Professional Documents
Culture Documents
Necip Fazl Ksakrek Mam Rabbani Mektbat Sadeletirmepdf
Necip Fazl Ksakrek Mam Rabbani Mektbat Sadeletirmepdf
ESER
80
b. d. yayınları: 76
Baskı: Eko Matbaası
b. d. yayınları
Kurucusu: Necip Fazıl Kısakürek
Sahibi: Mehmed Kısakürek
Yayın sorumlusu: Suat Ak
Genel Koordinasyon (Eser Kullanım ve Telif Hakları)
Sorumlusu: Emrah Kısakürek
Dağıtım sorumlusu: Osman Kısakürek
www.necipfazil.com.tr / www.buyukdogu.com.tr
ISBN 975-8180-62-2
MEKTÛBAT’I TAKDĐM
Necip Fazıl/1965
Đşte Mürşid...
Kadirî...
Çeştî...
Sühreverdî...
Kübrevî...
Ve ilave ediyorlar:
Aldığı cevap:
Meşhur düstur;
Ölçü:
Ve buyurmuşlardır ki:
-Đşte!
Dediler.
Cevapları:
Ve kaleye hapis...
“Rabbim;
O sonsuzluk yolcusu,
MEKTÛBAT’TAN PARÇALAR
Cilt: 1 – Mektup: 1
Cilt: 1 - Mektup: 2
Mesnevi:
''Her ne kadar bazı hallerin açığa vurulması
küstahlıkla övünme gibi dursa da, madem ki beni
yerden kaldıran şahtır, başım feleklerden de yukarıya
yükselebilir.''
CĐLT: 1 - MEKTUP: 4
(Şeyhine...)
•
Yukarıda dokunulan birinci nokta, ''Hakikat-i
Muhammedi'ye- Peygamberimize mahsus hakikat''den
ibarettir. Bu hakikatin sahibine salat ve selam olsun... Bu
nokta, zata mahsus kabiliyeti gösterir ki, bazılarınca, bütün
sıfatlarla hallenmek için zata mahsus diye belirtilmiştir.
Cilt: 1 – Mektup: 5
Cilt: 1 - Mektup: 6
Cilt: 1 –Mektup: 7
CĐLT: 1 - Mektup: 8
O alimler ki:
Derler.
Mısra:
Ayrıca:
''O yüzünü halka gösterir mi hiç?
Toprak nerede ve Rabbin nerede?''
Cilt:1 – Mektup: 9
(Makamdan tenezzül (aşağılara düşme) ve günah haliyle
alâkalı bazı tecelliler mevzuunda şeyhlerine yazdıkları
mektup.)
Ve:
Mısra:
Cilt: 1 - Mektup: 10
Mısra:
"Uzaktan sesimi ulaştırabilmem yeter!"
Cilt: 1 - Mektup: 11
Beyit:
"Kimse için yokluğa erişmedikçe,
Allahın kapısına yol yoktur..."
Cilt: 1 - Mektup: 14
Mesnevî:
"Eğer Hak'kın ve onun seçkin kullarının inayetleri
olmazsa, insan padişah olsa defteri simsiyah kalır."
Cilt: 1 - Mektup: 15
Sonra nefsin çıkış hareketi, ruh ve nefsi her iki yönden birleştirici
oldu. Böylece ruh ve nefs arasındaki bağlayıcı geçit, yâni berzah
tamamlandı. Bu tamamlık yüzünden de, yükseklerden alıp
aşağılara verme mertebesi ele geçti. Faydalanırken
faydalandırma ve faydalandırırken faydalanma mertebesi.
Mısra:
"Bu sırrı çözmeye kalkışırsan dibini bulamazsın!"
Cilt: 1 - Mektup: 16
Mısra:
"Keremliler için güç iş yok!.."
Beyit:
"Bu aşağı mahzenden bir gül götürüyorlar, Elden
ele, o yüksek saraya"
Mısra:
"Kolay olmayan şey ne zaman ele geçer?"
Beyit:
"Ben kaybolmuşum, beni aramayın!
Kaybolmuşlarla konuşulmaz!"
Cilt: 1 - Mektup: 17
Beyit:
'Ben hiçim, hiçten de aşağıdayım, sen çokluksun!
Hiç olandan, hiçten aşağı bulunandan iş gelmez."
Mısra:
"Ne acayiptir ki, ben kendimi bilmez bir ermişlikteyim."
Cilt: 1 - Mektup: 19
Cilt: 1 - Mektup: 20
Mısra:
"Gül bahçemizden baharımızı anla!"
Mısra:
"Đyi sene baharından anlaşılır.”
Cilt: 1 - Mektup: 22
Mısra:
"Sözüne inanılana rahmet olsun..."
Cilt: 1 - Mektup: 24
(Tevhid'e dair...)
