You are on page 1of 1516

Yayın

No: 43
Tarih: 08
Osmanlı İmparatorluğu Tarihi-1 /
Ahmet Cevdet Paşa
Genel Yayın Yönetmeni / Ahmet
İzci
Yayın Kurulu / Doç. Dr. Mustafa
Gencer
Doç.Dr. Dündar Alikılıç
Yrd.Doç. Dr. Abdüllatif Armağan
Gaye Yavuzcan
İrfan Bülbül
Editör / Uzm. Mustafa Güçlükol-
Bilge Bozkurt
Transkripsiyon / A. Basad
Kocaoğlu
İç Tasarım / Adem Şenel
Kapak / Yunus Karaaslan
Baskı - Cilt / Çalış Ofset
Davutpaşa Cad. Yılanlı Ayazma
Sk.
No. 8 Topkapı-İstanbul Tel: 0212
482 11 04
5. Baskı / Ağustos 2011
İstanbul, Ağustos 2011
ISBN: 978-9944-978-48-4
T. C. Kültür Bakanlığı Sertifika
No:14111
© İlgi Kültür Sanat Yayıncılık
2011
İlgi Kültür Sanat Yayıncılık
Çatalçeşme Sokak. No: 27/7
Cağaloğlu / İSTANBUL
Tel: 0212 526 39 75
Belgegeçer: 0212 526 39 76
www.ilgiyayinevi.com
ilgiyayinevi@gmail.com
AHMET CEVDET PAŞA’NIN HAYATI VE
ESERLERİ

K endi ifadesine göre hicrî 1238 yılı


hıdrellezinden kırk gün önce (13–14 Recep
1238/ 26–27 Mart 1823) Bulgaristan’ın Lofça
kasabasında doğdu. Asıl adı Ahmed olup,
Cevdet mahlasını İstanbul’da öğrenim gördüğü
sırada şair Süleyman Fehim Efendi’den aldı
(1843). Babası Lofça ileri gelenlerinden ve
meclis azasından Hacı İsmail Ağa, annesi yine
Lofçalı Topuzoğlu hanedanından Ayşe Sümbül
Hanım’dır.
Küçük yaşta büyükbabası Hacı Ali Efendi’nin
teşviki ve desteğiyle Lofça müftüsü Hafız Ömer
Efendi’den Arapça okuyarak öğrenim hayatına
başlayan Ahmed, kısa zamanda İslâmî ilimlerle
ilgili kitapları okuyacak derecede ilerleme
gösterdi. Ardından kadı naibi Hacı Eşref Efendi
ve müftü Hafız Mehmed Efendi’den çeşitli
dersler aldı.
Öğrenimini daha da ileri seviyeye götürmek
için 1839 yılı başlarında büyükbabası tarafından
İstanbul’a gönderildi. Burada kısa sürede ilmî
muhitlerde kendini gösterdi; devrin meşhur
âlimleri Hafız Seyyid Efendi, Doyranlı Mehmed
Efendi, Vidinli Mustafa Efendi, Kara Halil
Efendi ve Birgivî Hoca Şâkir Efendi’nin
derslerine devam etti. Ayrıca Miralay Nuri Bey
ve Müneccimbaşı Osman Sabit Efendi’den
hesap, cebir, hendese gibi dersler gördü.
Ders vermek üzere bazı hocalardan icazet
aldı. Bu arada ilmî ve edebî cemiyetlere de girdi;
devam ettiği İstanbul Çarşamba’daki Murad
Molla Tekkesi’nin şeyhi Mehmed Murad
Efendi’den Mesnevî okuyarak Farsça bilgisini
derinleştirdi ve kendisine Mesnevîhanlık icazeti
verildi. Ayrıca Süleyman Fehim Efendi’nin
Karagümrük’teki konağına devam edip, ondan
Şevket ve örfî divanlarını okudu; bir yandan da
devrin tanınmış mutasavvıflarından Kuşadalı
İbrahim Efendi’nin sohbetlerine katıldı.
Bu muhitlerde tasavvuf ve edebiyatın belli
başlı eserlerini okuyarak bilgisini ve kültürünü
ilerletti; şiir ve edebiyat alanındaki eksikliklerini
tamamladı. Aynı yıllarda Sâmî ve Nef’î’yi taklit
ederek şiire, Veysî ve Okçuzâde’yi örnek alarak
inşâya heves etti. Bu hevesle Reşit Paşa ve kapı
yoldaşlarının şiirlerine tahmisler ve nazireler
söyledi. Fuad Paşa ile ortak gazeller yazdı ve
Reşit Paşa’ya bazı kasideler sundu.
Kendi ifadesine göre okuyup yazabilecek
seviyede Arapça ve Farsça, anlayabilecek
ölçüde Fransızca ve Bulgarca biliyordu. Ahmed
Cevdet’in büyük bir ilim ve fikir adamı olarak
yetişmesinde özel gayretlerinin önemli ölçüde
tesiri olmuştur. Nitekim öğrenimi sırasında tatil
zamanlarında bile sürekli kitap okuduğunu,
sadece bayram günlerinde tatil yaptığını bizzat
kendisi söylemektedir.
Öğrenim hayatından sonra devlet hizmetine,
Ocak 1844’te Rumeli kazaskerliğine bağlı
Premedi kazası kadılığı ile başladı. 29 Haziran
1845 tarihinde İstanbul müderrisliği ruûsunu
aldı. 1848’de Sadrazam Mustafa Reşit Paşa’nın
bir talimatını bildirmek üzere Bükreş’te bulunan
Keçecizâde Fuad Efendi’nin (Paşa) yanına
gönderildi. 10 Nisan 1849’da “hareket-i hâriç”
rütbesini aldı. 14 Ağustos 1850 tarihinde Meclis-
i Maarif-i Umûmiye azâlığı ve dârülmuallimîn
müdürlüğüne tayin edildi.
Bu arada İstanbul’a dönen Fuad Efendi ile
birlikte Bursa’ya gitti ve orada kaldığı kısa süre
içinde onunla birlikte Kavâid-i Osmaniye’yi
yazdı ve Şirket-i Hayriye’nin kuruluş
nizamnamesini hazırladı. İstanbul’a döndükten
sonra 1851’de Encümen-i Dâniş üyeliğine
seçildi. Yeniden kaleme aldığı Kavâid-i
Osmaniye’yi encümenin ilk eseri olarak
Abdülmecid’e sundu.
Ekim 1853 tarihli bir mazbata ile 1774–1826
devresi Osmanlı tarihini yazmakla
görevlendirildi. 1854’te yazmaya başladığı
tarihinin ilk üç cildini tamamladı ve padişaha
takdim etti. Bunun üzerine kendisine “mûsıle-i
Süleymaniye” derecesi verildi. Şubat 1855’te
vak’anüvis tayin edildi. Bu görevi sırasında bir
yandan tarihinin devamını yazarken bir yandan
da geleneğe uyarak zamanın siyasî olaylarını
anlatan Tezâkir-i Cevdet’i kaleme aldı.
Vak’anüvislik görevini 1865 yılına kadar
yürüttü.
Devlet kademelerindeki bu yükselmenin yanı
sıra ilmiye mesleğinde de ilerleyerek 9 Ocak
1856’da mevleviyet derecesindeki Galata
kadılığına getirildi; aynı yılın 9 Aralığında
Mekke-i Mükerreme kadılığı, 21 Ocak 1861’de
de İstanbul kadılığı payelerini aldı. 18 Mayıs
1861 tarihinde Rumeli teftişine çıkan, Sadrazam
Kıbrıslı Mehmed Paşa’ya refakat ettikten kısa bir
süre sonra İşkodra’da meydana gelen isyanı
bastırmak üzere “memûriyet-i fevkalâde” ile
görevlendirildi. İki ayda bu vazifesini başarıyla
tamamladı.
1863’te Bosna eyaletini teftiş göreviyle ilgili
hazırlıklarını yaparken 24 Haziran 1863
tarihinde Anadolu kazaskerliği payesine ulaştı.
Bir buçuk yıl içinde Bosna’da gerekli ıslahatı
gerçekleştirip masrafı bölge halkı tarafından
karşılanmak üzere iki alay asker tanzimine de
muvaffak oldu. Bu başarıları dolayısıyla o
zamana kadar hiçbir ilmiye mensubuna
verilmemiş olan ikinci rütbeden “Nişan-ı
Osmanî” ile mükâfatlandırıldı.
Haziran 1864’te Kozan tarafına gönderildi.
Derviş Paşa ile birlikte Fırka-i Islahiye’yi
oluşturup Cebelibereket, Çukurova ve Kozan
dağlarını dolaştı, altı ay içinde gerekli ıslahatı
yaptı. Ancak onun bu başarıları kendisini
çekemeyenlerin harekete geçmesine yol açtı;
hatta şeyhülislâmlığa getirilecekken ilmiye
sınıfından mülkiyeye nakline karar çıkarıldı ve
13 Ocak 1866’da kazaskerlik payesi vezarete
çevrildi. “Efendi”likten alınıp “paşalığa”
geçirilmesine gücendiği anlaşılmaktadır. Nitekim
memurların hâl tercümelerinin kaydedildiği
Sicill-i Ahlâk’ta kendisine yapılan bu haksızlık
karşısında duyduğu üzüntüyü ifade eder.
Ahmed Cevdet Paşa bundan sonra Maraş,
Urfa, Zor sancakları ve Adana eyaletinin
birleştirilmesiyle oluşturulan Halep Valiliği’ne
tayin edildi; iki yıl süren bu görevi sırasında yeni
valiliğin teşkilâtlanmasını gerçekleştirdi.
1868’de kendisine, Meclis-i Vâlâ-yi Ahkâm-i
Adliye’nin ikiye ayrılmasıyla teşkil edilen
Divan-ı Ahkâm-ı Adliye Başkanlığı verildi.
Adliye nâzırı oldu ve bu dönemde nizamî
mahkemeler teşkilâtını kurarak bununla ilgili
kanun ve nizamnameleri hazırladı.
Cevdet Paşa’ya şöhret kazandıran
gelişmelerden biri de kendisi tarafından ortaya
atılan, Hanefî fıkhına dayalı bir kanun kitabının
hazırlanması gerektiği düşüncesidir. Nitekim bu
düşüncesi kabul edilerek Bâb-ı Âli’de teşkil
edilen Mecelle-i Ahkâm-ı Adliye Cemiyeti’nin
reisliğine getirildi. Devrin önde gelen fıkıh
âlimlerinin de yer aldığı bu cemiyet, Mecelle’nin
ilk dört kitabını yayımlamaya muvaffak oldu.
Beşinci kitabın hazırlığı biterken Cevdet Paşa
reislikten azledilerek Bursa Valiliği’ne tayin
edildiyse de birkaç gün sonra bu görevinden de
alındı (1870).
Bu arada cemiyet başkanlığına Gerdankıran
Ömer Efendi getirildi, Mecelle-i Ahkâm-i Adliye
Cemiyeti de Bâb-ı Meşihat’a nakledildi. Ancak
cemiyetin “Kitâbü’l-Vedia” adıyla çıkardığı
altıncı kitabın büyük tenkitlere uğraması üzerine
24 Ağustos 1871’de Cevdet Paşa’ya yeniden
Mecelle-i Ahkâm-ı Adliye Cemiyeti ile Şûra-yi
Devlet Tanzimat Dairesi başkanlıkları verildi.
Mecellenin sekizinci kitabı hazırlandığı sırada
Maraş Valiliği’ne tayin edildiyse de on sekiz gün
sonra bu defa Divan-i Ahkâm-ı Adliye üyeliği
ve Mecelle-i Ahkâm-ı Adliye Cemiyeti
başkanlığına tayin edilerek tekrar İstanbul’a
alındı (6 Ağustos 1872).
Kısa bir süre sonra Şurâ-yi Devlet üyesi,
ardından da Evkaf Nazırı oldu (1873). Aynı yılın
ortalarına doğru Maarif Nazırlığı’na getirildi.
Nazırlığı zamanında ilkokullardan yüksek
okullara kadar her seviyede ders programları
yapıldı, yeni bir elifba cüzü hazırlanarak
bastırıldı. Nuruosmaniye Camii avlusunda
modern usullere göre “ibtidâiye” adıyla bir
ilkokul açıldı. Dârülmuallimîn teşkilâtı sıbyan,
Rüştiye ve idâdî olmak üzere üç dereceye
ayrılarak yeniden düzenlendi. Kendisi de
Kavâid-i Türkiye, Mi’yâr-ı Sedâd ve Âdâb-ı
Sedâd adını taşıyan üç okul kitabı yazdı. Kısas-ı
Enbiyâ adlı eserinin üç cüzünü de bu arada
tamamlayarak bastırdı.
1874’te Şurâ-yı Devlet başkan vekilliğine
getirilen Cevdet Paşa, Mecelle’nin on ikinci
kitabını da hazırlatmıştı. 2 Kasım 1874 tarihinde
Yanya Valiliği’ne, 1875’te de önce Maarif
Nazırlığı ve kısa bir süre sonra da Adliye
Nazırlığı’na getirildi. Bu sonuncu görevi
sırasında Ticaret Nezareti bünyesindeki ticaret
mahkemelerini Adliye Nezareti’ne bağladı.
Bu arada Bulgaristan’da görülen isyan
belirtileri üzerine 1876’da Rumeli teftişiyle
görevlendirildi. Edirne ve Filibe yoluyla
Sofya’ya gitti; döndüğünde nazırlıktan azledilip
Suriye Valiliği’ne tayin edildiyse de daha
Suriye’ye varıp görevine başlamadan üçüncü
defa Maarif Nazırlığı’na getirildi. Bir müddet
sonra yeniden Adliye Nazırlığı’na tayin edildi.
Bu sırada on altıncı kitabını da bastırarak
Mecelle’yi tamamladı.
İbrahim Edhem Paşa sadrazam olunca 1877
yılında Dahiliye Nazırlığı’na getirildi. Nazırlığı
sırasında mülkiye memurlarının hâl
tercümelerinin kaydedildiği Sicill-i Ahval
Defteri’ni tanzim ettirdi. Aynı yıl içinde Evkaf
Nazırlığı’na naklen tayin edildi. 1878’de Suriye
valisi olarak Şam’a gitti. Bu arada Kozan’da
Kozanoğlu Ahmed Paşa tarafından çıkarılan
isyanı bastırmakla görevlendirildi. Ancak
isyanın bastırılması sırasında Şam Valiliği’ne
Midhat Paşa’nın tayin edilmesi üzerine açıkta
kaldı ve görevini tamamladıktan sonra İstanbul’a
döndü. Yolda Ticaret Nazırlığı’na tayin edildiği
haberini aldı.
Haziran 1879’da Tunuslu Hayreddin Paşa’nın
sadaretten istifası üzerine on gün müddetle
sadrazamlığı vekaleten yürüttü ve Meclis-i
Mahsus-i Vükelâ’ya başkanlık yaptı. Sait Paşa
başvekil olunca tekrar Adliye Nazırlığı’na
getirildi. Bu defaki Adliye Nazırlığı sırasında 26
Haziran 1880’de açılan Mekteb-i Hukuk’ta usul-
i muhâkeme-i hukukıye, belagat-ı Osmaniye ve
talim-i hitabet derslerini verdi.
Ahmed Vefik Paşa’nın başvekil olması
üzerine 30 Kasım 1882’de Adliye Nazırlığı’ndan
ayrıldı ve üç buçuk yıl resmî görevlerden uzak
kaldı. Bu sırada tarihini tamamladı, Kavâid-i
Osmaniye’nin eksiklerini ikmal etti.
Cevdet Paşa son olarak Server Paşa’nın vefatı
üzerine 11 Haziran 1886 tarihinde beşinci defa
Adliye Nazırlığı’na getirildi. Ancak Sadrazam
Mehmed Kâmil Paşa ile aralarında çıkan
anlaşmazlık sebebiyle bir süre sonra ayrılmak
zorunda kaldı. 10 Mayıs 1890’da II.
Abdülhamid onu Meclis-i Âlî’ye tayin etti.
Cevdet Paşa bundan sonraki hayatını ilmî
çalışmalarına ve çocuklarına ayırdı. Kısa bir
hastalıktan sonra 26 Mayıs 1895’te Bebek’teki
yalısında vefat etti ve Fatih Sultan Mehmed
Türbesi haziresine defnedildi.
•••
Tanzimat devrinin önde gelen
şahsiyetlerinden olan Cevdet Paşa, son asır
Türk-İslâm ilim âleminin mümtaz simalarından
biridir. Ahmed Cevdet büyük bir devlet adamı
olduğu kadar aynı zamanda tarihçi, hukukçu,
mütefekkir, edip, eğitimci ve sosyologdur.
Henüz genç bir medrese talebesiyken olağan
üstü zekâsı, çalışkanlığı, bilgisi ve isabetli
tahlilleriyle hocalarının dikkatini çekmiş, zaman
zaman hocalarıyla ilmî meselelerde tartışmalara
girmiştir. Genç yaşta İslâmî ilimlerle birlikte
Arapça ve Farsçayı çok iyi bir şekilde öğrendi;
Emin Efendi adlı bir kişiden Fransızca dersleri
de aldı.
Cevdet Paşa, medeniyeti cemiyet hayatının
gereği kabul etmekteydi. Ona göre insan
doğuştan medeniyete yatkındır. İnsanoğlunun
medenî hayata geçiş sürecinde toplumlar
arasında bazı basamak farkları doğmuştur.
Böylece medeniyet, toplumların göçebelik ve
yerleşik durumundan sonra üçüncü ve son
merhalesini oluşturur. Bu merhaleye ulaşmanın
temel şartı insanların kemale erdirilmesidir ki bu
da ancak eğitim ve öğretimle mümkündür.
Cevdet Paşa bu husustaki çalışmalarını başlıca
üç noktada yoğunlaştırmıştır:
a) Yeni eğitim ve kültür kurumlarının
açılması,
b) Her derecedeki okullar için yeni ders
kitaplarının hazırlanması ve yayın faaliyetlerinin
arttırılması,
c) Türkçenin bilim dili hâline getirilmesi.
Cevdet Paşa nazırlıkları döneminde bu
konularda önemli kararlar almış ve üstün
başarılar elde etmiştir. Nitekim Encümen-i
Dâniş’in teşkilinde büyük katkılarda bulunmuş,
dârülmuallimîn yönetmeliği onun müdürlüğü
zamanında düzenlenmiş ve 1872’de İstanbul’da
ilk idâdî de onun Maarif Nazırlığı sırasında
açılmıştır.
On iki ciltlik Tarih-i Cevdet’i devrine göre
sade bir dille yazmış olması, onun dilde sadeliğe
verdiği önemin bir sonucudur. Ayrıca okullarda
okutulmak üzere modern metotlara göre Türkçe
ders kitapları hazırlamıştır. Öte yandan
Türkçenin ilim dili olamayacağını iddia edenlere
bir cevap olmak üzere Takvîmü’l-Edvâr adını
verdiği risalesini bastırarak herkese Türk diliyle
de güzel eserler yazılabileceğini göstermiştir.
Cevdet Paşa, Osmanlı kurum ve kuruluşlarına
yeniden şekil verilmesi konusundaki farklı
fikirlerin hız kazandığı bir dönemde, gelenekçi
Türk-İslâm Doğu kültürü ile yenilikçi Batı
arasında senteze varmaya çalışmış bir şahsiyettir.
Osmanlı müesseselerinin İslâmî esaslara
dayandığını dikkate alarak Batı devletleriyle
Osmanlı Devleti’nin farklı din ve
medeniyetlerden doğduğunu, bu sebeple de her
yönden Batılılaşmanın hem yanlış hem de
imkânsız olduğunu düşünmüş; sonuç olarak Batı
taklitçiliğine ve maddeci felsefeye şiddetle karşı
çıkmıştır. Ancak bütün icraatında Osmanlıyı ve
İslâmı savunmakla birlikte metotta yenilikçiliği
benimsemiş, Batı’nın pozitif bilimler, teknik ve
yönetim alanlarındaki üstünlüğünü kabul ederek
bu alanlarla ilgili Osmanlı müesseselerinin Batı
tarzında ıslahını savunmuştur.
Avrupa kanunlarının ve kurumlarının olduğu
gibi alınmasına karşı çıkan Cevdet Paşa, İslâmî
geleneklerin korunması gerektiğini söylemiş ve
bir kısım devlet ileri gelenlerinin Fransız
kanunlarının tercüme edilip alınması yönündeki
görüşlerine karşı çıkarak Mecelle’nin
hazırlanmasında en önemli rolü oynamıştır.
Cevdet Paşa’ya göre İslâm dini, herkese hak
ettiği hürriyeti verdiği için, İslâm dünyasında
Batı’daki gibi bir hürriyet mücadelesi vuku
bulmamış, buna karşılık adaletin tesisi gayretleri
ön plana geçmiştir. Cevdet Paşa, devletin ve
hükûmetin ancak İslâmî esaslara uymakla fitne,
fesat ve zulmü önleyebileceğini düşünmektedir.
Aynı sebeple gayri Müslimlere de “şer’-i şerife
uygun” muamele edilmesini istemiştir.
İslâm’daki bu eşitlik-adalet uyumundan dolayı
Avrupa’daki sınıf çatışmaları, feodalite, sömürü
ve zulüm Osmanlı toplumunda görülmemiştir.
Cevdet Paşa’nın millet anlayışı ise İslâm
geleneğine uygun olarak Müslüman milletlerin
siyasî birlik ve bütünlüğünü temsil eden
Osmanlılık temeline dayanmaktadır. “Milliyet”
karşılığı olarak “kavmiyet”i kullanır ve bunun
Fransız İhtilalı’ndan sonra bulaşıcı bir hastalık
gibi Avrupa’da yayıldığını söyler. Vatan fikri
konusunda da muhafazakârdır. Vatan
mefhumunun Müslüman halk arasında
Avrupa’da olduğu gibi rağbet bulamayacağını,
bunun yerine dinin daha tesirli olacağını
savunur.
Ona göre Osmanlı’nın asıl büyüklüğü hilafet
ve saltanatın birleştirilmesinden doğmuştur.
Devleti devlet yapan esas unsur İslâmiyet’tir.
Cevdet Paşa, meşrutiyet idaresine de karşı çıkar.
Nitekim I. Meşrutiyet’in ilanı ve Meclis-i
Mebusan’ın kapatılması sırasında Sultan
Abdülhamid’in siyasetini desteklemiş ve Adliye
nâzırı sıfatıyla Midhat Paşa’nın Yıldız
Mahkemesi’ndeki yargılanmasında önemli rol
oynamıştır.
Cevdet Paşa, iktisadî hayatta liberalizmi
benimsemekle birlikte, devletin kalkınması için
kapitülasyonların kaldırılması gerektiğini
savunmuş, iş hayatında Müslümanların da
anonim şirketler kurmasını teklif etmiştir.
Cevdet Paşa, pek çok vasfı yanında özellikle
tarihe dair eserleriyle klasik Osmanlı tarihçiliğine
yeni bir bakış açısı getirmiş; tarihçilik, tarih
felsefesi ve metodolojisi bakımından da eski
vak’anüvis tarihlerinden farklı yeni bir anlayışın
yolunu açmıştır. Osmanlı tarihçiliğinin klasik
geleneğine şeklen bağlı görünmek ve İslâm
tarihçiliğinin “ilmî tarihçilik” ekolünü takip
etmekle birlikte, bunun belagata önem veren
İran tarzı edebî tarihçilikle ahenkli bir terkibini
gerçekleştirmiştir. Böylece bir bakıma Kâtib
Çelebi ve Müneccimbaşı gibi aynı terkibi yapmış
olan tarihçi neslin son temsilcisi olmuş, eski ile
yeni tarihçilik anlayışı arasında bir köprü
vazifesi görmüştür.
Cevdet Paşa tarih felsefesi ve metodolojisinde
geniş ölçüde, bir kısmının tercümesini yaptığı
İbni Haldun’un Mukaddime’sinin tesirinde
kalmıştır. Talebesi Selim Sabit’e, fikrî
dünyasının gelişmesinde Michelet, Taine, İbni
Haldun, Alman tarihçisi Hammer, İngiliz
tarihçisi Buckle ve Macaulay, Fransız âlimi
Montesqueu’nun etkisi olduğunu belirtmiştir.
Cevdet Paşa’nın Batılı müelliflerden ne
ölçüde faydalandığı tartışmalı ise de İbni
Haldun’un görüşlerinin onun tarihçilik
anlayışında önemli bir yer tuttuğu söylenebilir.
Nitekim İbn Haldun’un asabiyet prensibini
Osmanlı Devleti’ne uygulayarak bu devleti
“Türklüğe mahsus olan sıfât-ı sâbite-i memdûha
ile şecaat ve diyanet-i Arabiyeyi cem’ etmiş bir
cem’iyet-i cemîle” şeklinde tanımlar.
Cevdet Paşa, İbni Haldun’un “beş tavır”
nazariyesini Kâtib Çelebi, Müneccimbaşı, Naîmâ
gibi Osmanlı tarihçilerine benzer bir anlayışla
nakletmiş ve her devlet gibi Osmanlı Devleti’nin
de kuruluş, yükseliş, duraklama, gerileme ve
çöküş safhalarından geçeceğini, ancak beşinci
tavrın tıpkı diğer Osmanlı tarihçilerinin söylediği
gibi değiştirilebileceğini belirtmiştir. Böylece
tarihte mutlak bir determinizme inanmamakla
İbni Haldun’dan ayrılmıştır.
Osmanlı Devleti’nin gerilemesini, yükseliş
döneminde sınırların fazla genişlemiş olmasına
bağlamış, tıpkı Naîmâ gibi, uzağı gören devlet
adamları sayesinde devletin ömrünün
uzatılabileceği, hatta yeniden
canlandırılabileceği fikrini benimsemiş,
“değişmez muayyeniyet” yerine “iradeci”
görüşe taraftar olmuştur.
Cevdet Paşa tarihini yazarken kaynak eserleri
ve diğer tarih malzemelerini topladıktan sonra
bunları titizlikle değerlendirmiş, yeri geldikçe
eski tarihleri ve tarihçileri ciddî şekilde tenkit
etmiştir. Mesela tarihçi Edîb’i hükümlerinde
sübjektif davranmak ve ölçüsüz tahminlerde
bulunmakla, Enverî ve Âsım Efendi’yi yeteri
kadar ilmî titizlik göstermemek ve çelişkili
bilgiler vermekle suçlamış, Şânîzâde’nin taraflı
davrandığına ve doğru olmayan nakiller
yaptığına işaret etmiştir.
Kaynak seçimi ve bunları kullanmadaki
titizliği yanında, olayların sadece cereyan
şekillerini aktarmakla yetinmeyip, aralarındaki
sebep-sonuç bağlarını ortaya koyarak anlatmaya
çalışmıştır. Özellikle kurumların bozuluş
sebeplerine önem verip, bu bozulmanın tahliline
girişmiştir. Böylece müessese tarihine dair ilk
denemeyi gerçekleştirdiği gibi, olayların
meydana gelişinde farklı bir yaklaşımı
yakalamaya çalışmıştır.
Tarihin her şeyden önce bir merak konusu
olduğunu belirten Cevdet Paşa, tarihi mütalaa
etmenin faydasının bir olayın şu tarihte şöyle
olduğunu bilmekten ibaret olmadığını belirtir.
Ona göre tarih, büyük ve önemli olayların
meydana geldiği gibi, güçlü bir muhakeme ile
ifade edilmesinden ibarettir.
Bu ise eğitim ve telkin bakımından önem
kazanmaktadır. Ancak küçük olaylar ve önemsiz
gibi görünen faktörler de mutlaka hesaba
katılmalıdır. Çünkü olayların sebebini
araştırmada bunlar da etkili olabilir ve bu husus,
tarih ilminin asıl görevidir. Bütün olaylar
birbirini takip eden gelişmelerin birer sonucudur.
Ayrıca tarih, devletin nizamının korunması için
de önemlidir. Hatta Cevdet Paşa bazı ulemanın,
geçmişteki usullerin yeni döneme uygulanması
açısından da tarihin öğrenilmesi gereken bir ilim
olduğu fikrine katılır.
Cevdet Paşa’nın öncü rollerinden birini de
Avrupa tarihine ait değerlendirmeler teşkil eder.
Osmanlı tarihi çerçevesinde Avrupa’nın iyi
tanınması ve hadiseler üzerinde Batı’daki
gelişmelerin etkileri onun için önem kazanır.
Avrupa’daki olayları ve kurumları sağlam bir
şekilde kavradığı, bunları ifade berraklığı ile
nakletmesinden de anlaşılmaktadır.
Osmanlı Devleti’nin çözülüşünü XVII.
yüzyıldan başlatan Cevdet Paşa, Tanzimat devri
ideolojisiyle uyum içindedir ve devletin
restorasyona değil reforma ihtiyaç duyduğu
fikrinde olan kesimin görüşlerini benimsemiştir.
Bu bakımdan Doğu-Batı mukayesesi, medeniyet
tarihçiliği yapan Cevdet Paşa için önemlidir.
Hatta tarihî çağlar bile onu ilgilendirmiş,
Avrupa’nın zamanlama ölçülerinin İslâm
tarihine uymayacağını belirterek bunun Doğu
için İslâm öncesi ve sonrası olarak ikiye
ayrılması gerektiğini, İslâm dininin ve
hukukunun tarihi kendi şartlarına göre
biçimlendirdiğini yazmıştır.
Fransız İhtilali’ni tahlil eden ve sonuçları
üzerinde duran Cevdet Paşa, anayasasız ve
ihtilalsiz gelişen İngiltere parlamentosu ve rejimi
taraftarıdır. Osmanlı Devleti’nin başlıca hasmı
durumundaki Rusya’yı çok iyi tanıdığı ve bu
konuya özel bir ilgi duyduğu, Viyana sefiri
Sadullah Paşa’ya yazdığı mektubundan
anlaşılmaktadır. Burada I. Petro ile II.
Mahmud’un reformları arasında yaptığı
mukayese, onun tahlil gücü hakkında fikir
verebilecek değere sahiptir. İngiltere’de
inkılabın asil sınıfın zorlaması ve halkı yanına
alması ile Fransa’da halkın ayaklanması ile
gerçekleşirken Rusya’da ve Osmanlılar’da
tepeden geldiğini belirtir.
Cevdet Paşa, devlet adamlığı ve tarihçiliğinin
yanı sıra, aynı zamanda Tanzimat döneminin
önemli hukukî düzenlemelerini yapan bir hukuk
adamıdır. Bu dönemde hazırlanan kanunların ve
kurulan müesseselerin önemli bir kısmı onun
imzasını taşımaktadır. Bu sebeple Bernard
Lewis’in onun hakkında kullandığı “dâhi hukuk
adamı” ifadesi mübalağalı sayılmaz.
Öğrenimi sırasında İslâm hukuku alanında
özel olarak çalışmamış; üstün kabiliyeti ve
okumaya düşkünlüğü sayesinde fıkıh ağırlıklı
medrese tahsilinden fazlasıyla faydalanmış,
Lofça’da iken Halebî ve Mültekâ gibi
Osmanlılar’ca büyük önem atfedilen fıkıh
kitaplarını okumuş, kendi ifadesiyle “ulûm-i
şer’iyede biraz mümârese kesbetmişti”. Daha
çok genç iken bir süre müsevvidlik yapmış,
Lofça müftüsünce verilen fetva müsveddelerini
kaleme almıştır.
Tanzimat’ın ilan edildiği yıl İstanbul’a gelerek
medrese öğrenimine burada devam ederken
gerek zekâsının parlaklığı gerekse çalışkanlığı
sayesinde ilim muhitlerinde kısa sürede
tanınmıştır. Nitekim Sadrazam Mustafa Reşit
Paşa meşihattan, yapacağı düzenlemelerin şer’î
yönünü aydınlatmak üzere bir ilim adamı
istediğinde, “arzuya muvafık meşihattan
gönderilen zat” denilerek kendisine Cevdet
Efendi takdim edilmiştir.
Yirmi dört yaşında Mustafa Reşit Paşa’nın
yakın çevresine dahil olması ve bu çevrede
Batılılaşma yanlılarının fikirlerinden istifade
etmesi, İslâm-Osmanlı ve Batı kültürlerinin
faydalı bir sentezini yapabilmesine uygun bir
zemin hazırlamıştır. Şekilde kısmen Batılı, fakat
özde daima İslâm’a bağlı kalarak hukuk
sahasında daha sonra ortaya koyduğu
çalışmalar, onun gerçekten “arzuya muvafık zat”
olduğunun delilidir.
Cevdet Paşa’nın Tanzimat döneminde
hukukla ilgili en önemli eserleri, hazırlamış
olduğu kanun ve nizamnamelerle tesis ettiği
hukuk kurumlarıdır. Bu alandaki ilk hizmetleri,
1850’de dârülmuallimîn müdürü ve Meclis-i
Maarif azâsı olmasıyla başlar. Bu görevlere
geldikten sonra hem dârülmuallimîn
nizamnamesini hem de bu dönemde Meclis-i
Maarifçe hazırlanan bütün nizamnameleri bizzat
kaleme almıştır. Bu hizmetlerinde göz
doldurması, kanun ve nizamname kaleme
almada belirli bir tecrübe ve meleke kazanması
sebebiyle, 1855’te Osmanlı medenî kanununu
hazırlaması düşüncesiyle kurulan Metîn
Komisyonu’na üye seçilmiştir.
Bu dönemde gerek adı geçen komisyondaki
görevinin icabı, gerekse bu sırada tayin edildiği
Galata Kadılığı dolayısıyla fıkıhla daha yakından
ilgilenmeye başlamıştır. Cevdet Paşa’nın bu
çalışmadan daha sonra hazırlayacağı Mecelle
için tecrübe kazanmış olduğu söylenebilir.
Cevdet Paşa kısa bir süre sonra, henüz otuz
beş yaşında iken Meclis-i Tanzimat üyesi oldu
(1857). Tanzimat devrinde hazırlanması
düşünülen kanun ve nizamnameleri kaleme
almakla görevli bu meclise Cevdet Paşa’nın üye
olması, hem meclis hem de kendisi için çok
verimli olmuştur. Bu dönemde Meclis-i
Tanzimat’ça hazırlanan bütün kanun ve
nizamnameler Cevdet Paşa’nın kaleminden
çıkmıştır. Onun meclisteki ilk çalışması, 1858
tarihli Ceza Kanunnamesi üzerine olmuş ve
kendisinden önce hazırlık çalışmaları başlayan
kanunun kaleme alınmasında emeği geçmiştir.
Bu kanunnamenin tamamlanmasından sonra
Cevdet Paşa’nın bu defa Meclis-i Tanzimat
tarafından hazırlanması kararlaştırılan Arazi
Kanunnamesi için kurulan komisyona başkan
olduğu görülmektedir. Onunla birlikte Tahsin,
Ârif ve Mehmed Rüşdü efendilerden oluşan
komisyonun hazırlamış olduğu 1858 tarihli
Arazi Kanunnamesi, Tanzimat döneminin iki
orijinal kanunundan biridir ve gerek dilinin
sadeliği gerekse kanun tekniği bakımından
devrinde hazırlanmış kanunların en başarılı
örneklerindendir.
Ancak Cevdet Paşa sadece kanunu
hazırlamakla kalmamış, daha sonra bununla
ilgili olarak Tapu Nizamnamesi, Tapu Senedâtı
Hakkında Talimat ve Tapu Senedâtı Hakkında
Tarifname’yi de kaleme almıştır. Ebü’l-Ulâ
Mardin’e göre 100 yıla yakın bir süre hukuk
fakültelerinde okutulan ve tenkitçi nazarla
incelenen Arazi Kanunnamesi ve ilgili
nizamnamelerin eksiklik kabul edilecek
noktalarının yok denecek kadar az olduğu
görülmüştür.
Daha sonra Meclis-i Tanzimat’ça yine o
dönemde düzenlenen ve tam sayısının tespiti
hayli zor olan çok sayıda kanun ve nizamname
de meclis adına Cevdet Paşa tarafından kaleme
alınmıştır. Ardından bütün bu kanun ve
nizamnameleri Düstur adı altında bir kitapta
toplayan Cevdet Paşa, böylece bugün beşinci
tertibi yayımlanmakta olan ve hukuk mevzuatını
bir araya toplayan bu eserin ortaya çıkmasında
en önemli rolü oynamıştır.
Cevdet Paşa’nın Meclis-i Tanzimat’taki
çalışmalarından sonra hukuk alanında en önemli
hizmeti Divan-ı Ahkâm-i Adliye’nin
kurulmasında görülür. 1860 tarihli Ticaret
Kanunname-i Hümâyunu’na eklenen bir zeyil ile
İstanbul ve taşrada ticarî davalara bakmak üzere
ticaret mahkemeleri, 1864 tarihli Vilâyet
Nizamnamesi ile de kaza, sancak ve vilâyetlerde
ceza ve hukuk davalarına bakmak üzere
nizamiye mahkemeleri kurulmuştu. 1868 yılında
bu mahkemelerin temyiz mercii olarak Divan-ı
Ahkâm-ı Adliye kuruldu.
Bu tarihe kadar Meclis-i Vâlâ-yı Ahkâm-ı
Adliye adıyla faaliyet gösteren meclis Şurâ-yi
Devlet ve Divan-ı Ahkâm-i Adliye olarak ikiye
ayrıldı. Bugünkü Danıştay’ın ilk şekli olan Şurâ-
yı Devlet’in başkanlığına Midhat Paşa,
Yargıtay’ın ilk şekli olan Divan-ı Ahkâm-ı
Adliye’nin başkanlığına da Cevdet Paşa getirildi.
Cevdet Paşa, bir taraftan Divan-ı Ahkâm-ı
Adliye nizamnamesini bizzat kaleme alırken ve
divanın sağlam hukukî esaslar üzerine kurulması
için gayret gösterirken, diğer taraftan divan
üyelerinin bilgili ve dirayetli hukukçular
arasından seçilmesi için çalıştı.
Divan-ı Ahkâm-ı Adliye Nizamnamesi,
özellikle hâkimlerin azledilemeyeceği hükmünü
getirmesiyle dikkati çekmektedir. Bu hüküm,
Osmanlı Devleti’nde asırlarca uygulanmış olan
belirli sürelerle hâkim tayini uygulamasına tam
bir aykırılık teşkil etmektedir. Cevdet Paşa,
mahkemelerde adaletin icrası bakımından
hâkimlerin belli bir süre ile sınırlı olarak
tayinlerinin mahzuru ve dolayısıyla hâkim
teminatının lüzumu üzerinde ısrarla durmuş,
1872’de sadarete takdim ettiği bir layihada da
şer’iye ve nizamiye mahkemelerindeki
hâkimlerin azledilmemeleri gerektiğini önemle
vurgulamıştır.
Cevdet Paşa daha sonra Divan-ı Ahkâm-ı
Adliye’nin iç nizamnamesini de hazırladı ve bu
kurumu biri temyiz, diğeri istinaf olmak üzere
iki mahkeme hâlinde teşkilâtlandırdı. Bu
dönemde, Cevdet Paşa’nın gerek mahkemenin
düzenlenişi gerekse üyelerin seçilişinde büyük
gayret ve titizlik göstermesi sayesinde önemli bir
gelişme olarak sistematik temyiz usulü Osmanlı
hukukuna girmiştir. Cevdet Paşa çok sonraları
15 Temmuz 1887 tarihli bir geçici kanunla
divana bir de istida dairesi ekleyerek Osmanlı
yargıtayının kuruluşunu tamamlamıştır.
Bugünkü hukuk fakültelerinin nüvesi
sayılabilecek Mekteb-i Hukuk 1880’de onun
Adliye Nazırlığı döneminde açılmıştır.
Hazırlıkları daha önce başlayan bu okulda ilk
dersi, hem Adliye nâzırı hem de mektebin
hocalarından biri olması sıfatıyla Cevdet Paşa
vermiştir.
Cevdet Paşa’nın İslâm ve Osmanlı hukukuna
kazandırdığı en önemli eser, şüphesiz Mecelle-i
Ahkâm-ı Adliye’dir. Bütün İslâm devletlerinde
İslâm hukuku alanında hazırlanan ilk kanun
olma özelliğine sahiptir. Cevdet Paşa’nın bu
kanunun ortaya çıkmasındaki rolü, Mecelle’yi
hazırlayan heyetin başkanı sıfatıyla sadece
kanunun hazırlanmasından ibaret değildir. Bu
noktaya gelmeden önce Fransız medenî
kanununun alınmasını isteyenlere ve bu arada en
başta Sadrazam Âlî Paşa ile Fransız büyükelçisi
De Bouree’ye karşı vermiş olduğu mücadele
sonunda Code Civile’in iktibası yerine millî bir
kanunun hazırlanması fikrini kabul ettirmesi ve
bu fikre sonuna kadar sahip çıkarak, Mecelle’nin
tamamlanmasını sağlaması en az telifindeki
emeği kadar önemlidir
Mustafa Reşit Paşa’nın etkisiyle elden
geldiğince sade bir dil kullanmayı tercih eden
Cevdet Paşa, gerek Arazi Kanunnamesi ve
Mecelle, gerekse kaleme almış olduğu diğer
kanun ve nizamnamelerle Türk hukuk dilinin
oluşmasında önemli bir role sahiptir.
Hayatının en verimli dönemlerini müfettişlik,
valilik, meclis üyelikleri ve muhtelif nezaretlerde
nazırlık gibi çok çeşitli devlet görevlerini ifa
etmek, tarih, edebiyat, mantık, matematik
alanlarında muhtelif eserler yazmakla geçiren,
kurduğu mahkemeler ve kaleme aldığı
kanunlarla Osmanlı hukukuna yeni bir yapı
kazandıran Tanzimat döneminin bu dâhi
hukukçusu, hukuk alanındaki mesaisini kanun
ve nizamname yazmaya hasretmiş, bu yoğun
çalışmalar içerisinde ayrıca hukuk kitabı
yazmaya fırsat bulamamıştır.
Eserleri:
1. Tarih-i Cevdet: Osmanlı tarihinin 1774
Küçük Kaynarca Antlaşması’ndan 1826’da
Yeniçeri Ocağı’nın kaldırılmasına kadar olan
dönemini ihtiva etmektedir. On iki cilt olan
eserin kaynakları arasında vak’anüvis tarihleri,
sefaretnameler, özel tarihler, arşiv kayıtları,
resmî tezkireler ve kendi hatıraları
bulunmaktadır. Eserde diğer vak’anüvis
tarihlerinden farklı olarak Avrupa tarihine de
önemli bir yer ayrılmıştır. Otuz yılda
tamamlanan Tarih-i Cevdet’in çeşitli tertip ve
baskıları vardır. Bunlardan birincisi, ilk üç cildi
1854–1857 basılmış ve 1301’de (1884)
tamamlanmış olanıdır. İkincisi, Cevdet Paşa’nın
bazı ekler ve düzeltmeler yapmak suretiyle
Matbaa-i Osmaniye’de 1309’da (1891) yapılan
baskısıdır ki buna “tertîb-i cedîd” adı
verilmektedir.
2. Tezâkir: Cevdet Paşa’nın vak’anüvisliği
zamanında (1855–1865) bizzat kendisinin de
içinde bulunduğu olaylara dair tuttuğu notlardan
teşekkül eden bir hatırat niteliği taşımaktadır.
Cevdet Paşa, bu notları kendisinden sonra
vak’anüvis olan Ahmed Lütfi Efendi’ye
tezkireler hâlinde yollamıştır. Bu sebepten dolayı
da esere Tezâkir-i Cevdet adını vermiştir. Kırk
tezkireden meydana gelen eserin ilk tezkiresi
daha önceki vak’anüvislerin durumları
hakkındadır; ardından gelen dört tezkire Ahmed
Lütfi Efendi’ye bazı vesikalar gönderdiğine
dairdir. 6 ile 39. tezkirelerde ise Cevdet Paşa’nın
bizzat yaşadığı Tanzimat devrinin bir kısım
olayları ile bu dönemin hemen hiçbir eserde
bulunmayan siyasî, sosyal ve ahlâkî durumu yer
almaktadır.
Eserde Bosna-Hersek teftişi, Kozan ıslahatı
gibi kendisinin katıldığı olaylarla devlet ve saray
adamlarının birbirleriyle olan çekişmeleri, türlü
menfaat çatışmaları, İstanbul’un o zamanki iç
yüzü samimi ve sade bir dille anlatılmıştır. Son
tezkirede kendi biyografisi yer almaktadır.
Eserin yeni harflerle tam bir neşri ise Mehmet
Cavit Baysun tarafından dört cilt hâlinde
yapılmış olup Türk Tarih Kurumu tarafından
basılmıştır. Eserin 1986’da yine Türk Tarih
Kurumu tarafından aynı tertip üzere ikinci
baskısı da yapılmıştır. Tezâkir-i Cevdet’in
Cevdet Paşa’nın el yazısıyla olan müsveddeleri
yirmi bir defter hâlinde İstanbul Belediyesi
Atatürk Kitaplığı’nda bulunmaktadır.
3. Marûzât: 1255–1293 (1839–1876) yılları
arasındaki tarihî ve siyasî olayların özet hâlinde
yazılmasını şifahî olarak isteyen Sultan II.
Abdülhamid’in emriyle kaleme alınmıştır.
Padişaha sunulması dolayısıyla müellifin
“Marûzât” adını verdiği bu eser “cüzdan”
denilen kısımlara ayrılmıştır. Devrine göre sade
bir dille ve beş cüzdan hâlinde kaleme alınmıştır.
Birinci cüzdanı Tanzimat’tan Abdülmecid’in
saltanatının sonlarına, ikinci cüzdanı Sultan
Abdülaziz’in ilk devirlerine, üçüncü cüzdanı
Sultan Abdülaziz’in aynı yılda Mısır
seyahatinden 1864 yılında İskenderun’a
çıkışına, dördüncü cüzdanı 1866 yılına, beşinci
cüzdanı ise aynı tarihte Halep zabtiyesinin
tanziminden II. Abdülhamid’in saltanatının ilk
devirlerine kadar gelmektedir.
Eser Tezâkir’le aynı zamanlara ait olup aynı
kalemden çıkmış olmasına rağmen takdim şekli,
gayesi ve muhtevası bakımından önemli
farklılıklar taşır. Marûzât’ın cüzdanları II.
Abdülhamid’in tahttan indirilişine kadar onun
yanında kalmış, daha sonra Yıldız evrakı
arasında ele geçmiştir. Bu arada birinci cüzdan
kaybolmuştur. Eserin Cevdet Paşa’nın el yazısı
ile olan müsveddeleri İstanbul Belediyesi
Atatürk Kitaplığı’nda bulunmaktadır. Sultan
Abdülhamid’e takdim edilen üç ve dördüncü
cüzdanlar ise Türk Tarih Kurumu
Kütüphanesi’ndedir. İki, üç ve dördüncü
cüzdanlar bazı atlamalarla Ahmed Refik
(Altinay) tarafından Türk Tarih Encümeni
Mecmuası’nın XIV-XV1. (1924–1925)
ciltlerinde neşredilmiş, ayrıca eserin tamamı yeni
harflerle yayımlanmıştır.
4. Kısas-ı Enbiyâ ve Tevârîh-i Hulefâ:
Hayatının son yıllarına doğru yazdığı bir eserdir.
Hz. Âdem’den Hz. Muhammed’e kadar gelip
geçen peygamberlerin kıssalarından, İslâm
dininin ortaya çıkışı, Hz. Peygamber’in hayatı ve
Hulefâ-yi Râşidîn ile Emevî, Abbasî
halifelerinden, diğer Türk-İslâm devletlerinden
ve Osmanlı tarihinin 1439 yılına kadar olan ilk
devirlerinden bahseder.
Daha çok eğitim ve öğretim gayesiyle kaleme
alınan eserin tamamı on iki cüzdür. İlk altı cüzü
Cevdet Paşa’nın sağlığında basılmıştır. Tam ve
yanlışsız şekli ise kızı Fatma Âliye Hanım
tarafından 1915 senesinde on iki cüz hâlinde
neşredilmiştir. Bu eserinde yer yer üslûp şaheseri
denebilecek örnekler ortaya koyan Cevdet
Paşa’nın dili daha sonra birçok yazar tarafından
takdirle karşılanmıştır.
5. Kırım ve Kafkas Tarihçesi: Halim Giray’ın
Gülbün-i Hûnân’ından istifade ederek kaleme
aldığı küçük bir eserdir. Kafkasya’nın tarihî
coğrafyası ile buralarda yaşayan toplulukların
etnografyasının yer aldığı kitap, İngiliz elçisi
Lord Stratford Canning’in isteği üzerine Paris
Konferansı’nın toplanmasından önce yazılıp
Mustafa Reşit Paşa’ya sunulmuştur. Reşit Paşa
eseri Fransızcaya çevirterek Canning’e vermiştir.
6. Mukaddime-i İbn Haldun: İbn Haldun’un
El- Cîber adlı Arapça genel tarihinin girişi olan
birinci cildin altıncı faslının tercümesidir. Tarih
felsefesinden, tarihin faydalarından ve tarihçilik
mesleğinden bahseden mukaddimenin
tercümesine ilk olarak 1. Mahmut devri
şeyhülislâmlarından Pîrîzâde Mehmet Sâhip
Efendi başlamış ve beş faslını tercüme etmiş,
onun eksik bıraktığı son bölümü de Cevdet Paşa
tamamlamıştır. Eser, iki cildi Pîrîzâde’ye, son
cildi Cevdet Paşa’ya ait olmak üzere üç cilt
hâlinde basılmıştır.
7. Belagat-ı Osmaniye: Cevdet Paşa’nın
Mekteb-i Hukuk’ta okuttuğu edebiyat dersi
notlarından meydana gelmiştir. Klasik İslâm
belagat anlayışına göre düzenlenmiş edebiyat
kurallarını ve bunlara uygulanan Türkçe
misalleri ihtiva eder. Bu alanda yazılmış ilk
Türkçe eser olup çeşitli baskıları yapılmıştır.
8. Kavâid-i Osmaniye: Eser Türkçede
yayımlanan ilk dil bilgisi kitabı olarak önem
taşıdığı gibi, Cevdet Paşa’nın hayatının sonuna
kadar ilgileneceği dil konusundaki
çalışmalarının da ilk adımını teşkil eder. Kitabın
ilk tertibi Cevdet Paşa ile Keçecizâde Fuat
Paşa’ya aittir. Ancak daha sonra Cevdet Paşa,
eseri Tertîb-i Cedîd Kavâid-i Osmaniye adıyla
yenilemiş ve kendi ismiyle bastırmıştır. Kitap
Cevdet Paşa tarafından ayrıca muhtasar olarak
tertip edilmiş ve değişik adlarla otuzdan fazla
baskısı yapılmıştır.
9. Medhal-i Kavâid: İlkokul talebelerini
Kavâid-i Osmaniye’ye hazırlamak üzere
yazılmıştır.
10. Kavâid-i Türkiye: Sıbyan mektepleri için
kaleme alınan bu eser, ilk defa 1875 yılında
basılmış olup Medhal-i Kavâid’in basitleştirilmiş
şeklidir.
11. Divan-ı Sâib Şerhi’nin Tetimmesi: İranlı
şair Tebrizî’nin Divan’ı Süleyman Fehîm Efendi
tarafından şerh edilmekte iken onun 1845’te
ölümü üzerine eksik kalan kısım Cevdet Paşa
tarafından tamamlanmıştır.
12. Mi’yâr-ı Sedâd: Oğlu Ali Sedat için
yazdığı mantığa dair bir eser olup zamanına göre
sade bir dille yazılmış ilk Türkçe mantık
kitabıdır.
13. Âdâb-ı Sedâd fî İlmi’l-Âdâb: Tartışma usul
ve kurallarını ihtiva eden eser Mi’yâr-ı Sedâd’ın
bir eki mahiyetindedir.
14. Beyânu’l-Unvân: Henüz öğrenci iken
Türkçe yazdığı bu eser, İslâm ilimleri
metodolojisine dairdir.
15. Takvîmü’l-Edvâr: Şemsî-hicrî tarih
esaslarını anlatan bir eserdir.
16. Mecmua-i Ahmed Cevdet: İslâm dinini
kabul eden iki kişiye, bazı sorularının karşılığı
olarak Cevdet Paşa tarafından yazılıp Bâb-i
Meşihat’ça gönderilen, cevapları ve eski Şam
Müftüsü Mahmut Hamza Efendi ile dinî
meselelere dair aralarında geçen yazışmaları
ihtiva eder.
17. Hulâsatü’l-Beyan fî Te’lîfi’l-Kur’ân:
Kur’ân’ın cem’ini anlatan Arapça bir eserdir. Ali
Osman Yüksel tarafından Muhtasar Kur’an
Tarihi adıyla tercüme edilerek Cevdet Paşa’nın
hayatı ve eserlerine dair bir girişle birlikte
yayımlanmıştır.
18. Mecmua-i Âliye: Kızı Fatma Âliye
Hanım’a okuttuğu hikmet, felsefe, ilm-i ruh,
matematik, geometri, astronomi ve çeşitli İslâmî
ilimlere dair dersleri bu eserde toplanmıştır.
19. Malûmât-ı Nâfia: Rüştiye mekteplerinde
okutulmak üzere yazdığı bir eseridir.
20. Hilye-i Saadet.
21. Eser-i Ahd-i Hamîdî: İbtidâî mektepleri
için kaleme aldığı bir ilmihal kitabıdır.
Cevdet Paşa’nın bazı eserlere yazdığı
talikatları da vardır. Ayrıca şiirlerini Sultan
Abdülhamid’in isteği üzerine hayatının sonlarına
doğru bir divanda toplamıştır. Divandaki şiirlerin
çoğu kaside ve gazel tarzında olup içlerinde
şarkı, rubâî, tarih ve müfredler de
bulunmaktadır. Cevdet Paşa’nın şiirleri, kuvvetli
bir dil ve teknik bilgi ile geniş bir kültürün
beslediği parlak bir zekânın ürünüdür.
Genellikle sade ve temiz bir Türkçe ile
yazılmıştır.

AHMET CEVDET PAŞA’NIN ÖN SÖZÜ

G eçmiş nesillerin geleceklere kalıcı olacak en


güzel yadigârı, tarih ilmi olup, çeşitli
milletlerin geçmiş zamanlarda birbirlerine olan
üstünlük ve meziyetlerinin bir ölçüsüdür.
Tarihçiler, zamanlarının olaylarını zaptetmek
sureti ile nesilden nesile bu emsalsiz ilme hizmet
etmişlerdir.
Her devlet kendi olaylarını yazdırmaya
himmet ettiği gibi, Devlet-i Aliye’de de tarih
sahnesinde göründüğü andan itibaren bugüne
kadar olaylar birbiri ardından zaptedilmiş,
basılmış ve yayılmış olduğu hâlde, durumların
gereğince, bu âdet ihmal ve terk edilmiş ve
yazılan şeyler de düzeltilmeden ve tenkit
edilmeden unutulma köşelerinde bırakılmıştır.
Oysa asıl tarihe geçirilecek ve her fıkrasından
pek çok ibret alınacak olaylar, bu devrede vuku
bulmuştur. Allah’a şükür ki ulu padişah Sultan
Abdülmecit Han Efendimiz’in bu asrın en uğurlu
günü olan tahta çıkış günlerinden beri maarifi
yayma hususunda gösterdikleri cihan
değerindeki himmetleri arasında, unutulmaya
terk edilmiş olan nice güzel eserler ortaya
çıkarılmış ve nice yeni olaylar yazılıp ortaya
konmuştur.
1188 senesinden itibaren Devlet-i Aliye
olaylarını yazdırma hususu, Maarif-i Umûmiye
Meclisince defalarca görüşülmüş ve
padişahımıza danışılarak 1188’den 1241 yılına
kadar eskilerin adını yaşatacak ve geleceklerin
duasını celbedecek bir eser yazmaya
padişahımız Efendimiz, bu âcizi memur
buyurmuşlardır. Gerçi buna liyakatim olmadığı
hâlde Maarif Meclisi azasından bulunduğum ve
daha nail olduğum bunca lütufların şükranını
edadan âciz olduğum hâlde hiç olmazsa bu
vazifede emek sarf etmek farz olduğundan,
hemen Allah’ın yardımına güvenerek 1188
senesinden 1241 senesine kadar olayların
tarihini yazmaya işbu 1270 senesinde başladım.
Cenab-ı Hak şevketlü padişahımızın ömrünü
uzun etsin ve maarif sever huzurlarına nice
değerli eserlerin sunulmasına imkân versin. İşbu
1188 senesi Devlet-i Aliye’nin tarihinde bir
dönüm noktası olup, bu tarihten sonra olayların
rengi değişmiş olduğundan ve asrımızın
olaylarını geçen asırlar hazırlamış
bulunduğundan, geçmiş devrin bir özetini
yaparak işe başlamak münasip olacaktır.
BİRİNCİ KISIM

Tarih Öğrenmenin Faydası

Tarih; insanları geçmiş olaylara ve geçmişte


önde gelenlerin gizli ve açık fikirlerine muttali
kıldığından, amme için faydalı ve münevverler
arasında makbul bir ilimdir.
İnsan yaratılışından medenî olduğundan,
dayanışma için yer yer topluluklar meydana
getirir. Bu toplulukların birçok dereceleri vardır.
En ilkeli göçebe hâlinde yaşayan kabile
topluluklarıdır ki sadece beşeri ihtiyaçlarını
tedarik etmeye ve hayat ağacının meyvesi olan
üremeye vesile olurlar. Bu kabileler; ilimden,
hünerden ve diğer insanların birikiminden ve
meziyetlerinden mahrum olurlar. Köy halkı şehir
halkına nispetle medeniyet nimetlerinden uzak
oldukları gibi, çadırda yaşayanlar da köy
halkından medeniyetçe daha geri seviyede
kalırlar.
Cemiyetlerin yüksek derecesi olan medeniyet
devlet ve saltanat mertebesidir. Bu topluluklar,
bir devletin koruyuculuğu altında birbirlerine
fenalık etmekten ve düşman endişesinden azâde
yaşarlar; bir yandan beşeri ihtiyaçları tedarike,
bir yandan da insanî olgunluğa erişmeye
uğraşırlar.
Şöyle ki; herkes, zatî haklarını hükûmete
emanet edip onun hükmüne razı olur. Böylece,
kemâlât tahsiline fırsat bulurlar. Bu milletler,
sınıf sınıf olup kimisi ziraat ve ticaret, kimisi
devlet ve askerlik işlerinde hizmet eder.
İlim ve sanatın kuvveti ile yüz kişiye ihtiyaç
duyulan bir işi on kişi temin edebileceğinden,
gelişmiş milletlere kendilerini geliştirmek için
daha çok zamanları kalır, bu zamanlar kemal
tahsili için sarf edilebileceğinden medeniyet bu
ölçüde ileriye gider.
Bu seviyeye gelen milletler, artık sadelik ve
basitlik içinde kalamazlar. Lüks ve külfetler
artar, ihtiyaçlar çoğalır ve şahsî menfaatler ve
garazlar da bu ölçüde artar. Böylece o milletin
idaresi güçleşir, artık iyi bir idare ancak iktidarı
elinde bulunanların himmetine bağlı kalır.
İdarede vukuf ise ancak tecrübeyle kazanılır.
Her şeyi tecrübe etmeye de bir insanın ömrü
hatta bir asrın olayları kâfi gelmeyeceğinden
devletin ileri gelenleri; başkalarının
deneyimlerinden ve tarih ilminden hem şahısları
için hem de devlet işleri için faydalanmalıdırlar.
Onun için vatanını ve memleketini seven devlet
ve milletin bekasını isteyen ecdadımız, kendi
asırlarının olaylarını zaptedip torunlarına yadigâr
bırakarak, onların duasını kazanmışlardır.
Geçmiş ve gelecek olaylara hatta ezel ve ebet
sırlarına nüfuz etmeye çalışmak insanda tabiî bir
eğilim olduğundan bütün insanların tarih ilmine
ihtiyacı açıktır.
Devlet-i Aliye’nin nizamlarının korunması
tarih ilmiyle olup geçmiş usullerin şimdiki
olaylara uygulanmasında çok faydalar
olduğundan, bazı din bilginleri tarih öğrenme ve
öğretmenin farz olduğunu söylemişlerdir.
Abbasî halifesi Kaim Biemrillah zamanında
Hayberli birkaç bilgin Yahudi Bağdat’a gelip
cizyeden muaf tutulmalarının gerektiğini
göstermek için bir vesika ortaya koymuşlardır.
Güya bu vesika Hazret-i Ali’nin el yazısı ile
Hazret-i Peygamber tarafından kendilerine
verilmiş ve Ashab-ı kiramdan birkaç zatın şahit
olarak isimleri yazılmış.
Halife bu vesikaya itibar ederek Yahudilerin
cizyeden muaf tutulmaları hakkında ferman
vermek üzereyken, ulemanın reisi Ebü’l-Kasım
bin Mesleme’ye şüphe gelmiş: “Bu vesika bir
kere zamanımızın tarihçisi Hatib-i Bağdadî’ye
gösterilsin.” demiş. Belge Hatib-i Bağdadî’ye
gösterilmiş. Bunun üzerine tarihçi senedin sahte
olduğunu, tarih ilmi ile ispat etmiştir.
Şöyle ki: Bu senette yazılı şahitlerden Hz.
Muaviye, Hicretin sekizinci senesi Mekke’nin
fethi günü İslâm ile müşerref olmuştu. Hayber’in
fethi ise Hicretin yedinci senesinde olmuştur.
Şahit yazılanlardan Said İbni Maaz Hicretin
beşinci yılı Hendek günü ölmüş ve Hayber
fethinde bulunamamıştı. Böylece vesikanın
sahteliği meydana çıkarılmış ve devlet hazinesi
zarardan korunmuştur.

Devletlerin Safhaları ve Hükûmet Çeşitleri

Dünyaya bakılınca her gün değişen bir ibret


hengâmesi olduğu görülür. Bu değişmeler her
şeyde caridir. Mesela her şahıs gerek vücutça
gerek hâl ve davranışlarıyla nasıl bir ilerleme ve
bir gerileme devri gösterirse, devletler de bunun
gibi kâh kuvvet bulur, kâh zayıf düşer.
Her devlet doğuşunda sade ve basit olup
günden güne kuvvetlenirse de eskidikçe sadeliği
kalmayıp külfetleri ve ihtiyaçları artar.
Olağanüstü masraf yapmak icap ettiğinde darlığa
duçar olur. Bu esnada devletin idaresi de kötü
olursa zaaf, devletin yakasına yapışır. Hangi
devlet olursa olsun, bu safhalardan geçer. İşte bu
safhalara göre çare ve ilaç aramak lazım gelir.
Her şahısta büyüme, durulma ve gerileme çağı
olduğu gibi her devlette de bu üç çağ görülür.
Devlet insan vücuduna benzediğinden her
davranışına dikkat etmek lazımdır.
Gerileme bazen hissedilmeyecek surette gizli
olur, bazen da aşikâr olup tedavisi zor olur.
Bazen de ileri derece çöküntü emareleri baş
göstermişken bilgece alınan tedbirlerle
tazelendiği ve kuvvetlendiği görülür. Bazı
durumlarda devletin maruz olduğu tehlike
ziyade olup, dıştan da bazı illetler arız olursa
yenilenmesi ve kurtarılması çok zorlaşır. Bu
yenilenmeye ait örnekler varsa da bunlar ancak
büyük inkılaplarla olabilmiştir. Nice devletler de
durulma çağını bitirmeden, kendi kusuru ile
veya bir kaza ile çöküp dağılabilir.
Malûm ola ki Hristiyan devletlerinin
siyasetleri akıllı adamların toplanmasıyla
meydana gelmiş olup hükûmetleri; biri dinî
hükûmet, öteki cismanî hükûmet olmak üzere iki
bölüme ayrılır. Dinî hükûmet, Katolik
mezhebinde Papa’nın hükûmetidir ki bütün
Katolik rahiplerin âmiri ve kiliselerin reisi olup
Hazret-i İsa’nın vekili olarak kabul edilir. Bütün
Katolik ülkelerde Papa’nın ruhanî hükûmeti
yürür.
Vaktiyle Avrupa’da ruhanî hükûmetin tesiri
ve nüfuzu çok yaygındı. Lakin hükümdarlar
Papaların elinden çok eziyet çektiklerinden
yavaş yavaş Papalık nüfuzunu azalttılar. Rum
mezhebinde bulunan Hristiyanlar Papa’yı
tanımayıp ruhanî hükûmet olarak İstanbul
patriğine bağlıdırlar. Ermeniler Gürcistan’daki
büyük kilisede bulunan büyük papazlarına
bağlıdırlar. Protestanlar ise hiçbirini tanımazlar.
Onlarca ruhbaniyetin o kadar itibarı yoktur.
Maddî hükûmetler de üç türlüdür: Mutlak
hükûmet, Meşrutî hükûmet, cumhurî hükûmet.
Mutlak hükûmet: Dizginlerinin bir şahıs elinde
bulunduğu hükûmettir. Rus Devleti böyledir.
Meşrutî hükûmet: Millet meclisinin reyine
uyan hükümdarın hükûmeti olup bu da iki
türlüdür. Birisi genel meşrutî hükûmet olup,
Prusya ve Sardunya devletleri gibi bütün halk
eşit bulunur. İkincisi sınıflı meşrutî hükûmet
olup zâdegân sınıfı ahaliden imtiyazlıdır.
İngiltere Devleti gibi ki halk lortların sahip
olduğu imtiyazlara nail değildir, fakat her
kazadan seçimle gelen üyelerden mürekkep bir
meclisleri vardır. Bir iş evvela bu mecliste
görüşüldükten sonra lortlar meclisinde karara
bağlanır. Vekiller kral tarafından tayin olunmuş
memurlar olup devlet işlerini müzakere ve
krallarına imza ettirdikten sonra icra ederler.
Cumhurî hükûmet: Ayrı bir hükümdarı
bulunmayıp rey çokluğu ile birisi seçilerek kral
makamında olmak üzere geçici olarak getirilir.
Amerika Cumhuriyeti gibi Fransız Devleti,
eskiden mutlak hükûmet iken millet içine ihtilal
düşerek cumhuriyet olmuşlardır. Cihangirlik
iddiasına düşen Napolyon imparatorluk rütbesini
haiz olmakla Fransa yine mutlak hükûmete
dönmüştür. Fakat Napolyon’dan sonra Fransa
genel meşrutî rejime döndü, Lui Filip’in
krallığında bu hâl devam etti.
1789 senesindeki ihtilalde rejim cumhuriyete
dönüp Lui Napeleon dört sene için
cumhurbaşkanı seçildi. Lakin ahali arasında
ittifak olmayıp kimisi krallık, kimisi cumhuriyet
taraftarı idiler. Kimisi de böyle bir cumhuriyete
de kanaat etmeyip işi azıttılar. Mülkiyet ve
zevciyet haklarını inkâr edip “Herkes her
hususta eşit olmalıdır” diyen ayak takımı bu
düşünceyi mizaçlarına uygun görerek Fransız
Cumhuriyeti’ni bu renge boyamaya teşebbüs
ettiler. Fransız ileri gelenleri ve akıllıları bu
durumdan ürkerek cumhuriyetten hatta meşritî
hükûmetten yüz çevirip Napolyon’u imparator
yaparak mutlak hükûmete inkıyat ettiler.
Bu Fransız ihtilalleri arasında Nemçe halkı
hürriyet sevdasına düşerek ve pek çok kanlar
dökerek hükûmetlerini meşrutî şekle çevirmek
istedilerse de imparator kuvvetleri galip gelerek
yine mutlakıyet içinde kaldılar. Bu rejimlerin her
birinde birer türlü kötülük görülmüş olup, hele
cumhuriyetin anlattığımız aşırı şekli, bütün
bütün akıldan ve sağduyudan uzak bir
düşüncedir.
İslâm hükûmeti ise hilafet ve saltanatı
toplamış ve Müslümanların imamı olan İslâm
padişahı şeriatın koruyucusu olduğundan
hamdolsun her türlü tefrikadan uzaktır. Gerçi
aşağıda anlatılacağı gibi Abbasî Devletinin
sonunda İslâm ülkelerinde baş gösteren ihtilaller
dolayısıyla hilafet ve saltanat birbirinden
ayrılarak, hilafet; dinî riyaset ve saltanat da
maddi riyaset derecesine indiyse de yüce
Osmanlı Devleti’nin ortaya çıkması ile İslâm
Devleti yenilenmiş ve aslî hâlini bulmuştur.

Osmanlı Devleti’ne Kadar Kısa İslâm


Devletleri Tarihi
Türk ve Arap milletleri mevkileri icabı ara sıra
coşarak ve sel gibi etrafa taşarak defalarla
dünyayı istila etmiş iki büyük millettirler.
Arapların en kuvvetli ve en son çıkışları Allah
kelâmını yüceltmek maksadı ile olanıdır ki
Peygamberimizin zamanında Arap kabileleri
iman kelimesi etrafında tek dil ve tek gönül
hâline geldiler.
Peygamber Efendimiz mübarek ruhu
ebediyete uçtuğunda, nice kabileler yeniden
putperestlik uçurumuna düşmeye mail idi.
Büyük imamlık makamına geçmiş olan Hazret-i
Ebu Bekri Sıddık (Allah ondan razı olsun) her
tarafa muzaffer askerlerini sevk etti. Dinden
dönenleri tedip edip Arap taifesini yine tek
imanda topladı. Meydana gelen bu kuvveti
Hazret-i Ebu Bekir’den sonra hilafet makamına
gelmiş olan Hazret-i Ömer gerektiği gibi
kullanmış, Ashab-ı kiramı gazaya teşvik edip
taraf taraf ordular sevk etmiştir.
Bu mübarek sahabelerin çoğu, seferlere çıkıp
ölünceye kadar cihat işine sarılmışlardır. O kadar
ki gazaya giden bu kişilerin evlerinde su
taşıyacak kimseleri kalmadığından Hazret-i
Ömer, bütün müminlerin emiri ve yeryüzünün
halifesi olduğu hâlde sırtına tulum alarak
gazilerin evine su taşıdı. İslâm orduları her
bakımdan adaletli olup, itaat edenler her
tehlikeden emin olduğundan az vakitte
tahminlere sığmayacak ülkeler fethedildi.
Sonraları hilafet makamına ziynet veren Hazret-i
Osman ve Hazret-i Ali’nin zamanlarında da bu
yoldan gidilerek İslâm ülkeleri genişledi.
Dinin dört temel direği olan bu halifelerin
günleri Peygamberimizin devri gibi adaletli
geçmiştir. Hatta Hazret-i Ömer’in hilafetinde bir
gün Peygamberimizin neslinden birisi gelip
ihtiyacını bildirdiğinde, beytülmaldan 1.000 altın
verilmesini emretmiş, biraz sonra yanına gelen
kendi oğlu Abdullah’a ise bir dirhem vermişti.
Oğlu bu dirhemi pek az görüp itiraz edecek
olduğunda koca Halife Hazret-i Ömer şöyle
demişti:
“Ya Abdullah, Evlad-ı Resulün talep hakkı
beytülmaldandır. Beytülmal hazinesi ise
elhamdülillah zengindir. Senin hakkın ise yalnız
babandan olup, babanın nesi var ki çok şey
umuyorsun.”
Fakat Hazret-i Osman ve Ali halifelikleri
zamanında bazı anlaşmazlıklar meydana geldi.
Ali’den sonra Emevî Devleti zuhur etti.
Emevîler zamanında da İslâmlar gazadan
vazgeçmemişler ve nice ülkeler fethetmişlerdi.
Bu devlet zamanında Afrika’da başbuğ olarak
bulunan Musa bin Nasir, Kuzey Afrika’yı
boydan boya fethedip Atlas Denizi kıyısına
indiğinde, atını denize sürüp, at göğsüne kadar
suya dalınca bayrağını çekmiş: “İşte Yarabbi,
ötesi yok. Olsaydı, senin ulu adını daha ileri
götürürdüm.” demişti.
Musa bin Nasir’in ordusunda bir fırkanın
kumandanı olan Tarık bin Ziyad, Hicretin 92’nci
yılında İspanya’ya geçip hâlâ kendi adıyla
anılan Cebeli Tarık’a dayanıp gemilerini yakarak
askerine: “İşte arkanız denizdir, eğer sabır ve
sebat edip yiğitlik gösterirseniz bu memleketi
fethedersiniz. Ve eğer sebat etmezseniz hepiniz
deryaya gömülürsünüz.” diye İslâm askerini
harbe teşvik etmiş ve kendi ordusundan kat kat
üstün düşman kuvvetlerini yenerek birçok
yerleri fethetmiştir.
Emevî halifelerinin bazıları, dinin sınırlarını
aşıp günahkârlığa düştüklerinden ilâhî gayrete
dokunarak devletleri çökmüş ve İslâm Hilafeti
Hicretin 112’nci yılında Abbasîlere geçmiştir.
Emevîlerin yıldızı sönerek Abbasîlerin yıldızı
parladı. Sonraları Emevîlerin bazı şubeleri
Mağrip ve Endülüs taraflarında saltanat
kurmuşlarsa da İslâm ülkeleri ve Halifelik
Abbasîlerin elinde idi.
Abbasî halifeleri de sonraları israfa düşüp
devlet idaresine önem vermediklerinden
saltanatlarına zaaf gelerek idarede nüfuz, Türk
kumandanlarının eline geçti. Bir vakitler
Halifelik ruhanî kuvvet hâline gelmiş,
kumandanlar kendi adlarını halifeninkiyle
beraber hutbede okutur olmuşlardı. Halife
Me’mûn’dan sonra Horasan’da saltanatlar
kuruldu. Bunların çökmesinden sonra Gazneli
Mahmut zuhur etti ki Şehname-i Tûsî bunun
adına yazılmıştır. Sonraları Büveyhîler, daha
sonra Harzemşahlar, nihayet Atabekler Devleti
zuhur etti ki Şeyh Sadî bu devirde yaşamıştır.
Daha sonra İsmailîler hükûmeti kurmuşlardır.
O zamanlar Moğol ve Tatarların coşup
taştıkları zaman olup Cengiz Han, İran ve
Turan’ı ele geçirmiş, doğu ülkeleri uzun müddet
Cengiz sultanlarının elinde kalmış, nihayet
Hülâgu Han, halife Mutasım’i öldürmüş, Abbasî
Devleti tamamı ile çökmüştür. Yavuz Sultan
Selim zamanına kadar bu hâl devam etmiştir.
Mağrip ve Endülüs’te bulunan Emevî şubeleri
arasında nifak olduğundan hükûmetleri çökmüş
ve yabancılara intikal etmiştir.
Böylece İslâm ülkeleri parçalanmış, Doğu
tamamı ile Moğolların eline geçmiştir. Cengiz,
Müslüman değildi. Müslümanlar esaret altında
kaldılar. Sonraları Cengiz sultanlarının bazıları
İslâm ile müşerref oldularsa da bunlar da çöktü.
Doğuya, Timur’un zuhuruna kadar tek başına
hâkim olan olmadı. Anadolu’da Selçukların bir
şubesi saltanat kurdularsa da güneyde Mısır
sultanları ile ihtilafa düştüler, doğudan gelen
Tatarlar elinde bizar oldular, bir müddet
Tatarlara haraç vererek yaşadılarsa da sonra
nizamları bozularak bütün bütün çöktüler.
Mısır’daki Eyyûbî Devleti iyice kuvvetlenmiş,
hatta içlerinde Selâhaddin gibi değerli bir sultan
zuhur ederek Kudüs’ü ele geçirmiş olan
Haçlıları perişan etmiş ise de onların ömürleri de
bu yabancılarla savaşla geçti.
Batıda da büyük-küçük hükûmetler batıp
çıkmakta idi. Velhâsıl İslâm hükûmeti Arapların
elinden çıkıp Türk ve Tatarların eline geçmiş ve
Halifelik bir kuru sözden ibaret kalmış ve İslâm
birliği kaybolmuş iken, Allah’a hamdolsun,
Osmanlı saltanatı şan ve şevketle doğup İslâm
ülkelerini nura gark etti.

Osmanlı Devleti’nin Ortaya Çıkması ve


Gelişmesi
Osmanlı Devleti, başlangıçta küçük bir beylik
idi. Fakat Türklüğe mahsus güzel vasıflar ile
yiğitlik ve dindarlığı cemetmiş güzel bir topluluk
olduğundan Müslümanları birleştirecek bir
dayanak olabilmişti. Osmanlılar, hazır bir
memleket ve devlete konmuş imtiyazlı bir
cemiyet olmayıp yeniden fetihler yaparak
genişliye genişliye kendisine yurt kurmuştu.
Osmanlı milleti, çeşitli dilleri konuşan ve
toplumların en güzel vasıflarını toplamış yeni bir
cemiyet olduğundan bu devletin ortaya çıkışı ile
İslâm milleti yenilenmiş, Müslümanlara gelmiş
olan zaaf geçmiş ve huzur ve güven sağlanmıştı.
Osmanlı sultanlarının, ulu atalarının Türkistan
illerinde han ve sultan olarak çok asil ve şanlı bir
hanedan olduğunu tarih yazar. Sonraları
Türkistan’da baş gösteren ihtilaller dolayısıyla
büyük ataları olan Süleyman Şah kabilesiyle
Anadolu’ya hicret etmiş, oğlu Ertuğrul Şah
Söğüt’te yerleşmişti. Ölümünde oğlu Osmancık
Hazretleri kabileye bey olmuş ve Selçuk Devleti
tarafından takdir edilmiş, kendisine davul,
bayrak ve istiklâl beratı verilmiştir.
Osman Bey’in yurt edindiği mevki Bizans
ülkesiyle sınır olduğundan, Osman Gazi, Selçuk
Devleti’nin çökmesini dikkatle izlerken
İstanbul’daki Rumlar arasında mezhep
kavgalarını gördü, meydanı müsait buldu. Bir
taraftan şahsî cesareti, diğer taraftan hakimane
tedbirleri ile Anadolu’da eyalet beylerinin istiklâl
sevdasına düştükleri sırada Bursa Yenişehir’in
de namına hutbe okuttu.
Yirmi yedi sene devletin başında kaldı. Kâh
kendisi gazaya çıkarak, kâh oğlu Orhan’ı
başbuğ ederek Bizans’ın birçok şehirlerini
fethetti. Ondan sonra büyük oğulları onun
izinden yürüyerek Anadolu ve Rumeli
taraflarında nice fütuhata muvaffak olup devleti
genişlettiler.
Osmanlı padişahları devletin sürekliliğini
sağlayacak merkezin İstanbul olabileceğini
anladıklarında Rumlar arasında mezhep kavgası
Bizans’ı zaafa düşürmüş ve devlet kuru bir isim
ve resimden ibaret kalmıştı. Hatta Fatih, Rumeli
Hisarı’na yerleşince Rumlar şaşkınlığa düşerek
Ayasofya’da yaptıkları bir toplantıda birbirleri
ile dövüştükleri rivayet olunur.
Böylece İstanbul’un fethi imkân dâhiline
girmişti. Bu emeli Fatih Sultan Mehmet
gerçekleştirdi. Bir milletin mutluluğu ve kuvveti,
ancak birlik ve beraberlikle olacağı bir kere daha
sabit oldu. Osmanlılar Anadolu’nun bir
köşesinde küçük bir beylik iken; Rumlar bilgi ve
şöhret bakımından Osmanlılardan üstün idi.
İstanbul coğrafî bakımından dünyanın seçme
yerlerinden olup ona sahip olan devletin başka
devletlere hâkim olması tabiî idi. Osmanlılar
İstanbul’a yerleşerek kuvvetlerini arttırıp
başkalarına galebe imkânlarını hazırladılar.
İstanbul fetih olunmasaydı Devlet-i Aliye bu
kuvvete ulaşamazdı. Napolyon dermiş ki:
“Dünyada tek hükûmet olsa, merkezi İstanbul
olmalıdır.”
Osmanlılar Anadolu’nun bir köşeciğinde
küçük bir topluluk iken Rumlar, şöhret ve bilgi
bakımından üstündüler. Hatta fetihten sonra
Avrupa’ya yayılan Rumlar orada ilimleri
yaymışlardı. Fakat aralarındaki garaz ve kin
devam ettiğinden malî ve ilmî kudretleri
kendilerini kurtaramamış, her bakımdan küçük
olan Osmanlı topluluğuna râm olmuşlardır.
Böylece bir milletin mutluluğu ve kuvveti, ancak
birlik ve beraberlikle olduğu gerçeği bir kere
daha sabit oldu.
Timur’un saldırısı ve Yıldırım Beyazıt’ın
yenilgisi üzerine Osmanlılar, sarsıntı geçirdi.
Yıldırım’ın ölümüyle Osmanlı Devleti on bir
sene dağınık kaldıktan sonra Çelebi Mehmet
tahta çıktı ve devleti yeniden kurdu. Oğlu II.
Murat, hem Anadolu’da hem Rumeli’de
devletinin hudutlarını daha da genişletti. Onun
oğlu Fatih, Osmanlıların ülküsünü
gerçekleştirerek İstanbul’u fethetti. Fatih’in
torunu Yavuz Sultan Selim, Şah İsmail’i yenerek
İran’a, Gürcistan’a uzandı. Şah İsmail,
Osmanlılara hudut bir Müslüman hükûmetin
yaşamayacağını anlayarak İran’da Şiî mezhebini
yayarak Safevî Devleti’ni kurdu ve
Müslümanların arasına tefrika soktu.
Mısır Devleti de Şah İsmail’e taraftar olduğu
gibi, Mısır sultanı Gavri de Anadolu’yu istila
fikrine kapılmıştı. Hatta bununla yetinmeyerek
İstanbul’u almak sevdasına düşmüştü. Bunun
üzerine Yavuz, Halep dolaylarında Mısır
ordusunu karşılamış Kansu Gavri maktul
düşmüş, Yavuz mağlûp düşmanı kovalayarak
Halep’i, Şam’ı, Mısır’ı, Hicaz’ı almış; iki
Harem’in hadimi, unvanını ve Halifelik lakabını
almış ve Hilafetin sembolü olarak mukaddes
emanetleri İslâm’ın merkezi olan İstanbul’a
getirmiştir.
Yavuz’un ömrü kısa olmuş, sekiz sene
saltanatta kaldıktan sonra, batıya yönelmek
niyetinde iken vefat etmiştir. Yavuz’un kurduğu
askerî ve mülkî nizam, kara ve deniz kuvveti
oğlu Kanunî Sultan Süleyman zamanında en
yüksek dereceye ulaşmıştır. Kanunî kırk altı
sene saltanatta kalarak kâh doğuya, kâh batıya
ordular sevk etmiş, bizzat seferlere çıkmış birçok
ülkeler fethetmiştir. Kanunlar koyarak halkın
muamelatını tanzim etmiş, babasının bütün
emellerini gerçekleştirmiş; devri, Devlet-i
Aliye’nin en azametli, en kuvvetli zamanı
olmuştur. Zamanının büyük vak’alarını yazmak
sahifelere sığmaz.
Devlet-i Aliye’nin komşusu olan devletlerin,
piyadesi harp sanatından gafil, süvari ise
hükümdarlarla eşitlik iddia eden kumandanlar
emrinde idiler. Talimli Yeniçeri piyadelerinden
başka yüz seksen bin süvariden kurulan Osmanlı
ordularının kuvvet ve şöhreti bütün iklimleri
dehşete düşürürdü. Devlet-i Aliye, donanmaya
da önem vermiş ve Osmanlı donanması, bütün
donanmalardan daha güçlü hâle getirilmişti.
Barbaros Hayrettin Paşa, defalarca Avrupa
donanmalarını yenmiş, bütün Akdeniz kıyılarına
dehşet saçmıştı. Başlangıçta korsanlık ederdi.
Karada bir karargâhı yoktu, aldığı ganimetle
servetini artırırdı. İcabında gemilerini Tunus
limanına çekip Akdeniz adalarına gelip giderdi.
Hayrettin Paşa donanmasıyla varıp Cezayir’i
fethetti. Cezayir Kalesi’ni tamir etti, halkına
teslim ettiyse de kendi başlarına idare
edemeyeceklerini anlayan halk, Paşa’nın emir
olmasını istirham ettiklerinde Paşa, hutbe ve
sikke sultanlara ait olmak şartı ile bu vazifeyi
kabul edeceğini söyledi, onlar da kabul ettiler.
Paşa, bu haberi, hediyelerle padişaha arz etti.
Padişah onu, İstanbul’a davet ederek Kaptan-ı
derya nasbetti.
Devlet-i Aliye’nin, başlangıcından bu tarihe
kadar Osmanlı sultanlarının her biri, taç ve tahta
şeref verdiler, dünyada birbiri ardından bu kadar
kudretli hükümdarlar gelmemiştir.

Fazıl Ahmet Paşa’nın Ölümüne Kadar Olan


Dönem

Osmanlı Devleti, Kanunî devrinde en geniş


hâlini almış, sınırlar içinde çoğalan işlere göre
kanunlar konmuş, memurlar tayin edilmiş ve iyi
bir idare için gayret harcanmış ve bu devir
Sadrazam Fazıl Ahmet Paşa’nın ölümüne kadar
böylece sürmüştür.
Gerçi bu zaman zarfında biraz kayıplara
uğranmışsa da verilen yerler yine geri alınmış,
Girit gibi bazı önemli yerler fethedilmiş, böylece
mevcut durum muhafaza edilmişti. Gerçi gülün
olduğu yerde dikenin bulunduğu gibi,
genişleyen devlette bazı kötülükler peyda
olmuşsa da bunlar tesirlerini ileriki devirlerde
göstermişlerdir.
Nemçelilerin bütün Avrupa devletleri ile
ittifak ederek ordularla Eğri Kalesi’ne doğru
saldırdıkları Osmanlı ordusuna haber verildi.
Osmanlı ordusunda harbi kabul edip etmeme
üzerinde tartışmalar olurken padişahın hocası
Sadettin Efendi, III. Mehmed’i dedeleri gibi
bizzat sefere çıkmaya teşvik etmiş, padişahın
cesaretini harekete getirecek sözler söylemiştir.
Bunun üzerine ordu harbe tutuşmuş, ilk anda
Osmanlı ordusu bozulmuşsa da Sadettin Efendi,
padişahın huzurunda sabır ve sebat telkin etmiş,
padişah âlemin kutbu gibi ayak diremiştir. Eğri
Kalesi’ni fethetmiş ve bir meydan muharebesi
kazanmış olduğundan Kanunî devrinin ihtişamı
avdet etmişti.
Bu muharebede padişahın maiyetindeki
aşçılar, bekçiler bile gayrete gelerek düşmana
saldırmış ve düşman ordusu perişan edilmişti.
Serdar-ı Ekrem olan İbrahim Paşa’nın
Avusturyalılara galebesi, Kanije’de Tiryaki
Hasan Paşa’nın harp hileleri ile başarısı herkesin
hayranlığını uyandırmıştı.
Şu var ki Devlet-i Aliye Rumeli de bu
harplerle meşgulken Anadolu taraflarına
bakılamamış, burada Celâliler her tarafı istila
etmişlerdi. Bu karışıklığa I. Sultan Ahmed’in
Kuyucu Murat Paşa’yı sadarete getirmesi son
vermiştir.
I. Sultan Ahmet babadan oğla irsiyetin son
hükümdarı olup ondan sonra saltanat kardeş
çocuklarına geçmiştir. Sonraları yüze
gülücülerin yüz bulması, kötü adamların söz
geçirir olması ve “Emanetleri ehline veriniz.”
emrine uyulmaması yüzünden işler bozulmuş,
Genç Osman vak’ası gibi bir korkunç olaylar
meydana gelmiştir. Bundan faydalanan İran Şahı
II. Abbas, Osmanlılara saldırarak Bağdat’ı ele
geçirmişti. Sonraları kudretli hükümdar IV.
Murad’ın yiğitçe azmi, idarenin düzelmesini
sağlamış; hükümdar orduyla gidip Bağdat’ı geri
almıştır. Fakat IV. Murad’ın ölümünden sonra
yine eski huzursuzluklar baş göstermiştir.
Askerde itaat ve hazinede para olmadığından
işler düzelemiyordu. Düzenin bozulması
sebebiyle devlet geliri eksilmiş, milletin kanına
fesat tohumları aşılanmıştı. Yedi yaşında tahta
çıkan IV. Sultan Mehmet, bu gidişin vahametini
idrak etmişse de derde deva olabilecek bir zat
bulamadığından saltanatının ilk yılları buhranlı
geçti. Nihayet 1650 yılında Köprülü Mehmet
Paşa’yı tam yetki ile sadarete getirerek işleri ona
bıraktı. Bu büyük adamın himmetiyle halkın
damarlarına girmiş olan kötülükler giderilmiş,
devletin bünyesi sıhhate kavuşturulmuştu.
Köprülü Mehmet Paşa sadarete geldiğinde
yaşı doksana yakındı. Fakat azmi kuvvetli ve
düşüncesi genç olduğundan aldığı tedbirlerle
devlet bahçesini yaban otlarından temizlemiş,
beş senelik sadareti müddetince devletin
bünyesine sağlamlık vermiş ve hiçbir vezirin
yapamadığı hizmetleri yapmıştır. Ölümünde
oğlu Fazıl Ahmet Paşa sadrazam oldu. Babasının
aksine, gayet genç olduğu hâlde reyde ve
tedbirde olgun, her hareketi akıllıca olduğundan
on beş senelik sadaretinde devlete büyük
hizmetler görmüştür. Devrinde hudutlar, Kanuni
devrindeki genişliğe ulaştığı gibi, Girit gibi bazı
yerler ve kaleler fethedilmiştir.

Damat İbrahim Paşa Devrine Kadar Geçen


Olaylar

Osmanlı Devleti bu devirde birçok iç ve dış


gailelere duçar olmuşsa da eski devirlerdeki
seviyesini korumuştur. Fazıl Ahmet Paşa’dan
sonra sadrazam olan Merzifonlu Kara Mustafa
Paşa, Köprülülerin ekolünden yetişmiş idi.
Devletin en ünlü vezirlerinden olup yedi sene
süren sadaretinde ülkeyi iyi idare etmişti. Daha
sonra Avusturya üzerine sefer açıp Viyana’yı
kuşatmış ve fethe çok yaklaşmış idi.
Türk hududu ile Viyana arasında bulunan
Yanık Kalesi düşmanın elinde olduğundan,
düşmanı arkada bırakıp ileri gitmek tehlikeli idi.
Önce bu kale fetholunmalı ve ertesi yıl Viyana
fethine girişilmeliydi. Sadrazam bu bir seneyi
beklemeyip doğrudan Viyana üzerine yürümüş
ve Osmanlı hudutlarından hayli uzaklaşmıştı.
Yanında çok kalabalık bir ordu bulunduğundan
kıtlık baş göstermiş, askere bezginlik gelmiş,
ordu bozulmuş, Devlet-i Aliye büyük zayiata
uğramıştı. Bu sırada Lehistan sözünü bozarak
Osmanlı ordusuna pek çok zararlar verdirmişti.
Sadrazamın düşmanları, bu başarısızlıkları
fırsat bilerek başkalarına ibret olması için
“öldürülmelidir” dediler ve Paşa’yı idam
ettirdiler. Düşünmediler ki böyle bir çalışkan
vezirin yeri doldurulamazdı. Şahsî kin ve
çıkarlarını devlet menfaatine üstün tuttular. Bu
büyük vezirin acele etmesi gibi bazı zaafları olsa
bile öldürülmesi daha büyük bir hataydı.
Bir misal; Prusya kralı Büyük Frederik’in
generallerinden birisi defalarca yenilgiye
uğradığından azledilmesini isteyenlere karşı
Frederik: “Bu general mağlûp ola ola galip
gelmesini öğrenmiştir. Yerine başkasını
getirirsem galip gelmesi için defalarca mağlûp
olması lazım.” demiş, gerçekten de bu general
sonunda zaferler kazanmıştır.
Kara Mustafa Paşa’nın idamından sonra
Nemçe harplerinde daima yenilgiye uğradık,
ordu içinde nifak baş göstererek, birtakım eşkıya
zuhur etti. Bu eşkıya, padişahı tahttan indirdi,
sonra İstanbul’a gelip devlet işlerine müdahale
etti, halka yapmadık zulüm bırakmadı. Sadrazam
Siyavuş Paşa bunları kahretmeye teşebbüs
ettiyse de isyancılar Bâb-ı Âli’yi basıp sadrazamı
şehit ettiler. Fakat sonunda ilâhî gayrete
dokunarak kahroldular.
Bu olaylar esnasında asilerin bir kısmı,
şeriflerden birinin eşyasını yağma ettiler. Bu
şerif bir sırığın ucuna bir mendil asıp:
“Müslüman olan sancak altına gelsin.” diyerek
halkı topladı. Sancak-ı şerif açıldı söylentisi
duyularak halk saraya toplandı. Bunun üzerine
gerçekten sancak-ı şerif çıkarıldı, toplanan ahali
ile eşkıyanın hakkından gelindi.
Devlet bu iç ihtilallerle uğraşırken Nemçeliler
Belgrad’a kadar olan kaleleri aldılar. Niş, Vidin
ve Eflak’ı ele geçirdiler. Anadolu’da ortaya
çıkan eşkıya Kartal’a kadar geldi. Venedikliler
de sözleşmeyi bozarak Karadan ve denizden
Devlet-i Aliye’ye saldırmışlardı. Reayadan birisi
de başına haydutlar toplayıp ve taç yerine bir
kalpak giyinip: “Ben Kumanova kralıyım.” diye
ortaya çıkmıştı.
Devlet maliyesi bozulmuştu. Bunun üzerine
işlerin kötüye gittiğini anlayan idareciler, işlerin
akıllı, tedbirli ve çalışkan bir vezire verilmesi
lüzumunu ileri sürdüler. Köprülüzâde Mustafa
Paşa sadarete getirildi. Mustafa Paşa ilk olarak,
malî darlığa bir çare bulmak üzere
gümrüklerdeki ve iltizamlardaki haksızlıkları ve
vezirlerin bayram hediyesi vermek gibi
âdetlerini ortadan kaldırdı. Adaleti yeniden
temine teşebbüs etti.
Devletlerin gerçek gelirleri halkın servetine
dayanır. Onun için devlet gelirini artırmak, halk
servetini çoğaltmakla olur. Sadrazam
Köprülüzâde Mustafa Paşa, adaletsiz vergi ve
gelirleri ortadan kaldırmak sureti ile ilk anda
devlet gelirini azaltmışsa da bu tedbirler halkı
çalışmaya teşvik etmiş, üretim artmış, devletin
geliri eskisinin beş misline kadar yükselmiştir.
Böylece asker, aylığını muntazam almaya
başlamış; kendisi ile beraber harbe gitmeye
heveslenmiş ve halk hayır dua etmeye
başlamıştı. Gerçi gelirleri kesilen birtakım
parazitler halkın zihnini bulandırmaya çalıştılar.
Fakat Paşa, böyle dedikodulara kulak asmadı.
Devlette düzeni sağladıktan sonra düşmandan
intikam almak için sefere çıktı. Yıllardan beri
Nemçe, Leh ve Venediklilerle harp zaten devam
ediyordu. O sene Rusya da anlaşmayı bozup
Osmanlı hudutlarına saldırdı. Sadrazam, Rusların
üzerine Tatar askerini sevk etti. Ruslar perişan
oldu. Topları ve mühimmatı ele geçti.
Venedikliler de mağlup edildi. Bizzat sadrazam
orduyu hümayunla Nemçe üzerine hareket
ederek Niş, Semendere ve Belgrad’ı geri aldı.
Donanmayı Hümayunla Vidin Kalesi’ni ele
geçirdi. Böylece Osmanlıların, dolayısı ile
Müslümanların kederleri sevince döndü.
Edirne’de ikamet etmekte olan sultan II.
Süleyman, bu güzel haberlere sevinmiş ve
İstanbul’a gelmiştir. Muzaffer ordunun başında
İstanbul’a dönen sadrazam, o kış mevsiminde de
adaleti perçinlemeye gayret etti. Yalnız büyük
işlerle uğraştığından eşya fiyatlarına dikkat
edemedi. Bu, halkın dedikodusuna maruz kaldı.
Maalesef bu kadar büyük işleri düzene koymuş
ve fütuhatla meşgul olmuş bu büyük vezir
hakkında da: “Lahana ve mercimeğin narhına
bakmıyor.” diye dedikodu yapılabilmiştir. Ne
olursa olsun, sadrazam bu dedikodulara kulak
asmayarak o kış tedbirlerini almış, devlet
hazinesini doldurmuştu.
Bahar geldiğinde padişah Edirne’ye gitti,
sadrazam da orduyla Belgrad’a sefere çıktı.
Lakin II. Süleyman’ın ömrü Edirne’de sona
ermiş, sadrazam da Belgrad’da kurşunla
vurulmuş olduğundan halkın kederi kat kat oldu.
Sonra yine keder verici haller baş gösterdi.
İdareciler arasına sen-ben düşüncesi girdi.
Bu sırada defterdar Cânib Ahmet Efendi,
devlet malından akçe sektirmez, yalan bilmez
dürüst bir kişi olduğundan bazı dalkavukları
gücendirmiş idi. Sadrazam olan Hacı Ali Paşa,
Ahmet Efendi’nin vazifede kalmasına gayret
ettiyse de başaramadı. Defterdar azledilerek
yerine ehliyetsiz biri getirildiğinden huzur-ı
hümayunda sadaretten istifa ve mühr-i
hümayunu teslim ile emekliliği tercih etti.
Daha sonra Sultan II. Ahmet ölüp Sultan II.
Mustafa tahta çıkarak hemen Rumeli seferine
çıkıp Nemçelilere iki defa galip geldi. Fakat
sonunda vüzera arasına nifak girdiğinden
Osmanlı ordusu bozguna uğradı. Köprülülerden
Amcazâde Hüseyin Paşa sadarete getirildi. Yeni
sadrazam orduyla Belgrad’a gitti. İngiltere ve
Felemenk devletlerinin araya girmesi ile Nemçe
ile barış yapıldı. Sadrazam beş sene iyi bir idare
ile devlete taze hayat getirdi.
Şeyhülislâm Feyzullah Efendi, sadrazamın
şöhretini çekemeyerek onu üzecek işler
yapmaya başladı. Sadrazam çok cesur, çalışkan
ve haysiyetli bir vezir olduğundan bu
dalaverelere dayanamayıp bir müddet padişah
divanına varmadı. Nihayet sadaretten istifa
ettiğinde padişah kendisine: “Senden hoşnudum,
fakat istediğin gibi tekaüt olmana izin
veriyorum.” dedi. Köprülü’nün geleneği böylece
son buldu. Devlet idaresinde başka başka yollar
açılmaya başladı.
Feyzullah Efendi, padişahın hocası
olduğundan padişah kendisine çok teveccüh
gösteriyordu. Bu efendi ise oğluna
şeyhülislâmlık payesi ve mensuplarına yüksek
rütbeler temin etmek, devlet gelirlerini kendi
evlat ve maiyetine tahsis etmek gibi eski
ulemada hiç görülmeyen ve hiç yakışık olmayan
hareketlere başvurduğundan halkın öfkesini
tahrik etmişti.
Hüseyin Paşa’yı emekli olmaya mecbur
etmesi, devlet büyüklerini rencide etti. Nihayet
Edirne vak’ası gibi şimdiye kadar görülmemiş
olayın çıkmasına sebep olmuştu. İkbal hırsı
bunların gözlerini bürümüş olduğundan hem
kendilerine ettiler hem de velinimetlerinin başını
belaya uğrattılar. Sonra Sultan III. Ahmet tahta
çıktı. Devlet bahçesini ayrık otlarından
temizleyip devlete kuvvet ve intizam verirken
Rusya ve İsveç vak’aları zuhur etti.
Rus Devleti dünyanın dokuzda birine sahip
olmuş, Avrupa’da nüfuz ve şöhret bulmuş,
büyük bir kitle olmuştu. Bunun kurucusu Çar
Deli Petro’dur ki Avrupa sivil ve askerî
nizamlarını taklit ederek ve evvela Avrupa usulü
asker tanzimine başvurdu. Rusya’nın eski
askerleri sık sık fesat ve fitne ateşine düşerdi.
Petro, yeni nizam üzerine askeri çoğaltarak
eski asker ocağını ilga ve imha etmiş ve
düşündüklerini gerçekleştirmeye başlamıştır. Bir
taraftan ziraat için yeni topraklar ele geçirmeye,
öte yandan da deniz kuvvetleri hazırlamaya
koyulmuştu. Baltık Denizi’ne ve Karadeniz’e
doğru toprağını genişletmeye çalışmıştır.
Fikirlerinin bir kısmını kendisi gerçekleştirmiş
bir kısmını da vasiyet etmiştir.
Deli Petro evvela bir bölük “Nizam-ı Cedid”
askeri tertiplemiş, kendisi de bir nefer gibi
aralarına katılmıştır. Sonra bu bölüğü tabur
hâline getirmiş ve taburunun komutanlığını
üzerine almıştır. Rusya, Kırım Hanlarına verdiği
haraçtan kurtulmak için Devlet-i Aliye’nin
Nemçe ve Venedik’le savaşmasını fırsat bilerek
Kırım’a yürümüş ve Azak Kalesi’ni ele
geçirmişti. Bu harpte yeni askerlerinin başarısını
görünce kısa zamanda bu askerlerin sayını 12
bine çıkarmıştır. Sonra kıyafet değiştirerek
Felemenk’e gitmiş, marangozluk öğrenmek için
gündelikçi amele olmuştu. Daha sonra
Londra’ya geçip teknik ve matematik tahsil
etmişti.
Deli Petro memleketine döndüğünde eski
asker ocağını kaldırarak, yeni bir nizam
yerleştirmeye başlamıştır. Evvela donanma
hazırlayıp, Baltık sahilinde İsveç elinde bulunan
kıyıları ele geçirmek için. Danimarka ve
Lehistan’la ittifak ederek İsveç’e saldırmıştır.
İsveç kralı “Demirbaş” diye anılan 12’nci Şarl
Rusları püskürtmüştür. Fakat sonunda Petro
galip gelmiş, Şarl, Devlet-i Aliye’ye sığınma
mecburiyetinde kalmıştır. Petro, bu suretle Baltık
kıyılarını ele geçirmiş ve şimdiki Petersburg
şehrini inşa etmiştir.
Bu sırada Şarl’ın teşvikiyle Devlet-i Aliye,
Rusya’ya harp açmış, Sadrazam Baltacı Mehmet
Paşa, Tuna üzerine köprü kurup Besarabya’ya
geçmişti. Bu sırada Rus ordusu Prut nehrini
geçerek Tuna sahiline doğru ilerlemekteyken
Mehmet Paşa Prut kenarından yukarı doğru
varıp Rus ordusunun arkasını kesmek üzere
Prut’u geçmeye başlamıştı. Petro asker
yollayarak Osmanlı askerinin Prut’u geçmesine
mani olmak istemişti. Osmanlı askeri ise
kendilerini suya atarak Prut’u geçmişler,
karşılarındaki Rusları kaçmaya zorlamışlar ve
hemen o gece Prut üzerine üç yerden köprü
kurarak seher vakti Rus fırkasını tarumar
etmişlerdi.
Ertesi gün ordu-yı hümayun uykusuzluğa
bakmayarak altı saat yol alıp, ikindi vakti Rus
ordusunun karşısına dikilmiş ve yorgunluğa
bakmadan Rusların üzerine atılmışlardı. Petro bu
mesafenin beş altı günde alınacağını tahmin
ettiğinden bir tek günde yapılan bu hareket
karşısında ne yapacağını şaşırıp bozguna
uğramış, ama bir taraf su, öte tarafta da Kırım
Hanı bulunduğundan aman dilemeye mecbur
olmuştu. Bu çevirme esnasında Rus askerinin
ağaç kabuğu yediği sonradan anlaşılmıştır.
Petro bu durumda ne istenirse kabul edeceğini
beyan ile sadrazamdan aman dilemiş, Lehistan
Devleti’ne, müdahale etmemek, Azak Kalesi’ni
geri vermek, hudutta inşa etmiş olduğu kaleleri
teslim etmek ve öteki krallardan başka bir unvan
taşımamak şartı ile anlaşmaya razı olmuştu.
Baltacı kurnaz bir vezir olup Rusya olayları
üzerine ikinci defa sadarete getirilmiş, Petro gibi
bir hilekâra galip gelmiştir. Rus ordusunu
mahvedebilecek iken barışa razı olması “Meyus
olan düşmanın üzerine gitmek münasip olmaz,
bu galebe ile yetinmek ihtiyata uygundur.”
mülâhazasına dayanır.
Bazı tarihçiler bunu, Baltacı Mehmet Paşa’nın
gafletine verirler. İstanbul’da bulunan devlet
erkânı kendisinden emin olmadıklarından ve
böyle fırsat ele geçmişken Rus ordusunu bütün
bütün yok etmeyişini Ruslardan rüşvet almasına
atfederek azline uğraşmışlardır. Fakat Sultan
Ahmet “Böyle gazada bulunmuş bir vezirin
taltifi lazım gelir, azli münasip olmaz.” demişse
de hatır ve hayale gelmez iftiralar ortaya atılarak
İstanbul’a gelmeden Baltacı’yı azl ve
nefyettirdiler. Gerçi o bu iftiralardan münezzeh
ise de ilk sadaretinde kendisi de başkalarına
hileler yapmış olduğundan “suça uygun ceza”
sırrı belirdi.
Prut vak’ası üzerine Baltacı Mehmet Paşa
tarafından yazılan buyruldu:
Allah’ın büyük lütfüyle Prut kenarında
Moskof Çarı bilcümle askeriyle baskı altına
alındıkta barış yapmaya talip olmuştur. Bu
barışın şartları olarak şunları ileri süreriz:
Azak Kalesi, Devlet-i Aliye’ye teslim oluna.
Tazgan, Kanke, Şamarak kaleleri tamamen
yıkıla. Kale içindeki top ve cephane Devlet-i
Aliye’ye teslim oluna. Ve bundan böyle oraya
kale yapılmaya.
Kırım Han’ı Devlet Giray Han’a ve ona tabi
Kazaklara müdahale olunmaya, İstanbul’a
tüccardan başka elçi namıyla kimse
gönderilmeye. Müslüman esirler Devlet-i
Aliye’ye teslim oluna, İsveç, kralı Devlet-i
Aliye’nin inayet kanadına sığınmış olduğundan
bundan böyle kralın memleketine selametle
gitmesine asla müdahale edilmeye. Devletimizin
içinde bulunan reayaya tecavüz olunmaya ve
yaptıkları küstah hareketlerinden dolayı
affedilmeleri şevketlü, izzetlü, padişahımızın lütuf
ve keremlerinden istirham oluna.
Vekâleti mutlakam dolayısıyla işbu buyrultu
yazılıp Çara verildi. Ve merkum Çar tarafından
alındıktan sonra askerlerinin doğru yoldan
memleketlerine gitmesine gerek askerlerimiz ve
gerek Tatarlar tarafından müdahale edilmeye.
Bu ahitname alınıp verildikten sonra rehine
olmak üzere merhum Çar tarafından ordu-yı
hümayuna gönderilen Petro Şafrof ve General
Bikail hizmetlerini tamamladıktan sonra
memleketlerine dönmelerine izin verilmek için
buraya yazı yazıldı.
1113. Hoşgeçti Sahrası.
Baltacı Mehmet Paşa’dan sonra, Damat Ali
Paşa kadar gelen sadrazamlar başarısız
olduklarından sık sık azledildiler. Damat Ali
Paşa devlete nizam verdikten sonra Karadağ
isyanını bastırdı. Bizzat ordu-yı hümayunla
Venedik harbine girerek İstandil, Anapali,
Kaster gibi kaleleri fethedip zaferle İstanbul’a
döndü.
Ertesi baharda Venedik Devleti’ni mahvetmek
niyeti ile sefere çıktı. Nemçeliler Venedik
düşerse arkadan çevrileceklerini anlayarak
Venedik seferinden vazgeçilmesini, aksi
takdirde harp açacaklarını bildirdiler. Nemçe’nin
bu tutumu üzerine Serdar-ı Ekrem, Nemçe
üzerine hareket etti. Fakat bu harpte bazı erkânın
kötü tutumlarından ordu-yı hümayun bozguna
uğradı ve Serdar-ı Ekrem alnından vurularak
şehit oldu.
Ali Paşa gayet akıllı adil ve yiğit bir vezir
olup, halkın işlerini görmeye ve disiplin
kurmaya muvaffak olmuş ve kısa zamanda
hiçbir vezire nasip olmayan fütuhatı başarmıştı.
O sırada ilmiye mesleği ve hâkimlik mesleği
bütün bütün ehliyetsizler eline geçmiş
olduğundan Ali Paşa, kimsenin şefaatine
bakmayıp her hususta liyakate önem
verdiğinden, ilim mesleğine de nizam vermiş
hatta müderrislerden birisini olağanüstü terfi
ettirerek nişancı yapmıştı. Rüşveti ve buna yakın
olan hediyeyi yasak etmişti. Bu yüzden şahsî
çıkarlarına düşkün ve devleti düşünmeyen pek
çok kimseler sızlanmaya başlamışlardı.
Bazı tarihçiler yazarlar ki: “Böyle kısa zaman
içinde bu kadar fütuhat padişahlar içinde
Yavuz’a, vezirler içinde Damat Ali Paşa’ya
nasip olmuştur.” Nasıl Yavuz’dan herkes titrer
idiyse, Damat Ali Paşa’dan da korkarlardı.
Ölümünde çok kimseler sevindi ve: “Vezir öldü,
ordu bozuldu ama bize de emniyet geldi”
dediler. Devlet nizamına bozukluk geldiğinde
böyle çalışkan ve dirayetli kimselerin
sevilmemesi doğaldır. Paşa’nın ölümünden
sonra Nemçe üzerine gönderilen Serdar-ı
Ekremin başarısızlığı, askerin gayretsizliği
günden güne arttı. Nice yerler bu meyanda
Nemçelilerin eline geçti.
Disiplinsiz askerle zafer imkânsız olduğundan
ve Nemçeliler de barış istediğinden, “Barış
yapılsın ve askere nizam verilsin.” diye Damat
İbrahim Paşa barışı tercih etmiş ise de askeri “O
güzel Tamşıvar düşmana bırakılır mı?” diye,
ilmiye mensupları da: “Barış istersek düşmanlar
zaafımıza verir.” diye harbe taraftar olunca
İbrahim Paşa yalnız kaldı. Harp yine başladı.
Bu defa bozgun daha büyük oldu ve Belgrad
da elden gitti. Bunun üzerine İbrahim Paşa
sadrazam oldu ve barış yapıldı. Bazı tarihçiler
İbrahim Paşa’nın bu hareketini beğenirlerken,
bazıları da onun barış istemekle düşmanı
şımarttığını ve bu yüzden sulh şartlarının
ağırlaştığını söylediler. Harbin sorumlusu
olmadığı için bu durum İbrahim Paşa için büyük
bir kabahat sayılamaz.
Damat İbrahim Paşa, 12 seneden fazla ve tam
yetki ile sadarette bulunduğu hâlde askere nizam
vermek şöyle dursun, askerî ve mülkî nizamı
büsbütün bozdu. İsraf ve sefahatten başka birşey
düşünmedi. İstanbul’da bu esnada bilginler
arasında “dat” harfi “zat” mı okunmalı “dat” mı
okunmalı ihtilafı baş göstermişti. Bu ihtilaf
avama da yayıldığından zat taraftarı olan şeyhler
sürgüne gönderildi.

Ragıp Paşa Devrine Kadar Olan Olaylar

Nevşehirli Damat İbrahim Paşa’nın barış


yapmasından sonra harp sözü yasak oldu. Zevk
ve safa aldı yürüdü. Silah tezgâhları yerine mine
imalâthaneleri, talimgâhlar yerine safa sofraları
kuruldu. Ruslar uzak görüşlülükleri ile bu
hallere bakıp İbrahim Paşa’nın harp sözünden
hoşlanmadığını anlayınca, İstanbul’a elçi
gönderip ağır tekliflere başladılar.
Rus elçisi: “Biz Prut Anlaşması’nı mecburen
yaptık. Kralımızın unvanı düşürüldü, bunu
değiştirmezseniz anlaşmayı bozacağız.” diye
ayak diretti. Mecburen İstanbul’da Rus sefirinin
oturmasına ve hükümdarlarına kral denmesine
razı olundu. Rus elçisi “Bir Lehistan’a girelim,
onları tedip ettikten sonra yine çıkarız” dedi. Bu,
çocuğun bile inanamayacağı söz olmasına
rağmen kabul edildi. Nice canlar bahasına elde
edilmiş olan neticeler sadece zevk ve safa
bardağı kırılmasın diye terk olundu. Oysa Ruslar
bu talepleri için binlerce asker feda etmeye
hazırdı.
Bu barış devrinde askere nizam verilip
düşmandan intikam almak üzere hazırlık
gerekirken halk tembelliğe ve sefahate koyuldu.
Halk içinde yürüyen âdap ve usul hatta karı
kocalar arasındaki tabiî bağlar çözüldü.
Çeşitli mermerlerden yapılmış tarhlar, renk
renk lalelerle süslenip geceleyin kandillerle
donatılarak ve kaplumbağaların sırtına mumlar
konup lalezar içine bırakılarak Çırağan sefaları
tertip olundu. İbrahim Paşa, Beşiktaş’ta
yaptırdığı Çırağan yalısına her sene padişahı ve
şehzâdeleri davet edip haftalarca çırağan seyri
tertiplerdi. Bazen da helva sohbeti için
Paşakapısı’na gidilip beş altı gün eğlenilirdi.
Kâğıthane devlet ricaline paylaştırılarak altmış
kadar saray ve bahçeler yapıldı. Sadâbâd Kasrı
yaptırılıp çağlayanlar kurdurularak çırağanlarla
süslendi. Gerçi devletin şanını ecnebîlere
göstermek için hükümdara böyle bir gönül açıcı
yer lazımdı ama Kâğıthane’deki sefahatler
haddini aşmıştı. Şiir ve inşa çok rağbet buldu.
Lakin lale soğanı pahalandı. Hatta “Mahbup”
ismi verilen lale 500 altına satılmaya başlandı.
Merakı olup da lale edinemeyenler
kederlendiğinden lale çeşitlerine narh kondu ve
Mahbup lalesinin bin kuruştan fazlaya satılması
yasak edildi. Velhâsıl zevk ve safa bakımından
İstanbul’un en parlak devri idi. Fakat devlet
nizamına bozukluk ve millete durgunluk geldi;
cezasını sonra gelenler çekti.
O sırada elçi olarak İran’a gidip gelmiş olan
Dürrî Efendi’ye bazı İranlılar: “İran’ın hâli
yamandır, iyiler unutuldu, kötüler yüz buldu,
böyle giderse iki seneye varmaz Safevî Devleti
çöker.” demişler. Öyle de olmuş, iki seneye de
varmadan Afganlılar İranlılara karşı galip
gelmişler. Safevî Devleti’nin perişan olduğu
öğrenildi. Bu fırsattan istifade edilerek
Hamedan, Gence, Revan, Şirvan gibi nice
eyaletler zapt olundu. Zamanın idarecileri
buraları korumaya muktedir olmadılar. İran’da
iktidara gelen Nadir Şah, Devlet-i Aliye’den bu
yerleri geri aldı.
Ruslar, bu İran seferi esnasında yine
tahammül olunmaz teklifler ileri sürdüler. Buna
karşı koyacak kuvvet olmadığından Rusların her
istediği kabul edildi ve Ruslar Hazar denizi
kıyılarına yerleştiler. Fakat harbe girilseydi
bozguna uğranılacağı da muhakkaktı. Çünkü
vükelâ, sefahatleri bırakmak niyetinde değildi.
Bu halleri görenler İbrahim Paşa’nın tutumunu
yermeye başladılar. Halk da sızlanmakta idi.
Asker ve vezirler talime istekli iken sadrazam
oyunlar tertip ediyor, padişaha da zevk ve sefayı
aşılıyordu.
Halk her yerde, açık veya gizli olarak:
“Vezirlik rütbeleri eskiden layık olanlara
verilirken, şimdi helva sohbeti yapanlara tevcih
edilir oldu. Bunca ehli İslâm düşman elinde
kaldı.” diye söylenerek İbrahim Paşa’dan
bahsedilirdi. İbrahim Paşa işin kötüye gittiğini
hissederek Nadir Şah’ın gözünü korkutmak için
“Acem üzerine gidilecek” diye Üsküdar’a
padişah çadırını kurdurdu. Lakin kâh padişah
gidecek, kâh sadrazam gidecek diye vakit
geçirildi. Herkese yeis verildi. Bazı müfsitler
fesat çıkarmağı âdet edindiklerinden İstanbul’da
fitne ve fesat alevlenmeye başladı.
İbrahim Paşa’nın bazı dostları ihtarda
bulundularsa da Paşa’nın takımı, ikbal
sarhoşluğu içinde ve dalkavuklar elinde
bulunduklarından böyle ihtarlara canları sıkıldı.
Hatta isyan olayından az evvel, birisi sadrazamın
kethüdasına gidip: “İş kötüye gidiyor, umûmî
efkârı değiştirecek tedbirler alınsın.” dediğinde
Kethüda: “Böyle zamanda, böyle şeyler hatıra
gelmez.” diye adamı azarladı. Böylece herkes bir
tarafa çekilip eşkıya sokaklara döküldü. Bazı
devlet büyükleri padişaha durumu anlatmışlarsa
da padişahın İbrahim Paşa’ya teveccühü
haddinden fazla olduğundan azlettirmeye
muvaffak olamadılar ve birer köşeye çekilip
kaza ve kaderi bekler oldular.
Nihayet Sultan Ahmet, İbrahim Paşa’yı ve
bazı mensuplarını öldürtüp eşkıyaya teslim
ettikten başka kendisi de saltanatı terk etmeye
mecbur kalarak, Sultan I. Mahmud’u tahta
çıkardı. Sultan Mahmud’un tahta çıkması ile
ortalık sükûn bulduysa da eşkıyalar azıp
istenmeyen işlere teşebbüs ettiklerinden bir
müddet onların mazarratını gidermekle uğraşıldı.
Eşkıyanın İstanbul kadısı tayin ettikleri kendini
bilmez bir divane olduğundan verdiği bir ilâm
üzerine Kâğıthane’deki bahçeler ve saraylar
yerle bir edilerek yabancılar gözünde bir büyük
rezalet çıkardılar.
O sırada Rus çariçesinin Moniç adlı generali
Rum devletini ihya edeceğini ilan etti. Rumlar da
bu emele düştü. Boğdan ahalisi Rus askerini
davet edince General Tuna’yı geçmek sevdasına
düşmüştü. Fakat Sultan Mahmut’un tedbirleri ve
İsveçlilerin Rusya’ya saldırması Moniç’in
teşebbüsünü önlemişti. Fransa’nın araya
girmesiyle anlaşma yapıldı.
Sultan Mahmut, çok çalışkan ve şanlı bir
padişah olup zamanında büyük fütuhat
olmuştur. Padişahın 25 yıllık devrinde Devlet-i
Aliye taze bir hayat buldu.

1774-1775 Yılına Kadar Olan Olaylar

Osmanlı’da düzen bozulurken düşmanlar talimli


asker icat etmişler ve harp tekniğinde
ilerlemişlerdi. Osmanlılarda iş, günü kurtarmaya
kalmış ve hiçbir yeniliğe girişilememiştir. Bu
sırada Rusya’da, Rus hanedanından olmayıp
Deli Petro’nun torunu, III. Petro’nun karısı iken
türlü hilelerle kocasını tahttan indirmiş, onun
yerine imparatoriçe olmuş ve kocasını öldürtmüş
Katerina tahtta bulunuyordu.
Katerina, bu durumu Rus milletine
unutturmak için büyük işlere girişmiş ve Deli
Petro’nun düşünüp de gerçekleştiremediği işleri
ele almıştı. Bu cümleden olarak Lehistan’a asker
sokmuş ve devlet işlerine müdahaleye
başlamıştı. Bu hâl Osmanlılarla olan anlaşmaya
uygun değilse de Devlet-i Aliye’nin harp
açmaya takati yoktu. Rusya’ya karşı koymak
devletler dengesi bakımından bütün Avrupa
devletlerine farz olmuşken, her biri kendi çıkarı
peşinde idi.
Bu sırada Fransa, Rusya’yla açıkça
çatışmaktan kaçınmakla beraber İstanbul’daki
elçisi ile Devlet-i Aliye’yi harbe kışkırtıyordu.
İstanbul’da harbi ancak sözlükten öğrenenler,
savaşı arzulamaya başlamışlardı. O zaman
Sadarette bulunan Muhsinzâde Mehmet Paşa,
gençliğinde Rumeli’nde dolaşmış, sınır
boylarının ahvalini görmüş bir adam
olduğundan: “Bir müddet hazırlanalım.” diyerek
harbe mani oldu. Fakat devlet büyüklerinden bir
kısmı şahsî çıkarlarına alet olmak üzere Sultan
III. Mustafa’yı harbe teşvik edip sadrazamı
korkaklık ve gevşeklikle suçlayarak azlettirdiler
ve böylece Rusya’ya harp ilan ettirdiler.
Rusya üzerine gidilmişse de nizamsız ve
talimsiz askerin, talimli askere karşı
koyamayacağı bilinen gerçekti. Bundan başka,
ordu daha Edirne’de iken başlayan kıtlık,
Tuna’nın öte tarafından orduyu perişan edecek
bir hâl aldı. Nehirler geçilirken o sene taşan sular
büyük zayiat vermemize sebep oldular. Özü
suyunun taşması Osmanlı askerini bozguna
uğrattı. Tuna’nın öte tarafında bulunan bütün
kaleler Rusların eline geçti. Baltık denizinden
inen Rus donanması Akdeniz adalarında tahribat
yaptı ve Kırım tamamen elden gitti.
Kırım ahvaline dair: Devlet-i Aliye o
taraflarla meşgul olacak takatte olmadığından
Rus casusları meydanı boş bulup Kırım içinde
fesat çıkarıyorlar, Beyleri kandırıyorlardı.
Tatarlar Kırım Başbuğu bulunan Silahtar İbrahim
Paşa’ya hakarete başlamışlar ve: “Bize Osmanlı
askerinin lüzumu yok.” demeye koyulmuşlardı.
Ordu içindeki Tatar askeri de çok azdı. Bu sırada
Nogay Tatarları Rusya’ya bağlanmışlardı. Kırım
hanı Kaplan Giray Han, Kırımlıların da
Rusya’ya sığınmalarını telkin ediyordu. Velhâsıl
Kırımlılar, Rusya’yla Devlet-i Aliye arasında
gerçek tutumlarını belli etmiyorlardı.
Katerina, Petro’nun vasiyetlerinden
birçoklarını gerçekleştirmiş ve Lehistan’ın
paylaşılmasındaki vahameti Avrupalılardan
gizlemeye muvaffak olmuştu. Katerina, Rusya
kralı ile birlikte Volter gibi Fransız filozoflarını
alet ederek bütün emellerini onların vasıtası ile
kabul ettiriyordu. Avrupa’nın o tarihte Devlet-i
Aliye’yi desteklememiş olması tarihi büyük bir
hatadır. Geçmiş devirlerin özeti budur.
1774-1775 Senesinden Sonraki Olayların
Özeti

Yazılmasına memur olduğum tarih, 1774-1775


senesinde başlamıştır. Bu tarihten sonraki
olayların özeti şudur:
Küçük Kaynarca Antlaşması, Devletin
omzuna ağır bir yük olarak bindikten sonra, dış
gaileler eksik olmamış ve içte karışıklıklar
devam etmiştir. Sonraları bu anlaşmanın
düzeltilmesine çalışılmış ise de başarılamamış,
nihayet Kırım tamamen Rusların eline geçmiştir.
Daha sonra Sultan III. Selim bazı yeniliklere
teşebbüs etmiş, hatta talimli asker icat etmişse de
bin bir emekle meydana getirdiği bu büyük eser,
eşkıyanın tecavüzü ile mahvolmuştur.
Devletin bu durumu Sultan II. Mahmut
zamanında vukua gelen vak’a-i Hayriye’ye
kadar böyle sürüp gitmiştir. Bu vak’ada Sultan
Mahmut eşkıyayı mahvederek devlet bahçesini,
onların vücut pisliklerinden temizlemiş ve
nihayet sayesinde ve devrinde emniyet
bulduğumuz ve hilafet süresini bir bahar
mevsimi bildiğimiz cihan sultanlarının sultanı
Abdülmecit Han’ın güzellikler dolu asrında
yapılan mülkî ve askerî ıslahat ile devlet taze bir
hayat buldu.
Osmanlı Devleti ağacının tohumunu Osman
Gazi ekmiş, bu fidan oğul ve torunlarının
himmetiyle büyüyerek Kanunî devrinde kemal
seviyesine erişmiş, sonraları kâh intizamın
baharına ve kâh ihtilalin hazanına düşerek
nihayet yukarıda yazıldığı gibi bir kötü duruma
girmiş iken; Sultan II. Mahmud’un kudreti ile
devlet ağacına musallat olan arızalar ve haşereler
giderilmiş, kuru dallar kesilmiş ve saltanat
ağacına tazelik gelmiştir.
Kırım’ın Osmanlı Devleti ile Münasebetleri

Kırım ve dolaylarında öteden beri Cengiz Han


soyundan olan Hanlar irsiyet usulü ile tahta
çıkarlar ve bağımsız olarak yurdu idare
ederlerdi. Fatih devrinde Devlet-i Aliye’nin
himayesine girdiler ve yavaş yavaş bağlarını
genişleterek Kırım ülkesi tamamen Osmanlı
Devleti’ne geçti.
Cengizliler sel gibi etrafa akın ettikleri sırada
bunların bir kolu Hazar denizini dolaşarak
Kazan ve Ejderhan’ı zaptetmişler, Kazan’ı
Başkent yaparak Rusya’yı haraca bağlamışlardı.
Bunların bir kolu Kırım’ı fethetmiş ve burada
hükûmet kurmuşlardı. Zamanla Kırım Tatarları
Kazan’a da hâkim olmuş daha sonraları Kırım
da zayıflamış ve Osmanlı Devleti’ne tâbi
olmuştu.
Kırım Hanlarının adlarına Giray kelimesinin
eklenmesi 841 tarihinde Han olan Hacı Giray
zamanında âdet olmuştur. Han ve Tatar ileri
gelenlerinin âdetleri gereğince süt çocukları
gençlik çağına kadar kabilelerden birinin
terbiyesine teslim edilirdi. Hacı Giray’ın babası
olan Gıyasüddin Sultan, Giray isimli kabilenin
terbiyesine teslim edilmiş, bu kabilenin ileri
gelenlerinden Devlet Geldi’nin geldiği gün,
Gıyasüddin Sultan’ın bir oğlu dünyaya gelmiş,
bu oğlana Hacı Giray ismi verilmiştir. Babasını
büyütmüş kabileden bir hatıra olarak bundan
böyle Cengiz sultanlarına Giray lakabı
verilmesini niyaz etti. Bu ricası kabul edildi.
Tatar kabileleri arasında sütkardeşliğe çok
önem verilirdi. Bir çocuk hangi kabileden süt
emmişse o kabileye mensup sayılır, kabile de
onu himaye ederdi. Kırım hanları, çocuklarını
Çerkez kabilelerinden birine verirlerdi. Kırım
Hanı’nın bir evladının dünyaya geldiği Çerkez
kabilelerinde duyulduğu vakit bu kabileler halkı,
bir sahrada toplanırlar ve ihtiyarların huzurunda
kendilerinden bir kadını sütnineliğe seçerler ve
onu yanlarına alarak birkaç yüz süvari ile üç gün
Kırım Hanı’na misafir olurlardı. Fakat Hanın
mutfağından birşey yemeyip beraberlerinde
getirdikleri un, bal ve boza ile geçinirler ve ev
sahiplerine de ziyafet çekerlerdi. Sonra
içlerinden birini elçi seçerek Han’a yollarlar ve
Han’ın çocuğunu beslemek üzere almak
istediklerini ve çocuğu almadıkça geri
dönmeyeceklerini bildirirlerdi.
Eskiden beri devam eden âdetlere göre, çocuk
kendi anasından ayrılır ve daya hatuna teslim
edilir, Çerkezler memnun olarak yurtlarına
dönerlerdi. Dadılar çocuğu öz evlatlarına tercih
ederek terbiyesine itina ederlerdi. Çocuk yedi
yaşına girince ata binmeyi, kaçıp kovalamayı ve
harp tekniğini öğrenirdi. Sütnine ve sütbaba
çocuğa azarlama şeklinde birşey söylemezler,
kabiliyetine göre büyütürlerdi.
Çocuk on beş yaşına geldiğinde babasına
teslimi zamanı gelmiş olurdu. O zaman çocuğa
yeni elbiseler giydirilir, silahlar takılır, süslü bir
ata bindirilir, yanına süvariler katılarak ve
yiyecek içecek alarak Başkent Bahçesaray’a
götürülürdü. Sarayda üç gün Han ailesine ziyafet
çekerler, Han da kendilerine hediye olarak
meşin, sahtiyan, tüfek, yay, klaptan çuha verirdi.
Çerkezler bu hediyeleri aralarında paylaşarak
yerlerine dönerlerdi.
Bu suretle büyütülen çocuğa düşmanlarına
korku versin diye yırtıcı hayvan isimleri takılırdı.
Kırım Hanları bedeviliğe alışkın olup
sırtlarındaki bir kat elbiselerinden başka
giyecekleri bulunmaz, bu elbise eskiyinceye
kadar yenisini almazlardı. Soyunacak olsalar
adamlarından birinin elbisesini giyerler ve
çıkardıkları elbiseyi bir daha giymezlerdi.
Tatar halkı ise bütün bütün bedevilik hâlinde
bulunduklarından yiyip içme, oturma ve elbise
hususunda gayet sade olurlar, her ne zaman Han
tarafından çapul yapmak üzere: “Filan günü
filan yerde bulununuz.” diye bir emir çıkarılsa
derhal istenildiği kadar süvari toplayıp denilen
yerde hazır bulunurlar ve neresi yağma edilecek
ise oraya yollanırlardı.
Böyle bir çapula gitmezden birkaç gün önce
hayvanlarına binerler ve idman için yağma
gününe kadar hayvan sırtından inmezlerdi. Her
nefer yükünde üç dört beygir götürür, hayvanlar
karları ve buzları eşerek buldukları ot ve
köklerle yetinirler kendileri de darı unu ile
beygir yağından yapılmış bir ekmek yerlerdi.
Tatar askeri başka ordular gibi mühimmata
muhtaç olmayıp hemen gittikleri yeri çalıp
çırparlar ve sular donsun da çapul kolaylaşsın
diye çocuklara dua ettirirlerdi. Gezgin bir toplum
olarak, gece, gündüz yağmaya çıkarlar, uzak
yerleri talan ederek nihayetsiz mal ve esir
getirirler ve esirleri eza ve cefa ile kullanırlardı.
Onun için Rus halkı Tatar’dan titrerdi. Rus
Devleti Kazan’ı zaptettikten sonra Tatar
yağmalarından kurtulmak için Kırım hazinesine
vergi verirdi.
Tatar hanlarının hükümlere itaatleri fazla olup
bilginlerden birini dolgun maaşla kazasker
yaparlardı. Bu zat kimseden para almaz ve
kabileler içinde çalışacak fakirlere niyabet
verirdi. Sonraları bu âdet terk olundu. Bu
niyabetler alınıp satılmaya başladı. Zamanla dinî
hükümlere itaat kalmadığı gibi sefahat de
arttığından düşmana karşı koyacak takatleri
kalmadı.
Bu Tarih Kitabı Nasıl Yazıldı?

Tarih ilminden maksat, olayların gerçek


sebeplerini inceleyip uyanıklık ve ibret verecek
bilgiler kazanmaktır. Tarihçinin vazifesi, ibrete
medar olacak olayların gerçek sebeplerini
araştırıp herkesin anlayacağı şekilde açık seçik
ifade etmektir. Yoksa sanat göstermek veya
hüner arz eylemek veya jurnal vermek yollu
hikâyeler değildir. Ama eskilerin beliğ ve
şairane yazdıkları kitapların faydası tarihe değil,
edebiyata bir hizmettir.
Tarih yazarken edebiyat yapma külfetine
katlanmak istenir birşey değildir. Bu gibi sadece
edebiyat endişesiyle yazılmış tarihlerde
hikâyelerin gerçeklere uygunluğu pek
aranmamıştır. Onun için eski vak’alara dair
yazılmış olan kitapları incelerken evvela bu
kitapların ne maksatla yazıldığını bilmek
lazımdır.
Yazmaya teşebbüs ettiğimiz bu kitaptan
maksadımız, tarihten faydalanmak olduğundan,
edebiyat yapmak külfetinden vazgeçip, olayların
doğru anlatılmasına önem verilmiş ve Devlet-i
Aliye’de öteden beri yazılmasına itina edilen
vak’alar yazılıp sözün uzatılmasından
kaçınılmıştır.
Bu kitapta, her yıl mevsimi gelince padişahın
kışlıktan yazlığa ve yazlıktan kışlığa geçişi,
bahar geldiğinde donanmanın Akdeniz’e çıkışı
ve güz geldiğinde tersaneye girişi, asker
aylıklarının üç ayda bir verilişi, her sene verilen
unvanlar ve ilim kariyeri silsilesi, ramazanlarda
padişah huzurunda ders takriri, Hırka-i Şerif’e
ziyareti gibi gündelik işlerin yazılmasından
vazgeçilmiş, ancak bunlar içinde tarih
bakımından bir fevkaladelik gösterenler olmuşsa
onlar yazılmıştır.
Biz bu tarihimizde 1774 yılı vak’alarından
başlayacağız. Bu tarihin en mühim olayı
Ruslarla yapılan Küçük Kaynarca
Antlaşması’dır.
Küçük Kaynarca Antlaşması’nın Metni:

1. Madde: İki devlet arasında geçmiş olan her


türlü düşmanlık bugünden itibaren ebedî olarak
bertaraf edilmiş olup, iki tarafın silahlı
çarpışmalarından doğan zararlar ve tecavüzler
ebedî olarak unutulacak ve bu yüzden hiçbir
zaman intikam almaya kalkışılmayacaktır.
Düşmanlık yerine karada ve denizde hiç
değişmeyecek bir barışa riayet olunacaktır.
Gerek taraf-ı hümayunumdan ve atalarım
tarafından gerekse Rus padişahı ve halifeleri
tarafından imzalanan ittifak samimî ve müebbed
olacak ve bütün maddeleri ihtimamla tatbik
edilecektir. İki devletin tebaaları da aynı suretle
dostluğa riayet edilecektir. İki taraf, birbiri
aleyhine açık-gizli bir fiile teşebbüs
etmeyecektir. İki taraf tebaalarının suçları af
olunacak, hapiste bulunanlar salıverilecek,
malları kendilerine geri verilecektir. Başkaları
tarafından da bunlara tecavüz edilmesi
önlenecektir.
2. Madde: Bu anlaşmanın imzası ve
tasdiknamelerin mübadelesinden sonra iki
devletin tebaasından birisi bir suç ve ihanet
dolayısıyla, ötekine sığındığı takdirde Devlet-i
Aliye’mde İslâmiyeti kabul edenlerle Rusya’da
tanassur edenlerden gayrisi hiçbir bahaneyle
kabul ve himaye edilmeyecek ve derhal geri
gönderilecek. Böylelerinin iki devlet arasında
soğukluk meydana getirilmesine imkân
verilmeyecek.
3. Madde: Kırım, Bucak, Koban, Bedisat,
Canboyluk, Yedigül kabileleri ve Tatar taifeleri
iki devletçe serbest sayılacak ve ecnebî bir
devlete tabi olmadıkları kabul olunacaktır. Tatar
taifesi halkın reyi ile Cengiz soyundan seçilen
Hanlara tabi olacaklar. Başka bir devlete hesap
vermeyecekler, işlerine ve seçimlerine Devlet-i
Aliye ve Rusya karışmayacak, yalnız mezhep
işlerinde İslâm şeriatına tâbi olacaklar.
Kırım, Koban taraflarında istila olunan bütün
kaleler ve kasabalar Özü Kalesi Devlet-i
Aliye’nin tasarrufunda kalacak. Bu muahedenin
tasdikli suretlerinin mübadelesinden sonra
Rusya Tatar memleketlerinden bütün askerini
geri çekecek, Kırım’ın ve Koban ve Tamam’ın
kaleleri ve kasabalarından Devlet-i Aliye feragat
eder ve bundan böyle buralara asker
göndermez.
4. Madde: Her devlet kendi memleketinde
münasip göreceği nizamı icra eder. Ve kendi
ülkelerinde diledikleri yerde kaleler ve
kasabalar inşa edebilirler ve tamir edebilirler.
5. Madde: Bu muahedenin yapılmasıyla
dostluk kurulduktan sonra Rus Devleti ortaelçi
payesinde bir murahhas elçiyi sürekli olarak
İstanbul’da bulundurabilir. Bu elçiye mutat olan
merasim ve riayet ifa olunur. Bu elçinin mevkii
Hollanda Büyükelçisi’nden sonra, bu
büyükelçinin bulunmadığı zamanlarda Venedik
Büyükelçisi’nden sonra gelir.
6. Madde: Rus elçisinin hizmetinde
bulunanlardan birisi hırsızlık veya büyük bir suç
işlediği takdirde, çalınan eşya elçi tarafından
beyan olunacak tarzda tamamen geri alınır.
Sarhoşluk hâlinde Müslümanlığı kabul etmek
arzusunda bulunanlar İslâm dinine kabul
olunmayıp, sarhoşlukları geçtikten sonra bu
husus elçi tarafından gönderilecek bir adamın
yanında tekrar ederse kabul olunacaktır.
7. Madde: Devlet-i Aliye Hristiyan dininin
hakkına riayet ve kiliselerini siyanet eder. Rus
elçisi her ihtiyaçta kiliselerin korunması
maiyetinin sıyaneti hususunda müracaatta
bulunabilir. Bu müracaat komşu ve dost bir
devlet mümessilinin samimi arzusu olarak
Devlet-i Aliye tarafından kabul olunacaktır.
8. Madde: Rus Devleti’nin gerek rahipler
gerek başka tebaasından olanlar Kudüs ve diğer
ziyarete layık olan makamları ziyaret edebilirler.
Bu yolculardan gerek yolda, gerek Kudüs’te
hiçbir namla cizye, haraç, vergi alınmayacaktır.
Başka devletlerin tebaalarına verilmiş olan
fermanlar, bunlar hakkında da tatbik
olunacaktır. Devlet-i Aliye topraklarında her
türlü müdafaa ve taarruzdan masun olup şeriat
hükümleri iktizasınca himaye ve siyanet edilirler.
9. Madde: İstanbul’daki Rus elçilerinin
tercümanları hangi milleten olurlarsa olsunlar
iki devlete de hizmet etmekte olduklarından
saygı ve itibar göreceklerdir. Oğullarının
işlediği suçlardan dolayı muaheze
edilmeyeceklerdir.
10. Madde: Bu muahede imza olunup
başkumandanlara iletilinceye kadar bir
çarpışma ve istila vuku bulursa muteber
tutulmayacaktır.
11. Madde: İki memleketin denizlerinde her
iki devletin gemileri serbestçe seyredeceklerdir.
Rus gemilerine limanlara girme hususunda
Devlet-i Aliyem tarafından izin verilecektir. Rus
gemileri Karadeniz’den Akdeniz’e ve
Akdeniz’den Karadeniz’e geçebilecekler, bütün
limanlarda durabileceklerdir.
Devlet-i Aliye topraklarında Fransa ve
İngiltere gibi en ziyade müsaadeye mazhar
olmuş devletlere ait muafiyetler Rus tebaalarına
da tatbik olunacaktır. Rus gemileri Tuna
nehrinde de seyir edeceklerdir.
Başka milletlerden alınan vergi, Rus
gemilerinden de alınacaktır. Rus tacirleri her
türlü malı bu vergiyi ödedikten sonra nakil ve
ihraç edebilecekler, bütün denizlerde gemilerin
serbestçe hareketine riayet edilecek, her iki
devlet kendi tacirlerine iş icabı kalmak
istedikleri kadar oturmalarına izin verecekler.
Diğer dost devlet tebaalarına tanınmış olan
serbestlikler Rus tüccarına da tanınacaktır.
Devlet-i Aliye, Rus Devleti’nin lüzum göreceği
yerlerde konsolos veya konsolos vekili
bulundurmasına izin verecektir. Bu konsoloslara
öteki devlet konsoloslarına tatbik edilen merasim
uygulanacaktır.
Maiyetlerinde padişah tarafından berat
verilmiş tercümanlar bulunduracaklardır. Bu
tercümanlar başka devlet tercümanlarının haiz
oldukları muafiyetlere sahip olacaklardır.
Devlet-i Aliye tebaalarına da Rusya’da mutat
vergiyi ödedikten sonra ticaret yapmalarına izin
verilecektir. Denizde kazaya uğrayan gemilere
her iki taraf yardım edecektir.
12. Madde: Trablusgarp, Tunus ve Cezayir ile
Rusya ticaret anlaşması yapmak istedikleri
takdirde böyle anlaşma yapmasına Devlet-i
Aliye yardım edecek ve bu ocaklar hakkında
Devlet-i Aliye kefil olacaktır.
13. Madde: Bütün anlaşmalarda, Rus
imparatoriçesine Devlet-i Aliye’ce Türk dilinde
Rusyalıların padişahı tabiri kullanılacaktır.
14. Madde: Başka devletler gibi Galata
tarafında, Beyoğlu yolunda Ruslar bir kilise
bina ettirebileceklerdir. Bu kilise ilelebet Rus
elçisinin himayesinde olup her türlü müdahale
ve taarruzdan emin olacaktır.
15. Madde: Hudutların tespiti sırasında
beklenmeyen sebeplerle zarara uğrayanlar
olursa bunları ödemeye iki devlet karar
vermişlerdir. Böyle hallerde hudutta bulunan
hâkim veya müfettiş hadiseyi tahkik edecek ve
geciktirmeden şahısların hakkı verilecektir. Bu
türlü hadiseler bu muahedenin yürümesini
engellemeyecektir.
16. Madde: Bucak, Akkirman, Kili, İsmail,
kaleleriyle öteki köy ve kasabalar bütün
eşyalarıyla beraber Rusya tarafından Devlet-i
Aliye’ye geri verilecektir. Bender Kalesi de
Devlet-i Aliye’ye iade edilecektir. Eflak ve
Boğdan bütün kaleleri kasaba ve köyleri cümle
eşyalarıyla Devlet-i Aliye’ye iade edilecektir.
Devlet-i Aliye aşağıdaki şartlarla bu
memleketleri kabul edecek ve bu şartları tam
olarak yerine getirecektir.
a- Bu iki Voyvodalık halkının işledikleri
suçlar, tamamıyla affedilecek. Payeleri ve
malları kendilerine verilecektir.
b- Hristiyan diyaneti serbest olarak icra
edilecek, yeni kiliseler yapılmasına ve
eskilerin tamirine engel olunmayacaktır.
c- Manastırlara ait olan İbrail ve Hotin
arasındaki arazi geri verilecektir.
d- Rahiplere ait olan imtiyazlar muteber
olacaktır.
e- Memleketi terk etmek isteyen hanedanlar
eşyalarını serbest olarak çıkarabilecekler
ve eşyalarını taşımaları için bir sene
mühlet verilecektir.
f- Eski vergilerden hiçbir şey tahsil
olunmayacaktır.
g- Harp esnasında halkın maruz olduğu
zararlar tazmin edilecektir.
h- Muafiyet devresi geçtikten sonra cizyelerin
tayininde Osmanlı Devleti insaf ve
mürüvvetle hareket edecek ve cizyeler iki
senede bir ve mebuslarının aracılığı ile
ödenecek. Bu cizyeler ödendikten sonra
hiçbir paşa veya hâkim, hiçbir nam altında
kendilerinden bir şey talep edilmeyecektir.
IV. Mehmet zamanında verilmiş imtiyazlar
devam edecektir.
i- Voyvodaların İstanbul’da Rum mezhebinde
birer maslahatgüzarları bulunacaktır.
Bunlar hakkında Devlet-i Aliye mürüvvetle
muamele edecek ve kendileri her türlü
taarruzdan emin tutulacaktır.
k- Devlet-i Aliye, Rus elçiliklerine bu iki
voyvodalıktan siyanet etme müsaadesi
verir. İki devlet arasındaki dostluğun
icabınca elçilerinin taleplerine riayet
edeceklerdir.
17. Madde: Rusya elinde bulunan Akdeniz
adalarını Devlet-i Aliye’ye iade edecektir.
Devlet-i Aliye de bu tebaanın kabahatlerini
affedecek ve Devlet-i Aliye aleyhine giriştikleri
hareketi külliyen unutacaktır. Hristiyan
diyanetine hiçbir tazyik yapılmayacak, kiliselerin
onarılmasına ve yenilenmesine engel
olunmayacak, bu kiliselerde hizmet eden
şahıslara asla bir müdahale ve taarruz vaki
olmayacak. Bu adalar halkından hiçbir vergi
alınmayacak. Adaları terk edip başka yerlere
göçmek isteyenlere mallarını taşıma, müsaadesi
verilecek. Rus donanması üç ay zarfında bu
adalardan ayrılacak ve bu donanmanın bir şeye
ihtiyacı olursa Devlet-i Aliye imkân nispetinde
yardım edecek.
18. Madde: Özü suyu boğazında vaki
Kalberden Kalesi ve bu nehrin su kıyısında yeter
arazi ile Aksu ve Özü arasında boş saha Rus
Devleti’nin tasarrufuna bırakılacaktır.
19. Madde: Kırım’da vaki Yenikale ve Kireç
limanları içlerinde mevcut eşya ve topraklarıyla,
Karadeniz’den başlayıp Buhaça’ya ve buradan
geçerek Azak Denizi’ne kadar çizilecek bir düz
çizgi dahilindeki bütün topraklar Rus Devleti’ne
terk edilecek.
20. Madde: Miladın 1700 senesi Hicri 1300
senesi Tolstoy ile Acu muhafızı arasında
imzalanan senet gereğince Azak Kalesi eski
hududuyla ilelebet Rusya Devleti’ne
bırakılacaktır.
21. Madde: Büyük Kabarta ve küçük Kabarta
isimli Tatar taifesiyle etraflarındaki toprakların
Rus Devleti’ne tahsisi Kırım hanlarının ve Tatar
başlarının iradesine bırakılacaktır.
22. Madde: İki devlet arasında eskiden
yapılmış ahitnameler Belgrad Kalesi’nde
yapılan ahitname ve bunlardan sonra vücuda
gelen anlaşmalar ahkâmı iki devletçe ortadan
kaldırılıp unutulacaktır. Bu ahitnamelere göre
iki devlet bir hak iddia etmeyeceklerdir. Yalnız
Tolstoy ile Hasan Paşa arasında Acu Kalesi ve
Koban sınırının tayinine dair sözleşme muteber
kalacaktır.
23. Madde: Gürcü ve Megril dolaylarında
vaki Rusların işgalinde bulunan Bağdatcık,
Şehriban ve Kütansi kalelerinin eskiden beri
veya uzun müddetten beri Devlet-i Aliye’me ait
oldukları tahkikatla anlaşılırsa bu kaleler
Devlet-i Aliye’ye verilecektir.
24. Madde: İşbu muahede tasdiknamelerinin
mübadelesinden sonra Rus askeri bu kaleleri
boşaltacaktır. Devlet-i Aliye de şunu taahhüt
eder ki harp süresince buranın halkından
Devlet-i Aliye aleyhine hareket edenlerin suçları
tamamen unutulacaktır. İlelebet oğlan ve kız
vergisi ve cizye ödemeyeceklerdir
25. Madde: Gürcü ve Megrillerin işgalinde
bulunan topraklar ve müstahkem yerler bunlara
terk edilecektir. Kiliselerine ve dinlerine hiçbir
taarruzda bulunulmayacaktır. Çıldır Paşası ve
başka kumandanlar hiçbir bahaneyle bu
topraklara taarruz etmeyeceklerdir.
26. Madde: Muahedenin imzasından sonra iki
ay zarfında Rus Başkumandanı mutemet
adamlarını göndererek Kalberon Kalesi’ni ve o
civardaki araziyi tesellüm edecektir. Bu iş iki ay
zarfında tamamlanacaktır.
27. Madde: Bu muahedenin iki devlet
arasında dostluğu kuvvetlendirmesi için
tasdiknameler büyükelçilerle göndertilecek ve
elçiler sınır boyunda eşit muamele
göreceklerdir. Rus elçileri Devlet-i Aliye
nazarında en ziyade müsaadeye mazhar olan
elçilere gösterilen muamele ve saygıyı
görecektir. İki tarafın itimat ve muhabbetinin
delili olmak üzere elçiler vasıtasıyla karşılıklı
olarak devletlerinin şanına layık hediyeler
gönderilecektir.
28. Madde: Devlet-i Aliye murahhasları olan
Tevkii Resmi Ahmet ve reisülküttap İbrahim
Münip Efendiler Rus Devleti’nin murahhasları
Ligonta ve Ribinin taraflarından bu ebedî
muahedenin imzasından sonra sadrazam ve Rus
mareşalinin tembihatıyla karada ve denizde her
türlü düşmanca hareketin yasaklanması icap
etmektedir. Bundan dolayı derhal sadrazam ve
mareşal tarafından Akdeniz, Karadeniz ve Kırım
karşısındaki donanmaya ve öteki harp
sahalarına her türlü düşmanlığın durdurulması
için ulaklar gönderilecektir. Bu ulaklar her iki
tarafta dokunulmazlıklara sahip olacaklardır.
Akt olunan bu muahedenin nihaî imzasına
padişah tarafından sadrazam ve Rus padişahı
tarafından Mareşal Romancof memur
edilmişlerdir.
İşbu iki zat muahedenamenin altına
imzalarını koyacaklar ve muahedeyi hiçbir
değişikliğe tabi tutmadan ve hiç kimsenin
müdahalesine izin vermeden tatbik edeceklerdir.
Sadrazamın tasdik senedi Türkçe ve İtalyanca
yazılacaktır. Muahedename beş gün veya
kabilse daha kısa bir zamanda mübadele
olunacaktır.
Son Kısım: Harp ve ihtilafları ortadan
kaldıran ve barışı perçinleyen bu vesikayı şu
şekilde tamamlarız ki ahitnamede yazılı 28
madde ve diğer iki kıta nişanı hümayunumda
yazılı maddeler şartlarına riayet olunacağı
Rusya tarafından murahhasları marifetiyle
taahhüt edilmiştir. Bundan dolayı, gerek taraf-ı
hümayunumuzun, gerekse vükelâ, beylerbeyi,
ümera, asker ve bütün tebaa kullarımız bu
ahitname hilafına hareket etmeyeceklerdir.
Burada bahis olunan nişan-ı hümayunumda
yazılı iki maddeden birisi harp tazminatıdır ki
bununla Devlet-i Aliye senede beşer bin kese
akçe olmak üzere Ruslara üç senede on beş bin
kese akça ödemeyi taahhüt etmiştir. İkincisi,
Akdeniz adalarının Rus donanması tarafından
üç ay zarfında, mümkün olursa daha önce
boşaltılması Rus Devleti tarafından taahhüt
edilmiştir.

1774-1775 SENESİ OLAYLARI

I. Sultan Abdülhamid’in Şeyhülislâm


Konağını Şereflendirmesi
Sultan I. Abdülhamid 1774 yılında tahta
çıktığında dünyayı harp ateşi içinde buldu. Barış
yapıldıysa da İslâm ümmeti yorgundu. Küçük
Kaynarca Barışı Devlet-i Aliye’ye bir iç acısı
olduğundan, ayrıca şurada burada ortaya çıkan
âsiler ve eşkıya şehirleri tahrip etmekte ve
ahaliye zarar vermekte olduklarından; padişah
bu eşkıyanın pis vücutlarını ortadan kaldırmak,
hükûmet yapısını onarmak üzere daima fikir
alışverişinde bulunuyordu.
Bu arada padişah, şeyhülislâm İvaz Mehmet
Paşazâde İbrahim Efendi’yi taltif etmek ve
onunla istişare etmek üzere kıyafet değiştirerek
şeyhülislâm konağına gitmiş ve bir süre önemli
devlet işlerini görüşmüş, sonra çıkarılan yemeği
yemeye tenezzül ederek üç saat kalmıştı.
Bazı Vezirliklerin Kaldırılması

Devlete hizmet edenlere hâllerince mükâfat


verilmek büyük işlerde kullanılabileceği umulan
kimselere mansıplar ve mertebeler ihsan
o lu n m a k “İnsan ihsan kuludur.” kaidesince
kadim âdetlerden olduğundan, bu rütbelerin
kolay elde edilmesi neticesinde payelerin en
yükseği olan vezarete ne idüğü belirsiz birçok
kimseler ulaşmış idiler. Oysa harp gailesi
kalktıktan sonra vazifesiz vezirlerin bir yerde
oturmaları kadim kaidelere aykırı ve mevcut
eyaletler vezirlerin ancak dörtte birine yeter
olduğundan sancaklara da vezir gönderilmeye
başlandı.
Bu sancakların geliri yetmediğinden sancak
vezirleri türlü zulümlere başladılar; halk
padişaha dilekçeler yolladı. Padişah bu
zulümlerin vezir çokluğundan doğduğunu
düşünerek hem vezir sayısını azaltmak hem de
başkalarına ibret olmak üzere Bâb-ı Âli’’ye hatt-ı
hümayun gönderdiğinden, sadrazam konağında
şeyhülislâm, devlet ricali, vüzera, kapı
kethüdaları toplandı. Hatt-ı hümayun okundu,
iltimas ve şefaatle veya önemsiz hizmetler
karşılığı vezarete yükseltilmiş sekiz kişinin
vezirlikleri kaldırıldı. Bütün eyaletlere adalet
emirleri gönderildi. Bu sırada arpalıklar da
ehliyetsiz naipler elinde kaldığından arpalık
kethüdalarından beşi ibret olmak üzere Akdeniz
adalarına sürüldü.
Darüssaade Kâtibi Ahmet Efendi o ayın
onuncu günü mevkufatcılık memuriyetine
gönderilip yerine Bahçıvanzâde Mustafa Efendi
tayin olundu. Ahmet Efendi memuriyetinin
tebliği için Bâb-ı Âli’ye çağırıldığında kaftan
giydirilmek eski âdetken uzak yere
gönderilmesinden dolayı kırılan gönlünü tamir
için Sadrazam İzzet Mehmet Paşa, kendisine
kıymetli bir samur kürk giydirdi.
Ahmet Efendi’nin azil sebebi şöyle anlatılır:
Yeni padişah tahta çıktığında Ahmet Efendi
ikbal sarhoşluğuna düşmüş, haddinden büyük
işlere karışarak, herkesin müracaatgâhı olmak
sevdasına düşmüştü. O vakitler Hazine
Kethüdası olan Seyit Mehmet Efendi çok hilekâr
bir adam olduğundan, Ahmet Efendi’nin
meydana çıkmasını çekemeyerek hakkında türlü
desiseler döndürmeye başladı. Şöyle ki: Sanki
dostça görünerek: “Sizin böyle adi esvapla
gezmeniz münasip değildir. Al şaldan câme
giyiniz.” diye mutat dışı kılıklar telkin etmiş, o
biçare ise bu desiselere aldanarak şal câmeler
giymeye ve hâline yakışmaz süslü eğerler
kullanmaya başlayınca, adı deliye çıkarılmış,
Kethüda ara sıra padişah huzurunda, “Efendim,
mülkü devlet harap oluyor, rüşvet kalkmalıdır.
Filan iş için kulunuza 50.000 kuruş verecek
oldular; Maazallah kabul etmedim.” derdi. Oysa
filan madde dediği yazıcıya ait bir maslahat
olduğundan yazıcının rüşvet aldığını padişaha
gammazlar, bir yanda da yazıcının yüzüne
gülerek rüşvete teşvik ederdi.
Kethüda bir gün yazıcıya: “Kerem buyurun,
beni haberim olmadan Galata Mevlevîyetine
tayin ettirin.” diye yalvarmakla o biçare işin
aslını bilmeyip padişah: “Kethüda emektar
kulunuzdur, Galata’ya çırağ buyurun.”
dediğinde padişah öfkelenmiştir. Nihayet bu
desiselerle memuriyetinden azledilmiştir.
Mehmet Paşa’nın Vezirliğinin Kaldırılması:
Hac Emiri Osman Paşa ölmüş ve 10.000 kese
mal bırakmıştı. Oğlu Mehmet Paşa, babasının on
bin kese akçasını devlete verip mütebaki eşyanın
kendisine bırakılmasını ve uhdesine vezaret
verilmesini niyaz etmişti. Merhameten ricası
kabul olunmuş ve uhdesine vezirlik verilerek
Halep Valiliği tevcih edilmişti. Fakat taahhüt
ettiği hâlde babasından kalan paranın tamamını
Hazineye vermemiş ve fakir olduğunu ileri
sürerek bu parayı ödemesi için kendisine Hac
Emirliği verilmesini talep etmişti.
Yaşı küçük olduğundan Hac emirliği
verilememiş fakat borcunu ödeyebilmesi için,
Halep Valiliği’ne ilaveten geliri fazla olan Rakka
da verilmişti. Fakat borcunu yine
ödemediğinden parayı tahsil için padişah
tarafından dergâh-ı âli kapıcı basısı Tayfur Bey
memur edildi. Bu zat akçanın tahsili mümkün
olamamaktan başka bu adam, Rakka’da kaldığı
müddetçe Hac Emiri olarak Şam’da ihtilal
çıkaracak diye yazıldığından, Rakka’dan
azledilip Sivas’a nakil olundu.
Hac Emirliği sevdasından bir türlü
vazgeçemediğinden ve iyi bir hizmet
görmediğinden vezirliği kaldırmak ve bütün
mallarına el konmak ve kendisi de Sivas
Kalesi’ne konmak üzere tedip edilmiş ve
sırdaşları İstanbul’a getirilmişti.

Kırım İleri Gelenlerinin İstekleri

Bugünlerde Cengizli ileri gelenlerinden ve Kırım


bilginlerinden bir heyet gemiyle İstanbul’a
gelerek Devlet-i Aliye’ye olan ubudiyetlerinden
bahsetmişler ve Kırım’da serbestlikten
vazgeçilerek Hanların Devlet-i Aliye tarafından
tayin edilmesini, hutbenin ve sikkenin yine
padişah adına olmasını ve hanlığa II. Sahip
Giray Han’ın getirilmesini niyaz etmişlerdi.
Bunun üzerine mihmandar ağaya emir
verilerek bu misafirlere bir ev döşetilmiş günlük
masrafları devletçe temin olunmuştu. Gerçi
Kırım işlerine müdahale edilmemesi Kaynarca
muahedesinde tespit edilmişse de henüz
muahede tasdiknameleri mübadele edilmemiş
olduğundan hiç olmazsa hutbelerin padişah
adına okunması hakkında reisülküttap İsmail
Efendi vasıtası ile Rus kumandanına bir takrir
yazıldı. Bunun metni:
Kaynarca Muahedesinin Bazı Maddelerinin
Açıklanması için Rusya’ya verilen Takrir:
Devlet-i Aliye’yle Rusya arasında Küçük
Kaynarca isimli yerde tanzim olunan
müsalâhanın üçüncü maddesinde Kırım’ın
serbestliği ve Tatarlar hakkında yazılmış olan
maddeler muteber tutulmakla beraber, İslâm
padişahı bütün müminlerin Halifesi olmak
cihetiyle, Tatarlar devlet idaresine halel
getirmeyecek mezhep işlerini padişah İslâm
şeriatına göre tanzim edecektir. Yalnız bu
tanzimin şekli muahedenamede tasrih
edilmediğinden iki devletin arasını açma fırsatı
arayan garazkârların işine yarayacağından ve
İslâm şeriatı iki Halife’ye izin vermediğinden
mezkûr maddenin şu şekilde tevzihi icap eder.
Kırım ve Koban tarafında oturan bütün Tatar
kabileleri dış ve içişlerinde kendi reyleriyle idare
olunup Cengiz Han torunlarından seçecekleri
bir Han’ın idaresinde bulunurlar. Başka bir
hükûmet idaresine girmezler. Devlet-i Aliye ve
Rusya bu işlere müdahale etmez. Tatarların reyi
ile seçilecek Kırım Hanı yabancıdan olmayıp
Cengiz soyundan olacaktır.
Tatar kavmi bir Han seçtiklerinde Müslüman
Halifesi olması itibariyle Âl-i Osman padişahına
keyfiyet arz ve inha edilecek ve Halife de hiç
geciktirmeksizin nişan-ı şerifi ve teşrifatını
gönderecektir. Cuma ve bayram namazlarında
bilumûm Kırım cami ve mescitlerinde hutbe Âli
Osman padişahı adına okunacak ve şeriat
hükümlerini yürütecek kadılar Kırım
ulemasından olacak ve İstanbul’da kazasker
efendi tarafından seri izinleri verilecektir.
Gürcü Maddesi Hakkında:
Muahede yazılı Gürcistan esirleri hakkındaki
madde Devlet-i Aliye’ye ağır bir ıstırap yükü
olup, Rus Devleti, Devlet-i Aliye’nin böyle bir
ızdıraba maruz olmasının aradaki dostluk
dolayısıyla arzu etmeyeceğinden bu maddenin
tasdiknameden çıkarılması, mümkün olmazsa
tatbikinde ısrar edilmeyecektir.
Kırım maddesi ve Gürcü esirleri hususunda
yazılan bu takrir, Abdülkerim Efendi elçi tayin
edilerek Rusya’ya gönderildi.
Kırım’ın serbestîsi, Rusların Devlet-i Aliye’yi
Kırım’a müdahaleden vazgeçmek gayesine
yöneldiği aşikârdır. Ne vakit bir han seçilmek
lazım gelse Cengiz’in torunlarından her birisi
kendisini seçtirmek için rakipleri aleyhine
birtakım tertipler düzenler ve halk arasına fesat
düşürürlerdi. Bu fesat da Rusların müdahalesine
imkân verirdi. Kırım’da Rus askeri
bulundurulması bunun neticelerinden birisidir.
Hutbenin padişah adına okunması bu Rus
planına bir engel olmadığı için Ruslar o zaman
bu teklife muvafakat etmişlerse de sonraları
fırsatları kollayarak Kırım’ı tamamen ele
geçirmişlerdir.

Müderris Osman Paşa’nın Öldürülmesi ve


Bir Değerlendirme

Müderris Osman Paşa, I. Mahmut vezirlerinden


Topal Osman Paşazâde Ahmet Paşa’nın oğludur.
Babası, onu yüksek kariyerlerin en yücesi olan
ilim kariyerine sokmuştu.
Bunun bir sebebi de babasının yıldızına
baktırması olmuştur. Baba, oğlu için vezaret
yolunu tehlike bulmuş ve onu ilim yoluna sevk
etmişti.
Hâlbuki bu zat, ilim rütbelerinden yükselerek
Sahn Müderrisi mertebesine gelmiş ve Yenişehir
Fener’de oturmaktaydı. Bu sırada Mora’da zuhur
eden ihtilal esnasında emir almadan kendi
adamlarından asker toplayıp Mora Muhassılı
Mehmet Paşa’nın maiyetine girmiş ve bu
hizmette yiğitlik göstermiş olduğundan Mehmet
Paşa, padişaha mektup yazmış, bunun üzerine
kendisine vezaret rütbesi verilmiştir.
Şöyle bir rivayet de vardır: Osman Paşa
hakkında Mehmet Paşa’dan gelen raporlar
üzerine Sultan Mustafa: “Kendi yolunda iki
derece terfi etsin.” buyurmuş, Şeyhülislâm Sait
Efendi: “İlim rütbeleri nefsiyle cihat eden
bilginler için konmuştur. Bu zata alelade cihatla
uğraşanların rütbeleri verilmelidir.” diye
zarifane itiraz edince gönül adamı olan padişah,
Osman Paşa’ya vezaret rütbesi vererek onu ilim
kariyerinin zirvesi olan kazaskerlikten üstün bir
rütbeye nail etmişti.
Eskilerden müderrislik mesleğinden vezarete
nail olanlar arasında Fazıl Ahmet Paşa vardır.
İkincisi bu Osman Paşa olup Müderris Osman
Paşa adıyla şöhret bulmuştur. Sonraları zulüm
ettiği şayiaları çıktığından evvela Eğriboz’a tayin
edildi, sonra Silistre’ye serasker yapıldı. Oradaki
meşhur bir muharebede yiğitlik gösterdiğinden
Rumeli eyaleti tevcih olundu.
Kalender meşrepli, cömert, cesur bir vezirdi.
Fakat aşırı şöhretinden ötürü, büyükler için en
büyük kusur olan kibre müptela oldu. Bu kibir
hastalığı düşmesine sebep oldu.
Şöyle ki; barıştan sonra mühim
memuriyetlerden birisi olan Bender Kalesi
muhafızlığına tayin edilmişken, memuriyet
mahalline gitmeyip affını istirham etti.
Böylece küstahça istifası öfkeyi mucip
olmuşsa da eski hizmetlerinden dolayı istifası
kabul edildi. Fakat Rumeli eyaletinin işlerini iyi
çevirmesi boynunun borcu iken halka zulüm
etmeye başladı. Padişahın iradesi ile sadrazam
ve şeyhülislâm kendisine nasihat yollu birer yazı
göndermişlerse de o zulüme devam etmiştir.
Bunun üzerine katli tasavvur olunarak bu işe
başlanmak üzere evvela Rumeli eyaletinden azl,
sonra Eğriboz’a naklolundu. Arkasından tebdil
giyerek tüccar kılığına sokulan tebdil Hasekisi
Hacı Hüseyin Ağa gönderildi. Yolda paşaya
mülâki olan Haseki Eğriboz’a kadar Paşa’ya
refakat etti.
Eğriboz’a yaklaştıklarında âdet üzere ileri
gelenler karşılamaya çıktıklarında Paşa, kale
kapılarından ikisinin arasından geçerken
hakkındaki katl fermanı okundu.
Karşı koymanın faydasız olacağını anlayan
Paşa, atından inip abdest alarak iki rekât namaz
kıldıktan sonra katl fermanı yerine getirildi.
Kesilen başı padişaha yollanarak sarayın orta
kapısı önünde ibret taşına kondu.
Bir değerlendirme: Bilindiği gibi tarihten
maksat, sadece bir olayın filan tarihte vukuunu
bilmek değildir. Mesela yukarıdaki hikâyede
anlatılan Müderris Osman Paşa’nın
öldürülmesini ve öldürülme şeklini öğrenmekle
bir şey ele geçmez. Tarihçiler geçmiş olayların
güzel ve çirkinini, haklı ve haksızını ibret
alınmak üzere gelecek kuşaklara naklederler.
“Tarihçi doğru söylemekle mükelleftir.”
kaidesine uyarak bu konuda düşüncelerimi
anlatmayı vazife sayıyorum:
Devlet idaresi akıllıca ve hukuka uygun
düzenlemelere bilgili ve kabiliyetli kişilere
muhtaçtır. Harpte yiğitliği görünen bir adama
devlet idaresinde mükâfat olarak mevki vermek,
sonra da o adamın kabiliyet ve tecrübe
eksikliğinden dolayı bir hatası olduğu zaman
muhakemesiz öldürmek, hukuka ve insafa
aykırıdır.
Memleket idaresi başka, harpte yiğitlik
başkadır. İyi muharip kötü bir vali olduğu gibi,
güzide, akıllı ve kâmil bir vali, harpte hiçbir işe
yaramayabilir. Bu sebeple devlet idaresi ile
askerliği birbirine karıştırmak hatadır.
“Emanetleri ehline veriniz.” emrine tamamen
zıttır.
Mehmet Tahir Molla’nın Vukuatı, Bazı
Eşkıyaların Yok Edilmesi

Eski şeyhülislâm Feyzullah Efendi merhumun


oğlu müderris Mehmet Tahir Molla, Sütlüce’de
otururken bahar geldiğinde kendisi de toy bir
genç olduğundan mayısın on yedinci günü
kayıkla Bahariye semtine geçip, dünyadan
habersiz, o taraflarda gezip dolaşmakta ve
yanında vücutlarının kaldırılması lazım gelen üç
serseri ile Bahariye çayırında dolaşmaya
çıkmışlardır.
Sultan Efendi’nin adamları bu çayırı korumak
için bir seyis tayin etmiş olduklarından bu seyis:
“Çayırı çiğnemeyin.” diye üzerlerine vardığında
genç molla gazaba gelip yanındaki rezillere:
“Vurun şu herife.” demiş, onlar da seyisi dövüp
yaralamışlar. O sırada Sultan’ın baş ağası
Bostancı Hasan, Bahariye sarayında bulunmakta
imiş. Seyis, feryat ederek ona müracaat etmiş.
Baş ağa oraya gelip: “Biçare seyisi bu hâle
neden koydunuz?” demiş. Molla, daha fazla
öfkelenip yanındaki serserilere baş ağayı beş
yerinden yaralatmış ve Molla da belindeki şiş ile
ağayı yaralamış. Bu olay padişahın kulağına
gidince padişah: “Ulemadan olduğu hâlde böyle
serserilerle arkadaşlık edip şeriata uymayan
hareketlere cesaret eden Molla’nın tedibi
lazımdır.” diye şeyhülislâma bir tezkere yollamış
ve tedip şeklini şeyhülislâma bırakmıştır.
Şeyhülislâm kadılardan Mehmet Salih
Efendi’yi davet etmiş. Kadı mecruhun üç
yerinde bıçak yarası, iki yerinde sopa beresi
gördüğünü ve dövenin Molla ile üç arkadaşı
olduğunu bildirmişti. Molla tedip için
Gelibolu’ya sürülmüştü.
Manastır civarındaki Florina halkından olup
hakkında defalarca padişah emri çıkmış olan
“Muslu” namındaki haydut, türlü zulümlere
cür’et etmişti. 20–30 kasabayı harap ve bitap
ettiğinden Rumeli Valisi Ali Paşa hakîmane bir
üslûpla bu adamı yanına getirtmiş, birkaç gün
tuttuktan sonra hasımları ile duruşması yapılmış,
şer’an katli icap ettiğinden kafası kesilerek kesik
başı padişaha yollanmıştır.
Bolu kasabasına dokuz saat mesafede Düzce
kazası halkından ve eşkıyalardan “Arapoğlu”
isimli adamın idamı için irade çıktığından,
dergâh-ı âli kapıcı başısı ve Bolu Voyvodası
Hacı Ahmet Ağa bu işe memur edilmiş, o da
büyük tedarik görerek Bolu’dan yola çıkmıştı.
Şaki dayanamayacağını anladığından dağa
çıkmış, bir müddet Ankara sancağında gezip
dolaşmış, sonra yine Düzce’ye gelip dağlarda
dolaşmaktayken Ahmet Ağa, kendisini usuletle
ele geçirmiş ve kafasını keserek İstanbul’a
göndermiştir. Kesik başı Galata’da siyaset
meydanına konmuştur.
Maraş eyaleti halkından isyan hâlinde
bulunan Kılıçlı ve Mandallı aşiretleri eşkıyasının
şer’an tedipleri hakkında Maraş Valisi Abdullah
Paşaya irade yollandığından Paşa kapı halkını ve
birtakım aşiretlerden topladığı askerle yola çıkıp
eşkıyanın üzerine saldırdı. Eşkıya bu hücuma
dayanamayarak bir kısmı Çobanoğlu ve Fettah
gibi şakilere iltica eylemiş, bir kısmı da Gâvur
Dağlarına kaçmışlardı. Neticede on dokuz
şakinin kelleleri kesilmiş ve İstanbul’a
yollanmışlardır.

Derviş Paşa’nın Sadrazam Olması

Bu sırada Kırım’dan heyet gelmiş, Devlet-i


Aliye’den isteklerde bulunmuştu. Hâlbuki Kırım,
Kaynarca Antlaşması ile yeni statüye
bağlanmıştı. Olumsuz cevap verilip ümitsizliğe
düşürmemek için Rus elçisinin gelmesinin
beklenmesine karar verilmişti.
Dolmabahçe’de Kırım heyetine ziyafet
verildi. Yemekten sonra Şeyhülislâm İbrahim
Efendi ile Sadrazam İzzet Mehmet Paşa sohbet
etmekteyken şeyhülislâm babasından kalma
“Selim Ağa” isimli bir bendesine bir mukataa
rica etti. Sadrazam: “Otuz kese fazlasına talibi
var, veremem.” dediğinden şeyhülislâm gazaba
geldi ve herkesin içinde ve Tatar ağalarının
arasında pabucunu çadırda bırakıp arabasına
atlayarak Beşiktaş’taki yalısına gitti.
Bu iş çirkin bir şey olduğundan sadrazam ve
şeyhülislâmdan birisinin azli lazım geldiğinde,
şeyhülislâmın tarafı galip ve sadrazam gevşek ve
tembel olduktan başka kayınbiraderi Çelebi
İsmail Ağa’nın rüşvet almasına müsaade
ettiğinden, sadrazam azledildi.
Yalnız bu azil maslahat icabı olup padişahın
teveccühünü giderecek bir hareket
olmadığından, kendisi rencide olmayarak
uhdesine Aydın Muhassıllığı verildi ve yerine
Sadr-i Âli kethüdası Derviş Mehmet Ağa tayin
olundu. Ertesi günü sebepsiz yere Çavuşbaşı Sait
Efendi azledilip yerine yeni sadrazamın
kayınbabası saray kapıcısı Mehmet Ağa tayin
olunmuştu.
Dolmabahçe’de geçen olay sadrazamın azline
sebep olduysa da şeyhülislâm hakkında da
dedikodu olduğundan 22 gün sonra o da
azledilmiş, yerine Reisülulema Mehmet Emin
Efendi tayin edilmişti. Azledilmiş Şeyhülislâm
İbrahim Efendi’ye padişah tarafından Çırağan’da
bir yalı hediye edilmişti.
Dergâh-ı Âli kapıcıbaşılarından Ayvaz
Mehmet Ağa isimli şaki, kötü huylu birisi
olduğundan İzmir voyvodalarının hizmetinde
bulunurken İzmir havalisinde bazı mukataalar
ele geçirmişti. İzmir bezirgânlarından aldığı
paralarla evini genişletmiş ve İstanbul’daki
koruyucularına hediyeler gönderip ün yapmaya
başlamıştı. Yaptığı zulümler karşısında valiler ve
hâkimler birşey diyemez olmuş ve şeriat hükmü
icra edilemez olmuştu.
Buna rağmen maiyeti kalabalık olduğundan
harpte bir işe yarar ümidi ile cinayetlerine göz
yumulmuş ve Sakız Muhafızlığına tayin
olunmuştu. Fakat bu adam tekin oturur adam
olmadığından, İzmir Voyvodasını tazyik için
şehri basmış ve yanındaki serserilere yağma
ettirmişti. Bu suretle idamı lazım gelmişken
Devlet-i Aliye harp ile meşgul olduğundan
cezası başka zamana bırakılmıştı. Bu defa
Kaptan-ı derya Gazi Hasan Paşa donanmayla
Akdeniz’e gittiğinden bu şakinin
cezalandırılması ona havale edildi. Hasan Paşa
münasip tertipler alarak bu şakiyi ve
maiyetinden on beş kişiyi öldürüp kesik
başlarını İstanbul’a yolladı.

