You are on page 1of 167

ĐMAM-I RABBANĐ - MEKTÛBAT / DÎN VE TASAVVUF

ESER
80

Đlk Basım Tarihi : 1956

4. Basım / Ağustos 2005

b. d. yayınları: 76
Baskı: Eko Matbaası

b. d. yayınları
Kurucusu: Necip Fazıl Kısakürek
Sahibi: Mehmed Kısakürek
Yayın sorumlusu: Suat Ak
Genel Koordinasyon (Eser Kullanım ve Telif Hakları)
Sorumlusu: Emrah Kısakürek
Dağıtım sorumlusu: Osman Kısakürek

Her hakkı mahfuz ve "b. d. yayınları"na aittir.


b. d. yayınları, Ankara C. Vilâyet Han 10/3
Cağaloğlu – Đstanbul

Telefon: (0212) 5285551-5125922-5110873

www.necipfazil.com.tr / www.buyukdogu.com.tr

ISBN 975-8180-62-2
MEKTÛBAT’I TAKDĐM

Allah ve Resulünün kitaplarından sonra dinin en büyük eseri


“Mektubat-ı Đmam-Rabbani”...

Eser sahibi, Đkinci Bin Yılın Yenileyicisi Şeyh Ahmed-i Faruk-


i Serhendî (Đmam-Rabbani) Hazretleri de, resuller, nebiler
ve sahabilerden sonra ümmet kadrosunun en büyük ferdi...

Bazı maruf ve avam diline düşmüş din büyüklerine nispetle


ancak havâs tabakasının tanıdığı bu büyük zâtı, umumî
plana çıkaran ilk teşebbüs de Büyük Doğu’dan...

Büyük Doğu, bu aziz teşebbüse 1945’den sonraki ikinci


devresinde başladı ve bugüne dek Đkinci Bin Yılın
Yenileyicisine ait mektuplardan sistemsiz ve nizamsız,
karışık ve rastgele “seçmeler” takdim etti ve yüce eseri
bütünleştirmeyi istikbale bıraktı.

Denilebilir ki, bu teşebbüsten sonra Đmam-ı Rabbani zevki


hayli yayılmış, umumileşmiş ve “Mektûbat”ın kitaplık çapta
kısmî tercümelerine kadar girişilmiştir.

Ne çare ki,bu teşebbüsten sonra Đmam-ı Rabbani


Hazretlerine layık, yahut layık olamamaya layık bir üslup ve
anlayış, hiçbir kalemde belirememiştir.

Büyük Doğu’culardan Đmam-ı Rabbaniye sarılmayı Allah ve


Resulüne sarılmanın en mükemmel şartı bilmelerini, olanca
dikkat, haşyet ve basiret nazarlarını bu mektuplar üzerinde
toplamalarını, her kelimesi derya kadar derin mektuplara
karşı “anladım, anlayamadım” demeden, bir mektuptaki
müşkülü öbür mektupta çözmeye çalışmalarını dilerim.

Allah muvaffak etsin...

Necip Fazıl/1965

“Müceddid-i Elf-i Sanî Ahmed-i Faruki Serhendî”

ĐMAM-I RABÂNĐ’NĐN HAYATI

Eseri, Allah ve Resulünün kitaplarından sonra dinin en


büyüğü... Zatı da, velîlik ikliminin ufku...
*
Hicretin 971’inci yılında Hindistan’ın Serhend kasabasında
dünyaya geldiler.

Lahor ve Delhi arasındaki Serhend… Serhend, siyah arslan


demek… Vaktiyle burası arslanlar ormanıymış… Sonradan
orman kesilip yerine, ümmet ve hakikat ormanlarının en
büyük arslanına yataklık etmek üzere şehir bina edilmiştir...
*
Đsmi Ahmed... Babası Abdülahad... Yirmi dokuzuncu babası,
büyük sahabi Hazret-i Ömer’e varıncaya kadar dedeleri, ilim
ve fazilette müstesna kimseler...
*
Çocukluğunda ağır hastalanıyor. Ümid kesilecek kadar...
O’nu büyük bir Kadirî şeyhine götürüyorlar. Şeyh çocuğu
öpüyor:

-Korkmayın, diyor; uzun yaşayacak ve pek büyük insan


olacak...
*
Küçük yaşta Kur’ân’ı ezberliyor. Her şubesiyle bir çok
büyükten devşirdiği ilim... Onyedi yaşında tamamlanan
tahsil... Edebiyata büyük alaka ve istidat... Eşsiz zeka,
muhteşem belâgat, parlak fesahat, keskin görüş, başındaki
tacın elmasları... Bu sırada (Tehlil Risalesi), (Rafizileri Red
Risalesi), (Nübüvvetin Đspatı Risalesi) kaleme alınıyor.

Đleride, dünya çapındaki (Mektûbat)ın öncüleri...


*
Gençliğinde merakı tek: Tasavvuf, marifet, hakikat... Ve bu
işin mektebi tarikat... Hususiyetle Nakşîlik...

Okumadığı kitap kalmıyor.

Fakat kitap, kelimeler, harfler, sadece güneşin aynada


aksi... Güneşi bulmak lazım... Reçetenin kendisi, kağıdı
devâ değildir. Đş ilaçta... Đlaç da mürşit...
*
Babasının vefatından sonra Hacca gitmek üzere Serhend’e
çıkıyor, Delhi’ye uğruyor. Orada Muhammed Bâkibillâh...

Đşte Mürşid...

Bir anda kalbini saran feyz...

“Haccı tamamlayayım da dönüşümde hizmetine gireyim ve


artık yanından ayrılmayayım” diye düşünürken, gönül
tutuşması o hâle geliyor ki, Hac’dan vazgeçiyor ve şeyhe
bağlanıp kalıyor. Tam iki ay...

Şeyhinin eteği dibinde geçirdiği zaman bu kadar... Đki ay


içinde öyle hallere erişiyor ki, başkalarınınki ses hızıysa
onunki ışık sürati...

Üstadından emir alıyor:

-Yolun tam icazetini aldın... Memleketine dön ve Đrşad


halkanı kur! Bundan böyle senin eteklerine yapışsınlar!..
*
Yüzgeri Serhend... Şeyhi, yola düşenlerden çoğunu, onun
arkasından Serhend’e gönderdi.
Đşte Đrşad edicilerin Đrşad edicisi, Đmam-ı Rabbâni,
Müceddid-i Elf-i Sanî, Şeyh Ahmet-i Faruk-i Serhendî
Hazretleri...
*
Dünya eteklerinde...

Hatta şeyhi bile...

Muhammed Bâkibillah Hazretleri Delhi’den kalkıp Serhend’e


geldi ve eski müridinin kapısından girdi. Ahmed, içeride,
kalbine eğilmiş, kendi halinde...

-Rahatsız etmeyin, diyor; ben dışarıda beklerim.

Biraz sonra Đmam-ı Rabbâni dışarıya çıkıyor:

_Kim var orada?

-Benim; fakir Muhammed Bâki...

Đmam-ı Rabbâni Hazretleri, kırık ve dökük, mürid kılıklı ve


düşük halli, bir köşede bekleyen üstadını hürmetle
karşılayıp baş köşeye oturttu.
*
Muhammed Bâkibillah Hazretlerinin müridlerinden Seyyid
Muhammed Numan:

-Đmam-ı Rabbâni’ye bağlanmam emrolunca, büyüğüme,


bunu yapamayacağımı ve kalbimin kendi kalbine karşı
olduğunu söyledim. Şeyhim kızdı: “Sen Ahmed’i ne
sanıyorsun? Onun güneş kalbi bizim gibi binlerce yıldızı
örter!” buyurdu; “Teslim ol!”
*
Şeyh Muhammed Bâkibillah:

-Kalblere deva, gönüllere şifa olan bu tohumu, Semerkand


ve Buhara’dan getirip Hindistan’ın bereketli Toprağına
ektim. Đsteklilerin yetişip kemale ermesi için uğraştım.
Ahmed her dereceyi aşıp üstünlüklerin sonuna varınca da,
kendimi aradan çektim ve isteklileri ona bıraktım.
*
Nakşî...

Kadirî...

Çeştî...

Sühreverdî...

Kübrevî...

Yollarını daha niceleriyle beraber kutsî nefeslerinde


topladılar...
*
(Mektubat)da buyurdukları gibi:

Bir mürakebe ânı... Allah Resülü tecelli ediyorlar...

-Sana, şimdiye kadar hiç kimseye verilmeyen izni vermeğe


geldim.

Ve ilave ediyorlar:

-Sen hangi cenazenin namazında bulunursan o affedilecek


ve cennete girecektir.
*
Şeyh Hasan (Gavsî):

- Đmam-ı Rabbâni; mahbubiyet makamının sahibi ve


hidayet meclisi kürsüsünün ziyneti, ferdiyet derecesinin
ehli, kutbiyet mertebesinin reisi...
*
Haklarındaki “Müceddid-i Elf-i Sâni” tabiri Mevlânâ
Abdülhâkim (Sıyalkütî) tarafından... Kendilerini ilk defa
“Đkinci Bin Yılın Yenileyicisi” ilan eden, bu zat...

Đkinci Bin Yıl, topyekun zamanı da içine alarak, Allahın


Resulüne bağlı... şeyh Ahmed Farukî Hazretleri ise,
topyekun zamanın Sahibine tam teslimiyet halinde, O’na ait
ölçüler ve hikmetlerin Đkinci Bin Yılda Yenileyicisi... Böyle
olunca, daima başbuğ emrinde, en büyük birliğin
kumandanı, Đmam-ı Rabbanî hazretleri... Zamanımız onun
armasını taşıyor. Daha altı yüz sene taşıyacak... Aradaki
asır yenileyicileriyse, hep onun emrinde; ve hep onun
emrinde kalacak...

Bu, Đmam-ı Rabbânî’yi anlamaya doğru bir dış ölçüdür.


*
Buyuruyorlar:

-Kıyamet gününe kadar bu yola girecek olanları, tek tek


gördüm ve bildim. Allahın izniyle hepsinin ismi ve cismi
bana bildirildi. Bu yola gireceklerin de baştanbaşa ateşten
kurtulacakları bana müjdelendi.
*
Peygamber Müjdesi:

“Ümmetimden (Sıla) lakaplı birisi gelecektir. Onun


şefaatiyle Cennete çok kimse girecek...”

Sıla; arasını bulmak, birleştirmek, vasletmekten geliyor. O,


veliler velisi, “Vahdet-i vücut” meselesini dibine ve köküne
kadar hal ve fasl etti ve şeriatla tarikatı birleştirdi.
*
Tasavvuf alimleri ve kendi yakınları arasında, Đmam-ı
Rabbanî Hazretleri, (Sıla) diye anıldığına ve kendilerinden
evvel hiç kimseye bu takılmadığına göre, işte Peygamber
müjdesinin mazharı!..

Bir mektubunda buyuruyor:

-Beni iki derya arasında sıla eden Allaha hamd ederim.


*
Şeyhülislam Ahmed Câmi:
-Allah her dört yüz senede bir, Ahmed isimli bir kuluna
büyük ihsanlar verir ve bu ihsanları herkes görür.

Yine Şeyhülislam Ahmed Câmi:


-Benden sonra Ahmed isminde on yedi kişi gelir. Bunların
sonuncusu bin tarihinden sonradır ve en büyüğü odur.

Đmam-ı Rabbanî’den dört küsur yıl evvel söyledi bu sözler...


*
Zikir halkasında gâibden bir nida duyuyorlar:

-Sana ve kıyamet gününe kadar seninle bana yönelecek


olanlara mağfiret ettim.
*
Đlk halifeleri Şeyh Numan, rüyasında Allahın Resulüyle Ebu
Bekir Hazretlerini görüyor.

Kainatın Efendisi, Ebu Bekir Hazretlerine diyorlar ki:

-Numan’a haber ver; kim Ahmed’in makbuliyse, benim de


makbulüm, Allahın da... Şeyh Ahmed’in istemediğini ben de
istemem, Allah da ...
*
Müridlerinden biri rüyasında Hızır’ı görüyor ve el almak
istiyor:

Aldığı cevap:

-Sen öyle birine bağlısın ki, irşadı sana ve bütün aleme


yeter!
*
Seyyid Salih:

-Şeyh Ahmed Farukî Hazretleri beni bir iş için uzakça bir


yere gönderediler. Yolda”Liîlâfi” suresini sık sık okumamı
emrettiler, ve eğer bir sıkıntıya uğrayacak olursam,
kendilerine, isimleriyle nida etmemi tembihlediler. Yolda
ıssız bir sahraya düştüm. Çalılıklardan müthiş bir canavar
çıktı. Hemen, Efendimi isimleriyle imdada çağırdım.
Canavar bir anda durdu, geriye döndü ve koşarak kayboldu.
Yoluma devam ettim.
*
(Ravtâ-tül Đslâm) sahibi:
-Şeyh Ahmed Farukî Hazretlerinin, kendilerinden sonra
dünyada iki büyük harikaları kaldı. Biri “Mektubat”... Ondaki
hikmet ve hakikat derecesine kimse ulaşamadı. Öbürü de
çocukları... Hiçbir baba, oğullarına bu derecede tesir
edemedi ve onları kendi dengine çıkaramadı.

Başta, kaniyle olduğu kadar ruhiyle de babasının mirasçısı,


“Altun Silsile” içinde mukaddes emanetin ilk defa baba
elinden alıcısı Şeyh Muhammed Masum Hazretleri... Hepsi
yedi oğul...
*
Mürakabede kendilerine, Kadirî nisbetini veren şeyh zuhur
edip, omuzlarına Abdulkadir Geylanî Hazretlerinin hırkasını
koyuyor. Kadirîlik feyzi içinde uçarlarken hatırlarına bir
incelik geliyor:

-Ben Nakşî yoluna bağlıyım. Şimdi de beni Kadirilik bağının


tecellileri sarmakta... Sakın bu hal Nakşî büyüklerini
incitmesin?..

O zaman, üzerinde ne kadar bağ varsa hepsinin birden


büyüleri tecelli edip bir ağızdan hitap ediyorlar:

-Şeyh Ahmed bizdendir!

Ana cadde Nakşîlik... Her nisbetten de kendilerine birer


yol...

“Bütün yollar Romaya çıkar” sözü madde ölçüsüne göre âdi


bir lâftır; asıl bütün yollar, ruh yolları Đmam-ı Rabbanî’ye
çıkar.
*
Şeyhin uzaktan cazibesine tutulanlardan biri, günlerce yol
alıp Serhend’e geliyor. Kasabaya akşam üstü vardığı için
Şeyhi rahatsız etmek istemiyor ve bir tanıdığının evine
misafir oluyor.

Gece, tanıdığiyle şeyhten konuşuyorlar. Meğer bu tanıdık,


Đmam-ı Rabbanî’yi inkar edenlerdenmiş... Kötü konuşuyor.
Ertesi sabah, uzakların yolcusu huzurda... Đmam-ı Rabbanî
Hazretleri, hiçbir söz açılmadan buyuruyorlar:

-Gece, evinde misafir kaldığın adam sana, bizim hakkımızda


bir sürü yalan söyledi.
*
Kendilerine “Đkinci Binin Yenileyicisi” ismini veren büyük zat
da başlangıçta inkar edenlerden... Rüyasında kendisine
okutulan bir ayet, gözlerini ve ruhunu öyle açıyor ki, Đmam-
ı Rabbanî Hazretlerinin delisi, divanesi oluyor...
*
Hastalandılar, ceviz istediler. Bir kab içinde, yanıbaşlarına
ceviz konuldu. Eleriyle kabı karıştırdılar ve ancak bir
tanesini yediler ve buyurdular:

-Bu cevizleri alın! Hastalara verirsiniz...

Cevizden yiyen her hasta iyi oldu.


*
Seyyidlerden, Kainatın Efendisine bağlı mukaddes sülaleden
birisi, Muaviye Hazretlerine düşmanlık edermiş... Bir gün bu
seyyid, (Mektubat)ı okurken orada Muaviye’nin
methedildiğini görür ve öfkeyle (Mektubat)ı yere atar. Aynı
günün gecesi, rüyasında, Đmam-ı Rabbanî Hazretlerini...
Seyidi kulağından tutmuş, haykırıyor:

-Cahil! Sözümüze ve ölçümüze güvenmiyorsun, öyle mi?


Gel, seni, ceddin ve Peygamber Evinin temsilcisi Hazret-i
Ali’ye götüreyim de işin gerçeğini ondan öğren!

Huzura çıkıyorlar. Peygamber Evinin temsilcisi ve güya


kendisine sevgi iddia edilerek köpürtülen Muaviye nefretinin
vesilesi, Büyük Đmam, buyuruyorlar:

-Sakın Allah Resulünün sahabilerine düşmanlık etme!


Peygamber dostlarına çatan ve Şeyh Ahmed’in bu davadaki
hak ölçüsünü dinlemeyen, felakettedir.

Peygamber Evinin temsilcisi büyük sahabi, ayrıca Đmam-ı


Rabbanî’ye emir veriyorlar:
-Bu cahil, sözden anlamıyor. Göğsüne vurun da aklı başına
gelsin ve tövbe etsin!..

Emir yüksek yerden geldiği için yerine getiriliyor. Đmam-ı


Rabbanî Hazretleri Seyidin göğsüne vuruyor.

Seyydi, uyanınca, göğsünde müthiş bir sızı… Ve kalbinde


derin bir nedamet, yeni bir anlayış ve tövbe isteği...imam-ı
Rabbanî’nin mübarek ellerinden öpmeğe koşan ve bir daha
bu eli bırakmayan Seyyid...
*
Đlk gençlik çağlarında yazdıkları üç risalede sonra, tam
olgunluk devirlerinde, yalnız mektup yazmakla, suallere
cevap vermek ve hakikati tamimlendirmekle yetindiler.
Sonradan bunlar toplanıp (MEKTÛBAT)ı teşkil etti ve
insanoğlunun en üstün eseri oldu.

Mektubat üç cilddir ve esası Farsça’dır. Đçinde birkaç Arapça


mektup da vardır. Bütün ĐSlam dillerine tercüme edilmiştir.
*
Đmam-ı Rabbanî’nin anlatılmaz büyüklüğünü yine eseri
anlatır:

(Mektubat)ın getirdiği, Đkinci Binin Yenileyiciliği çapındaki


yenilik; “Vahdet-i Vücud” meselesini aklın son haddiyle
tesbit etmesi; ve Muhyiddin-i Arabî hazretlerinin yanlış
anlaşılan ve eserle müessiri bir gösterdiği vehmine düşülen
“Vahdet-i Vücud” davasını tam gerçeğe bağlamasıdır.

“-Allah, ötelerin ötesinde, ötelerin ötesinde; ötelerin


ötesinde...”

Yani, nerede onu buldum ve teşhis ettim sanırsan onun da


ötesinde, namütehani ötesinde...

Meşhur düstur;

-Ne ki, o zannedersin; zannettiğin o şey, ona perdedir.


Böylece:

-“Heme ost” değil; ”Heme ez ost”… “Her şey o” değil; “her


şey ondan”...

(Mektubat), Đkinci Bin Yıla girerken bir bir fesada bulanan


Đslam hakikatinin en mahrem inceliklerini, Đkinci Bin Yılın
Yenileyiciliği haysiyetiyle billûrlaştırmış; ve dağıtılışın,
kayboluşun, kaybedilişin son haddinde, her şeyi merkezxde
toplamış ve kazandırmış, muazzam eser...

Ölçü:

“-Allah ve Resulünün kitaplarından sonra dinin en büyük


eseri Mektubat’tır”.
*
Đlahi tecellilere; ve Đmam-ı Rabbanî Hazretlerinin
büyüklüğüne ve derecesine ait bütün ölçüler (Mektubat)da:

“-Allah bana rahmetiyle tecelli etti; rametinden başka hiçbir


şey göremedim. Kahriyle tecelli etti; kahırdan başka hiçbir
şey göremedim.”
*
Mürid, şeyhine şöyle bağlanmalıdır:

“-Gassâl (yıkayıcı) elindeki ölü gibi...”


*
Mihnet ve ıstırap mı dediniz:

“- Mihnet ve ıstırap, aşkın levazımındandır. Çaresiz


katlanılacak… Yoksulluk, dert ve gam... Bunlar Lazımdır.
Dost, sevdiğini, kendisinden başka her şeyden kesilmiş ve
sıyrılmış görmek ister. Bu makamda huzur, huzursuzlukta;
karar, karasızlıkta; rahat, rahatsızlıkta... Bu makamda
nefse çare aramamak, kendisini mihnet ve ıstıraba
bırakmaktır ki, devanın tâ kendisi... O zaman da insan,
kendisini sevgiliye ısmarlamış ve bırakmış olur; devlet
bundadır. Devlet, ondan ne gelirse razı olup onu kabul
etmektedir.”
*
Yakınlık, sadece yakınlık:

“- Bu yolun divaneleri, elde ettikleri hiçbir yakınlıkla teselli


bulamazlar. Öyle bir yakınlık isterler ki, uzaklığa benzer; ve
öyle bir visal dilerler ki, gurbeti andırır olsun. Yoksa
yakınlığa benzer ve visali andırır gurbetlerden ne fayda?..”
*
Ve tek yol:

“- Şerif ve latif mektubunuz, zayıf ve nahif kölenize ulaştı.


Sevenlerimiz bilsin ki, Allah ehlinin (Fenâ) diye
isimlendirdiği ve tabiî ölümde evvel gelen ölümle
ölünmedikçe kusd alemine yükselmek mümkün değildir.
Yoksa kalb, bâtıl dünya mabudları ve nefs putlarına
tapmaktan kurtulamaz. Đslamın hakikati ve imanın kemaline
de eremez.”
*
En büyük mesele:

“-Vahdet-i vücud ve Zatî tecelli davasının belirttiği


nisbetlerle Allah arasında hiçbir münasebet olmadığı, bizce,
yakînin yakîni halinde sabittir. Hak ehlince çoktan beri
bilindiği gibi, ihata ve yakınlık ancak ilimledir; ve Allah
hiçbir şeyle ittihat halinde değildir. Vücudu vâcib olanın,
vücudu mümkün olanla ittihadı muhaldir. Gariptir ki,
Muhiddin-i Arabî ve bağlıları, Allaha (Mutlak meçhul) derler,
onu hiçbir hükümle mahkum bilmezler de, böyleyken Zatî
ihata, yakınlık ve mahiyet ispatına kalkarlar. Bu, büyük bir
yanlıştır ve Allahın zatını teşhis yolunda yersiz bir
cesarettir.”
*
Nihayet

“-Bu dava, bu fakire pek giran gelmekteydi. Bana en büyük


ıstırabı veren bu türlü tevhid ifadesinin verasındaki son
hakikati ve o hakikatin ulvîliği henüz kavrayabilmiş
değildim. Allaha bütün kalbimle yönelerek yalvardım ki,
bendeki ilmî ve şer’î inanış kaybolmasın; ve ben, en ileri
keşif noktasından bu inanışı gerçekleştireyim... Duam kabul
edildi. Önümde hiçbir hicap kalmadı, hakikat bana olduğu
gibi göründü. Gördüm ki, alem, sıfatî kemallerin
aynalarından ibarettir ve ilahi isimlerin zuhuruna yerdir.
Yoksa, (vahdet-i vücut)cuların vehmettiği gibi, (Zahir) ile
(Mazhar), (Gölge) ile (vücut), birbirinin aynı değildir.”
*
Deryadan daha ne göstereyim?.. Ha birkaç damla, ha
dünyanın taşıyamayacağı kadar su...

(Mektûbat): Đnsanın; insan ruhunun, ilahi hikmetlerin ve


ötelerin, riyazî bir kesinlikle çizilmiş topoğrafyasıdır.
*
Buyurmuşlardır li:

“-Daha üstümde bir çok derece var... Oralara ancak sert


terbiye, Celil terbiyesiyle, bela ve mihnetle yükselinebilinir.”

Ve buyurmuşlardır ki:

-Elli ile altmış yaşım arasında üzerime türlü belalar


yağacak…

Dedikleri gibi oldu.

Zamanın padişahı, insana mahsus ulvîlik sıfatlarının,


üzerinde misilsizliğe kavuştuğu bu veliler velisini hapse attı,
bir kalede iki, üç sene hapsetti.
*
Bir çok alim ve şeyh taslağının etrafı kendilerinden çözülüp
Đmam-ı Rabbanî Hazretlerinin çevresinde toplanmaya
başlamıştı. Bu akın, bu küçük insanları telaşa düşürdü.
Veliler velisi hakkında bir kin, kıskançlık, iftira fırtınasıdır
koptu.

-Cüneyd, Beyazid gibi büyükleri inkar ediyor, onları aşağı


görüyor!

Buradan da iftira, şu nazik noktaya çevrildi:

-Hükümeti tanımıyor! Ben hükümet, mükümet tanımam


diyor!
Zamanın Sultanı Selim Cihangir, bütün etrafıyla Râfızî...
Bundan da faydalandılar; ve sultana Đmam-ı Rabbanî’nin
Râfızîlik aleyhindeki mektuplarını gösterip:

-Đşte!

Dediler.

Sultan, kendisine secde edilmesinin caiz olduğuna dair


elinde bir fetva, oğlunu Đmam-ı Rabbani’ye gönderdi.

-Bu fetvayı doğrularsan kurtulacaksın!

Cevapları:

-Đnsan, böyle bir fetvayı doğrulaması için ölümle


korkutulacak olursa (evet!) diyebilir, izin vardır; fakat
gerçek din ölçüsü ve izinden faydalanmaksızın azimet ruhu,
sultana secdenin caiz olmadığını söylemektedir. Ecel gelince
de zaten kimse kimseyi korkutamaz.

Ve kaleye hapis...

Đmam-ı Rabbanî’nin etrafında bütün zindan Müslüman...


Kalenin muhafızına kadar... Nihayet sultan, ettiğine pişman,
zindan kapısını açıyor ve büyük velîden af diliyor.
*
Hicri 1031 Safer ayının 28’inci Salı günü, yeniledikleri asrın
başında, gözleri bu asrın Muhammedî nuru karartan
zulmetlerinde, bütün dünyaya veda ettiler. Fakat öyle bir
nur ipliği bıraktılar ki, karanlık bütün fezayı tısta onu yine
bir paket içinde sarar ve ebediyet istilasını karanlığa
bırakmaz.

Galib, Allah; ve ebediyet, nur...


*
Vefatlarında, Hindistan usulünce ellerini göğüslerinde
birleştirip bağladılar. Biraz sonra ellerinin titrediği,
kımıldadığı, bağını gevşettiği, çözdüğü ve serbest kaldığı
görüldü. Đmam-ı Rabbanî hazretleri, kollarını, ĐSlam
adetince yanlarına uzattılar be öylece hareketsiz kaldılar.

Bu küçücük riayette, Đkinci Bin Yılın Yenileyicisine ait, en


büyük hakikat ve marifet içinde, şeraite noktası noktasına
bağlı olmanın ne harikulade misali var!.. Kerametin üstü!..
*
O, Peygamber yolundan kıl kadar dışarıya sekmedi ve
yalnız bu sırrı talim etti.
*
Alayişsiz, gösterişsiz, kerametin belirtilmesini hiyanet bilen,
şeraitten başka mizan ve ölçü tanımayan, boş ve manasız
tek kelimesi ve hareketi olmayan, dışarıdan sarp ve kuru
görünüp de içeriden avizelerinin her mumunda bir güneş
pırıldayıcı sarayın sahibi, büyükler büyüğü...*

Keşifte, Allahın Resulüne Đmam-ı Rabbanî’yi soruyorlar; ve


emir üzerine onun “Allah ötelerin ötesinde” düsturunu
okuyorlar.

Kainatın Efendisi, bu düsturu üç kere okuyorlar ve


buyuruyorlar:

-Ümmetimin içinde var mı onun gibisi?..

Ümmetin, sonsuzluk ümmetinin, Peygamberi gözüyle


görenlerden sonra en büyüğü...
*
Đmam-ı Rabbanî Hazretlerinden birkaç kol sonra, kurtuluş
kervanının kol başlarından olarak gelen Mevlana HAlid
Hazretlerinin Farisi Divanından:

“Rabbim;

O sonsuzluk yolcusu,

Đlim sahiplerine baş,

Gözle görülmez, akılla erilmez sırlar kaynağı,


Đnsanların anlayamadığı, ancak senin bildiğin büyüklerin
mazharı,

Köpüren, dalgalanan, yükselen manaların deryası,

Maddesizlik, mekansızlık aleminin şahı,

Nuriyle Hind illerini ışıldatan,

Serhend beldesini; Musa Peygambere Allah kelamının indiği


şerefli vadiye çeviren,

Sevgilinin getirdiği dinin ululuğuna sened,

Dibsiz görüş meclisinin ışığı,

Hayal uçmaz yüksekliklere ulaşan,

Dini bütünler ordusunun başbuğu ve eteğindekileri ortaya


çeken

Ahmed-i Farukî’nin gözleri nuru hürmetine beni affet!”


*
(Allahım, ben de bu yalvarış hürmetine senden af
diliyorum... Mevlana Halid’în eteğini tutanın, eteğini
tutanın, eteğini tutanın, eteğinden bir iplikçik tutan ben...
Abdulbaki fazıl oğlu Ahmed Necib...)

MEKTÛBAT’TAN PARÇALAR

Cilt: 1 – Mektup: 1

(Şeyhi ve Đrşad edicisi Muhammed Bâki Hazretlerine


yazdıkları mektupdur ki, Allahın isimlerinden “Ez-zâhir”
adına uygun bazı halleri, Tevhid kısımlarının bazı hususi
noktalarını ve Cennetteki dereceleri ele almaktadır.)
Köleleriniz içinde aşağısı Ahmed, emrinize uyarak size kendi
perişan hallerini arzetmek küstahlığını gösterir. Yolculukta o
kadar “Zâhir” ismi belirdi ki, bütün eşyada, her şeyin had
çerçevesi içinde hâs tecelli zuhura geldi. Hususiyle kadın
kılığında... Belki bunların ayrı ayrı bütün parçalarında...

Bu tecellilerin sevkiyle yolumuzun bağlılarına o kadar boyun


eğdim ki, nasıl arzedeyim, başımı kaldıramaz oldum. Bu
kılıkta zuhur başka hiçbir yerde olmadı; bu kılıkta tecelli
eden güzellikler ve acayip belirtiler, hiçbir zuhur
noktasından çıktığı görülmemiş öyle şeyler ki, büyüklerimin
karşısında utancımdan su kesildiğimi sandım.

Yine her yiyecek, içecek ve giyecekte ayrı ayrı beliren öyle


lezzetlerle karşılaştım ki, çalışarak meydana getirilen
lezzetlerin ötesinde bile mevcut değildi. Tatlı sudan acı suya
kadar her şeydeki fark böyleydi. Belki her tatlı şeyde, bir
derece farkla başka bir hususî kemal vardı; öyle bir sır ve
incelik var ki bu tecellide, huzurunuzda olsaydım belki
anlatmaya imkân bulurdum. Fakat yazı ile bildirmeye
gücüm yetmez.

Bu tecelliler içinde, gönlüme “Refik-i âlâ” dileği, Allahı


istemek arzusu düştü. Bu duyguya, elimden geldiği kadar
karşı durdum ve iltifat etmedim. Fakat bir an geldi ki,
mağlup oldum ve çarem kalmadı. O aralık bildim ki, bu
tecelli, Allahı tenzih etmek nispetine aykırı değildir ve ruh
da aynı nisbete bağlıdır. Zahir ise bu nisbete asla iltifat
göstermez. Đşte bu nisbete yabancı, ondan boş ve mahrum
olan zahir, bende, bildirdiğim tecelli ile şereflendi.
Gerçekten gördüm ki, iç âlem, gözün hedefi kaybetmesi
illetine uğramaz ve bütün görünürlerin bilgisinden kaçınır.

Đşte, çokluğa ve iyiliğe bakan zahir, bu tecellilerle


mutluluğa ermiştir.

Bir zaman sonra da gönül, bu gizli tecellilere yönelip


şaşkınlık ve bilgisizlik içinde kendi haline daldı ve sanki bu
tecelliler meydana gelmemiş gibi oldu. Ondan sonra hususi
bir yokluk zevki başladı ve bu dönüşün arkasından gelen
“taayyün-ü ilmî –bilgi ile beliriş” bu yoklukta kayboldu. O
zaman da Đslamiyetin eserleri meydana çıkmaya ve gizli
şirkin yıkılma alametleri görülmeye başladı. Ve
amellerimdeki kusurlar, niyetlerimi ve duygularımı
suçlamak duygusu, kulluk ve yokluk farikaları yeniden
zuhura gelmeye koyuldu.

Allah, sizin gibi bir büyüğümün teveccühleri bereketiyle,


beni, kulluğun hakikatine erdirsin ve aşk yolunda
yükseltsin...

Yükseldiğim birinci mertebede mesafeyi aşınca, son


noktanın üstüne erişip sonsuzluk yeri olan oradan, alt
tarafları görmek nasip oldu. Bazılarının makamını bu yerden
görmek istedim; yöneldim ve gördüm. O kişileri, şevk, zevk
ve mekân bakımlarından birbirlerinden farklı buldum.

Yine yükseldiğim başka bir mertebede, büyük şeyhleri,


“Ehl-i beyt – Peygamber evi bağlıları”nın imamlarını, dört
büyük halifeyi, Allah Resulüne has makamı ve öbür nebî ve
resulleri ve son nokta üstü âlemlerdeki melekleri gördüm.
Son noktanın üstünde öyle yükselişler oldu ki, toprağın
merkezindeki son noktaya veya pek yakınına, tâ Şayh-ı
Nakşibend hazretlerinin makamlarına kadar eriştim. O
makamın üstünde bazı şeyhler vardı. O makamlar veya
onun biraz üstünde bulunuyorlardı. Şeyh Maruf (Kerhî) ve
Şeyh Ebusaid (Harraz) gibi. Orada gördüğüm şeyhler o
makamla aynı hizada, bir kısmı da o makamın ta
merkezinde idiler. O makamın altında Alâüddevle ve Şeyh
Necmeddin-i (Kübrâ) gibilerin, üstünde de “Ehl-i Beyt”in
yerleri vardı. Dört büyük halifenin makamları, hepsinin
üstündeydi. Nebî ve resullerin makamları, derecelerine
göre, Resuller Resulünün yanındaydı. Büyük meleklerin
makamları öbür yanda ve o makamdan ayrıydı. Fakat
Kaninatın Efendisine ait olanı, bütün makamların
üstündeydi.

Hak, her işin özünü ve gerçeğini bilir; ne zaman istersem,


Allahın lütfiyle yükselebiliyordum. Bazen bu hal, istemeden
de oluyor. Bazen de olanlar hatırımda kalmıyor. Ne kadar
hatırlamak ve arz etmek istesem kâbil olmuyor. Zira öyle
haller oluyor ki, göze hakir görünmekle beraber, yazmayı
değil, ancak istiğfarı gerektiriyor. Mektubumu kaleme
alırken hatırımda olan bazı şeyleri, bu bakımdan küstahlık
olur kaygısiyle yazamadım.
*
Molla Kasım Ali’ye hoş bir hâl, kendini kaybetme hali
hakimdir. O, bütün cezve makamlarının üstüne çıktı. O,
asıldan bildiği sıfatları da kendisindeyken kendinden ayrı ve
nefsini bütün sıfatlardan boş görmeğe başladı. O, sıfatlarla
kaim olan nuru bile, kendinden ayrı ve kendisini o nurun
başka tarafında görme makamı...

Öbür arkadaşların halleri de günden güne güzelleşmektedir.


Đnşallah yakında uzun uzadıya arz ederim.

Cilt: 1 - Mektup: 2

(Yine şeyhi ve irşad edicisine yazılmıştır...)

Bağlılarınızın en aşağısı olan Ahmed'in diyecekleri şudur ki,


Mevlana Şah Muhammed, Ramazana yakın istihare emrini
bildirdi. Lakin Ramazan ayı gelinceye kadar bu işe fırsat
bulamadık. Vaktin hep aynı hal üzerinde geçmesiyle de
teselli bulmak zorunda kaldık. Teveccühlerinizin
bereketleriyle ilahi inayetler o türlü birbirini takip etti ki, arz
olunabilmeleri imkansızdır.

Mesnevi:
''Her ne kadar bazı hallerin açığa vurulması
küstahlıkla övünme gibi dursa da, madem ki beni
yerden kaldıran şahtır, başım feleklerden de yukarıya
yükselebilir.''

Rebiülahir ayının sonları... Hususi devamlı hal (beka-yı has)


ile her vakit için şereflendirildim.

Zatı tecellinin başlangıcı, Şeyh Muhiddin-i Arabi


hazretlerindendir. Beni bulduğum halden alıp kendime
getirdiler ve o halden yine manevi sarhoşluğa, kendini
kaybetme durumuna geçirdiler. Đniş, çıkışlarda bana, arabi
ilimler, garip bilgiler, esrarlı anlayışlar bahşettiler. Her
derecede, o makamın devamı için gereken ihsanlarda
bulundular. Hususiyle görünen şeylerin içyüzlerini
gösterdiler.

Mübarek Ramazan sekizinde, beni, ''beka'' derecesiyle


şereflendirdiler ki, üzerime yığılan ihsanları dile
getirebilmek haddim değil...

Bilinen bir şeydir ki, istidadın sonu bu makam kadardır.


Hale uygun olan ulaşma, kavuşma (vasl) bu makamda ele
geçer. Cebze hali de bu makamda tamamlanıp, ondan
sonra Allahta yok olmak, (seyr-i fillah) başlar.

Đşte bu haller zuhura geldi.

Yokluk (fena) hali üstün oldukça ''beka'' sıfatı o nisbette


yüksek, ''beka'' hali üstün buldukça da, ayıklık ve kendinde
olma vasfı o kadar kuvvetli olur. Ayıklık, kendimde olma
üstün kaldıkça da, kalbe dolan ilim ve marifet daima şeriate
uygun çıkar. Bu türlü ayıklık (saha), kemal halinde nebilere
mahsustur. Onlardan gelen bilgiler din ölçülerini çerçeveler
ve onların ilahi zat ve sıfatlar üzerinde bildirdikleri,
inanılması gereken itikat temellerini gösterir. Şeriatın
zahirine an küçük aykırılık, sahibinde, mutlaka manevi
sarhoşluk halinden bir parça kalması yüzünden olur.

Bu acize doğan bilgiler, umumi olarak şeriat ilminin inceden


inceye açıklanması ve bildirilmesi olmuştur ki, dış bilgiyi iç
bilgi haline getirmek ve ilim yoliyle kabul edilen şeyleri keşif
yoliyle gerçekleştirmek gibi bir nimete yol açmıştır. Böylece
büyük şeriat bilgileri kısalıp özleşmiş, kısa ve öz halinde
olanlarsa genişleyip derinleşmiştir.

Eğer bu bahsi incelersem sonu gelmez. Kula haddini bilmek


gerektir.
Cilt: 1 – Mektup: 3

(Yine Şeyhi ve Đrşad edicisine... )

Arzetmek istediğim şudur ki, buradaki istekli dostlar da,


oradaki yola girmiş arkadaşlar gibi, fert fert, birer
makamda hapsedilmiş bulunuyorlar. Bulundukları
makamlardan kendilerine yol vermek çok güç; zaten o
kuvvet de bizde mevcut değil, meğerki Hak, sizin gibi
büyüklerin teveccühleriyle yol açsın ve ilerleme nasip
etsin...

Arkadaşlardan biri, bulunduğu dereceden geçip Zatî tecelli


makamının başlangıcına erişmiş ve hali çok güzelleşmiştir.
O, bu fakirin izindedir ve bir kere daha edeceğimiz himmete
ümit bağlamıştır. Bunu böylece bilmesi, kendisi için ne
büyük kazanç!..

Mısra: “Herkes bir şey için didinir durur.”

Yüksek şahsınızdan gizli olmadığını bildiğim halde bunların


isimlerini kaydetmeye cesaret gösteremedim.

Mir Seyyid Hüseyin, kendi çalışmalarında şöyle bir tecelli ile


karşılaşmış: Bizim kapımıza geldiğini görmüş. Ona “bu,
hayret kapısıdır! Demişler. Kapıdan içeriye göz atınca
içeride, yüksek şahsınızla bu aciz bendeyi görmüş. Kendisi
eşikten içeriye atmak için bütün gücünü kullandığı halde
ayaklarını kımıldatamamış...

CĐLT: 1 - MEKTUP: 4

(Şeyhine...)

Hizmet edicileriniz arasında en düşük derecede olanın


arzetmek istediği:

Mübarek eşiğinizdeki hizmet edicilerin hallerinden, feyz alıp


verme yoliyle haber sahibi olamıyor ve daima bekliyoruz.

Mübarek Ramazanı tebrik ederim.

Bu ay, müessir ve esere ait bütün kemalleri toplayıcıdır. Bu


ay, aslın dairesi içindedir ve hiç bir gölge ona yol bulamaz.
Kainat, zaman ve mekan bakımından ilk oluş, onun
gölgesidir ve Kur'anın indiği zaman çerçevesi olarak ''o
mübarek ay ki, Kur'an onda nazil oldu'' mealindeki
ayete uygun bir üstünlüğe sahiptir. Bütün hayr ve
bereketleri çerçeveleyici ay... Bir yıl bütünü içinde kime bir
hayır ve bereket erişse ve o nimetler hangi yoldan gelse
daima bu ayın nihayetsiz bereketler dünyasından bir damla
olarak zuhur eder. Bu ay içinde toplayıcılık, verimcilik bütün
senenin toplayıcı ve verimci olmasına; bu ay içinde
dağınıklık ve kısırlık da yine bütün senenin dağınıklık ve
kısırlığına sebeptir. Ne mutlu o kimseye ki, Ramazanın
gelmesiyle saadet kazanır ve oruç ayını kendisinden razı
eder. Ne yazık o kişiye ki, mübarek ayın kendisinden razı
olmamasiyle hayr ve bereketinden yoksun kalır.

O ayda Kur'anı hatmenin sünnet oluşundaki hikmet, belki


asli-zata mahsus, yahut zilli-gölge kemallerin her cihetten
zuhuru içindir. Ramazan ayında Kur'ana kapanmayı usul
edinen kimse, umulur ki, o ayın gündüzlerine ait
bereketlerinden mahrum kalmaz. Bu ayın gündüzlerine ait
bereketler ayrı, gecelerine mahsus bereketler ayrıdır. Bu
bakımdan iftarda eline çabuk tutmak ve sahur vaktini
uzatmakta faideler vardır. Böylece gece ve gündüzün
birbirinden ayrılması, birbirine karışmaması ve ayrı ayrı
yaşanması kabil olur.