Cilt: 1 - Mektup: 39
Cilt: 1 - Mektup: 44
Đnsanoğlunun efendisi...
Kıyamete kadar insan yığınlarının doğru yol hedefi...
Başların ve sonların tacı...
Hakkın izniyle şefaat makamı...
Kıyamet günü Hamd sancağının taşıyıcısı...
Allahın Sevgilisi...
Nebiler zincirinin tamamlayıcı halkası...
Evet, o, Hazreti Âdem evlâdının efendisi ve sığmağıdır.
Allah nebilerinin ümmet bakımından da en zengin olanıdır. Haşir
günü, mezarlar yarıldığı zaman, hepsinden evvel onunki
şakkolacaktır. O andan itibaren günahkârlar, haşirleriyle beraber
şefaatçılarına maliktirler. Cennet kapısını evvelâ o çalacaktır ve
Allah, evvelâ ona kapıyı açacaktır. Ellerinde taşıyacakların Hamd
sancağının altında Hazreti Adem'den başlayarak bütün nebiler
huzura kavuşacaklardır.
O, o Peygamberdir ki, buyurdular:
«- Dünyada bağlıların sonu ve âhirette ihsan
göreceklerin başı biziz! Ben tefahür için söz söylemem!
Âlemlerin Rabbinin Sevgilisi ve peygamberlik atlılarının baş
süvarisi benim! Peygamberlik bende nihayet bulur ve bunları
tefahür için söylemem! Đsmim M……d ve babamın ismi Abdullah
ve ceddimin ismi Abdülmuttalip'tir.
Allah dünyayı yarattığı zaman, beni onun hayırlısı kıldı
ve mahlûklarını iki fırkaya bölüp bana hayırlıların fırkasını
bağladı. Sonra insanları binbir kabileye ayırdı ve beni hayırlıların
kabilesinden eyledi. Sonra onlara birçok evler ve mekânlar
verdi ve beni evlerin ve mekânların en hayırlısına emânet etti.
Ben, her cihetten ve her noktadan en hayırlıyım. Mahşer günü
ben, bütün mahlûklardan evvel zuhur ederim. Mahşer arsasında
toplananların mânada yol göstericisi ve rehberi benim. Tekrar
dirilmenin korkunç gününde, insanlar söz söylemeğe kudret
göstermiyecekleri zaman, ben, şefaat için koşacak olanım...
Durak noktasının dehşet saçan caddesinde bütün mustariplerin
şefaatçisi, ellerinden tutucusu, kurtuluş müjdecisi, benim...
Cennet kapılarının anahtarları elime teslim edilecektir. Kıyam
saati Hamd Livasının altında, benim himaye kanadım
açılacaktır.
Allah dergâhında zatiyle ve sıfatiyle insanoğlunun en
şereflisi, benim... Cennet bahçelerinin hücrelerindeki ince
endamları berrak ve saf hizmet ediciler benim vücut evimi Ka'be
gibi tavaf edeceklerdir. Kıyamet günü, şüphesizdir ki, nebîler
cemaatinin imamı ve şefaat minberinin hatibi, benim... Ve bütün
bunlardan tefahür etmem, gurur duymam...»
Cilt: 1 - Mektup: 46
Cilt: 1 - Mektup: 47
Cilt: 1 - Mektup: 49
Cilt: 1 - Mektup: 51
Eğer bir ilim adamını bu ölçüye göre seçerlerse pek güzel olur.
Ve eğer âhiret âlimlerinden seçerlerse onun sohbeti ayniyle şifa
ve çaredir. Böylesini bulamazlarsa yine ana ölçüyü elden
bırakmayıp seçeceklerini ona tatbik etmelidirler.
Bilmem ki, ne söyliyeyim?
Đnsanların kurtuluşu din âlimlerinin varlığına bağlı
olduğu kadar, uçuruma yuvarlanışı da yine onların yüzündendir.
Âlimlerin iyisi her şeyin en iyisi; kötüsü de her şeyin en
kötüsüdür. Allah, kurtuluş veya mahvoluşu onlara bağlamıştır.
Azizlerden biri, şeytanı, şu sözü söylerken gördü:
- Zamanın âlimleri bizim yolumuzda yeter derecede
dalâlet vasıtası olmuştur!
Bu mânaları kendime saadet vesilesi bildiğim içindir ki,
sizi rahatsız ettim.
Selâmet niyaz ederim.
Cilt: 1 - Mektup: 54
Cilt: 1 - Mektup: 61
Đlk fâni oluş, mürşitte, şeyhte fâni oluştur. Bu fâni oluş, fâni
oluşun tek gayesi olan Allahta fâni oluşun vesilesidir.
Böyle bir mürşidin huzuru, insan için ne mikyasta
devletse, kendisini şeyh sanan, satan ve şeyhlik postuna kurulan
bir nakısa bağlanmak da o nisbette büyük bir hüsrandır.