Rus Elçisinin Gelişi

Devlet-i Aliye Rusya’ya Abdülkerim Paşa’yı elçi


göndermişti. Bu yapılınca iki tarafın elçi
göndermesi devletlerarasında âdet olduğundan,
Ruslar da General Nikoladis’i elçi
göndereceklerini bildirmişlerdi.
Ekim ayının on yedinci günü elçinin Büyük
Çekmece’ye geldiği haberi ulaştığından, kadim
âdete göre Divan tercümanı Çekmece’ye
gönderilip elçi onunla birlikte Ayastafanos
çiftliğine getirilmiş ve teşrifat usullerince büyük
bir alay tertip olunarak Maltepe’de yemek
verilmiş ve oradan Galata’da hazırlanan konağa
getirilmişti.
Elçi daha İstanbul’a birkaç konaklık
mesafedeyken şiddetli teklifler yapmaya başladı.
Mesela hatırını sormak için Divan tercümanı
gönderilmiş fakat elçi; “Niçin büyüklerden biri
gelmiyor?” diye laf etmiş, Ayastafanos çiftliğine
gönderilen tayinata da itiraz etmiş ve
karşılamaya behemehâl Çavuşbaşı’nın
gönderilmesini istemişti.
Bazı Olaylar ve Doğumlar

Bursa’da Kadiriye Şeyhi Abdülkadir Efendi’nin


bazı kerametlerini şeyhülislâm padişaha
anlattığından duası alınmak üzere İstanbul’a
davet olunmuş, Berat gecesi padişah huzuruna
getirilmiş biraz vaaz ve nasihat ettikten sonra
padişah tarafından kendisine kıymetli, hediyeler
verilmiş ve kakım kürk giydirilmişti.
Bayramdan sonra resmi ziyafetlere başlandı.
Usule göre sadrazamlar zaman zaman Ramazan
bayramında padişaha ziyafet çektiklerinden bu
yıl bayramın yedinci günü sadrazam, padişahı
kendi sarayına davet etmekle ricası kabul
olunarak padişah sadrazam konağına gelmiş,
kendisi için hazırlanan yemekleri yemiş, sonra
gösterileri seyretmiş, daha sonra sadrazam
mücevherli bir hançer ve samur kürk ihsan
etmişti.
Yeniçeri ağası Mustafa Ağa da sadrazama
ziyafet çekip bir müddettir unutulmuş olan
âdetlerin, oyun takımlarının provası yapıldı.
İstanbul’a gelmiş olan Rus Elçisi Bab-ı Âli’ye
geldiğinde merasim yapılmış, kendisine ve
memurlarına kürk ve hil’atler giydirilmiş ve
sonra ziyafet tertip edilmişti. Arkadan elçi
sadrazam konağına davet edilmiş,
misafirperverlik gösterilmiş hil’at giydirilmiş
altına donanmış at çekilerek konağına iade
olunmuştu. Daha sonra da Kaptan Paşa tersane
bahçesinde bir ziyafet tertip edip Canbaz,
Perendebaz, hokkabaz seyretilmişti. Kaptan Paşa
da elçiye bir donanmış at hediye etmişti. Aynı
suretle Yeniçeri ağası ve defterdar da birer
ziyafet vermişlerdi.
Bu yıl imtihan verenlerden olup rüus azlığı
dolayısıyla emellerine nail olamamış olan
talebelerin sevindirilmesi lazım gelmiş ise de
rüuslardan üç-beş tanesi imtihan vermiş olanlara
verilip çoğu ulema çocuklarına dağıtılmış
olduğundan, imtihan verenler kederlenmiş ve
şeyhülislâm aleyhine padişaha arzuhal
vermişlerdi. Padişah hazretleri bu talebinin
terbiye ve tembihe tâbi tutulmasını emrederek
şeyhülislâmın gönlünü almak üzere bir adet
vaşak kürk yollamıştı.
Uzun zamandır padişah çocuğu
doğmadığından halk mahzundu, hatta Sultan III.
Mustafa’nın kızı Hîbetullah Sultan doğduğundan
olağanüstü şenlikler tertip olunmuştu. Kırk
senedir şehzâde doğmamasına karşılık tek teselli
Sultan III. Ahmed’in beş şehzâdesinin afiyette
olmaları idi. Fakat Sultan III. Osman’ın
saltanatının sonlarında şehzâdelerin en büyüğü
Sultan Mehmet ve III. Mustafa devrinde Sultan
Numan ve Sultan Beyazıt vefat ettiklerinden
şehzâde olarak yalnız Sultan Abdülhamit
kalmıştı.
Herkes padişahın zürriyeti için dua etmekte
olduğundan Sultan Efendi’nin gebe olduğunu
ebeler haber verdiklerinde dua edilmesi
emrolunmuştu. Doğuma bir ay kala dükkânlar
süslenmişti. Fakat çocuk ölü doğdu. Devlet ricali
saraya gidip taziyede bulundular. İki ay sonra
Hatice Sultan dünyaya gelince herkes sevindi.
Yedi gün yedi gece şenlikler tertip edildi.
Padişahın temiz sulbünden eylülün on üçüncü
günü Sultan Mehmet, dünyaya geldiğinden halk
beş gün donanma tertip etti. Üçer fasıl top
şenliği yapılıp altıncı gün denizde ve karada
şenliğe başlanarak yedi gün, yedi gece şehrayn
tertip edildi.
Aralığın otuzuncu günü Şehzâde Sultan
Ahmet doğdu. Etrafa gönderilen müjde
iradesinde kimseden bir şey alınmaması ve
fukaranın rencide edilmemesi yazıldı. İstanbul
halkı böyle doğumdan vesile ile eğlence ve
oyuna ziyadesiyle düştüğünden bu defa oyun ve
şenlik yerine fukaranın yüzünün güldürülmesi
ferman olundu. Sadrazam konağında sofralar
kurularak her taraftan gelen fakirler, biçareler ve
mektep çocukları doyuruldu. Öteki vükelâ da
mahallelerindeki fakirleri doyurarak padişaha
dua etmeleri sağlandı.
1779-1780 SENESİNE KADAR CEREYAN
EDEN OLAYLAR

Yapılan Bazı Düzenlemeler

Levent Askerinin Kaldırılması: Geçmiş yıllarda


Anadolu’da Celali eşkıyası türemişti. Bunların
en azgınları, Sultan I. Ahmet Han zamanında
ortaya çıkanlardı. Rahmetli Kuyucu Murat Paşa
göz kamaştıran kılıcı ile bunların kökünü
kazımıştı.
Anadolu müfettişi tayin edilen Konya Valisi
Kuyucu Süleyman Paşa, Anadolu’da zuhur eden
Levent eşkıyasını himmetiyle nispeten tedip
etmişti. Fakat Paşa’nın ölümünden sonra bu
eşkıya yine fukaraya zulmetmeye
başladıklarından, valilerin bundan böyle Levent
askeri kullanmamaları ve Levent askerinin
kaldırılarak bunlara başka bir isim verilmesi
hakkında padişah fermanı, özel mübaşirlerle her
tarafa gönderildi. Bu sayede eşkıyalığın önü
alındı.
Haremeyn Rütbesinin Nizamı: Öteden beri
İstanbul Kadılığı, Haremeyn Kadılıklarında
bulunmuş faziletli zevata verilirken zamanla bu
kaide bozulmuştur. Şöyle ki; Haremeyn Kadılığı
rütbesinde nöbet, geçkin ihtiyarlara gelmiş,
sonraları kadı çocuklarına verilir olmuştu.
Böylece İstanbul Kadılığına basamak olmak
gibi bir değeri kalmamıştı. Bu sebeple Haremeyn
Kadılığına rağbet kalmamıştı. Sonraları
Haremeyn kadısı varken başkalarına İstanbul
Kadılığı rütbesi verilmemesi hakkında padişah,
şeyhülislâma bir name yazmıştı.
Askeri alanda yapılan düzenlemeler: Devlet-i
Aliye’de süvari olarak tertiplenmiş olan zeamet
ve tımar askerleri toplu bulundurmak için
sancaklara bağlı alay beylikleri ihdas edilmiş ve
bu asker alay beyi sancağı altında toplanır
olmuştu. Fakat zamanla bu husustaki nizamlara
riayet edilmez olmuş, zeamet ve tımar askerleri
şuraya buraya dağılmış, alay beylikleri
ehliyetsizlere veriler olmuş, beyler iki-üç ayda
bir sebepsiz azledilir olmuşlardı. Osmanlı
Devleti’nin seçkin ve yetişkin askerinin durumu
sarsılmış artık bu kurum çökmekte idi.
Bu yüzden barış zamanında askerler, Bey’in
sancağında ve harp zamanında Bey’in
maiyetinde bulunmaz olmuşlar. Bu sebeple harp
zamanlarında gerektiği zaman süvari askeri
temin etmek için birçok hazineler sarf
ediliyordu. Böyle harp zamanı parayla yazılan
süvari askerleri ise harplerde nice fenalıklara
sebep oluyorlardı. Padişah iradesiyle reis efendi,
defter emini ve diğer yetkililer toplanarak
bundan böyle yapılacak işlem budur diye
nizamname çıkardılar.
Tımar ve Zeamet Nizamnamesi:
Bundan böyle alay beyleri, maiyetine memur
oldukları vezirlere arz akçesi veya başka namla
hiçbir akçe ödemeyecekler.
Alay beyliği, her sancağın zeamet ve tımar
sahiplerinden vakur, iş bilir, askerlik umuruna
âşinâ, güvenilir, doğru ve nüfuz sahibi kimselere
verilecektir.
Böyle şahsiyetleri aramak için derin
incelemeler yapılacak, sancak halkının reyleri
alınacak, valilerin veya maiyetine memur
oldukları vezirlerin inhasiyle tayin olunacaktır.
Zeamet ve tımar sahipleri de garazlarına
kapılmayıp her bakımdan alay beyliğine layık
kimseyi tercih edecekler ve ona itaat
edeceklerdir. Valiler de bir tarafı himaye
etmeyip sancaklıların seçtikleri kimseleri tayin
edeceklerdir.
Alay beylerinin hizmette kusurları ve fena
hareketleri ve zararları zuhur etmedikçe
azlolunmayacaktır. Kötü hareketleri müşahede
olunursa azilleriyle yetinilmeyip öldürülecekleri
başkalarına ibret olmak üzere her birisine
anlatılacaktır.
Alay beyleri adaletten ve doğruluktan
ayrılmayıp haksız yere bazı kimselere
gadretmeyecekler ve haksızları himaye
etmeyeceklerdir.
Sefer olmadığı zamanlarda, kadim kanuna
göre, harbe yarar asker ve ocakzâdelerden her
sancak nüfusunun onda biri kadar mülâzimler
seçeceklerdir. Bunların eşkâllerini, isim ve
şöhretlerini kayıt ederek ellerini mülazemet
belgesi verilmek üzere arz edeceklerdir.
Bunlardan berat aldıktan sonra yer
değiştirenler, o sancakta zeamet ve tımar
alamayacaklardır. Harpte bu mülâzimlerden
gayrı bir kimsenin yararlığı görülürse, öyle
yiğitlerin talebi reddedilmeyip, sefer olmadığı
zamanlarda boşalacak mülâzemetlere tayin
olunacaklardır.
Alay beyleri mülazımlıkları için arz yaparken,
her nahiyenin çeribaşıları ile dindar ve doğru
birkaç zeamet ve tımar sahibiyle istişare
edecektir. İstişare ettiği kimselerin adını arz
tezkeresine kaydedecektir.
Zeamet ve tımar sahiplerinden birisi sefer
olmadığı zamanlarda veya seferde ölür ve erkek
evlat bırakırsa oğullarının üç büyüğüne
müşterek bir tımar, tek oğlu varsa tam bir tımar
verilecektir. Kanunî evlattan gayrisine
verilmeyecektir.
Erkek evladı yoksa mülazım olan kardeşine
verilecektir. Bu da yoksa sancağın kıdemli
mülazımına verilecektir.
Aceze, miskin olanlara zinhar zeamet ve tımar
verilmez. Babası öldüğü zaman ana rahminde
bulunan evlada verilmez.
Sefer olmadığı zamanlarda mahsulünü yiyip
seferde hizmeti terk edenlerin tımarları
ellerinden alınmakla yetinilmeyip ceza tertip
edilecektir.
Tımar ve zeamet sahiplerinin kendi
sancaklarında oturmaları çok faydalı olduktan
başka, memleketin imarı, tebaanın himayesi
bakımlarından da tercihe şayan olduğundan,
herkesin kendi sancağında oturmasına alay
beyleri son derece itina edecekler, hakikati
saklamaktan ve iltimastan kaçınacaklardır.
Harplerde yararlığı görülen ve kelle
getirenlere istidat ve istihkaklarına göre bin
akçeden altı bin akçeye kadar terakki emri
verilecektir.
Tımar ve zeamet sahiplerinin kendi rızalarıyla
çekilmeleri caiz olup, bu hususta alay beyleri
inhada bulunacaklardır. Fakat bu devir ancak
kendi sancağında bulunan yiğit evladına ve
akrabasına ve mülazimlere yapılabilir.
Başkalarına devre zinhar caiz değildir. Bu
gibilere yeniden münhal zeametlerden tahsis
yapılamaz.
Tımar ve zeamet sakinleri yaralı, ata
binemeyecek kadar ihtiyar ve zayıf olmadıkça
tekaütleri arz edilemez. Aksine hareket eden
alay beylere ceza verilir.
Alay beyleri geçimlerine yardım olmak üzere
arz ettikleri zeamet ve tımarların onda biri kadar
arz akçesi alırlar.
Zeamet ve tımar sahiplerinden birisi bir iş için
İstanbul’a veya başka yere gitmek icap ed erse
alay beyinden izin almadıkça gidemez. Bu gibi
işlerden alay beyleri hiçbir ücret alamazlar.
Divan-ı Hümayun kalemi gediklilerine elli,
şakirtlerine 40 Defterhane kitabı gediklilerine on
beşer, Divan-ı Hümayun kâtiplerine yetmişer
gedik tahsis olunacaktır.
Kâtipler zümresi saltanat ricalinin en
azizlerinden ve devlet hâdimlerinin en
şereflilerinden olduklarından, bunların mahir,
yazı, nişan ve mühim işler yazmaya kadir
kimselerden olması, gece ve gündüz kaleme
devam etmeleri lazımdır.
Bunlardan birisi ölürse gediği büyük oğluna
verilir. Diğer oğulları varsa gedik alıncaya kadar
kaleme mülâzemet ederler. Yazı bilmeyen
evlatlara verilmez.
Yukarıda yazılan kanunlar ve şartlar Divan-ı
Hümayun ve Defterhane defterine yazılacak ve
tatbikat için düstur olacaktır. Eskiden yapılmış
olan tevcihler değiştirilmeyecektir.
Tayinler, Aziller, Ölümler ve Sürgünler

İsmail Raif Efendi sadrazamın bazı yakınlarıyla


uyuşamadığından onların fesatları ile reislikten
azl ve Kıbrıs’a sürgüne gönderildi.
Kırım’dan gelen heyetin istekleri Rusya’yla
olan anlaşmaya aykırı olduğundan, Rus elçisi
gelinceye kadar İstanbul’da tevkif olunmaları
icap etmişti. Bu aynı zamanda devlet için
masraflı olduğundan vükelâ muzdaripti. Fakat
Rus muahedesinin icabından olduğundan çare
bulunamadı.
Laleli Camii Şeyhi’nin ve Konya Posnişînin
sürülmesi: Laleli Camii Şeyhi Mardin Efendi
bazı vaaz ve nasihate himmet etmek ve camiin
varidatıyla yetinmek gerekirken buna kanaat
etmeyip daima vükelâ konaklarına gider,
vazifesinden hariç işlere karışır ve nazırlar
hakkında söver sayar bir şahıs olduğundan, bazı
rical onun dilinden kurtulmak için hediyeler
veregeldiklerinden iyice zengin olmuştu. Fakat
gittikçe azıttığından tedibi lazım gelmişti. Bu
esnada rivayete göre Enderun-ı Hümayun’da
vaaz ederken bazı yakışıksız sözler
söylediğinden azledilip Mardin’e sürüldü.
Konya Posnişîni Mevlânazâde Çelebi Efendi
memleketi karıştırıyor diye Konya Valisi Çerkeş
Hasan Paşa mektup yazdığından Manisa’ya
sürülmüştü. Fakat iki ay sonra Şeyh’in bu
fesatlara dahli olmadığı anlaşıldığından
makamına iade olundu.
Bu sırada zamanın padişahı Sultan I.
Abdülhamit analarının yolundan giderek bir
cami ve imaret inşasını tasavvur etmişti. Ancak
seçilen yerler cami ve mescitle dolu olduğundan
ve Bahçekapı’da Valide Camii civarında bir
imaret yapılmasına lüzum görüldüğünden Şaban
ayının 23. günü o yerde imaretin temeli atıldı.
Şeyhülislâmın azli ve eski sadrazam Halil
Paşa’nın ölümü: Şeyhülislâm Salihzâde Emin
Efendi, geçkin ihtiyar olduğundan zapt ve rapta
kadir olamıyor ve maiyetinin dedikodusuna
sebep oluyordu. Şevvalin 16. günü azlolundu.
Azledildiği gün rüus imtihanlarını yapmak üzere
birkaç yüz danişmendi fetvahaneye getirtmişti.
Azli duyulunca danişmentler dağıldılar. Yeni
şeyhülislâm Mehmet Esat Efendi, on gün sonra
danişmentleri tekrar toplayıp rüus imtihanlarını
yaptı.
Selanik mutasarrıfı iken Sivas Valiliği’ne
tayin edilen Halil Paşa Sivas’a giderken Nallıhan
kazasında öldü. Halil Paşa Bağdat fatihi İvaz
Mehmet Paşa’nın oğlu olup 1724-1725 tarihinde
İstanbul’da doğmuş, babasının maiyetinde bazı
seferlere katılmıştı. Sultan Mahmut devrinde
hayli önemli işlerde bulunduktan sonra
Mirahorluğa getirilmişti. 1768-1769’de
Kaymakam Kethüdası 1769-1770’te Mirahor-ı
Evvel olmuş uhdesine vezaret verilerek Hotin
Muhafızlığı’na giderken sadrazam olduğu
kendisine bildirilmişti. Fakat zamanında İslâm
askerine, kader icabı, perişanlık arız olduğundan
bir sene sonra azledildi ve nihayet Sivas
Valiliği’ne giderken yolda öldü.
Bazı tarihlerin yazdığına göre padişah
kendisine uyacak bir sadrazam aramaktayken,
bazılarının teşvikiyle, “Kara Silahtar” adı ile
anılan padişah silahtarı Seyit Mehmet Efendi’yi
bulmuş ve sadarete getirtmek üzere Kethüda
tayin ettirmiştir. Filvaki on beş gün sonra
sadrazam olmuştur. O tarihlerde Yahudilikten
dönme “Lâtif” namında bir çengi bazı devlet
büyüklerine helva sohbeti tertip ettirip kendisini
de davet ettirmiş olduğundan zamanın zarifleri:
“Helva sohbeti Latif ’in şöhretine ve sadrazamın
zilletine sebep olduğu idi.” derlerdi.
Darendeli Mehmet Ağa’nın sadrazamlığa
tayini: Sadrazam Mehmet Derviş Paşa zilkadenin
25’inde azledilmiş Gelibolu’da ikamete memur
kılınmıştı. Bu zat sadareti esnasında 17.000 kese
akça aldığı hâlde masrafı çok olduğundan
azledildiğinde 600 kese borcu çıkmıştır. Yerine
Darendeli Mehmet Ağa sadrazam tayin olundu.
Bu husustaki hatt-ı hümayun şudur:
“Sen ki sadrazam ve vekîl-i mutlakımsın, seni
selamete götüren selamımla taltif ettikten sonra
bilesin ki selefin Mehmet Paşa, devlet işlerini
görmekteki ihmali ve gevşekliği ve makamına
yakışmayacak hareketlerden çekinmemesi ve
lâubaliliği iğbirarımı mucip olmuş kendisine
defalarla tembihler yapılmış olduğu hâlde, fayda
vermediğinden azli gerekmiştir.
Sen devlet ricalinin emektarı sadakatlisi ve
zatında olan hamiyet cevheri ve zekâ ışığı ve
öteden beri memur olduğun büyük işlerdeki
başarılarından başka, kethüdalık rütbesi
kazanmandan beri gösterdiğin sadakat
sayesinde bundan böyle de dinine ve Devlet-i
Aliye’ye layık, saltanatımın namusuna uygun
hizmetler göreceğin memul olduğundan
hakkında cihanı kaplayan inayetim zuhur etmiş
ve istiklâl ile büyük vezirlik hamiyetli omuzlarına
tevdi edilmiştir.
Sözlerini ve tutumunu şeriata uygun ve
uhdene verilmiş işleri en iyi bir tarzda görmeye
gayret ve hakkındaki güvenimi perçinleyecek
işlere girişesin. Bana Allah’ın emaneti olan
tebaam üzerine, iyilik ve şefkat kanadını geresin.
Bilhassa saltanat merkezi halkının refahını temin
ederek hayırlı dualarını celp eyleyesin.
Ehlisünnete nifak vermeye kalkışanlara ve din
hainlerini tenkil edecek çareleri halk edip
saltanatı seniyemin namusunu tamamlayasın.
Kimsenin hatır ve gönlüne bakmaksızın ricalimi
ve saltanatı hadememi istidatlarına göre
kullanasın. Sadakatleri görünenlere ikram
ederek rıza-yı şahanemi tahsil eyleyesin. Cenab-
ı Hak bütün işlerimizi yüce tevfikine muvaffak
eyleye. Âmin”.
Birkaç yıldan beri bazı sefihler, kadınlara
benzeyerek sıkma şeritli yakası oymalı, yenleri
sırmalı kaftan ve buna uygun entari diktirip 30
kuruştan fazla terzi parası verdiklerinden
aldıkları aylıklar masraflarına yetmiyor ve
borçlanıyorlardı. Efendilerinin çocukları da bu
yüzden gayrımeşru işlere girişiyorlardı.
Velhâsıl; sefiller orta hallileri, orta halliler
zenginleri taklit ile halk israfa düştü. Bu ise
nizam bozucu olduğundan saltanat hademeleri
vezirler, ulema, zabit ve askerler için başka
başka elbiseler tayin olmuş, bundan fazla bir şey
giyilmemesi emrolunmuştu. Otuz sene önce
hademe makulesi ne giyerse şimdikilerin de onu
giymeleri ilan olundu ve başka türlü esvap diken
terzinin de asılacağı bildirildi.
Tersane işleri saltanatın en önemli işlerinden
iken bir müddetten beri memurlarının
dikkatsizliği yüzünden malzeme ve mühimmat
azalmıştı. Padişahın emri üzerine sadrazam
tersaneye gidip Kaptan Paşa’yla görüşerek lazım
gelenlere şiddetli emirler verildi. Yeni kalyonlar
yapılmasına başlandı. Tersane için İzmit
dağlarından kesilen kereste İstanbul’a
geldiğinde, kereste kâtibi Ârif Efendi, kimisini
boyu, kimisinin eni uygun değildir diye ret
ettiğinden, kesim yerinde bulunması için Ârif
Efendi evinden alınarak İzmit dağlarına yollandı.

İran’a Sefer Açılması

İran meselesi büyük işlerdendi. İşlerin


içyüzünün öğrenilmesi için Kars muhafızından,
Şehrizor Valisi’nden, Ömer Paşa’dan raporlar
istendi.
Sadrazam konağında yapılan toplantıda
Kerim Han üzerine sefer açılması kararlaştırılmış
ise de bazı değişiklikler araya girdiğinden tekrar
yapılan toplantılarda, vükelâ aynı kararda ısrar
eylemiş idi. Bu sırada Devlet-i Aliye’nin
Kaynarca Muahedesi’ni hafifletmek gibi büyük
bir endişesi olduğu hâlde padişahın azmine halel
gelmeyerek, Allah’a güvenip harp ilan
olunmuştu. Meclis kararı gereğince Bağdat
Valisi Abdullah Paşa’ya Zor Valisi Hasan
Paşa’ya, hazırlık için emirler verilmiş Zor
Valisi’ne 500 kese akçe gönderilmişti.
Bağdat Valisi’ne yazılan emirde 5.000 nefer
asker istenmiş bundan başka Çakır Ahmet Bey,
Karahisar Mutasarrıfı Mehmet Paşa, Akşehir
Mutasarrıfı İsmail Paşa, Abzulu Aşireti Beyi
Hasan Bey’e beş yüzer nefer mir-i süvari; Bozok
Mutasarrıfı Mustafa Bey, Rişvanzâde Enver
Paşa’nın biner nefer asker vermeleri emrolundu.
Millî Aşireti reisinin geçmiş cürümleri bedeli
olarak 1.000 nefer ve kapısı halkı; Anadolu,
Karaman, Halep, Maraş, Akka, Sivas ve Musul
vilâyetleri zeamet ve tımar sahiplerinin o tarafa
gitmeleri; Harput, Diyarbakır Malatya, Siverek
havalisinden 8.000 nefer piyade temini
emrolundu.
Bütün aşiret beylerine emirler yollandı.
Mardin, Nusaybin taraflarından 25.000, Rakka
ve Malatya’dan 55000 kile Halep’ten 60.000,
Musul’dan 29.000 kile zahire alınması ve
kerestenin Halep ve Maraş’ta sağlanması,
Birecik iskelesinde 150 gemi yapılması
emrolundu.
Her taraftan İran üzerine asker yollanması
kararlaştığından Kars tarafından gelecek askerin
Azerbaycan üzerinden yürütülmesi lazım
geldiğinden, Azerbaycan hanlarının İran ile
müttefik olup olmadıklarının araştırılması icap
etti. Sadrazam, Azerbaycan hanlarına mektuplar
yolladı. Bu hanlardan Devlet-i Aliye’nin
himayesini niyaz eder yollu cevaplar verildi.
Bundan sonra Rusya’dan el çekip tam olarak
Osmanlı Devleti’ne sığınacaklarını, padişah
eşiğine bağlılığını sürdüreceklerini ifade ettiler.
Padişah, Han’ın cevabından memnun kalarak
Azerbaycan Hanı Ereğli Han’a 1.000 altın, bir
samur kürk, bir donanmış at, Hüseyin Ali Han’a
2.000, Ahmet Han’a 1.500 mahbup altın, birer
samur kürk hediye edildi.
Zilkadenin 17. günü saat yedide Amasya,
Merzifon ve Köprü havalisinde deprem vuku
buldu. Köprülü oğlu camii ve bazı mescitler
yıkıldı, yüz kişi öldü.

Yılın Gelişen Bazı Olayları

Kaptan Paşa’nın Bursa’ya Gitmesi: Devlet-i


Aliye, İran seferiyle meşgulken Kırım meselesi
yüzünden Rusların harp açması alâmetleri
belirdiğinden her tarafta karalarda tedarikât
alınırken, denizde de bir taraftan yeni kalyonlar
inşasına bir taraftan da tersanenin
tamamlanmasına gayret olunmaktaydı. Lazım
olan kereste öteden beri İzmit dağlarından
getirilirken Domaniç yaylasından getirilirse
naklinin kolay olacağı haber verildiğinden
Kaptan-ı derya Gazi Hasan Paşa işi yerinde
görmek üzere yirmi-otuz adamıyla Bursa’ya
geçti.
Yenişehir taraflarında eşkıyalık eden Ahmet
Bey’i yakalayıp öldürdükten sonra 15–20 gün
Domaniç dağlarını incelemiş ve kereste işlerini
bir nizama bağlamıştı.
Sadaret Kethüdası İbrahim Efendi
rebiyülevvelin sekizinci günü azledilmiş, yerine
Sadaret mektupçusu Süleyman Feyzi Efendi
getirilmiş. Gerçi mektupçuluktan birden bire
Kethüdalık mertebesine gelmek olağanüstü bir
keyfiyet ise de Süleyman Efendi bilgi ve
dirayetiyle bu terfiye hak kazanmıştır.
Sadrazam bir iş sahibi kıyafetine girerek
rebiyülevvelin on dokuzuncu günü saat iki
sularında Defterdar kapısını dolaşmış, Mevkufat
Kesedarı’ndan gayrı kimsenin gelmemiş
olduğunu görmüştü. Bu ise iş sahiplerinin han
köşelerinde sefil olmalarını intaç ettiğinden,
bundan böyle memurların sabah saat birde, iş
başına gelip saat on buçukta evlerine dönmeleri
ve ihmali olanların azilleriyle yetinilmeyip
başkaca cezalandırılmaları emrolunmuştu.
Padişah Hazretleri işleri düzletmekle meşgul
olduğundan yazlığa çıkma fırsatı bulamayıp, bu
yıl rebiyülevvelin yirminci günü Karaağaç
bahçesini teşrif ederek bir müddet dinlendikten
sonra Beşiktaş sahil sarayını teşrif etmişlerdir.
Uzun zamandan beri medrese köşesinde
okuyup mülâzemet devirleri yedi seneye varan
ve rüus almaya hak kazanmış olan
danişmentlerin imtihanları yapıldı. Yedi-sekiz
gün zarfında yüzden fazla danişmendin
imtihanları yapılarak imtihanı kazanan otuz
kişiye rüusları verildi. Rüus alan hoca efendiler
teşekkür için sadrazamın huzuruna girdiklerinde
sadrazam bulunan Darendeli Mehmet Paşa,
kendi hazinesinden her danişmende yirmişer
kuruşluk harçlık ihsan etti ve bu hâl sadrazamlar
için âdet hâline geldi.
Mirahor-ı evvel Hacı Mustafa ağa, padişahın
teveccühünü hazmedemeyip, büyüklere
payelerine göre riayet etmediğinden başka,
böyle ikbal heveslilerinin saltanat yakınında
bulunması doğru olmadığından azli için cuma
günü sadrazam, huzuru hümayuna çağırıldı.
Mustafa Ağa’nın vezaret rütbesiyle bir
memuriyete memur kılınması, padişahın isteği
olduğu sadrazama bildirildi. Sadrazam ağayı
hemen huzuruna getirtmek istedi. Ağa yaz
kıyafetlerini hazırlamakla meşgul olduğundan
ancak ertesi gün gelebileceğini bildirdi.
Bu hâl, padişah fermanına aykırı idi. Çünkü
öteden beri vezaret alıp da konağa gidecek olan
zevatın kılık ve kıyafetleri sadrazamca temin
olunduğundan bu kıyafetler hazırlanmış
bulunuyordu. Adam gelmeyince sadrazam
hayret etti ve Ağa’ya ikinci defa haber salarak:
“Acele görüşülecek işler vardır.” dedi. Ağa
nihayet geldi.
Vezir rütbesi ile Anadolu Valiliği’ne tayini
tebliğ edildiyse de Ağa kabulden çekindi ve
değiştirilmesini istedi, ısrar etti. Vakit akşama
yaklaşmıştı, Namaz için sadrazam abdest almaya
kalktığı esnada saraydan sıvıştı. Sadrazam ister
istemez olanı biteni padişaha arz etti.
Padişah bu işe öfkelenerek Ağa’nın hemen o
gece bir yere sürülmesini ferman etti. Gece
Kethüda ve reisülküttap bu iş için sadaret
dairesinde kaldılar. Mübaşirler vasıtası ile Ağa’yı
Üsküdar’a geçirdiler. Ertesi gün padişah bunu da
affederek Ağa’yı Hanya Valiliği’ne tayin ettiyse
de Ağa yeni bir istifa göndererek yine
değiştirilmesini istedi. Fakat bu azil ve nasplar
arasında Ağa’nın akli dengesi bozuldu. Aklı
yerine gelinceye kadar Bursa’da oturup sonra
Kütahya’ya gitmesi ferman olundu.
Kadı Beyzavî tefsirlerine başlamak: O devrin
âlimleri bütün ilimlerin tedrisini tamamlayıp da
hayat dersini tamamlayacakları yaklaşınca, yani
geçkin ihtiyarlıklarında Kadı Beyzavî tefsirlerine
başladıklarından, bitirmeye muvaffak olanlar
pek nadir olurdu.
Onun için: “Kadı Beyzavî’ye başlamak,
ölümün yaklaştığına alâmettir.” diye bir inanç
yerleştiğinden bazı âlimler Beyzavî okutmaya
cesaret edemezlerdi. Yirmi seneden beri Şehzâde
Camii’nde Kâdi Beyzavî tefsiriyle meşgul olan
Köprülü Halil Efendi tefsiri tamamladığından
ekim ayının yirmi sekizinci günü hatim duası
yapıldı.
Boğdan voyvodasının cezalandırılması:
Boğdan voyvodası Ligor, evvelce Divan-ı
Hümayun tercümanı olarak devletin nimetiyle
beslenmişken 1768 Haziran/Temmuzunda ordu
için kendisine sipariş olunan levazımın
tedarikinden kayıtsızlık göstermiş, daha sonra
güya esir düşmüş gibi düşmana sığınmış ve üç
sene Rus hizmetinde kaldıktan sonra yapılan
barış anlaşması ile kendisini yine voyvodalığa
tayin ettirmişti. Bu vazifedeyken gizlice Ruslarla
temasta bulunduğu anlaşıldığından
cezalandırılması için Dergâh-ı Ali Kapıcıbaşısı
Karahisarlı Ahmet Bey’e vazife verildi.
Bu zat münasip surette voyvodayı yanına
çağırtıp başını cellada kestirdi. Yerine yine
Divan-ı Hümayun tercümanlarından Konstantini
Bey voyvoda tayin edildi.
Sultan I. Abdülhamid’in yaptırdığı imaretin
tamamlanması: Valide Camii civarında Sultan I.
Abdülhamid’in yaptırdığı imaret, okul ve
sebilhane inşaatı tamamlandığından
Müneccimbaşı’nın tavsiyesiyle aralığın on
dördüncü günü padişah, sadrazam, şeyhülislâm
hazır oldukları hâlde dualar yapılarak binalar
açıldı. Yapı hizmetinde bulunmuş memurlara
hil’atler giydirildi. Binanın kitabesi Baş Hattat
Mehmet Esat Yesarî Efendi tarafından yazıldı.
Valide Sultan Camii’nin tamamlanması:
Padişah, annesi Rabia Sultan namına İstavraz ile
Çengelköy arasına Beylerbeyi Sarayı’nın Hırka-i
Şerife Odası yerinde bir cami yapılmasını irade
eylemiş ve 1777 Nisanının 3’üncü perşembe
günü camiin temeli atılmıştı.
Bu yıl ağustosun cumartesi günü cami
tamamlanmış, cuma günü padişah, cuma
namazını bu camide kılarak caminin adına Rabia
Sultan Camii denmesini emretmiştir. Bu
vesileyle tarihçi Enverî Efendi’nin düşürdüğü
tarih şudur:
Söyledi züvvâr tarihin işittim Enverî:
Oldu Hakk’a Camii Abdülhamid Han
secdegâh.
Mustafa Ağa’nın Düğünü, Saliha Sultan ve
Safiye Sultan’ın Vefatı: Mustafa Ağa’nın
padişaha hizmetleri olduğundan, kendisine
Kapıcıbaşı Kethüdalığı rütbesi verildi. İlaveten
padişah, biraderi Sultan, Mustafa’nın evlenme
çağına gelmiş kızı Şah Sultan onunla
nişanlanmış olduğundan eylül ayının yirmi
yedinci cumartesi günü ağa, sadrazam huzuruna
çağrılarak evvela Rakka Valiliği tevcih edilmiş
ve vezaret hil’ati giydirildikten sonra saraya
damat olduğu için bol yenli samur kürk
giydirildi.
Birkaç gün sonra, bu Mustafa Paşa uhdesine
nişancılık verilerek İstanbul’a yerleştirildikten
sonra aralık ayının yirmi dördüncü günü
müneccimlerin tayin ettiği mesut bir vakitte, Şah
Sultan’a vekâletten Kızlarağası, Damat Paşa’ya
vekâleten kapı kethüdası tarafından kasımın 16.
pazar günü nikâhları kıyıldı.
Gelin alayı tertip olunarak ata binmiş hâlde
sadrazam, şeyhülislâm, vükelâ, ulema, rical,
Divan-ı Hümayun hocaları ve kapıcı başı
Ağalar, Şah Sultan Hazretlerini, harem-i
hümayundan alıp muhteşem alay ile Cebehane,
Soğukçeşme ve Şengül Hamamı yoluyla At
Meydanı’ndan ve Peykhane Sokağı’ndan
geçirerek Divanyolu’na, oradan Saliha Sultan
Sarayı önünden Cağaloğlu Konağı civarında
bulunan Saray-ı Sultanî’ye götürdüler.
Ertesi gün Sultan Abdülhamit cuma namazını
kıldıktan sonra Şah Sultan’ın sarayını teşrif
ederek Damat Paşa’ya, bol yenli samur kürk
giydirdi. Damat Paşa da padişah maiyetinde
bulunanlara kırk-elli kadar saat hediye etti.
İkindiden sonra padişah, Damat Paşa tarafından
takdim edilen atına binerek saraya döndü. Arası
çok geçmeden, Damat Paşa hakkında yeniden
padişahın teveccühü belirerek memuriyeti Rakka
Valiliği’nden Aydın sancağına tahvil olundu.
Padişahın kız kardeşi Saliha Sultan, hidropos
illetinden hasta olarak Eyüp’teki yalısına tebdil-i
hava için taşınmak istedi. Ancak vücudunun
arabaya tahammülü olmadığından ekimin 21.
gecesi tahtırevanla yalısına nakledildi ise de o
gece vefat etti. Haber sadrazama gece saat üçte
ulaştı. Ertesi gün naaşı Eyüp Sultan camiine
götürüldü. Namazı Anadolu Kazaskeri
tarafından kılınarak Eyüp Sultan’a gömüldü.
1698-1699’da Sultan Mustafa’nın Edirne’de
doğmuş olan kızı Safiye Sultan’ın yaşı sekseni
aşmış olduğu hâlde şiddetli bir nezleye tutularak
sekiz gün sonra öldüğünden Süleymaniye Cami-
i Şerif’i mezarlığına gömüldü. Kendisinin
bırakmış olduğu vakfın gelirlerinden Ayasofya,
Sultan Mehmet, Sultan Beyazıt ve Valide Sultan
camilerine ders, vaaz ve dua için paralar ayrıldı.
Ayrıca iradın fazlasından her yıl Haremeyn’e
Sürre ayrılmış ve Lütfi Paşa Mahallesi’nde yeni
çeşme yapılarak leziz bir su akıtılmıştır.
Osmanlı - Hindistan Münasebetleri

Hindistan’daki Malibor Hükûmeti’nden,


bölgedeki Mecusîlerle savaşmaktan dolayı
hazinelerinde para kalmadığından Osmanlı
Devleti’nden yardım talep etmek üzere bir heyet
gelmişti. Elçi Hacı Ali, Hint sultanından bir
mektup getirmişti. Mektupta daha önce
Osmanlı’dan gelen yardım sayesinde düşmana
galebe edildiği belirtiliyor yine yardım
isteniyordu. Osmanlı’nın şimdiki durumu müsait
olmadığından yardım edilemedi.
1543-1544 yıllarında bazı Hint eyaletlerinin
yardım talepleri kabul edilmiş olduğu hâlde
buna devam edilmemesi ve sonraki taleplere
alaka gösterilmemesi çok teessüf edilecek
hususlardandır. Eğer Devlet-i Aliye’nin
Hindistan taraflarına dirayetli elçileri bulunmuş
ve o büyük kıtada bulunan İslâm devletlerinin
korunmasına gayret edilmiş ve Hint ticareti ele
geçirilmiş olsaydı, şimdi Hindistan’ın bir hayli
yeri Osmanlılar elinde bulunur ve oradaki İslâm
devletleri de perişan olmazdı.
Şimdiki hâlde büyük kıtanın üçte ikisi İngiliz
Devleti’nin elinde olup yüz milyondan ziyade
tebaası vardır. Önce Portekizler, sonra
Hollandalılar, Danimarkalılar ve Fransızlar, Ümit
Burnu yolunun Vasco de Gama tarafından
keşfinden sonra ticaret için Hindistan’a gelmiş
ve birçok yerleri ele geçirmişlerdi. Bu tarihten
170 sene önce İngilizler bir Hint kumpanyası
kurarak ticarete ve memlekete zaptına
başlamışlar ve kısa zamanda rakiplerini oradan
uzaklaştırmalardır.
Hâlbuki Ümit Burnu yolu çok uzak ve
tehlikeli, kendileri Hristiyan oldukları hâlde Hint
devletlerinin hiçbiri o dinde olmadığı hâlde,
İngilizler gayret bilgi ve sebat ile o kadar
mümbit ve güzel bu büyük ülkeyi ele
geçirmişlerdir.
İslâm devletlerinin en şereflisi ve hilafete
sahip olmak bakımından bütün Müslümanların
yöneldiği yer olan Süveyş ve Basra körfezi gibi
kestirme Hint yollarını elinde bulunduran
Devlet-i Aliye, İngilizlerin onda biri kadar
himmet etmiş olsaydı neler olmazdı.

Necid’de Vehhabîliğin Ortaya Çıkması

Arap Yarımadası’nda Basra ile Mekke arasında


bulunan Necid dolaylarında Hz. Ebubekir (R.A.)
zamanında “Müseylemetü’l-Kezzab” adında
yalancı peygamber çıkmış, yalanları ile ortalığı
karıştırmaya kalkmıştı. Şimdi de Mehmet bin
Abdülvehhap isimli adam, ehlisünnet yolundan
çıkıp dalalet ve bidat yoluna saptı. Bu
Abdülvehhap’ın ileri sürdüğü batıl fikirlere
inananlara Vehhabî denir. Bu adamın başına
topladığı birtakım eşkıya ile Haremeyn üzerine
saldıracağı haberleri çıktı. Haremeyn halkı telaşa
düştü.
Bu adam Necid dolaylarında dolaşarak
birtakım batıl fikirlerle nice Arapları kandırmış
ve Deriye ahalisini bütün bütün kendine
bağlamış ve Deriye şeyhi Mehmet bin Suud’la
beraber Haremeyn’de yapmadığı fenalık
kalmamıştı. Onun için Mekke Şerifi’nin telaşı
yerindeydi. Mekke Şerifi padişahtan külliyetli
yardım isteyerek bu eşkıyayı defetmek teklifinde
bulundu. Fakat bu şikâyeti Şerif’ten gayrı
Haremeyn halkından kimse yapmadı. Durum,
padişaha arz edildi.
İstanbul’da Hicaz ahvaline vâkıf olanlardan
alınan bilgiye göre bu eşkıyanın böyle bir şeye
kıyam edemeyeceği öğrenilmiş bir taraftan da
Bağdat, Şam, Cidde valilerinden durum
sorulmuştu.
Padişah da: “Mesele dikkatle incelensin.”
buyurmuştu. Fakat vükelâ bu işi ciddîye
almadıklarından sonraları pek büyük bir gaile
hâline geldi. Bu sırada Medine-i Münevvere’de
de cenk ve cidal eksik olmuyordu. Taraflar
arasında vuruşmalar oluyor, hatta atılan
tüfeklerden bazı kurşunlar Peygamberimizin
sandukasına isabet ediyordu. Bunun üzerine
Halep Valisi Ahmet İzzet Paşa askerle Medine
üzerine gönderildi. Bunlar ancak Sultan II.
Mahmud’un kahramanlığı devrinde ele geçirilip
kahredilebildiler. Bu Vehhabîler küçük bir
kıvılcım iken vükelânın kayıtsızlığı yüzünden
büyük bir ateş olmuştu.
Yahudilerin Selanik ve İzmir Gibi Yerlerde
İskân Olunmaları

Lehistan’ın paylaşılması yüzünden etrafa dağılan


halktan 150 kadar Yahudi’nin Tuna yalısına
gelerek İstanbul’a gelmek üzere oldukları haber
alındığında, İstanbul’a çıkarılmayarak Selanik ve
İzmir gibi yerlerde iskân olunmaları ferman
olundu. Fakat bunların arkası kesilmeyip
peyderpey geliş gidişleri devlet erkânını
huzursuz kıldığından, İstanbul’a gelmek isteyen
Yahudilerin gemilere alınmaması için Tuna
kıyılarında bulunan kumandalara emirler yazıldı.
Sınır boylarındaki kalelerin tamiri ve
donanmanın teçhizi çok masraf istediğinden bu
yıl Şaban ayının sonlarında askere dağıtılacak
para da eksik göründüğünden Şıkk-ı Evvel
Defterdarı Hasan Efendi, sipahi ve silahtar
ocaklarına 400 kese eksik maaş verilmesini bu
ocakların ağalarıyla gizlice anlaşmış iken, bu
ocak halkından bir kısmı “Başka ocakların
ulûfeleri tam verilir de bizimki neden noksan
verilir?” diye dedikoduya başladılar.
Bunları susturmak için ister istemez
aylıklarının eksiği ödendi ve Defterdar Hasan
Efendi Midilli’ye sürüldü.

Kırım’da Gelişen Olaylar

Kırım’a han seçilen Devlet Giray Han, Devlet-i


Aliye’ye olan sadakatinden dolayı kendisine
padişah ve sadrazamın teveccühü vardı. Aradan
çok zaman geçmeden Kırım’dan dört Tatar,
yanlarında bir Rus olduğu hâlde İstanbul’a gelip
Şahin Giray’ın han seçildiğini arz ettiler ve
kendisine menşur ve berat verilmesini istediler.
Devlet-i Aliye Şahin Giray’ın hanlığını kabul
etmedi, Kırım halkının seçtiği eski han III. Selim
Giray Han’ı Kırım’a yolladı. Devlet Giray Han
da Rumeli’ye gönderildi.
Kaynarca Muahedesi’ne göre Kırım’ın hür
bırakılması yüzünden meydana gelen ihtilaller,
Rusya ile Osmanlı arasında bu kadar zahmetle
yapılmış olan sulhun bozulmasına sebep olacağı
İstanbul’daki Rus elçisine defalarla ifade
olunmuştu. Elçi kâh buna bir çare bulunacağını
söyleyerek, kâh aldırış etmeyerek zaman
geçiyordu. Bu yüzden yine harp tehlikesi
görünüyordu. Katerina’nın Kırım’ı ele geçirmek
için bahane aradığı da biliniyordu.
Bu sebeple Devlet-i Aliye; Bender, Akkirman
ve Vidin kalelerinin tamiri için adamlar
gönderdi. Menziller de yoluna kondu. Bu
maksatla görevlendirilen Dergâh-ı Âli
kapıcıbaşlarına on ikişer, saray silahşörlerine
yedişer, gediklilere beşer, Tatarlara birer at ve
tuğralı emir verildi. Gelip gidenlere saat başına
yirmi akçe ücret ile at kiralanması buyruldu.
Böylece menzilhanelere kuvvet verildi.

Lehistan’ın Bağımsızlığı

Lehistan’ın birçok yerleri paylaşıldıktan sonra


Ruslar bu devleti tamamen ortadan kaldırmak
için türlü oyunlar çevirmekte idiler. Bu arada
Lehistan sefiri İstanbul’a gelmişti. Devlet-i Aliye
Lehistan’ın bağımsızlığını tasdik etmişti. Elçi
gelişinin üçüncü günü âdet üzere saraydaki
ulûfe dağıtılması merasimini seyir ettikten sonra
padişahın huzuruna kabul edilmiş bu suretle
vazifesi son bulmuştu.
Kırım meselesi yüzünden Devlet-i Aliye’yle
Rusya arasında gerginlik hâsıl olduğundan
Lehlilerin Devlet-i Aliye tarafına kazanılmaları
için Kesriyelizâde Numan Bey, Lehistan’a elçi
olarak gönderildi.

Hristiyanlık hakkında kısa değerlendirme

Hristiyan dini muhtelif fırkalara ayrılmış olup


başlıcaları şunlardır:
1- Garp, Latin ve Katolik kilisesi denilen ve
Roma’daki papanın ruhanî riyasetine bağlı olan
mezhep.
2- İstanbul Rum patriğine bağlı Ortodoks
veya Şark Kilisesi denen mezhep,
3- Ortodoks Kilisesi’nin bir şubesi olup fakat
Rum patriğinin reisliğini tanımayan özel bir
patriğe bağlı Ermeni mezhebi.
4- Hiçbir ruhanî riyaset kabul etmeyen
Protestan mezhebi.
Osmanlı toprakları üzerinde doğu ve kuzeyde
vaktiyle yalnız Rum ve Ermeni kiliseleri olup,
bu sebepten Devlet-i Aliye Hristiyan tebaası için
yalnız bu iki mezhebi tanımış ve onlara birtakım
imtiyazlar ihsan etmiştir.
Şam’da, Bosna’da ve Akdeniz adalarında
Latin mezhebine bağlı, bazı tebaa varsa da
sayıları pek azdı. Bu mezhebin papazları çok
defa ecnebîden olur. Zaten Katolik mezhebine
ecnebî nazariyle bakılır; Protestanlık ise
buralarda bilinmezdi.
Her yerde özellikle doğu memleketlerinde
mezheple milliyet ayrı şey olarak
görüldüğünden tebaadan bir kısmının velev
ruhanî olsun bir ecnebî hükûmet ile alaka peyda
etmesi memleket için zararlı görülür. Papa
Devleti, dinî durumunu nüfuz âleti yaparak
Avrupa’da pek çok çarpışmaya sebep olmuş ise
de asrımızda Papa Devleti sırf ruhanî bir devlet
olarak kalmış ve hükûmeti Katolik mezhebinin
ruhanî reisliğine inhisar etmiş ve bu manevî
bağlantının devletçe korkulacak yeri
kalmamıştır. Katolik mezhebine girmiş olan
tebaanın o mezhepte bulunan devletlerin
zaferine dua edecekleri fikri ise tamamıyla ispat
edilmiş bir hüküm değildir.
Çünkü bağlı olduğu devletten hoşnut olan ve
onun himaye ve adaletinde rahat yaşayan
tebaanın sırf dinî uygunluk dolayısıyla başka
devlete meyletmesi pek zordur. Bu sebeple bazı
Ermenilerin, Katolik mezhebine girmelerini
önlemek için şiddetli davranmak adalete ve
basirete uygun değildir. Farzımuhal olarak bu
mahzur olsa bile, mahzuru kaldırmanın şiddet
tedbirleriyle olmayacağı bilenlere malûmdur.
Ancak Hristiyan mezheplerinin
bilinmeyenlerinin durumunu Devlet-i Aliye
tetkik etmelidir.
Protestanlar İncil ve Tevrat’ın hakikî
manasıyla âmili olduklarını iddia edip
ibadetgâhlarında tasvirleri ve putları kaldırmış,
öteki mezheplerin birçok bidatlerini imha etmiş
olduklarından belki asıl kitap ehli onlar iken,
bunları Müslümanlar nazarında nasıl başka
göstermişlerse, Ermeniler de kendilerinden
ayrılıp Katolik olanları Devlet-i Aliye nezdinde
itham etmişler ve sarraflık gibi hizmetlerle
büyüklerin huzuruna girerek onları da Katolikler
aleyhine kışkırtmışlar ve devlet gazabının
alevlenmesine sebep olmuşlardır.
Lakin her şeyde olduğu gibi inançlarla alakalı
yasaklama ve zorlamalar, “İnsan yasağa
haristir.” hükmünce hırsları harekete getirir.
Nitekim Ermeniler tarafından vuku bulan aşırı
izaçlar ecnebîlerin müdahalesini celbetmiş ve
patriğin azline sebep olduğu gibi daha sonraları
Katoliklerin ayrı bir millet kılığına girmesine yol
açmıştır.
Ermeniler ve Ermeni Meseleleri

Devlet-i Aliye’nin Hristiyan tebaasından olan


Ermeniler, Rum ve Katolik mezheplerinden ayrı
özel bir âyine mensup bulunup 1630-1631
yıllarına kadar bunların içinde mezhep ihtilafı
bilinmezdi.
Böyleyken Frenk rahipleri onların içine girip,
gerek İstanbul’da gerek Anadolu’nun bazı
yerlerinde bir kısım Ermenileri, Roma’da
bulunan Papa’nın ruhanî riyaseti altındaki
Katoliklik mezhebine sokmuşlardı.
Rum ve Ermenilerin ruhanî reisleri olan
patrikleri Osmanlı topraklarında bulundukları
hâlde Katolik kilisesi yabancı bir ruhanî reise
tabi olduğu ve batı memleketlerinin çoğu bu
mezhepte bulunduğu için Devlet-i Aliye
tebaasından bir grubun böyle bir ecnebî kiliseye
bağlanmalarında fesat görüldü. Ermeni
cemaatine mensup oldukları hâlde, Katolik
olanlara asıl Ermeniler düşman olduklarından
hakkında isnatlar başlamıştı. Bu durum Sultan
IV. Murad’a arz olunduğunda tebaanın böyle
ifsadına cür’et edenlerin cezası verilmişti.
1734-1735 yıllarında bu olay tekerrür
ettiğinden Hekimoğlu Ali Paşa’nın sadareti
zamanında bu hususun zararları göz önüne
alınarak bu tayfadan bir kaçı idam edilmiş ve
Ermeni patriklerine emirler verilerek Katolik
dinine girenlere kürek cezası vermeleri
emrolunmuştu. Fakat bir müddetten beri bu emre
uyulmamaya başlanmış, tebaadan bazı zenginler
Katolik mezhebine girmiş ve onların yardımıyla
Katolik papazları Papadan aldıkları beratlarla
köy kent dolaşıp birçoklarını kandırarak Katolik
yapmaya başlamışlardı. Oysa evvelce Ermeni
patriklerine verilmiş olan emirlerde Katolik
mezhebine girenlerin cenazelerinin
kaldırılmaması yazılmıştı.
Bu sırada zuhur eden veba salgınında Katolik
cenazelerinin kaldırılmasına Ermeni patrikleri
mâni olduklarından, Katolikler bunun sırrını ve
sebebini söylemeksizin, cenaze kaldırmak üzere
kendilerine mahsus Patrik tayin olunmasını Bâb-
ı Âli’den rica ettiler. Bunun üzerine kabinede
durum görüşülmüş ve Reissülküttap Ömer Vahit
Efendi aşağıdaki raporu sunmuştu:
“Devlet-i Aliye Hristiyan tebaasının çoğu
Ermeni taifesi olup kendilerine Ermeni
denmesinin sebebi, eskiden sakin oldukları
Azerbaycan bölgesindeki Ermeni kasabasından
gelmiş olmalarıdır.
O bölgenin o sıradaki hâkimi Ermen ismini
taşıyordu. 1200 yılına gelinceye kadar Küçük
Ermenistan, Antakya, Van, Erzurum, Sivas
eyaletleri ve Büyük Ermenistan Azerbaycan
tarafları müstakilen mülkleri olup, Selçuk
sultanlarından Süleyman Gıyasüddin zamanında
bu memleketler istila edilmiş, hükümdarları
yakalanmış ve kendileri tebaalığa kabul
edilmişlerdi. Sonraları IV. Murat zamanına
kadar bu taifenin mezhepleri başka
Hristiyanlardan ayrı ve tek mezhep idiler.
Kendi hallerinde yaşar, sade bir taife
oldukları hâlde, Avrupalılar Devlet-i Aliye’de
fesat çıkarmak için, nasıl Ruslar, harp esnasında
Rumları ifsat etmekten faydalanıyorlarsa
Frenkler de Ermenileri Katolikliğe alarak hem
kendi nüfuzlarını artırmak hem de Osmanlı
ülkesinde fesat çıkarmak isterlerdi. Bu yüzden
zuhur eden isyanlar katl ile tedip olunmuşlardır.
Hâlen Ermenilerle Katolikler birbirlerinin
kestiğini yemezler ve birbirini öldürmeyi sevap
sayarlar. Asıl Ermeniler Devlet-i Aliye’nin
zaferine dua ederlerken, Katolik olan Ermeniler
Frenklerin zaferini temenni ederlerdi. Az zaman
önce Rus seferi esnasında, Ruslarla Rumlar
arasında görülen durumlar bu iddiamızın
delilidir.
Atalarının âyinine sadık kalan Ermeniler
tarafsız olduklarından Devlet-i Aliye’ye sadakat
gösterirler. Ama Katolik mezhebine giren
Ermeniler Avrupa’da kilise satın alarak
zenginleri, yakınlarını terbiye etmek için o
kiliseye gönderirler. Başlarına şapka ve Frenk
elbisesi giyerek terbiyelerini bozduktan başka
sarraflık ve bezirgânlık bahanesiyle rical ve
kibarın evlerine intisap ederek devlet sırlarını
çalmaya uğraşırlar.
Bu taifeden olanlar öldüklerinde mallarını,
papalar zaptederler ve her sene topladıkları bin
keselik parayı Frengistan’a yollarlar. Bunlara
yüz verilirse, Allah etmesin, Rumeli ve
Anadolu’da bulunan Hristiyan tebaa bütün
Katolik olacaklardır.”
Reisülküttab’ın bu raporunu sadrazam,
padişaha sundu. Padişah da bir irade çıkararak
Ermeni tayfasını iğfal edenler, kim olursa olsun,
tedip edilmek üzere Ermeni patriğine bir buyruk
yazıldı. Katolik ölülerinin meydanda
bırakılmayarak “üslûb-ı hakimane” ile defin
olunması da tembih edildi.

Sadrazam Paşa’nın Azli


Sadrazam Darendeli Mehmet Paşa
sadrazamlıktan önce dakikası dakikasına iş
bitirdiğinden, şöhretine binaen Dergâh-ı Âli
Kapıcıbaşılığı’ndan birden bire Sadrazam
Kethüdalığı’na, az sonra da Sadaret’e
getirilmişti. Fakat kendisinden umulan hizmeti
göremediği gibi, hazinedarının sözlerine kanarak
padişahın teveccühünü uzaklaştıracak
hareketlere giriştiğinden azl edilerek Bozcaada
da oturmaya mecbur edildi. Yerine Yeniçeri
Ağası olup dürüstlükle hizmet eden Mehmet
Ağa sadarete getirildi. Bu husustaki hatt-ı
hümayun şöyledir:
“Sen ki vezir-i azam ve vekili mutlakım
Mehmet Paşa’sın, selefin Mehmet Paşa’nın
tamahı gevşeklik ve yavaşlığı devletin işlerinin
gecikmesine sebep olduğu gibi, hazineden ve
akrabası vazifeleri olmayan işlere müdahale
ederek rüşvet aldıklarından azli icap etti. Senin
barışta ve savaşta şöhretin mesmu-ı hümayunum
olduktan başka iki defa Yeniçeri Ağalığı’nda
rıza-yı hümayunuma uygun hareketlerin bence
malûm olduğundan Allah’ın izniyle bundan
böyle de dinine ve devletine hayırlı şeriat ve
kanuna uygun hareketlerde bulunacağından
seni seçtim ve bu büyük vekâlet ile mümtaz
kıldım, göreyim seni.
Askerin, sivilin, taşraların, vezirlerimin ve
devlet ricalimin hallerine vâkıf olduğundan
Allah’ın emaneti olan tebaamın zulümden
korunmasına, herkesin istidadına ve hakkına
göre vazifelendirilmesine ve özellikle en mühim
işlerden olan cephane, tophane, tersane ve
baruthanelerin eksiklerinin tamamlanmasına
gayret edesin. İstanbul’un ve seferlerin muhtaç
olduğu zahirenin toplanmasına, sınır boylarının
cihazlanmasına, İsmail, Kırım ordularının
tanzimlerine dikkat ve erbabı ile danışarak işleri
göresin. Hak Teâlâ işlerinizi her hâlde tevfika
mukarin eyliye. Âmin.”
Mehmet Paşa’nın mazisine bakılırsa
kendisinden iyi hizmetler beklenirdi. Lakin selefi
Darendeli Mehmet Paşa’nın sadaret bahsinde
söylenen sebeplerden onun da bu muazzam
sadaret yükü altından yüz aklığıyla
çıkamayacağı belli idi.

Kırım’ın Durumu

Kırım halkına yardım için Devlet-i Aliye harbi


tercih ederek İsmail taraflarına külliyetli asker
gönderdikten başka denizden de Canik
muhassılı Hacı Ali Paşa kumandasında 40.000
asker ve kırktan fazla gemi ile Kaptan-ı derya
Gazi Hasan Paşa gönderildi.
Bahar geldiğinde Donanma-yı Hümayun
tersaneden çıkıp Karadeniz’e gitmek üzere
muvafık hava beklemek için Beşiktaş önünde
demirledi. Lakin politik hava değişti. Vükelâ
harbi göze alamaz oldular. Çünkü Ruslar;
“Devlet-i Aliye Kırım’a asker gönderirse barış
bozulur.” diye iddialarda bulundular. Kırım
seraskeri ve kaptan Paşa Kırım’a
yaklaştıklarında Rus generaline yumuşak bir eda
ile mektup yazarak Rus askerinin harpsiz
Kırım’dan çıkarılmasını teklif ettiler.
Bu sırada Devlet-i Aliye’yi Leh meselesinden
dolayı harbe teşvik eden Fransız elçisi bu defa
harbe mâni olmak için elinden geleni yapmaya
başladı. Bu hâl Devlet-i Aliye’yi tereddütte
bıraktı. Hatta bu sırada Rus elçisi harbi ima ile
memleketine döneceğini ifade edince Devlet-i
Aliye vükelâsı onun gitmesine mâni olmaya
çalıştılar. Devletin bu tereddütleri Rusların
cesaretini artırdı ve Kırım’a bir kat daha
yerleşmesine ve orada para kuvvetiyle ve türlü
türlü vaatlerle halkı kandırarak tahakküme
başladılar.
Bu sırada Rusya’nın içişleri de karışmış ve
Katerina bile harbe taraftar olmamıştı. Lakin
bunu belli etmeyerek harp tedarikine başladılar.
Bir taraftan da türlü hilelerle harbi önleyecek
teşebbüslere giriştiler. Ne fayda ki o vaktin
Osmanlı vükelâsı içinde Rusların hilelerine vâkıf
bir zat yok idi. Olsa bile vükelâ arasında
anlaşma yoktu. Elçiler de türlü türlü telkinlerde
bulunuyorlardı. Böylece kimse mesuliyet
almıyordu. Ruslar bütün bu durumlardan çok
faydalandılar.

Rusya ile İlişkiler ve Donanmanın


Karadeniz’e Çıkması

Fransızların evvelce Devlet-i Aliye’yi harbe


teşvik ederken bu defa; anlaşmayı telkin
etmesinin sebebi şuydu: Bir müddetten beri
Ruslarla İngilizler arasındaki anlaşmayı
Fransızlar çekemiyor ve bunu bozacak bir sebep
arıyorlardı. Bir taraftan da Amerika
meselesinden dolayı Fransa’yla İngiltere
arasında harp vardı. Bu sebeple Fransızlar,
Rusların kendi aleyhlerine hareket etmelerinden
endişe ederek Ruslara bir cemile göstermek
istiyorlardı. Katerina’nın arzusuna uyarak evvela
Osmanlıların harp açmasını önlemeye
çalışıyorlardı.
Bu sırada Avusturya ve Prusya devletleri
arasında da harp zuhur ettiğinden, Avrupalıların
Kırım işine müdahale edecek vakitleri yoktu.
Her birisi Rusları kendi tarafına çekmek için
Kırım işinin bir an evvel bitmesini ve Rusların
serbest kalmasını isterlerdi. İşte Avrupa’nın bu
karışık durumu Rus-Osmanlı münasebetlerine
tesir ediyordu. Böylece Devlet-i Aliye vükelâsı
bir karara varamadıklarından kaptan Paşa
Beşiktaş önünde muvafık hava bahanesiyle
bekletilmekteydi. Havanın muhalefeti, Allah’ın
işi, kırk günden fazla sürdüğünden asker ve
mühimmat dolu gemilerin bu kadar müddet
beklemesi herkesi şaşırtıyordu.
Bu sırada Medine ahalisinin büyüklerinden
olup bu sırada İstanbul’a gelmiş olan Buharî
hafızı Ebuttayyip Efendi altı-yedi arkadaşı ile
beraber Hırka-i Şerife Odası’na çağrılarak,
Buharî-i Şerif okutulmasına başlandı. Rivayet
olunduğuna göre Sultan Abdülhamit zaman
zaman Buhari-i Şerif dinlemeye gelip
Peygamber’in temiz ruhuna salavat hediye eder
ve dua eyler imiş. Henüz Buharî okunması
yarıya gelmeden bir Peygamber mucizesi zuhur
ederek muvafık rüzgâr esip Donanmayı
Hümayun denize açıldı.
Kaptan Paşa donanmayla Sinop’a varıp
Serasker Paşa’yla görüştükten sonra birlikte
Temmuz’un 27. günü denize açılarak uygun
rüzgârla bir gün zarfında Kırım’ın Soğucak ve
Anapa mevkilerine vardılar. Aldıkları talimata
uygun olarak Rus generaline şu mealde bir
mektup yazdılar:
“Tatarlar serbest ise Rus askerinin Kırım’da
ve donanmasının Karadeniz’de bulunması
lüzumsuzdur. Eğer bizi Tatarlar davet ediyor
derseniz bütün Kırım halkının ve sultan ve
emirlerinin temsilcileri İstanbul’a gelip sizden ve
Şahin Giray’dan şikâyet ve İmam-ı Müslimîn
olan padişahtan istimdat etmişlerdir.
Onların kurtarılmasına memur olarak
padişah tarafından asker ve donanma ile
gönderilerek üzerinize varmak üzereyiz. Fakat
Devletimizin maksadı barış olduğundan size top
ve tüfek atmayız. Fakat yanaşacağımız yerlerde
ve su alacağımız mahallerde mümanaat vaki
olursa meydana gelecek istenmeyen şeylere siz
sebep olursunuz.
İslâm askeri Rus hudutlarını geçmeyecektir;
fakat İslâm memleketlerinden olup şeriata göre
hilafet toplumuna manevî bağlantıları şüphesiz
olan Dindar Tatar halkının ülkesine barış için
girmemiz sulhu bozmaz.”
Mektubu götürenler Kırım’a vardıklarında:
“40 gün karantina beklemek lazımdır.” diye
cevap verildiğinden, su almak için Kırım’ın ne
tarafına yanaşılsa Rusların karşı koyacağı ve
zorla su almaya kalkışılsa harbe sebep olacağı
malûm olduğundan, Serasker ve Kaptan Paşalar
İstanbul’a mektup yazarak kesin bir emir
verilmesini istediler.
Bunun üzerine kesin ifadeli bir ferman
gönderildi. Buna göre; Doğru Kırım’a veya
Tasman’a geçilip Ruslar tarafından taarruz
edilmezse bir mahalde ordu kurulacak ve uyanık
olarak beklenecek. Ruslar taarruz ederse katiyen
çekinmeden barışı Rusların bozduğu bilinerek
Allah’a tevekkül ve Peygamber’in ruhaniyetine
sığınılarak mahallin fethine girişilecekti.
Bu ferman varana kadar deniz mevsimi geçer
gibi olmuştu. Osmanlı ordusu Kefe’ye
vardıklarında Rus donanmasına tesadüf ettiler.
Ruslar dost gibi görünerek Donanma-yı
Hümayunun arkasından geçip gittiler.
Donanmayı Hümayun Kefe önlerine gelip, asker
ihracına elverişli bir yer aramaktayken Ruslar
vebayı bahane ederek Kırım’a çıkmanın tehlikeli
olacağını beyan ve keyfiyetin üç konak ileride
bulunmakta olan generallerine bildirilmesi lazım
geleceğini söylediler.
Bu sırada güz mevsiminde mutat olan
Kestane karası fırtınası çıktı. Donanma Kefe’den
ayrılıp, Sinop limanına girmeye mecbur oldu.
Henüz Kırım’ın muhtariyeti
hazmolunmamışken Rus ticaret gemilerinin
bütün Karadeniz’e yayılarak İstanbul önünden
gelip geçmeleri İslâm milletine gayet ağır geldi.
Ruslardan intikam almak hırsı şiddetli
olduğundan donanmanın böyle harp etmeden
dönmesi İstanbul’a dedikoduyu mucip olmuş,
hatta iki kalyoncu neferi Rus elçisini öldürmek
üzere saldırdıklarında Kaptan Paşa tarafından
tedip olunmuşlardı.
Buna ilaveten Ruslar Eflak ve Boğdan
beyliklerinin hiçbir bahaneyle azledilmemelerini
teklif ettiklerinden bu da Devlet-i Aliye’ye giran
gelmekle gerginlik artmış, harp belirtileri
görünmüştü.
Devlet-i Aliye iskelelerinde bulunan bütün
Rus ticaret gemileri zaptedilmişti. Bu esnada
Katerina, İran Şahı Zend Kerim Han ile
muhabere edip Ruslar Rumeli’den Kerim Han
Anadolu’dan Devlet-i Aliye’ye saldırmak üzere
ittifak etmişlerdi. İşte bu ittifak Katerina’nın
cesaretini artırmıştı.
1779-1780 senesi olayları

Rusya ile Aynalıkavak Senedi’nin Tanzimi

Fransız elçisinin aracılığı ile Abdürrezzak Bahir


Efendi, Aynalıkavak’ta Rus elçisi ile görüşerek
ihtilaf konusu olan maddeler teker teker ele
alınmıştır. Ruslar Şahin Giray’ın kaydı hayat
şartıyla Kırım Hanı olmasını istiyorlardı. Devlet-i
Aliye ise bunun altında gizli olan mahzurlardan
çekiniyordu. Birkaç ay zarfında müzakereler
neticesinde Aynalıkavak’ta iki tarafın kabul
edebileceği bir senet tanzim olundu. Bu senet
Küçük Kaynarca Antlaşması’nın bazı
maddelerini açıklığa kavuşturmaktan ibaretti.
Devlet-i Aliye’yi içten ve dıştan barışa
zorlayan birçok sebepler bulunduğundan ve bu
senet de devletçe kabul edilebilir görüldüğünden
vükelâ arasında görüşüldükten sonra padişah
huzuruna arz edildi. Muharremin onuncu günü
sadrazam konağında Umûmî Meclis toplanıp bu
senet herkese okundu. Sonra sadrazam:
“Vezirler, rical, ocak ağaları, şeyhülislâm bu
maddelerde günün şartlarına göre şeriata ve
saltanatı seniye kanununa zıt bir şey var mıdır
bildirilsin ve herkes bildiğini söylesin.” diye
hazır olanlara hitap etti. Orada bulunanlar:
“Bu senet Kaynarca Antlaşması’nın
hafifletilmesinden ve açıklanmasından ibarettir.
Gerçi Kırım’ın serbestliği ve Şahin Giray’ın
hanlığı tasdik ediliyorsa da Ruslar da Özükırı
meralarını, Devlet-i Aliye’ye iade ve Eflak ve
Boğdan hakkındaki aşırı iddialarından feragat
ettiklerinden ve Devlet-i Aliye’yi harp
hazırlığından vareste kılacağı için zamanın
icabına uygundur.” dediler. Hatta bu senedi
hazırlayan zatı takdir ettiler ve padişaha dua
ettiler.
Bunun üzerine Devlet-i Aliye murahhası ile
Rus elçisi tersane bahçesinde Nevruz günü
buluşup imzalı vesikaları mübadele ettiler. Ertesi
gün murahhas efendi, sadrazamın huzuruna
çağırılarak bol yenli samur kürk giydirildi.
Maiyetinde mükâleme kâtibi olarak bulunmuş
olan Beylikçi Mehmet Hayri Efendi’ye ve divan
tercümanına birer erkân kürkü giydirildi.
Rus elçisi, sadrazam konağına davet edilip
süslü at gönderilerek, iskeleden Çavuşbaşı
tarafından karşılanarak sadrazam huzuruna
çıkarıldı. Sadrazam kendisine bir erkân samur
kürk ve bir donanmış at hediye etti. Ertesi günü
bu işe aracılık yapmış olan Fransız elçisine de
ikramda bulunuldu. Bu suretle barış
perçinlenmiş olduğundan toplanmış ve
toplanmakta olan asker evlerine gönderilerek
şevketlü padişaha dua etmeleri ilan olundu.
Abdürrezzak Bahir Efendi, bu hizmetine
mükâfat olarak reisülküttap nasbolundu.
Senetlerin mübadelesinden birkaç ay sonra
Rusya tarafından tasdik edilen anlaşma metni
geldi. Eski âdet gereği, Gümrük Emini
tarafından hazırlanan elli kadar üçer çifte ve
çavuş başının yedi çiftesiyle Rus sefiri Tophane
iskelesinden beri tarafa geçirildi. Bâb-ı Âli’de
tasdiknameler mübadele edildi.
Senetlerin mübadelesi sırasında Şehzâde
Süleyman’ın doğumu vuku bulduğundan
Katerina, bu doğumu bir hayır alâmeti
addederek Şehzâde’ye elmasla murassa bir
çelenk ve bir tulum siyah tilki gönderdi. Rus
sefiri bu hediyeleri sadrazama takdim etti.
Bunun üzerine sefire alâ samur kürk, oğluyla on
beş kişilik maiyetine kakım kürkü ve hil’at
giydirildikten sonra, sadrazamın donattığı at ile
kendi yerine gönderildi. Abdürrezzak Efendi ile
mükâleme kâtibi Hayri Efendi’ye samur kürkler
ve teşrifatçı müverrih Enver Efendi’ye kürk
giydirildi.
Bazı yabacı tarihlerinin yazdığına göre, bu
anlaşmadan Katerina pek memnundu. Çünkü
harp etmeksizin Kırım hakkındaki emeline
kavuşmuştu. Padişaha ve vükelâsına ağır
hediyeler takdir ettikten başka İstanbul’daki
sefirine mükâfat olarak bin kölesiyle bir çiftlik
vermiş, Fransız elçisine bir nişan ve elli beş bin
rublelik hediye ve altı bin ruble maaş tahsis
etmiştir. Katerina’nın esas maksadı Şahin Giray’ı
yerinde tutmak olduğundan anlaşma ile onu
temin etmişti. Bu suretle Kırım’da istediği fesadı
çıkarabilecekti.
Fransızlar da memnundu. Çünkü bu suretle
Rusya’yla İngiltere’nin arasını açmışlardı.
Böylece gerek Kırım ve gerek Lehistan işlerinde
durum Katerina’nın istediği gibi gelişmişti.

Aynalıkavak Senedi’nin metni:

1. Madde: Küçük Kaynarca’da aktolunan ebedî


barış ahitnamesine bu vesika da kelime kelime
yazılı sayılacaktır. İki büyük Devlet arasında
barış ve iyi komşuluk bozulmayacak ve ebedî
olarak yürürlükte kalacaktır. Bu muahedeye
uymayan veya zararlı olan şeyleri iki tarafın
tebaasından kimsenin yapmasına cevaz
verilmeyecektir.
2. Madde: İki devlet arasındaki dostluk
icabına göre Tatarlar serbest olarak kendi
reyleriyle hanlarını seçecekler. Bu husustaki
belgeyi özel ulak ile Devlet-i Aliye’ye
bildirecekler ve bunda padişahın Müslümanlar
İmamı ve Müminler Halifesi olduğunu açıkça
kabul edecekler ve şeran takdis edilmesini istida
eyleyecekler. Bunların diyanetlerini icra
hususunda Rusya hiçbir muhalefet etmeyecek.
Devlet-i Aliye de Tatar hanlarının devlet
idaresinde istiklâllerine müdahale etmeyecektir.
Hanlık münhal olduğunda Tatar kavmi bu
makama serbest reylerle yeni hanlarını seçecek.
Devlet-i Aliye ve Müslümanlar Halifesi buna
takdis belgesinin verilmesinde hiçbir güçlük
çıkarmayacaktır.
Kaynarca’da aktolunan muahedeye göre
Devlet-i Aliye bütün Tatar kavimlerinin dünyevi
işlerine hiçbir suretle müdahale etmeyecektir.
Tatarlar konusunda bu muahedede ön
görülmemiş olan bir hâl zuhurunda iki devlet
dostça muhabere etmeksizin hiçbir teşebbüse
girmeyeceklerdir.

Avusturya’nın Prusya’yla barışı

Bavyera hükümdarı evlat bırakmadan


öldüğünden bu memleketin veraseti hususunda
Avusturya ile bir kısım Alman kralları arasında
ihtilaf çıkmış, Almanlar Nemçe’nin tabiî
düşmanı olan Prusya Devleti’ne başvurmuşlardı.
Prusyalılar, Almanya’ya hâkim olmak ve
Bavyera’yı Nemçe’ye kaptırmamak için
Nemçe’ye harp açmışlar ve dört yüz bin kişilik
bir kuvvet toplamışlardı.
Katerina Alman işlerine müdahale etmeyi
fırsat bildiğinden ve Nemçe Devlet-i Aliye’yi
Rusya aleyhine kışkırttığından Prusya’yı
destekliyordu. Nemçeliler bu durumda Fransa ve
İngiltere’nin tavassutunu istediğinden
murahhaslar barış müzakerelerine başlamışlardı.
Bu sırada Aynalıkavak Tavzihnamesi’nin
imzalandığı haberi geldiğinden Nemçelilere
bıkkınlık geldi, birçok isteklerinden vazgeçtiler
ve barış akt edildi.

Süveyş’te Ecnebî Gemileri


Haremeyn’in asayişini korumak için Süveyş
denizinde ecnebî gemilerinin Cidde iskelesinden
öteye geçmeleri yasaktı. Süveyş denizinde
yabancı gemilerin fazlaca dolaşmaları ve Mora
eşkıyası, Devlet-i Aliye’yi meşgul ediyordu.
Yedi-sekiz sene önce Mısır emirlerinden olup
Devlet-i Aliye’ye isyan eden Ali Bey zamanında
Habeş sahilinden Süveyş’e gelmiş olan bir
İngiliz kaptanı, bazı hediyeler vererek gemisini
Süveyş iskelesine bağlamak için izin almıştı.
Diğer ecnebîler de bu izinden faydalanarak
Süveyş iskelesine gelmeye başlamışlardı.
Ali Bey’in halefi, gümrük vergisinden
faydalanmak için ecnebî gemilerinin gelmesine
göz yumuyordu. Ecnebîler bununla da
yetinmeyerek Süveyş’te bir han yapmaya
başladılar. Bu durumu haber alan Devlet-i Aliye,
İngiliz elçisine durumu bildirdi. İngiltere’nin
buna mâni olmasını, aksi takdirde,
yakalandıklarında korsan kabul edilecekleri ve
hapsedileceklerini; mallarına ve gemilerine el
konulacağı bildirildi.

Yurt İçindeki Bazı Gelişmeler

Şehzâde Süleyman’ın Doğumu: Seferin 28.


Çarşamba gecesi saat üçte padişahın bir
şehzâdesi dünyaya gelmiş ve Süleyman adını
almıştı.
Bu hususta tebaanın tekellüfe düşmemesi ve
herkesin saltanata dua etmesi için bu doğumun
müjde ve ilan olunması ferman edildi.
Medreselerde okuyan danişmentlerin
sevindirilmesi için sadrazam ve şeyhülislâm
taraflarından kırkar, kazaskerler tarafından
dörder ve İstanbul Kadısı tarafından birer
mülâzemet yazılmasına ruhsat verildi.
Şehzâde Sultan Mehmed’in saçı uzayarak
tıraş olma vakti geldiğinden bu ayın beşinci
günü padişah Hazretlerinin berberbaşısı bu
hizmetle müşerref edildiği sadaret makamına
bildirildiğinden, sadrazam tarafından,
Şehzâde’ye donanmış bir Midilli atı, maiyetine
ve berberbaşıya on bir kese akçe, bir samur kürk
ve bir süslü at hediye edildi.
Aynı ayın on beşinci gecesi destereciler
başında bir berberde çıkan yangın yirmi dört
saat sürmüş, çok zayiat olmuş, birçok kimseler
açıkta kalmış olduğundan bunlara padişah
tarafından toplu yardım verildi.
Beş-altı gün sonra Kalıpçılar Köşkü’nde yine
bir büyük yangın çıktı. Padişah ve vükelâ
yangın yerine gittilerse de sabaha kadar
söndürülemedi. Arkadan Küçükpazar civarında
yine büyük bir yangın çıktı.
Darüssaade Ağası Beşir Ağa, işleri arapsaçı
gibi karmakarışık ettiğinden azledilerek Mısır’a
gönderildi. Yerine uzun müddet Medine’de
Harem-i Nebevî hizmetinde bulunmuş olan
Cevher Ağa tayin edildi.

Seyyit Mehmet Efendi’nin Sadarete


Yükseltilmesi

Küçük Kaynarca Muahedesi devlet şanının


kaldıramayacağı büyük bir yük olduğundan,
bundan kurtuluş mülkî ve askerî işlerin iyi
nizama sokulmasına ve devletin
kuvvetlenmesine bağlı olduğundan, Sultan
Abdülhamit buna bir çare bulabilecek sadık bir
vezir bulma ümidiyle sık sık sadrazam
değiştirmeye mecbur olmuştu. Fakat Allah’ın
hikmeti, kim sadarete geçirilse bir tedbire
muvaffak olamıyor ve kendisinden büyük
hizmetler umulan zatlar bu mevkie getirilince bir
iş göremiyorlardı.
Sadrazam Mehmet Paşa’nın Yeniçeri Ağası
iken yaptığı hizmetlere bakan herkes onun
sadarette muvaffak olacağını umuyordu. Bu
ümit gerçekleşmediğinden başka, onun
sadaretinde pek çok yangın çıkmış, İstanbul’un
dörtte biri yanmış olduğundan dedikodu artmıştı.
Kaldı ki kendisi ümmî olduğundan devlet
sırlarına dair olan hatt-ı hümayunu başkaları
okuyor ve sırlar ifşa ediliyordu.
Nihayet kendisinden mühr-i hümayun geri
alındı. Yerine padişah silahtarı Seyit Mehmet
Efendi sadarete yükseltildi. Bu zat “Kara Vezir”
diye meşhurdur. Bir müddetten beri padişahın
hususi hizmetinde liyakat gösterdiğinden
sadarette de başarılı olacağı umulmuştur.
Hakkında hatt-ı hümayun şudur:
“Siz ki müstakilen vezir-i azam ve vekil-i
mutlakımsınız. Sizi ve işlerinizi, güçleri
kolaylaştıran Cenab-ı Hakk’ın tevfikine emanet
ettikten sonra malûmunuz ola ki selefiniz ümmî
olmak dolayısıyla devlet sırlarını ihtiva eden
hatt-ı hümayunlar zarurî olarak yabancı ellere
geçmiştir. Bu şekilde sırlarını ecnebî eline
geçmemesi lüzumu aşikâr olduğundan siz ki
kendi elimle yetiştirdiğim ve itimadımı haiz
olansınız, her bakımdan, zatınıza güvenim
olduğundan en büyük emanet olan sadaret
makamını istiklâl ve istihkak ile size tevdi
ediyorum.
Size ihsan-ı şahanem olan bu istiklâl keyfiyeti
sözden ibaret olmayıp fiilen de icrası iradem
olduğundan hiçbir şeyden çekinmeden denenmiş
olan sadakatinizle istiklâl üzere çalışmanıza tam
iznim vardır. Cenab-ı Hak kudümünüzü uğurlu
eylesin, tevfikini size yakın eylesin.”
Yeni sadrazam tayinlere başladı. Sekiz gün
sonra vezirlik tevcihine başlayarak vezirlerin
çoğu yerlerinde ipka olundu. Trabzon Valiliği
Çerkeş Hasan Paşa’ya Erzurum Valiliği
Dağıstanlı Ali Paşa’ya verildi. Eski sadrazam
Darendeli Mehmet Paşa ile bir evvelki sadrazam
Mehmet Paşa’nın ricaları kabul edilerek
Darendelinin kendi memleketinde ve Mehmet
Paşa’nın Gelibolu’da oturmalarına izin verildi.
Daha sonra sadrazam, Sadâbâd’a gidip top ve
kumbara talimi yaptırarak zabitlere hil’atler
giydirmiş neferlere beşer kuruş ihsan ederek
silah talimine askeri teşvik etti. Padişah askerlik
işlerine sadrazamın böyle gayret ettiğini
duyunca ona şu takdirnameyi gönderdi:
“Çırağı hasım, nizam-ı devletim ve eşsiz
vezirim.
Allah’a şükür sadarete teşrifinden beri
devletim nizam bulduğundan size olan hayırlı
duam Allah nezdinde makbuldür. Hemen Cenab-
ı Hak her işinde başarı ihsan edeceğine şüphem
yoktur. Bugün Sadâbâd’ta teşrifiniz malûm
olduğundan kader ve şanını yükseltmek için
vücud-ı ahanemi korumaya mahsus olan
kürklerimden bir siyah tilki kürkümü odabaşıyla
gönderdim. Kürkü giyerek bana hayır dua eyle.
Seni, koruyucuların en hayırlısına, bütün
tebaamı sana emanet ederim.”
Sadrazam bu sıralarda cami imaretlerine
birçok şey ilave ederek ve ekmeklerini has
ekmeye yükselterek halkın hayır duasını almıştı.
Sadaret mevkiinde geceyi gündüze katıp işleri
iyi görmeye gayret ettiğinden padişahın
teveccühü artıyordu.
Aşağıdaki hatt-ı hümayun bunu gösterir:
“Benim vezirim, Hak Teâlâ’ya malûmdur ki
bütün işlerinden ve Devlet-i Aliye’ye olan
hizmetlerinden memnunum ve müteşekkirim.
Özellikle biri malları zamanında tahsil, tediyatı
muntazam icra hususundaki dikkatin, makbul-i
hümayunum olduğundan sana has kürklerimden
bir samur kürk, mücevher kabzalı bir hançer
gönderdim. Göreyim seni, devletinin bütün
işlerini tam bir istiklâl ile idare et, İnşallah her
hususta hayra muvaffak olursun.”
1780 SENESİ OLAYLARI

Rus Ticaret Gemilerinin Boğazlardan


Geçişlerinin Tanzimi

Küçük Kaynarca Antlaşması ile Rus ticaret


gemilerinin boğazlardan gelip geçmeleri ve her
türlü malı taşımaları, Devlet-i Aliye’nin bütün
sularında ticaret yapmaları kabul edilmişti.
Buna dayanarak Ruslar yasak olan ve
olmayan zahire ve eşyayı Kırım’ın ve bütün
Karadeniz kıyılarının bütün zahirelerini ele
geçirebileceğinden ve İstanbul’u geçindiren
zahire ithaline de zarar verecekleri aşikâr
olduğundan, muahedenin bu noktasında ittifak
edilememiş ve bu hususların sonra müzakere
edileceği kaydedilmişti.
Antlaşma metinlerinin mübadelesinden sonra
Rusların Akdeniz’e gitmek üzere İstanbul’a
ayrılan zahireyi taşıyan gemileri geldiğinde
durdurulmuştu. Rus elçisi sulh namede ticaret
serbestîsine işaret ederek gemilerin geçmesinden
ısrar ettiğinden zarurî olarak müsaade edilmişti.
Bu esnada reisülküttaplığa getirilen Halil
Hamit Efendi bu serbestinin Devlet-i Aliye’ye
zarar vereceğini ve İstanbul zahiresi başka yere
götürülüyor diye dedikoduya sebebiyet
vereceğini sadrazama ve şeyhülislâma
bildirmişti. Netice olarak Rus elçisine ve aracılık
yapan Fransız elçisine İstanbul’a mahsus
zahirenin başka yerlere taşınmasının mümkün
olmayacağı bildirilmişti.
Nihayet Fransız sefirinin aracılığı ile Rus
gemilerinin kendi mallarını şerbetçe taşımaları
ve İstanbul’a lüzumlu olmayan malların
geçirilmesine de Devlet-i Aliye’nin mâni
olmaması kararlaştırıldı.
İngiltere-Fransa Savaşı, Tarafsız Devletlerin
İttifakı ve Osmanlı Devleti

İngilizlerin Amerika’da elinde bulunan eyaletleri


ticarî konularda bağlı bulundukları devlet olan
İngiltere’den şikâyetlerine bir cevap
alamadıklarından kırgın bulunuyorlardı.
Fransızlar bunu fırsat bilerek halkı isyana teşvik
ediyorlardı. Bu suretle başlayan isyan 1773-
1774 yıllarında şiddetlenmiş nihayet halk İngiliz
uyruğundan çıkıp bağımsız hükûmet kurmaya
karar vermişlerdi.
İngiltere donanma ve asker göndererek isyanı
bastırmaya uğraştıysa da Fransızlar top,
mühimmat ve uzman göndererek isyancılara
yardım ediyorlardı. Amerikalılarla İngilizler
arasında şiddetli bir harpten sonra Amerikalılar
bağımsızlığını ilan etmişlerdi. Bu cumhuriyeti ilk
olarak Fransa tasdik edince Fransızlarla İngilizler
arasında harp başladı. Hollandalılar, İngilizlere
kızgın olduklarından Fransa’yla birleştiler.
İspanyollar öteden beri Fransızlarla müttefik idi.
Gemi yapımında ihtiyaç duyulan kereste ve
zahire Baltık ülkelerinden temin edildiğinden,
deniz savaşlarında Baltık sahillerinin ticaret
hacmi genişlerdi. Onun için Katerina ticareti
genişletmek arzusuyla Baltık sahillerinden her
türlü zahire ihracına izin verdi.
Fransa-İngiltere harbi başlayınca Felemenk,
Danimarka ve Alman ticaret gemileri Fransa’ya
mal götürüyor diye İngilizler tarafından
yakalanıyor ve Rus bayrağıyla hareket eden
gemiler de İngilizler, yardım ediyor bahanesiyle
İngiliz tersanelerine götürülüyordu. Bu hâl
Katerina’nın gururuna uygun düşmediğinden,
kendi iskelelerinden yük taşıyan gemilerine
İngilizlerin taarruz etmelerini çekemedi.
Rusya tarafsızlık adı ile yeni bir ittifak
tanzimine girişti. Şöyle ki; Rusya, İsveç ve
Danimarka devletleriyle mukavele icabı tarafsız
olmak ve muayyen miktarda gemilerden oluşan
bir donanma ile ticaret gemilerini koruyacaktı.
Savaşan devletlerden hangisi ticaret gemilerine
saldırırsa üç tarafsız devletin donanması
beraberce karşı koyacaktı. Bu şartla yeni bir
anlaşma yaptılar.
Katerina o zamana kadar görülmemiş olan
böyle bir ittifak şekliyle ticaretin koruyucusu
rolüne girdi ve bu yeniliği kendisinin icat ettiğini
ilan etti. Oysa buluşu kendisine İsveç ve
Danimarka elçileri telkin etmişti. Bu muahede
hazırlanırken İngiliz elçisi farkına varmış ve
bunu önlemek için çok uğraşmış ise de Fransız
elçisinin desisesi ona galip gelmişti.
Osmanlı Devleti, Avrupa’da zuhur eden
umûmî harp esnasında savaşan devletlerin
gemileri, kendi sularında birbirine
saldırdıklarından Mora’nın nihayetinden Girit
körfezinin sol tarafına doğru, Mısır’ın batısından
geçecek bir hat çizilip bu hattın içinde her
devletin ticaret gemileri emniyet üzere ticaret
yapacaklar, birbirlerine saldırmayacak ve aksine
hareket eden olursa gemileri zaptedilecekti.
Kaptanları hapsolunacak ve konsoloslardan
senet alınmadıkça gemilerine bir şey
koyamayacaklardı.
Bu husustaki karar İstanbul’daki sefirlere
tebliğ edildi. Fakat Fransız ve İngiliz gemileri bu
şartlara riayet etmediler. Rast geldikleri yerde,
birbirlerine saldırdıklarından ve her biri kendi
ticaret gemilerini korumak için Devlet-i Aliye
sularına harp gemileri soktuklarından ve nihayet
Osmanlı Devleti ve tarafsız devletlerin ticaret
gemilerini de yoklamak bahanesiyle
zaptettiklerinden, Devlet-i Aliye suları bir harp
sahası hâline geldi.
Bunun üzerine evvelce bildirilen kaidelere
riayet etmeleri ve Devlet-i Aliye sularında
birbirine taarruz edecek gemilere mâni olunacağı
İngiliz ve Fransız elçilerine bildirildi

Ermeni Patriğinin Azli


Ermenilerden Katolik mezhebine meyledenleri,
Ermeni patriği Zaharya men etmekteydi. Fakat
bu hususta aşırı şiddet gösterdiğinden, hatta
Katolikliğini hissettiği reayanın defin
olunmasına izin vermez, ölülerin taaffün
etmesine (kokmasına) sebep olur ve Avrupa’ya
gidip gelenlere mâni olurdu.
Bu hâl bazı mahzurlar doğuruyor ve özellikle
ecnebîlerin şikâyetine sebep oluyordu. Şöyle ki;
Nemçe Başvekili’nden bir mektup gelmiş,
Katoliklik mevzuundan bahis edilerek Ermeni
Patriği bizim Trieste iskelemize tüccarın
gelmesine mâni oluyor diye şikâyet edilmişti.
Nemçe baş tercümanı, o tarihten itibaren
reisülküttap Efendi’ye ikide bir gelip muahedeye
göre bunu isteriz diye baş ağrıtırdı. Reis Efendi
de: “Bu talebiniz muahede şartlarına uymaz.
Ermeni patriği şu kadar bin tebaanın memuru
olmakla ecnebî talebiyle azledilmesi devletimizin
işlerini bozar. Bir dost devlet, dostunun
nizamının bozulmasını istemez.” derdi. Lakin
Nemçe elçisi “Devletim bunu ister.” diye ısrar
ederdi.
Durum meclis-i vükelâda konuşularak elçiye
“Bu talebine ait kendi başvekilinden bir kâğıt
getirirse o vakit ihtilaftan kaçınmak için patriği
azlederiz.” dendi. Bu suretle devletin patriği zor
altında azlettiği havadisinin şayi olması ve
özellikle Rusların devletimiz işlerine müdahalesi
hususunda bir emsal yaratılmış olması ihtimali
önlenmek isteniyordu.
Neticede Katolik mezhebine girenlerden bir
kaçının azarlanması ve sonradan bu konuda
tekâsül eylediği bahanesiyle patriğin
azlolunması tensip edilmiş ve patrik Bursa’ya
sürülerek yerine Bursa metropoliti Ohannes
nasbolunmuştur. Fakat Ohannes selefinin aksine,
pek gevşek davrandığından ve kendi milletiyle
iyi geçinemediğinden bir seneye varmaksızın
azledilmiş, yerine eski Piskopos Zaharaya
Bursa’dan getirilerek patrik nasbedilmiştir.
Donanma-yı Hümayunun Çıkışı ve
Haremeyn Nizamı

Birkaç seneden beri Mısır’da zorbalık yoluna


sapan ümera Mısır hazinesini İstanbul’a
göndermediklerinden başka aşırı tamahlarından
dolayı her sene Haremeyn’e gönderilmesi mutat
olan eşyayı göndermemiş ve bu hâl Haremeyn
halkının kıtlıktan padişaha şikâyet etmelerine
sebep olmuş olduğundan, bu ümeranın
cezalandırılma işi Kaptan-ı derya Gazi Hasan
Paşa’ya havale edilmişti.
Donanma-yı Hümayun mutat vaktinden evvel
ruz-ı Hızır’a (6 Mayıs) bir ay kala tersaneden
çıkarıldı. Mısır emirleri, Kaptan Paşa’nın
gelişinden dehşete düşerek Mısır hazinesini
derhal İstanbul’a yollamışlar ve Haremeyn
hediyesini göndermekte gecikmeyeceklerini
bildirir niyaz nameler göndermişlerdi. Bununla
beraber Kaptan-ı Derya’nın dehşetinden
korkarak kıymetli eşyalarını uzak yerlere
kaçırmış ve firar yolunu tutmuşlardı.

Bu Senenin Diğer Bazı İç Olayları

Enverî Tarihi’nin padişaha Sunulması: Teşrifatçı


müverrih Enverî Efendi’nin yazdığı tarihin
birinci cildi bu esnada biterek padişaha arz
olunduğunda tarihçiyi taltif zımnında şu hatt-ı
hümayun yazılmıştı:
“Benim muhlis vezirim,
Teşrifatçı efendinin bu defa yazdığı tarih çok
makbulüm olmakla bu hizmeti karşılığında 2.500
kuruş ihsan-ı şahanem olmuştur. Cenab-ı Hak
Devlet-i Aliye’me sadakat gösteren rical
kullarımı iki cihanda aziz eyliye. Âmin.”
Emirgan Camii’nin yapılması: Emirgân
yalısının yanında bir camii şerif yapılmasına
irade çıktığından derhal temeli atılmış ve cami
sekiz ay zarfında tamamlanmıştır. Padişah
Hazretlerinin gönül açan o semte rağbetlerini
gören halk, yavaş yavaş fırın, hamam, değirmen,
dükkân ve yalılar yaparak az vakitte burasını
mamur hâle getirmişlerdir.
Dergâh-ı Âli gediklilerinden Zaim Mustafa
Ağa, evvelce Kırım Seraskerliği Defterdarlığı’na
tayin olunmuştu. Samsun havalisinin durumu
hakkında kendisine sorulan suallere cevap
vermedikten başka Kırım’a kaçan Canikli Ali
Paşa ile dostluk peyda ettiğinden, İstanbul’a
getirilerek, bu kabahatlerinden başka daha nice
kötülükleri izhar olunduğundan, hemen idam
edildi.
Büyük tezkereci Bekir Paşazâde Ataullah
Efendi’nin aşırı mizaha meyli ve ehil
olmayanlarla arkadaşlığından dolayı büyük
tezkerecilikten azledildi ve Mısır Cizyeciliği’ne
tayin edildi. Bu suretle açılan büyük
tezkereciliğe de Namık Efendi getirildi.
Ekim sekizinci pazar gecesi Nişancı tarafında
yangın çıktığından derhal padişah, sadrazamla
beraber yetişmiş güneş doğarken yangın
bastırılmıştı. Herkes evine dönmüşken, az sonra
Cibali tarafında bir büyük yangın daha zuhur
etmiş, o da söndürüldükten sonra gece Yeniçeri
kışlalarında yangın zuhur ederek beş-altı kışla
yanmıştır.
Sivas Valisi Dağıstanlı Ali Paşa gayet dindar
bir adam olmakla beraber, akrabasına hâkim
olamadığından, bulunduğu eyaletlerde ahaliye
zulmederdi. Bu husus her ne kadar kendisine
tembih edilmişse de dairesi halkını zapte kadir
olamadığından vali bulunduğu vilâyeti halkının
şikâyetleri üzerine Sivas’a gönderilen özel
mübaşir tarafından kellesi kesilmiş ve kesik başı
başkalarına ibret olmak üzere siyaset meydanına
konmuştu.
Dergâh-ı Âli kapıcıbaşılarından Feyzi Ağa
Erzurum Valisi iken Mikdat Paşa’nın mallarını
beytülmale getirmeye memur edildiği hâlde
bunu yapmayarak hazineye ihanet ettiğinden
başka vefat eden Erzurum Valisi İbrahim
Paşa’nın mallarının mühürlerini açarak bazı
eşyayı gasp ettiğinden derhal mahallinde idam
edilerek kesik başı İstanbul’a getirildi.

Rusya’nın Eflak ve Boğdan’da Konsolosluk


Talebi ve Nemçe’yle İttifakı

Küçük Kaynarca Antlaşması’nda Rusların


münasip görecekleri her yere konsolos
gönderebilecekleri yazılmıştı. Aynalıkavak
senedi yazılırken de bu hükmün mahzurları
hatırlanmamıştı. Ruslar böyle şeyleri asla
unutmadıklarından, Eflak ve Boğdan’a gidecek
tüccarlarını korumak üzere, birer konsolos
göndermek istediklerini Bâb-ı Âli’ye bildirdiler.
Reisülküttap Halil Hamit Efendi, Rus elçisine
bunun mahzurlarını bildirmişti. Elçi de bu
hususu devletine ulaştırmıştı. Bu cevap
geldiğinde Rus sefiri reisülküttapa konsolos
tayininden asla vazgeçmeyeceklerini ve
muahedenin bu hakkı verdiğini söyledi.
Osmanlı Devleti “her yer” tabirini Fransız ve
İngilizlerin konsolosluk açtıkları yerler manasına
alıyordu. Buna göre Rusların Eflak ve Buğdan’a
konsolos göndermeye hakları olmayacaktı.
Nihayet ısrar üzerine Reisülküttap Süleyman
Feyzi Efendi sırf hatır için vali ve hâkim bulunan
yerlerde konsolosluk açılabileceğini, çünkü
Devlet-i Aliye’nin bütün işlerinin şeriata bağlı
olduğunu bildirdi. İşin bu şekilde neticelenmesi
Süleyman Feyzi Efendi’nin maharetine hami
olunarak takdir edildi.
Nemçe imparatoriçesi olan Marya Terezya,
yaşı yetmişe varmış olduğu hâlde kasımın
otuzuncu gecesi ölmüş, yerine oğlu II. Jozef
imparator olmuştu. Marya Terezya, Devlet-i
Aliye’nin Nemçe’nin sıkışık zamanlarında harp
açmamasını takdir ederek Osmanlı Devleti
aleyhine kırk sene harbe girmemiştir. Daima
Devlet-i Aliye ile ittifak hâlinde bulunmuştur.
Oğlu Jozef acemiliği hasebiyle Katerina’nın
hilesine aldanarak Osmanlı Devleti aleyhine
onunla ittifak etmiştir.
Bu sırada Devlet-i Aliye de Prusya’yla veya
İngiltere’yle ittifak yapsaydı Ruslara karşı bir
kuvvet hazırlanmış olurdu. Fakat Devlet-i
Aliye’de kimsenin hariciye hakkında bilgisi
olmadığından devlet yalnız kalmış ve bundan
büyük zararlar görmüştür.

1780-1781 SENESİ OLAYLARI


Şehzâde Sultan Mehmet’in Besmele Merasimi
ve Vefatı

Şehzâde Sultan Mehmet’in Kur’an-ı Kerim


öğrenme çağı gelmiş olduğundan, devletin
kadim kaidelerine göre büyük alay tertip
olunarak ocağın dördüncü günü Müneccimbaşı
tarafından tayin edilen uğurlu vakitte, İncili
Köşkü’nde besmeleye başlatılmış, arkasından
şeyhülislâm ve Ayasofya şeyhi tarafından
padişaha dua edilmiştir. Ancak Şehzâde Sultan
Mehmet çiçek hastalığından vefat etmiştir.
Şehzâdenin cenazesi, Bahçekapı’daki yeni
türbeye defnedilmiştir.
Sadrazam Seyyit Mehmet Paşa’nın Vefatı

Şehzâde Mehmed’in vefat ettiği gece Sadrazam


Seyyit Mehmet Paşa da vefat etmiştir. Bu iki
vefata padişah çok üzülmüştür. Kaptan-ı derya
Gazi Hasan Paşa, sadrazam kaymakamı olarak
tayin edilmiştir.
Usulen sadrazamların cenaze namazları Fatih
Camii’nde eda olunurdu. Fakat sadrazamın
Bahçekapı türbesine gömülmesine irade
çıktığından, Fatih camii uzak olduğundan,
şeyhülislâmın onayı alınarak cenaze namazı
Valide Camii’nde (Yeni Camii) kılındı.
“Kara Vezir” adiyle meşhur olup Niğde’nin
Arapsun Köyü eşrafından Seyyit Ali namında
birisinin oğludur. 1735-1736’da doğmuştu.
1750-1751 yılında İstanbul’a gelerek dayısı
Sürre Emini ve Aşçıbaşılık ile tanınmış
Süleyman Ağa’nın yanında helvahaneye çırağ
edilmiştir. Süleyman Ağa, çocuğun terbiyesini,
Hacı Odabaşı’ya havale etmiş, çocuk bu zattan
okuma yazma öğrenmiştir. Dayısının ölümünden
sonra teberdaran-ı hassa zümresine girmiş, bahtı
açık olduğundan kısa zamanda Hazine Kâtibi
daha sonra Hazine Kethüdası ve padişah
Silahtarı olmuştu.
Kara Vezir, sadrazam olarak, 18 ay ve 17 gün
ülkesine hizmet etmiş, daha büyük başarılar
beklendiği bir çağda vefat etmiştir. Gayet dindar
bir zat olup namazlarını cemaatle kılardı. İşine
bağlı ve çalışkandı. Doğum yeri olan Arapsun
köyünde sekiz çeşme, han ve dükkân yaptırdığı
gibi doğduğu evin civarında medrese ve
kütüphane yaptırmıştır.

Yeni Sadrazam ve Bazı Tayinler


Sadrazamın ölmesinden birkaç gün önce
kendisinden ümit kesildiği hazık hekimler
tarafından bildirildiğinden vezirlerin en yaşlısı,
Erzurum Valisi Mehmet İzzet Paşa sadarete
getirilmişti. Bu sırada Belgrad muhafızı
öldüğünden, eski sadrazamın kardeşi Mustafa
Paşa Rumeli Valiliği’ne getirildi. Ölen Belgrad
muhafızı Mehmet Paşa vezirler içinde bilgi ve
olgunlukla seçkin olduğu gibi, Asaf mahlasıyla
güzel şiirler de yazardı.
Meşk-i Evvel Defterdarı Mustafa Efendi,
sadrazam yakınlarının telkiniyle azlolunmuş,
selefi Hasan Efendi liyakati bulunduktan başka
hiçbir geliri olmadığından ve uhdesinde bulunan
defter emaneti gelirsiz olduğundan evini
idareden âciz kalmış olması hasebiyle meşki
evvel defterdarlığına getirildi.
Halep valisi iken, bazı müfterîlerin Sadrazam
Seyit Mehmet Paşa’ya telkinleriyle vezareti
alınan Ahmet İzzet Paşa’nın mallarına
hükûmetçe el konmuştu. Oturmaya memur
olduğu Kudüs’e giderken, elinde avucunda ne
varsa yol kesiciler tarafından gasp edilmiş,
kendisi ve maiyeti çıplak kalmışlardı. Kendisinin
Kudüs’te yiyecek ekmeği olmadığı gibi, Halep
halkının yardımıyla geçinir olmuştu. Bunu haber
alan sadrazam, merhamete gelerek Ahmet İzzet
Paşa’ya Köstendil sancağını verdi ve vezaretini
iade etti.
Canikli Ali Paşa isyan ettiğinden üzerine
asker sevk olunmuş ve kendisi Kırım’a kaçmıştı.
Sonradan yaptığı hareketin, isyan olmayıp,
devlet nezdindeki ikbaline olan gururundan ileri
geldiği ve buna isyan rengi verilmesinin
münafıkların eseri olduğu yeni sadrazam
tarafından bilindiğinden İstanbul’a getirildi.
Çocukları ve maiyeti rical konaklarında misafir
olarak yaşamakta idi. İçli ağlamaları ve
yalvarmaları padişahın merhametine sebep oldu.
Bu sırada Kırım Hanı’ndan da bir şefaatname
geldiğinden Ali Paşa ve oğlunun vezaretleri iade
edildi. Ali Paşa’ya Trabzon Valiliği, oğlu Mikdat
Paşa’ya Amasya sancağı ihsan olundu.
Buhara, Kırım ve Rus Elçilerinin Gelmesi

İstanbul’a gelmiş olan Buhara elçisine saygı


gösterilmesi ve ağırlanması hakkında irade
çıktığından, Kaptan Paşa tarafından parlak bir
ziyafet tertip edilmiş, sonra elçi padişah
huzuruna çıkarak güven mektubunu sunmuştur.
Bu mektupta özetle; Buhara halkı, bilginleri ve
şeyhleri Devlet-i Aliye’nin şevketine dua
etmekte oldukları beyan ediliyor ve elçilerinin
hac ibadetini eda etmeleri hususunda Devlet-i
Aliye’nin yardım etmesi isteniyordu.
Hac mevsimine kadar elçilerin İstanbul’da
büyüklerin ziyafetleriyle vakit geçirmeleri
hakkında irade çıktığından muharremin ilk günü
defterdar Mustafa Efendi tarafından bir ziyafet
tertip edildi. Recebin 12. günü devletin güzel
âdetlerine uygun olarak Haremeyn’e gitmek
üzere “Sürre alayı” yola çıkarıldığında; Buhara
elçisi, oğlu ve on dört kişilik maiyeti, Sürre
emininin refakatinde Hicaz’a yollandı. Fakat
Sürre alayı Konya Ereğlisi’ne vardığında elçi
vefat etmiş olduğundan yerine geçen oğluna
padişah tarafından şefkat gösterilmiştir.
Şahin Giray’ın elçileri Dersaadet’e gelmiş ve
padişah huzuruna kabul edilmeleri Ruslar
tarafından niyaz edilmişti. Reisülküttap
Abdürrezzak Efendi tarafından: “İslâm devletleri
elçilerinin padişah huzuruna girdikleri vaki
değildir.” cevabı verilmişti. Sonradan Buhara
elçisi huzura kabul edilmişti. Buna itiraz etmek
isteyen Rus elçisi tercümanına reisülküttap,
Buhara Devlet-i Aliye’yle sınırı olmadığından
elçisinin huzura kabulünde bir mahzur
görülmediği beyanında bulunmuştur.
İstanbul’daki Rus ortaelçisi azil olunmuş,
yerine Bulgarof tayin olunmuştu. Yeni elçinin
Kırım’dan deniz yoluyla geleceği haberi alınınca
o ana kadar Rus elçilerinin Karadeniz üzerinden
gelmeleri mutat olmadığından durum Kavak
Hisarı ricaline bildirilmişti. Elçi gemiyle İstanbul
Boğazı’na geldiğinde Rus gemilerinden ve
Kavak Hisarı’ndan toplar atılarak devletlerarası
usuller yerine getirildikten sonra elçi
Büyükdere’de kiralanmış olan konağına geldi.

Bazı olaylar: Yangınlar, Tayinler, Ölümler

Tütün içmek ve israfın önlenmesi: Tütün içmenin


helâl veya haram olduğu hakkında fakihlerin
birçok risaleleri olup caiz olup olmadığının
kestirilmesi güç olduğundan, tütün kullanma,
öyle yayılmıştı ki bir mecliste on beş kişi
toplansa tütün içmeyen ancak iki veya üç kişi
bulunurdu. Tütün içme takımları da tekellüf
hâline gelmiş, beş kese akçeye bir buçuk takımı
satılmaya başlanmıştı.
Kadınların da çok pahalı murassa, telli
yaşmaklara rağbetleri arttığından bu da israf
derecesine varmıştı. Bu hususlar padişahın
kulağına varınca, halkı böyle beyhude
masraflardın ve gayrimeşru israflardan
menetmek üzere sadrazama hatt-ı hümayun
gönderildi:
Rumeli Kazaskeri İshak Efendi 1195 senesi
ocağında müptelâ olduğu nikris illetinden vefat
etti. İshak Efendi Hazine Muhasebecisi Mehmet
Efendi’nin oğlu olup yüksek ilimleri
Şeyhülislâm Abdullah Efendi’den tahsil etmiş ve
Şeyhülislâm Mehmet Efendi’nin himmetiyle
müderris olarak mertebeleri kat edip Rumeli
kazaskerliğine yükselmişti. Beyazıt Camii
civarında, Kaptan İbrahim Paşa Camii avlusunda
gömülüdür. Bu zat âlim ve şairlerden olup
özellikle irticalen söz söylemekte eşi nadir
bulunur bir zat idi.
Muharremin sekizinci günü “Rüus imtihanı”
açılmış 200 danişmend imtihana alınarak otuzu
hakkıyla müderris olmuşlardır. Bu imtihanın
mümeyyizleri Gelenbevî İsmail Efendi, ders
vekili Köprülü Halil Efendi, Palabıyık denmekle
maruf Mehmet Efendi; Vefa Şeyhi Abdullah
Efendi idiler.
Rüus, medrese tahsilini bitirip “mülâzim”
olanlardan imtihanda başarı kazananlara verilen
beratın adıdır. Medrese tahsilini bitirenler
“mülâzim” olur, isimleri “Ruznamçe-i
Hümayun”a kaydolunurdu. Bu mülâzimlerden
yedi sene mülâzemet müddetini bitirenler
imtihana girerler, muvaffak olanlar rüusa nail
olurlardı. İmtihanda başarı kazananlar rüusla
beraber “ibtida-yı hâriç” medreselerine müderris
tayin olundukları için buna “ibtida-yi hâriç
rüusu” da denilirdi. Rüus alanların teşrifatça
isimleri istihkakları derecesine göre yazılırdı.
İbtida-yi hariç medresesinden sonra sıraları
geldikçe terakkî ile dahil ve Sahn medreseleri
müderrisliklerine geçerlerdi.
Rüus imtihanları hele sonraları, araya giren
sahabetler yüzünden dedikodulu olduğu için
ekseriya şeyhülislâmlar rüus imtihanından
teşe’üm ederler, vakti gelmesine rağmen geri
bıraktırmak isterlerdi. İmtihan sonlarında birçok
defa şeyhülislâmların değişmesi buna delalet
eder.
Mısır Mevlevîyeti (Kadılığı) fetva emini
Kırımlı Tatarcık Abdullah Efendi’ye verilmiştir.
Bu Tatarcık Abdullah Efendi, “ayaklı
kütüphane” adıyla maruf Antalya müftüsü
Mehmet Efendi’nin talebelerinden olup, bütün
ilimlerde mahir bir zat idi. Hatta Mısır’a
gittiğinde orada meşhur Matematik âlimi Cebesti
ile karşılaştığında ona: “Ben Mısır’a hükûmet
için gelmedim. Senin cebir ilmindeki maharetini
duyduğumdan bu fenni senden öğrenmeye
geldim.” demiştir.
Nevruzda, Şehzâde Süleyman’ın tıraşına
başlanmış olduğundan sadrazamlığa aşağıdaki
hatt-ı hümayun gönderilmişti:
“Benim halis ve sadık vezirim. Allah’ın
inayetiyle oğlum Şehzâde Sultan Süleyman’ın
tıraşına bugün başlanmış olduğundan; senin
kadir ve şanını yükseltmek için kendi
kullandığım siyah tilki kürkümü berber başıyla
sana yolladım. Kürkü giyerek bana hayır dua
eyle. Devletin işlerini tanzime ve kulların bütün
müşküllerini halle gayret eyliyesin. Bütün kulları
sana ve seni koruyucuların en hayırlısına
emanet ederim.”
Bu sene Beşiktaş sarayı civarında bulunan
Hasbahçe’nin seksen arşınlık miktarı, saraya
ayrılarak müteaddit köşkler ve bir güzel havuz
inşa olundu. Saray da tamir olundu. Padişah,
Beşiktaş Sarayı’na taşındı.
Çıldır Valisi Süleyman Paşa’nın adamlarından
bazıları avlanmak için kırlarda gezerken dört
ayaklı, iri ve acayip bir hayvana rast gelerek diri
diri tutmak istemişlerse de mümkün olamayıp
öldürerek Süleyman Paşa’ya getirdiler. Hayvan
ne görülmüş, ne işitilmişti ve görülmeye şayan
olduğundan İstanbul’a gönderildi. Sadrazam
divanına getirildiyse de burada da bir isim
verilemeyip Enderun’a gönderildi.
Buhara elçisi Mehmet Şerif hacdan dönerek
Kırım üzerinde memleketine gönderilmesini rica
ettiğinde padişah tarafından Buhara Hanı Ebu’l-
Gazi Seyit Bahadır Han’a hediye olmak üzere
gümüş kabaralı kesme gümüş üzengili at ve nefs
yazılı Tarikat-ı Muhammediye, Şifa-yı Şerif,
Molla Güranî tefsiri, mücevher bir saat, dört kıta
süslü tüfek, bir mücevher tirkeş, beş adet
Cezayir ehramı ve İstanbul kâri birçok güzel
eşya verildi.
Namesi Farisî olarak sadrazam kapısında
yazdırıldı. Gemi de hazırlandı. Divan kurulup
sefir padişah huzuruna kabul edildi. Padişahın
mektubunu Miralem Ağa (Padişahın bayrağının
hamili ve bayrak mehterlerinin âmiri idi.
Padişahın önünde çekilen tuğları muhafaza ve
idare etmek de vazifesi cümlesindendi. İcabında
rikâb-ı hümayunu da tutardı. Çok eski
vazifelerdendir.) elinden aldı. Kendisine ve
adamlarına yirmi kese akçe yolluk olarak verildi.
Bunun ardından Boğdan Voyvodası tayin
olup memuriyetine gitmek üzere bulunan
Aleksandr Bey, padişah huzuruna kabul edildi.
Temmuzun yirmi birinci gecesi Samatya
civarında Harabatlar yakınında keresteci
dükkânında yangın çıktı. Derhal sadrazam ve
padişah yetiştilerse de yangın etrafa yayılarak
binden fazla ev ve dükkân yandı.
Şaban ayının on üçüncü günü Balat’ta bir
yangın çıktı. Padişah ve sadrazam yangın yerine
geldilerse de yangın o gece ve ertesi gün devam
ederek Sultan Selim Camii, Karagümrük, Hırka-i
Şerif mahallelerini ve civarındaki bütün evleri
kaplayarak 7.000 evin yanmasına sebep oldu.
Hırka-i Şerif padişahın babası Sultan Ahmet
tarafından yapılmış olduğundan, derhal imarına
girişildi.
Ramazanın son üçüncü günü Cibali’de fresk
değirmeni bitişiğinde yangın çıktı. Padişah ve
sadrazam yetiştilerse de yangın söndürülemedi.
Narlıkapı, Samatya, Davutpaşa, Langa,
Mevlevîhanekapısı, Silivrikapı’da birçok evler
yandı. Yangından çıkarılan mallar Fatih
Camii’ne, Laleli Camii’ne, At Meydanı’na ve
boş arsalara taşındıysa da yanmaya devam
ettiler. Hatta mallarının başından ayrılmak
istemeyen tamahkâr pek çok kimse Laleli
Camiinde mallarıyla beraber yandılar.
Yanan eşyanın alevinden Fatih Camii ile
Laleli Camii’ne ve Şehzâde Camii’nin
minarelerine zarar gelmiş olduğundan hemen
tamirlerine başlandı. Bu yangında Müneccimbaşı
Abdullah Efendi’nin evi masum kalmıştı. Bunu
bazıları bu zatın ömür yıldızının yanacağına
atfettiler. İki ay sonra bu zat yürek ağrısından
vefat etti.
Sadrazam Mehmet İzzet Paşa’nın gevşekliği
ve bazı kötü adamlara meyli yüzünden azli
lazım gelmekle ramazanın on altıncı günü mühr-
i hümayun geri alındı. Yerine Rumeli Valisi Hacı
Yeğen Mehmet Paşa getirildi.
Evvelce tersane âmiri olan Selim Sırrı Efendi
bir müddetten beri hasta olduğundan mizacında
hiddet peyda olmuştu. Bu yüzden bazı devlet
memurlarını gücendirmişti. Bu meyanda
Fransızlara gemi kerestesi satılıp satılmaması
konusunda Fransız Sefarethanesi tercümanıyla
tartışmış, Reisülküttap Hayri Efendi’ye de ağır
sözler söylemişti. Tersane Emaneti’nden
azledilerek Bursa’ya sürüldü.
Eflak Voyvodalığı’ndan istifa edip İstanbul’a
gelmiş olan Aleksandır Bey, kâh
Arnavutköyü’nde, kâh Tarabya’da oturup samur
kalpaklı hademe ve dört çifte kayıkla
Boğaziçi’nde gezmeye ve haşmet göstermeye
başladıktan başka, Divan-ı Hümayun tercümanı
Mihalâki ile birleşerek Rumların mezhep işlerine
karıştığından her ikisi birer adaya sürüldüler.
Eski sadrazamın bütün mülkleri zaptedilip
bazı sualler sorulmak için yeğeni Arpa emini
İsmail Ağa hapsedilmişti. Sonra alacaklılara
borçlarını ödemek şartıyla hapisten bırakılmıştı.
Fakat ödemediğinden Bostancılar hapishanesine
atıldı.

İspanya ile Yapılan Antlaşma

Don Karlos, Sicilya kralı iken Devlet-i Aliye ile


bir anlaşma akdetmiş, İspanya kralı olduğunda
Sultan Mustafa devrinde Devlet-i Aliye’yle
İspanya arasında bir anlaşma yapmak istemişti.
Bu talebe olumlu cevap verilmiş, hatta birçok
maddeleri kaleme alınmış iken, Sadrazam Ragıp
Paşa’nın ölümü üzerine yüz üstü kalmıştı.
1779-1780 tarihinde İspanya yine bir ticaret
anlaşması yapılmasını istemiş ve “Polini” adlı
elçisini yollamıştı. Vükelâ anlaşma yapmaktan
kaçınmakla beraber, ret cevabı vermeyi de
uygun görmeyerek, münasip surette sefiri baştan
savmayı istediklerinden; Polini’ye hakimane bir
tavırla; Devlet-i Aliye aleyhine Atlantik
kıyılarında bulunan devletlerden biri Osmanlı
sularına donanma gönderecek olursa
İspanya’nın, Septe Boğazı’ndan geçmelerine
mâni olmaları şartıyla anlaşma yapılabileceğini
söylemiştir. Oysa İspanya Septe Boğazı’nın
muhafazasına muktedir olmadığından Polini bu
teklife yanaşmamıştı.
Abdürrezzak Efendi bu defa sefiri baştan
savmak için İspanya’da olan Müslüman esirlerin
salıverilmesini teklif etti. Sefir: “Devletim bir
hayli Müslüman esirini serbest bırakmıştır ve bu
esirler İstanbul’a gönderilecektir.” dediğinden
meselenin devlet ricali arasında görüşülmesine
karar verildi. Nihayet uzun müzakerelerden
sonra aşağıda yazılı beş maddelik anlaşma
imzalandı.
1. Madde: Devlet-i Aliye din birliği
dolayısıyla Fas ve Yemen’den başka bir devletle
İspanya arasında bir savaş çıkarsa, İspanya’nın
hasımlarına hiçbir yardımda bulunmayıp
tarafsız kalacak. İspanya da Fransa ve
Sicilya’dan gayrı devletlerden birisiyle Devlet-i
Aliye arasında harp çıkarsa onlara hiçbir
yardımda bulunmayarak tarafsız kalacak.
2. Madde: Devlet-i Aliye’yle İspanya arasında
akdedilmiş olan bu muahede Cezayir, Tunus,
Trablus halkına ve Beylerbeyine bildirilecektir.
Bu ocaklar Devlet-i Aliye’nin başka devletlerle
olan muahedelerinde müstesna bırakılır ve barış
hususunda iradeleri kendi ellerinde olduğundan
İspanya ile dostluk kurmak isterlerse Devlet-i
Aliye buna memnun olur ve böyle bir anlaşmaya
teşvik eder; bu hususta bu ocaklara padişahtan
fermanlar gönderilecektir.
3. Madde: Esirler hakkında Sicilya ile yapılan
anlaşmanın hükümleri uygulanır.
4. Madde: İspanya Devleti Malta ve Ceneviz
korsanlarının Devlet-i Aliye sularında
zararlarını defetmeye yardımını
esirgemeyecektir.
5. Madde: İki devlete faydalı görülecek
maddeler müzakere edilerek bu anlaşmaya ilave
edilebilecektir.
Birinci kısmı bitirirken temenni: Allah’a
şükür olsun ki Birinci cildi bitirip ikinciye
başlamak kısmet oluyor. Dileriz ki
Peygamberimizin yüzü suyu hürmetine bu ikinci
cilt de tamamlansın da padişahın yüce katına
gönül rahatı ile sunabilelim.
İKİNCİ KISIM

1781-1782 SENESİNİN OLAYLARI

Rusların Kırım Emelleri ve Kırım’da Gelişen


Olaylar

Kırım Hanı Şahin Giray, Rusların hileleriyle


fesatlarının pek farkına varamayacak kadar saf
olduğu gibi, Frenk göreneklerine uyarak
herkesin gözü önünde içki içmeye de
koyulmuştu. Öte yandan genç çocukları zorla
askere alıyor, kaçanları, savsaklayanları asıyor
ve halkın kaldıramayacağı ağır vergiler
toplamaya kalkışıyordu.
Şeriatın uygun bulmayacağı, halkın da
dayanamayacağı böyle yersiz davranışlarından
başka Rus İmparatoriçesi Katerina’dan uygun
bir rütbe verilmesini istemesi de kendisinden
daha çok nefret edilmesine sebep oluyordu.
İmparatoriçe, onu Petersburg’daki bir alaya
kumandan göstermiş, bu rütbeye mahsus bir kat
elbise ile bir de şövalyelik nişanı göndermişti.
Artık kardeşleri de nefret edenler arasında idi.
Halk, onların arkasına düşerek Şahin Giray’ın
sarayına saldırdı. Şahin Giray, çaresiz bir gemiye
atlayıp Yenikale kıyılarına kaçtı. Kırım halkı
Bahadır Giray’ı hanlığa seçtirdi.
Kırım halkı, bu olan bitenleri anlatmak ve
Bahadır Giray’a hanlık fermanının ve
gereklerinin gönderilmesini sağlamak için
İstanbul’a bir heyet göndermişti. Zaten Şahin
Giray’ın densizlikleri yüzünden, İstanbul’da
Kırım’dan gelen haberlerin doğruluğuna pek
inanılmaz olmuştu. Ancak Kırım mirzalarından
on ikisinin meydana getirdiği meclisin mührü ve
onların imzaladıkları bir yazı olmadıkça
Kırım’dan gelen bir haberin, bir isteğin
gerçekten Kırım halkının dileği sayılmamasına
karar verilmişti
Şahin Giray Kırım’dan kaçarken bu on
ikilerden birkaçını yanına almış, Yenikale
yakınlarındaki Rus generali ile de anlaşarak
ondan emanet ve hediye aldığı gemilerle kıyıları
dolaşarak halka: “Şahin Giray’ı isteriz.”
dedirtmek, daha doğrusu halk adına böyle
konuşmanın kolayını bulmuştu
Bunların İstanbul’da duyulması, Rusya ile
aramazın bozulmasına sebep olmuş; Dışişleri
Bakanı Mehmet Hayri Efendi İstanbul’daki Rus
elçisi ile birkaç defa konuşup tartışmıştı.
Antlaşmalar gereği Kırım işlerine kimsenin
karışmaması gerekirken Rusların Şahin Giray’ı
bu kadar yakından ve içten arkalamasının iki
devlet arasında savaşmaya kadar gidebileceğini
Büyükelçiye anlatmıştı. Elçi, “Bu konuda
konuşmaya ve söz vermeye yetkim yok.” diye
bahsi değiştirmek istemiş, sonunda da bütün bu
istek ve ihtarların devletine yazılı olarak
bildirilmesinde ısrar etmiştir.
Rus elçisinin bu durumuna karşı nasıl bir
vaziyet alınacağını kararlaştırmak ve Kırım’dan
gelen ricacılara ne söylediğini belirtmek üzere
yetkili bir meclis toplandı. Mehmet Hayri Efendi,
olan biteni anlattıktan sonra;
“Kırım halkı Bahadır Giray’ı istiyor ve zaten
seçmiş bulunuyor, Ruslar ise Şahin Giray’ı
tutuyorlar ve koruyorlar. Rus elçisi de Kırım
halkından Şahin Giray’ı istemeyenler belki
vardır ama isteyenler de vardır; bir kere
İmparatoriçemizin fikri sorulsun diyor, sizler, ne
dersiniz? Herkes fikrini birer birer söylesin.”
dedi.
Fikri sorulanlardan birkaçı “Rusların bir-iki
gemi ile Şahin Giray’ın yardımına koşması
çekinilecek bir şey değildir. Daha ileriye gitmeyi
göze alamaz. Kendisini haklı gösterecek bir
tutamakları da yok” şeklinde konuştu. Sonunda,
İmparatoriçeye bu görüşlerin bildirilmesi için
karar verildi. Cevap gelene kadar da Kırım
temsilcilerinin İstanbul’da alıkonması uygun
görüldü.
Rusya’nın Osmanlı Devleti ve kendisine
komşu Osmanlı ülkeleri hakkındaki görüşleri,
hırsları ve istekleri zaten Kaynarca
Antlaşması’ndan belli olmuştu. Kırım’ı kendi
topraklarına katma düşüncesi ise artık iyice
meydanda çıkmıştı. Kırımlıların kendilerinden
hiç hoşlanmadığı ve Avrupa devletlerinin bu
kadar büyüyüp yayılmalarını hoş
görmeyeceklerini bilen Ruslar, o anlaşmada
Kırım işinin Osmanlılarca uygun görülen bir
çözüme kavuşmasını müspet karşılamışlardı.
Kırım’ı Osmanlı Devleti’nden kopararak
istiklâline kavuşturmak ve o dayanıksız müstakil
devleti himaye etmeli derken ele geçirmek
çaresini zamana bırakmayı daha uygun
bulmuşlardı. İstedikleri de oluyordu.
Bağımsız bir devlet başkanı gibi görünen
Şahin Giray’ın kanına girmesini, onu
kandırmasını, kendilerine çeşitli çıkarlarla
bağlamasını başarmışlardı. Biliyorlardı ki Şahin
Giray Rusya’ya yakınlık göstermekle halkın
nefretini kazanacak, işler karışacak ve Rusya,
komşusu olan bu devletin o günlerdeki başkanı
tarafından yardıma çağırılınca Kırım topraklarına
girmek hakkını kazanacaktı.
İngilizler, Amerika’daki sömürgelerinde
meydana çıkan karışıkları gidermekle
uğraşıyorlardı, Fransa ile İspanya o kıtada
menfaatlerinin bozulduğunu ileri sürerek işe
karışmış bulunuyorlardı. Avusturya
İmparatoriçesi ölmüş, oğlu tehlikeleri
kavrayamadan annesinin azimli davranışını iyice
gevşetmişti. İşte Katerina “fırsat bu fırsattır”
dedi, ordusunu Kırım’a gönderdi. Koca bir
memleketi göz göre göre zaptetti, istila etti.
Rusya’nın Kırım Planı ve Nemçe ile
Antlaşması

Katerina, Osmanlı Devleti hakkındaki gizli ve


kötü düşüncelerini gerçekleştirmenin yolunu
çoktan tutmuş bulunuyordu. Üstelik kendisinin
yakın ve güvenilir adamı olan General Potemkin
de işe Kırım’dan başlamak gerektiğini
İmparatoriçesine telkin edip duruyordu. Ancak
Nemçe İmparatoru Jozef’in bu işe razı olması
gerektiğini hatırlatıyor, onunla bir gizli anlaşma
yapılmasını sağlık veriyordu. Bu işi bir karara
bağlamak için bir Meclis topladı; başbakanı bu
düşünceyi o günkü devletlerarası durum
karşısında gerçekleştirmeye elverişli bulmadı.
Nemçe İmparatoru ile anlaşmak da onun
düşmanı Prusya Kralı ile bozuşmak olacaktı.
Ama Katerina, Potemkin’in görüşünü kendi
maceracı mizacına daha uygun buldu ve onu
uygulamaya girişti. Başbakanı bu yüzden kırıldı,
sinirleri bozuldu, işine gücüne bile bakmaz oldu.
Önceki anlaşmalarla Rusya toprağına katılmış
bir uzak yerde Nemçe İmparatoru ile buluştu, şu
birkaç esaslı noktada anlaşmaya vardılar.
— Osmanlı Devleti’nin topraklarına ansızın
saldırmak ve alınacak yerleri aralarında
bölüşmek,
— Osmanlı uyruğu Yunanlıları kışkırtıp
uyandırarak başkaldırmalarını sağlamak,
— Nemçelilerin Felemenk elinde kalan
topraklarını ele geçirmelerine ve Baltık
Denizi’nde donanma tertiplemelerine
Rusya tarafından yardım edilmek.
–– Katerina, bu gizli anlaşma üzerine, sırası
ile şunları gerçekleştirmeye koyuldu:
— Kırım Hanı Şahin Giray’ı kendi tarafına
çekmek, kendi tarafına çektiğini belli
ettirerek halkının ondan soğumasını
sağlamak;
— Kırım halkının, Şahin Giray’ın kardeşi
Bahadır Han’ı seçmesi için aralarına
teşvikçiler ve fesatçılar salmak,
— Şahin Giray’ın sınırdaki General
Potemkin’den yardım isteyince imdadına
gidiyormuş gibi Kırım’a asker yollayıp bir
daha çıkmamak; çıkmamak şöyle dursun,
bütün Kırım’ı istila ve işgal etmek
Rusya’nın teşviki ve tahriki ile Şahin Giray,
Kırım hükûmetinin başına geçip yeniden
Rusya’nın zoru ile han olduktan sonra, Osmanlı
hükûmetinden Özi Kalesi’nin Kırım’a ait
olduğunu, kendisine verilmesini istemeye
başladı. Bu sırada Nemçeliler de Osmanlı
sınırına asker yığmaya başladılar. Osmanlı
Devleti, bu yüzden telaşa düştü. Savaş tedbirleri
almayı gerekli gördü.
İlk iş olarak da orduya baş olabilecek birini
seçmesi gerekiyordu. Aydoslu vezir Seyyit
Mehmet Paşa Eflak cephesine başkumandan
tayin olundu. Özi Valisi Çatalcalı Ali Paşa, Vidin
muhafızlığına getirildi. Anadolu yakasına da
Samsunlu Hacı Ali Paşa’nın kumandan
yapılması düşünüldüyse de daha önce, kim bilir
ne sebepten, bu kimsenin vezirlik rütbesi
kaldırılmış ve bütün malları elinden alınmış
olduğu için ne eski varlığı ve gücü kalmıştı ne
de devlete güveni ve yaranma şevki.
Osmanlı Devleti, böyle yarım yamalak
tedbirlerle oyalanıp avunurken Rusya’nın
azmine ve hızına daha fazla cür’et gelmiş oldu.
Kırım için düşündüklerini bir bir
gerçekleştirmenin kolayını buldu.

Rusya ile Kırım Görüşmeleri

Mehmet Hayri Efendi, Rusya elçisi ile konuşma


emrini alınca onu Beylerbeyi’ndeki yalısına
çağırdı. Daha ev sahibi söze başlamadan Rusya
elçisi, yavuz hırsız misali, ev sahibini bastırmaya
girişerek Kırım dolaylarında olan bitenlerden
ilkin o sızlanmaya koyuldu. Elindeki bir kâğıdı
öne sürerek Mehmet Giray adındaki bir adamın,
Kaynarca Antlaşması ile bağımsızlığı kabul
edilen Kırım’ın işlerine Osmanlı Devleti namına
karışmaya başlamış; bundan bütün halk
şikâyetçi diyecek oldu. “Her şeyden önce, ben
bunu önce sizden bir sorup öğrenmek
istiyorum.” diye sözünü keser kesmez, Mehmet
Hayri Efendi gereken cevabı şöyle verdi;
“Osmanlı Devleti’nin bütün yaptığı işler ve
aldığı tedbirler anlaşmalara uygundur. Şimdiye
kadar anlaşmaya aykırı hiçbir şey yapmış
değildir. Koban suyunun bize ait kıyısındaki
arazi bizimdir, orada oturanlar da Osmanlı
uyruğudur.
Biz oralar için gereken tedbirlerimizi almakta
her zaman serbestiz. Buralarda güveni ve düzeni
sağlarken Kırımlıların ve başka yabancı devlet
uyruklarının bu düzensiz ve temkinsiz kimseler
tarafından tedirgin edilmesini de önlemiş oluruz.
Onların üzerine sözü geçer, tedbiri kesin
adamlar gönderiyoruz. Ve onlara ille
tembihimiz; Kırım’a ve Tatarlara zarar
vermemeleri, işlerine hiçbir suretle
karışmamalarıdır.”
İkinci konuşma başlayınca, bu sefer ilk sözü
Reis Efendi aldı: “Osmanlı Devleti sözünde
durduğu için, Kırım’da ne olup bitti ise sizden
gizli tutacak bir karışması, bir baskısı
olmamıştır. Ama sizin han yaptığınız Şahin
Giray hiç uslu durmuyor, bakın neler
yapıyormuş.” diye oralardaki Osmanlı yetkili ve
sorumlularının yazıp gönderdiklerini bir bir
gösterdi ve açıkladı.
Elçi, bunun üzerine, Osmanlı Devleti’nin
anlaşmalara samimiyetle sadık olduğuna bir
daha inandığını söylemekten ve Şahin Giray’a
gereken ikazların yapılması için devletine
gereken telkini yapacağına söz vermekten geri
kalamadı.
Üçüncü konuşmada ilk sözü yine Mehmet
Hayri Efendi aldı, haklı olarak hücuma geçti ve:
“Görüyorsunuz ki ve bir daha inandınız ki
Osmanlı Devleti, anlaşmalara sadıktır. Sözünde
dağ gibi sabit duruyor. Ama oralarda Osmanlı
Devleti’nin çıkarına ve İslâm dininin
hükümlerine aykırı olaylar birbirini kovalayıp
durursa bir gün sabrı tükenebilir. Oraların halkı
da hangi milletten olursa olsun çoğunluğu ile
Müslümandır.
Osmanlı padişahı da bütün Müslümanların
halifesidir; bir Müslüman ülkesinde dine-
diyanete aykırı şeylerin sürüp gitmesine
Müslüman halkın zalimler ve ecnebîler elinde bu
derece ezilmesine göz yumamayız. Bu
düzensizlikleri yerinde incelemek ve aramızdaki
anlaşmaları bozmadan düzeltmek imkânını
araştırmak için adamlarını gönderdi, daha
yetkililerini de gönderecek. Mesele bundan
ibarettir. Telaş edecek, siz değilsiniz; ancak
biziz.” dedi.
Rus elçisi, bunları dinleyince yatışmış
göründü. “Ahde vefa” böyle olur diyerek
takdirlerini bildirip: “Benim devletim sözünde
durur, anlaşmayı bozmaz.” diye söz verip
ayrıldı.
Reis Efendi’nin ve Rus elçisinin istekleri
üzerine konuşmalar birbirini kovaladı. Her
seferinde Reis Efendi hulusla teminat veriyor ve
elçi hep oyalayıcı sözlerin yanına tehditler
kattıktan sonra işi tatlıya bağlayıp
İmparatoriçesine elverişli fırsatı hazırlamasına
imkân vermiş oluyordu.
Sonunda, kendi kışkırtmaları ile tertiplenen
ayaklanmalar sonucu Şahin Giray’ın Rusya’ya
kaçmasını, Osmanlı Devleti’ne yüklemek
yüzsüzlüğünü de gösterdi ve:
“Onun tekrar Kırım Hanı olması, Kırım’ın
bağımsız sayılması ve sizin Kırım işlerine
karışmamanıza inanılması için ilk şarttır. Bunun
için gerekirse harbi de göze alırız.” tehdidini de
savurup gitti.

Devlet-i Aliye’nin Tedbirleri ve Rus


Tehditleri
Osmanlı devlet adamları ile saltanat büyükleri
toplanıp Rusya elçisi ile Dışişleri Bakanı’nın
konuşmalarından ne gibi sonuçlar çıkacağını
araştırmaya koyuldular. Rusya elçisine verilen
notaya cevap beklenirken, Rusların niyetinin
“hem Şahin Giray’ı han tanımak, hem Şahin
Giray aleyhine halkı ayaklanmaya teşvik etmek,
ilk bahaneyi bulur bulmaz da güya sınırlarına
yakın kargaşalığı bastırmak üzere Kırım’a asker
göndermek olduğu” artık anlaşılması üzerine,
gereken tedbirlerin alınmasını uygun gördüler.
İlk tedbir olarak iki parça çamlıca kayığı
hazırlandı, ikisinin daha sefere çıkacak hâle
sokulması için harekete geçildi. Ayrıca iki
saltanat kalyonunun da kereste nakli ve liman
temizlemesi bahanesiyle Sinop’a yollanması
uygun görüldü. Orada kışlasınlar mı,
kışlamasınlar mı diye uzun uzun düşünüldü.
Bunların Kırım’ın imdadına gönderildikleri nasıl
olsa belli olacak diye kaygıya düşüldü. Bunlar
haber alındıkça yapılacak sıkıştırmalara gereken
oyalayıcı cevaplar da verilsin ama içlerindeki
askerler karaya çıkarlar da görünürlerse,
gemilerin kurtarma âletleri eksik ve bakımsız
olduğuna göre Sinop gibi fırtınası bol bir
limanda oldukları yerde işe yaramaz hâle
gelirlerse diye çok endişe edildi. Buna göre sıkı
tembihler yapıldı, birtakım tedbirler alınacak
oldu.
Bu arada Rusya’nın Karadeniz kıyılarında bir
Rum devleti icat ederek General Potemkin’i bu
devlete kral yapmaya özendikleri haberi
gelmişti. Bu arada Potemkin’in Kırım’a
gönderildiği haber alınınca bu girişimlerinin
doğru olduğu meydana çıkar gibi oldu. Bütün
konuşmalara; “Rusya Kırım’ı alacak, Karadeniz
kıyılarımızı zorlayacak. Özi Kalesi’ne, Rusçuk
dolaylarına el atacak” kaygıları hâkim olmaya
başladı. Rusya’nın gün ışığına çıkar gibi olan altı
ay hazırlıklarına karşı bizim de boş durmamamız
istendi. Yeni tayinler, yeni tedbirler teklif edildi.
Bu arada: “Mademki Rus elçisi, Kırım halkı,
Şahin Giray’ı istiyor, istemeyen birkaç Tatar
beyidir, gürültüyü kopararak, Şahin Giray’ı
yıldıran onlardır diyor. O hâlde teklif edelim,
Rusya’dan ve bizden iki tarafın da
güvenebileceği adamlar gitsin, Kırım halkının
gerçek istediğini yoklasın.” diyenler oldu. “Eğer
Rusya buna razı olursa mesele açığa çıkmış
olur. Yok, olmaz da körü körüne inat ederse
ileride Osmanlı Devleti’nin anlaşmalara son
haddine kadar nasıl ısrarla sadık olduğu
anlaşılır da yabancılar ileride belki bizi haklı
bulur.” diye düşünüldü. Konuşmalara böylece
son verildi.
Reis Efendi bir kere daha Rus elçisini çağırdı.
Daha bu teklifi iyice açıklamasına meydan
kalmadan Rus elçisi: “Bunun vakti geçti. Artık
çok geç. Bahadır Han Kırım’a girdikten sonra
şimdi halk onu sever, onu istemek zorunda kalır.
Aynalıkavak Antlaşması’ndan açıkça aksi yazılı
iken bizler nasıl olur da Şahin Giray’ı hanlıktan
atılmış sayabiliriz?” diye kestirip atacak oldu.
Reis Efendi:
“Ya Şahin Giray ölse veya delirse yeniden bir
seçim olmayacak mı idi? Mademki iki zıt var,
geriden haksız ve yersiz bir hükme varmaktansa
halkın nabzını yoklamak, yeni ve gerçek bir
seçime varmanın tek çıkar yolu değil midir?”
yollu susturucu bir cevap verdi. Fakat her haksız
zorba gibi Ruslar kızmış ve gücenmiş görünerek
bildiklerini yapmak için bahane bulmuş oldular.
Bu konuşma da böyle sona erdi.

Milletlerarası İlişkiler ve Devlet-i Aliye


Üzerine Düşünceler

Medeniyetteki gelişmeler ve siyasî kanunlar,


yeryüzünde sınırsız hürriyet eğiliminde olan
insanoğlunu belli sınırları aşmayacak ve gerekli
kurallara uymaya zorlayacak birtakım bağlar ve
kayıtlar demektir.
İnsanoğlu, geme vurulmuş ve azmasın diye
bir uygun yere bağlanmış hayvan gibi bu bağları
koparıp kırmaya her zaman heveslidir. Hiçbir
zaman hakkına razı olmaz. Bu şartlar içinde o
gerekli bağlar ve kayıtların olduğu gibi
kalabilmesi, gerektiğince az çok değişmesi,
adalet dağıtan ve yürütenlerin göz kulak
olmasına ve bu düzeni korumasına bağlıdır.
Yoksa bir iş biraz gevşek tutuldukça her şeyin
alt üst olduğu bin kere görülmüştür.
Devletlerarasındaki anlaşmalar da böyledir.
Fırsat buldukça iki devlet de hele daha güçlü ve
azgın olanı, bu bağları koparmak, vaktiyle
kopardığı kolaylıkların ve ayrıcalıkların ötesine
geçmek ister. İstediğini yapmaya kalkışsa karşı
taraftan çıkacak zorlukların başına bela olacağını
bilir de her şeyi olduğuna bırakmış görünür ve
bir uygun zamanı gözetler durur. Kendisi
güçlendi ya da karşı taraf zayıfladı mı fırsat bu
fırsat, anlaşmayı en güç bir bahane ile bozuverir.
Zayıf, toparlanana kadar ses çıkarmayayım
derken güçlü daha da zorlu olur, karşılıklı
konuşmada haklı çıkmaya da çabalar.
Kimin haklı olduğu apaçık meydanda bile
olsa devletler mahkemesinde hâkimin eli kılıcın
kolu olduğuna göre, güçlünün yaptığına elbette
bir kulp bulur. Kalemle yazılanı kılıç bozar, kılıç
kalemden uzundur, daha çabuk ve daha keskin
yazar. Öyleyse devletlere düşen, barış sırasında
boş durmayıp, israf ve sefahatle vakit
geçirmeyip, her dakikasını ilerideki savaşlara el
altından hazırlık için fırsat anı bilip, gücünü
artırmak ve hazırlığını tamamlamaktır.
Bu, bütçenin kaldıramayacağı ve milletin
dayanamayacağı kadar bol asker ve silah
toplamakla da olmaz. Asıl mesele, halkı
kalkındırmak ve ülkeyi bayındırlaştırmaktır.
Bunun için de ilk yol vergi almak ve plansız
harcamak değil; fakir milletin boğazından
keserek verdiği paraları tam yerine harcamak
şarttır.
Bir tarlaya ne kadar çok tohum atarsanız o
kadar bol mahsul alınacağını hepimiz biliriz. Bu
ürünleri çabuk ve kolay taşımaya araç ve yol,
çalışanları beslemeye iyi ve düzgün yiyecek;
işleri düzenle yürütmeye uygun ve ileri görüşlü
kanunlar vakit kaybetmeksizin yapılmalı ve
gerçekleştirilmelidir ki yurttaş memnun olsun,
memnun oldukça çalışsın, çalışırken devlete
servetiyle ve emeği ile iyi hizmet imkânına
kavuşsun. Yoksa çiftçi ve çoban gibi kimseleri
toplayıp da bol askerimiz oldu diye övünmek ve
göz boyamak hiçbir şeye yaramaz, iyi netice
vermez.
Devletlerin ayakta kalabilmesi, yaşayabilmesi
düzgün ve tertipli orduların bulunmasına, bu da
yüksek masraflara, bu masrafların ödenmesi ise
ülkenin ve halkın düzgün, çalışkan ve bayındır
olmasına bağlıdır. Yabancılarla şeref ve haysiyet
dairesinde iyi geçinmek de bu tedbirler
arasındadır. Devlet adamları, bu konuda aşırı
davranmamalı, devletin haysiyetini yerde
süründürmemelidir. Bilmelidirler ki bir devlet ne
kadar güçlü olursa olsun herhâlde en az bir-iki
dosta muhtaçtır.
Mesela bu Kırım işinde Katerina’nın
Avusturya İmparatoru’nu ele alması ve öteki
Avrupa devletlerini de ayrıca kandırmaya
çalışması yanında; bizim dış siyasette beceriksiz
ve gaflet içinde oluşumuz, bu iddiamızın isabetli
olduğunu açıkça göstermektedir. Bizim bu
işlerde, asker toplamamız, onları hazırlayarak
ülkelerinin bayındırlığını ve halkın iyi geçimini
sağlayacak bir program ve planı hazırlayıp
gerçekleştirmekte hiçbir verimli çaba
göstermeyişimiz yanında Rusların her zaman
tedbirli, hazırlıklı olarak bizi tam bir gaflet içinde
avladıkları gittikçe daha iyi anlaşılmaktadır.
Devlet-i Aliye’nin, zamanın gereklerine
uygun bir askerî düzen, bir idarî nizam
sağlayamayışı, dışişleri düzeninin de bunlardan
beter oluşu yanında idarecilerin de birbirine
düşmüş olması, yenilgimizin başlıca sebepleri
olmuştur. Rusya İmparatoriçesi ise yapacaklarını
önce aklına koyduktan, gerçekleşme imkânlarını
birer birer sağladıktan, gereken temasları yapıp
müttefiklerini tedarik ettikten sonra amacını
açığa vurmuştur.
Osmanlı Devleti’nin harp edecek hâlde ve
niyette olmadığını kestirmişken bile “ne olur ne
olmaz” diyerek bütün ihtimalleri hesaba katmış,
hatta İsveçlilerin öç alma fırsatını dahi hesaba
katarak onlarla da gizlice anlaşma yolunu
bulmuştu.
Hastalığını bahane ederek sınıra kadar bile
gelemeyeceğini söyleyen İsveç Kralı’na,
“Öyleyse ben Stokholm’e kadar gelebilirim.”
diye direnmiş, buluştuklarında da İsveç Kralı’nın
ilerideki Türk-Rus harbinde tarafsız kalmasını
sağlamış, buna karşılık o zamanlar
Danimarka’ya ait olan Norveç’i İsveçlilerin elde
etmesine göz yumacağına da söz vermişti. Bu
arada İsveç Kralı’nı büsbütün memnun
edebilmesi için yol masrafını bahane ederek iki
yüz bin ruble hediye etmeyi de ihmal etmemişti.
Avrupa devletlerinin kendi derdine düşmüş
olduklarını hesap eden Katerina, davranışından
tek ürktüğü İsveç’i de böylece saf dışı ettikten
sonra elini kolunu sallayarak Osmanlı Devleti
üzerine yürümeyi tasarlamıştı.
Hayrı Efendi ise işi lafa boğmuş, karşılıklı
konuşmada hasmını sözde mat etmiş, fakat işin
sonunda kazanan; daha önce davranan, tedbir
alan ve işi iyi yürüten Rusya olmuştur.
Abdülhamit Han, Başvekilliğe getirdiği vezirleri
bu yolda uyarıyor, savaş hazırlıklarını
savsaklamasınlar diye birbiri ardına fermanlar
gönderiyordu. Ne çare ki başvekilliğe gelenler
hemen ve tam uyulması gereken bu emirlere
aldırmıyorlar: “Gün bugündür, hele zamanımız
hoş geçsin.” diyerek fırsatı ziyan ediyorlardı.
Padişah bunun farkına varmakta gecikmeyip
kendisi işleri düzeltmeye girişti. Yeni topların
dökülmesine, iki bin kişilik de olsa yeni ocaklar
kurulmasına, idarede verimli yenilikler
yapılmasına tek başına çaba harcadı. Önemli
işler için şeyhülislâm kapısında toplanması âdet
olan müzakere heyetinin halk arasında yeni
kaygılara yol açmaması için daha başka
yerlerde, daha gizli toplanmasını emretti.
Sınırdaki kalelerin onarılmasını, askerlerine daha
iyi bakılmasını, cephede eksiklerin iyice
tamamlanmasını sağladı. Ama iş işten geçmiş, iş
başa düştükten sonra bu tedbirler acele ve yarım
yamalak alınmıştı.
Bu hazırlıkları zamanında haber alan Ruslar
ve Avusturyalılar, çeşitli bahanelerle bunları
durdurmaya, bu hazırlıklar iyice
tamamlanmadan savaşın açılması için olur olmaz
teklifleri birbiri arkasına ileri sürmeye
başlamışlardı. Bu yersiz tekliflerden çoğunu
Osmanlı Devleti’nin kabule yanaşması, savaş
hazırlıklarının bir türlü tamamlanmadığını,
savaştan iyice çekinildiğini dosta düşmana
anlatmaya yetiyor ve hasımların şımarıp
isteklerini artırmalarına sebep oluyordu.

1782-1783 SENESİ OLAYLARI

Rusların Kırım’ı Haksız Olarak İstilâ


Etmeleri ve Beyanname Yayımlamaları

Ruslar Kırım’a girip Bahadır Giray’ı tahttan


indirip, Şahin Giray’ı yeniden Kırım tahtına
geçirdiler. Osmanlı Devleti açıktan hiçbir tedbir
almamış, doğru dürüst bir tepki gösterememişti.
Sadece Özi tarafına biraz asker gönderilmiş ve
Soğucak muhafızı Ali Paşa sınır yakınlarının
koruyuculuğuna atanmıştı. Rusların Kırım’da
kendiliklerinden han seçmeleri anlaşmalara
uygun düşmüyorsa da o günlerin şartları
yüzünden bu işe göz yumulmuştu.
Rusların önceleri yaptıklarını tekrarlamak
suretiyle Şahin Giray’ı han yapıp Kırım
topraklarından çekilip gideceği sanılmıştı.
Hâlbuki Ruslar bu sefer hanlığı ortadan kaldırıp
bütün ülkeyi kendilerine mal etmek için bahane
arar olmuşlardı. Bu arada Soğucak Muhafızı Ali
Paşa’nın Şahin Giray’dan gelen bir temsilciyi
öldürmesini bahane ederek Ruslar asker sevk
ederek Kırım’ı ve Koban’ı zaptediverdiler.
Şahin Giray’ın güya bir devlet başkanı olarak
yetkisine dayanıp kendilerini imdadına
çağırması üzerine bu davranışa geçmenin
devletlerarası törelere uygun düştüğünü de ileri
sürmeyi unutmadılar.
Rus generali Potemkin, ordusunun başında
Kırım’a girip bütün ülkeyi zaptetmeyi
tamamladıktan sonra, Kırım’ın ortasındaki
Karasu denen yerde karargâhını kurdu. Kırım’ın
bütün ilim ve idare büyüklerini toplantıya
çağırdı. Önce onları iyice azarladı:
“Siz, ne fesatçı bir toplumsunuz! Bize ne
kadar çok zahmet verdiniz. Sizden çektiğimizi bir
başka milletten çekmedik. Fesadınızdan
kurtulmak için Osmanlı Devleti sizden el çekti,
sizi kendi hâlinize bıraktı. Bu sırada bile bize
sığınıyor görünüp, Osmanlı dostlarımızla
aramızı bozmak istediniz. Ama iki dost yine barış
içindeler. Sizi yeni bir bela çıkarmamanız için,
şimdiye kadar sizin yüzünüzden yaptığı masrafa
ve kaybettiği askere karşılık İmparatoriçemiz
Kırım’ı kendi memleketine katmaya, kendi malı
saymaya karar verdi. Bu konudaki beyannameyi
okuyayım da durumunuzu anlayın.”
Katerina’nın beyannamesini okuduktan sonra
sözlerine şöyle devam etti: “Artık alabildiğine
özgür değilsiniz. Bundan böyle Rusya tebaası
sayılıyorsunuz. Bu hâle razı olmayıp gitmek
isteyenler varsa yol açık; kalacaklar, hiçbir
sıkıntıya uğramadan yaşayabilecekler. Dininize,
mezhebinize bir karışan olmayacak. Hadi
bakalım, siz de bir bir imparatoriçemize ve
devletimize sadık kalacağınıza yemin ediniz.”
Kırımlılar neye uğradıklarını o anda anladılar
ama iş işten geçmişti. Artık Rusya tebaası
olmaktan başka çare göremeyenler Kırım’da
kaldılar. Bu hâle razı olmayanlar da Osmanlı
Devleti topraklarına göç etmeye koyuldular. Bu
arada Togaylar ve birçok Tatar ocakları on bin
evlik bir kalabalık hâlinde Özi’yi geçmek için
Kılburuna gelmişler, fakat bu kadar insanı
karşıya geçirecek gemi bulunmadığı için, çok
zahmet çekmişlerdir.
Bu arada Rus subayları “Bu göçmen ve kaçak
Tatarlar, bizim ağaçlarımıza saldırıyor,
otlaklarımızı darmadağınık ediyorlar.” diye Ali
Paşa’ya ev sahibini bastıran arsız hırsızı
hatırlatan sızlanış mektupları gönderip
duruyorlardı. Bir toplumun uzak dedelerden
kalma topraklarını, geçim araçlarını hem
ellerinden haksız yere alıyorlar, hem de ondan
bir parçasına muhtaç olup da el uzatmaya
kalkışan zavallıları ayıplamaya, kalkışıyorlardı.
İnsafın o yerde namı yoktu artık.
Bu arada Şahin Giray’ın da ayakları suya erdi.
Hainliğe varan ahmaklığı yüzünden kendisinin
de milletinin de neler kaybettiğini çok iyi anladı
Ama düşmanlık denizinde pisipisine
boğulmaktan başka elinden ne gelirdi artık;
Ruslar onu biraz daha aldatıp kullanmak için
yılda sekiz yüz bin ruble maaş bağlamayı söz
verdiler. Katerina, bütün bu haksızlıkları ve
düzenbazlıkları yapıp Osmanlı Devleti’nden
esaslı bir karşılık görmeyince, kendisini yabancı
devletler gözünde haklı bir iş yapıyor gösterecek
şöyle bir beyanname hazırlayıp yayınlamak
cür’etini de gösterdi:
“Kırım kılıcımızın hakkı olduğu hâlde biz
Osmanlı Devleti ile aramızı bozmamak ve
buraların durumuyla yakından ilgili Avrupa
devletler dengesine zarar vermemek için
Kırımlıların bağımsız bir toplum olarak
yaşamalarını istedik.
İlk zamanlarda sağlıyor göründükse de onlar
birbirlerine düşmekten, başlarındaki hanları, ya
alaşağı etmekten ya tekrar tahta geçirmekten
başka bir şey yapmadılar. Bu arada bizim bütün
emeklerimiz boşa gitti. Birçok askerimiz
mahvoldu. Çok büyük masraflara girdik ve
nihayet anladık ki onları kudretli ve adaletli Rus
Devleti’nin tebaası yaparsak ancak huzur ve
refaha kavuşturabiliriz.
Devamlı barışa Kırım halkının bu ilkel ve
şuursuz davranışı, bu bitmez tükenmez
kargaşalığı engel olup duracaktır. Bu kötü
ihtimali ortadan kaldırmanın tek çaresi, onları,
kendileri için de hayırlı olacak şekilde, Rus
tebaası yapmak ve Kırım’ı mazbut bir devlet
nizamı altına almaktır.”
Katerina, Tatarları kendine ısındırmak için din
ve mezhep işlerine baştan hiç karışmadı. Ama
Tatarlar, hürriyetlerinin elden gittiğini, er ya da
geç bütün bağımsızlıklarını ve yaşama haklarını
kaybedeceklerini kavrayarak tedirginliklerini
belli ettiler. Ama bu geç kalmış davranış
Potemkin’in hiddetini köpürtmekten ve yirmi-
otuz bin Tatar’ı kılıçtan geçirmesine sebep
olmaktan öteye geçemedi.
Fransa Krallığı, Katerina’nın beyannamesini
alır almaz bütün bu dil döküşleri yersiz ve asılsız
görüp Aynalıkavak Antlaşması’na uyulmaktan
başka bir tedbire geçmenin devletler
münasebetine hiçbir suretle uygun
düşmeyeceğini açıkça belirtmişti. Bu
beyannamenin aynısı kendisine de gönderilen
Osmanlı Devleti’nce: “Hazırlığımız yok; durup
dururken kafa tutup başımıza yeni bir bela
almayalım.” diye cevap verilmemiş ve güya için
için hazırlanmak avuntusu ile yetinilmiş,
Rusya’ya korku belası meydan boş bırakılmıştır.
Bizim devletimizin yapamadığını İngiltere
tüccarından biri Rusya tüccarından birine
yazdığı bir mektupta tam bir mantık ve isabetle
yapmayı başarmıştır ki işte onu da ibret olsun
diye buraya kaydetmekten kendimizi
alamıyoruz:
“... Rusya imparatoriçesi denizlerde
İngiltere’nin yardımı ve rızası olmadıkça istediği
üstünlüğü elde edemeyeceğini bildiğinden,
Kırım’da neler yaptığının hesabını verircesine
hazırladığı beyannamenin bir suretini de İngiliz
Devleti’ne göndermiştir. Dolayısıyla bizim de
haberimiz oldu; okuduk da hayretler içinde
kaldık.
1882-1883 tarihine gelinceye kadar
Karadeniz’in bütün limanlarının Cenevizlilerin
elinde idi. Timur Han’dan sonra ise Tatar
hanlarının eline geçti. Üç yüz yıldır Osmanlı
Devleti’nin sınırları içine alınmış bulunuyordu
ama hanlarını kendisi seçiyordu.
Bin yedi yüz otuz beş yılına kadar Rusya
Kırım’ı tanımıyordu bile; Tatarları han
seçiminden yoksun bırakan, Kırım’ı Kırımlıların
gönlünü almadan onları memleketine katmaya
yeltenen ilk devlet Rusya oldu. Şimdi tutmuş,
Kırım’da düzeni ve esenliği sağlamaya, onu bir
memur eden bulunmuş gibi yaptığı masraflara,
harcadığı emeklere ve kaybettiği askere karşılık
Kırım’ı Rusya sınırları içinde tutsak saymaya
kalkışmış, bir de bunu devletlere haber vermek
ve kendisini haklı bulmalarını istemek cür’etinde
bulunuyor.
Tatarlar Rusya içlerine mi saldırmışlar da
Rusya askerî harekete geçmiş, masraflara
girişmiş, telefat vermişti? Devletlerarasındaki
kurallara hiçbir surette uymayan bu
davranışınız akla, mantığa, insafa sığdırmaya
imkân var mıdır ki bir de böyle beyannamelerle
başka devletlerin ve milletlerin gözlerini
boyamaya uğraşıyorsunuz. Bundan sonra hangi
devlet ve millet, Rusya’nın iyi niyetinden,
komşuluğundan ve himayesinden emin olabilir?
Amerika ahalisi hürriyetleri uğrunda
ayaklandı diye Fransa bir bahane bulup
Amerika’yı zaptetmeye, işgal etmeye girişirse
İngiltere ve İspanya devletleri hoş
karşılayabilirler mi idi? Öyle ise ey Rusyalılar,
hileyi, riyayı bir yana bırakın da “Akdeniz’de ve
Karadeniz’de sözümüzü geçirebilecek hâle
gelmek için bunları yaptık.” deyin kurtulun. Ama
bu hareketlerin kötü sonuçlarını da şimdiden
hesaba katın.
Fransa Kralı, Amerikalılara nasıl insanca
hürriyet bağışladı, bundan ibret almak yok
mudur? Altın hırsı, akçe vaadi, bir devlet için ön
planda düşünülecek şeylerdir. Siz Taman’da bir
subayın öldürülmesini bahane edersiniz de
Şahin Giray’ın bu yüzden Osmanlı Devleti’ni
protesto edip etmediğini, etmişse Osmanlı
Devleti’nin buna olumlu bir karşılık da
vermediğini hiç hatırlatmak istemiyor musunuz?
Şahin Giray, protesto etmeyi akıl etmiş ve bu
protesto reddedilmiş olsa bile ona sahip çıkmak
bir dereceye kadar akıl kârı iken, bu yüzden
Kırım’ı zaptetmek doğrusu hiç akla sığar
şeylerden değildir. Bu yaptığınızın arkası
geleceğe benziyor.
Eflak ve Boğdan’daki karışıklıkları ve
tedirginlikleri bahane ederek orayı da ele
geçirmeye niyet edeceğinizden de pekâlâ şüphe
edebiliriz artık. Bunun arkası Akdeniz’in cahil ve
saf halkını yer yer kışkırtarak ufak tefek
ayaklanmaları bahane ederek; Almanya’ya,
İtalya’ya Fransa’ya bile bir uçtan el atmak
olabilir. Ama bunun sorumlusu, hırsınız kadar
gücünüz olsa bile bütün Avrupa ölçüsünde
tutuşturmaya hazır olduğunuz yangını daha
başlamadan, böyle ilk kıvılcımı göze çarpınca,
söndürmeye geçmeyenler olacaktır.”

Devlet Borçlarının Bir An Önce Ödenmesi


Hakkında Ferman
“Dünya durdukça ayakta kalacak büyük
devletin, yapması gereken işler için lazım olan
parayı sağlayabilmesi için, gelirlerinin
zamanında ve tamamıyla tahsil edilmesine
bağlıdır. Bu sebeple bütün derebeylerin ve
mültezimlerin ödemeleri gereken vergileri,
harçları, devlete olan her türlü borçlarını senesi
içinde hazineye ödemiş olmaları şarttır.
Tahmin edildiği ve hesaplandığı kadar
paranın devlet hazinesine yatırılmaması hâlinde
devlet, kendine düşen vazifelerden birçoğunu
hakkıyla ve tamamıyla yerine getirememektedir.
Dolayısı ile İstanbul ve taşrada kimin devlete
borcu varsa hemen ödenmesini talep etmek,
ödemeleri savsaklayanlar kimin nesi olursa
olsun, hemen mallarına ve mülklerine el konulup
satışa çıkarmak, bu işe memur edilenlerin en
esaslı, en acele vazifesi olmalıdır.
Eski, yeni birikmiş bütün borçların itina ile
bir bir deftere geçirilip hesap edilerek en kesin
usullerle, en kısa zamanda, hatıra, gönüle
bakılmayarak bir tek akçesi geri kalmaksızın tez
elden toplanmasına son derece dikkat
etmelisiniz...”

Fas Hâkiminden Gelen Elçi ve Elçinin


Sorgulanması

Fas Hâkimi Muhammed tarafından büyükelçi


olarak İstanbul’a gönderilen Seyit Tahir’le
maiyetinde ikinci elçi Muhammed Arabî,
beraberlerinde birbirinden güzel şekilde
eyerlenmiş altı emsalsiz mağrip atı ile altı zenci
köle ve iki mühürlü sandık, bir de fağfur eşya ile
dolu bir başka sandık getirmişlerdi.
Elçiler, daha önce Tunus Beylerbeyi Ali Paşa
eliyle gönderilen hediyelerin kabul
olunmasından ve makbule geçmesinden cesaret
alarak bunların gönderildiğini bildirdiler.
Fas Hâkimi’nin bu yeni hediyelerle sadakat
ve bağlılığını belirtmekten zevk duyduğunu
ifade ettiler. Hâkim ayrıca dedesinden kalma
tarihi bir kılıcı da kabzasının eskiliğine
bakmadan, hatta bu hâlini makbul saydığı için
değiştirmeden padişaha özel armağanı olarak
sundu. Bu sunumdan sonra elçilerden bazı
suallerin cevaplanması istendi. Elçilere sorulan
sualler ve verdikleri cevaplar:
Birinci soru: Bu gönderilen hediyeler
padişahımızca kabul olunacaktır. Ancak hâkimin
Nemçe Kralı’na da altı at gönderdiği, altısının da
mücevherli eğerlerle süslü olduğu haberini aldık.
Bu, Nemçe Kralı’nı Osmanlı Padişahı’ndan
üstün tutmak anlamına gelmesin.
Cevap: Hâkimimiz şu ve bu yüzden kâfir
eline geçen Müslüman kimseleri esaretten
kurtarmak için elinden gelen her çareye
başvurmaktadır. Bu arada Nemçelilerin insan ve
eşya yüklü bir Fas gemisini esir aldıkları haberi
alındı. Bu geminin içindekilerle birlikte geri
verilmesi için bir elçimiz Nemçe Kralı’na
başvurdu. Kral bu başvuruyu çok iyi karşıladı.
İçindekilerin tamamıyla o gemiyi geri verip, bize
teslim etmekle kalmadı; önceleri esir almış
olduğu altı yüz kadar Müslüman’ı da serbest
bırakıp memleketlerine dönmelerini sağladı.
Buna karşılık da hâkimimiz ona birtakım
hediyeler gönderdi ama Nemçe Kralı’na giden
atlar, hâkimin kendi ahırından ve seçkin atlardan
değildi. Rastgele binek hayvanları idi; eğerler de
mücevherli değil, sadece sırmalı idi.
Müslümanlar Halifesinin hoşuna gideceğini
bilerek ekleyelim ki hâkimimiz İspanya Kralı’na
da başvurarak iki bin kadar Müslüman esiri de
İspanyolların elinden kurtarmak için fidye
vermeye başlamıştır. O kadar ki İspanyol
gemicileri, bize istediğimiz gibi kullanacak tayfa
kalmıyor diye sızlanmışlarsa da bin dört yüz esir
Müslümanı daha kurtarmak üzereyiz.
İkinci soru: Fas Hâkimi Sicilya Kralı ile de
bir anlaşma yapmış diyorlar, doğru mudur?
Cevap: Geçen yıl Batı Trablus’ta kıtlık baş
göstermişti. Oranın beylerbeyi, bizden iki gemi
dolusu buğday istemişti. Biz de bunun üzerine
hemen yola çıkmıştık. Bunlardan birisini Sicilya
korsanları esir alıp memleketlerine
götürmüşlerdi. Bunu haber alan Sicilya Kralı
daha biz kendisine başvurmadan: “Biz Fas’la
baba dostuyuz, buyursunlar gemilerini.” demiş.
Bu hâl hâkimimizi çok memnun etti; teşekkür
mektubu gönderdi. Biz yola çıkana kadar bir
anlaşma olmamıştı ama olması beklenebilir.
Üçüncü soru: Bu hediyeleri padişaha takdim
etmekten başka vazifeniz var mı?
Cevap: Hâkimimiz haber aldı ki Rusya,
Osmanlı Devleti’ne saldırmak için bahane
aramakta ve her vesile ile yeni bozgunculuk
çıkarmaktadır. Osmanlı Devleti’nin de şanına
yakışır karşılıklar vereceğini, gereken
hazırlıklara giriştiğini yine aynı kaynaklardan
haber almakla sevindik. Fas Hâkimi, bunu
yetkililere yaptığı bir toplantıda açığa vurunca
bütün hazır olanlar, bütün gönülleriyle Osmanlı
Devleti’nin zarara uğramamasına ve zafere
ulaşmasına dualar ettiler. Ayrıca karara vardılar
ki Osmanlı Devleti bu hazırlıkları sırasında
nelere ihtiyacı varsa bildirsin; biz canla başla
yardıma koşmaya hazırız; asıl bunu bildirmek
için elçi atandık; saygı ile arz ederiz.
Bu cevaplar padişaha arz olundu. Şaban
ayının yirmi ikinci günü Fas elçileri padişah
tarafından kabul olunmak şerefine erdiler.
Bundan önce Fas Hâkimi’nin hiçbir elçisi,
padişahın huzuruna çıkmak şerefini
kazanmamışlardı ama daha önce İstanbul’a
gelen Buhara elçileri gibi bunlara da aynı itibarın
gösterilmesi uygun görüldü.

Rusya ile Yapılan Ticaret Antlaşması

Rusya, Avusturya (Nemçe) ile aralarında


anlaşma yapınca, elçileri vasıtasıyla Osmanlı
Devleti’ne üç meselede (ticaret, Kırım meselesi,
Eflak ve Boğdan) ültimatoma benzer tebliğde
bulunmuşlar, üç meseleyi nalıncı keseri gibi
kendi taraflarına yontarak bir karara ve
anlaşmaya bağlamak istemişlerdi.
Osmanlı Devleti bunlara aklı başında bir
cevap verene kadar; Rusya, kendiliğinden işi
oldubittiye getirip Kırım’ı işgal etmiş, orada
istediği gibi at oynatmaya başlamış, üstelik
ortada anormal hiçbir şey yokmuş gibi 81
maddelik bir de ticaret anlaşması teklif etmişti.
Osmanlı Devleti, bunu da baş eğercesine hoş
görmüş ve bu teklifleri, sanki savaşta yenilmiş
de yenenin her isteğini kabule mecburmuş gibi,
aynen kabul edip anlaşmayı imzalamaktan geri
kalamamıştı. O kadar ki Hayri Efendi böyle
nazik zamanında tek başına sorumluluğa
girmekten çekinmiş, yanına güya müşavir diye
İstanbul Kadısı Müftüzâde Ahmed Efendi, devlet
adamı sayılan Resmi Ahmet Efendi ve eski
kethüdalardan Hacı Mustafa Efendi katılmışlardı.
Osmanlı temsilcileri, anlaşma tasarısının bir
ikisine şöyle bir itiraz edecek oldularsa da Rus
elçisi, bu maddeleri dikte etmek için getirdiğini,
değiştirmeye yetkisinin olmadığını, ufak bir
değişikliği devletinin hoş görmeyeceğini
söyleyip olduğu gibi tasdik edilmesini; aksi
takdirde zorlama cihetine gidilecek olursa, bir
muharebeye hazır olunması tehdidinde
bulunmuştu.
Osmanlı temsilcileri, bazı maddeleri
beğenmemekte ve değiştirmekte ısrar ettilerse de
Rus elçisi: “Siz bir kenara isteklerinizi yazın,
belki devletim ufak değişiklikler yapmaya
yanaşır. Bu, onun mürüvvetine kalmış. Siz bu
ticaret anlaşmasını toptan bir tasdik edin, ben
sizi memnun edecek bir ifadeye kavuşturmak
için, hatırınıza binaen çaba harcarım.” diyerek
imzalattığı o anlaşmanın bazı maddeleri:
1. Madde: Osmanlı ülkesinin her yerinde,
denizlerinde, ırmaklarında ve
topraklarında Rusya uyruklu herkes ticaret
yapmaya ve gemi yürütmeye izinlidir.
İsteyen Rusya tüccarı, Osmanlı ülkesinde,
devletin imtiyazlı misafiri olarak, istediği
sürece oturabilir, alış verişte bulunabilir.
2. Madde: İki tarafın da uyrukları, öteki
devletin topraklarında mal-mülk sahibi
olmak hakkına da sahiptirler. İki devlet
karşılıklı olarak, arabalarında veya
gemilerinde başka milletlerden kimseler
bulunsa bile onları hoş tutacak,
böylelerine hiçbir zorluk çıkarmayacak. Bu
gezileri sırasında iki devletten birinin
uyruklarından biri ötekine kaçar ve
sığınırsa, dinini değiştirip yerleşmedikçe,
öteki devletin isteği üzerine hemen geri
verilecektir.
3. Madde: Yalnız tüccar değil, bütün Rus
uyrukları, memleketlerinden almış
oldukları geçiş kâğıtlarıyla Osmanlı
ülkesine sorguya ve güçlüğe uğramaksızın
girebilirler. Kendi memleketlerinde nasıl
giyiniyorlarsa o kıyafetle Osmanlı
ülkesinde dolaşabilirler. Sınırda
ödeyecekleri belirli bir paradan başka
kendilerinden hiçbir vergi ve haraç
alınamaz. Osmanlı uyruğu olup da Rusya
içinde ticaret yapmak isteyenler de aynı
haklara ve imtiyazlara sahip sayılırlar.
4. Madde: Kaynarca Antlaşması’ndan
faydalanarak Osmanlı şehirlerine ve
limanlarına girip çıkmakta olan Ruslara,
Osmanlı Devleti dostça, dikkatli ve saygılı
davranmaya söz verir. Bunlardan
herhangi bir sebeple yardıma muhtaç
olanlara devletin bütün imkânlarıyla kısa
zamanda yardım etmesi Rusya dostluğunun
tabiî icaplarından sayılır.
5. Madde: Rus gemilerinden biri, kazaya
uğrayıp da Osmanlı ülkesinin kıyılarına
düşerse o gemiyi kurtarmayı, içindeki
malları ve canları sağ salim yola
çıkarmayı, bunun için hiçbir vergi ve ücret
almamayı Osmanlı Devleti memnunlukla
kabul eder. Bir Osmanlı gemisi böyle bir
durumda kalırsa Rusya Devleti de ona aynı
şekilde davranacaktır.
6. Madde: Rus uyruklu kimseler, İstanbul’dan
başka herhangi bir Osmanlı şehrinden
ipek, pirinç, Yemen kahvesi, rugan ve
zeytinyağı satın alıp Rusya’ya nakletmeye
izinlidir.
Bundan sonraki maddeler de Rus uyruklu
kimselerin uğrayabileceği güçlükleri ortadan
kaldırmaya zorlayan ve teferruatla dolu olan
maddelerdir.

İngiltere’nin Kırım Meselesinde Aracılık


Teklifi

İngiltere’nin, Bâb-ı Âli’ye bir yazı ile gönderdiği


e l ç i : “Osmanlı Devleti’ne, devletimin bazı
teklifleri vardır; bunları konuşmaya memur
edildim.” demesi üzerine, Reis Efendi’nin
Ayazma’daki yalısında buluştular.
Elçi; Rusya’yla Nemçe’nin Osmanlı
Devleti’ne karşı birleşmiş göründüklerini, bu iki
devletle birden başa çıkmanın bugünkü şartlarda
zor olacağına göre müttefiklerle Osmanlılar
arasında iyi-kötü bir anlaşmaya varılması için
İngiltere’nin aracılık yapmaya hazır olduğunu
bildirdi ve ilave etti: “İki taraf da sınıra asker
yığıyor. İstemeden bir tutuşma, bir vuruşma
olmasını önlemek istiyoruz.”
Reis Efendi, İngiliz elçisine, Osmanlı
Devleti’nin bu hazırlığı barışı bozmak için değil,
bozmak isteyenlere karşı hazırlıklı olmak ve
böylece onları amaçlarından vazgeçirmek için
yaptığını belirtti ve: “İngiltere’nin aracılığı nasıl
olacak, karşı devletlerin bu aracılıktan haberi
var mı?” diye sordu. Elçi, buna karşılık olarak:
“Osmanlı Devleti’nin Kırım’dan vazgeçmesi ve
Aynalıkavak Antlaşması’na iki tarafın da riayet
etmesi” şartıyla iki tarafı uzlaştırmasının
mümkün olacağını umduklarını ifade etti.
Reis Efendi: “Bu bir kere daha büyüklere
sorulmaya değer, ama Osmanlı Devleti’nin
sadık dostu Fransa’yı bu işten haberdar etmek
ve onun da sizinle birlikte aracı olmasını rica
etmek gerekecektir.” deyince elçi: “Biz buna
çoktan razıyız, fakat Rusya’nın uygun
göreceğini sanmam.” cevabını verdi. İngiliz
elçisine diğer buluşmalarda, Osmanlı Devleti’nin
Kaynarca ve Aynalıkavak antlaşmalarına sadık
kalmaktan başka bir iddiası ve isteği olmadığı
tekrar tekrar anlatıldı.
Hâlbuki o sırada Fransa, Katerina’ın sadece
Kırım’da yaptıklarına değil, hatta daha cür’etle
düşündüklerine göz yummaya razı olmuştu.
Fransa’nın aracılığından fayda umanlar ve
bunda ısrar edenler, dünya işlerinden habersiz
Osmanlı Devleti adamları idi. İngiltere ise
başında Amerika belası olduğu için Rusya’nın
meydanı büsbütün boş bulması ve ileride
İngiltere’nin çıkarlarını bozacak işlere girişmeye
cesaret edememesi için aracılık yapmaya
yanaşıyordu. Bizim tarihçilerin hiçbirinin
bunlardan haberi yoktu.
Amerika Birleşik Devletlerinin Kuruluşu ve
Bağımsızlığı

“Yenidünya” diye anılan bu topraklar, 1584


yılında İngilizlerce zapt olunmuş ve değişik
zamanlarda bazı kumpanyalara ve nüfuzlu
kimselere kiralanmış, satılmış veya devir
olunmuştu.
İngiltere’deki mezhep anlaşmazlıkları
yüzünden krallığın zulmüne uğrayanlar, ana
yurtlarından bu yenidünyaya göçüp kurtulmayı
göze almışlardı. Ayrıca Avrupa’nın başka
yerlerinde kanunca, ahlakça ve dince makbul
sayılmayan kimseler de bu yenidünyaya göç
etmeyi, kayıtlardan ve takiplerden kurtulmak
için tek çıkar yol görmüşlerdi. Kalabalıklaşan bu
topraklarda her biri İngiltere’ye bağlı yeni
hükûmetçikler kurulmuştu. Zamanla bu
topluluklar, İngiltere’ye bağlı olmaktan, İngiliz
kanunlarıyla idare edilmekten bıkmışlar, ilk
umdukları hürriyete tekrar sahip olma sevdasına
düşmüşlerdi.
İngiltere, kendisinden kopmaya yüz tutan bu
zenginlikleri tekrar kendisine bağlamak için
tedbirlere başvurmuş, buraların İngiltere ile ticarî
münasebetlerini kesmemelerini sağlamak için
bütün gücünü ortaya koymuştu. İngiltere, imar
ettiği bu toprakların birden zenginleşen
halkından yeni vergiler almaya kalkınca halk
ayaklanmış, İngiltere ile bağlarını koparmış ve
bağımsızlığını elde etmeyi başarmıştır.
İngilizler koydukları bazı vergileri halkın
ayaklanması üzerine kaldırmışlarsa da halkta bir
kere hoşnutsuzluk başlamış, İngiliz askerlerinin
gelmesi üzerine bu hoşnutsuzluk artmıştır.
Yenidünya’nın değişik milletlerden oluşan halkı
ayaklanma acemiliğini göstermeyip İngiliz
mallarına karşı boykot yapmak suretiyle daha
etkili karşı konulmaz bir mücadele yolu
seçmiştir.
İngiltere Hükûmeti, bunun üzerine Boston
şehrini ambargoya almış, ötekilerin bundan ibret
alıp gevşeyeceklerini sanmıştı. Çeşitli dinlerin ve
milletlerin karışımı olan Amerika halkının bir
araya gelip birleşip direneceğini hiç ummamıştı.
Umûmî menfaat, insan gruplarını birbirine
kaynaştırmıştı. Eğer Boston şehrine konulan
yasak tamamen kaldırılmazsa hiçbir Amerika
şehrinin İngiltere malı almayacağına karar
vermişler ve bu kararlarını kesinlikle
uygulamaya başlamışlardı. Filadelfiya şehrinde
toplanan Amerika yetkilileri, bu kararı bütün
Amerika’ya yaymayı üzerlerine almakla beraber,
İngiltere kralına da bir mektup gönderip
İngiltere’ye bağlı olduklarını, ancak kendilerine
bir parça hak tanınmasını istediklerini
bildirmişlerdir.
Bu yumuşaklığı gevşeme sanan ve çıkarları
için burnundan soluyan Lordlar, kısa görüşlü ve
hırslı davranarak bu işi asker gücü ve kaba
kuvvetle halletmeye uğraştılar. Amerikalılar da
silaha sarıldılar, asker topladılar, cephane
yığdılar ve ilk fırsatta düzgün ordu kurup
memleketlerini korumaya hazırlandılar.
Başlarına da George Washington adında bir lider
geçince cesaretleri arttı.
Fransa, İngiltere’nin Avrupa’daki rakibi
olarak onun ne sebeple olursa olsun, kuvvetten
düşmesini istediğinden, el altından Amerika
âsilerine yardıma gecikmedi. İspanyollar,
Amerika kıtasında sömürgelere sahipti. İlk
bakışta onların çıkarı, Amerikalıların her
halleriyle Avrupalı efendilerine muhtaç kalması
idi. Fakat İngiltere’nin Amerika’yı sömürmekte
ağır basması üzerine onlar da İngiltere’nin
kendilerine bir zararı dokunmadan zayıflamasını
sağlama fikrine kapıldılar.
İspanyollar, Fransız’ların aylardan beri yaptığı
telkine uyarak Amerika asilerine önce el
altından, sonra da açıkça yardımdan geri
kalmadılar. Hollandalılar da aynı kaygılar ve
düşüncelerle İngiliz’lerle anlaşmayıp
Amerikalılara yüz vermek durumunda kaldılar.
Amerika’nın İngiltere bütçesine kazanç
oluyor derken başına bela olduğu zamanlarda
İngiltere, Osmanlı Devleti’nin sırtından Rusya’yı
kazanmak için bu aracılık teklifine girişti. Bu
zamanlar da Katerina’nın Osmanlı Devleti’nden
topraklar, haklar ve imtiyazlar koparmaya
yöneldiği günlere rastlamakta idi. Katerina,
İngiltere’nin bu gailelerle uğraştığı günleri
cür’etli atılımları için fırsat zamanı saymıştı.
Rusya, büyük rakip diye İngiltere’yi
görüyordu: onun dünya ölçüsünde nüfuzunun
eksilmesini ve gururunun kırılmasını için için
istiyordu. İngiltere haksız olduğunu kabul
etmese bile yalnız kaldığını kavrayarak, Rusya
ile Avusturya’nın aracılık teklifini kabul etti.
Amerika’nın bağımsızlığı böylece Avrupa
devletlerinin hepsinin birden tasdiki ile dünya
ölçüsünde gerçekleşmiş ve kabul edilmiş oldu.
Avrupa’nın sömürgeci devletlerinden her biri
öteden beri Amerika’da sağladıkları çıkarları bir
müddet ellerinde tutmayı başardılar ama
Amerika Birleşik Devletleri’nin kurulmuş
olmasını açıkça kabul etmekten başka çare de
bulamadılar. Böylece, geniş, verimli ve zengin
topraklarıyla her gün biraz daha ilerlemeye ve
gelişmeye aday bir devlet meydana çıktı.
Amerika’nın bağımsızlığını kazanmasında, bu
savaşların başkomutanı George Washington’un
savaş sırasında gösterdiği yiğitlik, akıl ve
becerisinin payı büyüktü. Harpten sonra
askerlerin biriken maaşlarını alamamaları
yüzünden bu sefer yeni devlete karşı
başkaldırmaları tehlikesini de şahsî nüfuzunu
kullanıp meclisle ordunun arasını bularak
bertaraf etmiş, iç savaş çıkmasını önlemiştir.
Bütün bu vazifelerini yerine getirdikten sonra;
memleketinde gördüğü saygı ve sevgiyi
kaybetmeden ve yaptığı hizmetler için hiçbir
karşılık istemeden köşesine çekilmeyi
başarmıştır.

İran’daki Gelişmeler ve Rus -İran İlişkileri

Rus çarı Deli Petro, yalan dolanla şunu-bunu


oyalayıp kandırarak Derbent ve Bakû
kaleleriyle, Keylan ülkesini İranlıların elinden
almıştı. Sonradan tahta geçen Nadir Şah,
Rusya’nın aldıklarını tek tek geri almayı
başarmış ve bir İngiliz kaptanı İran uyruğuna
alıp İslâm ile müşerref kılmış, onun denetiminde
güçlü bir donanma tertiplemiş ve Hazar
denizinde Rusya’ya karşı daha güçlü olmuştu.
Nadir Şah’ı yola getiremeyen Ruslar, ancak
onun öldürülmesiyle rahat nefes alabilmişlerdi.
Nadir Şah’tan sonra birbirlerine düşen İran
idarecileri, Ruslarla uğraşmaya ve Rusların
İran’a el uzatmasını önlemeye zaman
ayıramamışlardı. Bundan faydalanan Rus
İmparatoriçesi Katerina, Hazar’daki İran
donanmasını ortadan kaldırmış, yeni bir Rus
donanması kurup büyüklü, küçüklü gemilerle
güçlendirmesini bilmişti.
Donanmanın amirali yalnız o gemileri idare
etmekle değil, İran idarecileri arasına fitne
sokmakla kalmayıp onları hediyelerle kendi
taraflarına çevirmek için el altından epey gayret
de göstermişti.
O sıralarda Ağa Muhammed Han’la Murtaza
Kolihan, İran’a egemen olmak için birbirleri ile
uğraşıyorlardı. Ruslar Murtaza’yı tuttularsa da
Ağa Muhammed Han ağır bastı. Katerina o
sırada Kırım’ı karıştırmakla meşgul olduğu için,
İran işlerine ayrıca akıl yormaya ve kuvvet
harcamaya yanaşmadı. Ağa Muhammed Han,
Rusların Hazar’daki donanmasını hileye karşı
hile kullanarak harap etmesini Rus donanma
idarecilerini, hatta askerlerini bile esir almayı
başarmıştı.
Ruslar Kırım’ı yutmadan İran’a el atmayı akıl
kârı saymadıklarından Ağa Muhammed’in
yaptıklarını bilmezlikten, görmezlikten geldiler
ve General Potemkin eliyle onu ağırlamasını ve
avutmasını bile ihmal etmediler. Ağa
Muhammed Han, görgülü ve ileri görüşlü idi.
Rusya’nın Osmanlı ve İran devletlerine tekrar
baş belası olmadan, yok edilmesini değilse bile
yola getirilmesini aklına koymuştu. Bunu da
ancak Osmanlı Devleti’nin yardımıyla
başarabilirdi. Osmanlı Devleti böyle bir
anlaşmaya tenezzül etmeyince bu ihtimal de
ortadan kalktı.