Yukarıda dokunulan birinci nokta, ''Hakikat-i
Muhammedi'ye- Peygamberimize mahsus hakikat''den
ibarettir. Bu hakikatin sahibine salat ve selam olsun... Bu
nokta, zata mahsus kabiliyeti gösterir ki, bazılarınca, bütün
sıfatlarla hallenmek için zata mahsus diye belirtilmiştir.

Yine yukarıda işaret edildiği gibi Kur'an hakikatının verimi


olan zati (müessire bağlı) ve şuuni (esere bağlı) kemaller,
bir kısmiyle ilmi ölçüler ve sıfat çerçeveleri içindedir.
Bunlar, Allah ile sıfatları arasında bir berzah, geçittir ki,
onlarla sıfatlanmak imkan dairesi içindedir. Hakikatlerin
çeşitli oluşu, öbür Peygamberlerin hakikatleriyle
Muhammedi hakikatin nisbet ve itabari kıyasından dolayıdır.
Muhammedi hakikat asla ve zata nisbetiyle yine gölge
makamında ise de, nefsin kötü sıfatları bu hakikate yol
bulamadığı için arada perde yok gibidir. Bu yüzden de
Muhammedi hakikat ve aynı meşrep üzerinde olanların
hakikati, zatı kabiliyete yönelmiştir. Ve işte bu kabiliyet, zat
ile öbür kabiliyetler arasında berzah mevkiindedir.

Bazı büyüklerin ölçüsü şudur ki, sıfatlar çerçevesi ancak ilk


adımın atılacağı basamaktır ve merdivenin son basamağı
zati kabiliyetin eşiğidir. Şüphesiz ki, bu mekanın sahibi de
Kainatın Efendisi'dir. Bu kabiliyetle sıfatlanmak,
vücudsuzluğa, bu hal de Muhammedi hakikate engeldir,
diye hükmedenler olmuştur.

Mıuhammedi hakikat ki, zat ile mücerret itibar


mevkiindedir; gözden silinmesi mümkün, hatta vaki bir
keyfiyettir. Sıfatlanma kabiliyeti de berzahlık olmak
hususiyeti bakımından kendisinde sıfatların rengi vardır ve
o dışarıda, gölge vücutla mevcuttur. Bu vücudun ortadan
kalkması mümkün değildir. Bu bakımdan, Zati sıfatlarla, bu
sıfatlara bürünmüş olanlar arasında perdenin vücuduna
hükmedilmiştir.

Buna benzer hükümler ve asl ile gölgenin toplanma noktası


üzerinde bir takım fikirler çok görülmüştür.
Kutupluk makamı, gölge hakikatlerine ait bilgilerin
inceliklerine kaynaktır. Ferdiyet dairesi de, asl'a ve Zat'a
mahsus daire bilgilerinin aydınlanmasına vasıtadır... Asl ile
gölgenin aralarını seçmek ve ayırd etmek ancak bu iki
devletin toplanmasiyle olur. Onun içindir ki, bazı şeyhler,
üstün-birinci derecelik kabiliyete ''taayyün-ü evvel - ilk
beliriş'' derler ve onu Zat'a nisbetle gölge bilecekleri yerde
Zati tecelliyi o kabiliyet tarafından görülebilir bir keyfiyet
sanırlar,

Bu çetin mesele, tahkik ettiğim gibi ve izah çerçevesine


alabildiğim kadardır.

Allah, hakkı yerine getirir ve doğru yola götürür.

Sözü fazla uzatmak küstahlık ve edebe aykırılıktır.

Cilt: 1 – Mektup: 5

(Hoca Burhan’ı şeyhinin mübarek eşiğine gönderirken, bazı


hallerini bildirmek için yazdıkları mektup...)

Hizmet edicileriniz arasında en aşağı derecedeki insanın


bildirmek istediği:

Hâcegân (Nakşî büyükleri) yolunu anlatmak için bir risale


kaleme alınıp takdim edilmiştir. Mübarek nazarlarınıza
arzedilmesi dileğimizdir. Risale müsvedde halindedir ve
Hoca Burhan âni olarak yola çıktığı için temize çekilmesi için
fırsat bulunamamıştır. Đmkân bulunsaydı daha başka
bilgilerin müsveddeye eklenmesi uygun olurdu.

Bir gün “Silsile-tül-Ahrâr” isimli kitabı okurken böyle bir


risaleyi kaleme almak ve yüksek huzurunuza takdim etmek
emeline düştüm. Tâ ki, o kitapta bulunan bilgilerden
fazlasını bana emredesiniz de risalemizde bir ziyadelik
belirsin... Risalemiz “Silsile-tül Ahrâr”ın ilavesi olabilir veya
bizimkinden bazı noktalar seçilip ona eklenebilir.
Fazla cür’et edebi taşırmaktır.
*
Hoca Burhan şu esnada güzel bir hâl ve iş üstündedir.
Cezbe makamına uygun olan üçüncü seyrden pay almıştır.
Geçim noktasından alışık olduğu şartlar bozuk ve gönlü
kırık olduğu için yanımıza gelmiştir.

Buyuracağınız her emir mübarek olsun...

Cilt: 1 - Mektup: 6

(Cezbe, sülük -yola giriş-, cemal sıfatları, fena ve beka


alemleri, Nakşilik yolunun üstünlüğü hakkındaki bu
mektupta şeyhlerine hitap etmektedir.)

Bendenizlerin en hakiri Ahmed arzeder ki, mutlak mürşid


olan Allah, yüksek teveccühlerinizin bereketiyle, cezbe ve
sülük yollarının ikisiyle birden, cemal ve celal sıfatlarının da
her biriyle ayrı ayrı bu kulunu terbiye buyurdular. Şu anda
bende cemal celalin, celal de cemalin aynıdır.

''Risale-i Kutsiye''nin bazı çıkıntılarında, kendi açık


mefhumlarını bu ibaretlerden ayrı tutmuşlar ve onları hayali
mefhumlar olarak keydetmişler...

Đbareler kendi zahirlerine göre mana alır ve olduklarından


başka türlü yorumlanmaya gelmez. Bu anlayış bir terbiye
işidir ki alameti, zatı muhabbetdir. Bu terbiye zatı
muhabbetle gerçekleşmeden elde edilemez ve onsuz hiçbir
şey anlaşılamaz. Zatı muhabbet, fena'nın (yok olmanın)
alametidir ve yok olmaksa masiva alemini (Allahtan gayr
olanları), mahluklar dünyasını unutmaktan ibarettir; ta
bilgiler gönülden boşalıp mutlak bilgisizlik zuhura gelinceye
kadar... Bu olmadıkça fena gerçekleşemez. Bu hayret ve
bilgisizlik halinin de devamlı olması şarttır. Bir gelip bir
gitmesi değil... Gaye beka'dan evvel fena'yı tadmak yoluyla
tam bilgisizlik ve ilgisizliğin kendisidir. Beka'dan sonra ise
cehaletle ilim, bilmemekle bilme bir araya gelir. Öyle ki,
cehalet gözünde bir şuur ve hayret nazarında bir huzur,
birbirine perde olmaksızın birbirini tamamlar. Đşte bu
bilgisizlik içindeki bilgiye ve hayretten huzura ''Hakk-el-
yakin'' makamı denilir ve orada bilgi ve biliş, göz ve görüş
birbirine engel olmaz. Bu bilmeyişin öncesi her bilgi, bu
cehaletten evvel ki, her ilim değersizdir. Đlim ister habere
ve görüşe dayansın, ister marifet ve hayret yoluyla gelsin,
mutlaka sahibinin kendisinden ve içinden gelmelidir. Nazar
dışarıda ve içle alakasız oldukça verimsizdir. Eğer nazar
içeriye doğru ise dışarıdan kesilmelidir ki, netice versin...

Şah-ı Nakşibend Hazretleri buyurdular ki:

''-- Allah ehli, fena ve beka mertebelerinden sonra ne


görürlerse kendilerinde görürler. Anladıkları her şey
de kendilerindendir. . Hayretleri ise kendi
vücutlarındandır.''

Bundan açıkça anlaşılacak olan, şuhud (görme), marifet


(bilme ve işleme) hayret (şaşırma, nisbetleri kaybetme)
hep kişinin nefsindendir. Đnsanın dışından bunlar mevcut
değildir. Bu üç hasseden biri dışarıya takıldıkça fena'dan
pay alınmamış olur. Nerede kaldı beka derecesi? Fena ve
beka mertebesinde son had işte bu içe dönüştür. Bu türlü
fena mutlaktır ve beka ile beraberdir. Onun içindir ki, Allah
ehli, fena ve beka ile gerçekleştikten sonra Nakşilik
nisbetleri bozulmaksızın dışarıyı da görme imkanına ererler.
Şunu da bilmelidir ki, Nakşilik nisbeti bütün nisbetlerin
üstündedir.

Bu silsilenin bağlılarından bir veya ikisini uzun


tecrübelerinden sonra bu nisbetle şereflendikleri vakit,
başka silsilerden bahsedilemez. Yani deryaya ulaşan havuzu
görmez. Bu nisbet Abdülhalik Gucdevani'ye bağlıdır ve onu
kemale erdiren din eve milletin bekası, Şah-ı Nakşibend
(Bahaeddin)) Hazretleridir. Halifeleri Alaeddin Hazretleri de
aynı devletle şereflendiklerinden...

Ne garip, ne acayip işlerdendir ki, bu gibi büyüklere hangi


bela ve musibet erişse ancak sevinmelerine,
ferahlamalarına vesile olur. ''Daha yok mu, fazlası yok
mu?'' diye el açarlar. Bela ve musibetin fazlasını isterler ve
dünya matahlarından ne kaybetseler sadece hoşlanırlar.
Ellerini sebepler ve tedbirler alemine uzattıkları zaman da
aciz ve mutaçlıklarından başka bir şey göremezler. Đlk anda
gösterecekleri hüzün hemen kaybolur ve belanın
kaldırılması için edecekleri dua, ''Bana yalvarın!'' emrini
veren Allahın emrine uymaktan başka hiç bir sebebe
dayanmaz. Eğer duadan muratları belanın kaldırılması olsa
da bu yüzden hüzün ve korkuları geçse, hemen geriye
dönerler ve böyle bir şeyi istememiş olmak isterler. Ama bu
hal, yani murada aykırı tavır Allah ehlinde manevi
sarhoşlukta olur. Halka korku, hüzün, sığınma, sızlanma,
keder ve sevinçten gelen edalar bunlara manevi sarhoşluk
anında gelir.

Bende de böyle oldu. Başlangıçta duadan murat belanın


kalkması değildi. Fakat o andaki hal ağır bastı. Sonra
hatırıma geldi ki, nebilerin duası da halkın dileklerine
uygundur. Bu son hal ile de şereflenip işin hakikatini
anlayınca gördüm ki, peygamberlerin dualarına da acizlik,
ihtiyaçi, sığınma, korku ve hüzün hakimdir ve sadece emre
uymakta bir nevi istiğna, ihtiyaçsızlık edası vardır. En büyük
derece şüphesiz ki, halktan başlayan ve halkta nihayete
erendir.

Bu bahtlılar yüz gösterdikçe emrinize uyup arzedeceğim.

Cilt: 1 –Mektup: 7

(Kendi garip hallerini anlatmak, bunların esrarını sormak ve


bazı istirhamlarda bulunmak üzere Şeyhlerine yazılmıştır...)

Bendelerinizin en küçüğü Ahmed, arzeder:

Ruhumu uruc (yükselme) yoliyle melekler âleminde


buldum. O makam ki, sonun sonudur, ismine “muhted”
denir ve büyüğümüze (Şah-ı Nakşibend Hazretlerine)
mahsustur; işte o makama kadar yükseldim. Orada madde
ve maddî unsur adına hiçbir şey göremez oldum ve
velilerden bazılarını o makamda buldum. Ve o makamda
kendimi bütün âlemle kaynaşmış hissettim. Hayrete
düştüm. Bu hisse ne kadar yabancı olursam olayım,
kendimi açıkça ve tastamam âlemle beraber gördüm.

Bu hâlin ondan sonra zuhurunda ne kendim kaldım, ne de


âlem... Sade nazarla değil, bilgi ve anlayış gözüyle de hiçbir
şey kalmadı. Bu son hâl devam etmekte ve yerleşmiş
görünmektedir. Âlemin yaratılmış vücudu görülüp
bilinmekten silindi. Ve o an; o makamda bir yüksek köşk
peydahlandı. Makam da, âlem gibi yavaş yavaş zuhura
çıktı. Kendimi her an yükselir, yukarılara çıkar buldum.
Şükür abdesti alıp şükür namazı kılınca, daha yüksek bir
makam belirdi. Yolumuzun (Nakşîlik yolu) dört büyüğü işte
o makamdaydı. Ayrıca bazı büyükler, bu taifenin efendisi
Cüneyd (Bağdadî) de oradaydı. Bazıları da daha yukarıda...
Fakat köşkün ayaklarına yapışıp rütbelerine göre yer
almışlardı. Ben kendimi o makamdan çok uzak görüp arada
hiçbir nisbet kuramadım. Bu vaziyetten o kadar ıstırap
duydum ki, deli oluyorum sandım. Çektiğim acının
dehşetinden, vücut kalıbımın boşaldığını duyar gibi oldum.
Uzun zaman bu halde kaldım. Sonra yüksek
teveccühlerinizin tesiri erişti. Kendimi o makama uygun
bulmaya başladım. Kendi yol alışımı o makama denk ve
yolumu ona ulaşır gördüm. Yavaş yavaş ilerleyip o
makamın yüksek noktasına oturdum. Yüksek
teveccühlerinizden sonra hatırıma geldi ki, o makam tam
kemâl noktasıdır ve o makama, yola giriş (sülûk)
tamamlandıktan sonra erilir. Sülûk derecelerini
tamamlamayan cezbe sahibi, o makamdan pay alamaz.
Yine düşündüm ki, bu makama ermek, büyüğümün
teveccühündeki bereket sayesinde olmuştur.

Hazret-i Ali (Allah yüzünü keremlendirsin) şöyle buyurdu:

“-Gel de sana göklerin ilmini öğreteyim!”


Baktım ki, öbür üç halifeyle beraber, o makamda Hazret-i
Ali de var... Ve bu makam onlara mahsus...

Allah hepsinden razı olsun...

Allah her şeyi en iyi bilir.

O makamda, kötü ahlakın ân-be-ân uçup gittiğine şahit


oldum. Kötü ahlakın bir kısmı iplik gibi, bir kısmı kurt gibi
vücudumdan çıktı. Nihayet bir an geldi ki, kötü ahlak adına
bende hiçbir şey kalmadı duygusuna erdim. Böyleyken
vücudumdan yine bir şeyler çıkıp gidiyor.
*
Arzetmek istediğim ikinci nokta:

Bazı hastalıklar ve şiddetli hallerde, bunların def’i için


yönelirken, hastanın Allah’ı bilmesi ve yüzünü ona
çevirmesi şart mıdır, değil midir? “Reşahat” isimli kitaba ve
o kitapta “Şah-ı Nakşibend”den nakledilen ölçüye göre,
böyle bir şuur, hastada şart değildir. Bu bahiste yüksek
görüşünüz nedir? Allah’a yönelmemek bize hoş gelmiyor.
*
Üçüncü maruzatım ve sualim:

Huzur gerçekleştikten sonra, isteklilere (Allah’a erme


yolunun bağlılarına) zikri bırakıp huzura yapışmak mı
lazımdır, zikre devam etmek mi? Yahut huzurun hangi
derecesidir ki, zikir onda bırakılabilir. Bazılarını gördük ki,
başından sonuna kadar zikreden geri kalmazlar ve geri
bırakılmazlar. Böylece de iş çabuk nihayete erer. Đşin
doğrusu nedir ve ne emir buyurulur?
*
Dördüncü sual ve istirhamım:

Hâce Ubeydullah (Ahrâr) hazretleri, “Fıkarat” isimli


teliflerinde son olarak yine zikri emrederler ve şöyle
buyururlar: “Bazı maksat ve gayeler vardır ki, zikirsiz ele
geçmez.”
O maksat ve gayelerin neler olduğunu göstermenizi rica
ederim.
*
Beşinci istirhamım:

Tarikat bilgi ve ölçülerini öğrenmek isteyen talipler,


yemekte ve içmekte hesaplı ve ihtiyatlı olamıyorlar. Buna
güçleri yetişmiyor. Böyleyken huzur ve kendinden geçme
haline erebiliyorlar. Eğer kendilerine yeme ve içme ölçüsü
verilecek olsa yola devam etmemeleri korkusu var... BU
mevzuda da emrinizi beklerim.

Fazla küstahlık ettim; edep hatasına düştüm; af dilerim.

CĐLT: 1 - Mektup: 8

(Ayrılma, kendine gelme (sahv) halinin devamlılığına dair,


şeyhlerine...)

Bağlılarınızın en değersizi Ahmed bildirir ki, ayıklığa geçerek


beka (devamlı hal) lütuf edildiğinden beri, garip bilgiler ve
görülmedik tecelliler birbirini kovalamaktadır. Fakat
bunların çoğu, bazı tarikat ulularının söylediklerine ve
tariflerine uygun düşmüyor. ''Vahdet-i vücut'' ve ona bağlı
şeyhler, bize, halin başlangıcında tecelli etti. Çoklukta
tekliğin müşahedesi nasib oldu. Hatta o makamdan
yükselerek onun zımnında (perdesi altında) nice bilgilere
erdik. Ama şu var ki, o makamın delalet ettiği mana bu
bahiste söylenen ve ileri atılanlara uymamıştır. Bazı
büyüklerin sözlerindeki remzler, şifreler ve işaretler ancak
şeriatın zahirine uygun düşmekle değer kazanabilir. Şeriatin
zahirine en küçük aykırılık, ortada hiç bir hakikat bırakmaz
ve hikmet iddiacılarının (filozofların) aklı usullerinden
hakikat devşirilemez. Sünnet ve cemaat ehline aykırılık
gösteren bazı Đslam alimlerinin fikirlerine bile, böyle iddialar
zıt düşer.

O alimler ki:

''Kuvvetin yetmesi fiille meydana çıkar. Kuvvet fiilden


evvel değildir; onunla beraberdir. Mükellefiyet,
sebeble, işi işleyecek uzuvların selametine bağlıdır.''

Derler.

Hakikat, sadece sünnet ehli büyüklerinin çerçevelediği


gibidir. Bu makamda ben de kendimi ''Şah-ı Nakşibend''
hazretlerinin yolunda buldum. Hace Abdülhalik ve eski
şeyhelerden ''Maruf-u Kerhi'' ve ''Davud-u Tai'' ve ''Hasan-ı
Basri'' ve ''Haibib-i Acemi'' hep aynı hakikat makamında...

Böyle iddiaların neticesi gayeye ve hakikate tam uzaklık ve


yabancılıktır. Bu iş tedavi imkanlarını kaybetmiştir. Halin
başlangıcında, kendilerine engel olan perdeleri, çalışmak ve
himmet göstermekle ortadan kaldırmak mümkün olabilirdi.
Fakat şimdi perdeleri gurur ve büyüklüktür.

Mısra:

''Ona ne hekim, ne ilaç vardır.''

Onlar, Allaha yabancılık ve uzaklığın son derecesini, erme


ve kavuşma sanmışlar, bu hale ''birleşme'' demişlerdir.

Heyhat ki, Yusuf ile Züleyha'daki şu mısralar hal'in ta


kendisini gösterir:

''Bu ses dosttan geldi ve tefin içine düştü.


Onun içi tefi ellerde gezdirir ve çalarlar.
Görmek nerede, gören kim, görülen nerede?''

Ayrıca:
''O yüzünü halka gösterir mi hiç?
Toprak nerede ve Rabbin nerede?''

Ben kendimi ve bütün alemi yaratılmış, hiçbir şeye güç


yetmez bilirim; Yaratıcıyı da herşeye gücü yeter tanırım ve
bundan başka nibet ve manaya yanaşamam. Onun aynı
olmak ve ona ayna olmak diye birşey yoktur.
Sünnet ve cemaat ehli bilginlerinin amellerinde suç ve
kusur olsa da, Allah zatı ve sıfatları üzerindeki inanışları o
kadar güzel ve nurludur ki, suçlarının karanlığı bu ışık
yanında uçup gider. Bazı sofi geçinenler de bunca çile
riyazet çekmelerine rağmen, iddialarında devam ettikçe
onların derecelerine ulaşamazlar. Bu bakımdan zahir
alimlerine ve bu ilmin isteklilerine içimde büyük bir sevgi
vardır. Onların gidişleri bana hoş gelir ve ben, onlarla
beraber olup kendileriyle şeriat gerçeklerini konuşmayı,
fıkıh inceliklerini görüşmeyi arzularım.

Hakikat şudur ki:

Allah, ne alemin aynı, ne de gayrı, ne alemle birleşik, ne de


ondan ayrı, ne alemi kuşatmış, ne de ona işlemiştir.

Zatlar, sıfatlar ve fiiller onun mahluklarıdır ve ne


mahlukların sıfatı onun sıfatı, ne de fiilleri onun fiilidir.
Fiillerde tesir sahibi Kudret odur ve mahlukların
kudretlerinde tesir yoktur. Sünnet ve cemaat ehli
kelamcılarının da mezhebi budur.

Allah, mürid (murad edici, dileyici)dir. Bu sıfat Kudret


manasındadır; isterse işler, istemezse işlemez, manasına
değil... Bazı hikmet iddiacıları ve sofilik taslayanların sandığı
gibi, istememek şartı Allahı kayıt altına alamaz.

Kaza ve kader davası da, ayniyle şeriat ölçüsüne uygundur.


Allah kendi mülkünde dilediği gibi tasarruf edince sana ne
düşer?

Bu kıyaslara göre hali bildirmek zorunda kaldım ve bu


yüzden küstahlığa kalktım.

Kul, kendi sınırını tanımalıdır.

Cilt:1 – Mektup: 9
(Makamdan tenezzül (aşağılara düşme) ve günah haliyle
alâkalı bazı tecelliler mevzuunda şeyhlerine yazdıkları
mektup.)

O kimse ki, en aşağılarda ve suça batmış, kötü huylu ve


hâline mağrur, hiç alâkası yokken kemâl ve vuslata
(ermeğe) tutkun, işi hep Allah’a isyan, ameli de daima
üstün olanı bırakmak ve aşağıyı tutmaktır; ne yazık ona!..

O kimse ki, halkın nazar ettiği yer olmak ister ve halkın


nazar edeceği yeri harap eder; ne yazık ona!.. Himmeti dış
perdeye bağlanmış, mâsivânın (Allahın gayri olan mahlûklar
âleminin) yoldaşı olmuştur, sözü işine uymaz, hâli de hayal
üzerine dayanır; ne yazık ona!..

Bu vehim ve hayallerden ona ne fayda gelebilir ve böyle söz


ve tavırlardan ona hangi kemâl yolu açılabilir? Daima vebal
ve suç üzerinde olmak onun vaktinin verimi; anlayışsızlık ve
sapıklık da sermayesidir.

Bu seciye, fesat ve şirretliğin başlangıcı, zulüm ve isyanın


kaynağıdır; ve bütün ayıpların yuvası ve bütün günahların
toplandığı yer... Böylelerinin hayırları lanete layık ve
iyilikleri red ve tard olunmaya müstahaktır.

“-Nice Kur’an okuyucusu vardır ki, Kur’an onlara


lânet okur!”

Ve:

“Nice oruçlular vardır ki, onlara oruçtan, yalnız


susuzluk ve açlık zahmeti erişir.”

Meâlindeki hadîsler, bu hâllerin adil şahitleridir.

Sonunda hasret, pişmanlık ve dövünme, böyleleri içindir.


Bunları istiğfarları, günahları gibi, belki onlardan daha
şiddetli bir günah; tevbeleri de, isyanları gibi, belki
onlardan daha şiddetli bir isyandır.
Bunlar:

“-Çirkinin yaptığı her şey çirkindir!”

Ölçüsünün şaşmaz misalleridir.

Mısra:

“Buğdayı buğdaydan bekle; arpadan buğday olmaz.”

Böyle olanın hastalığı kendi zatındandır. Đlaç kabul etmez,


dert aslîdir ve devası imkânsızdır. Zattan olan şey zattan
ayrılmaz. Zenci, Habeşîden nasıl uzaklaşabilir ki, ikisi de
aynı renktedirler.

Allah ki, kudreti her şeye yeter, onlara zulmetmemiştir;


belki kendilerine zulmeden yine kendileridir.

Hayrın ta kendisi karşısında şerrin ta kendisi bulunmalıdır


ki, iyiliğin hakikati belirsin... Đnsanı terbiye eden
Peygamberler Peygamberinin terbiyesinden geçenler
olmalıdır ki, bu incelikler meydana çıksın...

Her şeyin doğrusunu bilen, dönmek ve yönelmeye lâyık


yolu gösteren, kendisine bağlı istikâmeti açan, Allah’tır.

Cilt: 1 - Mektup: 10

(Yakınlık ve uzaklık, ayrılma ve kavuşma ve bunlara bağlı hâller


ve faydalı bilgiler mevzuunda mûrşidlerine yazdıkları
mektup...)

Hizmetkârlarınızın en âdisi, bir müddetten beri eşiğinizdeki


hizmet edicilerin hâllerinden bilgi alamadığı için onların sağlık
ve safa haberlerini muhakkak ister.
Beyit:
"Aziz can yaşamakta devam ediyorsa eğer şaşmamak lâzım...
Zira yardan ayrılsa da haberini olsun almaktadır."

Ve siz büyüğümün huzuruna mektupla da olsa çıkmak


lâzımdır.

Mısra:
"Uzaktan sesimi ulaştırabilmem yeter!"

Ne acayiptir ki, uzaklığın nihayetine yakınlık, ayrılığın sonuna da


kavuşma deyip, bu kelime klişelerinin altında yakınlık ve
kavuşmadan eser bulunmadığına işaret edenler olmuştur.
Şiir:
"Murada ermek nasıl mümkün olabilir ki, arada
dağlardan büyük engeller ve ölüp yoklara karışmak bile vardır."

Sonsuz hüzün ve süresiz düşünce, eteği tuttuğuna göre, murad


etmekde, murad olunmak derecesinde bulunanlar bile murad
edenin iradesine muhtaçtırlar. Sevilene de sevmek şarttır. Allahın
sevgilisi de, murad olunmak ve sevilmek makamında
bulunuyorlarken, murad edenler ve sevenlerin yolunda yol
göstericiydiler ve beraber yürüyorlardı. Allah Resulü daima
hüzünlüydüler ve aralıksız düşünce halinde bulunuyorlardı. Ve
şöyle buyuruyorlardı:
"- Hiç bir nebiye, bana olduğu kadar mihnet
çektirilmemiştir."

Sevenler mihnet yüküne katlanırlar; lâkin sevilenler için


acıya katlanmak zordur. Bu meselenin de sonu olmadığı açıktır.
Mısra:
"Aşk hikâyesi kesilmez; sonu yoktur.*'

Dilek ve niyazlarımı döktüğüm mektubu getiren zat,


sevgi ve cezbe haline ermiş bir şahıs olup, sizin gibi bir aşk
sultanının eşiğindedir. Hayatta saadet bildiği, yalnız sizi
görmekten ibarettir ve benden bu mektubun yazılmasını
istemiştir.
Bu bakımdan daha fazla ileri gitmeyi küstahlık ve
edeb dışı saydığım için sükûtu tercih ediyorum.

Cilt: 1 - Mektup: 11

(Kendi kusurlarını görme makamının ele geçmesi, Şeyh


Ebu Said Hazretlerine ait bir sözdeki hikmetin belirmesi, bir
takım gönüldaşların hâlleri ve bazı keşifler hakkında,
mürşidlerine...)

Her şey meydana çıkar ve kemâl belirince kötülük ve


eksiklik silinir. Đyilik ve güzelliğin tezahürü için ayna şarttır.
Aynada birşeyin görünmesi için de o şeye ihtiyaç vardır. Böyle
olunca, hayra şer, kemâle de noksanlık, ayna yerine geçer.
Ne acayip nisbet ki, kötülüklerin bu şekilde gösterilmesi
adetâ onların medhedilmesi gibi birşey oluyor. Şer, hayra,
noksan da kemâle bir nevi yardımcı olarak meydana çıkıyor.
Kulluk makamının her makamdan üstün olduğu
şüphesiz... Bu mâna, hepsinden fazla kulluk makamında
kemâlini bulur. Sevilenler bu makamda saadete erer, sevenlerse
bu makamda göz zevkiyle sefa sürerler. Sevgiliyle yakınlık ve
onunla olmaktan zevk duymak sadece kulluğa mahsus; sevenlerin
yakınlığını sağlayan görme imtiyazı ise yine kullukla kabildir.
Sevilenlerle sevenlerin bu devlet ve nimete ermeleri de,
gönül meydanının sultanı, din ve dünyanın yücesi, Yâradanın
Sevgilisi yoliyledir. Bu devlet ve nimete erişmek isteyen kimse,
bütün ümidini Allahın fazlına bağlarken Peygamberler
Peygamberinin izinden gitmeyi ve her noktada O'na tâbi olmayı
esas bilmelidir. Yüksek dereceye erişmenin şartı sadece budur.
Bu öyle bir fazldır ki, yalnız Allah verir; büyük fazl sahibi
Allah...
Şerrin ve noksanlığın kemâlinden murad, zevkle elde
edilen ilimdir, yoksa kötülük ve eksiklikle sıfatlanmak değil... Bu
ilmin sahibi, Allahın ihlâsıyla ahlâklanmıştır. Ve işte bu ilim, o
ahlâkla ahlâklanmanın meyvasıdır. Kötülük ve noksanlık bu
makamda yer edinemez. Bu makam, ancak bilginin ona alâka
bağlamasiyle meydana gelir ki, bu bilgi, tam ve hatasız görme
yoliyle haberin ta kendisidir. Ona nisbetle herşey kötülüktür.
Nefs kendi makamına inince (mutmainne-huzur ve sükûn
bulmuş) olur. Ama bu hâl ve derece kendisinde iyice
yerleşmedikçe ve bu seviye sımsıkı tutulamadıkça Hakkın
Kelâmından nasib alınamaz.
Kendisini Allahın aynı ve sıfatlarını Allahın sıfatlariyle
bir bilmek nerede, bu ölçü nerede?.. Allah bu zan ve hayâllerin,
çok çok üstündedir. Böyle görüşler ilhad (Allaha şerik koşma)dır
ve Allahın isimleriyle sıfatları önünde tecelli etmektedir. Bunlar:
"-Allahın isimlerinde ilhada düşenlerin terkettiğini!"
Mealindeki âyetin çerçevelediği zümredir.

Cezbeleri yola girişlerinden evvel olanlar sevilme


derecesine erişemez. Böyleyken sevilmekte yine cezbenin önceliği
şarttır. Her cezbede sevgilinin makamından bir pay vardır.
O pay olmadan cezbe olmaz. O pay da, gelip geçici şeylerden
hâsıl olur, aslî ve zatî (kendinden) değildir. Mânâ aslî ve zatî
olunca eşyadan herhangi birşeyle zeval bulmaz.
Şöyle ki, böyle bir cezbe, ancak bunun sonundakine
nasip olur. O, yine de sevenler zümresine olan bağını muhafaza
eder. Cezbesi yola girişten evvel olanlara, bu mânâ, arızî
(dışarıdan) ve gelip geçici şekilde uğramıştır. Bu da yeter
derecede değildir. Öbür türlü olması için tezkiye (temizlenmek)
ve tasfiye (süzülmek) icabeder. Bazı başlangıçta olanlar için
Allahın Sevgilisine uymak netice itibariyle bu mânânın
doğmasına yardım etse de, son durakta bulunanlara Sünnete
bağlanmak şekliyle tecelli eder ve yeter. Sevenlerde de bu
mânânın belirmesi, daima Peygamberlerin Efendisine
uymakla meydana gelir.
En aşağı köleniz Ahmet arzeder ki, evvelce kendimde
gördüğüm makam, yüksek işaretiniz üzerine tekrar murakabe
edildi ve üç halifenin yolu o makamda görüldü. Fakat o yerde
makam ve yerleşme görülemedi. Öyle müşahede edildi ki,
Peygamber Evinden Đmam-ı Hasan, Hüseyin ve Zeynel
Âbidinden başkaları o makamda kalamadılar; bölündükleri
halde devam sağlayamadılar.
Ben evvelâ kendimi o makama uygun görmemiştim.
Makama uymamak iki türlü olur:
Birincisi, münasebet yollarından birinin açılmaması...
Bu vaziyette yolun büyüklerinden biri münasebeti açıkça
bildirecek olursa uzaklık hemen kalkar.
Đkincisi, münasebetten mutlak olarak uzak bulunmak...
Bu vaziyette uzaklığın kalkması için hiçbir tedbir fayda
vermez.
Neticede o makama ulaştıran yol, iki olarak ve üçüncüsü
olmayarak meydana çıkıyor:
Birincisi, daima noksanını ve kusurunu görmek, hayırlı
işlerde kuvvetli ve azimli davranmak ve kendi niyetlerine
dikkat ve onları murakabe etmek...
Đkincisi, yola girişin hakikatine erdirici kâmil mürşide
kapılanmak, onun sohbet ve hizmetinde bulunmak...
Allah, bize, yüksek himmetinizle birinci yolu, istidadımız
nisbetinde ihsan buyurmuştur. Her işte kendimi suçlandırışımdan
başka hiçbir iyi işim yoktur. Öyle ki, bu suçlandırışlar olmasa,
huzurum ve kararım gidebilir. Yani kendime çatacağım bir iş
olmasa, ıstırabım artabilir. Benden, sağ tarafımdaki meleğin
yazabileceği hiçbir iş çıktığını göremem. Sağ tarafımdaki meleğin
daima boş ve işsiz olduğunu görürüm. Böyle bir insan, Allaha
nasıl lâyık olabilir?
Bu duyguya bir kere kapılan, kendisini, kâfir ve
zındıktan daha aşağı bilir.
Cezbe noktası, bizde, Allaha doğru seyretmenin
tamamlığı içinde nihayete ermişti de, onun bazı gerekleri ve
dalları kalmıştı. Allah’ta seyretme makamının merkezindeki
fena (yokluk) mertebesi de tamam oldu. Bu yokluk mertebesinin
hâlleri ise evvelki mektuplarımda bildirildi. Hâce Ahrâr
Hazretlerinin "fena içinde fena" dedikleri, bunun nihayetine
mahsus, zatî tecelliden ve Allah’ta seyretmeden sonra gelen fena
makamı da gerçekleşti.

Beyit:
"Kimse için yokluğa erişmedikçe,
Allahın kapısına yol yoktur..."

Bu makama erişemiyenler iki zümredir: Biri o makama


yönelmiş olup da onu istemekten ibaret kalanlar... Öbürü, o
makama hiç yönelmeyenler ve alâka göstermeyenler...
Yüksek teveccühünüzün nisbeti ikinci yoldakilere aittir.
Tarafınızdan memur bulunduğum emirlerinize uyarak
küstahlık gösterdiğim için af dilerim.
Köleniz o makamı düşünürken, bazıları bazılarından
yüksek daha başka makamlar tecelli etti. Kırık kalb, yalvarma,
sığınma ve küçülme sayesinde elde edilen derece, en
yükseklerden biridir ve bu makam Hazret-i Osman'a hâstır, öbür
halifeler de bu makamdan geçmişlerdir. Bu makam, tamamlığın
ve irşad mertebesinin makamıdır.
Bu anlattığım makamların üstünde bir başka makam
vardır ki, ona ulaşınca, Hazret-i Ömer'e mahsus olduğunu
anladım. Öbür halifeler de bu makama uğramışlardır. Onun da
üstünde Hazret-i Ebubekr'in makamı... Ona da erdim ve orada
büyüklerimizden Şah-ı Nakşıbend Hazretlerini kendime yoldaş
buldum. Öbür halifeler bu makamdan da geçmişlerdi ve
aralarındaki fark, esasda değil, ancak yürüyüşte, geçişte ve
kalıştaydı.
O makamın üstünde başka bir makama erişilemedi.
Ancak Resullük makamı görüldü ki, Hazret-i Ebubekir'in
makamına yakın ve anlatılamaz şekilde nurânî, heybet ve ihtişam
sahibi ve hiç bir türlü hayal edilemez bir makam... Anlaşıldı ki
o makam, sevilmenin, sevgilinin derecesidir ve sonların
sonudur.
Kendimi o makamda buldum.
O makam renk ve nakş içindeydi. O makamın
aksetmesinden kendimi de renk ve nakş içinde gördüm.
Ondan sonra bana bir hâl oldu. Kendimde lâtif bir keyfiyet
duymaya ve rüzgâr gibi, bulut gibi, etrafa yayıldığımı
hissetmeğe başladım.
Bu hâl, fenanın gerçekleşmesi ve ilmin taşıp yayılması
anında vahdet (birlik) ötesi hususi bir görüş peydahlanmasından
nişanedir ve bunun ötesinde nazar mevcud değildir.
Ne zuhura gelirse arzolunacaktır. Elverir ki, yakîne
erişmek mümkün olsun... Yoksa arzetmeğe cüret olunamaz.
Vahdetin ötesinde bu makamın sureti şöyle müşahede
olundu ki, belirsizlik halinde hakikat herşeyin ötesindedir ve ona
hiçbir şüphe tesir edemez. Görüşte ne vahdet, ne onun ötesi, ne
de hakikat ismiyle birşey malûm olmayarak, böyle... O makam
sadece hayret ve tam cehil mertebesidir ki, gördüğünden hiçbir
şey değiştirmez.
Ne arzedeceğimi bilemiyorum. Ne desem noksan
kalacağına ve kelimeler ifadeye yetişmeyeceğine göre... Đmkân
var mı?.. Muhakkak olan şu ki, hâli gerçekleşmiştir.
Hakdan istiğfar ederim ve hâlimi anlatırken ona hoş
gelmiyecek kelime ve tâbirlerden, bakış ve duyuşlardan Allaha
sığınırım.
Şimdi bana malûm olan, sıfatların fena bulmasından
murad, sıfatların keyfıyetlerindeki yok oluştur. Ve aralarındaki
farkın, ne yönden olursa olsun, kalmayışıdır. Ve ilim yoliyle hiçbir
temyize, ayırd edişe, ahadiyet (teklik) karşısında yer
kalmayışıdır.
O mertebede yalnız Allah vardır ve onunla beraber
hiçbir şey yoktur. Şimdi de ve daima öyledir.
Đşte bu hâlde mâna, bir Hadîsin çerçevesi içinde
tamamiyle tecellisini bulmaktadır.
Ümit ederim ki, ifadelerimdeki doğruluk ve yanlışlığı
ihtar buyururlar.

Sanırım Mevlâna Kasım Ali'nin bütün makamlardan


nasibi vardır. Ayrıca bu makamdaki bazı yol arkadaşlarımızın
nasibleri olduğu gibi...
Allah, her hâlin gerçeğini en iyi bilendir.
Cilt: 1 - Mektup: 13

(Mürşidlerine yazdıkları ve hakikat yolunun sonsuzluğunu ve onun


mutlaka şeriat beldesine bağlı olduğunu izah ettikleri mektup...)

Bağlılarınız arasında en âciz ve zayıf ferd olan Ahmed arzeder:


Yollar içinde en hayırlısı olan yolumuz, yürüyüş ve koşuşlann en hızlısı
için bile sonsuzdur. Büyük şeyhler "Meleklerin ve ruhun ona yükseldiği
elli bin yıllık günde" mealini taşıyan âyete göre:
- Allah'da seyr elli bin yıllık yoldur.
Buyurdular.
Bu sözden muradları, belki de işin sonunda ümitsizliğe düşüp yoldan
kesilmektir.
"O Allah ki, onlar ümitlerini kestikten sonra yağmuru indirir ve
rahmetini yayar."

Neticede aslî maksadın meydana gelmesi muhakkaktır.


Her şeydeki seyirle birlikte doğru yoldan gitmek ve irşad
olunmak isteyen kimseler, bu emellerinde taşkınlık gösterip sizin
yolunuzdan yürümeğe koyulmuşlardır. Ama henüz bu bendeniz
o makama lâyık olamamış ve sadece halkın ısrar göstermesi
üzerine mürüvvet borcu ve hayâ zoruyla sohbete razı olmuştur.
Başlıca mesele, evvelce ve defalarla arzolunduğu gibi
Tevhit davasıdır.
Fiiller ve sıfatlar asl'a dönüp işin gerçeği belirince bu
halde fazlasiyle kemâl görülmüş, fiillerle sıfatlar da başka renk
alarak her hakikat tek tek meydana çıkar çıkmaz şek ve
şüpheye yer kalmamıştır.
Şeriatin zahirine aykırı düşen bütün keşifler, şu iki
halden birini ihtar eder: Yanlışlık veya manevî sarhoşluk eseri
olmak... Zira "bâtın" dedikleri iç dünya ile "zahir" ismi verilen
dış âlemin, hakikatte birbirinde hiçbir ayrılığı ve birbirine karşı
aykırılığı yoktur. Aralarında aykırılık olduğunu sananların
görüşü te'vil ve tefsire muhtaçtır ve bu görüşleri şeriat ölçüsüyle
uzlaştırmak kat'i bir vazifedir.
Ancak nihayete gelenler ve dâvanın sonuna ulaşanlardır
ki, "bâtın" âlemini şeriatin zahirine uygun bulurlar. Aralarındaki
bütün fark şundan ibarettir: Zahir ehlinin usulleri ameli ve
istidlal yoluna bağlı, "bâtın" taifesininkiler ise keşfi ve zevk
yoluna bağlıdır. Đşte bu uygunluktan başka, her iki tarafın
hallerindeki doğruluğa başka bir işaret mevcut değildir.
Bu incelik benim göğsümü tazyik ediyor, fakat lisanım
anlatmaya yol bulamıyor. Nasıl izah edebilirim ki, bazı hâlleri
yazmaya asla muvaffak olamıyorum. Mektup gerek!.. Bu,
uzaklara düşmüş yoksunu, gurbettekilere el uzatıcı
teveccühünüzden mahrum etmeyiniz ve yolda bırakmayınız!

Cilt: 1 - Mektup: 14

(Yine mürşitlerine yazdıkları bu mektupta, manevî yolculuğun


bazı hâlleri ve irşad olunmaya istekli bir takım kimselerin
vaziyetleri anlatılıyor...)