Cilt: 1 - Mektup: 63
Cilt: 1 - Mektup: 68
Cilt: 1 - Mektup: 74
Bu, o kadar ince ve girift bir meseledir ki, bütün bir ömür
boyunca izaha çalışılsa yine derinliğine nüfuz edilemez.
Allahtan başka her şeyden geçmenin kadrosu içinde, nefse
bir haz payı veren, iyi ve kötü ne kadar iş varsa hepsi birden
toplanmıştır. Cennet ve ebedî saadet isteği. Allahın rızasına bağlı
bir gaye olduğu halde, Allahtan başka murad sahibi olmamanın
karşısında bu istek de müflistir. Nefs namazdan ve oruçtan
hazzetmeye ve bunlardan bir pay almaya başlarsa bu duygu da
büyük gayeye zıdlaşır.
Allahı, yalnız Allah için istemek ve Allaha, yalnız Allah için
tapmak...
Gaye budur!..
Cilt: 1 - Mektup: 79
Allah, bizzat:
"Resule itaat, Allaha itaattir!"
Buyurduğuna göre, Resulünün gerçek yolundan inhiraf ve
ona itaatsizlik, Allah yolundan dışarıya çıkmak ve Allaha itaat
etmemektir.
Allaha bağlanmayı, Resuller Resulüne bağlanmanın hilafı
sananlar, yine Allah tarafından küfürle vasıflandırılmıştır.
Resuller Resulüne bağlılık iddia edip Sahabîlere
bağlanmakta tereddüt göstermekse, dâvaların en bâtılıdır. Zira
Büyükler Büyüğünün yoluna nasıl düşüleceğini en halis mikyasta
temsilden başka hiç bir rolleri olmıyan ve en sadık bağlılığın birer
remzi bulunan Sahabîlere muhalefet, netice bakımından Resuller
Resulüne muhalefetten başka birşey değildir.
Đşte, yolunu, son ve mutlak Kurtarıcının muazzez
Sahabîlerine ait yol kabul etmiş olan Müslümanların topluluğuna
"Sünnet ve Cemaat ehli" ismi verilir ki, bu da, bizzat Âlemlerin
Mefharince işaret buyurulmuş olan yolun ta kendisidir.
Sahabîlere taan ve husumet dilini uzatanlar, bu kurtuluş
fırkasının kadrosu dışında kalırlar ve mahrumiyetlerin en
hazinine düşerler. Tekrar şu inceliğe işaret edelim ki, onun
Sahabîlerine taan ve husûmet, ona dil uzatmak ve düşmanlık
göstermektir.
Bazı dalâlet yolunda gidenlerin şöyle bir tesellisi vardır:
- "Biz Sahabîlere bağlıyız; fakat hepsine birden değil...
Zira onların da görüşlerinde tenakuz ve ihtilâf vardır."
Cevap:
- Sahabîlerden bazısına bağlanmanın faydalı olması
için, öbürlerine inkâr göziyle bakmamak lâzımdır. Bazısı inkâr
ve bazısı kabul edildikçe, yekpare bir bütün olan Sahabîler
çerçevesine uyulmuş ve onların tek dâva ve istikâmet üzerinde
toplu bulundukları kabul edilmiş olmaz. Sahabilerin
aralarındaki ihtilâflar hiç bir zaman âdi nefs ve hevâ
meselelerinden doğma birşey olmayıp esası mahfuz tutan bazı
teferruat anlayışları üzerindeydi ve bir içtihat kıymeti temsil
ediyordu. Bu inceliği kavramayıp da Sahabîlerden bir veya
birkaçını tutmak için bir veya birkaçını batırmak, doğrudan
doğruya Sahabîler bütününü zedelemektedir ki, bu yol sonunda
Büyükler Büyüğünün yolunu inkâra kadar varmaya mahkûmdur.
Cilt: 1 - Mektup: 81
Cilt: 1 - Mektup: 84
Cilt: 1 - Mektup: 85
Cilt: 1 - Mektup: 88
Cilt: 1 - Mektup: 89
Cilt: 1 -Mektup: 91
Cilt: 1 - Mektup: 96
Soruyorsunuz:
-Eski devirlerin velilerinden çok keramet ve harikuladelik
zuhur ettiği halde yenilerden o derecede zuhur etmiyor; acaba
bunun sebebi nedir?
Eğer bu sualden gaye, keramet ve harikulade hâllerin az
zuhurundan dolayı bugünün büyüklerinin nefyi ve inkarı ise,
bundan Allaha sığınmak lazımdır.