1783 – 1784 ve 1785-1786 SENELERİ


OLAYLARI

Rusya, Prusya ve Nemçe’nin Birbirini


Kovalayan İstekleri

Harbe hazırlıklı olmayan, olacağa da


benzemeyen Osmanlı Devleti’nden yalnız Rusya
değil, ondan cesaret alarak, Nemçe ve Prusya
(Almanya) da birbiri üzerine, isteklerde
bulunmaya başladı. Osmanlı İmparatorluğu’nun
kendine gelemeyip, isteyeni güçlü ve cür’etli
gördükçe, isteklerine boyun eğip razı oldukça,
yeni istekleri sökün etti.
Rusya’nın Kırım’ı haksız ve zamansız
istilasına göz yuman Osmanlı Devleti,
Nemçe’nin Eflak-Boğdan’da bir uçtan hak iddia
etmeye, aynı yoldan yürüyüp Eflak ve Boğdan
beylerinin seçimine karışmaya başladığını da
görmek, buna da susmak ve boyun eğmek
durumuna düştü. Arkadan yeni türemiş Prusya
da aynı şımarıklık ve yırtıklıkla Osmanlı Devleti
üzerinde baskı yapmaya özendi.
Rusya, bu sırada Kırım’da kendiliğinden
yaptığı bütün yeni işgalleri Avrupa devletleri
gözünde haklı göstermek için Osmanlı
Devleti’ne yeni bir teklifte bulunarak, Kırım,
Taban ve Koman ülkeleri Rusya elinde kalmak
ve Koban Irmağı ayırıcı sınır olmak üzere
Soğucak Kalesi ile dolaylarından el çekmeye
hazır olduğunu bildirdi. Köprü altından su
bağışlarcasına Osmanlı Devleti’nden zorbalıkla
ve ansızın kopardığını Osmanlı Devleti’ne bir
lütuf gibi bağışlamaya yetkili olduğunu belirtti.
Yapılan görüşmede Osmanlı Devleti’ni
temsilen İstanbul Kadısı Müftüzâde Ahmet
Efendi, Reisülküttap Hacı Mustafa Efendi, bu
kırıcı teklife kendilerinin karşılık
veremeyeceklerini, bunu Divan’dan sormak
gerekeceğini, her şeyden önce de Osmanlı
Devleti’nin şeref ve haysiyetini dosta, düşmana
karşı korumuş gözükecek birtakım kayıtların
teklife eklenmesinin şart olduğunu söylediler.
Rusya elçisi hiç oralı olmayıp: “Bu teklifimizi
kabul etmeniz iki devlet arasında kötü olaylar
patlamaması için ilk şarttır. Sadrazam mı bunu
tasdik eder, yoksa siz temsilciler mi bir
anlaşmaya varırsanız, orası sizlerin bileceğiniz
işler.” deyip kestirip attı. İşte antlaşmamızın
bizim tarafımızdan iyi niyetlerle ve son
fedakârlıklarla hazırlanmış şekli diye bir de kâğıt
uzatıp: “Bunda bir değişiklik yapılmasını
devletim hoş görmez, ben de bu konudaki yetkili
değilim.” diyerek konuşmayı kesti.
Bizim temsilcilerimiz, denize düşen yılana
sarılır, kabilinden: “İngiltere ile Fransa daha
esaslı ve devamlı barış için aracılık yapmaya
hazır olduklarını söylemişlerdi. Müzakereye bu
dostlarımızın aracılığı ile daha geniş ve elverişli
bir zamanda başlayalım.” diye işi ertelemeye ve
etrafı yoklamak için zaman kazanmaya
çabaladılarsa da bir faydası olmadı.
Rus elçisi: “Onların aracılığı sadece
Rusya’nın hızını kesmek ve Osmanlı Devleti’ni
lüzumsuz bir harp hazırlığına sürüklemektir.
Hâlbuki ne kadar zaman geçerse geçsin, sizin
harp edecek hâle giremeyeceğiniz bizce bellidir.
Gelin başınız hiç belaya girmesin; bizim bu
barışçı ve uzlaştırıcı teklifimizi kabul edin.”
demekle yetindi.
Bunun üzerine Osmanlı delegeleri, dünyanın
gidişini ve olayların gelişip değişişini kadere
havale ederek susmaktan başka çare görmediler.
Durum Değerlendirmesi

Avusturya Devleti’nin yurttaşları çok çeşitli


milletlerden meydana gelmiş idi. Osmanlı
Devleti sınırında olan bölgelerinde hele
Bohemya’da yerleşmiş olanlar Hırvat, Sırp,
Boşnak ve Bulgar, kısacası Slav asıllı oldukları
için kendileriyle bir ırktan olan Ruslarla dil
bakımından da daha yakın, daha kolay
anlaşabilir durumda idiler. Avusturya’nın bütün
bunları göz önünde tutulması ve Rusya’nın
buraları yutmaması için Osmanlı Devleti ile el
ele vermesi gerekirdi.
Rusya, er ya da geç bunu yapmayı aklına
koymuştu. Bugün olmazsa yarın, ilk fırsatta
bunu gerçekleştirmek hırs ve kararı içinde idi.
Ne çare ki Avusturya İmparatoru II. Jozef, toy,
tecrübesiz, haris ve acemi bir zenperest gibi,
Katerina alüftesinin kolları arasına manen
düşmüş oldu. Osmanlı Devleti’ni birlikte
sıkıştırdılar, koparacaklarını kopardılar fakat
Avusturya’nın hissesine düşenin, Rusya’nın
pençesine geçeceğini gaflet içindeki Avusturya
siyasîleri vaktinde anlayamadılar.
Az tamah çok ziyan getirir. Keşke, “Tuna
boylarında ve Arnavutluk kıyılarında Osmanlı
Devleti’ne düşman olan, Avusturya’ya da er
veya geç düşman olacaktır.” gerçeğini
zamanında hem Osmanlılar hem Avusturyalılar
iyice kavramış olsaydı, oralar bu hâle düşmemiş,
Rusya da bu kadar kolay büyümemiş olurdu.
Osmanlı Devleti’nde o zamanlarda
Avrupa’daki gelişmeleri ve ilerde olacaklar
değil, burnunun dibindeki tehlikelerin farkında
olacak idareciler yoktu. Düşmanları onu
istedikleri gibi alıp satıyorlardı da o hâlâ oturup
duruyordu. Dünyanın sonuna kadar ayakta
kalmasını dilediğimiz bu devlet, Buhara ve
Semerkand gibi dünyanın bir ucunda değil,
Dünya’nın merkezi denilecek önemli bir
coğrafya parçasında idi. Hele devlet merkezi,
boğazların ağzında olduğu için dünya deniz
ticaretinin en önemli geçidi idi.
Osmanlı Devleti, yalnız yakınlarıyla değil,
bütün Avrupa devletleriyle anlaşmak zorunda
idi. Bütün bu devletlerin, plan, program ve
politikalarının ne olduğunu bilmeli ve ona göre
davranmalı idi. Hâlbuki bizim devlet
adamlarımız, her Müslüman görüneni bizden ve
Hristiyan olanı tam manasıyla bizim aleyhimize
anlaşmış sayarak, politikalarını körü körüne
yürütme yolunu tuttular.
Hâlbuki o sıralarda gerek iktisadi çıkarları
gerek mezhep farklılıkları sebebiyle Hristiyan
Avrupa devletleri birbirine düşmüş
bulunuyordu. Biz bunun farkında olamadık,
Avrupa siyasîleri ise değil kendi aralarındaki
meseleleri konuşurken, hatta sadece Osmanlı
Devleti’nin akıbetini müzakere ederken bile
bizden hiç kimseyi içlerine almadılar. Biz bu
lüzumu kavrayıp onlara telkin etmenin ne
lüzumunu duyduk, ne yolunu bildik.
Katerina, planlı idi. Bizim de onun gibi
yabancı dil bilir, dünya hâlini olduğu gibi kavrar
bir-iki elçimiz olsa Avusturya İmparatoru’nu
değilse bile Volter gibi o sarada kalemi kılıç
kadar etkili kimseleri bizim tarafımıza çekmek
ve onları Avrupa’nın ilerideki akıbeti hakkında
uyarıp yola getirmek imkânı pekâlâ
bulunabilirdi.
Hiç değilse Osmanlıların Avrupa’da sadece
kargaşalık ve hatta zulüm vasıtası ve sebebi
olduklarını durmadan yayan insafsız ve asılsız
propagandanın önüne geçilmiş olabilirdi. Gün
geçtikçe, Rusya’nın hırsına bilmeden buna alet
olan Avrupa devletleri, bu davranış ve
aldanışlarından ne kadar pişman olacaklar, ne
kadar dövünecekler ama o zaman iş işten geçmiş
olacak.
Osmanlı Devleti’nin İçler Acısı Durumu

Rusya, Osmanlı Devleti’nin az çok haysiyetini


kurtarır görünen bütün anlaşma metinlerini, hem
suçlu hem güçlü olarak, Osmanlı Devleti’ne
dikte edercesine anlaşmaya zorluyordu. Bu
anlaşmalardan faydalanarak Kırım’da istediği
hakları koparıyor, toprakları alıyor, her şeyi
Osmanlı Devleti’nin rızası ve Kırım halkının
isteğiyle yapıyor görünmek için yeni isteklerini,
yeni anlaşmalarla Devlet-i Aliye’ye dayatıyordu.
Yeni teklifi, yeni bir acayip teklif takip ediyor,
bunlara karşı Osmanlı Devleti’nin perişan
yetkilileri, birbirine benzeyen, iradesiz, günü
kurtarıcı toplantı yapıp şu minvalde
konuşuyorlardı:
Sadrazam, Cebeci Paşa Hacı İsmail Ağa’nın,
Tevkii Çelebi Mehmet Efendi’nin ve Tersane
Emini Selim Sırrı Efendi’nin, acı durum
değerlendirmelerini ağlamaklı dinledikten sonra
hazır olanlara dönüp haykırdı:
“Bu konuda ne düşünüyorsunuz açıkça
söyleyin. Şimdi, burada susup da evlerinize
dönünce toplantılar yapıp bizleri çekiştirmeye,
ukalalık etmeye kalkışmayın. Şevketli
padişahımızın açıkça fikir yürütmesini emrettiği
bu mecliste söylemediklerinizi sonradan başka
yerlerde söylediğinizi duyarsam, evladımdan
yakın da olsanız, cezanızı vermekten çekinmem.
Gözünüzü açın, meramınız ne ise şimdiden
söyleyin.”
Bunun üzerine Sipahiler ağası Hacı Selim Ağa
söz aldı:
“Moskoflar Kırım’ı şimdi mi zaptetti ki? On
senedir elinin altında tutuyor. Önceleri adı var,
kendi yok bir han vardı. Şimdi sadece o yok.
Başka bir fark var mı sanki. On yıldır ses
çıkarmadığımız yerden, “Şimdi çık.” diyebilir
miyiz? Desek de çıkar mı? Eh öyleyse, ne için
direnmeye niyetli gibi görünüyorsunuz? Bize
sefer açmaya kalksa, Allah esirgesin, rezil olur
kalırız. Antlaşmaktan, barışmaktan başka çare
mi var?”
Bu sefer sadrazam, şeyhülislâma dönüp şöyle
söyledi:
“Ha din işi olmuş, ha dünya işi. Bunlara da
fetvayı verecek, son sözü söyleyecek sizlersiniz.
İşte davanın aslı enine boyuna konuşuldu.
Belgeler ortaya döküldü. Şimdi kararınızı,
fetvanızı bekliyoruz. ‘Hüküm, anlatışa göre
verilir.’ sözü meşhurdur. Anlatılanları
dinlediniz, verin fetvanızı.”
Şeyhülislâm Nasip Efendi ve Müftüzâde
aralarında bir müddet konuştular. Aralarında
ağzı en iyi laf yapan Müftüzâde cevap vermeye
koyuldu:
“Şeriatın gereği budur ki bir meselede şerler
bir araya gelir de hayra yer kalmazsa, şerlerin
en ehvenini kabullenmekten başka çare yoktur,
vacip olan da budur. Mesela bir mümin namaz
kılmak isterken elbisesi pislenmiş olsa, başka
giyeceği de yoksa namazını çıplak mı kılacak,
yoksa kirlenmiş elbiseyi giymiş olarak mı? Eh,
çaresiz çıplak değil, kirli elbise ile namaz
kılacaktır.”
Mecliste baş başa, kulaktan kulağa
sızlanmalar ve söylenmeler uzayıp gitmeye yüz
tutunca Sadrazam ve Nakip Efendi tekrar hazır
olanlara seslendiler:
“Efendiler, Ağalar. Söyleyin, senet mi verilsin,
cenk mi olunsun?”
Herkes birbirine baktı. Şeyhülislâm ve
yanındakiler, kesin sözü söylemekte yetkili
sayılıyordu. Aralarında bir daha konuştular ve
bu şartlar içinde şeriata en uygun olan “barış
üzere olmaktır” kararını bildirdiler. Bu sefer
sadrazam herkese birden “Kararınız budur,
değil mi?” diye sordu. Herkesten birer birer
“evet” cevabını aldı.
Bu sırada Laleli Mustafa Efendi adında bir
halk adamı: “Bari Rusya’nın Gürcistan tarafına
da akmamasını şart koşabilseydik; hiç olmazsa
bunu elçiden rica etseydik” diye sızlandı. Bunu
duyanlar: “Doğru, elçiden ricacı olalım, belki
Devletini razı eder.” yollu birbirlerini avuttular.
Sadrazam: “Öyleyse yeni senedi Rusya’ya
vermek kararındayız. Ama bugün, ama yarın. Bu
yapılana kadar bu mecliste konuşulanlar
dışarıya sızmasın.” tembihinde bulundu.
“Bundan önceki meclislerimizde ne
konuşulmuşça yabancı devlet elçilerinin
kulağına gitmiş. Bu sefer boşboğazlık
etmeyeceğinize yemin edin.” dedi. Herkes yemin
etti. Topçubaşı Ağa da: “Kim bu mecliste
konuşulanları başka mecliste tekrarlarsa Allah
onu kahretsin.” diye beddua etti. Bir ağızdan
Fatiha okuyup dağıldılar.
Diğer Bazı Olaylar ve Düzenlemeler

Peygamberimizin ayak bastığı taşın Şam’dan


İstanbul’a getirilişi: Peygamberimiz Hz.
Muhammed’in (s.a.v.) genç yaşta ticaretle
uğraşırken, Şam’a geldiğinde, kervanıyla bu
kale yakınına konmak için inerken ayak
bastığına inanılan taşın, Şam ilinin Havran
bucağında “eski Şam” diye anılan Bassi
kalesinde bulunduğu öteden beri söyleniyordu.
Vezir Mehmet Paşa, Şam valisi iken, o
mübarek taşı kaleden almış; Şam’a getirip
Emevîye Camii’ne yerleştirmek istemişti.
Şimdiki vali Derviş Mehmet Paşa, “Bu taşı eski
karara uyarak Emevîye Camii’ne mi
yerleştirelim, yoksa İstanbul’a mı gönderelim?”
diye soruyordu. “Bu dar ve buhranlı zamanda
böyle mübarek bir taş İstanbul’a getirilirse, bir
ferahlığa yol açabilir.” inanışı ile hemen yola
çıkarılması padişahın emri ile valiye bildirildi.
Taş, üç ay içinde, büyük merasimlerle İstanbul’a
geldi. Bütün şehir sarayın gösterdiği büyük
ilgiye uyarak ayaklandı ve bu taşın yoluna
düştü.
Mübarek taş, Bahçekapı yakınındaki I.
Abdülhamit Han Hazretlerinin ihya ettiği yere
konuldu. Sonradan taşın ne dereceye kadar
mübarek sayılabileceği, Peygamber’in ayağının
o taşa gerçekten değmiş olup olmadığı üzerinde
tartışmaya cür’et edenler olduysa da bir kere
mübarek sayılmış, halk da ona bir hürmet
duymuş olduğuna göre, gerçekten o mübarek
ayak o taşa değmiş ve üstelik iz bırakmış kabul
edildi.
İstanbul Boğazı’nın tahkimi: Karadeniz
Osmanlı Devleti’nin bir havuzu hâlinde iken
Rusya’nın Kırım’ı işgali üzerine bu üstünlük
elden gitmişti. Üstelik Rusya, en güzel limanlara
sahip olmuş ve donanmasını, günden güne
güçlendirmeye yönelmişti. Bu şartlar içinde er
geç Osmanlı Devleti ile Rusya arasında bir savaş
çıkacağı anlaşılıyordu. Karadeniz Boğazı’nın
tahkimi artık ihmal edilemez olmuştu.
Boğaziçi’nde ve yakınında eski, yeni ne
kadar kale varsa onarılması ve
sağlamlaştırılmasına önem verildi. Eski
muhafızların yerine, gözü açık, iş bilir erler
seçilmesi kararlaştırıldı. Bunun üzerine Kaptan-ı
derya Gazi Hasan Paşa tarafından düzenlenen
defter gereğince, Boğazın her iki yanında ve
yakınında ne kadar kale varsa hepsine yeni
koruyucular, yeni toplar yerleştirildi. Bu
kalelerde her gece nöbet bekletme esası
konuldu.
Dışarıdan gelen bir gemi ilkin Rumeli feneri
Kalesi’nden görüleceğine göre, bu kalenin
bekçileri hemen havaî fişekler atacaklar ve öteki
kalelerdeki topçulara haber vermiş olacaklardı.
Rumeli ve Anadolu Kavağı kalelerinde fitil
ateşlemeye hazır duran askerler, işaret üzerine
toplarını atmaya ve gelen geminin boğazdan
daha içerlere sokulmasını önlemeye girişecekler,
girmekte inat eden gemiyi batıracaklardı.
Bu işler için bütün tedbirlerin alınması,
eksiklerin tamamlanması, askerlerin hazır ve
talimli olması için emirler verildi, teftişler
yapıldı. Padişah Kaptan Paşa’ya kendi el
yazısıyla bir de ferman gönderdi.
Sinop’taki Rus Konsolosu’nun kaçıp
İstanbul’a gelişi: Rusya’nın ısrarı üzerine
Sinop’ta bir konsolos bulundurulmasını Osmanlı
Devleti kabule mecbur olmuştu. Sinop halkı
şimdiye kadar Rus bayrağını kendi şehirlerinde
çekilmiş görmedikleri için telaşa düşmüşler ve
konsolosluk önünde birikerek bağırıp
çağırmışlardı. Bunun üzerine devlet, oraya
münasip kuvvetler ve aklı başında yetkililer
göndererek bu işi kapatmak üzere iken
konsolos, kendi hayatının ve devletinin
haysiyetinin tehlikede olduğunu bildirerek
limandaki bir Rus gemisine atlayıp İstanbul’a
gelmişti.
Rus elçisi, bu hâli bahane ederek Osmanlı
Devleti hariciyesini yeniden sıkıştırmaya ve
konsolosun hayatiyle eşyasının korunmasını
istemekle yetinmeyip Sinop’ta halkın galeyanına
sebep olan kadı ve müftünün cezalandırılmasını
iki devletin iyi münasebetlerinin devamı için şart
koştu. Gerçi Reis Efendi (Dış İşleri Bakanı):
“devletin işidir. Memurların cezalandırılması
birtakım şartlar ve hükümlere bağlıdır. Onları
sizin hatırınız için hemen gözünüzün önünde
cezalandıramayız.” yollu direnmeler gösterebildi
ise de Rus elçisi “Hadi cezayı biz tertip
etmeyelim ama siz muhakkak ve hemen tatbik
edin.” diye zorladı.
Reis Efendi’nin: “Ne yapalım, Sinop gibi
yerde yabancı bayrağının sallanmasını siz
istediniz. Ahali şimdiye kadar böyle şey
görmedikleri için memleketlerinin elden gittiğini
sanıp ürktüler, ayaklandılar, işin aslı kendilerine
anlatılana kadar böyle telaşlanmaları yersiz
görülmemelidir.” cevabı da meseleyi halletmedi.
Konsolosun kaybolduğunu ileri sürdüğü
eşyası ödendi; yanına istediği kadar koruyucu
katıldı; Sinop kadısı azledilip Bursa’ya;
müftünün elinden de fetva yetkisi alınıp
Kastamonu’ya sürüldü.
Defterdar Efendi’nin azli ve bazı malî
kurallar: Devletin masrafları çok olduğu için
hazine açık üzerine açık veriyordu. Bu hâle çare
bulmaya defterdar Reşit Süleyman Efendi’nin
gücü, bilgisi yetmiyordu. Defterdar Emini Hasan
Efendi, bazı tedbirlerle bu işi hâl yoluna
koyacağına söz verince defterdar yapıldı. Yeni
defterdar birçok kimseleri zengin eden
muhassıllıkları (vergi toplayıcılığı) baştan peşin
para ile satmak ve almak o muhassılların
gittikleri yerlerde toplayacakları vergilerin
adalete uygun düşmesini kontrol etme esasını
koydu.
Halep Muhassıllığı bu zengin gelir
kaynaklarından biri idi. İstanbul’da sefalet
yüzünden yoksul ve borçlu düşenler yolunu
bulup iltimas ve rüşvet ile kendilerini Halep
Muhassıllığı’na tayin ettirirlerdi. Tarihçi Vasıf
Efendi bunlardan birini şöyle anlatır:
Halep’te, yirmi beş yıl önce, Vanlı Selim Ağa
adında bir kapıcı başıya rastladım. Halep’te
evlenmiş, çoluk çocuk sahibi olup yerleşmiş.
“Niye İstanbul’a dönmüyorsun?” diye sorunca
bana: “Orada devlet hizmetinde aldığım belli
maaşla geçinmeme imkânı yoktu. Epeyce de
borçlanmıştım. Buraya yevmiyeli geldim.
Muhassıl emrinde çalıştım. Boğazıma da
masrafım olmuyor, ondan bundan geçiniyorum.
Eh, epey para biriktirdim. İstanbul’da böyle bir
geçim sağlayamam ki gitmeye heves edeyim.”
diye cevap verdi.
İşte yeni Defterdar Hasan Efendi, böyle
soygunculuklara son vermiş olmak, hiç değilse
sonradan toplanacağın büyük bir kısmını
peşince devlet hazinesine aktarmış olmak için bu
usulü buldu. Ayrıca gümrük resimlerini
toplamayı da muhassıllardan alıp başka ellere
verdi. Onları da ayrıca devlet hesabına satmayı
akıl etti.

Prusya Kralı’nın Ölümü


Prusya Kralı Büyük Frederik, “Kendisi için son
günlerine kadar bir öğrenme ve yetişme yeri
saydığı” dünyayı terk etti. Her çeşit ilimde, hele
hendese ilminde ve harp sanayinde bilgisi örnek
sayılabilecek bir kraldı. O zaman hiçbir devlette
rastlanamayacak kadar bilgili asker yetiştirmiş,
ordusunu zamanının en iyi ordusu yapmayı
başarmıştı. Derdi; memleketini ve ordusunu
geliştirmekti. Gece gündüz bunlarla uğraşıyordu.
Bu sayede, önceleri Prusya Devleti,
Avusturya’nın koltuğunda bir küçük devlet gibi
iken, kırk altı senelik idaresi zamanında,
devletini birinci planda bir devlet düzeyine
yükseltmiştir.
Avusturya, Fransa ve Rusya devletlerinin
kendi aleyhine birleştikleri zamanlarda cesaret
ve iradesi ile onları ayrı ayrı sindirmesini,
birleşmelerini önlemesini ve vakti gelince de
onlara korku salacak kadar tertipli ve hazırlıklı
davranmasını bilmiştir. Frederik küçük
hükûmetler hâlinde olan Alman beyliklerini bir
arada kendi emrinde toplamasını bilmişti. Rusya
İmparatoriçesi Katerina bile orduyu düzenlemek,
idare etmek, komşu devletlerle göz boyayarak
da olsa, iyi geçinmek usullerini ondan
öğrenmiştir.
Osmanlı Devleti’nin, dünyadaki
gelişmelerden haberi olmayan siyaset adamları
Frederik’le anlaşmasını bilseler, Rusya’nın
Almanlara ve Osmanlılara ne kadar tehlikeli
olacağını ihtar ettiği zaman ileriyi görüp hak
verselerdi, Frederik, Almanya için olduğu kadar,
bizim için de hayırlı olabilirdi. Neden sonra
Osmanlı Devleti adamlarının akılları başlarına
gelir gibi oldu. Rusya ve Avusturya’nın
tükenmek bilmeyen şımarık ve saldırgan
isteklerine karşı Prusyalılarla anlaşmak yoluna
gidildi, ama artık iş işten geçmiş, Ruslar ve
Avusturyalılar koparacaklarını koparmışlardı.
ÜÇÜNCÜ KISIM

Üçüncü Kısım Hakkında

Cenâb-ı Hakka hamdolsun ki bizleri


peygamberlerin efendisi, âlemlerin iftiharı olan
Hazret-i Muhammet (s.a.v.) Efendimiz’e ümmet
kıldı. Padişahımız Gazi Abdülmecit Han’ın
güzelliklerle dolu devrinin adalet ve inayetinden
pay aldırdı.
Bu kitabın âciz müellifi bu eserini telif
ederken, yüce Devletimizin 1769-1770
senesinden 1785-1786 senesi sonuna kadar olan
hadiseleri birinci ve ikinci ciltlerde anlattı.
Üçüncü cilt ise hicri on üçüncü (milâdî on
dokuzuncu) asrın olaylarına bir giriş
mahiyetinde olacak ve geçen asırda başlayan
hadiselerin tertip ve neticelerini okuyucuların
zihinlerine intikal ettirebilmek gayretini
gösterecektir. Bu sebeple bu cilt, birinci ve ikinci
ciltleri tamamlayıcı olacak ve 1786, 1787-1788
seneleri olaylarını hikâye edecektir.
Bu cilt, altı bölüme ayrılmış, bir başka tarzda
düzenlenmiştir.
1. Bölüm: Arabistan dolaylarının eski ve yeni
olaylarını,
2. Bölüm: Hindistan haberlerini,
3. Bölüm: Kafkasya’nın durumu, Dağıstan,
Gürcistan ve Çerkezlerin hâlini.
4. Bölüm: Rumeli’ye ait bazı önemli olayları,
5. Bölüm: İslâm milletlerinin durumu ve
Rusların saldırılarını,
6. Bölüm: 1786, 1787-1788 yıllarının
hadiselerini, Rus ve Avusturya seferlerinin
sebeplerini anlatacaktır.
BİRİNCİ BÖLÜM

Mısır’ın Tarihi ve Mısır’da Gelişen Olaylar

Bu bölümde anlatacağımız olayların başlıcaları


“dünyanın anası” ismini alan ve birçok
hazineleri göğsünde saklayan Mısır’ın garip
halleri olacaktır.
Eski Mısır’ın halkı, Kıptî milleti olup
hükümdarlarına Firavun denirdi. Hazret-i
Musa’nın karşısına çıkan Firavun da
bunlardandır. Ancak Kıptî Devleti çok
sürmemiş, çökmüş ve Kıptî halkı yabancı
boyunduruğu altına girerek, her asırda yabancı
bir kavmin kahredici emirlerine boyun eğmiştir.
Mısır, Hazreti Ömer zamanında fetih
olunduktan sonra hayli müddet Hilafet
merkezinden niyabet usulü ile yönetilmiş,
sonradan bağımsız devletler zuhur etmiştir. Bu
devletlerden birisi Rafıziye Devleti’dir. Bir
müddet Mısır’da Rafızî mezhebi yayıldıktan
sonra Eyyûbî Devleti zuhur etmiş, Rafızîlik
ortadan kaldırılarak İslâm dini tekrar kurulmuş
ve Suriye kıyılarını ele geçirmiş olan Haçlıları
imha etmiştir. Eyyûbî Devleti 81 sene sürmüş;
ilk hükümdarı Melik Selahattin, son hükümdarı
ise Melik Salih’in Şecerüddür isimli karısıdır.
Mısır’da ilk olarak birçok köleler alıp
onlardan asker yapan bu Melik Salih’tir ki
Eyyûbî Devleti bu yüzden çökmüştür. Şöyle ki:
Melik Salih ölüp oğlu Nuran Şah Mısır’a sultan
olduğunda, babasının asker yazdığı kölemenlere
itibar etmediğinden onlar da bundan ürkerek
kendisini öldürmüşler ve yerine annesi
Şecerüddürr’ü tahta çıkarmışlardır. Üç ay sonra
onu da tahtından indirmişler, o zaman Mısır’da
Türk Devleti hâkim olmuştur.
Türk Devletinden “Kalavun” adlı zat, Mısır
hükûmetine el koymuş ve kendisine “Melik
Mansur” ismini vererek Kalavun Devleti’ni
kurmuştur. Bu devlet Mısır’da 100 sene hüküm
sürdükten sonra bu memleketin fitneciliği
yüzünden çökmüştür. Kalavun
hükümdarlarından Melik Eşref, memlekette
hüküm süren şakileri sürmeyi emrettiğinde
şakiler başkaldırıp Eşref ile harbe tutuşmuşlar ve
neticede perişan olmuşlardı.
Sultan Eşref bunların kimisini öldürmüş,
kimisini sürmüş, bir kısmı da bazı emirlere
sığınarak Mısır’da kalmışlardır. Bunların çoğu
Çerkez olup bu vak’ada gözden düşmüşler ve
Mısır’da tahkir edilmişler fakat Kalavun
Devleti’ni düşürmek için fırsat aramaya
başlamışlardır.
Milliyetçilik bağları kuvvetli olan ve manen
birlik hâlinde bulunan bu Çerkezlerden bir kısmı
da padişaha yanaşmış ve punduna getirerek
Eşref’i öldürmüşler. Mısır’ın kaynaklarını ele
geçirmişler, hor görülürken birden bire sözleri
geçer olmuş. Fakat birçok iç harpler olmuş,
nihayet Çerkez Berkok hepsini yenerek Melik
Eşref’in oğlunu tahttan indirmiş, kendisi tahta
geçmiştir.
Çerkez hükümdarları Mısır’da 130 sene kadar
hüküm sürmüşler, nihayet son Çerkez
hükümdarı Kansu Gavri, Yavuz Sultan Selim’e
mağlup olmuş ve Çerkez Devleti dağılmıştır.
Bundan sonra Mısır, Dört Halife devrinde
olduğu gibi, hilafet merkezinden niyabet
suretiyle idare edilmişse de bu memlekette
karışıklıklar sona ermemiştir.
Sultan Selim’den sonra Mısır beyleri ve
askerleri “Fıkariye ve Kasımiye” adıyla iki
fırkaya bölünmüş ve bu iki fırka birbirlerini
öldürmeye devam etmişlerdir.
Bunun sebebi şu imiş: Yavuz Sultan Selim
Mısır’ı fethedip Çerkez beylerini ele geçirdikten
sonra bir gün divan-ı hümayunda “Çerkez
beylerinden görmediğimiz kimse kaldı mı?” diye
sorduğunda huzurda bulunan Hayır Bey: “Evet
efendim, Sevdun Bey namında gayet yaşlı birisi
var ki evine çekilmiştir. Onun Zülfikar ve Kasım
namında iki oğlu var ki yiğitlikte eşleri yoktur.
Babaları onları da evinde hapsedip, halkla
temastan yasaklamıştır.” dedi.
Yavuz Sultan Selim Han bunun üzerine Hayır
Bey’e: “Bu adam uzak görüşlü ve gönülden
anlayan birisi olsa gerek, hemen ziyaretine gidip
nasihatlerini dinleyelim.” deyip doğru Sevdun
Bey’in evine varmışlardır. Görmüşlerdir ki
kendisi Kur’ân-ı Kerîm okuyor ve etrafında
birçok adamları hizmet ediyor.
Sevdun Bey gelenin Sultan Selim olduğunu
anlayınca hemen ayağa kalkıp kulluk
merasimini ifaya başlayınca Yavuz, kendisine
iltifat etmiş ve yanına oturarak kenara
çekilmesinin sebebini sormuş. Sevdun Bey
demiş ki:
“Devletimizin işleri bozuldu.
Hükümdarlarımız da akıllı ve tedbirli adamların
sözünü dinlemeyip devlet büyüklerini idam etti
ve büyük makamları küçüklere verdi. Onlar da
yüz bulup fukarayı incitmeye, fesat ve zulme
başladılar. Bu sebeple fakirler sultandan yüz
çevirip Allah’a yalvarmaya başladılar.
Ben bu hâli görerek devletimizin ilâhî
intikama ve adalete maruz kalacağını anladım
ve derhal inzivaya çekildim. Doğacak
belalardan korkarak oğullarımı da halkla
temastan men ettim.”
Sultan Selim, oğullarını getirtip hâl ve
tutumlarında yiğitlik görerek kendilerini taltif
etmiş ve onlara bazı akarlar ihsan etmiştir. Ertesi
günü sahraya çıkıp bütün emirleri ve askerleri
davet etmiş, Âmir Sevdun ve oğulları da gelmiş.
Sultan Selim, Kasım ile Zülfikar’ın atlarına binip
binicilik hünerlerini göstermelerini istemiş. Onlar
da atlarına binerek o kadar hüner göstermişler ki
gözler kamaşmış. Osmanlılar bu maharete pek
ziyade şaşmışlar, padişah tarafından ikisine de
hil’atler giydirilmiş.
Sultan Selim bir gün sonra yine böyle bir
divan yapıp askeri iki fırkaya ayırmış, birisine
Zülfikar Bey’i, ötekine Kasım Bey’i başbuğu
kılmış. Zülfikar’ınkilere beyaz, Kasım’ınkilere
kırmızı esvap giydirilmiş ve cenk şeklinde
birbirlerine saldırmaları emrolunmuş, onlar da
toz kaldırarak ve mızraklarını tokuşturarak
hamleler yapıp hakikî cenk şeklinde hareketlere
başlamışlar. İş o kadar kızışmış ki az kalsın
meydanda öldüresiye saldırılar olacakmış, iş bu
hâle gelince güç bela durdurulmuş, fakat iş
bununla bitmeyip hırs baki kalmış.
Mısır emirleri ve askerleri Fikariye ve
Kasımiye diye iki fırkaya bölünmüşler, birisi
kırmızı, öteki beyaz giymeye başlamışlar;
beyazlar kırmızıdan ve kırmızılar beyazdan
nefret etmeye başlamışlar, Fikariye grubu
Osmanlılara ve Kasımiye grubu da Mısırlılara
meyletmişler. Bu cahilane gayret bir âdet hâline
gelmiş, her fırka kendi renginde bayrağını
taşımaya başlamış, bu tefrika yüzünden nice
canlara kıyılmıştır.
Mısır’da mansıplar bu iki fırka arasında
bölünmüş. Mesela Haraç Emirleri Fıkarriye’den,
Defterdar Kasımiye’den, Müteferrikabaşı
Fikariye’den, Çavuşlar Kâhyası Kasımiye’den
olurmuş. Bunlar sık sık birbirlerine tahakküm
hevesine düşmüşler ve aralarında büyük cenk ve
kıtal süre gitmiştir.
Bu keşmekeş, 1729-1730 yılına kadar
süregelmiş. Bu yıl Mısır’da iki fırka arasında
büyük bir harp olmuş, Fikariye galip gelip
Kasımiyenin çoğunu öldürmüşler, kalanların
kimi Anadolu’ya ve Şam’a kaçmışlar. Bu suretle
Fikariye grubu Mısır Emirliğini tek başına ele
geçirmişse de onlar da fırkalara bölünerek
birbiriyle boğuşmuşlardır. Hatta Koca Ragıp
Paşa Mısır Valisi iken, bunları barıştırmaya
uğraşmışsa da başa çıkamamış 1729-1730
senesinde valilikten azledilmiştir.
1766-1767 senesine kadar Mısır emirleri
birbirini öldürmeye devam etmişlerdir. Bu
esnada Emirlerden Ali Bey hasımlarını yenmiş,
mansıpları kendi taraflarına vermiş ve meşhur
Ebuzzeheb Mehmet Bey’in eliyle pek çok
hasımlarını idam ettirmiştir.
Ali Bey birçok memlûklar satın alarak bunları
yetiştirmiş, ümera mesleğine sokmuş hazinedarı
olan Büyük İsmail Bey’e imaret vermiş,
Ebuzzeheb’i de onun yerine hazinedar
yapmıştır. Ebuzzeheb, çok yiğit ve tedbirli
olduğundan, çok geçmeden kendisine emanet
verilmiştir.
Mehmet Bey’e Ebuzzeheb (altın babası)
denmesinin sebebi şudur: Kalede emaret
hırkasını giydikten sonra bahşiş olarak etrafa
altın dağıtmış, sokakta fakirlere altın serpmiş ve
daima böyle altın ihsan ettiğinden, bu adı
almıştır. Her hususta talihi yaver gitmiş ve
mağlûbiyet tatmamıştır. Böylece herkesin
gözünde şanlı görünmüş ve Ali Bey indinde de
makbul olmuştu.
Cezzar Ahmet Paşa da bu sırada Mısır
emirlerinin ileri gelenlerinden idi. Ali Bey
önemli işlerini Ebuzzeheb ile Cezzar Ahmet
Paşa’ya gördürürdü ve hasımlarını onlara idam
ettirirdi.
Emirler içinde Ali Bey’in sakınacağı bir Salih
Bey kalmıştı. Onunla birbirlerine ihanet
etmemeye sözleşmişlerdi. Fakat Ali Bey idarede
rakipsiz kalmak istediğinden Cezzar’la
Ebuzzeheb Mehmet Bey’e, Salih Bey’i
öldürmelerini emretmişti. Cezzar, Salih Bey’e
ubudiyette kıdemli olduğundan bu işten
çekinmiş, bunun üzerine Ali Bey’in Cezzar’a
olan sevgisi düşmanlığa dönünce Cezzar
Mısır’dan kaçmaya mecbur olmuştur.

Cezzar Ahmet Paşa

Cezzar Ahmet Paşa, aslen Bosnalıdır. On sekiz


yaşındayken İstanbul’a gelmiş, berber olarak
Hekimoğlu Ali Paşa’nın konağına intisap etmiş,
Ali Paşa, Mısır valisi olunca, o da Mısır’a gitmiş
ve bir müddet Paşa’nın konağında istihdam
edilmişti.
Kendisi cesur ve yiğit olmakla beraber harp
ve dövüş tekniklerinde de maharet kazanmıştı.
Sonraları, Mısır emirlerinden yukarıda adı geçen
Salih Bey’e intisap etmiş, onunla birlikte hacca
gidip gelmişti. Salih Bey, kendisinden hoşlanmış
ve ona Mısır emirlikleri esvabı giydirmiş ve
“Boşnak Ahmet” diye tanınmaya başlamıştır.
Cezzar, bir müddet sonra emirlerden
Abdullah Bey’e intisap etmiş, onun Bahire
Araplarına yaptığı sefere iştirak etmiş, Abdullah
Bey’in bu seferde ölümü üzerine Boşnak Ahmet
Bahire’de bir köye müsellim tayin edilmiştir.
Orada Hünadi Araplarını bulup öldürürdü.
Bunların ileri gelenlerinden dört tanesini öldürüp
kesik başlarını Mısır’a yollayınca kasap
manasına gelen Cezzar lakabı verilmiş ve
“Cezzar Ahmet” diye nam salmıştı. Ali Bey,
onun bu şöhretini duyunca Mısır’a çağırıp
zaptiyenin başına geçirmişti.
Bu memuriyette bulunan kimsenin, görevi
gece gündüz şehir içinde dolaşarak asayişi
sağlamaktı. Cezzar bu işindeki başarısı ile Ali
Bey’in takdirine mazhar olmuş ve kendisine
emirlik verilmiştir. Cezzar, bilgisini kılıcının
kuvvetiyle birleştirerek Mısır emirleri içinde
sivrilmişti. Ali Bey, Ebuzzeheb ile Cezzar’a
rakiplerini ortadan kaldırma işini onlara havale
etmişti.
Ali Bey ile Salih Bey’in aralarında ittifak
anlaşması vardı. Diğer rakiplerini bertaraf eden
Ali Bey, Salih Bey’in de ortadan kaldırılmasını
onlara havale etmek isteyince, Cezzar, ekmek
yediği kapıya karşı (Salih Bey’e) hıyanet
edemeyeceğini bildirmiştir. Bunun üzerine Ali
Bey, deşifre olmamak için: “Cezzar, meramım
seni denemekti. Sadakatin indimde şimdi sabit
oldu” diyerek lafı değiştirmek istemiş fakat
aralarındaki güven kaybolmuştu.
Cezzar, Ali Bey’in yanından ayrıldıktan sonra
Salih Bey’in konağına gitmiş, olanı biteni ona
anlatmıştır. Fakat Salih Bey buna ihtimal
vermemiş ve: “Ali Bey kardeşim ile baştan beri
aramızda sözleşme var, bana suikast
yapacağına aklım kesmez.” demişti. Bu
konunun şüyu bulmamasını isteyen Ali Bey,
ertesi gün Salih Bey’in konağına gidip:
“Ebuzzeheb Mehmet Bey ile Cezzar’ı senin
hakkında nasıl denedim, anlatayım mı?” deyip
bin dereden su getirerek: “Onları nasıl
denedimse siz de adamlarınızı benim hakkımda
böyle deneyiniz.” diye Salih Bey’i inandırmıştı.
Sonra Ebuzzeheb Mehmet Bey’i çağırıp:
“Artık bize lazım olan Salih Bey’le Cezzar’ın
işlerini bitirmektir.” diye katillerini ona havale
etmişti. Ebuzzeheb Mehmet Bey, fırsatını
bulduğu bir gün kılıcını çekerek Salih Bey’i
öldürmüştü. Bu vak’ada Cezzar da hazır
bulunup tarafsız durmuş, bu yüzden Ali Bey
taraftarlarının tenkitlerine muhatap olmuştu.
Bu esnada Ebuzzeheb Mehmet Bey, kılıcını
silerken Cezzar’a: “Getir kılıcını bakayım,
benimki gibi midir?” demiş. Cezzar,
Ebuzzeheb’in niyetini hissetmiş: “Birader,
benim kılıcım düşman yüzüne çıkar.” demişti.
Ebuzzeheb Mehmet Bey, işi şakaya vurmuşsa da
Cezzar’ın ona güveni kalmamış, hemen o gece
evinden çıkıp tebdili kıyafetle İskenderiye’ye
gitmiş, hasımlarını bir iki gün oyalamak için
arayanlara: “Hastadır.” dedirtmiştir.
Bir-iki gün içinde kaçtığı anlaşılarak
arkasından adam saldırılmış ise de bu müddet
içinde Cezzar, İskenderiye’de bir gemiye
binmişti. O vaktin denizcilik âdetlerine göre
gemiden çıkarılmayıp 1768-1769 tarihinde
İstanbul’a getirilmişti. Bundan sonra Cezzar pek
çok sıkıntılar çekerek Anadolu’ya geçmiş;
Halep’e ve oradan Şam’a gidip serseriyane bir
hayat sürmeye başlamıştı.
Mısır emirlerinin kötü idaresi yüzünden
Haremeyn tahsisatı ödenmediği gibi, Mısır
hacıları da türlü belalara uğramaktaydılar. Bu hâl
Devlet-i Aliye’yi üzüyordu. Şam Valisi ve Hac
Emiri Derviş Paşa’nın gevşekliği ve kudretsizliği
yüzünden gaileler bitmemiş, devam etmişti.
Bunun üzerine Darüssaade Ağası’nın teklifi ile
Cezzar Ahmet Paşa veya Azimzâdelerden
birisinin tayini gerekmişti. Yapılan
soruşturmalarda Azimzâdelerden bu işi
görebilecek kimse bulunamadı.
Cezzar, servetinden ve kudretinden başka
cesurluğu ile de aşiretler arasındaki ün salmıştı.
Şeyhülislâmın konağında yapılan toplantıda Hac
Emirliği ve Şam Valiliği için herkesin fikri
soruldu sonunda, Müftüzâde Ahmet Efendi sözü
bağlayarak: “Hemen Allah’a güvenip Cezzar’a
Şam Valiliği ve Hac Emirliği verilsin.” dedi.
Cezzar’ın Şam’a yakınlığı, kuvveti, dolayısıyla
tayinini uygun gördü.

Ali Bey ve Akıbeti

Ali Bey, Salih Bey’i öldürttükten, Cezzar da


kaçtıktan sonra, Mısır’ın idaresini tamamen eline
geçirmiş, çekineceği bir kimse kalmadığından,
keyfine göre hükmetmeye başlamıştı.
Ali Bey, Çerkez beylerinin tarihlerini
öğrenerek; Mısır’da Çerkez Devleti’ni yeniden
kurmak gibi bir olmaz hayale düşmüş, kendisini
Berkok gibi görmeye başlamıştı. Ama Osmanlı
saltanatının kudreti, şan ve şerefi Kalavun
Devletine benzemezdi. Ali Bey gibi nice şakiler
isyan edince cezalarını görürlerdi.
O sırada Osmanlı Devleti, Rusya seferiyle
meşgul olduğundan, Ali Bey meydanı boş
bulmuş, Ruslar da kendisini kandırmış, Osmanlı
Devleti’ne başkaldırmıştı. Mısır Valisi Mehmet
Paşa’yı önce azletmiş, sonra zehirletmişti
Bundan sonra dört sene kadar Mısır’a vali
gönderilemedi.
Ali Bey bu arada isyanı artırmış, 1770-1771
senesinde asker toplayarak. Ebuzzeheb Mehmet
Bey ve Cüdavî Hasan Bey’i göndererek Hicaz’ı
zaptettirmiş, İsmail Bey’i de Şam’ı zapta memur
etmişti. Şam’da bağımsızlığı ilan etmiş olan
Tahir Ömer’den bu hususta yardım istemiş,
Tahir Ömer de kabul ederek oğullarını
Ebuzzeheb Mehmet Bey’in maiyetine vermişti.
Şam Valisi Gürcü Osman Paşa bu durumu
öğrenince, karşı koyamayacağını anlayıp Şam’ı
terk etmek zorunda kalmış ve Hama’ya gelip
asker toplamaya koyulmuştu
Ali Bey işte bu eğri yola sapmış ve Moskof
İmparatoriçesi Katerina’ya uymuştu. Oysa
Ruslar bizim din düşmanımız olduklarından
mümin olanların onlarla harp etmeleri farz
olmuştur. Ebuzzeheb Mehmet Bey ile İsmail Bey
Şam’a girmişler, Ali Bey kendilerine asker ve
cephane yollamış ve ilerlemelerini emretmişti.
İsmail Bey, uzağı gören bir zat olduğundan,
Ebuzzeheb Mehmet Bey’in fikrini değiştirmeye
çalıştı ve dedi ki: “Yüce devlet Rus seferi
gailesini ortadan kaldırırsa öfkesi bizlere
yönelecektir. Kaldı ki İslâm Sultanı’na isyan
şeytan aldatmasındandır.”
Ebuzzeheb Mehmet Bey, subaylarını toplayıp
Ali Bey’den gelen yazıyı onlara okumuş ve:
“Gurbet ellerde sefere devam etmemiz
emrolunuyor. Biz ise borcumuzu ödedik. Artık
evimize barkımıza dönmeliyiz.” demesi üzerine,
Mısır’a dönmeye can atan emirler hemen
Ebuzzeheb Mehmet Bey uyarak Mısır’a
döndüler, Osman Paşa da tekrar Şam’a girdi.
Böylece Ali Bey’le Ebuzzeheb Mehmet Bey’in
arası açıldı.
Ebuzzeheb Mehmet Bey, halkın sevgilisi
olduğundan, taraftar kazanmıştı. Ali Bey bir
gece Ebuzzeheb Mehmet Bey’in konağını
askerle sarmışsa da o, kaçmaya muvaffak olmuş,
hatta Kasımiye fırkası artıklarından birçok da
asker toplamıştı. Duruma hâkim olamayacağını
anlayan Ali Bey, Akkâ’ya kaçmıştı. Ebuzzeheb
Mehmet Bey gelip Mısır’ı ele geçirdi ve olup
bitenlerini Osmanlı Devleti’ne bildirdi. Bu haber
1772-1773 yılında Osmanlı ordusuna erişmiş,
büyük sevinç uyandırmıştı.
Ali Bey ise Şam’da asker toplayıp Mısır’ı ele
geçirmek üzere Rusya’nın Akdeniz donanmasını
Akkâ’ya getirtmişti. Ebuzzeheb Mehmet Bey ile
Ali Bey arasında Salihliye’de vuku bulan
çarpışmada Ebuzzeheb Mehmet Bey galip
gelmiş ve Ali Bey yaralı olarak ele geçirilmişti.
Ebuzzeheb Mehmet Bey kendisine saygı ve
ihtimam göstermiş ve tedavisi için hekimler
tayin etmişse de sonradan zehirlenip
öldürülmüştür, böylece Mısır Valisi Mehmet
Paşa’ya ettiğini bulmuştur.

Cezayirli Hasan Paşa’nın Mısır Seferi

Ali Bey’in ölümünü duyduğu anda Mısır Emiri


Tâhir Ömer, Akka’yı ele geçirdi ve artık
çekinecek kimse kalmadığından şekavet ve
isyanını arttırdı. 1775-1776 senesinde Mısır işi,
Cezayirli Hasan Paşa’ya havale edildi. Hasan
Paşa, donanmayı alarak Akka yolunu tuttu.
Maiyetine Şam Valisi Azimzâde Mehmet Paşa,
Sayda Valisi İbrahim Paşa, Adana Valisi
Mehmet Paşa ve kendisine Rumeli Beylerbeyliği
payesi verilmiş olan Cezzar Ahmet Paşa verildi.
Bu kuvvetle karadan ve denizden Tahir
Ömer’in üzerine saldırıldı. Durumu öğrenen
Tahir Ömer bir danışma meclisi topladı. Bu
mecliste Sayda mütesellimi Karadenizli Ahmet
Ağa (Gazi Hasan Paşa’nın Ahmet Ağa ile gizli
haberleştiği ettiği de söylenir): “Selamet sultanın
emrine itaattir. Hemen biraz akçe vererek
Kaptan Paşa’yı razı edelim.” dedi. Tahir Ömer
bu fikri tasvip etti ve adamlarına para
toplamalarını emretti. Fakat yeterli para yoktu.
Ahmet Ağa: “Bana birkaç yüz akçe verin,
gidip Hasan Paşa’yı ikna edeyim. Devletin kılıcı
uzundur.” dediyse de mecliste bulunan ötekileri
harp taraftarı oldular. Bunun üzerine Ahmet Ağa
kale burçlarında bulunan muhafızlara: “Tahir
Ömer’in niyeti padişahın askeriyle vuruşmaktır.
Biz ise Müslümanız; Müslüman sultanına itaat
vaciptir.” dedi. Muhafızlar padişah askerine
karşı kurşun atmamaya karar verdiler.
Kaptan Paşa donanmayla Akka Kalesi’ni
dövmeye başladı. Tahir muhafızlara donanmaya
ateş açmalarını emrettiyse de bunlar emri
dinlemediler. Tahir kaçmaktan başka çare
bulamadı; kaçarken bir rivayete göre Karadenizli
Ahmet Ağa tarafından kurşunla vuruldu. Kaptan
Paşa askeriyle karaya çıkıp Akka’yı zaptetti ve
Tahir Ömer’in mallarına el koydu. Birçok
kıymetli eşyadan başka 82.000 keselik nakit ele
geçirildi.
Mısır hazinesi Haremeyn’e verdiği tahsisattan
gayrı, İstanbul’a her sene para gönderirdi: bu
para gelince merasimle hazineye teslim edilirdi.
Yavuz Sultan Selim devrinde her sene İstanbul’a
gelen para 600.000 florin idi.
Florin her tarafta geçen Venedik altınıdır ki
yaldız altına muadildir. Sonraları florin tabiri
değiştirildi. Fakat zamanla ihtilaller ve
kargaşalıklar yüzünden Mısır varidatı azala azala
1754-1755 senesinde iki bin keseye inmişti. Ali
Bey’in isyanı sıralarında bu para İstanbul’a
gönderilmez olmuştu. Gitgide isyanlar yüzünden
Osmanlı Devleti’nin bu varidatı iyice azalmış ve
emirlerin zulmünden halk bizar olmuş, nihayet
Mısır, Cezayirli Hasan Paşa eliyle tedip
edilmiştir.

Lübnan’ın İdaresi ve Ahalisinin Durumu

Sayda eyaleti, sancaklara bölünmüştü. Lübnan,


eyalet içinde bulunmakta, nahiye ve ilçelere
ayrılmış durumdaydı. Her bölgede ayrı bir
hanedan hâkimdi ve bunlar “Emir Cebel” denen
bir genel hâkimin emrindeydi. Önce bu
hâkimlikte Muin oğulları hanedanı sonra Şahab
oğulları hanedanı hüküm sürmüştür.
Şahap oğullarından önce Cebeli Lübnan
ahalisi “Krisiye” ve “Yeminiye” diye iki fırkaya
bölünmüştü. Bunlar boyuna birbiriyle
boğuşuyorlardı. Bu hanedanın hepsi Dürzî idiler.
Hanedan mensuplarının bazıları şeyh, bazıları
emirdi.
Emir ve şeyhlerden biri Cebeli Lübnan
hâkimiyle görüşmek isterse, gelen Şahap
oğullarından ise oda kapısından girdiği anda,
hâkim hemen ayağa kalkar, o da gelip hâkimin
omzunu öper. Gelen başkası ise hâkim selam
aldıkça ayağa kalkmaz ve eğer, Ebicemi’den ise
hâkimin pazusunu, Beni Restan’dan ise bileğini
veya başparmağını öperdi. Emir ve şeyhlerden
biri bir suç işlerse öldürülmez, hapsedilmez,
yalnız mallarına el konur veya sürülürdü.
Lübnan nüfusu o zaman 217.000 olup 6.000’i
Sünnî, 11 500’ü Şiî, 30.000’i Dürzî, 120.000’i
Marunî, 47.000’i Rum, 1.000’i Yahudi idi. Şam
taraflarında da 130.000 kadar Marunî, 128.000
Dürzî, 4.000 Şiî vardı ki bunların toplamı
300.000’i bulur. Marunîler 42.000, Şiîler 4.000,
Dürzîler 58.000 asker çıkarırlardı. Dürzîlerin
çoğu çiftçi idi. Diğerleri sanat ve ticaretle
uğraşırlar. Dürzî kadınların güzellikleri öteki
guruplar kadar değildir.
Cebel-i Lübnan’ın havasının güzelliği inkâr
olunmaz. Halkı çok çeşitli yemek
yemediklerinden vücutları sıhhat üzeredir.
Marunîler Katolik mezhebindendirler. Bunları
Hristiyan yapan Manı isminde bir papazdır.
Dürzîler; görünüşte Müslümanlık iddiasında
iseler de aslında İslâm akidelerini, hatta bütün
dinleri inkâr ederler. Dürzîlerin hamiyetleri ve
gururları fazla, sabır ve tahammülleri çok olup,
dillerine hâkimdirler; öfkelenseler bile kötü söz
söylemezler. Sözlerine bağlıdırlar; dost
edindikleri kimselere sadıktırlar ve onların
uğrunda tehlikeye atılmaktan çekinmezler.
Kabileler arasında vuku bulan çarpışmada
taraf tutarlar, dostları uğruna hayatlarını
tehlikeye sokarlar. Kadıları gerçi İslâm şeriatına
göre hüküm verirlerse de nikâh ve boşanma gibi
hususlarda kendilerine göre usulleri vardır.
Evlenmeleri şöyledir; biri kız almak
istediğinde önce kızın evine bir görücü gönderir.
Kızın ailesi kızı verecek olurlarsa hemen bir
parça tatlı getirip beraber yerler ki bu tatlıya
“numaniye” derler. Bu tatlı yenilince nişan
yapılmış olur. Görücü kocaya haber verdiğinde,
o da kendi kabilesinde bazı kimseleri
göndererek anlaştıkları mehir üzerine senet
yazdıklarında kız onun zevcesi olmuş olur.
Eğer kız muvafakat etmeyecek olursa, hemen
onu boşayıp başka biriyle evlenir. Dürzîlerde iki
kadının cemi caiz değildir. Birini boşamadıkça,
ötekini alamaz. Erkek boşadığı kadını bir daha
alamaz.
Dürzîlerin bazı muamelatında da İslâm
şeriatına uymayan âdetleri vardır. Mesela bir
adam bütün mallarını evlatlarının birine vasiyet
edebilir, ötekileri mahrum edebilir. Yalnız
atalardan intikal etmiş mallar evlatlar arasında
eşit bölünür.
Dürzîlerin batini inanışlarından birisi de
Fâtımî hükümdarlarından, Hâkim Biemrihi’nin
Allahlığına inanmalarıdır. Bu kişinin ismi,
Mansur Ubeydi’dir. Astrolojiye fazla rağbet
ettiğinden, Dürzîler de ona uyarak bu bilgilere
dalmışlar, başka ilimlere rağbet etmemişlerdir.
Hâkim Biemrihi Rafızî’dir. Adı Hâkim
Biemrillah iken Allahlık iddia ettiğinden “Hâkim
Biemrihi” lakabını almıştır. Bu adam birtakım
garip hallere düşmüş, nihayet öldürülmüştür.
Dürzîlere göre ise ölmemiş, göklere çıkmıştır.
Bu adam, beyaz bir eşeğe binip dolaşmak
itiyadındaydı. Bir gün Mısır civarında bir yere
gittiğinde birkaç Müslüman birden bire kendisini
öldürmüşler, leşini bir kuyuya atmışlar,
esvaplarını da eşeğinin yanına bırakıp
kaçmışlardı. Hâkim’in adamları bu hâli görünce
“Eşeği ve gömleği orada, kendisi yok. Göklere
çıktı.” demişlerdir.
Adamın ulûhiyetini ilk tasdik eden, Şeyh
Mehmet Dürzî’dir. Bunun adamları Mısır’da
gizlice tapınaklar inşa etmişler ve Hâkim
Biemrihi’ye tapmaya başlamışlardı.
Dürzîler görünüşte Müslüman iseler de
peygamberleri inkâr ederler ve onlara göre
namaz ve oruç yerine asıl farz olan şey, doğru
söz ve dostu esirgemektir. Kur’ân-ı Kerîm’i
okurlarsa da kendilerine göre yorumlarlar.
Reenkarnasyona inanırlar ve ilâhî hüviyetin her
asırda bir kalıba girdiğini ve nihayet hâkimde
tecellî ettiğini söylerler. Yalnız bu gibi maksatla
batıl inanışlarını aralarında bir sır gibi saklarlar,
yabancıya açılmazlar. Halkı “akıllılar ve
cahiller” diye ikiye ayırıp kadınları da böyle
tasnif ederler. Her taife ancak kendi gibilerle
temas eder.
Kur’an-ı Kerim’e kendilerine göre mana
verirler. Mesela: “Namaz insanı fuhuştan ve
haramdan tenzih eder.” manasındaki âyeti fuhuş
ve haramdan maksat Ebubekir ve Ömer’dir diye
yorumlarlar. Dürzîliğin esası Hz. Ebubekir ve
Hz. Ömer’den nefret etmek ve Ali’yi sevmektir.
Onlarca hakikî namaz “Hakim Biemrihi” nin
ilahlığına inanmaktır.
Nusayriler; Lazkiye ve Trablus yörelerinde,
dağlarda otururlar. Onlar da batıniyeden olup
Dürzîler gibi, görünüşte İslâm olmakla beraber,
reenkarnasyona inanırlar. Batıl inanışlarda
Dürzîlere benzemekle beraber, bazı hususlarda
onlardan ayrılırlar. Mesela Dürzîler iffetli olup
zinadan kaçınırlar ama Nuseyriler zinayı mubah
sayarlar.
“Bir kadının imanı kendi mezhepdaşlarına
nefsini vermesiyle kâmil olur.” derler. Bunlar da
birçok fırkalara ayrılmış olup bazıları kadınları
hayvan derecesinde sayarlar ve ölünce yok
olduklarına inanırlar.
Her dindeki adamın ruhunun o dinden başka
birine geçtiğine inanırlar. Bazıları insan ruhunun
yırtıcı hayvanlara geçtiğine inanırlar. Ülûhiyetin
son olarak Hazret-i Ali’ye intikal ettiğini, ondan
da göklere çıkarak güneşe yerleştiğini kabul
ederler. Bu sebepten gün doğması ve
batmasında güneşe secde ederler. Camileri
olmadığından, evlerde toplanırlar. Bu toplantı
yerleri mahrem olup, yabancı biri girecek olsa
onu gizlice öldürürler. En büyük bayramları 4
Nisan Nevruz günüdür.

İKİNCİ BÖLÜM
Hindistan ve Osmanlı ile İlişkileri

Hindistan’ın eski hükümdarı Şekrut Fermas,


bi’setten (Peygamberimize peygamberlik
verilmeden) önce ayın yarılması mucizesini
rüyasında görmüş, Biset’ten sonra Mekke’ye
gelirken yolda ölmüştür. 1780 senesinde
Hindistan hükümdarı Bibi Sultan, bu zatın
torunlarındandı. Bibi Sultan, Sultan Ali Race’nin
kız kardeşi olup onun ölümünde tahta çıkmıştı.
O civarda bulunan Müslümanlara hükümdarlık
ediyordu.
Osmanlı Padişahı’na yazdığı mektupta, bu
diyarda ateşe tapanların kendisine hücum ettiğini
belirterek Osmanlı Devleti’nden yardım
istemişti. Bir sene süren harplerden sonra
Müslümanlar muzaffer olmuşlardı. Fakat bir
sene sonra Mecusiler İngilizlerden yardım alarak
tekrar Müslümanlara saldırmışlar ve kalelerini
ele geçirerek oradaki Müslümanları kılıçtan
geçirmişlerdi.
Bibi Sultan, yardım talebini 1784-1785
senesinde tekrarladıysa da Osmanlı Devleti içte
ve dışta gailelerle meşgul olduğundan yardım
edecek durumda değildi. Bibi Sultan, bu
saldırışlar karşısında eskiden Milibar
sultanlarının dara düştükçe Osmanlı
Devleti’nden yardım gördüklerini ileri sürerek
(Mesela Sultan Murat tarafından bu yardım
yapılmıştır.) yardım istiyordu. Bunun üzerine
padişah İngiliz kralına bir mektup yazarak
Milibar hükümdarından aldıkları kalelerin ve
gemilerin geri verilmesini istemişti.
Osmanlı Devleti gaileleri dolayısıyla bir
yardım yapamadığı gibi İngiliz hükümdarına
yazılan mektuptan da bir sonuç alınamamıştı.
Yalnız Hint hükûmetlerinin çöküş ve
yenilgilerinin sebebinin birbirinden ayrılmaları
yüzünden olduğu ihtar edilmiş, hatta vaktiyle
Osmanlı hükûmeti bunların birleşmeleri için
gayret sarf etmişti.
Hint Elçilerinin Gelişi

1786 senesi eylül-ekim ayında Bağdat Valisi


Süleyman Paşa’dan Bâb-ı Ali’ye gelen mektupta
Hindistan, Paten eyaletinin hükümdarı Tipo
Sultan’ın elçilerinin bazı hediyelerle geldiği ve
yedi kıta gemiyle Mısır’a çıktıkları bildiriliyordu.
Tipo Sultan’ın arzusu Halife’ye bağlanmak olup
Patent ilinin Menkir ve Bender şehirlerinin bütün
mahsulünü padişaha vermek istediklerini
bildirmek ve burasını idare etmek için bir vali
gönderilmesi isteniyordu.
Gönderilen mallardan Frenklerden olduğu
gibi yüzde üç gümrük alınması isteniyor,
numune olarak Frenkkârî tüfek, tabanca ve on
iki saat suda kaldığı hâlde kuru kalan bant
gönderileceği ve Bağdat’ta bulunan evliya
türbelerine hediyeler verileceği bildiriliyor.
Elçilerin yanında 20 tavus kuşu, üç dudu kuşu,
20 siyah maymun ve bir siyah fil gönderileceği
yazılıyordu. Padişah sefirlerin İstanbul’a
gönderilmelerini ve yanlarına 300 kişi
verilmesini Bağdat Valisi’ne bildirdi.
Elçilerin ifadesine göre Tipo Sultan’ın isteği;
Halife’ye bağlanmak ve bunu teyit için Paten
eyaletinin şehirlerinden ikisini bütün ürünleriyle
beraber padişaha hediye etmek olduğunu ve bu
maksatla oraya bir vali gönderilmesini rica
etmekti. Her ne kadar devletlerarasında hediye
alıp vermek alışılmış bir şey idiyse de Tipo
Sultan’ın yaptığı gibi toprak hediye etmek
görülmemiş bir şey olduğundan, elçilerin
gelmesi merakla bekleniyordu. Nihayet Gulam
Ali Han, Nurullah Han, Lütfü Ali Han ve Cafer
Han namında dört elçi 1786-1787 senesinde
İstanbul’a gelerek Reisülküttap Süleyman
Feyzullah Efendi’yle görüştüler.
Bu görüşmenin zabıtlarından bazı fıkralar:
Hindistan geniş ve büyük bir memleket olup
içinde nice hanlar hükümrandır. Uzun zamandan
beri Timur’un torunları bütün hanlara
hâkimdirler. Delhi bunların başkentidir.
Vezirlerine “nizamülmülk” derlerdi.
Bundan kırk sene önce Timur torunlarından
Hindistan hükümdarı Mehmet Şah ölmüştü.
Yerine gelen Ahmet Şah yedi sene saltanatta
bulunduktan sonra, erkek evladı olmadığından
Timur Devleti akraba çocuklarına geçti. O
vakitten eri Timur hükümdarları, istiklallerini
kaybederek her eyalette bulunan hanlar
bağımsızlıklarını ilan etmişler ve mal-mülk
toplamaya koyulmuşlardı.
Ateşe ve puta tapan Hintliler, bir taraftan da
ticaret maksadıyla Hindistan’a gelip giden
İngiliz, Fransız, Portekizliler; Bengal, Güecerat
gibi nice geniş ve geliri çok eyaletleri ele
geçirmişler, erkek ve kadınları esir etmişler,
mescitleri kiliseye çevirmişler, hanlar arasına
nifak sokmuşlardı.
Elçiler, Tipo Sultanı’nın Paten eyaletini
başkent yaptığını söylemişler ve reisülküttaba bu
Sultan’ın bastırdığı altınlardan numuneler
vermişlerdi. Elçiler sözlerine devam ederek
İngilizlerin bütün Hristiyan hükümdarlarına
galebe ettiklerini, hatta Fransızlar gibi büyük bir
devletin Hindistan’da ele geçirdiği ülkeleri de
zaptettiklerini anlattılar.
Tipo Sultan’ın babası Ali Haydar Han,
İngilizlerin Hindis-tan’daki bu saldırılarına
dayanamayarak onlara ve onların maşası olan
Mehrete kavmine savaş açmış olduğunu ve
şiddetli muharebeler olduğunu ve nihayet
İngilizlerin Paten Sultanı’yla barışa mecbur
olduğunu ve Fransızların bu sultanla dostluk
kurduklarını hatta İngilizlere karşı sultanı
desteklediklerini anlattılar.
Elçiler Hindistan’da Muson yağmurlarının
aylarca sürdüğünü ve mahallî ürünleri
saklamakta zorluk çektiklerini, bunun için
Basra’yı kendilerine vermek ve buna mukabil
Hindistan’da istedikleri yeri padişah vermek
ricasında bulundular. Reisülküttap Efendi
anlamazlıktan gelerek: “Basra’yı icaret isteğini
bir hoşça anlayamadım. Af buyurun, Basra’nın
ödünç verilmesi ne demektir? Bundan
maksadınız Basra’da bir maslahatgüzar veya bir
vekiliniz bulunması mıdır?” diyerek nâzikâne ve
hakimane isteklerini anlamaya çalıştı.
Elçiler şaşkınlıkla birbirlerine bakarak: “Elçi
göndermeyi Bağdat için arzu ederiz, Basra’yı
bize kiraya veriniz. Basra’da sizin mütesellininiz
var, hasılatı toplayıp Bağdat Valisi’ne
gönderiyor. O mütesellim oturacağına bizim bir
adamımız otursun, her yıl varidatı Devlet-i
Aliye’ye yollayalım.” dediler.
Reisülküttap: “Basra’ya yollayacağınız adam
nasıl makule adam olacaktır?” diye
sorduğunda: “İşte, şu yanımızdaki Cafer Han
gelecektir.” dediler. Reisülküttap: “Bu adamın
rütbesi nedir?” diye sordu. Elçiler: “Buna
“Mengelen” derler. Bender serdarıdır.” dediler.
Reisülküttap Efendi elçilerin arzusunun Basra’yı
istemek olduğunu anlayarak sözü uzatmaya
koyuldu: “Sizin oraların suyu ve havası
nasıldır?” diye sordu. Elçiler: “Suyu ve havası
mükemmel, deniz kıyısında müstesna bir yerdir.
Pirinç, tarçın, karanfil, filfil çıkar. Etrafı dağlık
ve akarsularla doludur. Dokuma fazladır.”
dediler. Elçiler bu Benderlere Devlet-i Aliye
tamah eylesin diye rakamları şişiriyorlardı.
Reisülküttap dedi ki: “Cafer Han’ı Basra’ya
oturtup buna mukabil Menkelü Benderini
Devlet-i Aliye’ye vermek istiyorsunuz.”
dediğinde elçiler birbirine bakıp gülüşerek:
“Evet, muradımız budur.” dediler.
Reisülküttap Efendi: “Sübhanallah” dedi.
“Sizler Basra’dan İstanbul’a kaç günde geldiniz
ve kaç hanlık ve padişahlık ülkesi geçtiniz.
Aslında Basra ve Kûfe Hilafet merkezi değil mi
idi? Bağdat Abbasî Halifelerinin merkezi olmadı
mı? Musul, Diyarbakır, Sivas, Konya, Kütahya,
Tokat gibi meşhur şehirler geçmiş çağlarda
Meliklerin hükûmet merkezi idi.
Halife Efendimiz, bir bendesini isterse bir
günde yüksek payeye eriştirir ve böyle bir ülkeyi
inayet ediverir. Bağdat, Basra, Musul,
Diyarbakır ve başka şehirler hep padişahımızın
hükmü altındadır. Padişahımıza ait şehirleri
saymak mümkün değildir. Bunları söylemekteki
maksadım şudur ki padişahımız şehir ve
kasabalara muhtaç değildir. Sayısız kaleleri ve
memleketleri vardır. Bir kulunu bir saatte vezir
veya han eder, memleketler bahşeder. İnayeti
karşılık almak için değildir. Size edeceği ihsanın
karşısında sizlerden memleket istemek şanına
düşmez.” dedi.
Bunun üzerine elçiler: “Basra’yı top ve
tüfekle tahkim edip müdafaa etmek için istiyoruz.
Mengenu şehrine karşı Basra’yı verirseniz hem
baharat ve kumaşlar çok gelir, ticaret gelişir,
hem de ikide bir de Arap ve Acem saldırışından
kurtulur.” dediler.
Reis Efendi yine gülümseyerek: “Bu sözleri
ferasetinize yakıştıramadım. Bizim topumuz,
tüfeğimiz cephanemiz yok mudur? Biz muhafız
masrafından kaçar mıyız? Şimdiye kadar Bağdat
Basra’yı zaptedenlerin hangisinin elinde kaldı?
Allah’ın inayetiyle Âl-i Osman padişahının öyle
nice Arap ve Acemden Bendeleri olduğu inkâr
edilebilir mi? Siz şimdiki karışıklığa bakmayın,
yarın padişahımız emreder, hepsinin hakkından
gelinir. Devlet-i Aliye kimseden hele nice öyle
Arap ve Acemden korkmaz.” deyince elçiler
bozuldular ve: “Bizim muradımız öyle değildir.”
diye af dilediler.

Haydar Ali ve Tipo Hanlar ile Hindistan’ın


Durumu

Haydar Ali, Peygamber sülalesinden olduğunu


iddia eden bir ailedendir. Ailesi Pencap’a
sonraları Haydarabat’a yerleşmişti. Haydar Ali
1718-1719 senesinde doğmuştu. Safter Ali Han
hizmetine girerek Benlü Kalesi’ni zapt ve
Maysar hükümdarını vergi vermeye mecbur
etmişti.
O sırada İngilizlerle Fransızlar savaşmakta
idiler. Haydar Ali, Fransızlara yardım için
İngilizlerle harbe tutuşmuş sonra Balamur
hükümdarını ansızın basıp hesapsız servetine el
koymuş ve parayı askerlerine dağıtmıştı. Buna
dayanarak Paten şehrinde büyük bir İslâm
Devleti kurarak Bahadır unvanını almıştı. Bu
sırada etrafta bulunan hükûmetleri, arasında
bazen fesat çıkararak bazen de hücum ederek bu
beylikleri birer birer ele geçirmişti.
Sonraları İngilizler üstün kuvvetlerle
saldırmışlar; birçok kaleleri geri almışlar, buna
çok üzülen Haydar Ali, kanser illetinden 1782-
1783 yılında ölmüş ve yerine Tipo lakabıyla
tanınan oğlu Feth Ali Han geçmiştir.
Tipo’nun sahip olduğu memleketin
yüzölçümü 27.000 saat genişliğinde, askeri
160.000, geliri bir milyon Macar altını idi. Tipo
1748-1749 yılında doğmuş ve Feth Ali Han
adını almıştı. Tipoluğu on altı yaşındayken
verilmiştir. Babasının sağlığında büyük cesaret
ve mertlik göstermiş, büyük isim yapmıştı.
Babası öldüğü zaman Taphur’da
bulunmaktaydı. Babasının makamına geçmek
için yola çıktığında İngilizler bu durumu fırsat
bilerek ülkenin bir kısmım ele geçirdiler ve
Sultan’ın akrabalarını esir ettiler. Tipo Sultan
bunun üzerine Fransızlardan yardım alarak
İngilizlere saldırmış, onları çekilmeye mecbur
etmişti. 1784-1785 yılında İngilizlerle bir
antlaşma imzalamıştı.
Sonraları babası gibi tedbir ve ihtiyattan
vazgeçerek saldırganlığa aşırı debdebeye
düşmüş, askerinin aylıklarını ödeyemez olmuş,
buna rağmen bütün Hindistan’a hâkim olmak
emeliyle yardım temini için İstanbul’a ve
Fransa’ya müracaat etmişti. Bu elçilerden ikisi
ölmüş, birisi de Hac için Cidde’ye gitmiş ve bir
netice elde edememişlerdir. Fransa hükûmeti de
XVI. Lui devrinin zaafı sebebiyle fiili bir
yardımda bulunamamıştı.
Tipo buna rağmen saldırganlıktan
vazgeçmeyerek Hollandalıların Malaband
sahillerindeki kalelerine hücum etmişti. İngilizler
Lord Konyalis kumandasında bir orduyla
Tipo’yu muhasara altına almışlar, 1792-1793
yılında onu barışa zorlayarak harp tazminatı
olarak mallarının yarısını ve iki oğlunu ele
geçirmişlerdir.
Tipo bu şartlar altında Hint Racalarına,
Timur’un torunlarına, Afgan Şahı’na ve Fransa
Cumhuriyeti’ne başvurarak yardım istemiştir.
İngilizler Napolyon’un Mısır’dan Tipo’ya
gönderdiği mektupları ele geçirmişler: “Sen
bizim düşmanımızla haberleşiyorsun.” diye
1792-1793 yılında öldürmüşlerdir.

ÜÇÜNCÜ BÖLÜM
Kafkasya ve Bölümleri

Devlet-i Aliye ile Rusya arasında vukua gelmiş


çekişmelerin gerçek sebeplerini anlamak için
Kafkasların coğrafi durumunu bilmek
gerektiğinden bazı coğrafya ve tarih
kitaplarından oraların ahvaline vâkıf zevatın
ifadelerinden istifade ederek aşağıdaki bilgileri
vermeye cesaret ediyorum.
Kafkas Dağı ki buna Kafdağı da derler,
Karadeniz kıyısında Anapa Kalesi’nden
başlayarak kuzeybatıdan güneydoğuya doğru
uzanan ve Bakû Kalesi’nde son bulan büyük bir
silsiledir. Buralarda oturan halkların bir kısmı,
Çerkez, Lezgi, Gürcü gibi asıl yerlilerdir. Diğer
bir kısmı, hicretten iki üç yüz sene evvel
Tataristan’dan güneye doğru hücum eden
Gotlar, Hunlar, Çeçenler, Karmuklar ve
Acarların bakiyeleridir. Nihayet bir kısmı da
Selçukluların yerleştirdiği Türklerdir.
Kafkas dağının doğu bölümü, Dağıstan, Batı
bölümü Çerkezistan’dır. Ortada bulunan Elburs
tepeleri bu iki bölümü birbirinden ayırır.
Çerkezistan, batıda Karadeniz sahili, Güneyde
Gürcistan kuzeyde Kaban, doğuda Elburs
dağları arasında kalan bölgedir. Bu ülkenin
tahminen yüz bin evden fazla olan ahalisi
Şapsih, Batra, Çiyit, Obih, Beşlini, Nakigay ve
Sibil sancaklarına ayrılır.
Başlıca iki tayfaya ayrılırlar ki birisi asıl
Çerkezlerdir ve kıtanın kuzeyinde otururlar.
Diğeri Abazalardır ki güneyde otururlar. Bu
kavimlerin çoğu yakın zamanlara kadar din ve
devletin ne olduğunu bilmezlerdi. Sultan
Abdülhamit Han Hazretleri’nin zamanlarında
Ferruh Ali Paşa Çerkezistan Valisi bulunduğu
sırada İslâm ile müşerref olmuşlardır.
Kabartay kabilesi 60.000 evliktir ve hepsi
ehlisünnettir. Buralar Kaynarca muahedesiyle
Ruslara terk edilmiş ise de din ve mezhep birliği
dolayısıyla Osmanlı Devleti’ne olan bağlılıkları
kaybolmamıştır. Kafkas Dağı’nın üçüncü
bölümü Dağıstan ülkesidir ki bunun her
köşesinde başka kavimler oturur, her tarafında
başka diller konuşulur.
Bu yüzden Araplar buraya “diller dağı”
demişlerdir. Güney Dağıstan’da muhtelif
kavimler oturur. Silyan ve Bakû’de 10.000
kadar Şiî Şirvan ve Seki taraflarında on bin hane
kadar Ermeni mevcut olup 50.000 hanesi Türk
ve Lezgi olup ehlisünnettir.
Kafkas Dağı’nın dördüncü bölümü
Gürcistan’dır, dağın güneyindedir. Kazak
aşiretleri, Gümrü, Ahıska sancakları Acara
buradadır. Buralara sonraları bir miktar Rus ve
Avusturyalı iskân edilmiştir. Bunlar 100.000
hane kadardır. Bunlardan 8.000 hanesi
putperesttir. Oturdukları yerler sarp olduğundan
hiçbir hükûmete itaat etmezler, 14.000 hanesi
ehlisünnet, 80.000 hanesi Hristiyan’dır.
Gürcistan’ın güneyi Ermenistan’dır.
Kafkas halkının çoğu Müslüman olup
güneyden ve kuzeyden hücum eden İran ve
Rusların tesiri altında kalmışlarsa da çok defa
padişahın himayesine mazhar olmuşlar ve
Osmanlı hilafetini kabul ederek Devlet-i
Aliye’ye meyletmişlerdir.

Dağıstan Tarihi

Hazret-i Ömer zamanında Araplar İran’ı


fethettikleri sırada İslâm başbuğu Hz. Süraka bin
Ömer, Azerbaycan’ı ve Bekir bin Abdullah,
Dağıstan’ı fethettiler. Ahalisine İslâm dinini
telkin ettiler. Gürcistan beylerini cizyeye
bağladılar. Dağıstan’ın fethi esnasında
Derbend’in kutsal bir yer olduğuna dair bir hadis
rivayet edildiği için Müslümanlar dalga dalga o
tarafa akıyorlardı.
Emevîler zamanında başlarına on iki dilimli
kırmızı şaldan derviş tacı giyerek Kızılbaş ismini
almış olan Şeyh Haydar Safevî’nin oğullarından
I. Şah Tahmasb, oralara sefer ederek birçok
ganimet elde etti. Bu suretle kırk sene kadar
Güney Dağıstan Kızılbaşların elinde kaldı.
Tatarların hücumları sırasında Cengiz Han
bütün İran’ı ele geçirdikten sonra Kafkasya’nın
zaptına muvaffak oldu ve oğlu Çağatay’ı han
yapıp katliama memur ederek birçok Tatar iskân
etti. Yüz sene sonra Timur buraları ele geçirerek,
Toktamış Han’ı hükümdar yaptı; bu han,
Timur’a isyan etti. Fakat sonunda Timur,
Toktamış’ı tahtından indirdi.
Bundan sonra Akkoyunlular, Dağıstanı ele
geçirdiler. III. Murad devrinde İran üzerine sefer
eden Sadrazam Mustafa Paşa maiyetinde
bulunan Özdemir Osman Paşa’yı Dağıstan
tarafına gönderdi. Osman Paşa oraları ele
geçirdi.
Birçok harplerden sonra bir barış yapıldı,
buna göre yerli halk hutbeyi Ali Osman namına
okutacaklar ve Kırım hanından gelecek Tatar
askerinin İran’daki Osmanlı ordusuna geçmesine
müsaade edecekler; buna mukabil kendilerinin
seçeceği bir hükümdarları olacak ve bu
hükümdara padişah tarafından tuğ, alem, kılıç ve
kaftan verilecek, Osmanlı tüccarından gümrük
alınmayacaktı.
Anadolu’da Celâlîler isyanı baş gösterince
İran Şah’ı Abbas, Dağıstanlıları kandırarak
Osmanlı askerine saldırttı ve buraları İran’a
bağladı. Sonra Ruslar bu havaliye el attılar. İran
Şah’ı ile yaptıkları anlaşmada, Derbend, Bakû,
Mazenderan ve Esterâbâd Ruslara terk edildi.
Rusların buraya yerleşmeleri Osmanlılar için
zararlı olduğundan Sultan Ahmet devrinde
Gürcistan tekrar fethedildi. Osmanlılar buraları
imar ettiler. Sonra Nadir Şah buraları istila etti.
Fakat yerli halk Osmanlı padişahına sığındılar. I.
Sultan Mahmut devrinde Dağıstan’ın fethi
tasavvur edilmişse de devrin devlet adamlarında
bu işe yetecek bilgi ve cesaret yoktu.
Kırım meselesinden dolayı Osmanlı
Devleti’nin Ruslarla çarpıştığı esnada
Kabartaylılarla anlaşmak istemişse de padişah I.
Abdülhamid’e verilen tezkerede bulunan
cahilane fikirler yüzünden bu işe muvaffak
olunamadı. Bu tezkerede Kabartaylıların kime
ait olduğunu devlet adamlarımız
bilmemekteydiler. Böylece Ruslar, Osmanlılara
ait olan bu ülkeye yerleşti.
Osmanlı Devleti adamlarının gaflet uykusuna
dalmış oldukları sırada Ruslar adım adım
Kafkasya’yı ele geçirerek Anadolu’ya sarkmaya
başlamışlardı. Bu gafletin sonunda Ruslar hem
Kırım’ı, hem Tiflis’i ele geçirdiler ve İran
hanlarına da söz geçirmeye başladılar.
Osmanlı vezirleri, bu sırada İslâmiyet
dolayısıyla padişaha kalben bağlı olan Kafkas
ahalisini kazanmak için hiçbir şey
yapmamışlardır. Hâlbuki Rusya İmparatoriçesi
Katerina ve generali Potemkin, bu havali
beylerine kıymetli hediyeler yollamaktaydılar.
Çerkez Kavimlerinin İnançları

Asya kıtası din ışığının doğduğu yer olup bu


havalinin insanları, tek Allah’a inanmak
sayesinde, hayvan seviyesinin üstüne çıktıkları
vakit dünyanın başka yerleri cehalet karanlığı
içindeydiler. İnsan fıtratı kendisini yaratan bir
mabudu arar olduğundan cehalette kalmış
kavimler, bu karanlıkta ellerine geçen şeyi
tanrılaştırmışlar, kimisi ırmaklara ve ağaçlara,
kimisi karınca veya yılana taparak dalalet
uçurumuna düşmüşlerdi.
Çerkez ve Abazalar da batıl bir sebebe
dayanarak “Kodoş ağacı” dedikleri bir ağacı
mabut edinmişlerdi. Vak’anın hikâyesi şudur:
Sohum ile Soğucak arasında Goye namındaki
dağda meşe ağacı cinsinden garip bir ağaç hâsıl
olmuştur. Bu ağaca Kodoş ağacı derler. Senede
bir kere dağlardan gayet iri ve heybetli bir boğa
gelerek, başını Kodoş ağacına dayar ve kurban
olmaya hazır olurmuş. Etrafta bulunan cemaat
boğanın üzerine saldırıp kurban ederler,
hayvanın başına ve gözüne boza ve rakı döküp
kalpaklarını ellerine alıp başı açık o ağaca
taparlar ve boğanın etini ve derisini aralarında
paylaşırlardı.
Korsanlığa veya hırsızlığa gittiklerinde bu
ağaca adaklar adarlardı. Böylece ağacın
üzerinde birçok adaklar asılı dururdu. Başka
yerlerde daha küçük bir ağacı Kodoş edinerek
şafak vakti o ağaca taparlardı.
Cengiz sultanları, emzirmek ve terbiye etmek
üzere çocuklarını Çerkez beylerinden birisine
verirlerdi. Bu çocukları almak üzere Müslüman
Tatarlarla temas ettikçe İslâmiyete meyletmeye
başladılar. Senede bir ay oruç tutmak, aşure
pişirmek, hocalara mevlit okutmak gibi
İslâmiyeti taklit eden hareketlere başlamışlardı.
Ferruh Ali Paşa’nın Çerkezistan Valiliği
sırasında Çerkez kabilelerinin çoğu İslâm ile
müşerref oldular ve taptıkları ağaçları gülünç
bulmaya başladılar.
Çerkez ve Abazalar akıllı, olgun, istidatlı,
cesur ve yaratılışları temiz, sözlerine bağlı
insanlar olup asla yalan söylemezler ve yalan
yere yemin etmezler. Bir Çerkez köle ne kadar
âsi olursa olsun, yemin verilirse katiyen aksine
hareket etmez. Yalnız yemini verirken her
maddeyi ayrı ayrı tasrih etmek lazımdır. Çünkü
Çerkez köle ancak bu maddelere sadık kalır.
Bunlar cömert ve misafir sever insanlardı.
Şöyle ki; ev sahibi bey, misafiri bayağı adam
olsa bile misafirin huzurunda oturmaz, ayak
üzerinde hizmet eder ve sabaha kadar uyumayıp
silahlı olarak misafiri korur.
Misafirin yemeğinden ev sahibi yemez.
Tavuk pişirildiğinde başıyla beraber misafirin
önüne konur Bu: “Başım yoluna fedadır.”
demektir. Elbiseleri tek biçimdir. Fakirleri ve
zenginleri fark olunmaz. Kardeşlik iddiasında
olduklarından birine ne lazım olursa öbüründen
rahatça ister, o da verir. Geçimler daraldığı
zaman Rus sınırını geçerek esir ve hayvan
getirir, Ruslardan asla korkmazlar.
Bir Çerkez on Nogay’ı esir alabilir. Ele
geçirdikleri esirleri dövüp sövmezler, yemesine
içmesine itina ederler. Hırsızlığı ayıp saymazlar,
yiğitlik sayarlar, hırsızlığa kadir olmayanlar
adamdan sayılmaz. Gençleri yaşlılarına kul gibi
hizmet ederler. Kendilerinden aşağı sınıftan kız
alıp vermezler.
Mahalle ve dernekleri yoktur, evleri dağ
başlarında ise de bir iş zuhurunda, sesle dağdan
dağa haber iletirler. Gerektiğinde kısa zamanda
bir yere toplanıp danışırlar. Düşman üzerine
gidilmek lazım gelirse içlerinden birini başbuğ
seçip ona itaat ederler. Fakat döndüklerinde yine
herkes başına buyruk olur. Yönetimde sürekli
bir başkan olmadığından bir işi sonuca
erdiremezler. Velhâsıl Devlet-i Aliye hizmetine
layık ve acayip mahlûklardır. Kendileri vahşî ve
dağlı adamlar olup hayırla şerri, küfürle imanı
birbirinden ayıramazlar.
Ülkelerinde, yabancılar kendi başlarına
seyahat edemeyip bir kabilenin içinden geçerken
zarar vermesinler diye o kabileden hatırı sayılır
bir kişiyi kılavuz alırlar. Kabileler içinde gezmek
icap ederse, soyu belli bir kişiye besleme olmak,
yani hediyeler vermek lazım gelir.
Kılavuzlar hediyelerini kabile beyinin evine
götürür. Ev sahibi evde değilse, karısı, taze
gelini bile olsa misafir eve girer. Kadının
memesini ağzına alır. Kadın, hediyeyi kabul
ettiğini ima ederek arkasını sıvar, kocası
geldiğinde bu benim beslememdir diye elini
öptürür, o da kabul eder ve hemen yiyecek
içecek tedarik edilir ve komşular çağırılarak bir
çeşit bayram yapılır.
Misafir bundan sonra serbestçe dilediği yere
gidip gelir. Artık kendisine ve malına bir ziyan
gelmez. Tenha yerde giderken bir eşkıyaya
rastlasa: “Ben filanın beslemesiyim.” deyince
ona dokunmazlar. Şayet haramî kabile
kanunlarına riayet etmeyip, beslemenin malını
alırsa, misafir olduğu adam haramîden malın
dokuz mislini alır. Haramînin vermeye kudreti
yoksa kendisi esir alınıp, satılır. Harami bu
cezadan kaçınamaz. Yalnız haramînin kızları
varsa onun yerine iki kızı alınıp satılır.
Adam öldürme, pek büyük bir cürüm sayılır.
Eğer kazaen birisi öldürülürse diyet alınır. Bu
diyetler, esir, at, kılıç, tüfek gibi şeylerdir.
Esirlere güzelliklerine göre fiyat biçerler. Esir
aldıkları Rus Kazaklarını ellerindeki cariyelerle
çiftleştirirler ve bunların çocuklarını satarlar.
Yetim ve yalnız olan kız ve kadınları beyleri mal
edinirler. Bunları Rus esirleri ile çiftleştirip
evlatlarını (ki bunlara Toka denir) satarlar.
Çerkezler kendi evlatlarını satmazlar, ama
karıları zina edecek olursa o vakit evlatlarıyla
beraber satarlar.
Zina eden kadının, kocası kayınpederine
giderek: “Kızınız haramzâde imiş, istemem,
nikâhta verdiğim bedeli veriniz, kızınızı alınız.”
der. Ebeveyni kabul etmezse adam karısını ve
ondan olma bütün evlatlarını “Piçtir.” diyerek
esirciye satar.
Kadın: “Ben bu adamın kadınıydım, bana
iftira ettiler.” diye fahişeler gibi feryat etmez.
Hemen cürmünü itiraf ve kanuna itaat eder;
kocası esirciden aldığı bedeli ve malı evine
gelinceye kadar dostlarına paylaştırır.
Ertesi gün birkaç ihtiyarla zamparanın
bulunduğu yere varıp: “Kadını şu miktara
sattım, hakkımı isterim.” diye bir elçi gönderir.
Karı ne bedelle satılmışsa zampara dokuz mislini
vermeye mecburdur. Eğer gücü yoksa ve kimse
de yardım etmezse, kendi ebeveyni onu
kemende bağlayıp: “İşte hakkın budur.” diye
adama teslim ederler. Sövmek ve kötü söz
söylemek ayıp olduğundan zamparayı saygıyla
pazara götürüp satar. Aldığı bedeli hemen
etrafında bulunanlara dağıtır.
Livata aralarında gayet ayıp olduğunda nadir
vuku bulur. Kabileye yeni gelmiş olanlardan
biri, böyle çirkin bir iş yapacak olursa hemen
herkese söylenir. Herkes oğlanı maskara etmeye
başlar. Adam çaresizlikten hemen sahile iner.
Rastladığı bir kaptana: “Beni İstanbul’da veya
Mısır’da satın.” diye teslim olur. Livatayı
yapanın kimse yüzüne bakamaz. Ya diyarı terk
etmeye mecbur olur veya oğlanın kabilesi elinde
maktul olur.
Böylece zina ve livata gayet güç ve akıbeti
vahim olduğundan herkes bundan çekinir.
Ferruh Ali Paşa zamanına kadar aralarında
meşru nikâh yoksa da karı-kocanın birbirine
bağlanması lazım olduğunu idrâk ederlerdi.
Nikâhları şöyledir ki: Delikanlı, kızın evine
gelerek konuşurlar. Birbirini beğenip kabul
ettikten sonra, başka bir gün arkadaşlarıyla
kayınpederin evine gelip verilecek diyet tespit
edilir. Damadın dostlarından biri bir zırh, başkası
bir kılıç, bir başkası at vererek kayınpedere
teslim ederler. Başka şeyleri damat tedarik
ettikten sonra, zaman zaman kayınbabasının
evine gelip karısı olacak kadınla sohbet eyler.
Ana-babanın bulunmadığı bir zamanda kızla
anlaşırlar ve mesela: “Ben seni yeni doğacak
ayın mesela üçüncü gecesi ilk horoz öttüğünde
filan ağacın altında bulayım.” diye sözleşirler. O
zaman bahadır ve hırsızlıkta mahir genç
süvarilerden yirmi otuz kadar kafadarıyla o
ağacın altına gelir. Kız da ebeveyninden gizli
olarak orada bekler.
Süvarilerden hangisi kızı görürse hemen
terkisine alıp kaçar ve kendi evine götürerek
dünya ahiret kerimesi olmuş olur. Artık yedi
göbek bunların çocukları evlenmez. Kız
kaçırırken babası ve kabilesi işi anlarlarsa
atlarına binip bir harbe tutuşurlar ve bir kıtal
başlar. Kızını damada teslim etmek bunların
tabiatına uygun olmadığından kızı kaçırmak
gerekir.
Kıza anası, babası tarafından bir şey verilmek
âdet olmadığından damat dağda bir kulübe
yapıp bir kazan, bir kova, bir ağaç çanak tedarik
edinceye kadar kız, kaçıran adamın evinde
misafir kalır.
Ferruh Ali Paşa zamanından itibaren,
Çerkezler Müslüman olunca artık imam çağırıp
meşru nikâh yaptırmaya başlamıştır. Fakat eski
âdetlerini terk etmemişlerdir. Şöyle ki: Oğlan,
kızı aldıktan sonra bir daha kayınpederinin evine
varmaz. Oğlan, kızı aldıktan sonra önce başka
bir yere bırakır. Bazen kendi babasının evine
götürür. Bu müddet zarfında karı-koca beraber
yemek yiyemezler.
Çerkezistan’ın havası ve suyu güzel, dört
mevsimi tatlı, toprağı mümbit ve her türlü sebze
yetiştirmeye elverişli ise de Çerkezler ve Tatarlar
sebze yemezler. Yalnız et yerler.
Çerkezistan’la Devlet-i Aliye’nin
Münasebetleri ve Ferruh Ali Paşa

Çerkezistan 200 seneden beri Devlet-i Aliye’nin


elindeydi. Fakat idaresi Kırım hanlarına
bırakılmış olduğundan ne Devlet-i Aliye
Çerkezlerin hâlini bilir, ne de onlar Devlet-i
Aliye’yi tanırdı. Çerkezistan Kırım hanlarının
çiftliği mesabesindeydi ve kabile beyleri de
onların sütbabaları idi.
Çerkezlerin Tatarlardan başkasıyla temasları
yoktu. Devleti Aliye’den başlarına zabit ve vali
gönderilmediğinden din ve devlet tanımazlar ve
Dünya’da Tatarlardan başka adam olduğunu
bilmezlerdi.
Ruslar, Kabartay havalisini ele geçirip dalga
dalga içerlere akmaya başlayınca Çerkez
kabileler işin vahametini görüp bağımsızlıklarını
korumak için 1777-1778 senesinde Rusya’yla
harbe tutuşmuşlardı. O sırada Devlet-i Aliye’yle
Rusya arasında gerginlik bulunduğundan
Canikli Ahmet Paşa Kırım başbuğu tayin
olunmuş, Kaptan-ı derya Gazi Hasan Paşa ile o
tarafa gidip Soğucak limanına demir atmıştır.
Çerkez kabileleri, Osmanlı askerini ilk olarak
burada görmüşler, Osmanlı askerinin kendilerine
nazaran muhteşem kıyafetlerini görüp hayran
kalmışlardı. Osmanlı askeri alışveriş için
kendilerine madenî para verince bunun ne
olduğunu anlayamamışlardı. İlk gece Osmanlı
askerlerinden bazılarını karargâhlarından çalıp
dağlara kaçırmışlar ve satmışlardı.
Devlet-i Aliye birden bire büyümüş
olduğundan bu geniş ülkenin her tarafını teftişe
vakit olmamıştır. Çerkezistan’ın idaresi ise Kırım
hanlarına bırakılmış olduğundan Devlet-i Aliye
ülkesinin bir parçası olduğu hâlde bu kadar yıl
buraların halkıyla pek alakadar olamamış, asker
almaya da ihtiyaç hissetmemişti. Canikli Ahmet
Paşa’yla Kaptan-ı Derya’nın verdikleri rapor
üzerine buraları imar etmek lüzumu duyulmuştu.
Kaynarca Antlaşması ile Kırım Hanlığı
Devlet-i Aliye’den ayrılmış olduğundan,
Karadeniz’de, Sinop’tan başka Osmanlı
gemilerinin demir atabileceği liman kalmamıştı.
Ruslar bir taraftan da Dağıstan ve Gürcistan’a el
atmışlardı. Rus tehlikesine karşı Çerkezistan’ı
elde tutabilmek için bu vazifenin, vezirlerden
Koca Abdi Paşa yanında divan kâtibi olarak
yetişmiş ve devlete birçok hizmetler ifa etmiş ve
o sırada Kocaeli Mutasarrıfı bulunan Ferruh Ali
Paşa’ya verilmesi kararlaştırılmıştı.
Ali Paşa İstanbul’a çağırılıp padişahın emri
kendisine tebliğ edilince şu şartları ileri sürdü.
1- Soğucak Kalesi’nde bulunan muhafızların
ekmek ihtiyacının karşılanması,
2- Kaleye top, cephane arabası, birkaç sürat
topu ve birkaç bal yemez topu, 12.000
kazma ve kürek gönderilmesi,
3- Kendi maiyetine 1.000 kadar asker ve
bunlara teçhizat verilmesi,
4- “İnsan ihsanın kuludur” fetvasınca
Çerkezlerin mizaçlarına uygun hediye
Tatar yamçısı, Abaza tüfeği, Ladik
basması, meşin, sahtiyan, çakmak taşı gibi
eşya verilmesi,
5- Hazineden 500 kese akçe ve kendisine
asker toplamak üzere beylerbeyilik
verilmesi.
Hükûmet bu tekliflerin hepsini kabul etti. Paşa
1781-1782 senesinde yola çıktı. Soğucak
Kalesi’ne vardığında kale muhafızlarının
kendisini karşılamadığını görünce hayret etmişti.
Kaleye girince bütün askerin açlıktan ölmüş
olduğunu gördü.
Ferruh Paşa bu faciayı kendi maiyetinden
saklamak için adamlarından birkaçını gizlice
kaleye gönderip kale topların, attırdı ve bunu
karşılama merasimi olarak tanıttı. Bu sırada kale
civarında bulunan bir Çerkez ileri geleni
Paşa’nın huzuruna getirilip teklifleri dinlendi. Bu
adamın teklifleri şuydu:
1- Önce dil bilen bir tercüman bulmak,
2- Kabile beylerinden birinin kızını size
nikâhlamak,
3- Sancak, davul ve bayrak göstererek
mehabet arz etmek,
4- Kabileler içinde beş vakitte ezan okutulup
namazlardan sonra Kur’an dinlemek,
6- Kabilelere sertlik gösterilmeyip herkese
seviyesine göre bir hediye vermek.
Ali Paşa bu tedbirleri beğendi Ertesi günü
Soğucak’ta bir divan tertip etti. Ali Paşa
toplantıyı tesirli bir konuşma ile açtı, asker
Paşa’nın uğrunda can feda etmeye yemin etti.
Paşa: “Gece gündüz silahınızı çıkarmayınız,
birbirinize kardeş muamelesi ediniz, yalan
söylemeyiniz, zina ve livata eylemeyiniz,
kimseden bir şey istemeyiniz, sır saklayınız,
kabilelere saygı gösteriniz.” diye son öğütlerini
verdi. Bundan sonra kabilelerin fethine başlandı.
Kabileleri dine davet hususunda kolaylık
olması için Ferruh Ali Paşa Şapsih kabilesi
beylerinden birisinin kızını kendisine aldı.
Mutantan düğün yaptırdı. Kızın ebeveynine
büyük hediyeler verdi. Hediyeyi götürenlere
emirler verildi ki: “Kimseye kötülük edilmeye,
herkese hediyeler dağıtıla.” Bu muhteşem
merasimin akisleri dağdan dağa yayıldı.
Düğün üç gün üç gece sürdü. Her gün toplar
atıldı, her yerde Kur’ân ve ezan okundu.
Kabilelerin içleri Hz. Muhammed’in
ruhaniyetiyle doldu. Çerkezler 200 kadar güzel
kızı ortalarına alıp âdetleri üzere oynayarak
şenlik yaptılar. Düğün bittiğinde birçok eşya
ortaya dökülerek “bunlar padişahımızın ve
Başbuğ Ferruh Ali Paşa’nın sizlere hediyesidir!”
diye ilan edildi.
Şapsih kabilesi bu suretle fethedilmiş
oluyordu. Bu minval üzere öteki kabilelere de
nüfuz edildi. Sonra birçok Türk dilaverleri
Soğucak’a getirilerek orada yeni ve mamur bir
şehir meydana getirildi. Çerkez kabileleri
isimlerini de yavaş yavaş değiştirip Ali Paşa’nın
taktığı; Mehmet, Ali, Hasan, Hüseyin gibi
Müslüman isimlerini almaya başladılar. Önceleri
çocuklarına; mutlu köpek, yürük köpek, keskin
köpek gibi köpek adları verirlerdi.
Ferruh Ali Paşa, fazilet ve kemal ehli idi.
Yanındakiler onun kerametine inanırlardı. Hele
yepyeni bir diyara gidip vahşî kabileleri dine
davet etmesi, bir şehir kurması büyük başarıdır.
Bu uğurda uykusunu, rahatını ve bilcümle varını
da feda etmiştir.
İstanbul’a köle ve cariye hediyesi hususunda
cömert olmadığı için bazı devlet adamları
aleyhine dönmüşler ve “Kabilelere dağıtacağım
diye hazineden 5.000 kese aldı, bunu telef etti,
fütuhatını genişletirse Devletin başına gaile
çıkaracak.” diye dedikodu yaptıklarını duyunca,
bu sırada da kızının ölümü bütün arzuların
söndürmüş olup, ahirete yönelmişti.
1785 senesi ağustos-eylül ayında bütün yapı
ustalarını toplayıp kendisi de amele gibi
çalışarak, yaptırdığı caminin yanında bir türbe
yaptırarak oraya gömülmesini vasiyet etti.
Kendisini hasta hissedince kâtibi Haşim
Efendi’yi çağırarak: “Yakında öleceğimi devlete
bildirin. Bu kaleye ehliyetli adam hazırlasınlar.”
diye emir verdi. Türbesinin inşası bitince o gece
karısıyla beraber türbede ibadetle meşgul oldu.
Paşa bu minval üzere geceleri türbede kalır,
gündüzleri hükûmet işlerine bakardı.
Kırk gün bu şekilde dolunca: “Artık vakit
tamamdır ancak birkaç gün mihmanlığımız
vardır.” dedi. Ondan sonra Ferruh Ali Paşa iki
gün Allah’ı anmaya devam ettikten sonra
dördüncü gün: “Veda vaktidir.” diye göklere el
kaldırıp bütün maiyetine dua etmiş ve gelip veda
etmelerine ruhsat vermiş onlar da, âdeta
muayede eder gibi takım takım gelip birer birer
veda etmişlerdi.
Bu sırada Paşa kapıcıbaşı Hüseyin Ağa’yı,
nakibüleşrafı ve imam efendileri çağırdı.
Hüseyin Ağa’yı vekil bırakıp, vali gelinceye
kadar nizama halel getirmemelerini tembih etti.
Vasiyetini tamamladıktan sonra bir seccade
serdirip oturarak İsm-i Celâl’i söylemeye
başlamış ve (Hüve) hatimesini söylerken ruhunu
teslim etmiştir. Allah sırrını aziz eylesin.
Durumu hanımı duyunca kadın, feryat
ederek: “Ben senin hem zevcen, hem cariyenim.
İşte ve dışta Hüda’ya âşinâ olduğunu öğrendim.
Bundan sonra kendime bir ferdi mahrem etmem
muhaldir. Dört gün önce türbe içinde nasıl
birlikte oturuyor idiysen yine bu fakireyi yanına
al.” diye merhumun ayaklarına yüz sürdükten
üç gün sonra o da ölmüş ve vasiyeti üzere
merhum Paşa’nın yanına defin olunmuştur.
Merhum Paşa’nın mal denebilecek bir terekesi
kalmayıp o havalide nice hazinelere bedel
olabilecek bir nizam bırakmıştır.

DÖRDÜNCÜ BÖLÜM
Rumeli Olayları

Anadolu, Kafkasya, Kırım, Mısır ve


Arabistan’da birçok gailelerle uğraşılmakta iken,
devletin gözbebeği mesabesinde bulunan
Rumeli kıtası düşman ağzında idi. Ahalisinin
çoğu Ruslara vurgun ve özellikle Mora,
Sırbistan, Eflak reayası fesada meyilli
olduklarından devletin en ziyade gocunacağı
yerlerdendi. Arnavutluk ihtilal hâlinde
bulunduğundan buranın yatıştırılmasına
çalışılmakta, bir taraftan da Eflak ve Boğdan ile
uğraşılmakta idi.
İşkodra Olayları

İşkodra’nın hâkimi Puçatlı hanedanı idi. Fatih


burasını fethettikten sonra bu hanedan İslâm ile
müşerref olduklarından, buranın mutasarrıflığı
bu hanedana verilmiş ve evlattan evlada
geçmişti.
I. Abdülhamid devrinde buranın mutasarrıfı
Beylerbeyi Kara Mahmut Paşa idi. Bu zat
Devlet-i Aliye’nin nimetleriyle bezenmiş olduğu
hâlde bu nimeti hazmedemeyip zaman zaman
isyan ederdi. Cezalandırılacağını anlayınca
kendisine çekidüzen verirdi.
Arnavutlar aslen serkeş bir kavimdir.
Topraklarına göre nüfusları fazlaca olduğundan
rahat oturamazlar; dışarıya saldırırlar, her yere
zarar verirlerdi. Arnavutluğun birçok nahiyeleri
ocaklık suretiyle birer hanedana verilmiş
olduğundan ölümlerinde rütbe ve mansıpları
oğullarına geçerdi.
Arnavut idareciler zaman zaman
başkaldırırlardı. Bunların üzerine asker yollamak
mesafenin uzun olması dolayısıyla pek mümkün
olmadığından haklarında yumuşak muamele
olunurdu.

Eflak ve Boğdan Olayları

Kıpçak çölü taraflarından Hazar kıyılarına inmiş


olan kavimlerden birisi de Dak’lardır. Bu
kabileden bir kol Kırım yoluyla Aksu ve Tuna
taraflarına yayılmış ve Romalılarla uzun müddet
harp etmişlerdir.
Roma imparatorlarından Trayan bu tarafa
külliyetli asker göndermiş ve bu havaliyi Roma
Devletine bağlamıştı. Oraya yerleştirdiği askerler
zamanla bu Dak’larla karışmış ve şimdi Eflak,
Boğdan, Besarabya, Bukovina, Erdel halkı
meydana gelmiştir.
Zamanla buralar başıboş kalmış ve Asya’nın
kuzeyinden Avrupa’ya akın eden Hazarlar,
Avarlar, Bulgarlar, Macarlar, Türkler ve Tatarlar
yağmaya girişmişlerdi. Bu sırada dağlara
sığınmış olan kadim halk; tekrar şehirlere
inmişler, Macar ve Bulgarlara karşı koymaya
başlamışlardı.
1 7 8 9 - 1 7 9 0 senesinde bu havalinin
emirlerinden Radongiro, eyaletinin idaresini
nizama bağlamış ve hükümdarların seçimle
gelmesi usulünü getirmişti. Kendisinden sonra
Mihal namında birisi hükümdar seçilmişti.
Moldava halkını başına toplayarak ayrı bir
hükûmet kurmuştu. Bu beyler imar ettikleri
şehirlerde halkı cehaletten kurtarmak için kilise
ve manastırlar inşa etmişler ve İstanbul
patrikleriyle münasebete girişmişlerdir.
Nihayet Yıldırım Beyazit zamanında bu
havali Beyleri “aman” dilemişler ve padişah
kendilerine bir berat vermiştir. Eflaklılar bu
beratı bir bağımsızlık vesikası sanmışlarsa da
aslında bu Türklerin bahşettiği bazı müsaadeleri
ihtiva eden bir fermandan ibaretti.
Bu beratın metni şudur:
“Yüksek ve şahane atıfetimiz gereğince ezici
kuvvetimizle itaate mecbur ettiğimiz Eflak
vilâyetinin kendi nizamatiyle idare olunmasına
müsaade ederiz. İslâm dinini kabul eden
Hristiyanlar Eflak’e giderek tekrar tanassur
ederlerse, bunlar geri almakta ısrar olunmaya,
Voyvodalar Hristiyan olduklarından
metropolitler tarafından seçile.
Şahane lûtfumuzun bir eseri olan bu emrimiz
icabınca bu memleketin voyvodası dahi nüfus
kütüğümüze ‘reaya’ olarak kaydoluna. Her yıl
hazinemize o memleketin akçesiyle 3.000 kızıl
kuruş yani kendi sikkemizle 500 kuruş eda
etmesi şart ola.”
Eflak’ın Devlet-i Aliye’ye bağlanması
böylece tespit edilmişse de Eflaklılar buna bir
ittifak sözleşmesi nazariyle bakarak Silistire
Kalesi’ni genişletmeye kalktılar. Bu yüzden
üzerlerine asker göndermek icap etti. Niğbolu
harbinde Eflaklılar Macarları desteklediler.
Yıldırım Bayezit’in oğullarından Musa Çelebi’yi,
diğer oğlu Çelebi Sultan Mehmet aleyhine
başkaldırmaya tahrik ettiler.
Bu sıralarda Çingene taifesi de bu havaliye
gelip bilhassa Bükreş bölgesine yerleştiler. Eflak
Beyi bunları demircilik, arabacılık gibi sanatlara
sevk ederek hırsızlıktan vazgeçirmeye uğraşmış
ise de bunlar zamanla yerli halkla karışmıştır. Bir
kısmı da Erdel, Almanya, Çekoslovakya’ya
yayılmışlardı. Çingenelerin bir kısmı Anadolu
yoluyla Şam’a ve Mısır’a oradan Afrika’nın
şimalini geçerek İspanya ve İtalya’ya
yayılmışlardı. Bunlara Kıptî tabir olunur.
Çingenelerin Hindistan’dan her tarafa
yayılmalarının sebebi şöyle hikâye edilir ki
bunlar Hindistan’da süflî işlerle meşgul olarak,
diğer halk nazarında aşağılık sayılırdı. Bunlar
Timur ordularının peşi sıra dolaşarak Eflak ve
Buğdan taraflarına gelmişler, bazıları da
çiftliklere köle olarak girmişlerdir. Nereye
gitseler hâlleri değişmeyip okuma yazma
öğrenmezler, hiçbir dine uymazlar, görünüşte
bulundukları yerin dinine uyarlarsa da yine
bildiklerini yaparlar.
Eflakliler bir düzen kuramadılar, Fatih,
üzerlerine ordu sevk etti. 1460-1461 tarihinde
padişaha sığındılar ve yılda 10.000 yaldız altını
cizye vermeyi taahhüt ettiler. IV. Mehmet
zamanında fermanları yenilendi. Devlete kâh
isyan, kâh itaatle vakit geçirdiler. İkinci Viyana
kuşatmasında Avusturya ve Lehlilerle gizlice
anlaştılar.
1715-1716 senesinde Divan-ı Hümayun
tercümanı Nikolaki Mavrokodato padişah
tarafından Eflak voyvodası ve Rum ileri
gelenlerinden Mihal Rakoviçe, Boğdan
voyvodası tayin olunmuşlar, böylece voyvodalık
İstanbul Fenerli Rumların ileri gelenlerine ve
özellikle Divan-ı Hümayun tercümanlığında
bulunanlara tahsis edildi ve bu da âdet hâline
geldi.
Voyvodaların Fenerli Rumların arasından
tayin edilmesi Devlet-i Aliye’nin lehinde gibi
görünürse de bundan Ruslar daha fazla
faydalanmışlardır. Çünkü bu sırada yeniçerilerin
itaatsizliği dolayısıyla devlet nizamı bozulmuş,
vezirler sık sık değiştirilmeye başlanmıştı. Yeni
vezirler menfaat için yeni voyvodalar tayini
yolunu tutmuşlar, voyvodalar da verdikleri
rüşveti çıkarmak için halkı soymaya
başlamışlardır.
Rum voyvodalar sık sık değiştirilmelerine
karşı bir sığınak ararken nüfuzu günden güne
yayılmakta olan Ruslara dayanmaya başlamışlar
ve onlara hizmete başlamışlardır. Rüşvet ve
irtikap belası böylece tehlikelere yol açmıştır.
Eflak ve Boğdan ahalisi ise Fenerli voyvodaların
zulümlerinden şikâyetçi oldukları gibi, buralara
gidip gelen Devlet-i Aliye memur ve askerleri de
pek fazla eza ve cefa ettiklerinden halk bütün
bütün meyus olup Rusya’ya meyletmiş ve onu
kendilerine koruyucu seçmişlerdi.
Velhâsıl, Voyvodalıkların Fenerlilere geçmesi
memleketin harabına, halkın nefretine ve
düşman kucağına düşmesine sebep olmuştur.
Eflak’e rahip kılığında gönderilen casus
Yermanos, yerli papazları kandırarak Rusların
lütuf ve himayelerinden gelecek iyiliklere
alıştırmıştı.
Rus donanması Akdeniz kıyılarında
dolaşmaktayken, Eflak, Boğdan halkı
ayaklanarak Türk ordusuna ağır kayıplar
verdirmişlerdi. Rus imparatoriçesi Katerina,
kendisine sığınan Eflaklileri tatmin etmek ve
buralarda nüfuzunu artırabilmek için Kaynarca
Muahedesi’ne Eflakliler lehine bazı maddeler
koydurmuştur.
Kaynarca Muahedesinden sonra 1782-1783
yılında çıkarılan padişah fermanıyla Eflak’tan
alınacak cizye 300.000 kuruş, Boğdan’ın cizyesi
200.000 kuruş olarak tespit edilmiş, ayrıca Rum
voyvodalarının aldıkları vergilerle halk büsbütün
fakir düşmüştü.
BEŞİNCİ BÖLÜM

İslâm Dünyası ve Rus Politikaları

İslâm’ın gücü genişleyip yayılmış ve her


tarafından Hristiyan ülkelerini çevirmeye
başlamıştı. Fransa’nın da yarısı ele geçirildikten
sonra 732-733 yılında Poitie şehri önlerinde
Arap Emiri Abdurrahman ve Fransa taifesinin
başbuğu Kari Martel arasında cereyan eden
büyük harpte 12.000 kişi telef olmuş ve bu
savaşta İslâmlar mağlûp olduğundan beri Batı
tarafında İslâm kuvveti gerilemeye başlamıştı.
Bu sırada doğu tarafında Müslümanlar,
Anadolu’ya doğru ilerleme başlamıştı. Bu büyük
harpten sonra Kari Martel eski Fransız
hanedanını devirmiş ve Kari Martel’in oğulları
hükümdar olmuşlardır.
Abbasî halifelerinden Harun Reşit zamanında
İslâm Maveraünnehir, Tataristan ve Hindistan’a
doğru yayılırken, Kari Martel’in torunu Şarlman;
Fransa, İtalya, Almanya, Lehistan, Macaristan’a
kadar olan yerleri zaptetmiş, Roma’da Papa’nın
elinden imparatorluk tacı giymişti.
Şarlman, bir taraftan Endülüs’teki Emevîlerle
savaşırken, öte taraftan onların rakipleri olan
Abbasî halifeleriyle münasebet kurmaya
başlamıştı. O sırada Doğu ve Batı milletleri
arasında vahşet ve nefret son haddini bulmuştu.
Avrupa’da ilim nuru ve fazilet büsbütün
sönmüştü. Tıp ilmi bile İslâm memleketlerinde
tahsil görüp Frenk ülkesine giden Yahudilerin
eline geçmişti.
Şarlman, İshak adında bir Yahudi’yi, mektup
ve hediyelerle, Harun Reşit’e göndermişti.
Yahudi İshak, Şarlman İtalyan’ın başkenti
mesabesinde olan Ravena şehrinde iken gelmiş,
Harun Reşit’in üç elçisiyle beraber hediye
olarak; saat, Argnon, fil ve nefis kumaşlara
getirmişlerdi. Cahil Frenkler bunlara büyü eseri
gözüyle bakmışlar, şaşırıp kalmışlar, hatta saati
parçalamak istediklerinde imparator mâni
olmuştu.
Şarlman, o tarihte Kudüs’ü ziyarete gidecek
Hristiyanları himaye etmek için, bazı
sözleşmeler yapmıştır. Şarlman’ın ölümünden
sonra çocukları öyle geniş memleketleri tutacak
cesaret ve kabiliyete sahip olmadıklarından, bu
geniş ülke üçe bölünmüş Almanya hükûmeti bir
imparatora, İtalya başka birine, Fransa üçüncüye
verilmişti.
Abbasî Devleti’nin de kuvveti düştükçe
halkın fikri bozulmuş, gerçek dinî gayret
taassuba dönmüş, reaya perişan olmuştu. 995-
996 yılında Cerbestus bilgisi ve talihle Papalık
makamına çıkmış, Avrupa’yı İslâm aleyhine
kışkırtmaya başlamıştı.
Bu sırada Selçuklular İstanbul yakınlarına
kadar ilerlediklerinden Rumlar karamsarlığa
düşmüşlerdi. Bizans İmparatoru’nun davetiyle
1095-1096 yılında Avrupa silahşörleri
ayaklanmıştı. Göğüslerine haç resmi
yaptırdıklarından “Haçlılar” ismini almış olan
300.000 kişilik Haçlı ordusu, Antakya’da İslâm
ordularını yenerek 1100-1101 yılında Kudüs’te
bir Hristiyan devleti kurmuştu. Bu devletin
hudutları Antakya ve Urfa’ya varıyordu.
Selâhaddin Eyyûbî’nin Kudüs’ü geri alması
ve Hristiyan devletinin çökmesi sebebiyle 1254-
1255 yılına kadar sekiz kere büyük ordularla
Haçlılar saldırmış, Kudüs birkaç defa el
değiştirmiş ve böylece doğu ve Batı âlemi
arasında münasebetler sıklaşmıştır. Daha sonra
Avrupa devletleri bölündükleri için bir daha
böyle seferlere kalkamamışlardı.
Bu sırada Osmanlı Devleti’nin zuhuruyla
birden bire büyümeye ve Rumeli’de
genişlemeye başlaması, Papa Venedik, Almanya
ve Bizans hükûmetlerini telaşa düşürmüş, bunlar
Akkoyunlular ve Mısır Sultanlarıyla münasebet
kurarak, Osmanlı Devleti’ne gaile çıkarmaya
başlamışlardı. Hatta Fransa kralı Altıncı Şarl,
Timur’u Yıldırım’a karşı zaferinden dolayı tebrik
etmişti. Fakat o vakit Avrupa halkı kendi
problemleri içine dalmış ve medeniyetten uzak
durumdaydılar.
Avrupalılar o vakit doğu memleketlerinin
adını bile unutmuştu. Timur’un saltanatı da sel
gibi gelip geçtikten sonra, dünyanın göz bebeği
olan İstanbul’u Osmanlılar ele geçirdi. Rum ileri
gelenleri ve medeniyet erbabı Avrupa’ya,
bilhassa İtalya’ya yayıldı, her biri bir yere
yerleşti. Nihayet Osmanlı orduları Viyana
kapısına dayandı.
Osmanlı saltanatının kurucusu olan Osmanlı
Gazi son nefesinde oğlu Orhan’a şu üç şeyi
vasiyet etmişti:
1- Her hususta şeriata uyacak ve önemli
işlerde erbabına danışacaksın.
2- İleri gelenlere ve halka mertebelerine göre
inam ve ikram edecek ve İslâm dininin
direkleri olan bilginlere saygı
göstereceksin.
3- Allah uğruna cihada gayret edeceksin.
Sultan Osman’ın bu vasiyetini evlatları ve
torunları tutmuşlar, İslâm ülkelerindeki zulmü ve
taassubu kaldırarak gerçek dindarlık ve adalet
üzere hareket ederek İslâm hilafetine yakışacak
şekilde adalet üzere nizamlar kurmuşlardır.
Sultan Orhan zamanında kurulmuş Yeniçeri
Ocağı’nı, Sultan Murad genişletmiş ve asker
taliminin mucidi olan Yıldırım Bayezid askerî
disipline sokmuş ve Kanunî bu nizamları
tamamlamıştır. O devirde yeniçeriler askerlik
fenninde en ileri seviyeye varmış, silahın en
iyisini kullanmıştır. Bu devirde Avrupa askeri
talimli olmadığından Osmanlı orduları 1591-
1592 tarihine kadar daima muzaffer olmuştur.
Devlet-i Aliye, o devirde deniz kuvveti
bakımından da üstün olup Akdeniz’de mutlak
hâkim olduktan başka, Hint denizi kıyılarında da
nüfuzlu idi. Fransa kralı Fransuva, Kanunî’ye
sığınmıştı. 1524-1525 senesinde orta elçi
unvanıyla Françiyani, kralın mektubuyla
İstanbul’a gelmiş ve 1525-1526 yılında aldığı şu
name-i hümayunla dönmüştür.
Kanunî Sultan Süleyman’ın Fransa kralı
Fransuva’ya mektubu

Ben ki Sultanlar Sultanı, Hakanlar rehberi,


yeryüzü hükümdarlarının tacı iki dünyada
Allah’ın gölgesi, Akdeniz’in, Karadeniz’in,
Rumeli’nin, Anadolu’nun, Karaman’ın,
Dulkadir’in, Diyar-bakır’ın, Azerbaycan’ın,
Acem’in, Şam’ın, Mısır’ın, Mekke’nin,
Medine’nin, bütün Arap diyarının ki ulu
atalarım kılıçlarının kuvvetiyle fethetmişlerdi ve
kendimin fetheylediğim nice diyarım Sultan ve
padişahı Bayezid Han oğlu Selim Han oğlu
Sultan Süleyman Han’ım.
Sen ki Frence vilâyetinin kralı Françesko’sun,
huzuruma yarar adamın Franjan ile mektup
gönderip, bazı ağız haberi de yollayarak
memleketinize düşman girmiş olduğunu ve
hapsedildiğinizi bildiriyorsunuz, kurtulmanız
hususundan benden inayet ve medet ve istida
eyliyorsun.
Her ne ki demişsen benim huzuruma arz
olundu. Şimdi padişahlar sinmek ve hapis olmak
acz değildir. Gönlünüzü hoş tutun, kalbiniz
kırılmasın. Bizim ulu atalarımız daima düşmanı
def ve memleketler feth için seferden uzak
kalmamışlardır. Ben de onların yolunu tutup
memleketler, yalçın kaleler fethederek gece
gündüz atımız eyerlenmiş ve kılıcımız
kuşanılmıştır. Cenab-ı Hak hayırlar nasip
eylesin. Durumu ve haberleri adamınızdan
öğrenirsiniz.”
Kaptanıderya Hayrettin, Turgut ve Piyale
Paşalar Fransa’nın imdadına gitmişlerdi. O
tarihlerde Kanunî’nin veziri olan İbrahim Paşa
Fransa elçisine bir de nutuk söylemiştir.
Vezir İbrahim Paşa’nın Divan-ı Âli’de
Fransız elçisine söylediği nutuk:

“Bu yüce divanda her gün devlet ileri


gelenleriyle toplanışımızın sebebi, şevketlü
kudretli padişahımız Efendimizin büyük devlet
işlerini müzakere etmektir. Herkes bu divana
ayağını basınca garazı ve illeti terk ederek
düşündüğü şeyleri tam serbesti içinde ve doğru
söyleyerek ifade eder. Biz şimdi doğruluğun ve
hakkın yoldaşı olan serbestlik ile size ne
söylersek gönlünüz kırılmasın.
Metbuunuz olan Fransız kralı, Saltanatı
seniye ile ittifak edeliden beri padişahımızın
Fransızlar hakkında beslediği teveccüh
gereğince düşmanlarınızın şerrini uzaklaştırmak
ve devletinizin bünyesini takviye etmek için
Saltanatı seniyenin kuvvet ve himmeti
esirgenmemektedir.
Bu hususta Devlet-i Aliye, hiçbir kusurda
bulunmamaktadır. Oysa Fransız tarafından
duyulan iddialar hak ve insaftan uzak, ırz ve
namusa zıt, dostluğa uymaz ve ittifakın
bozulmasını mucip olur birtakım küstahça
hareketler vardır.
Müttefik olan iki devlet doğruluk ve
samimiyetle tehlikelere karşı ortaklaşa
çalışmaları gerekir. Bir taraf bu hususta kusur
işlerse ittifak bozulur. Siz Fransız dostlarımız ise
Devlet-i Aliye bir tehlikeye duçar olsa
duymazlıktan geliyorsunuz. Sizin başınıza bir
sıkıntı geldiğinde ise yardım istemekte ısrar
ediyorsunuz. Siz sadece boş vaatlerle dostluk
gösteriyorsunuz.
Alman imparatoru ve İspanya kralı, Devlet-i
Aliye aleyhine batı memleketlerinin bilcümle
askerini toplayıp Mora’ya ve Tunus’a
saldırırken siz hangi yardımda bulundunuz?
Gerçi dostluğa zıt olan bu kusurunuzu
mürüvvetle affetmek isteriz ama öyle sıkışık
zamanda bize alaka göstermemeniz ve düşmanın
ihanetinden müteessir olmamanız hatta onu
tebrik etmenize nasıl tahammül edelim.
Size yardım etmek üzere seraskerimiz
İtalya’ya varmak için Avlunya’ya kadar varmış
iken sahillerde vaat ettiğiniz dost askerini
göremedik. Dostluk icabı oydu ki siz de İtalya’yı
işgale iştirak etmek üzere asker sevk edesiniz.
Gerçi biz, sizin yardımınıza muhtaç değil isek de
sizler ne bize, ne kendinize yarayacak bir iş
yapmıyorsunuz ve dostluğunuzu gösterme
fırsatını kaybediyorsunuz.
Venedik Cumhuriyeti, saltanat-ı seniyenin
ezici kuvvetini ve vefasını denemiş olup sizler
müşterek düşmanımızla mütareke yapıyor ve
onun, topraklarımız üzerindeki kötü kastini
terviç ediyorsunuz. Biz başkasından yardım
istemeksizin düşmanımızdan intikamınızı aldık ve
Hayrettin Paşa’nın himmetiyle düşmanın
donanmasını perişan ettik, İspanya korsanlarını
mahvettik.
Bilesiniz ki bu fütuhatta sizin bir payınız
olmadığı için size teşekkür etmeyiz. Şu var ki
devletlerimiz arasındaki dostluğa hürmeten artık
maziyi anmayız. Hulûs ve muhabbetimizi size
ispat etmek isteriz. Talihin acı ve tatlı
gösterişlerine güvenmek akıl kârı olmadığından
biz hâlin icabına ve mevsim ve havaya nazaran
hareket ederiz.
Bizden talep ettiğiniz donanmayı bu mevsimde
denize indirirsek akılsız cür’et olur. Yaz geçmiş
ve Kasım günleri yaklaşmış olduğundan
donanma çıkarılamaz. Ağustos’ta Hayrettin
Paşa’nın geçirdiği kaza bu mevsimden sonra
açılmanın hata olduğunu gösterir.
Size bu kadar açıklık ve hulûs ile içimdekini
söylediğime gücenmeyiniz. Rica ve isteklerinizin
yerine getirilmesi padişahımızın iradesine bağlı
olup, ne türlü emir çıkarsa size bildiririz.”
Sultan Süleyman Rodos’u aldığında oranın
hükümdarı Viliya’yı huzuruna getirdiklerinde
ihtiyarlığına acıyarak gözleri yaşarmış ve “Böyle
bir ihtiyarı evinden çıkardığıma üzüldüm.”
diyerek saygı ile gemilere bindirmişti. Böylece
siyaset bakımından güzel bir misal vermişti.
Devlet-i Aliye’nin deniz kuvveti gerilemeye
başlayınca Hint, Yemen ve Habeş’teki deniz
üstünlüğü kaybolmuş, Akdeniz’deki nüfuzu
sarsılmış fütuhatın arkası kesilmiş, XI. asırda
yalnız Girit gibi bazı adaların fethi ile yetinilmiş
ve eldekinin muhafazasına gayret edilmiştir. Bu
asırdan itibaren askerî düzen sarsılmış, nice
alçaklar üste çıkmış, nice ehliyetsizler iş başına
geçmiş, ahlâk bozulmuş ve devlet temeli
sarsılmıştır.
Nemçe (Avusturya) generallerinden
Montekokoli, harp tekniğine dair yazdığı kitapta
Devlet-i Aliye’yle, kendi devleti arasında geçen
harpleri tafsilatıyla anlatmış. Devlet-i Aliye’nin
askerinin muvazzaf oluşunu, âmirlerine itaatini
söyleyerek, “Böyle askere karşı konamaz,”
demişti.
Kendi memleketinde Osmanlı Devleti’ni taklit
ederek yetiştirdiği askerle 1659-1660 tarihinde
Köprülü Fazıl Ahmet Paşa’nın bir fırkasını Zap
Nehri kıyısında bozguna uğratmıştı. Ama bu
onun yiğitliğinden olmayıp Osmanlı ordusunda
yeni başlamış nizam bozuculuğunun bir eseridir.
Bundan sonra Avrupa teknoloji ve sistemde
ilerlemiş ve Büyük Frederik zamanında harpte
teknoloji ön plana çıkmıştır.
Devlet-i Aliye mağlûbiyetler üzerine artık
harp iddialarından vazgeçmeğe, barış aramaya
mecbur kalmıştı. Fakat harp etmeyen askerin,
askerlik kudreti zaafa uğramış, her tarafta
mağlûbiyetler başlamış ve bundan en çok Ruslar
faydalanmıştır.
Cengizlerin bir kolu olan Kazan hanları,
önceleri, Kazan ve Ejderhan taraflarında
hükûmet kurmuş, Kırım Hanlığı’nı egemenlikleri
altına almış, Rusları haraca bağlamışken,
sonraları Kazan hanlarının nesebi tükenmiş,
Kırım’a tabi olmaya mecbur olmuştu. Kırım
hanları Moskova’ya kadar Rus ülkesini yağma
etmişlerdir. Fakat Ruslar, Kanunî devrinin
sonunda Kazan ve Ejder devletlerini ele
geçirdiler.
Kırım hanlarının kuvveti çok sayıda Tatar
süvarisinden ibaret idi. Bir memleketi vururlar
fakat tutunamayıp geçerlerdi. Ruslar Tatarların
bu saldırışından korunmak için Kırım hanlarına
haraç verirlerdi. Osmanlı Devleti bu hanlara
yardım etseydi bu kaleler elde tutulurdu.
Hâlbuki Kırım hanlarının mizaçlarında fitne ve
fesat olduğundan Kazan ve Kıpçak’ı ellerinde
tutmaları Devlet-i Aliye tarafından tasvip
edilmemişti.
O vakitler Ruslar önemsenmez, o tarafa
ehemmiyet verilmez, Nemçe tarafında fütuhata
koşulurdu. Oysa Macaristan ve Hırvatistan
fütuhatıyla uğraşmaktansa Kazan ve Kıpçak
eyaletlerini elde tutmak çok daha hayırlı idi.
Devlet-i Aliye, başlangıçta bir kabileden
ibaretti. Selçukluların çökmesinden sonra
Anadolu’da bulunan Türkler aynı ırktan olması
sebebiyle bu mayaya eklenerek Osmanlı Devleti
içine girmişlerdi.
Yavuz Sultan Selim, Mısır ve Arabistan’ı alıp
saltanat ve hilafeti cem ettiğinde Osmanlı
Devleti, bütün Müslümanların devleti olmuş,
bütün müminler bu devlete tabi olmuştur. Fakat
Şah İsmail, Şiî fitnesini çıkarmış, Müslümanlar
arasında büyük bir parçalanma olmuş, İran halkı
bu camiadan ayrılmıştır.
Devlet-i Aliye’nin maslahatının icabı doğu ve
batıda Hint ve İran’da hilafete bağlanabilecek
kuvvetleri kendi emrinde toplamaktan ibaret idi.
Özellikle Kafkas, Ejderhan ve Kazan Tatarlarını
ele alıp yakınlık ve din beraberliği dolayısıyla az
zamanda Osmanlı milletine bağlamak
mümkündü. Bu suretle Kırım hükûmetinin de
Devlet-i Aliye’nin eyaletleri arasına katılması
gerekirdi. Yavuz’un fikri buydu.
Yavuz Sultan Selim Han’ın ölümünden sonra
bu güzel fikir terk olunmuş ve görünüşe
kapılarak, devlet şanını görünüşte yükseltecek
teşebbüslere girişilmişti. Gerçi devletçe içte ve
dışta pek çok şanlı şeyler yapılmış, nice
memleketler fethedilmiş, devlet hududu
genişletilmişti. Lakin Türk ve İslâm unsurunun
bu geniş ülkeleri muhafazaya tahammülü
olmadığından az vakitte cümlesi elden gitmişti.
O vakit Ejderhan ve Kazan eyaletleri elde
tutulmuş ve Tataristan tarafları ele alınmış
olsaydı bu kuvvetle Macaristan’ı ve nice ülkeleri
zapt ve muhafaza etmek kabil olurdu. Kısaca,
Kanunî devrinde Yavuz’un tuttuğu yoldan
gidilmiş olsaydı, Devlet-i Aliye’nin kuvveti pek
başka olurdu. İşte Ruslar, Kanuni devri başında
böyle büyük bir siyasî hatadan faydalanarak iki
büyük ülkeyi ele geçirmişler, Kafkas sınırlarına
kadar yayılmışlardı.
On ikinci (on sekizinci) asır başlarında
meşhur Deli Petro zuhur ederek Avrupa’yı taklit
edip devletinin bütün kurumlarını yenilemiş, bir
taraftan İsveç’e, bir taraftan Osmanlı ve İran’a
saldırmıştı. Başlıca emeli Karadeniz’e hâkim
olmak olduğundan evvela Azak Kalesi’ni ele
geçirmesi icap etmişti.
O sırada Osmanlı Devleti ile Avusturya savaş
hâlinde idi. Büyük Petro iki ülke arasındaki
harbi fırsat bilerek Avusturya’ya yardım için
Devlet-i Aliye’ye harp açmış başlangıçta mağlûp
olmuşsa da sonunda yeni koyduğu nizamlar
kuvvetiyle Azak Kalesi’ni ele geçirmişti. 1700-
1701 yılında yapılan barış anlaşmasıyla Devlet-i
Aliye bu kaleyi ve güneyindeki daha bazı yerleri
Petro’ya terk etmişti.
Daha sonra Baltacı Mehmet Paşa, Purut’ta
Petro’yu mağlûp etmiş, yapılan antlaşmada Azak
ve verilen kaleler Osmanlı Devleti’ne bırakılmış
ancak: “Rabbim, mevsimler geçirmiş olan yılana
güneş göstermesin.” fehvasınca Petro selamete
çıkınca barış muahedesindeki hükümleri icra
etmemeye başlamıştır.
Petro yeni hülyalar peşindeyken 1725-1726
yılında ölmüşse de Poltava Harbi’nde İsveç
ordusunu yenince Rus Devleti’nin artık rakibi
kalmamıştı. Elhâsıl Petro, Rus Devleti’nin bütün
dünya’ya hâkim kılmak sevdasına düşmüş, hileli
yollardan fütuhata devam etmiş ve şu vasiyette
bulunmuştur.
Rus Çarı Petro’nun vasiyetnamesi:

1. Askeri daima harbe hazır tutmak için


sürekli harp hâlinde bulunulmalıdır.
Malî zorluklar yüzünden ara sıra ara
verilir. Ara verilse de her an hücum
için müsait vakit gözetlenmeli.
2. Avrupa’nın en bilgili milletlerinden
subaylar ve ilim adamları getirtilerek
Rus milletini faydalandırmalı ve
Rusya’nın kendi iyi şeylerinden de
hiçbir şey kaybettirilmemeli.
3. Avrupa’da baş gösterecek ihtilaflara
daima müdahale edilmeli. Özellikle
Almanya vukuatına fırsat düştükçe el
konulmalı.
4. Polonya’da daima iç ihtilaller ve
tefrikalar çıkarılmalı. İleri gelenler
para ile celbedilmeli. Kral seçiminde
müdahale edilerek, rüşvet kullanarak
Rus taraftarı olanları seçtirmeli ve
onları korumak için Polonya’ya Rus
askeri sokmalı. İcabında komşu
devletlerle Polonya’yı bölüşerek
başkalarına düşen payı fırsat düştükçe
geri almalı.
5. İsveç’ten mümkün olduğu kadar fazla
toprak zabtı için bir harp bahanesi
bulmak üzere İsveç’i harp açmaya
icbar etmek. Bu maksatla İsveç’le
Danimarka arasına nifak sokmalı.
6. Rus imparator hanedanına Alman
hanedanından kız almalı, bu suretle
Almanya’da nüfuz kazanmalı.
7. İngiltere’yle ittifak etmeye gayret
etmeli. Onlara kereste satarak
altınlarını memleketimize getirmeli.
8. Baltık ve Karadeniz sahillerinde Ruslar
günden güne yayılmalı.
9. İstanbul’a hükmeden bütün cihanın
hakikî hükümdarı olacağından
Osmanlılara mütemadiyen harp açarak
Karadeniz’de tersaneler yapmalı ve
adım adım Karadeniz’i ele geçirmeli.
Basra körfezine kadar inmek için
İran’ın çöküşünü çabuklaştırmalı.
Doğu memleketlerinin ticaretini Şam
yolu ile yaptırarak cihanın ambarı olan
Hindistan’a gitmeli, böylece
İngiltere’nin altınlarından müstağnî
olmalı.
10. Avusturya’nın ittifakını temin edip onun
Alman hükümdarlığını ele geçirmesini
teşvik edip, bir taraftan da öteki
hükümdarla hasetlerini kışkırtarak
onları Rusya’dan yardım istemeye
zorlamalı.
11. Türkleri Rumeli kıtasından kovmak için
Avusturya hanedanını kışkırtmalı.
Avusturyalılar İstanbul’u alınca öteki
devletleri Avusturya aleyhine tahrik
ederek İstanbul’u elinden almalı.
12. Macaristan’da Türkiye’de yaygın olan
Rum mezhebinde bulunan
Hristiyanların cümlesini kendimize
bağlayıp Rusya’yı muin tanımalarına
gayret etmeli ve bu mezhebe bir riyaset
ihdasına çalışılarak her bir vilayette
bize taraftar adamlar kazanmalıyız.
13. İsveç, İran, Türkiye zapt olunduktan
sonra bütün dünyanın hükümdarlığını
paylaşmak üzere evvela Fransa’ya
sonra Avusturya’ya gizlice teklif
yazılmalı. Bunlardan birisi kabul
edeceğinden kabul etmeyenin üstüne
tahrik edilmeli, geride kalan tek
müttefik de imha edilmeli.
14. Bu devletlerden ikisi de teklifimizi kabul
etmezse aralarında nifak çıkararak
ikisini bir biri ile uğraştırmalı. Rusya
Anadolu’dan asker toplayıp Fransa
sahilleri basılmalı. Bu iki devlet mağlûp
edilince bütün Avrupa elimize geçer.

Petro’nun halefleri bu vasiyeti uygulamaya


muvaffak olduğundan Rus Devleti günden güne
genişlemiş ve kuvvetlenmişti.
Rusların başlıca politikaları; Devlet-i Aliye ne
zaman Almanya ve Avusturya ile harbe girerse
bundan istifadeye kalkışmalarıydı. I. Mahmut
devrinde açılan Avusturya harbinde Ruslar yine
İmparator’a yardım için Devlet-i Aliye’ye harp
ilan etmiş, Azak Kalesi’ni ele geçirmişti. Azak
Kalesi 1745-1746 muahedesi gereğince Ruslara
bırakılmış ve Ruslar Karadeniz’de donanma
yapmaya başlamışlardı.
1757-1758’de Rus tahtına çıkan Katerina,
Petro’nun cihangirlik sevdasına devam etmiştir.
İlk olarak Lehistan’a saldırmıştır. Osmanlı
Devleti sıranın kendisine geleceğini kavrayarak
Ruslara harp açmışsa da Osmanlı ordusu,
idarenin bozukluğu yüzünden bozguna uğramış
ve 1768-1769’da bir muahede akdine mecbur
olmuştur.
Ruslar her şeyden evvel, Tatarları Osmanlı
Devleti’nden sökmeye çalışıyorlardı. Çaresiz
kalan Devlet-i Aliye Kaynarca Muahedesi’yle
Kabartayları, Yeni Kale’yi terke ve Kırım
Hanlığı’nın istiklâlini kabule mecbur oludu.
Rusya türlü hilelerle Devlet-i Aliye ileri
gelenlerini korkutarak harp açmaktan alıkoymuş
ve nihayet Fransa elçisinin tavassutu ile
Aynalıkavak Antlaşması yapılmıştır. Bu sırada
Avusturya, Lehistan paylaşmasından bir hisse
almak sevdasına düşmüş, Fransa lâkırdı ile vakit
geçirmeye başlamıştı.
Katerina ise Prusya ve İngiltere’yle ittifak
ederek bir taraftan Gürcistan’ı ifsat etmeye, bir
taraftan Eflak ve Boğdan işlerine müdahale
etmeye başlamış, bir taraftan da Karadeniz
donanmasını kuvvetlendirerek Kırım’ı alma
imkânlarını hazırlamıştır. Bütün bu işleri
yaparken, Avrupalıları da oyalayarak bu emeline
nail olmuştur.
Katerina, Lehistan’dan alacağını aldıktan
sonra Prusya’ya ihtiyacı kalmamış, onu da
bırakmış, Rumeli’ye el atmak için yeni tahta
çıkan Avusturya imparatoru Jozef’i kandırarak
Devlet-i Aliye aleyhine onunla birleşmiştir. Bu
sırada Amerika meselesinden dolayı Fransa ve
İngiltere harbe tutuştuklarından doğu ile
ilgilenememişler, Katerina bundan faydalanarak
Kırım’ı ele geçirmiş, Devlet-i Aliye yalnız ve
tedariksiz olduğundan bu emr-i vakiyi kabule
mecbur olmuştur.
Katerina bütün bunlardan şımarıp Türk
topraklarına fesat sokmaya ve içişlerine
karışmaya başlamıştır. Avrupa devletlerinden
Rusya’nın bu tutumunu anlamış olanlar var
idiyse de müttefik olarak hareket etme imkânına
sahip değillerdi. Katerina Kırım’a yerleşerek
İstanbul’u göz hapsine almıştı.
Fransa’da 1777-1778 yılında XVI. Lui tahta
çıkınca, Kırım mevzuunda Rusya ile
Avusturya’nın anlaşmalarından telaşlanmış,
İngiltere’yle barış istemiş, İngilizler Katerina’yı
gücendirmek istememiş ve Amerika’da toprak
kaybettiğinden Fransa’yla ittifaka yanaşmamıştı.
Prusya Kralı da İngiltere’yle anlaşmadıkça
ortaya atılmaya cesaret edememiş ve Devlet-i
Aliye’den de münasip cevap alamadığından
Fransa’yla anlaşmaya yanaşmamıştı. Avusturya
ise Bosna ve Sırbistan’da bazı yerleri almak
sevdasına düşerek Katerina ile ittifaka karar
vermişti. Venedikliler, Devlet-i Aliye’yle ittifak
yapmışlarsa da bu güvenilir bir kuvvet teşkil
etmiyordu.
Böylece durum Katerina’nın lehine gelişmiş
ve Karadeniz hâkimiyeti ona geçmişti. Fransa ile
İngiltere arasındaki rekabet Rusların yayılmasına
ve bu suretle kendilerine büyük bir rakibin
ortaya çıkmasına sebep olmuştur.
ALTINCI BÖLÜM

1786-1787 ve 1787-1788 SENELERİNİN


OLAYLARI

Fransa’da İhtilal Fikirlerinin Doğması

1786-1787 yılı, nice zararlı olaylarını müşahede


edeceğimiz Avrupa politikasının büsbütün
değişmesine sahne olan Fransız İhtilali’nin
sebeplerinin hazırlandığı yıldır. Bu sırada
Fransız Devleti ekonomik kriz içindeydi. Buna
çare aranırken hürriyet fikirleri meydana çıkmış,
halkın zihni bu sevdaya sarılmış ve Paris’te
büyük ihtilaller meydana gelmiştir.
Fransa’daki millî uyanış ve galeyan, Avrupa
devletlerinin uyanmasına sebep olmuş ve bu
fitne ateşini henüz kıvılcım iken söndürmeye
teşebbüs ederlerken Napolyon’un çökmesine
kadar Avrupa kıtası cenk ateşi içinde kalmış,
sonunda nice devletler perişan olmuş, nicelerinin
idare usulleri yerinden oynamış, Avrupa haritası
bozulmuştur.

Osmanlı Devleti ve Avrupa’nın Durumu


Bu sırada, Devlet-i Aliye’de eski usulleri
değiştiren Sultan II. Mahmut, iki yaşına girmiş,
Nizam-ı Cedid fikrini ilk olarak meydana koyan
III. Selim bu asrın başlangıcında tahta çıkmıştır.
Devlet-i Aliye içte ve dışta birçok gailelerle
meşguldü. Şöyle ki; Arabistan ve Gürcistan
kargaşalık içinde, Rumeli’de İşkodra gailesi
ortadayken Rusya’ya sefer açılmak üzere
olduğundan Devlet-i Aliye tedbirler almaya
mecbur kalmıştı. Bu sırada, malî darlık son
haddinde bulunduğundan işbu 1786-1787 yılı
devletçe bir endişe ve telaş hengâmesi olmuştu.
Prusya kralı Büyük Frederik, Ruslardan
çekindiğinden ittifak arayışına girdi. İngiltere
kralı bu davete herkesten önce icabet etti.
Böylece 1784-1785 senesinde Berlin’de bir
ittifak senedi imzalandı. Bu ittifak Katerina’nın
öfkesini mucip oldu.
İngilizlerin Ruslarla her milletten ziyade
ticaret imtiyazları vardı, bu ticaret anlaşmasının
bitmesine iki yıl kala, anlaşmanın yenilenmesi
için İngiltere, Rusya’ya elçi gönderdi. Katerina,
Almanların İngiltere ile ittifakına öfkelendiğini
göstermek için bu anlaşmayı yenilemedi.
Devlet-i Aliye, Avrupa’nın en güzel parçasına
sahip olduğu hâlde kendisini Avrupa
devletlerinden ayrı sayardı ve bu ittifakın da
dışında kalmıştı. Yalnız ittifak Ruslara karşı
olduğundan Devlet-i Aliye’ce faydalı
görülmüştür. 1785-1786 tarihinde Frederik
ölmüşse de anlaşma baki kaldığından Rusya’yla
Prusya ve İngiltere arasındaki gerginlik devam
etmiştir.
Fransa’nın Petersburg elçisi bunu fırsat
bilerek, Rusya’nın Fransız mallarını
İngiltere’den alacağına bizzat Fransız’lardan
almasının faydasını anlattı ve Potemkin’i ikna
etti. 1786-1787 yılında İngilizlerin imtiyazları
Fransızlara verildi.
İngiltere, bir taraftan Almanya’yı bir taraftan
Devlet-i Aliye’yi Rusya aleyhine tahrike başladı.
Bu sırada Frederik’in ölümünden sonra kral
olan, kardeşinin oğlu Frederik Wilhem Devlet-i
Aliye’ye mektup ve hediyelerle özel bir elçi
gönderdi. Elçi, padişaha mektup ve hediyeler
sundu ve çokça iltifata mazhar oldu. Elçi,
Devlet-i Aliye’yi Rusya aleyhine harbe teşvikten
ibaret olan vazifesini yaptı.

Rusya ve Nemçe’ye Harp İlanı

Kırım’ın kaybından sonra Devlet-i Aliye’nin


susması zarurî idi. Çünkü önceki harplerde
askerin inzibatsızlığı görülmüş, devlet ricali
askere disiplin verilinceye kadar harpten
çekilmeyi tercih etmişlerdi. Fakat askerî
disiplinin tesisi için ciddî bir adım atılamamış ve
her şey sözde kalmıştı. Kırım’ın kaybedilmesi
herkese iç acısı olmuş ve bu olay çok ağır
gelmişti.
Bu sırada, Koca Yusuf Paşa sadrazamlığa
getirilmiş, dalkavukluğu yükselme vasıtası
kılmış olan Nakizâde Ahmet Efendi de
şeyhülislâmlığa getirilmişti. Yusuf Paşa, ümmî
idi. Devlet idaresi bilmezdi. Hiddet ve hamiyeti
çoktu. Halkın galeyanına, İngiliz ve Prusyalıların
tahriklerine uyarak Kırım’ı tekrar alma sevdasına
düşmüştü.
O sırada İstanbul’da bir grup, başta padişah
olmak üzere barış, diğer bir grup başta Yusuf
Paşa harp istiyordu. Devlet bu iki fikir arasında
bocalıyordu. Katerina ise Deli Petro’nun
vasiyetini yerine getirme sevdasına düşerek ve
Devlet-i Aliye’yi korkutup emeline nail olmak
için baskı yapmaya devam ediyordu.
Rusya’da nüfuz kazanmış olan Potemkin,
Osmanlı topraklarından bir kısmını zaptedip bir
hükûmet kurmak ve başına geçmek sevdasına
düşmüştü. Potemkin, Katerina’nın sevgilisi idi.
Ondan bütün nişanları almış, yalnız harp
kazanarak alınan “Saint George” nişanını
alamamıştı.
Bu nişanı alabilmek için Osmanlı Devleti’ni
gazaba getirerek harbe sokmaya çalışıyor,
İstanbul’daki Rus elçisi de Potemkin’in
arzularına göre hareket ediyor; Gürcistan ve
Koban meselelerini, Rus tüccarlarından menşe
vergisinin alınmamasını, Cezayirlilerin aldıkları
Rus gemilerinin iadesini, Rusya’dan kaçanların
iadesini, Kaynarca Muahedesi’nde ön görüldüğü
gibi istediği yere konsolos göndermek hakkını
ileri sürüyordu.
1786 yılı aralığının başında Rus elçisi,
Reisülküttap Ataullah Efendi’nin konağına geldi:
“İmparatoriçemiz, Mareşal Potemkin’i hudut
meselelerini halle memur etti, bu mesele
halledilirse dostluk bakidir.” dedi ve yukarıda
söylenen istekleri ileri sürdü.
1787’nin ocağın 24. günü şeyhülislâm
konağında Sadrazam Yusuf Paşa, kazaskerler,
Defterdar Efendi ve diğer danışmanlar toplandı.
Konuşmalardan sonra Devlet-i Aliye’nin sözle
ve fiille tecellüd göstermesi, Karadeniz’e
mükemmel donanma göndermesi, sınır
boylarına yeteri kadar asker gönderilerek
devletin şanının gösterilmesi istendi. Sefire bu
yolda cevap verilmesi kararlaştırıldı.
Bu sırada Reisülküttap Ataullah Efendi
azledilerek yerine Süleyman Feyzi Efendi
getirildiğinden Rusya’ya verilecek cevap gecikti.
Rus sefiri ise tacize devam ediyordu. Yeni
reisülküttap barışa taraftardı. Mülayim bir cevap
hazırladı ve bunu padişaha kabul ettirerek Rus
sefirini çağırdı. İhtilaflı meseleler üzerinde ufak
tefek tavizlerle barışı kurtarmaya çalıştı. Bu
kararlar elçiye yazı ile de bildirildi. Rusların
meşrepleri malûmdu. Kelimelere istedikleri
manayı verirler ve şu lafızlardan murat budur
diye arzularını kabul ettirmek isterlerdi.
Bu hâl devam ederken İskenderiye’deki Rus
konsolosu Mısır beylerini tahrik ederek fitne
çıkarmaya uğraşıyordu. İzmir ve Boğdan’daki
Rus konsolosları da fesat karıştırıyorlardı. Öte
yandan Rus gemileri anlaşmayla elde ettikleri
imtiyazları kötüye kullanarak yasak eşyaları da
getiriyorlardı.
Osmanlı Devleti’nin bütün bunlara karşı
barışsever tutumu Rusya’yı yumuşatmamış,
aksine şımartmıştı. Rus elçisi isteklerinde ısrara
devam ediyordu. Katerina, Devlet-i Aliye’yi ele
geçirmek hayaliyle, torunlarından birine
“Konstantin” ismini vermiş, kendisine Rumca
öğretmen tayin etmişti. Torunu Konstantin’i
İstanbul’un kapısı mesabesinde olan Kırım’a
götürmek ve kendisi de Kırım Krallığı tacını
giymek niyetiyle büyük bir debdebe ile
Petersburg’dan yola çıktı.
Katerina, Özi Nehri sahiline vardığında, eski
sevgililerinden Leh Kralı ziyaretine geldi ve
Nemçe İmparatoru da gizlice oraya geldi ve
görüşmeler başladı. Ancak bu sırada Tatarlarla
Ruslar arasında çarpışma ve kıtal baş
gösterdiğinden İmparatoriçe Kırım tacı
giymekten vazgeçmiş, şehrin üzerine Rumca
“İstanbul’un kapısıdır.” diye levha astırmıştı.
Kırım’da İmparatoriçe para dağıtarak Tatarların
gönlünü almaya çalışmışsa da Tatarlar hoşnut
olmamışlar, yine muhalefete başlamışlardı.
Devlet-i Aliye Katerina’nın bu seyahatini bir
husumet ilanı saymış, İngiliz ve Prusya elçileri
bunu fırsat bilerek devleti harbe tahrik etmeye
başlamışlardır. Hatta Sadrazam Yusuf Paşa,
İngiliz elçisini Aynalıkavak sarayına çağırıp ona:
“Sizinle çoktan beri dostuz. Şimdi rütbemizi bir
yere bırakalım da iki dost gibi konuşalım.
Katerina, Kırım’a elli-altmış bin askerle geliyor,
meramı harp etmektir. Dosdoğru söyle,
düşünceni bildir.” dedi.
Elç i: “Bildiğimi sizden saklamam. Katerina
elde ettiği başarılarla öyle gururlanmıştır ki
“Devlet-i Aliye’ye galip geldik. Kırım’ı aldık,
artık ne teklif edersek elde ederiz.” diye
düşünüyor. Avrupa’yı böyle kandırıyor. Devlet-i
Aliye herhangi bir isteğini kabul etmezse hududa
asker yığarak ve elçileri vasıtasıyla korkutarak
netice alıyor.
Devlet-i Aliye ilkbaharda Karadeniz’e
donanma indirir; Özi, Bender, Hotin kalelerini
tahkim eder ve kuvvetli bir başbuğ emrinde kırk-
elli bin asker sevk ederse Katerina sulha talip
olur. Çünkü Rusların parası yoktur. Askerî
hazırlıklarını borçla yapmışlardır. Görünüşte
harp isterlerse de içlerinden istemezler.
Maksatları mugalâta ile işlerini yürütmektir.”
dedi.
İngiliz ve Prusya elçileri Devlet-i Aliye’nin
samimiyetini coşturacak tahriklerden geri
durmuyorlardı. Bazı Avrupa tarihçileri derler ki;
Osmanlılar yaradılışlarında çabuk öfkelenirler ve
uyumuş gibi görünürken birden bire uyanarak
şiddetli muamelelere girişirler.
Reisülküttap bu sırada Rus elçisini çağırarak
şu ihtarlarda bulundu: “Boğdan konsolosunuz
müfsit ve hilekârdır; devletlerimizin arasını
açmaya uğraşır, padişahımız bu şahsın geri
çağrılmasını ister. Bundan başka Rus askeri
Tiflis’ten ve Gürcistan’dan çekilmelidir.
Boğazdan geçen Rus gemileri istisnasız kontrol
edilecektir. Tüccarlarımızı himaye için Rusya’ya
memurlar göndereceğiz.” Elçi bu istekleri
devletine bildireceğini söyledi.
Birkaç gün sonra toplanan umûmî mecliste
Yusuf Paşa cenge arzulu göründüğünden
Şeyhülislâm Müftüzâde Ahmet Efendi’nin
yazdığı fetva üzerine harbe karar verildi. Rus
elçisi Yedikule’de hapsedildi. Harp ilan edildiği
taşralara bildirildi. Harbin gerekçesi ve harbi ilan
eden belgeler:
Rusya’ya harp açılması hakkında Devlet-i
Aliye’nin beyannamesi:

Devlet-i Aliye ile Rusya arasında 1773-1774


tarihinde yapılan antlaşma, iki taraf halkının
refah ve asayişlerini temin mülâhazasına
dayandığı hâlde Rus Devleti tarafından
samimiyete aykırı türlü teklifler ileri sürümüş ve
Kaynarca barışına rağmen Kırım’ı ani olarak
istila etmeleri;
Devlet-i Aliye’ye tâbi olduğunu gösterir
menşuru olduğu hâlde Tiflis Hanı’nı tahrik ve
Tiflis’e Rus askeri gönderme, Gürcistan’daki
kalelerimize saldırma, hudut boyları halkına
eziyet, Eflak, Boğdan ve Adalar’a ve lüzumsuz
mahallere konsoloslar yollayarak Devlet-i Aliye
tebaasını iğfal ile devletimizin iç işlerine
müdahale etmeleri;
Rus tüccarları Osmanlı topraklarında rahatça
dolaşabildikleri hâlde, Osmanlı tüccarlarından
kat kat fazla gümrük alınması ve alacaklarını
tahsil için Rusya dahilinde gezmelerine izin
verilmemesi, bazılarının idam edilmesi, Osmanlı
gemilerini sahillere yanaştırmamak ve
gemilerimize top ateşi açmak gibi sebeplerle
emniyetimiz tamamıyla zail olmuş;
Kırım’ı iade etmeleri şartıyla bir barışmaya
Devlet-i Aliye razı olmuşken Rusya’nın
Kırım’dan vazgeçmemesi ve daha bunun gibi
sayılması imkânsız birçok sebeplerle
Müslümanlar üzerine cihat farz olmuş ve Rusya
üzerine sefer açılmasına karar verilmiştir.
Dostlarımızın insaf ve hakkaniyet gözlerine
bu beyanname sunulur.

Rusya’ya karşı sefer için padişahın yazısı:


Sen sadrazamım ve mutlak vekilim ve
mutemedimsin: Cümlenin bildiği gibi kabirleri
nur olsun, ulu atalarım bu memleketleri;
vezirlerin, ocaklıların, zulümden ve israftan
kaçınmaları, gönül birliği ile padişahlarına
itaatleri az ve çok demeyip kanaatleri ve Allah
yolunda harp etmeleri sayesinde fethetmişlerdir.
Düşmanın saldırısını bertaraf etmek Muhammed
ümmetine farz olduğundan gaza kapıları açılmış
ve Müslüman askerlerinin savaşa girmeleri yüce
emirlerimle cümleye malûm olmuştu.
Senden beklediğim sadakat ve dindarlık
gereğince askerlik işlerini erbabına danışmak
üzere senin istiklâlini ilan ediyorum. Hizmetimde
bulunan kullarımdan kahvecibaşı kulum ile işbu
hatt-ı hümayunumu ve bir adet mücevherli
kılıcımı gönderiyorum. Hemen sefere çıkasın,
şöyle ki: İktizaya göre hareket olunarak
götüreceğin cümle rical ve ocaklılar
tedariklerini görsünler ve sefere hazır olsunlar.
Geçen seferki gibi gösteriş ve sefahat olmayıp
herkes haddine göre seferdeki vazifesi
kıyafetinden anlaşılacak şekilde hazırlana.
Cümlenin malumu olsun ki Rusların niyeti,
Kırım’ı istila etmelerinden ve Karadeniz’e
donanma indirmelerinden anlaşılmıştır. İğreti
bir emanet olan dünya hayatı için ehl-i İslâm’ın
hakarete tahammülü olamaz.
Cümle varım yoğum, gayret ve sebat eden
kullarıma bahşişimdir. Allah ve Peygamber aşkı
için birleşip metanet gösteriniz. Zabitlerim
askerlerime öğüt versin. Hepinize tembih-i
şahanem olur ki; her şeyden önce zulümden ve
israftan kaçınınız. Başbuğunuz olan sadrazamın
emrini tutunuz. Ve Allah’ın rızasını kazanmak
için gayret ediniz.
Benim doğru sözlü vezirim, evvela seni Allahü
Zülcelâl’in birliğine emanet ederim ve sonra
cümle ricalimi ve asker kullarımı sana emanet
ederim. İtaat etmeyenlerin tedip ve tecziyelerini
ve yararlılık gösterenlerin taltifini de sana
havale eylerim. Göreyim seni. Şeriat, kanun,
adalet ve insaftan ayrılmayarak hareket ve
zafere eresin.
Âlemlerin Rabbi bu yolculuğunuzda sizleri ve
ben âciz kulunu meyus etmeyip din ve gaza
yolunda düşmandan intikam alınarak cümlemizi
sevindire. Uğurunuz açık olsun.”
Bu harp, padişahın arzusu hilafına, Yusuf
Paşa’yla Potemkin’in hırsları yüzünden açılmıştı.
Bu sırada Mısır’da bulunan Kaptan-ı derya Gazi
Hasan Paşa İstanbul’a gelmiş ve Yusuf Paşa’nın
acele harp kararı vermesini kınamıştır. Fakat asıl
kusur bunca yıldır devletin ıslahına gayret
edilmemesidir. Yoksa Rusya gibi kudretli ve
hilekâr bir devletin yakınında bulunan bir
devlete ne kadar mülayim davranırsa davransın
güvenilmeyeceği şüphesizdir.
Rusya’ya harp ilanı kararından sonra Serdar-ı
Ekrem Yusuf Paşa ordunun hazırlanmasına,
Gazi Hasan Paşa da donanmanın
tamamlanmasına çalışırken Anadolu ve Rumeli
hudut boyu istihkâmlarının takviyesine gayret
edilmiştir. Tuna kıyılarına külliyetli asker sevk
edilmiş Dağıstan ve Çerkezistan halkı Ruslar
üzerine yürütülmüş ve bunların beylerine bol
hediyeler yollanmıştı.
Tatarlar ise öteden beri Devlet-i Aliye tebaası
olmaya istekli ve Rusya’ya ısınamamış
olduklarından Katerina’nın bahşişlerini
reddetmişlerdi. Koban Hanı Şahbaz Giray Han,
Besarabya üzerine sevk edilmiş ve maiyetine
40.000 Tatar toplamıştı. Rum reayasının
tutumundan şüphelenerek ellerindeki silahları
toplatmıştı.
O vakitler Osmanlı Devlet erkânı, devletler
bilgisinde acemi idi. Aralarında anlaşma
lazımken ihtilaflardan kurtulamazlardı ve işler
bozuk düzen giderdi. Bizim elimize geçen
kayıtlardan bu kadarını öğrenebildik. Fakat
ecnebî tarihlerinde şu yazılmaktadır ki Rus
askerinin yaptığı sahte ricatı kavrayamayan Türk
kumandanlarının aczi neticesi büyük miktarda
Osmanlı askeri şehit olmuştur.
Rus imparatoriçesi Katerina çoktan beri
Osmanlılara harp açmağı tasarladığından
elçisinin hapsedildiğini öğrenince bütün
askerlerini Potemkin’in idaresine vermiş ve
Karadeniz’e külliyetli gemi indirmişti. Bu esnada
80.000 Nemçe askeri Katerina’ya yardıma
gelmiştir.
Katerina bir taraftan harbe Osmanlılar
tarafından zorlandığını bildiren beyannameler
neşretmiş, bir taraftan da Fransızlara Mısır’ı
vereceğini vaat ederek onları kazanmaya
çalışmıştır. Hâlbuki Fransızların Osmanlı
ülkelerinde imtiyazlı ticaretleri olduğu gibi,
devletler dengesi bakımından Osmanlılardan
ziyade Ruslardan çekinmekteydiler.
Rusların böylece kuvvetlenmesinden en
ziyade Nemçelilerin çekinmeleri lazım gelirken,
İmparator Jozef, acemiliği ve fütuhat hırsı
yüzünden Katerina’nın oyununa gelmiş ve Türk
hudutlarına saldırmıştı. Bunun üzerine Devlet-i
Aliye de Avusturya’ya harp açmıştır.
Bazı Biyografiler ve Olaylar

Yeğen Mehmet Paşa: Hacı Yusuf adlı Belgrad


serdengeçtilerinden birisinin oğlu olarak 1726-
1727 yılında Alanya’da doğmuş ve 1742-
1743’te Belgrad’a gitmiş, babası gibi Alanya
tarafına kaçarak orada da fesat çıkarmış,
serdengeçti olmuş, orada çaresiz kalarak
İstanbul’a gelip Valide Hanı’nda gizlendikten
sonra 50.000 kuruş caize vererek cürmünü
affettirmiştir.
Bunun üzerine Eflak Serdarı payesiyle İsakça
Köprüsü’nün muhafazasına memur edilmiş,
daha sonra Silistre’ye başbuğ olmuş; iki ay
geçmeden Yeniçeri Ağası, beş ay sonra vezir
olmuştu. Çok geçmeden ağalıktan azledilmiş ve
bir müddet taşra mansıplarında vakit geçirdikten
sonra 1781-1782 yılında sadrazam olmuş, dört
ay sonra azledilerek Vidin Muhafızı, sonra Mısır
Valisi olmuştur.
1785-1786 senesinde Mısır’dan azledilmiş ve
Köstence’ye vardığında ölmüştü. Bazı tarihçiler
bu vezirin fesatçı, kışkırtıcı ve tamahkâr
olduğunu yazarlar.
Silahtar Mehmet Paşa: 1710-1711’de
Cihangir’de Ahmet Kaptan’ın oğlu olarak
doğmuş, bir aralık Enderun’da helvahaneye
çırak girmiş, 1731-1732 tarihinde kiler oğlanı
olmuş, 1732-1733’te rikâb-ı hümayun çuhadarı
ve 1743-1744’te tüfekçibaşı olmuştur. Sonra
mabeyinden çıkarılarak Özü Valiliği’ne
yollanmıştır.
Sultan Mustafa tahta çıkınca, şehzâdeliğinde
tanıdığı bu ağaya Ayşe Sultan’ı vermiştir. Ağa,
bu Sultan’la birçok valiliklerde dolaşmıştır.
1771-1772 yılında serdar-ı ekremliğe getirilmiş
fakat muvaffak olmadığından azlolunarak
Kütahya Valiliği’ne getirilmiş ve Girit isyanını
bastırmaya muvaffak olduğundan yüz akıyla
ömrünü tamamlamıştır. Kütahya’da bir camii
vardır.
Esma Sultan’ın Ölümü: Sultan I. Abdülhamit
Han’ın küçük kardeşi Esma Sultan 1787-1788
senesinde ölmüş, vasiyeti üzerine Eyüp
Sultan’da medfun bulunan kocası eski sadrazam
Mehmet Paşa’nın kabri yanına gömülmüştür.
Bu Sultan, gayet tutumlu ve mal toplamaya
meraklı olduğundan uhdesinde birçok haslar ve
topraklar toplamıştı. Harp vesilesiyle devlet
darlığa düştüğünde bu Sultan’ın birikmiş
parasından medet umulmuşsa da bir habbe nakdi
zuhur etmemiştir. Bunun üzerine Sultan’ın
adamlarından Sakızlı Dimitri ve kâhyası Çelebi
Efendi, Müderris Osman Efendi, toplanıp tevkif
edilmiştir.
Bu Dimitri bezirgânlıkla yetinmeyip iltizam
işlerine karışmış ve Sultan’a güvenerek halkın
malını kendi ölçüsüne göre takdir etmiş ve Sakız
halkını kul gibi kullanmıştı. Bu hanım sultanın
öteki adamları, halka etmedik zulüm
bırakmamışken kimse padişaha durumu
anlatamazdı. Gerçi Abdülhamit Han durumu
öğrenmişse de hatır için müsamaha göstermiş ve
Sultan’ın ölümünden sonra bu Dimitri’yi ibret
olsun diye öldürtmüştür. Bütün mallarına el
konmuştur.
1786-1787 senesinde İstanbul’da Vebadan
birçok kimseler ölmüştür. Sultan Mustafa’nın
kızı Hatice Sultan, Anadolu Valisi Seyit Ahmet
Paşa’ya nişanlı olduğundan “Hayırlı iş
geciktirilmez.” hadisince nikâhları kıyılmış ve
Sultan büyük alaylarla saray-ı hümayundan
kendi sarayına taşınmıştır.
Bir Fransız mimarı tarafından tersanede
yapılan 59 zira genişliğinde bir kalyon
tamamlanmış ve “Mukaddeme-i Zafer” adını
almıştır.
1787-1788 yılı Şaban ayının dokuzuncu günü
birçok dedikodulara sebep olan güneş tutulması
olmuştur. Müneccimler güneş tutulmasını 20
dakika hata ile evvelden bildirmişlerdi.
İstanbul’da âdet hükmüne girmiş yangınlar da
bu sırada hükmünü icra etmiştir.
Bir süredir birtakım mürtekiplerin zulüm ve
irtikâpları sebebiyle, halk elinde dolaşmakta olan
sikkeler düşük ayarlı olduğundan, Darphane
Nazırı Yusuf Ağa bu işi bir nizama bağladı.
Şöyle ki rayici 110 para olan Frenk riyal akçesi
100 paraya ve beş buçuk kuruşluk yaldız altını,
beş kuruş on paraya, Fındıklı ve Macar altını beş
kuruşa, İstanbul ve Mahbup üç buçuk kuruşa
ayarlandı.
Harp esnasında para darlığı yüzünden sıkıntı
çekilmekteyken Keban madeninde kırk seneden
beri görülmemiş verimli cevherler bulunmuş
olduğu maden emini tarafından bildirilmekle
birçok, fırınlar işletilerek bol altın sikke
kesilmiştir.

Vasıf Efendi Sefaretnamesi

Bu sırada İstanbul’a, Vasıf Efendi’nin


Sefaretname’si gelmiştir. ( Sefaretname: Yabancı
memleketlere gönderilmiş olan sefirlerin
(elçilerin) İstanbul’dan hareketlerinden
başlayarak gittikleri yerlerde gördükleri şeylerle
görüştükleri devlet adamları, siyasî hâdiseler ve
yaptıkları işler hakkında tanzim ve takdim
ettikleri raporlara verilen addır.
Osmanlılar III. Sultan Selim’e gelinciye kadar
ecnebî memleketlere daimî sefir (elçi)
göndermemişlerdir. Padişahların cülûslarını
(tahta çıkışlarını) bildirmek, muahede akdetmek
gibi hususların ifası için gönderdikleri elçileri
hep muvakkat olarak yollamışlardır. Hâlbuki
Avrupalılar bunu mukabil Türkiye’de daimî
sefirler (elçiler) bulunduruyorlar,
memleketlerinin menfaatlerini onlar vasıtasıyla
koruyorlardı.
Sefaretnameler, elçiler tarafından bizzat
vücuda getirildiği gibi sefirin maiyeti halkından
biri tarafından da yazıldığı vâkidir. Yine
sefaretnameler mensur olarak yazıldıkları gibi
manzum olmak üzere de vücuda getirilmişlerdir.
Sefaretnamelerde; bulunduğu memleketten
hareket edildikten itibaren, hangi vasıta ile
nerelere uğranılarak gidilecek yere varıldığı ve
sefaret vazifesinin ne suretle ifa olunduğu
yazıldığı gibi görülen yerler ve tesadüf olunan
hâdiselerden de bahis olunmuştur.
Binaenaleyh sefaretnamelerden coğrafya
nokta-i nazarından istifade kabil olmakla
beraber, en ziyade devletlerarasındaki
anlaşamamazlıklardan bahsetmeleri, bazı mühim
vesikaları ihtiva eylemeleri hasebiyle diplomasi
tarihi için pek kıymetli birer menba teşkil
ederler.
Vasıf Efendi Sefaretnamesi:
1787 senesi temmuzunun birinci pazar günü
Tophane önünden demir alarak temmuzun yirmi
beşinci çarşamba günü İspanya sahillerinde
Katalonya eyaletinin başkenti olan Barselona
şehri önüne vardık ve vardığımızı toplarımızla
ilan ettik. Gemimize gelen karantina memuru
bizi fazla beklettiğinden kendisini top ateşimizle
yine gemimize çağırdık. “Bu gecikmenin sebebi
nedir?” diye sorduk. “Bizde karantina işleri çok
mühimdir. Mimaska adasında hastalık zuhur etti.
Mısır, İstanbul ve Afrika’dan gelenleri
karantinasız geçirmemek için kralımızın kesin
emri vardır. Hele sizin geleceğiniz devletimiz
tarafından bize bildirilmedi. Kaderinize layık
ikramın ne olduğunu bilmiyoruz.” diyerek bin
defa özür dileyip “Minorka adasında
oturacaksınız.” dedi. Fakat Minorka’nın uzak
olduğunu bildiğimizden karantinayı
Barselona’da geçirmenizi talep ettik. “Başka
yere gönderirlerse geri döneriz. Hediyelerimiz
de mahvolur.” dedik. Böylece karar verildi. Bir
gün daha gemide kaldık.
Karantina mahallini hazırladılar. O gün
maiyetimizden on kişiyle gemiden çıkıp yeni
yapılan köprüden geçerek ikamet edeceğimiz
yere vardık. Barselona’nın muteber yerleri ve
askeri çok olduğundan bir general emrindeymiş.
Bütün zabitler sahile gelip itizar ve âşinâlık
ettiler. Bir dahi özürlerini kabul eyledik.
Karantina mahalli etrafı hendekle çevrili
olduğundan seyirciler etraftan gelip uzaktan
merhaba ederlerdi. Ömürlerinde devletimizin
adamını ve kıyafetini görmediklerinden büyük
şaşkınlığa düşerlerdi. Burada 27 gün oturduktan
sonra hekimleri gelip fert fert adamlarımıza
baktılar, sonra Devlet-i Aliye’nin şanına layık
alay ile çıktık. Şehre çeyrek saatlik yol olduğu
hâlde öyle kalabalık vardı ki konağımıza beş
saatte vardık.
“Cennet şehri” derlermiş, şehir iki kat sur ile
çevrili, hendeği derin limanı mahfuz olup
Cezayirlilerden korktuklarından, daima
muhafaza altında bulunur. Kral ve oğlu
mülakatımıza talip olup haber gönderdiklerinden
altı-yedi gün ikametten sonra kralın mukim
olduğu şehre azimet olundu. Hareketimizin
beşinci günü Tartusa şehrine indik. Onuncu
günü Belgiya şehrine vardık. Burada da
kalabalıktan zahmet çektik. Şehirlerden ve
köylerden gelen halk konağımızı ihata ederdi.
Belgiya şehrinin generali gelerek: “Kral
tarafından maiyetinize memuruz, aşçılarınızı
verin, âdetinizce yemek hazırlasınlar, ziyafetimiz
var.” dedi. Aşçıları gönderdik. Evvelce
Barselona’daki generale mükemmel bir bohça
verilmişti. Bu ikinci general, başvekilden sonra
gelen adam olduğu için devletin şanını
göstermek için mükemmel bohça da ona verildi.
Buna karşılık iki şişe zeytinyağı yollamış.
İspanya halkının alçaklığı ve âdiliği bundan
anlaşıla. Bu şehir derya nehri kenarında olup,
deryaya üç mil mesafede bağ ve bahçelik bir
yerdir.
Bir gece burada kalıp yola çıktık ve yirmi
altıncı gün kralın bulunduğu Granka’ya vardık.
Şehre yarım saatlik mesafede kralın teşrifatçıları
ve tercümanları kralın faytonunu getirdiler,
konağa onunla geldik. Mihmandarımız muteber
bir kimseydi. Merdiven başında bizi karşıladı ve
kral namına hatırımızı sordu. Bir saat sonra otuz
tabla üstünde envai şekerlemelerle bir maiyet
adamı geldi. Teşrifatçıları bu adamın rütbesini
haber verdi, kendisini bir mücevher enfiye
kutusu ile taltif ettik. Ferdası günü teşrifatçıları
gelip alay ve sair âdetlerini bir kâğıda yazıp bize
arzetti.
“Avrupa âdetleri bizim devletimizde cari
değildir.” dedik. “Evvela Başvekille görüşmek
âdettir.” dediler. Biz ise “ancak tebdilen varılır,
yoksa kralla buluşmadıkça varılmaz” dedik. Bu
bapta çok mücadele ettik. Kendileri çokça
korktular. Biz ise şüpheyi gidermek için: “Sırf
dostluğumuzu teyit için geldik.” dedik ve
evimize döndük.
Granka’da bize bir küçük konak tedarik
eylediler. Hediyelerimizle oraya girmemizi rica
eylediler. Bir kolaylık olsun diye kabul ettik.
Lakin Avrupa’da ortaelçilere yapılan muameleyi
yapmayı murat ettiler. Çünkü Moskof elçisi:
“Bizim âdetimiz Osmanlı elçilerine huşunetle
sözümüzü geçirmektir” demişler. Aramızda çok
tartışıldı. Biz ise: “Gerçi unvanımız ortaelçidir
ama başkaları gibi değiliz. Elçilik geçici bir
nesnedir. Bizim Devlet-i Aliye’de kadrimiz
vardır ve her devletin kaidesi kendisine
mahsustur.” diye dayatıp Allah’ın izniyle
Büyükelçi muamelesi yapmaya mecbur ettik.
Hakkımızda öyle tazim eylediler ki başka devlet
elçileri kıskandılar ve haset ateşiyle yandılar.
Madrid vilâyeti, Grankay’a on dört saat
mesafede olduğu hâlde kralın emriyle bütün
beyzâdeler Madrid’den getirtilip mülakat gününe
hazırladılar. Mülakat günü olarak pazar tayin
edildi. O gün teşrifatçılar on beş kadar süslü at
gönderdiler ve padişah hediyelerinin o gün
gitmesini istediler. Bunun üzerine evvela 20
torba Yemen kahvesi münasip nesnelerle
arabalara yükletildi. Sonra kral kendi atlarından
üçünü gönderdi.
Bu atlara padişahın gönderdiği mücevherli
eğerler takıldı; her birine padişahımızın
hediyeleri birer adama verilerek seyredenlerin
gözleri fal taşı gibi açılmış olduğu hâlde yola
düzüldü. Nihayet hediyeler saraya vardı. Kral ve
oğullarının seyir için saray avlusuna indikleri
haber alındı. Bir saat sonra name-i hümayunu
kethüdamız makamında olan bir atlı adamın
eline verip muhteşem bir alay ve sonsuz bir
maiyetle gittik.
Bu fakir, kürk giymiş ve kâtibi sarık sarmıştı.
25 kadar adam önümüzde ve arkamızda
kavaslar üç nefer çavuş, kralın akrabasından altı
beyzâde bir miktar atlı ve piyade askeri önde
yürüyüp kendilerine mahsus davul ve
zurnalarını çalarlardı. Sağımızda ve solumuzda
kralın birer muteber adamı, arkamızda bizim
tercümanımızla, onların baş tercümanları
yürüyorlardı.
Saraya yüz elli adım mesafede ileri gelenler
sıraya dizilmişlerdi. Zabitleri yaklaşıp baş
eğerlerdi. Seyircinin çokluğu ise tarif olunmazdı.
Evlerin pencereleri doluydu. Yollardan
kalabalıktan at bile geçemezdi. Hatta seyir için
bir pencerenin yüz kuruşa kiralandığı söylendi.
Bu hâl ile saraya girdik. Merdiven başında
teşrifatçılar bizi karşılayıp kendi usullerince
tazim göstererek bizi odaya aldılar.
Kral ayak üzerindeydi. Sağında başvekil,
solunda Hind-i Garbî vekili, generaller, kralın
akrabası ve devlet ricali ayakta duruyordu. Biz
name-i hümayunu büyük saygıyla kethüdamızın
elinden aldık, üç kere öpüp başımıza koyduktan
sonra, başımızdan yukarı tutarak yavaş yavaş
krala doğru yürüdük. Kral karşımıza geldiğinde
gür sesle:
“Yeryüzü padişahlarının en büyüğü, en
kudretli, azametli, kerametli padişahım Sultan
Abdülhamit Han Hazretlerinin haşmetlü İspanya
kralı cenaplarına inayet ettikleri name-i
hümayundur. İspanya Devleti’nin talip olduğu
sulhu te’kid, dostluğu takviye iradesiyle
padişahımız, mektup ve hediyeleriyle bizi elçi
tayin buyurdular.” dediğimizde kral 75 yaşında
bir titrek ihtiyar olmakla name-i hümayuna el
uzattığında namenin mehabeti dolayısıyla
mektubu eline alamadı. Başvekil yardım etti.
Kral, Küçük İspanya’nın kralı olarak Devlet-i
Aliye’yle barışı kendisinin yaptığına şükür edip
ağlamaya başladı ve: “İnşallah iki Devletin halkı
ve tüccarı rahat ederler. Bizim Ali Osman
padişahına karşı samimî olduğumuz şüphe
götürmez. Çünkü İspanya’nın karşısına büyük
bir düşman çıktığında Devlet-i Aliye’nin imdat
vaadini kıyamete kadar unutamayız.” dedi.
Biz dahi: “Devlet-i Aliye mürüvvetli bir
devlettir.” deyip lazım geleni söyledikten sonra
veda tavrı almışken kral: “Oğullarım size pek
mütahassırdır.” dediğinden yol üzerinde üç
oğluna ve kızına uğradık, çok tazim ettiler.
Kralın faytonu emrimize verildiğinden onunla
evimize geldik. İspanya’ya gelen elçiler, öteki
elçilere ve asillere ziyafet vermek âdet olmakla
kral bizi mesariften korumak için başvekilin
ziyafet vermesini tembih etmiş. Bize haber
verdiler. Reddi kabil olmadığından davet üzerine
kalkıp başvekile gittik.
Başvekil, oda kapısında karşıladı. Altın ve
gümüş kaplarla sofrayı süslemişler.
Sadrazamımızın, başvekile olan mektubunu o
gün verdik. Bunlar haşin ve devlet
merasiminden habersiz olduklarından bize öteki
Avrupa elçileri gibi muameleyi murat eylediler.
Kâtipleri ve teşrifatçıları Kudüslü Ermeni olup
fesat ve şeytanlıkta eşleri yoktu. Baş tercüman
konağımıza gelip, Devlet-i Aliye tarafından
kralın oğullarına, karılarına, başvekile ve öteki
ricale derecelerine göre hediye vermemizi
istediler. “Bizim elçimiz İstanbul’da şu kadar
verdi, siz de tedarik edip verin.” dediler.
Biz: “Devlet-i Aliye tarafından imparatorlara
ve krallara elçi gönderildiğinde, bunlardan gayrı
kimseye hediye verilmediği devletimizin
kaidelerindendir. Gerçi öteki devletlerden
gelenler bizim ricalimize verirler, ama
devletimizin verdiği görülmemiştir.” dedik.
Fakat çok ısrar ettiler: “Bu hediyeleri
vermezseniz kralla buluşamazsınız, bunlar inatçı
ve kibirli bir taifedir, işi krala duyurmak
münasiptir.” dediler. Biz de münasip surette
krala duyurduk. Kral: “Osmanlı Devleti’nin
hediye vermesi mutat değilse de elçi hazretleri
kendi tarafından imkân nispetinde bazı İstanbul
yadigârları verirse memnuniyetimi mucip olur.”
demiş.
Biz de çaresiz kalıp İstanbul’da tedarik
ettiğimiz eşyadan veliahta ve oğluna altın bir
kılıç, gümüşle donanmış bir tüfek, bir kürk,
serapa elmasla süslü mineli bir hançer ve bir
miktar ıtriyat, avretine bir kat iyi cins hamam
takımı verdik. Başvekile hançerden maada
veliahta verilenin aynı ötekilere de derecelerine
göre tarafımızdan hediyeler verildi. Kral ve
maiyeti buna mukabele etmedikleri gibi,
verdikleri tayinat masrafımıza yetmedi.
Memleketleri öyle bir kıtlık üzereydi ki tarif
olunmaz. Günde üç koyun alınırdı, her koyun
12 kuruş, sadeyağ 2 kuruş, bir araba odun 40
kuruş, bir tavuk 40 para idi.
Bir gün kralın meşhur bahçesine gittik. Çok
ağaç vardı. Havuzlar ve acayip heykeller
bulunuyordu. Temaşadan sonra avdet ettik.
Topçu umuruna memur general tarafından
Granka’ya iki saat mesafede Skaya adlı yere
davet edildik. General bizi karşıladı. Ziyafetten
sonra talimhaneye girdik. Burası hendese
aletleriyle doluydu. Kale muhasarası ve diğer
askerlik usulleri burada öğretilirdi. Son yaptıkları
lâğım ve top talimlerini gösterdiler. Maharetleri
malûm oldu. Burada İslâm ve sairleden kalma
garip eserler gördük. Burada güzel çuhalar
dokunur. Bir eski darphanesini seyrettik. Kral
bizi Üskurba adlı yere davet etti.
İspanya’da at nadir olduğundan faytonlara
katır koşarlardı. Bu katırların ücretleri
inanılmayacak kadar yüksekti. Granka’dan
Üskübra sekiz saat mesafe olup üç yerde
katırlarımızı değiştirdiler ve buna karşı 77 riyal
ücret aldılar. Ferdası gün kral gelerek bizi ava
davet etti. Kral ihtiyarlığına rağmen senenin her
gününü avla geçirir ve işleri vekillere bırakırmış.
Her ne zaman padişahımızın adı geçse, büyük
padişah unvanıyla yâd ederdi.
Ertesi gün ava çıktık. Maiyet ricali ve elçiler
vardı. Veliaht şapka çıkarıp bizi selamladı. Biz
de dostluğa layık davrandık. Büyük bir sürgün
avı yapıldı. Kral bir geyik yüreğini yardırıp
içinden diş gibi bir kemik çıkardı. Eldivenini
çıkarıp kanını sildi ve bir kâğıda sarıp bana
verdi: “Doğum güçlüğüne karşı ilaçtır.” dedi.
Etraftaki elçiler haset ettiler: “Biz kralın bu
iltifatına bütün varlığımızı verirdik.” dediler.
Üskürba dedikleri yer, aslında bir manastır
olup içinde kütüphanesi vardır. Endülüs’e
Frenkler girdiğinde İslâma ait kitapları
toplamışlar ve bu manastır’ın iki yerine
yerleştirmişler. Biri yanmış ki içinde 12.000 cilt
kitap varmış. Şimdi kalan yerde 5.000 cilt kitap
bulunuyor. Kitap fihristini aldım. Üstte ehl-i
İslâm kitapları, altında kendi kitapları vardı.
İslâm kitaplarını inceledim. Eski yazıyla on
kadar Mushaf vardı. Fıkıh, kelâm ve hadise dair
sayısız kitap vardı. Çok mütahassis ve müteessif
olduk.
Bir gün sonra Madrid’e giderek bir saraya
indik. Çok tekellüflü mesireli ve havuzlu bir
mahaldi. Madrid payitaht olmakla kalabalıktı.
Seyircilerden soluk almaya mecal kalmıyordu.
Hele yemek adabımıza baktıkça parmakları
ağızlarında kalıyordu. Maiyetimizde bulunan
sazende ve hanendeleri pek beğendiler.
Kralın emriyle bütün ileri gelenler bizi birer
kere yemeye çağırdılar. Kendilerine mahsus bizi
sıklete duçar ettiler. Kanunları hilafına
başvekilleri üç defa konağımıza gelip bunun
sadece Devlet-i Aliye’ye mahsus bir ikram
olduğunu hissettirdiler: Başkent Taledo şehri
iken havası ve suyunun güzelliği dolayısıyla
Madrid’i seçmişler.
Kral sarayı şehrin kenarındaydı. Bütün
binaları taştandı. Amerika’dan getirilmiş bazı
nebatlar ve ağaçlar ekilmişti. Burada bir çeşit
menekşe gördük ki insanın parmağı
dokunduğunda titreyip hareket ederdi. Fransa’da
olduğu gibi bunlar da şehre bir saat mesafede
havuzlar yapıp gemileri havuzlardan
aşırdıklarını gördük. Madrid’in meyvesi azdır.
Endülüs’ten getirirler. Üzümünün kabuğu
kalındır.
4,5 ay ikametten sonra memlekete dönmek
üzere ruhsat istedik. Name-i hümayunun
cevabını verdiler. Sahilde Kartaca iskelesine
gittik; gariptir ki oraya vardığımızda mihmandar
gelip, “Devletimizde Osmanlı elçilerine kürk ve
at vermek âdet değildir. Size bunun bedelini
gönderdiler.” diye 3.500 riyal getirmişti. Onu
tayinat bedeline mahsup ettiler. Elçi
tercümanlarına, Devlet-i Aliye günde onar kuruş
verdiği hâlde bizim tercümanımıza bir habbe
vermediler.
Hareketimizin on ikinci günü Mersiye adlı
şehre vardık. Burası İşbili’ye benzer. Halkı
oyuna ve eğlenceye düşkündür. Yüzsüzdür. On
beşinci günü Kartacana iskelesine indik.
Yanımıza bir binbaşı ve dört nefer vermişlerdi.
Onlara hallerine münasip hediyeler vererek
devletin şanını tamamladık. Kartacana sahilde
bir metin kaledir. Geniş limanı vardır.
Mükemmel tersanesi ve levazımatı vardır. Orada
hazırlanan firkateyne bindik. Hava iyi iken
bozulduğundan Malta Adası’na eksiklerimizi
tamamlamak için uğradık. Orada üç gün
oturduk. İslâm esirlerine ikram ettik.
Endülüs ülkesi, dört köşeli geniş bir iklim
olup İspanyol halkı, orta boylu, esmer, mizaçları
sıcak ve kuru, sevdaya meyilleri fazla olup,
övünmesi fazladır. Batıl dinlerinde taassupları
sonsuzdur. Halkın ahvali perişan, yeme ve
içmeleri kıt ve kötü. Halk üstlerine düşmeyen
işlerle uğraşıp düşmanlarına hile düzmekle
uğraşırlar. Harp fennini öğrenmek için birkaç
yerde talimhaneleri vardır. Piyadesi süvarisinden
iyidir ve çoğu başka memleket halkındandır.
Mektep çoksa da halk maarife düşkün değildir.
Hatta bir hazık hekimleri bile yoktur.
İspanyol halkı, Rum taifesine muti idiler.
Sonra Gotlar İspanya’yı aldılar. Got kralı bir
İspanya beyinin güzel kızını zorla almak istedi.
Kız, Müslümanlardan istimdat etti. “Gelip bu
memleketi alın.” dedi. Bunun üzerine Tarık bin
Ziyad ve İbni Musa askerle Septe Boğazı’ndan
Endülüs adasına geçtiler. Got kralı 100.000
askerle karşı koydu. İslâmlar muzaffer oldu.
Kral öldürüldü. Bütün meşhur şehirleri 708-709
yılında İslâmların eline geçti. Yedi-sekiz yüz
sene İslâm hükümdarları burada hüküm sürdü.
Sonra İslâm emirleri birbirlerine düştüler ve
1494-1495 tarihine kadar bütün Endülüs
kâfirlerin eline geçti.
Halen İspanyalıların Asya’da, Afrika’da ve
Amerika’da bütün devletlerden fazla topakları
vardır. Limanlarında 100 parça büyük gemileri
bulunur. Amerika’dan yılda dokuz milyon altın
gelirleri vardır. Toprak gelirleri de on bir milyon
akçeyi bulur. Lakin İngilizlerle olan harplerde
çok masrafa girdiklerinden, şimdi borçları
fazladır. Bunlar İspanya’daki madenlerini yüz
üstü bırakıp, yeni dünyadaki madenlere itibar
etmişlerdir. Madenle uğraştıklarından çiftçilik
azdır. Zahireyi Afrika’dan alırlar. Bu sebeple Fas
hükümdarlarını müdafaa ederler.
Cezayirliler İspanya ile anlaşıp çok menfaatler
sağlamışlardır. İspanya’nın Cezayir’de 1.200
esiri bulunmakta, her bir esir bin riyale
satılmaktadır. Hatta ölen esirlerin bile parasını
alırlar. Cezayirlilerin dindarlığı kâfirlere çok tesir
etmiştir. Biz Barselona’dayken Cezayirliler iki
Ceneviz gemisini gözümüzün önünde kaçırdılar.
DÖRDÜNCÜ KISIM

1788-1789 SENESİ OLAYLARI

I. Abdülhamid’in Vefatına Kadar Geçen


Olaylar

(I. Abdülhamid 1725 senesi mart ayının yirminci


salı günü doğup 1789 senesi mart ayının yirmi
sekizinci salı günü ölmüştür. Altmış altı yıl
yaşamış, on beş yıl padişahlık etmiştir.)
Ordu, hazırlığını bitirmiş, Rusya sınırına
hareket etmeye hazırlanmıştı ki Avusturya’nın
anlaşmayı bozduğu ve topraklarımıza
saldırmaya niyetlendiği haberi geldi. Ordunun
önce hangi sınıra gitmesi gerektiğini
kararlaştırmak üzere Başkomutan Yusuf Paşa,
Şeyhülislâm Müftüzâde Ahmet Efendi, Kaptan
Cezayirli Gazi Hasan Paşa ve Yeniçeri Ağası
Hasan Paşa ile o günün ünlü devlet ve idare
adamlarının birçoğu, padişahın huzurunda
toplandılar.
Uzun konuşmaların sonunda, esaslı haber
alma teşkilâtının noksanlığı yüzünden kesin bir
bilgiye dayanılmadığı için belli bir karara
varılamadı. Ordunun Edirne’ye gitmesi, orada
karargâh kurması ve durumun gelişmesini
bekleyerek oradan gereken yöne hareket etmesi
sonucuna varıldı.
1788-1789 yılı martının beşinci pazartesi
günü bütün devlet adamları ve ordu büyükleri
güneş doğarken padişahın sarayında toplandılar.
I. Abdülhamid başkomutan seçtiği Yusuf
Paşa’nın başına kendi eliyle işlemeli sorgucu
koydu, beline de mücevherli bir sadakla pek
kıymetli bir kılıç kuşattı. Elmas şemiyeli bir de
kaput giydirdikten sonra, Hırka-i Şerif
Odası’ndan aldığı sancak-ı şerifi de eline teslim
etti. Titrek olduğu kadar coşkun bir sesle şöyle
söyledi:
“Bak Paşa, seni Allah’ın inayetine emanet
ediyorum. Senden, dinine ve devletime layık
yararlılık ve doğruluk beklerim. Sana tam yetki
verdim; işine karışacak kimse yok; neyi
reddedersen biz de onu reddetmiş olacağız; neyi
kabul edersen o bizim makbulümüz olacak. İşte
şu yanımda duran öz oğlum için bile bir isteğin,
bir sızıltın olursa onu da düşünmeden
söyleyebilirsin ve gereğini yerine getirebilirsin.”
Yusuf Paşa, işin ciddiyetini hemen
kavrayarak, lüzumundan fazla gösterişe önem
vermemiş ve eski alâyişli törenleri kısa keserek
hemen yola çıkmayı ve mukaddes sancağı
kavrayıp ordusunun başına geçmeyi uygun
bulmuştu. Sancağın sefere çıkarılışının üçüncü
günü şeyhülislâm efendi ile sadrazam vekili de
saraya çağrılmış, ikisine samur kürkler giydirilip
hatırları alınmıştı. Ayrıca Kaymakam Paşa’ya
hitap eden ve sefer hâlinde yapılması gereken
şeyler için talimat ve salâhiyet veren bir de
ferman hazırlandı.
Ordu, Davutpaşa’da yedi gün kalıp
hazırlıklarını tamamladı. Yeniçerilerin de
çıkarıldığı gün, yağan şiddetli yağmur bütün
düzeni daha başlamadan bozmuştu. Bir-iki
günlük gecikmeden sonra bu iş de yoluna girdi.
Padişah kayıkla Eyüp iskelesine, oradan
Davutpaşa kışlasına gelerek başkomutanını ve
ordusunu törenle uğurladı.
Bu teşyi İncirli denilen yere kadar devam
etmişti; orada asker saraydan gelen yemekleri
yiyerek ağırlandı; sonra da Serdar-ı-Ekrem,
padişahın hediye ettiği sabah rüzgârı yürüyüşlü
seçkin ata binerek yavaş yavaş zafere yoldaş
sancak-ı şerifle sarmaş dolaş Edirne tarafına yola
çıktı. Padişah da Eyüp Sultan’a uğrayıp dua
ettikten, bu sefer için hazırlanmış donanmayı
gözden geçirdikten sonra sarayına döndü.
Bu sefer için Osmanlı ülkesinin her yerinden
serdengeçtiler seçilip orduya kaydolunması
kararlaştırılmıştı. Bu arada Kütahyalı Abdi Ağa
da beş yüz serdengeçti bulup orduya katılması
için emir almıştı. Gerçi zamanında İstanbul’a
gelmiş, yanındakilerle birlikte Davutpaşa
meydanında orduya yetişmiş, Sadrazam eliyle
hil’at giymişti ama sonradan topladıklarının beş
yüz dediği hâlde iki yüz elliyi geçmediği,
bunları toplamak bahanesiyle de bütün vilâyet
halkına olmadık zulümler ettiği, para toplayıp
zimmetine geçirdiği anlaşılınca ordu Çekmece
konağında iken başkalarına ibret olsun diye
öldürüldü.
Yusuf Paşa’nın ciddiyeti, himmeti ve dirayeti
ile ordunun geçtiği yerlerde mal ve can kaybına,
Hristiyan ve Yahudi Osmanlı tebaasına kötülük
etmelerine meydan verilmedi. Şu kadar ki yeni
başkomutanın tez canlılığı yüzünden ordu ile
harekete geçmesi gereken bazı ağırlıklar,
Davutpaşa’da kalmıştı; neden sonra güç bela
sevk edilerek Edirne’ye yetiştirilebildi.
İstanbul’la Edirne arasında ordu o zamanın
imkânlarına göre ağır ağır ilerlerken uzak
sınırlardan gelen haberler askerin maneviyatını
kuvvetlendiriyordu. Kırım’da, Eflak’te, Rus ve
Avusturya saldırılarının püskürtüldüğü, esirler
alındığı, top ve tüfek ganimet elde edildiği
haberleri geliyordu.
Yolların bozukluğu ve taşıtların azlığı,
Edirne’ye gelene kadar orduyu iyice yormuştu.
Edirne’de on beş gün olsun kalmak, dinlenmek,
toparlanmak kararına varıldı. Bu arada tembel ve
gevşek davranan kumandanlardan ve idare
âmirlerinden azledilenler, yerleri değiştirilenler
oldu. Bu sırada donanma da Karadeniz’e açılmış
bulunuyordu.