En aşağı bendeniz Ahmed, evvelce yazdığı birinci


mektupta biraz belirtilen tecellilerden sonra, bütün sıfatlan
toplayıcı vücud mertebesinin zahir olduğunu arzeder. Bu
mertebe, kendisine, kara renkli çirkin bir kadın şeklinde
görünmüştür. Arkasından "ahadiyet" mertebesi... O da, geniş bir
duvar üstünde oturan uzun boylu bir erkek biçiminde göründü.
Bu iki tecelliden her biri de, hakkaniyet, adalet ve insaf
sıfatlarıyle meydana çıktılar. Bu tecelliler, daha evvel olanlara
aykırı düşüyordu ve onlarda, bunlardaki sıfatlar mevcut
bulunmuyordu.
Bu esnada ölüm isteği yüz gösterdi. Öyle gördüm ki, ben
muhit deryasının sanki kenarındayım ve kendimi sulara atmak
niyetindeyim. Beni, sulara gömülmekten kurtarmak için bir
iple zaptettiler. Hemen anladım ki, o ip, benim, maddî
vücuduma bağlı olmamdan kinayedir. Ben o ipin çözülmesini,
kopmasını istedim. Ve işte o zaman, zevk yoliyle hususî bir
keyfiyet sardı beni: Gönlümde Allahtan başkasını
bulundurmamaya gayret ettim. Ondan sonra Allahın küllî
sıfatları, onların takip ettiği mecralar, aktığı yerler ve zuhura
geldiği, açığa çıktığı noktalar üzerinde müşahede başladı.
Derken bu hususî keyfiyet de silinip gitti. Yalnız küllî
sıfatlar kaldı. Bunlar da kelimelerin üstünde bir mahiyet aldı ve
ancak mecaz (bir sıfatın başka bir sıfatla mânalanması) yoluyle
ifadesi mümkün bir hâl aldı. Đşte o zaman tam fena
gerçekleşti.
Bu gerçekleşmeden sonra kendimde ve başkasında olan
sıfatlar bir tek nizam üzerinde birleşti ve aralarındaki imtiyaz
ortadan kalktı. Đşte bu ândadır ki, gizli şirkin ince
tezahürlerinden kurtuluş nasip oldu. Bu öyle bir ândı ki, onda
ne arş kaldı, ne ferş, ne sınır... Öyle ki, yıllarca düşünsem, böyle
bir âlemden zerre yaratılmış olduğunu hayal edemezdim.
Peşinden, kendi belirişim ve hususî çehrem meydana
çıktı. Bu beliriş, paramparça olmuş elbiselerimi giyen bir şahıs
gibi göründü. Ama onda hakkaniyet unvanını bulamadım.
Derken o şahsın üzerinde bir ince post gördüm, kendimi postun
aynı bulmuşken bu defa yabancılık başladı. O posttaki nuru da
müşahede ettim. O nur bir saat kadar karar kıldıktan sonra
nazardan silindi, arkasından elbise de ortadan kalktı ve eski
bilgisizlik hâli avdet etti.
Bu rüyanın tâbirini arzedeyim ki, onun doğruluğu veya
yanlışlığı meydana çıksın:
O suret, sabit ayn, yani zâttır. Vücup ve imkân âlemleri
arasındaki berzah gibi ki, onun her tarafı birbirinden ayrı ve
kemâliyle fark ifade edicidir.
Ve o eski elbise ve nur arasındaki post, varlıkla yokluk
arasındaki geçittir.
Evvelki rüyalarda, kendimi, varlıkla yokluk arasında
berzah olarak görmüştüm. Onun zahiri, dış âleme bağlıydı. Bu
bakış nefsedir ve fark ondan doğmaktadır. Ama yazdığım
zaman bu nokta hatırımdan silindi.
Netice, arada sırada zuhura gelen oyunlara rağmen,
daima hayrettir.
Bazı rüyaların tâbiri hatıra gelse de, daima size yazıp
sormalıyım ki, aşağı hükümlere bağlı kalmaktan
kurutabileyim... Yoksa iş pek çetindir.

Mesnevî:
"Eğer Hak'kın ve onun seçkin kullarının inayetleri
olmazsa, insan padişah olsa defteri simsiyah kalır."

Serhend şeyhlerinin ulularından ve Hacı Abdülâziz'in


hizmetini görenlerden Şeyh Abdullah Niyazi'nin oğlu, sizi
yakından tanımaktadır. Niyazlarını arzederken ayaklarınızdan
öptüğünü bildirir. Orada bu şerefi üstün tarikate bağlanıp doğruluk
ve niyaz ile sığınmaktadır. Onun istiharesinde de tarikatle
münasebet vardır. Bu taraftaki bağlılar, kendilerine öğretilen
zikir ve rabıta (hayalen mürşidin kılığına bürünmek) yoliyle
hedefi buldukları gibi, bazıları da rabıtalarını çok uzaklardan
etmişler ve beraber getirmişlerdir. Bazıları huzur ve istiğrakta,
bazıları sıfatlan asl’a vermekte ve bazıları safa haliyle karar
kılmaktadır.
Molla Kasım Ali, Molla Mevlûd, Muhammed ve
Abdülmümin, zahirde cezbe makamından fark noktasına
ermişlerdir. Lâkin Molla Kasım Ali, makamından inmeğe
yönelmiştir. Amma, iner mi, kalır mı, malûm değil...
Şeyh Nuri de noktaya yaklaşmış fakat ulaşamamıştır.
Molla Ahdurrahman dahi noktaya sokuldukça sokulmuş ve pek
az mesafesi kalmıştır. Molla Abdülhâdi'de ise huzur ve istiğrak
peydahlanmıştır. O, diyor ki:
- Allahı eşyada tenzih sıfatiyle görürüm ve bütün fiilleri
Allahtan bilirim.
Đsteklilere ve istidatlılara feyiz dolup taşması, siz,
büyüğümüzden gelen devlet ve nimet yüzündendir, Ben,
âcizlerinin, bu terbiye, bu feyiz verme işinde asla bir nasip ve
alâkası yoktur.
Bir gün bir rüyada:
- Eğer onda sevilmek, sevgili olmak mânası yoksa,
muradına ermeği bir hayli çetinleşmiş görmek gerek...
Buyurulmuştu.
O sohbetin sonunu bekliyor ve umuyorum.
Bu cür'et ve küstahlığım da hep o yüzden..

Cilt: 1 - Mektup: 15

(Mürşidlerine yazdıkları bu mektup, bazı iniş hallerinin


başlangıcına ait sırlardan bahsediyor...)

Bu âciz demek ister ki; o, dilediğini aradığı her yerde


kendisini bulmuştur. Kendisini istediği zaman da onu buldu. Şu
andaysa, onu kaybedip yine kendisini buluyor. Kaybettiğinin
isteklisi değil, mâlik olduğu şeyin de yokluğu kendi dileği
olmaktan uzak... Bir makam ki, ilim noktasından hazır
görünücü, zevk noktasından da huzur verici... Bu makamın dışı
beka ve içi yokluk zeminidir. Bekada fâni ve fenada bakî olmanın
ahenk noktası... Bu noktada zevk ve ilim içiçedir. Bu noktada
bulunanın gidişi aşağılara doğrudur ve yükselmeye uzaktır.
Onu, kalb yoliyle, kalbin değiştiricisi olan Allaha
götürmüşlerdi. Tekrar kalb değiştiricisi tarafından yine kalb
makamına iade ettiler ve ruhunu nefsten korudular. Ruh
ışıklarının nefse galebesinden huzur ve sükûn meydana geldi.

Sonra nefsin çıkış hareketi, ruh ve nefsi her iki yönden birleştirici
oldu. Böylece ruh ve nefs arasındaki bağlayıcı geçit, yâni berzah
tamamlandı. Bu tamamlık yüzünden de, yükseklerden alıp
aşağılara verme mertebesi ele geçti. Faydalanırken
faydalandırma ve faydalandırırken faydalanma mertebesi.

Mısra:
"Bu sırrı çözmeye kalkışırsan dibini bulamazsın!"

Kalbin sol cenahı onun aslî makamından ibarettir ki,


kalbde ilk noktadır. Yükseklerden indikten sonra kalb makamına
dönülür ki, o da ayrı bir noktadır ve kalbin sağ ve sol cenahları
arasındaki berzah yeridir. Bu hususiliği tarikat erbabı bilir.
Tarikate girmemiş olan meczuplar sadece kalb noktasındadırlar
ve kalbin değiştiricisi olan Allaha ermeleri için yol edebine
muhtaçtırlar. Bu makamın bir şahsa taallûku, onda hâl denilen
keyfiyetin meydana gelmesinden dolayıdır. Bu noktada
makam ve imtiyaz ayrı ayrıdır. Đlk hususîlik, cezbe dedikleri,
kalbin çekilmiş olmasıdır. Hâs olan beka böyle elde edilir ve
böylece marifete kaynak açılır. Kalb ilimlerine ait incelikler,
cezbe ve sülük (tarikate girme), fena ve beka ve buna benzer
hâllerin izahı "Risale-i Mev'üde" adlı eserde uzun uzadıya
gösterilmiştir.

Mir Seyyid Şah Hüseyin aceleyle yola çıktığı için


mektubumu temize çekmeye vakit bulamadım. Yakında yüksek
düşüncelerinizle o eserin şeref kazanmasını dilerim.
Aziz Mütevakkıf, yükseklerden cezbe makamına inmiş
bulunuyor. Ama yüzü dünya yönünde değil de, yine yükseklere
doğru... Çünkü yükselmesi başkasının delaletiyleydi ve o
vasıtayla cezbe halini bulmuştu. Yukarıdan iniş zamanında onun
yoldaşı aşağılık bir şey getirmiştir. Öyle bir nisbet ve
bağlılık cevheri ki, yükselme yalnız o teveccühün eseri oldu. O
eser de hâlâ devamdadır. Cezbe nisbetiyse cesette ruh ve
karanlıkta ışık gibi... Şu var ki, bu cezbe, "Hâcegân- Nakşî
Büyükleri" zümresinin dışında olanlara mahsus iptidaî bir
hâldir. O büyüklerin cezbesi "Hâce-i Ahrâr"a mürşitlerinin
yolundan erişmiştir ve ayrı bir kemâl ifade eder. Onların
hususiliği ruhanî rüya yolundan almış olmaktır. Aynı hâl
kendilerinin müritlerinde de tecellidedir. Bu cezbenin irşad
makamiyle alâkası mevcut değildir ve bu makamda yöneliş
daima yukarıya doğrudur. Devamlı "sekr - mânevi sarhoşluk"
hâli de bu makamın icaplanndandır. Cezbe makamlarından
bazısının sülük (tarikate girme) işine bir manii yoktur. Tarikate
girdikten sonra kabulünü beklemek lâzımdır. Fakat bu cezbe,
girişten sonra kendi başına olursa kabule mânidir.
Mektubu yazdığım zaman bu makamın bazı incelikleri
göründü. Sebep ve tesir olmadan teveccüh müyesser olmaz.
Allah, her hâlin gerçeğini en iyi bilendir.
Hayli zamandır ki, o azize aşağıya doğru inme hâli
vâki oluyor. Ama belirttiğim cezbe makamına giremiyor.
Dağınık yönelişlerle şaşırıyor ve o makamın hedefini bulamıyor.
Ümit ederim ki, bu karmakarışık kelimeleri okuduğunuz
zaman o makama girmesi nasip olur ve "Hâce" Hazretlerinin
tenezzülü erişir.

Cilt: 1 - Mektup: 16

(Yine yükselme ve inme bahsine ait ve yine mürşidlerine


yazılmış olan nâme...)

Talebeleriniz arasında en hakirinin maruzatı:


Mevlânâ Alâeddin nüvazişli lütuf mektubunuzu getirdi.
Vaktin icabı, bahsedilen mukaddimenin (önsöz) çözümü
olarak bazı şeyler yazılmıştı. O yazılanları tamamlayıcı bazı
şeyler de hatırdaydı. Fakat bunları kaydetmeğe fırsat olmadan,
mektubu getiren zat yollara düştü. Đnşallah, ilk fırsatta yüksek
huzurlarınıza takdim edilir. Gereğince iş görülmek üzere
tarikata faydalı bazı öğütlerin yazılması dostlar tarafından
iltimas edilen ve böylece temize çekilen ikinci risale, çok hızlı
bir eser...
Bu risale kaleme alındıktan sonra şöyle bir tecelli oldu:
Allahın Resulü, yolumuzun büyüklerinden bir topluluk
içinde bulunuyorlardı. Risaleyi mübarek elleriyle alıp kerem ve
lütuflarından öptüler. Sonra da şeyhlere gösterip buyurdular:
- Đşte böyle inanışların meydana gelmesi lâzımdır. Ve bu
ilim sahipleri, nurlu ve imtiyazlı kimselerdir.
Bu sözlerden sonra da bu tecelliyi herkese bildirmemi,
yaymamı emir buyurdular.

Mısra:
"Keremliler için güç iş yok!.."

Yüksek huzurlarınızdan ayrılıp döndüğümden beri


yükselmeğe meylederek irşad makamına hiç bir yol
bulamayınca bir köşeye çekilmeği ve inzivada kalmayı murad
edindim fakat istiharem murada uygun düşmedi.
Gayelerin gayesi olan menzillere yükselme, gayesi ve
sonu olmayan bir şeydir.
Her an yükselme nasip oluyor ve bizi götürüp
getiriyorlar.
Allah her ân bir şandadır ve bizi bütün büyüklerin
makamlarından geçirmektedirler.

Beyit:
"Bu aşağı mahzenden bir gül götürüyorlar, Elden
ele, o yüksek saraya"

O anlara mahsus bahtlılar içinde, büyüklerin


ruhaniyetlerine ait müşahedelerimi sayarsam çok uzun sürer.
Beni, bütün asi ve gölge olan makamlardan gölge gibi
geçirdiler... Gördüklerim ve erdiklerimin yazılması mümkün
değildir. Kabul eden, sebepsiz kabul etsin... Her an şahit olunan
velîlik ve kemâl noktalarını saymak kabil olamaz.
Nihayet Zilhicce ayında, inilen derecelerden geçirip kalb
makamına getirdiler ki, işte bu, tamamlanma ve irşad ehliyetine
erme makamıdır. Ama bu makamın da kemâli için bazı
hususiyetler lâzım...

Mısra:
"Kolay olmayan şey ne zaman ele geçer?"

Murad etmekle o kadar derece aşılmıştır ki, eğer mürid


Nuh'un ömrüne malik olsa, kendisine müyesser olup olmıyacağı
bilinemez.
Belki bu nokta "murad"a, irade edilene mahsustur;
"mürid", irade eden ona erişemez.
Umumiyetle insanların yükselebileceği makamın sonu, aslî
makamlarının başlangıcıdır. Bunlar irşad dâvasında yol gösterici
olamazlar. Bu, Allahın, dilediğine verdiği bir fazldır. Büyük fazl
sahibi Allah... Ve işte, tamamlanma ve irşada ehliyet kazanma
makamındaki duraklayış bu yüzdendir. Ve bu makamda
nursuzluk, nurun zuhuru yüzünden gaibin karanlığı göründüğü
içindir ve başka hiçbir şey değildir. Đnsanın hayaline gelen
herşeye itibar edilmez.
Bu dâvada zan ve hayalin zararı ise galip ihtimaldir. Bu
gönül hastasının halleri bir tarafa, hayâl ile emir buyurduğunuz
topluluğun gözle bakmaya bile mecali kalmamıştır.

Beyit:
"Ben kaybolmuşum, beni aramayın!
Kaybolmuşlarla konuşulmaz!"

Efendimin gayreti, Allahın kelâmını düşünmeği


emrediyor. Yoksa hikmet ve hakikattan mahrum dedikodular
yapmayı değil... Kalb makamına inmekse "fark-eşya ve hâdiseleri
ayırd etme" makamına nüzul etmektir ki, irşad makamı işte budur.
Ve fark, bu makamda, nefsin ruhtan ve ruhun nefsten ayrılması ve
yeni nefsin ruhla birleşmesidir. Büyükler arasındaki "fark" ve
"cem" ise yine budur. Bu noktaya gelinceye kadar da ne görülmüş
ve sanılmışsa hepsi manevî sarhoşluktandır, hakikatla alâkası
yoktur. Bunlar, Hak'kı halktan ayrı görmeği (fark) zannederler,
ruhu nefsten ayrı bilmeği de aynı zanna bağlarlar. Şükür ehlinin
bilgileri hep bu kıyas üstündedir. Halbuki bu makamda hâlin
hakikati yoktur. Emir Allahtandır. Risalede cezbe ve tarikata
kapılanısın bu iki makamına ait hakikat yazılmıştı. Her halde
yüksek nazarlarınıza değmiştir.

Cilt: 1 - Mektup: 17

(Kendi hâlleri hakkında mürşitlerine yazdığı mektup...)

Hizmet edicilerinizin en aşağısı olan bu âciz, bildirir ki, o,


çoktan beri duraklama vaziyetindeydi.
Bu mektubu kaleme aldığım gün bir tecelli zahir oldu ve
bulunduğum hâlden yükselme başlayıp sona erişti. Fakat eriş
henüz tamamlanmadı. O makamın geri kalan kısımlarında da
yükseliş eseri baki kaldı ve yüksek makamdan inmek için gayret
sarfedildi.
Bundan böyle her ne hâl zuhur ederse bildirmek
vazifemdir.
Nefsiyle uğraşan iş sahibi kendi hâlinin gelişmesinden
sonra ne yazacak olsa doğruya yakın olur.
Yükseldikten sonra iniş keyfiyetinin meydana gelmesi
çok zordur.

Bu hakir, vücuduna arız olan rahatsızlık dolayısiyle zaafa düştüğü


için iniş keyfiyetinin zuhurunu idrak edemedi. Đnşallah nasip olur.
Cilt: 1 - Mektup: 18

(Renklendirme ve sabit kılma ve veliliğin üç derecesi ve


ayrıca ilahî varlığın Zat'a nisbetle değersizliği mevzuunda
mürşitlerine yazdığı mektup...)

Abdülahad oğlu Ahmed isimli bu hizmetkârınız ki,


bağlılarınız arasında en aşağısıdır ve suçlan çok ağır olan bir
insandır, kendisinde tecelli eden hâlleri mürşidine küstahça
bildirmeye cüret eder:
Allah, beni, yüksek teveccühlerinizin bereketiyle bir takım
hâllerin füsun ve cazibesinden kurtarınca, (telvin- renklendirmeden
sonra (temkin- sabit kılma) makamı ile şereflendirdi. O zaman
hayret ve perişanlık yüz gösterdi. O zaman gördüm ki,
ulaşmakdan ayrılık, yakınlıktan da uzaklık doğuyor. Tıpkı,
bilmekten bilgisizlik doğduğu gibi... "Cehil-ilmi aşınca meydana
gelen hâl", elbette ki, halimi arzetmek hususunda bana durgunluk
verecekti. Bu yüzden yazılamadı ve küçük, günlük haberleri
arzetmeye cesaret edilemedi. Bununla beraber çabucak öyle bir hâl
görüldü ki, her emre tek tek alâka göstermek kabil olamadı ve iş
iradesini kaybetmiş insanlar gibi, nefste teşebbüse kudret kalmadı.

Beyit:
'Ben hiçim, hiçten de aşağıdayım, sen çokluksun!
Hiç olandan, hiçten aşağı bulunandan iş gelmez."

Asıl mevzuya dönelim:


Acayiptir ki, şu anda beni "hakk-el yakîn-hakikatın içinde
kaybolma" mertebesiyle şereflendirdiler. O makamda bilgi ve
aynen oluş, birbirine perde değildir. Fena ve beka, yokluk ve
devamlı varlık o makamda birleşmiştir. Aynen oluş, hayret ve
nişansızlık da, ilim ve şuur iledir, nefs ise yoklukta huzur içindedir.
Đlim ve marifetin varlığı, yoklukta, belirsizlikten başka bir şeye
el uzatmaz.

Mısra:
"Ne acayiptir ki, ben kendimi bilmez bir ermişlikteyim."

Allah, kendi sonsuz inayetiyle, kemal derecelerinde


terakkiler lütfetmiştir.
Velilik makamının üstü şahitlik makamıdır ki, veliliğin
şahitliğe nispeti gibidir. Belki velayetle şahadetin arası, bu iki tecelli
şeklinin arasından da açıktır.
Şahadet makamının üstü ise sadakat (sıddîk) mertebesidir.
Bu iki makamın arasındaki keyfiyet, kelimelere sığmaz ve
remzlerle belirtilmez. Bu makamın üstünde de nebilikten başka
mertebe yoktur. Salât ve selâmın sahibi nebiler makamiyle
sıddîkler makamı arasında başka bir mertebe bulunmayışı da
hakikate uygun; ve olabilmesi muhaldir.
Ara yerde bir başka makamın bulunmasındaki “muhal”
sıfatı, bize doğru ve açık keşf ile gösterilmiştir.
Allah ehlinden bazıları bu iki makam arasında bir vasıta
kabul etmişler ve ona "kudret" ismini vermişlerdir. Onunla da
şereflenip o derecenin hakikatına ermişlerdir.
Uzun yönelişlerden ve sonsuz yalvarışlardan sonra
büyüklerin bahsettikleri tavır ve tarz bize de zahir oldu ve işin son
hakikati ayan beyan belirdi.
Evet; yükselme zamanında o makamın ele geçmesi,
sıddîkiyet makamının husulünden sonradır. Lâkin "vasıta" teşhisi,
üzerinde düşünülecek bir mesele ifade eder. Dış münasebetlerden
sonra ele geçenler, inşallah tarafınıza arzedilir.
O makam çok yüksektir ve onun üstünde bir mertebe
malûm değildir.
Allahın zatı üzerine vücudunun zaid oluşu hak ehli âlimleri
arasında bilindiği gibi, bize de ayniyle o makamda zahir oldu. Bu
makamda, vücudun üstüne bile yükseliş mümkündür. Ebülmekârim
Rükneddin Şeyh Alâüddevle, bazı eserlerinde şöyle buyururlar:
"- Vücut âleminin üstünde mülk âlemi olan sıddîkiyet, beka
makamlarındandır ve âleme doğrudur. Onun nihayeti nübüvvet
makamıdır ve onda şuurluluk ve muvazene kemal halindedir.
Yakınlık makamının bu iki nihaî derece arasında berzah olmaya
ehliyet ve liyakati yoktur. Bu makam mutlak tenzihe (Allah’ı
noksan sıfatlardan beri görmeye) bağlıdır ve yükselmenin
tamamıdır. Başka makamlarla da hiçbir münasebeti yoktur."
"Aynanın karşısında bir papağan gibiyim...
Ezelin üstadı ne söyle derse onu hecelemekteyim."

Bu makamda, şeriat ilmi, keşfî olarak tahakkuk eder ki,


insan, şeriat âlimlerinin ölçüleriyle keşfettikleri arasında kıl kadar
fark göremez. Bütün elde edilen, kısa bilgilerin uzatılmış ve
inceliklerine kavuşturulmuş olmasından ve nazarî bilgilerin zarurî
hale gelmesinden ibarettir.

Büyük Hâce, Şah-ı Nakşibend Hazretlerinden, bir şahıs, "tarikate


girişten maksat nedir?" diye sorar. Ve şu muazzam cevabı alır:
"- Kısaca bilineni uzun uzadıya bilmek ve akılla bildiğini
keşifle görmek..."
Evet; bu yolculukta çok bilgiler ve marifetler vardır. Fakat
gaye onlar değildir. Asıl marifet, onlardan geçip sıddıkiyet
makamına ulaşmaktadır. Ona ulaşmadıkça erişilen hakikatler ve
varılan bilgilerden pay alınmaz.
Ama, bu makamın ilim ve marifetle münasebeti olmadığı
halde bazı Allah ehlinin sadece bu makamın gerçekleşmesine
bakmalarındaki hikmet acaba nedir? Bu makam ki, sadece
bağlanmanın ve her ölçüye sımsıkı sarılmanın yeridir ve onda,
Allah’ı, bütün bilgi sahiplerinin üstünde bilici bilmek ve ulvî şeriat
çerçevesi içindeki emirleri hiçbir şekilde kımıldatılamaz görmek
vardır. Kader sırrından en ufak meseleye kadar her şey, en
kuvvetli nizam içinde halkalanmıştır ve hikmetler bedr halindeki ay
gibi açık ve nur yayıcıdır.
Kemâl yolunda şeriate aykırılık diye birşey hiçbir suretle
olamazken, gariptir ki, bu meseleyi kapalı tutarlar ve ilk ölçü olan
"kemâl, ancak şeriate uygunlukla elde edilir" hükmünü başa
almazlar. Eğer böyle bir şeye imkân olsaydı belki onu örtmek
gerekebilirdi. Fakat yoktur! Allaha, işinden ve kanunundan sual
sorulamaz.
Kime ve neye, ona teslim olmaktan başka yol
düşünülebilir? Đlimler ve marifetler Nisan bulutları gibi yağmur
yağdırır, bulut bitince su kalmaz ve anlamaya çalışmanın sonunda
anlama aczinin tecellisi başlar. Anlama mücerret bir tabirdir ve
nihayeti yoktur. Sultanın ihsanlarını ancak onun bendeleri
yüklenebilir.
Gönüldeki şevkin icabı, bu garip bilgileri satırlara
dökmekti. Ama yardım elvermedi, bu dilek de içinde kaldı.
Sonunda beni şöyle teselli ettiler: Bu bilgilerin taşkın şekilde
gelmesinden murad, bir meleke hasıl etmektir ve gaye bunları yazıp
çizmek şeklinde ve akıl planında muhafaza etmek değildir. Talebe,
ilim ve fazilet mayasını ruhunda tutturmaya bakmalıdır; yoksa
şekil ve kaide ezberciliğinde kalmak, hikmetleri kaybetmek olur.
Allah, "hiçbir şeyin kendisine misil olmadığı ve işitenle
görenin bizzat O olduğu" mealindeki âyetiyle, tamamlanma ve
kemâl bulmanın sırrından bir işaret vermektedir. Mahlûkların işitip
görmesiyle bu işitme ve görmenin hiçbir alâkası olamaz.
Kullardaki bir nevî vehim, Allahtaki ise mutlak hakikat... Allahtaki
Đlâhî sıfat olan işiticilik ve görücülükle onun, kulunda mahlûk
olarak yarattığı arasında, dış tabirlerdeki benzerliğe rağmen ne gibi
bir fark bulunduğunu akla sığdırmak muhaldir. Yaratıcıdaki işitme
ve görme, zatiyle kaim iken, kuldaki kendisi gibi mahlûktur ve her
iki fiil ve sıfat arasında, mahlûk olmayanla olan arasındaki fark
mevcuttur. Şöyle ki, mahlûkların zat ve sıfatları Allaha nispetle
cemat, cansız eşya gibidir ve kendi kendilerine hiçbir eser ve tesir
sahibi değildir. Meselâ, taşta konuşma hassasını yaratan Allah,
hakikatte taşı cemat ve cansız olmak sıfatından uzaklaştırmış ve onu
asil bir sıfatla sıfatlandırmış değildir. Bütün bu arızî sıfatlar olan
işiticilik ve görücülüğü, böylece kuldan nefyetmesi, bütün sıfatların
da aynı şekilde bilinmesini gerektirir.
Hak, evvelâ ilim sıfatını yarattı. Daha sonra da bilinen ve
bilinecekleri ona açtı. Böylece Đlahî hikmetin cereyanı için ilim
sıfatını yaratıp onu da inkişaf derecelerine bağladı.
Aynı şekilde, evvelâ görmeği yaratıp ondan sonra
gözbebeğini ve görülen şeye bakmayı, daha sonra görmeği; en
sonra da görülen şeyi bilmeyi halketti. Đşte bu ölçüye göre, işitici ve
görücü ancak odur ki, işitme ve görmesinin kaynağı bu sıfatların
aslı olsun... Böyle olmadıkça, işitici ve görücü yok demektir.
Böyle olunca da, kolayca anlamak kabildir ki, bu sıfatların aslı
ancak Allah için sabittir. Kendi başına bu sıfatlar ve taallûkları için
mecal yoktur. Bundan dolayı âyet, tenzihi ispat ve sıfatların
mutlak ifadesiyle taallukları arasındaki benzeyişi nefyetmekte...
Đlim, işte bu velilik makamına uygun olanıdır. Yani bu
sıfatların hakikatini ancak Allah için sabit ve mahlûklarda olanı,
cemad, cansızlar soyundan bilmek... Nefsini, içinden su geçen oluk
veya su dolu desti bilmek; olukla destinin suya sahip olmadığını
anlamak...
Đkinci ilim, görme makamına uygun olanıdır. Yani bu
mevzudaki sıfatlan da insanda, cemad, cansız ve hayatsız bilmek...
"Muhakkak ki, sen ölüsün ve onlar Ölüdürler!"

Bu iki makam arasında da bazı farklar görüldü. Az, çoktan bir


habercidir; ve bir damla, deniz suyunun nasıl olduğunu
göstermeğe yeter.

Mısra: "Hayırlı sene, baharından sezilir."

Yine bu makamın sahipleri, mahlûkların fiillerini de ölü ve


cemad soyundan bilirler. Şu var ki, bu bilgi, o fiillerin -hâşâ-
Allaha atfı mânasına gelmez. Allah, esasta cansız olan mahlûk fiilini
bizzat icra vehminden münezzehtir. Bir kimse herhangi bir taşı
oynatsa ve hareket ettirse, bunları yapan, mutlak mânada kendisi
demek değildir. Belki o, taştaki hareketin uyandırıcısıdır ve hareket
taştadır. Halbuki taş, hem zat, hem hareket olarak cemaddır,
böyleyken, o hareketten bir insan ölse, öldüren taştır, denemez; o
taşa hareket getiren şahıs öldürdü, denir. Şeriat âlimlerinin hükmü
bu bilgiye bağlıdır. Derler ki: Fiillerin meydana gelişindeki varlık,
mahlûkların iradesiyle olsa da o fiillerin hedefi Allahın sıfatiyledir.
O fiillerin, kendi neticeleri üzerinde hiç bir tesirleri yoktur. O fiiller,
yapmacık nevinden hareketlerdir. Bu takdirde, fiiller mükâfat veya
cezaya nasıl müstahak olabilir, sualine yol açılacak ve böyle bir
istihkakın şuursuz bir maddeyi sorumlu tutmak kadar abes olacağı
iddia edilecek olursa, cevap şudur: Taş ile insan arasında teklife esas
olan sadece kudret ve iradedir, taşda ise irade yoktur. Şu incelik
farkiyle ki, irade sahibi kulun bu iradesini göstermesi yine Hakkın
iradesiyledir ve kul iradesi Hakkınkine nisbetle ölü gibidir ve
mahlûktur. Ve bu hâl sorumluluğa mâni değildir.

Eğer mahlûkun kudreti tesir sahibidir, denilecek olursa,


kendilerine "Mâveraünnehr" büyüklerinin şu cevabı verilir:
- Allah, kudreti yarattığı gibi ondaki tesiri de yaratıcıdır; ve
kulun, iradesiyle yaptığı işin tesirinde hiç bir rolü mevcut
değildir.
Bu takdirde irade sahibinin tesiri de cemad nevinden olur.
Meselâ bir kimse, bir taşın yukarıdan düşmekte olduğunu ve bir
hayvanın başına düşüp onu öldürdüğünü görür. O kimse taşı da,
onun hareketini de, cemad, cansız bilir. Bu hareketin neticesi olan
ölümü de aynı şekilde cemad telâkki eder. Böylece anlaşılır ki,
zatlar, sıfatlar ve hareketlerin yekûnu, mahlûk müessirler
çerçevesinde, baştan başa ölülerden ibarettir. Mutlak diri ve ebedî
kayyûm (durucu, kalıcı) yalnız Odur; bu mânada işitici ve görücü
de yine O'ndan başkası olamaz. Bilici ve dileyici de yalnız O...
Deniz, Rabbin sözlerini kaydetmek için mürekkep olsa kurur ve
misillerce suyu tazelense yine başka bir şey yapamaz.

Çok küstahlık ve sınırsız cür'etler gösterdim. Mutlak


güzelden gelen güzel bir sözü zabtetmek mümkün değildir. Ondan
gelen ve O'na ait olan her söz güzeldir. Yüksek zâtınız hakkında söz
etmek ve adınızı dile alabilmek ne haddime?..

Ağzımı misk ve gül ile bin kere ıtırlandırsam, yine adınızı


ağzıma almaya lâyık olamam.
Teveccüh ve inayetinizi ümit ederim. Kendi harab halimi nice
arzedeyim?.. Kendimde gördüğüm inayetlerin hepsine
başlangıç olarak inayetinizi görmekteyim.

Miyan Şah Hüseyin, tevhid yolundadır ve ondan zevk


almaktadır. O makamdan ileriye geçmesi ve hayrete ulaşması
umulur.
Muhammed Sadık, kendi halini zaptetmekten âcizdir.
Eğer bir seferde yolcu olsa terakki kazanacağı şüphesizdir.
Dâmenkûh da yoldaşımızdı, çok ilerlemeler gösterdi ve
hayret makamında yüzmeğe başladı. Hayrette benimle tam
münasebet halindedir.
Şeyh Nur da aynı makamda ve terakkide... Bu fakirin
yakınlarından bir genç vardır ki, hâli çok yüksektir ve yıldırım
gibi tecellilere hedeftir.

Cilt: 1 - Mektup: 19

(Mürşidlerine yazdıkları, bazı yardımların kimlere verileceği


hakkındaki mektup...)

Cilt: 1 - Mektup: 20

(Yine bazı yardımlar ve dilek sahipleri hakkında.)


Cilt: 1 - Mektup: 21

(Şeyh Muhammed Hemekî’ye yazılmıştır)

Şerif ve lâtif mektubunuz bu zayıf ve nahif abde erişti.


Hak, ecrinizi yükseltsin, işinizi hafiflettirsin, göğsünüzü
genişletsin ve özrünüzü kabul buyursun... Đnsanlığın Efendisi
yüzüsuyu hürmetine...
Sevenlerimize malûm olsun ki, Allah ehlinin "fena"
diye isimlendirdiği ve tabiî ölümden evvel gelen ölümle
ölünmedikçe kuds âlemine yükselmek mümkün değildir.
Yoksa, kalp, bâtıl dünya mabudları ve nefs putlarına tapmaktan
kurtulamaz. Đslam’ın hakikati ve imanın kemâline de eremez.
Bu halle, sağlam kulların, insanlar üzerine belâ yağmasına
engel olan din büyüklerinin velayet derecesine ulaşmak kabil
olamaz.
Bununla beraber "fena" makamı, velilik menzillerinde
ilk adımdır. Başlangıçta ele geçen kemâl de, ayniyle geride
kalandır. Bu suretle, başlangıçtan sonun hâli belli olur.

Mısra:
"Gül bahçemizden baharımızı anla!"

Mısra:
"Đyi sene baharından anlaşılır.”

Veliliğin, birbirinden farklı ve ayrı dereceleri vardır.


Zira her peygamberin yolunda hususî bir velayet tarzı
mevcuttur ve bunlardan en üstünü, Kâinatın Peygamberine
mahsus olanıdır. Çünkü Zatî tecelli O'nda karar kılmıştır. Zat
dururken, isimlere, sıfatlara, hâdiselere ve itibarlara değer
biçilemez. Böyle tecelliler, O'nun izinde bulunanlardadır;
vücut ve itibar perdelerinin yanıp kül olması da, O'na bağlı
makamda zuhur eder. Böyle olunca, çırılçıplak erişmek ve
zan dışı vecde ulaşmak, akıldan sıyrılıp hâle yerleşmek o
makamda hakikatlesin Ve Kâinatın Fahrine bağlı olanlardan
kemâle ermişler için bu aziz makamdan duyulan haz eşsiz
olur.
Đşte, kardeşlerim!
Bu büyük devletin elde edilmesine ve bu yüksek
derecenin kazanılmasına yönelenleri şöyle aydınlatınız:
Đlk şart, bütün şartların tek şartı, Peygamberler
Peygamberine uymaktır. Bu uygunluktan sonra, tecelli,
yıldırım gibi gelir. Yâni, Đlâhî zat ile aradaki perdelerin yanıp
ortadan kalkması, yıldırım hıziyle vâki olur. Ve Đlâhî isimlerle
sıfatlar Zatî nur altında örtülü kalır; ve Zat yine yıldırımvâri,
tek lâhza içinde tecelli eder.
Zatî huzur, birçoğunda bulunmasa da, Nakşî
büyüklerinde daimîdir, gidip gelen ve değişen huzur hâli,
yolumuzun büyükleri gözünde muteber değildir. Onun içindir
ki, onlardaki kemâl, her kemâlin üstündedir. Nisbetleri de her
nisbetin üstünde...
Nitekim onlar buyurmuşlardır ki:
- Bizim nisbetimiz her türlü nisbetten yüksektir.

Bundan muradları, Allahın Zatına mahsus olan nisbet ve daimî


huzur...
Bu hâlden daha acayip olan şu ki, bu kemâl ehlinin
son durağı, başlangıçlarında gizlidir. Rehberleri de, Allah
Resulünün muazzez sahabileridir. O sahabiler ki,
Peygamberler Peygamberinin baştaki ve sondaki sohbetleriyle
herşeye nail oldular. Đşte, nihayetin bidayette gizli olmasındaki
hikmet...
Nasıl Allah Resulünün velayeti, gelmiş ve geçmiş
bütün nebî ve resullere ait velayetlerin üstündeyse, O'na bağlı
en üstün velayet ise, Sıddik-i Ekber Hazret-i Ebubekir'e
mahsus olanıdır. Đşte birçok büyüğün tahsil ettiği nisbet yolu...
Bu nisbet, Allah Resulünün bâtınına giden yol olarak en
büyük caddedir. "Nefahat" isimli eserin sahibi de Hazret-i
Ebubekir'in cübbesine tutunanların nasıl Ebu Said'den
geçtiklerini anlatır.
Nakşi tarikatine mahsus bu kemâlleri bildirmekten
muradım, isteklileri bu yola çekmek ve kemâllerini
sağlamaktır.
Mevlânâ Hazretleri Mesnevî'de şöyle buyuruyor:
" Dünya ehline yolu anlatmaya çalışmak ne yazık!..
Aşk sırrı gibi onu gizli tutmalı..."

Ben şunun için açıklıyorum ki, yol görünsün ve ona


hasret çekenler yönünü seçsin...
Size ve bütün doğru yolda gidenlere selâm olsun...

Cilt: 1 - Mektup: 22

(Ruh ile nefs arasındaki alâkadan ve bazı iniş, çıkış,


geriye döndürülüş ve istihlâk ediliş hâllerinden bahseden bu
mektup Lahor'lu Müftü Şeyh Muhammed'e yazılmıştır...)

O pâk ve mücerred zâtı teşbih ve tenzih ederim ki,


nûr ile karanlığı cemedip, cihet ve istikâmetten kurtulmuş
olan imkânî hakikatlerle, cihet ve istikâmet içindeki mekânî
eşyayı birbirine yakınlaştırmış, birbiriyle karşılaştırmıştır. Bu
yüzden, karanlık nura âşık ve birbirlerine tutkun olmaktan
ötürü aralarında bir imtizaç ve incizab doğmuştur. Böylece
nûr, karanlığa komşu olduğu için cilâsı ziyade ve sefası
kemâldedir. Ayna misali... Celâli ve sâf olması için evvelâ
toprağın ve maddenin siyahlık ve kesafetiyle terbiye ve
muamele görür. Böyle olunca safa bulur ve çamurun kesafeti
yolundan güzelliği ve değeri artar.
Đşte o nûr, evvelâ kendisine zahir olan kutsî
müşahedeyi unutur ve belki herşeyi karanlık isimli
sevgilisinin gözlüğiyle görmeğe başlar. Dış görünüşlerin
heykellerine bağlanmaktan dolayı kendi öz vücudunu ve o
vücudun mahiyetini unutur. Bu yoldan, solun şeamet cephesine
geçer ve sağın keramet ve hakikatini kaybeder. Eğer bu
kapılmanın darlığında sıkışıp kalacak ve kurtuluş yolunu
bulamıyacak olursa, aslî cevher ve istidadını ayak altına
alacağı için ona "yazıklar olsun!" demek icabeder. Artık onun
için hüsran ve dalâlet gerçekleşmiştir. Eğer ulvî gayeyi ve
ebedî güzelliği bir anda sezip uyanacak olursa kahharî bir
çekilişle geriye döner ve şu mısraları dilinden düşünmez:

"Ey benim muradım ve ümidim; haccım ve ibadetim


senin için...
Geride kalanlar, ister Allaha, ister taşa
tapsınlar..."

Eğer kendisine en güzel yolla açılan muradı görmek


ve Hakka yönelmek nasip olursa, bu defa karanlık nura tâbi
olur ve nurun hâkimiyeti altına girer. Ve eğer bu yöneliş,
karanlığı unutacak ve nefsine ait şeyleri bütün halinde
içinden çıkarıp atacak dereceye ulaşırsa, nurların nuru tecelli
eder. Ve perdenin ötesindeki huzur meydana gelir.
Cesed ve ruh fenasına (yokluğuna) ermenin yolu budur.
Eğer bu yokluktan sonra bir de onda istikrar ele geçecek olursa
sahibine, "velî" isim ve sıfatı yakıştırılabilir. Bu takdirde o
velînin hâli, şu iki tarzdan biridir:
Ya müşahedede istiğrak (kendinden geçme) ve istihlâk
(zaptedilmiş, aklî muvazenesi alınmış, harcanmış) haldedir.
Yahut, halkı Hakka davet etmenin makamına erişmiş
olarak muvazenede, içi Hakla ve dışı halkladır.
Bu makam ise, sağ taraftan, iyilerden ve mutlulardan
olma noktasıdır.
Gerçi onun için sağ ve sol yok ve makamı her tarafı
tutmuş ise de, uygun vaziyet, her hayrın karargâhı olan sağdır.