Bilelim ki, harikuladeliğin zuhuru, velayetin erkan ve
şartlarından değildir. Nebilerde bu böyle değildir. Mucize,
Nebilerde, Peygamberliğin şartlarındandır. Umumiyetle bir
velî'den harikalar zuhuru fazilete bile delâlet etmez. Biricik gaye,
ilahî yakınlıktaki derecededir. Mümkündür ki, en yakın velî'den
harikaların zuhuru en az, en uzak velî'den de en çok olsun...
Bu ümmetin evliyasından zuhur eden harikaların binde biri
Sahabilerden zuhur etmemiştir. Halbuki velî'liğin en yüksek
derecesi Sahabiliğin en alt mertebesinden daha aşağıdır.
Bir velî'den harika zuhurunu gözlemek, ancak nazarın
sathiliğinden gelir.
MEVZULARINA GÖRE
MEKTÛBAT'TAN PARÇALAR
ĐTĐKAT
1 - Đtikat ve Amel
2 - Allah ve Alem
3 - Mabud
1-Ruh
Beyit:
Mahlûkların en üstünü insan...
O yüksek makamdan mahrum kalan da o...
Bu mahrumluk yolundan geriye dönmezse.
Hiçbir mahrumluk onunkine eş olmaz...
Beyit:
Kavuşmak için bu lezzet ve neşeye,
Can çıkasıya çalışmak, didinmek gerek...
Đyice düşünür ve incelersek anlarız ki, dünyada eğer dert
ve musibet olmasaydı, dünyanın hiç değeri olmazdı. Dünyanın
karanlığını, onun acılık veren hâdiseleri gidermektedir. Dertlerin,
ıstırapların acılıkları, hastaya iyi gelen ilacın acılığı gibi.
Bu fakir, görüyorum ki, kötü niyetle gösteriş için, menfaat
kaygısından tertiplenen ziyafetlerde, meselâ, yemeğe kusur
bulmak ve ziyafet sahibinin hatırını kırmak, yemekteki karanlığı
gidermeye ve ziyafet sahibinin kötü niyetini temizlemeye, ziyafet
sevabının kabul edilmesine yetiyor. Eğer misafirlerin şikâyet ve
hakaretleri olmasaydı ve ziyafet sahibinin kalbi kırılmasaydı,
yemek karanlık ve günah olacak, sevabı kalmayacaktı. Kalbin
kırılması kabule sebep oldu. O halde, hep cisim ve cesedimizin
rahatını ve tadını düşünen ve hep bunun peşinde koşan bizler,
çok zor durumda bulunuyoruz. Allah,
"Đnsanları ve cinleri, yalnız ibadet etmeleri için yarattım!"
Buyuruyor. Đbadet de, kalbin kırıklığı, kendini aşağı
bilmesidir. O halde, insanın yaratılması, kendini hakir bilmesi,
aşağı görmesi içindir. Bu dünya, müslümanların ahiretlerine,
Cennetteki nimetlere göre, bir zindan gibidir. Müslümanların, bu
zindanda zevk ve safa aramaları, akla uygun olmaz. O halde,
dünyada eziyet, sıkıntı çekmeye alışmak lazımdır ve mihnetlere
katlanmaktan başka çare yoktur.
Cilt: 1 - Mektup: 64'den
2 - Ruhun Terakkisi
Meâlen,
"Biz insanın ruhunu, güzel bir suretle yaratıp, sonra en
aşağı dereceye indirdik"
Buyurulur. Ruhun bu dereceye düşürülmesi ve bu aşka
tutulması kötülemeğe benzeyen bir medihtir.
Đşte ruh, nefse karşı bu aşkı sebebiyle, kendini nefs
âlemine attı, ona tâbi ve esir oldu. Hattâ kendinden geçti, aşkını
unuttu, "emmâre nefs" halini aldı; sanki en aşağı derecesiyle nefs
oldu.
Ruh, herşeyden daha lâtif olduğundan, her ne ile birleşirse
onun hâline, şekline, rengine girer. Kendini unuttuğu için, evvelâ
kendi âleminde iken Allaha olan bilgisini de kaybetti, cahil ve gafil
oldu; nefs gibi, cehalet karanlığı ile karardı.
Allah çok merhametli olduğu, kullarına çok acıdığı için,
Peygamberler gönderip, bu büyük davetçiler vasıtasiyle, ruhu
kendine çağırdı; sevgilisi olan fâsid nefse uymamasını ona
emretti. Ruh, bu emri dinleyerek, nefse uymazsa felaketten
kurtulur; nefsten yüz çevirmez, madde dünyasından ayrılmamak
isterse, saadetten uzaklaşır, yolunu şaşırır, karanlığa batar gider.