Donanmanın Karadeniz’e Çıkışı


Karadeniz’e Hacı Abdurrahman Ağa
kumandasında birtakım gemiler çıkarılmıştı.
Akdeniz’in gereken limanlarında da savaş
gemileri vardı. Ayrıca ihtiyat olanlar sefere hazır
tutulmakta idi. Asıl büyük donanma ise Kaptan-ı
derya Gazi Hasan Paşa emrinde Karadeniz’e
açılmak üzere hazırlanmıştı. Geleneğe uyularak,
1789 senesi martın yirmi altıncı günü I.
Abdülhamit Han, Yalı köşküne geldi.
Şeyhülislâm, sadrazam vekiline ve Kaptan
Paşa’ya samur kürkleri giydirdikten sonra
Dolmabahçe’de hazırlanan yemeye gitti. Tam o
sırada donanma tersaneden kalkıp top atarak
Yalı köşkü önünden geçip Büyükdere önlerinde
demir attı. Ancak Hızır gününe (6 Mayıs) bir ay
kadar bir zaman olduğu için bu mevsimde
Karadeniz’e açılmak tehlikeli olacağından
donanmanın bir müddet beklemesi uygun
görüldü. Gerçekten bu sırada Karadeniz’de
dehşetli fırtınalar baş göstermişti.
Kaptan Paşa’nın, “Daha fırtınaların arkası
kesilmedi, hâlâ tehlike vardır fikri.” değil de
“artık fırtınalar dinmiştir.” diye donanmanın
Karadeniz’e açılmasında acele edilmesini
isteyenlerin görüşü ağır bastı. Kırım’ı kurtarmak
amacıyla bekleyen donanma Boğaz’dan kırk elli
mil açıldı, güneş batacağı sırada çıkan fırtına;
geri dönmeyi gerektirdi. Bu yersiz ve acele çıkış
yüzünden üç kalyonla bir büyük sal sulara
gömüldü. Karaya vuran bu gemilerde birkısım
asker düşmana silah atmaya imkân bulamadan
boğulup gitti.
Donanma böyle birkaç kere denize açılmaya
girişip vazgeçti. En sonunda şaban ayının
ondördüncü günü lodos çıktı da gemilere engine
açılma kısmet oldu.
Kaptanıderya Gazi Hasan Paşa Osmanlı
Devleti’ne büyük yararlıkları dokunmuş, güler
yüzlü, aslan yürekli, doğru sözlü bir kimse idi.
Mısır’da iyi hizmetler görmüş, Mısır’da topladığı
vergi ile İstanbul’a dönüp donanmanın
eksiklerini tamamlatmak imkânını bulmuştu.
Bir aralık devlet hazinesi dara düştüğü zaman,
Sadrazam Koca Yusuf Paşa’nın delaleti ile
kendisinden I. Abdülhamid’in borç istemesi
üzerine, Topkapı Sarayı’na on iki bin kese
akçeyi teslim edecek kadar da zengin ve
fedakârdı. Bu kadar büyük yararlıkları olduğu
hâlde hiç de şımarmamış, kirlenmemişti.
Çeşme’de Rus donanmasıyla yapılan savaşta
uğranılan büyük yenilgi içine dert olmuştu. Öç
almak için fırsat kolluyordu. “İşte bu sefer tam
zamanıdır.” diye gayrete geldi. Bu sefer Osmanlı
donanmasını o idare edecekti. İşin başına geçer
geçmez bütün kaptanları yanına çağırdı ve şöyle
söyledi:
“Benim nereden geldiğim, ne yaptığım, ne
yapmak istediğim cümlenizin malûmudur. Din
uğruna, devlet uğruna can verip şan alacak
günümüz geldi. Niyetim ya düşmanın hakkından
gelmek ya da ölmektir.
Cariyelerimi, kölelerimin hepsini azat ettim,
helâllik verdim. Ne borcum varsa verdim, dünya
ile hesabımı kestim. Karıma bile kendisini bir
daha görmemin pek kısmet olmayacağını
söyleyip ayrıldım. Sağ kalıp dönersem, Allah’ın
hikmeti bu imiş der de şükrederim.
Hepinizi öteden beri yoldaş bilirim de ondan
bunları söyleyip sizi uyararak demek istiyorum
ki içinizde cesaret edemeyip de ölümden
kaçacak kimse varsa şimdiden açıkça söylesin,
gücenmeden kendisine izin veririm. Şimdi
söylemez de cenk üzerinde iken yüreksizlik edip
de hava elverişli değildi, askere söz
geçiremedim yollu özürler bahanelerle
bedduaya kalkışırsa, padişah başı için aman
zaman dedirtmem, başını uçururum.
Hizmet edenlere de umduğundan fazla
mükâfat vereceğimi de hemen söylemeliyim. Bu
şartlarla gitmeye razı olan hazırlansın da
doğrulukla hizmet edeceğine yemin etsin.”
Bu sözler üzerine bütün denizciler ayağa
kalktılar, ölümde de dirimde de bir ve beraber
olmaya ant içtiler.
Kırım Savaşı

Başkomutanın ordu ile Nemçe üzerine yürümesi


kararlaştırıldı. Rusya cephesi denizden Kaptan
Gazi Hasan Paşa’ya, karadan da eski sadrazam
Şahin Ali Paşa’ya havale edilmişti. Ali Paşa,
Halil Mehmet Paşa’nın hazinedarlığından
yetişmiş yiğitliği, gözü pekliği, askerlikteki
bilgisi ile de ün yapmış bir kumandandı. Seksen
iki seferinde sancak-ı şerifi çekerek topladığı
adamlarıyla Bender’e ulaşmış. Hotin Kalesi’nin
imdadına yetişmiş, bu kalenin muhafızlığına
tayin edilmiş ve düşman ne taraftan baş gösterdi
ise o tarafa koşarak zafer kazanmayı başarmıştı.
Ali Paşa, Halil Hamit Paşa’nın azlinden sonra
sadrazam oldu. Yiğitlikten başka marifeti
olmadığı, doğru dürüst okuma yazma bilmediği,
Devletin başka işlerine aklı ermediği için da
azlolunmuştu. Ama ordudaki başarıları hesaba
katılarak tekrar devletin dar zamanında hizmete
çağrılmış ve işte böylece İsmail Kalesi
cephesinin başkumandanlığına getirilmişti.
Rusya feldmareşali Puşkin ise devletine
sözünü geçiren ve her türlü yetkiyi elde edip
kullanmasını bilir olduğu için Aksu boyundaki
ordusunu yüz elli bin kişiye çıkarmayı başarmış,
bütün hazırlıklarını tamamlamış, büyük havan
toplarından başka yüz otuz yedi “sürat topu”nu
da emrinde bulundurmuştu. Rusya ve Nemçe
orduları bir araya gelince oralardaki bütün
savaşları kazanmaya başladılar. Nihayet Hotin
de elden gitti. İsmail askerinden medet uman
Hotinliler, tek başlarına ve yalnız, imdatsız
kalınca, şehri bırakıp iki bin sekiz yüz kadar
arabaya en lüzumlu eşyalarını yükleyip Bender
ve İsmail taraflarına göç ettiler.
Puşkin de bu savaşlarda önemli kayıplara
uğruyordu; erzak ve cephane ikmalini uzak
yerlerden yapmak zorunda kalıyordu ama onun
azmi ve Katerina’nın inadı, Rusların duraklaması
şöyle dursun, bir kat daha ilerlemesini
sağlıyordu. İsmail ordusu ise ekmeksiz,
cephanesiz kalıyor; bu da yetmiyormuş gibi
kaçan askerler yüzünden gittikçe sarsılıp
çöküyordu. Puşkin bu hâllerden iyi ve çabuk
faydalanmasını bildi. O cephenin kilidi demek
olan Özi Kalesi’ni kuşattı. Özi açıklarındaki
donanma yanıp işe yaramaz olunca kuşatma
denizden de tamamlanmış oldu.
Rus donanması Karadeniz’e açılıp da Osmanlı
donanmasının heybetini haber alır almaz
savaştan çekinince hemen amirali azlolunmuş,
yerine gelen amiral umulmaz bir zamanda
büyük bir cür’etle Osmanlı donanması üzerine
yürüyünce, bu sefer de Osmanlılar savaştan
kaçınıp Özi limanına sığınmışlardı. Hâlbuki
limanın daha kolay korunmaya elverişli bir
yerinde Rus donanmasının bir kısmı demir atmış
bulunuyordu.
Böylelikle Osmanlı donanması, iki ateş
arasında kalıp sıkışmış oldu; bir kısmı karaya
oturdu, bir kısmı iki taraftan gelen ateşle tutuşup
yandı. Bu savaşta Cezayirli Seydi Ali Kaptan’ın
cesareti biraz işe yaradı ise de zaferi değil,
kurtuluşu bile sağlayamadı.
Parça parça gelişip sonuçlanan deniz
savaşlarından kesin sonuç elde edebilmek ve
Osmanlı denizcilerinin maneviyatını yükseltmek
için Kaptan-ı derya Gazi Hasan Paşa, başa geçip
işe girişti. Emri altındaki kaptanların
cesaretsizlikleri ve tedbirsizlikleri onu
yıldırmadı. Tek başına, meydan okurcasına Rus
donanmasına saldırdı. Ruslar,
dayanamayacaklarını anlayarak deniz üstündeki
savaş meydanını Osmanlı gemilerine terk ettiler
ve Avlunya limanına sığınmaktan başka çare
bulamadılar.
Gazi Hasan Paşa, limanın ağzına kadar geldi;
gemilerinin orada karaya oturması ihtimalini
hesaba katarak, içeri sokulmadı, liman ağzında
bekledi ve Ruslara: “Erkekseniz gelin,
minderden kaçmayın, deniz üstünde güreşelim.”
diye haber saldı. Ruslardan ses çıkmadı.
Gazi Hasan Paşa’ya ne donanmasını
güçlendirmek, ne asker tamamlamak için doğru
dürüst imdat ve yardım geldi. Özi Kalesi’ni
koruması için arkasında bıraktığı Giritli Halil
Paşa: “Gemiler harap oldu, kurtarabildiğim
kadarı kârdır.” bahanesiyle savuşup İstanbul
yolunu tuttu. Ama daha boğaza girerken suçu
anlaşılıp deniz üstünde başkalarına ibret olsun
diye boğduruldu.
Kırım Hanı Şehbaz Giray ise Boğdan düşman
eline geçince emrindeki Tatar askeri ile Bender
tarafına çekilmişti. Tatarlar bir kere çözülmeye
başlayınca etraftaki masum ve şaşkın halka
saldırmaktan başka şeye yaramıyorlardı. Şehbaz
Giray, kendisine bağlı bir avuç askerle bir şeyler
yapmaya çabalarken büyük oğlunun de şehit
olması azmini giderdi. Orduya, “İmdat gelmezse
burada ya açlıktan ya da düşman elinde telef
olup gideceğiz.” diye haberler yağdırmaya
koyuldu.
Ordu, kışın şiddetinden, erzakın azlığından
perişandı. Hayvanlarının yarısı yollarda telef
olmuştu. Rusçuk içinde bir okka saman beş-altı
paraya, bir kucak odun kırk-elli paraya satılır
olmuştu. Bunları ucuz-pahalı bulmaya da imkân
yoktu. Açlıktan, hastalıktan kaçıp savuşanlara
göz yumulur olmuştu. Bu hâlde ordu Şehbaz
Giray’a nasıl yardım edebilirdi. Sızlanış
mektuplarına Kur’ân-ı Kerîm’den âyetler ve
umut verici avuntularla cevap vermekten başka
çare yoktu. Başkumandanın padişaha yazdıkları
Şehbaz Giray’ın kendisine yazdıklarından pek
farklı değildi. Aldığı cevaplar da kendisinin
Şehbaz Giray’a gönderdiklerine benziyordu.
İstanbul’un hâli de ayrıca yürekler acısı idi.
Yiyecek, içecek, ekmek, un, her şey yok
denecek kadar azalmıştı. İnsafsız esnaf, her şeyi
kendi bildikleri gibi alıp sattıkları için İstanbul
halkının büyük çoğunluğu büyük sıkıntı
çekiyordu. Yağın, mumun ismi var, cismi yoktu.
Ekmek alabilmek için fırın kapılarında toplanıp
bekleşenler günden güne artıyordu. Sıra kapmak
ve ekmek aşırmak için kanlı bıçaklı olanlara
rastlanıyordu.
İstanbul Kadısı, gereken düzeni kuramıyor
diye azlolunmuştu. Hâlbuki Kadı’nın da elinden
gelecek birşey yoktu. Üstelik kış da her
senekinden daha şiddetli idi. Denizden de
karadan da yollar kesik ve kapalı idi. Hiçbir
taraftan İstanbul’a un ve ekmek gelmez olmuştu.
Esnaf bu hâli fırsat bilmiş gibi bir paralık şeyi on
paraya satmaya kalkışıyordu.
Özi Kalesi’nin Düşmesi

Padişah, üzgün, bitkin, başkumandanın


sızlanmalarına şöyle cevaplar yazıyordu:
“Benim büyük vezirim, yazdıklarını okurum,
hâlini öğrenirim. Orada kışın ne kadar dehşetli
olduğunu da biliyorum. Bu da Allah’ın bir
hikmeti. Başka ne denir? Adamlarının hiçbirinde
sendeki doğruluk ve yiğitlik yok. Gece, gündüz,
senin için ve ordum için dua ediyorum, seni,
seninle birlikte dine ve devlete yararlık
gösterenleri Allah’ın birliğine ve büyüklüğüne
emanet ediyorum. Bundan böyle Allah’ın
emriyle havaların açılacağı umulur. Hemen
Özi’ye imdat yetiştirmeni istiyorum.”
Aslında iş, baştan bozuktu. Askerin
toplanabilmesi için İstanbul’a da zorluklar
çekilmiş, rezaletlere katlanılmıştı. Kaldı ki bu
İslâm askerlerinin o zaman cenge gitmeleri,
ganimet diye sefer esnasında mal yağmalamak
amacını güdüyordu. Yusuf Paşa’nın Nemçe
üzerine sefere gitmeleri orada yağma edilecek
varlık bulunduğunu hesaba katmalarındandı.
Yusuf Paşa’nın Nemçe seferi ile askerine
ganimet sağladığı haberi İstanbul’a yayıldı mı
kıtlık ve yoksulluk çeken koca şehirde ne kadar
ipsiz sapsız varsa orduya yazılmak için
başvurmadık yer bırakmıyorlardı. Hâlbuki zafer;
yalnız fedakârlık, disiplin ve dayanıklılık
gösterebilenlere kazanılabilir, böyle çapulcularla
elbette kazanılamazdı.
Rusya’dan gelirken oralarda yağma edilecek
bir şey olmadığını bilenlerin o taraflara sefer
etmeye, oralarda savaşa girmeye elbette
gönülleri olmazdı. Boğdan taraflarına gidip
gelenler birşey bulamazsa esir diye
yakaladıklarını getirip satmakla geçiniyorlardı.
Asıl kabahat, böyle hallerin başına geleceği…
Ruslarla Avusturyalıların er geç birleşip
üzerimize yürüyeceği belli olup dururken
zamanında tedbir alınmaması, erzak ve cephane
biriktirilmemesi, ordunun ve donanmanın
gerektiği kadar güçlendirilmemesidir.
Böyleyken başkumandanın emrindeki
askerlerin yine hazırlıklı, talimli ve teçhizatı tam
düşman askerlerine karşı arada bir de olsa zafer
kazanmaları doğrusu yine de takdire şayandı.
Özi Kalesi, gittikçe şiddetini arttıran
kuşatmaya karşı artık yardımın gelemeyeceğini
de anlayınca, fazla dayanamamış ve teslim
olmaktan başka çaresi kalmamıştı. Zaten
Rusların gece gündüz kale içine yağdırdıkları
gülle ve hamlelerin seksen bir taneyi geçtiği
söyleniyordu. Nihayet Başkumandan Yusuf
Paşa, üç bin asker hazırlayıp yola çıkmaya karar
verdi, imdat yetişmeden son bir saldırıya
geçmeleri üzerine kale düştü. İçindekiler, çoluk
çocuk bile ya öldüler ya göç edip yollarda
perişan oldular. Kaleyi koruyan Hamit Hüseyin
Paşa da yaralı olarak esir düştü. Bunun üzerine
hiç olmazsa Bender ve Akkirman kalelerini
korumaya çalışmaktan başka çare kalmadı.
Özi Kalesi’nin düşman eline geçtiği haberi I.
Abdülhamid’in yüreğine inen bir felaket oldu.
Sadrazam vekili, “Böyle şeyler olabilir, kaç kere
böyle kaleler düşman eline geçti, tekrar geri
alındı.” gibi avutucu şeyler yazdı ise de
hamiyetli padişah: “Ben bunları biliyorum ama
benim yandığım devletteki gevşekliktir.”
diyordu.

Osmanlı Devleti’nin İdari ve malî Durumu

Savaş sebebi ile yiyecek, içecek ne varsa


hepsinin fiyatı artmıştı. Üstelik bedelini ödemeye
razı olsanız da kolay kolay bulmak mümkün
değildi. Herkes daralmış ve sıkışmış olduğu için
karaborsa, yalan ve hile ile geçinme yolları almış
yürümüştü. Savaşa katılanların yerine bırakılan
vekil “mütesellim”ler ise geçici olduklarını
bildikleri için bu yerde kaldıkları sürece
keselerini doldurmaya, mümkün olduğu kadar
çok ve çabuk çalıp çırpmaya bakıyorlardı.
Ordunun sefere çıkışından bu yana, mesela
Kütahya’da olduğu gibi yedi-sekiz mütesellim
gelip gittiği ve her biri de çarpıp çırptığı için
memleketin harap olduğu ve halkın sefilliğe
düştüğü görülüyordu. Mütesellimlerin bu
hâllerini bilenler, aslı olsun olmasın, kolay
inanılacağını kestirerek, şikâyetler yağdırıp
değiştirilmelerine sebep oluyorlar ve doğru bir
adamdır diye daha hayırsız ve uğursuz bir
yakınlarının mütessellim tayin edilmesini
sağlayabiliyorlardı. Arada birbirini tutmaz sahte
emirlerle birbirlerinden mütesellimliği zorla
teslim alanlar, işin aslı anlaşılana kadar
vuracağını vurup izini kaybedenler de oluyordu.
(Mütesellim: Tanzimattan evvel vali ve
mutasarrıfların uhdelerinde bulunan sancak ve
kazaların idaresine memur edilenler hakkında
kullanılır bir tâbirdir. Lügat manası teslim olunan
şeyi alıp kabul eden demektir. Bunlara
“voyvoda” denilirdi. II. Mahmut zamanında
merkeziyet usulü tesis edilinceye kadar
vezirlerle mirmiran [Mülkî rütbelerden birinin
adıdır. “Beyler Beyi” demektir.] gibi mansıp
sahiplerinin ekserisi sefere gittikleri zaman
mansıplarını “Mütesellim” ile idare ederlerdi.
Bunların avaidi mütesellimler tarafından toplanır
ve kendilerine gönderilirdi.)
İstanbul’dakiler kıtlıktan, pahalılıktan,
taşradakiler zulümden ve soygunculuktan bıkkın
ve bitkin bir hâlde idiler. Etin okkası on sekiz
paraya çıkmış, mumun tanesi bir paraya bile
bulunamaz olmuştu. Hâlimiz ne olacak diye
halkın feryada başladığı I. Abdülhamit Han’ın
kulağına gidince, “Allah için olsun şu zahire
meselesine bir çare bulunsun.” diye sadrazam
Vekili’ne emirler göndermişti. Ticaret gemileri
ise Karadeniz’den emniyetle zahire
getirebilmeleri için savaş gemilerinin himayesini
istiyorlardı.
İstanbul’daki yetkililer Payitahtın böyle
dertlerine çare aramaktan devlet işlerini ve dış
münasebetlerini yürütmeye değil, düşünmeye
bile vakit ayıramıyorlardı. Hiçbir yerden, önce
tahmin edilenin yarısı kadar olsun vergi
gelmiyordu. Koca Osmanlı ülkesi karışıklıklar,
kıtlıklar, soyguncular ülkesi olmuştu. Her
taraftan bir evvelkini bastıran bir başka sızlanış
yükseliyordu. Arada bir akl-ı evvel filan
memleketin tüccarları zengindir ve hamiyetlidir,
onlardan devlet hazinesi borç alsın diye bir fikir
ortaya atıyor, nice danışmalar ve sıkıştırmalar
sonunda bu tavsiyenin de bir hoşça netice
vermediği görülüyordu.
Esma Sultan’ın ölümünden sonra gözden
düşüp katl olunan Dimitri bezirgânla Rusya’ya
kaçan Boğdan Voyvodasının mallarını devlet
hesabına satmak, orada burada birikmiş
alacaklarını devlet eliyle zor kullanarak toplama
ümidi de verimli olmamış, onlardan kalıp satılan
eşya düşük bedellerle şunun bunun elinde
kalmıştı.
Dimitri’nin mallarının daha dikkatle satılıp
parasının daha çabuk toplanması için padişahın
ferman çıkarması, devlet hazinesinin ve padişah
varlığının nelere muhtaç hâle düştüğünü açıkça
göstermekte idi. Bir ara vakıflardan ve onların
mütevellîlerinden medet umulmuş, bundan da
bir sonuç alınamamıştı.
Başta padişah, bütün İstanbul’daki yetkililer,
Payitahtın derdine çare ve karşılık arayıp
çırpınırlarken Başkumandandan gelen feryat işi
büsbütün karıştırmıştı. Tez elden üç-dört bin
kese gönderilmezse ordunun açlıktan kırılacağı
acı ve açıkca anlatılıyordu. Bu feryada
İstanbul’dan ancak dua ile karşılık verilebildi.
Koca padişah büyük vezirine şöyle yazdı:
“Benim büyük vezirim ve Başkumandanım.
Nasıl sıkıştığını ve paraya nasıl ihtiyacın
olduğunu biliyorum. Eğer bende paraya benzer
birşey olsa kendi harçlığımı da göndermek
isterim. Böyle zamanda senden bir şey
esirgenebilir mi? Sen de hazinelerin hâlini
bilmiyor değilsin. Bu akçe tedariki düşüncesi
gece gündüz rahatımı kaçırıyor. Oralardan ordu
zoru ile gelecek yılın vergileri toplanamaz mı
dersin? İstediğini toptan gönderemezsem de
elimize geçebildikçe parça parça, üçer beşer yüz
kese göndermekte kusur etmeyeceğim. Allah
yücedir, uludur. Devlete imdat etsin. Allah için
olsun siz de bir şeyler düşünün”
Osmanlı Devleti’nin kuruluşundan beri ilk
defa olarak yabancı devletlerden veya o
devletlerin tebaası zengin tüccarlarından borç
alınması akla gelmiş, bunun büyük risk taşıdığı
ve ilk defa başvurulacak bir acayip çare olduğu
için buna çok büyük, çok yetkili bir Divanda
karar verilmesi düşünülmüştü.
Toplanan Meclis, bu işi ince, uzun konuşmuş
ve “düşmanlara hâlimizi bildirmek, onlara karşı
sarf edeceğimiz parayı onlardan almaya
kalkışmak, şimdiden onlara bir uçtan teslim
olmak demektir; bunun konuşulması, dışarıya
sızıp duyulması bile büyük tehlikedir” kararını
verip fakat asıl derde de bir çare bulamayıp
şaşkın ve perişan dağılmıştı. Bu hâl,
Abdülhamid’e bildirilince padişah hıncını devlet
sırrını saklamayanlara beddua etmek suretiyle
alabilmiş, sadrazam vekilinden şeyhülislâma
gitmesini ve bu işe bir çare bulmasını istemişti.
Şeyhülislâm, ilk iş olarak kendinde ve
yakınlarında para olmadığını söyledikten sonra
şöyle demişti: “Yabancılardan, yabancı
devletten para tedarikinden başka çaremiz yok.
Başkasından hele bir yabancıdan para istemek
kötüdür ama ‘zaruret mahzurları siler.’ demişler.
Buna istemeye istemeye başvurmak zorundayız.
Herkese ayrı ayrı sorup dallandırmaya da yer
yok. Bana sorarsanız gönülsüz de olsa böyle
borç almayı caiz gördüğümü söyleyebilirim.”
Bunun üzerine Felemenk’ten borç alınmasına
karar verildi. Felemenk elçisiyle konuşmaya
girişildi. Osmanlı ülkesinden toplanacak çeşitli
vergilerin zaten mültezimler ve mütagallibe
(kompradorlar) elinde olduğuna göre Flemenk
Devleti’ne borç karşılığı gösterilecek teminat
bulma güçlüğü meydana çıktı. Felemenk elçisi
Osmanlıların dışarıdan alacakları her şeyi kendi
vasıtasıyla tedarik etmeleri gibi şartlar
koşulabileceğini, bunun için de devleti ile ve
tüccarıyla temasa geçeceğini bildirdi.
İşlerin uzamasına durum hiç de elverişli
değildi. Baharda sefer açmak mecburiyeti vardı.
Bu da en az on beş bin kese akçeye bakıyordu.
“Sefer demek, akçe demektir, vaktinde çare
bulunmazsa sonu perişanlıktır.” sözü her ağızda
dolaşıyor, çareye gelince kimse bir belirli çıkar
yol gösteremiyordu. “Altın ve gümüş sikkeleri
taklit ederek bakırdan basalım, sonradan gümüş
ve altınla değiştirilecek diye bu şekilde kabule
herkesi zorlamaya çalışalım.” diyenler olduysa
da bu paralarla tedarik olunacak ordu
donatımının başka memleketlerden tedarik
olunacağı, onların bu kalp paraların yüzüne bile
bakmayacağını söyleyenler haklı görüldüler.
Nihayet varlıklı ve ziynetli konaklara
başvurulması, ne kadar gümüş ve altın eşya
varsa ileride baraları ödenmesine söz verilerek
toplatılıp bakırla karıştırılarak para bastırılması
kararlaştırıldı. En son bu çareye başvuruldu.
Ayarı düşük para bastırıldı. İlk günlerde
piyasada biraz ferahlık, biraz alışveriş oldu ama
sonra iş anlaşıldı; durgunluk artarak yeniden baş
gösterdi.
Bütün bunlar yetmiyormuş gibi İsveç elçisi,
Osmanlı Devleti Rusya ile savaşa girişince
topraklarını ve haklarını geri almak için harp
açmaya Osmanlılar tarafından sevk olunduğunu,
buna karşılık vaat edilen sekiz bin akçayı
hatırlatarak, devletinin bu parayı acele istediğini
bildirdi. Arkasından da öteki elçiler, buna benzer
isteklerle devletin Bâb-ı Âli denen kapısını
çalmaya başladılar.
I. Abdülhamit, İstanbul’un bu kışı gerçekten
karakış denmeyi çoktan hak ettiği bu yıl içinde
birbirini kovalayan acıklı olaylardan ve hele Özi
Kalesi’nin başına gelenlerden, gönlü hasta,
mizacı perişan bir hâlde, dünyadan usanmışken,
bir de hacca gidecek alayın eşkıya tarafından
yolunun kesileceğini haber alınca büsbütün
üzülmüştü.
Şehzâde Mahmud’un o zamanki çuhadarı
Şehri İsmail Efendi tarihinde yazdığına göre;
Osmanlı askerinin korkunç perişanlığını anlatan
haberleri Serdar-ı Ekrem birbiri ardınca
yazmaktaydı. Bu haberlerin üzüntüsü ve
yanındakilerin dedikodusu yüzünden Sultan I.
Abdülhamit Han’da ata binip inecek güç
kalmamıştı.
Sultan, hastalığını fark edip her yıl, recebin on
ikinci günü, padişah adına hac ziyareti için
çıkarılan Surre alayının bir gün önce
çıkarılmasını emretmişti. Surre eminine
emanetleri teslim ettikten sora hastalandı. Bir
daha kalkamayarak, recebin on birinde, salı
günü, sabahın erken saatlerinde ruhunu Allah’a
teslim etti ve yerini III. Selim’e bıraktı.
Cihan bir hanedir alâyişi çok
İçine girenin asayişi yok
Düşer derviş ise teşviş-i nâna
Ve ger sultan ise fikri cihana

III. Selim’in Tahta Çıkışı


27 Mart 1789 Salı günü III. Selim tahtına oturdu.
Valide Sultan’ın eski sarayından Topkapı’ya
nakli gerekiyordu. III. Selim cuma namazına
daha kılıç kuşanmadan gelerek, cuma namazını
kılmayı bütün öteki törenlere üstün tuttu.
Ayasofya’da cuma namazı törenle kılındı.
Cumartesi günü padişah annesinin eski
sarayından kendisinin de kalacağı yeni saraya
getirilmesi töreninde hazır bulundu; annesini
“Cennet annelerin ayakları altındadır.” hadisine
uygun bir saygı ile karşıladı.
Pazartesi günü bütün devlet adamları ve saray
büyükleri, “Divaniye” denilen merasim
esvaplarını giyinmiş olarak Topkapı sarayında
toplandılar. Padişah onları beraberine alarak
Fatih’e gitti. Büyük dedesi Fatih Sultan
Mehmed’in kabrini ziyaret etti, oradan da
Peygamber’imizin bayraktarı Hz. Eyüb’ün
türbesine gitti.
Orada eskiden beri cülûs törenlerinde âdet
olduğu üzere okunan Kur’ân-ı Kerîm’i ve
devletinin devamı için yapılan duayı dinledi.
Şeyhülislâmın beline kuşattığı padişahlık kılıcını
şakırdatarak alkışlar arasında sarayına döndü.
III. Selim, bundan sonra ilk işi düşmanı
gerektiğinde yenebilmek amacıyla savaş
araçlarının daha çok ve daha iyi yapılabilmesi
için lüzumlu tedbirlerin alınmasına, harp
sanayinin mümkün olduğu kadar geliştirilip
yenilenmesine önem vermek oldu.
Okmeydanı tekkesi ile Davutpaşa Sarayı’nın
onarılması, bayındırlık faaliyetlerinin ilki oldu.
III. Selim’in ilk terfi ettirdiği kimseler,
Şehzâdeliğinde herhangi bir fırsat ve sebeple
yakınında bulunup kendisine yararlığı olanlardı.
Lalalarını, hocalarını birer münasip vazifeye
yerleştirdi. Arada, ilim ve din adamlarının da
hatırlarını almayı ihmal etmedi. Çeşitli sebeplerle
haklı haksız şuraya buraya sürülmüş olanları
affetmeyi, İstanbul’a getirtmeyi, onlara yeni
refah imkânları sağlamayı da unutmadı.
Yeni padişahların tebaalarına kudretlerini
göstermeleri, merhamet ve mürüvvetleri kadar
da adalet ve şiddetleri olduğunu belirtmeleri için
gerekenleri de cezalandırmaları şarttır. III. Selim
bütün yumuşaklığına ve iyi kalpliliğine rağmen
bu gereği de yerine getirmekte gecikmedi.
Bir gün kıyafet değiştirerek İstanbul’u
dolaştığı sırada Kâğıthane deresinde boğulmuş
birinin yakınından, gömülmesine ruhsat vermek
için para aldığını öğrendiği bir kadıyı Bursa’ya
nefyetti. Rusya’ya casusluk etmekle kalmayıp
kendisine vaktiyle emanet verilen bir beldenin
halkını soymayı iş edinen birini de astırdı.
Tersane Emini Selim Ağa ile oğlu Ahmet Nazif
Efendi’yi de kötülere ve hırsızlara ibret olsun
diye idam ettirdi.

Ordunun Durumu ve Padişahın Orduya Dair


Görüşleri
Düşmanın Boğdan toprağından kovulup
uzaklaştırılmaları için çareler düşünülürken
Eflak voyvodası Mavriyani, emrindeki askerin
çokluğundan sızlanarak bunlara maaş
yetiştiremediğini ileri sürüp devlet hazinesinden
yardım istemesi zihinleri karıştırdı. Bu voyvoda
bir yandan da Eflak’teki piyade askeri az görüp
beş bin kadar piyade ile başkumandanın
buralarda gözükmesini, Yaş yakınlarında
düşmanı yıldıracak bir saldırıya geçmesini,
kendisinin de Rusçuk yakınına geçip düşmanları
sindirebileceğini söylüyordu.
İsmail cephesinin komutanı Hasan Paşa,
askerin bir türlü kendinden hoşlanmadığını
görerek, “Ben bu işin adamı değilim.” diye
görevini bırakmıştı. Başkomutan, bu hâller bu
istekler üzerine ne yana saldıracağını şaşırmıştı.
Hasan Paşa’nın azli gerçekleşince İbrail
cephesine atanan Ankaralı Hacı Abdi Paşa’dan,
İsmail’de kalması ve Hasan Paşa’dan boşalan
yeri doldurması istendi.
Ordu, Rusçuk’ta mı kalmalı yoksa Silistre
cephesine mi yürümeli diye tartışmaların
sonunda İsmail cephesinin güçlendirilmesine
karar verildi. Rusçuk ve Yergöğü’ne biraz asker
gönderildi. Eflak beyinin de istediği az çok
yerine getirildi. Asıl ordu, Silistre’ye doğru yola
çıkacaktı ama asker düzensiz, araçlar yetersiz ve
para pek kıt olduğu için herkes ne yapacağını
şaşırmıştı. Padişaha birbiri ardı sıra sızlanma,
yalvarma, akıl sorma yazıları gelip duruyordu.
Ordu ise yağma, ulûfe (padişah bahşişi)
bekler hâle gelmiş, yalnız bu iki çıkarı
düşünerek; ya yağmanın bol olduğunu
sandıkları cephelere gitmek ya da İstanbul’da
kalıp bol bahşişe konmak istiyorlardı. Artık
akılları, fikirleri bunlardaydı.
Bu işleri düzeltmek, vergileri, iltizamları
düzene sokmak gerekiyordu ama bu gibi faydalı
tedbirler birçok kimsenin çıkarını önleyeceği
için kendi menfaatlerini kollayan kimseler,
sarayı şaşırtan ve tedbirleri kötüleyen jurnallar
yağdırıyorlardı. III. Selim’in babası Sultan
Mustafa da böyle düzenlemeler için harekete
geçmeyi akıl etmişti ama yakınlarının ve
çıkarcıların aldatması düşündüklerini
gerçekleştirmekten onu alıkoymuştu.
Birbirini tutmaz sızlanışlar kulağına
çalındıkça veya yazılı olarak eline geçtikçe III.
Selim şaşırıp kalıyor; sadrazam kaymakamına
şöyle yazıyordu:
“Devletin gelirini, giderini nelere nasıl
harcandığını sizler de benim kadar biliyorsunuz.
Eğer bana şimdilik kuru ekmeye razı ol deseniz
ben peki, derim, razı olurum. Başkasının
düzensizliğine, tedbirsizliğine filan el atacak
olsam ‘Babası da böyle idi, ne faydası oldu
sanki’ deyip çıkıyorlar. Siz söyleyin bana Allah
aşkına; devlet elden gidiyor, sonra ne yapsak
kâr etmeyecek. Bu devlette sizin de hakkınız var,
siz de bu batacak geminin içindesiniz. Ben
bildiğimi söyledim. Siz de söyleyin: ne yapalım,
ne çatalım?”
Hamiyetli padişah bir yandan böyle
sızlanıyor, bir yandan da her yeniçeri ortasına
yeniden onar nefer topçu verilmesini, böylece
ordudaki perişanlığın biraz düzeltilip erlerin
yenilenmesini, gençleşmesini istiyordu.
Kaymakam Paşa’nın bu isteğe karşı cevabı acı
gerçeği bu kadar çıplaklığıyla ortaya koyacak
hâldeydi:
“İşe yaramayan ihtiyar askerin tasfiyesi, bu
suretle tasarruf edilecek parayla, maaşını
alamamış kimselerin alacakları ödendikten
sonra geri kalan paranın yeni ve genç askerlere
tahsisi ile bu iş otuz beş-kırk senede ancak
gerçekleşebilir.” diyordu.
Sultan Selim bu cevaba pek kızmış, şöyle
karşılık vermişti:
“Allah Allah, bu ne hâl böyle. Her şeyin
doğrusu bizden gizlenmiş demek. Bir sefer
açmak gerektiği zaman ne yapalım, sefere
gidecek vazifeli askerimiz yok feryadı
koparıyorsunuz. Peki, asker yazalım öyleyse
desek beytülmalde akçe yok deyip çıkıyorsunuz.
Buna bir çare bulalım dedik mi, aman Yeniçeri
ocaklarına taarruz olunmaz, diye ortaya korku
salıyorsunuz.
Demiyoruz ki herkesin elinden hakkı ve
kısmeti alınsın, ama askere verilecek para ehline
verilsin. Bu söylediklerim doğru değilse razı
olmayın, açıkça söyleyin. Doğruya razı olmayı,
doğrunun gerçekleşmesine yardım etmeyeni de
Allah kahretsin. Eh, işte bu memleket böyle
elden çıkıyor.”
Savaş hazırlıklarının kolaylıkla
tamamlanması, ülkede güven ve düzenin
sağlanmış olmasına, Müslüman veya Hristiyan
bütün tebaanın malından ve canından hakkiyle
emin bulunmasına, vergiyi haklı ve adaletli
bulup gönül rızası ve varlık imkânı ile
verebilmelerine bağlı idi. Hâlbuki uzun süreden
beri, baskılar ve soygunlar o kadar alıp
yürümüştü ki hele sınırlara yakın yerlerdeki
Hristiyan tebaalar, ya bulundukları yerde
soyulmuş ya da başka yerlerde yerleşip
geçinmek için savuşup gitmişlerdi.
Devletin bu şartlar içinde ne savaşa
hazırlanması ne de doğru dürüst idareyi devam
ettirmesine imkân vardı. Savaşın getirdiği
perişanlık devam ediyordu. Ruslarla ikide bir
patlak veren anlaşmazlıklar yüzünden orduyu
hep seferde tutmak gibi büyük eziyete ve
masrafa katlanılıyordu. Fakat ülkeyi asıl harap
eden, devleti asıl eli böğründe güçsüz bırakan,
bu savaşlar, bu masraflar değildi.
Eyaletlerin âyân denilen saray dalkavuğu ve
halk düşmanı zenginleri, kadıları, irili ufaklı
memurlar, seferberlik vergileriyle harçlarının
birkaç katını kendileri için fakir halktan
topluyorlar; vermeyeni dövüyorlar, malını alana
kadar halkın canını çıkarıyorlardı.
Valiler huzursuzluk arttıkça türlü sebeplerle
sık sık azlediliyorlar, vezirler Anadolu’dan
Rumeli’ye, Rumeli’den Anadolu’ya yer
değiştiriyorlardı. Her yeni gelen, bir öncekini
aratırcasına, uzun yolların dehşetli masraflarını
daha ilk aylardan çıkarmaya bakıyorlardı.
Ülkenin bayındırlığı, yeni memurluk yerinin
zenginliği ve esenliği, halkın durumu hatıra
gelmeden dağıtıp harcadıkları parayı
toplayabilmenin kaygısına düşüyorlardı.
Bu yüzden, fukaranın ellerindekini alıyorlar,
âyân diye eyaletlerinin şu- bu köşesinde sözü
geçen kimselere yeni payeler verip onlardan
peşin para koparıyorlar, bu defa da öylelerinin
yeni soygunlarına göz yummak durumunda
kalıyorlardı. Koydukları vergileri, yüklettikleri
haracı veremeyenlerin mallarını göz kırpmadan
yok pahasına satıp isteklerini elde ediyorlardı.

Bazı Yeni Düzenlemeler

Ordudaki ve idaredeki bu bozukluklara bir son


verebilmek, zamanın hastalıklarına çare bulmak
ümidiyle padişahın başkanlığında bir danışma
toplantısı yapılmasına karar verildi. Bu
toplantıda nelerin konuşulacağı bir gündem
hâlinde yazılıp padişaha sunulmuştu. Gündemde
Rusya ile barış imkânlarından da söz edileceği
için bu haberin orduya duyurulması doğru
görülmediğinden çağırılacak kimseler arasında
hiçbir ordu mensubu bulunmamasına ayrıca
dikkat edilmişti.
Padişah, eski âdeti bozmak istemedi; böyle
toplantılara asker ocağının görgülü ve yetkili
büyüklerinden bir kaçının çağırılmasını istedi.
Barış işini birkaç kişi arasında daha sonra
konuşmayı uygun gördü. O gün, bütün
davetliler öğle namazını Bâb-ı Âli’de bir arada
kıldıktan sonra “Revan” odasında toplandılar.
Padişahın sağında sırasıyla Kaymakam Paşa,
reisülküttap Vekili Raşit Efendi, Sekbanbaşı,
Ağa ve Valide Kethüdası Mehmet Bey yer
almıştı. Solunda ise şeyhülislâm, onun yanında
ulema reisi Tevfik Efendi vardı. Diğer vezirler
ve paşalar da onun yanı başında sıralanmışlardı.
Ocak ağaları da sol tarafta yerlerini almışlardı.
Ayrıca orduyu hümayundan yeni gelmiş
Kapıcılar Kethüdası Şemsettin Bey’le Şehremini
Abdurrahman Bey davetliler arasında idi.
Padişahın bir işareti üzerine, hepsi ayağa
kalkmış olarak, Reis Vekili Efendi’nin okuduğu
gündemi dinlediler. Bu gündem “Ülkedeki
haksızlıkları gidermek; adaleti sağlamak ve
yaymak, idareyi tertipleyip düzeltmek için
alınacak tedbirlerin madde madde
konuşulması...” önsözüyle sunuluyordu.
Gündemin okunması bitince herkes yerine
oturdu. III. Selim, herkese birden hitap ederek
düşüncelerini serbestçe söylemelerini istedi.
İlk söz alan Hamidizâde Mustafa Efendi, işi
yumuşatmak, bu bozukluğun sorumluluğunu
eski devirlere yüklemek üzere: “Gerçi zulüm
var, baskı var, perişanlık var ama bunların
hiçbiri sizin zamanınızda olmadı ki.
Zamanınızda alınan tedbirler işleri düzeltmek
üzeredir.” dedi.
Bunun üzerine kaleler nazırı Hacı Numan
Bey, gözünü kırpmadan gerçeği söylemek niyeti
ile söz aldı: “Padişahım, halkın durumu yürekler
acısıdır, bıçak kemiğe dayanmıştır, memleket
içindeki fakir halk sızlanıyor.” diyerek feryat
etti.
Eski defterdar Hakkı Bey de halkın nasıl
soyulduğunu, memleketin nasıl perişan hâle
geldiğini açıkça belirtti. Ordudan gelenler,
ordunun durumunu içinden bilenler de olan
biteni açıkça ortaya döktüler. Onlar konuştukça
şeyhülislâm ve kaymakam paşa, tasdik eder gibi
görünen fakat iyimserliği elden bırakmayan
yumuşatıcı bir şeyler söylemeden uzlaştırıcı ve
uyuşturucu karşılıklar vermekten geri
durmadılar.
Sonunda “Sözlerin başı, başların sözüdür.”
kuralına uyuldu. Padişah herkese ayrı ayrı
seslenip her birine vazifelerini şöyle hatırlattı:
— Bak şeyhülislâm efendi, kadıların rüşvet
alıp para yiyişleri artık herkesin dilinde..
Bunların ceza görmesini ve adaletin doğru
dürüst yapılmasını senden isterim.
— Bak kaymakam paşa, vezirlerle valilerin
zulümlerine bir son vermeyi senden bekliyorum,
haberin olsun.
— Bak Sekbanbaşı, askerlik işlerini yola
koymanı, orduya yararlı er bulmayı, orduda
düzenin kurulup pekişmesini senden istiyorum.
Bu teker teker hitaplardan sonra tekrar daha
celâlli bir sesle ortalığa haykırdı: “Bütün bu
istediklerim, Allah içimi biliyor, kendim için
değil, devlet için. Her kim dine ve devlete
hıyanet ederse başını keserim ve yerine adam
bulurum; evladım olsa korumam.”
Memleket nizamını bozan iki madde olup biri
rüşvet diğeri ise adam kayırma veya hatıra saygı
idi. Bu da manevî rüşvet demektir. Bu işin
önüne geçmek için her işe erbabı aranıp tayin
etmek gerekir.
Bozulan durumu bir yola sokmayı iş edinen
padişahın ara vermeden sıkıştırması devlet
adamlarını gayrete getirdi. İlk iş olarak,
Şeyhülislâmlık dairesinde yapılan bir toplantı
sonunda vergilerin çok karışık, içinden
çıkılamaz bir hâle geldiği anlaşıldı. Vergilerin
eski hâline getirilmesinin âdeta imkânsız olduğu
görüldü; namuslu adamlar doğru dürüst vergi
almaya memur edilmişler de yeniden vergi
konuluyor bahanesiyle halktan bir tek akçe bile
olsa haksız ve yolsuz para alınmasının önüne
geçilmesine karar verildi.
Valilerle mutasarrıfların sık sık azlolunmayıp,
açıkçası bir yerde küpünü doldurup artık devlet
işlerine vakit ayırabilenlerin değiştirilmemesi,
vilâyet ve eyaletlerdeki askerlerin eski düzenle
hareket etmelerinin sağlanması, I. Abdülhamit
zamanında hazırlanan ve bir köşede unutulan
tüzüğün yeniden bulunarak gereken yerlere
gönderilip hatırlatılması da verilen kararlar
arasında idi.
Bu arada birçok kimselerin kendilerini tekaüt
defterine kaydettirerek durup dururken, sefer ve
savaşla zerre kadar ilgileri yokken devlet
hazinesinden para almalarının da önüne
geçilmesine çalışıldı.
Kadılarla naiplerin bilgili ve namuslu
kimselerden seçilmesi, seçilenlerin yerlerine
zamanında gidip adaleti sağlamaları halkın
yetiştirdiği mahsullerden beşte birinden
fazlasının ellerinden alınmaması tebliğ edildi. Bu
buyrultulara uymayanların yerlerinden
alınmalarıyla yetinilmeyip haklarından
gelinmesi, padişahın bir fermanıyla Rumeli ve
Anadolu kazaskerlerine bildirildi.
Anadolu ve Rumeli’nin her tarafında halkın
istediği kimseleri iş başına getirmek, bunların
seçiminde ve atanmasında valilerin işe
karışmaması sağlanmaya çalışıldı. Şehir
kethüdalarının seçimine ve atanmasına da
kadıların ve naiplerin el atmasını önlemek,
kitabına uydurarak alınmakta olan yersiz
haramlara son vermeye dikkat edilmeye
başlandı. Bütün devlet memurların ancak
hazineden alacakları paralarla geçimlerini
sağlayacakları kanaatini uyandırmak, böylelikle
rüşvetçileri ve yiyicileri devlet hizmetlerinden
uzaklaştırmak esasları üzerinde ısrarla
durulmaya başlandı.

Mali İşler

Devletin para sıkıntısı çok olmasına rağmen bir


çare bulunamadı. Denize düşen yılana sarılır
kabilinden Felemenk’ten on beş bin kese akçe
borç alınması düşünüldü ve teşebbüse geçildi.
Felemenk elçisi, memleketinin tüccarlarından
borç almanın daha doğru olacağını söyleyip
varlıklı kimseleri hükûmetinin bu yola teşvik
edeceğini bildirerek tüccara verilecek teminatın
şimdiden düşünülmesini ve açıklanmasını istedi.
Bizim devletin bir karara varması, Felemenk
tüccarlarının gösterilen karşılıkları gözden
geçirmesi; Felemenk elçisinin aracılıkta
nazlanması yüzünden aylar geçince bu sefer
Sultan Selim, İspanya ile Cezayir dolayısıyla bir
anlaşma yapılmak üzere olduğunu, İspanya’nın
bize teşekkür borçlu olduğunu hesaba katarak,
onlardan borç istenmesinin daha doğru olacağını
hatırlattı.
Bunun üzerine gereken temaslar yapıldı.
İspanya elçisi:
“Devletim Avrupa’da tarafsızlığını ilan etmiş
bulunuyor. Devletinizin herhangi bir Avrupa
Devleti ile savaşa girmek için muhtaç olduğu
parayı bizim borç olarak dahi vermemiz bu
tarafsızlığı açıktan açığa bozmak olur.” yollu bir
mazeret ileri sürdü.
İspanya, Amerika’da sahip olduğu zengin
madenler sayesinde, Avrupa’da en varlıklı
devletlerin başında gelirken İstanbul’un miras
yedileri gibi bu varlığını zamanla har vurup
harman savurduğu için bütün zenginliği İngiltere
ve İtalya tüccarlarının eline geçmiş
bulunuyordu. Avrupa devletleri yanında artık ne
eski itibarı vardı ne de eski zenginliği. Bizimle
barış yapması da bizden bir şey koparabilmek
umuduna bağlı idi.
Osmanlı Devleti’nin o sıralarda dünyadan
habersiz oluşu ve hariciyesinin hiçbir esaslı
bilgiye sahip olmayışı, onu böyle çıkmazlara
sürüklüyordu. Para sıkıntısı öyle korkunç bir hâl
almıştı ki değil Felemenk’ten veya İspanya gibi
devletler, Fas hâkiminden, hatta Cezayir ve
Tunus ocaklarından bile borç alınması
düşünülmüş, onlara da başvurulmuştu. Fakat her
yerden para yerine özür dileme mektupları
geliyordu.
Devlet adamlarının birbiriyle yarış edercesine,
daha şık giyinmek, ev halkını daha süslü
gezdirmek, ev eşyasını daha gösterişli
düzenlemek gibi modalara kapılarak ellerine
geçen parayı böylelikle çarçur edip ya
borçlanmak ya rüşvet almak suretiyle geçim
yolunu tutmaları anlaşıldığından böyle israfların
ve sefahatlerin önüne geçilmesi düşünüldü.
Böyle hayat sürüp memleket parasının dışarıya
gitmesine sebep olanların bundan sonra
cezalandırılacakları, memleketin durumuna
uygun düşecek, gösterişe sapmayacak bir
sadelikle giyinilip kuşanılması, kesin
buyrultularla herkese duyuruldu.
Asıl dertlerin başında, bu gibi teferruat değil,
rüşvet ve iltimas başta geliyordu. Kimse, ehli
olduğu için bir işin başına getirilmiyor, ya
birinin yakını olduğu ya birine para yedirdiği
için kayırılıyordu. Marifet, bunun önüne
geçebilmekti. Böyle sonu gelmez, gerçekleşmesi
mümkün olmaz, mümkün olsa da fayda vermez
şeyler için fermanlar çıkarılması halk arasında
“padişah yasağı üç gün sürer.” sözünü
darbımesel hâline getirmişti.
Padişah fermanı böyle bir kulaktan girer bir
kulaktan çıkar sözler hâline gelirse halk neye
güvenir, neye kulak verir, neyle yola gelir?
Rüşvet alan adam, “Sade elbise giyeceğim, ev
masraflarımı kısacağım, israf ediyor
görünmeyeceğim.” diye huyundan vazgeçer mi?
Aldığını saklamasını, rezaletinin meydana
çıkmasını önleyecek şekilde kıt kanaat geçiniyor
görünmesini elbette daha uygun bulur; kokusu
çıkmayacak diye daha kolay rüşvet, alır, daha
kolay çalar.
Devletin para sıkıntısına son çare olarak, I.
Abdülhamit zamanında olduğu gibi gene halkta
altın ve gümüş ne varsa toplatılıp sikke
basılmasına karar verildi. Sarayda gereken
eşyadan başka sarayın her şeyi darphaneye
verildi. Vezirlerden, kumandanlardan, saray
yakınlarından bazılarından kimde altın, gümüş
eşya varsa hazineye teslim edip karşılığında
sonradan basılacak sikkelerden ödenmesi
kararına varıldı.
Devletin bu dar zamanında ne sebeple olursa
olsun fazla süs ve mücevher taşınmasının dine
de uygun olmayacağına dair şeyhülislâm
fetvaları çıkarıldı. Bu sayede biriken altın ve
gümüşler, demirle karıştırılarak yapılan sikkeler
sayesinde hazine darlığı birazcık olsun
giderilebildi.
Devletin para darlığı gittikçe artarak devam
ederken ve kâh Felemenk’ten, kâh İspanya’dan
borç almaya boş yere uğraşılıp dururken bu
sefer de İsveç elçisi Rusya’ya savaş açması
yüzünden istediği paranın verilmesi için devleti
sıkıştırmaktan geri kalmıyordu. Ona ret cevabı
verilmemesi İsveç Devleti’nin dost kalmasının
sağlanması padişahın baş isteklerinden biri
olduğu için her gün bir yeni oyalama ve avutma
ile vakit geçiriliyordu.

Ordunun Durumu, Ruslarla Harp ve Bozgun


1789 senesinde ağustosun sekizinci günü ordu
Silistre sahrasından kalktı, Maçin sahrasına
ulaştı. O sırada padişah, başkumandana Tuna’yı
geçerek zaferler kazanmasını, düşmandan öç
almasını emreder bir mektup göndermiş
bulunuyordu. Başkumandan, o günlerde
birbirini çekemeyen, bir parça devlet toprağı
kaybedilmesi pahasına da olsa ötekinin gözden
düşmesini hırsla bekleyen kumandanları bir
araya getirdi. Hepsine birden seslenerek dedi ki:
“Ben vezirliği bir tarafa bıraktım. Bir nefer
gibi devletimin ve dinimin emrindeyim. Kim
benden haklı-haksız gücenmiş ve incinmiş ise
bunları unutsun. Herkes çare için hatırına
geleni, düşündüğü şeyi Allah rızası için dile
getirsin. Uygun düşeni dinler, yerine getirmeye
çalışırız, uygun düşmeyen sözlere de niçin
söylendi diye kızmayız.
Şimdi hırsımızı ve çıkarımızı bırakalım; dinin
ve devletin emrinde olalım. Birleşmemiz,
kaynaşmamız gerektir. Gönül birliği ile konuşup
günün ve durumun gerektirdiğine göre
davranabilmek için buradan anlaşmış olarak
çıkalım. Verilen kararı herkes kendi fikri imiş
gibi yerine getirmeye çalışsın.”
İbrail cephesinden gelmiş ihtiyarlar, kendi
çıkarlarını da hesaba katarak İbrail cephesine
önem verilmesini, o cepheden savaş açılmasını
teklif ettiler. Köprü kurmaya vakit olmadığını da
hesaba katarak sallarla geçmeyi uygun buldular.
Hastalar, sakatlar, gereksiz araçlar Maçin’de
bırakıldı. Ordu böylece biraz hafiflemiş olarak
karşıya geçmeye başladı. Bu sırada askerlere
okunması için başkumandana gönderilmiş
padişah fermanı okundu ve çoğaltılıp bütün
birliklere gönderildi.
Okunan padişah Fermanı:
“Atalarım ve dedelerim savaşçı ve akıncı
padişahlar olup kırk-elli şahlık yerleri, başta
Allah’ın yardımı, sonra da din yolunda düşman
silahlarına kendini siper eden Yeniçeri ocakları
gazilerinin gösterdiği gayret ve sebatla
fethettiler.
O gaziler, o yiğitler, padişahlarını baba gibi
bilip ‘Allah’a, Resulüne ve onun halifelerine
itaat’ âyetine uyarak düşman karşısında demir
duvar gibi dururlar, şiddetlere ve mihnetlere
dayanıp katlandılar. Hak din uğrunda, Aslanlar
gibi çarpışanları Allah da muvaffak kıldı.
Bu yüzdendir ki adları kıyamete kadar
rahmetle yâd edilecektir. Esirgeyen ve
bağışlayan Allah her birinin yerini Cennet etsin,
âmin. Allah’a hamd ederiz ki zamanımızdaki
askerler de onlardan farksızdır. Belki de
içlerinde öyle yiğitler vardır ki gözü peklikte ve
fedakârlıkta eskileri de geride bıraksalar yeridir.
Bu nasıl oluyor da Allah ve Muhammed
düşmanı bir avuç din düşmanları
memleketlerimizi elimizden almaya başlıyor.
Kur’an, Müslüman’a zafer vaat etmiştir ama şu
şartlarla:
Birincisi; dünyanın bütün hırslarını ve
bağlarını unutup bir kenara itmesini, ya gazi ya
şehit rütbesine erişilmesini gönlünde duymuş ve
aklına koymuş olmak.
İkincisi; askerin kumandanına bütün gönlüyle
bağlı ve itaatli olması, onun dur dediği yerde
durup, yürü dediği yerde yürümesidir.
Üçüncüsü; ecel gelmeyince ölmeyeceğini,
eceli yetmişse rahat döşeğinde bile gelip kendini
bulacağını bilmesidir. Bu şartları yerine getiren
orduya Allah’ın zaferi bağışlamadığı
görülmemiştir.
Moskoflar, kraliçe dedikleri bir eksik eteğin
kışkırtması ile açlığa da susuzluğa da
katlanarak, yaraya, bereye aldırmayarak, beş
yüz yıldan beri kâfirlerin sırtını yere getirmeyi
âdet edinmiş Osmanlı Devleti’ne zarar verip,
haraplık getirip durmaktadırlar.
Elimizden aldığı vilayetlerimizde, eteğinin
ucuna bile yaban eli değmemiş güzel kızlarımızı,
çoluk çocuklarımızı ya esir aldılar ya
babalarının gözleri önünde ırzlarına geçtiler.
Çok küçük olanları da sürüp götürüp Hristiyan
yapmaya çabaladılar. Yazık, çok yazık, din
gayreti, Yeniçeri yiğitliği ne oldu. Ben şehzâde
iken böyle kara haberler işitir de kan ağlardım,
gözlerime uyku girmez olurdu. Şimdi padişahım;
hâlimi bir düşünün.
Mert olup, başa gelenleri duyup, dinleyip de
gayretlenmeyen, Yüce Allah’dan zafer dileyip de
cenge atılmayan, yarın mahşer günü ulu
divanda, Allah’a ve Resûlullah’a ne cevap
verecek? İslâm olanlara bu hakaretleri reva
gören düşmanların isteğini, amacını bilmeyecek
ne var? Dünyada herkes gelip geçici, konup
göçücüdür. Ne kadar yaşasak eninde sonunda
ölecek değil miyiz? Ölümün elinden kurtulan var
mı? Düşman elinde esir düşen kızlar, çocuklar,
yaşlılar, yarın mahşer günü yakamıza
yapışırlarsa ne yapacağız? Ahirette azap
çekmek çok zordur.
Benim sizlerden bir esirgediğim yok. Elimden
geleni, devletin gücü yettiğince size
ulaştırıyorum. Padişahların boynuna borç olanı
ben de yapıyorum. Kıyamet gününde bana
sizlerin yüzünden bir soru yönelirse ‘Ya Rabbi,
ben kulun, senin dinine can baş koyacak
gazilere gereken nasihati ettim.’ derim. O zaman
elbette Allah beni affeder. Peki, ya sizler ne
cevap vereceksiniz?
Yiğit kullarım, aslan kullarım, hepinizden
isterim ki gayret kemerini belinize birkaç yerden
bağlayıp düşman üzerine gözlerinizi kırpmadan,
korkaklık ve alçaklık edenleri adamdan
saymadan Allah’ı yanı başınızda hissederek,
atılın. Benim duam hep sizinle beraberdir.
Büyüğünüz, küçüğünüz berhudar olasınız.”
Orduya bu padişah fermanı okundu. Ordu,
İbrail sahrasında birkaç gün dinlendi. Daha
tesirli tedbirlere de başvurulması düşünüldü. Bu
meyanda, kuruluşlarından beri piyade olmaları
esas olan, düşmana doğru saldırıp yürümeyi iş
edinmiş bulunan yeniçeriler, süvari olmaya
heveslendiler. Her biri eline geçirdiği ata binip
güya savaşa daha hızlı katıldı, fakat ilk fırsatta
yüz geri edip atları kamçılayarak kaçtılar.
Bunun üzerine yeniçerilerin eskisi gibi piyade
olmalarına kesinlikle karar verildi. Ne çare ki
yeniçerilerin bundan pek hoşlanmayacakları
hesaba katılarak hoşnutsuzlukların
yayılmasından korkuldu. Bu emir hem verildi
hem arkası pek takip edilmedi.
Askerlere toplu yemin ettirildi. Fakat savaş
başlayınca yine savuşan savuşana, kaytaran
kaytarana. Ne doğru dürüst siper kazan var, ne
siper de dayanıp duran, ne saldıran var ne de
saldırıya karşı koyan. Düşman, tedbirli, planlı;
bizimkiler kararsız, dağınık. Kumandanlar cahil,
asker çapulcu idi. Mukadder hezimet gelmekte
gecikmedi.
Bozgundan toparlanıp ne yapacaklarını
düşünen askerler, düşman gelince can havliyle
nehre atlamaya başladılar. Boğulanlar içinde
reisülküttap bile vardı. Artık yenilgiler,
bozgunlar birbirini kovaladı. Yeniçerilerin yeni
bir zafer kazanmaları bir tarafa, asker denilmeyi
bile hak etmeyecekleri gün gibi meydana çıkmış
oldu.
Sultan III. Selim, ordunun perişanlığından
dertli ve şaşkın, başkumandanın
uyuşukluğundan kırgın ve üzgün idi. Yeni
başkumandanla savaş talihini bir kere daha
denemek istiyordu. Fakat ne çare ki
başkumandanı ürkütürse zaten darmadağınık
ordunun büsbütün başsız kalmasından da
kaygılanıyordu. Onu şimdilik okşayarak, yola
getirmeyi düşündü. Fakat Başkumandan
Rusçuklu Hasan Paşa oralı olmadı. Aklı
başından gitmiş gibi idi. Askere yüzü yoktu,
padişahtan korkuyor ve Allah’tan utanıyordu.

Bazı Düşünceler

Rusya’ya savaş açılmasının müsebbibi İngiltere


ve Prusya idi. Rusya’nın Baltık Denizi’nde
olduğu kadar Karadeniz’de de donanmasını
kuvvetlendirmesi, bütün denizleri benimsemiş
olan İngiltere’nin işini bozuyordu. Amerika
meselesinden dolayı meydana çıkan deniz
savaşlarında Rusya’nın bazı deniz devletleri ile
tarafsızlık anlaşması yapması İngiltere kabinesini
gücendirmiş ve endişelendirmişti.
Öte yandan Katerina’nın Nemçe (Avusturya)
imparatoru Jozef’le anlaşması da Almanya
devletlerinin güvenini sarsmıştı. Prusya kralı
Frederik gerektiğinde birbirlerini korumak üzere
Alman Hükümdarı’nı anlaşmaya çağırdı, bu
davete ilk uyan, veraset dolayısıyla Hanovur
Hükümdarı sayılan İngiltere Kralı oldu. Böylece
Rusya ile Avusturya’ya karşı Berlin’de bir
anlaşma imzalandı.
Rus imparatoriçesi Katerina, bunun üzerine
hem İngiltere’ye, hem Prusya’ya karşı yeni
tedbirler araştırmaya koyuldu. İngiltere ile ticaret
anlaşmasının yenilenmesi zamanı geldiği hâlde
İngiltere’den gönderilen heyete iltifat etmedi.
Baltık kıyısındaki limanlardan birini elde etmek
için her çareye başvuran Frederik’e de Baltık
ahalisinin Almanya’ya bağlanmak istemediğini,
kendisine başvurduklarını ve onları gerektiğinde
kuvvet kullanarak da olsa himaye edeceğini
açıklamaktan çekinmedi.
Katerina bu arada Fransa ile bir yeni ticaret
anlaşmasına girişince işler büsbütün karıştı ve
kızıştı. İngiltere ve Almanya, Rusya’ya karşı
bizzat kendileri savaşa girip arayı büsbütün
açmaktansa, Rusya’ya saldırmak için
kandırılmaya hazır Rusya’nın büyümesinden
ürken bir başka devlet aradılar. İlk akla gelen
devlet Avrupa’daki büyük devletlerin çıkar
çatışmalarından bihaber, kendi aralarında dönen
fırıldaklardan büsbütün habersiz, haber alma,
değerlendirme ve hüküm verme imkânlarından
tamamıyla yoksun olan Osmanlı İmparatorluğu
idi.
İngiltere ve Almanya’nın hesabına göre;
Rusya, Osmanlıların saldırılarını durdurmak
veya bu fırsattan faydalanarak saldırılara geçip
yeni topraklar elde etmek durumuna düşünce de
İsveç krallığı bunu fırsat bilerek, o da Rusya ile
bir uçtan savaşa girmiş olacaktı. Hesap iyi
yapılmıştı. Osmanlılar ve arkasından İsveçliler
bu tehlikeli tuzağa düştüler.
Rusya ile harbe tutuşan Osmanlı Devleti’ne
Nemçe’nin hemen saldıracağı da hesaba dahildi.
O da oldu. Lehlilerin, hem vatanlarını korumak
hem de Osmanlılar sayesinde tutunan
bağımsızlıklarını kaybetmemek için canlarını
dişlerine takarak savunmaya girişmesi veya
savaşa katılması umuluyordu. Bu olmadı.
Üstelik İngiltere ile Prusya, Osmanlı Devleti’ne
yaptıkları bol vaatlerden hiçbirini tutmadı.
Osmanlı Devleti ancak İsveç krallığından biraz
ilgi ve yardım gördü.
Avusturya, elini kolunu sallayarak Osmanlı
topraklarından dilediğini eline geçirivereceğini
zannetmişti. Birkaç savaşta yenilir gibi oldu.
Rusya’nın cephelerde ağır basması üzerine iki
cephede birden savaşan Osmanlı ordusunun
büyük birlikleri Rus cephesine kaydırmak
mecburiyetinde kalması sayesinde Avusturya,
istediğine kavuşmuş oldu. Osmanlı Devleti için
büsbütün yıkıcı olmayan bir barışa boyun
eğmekten başka çare kalmamıştı. Zaman ve
imkân aleyhine işliyordu.
İsveç, Rusya karşısında yalnız kalmasın diye,
İsveç krallığının kurnaz devlet adamları,
Osmanlı devlet adamı görünen zavallıları, harbe
devama teşvik ettiler. Prusya, nasıl olsa
Osmanlıların Ruslarla bir anlaşmaya
yanaşacaklarını önceden hesaba katarak
Osmanlı Devleti’ne, Prusya’nın aracılığını kabul
etmesi ve şart koşması kaydı ile bir barış teklifini
açıkladı. Bu şekilde teklif edilen barışı kabul
edip etmemekte şaşkın ve kararsız duruma
düşen Osmanlı Devleti’nde, padişah değişmesi
ile iş büsbütün çatallaştı.
Yeni padişah, bir-iki bölgede de olsa zafere
benzer bir-iki başarı kazanmadan barış masasına
oturmayı şanına layık görmedi. Bu yersiz tavır,
zaten düzensiz, bakımsız ve perişan Osmanlı
ordusunu bozgundan bozguna sürüklemiş oldu.
Bir-iki kale kurtaralım da alnı açık bir barış
masasına oturalım derken, bir ara bütün Rumeli
toprakları tehlikeye düştü.
O sırada Fransa İhtilâli patlak verdi de Avrupa
devletleri kendi tahtlarının derdine düştüler de
ne pahasına olursa olsun bir an önce Şark
meselesini, pamuk ipliği ile de olsa, bir
anlaşmaya bağlamaya giriştiler.
Bu sırada, Avusturya İmparatoru Jozef öldü.
Yeni imparator, Fransa’ya meyletti. Avusturya-
Rusya ilişkileri gevşedi, hatta bozuldu. Katerina
yalnız kaldı. İsveç Devleti, her yandan oyuna
gelmiş, herkes tarafından aldatılmış oldu.
Bereket versin, Rusya da asker ve para
bakımından dara düştü. Katerina, bizimkiler gibi
işi inada ve gurura bindirmedi. Barışa el uzattı.
III. Selim, Prusya’nın Rusya’ya ilk fırsatta
savaş açacağını, bir yandan da Yusuf Paşa
kumandasındaki ordunun bir-iki zafer
kazanacağını umuyor, yazıp orduya gönderdiği
ve birliklere okuttuğu dualı emirlerle bir sonuç
alacağını bekliyordu. Rusya’ya karşı olan
devletler bile, başka çareniz yok diye Bâb-ı
Âli’yi uyarınca Osmanlı Devleti de barış istemek
zorunda kaldı.
Her zamanki gibi İngiltere, yine kendi
çıkarına uygun ileriyi gören kurnazlığı ile
hareket ediyordu. Fransa ile yaptığı ticaret
anlaşması, ihtilal yüzünden işlemez durumdaydı.
Katerina’nın Keşmir yoluyla Hindistan’a asker
gönderip Mendel Hakanı adına oraları eski
topraklardır diye ele geçirmeye çalışması da
uzak bir ihtimal değildi. İngiltere bütün bunları
hesaba katarak, Osmanlı Devleti’nin sırtından
Rusya’nın gönlünü almak yolunu tuttu. Araya
başka devletleri de soktu. Nihayet Yaş
kasabasında “Yaş Antlaşması” imzalandı.
Fransa İhtilâli, daha önce Rusya’ya karşı olan
Avrupa devletlerinin politikalarının değişmesine
sebep olmuş, Rusya’nın büyümesinin önüne
geçmek için birleşmeye yüz tutan devletler
kendi başlarının derdine düşmüşlerdi. Bu arada
aynı sebeple Rusya da Osmanlı Devleti’nin
topraklarındaki dinmez hırsını bir müddet için
unutmaya yüz tutmuştu.
Bu son savaşlarda Osmanlı Devleti’nin kaybı
üç yüz otuz bin insanla beş-on parça gemiden
ibaret kalmıştır. İsveç Krallığı ise üç gemisini
feda etmekle kurtulmuştur. Rusya’nın kaybı iki
yüz bin askerle irili ufaklı on beş yirmi kadar
gemi, Avusturya ise yüz otuz bin asker
kaybetmiştir. Görülüyor ki en çok asker
kaybeden Osmanlı Devleti olmuştur.
Bizim kayıplarımız hakkında verilen
rakamlara da pek güvenilemez. Çünkü Osmanlı
orduları o zamanlar Avrupa orduları gibi düzenli
ve tertipli değildi. Her çeri başı, emrindeki askeri
olduğundan çok fazla gösterirdi. Yabancı
kaynakların yüz bin dedikleri birlikler çoğu
zaman elli bini bile bulmazdı. Sivil halkın ne
kadar kayıp verdiğini de ancak Allah bilir. Bu
kayıplar ölümden ziyade başka yerlere göçmek
şeklinde de olmuştur. Sınır kaleleri halkı
arasında, savunmaya katılarak şehit olanların
haddi hesabı yoktur.
Bu savaştan arda kalan ibretle hatırlanacak
şeyler de vardır ki; Osmanlıların savaş açmasını
fırsat bilip savaşa katılan ve Osmanlı Devleti’ni
barışa gitmemeleri için her türlü kandırmaya
başvuran İsveç Krallığı, kendisi için uygun
zamanı bulunca Osmanlı’ya haber bile
vermeden barışa girişmiştir.
Rusya ile anlaşıp Osmanlı Devleti’nin
döküntü ve yığınlarından hisse kapmak
sevdasına düşen Avusturya da epeyce ziyana
uğradıktan sonra Rusya’dan kopup Osmanlı
Devleti ile anlaşma yolunu tutmuştur.
Kısacası bu savaşta tek kazanan, yine Rusya
olmuştur. Diğerlerinin eline kayıp ve
pişmanlıktan başka bir şey geçmemiştir.
Katerina, barışı bile ustalıkla yapmasını bilmiş;
Osmanlı Devleti’nden kopardığı yerler
üzerindeki hakkını ve sahipliğini Avrupa
devletlerine tasdik ettirmenin yolunu bulmuştur.
Osmanlı Devleti’nin aklının neden sonra
başına gelmesi çok pahalıya mal olmuş;
askerlerinin ne hâlde, ne perişanlıkta olduğunu
bu savaşın sonunda anlamış, savaşı keser
kesmez yeni askerlik düzeni için gereken
tedbirleri almaya girişmiştir.
BEŞİNCİ KISIM

1789-1790 SENESİNİN OLAYLARI

Şeyhülislâm Şerif Efendi

Kibar, asil, bilgide emsalsiz, namuslu, dindar,


olgun bir adamdı. Yalnız vakarından dolayı
herkese el uzatmadığından, aleyhinde
bulunanlar çoktu. Ehliyetsizlerin arzusunu
yerine getirmezdi. Kendisi daha evvelden,
şeyhülislâmlığa layık görülmüşse de Sultan III.
Selim bir inkılapçı olarak, bütün mülkî ve askerî
kanunları yenileme kararında olduğundan, böyle
bir nazik zamanda kuvvetli ve cerbezeli iş
bitiren bir zatın bu makamda bulunması
gerekiyordu. Şerif Efendi ise geçkin bir ihtiyar
ve hasta idi. Aşırı derecede nazik olduğundan,
büyük işleri padişahın arzusuna göre
yapamayacağı belli idi. Onun için, tayininden iki
ay sonra azledilmiş ve yerine Rumeli Kazaskeri
Hamidizâde Mustafa Efendi getirilmiştir. Bundan
birkaç ay sonra da vefat etmiştir. Şerif Efendi üç
dilde şiir, yazı yazar ve söylerdi.
Şeyhülislâm Hamidizâde Mustafa Efendi

Bu zat da zamanının bilginlerindendir. Saray


hocası olmuştur. Bir taraftan ilim ve fen bilgileri
ile kendini geliştirirken bir taraftan da
Nakşibendî tarikatına intisap etmiş içini
temizliyordu. Enderun’da ve Birun’da çok talebe
yetiştirmiştir. Nefesinin kuvvetine inanılırdı.
Yeni padişah, koyacağı yeni nizamlar için böyle
bir zatı iş başına getirmeyi düşünmüştür. Bu
sebeple onu önce Rumeli Kazaskerliği’ne sonra
da şeyhülislâmlığa getirdi. Fakat zamanının
gereklerine göre, tedbirli davranması gerekirken
mükâfatlandırma ve cezalandırmada ifrata
vardığından umulan hizmetleri göremedi.
Sadrazam Gazi Hasan Paşa

Hasan Paşa, Serdar-ı Ekrem iken, Mehadiye


Meydan Muhare-besi’nde gösterdiği yararlıktan
dolayı, sadarete getirilmişti. Ama askerlik başka,
devlet işleri başka idi. Bu sebeple sadrazamlıkta
büyük hatalar işledi. Bu büyük yükün altında
ezilip kaldı. Bu yüzden kısa zamanda azli lazım
geldi.
Gazi Hasan Paşa’nın sadrazam oluşu:
Padişah, sadrazamlık için aday göstermelerini
Şeyhülislâmdan ve Kaymakam Paşa’dan istedi.
Fakat bu zatlar, aday göstermekten çekindiler.
Bu yüzden iş istihareye bırakıldı. Şeyhülislâm
rüyasında bir şey göremediğini ifade etti. Sultan
III. Selim üç rüyasında üç defa Cezayirli Gazi
Hasan Paşa’yı gördü. Bu da kıdemli, çalışkan bir
vezirdi. İradesi kuvvetli idi. Pek çok şeyler
görüp geçirmişti. Kafası genç, kendisi yaşlı idi.
Sadarete layık görüldü. Mühr-i hümayun
kendisine gönderildi. Yeni sadrazamın ilk icraatı
Akkerman Kalesi’ni müdafaa edemeyen Tayfur
Paşa’yı idam ettirmek ve Çevrezâde Ahmet
Paşa’yı Anadolu Valisi yapmak oldu.
Gazi Hasan Paşa, Tekirdağ kasabasından Hacı
Osman namında bir tüccarın kölesi idi. Çok
afacan olduğu için, onu satmak istemiş fakat
zevcesi evlat gibi sevdiği için mâni olmuştur.
Çocuk 17 yaşına geldiğinde, şuna buna
sataşmaya, memleket delikanlılarını dövmeye ve
silah çekmeye başladığı. Her taraftan şikâyetler
gelince, Osman Ağa, onu uzaklaştırmaya
mecbur kaldı. Azad edilerek tüccar gemilerine
verildi.
25 yaşına girdiğinde yeniçeri oldu, Belgrad
seferine katıldı, kahramanlık gösterdi ve
Tekirdağ’a döndü. Cezayir’e gitmek üzere bir
gemi ile denize açıldı. Düşmanla
karşılaştıklarında rampa yaptıkları esnada
düşman gemisine atladı. Kılıcını çekip tek başına
on beş tayfayı katledip geri kalanları kamaraya
kilitledi. Tek başına gemide kumandasız, denizin
ortasında dolaşırken Cezayirli korsanların eline
düştü. Korsanlarla beraber Cezayir’e gitti.
Cezayirlilerin arasına karışarak şöhret yapmaya
başladı. Bir müddet sonra Cezayir beyleri ile
arası açıldı İspanya’ya göçtü.
III. Sultan Mustafa devrinde İstanbul’a
gelerek kaptan, zamanla kaptan-ı derya oldu.
1770-1771 yılında Limni adasının Ruslardan
geri alınmasında gösterdiği yiğitlik üzerine Gazi
unvanını kazandı. Nihayet serasker olarak
İsmail’e gönderildi. Oradan da sadrazamlığa
getirildi. İstanbul’da bahriye askeri için
yaptırılmış ilk kışla olan Kalyoncular Kışlası’nı
yaptıran odur. Birçok adalarda (Midilli, Sakız,
Limni, Rodos, İstanköy vs.) su getirmiş,
çeşmeler yaptırmış, ardından hamam ve cami,
güzel hayır eserleri bırakmıştır. Bir rivayete göre
Sultan I. Abdülhamid’in talebi üzerine savaş
başlamadan önce yardım olarak devlete 12 bin
kese altın vermiştir.
Gazi Hasan Paşa, eşine az rastlanılacak
adamlardandı. Vezirler içinde yerini tutacak
adam yoktu. Vefat haberini duyan padişah III.
Selim, yerine kimi sadrazam yapacağını
şaşırmıştı. Bilahare mühür, Rusçuklu Hasan
Paşa’ya verildi.

Osmanlı - Prusya İttifakı

İstanbul’da rahat içinde yaşamakta olan devlet


erkânı, Kırım’ı geri almak sevdasında idi. O
günlerde, Rusya’ya harp açmak ve Prusya ile
ittifak yapmak konuları ele alınmıştı. Prusyalılar
da birçok vaatlerde bulunarak Osmanlılarla bir
ittifak imzalamak arzusunda idi. Ordu
kumandanları ise ne pahasına olursa olsun barış
yapmak fikrindeydi. Bu sırada, Avusturya’nın
İstanbul’daki Fransız elçisi vasıtasıyla barış
teklifi telkin ediliyordu. Barışa bir hazırlık olmak
üzere Gazi Hasan Paşa Rusların fikrini
yoklamaya memur edildi. İstanbul’daki erkân
Prusyalılarla ittifak yapmaya taraftardı.
Ordu kadısı Şânîzâde, “Din düşmanlarını dost
edinmeyiniz.” âyetine dayanarak, ittifakı şeriata
aykırı buluyordu. Devlet-i Aliye’de, Avrupa
ahvaline vâkıf adamlar bulunmadığından çok
defa, bütün Hristiyanlara aynı nazarla bakılıyor,
bunlardan birisi ile öbürü aleyhine ittifaka gayret
edilmiyordu.
Rusya ile Avusturya’nın ittifakına engel
olmaya gayret edilmiyordu. Rusya ile
Avusturya’nın ittifakına mukabil, Devlet-i
Aliye’nin başka Avrupa devletleri ile ittifak
yapması hatıra gelmiyordu. Oysa Avrupa’da
mezhep ihtilafları bitmiş ve artık devletler kendi
çıkarlarını aramaya başlamışlardı. Şânîzâde,
“gâvurdur” diye Prusya ittifakına karşı
çıkıyordu.
Rus İmparatoriçesi Katerina, bir harp
vukuunda 30.000 süvari vermek üzere
Polonyalılara ittifak teklif etmişti. Fakat
Polonyalılar kendi memleketine göz diken
Ruslara güvenemiyorlardı. Prusyalılar bunu
fırsat bilip, Devlet-i Aliye ile gizlice ittifak arıyor
ve Polonyalıları kendi tarafına çekmek istiyordu.
Nihayet, 1790 yılı Ocak ayının 30. günü
Prusyalılarla beş maddelik ittifak muahedesi
imzalanmıştır.
Prusya ile yapılan ittifakın metni
Madde. 1. Tuna nehrinin beri tarafına
düşmanlar tecavüz edecek olursa, tutulması
lazım gelen denge bozulmuş olacağından
Prusya Devleti taahhüt eder ki işbu 1789-1790
yılı ilkbaharında bütün kuvvetiyle Nemçe ve
Rusya üzerine saldıracaktır. Şöyle ki; Devlet-i
Aliye düşmanlarıyla şanlı ve sağlam bir barış
yapmadıkça ve İstanbul şehrinin güveni teminat
altına alınmadıkça, Prusya harbi
bırakmayacaktır. Buna karşı Devlet-i Aliye de
taahhüt eder ki Lehistan’ın paylaşılmasında,
Nemçelinin zaptettiği yerlerin Lehistan’a geri
verilmesine çalışacaktır.
Madde 2. İki devlet arasında İstanbul’da
1756-1757’de yapılmış olan anlaşma, işbu yeni
ittifakla yenilenmiş olacaktır. Prusya tüccar
gemileri, Akdeniz’de serbestçe dolaşacak, bu
gemilere Cezayir, Tunus ve Trablus ocakları
tarafından bir zarar verilmeyecektir.
Madde 3. Devlet-i Aliye, galip gelip düşman
eline geçen kaleleri, özellikle Kırım’ı
zaptetmedikçe, barış yapılmayacaktır. Bu barış
yapılıncaya kadar, Prusya muharebeden
çekilmeyecektir. Prusya ve İsveç, Nemçe ve
Rusya ile barış yapmadıkça, Devlet-i Aliye de
barışa talip olmayacaktır. Barıştan sonra
Prusya, İsveç ve Lehistan’dan birisi üzerine Rus
veya Nemçeliler harp açarsa, Devlet-i Aliye
derhal Prusya’ya yardıma koşacaktır.
Madde 4. Barış yapıldıktan sonra, Devlet-i
Aliye elinde kalacak, memleketlerin muhafazası
hususunda, Prusya kralı teminat verir. Bu
teminata İngiltere, Hollanda, İsveç ve
Lehistan’ın da iştirak etmesine çalışır. Osmanlı
padişahı ile Prusya Kralı arasında, yapılan
ittifak savunma ittifakı olup, Rusya ve
Nemçe’den birisi müttefik devletlerden birisine
harp açmak isterse, Devlet-i Aliye ile Prusya
bütün kuvvetleriyle veya tespit edecekleri bir
kuvvetle, birbirine yardım edeceklerdir.
Madde 5. İşbu antlaşmanın tasdikli metinleri
en geç beş ayda İstanbul’da mübadele
edilecektir.

Bazı Olaylar

Kazasker Mustafa Efendi: Bu zat süse ve


gösterişe düşkün olduğundan, paraları dilediği
gibi israf ediyor ve rüşvet kapılarını açıyordu.
Ziyaret için gittiği evlere kalabalık maiyeti ile
önüne büyük fenerler yaktırarak giderdi. Bu
yüzden dedikodu ayyuka çıkıyordu.
İstanbul’daki geniş yalısı yetmemiş gibi, sırf
şöhret olsun diye, Ahmet Nazif Efendi’nin
yalısına talip olmuş ve daha iradesi çıkmadan
yalıya taşınmıştı.
Saz meclislerinden hoşlanırdı. Halk da
kazaskeri taklit ederek sefahate başlamıştı.
Nihayet bu işler padişahın kulağına gitti.
Osmanlı askerinin düşman ile yaka yakaya
savaşırken Müslüman olanların, zafer için
Allah’a yalvararak dua etmeleri gerekirken,
kazasker efendinin bu yakışıksız davranışları
herkesin ağzına düşmüştü. Kendisine çeki düzen
vermesi üzerine Kıbrıs’a sürgüne yollandı.
Mart ayında ikinci tufan denilecek kadar
şiddetli yağmurlar yağmış, sel İstanbul’da nice
evleri yıkmış ve nice ocakları söndürmüştü.
Yağan bu yağmurun suyu bildiğimiz yağmur
suyuna benzemeyip deniz suyu gibi acı olduğu
söylenmiştir.
Temmuzun beşinci pazar gecesi saat beşte
başlayarak 20 dakika ara ile beş defa ve
sabahtan akşama kadar dört defa ve ertesi gece
üç defa ve sabandan akşama kadar dört defa ve
ertesi gece üç defa şiddetli zelzele oldu.
Sultan III. Selim yıldızlardan ahkâm
çıkarmaya taraftar değildi. Tahta çıktığında,
donanmanın denize açılması için ve
müneccimler tarafından tespit edilen tarih için
şöyle bir ferman çıkarmıştı. “Her gün Allah’ın
günüdür. Benim yıldızlara asla itikadım yoktur.
Allah’a güvenerek donanma ne gün münasipse
o gün açılsın.”
Yerleşmiş âdetleri değiştirmek gayet zor ve
tehlikeli olduğundan; Sultan III. Selim, her ne
kadar yenilik taraftarı da olsa, geleneklerin
değiştirilip kaldırılmasından da imtina ederdi.
Hatta bir gün, Kaymakam Paşa padişaha verdiği
bir yazıda: “Zindanlarda öldürülen
Müslümanların denize atıldıklarını biliyorsunuz.
Böyle yapmakla hayatlarında cezalarını
gördükten sonra cesetlerini de cezalandırmış
oluyoruz. Hâlbuki bunların akrabaları ölülerini
almak, defnetmek istiyorlar. Onun için bunları
akrabalarına verelim.” demişti. Padişahın buna
cevabı şöyle oldu:
“Bu usul eski bir usuldür ve beyhude
konmamıştır. Eski kaideleri bozmak sakıncalıdır.
Devletimizde merhamet artınca düzen bozuldu.
Şu seferden firar edenleri bulup cezalandırsanız
daha iyi olur diye düşünüyorum.”

Memleketin Malî Durumu

Memlekette işler bozuk gittiğinden, devletin


kuvveti artıncaya kadar, harp yapılmasın fikri
hâkimdi. Fakat Sadrazam Yusuf Paşa ani olarak
Moskof sefirini hapsedip harp açtı ve sancak-ı
şerifi ortaya çıkardı. Oysa son harplerden beri
gerek Anadolu, gerek Rumeli zulümler
yüzünden viran olmuştu. Vezirler sık sık
değiştiriliyor, bazen bir memuriyete bir senede
dört ayrı vezir geliyor, vezirler yerlerine
gitmeden, mutemetlerini yolluyorlardı. Kudretli
vezir de yoktu. Mevcutlar yalancı bir ihtişama
düşmüşlerdi. Varlarını yoklarını, süse
döküyorlardı.
Bu yüzden sarraflar artık borç para vermez
oldular. Orduda kâfi nakil aracı yoktu.
Bostancıbaşı İstanbul’da ne kadar kira arabası
varsa el koydu. Sadrazam harbi bir senede
bitirebileceğine söz verdiği hâlde uzayıp
gidiyordu. Kıtlık başlamıştı. Bunun üzerine
padişah kimin elinde gümüş ve altın eşya varsa
hazineye versin diye fetva çıkardı. Ulemadan tek
bir kişi gümüş teslim etmedi. Harem-i
hümayunda bulunan kıymetli eşya da
darphaneye gönderildi. Bezzazistan basılarak,
bütün altın ve gümüşe el kondu. III. Selim
sadrazama yolladığı fermanda şöyle diyordu:
“Darphane’de 2.000 keseden fazla para yok.
Harem-i hümayunumda 150 keseden fazla
çıkmadı. Devlet hazinesinde de bir kese yok.
Bunun çaresine bakmak için bu kadar
danışmalar yapıldı. Ben Allah’ın nehyettiği
maddeler hakkında fermanlar çıkardım.
Düşmana harbi ben açmadım. Devleti bu
gaileye ben sokmadım. Beytülmalde bu derece
darlık varken ve düşmanlar memleketimize
saldırırken herkes nesi varsa beytülmale vermesi
şeriatımızın icabıdır. Böyle iken ulema efendiler
beytülmale kaç kuruş verdiler? Cümlemizin
geçinmesi bu devlet sayesinde değil midir? Allah
göstermesin, bu devlete birşey olursa hâlleri
nice olur? Hiç düşünmezler mi?”
Deniz Savaşları

Bir süredir Akdeniz’de Rus bandırası ile dolaşan


Yunan korsan gemileri herkese zulüm ediyor ve
İstanbul’a gelecek zahirelere el koyuyordu.
Bunun üzerine 1789-1790 yılında Beylerbeyi
Köse Mustafa Paşa kumandasında irili ufaklı 18
gemi ile sefere çıkıldı. Seyit Ali Reis de
Cezayir’den gelen gemileri ile Akdeniz’e
gönderildi. Bu iki kuvvetin arasında kalan
Yunan gemileri yok edildi ve tayfalarının çoğu
öldürüldü. Ganimet malları gaziler arasında
paylaşıldı. Mustafa Paşa’ya 1.000 murassa
çelenk ve 5.000 kuruş ihsan edildi.
1789-1790 senesi baharında irili ufaklı yüz
gemi ile donanma-yı hümayun Hüseyin Paşa’nın
Kumandasında Karadeniz’e açıldı. Rus
donanmasının Kireç limanında bulunduğu haber
alındı. Hasan Paşa düşman donanmasının üstüne
vardı. Yedi saat süren bir deniz savaşından sonra
dört Rus firkateyni batırıldı. Rus donanması
kaçmaya mecbur oldu.

Ziştovi’de Nemçe’yle Barış Yapılması

Devlet-i Aliye ile Prusya arasında ittifak


antlaşması 1790 yılı Ocak ayının 30. günü
İstanbul’da imzalanmıştı. Prusya Kralı Frederik,
kendi düşmanlarını barışa zorlamak için sınırlara
150.000 asker yollamış ve kumandayı ele
almıştı. Rusya ve Avusturya, Devlet-i Aliye ile
barış yapmak istiyorlardı. Bu maksatla
ordumuza elçiler göndermişlerdi. Devlet-i Aliye
kesin bir ret cevabı vermek istemiyordu. Onun
için murahhaslar tayinini geciktiriyordu. Fakat
İstanbul’daki Prusya elçisi buna mâni oluyor ve
Devlet-i Aliye’nin harbe devamını istiyordu.
Prusya, Osmanlı ordusunun büyük bir kısmını
Nemçe üzerine sevkini istediği hâlde İsveçliler,
Rusya üzerine yürünmesini tavsiye ediyorlardı.
Bu sırada patlak veren Fransız İhtilali’nin
Avusturya’ya sirayeti Nemçelileri korkutuyordu.
Onun için barış yapmak istiyorlardı. Bütün
Avrupa’ya zarar vermesi beklenen Fransız
İhtilali Avrupa politikasını kökünden değiştirmiş
ve bütün devletleri Fransa’ya karşı birleşmeye
zorlamıştı. Onun için Prusya açıktan açığa
Rusya’ya ve Nemçe’ye harp açmıyor, yalnız
Nemçe’yi Devlet-i Aliye ile barış yapmaya
zorluyordu.
Prusya Kralı sınırlara külliyetli asker sevk
etmişti. Bu sırada Avusturya İmparatoru Jozef
ölmüş, yerine Leopol geçmişti. Nemçe
İmparatoru Leopol barış istemekteydi. Bu
maksatla Rayhenbah şehrine delegeler
göndermişti. Bu suretle Nemçe ile Prusya
arasında 27 Temmuz 1790’da barış yapıldı. Bu
barışta Devlet-i Aliye ile Nemçe arasında da
barış yapılması şartı kondu. Avusturya’da yer
yer isyanlar vardı. Fransız İhtilali Nemçe’nin
politikasını değiştirmişti. Nemçe barış istiyordu.
Devlet-i Aliye de barışa istekliydi. Fakat Prusya
ittifakı yüzünden tek başına barış yapamıyordu.
Nemçe generali Koburk Osmanlı Devleti’ni
barışa zorlamak için Rusçuk üzerinden baskıya
başlamıştı. Nihayet Ziştovi de Nemçe’yle
aşağıdaki şartlarla barış yapıldı:
Madde 1. Bundan böyle, iki devlet ve
tebaaları arasında karada ve denizde genel bir
barış muhafaza edilecektir. İki taraf tebaası
tarafından işlenen suçlar affedilecektir. Devlet-i
Aliye’ye sığınmış olanlara ceza verilmeyecektir.
Madde 2. Harpten önce mevcut olan mevcut
durum, bu barışın esası olarak iki devlet
tarafından kabul edilecektir. Bundan önce,
yapılmış olan barış antlaşmaları yürürlükte
kalacaktır.
Madde 3. Devlet-i Aliye batı ocağı korsanları
tarafından Nemçe gemilerine yapılan zararları,
tazmin edecek ve tüccar gemilerinin selametle
seyri seferi için tedbirler alacaktır.
Madde 4. Harp esnasında, Nemçe’nin eline
düşen bütün arazi, kale ve şehirler Devlet-i
Aliye’ye geri verilecektir.
Madde 5. Hotin Kalesi ve kazaları, muayyen
bir müddet zarfında Devlet-i Aliye’ye geri
verilecek ve Nemçe hiçbir suretle Rusya’ya
yardım etmeyecektir.
Madde 6. Kalelerin boşaltılması
tasdiknamelerin mübadelesinden 30 gün sonra
tamamlanacaktır.
Madde 7. Harpte esir düşen Osmanlılar
serbest bırakılacaktır. Bunlar, Rusçuk ve
Vidin’de Devlet-i Aliye memurlarına teslim
edilecektir. Buna karşılık Nemçeli esirler de iki
ay zarfında geri verilecektir.
Madde 8. Devletlerden birisinin tebaası
olmayı kabul etmiş olan kimselere normal tebaa
muamelesi yapılacaktır. Yer değiştirmek
isteyenlere zorluk çıkarılmayacaktır.
Madde 9. İki taraf tebaasının birbirinden
alacakları kanunlara göre ödenecektir.
Madde 10. Sınır boylarında olan komutanlar,
birbirleriyle iyi geçinecekler ve taarruzda
bulunmayacaklardır.
Madde 11. Ticaret maksadıyla, hudutları
geçenler himaye göreceklerdir.
Madde 12. Devlet-i Aliye topraklarında
bulunan Hristiyan rahipler âyinlerini serbest
icra edebilecekler, kiliselerini tamir
edebilecekler, Kudüs’ü serbestçe ziyaret
edebileceklerdir.
Madde 13. İki devlet birbirlerinin nezdinde
ortaelçi göndereceklerdir.
Madde 14. Bu antlaşmanın birisi Türkçe,
birisi de Fransızca olmak üzere, iki sureti
imzalanacak ve elçiler vasıtasıyla mübadele
edecektir.
Osmanlı Ordusunun Durumu

1790 yılı mayıs ayının 10. günü ordu Şumnu


sahrasına çıkarıldı. Serdar-ı Ekrem, padişaha
ordunun hareket planı hakkında bir yazı
göndermişti. Padişah, ona verdiği cevapta şöyle
diyordu:
“Bunlar güzel lakin hep olmuştu, olacaktı
laflarından ibaret. Ortada müspet bir iş yok.
Düşman durmuyor. Böyle gevşeklikle iş
görülmez. Ben iş isterim. Nerdeyse yaz bitecek.
Allah göstermesin, düşman bir zafer kazanacak
olursa, bana kim cevap verecek. Ben sana tam
yetki verdim. Her rey ve hareketin bence
makbuldür.
Din ve devlet işlerinde gayret göstererek
ikdam eyleyesin. Gevşeklik edenleri tedip edesin.
İsmail, Niş, Vidin, ordularının halleri nicedir?
Niçin tedbir etmezsiniz? Bir tarafı düşünüp öte
tarafı unutmak olur mu? Böyle gevşek
hareketinden bana hayret geliyor. Allah’ı
seversen gayret edesin.”
Sultan III. Selim başka bir fermanında şöyle
diyor:
“Bu şaşkınlık niceye dek böyle gidecek? Her
işi bırakıp, düşmanlar nasıl isterlerse öyle
yapsınlar mı diyeceksin? Biraz davranmalı değil
mi? Sen orduya geldiğin zaman böyle değildin.
Yanındakiler seni şaşırttılar mı? Allah’a şükür,
asker yürümeye başladı. İşte aylıklarını da
tamamen gönderdim. Varna’ya mühimmat ve
zahire gitti. Arabaları beklemek ne demek?
Orduda hayvan yok mu? Müttefik devletler
beraber olmayınca barış yapılmayacaktır. Bir
an önce cenk etmeye gayret edesin.”
Kumandan Ahmet Paşa sarayından
çıkmıyordu. Azli lazım geliyordu. Fakat yerine
gelecek kumandana hiç olmazsa 20 bin asker
verilmesi lazımdı. Orduda para yoktu. Zahire de
kıttı. Asker dağılıyordu. Sadrazam ısrarla
İstanbul’dan para istiyordu. O sırada vezirler ve
beylerbeyleri, eskileri gibi, zengin değillerdi.
Vezirlerin çokluğu dolayısıyla mansıplar
mütesellimlere emanet edildiğinden vezirlerin
eline pek az para geçiyordu. Vezirlerin asker
üzerinde nüfuzları kalmamıştı. Velhasıl harp
imkânları her bakımdan eksik olduğu hâlde
Prusya ile olan ittifak dolayısıyla tek başımıza
barış yapamayacağımızdan padişah harbe
devamı istiyordu.
III. Selim sadrazama bu fermanı yolluyordu:
“Benim vekil-i mutlakım ve Serdar-ı Ekremim
padişaha düşen vazife vekil-i mutlak olanlara
tam yetki verip yazdıklarını icra etmektir. Vekil-i
mutlakların vazifesi her işi ehline vermektir.
Sadakat gösterenleri tutmak, gevşekleri ve
hainleri cezalandırmaktır.
Senden ümidim bu idi ki sen başka vezirler
gibi olmayıp sefer işlerinde düşmanın hâlini,
askerin durumunu iyi bildiğinden tedbirlerini
tam alacaktın. Sen ise şimdiye kadar bir iş
göremedin. Gönderdiğin yazılar acz ve yeisten
ibaret. Her işi bırakıp, düşman ne isterse yapsın
deyip seyirci mi kalalım. Bu nasıl şeydir. Yaz
ortası oldu, hâlâ ne edeceğini bildirmiyorsun.
Bu şaşkınlık ve gevşeklik sende midir? Yoksa
ordu ricalinde midir? Bana bildiresin.
Askere bahane buluyorsan niye tedip
etmiyorsun? Zahireleri asker ile niçin
celbetmiyorsun? Bu gevşeklik ile yarın düşman
taraf taraf saldırırsa seni ve o ricali benim
elimden kim kurtarır?”
Osmanlı ordusu, Şumnu sahasında 69 gün
kalarak Nemçe ve Rusya’dan hangisine
saldırmak gerektiğini düşünmekle vakit geçirdi.
Aslında Rusya’ya saldırmak gerekirdi. Fakat
Yergöğü’de evvelce zafer elde edilmiş ve bol
ganimet alınmış olduğundan, Nemçe’ye taarruz
daha cazip geliyordu. Oysa bu gibi durumlarda
tereddütlü hareket zararlıydı. Askerin meyline
göre karar vermek doğru değildi. Rus ordusu
daha kuvvetli idi. Önce onu yenmek lazımdı.
2004 yılı temmuzunun 16. cumartesi günü
orduyu hümayun Şumnu sahrasından yola çıktı.
Liva-yi Şerif Rusçuk’ta bırakıldı. Yergöğü
istihkâmlarına asker yerleştirildi. Nemçe’nin
büyük kuvvetleri, Bükreş’te Ziştovi ve
Tutrakan’da bulunuyordu. Osmanlı Orudusu
yeniçerilerin bozgun çıkaracaklarından
korkuyordu. Padişah bu hususta yolladığı hatt-ı
hümayununda şöyle diyordu:
“Yeniçeri Ocağı’nın eski nizamlarını ihya
etmek cülûs-i hümayunumdan beri emelimdir.
Bunların yevmiyeleri günden güne artmakta ve
hazine bunu karşılayamamaktadır. Bununla
beraber askerin çoğunun eline bir şey geçmiyor.
Ocakların eski kanunlarına riayet olunmalıdır.”
Eski yeniçeriler siperlerde iken kazanları
kaynar ve çorbaları çıkardı. Şimdi bu nizam
bozulmuş, onlara hiç bakılmaz olmuştu. Aç
kaldıklarından ordudan kaçıyorlardı.
Padişah III. Selim Rusya’ya taarruz edilmesini
istiyor, Serdar-ı Ekrem türlü bahanelerle bunu
geciktiriyordu. Bunun üzerine padişah şu
fermanı yolladı:
“Benim vekil-i mutlakım, Nemçe barışını
biran evvel yapıp, Rusya’ya saldırasın diye
kesin emir verdim. Sen bir taraftan, Prusya
elçisini bahane ediyorsun, bir taraftan da askere
güvenemediğini yazıyorsun. Bu nasıl iştir.
Yazdığını bir kere düşünmez misin? Ben burada
gece gündüz demeyip bir gün rahatımı
düşünmeyip ve kimseye rahat vermeyerek
çalışıyor ve topladığım seçme askeri sana
yolluyorum. Böyle din ve devlet gayreti olur mu?
Yazık bu kadar gayretime!
Düşmanlar yaz-kış demeyip, işlerini
görüyorlar. Allah’tan korkup, Peygamber’den
utanmaz mısın? Bu kadar bin kese beytülmal
parası harcandı. Bari bir iş görelim. Boşa
gitmesin demez misin? Yarın Allah’a ne cevap
vereceksin? Ben onu bunu bilmem. Her hâlde
İbrail üzerine gitmelisin. Özür ve bahane
dinlemem.”
Serdar-ı Ekrem, askerin harpsiz canları
sıkılarak bir isyan yapmalarından endişe
ettiğinden küçük ölçüde bazı hareketlere girişti.
Bazı devlet elçileri de Devlet-i Aliye’yi barışa
teşvik ediyorlardı.
1790-1791 SENESİ OLAYLARI

Osmanlı Ordusunun Geri Çekilmesi

Rus Başkumandanı Potemkin, 1790 yılı


ekiminin 17. gecesi Kili Kalesi’ne saldırdı. Kale
önündeki siperlerde yatmakta olan Osmanlı
askeri kaleye çekilirken, Rus askeri gece
karanlığında birbirine düştü. Kaleden de top
ateşi başlayınca hayli telefat verildi.
III. Selim Kırım’ı geri almak için Ruslarla
harbe devam etmek istiyordu. Katerina her ne
kadar barış istiyorsa da kibrinden bu arzusunu
açığa vuramıyordu. Bu durumda, Serdar-ı Ekrem
bir harp meclisi toplayarak, herkesin fikrini
açıkça söylemesini istedi. Kimse ağzını açmaya
cesaret edemediği hâlde Ordu Kadısı Keçecizâde
Salih Efendi, kışın yaklaştığını askerin yurtlarına
dönmek istediğini ve düşmana saldıracak kadar
asker bulunmadığını ileri sürdü. Neticede bir
hareket yapmaya kadir olmayan Osmanlı ordusu
Kili Kalesi’ni ve Tuna ağzındaki kaleleri Ruslara
terke mecbur oldu.
Bu bozgunda ehliyetsiz mansıp sahiplerinin
rolü olmuştur. Eskiden bir yere bir vezir
göndermek bir ordu göndermek kadar önemli ve
ciddî sayılırdı. Şimdi ise ikişer, üçer ay hizmet
görmüş türediler vezir yapıldığından
maiyetlerine söz geçiremiyorlardı.
Serdar-ı Ekrem, Şumnu’dan kalkıp İsmail
Kalesi’ne yardım etmek üzere Babadağı’na
hareket etti. Gerçi Prusya kralı ile yapılmış
ittifaka göre Ruslar Tuna’yı geçerse, “Avrupa
devletler dengesi” bozulmuş sayılacağından,
Prusyalıların Ruslara harp açması gerekiyordu.
Fakat bu şüpheliydi. Onun için Rusları Tuna’ya
donanma indirmekten alıkoymak için bir müddet
mütareke ile oyalamaktan başka çare yoktu.
Ruslar bütün güçleri ile İsmail Kalesi’ne
saldırmışlardı. Kale muhafızı Mehmet Paşa
tabyalarda dolaşırken esir düştü. Başsız kalan
asker, son neferine kadar harbe devam etti.
Osmanlı ordusu 30 bin asker kaybetti. Ve
böylece İsmail Kalesi düştü. Ruslar bu harpte 15
bin zayiat vermişlerdi.

Rusçuklu Hasan Paşa’nın Katli

Bu sıralarda Serdar-ı Ekrem, Rusçuklu Hasan


Paşa aleyhine dedikodular ayyuka çıkmıştı.
Onun azlini duyarak isyan ettiği söylentileri
yayılmıştı. Serdar-ı Ekrem de III. Selim’e yazdığı
mektupta padişahı gazaba getirecek şeyler
yazıyordu. Artık onun sadece azli ile
yetinilemezdi. İdamı gerekti. Bunu hazırlamak
üzere, evvela Ağa Hasan, Yeniçeri Ağalığı’na
getirildi. Serdar-ı ekremin Sofya’ya dönmesi
emredildi. İkinci bir ferman ile Serasker’in idam
edilerek kesik başının İstanbul’a gönderilmesi
emredildi.
Serdar-ı Ekrem debdebe ve haşmetle
Şumnu’ya girdi. Akşam yatağına yattığında,
Sofya’ya gitmesine dair olan irade kendisine
tebliğ edildi. Mühr-i hümayun elinden alındı.
Ardından da kurşunla vurularak öldürüldü.
Serdar-ı ekremin kardeşi Mehmet Ağa da
sığındığı Koban Hanı tarafından idam edildi.
Hasan Paşa, âyândan Çelebi Ağa’nın oğludur.
Servet sahibi bir adamdı. Dergâh-ı Âli
kapıcıbaşılarından Muhsinzâdeye intisap etmiş,
bazılarına para yedirerek vezaret rütbesini elde
etmişti. Kendisinden hizmet umularak
Yergöğü’nün geri alınması şartıyla serasker
tayin edildi. Cezayirli Hasan Paşa’nın
ölümünden sonra sadrazam oldu.
Hasan Paşa’nın sadareti hakkındaki ferman:
“Sen ki vezir-i azam ve vekil-i mutlakım Şerif
Hasan Paşa’sın. Seni selamlarımla taltif ettikten
sonra, malûmun ola ki selefin Cezayirli Hasan
Paşa’nın eceliyle ölmesinden sonra, sadaret
makamına, sadık, akıllı ve bilgili bir vezirin
getirilmesi gerekmiştir. Sen ise büyük vezirlerim
arasında bu niteliklere tam sahip olmuş birisi
olduğundan, sana mühr-i hümayunumu verdim.
Bağımsız olarak çalışmanı bildirmek için,
sana kürk ve kendi kılıçlarımdan bir murassa
kılıç ve hil’at gönderiyorum. İrili ufaklı, yurt
işlerine ve harp hazırlıklarına, sınır boylarının
takviyesine, zahire ve levazım tedarikine önem
veresin.
Devletimizle müttefik olan İsveç ve Prusya,
bizim düşmanlarımıza karşı harp etmekte olduğu
gibi, Lehistan da bizim zaferimizi beklemektedir.
Eflak ve Boğdan’da düşmanı kovarak, sınır
boylarını takviye edesin. Dinimizin sahibi
büyüktür. Göreyim seni. Benim duam, seninle
beraberdir. Seni, sana itaat eden ve dine hürmet
gösterenleri Allah’a emanet ederim.”
Rusçuklu Hasan Paşa’nın bazı hizmetlerine
rağmen, azliyle yetinilmeyerek, idam edilmesi,
Vasıf Tarihi ’ne göre, ordu idaresindeki
kararsızlığı ve kendisinin padişaha saygısızlık
göstermesinin neticesidir. Kendisi başlangıçta
zeki, dirayetli birisi ise de içkiye düşkün olması
ve sadarette halkın mallarına el atması felaketine
yol açmıştır. Aziz Mahmut Hüdaî Efendi’ye
intisap ederek, Üsküdar’daki tekkeye bıraktığı
irattan gayrı bir parası çıkmamıştır.

Yusuf Paşa’nın Sadrazam Olması

Hasan Paşa’nın idamından sonra padişah, Bosna


Valisi eski sadrazam Koca Yusuf Paşa’yı seçti.
Bu husustaki ferman şöyledir:
“Sen ki Yusuf Paşa’sın, eski sadrazamlığında,
benim arzuma göre hareket etseydin, seni
azletmezdim, ama sen böyle yapmadın. Değil
vezirlere, bayağı adamlara bile yakışmayan
zulümlere giriştin. Garez beslediğin adamlara
zulmettin. Artık böyle huylarından vazgeçmişsin
diye seni yine sadrazam tayin ettim. Allah
etmesin. Eski kötülüklerine yine cesaret ettiğini
duyarsam, bu defa azlinle yetinmem. Kazaya
uğrarsın. Sen doğru ol. Fukaraya şefkat göster.
Rüşvet alma. Kimseye garez besleme, Allah’ın ve
benim rızama göre davran, harp hazırlığı olarak
zahire ve levazımı vaktinde topla.”
Yusuf Paşa sadrazam olur olmaz, Ordu kadısı
Keçecizâde Salih Efendi’yi Konya’ya sürdü.
Salih Efendi İstanbul’da hububat nazırı iken,
etrafı ile ihtilafa düşmüş bir hayli düşman
kazanmıştı. Bir kazaya uğramamak için ordu
kadılığıyla İstanbul’dan ayrılmıştı. Şahsiyeti
kuvvetli olduğundan orduda işleri eline
geçirmişti. Eski sadrazamın yıldızı sönünce onun
da talihi kararmıştı.
Kaymakam Paşa sadaret makamına Salih
Efendi’nin rütbesinin indirilerek sürülmesini
yazmamışsa da Sultan Selim’in bir suali üzerine
Şeyhülislâm Hamidizâde “rütbe tenzili âdete
uygun değildir” cevabını vermiştir. Hâlbuki
Hamidizâde nice bilginleri bir işaretle sürgüne
göndermişti. Padişah, onun bu cevabından
müteessir olmuş; Salih Efendi’nin İstanbul kadısı
iken aldığı rüşvetleri, Hasköy’de havra binasının
yapılmasına izin verdiğini, arpalıkları sattığını
bildiği için, yalnız sürgün ile yetinilmesini caiz
görmüyordu.
Bunun üzerine Kaymakam Paşa Salih
Efendi’nin, kadı iken, buğdayın kilesini 20
paraya alıp 3,5 kuruşa dağıttığı cihetle idamı
lazım, fakat şeyhülislâm efendiye taallûku
dolayısıyla bir defada tedibi kabil olmadığından,
şimdilik, sürgüne gönderilmesini istemişti. Bu
hâl Sultan Selim’in öfkesini artırmış ve
Hamidizâde ye olan teveccühünün kırılmasına
sebep olmuştur.
Hamidizâde’nin Azli ve Tevfik Efendi’nin
Şeyhülislâm Oluşu

Şeyhülislâm Hamidîzâde Mustafa Efendi


devrinin seçkin âlimi olduğundan, şeyhülislâm
olunca din ve devlete çok hizmet edeceği
umulmuştu. Gerçekten de ehliyetlileri iş başına
getirmiş, sefihlere sert davranmak suretiyle ilim
kariyerinin ıslahına gayret etmiştir. İlim kariyeri
vaktiyle gerçek ilim adamlarına ve faziletli
kişilere ait iken zamanla nizamları bozulmuş,
birçok cahiller karışmış ve bu meslek içinde
gerçekten bilgin denecek adamlar azalmıştır.
III. Selim bu durumun ıslahını çok arzu
ediyordu. Fakat o makamının bağımsızlığını
sağlamak için ünlü kişilerin sürgüne
gönderilmesine göz yumdu. Şeyhülislâm bu
meyanda selefi Dürrîzâde Ârif Efendi’yi
Kütahya’ya, müftüzâde Ahmet Efendi’yi
Ankara’ya, Kâmil Efendi’yi Keşan’a sürmek
üzere padişahtan izin istedi. Padişah, böyle üç
eski şeyhülislâmın birden bire sürülmesini
uygun bulmadıysa da yeni şeyhülislâmın işine
karışmamak için teklife muvafakat etti. Çok
geçmeden şeyhülislâm selefi İbrahim Bey’i eski
hekimbaşı Hayrullah Efendi ve bazı kadıları
sürmek üzere padişahtan izin istedi. III. Selim,
Kaymakam Paşa’ya yazdığı fermanda şöyle
diyordu:
“Şeyhülislâmlıktan mazul birkaç kişi sürgüne
gönderildi. Ne faydası görüldü. Kabahatleri
nedir, bilinmedi. Bunlar benim bir şeyim değil.
Ama hareketler çoğalırsa hem kendisi dile gelir
hem ben. Fesada sebep olur. Arpalıkları
ellerinden alındı, bu yeter.”
Hamidîzâde büyük bir bilgin olmakla beraber
devlet idaresinden habersizdi. İlmiye yolunun
ıslahına çalışırken ifratlara düşüyordu. Kırıldığı
adamlardan öç almaya düşkündü. Bu halleri
gören III. Selim, onun azli lazım olduğuna
kanaat getirerek 1791 yılı mart ayının 13. günü
azletti ve İncirli köyünde oturmaya memur etti.
Hamidizâde’nin yerine Reisülulema Tevfik
Efendi getirildi. Gerçi onunda mizacı padişahın
arzusuna uygun değilse de bir münasibi
bulununcaya kadar kısa bir zaman için
şeyhülislâmlığa getirilmesi uygun görüldü.
Tevfik Efendi, yakınlarının gayreti belası ile bu
makama pek haristi. “Bir gün için olsun,
şeyhülislâm olmadan Allah canımı almasın.”
diye dua ederdi. Yeni vazifesinde 13 gün
kalabildi. 1791 yılı martın 27. günü öldü. Hayli
bilgisi olan, şair bir zattı.
Şeyhülislâm iken bir tek rüus vermiştir. O da
“Bahar-ı Şirazî” isimli birisine verilmiştir. Bu
Bahar Efendi çeşitli ilimlerde mahir, hele riyazî
ilimlerinde meşhur idi. Bir de kimyagerlik
merakına düşmüş olduğundan ömrünü ilaç
kaynatmakla geçirdi. Aslen İranlı idi. Şiîlik
lekesinden sıyrılmak için kendisini Buharalı
olarak tanıtırdı. Müderris oldu fakat yine Şiîlik
belasından yakasını sıyıramamış, “İlmiye
tarikatına Kızılbaş karıştı.” diye dedikodulara
konu olmuştur. Bu asırda ilmiye listesinde bir de
“Kara Abdullah” adlı çingene olduğundan şair
Sürûrî Efendi:
Çünkü var bunda o çingene Kara Abdullah
Hey efendi, ne olur bir de Kızılbaş olsun
mısralarını yazmıştır.

1791-1792 SENESİ OLAYLARI

Ordudaki Olaylar, Sipahilerin İsyanı


Sadrazam Yusuf Paşa, bahar yaklaşınca harp
hazırlıklarına başladı. Berlin’e gönderilen elçi
Ahmet Azmi Efendi’den gelen raporda,
Rusya’ya yüz elli bin kişilik bir ordu sevk
etmemiz lüzumuna işaret ediliyordu. Devlet-i
Aliye bu maksatla 200 bin asker hazır tutuyorsa
da malî darlık vardı ve asker iyi beslenemiyordu.
Para tedarikli için padişaha başvuruluyordu.
Prusya Kralının Rusya’ya harp açıp
açmayacağı belli değildi. İsveç ile ittifakın
yenilenmesi için Prusyalılar aracılık yaptı.
Yapılan antlaşmaya göre İsveç, Devlet-i Aliye
ile ittifakı yenileyecek, hiçbir sebeple tek başına
barış yapmayacak, buna mukabil İsveç’e on
sekiz bin kese akçe verilecek, bunun iki bin
kesesi ittifakın yenilenmesinde kullanılacaktı. Bu
sırada Lehistan’ın da bu ittifaka girmesi için
gayret sarf edildiyse de başarılamadı.
Bu sırada patlak vermiş olan Fransız İhtilali
bütün Avrupa devletlerinin Fransa aleyhine
birleşmelerini gerektiriyordu. Rusya’nın da bu
ittifaka girmesi isteniyordu. Bunlara vâkıf
olmayan Sultan Selim, Rusya’ya harp açmakta
ısrarlı idi. Hiç değilse küçük bir zafer
kazanılarak itibar bulma sevdasındaydı. Serdar-ı
Ekrem Yusuf Paşa, nizamı bozulmuş olan
askerden teminat almak lüzumu duydu. Bu
maksatla Vasıf Efendi’nin yazdığı şu bildiri
askere okundu:
“Devlet-i Aliye’nin kadim düşmanı olan
Rusya uzun zamandan beri memleketimize göz
dikip 1768-1769 yılına kadar kâh galip kâh
mağlûp olarak maksadına ulaşamamıştır. Bu
tarihten sonra askerimizin nizamı bozulmuş.
Rusya hile ve desise ile Kırım’ı istila etmiş, akıl
noksanlığı belli olan Tatar taifesini
parçalayarak perişan etmiş ve bir kısmını kendi
memleketine sürerek, kendi tebaası hâline
getirmiştir. Kırım’dan aldığı senede yedi bin
kese akçe varidat ile kanaat etmeyerek, Akdeniz
ve Karadeniz ticaretini ele geçirmiş, Devlet-i
Aliye’nin menfaatlerini daraltmıştır.
Moskof memleketi ziraata elverişli olmayıp
yiyeceklerini Lehistan’dan getirmekte iken şimdi
Kırım’dan hâsıl olan hububatla geçinir
olmuştur. Hatta bu mahsullerin bir kısmını
Devlet-i Aliye’ye satıp devletimizi zayıf
düşürmüştür. Böyle menfaatler elde eden bir
millet her an memleketini genişletmeye
uğraşacaktır.
Bu sebeple düşmanı yurdumuzun hariminden
kovamazsak hâlimizin nereye varacağını herkes
bilir. Rusya ele geçirdiği Özi ve İsmail
kalelerinin halkına öyle zulmetmiştir ki
anlatılması keder verir. Cenab-ı Hak bizi
Müslüman yaratmış olduğundan cihat ve
gazanın bizi iki dünyada saadete
kavuşturacağını bildirmiştir. Kılıcımız keskin ve
atımız yürük iken, bir alay kılıcı kesmez ve atı
yürümez rezilden kaçıyoruz.
Kaç bin şehit verdik. Düşman patırtı ve
gürültü ile işini yürütüyor. Aramızda
anlaşamamazlık, çekememezlik ve Allah’ın
emirlerine riayet etmemezlik olduğundan Cenab-
ı Hak isyanımızın cezası olarak Moskof taifesini
üzerimize musallat etti. Hristiyanlar bugün
devletimize canlı cenaze diyorlar. Gayret ne
güne duruyor. İslâm hamiyetini gösterecek
zaman değil midir? Şu memleket ne kadar kan
dökerek fetholunmuştur. Bu illeri şirkten
temizleyenler bizim gibi insanoğlu idiler. Biz ise
yeni memleketler almak şöyle dursun
elimizdekini koruyamıyoruz. Askerimiz dur
denen yerde durmaz, bir Habeşli kul bile olsa
başbuğa itaat etmez. Bu yüzden felaketlere
uğradık.
Allah’a yemin ederim, kalp temizliği ile
günahlarımıza tövbe etsek ve harpte düşmanın
ateşine bir-iki saat dayansak düşman bozulur.
Cenab-ı Hak Kur’ân-ı Kerîm’de cihadı bize farz
kıldı. Ve dayanırsak düşmanı yeneceğimizi
müjdeledi. Harbe tutuştuğumuzda askerimizin
bir miktarı cenk ederken, birçoğu uzaktan
seyirci kalmakta birçok asker kaçmaktadır. Hak
Teâlâ böyle musibetleri bir daha göstermesin.
Allah aşkına birleşerek şu düşmana
saldıralım. Bu defa sözümüzde durmazsak
şevketli padişahımıza cevap veremeyiz. Ve
cümlemize düşmanlık gelir. Kırım Hanı
Hazretleri siz Devlet-i Aliye’nin
sadıklarındansınız, ruhunuzda bulunan şecaat
cevherini gösterecek misiniz? Siz vezirler, bize
yar olacak mısınız? Siz Anadolu ve Rumeli
ağaları, maiyetinizdeki askeri, yemin altına
alacak mısınız? Bu yeminleri tutarsak, düşmanı
yeneceğimiz muhakkaktır. Bu sözleşmeye
girmeyenler geri kalsınlar. Çünkü bu sözleşme
yiğitlere mahsustur. Kendine güveni olmayan ve
dünyaya aldananlar çıkıp gitsinler.”
Süvari ocakları, Devlet-i Aliye’nin ulûfeli
askerlerinden olup, eskiden güzel hizmetleri
görülmüştür. Zamanla nizamları bozulmuş,
defter kayıtlarında on iki bin olarak gösterilmişse
de şimdiki mevcudu iki bini bulmakta güçlük
çekmekte. Sefere giderken ayıplarının meydana
çıkacağını hissettiklerinden “Bu harp kanuna
aykırıdır.” diye gitmekten caymışlar, zorla
Babadağı’na gönderilmişlerdi. Artık bunların
devlet hizmetine yaramayacakları anlaşılmıştı.
Sefere çıkınca yoklama yapmak isteyen
subaylarından bir ikisini idam ettikleri gibi,
başlarına da 10 bin adam toplamışlardı. Devlet,
bundan çekindiği için orduya gelen adamlarına
nasihat etmekle yetinmiştir.
Serdar-ı Ekrem Yusuf Paşa, Silistre sahrasında
bir meclis topladı. Bu toplantıda, nihayet, bu
isyanı teşvik edenlerden silahtar kâtibi Kadir
Efendi ve ikinci kâtip Ali Efendi idam edildiler.
Süvari ocakları eskiden en seçme askerdi.
Kanuna göre çağrıldıkları yere tam sayıda
gitmeleri gerekirken, her birisi bir yere
yerleşmiş, ulûfelerini şuna buna satmışlardı. Bu
suretle devletin bunca parası israf ediliyordu.
Bu sırada Yeniçeri Ağası tayin olunan
Süleyman Ağa, askerini intizama getirecek
yerde, halkın mallarını ele geçirmeye
kalkışmıştı. O vaktin âdetine göre rüşvet,
alışılmış birşey olduğundan memuriyete tayin
olanlar verdikleri rüşveti çıkarmak için daima
zulme başvururlardı. Yani onları bu yola itenler
büyüklerdi. Kanunlar, gereği gibi uygulansa,
herkes yolu ile ilerlese, kimse ne rüşvet verir ne
de rüşvet kabul edecek adam bulunabilir.
Hudut boyları da bozulmuştu. Buraların
muhafazası için tahsis edilen paraların 4/5’ü
İstanbul’da çar çur ediliyor ve 1/5’i hudutlarda
“Ocaklı” adını taşıyan belli kişilere dağıtılıyordu.
Bunlar, “hudut bekçisiyiz” diye fukaraya
musallat olurlar, evlatlarını esir gibi kullanırlar,
halkın malını ele geçirirlerdi. Bu yüzden kaleleri
muhafaza edecekleri yerde, mallarını kurtarmak
için düşmana teslim ederlerdi.
Bu meyanda, Belgradlı Deli Ahmet Paşa
külliyetli mal toplamış ve bu mallan
kaçırabilmek için Belgrad gibi muhkem bir
kaleyi 10 gün içinde düşmana teslim etmiştir.
Lakin yanındaki kalabalıktan korkulduğu için
cezası verilmemiştir. Nihayet bu adam bin bir
güçlükle kıstırılıp idam edilmiş ve kesik başı
İstanbul’a gönderilmiştir.

Ratip Efendi’nin Viyana’ya Elçi


Gönderilmesi
Ordu Silistre’de iken Ebubekir Ratip Efendi
Viyana’ya elçi tayin olunmuştu. Name-i
hümayun ile hediyelerin sefirlere İstanbul’da
verilmesi mutat ise de bunlar kendisine Ordu’da
teslim edilmiştir. Hediyeler 225 bin kuruşluk
olup murassa sorguç ve binek takımı olup,
Fransa’ya gönderilmesi mutat olan hediyelere
eşti. Yalnız bu arada, Nemçe’nin İstanbul’a tayin
ettiği ortaelçi Herbert, hediyesiz gelmiş
olduğundan, karşılık olarak Ratip Efendi’ye
teslim edilen hediyeler de geri alınmıştı.

Yaş Görüşmeleri ve Yapılan Antlaşma


Ruslarla yapılan savaşların neticesi Rusların,
kısmî zaferi ile sonuçlandığından Prusyalıların
aracılığı ile Yaş şehrinde toplanan ve 15 gün
devam eden meclisten sonra barış yapılabildi.
Bu muahedenin metni:
Madde 1. İki devlet arasında, düşmanlığa son
verilmiştir. Bütün düşmanlıklar unutulacak,
karada ve denizde ebedî olarak barış ve dostluk
hüküm sürecektir.
Madde 2. 1774. 1779 yıllarında, imzalanmış
ticaret antlaşması ile 1783’de imzalanan siyasî
anlaşma hükümleri yürürlükte kalacaktır.
Madde 3. Kura nehri, iki taraf arasında sınır
olacaktır. Bu nehrin solunda bulunan topraklar,
Devlet-i Aliye’ye bırakılacaktır.
Madde 4. Diğer sınırlar harpten önceki
şeklinde kalacaktır. Rusya, bu sınırlardan işgal
ettikleri yerleri Osmanlı Devleti’ne geri
verecektir. Bu meyanda, Bucak, Bender,
Akkerman, Kili, İsmail, Kale ve kasabaları
Devlet-i Aliye’ye verilecektir. Bu kalelerde
Devlet-i Aliye eski antlaşmalarda taahhüt ettiği
hususları yerine getirecektir.
Madde 5. Sınır boylarında taarruzların
önlenmesini, Devlet-i Aliye taahhüt eder.
Madde 6. Rus tebaasına ve onların mallarına
tecavüz vuku bulmamasını Devlet-i Aliye taahhüt
eder ve verilen zararları tazmin eder.
Madde 7. İki taraf tüccarı birbirlerinin
memleketlerine rahat seyahat edebileceklerdir.
Madde 8. Esirler, bulundukları memleketin
dinini kabul edenler hariç, geri verilecektir.
Madde 9. Barışın yapıldığı başkumandanlar
tarafından bütün kumandanlara derhal
bildirilecektir.
Madde 10. İki devlet birbirlerine büyükelçi
göndereceklerdir.
Madde 11. Devlet-i Aliye sularında bulunan
Rus gemileri oradan çekileceklerdir.
Topraklarda bulunan askerler de belli bir
müddet içinde geri çekileceklerdir.
Madde 12. Bu antlaşmanın metinleri iki hafta
içinde Yaş kasabasında mübadele edilecektir.
Madde 13. İşbu antlaşma Hükümdarların
imzalarını taşıyacaktır.
O vaktin âdetine göre görüşmeyi yapan
delegelere hediyeler verilirdi. Ruslar, Osmanlı
başmurahhasına beş kıratlık bir elmas yüzük, bir
tulum samur, bir tulum porsuk, bir tulum kakum,
ikinci murahhassa 5 kıratlık elmas yüzük, bir
saat, bir tulum samur, 3. murahhassa bir saat, bir
samur kürk, kâtip efendilere hurda elmasla
işlenmiş birer yüzük verilmişti. Osmanlı
Hükûmeti Rus baş murahhasına bir pırlanta
yüzük, bir saat, mineli altın kutu; diğer
murahhaslara pırlanta yüzük, tercüman ve
kâtiplere dağıtılmak üzere 30 bin kuruş vermişti.

İstanbul Olayları
Uzun süren savaşlar, taşrada eşkıyanın
saldırıları, İstanbul’da hayatın pahalılaşmasına
yol açmıştı. Kıtlık yüzünden yiyecek bulunamaz
olmuştur. Öyle ki herkes zahiresini İstanbul’a
götürüp dilediğine satsın diye emirler çıkarıldı.
İstanbul halkı harbin sıkıntılarından pay
alıyordu. Harp gaileleri içinde, İstanbul’un
asayişine de ihtimam edilemediğinden
müzevirler, dolandırıcılar kaçakçılar ortaya
çıkmış, halka zarar vermeye başlamışlardı.
Bu meyanda Tahtakale civarında oturan
“Hacı Mehmet” adında kalleş bir şahıs,
maiyetine bir kalabalık toplayıp sırtına kıymetli
elbiseler giyerek zikirlere başlamış, birtakım
fakir ve garipleri etrafına toplamış, sahte altınlar
dağıtarak saf adamları kandırmaya başlamıştı.
Böyle sahtekârları yola getirmek, hükûmetin
vazifesi iken bu adam herkesi aldatmıştı. Bu
adam, muteber iki Ermeni sarrafa kimyagerlik
sanatında mahir olduğunu yutturmuş ve her
ikisini iflas ettirmişti.
Eskiden suyunun azlığı dolayısıyla halk
İstanbul’a yerleşmeye rağbet etmezdi. Sultan
Süleyman, 40 çeşme suyunu getirdikten sonra
halkın İstanbul’a göç edeceğini görüp, fazla
nüfus beslemenin devlete büyük bir yük
olacağını düşünmüş ve suyu getirdiğine pişman
olmuştu.
O zamandan beri İstanbul’a birçok kimseler
gelip yerleşmişti. Taşralarda asayiş bozuk
olduğundan, İstanbul’a gelmek cazip oluyordu.
Bu halk, çiftini çubuğunu bırakıp İstanbul’a akın
ediyordu. Taşralar böylece boşalıyor ve harap
oluyor, İstanbul’un çoğalan nüfusunu beslemek
için devlet adamları zahire tedarikinden başka
birşey düşünemiyorlardı.
Bu nüfus kalabalığı nice fesatların vukuuna
yangınların ve hırsızlığın artmasına sebep
olduğundan, üç senede bir sokaklar, dükkânlar,
evler taranarak bu müddet içinde İstanbul’a
gelen şahıslar memleketlerine gönderilirdi.
Aileleri ile beraber İstanbul’a gelenleri geri
çevirmek için zabitlere şiddetli emirler verilirdi.
Fakat bir müddetten beri bu usul bırakılmış,
İstanbul’un asayişi bozulmuş olduğunda tarama
usulünü yeniden uygulamak için emirler verildi.
Yapılan taramalarda kefil gösteremeyen hamal,
kayıkçı ve talebe memleketlerine gönderildi.
Prusya Kralı nezdine elçi gönderilmiş olan
Ahmet Azmi Efendi, mart ayının 31. günü
İstanbul’a gelerek gördüğü yerleri ve acayip
olayları anlatan aşağıdaki safaretnameyi
yazarak, Sultan Selim’e sunmuştur.

Azmi Efendi’nin Prusya Sefaretnamesi

Osmanlı Devleti ile Prusya arasında imzalanmış


ittifakın perçinlenmesi için Prusya’ya bir elçi
gönderilmesi gerekmiş, bu göreve bu âciz
seçilmiş olduğundan, name-i hümayun ile 1791
yılı kasım ayının birinci salı günü İstanbul’dan
yola çıktım. Dördüncü günü Edirne’ye vardım.
Bir gün kalıp ertesi gün yola çıkarak ve konaklar
aşarak ayın 27. günü Vidin’e dört saat mesafede
Akçar kasabasına vardım.
Ertesi günü Vidin’e ulaşacağımızı Vidin
muhafızı Ali Paşa’ya bildirdim. Şehre
yaklaştığımızda Paşa’nın 50 kadar Enderun
Ağası ve Hazinedarı ile Kumandan Mehmet
Paşa’nın Divan Kâtibi, bizi karşılayıp kale içinde
hazırlattıkları konağa götürdüler. Ertesi günü
İstanbul’daki Prusya elçisi tarafından
maiyetimize verilen bir Prusyalı ile tercümanımız
karşı kalafata gönderilip Avusturya’dan geçerek
Prusya’ya gitmek istediğimizi bildirdik.
Nemçeliler maiyetimize on nefer adamlarını
verip kalafattaki Macar kaptanına emir
yollamışlar. Kaptan gerekli arabaları ve
beygirleri hazırlatmış, bunun üzerine, önden
ağırlıklarımızı geçirip birkaç saat sonra kendimiz
Vidin muhafızlarına mahsus kayık ile karşıya
geçtik.
Kalafat’tan Karayova’ya kadar köylerin çoğu
harap ve terk edilmiş olduğundan, ikinci
uğrağımız olan Cevri köyüne on saatte varmayı
kararlaştırmış iken, arabaya civar köylerden
getirdikleri sıska ve aç beygirleri koştuklarından,
akşama kadar konak yerimize varamadık. O gün
fazlaca kar yağıp öğleden sonra da şiddetli bir
rüzgâr çıktığından bir an önce menzilimize
ulaşmak için maiyetimizdeki atlılardan birini
yollayarak beş-on dinç beygir istedik.
Cevri köyü muhafızı, dokuz arabacı ve on
sekiz beygir yolladı. Gece saat 3’te konak
yerimize vardık. Bu köyden Karayova 10 saatlik
mesafe idi, lakin yollar çok çamurlu olduğundan
bir günde ulaşamayacağımız anlaşıldı. Oraya beş
saat mesafede harap bir köyde geceyi geçirerek
ertesi akşam varabildik. Hazırlanan konağa
indik.
Prusya’ya gitmek için mutlaka Nemçe
topraklarından geçmemiz gerektiğini
Viyana’daki Prusya elçisi düşünmüş,
İmparator’dan ruhsatname istemiş. İmparator,
yolda bize yetecek kadar akçe, araba ve beygir
verilip bizim selametle Prusya hududuna
iletilmemiz hususunu ilgililere emretmiş. Prusya
elçisi bu emrin bir suretini kurye ile bize iletti.
Karayova’ya vardığımızda Nemçeli bir
binbaşı gelip “hoş geldiniz” dedikten sonra:
“Nemçe topraklarından geçmek için
İstanbul’dan bir belgeniz var mı?” diye sordu.
Biz İstanbul’dan belgemiz olmadığını lakin
İmparatorun ruhsatnamesinin bir suretinin
olduğunu söyledik. Binbaşı bu belgeyi alıp
generale götürdü. Bu arada, kralın emri generale
de gelmiş. General Karayova’da beş-on gün
karantinada beklememiz gerektiğini bildirdi. Beş
gün geçmeden generalin bir adamı gelerek
İstanbul’da salgın hastalık olmadığını ve
karantina beklememiz gerekmediğini bildirdi.
Eflak sınırı İrşova’da son bulduğundan oraya
bizi götürecek araba bulmak ve yollarda
bulamayacağımız erzakı tedarik etmek için
Karayova’da bir gün daha kalıp, ertesi gün
maiyetimize verilen bir kaptanla yola çıktık. Ada
kalesine yaklaştığımızda muhafız general
tarafından bir Binbaşı gelip hatırımızı sorduktan
sonra menzil beygirlerinin İrşova’da
bulunduğunu ve bizi Tamşuvar’a iletmek için bir
kaptan tayin edildiğini bildirdi.
İrşova’da bir gece geçirdikten sonra kaptanın
rehberliğinde beş günde Tamşuvar Kalesi’ne
vardık. Buranın muhafızı İspanyol olduğundan
gurbete çıkanlara yardımı seven bir adamdı.
Bize konağına davet edip misafir severlik
göstererek gönlümüzü aldı.
General ile görüşüp günde sekiz saat yol
alarak gece konaklayacak bir yer bulunabileceği
ve sekiz saatten fazla gidilirse zahmet
çekileceğini öğrendik. Böylece günde sekiz saat
yol alarak 10 günde Budin’e varmayı
kararlaştırdık. Tamşuvar’dan çıkışımızın üçüncü
günü Konice’ye dördüncü günü Tise Nehri’ne
ulaştık. Bu nehri kayıkla geçip Sekedin
Kalesi’ne vardık. Bu kale tuğladan yapılmış,
cephanesi olmayan, terk edilmiş bir kale
olduğundan içinde muhafız olarak bir binbaşı ile
2.000 kadar işe yaramaz neferi vardı.
Eski Nemçe İmparatoru Jozef, Macarların
hürriyetlerini kaldırmış ve alışmadıkları
mükellefiyetler yüklemiş olduğundan yeni Kral
Leopol, halkın kırılmış gönlünü almaya gayret
ediyordu. Sekedin’e vardığımız gün halk yeni
imparatordan gördükleri iyiliğe teşekkür için
şehrin içinde ve dışında tüfek şenliği yapıyor,
davul ve zurnalarla ahenk ediyordu.
Macarların Devlet-i Aliye’ye meyilleri ve
sevgileri çok olduğundan bize ikram için büyük
bir ziyafet tertip ettiler. Biz bazı mazeretler ileri
sürerek gitmemek istediysek de fayda vermedi.
Şehrin bütün ileri gelenleri paytonları ile
konağımıza gelip: “Biz, Devlet-i Aliye’ye
gönülden bağlı dostlarız. Son Nemçe harbinde
Devlet-i Aliye’ye karşı hareketimiz bir
zorlamadan ileri gelmiştir. Yoksa biz Devlet-i
Aliye’nin ayrılmaz dostlarıyız.” diyerek davette
ısrar ettiler. Biz de çaresiz daveti kabul edip,
kendi mutfağımızdan birkaç türlü yemek
hazırlatıp ziyafethanelerine vardık. Birkaç saat
eğlendikten sonra konağımıza döndük.
Ertesi sabah yola çıktık. Sabahın erken
saatinde Sekedinliler araba ve beygirleri
hazırladıkları gibi bütün şehrin ileri gelenleri
yanımıza gelip davetlerini kabul ettiğimizden
ötürü sevinçlerini bildirdiler. Şehir dışına kadar
bizi uğurladılar.
Sekedin’in beygirleri dinç ve kuvvetli
olduğundan bir günde dört konaklık yol alarak
Gecekmek kasabasına vardık. Buranın halkı da
Macar olduğundan Sekedinliler gibi bizi dostça
karşılayıp konağımıza götürdüler. Sohbet
esnasında eski harplerde Osmanlı ordusu
buralara gelince kasaba halkının hemen Devlet-i
Aliye’ye itaat ettiğini anlattılar. Hatta
hemşehrileri Başbuğ Süleyman Paşa’nın burasını
korumak için Kırım Hanı Saadet Giray’a bir
mektup verdiğini anlattılar ve bir kırmızı atlas
kese içinde sakladıkları bu mektubu bize
gösterdiler. Bu kasabada da bir gün kaldıktan ve
üç gün daha yol aldıktan sonra Budin şehrine
vardık.
Budin, Tuna’nın sağında ve solunda Peşte ve
Ofen adlı iki şehirden mürekkep, Boğaziçi
yalıları gibi Tuna kıyılarına yerleşmiş büyük bir
şehir olup kaplıcaları meşhurdur. Buraya
vardığımızda Macar Hükümdarı ve Nemçe
Mareşali Prens Bodurk tarafından bir Yarbay
gelip: “Mareşal dostunuz selam yolladı ve bizi
hizmetinize memur etti. Budin’de görüşmek için
bir gün kalmanızı rica ediyor.” dedi. Çaresiz
kabul ettik. Ertesi günü Mareşal’in gönderdiği
paytona binip konağına vardık. Bizi konağının
kapısında karşılayıp odasına götürdü. Tatlı ve
kahve ikram etti.
Budin’de iki gün dinlendikten sonra Holiç
kasabasına vardık. Burası Macaristan ile
Moravya sınırında güzel bir kasaba olup etrafı
bahçe ve saraylarla süslüdür. Holiç süslü
köprüler, güzel yollar ve korularla çevrili ferah
bir yer olduğundan Avusturya İmparatoru yılda
bir iki defa buraya gelip avlanırmış. Yolların
onarımı için gelip geçenlerden üç para almak
âdetleri olduğundan bizden de 120 para aldılar.
Buradan kalkıp Prusya sınırındaki Troblen
şehrine vardığımızda bir Prusyalı mabeyinci
gelip, “Mihmandarınız Laypzig kasabasında sizi
bekliyor.” dedi. Ertesi günü Tormiç köyüne
yaklaştığımızda mihmandarlığımıza tayin olunan
Binbaşı Rider, beş subay ve otuz kadar atlı ile
bizi karşıladı. Köyde hazırlattığı eve götürdü.
Kahvaltıdan sonra: “Kral cenapları selam
yolladı. Devletimiz arasında mevcut ittifakı
perçinlemek üzere memur edildiğinize ve öteden
beri tanıdığı sizin elçi olarak gönderildiğinize
çok sevindi. Berlin’de sizi bekliyor.” dedi.
Hazırladığı sekiz beygirli paytona bindirerek bizi
Laypzig’e götürdü.
Kasabanın giriş yeri ile konağımızın kapısı
yeşil çamlarla süslenmiş ve kale kapısının üstüne
şöyle yazılmıştı. “Misafir olarak uzakta olan
Devlet-i Aliye ile aramızdaki dostluktan dolayı
yakınlık hasıl oldu.” Hazırlanan konağımıza
vardığımızda, Silizya Süvari Başkumandanı
Ralof kasaba ileri gelenleri ile beraber
ziyaretimize gelip saygılarını sundu. Laypzig’te
bir gece kaldıktan sonra ertesi günü Tais
Kalesi’ne vardık. Oradan da üç gün yol alarak
Silizya’nın başkenti Drestin’e vardık.
Bu kale Öder nehri kıyısında olup hendekleri
su ile dolu, muhkem bir kaledir. Nüfusu 60.000
olup Lehistan sınırına yakın olduğundan tüccarı
çok ve halkı zengindir. Öder nehri üzerinde
işleyen kayıklar sayesinde her türlü meyve ve
sebze boldur. Burada birkaç gün dinlendikten
sonra, Noymark ve Parhoviç kasabalarından
geçerek Cligok Kalesi’ne vardık. Oradan da
Frankfurt’a ulaştık.
Bu şehir Öder nehri kıyısında olup karadan ve
denizden Baltık Denizi ile bağlantısı olduğundan
tüccarı çoktur. Senede iki-üç defa panayır
kurulur. Halkı zengindir. Burada iki gün
kaldıktan sonra Berlin’e üç saat mesafede
Köpenik köyüne ulaştık. Berlin’de oturacağımız
Konak henüz hazırlanmadığından burada birkaç
gün kalarak Berlin’e girmeye karar verdik.
Devleti-i Aliye’den Berlin’e 30 yıldan beri
elçi gelmediğinden halk kara kışa bakmayarak
kadın, erkek paytonlar ve beygirlerle bizi seyre
geldiler. Bu hâlde Köpenik’te birkaç gün
kaldıktan sonra yola çıkıp Berlin’e bir saat
mesafede Domliç çiftliğine vardık. Burada
eskiden İstanbul’da elçilik yapmış olan Musaviç
yedi-sekiz payton ile kralın iç oğlanları ve bir
miktar süvari askerle karşılayıp tatlı ve kahve
ikram ettikten sonra bizi krala mahsus altı
beygirlik paytona, yanımızdakileri de öteki
paytonlara yerleştirerek muhteşem bir alayla
Berlin şehrinin ortasından geçirip hazırlanan
konağa götürdüler. Kopenik’ten Berlin’e kadar
yolun iki tarafı seyircilerle dolu gibi şehirde
geçtiğimiz sokaklar ve pencerelerde öylesine
kalabalık vardı ki ancak dura dura yol
alabiliyorduk.
Berlin’e vardığımızın üçüncü günü başvekil
ile beşinci günü kralla görüşüp name-i
hümayunu ve sadrazam kaymakamının
mektubunu teslim etmeye karar verdik. Başvekil
ile görüşeceğimiz günden bir gün önce başvekil
yardımcısı gayr-ı resmî olarak konağına bizi
davet etti; tatlı ve kahve ikram ettikten sonra
memuriyetimizin mahiyetini sordu. Biz de
görevimiz ebedî olan Devlet-i Aliye ile Prusya
Devleti arasında imzalanmış olan ittifaka
tarafımızdan kusursuz olarak riayet olunacağını
ifade etmek ve müttefikleri harbe teşvik etmek
üzere görevlendirildiğimizi bildirdik.
Kararlaştırılan günde, başvekil ile görüşmek
ve sadrazam kaymakamının mektubunu teslim
etmek üzere kuşluk vakti başvekilin hususi
paytonu ile davetçisi gelip bizi aldı. Başvekil
konağına vardığımızda konsoliye dedikleri
muteber adamları bizi merdiven başında
karşılayıp başvekilin odasına getirdiler. Başvekil
ayaktaydı. Yanına yaklaştık ve: “Hâlen
İstanbul’da sadaret kaymakamı bulunan
devletlü, saadetlü Mustafa Paşa Efendimizin siz
rağbetlü, rütbetlü Prusya Başvekili dostuna yüce
mektubudur.” diyerek elimizdeki mektubu
teslim ettik.
Başvekil: “Devlet-i Aliye’nin Prusya Kralı’na
olan dostluğunu perçinlemek üzere name-i
hümayun ile elçi göndermesi kralımız için iftihar
vesilesi olmuştur.” dedi. Hazırlanan koltuklara
oturduk. Yolculuğumuz üzerine konuştuk.
Birbirimizi evvelden tanıdığımız için başvekil
bizim elçi olarak gönderildiğimize çok
sevindiğini bildirdi.
İkinci günü başvekil yardımcısı evinde tertip
ettiği ziyafete davet etti. Onunla da dostluk
havası içinde görüştük. Ertesi günü name-i
hümayunu resmen krala teslim etmek üzere
Museviç kralın altı beygirli paytonu silahşorleri,
çuhadarları, kırk-elli askeri ile geldi. Name-i
hümayuna saygı için divan kâtibimizi ve
padişahımızın hediyelerini taşıyan kethüdamızı,
bir paytona bizi de tercümanımızla birlikte başka
bir paytona bindirip, name-i hümayun önde biz
arkada yola düzülerek kral sarayına vardık.
Mihmandarımız Binbaşı Rider saray kapısında
önümüze düşüp, kralın bulunduğu odaya bitişik
bir divanhaneye vardık. Burada çeyrek saat
dinledikten sonra teşrifatçı gelip, Kral odasının
kapısını açarak bizi ve tercümanımızı içeri aldı.
Kral odanın sonunda yarım arşın
yüksekliğinde Acem halısı ile süslü bir sofa
üzerine konmuş koltuğunun önünde ayakta
duruyordu. Biz sofanın önüne yaklaşarak:
“Şevketlü, mahabetlü, kudretlü Âl-i Osman
padişahından Prusya Kralı Hazretlerine name-i
hümayunları ve hediyeleridir.” diyerek name-i
hümayunu kâtibimizin elinden alıp üç defa öpüp
başımıza koyduktan sonra krala uzattık. Kral
koltuğundan birkaç adım ileri gelip, bizi
karşıladı. Başvekiline işaretle name-i hümayunu
elimizden alıp koltuk üzerine koydu.
Başvekil, Kral adına şevketlü padişahımızın
gösterdiği dostluğa minnettar olduklarını, özel
elçi ve hediye-i hümayun göndermelerinin kral
nezdinde çok değerli ve samimiyete delil
olduğunu ve kralın da bu dostluğu korumak için
bütün gayretini harcayacağını bildirdi. Bu suretle
merasim son bulduğundan gelişimizdeki usul
üzere konağımıza döndük.
Kralın, başka devletlerden gelen elçilere
ziyafet vermesi âdet değil iken, Devlet-i
Aliye’ye saygı olarak o gün Kral tarafından
konağımızda muhteşem bir ziyafet tertip edildi.
Ertesi gün resmî olmayarak veliaht ve öteki
prensler bizi konaklarına davet ettiler.
Memuriyetimiz gereğince Berlin’de on bir ay
kalmamız gerektiğinden bizi eğlendirmek için
kış günlerinde, şehir içinde ve Kral sarayında
“balo” tabir ettikleri toplantılarına ve “opera”
dedikleri hayalhanelerine, yaz günlerinde şehir
dışındaki bahçelerine davet ettiler.
Vaktimiz tamam olunca geri dönmeye mezun
olduğumuz haberi Başvekil’e bildirilmiş
olduğundan 1792 yılı ocağın 26. günü Kral bizi
sarayına davet edip, cevap namesini verdi. Yol
erzakını tedarik için on beş gün kaldıktan sonra
yola çıktık. Kış şiddetli olduğundan Saksonya,
Bohemya ve Viyana üzerinden gitmemiz
gerekti.
İlk olarak Saksonya’nın başkenti Dresten
şehrine vardık. Avrupa’nın garip âdetlerindendir
ki hatırı sayılır bir yabancı şehirlerine
geldiğinde, seyre değer yerleri göstermeği pek
isterler ve müsafire ikram ile övünürler.
Dresten’de kaldığımız günlerin birinde, Hersek
halkından “Markolini” isimli birisi Hersekliler
adına hoş geldiniz demek için bizi sarayında bir
ziyafete davet etti. Şurası da gariptir ki
Dresten’de ve Nemçe’nin büyük şehirlerinde
bizi muhafaza için tayin ettikleri subayların ve
askerlerin yemek parasını bize ödettiler.
Devlet-i Aliye’den Saksonya’ya o zamana
kadar kimse gitmemiş olduğundan bizi görmek
için kadın-erkek olduğumuz yere hücum edip,
çok sıkıntı verdiklerinden muhafızımız bunları
nöbetle odamıza sokardı. Bazısı da zorla girerdi.
Dresten’de üç gün kaldıktan sonra Bohemya’nın
başkenti Prag’a vardık. Burası Moldava nehri
üzerinde metin bir kale olup, bağ ve bahçesi
çoktur. Nehrin üstündeki taş köprünün benzeri
Avrupa’da yoktur. Prag’da konağımıza
vardığımızda büyük meydanı kadın ve
erkeklerle dolu idi. Burada bir gün istirahattan
sonra yola çıkıp Bukoviç kasabasına, on iki gün
sonra Viyana’ya vardık.
Sultan Birinci Abdülhamit’in tahta çıkmasında
gönderilmiş olan Kabakulakzâde Süleyman
Bey’den sonra Viyana’ya Osmanlı elçisi
gelmemiş ve yeni tayin edilen Ratip Bey de
henüz varmamış olduğundan halk kalabalığı pek
fazla idi. Burada rahat edemeyeceğimizi
anlayarak şehrin içine girmeyip, iki saat
mesafede Şvayhat kasabasına indik. Orada bir-
iki gün kaldıktan sonra Tamışvar, Budin ve Erdil
şehirlerinden geçip Bükreş’e ve Tuna sahili
üzerinden Tutragan Hezargrad, Şumnu,
Kırklareli, Çorlu ve Silivri’ye uğrayarak mart
ayının 31. günü cumartesi (Şaban ayının 7. günü
cuma) selametle İstanbul’a ulaştık.
Ek: Yabancı diyarları gezenlerin, gördükleri
ve öğrendikleri şeyleri yazmaları, yolculuğun
faydalarından olduğundan, ben de memur
olduğum Prusya Devleti ahvaline dair,
gördüklerimi okuyucularıma yadigâr bırakmak
arzusunu duydum.
Devlet Adamlarının ve Şehirlerin Durumları

Prusya’nın bir başvekilli ve onun muavini ve


maiyetlerinde kâtipleri olduktan başka malî,
ticarî, gümrük, darphane, harp mühimmatı, asker
aylıkları gibi hususlara bakmak üzere bakan
unvanı ile memurları vardır. Bunlar doğrulukla
ve sadakatle tanınmış ve çocukluklarından
itibaren bu işler için yetiştirilmiş adamlardır.
Herkes hâl ve şanına göre hazineden aylık alır,
kimseden rüşvet ve hediye kabul edilmez.
Malî işlere bakanlar, yıl sonunda
hizmetlerinin muhasebesini görerek, krala
sunarlar. Başkalarının işlerine karışmazlar.
Aşikâr suçları olmadıkça rütbeleri
düşürülmeyerek evlerinde oturmaya memur
edilirler. Lüzumsuz yere devlet ricalinin sayısı
artırılmaz. Süslü elbise ve pahalı kürk giymezler.
Başvekillerinin on beş kadar hademesi, ileri
gelenlerinde hallerine göre üç-beş aylıklı
adamları olup lüzumsuz adam kullanmazlar.
Halka işkence edip, hâkimleri taciz etmezler.
Memurlar hazineden maaş alırlar, halkın işini
görme karşılığında ikramiye ve hediye almazlar.
Halk memur, kâtip, asker, tüccar, çiftçi olup
herkesin hangi meslekten olduğu kıyafetinden
belli olur. Boşta gezeni ve işsizleri yoktur. Fakir,
sakat ve ihtiyarlar için özel yerleri olduğundan
şehrin içinde başıboş ve dilenci görülmez.
Prusya kuzeyin soğuk memleketlerindendir.
İpek, kahve ve şekerden gayrı yabancı malı ithal
etmemeye gayret ederler. Paranın memlekette
kalması için Berlin’de çuha, bez, kumaş, atlas,
kadife, porselen eşya imalathaneleri vardır. Bu
gibi eşyadan ithal edilenler üzerinden %30
gümrük vergisi alınır. Başvekilin gayreti ile
birkaç yıl içinde birçok dut ağacı yetiştirilmiş ve
halkın muhtaç olduğu ipeğin 1/4’ü elde
edilmiştir.
Menzilhanelerin durumu

Kimse halka zulüm etmeye cesaret etmediğinden


Nemçe ve Prusya halkı rahat yaşar. Bir saatlik
yolda üç-beş köy bulunur. Yolcunun zahmet
çekmemesi için her dört saatlik mesafede bir
menzilhane ve her menzilhanede on beş-yirmi at
ve menzil arabası bulunur. Yollar düzgün
olduğundan bir ulak bir saatte yeni bir
menzilhaneye ulaşabilir. Her menzilde
değiştirecek atlar bulunur. İki konak arası
beygirin ücreti ve sürücü ücreti de bir kuruştur.
Menzilhaneler Kral tarafından aylıklı bir
mutemede verilmiş olup menzil gelirlerinin
masraftan arta kalan kısmı kral hazinesine
yatırılır.
Hazinenin durumu

Eski Kral, akıllı ve tedbirli bir adam olduğundan,


memleket idaresine dair bıraktığı vasiyetnamede,
yurdun hazinesi olan ziraatı geliştirecek
tedbirleri tavsiye etmiş, küçük sanatları teşvik
etmiştir. Memlekette işsiz adam bırakmamak,
ihtiyaç maddelerini dışarıdan getirmeyip
memleket içinde yetiştirmek, çiftçilerden öküzü
ölene, zahiresi kalmayana yardım etmek,
topraksızları mamur yerlere yerleştirmek,
zahireyi çiftçinin elinden zorla almayıp dilediği
fiyata satmasına imkân vermek, hatır için
nizamları bozmamak hususlarını tavsiye etmiştir.
Bu tavsiye tutulursa yurdun mamur olacağını,
kimsenin parasız kalmayacağını bildirmiştir.
Nizam bozulursa herkes kendi havasına düşer,
fesat artar, namusluların rahatı kaçar, başıboşlar
çoğalır, devlet hazinesi ne kadar zengin olsa
bunu karşılayamaz. Şimdiki hâlde Prusya
Devleti’nin yıllık geliri 80.000 kese akçe olup
bunun 45.000 kesesi askerî masraflara, 23.000
kesesi kral ve bakanlarının aylıklarına, 12.000
kesesi harpler için yedek para olarak ayrılır.

Halkın ve ordunun durumu

Prusya köylerinin bir kısmı, kralın malikânesi,


bir kısmı tımar ve zeamet gibi halkın mülkü
olup, halk ev başına bir vergi ve öşür
karşılığında devlete yılda 40 kuruş öder. Takati
olmayanlar 20 veya 10 kuruş verir. Halk haftada
üç gün kendi köyündeki devlet topraklarında
çalışır ya da 40 kuruş vergi öder. Bundan fazla
kimseden bir şey istenmez. Herkes kendi işi ile
uğraşır. Şehrin kapısından içeriye her ne girerse
baç namı ile bir vergi alınır.
Harplerde sarf olunmak üzere, barış
zamanında zahire depo edilir. Bu depo 200.000
askere üç sene yetecek miktardadır. Kıtlık
yıllarında bu zahirenin bir kısmı kullanılırsa da
bolluk yıllarında eksik tamamlanır.
Prusya Devleti’nin 220.000 muntazam askeri
vardır. Buna ilaveten üç gün içinde hudutlara
yollanabilecek yerli ve yabancı 130.000 piyade,
60.000 süvari ve 12.000 topçusu vardır. Barış
zamanında yerli asker üç bölük olup, bunlara
senede dokuz ay iş ve güçleri ile uğraşmak için
izin verilir. Bu müddet içinde ulûfeleri verilmez.
Kış ve yaz sabah vakti kumandanlar emrinde
iki-üç saat harp talimleri yaparlar. Askerin
gündeliği dört para ve yarım okka ekmek olup,
harp vaktinde haftada üç gün et verilir. Senede
iki kat elbise dağıtılır. Talim ve manevra
esnasında konuşmak yasaktır.
Harp Avrupa’da bir sanat hâline gelmiştir.
Hangi kralın askerî harp fenninde mahir ise
zaferi o kazanır, şimdiki hâlde en mahir asker
Prusya askeridir. Başka memleketler harp
sanatını Prusyalılardan öğrenmektedir.
Kalelerdeki askerler rahata alışmasınlar diye, ara
sıra başka kalelere gönderilirler. Her alayın
ikmali belli bir şehirden yapılır. Üç oğlu olan
ailenin çocuklarından birisi askere alınır.

Harp Araçları
Prusya kalelerindeki top, mühimmat ve
cephaneden başka, Berlin’de iki katı cephanelik
bulunur. Burada top, havan, humbara, tüfek,
kılıç ve tabanca depo edilir. Hepsi temiz bir
hâlde istif edilir. Burada üç orduya yetecek
kadar araç vardır. Her alayın burada özel bir
ambarı bulunur.
Bu bilgileri vermekten maksadım, Devlet-i
Aliye’de milletleri çökerten, süs, gösteriş,
saltanat gibi şeylerin önlenmesi ve asıl hazine
olan halkın, refah sebeplerinin hazırlanması
mesleklerin nizama bağlanması, devlet
adamlarının isabetle seçilmesi bunların
muntazam maaşa bağlanması, kusursuz
kimsenin azledilmemesi, hatır ve gönül için
ehliyetsizlere rütbe verilmemesi, devletin ruhu
mesabesinde olan askerin özellikle topçu ve
kalyoncu neferlerinin, kış yaz, talim ettirilmeleri
hususlarına dikkat çekmektir. Bunlar yapılırsa,
Allah’ın izniyle Devlet-i Aliye bütün
düşmanlarına galebe çalar.
Orduyu hümayunun İstanbul’a Dönüşü ve
Kıyafet Nizamı

Serdar-ı Ekrem Rumeli’nin durumunu tanzim


için bir müddet Edirne’de kaldıktan sonra çıkan
irade üzerine martta (Recebin sonunda) yola
çakarak, nisanın ikinci pazar günü
Küçükçekmece ile İncirli arasında Uzun Köprü
sahrasında çadır kurmuş, ertesi günü büyük
alayla yola çıkarak, Davutpaşa yakınlarında,
padişaha sancak-ı şerifi teslim etmiştir. Padişah,
Serdar-ı Ekremi taltif etmiş ve atına binerek
sarayına dönmüştür.
Harp sona erdikten sonra ıslahata girişmek
kararlaştırılmış olduğundan, önce kıyafet nizamı
kurulmuştur. Hayli zamandan beri devlet işleri
gibi kıyafetlerde ihmale uğramış, vezirlere
mahsus olan kürk, elmas yüzük, hançer, bıçak
taşımak hususunda halk tabakaları arasında fark
kalmamış, hademe ve esnaf da bunları kullanır
olmuş, elmaslı olmayan hademe küçümsenir
olmuştu. Herkes, kudreti yetsin yetmesin, bu
süslere düşkünlük gösteriyordu. Bu da
nicelerinin rüşvete sürüklenmesine yol açıyor,
kumaşlar için Hindistan’a ve Frengistan’a büyük
paralar gidiyordu. Bunlara bir nizam verildi.
Buna göre:
Devlet-i Aliye’de adamlarının erkân kürkü
giyenlerinden başka hatip, hademe, esnaf
gibileri, samur, kakım, vaşak, şal kuşak, Hint
elbisesi, çiçekli kumaş kullanamayacaklar.
Ulemadan İstanbul payeli ve Divan-ı Hümayun
hocalarından Defterdar ve kapıcı başından
başkası biniş cübbe giyemeyecekler, mücevher
elmas, yüzük ve elmas hançeri takamayacaklar.
Kadınlar, İngiliz ve Ankara şalından ferace
giyemeyeceklerdi. Velhâsıl herkes haddinden
aşırı israftan çekilecekti.
Her sene ramazanda Enderun-i Hümayun’a
sunulan bayramlık hediyeler, ulema, sadrazam,
kethüda, defterdar, Reis Efendi tarafından
padişaha verile gelmekte olan bohça, çok
masraflı ve normal maaşla karşılanamaz
olduklarından, nice kimseler rüşvete
sürükleniyordu. Bunlar yasak edildi.
Sadrazamlara verilen caizeler, muhafaza edildi,
vilayetlerin caizleri azaldı.

Rusya ve Nemçe ile Yapılan Harplerin


Tahlili

Bu harplerin açılmasına İngiltere ve Rusya sebep


olmuştur. Şöyle ki: Rusların Baltık denizinde ve
Karadeniz’de kuvvetlenmeleri bütün denizleri
benimsemiş olan İngilizleri telaşlandırmıştı.
Amerika meselesinden dolayı patlak veren deniz
harbinde, Rus imparatoriçesi Katerina bazı
denizci devletlerle ittifak ettiğinden buna
İngilizler alınmış, Katerina’nın Nemçe
imparatoru Jozef ile ittifak yapması, Alman
hükümdarlarının emniyetini sarsmıştı. Bu
yüzden Prusya kralı Frederik bütün Alman
krallarını birleşmeye davet etmiş Hanovra
hanedanından olan İngiliz kralı bu davete icabet
etmiş Rusya ve Nemçe’ye karşı Berlin’de bir
ittifak yapılmıştı.
Bu hâl, Katerina’nın öfkelenmesine sebep
olmuştu. Katerina ile Jozef’in birleşerek Devlet-i
Aliye’ye tecavüz edeceklerini İngiltere sezmiş
ve Prusya ile beraber, türlü vaatlerle Devlet-i
Aliye’yi ve İsveç’i harbe teşvike başlamıştır.
Sadrazam Yusuf Paşa böyle politikaları
anlayacak biri değildi. Kırım’ı almak sevdasına
da düştüğünden Rusya’ya harp açmıştı.
İsveçliler de Ruslardan öç almak fırsatı geldi
diye Rusya’ya saldırmışlardı. Jozef, Ruslarla
yaptığı antlaşma gereğince Devlet-i Aliye’ye
karşı harekete geçti. Devlet-i Aliye bütün
vaatlere rağmen İsveç kralından başka kimseden
yardım görmedi.
Ruslar, bazı kaleleri aldıktan sonra Avrupa
devletleri, Devlet-i Aliye’yi barış yapmaya
teşvike başlamışlardı. İsveç kralı ise harbe
devamı telkin ediyordu. Prusya, Lehistan’ın
paylaşılmasından büyükçe bir pay almak için bu
durumdan faydalanmak kararında idi. Yeni tahta
çıkan Sultan III. Selim de Rusya’ya bir kere
olsun galip gelmek istiyordu. Onun için harbin
devamını istiyordu. Bu sebeple önce İsveç’le
sonra Prusya ile ittifak yaptı. Oysa para ve zahire
kıttı. Taraf taraf bozgunlara uğruyorduk.
Fransız İhtilali patlak vermiş, bunun
kıvılcımlan her tarafa yayılmaya başlamıştı.
Avrupa devletleri bu gaileyi bertaraf etmek için
yeni bir politika gütmeye başlamışlardı. İsveç
bile kadim dostu Fransa aleyhine öteki
devletlerle beraber harp açmıştı. Böylece Rusya
aleyhine geniş bir ittifak meydana getirmek
imkânsız olmuştu. Fakat Ruslar da emellerine
kavuşamamışlardı.
Tersane Nizamı

Sultan III. Selim’in donanmaya hizmeti çoktur.


Ordu Rus seferinden döndükten sonra padişah,
bir taraftan kanunların yenilenmesiyle
uğraşırken, tersane işlerinde de itina ediyordu.
Bu maksatla harp gemileri, küçük ve büyük
olmak üzere iki gruba ayrılmış kaptanlar,
ehliyetlerine göre, kalyon, fırkateyn ve şahtiye
sınıflarına ayrılmış, aylıkları önemli derecede
artırılmış ve tayinleri yeni bir esasa bağlanmıştır.
Bu yeni esasa göre bir kaptanlık münhal
olduğunda Kaptan Paşa Bâb-ı Âli’ye takrir
vererek bilgili maharetli cesur ve sadakatli bir
adayı önerecek ve bu aday hükûmetçe tayin
edilecekti, Tayinlerde yalnız liyakate bakılacak,
iltimas ve rica dikkate alınmayacaktı.
Kaptanların hiçbirisinden caize namı ile hediye
ve rüşvet alınmayacaktı. Boş kadrolar artırma ile
satılmayacaktı. Eşit şartlarda kaptan çocukları
tercih edilecekti.

Tımar ve Zeamet Kanununun Yenilenmesi

Sultan Birinci Abdülhamid’in ilk saltanat


yıllarında tımar ve zeamet için yeni bir kanun
çıkarılmasına itina edilmediğinden zeamet işleri
eskisinden de bozuk bir duruma düşmüştü.
Talimle asker hazırlanması çok mühim ise de
devletin gideri gelirinden fazla olduğundan,
önce yeni gelir kaynakları aramak gerekiyordu.
Yeni icaplara göre bir kanun kaleme alındı.
Harplere katılmayan ne kadar zeamet ve tımar
sahibi varsa, bunların hepsinden zeamet ve
tımarlar geri alınacak ve sancak altına gelecek
yeni şahıslara verilecekti. Yeni zeamet ve
tımarlar alay beylerinin önerisi ile dağıtılacaktı.

Rüus İmtihanı

Haziranın 30. günü rüus imtihanı açıldı ve şu


cümlenin tefsiri istendi. “Yazıda belagat hâlin
icaplarına uymaktır.” Bu imtihanda yüksek
derecede başarı gösterenler, Gelibolulu Ahmet
Efendi ve Musannif Efendi, Harputlu Hasan
Efendi, Erzincanlı Mehmet Efendi, Çarşambalı
Sait Efendi, Büyük Dede Emin Efendi idi.
Özellikle bu Emin Efendi’nin şöhreti, mesel
hâline gelmiş ve bütün çağdaşlarının seviyesini
aşmıştı. İmtihanları başaramayanların boynu
bükülmüştü.
Rüus imtihanlarının, şeyhülislâmların
değişmesine sebep olacağı hakkında bir inanış
vardı. Tesadüfen bu defa da öyle oldu.
Şeyhülislâm Mehmet Mekki Efendi azledilerek
yerine, Dürrîzâde Ârif Efendi getirildi. Vaktiyle
ilmiye tarikinin kanunları pek sağlam ve sıkı
uygulanırken, zamanla bu da bozulmuş, hocalık
mesleğinin izzeti ve şerefi kaybolmuştur. Elde
kala kala yalnız bir imtihan usulü kalmıştır. Bu
imtihan sayesinde, bazı fazıl adamlar
yetişebilmiştir.

ALTINCI KISIM
1792-1793 SENESİ OLAYLARI

Islahat Raporlarının Hazırlanması

Osmanlı askerinin bir hayli zamandan beri


sürekli olarak gösterdiği perişanlık, devlet
erkânını endişelendiriyordu. Muntazam ve
talimli askere olan ihtiyaç kendini
hissettiriyordu. Şimdiye kadar böyle muntazam
asker tertibine şartlar elverişli olmamıştı. Gerçi
Birinci Abdülhamit zamanında sürat topçuları
artırılmış ve ayrı ocak hâline getirilmişse de asıl
topçu ocağında bulanan bozgunculuk ruhu,
sürat topçularına da sirayet etmişti. Bu meyanda
Halil Hamit Paşa ehliyetsizlerin ilerlemesini
durdurarak Yeniçeri Ocağı’nın ıslahına teşebbüs
etmişse de bu yüzden başı belaya girmişti.
Osmanlı askerinin durumu böyle iken Rusya
ve Nemçe’ye karşı savaş açılmıştı. Seferin
başında yeniçeriler ve süvari bölükleri isyan
hâlinde idiler. Eyalet askeri de işe yaramıyordu.
Düşman askeri ise talimli ve muntazam
olduğundan, Osmanlı ordusu bozgundan
bozguna sürükleniyordu.
Bu devrede, bahriye mektebi açılarak,
denizcilik ilminin öğretilmesine gayret edilmiş
ise de fiili bir sonuç alınamadı. Rusya, kısa
zamanda muntazam bir donanma tedarik etmiş
olduğundan, Devlet-i Aliye donanması sayıca
üstün olduğu hâlde, Rus donanmasını
yenemiyordu. Rusların Baltık filosu Akdeniz’e
inmiş olsaydı, Osmanlı şehirlerini büyük hasara
uğratabilirdi.
Devlet-i Aliye, coğrafî durumuna göre kara
kuvveti ile yetinmeyip muntazaman bir
donanmaya da sahip olmak zorunda idi.
Bozgunlar herkesi kara kara düşündürüyor ve
nizamî asker tertibinden başka çare olmadığı
görülüyordu.
Koca Yusuf Paşa ikinci defa sadrazam
olduğunda, Yeniçeri subayları ile ordunun
durumunu görüşürken, hepsi birden şu cevabı
vermişlerdi: “Biz bu defa 120 bin kişiden fazla
iken, sekiz bin Moskof askeri Tuna’yı geçti ve
bize saldırdı. Düşmanın nizamlı asker
karşısında, biz yeni harp usullerini ve tekniğini
bilmediğimizden tutunamadık. Bu yüzden zafer
yüzü göremiyoruz.”
Herkes muntazam asker tertibinin önemini
kavramış görünüyordu. Fakat bozuk olan yalnız
askerî idare değildi. Mülkî idare de berbattı. Bu
bozuk mülkî idare ile muntazam bir ordu
kurulmasına imkân yoktu. Çünkü devlet işleri,
saatin çarkları gibi birbirine bağlıdır. Bir çarkın
bozulması öteki çarkın da durmasına sebep olur.
Şu var ki bir devletin mevcut sisteminin
yenilenmesi, yeni bir sistem kurmaktan daha
zordu.
III. Selim tahta çıkınca, devlet ileri
gelenlerinden ıslahat raporu hazırlamalarını
istedi. Bu emir üzerine devlet ileri gelenleri
milletin kurtulması ve yüceltilmesi hususunda
düşüncelerini birer rapor hâlinde padişaha
sundular. Yusuf Paşa da bir layiha hazırlamıştı.
Bu sırada Sadrazam Yusuf Paşa
azlolduğundan bu layihalar Melek Paşa’nın
sadaretinde incelenmeye başlandı. Birinci
madde, talimli asker hazırlamaktı. Oysa devletin
muvazzaf askeri olan yeniçerililer itaate alışkın
değillerdi. Talime çıkarılmaları imkânsızdı. Maaş
beratlarının çoğu askerliğe elverişli olmayan
başıbozukların elinde idi. Bu beratların hepsini
birden geri almak mümkün görünmüyordu.
Yeniçeri Ocağı’nı olduğu gibi muhafaza edip
ayrıca talimli asker yazmak hazinenin
kaldıramayacağı bir yük olacaktı ve yeni gelirler
aranması gerekecekti.
Ayrıca o vakitler Avrupa memleketlerinde
okutulan harp tekniğine dair kitaplar, Türkçeye
çevrilmiş değildi. Ordunun eğitimi ve yeniden
düzenlenmesi konusunda o zamanlarda
İstanbul’da nazarî bilgisi olan dahi yoktu.