Nitekim Allah ehli için, "iki eli de hayırlıdır" denilmiştir. Ve


artık ibadet ve kulluk makamında, karanlık, nur karşısında
azalır.
Đmkânı nûr ile ruhu ve onun selâyetini murad
etmekteyiz. Cihet ve istikâmetle kayıtlı olan karanlıktan da
muradımız nef'stir. Aynı şekilde bâtın (iç) ve zahir (dış)dan
muradımız, yine ruh ile nefs...
Biri çıksa da sorsa:
- Halkı davet etmek için, erdikten sonra geriye
döndürülmüş velîlerle, istihlâk halinde (yokluğa karışmış ve
kendisini kaybetmiş) evliyayı insanlarla temas halinde
görüyoruz. O halde, devamlı olarak yönelme ve istihlâk
halinde olmanın mânası nedir? Đstihlâk edilmişlerle, halkı
davete mezun
bulunanlar arasında ne fark vardır?
Cevabı şudur:
- Đstihlâk hali, ruhun nefs ile beraber yönelişinden ve
dış âlemi kaybedişindendir. Ama dış dünya şuuru, duygular,
hasseler, kuvvetler ve uzuvlarla nefsin alâkasıdır. O alâkayı
bu melekelere kapılmadan muhafaza edebilmek, ancak
"mutmainne" derecesine, yâni tatmin edilmiş ve dışarıda gözü
kalmamış olma seviyesine çıkmış olan nefs içindir.
Yahut da o nefs, toplayıcı, özleştirici mânasına
(mücmele)dir. Ve artık duygular ve herşey onun tafsilâtıdır.
Zira nefsin yürek dediğimiz et parçasına bağlanışı vardır ve
kalbin maddesi üzerinde ruh ile nefs, kalbe ait toplayıcı
hakikati meydana getirmek üzere bağlantı halindedir. Ruhtan
gelen fısklar doğrudan doğruya nefse uğrar, orada icmale
(özleşmeğe, hülâsalaşmaya) kavuşur ve nefsten uzuvlara
geçer. Ruhla nefs, biri öbürünün icmali olarak anlaşınca da,
nefsin, istiklâlini kazanmasında mahzur kalmaz, nefs ruh olur ve
sahibi tam muvâzene halinde geriye döndürülmüş şekilde
halkı irşada memur olur. Böylece iki sınıf velî arasındaki fark
meydana çıkıyor.

Şunu da bilmek lâzımdır ki, sınıflardan ilki daima manevî


sarhoşluk halinde, öbürü ise şuur ve temkin vaziyetindedir.
Derece olarak da ilkine şeref, ikincisine de fazilet düşer.
Birinci makamda açık olan veliliğe karşı, ikinci makamda
peygamber hüviyetinden bir mâna payı vardır.
Allah bizi velîlerinin kerametiyle şereflendirsin ve
Peygambere bağlı kalmakta daim etsin...
Peygamberimize ve bütün peygamberlere ve hepsinin
yakınlarına ve Allaha yakın olan meleklere ve salih kullara,
Kıyamet Gününe kadar salât ve selâm olsun...
Cilt: 1 - Mektup: 23

(Kâmil olmıyanlardan tarikat tahsil etmenin ve küfür


ehline mahsus tâbirleri kullanmanın felâketlerinden bahseden
Abdurrahman isimli bir şahsa yazılmış olan mektup...)

Hak, bizi ve sizi hâlden uzak ve boş sözden ibaret


ilimlerden korusun... Đnsanlığın Efendisi, siyah ve kızıl derililere
de gönderilen Peygamber'e ve O'nun soyundan gelenlere ve
sahabilerine salât ve selâm olsun...

Mısra:
"Sözüne inanılana rahmet olsun..."

Benim doğru ve iyi kardeşim!.. Mektubunuz gelip de olup


bitenleri öğrenince zevk ve saadetimden şu beyti söyledim:
"Gönderenin yüzüne hasretimi,
Gönderilenin vüzünde dindirdim..."

Benim, kemâle kabiliyetli kardeşim!.. Hak, muradınızı


gerçekleştirsin.. Bu dünya, sadece âhiret ekininin tarlasıdır.
Yazıklar olsun o kimseye ki, bu dünya fırsatını kaçırır, kabiliyet
toprağını ekmez ve fazilet tohumlarını heba eder.
Tarlanın boş bırakılması veya heba edilmesi, ya ona bir
şey ekmemek ve onu kendi haline bırakmakla, yahut ve en fenası,
kötü tohum atmakla olur ki, ikincisi ilkinden, kıyas kabul
etmiyecek derecede zararlı ve fesadıdır. Tohumun kötü ve zararlı
olması gibi sapıtır.
Kemâl, kemâl sahibi bir rehberden sohbet tahsil etmekle
meydana gelir. Zira kemâlsiz rehber, Allaha eren yolla ermeyeni
birbirinden ayıramaz. Đsteklilerin de kabiliyetlerini tanıyamaz ve
cezbe yollarını sülük yollarından ayırıp meydana çıkaramaz.
Böyle olunca da isteklinin hâli cezbeye uysa bile sülük ölçüsüne
uymaz. Zira kemâlsiz rehber, hâli cezbeye müsait olan istekliyi,
sülük yollarından geçiremeyince onu da kendisi gibi sapıtır. Ama
kemâl sahibi rehber, eline böylesi geçince, ilk iş olarak, ondaki
fena tesirleri silip yok etmeğe bakar ve herşeye yeniden
başlamayı esas tutar. Đsteklinin kabiliyet tarlasını iyi tohumlarla
ekmek, ancak bu temizlikten sonra olabilir. Kötü söz,
yeryüzünde karar kılmaz, dağılır, gider. Đyi söz ise ağaç gibidir ve
kökü üzerinde karar kılıcıdır. Dalları ve yapraklan göğe
doğrudur.
Đmdi:
Kâmil ve kemâle erdirici rehberin sohbeti, toprağı altına
çevirici ve hayat verici iksir gibidir. Nazarı da deva ve şifadır.
Onun sohbeti olmadan Allaha eriş imkânsızdır.
Allah, bizi ve sizi, Mustafa'nın şeriat caddesinde sabit ve
devamlı yürüyenlerden eylesin... Salâh bulmanın usulü, kurtuluş
ve saadetin yolu, mutlak olarak odur.
Beyit:
"O, iki cihan sarayının yüz suyudur;
O kapının toprağı olmayanın başına toprak...

Bu bahsi O'na salât ve selâm ile bitirelim...

Gönderdiğiniz zâtın naklettiğine göre oradaki şairlerden


biri, "Küfrî" lâkabını kullanıyormuş... Halbuki kendisi
seyyidlerden ve büyüklerdenmiş... O hâlde bu kötüler kötüsü
ismi nasıl kullanabiliyor? Müslümana lâyık olan, böyle isim ve
sıfatlardan, öldürücü canavardan kaçarcasına kaçmasıdır. Küfür
ehline aykırı bir insan, Allah ve Resulünü ve bütün
müslümanları inkâr edici bir sıfatı nasıl mahlas olarak
kullanabilir?
Bazı büyükler, manevî sarhoşluk halinde küfür sözleri
etmişler ve bu soydan hareketlerde bulunmuşlarsa da, bu sözler
ve hareketler te'vile tâbi ve müsaittir. Te'vil ise, "sekr" dediğimiz
manevî sarhoşluk haliyle bazı büyüklerde, bazı haller ve şartlar
altında zuhur eden sözler ve hareketlerin şuur ve tekliften uzak
olmasıdır. Böyleleri, halleri yüzünden, mazurdurlar. Fakat bu
mazur şuursuzluk halini şuurla taklit etmeğe kalkmak, küfür ve
dalâletten başka birşey olamaz. Herşey için bir mevsim ve şart
vardır ki, o şey ancak o mevsim ve şart içinde güzel,
başkasında ise çirkindir. Aklı ve sezişi yerinde olan, bu
mevsim ve şart farklarını kestirir.
Bu taraftan edilen ısrar ve iltimas, o şairin bu ismi
değiştirmesi yolundadır. Meselâ "Küfrî " lâkabını "Đslâmî" ile
değiştirebilir. Müslümana yakışan sadece budur ve
müslümanlarca suçlanmadan kaçınmak gerektir.
Bize: "Müslümanlarca suçlanacak işlerden sakınınız!"
diye emir buyurulmuştur.

Hidayette olanlara selâm olsun...

Cilt: 1 - Mektup: 24

(Kılıç Hana yazılmıştır...)

Allah size selâmet ve afiyet ihsan etsin... Đnsan daima


sevdiğiyle beraberdir. Bu ölçü o kimseye aittir ki, kendisinde
Allah’la olmayı sevmekten başka alâka bulunmasın... Ve
Allah’tan başka kimsenin yüzünü görmeğe iktidarı olmasın...
Böylelerinin dış görünüşü her ne kadar halkla beraber ve
onunla uğraşmakta hissini verse de, içleri Hakka bağlı ve yalnız
onunla meşguldür. Đşte zahirde halk ve bâtında Hakka ilişik
sofinin hâli budur. Bunlar, hakikatta Allah ile olucu ve insanlarla
ilişkisizdir. Sevgilerinin aslı halka taallûk etmez, yalnız Allaha
bağlıdır. Bu muhabbeti halka yöneltip parçalamazlar ve "masivâ"
dedikleri dış âleme düşülmezler. Herhangi bir dilek sahibi olmak,
mal, mülk, evlât, mevki, şeref, halk nazarında itibar gibi şeylere
kıymet vermezler. Onlara mâlik olsalar da sevginin topyekûn
Allaha mahsus yekpâreliğinden feda etmezler. Halka karşı
muhabbeti de nefse mahsus sevginin teferruatından bilirler. Nefse
mahsus muhabbet zail oldukça halka olan da sönüp gider. Her
zaman ve her münasebetle görülüyor ki, kulun Allahtan hicabı
daima nefsi yüzündendir. Yoksa hicap, perde, dış âlem değildir;
daima nefs, daima nefs... Zira âlem, zâtiyle kulun muradı
değildir ki, perde olabilsin... Kulun muradı daima nefsidir, Allah
ile kul arasındaki perde, daima kuldur, başkası değil... Nefsin
arzularından boşalıp temizlenmedikçe Allaha ermek ve Hakkı
murad edinmek mümkün olmaz. Allah sevgisi de kalbe
yerleşemez. Büyük devlet, ancak zâtın tecellisine bağlı olan
mutlak fena (yokluk)dan sonra gerçekleşir. Zira karanlığın
kalkması, güneşin doğmasiyle olur. Zatî muhabbet dedikleri
sevgi hâsıl olunca sevenin gözünde, sevilenin zevk veya elem
vermesi müsâvileşir ve işte o zaman insan nefsten kurtulup
ibadetini Allah için etmeğe başlar. Zira zevk istemek veya
elemden incinmek, yine nefse mahsus hallerdendir ve Allahın
yakınları bu kayıttan kurtulmuşlardır. Ama "ebrar" denilen,
ibadetleri yerinde cennetliklerin gösterdikleri kulluk, korku ve
tamah yüzündendir ki, bu hâl, doğrudan doğruya nefsin
eseridir. Bunlar, Allahın zâtına aşk seviyesine henüz
ulaşamamışlardır.
Onun için:
-"Ebrar"ın iyilikleri, "mukarrîbîn"in kötülükleridir.
Denilmiştir.
Yâni nefsiyle hareket eden cennetliklerin sevabı, Allaha
yakın olanların günahıdır. Çünkü ilk kısmın iyi hareketleri bir
cepheden iyi iken başka bir cepheden kötüdür. Allaha yakın
olanların iyiliklerinde ise hiç bir kötülük bulunmaz.
Hattâ "mukarrib"lerden, yâni Allaha yakın olanlardan
"bekâ-yı ekmel" ismi verilen en üstün beka haliyle tahakkuk
etmiş olanlarda bile, sebepler âlemine indikten sonra korku ve
tamahla ibadet edenler görülmüştür. Lâkin onların korku ve
tamahları kendi nefslerine bağlı değildir. Belki onlar tamahlarını
Allahın rızasına bağlayarak ve onu gücendirmekten korkarak
ibadet ederler. Yine onların cenneti istemeleri, Allah rızasının
makamı olduğu içindir. Nefsin hatırı için değil... Yine onların
cehennemden korkmaları, orasının ilâhî gazab yeri
olmasındandır, nefslerinin esaretinden kurtulmuşlar ve Allaha
karşı tam ihlâs ehlinden olmuşlardır. Đşte bu rütbe orta
"mukarrip'lerinkinden çok üstündür. Bu rütbeye ulaşanlara,
hususî velilik derecesiyle tahakkuktan sonra nebîlik
kemâllerinden bir nasib payı vardır.
Sebepler âlemine döndürülmeyen kimse "müstehlek",
harcanmış evliyadan olduğu için nebîlik makamının
kemâllerinden pay alamaz. Böyle olunca da başkalarını
kemâllendirmek ehliyetine erişemez.
Allah bizi onların ruhaniyetinden faydalandırsın...
Cilt: 1 - Mektup: 31

(Tevhid'e dair...)

Benim için bir derviş, bir şeyhin huzurunda şöyle demiş:


- O, "Vahdet-i vücut"u inkâr eder.
Bana bunu nakleden zat da, bu bahisteki görüşümü
anlamak istiyor. Mademki sual var, cevabına katlanmak
lâzım...
Biz, tevhit ehli meşrebi üzerindeyiz. Pederim de zahirde
bu meşrep üzerindeydi; her türlü tarikat ve bâtın kemallerine
ulaşmıştı. Benim yolum da aynı oldu. Ben de aynı meşrepten,
ilim ve bâtın vasıtasiyle hissemi aldım.
Allah, beni sadece fazl ve keremiyle, bir mürşidin
eteğine yapıştırdı. Bu mürşitten yolun edeplerini öğrendim.
Onun sayesinde en dakik sırları çözebildim. Vücudî tevhit,
bana, en mahrem tecellileriyle göründü. Yalnız bir tanesi
müstesna... Bu, Muhiddin-i Arabî Hazretlerinin mizacı ve
anlayışına bağlı bir incelik ve tecelli beyanıdır.

"Füsus" sahibi (Muhiddin-i Arabî) Zatî tecelliden bahsetmişler


ve onun daha ilerisinde herhangi bir yükselme olmadığını,
ötesinin sırf adem (yokluk) olduğunu söylemişlerdir. Şeyh
hazretleri, o tecelliye (Zatî tecelli) ve ona bağlı ilme mazhar
olanların, velilikte nihaî dereceye yükselmiş bulundukları
kanaatindedir.
Nihayet bu tecelli beyanının da içyüzü bize malûm
oldu. O zaman bize öyle bir sekr (manevî sarhoşluk) musallat
oldu ki, Şeyh hazretlerinin halini anlamak kolaylaştı. Böylece,
en ileri derecede bir manevî sarhoşluk ânının, insanı
sürükliyeceği galatlar, nazarımda tamamiyle belirmiş oldu.
"Vahdet-i Vücut" ve Zatî tecelli dâvasının belirttiği
nisbetlerle Allah arasında hiçbir münasebet olmadığı, bizce,
yakinin yakini halinde sabittir. Hak ehlince çoktan beri karar
verilmiş olduğu gibi, ihata ve yakınlık ancak ilmîdir; ve Allah
hiçbir şeyle ittihat halinde değildir. Vücudu vacip olanın, vücudu
mümkün olanla ittihadı muhaldir. Gariptir ki, Muhiddin-i Arabî
ve bağlıları, Allaha "mutlak meçhul" derler ve onu hiçbir
hükümle mahkûm bilmezler; buna rağmen Zatî ihata, yakınlık
ve mahiyet isbatına kalkarlar. Bu, büyük bir yanlıştır ve Allahın
zatını teşhis yolunda yersiz bir cesarettir. Doğru olan, Sünnet ve
Cemaat Ehli âlimlerinin buyurdukları ilmî ihata ve yakınlıktır.
Yani Allah, ki bütün âlemlerden münezzeh ve mücerrettir,
âlemleri zatiyle değil, ilmiyle ihata etmiş ve ona yaklaşmıştır.
Bazı mânevi hallerin istilâsı ve nihaî murakabe
melekesinin kaybolduğu anlarda ağıza alınan "Vahdet-i vücut"
dâvası, bu fakire pek giran gelmekteydi. Bana en büyük
ıstırabı veren bu türlü tevhit ifadesinin verâsındaki son hakikati
ve bu son hakikatin ulviyetini henüz kavrıyabilmiş değildim.
Allaha bütün kalbimle yönelerek yalvardım ki, bendeki bu ilmî
ve şer'î kanaat zail olmasın; ve ben en ileri keşif noktasından
bu kanaati gerçekleştirebileyim..

Nihayet duam kabul olundu, önümde hiçbir hicap kalmadı,


hakikat bana olduğu gibi tecelli etti. Gördüm ki, âlem sıfatı
kemâllerin aynalarından ibarettir ve ilâhi isimlerin zuhuru
mahallidir. Yoksa "Vahdet-i vücut" ehlinin vehmettiği gibi,
"zahir" ile "mazhar" ve "gölge" ile "vücut" birbirinin aynı
değildir. Bu nokta öyle derin ve girift bir incelik merkezidir ki,
orada çoklarının ayağı kaymış ve çoklarının kalbindeki hissî
selâmet bozulmuştur.
Bu inceliği bir misal çerçevesi içinde belirtelim:
Mücerret bir ilim ve o ilme sahip bir âlim tasarlıyalım!
Đşte bu ilim ve âlimin kemâllerini zuhur arsasına çıkarmak için
icat edilen harfler ve sesler, o mücerret hakikatlerin aynaları
mevkiinde kalır, bizzat asılları ve kendileri olmaz. Harfler ve
sesler mânanın bizzat kendisi, ihata edicisi, yakın ve mahiyeti
olmadığı gibi, aslî mânanın onlardan da mücerret bir seviyede
kaldığı, her selim akla malûmdur. Aradaki bütün alâka, zâhiriyet
ve mazhariyet münasebetinden ibarettir. Đşte bu münasebettir
ki, bazılarını hakikatsiz vehimlere düşürür ve "nefs-ül-emr"in her
delâlet ve işaretten üstün olduğu prensibini unutturur. Bütün bu
âlem, "mazhar"lar ve "medlûl'ler plânından ibarettir; ve
âlemdeki tecellilerin, aynı zat olarak asılla hiç münasebeti
yoktur. Gerisi sadece evham ve hayal!..
Bu evham ve hayallere düşmenin bazı sebepleri vardır.
Başlıca sebep, aşk ve muhabbetin istilasıdır ki, o anda sevenin
gözünde sevilenden başka hiçbir şey kalmaz ve bu vaziyette âşık
kendisini yokluk âlemine atacağı yerde, küçük bir his
sürçmesiyle, varlık isnat ettiği şeyleri sevgilisinin kendisi
zannetmeğe başlar. Nihayet Zatî yakınlık hükmünü verir. Bu
nevi tevhit, doğrudan doğruya şuurla Vücudî Tevhide kail
olmaktan daha üstün ise de, yine hakikatin ruhuna ve Şeriate
uygun değildir.
"Vahdet-i vücut" mezhebinin sırf zevk ve hal galebesi
yüzünden mazur telâkki edilmeleri icap eden büyük, fakat en
büyüğünden daima küçük velileri suçlandırılmaz iseler de,
bunları taklit yolunda lâfazanlıklara girişenler, son derece
suçludurlar. Müçtehitlerin mukallitleri hata etseler bile sevaba
nail olurken, bu gibi keşif ehlinin taklitçileri, taklitleriyle sadece
hata kazanırlar.
Velilik dairesinin kutbu olan Şah-ı Nakşibend Hazretleri,
göze, kulağa, hisse ve bütün idrak vasıtalarına tecelli eden her
şeyin "O"ndan olduğunu, fakat "O" olmadığını beyan
buyurmuşlardır. Bu hikmet, tevhit bahsinin ruhudur.
Cilt: 1 - Mektup: 36

(Şeriat ve ibadet hakkında...)

Şeriat üç kısımdır: Đlim, amel, ihlâs... Bu esasların


herhangi biri insanda yerine gelmedikçe, onda, şeriat
gerçekleşmez. Đnsanda şeriat gerçekleşince de, o insan üzerinde
Allahın rızası karar kılar. Đşte bütün dünya ve ahiret büyüklerine
kefil olan sonsuz kıymet, bu rızadadır. Tasavvuf ehlinin bağlı
bulundukları tarikat ve hakikatten her biri, üçüncü esas olan
Đhlasın tamamlanmasına dayanır. Böylece tasavvuf ehli, Şeriatin
en gerçek hizmetçileridir. Hedefleri de tek kelimeyle şeriati tekmil
etmektir; yoksa ondan başka, ayrı ve müstakil bir yola girmek
değil. Şeriatı bütün ruhuyla kavramak ve bütün ruhuyla şeriate
bağlanmak demek olan bu nokta, ona en sağlam bağlılığı
gerektirir. Sofilere, tarikat yolunda zuhur eden bazı hâller,
marifetler ve ilimler, âlî maksat ve dâvadan değildir. Belki, tarikatte
çocuk derecesinde bulunanların terbiye ve oyalanmasına yarayan
vehim ve hayal kabilinden şeylerdir.

Bizzat Sofilikte de en üstün gaye, her şeyden vazgeçip ve her


mazhariyete yüz çevirip intisap ve cezbe yolunun nihayeti olan
rıza makamına ulaşmaktır.
Bizim, tarikat ve hakikat yolunun menzillerinde saplanıp
kalmamak gerektiğini belirtişimiz, sadece, rıza makamının kaidesi
olan Đhlasın elde edilebilmesi içindir. Bin tecelli ve müşahede
geçirmişlerden sade biri bile ihlâs devletine ve rıza makamına
varamaz. Ruhu ve kafası dar olanlardır ki, bazı tecelli ve
marifetleri aslî gaye sanırlar ve yalnız onları elde etmeğe
çalışırlar. Bunlar, vehim ve hayal zindanına tıkılıp şeriat sırrının
kemâlinden öksüz kalmaya mahkûmdurlar.
Elbette, son makam olan ihlâsa erebilmek, yolun öbür
menzillerinden de geçmeğe bağlıdır. Fakat bu menziller daima
vasıta ve başlangıç bilinecek, asla gayenin kendisi sanılmıyacaktır.
Bu fakire, bu sır, tarikat yolunda ve nice senelerden sonra
açıklandı; ve şeriatin bütün hakikatiyle gerçekleşmesinden başka
bir emel, nazarımızda tutunamadı.
Size selâm olsun...

Cilt: 1 - Mektup: 39

Evet, bütün eser ve kazanç kalb vasıtasiyledir; ve


mücerret surî amellerden ve resmî ibadetlerden bir şey
beklenemez.
Allah, bize, kendisinden gayri her şeyden kaçmak ve
yalnız kendi kuds canibine yönelmek nimetini ihsan buyursun;
bütün beşeriyetin Efendisi yüzü suyu hürmetine...
Evet, bütün kâr kalb yoluyladır; ve o, Allahtan gayrisiyle
meşgul ve başka şeylerle giriftar oldukça haraptır. Sadece dış
plâna bağlı ameller ve ibadetler hiç bir kapıyı açmaz. Allahın
(masiva-dış âlem)ine bağlanmamaktan kalbe selâmet gelmeli...
Ve bunun için, buna taallûk eden iyi amellere -ki Şeriat onların
kadrosudur- bağlanmak zevk ve teşebbüsü doğmalıdır ki,
maksat yerine gelsin...
Amelsiz selâmet davası da batıl kalpten gelir. Allah bizi
kötü zan ve itikatlardan korusun...
Allah Sevgilisine sonsuz salât ve selâm...
Cilt: 1 - Mektup: 41

Peygamberler Peygamberinin Sünnetine rağbet... Tarikatla


hakikatin, Şeriati tamamlayıcı bilinmesine dikkat... Şeriat ilmiyle
de gerçek tasavvuf ilmi arasında hiç bir fark olmadığını
anlamakta basiret...
Bütün kemâl dâvası bu incelikler üzerinde toplanır ve
velayet makamının son basamağı, bütün bu inceliklerin nihaî
ifadesiyle (Sıddıkiyet - Hazreti Ebu Bekirin makamı) derecesinde
karar kılar.
Efendimiz, âlemlerin Rabbinin Sevgilisidir. Đyi ve güzel
olan her şey o Sevgili içindir. Onun içindir ki, Hak, Kitabında,
Sevgilisine büyük ve eşsiz bir yaradılış ve ahlâkla vücud verdiğini
haber verdi. Cihanın Efendisinde iç ve dış âlemler kemâl
halindeydi ve birbirlerine asla aykırı bulunmuyordu. Bu bakımdan
gerçek marifet ve eriş, zahirle bâtının birbirinin tamamlayıcısı
halinde, birbirleriyle ahenk belirtmesi ve hiç bir aykırı ifadeye
imkân bırakmamasıdır.
Meselâ: Yalanı ağza almamak şeriattır. Kalbe giren yalanı
nefyetmekse tarikat... Kalbe giren yalanı cehd sarfederek
nefyetmek tarikat iken, cehdsiz ve emeksiz atmak da hakikattir.
Tarikat ve hakikat yolcularına, Şeriatin zahir plânına aykırı
bir hâl zuhur edecek olursa, bu, mutlaka, yolun bazı hususiyetleri
yüzünden düşülen manevî sarhoşluk sebebiyle olur. Onlar ayılıp
tabiî hâle geldikleri zaman bütün ayrılıklardan hiç bir şey
kalmadığını ve bütün mesafelerin kaybolup gittiğini görürler.
Birde bakarlar ki, Şeriate zıd gibi duran ilim ve idrâk adına
ellerinde hiç bir şey kalmamıştır.
Bir zümre sırf manevî sarhoşluk ve
muvazenesizliklerinden dolayı zatî ihataya, yani Allahın zâtile
kavranılabileceğine inanmıştır. Onlar bizzat Allahı, âlemin muhiti
bilirler. Bu anlayış, Hak ehli âlimlerinin anlayışına zıddır. Zira
onlar Allahın, zâtile değil, ilmiyle âlemi muhit olduğu
kanaatindedirler. Gerçekten bu zahir âlimlerinin kanaati, hakikate
öbürlerinin anlayışından çok daha yakındır. Allah, hiç bir hükümle
mahkûm ve hiç bir ilimle malûm değildir. Onu, mahlûkunun
kavrayış haddine sokarken, her hüküm nasıl ve ne türlü olursa
olsun, yanlıştır. Orası, insan için nihaî hayret ve mutlak gaflet
makamıdır ve o diyarda münhasır bilgisizlikten başka bir şeye yer
yoktur. Her türlü idrâk ve mefhum oyununa karşı asla şaşmaz bir
mizan halinde, Hakkın, hiç bir beşerî ihataya sığmayacağı, giriftliği
nisbetinde basit, öyle bir bedahettir ki, bunun aksini iddia
edenler, zatın ihatası tabiriyle onun ilk taayyününü kasdetdiklerini
söyleyerek nefslerine bir özür tedarik etmedikçe asla
affedilemezler. Fakat bu taayyüne, zatın ayni diyenler; birçoklarını
şaşırtan, baş dönmesine uğratan ve derinliğine doğru çeken ölüm
uçurumuna yuvarlanıp giderler. Onun taayyününü bilmeyenler bu
taayyüne zât derler. "Vahdet-i vücut" tabir edilen ilk taayyün
bütün mümkünler âlemine saridir. Bu bakımdan zatın ihatası gibi
bir hüküm doğru görünür. Fakat bu incelerin incesi noktada şu
sonsuz nükte vardır ki, Allah kendi (Mâsiva-Dış dünya)sında
mevcut her şeyden müstağni, mücerret ve münezzehtir. Elde bu
mizan bulundukça bu taayyünler hakikat yolunun gerçek
kahramanları gözünde de sabit olsa yine onlara Allah için zait
nazarlarla bakarlar ve Hakkı onlardan tecrid imkânına ererler.
Böylece taayyünlerin ihatasına, zatın ihatası demezler ve demek
istemezler.
Đmdi, bu ölçüyle zahir âlimlerinin görüşü, öbür türlü gören
tasavvuf ehlinin görüşünden daha ulvîdir. Çünkü o türlü tasavvuf
ehlinin ne kadar mücerret olursa olsun görebileceği zat, ilim
ehlinin gözünde yine ve daima (Mâsiva - Dış âlem)e dâhil
olmak icap eder. Büyük sırra varanların indinde, bâtın irfanının
Şeriate uygunluğu o nisbette tamamdır ki, kıpırdamaya imkân
bulunamaz. Velayet makamından üstün olan "Sıddıkiyet"
makamı budur ve bu makamın fevkinde yalnız nübüvvet makamı
vardır. Selât ve Selâmın hedefi olan Peygamberler Peygamberine
vahy yoliyle gelen ilim, "Sıddık"a ilham vasıtasiyle açılmıştır. Bu
iki ilim arasındaki fark sadece vahy ve ilham arasındaki farktan
ibarettir. Sıddıkiyet makamından aşağı her makamda ise bir parça
"sekr-manevî sarhoşluk" daima mevcuttur. Tam ve kâmil ayıklık
ve tam ve muhteşem muvâzene, yalnız "Sıddıkiyet"
makamındadır. "Sıddıkiyet" makamının yolu olan ilham ile
nübüvvetin vahyi arasındaki fark ise, vahyin melek vasıtasiyle
oluşundan asla hataya yer bırakmaması, ilhamda ise en ulvî
merkeze, kalbe hitap etmesine rağmen kalbin akıl ve nefsle alâkası
yüzünden asgarî bir hataya imkân göstermesidir. Nefs itminan
derecesine çıktığı zaman bile kendi aslî sıfatlarından uzağa
düşmez. Hattâ sıfatlarını kaybetmemesinde bir takım faydalar
vardır. Eğer nefs kendi sıfatlarının bir daha zuhuru imkânından
tamamile uzak düşseydi terakki ve tekâmül yolu kapanmış olurdu.
O zaman ruhta meleklik hüküm sürer ve o bir makamda mahpus
olur, kalırdı. Ruhun terakkisi nefsin muhalefetiyledir. Nefste
muhalefet kalmayınca terakki nasıl olur? Kâinatın Efendisi bir
cihaddan dönüşlerinde şöyle buyurdular:

"- Şimdi küçük cihaddan büyük cihada gidiyoruz."

Ve büyük cihaddan maksatları, milyonluk orduların


milyonluk ordularla çenginden milyonlarca defa büyük bir manâ
halinde, tek ferdin kendi nefsiyle cihada girişmesiydi.
Nefse muhalefet, onun çektiği istikâmete gitmemekle olur.
Belki de imkân nisbetinde o muhalefeti murad etmekle.. Zira
nefsin sürükleyişlerine tam manâsiyle karşı koyabilmek,
tasavvuru kabil bir iş değildir. Olsa olsa mukabil iradeyle olur. Ve
nedamete, pişmanlığa, tövbeye düşmek ve Allaha sığınmak
yoliyle... Bu şekilde öyle ânlar ele geçer ki, bir yıllık kâr bir
saatte gerçekleşiverir.
Bu mevzuun esası, mektubumuzun başında söylediğimiz
gibidir. Sevgilinin ahlâk ve şekli bulunan her nesne yine Sevgiliye
olan bağlılığiyle sevgili olur. Âlemlerin Efendisine uymakta
gayret ve hassasiyet, sevgililik makamına götürür. Her akıllı, zahir
ve bâtın yoluyla Beşeriyetin Fahrine uymaktaki sırrı anlıyabildiği
nisbette aklı bulur.
Uzun konuştuk; af buyurunuz! Mutlak güzelden, söze
güzellik geldikçe, lâf ne kadar uzasa yine kısa değil midir?
Cilt: 1 - Mektup: 43

Tevhit iki kısımdır: Şuhûdî ve vücûdî.. Şuhûdî tevhit odur


ki, madde ve mâna gözüne görünen her şeyde bulunacak müessir
(Bir)den ibarettir. Vücûdî tevhit ise var olarak yalnız (Bir) mevcut
tanımak ve ondan başkasını yok bilmek ve görmemektir.
Böylece vücûdî tevhit (ilmel-yakîn-ilimle görülür),
şühudî tevhitse (aynel-yakîn-ayniyle görülür) cinsinden oluyor.
Şühudî tevhit, bizim tarikat yolumuzda bir zarurettir. Halis
fenayı bulmak ancak bu tevhitle gerçekleşebilir. (Aynel-yakîn)
onsuz ele geçmez. Zira (Bir) olanı görmek, onun istilâsı
zamanında O'nun (mâsiva-mahlûklar âlemi)ni görmemek gibi bir
netice doğurur ve bu yüzden müthîş ayak sürçmelerine yol açılır.
Vücûdî tevhit zarurî değildir. (Đlmel-yakîn) onsuz hasıl
olabilir. Yine (ilmel-yakîn) O'nun (mâsiva)sının yok bilinmesini
şart koşmaz. Meselâ bir insan güneşin vücudunu görse, bu
görüşün kendisini istilâ etmesi, öbür yıldızların yok bilinmesini
gerektirmez. Fakat güneşi gören, elbette yıldızlan görmek
istemez ve görmez. Amma bilir ki, yıldızlar yok değildir, vardır,
sadece gizlenmiş ve güneşin nur şaşaası altında mağlûp hale
gelmişlerdir. Böyle bir ânda yıldızların vücudunu nefyetmek,
inkâr makamında kalmaktan başka bir şey olmaz. Đşte bu
bakımdan, Allahın (mâsiva)sını nefyetmekten ibaret olan vücudî
tevhit, akla ve Şeriate muhaliftir.
Şühudî tevhitde, yâni her şeyde (Bir) olan müessiri,
müessir olarak görmekte, akıl ve Şeriate hiç bir aykırılık yoktur.
Şunun gibi ki, güneş doğarken yıldızlan yok bilmek, hakikate zıd
durmaktan başka bir şey değilken, o ânda yıldızları sadece
görmemek ve görmek istememekte, doğruluk ve iyilikten başka
ne olabilir.
Vücudî tevhidin insana verdiği baş dönmesi ve sarhoşluk,
hakikatte gözün kararması ve her nisbet ölçüsünü kaybetmesidir.
Bu vaziyete düşen insan, Şeriatin zahirine muhalif sözler etmeğe
başlar. Bir çoklan vücudî tevhide mağlup olmuşlar ve gerçek
kemâli hiç bir bakımdan zedelemesine imkân bulunmayan Şeriatin
zahirini zedeleyici edalar takınmışlardır.
Mansur (Hallac)ın "Hak benim!" ve Bayezid (Besta-
mî)nin "Sübhan benim!" gibi sözleri, işte bu halden gelir. "Hak
benim" sözünün gerçek mâna ve hikmeti, "Hakdır, ben değilim"
demek isterken, Mansur kendini göremediği için bu hikmeti
böylece yerine getiremedi ve sarhoşluktan "Hak benim!" dedi. Bir
insan ki, hem kendisini görür, hem de "Hak benim!" der, onunki
sadece ve bütün şiddetiyle küfürdür. Fakat Mansur ve Bayezid'lar
mevkiindeki insanlar hayret makamında eridikleri için o ânda
kendilerinden hüküm sukut etmiştir. Mazurdurlar. Bayezid'in
"Sübhan benim!" sözü de yine hakikatte (Sübhan)ı tenzihtir;
kendisini, kendi nefsini tenzih değil... Bayezid bunu, kendini
kaybettiği ve bir türlü bulamadığı için böyle söylüyor. Ona da bu
manevî sarhoşluk halinden dolayı bir hüküm terettüp etmez.
Fakat en basit ve umumî mânada bu sözleri kıyaslar âlemine çekip
taklit ve müdafaa edenler, derhal küfüre düşerler. Büyük kemâl
yolunun büyük kahramanları ise, bu makamlardan ileriye geçip
(Hakkelyakîn-bizzat onu onunla görmek ve onda yok olmak)
makamına varınca böyle kelimelerden hiç birini kullanmazlar,
onlardan çok çekinirler ve itidal terazisinin muvazenesini daima
muhafaza ederler.
Zamanımızda Sofi geçinenlerden bir çoğu, bilir bilmez,
vücudî tevhidi ortaya atıp ondan başka kemâl kabul etmezler;
böylece ilimde kalıp (Ayn)a eremezler; üstelik, vücudî tevhidin
manevi sarhoşluktan gelen kelimelerini kendi hayallerine nisbet
ederek, kendi nefs ve nevalarına göre lâf eder, dururlar. Bilmezler
ki, hayret ve ilim bir yerde toplanamaz. Belli olmuştur ki, vücudî
tevhit sahibi (Aynel-yakin)den hisse almamıştır. Halbuki şühudî
tevhit sahibi, hayret makamından terakki edip marifet makamı
olan (Hakkel-yakin)e erişince orada hayretle ilmin bir araya
geldiğini görürüz.
Bir misal daha: Rüyada kendisini padişah gören ve
padişahlık şartlarını nefsinde bulan, malûmdur ki, padişah değildir;
padişahın sadece misali suretini kendisinde bulmuştur. Halbuki
padişahlığın, misalî suretle hiç bir münasebeti mevcut değildir.
Ama bu hal, şühut yolundan, yâni misali suretlerden toplanacak
mâna ve delâlet yolundan olur; ve o şahıs, kendisini göre göre, ne
olduğunu ve olmadığını tanımakta devam eder ve yok sandığı
nefsinin anî tuzağına düşmekten korunursa, Allahın inayetiyle bir
gün gerçek padişahlığa erebilir. Olmak yolunda olmakla, bilfiil
olmak veya oldum sanmak arasında büyük fark vardır. Birçok
maden vardır ki, ayna olmaya istidatlıdır; ama tamamiyle ayna
haline gelmedikçe ele alınmaz ve içine aksedecek güzelliğin ne
olduğunu hayal ettiremez. Din ve tasavvufun en ince, en girift ve o
nisbette tehlikeli, çetin noktası işte budur. Bütün bu incelikleri,
nefslerine, keyiflerine, son derece dar ruh yuvalarına
sığdıramadıklan ve doğru bildikleri halde bu "doğru"yu
tamamlayıcı doğruya erişmedikleri için boyunlarını mukaddes
şeriat boyunduruğundan çözerler ve dalâlet çukurunda yatarlar.
Duamız, Allahın bizi kötü inanış şekillerinden
korumasıdır. Allahın selâmeti üzerimizde olsun.

Cilt: 1 - Mektup: 44

Đnsanoğlunun efendisi...
Kıyamete kadar insan yığınlarının doğru yol hedefi...
Başların ve sonların tacı...
Hakkın izniyle şefaat makamı...
Kıyamet günü Hamd sancağının taşıyıcısı...
Allahın Sevgilisi...
Nebiler zincirinin tamamlayıcı halkası...
Evet, o, Hazreti Âdem evlâdının efendisi ve sığmağıdır.
Allah nebilerinin ümmet bakımından da en zengin olanıdır. Haşir
günü, mezarlar yarıldığı zaman, hepsinden evvel onunki
şakkolacaktır. O andan itibaren günahkârlar, haşirleriyle beraber
şefaatçılarına maliktirler. Cennet kapısını evvelâ o çalacaktır ve
Allah, evvelâ ona kapıyı açacaktır. Ellerinde taşıyacakların Hamd
sancağının altında Hazreti Adem'den başlayarak bütün nebiler
huzura kavuşacaklardır.
O, o Peygamberdir ki, buyurdular:
«- Dünyada bağlıların sonu ve âhirette ihsan
göreceklerin başı biziz! Ben tefahür için söz söylemem!
Âlemlerin Rabbinin Sevgilisi ve peygamberlik atlılarının baş
süvarisi benim! Peygamberlik bende nihayet bulur ve bunları
tefahür için söylemem! Đsmim M……d ve babamın ismi Abdullah
ve ceddimin ismi Abdülmuttalip'tir.
Allah dünyayı yarattığı zaman, beni onun hayırlısı kıldı
ve mahlûklarını iki fırkaya bölüp bana hayırlıların fırkasını
bağladı. Sonra insanları binbir kabileye ayırdı ve beni hayırlıların
kabilesinden eyledi. Sonra onlara birçok evler ve mekânlar
verdi ve beni evlerin ve mekânların en hayırlısına emânet etti.
Ben, her cihetten ve her noktadan en hayırlıyım. Mahşer günü
ben, bütün mahlûklardan evvel zuhur ederim. Mahşer arsasında
toplananların mânada yol göstericisi ve rehberi benim. Tekrar
dirilmenin korkunç gününde, insanlar söz söylemeğe kudret
göstermiyecekleri zaman, ben, şefaat için koşacak olanım...
Durak noktasının dehşet saçan caddesinde bütün mustariplerin
şefaatçisi, ellerinden tutucusu, kurtuluş müjdecisi, benim...
Cennet kapılarının anahtarları elime teslim edilecektir. Kıyam
saati Hamd Livasının altında, benim himaye kanadım
açılacaktır.
Allah dergâhında zatiyle ve sıfatiyle insanoğlunun en
şereflisi, benim... Cennet bahçelerinin hücrelerindeki ince
endamları berrak ve saf hizmet ediciler benim vücut evimi Ka'be
gibi tavaf edeceklerdir. Kıyamet günü, şüphesizdir ki, nebîler
cemaatinin imamı ve şefaat minberinin hatibi, benim... Ve bütün
bunlardan tefahür etmem, gurur duymam...»

Şüphesizdir ki, hilkatin gaye illeti olan (Selât ve Selâmın


sahibi yaratılacak olmasaydı, Allah, bu dünya ve kâinatı
yokluğun karanlığından, icad meydanının ışığına çıkarmazdı,
Yaradıcı rübubiyet sırrını açığa vurmazdı.
Đşte Beşeriyetin Efendisini tasdik ve kabul etmiş
olanlardır ki, ümmetlerin en hayırlısıdır; onu tasdik ve kabul
etmeyenler de insanoğlunun en beterleridir.
Cihanda herşey, herşeyin kurtuluş ve ebedî saadete eriş
dâvasında O'nu tasdik ve kabule mahkûm... Bu itikat noktası bir
kere yerine geldikten sonra, insan, Đslâm yolunda gerçek bir
devlet sahibine rast gelip, Büyükler Büyüğünün Sünnetine,
Şeriatına davet edilince iyiliği ve ameli ne kadar az olsa da, azı
çoğa ve yoku vara ulaştırır.
Đnad ve inkâr ehlinin istilâsı vaktinde, bağlılığın en
küçüğü bile kazançların en büyüğünü seçer. Âlemlerin Rabbinin
Sevgilisine bağlı olanlar sevilmiş olmak mertebesine ererler;
bunun yanında sevmiş olmak mertebesi nerede kalır? Herkes bağlı
olduğu ruh ve maddeyi kimde görürse onu sever, münkirleri de
buna kıyas etmek ve aynı ölçüyle muhakeme etmek lâzımdır.

Selâm, Kıyamet gününe kadar bütün kâinatın bağlısına


olsun!..