Demek ki, ruh, nefsle birleşmiş, hattâ kendisini unutup nefs halini
almıştır. Đşte ruh, bu halde kaldıkça, nefsin gafleti, cahilliği, ruhun
da gafleti, cehaleti olur. Yok eğer, ruh, nefsten yüz çevirir, ondan
soğur, kendi gibi bir mahlûku sevmekten kurtulup sonsuz var
olan, hakiki bakiye âşık olup bu aşk ile kendinden geçerse, zahirin,
yani nefsin gaflet ve cehaleti, bâtına, yani ruha, sirayet etmez,
Allahı bir ân unutmaz. Nefsin gafleti ona nasıl tesir eder ki, o
nefsten tamamen ayrılmış, zahirden batına hiç bir yol kalmamıştır.
Đşte bu vakit, zahir gaflette iken bâtın uyanıktır, her an Rabbi
iledir. Meselâ badem yağı, badem çekirdeğinde bulunduğu
müddetçe ikisi de aynı şey gibidir. Yağ, posadan ayrıldıktan sonra,
hassaları başka, her bakımdan ayrı iki şey olurlar.
Đşte bu hâle yükselmiş, bahtiyar bir kimseyi, bazen, tekrar bu
âleme indirirler. Allaha arif ve âlim olduğu halde bu maddî
âleme döndürülen o mübarek kimsenin şerefli varlığı vasıtasiyle,
âlem, nefslerin karanlığından kurtarılır. Böyle ulvî bir kimse,
insanların arasında bulunur, görünüşte herkes gibidir; fakat ruhu
hiçbir şeyi sevmez, hattâ hatırlamaz. Çünkü ezeldeki Allah bilgisi
ve sevgisiyledir ve istemediği halde onu bu âleme
döndürmüşlerdir. Ruhun terakkisi, neticede, sahibini bu hakikat
memuriyetine eriştirir.
Böyle bir müntehi, görünüşte, başkaları gibi Allahtan gafil
mahlûkların sevgisine tutulmuş sanılır. Halbuki, hakikatte, onlarla
hiçbir benzerliği yok... Bir şeyin sevgisine tutulmakla, ondan
soğuyup yüz çevirme alâkası arasında çok fark var... Şunu da
bildirelim ki, böyle bir müntehinin yaratıklara olan alâka ve
sevgisi, kendi meylinden dolayı ve kendi ihtiyarında değildir. O,
dünyaya rağbet etmez; ancak, Allah, bu alâkayı istemekte ve
beğenmektedir. Başkalarının sevgisi ise, kendilerindendir ve
Allah bu alakalarından razı değildir, onu beğenmez. Diğer bir fark
da, başkaları, bu âlemden yüz çevirip Allahı tanımak ve sevmek
derecesine kavuşabilirler. Müntehinin halktan yüz çevirmesi ise,
imkânsız... Halk ile olmak, onun vazifesidir. Ancak, vazifesi biterse,
o zaman onu, bu muvakkat dünyadan ebedî âleme ve oradaki
hakikî makamına naklederler.
Tarikat büyükleri, davet makamı ile irşat derecesini başka
başka anlatmışlar... Çokları, "Halk arasında, hak ile olmaktır."
dedi. Sözlerin başkalığı, söz sahiplerinin hâl derecelerinin başka
başka olmasından... Herkes, kendi makamına göre söylemiştir.
Herşeyin doğrusunu, Allah bilir.
Cüneyd-i Bağdadi'nin, "Nihayete varmak, başlangıca
dönmektir/ buyurması, yukarıda bildirdiğimiz davet makamına
uygun bir tariftir. Çünkü, başlangıçta hep mahlûkat
görülmektedir.
Nitekim;
"Đki gözüm uyur, fakat kalbim uyumaz."
Mealindeki hadîs, Peygamberler Peygamberinin Al-laha
olan daimi bağlılık ve uyanıklığını değil, belki kendilerinin
hâllerine karşı gafil olmadığını, uyanık bulunduğunu
bildirmekte... Bunun içindir ki, Peygamberin uyuması abdestini
bozmazdı. Peygamber, ümmetini korumakta bir sürünün çobanı
gibi olduğundan, bir ân ümmetini unutması Peygamberlik
makamına uygun olmaz.
Bunun gibi;
"Allah ile öyle vakitlerim oluyor ki, o zamanlarda
aramıza hiçbir üstün melek ve Peygamber giremez."
Mealindeki hadîsin ifade ettiği hâl, her zaman değil
bazendir. Böyle ânlarda Peygamberin, yaratıklardan yüz çevirip
ayrılması icabetmez. Çünkü, Allah, ona tecelli etmektedir; yoksa
O, mahlûkatı unutup tecellileri aramakta değildir. Maşukun âşıka
cilvesi gibi olup, âşık, maşukun peşinde, arama halinde değildir.