Islahat Raporlarının Özetleri

Sultan III. Selim’in isteği üzerine, kendisine


ıslahat raporları sunulmuştu. Sultan, bu layihaları
teker teker ve inceden inceye okuduktan sonra
özetlerinin çıkarılmasını emretmişti. Bu raporları
sunanlar ve özetleri:
1) Koca Yusuf Paşa (iki defa sadrazam
olmuştur) layihasında: Münasip mahallere
Tophane ve kumbarahane yapılmalı. Anadolu ve
Rumeli halkından bu ocaklara adam derlenip
topçuluk ve kumbaracılık öğretilmeli. Ve hiç
olmazsa askerin üçte biri modern talim ile
yetiştirilmeli.
Anadolu’da iki-üç oğlu olanlardan birisi
derlenerek valiler maiyetinde “tüfekçi” namıyla
kaydolunmalı. Bunlar vergiden muaf tutulmalı.
On nefere bir onbaşı, on onbaşıya bir yüzbaşı,
üç yüz nefere bir yüzbaşı, bin nefere bir binbaşı
tayin edilmeli. Haftada iki gün talim yaptırılmalı.
Üç ayda bir kere teftiş yapılarak ölenlerin yerine
yeni nefer alınmalı. İki yüz nefer nöbetle vali
konağında bulundurulmalı.
Yeniçerilik iddia edenler İstanbul’a gelip
kışlaya girmeli. Bu suretle bunların birçoğundan
kurtulunmuş olur. Esas Yeniçeri Ocağı için ise
yine eskisi gibi acemi oğlanlar derlenmeli. Vezir
konaklarında Yeniçeri kullanılmamalı. Lakin
gayrimüslim çocukların zorla toplanması artık
elverişli görülmediğinden Müslüman çocukları
toplanmalı.
2) Tatarcık Abdullah Efendi: Rumeli
kazaskeridir. Zamanın en üstün bilginlerindendi,
en meşhur layihayı yazandır. Layihası, dokuz
bend ve bir son kısım ihtiva eder.
Birinci bend, askerî ıslahat: Yeniçeri Ocağı’na
Sultan Süleyman zamanındaki kanunların
ciddiyetle tatbiki neticesinde yeni usul talim
terbiyeye itina edilmeli ve her ortadan üçer yüz
nefer ayrılarak, ateşli silahların kullanılması
öğretilmelidir. Her ortaya seri ateşli üçer top, her
bir topa “süratçi” namıyla onar nefer tahsis
edilmeli. Sultan Mustafa zamanında ordumuza
getirilen Toth gibi, Avrupa’dan topçulukta mahir
hocalar getirilmeli. Taşralarda küçük askerî
nüveler kurulmalı ve bunlara iyi maaş verilmeli.
İkinci bend, ilim kariyerinin ıslahı. Bu hususta
diyor ki: “Hocalıklar ve kadılıklar artık satın
alınamamalı. Ancak imtihanla ehliyetli olanlara
verilmelidir. Padişah iradesi çıkmadıkça hariç
medresesi şahadetnamesi verilmemelidir.
Büyüklerin çocuklarına geçimleri için hocalık
payesi verilmemeli, bunları başka geçimler
temin etmelidir. Kadılık müessesesinin ilim
kariyerinin de bozuk olduğu ileri sürülmektedir.
Kadı olacaklar alenî temizlenmelidir.”
denilmektedir.
Üçüncü bendi, malî hususlara, sikkenin
ıslahına dairdir. Tatarcık Abdullah Efendi, Sikke
hususunda geniş izahat vermektedir.
Dördüncü bend, altmış seneden beri
padişahların İstanbul’da oturduklarını ve sefere
çıkmadıklarını ileri sürmekte ve büyüklerin
saray debdebelerine kapıldıklarını söylemekte,
padişahların devamlı İstanbul’da oturmayıp
memleketi dolaşmaları ve sefere çıkmaları
istenmektedir. Layiha bu şekilde devam
etmektedir.
3) Kazasker Veli Efendizâde Emir Efendi:
İlmi ve servetiyle de ünlüdür.
4) Kazasker Salih Efendizâde Aşır Efendi.
5) Defterdar Şerif Efendi: Layihası
manzumdur. Defterdar Şerif Efendi yine
para meselesine değiniyor. Mukataaların
ıslahı, Kırım’ın fethedilmesi vezir
mukataalarının azaltılması. İleri gelenlerin
yanında bulunan gümüş ve altın eşyanın
hükûmete verilerek eritilip para basılması
tavsiye ediliyor.
6) Çavuşbaşı Raşit Efendi: Reisülküttaptı
(dışişleri bakanı). Çavuşbaşı Reşit Efendi
layihasında; Yeniçeri Ocağı’na girenlerin
hamallık, manavlık gibi esnaflık
yapmalarının yasaklanması, askere
üniforma giydirilmesi, bilgili öğretmenler
tayini, aralıklı olarak talim yaptırılması
istenmektedir. Raşit Efendi layihasında,
düşük ayarlı para basmanın aleyhinde
bulunmaktadır.
7) Abdullah Berri Efendi: Ruslarla barış
anlaşmasını müzakere edendir. Abdullah
Berri Efendi, Yeniçeri ocaklarının eski
kanunlara göre ıslahını istiyor.
8) Vezir Hakkı Paşa: Hakkı Bey’in
layihasında; Vüzera konağında kullanılan
ve delil diye isimlendirilen bir nevi süvari
askerinin ilga edilmesi talep edilmektedir.
Bunların işsiz güçsüz kaldıkları, fukaraya
zulmettikleri ileri sürülmektedir.
9) Tersane Emini Moralı Osman Efendi.
10) Sadaret Kaymakamı Mustafa Reşit Efendi:
Diğer adı “Kör Kâhya.”
11) Muhasibi evvel Hacı İbrahim Efendi.
12) Rasih Mustafa Efendi: Rusya’ya
büyükelçi gönderilmiştir. Raporunda,
düşman ne silah yapıyorsa bizde de aynı
yapılmalıdır. Bu maksatla ecnebî kitaplar
tercüme edilmeli, yeniden askerî birlikler
kurulmalıdır.
13) Tarihçi Enverî Efendi.
14) Lala Mustafa Efendi: Yeniçeri Ocağı’nı
ancak Yeniçeri Ağası ıslah etmeli diyor.
15) Ali Raik Efendi: Yeniliklerin reaksiyon
yaratacağını, fesadı artıracağını, onun için
tedricen tatbik edilmesini ileri sürüyor.
16) Mabeyinci Mustafa İffet Bey: Devletin hiç
olmazsa yüzbin talimli askeri olmasını
istiyor.
17) Tezkeretülevvel Firuz Efendi.
18) Beylikçi Suni Efendi.
19) Halil Hamit Paşa: Takririnde köhne
Yeniçeri Ocağı’na yeni nizamların tatbik
edilemeyeceği, nizamsızlık müzmin bir
hastalık hâline geldiğinden bunların
bütünüyle kaldırılmalarından başka bir çare
görmemektedir.
Layihaların diğer maddelerinde özetle şunlar
istenmektedir:
1. Asker genç, dinç ve sağlam olmalıdır.
Zayıf ve hasta olanlar bu meslekte fazla
dayanamazlar. Bu da tıp ve cerrahlığın
gelişmesiyle olur.
2. Erler ve subaylar talime tâbi tutulmalıdır.
Askerlik hizmetinde maharet sahibi
olunmalıdır.
3. Ordu erkânı harp ilimlerine vâkıf olmalıdır.
4. Başkumandan doğru, garazsız, hareketli ve
tedbirli olmalıdır. Kalbi metin, cesur,
natıkalı olmalıdır. Askerin manevî
kuvvetini ayakta tutmalıdır ve disipline
hâkim olmalıdır. Nitekim Montekokoli,
Osmanlı İmparatorluğuna dair yazdığı
raporda eski devrin başarılarını iki faktöre
irca eder:
a - Din duygusu başta olmak üzere manevî
kuvvet. Osmanlı ordusunda bu
sebeplerin en kuvvetlisi din duygusudur.
b- Baş kumandanlara mutlak yetki
verilmesi.
5. Harp aletleri düşmanın kullandığından
daha gelişmiş olmalıdır. Bu, ancak maarifin
ve sanayinin ilerlemesiyle olur.
6. Devlet-i Aliye’nin ıslah tedbirlerinin esası,
lüzumlu yerden parayı esirgememek ve
lüzumsuzlardan tasarruf etmektir.
7. Civar devletlerin içişleri takip edilmelidir
ve devletler dengesinden faydalanılmalıdır.
Fakat bütün bunlar için ilmin ilerletilmesine
ihtiyaç gösteriliyordu. Sultan Selim’in de fikri bu
idi.

Nizam-ı Cedid Çalışmaları


Sultan III. Selim’in istişare toplantılarında, yeni
usul üzere yetiştirilecek asker konusunda
kararlar alınmıştı. Padişah, bu kararların
uygulamasına büyük önem veriyordu. Sadrazam
Koca Yusuf Paşa, Avrupa harp sanatına vâkıf
birkaç kişiyi İstanbul’a getirtmişti. Bunun
üzerine hemen Levent çiftliğinde bir miktar yeni
asker tedarik edilerek yeni usul talimlere
başlatıldı. Hatta “Talimli Asker Nezareti”
namıyla bir bakanlık kurularak bu vazifeye
Mustafa Reşit Efendi getirildi.
Yeni askerin sayısı birkaç yüze varınca
padişah talimleri görmeye gitti. Askerin silah
kullanmadaki maharetini ve süratini, tek vücut
gibi hareket ettiklerini görerek çok sevindi.
Fakat Nizam-ı Cedid askeri yazılmak üzere
Yeniçeri Ocağı’ndan nefer istenildiğinde
yeniçeriler yan çizdiler. Bunun üzerine Sultan
Selim yeni askerin müstakil bir ocak olarak
tertibini emretti.
Devlet adamları, devlete böyle talimli asker
tedarikinin lüzumuna inanmakla beraber, yeni
askerin eski kanunlar dışında olmamasını ve
Bostancılar Ocağı’na bağlanmasını ve adlarına
“Bostancı Tüfekçisi” denilmesini ve şimdilik
12.000 nefer alınmasını kararlaştırdılar. Padişah
iradesi üzerine ilk olarak Levent Çiftliği’nde
subaylarla beraber 1.602 nefer kaydedilerek 12
bölüklü bir orta tertip edildi ve ortaya bir
binbaşı, yardımcı tayin edildi. Başlarında da
“Levent Çiftliği Kethüdası” ocak ağası getirildi.
Talimler süngülü tüfeklerle yapılıyordu. Bu
yeni kıtalara özel bir kanunname verildi.

Levent Çiftliği Kanunu Özeti:

1. Devlet-i Aliye’nin kadim kanunlarının


dışında olmamak için işbu yeni asker
Bostancı Ocağı’na bağlanmış ve Bostancı
Tüfekçisi Ocağı adını almıştır.
2. Yeni askerin başına devlet ricalinden bir
nazır ve Dergâh-ı Âli kapıcıbaşılarından bir
ağa, bir kâtip, iki kâtip yamağı tayin
olunur. İlk nüve 1.600 kişi olarak Levent
Çiftliği’nde kurulmuştur. Anadolu ve
Rumeli’de münasip mahallerde 1.600
kişilik yeni ocaklar kurularak Nizam-ı
Cedid askerinin toplamı 12.000’e
varacaktır. Varidat bulunursa bu sayı
artırılacaktır.
3. Bu neferler beş vakit namazı cemaatle
kılacaklardır. Dinî emirleri öğrenmek için
her bölüğe bir imam tayin edilecektir.
Zabitlere tımarlar hâsılatından maaş,
neferlere yevmiye ve tayin bedeli
ödenecektir. Ruz-ı Hızır’da (6 Mayıs)
kendilerine birer kat elbise, ayakkabı,
çizme verilecek, silahları devletçe tedarik
edilecek. Neferlerden zabit olanlara zabit
elbisesi giydirilecek.
4. Asker ilk olarak “tüfekendaz” neferi
olacak. Yavaş yavaş terfi ederek onbaşı,
çavuş, alemdar, mülâzim, sağ veya sol
kolağası, kethüda ve binbaşı olabilecektir.
Ocak ağalığı münhal olduğunda ya bir
binbaşı veya bir kapıcı başı bu vazifeye
tayin edilecektir. Ancak yalnız kıdem
dikkate alınmayıp harp tekniğinde maharet
ve kabiliyet öne alınacaktır. Topçular
evvela topçu neferi, sırasıyla top kalfası,
top ustası, çavuş ve topçu başı olacaklardır.
5. Neferler gece gündüz kışlalarında talimle
uğraşacaklardır. Üç seneden evvel ocağı
terk etmek isteyen olursa kendisine yapılan
masrafları iade edecektir.
6. Ocakta ihtiyarlayanlar maaşlarının üçte
biriyle, harpte yaralananlar yarısıyla tekaüt
edileceklerdir.
7. Nefer olmak isteyenler, 25 yaşını
geçmemiş olacak. Pak, asil ve “tüvana”
yiğit olacak. Zabitlere emir neferi
verilmeyip hizmetçileri başka yerden
tedarik edilecektir.
8. Neferler yeknesak üniforma giyecekler.
Aylıkları muntazaman her ay İrad-ı Cedid
hazinesinden ödenecek.
9. Zabitler evlenemezler. Bir zabitlik münhal
olursa ya bir aşağı rütbeden veya hariçten
bir kimse imtihanla alınır.
Nizam-ı Cedid asker ve subaylarına zaman
şartlarına göre iyi maaşlar bağlanmıştı. İlk
zamanlarda işler iyi gidiyordu, fakat bir süre
sonra Nizam-ı Cedid askerine karşı “istemeyiz”
havası esmeye başlamıştı.

Sultan III. Selim’in Islahat Teşebbüsleri

Bu layihaların en meşhuru Tatarcık Abdullah


Efendi’nin dokuz bölüm ve bir sonuçtan oluşan
raporudur. Birinci bölüm askerin durumu, ikinci
bölüm ilim adamlarının durumu, üçüncü bölüm
muamelat hakkında, dördüncü bölüm padişahın
halife olmasının ve seferlere müzahir olması
gerektiğini, beşinci bölüm sınırların tahkimi,
altıncı bölüm tersane ve deniz kuvvetlerinin
güçlendirilmesi, yedinci bölüm devlet
gelirlerinin artırılması, sekizinci bölüm büyük
vezirler ve liyakat erbabının durumu, dokuzuncu
bölüm cizye ve zulmün kaldırılması
hakkındadır. Sonuç bölümünde ise önce kara ve
denizde eğitim görmüş asker yetiştirilmesinin
önemini anlatır.
Tatarcık Abdullah Efendi layihasında şöyle
denmektedir:
“Osmanlı Devleti’nin başlangıç yıllarında
halktan dinî cizyeden başka bir vergi alınmazdı.
Bunun için halk müreffehti, gönül rahatlığı ile
ziraatlarını yaparlardı. Ve mahsullerinin onda
birini devlete ödedikten sonra gerisi kendilerinin
olurdu. Bu yüzden başka devletlerin tebaaları
Osmanlı tebaasına gıpta eder ve Osmanlı
tebaası olmak isterlerdi.”
Fakat sonraları tımar sahipleri, eşraf,
derebeyleri ve kadılar zulme başlamışlardı. Ahali
bu ağır vergiler altında ezilmeye başlamıştı.
Bu sebeple, 1768-1769 seferinde Akdeniz
adaları ahalisi ağır vergiler yüzünden Osmanlı
tebaası olmaktan yüz çevirerek Ruslara
meyletmişlerdir. Eflak Buğdan ahalisi de
voyvodaların zulümlerine dayanamayarak
Ruslara uymuşlardı. Bütün Rumeli halkı Ruslara
kaçıp sığınmaya başlamışlardı. Onlar da Kazan
Tatarları gibi senede üç altın vererek mallarına
sahip olmak arzusunda idiler.
Bütün Anadolu ve Rumeli’nde askerlerin
geçişinde halk zulümden bizar olmuştu: Asker
teçhizi için yeni ve ağır vergiler de getirilmişti.
Âyân ise bu vergilerin birkaç katını kendileri
için almakta idi. Kadılar bu zalimlerle birleşerek
haraçlara imza atmakta ve kendileri için “defter
akçesi’ adıyla para toplamakta idiler. Harpler
bittikten sonra da eşraf zalimleri halktan bu
vergileri almaya devam ediyorlardı. Onun için
padişah taşraların ahvalini düzeltmeyi en önemli
mesele saymıştı.
Eskiden fethedilen yerler yazdırılır ve
defterleri “Defterder-hane-i Âmirede” saklanırdı.
Son yazılıştan beri çok zaman geçmiş ve
meydana gelen yeni varidat âyân ve
derebeylerin elinde kalmıştı. Devletin maliyesi
sıkıntıda idi. Tatarcık Abdullah Efendi bu
sebepten bütün arazinin yeniden yazılmasını
istiyordu. Fakat yeniden yazma işi vakit
alacağından zulümlerin kaldırılması için daha
çabuk bir tedbir alınması padişah tarafından
emrolundu.
Buna göre kaza defterleri altı ayda bir
İstanbul’a getirtilip memurlar huzurunda
incelenecek ilave masraflar, vergiler
kaldırılacaktı. Padişah ayrıca vergilerin altı ayda
bir tahsil edilmesini kesin bir dille emretti. Hatta
bu defterlerde fahiş bir madde görülürse defteri
imza eden kadı ve salmayı yapan âyândan para
geri alınıp hak sahibine iade edilecek ve
yapanlar müebbet sürgüne gönderilecekti.
Tatarcık Abdullah Efendi bundan başka
vezirliklerin ve devlet büyüklerinin durumu
hakkında da teklifler ileri sürmekte idi. Onun bu
husustaki tekliflerini padişah kanun hâline
getirmişti.
Tatarcık Abdullah Efendi’nin padişah
kanunu hâline gelen esasları şunlardır:
Bundan böyle vezirlik ve Beylerbeyiliği
tevcihlerinde Nizam-ı Cedid masrafları için
alınacak muayyen caizeden başka “kulluk,
hediye ve bohça” namıyla açık ve gizli bir şey
istenmeyecek. Caize ise senede bir defa
alınacak. Vezirin yeri değiştirilirse yeni caize
istenmeyecek. Vezirler ve beylerbeyiler gittikleri
yerde en az üç sene kalacaklar ve beş seneden
evvel azledilemeyecekler. Yerlerinde muvaffak
olanlar beş seneyi geçse de ipka edilecek.
Nakiller yakın vilayetlere olacak.
Anadolu’dan Rumeli’ye ve Rumeli’den
Anadolu’ya nakil yapılmayacak. Beylerbeyiler
vezirler maiyetine sancaklara tayin edilecek.
Anadolu ve Rumeli’de eyaletler 28 olacak;
Mısır, Şam, Bağdat, Basra, Şehrizor, Halep,
Karaman, Rakka, Diyarbakır, Adana, Sayda,
Musul, Anadolu, Trabzon, Erzurum, Van, Kars,
Maraş, Sivas, Cidde, Trablus, Şam, Girit,
Rumeli, Silistire, Bosna, Mora, Cezayir.
Bir eyalet küçülürse, beylerbeylerinden
tecrübeli, aslı nesli belli, adalet yapabilecek,
akıllı, dindar, mutedil ve dürüst zatlar tayin
edilecek. Asla ehliyetsizlere, dere beylere
vezaret verilmeyecek. Taraf-ı şahaneden birine
vezaret tevcihi irade olunduğunda o adam
ehliyetsiz birisi ise kanuna uygun olmadığı
rikab-ı hümayuna arz edilecek, vezir-i azam
birine vezaret tevcihini tensip ederse, liyakat
derecesi kendisi tarafından padişaha arz
edilecek. Padişah da bu tayini kanuna uygun
bulursa tayin yapılacak. Beylerbeyi tayininde de
bu titizlik gösterilecek.
Vezirlerin gönderdikleri mübaşirler halka
zulmettiklerinden artık bir kazaya lüzumsuz
mübaşir gönderilmeyecek. Gelen dilekçeler,
incelenmedikçe mübaşirlere verilmeyecek.
Mübaşirlerin masrafları civar köy ve kazalara
bindirilmeyecek. Vezirlerin maiyeti namus
erbabından olacak. Hâlbuki vazifelere ayak
takımları alınmaktadır. Bundan böyle maiyet
halkı kendi başına hareket edemeyecek.
Kabahatli bir daha hiçbir vazifede
kullanılmayacak. Vezir maiyetleri kalabalık
olmayacak. Kapı kethüdaları altı kişiyi
geçmeyecek.

Ticaretin Durumu

Bir memleketin yükselişi, ticarî dengenin


kendisinden yana olmasına bağlıdır. Osmanlı
Devleti’nin ticareti ecnebîler eline geçtiği için
devrin ileri gelenleri ticaretin tekrar Osmanlı
tebaasına geçmesine çare arıyordu.
Ticaretin en büyük mecrası deniz olduğundan
ticaret gemilerinin artırılması bahis konusu oldu.
Bu esnada devlet, tersane nizamını düzeltmekle
meşguldü. Bir devletin denizci devlet olması,
deniz ticaretinin artmasıyla mümkündü. Ticaret
gemileri çoğalırsa burada çalışanları harp
gemilerinde kullanmak kolay olacaktı.
Vaktiyle Osmanlı Devleti’nin deniz kuvveti
bütün Avrupa devletlerinin üstünde idi. Fakat
zamanla tüccar gemiciliği zaafa uğradığından
deniz kuvveti de geri kalmıştı. Gerçi bunun
kolay bir yolu vardı. Bu da deniz ticaretindeki
tekeli kaldırmak ve Osmanlı tüccarına gümrükte
bazı kolaylıklar sağlamaktı. “Herkes ürününü
tabiî fiyatıyla satsın” denilebilse ticareti
gelişecekti. Fakat İstanbul halkı hayatın
pahalılaşmasına karşı başkaldıracaktı.
Vezirler ise İstanbul halkının yiyecek ve
içeceğini teminle uğraşıyorlardı. Onun için deniz
ticareti serbestliğine gidilemedi ve şu yol
tutuldu: Devlet ileri gelenleri ve saray adamları
birer gemi satın alacaklar ve denizciliğe âşinâ
kimselerle şirket kuracaklardı. Bu hususta bir
irade çıkarıldı.
Lehistan’ın Paylaşılması

Osmanlı Devleti’ne Lehistan’ın paylaşıldığı


haberi geldi. Cülûs tebriki için İstanbul’a gelmiş
olan Lehistan elçisi Potoski’nin, artık İstanbul’da
kalmasına lüzum olmadığından geri çevrildi. Bu
adamın, vatanının uğradığı felaketten müteessir
olması lazım gelirken, yakışıksız hareketleri,
devlet adamlarına dokunuyordu. Kendisinin
sunduğu hediyeler, usule aykırıdır diye
reddedildi. Rus askeri, Lehistan’da ilerlemekte
idi. Lehliler, tefrika hâlinde idiler. Elçi öyle bir
zamanda, vatanına dönmeye cesaret edemeyip
eşyasını bırakarak Nemçe’ye kaçtı.
Lehistan’ın paylaşılması, komşu devletlerin
müdahalesi neticesidir. Ancak komşulara bu
cesareti veren, şey, Lehistan’da cumhuriyet ve
krallığın yan yana uygulanmasıdır. Lehistan’da
Millet Meclisi vardı. Bu meclis, Kralı seçerdi.
Meclis azasından hepsi, krallığa istekli
olduğundan birbirlerine düşerlerdi. Bunun
neticesinde komşu devletler Lehistan’ın
içişlerine müdahale fırsatını bulurlardı.
1777 yılında, Leh Kralı hastalanınca Rus
İmparatoriçesi Katerina, Lehistan’a asker
sokarak, yeni kral seçiminde, müdahalede
bulunmak istedi. Krallığı isteyenlerin her birisine
vaatlerde bulunduktan sonra, eski
sevgililerinden Polyatovski’yi kral mevkiine
getirdi. Katerina’nın maksadı Lehistan’ı yutmak
olduğundan sınır düzeltmesi bahanesi ile
Lehistan’ın büyük bir kısmını almak, buna
mukabil bir savunma ittifakı yapmak hususunda
teklifte bulundu. Bu teklif reddedildi.
Lehliler Katolikti. Ortodoks ve Protestan
mezhebinde bulunan halk birçok imtiyazlardan
mahrumdu. Katerina, bu mezhep ihtilafından
faydalanarak, Protestanları İngiltere ve İsveç’ten
ve Ortodoksları kendisinden medet ummak
durumuna getirdi. Katolikler, bu durumda
Devlet-i Aliye’den yardım istediler.
Fransa, Rusya’yı meşgul etmek için Devlet-i
Aliye’yi, Rusya aleyhine harbe kışkırtıyordu.
Bâb-ı Âli, Lehistan’a bir nota vererek, Rusya’ya
toprak vermemesini talep etti. Lehliler, böyle bir
arzuları olmadığını bildirdiler. Daha sonra,
Lehlilerden bir grup Bar Kalesi’nde toplanarak,
Rusya’ya karşı koymayı kararlaştırdılar ve
Devlet-i Aliye’ye sağındılar. Bunun üzerine
Osmanlı Devleti, 1768-1769 yılında Rusya’ya
harp açtı.
Katerina ile Nemçe, Lehistan’ı paylaştılar.
Lehliler, vatanlarını korumak için ölünceye
kadar savaşmaya ant içtiler ve Rus askerini
birkaç defa bozguna uğrattılar. Fakat bu sırada
Prusyalılar da Lehistan’a asker sokunca, Lehliler
çaresiz kaldılar. Memleketleri, ikinci defa
paylaşıldı. Lehistan’ın çökmesine, Ronyatofs
gibi bir alçağın hükümdar olması esaslı bir sebep
olmuştu. Devlet-i Aliye’nin Rusya’ya harp
açması ve Fransa olayları karşısında Lehliler
birlik olabilselerdi, paylaşılmayı önleyebilirlerdi.
1793 SENESİ OLAYLARI

Elçilik ile İlgili Düzenlemeler

Osmanlı Devleti, gerektikçe başka devletlere


elçiler gönderirdi. Avrupalılar ise hem
tüccarlarının işlerini görmek hem de
gönderildikleri devletin ahvalini izleyip,
politikalarını ona göre düzenlemek üzere, sürekli
elçiler göndermeye başlamışlardı. Dünyayı
görmeleri için uzak memleketlere de elçi
yollarlardı.
Böylece sürekli elçi göndermenin faydaları
meydanda iken, Devlet-i Aliye öteden beri,
kendisini Avrupa devletlerinin dışında görerek,
Avrupa ahvalini izleyememiştir. Oysa Fransız
İhtilali, devletlerarasındaki münasebeti,
bambaşka bir hâle koymuştu.
Sultan III. Selim ilk defa daimi elçiler
gönderme usulünü düşünmüştür. Fakat böyle bir
daimi elçiyi ilk olarak Fransa’ya göndermek
lazımdı. Fransa ise ihtilal içindeydi. Bunun
üzerine, kendisiyle harp etmediğimiz
İngiltere’nin, İstanbul’daki elçisiyle görüşülerek,
Kalyonlar kâtibi Yusuf Agâh Efendi elçi, Sadaret
mektupçusu Raif Efendi başkâtip, Derviş Ağa
ateşe olarak Londra’ya tayin edildiler.
Agâh Efendi’ye 15 bin kuruş yolluk ve yılda
50 bin kuruş maaş tahsis edildi. Agâh Efendi,
kara yolu ile giderken, padişahın hediyeleri de
kiralanan bir tüccar gemisiyle yola çıkarıldı.
Bugünlerde vezirlikler için de yeni bir
yönetmelik yapıldı. Buna göre, Taşra
vezirlerinin sayısı yirmi üçü geçmeyecekti.
Bugünlerde vak’anüvis Vasıf Efendi’nin
yazdığı tarih Sultan Selim’e sunuldu. Padişah,
“Vasıf Efendi’nin tarihinden gayet haz ettim,
kendisine şimdilik beş bin kuruş atiye verilsin.”
dedi.

İstanbul’un zahire meselesi

İstanbul Kadısı İsmet Efendi, ekmek


pişirilmesine itina etmediğinden azledilerek
Bursa’ya sürüldü. Yeni kadı efendi,
memuriyetini hazmedemeyip kibre
düştüğünden, azledilerek sürgüne gönderildi.
Lakin ekmek işini düzeltmek kadıların azliyle
çözülecek mesele değildi çünkü ekmeklerin
yenmeyecek hâle gelmesi birtakım ileri
gelenlerin çıkarlarında ve esnafın fesada
uğramasından ileri geliyordu. Bu sebeple
sürgüne gönderilmiş olan İsmet Efendi,
sadrazamın şefaati ile affedildi.
Nuri Efendi tarihinde diyor ki:
“İstanbul’a etraftan zahire getirme
tüccarların işi idi. Fakat nüfus çoğaldığından,
tüccarın getirdiği zahire kışa kadar yetmiyordu.
Onun için devletçe tersanede zahire ambarları
inşa edilmesi ve zahire getirmek üzere, özel
alıcılar yollanması ve buğdayın kilesine 60 akçe,
arpanın kilesini 30 akçe narh konulması
emredildi. Ancak alıcıların, halka zulmettikleri
görülüyordu. Velhâsıl, İstanbul’un beslenmesi,
nazırları meşgul eden başlıca konu olmuştu. Bu
yüzden başka işlere bakamaz olmuşlardı.
Alıcılar, sahte kileler kullanırlardı. Halkın 10
kilelik malını 7 kile getirirlerdi. Zahireye verilen
fiyat da maliyetten düşüktü. Halk, alıcılara
zahire teslim edebilmek için pahalı toplar,
maliyetten düşük fiyatla alıcılara vermeye
mecbur tutulurdu. Bu buğdaya saman da
karıştırılırdı. Gemiciler zahirenin bir miktarını
satar ve kalanın üstüne su döküp ağır
çektirirlerdi. Bu yüzden zahireler ambarda
kokuşurdu. Bu da hastalıkları sebep olurdu.
Ekmekçi Arnavutlar da alıcılara borçlarını
ödemezlerdi.
Sadaret kethüdası Hakkı Bey zahire işinde
herkesle ihtilafa düştüğünden azledildi. Yerine
yeni bir ağa getirildi. Nihayet, İstanbul’un
ekmek işlerine bakmak üzere, ayrı bir nezaret
kurulmasına karar verildi. Mubayaa işlerinden
dolayı, taşraların hâli perişandı. Harpte
orduların ihtiyacı da buna eklenince memleket
bir baykuş yuvası hâline gelmişti.
Şerif Efendi yazdığı lahiyada diyor ki:
Alıcı usulü kaldırılmalıdır. Savaşta ve barışta
zahireyi, Devlet-i Aliye kendi parasıyla satın
almalıdır. Bir senede, zahire için beş bin kese
ulaştırma araçları için de 5 bin kese ayrılırsa,
bu mesele çözülür. Hâlbuki şimdi tebaadan 40
bin kese çıkıyor.
Halkın malını devlet malından ziyade
korumak lazımdır. 40 sene harp edilse halkın bir
yumurtasına el konmamalıdır. O zaman halk
hiçbir şeyi esirgemez. Tersane ambarında, altı
aylık zahire depo edilirse alıcılara lüzum
kalmaz.” III. Selim alıcı usulünün fenalıklarını
kavramış bunun kaldırılmasını emretmiş ve
ticaretin serbest olmasını istemiştir.

Vehhabîliğin Ortaya Çıkışı

Vehhabî mezhebinin kurucusu, Mehmet bin


Abdülvehhap’tır. Birinci Abdülhamit devrinde,
bu adamın Mekke’de ortaya çıkması padişahın
endişesini uyandırmışsa da nazırlar olayın
vahametini anlayamamışlar ve Arabistan’dan
gelen yazılara kanarak, bu adamın sadece ilmî
bir görüş ileri sürdüğü zannına kapılmışlardır.
Fakat bu adam sapık mezhebini etrafa yayıyor
ve bir hayli taraftar kazanıyordu. Ortaya
koyduğu mezhep üç esasa dayanıyordu:
1. Amel, imandan bir cüzdür. Onun için bir
tek vakit namazı veya bir zekâtı ihmal eden
kimse kâfir olur. Kanı helâldir.
2. Veliler ve Peygamberlerin ruhaniyetinden
şefaat ummak küfürdür.
3. Türbeler ve kubbeler inşa etmek, içlerine
kandil asmak, adak adamak, İslâm’a
aykırıdır.
Böylece Vehhabîler, ehlisünnet olan bütün
Müslümanları, kâfir ilan ediyorlardı. Onların
canlarını ve mallarını helâl sayıyorlardı. Bu da
yağmacı Araplara uygun geldiğinden, tarikat
süratle yayılıyordu.
Yetim Mallarının Korunması Nizamnamesi

İslâmiyet yetim mallarının korunmasına çok


önem vermiştir. Rivayet edilir ki Hazret-i
Ömer’in halifeliğinde bir şahıs, yetim malı
yemiş. Yetim çocuk büyüyünce Halife’ye
şikâyet etmiş, durumu anlatmış fakat şahidi
olmadığı için tedirgin olmuş. Hazret-i Ömer
durumu araştırmış, olayın çocuğun anlattığı gibi
olduğunu öğrenmiş. Adam, kendisini temize
çıkaracak sözlerle kurtulmak üzere iken Halife,
yetim malını yiyenlerin karınlarında ateş yanar
âyetini hatırlayıp bir mum getirterek adamın
karnına yaklaştırdığında karnı alev almış, bu
suretle zalim cezasını bulmuştur.
Kanunî devrinde Sadrazam Lütfi Paşa, yetim
mallarının padişah hazinesine girmesini caiz
görmemiş. Bâb-ı Hümayun’da bu iş için ayrı bir
hazine yaptırmıştı. Ölenlerin varisleri
bulunmazsa, bütün terekeleri o hazineye konur
ve mühürlenirdi. Yedi sene zarfında hakikî varis
zuhur ederse, tereke ona teslim edilirdi. Varis
çıkmazsa bu paralar hayır işlerine harcanırdı.
Sonradan bu nizam bozulmuş, yetim malları
hazineye katılır olmuştu. Bu suretle yetim
malları yağmacıların eline geçiyordu.
Sultan Mustafa yetim mallarını korumak
maksadıyla nakitleri hazine-i hümayuna alıp,
karşılığında mukataa verilmesini emretmişti. III.
Selim de bu yolu tutarak, yetimlerin olgun
çağlarına varıncaya kadar mallarının
korunmasını emretti. Bu sırada ele alınan hayırlı
işlerden birisi de bu yönetmelikti.

1794 SENESİ OLAYLARI


Durum Değerlendirmesi

Sultan III. Selim, Nizam-ı Cedid askeri için yeni


kanunlar yapmış ve yeni askerin çoğalmasına
gayret etmişti. Eski ocaklar da muhafaza
edilmekte olduğundan devletin masrafları iki kat
olmuş, malî darlık artmış ve bu yüzden iç
gaileler çoğalmıştı. Fransız İhtilali’nin patlak
vermesi de işleri karıştırmıştı. III. Selim bu
kargaşalıklardan bezmiyor, iç ve dış zorluklara
göğüs germeye çalışıyordu. Yeni ilimlerin ve
sanatların memlekette yerleşmesine, devleti yeni
medeniyetin icabına intibak ettirmeye
uğraşıyordu. Oysa eski akla yeni usulü
uydurmak zor olduğundan, adam yetiştirmek
birinci mesele idi.
Sultan III. Selim, Fransa ve İsveç’ten
mühendisler getirerek Fransız usulü gemiler
inşasına ve Baron Tort’a kurdurulmuş olduğu
bahriye mektebinde talebe yetiştirmeye
uğraşıyordu. Büyük topların kullanılması zor
olduğundan, hafif toplar dökülüyor, yeni kışlalar
inşa ediyor, piyade, topçu ve kumbaracı
bölüklerinin talimine itina ediliyordu. Tophane,
Fransız zabitlerin nezaretine verilmişti.
Kumbaracılara İngiliz Mustafa isimli bir İngiliz
mühendisi nezaret ediyordu.
Sultan III. Selim’in bu yeniliklerine karşı
yeniçeriler ve hatta mutaassıp aydınlar türlü
itirazlar ileri sürüyorlardı. Onun için III. Selim’in
giriştiği ıslahat güç ve tehlikeliydi. Bu zor
durumda padişahın güvendiği kişilerin başında
Kaptan-ı derya Hüseyin Paşa vardı. Valide
kethüdası Yusuf Ağa, Enderun ricalinden Ahmet
Efendi gibi bazı kişilere de güveniyordu. Ama
bunlar da birbirleriyle uğraşıyordu.
Sadaret mevkiinde bulunan Melek Mehmet
Paşa çok ihtiyar ve yumuşak tabiatlı idi. Sultan
Selim’in kendisi de çok yumuşak huylu bir
adam olduğundan herkesi taltif ederek
kullanmak isterlerdi. İşler Reisülküttap Raşit
Efendi’nin elinde toplanmıştı. Rumeli kazaskeri
Tatarcık Abdullah Molla da hayli nüfuzlu idi.
Böyle nazik bir durumda, halk arasında
yalanların yayılması kolaydı.
Tatarcık Abdullah Efendi faziletli bir adam
olmakla beraber pervasız ve minnetsiz
olduğundan, Şeyhülislâm Dürrîzâde Ârif
Efendi’nin kinine maruz kaldığı gibi, Valide
Kethüdası Yusuf Ağa gibi bazı nüfuslu şahısları
da kendisine düşman etmişti.
Vasıf Efendi’nin gördüğüm el yazısında
şunlar yazılı idi: Abdullah Molla, Eflak
Voyvodası’na ait bir hususta, Devlet-i Aliye’yi
zarara uğratmış. Reisülküttap Raşit Efendi’nin
her hususta kafadarı olan Divan-ı Hümayun
tercümanı Aleksandr beyin bazı devlet sırlarını
ifşa ettiği duyulmuş fakat Raşit Efendi, bu
sırların, Abdullah Molla tarafından fark
edildiğine hükmetmiş ve Molla’yı padişaha
gammazlamıştı.
Raşit Efendi, hayli zamandır reisülküttap idi.
Herkes kendisini söz sahibi sayıyordu. Fakat
işlerde görülen bozukluk yüzünden tarizlere
maruz kalıyor, bu yüzden herkesten
gocunuyordu.
Islahat hareketleri yeni gelir kaynakları
gerektirdiğinden, sadaret mevkiinde kudretli bir
zatın bulunması lazımdı. Artık Melek Mehmet
Paşa’nın bu mevkide kalamayacağı anlaşılmıştı.
Mısır Valiliğinde iyi hizmet etmiş olan İzzet
Mehmet Paşa, bu makama hazırlanıyordu.
İzzet Mehmet Paşa onurlu bir adamdı.
Sakalını şunun bunun eline vermezdi. Raşit
Efendi ile de geçinemezlerdi. Bu yüzden yeni
Sadrazam Raşit Efendi’yi azletti. Vasıf Tarihi ’ne
göre, Raşit Efendi kesesine çalışmış, konağına
oğlan ve kızlar doldurarak sefaya dalmıştı.

Bu Senede Gelişen Bazı Olaylar


Nizam-ı Cedid askerine gayret vermek ve
padişahın harp sanatına verdiği önemi devlet
büyüklerine göstermek üzere, mühimmat Nazırı
Mustafa Reşit Efendi’nin Levent Çiftliği’nde
verdiği ziyafete padişah da gitmiş, devlet ileri
gelenleri ile görüşmüş, askerin yaptığı talimler
ve tüfekhanede yapılmış harp aletleri
gösterilmiş, zabitlere hediyeler verilmişti. Levent
Çiftliği’ndeki Nizam-ı Cedid kışlası içinde
Valide Sultan bir Cami, bir de çeşme
yaptırmıştır.
Vezirler sadrazam olduklarında kırk kişiye
mülazemet verilmesi âdetti. Fakat bu tayinlerde
çok defa iltimas ve şefaat rol oynuyor ve bu
mevkiler ehliyetsizlerin eline geçiyordu. Yeni
sadrazam İzzet Paşa bu usulü değiştirmiş
mülâzemetleri imtihanla vermiş ve imtihanı
kazananlara 15’şer kuruş atiye vermiştir.
Donanma-yı hümayun, her yıl ilkbaharda
denize açılır, sonbaharda tersaneye dönerdi.
Askerin erzakı altı aylık olarak verilirdi, ama
asker tayınını satar, sonra peksimet yerdi. Bunu
önlemek için gemilere mutfak yapıldı.
Bu sene Galata Kulesi’nin külahı yandı. Bu
kulede cumadan başka gecelerde nöbet çalınır,
halka duyurulurdu. Yanmış taş duvarlar ve
kemerler kuvvetlendirildi ve dört tarafa birer
çamlı köşk ilave edildi. Yangın vukuunda davul
sesinin yetmediği görüldüğünden nöbethaneye
bir çan takıldı. Yangınlarda su yetmiyordu, buna
karşı Bayezit, Süleymaniye ve Laleli camileri ile
Yeni Cami avlusunda daima su dolu havuzlar
yapıldı.
Sadaretten ayrılan kişilerin İstanbul’da
oturmaları âdet değildi. Fakat Melek Mehmet
Paşa, yumuşak huylu ve zararsız bir adam
olduğundan, âdete aykırı olarak, Ortaköy’deki
yalısında oturmasına izin verildi.
İslâm ülkelerinde, Abbasîler zamanından beri
her otuz bir “Kamerî sene” otuz güneş senesi
sayılmıştır. Fakat devlet gelirleri bazen güneş ve
bazen ay yılına göre alındığından hazine
hesapları karışıyordu. Defterdar Moralı Osman
Efendi, bu işi düzeltmek için bir güneş yılının
365 gün 5 saat 49 dakika sayıldığından ay ve
güneş yılları arasında 10 gün 21 saat fark olduğu
esasını ele aldı, aylıklar bu farka göre ayarlandı.
Askerin aylığı dört taksitte ödenirdi. Taksitin
biri muharrem ayında, ikincisi cemaziyelevvel
ayında, üçüncü ve dördüncüsü Şaban ayında
ödenirdi. Para sadrazamın huzurunda sayılır ve
ocaklara dağıtılırdı. Maaş 2.880 kese tutuyordu.
Bir kese 410 kuruştu. Bir yıllık maaş tutarı
11.300 kese idi. Bunun 1.366 kesesi cebecilere,
1.122 kesesi topçulara, 280 kesesi arabacılara
aitti.
İngiltere’ye elçi gönderilmiş olan Yusuf Agâh
Efendi orada iyi karşılandı. Bu zat Avrupa’ya
gönderilen ilk daimî elçidir.

Londra Sefiri Yusuf Agâh Efendi’nin


Sefaretnamesi
Receb ayının 8’inci perşembe günü. Taşıdığım
şerefli name-i hümayunu ve hediyeleri tevdî
etmek üzere, İngiliz Devleti’nin teşrifatçısı olan
şövalye, kralın hususi kâtibi ile beraber yanımıza
gelip kral tarafından icra olunacak merasimi
ifadeye memur olduklarını bildirdiler. Taymis
Nehri’nden geçmemiz için kayıklardı. Ancak bu
sene kış şiddetinden nehir donmuş olduğundan,
kara yolu ile gitmemiz münasip görüldü.
Londra şehrine bir saat mesafede olan, piyade
ve süvari kıtasının bulunduğu Çelsi sarayına
vardığımızda mareşalin, kral adına bizi
karşılayacağı ve kral tarafından altışar beygirli
iki fayton bulunacağı, bundan başka kraliçe,
veliaht ile iki ve üçüncü oğullarının ve
kardeşinin birer faytonları bulunacağı, Veliahdın
baş kâtibi Milor Çers’in mihmandarlığımıza
tayin kılındığı ve saat 10’da sarayda
bulunmamız ve yemekten sonra hareket edilerek
padişahımızın hediyesi olan atların yedekte kral
sarayına götürülmesi ve orada name-i hümayunu
tazimle sunmamız kararlaştı.
Ertesi gün, mareşalden gelen bir kâğıda kral
cenaplarının kendisini ziyafet tertibine memur
ettiği ve bundan şeref duyduğu bildiriliyordu.
Bundan başka padişahımızın hediyesi olan
bohçalar, mücevher sorguçlar, piştovlar ve
kahve sandıklarının merasimden bir gün önce
kral sarayına gönderilmesi münasip
görüldüğünden, çarşamba günü hediyeler
arabalara yüklenilerek tercümanımız tarafından
başmabeyinciye teslim edildi. Ertesi perşembe
günü atlar da adamlarımızla saraya gönderildi.
Tespit edilen vakit gelince, Başkâtip ve
tercümanlarımızla arabalarımıza binerek yola
çıktık. Saraya yaklaştığımızda süvari askeri,
subaylarıyla iki tarafa dizilmiş ve bayraklarını
açmış mızıkalarını çalan askerlerin arasından
geçerek kapıda Mareşal tarafından karşılandık.
Bir odaya alındık. Mareşal elindeki kâğıdı
okuyarak tercümanımıza verdi. Meali şudur:
“Harpte kahramanlık gösterenlerin
hizmetlerini anmak için inşa edilmiş olan bu
sarayın zabiti bulunduğum cihetle bir lütuf eseri
olarak Devlet-i Aliye tarafından elçi olarak
gönderilmenizi tesid etmek ve kralım tarafından
mihman nüvazlık merasimine memur edilmem
bana saadet veriyor. Cenab-ı Hak iki devlet
arasında kurulmuş olan dostluğu artırsın. Sizi
muvaffak kılsın.” Biz de iki devlet arasında
dostluğun her an artmasının Şevketli
padişahımızın arzuları olduğunu bildirdik.
Bundan sonra mihmandarınız Milor Çersi,
bizi davete gelip bu vazifeden şeref duyduğunu
bildirdi. Biz de mukabele ettik. Bundan sonra
hazırlanan sofradan şekerleme ve meyve yiyip
kahvemizi içerken hediye atlarımız saray
sahasında dolaştırılmakta idi. Nihayet mevcut
vaktin geldiği haber verildi. Name-i hümayunu
saygıyla öpüp başkâtibimize teslim ettik. Hazır
olanlar bizi faytonumuza bininceye kadar
uğurladılar. Kralın bize tahsis ettiği faytona
solumuza mihmandarımızı ve karşımıza
maiyetimizi alarak yola koyulduk.
Halk kalabalıkları arasından ve alkışlarla
geçerek Sen Ceymis Parkı’ndaki kral sarayına
vardık. Kral, kraliçe ve kızları sarayın
pencerelerinden alayı seyrediyorlardı. Bu kadar
güzel donanmış at görmemişlerdi. Green Park
tabir olunan bahçenin kapısından çıkarak
Pikadilli’de kral sarayına vardık.
Atları teslim ettiğimizde, mihmandarımız bizi
istirahat edeceğimiz odaya aldı. Burada da saray
zabitleri saygı ile dizilmişlerdi. Biraz sonra kral,
divan odasında al kadifeden işlemeli iskemlesi
üzerinde ve devlet büyükleri iki tarafına dizilmiş
olduğu hâlde teşrifatçı bizi alarak yol açıp divan
odasına girdik. Kral, bizi görünce hemen
başından şapkasını çıkarıp saygı merasimini icra
etti. Biz odanın ortasına vardığımızda yerinden
kalktı. Biz de Devlet-i Aliye’nin İngiltere’nin
dostluğunu pekiştirmek üzere bizi büyükelçi
olarak gönderdiğini söyledik.
Kral cenapları da bizim ifademizin,
devletimize olan meylinin bir misli daha
artırdığını ifade etti. Name-yi hümayunu öpüp
başımıza koyduktan sonra devlet nazırı Milor
Granvik’e tevdi ettik. Sadrazam hazretlerinin
mektubunu da aynı surette ulaştırdım. Başkâtip,
kralın hediyelerimizden bilhassa at
takımlarından çok memnun kaldığını ifade etti.
Bizi davet etmek için gönderdiği teşrifatçısı
delaletiyle kraliçenin odasına vardık. Derhal
ayağa kalkarak iltifatta bulundu. Biz dahi
mukabele eyledik. Aramızda iki devlet
münasebetlerinden duyulan memnuniyete dair
sözler söylendi. Kralla kendisine sunduğumuz
hediyelerden bilhassa büyük kızı için
getirdiğimiz mücevher sorguçtan büyük
memnuniyet duyduğunu bildirdi. Merasim bu
suretle nihayet buldu.
Ertesi gün veliahda olan hediyelerimiz
tercümanımız vasıtasıyla gönderildiği gibi Prens
Yorg’a at, ok ve yayımız, zevcesi için bohça ve
gül yağı, III. Prens için kılıç, donanmış tüfek, ok
ve yay, kraliçeye ve altı kızına bohçalar ve gül
yağı şişeleri yollandı.
Fransız İhtilali

Fransa’da patlak vermiş olan ihtilal, Devlet-i


Aliye’yi de etkilemişti. Fransa’da halk, asilzâde,
papazlar ve avam olmak üzere üç sınıfa
ayrılmıştı. Asiller ve papazlar birçok imtiyazlara
sahiptiler. Avam esir gibi, hor ve hakir
görülürdü, hatta insandan sayılmazdı. Haçlı
seferlerinde Hristiyanların, İslâm milletlerindeki
özgürlüğü görüp gözleri açılınca, avama da bazı
müsaadeler verilmesi zarurî olmuştu.
İngilizlerin mizaçlarında olan vakar ve temkin
dolayısıyla, bir taraftan halk derece derece
müsaadelere mazhar oluyordu. Hükûmetler de
bazı şartlara bağlanmış, meşrutî idare
kurulmuştu. Halk, inanç hususunda serbest
bırakıldığından Protestanlık yayılmıştı.
Almanya’da da imtiyazlı sınıfların
imtiyazlarından bazı tavizler verilmişti. Lakin
imparatorlar nüfuzlarını korumak için asilzâde
ve papazlara mülayim bir tavır takınmışlardı,
asilzâdeler birer hükümdar gibi olmuşlardı.
Fransa’da, feodalite esnasında yapılmış
olanlardan halkın canı yanmıştı. Krallar bu
zulümleri hafifletmişlerse de toprak, asiller ve
papazlar elinde olduğundan avam, hizmetçi
gibiydi. Vergi yükü avamın omzundaydı. Halk
siyasî ve dinî baskı altındaydı. Eyaletlerin
bazısında Roma kanunu, bazısında âdetler
uygulanırdı, hâkimlik para ile alınır ve satılırdı.
Kral dilediğini hapse atardı.
Kral emirnameleri öylesine kötü kullanırdı ki
isim yeri boş bırakılır ve para ile satılırdı. Fakat
zamanla avam bu durumlardan sızlanmaya
başlamıştı. Şehir halkı, hayli bilgi kazanmıştı.
Ama devlet işlerinde eşitlik yoktu. Subaylık
asilzâdelere mahsustu. Halk eşitlik istemeye
başlamıştı. Hürriyete ait yazılar kapışılıyordu.
Fransa’nın serveti artmıştı. Fakat malî darlık
şiddetli idi, imtiyazların kaldırılmasından başka
çare yoktu. Papazlar, “biz devlete dua
ediyoruz”, asilzâdeler, “biz devlet için harp
ederiz” avam ise “bunlar vergi vermeye mâni
değildir” derlerdi.
Bu duruma göre, Fransa için yeni bir çığır
açma zamanı gelmişti. Devlet adamları arasında
bunu yapabilecek adamlar vardı. Fakat XVI. Lui
kararsız olduğundan bir sonuç alınamıyordu.
Oysa böyle zamanlarda sebat ve metanet
lazımdı.
Bütün husumet kraliçeye yöneliyordu.
Gerçekten Kraliçe, Kral nezdinde nüfuzlu idi.
Süs ve safa için çok para harcıyordu. Bununla
beraber istiklal fikri yalnız ayak takımında idi.
Kral imtiyazları kaldırsa ve iyi bir idare gösterse
durum düzelebilirdi. Fakat XVI. Lui zevzek bir
adamdı, ıslahat yapacak hâlde değildi. Böyle bir
devirde Amerika’daki harpler yüzünden de malî
darlıklar artmıştı. Halkın hürriyet isteği
şiddetlenmişti.
Genel bir vergi alınmasına asilzâdeler mâni
oluyordu. Kral genel meclisi toplamayı vaad
etmişti. Oysa böyle dar bir zamanda yüz yıldan
beri toplanmamış olan genel meclisin ele
alınması büyük hata idi.
Asiller genel mecliste avamın çoğunluğu
almaması için üç sınıf temsilcilerinin kanunları
ayrı ayrı müzakere etmesini ve veto haklarını
istiyorlardı. Halk parlamento kurulmasını
istiyordu. Ortada birtakım risaleler dolaşıyordu.
Bunlarda şöyle deniyordu: “Avam sınıfı şimdiye
kadar neydi? Hiçbir şey! Ne olmalıdır? Her
şey.” Halkın ümidi bu mecliste idi.
İngiltere’de asilzâdelerin itibarı hâlâ baki idi,
ama orada halkı hoşnut etmenin çareleri
aranmış, zamanın icaplarına uygun usuller
bulunmuş, halk, siyasette serbest bırakılmış, bir
denge kurulmuştu. Fransız halkı ise feodaliteden
kurtulduktan sonra birden başıboş kalmış, bir
uçtan öteki uca geçmişti.
Birtakım yazarların yayınlarıyla, dinsizlik
yolu açılmış ve krallığın dayanacağı bir şey
kalmamıştı. Burton ve Orlean hanedanları
arasında da düşmanlık vardı. Protestanlar,
Katoliklerin sahip oldukları haklara sahip
değillerdi, Yahudilerin hiçbir hakkı yoktu.
Fransız eyaletlerinde birlik yoktu. Buna rağmen
muntazam bir toplum kurmak ve kötülükleri
önlemek arzusu vardı.
İhtilal ateşinin parlamaya hazır olduğu böyle
bir devirde mebuslar seçilmiş ve Versay’da
toplanmışlardı. Bu mecliste avamın 600 mebusu
olduğu hâlde, asilzâde ve papazların 300’e
yakın mebusu bulunması gerekirken bazı eyalet
asilzâdeleri mebus seçmemişlerdi.
Papaz mebuslar arasında meşhur Taleyran,
zâdegân arasında Lafayet vardı. Avam mebusları
arasında Mirabo bulunuyordu. Fransız Genel
Meclisi 1789 yılı 5 mayısında toplandı. Maliye
nazırının okuduğu rapora göre yıllık gelir 476
milyondu, hazine borçları 217 milyon Franktı.
Toplantı “Yaşasın kral!” sesleriyle açıldı. O
gün Mirabo’nun teşvikiyle gazete yayınlamaya
izin verilmişti. Gazeteler hemen edep dışı
yayınlara başlamışlardı. Mirabo, nutuklarıyla
halkın heyecanının tetkikiyle vakit geçiriyordu.
Ekmek günden güne pahalanıyordu.
Pahalandığı için Paris halkı ayakta idi.
Cumhuriyet taraftarları yer yer toplanıyorlardı.
Halk mebusları, “Biz Fransa’nın yüzde doksan
altısını temsil ediyoruz. Gelmeyenlere
bakmayız.” diyorlar ve Meclisin adına “Millî
Meclis” diyorlardı. İşte o gün fiilen ihtilal
başlamıştı.
Millî Meclis iktidarını göstermek üzere bazı
teşebbüslere girişmişti. Bu teşebbüslerden avam
sınıfı memnundu. Sarayda kraliçenin
başkanlığında bazı prensler ve zâdegândan
mürekkep bir gizli meclis vardı ki birçok işleri
çevirmekte idi. Bu meclisin teşvikiyle Kral, Millî
Meclis’te sert bir konuşma yapmış ve üç sınıf
mebuslarının ayrı ayrı müzakere yapmasını
istemişti. Zâdegân mebusları kralın arkasından
meclisi terk etmişlerdi. Avam mebusları bu
durumdan alınarak kralın emirlerine aykırı
birçok kararlar almıştı.
Hassa askerlerinden bazıları avama taraftarlık
ettiklerinden hapse atılmaları üzerine, birtakım
reziller hapishaneyi basıp mahpusları yanlarına
almışlardı. Ekmek bulmak zorlaştığından halkın
öfkesi şiddetleniyordu. Meclis askerin
toplanmasından şikâyet edince kral “Millî Meclis
isterse başka yere taşınsın.” cevabını vermişti.
Vükelâ azledilmiş, yerine halkın nefret ettiği
adamlar tayin olunmuştu.
Kralın Millî Meclis’i kapatacağı anlaşılıyordu.
Sarayın bu delice teşebbüsleri üzerine 12
Temmuz’da Paris halkı ayaklanmış. Reziller
takımı sokaklara düşmüş, sarayda nöbet
bekleyen askerlere saldırı başlamıştı. Bunları def
için yapılan hareketlerde bir seyircinin ölmesi
üzerine halk silahlanarak askerin üzerine
saldırmaya başlamıştı.
Bu sırada hassa askerinden bir kısmı da
toplarıyla beraber ihtilalcilere katılmışlardı. O
gece sarayda bir büyük balo tertip
olunduğundan saray takımı henüz olandan
habersizdi. Ertesi gün halk İnvalit Kışlası’na
saldırıp bütün silahları alarak Bastil
Hapishanesi’ne hücum etmişti. O gün bazı
zevatın başları kesilerek sokaklarda
gezdirilmişti.
Bu olayları haber alan kral gayr-ı resmî olarak
Millî Meclis’e giderek mülayim sözler söylemiş
ve Paris’te ve Versay’da bulunan askerlerin
uzaklaştırılmasını emretmişti. Halkın talebi
üzerine millî asker tertip edilmiş ve Lapael
kumandanlığa tayin edilmişti. Bu askerler daha
sonra millî muhafız adını almıştır.
Öteden beri kral bayrağının rengi beyaz ve
Paris şehri bayraklarının rengi kırmızı-mavi iken
Lafayet milletle hükûmet arasında birlik
husulüne alâmet olmak üzere bu üç rengi
birleştirerek milli muhafızların bandırasını
meydana getirmişti. Hâlen Fransız bayrağı bu üç
renkten meydana gelmiştir. Kral halkı tatmin için
bu üç renkli bayrağı şapkasına asmış ve milli
Meclisten yüz mebusla Paris’e gelmişti. O gün
bazı asilzâdeler Fransa’dan kaçmışlardı.
Bastil Kalesi tamamen yıkılmış, anahtarı
Lapael tarafından Amerika Cumhurbaşkanı
Washington’a hediye edilmiştir. Fransa artık bir
cumhuriyet şekline girmiş, iktidar millî meclise
geçmiştir. Biçare Kral her türlü iktidardan
mahrum ve her şeye razı olduğu hâlde artık onu
rahat bırakmak insaniyet icabı iken, bir kere iş
çığrından çıkmıştı. Halk ekmeğin
pahalılaşmasını Maliye Nazırı ile damadına
atfetmişler, ikisini de muhakemesiz asmışlardı.
Robes Piyer bu vahşet hareketlerini
övüyordu. Reziller her şeye cesaret eder
olmuştu. İhtilalciler Paris mahallelerinde
kulüpler kurmuşlardı. Bazı asilzâdelerin
çiftlikleri ve bazı manastırlar yağma edilmiş,
vergiler verilmemeye başlanmıştı namuslu
kimseler korku içindeydiler.
Her yerde millî asker toplanıyordu. Fakat
bütün halkın ihtilale sempatisi vardı. Fransa’nın
serbestliği İngiltere’de olduğu gibi tedricî değil
ani olduğundan, artık ihtilalin önünü almak
zordu. İhtilâlin asıl sebebi öteden beri zuhura
gelen bir sürü bozukluklar olup malî sıkıntı ve
kıtlık işin patlak vermesine sebep olmuştur.
Millî Meclis’te dört ağustos günü sabaha
kadar devam eden müzakerelerden sonra bütün
imtiyazların kaldırılmasına oybirliği ile karar
verildi. Böylece Fransa’nın bin senelik usulleri o
gece bırakılarak, yeni bir yola girilmiştir.
Reziller tabakası ise hürriyeti vergi vermemek
manasına alıyorlardı. Bunun üzerine zenginler
hazineye yardım için paralarını, mücevherlerini
verdikleri gibi, Kral ve Kraliçe altın ve gümüş
sofra takımlarını darphaneye gönderdiler.
Millî Meclis yeni anayasayı hazırlamaya
koyulmuştu. Tek veya çift meclis olması
üzerinde birçok tartışmalar olmuştur. Avamın
baskısıyla meclisin tek olması kararlaştı. Avam
düşünürleri buna bakarak ihtilalin yanlış bir yola
sapacağını anlamışlardı. Kral yeni anayasanın
bazı maddelerine yakınlarının teşvikleriyle itiraz
edecek olmuştu. Bu da aleyhindeki akımı
kuvvetlendiriyordu.
Öte yandan kralın rakibi Orlean Dukası
Paris’e buğday gelmemesi için etraftaki
zahireleri satın alıyor ve başka yerlere
sattırıyordu. Gariptir ki Kral taraftarları da Paris
halkı zayıf düşsün de itaat etsin diye Paris’e
zahire gelmemesine çalışıyordu. Bu ise âdeta
halkı isyana teşvikti. Bu sırada Kral bir kaleye
kaçırılacakmış diye haberler yayılıyordu; Versay
ahalisi kasabalarını korumak için bir alay asker
getirmişlerdi.
İhtilâciler yine bir olay çıkarmaya
hazırlandılar fakat millî askerden korktukları için
kadınları ileri sürdüler. 5 Ekim’de birçok kadın
Paris sokaklarında “ekmek isteriz” diye
belediyeye saldırdılar. Etraftaki sarhoş ve reziller
kadınların arasına karışarak belediyedeki silah
ve topları alıp Versay yolunu tutmuşlardı. Bu
reziller kalabalığı Versay’ı basıp bazı hassa
askerlerini öldürdükten sonra kral ve kraliçeyi
alıp hakaret ede ede sarayına getirdiler.
Millî Meclis, kralı itibardan düşürmek
istemediğinden yeni nizamlar koymuş, yeni
mahkemeler ve yeni muhakeme usulleri ve bu
meyanda jüri usulü ihdas etmiştir.
Manastırlardaki mallar devletçe zapt olundu. Bu
fikri ortaya atan rahip Taleyran’dı. Bu meyanda
dük ve kont gibi asilzâde lakapları kaldırılmış,
krala hükûmetin birinci memuru unvanı
verilmiştir.
Paris mahallelerinde kurulan kulüplerin en
ünlüsü Jakobenler Kulübü’dür ki memleketin
her tarafında şubeleri vardı. Robes Piyer
bunların başkanı idi. Fransa ihtilali Avrupa
hükümdarlarını bilhassa Avusturya hükümdarı
Leopol’ü telaşa düşürmüştü. Fransız
asilzâdelerinden birçoğu, Almanya’ya kaçarak
Fransa aleyhine harbe teşvik ediyorlardı.
1790 senesinde kral ve kraliçe kıyafet
değiştirerek kaçmışlarsa da yolda yakalanıp
hakaretle Paris’e getirilmişlerdi. Fransa kralının
hakarete uğraması diğer hükümdarlara ağır
gelmiş, onu kurtarmak için Avusturya ve Prusya
devletleri bir beyanname yayımlamışlardır.
Devlet-i Aliye de öteki devletlerin ısrarı üzerine
Avusturya ve Prusya ile barış yapmıştır.
Millî Meclis’in hazırladığı anayasa hapiste
bulunan krala zorla imzalatılmış bir sureti de
Devlet-i Aliye’ye gönderilmişti. Fransız halkı
artık istediği serbestliğe kavuşmuştu. Ne çare ki
iş ayağa düşmüştü. Fikirler ikiye ayrılıyordu. Bir
kısmı meşrutî krallık istiyor; Robes Piyer,
Jakobenler ve ayak takımı ise cumhuriyet
istiyorlardı.
Kral ve kraliçenin ecnebî devletlerle ittifak
yaptığı haberlerinin yayılması üzerine Paris’te
halk yine ayaklanmış ayak takımı saraya hücum
etmişti. Hassa askerleri öldürülmüş meclise
sığınan kral ve kraliçe bir manastırda
hapsedilmişti. Fransa’yı bin sene idare etmiş
olan hanedanın böyle hakarete uğraması, böyle
namuslu adamlara ve diğer Avrupa halkına ağır
gelmişti. Bunun üzerine Prusya, Avusturya ve
Sardunya devletleri ittifak ederek Fransa’ya
hücum etmişlerdir.
O günlerde Fransa’da dört bin papaz sürgüne
gönderilmişti. Bunların çoğu sonradan idam
edilmiştir. Ne gariptir ki hürriyet ve eşitlik için
ihtilal yapan Fransa’da, suçsuz adamlar
öldürülüyordu.
Bu sırada müttefik devletler askeri Paris’e
doğru yürümekte olduklarından Valmi’de
Fransız ordusu karşılarına çıktı. Çocuk yaşındaki
genç, talimsiz ve bakımsız Fransız askerleri
müttefik ordularını yendi. Fransızlar Ren nehri
civarında bir hayli Alman toprağını ele
geçirdiler. Valmi harbini müttefikler kazanmış
olsaydı; Fransız İhtilali bastırılmış olacaktı.
Alman prenslerinden ayrılmış olan Alman halkı,
Fransa’daki hürriyet fikirlerini benimsedi.
Yeni seçilen 749 üyeden oluşan millet meclisi
açıldı. İçlerinde azgın adamlar vardı. Meclis 22
Eylül 1792’de krallığın kaldırılmasına karar
vererek, cumhuriyet ilan etti. Hâkimlerin halk
tarafından seçilmesi kararlaştı. Hürriyet fikrine
taraftar milletlere yardım için bir kanun çıkarıldı.
Meclis Orlean Dükü’nün teşviki ile 1793’te
kralın idamına karar verdi. Bunun üzerine
Fransa dışında bulunan Fransızlar kralın hapiste
bulunan oğluna XVII. Lui adıyla biat ettiler.
Meclis azası birbirine düşmüş, yapılmadık
fenalık kalmamıştı.
Fransa’nın Amerikalılara yardımlarından
dolayı İngilizler, Fransız İhtilali’ne kin
besliyordu. Fransız İhtilali’nin tesiriyle
İrlanda’da birtakım ihtilal cemiyetleri
kurulmuştu. İngilizler Fransa’nın deniz
kuvvetlerini yenmek ve dünyayı birleştirmek
arzusundaydı. İngiltere Hariciye Nazırı Pit,
birçok devletlerle Fransa aleyhine ittifak
anlaşması yapmıştı. Bu ittifaka yalnız Devlet-i
Aliye, İsveç ve İsviçre girmemişti. Fransa
aleyhine ittifaka giren Avusturya, Belçika’nın
kurtulmasını, Prusya da topraklarını genişletmeyi
istiyordu. Ruslar Polonya’yı yutabilmek için
Avusturya’nın bir gaile ile meşgul olmasını
istiyorlardı.
Bu kargaşada Millî Meclis gruplara bölünmüş,
bu meyanda dokuz üyeli bir ihtilal meclisi
kurulmuştu. Bunun başkanı olan Robes Piyer
herkese dehşet veriyordu. Pek çok adam idam
ediliyordu. Hapiste bulunan kraliçe de sözde
muhakemeyle idam edildi. Kral ailesinden 24
kişi daha idam edildi. Meclis üyelerinden 20 kişi
ve Orlean Dukası da idam edilenler arasında idi.
Bu idamlarda başrolü Jakobenler oynuyordu.
Jakobenler, mektepleri, ilmî cemiyetleri
kapamışlar, Hristiyanlığı ilga etmişlerdi.
Hristiyanlık yerine bir aklî din konmuş,
kiliselerden papazlar çıkarılmış, yerlerine tiyatro
oyuncuları ve mızıkacılar getirilmişti. Kilisenin
mihrabında bir sandalye üzerinde genç bir kadın
yarı çıplak olarak oturtulmuş ve akıl tanrıçası
yapılarak kendisine secde edilmişti.
Hristiyanlığın ilgası üzerine ay isimleri
değişmiş, yeni bir takvim konmuştu. Bunlar
yapılırken idamlar ve tevkifler devam ediyor;
hapishaneler dolduğundan okullar, manastırlar
ve kiliseler hapishane olarak kullanılıyordu.
Birçok namuslu adam suçsuz olarak idam
ediliyordu.
Müttefikler arasında menfaat ihtilafı, toplu
harekete imkân vermediği için Fransa’nın işgali
tamamlanamıyordu. Cumhuriyete karşı gelen
eyaletler arasında en çok dayanan Tolon şehri
olmuştu. Nihayet o sırada 23 yaşında bir yüzbaşı
olan Napolyon’un himmetiyle cumhuriyetçilerin
ordusu Tolon’a girmiş ve ahalisi vahşîce
sindirilmiştir.
Robes Piyer kendi icat ettiği akıl dininden de
vazgeçerek: “Bir Allah vardır ve insanın ruhu
bâkirdir.” diye Meclis’ten kanun çıkarmıştır.
Nihayet Robes Piyer aleyhtarları kuvvetlenmiş
kendisini ve taraftarlarını idam etmişlerdi. Bu
suretle dehşet devri sona ermiş, hapishanelerdeki
binlerce adam serbest bırakılmıştır. Nihayet
Jakoben manastırı da kapatılmıştır. Artık
Fransa’da koyu cumhuriyetçiler, mutedil
cumhuriyetçiler ve kralcılar olmak üzere üç
hizip belirmiştir.
İhtilal çıkarmak bir selin önünü açmak
gibidir. Bu kere açıldı mı hızı kesilmedikçe
durmaz. Yalnız karşı gelenleri değil, ona yol
verenleri de helak eder. Böylece Fransız
İhtilali’ne sebep olanlar hep birer birer telef
olmuş, ettiklerinin cezasını bulmuşlardır.
Devlet-i Aliye, Fransız Cumhuriyeti’ni
tasdikte acele etmiyordu. İstanbul’da bulunan
Fransız Ortaelçisi Dukan oyalanıyordu. Yalnız
Avrupa devletlerinin Fransa ile barış yapmaları
hususunda Devlet-i Aliye arabuluculuk yapmaya
hazırdı. Bir müddet sonra İstanbul’a “Verterbah”
isimli bir Fransız ortaelçisi gelmişti. Devlet-i
Aliye bu elçiyi resmen kabul etmiş, Fransız
Cumhuriyeti’ni tanımıştır.
Fransa’dan dış memleketlere kaçmış olan
krallık taraftarları, İngiltere’nin vaat ettiği 10 bin
kişilik yardıma güvenerek, on bin kadar asker
toplayıp 100 kadar gemiyle Fransa’ya geçerek
harbe tutuşmuşlarsa da İngiltere vaat ettiği 10
bin kişilik yardımı göndermediğinden perişan
olmuşlar ve içlerinden 800 kişi kurşuna
dizilmiştir. İngiliz parlamentosunda bu olayı
anlatan Pit: “İngiliz kanı dökülmedi.” demiş,
üyelerden birisi: “İngiliz namusu döküldü.”
cevabını vermiştir.
Devlet-i Aliye de dışişleri bakanlığı
bulunmayıp dışişleri reisülküttaplarla idare
edilirdi. Hakikatte ise işleri çevirenler
İstanbul’un Fenerli Rumlarından seçilen Divan-ı
Hümayun tercümanları idi. Devlet-i Aliye’de, bu
sırada III. Selim tahta çıkmıştı. İstanbul’da
ıslahat sözleri dolaşmaya başlamıştı.

1795 SENESİ OLAYLARI

Avrupa’nın Durumu
Rusya, Prusya ve Avusturya Lehistan’ı
paylaştılar. Bu kısmen Fransa’nın itibarını artırdı.
Avusturya birçok savaşlardan sonra Fransa ile
mütareke imzaladı.
İngilizlerin denizlerdeki kuvveti 480 gemiye
ulaşmıştı, bunlardan 122’si büyük kalyon 18’i
ellişer top taşıyan orta boy kalyon, 176’sı
firkateyn, 164’ü şalope idi.
Bu sırada Fransa’da yeni ve mutedil bir
anayasa yapıldı. İcra kuvveti beş kişilik bir
heyete verildi. Yasama işi için iki meclis
kuruldu, birisi 500 kişiden ibaret Millet Meclisi
diğeri 250 kişilik Kıdemliler Meclisi idi.
Bu yıl Paris’te patlak veren yeni bir ihtilali
Napolyon bastırdı. Bu sayede Napolyon, Fransız
Başkumandanı oldu. Bu sırada aşırı gruplar
bütün emlâkın eşitlikle paylaşımı için Babof’un
başkanlığında bir gizli cemiyet kurdularsa da bu
iş kendisinin öldürülmesi ile sonuçlandı.
Napolyon’a İtalya’ya gönderilecek ordunun
kumandanlığı verildi. Napolyon ordusuna
yağma vaat ederek Avusturya ve Sardunya’ya
saldırdı.
III. Selim, Rusya ve Avusturya’dan emin
olmadığı için bazı Avrupa devletleriyle ittifak
etmek arzusunda idi. Nihayet İstanbul’daki
Fransız elçisi ile bir antlaşma yapıldı. Buna göre
Devlet-i Aliye şimdiki Avrupa harbinde tarafsız
kalacak, harpten sonra Fransa ile bir savunma
ittifakına girecekti.

Dubrovnik Vergilerinin Gelişi

Dubrovnik Cumhuriyeti elçileri, padişahı görüp


itaatlerini bildirmek ve üç yılda bir verdikleri
vergilerini takdim etmek üzere İstanbul’a
geldiler.
Dubrovnik Cumhuriyeti, Rumeli’de Osmanlı
fetihleri başlayıp adaleti yayılmaya başlayınca,
en evvel Osmanlı Devleti’nden himaye fermanı
alan cumhuriyettir. Dubrovnikliler, Osmanlılar
tarafından verilen himaye fermanının
hükümlerine bağlı kaldılar. Bunca yıldan beri
karada ve denizde Osmanlılar tarafından himaye
buyruldular. Onlar da bunun şükrünü bilmişler,
üç yılda bir belirli olan vergilerini zamanı
geldiğinde, padişaha seçkin adamları vasıtasıyla
bir mektup takdim ederek ödemişlerdir.

Diğer Bazı Olaylar


Malta şövalyeleri daima İslâm gemilerine
saldırırlardı. Garp Ocakları da onlara hücum
ederlerdi. Bu ocaklar, Avrupa devletleri ile
anlaşmalar yapabilirlerdi. Tunus ve Cezayir
Ocakları cihat ile meşgul olduklarından
kendilerine gemi ve silah yardımı yapıldı. Seydi
Ali Reis tedarik ettiği asker ve gemilerle
Trablusgarp’a giderek orasını zaptetti. Devlet bu
eyalet Valiliği’ni kendisine verdi.
Halep ve Antep halkı öteden beri Emir ve
Yeniçeri unvanı ile fırka hâlinde birbirleriyle
çarpışırlardı. Yeniçeri taraftarları yeniçeri
nişanları takarlar, Emirler de yeşil sarık taşırlardı.
Maraş’ta emirler de iki guruptu. Bu iki gurup da
birbirleri ile savaşırlardı. Bu yıl Antep’te emirler
isyan ettiğinden Maraş Beylerbeyi Ömer Paşa
görevlendirildi. Fakat Antep’e giderken eşkıya
tarafından öldürüldü. Bunun üzerine Maraş
Sancağı eski Beyşehir Mutasarrıfı Hasan Paşa’ya
verildi. Bu yıl Silifke’de asiler tedip edilerek 14
kişi idam edildi.
Valide Sultan tarafından yenilenmesine
başlanmış olan Kasımpaşa Mevlevîhanesi bu yıl
tamamlandı. III. Selim Mevlevîliği sevdiğinden
ileri gelenler kimi samimi kimi taklit için
Mevlevîliğe intisap ederlerdi. Nereye varılsa
Mevlevî sikkesi görülürdü. Toplantılarda ney ve
rübap sesleri duyulurdu.
Padişahın bu işe rağbetinin sebebi de Nizam-ı
Cedid düşüncesinin Mevlevî tarikatına uygun
düşmesi idi. Yeniçeriler Bektaşi olduklarından
bunlara karşı başka bir tarikatı tutmak lazımdı.
III. Selim Mevlâna Türbesinin lahit örtülerini
yeniletti. Donanmanın Akdeniz’den dönüşü de
Galata Mevlevîhanesini tamamlandığı güne
rastlatıldı. Eylülün on ikinci günü Kaptan Paşa
donanma-yı hümayun ile padişahın önünden
geçip tersaneye girdi.
Devlet-i Aliye’nin dışişleri bakanı reisülküttap
efendiydi. İçişleri de sadaret kethüdası olan
Abdullah Berri Efendi elindeydi. Rakipleri bu
zatı düşürmek için rüşvet aldığını ileri sürdüler.
Bu konuda çok hassas olan padişah, Abdullah
Efendi’yi azletti ve yerine Baruthaneler Nazın
Şerif Efendi getirildi.
İstanbul, Gelibolu ve Selanik baruthaneleri
birleştirilerek bir nezaret emrine verildiğinden
beri barutçuluk zanaatı epeyce ilerlemişti. Fakat
çarklar hayvanlarla çevrildiğinden ve hayvanlar
da kâh ağır, kâh hızlı yürüdüklerinden barutlar
mütecanis olmuyordu. Su kuvvetinden
faydalanılırsa tokmaklar sabit bir şekilde
vurulacaklarından ve işçiden tasarruf
edileceğinden Küçükçekmece Azatlı köyünde su
ile işler bir baruthane yapıldı. “Arakil” adlı bir
şahıs, bu yeni baruthanede güzel çalışan çarklar
ve dolaplar yaptı.
Karadeniz Boğazı kalelerine yeni bir nizam
vermek lazım geldiğinden Bağdatcık, Revancık,
Rumeli ve Anadolu Fenerleri, Garipçe
Büyükliman ve Poyraz Limanı kalelerinin
askerleri talime tâbi tutuldu. İstanbul’da bulunan
dört kalenin yani Rumeli Kavağı, Anadolu
Kavağı, Yuşa Tabyası ve Telli Tabya’nın idaresi
için Devlet ricalinden bir nazır tayin edildi.
Kalelerin her birine günde birer ekmek ve
seksen altı akçeyle birer kethüda, yetmiş altı
akçeyle birer muallim bölükbaşı, altmışar
akçeyle birer cebecibaşı, ellişer akçeyle üçer
cephaneci ve mehterci verildi.
Devlet-i Aliye’de olayların doğru olarak
yazılmasına itina edildiğinden vak’anüvislik
memuriyeti daima tecrübeli ve sır saklayan
kişilere verilirdi. Devlet büyükleri
vak’anüvislerden bir şey saklamazlardı. Fakat
zamanla bu hususa önem verilmemeye
başlanmış, vak’anüvisler de ne işitirlerse onu
yazar olmuşlardı. III. Selim bu işi de bir nizama
koymuştur. Şöyle ki: Bundan böyle yazılmaya
layık olan şeyler mektupçu, beylikçi ve
ametçiler (sadrazamın padişaha gönderdiği
arzlar ile padişahtan sadrazama gelen hattı-ı
hümayun ve tezkereleri kaydedip saklayanlar)
tarafından reisülküttabın izniyle vak’anüvise
bildirilecek, o da olayları doğru olarak
yazacaktı. Devlet tayınları ve teşrifatı da bu
işlerle uğraşan kalemler tarafından
vak’anüvislere bildirilecekti.
Bâb-ı Âli çavuşlarından Mehmet Çavuş’un bir
çocuğu doğmuş ve bu çocuk hemen üç
yaşındaymış gibi konuşmaya başlamıştı. Mayısın
8. günü Lazkiye’de büyük bir deprem olmuş ve
şehrin yarısı yıkılmıştı.
Bir rivayete göre, Sümbüllü şeyhi Merkez
Efendi, zamanının padişahının kızına talip
olmuş, bu talebi reddetmek için kendisinden 40
kantar altın istemişler. Şeyh Efendi, Sulu
Mağara’yı kazdırarak buranın toprağını 40 katıra
yükleyip saraya yollamış. Sarayda yükler
açılınca hepsinin altın olduğu görülmüş. Bunun
üzerine padişah kızını şeyhe vermiş. Gerçi
evliyanın kerameti inkâr olunamaz. Merkez
Efendi de keramet gösterebilecek bir şeyhti,
ancak böyle bir hâl olsa idi tarih kitapları
yazardı. Bu işin aslı yoktur.
Zamanında dolaşan söylentilerinden birisi de
III. Mustafa’nın kızı Şah Sultan’ın Mustafa
Paşa’dan doğma Ali namındaki çocuğunun I.
Abdülhamit tarafından öldürüldüğü idi. Hâlbuki
bu Sultan’ın çocuğunun erkek değil kız olduğu
ve altı ay kadar yaşadığı anlaşılmıştır.
Padişahların hanım sultanlardan (kız
kardeşlerinden) doğma çocukları idam ettiği
görülmemiştir. Şimdiki hâlde Sultanlardan yalnız
Hibetullah Sultan’ın kocası vardır. Kocası da
Sivas’ta yaşamaktadır.
Zamanında dolaşan söylentilerinden birisi de
Sultanların erkek çocuklarının yaşamaması idi.
Mesela eski sadrazam Rüstem Paşa’nın
Mihrimah Sultan’dan bir kere erkek çocuğu
olmuş. Bu 30 yaşına kadar yaşamıştır. Sokullu
Mehmet Paşa’nın Esmahan Sultan’dan doğma
oğlu İbrahim, babasının vakıflarına mütevellî
olmuştur. Eski sadrazam Şişman Mehmet Paşa
da sultan çocuğudur. Safiye Sultan’ın, Hüseyin
Paşa’dan olan oğlu Mehmet Bey, 80 sene
yaşamıştı. Sultanların erkek evladı yaşamaz diye
batıl bir inanış iptal edilmiştir.
Kısacası, Osmanlı Devleti kuruluşundan
itibaren Sultan III. Ahmet zamanına gelinceye
kadar, sultanların doğan çocukları ömürleri
olduğu kadar yaşadılar. O zamandan sonra
erkek çocukları olmadı. Hanedandan yaşayan en
büyük çocuk tahta çıktı. Durum budur. “Kanun
sultanların erkek evladı olursa öldürtür. Bunda
tartışma lüzumsuzdur.” derler. Bunlar inanılacak
şeyler değildir.

1796 SENESI OLAYLARI

Bazı Olaylar

Tatarcık Abdullah Efendi, tekrar Rumeli


Kazaskeri olmuştur. Anadolu Kazaskeri ise
kendisinin hocası, büyük âlim Seyyit Mehmet
Efendi idi. Teşrifatta Rumeli Kazaskeri, Anadolu
Kazaskeri’ne üstün tutuldukları hâlde Abdullah
Molla daima hocası Mehmet Efendi’yi sağ
tarafına geçirirdi. Çok zamandır böyle iki
faziletli âlim birlikte kazaskerlik etmemiştir.
Anapa Muhafızı Mustafa Paşa, bir meczup
Hristiyanı kendisine üstat edinmiş ve onun
hizmetine girmişti. Bunun vezaret şanına
yakışmadığı defalarla ihtar edildiği hâlde
dinlemediğinden azledildi. Yerine Melek Ahmet
Paşazâde Osman Paşa okur-yazar olduğu için
getirildi.
Erzurum’un bir köyünden Seyyit Hafız
Mehmet isimli biri, yeniçerilerle dövüşerek
yaralanmış ve korkarak bir Abaza gemisine
binerek Soğucak’a varmıştır. Orada, Abazaların
âdetlerini iyice öğrenerek muska vermeye
başlamış. Bir muskayı bir öküz ve dört koyuna
satarmış. Bu adamın tutulması Ferah Ali Paşa’ya
emrolundu ise de fesat çıkarmasından
korkularak birşey yapılamadı. Nihayet
Nakipzâde Mustafa Paşa, adamı bir takliple
getirtip idam ettirdi. Adamın taraftarları
İstanbul’a gelip şikâyet edince Nakipzâde
rütbesi alınarak sürgüne gönderildi.

Elçi tayinleri

Avrupa devletlerinin İstanbul’da birer elçileri


bulunduğu gibi, Devlet-i Aliye’nin de devletler
nezdinde üçer sene kalmak üzere elçi
göndermesi kararlaştığından ilk olarak
İngiltere’ye Agâh Efendi gönderilmişti. 1794-
1795 yılında kethüda kâtibi İbrahim Afif Efendi
Nemçe’ye, divan-ı hümayun hocalarından Ali
Efendi Prusya’ya elçi olarak gönderildi.
Bu sırada İstanbul’a Fransız Büyükelçisi
geldiğinden Ali Efendi Büyükelçi olarak
Fransa’ya, Belgrad’da emlak satmaya memur Ali
Aziz Efendi Berlin büyükelçisi tayin olundu.
Agâh Efendi Londra’da üç yılını tamamlayıp
dönünce tersane emini ve eser sahibi İsmail
Ferah Efendi gönderildi.
Tersanede 1794-1795 yılında 67 zira, üç
ambarlı bir kalyon 53,5 zira bir firkateyn, 34 zira
bir korvetin inşaları tamamlandı. Padişah için de
bir filika inşasına başlandı. Sadrazam,
şeyhülislâm sabahleyin tersaneye gitti, biraz
sonra III. Selim de geldi ve gemiler denize
indirildi. Sürûrî Efendi bu hadiseye şu mısrası ile
tarih düşürürdü:
Üç gemi indirdi bir günde himemle Şah Selim
Bazı Düzenlemeler

Kahve yönetmeliği hazırlandı. Kullanılması


gittikçe yayılan kahveye hububat katıldığı
anlaşıldığından kahvenin halis kavrulması ve
tahmishane (kavrulma yeri) nin iltizama ve
çekme parasının dört akçeden altı akçeye
çıkarılması kararı verildi. Gariptir ki bir zamanlar
kahve ve çubuk içenler idam edilirken şimdi
devletin kahve kavurmadan vergi alınması
devrine girilmiştir.
Vakıflarla ilgili düzenlemeler yapıldı. Bir
vakitten beri vakıf şartlarına aykırı olarak birçok
vazifeler ve memuriyetler ihdas edildiği ve
buralara akrabanın kayırıldığı ve bu yüzden
vakıf masrafları artarak harap olduğu
anlaşıldığından bundan böyle hatt-ı hümayun
çıkmadıkça yeni memuriyetler ihdas edilmemesi
ve sırf mütevellîlerin tezkeresiyle fodla (bedava
yemek karnesi) verilmemesi kararlaştırıldı.
Humbaracı askerlerinin sıla için en çok 2/3’ne
izin verilmesi 1/3’ün daima İstanbul’da
bulunması emrolundu. Humbaracı imtihanlarının
her yıl, Hızır’da ve kasıma yapılması
kararlaştırıldı.

Bazı Ölümler

Yükselme meraklısı Doğramacızâde Abdullah


Efendi, muharrem ayında vefat etti. Böylece
yükselmek veya azledilmek derdinden kurtuldu.
Kendisi kethüda kalemi kâtibi iken, Yusuf
Paşa’nın sadrazamlığı esnasında kethüda olarak
birden bire yükseldi. Aslında yetersizdi,
dünyadan haberi yoktu, yalnız çıkarını gözetirdi.
Kethüdalıkta yetersiz olduğundan âcizlik
gösterince, ordu Rumeli’ye giderken yolda
azledilmişti.
Devlet adamları iş görür, iş bitirir ve
kabiliyetli adamları seçerek işleri ehline
vermelidirler. Bu bakımdan devlet vükelası
insan sarrafı olmalıdırlar. Yoksa yakınlık ve
dostluk güderek adam kayırmak devlete
hıyanettir. İnsanlıktır diye kendisine bağlı ve
ilişkisi olanları hak ettiğinden fazla yükseltmek
işi ehline vermemektir. Bu da devlete hıyanettir.
Buna nasıl insaniyet denilebilir?
Liyakat ve hak gözetilerek devlet memurlarını
kayırmaya genellikle pek itiraz edilmez. Devlet
hizmetinde birden ilerlemek iyi birşey değildir.
Bu, tecrübe ile görülmüş doğru bir durumdur.
Büyük bilginlerden Tatarcık Abdullah Efendi
bu yıl öldü. Bu zat, Kırımlı Osmanlı Efendi’nin
oğlu olup 1730-1731’de doğmuş ve 1748-
1749’da müderris olmuştu. Bazı memuriyetlerde
bulunduktan sonra 1787-1788’de Anadolu
Kazaskeri, daha sonra Rumeli Kazaskeri
olmuştu. Edirnekapısı’nda Lalizâde safasında
gömülmüştür. Gayet zeki, faziletli, cömert bir
zattı. Ancak rütbesine yakışmaz hafiflikler
göstermek ve borçtan çekinmemek gibi zaafları
vardı.
İstanbul’da bulunan Venedik balyozu (elçisi)
üç yılda bir değişirdi. Bu yıl da değişim yılı idi.
Yeni gelen elçi için divan tertip edildi. Her
zaman olduğu gibi elçi, padişah huzuruna
alınarak görüştürüldü.

1797 SENESİ OLAYLARI


Elçilik Hukuku ve Osmanlı Devleti’nin
Elçileri

Osmanlı Devleti Berlin elçisi Aziz Efendi’nin,


Prusya Kralı ile görüşmesine dair mektubu
gelmişti. Mektubunda, kendisine verilen itimat
mektubunda Ambasador yazılmadığı için önce
ortaelçi muamelesi gördüğünü, sonradan iş
anlaşılarak kendisinden özür dilendiğini
bildirmiştir. Bu yanlışlığın niçin yapıldığı
hakkında biraz bilgi vermek lazım gelmiştir.
Hukuk, iki kısım olup biri, tabiî hukuk, diğeri
vaz’i hukuktur. Tabiî hukuk, kamunun tabiatına
uyan hukuktur. Vaz’i hukuk ise örf ve âdete
veya zamana göre yapılmış olan hukuktur.
Devletler hukuku da böyle iki kısım olup tabiî
devletler hukukuna göre bütün devletlerin
bağımsızlığı eşit olduğundan, elçileri eşit rütbede
olup buna “ambasador” denirdi. Bazen
hükümdarlar özel bir iş için “ajan” namı ile
memurlar gönderirledi. Bunlar elçilik sıfatını
haiz değillerdir. Sonraları, vaz’ı devletler
hukukuna göre elçiler, birkaç kısma
ayrılmışlardır.
Elçilerin masrafları çok kabarık olduğundan,
devletler ikinci derece elçiler göndermeye
başladılar. Bunlara fazla ihtimam yapılmayarak
“rezidan” unvanı verilirdi. Büyük teşrifat
“ambasadör” unvanını taşıyan büyükelçilere
tahsis olundu. Rezidan elçiler de ajanlara üstün
tutulurdu. Sonraları ajan unvanı maslahatgüzara
çevrildi. 1.000 tarihinden sonra devletler
“evoier” unvanıyla ikinci derecede elçiler
gönderir oldular.
Bir devlet nezdinde, böyle muhtelif teşrifata
tâbi elçilerin bulunması, bazı kargaşalıklara
sebep olduğundan Viyana Kongresi’nde bu
hususta bir karar alındı. Şöyle ki; büyükelçiden
sonra ikinci derecedeki elçilere “envoir”e ve
üçüncü derecede olanlara, “maslahatgüzar”
denildi ve teşrifat kuralları, bu sıralamaya göre
yenilendi.
Osmanlı Devleti, belirli bir iş için bazı
devletlere fevkalâde büyükelçi gönderir ve diğer
devletler nezdinde de daimî elçisi bulunmazdı.
Avrupa haberleri Divan-ı Hümayun tercümanları
vasıtasıyla, İstanbul’daki elçilerden veya Eflak
beylerinden alınırdı.
III. Selim, daimî elçi usulünü düşünüp ilk
olarak İngiltere’ye elçi gönderilmesini düşündü.
Bu konuda İstanbul’daki İngiliz elçisi ile istişare
edildi. Yalnız Devlet-i Aliye’de hariciye bakanı
yoktu. Dışişlerine kazaskerlerden daha aşağıda
olan reisülküttap bakardı. İngiliz elçisi,
Londra’ya gönderilecek, Osmanlı elçisinin
seçkin bir devlet adamı olması lüzumunu
bildirdi.
Avrupa’ya gönderilecek sefirlerin Büyükelçi
olmasına karar verildi. Reisülküttaplıktan
azledilen Râtip Efendi’nin yerine önce Rasih
Efendi getirildi ise de kabiliyeti görülmediğinden
azledilerek bu görev Reşit Efendi’ye verildi.
Paris sefiri Seyyit Ali Efendi’nin o zamanki
Fransa’ya ait mektubu bu sırada İstanbul’a geldi:
Vapur, tren, telgraf gibi keşiflerden sonra
Avrupa uygarlığı çok ilerlemiş, Fransa’da bir
başka hâle girmişti. Kan içinde yüzen Fransa’nın
yine ne derece zengin olduğu bu mektuptan
anlaşılır.

Paris elçisi Seyit Ali Efendi’nin Sefaretnamesi

Vazifem gereğince, Marsilya’ya varıp Frenk


âdeti üzere otuz altı gün karantinada kaldıktan
sonra şehre çıktım. Şehir halkı, bizi ağırlamak
için âdeta yarışıyorlardı. Bizim bildiğimiz
sarhoşluk, içkiden sonra gelir. Lakin buralarda iş
tersine gelmiş. Önce sarhoş oluyorlar, sonradan
içkili eğlencelere dalıyorlar.
Marsilya’dan Paris’e gelinceye kadar hangi
şehre indiysek, halk birbirinden örnek alarak,
bize ikramda yarışa çıkıyorlardı. Böylece düğün,
bayram içinde 25 gün yol alarak, Allah’a şükür
Paris’e ulaştık. Gerçi Fransız halkının, Osmanlı
Devleti’ne dost olduğu bilinir ve bu tutum
hizmetimize memur olanların durumundan
anlaşılırsa da bizi sevdiklerini dünyayı bilmez
köylülerden dahi işitmişimdir. Devlet-i Aliye’nin
ünü ve kudreti buralarda çok büyük olduğundan
herkes hâline göre bu âcize ikram edip sevgi
gösterisinde bulundular.
Marsilya’dan, Paris’e giden yollar, ağaçlar,
bostanlar, ekinler, bağ ve bahçelerle süslü bir
geniş park gibidir. Bir karış yeri boş değildir.
Halkın işlerine gayretle sarıldıkları bellidir.
İhtilâl dolayısıyla perişan duruma düşmeleri
beklenirken, zerre kadar haraplık alâmeti
görülmüyor. Sadece uğradığı istila dolayısıyla
Tolon’da ve bazı savaşlar geçmesi yüzünden
Lyon’da biraz evler yıkılmışsa da bir taraftan da
hemen onarılmaktadır.
Paris şehrinin bağ ve bahçeleri ile verdiği
ferahlık bütün Frenkistan’ı imrendirir. Halkı, her
gece bir bahçede çalgıcılar, şarkıcılar ve çeşit
çeşit havaî fişeklerle gülüp eğlenir. Yaz mevsimi
bahçelerde sefa saatleri ile geçer, kışın sayısı
yirmi dördü bulan komedya yani hayalhanelerde
durmadan safa sürerler. Bu hayalhanelere beş
Frank ödeyerek girerler. Bir küçük limon
hacminde şekerli dondurmayı bir Franga
satarlar. Kadınları son derece serbest ve
itibarlıdır. Hatta bir odada mevki sahibi erkekler
oturmakta iken adı sanı bilinmemiş bir kadın
çıkagelse, herkes ayağa kalkıp baş sedire oturtur
ve kendileri ayakta durur. Nuşirevan’ın Acem
diyarında vaktiyle yaydığı batıl mezhep
buralarda pek itibar görür.
Safer ayının 3. mübarek cuma günü
düzenlenen alay ile name-i hümayunu
cumhuriyet yöneticilerine teslim ettim. Devlet-i
Aliye’nin şanının yüceltecek törenler yapıldı.
Buralarda masrafı esirgemek çok zararlı ve
haysiyet kırıcı ise de biz yine çaresiz, tutumlu
davranıyoruz. Tayinatımız ihtiyaca yetmez olup
Devlet-i Aliye’nin şanı için ister istemez, bu
masraflara katlanmak gerektiğinden, lütuf ve
inayetlerinizi istirham ederim. Emir ve ferman
devleti, inayetlû velinimetim sultan
efendimindir.

Bu Sene Vuku Bulan Bazı Vefatlar

Müftüzâde Seyyit Mehmet Efendi; 1700-


1701’de doğmuş ve 100 sene yaşamıştır.
“Ayaklı kütüphane” diye anılırdı. Antalya
müftüsünün oğludur. Üsküdar’da Miskinler
Tekkesi’nde medfundur. Maddî işlere hiç önem
vermeyip bütün vaktini öğretmeye hasretmiş,
eşsiz bir âlimdi. Zamanının meşhur bilginleri, bu
zata talebe bile olamazlardı. Buna rağmen
kibirsiz ve sade yaşardı.
Meşhur talebeleri Gelenbevî İsmail Efendi ile
Tatarcık Abdullah Efendi’dir. Bütün
talebelerinden sonra ölmüştür. Kendisinden
sonra o kıratta bir âlim gelmemiştir. Onun için
ona Anadolu bilginlerinin sonuncusu demek
lazımdır. Huzur-ı hümayunda ilmî tartışmalar
yapıldığı günler, son sözü söylemek üzere
Mehmet Efendi davet edilirdi. Sözleri mihenk
sayılırdı.
Şeyhülislâm Mehmet Efendi, müderris Halil
Efendi’nin oğlu olup 1714-1715 yılında
Mekke’de doğmuştur. Mutat devrelerden
geçtikten sonra 1787-1788’de şeyhülislâm
olmuştur. 86 yaşında vefat etmiş, Fatih
Camii’nde cenaze namazı kılınmış, Abdurrahim
Medresesi mezarlığına gömülmüştür. İlim ve
fazilet sahibi bir zattı. Kaside-i Bürde’yi tahmis
etmiş, Beyzavî Tefsiri üzerine bazı mütalaalar
yazmıştır. Talik hattatı idi. Birçok vakıfları
vardır. Hisar fukarasını beslerdi. Ahlâklı, temiz
kalpli bir adamdı.
Abdullah Berri Efendi, Reisülküttap Hacı
Mustafa Efendi’nin oğlu olup 1694-1695’te
doğdu. Tahsil kademelerinden sonra 1768-1769
seferine babası ile beraber katılmış, birçok
memuriyetlerde bulunmuştu. Naşı Eyüp’te
Kaşgarî Zaviyesi’ndedir. İlim ve fazilette, şiir ve
edebiyatta, akranlarına üstün iken, rakiplerinin
amansız düşmanlığı ile rahat yüzü görmemiştir.
Ziştovi ve Yaş antlaşmalarına murahhas
olarak katılmıştır. Birçok şiirleri ve Mevlidü’l-
Ukut isimli bir risalesi, birçok kitaplara şerhi
varsa da damadı Sadık Efendi kadir bilmez bir
nâdân olduğundan bu kitapları muhafaza
edememiştir. Laleli’deki evinin karşısında bir
mektebi ve vakıfları vardır. Küçük büyük
herkes, iyi huyunu, tatlı şakalarını ve şiirlerini
pelesenk etmişlerdi.
Bu nevbaharda ancak açıldı lale ve dağ
Küşad-ı gonca-i dil kaldı bir bahara daha
Reisülküttap Raşit Efendi, Kayserili Fevzi
Efendi’nin oğludur. 1748-1749’da doğmuştur.
Parlak bir tahsil hayatından sonra, İsmail Rauf
Paşa maiyetinde muhtelif memuriyetlerde
bulunmuştur. Gece gündüz bütün gücünü maarif
tahsiline harcamıştır. Karakter sağlamlığı ve
soydan gelen istidadı ile akranları arasında
seçkin bir kişi oldu.
Nihayet III. Selim’in teveccühünü kazanarak
reisülküttüp olmuştur. 1797-1798 yılında vefat
etmiş, Bayazıt Camii haziresine gömülmüştür.
Gayet zeki, vakur, cömert ve süratli yazan bir
zattı. Yalnız herkesten şüphelenirdi. Doğruluk,
çalışkanlık ve hizmetlerine hürmeten ve
başkalarına da çalışma şevki versin diye
mallarına el konmamış, oğullarına verilmiştir.
Şeyhülislâm İbrahim Efendi, Sultan I.
Mahmud Han’ın vezirlerinden İvaz Mehmet
Paşa’nın oğludur. 1715’te doğmuş, 1733-1734
yılında müderris olmuştur. İlmî mertebeleri
atladıktan sonra 1774-1775’te şeyhülislâm
olmuştur. Zamanın sadrazamı İzzet Paşa ile
Dolmabahçe’de bir toplantıda tartışmış,
öfkelenip toplantıyı terk etmesi padişahın
gazabına sebep olduğundan azledilmiş, üç yıl
sonra tekrar bu makama getirilmişti. 1797-1798
yılında 85 yaşında vefat etmiş, Beyazıt Camii
haziresine gömülmüştür. Çok öfkeci, onurlu,
kibar tavırlı, heybetli bir adammış.

İç Olaylar

Sadrazam İzzet Mehmet Paşa, Nizam-ı Cedid


uğrunda didinen Sultan III. Selim’i memnun
edecek işler yapardı. Bu cümleden Akıntıburnu
üzerinde Halife mevkiinde satın aldığı yalıda
padişah için bir biniş köşkü ve iki tarafına
havuzlar yaptırdı. Çiçek ve ağaçlarla süslendiği
gibi Darüssaade Ağası, Silahtar ve Hazinedar
Ağa’ya mahsus evler yaptırttı. Padişah,
rebiülevvelin on beşinci günü köşke geleceğini
bildirdi. İzzet Paşa üç-dört gün önce ziyafet
hazırlığına başladı.
O gün padişah, yalıya yanaşıp atla köşke
çıktı. Sadrazam giranbaha bir bohça ve güzel
donanmış bir at sunduğu gibi; Valide Sultan ve
Ağalar için de bohçalar verdi. Padişah, ikindi
vaktine kadar, bazen pehlivan ve atıcıları
seyrederek vakit geçirmiş ve akşam yemeğini
yedikten sonra Beşiktaş sarayına dönmüştür.
Ertesi gün, padişah sadrazama: “Yeni yaptırdığın
köşkten pek haz ettim. Hediyelerine sevindim.
Hak Teâlâ gönül sefası versin ve seni muvaffak
kılsın.” diye bir mektup gönderdi. Sadrazam’ın
cevabında:
“Bu âciz benden, karıncadan fakir iken ve
layık olmadığım bunca nimetlere nail olmuşken,
köşkü dünkü gün şereflendirmenizi, âciz
olduğum hâlde hatt-ı hümayunla taltif edilmem,
aklımı taşıran bir inayet olmuş, iki gözümden
yaşlar akmış, şükran olarak padişahın ömrüne
duadan gayrı, bir şey yapmak elimden
gelmemiştir.” denmektedir.
Malî darlık günden güne arttığından bazı yeni
gelirler bulmak gerekmişti. Bunun üzerine bazı
illerin mukataalarını devlet, her bir hissesi beşer
bin kuruş olmak üzere taliplilerine satmıştır.
İrad-ı Cedid hazinesine de bazı yeni gelirler
sağlanmıştır. Yalnız İstanbul’daki devlet
büyüklerinin geçimi mukataalardan olduğundan;
gelen varidat yetersiz kalıyordu. Kumbaracı ve
lağımcı ocaklarının masraflarının her ay
ödenmesi hazineye güç geldiğinden onlara da üç
ayda bir maaş verilmesi emrolundu.
Dış Olaylar

Napolyon’un Avusturyalıları hezimete uğrattığı,


Kompo Farmia’da barış yapıldı. Belçika
Fransa’ya bırakıldı, Venedik elinde bulunan
Arnavutluk limanları Napolyon’un eline geçti.
Bu suretle Fransa, Rumeli’de Devlet-i Aliye ile
sınırdaş oldu. Venedikliler aman diledilerse de
Fransızlar dinlemedi. Venedik’in bütün
gemilerini zaptettiler, kiliselerinde bulunan
kıymetli eşyayı ve kütüphaneleri yağma ettiler.
Venedik toprakları Avusturya’ya bırakıldı. Bir
zamanlar ünlü bir deniz devleti olan Venedik
Cumhuriyeti ortadan kalkmış oldu. Bu haberi
İstanbul’a, Viyana elçisi Afif Efendi seri
postayla yetiştirdi. İstanbul’daki Fransız elçisi
haberi Türklerden aldı.
Kompo Farmia Barışı, cumhuriyet ve hürriyet
fikirlerinin galebesi demek olduğundan
politikanın şekli değişti ve Avrupa tarihinin yeni
bir faslı başladı. Bunun sebebi, müttefik
devletlerin aralarındaki garez ve nifaklardı.
Özellikle Prusya ikiyüzlü bir politika gütmüş,
gizlice Ruslarla anlaşıp Lehistan’ın
paylaşılmasını sağlamış ve müttefiklerini feda
ederek Fransa ile barış yapmış ve Ren Nehri iki
devlet arasında sınır olmuş; Hollanda, Fransa’nın
bir eyaleti hâline gelmişti. Diğer müttefikler de
Fransa ile uyuşmuşlar, Avusturya ile İngiltere
ortada kalmıştı. Avusturya’nın da Kompo
Farmia’da Fransa ile anlaşmasından sonra,
denizler İngilizlerin, karalar Fransızların
tahakkümü altına girmişti.
Avrupa’da cumhuriyet ve ihtilal fikirleri sel
gibi yayılıyordu. Bu sırada Napolyon’un ordusu
Roma’ya girdi ve Papa’nın hükûmeti ilga
olunarak Roma’da cumhuriyet kuruldu. Papa
zorla Fransa’ya götürüldü.
Osmanlı Devleti, Avrupa devletleri içinde en
evvel Fransızlarla antlaşma yapmıştı. Türklerin
sebat ve insanlık duyguları yüzünden Fransızlar,
Osmanlı topraklarında iyi muamele görürlerdi. O
kadar ki bu tutum müttefik devletlerin
sızlanmasına yol açardı. Avusturya’nın
mağlûbiyeti Osmanlıların öcünün alınması
oluyordu. Avusturya’ya karşı, Osmanlı Devleti
Fransa ile yaptığı antlaşmaya güvenirdi. Fakat
Kompo Farmia Barışı’ndan sonra Devlet-i Aliye
Fransızlardan umduğu iyi davranışı
göremediğinden politikasını değiştirmek
zorunda kaldı.
Fransızlar, eski Yunan adalarını ve Preveze’yi
eline geçirince Rumları cumhuriyete teşvik ve
Osmanlı tebaasını ihtilale teşvik eder oldular.
Fransa eline geçen Korfo, Zanta ve Kafelonya
ahalisinin bundan böyle Fransa vatandaşı
muamelesi göreceği ve Devlet-i Aliye
nizamlarının yürümeyeceği Fransız elçisi
tarafından Osmanlı Devleti’ne bildirildi. Devlet-i
Aliye Venedik’in paylaşılmasını kabul etmek
istemiyordu.
Bu sırada Petersburg’dan gelen bir notada,
Rusların Fransızlara karşı tedbir olarak
hudutlarda bazı tatbikatlar yapacaklarını
Karadeniz’e donanma indireceklerini bildiriliyor
ve bunları Devlet-i Aliye’ye karşı bir hareket
olmayacağı temin ediliyordu.
Bugünlerde Prusya baş tercümanı
reisülküttapı ziyaret ederek Rusya’nın devletler
dengesini bozacak şekilde kuvvetlenmesini
Devlet-i Aliye önlerse Fransa’nın Osmanlılara
40-50 bin askerle yardım edeceğini bildirdi.
Reisülküttap cevabında, Fransa’nın bu teklifinin
politikalarına uygun olmadığını ve Rusya’nın
tutumundan Devlet-i Aliye’nin memnun
olduğunu bildirdi.
Prusya elçisi bir müddet sonra gelerek,
reisülküttaba şunları söyledi: “Fransa ile Nemçe
arasında barış yapılmışsa da Almanya’ya ait
görüşmelerin neticenin ne olacağı belli değildir.
Bu görüşmelerde Osmanlı Devleti’ne ait bazı
hususların da bulunması mümkündür. Onun için
devletiniz karada ve denizde hazırlıklı olmalıdır.
Bu sırada Rus donanması icabında Devlet-i
Aliye emrine verilecektir, Fransızlar Devlet-i
Aliye’ye tecavüz ederlerse Rus İmparatoru
sizinle müttefik olacaktır.”
Padişah III. Selim bunlara rağmen Ruslara
güvenmiyor ve Sadrazam’a şu yazıyı
yolluyordu: “Benim vezirim, Boğaz kaleleri
tamamlandı mı? Top ve mühimmat tamam
mıdır? Hiçbir şey eksik bırakılmasın.”
Avrupa’nın bu karışık durumunda Türkler iki
yüzlülükten asla hazzetmedikleri için,
reisülküttap ikiyüzlü değil, bir yüzlü bir politika
gütmeye memur edilmiştir. Onun için bu yıl
yalnız Avrupa bakımından değil Devlet-i Aliye
için de dönem başı olmuştur.
Fransız İhtilali’nin garip neticelerinden birisi
de bir Yahudi’nin yayınladığı beyannamede
Kudüs’te bir Yahudi hükûmeti kurulmak üzere
bütün Yahudilerin ittifaka davet edilmesiydi. Ne
boş tasavvur, ne imkânsız hayal.
Bu sırada Reisülküttap Atıf Efendi Avrupa
politikası hakkında aşağıdaki layihayı
hazırlamıştır.

Siyasete Dair Layiha

Reisülküttap Atıf Efendi’nin Siyasete Dair


Layihası: Birkaç yıl önce Fransa’da patlak verip
etrafa yayılan fitne ve fesat ateşi, senelerden
beri melun müşriklerin hazırladıkları ve icrasına
fırsat gözettikleri bir uyur fitne olduğu
malûmdur.
Şöyle ki; Volter ve Rousseau isimli zındıkların
ve onlardan beter ukalâların hâşâ ve hâşâ
Peygamberlere sövmek, büyükleri zem etmek,
bütün dinleri kaldırmak, cumhuriyet ve müsavatı
ima etmekten ibaret olan sözlerle, alay
üslubuyla neşrettikleri eserlere, “Her yeni şey
lezzetlidir.” fehvasınca halk rağbet eder. Fesat
ve küfür, frengi hastalığı gibi, halkın beyinlerine
ve damarlarına nüfuz etmiştir.
İhtilal esnasında kiliseleri kapamak, rahipleri
öldürmek, dini kaldırmak gibi melanetlere kimse
gücenmeyip avam, güya dünya saadetini tatmak
için lafzı murat olunan işbu eşitlik ve hürriyete
can atar oldular. Her devletin esası şeriat
kanunları olup asayiş sadece siyaset icrasıyla
mümkün olmadığı, kalplerde Allah korkusuna ve
ahireti düşünmeye muhtaç olduğu malûmdur.
Bütün zamanlarda hak veya batıl her milletin
dini olduğu hâlde Fransa’da zuhur eden fitne ve
fesat erbabı bozuk niyetlerini icraya vesile
olmak için sonucun vahameti düşünülmeksizin
dinsizlik ilan etmişler. Halkın Allah korkusunu
kaldırmışlar, ar ve namusu tamamıyla
mahvetmişler. Fransa halkını vahşî hayvan
kıyafetine sokmaya çalışmışlar, bununla da
yetinmeyip her yerde kafadarlar tedarik ederek
insan hakları dedikleri isyan beyannamelerini
yabancı dillere tercüme ederek milletleri
hükümdarları aleyhine kışkırttılar.
Avrupa devletlerinin kendilerine karşı harp
ettiğini görünce hemen hileye başvurarak
devletleri birbirinden çözmeye çalıştılar. Bu
suretle harp meydanında yalnız Nemçe ile
İngiltere kalmış oldu. Fransa’nın başka
memleketlerin toprağında gözüm yok demesi bir
hiledir. Çünkü ilhak ettikleri topraklarda Fransız
usulü hükûmetler kurdurdular.
Böyle bir zamanda Devlet-i Aliye sürekli
olarak hazırlığını artırmalıdır. Avrupa’nın
ahvalini yakından izlemelidir. Bunun için de
paraya ihtiyaç olduğundan gelir kaynakları
aranmalıdır. Sonra Devlet-i Aliye müttefiklerle
ittifak etmeye gayret etmelidir.
Her Devletin, birisi sürekli, diğeri ahvale
göre alınacak birer politikası olmalıdır. Devlet-i
Aliye’nin sürekli politikası, tabiî düşmanları olan
Rusya ve Nemçe’nin daha fazla
kuvvetlenmemesine çalışmaktır. Onların
düşmanlarıyla dost olmaktır. Ahvale göre
politikası ise Fransa’daki fitne ateşinden
mümkün mertebe uzak kalmaya çalışmaktır.

Fransa’nın iç Durumu
Fransa’nın nüfuzu artarken cumhuriyet ve kral
taraftarı arasında çekişme de arttığı gibi malî
darlık da hüküm sürüyordu. Ayak takımına
bedava ekmek, kulüplere devam edenlere
gündelik veriliyordu. Hükûmet karşılıksız para
basıyordu. Nakit yarım Franka alınan ekmek,
kâğıt para ile 2.000 Franka alınamıyordu. 44
milyar Franklık kâğıt para basılmıştı.
Din duyguları ve millî ahlâk bozulmuş
olduğundan her şeyde hıyanet görünüyor, kimse
kimseye güvenmiyordu. İtalya’da bulunan
Bonapart da ordusundaki bozukluklardan
şikâyet ediyordu. Drijanlardan Baras ve iki
arkadaşı ile bir kısım mebuslar çoğunluğa karşı
tehlikeli durumda bulunduklarından zor
kullanmak lüzumunu hissettiler.
Generaller, cumhuriyet taraftarı olduklarından
yardım edeceklerini vaat ettiler. Drijanlar, Paris
şehrinin muhafazasına Bonapart’ın tavsiyesiyle
General Ogero’yu memur ettiler. Bu general, bir
gece mebusların toplandığı Tuileri ve Buran
saraylarını kuşatmış ve kraliyet taraftarlarını
idam edeceklerini ilan etmiştir. 70 kadar mebus
ve bazı yazarlar Amerika’ya sürülmüş ve 42
gazete kapatılmıştır.
Bu sırada Napolyon Bonapart, Fransa
krallarının öteden beri ideal edindikleri bir planı
gerçekleştirmeye, yani Mısır’ı almaya karar
vermişti. Bu sebeple 1212 (1797) yılında
Bonapart, Tolon’dan hareket edip evvela
Malta’yı ele geçirmiş, Şövalye Ocağı’nı ilga
ederek Müslüman Osmanlı esirlerini serbest
bırakmıştı. Osmanlı esirlerine: “Bundan sonra
Malta şövalye korsanlarından kurtuldunuz,
gidin ve bunu bütün Osmanlı topraklarına
yayın, sevinsinler.” diye de tenbihte
bulunmuştu.

Malta Şövalyeleri
1106-1107 yılında Hristiyan tüccarlardan
bazıları, Kudüs’ü ziyarete gelecekler için Hazret-
i Yahya namına bir misafirhane yapmışlardı.
Haçlılar devrinde “misafir severler” adıyla, yarı
ruhanî yarı cismanî tarikat kurup ziyaretçilerin
korunmalarını üstlerine alarak, Mağrip
korsanlarından korunmak için denizlere
açılmaya başlamışlardı.
Selahattin Eyyûbî, Kudüs’ü aldığında onlar
evvela Akka’ya sonra Rodos adasına çekilip,
“Aziz Yahya Şövalyeleri” adını takındılar.
Sultan Süleyman Rodos’u fethettiğinde bu
şövalyelere Şarlken’in bahşettiği hakları ilga
etmiştir ve adları “Malta Şövalyeleri” olmuştur.
Bunlar Akdeniz’de korsanlık ederlerdi. Bilhassa
Müslüman tüccarları soyarlardı.
Şövalyeler sekiz kısım olup üçü Fransa’ya,
ikisi İspanya’ya, birer tanesi de İtalya ve
Almanya’ya ayrılmıştı. Her kısmın birer başkanı,
bulunduğu gibi bir de “Büyük Üstad” adıyla
genel başkanları vardı. Bir ara Rus imparator’u
Pol’ü Büyük Üstad seçtilerse de bundan bir
fayda görmediler ve artık kendilerine merkez
olacak bir yer bulamadılar.
Napolyon Bonapart, Tolon’da donanma
hazırlığı yaparken Arnavutluk sahillerine
saldırması hatıra gelmişse de bir gazete Mısır’a
taarruz edeceğini yazmıştı. Bunu üzerine Paris
elçisi Seyit Ali Efendi, Fransa hükûmetinden
durumu resmen sordu. Cevapta, Mısır’a taarruz
edileceği inkâr ediliyordu.
Osmanlı Devleti, Fransa’ya
güvenemediğinden gizlice harbe hazırlanma
kararı aldı. Mısır emirlerine gizlice talimat
verilerek İskenderiye’de yapılacak savunma
hazırlıklarının Fransa’ya karşı olduğu bildirildi.
O zaman Mısır’da Belde şeyhi İbrahim Bey ve
onun nüfuz ortağı Murat Bey bulunuyorlardı. Bu
gizli talimatı götürmekte olan Edip Efendi daha
Mısır’a varmadan Fransız donanması
İskenderiye’ye açıldı.
1798 SENESİ OLAYLARI

Rumeli Olayları

Dağlı eşkıyası Rumeli’yi harabeye çevirmişti. Bu


eşkıyanın isyanları kısmen bastırılmıştı ki
Vidin’de Pasban oğlu başkaldırdı. Bu isyan da
devleti huzursuz ediyordu.
Serhad muhafızı yeniçerilere “Yamak”
denilirdi. Bunlar da başkaldırmaya alışmaya
başlamışlardı. Ulûfeleri biraz gecikse veya
istemedikleri bir durumla karşılaşsalar hemen
ayaklanmaya teşebbüs ederlerdi.
“Pazvand” kelimesi “Pasban” sözünün daha
çok kullanılan şeklidir. Eşkıya topluluğunun
elebaşısının adıdır. Vidin’de karışıklıklar çıkarır,
halkı bıktırırdı. Rus seferinde Koca Yusuf Paşa,
bunu idam ettirmişti. Oğlu kaçmıştı. Savaş
gailesi bitince Pazvand oğlu Osman ortaya çıktı.
Kendisi cesur ve gözü pekti. Kaçan bazı
yamaklar da ona katılmış gücü ve ünü iyice
artmıştı. Onun kimseyi dinlemez hâli etrafa
yayıldı.
Rumeli âyânları bayrak kaldırma taşkınlığına
başladılar. Bu arada Mısır savaşı ihtimali
artmıştı. Osmanlı Devleti’nin bütün gücünü
Mısır’a teksif etmekten başka çaresi yoktu.
Pazvand oğlu Osman Vidin Muhafızı yapıldı
Bu iç karışıklıklarda her iki taraftan telef olan
asker, Rus ve Nemçe ile olan savaşta omuz
omuza, devlet ve millet uğrunda canlarını veren
bizim dilaverlerimizdi. Bütün zayiat iç zayiattı
ve bize aitti. “İç savaşlar, dış savaşlardan daha
zararlıdır.” denilmesi, yarın düşman karşısına
çıkacak dilaverlerin içeride yok edilmesindendir.
Hattat Yesari ve Şeyh Galip Efendi’nin vefatı
Aralık ayının otuzuncu (1997) günü meşhur
hattat Mehmet Esat Yesarî Efendi öldü. Yesarî
Efendi’nin, doğuştan sağ kolu felçli, sol kolu
titrek idi. Çocukluğunda sol eliyle talik yazısına
çalışmaya başladı. Hocası Dedezâde’dir. Yesarî
(yesar: sol) hattatlıkta o derece ilerledi ki
derecesi bütün hattatların üstünde yer aldı.
O devrin büyük hattatı Şeyhülislâm Veli
Efendi: “Allah bu zatı bizim kibirle kalkan
burnumuzu kırmak için göndermiştir.” derdi.
Yesarî ilim tarikatında ilerleyerek saray hocası
olmuş ve geçim endişesinden kurtulmuştu. Nice
abidelerde yazıları vardır. Sonrakilere nice güzel
yadigârlar bırakmıştır.
Galata Mevlevîhanesi şeyhi Galip Efendi,
Receb ayının 26. günü (14 Ocak 1798) öldü.
“Eser-i Aşk” terkibi doğumuna tarih
düşürülmüştür. Büyük istidadı ile çalışarak kısa
zamanda Arapça ve Farsça’da akranlarını
geçmiş, dünyadan elini çekerek Mevlevî
dergâhında çile doldurmak üzere Konya’ya
gitmiştir. Ana ve babası ayrılığına dayanamayıp
Konya Çelebisinden Galip’in İstanbul’a
gönderilmesini istediler. Çelebi Efendi, Galip’e:
“Mademki amacınız dünya emellerinden
çekilmek ve Allah’a yakın olmaktır, böyle
gurbette çile çekmek hüner değildir. Mertlik
doğum yeriniz olan İstanbul’a varıp Yenikapı
Dergâhı’nda akranlarınız arasında çilenizi
doldurmaktır.” dedi. Bunun üzerine Galip,
Yenikapı Mevlevîhanesi’nde bin bir gün
alışılagelen çileyi doldurarak Şeyh Seydi Ali
Efendi’den “dedelik” aldı. Bir müddet
Yenikapı’da hücrede oturduktan sonra Galata
Mevlevîhanesi şeyhi oldu. Asıl adı Esat iken
şiire özenen öteki Esat’lardan ayrılmak için
Galip takma adını almıştır. Divan’ı, “Hüsn ü
Aşk” adında bir manzumesi, Mevlevî şairlerine
mahsus teskeresi vardır. Vefatına Müderris Nebil
Efendi
Göçdü Galip Dede yâ Hû deyip ehl-i hâle
mısrasını tarih düşürmüştür.
İstanbul Mevlevîhanelerinin en eskisi Galata
Mevlevîha-nesi’dir. Mesnevî şârihi Ankaralı
İsmail Efendi ve başka büyüklerin türbeleri
oradadır. Burası o tarihte çok harap hatta baykuş
yuvası hâlinde iken, Sultan III. Selim
Mevlevîliğe ve Şeyh Galip’e meyli olduğu için
tekkeyi yeniden yaptırdı. Galip Dede’ye ara sıra
hediyeler gönderir ve bazı mübarek gecelerde
onun âyinlerini seyrederdi.
Napolyon’un Mısırı İşgali
Akdeniz’de bulunan Donanma-yı Hümayun
kaptanı, Fransa donanmasının denize açıldığını
duyunca, her tarafa kayıklar çıkararak
Fransızların ne tarafa gideceğini araştırmakta idi.
İngilizlerin 14 gemilik bir donanması da
Fransızların peşinde idi. İngilizlerin Osmanlı
Devleti sahillerinde nereye uğrarlarsa yiyecek
bakımından yardım edilmesi emrolundu.
İngiliz donanması, 1798 yılı haziran ayının
son günlerinde İskenderiye önüne vardı. Şehre
gönderdiği bir memur eşraftan Gümrükçü Seyid
Mehmet Kerim ile görüştü ve ona: “Fransızlar
bir büyük donanma ile denize açıldılar. Buraya
gelirlerse siz onların define kadir olamazsınız
sizi korumak isteriz.” dediyse de Kerim Efendi
bu sözü bir hile sanıp sert bir cevap verdi.
Bunun üzerine kaptan: “Bari biz açıklarda
duralım, kaleyi koruyalım, siz bize paramızla su
ve zahire verin.” dedi. Buna da güvenmeyip:
“Bu topraklar Osmanlı memleketidir. Burada
Fransızların veya başka yabancı devletlerin işi
yoktur. Siz işinize gidin.” diyerek kabul
etmediler. İngiliz donanması “Peki, sonra siz
pişman olursunuz.” diyerek Fransız
donanmasını aramak üzere tekrar denize açıldı.
Mısır ümerası kendilerine güveniyor, değil
Fransızlar, bütün yabancı devletler gelse
karşılarında duramaz, atlarının ayakları altında
çiğnerler kanaatini taşıyorlardı.
Otuz büyük harp gemisi ve 400 taşıma
gemisinden mürekkep Fransız donanması 1798
yılı temmuzun birinde İskenderiye önüne
gelmişti. Donanmada 60 bin asker vardı. Bunun
35 bini muharip askerdi. Geri kalanları
sanatkârdı.
İskenderiye halkı böyle büyük bir
donanmanın gelmesinden dehşete düşerek Mısır
Emiri Murat Bey’e haber uçurdular. Osmanlı
kaptanı İdris Bey, Napolyon’a bir memur
gönderdi. Bonapart memura şunu söyledi:
“Benim kimseye zararım yoktur. Düşmanımız
olan İngilizler Hindistan’ı aldı, onu kurtarmaya
gidiyorum. Bütün dünya ile düşman olsam,
Osmanlılarla dostum, fakat ateş açarsanız
beyhude kan dökülmüş olur.” dedi.
İngiliz donanmasının iki gün önce oraya
geldiğini; İsken-deriye’deki Fransız
konsolosundan öğrenen Napolyon Bonapart,
hemen o gün karaya çıkmak istediyse de
kaleden top atılacağını anlayarak limana
girmeye cesaret edemedi. Murabi koyuna
vararak akşamüstü ve fırtınalı bir havada
askerini karaya çakardı. Hemen yürüyüşe
geçerek şafak vakti İskenderiye önüne geldi.
Savunma denendiyse de kale harap olduğundan
uzun süre dayanamadı. Sokak harbi başladı.
General Kleber bu vuruşmada yaralandı.
Nihayet bir anlaşma oldu. Bonapart: “Ben bu
memleketi Osmanlıların elinden almaya
gelmedim. Maksadım sizi Kölemenlerin
zulmünden kurtarmaktır.” dedi. Memurların
değiştirilmeyeceğini, kimsenin malına ve canına
kast edilmeyeceğini, camilere dokunmayacağını
taahhüt etti. Bunun üzerine İskenderiye teslim
oldu. Kaleye Fransız bayrağı çekildi. Herkesin
göğsüne üç renkli kokart takması emredildi.
Bonapart, İskenderiye halkına Arapça aşağıdaki
bildiriyi yayınladı:
Bonapart’ın İskenderiye Halkına Bildirisi
Hürriyet ve müsavat ilkelerine dayanan Fransa
Cumhuriyeti tarafından başkumandan olarak
gönderilen Bonapart, Mısır halkına bildirir ki
pek çok zamandan beri Mısır ümerası Fransız
milletine hakaret, tüccarına zulmederler. Şimdi
onların akıbetleri erişmiştir. Ne yazık ki Abaza
ve Gürcü diyarından gelen bu Kölemenler eşsiz
Mısır ülkesini ifsat edegelmişlerdir. Her şeye
kadir olan Cenab-ı Hakk’ın iradesiyle onların
çökmesi mukarrerdir.
Ey Mısırlılar, benim buraya sizin dininizi
kaldırmaya geldiğim şeklinde yapılan yalanlara
inanmayın. Müfterîlere deyiniz ki benim gelişim
sizin hakkınızı zalimlerden almak içindir. Ben
Kölemenlerden ziyade Allah’a ibadet, Nebîsi
Muhammed’e hürmet ederim. Onlara deyiniz ki:
Allah’ın indinde herkes müsavî olup aralarında
fark, fazilet ve bilgi iken Kölemen taifesinin akıl,
bilgi ve fazilete dair sermayeleri olabilir mi?
Nerede verimli toprak onların, güzel atlar, âlâ
konaklar onların, güzel cariyeler onların. Eğer
Mısır onların malikânesi ise hüccetini size
göstersinler. Cenab-ı Hak merhametli ve adildir.
Bugünden sonra Mısır’da mansıplar
hususunda kimse ayrıcalıklı muamele
görmeyecektir. Akıllı ve faziletliler işlere hâkim
olacaklardır. Vaktiyle Mısır’da büyük şehirler,
haliçler ve insan ticareti vardı. Bunlar hep
Memlûklerin zulmüyle harap oldu. Fransızlar,
halis Müslümanlar tarafındadır. İspatı budur ki
Müslümanlarla harp yapanın karargâhını tahrip
etmişlerdir. İslâm padişahı Fransızların halis
dostudur. Kölemenlerse padişah emrine asidirler.
Madde 1 — Fransız askeri bir yerden
geçerken oraya üç saat mesafedeki köyün halkı
birkaç nefer adam göndersinler ki kumandan
onların itaatlerinden haberdar olsun. Her tarafa
kırmızı, beyaz, mavi Fransız bayrakları
çeksinler.
Madde 2 — Fransızlara karşı gelen her köy
yakılacaktır.
Madde 3 — İtaat eden köyler Fransız bayrağı
çekerler. Osmanlı Padişahı’nın bayrağını da
beraber çekerler.
Madde 4 — Şehirlerin şeyhleri, Kölemenlerin
evlerini mühürleyecekler ve bir şeyin
kaybedilmemesine itina edeceklerdir.
Napolyon, Mısır Valisi Lokmacı Ebubekir
Paşa’ya bir mektup yollayarak kendisine tâbi
olmasını istedi. İskenderiye’de memurları
yerinde bıraktı. Yalnız verginin tahsili için
Fransız memurlar tayin etti. İskenderiye’nin
idaresi için ileri gelenlerden oluşan bir divan
kurdu. İstihkâmlar yapılması için mühendisler
tayin etti. 1798 senesi 6 Temmuzunda yola
çıkarak Damen Hür çöl yolunu tuttu.
Murat Bey Fransızların gelişini Devlet-i
Aliye’nin iznine bağlıyordu. Vali Ebubekir Paşa:
“Bak Murat Bey. Böyle laf sana yakışmaz. Âli
Osman Devleti Fransızların İslâm
memleketlerine girmesini terviç etmez, hemen
cenge hazırlanınız.” dedi.
Mısır’da Murat Bey bütün ileri gelenleri
toplayarak istişareye başladı. İlk tedbir olarak
Mısır’daki Fransız konsolosu ve tüccarı
hapsedildi ve hemen harp hazırlığına başlandı.
Fakat bu hazırlıklara Mısır’ı arpalık edinmiş
emirler bir şey vermeyip masrafları halka
yüklediklerinden herkes bir defa daha hayal
kırıklığına uğradı.
Ayak takımı cenge çıkmazdan önce
“Buradaki Hristiyanları öldürelim.” dedilerse de
Vali Ebubekir Paşa, “İslâm şeriatına uymaz”
diye bu teklifi reddetti. İslâmların her asırda
görülen bu gibi insanlık duyguları İspanya’da
İslâmlara uygulanan zulümle karşılaştırılırsa
İslâmiyet’in şerefi meydana çıkar.
Devlet-i Aliye Avrupa devletleri içinde en
evvel Fransızlarla antlaşma yapmıştı. Fransa
kralını Şarlken’den kurtaran Türklerdi.
Fransa’nın tavsiyeleri daima iyi karşılanırdı.
Hatta Kaynarca Antlaşması’na yol açmış olan
harbe de Fransızların tavsiyesi ile girmiştik.
Fransız İhtilali’nde Fransızlar her tarafta nefretle
karşılanırken Osmanlı ülkesinde iyi muamele
görürlerdi. Bu yüzden İngiltere’nin husumetine
de maruz kalmıştı. Bu şartlarla Napolyon’un
İskenderiye’yi zaptetmesi akıl almaz bir iştir ve
Fransız İhtilali’nin ne derece ahlâk bozucu
olduğunun bir delilidir.
Bonapart, Mısır’da şöhret kazanıp Fransa’da
idarenin başına geçmek istiyordu. Dirijanlar ise
onun Fransa’dan uzaklaşmasını istemiyorlardı.
“Napolyon Mısır’da dolaşacağına Fransa’yı
düzeltse vatanına daha iyi hizmet ederdi.”
düşüncesinde idiler.
Bonapart İskenderiye’den İstanbul’daki
Fransız elçisine gönderdiği bir mektupta: “Bizim
niyetimizin, Devlet-i Aliye ile iyi geçinmek
olduğunu bildiresin.” diyordu. Napolyon’un
maksadı anlaşılınca Devlet-i Aliye de Rusya ve
İngiltere ile ittifak yapmak üzere teşebbüslere
girişmiştir.
Murat Bey, 20 bin askerle Fransızların
karşısına çıkmak üzere yola çıktı. Maiyetinde
Devlet-i Aliye’ce tardedilmiş olan Trabluslu Ali
Paşa ve Azimzâde Nasuh Paşa bulunuyordu.
Murat Bey’in ordusu talimsizdi ve talimli bir
ordunun gücünden habersizdi.
Fransız ordusu hareketinden dört gün sonra
Nil kıyılarına vardı. Bonapart askerini ayırıp her
fırkayı bir kare şekline getirmiş, ağırlığı karenin
ortasına, topları da köşelere yerleştirmişti.
Çarpışma Muharrem’in 29. günü, Cuma günü
başladı. Kölemenler doludizgin kılıçla
Fransızların üzerine atıldılar ise de top atışı ile
karşılandılar ve çok zayiat verdiler. Murat
Bey’in Nil’deki cephane gemileri de top atışı ile
uçuruldu. Murat Bey bütün ağırlıklarını bırakıp
kaçmaya mecbur oldu.
Murat Bey’in bozgun haberi Mısır’a ulaşınca
memleket ileri gelenleri toplanarak metrisler
kazıp savunmaya karar verdiler. Eli silah tutan
herkes vazifeye çağırıldı. Zenginler mallarını
fukara evlerine taşıyorlardı.
Fransız topçusunun ateşine Mısır süvarisi
dayanamayıp dağıldılar. Pazar günü şehrin ileri
gelenleri Camiü’l-Ezher’de toplanarak
Bonapart’a bir teslim mektubu yazdılar. Mektup,
Bonapart’ın eline geçince: “Sizin büyükleriniz
emniyetleri ve huzurları için güvenle yanıma
gelebilirler. Niçin gecikiyorlar.” dedi ve bu
mealde bir mektup yazarak onlara gönderdi.
Mektup Kahire’ye varınca iki şeyh
Bonapart’ın yanına vardılar. Bonapart: “Öteki
ileri gelenler de gelsinler, korkmasınlar.” dedi.
Bunu üzerine bazı şeyhler daha Bonapart’ın
yanına gittiler. Ayak takımı ise o gün ileri
gelenlerin evlerini yağma ile meşguldüler.
Ağustosun 4. pazartesi günü Fransızlar
Kahire’ye girdiler. Bonapart, Elif-i Mehmet
Bey’in konağına indi. Ertesi gün 10 kişilik bir
divan kurdu. Kadı İbrahim Ethem Efendi de bu
divana dahildi. Divan üyeleri Mısır halkının
ancak Türklere itaat edeceğini söylediklerinden
kadim hanedandan Mehmet Ağa ve Hasan Ağa
ihtisap emini tayin edildiler. Bu arada “Bartelmi”
adlı bir Hristiyan şahıs kethüda tayin edilmişti.
Bu adam bir dükkânda çıraktı ve aşağılık bir
adamdı. Halk gözünde bu iyi görülmedi.
Fransız askeri şehirde kimsenin mal ve ırzına
tecavüz etmez ve satın aldıkları şeylerin bedelini
fazlası ile öderlerdi. Alışveriş arttığından
fakirlerin elleri genişlemişti.
Bir müddet sonra ünlü İngiliz Amirali Nelson,
İskenderiye önündeki Fransız donanmasını
yakalayıp yaktı. Fransız donanmasının
mahvolması üzerine Bonapart artık Fransa’dan
ümidi kesmişti. Ordusuna taze kuvvet
alamayacaktı. Hristiyanlığı inkâr ve İslâmlığı
benimseme gibi hareketlerle halkı kandırmaya
çalıştı fakat kendisine güvenen yoktu.
Bonapart, İslâm kadınlarını yüzleri açık
olarak sokaklarda gezdirir oldu. Bu ise
Müslümanların canına dokunmakla birdi.
Sokakları genişletmek için şunun bunun
dükkânını yıkılması da husumet uyandırıyordu.
Vergiler de ağırlaşmaya başlamıştı.
Bu sırada Bonapart, Cezzar Ahmet Paşa’ya
yolladığı mektupta: “Fransızların Devlet-i Aliye
ile ittifakı malûmdur. Fakat İngiliz bizim
Hindistan’daki yerlerimizi işgal ettiklerinden
Mısır’a gelmeye mecbur olduk. Bu da Devlet-i
Aliye’nin izniyle oldu. Devlete âsi olan
Hindistan’a geçmek istiyoruz. Hutbede Sultan’ın
ismini devam ettiriyoruz. Bizden emin olasınız,
ticaret yollarını açasınız” diyordu.
Cezzar Paşa, Fransızlara güvenmediğinden
mektubu getiren adamı kovdu. Bonapart buna
çok öfkelendi ve hemen Cezzar’ın üzerine
varma hazırlığına girişti. Cezzar Ahmet Paşa da
halkı Bonapart aleyhine kışkırtmaya başladı.
Mısırlılar da Devlet-i Aliye’nin Fransa’ya harp
açmasını ve Cezzar’ın Mısır’a gelmesini ümitle
bekliyorlardı. Mısır’ın işgali üzerine Bâb-ı Âli’de
müteaddit defalar danışma meclisleri toplanarak
müzakereler yapıldı. Bu müzakerelerde
Cezzar’ın Mısır Valiliği’ne tayini teklif edilmişti.
Herkes Cezzar’ın ehliyetinden emindi. Yalnız
Valide Kethüdası Yusuf: “Cezzar Mısır’ı alır,
ama onu Mısır’dan kim çıkarır.” demişti.
Osmanlı Devleti, İngiltere ile ittifak yapmaya
mecburdu. Fransa’ya harp ilan etmesi gerekirdi.
Fakat tedarikât eksikti. Bu yüzden vakit
kazanmak ve Avrupa devletleriyle müzakereye
girişmek zorunda idi. Şimdilik hiç olmazsa
Fransa ile resmî haberleşmenin kesilmesi
gerekirdi. Fakat İstanbul’daki Fransız elçisi türlü
dalaverelerle buna da mâni oluyor, zaman
kazanmak istiyordu.
Her tarafa Napolyon’un kötü niyetlerine dair
ikaz mektupları gönderildi. Bu arada Mekke
Şerifi’ne durumu Vehhabîlerin reisine bildirmesi
tembih edildi. Napolyon’un Vehhabîlerle temasa
geçtiği haberleri duyuluyordu. Vehhabîler ise
kendi mezhebinden olmayanları kâfir ve din
düşmanı saydıklarından, Fransızların Mısır’ı
işgal etmelinden dolayı kıllarını
kıpırdatmayacakları aşikârdı. Ne çare ki; bunlar
devlet tarafından gereği gibi bilinmiyordu.
Bu sırada İngiliz Amirali Nelson’un Fransız
donanmasını yaktığı haberi geldi ve İstanbul
buna çok memnun kaldı. İngiliz elçisi vasıtasıyla
Nelson’un maiyetindeki askere dağıtılmak üzere
iki bin altın verildi. İngiliz elçilerinin beş çifte
kayık yerine yedi çifte kayığa binmelerine izin
çıktı.
Padişah III. Selim, Sadrazam İzzet Paşa ile
Şeyhülislâm Ârif Efendi’nin Mısır’ı koruma
hususunda gevşek davrandıklarını görünce;
Reisülulema Aşir Efendi’yi şeyhülislâmlığa,
Erzurum Valisi Ziya Yusuf Paşa’yı sadrazamlığa
getirdi. Fransız maslahatgüzarı Bâb-ı Âli’ye
çağrıldı, Fransa’ya harp açıldığı bildirildi.
Maslahatgüzar ve maiyeti Yedikule’ye
gönderilip hapsedildi. Bu sırada Bonapart’ın
Akka’ya doğru hareket ettiği duyulunca yedi
yüz kadar Nizam-ı Cedid askeri Cezzar Paşa
maiyetine yollandı.
birinci cildin sonu...
Yayın No: 43
Tarih: 08
Osmanlı İmparatorluğu Tarihi-2 /
Ahmet Cevdet Paşa
Genel Yayın Yönetmeni / Ahmet
İzci
Yayın Kurulu / Doç. Dr. Mustafa
Gencer
Doç.Dr. Dündar Alikılıç
Yrd.Doç. Dr. Abdüllatif Armağan
Gaye Yavuzcan
İrfan Bülbül
Editör / Uzm. Mustafa Güçlükol-
Bilge Bozkurt
Transkripsiyon / A. Basad
Kocaoğlu
İç Tasarım / Adem Şenel
Kapak / Yunus Karaaslan
Baskı - Cilt / Çalış Ofset
Davutpaşa Cad. Yılanlı Ayazma
Sk.
No. 8 Topkapı-İstanbul Tel: 0212
482 11 04
5. Baskı / Ağustos 2011
İstanbul, Ağustos 2011
ISBN: 978-9944-978-48-4
T. C. Kültür Bakanlığı Sertifika
No:14111
© İlgi Kültür Sanat Yayıncılık
2011
İlgi Kültür Sanat Yayıncılık
Çatalçeşme Sokak. No: 27/7
Cağaloğlu / İSTANBUL
Tel: 0212 526 39 75
Belgegeçer: 0212 526 39 76
www.ilgiyayinevi.com
ilgiyayinevi@gmail.com
YEDİNCİ KISIM

1798 SENESİ OLAYLARI

Fransa’ya Karşı İngiltere ve Rusya ile


Yapılan İttifak ve Bazı Olaylar

Osmanlı Devleti, Napolyon’un Mısır’ı istila


etmesi üzerine, Fransa’ya harp ilan etmiş, başta
İngiltere ve Rusya olmak üzere Fransa’ya karşı
bazı Avrupa devletleriyle anlaşmalar yapmak
kararını da vermiş, vezir İsmet Bey ile Dışişleri
Bakanı Atıf Efendi bu konuda görüşmelere
başlamışlardı.
Osmanlı Devleti, İngiltere ve Rusya’nın kesin
olmamakla beraber, Fransa’ya karşı birlikte
harekete geçmeleri kararlaştırılmıştı. Bu arada
Karadeniz’deki Rusya donanmasının Akdeniz’e
geçmek üzere olduğu Rusya elçisi Tamara
tarafından haber verilmiş, izin çıkmış ve Rus
donanması Büyükdere açıklarında demirlemişti.
Ne kadar ibret ve hayretle karşılanacak
hâllerdendir ki daha birkaç yıl önce topraklarını
Rusya’dan ve Avusturya’dan korumak için
Fransa’dan medet uman ve her hâlinden
kuşkulandığı İngiltere’ye karşı güvenilir bir
müttefik arayan Osmanlı Devleti, Avrupa’da
olayların umulmayan gelişmesi üzerine Mısır’ı
Fransa’dan geri alabilmek için İngiltere’nin ve
topraklarını korumak için de Rusya’nın
yardımına başvurmuş oldu.
İngilizler, her zaman olduğu gibi, böyle
durumlarda yalnız kendi çıkarlarını ve
sonuçlarından nasıl fayda sağlayacaklarını
düşünürler. Yine öyle oldu. İngilizler deniz
gücünü harcamamak için İskenderiye’ye dahi
asker çıkarmaları hususunda, Rus ve Osmanlı
donanmalarını kandırmayı başarmıştı. Buna
karşılık İngiltere, Osmanlı Devleti’ne otuz top,
bin Karabina, beş yüz fıçı barut göndermiş,
madencilikte ve inşaatçılıkta işe yarayabilecek
bir takım aletler hediye etmişti.
Rus ve İngiliz donanmaları, Akdeniz’de bir
arada harekete geçerek, Çoka, Zanta ve
Kefelonya adacıklarını ele geçirdiler. Mısır’a
giderken ahali ile anlaşma fırsatını bulup adalara
çıkan Fransız askerleri, adalardan birer birer
sürüldü. Bu arada Selanik’te patlak veren bir
ayaklanma kolayca bastırıldı.
İspanya, Osmanlı Devleti ile bir ticaret
anlaşması yapmayı istedi. Bu istek olumlu
karşılandı ve İspanya ile ticaret anlaşması
imzalandı.
Kadı ve Nüvvabların cahil kimselerden
seçilmemesine; bu işe layık bilgili ve ahlâklı
kimselerin gönderilmesine çok dikkat edildi.
Neticeye bağlanmış davaları para yiyerek
bozmasınlar diye kadılara sıkı tembihler yapıldı.
İmamlık ve hatiplik için ehil ve layık kimseler
bulunması gerektiği sarayın emri olarak her
tarafa bildirildi.
Her yıl Kâbe örtüsü Mısır’da yeniden
dokutturulur ve Mısır hacıları ile Kâbe’ye
gönderilirken bu sene, Mısır’ın elden çıkmış
olması yüzünden İstanbul’da, Sultanahmet
Camii’nin şadırvan avlusunda dokunup işlendi
ve padişaha gösterilip beğendirildikten sonra
Üsküdar’a geçirildi.
Fransızların Mısır’ı ele geçirmeleri Mekke
yakınındaki Müslüman halkı çok üzmüştü. O
civardaki şeyhlerden birinin halkı coşturması
üzerine önemlice bir kalabalık Mısır’ı kurtarmak
amacı ile coşup yola çıkmıştı. Yollarda onlara
katılanlar olmuşsa da düzenli ve silahlı Fransız
askeri karşısında bu nizamsız kalabalık perişan
olmaktan başka bir şey yapmamışlardır.
Cezzar Ahmet Paşa’nın Napolyon’u Mağlûp
Etmesi

Cezzar Ahmet Paşa, Fransızlardan öç almayı


aklına koymuştu. Onun bunu başaracak gücü ve
cesareti vardı. O sırada Napolyon Bonapart,
İslâmı kabul etmiş görünüyor, kendisinin
Osmanlı Devleti ile müttefik olduğunu ileri
sürüyor, Cezzar Paşa’nın ve Mısır emirlerinin de
kendi başlarına hareket ettiklerini söylüyordu.
Fakat halk, bunun basit bir yalandan ibaret
olduğunu artık anlamıştı. Şam tarafından gelecek
kurtarıcı Osmanlı birliklerini bekliyordu.
Napolyon’un ordusu, Mısır’da kuşatılmış
hâlde idi. Bütün kıyıları İngiliz donanması
tutmuştu, kuş uçurmuyorlardı. Bonapart, bir
adamının, İskenderiye limanındaki Osmanlı
gemilerinden birine binip İstanbul’a gitmesini ve
Osmanlı Devleti’ne, Mısır’ı işgal etmekteki
gayesinin, Kölemenleri yola getirmek ve
İngilizlerin Mısır’ı ele geçirmelerine engel olmak
olduğunu anlatmasını istedi. Fakat bu elçi
hapsedilip İstanbul’a esir gibi gönderildi.
Bonapart, bu şekilde bir çıkış yolu
bulamayınca, olanca gücüyle ilerleyip,
hazırlığını bitirmeden Cezzar Paşa’yı ezmeyi
aklına koydu. Bunu haber alan Cezzar Ahmet
Paşa, Akka Kalesi istihkâmlarını onarttı. Hayfa
ve Yafa taraflarına top ve asker göndererek
savunmaya oradan başlamayı kararlaştırdı.
Bonapart, Mısır’ın korkak ve riyakâr
ulemasını bir araya toplayıp Mısır’ı önce Allah’a
sonra onlara emanet(!) ederek yola çıkacağını ve
bütün maksadının Mısır’ı Kölemenlerin ve
yiyicilerin zulmünden kurtarmak olduğunu bir
kere daha ilan etti. “Ben gelene kadar
askerlerimden birinin burnu kanarsa şehirlerinizi
topa tutar yakarım.” diye gözdağı verdi. Arada
herhangi bir sızıltısı olanların kadılara
başvurmasını, onların vereceği hükme
Fransızların da riayet edeceklerini söylemek
suretiyle, Müslüman halkın gönlünü almaya
çalıştı.
Bonapart, beş alay yetişkin piyadeden, dört
alay usta süvari ile bin kadar biniciden ve bin
altı yüz topçu neferinden meydana gelen birliği,
karadan, denizden de on yedi parça gemiden
ibaret donanması ile Ariş’e ulaştı. Kalede yedi-
sekiz bin asker vardı. Mısır emirlerinden bazıları
da buraya sığınmışlardı.
Bonapart, kaledekilerin teslim teklifini kabul
etmemeleri üzerine toplarla kaleyi dövmeye
başladı. Kuşatmanın sekizinci günü içerdekiler
teslim olacak iken; Mısır emirlerinden Kasım
Bey, şuradan buradan topladığı bir miktar
askerle kuşatılmışlara yardıma geldi.
Kaledekilerin umutlanmasına meydan kalmadan
Bonapart, Kasım Bey’le askerlerini bir gece
içinde darmadağın etti. Ümitsiz, cephanesiz,
erzaksız kalan kale, teslim olmaktan başka çare
bulamadı.
Bir kalenin daha elden gittiği haberine Mısır
Müslümanları üzülmüş görünmüşlerse de Mısır
çingeneleri ile Hristiyanları memnunluklarını
açığa vurmaktan kendilerini alamamışlardı.
Bonapart ise tekrar etrafa şöyle haberler
salıyordu:
“Biz sizleri Kölemenlerle Cezzar Paşa’nın
zulmünden ve baskısından kurtarmaya
çabalıyoruz. Bizim kavgamız onlarladır. Kimse
kendisine bir zarar geleceğini vehmetmesin. Bizi
kâfir diye hor görmesinler. Biz İslâm dinini
sayan ve seven kimseleriz. Kazaskeriniz,
müftüleriniz sizleri dinî kurallara göre idare
etmeye ve ihtiyaçlarınızı gidermeye baksınlar.”
Bu arada Gazze, küçük bir direnişten sonra
teslim oldu; Yafa’ya teslim olmaları için haberci
gönderdi. Yafalılar gelen elçiyi öldürdüler ve
Fransızlara karşı epeyce dayandılar ise de orası
da düştü. Elçinin öldürülmesi, Bonapart’ı çileden
çıkardı. Şehri yakıp yıkmaktan, ahalisini kılıçtan
geçirmekten ve neleri var neleri yok yağma
ettirmekten kendini alamadı.
Ne kadar Yafalı ele geçtiyse, e sir tutulduysa
tekrar birleşip kendisinin yolunu keseceklerini
düşündüğü için serbest bırakmayı göze alamadı.
İşin kolayını onları öldürtmekte buldu. Medenî
olduğunu iddia eden bir adamın yaptığı iş bu idi.
Ehli İslâmı, kendilerine silahla karşı
koymadıkça hoş tutacağını, o güne kadar ilan
edip duran Napolyon Bonapart, Yafa’daki bu
vahşî davranışıyla ahali üzerindeki etkisini
büsbütün kaybetti ve belki de “Akka’da nasıl
olsa sonunda ölüm var!” diye askerin bütün
şiddeti ile dayanmasına ve ahalinin onlara canla
başla yardım etmesine sebep oldu.
Bonapart, ordusuyla bu sefer, dağ yoluyla
Yafa’dan Hayfa’ya doğru ilerledi. Yolda bir
geçitte, Cezzar Paşa’nın bir miktar askeri ile
karşılaştı; epey kayıp verdi ama sonunda onları
da yenip yolunu açtı.
Hayfa’da direniş imkânı yoktu. Cephane ve
erzak, Akka’ya naklolunmuştu. Ahali Bonapart’ı
açıkça karşıladı ve şehri ister istemez teslim etti.
Bonapart, Akka yakınlarına kadar ilerleyip orada
siperler açmaya ve savaş imkânları hazırlamaya
girişti.
Bu arada Şam’dan gelen İslâm askeri, Nasıra
yakınında, General Kleber’in kumanda ettiği
Fransız askeri ile karşılaştılar; onları sarıp tam
haklarından geleceklerdi ki Bonapart imdadına
yetişti. İslâm askeri, üzerlerine bütün Fransız
ordusu geldi korkusu ile dağılıverdi.
Böylece kendisini emniyete almış olan
Bonapart, siperlerini tamamladıktan sonra Akka
üzerine şiddetli bir ateş açtı. Cezzar Paşa’nın
savunma şiddeti ondan geri kalmıyordu. Üstelik
limandaki İngiliz ve Osmanlı gemilerinin topları
da işlemeye başlamıştı. Yirmi dört saatlik böyle
sürekli ve etkili bir çarpışmanın sonunda
Bonapart, burayı kolay kolay ele
geçiremeyeceğini anladı. Akka’nın Yafa’ya da
Hayfa’ya da benzemediğini gördü.
Bu sırada Dimyat’tan gelen cephane
yardımının da İngilizler eline geçtiğini haber
alınca büsbütün üzüldü. Bir yandan da
Osmanlı’nın, Cezzar Paşa’ya yardım için
gönderdiği cephane yüklü bir gemi ile içindeki
on altı bin altının da Fransızların eline geçmesi
yüreğine biraz su serpti.
Bu arada civarda ne kadar Arap kabilesi şeyhi
varsa hepsi, Bonapart’ın Mısır’dan Akka’ya
doğru geldiğini ve satın alınabilen sahte din
adamlarına ve kabile şeyhlerine para ve yüz
verdiğini bilerek, ona sokulabilmek için emirleri
veya tesirleri altında olan halkı, satmakta ve
teslim etmekte birbirleriyle yarış ettiler.
Lübnan halkı ise Cezzar Paşa’nın şerrinden
kurtulmak için Fransızların koltuğu altına
sığınmayı kâr saydılar. Bonapart’ın askerleriyle
hoş geçinmeye ve onlara ucuz fiyatla erzak
satmaya giriştiler. Sadece Dürzîler, Halep
yakınlarına veya dağ başlarına göç ederek
Fransızlardan uzak durmayı daha doğru
buldular.
Kuşatma devam ediyordu. Kâh Fransızlar
kesin bir deneme daha yapıp kale surlarına
saldırıyorlar, kâh kaledekiler fırsat bulup dışarı
fırlayarak Fransızları kırıp içeriye dönüyorlardı.
Bu hücumlardan birinde General Bon, içeriden
yağmur gibi yağdırılan gülleleri hiçe sayarcasına
surlara tırmandı: Hatta şapkasını bile içeri atıp:
“Sıra vücutlarımıza geldi.” demeye getirdi ise
de içerden atılan bir taşla beyni parçalandı. Bu
arada Fransız ordusunda taun hastalığı görüldü.
Epey asker bu yüzden kırılıp gitti.
Cezzar Ahmet Paşa, Akka’yı kaybederse,
harpte ölmese bile sonradan kellesinin elden
gideceğini pekâlâ biliyor; onun için bu
mücadeleyi ölüm ve kalım savaşı sayarak canını
dişine takmış, dövüşüyordu. Bonapart ise Fransa
ile haberleşemez hâlde idi. Mısır’da ve
Arabistan’da asıl kuşatılmış ve kapanmış kalan
kendisi ve ordusu idi. Bütün hıncı ile Akka
Kalesi’ne saldırıyor, onun işini bitirdikten sonra
kendi durumunu değerlendirmeye sıra
geleceğini düşünüyordu.
Artık Bonapart, Mısır’da itibarının azaldığını,
uyandırdığı korkunun geçtiğini, yaptığı
propagandaların tesirsiz kaldığını, foyasının
meydana çıktığını iyice anlamaya başladı.
Mısır’da yer yer ayaklanmalar oluyor, çölün
şurasında, burasında yarı yerleşmiş Fransız
birliklerine saldıranlara, erzak ve cephanesini
yağmalayanlara rastlanıyordu. Napolyon’un
talihi iyice tersine dönmüş görünüyor, Osmanlı
Devleti yeniden umutlanıyor, İngiltere şarktaki
çıkarlarını Fransızlara kaptırmamak için bir kat
daha gayrete geliyordu.
Başka çare kalmadığını gören Napolyon; son
bir gayretle Akka’yı ele geçirmeyi aklına koydu.
General Kleber’i Nasıra’dan imdada çağırdı.
Fransız ordusu, Asya ve Afrika’daki bütün gücü
ile Akka Kalesi’ne yüklendi. Akşama kadar çok
şiddetli çarpışmalar oldu. Akşamüstü Fransızlar
surlara tırmanıp Ali Burcu denilen kısmı
çökerttiler. Kaledekiler onlardan yaman, atik ve
gözü pek davranıp kılıç kılıca hatta bıçak bıçağa
değil; yaka yakaya, yumruk yumruğa
savaşmaya başladı.
İçeri giren Fransızlar, altında lağım olan
kısımlara yönelmişler, kaleyi içten fethettiklerini
sanmışlardı. Cezzar Ahmet Paşa kale elden
gidince hiçbir işe yaramayacak barutlarla dolu
lağımları ateşe verince çoğu havaya uçtu.
Yerlere yuvarlananları Cezzar’ın askerleri bir
hamlede kılıçtan geçirdiler.
Zaman zaman Fransızları topa tutan İngiliz
Amirali Simit, kalenin akıbetinden ümidini
kesmiş idi. Kalenin kesin kurtulduğunu ve
Fransızların perişan olduğunu haber alınca,
şaşırmaktan sevinmeye vakit bulamadı.
Kaleden yenilmiş ve darmadağın olmuş dışarı
fırlayan Fransızlardan birkaç yüz tanesi şehir
camiine sığınmışlardı. Ellerindeki son imkânlarla
mutlak akıbetleri olan ölümlerini geciktirmeye
uğraşıyorlardı. Nihayet teslim oldular fakat
Yafa’nın ve başka yerlerin masum ve silahsız
halkı gibi asılıp kesilmediler, yok edilmediler.
Canları kendilerine bağışlandı.
Mısır’a böyle yenilmiş ve ezilmiş dönmeyi
kendine yediremeyen Bonapart, ertesi gün yine
saldırıya geçti. Bu sefer de İstanbul’dan yetişen
Nizam-ı Cedid askerleri savaş tekniğine uygun
davranışlarla Fransızları geri siperlerine kadar
kovalamayı başardılar. Bonapart’ın askerinde,
bir yandan veba salgını, bir yandan savaş, bir
yandan da başkaldırmalar yüzünden pek hayır
kalmamıştı.
Napolyon’un artık Akka’yı alamayacağı
kafasına dank etti, İşe yarar fakat nakli imkânsız
nesi varsa gömüp kaybederek ordusu ile Hayfa
yolunu tuttu. Cezzar Ahmet Paşa kale kapılarını
açıp arkalarından bütün kuvvetleriyle onu
kovalamaya koyuldu.
Bonapart askerlerinin yaralı ve bitkin
olanlarını, sedyelerle Müslüman esirlere taşıtarak
Yafa’ya yaklaştı ama arkadan Cezzar Ahmet
Paşa’nın, avının kokusunu almış kaplan gibi
yetiştiğini fark edince oradan Gazze’ye kaçtı.
Orada da duracağını aklı kesmeyince, araç ve
gereçlerinin çoğunu kendi eliyle yakıp yok ede
ede hastalarını, yürüyemeyecek kadar yaralı ve
yorgun olanları da afyon ruhu içirerek Ariş’de
soluğu aldı.
Saint Helen adasında sürgün iken yazdığı
hatıralarında Bonapart, bu savaş günlerinden
bahsederken şöyle diyor:
“Fransa donanması Ebû Hur’de İngiliz
donanmasına yenildikten sonra Mısır seferinin
iyi bir sonuçla bitmeyeceğini anlamıştım ama
Mısır’da bir müddet kalmayı ve talihimi karada
denemeyi son çare olarak gördüm. Arada
Filistin tarafına gidip yeni işgallerle kendimi ve
ordumu oyalamak durumuna düştüm.
Çölün ortasında iken bir de haber aldım ki
Akka taraflarına bana düşman askerler birikip
duruyor. Ne çare ki bu kale, kolayca zaptettiğim
öteki kalelerden farklı olarak, vaktiyle bir
Fransız mühendisi tarafından adamakıllı
onarılmış ve sağlamlaştırılmıştı. Uzun süren
kuşatmalardan ve saldırılardan sonra bu işten
vazgeçtim; güç bela geriye döndüm.”
Bonapart’ın, başarısızlığına mazeret olarak
kalenin sağlamlığını ve bu arada bir Fransız
mühendisinin maharetini belirtmesi oldukça
yersiz bir avunmadır. Fransızlarla dost
olduğumuz sırada gerçi bu kaleyi bir Fransız
mühendisi onarmıştı ama kalenin sağlamlığı
zafere engel olacak şey değildi. Savaşı Cezzar’ın
kazanmasının sebebi emrindeki askerlerinin,
Fransızlardan daha fazla yiğitlik ve kahramanlık
göstermesinden başka şey değildir.
Mısır’ı ele geçiren Bonapart, Arabistan’ın her
tarafına oyalayıcı ve tavlayıcı mektuplar
göndermişti. Bu arada o zamana kadar
İstanbul’da, asi olarak bilinen, neredeyse kellesi
istenen Cezzar Ahmet Paşa’ya da iltifat
etmekten, kendisine bir çeşit bağımsızlık vaat
eden haberci göndermekten geri durmamıştı.
Cezzar Paşa bu haberciyi dinlemeye lüzum
görmeden dışarı atmıştı.
İstanbul’dan ve saraydan ancak iyilik ve
hürmet gören Mekke Emiri Şerif Galip,
Bonapart’a boyun eğmekle kalmamış, onu âdeta
teşvik eden bir de mektup yazarak yaranmaya
çalışmıştı. Böyle yapmakla eline geçecek olan
da belki bir miktar para ve Mısır’dan gelecek
gümrüksüz kahve idi. İşte Payitahtın başkaldırıcı
ve kafa tutucu bir adam diye hor gördüğü
Cezzar Paşa ve işte, Peygamber hafididir diye
hürmet ettiği Şerif Galip Efendi.

1799 SENESİ OLAYLARI

Napolyon Bonapart ile İlgili Kısa


Değerlendirme
Bonapart Mısır’ı işgal edince, Köse Mustafa
Paşa’yı esir alarak onu büyük bir konağa oturttu
ve bol ikramlarla ağırladı. Fransa’dan gelmesini
beklediği yardımdan ümidi kesilip de Osmanlı
Devleti’nin Mısır’a büyük bir ordu ile gelmekte
olduğunu anlayınca Mısır’dan çıkıp gitmenin en
doğru yol olacağını düşündü. O sıralarda
Fransa’yı idare edenlerin itibarı azalmış ve
memleketin işleri karışmış olduğu için, orada
istediği gibi at oynatacağı meydanın açılmış ve
fırsatın gelmiş olduğu kanaatine varmıştı.
Osmanlılarla anlaşma konusunda esir ettiği
Mustafa Paşa’dan faydalanmak istedi. Mustafa
Paşa aracılığı ile Osmanlılara yaptığı teklif;
Mısır’da hutbenin ve paranın yine padişaha ait
olması, hacıların serbestçe Mekke’ye gidip
gelmeleri kaydı ile Fransızların Mısır’da
kalmalarının kabul edilmesi idi.
Bu arada Bonapart, Mısır’ı abluka etmiş olan
İngiliz amirali Smit’ten barış şartlarını görüşmek
üzere Fransa’ya bir gemi göndermesi için izin
almıştı. Bu fırsattan faydalanarak Mısır’dan
gizlice savuşmayı başardı. Amiral, Napolyon’un
kaçtığını haber alınca arkasından gemi gönderdi
ama yakalanması kısmet olmadı.
Bonapart Mısır’da dört ay kalmıştı. Yerine
General Kleber’i bırakmış ve ona, dört aya kadar
yardım göndermezse İngilizler aracılığı ile
Osmanlılarla anlaşıp Mısır’ı Müslümanlara terk
edebileceğini bildiren emirler de yazmıştı.
Napolyon Mısır’da 28.500 kişi bırakmıştı. Bu
askerin cephanesi ve erzakı vardı. Civarda
dolaşan İbrahim Bey takımından korkusu yoktu,
fakat Osmanlı başkumandanının bir büyük ordu
ile gelmekte olduğu haberi kaygı verici idi. Bu
işgalden bıkıp usanmış olan Fransızlar,
Bonapart’ın böyle gizlice savuşup gitmesini
hainliğine vermişler, onu tenkide başlamışlardı.
Kafesinden kaçan kuş gibi İngilizlerin
ağından kurtulan Bonapart, Fransa’ya kapağı
atınca, İtalya’daki eski başarıları ve Mısır’da
uzaktan başarılı gözüken davranışları ile
kazanmış olduğu şöhretine bu firarı ile bazı
şeyler daha eklemiş olarak uğradığı şehirlerden
Paris’e varana kadar Fransız halkından
olağanüstü bir saygı görmüştü.
O sırada Fransa’da devletin itibarı iyice
azalmış, memleketi huzura kavuşturabilmek için
yeni bir sistemin, yeni bir liderin şart olduğu
düşünülmeye başlanmıştı. Paris’e vardığında
kendisini tanımak ve ağırlamak isteyenlerin
tertiplediği ziyafetlerden göz açamaz hâle
gelmişti. Birkaç gün içinde şunu anladı ki
akıllıca davranırsa, hükûmeti eline alması ve
Fransa’ya hâkim olması mümkün idi.
Fransızların gözünde kurtarıcı sayılan
Napolyon, Mısır seferinde, vatanı ve milleti için
hiçbir şey kazanamamış fakat zarar ve ziyanı
çok olmuştu. Fransızların o zamana kadar Doğu
illerinde her sözü kılıç gibi etkili idi. Hele
Osmanlı Devleti, dış politikasında her devletten
çok Fransa’nın telkinlerini göz önünde tutardı.
1768-1769 senesinde sırf Fransız elçisinin
teşviki ile Rusya’ya savaş açmıştı.
Bonapart’ın bir korsan gibi umulmadan gelip
de Mısır’ı istila etmesi, Doğu halkının
Fransızlara güvenini büsbütün bitirmiş ve artık
şarka Fransız nüfuzu, silahlarının gücü kadarı ile
sınırlanmıştı. Bunların yerine İngilizlerin güven
kazanmış olmaları da ayrıca Fransızların
aleyhine olmuştur.
Fransızlar, o zamanlar bütün dünyaya hürriyet
ve medeniyet örneği olmak isterlerken,
Ortadoğu tarafında kan dökücülükle ün saldılar.
Hele Bonapart’ın Yafa’daki halka yaptığı
vahşîlik en ilkel kabilelerin bile yapmadığı bir
cins kasaplık olduğu için, yalnız medenî
memleketler nezdinde değil, vahşî kabileler
gözünde bile tiksinti ile görülmesine sebep oldu.
Bu yetmiyormuş gibi Bonapart, Fransa’nın
büyük bir donanmasının yakılmasına, otuz
binden fazla Fransız’ın kırılmasına ve Akka’dan
yenilerek kaçan askerlerinin hastalarına Afyon
ruhu içirip zehirlenmesine sebep oldu. Böylece
Bonapart, dünyaya ün salacağım derken, kendi
milletinin ezilmesine sebep oldu.
Milletinin kaybetmesi uğruna kendisi için
herhangi bir kazanç elde etmek büyüklük
değildir. Büyüklük, kendi çıkarlarını millete
yolunda hiçe sayabilmektir. Gerçi Napolyon
dünyaya çok az gelmiş generallerden biridir,
lakin onu Prusya Kralı Frederik gibi “Büyük”
unvanı ile anılacak kişiler arasında sayamayız.
Bonapart bir büyüklük hastası idi. Sade
kendinin ilerlemesi düşüncesine takılıp kalmıştı.
Hâlbuki Frederik gibi gerçek büyükler ise
devletlerinin ve milletlerinin ilerlemesi için kendi
rahatlarını ve huzurlarını terk etmişlerdi.
Bonapart’ın kazancı az bir zaman içinde uçup
kaybolup gitmiş, ötekilerin kazandıkları ise nice
zamanlar milletlerin hayatlarında ve
hafızalarında yaşayıp durmuştur.

Mısır’da Fransızların Yeniden Hâkimiyeti

Bonapart, Mısır’dan gitmeden önce yazdığı


mektubu, Köse Mustafa Paşa ile birlikte esir
düşen Divan hocalarından Rüştü Efendi ile Şam
taraflarında toplanmakta olan ordunun başındaki
sadrazama göndermişti. Bu mektupta, aradan
İngiltere ve Rusya’yı çıkarıp Osmanlı Devleti ile
anlaşmayı teklif ediyor ve Fransızların öteden
beri Osmanlılara dost olduğuna dair dil
döküyordu.
Sadrazam, “Osmanlı Devleti’nin
müttefiklerinden ayrılmayı düşünmediğini, ne
gibi şartlar altında olursa olsun, ikili anlaşmaya
yanaşmayacağını” bildiren cevabını Rüştü
Efendi ile gönderdi.
Rüştü Efendi Mısır’a varınca karşısında
Bonapart’ın yerine Kleber’i buldu. Kleber,
sadrazamın olumsuz cevabından yılmadı.
Bonapart’ın tekliflerini biraz daha yumuşatıp
iltifatları biraz daha artırarak tekrarlayan bir
mektup hazırlayıp Rüştü Efendi’ye teslim etti.
Zavallı Rüştü Efendi, Kleber’le konuştuklarını
anlatırken Rusya’dan söz açıldığını, bu devletin
Osmanlı’ya nasıl düşman olduğunu, topraklarına
nasıl göz koyduğunu Kleber’den dinlediği
şekilde anlatmak saflığında bulundu. Bunun
üzerine Rüştü Efendi, Ruslar duyar da sonra
bozuşmak için bahane yapar korkusuyla Sakız
Adası’na sürüldü. Kleber, bu tekliflerinin hiçbir
şekilde gerçekleşemeyeceğini biliyordu. Amacı,
Osmanlı başkumandanını biraz olsun oyalamak
ve gevşetebilmekti.
Bu sırada, Osmanlı başkomutanı, gün gün
ilerleyerek büyük bir ordu ile Gazze düzlüğüne
ulaşmıştı. Bu orduda yeniçeri ve Kapıkulu
denilen devlet askeri azdı. Çoğu biraz zorla
sefere katılmış ve ne taraf yenilirse onu yağmaya
hazır kabile ve aşiret çapulcuları idi. Ama
Mısır’dan Şam’a kaçan Kölemenler ile Murat
Bey’in emrinde Ariş tarafından gelip orduya
katılan askerler, az çok disiplinli ve hünerli
idiler.
Ordunun kurmayları ve teknik elemanları
içinde birkaç İngiliz, birkaç sığınmış Fransız
subayı da vardı. Büyük ordu toplarından başka
İngiliz mühendisleri katırla taşınabilir topların
yapılmasını sağlamışlardı.
Osmanlı ordusunun kabara kabara geldiğini,
Osmanlılarla bir anlaşma yapmanın vakitsiz ve
imkânsız olduğunu, Bonapart’ın yardım
göndermek için belirttiği dört aylık zamanın da
geçtiğini gören Kleber’in, bu defa İngiliz amirali
Simit’e başvurmaktan başka çaresi kalmadı.
Böylece İngilizlerin bilgisi altında, amiral
aracılığı ile barış konuşmaları başladı.
Kararlaştırılan esaslı maddeleri başkomutana
kabul ettirmek üzere Amiral, Osmanlı ordusunun
bulunduğu yere hareket etti.
Bu sırada Osmanlı ordusu, Bonapart’ın
sağlamlaştırdığı ve 300 seçme askerlerle
korunması sağlanan ve teslim teklifini kabul
etmeyen Ariş Kalesi’ndeki Fransızlara karşı
hücuma geçerek, çetin bir savaşa girişmişti.
Osmanlılar kaleyi, nihayet suru yakıp yıkmak
suretiyle harap bir hâlde zapta muvaffak oldular.
Amiral Simit işte bu sırada sadrazamla
buluştu; Mısır’ı barış yoluyla boşalttırmanın tek
çıkar yolu olduğunu o da anlamıştı. Müzakereler
pek uzun sürmedi; sonunda 22 maddelik bir
antlaşma ile Mısır’ın boşaltılması kararlaştırılmış
oldu.
Kleber’in, Fransa’daki devlet büyüklerine
yazdığı Bonapart’ı yerdiği, Fransız askerinin
Mısır’da ne kadar perişan ve çaresiz olduğunu
pek acıklı bir şekilde anlattığı şikâyet
mektupları, İngilizlerin eline geçmişti. Bu
mektupları okuyan İngiliz devlet ve siyaset
adamları, Fransa’nın belini tam bükmek ve
Bonapart’ın maceracılığına kesin bir ders vermiş
olmak için Mısır’daki bütün Fransız ordusunun
harp esiri olarak tutuklanmasını Amiral Simit’e
emrettiler.
Amiral Simit, kendisi aracılığı ile
kararlaştırılmış anlaşmanın devleti tarafından
tasdik edilmediğini, utanarak Kleber’e bildirince
işler değişti. Kleber, ya Mısır’da zafer kazanmak
ya İngilizlerin elinde ölmek ihtimallerinden
birini seçmeye askerlerini davet etti. Fransızlar
can korkusuyla yeni bir yiğitlik çabasına
düştüler.
Osmanlı ordusu ise anlaşmaya oldu gözüyle
bakmışlar; şuraya buraya dağılmışlardı bile.
Kleber çabucak hazırlandı, bizimkiler bir türlü
toparlanamadılar. Ordudaki işe yarar Kölemen
askeri ise Mısır’a Osmanlıların savaşla ve zaferle
girmesinin, sonradan kurmayı düşündükleri
nüfuzlarına gölge düşüreceği endişesinde idiler.
Bu durumu da pek istemedikleri için son
çarpışmalara nerede ise seyirci kaldılar.
Barış yapıldıktan üç gün sonra böyle birden
bire başlayan savaş, otuz yedi gün sürdü. Mısır,
yine Fransızların eline geçti. Kölemenlerin başı
Murat Bey, el altından Fransızlarla anlaştı.
Önceki yapılan anlaşma gereğince Fransızları
alıp götürmeye gelen Osmanlı gemileri de
Fransızlar tarafından zaptedildi. Mısır’da,
Bonapart’ın Fransa’ya hâkim olduğu haberi de
alınınca kendilerine yardım gönderir ümidi ile
Fransa ordusu, Mısır’a iyiden iyiye yerleşti.

1799 yılının Diğer Olayları

Mısır’daki bu karışık olaylardan dolayı, Kâbe


örtüsü yine Mısır’da hazırlanmayıp İstanbul’da
yapılıp işlenmiş ve Şam’dan hacca giden
kervanla gönderilmiştir.
Kâbe yakınındaki mukaddes taşlardan biri
çalındığının ertesi günü Mekke’de bulaşıcı bir
hastalık baş göstermiş, birkaç kişinin birden
ölümüne sebep olmuştu. Hastalığın tesiri günden
güne arttı, ramazan sonlarına doğru ölenlerin
sayısı her gün kırkı geçmeye başladı. Bu taş aklı
pek başında olmayan birinin terekesinde çıktı.
Taş meydana çıkıp da yerine konar konmaz
hastalık kesildi, o günlerde artık hiç ölen olmadı.
Taşın çalındığı yer, Kâbe’nin solunda çukur
bir yer olup, Hazret-i İbrahim’in Kâbe’yi
yaparken çamur kardığı çukur yer olarak bilinir.
Burası şimdi mermerle döşenmiş olup ortasında
ise Hacer-i Ahmer (kırmızı taş) denilen bu taş
durmaktadır. “Sarılık” olanlar bu taşı dilleri ile
yalayınca renkleri ve sağlıkları yerine
gelmektedir.
1800 SENESİNDE OLUP BİTENLER

Bu Sene İçindeki Bazı Gelişmeler ve


Düzenlemeler

Gürcü asıllı, eski sadrazam Yusuf Paşa, bu sene


içinde öldü. Öldüğünde Medine Muhafızı idi.
Vehhabîlerin Mekke ve Medine’ye saldırıları
onun zamanına rastlamıştı. Vehhabîlere karşı
mukaddes şehirleri korumakta hiçbir yararlığı
görülmediği için yöre halkı bu ölüme
sevinmişlerdi bile.
Yusuf Paşa, liman reisi olan Hasan Kaptan’ın
satın alınmış kölesi idi. İyi çalıştığı için efendisi
onu genç yaşta azat etmişti. Fakat efendisine
bağlılığından onun ölümüne kadar hizmet
etmişti. Kış aylarında Kasımpaşa’da kahvecilik
ediyor, yazın da donanmada çıraklık ederek
uzak yerlerden getirdiği malları satıp
geçiniyordu.
Gazi Hasan Paşa, onun bu açıkgözlülüğünü
beğenmiş, biraz sermaye vermişti. Hasan Paşa,
Kaptan-ı derya olunca onu yanına veznedar
almıştı. Sonradan kapıcıbaşılık rütbesi ile kapı
kâhyası oldu. Böylece, saraya gidip gelmek
fırsatı kazandı ve talihi büsbütün açıldı; önce
vezirliğe, sonra da sadrazamlığa yükseldi.
Devlet ve siyaset işlerinden habersizdi.
Şeyhülislâm Müftü-zâde Ahmet Efendi’nin dar
görüşü yüzünden Rusya’ya sefer açmak
gafletine düştü. O sırada Rusya’nın dostu
Avusturya da bize harp açınca hangisinin
üzerine yürüyeceğini şaşırıp günlerce bocaladı.
III. Selim’in tahta çıkışından iki ay sonra
azledildi. Sivas ve Bosna valiliklerinde bulundu,
Çok geçmeden yeniden sadrazam ve serdar-ı
ekrem oldu. İstanbul’a döndükten sonra tekrar
azledildi. 1792 senesinden beri Cidde Valisi ve
Medine muhafızı idi.
Mısır’daki Fransız işgal kuvvetinin
kumandanı General Kleber, Muharrem ayının
yirmi birinci günü, bir hain softayı Mısır
Kadılığı’na seçti ve törenle yerine oturttu. Yeni
kadı makamına oturduğu gün öldürüldü.
General Kleber, Özbekiye’de oturduğu evin
bahçesinde gezerken bir adam yaklaşıp dilekçe
vermek üzere yanına yaklaşmış, generalin
kâğıda bakmasından faydalanarak koynunda
sakladığı hançerle birkaç kere göğsüne vurmuş,
general oracıkta ölmüştür.
Evinin tamiri için generalin yanında bulunan
mimar elindeki değnekle bu adamın başına
birkaç defa indirmişse de katil kaçmayı başarmış
ve mimarın bağırıp çağırması üzerine yetişen
askerler, generallerini öldüren adamı bir bahçede
gizlendiği yerde bulmuşlar.
Yirmi dört yaşındaki katilin Ezher öğrencisi
olduğunu söyletmişler, kiralık katil olup
olmadığını öğrenmeye çalışmışlar. Osmanlı
başkumandanından teşvik görüp görmediğini
araştırmışlar. Nihayet işkenceler sonunda, katilin
sadece hocalarından dört kişiye bu niyetini
açtığını, onların da bu işten vazgeçmesini
nasihat ettikleri hâlde dinlemediğini
söyletebilmişlerdir.
Süleyman isimli katil, hançeri tutan eli yakılıp
kazığa oturtularak öldürülmüştür. O dört
hocadan üçü ele geçirilmiş, bu davranışı
bildikleri hâlde gelip Fransız makamlarına haber
vermedikleri için sorgusuz sualsiz başları
kesilmiştir.
Nizam-ı Cedid askerlerinin Mısır seferinde
yararlılıkları görülmüştü. Bu fayda üzere bu sene
içinde İstanbul’da Nizam-ı Cedid askerini
çoğaltmak kararına varılmış, Levent Çiftliği’nde
yetiştirilen askerlerden başka Üsküdar’da
yapılmakta olan kışlada da yeniden Nizam-ı
Cedid askeri yetiştirilmesine karar verilmiştir.
Bu sene ayrıca alınan mühim kararlardan
birisi de savaşlarda askerlerin kullanageldikleri
eğri kılıç, şişhane tüfek, piştov ve bıçak gibi
silahların, zamanın ilerleyen ve gelişen silahları
yanında eski oklar, yaylar ve gürzler gibi
kullanılması gülünç şeyler olduğu kanaatine
varılarak tamamen terk edilmeleri için birliklere
emirler gönderilmesidir.
Bu karar yerindedir; çünkü eğri kılıç çalımına
gelmedikçe kesmez; şişhane tüfek meydan
muharebesinde bir defadan fazla atılamaz;
hâlbuki yeni harplerde hangi taraf daha fazla
kurşun atarsa o taraf kazanmaktaydı. Piştovla
bıçağa gelince bunlar savaşta işe yaramayıp
ancak askerlerin şehirlerde edepsizlik etmesine
yaramakta idi.
Bu sene yapılan tayinlerden biri de şudur:
Mısır’ı geri almaya giden orduda müzakereleri
idare etmek için bulunan Reisülküttap (Dışişleri
Bakanı) Rasih Mustafa Efendi’nin yerine,
“İngiliz Mahmut Efendi” diye şöhret bulmuş
Raif Mahmut Efendi’nin geçmiş olması ve bir de
bu Rasih Efendi’nin kendi yanına, reis kesedarı
ve protokol memuru olarak aldığı oğlu idi ki bu
oğlu, babasının yazdığını okuyamayacak kadar
cahildi. Bunun hakkında şu beyit meşhur
olmuştu:
Kimdir diye sorarsan cühhâlin ercümendi
Rasih Efendizâde Abdüşşükûr Efendi
Rumeli Olayları

Devlet, Mısır gailesi ile uğraşırken, Erzurum


eyaletinden Niğbolu’ya kadar her yerde
karışıklıklar ve başkaldırmalar vardı. Bilhassa
Rumeli’de de işler büsbütün karışmıştı. Yol
kesen, köy basan, adam soyan serseriler arttıkça
artmış, azdıkça azmıştı.
Silistre Valisi Musa Paşa ile Tırhala
mutasarrıfı Mehmet Paşa bunları tepelemeye
memur edilmişti. Mehmet Paşa, bu eşkıyayı
yenmekte, sindirmekte başarı gösterdi ise de
Vidin Muhafızı Pazvandoğlu Osman, bu
serserileri sınır çarpışmalarında işe yararlar diye
koruyup kullandığı için köklerini kazımak
mümkün olmuyordu.
Bunlar, kasabaları yağmalamakla kalmıyorlar,
bazen bir kaleyi ele geçirerek oraya sığınıp
devletin kuvvetlerine karşı koymak imkânını
buluyorlardı. Bir ara, Plevne’yi ve Niğbolu’yu
böylece ele geçirip birinde yenilince, öbüründen
gelen kuvvetle birbirlerine yardım bile ettiler.
Sonunda, bir hafta süren kuşatmadan sonra
Niğbolu eşkıyası teslim oldu.
Bu eşkıyayı beslemek değilse bile
kollamaktan suçlu Osman Paşa’nın “icabına
bakmak” zamanı gelmişti. Şeyhülislâm
konağında yapılan toplantı sonunda Osman
Paşa’nın vezirliği kaldırıldı. Niğbolu sancağı
Silistre Valiliği sınırları içine alındı.
Mısır ordusuna katılmak üzere İstanbul’a
gelen Trabzon Valisi Tayyar Mahmut Paşa, bu
sırada yanındaki askerle birlikte Edirne’ye
hareket etme emrini aldı. Rumeli’yi kasıp
kavurmaya devam eden eşkıya, Mahmut Tayyar
Paşa ile askerlerinin gözünü bir an önce
yıldırmak için saldırıya geçtiler. Talimli askerler
epey uğraştıktan sonra onları önce sindirdiler
sonra da elebaşları Ciğercioğlu’nu öldürerek
hepsini büsbütün teslim almasını başardılar.
Rusçuk’tan karşıya asker geçirildi, Eflak Beyi
de Bükreş’ten yetişince, iki ateş arasında kalan
eşkıya takımı da yenildi; kimi öldü, kimi esir
alındı. Böylelikle Eflak tarafı eşkıyadan
temizlenmiş oldu.