Cilt: 1 - Mektup: 46

Allah Resulünün Haktan getirdiği ve bildirdiği şeylerin


hepsi, bütün halinde bedahet ifade eder ve hiçbir delile muhtaç
değildir. Allahın vücudu, birliği ve Peygamberinin doğruluğu
idrak kuvvetinin manevî marazlardan ve kötü illetlerden uzak
olduğu nisbette bedahete yaklaşır. Bedahete yaklaştıkça da fikir ve
delil kıymetten düşer, lüzumsuzlasın Đdrak kuvvetinde fikir, nazar,
delil ve isbat, ancak illetin vücudu ve marazın tezahürü
zamanında olabilir.
Kalbdeki marazın ve gözdeki lekenin silinmesinden
sonraysa, bedahet ve açıklıktan başka hiçbir şey kalmaz. Meselâ
safravî olan bir kimse için, bu illet zamanında, bazı nebatların
tatlı olması, ancak delile muhtaç bir hâdisedir. Fakat illet geçince,
hiç de böyle olmaz. Netekim, biri iki gören bir şaşının hali,
mazeret ifade etmez mi? Anlaşılıyor ki, delil yoluyla gelen bir
inanış hem çok zor, hem de büyük feyzden mahrum bir oluştur.
Onun içindir ki, kemâlli iman mevzuunda, kalbdeki marazın
giderilmesi başlıca dâvadır.

Cilt: 1 - Mektup: 47

Devlet reisinin halka nisbeti, kalbin bedene nisbeti


gibidir. Eğer kalb salâhta olursa vücut da salâhta olur. Eğer kalb
fesatta olursa, vücut da fesatta... Devlet reisinin iyiliği âlemin
iyiliği, kötülüğü de âlemin kötülüğüdür. Geçmiş devirlerde
Müslümanların başına neler geldiğini bilmezler mi? Đlk ve Đslâmın
henüz meydana hâkim bulunmadığı devirlerde bile, zaaf bu
dereceden fazla değildi. O zamanlar Müslümanlar kendi dinleri,
kâfirler de kendi âyinleri üzerindeydi. Küfürdekiler, küfür
hükümlerini açıkça yerine getirirken, Müslümanlar, Đslâmlık
kanunlarını belirtmekten âcizdiler. Allahın Sevgilisini tasdik edenler
zelîl ve hakîr, inkâr edenler de izzet ve itibar mevkiindeydi.
Dünyaya bağlı din âlimlerinin sohbetleri öldürücü zehir,
fesatları da sari hastalıktır. Eski devirlerde meydana gelen her belâ,
bunların şeameti yüzünden oldu ve iş başındakileri bunlar yoldan
çıkardı. Dalâlet yoluna sapan yetmiş iki milletin rehberleri hep
bu türlü kötü yol âlimleridir. Bu zamanın sofi görünen cahilleri de
bu kötülük âlimleri mevkiinde... Fesatları ise iradeli ve kasıtlı
fesattır.
Ve yol, Âlemlerin Fahrinin tebliğ ettiği, Şeriate bütün
saffet ve asliyetiyle uymaktan ibarettir.
Cilt: 1 - Mektup: 48

Kıyamette Şeriatten sorulur, tasavvuftan sorulmaz. Ebedî


hayata giriş ve azaptan kurtuluş, Şeriatın icrasına bağlıdır.
Kâinatın ruhu olan bütün peygamberler, insanları Şeriata davet
ettiler. Kurtuluş sadece Şeriattedir; ve peygamberlerin
gönderilmesinden gaye, kurtuluş çaresi olan Şeriatlerin
bildirilmesidir.
Hususiyle Đslâmlığın harap bir devrinde, Allah yolunda,
hazineler dolusu altın sarfedip muhtaçlara bakmak, Şeriat
meselelerinden bir tanesine revaç vermekten çok daha hafif kalır.
Zira bu fiil, Mahlûkların Fahri olan Peygambere bağlanmayı
gerektirir. Şeriat nefse zıt olarak gelmiştir; Şeriatın icrasında nefse
muhalefet vardır. Đnsan, nefsinin de arzusuyla malından birçok şey
verebilir; fakat bu Şeriatın teyit ve tervici için yapılan
fedakârlığa benzeyemez.

Cilt: 1 - Mektup: 49

Şeyh Feride öğüddür ki; dış saadet, (Salât ve Selâm)ın


Sahibinin Şeriatiyle zahirinizin pırıldamasıdır. Đç devlet ve
saadetse, Allahın (Masiva-mahlûklar âlemi)ne giriftarlıktan
içinizin kurtulması...
Bu iki nailiyetle müşerref olan, kurtulmuştur. Söylenecek
başka bir söz de yoktur.
Cilt: 1 - Mektup: 50

Allah bizi, mâsiva âlemine bağlanmaktan azad ve yalnız


kendisine bağlayarak ihya etsin; Beşeriyetin Efendisi'nin
hürmetine... Dünyanın zahiri lezzetli ve çehresi dışardan
taravetlidir. Ama hakikatte bir zehirdir ki, katil; ve bir metadır ki
bâtıldır. Bütün bu tadların altında ve içinde yalnız acılık vardır.
Akıllı, sonu ve temeli olmayan bu fesat dairesinin dışına
çıkan ve gerçek kurtuluşa yol arayandır. Zenginlerden biri bütün
servetinin dünyada en akıllı adama verilmesini vasiyet etse, onu
dünyaya ve servete hiçbir rağbeti olmayan bir zahide vermek
icap ederdi.
Akıl, fâni olana, geçiciye ve temelsize rağbetsizlik
idrâkinden başka ne olabilir?
Vesselam...

Cilt: 1 - Mektup: 51

Müslümanların bu dalâlet girdabından kurtuluş ümidi,


beşeriyetin en hayırlısı'nın çatısı altında bulunanları yüzdüren
gemidedir. Himmet ve gayretler içinde en üstünü bu azim
saadeti ele almaktadır.
Cilt: 1 - Mektup: 52

Đnsanda (Nefs-i Emmâre) ilk haliyle, daima mevki ve


riyaset dâvasında ve benzerlerinden üstün olmak himmet ve
gayretindedir. Her ân istediği şeyse, bütün mahlukların
kendisine muhtaç olması ve emirleriyle yasaklarına baş
kesmesidir. O, kendisinin hiç kimseye muhtaç ve müftehir
olmasını kabul etmez. Bu, Ülûhiyet davasından başka bir şey
değildir ve Allahla şeriklik iddiasıdır. Hattâ (Emmârelik)
vasfındaki nefs -ki bütün saadetlerden uzaktır- Allahla şirketi
bile kabul etmez. Onun da hâkimi olmak; var ve yok ne varsa,
kendisinin mahkûmu görmek ister. Bundan dolayıdır ki, Allah
düşmanı nefse, en haris olduğu mevki ve riyaset yolunda imdat
ederek kuvvet vermek, kendi kendisini mahv ve izmihlale
atmaktır.
Allahın lanet ve buğz hedefi olan dünya, nefsi
beslemekte ve alabildiğine hırs yolunda koşturmakta birebirdir.
Fakr, Peygamberler Peygamberinin fahridir. Đyice
anlaşılması gereken bu fakr ise, nefsin nâmurat olması,
dileklerinden hiç birine erememesinden başka bir şey değildir.

Peygamberler Peygamberinin fakri, nefsin acze ulaştırılmasıdır.


Zaten nebilerin gönderilmesinde ve insanların Şeriatle mükellef
tutulmasındaki hikmet, nefsin taciz ve tahribidir. Şeriatler, nefs
hevâ ve hevesinin defi içindir. Đnsan Şeriate bağlandığı nisbette
nefsaniyetten uzaklaşır ve Şeriate olan alâkasının kemâli
kadar nefsi zevale uğratır.
Şunu da bilmek lâzım gelir ki, Şeriate uygun olmıyan ve
sözde nefsin kırılmasını gaye edinen bazı mücahede ve
riyazetler, nefsi kırmak yerine kuvvetlendirir. Şeriat, o ince sırlar
manzumesidir ki, hiç bir şey ona mutabık olmadıkça aslî
gayesini bulamaz. Nitekim bir takım Hintliler riyazet ve
mücahedede hiç kusur etmezler; fakat nefslerinin
kuvvetlenmesinden başka da hiç bir şey elde edemezler.
Meselâ, zekât olarak bir dirhem vermek, kendi nefs ve
arzusiyle bin altın vermekten üstündür ve nefsi tahripte
faydalıdır. Zira onu emreden, insanın kalbi değil, Şeriattir. Ve
bayram günü Şeriat emriyle yemek yemek yıllarca nafile orucu
tutmaktan menfaatlidir. Ve yerine getirmek emeliyle iki rekât
sabah namazını cemaatle kılmak, bir yıl nafile namazından
faziletlidir.
Her şeyden evvel bu müthiş illetin şifaya
kavuşturulması fikri, nefs ebedî Ölüme varıncaya kadar
zaruridir. Tevhit kelimesi, nefsin temizlenmesi ve Hakka baş
kesmesi için gelmiştir. Bütün büyükler nefsi kırmak
mevzuunda hep bu kelimeden faydalandılar. Nefsin her
serkeşliğinde Tevhit Kelimesine sarılarak imanı tazelemek
lâzımdır. Bu hususta Peygamberler Peygamberinin açık bir
emirleri de vardır:

" Đmanınızı, Allahtan başka Allah yoktur diyerek


yenileyiniz!.."

Tevhit Kelimesinin boyuna tekrarı, nefsi bağ üstüne


bağla bağlar.

Yine Hadiste buyurulmuştur ki:


" Arzı ve semaları bir kefeye, Tevhit Kelimesini de bir
kefeye koysalar, o kelimenin bulunduğu kefe ağır gelir."

Yol, ona bağlı olan yoldur.


Cilt: 1 - Mektup: 53

Zamanın padişahı, gönlünde yatan müslümanlık


şevkinden dolayı bizden şunu istediler:
- Din âlimlerinden bana dört şahıs bulunuz ki, onlara
şer'i meseleleri danışabileyim... Tâ ki işlerde Şeriate aykırı bir
şey olmasın...
Hamdler olsun; müslümanlara bundan daha yüksek bir
beşaret olabilir mi?
Lâkin şunu iyice bellemek lâzımdır ki, Şeriatı terviç ve
milleti teyidden başka dileği olmayan din âlimleri, asrımızda azın
azı vaziyetindedir. Mevkî ve şeref hırsı mevcut oldukça,
âlimlerden kim olsa bir tarafı tutup kendi fazilet ve üstünlüğünü
belirtmek isteyecektir. Böylece ihtilâf çoğalacak ve zamanın
hükümdarına yaranmak kaygısiyle din zarar görecektir. Geçmiş
devirlerde âlemi belâya uğratan, âlimler arasındaki ihtilâftan
başka bir şey olmadı. Bu gibilerin arasında sohbet zuhur eder
etmez dini tahribe vasıta olanlar peydahlanır. Allah bizi kötü
âlimlerin şerrinden korusun!..

Eğer bir ilim adamını bu ölçüye göre seçerlerse pek güzel olur.
Ve eğer âhiret âlimlerinden seçerlerse onun sohbeti ayniyle şifa
ve çaredir. Böylesini bulamazlarsa yine ana ölçüyü elden
bırakmayıp seçeceklerini ona tatbik etmelidirler.
Bilmem ki, ne söyliyeyim?
Đnsanların kurtuluşu din âlimlerinin varlığına bağlı
olduğu kadar, uçuruma yuvarlanışı da yine onların yüzündendir.
Âlimlerin iyisi her şeyin en iyisi; kötüsü de her şeyin en
kötüsüdür. Allah, kurtuluş veya mahvoluşu onlara bağlamıştır.
Azizlerden biri, şeytanı, şu sözü söylerken gördü:
- Zamanın âlimleri bizim yolumuzda yeter derecede
dalâlet vasıtası olmuştur!
Bu mânaları kendime saadet vesilesi bildiğim içindir ki,
sizi rahatsız ettim.
Selâmet niyaz ederim.
Cilt: 1 - Mektup: 54

Dileğim odur ki, Allah sizi dünya ve ahirette el atmaya


değmeyen şeylerden muhafaza etsin!
Yakından bilelim: Bid'at sahibinin fesadı küfürdekilerin
bile fesadından ziyadedir. Bütün bid'at ehli fırkaları içinde en
beteri öyle bir cemaattir ki, Peygamberlerin Sahabilerine karşı
kin ve garez güderler. Allah, Kitabında bunları "kâfirler" diye
isimlendirmiştir. Kur'an ve Şeriatı sahâbiler tebliğ etmişlerdir.
Eğer onlara kin ve garez gütmek mümkün olsaydı Kur'an ve
şeriatın de böyle bir kin ve gareze hedef olması lâzım gelirdi.
Kuranın cemedicisi Hazreti Osman’dır. Eğer Hazreti
Osman’a taan edilebilirse Kurana da taan edilebilir demektir.
Sahâbiler arasında olan ihtilâf ve kavga, nefs hevâsına
bağlanamaz. Hazreti Âli ve Muaviye meselesinde, mutlaka
müminlerin emiri hak yolunda ve muhalifi de hata üstündeydi.
Fakat bu hata içtihat hatasıdır ve asla kötülüğe gidemez.

Hattâ bu yanlışlık, neticede pişmanlık ve ıstırabı doğurmakta da


âmil olur ki, bundan da hata edene ait bir sevap payı doğar.
Muaviye'nin oğlu Yezid, Sahabilerden değildir. Bu
betbahta, betbahtlığında rakip olacak kimse düşünülemez. O
kadar ki, onun âlet olduğu betbahtlığa bir kâfir bile cesaret
edemez. Fakat onun gibi bir insanı lânetlemekte bile Sünnet Ehli
âlimlerinin tereddüd etmesi, ondan razı oldukları için değil,
sadece kendisinin tövbe ve Hakka yöneliş ihtimalini hesab
ettikleri içindir.
Allah bizi rızasının yolundan ayırmasın.
Cilt: 1 - Mektup: 59

Kurtuluş, Sünnet ve Cemaat Ehli yolunun dışında tasavvur


edilemez. Đhlâs ise Sofilerin yolundadır. Đnsana, sonsuz kurtuluş
için üç şey lâzımdır: Đlim, amel, ihlâs... Đlim iki kısımdır: Birisi
amel ve vazifelere ait ilim ki, fıkıh onu tekeffül eder. Đkincisi de,
itikatta kurtuluş fırkasının bağlı olduğu iman manzumesine ait
ilim... Bu yoldan karınca başı kadar ayrılmak, tehlikedir. Bu
hakikat, bize apaçık keşf ve dosdoğru ilham yoluyla da
belirmiştir.
Saadet onlara ki, yolları kurtuluş zümresinin ayak izleridir.
Felâket onlara ki, bu zümrenin içinden kaymışlar, dalâlete
düşmüşler ve Allahın rûyet ve müşahedesiyle, Resulünün
şefaatini inkâr etmişlerdir. Böylelerine, Peygamberin sohbetindeki
fazilet ve Sahabîlik rütbesindeki büyüklük, gizli kalmıştır.

Bütün Sahabîler müttefiktir ki, Sahabîler içinde en yükseği


Hazreti Ebu Bekir'dir.
Allah Resulünün evlatları da Nuh'un gemisine benzer;
içine atlıyan kurtulmuş ve dışında kalan helake kavuşmuştur.
Arifler, Allah Resulünün, Sahabîlerini yıldızlara
benzettiğini söylemişlerdir. Bunda "Beyt Ehli"nin de Nuh'un
gemisine benzetildiğine bir işaret vardır. Gemiye binenin, yolu
bulmak için mutlaka yıldızlara dikkat ve onların hükümlerine
riâyet etmesi lâzımdır. Sahabiler bir bütündür. Bazısı inkâr ve
bazısı kabul olunamaz. Onlardan bir kısmını inkâr, hepsini
inkârdır. Zira onlar, Beşerin En Hayırlısı'nın sohbetinde
müşterektirler. Sohbetin fazileti ise, bütün faziletler ve
kemâllerin üstündedir. Onun içindir ki, Veysel karâni,
Sahabilerden sonra gelenlerin en yükseği olduğu halde, sırf
Peygamberler Peygamberini göziyle görmediği ve sohbetine nail
olamadığı için, Sahabîlikte en aşağı olan zatın derecesinden bile
aşağıda kalmıştır. Sahabîlerin, sohbetteki bereket ve vahyin
nüzuliyle imanları şühudîlik mertebesine ulaşmıştır.
Sahabîlerden sonra bu rütbeye, şühudî iman rütbesine hiç
bir fert nail olamadı. Aralarındaki muhalefet sadece iyi niyet,
dâva ve hayır muradiyle olabilir. Heva ve cahillik dolayısiyle
olamaz. Onların arasında içtihadında hata edecek kimse
bulunursa, tıpkı sevap eden gibi sevaba nail olur. Đşte Sünnet ve
Cemaat Ehlinin ifrat ile tefrit arasında seçtikleri orta yol budur.

Cilt: 1 - Mektup: 61

Allah bize, kendisini dilemek yolunda terakki ihsan


etsin... Ve dileğimizin yerine gelmesine engel olacak her ne
varsa ondan sakınmak nasib etsin...
Şunu bilelim ki, dilemek, istemek, dilenen ve istenen
şeyin meydana geleceğine ait bir müjdedir ve murada ermenin
bir başlangıcıdır.
Bir aziz şöyle buyuruyor:
- Đsteğin yoksa, isteğin meydana gelmesini iste!

Gerçekten, istek büyük bir devlettir, bir nimettir. Bu


harareti bürudetten sakınmak için elimizden ne gelirse yapalım!
Bu, böylece, kâmil bir mürşide varıncaya kadar devam
edecektir. Kâmil mürşide rast gelinince de yapılacak iş,
gasledicinin elindeki ölü gibi kendisini ona bırakmaktır.

Đlk fâni oluş, mürşitte, şeyhte fâni oluştur. Bu fâni oluş, fâni
oluşun tek gayesi olan Allahta fâni oluşun vesilesidir.
Böyle bir mürşidin huzuru, insan için ne mikyasta
devletse, kendisini şeyh sanan, satan ve şeyhlik postuna kurulan
bir nakısa bağlanmak da o nisbette büyük bir hüsrandır.
Cilt: 1 - Mektup: 63

Peygamberler (salât ve selâm onlara olsun) dinin esasında


müşterektirler. Ayrılıkları, esası değil, fer'i hususlardadır.
Alem, Peygamberlerin vasıta oluşuyle kurtuluşa erdi ve
ebedî hüsrandan kurtuldu. Eğer Peygamberler olmasaydı, her
şeyden ve her ihtiyaçtan münezzeh olan Hak, âleme kendi zat ve
sıfatlarından haber vermez, kendisine giden yolu bildirmez ve
kimse onu bilmezdi. Böylece Hak, kullarına, sırf onların
menfaati için biçtiği emirleri ve yasaklan göstermezdi. Allahın
razı olduğu şeyler de, razı olmadıklarından ayırt edilemezdi.
Şimdi düşünülsün, bu azim nimetin teşekkürünü hangi
lisan ifade edebilir; böyle bir işe kimin gücü yetebilir?
Dediğimiz gibi, bütün Peygamberler, dinin usul ve
esası üzerinde birdirler. Allahın zat ve sıfatlan, haşr,
Peygamberlerin gönderilmesi, meleklerin indirilmesi, vahiy,
ebedî Cennet saadeti, Cehennem felâketi gibi esasî meselelerde,
bütün Peygamberler, kelimesi kelimesine aynı nokta
üzerindedirler. Ayrılıkları yalnız teferruat sahasındadır.
Allah, her zaman için o zamana uygun hükümlerle bir
Peygamberini gönderdi. Şeriat hükümlerinde bazı icaplara göre
bazı ölçülerin Allah tarafından değiştirilmesi haktır, ve bazı
zamanlarda Şeriat sahibi bir Peygambere evvelki hükümleri
değiştirici hükümler geldiği çoktur; fakat daima son hükümle
değişen ve son Peygamberle en ileri şekline kavuşan Şeriat
ölçülerine karşılık, esas, bütün Peygamberler arasında daima
aynıdır, sabittir ve mahfuzdur.
Cilt: 1 - Mektup: 64

Dünyanın lezzet ve elemi iki türlüdür: Cismanî ve ruhanî


hasseler... Cismin lezzet aldığı herşey ruha elem verir. Cismin
elem duyduğu herşeyden de ruh lezzet bulur. Cisimle ruhun
birbirine ne kadar aykırı oldukları bundan bellidir.
Ruh, gitgide cismin makamına tenezzül eder, cisme
giriftar olur ve cismanîleşir. Böylece cismin lezzetleriyle lezzet ve
elemleriyle elem duymaya başlar ki, işte avamın ruh mertebesi
bu haldedir. Kuran'ın (esfeli safilin)e atıldığını bildirdiği insan, en
aşağı mertebesiyle bu makamdadır. Ruh, bu giriftarlıktan kurtulup
aslî vatanına dönmedikçe insan hep bu makamda kalır. Ruhun,
bazen, kendi elemini lezzet, lezzetini de elem sanması, hep bu
hastalık yüzündendir.
Aklın gayesi, bu hastalığın giderilmesi fikrine
ulaşmaktan başka bir şey değildir. Tâ ki, cisimle ruh arasındaki
muvâzene yerine gelsin ve ruh gerçek lezzetini bulsun.

Allahın, insanları ve cinleri sadece kendisine ibadet için


yarattığı, mutlak bir nastır. Đbadet ise tezellü ve inkisardan
ibarettir. Öyle ise insanın halkedilişinden murad, nefsinin
horluğudur. Hususiyle Müslümanlar için dünya, ancak kurtuluş
çarelerini düşündürmeğe yarayacak bir zindandır; zindanda zevk
ve eğlence istemek ise akıllıların kân değildir. Đnsan olana bu
dünyada mihnet ve meşakkatten başka çare yoktur.
Allah, bizim gibi tâkatsızlara bu mâna üzerine yolculuk ve
doğruculuk nasip etsin...
Cilt: 1 - Mektup: 65

Sadık Habercimiz, Kâinatın Fahri, Đslâmın başlangıcında


ve devamında gurbet hâli bulunduğunu bildirmişlerdir
Garip başladı, garip gidiyor ve garip gidecek.
Şimdi Đslâmın gurbeti öyle bir hâldedir ki, herkes
Đslâmlığa dil uzatmakta, Müslümanları hor görmekte, küfür
hükümlerini icra etmekte, toplantı yerlerinde küfür ehlini
alkışlamakta ve Müslümanlık hükümlerini yerine getirmekten
Müslümanları alıkoymaktadır.
Şeriatın îcrası cemiyet rehberlerine ait bir işken, şimdi
vaziyet tersine dönmüş ve muamelelerde inkılâp olmuştur.
Öyle bir vakitte yaşıyoruz ki, Đslâm gayreti başkalarına
cinnet gibi görünse de bizim şu mecnunluğu kabul etmemiz ve
ona göre savaşmamız lâzımdır. Böyle bir günde cihad, "Cihadı
Ekber"dir, ve küçücük bir amel ve bağlılığın hudutsuz ecri
vardır. Böyle bir günde söz ve fikir cihadı, her cihaddan
üstündür.

Yolumuzun Büyüğü buyurmuşlardır ki: - "Eğer ben şeyhlik


edecek olsam, âlemde hiç bir şeyh kendisine mürid
bulamazdı. Fakat bize başka bir iş ve dâva ferman
olunmuştur. Bizim vazifemiz, Şeriatın teyid ve
tervicinden ibarettir."

Akranı arasında Đslâmın azametini üstünlükle temsil


edenlere düşen borç, hiç değilse küfür ehlinin Đslâm
vatanında yayılan fikir ve görüşlerini yıkmaktır
Cilt: 1 - Mektup: 66

Nakşibend Hazretleri buyurdular:

"Biz, sonu başa getirdik!.."

Evet, bu yolun başı, öbür yolların sonudur. Zira


Sahabiler yolu, bu yol... Kâinatın Efendisinden sohbet yoluyla
nur alanlara ayak uyduranlar, elbette ki, onların kemâlinden bir
zerre kapar. Onun içindir ki, bu silsileye "Altun Kol" denildi; ve
yine onun içindir ki, bu yolun başka yollara nisbetle üstünlüğü,
Sahabiler asrının başka asırlara nisbetle üstünlüğüne benzedi.

Cilt: 1 - Mektup: 68

Zenginler için tevazu ve alçak gönüllülük ne kadar yakışıklı bir


işse, fakirler için de istiğna ve ihtiyaçsızlık ifadesi öyledir. Zira
ilâç ve tedbir daima hâdiselerin zıddıyledir.
Bu yolda edebe riayetsiz hizmetin faydası yoktur.
Dikkat edilecek en ince nokta, tekebbürden kaçmaktır.
Allahın Resulü:
- "Mütekebbirlere tekebbür sadakadır!"
Buyurdular.

Şahı Nakşibend hakkında birisi, "Mütekebbirdir!"


deyince, Yolumuzun Büyüğü, hakkındaki ittihama karşı
şöyle cevap verdi:
- Benim tekebbürüm, Allahın büyüklüğünden gelir...

Dâva, büyüklüğü nefse bağlamamaktadır. Aynı


zamanda bunların aksini göstermek için kendisini zillet ve hor-
luğa mahkûm etmek de caiz değildir. Her şey itidal ve derece
sırrında toplanıyor.
Cilt: 1 - Mektup: 70

Đnsanda bütün "esma" ve "sıfat"ın topluluğu, büyük


kemâle yakınlık sebebi olduğu kadar uzaklık sebebidir.
Đnsandaki bütün "esma" ve "sıfat"a ve belki Zatî
Tecelli'nin zuhuruna olan kabiliyettir ki, onu, müsbet veya menfî
oluşların birbirine zıt iki kutbu arasında bulunduruyor.
"Arz ve semaya sığmadım; lâkin mümin kulumun
kalbine sığdım."
Mealindeki Kutsî Hadîs, bu sırdan bir nişanedir. Đnsanın
bütün eşya ve hâdiselere toplu olarak giriftarlığıdır ki, iyiyi ve
kötüyü de topyekûn hâmil olmasını veya (iyi)de, yahut (kötü)de
yol almasını gerektirmektedir. Neticede, varlık âleminin en üstün
unsuru insan, en alçak unsuru da yine insandır. Unutmayalım
ki, Kâinatın Mefhari olan zat, insan, onun karşısındaki inkâr ve
küfür örneği Ebucehil de yine insandır.
Đnsan bütün giriftarlıklardan kurtulmadan giriftarlığın
aslî gayesi olan Allahın giriftarlığına nail olamaz.

Allahın giriftarlığından başka giriftarlık ise, harab olmaktan başka


bir şey değildir. Birkaç günlük ömrün fâni lezzetleri uğrunda
ebedî hayat ve kurtuluşu feda etmek, nefse çok giran gelen bu
mânayı anlayamamak, reva mıdır?
Ebediyen nail olmanın yolu da, birkaç gün için mahrum
olmaktan başka bir şey değildir.
Cilt: 1 - Mektup: 71

Nimetin sahibine karşı nimet görücünün teşekkürü şer'an


ve aklen vaciptir. Şükrün vacipliği, nimetin derecesi nisbetinde
yükselir. Fakirlere nisbetle zenginlerin şükür borcu, zenginlerin
ruhunda pek büyük bir çile teşkil etmelidir. Yoksa fakirlere, kendi
şükür borcunun zenginden eksik olduğu fikri gelemez.
Müslümanların fakirleri Cennete, zenginlerinden evvel
gidecektir.
Şükrün usûlü, Sünnet ve Cemaat Ehlinin anlayışına göre
evvelâ itikadını tashihle başlar. Sonra aynı kurtuluş cemaatinin
tarzına göre amelle devam eder. Ondan sonra da batınî feyz
yolunda nefsin tasfiyesi ve tezkiyesine...
Şu ciheti kaydetmek lâzımdır ki, güya nefsin tasfiye ve
tezkiyesini elde etmek gayesiyle girişilen nefs işkenceleri ve
şiddetli riyazet ve mücahedeler, Şeriatın tesbit ettiği itidal
derecesini aşar aşmaz, hemen günah ve suç sahasına girer ve
maksada hizmet yerine, maksadı tahrip etmeğe yarar.
Cilt: 1 - Mektup: 72

Din ve dünyanın bir arada cem'ine çalışmak, iki zıddı


cem'e çalışmak olur. Ahiret isteklisine mutlaka dünya isteğini
bırakmak lâzımdır. Fakat bu devirde dünya terkinin hakikatine
ulaşmak mümkün değildir. Böyle olunca dünya terkini bir hüküm
ve itikad işi olarak muhafaza etmek lâzım gelir. Dünyanın
hüküm ve itikadda terki, dünya işlerinde Şeriat ölçüsüne göre
hadler ve alâkalar muhafaza edip onu aşmamaya çalışmaktan
ibarettir.
Dünya alâkası Şeriat hududu içinde çerçeveli kalacak
olursa, dünyanın mazarratından kurtuluş hasıl olur. Đslâmın
dünya alâkası, onun, ancak Ahirete ekim sahası teşkil etmesi ve
ebedî kurtuluşun yolunu aramaya bir vesile zemini açması
bakımından olabilir; ve bu ölçüyle dünya alâkası ne kadar fazla
olursa olsun, hakikatte dünya hesabına menfî ve Ahiret hesabına
müsbet bir netice doğurur.

Cilt: 1 - Mektup: 74

Dünya Allahın buğz hedefidir. Allah indinde dünyanın


kadr ve itibarı yoktur. Bunun içindir ki, kula düşen, dünyanın
yokluğunu varlığına tercihtir. Dünyanın vefasızlığındaki dehşet ve
zevâlindeki sürat her akıllı ve hassas insanın gördüğü bedahettir.
Cilt: 1 - Mektup: 77

Allaha, yalnız Allah için ibadet ne zaman müyesser olur?


Evet, sual budur ve bundan başka sual yoktur.
Allaha, yalnız Allah için ibadet, (Masiva-mahlûklar âlemi
ve dış plâniyle kâinat)tan tam bir kurtuluş nasib olduğu ve
Allahtan gayrısına teveccüh kıblesi kalmadığı zaman müyesser
olur. Bu, öyle bir mertebe ve hâldir ki, onda, Allahın ihsan ve
nimetlerinden mahrum bırakış ve ezaları, birbirine müsavidir. Hattâ
bu makamın başlangıcında, Allahın ezası, nimetinden daha güzel
görünür. Öyle ki, Allahtan ne gelirse, güzel ve yakışık alan, o olur.
Bir ibadet ki, içinde herhangi bir menfaat ve emel bulunur, o şahsın
kendi kurtuluş ve saadetini hedef tuttuğu ibadettir; ve Allaha,
yalnız Allah için ibadetten hudutsuz uzaktır. Her türlü emel ve
kasttan geçip Allahtan başka murat sahibi olmamanın devleti, her
şeyde mutlak fâniliği bulmak ve her şeyde fanî olmakla
mümkündür. Onun yolu da Peygamber Peygamberinin Şeriatine
tam ve derinden bir bağlılıkla açılabilir.

Her Nebînin Şeriatine göre o Nebînin yolunda bir velayet tarz ve


mizacı bulunduğu malûmdur. Peygamberler Peygamberine bağlı
olan velayetin ruhu da, topyekûn Allaha bağlı olmak ve Allahtan
başka her şeyden geçmekle hulâsa edilebilir.
"Allahtan başka her şeyden geçmek..."

Bu, o kadar ince ve girift bir meseledir ki, bütün bir ömür
boyunca izaha çalışılsa yine derinliğine nüfuz edilemez.
Allahtan başka her şeyden geçmenin kadrosu içinde, nefse
bir haz payı veren, iyi ve kötü ne kadar iş varsa hepsi birden
toplanmıştır. Cennet ve ebedî saadet isteği. Allahın rızasına bağlı
bir gaye olduğu halde, Allahtan başka murad sahibi olmamanın
karşısında bu istek de müflistir. Nefs namazdan ve oruçtan
hazzetmeye ve bunlardan bir pay almaya başlarsa bu duygu da
büyük gayeye zıdlaşır.
Allahı, yalnız Allah için istemek ve Allaha, yalnız Allah için
tapmak...
Gaye budur!..
Cilt: 1 - Mektup: 79

Allahın Son Resulü, bütün isim ve sıfat kemâllerinin


hepsini üzerinde toplamıştır; ve itidal haddi içinde hepsinin
mazharıdır. Ona nazil olan Kitap da, kendisinden evvelki
Peygamberlere indirilen bütün semavî kitapların özüdür. Ve
yine, o Kâinat Efendisinin Şeriati evvelki Şeriatlerin züpdesidir;
bu şeriatte evvelki şeriatlerin amellerinden başka, meleklerin
bazı amellerinden de seçilenler vardır. Zira bazı melekler rükû,
bazıları sücud, bazıları da kıyam ile memurdurlar. Bu Şeriati
tasdik ve gereğince amel, bütün Şeriatleri tasdik ve gerekler-
ince ameldir. Bu Şeriati inkâr bütün Şeriatleri inkâr; ve o Kâinat
Efendisini kabul etmemek, bütün isim ve sıfat kemâllerinin
hepsini reddetmektir. Bu da küfür uçurumunun son
merhalesidir.
Cilt: 1 - Mektup: 80
Allah bize, nurların nurunun açtığı Şeriat caddesinde kadar
sağa sola sekmeden dosdoğru bir istikâmet nasib etsin!
Meşhur mısra:

"Đş budur ve gerisi Hiç'dir."

Đslâmın 73 fırkaya ayrıldığını görüyoruz. Bu fırkalardan


her biri Şeriate yalnız kendisinin uygun olduğu iddiasındadır.
Fakat Habercilerin En Doğrucusunun kurtuluş fırkası üzerinde
işaret buyurdukları bir delil vardır.
- "Kurtuluş fırkasının kadrosu içindekiler, şunlardır ki,
tek yol üzerindedirler... Ben de o yol üzerindeyim. Sahabîlerim
de o yol üzerindedir."

Şeriat Sahibinin, o yol üzerinde mukaddes varlıklarını


bildirmeleri yeterken, buna bir de Sahabîlerini ilâve buyurmaları
kurtuluş yolunun kütle ifadesiyle ancak Sahabîlerin yolu
olduğunu anlatmak istedikleri içindir.

Allah, bizzat:
"Resule itaat, Allaha itaattir!"
Buyurduğuna göre, Resulünün gerçek yolundan inhiraf ve
ona itaatsizlik, Allah yolundan dışarıya çıkmak ve Allaha itaat
etmemektir.
Allaha bağlanmayı, Resuller Resulüne bağlanmanın hilafı
sananlar, yine Allah tarafından küfürle vasıflandırılmıştır.
Resuller Resulüne bağlılık iddia edip Sahabîlere
bağlanmakta tereddüt göstermekse, dâvaların en bâtılıdır. Zira
Büyükler Büyüğünün yoluna nasıl düşüleceğini en halis mikyasta
temsilden başka hiç bir rolleri olmıyan ve en sadık bağlılığın birer
remzi bulunan Sahabîlere muhalefet, netice bakımından Resuller
Resulüne muhalefetten başka birşey değildir.
Đşte, yolunu, son ve mutlak Kurtarıcının muazzez
Sahabîlerine ait yol kabul etmiş olan Müslümanların topluluğuna
"Sünnet ve Cemaat ehli" ismi verilir ki, bu da, bizzat Âlemlerin
Mefharince işaret buyurulmuş olan yolun ta kendisidir.
Sahabîlere taan ve husumet dilini uzatanlar, bu kurtuluş
fırkasının kadrosu dışında kalırlar ve mahrumiyetlerin en
hazinine düşerler. Tekrar şu inceliğe işaret edelim ki, onun
Sahabîlerine taan ve husûmet, ona dil uzatmak ve düşmanlık
göstermektir.
Bazı dalâlet yolunda gidenlerin şöyle bir tesellisi vardır:
- "Biz Sahabîlere bağlıyız; fakat hepsine birden değil...
Zira onların da görüşlerinde tenakuz ve ihtilâf vardır."
Cevap:
- Sahabîlerden bazısına bağlanmanın faydalı olması
için, öbürlerine inkâr göziyle bakmamak lâzımdır. Bazısı inkâr
ve bazısı kabul edildikçe, yekpare bir bütün olan Sahabîler
çerçevesine uyulmuş ve onların tek dâva ve istikâmet üzerinde
toplu bulundukları kabul edilmiş olmaz. Sahabilerin
aralarındaki ihtilâflar hiç bir zaman âdi nefs ve hevâ
meselelerinden doğma birşey olmayıp esası mahfuz tutan bazı
teferruat anlayışları üzerindeydi ve bir içtihat kıymeti temsil
ediyordu. Bu inceliği kavramayıp da Sahabîlerden bir veya
birkaçını tutmak için bir veya birkaçını batırmak, doğrudan
doğruya Sahabîler bütününü zedelemektedir ki, bu yol sonunda
Büyükler Büyüğünün yolunu inkâra kadar varmaya mahkûmdur.
Cilt: 1 - Mektup: 81

Đslâmlık öyle bir devre yaklaşıyor ve Đslâmın gurbeti öyle


bir hâl alıyor ki, küfür ehli, sadece küfür hükümlerini açıkça
yerine getirmekle kalmıyor da, Đslâmlık hükümlerinin kökünden
silinmesini ve Müslümanlardan ve müslümanlıktan hiçbir iz
kalmamasını istiyor. Öyle ki, müslümanlık şiârının izhar
edilmesi, bunu izhar edenin ölüm cezasına çarptırılmasına kadar
gidebilir.

Cilt: 1 - Mektup: 84

Allah bizi, hiç bir doğruluğun o derecede doğru


olamıyacağı Şeriat caddesi üzerinde dosdoğru yürütsün... Allah
bizi kendi kuds istikâmetine yöneltsin ve bizi bizden alıp dış
alâkalardan giriftarlığımızı kessin...
"Hakkelyakîn"e erişmenin alâmeti, o makamın ilmiyle
Şeriat ilminin birbirine tam mutabık çıkmasıdır. Arada muhalefet
oldukça, makamların nihayeti olan makama erişilemediğinin
alâmeti belirmiş olur.

Cilt: 1 - Mektup: 85

Namazlarına sadakatle devam eden şahıs, bütün


kötülüklerden memnu ve mahfuzdur. Bu neticeyi vermiyen
namaz namazın suretidir, hakikati değildir; fakat namazın hakikati
ele geçinceye kadar suretinin bırakılmaması lâzımdır. Tehlikeye
karşı askerin göstereceği metanet, ne kadar az olursa olsun,
makbul tutulacağı gibi, nefs şehvetlerinin hücum ve taarruzu
karşısında bir genç adamın elinden gelebildiği derecede karşı
koymaya çalışması fevkalâde kıymetlidir.

Cilt: 1 - Mektup: 88

Đman ve nefs cihadı yolunda simsiyah sakalını bembeyaz


edene ne mutlu!. Gençliğinde Allahtan korkusu ve haşyeti bol,
ihtiyarlığında da ümidi ve ricası fazla olana ne devlet!..

Cilt: 1 - Mektup: 89

Her nefs ölümü tadacaktır.


Bu bir emirdir. Öleceğiz.. Ölümden kurtulmaya çare
yoktur. Ömrünün saadet günleri uzun ve ameli fazla olan kimse,
ölümle ancak iştiyakını dindirmiş olur. Ölüm, yalnız böyleleri
içindir ki, dostun dosta kavuşması demektir.
Dünya hayatını gurur matahlarından saymayınız! Eğer
dünya matahının zerrece değeri olsaydı, Allah onu dalâletteki
kullarından esirgerdi. Ölümü düşününüz ve ölülerin suda
boğulmuşlar gibi imdat beklediklerini unutmayınız! Bu, imdatı
akrabalarından ve dostlarından dua bekliyen, bütün gıdası bu
duadan ibaret olan ölülerin hâlidir.
Cilt: 1 - Mektup: 90

Bu zamanda, aranılan devletin yerine gelmesi için, Nakşî


büyüklerinin yoluna bağlanmak ve ihlâsla sarılmak lâzımdır.
Başka yollarda türlü mücahedeler, riyazetler ve çilelerle ele
geçmiyen gayeler, o yolun büyüklerinden birinin bir sohbetiyle
elde ediliverir.

Cilt: 1 -Mektup: 91

Đtikadı düzeltmek ve amelleri yerine getirmek iki kanattır


ki, uçmak, sadece bu iki kanadı takmakla mümkündür. Şeriatın de
tarikatin de gerçek yolu, nefsin tezkiyesi ve kalbin tasfiyesidir.
Nefs temizlenmez ve kalp ayıklanmazsa büyük kurtuluşun bağlı
olduğu büyük ve gerçek iman müyesser olmaz.

Cilt: 1 - Mektup: 96

Oğlum, zaman, fırsat zamanıdır. Dâva ve gaye,


aldırmamaya ve bugünden yarına atılmaya tahammül edemez.
Zamanın en güzel ve verimlisi olan gençliği, işin en güzel ve
verimlisi olan ibadet yolunda kullanmak gerek... Dinin "yap!"
emrini verdiği herşeyi yapmak ve "yapma!" emrini verdiği
hiçbirşeyi yapmamak...
Đnsan "Nefsi Emmare"nin saltanat vakti olan gençliğinde
nefse zıt hareket edebilirse, en küçük bir amelle sevapların en
büyüğünü kazanır. Yoksa bu hâlin sonu nedamet ve ıztıraptır.
Çok defa olur ki, bir nedamet ve ıztıraba kadar olsun, vakit
müsait olmaz. O zaman herşey kaybolmuştur. "Rahmetim
herşeyi geçti" emrini veren Allah, bu rahmeti iman esasına
bağladı.
Mutlaka kavramak lâzımdır ki. din büyüklerinin dediği
gibi, küçük günahlar büyüklerine, büyükleri de küfüre kadar
götürür. O vakit tövbe ve ıztıraba da zaman ve imkân kalmaz; ve
bir anlık nefs hazzı yerine ebedî hayat elden çıkar.
Evet, fırsat, daima içinde bulunduğumuz ândır!