Ruhun terakkisiyle varılan bu mertebede, mahlûklara
dönülünce, önce kalkmış olan perdeler geri gelmez. Onlar bir defa
açılmıştır. Arada perde olmaksızın, onu, yaratıklar arasına salıp
mahlûkların uyandırılmasına, kurtulmasına vasıta kılarlar. Böyle
kimse, büyük bir padişaha çok yakın devlet adamı gibidir. Bununla
beraber kendisine millet işlerini görüp dertlerine çare olmak
vazifesi de verilmiştir.
3 - Tenasüh
1 - Nefs
2 - Günahtan Sakınmak
Ey kıymetli oğlum!
Bugün her istediğini kolayca yapabilecek haldesin.
Gençliğin, sıhhatin, gücün, kuvvetin, malın ve rahatlığın bir
arada bulunduğu bir zamandasın. Saadete kavuşturacak
sebeplere yapışmayı, yarar işler yapmayı, niçin yarına
bırakıyorsun?
Đnsanın ömrünün en iyi zamanı olan gençlik günlerinde,
işlerin en iyisi ve faydalısı olan, Yaradanın emirlerini yapmaya,
ona ibadet etmeye çalışmalı, şeriatin yasak ettiği haramlardan,
şüphelilerden sakınmalı, beş vakit namazı cemaatle kılmayı elden
kaçırmamalıdır. Nisap miktarı malı olan müslümanların zekat
vermeleri emrolunmuştur; bunların zekat vermesi muhakkak
lazımdır. O hâlde, zekatı seve seve ve hatta fakirlere yalvara
yalvara vermelidir. Allah çok merhametli olduğu, kullarına çok
acıdığı için, yirmi dört saat içinde ibadete, yalnız beş vakit
ayırmış, ticaret eşyasından ve çayırda otlayan dört ayaklı
hayvanlardan, tam veya yaklaşık olarak, ancak kırkta birini
fakirlere vermeyi emir buyurmuştur. Birkaç şeyi haram edip,
pek çok şeyleri mubah etmiş, izin vermiştir.
O halde, yirmi dört saatte bir saat tutmayan bir zamanı,
Allahın emrini yapmak için ayırmamak ve zengin olup da, malın
kırkta birini müslümanların fakirlerine vermemek ve
sayılamayacak kadar çok olan mubahları bırakıp da haram ve
şüpheli olana uzanmak ne büyük inad ve ne derece insafsızlık
olur.
Gençlik çağı, nefsin kaynadığı, şehvetlerin oynadığı, insan
ve cin şeytanlarının saldırdığı bir hengâmedir. Böyle bir çağda
yapılan az bir amele pek çok sevap verilir. Đhtiyarlıkta, dünya
zevkleri azalıp, güç, kuvvet gidip, arzulara kavuşmak imkanı ve
ümitleri kalmadığı zamanda, pişmanlıktan, ah etmekten başka
birşey olmaz. Çok kimselere bu pişmanlık zamanı da nasip olmaz.
Bu pişmanlık da, tövbe demektir ve yine büyük bir nimettir;
çokları bugünlere kavuşamaz.
Peygamberimizin haber verdiği sonsuz azaplar, çeşit çeşit
acılar, elbette meydana çıkacak, herkes cezasını bulacaktır. Đnsan
ve cin şeytanları, bugün, Allahın affını, merhametini ileri sürerek
aldatmakta, ibadetleri yaptırmayıp günahlara sürüklemektedir.
Halbuki iyi bilmek lazımdır ki, bu dünya imtihan yeridir ve bunun
için burada, dostlarla düşmanları karıştırmışlar, hepsine
merhamet etmişlerdir. Nitekim Kuran'da, "Merhametim herşeyi
aştı" Duyurulmuştur. Halbuki, Kıyamette düşmanları
dostlardan ayıracaklardır. Nitekim Kuran'da, "Ey kafirler bugün
dostlarımdan ayrılınız!" âyeti bunu haber vermektedir. O gün,
yalnız dostlara merhamet olunacak, düşmanlara hiçbir suretle
acınmayacak, onlar, muhakkak melun olacaktır.
Nitekim;
"O gün, merhametim, yalnız benden korkarak kafir
olmaktan ve günah işlemekten kaçınanlara, zekatını verenlere,
Kurana ve Peygamberime inananlara mahsustur!"
Âyeti böyle olduğunu göstermektedir. O halde, o gün,
Allahü Tealanın rahmeti, ebrâra, yani müslümanlardan, iyi huylu
ve yarar işli olanlara mahsustur. Evet, müslümanların zerre kadar
imanı olanların hepsi sonunda, hatta çok zaman cehennemde
kaldıktan sonra bile merhamete kavuşacaktır. Fakat rahmete
kavuşabilmek için ölürken iman ile gitmek şarttır. Halbuki,
günahları işlemekle kalp kararınca ve Allahü Tealanın emirlerine
ve haramlarına ehemmiyet verilmeyince, son nefeste, iman nuru,
sönmeden nasıl geçebilir?