Avrupa Devletlerinin hâli

Fransa’ya dönen Napolyon Bonapart, İngiltere


ile anlaşmayı istemiş fakat İngiltere savaşı
sürdürmeyi uygun bulmuştu. Avusturya da
İngiltere’ye katılmıştı. Bunun üzerine Bonapart,
bütün gücü ile hızla savaş hazırlığını tamamlayıp
büyük bir ordu ile İtalya’ya girdi.
Marungo Meydan Muharebesi’nde Avusturya
ordusu ile karşılaşıp, bin kadar esir alıp, sekiz
bin kadarını kılıçtan geçirerek yenmiş, bütün
İtalya’yı eline geçmişti. Napolyon, bu İtalya
savaşı sıralarında yerinden yurdundan olan
Papalık ile el altından anlaşmanın yollarını aradı.
Nüfuzunu ve itibarını kutsal sayılan bu makama
da tasdik ettirmeye çalıştı.
Bonapart’a Fransa’da “Birinci Konsül”
denmiş ise de hükümdardan farkı yoktu. Kral
gibi davranıyor diye, cumhuriyetçiler onu
sevmez olmuşlardı. “Krallığı kaldırdı” diye de
kralcılar, onu baştan beri istemiyorlardı.
Bu arada, İngiltere’ye sığınmış olan Fransa
eski kralı XVIII. Lui, Bonapart’a büyük yetkiler
ve rütbeler vermek şartı ile kendi krallığını kabul
edilmesini istedi. Bonapart’tan aldığı cevap: “En
az beş bin ceset üzerinden geçmeden Fransa’ya
giremezsin.” oldu. Böylece kralcılar umutlarını
büsbütün kestiler. Artık iki taraf da birbirlerini
yok etmekten başka çıkar yol olmadığını
düşünüyorlardı.
Bu karışıklıktan yararlanmak isteyen
Bonapart aleyhtarlı bir suikast düzenlediler. Bir
kış akşamı Bonapart’ın tiyatroya gitmek için
geçeceği sokak köşesinde bir çukuru kurşun ve
demir parçaları ile doldurup dinamitle
ateşlediler. Bonapart’ın arabası biraz hızlı gittiği
için oradan bir-iki dakika önce geçmiş bulundu.
Dehşetli patlamada birçok masumlar öldü ve
yaralandı. Bazı yapılar yıkıldı. Bonapart,
tiyatroyu soğukkanlılıkla seyredip sarayına
döndü. Böylece Napolyon’un hem cumhuriyetçi
hem de kralcı düşmanları olduğu ortaya çıktı.
Bonapart, sonra bunu fırsat bilip önce
cumhuriyetçilerin sonra da kralcıların
elebaşlarını cezalandırdı. Böylelikle halk,
kendisine biraz daha bağlanmış oldu.
Avusturya İmparatoru Jozef, Marungo
yenilgisinden sonra daha önce Bonapart’la
anlaşmadığına pişman idi. Yenilgiden sonra
Bonapart’tan aldığı yeni teklife hemen uymaya
hazırdı ama ne çare ki İngiltere, yenilgiden sonra
hemen para yardımında bulunmuş ve Fransa’ya
boyun eğmesini biraz olsun önlemişti.
Bonapart, ancak İngiltere ile birlikte olursa
barış masasına oturabileceğini anlayıp buna da
razı oldu fakat bu sefer İngiltere, Mısır’dan elini
eteğini çekmeye razı olmayacağı ve Akdeniz
hâkimiyetini sağlamak için Malta’yı da
zaptetmekten vazgeçmeyeceğinden, barışa
yanaşmadı.
Fransızların İtalya’da ve Avusturya’da
birbirini kovalayan başarıları, bütün Avrupa’da
derin etkiler uyandırmıştı. Öteden beri tarafsız
davranan Prusya, Fransızlara güler yüz
göstermeyi, Ren Nehri’nin sol kıyılarını
Fransa’nın elde tutmasını hoş göreceğini ve
Avusturya’nın burnunun kırılmasından memnun
olacağını belirtmeye başladı. Rus İmparatoru
Pavlo ise İtalya’da müttefiki olduğu
Avusturya’ya yardımcı olan Rus askerlerinin
yenilmesine beceriksizliği ile sebep oldu diye
Avusturya’ya kızıyordu.
Bu eğilimi sezinleyen Bonapart, Rusya’nın
müttefikleriyle arasını iyice açmak için
Fransa’daki altı-yedi bin kişilik esir Rus askerini
yeni elbise giydirip Rus sancağı altında
Rusya’ya gönderdi. Pavlo’ya mektup yazıp Rus
askerlerinin yiğitliğini övdü, suçu Avusturya
komutanlarına yükledi ve Malta adasındaki
şövalyelerin Pavlo’yu kendilerine “Büyük Usta”
seçmelerini fırsat bilerek adanın artık kendisine
ait olduğunu, gidip teslim almasını Fransa’nın da
normal karşılayacağını bildirdi.
Pavlo, tava gelmişti. Vaktiyle diş bilediği
Bonapart’ı örnek insan saymaya, sofrasında
onun şerefine kadeh kaldırmaya başladı. Malta
yüzünden İngiltere’ye savaş açmaya da
yeltenince, Petersburg’daki İngiliz elçisi,
ilerideki kazançlarına ket vurulmuş Rus tüccar
ve asilzâdelerini kandırdı. Yangın bahanesiyle
Pavlo’nun sarayına girip tahtından vazgeçtiğini
bildiren bir kâğıdı imzalamaya zorladılar.
Direnmeye kalkınca parçaladılar. Oğlu
Aleksandr’ı tahta çıkardılar.
İngiltere, herkesi küçük gören asık suratlı
davranışı ile hepsini kendinden soğuturken;
Bonapart, Kuzey Avrupa devletlerini bir yolunu
bulup kendi tarafına çekmeye çalışıyordu. Bu
hava içinde Rusya, İsveç ve Danimarka bir
tarafsızlık anlaşması imzalayıp bunu dünyaya
ilan ettiler. İngiltere bu anlaşmanın kendisine
karşı yapıldığını kabul ederek İngiliz
limanlarında ne kadar Rus, İsveç ve Danimarka
gemisi varsa hepsini tutukladı. Rusya, daha
Pavlo hayatta olduğu için, hemen İngiltere’ye
karşı cephe aldı ve İngilizlerle anlaşmaya devam
eden devletleri korkutmaya başladı.
Bu arada Osmanlı Devleti de Rusya’nın
tehditlerinden kaygılandı. O kadar ki bir gün
Rusya elçisi, Süleymaniye Camii’ni ziyaret edip
de bir ara yere tükürür gibi olduğu için, bazı
medrese öğrencileri tarafından dövülüp sövüldü.
Bu hadise üzerine İstanbul birbirine girdi. O
öğrenciler hemen tutuklandı, vuruldu, şuraya
buraya sürüldü. Rus elçiliğinden tekrar tekrar
özür dilendi.
Bonapart’ın İngilizler üzerine musallat ettiği
devletlerle, İngiltere barışa yanaşmıyordu.
Fransa kendini karada eşsiz zafer sahibi,
İngiltere de kendini denizde eşsiz kuvvet sahibi
saydığı için bir türlü anlaşmalarına imkân
olmuyordu. En sonunda yine düğümü kılıçla
çözmenin yolunu tuttular.
Pavlo’nun Öldürülmesinden Sonraki Mısır
Savaşları

Mısır seferi yeniden ateşlenmişti. Osmanlılarla


İngilizlerin, Fransızları Mısır’dan kovmak için
toplayıp bir araya getirdikleri askerler,
Mısır’daki Fransız ordusunun iki katı idi ama
çoğu eğitilmiş ve yetiştirilmiş asker değildi.
Fransızların, kalelerdeki muhafızların dışında, on
sekiz bin seçkin ve yetişkin askerleri vardı.
Kölemenlerden Murat Bey, Osmanlıların Mısır’ı
tekrar ele geçireceklerinden ümidini kesmiş,
Fransızlarla anlaşmış, hatta onların ordusuna
katılıp yardım etmeye bile başlamıştı.
Fransızlar, Mısır’a yürüyen bu iki devlet
gücünden o kadar telaşlanmadılar. İngiliz Amiral
Garton’un idaresinde İskenderiye’ye çıkacak
düşmanlarını yeneceklerini umuyorlardı.
İngilizler, Ebû Hur limanında üç yüz parça
sandalla karaya beş bin asker çıkarınca Fransız
generali beş yüz askerle onların üzerine
saldırmışsa da İngilizlerin ustaca davranması ve
yiğitçe savunması sonunda yenilip çekilmişlerdi.
Rahmaniye’de bulunan Fransız generali,
İngilizlerin Ebû Hur’a çıktıklarını haber alınca
emrindeki üç bin askerle İskenderiye’ye doğru
yürüyüşe geçmiş, kıyı koruyucusu general de
karakollardaki askeri toplayıp gelmiş; sayısı beş
bine varan bir güçle tepeleri tutup savunmaya
hazır olmuşlardı.
İki ordu karşılaştı, iki taraf da cesaretli
davrandı. Fakat İngilizlerin hem sayısı, hem
ustalığı üstün çıktı. İngilizler’in İskenderiye’yi
sarıp Fransızları yendiği sırada Kaptan Paşa, Ebû
Hur kıyısına ulaşıp karaya çıkardığı altı bin
askeri, Hüsrev Ağa kumandasında Reşit
kasabası üzerine sevk etti. Kaleyi kuşatan
Hüsrev Ağa’ya bağlı kuvvetleri, dört gün
uğraştıktan sonra içindeki Fransızları teslim alıp
İngiliz donanmasına gönderdiler. Rahmaniye
yolu açılmış oldu.
İngiliz ve Osmanlı birlikleri, bir arada
Rahmaniye yakınlarında, Fransız askerleriyle
harbe tutuştular. Kanlı bir savaş oldu. Gecenin
karanlığından faydalanan Fransızlar, Mısır’a
doğru kaçıp kurtulabildiler. Rahmaniye’ye
sığınmış olan Fransız birliği, savaşmayı yersiz
bulup teslim oldu.
Osmanlı Devleti başkomutanı, bu sırada, asıl
ordusu ile Nil Nehri’nin sağ yanından Mısır’a
doğru yürüyüşe geçmiş bulunuyordu. Mısır’daki
Fransızlar artık iyice üzgün ve bitkindiler. İki
sebeple savunmaya devam edebiliyorlardı:
Birinci sebep, Amiral Ganlom’un yeni
askerlerle Mısır’a yardım için Tolon limanından
hareket etmiş olması idi. Gerçi onun da başına
gelmeyen kalmamıştı; iki gemisi birbirine çarpıp
zarar görmüş, bu yüzden geri dönmüştü.
Bonapart’ın zoru ile tekrar yola çıktı ama bu
sefer de askerler arasında bulaşıcı hastalık çıktı;
hastaları bir iki parça küçük gemi ile geriye
gönderdi. İskenderiye açıklarında İngiliz
donanmasının beklediğini fark edince Derne
limanına asker çıkarmayı ve oranın halkından
sağlayacağı araçlarla askeri İskenderiye’ye
taşımayı düşündü. Kıyıya yanaşmasıyla yöre
halkı, askerlerini ateş yağmuruna tuttu. Geriye
Tolon’a dönmekten başka çaresi kalmadı.
İkinci sebep, Rusya İmparatoru Pavlo’nun
Fransa ile anlaşma yapmış olması idi. Hatta
Sultan III. Selim’e Fransa ile savaşmaktan
vazgeçmez ise İstanbul’a yürüyeceğini yazmıştı.
Bonapart, Osmanlıların Rusya’dan çekinerek
İngiltere ile anlaşmayı bozacağını, hiç değilse
Fransa’ya eskisi gibi silah çekmekten az çok
vazgeçeceğini yazmış idi. Pavlo’un öldürülmesi
ve Rus siyasetinin değişmesi ile bu avuntu da
boşa çıkmıştı.

1801 SENESİ OLAYLARI


Ülkenin Durumu

Kaptanıderya Hasan Paşa, bir İngiliz birliği ile


birlikte, Rahmaniye’yi ele geçirdikten sonra
Mısır’a doğru yürüyüşe geçmişti. Mısır’daki
Fransız komutanı Rahmaniye’nin elden
gittiğinden habersiz, Rahmaniye’ye yardım için
asker göndermişti. Bu yardım kuvveti yolda
Hasan Paşa’nın ordusu ile karşılaştı. Hasan
Paşa’nın ileri saflara kadar gelip Osmanlı
askerini coşturması üzerine, Fransızlar büsbütün
şaşkına dönmüşlerdi. Bir kısmı savaş alanında
öldürülmüş, iki yüz kadarı da başlarındaki
subayla birlikte esir alınıp İngilizlere teslim
olmuştu.
Mısır’ın doğusundan Serdar-ı Ekrem’in,
batısından Kaptan Paşa’nın Mısır üzerine
yürüdüklerini gören Fransız komutanı, önce
bütün gücüyle başkomutanın ordusu üzerine
yüklenmeyi düşündü. Kaptan Paşa cephesine de
dört bin kişilik bir oyalama kuvveti ayırdı. Bu
dört bin kişinin altı yüzü yetişkin Fransız askeri
idi. Ötekiler oradan buradan toplanmış Rum ve
çingene takımı idi.
Hüsrev Ağa’nın atılganlığı ve açıkgözlülüğü
sayesinde Osmanlı-İngiliz süvarileri, bu Fransız
birliğini dört bir yandan sarıverdiler. Dört bini de
şaşkın ve çaresiz esir düştü. İki bin kadar Hecin
devesi de Osmanlıların eline geçti. Uzun zaman
başkalarının emri altında yaşamaya alışmış
kimselerden, ne kadar özenle yetiştirilse de
dayanıklı asker çıkmayacağı bir daha meydana
çıkmış oldu.
Doğuya, asıl ordu üzerine yürüyen Fransız
birlikleri, Osmanlı ordusunu gafil avlayamadılar.
Sadrazam (Serdar-ı Ekrem) savaşın en ön
saflarına kadar gelip askerlerini coşturmak ve
ordudaki yabancı kurmaylarla mühendislerle de
uyum sağlamak suretiyle zafer kazanmasını
bildi. Fransız generali iki ateş arasında kaldığını,
ne kadar çabalasa sonunda esir düşeceğini
anlayınca daha fazla kan dökülmeden Mısır’ı
boşaltmaya razı oldu.
İki taraf da biraz direndikten sonra anlaşmaya
varıldı. Osmanlılar artık savaştan usandıkları,
İngilizler de ilk anlaşmada olduğu gibi
istemeden pişmiş aşa su katmaktan çekindikleri
için Fransızların tekliflerine razı olup; bütün
silahlarını ve cephanelerini alıp gitmelerinden
başka, Fransa’ya kadar nakil masrafını da kabul
ettiler.
Mısır’da Fransızlara işbirliği yapmış olan
Kölemen beyleri hak ettikleri cezayı görecekleri
sırada İngilizler onları ilerde kullanmak için
olacak, ısrarla himaye ettiler ve kurtardılar.
İskenderiye de Fransız işgalinden kurtarılmıştı
ama Mısır seferine yardım eden İngilizlerin
elinde bulunuyordu. Rusya askeri ise yedi
adadan çıkmıyordu.
Vehhabîler işi yine azıtmış, devleti dinlemez,
Mekke ve Medine halkını korkutur ve sindirir
olmuşlardı. İstanbul’a gelip de az çok hatırları
sayılır, sözü dinlenir birine biraz para veya
hediye getiren hemen belli belirsiz bir yetki alıp
masum halkın sırtından kat kat fazlasını
çıkarmak üzere memleketine dönüyordu.
Hükûmetin namusu da bir paralık olmuştu.
Rumeli yine karışıklıklar içindeydi. Nice
başıbozuklar devlete kafa tutup, etrafı kasıp
kavurup duruyorlardı. İşi her azıtan adamın, ilk
ağızda katline ferman çıkıyor, fakat üzerine
yürüyen askeri yener veya el altından komutanı
ile anlaşırsa hemen affedildiği müjdeleniyor; bu
da yetmezmiş gibi kendisine bir de idare yetkisi
veriliyordu. O da kendisini ihbar edenlerden
veya isteğine uymamış olanlardan öç almak için
elinden geleni ardına koymuyordu. Nice
namuslu, itaatli kimseler de baktılar ki şirretler
makbul tutuluyor, onlar da işi şirretliğe vurdular.
Rumeli’de böyle yarım yamalak tedbirlerle,
azgınlardan bir kısmı affedilerek, bir kısmı
birbirine düşürülerek, bir kısmı başka yere tayin
edilip oraya vardığında gizli ferman gereğince
boğdurularak tedbir alınmaya çalışıyordu ama
Rumeli’nin hâli gittikçe berbatlaşmıştı. Kesin
tedbirler almak için elde ne yetişkin ve disiplinli
ordu vardı, ne de hazinede esaslı masraflara
yetebilecek para.
Deniz kuvvetleri, kara kuvvetlerinden daha
iyi durumda idi. Altmış bir parça savaş gemisi
vardı. O zaman için hatırı sayılır bir kuvvet
demekti. Bunları sevk ve idareye yetecek,
yetişmiş subay ve er bulunmasa bile kara ordusu
ile kıyaslanınca daha güven verici idi.
Devletin kara gücü bir takım kafa tutanlarla
baş kesenlerden meydana gelmiş bir kuru ve
karışık kalabalıktı. Ancak Levent Çiftliği’nde
talim gören Nizam-ı Cedid askeri işe yarayacak
durumda idi ama onların da sayısı azdı. Her
deneme, bir kere daha, devletin bekası için bu
Nizam-ı Cedid askerinin bir an evvel ve daha
çok yetişmesine bağlı olduğunun anlaşılmasına
vesile oluyordu.

1802 SENESİ OLAYLARI


Mehmet Ali Paşa’nın Mısır’da Kendini
Göstermesi

Mısır Valisi Hüsrev Paşa, Kölemenlerle yaptığı


savaşta mağlûp olmuştu. Paşa’nın askerleri
sayıca çok olsa da talimli olmadığından dolayı
Kölemenlerin üstünlüğü günden güne artıyordu.
Bunun için Nizam-ı Cedid askerinin bir an evvel
ve daha çok yetişmesine gayret ediyordu. Bunun
için bir kışla yapımına başlanmıştı.
Kölemenlerin üstünlüğü çok arttığından
üzerlerine yeni bir fırka asker gönderildi.
Kumandanı Serçeşme Mehmet Ali idi. Bu zat
sonradan Mısır valisi olmuş olan Mehmet Ali
paşa’dır. Aslen Kavala’lı olan paşa, Derbent
Ağası İbrahim Paşa’nın oğlu ve aynı zamanda
Kavala âyânından Hüseyin Ağa’nın yeğenidir.
Rumeli’den Mısır’a gönderilen askerler arasında
Mısır’a geçmiş ve orada kalmıştı. Kısa zamanda
kendisini göstermiş, emsallerinden üstün duruma
gelmiştir.
Bu yıl Mekke payelilerinden faziletli İsmail
Müfid Efendi seksen beş yaşında vefat etmiş,
Davut Paşa Camii yanına defin edilmiştir.
Öğrenimini peyderpey tamamlamış, müderris
olmuştur. Üsküdar ve Edirne kadılığı yapmıştır.
Eyüp’te bulunan Nakşibendî şeyhi Nidâî
Efendi’ye intisap etmiştir. İlmî araştırmalar
yapmak ve kitap yazmakla şöhret bulmuş, şair
ve yazar bir zat idi.

Vehhabîlik Mezhebinin Yayılması

Vehhabî mezhebinin başı, Necid’li


Abdülvahhab’ın oğlu Mehmet’tir. Hambelî
mezhebinin âlimlerinden biri iken Vehhabîlik
diye yeni bir mezhep meydana getirmiştir.
Şam’da okuyup yetiştikten sonra Yemame
taraflarında halkı bu yeni mezhebine davete
başlamıştır. O zaman Necit Arapları, okuma
yazmadan mahrumdular.
Abdülvehhap oğlunun kendi mezhebini
anlatıp öven sözlerini ne kavrayacak ne
eleştirecek hâlleri yoktu. “Şam’da okumuştur,
aramızdan çıkmıştır. Bu işlere en çok onun aklı
erer.” diye sözlerini keramet sayan inananlar
çoktu, ama kendi alıştıkları mezhebe aykırı
olduğunun az çok farkına varıp da ona:
“Yemame’nin yeni Müseylemetü’l-kezzâb’ı”
diyenler de vardı.
Yeni Necidli Vehhabî şeyhi, kendi
mezhebinin dışındakiler için: “Altı yüz yıldan
beri halkı dinden, imandan sapıtmışlar. Yaratan
yerine yaratılmışlara tapıyorlar, hiçbiri
Müslüman sayılmaz. Bu yolda kalmakta
direnenlerin mallarını ellerinden almak, onları
din kardeşi saymamak, din düşmanı saymak
lazımdır.” deyip duruyordu.
Başkasının malını yağmaya ezelden alışık bu
Arap kalabalığı, yağma teşvikini işittiğinden beri
Vehhabîliğe ısınır olmuştu. İslâmın hak
mezheplerinden biri olan Hanefî şeyhini de bir
takım vaatlerle kendi tarafına çekmeyi başarınca
ikisi bir olup “dini kurtarıyoruz” diye
dünyalıklarını çoğaltmaya girişmişlerdi.
Vehhabîliğin esası, Allah’a doğrudan doğruya
kulluk etmek, başkasını vesile ittihaz
etmemektir. Allah’tan başkasına yalvarmak, bel
bağlamak, kim olursa olsun, yersizdir, günahtır,
hatta küfürdür. Velîlerden veya nebîlerden birini
ibadet sırasında anmak, Allah’la kul arasına
onları sokmak, türbelere aşırı saygı duyup bez
bağlamak, ziyaret etmek gerçek İslâm dinine
aykırıdır.
Bu yüzdendir ki İslâm’dan önceki cahillik
zamanlarında Allah’a şirk (ortak) koşanlar, bu işi
bilmeden yapanlardı. Şimdikiler, Allah’a
peygamberleri ve velîleri vesile kılıp bir çeşit
şirk koşmakla, cahiliye zamanlarındakilerden
daha günahkâr, daha kusurlu, daha kâfirdirler.
Vehhabîler: “Aman yâ Rasulallah, bana
şefaat et.” diyenleri bile dinsiz sayarlar. Bir çeşit
günah çıkartmaya yeltenen papazlar gibi
“Peygamber’in neslindeniz” diye kendilerini
kutsal saydıran seyyitlere de hain ve kâfir
gözüyle bakarlar. Hutbelerde “Allah’ın
gölgesidir.” gibi yersiz ve dinsiz mübalâğalarla
padişahın adının anılmasını da dine aykırı
görürler. Yılın çeşitli ve belirli günlerinde
halktan birçoğunun bazı kabirleri ve türbeleri
ziyaret edişlerini de gerçek İslâm dinine tamamı
ile aykırı bulurlar.
Vehhabîliğin bu görüşlerine, Sünnî din
âlimleri karşı çıkıp, onun dinsizlik diye iddia
ettiklerini cahilliğine verip zamanla ıslah
edilebileceğini iddia ededursunlar, Vehhabîler,
yakınlardaki kabile ve aşiretleri kâh inandırarak
kâh zorlayarak kendilerine bağlamaya
başlamışlardı. Necid Şeyhi, Arap yarımadasında
bir hükümdarlık bile kurmayı düşünür hâle
gelmişti. Bir yandan Osmanlı Devleti’nden biraz
çekiniyor, bir yandan da İran Hükümdarı Nadir
Şah’ın Şiîlik gayretiyle harekete gelip üzerine
yürümesinden korkuyordu. Oğlu Abdülaziz bu
korkuyu da üzerinden attı. Hicaz’a ve Irak
taraflarına saldırmaya koyuldu.
Mekke emirleri de karşılık olarak Vehhabîleri
dinsiz saymaya, hac için Mekke’ye gelmek
isteyen Vehhabîleri topraklarından içeri
sokmamaya başladılar. Hatta bir anlaşmaya
varmak için gelenleri bile hapsettiler. Vehhabîler
baktılar ki kime müracaat etseler kendilerinin
Kâbe’yi ziyaretlerine izin verilmiyor; gönül
rızası ile koparamadıklarını kılıç zoru ile almayı
tasarladılar.
Mekke emirleri, İstanbul’u uyarmak için epey
mektup yazdılarsa da devletin başında nice
belalar dolaştığından pek ilgilenilemedi.
Vehhabîler de büyüdükçe büyüdüler. Bir ara
Mekke Emiri Şerif Galip, Vehhabîleri sindirip
onların hâkim oldukları yerlere saldırılar
yapmayı başardı ise de Vehhabîliğin İslâm dinini
ve Osmanlı saltanatını oralarda nasıl
çökerteceğini İstanbul’da kavrayan pek yoktu.
İstanbul’daki ulema üç parçaya bölünmüş,
birbirlerini yiyorlardı:
Birincisi, Ulema-yı rüsum (Dindeki gayenin
zahiri hükümlerdin ibaret olduğuna kaail olan
din âlimleri). Din bilgini geçinenler içinde
gerçek ilim sahibi olanlar pek azalmıştı.
İkincisi, adaleti temsil etmek ve yürütmekle
vazifeli, hâkimler, kadılar ve nüvvablar, bunların
da bir takım bilgi ve içtihatları ezberlemiş ve
tekrar eder olmaktan başka meziyetleri yoktu.
Üçüncüsü, medreselerdeki müderrisler; öteki
iki sınıfa cahil gözü ile baktıkları hâlde dinî
hükümlerin ne aslını iyi biliyorlardı ne de
tatbikini başarabiliyorlardı.
Devlet adamlarının hâli de bundan farklı
değildi. Onlar da gerçek din adamları ile işi kuru
laf ve riyaya döken, sahte vaizleri birbirinden
ayırt edecek durumda değildiler. İstanbul’un bu
kargaşalığı, bu aldırmazlığı, Vehhabîleri
büsbütün şımarttı ve güçlendirdi. Sonunda Şerif
Galip’in askerlerini yenmeye ve sözlerini
Mekke’ye de geçirmeye başladılar. Nihayet
Mekke Emiri Şerif Galib’le Vehhabîler reisi
Abdülaziz arasında anlaşmaya varıldı.
Vehhabîler çeşitli bahanelerle Mekke’ye gelip
gitmeye başladılar.
Vehhabîler, bu arada Şiîler üzerine de
yürümeyi, Kerbela’yı dağıtmayı göze aldılar. Bu
arada İstanbul uyanır gibi oldu; tehlikeyi az çok
kavradı. Tedbir alınması için yüksek
kademelerde konuşmalar, tartışmalar başladı.
Vehhabîleri, doğru yola davet için gerek
İstanbul’dan gerek Mekke’den delegeler
gönderildi. Gidenler ya Abdülaziz’i dinleyip
Vehhabîliğin aslını anlayarak döndüler ya da
vaat ettiği ikballere kanarak az da olsa onun
yanında kaldılar.
Nihayet Vehhabîler Taif’i ele geçirdikten
sonra Mekke üzerine de yürüdüler. Abdülaziz’in
oğlu Suud, Mekke halkından gelen temsilcileri:
“Ben size ancak bunun için geldim, yalnız
Allah’a ibadet edesiniz ve putları, puta benzer
şeyleri kırıp yıkarak Allah’a hiçbir kimseyi ve
hiçbir şeyi ortak etmeyesiniz.” sözleriyle âdeta
ikinci bir peygamber gibi karşıladı ve bir Hecin
devesi üzerine binerek Mekke’ye girip orayı da
bir Vehabi şehri hâline soktu, bütün türbelerin
ziyaretini yasakladı ve yıktı.

1803 SENESİ OLAYLARI

İçte ve Dıştaki Olaylar


Mayısın altıncı cuma günü Suud’un emri ile
Mekke’nin en büyük âlimi Hanefî müftüsü
Abdülmelik Efendi hutbe okumuş ve cuma
namazını kıldırmıştır. Suud da imama uymuş
olduğundan o gün ehlisünnet ile Vehhabîler aynı
imama uyarak namaz kılmıştırlar.
Bir gün Suud, ezan okunurken, Mescid-i
Haram’a geldiğinde, müezzinlerin salât-ü selam
getirdiklerini görüp işitince çok kızmış, “İşte bu,
Allah’a karşı en büyük şirktir.” diyerek bu en
güzel âdeti yasaklamıştır.
Suud, Mekke’de on dört gün kaldı. Bu zaman
içersinde her şeyi kökten değiştirdi. Kendisine
bağlananların sayısını çoğalttı. Kendisine
bağlanmayanları öldürdüler. Girenlerden de bir
nevi giriş parası aldılar. Bu şekilde birçok
kabileleri kendisine bağlamış para ve mal sahibi
olmuştu.
Müslümanların kıblesi olan Kâbe’nin
bulunduğu Mekke şehrini, herkese kâfir gözüyle
bakan Vehhabîlerin işgal etmiş olmasını
âlimlerin düşünmesi gerekirken onlar, birbirleri
ile uğraştıklarından bu işi görüşmek hükûmete
kalmıştı. Hükûmet, Hicaz’a kuvvet göndererek
Vehhabî meselesine son vermek istiyordu.
Bunun için Mısır Valisi Hüsrev Paşa’ya gerekli
emir verilmişti. Ancak bu sırada Kahire’de çıkan
karışıklıklardan dolayı Hüsrev Paşa kendini
korumaktan âcizdi.
Mısır’ın idaresi aslında üç kişinin yani
İbrahim Bey, Berdisi ve Mehmet Ali’nin elinde
idi. Halkın mühim ve haklı bir işi çıktığında
Mehmet Ali’ye başvurursa hemen işi
görülüyordu. Böylece onun Mısır’da itibarı
artmakta idi. Böyle karışık zamanda Mısır’ı idare
etmek için güçlü birine ihtiyaç vardı. Trabluslu
Ali Paşa, Mısır’ı düzelteceğine dair söz verince,
Mısır Valisi tayin edildi. Fakat muvaffak
olamadı, Mısır tekrar Kölemenlerin hâkimiyetine
geçti. Bu da hükûmete çok ağır geldi.
Uzun uğraşlardan ve karışıklıklardan sonra
Mehmet Ali, bir punduna getirip Berdisi ile
İbrahim Bey’i mağlûp edip onların kaçmasını
sağladı. Bu durumda Mısır’ın idaresi tamamen
Mehmet Ali’nin eline geçmiş oldu. Mehmet Ali
durumu İstanbul’a kendi istediği gibi bildirdi.
İsteği üzerine de İskenderiye Mutasarrıfı Hurşit
Bey’e vezirlik rütbesi ile Mısır Valiliği verildi.
Osmanlı Devleti’nin iç karışıklıklara uğraştığı
bu sıralarda Avrupa’da İngiltere ve Fransa
arasındaki ihtilaflar çözülmemiş, aralarında
savaş ateşi alevlenmiş ve Avrupa’da genel
güven yok olmuştu. Osmanlı Devleti her ne
kadar tarafsızlık politikası gütmekte ise de
savaşa her an hazır olmalıydı.
Bu sırada Mir Haydar, Buhara tahtına oturdu.
Bunu bildirmek için İstanbul’a iki elçi gönderdi.
Rusya üzerinden gelen elçileri kazak halkı
soydu, ellerindeki hediyeleri aldılar. Biri geri
dönmüş, diğeri İstanbul’a gelmiş, padişahın
huzuruna çıkmış ve iltifat görmüştür. Buhara
elçilerinin çoğu yolda soyulurlardı. Bazıları da
mektupsuz geldikleri hâlde Osmanlı Devleti
tarafından hep iyi karşılanmışlardır. Bu gelen
elçinin mektubu vardı ve Sultan Selim kendisine
itibar etmiştir.
Ruznamecilik

Osmanlı Devleti’nin kullandığı rütbelerin çoğu


geçmiş İslâm devletlerinden alınmıştır.
Ruznamecilik de bunlardan biridir. Hazret-i
Ömer zamanından kaldığı araştırma ile
anlaşılmıştır.
(Ruzname: Günlük gelir ve giderlerin yahut
vukuatın kaydına mahsus deftere verilen addır.
İlk zamanlarda “Ruzname” denildiği hâlde
sonraları “Ruznamçe” hâline konulmuştur.
Muhasebe kalemi yerinde de kullanılırdı. Bu
defteri tutana “Ruznamçeci” denilirdi.
Tanzimat’tan sonra yevmiye defteri adını almış,
bu defterleri tutanlara da “Yevmiye kâtibi”,
“Muhasebe kâtibi” gibi adlar verilmiştir.
Ruznameciliğin ihdası tarihi hakkında
Osmanlı tarihlerinde bir kayda tesadüf
olunmamaktadır. Yalnız Fatih Kanunnamesi’nde
bulunması eskiliği hakkında bir fikir verebilir.
Bununla beraber devlet teşekkül edip de gelir ve
giderler başlayınca böyle bir memura hâsıl
olacak lüzum ve zaruret göz önüne alınır ve bu
işi gören bir memur tayin edilir ve memura
Farsça olan bu ad verilir.
Cevdet Paşa, vak’anüvis Vasıf’a atfen
eskiliğini ve İslâm tarihindeki mevkiini şu
suretle kaydetmiştir:
“Halife Ömer (r.a.) zamanında Bahreyn ve
etrafında memleketlerin cizye ve öşürleri
toplamak için nasbolunan Ebu Hüreyre (r.a.)
vasıtasıyla Medine’ye getirilirdi. Hazır ve gaip
Müslümanların isimleri ve hukukî haklarının
yazılı olduğu defterleri mürettep olmadığından
taksim emrinde meşakkat çekiliyordu.
Kibar-ı ashaptan Halid İbni Velid cevaba
gelip Şam ikliminde Rum irat ve masraf ve
mevâcib-i asker için tertib-i divan edip
müdevven defter tutmak âdetleri olduğunu
beyan edip, her zaman böyle meşakkat
çekmekten ise bizler dahi bu usule riayet eylesek
münasiptir demiştir.
Hazret-i Ömer bu teklifi kabul
buyurmuşlardır. Fars vezirlerinden olup
Medine’de bulunan Hürmüzlerden İran
Devleti’nin masarif ve iradı ne veçhile zapt
olunduğunu sual etmiştir. Husus-ı mezkûrda
olan dikkat ve tasarrufu uzemasiyle meşveret ve
vaz’-ı divan eyleyip Kureyş’in kâtiplerinden
fenn-i hisap ve istifade ehliyeti bilinen Ukeyl İbni
Talip ve Mahremet İbni Nevfel ve Cübeyr İbni
Mut’am’ı davet edip önce İslâm askerlerinin isim
defterleri ve erzakı ve atayâ vesikaları yazılması
ve tedvin olunması hususunu emretmiştir. Ensar
ve Muhacirîn ileri gelenleri ve sair
Müslümanların karabet-i nesep ve Müslüman
olma sırasına göre birer birer tertip ve
mertebelerine göre tespit eylediler.
Herkesin hâl ve şanına göre nafaka ve vazife
tayin edildi. Öncelikle bu deftere mücahitler ve
yaşlılar dahil oldu. Sonra yaşlılar bu cümleden
ifraz olunmakla başkaca bir kalem oldu ve
mücahidîn dahi birkaç kısma ayrılmış olup
havas ve mukabele defteri meydana geldi.
Yevmen feyevmen irad ve gider, beytülmal ne
olursa anı zapt ve tahrir olundu. Borç şenetleri
için başka başka defter tutulup zühd ve emaneti
cümleye galip olan Cübeyr İbni Mut’am’ı bu
defterleri idareye tayin eylediler.
Bu hizmet hâlâ ruznamçe-i evvel ismi ile
devam etmektedir. Bütün işlerin üzerine nazır ve
muhasip olan kalemdir ve ruznamçecilerin pîri
Cübeyr İbni Mut’am’dır. Senetler bütün
kalemlerde mühürlenirken ruzname kaleminde
mühür istimal olunmaması bu defterin kıdem-i
vasfına ve erbabının kemal-i itimat ile azm-ı
şanına delâlet eder ve halen kullanılan
rakamların Arapça olması dahi kıdemini teyit
eder.”
Bu sene Cidde Valisi Şerif Paşa eceli ile vefat
etmiştir. Tedbirli ve muktedir bir zat idi. Vehhabî
meselesinin gündemde olduğu bu günlerde
ölümü Osmanlı Devleti’ni güç durumda
bırakmıştır. Cidde’nin idaresinde başarılı olmuş,
güler yüzlü ve iyiliksever bir kimse idi.
1804 SENESİ OLAYLARI

Askerlik Durumu ile İlgili Bazı Düşünceler

İsminden de anlaşılacağı gibi “yeniçeri”,


vaktiyle “yeni asker” ocağı olarak kurulmuştu.
Hristiyan çocuklarından toplanıp devşirilerek
acemi kışlalarında eğitilip yetiştirildikten sonra
yeniçeri ortalarına alınırdı. Bunlara “Kul taifesi”
denirdi. (padişaha ve devlete sadık kullar
anlamında.)
Bunların hepsi bekârdı; kışlada yatar kalkardı.
Disiplinli, itaatli askerlerdi. Sonraları
Hristiyanlardan devşirme usulü bırakılmış
Müslümanlardan yeniçeri yazılmaya başlanmıştı.
Müslüman olanlarsa başıboşluğa alışmış
oldukları için subaylarının kendilerine kul
gözüyle bakmasına hiç de alışık değildiler.
Yeniçerilerin evlenmeleri serbest bırakıldı.
Evli olanlara da kışladan dışarıda, çoluk
çocuğunun yanında yatmaları için izin verilmek
zorunluluğu baş gösterdi. Böylelikle askerlik
düzeni gün geçtikçe bozuldu, çığrından çıktı.
Yarı yarıya boş kalan kışlalar, han odaları gibi
tembel yatağı oldu. Umulmadık zamanlarda
düşman zoru ile açılan seferlere kimse gitmek
istemez oldu. Asker kaydolunmaya başlanınca
da işsiz güçsüz serseriler, yağma hayali peşinde
olanlar, asker saflarına katılmaya başladılar.
Yeniçeri ortaları, ne idüğü belirsiz kimselerle
doldu. Bu yolla İstanbul’a gelip bir baltaya sap
olamamış ne kadar boş gezer takımı varsa
yeniçeri adını aldı. İstanbul’da da taşralarda da
sayıları gittikçe artan bu Yeniçeri taslakları etrafı
haraca kesmeye alıştılar. İş güç sahibi olanlar,
malını canını onların şerrinden korumak için
kendileri de yeniçeri Ocağı’na yazılmaktan
başka çare göremediler. Bazıları da sırf padişah
bahşişi alabilmek, geçim yollarına kavuşmak
için yeniçeri olmayı kâr saydılar. Giderek herkes
yeniçeri adını takındı.
Esnaftan olanlar dükkânlarına bağlı oldukları
“Orta”ların armalarını asmakla yetinmeyip
vücutlarına dövdürmeye kadar işi ilerlettiler.
Velhasıl yeniçerilik bir kuru ad olup çıkmıştı.
Artık bunların bir işe yaramayacakları iyice
anlaşıldı. Başka bir asker ocağının düzenlenmesi
devletçe gerekli görüldü.
Bostancı ocağına bağlı olmak üzere “Nizam-ı
Cedid” askeri denilen bir sınıf asker
yetiştirilmeye girişildi. Buralardaki askerlerin
Avrupa usulüne uygun eğitilmelerine özenle
devam edildi. Bu arada Cebbarzâde ile Kadı
Abdurraham Paşa büyük ve verimli yararlıklar
gösterdiler. III. Selim, bu işin peşini
bırakmıyordu. Onu sevip sayanlar da Nizam-ı
Cedid’in artmasına, güçlenmesine çalışıyorlardı.
Bu yetişmiş askerin sayısı arttıkça artıyordu ama
onların çoğalması yeniçerileri tedirgin ediyordu.
Kendilerinin artık bir işe yaramayacağını çok iyi
bildikleri için “Nizam-ı Cedid” askerine rakip
gözü ile bakıyorlar, düşman kesiliyorlardı.
O zamanki yeniçerilerin acıklı durumlarını en
iyi anlatan “Koca Sekbanbaşı” diye anılan bir
kimsenin yazmış olduğu “Hulâsatü’l-Kelam fi
reddi’l-Avâm” isimli bir rapordur. Şehzâde
Mustafa’nın Nizam-ı Cedid’den pek
hoşlanmayıp da işin aslını anlamasını isteyerek
yazdırdığı söylenen bu raporda, bu seksenlik
ihtiyar bütün gerçekleri açıkça ve cür’etlice dile
getirmiştir. Raporun özeti:
“... Bin yüz elli (1737-1738) senesinden bin
yüz seksen iki (1768-1769) senesine kadar bir
savaş olmadığı için; eskiler göçüp gitmiş,
yeniçerilerin hemen hepsi düşmanın hâlinden,
savaşın özelliğinden habersiz, acı ve tatlı sefer
görmemiş kimselerden ibaret kalmıştı, işte 1768-
1769 seferinde askerimizin düzeni böylece
bozuldu, o zamandan beri de işler çığrından
çıktı. İşin iç yüzü eskiden kalmış kimselerce
belli ise de tecrübesiz, cahil kimselerin
dedikoduları iş başında olanları şaşırtacak kadar
bol ve değişikti. Bu sırada yetkililer
gerektiğinden fazla merhametli davranmakta,
asıp keserek korkutup sindirmeye de
kıyamadıkları için işler daha çok bozulmaktadır.
Dinin de devletin de hiçbir işine yaramayan,
dünya boş kalmasın için yaratılmış olan kimseler
meyhane, kerhane, kahvehane köşelerinde
devleti kötüler, ahlâkı bozar, güveni sarsar
oldular. Bunların ağızlarına sakız olan sözlerden
biri de ‘Nizam-ı Cedid geldi, işler bozuldu.’
tekerlemesidir. Bunlardan biri ile konuşuyorduk;
dedim ki: ‘Bre canım, Nizam-ı Cedid, diye ikide
bir dır dır edip kuru kuruya iddialar ileri
sürersiniz, bu Nizam-ı Cedid ne demektir, önce
bunun gerçeğini bil, sonra iddianı ileri sür, eğer
sözün haklı ise ben de seninle bir olup eyvallah
diyeyim!’ dedim. ‘Nizam-ı Cedid dedikleri talimli
askerdir. Talim de gâvur sanatıdır.’ karşılığını
verdi. Baktım, bu deveye hendek atlatmak
gerekecek; aklıma geleni şöyle sıraladım:
Nizam-ı Cedid’den önceki belalardan,
felaketlerden haberin yok mu? Anadolu’daki
Celâlîler, Mısır’daki Bulut Kaptan Ali Beyler,
Anadolu’nun altını üstüne getiren Levent
belaları. Ya son Moskof seferinde yedi yıl sürüp
de her sene bir büyük bozguna sebep olan
saldırılar. Bunlara da mı bu Nizam-ı Cedid
sebepler oldu? Bütün bunların sebebi devletin
elinde işe yarar asker olmayışından, Nizam-ı
Cedid’in daha önce kurulup
yetiştirilemeyişindendir. Böyle karşıma alıp
konuştuklarıma gerçeği anlatıyorum ama
içlerinde tükürdüğü tükürüğü yalamayan, Nuh
deyip de peygamber demeyen çok. Kervan
yürüsün yürümesin, bu itler böyle ürüyüp
duracak.
Eskiden Osmanlı tebaası iken sonradan Rus
sofrasından çöplenen bir Rum, Rus
imparatoriçesi Katerina’nın meclisinde bir gün
şöyle demiş: Niçin Osmanlı ile uzun uzun cenk
eder durursunuz? Muradınız İstanbul’u almaksa
kolayı var; askerinizi gemilere doldurun;
münasip bir yerden İstanbul’a su gelen
bendlerden birinin yakınına indirin. Bendleri
topa tutsunlar, şehir içinde Rus askeri koptu
geliyor haberini yayın. Yeniçeri dedikleriniz
halkın telaşından faydalanır, yağmaya başlar,
her yeniçeri aşırdığı malla bir kayığa atlayıp
Anadolu kıyısına sıçrar, kayıplara karışır.
Devlet bu verilen aklı Katerina’nın beğendiğini
haber almış da işte bendlere yakın Levent
Çiftliği’nde bu yetişkin askerî silah altında
tutmaya başlamış. Rus’un isteği de kursağında
kalıvermiş.
Yeniçeri Ocağı’ndan şöyle bin seçkin asker
istemeye kalkın bakalım o köşebaşı
kabadayılarından ses çıkacak mı? Alışageldikleri
alışverişten başlarını kaldırıp da talim görmeye
yanaşacaklar mı bakalım. Paskalya zamanları
köşe başlarına sıralanıp da gelip geçen Hristiyan
halktan birer ikişer para kopararak, üç ayda bir
de hizmetsiz ve zahmetsiz ulûfe alarak
geçinmenin yolunu tutmuşlar bir kere. Hatta ilk
Nizam-ı Cedid yazılanlar bile öteki yiyicilerin,
hazıra konanların, zorbalığa alışık olanların zoru
ve kandırması ile bu işten çabuk el çekip
savuştular.
‘Bizi sefere gönderirlerse elimizden gâvur
icadı tüfekleri atarız ve dalkılıç olup Moskof
ordusunu birbirine katarız ve düşmanın
cümlesini esir edip satarız. Allah ocağımıza
zeval vermesin, mevâcib (yeniçerilere verilen
maaş, aylık yerinde kullanılır bir tabirdir. Bunun
yerine ‘ulûfe’ de kullanılırdı. Mevâcib tâbiri
Osmanlılardan evvelki Türk devletlerinde de
kullanılmıştır. Mevâcib üçer aylığı bir arada
olmak üzere verilir, merasimle dağıtılırdı) çıkar,
ulûfemizi alır keyif çatarız.’ diye işi ucuz
kabadayılığa ve aşağılık nükteye vurup sır
oldular. Neyse, çok şükür, Levent Çiftliği’nde
Nizam-ı Cedid bozulmamış halk yiğitlerinden
kurulur oldu da düşmanın düşündüğü
gerçekleşmedi. Din düşmanlarının yüreklerinin
yağı erimeye yüz tuttu. Devletimizin ayakta
kalması, tutunması, ancak ve ancak bu Nizam-ı
Cedid kuruluşuna bağlı.
Seferi savaş görmeyip hemen yiğitliği köşe
başında bakkallık eden, sebze satan, kopuklara
kabadayılık etmekten ibaret sanan, hangi
‘orta’nın yoldaşı ise onun alâmetini koluna takıp
gösteriş yapmayı iş edinen, kurumlar ile boş
iddialarından geçilmeyen kaldırım kabadayıları,
köşe başı yaratıkları ve meyhane miçosuna caka
satan yeniçeri şahbazları gördüm ki şöyle
söylenip duruyorlardı:
“Bu eli tüfekli, kendi talimli asker ne
lazımdır? Âl-i Osman askeri dünyayı kılıçla
fethettiler. Hemen bize düşman göstersinler
dalkılıç olup düşmanı harap ederiz ve kralının
tacı ile tahtını başına geçirip Kızıl Elma’ya dek
gideriz.”
Böyle budalalarla belki bin kere atışıp
kakışarak demişimdir ki:
Bre yoldaşım yeniçerilikle zerre kadar ilgin
varsa bileceksin, ben 1733-1734 yılından beri
babamla birlikte Yeniçeri Ocağı’nda pala
sallayıp taban döverek bunca seferlerde
bulunmuşum. Dünyanın iyiliğini kötülüğünü
görüp, zaman sillesini yiyip feleğin çemberinden
geçmişim. Dünyanın hâlini, düşmanı yenmeyi,
tarihlerden öğrenilemeyecek nice gerçeklerin iç
yüzlerini gördün, öğrendim. Yaşım seksen
yediyi buldu. 1768-1769’den beri öğrendiğim
sırları yazmaya kalksam birkaç cilt kitap olur.
Söz arasında şöyle bir-iki bilgimi
açıklayıvereyim de kulağına küpe olsun da
faydalandıkça bana dua etmeyi unutma.
Kanunî Sultan Süleyman devrine gelinceye
kadar Frenk devletlerinin hiçbirinde hızlı top
atma, tüfek kullanmak ve savaş sanatını usulüyle
öğrenmek yoktu. O zaman İslâm askeri
yüreğine, beline güvenir, akın eder ve yenerdi.
Nemçe seferlerinden bir ikisinde askerinin
bozulduğunu, bunun da orduda eski düzenin
kalmamasından ileri geldiğini anlayan yetkililer,
yeni ocaklar kurmaya, askeri yeniden
düzenlemeye koyuldular.
Hemen Hacı Bektaş-i Velî evladından posta
oturan Hacı Bektaş halifesi ocağa getirildi. Bir
güzel dua etti ve bu yeni askeri kutsadı. Ondan
sonra yazılanlar bir daha kaçmayıp: ‘Bizler Hacı
Bektaşi Veli köçekleri olduk.’ diye övünüp sebat
ettiler. Böylece her zaman için başı bağlı, o
zamana göre nizamlı asker meydanı aldı da
devletimiz başarıya ulaştı, zaferler kazandı.
Hristiyan devletleri gördüler ki Osmanlı bu
askerle bütün Frengistan’ı zaptedecek, hemen
onlar da askerlerini bir düzene koymaya
başladılar. Silah kullanmada, ateş açmada, savaş
düzenlerini yoluna koymakta birbiriyle yarış
ettiler; bütün gün savaş eğitimini iş edindiler.
Bu hazırlıklarından sonraki savaşlarında
eskiden olduğu gibi perişan oldukları artık
görülmez oldu. Çünkü yetişkin askerleri tabur
tabur olup bozulmamak için yavaş ve ustalıklı
ayak atarlar, pırıl pırıl toplarla gülleleri gürül
gürül yağmur gibi yağdırırlar. Topun-tüfeğin
arkasını kesmezler, sanırsın ki kıyamet
koparırlar ve ateşten bir dağı üzerimize doğru
yürütürler. Üzerlerine piyade yahut süvari
saldırsa ses çıkarmayıp bunlar tam ortalarına
gelene kadar beklerler ve sırası geldi mi birkaç
yüz top ve nice bin tüfeğe birden ateş verip
İslâm askerini sapır sapır dökerler. Böyle
savaşlarda artık dalkılıç hiçbir işe yaramaz olur.
Epey bir zaman bu iş böyle sürdü. Artık bizim
asker yetmez, sonra da dayanıp direnemez hâle
geldi. Nihayet iş anlaşıldı. 1791-1792 yılında
yeni asker yetiştirilmesine başlandı. “Talim filan
lazım değil. Bize hele düşmanı göstersinler.”
diye köşe başı bahadırlarına verilecek cevap
hazır:
‘Sultan Mustafa zamanındaki Moskof
seferinde düşmanla sizin aranıza duvar mı
çektiler yoksa ayağınızı mı bağladılar ki düşman
görünüp dururken üstüne yürümediniz de iki yüz
bin adam, kıvırcık koyun eti, halis buğday
ekmeği yiyip Ulûfe ve tayın kavgası çıkarıp
karargâhları yağma ederek dönüp kaçtınız?
Ertesi yıl Rumeli’de Anadolu’da da konduğunuz
yerlerdeki evleri yakıp yıkıp karısına kızına el
uzatıp nice rezaletler işleyerek orduya ulaşınca
da ağız tadı ile savaşmaya ve karşı koymaya
gücünüz ve niyetiniz olmadığı için yine ulûfe
kavgaları çıkarmaktan çekinmediniz, Allah’tan
da utanmadınız, kuldan da!
Bir de siz söyleyin bakalım: Nerede, ne zaman
yüz ağarttınız? Yedi yıldır Moskof ’un istediği
gibi anlaşmalar imzalamamıza sebep oldunuz,
en sonunda Kırım’ın elimizden gitmesine sebep
sizsiniz. Moskof gelip Ozi Kalesi’ni kuşattığı
zaman bizden düşman isteyen şahbazlarımız, o
koluna yiğitlik nişanı dövdüren başına endaze
boyu sarık sarıp şalvarının paçalarını sıvayıp
İstanbul’da baldırı çıplaklık eden yiğitlerimiz,
kale içinde kaçacak delik arayıp, kalenin
düşman eline geçmesinden ve halkının esir
düşmesinden başka şeye yaramadınız.’
Böyle denildi mi sus pus oluyorlar; yüzlerini
bir kederdir kaplıyor; içlerindekini
söyletebildiniz mi tedirginliklerinin sebebi
hemen anlaşılıyor:
‘Ocaktan beş-on akçe gelirim var. Nizam-ı
Cedid çoğalıp da iş görmeye başlarsa korkarım
ki yeniçeri ocaklarına devletin itibarı kalmaz.
Biz de ulûfemizi alamaz oluruz. Yoksa iradımıza
zarar gelmeyecek olduktan sonra, Allah versin,
bütün halk Nizam-ı Cedid askeri olsun.’ diye
kaygılarını açığa vuruveriyorlar.
Onlara nasıl anlatmalı ki okumak yazmak, saz
çalmak, bir hünere sahip olmak, hep meşk ile
talim ile eğitim ve öğretim ile olur. Cenk ilmi ise
can pazarlığı olduğundan hepsinden fazla
öğrenilmeye muhtaçtır. İşte Akka’da,
İskenderiye’de, Mısır’da Fransızlarla
tutuştuğumuz harplerde o kadar kalabalık asker
bir şey yapmadı, bir tek zafer bile kazanamadı
da topçu ve piyade talimli asker bir avuçken işe
yaradı, işte asker böyle olur. Bundan sonra
Nizam-ı Cedid’in aleyhinde bulunursam dilim
kurusun, diye bu hâli görüp eski sözlerine
pişman olarak gözyaşı dökenler oluyor…”
Devletin bu haklı ve isabetli tedbirini hoş
görmeyen, hoş göreni de hor görüp yanıltan
kimselere karşı daha keskin tedbirler almak için,
bu hayırlı ve lüzumlu işi daha sık ve çabuk
yürütmek gerekiyordu. Bunu yapmamaları, III.
Selim’in kendi başını da yiyen yumuşaklığına
verenler var ama yanında söz geçirecek,
padişahı daha kararlı ve azimli olmaya sevk
edecek kimselerin olmayışı da bu sebeplerin
başında gelse gerektir.
SEKİZİNCİ KISIM

1804 SENESİ DİĞER OLAYLARI

Dış Olaylar

İngiltere hükûmeti, Bonapart’ın İngiltere’ye


saldırmak için büyük hazırlıklara giriştiğini fark
etti. Korunma tedbirlerini almakta gecikmedi.
Fakat yüz elli bin Fransız askeri adalarına ayak
basarsa karşı duracak kadar kara askerini tedarik
edemeyeceğini anlayınca Fransa’da karışıklık
çıkarmaya çabaladı.
İngiltere’ye kaçmış Fransızların
elebaşlarından biri; krallığı geri getirmek için
Fransa’da karışıklık çıkarmaya uğraştı, bunu da
başaramayınca Bonapart’ı öldürmeyi aklına
koydu. Yüz kişi kadar taraftar bulmadı değil,
fakat sonunda, arkadaşlar ile birlikte yakayı ele
verip hapsedildi. Bunların hangi prensi tahta
çıkaracakları belli olmadı.
Bonapart, Almanya’ya yakın bir sınır
kasabasında, bir kadının usanmaz âşığı ve evin
bıkmaz tiryakisi olarak yaşayan, Dük
Danken’den şüphelendi. Kasabayı bir gece,
eşkıya gibi basıp prensi kaçırdı, derme çatma bir
mahkemede sorguya çekti ve kurşuna dizdirdi.
Bu vahşî davranışı, bütün Avrupa krallarını
yeniden Bonapart’ın aleyhine çevirdi. Krallar
Bonapart’a karşı cephe almış oldular. Bu arada
Avusturya kralı Frederik de Fransa ile
imzalamak üzere olduğu anlaşmadan vazgeçti.
Eğer İngiltere, büyük devlete yakışmayacak
şekilde Fransa içinde fesat çıkarmaya çabalayıp
durmasa ve Napolyon bazı elçilerin bu yoldaki
mektuplarını yakalayıp yayınlamamış olsa idi
krallar arasındaki bu birleşmeler daha da çabuk
ve kesin olacaktı.
Fransa’da iç ve dış karışıklıklara bir son
verilebilmesi için Fransa’nın güçlü ve bir elden
idare edilmesi fikri kuvvetlendi. Böylelikle
düşmanları, Napolyon’u öldürtelim derken daha
da güçlenmesine ve Fransa’ya imparator
olmasına yol açtılar. Napolyon, köprü altından
su bağışlarcasına, Nemçe hükümdarını
Avusturya imparatoru tanımak kaydıyla Fransa
İmparatorluğu’nu düşmanlarına bile tasdik
ettirmenin kolayını buldu.
Fransa Millet Meclisi üyelerinden birinin
teklifi üzerine 1804 yılında Napolyon, kendi
ölümünde bir oğlu tahta çıkmak kaydı ile Fransa
İmparatoru ilan edildi. Avrupa’daki krallar da
isimlerinin önüne imparator unvanının
konmasını kendi halkına ve birbirlerine kabul
ettirmek için birbiri ile yarış ettiler. Böyle
yapmakla basit hırsların ve şöhret budalalığının
en akıllı, tedbirli ve tatmin edilmiş insanların
basiretlerinin de bağlanabileceğine örnek
oldular.
Napolyon’un imparatorluğunu tasdik ve
kabul etmemiz için Osmanlı Devleti’ne de
Fransa elçisi General Peron ısrarla başvurdu.
Fakat biz Bonapart’a karşı Mısır saldırısı
sırasında İngilizler ve Ruslarla anlaştığımız için
buna hemen yanaşmadık. III. Selim, Fransa’nın
dostluğunu kazanmayı daha üstün tutuyordu,
fakat Mısır yarası taze ve kapanmamış olduğu
için ve devlet adamlarının Fransa’ya düşmanlığı
devam ettiği için, Bonapart’a herhangi bir
şekilde yanaşmış görünmeyi uygun
bulmuyordu.
III. Selim, işgal ettiği yedi adayı boşaltmaya
bir türlü yanaşmayan, Osmanlı ülkesi hakkında
yeni, gizli ve kötü istekler beslediği öteden beri
bilinen, bu yetmiyormuş gibi Osmanlı uyruğu
Hristiyanları ikide bir kışkırtmaktan geri
durmayan Rusya’dan da hiç hoşlanmıyordu.
Fransa elçisi General Peron’un asıl görevi ne
yapıp yapıp Osmanlı Devleti ile İngiltere ve
Rusya’nın, hiç değilse bunlardan birinin arasını
açmak için mümkün olan her çareye
başvurmaktı. Bonapart’ın imparatorluğunu Bâb-ı
Âli’ye tasdik ve kabul ettirmekle hem Bonapart’ı
memnun etmiş hem de Osmanlı Devleti ile
İngiltere’nin değilse bile Rusya’nın arasının
açılmasına yol açmış olacaktı. Nitekim Rusya ve
İngiltere elçileri: “Napolyon’un
imparatorluğunu tasdik eden bir devletle dost
kalamayacağımızı devletlerimiz adına bildirmek
durumundayız.” demeye başlamışlardı bile.
Nihayet Osmanlı Devleti’nin: “Bu
imparatorluğu tasdik etmekten çekindiğimiz yok
ama Fransa’nın yersiz düşmanlığı yüzünden
dostluk anlaşmaları yaptığımız devletleri de
durup gücendirmek istemiyoruz.” yollu bir
cevabı üzerine işler biraz yumuşadı. General de
elçilik sekreterlerinden birine işi devredip
Fransa’ya gitti.
Dışişleri Bakanımız bu sıralarda: “Fransızlar
yeni bahaneler bulup da Osmanlı ülkelerine
saldırmaya kalkışırsa İngilizlerin denizden engel
olacakları belli oldu fakat Avusturya
topraklarından geçerek karadan gelmeye
kalkarlarsa Rusya engel olur mu, yoksa göz
yumar mı?” diye Rus elçisine bir soru yöneltti.
Rusya, Avusturya’nın Rusya’nın haberi ve izni
olmadan böyle bir harekete geçemeyeceğini,
Fransız askerlerinin denizden saldırısına karşı
koymaları için de şimdiden Malta’daki İngiliz
donanmasını uyaracağını söyledi.
Bu arada Avusturya elçisinden de kralının
“imparator” unvanını tasdik etmemiz talebi
geldi. Ona da: “Kralınız, Napolyon’un
imparatorluğunu tasdik etmeyi kendisinin de
imparator unvanı alması şartı ile kabul etti.
Daha biz birinciyi tasdik etmedik ki sizinkine
sıra gelsin; bekleyin, tereddüdümüz
Napolyon’un unvanına aittir, sizinkine değil.”
cevabı verildi. Elçi pek ses çıkaramadı.

Osmanlı Devleti’nin Doğu Sınırlarındaki


Gelişmeler

Rusya ile İran arasında bu sene içinde savaşlar


da oldu. İran şehzâdesi kalabalık ordusu ile
Tiflis üzerine yürüdü ise de iyi yetiştirilmiş Rus
askeri ile başa çıkamadı. Osmanlı Devleti de
sınırları yakınındaki bu savaşla da ilgilenmek
mecburiyetinde idi. Rusya da oralarda sınırlarını
emniyete almak bahanesiyle Gürcistan’da bir
takım hareketlere girişti. Ayrıca Tuna kıyılarında
Osmanlı Devleti’ne açıkça kafa tutmaya
başlayan asilerle de temaslar kurmaya, onlara
yardım etmeye koyuldu. Bunun üzerine
İngiltere, bizden daha atılgan davranarak
Rusya’yı Osmanlı Devleti’nin topraklarına tek
başına göz koymaktan alıkoymak istedi.
Osmanlı Devleti’nin toprak bütünlüğüne riayet
etmesi gerekliliğini hatırlattı.
Bunun üzerine Rusya: “Osmanlı Devleti’ne
karşı kötü bir niyetimiz yoktur. Kaldı ki Rusya
İstanbul’u almış olsa İngiltere için de hayırlı
olur. Dünyanın o güzel ve önemli köşesi barbar
bir toplumun elinden çıkıp uygar bir milletin ve
güçlü bir devletin eline geçmiş olur; Karadeniz
ticareti gelişir, bundan da en çok en güçlü deniz
devleti İngiltere faydalanma yolunu bulur.”
cevabını vermekle gerçek amacını açığa vurmuş
oldu.
Bereket versin, Avrupa devletleri, Napolyon
belasını kıtanın üzerinden kaldırmak, hiç değilse
etkisini ve baskısını hafifletmek derdine
düşmüşlerdi de Rusya bir müddet daha bu
alçakça maksatlarını örtbas etmek, bu yolda
herhangi bir teşebbüsü ertelemek zorunda kaldı.
Bir yandan da Osmanlı Devleti’nin
güçsüzlüğünden ve perişanlığından her fırsatta
faydalanmayı da elden bırakmadı.
Rusya, İran’a Gürcistan’daki ordusuna Kaş
Nehri’nden gemilerle yardım etmeyi aklına
koymuştu. Kaş muhafızımız buna engel olunca
Rus elçisi hışımla Bâb-ı Âli’ye: “Gürcistan
Rusya’nın himayesindedir. Kaş Nehri’nden
faydalanarak oraya gereken taşımayı
yapmamıza engel olunmamasını isteriz.
Devletinizle anlaşmış bulunuyoruz. Böyle küçük
meselelerden aramızın bozulmasını istemiyoruz.
Yoksa istediğimizi yapmamız işten bile değildir.
Bu kolaylığa karşılık devletiniz ne istiyorsa
söylesin; arazi mi, para mı?” diye çıkışırcasına
fikir yürütmüştü. Hâlbuki Batum’dan Anapa’ya
kadar oralar o zaman için Osmanlı Devleti’nin
hükmü altında idi.
Rus elçisinin oraları Rus toprakları sayıp,
köprü altından su bağışlarcasına kendi malımızı
kendimize bağışlamaya kalkışması, Osmanlı
devlet adamlarını şaşkına çevirmişti ama
gereken karşılığı açıkça verememişler, susmak
ve yutkunmakla meseleyi geçiştirmekten başka
çare görememişlerdi.
Ruslar, “bir defalık” kaydı ile Kaş Nehri’nden
asker, erzak ve cephane geçirmeye izin almışlar,
bu fırsattan istifade ederek istedikleri kuvveti
toplamışlar; kısacası bizden toprak koparmak
için âdeta bizim aracılığımızı sağlamışlardı.
Bizim o günkü durumumuz savaşı göze almaya
müsait değildi. İngiltere’nin yaptığından daha
farklı bir şey yapamayıp tesirsiz bir takım
uyarmalarda ve protestolarda bulunmaktan öteye
geçemedik. Çünkü bu gibi meselelerde son
cevabın “topun ağzından çıkması” gerekirdi.
Buna ise hâlimiz elverişli olmadığından Ruslar
oralarda yerleşip kaldılar.
1805 SENESİ OLAYLARI

İç Karışıklıklar

O sene mart sonlarına gelindiği hâlde


İstanbul’da şiddetli bir kış hüküm sürüyordu.
Dondurucu soğuklarla beraber kar da çok
yağmıştı. Siyasî hava gibi havalar da bozuk
gidiyordu. Dünya ufuklarındaki bulutlar,
yakında bir bela yağmurunun yağacağını haber
veriyordu.
Avrupa’da bir harp çıkması hâlinde, tarafsız
kalmayı düşünüyorduk. Ancak tarafsızlığı
korumak, savaşanların bir bahane ile bize
saldırmasını önlemek veya topraklarımızdan
düşmana saldırmak için geçmesini engellemek
için de hatırı sayılır bir güce ve hazırlığa ihtiyaç
vardı.
Yapılacak iş, Nizam-ı Cedid askerinin
artırılması ve iyice silahlandırılması idi. Ne çare
ki bunlara başvuruldukça yeniçerilerin
homurtusu artıyor, bu yeni askeri kendine rakip
görüyor ve düşmanlığı kuvvetleniyordu. Bu
işlere ön ayak olan devlet adamları için
ağızlarına geleni açıkça söylemekten
çekinmiyorlardı. Böylelerinden hiçbirinin doğru
dürüst ceza görmemesi ötekileri de şımartıyordu.
Nizam-ı Cedid askerine aklı yeten ve gönlü
razı olanlar, sarayca makbul görüldükçe bu
işlerin dışında kalanlar kıskançlıklarından
yeniçerileri tutmayı ve onlara yaranmayı kâr
sayıyorlardı. Eşkıyalar işi azıttıkça İstanbul’da
bu hâlden memnun olanlar bile vardı.
Sırplar ve Karadağlılar Osmanlı Devleti’nin
perişanlığını fırsat bilerek başkaldırmışlar,
bağımsız devlet olmaya girişmişler, Rusların
kışkırtmasıyla cesaretlenip isyanlarını tamamıyla
açığa vurup devlet olmuş gibi Osmanlılarla
anlaşmak için şartlar ileri sürmeye başlamışlardı.
Bunları, bastırmak şöyle dursun, sindirmek için
bile üzerlerine kuvvet göndermeye kudretimiz
yoktu.
Öte yandan Vehhabîler de işi azıtmışlar;
Mekke’yi ve Medine’yi sıkıştırmakla kalmayıp
Irak’a da saldırmaya başlamışlardı. Bağdat Valisi
Ali Paşa, kafa tutan, başkaldıran kabileleri güç
yatıştırıyor, Vehhabîlerin saldırılarına zamanında
doğru dürüst karşı koyamıyordu.
Mekke ve Medine’ye her zaman yardım
Mısır’dan yapılırdı. Mısır da karışıklığa düşmüş
idi. Bütün bunlar yetmiyormuş gibi Trabzon
Valisi Tayyar Mahmut Paşa ise isyan bayrağını
çekmiş, başına buyruk hâle gelmiş, devleti
dinlemez olmuştu.
Bu arada sadrazam Yusuf Paşa, devletin
başında birbirinden beter musibetlerin dolaştığını
fark edip felaket zamanlarının pek yakın
olduğunu kestirmiş, kendi başını kurtarmak için,
yaşlılığını bahane ederek emekliliğini istemiş,
yerine Kaptan-ı derya Hafız İsmail Paşa
sadrazam tayin edilmişti.
Yeniçeriler ise devlet adamlarını zayıf ve
kararsız gördükçe azdıkça azıyorlar; Nizam-ı
Cedid taraflısı olanları kötülüyor, istemediklerini
belli ediyor, değişmeleri gerektiğini halk
arasında yayıyorlardı. Onlara taviz verircesine
bir iki Nizam-ı Cedid taraflısı devlet adamı
azlolundu, bu da onların daha ziyade
şımarmalarına yol açtı.
Mekke, Medine ve Şam taraflarındaki
karışıklıkları bastırmaya memur edilmiş Osmanlı
paşaları ise birbirlerine düşmüşler, birbirinin
kuyusunu kazmakla ve askerleri birbirileri ile
kavga ettirmekle meşgul idiler.
Mısır’daki karışıklık ise daha beterdi.
Kölemenlerle kavgaya tutuşan Kavalalı Mehmet
Ali’nin kendisine ilerde rakip olacağını düşünen
Mısır Valisi Hurşit Paşa Şam cephesinden bir
miktar askeri Mısır’a getirmiş, para dağıtıp
onların gönlünü almış, “Mısır’ın asıl
koruyucuları benim emrimdeki bu askerlerdir.”
demeye getirmişti.
Mehmet Ali, Hurşit Paşa’nın döndürdüğü
dolapları anlamak bahanesiyle Mısır’a yönelince
Hurşit Paşa Mısır’ın ileri gelenlerini toplayıp
onlara: “Mehmet Ali ve yanındaki Hasan Paşa,
devletin emri ve izni olmadan buraya geldiler.
Ya gidip devletin emrettiği yerde düşmanlarla
savaşa devam etsinler ya da memleketlerine geri
gitsinler. Eğer görev yerlerine hemen dönerlerse
kendilerine Mısır’ın dışında vazife de veririm.”
diye söz vermişti. Bir taraftan da karşılarına
çıkmak ve yollarını kesmek üzere asker
göndermekten de geri durmamıştır.
Kavalalı Mehmet Ali, iki birliğin çarpışmasına
meydan vermemek için: “Biz sadece ulûfemizi
almak için geldik, kimse ile alış verişimiz yok.”
diye haber saldı. Karşı taraftaki askerler de aynı
dertte oldukları için bu aldatışa akılları yattı;
Mehmet Ali böylece elini kolunu sallayarak
Kahire’ye girdi; Özbekiye semtindeki evine
geldi.
Hurşit Paşa, Mısır ileri gelenlerinin onunla
münasebetini kesti. Mehmet Ali baktı ki ikisi bir
arada olmayacak, Hurşit Paşa’yı Mısır’dan
uzaklaştırmanın çarelerini aramaya koyuldu. Bu
arada iki tarafın askerleri de başıboş
kaldıklarından günlük geçimlerini halkın
sırtından çıkarmaya koyuldular. Bunun üzerine
Mısır halkı Cami-i Ezher’de toplandı, yeniden
karışıklıklar baş gösterdi.
İstanbul’un ve sarayın kesin bir kararı ve
görüşü olmayıp, kim ötekinin hakkından gelirse
onu devletin temsilcisi sayıyor, güya devletin
haysiyetini korumuş oluyordu. Zaten bu, öteden
beri devletin güttüğü bir berbat siyaset hâline
gelmişti. Bunu pekâlâ bilen Hurşit Paşa da
Kavalalı Mehmet Ali Paşa da birbiriyle yarış
edercesine ellerindeki birlikleri ve silahları
birbiri aleyhine kullanıyorlardı. Biri elindeki
topla ötekinin oturduğu kaleyi dövüyor, öteki
elindeki askerle diğerinin oturduğu mahalleyi
sarıp onu esir almak istiyordu.
İstanbul, Mehmet Ali Paşa’nın ağır basmakta
olduğu haberini alınca, Mısır Valiliği’ni ona
vermişti. Vaktiyle Mısır Valisi diye büyük yetki
ile gönderdiği Hurşit Paşa’yı yarı sürgün başka
bir yere tayin etmekle Mısır meselesini güya
çözmüş; aslında pamuk ipliğine bağlamış oldu.
Bu emri tatbik için Mısır’a gelen Kapıcıbaşı
Salih Ağa getirdiği fermanı bir meydanda
okudu. Hurşit Paşa: “Ben elimdeki fermanla
bugün dahi Mısır Valisiyim; rastgele birinin
elindeki bir kâğıt parçasıyla valiliği bırakmam.”
diye direndi. Bu sefer Kaptan-ı derya
donanmayla İskenderiye’ye gelip Hurşit Paşa’ya
kaleden inmesi için haber gönderdi; Paşa onu da
dinlemeyecek oldu ama Mehmet Ali’nin tekrar
ağır basmasıyla bir gemiye gizlice binip savuşup
gitti.
Bu arada Kölemenler de fırsatını bulup birkaç
yerden Kahire Kalesi’ni zorlayıp yahut kapılarını
açık bulup içeri girdilerse de Mehmet Ali’nin
Arnavutları onların hakkından gelmesini bildi.
Nicelerinin kafalarını kestiler, nicelerini soyup
soğana çevirip çöle sürdüler. Kavalalı Mehmet
Ali, Osmanlı paşası ve Osmanlı Devleti’nin Mısır
Valisi olmayı bilek zoru ile kazanmıştı.
Kavala’dan iki oğlunu da yanına getirtti. Mısır’a
iyice yerleşti.

Osmanlı Devleti’nin Avrupa Politikası

Küçük Kaynarca Antlaşması’ndan sonra


Osmanlı Devleti güçsüz kalmıştı. Allah’ın
lütfüne ve inayetine sığınmış, düşmanların
birbirlerine düşmelerinin Allah’ın kendine
acıdığına ve koruduğuna alâmet saymış, eli
böğründe bekleyip duruyordu.
Rusya ile Avusturya, Osmanlı topraklarından
yeni parçalar koparmak için fırsat kollamaya
başladılar. Öteki devletler de ya bu fırsatçılığa el
koymak ya da kendilerine de biraz pay
ayrılmasını sağlamak için pusuya yattılar.
Fransa’nın Mısır’ı eline geçirmek istemesi de bu
cins çabaların ürünü idi. Bereket versin,
Napolyon Mısır’daki bozgunundan sonra,
Osmanlı Devleti’nden toprak koparmak
hırsından vazgeçip onun olduğu gibi, toprak
bütünlüğü ile ayakta durmasını devletler
denklemi için daha elverişli bulmaya başlamıştı.
Osmanlı Devleti, bağımsız bir siyaset
gütmekten uzak, Avrupa devletlerinin
birbirlerine düşmesinden ve Osmanlı ülkelerini
paylaşmakta iyi uyuşamamalarından
faydalanarak ayakta kalıyordu.

1806 SENESİ OLAYLARI


Avrupa Yakasında Gelişen Olaylar

Osmanlı Devleti için en hayırlı düşmanın Fransa


olduğu kanaatine varan III. Selim, Napolyon’la
daha sıkı bir anlaşma sağlayabilmek için devrin
seçkin devlet adamlarından Abdurrahman
Muhip Efendi’yi olağanüstü elçi olarak Paris’e
göndermek kararını aldı.
Ne çare ki Osmanlı’dan yeni bir şey
koparmak için fırsat kollayan öteki devletlerin
elçileri, “Fransa ile tek başınıza anlaşıyorsunuz.
Bize düşman olacaksınız.” bahanesiyle Bâb-ı
Âli’yi sıkıştırmaya başladılar. Fransızlar da
Muhip Efendi’ye zorluk üzerine zorluk
çıkardılar.
Muhip Efendi’nin III. Selim’den getirdiği
mektuptaki Napolyon için sıralanan unvanları
yeterli bulmadılar, unvanlar ilave edildikçe
yenilerini istediler. Muhip Efendi devletin
haysiyetini hesaba katarak dayanacak oldu ama
Bâb-ı Âli daha kayıtsız ve hafif davrandı.
Velhasıl bu yeni temastan da hiçbir hayırlı sonuç
alınamadı.
Bu temastan şu anlaşıldı: Fransa, Osmanlı
Devleti ile ancak Rusya’dan ve İngiltere’den
iyice münasebetini kestiği takdirde anlaşmaya
razı olacak. Böylece kendi yanında yalnız
bıraktığı bu devleti istediği gibi kullanmakta,
düşmanlıklara ve anlaşmalara sürüklemekte
zorluk çekmeyecekti.
Bu sırada, Rusya, Karadeniz’den Osmanlı
Devleti’nin hakkını çiğneyerek ve itirazını hiçe
sayarak, geçirdiği askerle Korfu’daki birliklerini
arttırıp Osmanlı ülkesinden yeni topraklar
almaya başladı. Fransa baktı ki; Osmanlı Devleti
müttefiki Rusya’ya söz geçiremiyor ve hâlâ onu
kendine dost gösteriyor, onun bu gafletinden
faydalanmak istedi. Oldu bittilerle yeni topraklar
kazanmanın mümkün olduğunu görünce, “vur
abalıya” kabilinden, Osmanlı Devleti’nin Paris
elçisi ile dostluk konuşmaları yaptırırken bir
yandan da Raguza Kalesi’ni “Rusya eline
geçmektense bende kalsın.” diyerek ele
geçirmekten geri kalmadı.
Rusya ve Fransa, anlaşmalara hiç uygun
düşmeyen bu davranışlarından dolayı, Osmanlı
Devleti’nden bir-iki sertçe ihtardan başka bir
şeyle karşılaşmadılar. Osmanlı Devleti’nin elinde
sözünü dinletecek, gücünü kullanacak, istediğini
yaptırmak değilse bile pek haksız saldırıları
önleyecek kuvveti ve hazırlığı yoktu.
Kadı Paşa’nın ve Cebbarzâde’nin gayreti ile
Nizam-ı Cedid oldukça teşkilatlanmış ve
gelişmişti ama Rumeli’ye de yayılması
istendikçe yeniçeriler homurdanıyorlar,
geçimlerinin kaybolacağını düşünerek canlarını
dişlerine takıp devletin başına yeni belalar
çıkarmaya hazırlanıyorlardı. Bir yandan da
Vidin’de, Rusçuk’ta ve Edirne’de derebeyleri
Nizam-ı Cedid Rumeli’de kurulup gelişirse
kendilerinin çanlarına ot tıkanacağını
bildiklerinden onlar da bunu önlüyorlardı.
Tekirdağ’da Nizam-ı Cedid çekirdeği kurulması
için gönderilen fermanı okuyan hâkimi
yeniçeriler oracıkta öldürüvermişlerdi.
Kadı Abdurrahman Paşa, süvari ve piyadesi
ile yirmi dört bine yaklaşan Nizam-ı Cedid
askeri ile Edirne’ye hareket ettiği sırada ise
sadrazamla sadaret kethüdası İbrahim Ağa
arasında anlaşmazlıklar patlak vermişti.
Sadrazam İsmail Paşa, III. Selim’in, er geç
kendisini feda edeceğini, Nizam-ı Cedid taraflısı
İbrahim Ağa’yı tutacağını bildiği için, paçayı
kurtarmak üzere Rusçuk âyânı İsmail Ağa ile el
altından anlaşmaya girişmişti.
Abdurrahman Paşa Silivri’ye gelince halkı
kendi aleyhine harekete gelmiş bulup güç halle
yola getirdi. Çorlu’ya varınca halkı yine Nizam-ı
Cedid karşısında ayaklanmış buldu.
Abdurrahman Paşa, böyle ufak tefek halk
ayaklanmalarını değil, Edirne’de toplanan silahlı
yeniçeri kalıntılarını bile kolaylıkla
temizleyebilecek güçte ve azimde idi.
İstanbul’daki zayıf yürekliler, halkın
kırılmasından, ayaklanmaların bütün Rumeli’ye
oradan İstanbul’a yayılmasından çekindikleri
için ordunun Silivri’ye geri dönmesini istediler.
Böylelikle Nizam-ı Cedid’in güçlenmesi,
memleketin her yanına yayılması ertelenmiş,
belki de gerçekleşmesi büsbütün imkânsız hâle
gelmiş oldu.
Bu arada, “Düşmanlar üzerine ordunun
hareketine engel olan her kim ise devlete ve dine
asi sayılıp idamı caizdir.” diye şeyhülislâmın
fetva verdiği haberi yayıldı. Eşkıyadan farksız
hâle gelmiş yeniçeriler toplanır diye o
şeyhülislâm azledildi ve yeniçerilere bir nevi
tarziye vermek için, zaten azli gereken sadrazam
yerine yeniçeri ağası Hilmi, paşa rütbesiyle
sadrazam yapıldı.
Yeni şeyhülislâm, padişaha Nizam-ı Cedid
taraflısı görünür, fakat yeniçerilerin kulağına
gidebilecek konuşmalarda ise başka yüzle
görünürdü. III. Selim’in yaptığı bu değişiklikler
devlete hiçbir faydası olmadığı gibi, Nizam-ı
Cedid için harcanan bütün emeklerin ve
masrafların, çekilen bunca zahmetlerin büsbütün
araya gitmesine sebep oldu.
Sırbistan’da Kara Yorgi, Osmanlı Devleti’ne
açıkça, haksızca isyan etmişti, cezalandırılması
gerekiyordu. Rusya ise Kara Yorgi’nin Prens
sayılmasını ve Sırbistan’ın bağımsızlığının
tanınmasını dolambaçlı yollardan teklif edip
duruyordu. Fransa, “Bu, sizin iç işlerinize
karışmak, iç işlerinizde korkutmalarla yön
vermektir. Tekliflerini ret ederek haysiyetinizi
kurtarın” yollu uyarılar yaptı ise de Sırbistan da
elden gitti. Güya oralardaki elebaşların
terbiyesini vermeye giden ordular, yollarda
düzensizlikten, cephane veya erzak kıtlığından,
yarı yolda kalıp geri döndüler.
Arabistan ve Mısır’ın Durumu

Öte yandan Arabistan da karışıklıklar ve


kaynaşmalar içindeydi. Vehhabîlerin
Haremeyn’e musallat olması bir türlü
önlenemiyordu. Kâbe’yi ziyaret edeceklerin
rahatça gidip gelmesini sağlayabilmek için Şam
Valisi Azimzâde Abdullah Paşa’ya seraskerlik
unvanı verilip hazırlık yapması için yazışmalar
yapıldı.
Vehhabîler, o sırada bütün Arap yarımadasını
pençelerine geçirmişler, hatta bu Paşa’ya hacca
geleceklerin, korunmalarını da yiyip içmelerini
de kendilerinin sağlayacaklarını bildirmişlerdi.
Ama o sırada kimse Vehhabîlerin hakkından
gelecek gücü kendinde bulamıyor, devlet de
herhangi bir şey yapacak durumda
bulunmuyordu. Değil gönderecek askeri veya
silahı, oradaki memurlarının maaşını sağlayacak
parası bile yoktu.
Vehhabîler, Mekke ve Medine çevresindeki
halkın hepsini kendi mezheplerine çevirmek için
her türlü telkinlerde bulunuyorlar, telkin
yetmezse zorlamaya başvuruyorlar ve hepsinin
kendi akıllarınca yola geldiğine inanmadıkça ne
Peygamber torunu olduğunu iddia eden
seyyidleri ve şerifleri ne de devletten gelen
emirleri dinlemeye yanaşıyorlardı.
Vehhabîlerin az çok yola gelmesi, Mekke ve
Medine’nin korunmasının sağlanması için bile
büyük bir ordu gönderilmesi gerekiyordu. Bu da
ancak Mısır’dan sağlanabilirdi. Mısır’da ise
Mehmet Ali tek başına hüküm sürüyor, arada bir
Kölemenlerin başkaldırması ile kendi başına ve
kendi hüküm sürücülüğü uğrunda harekete
geçiyordu.
Osmanlı Devleti, Mısır’ı Kölemenlerden
kurtarayım derken Kavalalı’nın eline vermiş
bulunuyordu. Bu defa Kölemenleri kullanarak
Mehmet Ali Paşa’yı Arnavut elebaşları ile
birlikte oradan çıkarmanın yollarını aradı.
Mehmet Ali Paşa’yı Rumeli’de yarı isyan
hâlinde bulunan bütün Osmanlı topraklarını
âdeta yeniden zaptederek istediği gibi sahip
çıkmasını hoş göreceğini belirterek büyük
rütbeler ve yetkilerle oraya tayin etti.
Kölemenler, bu işi yoluna koymak için
İskenderiye’ye gelen Kaptan Paşa’ya hediyeler
ve paralar yağdırdılar ama Kavalalı hiç oralı
olmadı. Olup bitecekleri hesaba katmış, kaleyi
erzak ve cephane ile doldurmuştu. Askerini
topladı; onlara Mısır’dan hiçbir yere gitmemek,
Mısır’da ya eskisi gibi varlıklı ve egemen
kalmak ya da bu yolda ölmek için ant içirdi.
Hepsi hem Mehmet Ali’ye, hem çıkarlarına, hem
de varlık kaynakları Mısır’a bağlı idiler; gönül
rızası ile ant içtiler.
Kaptan Paşa, Kavalalı Mehmet Ali Paşa’yı
yerinden oynatmanın mümkün olmadığını ve
Kölemenlerde güvenilecek kadar kuvvet ve
sadakatin de olmadığını gördü. Sonunda
Mehmet Ali’ye kâhyasını gönderip, uzun
temaslardan sonra Mısır halkının kendisinden
hoşnut olduklarını gördüğünü, bunu İstanbul’a
bildireceğini ve eğer oğlunu da beraberinde
İstanbul’a götürmek üzere yanına verirse, bunun
devlete bağlılığa ve güvene sağlam bir delil
olacağını bildirdi. Mısır meselesi böylece bir
kere daha devlet yararına hiçbir çözüme
bağlanmadan kapanmış göründü.
Bu arada Mısır’a el altından göz koymuş olan
İngiltere, bir yandan Osmanlı Devleti’ne, Mısır’ı
yabancı bir devlete kaptırmasın, ileride
kendisine kalabilsin ümidiyle yardım ediyor, bir
yandan da Kölemenleri besleyip kışkırtmaktan
geri kalmıyordu. Mehmet Ali ile gizli anlaşmalar
yapmaya çalıştığı da söyleniyordu. Osmanlı
Devleti ise İskenderiye’ye gidişi az çok işe
yaramış olan Kaptan Paşa’yı azletmek suretiyle,
Kölemenleri el altından koruyan İngilizleri ve
tam tatmin edilmeyen Mehmet Ali’yi de
memnun ettiğine inanarak Mısır meselesinin
tebaası ve düşmanları gözünde başarı ile
kapandığı kanaatini uyandırmak istiyordu.
Rusya’nın Haksız Saldırısı Karşısında
Osmanlı Devleti

Eflak ve Buğdan beyleri, sadakatsizlikleri


yüzünden azledildiği hâlde Rusya’nın zoru ile
yerlerinde kalmıştı. Rusya ile olan problem,
mesele kapandı sanılıyordu. Rusya, “Osmanlılar
benim aleyhime Fransa ile belki birleşirler.” gibi
pek sudan, pek uydurma bir bahane ile ve güya
Fransa ile Osmanlı Devleti’nin toprakları arasına
girip bunu önlemek istediğini ileri sürerek
harekete geçiverdi.
Büyük bir Rusya ordusu, iki kolordu hâlinde,
biri Bender, öteki Hotin üzerine yürümeye
başladı. Bender muhafızı Hasan Paşa’nın
dünyadan haberi yoktu. Şehrin ileri gelenlerini
toplayıp da nasıl davranılması gerektiğini
konuşuyordu ki Rus generalinin bir temsilcisi
geldi ve: “Devletinizin izni ile bu topraklardan
geçip Napoli taraflarına geçeceğiz. Askerimiz
şehrin dışında konaklayacak, sadece general
gelip kalede birkaç gün dinlenecek.” haberini
getirdi.
Bunun uydurma olduğu besbelli idi. “Bize
İstanbul’dan böyle bir haber gelmedi, bu olacak
şey değil.” yollu ret cevabı verildi ise de general
bu sefer uydurma bir ferman gönderdi.
Benderliler yarı inanır, yarı inanmaz durumda
şaşıra dursunlar, general bu ilk isteğini oldubitti
hâlinde yerine getirdikten sonra, bu sefer kale
teslim olmazsa; Bender halkının hepsini kılıçtan
geçireceğini bildirdi.
Kalede hiçbir hazırlık olmadığı için
Benderliler, “bari canımızı kurtaralım” telaşına
düştüler. Rus ordusunun öteki kolu da aynı
aldatmalar, kurnazlıklar ve söz vermelerle
ihtiyatsız ve hazırlıksız Hotin Kalesi’ni kolayca
teslim aldı. Bâb-ı Âli ve saray bu hallerden haber
alıp da Ruslar düşmanca hareket ediyor
demesine kalmadan Akkerman Kalesi de elden
gitti.
Sıra İsmail Kalesi’ne gelmişti. Ruslar işin
kolayını bulmuşlardı. Askerlerini şehirlerin
yakınında biriktiriyorlar; olduğundan daha
kalabalık gösteriyorlar, sonra içeriye bir haber
salıp, “Ya gönül rızası ile teslim olup mallarını
ve canlarını kurtarmış olsunlar yahut kılıçtan
geçeceklerini bilsinler.” teranesi ile harekete
geçiyorlar. “Buralarda işiniz ne?” yollu bir soru
ile karşılaştıklarında da “Devletinizin haberi var,
buralardan geçip Napoli’ye, Fransa üzerine
yürümekteyiz” yalanını uyduruyorlardı.
İsmail Kalesi’ni ötekiler gibi kolayca ele
geçiremediler. Çünkü Rusçuk âyânından
Alemdar Mustafa Ağa, öteki muhafızlar veya
kale kumandanları gibi korkağın biri değildi,
şaşkın ve silahsız, her kafadan bir ses çıkan
halkın fikirlerini sormaya lüzum görmüyor,
Tuna kıyılarını korumak için elinden gelen
hazırlığı yapıyordu.
Kendisinin eski kapı yoldaşlarından Pehlivan
İbrahim Ağa’yı bulup ayırabildiği bir miktar
askerle İsmail Kalesi’nin yardımına koşturdu. O
sırada Rus askerleri, kalenin yakınına kadar
gelmiş, yerli kıyafetindeki casuslarını şehre
salarak, “Rus askerinin çok kalabalık olduğunu;
bunlara karşı durmakla ancak halkın hayatını
tehlikeye sokmaktan başka sonuç
alınamayacağını” telkine başlamışlardı.
Halk, teslim olmak için kale muhafızını
zorlamak üzere iken Pehlivan İbrahim Ağa,
Hızır gibi yetişti. Onu gören halkın korkusu ve
telaşı azaldı, kale koruyucusu ihtiyar Kasım Paşa
da gayrete geldi. İbrahim Ağa, halkın korkusunu
ve telaşını büsbütün yenmek için kaleden dışarı
fırlayıp askerlerle keşfe çıktı. Yolda rastladığı
Rus ordusu öncülerini kılıçtan geçirmeyi
başardı. Arkadan karabulut gibi yetişen Rus
taburlarını görünce de aldığı erzak ve
cephanelerle kaleye kapandı.
İbrahim Ağa’nın bu başarısı halkı
yüreklendirdi. Hepsi silahlanıp sel gibi köpürdü.
Kaleden dışarıya fırladılar. Kalabalık, silahlı,
kendine güvenli Rus ordusu, bu canını dişine
takmış kahramanlar önünde, yedi saatlik kanlı
bir savaştan sonra, yenilmiş ve dağılmış olarak
def olup gitmek zorunda kaldı.
Savaş esnasında ne yanda bir yılgınlık bir
bozgunluk baş gösterirse İbrahim Pehlivan oraya
yetişiyor, yiğitliğinin hakkını veriyor, dost
yüreklerine cesaret, düşman gövdelerine ateş
yağdırıyordu. Bu Pehlivan İbrahim Ağa
sonradan vezir olmuş ve “Baba Paşa” diye ün
salmış kahramandır. Sonradan meşhur Alemdar
Mustafa Paşa olan Alemdar Ağa, III. Selim’in
gözüne bu adamı sayesinde bir kat daha girmiş
oldu. Alemdar da bu münasebetle gördüğü
lütuftan ve aldığı vaatlerden dolayı III. Selim’e
bir kat daha bağlanmış oldu.
Hotin ve Bender’in elden gidişine karşılık
İsmail Kalesi’nin kendisini koruması, bütün bu
acıklı ve felaketli şeyler olmamış da sanki
Osmanlı ordusu saldırmaya geçmiş ve yeni
fütuhat yapmış gibi İstanbul’da şenlikler
yapılmasına sebep oldu. Arada bir İstanbul’daki
Rus elçisine: “Bizimle dost geçinen devletinizin
olur olmaz bir şeyler yaptığı haberi geliyor.
Maksadınız ne?” gibi sualler de soruluyordu.
Neden sonra Hotin halkının nasıl şehirlerinden
süzülüp yollarda perişan olduğu haberi geldi.
Rusya’ya harp ilanına karar verelim mi
vermeyelim mi diye danışmalar ve tartışmalar
baş gösterdi.
İngiltere, bütün ticarî imkânları ve kaynakları
kendine kalsın diye Osmanlı Devleti’nin
parçalanmasını istemiyordu; kendisinin tek
geçim kaynağı olan denizciliğine set çekmesin
diye Rusya’yı gücendirmeyi de bu sıralarda hiç
istemiyordu. Bu yüzden Osmanlı Devleti’ni
Rusya’ya savaş açmaktan alıkoymak için
İngiltere elçisi çok uğraştı.
İngiltere, nihayet işi tehdide kadar götürdü,
“Rusya’ya harp açarsanız, İngiltere
donanmasını karşınızda, belki de İstanbul
açıklarında görürsünüz.” diyecek kadar ileri
gitti. Bu da kâr etmeyince biraz yumuşadı, “On
beş gün sabredin; ben devletimden habersiz işi
ileri götüren Rus generaline yazdım,
göreceksiniz, uygun cevap gelecek; saldırısını
durduracak. Eğer durduramazsa biz de sizinle
birlik oluruz. Yok, şimdiden harp ilanında acele
ederseniz İngiltere’yi de karşınıza aldığınızı
biliriz. İstanbul’a yiyecek getirecek yolları
kesiveririz, kıtlığa düşersiniz. Bir aya kalmaz
Mısır da bu sefer tam elinizden gider.” ihtarında
bulundu.
Bu arada Fransa elçisi de Bâb-ı Âli’ye:
“İngiltere, Rusya’nın hatırı için Osmanlı Devleti
ile olan ticaretini feda edemez. İngiliz elçisi
kendiliğinden giderse varsın gitsin; siz kovmuş
olmayın, bu yeter.” diye akıl verdi. Bunun
üzerine padişah huzurunda divan görüldü,
önceden verilen harp ilanı kararı kesinleşti.
Sadrazam kutsal sancağı alıp Rumeli’ye
geçecekti, İstanbul’da bulunan bütün elçilere
Rusya’nın haksız ve yersiz saldırılarını belirten
birer bildiri dağıtıldı. Bir yandan da Napolyon’la
dostluk anlaşması yapmaya memur edilen defter
emini Mehmet Vahit Efendi, Fransız sefirinin
ısrarlı tavsiyesiyle hemen Berlin’e doğru yola
çıktı.
O sırada Napolyon, Varşova yolunda idi.
Elçimiz, orada buluşmaya koştu. Ne çare ki
Napolyon, Rusya’yı İngiltere’den ayırmak ve
kendisi ile anlaşmaya zorlamak için: “Bakın,
Osmanlı elçisi ayağıma kadar geldi ama ben
onu ret edip sizinle anlaşmayı üstün tuttum.”
diyebilmek için onu böyle ayağına getirmiş
oldu.
Osmanlı Devleti hangi devlete harp ilan
ederse elçisini tutup Yedikule’ye hapis ederdi.
Bu defa öteki elçilerin ve hele Fransız elçisinin
uyarıları ile bu töreden vazgeçildi. Rus elçisi,
Bâb-ı Âli’ye çağırıldı ve kendisine, devletin
haksız ve yersiz saldırıları hatırlatıldı. “Eğer
Rusya bu yeni ele geçirdiği memleketleri
bırakırsa yeniden İstanbul’a gelmeye yüzünüz
olur; Rus uyruklu tüccarları da alın,
memleketinize geçin gidin.” denilmekle yetinildi.
Böylelikle III. Selim’in batı standartlarına uyan
bir hükümdar olduğu anlaşılmış oldu.
Devlet-i Aliye, karada Ruslara, denizde
İngilizlere karşı savunma ve saldırı tedbirleri
almaya başladı. Ama ordu orduya, donanma
donanmaya benzemiyordu. Ama o zaman için
mümkün olan hazırlıkların hepsine birden
girişildi. İstanbul’da yan gelip rahatına bakan
devlet adamlarından hiçbiri ordu ile sefere
çıkmaya yanaşmadılar. Herkes bu işi bir
başkasına havale etmekten çekinmedi. Kara
ordusunun birliklerinden Rusları yendiklerine,
püskürttüklerine, esir aldıklarına dair sevindirici
haberler gelmeye başlamıştı ki İngiliz
donanmasının Boğaza girmiş olduğu haberi
vurucu bir kurşun gibi yetişince sevinmeye yer
kalmadı.
İngiltere, Fransa’ya karşı Rusya ile anlaşmıştı.
Osmanlı Devleti’ni bu anlaşma çerçevesi içinde
tutmak istiyordu. Osmanlı Devleti bir sürü
densiz ve yersiz saldırılarını gördüğü Rusya’ya
savaş açınca, anlaşmayı bozan Rusya olduğu
hâlde, Osmanlı Devleti’ni korkutup sindirmek
için büyük İngiliz donanması Bozcaada’ya
gelmiş bulunuyordu.
İngiltere elçisi; Fransız elçisinin İstanbul’dan
çıkarılmasını, Rusya ve İngiltere ile anlaşamanın
yenilenmesini ve Rus savaş gemilerinin
boğazlardan geçmesine izin verilmesini; eğer
bunlar ret edilirse Bozcaada’daki İngiliz
donanmasının gelip İstanbul’u vuracağını
söylemişti. Bu tehdit devlet adamlarını
sindirmeye yetmiş, hepsi telaşa düşüp bu
teklifleri kabule yönlenmişlerdi.
İngiltere’ye böyle baş eğmenin Osmanlı
Devleti’nin şanına yakışmayacağını, haysiyetini
kıracağını, asıl bu yumuşama ve baş eğme ile
Eflak ve Buğdan’ın Rusların eline, Mısır’ın da
İngiltere’nin pençesine düşeceğini belirten
Fransız elçisi Sebastiyan, bununla yetinmemiş,
“Bonapart Polonya’yı ele geçirdi. Petersburg’a
doğru yürüyor, Rusya’nın nefes alacak hâli
kalmayacak, size Fransa’dan büyük imdat
gelecek, eski yüce ve şanlı devlet olmanın
yolunu bulacaksınız.” diyerek Osmanlı
yetkililerin hepsini coşturup ikna etmişti.
O zamana kadar Osmanlı devlet adamları
İngiltere’yi de Fransa’yı da elden çıkarmadan
idare etmeyi düşünüyorlardı. Ama birini açıkça
tercih mecburiyetinde kalınca, Rusya belası
yüzünden, İngiltere’den yüz çevirip Fransa’yı
tutmak kaçınılmaz olmuştu. Bir yandan da
İngiltere’nin Osmanlı ile dostluk bağını
büsbütün koparmayacağı umudu da vardı.
İngiltere ise o sırada Osmanlı Devleti’ni
Fransa’dan koparmak için her şeyi göze almıştı.
İngiliz elçisinin kızgın ve kesin davranışlarıyla
de iş büsbütün sarpa sardı. Elçinin bir gece
İstanbul’dan kaçtığı da öğrenilince artık
İstanbul’a denizden bir saldırı geleceği iyice
anlaşıldı.
Düşman donanmasına karşı koyabilecek kıyı
tabyalarının tahkimine başlandı. Ama geç
kalınmıştı. Daha önceden akıl etmek,
hesaplamak ve tedbir almakla vazifeli olanlar
gafil davranmışlardı. Bu arada İngiliz elçisi:
“Ben Bozcaada’ya donanmalarımı ziyarete
geldim. Osmanlı topraklarını terk etmiş değilim,
münasebetimiz kopmuş, kesilmiş değildir; Rusya
ile de İngiltere ile de Osmanlıların arasını
bulmak umutları büsbütün bitmedi.” gibi
sözlerle Kaptan Paşa’yı da kıyı istihkâmlarını
onarımla görevlendirilen Feyzi Efendi’yi de
iyice kandırmıştı.
Kurban bayramında Osmanlı donanmasının
kıyı koruyucularının birçoğunun da izinli olduğu
sırada, esen sıkı lodostan faydalanan ve
gemilerini turna katarı gibi sıraya tutup rüzgâra
vererek herkes bayram namazında iken
boğazdan geçip İstanbul yolunu tutan İngiliz
donanması, bir iki küçük çarpışmadan önemsiz
kayıplarla sıyrılarak, akşamüstü baruthane
açıklarında demir attı.
İstanbul’da büyük acı tatmamış, zamanın
zorluklarını tanımamış çelebilerle habbeyi
kubbe, damlayı deniz yaparcasına işleri büyütme
meraklıları, köşe başlarında küme küme toplanıp
bir takım vehimlerle birbirini korkutup
duruyorlardı. O gece İstanbul’un hâli kıyamet
gününden bir görünüştü. “İşte kıyamet günü
yaklaştı; sarı derililerin ortalığa hükmedeceği
söylenen kıyamet gününe alâmet işte.” diye
çırpınıp duranlar gittikçe artıyordu. “Eyvah!
Demek ki kıyamet bizim başımıza koptu;
İstanbul’dan başladı.” diye dövünüp duranlara
rastlanıyordu.
Askerlerde bu vehimler yoktu, korkudan
uzaktılar. Topçular toplarına yapıştılar,
yeniçeriler yatağanlarını takınıp, tüfeklerini
omuzlayıp kıyılara koştular. Medreselerdeki
öğrenciler de silahlanıp sokaklara çıktılar.
Bunları görünce halka da gayret geldi,
silahlanmaya başladı. Sultan III. Selim, İngiliz
donanmasının boğazdan geçtiğini haber aldığı
andan itibaren telaş içindeydi. İngiliz donanması
baruthane açıklarında görününce saray kadınları
korkmuşlardı.
İngiliz elçisi, Bâb-ı Âli’ye ültimatom
göndererek, Osmanlı donanmasının emanet
olarak kendilerine teslimini, Rusya ve İngiltere
ile yeni bir anlaşma için hemen masaya
oturulmasını istiyor; cevabın bir gün içinde
verilmesini şart koşuyordu. Halkın ve sarayın
perişanlığını öğrenince mühleti üç saate indiriyor
ve Fransız sefirinin de hemen İstanbul’dan
atılması şartını da ekliyordu.
Osmanlı erkânı, payitahtın burnunun
dibindeki İngiliz donanmasına karşı
konamayacağı için bu teklifleri kabul etmekten
başka çare göremiyordu. Bu kararını haber alan
III. Selim, durumu bildirmek ve kendisini
İstanbul’u terk etmeye nazikçe davet etmek
üzere bir adamını Sebastiyan’a gönderdi.
Fransız sefiri Sebastiyan, bu adamı: “Ben
devletiniz katında itibarlı bir elçiyim. Böyle el
altından ve ağızdan bildirilerle kalkıp
gidemem.” diye savdıktan sonra, soluğu
Reisülküttap odasında aldı ve: “Böyle beş-on
gemiye bir payitahtı teslim etmek ne demektir?
Bundan sonra Osmanlı Devleti bağımsızlığından
ve toprak bütünlüğünden ne yüzle söz
açabilecek? Bu donanmada asker yok ki karaya
döküp de memleketi zaptetsin. Sadece
Sarayburnu’na yeteri kadar top yerleştirirseniz
bu Donanmayı harap edebilirsiniz. Onlar için
tehlike, sizdekinden çok. Hem sizin ateşinizden
korkarlar hem de uygunsuz bir rüzgâr eserse
karaya düşmekten. Rüzgâr elverse bile sizin
toplarınız kâr etmese bile yapacakları, nihayet
İstanbul’un bir iki mahallesini topa tutup
yakmaktan ibaret kalacaktır. İstanbul’da ikide
bir yangın çıkıyor. Farz edelim ki yine böyle bir
yangın oldu, bir-iki mahalle kül oldu. Yanan
yerler yapılır ama bir kere yıkılan devlet itibarı
ve haysiyeti bir daha yapılabilir mi?” diyerek
hem çıkıştı, hem de akıl öğretti.
Reisülküttap, halkın da gayrete geldiğini
görüp, Fransız elçisinden kuvvet alarak,
sadrazama konuşmayı olduğu gibi nakletti.
Padişahın huzurunda yeniden toplanıldı.
Sebastiyan, orada da böyle silkeleyici, coşturucu
nutuklar çekmişti. Meclistekilerin hepsini etkisi
altında bıraktı. O sırada, tesadüf bu ya,
Napolyon’un Vistül kıyısından yazıp gönderdiği
mektup da padişaha geldi, Napolyon
mektubunda şöyle diyordu:
“Ey Sultan Selim, Hazret-i Muhammed’in
Halifeliğine layık olduğunu ispat et! Seni
bağlayan, memleketini elinden göz göre
çıkaracak olan anlaşmalardan korunmanın
sırasıdır. Ben gittikçe daha yakınına geliyorum.
Eski dostun Lehistan devletini diriltmeye
uğraşıyorum. Ordulardan birisi Tuna yakınına
inmek üzeredir.
Sen Moskofları alınlarından vur, ben ordumla
arkalarını çevirmeye hazırım. Donanmalarından
bir parçası Tolon’dan çıkıp senin payitahtını
korumaya ve Karadeniz’e hâkim olmaya
gelecektir. Silkin, cesaretlen, devletini
güçlendirecek ve ününü artıracak fırsat bu
fırsattır.” Eski karardan vazgeçildi. İngiliz notası
reddedilecek, hemen kesin savunma tedbirlerine
başvurulacaktı.
Devlet büyüklerinin cesaretlenmesi hemen
halka sirayet etti. Bir-iki gün önceki vehimli,
korkak, sinik kalabalık, birden ateşlendi,
yiğitlendi. Neredeyse kayıklara binip
donanmanın üzerine yalın ayak, yalın kılıç
yürümek, küpeştelere tırmanıp ölüm pahasına
İngilizleri temizleme istekleri uyandı. Ufak tefek
kayıklarıyla İngiliz donanmasının çevresinde
dolaşarak bir gemiden bir gemiye geçen,
sandallarla balık avlar gibi İngiliz avlamaya
teşebbüs eden balıkçılar görüldü.
Beş-on gün içinde Sarayburnu’ndan
Yedikule’ye ve Kız Kulesinden Kadıköy’e kadar
bütün kıyılar toplarla donandı. Bıraksalar halk,
gördüğü salapuryaya atlayıp İngiliz
donanmasının üstüne yürüyecekti. İngiliz
donanması bu dehşetli hazırlığı, bu azimli
savunmayı sezinledi ve akıntısı bol boğaz
sularında iki kıyıdan açılacak ateş arasında
sıkışıp kalmayı gözüne kestiremedi. İstanbul
önlerinde bir-iki volta vurduktan sonra
Çanakkale’ye doğru açılıp defolup gitti.

Arabistan Olayları

Osmanlı Devleti için en önemli meselelerden


biri, Mekke ile Medine’nin yabancı saldırılardan
korunması idi. Hâlbuki bu iş için, Rusya seferi
ile uğraşılması yüzünden, Şam ve Mısır
valilerine “Hicaz’ı koruyun.” diye arada bir
tezkere yazıp emir göndermekten başka birşey
yapılamıyordu.
Akdeniz Boğazı, düşman gemilerince sarılmış
olduğu için; İslâm gemileri oradan geçemiyor ve
Mısır’la ancak karadan haberleşmek mümkün
olabiliyordu. Bu arada İngilizler Mısır’a
saldırmak için fırsat kolluyordu. Şimdi bir de
Mısır’ı korumak meselesi vardı.
Vehhabîlerin reisi Abdülaziz oğlu Suud,
Medine’yi ele geçirmiş, ne kadar mukaddes
mabet, türbe varsa yıkmıştı. Yalnız halkın
yalvarışları üzerine Mescid-i Nebevî’yi
alıkoymuştu. Bununla da yetinmemiş,
Peygamberimizin türbesinde ne kadar değerli
eşya varsa alıp götürmüştü. Hutbelerden
padişahın adını kaldırmış ve Vehhabî
olmayanları dinsiz saydığı için Kabe’yi ziyaret
etmelerini yasaklamıştı.
Mekke ve Medine’de Osmanlıların tayin ettiği
kadılara yol vermiş, oralara Vehhabî
mezhebinden yeni kadılar oturtmuştu. Sultan III.
Selim’e, türbeler üzerine kubbe yapılmasının ve
kurban kesilmesinin önüne geçilmesini isteyen
ve neredeyse padişahı da Vehhabî mezhebine
girip dinsizlikten kurtulmaya çağıran bir mektup
göndermekten de geri kalmamıştı.
Son yıllarda Mekke ve Medine halkından
birçoğu, ya mektup yazmak ya da İstanbul’a
kadar gelip Vehhabîlerin zulümlerinden,
taassubundan, yasaklarından uzun uzun dert
yanmışlardı ama yetkililer, bu sızlanışlara pek
önem verememişlerdi. Şimdi ise iş işten
geçmişti. Tâ uzaklardan bin türlü zahmet ve
masrafla Hac ziyaretine gelenler Mekke’den
olmazsa Medine sınırlarından geri dönmek
zorunda kalıyorlar, canlarını değilse bile
mallarını Vehhabîlerin elinden kurtarmak
kaygısı ile hac ibadetlerini bile ertelemek
zorunda kalıyorlardı.
“Ne diye buralara kadar gelip de bu Araplar
kafamızı şişiriyorlar, nedir bunlardan
çektiklerimiz?” diye onları kapıdan savanlardan
biri olan Valide Sultan’ın kâhyası Yusuf Ağa
bile hacca gidip olan biteni yüreği kan ağlayarak
gördü ve o feryatlara hak verdi ama artık
yapılacak bir şey yoktu. Gözleri arkada, koca
kafile ile geriye döndü.
Hac yolunun böyle kapanması, Vehhabîlerin
böylesine meydan okuması, halkı bütün Rumeli,
Mısır, hülasa vatan ve memleket kaybından daha
çok üzdü. Nazırların tembelliği ve aldırmazlığı,
halkın yüreğine işledi. Devlet büyüklerine
güceniklikleri düşmanlık hâline gelmeye başladı.

1807 SENESİ OLAYLARI

İngilizlerin Mısır’a Çıkarma Yapmak


İstemeleri ve Gelişmeler
Padişah III. Selim’in artık talihi dönmüş, bahtı
kararmıştı. Bu sıralarda olup bitenler, parça
parça da olsa, bir büyük karışıklığın
yaklaşmakta olduğunu feraset sahiplerine
anlatıyordu.
Padişahın adının, birkaç hafta da olsa bazı
şehirlerde hutbelerden kaldırılması ve şimdi de
Mekke ve Medine’de büsbütün silinmiş olması,
kötü alâmetlerin bir habercisi gibiydi. Şam
valisini değiştirmekle, yeni hac emirini
yiğitlerden seçmekle iş bitmeyecekti artık!
Öte yandan, İngiliz donanmasının İstanbul
açıklarından bir sonuç alamadan çekip gitmesi,
İngilizleri pek kinlendirmişti. Acısını Mısır’dan
çıkarmayı akıllarına koydular. Mısır
Kölemenlerini kendilerine yardım edecek
sanıyorlardı ama eski başkanları öldüğü,
kendileri de darmadağın olduğu için onlardan
pek fayda yoktu.
Bu sefer hileye başvurdular: Donanmalarını
İskenderiye açığına demirleyip: “Mısır’ı
Fransızlar yeniden işgale geliyorlar, biz
devletiniz namına korumayı üzerimize alıyoruz,
bize kolaylık gösterin, karaya çıkalım.” haberini
gönderdiler ama oradaki yetkililer: “Padişah
emri olmadıkça karaya ayak basmanıza izin
veremeyiz.” dediler.
Bunun üzerine top ateşine başladılar.
İskenderiye surları yer yer yıkıldı. Halk aman
diledi. İskenderiye İngilizlerin eline geçti. İlk
işleri, kabile başkanlarına haber gönderip:
“Yardıma söz vermiştik, işte geldik. Fırsat bu
fırsattır, toplanın, gelin!” diye kışkırtmak oldu.
Fransızların hilelerinden ağızları yananlar, “ne
de olsa Müslümandır” diye Mehmet Ali Paşa ile
anlaşmaya ve Osmanlı Devleti’ne yalan ve
yanlış da olsa bağlı görünmeyi ehven-i şer
bildiler. Bu hileleri ile de sonuç alamayan
İngilizler, kuvvete başvurmak zorunda kalınca,
İskenderiye’den sonra yakınındaki Reşit
kasabasını elde etmeyi düşündüler. Oraya
gönderdikleri birliğin şenliğe gider gibi şehre
girmesiyle silahlanmış halkın hücumuna
uğramaları bir oldu. Yarısı can verdi, yarısı esir
düştü.
Kölemenlerin toplanıp kendisini arkadan
vurma ve gafil avlama tehlikesini savuşturan
Mehmet Ali Paşa, Osmanlı Devleti’nden hiçbir
kara ve deniz yardımı görmeden, İngilizleri, tek
başına, kendi gücü ve düzeni ile Mısır’dan
kovup çıkarmayı başardıktan sonra artık bütün
memleketi kendi malı mülkü saymaya başladı.
Eskiden Mısır kıyılarının gümrükleri
İstanbul’dan idare olunurdu. Bu kıyılar bu
yüzden Osmanlı Devleti’ne bağlı görünürdü,
oraları da Osmanlılarca kaybedilmiş ve kendi
emeği ile kendi hesabına elde etmiş saydığı için,
bütün Mısır çevresinde bağımsız bir hükümdar
gibi davranmaya başladı. Onun bu davranışını
hoş görmeyen, Osmanlı Devleti’ne bağlı
kalmakta direnen askerleri de susturup
sindirmesini bildi. Kölemenlerin aklı yeten ve eli
silah tutanları ile de bir bir anlaşarak, onlara bazı
çıkarlar sağlayıp görevler vermesini de akıl etti.
Rehin olarak İstanbul’da bulunan oğlu
İbrahim Bey, babasını devlet hesabına biraz
yumuşatır umudu ile Mısır’a defterdar tayin
edilmişti. O da gelir gelmez Mısır’da vergi
işlerini düzenlemeye, arazi defterlerini hâle yola
koymaya girişti. Böylece Mısır’da bir Mehmet
Ali Hükûmeti kurulmuş oldu.

Ordunun Hareketi

Ordunun baharda Rumeli’de sefere çıkması daha


önce kararlaştırılmıştı. 1807 eylülün on sekizinci
günü Yeniçeri Ağası Pehlivan Hüseyin Ağa,
padişahın huzurunda âdet olmuş törene uygun
olarak birliklerini padişahın önünden geçirip
Davutpaşa’da kurulan çadırlara yerleştirdi. Ertesi
gün de Cebeci, Topçu, kumbaracı ve arabacı
ocakları da Topkapı sarayında, Orta kapı önünde
toplandılar.
Başkumandan durumunda olan sadrazam,
şeyhülislâmı yanına alarak padişahın huzuruna
girdi. Padişah, başkumandana eliyle samur kürk
giydirdi, başına mücevherli sorguç kondurdu,
beline altın hançer taktı. Şeyhülislâma da beyaz
samur kürk giydirdi. Sancak-ı Şerif-i kendi eliyle
başkomutana teslim etti. Elinde Sancak-ı Şerif,
belinde altın hançer, üstünde samur kürk, yeni
başkomutan, padişah tarafından donatılmış bir
ata binerek Davutpaşa alanındaki süslü çadırına
doğru yola çıktı.
Bu sırada, baş kaptan mevcut savaş
gemileriyle, Bozcaada önünde demir atıp
Akdeniz boğazını kapatmış olan Rus donanması
üzerine hareket etti. Rusların karadan da Kars
taraflarına saldıracağı haberi alındığı için Doğu
başkomutanı payesiyle eski sadrazam Yusuf
Ziya Paşa, oraları savunmakla görevlendirildi.
Bazı yeni tayinler yapıldı. Bu arada
Rumeli’de başkaldırması bastırılamayan ayak
takımına yeni rütbeler verilerek ayaklanmaları
yatıştırılmak istendi. Yeniçerilerin, Nizam-ı
Cedid taraflısı diye bir türlü ısınamadıkları Kadı
Paşa, gönülleri hoş olsun diye azledildi.
Ordunun düzene sokulması için Edirne
düzlüğünde on beş gün kadar konaklandı. Ordu
ne tarafa hareket etse oradaki kale
koruyucularından ya yakınlarındaki eski
yetkililerden biri: “Acaba benim üzerime mi
geliyorlar, beni mi ortadan kaldıracaklar?” diye
telaşa düşüp ya başkaldırıyor ya birliklerini alıp
başka yerlere savuşuyordu.
İsyancı Sırplarla birleşmek isteyen Rus
birliklerini mağlûp etmiş olan Alemdar Mustafa
Paşa’nın da böyle bir kaygıya düşeceğinden
korkulmuştu ama Behiç Efendi, Alemdar’ı
vezirlik payesiyle yatıştırmıştı. Behiç Efendi’nin,
onun kâhyası Ebubekir Ağa ile birlikte
Edirne’ye gelmesiyle yüreklere su serpilmişti.
Biraz sonra Alemdar da beş-altı bin atlı ile
orduyu uğurlamaya gelmiş ve gereken erzak ve
cephane yardımında bulunacağına söz verip
Rusçuk’a dönmüştü.
Ordu artık arkasından emin olarak
ilerleyebilecekti. İstanbul’dan yola çıktıktan iki
buçuk ay sonra, Silistre’ye varılmış ve Tuna
kıyısında çadır kurulmuştu. Karşıda Rus
askerlerinin çadırlarını fark eden bazı gözü açık
askerler, gece çete kayıklarıyla öbür kıyıya
geçmişler ve birkaç yüz kişiyi esir alıp
dönmüşlerdi. Tuna’nın ötesinde Ruslar için için
ilerliyor, istedikleri yerleri ele geçiriyorlardı.
Yeniçeriler, yağma edilecek bir şey
sezinlemedikçe, karşılarında kolay yenilecek bir
kuvvet görmedikçe yerlerinden kımıldamazlardı.
Yeniçeriler, bozulmak ve çözülmek için bahane
arıyorlardı.
Dalmaçya’daki Fransa ordusunun Polonya’ya
doğru ilerlemesi ve Rusların da yollarını kesmesi
için, Bosna içinden geçmesi gerekiyordu. Fransa
elçisi Sebastiyan, Osmanlı Devleti’nden dostça
izin istemişti. Osmanlı Devleti gerçekte oralara
sahip değildi, Bosna âyânı razı olmadan böyle
bir izni de verecek olsa hem Fransa’ya karşı
mahcup düşecek, hem de Rusya’nın ekmeğine
yağ sürmüş olacaktı. Bosnalılar Fransızların
topraklarından geçmesine razı olmadılar.
Napolyon, bundan da yılmadı. Osmanlı
ordusuna gerektiği ve mümkün olduğu kadar
yardımda bulunmak istedi. Fransa araya
girmesine karşı yeniçeriler; Nizam-ı Cedid’i
güçlendirir diye istemediler, ulema sınıfı ise
keferenin yardımı yüzünden “Mukaddes
Cihat’ın bozulup ziyan olacağını” ileri sürerek
razı olmadılar.
Yumuşak ve kararsız saray, ağırlığını
koyamadı. Yabancı topçu ve mühendis
getirtmek şöyle dursun, Nizam-ı Cedid askerini
bile Tuna yalısına sevk etmek cesaretini
gösteremedi. Anadolu’da o kadar yetişmiş asker
varken Rumeli’deki derebeylerinin derme çatma
çeteleri ile orduyu sözde güçlendirmek ve ancak
Alemdar Paşa lütfü ve yardımı ile az çok
beslemek durumuna düştü.
Bu sırada Napolyon’un saldırılarını önlemek
kaygısına düşmüş olan Rusya’nın, Tuna
boylarında otuz bin kadar askeri vardı; tam
saldırılacak ve sonuç alınacak zamandı. Ne çare
ki Osmanlı Devleti, yetişmiş ordusunu
yeniçerilerin fesadından kurtararak Rus ordusu
üzerine sevk edemedi.
Silistre’de bekleyip duran derme çatma ordu,
bir şey yapamayacağını kestirip kendisinin er
geç dağılacağını ve geç de olsa Nizam-ı
Cedid’in kendi yerine geçeceğinden
huylandığından, İstanbul’daki taraftarlarının bir
karışıklık çıkarmasını ve bu Nizam-ı Cedid
taraflısı ürkek padişahı tahtandın indirmeye
teşebbüs etmelerini umarak bekliyordu.
III. Selim’in Tahttan İndirilmesinin Kısaca
Sebepleri

Avusturya ve Rusya savaşlarında bir daha belli


olmuştu ki elde yeni savaş usulleri ve
teknolojilerine uygun yetiştirilmiş asker
olmadıkça düşmanlara karşı konamayacaktı. Bu
önemli “Nizam-ı Cedid” ordusu işinin bir an
önce gerçekleşebilmesi devlet büyüklerinin
biricik isteği olduğu hâlde, yeniçerilerin
serkeşliği yüzünden bir türlü yapılamamıştı.
1787-1788 savaşında yeniçerilerin de bir
diyeceği kalmamış, yetişmiş asker olmadıkça
düşmanla başa çıkılamayacağını kendi dilleriyle
açığa vurmak zorunda kalmışlardı.
Bunun üzerine, III. Selim’in ilk tahta çıkış
günlerinde ordudan gelen bir teklif üzerine, barış
yapılır yapılmaz, bu işe başlanmış ve
yeniçerilerden ilk heves edenlerle eğitimlere
girişilmişti. Sonradan yeniçeriler işi tembelliğe
vurmuşlar, bu zor işe yanaşmamışlar, yan
çizmeye başlamışlardı.
Yeniçerilerin adam edilemeyeceği anlaşılınca
Levent Çiftliği’nde Bostancı ocağına bağlı
Nizam-ı Cedid birlikleri kurulmaya girişilmiş,
kaydedilen gençlere tek tip üniforma yaptırılıp
Batıdaki askerliğe uygun usullerle düzgün
talimlere başlanmıştı. Topçu ve kumbaracı
ocakları da bu yeni piyade askere az çok denk
olabilsin diye onlara da çeki düzen verilmişti.
Eski ocakların masrafları bir türlü kısılmadığı
için bu yeni askerlerin masraflarını karşılamak
üzere yeni vergiler konmuştu.
Nizam-ı Cedid için para temin edildikçe
çalışmalar da gelişmiş; Levent Çiftliği’nden
başka Üsküdar’da bir kışla yapılmış,
Anadolu’nun çeşitli yerlerinde de talimli asker
yetiştirilmeye hız verilmişti. Böylece hem piyade
hem süvari yetişmişti ve talimli asker sayısı
arttıkça artıyordu. Bunlar, gerçekten de “asker”
denmeye layıktılar. Kimseye saldırmaksızın,
hiçbir yerde yağmaya ve şirretliğe
girişilmeksizin İstanbul çevresinde kol
geziyorlar, düzeni ve güveni sağlıyorlardı.
“Eski köye yeni âdet”ten halkın nefret etmesi
dünyanın eski âdetidir. Halk ne kadar yerinde,
ne kadar gerekli de olsa, hayır ile şerri pek ayırt
edemez. İzansız ve irfansız kimseler, devlete ve
millete yararlı olmak çabasını gütmez. Bu
yüzden, konan yeni vergilerden bunalmış
görünen halk, bazı çıkarcıların: “Bu, bir yeni
şeriatın başlangıcıdır, bu, din düşmanlarını
taklit ederek onlara özenmektir.” yollu
kışkırtmalarına uyarak Nizam-ı Cedid’e karşı
çıkmaya ve yeni askerlik düzenini kötülemeye,
bu işe girişenleri yolundan alıkoymaya
çabalayıp duruyorlardı.
Padişahın isteği ile bu iftiraları önleyici
fetvalar din adamlarından alındı ise de Nizam-ı
Cedid sayesinde mevkiye ve rütbeye kavuşanları
çekemeyen itibar düşkünleri, kenarda köşede
kaldıkları için, onlar da Nizam-ı Cedid’i
kötüleyip duruyorlardı: “Bu askerliği öğrenmiş
ve güveni hak etmiş birlikler artar ve eski
ordunun yerini tutarsa, biz ekmeğimizden
oluruz, artık bize para değil yüz veren bile
bulunmaz, Ocaklarımız kaldırılır, açıkta kalırız.”
kaygısına düşen yeniçeriler telaştan isyan
içindeydiler.
Nizam-ı Cedid düşmanlığı o raddeye varmıştı
ki; bir gün yeniçerilerden birine: “Nizam-ı Cedid
olur musunuz?” diye sordular. “Hâşâ! Moskof
olurum, Nizam-ı Cedid olmam.” diye cevap
verdiği ağızdan ağıza dolaşıyordu. Gerçi
yeniçerilere: “Bu Batı metodu ile yetişmiş askeri
yanınıza katarak, sizin tarihler boyu dünyaca
tasdik edilmiş yiğitliğinize, yeni hüner katmış
olacağız. Sizsiz devlet ayakta duramaz.” yollu
yatıştırıcı telkinler yapıldı ise de fayda
etmiyordu. Kısacası bu yenilik, ölü doğmuş,
tutmamış, halkın içine sindirilmemişti.
Nizam-ı Cedid’in ilk kuruluş sırasında
düşüncesi sorulan yetkililerden hiçbiri, samimî
bir fikir ileri sürmemiş, pratik bir çare teklif
etmemişti. Aslına bakılırsa içlerinde Avrupa’daki
yeni askerlikten anlayan pek yoktu. Bu konuda
padişaha sunulan teklifler içinde, alaya alınacak
acayip görüşler çoktu. Padişahın bu yenilik
fikrini kabullenen, fikir veren yakınları ise
tecrübesiz çoluk çocuk denilebilecek hâlde
idiler. Bu tasarıları padişahı güldürüp
eğlendirmek için büsbütün gülünç şekilde
özetleyip, yazılanları gözden düşürüyorlar,
padişahın çevresini tecrübeli kimselerin
basiretinden ve ihtiyatından yoksun
bırakıyorlardı.
Böylece o zamanın devlet adamı, halk adamı
sayılabilecek niceleri padişahın gözünden
düşürülmüş, saraydan uzaklaştırılmış, yenilik
taraflısı görünen yaşlı ve tecrübeliler de bu işten
soğutulmuş, köşelerine çekilmek zorunda
kalmış, küskün ve menfi kimseler hâline
sokulmuşlardı.
Neden sonra bu yukarıdan atan ve dünyayı
beğenmeyen yeni yetmeler; gözden düşüp
saraydan uzaklaştılar ama onların yerine gelenler
de artık gelecekleri güvenli olmadıkları,
memleketin selamet ve emniyetinden de kuşkulu
oldukları için işi mal mülk toplamaya, günü gün
etmek için muhteşem kâşanelerde padişahın
zevkine gidecek ziyafetler tertip etmeye
giriştiler.
Boğaz sefalarının alıp yürüdüğü, saltanat
kayıklarıyla mehtap sefasına çıkıldığı günlerde,
padişahın yakınları ile konuştuğu devlet sırları
sokakta halkın ağzında sakız olmaya başladı. Bu
kadarla da kalmadı; en gizli toplantılarda
konuşulanlar bile, nasıl olsa duyulacak diye
dışarıda rastgele söylenir oldu.
Bir seferinde, sadrazam vekilinin bile
gitmediği bir gizli toplantıda konuşanlar, zabıt
tutulmuşçasına, olduğu gibi, bir Fransız
gazetesinde yayımlanıverdi. Saray hizmetçileri
bile halk arasında eğlenmeye başladı; sarayda
olup biten iyi, kötü her şeyi halk günü gününe
haber almaya başladı. Halk, III. Selim’e en sefih
padişahlardan biri gözüyle bakmaya başladı.
III. Selim, gezintiye, hele musikili ve şiirli
toplantılara düşkündü. Kendisi de şairdi,
musikişinastı. Halk bir yandan padişahın bu
meyillerini kötülüyor, bir yandan da bu
eğlencelere elinden geldiğince katılmaktan geri
kalmıyordu. Toplantılar; eğlenceler birbirini
kovalıyor, Boğaziçi seyirci kayıklarıyla doluyor,
geceleri mehtap eğlenceleri III. Ahmet
devrindeki Çırağan sohbetlerini gölgede
bırakıyordu.
Rusya belası biraz azalır gibi olduğu yıllarda
III. Selim devri, dünyanın tadını çıkarmak,
eğlenceye dalıp gitmek bakımından İkinci Selim
devrini andırır gibiydi. İstanbul yeni baştan,
sanki en ferah, en varlıklı, en tehlikesiz fütuhat
zamanlarını yaşar gibiydi. Zevke, eğlenceye
düşkün kimseler şöyle dursun, sofu geçinen, alnı
seccadeden ve eli tesbihten ayrılmaz görünenler
bile devrin neşesine uyar olmuşlardı.
“Nizam-ı Cedid’i güçlendireceğiz.”
bahanesiyle vergi koyup para toplayanlar, har
vurup harman savurmaya başlamışlardı. Sarayın
bir aylık mutfak masrafı elli bin kuruştan fazla
idi. Artık Nizam-ı Cedid fikrini savunanların,
kendilerine pay çıkarmak için bir uydurma kapı
buldukları ve onu işlettikleri şeklinde yorumlar
başlamıştı. Aslında toplumun içine sinmeyen
yenilik, bu sefer gereksiz bir sefihlik diye
tanıtılmakta idi.
Hayat pahalılaşmıştı. Herkes birbirine bakarak
daha varlıklı görünmek için daha çok para
harcama sevdasına düştü. Nazırlar arasında:
“Aman halk sıkıntıda.” diyenlere: “İyi ya, geçim
derdine düşsünler de devlet işlerine burunlarını
sokmasınlar.” diye karşılık veriliyor: “İstanbul
zenginler şehridir, buraya fakir yakışmaz,
geçinemeyen taşraya gider, iş bulur, topraktan
ekmeğini çıkarır.” diyenlere rastlanıyordu.
Osmanlı ülkesinde, bakımsızlık, kıtlık,
işsizlik, asayişsizlik eski devirlerden farksızdı.
Padişahın dört bir yanı öyle sarılmıştı ki
yakınlarının haberi olmadan bir kuş uçmasına,
bir haber ulaşmasına artık imkân yoktu.
Sadrazamlar bile bu yakınların çemberini kolay
kolay yırtamaz, sadece kuru bir unvanla yetkisiz
ve çaresiz bocalar duruma düşmüşlerdi. Valide
Sultan: “Yufka yürekli oğlum incinmesin
üzülmesin, bu fâni dünyada her şeyi o
düzeltecek değil ya, her kötü şeyi ona bildirip de
canını sıkmayın.” diye başta sadrazam herkese
tembih üzerine tembih ederdi.
İşler, günden güne sarpa sarmakta, halkın
düşmanlıkları arttıkça artmakta idi. Bu işin
sonunu kaygı ile gözeten tek tük seçkin
kimseler:
“Şah vâkıf gerektir ahvale
Vükelaya kalırsa vay hale.” diyorlardı.
Önceleri, sadece padişah yakınlarına, saray
adamlarına ve nazırlara söylenen halk, gitgide
padişaha da dil uzatmaya başladı. Padişahın bir
ara eğlencelerden, bestelerden, şiirlerden baş
alıp sadrazama, devlet adamlarından devlet
işlerinden şikâyet eden ve işlerin bir hâle yola
konulmasını isteyen bir ferman yazdığı oldu ama
artık iş çığırından çıkmıştı. Yeniçeriler, pusuda
bekliyorlardı.
İlk zamanlarda Nizam-ı Cedid’i hoş gören,
gerekli bulan kimseler bile yavaş yavaş ondan
soğumuşlar, bu işi alt üst etmek için fırsat
kolluyorlardı. Orduya giren yeni düzen,
toplumun başka kesimlerine de az çok
“Batılılık” getirmişti. Saray eğlencelerinde yeni
âdetler alıp yürümüştü. “Ordudan başlayan
yenilik bize Frenkliği getirecek.” kaygısına
düşülmüştü.
III. Selim’in müneccimlere inanarak,
cihangirlik sevdasına düştüğü, sınırlarını
korumaya ve valilerini itaate almaya gücü
yetmediği hâlde, dünya hükümdarı olmaya
yeltendiği, bunun için Nizam-ı Cedid’i kurup
İslâm halkını azgın kâfirlere boş yere kırdıracağı
rivayetleri de aldı yürüdü. Bunlar asılsız da olsa,
padişahın yumuşaklığı, kararsızlığı, yakınlarını
iyi seçmeyişi yüzünden giriştiği yeni bir işte
başarıya ulaşamadığı, Nizam-ı Cedid işini
böylelikle yarım ve verimsiz bıraktığı besbelli
idi.
Padişah, iyilerin devlet hayrına başarı
göstermeleri için istedikleri yardımı yapamıyor,
kötülükleri fark etse bile kötülere kıyıp da
azledemiyordu. O zamana kadar alışılmış sert
cezaları veremediği için birçokları alabildiğine
çalıp çırpmaktan çekinmez hâle geliyordu.
Güvenip de yanına aldığı kimseler ise eğlenceyi
ve harcamayı hadden aşırdılar, böylelikle
kamuoyunu devlet aleyhine düşürdüler.
Bu halleri fırsat bilen yeniçeriler, Nizam-ı
Cedid’den başlayarak bütün devlet işleri için en
ağır kötülemeleri herkesin ortasında yüksek
sesle söyleyip durdukları hâlde laflarını
ağızlarına tıkayabilecek bir yiğit, yetkili ortaya
çıkmadı.
Bunun üzerine III. Selim’e karşı olanlar gemi
büsbütün azıya aldılar. Kadı Paşa Edirne’den
geri çevrilip azledilince Nizam-ı Cedid’in halk
gözünde baş düşmanı Ataullah Efendi de
şeyhülislâm olunca, cesaretleri büsbütün arttı.
Bu yetmiyormuş gibi Nizam-ı Cedid düşmanı,
Köse Musa da sadaret kaymakamı oluverince
ipin ucu III. Selim’in elinden büsbütün çıkmış
oldu.
Bu sırada, Fransız elçisi Sebastiyan: “Sizi
Avrupa ortalarına kadar zaferden zafere
götüren yeniçeriliği kaldırmak da ne imiş. O
zaman Rusya’ya büsbütün çiğnenirsiniz.
İmparatorum buna engel olmak için sınırda
ayaklanacak yeniçerilerin imdadına gelmeyi
bekliyor.” diye yangına körükle varmıştı.
Sefere gitmeyip İstanbul’da kalan bozguncu
taifesi: “Sefer dolayısı ile İstanbul,
yeniçerilerden boşaltılacak, kışlalara Nizam-ı
Cedid askeri konulacak.”, “Geceleyin Nizam-ı
Cedid askeri şehre girecek, yeniçerileri yok
edecek.”, “Padişah Cuma Selamlığında Nizam-ı
Cedid askeri elbisesi giyecekmiş.” gibi
dedikodular almış yürümüştü.

Kabakçı Olayı ve Sultan III. Selim’in Tahtan


İndirilişi

Sultan Selim ise Köse Musa ile Şeyhülislâm


Ataullah’ın Nizam-ı Cedid’e karşı gizli cephe
kurmuş olmalarından habersiz, Nizam-ı Cedid
erlerinin çoğalmasına çalışıyordu. Daha önce
Trabzon’dan iki bin er getirtmiş, Karadeniz
Boğazı’ndaki Yedikule’nin yamaklarına
eklemişti.
Yamakların paraları ise “İrad-ı Cedid”
hazinesinden veriliyor, Boğaz’ın iki yanında
çadır kurmuş Nizam-ı Cedid birlikleriyle yerleri
de kaderleri de maaşları da birleştirilmiş
oluyordu. Böylece, Nizam-ı Cedidle
kaynaşmaları sağlanmış olacaktı. Bostancıbaşı
Şakir Bey bu konuyu işlemek için arada bir
gezintiye çıkıyor ve yeni tedbirler araştırıyordu.
Köse Musa Paşa da işe yamaklardan
başlamak istiyordu ama onun amacı büsbütün
başka idi. Parlatacağı fitne ateşini İstanbul’un
içinde yaksa yangın bacayı sarmadan belki
kolayca bastırılırdı. Hâlbuki ateşi dışarıdan
başlatır ve kimse pek farkında olmadan büyüyüp
İstanbul içine bulaşmasını sağlarsa daha elverişli
olur diye düşünüyordu.
Bu düşünce ile bir yandan yamakları el
altından huylandırıyor: “Sizler yeniçeriden
sayılırken Frenk kılığına girip dinden çıkmış
askerlere karışıp gitmeniz size yakışır mı?” diye
onları kışkırtıyor; öte yandan da yeniçeri
ocaklarına: “Yamakları da Nizam-ı Cedid’e
sokmaya başladılar, kalabalıklaşıyorlar.
Ocaklarınızı söndürecekler.” diye haber
salıyordu.
Köse Musa Paşa, iki tarafı iyice kızıştırdıktan
sonra, sureti haktan görünerek yamaklara hemen
Nizam-ı Cedid elbisesi giydirmesi için İngiliz
Mahmut Efendi’ye kesin emir gönderdi. Öte
yandan Karaman Valiliği’ne tayin edilen Şamlı
Ragıp Paşa o sırada Üsküdar’a geçmiş ve
kavaslarını Nizam-ı Cedid usulü giydirerek
giderayak padişaha yaranmak istemişti.
Bu kavaslar Lazlardandı: “Böyle esvap
giyersek dinimiz elden gider.” diye, Nizam-ı
Cedid elbisesi giymekten kaçındılar ve gidip
hemşehrileri yamaklara bu işi haber verdiler. Bu
sırada “Padişah bütün dünyayı Nizam-ı Cedid
yapsın diye Ragıp Paşa’ya tuğ vermiş.” fitnesi
yayılırken Musa Paşa’nın emri de yerine
getirilmeye girişilince karışıklık çıktı.
1807-1808 yılının on üçüncü Mayıs günü,
yamaklar, ağaları Halil Haseki’ye başvurup: “Biz
Frenk esvabı giymeyiz. Yeniçeri Ocağı’na
uymayan kılığa girmeyi kabul etmeyiz. Sen ne
diye bizim namımıza bunu kabul edersin?” diye
üzerine yürüdüler. O da aldığı emri yerine
getirmek için onları yatıştırmak isterken üzerine
yürüyüp parçaladılar. Bu korkunç olayı haber
alan İngiliz Mahmut Efendi, İstanbul’a haber
ulaştırıp imdat istemeye giderken, ona da
kayıklarla yetişip karaya çıkacağı sırada
yanındaki birkaç eriyle birlikte öldürdüler.
“İngiliz” lakabı Yusuf Agâh Efendi ile birlikte
Londra’ya gidip onun elçiliği zamanında iyi
İngilizce öğrenerek İstanbul’a döndüğünde
konulmuştu.
İngiliz Mahmut Efendi’nin mühürdarı, olan
biteni İbrahim Kâhya’ya haber vermiş, o da
haberi Bâb-ı Âli’ye ulaştırmıştı ama hain köse
(Musa Paşa) bir kazadır olmuş, yamakların
üstüne yürüyüp kızgınlıklarını azdırmamalı diye
fikir yürütmüş, işi padişaha da hafif aksettirmişti.
Arada Şamlı Ragıp Paşa asilere tarziye
verircesine azl olunmuş, vezirliği elinden alınıp
Kütahya’ya sürülmüştü.
Bu arada yamaklara nasihat etmek için Musa
Paşa tarafından seçilen heyetler, nasihat etmek
şöyle dursun, onlara cesaret vermekte
birbirleriyle yarış ediyorlardı. Bir yandan da
“yamaklar yola geldi, pişman oldu” yollu
haberlerle sarayı avutuyorlardı.
Gittikçe güçlenen ve cesaretlenen yamaklar,
Büyükdere çayırında toplandılar; içlerinden
Kabakçı Mustafa Çavuş’u baş seçtiler. Ali,
Süleyman ve Memiş adında üç çavuşu da
yürüyüşlerini düzenlemek için ayırdılar.
Kimsenin malına ve canına dokunmamak,
şeyhülislâmın caiz gördüğünden başka bir şey
istememek kararıyla, Nizam-ı Cedid’i ortadan
kaldırmak istekleri yerine gelene kadar
birbirlerinden ayrılmamak andı ile
Büyükdere’den dört - beş yüz kişilik bir kafile
hâlinde Tarabya’ya doğru yola çıktılar.
Tarabya iskelesine vardıklarında yol boyunca
kendilerine katılan işsizler ve serserilerle birlikte
dokuz yüz kadar olmuşlardı. Bunların, yolun bir
kenarında Nizam-ı Cedid askeri gölgesi görseler
dağılacakları; kararsızlıklarından,
ürkekliklerinden, şehir merkezine yaklaştıkça
gevşeyip yavaşlamalarından belli idi. Levent
Çiftliği’nden Nizam-ı Cedid harekete geçti
haberi gelse dahi dağılıp savuşacaklardı. Fakat
hain köse Musa, Nizam-ı Cedid birliklerine
sadaret kaymakamı yetkisi ile yerlerinden
kımıldamamaları için kesin emir vermiş
bulunuyordu.
Padişah bir aralık telaşlanır ve uyanır gibi
oldu ise de Musa Paşa, işi kendisinin tatlılıkla
halledeceğine inandırmasını bildi. Padişah
yakınları, başkaldıran yamakları yola getirmeye
giden nasihatçiler birşey yapamadılar,
yamakların sözünden anlayacak birisini bulmalı
diye düşünüyorlar ve böyle tedbirleri yeter
sanıyorlardı.
Laz asıllı Kazancı Mustafa Ağa’yı “Bu işin
tam ehlidir.” diye salık verenlere uydular.
Mustafa Ağa ise yeniçerilerle haşır neşir olmuş,
onlar yüzünden para kazanmış, kazancılığı
İstanbul içinde yalnız kendisinin yapabileceği
bir iş diye tanıtıp yersiz ve bol nimetlere konmuş
biri idi. Herhangi yeni bir düzenin elbette
karşısında idi. Musa Paşa, konuşmalarından
onun da kendisi gibi iki yüzlü olduğunu, Nizam-
ı Cedid düşmanı olduğunu kestirdi; kendisinden
bekleneni umulduğundan daha iyi yapacağını
söyledi.
Boğaz kıyılarında yalpalayıp duran yamaklara
nasihat vereceğine cesaret vermekle kalmadı,
onların ağzından Bâb-ı Âli’ye bir rica haberi
iletti: “Halil Haseki’yi de Mahmut Efendi’yi de
öldürmüş olmaktan pişmanız. Af dileriz. Yalnız
ceza görmekten korkuyoruz. Bize emniyet
gelmesi için Nizam-ı Cedid’in Boğaz’dan alınıp
Levent ve Üsküdar kışlalarına kapatılmasını
diliyoruz. Korkumuz böylece giderildi mi, uslu,
mazlum yerlerimize dağılacağız ve devletimize
sadık kalacağız.” Musa Paşa kendisinin
hazırladığı bu oyunla Bâb-ı Âli’deki öteki
gafilleri kandırmasını bildi. Padişah da iş kansız
kapanıyor diye sevindi.
Artık meydanı iyice boş bulan Kabakçı
Mustafa topluluğu Rumeli Hisarı’na doğru hızla
ilerlemeye başladı. Yol boyunca tellal
bağırtıyorlar: “Ey Müslümanlar! Bizim Nizam-ı
Cedid belasını ortadan kaldırmaktan başka
niyetimiz yoktur. Müslüman olanlar, kendilerini
de Yeniçeri Ocaklısı bilenler bizimle beraber
gelsinler.” diyerek nice kimseleri içlerine
alıyorlardı.
Akşam ezanından dört saat sonra Tophane’ye
geldikleri zaman bir büyük kalabalık olmuşlardı.
Topçular ilkin savunmaya geçecek ve hatta
bunları dağıtacak oldular, fakat Musa Paşa: “Bu
işte bütün Yeniçeri Ocaklarının haberi ve reyi
var, size karşı koymak değil, onlara katılmak
düşer.” haberini el altından ulaştırdığı için onlar
da kazanlarını Tophane Meydanı’na çıkarıp
Kabakçı isyanına katılıverdiler.
III. Selim, bu haberi alınca anladı ki bu iş
sadece serseri yamakların işi değildir; bunu
kışkırtan, idare eden, maksada ulaştırmayı iyice
göze alan “Ortalar” var. Kan dökülse de
dökülmese de artık istediğini yapmayacak,
Nizam-ı Cedid’i tutturamayacak ve belki kendisi
de tahtında kalamayacak. “Musa Paşa bu işe
kansız bir yol bulsun.” diye belayı üzerine
yıkıyorum sanıp sarayına kapandı.
Hâlbuki bu safhada bile, gözü pek ve kararlı
olup; eğer Köse Musa’nın başını vurup
Şeyhülislâm Ataullah’ın sarığını boğazına
geçirip kendisi işin başına geçip de Nizam-ı
Cedid askerine kahramanca kumanda etmeyi
başarsaydı, bütün asileri dağıtır, İstanbul’da
güveni ve barışı sağlardı. Böylelikle fitnenin
yayılmasına meydan bırakmadan, Nizam-ı
Cedid’i, askerlik alanında da başka alanlarda da
gerçekleştirme yolunu bir daha ve hakkiyle
açmış olurdu. Ne çare ki hep kararsız, hep
yumuşak kaldı ve isyan ateşi bir kere meydan
alıp parladıktan sonra onu yakanlar bile
söndüremez hâle girdi.
Yeniçerilerin bütün ocakları da isyana
katılınca iş büyüdükçe büyüdü. Bu durumu
Musa Paşa’nın ağzından daha korkunç ve
azametli gösteren bir ifade ile dinleyip telaşa
düşen III. Selim: “Nizam-ı Cedid’i lağvettiğimi
ilan edin; istedikleri akla sığar şeylerin
yapılacağına güvenip dağılsınlar.” diye ferman
etti. Asiler, Musa Paşa eliyle gizlice kendilerine
gönderilen bir listeyi ortaya çıkarıp: “Burada
adları yazılı on bir kişi bu memleketi harap
ettiler. Bunları ölü veya diri padişahımızdan
isteriz.” diye direndiler.
Bu listede adları geçenler, III. Selim’in canı
gibi sevdiği, yapmak istediği bütün yenilikleri
onun eliyle gerçekleştirdiği namuslu, basiretli,
gayretli kimselerdi. “Aman kan dökülmesin.”
diye bu başkaldırışı daha dağılmaya hazır
olduğu ilk gününden yumuşaklıkla karşılayan
padişah, işte on bir yakın ve aziz dostunu gözü
dönmüş asilerin önüne atmaktan başka çare
göremiyordu. Hatta bir ikisini sarayında kendi
cellatlarına boğdurarak asilerin ortasına attırmak
bahtsızlığına da uğradı.
Bunların hiçbiri, hatta Nizam-ı Cedid için icat
edilen “irad-ı Cedid” in bile kaldırılması fayda
etmedi. İsyan, nihayet tahtın ayaklarına kadar
geldi, üzerine de sıçradı, III. Selim’i de alıp
götürdü.
IV. Mustafa’nın Tahta Çıkarılması

Asilerin görünürde ne istekleri varsa hepsi


yerine getirilmiş olduğu için artık dağılmaktan
başka şeyleri kalmamış demekti. Nitekim
sekbanbaşı, ser tornacılar ve ocak ihtiyarları bir
arada şeyhülislâmı ziyaret edip: “Yapacak bir
şey kalmadı. Nizam-ı Cedid kaldırıldı, kalabalık
ne istiyorsa padişah peki dedi; kelleleri istenen
adamlardan saklananlar kaldıysa onlar da
aranıp bulunacaktı. Herkes yerli yerine çekilsin
artık. Boğaz sergerdelerine de hil’atler
giydirilsin, rütbeler verilsin, bahşişler dağılsın.”
dediler.
Şeyhülislâm ve Sadaret Kaymakamı Köse
Musa ile danışıklı dövüşüklü olduğu için, deliye
taş atmak yollu: “Gidin, bir kere daha
başbuğlarına sorun bakalım, başka istedikleri
var mı?” karşılığını verdi. Birkaç ihtiyar
isyancıların toplandığı yere gidip böyle yersiz
bir soruyu şeyhülislâm zoruyla sorar sormaz her
kafadan bir ses çıkmaya başladı, iş iyice ayağa
düşmüş oldu.
Musa Paşa’nın bir adamı, bu birbirini
tutmayan bağırıp çağırmalardan güya olup biteni
anlamış da çaresiz ve kaygılıymış gibi gelip
şeyhülislâma, son isteği bildirmiş oldu: “Sultan
Selim’in artık bağımsızlığı kalmadı. Çevresine
toplanan adamların aklıyla iş görür oldu.
Devleti asıl idare edenler, hâlden anlamaz,
yaramaz kimselerdir. Kendisi zevk, sefa ve
şehvetinde, tahtı bir ehline bıraksın.” dedi.
O sırada Âl-i Osman’dan, III. Selim’den
başka, I. Abdülhamid’in iki oğlu Mustafa ve
Mahmut hayattaydı. Şeyhülislâm, bu durum
karşısında III. Selim’in tahttan indirilmesine
fetvayı verdi. Aklı başında bir iki kimse toplu
oldukları hâlde neye karar vereceklerini bilmez
durumda bu çabalayıp duran kalabalığa:
“Padişah her istediğinizi yaptı. Dağılın artık.”
diyecek oldularsa da Kabakçı Mustafa’nın
arkadaşlarından Bayburtlu Süleyman’ın:
“Padişah ile kulu arasına bir kere nefsaniyet
girdi. Şimdiden sonra ne o bize padişahlık
edebilir, ne de biz ona kulluk edebiliriz.
Bağlarımızı koparalım artık.” sesi yükseldi.
O saatte, Et Meydanı’nda Sultan Mustafa’nın
tahta çıkışı şerefine Fatihalar okunuyor, asker bir
ağızdan “Âmin!” diye haykırışıyordu. Artık iş
bir olup bitti hâlinde gelişmişti. Şeyhülislâm,
yanına 2.000 kadar asker alıp sarayın kapısına
dayandı. Askerlerini dışarıda bırakıp içeri girdi
ve içeriye şu haberi gönderdi: “Sekban Ağa ile
birlikte Enderun-ı Hümayun’a varıp ve Sultan
Selim Efendimizi görüp haber verin ki cümle
kulları efendimizin dinlenmesini ve Sultan
Mustafa Efendimizin sultan olmasını
istemektedirler.”
O sırada Köse Musa Paşa, eğer saraya
kapanmış olan III. Selim iç kapıları açtırmazsa,
kıracak tertip almaya uğraşıyordu. Ama buna
hacet kalmadı. III. Selim’e durum bir tezkere ile
bildirildi. III. Selim, elindeki kısa ve kesin
satırları okuyup “Zâlike takdirü’l-azizi’l-alîm”
diyerek, gönül rızasıyla tahttan vazgeçti ve
hareme doğru yürüyüp gitti.
Daha ilk patlak verişte pekâlâ bastırılması
mümkün olan basit bir ayaklanma; III. Selim’in
merhameti ile gafleti yüzünden büyüyüp sonuç
verirken, halktan hemen hiç kimsenin burnu
kanamadı ama devlet bundan pek büyük zarar
gördü. Zorbalar bir kat daha yüz bulmuş,
Yeniçerilik bir kat daha bozulmuş ve kokmuş
oldu. Nizam-ı Cedid gibi devletin ayakta
kalmasını ve Avrupa düşmanları karşısında az
çok tutunmasını sağlayacak yeni ve tertipli ordu,
ortadan kalkmış oldu.
O zamana kadar Avrupa’nın durumunu,
Rusya’nın, Avusturya’nın ve Fransa’nın
hırslarını ve hilelerini kavramaya başlamış
tecrübeli devlet adamları da kurban edilmiş oldu.
Bu öldürülen devlet adamlarının malları
hazineye kalacakken, Sultan Mustafa’yı tahta
çıkaranların elinde yağma oldu. Baş yağmayı da
Musa Paşa aldı.
Sultan Mustafa, dünyadan habersiz, sahte
taşla gerçek cevheri ayırt edemeyecek kadar
tecrübesiz ve bilgisiz idi. Nice zamandır
hasretini çektiği saltanata bu Köse Musa
sayesinde kavuştuğunu bildiğinden onun her
işine ilk zamanlarda, farkında olsun olmasın,
göz yumdu.
Bu sırada ordu da karışıklıklar içinde idi.
Yeniçeriler, işe yaramadıklarını kendileri de
bildikleri için, hâlâ ortadan kaldırılacağız,
yerimizi Nizam-ı Cedid tutacak diye korku ve
telaş içinde idiler. Artık yağma olmadığı için
savaşa da sarıldıkları yoktu. Başlarında kim
olursa olsun bu disiplinsiz askerle, bu günü
geçmiş silahlarla düşmana karşı koyacak,
savunma şöyle dursun oyalama harbi bile
yapacak gücü ve cesareti kendinde
göremiyordu. Yer yer daha yiğitliğini büsbütün
yitirmemiş, vicdanı büsbütün kararmamış ağalar
ve zabitler sayesinde küçük savaşların
kazanıldığı oluyor fakat bütün cephe dağınık ve
kararsız, geri çekilmeye devam ediyordu.
Silistre yakınlarındaki orduya, III. Selim’in
tahttan indirildiği ve Sultan Mustafa’nın tahta
çıktığı haberi gelince kumandanlar yerinmiş,
yeniçeriler sevinmiş, aradaki güvensizlik
büsbütün artmıştı.
O zamana kadar doğru dürüst yiğitlikle ve
sadakatle hizmet ederek ün yapmak isteyen
Yeniçeri Ağası Pehlivan Ağa, baktı ki
İstanbul’da Kabakçı Mustafa ve Bayburtlu
Süleyman gibi ayak takımı, cahil ve yararsız
oldukları hâlde şöhrete ve mevkie kavuştular.
“Mademki iyilik yaramıyor, ayaklanıp zorbalık
ve şirretlik edip ben de bir külah kapayım.” diye
düşünmüş olacak ki hiç umulmaz bir zamanda
ayaklandı: “Başkomutanı istemiyoruz.” diye
tutturdu. Başkomutan (sadrazam) baktı ki pabuç
pahalı, canından olmak ihtimali var; Alemdar
Paşa’ya sığındı.
İstanbul’dakiler bunu fırsat bildiler, zaten
değiştirmeyi akıllarına koydukları sadrazamın
yerine Yeniçeri Ocağı’ndan yetişme Çelebi
Mustafa Paşa’yı sadrazam ve serdar-ı ekrem
tayin ettirdiler. Yeniçeri Ağası bu sefer büsbütün
gemi azıya aldı; “İstanbul’daki Nizam-ı Cedid
taraflılarını oradaki arkadaşlarımız temizledi;
buradakileri temizlemek de bize düşer.” diye
açık açık söylenmeye başladı.
Aklı başında ordu mensupları baktılar ki iş
fena; Alemdar Paşa’ya haber saldılar. O da beş
bin seçkin atlı ile bir sabah Silistre’ye
çıkagelince ağzı kalabalık zorbaların birden sesi
kesildi. Bu durum karşısında ordunun kendisine
teslimini umarken İstanbul’dan bir sonradan
yetişmenin serdar-ı ekrem tayin olunduğunu
haber alınca gücenip Rusçuk’a döndü. Artık
azan yeniçerilere dur diyecek hiçbir güç yoktu.
Alemdar küsmüş, başını alıp gitmiş, sınırdaki
orduyu besleyecek erzakı da göndermeyi iyice
ihmal eder olmuştu. Hizmetin hiçbir şeye
yaramadığını anlamış, gücünün üstünde iş
yapmaya davranmak için hevesi kalmamıştı.
Osmanlı ordusunda kargaşa, karışıklık,
küskünlük ve şaşkınlık sürüp dururken Ruslar
karşıda gittikçe hazırlanıyorlar, siperlerini ve
istihkâmlarını daha sağlamlaştırıyorlar, saldırma
yerlerini ve imkânlarını araştırıp buluyorlardı.
Eğer Ruslar o sırada Napolyon’la Polonya
topraklarında savaş durumunda olmasalar ve
sıkıştıkça buralardan asker çekmeselerdi bütün
Balkanların elden çıkması, Ruslar tarafında
zaptedilmesi işten bile değildi.
Devletin az çok aklı başında olan yetkilileri,
Alemdar’a sığınmaktan başka çare kalmadığını
kestirdiler de onun gönlünü almanın yollarını
aradılar. O sıralarda, Tuna yalısında ordu için
gereken erzakı tedarik etmek üzere Rusçuk’a
gönderilmiş olan Behiç Efendi, III. Selim’in
lütfünü görmüş bir insan olarak Alemdar
Paşa’ya, padişahın niyetlerini sohbet arasında
anlatmakta, Alemdar’ı III. Selim’e bir kat daha
bağlamaktan geri kalmıyordu.
Nihayet Tahsin ve Ramiz Efendi ismindeki
III. Selim iki adamı, Nizam-ı Cedid’inin
lağvından sonra memleketin düştüğü hazin
durumu acı ile görmüş olarak, Alemdar’a
gereken telkinleri yapmaya ve onu III. Selim’in
yeniden tahta çıkarılmasını sağlayacak tedbirleri
almaya teşvik etmeye başlamışlar ve gizli
Rusçuk cemiyeti hâlinde çalışır olmuşlardı.
O günlerde koskoca adıyla ordu-yu hümayun
diye andığımız şey, düşmana görünmek değil,
Rumeli âyânlarının gözlerini dolduracak güçte
bile değildi. Gizli Rusçuk Derneği kararını
yerine getirmek için Alemdar yeteri kadar
askerle Rusçuk’tan yola çıksa İstanbul’a kadar
karşısına çıkacak, yolu kesecek kimsecikler
yoktu. İstanbul’daki yeniçeriler de karşı koyacak
hâlde değildi. Yalnız korkup çekinilecek şey,
İstanbul’a yürüyüşe geçilirse ellerinden yiğitçe
direnme gelmeyen bozuk düzenli yeniçerilerin
III. Selim bir daha tahta çıkıp Nizam-ı Cedid’i
diriltmesin ve kendi ocaklarını büsbütün
söndürmesin diye onun canına kıymaları
olabilirdi.
III. Selim’in öldürülmesini önlemek ve
Alemdar’ın İstanbul’a gelişini Sultan
Mustafa’nın hayrına yordurabilmek için
içlerinden ağzı en iyi laf yapacak Refik
Efendi’yi çoluk çocuğunu ziyaret bahanesiyle
İstanbul’a gönderdiler. O da Hazine Vekili Nezir
Ağa ile Hazine Kâhyası Selim Ağa’nın güvenini
kazanmasını ve onlara sözünü dinletip şu fikrini
aşıladı:
“İsyancıların Selim’i tahtından indirmesi
isabetli oldu ama Sultan Mustafa’nın sultanlıkta
hükmü kalmadı. Elebaşılar dilediklerini işten
çıkarıyorlar, dilediklerine iş veriyorlar. Böylece
bu padişahın da başını yediler. İyisi mi, Alemdar
Paşa gelsin, bu güruha haddini bildirsin, işleri
yoluna koyup padişaha yetkilerini geri verip
Rusçuk’a dönsün.”
Bu düşünceler Sultan Mustafa’ya da
ulaştırıldı. Onun cevabı: “Şimdilik siner ve
yatışır durumdalar. Bu tedbire şimdilik pek
ihtiyaç yok, tehir olunsun.” şeklinde oldu. Refik
Efendi, gizli cemiyetin isteğini yerine
getirememişse de yolculuktaki temasları ile
İstanbul’da birçok kimseyi kendi fikirlerine
aşağı yukarı yanaştırabilmişti. Edirne’ye, orduya
yeni bir görevle gelince Rusçuk’taki ahbapları
da oraya geldiler. Böylelikle ordu-yu hümayun
içinde de gizli dernek kol salmaya başladı.
Bu havanın kokusunu alır gibi olan yeniçeri
fesatçıları, III. Selim’i öldürtüp kaygıdan kesin
olarak kurtulmak sevdasına düşmüşlerdi. Ama
Köse Musa Paşa, daha evvel sebep olduğu
cinayetler üstüne bir de kıyamete kadar lanetle
anılacak büyük bir cinayete cesaret
edemediğinden ve bu işin sonunda kendi
kellesinin de uçurulacağından korkarak bu
cür’eti bir türlü gösteremiyordu. Onun bu
korkaklığı yeniçeri zorbalarının gözünden
düşmesine ve tahta çıkmasına sebep olduğu
Sultan Mustafa tarafından azledilmesine sebep
oldu.

1808 SENESİ OLAYLARI


Gelişen Olaylar ve Alemdar Paşa’nın
İstanbul’a Gelişi

Osmanlı Devleti böyle karışıklıklar ve


kararsızlıklar içinde, cahillerin ve hainlerin
ellerinde oyuncak olurken; birbirine düşman
görünen Fransız İmparatoru Bonapart’la Rusya
İmparatoru Aleksandr nihayet, “Osmanlı
topraklarının aralarında bölüşülmesi”
meselesinde anlaşıvermişlerdi. Osmanlı
Devleti’nin içine düştüğü bu ölüm uçurumundan
kurtulabilmesi, III. Selim’in tekrar tahta
çıkmasına, devlet işlerinin o zamana ve şartlara
göre en ehil görülen ellere yeniden teslim
edilmesine bağlı görünüyordu.
Bir yandan bu isabetli ve memleketçi görüş,
bir yandan Sultan Mustafa’nın padişahlığından
kâm alamayanlardaki küskünlük ve hırs,
Osmanlı tahtında bir yeni değişiklik, daha
doğrusu gideni aratan arzularını yaymış ve
beslemiş bulunuyordu. Sultan Mustafa ise
kendilerinin ne pahasına olursa olsun ikbalde
kalabilmelerinin tek ve kesin imkânının,
Osmanlı sülalesinden hayatta olan III. Selim’i ve
Mahmut’u ortadan kaldırmakta buluyorlardı.
Sınırdaki serdar-ı ekreme ordu masrafları için
bin kese akçe göndermek bahanesiyle harem-i
hümayun ağalarından, zenci Nezir Ağa’yı
Edirne’ye yolladılar. Dertleri serdar-ı ekremi
kendi taraflarına çekmek, ona bu mevkide
kalabilmesinin Osmanlı tahtında yeni bir
değişikliğin olmamasına, kısacası Selim’le
Mahmud’un ortadan kaldırılmasına bağlı
olduğunu anlatabilmekti.
Nezir Ağa ilk defa Sadaret Kâhyası Moralı
Osman Efendi’nin aklını çelmek istedi. Osman
Efendi bu çok cür’etli ve alçakça teklifi duyunca
aklı başından gitti ama renk vermedi. “Hele bir
yeniçeri başlarına sorayım, onları kandırayım,
sonra efendime açayım” diye onu oyalayıp
yeniçeri ağasına koştu ve meseleyi anlattı.
Onlara: “Daha Genç Osman’ın kanına bulanan
elinizin lekesi duruyor, bir de bunu yaparsanız
artık bütün tarih boyunca ocağınıza lanet yağar,
Allah’ın gazabı sizi yıldırım gibi alt üst eder.”
yollu uyarılarda ve tehditlerde bulundu.
Nezir Ağa, ocaklıya başvurduğu zaman onlar
bu uyarıların etkisiyle kesin karşılıklarını çoktan
hazırlamışlardı: “Şimdi bile kursağımızda onun
nimeti var; giydiğimiz esvap bile Selim’den
kalmadır. Onun bir kılına, Allah esirgesin,
dokunmak şöyle dursun ona yan bakanların
amansız düşmanı kesiliriz biz. Tahttan
indirilmesine bile tam razı değildik ama işte bir
kere gafletimize geldi, bir iştir oldu; böyle şeyi
aklınızdan çıkarın.” dediler.
Bu cevap karşısında donakalan Nezir Ağa
İstanbul’a eli boş dönmüştü. Sultan Mustafa’nın
yardakçıları olan III. Selim düşmanları, Tayyar
Paşa ile Topal Şeyhülislâm Ataullah da bir başka
sebeple birbirlerine düşmüş oldukları için, bu
haince düşünce o zaman için gerçekleşmemişti.
İki tarafın da birer padişah başına oynadıkları
günlerde, güya Rusya ile Osmanlı Devleti
arasında savaş vardı. Fakat Rusya istediğini
kolayca elde ediyor, sonra Osmanlı ordusunu
mütarekeye razı edip aldığı yerlerde iyice
yerleşmek, yuttuğu lokmayı çiğneyip
hazmetmek imkânını buluyordu.
Nihayet Refik, Behiç ve Ramiz Efendilerin
kâh İstanbul’da, kâh Edirne’de, kâh Rusçuk’taki
faaliyetleri sayesinde, Alemdar Paşa, Rusçuk’tan
Edirne’ye geldi ve İstanbul’a kimseyi pek
huylandırmadan yaklaşmış oldu. Bu sırada
Edirne’deki ordu-yı hümayunda ağzı laf yapıp
aklı Avrupa işlerine erenler el altından herkese
şöyle telkine başlamışlardı: “Fransa İmparatoru,
Rusya ile aramızı bulmayı sırf III. Selim’in hatırı
için üzerine almıştı; mütareke böylece
gerçekleşmişti. O tahttan indirildikten sonra
Fransızlarla dostluk kalmadı ki Ruslarla aramızı
bulmaya girişsin.”
Edirne’de orduyu tutup yok yere masrafa
girmektense İstanbul’a dönmenin daha hayırlı
olacağı ileri sürüldü. Mütarekenin orada
düşünülmesi ve barış çarelerinin orada topluca
araştırılması kararı ile ordunun İstanbul’a
dönmesi uygun görüldü. Bunu fırsat bilen
Alemdar: “Öyleyse ben de beraber gidip
efendimizin yüzünü göreyim ve ayak toprağına
yüz süreyim.” diyince bu sözü fırsat bilen Selim
taraflıları hemen uygun bulduklarını bildirdiler.
Yeni ve yaşlı başkumandan, Refik Efendi’nin
gizlice telkin ettiği düşünceye uydu: Padişahın,
İstanbul’da ordusuz dostsuz kalmak yüzünden
bir takım başıbozukların elinde oyuncak hâle
geldiğini, ordu İstanbul’a girerse padişahın
memnun olacağını hem de sultanlık haysiyetinin
korunmuş olacağını kabul ederek, orduyu
hemen yola çıkardı. İstanbul’da telaş
uyandırmasın diye haberi ve hareketi gizli tuttu.
Devlet yetkililerinden hiçbirinin haberi
olmaksızın, bir gün sabaha karşı Alemdar Paşa,
Başkomutan Ali Paşa ve Behram Paşa’yı da
önüne katarak İstanbul yolunu tuttu. Ordu ile
birlikte Alemdar’ın birliği de İstanbul’a yönelmiş
bulunuyordu. Bu hareketten birkaç gün önce
Alemdar Paşa, Boğaz Nazırı Kabakçı
Mustafa’nın öldürülmesi için hisar âyânından
Hacı Ali Ağa’yı bir miktar süvari ile Karadeniz
boğazına göndermiş bulunuyordu. Hacı Ali Ağa,
bir yandan saraya ordunun niçin döndüğünü
bildiren mektubu vermeye, bir yandan da o
şımarık eski asiyi öldürmeye memurdu.
Bir sabah erkenden Kabakçı’nın
Rumelifeneri’ndeki evinin kapısını çaldı:
“Hakkında emir var” diyerek içeri dalıp
yatağında uyurken başını koparıp dışarı fırlaması
bir oldu.
Efendileri böyle çarçabuk yok ediliveren
yamaklar, şaşkınlıkla Bâb-ı Âli’ye koştular.
“Padişahımızın emri mi idi, yoksa bir suikasta
mı kurban gitti?” diye soracak oldular. Sarayda
kimsenin bundan haberi yoktu. “Vay, bu
habersiz yapılmış, bundan Hisar ağası
sorumludur.” diye üzerine yürüyen oldu ama
Hacı Ali Ağa kaleye sığınmış, tedbirini de
almıştı, Sergerdeleri top ve tüfek ateşine tutarak
dağıttı. Sonra bir fırsatını bulup saraya gitti ve
ordunun İstanbul’a gelmekte olduğunu haber
verdi. Akan sular durmuş, herkes şaşkına
dönmüştü.
Padişah, yetkililerden bir meclis kurup
ordunun gelişine dair bir karara varmalarını ve
tedbir almalarını sağlamak için İstanbul’daki
devlet yetkililerini toplantıya çağırdı. Herkes,
Kabakçı’nın öldürülmesine dair konuşulacak
sanıp o konuda uygun gördükleri şekilde
zihinlerde konuşma tertipleyip gelmişlerken
ordunun Alemdarla birlikte İstanbul’a dönmekte
olduğunu duyunca ne söyleyeceklerini
şaşırdılar.
Kimi, “Tekrar dönmelerini emredelim.”, kimi,
“İstanbul’un kapılarını kapayalım içeriye
girmesinler.” gibi ahmakça fikirler ileri sürdü.
Nihayet ordunun Silivri’yi geçtiği ve İstanbul’a
ayak basmasının kaçınılmaz hâle geldiği
anlaşıldı. Ağızlar değişti; bu sefer karşılama
töreni için herkes birbiri ile yarıştı.
Devlet büyükleri, İncirli Çiftliği’ne kadar
gidip orduyu karşıladılar. Başkumandan
durumunda olan sadrazamı ziyaretten sonra
Alemdar’ın çadırına yöneldiler. Alemdar’ın
böyle törenlerden haberi yoktu ama Köse
Kâhyası Ahmet Efendi’nin tarifine uyarak
çadırında birkaç adım atarak gelenleri karşıladı.
Şeyhülislâm, herkesten önce işin başının
Alemdar olduğu kokusunu almış, ona
yaklaşmaya başlamıştı. Alemdar: “Buyurun,
sizler hem başı hem işi büyük takımdansınız;
devletin size saygı göstermesi gerekir.” diye onu
başköşeye oturttu. Şeyhülislâm, “Başı da büyük
işi de.” sözünden huylanmış, benzi sapsarı
kesilmiş, bu çadırın pek tekin olmadığını
anlamış gibi idi.
Sultan Mustafa da sancak-ı şerifi karşılayıp
teslim aldı. Sadrazam ayak öptü ve padişahın
elinden âdet olduğu şekilde sorguç aldı.
Alemdar’a ayak öptürüldü ve Çırpıcı Çayırı’nda
hazırlanan ordugâha gitmesi istendi. Saraya
gelindiğinde sancak tekrar Sultan Mustafa’ya
gösterildi, sonra yerine kondu.
Kabakçı’nın, Alemdar’ın emri ile öldürüldüğü
anlaşılınca tartışmalar durdu, ses kesildi.
Alemdar’ın acayip kıyafetli, başı külahlı, beli
silahlı askerleri İstanbul sokaklarında dolaştıkça
herkes öyle ürperdi, öyle sindi ki Kabakçı’nın
sözünü etmeye, hesabını sormaya kimsenin
cesareti kalmadı. Kudurmuş gibi halkın yüzüne
atılan yamaklar, kedi görmüş fareye döndü.
Azgın köpekler gibi sokaklarda etek koklayan
zorbalar, kuzu gibi yumuşayıverdiler.
Tuna boylarındaki gözüpekliği ve temiz
yürekliliği ile İstanbul halkına ün salmış
Alemdar’ın sayesinde, ilk korkular gitti,
yüreklere ferahlık ve rahatlık geldi. Kurtla kuzu
birlikte gezer oldu. Herkes devlet işine karışmak
şöyle dursun, “Ne olmuş, ne olacak?” diye
sormaktan çekinir oldu. Bir ara Alemdar, o
acayip kıyafetli olduğu kadar da heybetli
adamları yanında, Bâb-ı Âli’ye geldi, bir isteği
olduğu belli idi. O ayrılırken Topal
şeyhülislâmın azledilip Bebek’teki yalısına
kapanıp oturması emredildi. Artık güveneceği
yamaklar ve ocaklılar ortada görünmediği için
kendi adamlarıyla birlikte kurbanlık koyun gibi
nöbete yattı.
III. Selim’in tahttan indirilmesinde rolü
olduğu bilinen kimseler birer birer işlerinden ve
makamlarından olup şuraya buraya sürüldüler.
Sultan Mustafa’nın adamları bile bu zorbalardan
çok çektikleri için, sonunun neye varacağını
düşünmeden Alemdar’ın bu işlerinden memnun
oldular.
Yeni sadrazam Çelebi Mustafa Paşa da
Alemdar’ın bu davranışlarından bu isteklerinden
hoşnuttu. Çünkü Sultan Mustafa’nın çevresini
saran ve Selim’in düşürülmesine ön ayak olan
kimselerin kendisini sevmediğini
kollamayacağını biliyordu. Ama aklından hiçbir
zaman III. Selim’i yeniden tahta çıkarmak
geçmiyordu. Fakat Rusçuklular Gizli
Cemiyeti’nin asıl maksadı ondan iyice gizli
tutulmuştu. Zavallı ihtiyar, bütün bu olan
bitenlerin Alemdar’ın kılıcının gölgesinde
geliştiğini, kendisinin de ancak o sayede yerinde
kalmakta olduğunu hesaba katmıyor, Alemdar
Rusçuk’a dönünce kendisi tek başına işlere
hâkim olup, ikinci Köprülü Mehmet Paşa gibi
işleri düzelteceğini sanıyordu.
Sultan Mustafa sncak-ı şerifi karşılama töreni
için saraydan çıkıp da Davutpaşa Köşkü’ne
geldiği zaman orada tutuklanıverse idi,
saraydaki III. Selim’i tekrar tahta çıkarmak işten
bile değildi. Ne çare ki kendisine zamanında
yapılan bu teklifi Alemdar, “Böyle kahpelikle iş
görmek mertliğe yakışmaz.” diye ret edivermişti.
Şimdilik zorbalar temizlenecek, III. Selim
düşmanları işlerinden uzaklaştırılacak ve barış
için kurulacak divanda, Fransız İmparatoru’nun
aracılığının ancak III. Selim padişah olmakla
mümkün olacağı ileri sürülerek devlet
yetkililerin kararı imiş gibi Sultan Mustafa
tahttan indirilip III. Selim tekrar tahta
çıkarılacaktı.
Başlangıçta işler bu fikre uygun gelişti.
Zorbalardan birçoğu temizlendi, arada Kaptan-ı
Derya Seydi Paşa’nın o zorbalarla işbirliği
yaptığı bilindiği için onun da değiştirilmesine
çalışıldı. Başına geleceği önceden kestiren
Kaptan Paşa, namaza niyaza başlayıp herkesin
gözünü boyamaya girişmişti. Birçokları bu
hâline aldanarak, bazıları da onun yerine
geçecek başçuhadar (Osmanlı sarayındaki
hizmetkârların ileri gelenlerinden birinin adı idi.
Maiyetinde kırk çuhadar vardı. Padişahlar bir
yere giderken rikâb-ı hümayunun sağ tarafında
yaya olarak yürürdü.) Fettah Ağa’yı kıskanarak
bu değişikliği uygun görmediklerini belirtiler.
Sultan Mustafa da Seydi Ali Paşa’yı, hâlâ
yeniçeriler ve yamaklar katında söz geçirir
sandığı için, günü gelince benim sultanlığımı
korur, diye azletmeye yanaşmadı. Hâlbuki
sadrazam, Alemdar Paşa’nın bu yoldaki teklifini
hemen kabul etmiş ve bunu ona bildirmişti.
Araya Valide Sultan girip kaptana kanat germesi
üzerine Sadrazam Alemdar Paşa’ya: “Şimdilik
kaptanı yerinde tutuyor görüneceğim, sırası
gelince bu meseleyi de hallederim. Kendisi böyle
şeyler için boşuna zahmet etmesin. Rusçuğa
dönüp dinlensin.” yollu haber gönderince
Alemdar Paşa küplere bindi. “Bizim sözümüz,
kararımız, devleti zorbalar ve azgınlar elinden
kurtarmaktır. Rusçuğa dönmemiz bu işin
tamamlandığına inanmış olmamıza bağlıdır.”
diyerek yumuşak başlılığını bıraktı.
Bu arada sadrazama yakınları: “Alemdar’ın
derdi III. Selim’i tahta çıkarmaktır.” diye haber
verdiler. Kendisinin yerinde kalabilmesini,
Sultan Mustafa’nın padişah kalışına bağlı gören
sadrazam, buna hiç razı olamazdı. Yemedi,
içmedi, tehlikeyi padişaha duyurdu. Sultan
Mustafa bu haberi çoktan almış, önce
vehimlenmiş, sonra inanmaz olmuştu. Pek aldırış
etmedi.
Sadrazam bu sefer padişahın yakınlarından
birçoğunu topladı ve şöyle konuştu:
“İş işten geçiyor. Padişahımız bana izin
versin; şu sırada İstanbul içinde bulunan Refik
Efendi ile arkadaşlarını bir gece içinde yok
edivereyim. Dışarıda Alemdar’la Ramiz kalır;
İstanbul kapılarını kapayıp ocakla işbirliği
ederek onların da çaresine bakarız. Daha geç
kalırsak son pişmanlık fayda etmeyecektir.”
Başta Zenci Nezir Ağa, birçok padişah yakını
ve dalkavuğu, ağız birliği etmiş gibi:
“Alemdar’ın Sultan Mustafa’ya hizmet etmekten
başka maksadı yok. Derdi devleti zorbalardan
kurtarmak. Onlardan biz de şikâyetçiyiz, boş
yere vehme kapılmışsın.” yollu sözlerle ihtiyarı
âdeta azarladılar.
Refik Efendi ile arkadaşları, bu toplantıyı
haber alınca, olan biteni Alemdar’ın akıl hocası
Ramiz Efendi’ye bildirdiler. Ertesi gün Alemdar,
sabah sabah, on beş binden fazla askerle
İstanbul’a girip Bâb-ı Âli’ye geldi. Doğru arz
odasına girdi. Çelebi Mustafa Paşa’nın üzerine
yürüyüp: “Bre herif, mühr-i hümayunu ver.”
diye öyle bir haykırdı ki ihtiyar ne yapacağını
şaşırdı, eli bir cebine, bir koltuğuna gitti ve
titreyen eliyle mühürü çıkarıp teslim etti.
Alemdar eline geçirdiği mührü ne yapacağını
ilkin kestiremedi. Refik Efendi imdadına yetişti
de Bâb-ı Âli’nin muhafızı demek olan
çavuşbaşına teslim etti ve Çelebi Paşa’yı bir ata
bindirip Çırpıcı Çayırı’ndaki karargâhına
hapsetmeye gönderdi. Ramiz Efendi’nin telkini
ile yeni şeyhülislâmı ve devlet büyüklerini bir
özel toplantıya çağırdı.
Şeyhülislâm Arapzâde Ârif Efendi,
sadrazamın elinden mührün alındığını,
makamından alınıp Çırpıcı Çayırı’na
gönderildiğini haber almaktan şaşkına dönmüş,
çevresindeki dev yapılı Rumeli askerlerini
görerek dili tutulmuş bir hâlde arz odasına
gelince Alemdar Paşa: “Dini ve devleti yakından
ilgilendirecek işlerimiz var. Padişahın huzuruna
varmamız gerek. Kalk gidelim.” diye onu önüne
katıp yürütmek isteyince eli ayağı tutmaz oldu;
onun bu durgunluğunu gören Alemdar: “Arap
oğlu musun, nesin? Kalk!” diye gürledi. Ârif
Efendi şaşkın ve perişan, bu emre uyup getirilen
ata binerek Alemdar’ın yanı sıra yola koyuldu.
Alemdarın bu davranışları sarayın içinde
büyük telaş uyandırmıştı. Ne yapacaklarını,
kime ne danışacaklarını kestiremeyen saray
adamları, şuraya buraya dağıldı. Alemdar, orta
kapıda durup Kızlar Ağası Mercan Ağa’yı
çağırttı. Ona: “Bütün devlet büyükleri, bütün din
adamları, Rumeli ağaları ve Anadolu Beyleri
Sultan Selim Efendimizin tahta çıkmasını
istiyorlar. Biz bunun için buraya geldik. Haydi,
Sultan Selim Efendimizi çıkarın, tahta
oturtacağız.” dedi ve şeyhülislâmı, Sultan
Mustafa’ya gönderdi.
Arapzâde Ârif Efendi, Sultan Mustafa’nın
huzurunda, Alemdar’ın Mercan Ağa’ya
söylediklerini tekrar etmeye koyulunca Sultan
Mustafa hışımla ayağa kalktı, şöyle haykırdı:
“Bu fesatta sen de paşa ile anlaşmış olacaksın,
önüne düşüp beni tahttan indirmeye geldin.
Savul karşımdan, yoksa parça parça ederim
seni!”
Adamcağız kendini dışarıya zor atınca bu
sefer de padişah yakınları onu Alemdar’la bir
sanıp küfürler yağdırınca büsbütün şaşkına
döndü. Alemdar’ı karşısında cevap bekler
bulunca ipe sapa gelmez şeyler mırıldanmaya
başladı. Alemdar büsbütün hiddetlendi: “Bre
ikiyüzlü herif! Sen içerde işi başka kalıba
döktün. Gir içeri, söyle Sultan Mustafa’ya, işi
oluruna bağla!” diye haykırdı. Bu arada ağalar
kapısı kapandı. Alemdar Paşa adamlarıyla
seğirtip baltalar ve kazmalarla kapıyı kırmak için
uğraşmaya başladılar.
Sultan Mustafa, içeride yakınlarını yanına
çağırıp: “Bu derdin çaresi ne olabilir?” diye
sordu. Hepsi bir ağızdan: “Sultan Selim’le
Sultan Mahmut ortadan kaldırıldı mı sultanlık
tahtına oturmak için kala kala siz kalmış
olursunuz. Hemen izin verin, Hareme gidelim,
ikisinin de vücudunu ortadan kaldırıverelim.”
dediler. Sultan Mustafa kendini kaybetmiş,
gözleri dönmüş, korku ve hırs aklını gidermiş
o l a r a k : “Peki.” deyiverince, yedi kadar
vicdansız hareme saldırdılar.
Harem ağaları şaşkına dönmüştü. Baş ağa,
Kızlar Ağası Mercan Ağa da içinden gelenlerle
birlik olduğu için korkudan sinmiş gibi odasına
kapanıvermişti. Alemdar’ın ilk gördüğü ve
Sultan Selim’i haremden çıkarıp getir diye
emrettiği yetkili Mercan Ağa idi. O böyle korkak
çıkınca öteki harem ağaları bir şey yapamadılar.
Kendi canlarının sağ kalması, Sultan
Mustafa’nın padişah kalmasıyla mümkün
olacağını kestiren bu gözü dönük alçaklar, yalın
kılıç, harem dairesinde meydanı boş bulup, Baş
Lala Tayyar Efendi’nin uyarılarını hiçe sayıp
Sultan Selim’in dairesine saldırdılar. O sırada
Sultan Selim kendi kendine ney üflüyordu.
Gürültüyle doğrulmasına, gelenlere nasihat yollu
birkaç söz söylemesine meydan kalmadan, hepsi
birden, üzerine atılıp kim vurduya getirdiler. Bir
an içinde vücudu kana boyanmış, kolu bacağı
yaralanmış, sağ şakağının derisi sakalı ile birlikte
çenesine kadar inivermişti.
Şehzâde Mahmud’un lalaları ve
cariyelerinden Gürcü Cevriye, Sultan Selim’in
korumalarından çok daha cesaretli, çok daha
tedbirli olmayı başardılar. Alemdar’ın, akağalar
kapısını kırıp da içeriye girmesine kadar onu
mutlak bir ölümden kurtarmasını bildiler.
Katiller, Mahmud’un dairesinin kapısına
yetiştiler. İki ağa kılıçlarını çekip canları
bahasına şehzâdeyi korumaya çabaladılar.
Harem dairesindeki dehşetli gürültüden nice
erkekler korkup çekinirken, Gürcü cariye
Cevriye, “ne yapsam da şehzâdemi kurtarsam,”
diye çırpındı. Bu arada, hamam külhanından bir
kâse kül getirip saldırganların gözlerine
serpmeyi akıl etti. Onlar gözlerini silip açmaya
çabaladıkça o tekrar kül serpmeye devam etti.
Amber ve İsa Ağalar da bunu fırsat bilip Sultan
Mahmud’u dama çıkarma imkânını buldular.
Bu sırada alçaklardan Ebe Selim’in attığı
hançer Mahmud’un bir kolunu sıyırıp geçti; başı
da tavan arasının kapısına çarptığı için sağ
kaşının üstü bir parça yaralandı. Birkaç sadık
adam onu damdan aşağı alıp saklamaya
çabalarken Alemdar, akağalar kapısını kırıp
hareme girdi. İlk gördüğü şey, büyük üzüntüye
ve karamsarlığa kapılıp ellerinin yana düşeceği
hazin bir manzara; III. Selim’in bir şilteye
yatırılıp meydana bırakılmış kan içindeki cesedi
idi.
Alemdar, gözleri yaşla dolmuş, hıçkırıklı bir
sesle haykırmaya başladı: “Vay efendim vay!
Seni tahta çıkarmak için nerelerden kopup
gelmiştim. Şu gözlerim seni bu hâlde mi
görecekti? Şu Enderun halkı denen hainleri
kılıçtan geçirip senin öcünü alacağım.” Sonra
gürleyen sesi birden kısıldı, gözleri kanlı yaşla
doldu. III. Selim’in ölü vücudunu sonsuz bir
saygı ve sevgi ile kucakladı, yere kapandı.
Alemdar Paşa’nın bu hâlini gören âyân ve
sekbanbaşılar, birden harem dairesinin iç
avlularını dehşetli bir uğultu içinde doldurdular.
Alemdar, gök gibi gürlüyor, kılıçlarla yatağanlar
şimşekler gibi çakıyor, Sultan Selim’i kanlar
içinde parçalanarak ölmüş görenlerin
gözlerinden yağmur gibi yaş akıyordu. Sanki
dünyanın sonu gelmişti. Dünyanın sonu
gelmemişti ama Alemdar yetişmese ve Mahmut
tahta çıkmasa Osmanlı Devleti’nin sonu gelmiş
olabilirdi.
Alemdar’ın askerleri dağdan inmiş değilse de
İstanbul gibi bir büyük şehre yeni gelmiş yarı
vahşî kimselerdi. Ne saray adamlarının
farkındaydılar ne de yabancı dışarı halkının.
Belki çoğu padişahın âdemoğullarından biri
olduğunu aklına getirmiyor, onu mukaddes bir
varlık, gökten inme bir yaratık sanıyordu.
Alemdar’ın, yoluna can vermeye hazır olduğu
bir ölü vücut üzerine kapanıp: “Vay efendim!
Vay padişahım!” diye inlediğini ve öç almak
için gürlediğini duydukları zaman kendilerinden
geçtiler; karşılarına kim çıksa, ellerine kim geçse
öldürmek şöyle dursun, sarayın duvarlarını
yıksalar, yerle bir etseler bile avunmayacak
hâldeydiler.