Cilt: 1 - Mektup: 104

Mağrifet kaynağından gelen belâ ne kadar şiddetli olursa


olsun, kullara, sabır ve rızadan başka çare yoktur. Eğer bu belâ
yakınlarımızın ölümü dolayısiyle gelmişse, şu teselli bizi
koruyabilir:
Biz buraya kalmak için gelmedik; sadece bir şey
kazanmak için geldik. Eğer ölen, bunu kazananlardan biri ise
(Ölüm, sevgiliyi, sevgiliye ulaştırır) ölçüsünü yerine getirmiş bir
bahtiyardır.
Ölüm bir musibet değildir. Belki musibet, ölünün
arkasından ne yapacaklarını bilmiyenlerin halidir. Dua, istiğfar ve
sadaka yoluyla imdada koşmak lâzımdır. Allah Resulünün bir
Hadîslerinde, ölünün kabirde, dalgalar arasında çırpınan bir
boğulana benzetildiğini düşününüz. O, annesinden, babasından,
kardeşlerinden ve yakınlarından her ân bir dua beklemektedir; ve
bu dua kendisine eriştikçe, verimi, bütün kâinatın kendisine
bağışlanmasından daha sevgili olur.
Hak, kabir ehli üzerine, arz ehlinin duasından, dağlar gibi
rahmet yağdırır. Yaşayanların ölülere en büyük hediyesi, onlar
için istiğfarlarıdır.
Đşte Peygamberler Peygamberinin Hadîslerinden çıkan
hükümler bunlardır. Allahtan her işde rıza ve şükür üzerine
olalım.
Cilt: 1 - Mektup: 105

Hasta, hastalıktan kurtulmadıkça, aldığı her gıda onun


için zehirdir. Đsterse yediği dünyanın en makbul ve faydalı yemeği
olsun. Batınî marazlarda bu kanun, hatta bir derece daha şiddetle
hüküm sürer. Onun içindir ki, düşünülecek ve yapılacak olan şey,
evvela bu marazın giderilmesini fikretmek, sonra da münasip
devâlarla ve bilhassa tedriç usulüyle marazı defetmeğe
çalışmaktır. Tıpkı hasta bir bünyenin kuvvetli gıdalarla büsbütün
hastalanması gibi, kalp ve gönül hastalarına ibadet ve namaz gibi
hususlar fayda etmek şöyle dursun, zarar verir. Zira maraz,
(masiva - dünya ve dış âlem) giriftarlığından doğmaktadır ve bu
giriftarlıktan kurtulmak, ancak bu işin gerçek tabibini bulmak ve
onun harikulade ince usullerine tâbi olmakla mümkündür.

Cilt: 1 - Mektup: 106

Allahı bulmanın yolu, bir Allah dostunu bulmakla


başlar.
Hirevî Hazretleri buyurdular:
- Đlâhi, ne hikmettir ki, senin dostlarını bilen seni bulur,
seni bulan da dostlarını bilir.
Allah dostlarına buğz, öldürücü zehirden başka bir şey
değildir.
Allah bize dostlarının yolu üzerinde yalnız istikâmet nasip
etsin!
Cilt: 1 - Mektup: 107

Soruyorsunuz:
-Eski devirlerin velilerinden çok keramet ve harikuladelik
zuhur ettiği halde yenilerden o derecede zuhur etmiyor; acaba
bunun sebebi nedir?
Eğer bu sualden gaye, keramet ve harikulade hâllerin az
zuhurundan dolayı bugünün büyüklerinin nefyi ve inkarı ise,
bundan Allaha sığınmak lazımdır.
Bilelim ki, harikuladeliğin zuhuru, velayetin erkan ve
şartlarından değildir. Nebilerde bu böyle değildir. Mucize,
Nebilerde, Peygamberliğin şartlarındandır. Umumiyetle bir
velî'den harikalar zuhuru fazilete bile delâlet etmez. Biricik gaye,
ilahî yakınlıktaki derecededir. Mümkündür ki, en yakın velî'den
harikaların zuhuru en az, en uzak velî'den de en çok olsun...
Bu ümmetin evliyasından zuhur eden harikaların binde biri
Sahabilerden zuhur etmemiştir. Halbuki velî'liğin en yüksek
derecesi Sahabiliğin en alt mertebesinden daha aşağıdır.
Bir velî'den harika zuhurunu gözlemek, ancak nazarın
sathiliğinden gelir.

Cilt: 1 - Mektup: 108

Bazı büyükler, mânevi sarhoşluk vakitlerinde, velayetin


nübüvvetten üstün olduğunu söylemişlerdir. Bazı büyükler de
(bu velayetten maksat, nebînin kendi velayetidir) demişlerdir. Tâ
ki, velinin nebîden üstün olduğu vehmine yer kalmasın.
Ama hakikatte mesele tamamiyle makûstur. Zira nebînin
nübüvveti, kendi öz velayetinden de efdaldir. Velilik
makamında, sinenin o nisbette vâsi olmaması yüzünden, halkla
uğraşmak mümkün değildir. Lâkin nübüvvette, sadrın tam olarak
inşirah ve vüs'at bulması, Hakka teveccühle beraber halka
teveccühü de mümkün kılar; bu iki teveccüh birbirine mâni teşkil
etmez. Nübüvvette teveccüh yalnız halka karşı değildir ki,
velayette teveccüh yalnız Hakka karşı olmakla velayet
nübüvvete tercih olunsun.
Nübüvvette, halka karşı olan teveccühün üstünde
bulunarak Hakka karşı teveccüh, tam ve eşsizdir. Yoksa, esas Hak
olmadan sadece halka teveccüh, aşağı sınıf halkın mertebesidir.
Nübüvvet bütün bunlardan üstün ve münezzeh olduğu gibi Đlâhi
marifet yolunun velayet derecelerine bağlı bütün mertebelerinden
de her bakımdan yüksektir. Fakat mânevi sarhoşluk sahipleri o
hâl içinde bunu anlıyamazlar.

Cilt: 1 - Mektup: 109

Allah ehli, kalb marazlarının doktorudurlar. Batınî illetlerin


giderilmesi, bu büyüklerin teveccühlerine bağlıdır. Onların
sözleri deva ve nazarları şifadır. Onlar öyle bir topluluktur ki,
aralarında oturanlar ve kendileriyle düşüp kalkanlarda kötülük
yaşayamaz. Onlar Allah yakınlığının kahramanlarıdır; ve gökte
yağmur, toprakta rızk, yüzleri suyu hürmetine husul bulur.
Kalb illetleri arasında bâtını marazların başı dünya ve dış
âleme gönlün giriftarlığıdır. Bu giriftarlıktan tam kurtulmadıkça
selâmet düşünülemez.
Allaha, hiçbir şey eş ve yakın olamaz. Hele Allahtan
gayrisinin sevgisini Allah sevgisini öldürecek kadar galip kılmak,
hayâsızlığın son mertebesidir. Hayanın imandan bir şube olduğu
sırrım, bu ölçüyle görebilmek lâzım...
Đşte bu hayanın ve kalb selâmetinin biricik nişanesi,
(Masiva - Dünya ve dış âlem)in unutulmasıdır. Kalbde bütün eşya
ve haricî hâdiseler tam bir yokluk ve unutkanlığa bürünmelidir.
Öyle ki, insana zorla bunları hatırlatsalar yine hatırlamak mümkün
olmamalı... Đşte Allah ehlinin "fena" diye isimlendirdikleri hâl,
budur.
Cilt: 1 - Mektup: 123

Nafile ibadet, eğer Hac bile olsa, farzlardan birinin


kaybını gerektirirse hiçbir bakımdan değerli değildir.
Kulunun Allahtan yüz çevirdiğine biricik işaret, onun,
(malâyâni - lüzumsuz ve mânâsız işler) ile uğraşmasıdır. Đşte,
farzlardan her hangi birini bırakıp nafilelerden her hangi biriyle
uğraşmak, (malâyâni)nin ta kendisidir. Borcunu ödemek
mevzuunda, borcu yerli yerinde bırakıp, kendinden ve borçlu
olmadığı şeyleri yerine getirmeğe çalışmak, düşünelim, ne
nisbette manalı olabilir?

Cilt: 1 - Mektup: 125

Âlemlerin, kendi yaratıcısiyle hiçbir nisbeti yoktur.


Âlemler, sadece Allahın mahlûkları ve onun isim ve sıfatlarının
tecelli aynalarıdır. Âlemle Allah arasında ittihat, ayniyet, nisbet,
beraberlik gibi görüş galatları, insana ancak manevî sarhoşluk
vakitlerinde gelir. Doğru halli olanlar ve sırlan, kâmil mürşid
elinden alanlar, âlemin sadece mahlûkiyet ve mazhariyetinden
başka bir şeye kani değillerdir.
Bu hususta en yüksek tasavvuf ehliyle zahiri ilim erbabı
birbirine mutabık olmak vaziyetindedir. Kendilerine sofî süsü verip
eşya ve hâdiselere zatî nisbet gibi mânalar veren bazı kimseler,
bilmezler ki, "Zat" önünde bütün nisbetler "gayr"dır. Gerçek
keşif sahipleri, "Zat"ın maverasını, her ne olursa olsun, isim ve
sıfatların tecelli çerçevesinde görürler ve "Zat" kabul etmezler.
Bu, incelerin incesi ve giriftlerin girifti olan noktayı biraz
aydınlatabilmek için bir misal verelim:
Bir yazı ve söz kahramanı düşünelim ki, kendi gizli
kemâlini göstermek için harfleri ve sesleri icat etmiştir. Đşte onun
kemâli, bu perdelerde zuhur edecektir. Đşte bu kemâlin zatı
mevkiinde olan mânalarla, o harflerin ve seslerin "zat"
bakımından hiçbir nisbet ve alâkası yoktur. Ancak harfler ve
sesler, o gizli mânanın mazharları ve tecelli aynalarıdır. Mânalar,
harf ve söz aynalarına aksetmekle kendi zatında hiçbir değişiklik
ve tagayyüre uğramış değildir. Hakikatte ve zatiyle o mâna,
harflerin ve seslerin aynasındaki akislerinden münezzeh ve
mücerreddir.

Cilt: 1 - Mektup: 131

Bizim yolumuz, bu yol, "Hâcegân" yolu, eriştirici


yolların en kısası, yani en doğru olanıdır. Başka yolların son
mertebesi, bu yolun ilk mertebesidir. Onun içindir ki, bu yolda,
"Sünnefe sımsıkı yapışmak ve "bid'at"ten taraf taraf kaçmak,
esastır...
Bu yolda bütün hâl ve tecellileri Şeriat hükümlerine
bağlamak, tâbi kılmak, tasavvuf zevk ve irfanını Şeriate hizmet
edici bilmek, yine en belli başlı esastır. Bu yolun yolcuları, Şeriatın
pahada hudutsuz cevherlerini, bazı tarikat çocuklarının "hâl" diye
isimlendirdiği ceviz-meviz gibi oyuncaklara feda etmezler ve
güya tasavvuf ağziyle konuşanların "saçma sapan"larına en
küçük iltifatı göstermezler.
Cilt: 1 - Mektup: 140

Mihnet ve ıstırap, aşkın levazımındandır, çaresiz


katlanılacak... Yoksulluk, dert ve gam; bunlar lâzımdır. Dost,
sevdiğini, kendisinden başka her şeyden kesilmiş ve sıyrılmış
görmek ister. Bu makamda huzur, huzursuzlukta; karar,
kararsızlıkta; rahat, rahatsızlıktadır. Bu makamda nefse çare
aramamak, kendisini mihnet ve ıztıraba bırakmakla olur. O zaman
da insan kendisini sevgiliye ısmarlamış ve bırakmış bulunur.
Devlet bundadır.
Devlet, ondan ne gelirse razı olup onu kabul etmektedir.
Bu rahatsızlıkları gerçek rahatın ta kendisi bilin! Bu hale düşüp de
kendisini ona terk edebilen, kazançların en büyüğüne ermiştir.

Cilt: 1 - Mektup: 144

Allaha doğru seyr, esfel âlemlerden âlâlara giden yoldur. Bir


âlâdan, başka bir âlâya geçilir ve sonunda mümkünler âlemi
tamamiyle silinir ve zevale uğrar. Bundan sonra vücup âlemi
başlar ki, o âleme erişmek ancak Allah'ta yok olmak, yâni fena
bulmakla kabil olur. Artık, başlayan bu âlemde tecelliler hiç bir
isimle isimlendirilemez ve hiçbir tarifle çerçevelendirilemez.
Hiçbir âlimin ilim ve hiç bir idrâk sahibinin idrâk sının içinde
ihatası mümkün olmıyan bu hâlin ismi de fenadan sonra
bekadır.
Bunlardan sonra üçüncü yol, erişilen âlâlardan esfellere
doğru nüzul ederek mümkünler âlemine rücû etmektir.
Dördüncü yol ise, yine eşya ve hâdiseler ilminin bütün
bütün zevalinden sonra tekrar ve yeni baştan bu ilme
malikiyetidir.
Her şey, Peygamberlerin Serverine sımsıkı mutabakattan
ibarettir.
Cilt: 1 - Mektup: 147

Büyüklerden biri demiştir ki:


"Gitmedikçe bulamaz ve bulmadıkça gidemezsin."

Biz de, diyoruz ki, gitmekle bulmak ve bulmakla gitmek


aynı zamanda olmalıdır. Birinin öbüründen ayrı bulunması caiz
değildir. Bu iki mertebeye bir arada erişmeden velilik
gerçekleşemez. Büyüklerden bir çoğu, iki mertebeden birincisini,
bir çoğu da ikincisini öbüründen üstün görmüşlerdir. Fakat,
aralarındaki ayrılık, nihayet lâfz derecesini aşamaz ve gaye
daima aynı kalır. Mertebelerin biri "Allaha seyr" ikincisi de
"Allahta seyr" diye tabirlendirilebilir. Her ne olursa olsun, biri
öbüründen ayrı ve mücerret kaldıkça, kemâl tamam olmaz.
Gitmekle bulmak ve bulmakla gitmek arasında hiç bir zaman ve
mekân farkı sezilmeden ikisinin de birleşmesi ve kemâli
bütünleştirmesi lâzımdır.
Allah, bize Resullerin Efendisi hürmetine, kemâl
yollarında ilerleme nasip etsin...

Cilt: 1 - Mektup: 148

Birbiri peşinden iki mektup geldi. Birinde, gayenin


yavaş yavaş ele geçmiye başlamasından, öbüründe de bir türlü
hiçbir şey hâsıl olamayışından bahsedilmekte... Hakka hamd
ve senalar olsun ki, itibar, işin sonunadır. Kendisini "vardım!"
sanan, hiçbir şeye varmış değildir. Mahrum bilen de, mâliktir.
Size tekrar söylenmiştir ki, büyüklerin ruhaniyetleriyle tavassut
ve imdatlarına mağrur olmasaydınız... Size imdat eden o
suretler, bağlı olduğunuz büyüğün ruhaniyetidir ve geldiği gibi
gider.
Teveccüh kıblesini tek ve sağlam tutmak gerektir.
Teveccühü dağıtmak, gayeyi parçalamak olur. Zarurî yollar nasıl
olsa geçilmek zorundadır ve "zarurî" dururken faydasız
"kolay"a sapmak, uzağı görenlerin işi değildir: Eğer kendi
reyinize itimatta devam edecek olursanız, kaybolur, gidersiniz!
Başkaları sizin hakkınızda ne derse desin, elverir ki, o
hâl sizde bulunmasın... Ne devlettir o adama ki, herkes onu kötü
bilir, fakat kendisi iyidir. Eğer bu ölçünün aksi gerçekleşecek
olursa işte bu, sahibi için en büyük felâket...

Cilt: 1 - Mektup: 149

Ne gariptir ki, kendinizi sebepler âlemine bırakıyor ve


müsebbibi görememiş oluyorsunuz. Evet, müsebbip, eşyayı
sebeplere bağlamıştır, fakat hangi işde sebebe, hangi işde
müsebbibe bakılır, bunu ayırdetmek lâzım... Neticeyi sebepler
âlemi içinden devşirmek istiyenler; müsebbibten,
münasebetsizlik istemiş olurlar.
Bir saat için kendine gel ve bu şenaati düşün!..
Bazı ihtiyaçların elde edilmesi yolunda, ancak gerektiği
kadar çalışmak lâzımdır; bütün himmeti ona sarfetmek ve bütün
ömrü olmıyacak şeyin talebi yolunda geçirmek, sefahatin tâ
kendisidir.
Fırsat ganimettir. Onu, neticesi hiç olan işlerde iflâs
ettirenlere acıyalım...
Cilt: 1 - Mektup: 152

Allah, Resulüne itaati, kendisine itaatin aynı kıldı.


Bazı din büyüğü sanılanların, manevî sarhoşluk tesirile,
bu ölçüyü değiştirici sözlerini katiyyen itibara almamak
lâzımdır. Resulüne itaati kendisine itaatin aynı kılan, yine
Allahtır.
Eski sultanlardan birisi, büyüklüğünü duyduğu bir
şeyhin bulunduğu yere gidip, maiyetindekilerden birini şeyhi
davet etmek üzere göndermiş ve şu cevabı almış:
- O kadar Allaha itaat emrine giriftar bulunuyorum ki,
Allah Resulünün emrine itaat edememekten ıstırap içindeyim!
Sultanın emirlerine itaat nerede kaldı?
Şeyhin, Allaha itaati, Resulüne itaatin gayri olarak
bilmesi ve bildirmesi, tek kelimeyle, yanlıştır. Yollan doğru
olan büyükler, böyle lâflardan tenezzüh gösterirler; ve hem
Şeriat, hem tarikat, hem de hakikatin bütün basamaklarında,
Allaha itaatin Resule itaatle içice ve bir arada olduğunu
unutmazlar.

Resule itaatten ayrı olan Allaha itaat iddiası dalalatin ta


kendisidir!
Allah cümlemizi, kendisine varan yolun kılavuzu
olarak gönderdiği Resulünün ayak izlerine bağlı olmaktan
ayırmasın!.
Cilt: 1 - Mektup: 154

Dâva kendi kendinden kurtulabilmek... Hepsi bu kadar...


Kendimizin içinden geçip kendimizi arayacak, kendimizde
bulacak ve böylece kendimizden kurtulmuş olacağız. Ölçü de bu
kadar. Allah bizi yalnız kendisiyle meşgul edip, tek lâhza için
olsa bile gayre meylettirmesin...
En büyük gayeyi aramanın yeri kendimiz olduğu kadar,
Allahı kaybetmenin ve büsbütün peçelemenin yeri de
kendimizdir. Dünyada her belâ kendi kendinin giriftarı
olmaktan gelir. Kendisini kendisinden kurtaran, Allahın (masivâ-
dış âlem)ine giriftarlıktan da kurtulmuş olur. Gerçekten, puta
tapan bir insan kendisine tapıyor demektir. Böylece kendisinden
geçmek ve gayeyi yine kendinde aramak farzdır. Zira hiçbir şey,
insanın dışında değildir.
Bu sözlerimizden kimse hulul ve ittihat mânasına bir şey
çıkarmasın. Her türlü akıl ve kelâm nisbetinin yanıp kül olduğu
bu makamda böyle zanlar sadece küfürdür. Bu makamla
gerçekleşmeden evvel onun tefekkürü yasaktır. Đnsan, dinimizin
gittikçe incelen ve inceldikçe gidip tekrar incelen nazik
mıntıkalarında doğru adımı kaybederse helak olur gider. Evet;
bütün gaye kendimizde... Fakat bunun için kendimizden
kurtulabilmemiz lâzım...
Cilt: 1 - Mektup: 157

Allah ehlinin huzuruna gelen bir kimse, kendisini


boşaltmalıdır ki, onu doldurmak mümkün olsun.. Sohbet ve
cemiyetten maksat, ya ifâde, ya istifâdedir. Đstifâde bekleyenlerse,
bomboş gelmelidirler; zira dopdolu dönerler... Bu yolun gerçek
kahramanlarına karşı kendi mânevi iflâsını açığa vurmayan,
gereken sermayeyi onlardan alamaz.
Şah-ı Nakşibend Hazretleri buyurdular: "Her şeyden evvel, hasta
ve mariz olan kimsenin, halini bilmesi ve deva istemesi, sıhhat
bulmak için şarttır."

Bize ve size lâzım olan, evvelâ Kitap ve Sünnet yoluyla


itikadın düzeltilmesidir. Sonra helâl ve haramı tanımak ve farz ve
vacipten Şeriat hükümlerini bilmek gelir. Ondan sonra, bu ilimle
amel etmek... En sonra da, kalbin tasfiyesi ve tezkiyesi yolu ki,
tasavvuf caddesidir.
Đtikat düzeltilmeyince, Şeriat hükümlerini bilmek fayda
vermez. Bu ikisi olmayınca, amelden hiç bir menfaat hâsıl olmaz.
Üçü birden meydana gelmeyince de, kalbin tasfiyesi ve tezkiyesi
muhal olur.
Cilt: 1 - Mektup: 160

Tarikat büyükleri üç sınıftır: Birincisi, âlemin, Allah icadı


olarak bir dış mevcut olduğuna ve âlemde kemâl adına her ne
varsa Allahın icadiyle meydana geldiğine inanır. Şeyhlerini
olduğundan ziyade bilmezler. Onun da Allahtan bir hilkat nuru
taşıdığını kabul ederler. Hiçlik denizinde öyle batmışlar ve
kaybolmuşlardır ki, ne âlemden, ne de kendilerinden haberleri
vardır. Çırılçıplak bir insanın, sırtına günübirlik geçirilmiş bir
gömleği tanımaları gibi bir hâl içindedirler ve çıplaklıklarını hiç
unutmazlar. Eğer böyle bir şahsı şuursuzluk ve manevî
sarhoşluktan çekip ayıltacak olsalar, onu, "Fenadan sonra Beka"
ile müşerref kılarlar. Öyleleri her ne kadar gömleği kendisinde
bulursa da pekâlâ bilir ki, o kendisinden ayrıdır. Onlarda gömleğe
ve ariyet eşya kabilinden olan şeylere hiçbir giriftarlık ve alâka
kalmaz. Kendi kemâl vasıflarını ariyet gömlek sayarlar; onun
mevcudiyetini vehim perdesinde bir akisten farklı tutmazlar ve
hakikatte gömlek sahibi olmadıklarını çıplak olduklarını hiçbir ân
hatırdan çıkarmazlar. Bu mesut şahıslar. Kitap, Sünnet, Đcma
çerçevelerinde sabit olan bütün kelâmı meselelerde sünnet ehli
âlimleri ve cemaatle müttefik bulunurlar.
Zahir ehliyle aralarında şu fark vardır ki, onların ilim ve
istidlal yoluyla bildiklerini, bunlar, keşif ve zevk yoluyla bulurlar
ve iki buluş arasında en küçük fark görmezler. Bu yüksek
insanlar, Allahı âlemden son derece tenzihe çalışırlar, asla nisbet
isbatına kalkmazlar, bütün nisbetleri nefyederler. Allah adına
isbat ettikleri, sadece Rabbin ve bilmukabele kulun vasıflandır.
Belki bu nisbeti bile açığa vurmazlar ve işte o zaman gerçek
"Fena" ile müşerref olurlar. Zâti tecellinin kabulü istidadını
kazanırlar ve sonsuz tecellilerin mazharı olurlar.
Đkinci sınıf, âlemi, Allahın gölgesi bilirler. Fakat âlemin,
dışarıda bir mevcut olduğuna inanmışlardır. Fakat bu
mevcudiyet bir gölgenin varlığıdır, asaleten varlık değildir.
Gölgenin asıl ile kaim olması gibi bunların vücudu ile kaimdir.
Şahsî irade ve hamle kabiliyetlerini o derecede kaybetmişlerdir ki,
ateşe düşseler de yansalar, kendilerini görenlerden hiç kimse
yandıklarını ve acı duyduklarını kabul etmez. Bunlarca her fiil
Allahındır; hâlbuki ona kudret ve iradesinin eseri demek
lâzımdır.
Her fiil Allahın iradesiyle meydana gelirken, hatırdan hiç
çıkarmamak lâzımdır ki, kötüyü yaratmak kötü değildir, kötüyü
kazanmak ve işlemek kötüdür.
Üçüncü sınıf, (Vahdet-i vücud) mesleğine bağlıdır.
Onlarca dışarda mevcut olan yalnız Allahtır. Alem için dışarda
hiçbir tahakkuk yoktur. "Ayan vücud rayihasını koklamamıştır"
derler. Bunlar da, âlemi, Allahın gölgesi bilirlerse de, asılda ve
dışarda mutlak ademden başka bir şey tanımazlar. Allahın zatını,
vücubiyet ve imkâniyet vasıflariyle sıfatlandırırlar ve tenezzül
mertebeleri isbat ederler. Her mertebede Allahı o mertebeye lâyık
olan ölçülerle ifade ederler. Onlarca Allah'dır ki, lezzet ve elem
duyar. Lâkin bu hâli vehim ve his perdesine atfederler.
Akıl ve şeriat bakımından bu insanlara karşı bir çok
tehlike sıçrar; bu suallere karanlık ve tekellüflü cevaplar verirler.
Kemâl devrelerinin farkı mahfuz olmak üzere bu sınıf büyükler
de kâmil telâkki olunsa bile, sözleri, halka dalâlet ve küfürden
başka bir şey öğretmez. Kendilerine yokluk isnat ettikten sonra
kendileri dalâlet ve küfürden başka bir akıl nisbetine sığmaz.
Derecelerin derecesi, hakikatle şeriati, birbirinin bâtını ve
zahirî gören ve gösteren birinci sınıftadır.
Cilt: 1 - Mektup: 161

Sülük ve tarikatın gayesi gerçek imandır. Gerçek iman


nefsin itminanına bağlıdır. Nefs itminana varmadıkça kurtuluş
düşünülemez. Kalb, gereken hükmü giymeyince de nefs itminana
ulaşamaz. Nefsin itminanı, kalbin kendi kendisini iltizamdan
vazgeçip Allahtan başka herşeye giriftarlıktan selâmete çıkmasiyle
olur. Bu selâmetin tek alâmeti de Allahın "masiva"sını, dış âlemini
unutmaktır. Bu noktaya ulaşıncaya kadar durmadan çalışmak
lâzım.

Cilt: 1 - Mektup: 162

Ramazan ayı bütün hayır ve bereketleri toplamıştır. Her


hayr ve bereket Allahtan gelir. Ramazan ayının hayr ve
bereketleri de, Allahın zatî kemâlinin neticesidir ki, kelâm şanı,
bütün bu kemâlleri cemeder. Kur'an, işte o cemedici şanın, tam
husul buluşudur.
Mübarek Ramazan ayı için Kur'anın belirttiği mânalardan
biri şöyledir:
"Kur'an bütün kemâlleri, Ramazan ise bütün hayrları
toplayıcıdır."

Hayrlar ise Kurandaki kemâllerin netice ve semereleridir.


Đşte bu münasebettir ki, Kur'anın Ramazan ayında nüzulünü
gerektirmiştir. Ramazan ayının hulâsa ve zübdesi Kadir gecesidir.
Adeta, Kadir gecesi, öz; Ramazan ise bu özün kabuğu. Bu ayda
vaktini cemiyetle geçirip Ramazanın hayr ve bereketlerinden
faydalananlar, bütün seneyi cemiyetle geçirir ve bütün sene içinde
hayr ve bereket elde ederler.
Saadetin tek düsturu, O'na, Peygamberler Peygamberine
her işde bağlanmaktır.
Cilt: 1 - Mektup: 163

Müslümanlıkla küfür, dünya ile âhiret, birbirinin zıddı ve


aksi davasıdır. Bunlardan birini ispat, öbürünün nefyini meydana
koyar. Bunlardan birini aziz görmek öbürünü hor görmek olur.
Düşünelim, üstün ahlâkla yarattığı Sevgilisine, Allah,
kâfirlerle savaşmak ve onları hor tutmak emrini verdi. Demek ki,
kâfiri hor tutmak, ona gılzetle muamele etmek, en üstün ahlâk
icabı. Đslâmın izzet ve yüksekliği de, küfrün hor ve alçak
tutulmasındandır. Küfür ehlini aziz tutmak, yalnız, ona saygı
gösterip en yüksek dereceyi vermek değildir. Onunla düşüp
kalkmak, gönül ve dil birliği etmek de, düşmanı aziz tutmaya
alâmettir. Köpekler gibi... Köpeklerin herkese nasıl kuyruk
salladıklarını bilmez miyiz? Böylelerinden bucak bucak kaçmalıdır.
Eğer bir iş zoru, teması emrediyorsa, en küçük nezaket haddi
dışına çıkmadan tam bir itibarsızlıkla ülfet etmek lâzımdır. Đslâmın
kemâli, hattâ herhangi bir lüzumu bile feda edip böyleleriyle
ülfet etmemekte.

Allah, Kitabında küfür ehlini kendisinin ve Resulünün


düşmanları diye gösterdi. Allah ve Sevgilisinin düşmanlarile
dostluk etmekten büyük cinayet ne olabilir? Bir Müslümanın
karşısında, ağzından ve halinden küfür tüten bir ihsandan daha
kirli, pis ve iğrenç bir manzara düşünülemez. Müslüman, bu
pislerin en pisi manzaraya tahammül edemez.
Ahiret de dünyanın zıddı. Đkisi bir araya gelmez. Birinden
birini aslî gaye sayan, Öbüründen mahrum olur.
Yol, O'nun yoludur.
Cilt: 1-Mektup: 165

Âlemlerin efendisinin iki türlü mirası vardır: Sûrî ve


mânevi miraslar... Sûrî miras da emr âlemine taallûk eder. Bütün bir
nimet olan sûrî mirasın şükrü, manevî miras ile de ziynetlenmeyi
gerektirir. Manevî mirası elde etmek de, Peygamberler
Peygamberine tam uygunluk ve bağlılıkla mümkündür. Salât ve
Selâmın Sahibine tam uygunluk ve bağlılık, Ona karşı duyulacak
tam sevgi ve güvenin bir parçasıdır. Ona karşı tam sevgi ve
güvenin alâmeti ise, Onun düşmanlarına tam buğz ve nefret yüzü
göstermekten ibarettir. Gerçek muhabbete müdahene sığmaz; ve
seven, sevilenin divanesi olur. Sevende muhalefete hiçbir kudret
yoktur; seven sevilene karşı hiçbir şekilde başını kaldıramaz. Aşkta
iki zıt kutup bir araya gelmez. Onun içindir ki, iki zıddın cemi
muhal bilindi. Sevilene aşk onu sevmiyene düşmanlığı çeker; ve
nihayet Âlemlerin efendisini seven için onu sevmiyenlerden nefret
etmek kadar tabiî ve hakiki bir duygu olmaz.

Dünya metaı gururdur ve âhiret muamelesi onun üzerine


tereddüp eder. Birkaç günlük ömür, eğer Evvellerin ve Sonların
Seyyidine teslimiyetle bitecek olursa ebedî kurtuluş ele geçer.
Yoksa hayr çerçevesinde her ne iş işlenirse işlensin neticesi hiçtir.
Cilt: 1 - Mektup: 167

Mektubunuz elimize erişti. Evvelkisi de beraber olarak iki


mektubunuzdan anladığımız şu oldu ki, siz fakirlere muhabbet
ve bizim taifeye sığınma hâli üzerindesiniz.
Böyle bir devletle okşanmış olmanız, sizin için büyük
nimettir. Âlemlerin Rabbi semâların ve toprakların, ulvîlerin ve
süflilerin yaratıcısı olarak birdir. Her türlü benzeyiş ve andırıştan
münezzeh, her türlü şekil ve misâlden müberradır. Bütün noksan,
eksiklik ve fazlalık kabul eden sıfatlardan tenezzüh onun ilk
şanıdır. Doğmuş veya doğurmuş olmak, onun hakkında muhaldir.
Onun hakkında bütün teşhisî ve tenzili ifadeler yanlıştır. Onun
hakkında hulul ve ittihat şaibesi, müstahcenlerin en büyüğüdür.
Ona karşı, onu kayt altına alacak hiçbir mevcut yoktur. Ne
zaman, ne mekân, ne bir şey... Zaman onun mahlûkudur, mekân
onun masnuudur. Vücudunun bidayeti ve bekâsının nihayeti
yoktur. Hayr ve kemâlden herşey ona ait; şer ve zevalden her şey
de ondan ayrıdır. Đmdi, ibâdete müstehak ve tapılmıya lâyık
sadece odur. Allahı böylece tenzih ettikten ve onun bir takım
putlarla ittihat ve hulul gibi alâkasını muhal bildikten sonra, yol,
peygamberlerin yoludur. Peygamberlerin yolu da tektir: Onun
yolu...
Cilt: 1 - Mektup: 168

Malumunuz olsun ki, topluluğumuzun yüksekliği,


mutlak olarak Sünneti iltizam ve bid'atlerden içtinap ettiği
içindir. Bu yüzdendir ki, bu yolun büyükleri, alenî zikirden
kaçınıp hafî zikre yapışmışlardır.
Büyüklerimiz, Peygamberler Serverinin ve Dört Büyük
Halifenin zamanında olmayan ses, raks ve maddî vecd hâllerini
yasak etmişlerdir. Daha nice, (halvet-erbain) gibi tarikat
hususiyetleri, yine saadet kaynağı zamanında bulunmadığı için
büyüklerimizin nazarında makbul değildir. Bizimkilerin halveti,
"halvet der encümen" tabirile ifade edilen topluluk içindeki
yalnızlık halidir. Bizim yolumuzun büyüklerine ait makam o
kadar yüksektir ki, onun başı, Öbür yolların sonudur. Onların
kelâmı kalbin marazlarına, ve nazarları, manevî illetlere devadır.
Bu büyüklerin küçük bir teveccühüyle insan, bu ve öbür âleme
giriftar olmaktan kurtulur. Lâkin bu devirde nüktelerin nüktesi ve
inceliklerin inceliğiyle dolu olan bu yolun gerçek kılavuzları,
hemen hemen teşhis edilemiyecek şekilde birtakım sahte
tavırların kesafeti altında gizli kalmıştır. Bunlar tahribi tamir diye
ilân ederler ve hakikati büsbütün karartırlar. Canına bir kemâl
rayihası düşmüş olan insan, gerçeği her zaman bulur ve kurtarıcı
istikâmeti seçmekte zahmet çekmez.
Cilt: 1-Mektup: 172

Hamd ve Salâttan sonra...


Aziz kardeşim! Bilelim ki şeriatın bir sureti, bir de
hakikati vardır. Yani bir dış bir de iç yüzü... Şeriatın suretine zahir
ehli dediğimiz ilim adamları memurdur. Şeriatin hakikatine ise,
Tasavvuf adanılan...
Şeriat, suretiyle mümkünler âlemini son mertebesine kadar
kuşatır. Ondan sonra, vücup âlemi başlar. Eğer bu âlemde de seyr
vâki olursa, şeriatin hakikatiyle temasa gelinir. Bu mertebede, arif,
kendisini şeriat dairesinden dışarıda hissederse de mahfuz olduğu
için, şenat inceliklerinden hiçbirini kaybetmez. Bu azim devletle
müşerref olan mürşitler, zamanımızda azm azıdır. Eğer bunların
sayısı bildirilirse azdan da daha az oldukları belli olur. Tasavvuf
ehlinden kalabalık bir cemiyet vardır ki, bu âli makamın dalâlet
noktasına sapmıştır. Zira her yüksek makamın, aşağılarda bir de
gölgesi bulunur. Makama yükseldikten sonra gölgeye düşenler
şeriat dairesinden dışarıya çıkarlar ve hüsran arsasına post atıp
üstüne kurulurlar. Đşte bu inceler incesi merhale, kemâlin gerçek
mensuplariyle sahte iddiacıları arasındaki farkı tayin eder.

Đşaret ettiğimiz gibi, nakıs ve bâtıl bir topluluk bu yol


üzerinde şaşırarak ilhad ve zındıkaya düşerler ve başlarını şeriat
boyunduruğundan koparırlar. Kâmillerden bir topluluk ise,
velayetle müşerref oldukları için bu makamda aslın hakikatine
ererler ve şeriatten hiçbir edebin kaybolmasını istemezler.
Allahın inayeti ve Resulünün sadakasiyle âcîze bu
muammanın sırrı münkeşif oldu. Herkesçe bilinmesi lâzımdır ki,
şeriatın teklifleri nefse karşıdır; ve latifesinin tezkiye ve tasfiyesi
sonsuz olmak gerektiğine göre teklif de devamlı olmak lâzım
gelir. Aslında mükellef olmıyan ise hiç bir zaman mükellef
olmamıştır.
Cilt: 1 - Mektup: 174

Bu yolun divaneleri, elde ettikleri hiçbir yakınlıktan


tesellilerini bulamazlar. Öyle bir yakınlık isterler ki, uzaklığa
benzer ve öyle bir visal dilerler ki gurbeti andırır olsun... Yoksa
yakınlığa benzer ve vatanı andırır gurbetlerden ne çıkar. Onlar bu
en çetin sır kapısında böyle bir iddia ve dâvayı müstahcen bilirler
ve vakit nakdini müzahrafata sarfetmezler. Ömür sermayesini
lüzumsuz işlere yedirmezler, şerif dururken hasise meyil
göstermezler. Şirin lokmalara kendilerini satmazlar. Bu mevzu,
dinin en nazik noktasıdır. Bu noktada şirk ve dalâletin bir toz
zerresi bile göze çarpar. Dileyelim ki hak zuhur etsin ve bâtılı
tasarruf eylesin...
Ne kadar müşkülümüz varsa hepsinin birden tutunacağı,
Allah Sevgilisinin eteğidir. Bu eteğe yapışacakların son durağı
ebedî kurtuluştur.

Cilt: 1 - Mektup: 177

Size, kurtuluşun yollarını kısaca bildireyim. Siz de


gençlik fırsatını ganimet bilip Allahın rızası yoluna atılmanın
çaresine bakınız! Yol, en kat'i ve sarih ifadeyle üç kademelidir:
1 - Evvelâ iman ve akide tarafının tashihi... Bu sahada
kılavuzumuz, gerçek Sünnet ve Cemaat ehlinin doğru olan
reyleridir. Đman ve itikat tam mânasiyle düzeltilmeden yapılacak,
yapılabilecek hiçbir şey yoktur. Ne amel, ne sülük, ne bir şey...
2- Đtikadın tashihinden sonra, şeriat hükümlerine göre
amel...
3 - Bu iki dereceden sonra da, bâtın yolcuları olan
büyük marifet kahramanlarının yoluna sülük...
Azim olan feyz, büyük kurtuluş, işte ifadesi bu kadar basit
görünen bu üç kademenin birbirini takip ederek ve birbirinin
içinde meydana gelmesine bağlıdır.
Cilt: 1 - Mektup: 178

Peygamberler Peygamberinin ahlâkiyle ahlâklananlar için


kimsenin ve hiçbir kaynağın delâletine ihtiyaç olmaz. Ondan
sonra bütün delâletler kötü edep fasılasına girer. Büyükler
büyüğünün, büyükler büyüğü ahlâkında, komşuya ve yakın
münasebet ve muarefe belirten insanlara itina, yardım ve ihsan
seciyesi o kadar mübalağalı idi ki, bazı sahabiler, âdeta
Peygamberler Peygamberinin komşuyu komşunun vârisi
göstermeye kadar gideceğinden şüphe ettiler. Komşuluk vasıtasiyle
bir cemiyetin kazanacağı karşılıklı tesanüt ve teavün örgüsü içtimaî
sırların en büyüklerinden biridir.

MEVZULARINA GÖRE
MEKTÛBAT'TAN PARÇALAR

ĐTĐKAT

1 - Đtikat ve Amel

Evet; görünen-görünmeyen, bilinen-bilinmeyen bütün


nimetleri gönderen, bizlere kurtuluş yolunu gösteren ve
bizi çok sevdiği M . 'in (selât ve selam ona) ümmeti yapmakla
şereflendiren Allahü Tealaya hamd olsun.
Bütün mahlûklara her türlü nimeti, iyilikleri veren yalnız
Allah... Her şeyi var eden, var olmak nimetini veren o'dur. Her
an, varlıkta durduran da o'dur. Kâmil, iyi sıfatlar, insanlara,
o'nun rahmetiyle verildi.
Hayat, ilim, semi', basar, kudret ve kelam sıfatlanınız hep
o'ndandır. Sayılamayan çeşit çeşit nimetleri hep o vermekte.
Đnsanları sıkıntıdan kurtaran o'dur. Duaları kabul eden,
belâlardan kurtaran hep o'dur. Öyle bir Rezzâk'tır ki, kullarının
rızklarını, günahlarından dolayı kesmez. Af ve merhameti o kadar
boldur ki, günah işleyenlerin yüz karalarını meydana çıkarmaz.
Sabrı o kadar büyüktür ki, kullarının cezalarını vermekte acele
etmez.