Din büyükleri buyuruyor:
"Küçük günaha devam, büyük günaha sebep olur.
Büyük günaha devam da, insanı kâfir olmaya sürükler."
NAMAZA DAĐR
Ey, oğul !
Đşit, işit ki, salavat sahibi nebiler, daveti, "yaratık âleme"
hasretmişlerdir. Kalbin "yaratık âlem"le münasebeti daha çok
olduğundan onu da tasdike davet buyurmuşlar ve kalbin verâsından
söz söylememişler, onları maksatlardan saymıyarak terk
etmişlerdir. Cennet’in nimetleri, cehennemin acıları, Hak'ı rüyet
devleti ve bu devletten mahrumiyet; bunların hepsi "yaratık âleme"
bağlıdır. "Emr âlemi"nin onlarla bir alakası yoktur.
Diğer ameller, - ki, farz, vacip ve sünnettir- bunların ifa ve
icrası da, "yaratık âlem"den olan kalbe taalluk ettiğinden "emr
âlemi"nin nasibi, nafile amellerden oldu. Öyle bir yakınlık ki,
semeresi bu amellerin edası olan amellere göre olması lazım
geldiğinden, farzların semeresi olan bir yakınlık, çaresiz "yaratık
âlem"in nasibi oldu. Nafilelerin semeresi olan bir yakınlık ise, "emr
âlemi"nin nasibi olur ve şüphe yoktur ki, farza nisbetle nafilelerin
hiç itibarı yoktur.
Eğer deryanın muhite nisbeti olsaydı belki nafilelerin
sünnete nazaran nisbeti de öyle olurdu. Ve sünnetin de farza
nisbeti damlanın denize nisbeti gibidir. Öyle ise, iki yakınlığın
arasındaki farkı bundan kıyas etmek ve "yaratık âlem"in, "emr
âlemi" üzerindeki mertebesini bu farkla bilmek lazımdır... Bu
mânada nasibi olmayan kimselerin ekserisi, nafilelerin tervicine beliğ
gayretler gösteriyor ve farzları harab ediyorlar.
Ham sofular, zikir ve fikri en mühim iş addederek farz ve
sünnetlerin ifâsında gevşeklik gösteriyor, (erbainat) çile ve riyazeti
tercih ederek cuma ve cemaati terk ediyorlar. Bilmezler ki, bir
farzı cemaatle edâ etmek, onların binlerce (erbain)inden daha
iyidir. Evet, şer'i edeplere riâyetle beraber zikir ve fikir çok mühim
ve pek iyidir.
Başı boş âlimler de, nafilelerin tervici için çalışıyor ve
farzları harab, feyizsiz hâle getiriyorlar.
Mesela; Aşure namazını -ki, selam ve salavat sahibi
Peygamber tarafından sıhhate varmamış olduğu halde- cemaatle ve
tam bir cemiyetle edâ ederler. Halbuki nafilelerin cemaatle
kılınmasının mekruh olduğuna dair fıkhî rivayetin bulunduğunu da
bilirler ve farzların edasında yine gevşeklik izhar ederler.
•
Biliniz ki, namazın tamam olması ve onun Kemali, bu
fakirin nazarında, fıkıh kitaplarında etraflıca beyan buyurulduğu
üzere, namazın farzlarını, vaciplerini, sünnetlerini ve
müstehaplarını ifa ve beyan etmekten ibarettir. Bu dört hususun
ötesinde, namazı tamamlayıcı başka bir icap yoktur. Namazda
huşu, bu dört şarta bağlıdır.
Bu icapları bilmek kâfidir diyerek onları yerine getirmekte
gevşeklik gösterenler var. Bunların, şüphesiz, namazın
üstünlüklerinden nasipleri azdır. Başka bir topluluk da, Hak ile
kalbin huzuruna ihtimam edip amellerin dış ölçülerine az
ehemmiyet verirler. Bunlar amellerini yalnız farz ve sünnete
hasretmişlerdir. Bunlar da namazın hakikatine vâkıf olmamışlardır;
namazın kemâlini namazın gayrinden beklerler. Çünkü kalbin
huzurunu namazın hükümlerinin topluluğundan
addetmemişlerdir.
Hadiste, "Namaz, ancak kalb huzuru ile olur." diye
buyurulmuştur. Mümkündür ki, bu huzurdan maksat, bu dört
icapla tamamlanan kalb huzuru olsun; tâ ki, bu dört icaptan biri
yerine getirilirken bir fütur vaki olmasın. Bu huzurun ötesinde bir
huzur, bu fakirin aklına gelmiyor.
Sual: Mademki namazın tamam olması ve onun kemali bu
dört icaba bağlı ve bunların ötesinde tamamlayıcı başka bir şart
melhuz değildir; öyleyse bu dört icabı yerine getiren sondaki ile
baştakinin ve umumun namazları arasındaki fark nedir ?