II. Mahmud’un Tahta Geçirilişi


Bundan sonra kim ölecek, kim kalacak,
Allah’tan başka kimse kestiremezdi. Ramiz
Efendi yetişip de:
“Aman efendim, şimdi olmuşa ağlanacak ve
ölmüşün öcü alınacak zaman değildir, vaktimiz
dardır; çevrede tehlike vardır. Durum ve tutum
yamandır, devleti tehlikeden kurtaracak
zamandır. Hemen tahtın sahibini bulup yerine
oturtmalıyız. Vakit geçmeden yetişip Şehzâde
Mahmud’u sağ tutmalıyız.” diye, akıllıca, doğru
dürüst kelâm etti de Alemdar’ın aklı başına
geliverdi:
“Aman Sultan Mahmut Efendimize bakın,
damlara çıkın, şurayı burayı yıkın.” diye
haykıra haykıra, birbiri ardı sıra kesin emirler
vermeye başladı.
Alemdar’ın adamlarına yol gösterecek
kimseler yoktu. Harem dairesi halkı
korkularından birer köşeye sinmişler, dolap
içlerine girmişler veya mahzenlere inmişlerdi.
Şehir evlerinin yabancısı, kapının acemisi
Rumeli sekbanları oraya buraya koşuşup
duruyorlardı.
Bu sırada, baş imam Hafız Ahmet’le
arkadaşları Şehzâde Mahmud’u güçlükle dam
tepesinden indirmişlerdi. Biri düşmüş, ikisi birer
koltuğuna girmiş olduğu hâlde, kanlı bir
savaştan yaralı düşmüş genç bir kumandanmış
gibi saygı içinde Alemdar’ın bulunduğu yere
getirdiler. Alemdar işiteni korkusundan titretecek
bir sesle: “Bu da kim?” diye haykırınca herkes
sustu. Arananlar, koşuşanlar, korkudan sinenler,
hepsi kulak ve göz kesildi. Baş İmam Ahmet
Efendi, Alemdar’a doğru bir adım atarak: “İşte
Sultan Mahmut Efendimiz budur; Halifelik
nöbeti onundur. Ben ona biat ettim; sıra bu
hayırlı işi yapmak üzere size geldi.” dedi.
Alemdar da askerleri gibi padişah deyince,
saçlı, sakallı, heybetli, celalli, insanüstü birini
hayalinde canlandırmıştı. Mahmud’u pek genç
ve çelimsiz görüp şaşırdı ama “Padişah bu!
Halife bu!” hitaplarını duyunca birden saygı ile
toparlandı; bir an durdu, konuşmaya mecal
buldu: “Ah Efendim, ben amcanı tahta çıkarmak
için gelmiştim; kör olası gözlerim onu bu hâlde
gördü. Bari seni tahta oturtayım da avunayım
Lakin ona kıyan, onu bu hâle koyan Enderun
halkını kılıçtan geçirmezsem rahat edemem!”
dedi.
Sultan Mahmut, Alemdar’a ilk emri olmak
üzere: “Paşa, ben onları buldurup sana
gönderirim. Sen askerini dağıt, silahlarını çıkar;
Hırka-i Saadet Dairesi’ne gidelim.” demekle
hemen padişahlığı benimsediğini göstermiş oldu.
Alemdar, askerlerine, dağılmalarını söyledi. Bir
an içinde ortadan kayboldular. Sadece yanı
başında bir iki koruyucusu kaldı.
Sultan Mahmut’un emrine uyarak silahlarını
çıkardı, sadece belindeki kını işlemeli palayı
göstererek: “İzin verin bu üzerimde kalsın;
amcanızın yadigârıdır.” diyince Sultan Mahmut
gülümseyip izin verdi. Belinde III. Selim’in
palası, Sultan Mahmud’un ardından Hırka-i
Saadet Dairesi’ne doğru yürüyen bir dağ gibi
ilerledi.
Biraz önce kafesinden boşanmış yarı vahşî
yaratıklar gibi o yana bu yana çarpa vura, ona
buna haykıra bağıra dolanıp duran bir sürü
insanın Alemdarın bir emri ile birden bire susup
toparlanmışlardı. Bu o zaman için gemi azıya
almış yeniçeri topluluklarına kıyasla şaşılacak
bir şeydi. Ama asıl hayret edilecek şey, daha
yirmi dört yaşında, daha böyle bir kalabalığa ve
kargaşalığa hiç şahit olmamış bulunan, o vakte
kadar kendisine boyun büküp el bağlayan
hizmetçilerinden başka insana seslenmemiş olan
Şehzâde Mahmud’un, bu korkunç manzara, bu
korkunç kalabalık ortasında, bu kurtarıcı ve
kahredici yarı vahşî adama karşı birden padişah
vakarını takınmasıydı. Sesi titremeden ilk emrini
vermesi, Osmanlı Devleti’nin, bu bozuk ve
dağınık gününde, muhtaç olduğu bir padişaha
kavuşmakta olduğu müjdesini verebilmesiydi.
Sultan Mahmut Hırka-i Saadet Odası’na
girdiği sırada Halife sıfatı ile Peygamberiyle baş
başa kalsın diye; Alemdar, arz odasına alındı.
Alemdar Paşa bu arz odasında kükremiş aslan
gibi sabırsız ve heybetli dolaşıp dururken Sultan
Mustafa, sünnet ve sarık odaları önündeki
sofada görünüp de: “Ben tahttan inmedim,
Mahmud’u kim tahta çıkardı.” diye söylenmeye
başlamasın mı? Alemdar yanındakilere: “Kim o?
Sultan Mustafa olacak budala mı? Söyleyin
gözümün önünden silinsin gitsin, yoksa elimden,
kendisinin yaptığı gibi kıyamete kadar lanetle
anılacak bir cinayet çıkacak.” diye gürledi
İmam Ahmet Efendi baktı ki işin şakası yok,
hemen Sultan Mustafa’ya doğru gidip:
“Efendim, Osmanlı tahtında kısmetiniz bu
kadarmış; biraz da harem dairesinde
dinlenmeye bakın.” diyip onu hareme gönderdi;
ama arkasından annesi; Alemdar’a ve
adamlarına ağız dolusu beddua yağdırmaya
başladı. Rumeli usulünce kadınlara silah
çekilemeyeceği ve el kaldırılamayacağı için
Alemdar yutkunup sustu. Çünkü kadınla ancak
ağız dalaşı yapılabilirdi; bir erkeğin öyle cadaloz
bir kadını yenmesine de imkân yoktu. Aslan gibi
adam kedi gibi sindi de onun çıkardığı gürültüye
karışmadı.
Alemdar’a tatlı ve kahve vermek için
kahvecibaşı arandı. O telaşlı zamanda kim
aransa bulunacağı yoktu. Hemen Tayyar Efendi
ismindeki Sultan Mahmut gönüllüsü bir adam,
tatlı hokkasını bulup Alemdar’a uzattı. Alemdar
zehirlenmekten çekindiği için elini uzatmadı
bile. O zaman hokkayı getiren Tayyar Efendi,
Alemdar’ın gözü önünde hokkadaki tatlıyı iyice
kaşıkla karıştırdı ve kendisi koca bir lokma alıp
yuttu; o zaman Alemdar’ın yüzü güldü. “Aferin
ihtiyar! A be sen akıllı adammışsın!” diyerek
tatlı hokkasını elinden aldı.
O zamanın protokolünde bir kaşık alıp tadına
bakmak âdet iken Alemdar, İstanbul’a mahsus
böyle âdetlerin hiçbirinin farkında olmadığı için
hokkadaki bütün macunu silip süpürdü. Bu
amberli macundan bir tek kaşık almak bile
sinirleri yumuşatmaya elverişli idi. Tayyar
Efendi’nin sunduğu acı kahve Alemdar’ı biraz
olsun yatıştırmaya yetti.
Bu sırada, Hırka-i Saadet Dairesi’nin
kapısında kurulmuş olan tahta oturan Sultan
Mahmut’a ilk defa, orada sadrazam tayin edilen
Alemdar Mustafa Paşa, arkasından
şeyhülislâmlıkta kalması uygun görülen
Arapzâde Ârif Efendi bey’at ettiler. Yeni padişah
da yeni sadrazam da ilk iş olarak III. Selim’in
katillerinin cezalarını vermeyi akıllarına
koymuşlardı. Kimi şu delikte kimi bu delikte
korkudan titreyip diri diri helak olurken bulunup
pis vücutları ortadan kaldırıldı.
O gün III. Selim’in defin merasimine vakit
kalmamıştı. Cenazesi Hırka-i Saadet kapısı
yanına kurulan gölgelikte bir gece bekletildi.
Ertesi gün cenaze namazı büyük bir kalabalıkla
kılındıktan sonra merasimle Lâleli Camii
avlusuna, babasının yanına defnedildi.
III. Selim’in hâl Tercümesi
III. Selim, 43 yaşında padişah oldu. On dokuz
sene, yedi ay, on gün padişahlık etti. Tahta
çıktığı zaman devlet Rusya’ya karşı savaş açmış
durumda idi. Daha veliaht iken yeniçerilerin
bozulduğunu, bir işe yarar taraflarının
kalmadığını biliyor ve talimli asker yetiştirmek
için çareler düşünüyordu. Fransa ile bu konuda
el altından temaslarda bulunduğu bile
söyleniyordu.
Eğitimli asker yetiştirmek sevdasına
padişahlığının ilk gününden düştü. Fakat o işler
başına nice belalar açtı. Bu bakımdan olup
bitenleri ve kendi insanca yumuşaklığı
yüzünden nelere uğradığını, bunlara nasıl
katlandığı daha önce anlatıldı. Onun yaptırdığı
güzel şeyler ve taşıdığı güzel huyları:
Eyüp Sultan Türbesi’nin etrafına halis
gümüşten parmaklık yaptırıp türbe içine altın
kandiller astırdı. Fatih Camii’ni yeniden
yaptırırcasına tamir ettirdi. Topçu ve arabacı
erleri için Tophane’de ve Beyoğlu’nda, Nizam-ı
Cedid askeri için Levent Çiftliği’nde ve
Üsküdar’da Selimiye gibi kışlalar, Tersane’de
büyük bir havuz, Hasköy’de hendesehane ve
Üsküdar’da büyük ambarlar yaptırdı. Daha
bunlar gibi pek çok iyi eserleri vardır.
Devrinde yapılan binaların inceliği ve
zarifliği, kendi tabiatı ve nezaketi ile pek uygun
düşer. Yeni metotla top dökülmesi, gemi
yapılması ve barut hazırlanması için gereken
bütün aletleri ve imkânları sağlamaya çalıştı.
Hint ve Frenk kumaşlarına muhtaç olmayacak
şekilde kumaş dokuyabilecek atölyeler meydana
getirdi. Yeni bilgilerin yayılması yolunda
matbaalar kurdurdu.
Zamanında ilk defa o zamanın teknik
üniversitesi denebilecek yüksek okul meydana
getirdi. Hocaların seçilmesinde, programların
düzenlenmesinde ayrıca emeği geçti. Devletinin
düzelmesi, eski itibarına kavuşması, ülkesinin
korunması, tebaasının rahat etmesi için
düşündüğü her isabetli şeyi elinden geldiği
kadar gerçekleştirmeye uğraştı.
Güzel huylu olduğu kadar da güzel yüzlü idi.
Güzel talik yazar, bir makam icat edecek kadar
musikiyi sever ve tanırdı. “İlhamî” mahlasıyla
başarılı şiirler kaleme almıştır. En son söylediği
şiir şudur:
Kimdir ol kim ki mey-i şâdiyle olup şiringâm
Ona hambâze-i gam olmaya âriz encam
Mesti-i sahba-yı meserret olanın hâli budur
Gâh peymane çeker gâh humar-ı âlâm
(Sevincin şarabıyla sızacak gibi olan
Kaygıdan boşalıp da günlük sevinçle dolan,
Kadehini neşeyle dolduran bir gün gelir,
Hiç farkında olmadan gam zehri içebilir.)
Rivayete göre, bu dörtlüğü bitirince altına
“kelâmım hatmoldu” (sözüm bitti) kelimelerini
yazıvermiş; sonradan hesaplamışlar ki Ebcet
hesabı ile tahttan indirildiği tarihe “1222” (1808)
tekabül ediyor.
İstanbul Boğazı’nda meydana gelen ve kendi
yumuşaklığı ile sadrazamı Köse Musa Paşa’nın
hainliği yüzünden büyüyen Kabakçı isyanı ile
tahttan indirildi. Daha sonra devletin denklemi
büsbütün bozuldu. Ülkede kayıplar ve
kargaşalıklar birbirini kovalayınca kadri bilindi.
Gerçi onun zamanında da asiler, eşkıyalar,
başıbozuklar çoktu ama hükmü geçerdi.
Hükûmet merkezine hâkimdi. Uzak eyaletlerde
bile kendisine en azgın kimseler bile saygı
duymaktan geri kalamazlardı. Hilafet makamına
hürmet ve bağlılıkları vardı.
Meselâ Cezzar Ahmet Paşa gibi önüne gelene
kafa tutan kimseler bile III. Selim’in adı anılınca
ayağa kalkarlardı. Bir gün Cezzar: “Zamanın
büyüklerine ve devletin yetkililerine bu kadar
kafa tutmasanız olmaz mı?” diye soran bir
yakınına: “Müslümanız. Halifeye itaatimiz,
dinimiz ve terbiyemiz icabıdır. Sultan Selim için
boynum kıldan incedir. Aracısız idamımı
istediğini bilsem Allah bilir bir dakika
geçirmeden başımı kılıca teslim ederim. Ama
çevresini sarıp da onu sadık adamlarından ve
gerçek yiğitlerden soğutanlara kızgınım.” diye
karşılık vermişti.
Hacıların yolunu kesmek gibi zorbalıklarla ün
salmış Küçük Alioğlu Halil’e: “Siz ulema ile
düşüp kalkan, Halifeye itaatin din emri
olduğunu bilen birisiniz. Ne diye böyle asi
davranıyorsunuz?” diye soran tarihçi Asım
Efendi’ye ağlayarak: “Efendi, devlet dediğiniz
yalnız Sultan olsa ‘Sizden olan emir sahiplerine
itaat ediniz.’ ayeti kerimesi gereğince emrine baş
eğelim, ne diyor, ne istiyorsa uyalım, ama bir de
onun nazırları, yakınları var. İşte biz onların
isabetsizliğine, hileciliğine karşıyız. Padişaha
bağlıyız ve sadığız ama onu yanıltan Yusuf Ağa,
İbrahim Ağa gibi aşağılık kâhyalara karşıyız.”
cevabını almıştı.
Sultan Selim, tahttan indirildikten sonra böyle
asilerin İstanbul’a, saraya ve padişaha saygı ve
bağlılığı kalmadı. Sultan Mustafa’nın değil
memlekete, sarayın içine bile hükmü geçmez
oldu. Eşkıya fütursuz, halk huzursuz, devlet
perişan ve gurursuz bir hâldeydi. Aklı başında
olan, ilerisini gören, gününü gün etmekten
kurtulup yarını düşünen herkes önce kaygıya,
sonra karara vardı ki: “III. Selim’i yeniden tahta
çıkarmaktan başka çare yok.”
Osmanlı sülâlesinden yalnız üç erkek hayatta
idi: Sultan Mustafa, güçsüz ve beceriksiz,
Mahmut daha çok genç ve tecrübesizdi. Elde
kurtarıcı olarak sarılıp güvenilecek III. Selim
vardı. Alemdar’la adamlarının, saraydaki fesat
ve fitneden haberi olmaması yüzünden tekrar
tahta çıkamadan öldürüldü. Naaş’ı yıkanmak
için elbiseleri çıkarıldığında, cebinden aşağıdaki
beytin yazılı olduğu bir kâğıt çıktı.
Kendi elimle yâre kesip verdiğim kalem,
Fetva-yı hûn-ı nâ-hakkımı yazdı ibtida.
(Kendi elimle ucunu açıp sevdiğime verdiğim
kalem,
Önce benim kanımın haksız yere akması
kararını yazdı.)
III. Selim, yalnız askerlerin değil, ulemanın da
bir hâle yola konmasını istedi ama bunda da
kararlı ve sebatla davranıp bir sonuca varamadı.
Devletin birinci görevi, hakkın yerini bulmasına,
haksızlıkların önlenmesine çalışmaktı. Bu iş
kadılarındı. Osman-oğullları bunlara doğru ve
bilgili oldukları sürece saygı göstermiş, onları el
üstünde tutmuştu.
Bunlar da sonradan, askerler gibi bozulmuş,
seviyesini kaybetmiş, içlerine cahiller ve
düzenbazlar sızmıştı. Gittikçe itibarlarını
kaybediyorlar ve padişahla devletin gözünden
düştükçe yeniçeri zorbaları ve serserileriyle bir
olup kendilerine eski saygıyı göstermeyen
padişah veya sadrazamı yerinden etmenin
kolayını arıyorlardı.
Bunları yola getirmenin, ilmiye sınıfını ıslah
etmenin ilk teşebbüsü I. Hamid ve III. Selim’in
devrinde şeyhülislâmlık yapmış olan
Hamidizâde’den geldi. Nice âlim görünen
cahilin ekmeğine dokunduğu için aleyhine
yürüyenler çoğaldı, sonunda azledildi. İki sene
on bir ay şeyhülislâmlık yapan Ömer Hulusi
Efendi’nin de bu işe el atmasıyla zamanın bütün
cahil âlimlerini kendine düşman edip mevkiini
kaybetmesi bir oldu.
Sultan Selim baktı ki nice değerli adamlarını
bu yüzden feda etmek durumuna düşüyor, bu
sevdadan vazgeçti. Ordulara mühendis
yetiştirmek için tekniğe kuvvet verdi ve
kadıların (hâkimlerin) ıslahını kaderin hükmüne
bıraktı.
II. Mahmud’un tahta çıkmasının akabinde
büyük bir temizlik harekâtına başlandı. Önce
yeniçeri zorbalarının bir kısmı alenen kılıçtan
geçirildi. Bir kısmı da gece karanlığında
boğduruldu. Karadeniz yamakları ise tamamen
ortadan kaldırıldı. Bir-iki ay zarfında böyle
cezasını bulanların sayısı bini buldu. Sultan
Selim’e karşı olanların hepsi pişman olmuştu.
Sultan Selim o kadar hürmetle yâd edilir oldu ki
hayatta olup tahta geçse bu kadar nüfuzu
olmazdı.
DOKUZUNCU KISIM

1808 Olaylarının Devamı Islahat


Teşebbüsleri

Devlet-i Aliye içte ve dışta büyük zorluklarla


karşı karşıya ve büyük tehlikelere maruz
olduğundan, Sultan Selim’in şahadetine sebep
olan canilerin cezalandırılması esnasında
devletin ıslahı hususu da incelenmekte ve
tartışılmaktaydı. Bu tartışmaların esası, III. Selim
nizamlarının geri getirilmesinden ibaret olup
Alemdar Paşa’nın kudretli kılıcı sayesinde
İstanbul’da sükûn ve güven kurulduğundan bu
gibi ıslahatı müzakere hususunda devlet
büyükleri kendilerini güvende hissediyorlardı.
Eyaletlerin ve sancakların İstanbul’a olan bağı
çok gevşemiş yer yer âyân ve hanedanlar zuhur
etmiş; kimi bir büyük ilçede, kimi bir sancakta
canının istediği gibi hükmetmeye başlamıştı.
Ayrıca Rumeli’de Serezli İsmail Bey,
Anadolu’da eşrafın gözdesi olan Yozgat
Mutasarrıfı Cebbarzâde Süleyman Bey, Saruhan
Mutasarrıfı Kara Osmanoğlu Ömer Ağa gibi
adamlar büyük vilayetleri ele geçirmişler ve
Anadolu beylikleri tarzında başlarına buyruk
hanedanlar hâline gelmişlerdi.
Taşralarda devletin emirleri geçmez olmuştu.
Hatta Bilecik’te tahakküme başlayan Kalyoncu
Mustafa adlı adam, birkaç defa padişah
fermanıyla sefere memur edilmişti. Fermanı
dinlemediği gibi, başta fermanı yazanlara
sövmüş ve götürenleri kovmuştu. Bu durumda,
her şeyden önce bu gibi âyân ve hanedanları
itaate zorlamak lüzumlu görülmüştü.
Âyânın Daveti ve Umûmî Toplantı

Gerekli ıslahata girişilmek ve âyân ve eşrafı


tekrar itaat altına alabilmek üzere sadrazam
tarafından Cebbarzâde, Kara Osmanzâde, Serezli
İsmail Bey, Kalyoncu Mustafa, Şile âyânı Ahmet
Ağa gibi namlı âyân ve ağalara davetiyeler
gönderildi. Böyle bağımsızlık davasına düşmüş
âyân ve hanedanların hemen İstanbul’a
gelivermeleri, o vaktin şartları altında uzak bir
ihtimaldi. Ama Alemdar Paşa sadaret makamına
gelince, kamu efkârı birden bire o kadar
değişmiş ve Paşa’nın şöhret ve kudreti, ufukları
öylesine kaplamıştı ki nüfuzu İstanbul’da olduğu
gibi taşralarda da geçer olmuştu.
Ferman dinlemeyen bağımsızlık hayallerine
düşmüş zorba güruhu, Alemdar’ın mektubunu
alınca gereğini yapmaya çabalar olmuştu. Hatta
adı geçen Kalyoncu Mustafa, Alemdar’ın
mektubunu alınca hemen 5.000 askerle gelip
Çırpıcı Çayırı’ndaki orduya katılmıştı. Serezli
İsmail Bey, esasen Alemdar’a muti idi.
Cebbarzâde ve Kara Osmanzâde ve ötekilerin de
bu sırada gelmekte oldukları haber alındı.
Hemen umûmî dayanışmaya esas olmak üzere
vükela arasında müzakerelere başlandı.
Recep ayının ortalarına doğru davetliler birer
birer gelmeye başlarken Cebbarzâde ve Kara
Osmanoğlu da seçme süvarileriyle gelip
Üsküdar yakasına yerleştiler. Recebin sonunda
Serezli İsmail Bey de 12.000 seçme askeriyle
gelip Davutpaşa sahrasında çadırlara yerleşti.
İstanbul’un her tarafı böyle ordularla
çevrilmiş olup şehirde hiç görülmemiş bir asker
kalabalığı olduğu hâlde devlet emirleri arızasız
icra olunduğundan genel güven tam idi.
Alemdar Paşa nüfuzunun böyle içte ve dışta
olağanüstü tesirli olması, kudret ve şöhretinin
her yere yayılmasından ileri geliyorsa da bunda
güvenliğin de tesiri büyüktü.
Âyân ve hanedanlar içinde gerçekten tedibe
layık olanlar varsa da içlerinden hükûmetin
kucağına gelenlerin de hemen gadre uğramaları,
ötekilerin ürkmesine sebep olmuş ve hepsinin
vükelaya güvenleri kaybolmuştu. Çoğunun
başkaldırma sebebi, bu güvensizlikti. Ama
Alemdar Paşa’dan vükela yılmış olduğundan,
onun sözlerine güvenleri vardı. Onun her tarafta
emirleri yürürdü.
Alemdar, padişah fermanını büyük işlere
hasreder, öteki işler için kısa birer mektup
yazdırdı; hatta bir mesele hakkında âyândan
birisine ferman yazılacak olduğunda: “A be,
padişahın fermanı helvacı kâğıdı mı ki bu kadar
ucuzlatıyorsunuz. Bir küçük kâğıdın üzerine
şöyle yap diye çiziktiriverin.” dediği söylenir.
Bu sırada vükela arasında geçen
konuşmaların özü her tarafta devlet emirlerinin
arızasız geçerli olması noktasında toplanıyordu.
Bu da padişahın kutsal haklarından olduğundan
kimsenin bir diyeceği yoktu. Ancak bu esasın
kararlaşabilmesi için, Cebbarzâde, Kara
Osmanzâde ve İsmail Bey gibi Anadolu beyleri
tarzında başına buyruk hükûmet edenlerin
büyük fedakârlık edip bağımsızlık hevesinden
vazgeçmeleri gerekti.
Din ve devlet uğruna onlar bu fedakârlığı
göze alsalar bile saltanat merkezinde iktidar hâsıl
olunca, eskiden olduğu gibi ,kendilerinin
imhasına teşebbüs edileceği korkusu
zihinlerinde yerleşmiş olduğundan vükelaya
güvenemezlerdi.
Onun için kulluk görevleri gereğince daima
itaat edeceklerini taahhüt edebilmeleri için,
onlara da hükûmet tarafından teminat verilmesi
icap ederdi. Böylece hem saltanatın kudretini
sağlayacak, hem de hanedanların güvenlerini
tamamlayacak usullerin konması vükela
arasında görüşmelerin konusu idi.
Her tarafa davetnameler yazıldığı sırada Kadı
Abdurrahman Paşa’ya da sadrazam emirnamesi
gönderilmiş ve evvelce Paşa’nın maiyetinde
bulunup da Nizam-ı Cedid’in ilgası sebebiyle
dağılmış olan talimli askerden Tüfekçi namıyla
beş-altı bin askerle İstanbul’a gelmesi
emrolunmuştu. Alemdarın iyi niyetine delil olan
bu emirname metni:

Alemdar Paşa’dan Kadı Paşa’ya mektup

Saadetlü kardeşim Hazretleri,


İstanbul’a gelişimizi kutlayan ve
samimiyetinizi izhar eden mektubunuzu aldım.
Beni son derece mahzuz etti. Bir bohça içindeki
hediyeler de makbule geçti. Zat-ı âlileri devletin
sadık ve hamiyetli büyük vezirlerindensiniz. Ve
hükûmete hizmetlerinizi ve hamiyetinizi işiterek
hakkınızda daima sevgi beslemişimdir.
Benim de maksadım din ve devlete hizmetten
ibaret olduğundan saltanata sadık olan,
bilhassa zatınız gibi hamiyetlilerle birleşerek,
din ve devlete hizmet etmektir. Harpte de
saltanatın satvetini göstermektir. Hâlbuki sabık
hükümdar Mustafa Han, devletin hainini ve
hâdimini bilmediğinden Rumeli ve Anadolu ileri
gelenlerini birbirinden nefret ettirdi. Din ve
devlet düşmanları yakamıza sarıldı. Maazallah
İslâm dini muzmahil olmak derecesine vardı.
Siz ve ben merhum hükümdar Sultan
Efendimizin sadık kulları olduğumuzdan devletin
yıkılmaktan kurtarılması ve cihanın emniyetini
temin için onu tahta çıkarmak üzere uzak
mesafelerden gelmiştim. Allah’ın iradesi başka
türlü tecelli etti. Sultan Mahmut Efendimiz tahta
çıktılar. Her ne kadar layık değilsem de mühürü
hümayunu bendenize emanet buyurdular.
Cenab-ı Hak bize Sultan Mahmut gibi melek
huylu bir padişah ihsan eyledi. Ahlâkı ve tutumu
Sultan Selim Efendimize benzer. İnşallah onun
zamanında cihan asayişe kavuşur.
Lakin Rusya, Fransa ve diğer devletler bizi
gözüne kestirmiş ve devletimizin temeli sarsılmış
olduğundan bütün devlet ileri gelenlerinin tek
vücut olarak birleşmesi lazımdır. Gönül birliği
ile memleketin nizamını kurduktan sonra
satvetimizi göstermek için bendeniz sefere
çıkacağımdan, din ve devlet hizmetinde birlikte
bulunmak için teşrifleriniz en büyük emelimdir.
Zat-ı saadetleri başkalarına benzemeyüp
büyük vezirlerin hamiyetlilerinden
olduğunuzdan size derin meylimiz vardır.
Askerlik ıslahatında her ne kadar muvaffak
olunmamışsa da sizin asker toplamaktaki
gayretleriniz malûmdur. Yanınızda 3.000 asker
bulunduğunu işitmiştim. Ne miktar mümkün
olursa yeniden asker yazıp toplamak
hamiyetinizden beklenir.
Bu yeni askere, ihtiyaten, tüfekçi neferi ismi
verilmesini, asker aylıklarının devletçe
ödenmesini, askerlerinizle beraber dersaadete
gelüp bizimle birleşmenizi rica ederim.
Alemdar Paşa’nın Nutku

Âyân ve hanedanlar toplanıncaya kadar vükela


arasında geçen müzakerelerin özeti sadrazam
huzurunda toplanan heyete sunulmuştu.
Alemdar Paşa, görüşmeleri şu samimi sözlerle
açtı:
“Bizler aslında ocaklıyız. Yeniçeri Ocağı
hakkında taassubumuz aşikârdır. Şehit
padişahımız ocaklıya meramını anlatamayıp
onlardan soğudu ve talimli asker tertibine
himmet etti. Bu ise bizim nefret ettiğimiz bir şey
olduğundan padişaha uyma hususunda
kusurumuz meydandaydı.
Vakta ki vezaret rütbesiyle başımız bağlandı,
başbuğluk unvanıyla kaderimiz yüceltildi.
Düşmanla muharebe ederken, düşmanın galip
geldiğini görerek bunun gerçek sebeplerini
aradığımda gördüm ki düşmanın galebesi
askerinin talimli ve muntazam, subaylarının
harp fenninde mahir ve iş başındakilerin fikir
birliği hâlinde olmasıdır. Bizim gidişimiz yolsuz
ve bildiklerimiz yanlıştır.
Merhum şehit padişahın gayretleri sadece din
ve devletin sağlamlaşması niyetine dayandığını
anlayıp pişman oldum. Durumu sırdaşım olan
bazı akıllı adamlara açtığımda onları kendimden
fazla müteessif gördüm. Padişah tahtından
indirilip işler eski kötü yoluna sürüklendiğinde,
asker güruhu bütün bütün nizamdan çıktı ve ehl-
i İslâma bin kat zaaf geldi.
O vakit İstanbul’un ne hâlde olduğunu
hepiniz bilirsiniz. Bu kötü durumdan müteessir
ve böyle giderse düşmanın İstanbul’a kadar
geleceği düşüncesiyle kederli olduğum sırada
şimdi devletin güvenilir adamları olan bu
kişilerle görüştüm. Din ve devlet samimiyetiyle
halleştim. Nihayet taht değişikliğinden sonra
eski nizamın yeniden kurulması hususuna Fatiha
okuduk. Çünkü eski padişah Sultan Mustafa’nın
hâli malûmdu. Saltanatta bir müddet daha
kalsaydı, Allah korusun Devlet-i Aliye çökerdi.
Allah’a şükür kıymetli padişahımız
yeryüzünün halifesi efendimiz hazretleri ilim,
fazilet, olgunluk ve anlayışla dolu olup biricik
maksatları topraklarımızı düşman elinden
korumaktır. Bu ise vekil ve vezirlerin tek gönül
ve tek fikirde birleşmelerine bağlı olduğundan
irade-i seniye üzere bütün âyân, hanedan ve
eşraf buraya çağrıldılar ve geldiler. Çöküntüye
yüz tutan devlet bünyesini kuvvetlendirmek için
ihtilafları kaldırarak birleştiler. Şimdi meseleyi
inceleyerek ne yapılmak lazımsa onu icra
edelim.”
Alemdar’ın bu nutkunu hazır olanların hepsi
beğendiler. Netice olarak, her ne olursa olsun
padişah emirlerinin geçerli olması, her yerde
devlet alacaklarının tahsil edilmesi, devlet adına
asker alınması, muhalefet eden olursa tedip
edilmeleri, ancak âyân ve hanedanlardan birisi
hakkında ittifak şartına aykırı bir hareketi
görülmedikçe bir muameleye girişilmemesi
kararlaşmıştı. Herkes tarafından imzalanıp
mühürlenip danışmaya son verildi.
Devlet-i Aliye’nin kendi tebaasından bir
takım bey ve ağalarla arasında bir ittifakname
tanzim olunması icra kuvvetinin kayıtlar altına
alınması manasında saltanatın bağımsızlığına zıt
idi. Bir müddetten beri vukua gelen
suiistimallerin devlet bünyesinde açtığı yaralara
bundan başka çare yoktu.
İttifak senediyle âyân ve hanedanlar teminat
almışlarsa da bunlar aslında vahşî adamlar olup
İstanbul’a gelmeleri Alemdar’a olan
güvenlerinden ileri gelmekte ve çoğunun
İstanbul içine girmekten ürktükleri
bilinmekteydi. Onun için devlet büyükleri
tarafından şehir dışındaki mesirelerde sadrazama
verilen mükellef ziyafetlerde bunlarla da sohbet
edilmekteydi.
Şaban ayının sekizinci günü padişah,
Sadâbâd’a geldi. Kâğıthane’nin iki yakası
tepelere kadar Rumeli askeriyle dolu idi, hepsi
selam durmuşlardı. Sadrazam, şeyhülislâm,
devlet büyükleri ile Anadolu ve Rumeli’den
gelmiş olan âyân, Bahariye’de toplanmış,
padişahın teşrifini beklerken, Sultan Mahmut
özel filikalarıyla Sadâbâd’da kurulmuş olan
çadırına geldi.
Sadrazam, şeyhülislâm ve vezirler padişah
huzuruna girdiklerinde Cebbarzâde, Kara
Osmanoğlu, Serezli İsmail Bey de huzura
çıkarıldılar. Kendilerine samur kürkler giydirildi
ve bellerine hançerler takılarak taltif olundular.
Padişah Serezli’ye hitaben: “Pek güzel askerin
var. Allah düşmana galip eyliye.” diye iltifat etti.
Padişah huzurundan çıkan âyân, sadrazam
çadırına getirilerek kendilerine hil’atler
giydirildi. Bu toplantı fikirlerin birleşmesine
hayli yardım etti ve âyâna güven geldi. Şaban
ayının on dördüncü günü Kadı Abdurrahman
Paşa, Sultan Selim zamanında topladığı talimli
askeriyle Üsküdar’a ulaştı. On yedinci günü
Bâb-ı Âli’ye davet edilerek kendisine Kütahya
sancağıyla Anadolu Seraskerliği verildi.
Sened-i İttifak İmzalanması
Danışma toplantısında imzalanan ittifak
senedinin metni:
Bu senedin yazılmasının sebebi:
Herkesin velinimeti olan Devlet-i Aliye-i
Osmaniye’nin kuruluşundan bugüne kadar şan
ve şerefinin gittikçe yükselmesi, galibiyetlerinin
devamı ve memleketler ele geçirmesi, daima
birlik ve beraberlikle hareket edilmesi ve şahsî
çıkarların hiçe sayılması ve eşkıyanın önlenmesi
sayesinde olmuştur.
Bir müddetten beri nizam bozulmuş, devlet
büyükleri arasında ve taşra hanedanlarında
bencil düşünceler ve eşkıyalık halleri
görüldüğünden, bu hâl devletin içerde ve
dışarıda itibarının sarsılmasına sebep
olduğundan, bunun önlenmesi için gerekli
tedbirlerin alınması hususunda yapılan
konuşmaların bir ittifak şeklinde belirtilmesinin
faydalı olacağına kanaat getirilmiştir. Devletin
nizamının korunması aşağıdaki şartlara bağlı
olduğunda ittifak edilmiştir.
Birinci şart: Padişahın devlet ve saltanatının
ebediyete kadar devamı şart olup bunu
sağlamak hepimize borçtur. Hepimiz bundan
mesuluz. Herhangi bir zamanda gerek vezirler
ve ulema ve gerekse taşra hanedanı ve bütün
ocaklar tarafından kavlen ve fiilen, gizli ve açık
herhangi bir ihanet, emirlere aykırı bir hareket
meydana gelirse bunun doğrulanmasından
sonra bu işe cesaret edeni, herkese ibret dersi
olacak şekilde terbiye etmek için hepimiz birlikte
gayret göstermeyi, eğer gevşeklik eden olursa
onu da hep birlikte terbiye etmeyi, bu ittifaka
dahil olmayan bulunursa onu da ittifakın
şartlarına riayete ve ittifaka girmeye zorlamayı
kabul ediyoruz.
Padişahımızın gerek kendilerine ve gerek
devletine ve gerekse emirlerine riayetin
sağlanması ve kötülükten ve ihanetten
korunmasına malca ve vücutça yardım etmeyi
hepimiz taahhüt eder, kefil oluruz. Hayatta
oldukça bizlerin olmadıkça evlatlarımızın bu
hususlardan mesul olduklarını beyanla
padişahımız efendimizin hizmetlerine hazır
olduğumuzu bildiririz.
İkinci şart: Devlet-i Aliye’nin devamı, kuvvet
ve nüfuzunun artması; kendimizin ve
hanedanlarımızın devamını sağlayacağından
hepimiz bir arada karar verdiğimiz şekilde
devletin kuvvetinin artması için ülkemiz içinde,
müzakere meclisinde belirtilen usule göre,
devlete asker yazılmasına bütün şahıslar ve
hanedan gayret etmelidirler. Eğer bu asker
toplamaya şu veya bu sebeplerle karşı koymak
isteyen olursa, hepimiz buna daima karşı
koyarak, buna niyet edeni hain sayarak hep
birlikte yok etmeye gayret edeceğiz. Devlet-i
Aliye’nin her ne tarafında bir düşmanlık
meydana gelirse süratle yok edilmesine
çalışacağız.
Üçüncü şart: Devletin kuvvetlenmesi
hepimizin maksat ve arzusu olduğundan bu
hususu sağlamaya hep beraber karar
verdiğimizden kuvveti artması için asker
toplama gayretimiz gibi; gerek halkın malının
gerekse devlet gelirinin muhafazasını da taahhüt
eder, vergilerin zamanında halktan alınarak,
zamanında devlete ödenmesine ve ziyan
olmamasına gayret etmeyi ve padişahın
emirlerinin yerine getirilmesine her kim karşı
koyarsa hepimiz birden bunu terbiye etmeyi
kabul eder ve taahüt ederiz.
Dördüncü şart: Devleti-i Aliye’nin öteden beri
bütün usûl ve nizamı padişahın ve bütün devlet
büyüklerinin emirleriyle meydana geldiğinden
bundan böyle herkes büyüğünü bilip vazifesinin
dışındaki işlere karışmamalı ve bütün emirler
sadrazam tarafından çıkarılmalıdır. Bu emirler
padişahın emirleri olduğundan bunun aksini
yapmaya hiç kimse cesaret etmemelidir. Her kim
işinin dışında başkasının işine karışırsa hepimiz
ondan davacı olarak durumu sadrazama
bildirmeli ve sadrazamın emrine göre hareket
edilmelidir. Sadrazamdan da gerek hükûmet
merkezi gerekse taşraya ait işlerde kanun dışı
bir hareket olursa onların da hep birlikte
önlenmesi şart olmalı. Veya birisine kızar ve
iftira ederek şahsiyat yaparsa onun da
önlenmesi ve bu kimsenin muhafazası hepimiz
tarafından taahhüt edilmelidir.
Beşinci şart: Padişahın ve devlet kuvvetinin
ve nizamların muhafazasına hepimiz kefil
olduğumuz ve söz verdiğimiz gibi gerek bu
ittifaka dahil olanların gerekse devlet
büyüklerinin birbirine güveni şart olduğundan
bu güvenin sağlanmasının da birbirlerine karşı
sorumlu olmalarına bağlı bulunduğundan
bunun sağlanması aşağıdaki şekilde olur:
Hanedandan birinin bu ittifak şartlarına
aykırı bir hareketi kesinlikle belli olmadan
Devlet-i Aliye tarafından veya taşradaki
vezirlerden veya birbirlerinden yapılan bir
taarruz ve hücumla bir kötülük meydana gelirse
uzak yakın denmeden hepimiz davacı olarak
bunu yapanı terbiye ve uzaklaştırmada birlikte
hareket etmeliyiz. Kendimiz hayattayken
kendimizin, ölümümüzde hanedanlarımızın
devamına ve muhafazasına bütün devlet ileri
gelenleri söz verdikleri ve bundan sorumlu
oldukları gibi hanedanlar da idareleri altındaki
âyânlara ve devlet vazifelilerine karşı
sorumludurlar.
Bu âyân ve devlet vazifelerine hanedandan
birisi tamahkârlık veya başka bir sebeple
kötülük etmeye kalkmamalı, bunların da taahhüt
dışında bir suç veya kabahati olursa
araştırıldıktan sonra, sadrazamlıktan sorarak
yok edilmesine hanedan gayret etmeli ve yerine
başkasını seçmelidir.
Herkes uhdesinde bulunan yer dışında bir
karış yere dahi taarruz etmeyecektir. Her kim
tecavüz ederse, uzak yakın denmeyerek hepimiz
davacı olarak mâni olacağız. Eğer dinlemezse
tecavüzü önlemeye ve bastırmaya ve yapanı
uzaklaştırmaya hepimiz birlikte gayret edeceğiz.
Kendilerine devletçe vazife verilenlerle âyânın
hepsi tek bir vücut olup hep birlikte karışıklığın
giderilmesine gayret edeceklerdir.
Her kim fukaraya zulmederse ve şeriata karşı
gelirse onun da terbiyesinde birlikte hareket
edilecektir. Bütün hanedanların ve âyânların ve
hükûmet vazifelerinin hareketleri hakkında
böylece sorumluluk kabul edildiği gibi vekiller,
ulema ve devlet ileri gelenleri ve saltanat
memurları tarafından herhangi bir vakitte
kışkırtma ve yapılacak bir iftira ciddiyetle
araştırılıp doğrulanmadıkça tekdir
olunmamasına, hanedanlara karşı devlet kefil
olduğu gibi devlet vazifelilerine karşı da
hanedanlar kefil ve söz vermiş olduklarından
bunun aksine hareket edilmemesi eğer birisinin
bir kusur ve kabahati herkesçe belli olursa
sadrazamlıkça kabahatine göre cezaya
çarptırılması lazımdır.
Altıncı şart: İstanbul’da ocaklarda vesairede
herhangi bir kışkırtma ve karışıklık olursa bütün
hanedan izin aldıktan sonra İstanbul’a gelerek
karışıklığa teşebbüs edenin ve ocağın
kaldırılmasına, eğer bu bir sınıf ise son defa
karışıklığa sebep olan Boğaz Kalesi neferlerinin
kaldırıldığı gibi, kendilerinin yok edilerek
dirliklerinin kaldırılmasına ve maaş
defterlerinden isimlerinin silinmesine, eğer
karışıklık çıkaranlar şahıslarsa herhangi
tabakadan olursa olsun tahkikat yapıldıktan
sonra idam edilmesi hususuna bütün hanedan
ve memleketteki saray vazifelileri, İstanbul’un
emniyetinin sağlanmasına kefil olduklarından,
bu kuvvetli bağlılık neyi gerektirirse onu yerine
getirmek için gayret sarf edeceklerdir.
Yedinci şart: Fakir ve reaya’nın korunması
esas olduğundan hanedan ve vazifeliler
tarafından idareleri altında olan kazaların
asayişine, fukara ve reayadan vergi alınmasında
mutedil harekete dikkat edilmesi lazım
olduğundan zulüm ve düşmanlığı ve
vergilendirmeyi vekiller ve vazifeliler ve
memleket hanedanları aralarında müzakere
ederek ne yolda karar verirlerse onun devamına
ve yerleştirilmesine ve bunun dışına çıkılarak
zulüm ve düşmanlık meydana gelmemesine
dikkat olunmalı ve her hanedan birbirinin
hareketine dikkat ederek bir zulüm ve düşmanlık
görüldüğü takdirde Devlet-i Aliye’ye haber
verilmeli, hep beraber önüne geçilmelidir.
Bu yedi şart müzakereler sonunda karara
bağlandığından aksine hareket edilmemesine
Allah’a yemin edilip Resulüne söz verilmekle
altı imzalandı. 1808 senesi eylül ayının yirmi
beşinci günü şu kişiler tarafından imzalandı:
Sadrazam, Şeyhülislâm, Kaptan Paşa, Kadı
Abdurrahman Paşa, Kazaskerler, Sadaret
Kethüdası, Yeniçeri Ağası, Defterdar, Rikâb-ı
Hümayun Kethüdası Mustafa Reşit Efendi,
Bahriye Nazırı, Çavuşbaşı, Birinci Ruznameci,
Cebbarzâde Süleyman Bey, Serezli İsmail Bey,
Kara Osmanoğlu Ömer Ağa, Muhasebeci Evvel
Ahmet Efendi, Sipahiler Ağası, Beylikçi ve
Ametci Efendiler, Cermen Mutasarrıfı.
İmzalanan senet, padişaha sunuldu. Sultan
Mahmut bu hususta Enderun ricalinden
bazılarıyla görüştü. Bunlardan Başçuhadar
Eğriboyun Ömer Ağa: “Bu senet sizin saltanat
istiklalinize dokunur lakin reddi kabil değildir.
Şimdilik çaresiz tasdik olunup sonra ilgası
çaresine bakmalıdır.” dedi.
Sultan Mahmut, vesikanın yukarısına hatt-ı
hümayunu ile imzasını attıysa da bu husus
kendisine bir iç azabı olmuş, o günden itibaren
âyân güruhuna ve onları destekleyenlere kin
beslemeye başlamıştır. Bu senedin tanziminden
sonra Enderun adamlarının el altından ocaklıyı
okşamaya başladıkları işlerin gidişinden
anlaşılır.
Şaban ayının sonunda Selanik ve Kavala
sancakları Serezli İsmail Bey’e verildi.
Sadrazamın daveti üzerine İstanbul’a gelmiş
olan, Bahadır Giray’a sultan kalgaylık rütbesi
verilmiş ve Tuna başbuğu tayin olunmuştur.
Levent Çiftliği’ne bir miktar asker konulmuş,
evvelce Nizam-ı Cedid ocağında bölükbaşı olan
Arnavut Mustafa Üsküdar kışlasına
yerleştirilerek asker yazmaya başlamıştı.
Üsküdar’da askerin talimine başlandı. Sultan
Selim devrinde talim görmüş olan bölükbaşı ve
mülâzimler işe alındı ve eski ocak kethüdası
Süleyman Ağa, ocak ağalığına getirildi. Böylece
Nizam-ı Cedid Ocağı yeniden kuruldu. Yeniden
yazılan askerler Levent Çiftliği’ne ve Üsküdar
kışlasına yerleştirildi. Hepsine tek biçim aba,
dizlik ve tozluk giydirildi. Yalnız eskiden
bunlara Nizam-ı Cedid askeri veya asker-i
şahane denirken şimdi “sekban” denildi.
Aslında yeniçeri tayfası kışlada oturan, ulûfe
alan bir askerken, zamanla nizamları bozulmuş
ve esnaf ve rençber güruhundan ibaret kalmıştı.
Gerek yeniçeri, gerek öteki ocak ulûfeleri bir
nevi irat ve akar hâline getirilerek, esham ve
mukataalar gibi alınıp satılır olmuştu. Bu ise
hazineye beyhude masraf açmakta idi.
Bundan böyle asıl yeniçeri, yani kulluk,
karakullukçu, kışla ihtiyarı gibi fiili hizmette
bulunanlardan başka ulûfe alanların ellerindeki
maaş beratının alınmasına vükelaca karar
verilerek padişaha arz olundu ise de devletin
buna bilerek göz yumduğu sebebiyle bu maaş
beratını (esame) parasıyla satın almış olanların
zarara uğrayacakları ve bu kadar halkın birden
bire azıklarının kesileceğinden dolayı padişah
doğru bulmadı. Ancak kendi rızasıyla beratlarını
getirenlere gümrüklerden iradın yarısının
verilmesi ve temerrüt edenlerin beratlarının
hazineye zorla alınması hakkında irade çıktı.
Bunun üzerine berat sahipleri ellerindeki
beratları gümrüklere getirerek yarı bedelle
gümrük akçesine çevirdiler. Bu suretle Yeniçeri
Ocağı, Sultan Süleyman’ın kanununa uygun
hâle getirildi. Yeniden toplanan asker başka
ocak sayılarak, askerin bundan böyle sekiz
ocaktan kurulu olmasına karar verildi.
Sekban Ocağı’nda ulûfe ve tayın fazla
olduğundan kendi arzularıyla bu ocağa pek çok
fakir yazıldı. Şu var ki maaş beratı alım
satımından çok para kazanan ocak eskileri
memnun değillerdi. Bu gidişle sokak aralarında
eskicilik yapmaktan gayrı bir iş
bulamayacaklarını düşünmekteydiler. Ne çare ki
Alemdar’ın korkusundan kimse
başkaldıramıyordu. Yalnız bu gibiler gizlice
toplaşıp birbirlerine dert yanmaktaydı.
Her ocağın kendine mahsus bayrak, tuğ ve
davulu vardı. Sekizinci ocak olan Sekban
Ocağı’nın da itibarını arttırmak için; kol
kethüdası, zağarcı, samsuncu, turnacı ağalar ile
umur-ı cihadiye nazırı, on kadar hoca, tarikat
şeyhleri, cami vaizleri şaban ayının yirmi
yedinci günü Bâb-ı Âli’de toplanarak
sadrazamın verdiği; tuğ, bayrak ve davulu
muhteşem bir alayla alıp Tekbir getirerek
Üsküdar’a geçirdiler, Selimiye Kışlası’na varıldı.
Orada bekleyen Kadı Abdurrahman Paşa’nın
huzuruna çıktılar. Burada vaiz efendiler dua
ettiler ve muhteşem tuğ kışla alanına dikilerek
ocak merasimi tamamlandı.
Sultan III. Selim zamanında Nizam-ı Cedid
askeri Bostancı Ocağı’na bağlı iken, sekbanların
böyle müstakil bir ocak hâline getirilmesi
yeniçerilerin hasetlerini bir kat daha alevlendirdi.
İstanbul’da ticaretle meşgul olan nice kişiler
yeniçeri ortalarından birine mensup iseler de
harp fennine âşinâ olmadıklarından işe
yaramayacaklardı. Bundan böyle manav, hamal,
kayıkçı ve diğer sanat erbabının önce sekban
yahut kalyoncu yazılıp harp sanatını öğrendikten
sonra sanatlarını icra etmeleri ve bunu
yapmayanların İstanbul’da ticaretten
menedilmeleri de kararlaştırıldı. Ama bu husus,
öfke ve çeşitli dedikoduları mucip olduğundan
fitne ve fesat ateşi bir kat daha kuvvetlendi.
Kaptanıderya Remzi Paşa tersanede haddini
aşmış olan tayınları kesmiş ve Galata tarafındaki
odalarda kalyoncu tayfasının alenen yaptıkları
bozgunculuğu yasaklayarak ıslahata gayret
ettikten başka, tersane çavuşlarının yirmi beşinci
bölüğün kahvecisi burunsuz Mustafa’yı İslâm ve
Hristiyan gemilerinden haraç almak suçuyla
idam ettirmişti. Bu hâl ocaklıya çok dokundu.
Fakat Alemdar’ın korkusundan ağız açamayan
zorbaların her biri bir köşeye saklandı.
Bundan sonra âyân memleketlerine dönüp
vükela da devlet işleriyle ve askerî tanzimle
meşgul olmaya koyuldular. Bir taraftan da
gizlice barış yapmak için İngilizlerle görüşmeler
devam ediyordu. Zira Napolyon’dan hayır
gelmeyeceği anlaşılmış ve devletin ancak kendi
kuvvetine güvenebileceği belli olmuştu.
Bu arada, sekban yazmaya ve bunların
Selimiye ve Levent Çiftliği kışlalarında
talimlerine devam ediliyordu. Cebbarzâde ve
diğer memurlar tarafından taşralarda da talimli
askerlerin çoğaltılmasına çalışılıyordu. Bir
taraftan da Alemdar Paşa Ruslarla anlaşmaya
çalışıyordu.
Alemdar Paşa Olayını Hazırlayan Sebepler

Alemdar Paşa devletin kudretini artırmak için


mülkî ve askerî ıslahata çalışmakta idi. Yeni
Sekban Ocağı’nın kurulması ve maaş
beratlarının gümrük eshamına çevrilmesi,
ocaklıyı kızdırmış ve gelir yapmak üzere berat
satın alanları da zarara uğrattığından bunların da
kini artmıştı. Gerçi askerî ödeneğin fiilen
hizmette bulunanlara tahsisine, şeriat ve akıl
bakımından diyecek birşey yoktu. Lakin
zamanenin o kadar doğruluğa tahammüllü
olmadığından avam ve havastan Alemdar
Paşa’ya kin besleyenler çoktu.
Ayrıca fiilî hizmet şartının ilmiye mesleğine
de sirayet etmesi ihtimali ulemayı
ürkütmekteydi. Alemdar Paşa’nın usul
bilmediğini, mahkemelerde kazaskerlerin,
kâtiplerin dediğine göre hükmettiklerini görünce
“Asıl işi şu küçük efendi görüyor. O büyük
efendinin ne lüzumu var?” sözü ulemayı
endişelendiriyordu.
Nihayet devlet ricalinin müstakil olarak işlere
bakmaları Enderun ricalinin hasedini uyandırdı.
Padişah da ittifak senedinden pek hoşnut değildi.
Enderun adamları gizlice ocaklıları ve kamu
efkârını Alemdar Paşa aleyhine kışkırtıyorlardı.
Hele İstanbul’da sanat icrası için önce askerlik
taliminin şart koşulması fitne ve fesadı artırmıştı.
Öyle ki; bu sırada Sultan Mustafa’nın yeniden
tahta çıkarılacağı lafları bile söylenir olmuştu.
Bu hususa dair Alemdar Paşa, padişaha şu takriri
sunmuştu:
“Cenab-ı Hak devlet bünyesinin temeli olan
melek huylu padişahımızı gece ve gündüz, maddî
ve manevî arızalardan korusun ve kudretini
günbegün artırsın.
Bugün büyük ve küçük herkesin tek
düşüncesi, padişahımızın memnuniyeti
olduğundan, bu defa Şeyhülislâm Efendi iyi
niyetli ulemanın ifadelerini ve kendi sadık
düşüncelerini ihtiva eden bir tezkereyi
göndermiş olduklarından, yüksek huzurunuza
sunuyorum.
Allah bilir çeşit çeşit zararlı dedikodular
işitilmekte olduğundan hepimiz bundan
muzdarip bulunduğumuz hâlde bi-edep
olmamak için arz etmeye cesaret edemiyoruz.
Meselâ, eski padişahın bulunduğu dairenin bir
tarafında bir küçük kapı varmış, geceleri kıyafet
değiştirip, annesiyle birlikte çıkıp harem-i
hümayun içinde dolaşırlarmış.
Şeyhülislâm Efendi’nin tezkerelerinde yazılı
hususlar devletlü Esma Sultana aittir. Şöyle ki:
Eski padişah sultana bağlı ve koruyucu
olduklarından gerek kendisi, gerek
etrafındakiler, adamın zihnini karıştıracak: “Biz
yakında Sultan Mustafa’yı tahta çıkaracağız.”
gibi yalanlar yapıp, kötü telkinler yapıyorlarmış.
Bu meyanda geçenlerde kıyafet değiştirip
Balat tarafında dolaşırken, kulluk çorbacısını
çağırıp beş on dakika konuştukları anlaşılmıştır.
Ne kadar fesat tohumu ekseler, padişahımızın
sayesinde bir netice alamazlarsa da yalanları
önlemek için tarafımdan gerekli kovuşturma ve
tedipler yapılmaktadır. Bu gibi yalanlar, saf
adamları tehlikeye düşürür. Velhasıl, Esma
Sultan’ın bu hareketlerini, annesinin kardeşinin
hallerini şeyhülislâm müteaddit defalar bana
söylediği gibi şimdi de yazıyla bildiriyor.
Esma Sultan’ın yüksek şanına yakışmayan
davranışları geçen gün tarafımdan darüssaade
ağası kullarına bildirilmiş ise de bir sonuç
alınamadığından bu mektubu yazmaya cesaret
ediyorum. Allah bilir eski padişahımızın bir
kılına dokunmak kimsenin aklıma gelmez.
Maksat şevketmeap efendimizin memnuniyetini
temin ve zararlı dedikoduları önlemektir.
Bu yüzden ızdırabımızın çokluğu dolayısıyla
âdâb dışı böyle bir mektup yazmaya cesaretimizi
af buyurmanızı ve eski padişahımızın bulunduğu
yerin mazbut tutulmasını ve Esma Sultan’a ve
maiyetine bundan böyle, bu gibi hallere cür’et
etmemelerinin tebliği hususunu istirham
ederim.”
Bu arada, gafil ve kibirli vezirler ise
zorbaların iktidarları kırıldı vehmiyle mal
toplamaya ve ziyafetler çekmeye koyulmuşlardı.
Devlet işleri görüşülecek diye her gece bir yerde
sazende ve hanendelerle işret sofraları
kuruluyordu. Hatta içlerinde en faziletli ve
dirayetli olan Kaptan-ı derya Ramiz Paşa, işret
sefasına dalmış ve daimi sarhoş olarak Hatayi
isimli bir cariyesiyle zevk sürüyordu.
Alemdar, iktidar makamına musallat olan eski
hırsızları bertaraf etmişse de yeni gelenler yine
açık ve gizli rüşvetler almaya, dağıtmaya ve
sefahate koyulmuşlardı. Feleğin bu çarkı, devlet
ve ikbal kadehine ne katmış ki bir yudumunu
içen mest olup önünü arkasını görmez oluyor.
Sultan Selim ricali hayli olgun kimseler iken
sefahat ve ihtişama düşüp işi azıttılar, ondan
sonra, Sultan Mustafa devri ricali yolsuzluğu
artırarak eskilere rahmet okuttular. Şimdi de
devleti kurtarma iddiasıyla ortaya atılanlar esas
davayı unutarak zevk ve sefaya daldılar ve
sonunda Alemdar Paşa gibi hamiyetli bir veziri
nazlarına alıştırdılar.
Alemdar Paşa, III. Selim’in hal’inde rol
oynayan kişileri birer birer sürgüne göndermişti.
Bunlardan biri de Kazasker Hafid Efendi idi.
Onun da sürgüne gönderilmesi lazım gelirken
Alemdar Paşa’ya bir cariye takdim ederek
kurtulmuştu. Gerçi Alemdar’ın yakınları bu
hususta ısrar ederek nihayet onu da
sürdürmüşler ise de bu adamın cariyeye verdiği
talimat tesirsiz kalmamıştı.
Şöyle ki; Kamertab isimli bu cariyeyi Hafid
Efendi, Alemdar’a takdim ederken ona: “Ne
yaparsan yap. Alemdar’ın silahlarını çıkart. Din
ve devlete hizmet etmiş olursun.” diye emir
vermişti. Kamertab çok güzel olduğundan
işvesiyle Alemdar’ı meftun etmiş ve silahlarını
çıkartmaya muvaffak olmuştu. Oysa Rumeli
âyânları nazarında silahsız gezmek ayıptı.
Herkes Alemdar’ı divanda silahsız görünce
şaşırmıştı.
Alemdar Paşa eğilmez ve kuvvetli bir
adamken hasımları zayıf tarafını arayıp onu
kadınlar vasıtasıyla mum gibi yumuşattılar ve
felaket kuyusuna attılar. Aslında doğr u bir
adamdı ve halis niyeti saltanata fedakârca hizmet
etmekti. Şânîzâde’nin dediği gibi; eğer iyi
arkadaşlara sahip olsaydı, din ve devlete misli
görülmemiş hizmetler yapabilirdi. Lakin
dünyanın mizacını bilmediği cihetle mücerret bir
âlet hâline gelmiş, devlete musallat olan adamlar
onu şehvet ummanına gark edip şuurunu elinden
almışlardı. Bu suretle onu emellerinin icrasına
âlet etmişler; haklı-haksız idam, sürgün ve
müsadere cezalarını onun iradesiyle icra
ettirmişlerdir. Artık onun yanına kimseyi
yanaştırmıyorlardı.
Alemdar’ın kulağı, dalkavuk seslerinden
başka bir, şey duymaz olmuştu. Hatta
Mollacıkzâde Ata Efendi, kardeşi Muhtar
Efendi’nin sürgünden affını rica için bir gün
Bâb-ı Âli’ye gidip sadrazamın huzuruna
çıktığında Alemdar’ın cevabı şu olmuştu: “A be
efendi ben ne sizi, ne kardeşinizi, ne müfti, ne
kazaskerinizi bilirim. Şurada oturan kimseler din
ve devlet elden gidecek, şunları sürmek nizam-ı
devletin temelidir, böyle etmek lazımdır dediler,
ben de öyle ettim.”
Alemdar’ı iktidara getiren âyân birer birer
memleketlerine dönmüş, vükela gaflete
dalmışken ocaklılar el altından fitne kazanını
kaynatmaktaydılar. Çünkü ocaklılar Alemdar
Paşa’ya Yeniçeri Ocağı üzerine konmuş bir bela
baykuşu gözüyle bakıyorlardı. Onun için
Alemdar’ın kolu ve kanadı hükmünde olan
âyânın çekilip gitmesine seviniyorlardı.
Talimli asker sayısı 30.000’e çıksa, Rumeli
âyânının memleketine dönmesinde mahzur
olmazdı. Lakin sekban askerinin sayısı henüz
dört bindi. Bu da ocaklının hazırladığı fitne
yangınının söndürülmesine yetmezdi. Ne çare ki
vükelanın basireti bağlanmış olduğundan
gündüzleri, “Oruç keyfiyiz.” diye camilerde
dolaşır, akşamları iftar daveti diye bir yerde
buluşup eğlenirlerdi.
Büyüklerin bazıları kadınlar gibi süslenmeye
başlamış, onları taklit eden orta hâlliler de tanesi
yüz kuruşluk sarık, topu beş yüz kuruşluk Hint
kumaşı, dört bin kuruşluk kürk giymeyi âdet
hâline getirmişlerdi. Herkes kadın gibi
süslenmeye koyulmuş, bu huy asker tayfasına
da yayılmıştı. Rumeli askerleri altın ve gümüş
tozluk, sinebend, ceviz büyüklüğünde gümüş
düğme, gümüş kundaklı tabanca ile yirmi otuz
okka ağırlığında gümüş taşıyarak bu ağırlık
altında yürüyemez olmuşlardı. Sekbanların
aylıkları ihtiyaçlarından fazlaydı. Bunların bir
kısmı kalpaklarını altın şeritlerle süslüyor,
tepelerine büyük inciler takıyorlardı.
Sekbanların bu refahını gören yeniçerilerin
yüreklerinin yağı eriyordu. Ramazanın ortasında
kadim âdet üzere, öteki ocaklar gibi sekban
ocağı zabitleri de bir akşam Bâb-ı Âli’de iftara
davetli idiler. Bu davete süs ve saltanat içinde
gelmeleri yeniçerilerin kalbini haset ateşiyle
kebap eyledi. Yeniçerilerin düşmanlıkları artıp
ihtilal ateşi yanmaya hazır hâle gelmişti.
Yeniçeri Ocağı’nın kaldırılacağı herkesin
elindeki ekmek parasının alınacağı, erkânın
Nizam-ı Cedid kılığına konacağı rivayetleri
yayılıyordu. Bâb-ı Âli duvarlarına: “Rumeli’den
geldi çıtak, Bayram ertesi ya kılıç oynayacak ya
bıçak.” gibi yaftalar yapıştırılıyordu.
Bazı samimî dostları bu işin kötüye gideceğini
anlayarak, Alemdar’ın Edirne’ye gitmesini ve
Rumeli askerini toplamasını tavsiye ettilerse de
Alemdar yeniçerileri hakir görüp, “Bir takım
manav, leblebici, kayıkçı güruhu ne yapabilir
diye işi hafife alıyordu. Hâlbuki düşmanı küçük
görmenin ne büyük hata olduğu erbabına
malûmdur. Alemdar Paşa İstanbul’un hâline
vâkıf olmadığından onu mazur tutalım, devlet
ricali adını taşıyan yadigârlara ne diyelim…
Yeniçerilere göre ise Yeniçeri Ocağı
aleyhinde söz söylemek küfürdü. Bir vaiz
talimin vacip olduğunu ve herkesin Sekban
Odası’na yazılmasını vaazlarında söylüyor ve
Yeniçeri Ocağı’na tariz ediyordu. Koşmani
ismindeki bu vaiz, Fatih Camii’nde vaaz ederken
yedinci cemaat odabaşısı ve vaizi kürsüden
indirmeye çalışırken Koşmani, “Ulema yok mu!”
diye yardım istemişti. Odabaşı da “Yeniçeri yok
mu!” diye feryat edince büyük kavga güçlükle
bastırıldı.
Ocaklılar; ramazan başından beri Alemdar’ı
bir yerde sıkıştırıp öldürmek üzere gizlice
görüşüyorlardı. Alemdar Paşa ve arkadaşları
hazırlanan suikasttan gafil idiler.

Alemdar Paşa Olayının Ortaya Çıkması

Sadrazam Alemdar Paşa, Kadir gecesi iftar için,


Atikali Paşa Camii karşısındaki şeyhülislâmın
konağına gitmişti. Dönüşünde seyirciler
kalabalık olduğundan, sekbanlar yol açmak için
rast geldiklerini değnek ve kamçı ile
dağıtıyorlardı. Döğülenler yaralı ve bereli hâlde
yeniçeri kahvelerine girerek:
“Bizleri ehli İslâm olduğumuz hâlde, zerre
kadar günahımız yokken dövmek neden lazım
geliyor? Bir haydut geldi, bir padişahı tahtından
indirip zorla mührü aldı, hâlâ şevketlü
padişahımıza yaraşan kulluğu göstermiyor. Bir
takım hainlerin sözüyle ulemayı ve ocaklıyı
kaldırmak, fukarayı ayaklar altına almak istiyor.
Biz niçin korkuyoruz? Elhamdülillah bizler onun
yanındaki aşağılık güruhundan kat kat fazlayız.
Müslümanlığımızı ve yeniçeriliğimizi
anlatmalıyız.” diyorlardı.
Ocaklılar bir olay çıkarmak üzere
hazırlanmıştılar. Kahvelerde Alemdar Paşa
aleyhine alenen söz söylüyorlar ve halkı kendi
yanlarında bulunca cesaretleri artıyordu. Bu
sırada “Vükela, yeniçeriliği kaldırmaya karar
verdi.” diye haberler yayılıyordu. Ocaklılar
telaşla dokuzuncu bölüğün kışlasında toplanıp:
“Bir müddet daha geçerse sekbanlar çoğalıp
başa çıkamayız. Şimdiden çaresi bulunmalı.”
diye niyetlerini açığa vuruyorlardı.
Şöyle ki; halkı ayaklandırmak ve kulakları
şamataya alıştırmak ve zihinleri karıştırmak,
sadrazam dışarı çıkarsa kurşunla öldürmek üzere
saat dört sularında birkaç defa yalandan “Yangın
var!” diye şamata çıkarmışlarsa da sadrazam ve
vükela yerlerinden çıkmadıkları için bir şey
yapamamışlardı.
Alemdar Paşa, Bâb-ı Âli’de yalnız
olduğundan onun konağını basıp işini bitirmeye
karar verdiler. Bunun üzerine saat yedi sularında
kışlalarından çıkıp ve parola olarak “sabahtır”
sözünü kullanıp önce Ağakapısı’na vardılar.
Yeniçeri Ağası Mustafa’ya kararlarını icrada
yardımcı olmasını teklif ettiler. Mustafa Ağa,
nasihate başlayınca hemen orada idam ettiler.
Bir miktar askerle kol kethüdasını kışlada
bırakıp Bab-ı Âli’ye doğru yürüdüler. Sessizce
Bâb-ı Âli’yi çepeçevre kuşattılar. Alay
Köşkü’nde büyük kapının üzerindeki kethüda
kapısının altına saman dökerek ateşe verdiler.
Bu sırada civardan tüfek atmaya gelen
sekbanları öldürmeye başladılar.
Alemdar Paşa gafildi, askeri şurada burada
dağınıktı. O zamana kadar harem dairesinde
bulunan sadrazam, neden sonra bu isyandan
haberdar oldu. Davul çaldırmak suretiyle
askerini toplamaya çalıştı. Askerler, dağınık
olduklarından ve kendilerine bir talimat
verilmediğinden bulundukları yerde kaldılar ve
işin sonunu beklemeye koyuldular. Bu askerler
kolayca toplanacak bir tarzda yerleştirilmiş ve
bir işaretle harekete geçmeleri temin edilmiş
olsaydı bu işin bir çaresine bakılırdı.
Sayıları dört-beş bini bulan Rumeli askeri
eşkıyaya mukavemet eder, Levent Çiftliği ve
Selimiye kışlalarındaki sekbanlar yetişince yeteri
kadar kuvvet temin edilmiş bulunurdu. Ne çare
ki devlet büyükleri gaflet içinde olduklarından iş
bu raddeye gelinceye kadar bir şeyden haberleri
olamamıştı. Hatta vak’a zuhur ederken Levent
Çiftliği’nde bulunan talimli askerin yanında
cephaneleri bile yoktu.
Yeniçeriler de tedbirli davranıyorlar,
sadrazamın şurada burada dağınık olan
askerlerine adamlar yollayıp: “Bizim işimiz
ocağımızın düşmanı olan vezirledir. Onun işi
tamam oldu. Sizler başımızla berabersiniz.
Bektaşî tarikatında yoldaşımızsınız. Kışlalara
buyurun.” diye zihni karıştırıcı haberler
iletiyorlardı. Bu yüzden sekbanların bazıları
yeniçerilerin davetine icabet ederek eşkıyanın
arasına karıştılar.
Davul çaldırdığı hâlde askerinin gelmediğini
gören Alemdar, dehşete düştü. Yanındaki
bölükbaşlarından bazıları: “Burada düşman
eline düşmektense ahırda bulunan atlara
binerek eşkıya topluluğunu yarıp geçelim ve
selametle çıkabilirsek dışarıdaki sekbanlarla
birleşelim.” dedilerse de Alemdar: “Elbette bize
yardım gelir, o zamana kadar pusudan cenk
edelim.” diyerek etrafındakileri harem
dairesindeki mahzene soktuktan sonra kendisi
de köleleriyle beraber mahzene girip dışarıdan
yaklaşmak isteyenlere kurşun atmaya başladı.
Tüfek sesleri halka dehşet veriyordu. Herkes
dışarı çıkıp olanı biteni öğrenmek istediklerinde
köşe başlarını tutan yeniçeriler: “Bu yangın
bildiğiniz yangın değildir.” diye olayı
anlatmaları üzerine, namuslu insanlar evlerine
kapanıp hazan yaprağı gibi titrerlerken, reziller
güruhu silahlanıp Paşakapısı’na doğru
koşuyorlardı. Sel gibi akıp gelen bu rezillerle
eşkıyanın kuvveti artmış ve Bâb-ı Âli’nin etrafı
insan deryası olmuştu. Artık Alemdar’a imdat
gelmesi umulamazdı. Serseriler bu sırada ellerine
geçeni yağma etmeye ve Paşakapısı’ndan
çıkanlara saldırmaya başladılar.
Bu sırada, bir kısım eşkıya Reisülküttap Galip
Efendi’nin konağına doğru yöneldiler; efendi,
perde arkasından gelişlerinin sebebini sordu:
“Yanınızdaki sekbanları istiyoruz.” dediler.
Efendi, konağında altmış kadar sekban
olduğunu saf saf bildirince sekbanlar açılan
kapılardan çıkıp yeniçerilere iltihak ettiler.
Umur-ı Cihadiye Nazırı Behiç Efendi, akıbetinin
kötü olacağını anlamış ve kaçmış olduğundan
yeniçeriler kendisini bulamadılar.
Yeniçeriler, bundan sonra Sadaret kethüdası
Mustafa Refik Efendi’nin konağına gittiler. Refik
Efendi de maiyetindeki sekbanları teslim edip
kurtulmak fikrindeyken, defterdar Tahsin Efendi
gelip: “Karşı koymaktan başka çaremiz yok.”
dedi. Bunun üzerine konakta bulunan ağalar ve
sekbanlar silaha davranıp vuruşmaya başladılar.
Fakat asiler etraftan gelenlerle çoğalıyordu. Yine
de tüfek çengiyle başa çıkaramayacaklarını
anlayarak Topkapı’dan bir top çalarak konağın
önüne getirip attılar, konakta bulunan sekbanlar
top sesinden ürküp birer ikişer eşkıya arasına
katıldılar.
Defterdar Tahsin Efendi, dayanamayacağını
anlayıp arka kapıdan kaçarak o civarda bulunan
maiyetinden birinin evine sığındıysa da
eşkıyadan birisi bunu görerek haber verdi.
Şakiler, Tahsin Efendi’yi evden çıkararak yolda
döve döve Kaptan İbrahim Paşa Camii’ne
götürdüler; orada öldürdüler. Ayağına ip takıp
sürüyerek Ağakapısı’na getirdiler ve
öldürdükleri Yeniçeri Ağası Mehmet Ağa’nın
naaşının yanına bıraktılar.
Mustafa Refik Efendi’nin konağı etrafındaki
reziller kalabalığı gittikçe arttı. Efendi artık karşı
koyamayacağını anlayarak zorbalara sığınıp
yalvarmaya başladı. Gözleri dönen yeniçeriler,
efendinin başına üşüşerek öldürdüler ve evini
yağmaladılar.
Olayları kavrayan Kaptan-ı derya Ramiz Paşa,
sekbanların dağınık olduğunu, Levent Çiftliği ve
Üsküdar kışlalarındaki sekbanlarla bu eşkıyaya
karşı koymanın mümkün olacağını düşünerek,
şehir dışından asilere yardım gelmesin diye,
yanındaki Rumeli sekbanlarını Edirnekapısı
taraflarına gönderdi. Verdiği talimatta: “Şayet
Edirne ve Silivri’den yardıma gelenler olursa
menediniz.” dedi. Bir taraftan da Levent
Çiftliği’ndeki sekban askerini Tophane alanına
indirerek cephane verdi. Bahçekapı ile Topkapı
arasındaki topları da eşkıyadan korumak üzere
emniyete aldı. Kale kapılarından giriş ve çıkışı
yasakladı. Üsküdar’da oturan talimli asker
başkumandanı Kadı Paşa da Selimiye
Kışlası’ndaki sekban askerine cephane dağıttı ve
o tarafın korunmasına çalışarak işin sonunu
beklemeye başladı.
Böylece İstanbul içindeki fitne ateşinin
dışarıya yayılmaması için tedbirler alındı. Ama
yeniçeriler de Bahçekapı’dan başka bütün kale
kapılarını kapatarak İstanbul içinde istedikleri
gibi hükmetmeye başladılar. Ramiz Paşa, böyle
perişan tedbirlerle zihin yorup dışarıda
dolaşacağına, mevcut kuvvetiyle İstanbul
tarafına geçip şakiler üzerin saldırsa etrafında
bulunan Alemdar Paşa’nın askerleri de
toplanabilir ve Alemdar Paşa felaketten
kurtarılabilirdi.
Alemdar Paşa mahzen içinden dışarıdakilerle
vuruşmaya devam ediyor ve yaklaşanları
kurşunla öldürüyordu. Yeniçeriler, mahzene
yaklaşamıyor etrafını çevirip uzaktan harp
ediyorlardı. Alemdar, asilerin haykırışlarına ve
onlardan gelen kurşunlara kulak asmayıp
olağanüstü bir yiğitlikle ikindi vaktine kadar
dayanmış ve yardım gelebilmesi için hayli vakit
kazanmıştı. Ne fayda ki Ramiz Paşa, süratle ve
cesur hareket edecek ve askere kumanda
edebilecek kabiliyette bulunamadığından Rumeli
askeri toplanamadı. Başka bir yerden de
Alemdar’a yardım edilmedi.
Harpte fırsat bir anda gelip geçer. Büyük
kumandan olmanın birinci şartı cesaretle sürattir.
Bu da insanda doğuştan bir kabiliyettir. Velhasıl
gevşeklik ve korkaklıkla Alemdar Paşa’ya imdat
edilemedi, fırsat kaçtı, eşkıya gittikçe şımardı.
Belki de Alemdar’ın ikbalinin kararması, bazı
büyüklerin arzusu olduğundan imdadına
varılamadı. Hele Enderun ricalinin bu işe
müdahil olduğu hakkında yeteri kadar bilgi
yoksa da olaylar başlamadan önce Enderunca
beklendiği belgelenmiş rivayetlerdendir.
Bütün bu ihtimallerin ışığında olay
değerlendirildiğinde, Alemdar’a yardıma
gidilmemesinde bir kasıt olması ihtimali hatırdan
uzak tutulmayabilir. Lakin Alemdar Paşa bela
ateşine yandıktan sonra Ramiz Paşa’nın da
kurtulamayacağı bilinen gerçekti. Bu hususta
görülen gevşeklikte bir kasıt aramak da uzak bir
ihtimaldir.
İstanbul eşkıyanın eline geçti. Yeniçeriler,
Ağakapısı’nda toplanarak kuvvetlerini artırmak
üzere ulemayı da aralarına almaya karar verdiler
ve hemen onları Ağakapısı’na getirmek üzere
adamlar yolladılar. Rumeli Kazaskeri Derviş
Efendi (Aygır İmam), Mollacıkzâde Ataullah
Efendi, Nakibüleşraf Dürrîzâde Abdullah Efendi,
Anadolu Kazaskeri Kırımlı Ahmet Kâmil Efendi,
ister istemez davete uyarak Ağakapısı’na
vardılar. İstanbul Kadısı Köstendilli Tahir Efendi
bu toplantıya katılmaktan kaçınarak konağının
karşısındaki bir küçük eve saklanmışsa da
bulundu. Bir beygire bindirilerek Ağakapısı’na
getirildi. Böylece ileri gelen ulema toplanmış
oldu.
Ocaklılar ulemaya hitaben şunu söylediler:
“Beş yüz seneden beri, akıllı ve âlim adamların
kurduğu ocağımızı söndürmeye niyet eden
fesatçı veziri, ocak gayretiyle ortadan kaldırmak
istedik; ağamız olacak yadigâr karşı
koyduğundan benzerleri gibi kul elinde maktul
oldu. Öteden beri bizim başımız sizlere bağlıdır.
Ocağımıza bir ağa tayin edilsin ve bir de vezir
tayin olunsun. Dedikodu kalksın. Bu hususdaki
niyazımızı biriniz varıp hâki pâyi şaheneye arz
edin.”
Yeniçeriler Derviş Efendi’yi (Aygır İmam)
kastediyorlardı. Zamanın icabına göre ötekiler
de onu tensip ettiler. Derviş Efendi yerinden
kalkıp odanın ortasına kadar gelerek: “İşte
gidiyorum, cülûs dahi istiyor musunuz?” diye
deliye taş atma kabilinden ortaya öyle bir söz
attı. Kargaşa çıkayazdı. Tahir Efendi ayağa
kalkarak: “Efendi ne söylüyorsun, kimi tahta
çıkaracaksın? Ocaklı hâşâ zorba mıdır ki o gibi
çirkin işe teşebbüs ede.” diyerek Aygır İmam’ın
eşekliğini yüzüne vurdu. Ötekiler de bunu tasdik
ettiklerinden Derviş Efendi’nin bir
münasebetsizlik yapmasını önlemek üzere, Tahir
Efendi’nin Enderun’a gitmesini münasip
gördüler.
Alemdar Paşa’nın Ölümü

Yeniçeriler mahzene yaklaşamadıklarından arka


taraflardan bir yerini delip kurşunla Alemdar’ı
vurmak üzere kazma ve kürek tedarik ettiler.
Alemdar Paşa pencereden görerek maksatlarını
anladı, kararlaştırdığı son tedbirin vakti geldiğini
kavradı. Yalnız maiyetinde bulunan masum
cariyeleri ve delikanlıları selamete çıkarmak için
mahzenden seslenerek birkaç zabit istedi.
Bunun üzerine usta ve başkarakolcu
takımından birkaçı mahzen kapısına yaklaştılar.
Alemdar, teslim olacağını ima ederek,
cariyelerini ve bazı gençleri ocağın namusuna
emanet olmak üzere birer birer çıkararak teslim
eyledi. Yalnız iki fedakâr insan; Paşa’nın en
seçme cariyesi, başkadın ile vefalı haremağası
bu emre uymayıp Paşa’nın yanında kalmakta
ayak direttiler.
Bundan sonra Alemdar zabitlere hitaben:
“Nefsine bir zarar gelmemek şartıyla kendimi de
size teslim ederim. Yalnız, haşaratın bana
suikast yapmaması için neferlerinden olduğum
42’nci bölüğün odabaşı ustasını bana
gönderiniz. Gelsin, beni buradan alsın.” dedi.
Yeniçeriler buna sevinerek hemen ustayı bulup
gönderdiler.
Usta odabaşıyla beraber pencere önüne
vardığında Alemdar içerden: “Bire devlet
hainleri, ben sizin ocağınıza suikast edecek
olaydım, şimdiye kadar hepinizi mahvedemez mi
idim sanırsınız? Siz içinizdeki kargaşalık
sebebiyle Devlet-i Aliye’yi harap edecek
olduğunuz ve hiçbir söz dinlemediğiniz, herkese
malûmken ben yine sizin ocağınızı yaşatmaya ve
ıslaha çalıştım. Kışlanıza çeşme yaptırdım, size
bunca ihsan ettim. Şimdi bana yardım edecek ve
başkalarına karşı koyacakken, onlarla birleşip
bana hıyanet ediyorsunuz. Sizin gibilerin sözüne
güvenip de size teslim olup kıyamete kadar kötü
anılmayı kabul eder miyim? Gayret ve yiğitlik
kalesinden avrat gibi kendi ihtiyarımla çıkıp
gider miyim sanıyorsunuz.” dedi.
Şaşkın duran ustanın yanındaki odabaşının
ağzına bir yağlı kurşun aşk etti. Odabaşı hemen
düşüp ocak uğruna canını vermiş oldu.
Yiğit vezir Alemdar, gayret ve cesaretini
arttırarak yeni baştan tabanca ve tüfeğiyle cenge
başladı. Artık ele geçirilme ihtimali kalmamıştı.
Bu aslanın üzerine varmaya da kimse cesaret
edemiyordu. Bunun üzerine yeniçeriler kazma
ve kürek, külünk ve küskü ile mahzenin arka
tarafını yıkmaya çalışırken bir kısmı da
merdiven kurarak kubbenin üstüne çıkıp
delmeye başladılar.
Alemdar Paşa, kubbede delik açıldığı takdirde
kendisini kurşunla oradan öldüreceklerini anladı.
Boş yere ölmek de yiğitliğe sığmazdı. Bu ana
kadar gayretle sebat edip bir yerden imdat
erişmesini beklemişti. Artık tamamıyla ümidini
kesmişti. Tasavvur ettiği son tedbirin icrası
zamanı gelmişti: “Ennaru velel âr (Ateşe evet,
utanmaya hayır)” kaidesince “Allahü Ekber
Kebira” diyerek tabanca ile cephaneye ateş etti.
Dehşet veren bir gürültü ile mahzenin kubbesi
gök kubbesine doğru fırladı. Üzerinde bulunan
birkaç yüz yeniçeri kuş gibi havaya uçtu,
yakında bulunanlar taşların çarpmasıyla telef
olarak cehennemin yolunu tuttu.
Yeniçeriler mahzenin öteki katlarına da lağım
konmuş olabilir diye mahzene yaklaşamıyorlar;
yalnız Bab-ı Âli’nin başka yerlerini altın, gümüş
ve mücevher bulmak için kazıyorlardı. Bir kısmı
da şehrin içine yayılarak fitne ve ihtilal ateşini
daha ziyade alevlendirmeye uğraşıyorlardı.
Bu arada Ramiz Paşa’nın güya mahzenin
tabanında mevcut bir gizli yoldan, Alemdar’ı
çıkarıp kale kapılarından çıkan sekbanlarla
birleştiğini âyân ve eşrafın da onlara katıldığı
şayi olmuştu. Bundan telaşa düşen ocaklılar bu
haberi yalanlayarak yoldaşlarına cesaret
veriyorlar ve müdafaa için kalabalığı artırmaya
çalışıyorlardı.
Alemdar Mustafa Paşa’nın kudretinden
rahatsız olup zevalini temennî edenler, ihtilalin
buraya kadar olan kısmını hoş görüp artık
sönmesini arzu ediyorlardı. Oysa yangın çatıyı
sardıktan sonra artık kundaklayanlar da
söndüremezdi. Asıl işin zor tarafı şimdi
başlamıştı. Artık söz ayağa düşmüştü.
Yeniçeriler, devleti eline alıp istediklerini
yaptırmak yolundaydı. Erkân bunu kabul
etmeyip idarenin padişahta kalmasını ve onun
emirlerinin yürümesini istiyordu. Birbiriyle
çelişen iki emelin uyuşması zordu. Bu yüzden
memleket büyük olaylara gebeydi.
Sultan Mahmut, hükûmeti reziller eline
düşürmemek için sarayın muhafazasına ve
zorbalara karşı koymaya karar vermişti.
Sadrazamın ölü veya diri olduğunu padişah
henüz bilmiyordu. Ancak işleri yürütmek üzere
bir zata görev vermek gerektiğinden, Çavuşbaşı
Arnavut Muhsin Efendi cür’et ve cesaret sahibi
olduğundan ve devlet işlerini de bildiğinden
sadaret kaymakamlığına tayin olundu. O da Kul
kethüdası Mehmet Ağa’ya kaftan giydirdi.
Üsküdar’da oturmakta olan emekli derya kaptanı
Salih Paşa, Çarkacı Ali Paşa, Kaptan-ı derya
Ramiz Paşa ile Kadı Paşa’nın mevcut
kuvvetleriyle saraya gelmeleri irade edilmişti.
Bu suretle Ramiz Paşa, Levent Çiftliği’ndeki
sekbanlarıyla topçu askerleri, Kadı Paşa da
Üsküdar kışlasındaki sekbanlarla kayıklara
binerek saraya geldiler. Askerleri ile saray
kapılarını tutarak müdafaaya hazır oldular.

Yeniçerilerin Topkapı Sarayına Saldırmaları

Bu arada, yeniçeriler de itaat edeceklermiş gibi


görünmek için Tahir Efendi’yi bir ağa tayinini
rica etmek üzere saraya göndermişlerdi.
Maksatları, şamatasızca işi istedikleri kerteye
getirmek ve Sultan Mustafa zamanında olduğu
gibi devlet idaresini ellerine almaktı.
Bu durumda sekban askerinin saraya getirilip
saltanat-ı seniyenin müdafaaya hazır olduğunu
görünce pek ziyade öfkelendiler. Din ve devlet
uğruna eski pabuçlarını bile terk etmezken, ocak
uğrunda can vermek üzere sözleştiler. Hemen
padişaha karşı “Hurucu ale’s-sultan” ilan
ederek saray üzerine hücuma geçtiler. Lakin
sekban askeri saray kapılarını kuvvetlice tutmuş
olduğu için her saldırışlarında yeniçerilerden
nice kişiler telef oldu ve sokaklar yeniçeri leşleri
ile doldu. Böylece yeniçeriler meyus olarak
çekilmeye mecbur oldular.
Sabahtan itibaren yollar kapalı olduğundan
sarayda yiyecek tükenmişti. Sekban Ağası
Süleyman Ağa, yiyecek tedarik etmek üzere
birkaç yüz sekban askeriyle saray kapısından
çıktı. Rast geldiği eşkıya fırkaları üzerine ateş
ederek, onları dağıtmış ve Divanyolu üzerinden
Atmeydanı’ndaki Dikilitaş’a kadar gidip
dükkânlarda simit ve çörek gibi yiyecek ne
bulduysa almış, sadrazamın hayat ve memadını
tahkik etmek üzere Bâb-ı Âli taraflarından
dolaşıp akşama doğru saray-ı hümayuna
varmıştı.
Bu hareket birkaç saat önce yapılsaydı,
Alemdar Paşa kurtulurdu. Alemdar gece imsak
vaktinden ertesi günü ikindi vaktine kadar
dayandığı hâlde hiçbir taraftan imdat
alamayacaktı. Sekban askerinin yiğitçe karşı
koyması, eşkıya güruhunun dağılmasına sebep
oldu. Ocaklılar, bu hâli görüp telaşa düştüler.
Bu sırada imam ve hatip güruhundan bir
takım cahiller ortaya çıkıp eşkıyayı teşvik ettiler.
Bundan ocaklılar cesarete gelip: “İmdada
gelmeyenlerin avretleri boş ve kendileri
kâfirdir.” diye tellallar çağırttılar. Kayıkhane,
külhan, fırınlar gibi yerlere zabitler yollayarak
buldukları, kasap ve sair esnaf güruhunu
toplayıp ağa kapısına getirdiler.
Şehir halkı da yirmişer otuzar adamla
mahallelerini muhafazaya koyuldular. Ertesi
günü yani ramazanın 28. çarşamba günü
yeniçeriler seher vakti Süleymaniye civarında
toplanıp ağaları olan Mehmet Ağa’yı önlerine
alarak Ayasofya’ya doğru hareket ettiler.
Gariptir ki ahaliden de mayası bozuk pek çok
şahıslar yeniçerilerle birleşip gazaya gider gibi
saraya doğru yürüdüler.
Sekban askeri yeni kurulmuş ve henüz gereği
gibi talim görmemiş, inzibat ve ocak gayreti
teessüs etmemiş olduğundan sayılarının 4.000
kişi olması, eşkıyanın ise kat kat fazla olması
dikkate alınarak müdafaada kalması gerekli
idiyse de eşkıya sarayı çevirmiş ve Ayasofya
minareleri gibi yüksek yerlere çıkıp saraya
kurşun atmaya başlamışlardı.
Yeniçerilik gayreti, cüzzam illeti gibi
iliklerine işlemiş olduğundan, Enderunda
bulunan aşçı, helvacı, ekmekçi, zülüflü, baltacı
ve bostancılar sarayı beklemekte olan sekbanlara
düşman gözüyle bakıp tenha buldukları yerde
onları öldürürlerdi.
İçten ve dıştan hücuma maruz olan
sekbanları, Ramiz Paşa ve öteki devlet büyükleri
bu muharebenin sevabı hakkında telkinlerde
bulunarak gayretlerini arttırmaya çalıştılar.
Enderun’da zahire bulunmadığı gibi eşkıya
sarayın su yollarını da yıktıklarından, çaresiz,
saraydan çıkıp eşkıya üzerine saldırmak gerekli
görüldü. Bu vazife Sekban Ocağı Ağası
Süleyman Ağa’ya verildi. Süleyman Ağa 400
sekban ve dört topla saraydan çıkıp eşkıya
üzerine saldırdı.
Kanlı bir harp başladı. İki taraftan hayli telefat
oldu. Sekbanlar şiddetli hamlelerle saraya top ve
tüfek atan eşkıyayı püskürttüler. Bir sekban
bölüğü cebeciler kışlasına saldırarak kışlayı ele
geçirdiler ve içeride buldukları eşkıyayı öldürdü.
Bir bölük sekban da Et Meydanı’nda görüldü.
Bir bölüğü de yanan Paşakapısı etrafında
toplanmış olan eşkıyayı dağıttıktan sonra
Soğukçeşme yolundan Atmeydanı’na geldi.
Sekbanların bu cesur hareketleri, yeniçerilere
korku ve dehşet verdiğinden açıktan karşı
koymaya cesaretleri kalmadı. Çoğu
Divanyolu’ndaki evlere girerek gözden
uzaklaştılar. Bunun üzerine Süleyman Ağa
askerini üç kısma ayırarak bir kısmını yedek
kuvvet olmak üzere Et Meydanı’nda bırakıp, bir
kısmını Ahırkapı tarafına yolladı. Bir fırka ile de
kendisi Ağakapısı’na doğru hareket etti. Yol
üzerindeki evlerde gizlenen yeniçerileri takip
etmek üzere evlere girdiler.
Süleyman Ağa ilerledikçe kuvvetine zaaf
geliyordu. Bu sırada yeniçeri karılarından
bazıları sekbanlar üzerine tabancayla ateş
ediyorlar ve kaynar yağ döküyorlardı. Kadınlar:
“Bu zalimler bizim evlerimize girip ırzımıza ve
malımıza taarruz ediyorlar, siz başa
çıkamayacaksanız bari evlerimize gelip gizlenin
de biz çıkıp dövüşelim.” diyerek yeniçerileri
kışkırtıyorlardı. Bunun üzerine yeniçeriler
gayrete gelerek Irgat Pazarı’nı geçmiş olan
Sekbanlara saldırdılar. Çok kanlı bir dövüş
başladı.
Bu sırada Süleyman Ağa yavaş yavaş
çekilerek Et Meydanı’nda bekleyen iki fırkayla
birleşip Bâb-ı Hümayun’un önüne geldi. 300
kadar sekban, Cebeciler kışlasına girip, dört-beş
bin kadar eşkıyaya saldırdılar. Yeniçeriler kışlayı
ateşe verdiler. İki ateş arasında kalan sekbanları
saraydaki sekbanlar kurtardı.
O gün pek şiddetli bir gün doğusu rüzgârı
esiyordu. Kışladan doğan yangın civardaki
mahallelere yayıldı. Yangın bir koldan
Divanyolu’na, bir koldan da Defterhane ve
Mehterhane tarafına yayılıyordu. Çoluk çocuğun
feryadına yetişen yoktu, kimi pencerelerden,
kimi damlardan kendini atıyor, kimi de kaza
kurşunlarıyla ölüyordu. Eşkıya, bir taraftan
sekbanlara tüfek atıyor, bir taraftan da buldukları
eşyayı yağma ediyorlardı.
Gözlerine kestirdiklerinin evlerini “Devlet
taraftarıdır.” diye yağma ediyor, ırz ve
namuslarına tecavüz ediyorlardı. Eşkıya, eski
padişah IV. Mustafa’nın tahta çıkarılmasını
konuşmaya başlamıştı. Oysa Sultan Mustafa bir
gece evvel boğularak öldürülmüştü.
Bu çarpışmalarda Sekban Ocağı Ağası
Süleyman Ağa ve Yağlıkçı Binbaşı ile bir hayli
sekban şehit düştüğünden hükûmet kuvveti
zayıflamıştı. Dört bin kişiyle bu kadar kalabalık
eşkıyaya karşı koymak ancak zabitlerinin
kahramanlığı ile mümkün olmuştu. Süleyman
Ağa ve Yağlıkçı Binbaşı gibi en değerli zabitler
şehit düşünce sekbanlara hayli dehşet gelmişti.
Fakat 5.000 kadar ölü vermiş olan yeniçerilerde
de telaş vardı.
Yeniçeriler bu bozgunculuklarına rağmen
halk nazarında ulemanın da kendileri ile birlik
olduğunu göstermek için, ileri gelen ulemayı
Ağakapısı’nda göz hapsine almışlardı. İstanbul
halkının çoğu yeniçerilerle birlikte ve şakavet
yolunda olduklarından, Sultan Mahmut
hiddetlenip, harp gemilerinden eşkıya üzerine
top atılmasını emretti. Unkapanı önünde bulunan
gemiler Ağakapısı’nı nişan alarak top atmaya
başladılar. Gülleler bazen Ağakapısı’nı geçerek
civardaki evleri yıkıyordu.
İstanbul halkı eşkıyanın tecavüzlerini insaf
gözüyle görmeyip, devlete düşmanlık
göstermeye başladılar. Top ateşinden bizar olan
yeniçeriler, saraya bazı ulemayı göndererek,
padişah ne emrederse itaat edeceklerini, ağır top
ateşinin durdurulmasını niyaza karar verdiler.
Ulema da bu suretle eşkıya elinden kurtularak,
padişah yanına gitmeyi canlarına minnet
bildiklerinden tüfek ve tabanca kurşunları
arasından geçerek saraya vardılar.
Sultan Mahmut yanında vezirleri olduğu
hâlde hoca efendileri kabul ederek: “Birader de
vefat etti.” dedi. Vezirler ve ulema padişahın
şevketinin ve ömrünün artması niyazıyla
taziyede bulundular ve ocakların af dilediğini
arz ettiler. Sultan Mahmut: “Eğer bundan böyle
edepli otururlar ve itaat borcuna uyarlarsa aff-ı
şahaneme nail olurlar, değilse bütün İstanbul
yansa da afları kabil değildir. Varsınlar büyük
öç alıcının huzurunda cevabını versinler.” dedi.
Ulemanın, top ateşinin durdurulmasını niyaz
etmeleri üzerine, ateşin durdurulması için
gemilere emir verildi. Durumu anlatmak üzere
Rumeli Kazaskeri Atâ Efendi, Sultanahmet
Camii şeyhi, küçük mirahor Ağakapısı’na
gönderildi. Padişah iradesini ocak ağalarına
tebliğ ettiler. Yeniçeriler de itaati taahhüt ettiler.
Yeniçeri Ağası Vekili Mehmet Ağa, padişah
tarafından yangını söndürmeye memur edildi.
Bunun üzerine yangının söndürülmesine çalışıldı
ise de rüzgâr şiddetli olduğundan, ertesi günü
kuşluk vaktine kadar yangın devam etti, birçok
ev yandı. Hanlar, dükkânlar ve evler hep
yaralılarla dolu idi. Öldürülenlerin aileleri feryat
içinde yeniçerilere sövmeye başladılar. Herkesin
kalbi padişaha yöneldi. Buna iyi insanlar çok
sevindi.
Lakin Cebeciler Kışlası yangını sönmeden
fitne ateşi yeniden alevlendi. Şöyle ki: Eşkıya
arasında “Kandıralı Mehmet” diye anılan bir
mayası bozuk, Kasımpaşa tarafına geçerek
Tersane, Galata, Boğaziçi ve Üsküdar tarafında
gizlenmiş olan haşaratı başına toplayıp tersaneyi
ve limana bağlanmış gemileri ele geçirdi. Topçu
ve arabacı neferlerinin çoğu sınır boylarında, bir
kısmı da sekbanlarla sarayda bulunduğundan,
eşkıya zorla tophane kapısını açtırdı. Bu ana
kadar yeniçeri kazanları ortaya çıkmamışken
eşkıya Tophane’yi ele geçirdikten sonra topçu
ve arabacı kazanları Et Meydanı’na götürüldü.
İş çığrından çıkmıştı. Eşkıya sokaklarda:
“Vükela kaleleri kâfirlere sattı ve harpten
kaçmamız için bize emir verdi.” diye tellallar
bağırttı, perişan olmuş ve padişahın gazabından
titreyen eşkıya, yine cesaretlenerek dalga dalga
Atmeydanı’nda toplanmaya başladılar. Bu
rezillerin düşman karşısında dayanamayıp
yağmayla uğraştıkları cümlenin malûmu idi.
Vükelanın düşmana bir karış yer satmayacağı
zerre kadar aklı olanların bileceği bir şey olduğu
hâlde, kendi ayıplarını örtmek için bu yaptıkları
büyük hayâsızlıktı. Ne çare ki isyan büyümüş,
zorbalar şımarmış, devlet ne yapacağını
şaşırmıştı.
Ramiz Paşa ile Kadı Paşa, daha fazla sebat
etmenin faydası olmayacağını anlayıp saraydan
çıkarak bir gemiye atlayıp Üsküdar tarafına
gittilerse de karaya çıkamadıklarından yüz elli
kadar maiyetleriyle bir yelkenli çektirmeye
aktarıldılar. Eşkıya bunları takip için
arkalarından bir gemi yolladı. Fakat Paşalar,
Yeşilköy’e yanaşıp karaya çıkarak kaçtılar.
Bab-ı Âli’de kış için toplanmış odun ve
kömür ateş alarak iki gün kadar eşkıyanın
yanaşmasına mâni olduysa da yangın
hafifleyince altın ve gümüş aramak için yerleri
kazarken karşılarına bir demir kapı çıktı,
arkasından ikinci demir kapı göründü, o da
açılınca bir mahzene girildi. İçeride üç cenaze
bulundu. Biri Alemdar, ikincisi başkadın,
üçüncüsü haremağası idi. Yanlarında bulunan
altın ve mücevherle dolu keseleri yağma ettikten
sonra Ağakapısı’na koşup Alemdar’ın ölümünü
müjdelediler. Yeniçeri ağası maiyetiyle
Paşakapısı’na geldi. Alemdar’ın cenazesini
sürüyerek Et Meydanı’na getirdiler. Orada üç
gün bıraktıktan sonra Yedikule dışında bir
hendeğe attılar.
Zorbalar, bazı devlet büyüklerini, ocakları
hakkında suikastla itham ederek idamlarını
istediler. Şeyhülislâm Esat Efendi’yi de Nizam-ı
Cedid’e fetva verdiğinden sorguya çekmek
üzere getirtmek istediler. Orada bulunan ulema:
“Bu ulema şanına yakışmaz. Şeriatımıza da
uymaz.” diyerek zorbaları bu iddiadan
vazgeçirdiler.
Zorbalar, Ramiz Paşa ile Kadı Paşa’nın
akıbetini soruştururken takibe memur gemide
bulunanlardan biri: “Onlar şimdi karaya
çıkmışlar ya ölü veya diri olarak ele
geçmişlerdir.” dedi. Bunun üzerine bu zatlar
bulundukları vakit öldürülmek, Sekban Ocağı
kaldırılmak ve kadim ocaklara riayet edilmek
şartıyla dağılmaya, güç de olsa karar verdiler.
Böylece fitne son bulmuş sanılırken ertesi
cuma günü, saray-ı hümayun bostancılarından
bazı fitne kişiler Otluk kapısını rezillere açtılar.
Orada bulunan bazı sekbanları idam ettiler. Yine
aynı cuma günü Üsküdar yakasındaki Selimiye
Kışlası’na hücum ettiler. Burada bulunan
sekbanlar top ve tüfekle karşı koydularsa da
eşkıya âdetleri üzere kışlayı ateşe verdiklerinden
sekbanlar perişan oldu.
Asiler civarda bulunan sekban zabitlerinin
evlerini de yağma ettiler. Kadı Paşa’nın evini,
yağma ile yetinmeyip yaktılar. Galata
taraflarında bulunan asiler, Levent Çiftliği’ne
hücum ettiler. Kısa bir mukavemetten sonra
sekbanların zahireleri tükendiği için etrafa
dağıldılar. Eşkıya, kışla etrafındaki dükkân ve
evleri yaktılar ve bu evlerde kadın çarşaflarına
kadar ne buldularsa yağma ettiler.
O gün cuma, ertesi gün ramazan bayramı idi.
Sultan Mahmut, cuma namazı için Zeynep
Sultan Camii’ne gitmişti. Bazı serseriler padişah
huzurunda silahtar ağanın ve bazı saray
adamlarının idamlarını isteyeceklerdi. Yeniçeri
ağası eşkıyayı dağıtmak üzere: “Behey
yoldaşlar, ne durursunuz Kadı Paşa’yla Ramiz
Paşa’yı Silivri’de yakalamışlar, hemen gidip Et
Meydanı’nda hazırlanan kazıklara vurun.”
deyince eşkıya o tarafa akın etti. Bu sayede
selamlık yapılabildi. Bir yeniçeri ağası camide,
Alemdar’ın üstünden çıkardığı mühr-i
hümayunu padişaha teslim etti. Cuma
namazından sonra Sultan Mustafa’nın cenazesi
babası Abdülhamit Han’ın türbesine defnedildi.
Şeyhülislâm ile Kaymakam Paşa saray-ı
hümayun da müsafirdiler. Ulema, şeyhülislâmın
“Nizam-ı Cedid Şeyhülislâmı” adıyla anıldığını
işittiklerinden, ulema namusuna dokunacak bir
muameleye uğrarlar diye şeyhülislâmın
değiştirilmesini padişaha arz ettiler.
Ertesi günü ramazan bayramı olduğundan
sarayda bayramlaşma töreni yapılacağı devlet
büyüklerine ve ulemaya haber verildi. Usul
üzere seher vakti hepsi divan yerinde toplanıp
padişahı tebrik ettiler. Sultan Mahmut bundan
sonra Sultan Ahmet Camii’ne giderek bayram
namazını edâ etti. “Köse Kethüda” diye anılan
Çelebi Mustafa Reşit Efendi sadaret kethüdası
tayin olundu.

Alemdar Paşa’nın Hâl Tercümesi

Alemdar Paşa, Rusçuk yeniçerilerinden Hacı


Hasan isimli orta hâlli bir adamın oğludur.
Sultan Mustafa devrinde, Rus harbi esnasında
kırk ikinci bölüğün bayraktarı olduğundan
‘‘Alemdar” diye şöhret bulmuştu. Son derece
cesur, cömert ve yoldaş uğruna can verir bir zat
olduğundan halk tarafından sevilir, yeniçeri
tarafından hatırı sayılırdı. Çiftçilik ve hayvan
ticareti ile servet edinmiş, yanına birçok yandaş
ve hizmetkâr toplayarak, kendi kendine
Derebeyi hâline gelmişti.
Paspanoğlu hadisesinde Rusçuk âyânı İsmail
Ağa’ya yardım ettiğinden itibarı arttı; Hezargrat
âyânı oldu. Daha sonra kapıcıbaşlık rütbesi
verildi. Kadı Paşa, Nizam-ı Cedid askeriyle
Edirne tarafına giderken sadrazamın tahriki
üzerine üç bin askeriyle Kadı Paşa üzerine
yürüdü. Bu esnada İsmail Ağa kurşunla
öldürüldü. Rivayete göre İsmail Ağa’nın katili,
kendisine padişah tarafından: “Eğer ağanı
öldürürsen yerine Rusçuk’a âyân olursun.”
vaadi verilen Süleyman Ağa’dır.
İsmail Ağa öldürüldükten sonra maiyeti ve
eşrafı, toplanarak Alemdarı İsmail Ağa’nın
yerine âyân seçtiler ve hepsi ona itaate karar
verdiler. Alemdar, selefinin mallarından etrafına
hediyeler dağıttı. Kısa zamanda nüfuzu
Rumeli’nin her yerinde geçer oldu. Sultan Selim
devrinde Rus seferi esnasında görülen lüzuma
binaen vezirliği kabul etmesi rica olunarak,
kendisine Tuna Seraskerliği verildi.
Alemdar Paşa, aslında mutaassıp bir yeniçeri
iken, ordunun perişanlığına ve yeniçerilerin
intizamsızlığına bakıp fikrini değiştirdi. Sultan
Selim’i tahta çıkarıp Nizam-ı Cedid’i yeniden
kurmak için İstanbul’a geldi. Sultan Selim’in
şehit edildiğini görünce, Sultan Mahmud’u tahta
çıkarıp devlet işlerini tanzime teşebbüs etti.
Aslında, devleti ıslah pek çok kimselerin
çıkarlarına dokunduğundan haklı haksız
düşmanları çoğaldı. Devlet ricali ise eğlenceye
ve şahsî çıkarlarına düşkün olduklarından,
Alemdar’ı da zevk âlemlerine düşürdüler. Bu
gaflette iken fırsat arayan yeniçeriler ani bir
baskınla, yârsız ve yaversiz kalmış olan
Alemdar’a saldırdılar. Uzun müddet dayandıktan
sonra eşkıya eline düşmemek için cephaneyi
ateşleyip onlarla birlikte telef oldu.
Devlet ve millet hakkında niyeti hayırlı ve
himmeti yüksek olduğundan öyle bir felakete
uğramasına esef edilir. Hele Sekban-ı Cedid
adıyla ikinci defa kurduğu talimli askerlerin
imhası çok daha üzülecek bir şeydi. Ne çare ki
takdir-i ilahî yaver olmadıkça tedbir tesir
vermiyor. Allah gani rahmet eyleye. Bir
cariyesinden Bikâr Bey adında bir oğlu doğmuş
ve İstanbul’da Çarşamba semtinde Halvetî
Tekkesi’nde uzun müddet şeyhlik etmiştir.

Kadı Paşa’nın Hâl Tercümesi ve Akıbeti

Merhum Kadı Abdurrahman Paşa, eski


şeyhülislâm Min-kârizâde’nin torunlarından
Kadı Mehmet Efendi’nin oğludur. İlmiye
mesleğine mensuptur. Kayseri Kadısı iken,
Bozkır kazası maden müdürü bulunan amcası
Ali Efendi aleyhine kaza halkının ayaklanarak
amcasını idam, eşyasını yağma ettiklerini ve
cariyelerinden birisinin ırzına geçtiklerini
duyunca, Kayseri Kadılığından istifa ederek, öc
almak üzere kendisine izin verilmesini Bâb-ı
Âli’den istemiş ve Bozkır kazasıyla sınırı olan
Seydişehir’e vararak orada padişah fermanını
beklemiştir.
Ferman gelince yanına iki bin asker alarak
Bozkır’a gitmiş, amcasının katillerini idam etmiş
ve fesat erbabının nicelerini bozguna uğrattığını
Bâb-ı Âli’ye arz etmişti. Bu hizmeti padişah
nezdinde makbul olmakla kendisine Beylerbeyi
rütbesi ile Bozkır Maden Eminliği, Alanya ve
İçel sancakları tevcih olunmuş, beş ay sonra
vezirlikle Konya Valiliği’ne getirilmiştir. Oğlu
Abdullah Bey’e de Beylerbeyi rütbesiyle Alâiye
ve Beyşehir sancakları tevcih edilmişti.
Kadı Paşa, daha önce Konya’da kadılık
yapmış idi. Bu sırada bazı zararlı şahısları tedip
etmiş olduğu için, bazılarının husumetini
kazanmıştı. Konya valisi olduğunu duyan
hasımları birkaç bin asker toplayarak Paşa’yı
Konya’ya sokmamak üzere bir isyan heyeti
teşkil etmişlerdi. Paşa her ne kadar yanındaki
kuvvetle Konya’ya zorla girme imkânı varsa da
kan dökmemek için Konya’ya bir-iki saat
mesafede Çayırbaşı denen yerde çadır kurmuş
ve halkı nasihatle yatıştırmaya çalışmış ama
bunun faydası olmamıştı.
Kış bastırmış, çadırlarda kalmak da
zorlaşmıştı. Paşa bir gece yanına cesur
adamlarından iki kişiyi alarak kale kapısından
girmiş, asilere kurşun yağdırarak elli-altmış
kişiyi öldürmüş, hükûmet konağına varmıştı.
Ertesi gün, valilik fermanını okutturduktan sonra
yeniçeri takımından ve fesat erbabından 200
kadar kişiyi idam ettirmişti.
Paşa, Konya haricinde bir konak yaptırmıştır
ki şimdi kışladır. Beş altı sene Konya’da devlet
rızasına uygun şekilde hizmet etmiş ve askere
nizam vermeye gayret etmiş olduğu için
kendisine Anadolu Valiliği tevcih edildi. Paşa
tedarik ettiği 30.000 kadar Nizam-ı Cedid
askeriyle Rumeli ıslahatına da memur edildi.
Kadı Paşa, Alemdar’ın daveti ile İstanbul’a
gelmişti. Son Alemdar vak’asında işin çığırından
çıktığını görmüştü. Kadı Paşa son derece cesur
bir adam olduğundan kıyafet değiştirerek
İstanbul’u dolaşıp durumu anladıktan sonra
Üsküdar’a geçmiş ve oradan oğlunun sancak
beyi olduğu Alanya’ya giderek Alanya
Kalesi’ne kapandı.
Yeniçerilerin ısrarı üzerine, ölü veya diri
olarak yakalanması için her tarafa ferman
çıkarılmıştı. Bunun üzerine eskiden Kadı
Paşa’nın adamlarından olan Antalya mütesellimi
Hacı Mehmet Ağa, araştırmaları neticesinde
Paşa’nın o taraflara geldiğini öğrenerek 10.000
askeriyle Alanya Kalesi’ni çevirmiş nihayet;
Kadı Paşa, oğlu Abdullah Paşa, diğer oğlu
Müdrris Mehmet Bey idam edilmiştir. Büyük
kızı Nefise Hanım hâlen hayatta olup kadılardan
Sürûrî ve Mehmet Rıza Efendilerin annesidir.
Küçük kızı Zübeyde Hanım da hâlen hayattadır.
Kadı Paşa’nın idamı devletçe zayiattandı.
Bundan dolayı Sultan Mahmut, Paşa’nın katili
Hacı Mehmet Ağa’ya kin beslemişti. Kadı
Paşa’nın malları Ağa’dan talep edildi. Ağa
devlete az bir şey göstererek bakiyesini saklamış
ve taleplere küstahça cevaplar vermiş
olduğundan üzerine asker sevk edilip denizden
de abluka yapılarak Teke Kalesi yirmi dokuz ay
muhasara edilmiş, sonunda Hacı Mehmet Ağa
idam edilmiş, çocukları Selanik’e sürülmüştür.

Devletlerin Durumu

Bütün bu olaylar cereyan ederken, Rusya ile


barış görüşmelerine başlanmış, İngiltere ile barış
antlaşması yapılmıştı.
Napolyon, Devlet-i Aliye’yi resmî ve gayri
resmî vaatlerle kandırarak İngiltere ve Rusya’yla
bozuşturmuş ve her ikisine karşı harbe sokmuş
olduğu hâlde bütün vaatlerini unutarak Tilzit’te
kendi başına Ruslarla barış yapmış, Devlet-i
Aliye’yi açıkta bırakmıştı. Devlet-i Aliye bundan
rahatsızdı.
Napolyon; politikasını birden bire
değiştirmesine sebep olarak Sultan Selim’in
hal’ini göstermişti. Napolyon’a, böyle bir iç
meselenin iki devlet arasındaki dostluğu
bozmaması gerekeceği bildirilince; Devlet-i
Aliye’nin Ruslarla şerefli ve elverişli bir barış
yapılmasına aracılık edeceğini vaat etmişti. Oysa
Osmanlı topraklarını paylaşmak üzere Ruslarla
gizlice muhabere ediyordu.
Devlet-i Aliye de Fransızların bu
dönekliğinden dolayı güvenini kaybederek
İngiltere’ye temayül etmişti. Karadan ve
denizden, Rusya ve İngiltere’yle harp etmek
zordu. İngilizlerden gelecek bir saldırıya
Fransa’nın yardımı da yetmeyeceğinden,
Kaptan-ı Derya, İngiliz amiraline barış teklif
etmişti. Sultan Mustafa devrinde Şıkkı Sânî
Defterdarı Ahmet Bey ile Boğaz muhafızı Hakkı
Paşa görüşmelere memur edilmişti.
Devlet-i Aliye’nin İngiltere’yle anlaşması,
Fransızların işine gelmeyip buna mâni olmaya
çalışacağından, Fransızlardan gizli tutulmuş,
hatta Reisülküttap Galip Efendi, Fransız
maslahatgüzarının tazyiklerine şöyle cevap
vermişti: “İngiltere hakkındaki şüpheleriniz
doğru olsaydı şimdiye kadar bir netice alınırdı.
Biz sadece İngiltere’den gelebilecek zararları
önlemek için oyalama yapmaktayız.”
Cemaziyelâhırın 14. günü Bebek köşkünde
reisülküttap, Fransız maslahatgüzarını kabul etti.
Maslahatgüzar: “Fransa, Devlet-i Aliye’nin
kadim dostu olduğundan onun işlerinde kıl
kadar kusur etmez, ancak tahtta değişiklik oldu.
Politikanızda da bir değişiklik olup
olmayacağını devletime bildirmek üzere bana
anlatınız.” deyince, reisülküttap şu cevabı
vermişti:
“Yeni padişahımız efendimiz Sultan Selim’in
yolundan gidecektir. Eski usulü bozmak
niyetinde değildir. Yalnız Fransa’nın aracılığı ile
Paris’te yapılacak barış görüşmeleri bir seneyi
geçti, padişahımız bunun sebebini sorarlar.
Fransa imparatoru taahhüdünü yerine getirirse
tarafımızdan ayniyle mukabele olunacaktır.
Onun için bu barış maddesi yakında
gerçekleşecek mi diye padişahımız soruyorlar.”
Maslahatgüzar bu cevaba:
“Yeni padişahın Sultan Selim politikasına
devam buyuracağından memnunuz.
İmparatorumuzun Devlet-i Aliye işlerini ne
derece tuttuğunu dost ve düşman bilir.
Bugünlerde Paris’te barış görüşmelerine
başlanması ümit edilir.” karşılığını verdi
Fransız gazeteleri bu sırada; Devlet-i Aliye,
Eflak ve Buğdan’ı Rusya’ya Bosna’yla
Sırbistan’ı Avusturya’ya terk edecek diye yalan
haberler yazmışlardı. Bâb-ı Âli, Fransız
maslahatgüzarına ve Avusturya elçisine:
“Devlet-i Aliye sulha taliptir. Fakat bir karış yer
bırakmak ihtimali yoktur. Bu şartla barış
yapılırsa, ne âlâ. Devletimiz Allah’a güvenerek
harbe hazırdır.” şeklinde kesin beyanat verildi.
Paris elçisi Muhip Efendi, bu talimatı Fransız
hariciye nezaretine bildirdi. O günlerde
Napolyon, Rus İmparatoru Aleksandr ile
görüşmek için Erfurt’a gitmiş olduğundan
Muhip Efendi, imparatorun dönüşünü
bekliyordu. Muhip Efendi, sadrazama da bir yazı
yazarak şunları bildirdi: “İki imparator Erfurt’ta
görüşecekler, Devlet-i Aliye hakkında ne
söyleşecekler bilmeyiz. Fakat eskisinden birkaç
kat fazla ihtiyata riayet etmek lazımdır.”
Alemdar’ın devlet otoritesini tesis etmesi
Napolyon üzerinde bile tesirini yapmış ve
Aleksandr’la görüşmesinde Napolyon’un
Devlet-i Aliye aleyhinde bulunmasını önlemişti.
İspanya Devleti yarı ölü hâldeyken İspanyol
milletinin Fransızlar aleyhine ayaklanmaya
muvaffak olduklarına göre Osmanlılar, Alemdar
gibi kudretli bir sadrazamın idaresi altında, din
gayreti ile ayaklanırlarsa neler yapabilecekleri
meydandaydı.
Bu sırada İngilizler de İspanyolları örnek
göstererek bütün memleketleri Fransa aleyhine
kışkırtıyorlardı. Almanlar ise Fransızların
tecavüzlerinden bizardılar. İspanyolları örnek
alarak ve İngilizlerin teşvikinden cesaretlenerek
aralarında hürriyet ve bağımsızlık fikirleri
yayılıyordu. Avusturya da harbe hazırlanıyordu.
Devlet-i Aliye, İngiltere’den gelebilecek
zararların ötekilerden daha fazla olabileceğini
düşünerek barış istiyordu. Ancak Avrupa’nın
durumunu gözlemek, zaman kazanmak ve
İngilizleri oyalamak gerekiyordu. Hakkı Paşa ile
Ahmet Bey bu işe muktedir değildi. Bunun
üzerine Napolyon nezdine gidip gelmiş olan
Vahit Efendi münasip görüldü.
Bu sırada Devlet-i Aliye’nin mali dengesi
görüşülürken, tasarruf için on kadar vezirin
vezaretleri kaldırıldı. Bu meyanda Hakkı Paşa ve
Ahmet Bey’in de vezirlikleri kaldırıldı.

Erfurt Görüşmeleri

Napolyon ve Aleksandr Erfurt’ta buluşacaktı.


Rusya ve Fransa imparatorlarının görüşmesinde
büyük şenlikler yapılması ön görülmüştü. Bu iş
için Napolyon, önceden Erfurt’a memurlar
yollamıştı. Kendisi, 27 Eylül’de Erfurt’a vardı.
Aleksandr da gelmişti. İmparatorlar, orada
toplanmış olan dört kral ve otuz dört prensle
görüştüler. Napolyon’un azameti öyle bir
dereceye varmıştı ki krallar huzura kabul
edilebilmek için divanhanelerde sürünüyorlardı.
İki imparator daha önceki müzakerelerinde,
İstanbul’dan vazgeçememişti. İstanbul’u terk
etmeye ikisi de razı olamıyordu, dolayısı ile bu
konuyu konuşmak boşuna olacaktı. Onun için
Napolyon, Erfurt’ta Devlet-i Aliye’yi paylaşmayı
başka bir tarihe bırakarak Aleksandr’la ittifak
yapmak istiyordu. Buna karşı Eflak ve Buğdan’ı
Aleksandr’a bırakmak üzere teklif yapmayı
düşünmüştü.
Erfurt’da, önce Aleksandr söze başlayarak
Rusya’yla Fransa’nın ittifakından doğacak
faydaları, Rusya’nın Fransa’ya hasedi
olmadığını, Fakat Rus milletini memnun etmek
üzere, Fransa’nın kazandığı genişlemeye karşı
Rusya’ya da mukabil bir şey verilmek lazım
geldiğini anlattı.
Napolyon da ittifakın lüzumunu belirttikten
sonra şöyle dedi:
“Şimdilik mevcutla yetinilmelidir. İstanbul ile
boğazların Rusya’ya terkini Fransa kabul etmez.
Fransa razı olsa İngiltere, Avusturya, İspanya
kabul etmez. Türkler de birleşip son nefeslerine
kadar uğraşırlar. Bu meselenin görüşülmesi için
münasip vakit gözetilmelidir.
Fransa, İspanya’da zorlukla karşılaştığı gibi,
Ruslar da Finlandiya’da zorlukla karşı
karşıyadır. Rus ordusu Tuna’da Osmanlı
ordularıyla baş etse de Türkler milletçe
ayaklandıkları takdirde, Rusya bütün kuvvetini o
tarafa ayırmaya mecbur olur. Bu sebeplerle
şimdilik Rusya; Finlandiya, Eflak ve Buğdan’ı
almakla yetinmelidir.
Fransa ise kendi tabiî hudutlarıyla yetinip,
İspanya isyanını bastırmak ve Papa’nın ruhanî
hükûmetini kaldırmaktan başka bir şey istemez.
Buna delil olmak üzere Prusya’nın Fransa’ya
bıraktığı topraklar, yakında Almanya
prenslerine paylaştırılacaktır.
Kısaca, iki tarafın bu kadarcıkla yetinmesi
uygun olup ilerde fırsat çıkarsa, doğuda geniş
icraata teşebbüs edilir. İki imparator da genç
olduklarından büyük işler yapmaya daha
vakitleri vardır.”
Aleksandr buna muvafakat etti. Fakat
Rusların Eflak ve Buğdan’ı zaptetmesine
Fransa’nın muvafakatini bildiren bir ittifak name
imzalanmasını teklif etti. Bunun üzerine şu
şartlarla ittifak imzalandı:
“Barışta ve savaşta iki devlet beraber
olacaktır. İki imparator İngilizlere barış teklif
edecekler, bu teklif esas olmak üzere, Finlandiya
ile Eflak’ın Rusya’ya terki kabul olunmadıkça
Fransa barışa razı olmayacak.
Buna karşı Fransa elinde bulunan
memleketlerin, Fransa’da kalması ve İspanya
tacının Napolyon’a bırakılması kabul
olunmadıkça Rusya barış yapmayacak.
Rusya Bab-ı Âli’yle görüşme açıp barış veya
savaş yoluyla Eflak’ı alacak, şayet bu durum
Fransa’yla Devlet-i Aliye arasında mevcut
dostluğu bozarsa iki memleket arasında
müzakereler yapılacak.
Avusturya harbe girerse, iki devlet müttefik
kalacaktır.”
İki imparator aralarında böyle bir ittifak
yapmışsa da asıl maksatları birbirinden farklı idi.
Napolyon’un emeli, İngilizleri barışa zorlayarak
genel bir barış yapmak; Avusturya’yı harp
hazırlığından vazgeçirmek, Osmanlı Devleti’ni
kandırarak Eflak’ı terke razı etmekti.
Aleksandr’ın maksadı ise Finlandiya’yı ve
Eflak’ı almak üzere Avusturyalıları yumuşatmak
ve Osmanlı Devleti’ni Eflak’i terke mecbur
etmekti.
Napolyon’un İmparatoriçe Jozefin’den evladı
olmadığından neslini devam ettirmek için başka
bir prensesle evlenmesi düşünülüyordu.
Napolyon, Aleksandr’ın kardeşi Katerina’yı
gözüne kestirmişti. Erfurt’ta Hariciye Nazırı
Taleyran, bu niyeti Aleksandr’a açtı. Aleksandr
memnuniyet göstermekle beraber, annesinin
Fransızlara husumeti olduğunu, Rusların
Ortodoks, Fransızların Katolik olduğunu ileri
sürdü. Ama yardım edeceğini vaat etti.
Erfurt ittifakından sonra iki devlet İngiltere’ye
barış teklif ettiler. Avusturya’ya da Napolyon’un
İspanya Krallığı’nın tasdiki teklif edildi.
İngilizler, yapılan barış teklifine karşı açılacak
görüşmelere bütün müttefiklerinin, özellikle
İspanyolların girmesini şart koştular. Rusya bu
şartı kabul etmediğinden görüşmeler uzadı.
Rusya, Finlandiya üzerine asker sevk
ettiğinden İsveç karşı çıktı, ilk çarpışmada Rus
başbuğu telef olduysa da sonunda İsveçliler
mağlûp oldu ve Rusya Finlandiya’yı ele geçirdi.
Napolyon, İspanya’ya giderek iki ay içinde
İspanyollara galebe etti ve kardeşini İspanya
tahtına oturttu. Fakat İngilizlerin yardımı
dolayısıyla İspanya meselesi bitmiş olmuyordu.
Çünkü vatan ve hürriyetini korumak için
ayaklanan bir milletin karşısında durmak zordu.
Bütün Avrupa, İspanya meselesiyle
ilgileniyordu. İspanya olayı Fransızların askeri
itibarını zedeledi. Avusturyalıları savaşa
heveslendirdi. Bütün Almanlar, Fransızlara
düşmandı. Avusturya bir küçük başarı kazansa,
Alman kralları cesaretlenecek ve Fransa aleyhine
kıyam edeceklerdi.
Osmanlı Devleti’nin Politikası ve İngiltere ile
Yapılan Antlaşma

Napolyon’un Paris’e dönmesinden sonra Muhip


Efendi, Fransa Hariciye Nazırı Şampani ile
görüşüp Erfurt’ta Devlet-i Aliye hakkında ne
düşünüldüğünü sordu. Şampani:
“İmparatorumuz Devlet-i Aliye’yi her
bakımından tutmakta ise de Aleksandr Eflak ve
Buğdan’ı terk etmek istemiyor. Buranın halkı
Hristiyan olduğundan başka dinden bir millete
terk etmek şanımıza halel verir diyerek
Napolyon’un aracılığını kabul etmiyor.
İmparatorumuz da İspanya meselesiyle meşgul
olduğundan Rusya’ya kesin bir cevap veremedi
ama yine de tavassuttan hâlî kalmadı.” dedi.
Muhip Efendi’nin sabrı taşıp: “Bizim İngilizler
elinde Eflak ve Boğdan gibi memleketlerimiz yok
ki barış zor olsun. Ama siz İngilizler boğaza
gemi gönderdi diye devletimizi açıkta
bırakırsanız onu bilemem.” dedi. Şampani bir
müddet durakladıktan sonra: “İngilizler
İstanbul’a kadar girmişlerdi.” diyince Muhip
Efendi: “Niçin geldikleri malûmdur. Tafsili lazım
gelirse cevabımız hazırdır.” diyerek konuşmayı
kesti.
Devlet-i Aliye’nin İngiltere’yle barış
yapmasına bir engel kalmadığı hâlde,
Napolyon’un hatırı için barış geciktirilmekteydi.
Kaldı ki Napolyon, bunca vaatleri hasıraltı etmiş,
Devlet-i Aliye’yi oyalanmış iken Şampani’nin
bu tavrı, yavuz hırsız tutumudur. Lakin bunlara
şaşılmamalıdır. Politikada utanmak gailesi ve
doğruluk iddiası olmadığı bilinmelidir.
Muhip Efendi, bu kadar açık haksızlıklara
karşı müzakerelerin abes olacağına kanaat
getirip: “Hasbünallahi nimelvekil.” diyerek
istifaya karar verdi. Şampani bu arada Muhip
Efendi’yi tekrar davet ederek: “Erfurt’ta
Rusya’yla her maddede anlaşmış isek de Devlet-
i Aliye hususunda anlaşma olmamıştır. Aracı
olmaya hazırız.” diyince. Muhip Efendi: “Bu
dediğin sözler benim esas memuriyetimden hariç
olmakla buna dair birşey diyemem.” demiştir.
Muhip Efendi, bundan sonra Rus elçisi
Romanof ile görüşmüştür. O da Tuna’dan hudut
kesip barış yapmanın hayırlı olacağını
söylemişse de Muhip Efendi bunun aldığı talimat
hilafına ve Alemdar’ın düşüncesine aykırı
olduğunu bildirerek sudan bir cevapla
geçiştirmiştir.
Napolyon, her gün bir başka edâ ile Osmanlı
Devleti’ne sıkıntı vermekteydi. Erfurt
Muahedesi’nden sonra Devlet-i Aliye’yi
Rusya’nın karşısında yalnız bıraktı. Bunun
üzerine Osmanlı Devleti, İngiltere’yle barışı
kararlaştırdı ve bunu Fransa’dan gizli tutarak
vakit kazanmaya çalıştı. Lakin Vahit Efendi
henüz İngiliz murahhası ile konuşmaya
başlamadan, İstanbul Alemdar olayı ile alt üst
olunca, Bâb-ı Âli’den cevap alamaz olmuştu.
Buna rağmen gayretinde bir eksilme olmamış,
konuşmalara girişmiştir.
Osmanlı Devleti, bir taraftan da Rusya’yla
anlaşmak üzere Reisülküttap Galip Efendi,
Murat Molla, Mehmet Rica Efendi, Divan-ı
Hümayun beylikçisi İzzet Bey ve Dimitrasko
Bey’i tayin ederek Tuna yalısına gönderdi.
Fransızlar baklayı ağızlarından çıkarıp Devlet-
i Aliye’ye: “Siz Eflak ve Buğdan’ı muhafaza
edemeyeceksiniz; bari Rusya’ya terk edin de
sağlam bir barış yaparak öteki eyaletlerinizi
kurtarın.” dediler. Napolyon’un bu teklifi Sultan
Mahmud’a vükelaya ve ocaklılara hakaret kabul
edildi. Herkes Napolyon’un hıyanetinden
şikâyet eder oldu. Böyle bir hakareti kabul
etmektense milletçe ayaklanıp mahvoluncaya
kadar uğraşmak göze alındı. Hemen İngilizlerle
barışa karar verildi.
Fransızlar, Vahit Efendi’nin temaslarını
sezerek Osmanlı Devleti’nden İngilizlerle barış
yapmayacaklarına dair bir senet istemeye karar
verdiler. Hatta Fransız maslahatgüzarı
Reisülküttap vekiline gelerek: “Fransa ve
Rusya, İngilizlerle barış müzakerelerine
başladıklarından Devlet-i Aliye’nin bunun
neticesini beklemesi lazım gelir; aksi takdirde
şimdiye ihtiyar eylediği külfetler boşa gider.
Bunu devletim adına ihtar ederim. Ve İngilizlerle
açık ve gizli barış yapmayacağınıza dair bir
takrir isterim. Vermezseniz gizli bir maksadınız
olacağı anlaşıldığından memleketime giderim.”
demişti.
Reisülküttap vekili Ârif Efendi cevaben:
“Erfurt’tan İngiltere’ye barış için elçi
gönderdiğinizi dışarıdan işitmiştik. İş ne
safhadadır?” deyince maslahatgüzar:
“Bilgim yoktur. Fransa ve Rusya ne vakit
İngilizlerle barış yaparlarsa Devlet-i Aliye’de o
zaman girer.” demesi üzerine Ârif Efendi:
“İyi ama Fransızların hatırı için Rusya’yla
harbe girdik. İngilizlerin sayısız mazarratlarına
muhatap olduk. Ruslar bunca kalelerimizi aldı.
Fransızların bunca vaatleri varken, siz Ruslarla
barış yapıp Devlet-i Aliye’yi ortada bıraktınız.
İngiltere’yle barışta da devletimizi böyle açıkta
bırakacağınız hatıra gelmez mi?” dedi.
Maslahatgüzar:
“Bunlar geçmiş şeylerdir. Fransa imparatoru
Devlet-i Aliye hakkında iyi niyetini göstermekte
kusur etmez. Şimdi, Devlet-i Aliye İngilizlerle
barış yapacak mı kesin cevap isterim.” deyince
Ârif Efendi: “Sübhanallah, Devlet-i Aliye
tutumunu değiştirmedi daima İngilizleri
oyalamaya uğraşıyoruz. Çektiğimiz külfetler hep
Fransa’nın hatırı için değil mi?” cevabını
vermişti.
Hâlbuki onlar bu konuşmaları yaparken Vahit
Efendi, İngiltere’yle müzakereleri tamamlamış
ve 5 Ocak 1809, Cuma günü ikiyi on geçe
aşağıdaki barış akdine muvaffak olmuştu.
Devlet-i Aliye ile İngiltere Arasında Yapılan
Antlaşmanın Metni
1. Madde — İşbu antlaşmanın imzasından
itibaren Devlet-i Aliye’yle İngiltere
arasında ihtilaf kalmayıp iki tarafın
esirleri, otuz gün zarfında mübadele
olunacaktır.
2. Madde — İşbu antlaşmanın imzasından
itibaren otuz bir gün içinde İngiltere
tarafından zapt olunmuş yerler varsa,
bunlar bulundukları şekilde bütün top ve
mühimmatıyla Devlet-i Aliye’ye geri
verilecektir.
3. Madde — İstanbul’da İngiltere tüccarının
el konmuş malları varsa tamamen iade
olunacaktır.
4. Madde — 1086 yılında yapılan antlaşma ve
ondan sonra yapılan antlaşmalarla
verilmiş olan imtiyazlar oldukları gibi
devam edecektir.
5. Madde — İngiliz tüccarlarının, alış
verişleri ve diğer ticarî hususiyetlerini
kolaylaştırmak hususunda Devlet-i
Aliye’nin verdiği müsaadelere karşılık
bundan böyle İngiltere’ye gidip gelecek
Osmanlı tüccarına da aynı müsaadeler
tanınacaktır.
6. Madde — Kadim vergi nispeti olarak % 3
esası üzerinden tanzim edilen gümrük
tarifesinin bundan böyle de muteber
olmasına İngiltere razı olacaktır.
7. Madde — Haşmetli İngiliz Kralı’nın
elçileri, öteki millet elçilerinin mazhar
oldukları itibara sahip olacaklardır.
Devlet-i Aliye elçilerine de bu itibar bağış
olunacaktır.
8. Madde — Devlet-i Aliye tüccarının işlerine
bakmak üzere Malta’da ve İngiltere’nin
gerekli yerlerinde konsoloslar
bulundurması caiz olacaktır. Osmanlı
ülkesinde oturan İngiliz konsolosları
hakkında tanınan muafiyetler, Osmanlı
konsoloslarına da uygulanacaktır.
9. Madde — İngiliz elçileri ve konsolosları,
âdet üzere lüzumlu tercümanları
kullanabilecekler, ancak hizmetlerini tayin
olundukları yerlerde yapamayacak
şahıslara konsolos tercümanı, unvan ve
beratı verilmeyecektir. Bu unvan esnaf,
sarraf, dükkân ve tezgâh sahibi gibi
şahıslara hiçbir suretle verilmeyecektir.
Bunun gibi Devlet-i Aliye tebaasından
kimse bir mahallin İngiltere
konsolosluğuna tayin edilemeyecektir.
10. Madde — Devlet-i Aliye tebaasından
hiçbir şahsa İngiliz patenti ve izinsiz elçi
veya konsolos pasaportu verilmeyecektir.
11. Madde — Akdeniz ve Karadeniz boğazları
içine harp gemilerinin girmesi esasen
yasak olduğundan bundan böyle barış
zamanında bütün devletler gibi İngiltere de
Osmanlı saltanatının bu kadim usulüne
riayet edecektir.
12. Madde — İşbu antlaşmanın
tasdiknameleri 91 gün içinde kabilse daha
erken İstanbul’da mübadele olunacaktır.
Bundan sonra İngiliz elçisi İstanbul’a geldi.
Bu sırada Londra’da maslahatgüzar bulunmakta
olan Sıtkı Efendi de faaliyete geçerek iki devlet
arasındaki dostluk tazelendi. O günden itibaren
İngiltere’yle Avusturya’nın kurmuş olduğu
birliğe Devlet-i Aliye de girmiş oldu. Vahit
Efendi İstanbul’a döndü. Hizmetinin makbul
olduğunu ilan sadedinde Kaymakam Paşa
huzurunda kendisine samur kürk giydirildi ve
uhdesine defter emaneti tevcih edildikten başka,
kendisine yılda 3500 ve kethüdasına 1500 kuruş
gelirli birer sehim verildi.
Bu konuşmalarda tercümanlık etmiş olan
İstefanaki, çok yaşamış olan ve yakın vakitlere
kadar Arnavutköyü’ndeki yalısında oturan
meşhur İstefanaki Beydir. Bu görüşmeler bahsi
açıldıkça İstefenaki, Vahit Efendi’nin olağanüstü
temkinini ve sebatını ve diplomatlıktaki
maharetini över dururdu. Gerçekten de Vahit
Efendi övülmeye layıktı. Çünkü Alemdar Paşa
vak’ası üzerine Bab-ı Âli karışmıştı. Bu anlaşma
sadece Vahit Efendi’nin himmet ve
samimiyetinin eseridir. Başkası olsaydı, buna
cesaret edemez ve işi muhabereye dökerdi.
Vahit Edendi uzun süre Lehistan’da kalmış,
Fransızların hilelerine aldanmış, canı yanmış
birisi olmasa bu fırsatı kaçırırdı.
İngilizlerle barış yapıldıktan sonra, Fransız
maslahatgüzarı artık tartışmanın faydası
olmayacağını anlayıp dilini değiştirdi.
Reisülküttap vekiline: “Devlet-i Aliye’nin
İngiltere’yle barış yapması bir mecburiyet
altında vâki olduğundan bu hususa bir diyecek
yoktur. İmparatorumuz bundan kırgın olsa da
Devlet-i Aliye’nin dostluğundan vazgeçmez
sanırım.” dediğinde Ârif Efendi:
“Fransa imparatorundan beklenen
samimiyettir. Saltanat-ı seniyenin İngiltere’yle
anlaşmasındaki zarureti imparatorunuzun iyi
niyet icabı kabul etmemesi düşünülemez.”
demişti.
Böylece Devlet-i Aliye’yle Fransa arasına
soğukluk girmişse de iplerin büsbütün
kopmaması arzu edildiğinden mazeret beyanı
maksadıyla, Reisülküttap, Paris sefiri Muhip
Efendi’ye şu talimatı göndermiştir.
İngiltere ile yapılan antlaşmaya dair Paris
elçisi Muhip Efendi’ye gönderilen yazı:
“Ramazandan önce, İngiliz murahhası bir
firkateyn ile Akdeniz boğazına gelip barış teklif
etmiş ve Devlet-i Aliye antlaşma yapmazsa,
büyük donanmayla İstanbul’a gelerek, hatıra
gelmez tahriplere teşebbüs edeceklerini kesin
olarak bildirmiştir.
Bunun üzerine; Devlet-i Aliye de bu işe
meyletmiş ve mümkün mertebe bu murahhası
oyalamak ve ülkemize zarar vermesini önlemek
için ittifak lafı olmaksızın yalnız kadim dostluğun
idamesini, İngiliz murahhas ile görüşmek üzere
Vahit Efendi memur kılınmıştır. Çanakkale
Boğazı’nda İngiliz murahhasını oyalamak ve
maslahatı idare etmek için vakit
kazanılmaktadır. Netice tarafınıza bildirilecektir.
Bu arada, Erfurt’ta Fransa ve Rusya
imparatorları aralarında Rusların devletimizle
münferiden barış yapmasına karar
verdiklerinden; Rus mareşali Pozorofski’nin bir
kaptanla yolladığı mektupla, Osmanlı’dan
murahhas gönderilmesini talep etmiştir. Bu
arada, Sadrazam Alemdar Mustafa Paşa’nın
ölümü vuku bulmuşsa da hemen Reisülküttap
Galip Efendi birinci murahhas, Murat Mollazâde
Rıza Molla ikinci murahhas, Beylikçi İzzet Bey
üçüncü murahhas olarak gönderilmiştir.
Öte yandan, İngiliz murahhası da “ya barış
ya harp” şeklinde teklif yaptığı haberi Vahit
Efendi tarafından bildirilmişti. Barış yapılmazsa
meydana gelecek zararlar bir yana, barış
isteyen bir devleti reddetmenin şeriata uygun
olmayacağı ulema tarafından bildirilmiştir.
Dostluk akdi için murahhas gönderilen Mösyö
Eder, bindiği firkateyn ile bayramın ikinci günü
İstanbul’a gelmiştir.
Devlet-i Aliye’nin İngilizlerle husumete sebep
olacak bir durumu yokken, sırf Fransızların
hatırı için ihtiyar ettiğimiz fedakârlıkların
hududu yoktur. Buna karşı Fransa’dan bir gün
fayda ve yardım görülmemiştir. Bu sebeple
Devlet-i Aliye’nin İngiltere’yle kadim dostluğunu
yenilemeye mecbur olmasına diyecek bir şey
yoktur. Hele, Fransa ve Rusya imparatorlarının
barış için İngiltere’ye özel elçiler gönderdikleri
de meydanda olduğundan Devlet-i Aliye’nin
Fransa hakkında gösterdiği samimiyet ve
metanetinde bir bozukluk ihtimali yoktur.
Bu hususta bu görüşümüzün mukabelesini
elde etmek istediğimize dair Fransa
maslahatgüzarına verdiğimiz takririn bir suretini
yolluyorum. Şimdiye kadar size verilecek
cevabın gecikmesi bu sebeplerdendir. Allah’a
şükür, Devlet-i Aliye İngiltere’yle güzel bir
şekilde barış yapmıştır. Bu barışın gerekliliği
açıktır. Buna rağmen Fransa’nın gösterebileceği
husumet göze alınmıştır. Bu hususun
sezdirilmemesi lazımdır.
1809 SENESİ OLAYLARI

Rusya ile Görüşmeler

Bir müddet Napolyon’un ikiyüzlülüğüne


aldanmış olan Devlet-i Aliye, nihayet Eflak ve
Boğdan terk olunmadıkça Rusya’yla barış
olamayacağı cevabı alınca Fransa’dan yüz
çevirmiş, doğruca Rusya’yla görüşmelere
başlamıştı. Ruslar da Alemdar Paşa’ya karşı tatlı
muamele etmekteydiler. Alemdar Paşa kazaya
uğrayınca Devlet-i Aliye’nin zaafa uğraması
üzerine Ruslar tutumlarını değiştirmiş ve
Eflak’in terkini teklif etmeye başlamışlardı.
Devlet-i Aliye murahhasları, milletçe son
haddine kadar mücadeleye karar vermiş
olduğundan konuşma yerinden ayrılıp, Yaş
kasabasına döndüler. Bu sırada Rusların İsmail,
İbrail ve Yergöğü kaleleri üzerine saldırmak
üzere olduklarını öğrenen murahhaslar, bu
durumu alâkalılara ve Bâb-ı Âli’ye bildirdiler.
Bunun üzerine harp kazırlıklarına başlandı.

Vefat Eden Bazı Meşhurlar

Bu yıl, eski Rumeli Kazaskeri Mahmut


Çavuşzâde Şemsettin Efendi, ulemadan Emin
Efendi, meşhur şair Sümbülzâde Vehbi Efendi
ve Gümrük Emini Hasan Ağa ve bu yıl doğan
Fatma Sultan altı aylıkken fâni âleme veda
etmişlerdir.
Kazasker Şemsettin Efendi; Feyzullah
Efendi’nin oğludur. Mekteplerin semtinden
geçmediği ve üzerinde hoca hakkı olmadığı
hâlde kadı evladı olduğu için hocalık diploması
almış ve son derece iyi konuşan ve meclisi
süsleyen biri olduğu için büyüklerin yardımıyla
rütbeleri aşarak kazaskerliğe kadar çıkmıştı.
Rütbesi dolayısıyla katıldığı danışma
meclislerinde hiçbir fikri olmadığı hâlde, sadece
gülünç hikâyelerle herkesi eğlendirir,
şaklabanlığı, garip hikâyeleri ve maskaralıkları
dilden dile dolaşırdı. Bu meyanda o asrın
siyasetindeki gevşeklik dolayısıyla hiçbir cezaya
maruz kalmazdı. Hediye aldığı zatları över,
kendisine yanaşmayanları yermekten geri
kalmazdı. Dilini tutması için birçokları kendisine
hediyeler verirlerdi. Bir kimseden ne kadar çok
hediye alırsa alsın hediyenin arkası kesilirse
hemen yermeye başlardı.
Kendisi de dili belasına, Bursa’da gurbette
sürünürken öldü. Hastalığı esnasında “İnsanın
selameti dilini tutmasındadır.” sözünü ağzından
eksik etmezmiş.
Ulemadan Emin Efendi, Sadrazam Hacı Emin
Paşa’nın oğludur. İlk tahsilini Kadı Mehmet
Efendi’den, fıkıh ve kelâmı Âbit Efendi’den, âlî
ilimleri ve tefsiri Süleymaniye müderrisi
Madrubi diye anılan Ahmet Efendi’den yaptı.
Hesap, hendese ve kozmoğrafyayı Gelenbevî
İsmail Efendi’den, edebiyatı babasının Divan
kâtibi Nuri Efendi’den ve bu asrın büyük âlimi
Tatarcık Abdullah Efendi’den, Sanayi-i latifeyi
Nimet Efendi’den ve talik yazıyı Yasarî
Efendi’den öğrenmişti.
Her bakımdan benzerlerinden üstün ve
gerçekten Kazasker denmeye layık, faziletli bir
adamdı. Babası reisülküttap iken kendisi
mülazım olmuş, babası sadrazam olunca
müderris, Galata Kadısı, Edirne Kadısı ve
İstanbul Kadısı mertebelerini aştıktan sonra
Anadolu Kazaskeri olmuştu. Oğlu Abdülkadir
Efendi de büyük ulemadandı.
Sümbülzâde Vehbi Efendi: Maraşlı
Sümbülzâde torunlarından âlim ve fazıl Reşit
Efendi’nin oğludur. Maraş’ta tahsilden sonra
İstanbul’a gelerek büyüklere kasideler yazmaya
başlayarak güç hâlle Kadı olmuştu. Gittikçe
şiirleri şöhret yapmaya başlamış, kendisine bazı
mühim yazılar yazdırılmış, birkaç defa name-i
hümayun kaleme almış ve şöhreti artmıştı.
Sultan Abdülhamit devrinde İran’a elçi
gönderilmiş, oradan avdetinde iki devlet
arasındaki soğukluğa Ömer Paşa’nın sebep
olduğunu söyleyince, Ömer Paşa’nın da onun
İran’da zina ettiğini bildirmesi üzerine padişah
gazaba gelerek derhal idamına ferman vermişti.
Fakat dostları kendisine mektup göndererek
kıyafet değiştirip Üsküdar’a gelmesini ve bir
evde gizlenmesini bildirdiler. Gizlendiği evde
“Tanınmaması” adı ile şöhret bulan meşhur
kasidesini yazdı. Bu kasideyi padişaha sunarak
affa uğradı ve Rodos’a kadı tayin edildi. Sultan
Selim adına divan tertip ederek padişahın
iltifatına nail oldu. Nikris (gut hastalığı)
illetinden öldü.
Şânîzâde bu zat hakkında diyor ki: “Merhum
Ebulayn, Ebu Dulame ve İncili Çavuş gibi mizah
ve hicivde usta olup fıkra ve hikâyeleri Nasrettin
Hoca gibi halk arasında yaygındır. Tuhfe-i
Vehbî adıyla yayınlanmış olan eseri Nabi’nin
Hayriye’sine naziredir. Şevk vericidir.”
Süleyman Faik Efendi, mecmuasında der ki:
“Vehbi merhum, cinnet getirip kör olduktan
sonra, deliliği biraz hafifleyince şair Aynî ile
Sürûrî ziyaretine gittiklerinde, Vehbî memnun
olmuş, ağlamış, Sürûrî’ye ‘Bana içli bir ölüm
tarihi söyle de sağlığımda işitip biraz
ağlayayım.’ deyince Sürûrî şaka ile: ‘İmri’ü’-
Kkays ile haşrolsun ilahî Vehbî’ mısrasını
söylemiştir. Vehbi yedi sene kadar daha
yaşamıştır.”
Süleyman Faik Efendi der ki: “Vehbî, yaşı
sekseni aşmış olduğu hâlde cinnet getirdi. Kör
oldu, yedi sene kadar yatalak oldu. Bu hastalığa
tutulmazdan üç gün önce ahbaplarını davet edip
yemekten sonra onlara şöyle hitap etti:
‘Yaşım sekseni aştı, ölüm yakındır,
bugünlerde ölmezsem cinnet ve körlüğe
uğrarım, hangisi mukadder ise ahiret hakkını
helal edin. Pek fasık ve asi olduğumdan
hakkımda türlü şeyler söylerler. Cümleye ben de
helâl ettim. Lakin Müslüman ve Hanefî
mezhebinde olduğum için Hak huzurunda
şahadet edersiniz.’
Ahbapları teselli vermiş ve: “Keramet
gösteriyorsunuz’ demişler. O: ‘Benim gibi
fasıkta keramet mi olur? Lakin vakitle tıp
okuduğumdan bilirim, vücudumda bir hâl var ki
tıp kaidesine göre bunu anladım. Ricamı tutun.’
demişti, dediği de olmuştu.”
Selanikli Hasan Ağa: Servet sahibi, olgun,
akıllı, becerikli ve iyi huylu idi. Hatır kırmaktan
çok çekinirdi. Bütün gücü ile verilen vazifeyi
hakkıyla yerine getirmeye çalışır, buna da
muvaffak olurdu. Kendisine kasapbaşılık,
mutfak eminliği ve gümrük eminliği gibi her
birinin altından kalkılması zor olan işler verildiği
hâlde sesini çıkarmamış ve işlerinde başarılı,
olmuş boş vakitlerinde ticaretle uğraşmıştır.
Vefatında mallarından varislerine verildikten
sonra, ordunun levazımatı tedarik olunmuştur.
Hayatında olduğu gibi vefatında da Osmanlı
Devleti’ne faydalı olmuştur.
Şânîzâde, Gümrük Emini Hasan Ağa’nın
ölüm sebebi hakkında der ki: “Hasan Ağa’nın
ayağında Flegmon denilen bir çıban vardı.
Yahudi hekimlerini çağırdı, ilaç istedi. Bir
müddetten beri başhekim olanların çoğu bilgisiz
ve liyakatsiz olduklarından haset illetine müptela
idiler. Memuriyetlerinin gereğini yapmazlar,
ancak mansıb kendilerinde kalsın diye türlü
hilelere başvururlardı. Cehaletlerini gizlemek
için frenkçe laf edip tıp fenninden gafil olan
devlet büyüklerinin kapılarını çalarlar, sonunda
başhekim olurlardı”
Bunlar beden ve ruha deva bulacakları,
padişaha ilaç yapacakları ve hekim
yetiştirecekleri yerde ,buna iktidar
göstermezlerdi. Bu yüzden Osmanlı memleketi
cahil hekimler elinde kalmıştı. Ehli İslâm içinden
uzun müddet tahsil ederek hazakat rütbesine
ermiş birisi çıksa, onu kendilerine rakip sayarlar,
tıptan haberi olmayan devlet büyüklerine onu
şikâyet ederler, iftira atarlar, hakarete maruz
bırakırlardı.
Vakti ile erbabına ün ve servet getirmiş olan
bu mübarek tıp ilmi, giderek İslâm hekimleri için
zararı mucip oluyordu. Kimse bu fenne heves
etmiyor, edenler de Süleymaniye Tıphanesinde
yalnız hocalık ve bimarhane tabipliği ediyordu.
Böylece memlekette yalnız tıbbı geliştiren
değil, eskisini bile okuyabilecek kimse
kalmamıştı. Vaktiyle hekimleri meşhur olan
İstanbul şehrinde tababet; Hırvat, gemici, ırgat
bozuntularının elinde kalmıştı. Başka
milletlerden hazakat sahibi tabip ve cerrahlar da
cahillerin iftiralarına maruz kalırdı. Bu cahiller,
büyüklere giderek falan hekim pek aciz veya
inatçıdır derlerdi. İlme uymayan, fakat
büyüklerin mizacına uyan şeyler söylerlerdi.
Bunlar, hocalardan icazet almadan, rüşvet
vererek hekimbaşıdan bir tezkere alarak istediği
yerde dükkân açar ve Frengistan’a maskara
olurdu.
Bu gibi tabip ve cerrah kıyafetinde kasaplara
başvurmaktansa, çöl bedevileri gibi hastalıkları
tabiata havale veya kocakarı ilaçlarıyla
yetinmek, daha hayırlı idi. Bu sebeplerle meşhur
bir hekim demiştir ki: “İstanbul şehrinin su ve
havası, mevkii ve mesiresi, zevk ve sefası çok
hoş… Fakat orada üç felaket vardır: Biri veba,
biri yangın, biri de cahil hekimler.”
Hasan Ağa’nın ayağındaki yaraya kasaplar
gibi tımar yaptıklarından adamcağız uzun
müddet yatalak ve sarsak kalmaya mahkûm
olmuştu. Bu yüzden tersane işleri başsız
kaldığından kendisi azledilmiş ve yerine Şıkk-ı
Sâlis Defterdarı Aziz Efendi getirilmişti.
Fatma Sultan da altı aylıkken vefat etti. Bu
ölüm hakkında Şânîzâde der ki: “Umûmî
hastanesi olmayan yerlerde, büyüklerden
hastalananların tedavisinde hazık hekimler tıp
ilminin gereğince istişare ederler ve tedaviyi
tatbik ederlerdi. Bu suretle de şifa olmazsa
hüküm Allah’ındır inancı bu hekimleri de mazur
gösterirdi. Özellikle hanedanının tedavisinde
birkaç tabibin tedbiri ne kadar hazık olurlarsa
olsunlar yine kifayetsiz kalır. Hekimler ilaç
vermekten çekinirlerdi.”
Rivayete göre hekimbaşı Mesut Efendi, bu
makama veraset yoluyla dahil olanlardan birisi
idi. Tıp ilminde de cahil olduğundan İstanbul’a
geldiğinden beri ilaçları bir cellat gibi İstanbul
halkını helâk ettiği gibi, hekim unvanını almış
olan Morenzo isimli bir Frenk’le işbirliği ederek
bunca sultan ve şehzâde doğurabilecek olan
Fatma Sultan’ın da ölümüne sebep olmuşlardı.
Fatma sultanın ruhu beden yuvasından çıkarak
uçmuştu.
Kanun üzere vezirler, ulema, ocaklılarla
matem alayı yapıldı. Mübarek cesedi Nur-
uosmaniye türbesine gömüldü. Herkes bu
yüzden matem içinde idi. Padişahın kalbi kederli
iken, o günü akşamı kendisine, “Ayşe Sultan”
ismini alan güzel yüzlü bir sultanın doğduğu
müjdesi haber verildi.

Bazı Olaylar
Sultan III. Selim’in hal’inden sonra Osmanlı
Devleti dümensiz gemi gibi dalgaların arasında
yuvarlanırken, ortaya Alemdar Paşa çıktı.
Devlete selamete çıkarmak isterken kaza
girdabına düştü. Devlet işleri zorbaların eline
geçti. Böyle karışık durumda tahta çıkan Sultan
II. Mahmud işinin zorluğu meydandadır. Sultan
II. Mahmut hiç yılgınlık göstermeden zorluklara
göğüs germiş; bir yandan Rus harbine
hazırlanırken, bir yandan da zorbaları tedibe
gayret sarf etmekteydi.
Para Değerinin Ayarlanması: Sultan
Abdülhamit ve III. Selim devirlerinde darphane
gelirlerini arttırmak maksadıyla, “düşük ayarlı”
bir hayli altın kesilmiş ve güya gelir fazlası elde
edilmişti. Ticarî muameleler ise gerçek değer
üzerinden işlediğinden para ayarının
düşürülmesi halkın ve tüccarın işlerine zarar
veriyordu.
Bu işi düzeltmenin en iyi yolu, ayarı düşük
sikkeleri kaldırmak ve gerçek ayarlı para
basmaktı. Şeyhülislâm huzurunda toplanan
danışma meclisinde mesele görüşüldü.
Şeyhülislâm Darphane fiyatının rayice
uydurulması meşrudur.” diye fetva verdi.
Devleti Âliye’nin en büyük sıkıntılarından biri
de ihtilal ve fitneler dolayısıyla devlet
büyüklerinin sık sık kazaya uğramaları ve bu
yüzden hasıl olan adam kıtlığı idi. O devrede
ikinci derecede sayılabilecek adamlar bile
sürgünde bulunduklarından, devlet işleri için
birçok şahsiyetlere ihtiyaç vardı.
Reisülküttap vekili Vahit Efendi de dirayetli
ve sadakatli olmakla beraber İngiltere barışını iyi
bir suretle sonuçlandıralıdan beri kibre müptela
olmuş, öteki devlet büyüklerini hafife almaya
başlamıştı. Hatta bazı fermanlar için “dünyanın
gidişine uygun değildir.” diye ihtarlarda
bulunmaya cesaret ediyor ve cahil kâtiplerden
bazılarının tayınlarını kesiyor, hazineyi korumak
için sert tedbirler alıyor, yakınanları azarlıyordu.
Bu hâller padişahın mizacına uygun
düşmediğinden hakkındaki teveccüh
zayıflıyordu.
Beylikçi İzzet Bey de bilgili, kabiliyetli ve
yetişebilecek devlet adamlarından idi. Alemdar
Paşa zamanında yapılan ittifak senedi, onun
kaleminden çıkmış ve bu belgeye “vesikayı
yazan” adıyla imza koymuştu. Sultan Mahmut
bunca zorluklar içinde saltanatın istiklalini
korumaya itina etmekte olduğundan buna
dokunabilecek bir ittifak senedinin altına İzzet
Bey’in öğünürcesine imza atması padişahın
kırgınlığına sebep olmuştu.
İzzet Bey, Galip Efendi’yle beraber Ruslarla
görüşmeye memur edildiğinde, padişahın
verdiği harcırahı azımsamış ve sövmeye cür’et
etmiş olması kırgınlığın artmasına sebep
olmuştu. Gençliğine bakarak ve yazıdaki
maharetine hürmeten padişahın affına uğramışsa
da şımarıklığına devam etmişti.
Sultan II. Mahmut, Müslümanları gazaya
teşvik için “Âyet-i Kerîme ve hadis-i şerifler
emrince cihadın bütün Müslümanlara farz
olduğunu bildiren hatt-ı hümayunlar neşretmişti.
Bunlar Bab-ı Âli’ye geldiğinde İzzet Bey
pervasızca: “Bakalım bu defa şeyh biçiminde ne
vaazlar veriliyor.” diye edepsizce davranması,
hürmet edilmesi bütün Müslümanlara farz olan
hilafet makamıyla alay etmeye cesaret etmesi,
hamiyet sahiplerini şaşırtmıştı. Bu sebeplerle
İzzet Bey azledilip idam edildi. Vahit Efendi de
Kütahya’ya sürüldü.

1810 Senesi Olayları

Napolyon’un Evlenmesi
Avusturya ve Fransa imparatorlarının istekleri ile
kralın kızı Mari Luiz ile Napolyon’un evlenmesi
kararlaştırıldı. 11 Mart 1810 tarihinde,
Viyana’da Napolyon’la Avrupa’nın en eski
hanedanına mensup prenses Mari Luiz’in
nikâhları kıyıldı. Mari Luiz nikâhtan sonra
hemen yola çıkıp Nisan başında Paris’e vardı;
büyük şenliklerle düğünü yapıldı. Napolyon’un
Avrupa’nın en eski hükümdarları, sülalesinden
bir prensesle evlenmesi Napolyon’un asilzâdeler
arasındaki itibarını artırmıştı.
Son harplerde Napolyon, Avusturya’yı
yenmiş, Almanya’da kendisine karşı olanları
ezmiş olduğu için iktidarı daha da artmıştı.
Avrupa hükümdarlarından çoğu, kendisine baş
eğmişti. Krallık taraftarlarının çoğu kendisine
yönelmişti. Bu evlilikle kurulan sıhriyet ve
Paris’teki Avusturya elçisi Maternich’ın mahir
politikası sayesinde Napolyon’un Avusturya’yla
olan münasebetleri günden güne iyileşmekteydi.
İngiltere, denizlere hâkim olması sayesinde
Napolyon’un nüfuzu dışında kalmışsa da bir gün
onun yakası da Napolyon’un eline geçer diye
düşünülüyordu. Oysa bu kudret Napolyon’un
şahsiyle kaimdi. Bir felakete uğradığı zaman
kurmuş olduğu hükûmetin çökmesi tabiî
olacaktı. Onun için derin düşünenler, bu
iktidarın sürekli olabileceğinden şüpheliydiler.
Napolyon, bu evlilikle Avrupa’nın eski
hanedanlarını ortadan kaldırmak niyetinde
olmadığını göstermişse de Alman kralları
ellerinden çıkardıkları bunca memleketleri
unutamıyorlar ve daima fırsat gözetiyorlardı.
Avusturyalıların yarası da bir evlilik bağıyla şifa
bulamazdı. Ruslar; Lehistan hakkında teklif
ettikleri muahedeyi imzalamadığı için
Napolyon’a kızıyorlardı. İtalyanlar ise
Napolyon, Papa’nın bütün memleketlerini ve
Toskana Dukalığı’nı almış olduğu için çok
müteessirdi. Papalık meselesinden dolayı bütün
Katolikler Napolyon’un can düşmanı idiler.
Böylece Napolyon’un düşmanları çoğalmıştı.
Napolyon, Roma şehrini Fransa’nın ikinci
başkenti sayarak, Fransız imparatorunun
bulunduğu yerde Papa’nın oturmasını
istememişti. Papa’yı Sadova şehrine nakletti. Bu
konuda Fransız papazlarının bir kısmı,
Napolyon’u destekliyor, bir kısmı da Papa’ya
sadakat gösteriyordu.
Mezhep ihtilaflarını kendi başına çözmeye
kalkıştı. Bu meyanda Papa’ya danışmaksızın bir
takım piskoposlar tayin etti. Napolyon kuvvetine
mağrur olarak din işlerinin zorla
halledilemeyeceğini düşünemeyip düşmanlarının
eline keskin silahlar vermekteydi. İspanya
meselesi ise gittikçe zorlaşmakta ve İngiliz-
Fransız harbi şiddet bulmaktaydı. Bu zorlukları
yenmek için Napolyon her tarafa büyük ordular
yollamaya mecbur olduğundan Fransa nüfusça
ve malca ağır bir yük altındaydı. Fransızlar bu
hâllerden usanıp nefret etmeye başlamışlardı.
Napolyon nihayet kendi hırs ve tamahı
yüzünden, uğradığı bunca zorlukların önünü
alamayacağını anladı. O zamana kadar
kazandığı iktidarı ile yetinmeye karar verdi.
Fakat cihangirlik hülyasından vazgeçebileceğine
inanılamıyordu. Napolyon her şeyden önce
İspanya meselesini çözmeye ve İngilizleri barışa
zorlamak için kara muhasarasını devam
ettirmeye muhtaçtı, hâlbuki işin en güç yeri
burası idi. Çünkü İspanyollar, Portekizler
milletçe ayaklanmış, hürriyetlerini korumak için
fedailer gibi çalışıyorlardı. İngiliz ordusu da
onlara yardım etmekteydi.

İngiltere’nin Deniz Ablukası, Fransa’nın


Kara Muhasarası

1806 yılında İngilizler, Fransa’nın Brest


limanından Elbe Nehri’ne kadar olan sahilleri
ablukaya aldıklarını ilan etmişlerdi. Oysa bir
devlet, başka bir devletin birkaç limanını abluka
edebilirdi. Ama “Filan yerden filan yere kadar
sahiller abluka altına alınmıştır, hiçbir devletin
gemileri bu ülkeye yanaşmasın.” diye ilan etmek
devletler hukukuna aykırı idi.
Buna karşı Napolyon da yine devletler
hukukuna aykırı olarak Avrupa karasını
muhasarasına aldı. Yani Avrupa kıyılarının
tamamını İngilizlere kapatmaya Avrupa
devletlerini mecbur etti.
Hâlbuki Avrupa milletlerinin kendi arasında
carî olan ticarî alış verişi birden bire kesmek ve
halkı zarurî eşyadan mahrum bırakmak çok
eziyetli bir işti. Bu kara muhasarasına karşı
İngilizler, 1807 yılında Avrupa denizlerinde
gezen gemilerin hangi millete mensup olursa
olsun Londra’ya veya Malta’ya uğrayıp
muayyen ücret ödemezlerse düşman gemisi
addolunacağını ilan ettiler. Napolyon da
İngilizlerin ilanına uyan gemilere düşman gemisi
nazarıyla bakacağını ilan etti.
Tarafsız devletlerin biçare gemicileri iki ateş
arasında ne yapacaklarını şaşırdılar. Bu durum
karşısında Amerika’da kendi gemilerine Avrupa
sularını yasak ettiği gibi, İngiliz ve Fransız
gemilerinin de Amerika sularında dolaşmalarını
yasakladı. Amerikan gemicileri böyle zoraki
kaidelerin uzun müddet yürüyemeyeceğini
anlayarak Avrupa ticaretinden el çekmediler ve
Amerika’ya dönmeden Avrupa sularında dolaşır
oldular.
Rumlar da Osmanlı sancağı altında, gemilerle
Malta’dan kahve, şeker ve İngiliz mallarını
yükleyip Trieste, Venedik, Napoli ve Marsilya
limanlarına taşımaya başladılar. Bir müddet
sonra Amerika’ya giden birkaç Fransız
gemisinin orada zapt olunduğu bahanesiyle
Avrupa’da dolaşan Amerikan gemilerinin zapt
olunacağını ilan etti. Rumlar hakkında da
şiddetli takibat yapılmasını emretti. Paris elçisi
Muhip Efendi yakalanan Rum gemileri hakkında
Fransız hariciyesiyle devamlı mücadele
hâlindeydi.
Napolyon, kara muhasarasının
şiddetlenmesini Ruslardan da istedi. Aleksandr
buna muvafakat etmedi, çünkü İngiliz mallarının
Rusya’ya gelmemesi Rus ticareti için zararlı idi.
Amerika gemicileri ise İngiliz limanlarında
gemilerini doldurup, Rus sahillerine yanaşırlar,
yerine demir ve zahire yükleyip İngiltere’ye
taşırlardı. Aleksandr bunu yasaklasa Rusya’nın
ticaret kapıları kapanmış olurdu. Şu var ki
Devlet-i Aliye’yle harp hâlinde olduğu için
Napolyon’u avutmaya mecbur olduğundan
Napolyon’a açıktan muhalefet etmez, işleri idare
ederdi.
İsveç Kralı, limanlarını İngiliz gemilerine
kapamayı taahhüt etmişse de bu şart ağır
geldiğinden Göteburg limanını açmış, “Tarafsız
gemilerle geldi.” bahanesiyle İngiliz mallarını
alıyordu. Bu malların bir kısmını da arabalarla
Rusya’ya taşıyarak kaçakçılık yapıyorlardı. Bu
sırada İngiltere’de zahire kıtlığı olduğundan
tarafsız, hatta düşman gemilerinin zahire
getirmesine müsaade edilmişti. Napolyon bile
İngiltere’ye zahire götüren gemilere; Fransa’nın
muhtaç olduğu malları getirmek şartıyla,
müsaade etmeye mecbur olmuştu.
Napolyon, Avrupa haritasını bozup çiziyordu;
kimsede güven kalmamıştı. Avrupa halkı bu
işten bezmişti. Her yerde Napolyon’un
tahakkümünden kurtulma çaresi aranıyordu.
Kara muhasarası sebebiyle Ruslar kendi
mallarını satamaz olmuşlardı. Hâlbuki Alman ve
Fransız malı ülkesine giriyordu. Bu yüzden
günden güne para azaldığından Rus tüccarı
sızlanıyordu.
Aleksandr, Alman ve Fransız mallarından
çoğunun getirilmesini yasak etti. Oysa İngiliz
mallarının Amerika gemileri ile girmesi
kolaylaşmıştı. Napolyon’la Aleksandr’ın arası bu
yüzden açılmıştı. Cenge tutuşmaları beklenirdi.
Şu var ki Aleksandr Türklerle harp hâlinde
bulunduğundan Fransa’yla harbe tutuşmak
istemiyordu.
Ruslar 1809 yılında Tuna’da taarruza geçerek
bazı yerleri ele geçirdilerse de Balkan hattını
delemediler. Çünkü Osmanlı askerî harp fennini
bilmiyorsa da olağanüstü bir cesaret
gösteriyordu.
Fransızlar evvelce Eflak ve Boğdan’ın
Rusya’ya terkini telkin ederken, İstanbul’daki
maslahatgüzarı Molborg gizlice Bâb-ı Âli’ye
Ruslarla Fransa’nın bozuştuğunu, Rusların Tuna
ordusunu geri çekeceklerini bildiriyor ve harbe
şiddetle devam olunmasını telkin ediyordu. Bâb-
ı Âli ise Tilzit ve Erfurt konuşmalarını
İngilizlerden öğrenmiş ve Napolyon’a itimat
kalmamıştı.
II. Mahmud’un cülûsu hakkında Napolyon’a
yazılmış olan mektuba cevap gelmemesi de
hakaret sayılıyordu. Bâb-ı Âli bu diplomasi dilini
yeni öğrenmişti. İki tarafı idareye çalışıyordu.
İngiltere’yle Fransa arasındaki harpte tarafsız
kalacağını ilan etmiş, kendi sularında muharip
devletlerin vuruşmamalarını talep etmişti.

Bazı İç Olaylar
Cezayir Garp Ocağı’ndan Devlet-i Aliye
âdetlerine uygun olarak bir gemi ile yeni padişah
için birçok hediyeler gönderilmişti. Başlıcaları
şunlardı: Murassa altın takımıyla bir at, Şahvat
ince tespih, pırlanta yüzük, murassa altın saat,
murassa Cezayir işi dört tüfek, bir çift murassa
altın tabanca, altın yatağan, altı sırma saçaklı
yatak örtüsü, yirmi ehram, dört aslan postu, dört
kaplan postu, iki papağan, beş aslan, iki kaplan,
dört ceylan, üç deve kuşu.
Bunlara mukabil padişah Cezayir Ocağı’na şu
hediyeleri yollamıştı: Yedi b alyemez topu, iki
obüs topu, altı kalem borta topu, 3.000 kumbara
tanesi, 200 kantar barut, 200 kantar ham demir,
200 kantar kendir, 200 kantar katran, bir
firkateyn, iki gemi.
Bahar yaklaşmış ve harbin zamanı gelmiş
olduğu hâlde Serdar-ı Ekrem hasta idi. Kendi
hekimi tedaviden korkuyordu. Ordunun
hekimbaşısı tıp ilminden habersiz ve sırf
kayırılmak üzere hekimbaşı yapılmış
olduğundan ve orduda gerekli ilaçlar
bulunmadığından Serdar-ı Ekrem’in yolladığı
tezkere üzerine iki hekim (Rum taifesinden
İtalya’da okumuş Konstantin Kalayira, diğeri
Frenk taifesinden tıptaki maharetli ünlü Piçuti)
ve ilaç gönderildi. Derhal Şumnu’ya giden
hekimler Serdar-ı Ekrem’i iyileştirerek ve bol
atiye alarak İstanbul’a döndüler.
Orduda lüzumu kadar hekim ve ilaç
bulunmaması gerçi büyük eksikti. Lakin orduda
bu gibi noksanlar çoktu. Onlarla uğraşmaya
vakit yoktu. Zahire bile güç gönderiliyordu.
Karadeniz, ticaret gemilerine kapanmış olduğu
için İstanbul’da da kıtlık vardı.
Fırınların önünde yığılma artmış, aceze
güruhu ekmek alamaz olmuşlar, fırınlar ekmeğin
gramajını elli dirheme düşürmüşlerdi. Bazı
zorbalar fırınlardan fazla ekmek alarak iki katına
satmaya başladılar. Nihayet ekmeye yeni narh
verilerek elli dirhemi bir paraya satılmaya
başladı.
Devlet-i Aliye bu zorluklarla uğraşırken asla
fütur getirmeyip sınır boylarına zahire ve
mühimmat gönderiliyor, askerler sınırlara
koşuyorlardı. Bu sıralarda Anadolu’nun her
yerinden asker toplanıyordu. Lakin yeniçeri
rezilleri, edepsizlikten vazgeçmeyip ırz ehli
kadınlara saldırarak dayanılmaz kötülüklere
cür’et ediyorlardı. Bu hususta tahrikler yapan
Deli Mehmet Ağa, Manisa’ya sürülmüş ve orada
idam edilmiştir.
Böyle tehlikeli bir devirde, kaymakam Osman
Paşa’nın zevcesinin bir çengi kadınla birleşerek
geceleri Bab-ı Âli hareminde saz ve nekkare ile
âlem yaptığı işitiliyordu. Kaymakam Paşa ise
zevcesine mağlûp olduğundan, çengi kadına
gelir temin etmişti. Padişah bunu duyunca
kendisini Limni’ye, zevcesini Bursa’ya sürmüş,
çengi kadını da idam ettirmişti.
Bugünlerde, balık pazarında birkaç hamal
namuslu bir kadını tutup zorla odalarına
götürmek isteyince, halk kadını ellerinden almak
istemiş, hamallar silaha sarılmışlar, halk da sopa
ve taşlarla bunlara saldırmıştır. Tüccar ve esnaf
ayaklanarak “Bu kepazelik ne?” diye feryat
ederek Bab-ı Âli’ye varıp: “Her gün bir kötülük
işleniyor, ya yeniçeri taifesini zapt ve rapta
alırsınız ya da biz sorgu sualsiz bunları
öldürürüz.” demişler ve dükkânlarına silah ve
cephane toplamaya başlamışlardı.

Fatih Camii’nde Yapılan İstişare Toplantısı

Bu sırada Rus generali Kaminaki, Serdar-ı


Ekrem’e sert bir mektup göndererek: “Ya şimdi
sulh yaparsınız yahut İstanbul’a kadar yürür,
orada yaparım.” diyordu. Serdar-ı Ekrem bu
mektubu derhal padişaha yolladı. Sultan
Mahmut fevkalade müteessir olarak Fatih
Camii’nde bir istişare heyetinin toplanmasını
emretti. O gün Fatih Camii’nde toplanan istişare
heyetinde Şeyhülislâm, Kaymakam Paşa ve
devlet büyükleri hazırlardı.
Reisülküttap, önce Serdar-ı Ekrem’in yazısını,
sonra Rus generali Kaminaki’nin mektubunun
tercümesini okudu. Rusların soğuk muamelesi,
herkese çok ağır geldiyse de dayanacak kuvvet
olmadığından, herkes şaşkınlık içinde kaldı.
Camide okunmak üzere kaleme alınan hatt-ı
hümayun okununca cemaate heyecan geldi. Din
ve devlet uğruna son dereceye kadar dayanmak
üzere karar verildi.
Okunan hatt-ı hümayun:
“Siz ki şeyhülislâm, kaymakam, kazasker,
ulema ve devlet ricalim. Ocağımın ricali ve
ihtiyarlarısınız, bilcümle İslâm ehlini
selamladıktan sonra, malûmunuz ola ki bu defa
ordu-yı hümayunumdan gelen haberlere göre,
din düşmanları Pazarcık’ı aldıktan sonra, Varna
üzerine gelip kale içinde bulunan din
kardeşlerimizi tazyik etmekte ve Hezargrad
üzerinden dalga dalga Osmanlı memleketlerine
uğursuz ellerini uzatmaktadırlar.
Kâfirlerin maksadı, Ordu-yu hümayunumu
kuşatmak, bu suretle kalbinde sakladığı hıyaneti
icra etmek olduğundan ulu atalarımla birlikte
İslâm yiğitlerinin fetheyledikleri bunca
memleketleri ele geçirmek isterler. İslâm
hamiyeti ve din gayreti olanlar buna nasıl
tahammül eder?
Ulu atalarım, bu ülkeleri fethetmişlerse
hâsılatını şahıslarına hasretmeyip, aşar ve diğer
vergilerini ve ürünlerini gazilere ve vüzeraya
inayet buyurmuşlardır. Buralarda Peygamber
Efendimizin mübarek ismini zikrettirerek İslâm’ı
takviyeye çalışmışlardır. Bu ülkelerde ezan
sesini kesip yerine çan seslerini ikame ettirmek
din gayreti olanlara düşer mi?
Bütün gün hakarete uğramaktansa, din
yolunda can feda etmek daha âlâ değil mi?
Çocuklar ve kadınlar vatanlarından atılıp sefalet
içinde inlerlerken bizler ne güne duruyoruz.
Allah’a şükür, Rumeli’de yedi krala karşı
koyacak askerimiz vardır. Anadolu’dan da
dalga dalga asker geliyor. Cülûsumdan beri
harp hazırlığı, lüzumlu diğer işlere bakmama
vakit bırakmadı. Bundan böyle uyku, rahat ve
gevşeklik istemem. Eli kılıç tutan din
kardeşlerimle beraber din uğruna çalışırım.
Cümleye farz-ı ayn olan gaza niyetiyle sefere
hazırım. Gölgesine sığındığımız sancak-ı şerif
hürmetine Allah’ımız yardımcımızdır.
Ulema ve yedi ocağın ricali, Fatih Sultan’ın
mukaddes camiinde toplanmıştır. ‘İstişare eden
selamet bulur.’ fetvasınca cümlenizi emin bilip
danışmaya memur eyledim. Baş başa verip her
husus mülahaza olunsun.
Harp gereçlerinden olan çadır, cephane, top
ve hepsinin bağlı olduğu akçe ve zahire
hususları incelenip gereği huzuruma sunulsun.
Herkes aklına gelen hayırlı fikirleri söylesin.
Şöyle lazımdı diyecek kimse kalmasın. Doğru
söylemeyip hayırlı şeyler gizlenirse, indimde
makbul değildir. Hepinizin tasvip ettiği şeyleri
ben de tasvip eylerim. Vakit kaybetmeyesiniz.
Cenab-ı Hak hâlimizi iyiye tebdil eylesin ve
Devlet-i Osmaniye’yi muzaffer kılsın. Devlete
hayırlı olanların yüzleri iki cihanda ak olsun.
Nasrün minallahi ve fethün Karîb.”
Ertesi gün, istişare heyetinin kararı,
memleketin her tarafına fermanlarla ilan olundu.
Bütün millet bayrak altına çağırıldı. Cihada asker
göndermeyen şehirlerden kadı ve hatiplerin
kaldırılacağı bildirildi. Sultan Mahmut bizzat
sefere gideceğinden, bütün devlet erkânı
hazırlanmaya başladı. Esnaf ve tüccarın harp
malzemesini pahalı satmaması, bir evde iki kişi
varsa, birinin harbe gidip birinin kalması istendi.
Anadolu beylerinden Hamit Paşa,
Cebbarzâde, İbrahim Paşa da topladıkları askerle
sefere koyuldular. Medrese danişmendlerinden
1.500 genç gönüllü yazılarak orduya katıldılar.
Recebin dördüncü günü saray sahasına
padişahın tuğu dikilerek dualar edildi. Padişahın
bizzat sefere gideceği haberi kamu efkârına
heyecan getirdi. Millette bir taraftan endişe ve
keder, bir taraftan da hırs ve hiddet vardı.
Karışık ruh hâleti içinde idi.
Türk askerinin Şumnu’da bir zafer
kazandığına dair gelen haber herkese ferahlık
getirdi. Rusların talimli askeri, açık ovalarda
galip gelirdi. Dağlık yerlerde ise harp fenni
üzerine manevra yapamadığından yiğit Osmanlı
askeriyle pençeleşmezdi. Çok değişik harp
safhaları bazen düşmana, bazen Osmanlılara
gülüyordu.
Rusçuk’ta Osmanlı askeri muhasara altına
alınmıştı. Düşman bu şehre 40.000 gülle ve
kumbara atmış, evleri ve dükkânları yıkmıştı.
Osmanlı askeri, buna rağmen dayanmaktaydı.
Fakat zahire tükenmiş, açlık dermanları kesmişti.
Kumandan Halil Paşa’nın şehit düşmesi üzerine
meyus olan Osmanlı askeri Şaban ayının
sonunda şartlı olarak Rusçuğu Ruslara teslim
etti.
Ruslar böyle bir başarı kazanınca barış teklif
ederlerdi. Lakin Bâb-ı Âli bir karış Osmanlı
toprağını terke razı olmuyordu. Ruslar Niğbolu
ve Rusçuk’u aldıktan sonra Balkanları geçip
Lofça ve Berkofça’ya saldırdılarsa da çok kanlı
boğuşmalardan sonra çekilmeye mecbur oldular.
Evvelce sürgüne gönderilmiş olan Vahit
Efendi affolundu. Alemdar vak’asında yanan
Bâb-ı Âli binası yerine yenisinin yapılması için
1.800 kese akçe ödenek verildi. Bina, bir
seneden önce tamamlandı.
Bu yıl meşhur şair Fazıl Bey öldü. Merhum
Sultan Hamit devrinde Enderuna alınarak terbiye
olunmuştu. III. Selim devrinde Rodos
mütevelliğine tayin olundu. Sonraları Eyüp’te ve
Beşiktaş’ta oturdu. Vezinname ve Habname
adıyla iki manzumesi vardır.