Bütün nimetlerinin en şereflisi, en kıymetlisi, en üstünü


olarak da, kullarına müslümanlığı açıkça bildiriyor, beğendiği yolu
gösteriyor ve mahlukların en iyisine uyarak, saadete kavuşmayı
emir buyuruyor. O'nun nimetleri, ihsanları güneşten daha açık ve
aydan daha aşikâr. Başkalarından gelen nimetleri de gönderen
o'dur.
Başkasının ihsan etmesi, bir emanetçinin birisine emânet
vermesidir. Başkasından birşey istemek, fakirden birşey
beklemektir. Cahil olan da, bunu âlim gibi bilir; kalın kafalı olan
da, zeki ve uyanık kimse gibi bunu anlar.
Đyilik yapana teşekkür edileceğini herkes bilir. Bu,
insanlık icabıdır. Đyilik edenlere hürmet edilir, nimet sahipleri
büyük bilinir. O halde, her türlü nimetin hakiki sahibi olan Allaha
şükretmek insanlık icabıdır ve aklın lüzum gösterdiği bir vazife,
bir borçtur. Fakat Allah, her türlü ayıp ve kusurdan uzak,
insanlar ise ayıp kirlerine ve noksanlık lekelerine bulaşmış
olduğundan, onunla hiç münasebetleri, ilişikleri yoktur. Onu nasıl
büyük bileceklerini, nasıl şükredeceklerini anlayamazlar. Ona
karşı söylenmesini güzel sandıklan bazı şeyler, ona çirkin
gelebilir; o'nu büyütücü sandıkları şeyler, küçültücü olabilir. O'na
hürmet ve şükür şekilleri, yine ondan bildirilmedikçe, o'na layık
olacağına güvenilemez ve o'nun kabul edeceği bir ibadet olamaz.
Çünkü insanların hamdetmeleri, ona belki hakaret olur.
Đşte, o'nun tarafından bildirilen, tazim, hürmet ve şükür
şekli, Peygamberlerin bildirdikleri dinler, şeriatlerdedir. Ona kalp
ile yapılacak hürmetler, şeriatle bildirilmiştir; dil ile yapılacak
şükürler orada gösterilmiştir. Her uzvun yapacağı işleri, ibadetleri,
açık ve geniş olarak şeriat beyan buyurmuştur. O halde, Allaha
şükretmek ancak şeriati gözetmekle olur ve Allaha şeriat dışında
yapılacak hiçbir hürmet ve ibadete güvenilemez.
Bu söylenilenlerden anlaşılıyor ki, şeriate uymak insanlık icabıdır
ve aklın istediği ve beğendiği bir şeydir. Bütün nimetlerin sahibi
olan Allaha şeriat dışında şükredilemez.
Din ve bu mânada söylediğimiz şeriat iki kısımdır: Đtikad ve
amel. Yani, iman ve ibadet. Bunlardan itikad, dinin aslı ve
temelidir ve din ağacının gövdesidir. Amel ise ağacın dalları,
yapraklan gibidir. Đtikadı olmayan cehennemden kurtulamaz,
kıyamette azaptan kurtulmasına imkan yoktur. Ameli, ibadeti
olmayanların kurtulması umulur; bunların işi, Allahü Tealanın
işine kalmış olup, isterse af eder, isterse günahla-n kadar azap
ederek sonra cehennemden çıkarır. Cehennemde ebedî kalmak
itikadı olmayanlar, yani dinden olan şeylere inanmayanlar içindir.
Đtikadı olup da, ameli, ibadeti olmayanlar cehenneme girseler bile
sonsuz kalmayacaklardır
Đtikad edilecek şeyler, dinin esası, müslümanlığın zaruri,
lazım temeli olduğundan bunları bildirmek ve öğrenmek herkese
lazımdır. Amel ve ibadetler uzun ve geniş olduğundan bunları fıkıh
kitaplarına bırakarak incelemek mümkündür.
Đman ve itikad aynıdır. Bunları anlatan geniş ve derin ilme,
(ilm-i kelam) denir. Kelam kitapları pek çoktur. Bu kitaplara,
Akaid kitabı da denir. Amel edilecek, yapılacak ve sakınılacak
şeylere şeriat diyoruz. Dört mezhebin kelam kitapları aynı olup,
fıkıh kitapları ayrıdır. Avam için, yani halk için yazılmış olan ve
herkesin bilmesi ve yapması gereken kelam (yani iman) ve fıkıh
bilgilerini kısaca ve açıkça anlatan kitaplara (ilm-i hal) kitapları
denir. Dinini bilen ve seven ve kayıran mübarek insanların bu
kitapları alıp, çoluğuna ve çocuğuna öğretmeleri her müslümanın
birinci vazifesidir. Kendilerine din alimi ismini ve süsünü veren,
cahillerin sözlerinden ve yazılarından din öğrenmeye kalkışmak
kendini cehenneme atmaktır.
Đtikad edilmesi çok lazım olanlar:
Allah kendiliğinden vardır; şimdi var olduğu gibi, hep
var idi ve hep var olacaktır; varlığının önünde ve sonunda yokluk
olamaz. Çünkü o'nun varlığı zaruridir. O mekânda, olamaz. Allah
birdir, yani şeriki, benzeri yoktur. Vacibü'l vücud olmakta ve
ulûhiyette ve ibadet olunmaya hakkı olmakta ortağı yoktur. Ortağı
olmak için Allahın kâfi olmaması, müstakil olmaması lazımdır;
bunlar ise kusurdur, noksanlıktır. Vücup ve uluhiyyet için
noksanlık olamaz. O kâfidir, müstakildir, yani kendi kendinedir;
o halde şerike, ortağa ihtiyacı yoktur. Aksi, bir kusurdur, ve
vücuba ve uluhiyyete yakışmaz. Görülüyor ki, şeriki olduğunu
düşünmek ortaklardan her birinin noksan olacağını gösteriyor.
Şerik bulunmasını düşünmek, şerik bulunmayacağını meydana
çıkarıyor. Demek ki, Allah birdir.
Allahın kâmil, noksan olmıyan sıfatlan vardır ki, hayat
(diri olmak), ilim (bilmek), sem' (işitmek), basar (görmek),
kudret (gücü yetmek), irâde (istemek), kelâm (söylemek) ve
tekvin (yaratmak)tır. Bu sekiz sıfata, subutî sıfatlar denir. Bu
sıfatları da kadim'dir, yani sonradan olma değildir ve kendinden
ayrı olarak, ayrıca vardır. Ehl-i sünnet âlimleri böyle
bildirmektedir.
Allah cisim değildir, cisimden değildir, madde değildir,
araz, yani hâl değildir. Mekânı yoktur, zamanlı değildir, bir şeye
girmiş, bir yere yerleşmiş değildir. Hudutlu, bir şeyle çevrilmiş
değildir. Bir tarafta, bir cihette değildir. Bir şeye mensup
değildir, bir şeye benzemez, misli ve zıddı yoktur. Anası, babası,
zevcesi, çocukları yoktur. Allah baba, diyen kafir olur. Bunların
hepsi mahlukta, sonradan yaratılanlarda olan şeylerdir ve hepsi
noksanlık ve kusur alâmetleridir. Bütün bunlar ise selbî
sıfatlardır.

2 - Allah ve Alem

Allaha hamdolsun... Onun seçtiği, beğendiği kimselere de


selâm olsun... Kıymetli mektubunuz geldi. Çok zahmet
buyurmuşsunuz. Allah çalışmalarınızı mübarek etsin...
Soruyorsunuz:
Allah ve fiilleri bu âleme herşeyden yakın değil midir? Bu
ince hakikati izah eder misiniz? Cevabınızı son derecede merakla
bekliyoruz.
Cevabımız:
Her şey, kendi mahiyeti, hakikati, özüyle o şeydir. Bir
şeye kendi mahiyetini vermeye imkân yoktur. Her şey, o mahiyet
içindedir. Cisimlere, mahiyetlerini vermek için bir iş görmek icap
etmez. Fakat bir şeyin esasen mevcut mahiyetini başka bir şeyde
göstermek için işe ihtiyaç vardır. Mesela, boyacının işi, kumaşı
boyamak içindir, yoksa kumaşı kumaş ve boyayı boya yapmak
için değil...
O halde, hiçbir mahiyet, mücerret ve müstakil mahiyet
olarak sonradan verilemez. Mahiyet olmadan şey yoktur.
Đşte bu görüş, "Zîl-gölge" ve akiste doğru olmuyor. Bir
şeyin zîlli, gölgesi, aksi, hayali, kendi öz mahiyetiyle zîl ve hayal
olmayıp, kendisine vücud veren aslın mahiyetiyle böyle oluyor.
Çünkü zîllin, gölgenin, aksin, hayalin kendi mahiyeti mevcut
değildir.
Bu çok ince ölçüyü anlayınca hemen kavrarız ki, asi, asi
olan zat, gölgesine, gölgenin kendisine yakın olmasından da
yakındır.
Bu âlem, mahlûkların hepsi, ilahî fiillerin zilleri, gölgeleri,
hayalleri ve akislerine bir perde oldukları için, aslî fiiller de âlemin
fiillerine kendilerinden daha yakındır. Fiiller de ilahi sıfatların
gölgeleri olduğundan, Allahın sıfatlatı, alemin sıfatlarına, onların
kendi sıfatlarından daha yakındır. Zira, aslın aslıdırlar. Đlahî sıfatlar
ise Đlahî zatın gölgeleri olduğu için, Allahın zatı, âleme, âlemden
ve ilahî sıfat ve fiillerden daha yakındır.
Söz bu kadardır ve anlayanadır, anlamayan ve
inanmayana sözümüz yok...

3 - Mabud

Uluhiyyete, mabudiyete hakkı olan yalnız Allah'tır.


Ortağı yoktur. Vücudu vacip, zaruridir. Varlığı mutlak lazımdır.
Noksanlık ve yaratılmış olmak sıfatı onda olamaz.
Mabud, ibadet olunan, tapınılan demektir. Đbadet, kulluk
etmek, tapınmak, yani hudû' ve tezellüldür. Kendini
aşağılamak... Bütün yükseklikler, iyilikler, kendisinde bulunan,
hiçbir noksanlığı olmıyan ve herşey, var olmak için ve varlıkta
kalabilmek için ona muhtaç olan ve kendisi hiçbir şey için, hiçbir
şeye muhtaç olmayan ve herkese fayda ve zarar yalnız ondan
gelen ve onun izni ve emri olmadıkça, hiçbir şeyin hiçbir şeye zarar
ve iyilik yapamıyacağı, ondan başka her-şeyin önü ve sonu yokluk
olup, hep var olan bir kimseye ancak ibadet olunur. Đbadet yalnız
böyle bir kimsenin hakkıdır. Allahtan başka böyle bir kimse
yoktur ve olamaz. Bu kâmil, yüksek sıfatlar başkasında da var,
dersek, ona başkası denilemez; başka olmak için farklı olmak
lazımdır. Söylediğimiz şartlar, iyi düşünülürse, mâbud için bir
olmak, ayrılık olmamak lazımdır. Böyle bir başkasını, ondan farklı,
ayrı düşünürsek, uluhiyyet ve mabudluk şartları, bu ikincisinde
noksan olur ve uluhiyet ve mabudluk, hakkı olamaz. Çünkü
bunun birinciden ayrı olması için mabudluk sıfatlarından
birinin, bunda bulunmaması lazımdır; bu da noksanlık ifadesidir.
Bu ikincisinin kemâl sıfatlarını tamamen kabul edip de, ayrılık
olmak için, noksan sıfatlardan bir tanesini kendinde bırakırsak,
yine kendisi kusurlu olmuş olur. Mesela, herşey ona muhtaç
olmasa, muhtaç olmayanların, ibadet etmesi niçin lazım gelsin? Ve
eğer bir işde, bir şeye muhtaç olursa, yine noksanlık olur; ve eğer
herşeye iyilik ve zarar ondan olmasa, ona ne lüzum olur ve
ibadete nasıl layık olur? Ve eğer onun izni, haberi olmadan bir
kimse, bir şeye iyilik ve zarar yapabilirse, ona yine lüzum kalmaz
ve ibadet olunmağa hakkı olmaz. Bütün kâmil sıfatları kendinde
toplayan, ancak bir olmak, şeriki, ortağı bulunmamak lazımdır.
O da Allahtır.
Đşte, "La ilahe illallah" kelimesini tekrar tekrar söylemekle,
vücudu lazım olanın, Allahtan başkası olmadığı ve ondan
başkasının ibadete hakkı bulunmadığı bildirilir. Bu ikisinden en
fâidelisi, başkasının ibadete hakkı olmadığıdır ki, bunu ancak
Peygamberler bildirmiştir. Peygamberlere uymayanlar da,
Allahtan başkasının vücudu lazım değildir diyorlarsa da, ibadete
müstehak olmakta aldanıyorlar ve Allahtan başka, ibadet
olunmaya layık kimse olmadığını anlıyamıyor, başkalarına
tapınmaktan sıkılmıyorlar; ve bir nevi puthaneler yapmaktan
çekinmiyorlar.
Puthaneleri yıkan, putlara, heykellere, diri veya ölü bir
insana tapınmayı önleyen, yalnız Peygamberlerdir.
RUH

1-Ruh

Allah sizi her türlü sıkıntıdan korusun ve dünya ve ahiret


Efendisinin hürmetine, dünya ve ahiret nimetlerine kavuştursun...
Dünya lezzetleri ve elemleri iki türlüdür: Birincisi
cismin, ikincisi ruhun zevk ve acılan... Cisme lezzet veren
herşey, ruha elem verir; ve cismi inciten herşey ruha tatlı gelir.
Demek ki, ruh ile ceset, biribirinin zıddı, aksi... Fakat bu
dünyada ruh, cisim makam ve derecesine düştüğü ve cisimle
birleştiği için kendisini cisme kaptırmış, cismin hâlini almış,
cisme lezzet veren şeylerden elem duyar olmuştur. Đşte avam, yani
aşağı tabaka halk böyledir.
"Ruhu, sonra en aşağı dereceye indirdik!"
Mealindeki âyet, bunların halini belirtir.
Đnsanda ruh, bu esirlikten kurtulmaz, bu bağlardan
çözülmez, kendi öz derecesine yükselmez, gerçek vatanına
kavuşmazsa, onun sahibine yazıklar olsun!..

Beyit:
Mahlûkların en üstünü insan...
O yüksek makamdan mahrum kalan da o...
Bu mahrumluk yolundan geriye dönmezse.
Hiçbir mahrumluk onunkine eş olmaz...

Ruhun hastalıklarından biri, elemini lezzet sanması,


lezzetini elem saymasıdır. Onun bu hâli, midesi bozuk bir
kimseye benzer ki, tatlıyı acı hisseder. Böylelerini tedavi etmek
nasıl gerekirse, ruhu da bu hastalıktan korumak icap eder.
Ruhun, tedavi göre göre, cisim acılarından lezzet bulacak hâle
gelmesi lazımdır.

Beyit:
Kavuşmak için bu lezzet ve neşeye,
Can çıkasıya çalışmak, didinmek gerek...
Đyice düşünür ve incelersek anlarız ki, dünyada eğer dert
ve musibet olmasaydı, dünyanın hiç değeri olmazdı. Dünyanın
karanlığını, onun acılık veren hâdiseleri gidermektedir. Dertlerin,
ıstırapların acılıkları, hastaya iyi gelen ilacın acılığı gibi.
Bu fakir, görüyorum ki, kötü niyetle gösteriş için, menfaat
kaygısından tertiplenen ziyafetlerde, meselâ, yemeğe kusur
bulmak ve ziyafet sahibinin hatırını kırmak, yemekteki karanlığı
gidermeye ve ziyafet sahibinin kötü niyetini temizlemeye, ziyafet
sevabının kabul edilmesine yetiyor. Eğer misafirlerin şikâyet ve
hakaretleri olmasaydı ve ziyafet sahibinin kalbi kırılmasaydı,
yemek karanlık ve günah olacak, sevabı kalmayacaktı. Kalbin
kırılması kabule sebep oldu. O halde, hep cisim ve cesedimizin
rahatını ve tadını düşünen ve hep bunun peşinde koşan bizler,
çok zor durumda bulunuyoruz. Allah,
"Đnsanları ve cinleri, yalnız ibadet etmeleri için yarattım!"
Buyuruyor. Đbadet de, kalbin kırıklığı, kendini aşağı
bilmesidir. O halde, insanın yaratılması, kendini hakir bilmesi,
aşağı görmesi içindir. Bu dünya, müslümanların ahiretlerine,
Cennetteki nimetlere göre, bir zindan gibidir. Müslümanların, bu
zindanda zevk ve safa aramaları, akla uygun olmaz. O halde,
dünyada eziyet, sıkıntı çekmeye alışmak lazımdır ve mihnetlere
katlanmaktan başka çare yoktur.
Cilt: 1 - Mektup: 64'den

2 - Ruhun Terakkisi

Kıymetli mektubunuzu okumakla şereflendik. Bu yolun


büyüklerinden bazıları, Allaha her ân agâh olduklarını, uyku
esnasında bile O'nu daima hatırda tuttuklarını haber vermişlerdir.
Bunun nasıl olacağını soruyorsunuz. Bunu anlatabilmek için önce
birkaç şeyi bildirmek lâzım:
Đnsan, ruhu bu cesetle birleşmeden önce terakki edemez,
ilerliyemezdi; kendi makam ve derecesiyle hudutlu, mahpus
gibiydi. Fakat, ruhu cesede indikten sonra insana tekâmül hassası,
yükselme kuvveti verilmiştir. Bu hassadır ki, onu melekten üstün
ve şerefli yapmıştır. Allah, lütfen ve ihsanı neticesi, ruhu, bu
hissiz, hareketsiz, karanlık, hiçbir şeye yaramayan ceset ile
birleştirdi.
Ruh ışığını, karanlık cesetle birleştiren, madde olmıyan,
zaman ve mekânla kayıtlı bulunmıyan ruhu, maddî cesetle
birleştiren, onları bir arada tutan Allah, ne büyüktür... Bütün
büyüklük ve üstünlükler yalnız O'na mahsus... O'nda hiçbir eksiklik
olamaz. Bu sözün mânasını, ilmini, iyi kavramak lâzım...
Ruh ile ceset, her bakımdan birbirinin zıddı olduğundan,
bir arada kalabilmeleri için, Allah, ruhu nefse âşık etti ve bu sevgi
onların birleşmesine sebeb oldu. Kur'an, bu hâli bize haber
veriyor:

Meâlen,
"Biz insanın ruhunu, güzel bir suretle yaratıp, sonra en
aşağı dereceye indirdik"
Buyurulur. Ruhun bu dereceye düşürülmesi ve bu aşka
tutulması kötülemeğe benzeyen bir medihtir.
Đşte ruh, nefse karşı bu aşkı sebebiyle, kendini nefs
âlemine attı, ona tâbi ve esir oldu. Hattâ kendinden geçti, aşkını
unuttu, "emmâre nefs" halini aldı; sanki en aşağı derecesiyle nefs
oldu.
Ruh, herşeyden daha lâtif olduğundan, her ne ile birleşirse
onun hâline, şekline, rengine girer. Kendini unuttuğu için, evvelâ
kendi âleminde iken Allaha olan bilgisini de kaybetti, cahil ve gafil
oldu; nefs gibi, cehalet karanlığı ile karardı.
Allah çok merhametli olduğu, kullarına çok acıdığı için,
Peygamberler gönderip, bu büyük davetçiler vasıtasiyle, ruhu
kendine çağırdı; sevgilisi olan fâsid nefse uymamasını ona
emretti. Ruh, bu emri dinleyerek, nefse uymazsa felaketten
kurtulur; nefsten yüz çevirmez, madde dünyasından ayrılmamak
isterse, saadetten uzaklaşır, yolunu şaşırır, karanlığa batar gider.
Demek ki, ruh, nefsle birleşmiş, hattâ kendisini unutup nefs halini
almıştır. Đşte ruh, bu halde kaldıkça, nefsin gafleti, cahilliği, ruhun
da gafleti, cehaleti olur. Yok eğer, ruh, nefsten yüz çevirir, ondan
soğur, kendi gibi bir mahlûku sevmekten kurtulup sonsuz var
olan, hakiki bakiye âşık olup bu aşk ile kendinden geçerse, zahirin,
yani nefsin gaflet ve cehaleti, bâtına, yani ruha, sirayet etmez,
Allahı bir ân unutmaz. Nefsin gafleti ona nasıl tesir eder ki, o
nefsten tamamen ayrılmış, zahirden batına hiç bir yol kalmamıştır.
Đşte bu vakit, zahir gaflette iken bâtın uyanıktır, her an Rabbi
iledir. Meselâ badem yağı, badem çekirdeğinde bulunduğu
müddetçe ikisi de aynı şey gibidir. Yağ, posadan ayrıldıktan sonra,
hassaları başka, her bakımdan ayrı iki şey olurlar.
Đşte bu hâle yükselmiş, bahtiyar bir kimseyi, bazen, tekrar bu
âleme indirirler. Allaha arif ve âlim olduğu halde bu maddî
âleme döndürülen o mübarek kimsenin şerefli varlığı vasıtasiyle,
âlem, nefslerin karanlığından kurtarılır. Böyle ulvî bir kimse,
insanların arasında bulunur, görünüşte herkes gibidir; fakat ruhu
hiçbir şeyi sevmez, hattâ hatırlamaz. Çünkü ezeldeki Allah bilgisi
ve sevgisiyledir ve istemediği halde onu bu âleme
döndürmüşlerdir. Ruhun terakkisi, neticede, sahibini bu hakikat
memuriyetine eriştirir.
Böyle bir müntehi, görünüşte, başkaları gibi Allahtan gafil
mahlûkların sevgisine tutulmuş sanılır. Halbuki, hakikatte, onlarla
hiçbir benzerliği yok... Bir şeyin sevgisine tutulmakla, ondan
soğuyup yüz çevirme alâkası arasında çok fark var... Şunu da
bildirelim ki, böyle bir müntehinin yaratıklara olan alâka ve
sevgisi, kendi meylinden dolayı ve kendi ihtiyarında değildir. O,
dünyaya rağbet etmez; ancak, Allah, bu alâkayı istemekte ve
beğenmektedir. Başkalarının sevgisi ise, kendilerindendir ve
Allah bu alakalarından razı değildir, onu beğenmez. Diğer bir fark
da, başkaları, bu âlemden yüz çevirip Allahı tanımak ve sevmek
derecesine kavuşabilirler. Müntehinin halktan yüz çevirmesi ise,
imkânsız... Halk ile olmak, onun vazifesidir. Ancak, vazifesi biterse,
o zaman onu, bu muvakkat dünyadan ebedî âleme ve oradaki
hakikî makamına naklederler.
Tarikat büyükleri, davet makamı ile irşat derecesini başka
başka anlatmışlar... Çokları, "Halk arasında, hak ile olmaktır."
dedi. Sözlerin başkalığı, söz sahiplerinin hâl derecelerinin başka
başka olmasından... Herkes, kendi makamına göre söylemiştir.
Herşeyin doğrusunu, Allah bilir.
Cüneyd-i Bağdadi'nin, "Nihayete varmak, başlangıca
dönmektir/ buyurması, yukarıda bildirdiğimiz davet makamına
uygun bir tariftir. Çünkü, başlangıçta hep mahlûkat
görülmektedir.
Nitekim;
"Đki gözüm uyur, fakat kalbim uyumaz."
Mealindeki hadîs, Peygamberler Peygamberinin Al-laha
olan daimi bağlılık ve uyanıklığını değil, belki kendilerinin
hâllerine karşı gafil olmadığını, uyanık bulunduğunu
bildirmekte... Bunun içindir ki, Peygamberin uyuması abdestini
bozmazdı. Peygamber, ümmetini korumakta bir sürünün çobanı
gibi olduğundan, bir ân ümmetini unutması Peygamberlik
makamına uygun olmaz.
Bunun gibi;
"Allah ile öyle vakitlerim oluyor ki, o zamanlarda
aramıza hiçbir üstün melek ve Peygamber giremez."
Mealindeki hadîsin ifade ettiği hâl, her zaman değil
bazendir. Böyle ânlarda Peygamberin, yaratıklardan yüz çevirip
ayrılması icabetmez. Çünkü, Allah, ona tecelli etmektedir; yoksa
O, mahlûkatı unutup tecellileri aramakta değildir. Maşukun âşıka
cilvesi gibi olup, âşık, maşukun peşinde, arama halinde değildir.
Ruhun terakkisiyle varılan bu mertebede, mahlûklara
dönülünce, önce kalkmış olan perdeler geri gelmez. Onlar bir defa
açılmıştır. Arada perde olmaksızın, onu, yaratıklar arasına salıp
mahlûkların uyandırılmasına, kurtulmasına vasıta kılarlar. Böyle
kimse, büyük bir padişaha çok yakın devlet adamı gibidir. Bununla
beraber kendisine millet işlerini görüp dertlerine çare olmak
vazifesi de verilmiştir.

3 - Tenasüh

Kalbleri hasta, bilgileri az bazı kimseler, âlemin, kadîm


olduğunu, yoktan var edilmediğini söylüyorlar ve tekrar yok
olacağım, kıyametin kopacağını inkâr ediyorlar. Kendilerini, şeyh,
mürşid diye tanıtan bazı sapıklar, tenasuha inanıyorlar ve ruhlar,
olgunlaşıncaya kadar, bir bedenden ayrılarak başkasına geçer,
kemâle erince, insanlara gelmez, bu yolla olgunlaşır, diyor ve
tenasüh hakkında birçok hikâyeler uyduruyorlar.
Halbuki tenasuha, yani ölen insan ruhunun bir çocuğa
geçerek tekrar dünyaya gelmesine, inanmak küfürdür. Tenasüh
vardır diyenler; Đslama inanmamış, müslümanlıktan çıkmış
kimseler... Anlamıyorlar ki, tenasüh ile ruhlar kemâl bulursa,
cehennem ve azab kimler içindir?.. Buna inanmak, cehennemi ve
hatta ölümden sonra dirilmeyi inkar etmektir.
Tenasüh, bir insan ruhunun, kendi bedenine gelmeden
önce başka bir cesede taallûk etmesi... Bir ruhun, beden şeklinde
görünmesi tenasüh değildir. Melekler ve cinler de insan şekline
bürünüp birçok şeyler yapmaktadır ki, bu, bir insana hulul
etmek, tenasüh, değildir.
Allah, meleklere, cinlere, çeşitli şekiller alabilmek
kuvvetini verdiği gibi, çok sevdiği kullarının ruhlarına da bu
kudreti bahşetmiş... Onların bahtiyar ve mübarek ruhları her
şekle girebilir; başka bir bedene ihtiyaç yoktur. Bunun gibi,
meselâ, Hindistan’da oturan ve şehrinden hiç çıkmamış bir velîyi,
hacılar Kâbede görüp konuştuklarını, başkaları, aynı gün Şam'da,
bir kısım kimseler de, yine o gün, Đstanbul'da gördüklerini
söylemiştir. Bu da, o velînin latifelerinin muhtelif şekiller
almasıdır. Bazen o velînin bunlardan haberi olmaz.

Yine bunlar gibi, güçlük içinde bulunan kimseler, korku


ve tehlikeden kurtulmak için, ölü veya diri bazı evliyalardan
yardım istemişler ve o büyüklerin, kendi şekillerinde olarak
hemen orada belirdiklerini ve imdatlarına yetiştiklerini
görmüşlerdir. Bu evliyanın, yaptıkları yardımdan bazen haberi
olmakta, bazen de olmamakta... Böyle yardımlarda bulunan, o
din büyüklerinin ruhları ve latifeleridir. Latifeler bazen görünür
âlemde, bazan da misal âleminde şekillenir... Nitekim
Peygamberimiz Efendimizi bir gecede binlerce kimse, rüyada
görüp saadet bulur. Gördükleri, hep O'nun latifelerinin ve
sıfatlarının misal âlemindeki şekilleri... Yine böylece sâlikler,
mürşidlerinin misal âlemindeki suretlerinden istifade etmiş,
sıkıntılardan kurtulmuşlardır.
Bazı evliyanın, "kümün" ve "bürûz" etmesi, tenasüh
değildir. Çünkü, tenasuha göre ruh, ikinci bir bedene hayat
vermek, onda his ve hareket doğurmak için taalluk eder. Bürûzda
ise ruhun başka bir bedene taalluku, bunları hâsıl etmek için değil, o
vücut sahibini olgunlaştırmak, yüksek derecelere ve kemâle
ulaştırmak için... Nitekim cin de bir insana taalluk, onda büruz
eder. Fakat bu alâka, ona hayat vermek için değildir. Çünkü, o
kimse, taalluktan önce esasen diridir, duyar ve hareket eder.
Taalluktan sonra bu kimsenin hareketleri, işleri, o cinin sıfat ve
hareketleri gibi görünür. Ruh hakikatine erenlerin büyükleri,
kümün ve bürûz için, birşey söylememişler; böylece cahilleri
yanlış yola sapmaktan uzak tutmuşlardır.
Bu fakire göre, kâmil mürşid, bir cahili terbiye için, bürûz
etmeksizin, Allahın verdiği bir kuvvetle kendi yüksek sıfatlarını o
kimseye aksettirip yerleştirir. Böylece aşağı derecedeki insan
yükselip kemâl bulur; âdî sıfatlardan arınıp iyi hallere kavuşur.
Bunun için de, kümün ve bürûza hiç hacet yoktur.
Bu öyle bir büyük nimettir ki, Allah, dilediğine ihsan
eder; O'nun nimetleri, ihsanları pek çoktur.

Bazı kimseler de, ruhlar nakledilir, yâni ruh, kemâle


erdikten sonra kendi bedenini bırakıp başka bir vücuda girebilir
diyor. Bunlar da tenasüh zannından gelen birtakım sapıklıklar...
Çünkü, bir ruhun ölü bir bedene hayat vermek için taalluku,
tenasüh demektir. Ruh naklinin tenasuhtan farkı: Tenasuhçular,
ruhun noksan olduğunu tenasüh yolu ile kemâl bulduğunu
sanıyorlar. Öbürlerine göre ise, ruh, kemâle erdikten sonra başka
bedene nakl edebiliyor...
Bu fakire göre, ruhun nakline inanmak, tenasuha
inanmaktan daha kötüdür. Çünkü tenasüh, ruhu olgunlaştırmak
için, diyorlar. Bu sözleri yanlış olmakla beraber, ruh kemâle
erdikten sonra, başka bedene niçin geçsin? Kemâl bulan kimse,
dünyayı seyr ve temaşa için, genç bedenlere neden nakl etsin?..
Kemâl bulmuş ruh, bedenlere girmek değil onlardan
kurtulmak ister. Çünkü ruhun bedenle birleşmesinden maksat, ele
geçmiş, kemâl hasıl olmuştur.
Ayrıca ruh naklinde, birinci beden ölerek ikincisi
dirilmektedir. Halbuki birinci bedenin, mezarda azap veya sevap
görmesi lâzım... Đkinci bedenin dirilmesi, dünyada kıyameti
kopup haşrolması demektir. Ruh nakline inananlar, acaba, kabir
azabına, kıyamet gününe, iman ediyorlar mı?..
Rüya, ruhun mekan değiştirmesi değil, ona misal
aleminden bazı suretlerin görünmesidir. Bazı kimseler, rüyada
kendilerini çok zengin, yüksek mevki sahibi veya ilim öğrenmek
için herkesin etrafında toplandığı büyük din âlimi olmuş görürler.
Halbuki görünür âlemde, uyanık iken bunların hiçbiri mevcut
değildir. Bunlar doğru mu, yoksa aslı, esası yok mu?
Böyle rüyalar boş ve esassız değildir. Bu rüyayı gören
kimsede, mevki sahibi olmak, âlim olmak hâli ve kabiliyeti var
demektir. Fakat kuvveti az olduğundan görünür âleme
çıkamamakta... Eğer bu hâl, zamanla kuvvetlenirse madde
âleminde de hâsıl olur. Aksi hâlde misal âleminde görünmekle
kalır ve kuvveti derecesinde devam eder.
Tasavvuf yolu saliklerinin rüyaları da böyle... Kendilerini
yüksek makamlarda, velilerin mertebelerinde görürler. Bu hâl,
görünür âlemde nasip olursa pek büyük nimettir. Yok eğer misal
âleminde belirmekle kalırsa hiç kıymeti yoktur.
Bunun için Nakşı büyükleri, rüyalara ehemmiyet
vermemişler, talebenin rüyasını tâbir etmeye lüzum görmemişler,
yalnız uyanık iken ele geçene bakmışlar... Bundan dolayı devamlı
görünmelere yönelip, hiç kaybolmayan huzura koşmuşlardır.
Allahtan başka her şeyi unutmak, hiçbir şeyi
hatırlamamak... Bu hâl, onlar için daimidir.
Cilt: 2 - Mektup: 371 'den
NEFS

1 - Nefs

Allahü Teâlâ hayırlı ömürler ihsan buyursun!.. Đyilikler


verip başınızdan geçen acılan unuttursun...
Yavrum!
Gençlikde, nefsin arzuları, insanı kapladığı gibi, ilim
öğrenilecek, ibâdet edilecek en kârlı zaman da gençlikdir.
Gençlikde şehvetin, asabiyyetin kapladığı anlarda, şeriatin bir
emrini yerine getirmek, ihtiyarlıkta yapılan aynı ibadetten çok
üstün ve kıymetli olur. Çünkü mâni'ler karşısında, ibâdeti
yapmak güçlüğü, sıkıntısı, o ibâdetlerin şanını, şerefini göklere
çıkarır; mâni olmayarak, kolay yapılan ibâdetler, aşağıda kalır.
Bunun içindir ki, insanların yüksekleri, meleklerin yükseklerinden
daha üstün olmuştur. Çünkü insanlar, mâniler arasında ibâdet
ediyor, melekler ise, mâni olmadan emre itaat ediyorlar. Harb
zamanında askerin kıymeti artar ve muharebede ufak bir hizmet,
sulh zamanındaki büyük gayretlerinden daha kıymetli olur.
Gençlik arzulan, Allahın düşmanı olan nefsin ve şeytanın,
sevdiği şeylerdir. Şeriata uygun şeyler ise, Allahın sevdiği şeyler...
Allahın düşmanlarını sevindirip, bütün nimetleri veren, hakiki
sahibi gazaba getirmek, akıllı ve zeki insanların yapacağı şey
değildir. Allah hepimize akla uygun hareketler nasip edip, nefse,
şeytâna ve din düşmanlarının sözlerine ve yazılarına
aldanmaktan muhazafa buyursun!

2 - Günahtan Sakınmak

Allaha hamd olsun ve onun seçip beğendiği kimselere


selâm olsun!
Kıymetli dostlarımın, dünyanın yaldızlı, süslü
günahlarına aldanmış olmasından korkuyorum. Bunların güzel
ve tatlı görünüşlerine, çocuklar gibi kapılacaklarını düşünerek
üzülüyorum ve Đblis ve insan şeytanlarının dürtmesi ile
mubahlardan ve şüphelilerden ayrılarak, harama dalmalarından
ve sahibimize mahcup ve utanacak hâle düşeceklerinden çok
sıkılıyorum. Tövbe ve istiğfar etmek, yalvarmak lâzımdır.
Haramları, şüpheli şeyleri öldürücü zehir bilmelidir.
Sözün kısası sana, şudur;
Ki, daha çocuksun ve yol korkuludur.

Allâhü Teâlâ lütfederek, kerem ederek, acıyarak, kullarına


çok şeyi mubah kılmıştır. Ruhu hasta, kalbi bozuk olduğu için,
mubahlarla doymayıp, Şerîatin hududundan dışarı taşanlar,
şüpheli ve haramlara uzananlar, ne kadar bedbaht ve zavallıdır.
Şeriatin hududunu gözetmek, buradan dışarı taşmamak lâzımdır.
Âdet üzere, alışkanlık ile namaz kılanlar ve oruç tutanlar çoktur,
fakat Şeriatin hududunu gösteren haram ve şüphelilere
düşmemeğe dikkat eden pek azdır. DOĞRU ve hâlis ibadet
edenleri, âdet üzere, bozuk ibâdet edenlerden ayıran fark, Şeriatı
gözetmektir. Çünkü namaz ve orucun hâlisi de bozuğu da,
görünüşde beraberdir.
Peygamberimiz buyurdu ki:
"Dininizin direği, temeli vera'dır"
Ve bir Hadîs-i şerifde;
"Hiçbir şey vera' gibi olamaz."
Buyurdu.
Oradaki sevdiklerimiz, her ne kadar tatlı yemeklere,
süslü elbiseye düşkün ise de, hakikî lezzet ve fayda, vera'
sahiplerinin yediklerinde ve giydiklerindedir.
Onun ile bunun arasındaki fark, çok büyüktür. Çünkü
Allah onu beğenmez, bundan ise razıdır. Sonra, kıyamette onun
hesabı güç, bunun ise kolaydır.
Yâ Rabbî, bizlere acı, doğru yoldan ayırma!

(Đlmi Âhidin, Đmamlığın şartlarında buyuruyor ki;


şüphelilerden sakınmağa, vera' denir. Haramlardan sakınmağa,
takva denir. Şüpheli olmak korkusu ile mubahları yani helâl
şeyleri terketmeğe de zühd denir.)
3 - Vazife

Ey kıymetli oğlum!
Bugün her istediğini kolayca yapabilecek haldesin.
Gençliğin, sıhhatin, gücün, kuvvetin, malın ve rahatlığın bir
arada bulunduğu bir zamandasın. Saadete kavuşturacak
sebeplere yapışmayı, yarar işler yapmayı, niçin yarına
bırakıyorsun?
Đnsanın ömrünün en iyi zamanı olan gençlik günlerinde,
işlerin en iyisi ve faydalısı olan, Yaradanın emirlerini yapmaya,
ona ibadet etmeye çalışmalı, şeriatin yasak ettiği haramlardan,
şüphelilerden sakınmalı, beş vakit namazı cemaatle kılmayı elden
kaçırmamalıdır. Nisap miktarı malı olan müslümanların zekat
vermeleri emrolunmuştur; bunların zekat vermesi muhakkak
lazımdır. O hâlde, zekatı seve seve ve hatta fakirlere yalvara
yalvara vermelidir. Allah çok merhametli olduğu, kullarına çok
acıdığı için, yirmi dört saat içinde ibadete, yalnız beş vakit
ayırmış, ticaret eşyasından ve çayırda otlayan dört ayaklı
hayvanlardan, tam veya yaklaşık olarak, ancak kırkta birini
fakirlere vermeyi emir buyurmuştur. Birkaç şeyi haram edip,
pek çok şeyleri mubah etmiş, izin vermiştir.
O halde, yirmi dört saatte bir saat tutmayan bir zamanı,
Allahın emrini yapmak için ayırmamak ve zengin olup da, malın
kırkta birini müslümanların fakirlerine vermemek ve
sayılamayacak kadar çok olan mubahları bırakıp da haram ve
şüpheli olana uzanmak ne büyük inad ve ne derece insafsızlık
olur.
Gençlik çağı, nefsin kaynadığı, şehvetlerin oynadığı, insan
ve cin şeytanlarının saldırdığı bir hengâmedir. Böyle bir çağda
yapılan az bir amele pek çok sevap verilir. Đhtiyarlıkta, dünya
zevkleri azalıp, güç, kuvvet gidip, arzulara kavuşmak imkanı ve
ümitleri kalmadığı zamanda, pişmanlıktan, ah etmekten başka
birşey olmaz. Çok kimselere bu pişmanlık zamanı da nasip olmaz.
Bu pişmanlık da, tövbe demektir ve yine büyük bir nimettir;
çokları bugünlere kavuşamaz.
Peygamberimizin haber verdiği sonsuz azaplar, çeşit çeşit
acılar, elbette meydana çıkacak, herkes cezasını bulacaktır. Đnsan
ve cin şeytanları, bugün, Allahın affını, merhametini ileri sürerek
aldatmakta, ibadetleri yaptırmayıp günahlara sürüklemektedir.
Halbuki iyi bilmek lazımdır ki, bu dünya imtihan yeridir ve bunun
için burada, dostlarla düşmanları karıştırmışlar, hepsine
merhamet etmişlerdir. Nitekim Kuran'da, "Merhametim herşeyi
aştı" Duyurulmuştur. Halbuki, Kıyamette düşmanları
dostlardan ayıracaklardır. Nitekim Kuran'da, "Ey kafirler bugün
dostlarımdan ayrılınız!" âyeti bunu haber vermektedir. O gün,
yalnız dostlara merhamet olunacak, düşmanlara hiçbir suretle
acınmayacak, onlar, muhakkak melun olacaktır.
Nitekim;
"O gün, merhametim, yalnız benden korkarak kafir
olmaktan ve günah işlemekten kaçınanlara, zekatını verenlere,
Kurana ve Peygamberime inananlara mahsustur!"
Âyeti böyle olduğunu göstermektedir. O halde, o gün,
Allahü Tealanın rahmeti, ebrâra, yani müslümanlardan, iyi huylu
ve yarar işli olanlara mahsustur. Evet, müslümanların zerre kadar
imanı olanların hepsi sonunda, hatta çok zaman cehennemde
kaldıktan sonra bile merhamete kavuşacaktır. Fakat rahmete
kavuşabilmek için ölürken iman ile gitmek şarttır. Halbuki,
günahları işlemekle kalp kararınca ve Allahü Tealanın emirlerine
ve haramlarına ehemmiyet verilmeyince, son nefeste, iman nuru,
sönmeden nasıl geçebilir?
Din büyükleri buyuruyor:
"Küçük günaha devam, büyük günaha sebep olur.
Büyük günaha devam da, insanı kâfir olmaya sürükler."
NAMAZA DAĐR

Beş vakit namazın ilk vaktinde kılınması lazımdır. Kışın


uzun gecelerinde yatsı namazının gece yansına kadar bırakılması
müstehâb denilmiş ise de, fakir, bu işde irâde sahibi değildir;
istemez ki, namazın edasında kıl ucu kadar bir tehir vâki olsun.
Beşeriyet aczi müstesna... Beşeriyet aczi, şer'i özürden kinayedir
ki, mesela, uzuvların birinden kan çıkar da ilk vakitte kesilmezse
namazı son vakte kadar tehir eder.

Cilt: 1 - Mektup: 37'den

Kendisinde en çok ibadetleri toplayan ve insanı Allaha itaate en


ziyade yaklaştıran amel, namaz kılmaktır. Allah Resulü buyurdular
ki;
"Namaz dinin direğidir. Kim namazı tamam, doğru ve
devamlı kılarsa dinini ayakta tutmuş olur; namazı terkedenler de,
dinini yıkmış olur."
Bir kimse daimi olarak namazını kılmakta muvaffak olursa men
edilen şeyleri işlemekten uzak kalır. Bu sözü teyid eden bir âyet de
vardır. Böyle olmayan, yani men olunan şeyleri işlemeye mani
olmayan bir namaz, hakiki namaz değil, namazın suretidir.
Bununla beraber hakiki namaz hasıl oluncaya kadar bu suret
namazı bırakmak olmaz. Bir şeyin hepsini idrâk mümkün olmayınca
hepsini terk etmemek lazımdır. Đkram edicilerin ikram edicisi
Allah'ın surete dahi hakikat gibi itibar etmesi uzak değildir. Size
düşen, huşu, huzû ve cemaatle namaz kılmaktır. Kurtuluş ve
saadetin sebebi ancak budur.
Allah, kitabında, meâlen buyurdu ki;
"Sükûn ve haşyet ile namaz kılan müminler muhakkak
saadet buldular."
Đş ancak budur...
Tehlike meydana çıktığı anda, galip bir düşman karşısında,
askerlerin az bir metanet göstermeleri itibar kazanır. Onun için
nefsanî şehvetlerin galebesi mevcut iken civanmertlerin nefslerini
salaha doğru götürmeye çalışmaları ve salah halleri pek fazla
makbul ve muteberdir. Ashab-ı Kehf, dine muhalif zuhur eden bir
meseleden dolayı hicret etmeleri sebebiyle büyüklüğe nail
olmuşlardır.
Peygamberler Peygamberi bir hadîsleriyle ifade buyurdular
ki:
"Herc-ü merc (yani fitne) vaktinde ibadet etmek, bana
hicret etmek gibidir."

Cilt: 1 -Mektup: 85'den

Đbadetlerde, hususile namaz edasında ve bilhassa farz


namazları kılarken lezzetlerin husulü, külfet ve zahmetlerin
kalkması, Hak'kın büyük nimetlerindendir ki, nihayete
varmamışlara müyesser olmaz. Zira, başlangıçta hidayete erenler
nafile namazlar kılmaktan büyük lezzet alırlar. Nihayetin
nihayetindekilerde bu nisbet, farzlara mahsus olup müntehiler
nafile namaz kılmakta kendilerini kârsız sayarlar. Bunların
nazarında, asıl büyük kâr bilhassa farzın edâsıdır. Bu iş büyük bir
devlettir; bakalım kime erişir?..
Bilinmelidir ki, namaz kılınırken hâsıl olan lezzetlerden
nefsin asla nasibi ve hazzı yoktur. Bu esnada nefs, yine feryad ve
figandadır. Yarab, bu ne rütbedir!.. Erbabına bu nimetler afiyet
olsun!.. Bizim gibi hevâ ve hevesine uyan kimselerin, böyle sözleri
söylemeleri ve işitmeleri de büyük ganimettir.
Şu da bilinmelidir ki, dünyada namazın rütbe ve mevkii,
ahirette Allahın cemâlini görme mertebesi gibidir. Çünkü dünyada
Allaha yakınlığın nihayeti namazdadır. Ahirette yakınlığın sonu ise,
Allahın cemâlini görmektedir.
Diğer ibadetler namaz için vesiledir. Namaz ise, asıl
maksatlardandır.