Cevap: Aralarındaki fark amel yönünden değil, amel
sahipliği yönündendir. Bir amelin mükâfatı, amel sahiplerinin
değişmesinden dolayı farklıdır. Hakkın makbulü ve sevdiği bir
kimseden meydana gelen bir amelin sevabı, böyle olmayan bir
amel sahibininkinden kat kat fazladır.
Onun için;
"Arifin riya ameli müridin ihlâslı amelinden daha iyidir."
Demişler. Bu böyle olunca ihlâsa kavuşmuş arifin ameli
ne kadar makbuldür?..
Bundan dolayı Hazret-i Sıddık, Peygamberler
Peygamberinin sehvini istemiştir. Kendisi Âlemlerin Efendisinin
bir sehvi olmak arzu ederdi. Bunun için, Allah Resulünün sehiv
amelinden, kendi hâl ve amellerinin tamamını daha az bilir.
Rivayet olunduğu veçhile Âlemlerin Efendisinin sehiv ameli
dört rek'atli farz namazının ikinci rek'atinde sehiv yoliyle selam
vermiş olması gibi...
Öyleyse sona yükselmişlerin namazı üzerine dünyevî
semere ve neticelerle beraber anketin büyük mükafatı dahi
terettüp eder. Ama başlangıçtakinin ve umumun namazı böyle
değil... Pak âlemle halkın nisbeti nedir?
Sona yükselmişlerin namazı hususlarından bir şemme
beyan olundu ki, ona göre kıyas olunsun. Zaman olur ki, sona
yükselmiş, namazda, kıraat, teşbih ve tekbirlerin söylenmesi
vaktinde lisanını ecdat şeceresi gibi bulup kendi kuvvet ve
yaralarını alet ve vasıtalardan fazla bilmez. Zaman olur namaz
edası vaktinde batın hakikati tamamiyle zahir ve suretten ayrılıp
gayb âlemine dahil olmuş olur. Gayb alemiyle, keyfiyeti meçhul
olan nisbet peyda eder. Namazdan uzaklaşma vaktinde yine
geriye, eski hâle rücû eder.
Bununla beraber asıl suale şu şekilde de cevap verilir:
Zikrolunan dört icabın tamamiyle ve kemâliyle ifa ve beyan
edilmesi sona yükselmişlerin nasibidir. Her ne kadar mümkün
ve caiz ise de müptedîler ve avam bu icapların tam ve kemâl
üzere yerine getirilmesine muvaffak olmaktan uzak kalır.
Cilt: 1 - Mektup: 305'den
Bu dünya amel yeridir, ceza yeri âhirettir. Bunun için dünyada
güzel işler ifasına çalışmak lazım... Ve amellerin en iyisi ibadetlerin en
üstünü namazdır ki, dinin direği ve müminin miracıdır. Öyleyse onun
edasında ihtimam ve ihtiyat etmek gerek... Namazın erkân ve şartlarını,
sünnetlerini ve adabını lâyıkı üzere yerine getirmek hususunda dikkat
etmeli, tadili erkan ve duraklamalara riayette ziyade mübalağa
olunmalıdır.
Namazı iyi muhafaza etmek gerek... Zira muhafazanın yokluğu
yüzünden ekser insanlar namazlarını zayi edip duraklamaları ve tadili
erkânı perişan etmişlerdir. Bu topluluk hakkında vaidler vârid olmuş ve
tehditler gelmiştir
Ne vakit ki, namaz dürüst olur, o zaman kurtuluş ve necat
müyesser olmaya büyük ümit vardır. Çünkü din yüksek olup O'na miraç
ve uruc böylece tamamlanmış olur.
O şahsa buyurdular:
"Eğer sen bu hâl üzere namaz kılıcı olarak vefat edersen Kıyamet
Gününde sana M…..d Ümmetindendir demezler."
Başka bir yerde de şöyle buyurdular:
"Altmış sene namaz kılıp ve fakat yine namazı edâ edilmiş
olmayan, yani hiçbir namazı makbul sayılmayan o kimsedir ki, rükû ve
secdeyi tamamiyle yerine getirmez."
4.Mektup: (Şeyhine...).........................Sh.: 33
ĐTĐKAT
1-Đtikat ve amel ....................... Sh.: 201
2-Allah ve âlem ........................ Sh.: 205
3-Mabud ................................ Sh.: 206
RUH
1-Ruh..................................... Sh.:209
2-Ruhun Terakkisi ................... Sh.: 211
3-Tenasuh ............................... Sh.: 215
NEFS
1-Nefs ..................................... Sh.:219
2-Günahtan Sakınmak ............. Sh.: 220
3-Vazife .................................. Sh.: 221