Cilt: 1 - Mektup: 137den


Ey, oğul !
Đşit, işit ki, salavat sahibi nebiler, daveti, "yaratık âleme"
hasretmişlerdir. Kalbin "yaratık âlem"le münasebeti daha çok
olduğundan onu da tasdike davet buyurmuşlar ve kalbin verâsından
söz söylememişler, onları maksatlardan saymıyarak terk
etmişlerdir. Cennet’in nimetleri, cehennemin acıları, Hak'ı rüyet
devleti ve bu devletten mahrumiyet; bunların hepsi "yaratık âleme"
bağlıdır. "Emr âlemi"nin onlarla bir alakası yoktur.
Diğer ameller, - ki, farz, vacip ve sünnettir- bunların ifa ve
icrası da, "yaratık âlem"den olan kalbe taalluk ettiğinden "emr
âlemi"nin nasibi, nafile amellerden oldu. Öyle bir yakınlık ki,
semeresi bu amellerin edası olan amellere göre olması lazım
geldiğinden, farzların semeresi olan bir yakınlık, çaresiz "yaratık
âlem"in nasibi oldu. Nafilelerin semeresi olan bir yakınlık ise, "emr
âlemi"nin nasibi olur ve şüphe yoktur ki, farza nisbetle nafilelerin
hiç itibarı yoktur.
Eğer deryanın muhite nisbeti olsaydı belki nafilelerin
sünnete nazaran nisbeti de öyle olurdu. Ve sünnetin de farza
nisbeti damlanın denize nisbeti gibidir. Öyle ise, iki yakınlığın
arasındaki farkı bundan kıyas etmek ve "yaratık âlem"in, "emr
âlemi" üzerindeki mertebesini bu farkla bilmek lazımdır... Bu
mânada nasibi olmayan kimselerin ekserisi, nafilelerin tervicine beliğ
gayretler gösteriyor ve farzları harab ediyorlar.
Ham sofular, zikir ve fikri en mühim iş addederek farz ve
sünnetlerin ifâsında gevşeklik gösteriyor, (erbainat) çile ve riyazeti
tercih ederek cuma ve cemaati terk ediyorlar. Bilmezler ki, bir
farzı cemaatle edâ etmek, onların binlerce (erbain)inden daha
iyidir. Evet, şer'i edeplere riâyetle beraber zikir ve fikir çok mühim
ve pek iyidir.
Başı boş âlimler de, nafilelerin tervici için çalışıyor ve
farzları harab, feyizsiz hâle getiriyorlar.
Mesela; Aşure namazını -ki, selam ve salavat sahibi
Peygamber tarafından sıhhate varmamış olduğu halde- cemaatle ve
tam bir cemiyetle edâ ederler. Halbuki nafilelerin cemaatle
kılınmasının mekruh olduğuna dair fıkhî rivayetin bulunduğunu da
bilirler ve farzların edasında yine gevşeklik izhar ederler.

Farz namazlarını müstehab olan ilk vaktinde kılanlar azdır;


belki asıl vaktini dahi tecavüz ederler ve cemaatle kılınmasına o
kadar mukayyet olmazlar; bir iki kişilik cemaatle kanaat veya çok
defa yalnız kılmakla iktifa ederler. Đslamın ittika sahipleri böyle
yaparlarsa avam için ne söyleyelim?
Bu amelin takdirsizliğindendir ki, Đslamiyette zaaf
meydana çıkmış, böyle hareketin zulmetinden de hayal ve
bid'atler zahir ve aşikar olmuştur.
Bunun gibi, nafilelerin edası gölgeden "gölge yakınlık",
farzın edası ise gölge korkusundan uzak "aslî yakınlık" bahşeder.
Meğer ki, farzların tekmili için edâ edilen nafileler olsun. Onlar da,
farza bağlılıktan "aslî yakınlığa" yardım eder. Öyle ise, çaresiz farzın
edası asla müteveccih olan "yaratık âleme" nisbetlenmiş oldu.
Nafilelerin edası ise gölgeye müteveccih olan "emr âlemi"ne
nisbetlenmiştir.
Bütün farzlar, her ne kadar asim yakınlığını bahşederse de,
bunların en üstünü ve en kemallisi namazdır. Namazın müminin
miracı olduğunu işitmişsinizdir. Kulun rabbine en ziyade yakınlığı
namazdadır. Salat ve selam sahibi Peygamberin buyurduğu
"vakit", hususiyle, bu fakir indinde namazdaki vakittir. Namazdır ki,
yasak edilmişlerden uzak tutar. Namazdır ki, Âlemlerin Efendisi,
kendi rahatını onda isteyip, onun için; "Beni rahat ettir, ya Bilal"
buyurmuştur.

Cilt: I - Mektup: 260'dan

Đslamın beş rüknünden ikincisi namazdır. Namaz, bütün


ibadetleri içine alır; bütün yaklaştırıcı amellerin en üstündedir.
Alemlerin Efendisine "Miraç Gecesi'nde, Cennetle nail olunan rüyet
devleti; indikten sonra dünyada, bu neş'eye nisbetlenmiş olarak
namazda müyesser olmuştur. Onun için Đnsanlığın Efendisi,
"Namaz müminin miracıdır." buyurdular. Ve yine;
"Kulun Rabbine en yakın vakti, namazdaki vakittir."
Buyurdular.
Peygamberler Peygamberine tam manasiyle tâbi olanların
o devletten gelen bu neş'ede, namazda, geniş bir haz ve üstün bir
nasipleri vardır. Gerçi "rüyet" olmadığı için bu neş'e, ona eş
olmaz; fakat dünyada namaz kılmak emrolunmasaydı Maksudun
yüzünden örtüyü kim açardı? Talibin matluba erişmesine kim
delalet ederdi?
Namazdır ki, gamlılara lezzet bahşeder, namazdır ki,
hastalara rahat verir...
"Beni rahat ettir, ya Bilal!"
Bu hikmetin bir remzidir.
Ve;
"Aynî yakınlık namazdadır." Đfadesi bu talebten bir işarettir.
Zevkler, vecdler, ilimler, irfan halleri, makamlar, renkler,
imkanlar, nurlar, itikaf tecellileri, renkli ve renksiz tezâhürler...
Bunlardan herhangi biri, namaz dışında ve namazın hakikatinden
habersiz iken zuhur ederse bunun menşei gölge ve misâldir; belki,
vehîm ve hayalden doğmaktadır. Namazın hakikati içinde olan bir
kimse ise, namaz kılarken sanki dünya neşesinden çıkıp âhiret
neşesine girer. O vakit de âhirete mahsus olan devletten büyük bir
nasip ve gölgelik zamanından uzak aslî bir haz elde etmiş olur.
Çünkü dünyaya ait neşe, gölgenin üstünlüklerine bağlı ve
gölgelerden uzak muameleler ise âhirete mahsustur. Öyle ise namaz,
elbette, miraç olmuş olur. O namaz da müminler hakkında olup bu
devlet, bu ümmete mahsustur ki, kendi Peygamberleri salât ve
selâm Sahibine bağlılıkları sebebiyledir. Peygamberler Peygamberi,
mirac gecesinde dünyadan âhirete gitti; Cennete dahil ve rüyet
devletiyle müşerref oldu. Ona bağlananlar da, namazda bu üstünlük
ile şereflenir ve bu bahtiyarlıkla saadetlenirler.
Namazın hakikatine agâh olmayan ve namaza mahsus
üstünlüklerden haberdar bulunmayan bir topluluk, kendi dertlerinin
ilacını başka şeylerde arar. Bunlar kendi muratlarının hasıl olmasını
diğer şeylere bağlamışlardır. Belki bunlardan bir güruh, namazı
maksattan uzak bilip namazın esasını başka şeyler üzerine zan ve
bina ederler; orucu namazdan üstün addederler. Onların halleri
sarhoşluk halidir.
Namazın hakikatine agâh olmadığındandır ki, bu
topluluktan büyük bir kalabalık, ıztıraplarının teskinini oyun,
nağme ve sarhoşlukta arar. Onlar, istediklerini nağme perdelerinde
bulacaklarını zannederler. Bu yüzden raks ve rakkaseleri görmeğe
giriftar olmuşlardır. Bununla beraber işitmişlerdir ki, Allah,
haramda şifa yaratmamıştır.
Đşte bunların hâli, suya düşerek boğulmaktan kurtulmak için
önüne rastgelen otlara yapışan kimselerin hâline benzer.
Bir şeyde muhabbetin fazlalığı o şeyin kusurlarını gizler;
gözler görmez, kulaklar sağır olur. Eğer namazın hakikatine ait
üstünlüklerden bir koku onların üzerinde olsaydı oyun ve
nağmeden asla dem vurmaz, sarhoşluğu istemezlerdi. Çünkü
hakikati görmediklerinden efsâne yoluna sapmışlardır.
Ey kardeş! Namazla nağme arasında ne kadar fark varsa
namazın menşei olan kemâllerle nağmenin menşei olan kemâller
arasında da o kadar fark vardır.
"Aklı olana bir işaret kâridir".

Cilt: 1 -Mektup: 261'de

Alimler, namazda niyetin kalb ile beraber lisan ile de


söylenmesi lâzım ve güzel demişlerdir. Halbuki lisan ile niyet,
Yaratılmışların En Büyüğü Selâm ve Salâvat Sahibinden ne sahih
ne de zayıf bir rivayetle sabit olmuştur. Ashabından ve onlara tâbi
olmuş büyük insanlardan da lisan ile niyet sabit olmamıştır.
Đkâmet edildiğinde -namaza başlarken- "Allahü Ekber"
buyururlardı. Öyle ise lisan ile niyet, "bid'at" oldu. Bu "bid'at'ın,
"hasene", güzel olduğunu söylemişlerdir. Halbuki fakire malum
olduğu üzere, bu bid'at, yalnız sünnetin değil farzın ref'ini de iktiza
etmektedir. Çünkü insanların çoğu, lisan ile niyeti kafi görüp kalbin
gafletinden hiç tasa duymazlar. Ve bu, böylece namazın
farzlarından olan kalbî niyeti terketmek yüzünden namazları fesada
uğratmaktadır.
Diğer sonradan çıkmalar ve bid'atler de böylece kıyas
olunsun.

Cilt: 1 - Mektup: 186'den

Namaz -ki, müminin miracıdır - sanki dünyadan ahirete


gitmektir. Ahirette miracdan ne nasib olursa namazda da o haz
müyesser olur. Bu devletin husulüne sebep, zannederim ki,
musallinin, namazda, ilâhî hakikatlerin zuhur yeri olan Kabe
cihetine yönelmesidir. O halde Kabe, öyle esrarlı bir şeydir ki,
sureta dünyadan, fakat hakikatte âhirettendir. Namaz da O'nun
vasıtasiyle bu nisbeti peyda etmiştir. Aynı zamanda suret ve
hakikati kendinde toplamış ve bu, tahkike ve ispata ulaşmıştır.
Namaz kılarken elde edilen bir hâl namaz haricinde hâsıl
olan bütün hâllerin üstündedir. Çünkü o hâl, gölge dairesinden
gelmemiştir. Namazın haricinde hâller, her ne kadar yükseklik
gösterirse göstersin, gölgeden, namaz dahilindeki hâller ise
asıldandır.
Gölge ile aslın arasındaki fark ne kadarsa, o hâllerle
bunlar arasında da o kadar fark vardır.

Cilt: 1 - Mektup: 263'den

Akıl sahipleri üzerine evvelâ farz olan şudur: Kurtuluş


zümresi olan Sünnet ve Cemaat Ehlinin -Allah say'lerini meşkur
etsin- isabetli reyleri mucibince akidelerini düzelttikten sonra
fıkıh hükümlerini, yani amele taalluk eden ilmi öğrenmek...
Çaresiz, farzı, vacibi, helali, haramı, sünneti, mendubu,
müşebbihi ve mekruhu bilmek ve bu ilmin iktizasınca amel
etmek de zaruridir.
Fıkıh kitaplarının mütalaası zaruretten sayılmalı; güzel ve
doğru işler icrasına fevkalâde gayret sarfına riayet edilmelidir.
Burada, dinin direği olan namazdan bir miktar bahsedilecektir;
lütfen dinleyiniz.
Evvela abdest alırken her uzvu tamamiyle ve kemâliyle üç
kere yıkamak lazımdır ki, sünnete uygun olmuş olsun. Başı her
tarafını kapsayacak şekilde meshetmek ve boynun meshinde
ihtiyat göstermek lazımdır. Sol elin serçe parmağiyle, sağ ayağın
küçük parmağından başlayarak ayak parmaklarını, altından,
hilallemeğe dikkat ediniz. Bu fiil müstehabtır. Müstehabın
yapılmasını küçük görmeyiniz. Zira müstehab, Hak'ın sevdiği ve
razı olduğu bir işdir. Hak'ın sevdiği ve razı olduğu bir fiili ifa
etmek için dünyanın tamamı sarfedilerek o amel kazanılsa bu bir
ganimettir. Bu fiil, bir kaç cam parçası mukabilinde çok kıymetli,
nefis mücevherler satın almak, camid olan bir şeyle ruhu elde
etmek hükmündedir.
Kâmil olan bir temizlikle kusursuz ve eksiksiz abdest
aldıktan sonra mü'minin miracı olan namazı kılmaya kastedmeli,
farz namazlarını cemaatle kılmaya ihtimam göstermeli ve ilk
tekbiri imamla beraber almayı bırakmamalı... Namazı müstehap
olan vaktinde edâ etmeli ve kıraatte sünnet miktarına riayet
olunmalıdır.
Rükûda ve secdede farz, veya seçkin bir rivayete göre,
vacip olan (duraklamaya) riayet, elbette lâzımdır. Aynı zamanda
rükûdan kalkınca her kemik yerine oturuncaya kadar doğrulmak
ve bir miktar duraklamak icap eder. Çünkü muhtelif sözlere göre
bu duraklama ve sükûn, farz veya vacib yahut sünnettir. Đki secde
arasındaki oturmada da, burada olduğu gibi, her uzvun yerli
yerine gelmesi ve duraklaması lazımdır.
Muhtelif rivayetlere göre rükû ve secdedeki teşbihlerin en
az üç kere, çoğu yedi veya onar keredir. Đmamın teşbihleri de ona
uyanların hâl ve takatınca olmalıdır. Fakat bir kimsenin, kuvvet ve
istidadı varken, yalnız başına namaz kıldığı zaman teşbihlerin en
azı ile iktifa etmekten utanması, hicap etmesi gerekir. Fazlasına
kadir değilse beş kere teşbih etmelidir.
Secdeye geldiği zaman hangi âza yere yakınsa onu yere
koymalı; yani önce iki dizi, sonra iki eli, daha sonra burnu, nihayet
alnı... Dizler ve eller yere vazedildiği zaman evvelâ sağını koymak
ve secdeden kalkarken göğe yakın olanı kaldırmak, yani evvela
alnı, sonra bumu, daha sonra elleri, en sonunda dizleri kaldırmak
lâzımdır. Kıyamda iken secde yerine, rükûda iken de ayaklar
üzerine bakmak, secde vaktinde burun ucuna ve secdeden
kalkınca, cülusta iken de eller veya dizler üstüne...

Bu suretle, nazarı dağınıklıktan muhafaza ve söylenen


yerlere hasredince namazı toplulukla kılmak müyesser, ve namaz,
huşu ile edâ edilmiş olur. Salât ve Selâm Sahibi Nebiden böyle
naklolunmuştur.
Bundan başka, rükûda iken iki elin parmaklarını açmak
ve secdede de birbirine yapıştırmak sünnettir. Bunlara da riâyet
etmek gerekir. Parmaklarını açmak veya kapamak sebepsiz
değildir. Bu amelin altında meknuzdur. Şeriat Sahibi, bunu
yapmış olduğundan, bizim için O'na bağlılıktan daha faydalı
bir iş yoktur.
Bu hükümlerin hepsi, fıkıh kitaplarında teferruatiyle zikr
ve izah olunmuştur. Burada bahsetmemizden maksat, fıkıh
ilminin iktizasınca hareket etmeğe tergip ve teşviktir.
Allah bizi ve sizi Şeriat ilimlerine uygun, güzel
hareketlere ve dini akidelerin tashihine muvaffak etsin.

Cilt: 1 - Mektup: 266'den

Ey, oğul! Bu fakir, risalelerinde, Peygamberler


Peygamberi için vaktin semerelendirilmesi haliyle beraber nadir
vakti de yazmıştır. Bu nadir vakit, namazlarını edâ ettikleri
zamandadır.
Namazın müminin miracı olduğunu işitmişsinizdir.
Kâinatın Efendisinin, "Beni rahat ettir, ya Bilâl!" hitapları da âdil
bir şahittir.
Cilt: 1 -Mektup: 293'den
Allahın Kur'an âyetlerinin ekserisinde Cennete girme
vaadini salih ameller şartına bağladığı malûmdur. Ancak bundan
kasdın, salih, amellerden bazısı mı, yoksa hepsi mi olduğunda
tereddüt edilmiştir. Eğer hepsi kastedilmiş ise, bu pek güçtür ve
az kimse, salih emellerin tamamını ifaya muvaffak olabilir. Şayet
bazıları istenmişse, hangileri olduğu malûm ve muayyen değildir.
Nihayet Allah sadece fazlı neticesi, hatıra getirdi ki, salih
amellerden maksat islâmın binası olan "beş şart"tır.
Eğer bu Đslâmın beş şartı (namaz, oruç, hac, zekat ve
şehâdet kelimesi), kemâliyle yerine getirilirse, kurtuluş ve saadet
vaktin nakdi olur; yani kurtuluş ümidi ele geçmiş bulunur. Çünkü
bunlar, haddizatında, salih ameller bulunduğundan, yasaklan ve
kötülükleri işlemeye mânidir. Bu mânaya şahadet eden bir âyet
de vardır.
Đslâmın bu beş şartını ifa müyesser olunca şükür edâ
olunmuş sayılır. Şükür edâ olunduğu vakit de gadabdan kurtuluş
hasıl olur. O halde, Đslâmın bu beş şartını kemâliyle ifa
hususunda canla başla çalışmak gerek... Hususiyle dinin direği
olan namazı edâ ederken, mümkün olduğu kadar, onun âdabından
birisini dahi terke razı olmamalı... Eğer namaz, tamamiyle edâ
edilirse, Đslâmdan büyük bir esas ve gadabdan kurtulmak için
sağlam bir tutamak ele geçmiş demektir.
Biliniz ki, namazda ilk tekbir, kulların ibadetinden ve
müsallinin namazından Hakkın müstağni olduğuna işarettir.
Namazın rükünlerinden sonraki tekbirler, Allaha ibadet hususunda
her rüknü edaya liyakat olmadığına rumuzdur. Rükû teşbihinde
ilk tekbirin mânası mülâhaza edilmekte olduğundan rükû
sonunda tekbir eylemek emir buyurulmamıştır. Ama ikinci secde
buna aykırıdır; onlarda teşbihler mevcut olduktan başka başında
ve sonunda tekbir eylemek de emir Duyurulmuştur. Tâ ki, düşme,
hazlanma, teslimiyet ve inkisarın gaye ve nihayet yeri olan
secdeleri, hakkiyle edâ etmek vehmine Kimse düşmesin. Bu vehmi
uzaklaştırmak için secde teşbihinde "A'lâ" kelimesi seçildi; aynı
zamanda tekbiri de sünnet oldu. Namaz, müminin miracı
olduğundan namazın sonunda, Peygamberler Peygamberinin
Miraç Gecesinde müşerref oldukları kelimelerin okunması emir
buyuruldu. Öyleyse namazı kendine miraç yapıp yakınlığın
nihayetini namazda aramak lâzım...
Allah Resulü, meâlen buyurdu ki:
“Kulun, Allaha en yakın zamanı, namazdaki zamandır."
Çünkü o vaktinde kul, Rabbine münacat edip O'nun
azamet ve celâlini müşahede edicidir.
Namaz kılarken musallide korku ve heybet peyda olmak
gerektir ki, onun tesellisi için namaz teslimiyetle bitirilirdi. Bir
hadîsle geldiği gibi, farz namazından sonra yüz kere okunan
teşbih, tehlil ve tekbirin, bu fakir indinde sırrı: Namaz kılarken
vaki olan kusur ve noksanların telâfisi o teşbih ve tekbirlerle
olur. Namazı lâyıkiyle kılamadığını ve ibadeti noksan olduğunu
itiraf etmek lazım... Hakkın yardımiyle ibadetin edası müyesser
olduğu vakit, o nimetin şükrünü hamd ve sena ile yerine getirmek
ve ondan başka müstehak ibadet yok bilmek icap eder. Namazın
edep ve şartlarına uygun olarak edasından sonra kalb
samimiyetiyle bu güzel kelimeler okunarak noksanlar telafi edilir
ve nimetin şükrünü ifaya muvaffak ve Allahtan başkasının
ibadete istihkakı nefyolunursa ümid edilir ki, o namaz Huda'nın
kabulüne şayan ve sahibi de musalli ve felah bulucu olur.

Cilt: 1 - Mektup: 304'den


Biliniz ki, namazın tamam olması ve onun Kemali, bu
fakirin nazarında, fıkıh kitaplarında etraflıca beyan buyurulduğu
üzere, namazın farzlarını, vaciplerini, sünnetlerini ve
müstehaplarını ifa ve beyan etmekten ibarettir. Bu dört hususun
ötesinde, namazı tamamlayıcı başka bir icap yoktur. Namazda
huşu, bu dört şarta bağlıdır.
Bu icapları bilmek kâfidir diyerek onları yerine getirmekte
gevşeklik gösterenler var. Bunların, şüphesiz, namazın
üstünlüklerinden nasipleri azdır. Başka bir topluluk da, Hak ile
kalbin huzuruna ihtimam edip amellerin dış ölçülerine az
ehemmiyet verirler. Bunlar amellerini yalnız farz ve sünnete
hasretmişlerdir. Bunlar da namazın hakikatine vâkıf olmamışlardır;
namazın kemâlini namazın gayrinden beklerler. Çünkü kalbin
huzurunu namazın hükümlerinin topluluğundan
addetmemişlerdir.
Hadiste, "Namaz, ancak kalb huzuru ile olur." diye
buyurulmuştur. Mümkündür ki, bu huzurdan maksat, bu dört
icapla tamamlanan kalb huzuru olsun; tâ ki, bu dört icaptan biri
yerine getirilirken bir fütur vaki olmasın. Bu huzurun ötesinde bir
huzur, bu fakirin aklına gelmiyor.
Sual: Mademki namazın tamam olması ve onun kemali bu
dört icaba bağlı ve bunların ötesinde tamamlayıcı başka bir şart
melhuz değildir; öyleyse bu dört icabı yerine getiren sondaki ile
baştakinin ve umumun namazları arasındaki fark nedir ?
Cevap: Aralarındaki fark amel yönünden değil, amel
sahipliği yönündendir. Bir amelin mükâfatı, amel sahiplerinin
değişmesinden dolayı farklıdır. Hakkın makbulü ve sevdiği bir
kimseden meydana gelen bir amelin sevabı, böyle olmayan bir
amel sahibininkinden kat kat fazladır.
Onun için;
"Arifin riya ameli müridin ihlâslı amelinden daha iyidir."
Demişler. Bu böyle olunca ihlâsa kavuşmuş arifin ameli
ne kadar makbuldür?..
Bundan dolayı Hazret-i Sıddık, Peygamberler
Peygamberinin sehvini istemiştir. Kendisi Âlemlerin Efendisinin
bir sehvi olmak arzu ederdi. Bunun için, Allah Resulünün sehiv
amelinden, kendi hâl ve amellerinin tamamını daha az bilir.
Rivayet olunduğu veçhile Âlemlerin Efendisinin sehiv ameli
dört rek'atli farz namazının ikinci rek'atinde sehiv yoliyle selam
vermiş olması gibi...
Öyleyse sona yükselmişlerin namazı üzerine dünyevî
semere ve neticelerle beraber anketin büyük mükafatı dahi
terettüp eder. Ama başlangıçtakinin ve umumun namazı böyle
değil... Pak âlemle halkın nisbeti nedir?
Sona yükselmişlerin namazı hususlarından bir şemme
beyan olundu ki, ona göre kıyas olunsun. Zaman olur ki, sona
yükselmiş, namazda, kıraat, teşbih ve tekbirlerin söylenmesi
vaktinde lisanını ecdat şeceresi gibi bulup kendi kuvvet ve
yaralarını alet ve vasıtalardan fazla bilmez. Zaman olur namaz
edası vaktinde batın hakikati tamamiyle zahir ve suretten ayrılıp
gayb âlemine dahil olmuş olur. Gayb alemiyle, keyfiyeti meçhul
olan nisbet peyda eder. Namazdan uzaklaşma vaktinde yine
geriye, eski hâle rücû eder.
Bununla beraber asıl suale şu şekilde de cevap verilir:
Zikrolunan dört icabın tamamiyle ve kemâliyle ifa ve beyan
edilmesi sona yükselmişlerin nasibidir. Her ne kadar mümkün
ve caiz ise de müptedîler ve avam bu icapların tam ve kemâl
üzere yerine getirilmesine muvaffak olmaktan uzak kalır.
Cilt: 1 - Mektup: 305'den
Bu dünya amel yeridir, ceza yeri âhirettir. Bunun için dünyada
güzel işler ifasına çalışmak lazım... Ve amellerin en iyisi ibadetlerin en
üstünü namazdır ki, dinin direği ve müminin miracıdır. Öyleyse onun
edasında ihtimam ve ihtiyat etmek gerek... Namazın erkân ve şartlarını,
sünnetlerini ve adabını lâyıkı üzere yerine getirmek hususunda dikkat
etmeli, tadili erkan ve duraklamalara riayette ziyade mübalağa
olunmalıdır.
Namazı iyi muhafaza etmek gerek... Zira muhafazanın yokluğu
yüzünden ekser insanlar namazlarını zayi edip duraklamaları ve tadili
erkânı perişan etmişlerdir. Bu topluluk hakkında vaidler vârid olmuş ve
tehditler gelmiştir
Ne vakit ki, namaz dürüst olur, o zaman kurtuluş ve necat
müyesser olmaya büyük ümit vardır. Çünkü din yüksek olup O'na miraç
ve uruc böylece tamamlanmış olur.

Cilt: 2-Mektup: 20'den

Beş vakit namazı, gevşeklik göstermeksizin cemaatle ve "tadil-i erkâna"


riayetle kılmak gerek... Zira Đslâm ile küfrün arasını açan ancak
namazdır. Namaz, sünnet olduğu üzere kılındığı vakittir ki, Đslâmiyetten
kuvvetli bir tutamak ele geçmiş olur. Çünkü namaz, Đslâmın beş
şartından ikinci asıldır. Birinci asıl, Allaha ve Resulüne iman etmek...
Đkinci asıl, namaz kılmaktır. Üçüncüsü zekât vermek, dördüncüsü
Ramazan orucunu tutmak, beşincisi "Allahın Evine" hac etmektir. Birinci
şart imana; ve sonraki dört asıl amele taalluk eder.Bütün amel ve
ibadetlerin en ziyade toplayıcı ve en üstün olanı namazdır. Kıyamet
gününde en evvel muhasebe namazdan olsa gerek... Eğer namazın
muhasebesi dürüst ise diğer ibadetlerin de Allahın lütfiyle, hesabı
kolaylıkla geçer...

Cilt: 2-Mektup: 67’den

Bir çok insanlar, bu devirde, namaz kılmak hususunda


gevşeklik gösteriyor, duraklamalara ve "tadil-i erkâna" itina
göstermiyorlar. Zaruri olarak bu bahiste siz dostlara etraflıca
yazıyorum; dinleyiniz:
Sadık Haberci, buyurmuştur ki, "Hırsızların hırsızı, kendi
namazından çalan kimsedir". Bu çalmanın ne suretle olduğu sualine
cevaben Kainatın Efendisi, "Namazın rükû ve secdesini tam yapmazsa"
buyurdular. Ve yine dediler ki: "Rükû ve secde ettiği zaman vücudunu tam
doğrultmayan bir kulun namazına Allah nazar etmez."
Âlemlerin Efendisi, birinin namaz kıldığını, fakat rükû ve secdeleri
tam yapmadığını gördü ve buyurdu:
"Bir zannedicinin senin fiilini gördüğü zaman, bu
adam M.. d'in dini üzre değildir, diye sana levmetmesinden
korkmaz mısın?"
Âlemlerin Efendisi yine buyurmuşlardır ki: "Sizden birinin namazı,
rükûdan sonra tamamiyle doğrulmadıkça, belini sabit ve her uzvu kendi
yerinde karar kılmadıkça tamam olmaz."
Ve buyurdular ki:
"Đki secde arasında dikliğiniz sabit ve doğru olmadıkça namaz
olmaz."
Allahın Resulü namaz kılanlardan birinin yanından geçerken
duraklama ve oturmanın hüküm ve şartlarını yerine getirmediğini gördü.

O şahsa buyurdular:
"Eğer sen bu hâl üzere namaz kılıcı olarak vefat edersen Kıyamet
Gününde sana M…..d Ümmetindendir demezler."
Başka bir yerde de şöyle buyurdular:
"Altmış sene namaz kılıp ve fakat yine namazı edâ edilmiş
olmayan, yani hiçbir namazı makbul sayılmayan o kimsedir ki, rükû ve
secdeyi tamamiyle yerine getirmez."

Rivayet olunur ki, Zeyd ibn-i Veheb, birisinin, namaz kılarken


rükû ve secdesini tamamiyle yerine getirmediğini gördü. O şahsı
çağırarak sordu: "Ne kadar zamandan beri bu suretle namaz kılarsınız?"
Kırk sene, cevabını aldıktan sonra ilave etti: "Sen kırk senedir namaz
kılmamışsın. Eğer vefat edersen Allah Resulünün yolu üzere ölmüş
olmazsın."
Nakledilmiştir ki, mümin olan namazını kılarken rükû ve secdesini
tam yaptığı vakit o namaz, güler yüzlü ve nuranî olur, melekler onu
göklere yükseltir ve o namaz, kendi sahibine hayır dua edip der ki: "Allah
seni muhafaza etsin; senin beni muhafaza ettiğin gibi." Eğer namazı güzel
ve hoş kılmazsa, o namaz zulmanî olur, melekler istikrah ederek onu
göklere çıkarmazlar ve o namaz da sahibine kötü dua ederek der ki: "Ben
Hakkın huzurunda nur olacak bir cevherdim, beni zayi ettin; Allah da seni
zayi etsin, beni zayi ettiğin gibi!.."
Öyleyse namazı tam olarak kılmak, "tadil-i erkân'la rükû, secde,
duraklama ve oturmaları da namazı tamamlamaya teşvik ve delâlet etmek
"tadil-i erkân"a ve duraklamalara yol gösterici olmak lazımdır.
Đnsanların ekserisi bu devletten mahrumdur. Bu iş terkedilmiştir.
Onu ihya etmek Đslamiyetin, mühimlerinden en ehemmiyetlisidir.
Âlemlerin Efendisi buyurmuşlardır ki; "Bir kimse, terk edilmiş
sünnetlerimden birisini ihya etse, o kimse için yüz şehid sevabı hâsıl olur."
Aynı zamanda bilinmelidir ki, cemaatle kılınan namazlarda
saflar düz tutulmalı, hiç kimse saflardan ilerde veya geride durmamış
olmalı ve hepsi diğerleriyle bir ve beraber bulunmalıdır. Kâinatın Efendisi
önce safları düzeltip ondan sonra "Allahü Ekber" derlerdi.
Ve Allah Resulü buyurmuşlardır ki, 'Safların düz olması,
namazın ikametindendir."

Cilt: 2 - Mektup: 69'dan

1. Mektup: (Şeyhi ve irşad-edicisi Muhammed Baki Hazretlerine


yazdıkları mektuptur ki, Allahın isimlerinden "Ez-zâhir" adına uygun
bâzı halleri, Tevhid kısımlarının bâzı hususî noktalarını ve
Cennetteki dereceleri ele almaktadır.) ... Sh.:25

2.Mektup: (Yine şeyhi ve irsad edicisine yazılmıştır...) Sh.:29

3.Mektup: (Yine Şeyhi ve irşad edicisine...)Sh.: 31

4.Mektup: (Şeyhine...).........................Sh.: 33

5.Mektup: (Hoca Burhan'ı şeyhinin mübarek eşiğine gönderirken,


bazı hâllerini bildirmek için yazdıkları mektup...) Sh.:36

6.Mektup: (Cezbe, sülük -yola giriş-, cemâl sıfatları, fena


ve beka âlemleri, Nakşîlik yolunun üstünlüğü hakkındaki bu
mektupta şeyhlerine hitap etmektedir.) Sh.: 38

7.Mektup: (Kendi garip hâllerini anlatmak, bunların esrarını sormak


ve bazı istirhamlarda bulunmak üzere Şeyhlerine yazılmıştır...) Sh.:
41

8.Mektup: (Ayılma, kendine gelme (sahv) halinin devamlılığına dair,


şeyhlerine...) ...................................... Sh.: 45

9. Mektup: (Makamdan tenezzül (aşağılara düşme) ve günah


haliyle alâkalı bazı tecelliler mevzuunda şeyhlerine yazdıkları
mektup.) ...........................................Sh.: 48

10.Mektup: (Yakınlık ve uzaklık, ayrılma ve kavuşma ve


bunlara bağlı hâller ve faydalı bilgiler mevzuunda
mürşidlerine yazdıkları mektup...) Sh.: 50

11. Mektup: (Kendi kusurlarını görme makamının ele geçmesi,


Şeyh Ehıı Said Hazretlerine ait bir sözdeki hikmetin belirmesi, bir
takım gönüldaşların hâlleri ve bazı keşifler hakkında,
Mürşidlerine...)................................... Sh.: 52

13.Mektup: (Mürşidlerine yazdıkları ve hakikat yolunun


sonsuzluğunu ve onun mutlaka şeriat beldesine bağlı olduğunu izah
ettikleri mektup...) ...............................Sh.: 58

14.Mektup: (Yine mürşitlerine yazdıkları bu mektupta,


manevî yolculuğun bazı hâlleri ve irşad olunmaya istekli
bir takım kimselerin vaziyetleri anlatılıyor...)Sh.: 60

15.Mektup: (Mürşidlerine yazdıkları bu mektup, bazı iniş hallerinin


başlangıcına ait sırlardan bahsediyor...) . Sh.: 64

16.Mektup:(Yine yükselme ve inme bahsine ait ve yine


mürşidlerine yazılmış olan nâme...) ........ Sh.: 67

17.Mektup: (Kendi hâlleri hakkında mürşitlerine yazdığı mektup...)


.................................................... Sh.:71

18.Mektup: (Renklendirme ve sabit kılma ve veliliğin üç derecesi ve


ayrıca ilahî varlığın Zat'a nishetle değersizliği mevzuunda
mürşitlerine yazdığı mektup...)............... Sh.: 73

19.Mektup: (Mürşidlerine yazdıkları, bazı yardımların


kimlere verileceği hakkındaki mektup...) . Sh.: 81

20.Mektup: (Yine bazı yardımlar ve dilek sahipleri hakkında...)


Sh.:81
21.Mektup: (Şeyh MuhammedHemekî'ye yazılmıştır...) Sh.: 82

22.Mektup: (Ruh ile nefs arasındaki alâkadan ve bazı iniş, çıkış,


geriye döndürülüş ve istihlâk ediliş hâllerinden bahseden bu mektup
Lahor'lu Müftü Şeyh Muhammed'e yazılmıştır...) Sh.: 85

23.Mektup: (Kâmil olmıyanlardan tarikat tahsil etmenin


ve küfür ehline mahsus tâbirleri kullanmanın
felâketlerinden bahseden Abdurrahman isimli bir şahsa
yazılmış olan mektup...) Sh.: 89
24. Mektup: (Kılıç Hana yazılmıştır...)... Sh.: 92

31. Mektup: (Tevhide dair...) .............. Sh.: 95

36. Mektup: (Şeriat ve ibadet hakkında...) Sh.: 99

39. Mektup: (Şeriat ve ibadete dair...).. Sh.: 101

41. Mektup: (Kemâl dâvası... Ona uymak...)Sh.: 102

43.Mektup: (Tevhide dair...)................ Sh.: 106

44.Mektup: (O Peygamber...)............... Sh.: 110

46.Mektup: (Bedahet...) ...................... Sh.: 113

47.Mektup: (Devlet Reisi...)................ Sh.: 114

48.Mektup: (Şeriat ve Tasavvuf...) ........ Sh.: 116

49.Mektup: (Şeyh Feride öğüt...).......... Sh.: 117

50.Mektup: (Dünya...) ........................ Sh.: 118

51.Mektup: (Kurtuluş ümidi...).............. Sh.: 119

52.Mektup: (Neft,..) .......................... Sh.: 121

53.Mektup: (Din âlimi...) ..................... Sh.: 123

54.Mektup: (Bidat sahibi...)................. Sh.: 125

59. Mektup: (Sahabi.) ....................... Sh.: 131

61. Mektup: (Allahı dilemek...) ............ Sh.: 129


63. Mektup: (Peygamberlerin dinin esasında müşterek
olduklarına dair...) .............................. Sh.: 131

64.Mektup: (Dünyanın lezzet ve elemi...) Sh.: 133

65.Mektup: (Đslâmın başlangıcında ve devamında gurbet


hali bulunduğuna dair...)...................... Sh.: 135

66.Mektup: (Sahabiler yolu...).............. Sh.: 137

68. Mektup: (Tevazu ve alçakgönüllülüğe dair...)Sh.: 138

70.Mektup: (insanda bütün "esma" ve "sıfat" in topluluğu,


büyük kemâle yakınlık sebebi olduğu kadar uzaklık sebebi
olduğuna dair...) Sh.: 139

71. Mektup: (Nimet sahibine karşı nimet görücünün teşekkürü...)


................................................... Sh.: 141

72.Mektup: (Din ve dünyanın birarada cem'ine çalışmak...)


Sh.: 142

74. Mektup: (Dünya...) ....................... Sh.: 143

77. Mektup: (Allaha, yalnız Allah için ibadet...) Sh.: 144

79.Mektup: (Allahın son Resulü, bütün isim ve sıfat kemâllerinin


hepsini üzerinde toplamıştır...) .............. Sh.: 146

80.Mektup: (Sahabi.) ......................... Sh.: 147

81.Mektup: (Đslâmın gurbeti...) ............ Sh.: 150

84.Mektup: (Şeriat...) ......................... Sh.: 151

85.Mektup: (Namaza dair.) ................. Sh.: 152

88.Mektup: (Đman ve nefs cihadı..) ....... Sh.: 153

89.Mektup: (Her nefs ölümü tadacaktır...) Sh.: 154

90.Mektup: (Nakşî Büyüklerinin yolu...) Sh.: 155


91.Mektup: (Nefsin tezkiyesi ve kalbin tasfiyesine dair...)..Sh.: 156

96. Mektup: (Bâtın Hastalığı...)................ Sh.: 157

104.Mektup: (Mağfiret kaynağından gelen belâ ne kadar şiddetli


olursa olsun, kulların sabır ve rıza göstermekten başka çaresi
olmadığına dair..) Sh.: 158

105.Mektup: (Bâtın Hastalığına dair...) ... Sh.:160

106.Mektup: (Allahı bulmanın yolu...) ..... Sh.: 161

107. Mektup: (Keramet ve harikuladeliğin zuhuru


hakkında.).......................................... Sh.:162

108.Mektup: (Nebi - Veli..)...................... Sh.:164

109.Mektup: (Bâtın Hastalığı...) ............... Sh.:166

123. Mektup: (Nafile ibadet...)................. Sh.: 168

125. Mektup: (Đtikada dair...).................. Sh .:169

131. Mektup: (Hacegân Yolu...) ................ Sh. 171

140. Mektup: (Mihnet ve ıstarabın aşkın levazımından

olduğuna dair...).................................... Sh.: 172

144. Mektup: (Allaha doğru seyr...) .......... Sh.: 17 I

147.Mektup: (Allaha seyr, Allahta seyr...) .... Sh.: 174

148.Mektup: (Haller ve gaye...)................ Sh.: 175

149.Mektup: (Sebep ve Müsebbibe dair) ..... Sh.: 176

152. Mektup: (Resule itaat...) .................. Sh.: 177

154. Mektup: (Dâva kendi kendinden kurtulabilmek...) Sh.: 179

157. Mektup: (Allah ehlinin huzurunda) ..... Sh.: 181

160. Mektup: (Tarikat Büyükleri üç sınıftır...) Sh.: 183


161.Mektup: (Sülük ve tarikatın gayesi...) Sh.: 186

162.Mektup: (Ramazan-ı Şerife dair ...) Sh.: 187

163.Mektup: (Zıtlar: Müslümanlıkla küfür, dünya ile


ahiret...) ............................................ Sh.: 188

165. Mektup: (Âlemlerin Efendisinin iki türlü mirası


olduğuna dair...) ................................. Sh.: 190

167.Mektup: (Allaha karşı onu kayt altına alacak hiçbir


mevcut olmadığı hakkında...) ................ Sh.: 192

168.Mektup: (Sünneti iltizam..) ............ Sh.: 193

172. Mektup: (Đç ve dış cepheler..) ....... Sh.: 194

174. Mektup: (Bu yolun âşıklar,..)........ Sh.: 196

177. Mektup: (Kurtuluş yolunun kademeleri..)Sh.: 197

178.Mektup: (Komşuluk ve Birlik hakkında..)Sh.: 198

ĐTĐKAT
1-Đtikat ve amel ....................... Sh.: 201
2-Allah ve âlem ........................ Sh.: 205
3-Mabud ................................ Sh.: 206

RUH
1-Ruh..................................... Sh.:209
2-Ruhun Terakkisi ................... Sh.: 211
3-Tenasuh ............................... Sh.: 215

NEFS
1-Nefs ..................................... Sh.:219
2-Günahtan Sakınmak ............. Sh.: 220
3-Vazife .................................. Sh.: 221

NAMAZA DAĐR .................................. Sh.: 225

You might also like