Bir hikâye

Süleyman Faik Efendi’nin mecmuasından bir


hikâye:
İstanbul halkı kılık kıyafete çok kapılır.
Mesela bir Hint çingenesi yahut Acem kallaşı
acayip bir kıyafetle ortaya çıksa akıllı adamları
bile kandırabilir.
Babam merhumun maiyetinde Bindallı
Mustafa denilen bir serseri vardı. Babam
öldükten sonra hizmetçiliği bırakarak başına bir
Özbek tacı giymişti. Bir-iki sene böyle gezdikten
sonra ortadan kayboldu. On sene sonra
Selâhattin adını takınarak ordunun bulunduğu
Edirne sahrasına varmış, yanına on kadar
derviş alıp sadrazama çatarak, kendisine maaş
bağlatmıştı.
Edirne’ye gittiğimde bir zatla görüşürken bu
adam çıkageldi. Gördüm ki bizim Bindallı
Mustafa’dır. Yüzü buruşmuş, sakalı ağarmış,
dilini acem taklidine alıştırmıştı. Beni tanıdı:
‘Aman sezdirme’ diye bir işaret yaptı. Ev sahibi
hemen yerinden kalkıp Mustafa’nın elini öpüp
baş sedire oturttu. Ve bir hayli keramet sattıktan
sonra çıkıp gitti. Bir müddet sonra yanına
gittiğimde o benim elimi öptü. ‘Bu ne hâldir?’
dedim. ‘Dünya tuzağıdır.’ dedi. Büyükleri nasıl
aldattığını, ne kadar mallar aldığını söyledi,
şaştım. ‘Bu akşam kaçacağım.’ dedi. ‘Çünkü
İstanbul’a gidersem beni bilen çoktur. Orada
sırrım açıklanır ve hâlim çok güçleşir.’ dedi.”

Arnavutluk Olayları

Arnavutluk iki kısımdır. Biri Kigalık, biri


Toskalık. Toskalar Yunanlılarla karışmış
olduğundan dillerine birçok Yunanca kelime
girmiştir. Kigalar da Slavlarla karışmış
olduklarından, Kiga ve Toska dilleri birbirinden
uzaklaşmıştır. Yalnız Berat ve Elbasan halkının
dili ötekiler kadar bozulmamıştır.
Toskalık bölgesi üçe ayrılır. Birisi asıl
Toskalık, ikincisi Laplık, üçüncüsü Çamlık’tır.
Bu üç kısmın dilleri arasında da fark vardır.
Tepedelen şehrinin sağ tarafı Toskalık, sol tarafı
Laplıktır. Kigalıkta İşkodra mutasarrıflarının
nüfuzu geçer. Ali Paşa da Toskalığa tahakküm
etmek hevesine düşmüştü. Oysa İbrahim Paşa
gibi asilzâde bir vezir meydanda iken, Ali
Paşa’nın sivrilmesi mümkün değildi.
O sırada Arnavutluk’ta padişaha üzüntü veren
bir olay cereyan etti: Yanya Mutasarrıfı
Tepedelenli Ali Paşa, Arnavutluk’un Toskalık
kısmını ele geçirip derebeylik hevesine düştü.
Lakin Arnavut asilzâdelerinden Avlonya
Mutasarrıfı İbrahim Paşa, buna engel oluyordu.
Bunun üzerine Ali Paşa, İbrahim Paşa’nın
büyük kızını, kendi oğlu Veliyüddin Paşa ile
evlendirdi. Bu izdivaçtan İsmail Bey doğmuştur
ki zamanımızın vezirlerinden Tepedelenlizâde
diye anılan İsmail Paşa’dır. Bundan başka Ali
Paşa, İbrahim Paşa’nın ikinci kızını kendi oğlu
Muhtar Paşa ile evlendirerek yakınlığı artırdı.
İbrahim Paşa’nın o bölgede bulunuşu, Ali
Paşa’nın tahakkümüne mâni olduğundan, Ali
Paşa, bir takım Arnavutları kışkırtarak onu Berat
Kalesi’nde muhasara ettirmişti. Ali Paşa, güya
akrabalık bahanesiyle kalabalık askerle gelip
İbrahim Paşa’yı Berat’tan alarak Avlonya’ya
getirdi. Fakat ora halkını da gizlice İbrahim Paşa
aleyhine tahrik ederek onu, Komiçe’ye nakledip
göz hapsine almıştı.
Bu durum padişaha arz edildiğinde Sultan
Mahmut hiddetlenmiş: “Ali Paşa, irade-i
hümayunumu hükümsüz bırakıp kendi sözünü
geçirmeye uğraşıyor, ben böyle söz dinlemem,
vezirler benim vücudumun parçaları olup o
makamlara velinimetleri sayesinde
gelmektedirler. Bunun şükrü padişah emrini
dinlemekle ödenir. Benim irademde şeriata,
kanuna aykırı bir teklif yoktur ki kendisine ağır
gelip serkeşliğe mecbur ola.
İbrahim Paşa’yı yerinden alıp başka yere
götürmesindeki maksat fitneyi def etmek değildir.
Ali Paşa biriktirdiği mallara ve kalabalık
maiyetine mağrur olup nefsine mağlûp olmasın.
İşte benim iradem budur. Emrimi dinlesin.
Bunun aksine hareket ederse padişahların âdeti
veçhile başka işlerden önce onu hallederim.”
şeklindeki ferman göndermiştir. Bu husus Sultan
Mahmud’un kalbini kırmıştı. Bu sebeple Ali
Paşa’nın vücudunun ortadan kaldırılması, müsait
bir zamana bırakılmıştı.

Mısır Olayları

Mehmet Ali Paşa Kölemenlerin nüfuz ve


satvetini kırmışsa da onları büsbütün ortadan
kaldıramadığından bir anlaşmaya varmak
lüzumunu duymuştu. Mehmet Ali Paşa’nın isteği
Mısır emirlerini Arabistan’a, Vehhabîlerin
üzerine göndermekti. Ancak Kölemen Beyi
İbrahim Bey, Mehmet Ali Paşa’ya
güvenemediğinden ihtilaf devam etti.
Hünadi Arapları Kölemenlere, Evlad-ı Ali
Arapları hükûmete bağlıydılar. Kölemenler
arasında da ihtilaf olduğundan bunların bir kısmı
Mehmet Ali Paşa’ya itaate karar verdiler.
Mehmet Ali Paşa’ya Vehhabîlerle savaşacağını
bildirmek üzere İsa Ağa, Mısır’a geldi. Yapılan
divanda İsa Ağa’nın huzurunda, Mehmet Ali
Paşa’nın oğlu İsmail Bey’e Beylerbeylik hil’ati
giydirildi.
Bu sırada Mehmet Ali Paşa, Kölemenleri
yendiğinden Kölemen emirlerinin bir kısmı
aman eylemiş, bir kısmı Cenuba kaçmıştı. Şaban
ayı başında Mehmet Ali Paşa Mısır’a döndü.
Ertesi günü İsa Ağa, kendisiyle görüştü ve
Paşa’nın Hicaz’a memur edildiğine dair fermanı
teslim etti.
Mehmet Ali Paşa Hicaz’a gitmek üzere
hazırlığa başladı. Bu sırada Mısır ümerasını bir
kere daha tuzağa düşürüp Kölemen ocağını
ortadan kaldırmak arzusundaydı. Bu sebeple
Kölemen Beylerinden Mısır’a gelenlere güler
yüz gösterdi. Bu ise kesimhaneye gelen
koyunlara ot vermek gibi bir muameleydi.
1811 SENESİ OLAYLARI

Bazı Olaylar

1811 senesinde Paris elçisi Muhip Efendi’den


gelen bir yazıda Başvekil Şampani’nin azl
olduğu ve yeni başvekilin Muhip Efendi’ye
şunları söylediği bildiriliyordu: “İstanbul’dan
taze haberler var. Asayiş iyi imiş, Donanma-yı
Hümayun harekete hazırmış. Ruslar Eflak ve
Boğdan’dan vazgeçerek Anadolu tarafındaki
yerler kendilerinde kalmak üzere barışa razı
olmuşlar. Sultan Mahmut ise kendi
topraklarından bir karış yeri Ruslara bırakmaya
razı değildir. Tuna’nın sağ ve solunda Rusların
20.000 kadar askeri vardı. Devlet-i Aliye’nin
şerefli bir tarzda harp ettiğini duyarak çok
sevindik.”
Anadolu askeri dalga dalga Rumeli’ye
geçmekteydi. Yeniçeriler, padişahtan
şüpheleniyorlardı. Taşra askeri İstanbul’da
çoğalınca kendilerinin tedip edileceğinden telaş
ediyorlardı. Hatta bu sebeple Ağakapısı’na
giderek Anadolu askerinin İstanbul’a uğramadan
Rumeli’ye geçmesini istida ettiler. “Hain olan
korkak olur.”
Bu esnada yeniçeri zorbaları türlü şekavete
cesaret ediyorlardı. Terbiyeye müstahak
olduklarını kendileri de inkâr edemezlerdi.
Ordudaki yeniçeriler de gönderilen paraları gasp
ediyorlar, Serdar-ı Ekrem bunları tedibe cesaret
edemiyordu. Yeniçeri ağası azledilmiş ve yerine
kol kethüdası getirilmişti.
Serdar-ı Ekrem Ziya Paşa, vezirlerin en yaşlısı
ve zamanın gidişatına vâkıf bir zattı. Ancak
Şânızâde’nin dediği gibi; mal toplamaya haris,
süse ve gösterişe düşkündü. Bir de Osmanlı
zümresinden yetişip ocaktan gelme olmadığı için
yeniçerilere ikram ve iltifatta bulunarak onları
yatıştırmaya çalışıyordu. Bu da onları
şımartıyordu. Bu sebeple, orduda disiplini
koruyabilecek bir vezirin tayini irade edilmişti.
Padişahın yakınlarından olup, onunla gizli
muhaberesi olan Şehremini İbrahim Efendi,
Topal Mustafa Ağa’yı sadaret için tavsiye etti.
Kaymakam Paşa ise Dergâh-ı Ali kapıcıbaşısı
Laz Ahmet Ağa’yı münasip görüyordu. Bu
esnada Kapıcılar Kethüdası Mehmet Sait Bey
Serdar-ı Ekremden mühr-i hümayunu almak
üzere yola çıkarıldı. Ziya Paşa Dimetoka’ya
gönderildi.
Ziya Paşa’nın bütün mallarına el kondu.
Paşa’nın sarrafı olan Mıgırdıç çağırıldı. Paşa’ya
ait bir sürü gizli mal meydana çıkarıldı. Ziya
Paşa’nın mallarının çoğu zevcesinin elindeydi.
Bu hanım bir müddet sonra öldüğünde eşyası
Enderun’a nakledilmiş ve bu arada da birçok
mücevher çıkmıştır. Hatta zaman zaman
padişahın vermiş olduğu mücevher hançerler de
tereke arasında bulunmuştur.
Şânîzâde’ye göre bu hanım evvelce Kandilli
hamamına yakınlığı dolayısıyla devlet
büyüklerinin kadınlarına hizmet ederdi. Çok
akıllı, tedbirli ve iffetli olduğundan devlet
büyüklerinden bazılarının hanımlarının
delaletiyle Ziya Paşa’yla evlendirilmişti. Kadında
hem şans, hem dirayet olduğundan kocasının
ikbali parlamıştır.
Ziya Paşa vezarete kadar yükselmesini onun
şansına atfettiğinden hatırını çok sayardı. Bu
saygı ile ikisi arasında durum tersine çevrilmişti.
Ziya Paşa dostlarıyla sohbet ederken, “Sizin
haremlerinizden korktuğunuz gibi ben karımdan
korkmam. Fakat uğurunu denediğim için çok
riayete mecbur olmuşumdur.” derdi. Böylece iki
defa sadrazam olan ve Mısır’ı fethetmiş olan bir
veziri bu kadın mağlûp ve zebun eylemişti.
Faik Efendi mecmuasında bazı garip
rastlantılar:
Şehremini İbrahim Efendi’nin her sözü
yapıldığı hâlde, Topal Mustafa Ağa’nın sadarete
getirilme teklifinin yapılmamasını şöyle anlatır:
Eshab-ı kiramdan kimse Peygamber’in
isimlerinden olan Mustafa adını almazdı. Ancak
Devlet-i Aliye’nin zuhurundan sonra bu ad
alınmaya başladı. Bu adın başkalarına verilmesi
hiçbir suretle caiz olmadığından Mustafa ismini
taşıyanların zatında uğur olmayacağı denenmiş
bir iştir. Hatta Âl-i Osman sülalesinde Mustafa
adlı dört padişah gelmiş, hepsinin zamanlarında
ihtilaller olmuştu. Bunun gibi, Mustafa isimli
sadrazamların ilki olan Loca Mustafa Paşa
öldürülmüş, Alemdar Mustafa Paşa’ya kadar
gelen Mustafa isimli sadrazamların
zamanlarında birçok kötü olaylar cereyan
etmiştir.
Mustafalarla alakalı garip olaylar: Selim III
ve Mustafa IV zamanlarında Mustafa adlı büyük-
küçük birçok rütbe sahipleri gelip geçmişti. Bu
meyanda asi davranışlarından dolayı,
Belgrad’dan tardolunan yamakların reisi Köse
Mustafa Bey, Belgrad yeniçerileri ağası Mustafa
Ağa ile birleşerek Belgrad’a girmişti. Şehir
Muhafızı Mustafa Paşa kalede mahsur
kaldığından Rumeli Valisi Mustafa Paşa
imdadına memur edilmiştir. Bu sırada Mustafa
Paşa, Mustafa Ağa’yı idam ettirerek isyanı
bastırmıştır.
Zeamet Nazırlığı Mustafa Rasih Efendi’ye
verilmiş, Haseki Mustafa Ağa eşkıya üzerine
yollanmıştı. 1211 ( 1796-1797) senesinde Seyit
Mustafa Paşa ölmüş, Anapa muhafızı Mustafa
Paşa azledilmiş, Rumeli eyaleti Sinekli Mustafa
Paşa’ya verilmişti. Bu esnada Kara Mustafa ve
Deli Mustafa birçok sergerdelerle dolaşıp
civardaki kazalara saldırırlardı. Üzerlerine
Rumeli Valisi Mustafa Paşa ve Bosna Valisi
Silahtar Mustafa Paşa yollanmıştı.
Bonapart Mısır’ı istila ettiğinde, Mustafa
Kethüda-yı Hac emiri tayin etmişti. Üzerine
gönderilen Köse Mustafa Paşa, Fransızlara esir
olmuştu. Bu sıralarda Şeyhülislâm Mustafa
Efendi, Darphane Nazırı Mustafa İffet Bey, Köse
Mustafa Paşa vefat etmişlerdir.
Belgrad eşkıyası, Şenikli Mustafa Paşa’yı
idam etmişlerdir. Eğinli Mustafa Efendi
Rumeli’ye gönderilmişti. Çavuşbaşı Mustafa Bey
Şehremini Mustafa Refik Efendi Sadaret
mektupçusu olmuşlardır. 1218 ( 1803-180)
yılında Mustafa Behçet Efendi hekimbaşı oldu.
İstanbul Boğazı’nda Kabakçı Mustafa çıkmış,
Kazancı Mustafa ocaklıları tahrik etmişti.
Neticede Sultan Selim tahttan indirilmiş ve
Sultan Mustafa tahta çıkarılmıştır. Mustafa Reşit
Efendi Tersane Emini olmuştur. Kazasker
Mustafa İzzet Bey, çok seçkin bir zat olup
Meşihat makamına getirilmesi
kararlaştırılmışken Ataullah Efendi daha çabuk
davranmış, Mustafa İzzet Efendi’yi
sürdürmüştür.
Şah Sultan’ın kocası Mustafa Paşa, el
altından mühim işlere karışmaya başlamıştı.
Sultan Mustafa’nın yakınları, Cüce Mustafa,
Neyzen Mustafa, Hafız Mustafa idi. lll. Selim’i
öldürenlerden birisi de Bostancı Mustafa idi.
Alemdar Mustafa Paşa sadrazam olduğunda,
Mustafa Ağa yeniçeri ağası, Mustafa Efendi
hekimbaşı idiler.
Faik Efendi mecmuasında bu gibi tuhaf
rastgelişler yazılmaktadır.
Meselâ Abbasî halifelerinden Mu’tesim, sekiz
ay, sekiz günde doğmuş, sekizinci halife olmuş,
hilafette sekiz sene kalmış, sekiz harfli bir mühür
kazandırmış, sekiz erkek, sekiz kız çocuğu olmuş,
sekiz şehir fethetmiş sekiz köşk bina etmiştir.
Bunun için kendisine “Sekizli Halife” (Halife-i
Mü-semmen) derler.
Bahti mahlası kullanan I. Sultan Ahmet, on
dördüncü padişahtır. 14 yaşında tahta çıkmıştır;
14 sene saltanatta kalmıştır.
Müderris Bursalı Haşim Efendi, bir kadir
gecesi ölmüştü. Oğlu Şam Kadısı Mahmut Efendi
de bir kadir gecesi ölmüştür.
Sultan III. Mustafa devrinden II.
Abdülhamid’e kadar gelen sadrazamlar Naneci
Mehmet Paşa, Muhsinzâde Mehmet Paşa, İzzet
Mehmet Paşa, Derviş Mehmet Paşa, Darendeli
Mehmet Paşa, Yeğen Mehmet Paşa’dır ki
hepsinin adı Mehmet’tir.
Asayiş Tedbirleri, Ölümler, Tabiî Âfetler ve
Bazı Olaylar

Yeniçeriler, bazı sınır boylarında kalmış mahdut


sayıda askerden ibaretti. Ordu İstanbul’dan
sefere çıktığında güç hâl ile bir miktar yeniçeri
toplanabilirdi. Devlet, harplerde âyân ve eşrafın
maiyetiyle aylıklı sekban askerine muhtaç olur.
Bazen da seferberlik ile asker toplardı.
Böyleyken, Defter-i Hakanî’lere göre Devlet-i
Aliye; cebeci, yeniçeri, sipahi, zeamet ve tımar
sahipleri isimleriyle 300.000 askere devamlı
olarak maaş verirdi.
Yeniçeriler gerek İstanbul’da, gerek ordu
içinde türlü gaileler çıkarırlardı. Bu defa
İstanbul’dan orduya katılmak üzere tertip edilen
on adet yeniçeri ortasının yollukları hazırlanmış,
hareket tarihleri yaklaşmışken, âdetleri üzere
yamak tabir edilen bir takım adamları yanlarına
toplayıp fukaraya eziyet etmeye
başladıklarından, İstanbul halkı feryat etmekte
idi.
Güç hâl ile Davutpaşa sahrasına çıkarılan
yeniçeriler ve diğer baldırı çıplaklar arasında bir
vuruşma olmuştu. Aynı tarihte Tavukpazarı’nda
da bir çarpışma olmuş, sokaklara barikatlar
kurulmuştu. Son seferde yeniçeriler 13.000
neferlik maaş aldıkları hâlde Küçükçekmece
köprüsünden geçildikten sonra yapılan sayımda
1.600 kişi oldukları anlaşılmıştı. Velhasıl
yeniçeriler beytülmalden külliyetli para alırlar,
harplerde bir işe yaramazlardı.
“Üsküdarlı Şeyh İbrahim” adında biri “sırr-ı
vahdet” diye şeriata ve akla uymaz saçmalar
söyleyerek birçoklarını kandırmıştı. Nefesinin
tesirli olduğu şayiası üzerine, Enderun ağalarına
yanaşmış ve birçok müritler edinmişti. Padişah,
birkaç gün sonra kıyafet değiştirerek Çamlıca’ya
giderken bu şeyhin tekkesinin önünde birçok
kadın arabaları, kira beygirleri ve Enderun
ağaları görmüştü. Padişah birçok gailelerle
uğraşırken “Böyle uydurmalara zamanın
tahammülü yoktur.” diyerek adamın sürgüne
gönderilmesini emretti.
Bu sırada yeniçeri eşkıyasının tedibine dair
şöyle bir ferman çıkarıldı:
Sekbanbaşı ve Yeniçeri Ağası Vekili Hacı
Mehmed’e emir:
“Hilafet merkezi olan İstanbul’da oturanların
emniyet ve rahatları, bütün İslâm
memleketlerinin huzur ve refahlarına sebep
olduğundan, bazı kendini bilmez Hak Teâlâ’nın
emir ve yasaklarından gafil rezil makuleleri
Allah kullarının mallarını yağma ve ırzlarına
tecavüz ettiklerinden, o gibi eşkıyanın ‘Allah’a
isyan edenleri öldürünüz’ emri üzerine kanları
helal ve idamları şeriata uygun olduğundan bu
kere Mısır Çarşısı ve Tahmis önünde hamal
taifesi ve sair reziller Allah kullarının mallarını
gasp ve sokaklardan geçen namuslu kadınlara
tecavüz ve tenha mahallerde tehditle para
sızdırma gibi Allah’ın emrine ve benim rızama
aykırı ve tahammül olunmaz nice işlere cür’et
ettiklerinden, tebaamın rahatı kalmamış olmakla
esnaf mümessilleri Bâb-ı Âli’ye gelip ferman
çıkarılmasını niyaz etmişlerdi.
Sen de bu hususta esasen niyazda bulunmuş
olduğundan, Allah’ın emri ve kutsal fetvaların
gereğini yerine getirmek hükümdarlık
vazifemdir.
Yeniçeri Ocağı ulu atalarımdan miras kalmış
ve Devlet-i Aliye’me bir hediye mesabesinde
olan Yeniçeri Ocağı Allah’ın emrine ve şeriata
ve ocağın âdâb ve erkânına uygun hareket
ettikçe her kim onlara kötü nazarla bakarsa
Allah’ın kahrına uğrasın. Ama şeriata ve ilahî
kanuna, âdâb ve erkâna aykırı işlere irtikaplara
cür’et edenler ocaklı değildir. Ocaklının adını
lekeleyen böyle rezilleri, ocakta kabul etmezler.
Din ve devlete aykırı hareket edenlerin tedip
edildikleri gösterilmelidir. İşbu hatt-ı
hümayunumu sadık ocaklılarıma bildir. Şeriata
ve kanuna aykırı davranan rezillerin hakkından
gelinmelidir. Allah kullarının huzur ve rahatı
matluptur. Cenab-ı Hak din gayreti sahiplerini
mutlu kılsın, İslâm’a yakışmaz hareketlere cür’et
edenleri kahhar ismiyle kahreylesin. Sen ki
sekbanbaşısın; gerek sen gerek öteki ocak
ağaları, subayları ve neferleri ehli ırz ile birlikte
olasınız.
Üzerinde kulluk gayreti gösterip tebaamın
huzurunu sağlayasın. Rezilliğe cesaret eden
asillerin tecziyeleri fetvayı şerife gereğince
vaciptir. Bundan böyle ibadullaha zarar
verecek, eşkıya görününce hemen üzerlerine
varıp katiyen aman vermeyerek ele geçirilmeleri
için esnaf kethüdalarına ve yiğit başlara emir
veresin.
Bu yüce emrimi onlara bildiresin.
Eşkıyayı fetva-yı şerifeye göre yakalayanlar
dünyada benim lütuflarıma, âhirette de sevaba
nail olacaklardır.
Yeniçeri zorbalarından “Osman Çavuş” isimli
bir rezil, iskelelere gelen odun ve zahireyi
zaptederek istediği fiyata satardı. Nihayet bu
serseri, bir odabaşı tarafından boğulmuş ve halk
kurtulmuştu. Yine bu sıralarda meşhur eşkiya
Üsküdar hamallar kâhyası İbrahim Ağa, türlü
zulümlere ve edepsizliklere cür’et ettiğinden
usulüyle Azapkapısı’na çağırılmış, orada
boğdurulmuştur.
Yeniçeri güruhundan ve Sultan Selim’i
öldürenlerden Taşçı Mahmut meşhur itlerdendi.
Galata’da sık sık kavga çıkarır ve Hristiyanları
tahrik ederdi. Padişahın iradesi üzerine Kaptan
Paşa tarafından bir kalyonda öldürülerek kesik
başı saraya gönderildi.
Unkapanı ustalarından “ekmekçi İsmail”
isimli bir serseri zahirenin iyisini rüşvet karşılığı
satar, halka çürük zahire dağıtırdı. O da
sekbanbaşı tarafından denize atılarak öldürüldü.
Üsküdar’da Balaban iskelesinde denize yakın
bekâr odaları öteden beri eşkıyanın sığındığı
yerdi. O günlerde bu eşkıya birkaç namuslu
kadını zorla odalarına götürmek isteyince,
Üsküdar ahalisi toplanarak durumu Bâb-ı Âli’ye
bildirdiler. Bunun üzerine padişah fermanıyla
200 kadar bekâr odası yıktırıldı. Bundan iki gün
sonra Kalekapısı’nda zorbalık yapan Yetimoğlu,
İstanbul zindanında idam edilmiştir.
Bursa Kadısı tayin edilen Nurullah Efendi,
eski devirde saray adamlarıyla ülfet etmiş ve
bazı konuşmaları, dedikoduyu mucip olmuş
olduğundan ve ilmiye mesleğine yakışmayacak
hareketlerinden dolayı kendisini mirlivalığa
indiren hatt-ı hümayun çıktı ve Bâb-ı Âli’ye
davet edildi. Ulema geceliği tâbir olunan Çatal
sarığı alındı. O zaman ilmiye tarikatından birisi
idam edilecekse uhdesine önce mirlivalık tevcih
edilir, sonra idam edilirdi. Nurullah Efendi de bu
durumdan çok korkmuşsa da idam edilmemiş,
Edirne’ye sürülmüştü.
Şeyhülislâm Ataullah Efendi, ramazanda
öldü. Güzel-hisar’da sürgünde idi. Bu zat
Şeyhülislâm Mehmet Şerif Efendi’nin oğludur.
Gençliğinde müderris Tokatlı Mustafa
Efendi’den yüksek ilimler tahsil etmiştir. On iki
yaşında müderris olmuş, bilahare de Galata
sonra Edirne Kadısı olmuştu. 1798’de Anadolu
Kazaskeri, sonra Rumeli Kazaskeri ve 1806’da
şeyhülislâm oldu. Alemdar İstanbul’a geldiğinde
Kızancık kasabasına sürüldü.
Arapça ve Türkçe şiirleri vardır. Feyzullah
Efendi fetvalarını özetlemiştir. Beyzavî
Tefsiri’ne, Türkçe olarak zeyl yazmaya
başlamışsa da bitirememiştir. Hikemiyata rağbeti
yoktu. Yalnız şer’î ilimlerle uğraşırdı.
Mağrip bilginlerinden Şehit Muhtar da bu yıl
öldü. Bu zatın pek çok eserleri vardır. En
meşhuru, birçok ilimlerden bahseden En-Nüzhe
olup bunda özellikle kozmoğrafyadan
bahsedilir, dünyanın yuvarlak olduğunu ve
döndüğünü yazar.
Ulema arasında, o devirde iki mesele
konuşuluyordu: Biri karantina, öteki arzın
yuvarlak oluşu ve hareketi. Ulema arasında bu
konularda tartışmalar vardı. Mesela, Malikî
mezhebinden olan Mehmet Menaî, karantinanın
haram olduğuna ve dünyanın düz olduğuna
inanıyordu. Hanefî mezhebinden Mehmet
Bayram ise karantinanın lüzumlu olduğuna ve
dünyanın yuvarlak olduğuna inanırdı. Mehmet
Bayram naklî ve aklî ilimlerde birçok eserler
vermiş ve Sultan Osman’dan II. Mahmud’a
kadar olan devrin bir de tarihini yazmıştır.
Beyoğlu’nda yangın çıktı. Birçok ev
yanmaktayken sabaha karşı şiddetli bir yağmur
başladı. Sellerden köprüler yıkıldı, birçok insan
ve hayvan boğuldu. Beşiktaş bir deniz hâline
geldi. Sokaklarda nice kadınlar ve çocuklar
boğuldu.
Bu yıl Rize taraflarında şiddetli bir veba zuhur
etti. Halk ölüleri gömmeye yetişemeyip
cenazeler evlerde kaldı. Sağlar, hastaları bırakıp
kaçmışlarsa da onların da kimisi dağlarda
vebadan ve açlıktan öldü.
Bir kuyruklu yıldız doğdu. Başı batıya doğru
kuyruğu doğuya doğruydu. Mızrak boyunda
dört köşe ışığı vardı. Her gece doğardı. Üç ay
kadar halk onu seyretti.
Avrupa’nın Genel Durumu

1811 senesi mart ayında Napolyon’un Mari


Luiz’den bir oğlu oldu. Hemen kendisine “Roma
Kralı” unvanı verildi. Napolyon’un bir veliahda
kavuşmasından Fransızlar memnun oldular.
Fakat henüz İspanya meselesi bitmeden
Avrupa’nın kuzeyinde büyük bir harbin
belirtileri halka dehşet salmaktaydı. Lehistan
sınırına Rusların asker göndermesi üzerine
Napolyon da hazırlıkları hızlandırıp güz
mevsiminde Vistül kıyılarına 300.000 asker
yollamak üzere tedbirler alıyordu. Böyle sık sık
külliyetli asker yazılması çiftçileri perişan
ediyor, ticarî işlerde buhran ve darlık
yaratıyordu.
Kara muhasarası dolayısıyla Londra
mağazaları, şeker, kahve ve pamukla dolmuş,
Manchester ve Birmingham fabrikalarının
dokuduğu kumaşlar yığılıp kalmıştı. Mağaza
sahipleri kira ödeyemeyecek duruma düşmüştü.
Görülüyor ki bu âlemde insan ne türlü silah
kullanırsa kullansın, kendisi de ziyan
görmeksizin başkalarına zarar veremez. Kahve,
şeker, çivit gibi Amerika ve Hint malları Avrupa
pazarlarında azaldıkça fiyatlar yükseliyordu.
İngiliz mallarının piyasasını ele geçirmek için;
Fransız, Hollanda, Belçika, Almanya fabrikaları,
sermayelerinin üstünde işlere giriştiler. Sermaye
eksikliklerini bono ve poliçe gibi kredi evrakıyla
telafiye çalıştılar. Bu da sürekli bir iş değildi.
Bu arada, Lübek şehrinde büyük bir
ticarethanenin iflas etmesi, barut deposuna
düşmüş bir kıvılcım gibi, Avrupa’nın bütün
ticaretini alt üst etmişti. Binlerce tüccar iflas etti.
Birçok fabrika kapandı. İşçiler geçinemez oldu.
Avrupa’yı eşi görülmemiş bir musibet kapladı.
Napolyon ve müttefikleri, buna bir çare
aradılarsa da buhran o derecede şiddetli idi ki
hiçbir tedbir etkili olamıyordu.
Papa, Sadova şehrinde hapiste bulunduğu
hâlde papazlarla gizlice görüşüyordu. Napolyon
bu gizli muhabereleri ele geçirerek Papa’yı
ihtilattan men etti. Din konusu da zorlaşarak
düşmanlık yaratmaktaydı. Din işini istediği gibi
çözmek üzere haziranda Kardinal Feş’in
başkanlığında yüz kadar piskopostan kurulu bir
konsey teşkil ettiyse de bir netice hasıl olmadı.
Bunun üzerine Napolyon konsey azalarından bir
kısmını hapse attı ve din işini bizzat çözmeye
karar verdi.
Bu sırada İsveç, muhasarayı sıkı tutmuyordu.
Prusya, başvekili Hardenberg eliyle esaslı
ıslahata girişmişti. Prusya, Tilzit Muahedesi’nin
40.000 den fazla asker bulundurmamak şartına
uymuyor, büyük miktarda talimli asker
yetiştiriyordu. İşte asrımızda Prusya Devleti’nin
askerlikçe üstünlüğü bu tedbirin sonucudur.
Prusya, Fransa’nın tahakkümünden kurtulmak
üzere her türlü fedakârlığı göze almıştı.
Bu sırada Avusturya’nın idaresi meşhur
Meternih’in elindeydi. Bu zat, çok akıllı ve
tedbirli olup, vatanının eski itibarını
kazanmasına çalışıyordu. Meternih Fransa’yla
müttefik kalabilmek için Triyeste veya
Lehistan’dan bir ülkenin kendisine verilmesini
istiyordu.
Fransa’yla muharebeye mecbur olacağını
anlayan Ruslar, Eflak’tan vazgeçip, Basarabya
ve Boğdan kendisine verilmek ve Sırbistan’a
istiklal verilmek şartıyla barışa istekli olduğunu
Bâb-ı Âli’ye bildirdiyse de Bâb-ı Âli bu teklifi
kesin olarak ret etti. Çünkü Rusların Tuna’daki
askerini çekmeye mecbur kalacağı anlaşılmıştı.
Napolyon bu sırada Devlet-i Aliye’yi harpte
devama teşvik ediyordu. Devlet-i Aliye ise
Napolyon’a güvenemiyordu. Hiçbir devlet için
harbe girişmek istemiyordu. Avrupalılardan
öğrendiği diplomasi diliyle her tarafı idareye
çalışıyordu. Düşmanlarına aldanır gibi
görünerek onları aldatmaktaydı. Velhasıl Devlet-
i Aliye vükelası aldana aldana aldatmayı
öğrenmişlerdi. O sırada Paris elçisi Muhip Efendi
bu diplomasi oyunlarında rol oynuyordu.
Paris’te imparator sarayında vuku bulan bir
olay Fransız -Rus harbinin yakın olduğunu
gösteriyordu. Bu saray ziyafetinde Napolyon,
Rus elçisi Korekin’e:
“Varşova taraflarında niçin asker
topluyorsunuz? Bir gizli düşünceniz var.
Diyormuşsunuz ki Devlet-i Aliye’yle barış
yapamadığımızın sebebi Napolyon’dur. Oysa
sebep sizsiniz. Barış isteseniz, askerinizi çoğaltıp
Tuna’yı geçmezdiniz. Zannıma göre Lehistan’ı
zaptetmek istiyorsunuz. Ama edemeyeceksiniz.
Fransa size Lehistan’dan bir karış vermez.
Ordularınız Mogart meydanına gelmedikçe
Lehistan’ı alamazsınız. Aramızdaki ihtilaflı
meseleler çözülmezse Almanya içinde bulunan
askerime 120.000 kişi daha katarak üzerinize
varırım.” deyince Rus elçisi telaşlanarak:
“İmparatorum sizinle dost kalmak ister ve siz
imparatorumun kalbinde olan sırra vâkıfsınız.”
cevabını vermişti.
Ertesi günü Nemçe elçisi, Muhip Efendi’ye bu
konuşmayı hikâye etti. Harbin bu sene
başlamayacağını ilave etti. Muhip Efendi,
durumu hemen Bâb-ı Âli’ye bildirdi, bu
günlerde Muhip Efendi’nin İstanbul’a dönmesi
gerektiğinden veda için Fransız Başvekili’ne
ziyarete gittiğinde, Başvekil:
“Rusçuk harbinde Devlet-i Aliye’nin
kazandığı zafere pek sevindik. Biz de
Avrupa’daki askerimizi çoğaltarak icabında
Tirol ve Bavyera yoluyla Rus hududuna doğru
harekete hazırlanıyoruz. Gerçi bu maksatla yüz
milyon frank harcadıksa da dostumuz olan
Devlet-i Aliye’ye faydalı olduğundan bu para,
güzel yere harcanmıştır. Devlet-i Aliye de gayret
edip bir şerefli barış elde etsin.” dediğinde
Muhip Efendi:
“İngilizlerin 200 kadar ticaret gemisinin Rus
limanlarına girdiğini haber aldık” demişti. Muhip
Efendi, “Asıl maksat İngilizlerle barıştır. Bu ne
vakit olacak?” deyince Başvekil: “İngilizlerin
Rusya’dan ümidi kesilince elbette barışa mecbur
olur. Bizim de askerimiz pek çoktur. Bu
haberleri devletinize götürün” dedi.
Başvekilin maksadı, Muhip Efendi’yi kandırıp
Devlet-i Aliye’yi Fransız ittifakına almaktı.
Muhip Efendi ise bunca seneler Paris’te öyle
kalleşlikler dinlemişti ki böyle laflara kulak
asmazdı. Napolyon’un Rus İmparatoruyla
ittifakından sonra Paris’teki Fransız
memurlarından gördüğü hakaretleri unutamazdı.
Muhip Efendi, Paris’ten ayrılmak üzereyken
maslahatgüzar tayin olunan Galip Efendi ağır
hastaydı. Şayet ölürse tercümanın
maslahatgüzara vekalet etmesini bildiren bir
mektup verdi. Muhip Efendi Marsilya’dan
denize açıldığında şiddetli bir fırtına zuhur
ettiğinden dönmeye mecbur oldu. Birkaç gün
sonra kethüdasını deniz yoluyla İstanbul’a
gönderdi. Kendisi karadan Edirne yoluyla
İstanbul’a döndü.
ONUNCU KISIM

1811 SENESİ OLAYLARI DEVAMI

Ruslarla Barış Hazırlıkları Yapılması

Rusya ile uzun müddettir süren harp iki taraf için


büyük kayıplar doğurduğu hâlde, Rusların
istedikleri, kabul edilemeyecek kadar ağır
olduğundan barış imkânı görülemiyordu.
Ruslar Anadolu’da Faş Nehri’nden hudut
kesilerek, Anapa’dan, Kemhal’e kadar bütün
Çerkez, Abaza ve Gürcü memleketlerini, Rumeli
tarafında Besarabya’yı, Eflak ve Boğdan’ı istiyor
ve Sırplara bağımsızlık verilmesini şart
koşuyordu. Devlet-i Aliye ise hiçbir şey
vermeden, barış yapmak istiyor, Rusların bu
tekliflerini bahis konusu bile yapmak
istemiyordu.
Gürcüler aslında Devlet-i Aliye tebaası idi.
Hatta Kutayis ve Bağdatcık ilçeleri halkı
İslâmiyeti kabul ettiklerinden oralara hâkim ve
subay gönderiliyordu. 1182 seferinde Tiflis
Hanı, Rusya’ya bağlandığında Gürcüler isyan
ederek Kutayis ve Bağdatcık kasabalarını
almışlardı. Gerçi Kaynarca antlaşmasında
Gürcistan’da statüko muhafaza edilmişse de
Kutayis ve Bağdatcık halkı iskân
edilemediklerinden iş hâli üzere kalmıştı. Ruslar
ise bütün Gürcistan’ı ellerine almak
emelindeydi.
Rumeli cihetine gelince, Eflak, Boğdan’ın
hazineye büyük varidat ödediği cihetle buraların
Ruslara terki Sultan Mahmut gibi genç ve yiğit
bir padişaha çok ağır geliyordu. Bundan başka,
buralar terk edilirse Ruslar Tuna Nehri’ne de
ortak olacaklardı. Sırpların bağımsızlığını
tanımak ise kötü bir örnek olacaktı.
Bu durumda barış yapılabilmesi için bir
tarafın kesin bir zafer kazanması gerekiyordu.
Hâlbuki Napolyon’la Aleksandr arasındaki
gerginlik günden güne artıyordu. İki taraf
birbirlerine karşı asker sevk etmişti. Bir harp
çıkarsa Prusya ve Avusturya, Napolyon’la
beraber olmaya mecburdular. Ama Napolyon’un
gözünü şan hırsı öylesine bürümüştü ki
kimsenin öğüdüne kulak asmadı.
Yeni sadrazam Lâz Ahmet Paşa 1811
senesinde Tuna kıyısında Rusları yenmiş ve
Rusçuk’u kurtarmıştı. Aleksandr bu yenilgi
üzerine barış isteyemezdi. Sonradan Eflak’ta Rus
kumandanı Kotozof’un bir galibiyet kazanması,
Rusların barış istemesine yol açtı. Ruslar bu defa
Anadolu cihetinden küçük bir bölgeyle
yetinmek ve Besarabya’dan ve Boğdan’dan
birer parça arazi almak ve Devlet-i Aliye’den
yirmi milyon kuruş tazminat istemekle yetindi.
Devlet-i Aliye, ordu-yu hümayunun
perişanlığını hesaba katarak barışa cevaz veren
bir fetva çıkardı. Rusçuk’taki yeniçeriler: “Bizim
yoldaşlarımızı karşıda bıraktınız, bunları
kurtarınız.” diye feryat ediyorlardı. Bunun
üzerine Serdar-ı Ekrem, General Kotozof’la bir
mütareke yaptı. Barış müzakereleri için Kethüda
Galip Efendi, ordu kadısı Selim Efendi, yeniçeri
efendisi Hamit Efendi gönderildi.
Bu murahhasalar 1811 senesi Şevvalinin on
dördüncü günü Yergöğü kasabasında Ruslarla
müzakereye başladılar. Rus murahhasları,
Besarabya ve Boğdan’ın Rusya’da kalmasını,
Eflak’le Boğdan arasında öteden beri muteber
olan hududu ve Tuna’da Hızırilyas Boğazı’nı
sınır olarak teklif ettiler. Oysa daha önce yapılan
görüşmelerde Siyret Nehri hudut olarak
düşünülmüştü.
Ertesi gün Rus murahhasları lütfedercesine
Siyret’i hudut olarak kabul ettiler. Buna karşı
Tuna’da hududun Hızırilyas Boğazı’ndan
geçmesini teklif ettiler. Neticede Tuna’nın
akıntısı hudut olarak kabul edildi ve iki boğazın
ortasında Sene Boğazı’nın sınır olması üzerinde
anlaşıldı.
Bu sırada havalar soğuduğundan çadırda
görüşme kabil olmayacağından Ruslar Yergöğü
çarşısında bir oda tahsis ettiler. Bu odada yapılan
müzakerelerde Rusların iade edeceği kalelerin
teslim şekli üzerinde duruldu. Ruslar Eflak ve
Boğdan imtiyazlarının genişletilmesini ve
beylerinin seçiminin bir nizamnameye
bağlanmasını istediler. Osmanlı murahhasları
eski imtiyazlara yenilerin eklenemeyeceğini
bildirdiler.
Ruslar imtiyazların genişletilmesi hususunda
birkaç celse daha ayak direttiler. Fakat
Osmanlılar da dayattı. Rus murahhasları Eflak’ta
Devlet-i Aliye’ye verilecek zahirelerden arta
kalan miktarın serbestçe satılabilmesini ileri
sürdüler. Oysa o devirde Devlet-i Aliye’de tekel
usulü cari idi. Çiftçiler ürünlerini dilediklerine ve
diledikleri fiyatla satamazlardı. İstanbul’un
Kapan tüccarlarına satmaya mecburdular.
Ekmek fiyatlarında da narh vardı.
Bunlar sadece İstanbul halkına ucuz ekmek
yedirmek için bulunmuş çarelerdi. Gerçi, tekel
usulü pek yolsuz bir şeydi. Yalnız Eflak’te değil,
her yerden kaldırılması vacipti. Alış verişin
serbest olması servet ve mamuriyet doğururdu.
Ne çare ki bu usulün birden bire kaldırılması
İstanbul halkını sıkıntıya düşürecekti. Fakat bu
konuda da bir anlaşmaya varılamadı.
Bugünlerde İstanbul’un resmî talimatı geldi.
Bu talimatta deniliyordu ki: Siyret Nehri hudut
olduğu takdirde Hotin, Bender, Akkerman, Kili,
İsmail kaleleri Ruslarda kalacaktı. Ruslar Tuna
ağızlarına sahip olacaklardı. Verilen talimatta
Kili ve İsmail kalelerinin Devlet-i Aliye’de
kalması Prut Nehri’nden denize kadar çizilecek
bir hattın hudut olması emrediliyordu.
Rus murahhasları bu yeni direktife çok
üzüldüler. Çünkü Ruslar için Tuna Nehri’nin
ağızlarına sahip olmak pek önemli idi. Rus
murahhası Petersburg’dan direktif istemeye
karar verdi. Gelen direktifte İmparator Siyret
Nehri’nin hudut olmasını, Sırpların tatmin
edilmesini istiyordu. O günkü oturum bu yüzden
kesildi.
Birinci murahhas Galip Efendi’nin eline
geçen gizli muhaberelerinden anlaşıldığına göre,
Rus generali, Devlet-i Aliye’den bir nişan almak
emelindeydi. Devlet-i Aliye’nin ecnebîlere nişan
vermesi evvelce de vâki olmuştu. Fakat şimdi
“Rus generaline nişan verilse, İngiliz ve
Fransızlar da ister” denilerek, bu hususun
sükûtla geçiştirilmesi Galip Efendi’ye bildirildi.
Osmanlı Devleti’nin teklif ettiği hududu kabul
ettirmek için Galip Efendi Rus generaline 2.000
kese akçe vaat etmişti. General bunu terviç yollu
hükûmetine bir inha yollamışsa da
Petersburg’dan ters bir cevap geldiğinden iş
yarıda kalmıştı.

1812 SENESİ OLAYLARI

Devlet-i Aliye ile Rusya Arasında Yapılan


Bükreş Antlaşması

Ruslarla barış görüşmelerinin sarpa sarması


üzerine Mart ayında Serdar-ı Ekrem’in ordusuna
Anadolu’dan yarısı piyade, yarısı süvari 64.000
asker toplandı. Napolyon’un da Rusya aleyhine
savaş hazırlıkları artıyordu. Bütün bunlara
bakınca Rusların barış tekliflerini hafifletmesi
beklenebilirdi. Ancak “hazır ol cenge eğer sulh-
u salâh istersen” kavlince ordunun
güçlendirilmesi gerekiyordu.
Rusların tekliflerini dayaması üzerine savaş
veya barıştan birine karar verilmesi için bir
danışma meclisi toplanması emrolundu.
Şeyhülislâm konağında üç gün toplantı yapıldı.
Bu toplantıda Rus teklifleri ve bu tekliflerin
kabulü hâlinde neler kaybedeceğimiz görüşüldü.
Fakat üç gün bir şeye karar verilemedi.
Bunun üzerine padişah danışma meclisine bir
hatt-ı hümayun gönderdi. Bunda deniliyordu ki:
“Rusların tekliflerini öğrendiniz; bunun sonu
kerih ve şeni olacaktır. Gece gündüz türlü
hakarete uğrayacağız. Eğer bu hakaretleri göze
alacaksınız sulha karar verin. Şu şartla ki
mecliste bulunanlar, bu iş şunun bunun
yüzünden oldu, diye mühürleriyle taahhüt
etsinler. Eğer barış olunmazsa, harp vasıtaları
şeriata uygun bir şekilde temin edilsin. Durup
bakmakla iş bitmez. İslâm askerini esir vermeye
razı olmam. Velhasıl kimseden çekinmeyin,
herkes doğru bildiğini söylesin. Vakit
geçirilmesin.”
Kaymakam Paşa bu hatt-ı hümayunu Mecliste
okudu ve kesin mütalâa istedi. Harp uzun
sürdüğü için “Tekrar başlasın.” demeye
kimsenin dili varmıyordu.
Fransız maslahatgüzarı, yakında Napolyon’un
Rusya’ya hücum edeceğini ve Devlet-i Aliye’nin
çok şey kazanacağını bildirerek harbe teşvik
ediyordu. Napolyon’a hiçbir suretle
güvenilemezdi. Lakin Rusların ağır teklifleri
kabul olunarak barış yapılır ve sonra da Rus -
Fransız harbi başlarsa, barışı yapanlar hücuma
maruz kalacaklardı. Onun için kimse
düşüncesini serbestçe söyleyemezdi.
Mecliste bazıları: “Harp üç şeyle olur: Akçe,
zahire, asker. Seraskere acele 100.000 kese
akçe göndermek gerekir. Tuna kıyısına elli bin
de asker yollarsak Ruslar tekliflerini hafifletir.”
dediler. Konuşmalar uzadı, nihayet “Barış
yaparsak, öteki devletler de bize tahakküm
etmeye kalkarlar.” diye sulhu reddettiler.
Bazıları da: “Devletimizde görünüşte kuvvet
yoksa da İslâm topluluğunda, malca ve bedence
kuvvet vardır. Hemen bütün ehli İslâm’ın
ittifakıyla harbe girelim.” dediler.
Sonra para meselesi görüşüldü. “Mukataa
sahipleri birer senelik gelirlerini mühimmat için
versinler.” noktasında fikirler birleşti. Oysa
hazinece esham satılarak bir iç istikraz yapmak
mümkünken mukataalar hakkında öyle bir karar
alındığı takdirde halkın padişah beratına güveni
kalmayacaktı. Elhasıl harbe devama karar
verildi. “Devlet-i Aliye’de para yoksa da ümmeti
Muhammet de vardır.” dendi. Fetva emini
e f e n d i: “Beytülmal zarurete düşerse halkın
malını alıp sarf edebilir.” diye fetva verdi.
Rus-Fransız münasebetlerinin büsbütün
gerginleşmesi dolayısıyla Osmanlı harbi Rusya
için zararlı bir hâl oldu. Çünkü Ruslar Tuna’da
100.000 kişilik bir kuvvet tutmaya mecburdular.
Bu kuvvet Napolyon’a karşı kullanılabilirdi. O
vakit dünyanın birinci süvarisi olan Osmanlılar,
Napolyon’un hazırladığı dehşetli bir ordunun
sağ kanadında yer alarak Rusya’nın düz
ovalarında at oynatacaklardı.
Rus kumandanı Çiçekof, sadece Besarabya
kıtasıyla yetinmek üzere barış teklif edecek, bu
da olmazsa İstanbul’a kadar yürüyecekti.
Kısacası Ruslar, Osmanlı ile olan savaşı kısa
sürede bitirmek istiyorlardı.
Bükreş’te Rus birinci murahhası İtalenski’nin
evinde on beşinci defa olmak üzere Türk ve Rus
murahhasları toplandılar. Çok çetin
müzakerelerden sonra 1812 senesi mayısının
16’ncı günü Bükreş’te 16 maddelik bir barış
antlaşması imzalandı
Bükreş’te Devlet-i Aliye ile Rusya Arasında
Yapılan Antlaşmanın metni:
Ben ki; şehirlerin en şereflisi cümle âlemin
kıblesi, bütün gönüllerin mihrabı olan Mekke-i
Mükerreme, Medine-i Münevvere ve Kudüs-i
şerifin hâdim ve hâkimi, devletlerin özlemi olan
üç şehir, yani İstanbul, Edirne ve Bursa ile
cennete benzeyen Şam, asrın gözdesi Mısır,
bütün Arabistan, Afrika, Berka, Hırvan, Halep,
Irak, Arap ve Acem Basra, Rakka, Musul, Şehr-i
Zor, Diyarbakır, Dülkadiri’ye, Erzurum, Sivas,
Adana, Karaman, Van, Habeş, Tunus, Trablus,
Kıbrıs, Rodos, Girit, Mora, Akdeniz, Karadeniz
ve Cezayir sahilleri, Anadolu, Rumeli ve
özellikle Selam şehri Bağdat, Rum, Türk, Tatar,
Çerkeş, Abazha, Gürcistan, Kabartay, Kıbçak
dolayları, bütün Bosna, cihat şehri Belgrad,
Sırbistan, bütün kaleleri ve şehirleri, Arnavutluk,
Eflak ve Boğdan ve anmaya lüzum olmayan
daha nice kalelerin ve şehirlerin adaletli
padişahı, sultan oğlu sultan, hakan oğlu hakan,
Sultan Ahmet torunu ve Sultan Hamit oğlu
Sultan Mahmut Han ile,
Hristiyan emirlerinin iftiharı ve Hristiyan
büyüklerinin muhtarı, Hristiyan tayfası işlerinin
âmiri, haşmet ve vekâr sahibi ve Rusya
devletlerinin ve tamamıyla Rusya’nın ve ona
bağlı nice ülkelerin hükümdarı, padişahı ve
imparatoru, haşmetlü rütbetlü dostumuz (Allah
akıbetini hayr etsin) arasında; evvelce mevcut
dostluk, bazı sebeplerle bozulmuş ve bir
müddetten beri zuhur eden ihtilal ve cenk, kan
akıtılmasına sebep ve Allah kullarının güveninin
bozulmasına amil olduğundan, kavganın
durması, kulların ve şehirlerin huzur ve sükûnu
için, harbin ve kıtalin izalesiyle yeniden barış
yapılması her ikimizin arzusu olup, iki tarafın
hükümdarlarınca tayin edilmiş olan salâhiyetli
delegeler arasında, aşağıda yazılı anlaşma
kararlaştırılmıştır:
Madde 1 — İki devlet arasında sürüp gelen
ihtilaflar, bu antlaşma ile denizde ve karada
ortadan kaldırılıp, iki devlet arasında ebediyete
kadar barış ve dostluk mukarrer olacaktır. İki
devlet harbe sebep olabilecek, ihtilafları
önlemek için hususi itina göstereceklerdir. Bu
antlaşmada yazılan bütün maddeleri tatbik
edecekler ve bu maddelere aykırı açık ve gizli
bir hareket yapmamaya dikkat edeceklerdir
Madde 2 — İki devlet arasında perçinlenen
dostluk icabı, bu harbe katılmış olanların
cümlesine af ile muamele edilecek, bu yüzden
hiçbir ferde ceza verilmeyecek, herkes kadim
yurduna döndüğünde kanunların himayesinde
olacak, mal ve mülküne sahip olacaktır.
Madde 3 — İki devlet arasında evvelce
akdedilmiş olan antlaşmalarda bu antlaşmayla
değiştirilen maddeler dışında kalanları tatbiki
devam edecektir.
Madde 4 — Prut Nehri’nin Boğdan’a girdiği
yerden Tuna’ya döküldüğü yere kadar ve
oradan Tuna’nın sağ sahilinden denize kadar
olan sınır iki devletin sınırı olup, bu boğaz iki
devlet arasında ortak olacaktır. Tuna’nın Kili
Boğazı’na kadar sol sahili Rus Devleti’nin
tasarrufunda olacak, gayrı meskûn olan küçük
adalar iki devlet tarafından zaptedilmeyecek, bu
adalarda bina ve istihkâm yapılmayacaktır.
Yalnız odun kesmek ve avlanmak için
gidilecektir. Prut’un sol yakasında bulunan kale,
kasaba ve köyleri Devlet-i Aliye, Rus Devleti’ne
terk eder. Tuna sınırlarında iki devletin tüccar
gemileri işleyecektir.
Madde 5 — Rusya Prut Nehri’nin sağ
yakasında olan Boğdan arazisi Eflak, Kara
Eflaki bütün kaleleriyle kasaba ve köyleriyle
Devlet-i Aliye’ye teslim edecektir. Devlet-i
Aliye’ce Eflak ve Boğdan’a verilmiş olan
imtiyazlar yürürlükte olacaktır. Halktan eski
hesaplar ve harp vergileri istenmeyecektir. Halk
iki sene vergiden muaf olacaktır.
Madde 6 — Anadolu semtinde ve başka
yerlerde olan eski hudutlar devam edecektir.
Rus Devleti harp esnasında bu hudutlar içinde
zaptettiği kaleleri ve köyleri Devlet-i Aliye’ye
iade edecektir.
Madde 7 — Rus Devleti’ne bırakılmış olan
yerlerin halkından isteyenler aileleriyle Devlet-i
Aliye topraklarına göçebilirler. Mallarını
dilediklerine satarak bedelini nakledeceklerdir.
Bu tasfiye için 18 ay mühlet verilecektir.
Osmanlı ülkelerinde bulunan Hristiyanlar da
aynı şartlarla Rusya’ya geçebileceklerdir.
Madde 8 — Sırp milleti öteden beri Devlet-i
Aliye’nin cizye ödeyen tebaası olup, haklarında
Devlet-i Aliye’ye yakışır şefkat gösterileceği
aşikâr ise de bu muharebelere onların
müdahalesine binaen bu hareketlerinden ötürü
bir cezaya maruz kalmayacaklar, suçları
unutulacak. O topraklarda yapılmış olan
istihkâmlara lüzum kalmadığından bunlar
yıkılacak. Bütün kaleler ve palangalar bütün
teçhizatlarıyla Devlet-i Aliye’nin elinde
olacaktır. Oralarda kullanılacak askerin
Sırplılara zulmetmemesi için tedbirler alınacak.
Sırplar Akdeniz adalarında oturan Hristiyan
tebaanın sahip olduğu haklara sahip olacaklar;
onlar gibi iç işlerini kendileri idare edecek
vergilerin alınma şekli Devlet-i Aliye’yle Sırp
milleti arasında tanzim edilecek.
Madde 9 — İki devlet elinde bulunan kadın ve
erkek esirlerden kendi isteğiyle İslâmiyeti kabul
edenler veya Rusya’da Hristiyanlığa
geçenlerden maadası bedelsiz olarak serbest
bırakılacak.
Madde 10 — Harp dolayısıyla iki devlet
tebaasının neticelenmemiş olan davaları, hak
üzere neticelendirilecek ve devletten olan
alacakları tamamen ve süratle ödenecek.
Madde 11 — Antlaşmanın tasdiknameleri
mübadele edildikten sonra Rusya Devlet-i Aliye
topraklarında olan askerini ve sularındaki
donanmasını geri çekecektir. Üç ay zarfında,
geri verilecek kale ve şehirlerin iadesi
tamamlanacak.
Madde 12 — Yaş Antlaşması’nın yedinci
maddesinde yazılı olduğu şekilde Cezayir,
Tunus, Trablus korsanlarının Rus Devleti
tebaasına ve tüccarlarına verdikleri hasarların
tazmini hususunda kararlaşan esasların
tatbikine önem verilecek; Rus Devleti de
Osmanlı tüccarlarına aynı suretle muamele
edecektir.
Madde 13 — Devlet-i Aliye Rusya’yla İran
arasında çıkabilecek ihtilaflarda İslâmlık bağı
gereğiyle iyi niyetli arabulucu olacak.
Madde 14 — Muahede imzalanınca kara ve
denizdeki kumandanlara derhal emir verilecek.
Bu arada zaptedilmiş arazi olursa geri verilecek.
Madde 15 — Bu muahedenin mübadelesi
imza tarihinden sonra on günde, mümkünse
daha çabuk icra edilecek.
Madde 16 — Bu ebedî antlaşma Âl-i Osman
Padişahı ve Rus İmparatoru taraflarında usulü
veçhile kendi hat ve imzalarıyla tasdik ve teyit
olunacaktır.
İstanbul’a gelen metin, şeyhülislâm
konağında toplanan danışma meclisinde okundu
ve kabul edildi. Bu antlaşmanın Devlet-i Aliye
için zararlı iki maddesi vardı. Birisi, Rusya’nın
Besarabya’yı ele geçirerek Tuna kıyılarına ayak
basması, ikincisi Sırbistan’ın, velev ki bir
dereceye kadar olsun serbestlik kazanmasıdır.
Nitekim az sonra, Mora halkı da bu örneğe
bakarak bağımsızlık davasına düştüler.
Şânîzâde, bu barışı tenkit ederek: “Fransız -
Rus harbi başlamak üzere iken böyle bir barış
yapmak hatalı idi.” der ama Fransız - Rus harbi
başlamamıştı ve dünya politikası pek kaypaktı.
Her gün yeni bir ittifak bağlanıyor veya
çözülüyordu.
Napolyon’a da güven olmazdı. “Mazarratı
def etmek, menfaat temininden önce gelir.”
Ayrıca “ Zarar ihtimali zarardır ama fayda
ihtimali fayda değildir.” Sonra, İngilizler bütün
dünyayı Napolyon aleyhine kaldırmaya
çalışırken Devlet-i Aliye’nin Napolyon’la ittifakı
İngilizlerin Devlet-i Aliye’yi denizden tazyik
etmesine yol açardı. Onun için Şânîzâde’nin
itirazı haksız görünür. Yalnız şurası tartışılabilir:
Bükreş antlaşmasının tasdikname mübadelesi iki
ay gecikmişti. Bu aralıkta da Fransa, Rusya’ya
harp açmıştı.
Devlet-i Aliye bundan faydalanarak
antlaşmayı acaba reddedemez mi idi? Ama bu
işin de neticesi meçhuldü. Çünkü bu takdirde
Rusların süratle İstanbul’a yürümesi
beklenebilirdi. Ruslar da antlaşma şartlarını
yerine getirmeye başlamışlardı. Bu cümleden,
esir olan Cebbarzâde Celâlettin Paşa serbest
bırakılmış ve Sivas Valiliği’ne gönderilmişti.
Devlet, harpten kurtulunca iç işlerini
düzeltmeye koyulmuştu. Rusya’yla ticaret
başlamıştı. Bu sırada İngiltere’nin yeni elçisi
Rober Liston, Prusya maslahatgüzarı Bozoviç
İstanbul’a gelmişlerdi. Bir hafta sonra da
Napolyon’un bir muahede yapmak üzere
gönderdiği General Anderos’i de gelmişti. Fakat
itibar görmemişti.
Bazıları derler ki: O devrede Devlet-i Aliye,
Rusya’yla ittifak edip de Napolyon’un
yıkılışından sonra Avrupa devletleri konseyine
girseydi daha kârlı çıkardı. Ama bu da isabetli
değildir. Rusların Tuna kumandanı Çiçekof,
Devlet-i Aliye’yle ittifak edip İlirya ve İtalya
üzerine hücumu teklif etmişti. Ama bu takdirde
Rus ordusu Devlet-i Aliye topraklarından
geçecek ve Sırbistan’ı hareket üssü hâline
getirecekti. Onun için Devlet-i Aliye bunu kabul
etmedi.
Velhasıl o devirde Devlet-i Aliye için en salim
yol tarafsızlıktı. Şu var ki bu yol Rusların işine
yaradı. Hatta rivayet edilir ki Aleksandr böyle
dar vakitte Bükreş antlaşmasını kabul etmiş olan
Devlet-i Aliye’ye daima teşekkür edermiş.
Fransa ise teşekkür edeceği yerde, hatır kırıcı
hareketlere girişmişti. Osmanlılar dostluk
kıymetini bilir, vefalı, dürüst bir millet
olduklarından vefasız adamlardan nefret ederler.
İngilizlere olan samimî sevgileri de bundan ileri
gelir.
İran, kendi muvafakati alınmadan Devlet-i
Aliye’nin Ruslarla anlaşmasına gücenmişti.
Acaba hakkı var mı idi? 1811 senesinde
Yasincizâde Abdülvehap Efendi elçi olarak
İran’a gönderilmiş ve Feth Ali şaha name-i
hümayunu teslim etmiştir. Bu namede İslâm
birliği dolayısıyla din düşmanımız olan
Moskof’ların İran tarafında da ezilmeleri
isteniyordu.
Elçimiz Kars sınırındaki Devlet-i Aliye
memurlarına yardım temin etmek ve Baban
paşalarına alaka göstermemeyi teklif etmişti.
İranlılar da Baban paşalarını İran’ın
muvafakatiyle seçilmesini ve Bağdat valilerinin
İran’a iyi davranmalarını istiyordu ki bu da
devletler hukukuna ve dostluğa aykırı idi.

Fransa - Rusya Savaşının Sebepleri ve


Sonuçlar

Napolyon, kazandığı birçok harplerden sonra


bozguna uğramasına sebep olan bir harbe
teşebbüs etmesi garip işlerdendir. Acaba
Napolyon kazara bir hataya mı düştü, kibir ve
gururu dolayısıyla mı bu fikirlere saplandı, genel
politik durum mu onu böyle bir çıkmaza itti?
Bunları incelemek tarihin görevidir.
Bu muharebe tek sebepten ileri gelmeyip
birçok sebeplerin bir araya gelmesinden
doğmuştur. Bu sebeplerin kısa bir tahlilini
yapmak faydalı olacaktır. Şöyle ki:
Fransa karalı XVI. Lui, 1793 yılında
öldürülmüş; ihtilal ve cumhuriyet fikirleri her
tarafa yayılmaya başlamıştı. Bu yayılmayı
önlemek için, Devlet-i Aliye, İsviçre ve
Danimarka’nın dışında bütün Avrupa devletleri
ittifak ettiler. Müttefikler başlangıçta galip
geldilerse de sonraları araları açıldı. Belçika,
Fransa eline geçti. Felemenkler Fransa’yla
ittifaka mecbur oldu.
Fransa İhtilâli’nin en büyük düşmanı Prusya
Kralı iken, Avusturya’ya olan hasedinden
dolayı, ona karşı üstün olmak için
müttefiklerden ayrılarak 1795 yılında; Ren
Nehri’ni tabiî hudut sayarak nehrin sol yakasını
Fransızlara terk ederek, Fransa’yla tek başına
barış yaptı.
1796 de Fransa, Devlet-i Aliye’yle bir
savunma ittifakı yaptı. Bu suretle Avusturya
meydanda yalnız kaldı. Bu sayede Napolyon,
İtalya’da Avusturya’yı yendi, sonra da
Venedik’e yönelerek bu cumhuriyeti ortadan
kaldırdı.
Kampo Formiyo’da Avusturya ve Fransa
arasında yapılan anlaşma ile Ren Nehri’nin sol
yakası Fransa’ya bırakıldı. Kuzey İtalya, ayrı bir
cumhuriyet oldu. Venedik’le Dalmaçya
Avusturya’ya verildi: Arnavutluk kıyılarını
Fransa aldı. Bu sırada Prusya Kralı öldüğünden
yerine geçen III. Vilhem tarafsız kalmakla
beraber, Avusturya’nın zayıflamasına memnun
oluyordu.
Fransızlar Rumeli’nde ele geçirdikleri
topraklarda cumhuriyet kurulmasını teşvik
ediyorlardı. Devlet-i Aliye bu yüzden
Fransa’dan ürkmeye başlamıştı ki; Bonapart, bir
korsan donanmasıyla Mısır’ı ele geçirdi.
Papa’nın cismanî hükûmetini kaldırarak
yerine bir cumhuriyet kurdu. İsviçre de
cumhuriyet oldu. Bütün bunlardan sonra
İngiltere, Rusya, Avusturya, Napoli ve Devlet-i
Aliye, Fransa aleyhine ikinci defa olarak bir
ittifak kurdular.
Bu münasebetle Rusların Karadeniz
donanması İstanbul’a gelip Osmanlı
donanmasıyla birlikte Akdeniz’e çıkarak, Yunan
adalarını zaptettiler. Arnavutluk tarafında da
Türk ordusu Fransızları yendiğinden Bonice,
Preveze, Parga ve Poternito bölgeleri Devlet-i
Aliye eline geçti. Yunan adalarının Devlet-i
Aliye himayesinde ve Rusya’nın kefaletinde bir
cumhuriyet hâline getirilmesi için Devlet-i
Aliye’yle Rusya arasında bir antlaşma yapıldı.
Bu esnada Bonapart, Akka’da perişan olup
Mısır’a döndü ve hemen Mısır’dan savuşup
Fransa’ya gitti. Birinci Konsül unvanıyla
cumhurbaşkanı oldu. Almanya ve İtalya’da
Fransızlar mağlûp edildi.
Rus ordusu, İsviçre’de Fransızlara yenildi.
Bunun üzerine Rus imparatoru ittifaktan
soğuyarak Bonapart’a yöneldi. İttifakın bu
suretle bozulması üzerine Fransızlar gayrete
gelerek hücuma geçtiler ve Marengo’da
Avusturyalıları yendiler. 1801’de yapılan
Lunevil Antlaşması’nda Avusturya
Lombardia’yı Fransa’ya terk etti ve buralar
İtalya cumhuriyeti ismini aldı. İtalyan mebusları
bu cumhuriyetin başkanlığına Bonapart’ı
seçtiler.
İngiltere’yle Fransa arasında 1802’de
Amien’de barış yapıldı. Arkasından Devlet-i
Aliye de Fransa ile barış yaptı. Böylece genel bir
sükûn kurulmuşken 1803’de Fransa’yla İngiltere
arasında tekrar harp başladı. İngilizler, Osmanlı
ordusuyla birlikte Mısır’ı Fransızlardan alınca
Amien barışını yaptıklarına pişman oldular.
Rusya da tekrar Fransa’yla münasebetlerini
kesti.
Napolyon, bağımsız hükümdar olmak
istediğinden kral unvanını kendisine az gördü.
1805’de senato kararıyla imparator oldu.
İmparator unvanını dünyaya kabul ettirmek için;
rütbe hevesinde olanlara rütbe, tamahkâr
olanlara para vaat etmiş ve Amerika’daki
Luvizan bölgesini Amerikalılara satarak parayı
taç ve tahtı için harcamaya başlamıştı. 1805
yılında İtalya Cumhuriyeti’ni krallığa çevirerek
İtalya Kralı unvanını da aldı.
Fransızların cumhuriyet davasıyla ortaya çıkıp
cihanı velveleye vermişlerken kan dökerek
kurdukları cumhuriyeti birden bire
imparatorluğa çevirmeleri herkesi şaşırttı.
Avrupa’nın siyasî dengeleri bozuldu. Bunun
üzerine İngiltere, Rusya, Avusturya ve İsveç
bozulan dengeyi kurmak için, “üçüncü
birleşme” adıyla ittifak yaptılar. Prusya yine
tarafsız kaldı.
Bu arada Napolyon, Österliç’te Rus ve
Avusturya ordularını yenerek bu devletlerle
yeniden barış yaptı. Mısır olayından beri
Devleti-i Aliye’nin Napolyon’a güveni
kalmadığından Rusya’yla bir ittifak yaptığı gün
Napolyon’un bu zaferi duyuldu. Osmanlı
vükelası hayrete düştü.
Bu sırada Trafalgar’da İngilizler, Fransız
donanmasını perişan ettiler. İngiltere denizde
mutlak şekilde hâkim oldu. Napolyon da
Avrupa’nın mutlak hâkimi oldu ve kimseden
çekinmez oldu. Kardeşlerinden Jozef’i Napoli,
Lui’yi Hollanda kralı yaptı. Batı Almanya
devletlerini Fransa himayesinde birleştirdi.
“Almanya İmparatoru” unvanı ilga edildi.
Napolyon, İngilizlerle denizlerde başa
çıkamayacağını anlayarak, bir kara muhasarası
kurmaya karar verdi. Devlet-i Aliye’yi de ittifaka
almak istiyorsa da Fransa’ya güvenilmediğinden
Osmanlı Devleti tarafsız kalmayı tercih
ediyordu; bu da zordu. Çünkü Ruslar ara sıra
İstanbul’dan Korfo’ya asker geçiriyorlardı. Bu
ise tarafsızlığa aykırı idi. Devlet-i Aliye’nin biraz
Fransa’ya teveccüh etmesinden dolayı Ruslar
ansızın Hotin ve Bender kalelerini istila ettiler.
Devlet-i-Aliye Rusya’ya harp açtı ve
Napolyon’la ittifak yapmak üzere görüşmelere
başladı.
Napolyon, Ruslarla harbe girişerek,
Osmanlılardan zaptedilen kaleler, geri verilmesi
şartıyla barış yapacağını bildirdi. Bunun üzerine
Devlet-i Aliye, Vahit Efendi’yi Lehistan’da
bulunan Napolyon nezdine gönderdi. Napolyon
ise bunu Devlet-i Aliye benim elimdedir diye
Rusya’ya baskı yapmak için kullandı. 1807 de
Aleksandr’la buluştuğu zaman ise Osmanlı
memleketlerini paylaşmayı teklif etti.
Napolyon, İspanya’da da büyük zorluklarla
karşılaşmıştı. Bunun sebebi mutaassıp İspanyol
papazlarıydı. Papa’yı okşamak lazımken ona her
işi zorla yaptırmak istemesi yüzünden Papa,
Avusturya ve İngiltere’yle ittifak edip
Napolyon’u aforoz etti. Bu hâl İspanyolları bir
kat daha heyecanlandırdı. İspanya gailelerini
fırsat bilen Avusturya, Fransa üzerine asker sevk
etti. Bu harpte Napolyon Avusturyalıları yenerek
Viyana’ya kadar girdi.
Almanlar gizli cemiyetler kurarak Avrupa’yı
Napolyon’un şerrinden kurtarmanın çaresini
arıyorlardı. Fransızlar bile Napolyon’un
tahakkümünden bizardı. Bu sırada, Osmanlı Rus
harbi de yeniden başladı. Tilzit barışında
Napolyon, Devlet-i Aliye’yi Eflak ve Boğdan’ın
terkine teşvik ederken şimdi Rusya’ya hiçbir şey
verilmemesini telkin ediyordu.
Napolyon zaferlerle öyle mağrur olmuştu ki
kendisini insanlığın üstünde tutuyor ve imkânsız
şeylere cesaret ediyordu. Mesela o sırada
Fransa’da zuhur eden kıtlığa karşı yedek
ambarlarda bulunan devlet zahirelerini Paris
piyasasına sürdü. Sonra tüccarın elinde bulunan
zahirelere tepeden inme fiyatlarla el koydu.
Ticareti de zorla yürütebileceğine kani idi. Oysa
ticarette zorlama sökmezdi. Bunu bilemeyecek
kadar gaflete düşmüştü.
Napolyon, Rusya üzerine ordu gönderirken
Rusya’da piyasaya sürülmek üzere Rus kâğıt
parası bastırmıştı. Böyle bir sahtekârlık ağır bir
suç iken Napolyon dünya mahkemelerinden
korkmadığı gibi ilahî mahkemeden de
çekinmemişti.
Napolyon, 9 Mayısta Paris’ten çıkarak
Dresden şehrine vardı. Alman halkı vatanlarının
celladı olan Napolyon’a diş biledikleri hâlde,
çaresiz hüsnü kabul gösteriyorlardı. Napolyon,
İsveç ve Devlet-i Aliye’yi ittifakına alarak
Rusya’yı arkadan vurmayı planlıyordu. Tam bu
sırada Devlet-i Aliye, Bükreş’te Ruslarla
antlaşma imzalamışlardı. Fakat bu hâl
Napolyon’dan gizli tutulmuştu. Onun için
İstanbul’a gelen Fransız elçisine karşı ihtiyatlı
davranılıyordu.
Napolyon, Moskova üzerine yürümeye karar
verdi. Kotozof kurduğu harp meclisinde,
Moskova’nın muhafaza edilemeyeceğine karar
verildi. Moskova Valisi Rostopşin Ruslar
nazarında muhterem sayılan bir şehrin harpsiz
düşmana bırakılmasına razı olamadı. Kimseye
danışmaksızın Moskova şehrini bir kül yığını
hâline getirmeyi planladı. Halkı şehirden çıkardı.
Hapishanelerden mahkûmları çıkararak,
Fransızlar gelince şehri ateşe vermelerini emretti.
Bütün yangın tulumbalarını da şehirden
uzaklaştırdı.
14 Eylül günü, süslü elbiseler giymiş Fransız
ordusu, her şeyi bol bol bulmak ümidiyle
Moskova şehrine girdiler. Şehir boşaltılmıştı. Bu
tenhalık Fransızlara dehşet verdi. Napolyon ise
meşhur çar sarayı Kremlin’e yerleşti. Rusların
barış isteyeceği zannındaydı. Hâlbuki ertesi gün
şehirde büyük yangınlar zuhur etti. Söndürme
aletleri bulunmadığından yangın durdurulamadı.
Fransızlar evlere girip yağmaya koyuldular.
Artık orduda da disiplin bozulmuştu. Yangın
dört gün sürdü. Hassa askerinin gayretiyle
Kremlin sarayı kurtarılmıştı.
Ruslar, Fransızları oyalayıp soğukların
bastırmasını bekliyorlardı. Napolyon, Rusların
bu hilesini anlayamadı. Hemen geriye dönmesi
gerekirken, Moskova’da vakit geçirdi. Bu sırada
Aleksandr Petersburg’da harp hazırlığıyla
meşgul iken asla sulha yanaşmak istemediği
hâlde Napolyon’u oyalamak için talimat verdi.
Kotozof, Fransızların geri hatlarını kesmek üzere
kıtalar sevk etmeye başladı.
Fransızlar kış mevsiminde Moskova’da
barınamayacakları belli iken çekilmeyi
gururlarına yediremediler. Hâlbuki kış hem
şiddetliydi, hem de erken gelmişti. Ekim ayının
13’ünde sular donmaya başladı. Napolyon
Mareşal Mortiye’yi 10.000 askerle Moskova’da
bırakıp kendisi 100.000 askerle dönüş yolunu
tuttu.
Fransız ordusunun malzemelerini, toplarını,
silahlarını çekmek için lazım olduğu gibi, yağma
edilen eşyayı taşımak için de sayısız araba yola
çıkarılmıştı. Fransız ve İtalyan aileleri, tiyatro
oyuncuları ve birçok fahişe ordunun arkasından
gelmekteydi. Fransız ordusu yaylaya giden
göçebe aşiretlere benziyordu. Atlar yemsizlikten
zayıf düşmüş, yollarda kalmıştı. Kazakların
hücumları da birçok yaralıların ölümüne sebep
oluyordu.
Bu hâl Rusların işine geldi. Kotozof
Napolyon’un arkasından yetişti. Ruslaviç
bölgesinde çok kanlı bir muharebe oldu.
Borodino önünde 50.000 ölü toplanmıştı. Vahşî
kuşlar bu bölgeye toplanmış ve manzara
korkunç bir hâl almıştı. Kozotov, süvarisiyle
Fransızları izliyordu. Kar da şiddetini artırıyordu.
Isı eksi yirmi dört dereceye varmıştı. Fransızlar
aç bi-ilaç kar ve buz üstünden yuvarlanıp
gidiyorlardı. Kotozof askerine sıcak elbise
dağıtıyor ve Moskova’nın yakıldığını anlatarak
Rusların öfkesini kamçılıyordu.
Fransız hayvanlarının nalları sağlam
olmadığından hayvanlar düşüyor, arabalar ve
toplar yolda kalıyordu. Binlerce insan ve hayvan
ölüsü birikmişti. Napolyon’un elinde 160.000
askerden 24.000’i kalmıştı. Onlar da subaylarına
itaat etmiyorlardı. Brezina Köprüsü büyük
zayiatla geçilebildi. Napolyon perişan ordusunu
bırakarak bir arabaya atlayıp görülmemiş bir
süratle Paris’e döndü. Bu harpte Fransızların
uğradığı felaket kalemle tarif olunamaz.
Napolyon’un Moskova’da verdiği büyük
meydan muharebesi dillere destandı ama başına
gelen felaketlerin de sebebiydi. Bu felaketlerin
devamı olarak bir sene sonra Leipzig’te ve bir
buçuk sene sonra da Vaterlo’da Napolyon kesin
hezimete uğramış, tahtını kaybetmiş ve bu
yüzden Avrupa’nın durumu değişmiş; bütün
bunlar Devlet-i Aliye’nin politikasını da
etkilemiştir.

Bazı İç Olaylar

Şeyhülislâm Ömer Hulusi Efendi çok


yaşlanmıştı. Sert yaratılışlı idi. Yaşı ilerledikçe
hiddeti de artmış olduğundan evde oturmaya
ikna edildi. Nihayet bu 1812 yılında azledilerek
yerine Dürrîzâde Abdullah Efendi getirildi.
İstanbul Kadısı Reşit Efendi bulunduğu
mansıplarda büyüklerle problem çıkardığından
Gelibolu’ya sürüldü.
Sadrazam Laz Ahmet Paşa pek gözlü, işin
sonunu düşünmez bir adamdı. Harpte işe yarar
düşüncesiyle sadarete getirilmişti. Hâlbuki
cephede bazı mühendisler kendisine harp
fenninin gereklerini arz ettikçe, “Bunları sizden
mi öğreneceğim.” diye azarlıyordu. Bu sebepten
birçok askerin ölümüne ve esir düşmesine sebep
olmuştu. Nihayet azledilerek yerine Sofya
seraskeri olan Hurşit Paşa getirildi.
Kaymakam Şakir Ahmet Paşa azlolunarak
yerine Divan-ı Hümayun hocalarından Rüştü
Efendi vezirlik rütbesiyle getirildi. Anlatıldığına
göre; Şakir Paşa Sultan Mahmud’un
teveccühünü kazanmıştı. Bu ise bazılarının işine
elvermediğinden yerine söz geçirebilecekleri
yumuşak bir adamı getirmek istemişler ve buna
muvaffak olmuşlardı.
Rüştü Paşa Erzurum bilginlerinden Seyit Ali
Efendi’nin oğludur. On sekiz yaşına girdiğinden
seyahate çıkarak Halep’e varmış, Halep’te vali
tarafından bazı hizmetlerde kullanılmış sonra
Ferruh Ali Paşa’nın divan kâtipliğinde
bulunduğu sırada hocalık rütbesi almıştı. Mısır’a
gönderilen ordunun menzil emanetinde bulundu.
Daha sonra, yeniçeri efendisi, başmusahip ve
nişancı oldu.
Rivayete göre Rüştü Efendi Üsküdar’da, Nuh
Kuyusu’nda Köprülü Konağı denen konakta
hayli müddet mazul olarak züğürtlük içinde
vakit geçiriyormuş. Hatta bayram ziyareti
yapacak bir kat elbisesi olmadığından, içini
dışına çevirtmek üzere eski çakşırını terziye
göndermiş, sabahleyin Mabeyn-i hümayundan
bir ağa gelip silahtar ağanın davet ettiğini haber
vermiş.
Rüştü Efendi, acele çakşırını terziden getirtip
giymiş, lakin bu davete bir mana
veremediğinden ağayla beraber evinden çıkıp
dalgın dalgın iskeleye indiğinde üç çift Mabeyin
kayığını görünce merakı artmış. Saraya
vardığında ne olacak diye düşünüp dururken,
silahtar ağa yanına gelmiş, kendisini baş sedire
geçirmiş, efendinin şaşkınlığı büsbütün artmış.
Az sonra da silahtar ağa delaleti ile padişah
huzuruna çıkarılmış ve kendisine vezaret
rütbesiyle sadaret kaymakamlığı tevcih edilmiş.
Şakir Paşa’nın bütün yetkileri kendisine verilmiş,
o da kendince devlet işlerini düzene koymaya
başlamış.
Manisa’da sürgün bulunan eski Sadrazam
İzzet Mehmet Paşa, ramazan başında vefat etti.
Çok parası çıktı. O zamanın usulü gereği,
parasına devletçe el konmuş; hazineye hayli
menfaat sağlanmıştır. İzzet Paşa, Safranbolu’da
doğmuştur. Kaptan-ı derya Hacı Mustafa
Paşa’nın akrabası olduğundan İstanbul’a gelerek
kitabet tahsiline başlamıştır. Sonra Baltacı
Ocağı’na verilmiş, sonra sırasıyla darphane
emiri, şehremini olmuş, daha sonra vezaret
rütbesi verilerek Alanya Sancağı’na, Diyarbakır
Valiliği’ne, daha sonra Bender Kalesi
Muhafızlığı’na, Mısır Valiliği’ne ve Anadolu
Valiliği’ne getirildikten sonra sadrazam
olmuştur.
Eski Şeyhülislâm Samanîzâde Ömer Hulusi
Efendi, bu sene içinde vefat etmiştir. Bu zat
İstanbul Kadısı Hasan Efendi’nin oğludur.
Gençliğinde tahsilde bulunarak Mehmet Esat
Efendi’den rüûs almıştı. Sonra usul üzere
medreseden medreseye nakledilmiş; her
birisinde öğretime itina etmiş, İzmir kadısı
olmuştur. Fevkalade namuskârlığı ve dürüstlüğü
sayesinde Mısır mollası olmuş, burada da
ulemanın şanına yakışır hareket etmiştir. Sonra
sırasıyla; Mekke Kadısı, İstanbul Kadısı,
Anadolu Kazaskeri, Rumeli Kazaskeri oldu.
1800’de şeyhülislâmlığı getirildi.
Bu vazifedeyken hem adalet icra etti, hem de
ilmî rütbelerin verilmesi ön plana alındı. Sonra
azledilerek Beylerbeyi’nde yalısına çekildi.
Fakat 1810’de tekrar şeyhülislâm oldu. 1812
senesinde vazifesinden tekrar alındı. Onun
bunun adamı olmaları sayesinde rütbe arayan
ehliyetsizler, onun adalet terazisinden
korkarlardı. Görevden alınmasına, şaşmaz
adaletinden kurtuldukları için sevindiler. Kısa
zaman hasta yattıktan sonra vefat etti. 87 sene
yaşadı.
Divan-ı Hümayun tercümanı Dimitraşkob,
Rus casusu olarak bilinirdi. III. Selim
aleyhindeki hareketleri kışkırtmış ve Ruslara bu
yolda hizmet etmişti. Bükreş’teki barış
görüşmelerinde davranışları bu zannı
perçinlemişti. Vücudunun ortadan kalkması
kararlaştırılmıştı, münasip vakit gözetiliyordu.
Ruslarla görüşmeler bitince münasip vakit
gelmişti. Sadrazama gizlice hatt-ı hümayun
gönderildi. Sadrazam çadırına çağırıldı. Kavaslar
kılıç üşürüp vücudunu kaldırdılar.
Ecnebî sikkesiyle alış veriş yasak edildi;
kimin elinde ecnebî sikkesi varsa darphanede
padişah sikkesiyle değiştirmesi emrolundu.
Şânîzâde der ki: “Bu nevi ecnebî parasını
külliyetli olarak bulunduran sarraflar ve
tüccarlar sikkeleri sakladılar. Sadece elinde bir-
iki riyal veya dinar bulunan fukaralar zarara
uğramış oldu.”
Zilhiccenin 17’nci günü ordunun Edirne’ye
geldiği duyuldu. Bunun üzerine harp durumu
alameti olarak sarayda, şeyhülislâm konağında,
kazaskerler konağında dikilmiş tuğlar
kaldırılarak yerlerine kondu.

Vebanın Çıkması ve Yayılması

1812 senesinin başında İzmir limanına gelen


yabancı gemilerden veba salgını bulaştı.
İzmir’den İstanbul’a gelen bir ticaret gemisinde
vebadan birkaç kişi ölmüş, gemicilerden bazıları
da hastalanmıştı.
Veba bu gemicilerden Galata ve Kurtuluş
semtlerine sirayeti etti. Hastalık İstanbul
yakasına da geçti. Pek çok adam öldü. Fakat
bazı kimseler başkalarıyla teması keserek
evlerine çekilip korunmaya çalıştılar.
Bu veba salgınını anlatan Şânîzâde diyor ki:
“Birbiriyle temas eden ve hareket hâlinde
bulunan şahıslardan az çok bulaşmamış kimse
kalmamışken tedbirli bir tarzda korunmaya
riayet eden dikkatli şahısların hiçbirisine
hastalık bulaşmadı. Ben de ev halkımdan erkek
ve kadın nüfusumla beraber Allah’a şükür bu
hastalığa bulaşmadık. Şu kadar ki cahillerin ve
bazı bilgisiz akranın tenkidine maruz kalarak
teessür duyduk.”
Fakihler ve hâkimlerden hiçbir kimse vebanın
öteki bulaşık hastalıklar gibi sirayet ettiğine
şüphe etmemişlerdir. Din bilginleri: “Allah’ın
izniyle bulaşıcıdır.” demişlerdir. Ki gerçek de
budur. Özellikle yüz sene öncesine kadar bu
bulaşıcı hastalık defalarca yabancı memleketleri
harab etmişti. Eskiden İslâm elindeyken bu
bulaşıcı hastalığa yakalanan Kırım, Özi gibi
memleketler koruma tedbirleri sayesinde bundan
kurtulmuş, hele aşı bulunduktan sonra aşılama
ile oralarda çiçek hastalığı da önlenmiştir.
Bu hastalıklar hakkında hekimlerin görüş ve
tedbirleri eserlerimden tıbba ait olan ve padişah
iradesiyle basılan kitabımda yazılıdır. Kaldı ki
vebadan çekinmenin caiz olduğu, hatta vacip
olduğu, Yavuz Sultan Selim’in tarihçisi ve Heşt-i
Behişt adlı kitabı yazan ve daha birçok Arapça
ve Farsça kitap bırakmış olan, İdris-i Tebrizî
merhumun, yaşadığı zamanda zuhur eden veba
salgını esnasında, Hac dönüşünde Konya ve
Şam uleması ile bu konudaki tartışmalarını
anlatan taassuptan uzak kitabında yazılıdır.
O salgında, korunma tedbirlerine riayet
olunmamış ve veba İstanbul’da müthiş bir
surette hükmünü icraya başlamıştı. Bab-ı Âli’den
İstanbul kapılarına gizlice yazıcılar gönderilmiş
ve kale kapılarından çıkarılan ölüleri yakmaları
emrolunmuştur. Şehir içindeki cami, mescit ve
türbe yanındaki mezarlara gömülenlerden gayrı
İstanbul kapılarından çıkan cenazeler, ramazan
ortasında günde 1.500 -2.000 raddesinde olup
Galata, Üsküdar ve Boğaziçi’yle beraber bu
rakam 3.000’i geçiyordu. Ramazan bayramının
yaklaşmasıyla halkın birbirine teması arttığından
hastalık Şevval ortasına doğru artarak sadece
İstanbul yakasında günde 3.000 cenaze çıkmaya
başladı.
Şânîzâde der ki: “Vebanın zuhuru fesat ve
zinanın artması yüzünden olduğundan eşkıya
yığınağı olan bekâr odalarının yıkılması ve sefih
toplantıların dağıtılması bazı takva sahipleri
tarafından tavsiye edildi. Kaymakam Paşa,
yanına mimar ağayı, bir miktar ocaklı askerî ve
birçok ameleyi alarak Bahçekapı’ya gelip Melek
Girmez Sokağı’nda ve kayıkhane üzerindeki
odaların hepsini birkaç saatte yıktırdı.
Kaptan Paşa da Galata ve Kasımpaşa
taraflarındaki kalyoncu ve kalafatçı rezillerine
sığınak olan yerleri yıktırdı. Bu hanlarda
bulunan kârgir odalardan rezilleri ve fahişeleri
boşaltarak odaları mühürledi. Yıkılan yerlerde
vebadan yeni ölmüş bazı kimselerin ve birkaç
kadının da cesetleri çıktı.”
Bu meyanda ve “Melek Girmez” diye anılan
bekâr odaları Bahçekapı dışında yeniçerilerin
31’inci ortasının yeri ve birçok şakilerin fesat
ocağı olduğundan, “Melek Giremez” adı
verilmişti. Bu odaların yıkılmasına mabeyince
hayli önem verilmiş olduğundan Kaymakam
Rüştü Paşa bunları kolaylıkla yıktırdı ve
yerlerine Hidayet Camii’ni yaptırdı. Bu sebepten
de Rüştü Paşa, halk arasında hayırla anılır.
Veba hükmünü icraya devam etmiş, nihayet
ekim ayının başında kış yaklaştığından biraz
hafiflemiş ve ölü sayısı günde 500’e inmişti.
Aralık ayının 16’ncı günü gecesi kar yağmış ve
ertesi günü pek şiddetli bir soğuk olmuştur. Bu
sayede hastalık hafiflemiştir.
Şânîzâde hâzik bir hekim ve muhakkik bir
âlim olduğundan daha o vakit korunma
usullerini ve aşıyı sözlü ve yazılı olarak tavsiye
etmiş ve bunda dinen bir mahzur olmadığını
ispat etmişti. O asırda kendisiyle aynı fikirde
olan bazı faziletli insanlar da vardı. Lakin bazı
taassup erbabı böyle bulaşıcı hastalıklardan
korunmaya sapıklık nazariyle bakılıyordu. Bu
sebeple halkın çoğu korunmayı şeriata aykırı
zannederek kimisi de itirazdan çekinerek
korunma usullerine riayet etmezlerdi.
Mısır Valisi Mehmet Ali Paşa işbu 1812
senesinde Mısırda karantina usulünü kurmuş
olduğu hâlde İstanbul’da karantina ve aşı
tatbikatı birçok seneler daha icra olunmamıştır.
Karantina usulünü koyması Mehmet Ali Paşa’yı
birçok tenkitlere hedef kılmışsa da bu esnada
Arabistan’da kazandığı zafer tenkitleri tesirsiz
bırakmıştır.

1813 SENESİ OLAYLARI


Mısır Olayları

Tosun Paşa komutasında, Vehhabîler üzerine


yürüyen Mısır ordusu bozguna uğramıştı. Bunun
sebebi, Tosun Paşa’nın çocuk denecek yaşta
olması ve emirlerinin yürümemesindendi. 1812
yılında Mısır’a döndüler. Mehmet Ali Paşa
onlara iltifat etmedi. Onlar da suçu birbirlerine
yüklüyorlardı. Bununla beraber Tosun Paşa
koruması için Hicaz’a Silahtar Salih Ağa’nın
kumandasında bir kıta gönderdi.
Mehmet Ali Paşa, Mısır’da müstebit ve
bağımsız bir hükûmet kurmak fikrindeydi.
Asırlardan beri Mısır’da kökleşmiş olan
Kölemenleri ortadan kaldırmıştı. Yanında Hasan
Paşa ve Abidin Bey gibi emirler ve onların
maiyetindeki Arnavutlar vardı. Arnavutlar
komite gayreti güden ve daima reislerinin
peşinden giden bir taifedir. Yalnız, bunlar
Mısır’da zengin olmuş ve yerli hâline
gelmişlerdi.
Mehmet Ali Paşa, Arnavutları ayartmak üzere
paralar dağıttı. Bunun üzerine Arnavutlar
Mehmet Ali Paşa’ya taraf olanların maiyetine
girmeye başladılar. Bu sayede ferahlayan
Mehmet Ali Paşa, Şaban ayının 20’inci günü
Hicaz’a ordu gönderdi. Ramazanın 24’ünde
Mehmet Ali Paşa kıtaları Mekke Şerifinin de
yardımıyla Akabe ve Cidde’yi ele geçirdi.
Tosun Paşa, Vehhabîlere karşı başarı elde etti,
Medine’ye yaklaştı. Nihayet Medine’nin
zaptedildiği haberi geldi. Medine Kalesi’nin
anahtarı Mısır’a gönderildi. Mehmet Ali Paşa da
bu anahtarı Anahtar Ağası Latif Ağa’yla
İstanbul’a gönderdi. Vehhabîlerin yenilmesi ve
Medine’nin fethi haberleri İstanbul’a ulaştı. Bu
fethin şükranı olarak ilmiyeye mensup birçok
zevata payeler verildi.
Mısır mollası olan Mustafa Behçet Efendi,
Enderun ricaline kendisini sevdirmiş
olduğundan bu fetih haberi üzerine Medine-i
Münevvere mevleviyesi payesi ihsan edildi.
Müderris Hoca Ali Bahar Efendi, cebirin bazı
meselelerine, hendese ve yüzölçümü
meselelerine dair yazdığı eser şeyhülislâm eliyle
padişaha sunuldu. Kendisine Hâmise derecesi ve
zengin bir arpalık ve 1.000 kuruş harçlık ihsan
edildi. Lakin biçare Bahar Efendi az sonra ölerek
bütün bütün maişet gailesinden kurtuldu.
Kavalalı Mehmet Ali Paşa’nın gönderdiği
Medine-i Münevvere anahtarı, muharremin
26’ncı günü İstanbul’a ulaştı. Ertesi Cuma günü
anahtarın karşılanması için büyük bir alay tertip
edildi. Şeyhülislâm, Kaymakam ve Kaptan
paşalar Kazaskerler ve devlet büyükleri Eyüp
türbesine gidip salât ve selam ile anahtarı
karşıladılar. Anahtarı darüssaade ağası aldı.
Merasim alayı oradan hareket etti. Hürmetle
anahtar saraya getirildi; Halifeye teslim edildi.
Lâtif Ağa ile maiyetine hil’atler, çelenkler,
sehimler ve kese kese altınlar verildiği gibi Lâtif
Ağa’ya beylerbeyilik rütbesi verildi. Böyle
şerefli bir alayda bulunmak iftihar vesilesi ise de
kışa rast gelmesi dolayısıyla dünyanın fırını
hükmünde olan Afrika’dan gelenler çok
üşümüşlerdi.
Lâtif ağa, Ârif Bey tarafından Mehmet Ali
Paşa’ya hediye edilmiş bir köleydi. Bu köle
Paşa’nın teveccühünü kazanarak anahtar ağası
olmuştu. Medine’nin anahtarını İstanbul’a
götürünce kendisine pek çok iltifat edilmiş ve
Beylerbeyi rütbesi verilmişti. Bu yüzden kibre
düşmüştü.
Mısır’a döndüğünde evine gelip gidenler
çoğaldı. Kendisi gibi olan Kölemenler etrafını
aldı. “Leblebici” diye anılan falcı bir sahtekâr:
“Sen yakında Mısır’a sahip olacaksın, vaktin
tamam oldu, Huruç etmelisin.” diye kendisini
iğfal etti. Lâtif Ağa’nın ihtilal çıkaracağı rivayeti
yayılınca köşede bucakta saklanmış olan fesat
erbabı kulak kabarttı.
Lâtif Ağa da Kölemen Ocağı’nı ihya etmek
sevdasına düştü. Oysa dairesinin
genişlemesinden dolayı maaşı yetmez olmuştu.
Mehmet Ali Paşa’nın kethüdasına varıp aylığına
zam istedi. Kethüda: “Ben mal sahibi değilim,
Paşa efendimize yaz” dedi. Bu cevaptan
müteessir olan Lâtif Ağa, o gece Mehmet Ali
Paşa’nın kölelerine “yarın kargı talimine
çıkalım” diye haber gönderdi. Kethüda,
kölelerin sabahleyin hazırlamakta olduklarını
duyunca sebebini sordu. Köleler, Lâtif Ağa
tarafından talime çağırıldıklarını söylediler.
Kethüda bu hareketi men etmekle beraber,
hemen bir Meclis toplayarak Hasan Paşa, Tahir
Paşa, Hazinedar Ahmet Ağa, İbrahim Ağa ve
Debuşoğlu’nu davet etti. Lâtif Ağa’nın konağını
askerle kuşatarak toplantıya gelmesini istedi.
Lâtif Ağa, toplantıya gitmekten korkup
hazinedarının evine kaçmak üzereyken
yakalanıp öldürüldü. Evine sığındığı hazinedarı
da idam edildi. Leblebici ağa Nil Nehri’nde
boğuldu.
Muharremin yirmisinden sonra çok kar yağdı.
Her taraf buz tuttu, lağımcı amelesinin topladığı
buz yığınları kale metrislerine benzedi. Şânîzâde
der ki: “Muharremin 17’nci çarşamba günü
vuku bulan dönemde Zuhal yıldızı sema
merkezine üç derece yaklaştığından ve Utarit
Zühal’e yedi derece yaklaştığından ayın 20.
cumartesi günü yine kar yağmaya başlamış ve
soğuklar artmıştı. İstanbul sokakları buzla
dolmuş, beygir ve arabaların işlemesi imkânsız
olmuş, ricalin beygirlerinin geçmesi için dar
geçitler yapılmıştı. Muharrem’in 29’uncu
pazartesi günü güneş tutulmasından sonra
soğuk öylesine arttı ki Haliç dondu, Eyüp,
Hasköy yolları kapandı.”
Medine’deki şeyhler ve Mekke Emiri Şerif
Galip Efendi, Tosun Paşa’ya yardım
ettiklerinden, Paşa Cidde’yi ve Mekke’yi de
aldıktan sonra Taif üzerine yürüdü. Vehhabîler
tarafından Taif Emiri tayin edilmiş olan Osman
Müzaifi kaçtığından, Paşa Taif’i de ele geçirdi.
Bunun üzerine Mısır’da üç gün top şenliği
yapıldı. Bu esnada Mehmet Ali Paşa Hicaz’a
göndermek üzere bir ordu tertip ederek Osmanlı
usulü kargı talimi ve Avrupa usulü muharebe
usullerini öğretti.
Mekke’nin zapt olunduğu haberinin
İstanbul’a gelmesi üzerine bir hafta top şenliği
yapılması ferman edildi. O gün Haremeyn’deki
yolların tamiri için bir bina emini tayin edildi.
Yine o gün, büyük Ayasofya civarında,
Cebeciler kıtasının temeli atıldı.
Padişah tarafından Kahvecibaşı ağa ile
Mehmet Ali Paşa’ya ve Tosun Paşa’ya kılıç,
kaftan mücevherli hançer ve hil’atler ve Mehmet
Ali Paşa’nın büyük oğlu Defterdar İbrahim
Bey’e hil’at ve tuğlar gönderildi.
İsmail Paşa Boğaziçi mesirelerinde safa
sürmekteyken Mısır Mollası Halil Ârif Bey’in
kızını istedi. Paşa’nın her arzusunun yerine
getirilmesi padişahın matlubu olduğundan bu
evlenme iradeyle yapıldı. İsmail Paşa, zevcesini
alıp Mısır’a gitti. İşte bu hanımefendi, yakın
vakitlere kadar yazın Akıntı Burnu’ndaki
yalısında, kışın Fatih civarındaki konağında
“Mısırlı Hanım” diye haşmetle ömür sürmüştür.
Sırbistan Olayları

Sırbistan’da asiler, Sokul Kalesi’nden başka,


bütün kaleleri ve ilçeleri ele geçirmişlerdi.
Devlet-i Aliye Rus seferi ile meşgul olduğundan
Sırbistan üzerine, yeteri kadar kuvvet
gönderememişti. Fakat Ruslar, Eflak tarafından
Sırbistan’a çok asker geçirmişlerdi. Bu yüzden
Sırplar tedip edilememişti.
Sırbistan eyaletinin, Rusya’yla Bükreş’te barış
antlaşmasına göre yeniden tanzimi gerekiyordu.
Sırp Başknezi Kara Yorgi, Sofya’ya temsilciler
gönderdi. Bunlar, Sofya Nazırı Mustafa Reşit
Efendi ve Rumeli Valisi Ali Paşa’yla
görüştüklerinde Sırp reayasının oturdukları on
iki ilçeyle yetinmeyip civar ilçelerin de
Sırbistan’a ilhakını Kara Yorgi’nin kendilerine
bey olmasını, Eflak gibi Sırbistan’ın da bağımsız
olmasını, kalelerine Müslüman sokulmamasını
ve idarenin kendi ellerinde olmasını istediler.
Bükreş’te Ruslarla yapılan barışın maddeleri
kendilerine gösterilince: “Biz bunu bilmeyiz,
bağımsız bir hükûmet olmak isteriz. Başka bir
hâl şekli kabil değildir.” diye kesip attılar.
Bunun üzerine Devlet-i Aliye Sırbistan üzerine
sefer için hazırlığa başladı. Rus elçisine,
Sırpların antlaşmayı kabul etmedikleri ve cebren
itaat altına alınmaları icap ettiği söylendi.
Rus elçisi Sırpları destekleyerek: “Ben
durumu Petersburg’a yazayım, muahede
şartlarına uyalım.” diye işi geciktirmeye uğraştı.
İşin sürüncemede kalacağı anlaşıldı. Sırplıların
yola getirilmesi işi hemen Sadrazam Hurşit
Paşa’ya havale edildi. Hurşit Paşa ordu-yı
hümayunla Sırbistan üzerine yürüdü. Önce
birçok kaleler Sırp asilerinden kurtarıldı. Eflak
voyvodası Karaca Bey’in kuvvetleri ordu-yı
hümayuna destek verdi.
Bosna Valisi Darendeli Ali Paşa da Bosna
yiğitleriyle Belgrad’a yürüdü. Yol
güzergâhındaki Zasariç, Loziniç istihkâmları
sergerde Miloş’un kumandasında 20 bin Sırplı
tarafından müdafaa edilmekte idi. Ali Paşa bu
istihkâmları zapta mecbur oldu. Ali Paşa cesur
ve harp usullerine âşinâ bir vezirdi. Boşnak
yiğitleri ile Zasariç istihkâmları üzerine saldırdı.
Boşnaklar birçok şehit verdilerse de istihkâmları
ele geçirdiler. Sırplılar kılıçtan geçirildiler.
Sırpların yaptığı istihkâmlar kendileri için
salhane hâlini aldı.
Sırplar Osmanlı ordusuna
dayanamayacaklarını anladıklarından Avusturya
tarafına kaçtılar. Belgrad Kalesi harpsiz ele geçti.
Hurşit Paşa Sırplılar hakkında umûmî bir af ilan
etti. Ellerindeki silahları toplattı ve kendilerini
eski yerlerine yerleştirdi. Ordu-yı hümayun da
muzaffer olarak Sırbistan’dan döndü.
Sırplı tarihçi meşhur Nanke der ki: Devlet-i
Aliye, 1813 senesinde Sadrazam Hurşit Paşa’nın
idaresinde Sırplılara karşı külliyetli asker sevk
etti. Kara Yorgi de onlara karşı üç kolordu
hazırlamıştı. Başlangıçta Sırplar Vidin kapılarına
kadar ilerlemişlerse de Eflak Voyvodası Karaca
Bey, Vidin’deki ordusunu takviye ettiğinden
Sırplar tardedildi. Sırp sergerdesi Liko da
öldüğünden Sırplılar başsız kaldılar.
Osmanlıların hücumuna dayanamayıp büyük
kayıplar vererek geri çekildiler. Bu sırada Kara
Yorgi, ele geçirdiği paraları bir yerlere
saklamaya uğraşıyordu. Nihayet bazı
yoldaşlarıyla Avusturya’ya kaçtı. Onun yerine
Sırp Başknezliği’ne Miloş getirildi.

Bazı İç Olaylar
Bir hayli vakitten beri hasta olan Şehremini
İbrahim Efendi, bu yıl öldü. İbrahim Efendi
gençliğinde biraz okuyup yazmaya gayret etmiş,
ancak geçimini temin için baş hattat İsmail
Efendi’den yazı meşk etmişti. Etrafına iyilik
telkin eden iyi ve becerikli bir insandı. Sultan II.
Mahmut ona güvendiğinden Şehremini yaptı.
Daima onunla gizlice muhabere ederek gelen
evraka onun reyine göre cevap verilirdi.
İbrahim Efendi “Şöhret âfettir.” prensibi ile
hareket ederdi. Servetini gizler, gizli
yazışmalarını da kimseye göstermezdi. Fakat el
altından, istediğini yapardı. Mesela; kendisinin
yazı hocası Zühtü Efendi’nin kardeşi Rakım
Efendi’yi, henüz tahsilinin tamamlamadan İzmir
Kadısı Tayin ettirmişti. Hâlet Efendi’yi de
padişaha o yaklaştırmıştır.
Hâlet Efendi Bağdat’a giderken, rivayete
göre, Sultan Mahmud’un huzuruna çıktığında:
“Efendim inşallah Bağdat işini bitirdikten sonra
Rumeli ve Anadolu’daki derebeylerinin
hakkından gelir ve saltanatınızda istiklal
bulursunuz” demişti. Bu sözler padişahın pek
hoşuna gitmiş, Bağdat’tan dönen Hâlet Efendi’yi
rikâb-ı hümayun kethüdalığına tayin etmişti.
Padişahın yakınlarından bazı zevat ile gizli
muhabereye başladı. İbrahim Efendi’nin
ölümünden sonra gizli muhabereye yalnız
başına devam etti.
Hatt-ı hümayunları bile Hâlet Efendi tashih ve
tanzim ederdi. Böylece Hâlet Efendi, saltanatın
müsteşarı rolünü oynar, görünüşte divan
mansıplarında bulunur, hakikatte her iş onun
reyi ile icra edilirdi. O da İbrahim Efendi gibi
başlangıçta bu muhabereleri gizli tuttu. Fakat
sonraları iş meydana çıktı. Herkes devlet
dolabının nasıl döndüğünü anladı. Bu veçhile
Hâlet Efendi avam ve havasın melcei oldu.
İcraat hep onun hilekâr düşüncesinin sonucudur.
Ruslarla barış yapıldıktan sonra, devlet
otoritesinin sağlanması için ilk olarak
taşralardaki derebeyliklerinin ortadan
kaldırılmasına başlandı. Bu meyanda: Sadrazam
Hurşit Paşa, on beş seneden beri Rumeli’de
eşkıyalık yapan Hasköy’lü Emin Ağa’yı
yakalatıp idam ettirdi.
Büyük bilgin ve dâhi vezirlerden olan ve
Alemdar Paşa’nın hazırlattığı “sened-i ittifak”
yazarı Ramiz Paşa, Rusya’ya kaçmış idi. Bu
Ramiz Paşa’nın Petersburg’dan dönmesine izin
verilmişti. Boğdan sınırına gelip Osmanlı
hududuna girince; gizlice gönderilmiş olan
ferman gereğince idam edilerek, kesik başı
İstanbul’a gönderildi.
Yine bu meyanda, İbrail Muhafızı Şahin Paşa
rüşvet almaya başlayarak İbrail’deki zehirleri
sattığı anlaşıldığından Kapıcıbaşı tarafından
idam edilmiştir. Eşkıya reislerinden olup
Alemdar Paşa’dan sonra Silistre âyânı
nasbolunan Yılıkoğlu idam edildi. Divriğili
Yusuf Paşa, kötü hareketlerinden dolayı
fermanla Sivas Valisi Baba Paşa tarafından idam
olundu.
Sapanca gölünün denize akıtılması hususunda
birkaç defa teşebbüse geçilmişse de
gerçekleşememiştir. Bu defa yeniden
mühendisler gönderilmiş ise de yine netice
alınamamıştır.
Avrupa Olayları

Napolyon, kayıplarını telafi etmek için yeniden


asker toplayarak Rusya’ya saldırmak
tasavvurundaydı. Oysa ordusunun büyük kısmı
perişan olmuş, subayları birkaç bin perakende
askerle Könisgberg şehrine sığınmışlardı. Ruslar,
Prusyalıları kendi taraflarına çekmeyi
başarmışlar, Prusya ordusu 1813 senesi Ocak
ayında Rusya tarafına geçmişti.
Almanlar bu habere çok sevindiler. Bunun
üzerine Fransızlar Könisgberg’ten çıkarak Pozen
şehrine geldiler. Bir kısım Fransız askeri de
İngilizlere teslim oldu.
Napolyon, Brezina bozgunundan sonra
Napoli Kralı Mora’yı ordunun başına bırakmış,
kendisi Paris’e gelmişti. Bu gelişmelerden sonra,
Napoli kralı Mora ne yapacağını şaşırdı ve
yerine Prens Ojen’i bırakarak o da Napoli
yolunu tuttu.
Napolyon’un 200.000 askerinden 30.000 kişi
kalmıştı. Bu sırada Prusya ileri gelenleri
Almanya’nın bağımsızlığı uğruna halkın
silahlanmasını ve bütün varlıklarının hürriyet ve
istiklal uğruna kullanılmasını ilan etmişlerdi.
Almanya’da kurulmuş olan gizli cemiyetler de
Almanya’yı Fransa aleyhine harekete geçirmek
için binlerce broşür dağıtıyorlardı.
Prusya kralı ise şaşkınlık içindeydi. Bir
taraftan kamu efkârının etkisini düşünüyor, bir
taraftan da Fransızların intikamından
çekiniyordu. Onun için ortalama bir yol tuttu.
Muvakkaten Silizya’ya çekilecek ve orasının
tarafsız tutulması için Napolyon nezdinde
teşebbüse geçecekti.
Meşhur Maternik, Avusturya siyasetini
yönlendiren kişiydi. Bu zat aslında Fransa’ya
meyilli idi. Avusturya’yı, Fransız ittifakına
sokmak için imparatorunu, kızını Napolyon’a
vermeye razı etmişti. Fakat Maternik; politikada
sabit bir fikre hizmet etmenin büyük hata
olduğunu biliyordu. Vatanının menfaati uğruna
durumdan faydalanmak için, hemen büyük bir
askerî kuvvet toplayarak genel barışı tekrar
kurmaya yöneldi. Gizlice Almanya’yla
müzakereye girişti. Napolyon’a da imparatorun
ağzından bir mektup yazdırdı.
Napolyon, kayınbabası olan Avusturya
İmparatoru’na yazdığı cevapta Rusya’da
muzaffer olamamasının sebebini kışa bağlıyor
ve hiçbir harpte Fransızların yenilmediğini ve
ilkbaharda büyük kuvvetlerle saldıracağını
bildiriyor ve barış şartı olarak hâlen elinde
bulunan bütün memleketlerin elinde kalmasını
ileri sürüyordu.
Bu sırada Napolyon, Prens Öjen’e 60.000
kişilik bir takviye gönderdi ve Öder ve Elbe
ırmakları kıyısındaki kalelerin tahkimi için
emirler verdi. Napolyon, askerî kuvvetini artırma
çabasında idi. Hâlbuki birçok tertipler askere
alınmış olduğundan ahali bitkin ve kırgındı.
Kamuoyunun ve dindar halkın güvenini
tekrar kazanmak isteyen Napolyon, Papalık
meselesini ele aldı. Av bahanesiyle birkaç defa
giderek Papa’yla görüştü ve onunla bir anlaşma
yaptı. Ona göre Papa Roma’yı terk ederek Avion
şehrinde oturacak, orada elçiler kabul
edebilecek, kendisine yılda iki milyon Frank
ödenecek, Piskoposlar Papa’nın tasdikiyle tayin
olunacaktı.
Papa sonradan yakınlarıyla görüştüğünde
böyle bir antlaşma yaptığına pişman oldu.
İmzasını geri almaya cesaret edemedi ise de
hükümlerini tatbike de yanaşmadı. Napolyon da
kamu efkârını kazanmak için yaptığı jestle
yetinerek yeniden zorluk çıkarmadı.
Bu sırada Prens Ojen Berlin’i de boşaltmıştı.
Almanlar, gönüllü olarak askere yazılıyor ve
kendi keselerinden silah ve levazım tedarik
ediyorlardı. Alman milliyetçilerinin ısrarıyla
Şubat’ın 28’inde Prusya ile Rusya arasında bir
ittifak yapıldı. Prusyalılar 17 Mart’ta Fransa’ya
harp ilan ettiler. Rus ordusu da ilerleyip
Hamburg’a kadar geldi. Prusya’nın Fransa’ya
harp açtığı haberi Viyana’ya gelince ortalığı
heyecan kapladı.
Maternik, Fransa’nın barış yolunu tercih
etmesini istedi. Barış için tavassut etmeleri
hususunda İngiltere ve Rusya’ya müracaat etti.
Napolyon işi silah kuvvetiyle çözmek kararında
olduğundan, ihtarlara kulak asmayarak topladığı
askerle 15 Nisan’da Paris’ten yola çıktı.
Fransızlar 2 Mayıs’ta Laypzig’i aldıktan sonra
Sudsen şehri yakınlarında düşmanlarıyla
karşılaşarak büyük bir harbe tutuştu. Bu harpte
Rus ve Prusya orduları 20.000 ve Fransızlar
18.000 asker kaybettiler. Ruslar geri çekilmeye
mecbur oldular. Napolyon, Mayıs’ın 18’inde
Dresden’den hareketle Bozden mevkiinde
düşmanlarına yine galip geldi.
Bu sırada Maternik, vakit kazanmak için bir
müddet tarafsız kalmıştı. Avusturya’nın aracılığı
ile 5 Haziran’da bir ateşkes yapıldı. Napolyon,
Avusturya’nın da düşmanları arasına katılacağını
bilerek harp hazırlığını tamamlamaya
çalışıyordu.
1813 yılında İngiltere, Rusya ve Prusya
arasında bir antlaşma yapıldı. Buna göre
İngiltere, Rusya ve Prusya’ya derhal iki milyon
İngiliz lirası verecek, buna mukabil Ruslar
Napolyon’la harbe devam etmek üzere 160.000
ve Prusyalılar 80.000 asker bulunduracaklar ve
İngilizlerin muvafakati alınmadıkça barış
yapamayacaklardı.
Kendi aleyhine yapılan müzakerelerden
şüphelenen Napolyon, Meternik’i yanına
çağırdı. Bu görüşmede Meternik, ateşkesin 20
Ağustos’a kadar uzatılmasını kabul etti. Fakat
müddet dolmadan Napolyon harekete geçince
Avusturyalılar da Fransa’ya harp ilan ettiler.
Avusturya generali Şvartzenberg kumandasında
120.000 Avusturya, 75.000 Rus, 65.000 Prusya
askeri Saksonya dağlarının eteğinde mevzilendi.
Meşhur Prusya generali; 71 yaşına varmış,
süvarilikten yetişmiş, çevik, yiğit bir kumandan
olan Blüher, kumandasındaki 100.000 kişilik
Prusya ve Rusya ordusu ile Bodsen üzerine
yürüdü. Fransız Mareşali iken, Napolyon’la
bozuşarak İsveç veliahtlığına seçilen Bernadot
kumandasında 150.000 kişilik bir kuvvet de
Napolyon’un sol kanadına yüklendi. Bu üç
orduda 500.000’e yakın asker ve 1.500 top
vardı.
1814 SENESİ OLAYLARI

İttifak Eden Avrupa’nın Napolyon’u Mağlup


Etmesi

Napolyon’a karşı Avrupa ittifak etmişti.


Napolyon, her bir orduya karşı mukabil
kuvvetler sürdü. Fakat işgal altındaki
memleketlerin halkı da Fransızların can düşmanı
idi ve Napolyon’un askerî hazırlıklarını derhal
müttefiklere bildiriyorlardı.
Napolyon bu büyük kuvvetlere kesin olarak
galip gelemeyeceğini anladı ve Leipzig’deki
çarpışmada Moskova’da olduğu kadar büyük
kayıplar vererek Ren hattına çekildi. Orada da
tutunamadı. Blüher orduları Fransa içine girdiler.
Müttefikler, Napolyon’u kâh sağından, kâh
solundan bastırarak Paris üzerine yürüyorlardı.
Napolyon, iki müttefik ordusuna birer birer
saldırarak mevzii zaferler kazandı. Fakat
müttefikler ilerlemeye devam ettiler. Ancak Paris
halkı harpten usanmıştı. Müttefik orduları
Mart’ın 19’unda Paris çevresine ulaştılar.
31 Mart 1814 tarihinde, Rus imparatoru
Aleksandr ve Prusya Kralı Vilhelm, büyük
debdebeyle Paris’e girdiler. Parisli Kral
taraftarları: “Yaşasın Aleksandr, yaşasın
Vilhelm!” diye karşıladılar. Hükümdarlar,
Paris’te kalmış olan Taleyran’ı çağırarak, artık
Napolyon’la görüşmeyeceklerini, Fransa’nın
eski sınırlarına dokunmayacaklarını ve Fransız
Senatosu’nun seçeceği hükûmet şekline itiraz
etmeyeceklerini bildirdiler. Meclis toplandı.
Taleyran’ın başkanlığında dört kişilik bir geçici
hükûmet kuruldu ve Napolyon’un düşürüldüğü
ilan edildi.
Bu sırada Napolyon, Fontenblo’da hâlâ
ordusunu tanzimle uğraşıyordu. Fakat
generalleri artık mukavemete imkân olmadığını
bildirdiler. Bir kolordu müttefikler tarafına geçti.
Bunun üzerine Napolyon Gulenkur vasıtasıyla
müttefiklere Fransa hükümdarlığından istifa
edeceğini bildirdi.
Müttefikler için halledilecek iki mesele
kalmıştı: Birisi, Napolyon’un karısı Mari Luiz ve
oğlu Roma kralının oturacağı yer ve maaşlarının
tespiti, ikincisi de Fransa’da daimi bir hükûmet
kurmaktı.
Birinci mesele, Napolyon’a da saygısı olan
Aleksandr’ın teklifiyle çözüldü: Napolyon’un
imparator unvanı uhdesinde kalacak, yedi-sekiz
yüz Fransız askeri alarak Elbe adasına hükümdar
olacak, bu adanın varidatından başka, Fransız
hazinesinden kendisine iki milyon, kız
kardeşlerine iki milyon, boşandığı Jozefin’e bir
milyon Frank tahsis edilecek; Mari Luiz’le
oğluna Parma dukalığı, Prens Öjen’e bir prenslik
verilecekti.
İkinci mesele: Fransa’nın iç işlerine
karışmamak, Napol-yon’un istifasıyla yetinmek,
hükûmet şeklini senatoya bırakmak sureti ile
çözülmüştü. Taleyran’ın telkiniyle, Fransa’da
Burbon sülâlesi mutlakiyet rejiminden feragat
etmek üzere Fransız hükümdarı olacaklardı.
Bu barış şartları Fontenblo’de olan
Napolyon’a getirilince, kendisinin bir küçük
adaya kapatılması pek acı geldiğinden ölümü
tercih ederek gece bir miktar afyon içmiştir.
Napolyon’un hademesi, durumu hemen
Golenkur’a bildirmiş, o da koşup gelmişti. Bu
sırada Napolyon şiddetli bir kusma ile ölümden
kurtulmuş, kendisine gelince antlaşmayı
imzalamıştır.
Bunca yıllar kan dökerek âlemin huzurunu
kaçırdıktan sonra, Fransa’yı böyle bozgun
hâlinde bırakması Fransızların hiddet ve
öfkesine sebep olmuştu. 20 Nisan 1814
senesinde Elbe’ye gitmek üzere Fontenblo
Sarayı’ndan ayrılırken Napolyon’a, ahali birkaç
kere parçalamak üzere saldırmışlardı. Müttefik
askerlerinin gayretiyle canını kurtaran
Napolyon, en büyük düşmanı İngilizlerin
gemisine binerek Elbe adasına gitmiştir.
Bu sırada toplanan Fransız senatosunda;
ihtilalde öldürülmüş olan XVI. Lui’nin kardeşi
Lui Stanizlas, XVIII. Lui unvanıyla Fransız kralı
seçildi. Bunun üzerine umûmî ateşkes ilan
edilmiş ve Fransa’nın 1790 senesindeki
sınırlarına çekilmek ve Viyana’da toplanacak
kongrede teferruat görüşülmek üzere 31 Mayıs
günü Paris’te bir antlaşma imzalanmıştır.
İspanya Kralı’nın oğlu Ferdinand bu sırada
İspanya tahtına çıkmıştır. Fransa’nın ise bütün
döktüğü kanlar ve çektiği emekler boşa gitmiş
ve kraliyet geri gelmişti. Sadece, cumhuriyetten
önce Fransa krallığı mutlakıyet şeklindeyken,
şimdi meşrutî bir krallık olmuştu, Bu da
Fransızlara teselli veriyordu. Napolyon’un “Kod
Napolyon” adıyla tanzim ettirdiği medenî kanun,
Fransa’da adını ebedîleştirmişti.
Fransa’dan kaçan asilzâdeler Fransa’ya
dönüp, kralın etrafını sarmışlar ve kralı
mutlakıyete teşvike başlamışlardı. 18’inci Lui
şartnameye rağmen ahalinin hak ve
hürriyetlerini kısıtlayan bu fırsatları kaçırmadı.
Bu hâller Fransız halkının nefretini uyandırdı.
Napolyon’u aramaya ve onun şanlı icraatını
anmaya başladılar. Fransızların Napolyon’a
düşmanlıkları bir kaç ay içinde sevgiye
dönüvermişti.
Napolyon’un Elbe adasına sürülmesinden
sonra Avrupa’da en mühim iş Viyana Kongresi
görüşmeleri idi. Avrupa’da ilişkiler bu kongrede
konuşulacak kurallara göre gelişecekti. Herkes
Viyana görüşmelerini bekliyordu.
Napolyon’un Devlet-i Aliye hakkındaki
muamelesi ve muzır niyetleri dolayısıyla
Osmanlılar müttefiklerin zaferine seviniyorlardı.
Fakat Osmanlılar iç işleriyle uğraştıklarından
Avrupa meselelerine ilgisizdiler. Eğer Viyana
Kongresi’nde Devlet-i Aliye’nin bir murahhası
bulunsaydı Raguza bizde kalacaktı. Devlet-i
Aliye o zaman müttefiklerle dostluk kursaydı,
Avrupa devletleri ailesine girecekti. Bazı politika
adamları o vakit iş başındaki vükelayı ilgisizlikle
suçlarlar. Sultan Abdülmecid’in tuttuğu politika
daha o zaman tutulmuş olacaktı. Lakin Devlet-i
Aliye’nin iç işleri o kadar karışıktı ki göz açacak
hâli yoktu.
İç Olaylar

Rusya ile sulh yapan Osmanlı Devleti,


Napolyon’a karşı yapılan savaşta tarafsız kaldığı
için, müttefik orduları Paris’e girerken Sadrazam
Hurşit Paşa ordu ile İstanbul’a dönüyordu.
Savaş sebebi ile açılan yaraların sarılması çok
önemli idi. Bunun için asayişin sağlanması
gerektiğinden öncelikle asilerin cezalandırılması
icap ediyordu. Yeniçeri ağası Mehmet Ağa,
birçok müfsitleri idam ettirdi. Buna mâni olmak
isteyen kul kethüdası da Limni’ye sürüldü.
Kamûs Tercümesi sahibi, vak’anüvis Asım
Efendi, Selanik Kadılığı’na tayin olundu.
İstanbul hocalarından Deli Emin Efendi ile
Musannif diye anılan Divriğili Osman Efendi’nin
terfilerine irade çıktı. Bunların ikisi de o zamanın
meşhur âlimlerinden olmakla beraber hükûmet
işlerinden haberleri yoktu. Kudüs’e tayin edilen
Musannif Efendi, kilise tamiri meselesinde
yakışıksız hareketi olduğundan azledildi.
Halep’e kadı olan Deli Emin Efendi ise hırçın bir
adam olduğundan ulemayı ve eşrafı hakir
gördüğü gibi, Valiye de kötü muamele ediyordu.
İlmine hürmeten bunlara bir müddet göz
yumuldu. Hoca Efendi, bir gün mahkemede
Halep Müftüsü’nü dövünce azledilerek Tosya’ya
sürüldü.
Baba Paşa’yla birlikte Rusya’da esir olup
İstanbul’a dönen, Açıkbaş adlı şahıs, Ayasofya
Camii’nde yatıp kalkar ve her günkü
vaazlarında, vezirlere hakaret eder, durumun
kötülüğünden bahseder ve: “Bu hâlleri
görmektense, hicret etmek evladır.” derdi.
Daima Beytullah civarına taşınmak arzusunu
dile getirdi. Nihayet Hicaz’a sürüldü, arzusu
yerine gelmiş oldu.
Reisülküttap Galip Efendi ve ikinci Tezkereci
Hamit Bey sürgüne gönderildiler. Şânîzâde’ye
göre, bunu sebebi, bu adamların mizaçlarının
padişah mizacına uymaması idi. Benim
kanaatime göre ise sürülmelerinin asıl sebebi,
saltanat müsteşarı olan Hâlet Efendi’nin
mizacına uymamaları ve Galip Efendi’nin ona
rakip olabilmesidir.
Tersanede yapılmasına, bir sene önce
başlanmış olan üç ambarlı Mahmudiye kalyonu
inşası, şabanın 22’nci günü tamamlandı. Gemi
ertesi günü selametle denize indirildi.
Ferman gereğince Teke Müsellimi Hacı
Mehmet Ağa, Kadı Paşa’yı öldürmüş, külliyetli
malına sahip çıkmıştı. Bu mallar defalarca
kendisinden istendiği hâlde askerine güvenerek
işi savsaklıyordu. Üstüne asker gönderilecekken
öldü. Mallar oğlu İbrahim Ağa’dan istendi. O da
babası gibi malları teslimden kaçındı. Bunun
üzerine, Konya Valisi Çarhacı Ali Paşa, İbrahim
Ağa’nın üzerine gönderildi. Fakat Ali Paşa
idaresizliği yüzünden, maiyetindeki asker,
ahalinin ırz ve malına taarruza yeltenince halk
kıyam etti. Ali Paşa, kuvvetleri bozuldu. Bu hâl
padişahı öfkelendirdiğinden vezirliği kaldırılarak
Limni adasına sürüldü.
Kaptan Paşa, Donanma-yı Hümayun’la
Antalya’ya varıp karaya çıktı. İbrahim Ağa,
karşı koymaya teşebbüs ettiyse de Kaptan Paşa
onu yakalayarak idam etti. Sakladığı bütün
mallara el koyarak eski tersane emini Vahit
Efendi vasıtasıyla mallar İstanbul’a gönderildi.
Teke Sancağı öteden beri bu Tekeli oğullarının
ellerindeydi. Bunlar mütegallibe idi. Bu ailenin
Antalya’da bırakılması uygun olmadığından
bütün kabilesinin Selanik’e nakline Vahit Efendi
memur edildi. Vahit Efendi’ye vezaret mertebesi
verildi. Teke ve Hamit sancakları tevcih edildi.
Mehmet Ali Paşa’nın haremi Emine Hanım
hacca niyet etmiş olduğundan, İbrahim Paşa onu
uğurlamak üzere Sayda’dan Mısır’a gelmişti.
Emine Hanım, İbrahim ve Tosun Paşaların
anneleri olan büyük hanımefendidir ki
Kavala’da iken onları doğurmuş ve Mehmet Ali
Paşa’ya beş evlat yetiştirmişti. Onun için
uğurlamaya oğulları İbrahim ve İsmail Paşalarla
damatları Cizre hâkimi Muharrem Bey ve
Defterdar Mehmet Bey de gelmişlerdi.
Hac yolları hayli zamandır kapalı idi.
Asayişin sağlanması üzerine bu yıl Rumeli’den
ve Anadolu’dan birçok hacı Mısır’da
toplanmışlardı. Fakat Hicaz’a gitmek için kâfi
gemi yoktu. Bulunan bazı gemiler çok para
istiyordu. Geri dönmeleri kendileri için zor
olacaktı. Gelecek seneyi bekleseler paraları
yoktu. Emine Hanım, bu şikâyetleri işitince
yeteri kadar gemi temin ederek hacıların Hicaz’a
gitmesini temin etti ve pek çok dua aldı.

1815 SENESİ OLAYLARI

Mısır’daki Gelişmeler
Mehmet Ali Paşa, Vehhabîlere karşı galip
gelerek Hicaz’ı geri almıştı. Mehmet Ali Paşa,
Beylerbeyi Hasan Paşa’yı Mekke’de
vazifelendirmişti. Lüzumlu yerlere asker
yığmıştı. Vehhabîler taraf taraf bozguna
uğramışlarsa da merkezleri olan Deriyye’de
toplu hâlde bulunuyorlardı. Padişah, Mehmet Ali
Paşa’ya, Tosun Paşa’ya samur kürk, murassa
kılıç, mücevher çelenk yolladı. Gönderdiği
fermanda Deriyye’nin de temizlenmesini tavsiye
ediyordu.
Mehmet Ali Paşa maiyetindeki askerler cesur
idiler, her tarafta galip geliyorlardı. Fakat
askerler başıbozuk ve disipline alınması güçtü.
Mehmet Ali Paşa, Avrupa usulü üzere talimli ve
muntazam asker tertibi emelindeydi. Hicaz’dan
Mısır’a döndüğünde askerine atış talimi
yaptırmaya teşebbüs ettiyse de asker
homurdanıyordu. Hatta Mehmet Ali Paşa’yı
öldürmek üzere aralarında tertip peşindeydiler.
Abidin Bey, Abdullah Ağa, Hasan Ağa
birleşerek Mehmet Ali Paşa’yı Özbekiye’deki
konağında basıp öldürmek üzere karar
vermişler. Ancak Abidin Bey işi gizlice paşaya
haber vermiş. Mehmet Ali Paşa, askerle kaleye
çıkmış; sabahleyin askerin bir kısmının onunla
birlikte olduğu görülünce, asiler ne
yapacaklarını şaşırıp Paşa’nın konağını yağma
etmeye teşebbüs etmişlerse de muhafızlar buna
mâni olmuşlar ve: “Ne duruyorsunuz. Çarşıları
yağma ediniz!” diye yayılan sesler üzerine asiler
dükkânları ve hanları yağma etmişler, yağma
sırası Halil hanına gelince muhafız Türkler ve
Arnavutlar silahla karşılamışlar.
Ertesi günü Mehmet Ali Paşa, halktan Seyit
Mehmet Mahruki’yi kaleye çağırarak, ahalinin
ziyanını ödeyeceğini söylemiş, gasp edilen
eşyanın miktarını tespit için bir komisyon
kurulmasını emretmişti. Mahruki bunu halka ilan
edince halkın Paşa’ya güveni artmış, asayiş
sağlanmıştı. Asilerin temsilcileri Mehmet Ali
Paşa’ya vararak af dilemişlerdi. Paşa, çalınan
eşyanın geri verilmesini şart koşmuştu.
Mahruki, çalınan eşyanın listesini Paşa’ya
vermiş, 3.500 kese tutan bu paranın üçte ikisini
Paşa vermiş; bu para halka dağıtılmış. Mısır
halkı Mehmet Ali Paşa’nın bu davranışına ne
kadar müteşekkir olmuşlarsa, askerden de o
kadar soğumuşlardı. Böylece Paşa Nizamiye
askeri kurmak teşebbüsünde haklı görülmeye
başlanmıştır. Paşa’nın kethüdası Mısır
sokaklarını dolaşıp dükkânları açtırmıştır.
Paşa’nın Hicaz’a gönderdiği askerin bir kısmı,
delil askerî idi. Bunlar, başlarına uzun ve siyah
kalpak giyen süvarilerdi. Kendilerini Hazret-i
Ömer’e mensup sayarlardı. Halkın bir kısmı bu
tarikata mensup olduğu için bu gruplara ayrılış
Paşa’nın meramına uygundu.
Şevval’in 23’ünde bir kapıcı başı Mehmet Ali
Paşa’nın vazifesinde ipka edildiğine dair ferman
getirdiğinde top şenliği yapıldı.
Dış Olaylar

Viyana’da toplanacak kongreyi bütün dünya


bekliyordu. Bu kongrenin neticeleri, nice yıllar
Avrupa devletlerince düstur sayılmış, birisi
bundan ayrılacak olsa, öteki devletler onu
uymaya zorlamışlardır. Bundan böyle başka
ülkeyi gasp etmeye kıyam edecek devletin
aleyhine ittifak kurmaya bu mecliste karar
vermişlerdir. Böylece Napolyon’un gasp ettiği
memleketler sahiplerine verilmiş ve Avrupa
haritası yeniden çizilmiştir. Alman birliğinin
temelleri bu kongrede yapılmış, zenci ve köle
alıp satmanın ilgası burada kararlaşmıştır.
Avusturya İmparatoru’nun sarayında sekiz
hükümdar ve nice hükümdar oğulları
misafirdiler. Bu Avusturya için gurur verecek bir
şey idiyse de masraf pek çoktu. Avrupa’nın en
ünlü diplomatları olan Lord Kasternag, Kont
Nesilrod, Baron Humbold, Prens Taleyrand ve
Meternich bu kongreye katılmışlardı.
Başlangıçta, kongreye yalnız muharip
devletlerin murahhasları çağırılmışsa da
sonradan Devlet-i Aliye hariç, bütün Avrupa
devletleri davet edilmiştir.
Bu müzakereler her devleti ilgilendiriyordu.
Devlet-i Aliye de murahhas göndermeye yetkili
idi. Fakat iç buhranlar yüzünden dış işlerle
gereği gibi ilgilenemiyordu. III. Selim
vak’asında telef olan zatların yerleri boş kalmış
ve devlet adamı yetişmemişti. Bu kongreye
müzakereleri dinlemek üzere pek çok
politikacılar katıldığı gibi, sırf seyretmek ve
eğlenmek için de pek çok kimse Viyana’da
toplanmış ve şehir bir düğün evine dönmüştü.
Müttefik devlet delegeleri müzakerelere 16
Eylül 1814’te başladılar. Meseleler ikiye
ayrılmıştı: Biri; devletlerarasındaki münasebetler,
Avrupa’nın önemli işleri ve Napolyon’un gasp
ettiği yerlerin bölüşülmesi idi. İkincisi, Alman
birliğini tanzimi idi. Bu iki konu ayrı ayrı
komisyona havale edildi.
Avusturya, Rusya, Prusya murahhasının
itirazı üzerine müzakerelere Fransa ve
İspanya’nın da katılmasını istemişti. Nihayet
kongreye 1814’te yapılan Paris Antlaşması’na
katılan devletlerin iştirak etmesine karar verildi.
Bu devletlerarasında Fransa, İspanya, Portekiz
ve İsveç de vardı. Böylece devletler sekize
çıkıyordu.
8 Ekim’de kaleme alınan ve sekiz devletin
delegelerinin imzaladığı beyannamede,
müzakere olunacak hususların devletler
hukukuna göre ele alınması öngörüldü.
Kongrede teşrifat meseleleri için de ayrı bir
komisyon seçildi. Avrupa’nın Fransız
Ihtilali’nden önceki şekline getirilmesi
konuşuldu ise de yirmi sene geçtiğinden buna
imkân olmadığından vazgeçildi.
Fransızlar, eski krallık usulüne
döndüklerinden mesuliyetten sıyrılmışlar ve
suçu Bonapart’a yüklemişlerdi. Ondan da
tazminat almak mümkün değildi. Kongreden
maksat Fransız Ihtilali’nin tekerrürünü
önlemekti. Onun için toprak paylaşılmasında
mutedil davranmak gerekiyordu. Taleyran’ın işe
karışması konuşmaları uzatıyordu. Her devlet
daha fazla toprağa sahip olmak istiyordu.
Fransızlar menfaatten ziyade şan ve şöhrete
düşkün bir millet olduklarından, eski hudutlarına
dönmeyi kabul etmekle beraber, yine büyük bir
devlet hüviyetini korumak istiyorlardı.
Taleyran’ın entrikaları bazı hükümdarları
müşkül duruma düşürmüş ve pişman duruma
getirmişti. Görüşmeler uzadıkça, ümitsizlikten
dağılma tehlikesi baş gösterdi. Her tarafta harp
hazırlığı başladı. Fransızlar bile hazırlanıyordu.
İngiltere, Belçika’daki askerini bir yere
yığıyordu. Avusturya, Ruslara karşı Moravya’da
asker topluyordu. Bir ara, Prusya; Avusturya,
İngiltere delegeleriyle birlik olarak Paris
antlaşmasının tatbikini sağlamak üzere yüz
ellişer bin askerle bir ordu kurmaya karar
verdiler. Bu antlaşma o kadar gizli tutulmuştu ki
Aleksandr aylarca haber alamamıştı. Nihayet
Fransızlar ifşaatta bulunmuşlardı.
O kongreye katılan hükümdarlar, 21 Ocak’ta
XVI. Lui’nin ölüm yıldönümünde, âyin için
siyah elbiseler giyerek Viyana Katolik
Kilisesi’nde toplandılar. Murahhaslar, kongrede
böyle çıkmaz müzakerelerle meşgulken
Napolyon Elbe adasından kaçıp Fransa’ya
gelmek üzere hazırlanmaktaydı.
İktidardakiler, Bonapart’ın silah arkadaşlığını
yapmış olan askerlerden çekiniyorlar,
Bonapart’ın Elbe’de kalmasını tehlikeli
görüyorlardı. Fransız murahhasları Viyana
Kongresi’nde Napolyon’un Sent Elen adasına
sürülmesini istemişlerdi. Buna Napolyon’a en
çok sahip çıkan Rus İmparatoru’nun da
muvafakat ettiği Napolyon’un kulağına gitmişti.
Napolyon’un yanında bin kadar hassa askeri,
iki general ve altı gemiden mürekkep bir kuvveti
vardı. Fransız kamuoyunun eğilimlerini takip
ediyor ve halkın memnun olmadığını görerek
Fransa’ya geçerse iyi karşılanacağını ve tekrar
Fransa tahtına çıkabileceğine kanaat getirerek,
26 Şubat’ta askerine hareket emrini verdi. Asker:
“Ya Paris ya ölüm!” diye bağırıyordu. Bonapart,
mevcut askerini ve yüz at ile mühimmatını altı
gemiye yükleyerek denize açıldı.
Gemide, Fransız halkına hitaben kaleme
aldığı beyannameler çoğaltıldı. Fırtınalı bir
havada, zahmetli bir yolculuktan sonra 1 Mart
günü; on beş sene önce Mısır’dan dönüşünde
ayak bastığı, Juan körfezinde karaya çıktı.
Beyannameleri dağıtarak Gat şehrine vardı.
Halktan çok saygı görüyordu.
Safrot’a geçerken karşısına General Marşan’ın
bir taburu çıktı. Napolyon bu taburun karşısına
çıkıp göğsünü açarak: “İçinizde imparatoruna
silah atacak kimse varsa işte buradayım.” dedi.
Tabur kumandanı ateş emrini verdiği hâlde asker
bir ağızdan: “Yaşasın İmparator!” diye
bağırınca halk da onlara iştirak etti. Bonapart bu
taburu da maiyetine alarak Grönobl’a yürüdü.
Oradaki yedinci alay da kendi tarafına geçti.
Kral XVIII. Lui, durumu haber alınca,
kurtarılması için meclise başvurdu, askeri
kazanmak için bizzat kışlalara gittiyse de birşey
elde edemedi. Bonapart bir engelle
karşılaşmadan 20 Mart’ta Paris yakınındaki
Fontenblo’ye vardı. Fontenblo halkı candan bir
karşılama yaptı. Napolyon aynı gün akşam
debdebeyle Paris’e girdi. O gün Lui kaçtı. Bir
damla kan dökmeksizin hükûmeti eline aldı.
Bonapart’in cesaretine ve Fransızların da
derhal ona itaatine bütün dünya şaştı. Yalnız
Bonapart, müttefikler artık harp külfetine
katlanamazlar ve kendisiyle teker teker barış
yaparlar diye tahmin ediyordu. Oysa Viyana
Kongresi henüz dağılmamıştı ve onlar, Bonapart
ile anlaşamazlardı. Bu sebepten hemen
Belçika’da büyük bir ordu toplamaya başladılar.
Napolyon da harp hazırlığına başladı.
Fransızları gayrete getirmek için tam özgürlük
vaat etti. Bu vaat kral taraftarları için cazip
değildi. Cumhuriyet taraftarları da ona
güvenemiyorlardı. Güven denen şey kazanılıp
kaybedilirse geri gelmesi güç olur. Bonapart
vaktiyle halkı çok ağlattı. Güvenini yitirdi, şimdi
sıkıştığı ve dara düştüğü için yaptığı vaatlere
halk güvenemiyor ve eski fedakârlığı
gösteremiyordu.
Napolyon’un kumandanları hep yaşlı ve
harpten usanmış adamlardı. Kendisinin sıhhati
de iyi değildi. Buna rağmen Napolyon, bütün
Avrupa’ya karşı koymak üzere 120.000 kişilik
ordusuyla; İngiliz generali Velington, Prusya
generali Bluher kumandasındaki 230.000 kişilik
bir kuvvetin bulunduğu Belçika’ya yürüdü.
İki ordu Vaterlo’da karşılaştı. Fransız
ordusundan kral taraftarı General Burmon ile bir
takım subaylar müttefikler tarafına geçti.
Çarpışma Haziran’ın 15’inde başladı. Napolyon,
İngiliz ve Prusya ordularını birbirinden ayırmak
için ikisinin arasına girdi ve hemen Bluher
üzerine saldırarak, onun ordusunu bozguna
uğrattı. Fakat 18 Haziran’da yapılan büyük
harpte Napolyon’un ordusu perişan oldu.
Napolyon hemen Paris’e döndü.
Napolyon imparatorluktan istifaya mecbur
olarak hiç olmazsa oğlunu Fransız tahtına
çıkarma ümidiyle, İngilizlere sığındı. Müttefikler
ise onu silmek kararında idiler. İngilizler de
onun Avrupa’da bulunmasını istemediklerinden
Saint Helen adasına sürdüler. Bonapart ömrünü
orada tamamladı.
Bu ikinci imparatorluğu yüz gün sürdü.
Vaterlo zaferinden dolayı Vellington’a İngilizler
Mareşallik rütbesi verdiler. Viyana Kongresi
fesh olunmamıştı. Fakat Napolyon’un Fransa’ya
çıktığı haberi yıldırım gibi erişmiş, müzakereleri
duraklatmıştı.
Viyana Kongresi’nde uzun süredir söz
konusu olan devletler-arası protokol de bir
kararname altına alındı. Buna göre elçiler üç
sınıfa bölündü: Birinci sınıf: Büyük elçiler,
devlet adına söz söyleme yetkisine sahiptiler.
İkinci sınıf: Orta elçiler, bir devlet nezdinde
ikamete görevli idiler. Üçüncü sınıf ise hariciye
nazırı nezdinde ikametle görevli olanlardı.
Viyana Kongresi’nde, devletler alfabetik sıra
ile yazılı yerlerinde bulunup, imza kuralı geçerli
idi. Avrupa haritası yeniden yapıldı. Prusya, yine
birinci sınıf devletlerin arasına girdi. Hollanda
devleti yeniden ortaya çıktı. İngiltere’nin nüfuzu
arttı, dünyanın her yerinde su gibi akar oldu.

İç Olaylar

Devlet-i Aliye, bu sıralarda iç karışıklıkları


gidermeye çalışıyor, merkezin nüfuzunu tesis
etmeye; bütün gücünü kullanarak
mütegallibenin nüfuzlarını kırmaya gayret
ediyordu. Taşralarda halkı onların zulmünden
korumak için valilere tam yetki verilmişti. Bir
türlü vazife görmeyen vezirlere ve beylerbeyine
tehdit fermanı gönderildi. İstanbul’da da yeniçeri
ağası asi yeniçerileri birer bahane bularak idam
ediyordu.
Bu uygulamalar sistemli yapılmadığından pek
çok suiistimaller ve keyfilikler oluyor, bazı
kimseler suçsuz, bazıları bir küçücük suç için
gadre uğruyordu. Hâlbuki cezalar kanunlara
göre icra olunsa herkese ibret olur, halka tesir
ederdi. Cezalar keyfi olunca, namuslu adamları
da çileden çıkarıyor ve isyanlarına sebep
oluyordu. Onun için güven bozulduğundan kimi
adamlar sırf canını korumak için isyan ediyordu.
Bu sırada, yeniçeri ağası, bazı yeniçeri
ustalarını idam etmiş, bir kısmını da boğdurmak
niyetiyle zindana atmıştı. Öteki usta ve
karakullukçu takımı yoldaşları zindana atıldıktan
sonra sıranın kendilerine geleceğini düşünerek
yeniçeri Ağası Seyit Mehmet Efendi aleyhine
birleşmişlerdir. Cuma günü isyana
hazırlanmışlardı.
Yeniçeri ağası, sandalla yemiş iskelesi
tarafına geçtiğinde karakullukçular ağanın
yanına varıp, yoldaşlarının zindandan
çıkarılmasını talep etiler. Ağa cesur bir adamdı.
Onları: “Bire yolsuzlar, kulların selameti için
ben o gibilerini ferman ile katlederim. Siz ne
demek istersiniz? Yine zorbalık mı edeceksiniz?”
diye azarlaması üzerine zorbaların bir kısmı
yeniçeri ağasını yakasından tutarak,
Ağakapısı’na doğru götürmüşler, diğerleri de
zindandaki mahpusları çıkarmışlardı.
Sadrazam bunu duyunca bu hareketten
vazgeçmeleri için zorbalara haber gönderdi.
Onlar da yeniçeri ağasının azlini istediler. Bunun
üzerine sadrazam, Tophane ocağına haber
yollayarak zorbaların tedibi için Ağakapısı’na
basmaya teşvik ettiyse de ricalden bazıları bunu
geciktirmişlerdir. Durum padişaha aks edince:
“Böyle bir takım rezillerin zoruyla, Ağa’nın azli
caiz olmaz. Böyleleri belalarını bulur” diye
Ağakapısı’na haber göndermişti. Bu esnada
eşkıya yeniçeri ağasını öldürmüştür.
Sadrazam Hurşit Paşa, bu olayda eşkıyanın
tedibine gayret etmişse de Şeyhülislâm
Dürrizâde Abdullah Efendi de bir hareket
görülmediğinden azledilerek Manisa’ya sürüldü.
Nevruz günü olduğu hâlde kar yağıp şiddetli
fırtına olduğundan, Abdullah Efendi Üsküdar’a
geçememiş, ertesi günü geçebilmiştir. Hurşit
Paşa’nın gösterdiği gayretler etkili olmadığından
ve sözünü geçiremediğinden, sadaret makamının
haysiyeti zedelendiğinden azledilmiş ve yerine,
Mehmet Emin Rauf Bey vezir ve sadrazam
yapılmıştır.
Sadrazamın ve şeyhülislâmın değiştirilmesinin
sebebi, Sultan Mahmut, Yeniçeri Ocağı’nın
kaldırılmasını 1812 tarihinde Hâlet Efendi’ye
teklif etmiş, o da sözde kabul etmişse de kalben
buna muhalif olduğundan vakit geçirmek için
türlü vesilelerle padişahı avutmuştu.
Hâlet Efendi, gayet hilekâr ve hasis bir adam
olup nüfuzu sayesinde temin ettiği paraları, söz
sahibi yeniçerilere dağıtıyor ve onlar vasıtasıyla
her istediğini yaptırıyordu. İkbali böyle şeytanca
bir tezgâhın işlemesine bağlı olduğundan bu
tezgâhın bozulmasını kendisi istemediği gibi, bu
mevzua başkalarının aşina olmasını da
istemiyordu.
Padişah ise bu işe çok meraklı olduğundan
güvendiği adamlarla bu konuyu görüşürdü. Bu
suretle Hurşit Paşa’ya açılmış, onun da
muvafakatini almıştı. Bu sayede Topçu ve
kumbaracı askerleriyle, Ağakapısı’nı basmaya
karar vermişti. Bu işler Hâlet Efendi’nin
dolaplarına elverişli olmadığından, sadrazamı
azlettirdiği gibi, ona uyar gibi görünen
Dürrîzâdeyi de şeyhülislâmlıktan etmiştir. İşte
Hâlet Efendi, çeşitli entrikalarla devleti eline
alarak istediği gibi kullanıyordu, zaman da ona
müsait idi.
Bu sırada mütegallibe güruhundan Kütahya
Mütesellimi Hacı Molla idam edildi. Kastamonu
Mutassarıfı Ahmet Paşa, Eskişehir Mutasarrıfı
Mustafa Paşa, Bolu Mutasarrıfı Lûtfullah Paşa
hakkında, halka zulmettikleri hususunda
defalarca şikâyetler geldiğinden üçünün de
vezirlikleri kaldırıldı, eşyaları zaptedildi ve
sürgüne gönderildiler.
O zamanlarda İstanbul’da arabaya binmek,
şeyhülislâm ve kazaskerlere mahsus idi.
Vezirler, devlet adamları ve gayrımüslimler
ancak izin almak suretiyle ata binebilirler, öteki
memurlar yaya gezerlerdi. Bu kurallara
uyulmamaya başlandı. Hatta bazı gayrımüslimler
izinli olmadıkları hâlde süslü atlarla mesire
yerlerinde görülür oldular. Bunlar halk
nazarında çirkin görüldüğünden, izinli olanlar ile
yaşlı ve sakatların dışındaki şahısların ata
binmeleri yasak edildi.
Şevvalin beşinde, Hâlet Efendi’ye nişancılık
rütbesi verildi. Aslında Hâlet Efendi, saltanatın
müsteşarı idi, bütün önemli işler onun gizli teklif
ve tavsiyeleri üzerine icra olunurdu. Onun
fikrine uyamayan fikirler yürümezdi. Bütün
işlerin ipi onun elinde olduğu hâlde, âdet yerini
bulsun diye böyle bir memuriyet verildi. O
devirde hafif suçlara ağır cezalar ve idamlar
verilmesi hep bu Hâlet Efendi’nin teklifi ileydi.
Hâlet Efendi, Fransa İhtilâli’nde her gün
binlerce masumun idam edildiği ve Paris
sokaklarının kana boyandığı sırada, vazifeli
olarak Paris’te bulunmuştu. Esasen gaddar ve
kan dökmeye hevesli bir adam olduğundan, bir
de orada bulunmakla, sudan bahanelerle adam
öldürmeyi huy edinmişti ve saltanatı bu yola
teşvik eder olmuştu.
Rus harbinde ve iç savaşlarda pek çok adam
ölmüştü. Bir taraftan da böyle bahanelerle adam
öldürülmesi yüzünden İslâm unsuruna zaaf
gelmişti. Gerçi, âlemin nizamı için adam
öldürülür, Devlet-i Aliye de memleketini
şirretlerden temizlemekle meşguldü. Lakin haklı
sebeplerle hükümleri icra etmek, her şeyden
önce hukuk yolundan ayırmamak icap eder. Ne
kadar da meşgul olsa yine gözünü açıp ecnebî
memleketlere ibretle bakmak, âlemin ne yol
aldığını gözetmek lazımdı. Zaman artık bunu
gerektiriyordu.
1816 SENESİ OLAYLARI

Ülke İçinde Gelişen Olaylar

Hükûmet bir işi güzelce düşünüp karar verince


süratle icra etmelidir. Yani düşünmede yavaş,
icrada aceleci olmalıdır. Siyasî işlerde geri
çekilme, taviz verme pek zararlıdır. Devlet, bu
yıl Adakale muhafızı ile başa çıkamadığından
onlarla bir mukavele akdine mecbur oldu. Bu da
öteki mütegallibelere kötü örnek oldu.
Bu karışıklıklar içinde muhacirlerin iskânı
işiyle meşgul olunamamıştı. Tuna’nın karşı
kıyısından bu yakaya göçenler, yersiz, yurtsuz
ve sefalet içinde idiler. Savaş gailesi bittiğinden
onların eski yerlerine iskânı için ferman
çıkarıldı. Akgerman’dan göçen muhacirlerin
büyük kısmı Eskişehir’de iskân edilmişti.
Bunlardan elli kadar hane henüz İstanbul’da idi.
Babadağ’a geri dönmek istiyorlardı. Bunlara
dahi müsaade edildi.
Bonapart zamanında bazı önemli hizmetlerde
kullanılmış, Perat adlı Flemenk piskoposunun
yazmış olduğu risaleyi, Kalimakizâde İskerlet
Bey özetleyip tercüme ederek Bâb-ı Âli’ye
sundu.
Napolyon’un generallerinden Alman
Vesavarı, Fransız Kralı Lui’ye muhalif
olduğundan ve Fransa’da duramadığından
İzmir’e gelmişti. Bu gibi fesatçıların, Osmanlı
ülkesinde bulunmaları uygun olmayacağı bazı
elçiler tarafından ihtar edildiğinde İzmir’den
kovulmuştu.
İranlılar Van sınırına hücum etmişti.
Kendilerine sorulunca: “Haberimiz yok, bölge
sorumluları hıyanet etmişler. Bizim rızamız yok.”
diye cevap vermişlerdi. Durum Paşa Baba
tarafından İstanbul’a bildirildi. Anadolu
karışıklıklar içinde iken bir de İran savaşı
çıkmasını elverişli görmeyen devlet; bu
saldırganların ki, bu durumda eşkıya olmuş
oluyor, sınır dışı edilmesini yazdı.
Bu yıl yapılan ilmiye tayinlerinde Enderun
ricalinden olan eski Hekimbaşı Behçet Efendi ve
meşhur Hattat Rakım Efendi’ye, Mekke payesi
verildi. Rakım Efendi hattat olmakla, celî yazıda
asrının bir tanesiydi. Padişah tuğrası onun
eseridir.
Zeynelâbidin Efendi, iltimasla şeyhülislâmlık
makamına gelmiş olduğundan yerini
dolduramadı. Büyük ulema tarafından küçük
görülüyordu. Hatta şeyhülislâm olmazdan evvel,
Kazasker Mustafa İzzet Efendi’nin evinde
laubali sohbetler ederdi. İzzet Efendi ona hiç
itibar etmezdi. Zeynelâbidin şeyhülislâm olunca
padişahı tahrik ederek İzzet Efendi’yi, Tire’ye
sürdürdü. Daha sonra evlat ve ayali padişaha
çok içli yalvardıklarından sürgün yeri
Gelibolu’ya çevrildi. İzzet Efendi’nin yerine
Sadık Efendi kazasker oldu.
Bu yıl Defter Emini Mehmet Bey öldü. Bu zat
Kaside-i Bürde’yi şerh etmişti. Ölünce yazdığı
şerhi ile beraber gömülmesini vasiyet etmiştir.
Vasiyeti yerine getirilmiştir.
Topkapı Sarayı daireleri dar geldiğinden
genişletilmesi için irade çıktı. Masrafların
darphaneden mi, yoksa beytülmalden mi
alınacağı yeniçeri kışlalarında dedikodu mevzuu
olduğundan masrafın ödenmesi, Mısır Valisi
Mehmet Ali Paşa’ya havale edildi. Gariptir ki
sarayın inşası tamamlanıp da boyanma vakti
gelince, boyacı esnafının mensup oldukları
yeniçeriler 48 ve 78 cemaatleri arasında, bu işi
yapma konusunda kavga çıktı. İşin büyümemesi
için her iki ortanın beraberce yapması
kararlaştırıldı.
Beşiktaş Sarayı’nın Haseki Sultan dairesinde,
çocuk sultan Emine’nin yattığı odada, dolapta
bırakılmış bir mumdan yangın çıktı. Sultanla bir
küçük cariye yanarak öldüler.
Manisa’nın bütün mukataaları ve birçok
zeamet ve tımarları elinde olan Kara Osmanoğlu
Hüseyin Ağa öldü. Kara Osmanoğulları
mütegallibe ve nüfuzlu olduklarından o bölgenin
kurtarılıp Bâb-ı Âli’ye bağlanması ve terekesini
zaptetmek için, bir büyük devlet adamının
memur olması icap ettiğinden sadaret kethüdası
Moralı Osman Efendi gönderildi. Bu zat
gerçekten değerli bir adamdı. Ancak vakarlı
olduğundan Hâlet Efendi’ye boyun eğmezdi.
Hâlet Efendi de onu İstanbul’da tutmamak için,
böyle eli sıkı işlerle taşralarda dolaştırırdı.
Hâlet Efendi’nin nedimlerinden meşhur
Keçecizâde İzzet Molla, bir gün Hâlet Efendi’nin
yanındayken bu Osman Efendi’nin geldiğini
uşaklar haber verir. Hâlet Efendi, hemen koşup
karşılar ve giderken de merdivene kadar uğurlar.
Bu hâli gören İzzet Molla şaşırarak:
“Efendim bu adama etmediğiniz fenalık
kalmadı, şimdi bu mertebe iltifatınıza sebep ne?”
diye sorunca Hâlet Efendi:
“Ben bu adama çok kötülük ettim.
Memuriyetini elinden aldım, canını da
alabilirim. Lakin üzerinde bir Osman efendilik
var ki onu alamıyorum, onun için hürmete
mecbur oluyorum.” demiştir.
Garp Ocaklarının Durumu

(Garp Ocakları; Osmanlı Devleti’nin kuzey


Afrika’daki üç muhtar eyaleti olan; Trablusgarp,
Cezayir, Tunus için kullanılan bir tabirdir) Malta
şövalyeleri Akdeniz’de rastladıkları İslâm
gemilerini zaptederler, tayfalarını esir ederlerdi.
Garp Ocakları da Hristiyan gemileri hakkında
aynı muameleyi yaparlardı.
Sonraları, şövalye ocağı kaldırılmış ve
Avrupa devletleri deniz ticaretinin serbest
olmasını temin etmişlerdi. Bizim Garp Ocakları
da artık gasptan vazgeçip normal ticarete
başlamaları gerekirken eski usulde devam
ederlerdi. Avrupalılarla kendi başlarına
anlaşmalar yaparlar, onlardan para sızdırırlardı.
Garp Ocakları, iyice şımarmış, Devlet-i Aliye
gemilerine de taarruza başlamışlardı. Bâb-ı
Âli’nin emirlerini dinlemiyorlardı. İngilizlerin
zenci ticaretini yasakladıkları bir devirde, bu
ocaklar Avrupa gemilerini gasp edip Hristiyan
tayfalarını Avrupa’nın gözü önünde köle diye
kullanıyorlardı. Buna müsamaha edilmeyeceği
belli idi.
Garp Ocakları Avrupa devletlerinin
kudretlerini bilmiyorlardı. Devlet-i Aliye, asker
ve donanma göndererek onları terbiye etmeli ve
bu üç büyük eyaleti inzibata almalıydı. Hâlbuki
Devlet-i Aliye ricali de dünyanın gidişine vâkıf
değildi. Makamlarını koruma ve İstanbul’un
günlük işleri dışında bir işe bakmazlardı.
Avrupa’ya sırt çevirip, dış işlere bir göz bile
atmadıklarından bu Garp Ocakları işlerine önem
vermezlerdi.
Devlet ricalinin çoğu, Avrupa devletleri Garp
Ocakları’nın hakkından gelemez sanıyordu.
İngilizler, Bâb-ı Âli’ye nota vermiş, Devlet-i
Aliye bu işi düzeltmezse, denizci devletlerin bu
gaileyi bertaraf edeceklerini bildirmişti. Devlet-i
Aliye ise: “Bizim devletimiz Ocakların harp
kaidelerine katiyen müdahale etmez.” cevabı
vermişti. Bu cevapla, Garp Ocakları’nın Devlet-i
Aliye’ye olan bağı çözülmüş sayılarak Cezayir’e
taarruzun mukaddimesi olmuştur.
Bu konuda İngiltere, Avusturya ve Prusya
devletleri arasında 1815 senesinde bir ittifak
mukavelesi yapıldı. Bunun üzerine İngiliz
Akdeniz kumandanı Amiral İkomnt, filosuyla
1816 senesinde Cezayir önünde görüldü.
Cezayir Beylerbeyi Ömer Paşa, İngilizlerle
görüşmekten çekindi. Amiral, Ömer Paşa’ya:
“İki saate kadar görüşme kabul olunmazsa harp
ederim ve şehri döverim.” diye bir nota
gönderdi.
Ömer Paşa çaresiz görüşmeyi kabul etti.
İngilizler şunları istiyordu: “Cezayir’deki İngiliz
konsolosu Sardunya’nın da konsolosu olarak
kabul edilecek. Esirler serbest bırakılacak, her
esir için Cezayirlilere elli kuruş verilecek.
Cezayirliler Hristiyanlardan köle
kullanmayacak.” Ömer Paşa bu tekliflerin
çoğunu kabul etmekle beraber esirler meselesini
padişahtan sorması gerektiğini bildirdi.
Bunun üzerine, Ömer Paşa’nın bir memuru
İngiliz gemisi ile İstanbul’a gönderildi. Fakat bu
sırada iki bin kadar ayak takımı sahile yürüyerek
mercan çıkarmakla uğraşan İtalyanları
öldürdüler, İngiliz bandıralarını ayakları altına
aldılar. İngiliz konsolosunu ve karısını
hapsettiler.
Bu haber İngiltere’ye ulaşınca hemen İngiliz
donanması Flemenk donanması ile birleşerek
Cezayir önlerine geldi. Üç saatlik bir ültimatom
süresinin geçmesinden sonra harp başladı.
Cezayirlilerin bütün donanması, tersanesi,
mahzenleri ve yalıları yanıp mahvoldu. Ertesi
gün Cezayirliler İngilizlerle barış yapmaya
mecbur oldu. Bu defaki anlaşmada esirler
bedelsiz olarak serbest bırakıldı.
Avrupa donanması kuvvetlenmiş olduğu için
ocak dayıları Frenk gemilerini eskisi gibi
vuramıyorlardı. Bu yüzden servetleri azalmıştı.
Bunun sebebinin beylerbeyi olduğunu
zannettiklerinden, halkı Tunus Beylerbeyi
Mahmut Paşa aleyhine kışkırtarak isyan başlatıp
saldırıya geçirdiler. Paşa namuslu insanlarla
birleşerek asileri bastırdı. asiler, bunun üzerine
beylik gemilerine binip korsanlık yapacaklarını
bildirdiler. “Padişah, haber verilmeden olmaz.”
emri çıktı.
Cezayir dayıları, Avrupa gemilerine taarruz
edemeyince Osmanlı gemilerine saldırmaya
kalkıştılar. Oysa Cezayir dayıları tayfalarını
İzmir ve civarından alırlardı. Bundan böyle
dayılara tayfa verilmemesi emrolundu. Bunun
üzerine Cezayirliler af dilediler. Yine eskisi gibi
İzmir’den asker yazma iznini aldılar. Bu yasak
kaldırılacağına Donanma-yı Hümayun Cezayir’i
inzibat altına alsaydı orası hâlâ elimizde kalırdı.
Dış işlerine vukufsuzluk bunlara sebebiyet
vermiştir.
Daha garibi şudur ki İngilizlerin Cezayirlilerle
yaptığı anlaşmalardan Bâb-ı Âli haber almamış,
vak’anüvis Şânîzâde bu olayı yabancı dillerden
tercüme ederek kendi tarihine yazmıştır.
Mısır Olayları

Mehmet Ali Paşa, Mısır’da çıkan isyanı iyi bir


surette bastırmış ise de kendisine hıyanet etmiş
olanları birer birer tuzağa düşürerek öç almak
işiyle oğulları; İbrahim, Tosun ve İsmail Paşalara
vazife verdi. Bunlar da ele geçirdikleri
sergerdeleri birer birer tutup öldürdüler.
Bu sene taun hastalığından Mehmet Ali
Paşa’nın oğlu Tosun Paşa vefat etti. Annesi çok
üzüldü. Babası, çocuklarının içinde en çok onu
severdi. Yüzünün güzelliği ve davranışlarından
halk da onu sever, babasından sonra onun vali
olmasını isterdi.
Bu sene Mehmet Ali Paşa, hükûmet
memurlarının ahaliden parasız yiyecek ve yem
almalarını yasakladı. Matematik ilimleri
okutulmak üzere bir hendesehane ve bir tophane
yaptırdı. Ziraat ve sanayi faaliyetlerine başlandı.
İrili ufaklı birçok gemiler yaptırdı. Nil’in
ürünlerini İskenderiye’ye indirerek Avrupa’ya
satmak suretiyle büyük paralar kazandı.
Süveyş’te gemilerini çoğaltarak, Hindistan’la
ticarete başladı.
İskenderiye Kalesi’ni tamir etti, İskenderiye
bitişiğindeki büyük set inşasına muvaffak oldu.
Bu set yıkıldığında birçok araziyi tuzlu sular
basmıştı. Bunun yeniden yapılması Mehmet Ali
Paşa’nın büyük eserlerinden birisidir. İşte
Mehmet Ali Paşa Mısır’ı bu suretle imar edip
gelirini artırarak Arabistan’da büyük işler
başardıktan başka nakden de Devlet-i Aliye’ye
hizmet etti ve böylece devletçe ve milletçe ün
kazandı.

1817 SENESİNDEKİ BAZI OLAYLAR


İçerideki Olaylar

Devlet para sıkıntısı içinde idi. Eski defterdar ve


Darphane Emini İbrahim Efendi ölünce malları
ve geliri hazinenin imdadına yetişti. İbrahim
Efendi’nin değerli eşyası ve büyük gelirinden
başka yalnız taş oda içinde gömülü 63 okka
sikke ve külçe altını çıktı. Bunlar hemen
hazineye teslim edildi.
Altın alışverişte, mübadele işlerinde topraktan
çıkarıldığı hâlde bu gibi kimselerin onu tekrar
yeraltına gömmesi yanlış bir davranıştır. Fakat
güven ortamı sağlanamayınca insanlar böyle ters
işler yapıyorlar.
O günlerde ilim mesleğinde terfilerde kıdem
esastı. Fakat “Onun bunun oğlu olduğundan o
mevkiye geldi” diyenler de vardı. Lakin yüksek
yerlere dayanarak mevki işgal eden boş kimseler
de vardı. İlim ve fazilette ilerlemek her zaman
zordur. Bazen gerçek ilim adamları bile
kıskançlık ve rekabetten dolayı sarsılırdı.
Şânîzâde de bunlardandı. Hekimbaşı olacağı
yerde, vak’anüvis olmuştu.
II. Mahmut, Topkapı sarayında sıkılıp kış
mevsiminde Beşiktaş kıyı sarayında kalmayı ve
güzel havalarda ava çıkmayı düşünerek Beşiktaş
Sarayı’na gitti. Sarayda yeni âdetler çıkarmaktan
ürken yakınları, yeniçeri ağası ağzıyla
kaygılarını belirtince padişah bir-iki gün kaldığı
Beşiktaş sarayını bırakıp yine Topkapı’ya
döndü.
Bu arada Şehzâde Süleyman doğmuştu.
Padişahı eğlendirmek için bunu fırsat bilenler,
birçok yerde hayal perdeleri kurarak, Karagöz
oynatarak, sazlar çaldırarak çeşitli eğlenceler
tertiplemişlerdir.
Bu günlerde, meşhur Tuzcuoğlu’nun kesik
başı İstanbul’a gelmişti. Rize âyânından
Tuzcuoğlu Memiş Ağa, nüfuzlu kimselerden idi.
O günlerin işi, böyle nüfuzlu kişileri ortadan
kaldırmaktı. Trabzon Valisi Hazinedaroğlu
Süleyman Paşa, Memiş Ağa kanunsuz işlerde
bulunuyor diye İstanbul’a bildirilince, onun
ortadan kaldırılma işi kendisine verilmişti.
Kastamonu Valisi de emrine verildi. Her
bölgeden asker toplandı. Tersaneden iki beylik
gemi gönderildi. Süleyman Paşa büyük sayıda
askerle Rize’ye vardı. Bu arada Livane ve Acara
askeri de yardıma gelmişti.
Memiş Ağa ise savaştan anlamaz, asker
beslemez bir derebeyi idi. Durumu görünce Of’a
kaçtı. Bölge halkı kendisini severdi. Of
kazasının her tarafı askerle kuşatıldı. Oflular
Memiş Ağa’yı teslim etmek istemediler. Durum
İstanbul’a yazıldı. İş bitinceye kadar ordunun
dağılmaması emri geldi. Uzun uğraşılardan
sonra Memiş Ağa yakalandı ve idam edildi.
Memiş Ağa, ahalinin vergilerini devlete peşin
öder, mahsül zamanı gelince kendilerinden
zahire alırdı. Bu işten kendisi de kazanırdı. Halk
da tahsildar baskısından kurtulur, müteşekkir
kalırdı. Böylece o bölge halkını kendine
bağlamıştı. Trabzon Valisi Süleyman Paşa
kendisinden borç para istemişti. Memiş Ağa bu
isteklerini geri çevirmişti. Süleyman Paşa
bundan gücenmiş, onu öldürmek istemiş fakat
halk sevdiğinden punduna getirememişti.
Böylece eline geçirdiği ferman ile Memiş Ağa’yı
idam etmiş oldu.
Memiş Ağa ticaret ile büyük servet kazanmış
bir zattı. İşini bilen devletler böyle adamların
topraklarında çoğalmasına çalışır. Zira devletin
zenginliği, halkının zenginliği ile başa baş gider.
Zulüm ve baskının sonucu fakirliktir.
Bu kurala göre Memiş Ağa’nın devlet
tarafından taltif edilmesi gerekirken, üzerine
karadan ve denizden yürünmüş, sonunda idam
edilmiştir. Böylece büyük bir aile yıkıldı, ev
kapandı. Ayrıca askerî harekâtla birçok köyler
ve kazalar tahrip oldu. Hâlbuki Memiş Ağa yüz
yaşını aşmıştı. Yakında tabiî olarak vefat
edecekti. O zamanın geleneği bitip tükenmek
bilmeyen malı hazineye kalacaktı. Böyle olunca
yağmacılar elinde telef oldu. Kısacası devlet ve
millete zarar ve hasardan başka bir şey kalmadı.
Bir yanda bu olaylar cereyan ederken, diğer
yanda, yeni tayinler ve idamlar için fermanlar
çıkıyor ama asayiş sağlanamıyordu. Osmanlı
ülkesinin hemen her yerinde, başkaldırma
değilse bile tedirginlikler arttıkça artıyordu.
Mesela Halep’te bir yandan çöldeki Arap
aşiretlerinin bir yandan dağlardaki Türkmen
kabilelerinin saldırıları yüzünden can güvenliği
kalmamıştı. Halep halkı da bunun üzerine
güçsüz valilerine kafa tutmaktan geri
kalmıyorlardı.
Halep valisinin kâhyası, şehir yakınlarına inen
eşkıyayı tepeledi ve kesik başlarını İstanbul’a
gönderdi. Büyük bir zafer kazanmış gibi, yeni
bir rütbeyle ve bol takdirle karşılandı. O sırada
her valinin en önemli işi, sınırları içinde itaatsiz
ve hoyrat davranan herhangi bir kimsenin ya da
adamlarının başlarını kesip İstanbul’a
göndererek güven sağladığını ileri sürüp
böylelikle yerini sağlamlaştırmaktı.
Geçen sene Mehmet Ali Paşa’nın oğlu Tosun
Paşa ölünce, Cidde eyaleti Mehmet Ali Paşa’nın
büyük oğlu İbrahim Paşa’ya verildi. İbrahim
Paşa Medine bölgesinde ordu kurmuş, tahkimat
yapmıştı. Vehhabîlerin reisi Suud’un oğlu gelip
taarruz etti. Karşı konulunca bozguna uğradı. En
büyük şeyhlerini, üç yüz kadar ölü ve bütün
mühimmatlarını bırakarak kaçtılar.

1818 SENESİ OLAYLARI

Bu Yıl Gelen Elçiler ve Gönderilen Hediyeler

Bu yıl, İran’dan ve sonra da Mısır’dan İstanbul’a


filler gönderildi. O zamanlar bir takım aşiretler
topluluğu hâlinde olan ve Abbas Mirza eliyle
idare edilen İran, sınırda Osmanlı Devleti’ne
başkaldıran kimselerle el altından işbirliği
yapmasa bile, onları zaman zaman korumaktan
geri durmuyordu.
Bu durumdan haberdar olan ve gücendiğini
belli eden Osmanlı Devleti’nin gönlünü almak
istercesine İranlılar, İstanbul’a yeni bir sefirle
beraberinde bir kocaman fil gönderdi. Bu fil Et
Meydanı’ndaki fil damına götürüldü.
Mısır Valisi Mehmet Ali Paşa, İstanbul’a
İran’dan bir fil gönderildiğini, bu hediyenin
sarayı pek memnun ettiğini haber alır almaz bir
büyük Sudan fili ile iki küçük Bengal fili
gönderiverdi. Bu filler, Üsküdar yakınında Öküz
Limanı adındaki iskelede büyük mavnalar
birbirine bağlanarak üzerlerine keresteler
döşenerek bin bir zahmetle İstanbul’a Vezir
İskelesi’ne geçirildi. Oradan da Et Meydanı’nda
dikili taş karşısında İran filinin bulunduğu yere
götürüldü.
İstanbul halkına, yeni bir eğlence oldu. Her
gün kadın-erkek bir sürü kalabalık çeşitli
semtlerden fil seyrine gelirlerdi. O günlerde
İstanbul’da birbirini kovalayan yangınlar çıktı.
Bu yangınların, fillerin uğursuzluğu yüzünden
olduğu rivayetleri dolaşmaya başladı. Haklı
haksız birçok kimselerin şuraya buraya sürülüp
durduğu bu devirde, filler de Edirne’ye
sürüldüler de dedikoduları kapandı.
Geçen sene Buhara Hanı Haydar Şah
tarafından hususî mektup ile gelen Mirza
Mehmet Yusuf, elçilik hizmetini ifa ettikten
sonra, kendisi ve çoluk çocuğu ile hademesi bir
bir taun hastalığından dolayı vefat etmişlerdi.
Bütün varlığı satıldı. Toplam parası ile beraber
padişahın hediyesi otuz ciltlik dinî kitap ile
beraber Bağdat’a oradan da Basra Defterdarı
Hüsnü Efendi ile Buhara’ya gönderildi.
Talebe Hareketi

Padişaha ve Hâlet Efendi’ye sırtını dayayıp da


halkın diline düşmekten sakınmayanlarından biri
de şeyhülislâmlığa kadar çıkarılmış olan
Zeynelabidin Efendi idi. Kendisinin bu
makamda küçük görüldüğünü hesaba katmadan,
ilmiye sınıfını bir hâle yola koymak bahanesi ile
ulemadan birçoklarını işlerinden etmiş, şuraya
buraya sürdürmüştü. Akrabalarını da haklı
haksız yüksek yerlere tayin etmekten
çekinmemişti.
Talebe geçinen, fakat halk arasında “yobaz”
denilen serserilerle, namazla ve niyazla alâkası
olmayanların şuraya buraya dağıtılıp sürülmesi
herkesi memnun etmişken, yerlerine tekrar daha
beterlerinin sırf hatır için, rüşvet ve iltimas yolu
ile alınmış olması asıl çalışkan ve devamlı
talebeyi gücendirmişti.
Bir gün, Fatih Camii dolaylarındaki
talebelerden bir çömez Karaman Çarşısı
bakkalından iki mum almak istemiş, bakkal:
“Mum kıtlığında herkese birden fazla mum
verilmemesi emredildi.” karşılığını verince talebe
bakkalı dövmeye başlamış. Kolluk kuvvetleri
toplanıp bakkalı kurtarmak isterken, birkaç
talebe daha peyda olup mum isteyen ve bakkalı
pataklayan çömezin tarafını tutarak neferlere
saldırmaya kalkışınca kavga büyümüş.
Bu talebeleri kıskıvrak yakalayan yeniçeriler
onları dayak ata ata karakola götürüp
kapatmışlar. Ertesi gün bunlar bilinmeyen bir
yere sürülmüş. Sürüldükleri bilinemeyince
onların öldürüldükleri rivayetinin çıkmasına
sebep olmuş. Bu haberle coşup kışkırtılan
talebeler medreselerde toplanıp: “Bu ne demek?
Bir bakkala iki tokat vurdu diye bir talebeyi
dayaktan geçirmek de ne oluyor? Döven hocası
bile olsa talebe bu kadarına katlanamaz.” gibi
sözleri ağızdan ağza yaymaya başladılar.
“Bir olaydan dolayı birkaç öğrenciyi
öldürtmek, şeyhülislâmın gerçek ilme, gerçek
ilim öğrencilerine düşmanlığını gösterir. Bunun
hesabını sormak için yarın şeyhülislâmlık
dairesinde Bâb-ı Fetva’da toplanmak
boynumuza borç olsun.” gibi sözler gün boyu
talebelerin ağzında tekrarlandı durdu.
Ertesi gün ders okutmaya gelen hocaların
rahlelerini ve minderlerini dışarılara savurdular;
“Öğrencilerin haysiyeti ve namusu ile oynandı,
bu tamir edilmedikçe bize ders okumak
düşmez.” diye işi büyütüp azdırdılar.
Şeyhülislâmlık avlusu mahşere döndü.
Şeyhülislâm odasında sinip kaldı. Kâhyası
yiğitlik gösterip kalabalığı azarlayacak olduysa
da az kalsın tokat altında ezilip gidecekti.
İlgililerin hepsi bir köşeye sinmiş, meydan da
yobazlara kalmıştı.
Meydanda söz çok, dinleyen hiç yok; her
kafadan bir ses çıkmakta. Kimi: “Biz dövülüp
öldürülen arkadaşlarımızın hakkını talep
ederiz.”, kimi: “Madem öldürülmedilerse geri
getirilsinler, biz yıkılıp gideriz.” , kimi de:
“Şeyhülislâmla Fatih Camii’nde muhakeme
olmak isteriz.” der, kimisi de şunun bunun
azledilmesini dağılmaları için şart koşar. Bu
sırada asıl namuslu ve çalışkan öğrencilerse
yobazların çemberinden kurtulup ya evlerine
gitmeye ya dersine devam etmeye çabalar.
Bu kargaşalık öğleye kadar sürdü.
Yatıştırılabilmek ve toplananlar adına konuşup
anlaşmaya varmak için, Molla Münif Efendi ile
ulemadan Deli Emin Efendi’yi seçip evlerinden
alarak şeyhülislâmın karşısına diktiler. Bu ikisi,
bir ağızdan yaşlı Zeynelabidin Efendi’yi
azarladıkça azarladılar. Sonunda sürülenleri
hemen serbest bırakıp İstanbul’a getirtmek
kararını aldılar. Bu kararın bildirilmesi ve o iki
temsilcinin işaret etmesi üzerine bütün yobazlar
ve çömezler dağılıp gittiler.
Artık Zeynelâbidin Efendi’nin
şeyhülislâmlıkta kalması uygun görülemezdi.
Zaten bu karışıklık sırasında ne sadrazamın ne
başka vezirin gelip lafla da olsa yardım
etmemesi onun feda edileceğini gösteriyordu.
Hâlet Efendi, şeyhülislâmlığa adamı Mekkizâde
Âsım Efendi’yi çoktan hazırlamıştı. Daha
gençmiş, sakalına kır bile düşmemiş, ne çıkar?
Hâlet Efendi bu töreyi de bozdu. Mekkizâde’ye,
ne yapsın yapsın, sakalından birkaç tel ağartsın
diye haber gönderdi. O da sakalını saatlerce öd
ağacı tütsüsüne tuttu ve bir gece içinde birkaç
kılını ağartıp şeyhülislâmlığın yolunu tuttu.
Şeyhülislâmlar azledildiğinde, şeyhülislâm
paşa kapısının feneri söndürülürdü. Bu
töredendi. Zeynelâbidin Efendi, kapısı önündeki
yaman kargaşalıktan sağ-salim ucuz
kurtulduktan sonra, kapısının feneri
söndürülünce: “Softaların mumu bizim feneri
söndürdü.” diye gülümsemekle yetindi.

Hâlet Efendi’nin Gizli Yazışmaları


Hâlet Efendi’nin padişahın baş berberi Ali Ağa
ile yaptığı bazı gizli yazışmalar:
Berberbaşı Ali Ağa’dan Hâlet Efendi’ye,
sene: 1227.
Sadaret Kaymakamı Mehmet Rüştü Paşa bir
iş için dün padişah huzuruna girip
Bahçekapı’da Çankırı köylerinden gelme
hamalların bekâr olduklarından o civarda bir
han edinerek içlerine bir takım fahişeleri
aldıklarını bildirdi ve böyle fuhuşları padişahın
civarından yıkıp kaldırarak bir cami
yapılmasına ve adına Hidayet denmesine izin
rica etti.
Bu zat sizin gibi padişahın mizacını iyi
bilemediğinden bu hamal tayfasıyla işin nereye
varacağını idrak edemez. Yeniçeri ağasına bir
talimat veriniz. Bu hususu bilgi olarak arz
ediyorum.
Hâlet Efendi’den Ali Ağa’ya
Dün gece Sadrazam Hurşit Paşa değişik
kıyafetle saat sekizde bizim eve geldi. Sohbet
esnasında yeniçeri tayfasının bir an önce
ortadan kaldırılmasını söyledi. Paşa işin ilerisini
gerisini düşünmeyip aklına geleni yapmak
fikrindedir.
Huzuru hümayundan bu hususu öğrenmenizi
rica ederim.
Başka Bir Mektup:
Hurşit Paşa’yla gizlice bir toplantı yapılıp
padişahımızın yeniçeri tayfasını bir an önce
ortadan kaldırmak fikrinde olduğu söylendi.
Ali Ağa’dan Hâlet Efendi’ye
Bundan bir ay önce altı nefer ustanın
kalebent edilmeleri hakkında irade çıkarılmış;
bu hâl ocak sergerdelerinin unutacağı bir
keyfiyet olmadığından bu cuma Yeniçeri Ağası
Mehmet Efendi selamlıktan dönüşünde, sandalla
Çardak iskelesine varıp on beş ustanın başında
Hasan usta olduğu hâlde yeniçeri ağasını
sürüye sürüye Ağakapısı’na götürerek, altı
ustanın kalebent olmasına sen sebep oldun, diye
sıkıştırmışlar. Durum Bâb-ı Âli’ye bildirilmiş,
sadrazam padişahtan ağanın azline izin istemiş.
Bu hareket ocağı sadrazam aleyhine tahrik
edecektir. Her ne hâl ise çarçabuk önü alınmalı
ve büyük fesat önlenmelidir.
Hâlet Efendi’den Ali Ağa’ya
Yeniçeri ustaları, Ömer Efendi’yi öldürüp
Süleymaniye camii avlusuna gömmüşlerdir.
Efendim, bu Hüseyin Usta dedikleri habisin
gizlice padişah silahtar Ali Bey’e intisap ettiği
anlaşılıyor. Aman efendim, bu adam fırsat
bulursa nimeti ile geçindiği ocağı temeline incir
diker.
Birçok ulema bu adamı okşuyor. Bir yeniçeri
ağasını öldürmeye cür’et ediyor. Bu silahtarın
kötü hareketlerinden dolayı ocağa gelip
gitmeleri yeni bir usule konmalıdır.
Ali Ağa’dan Hâlet Efendi’ye
Bu bir-iki gün içinde padişahımız sadrazamla
şeyhülislâmı değiştirme fikrindedir. Sadarete
Defterdar Mehmet Rauf Efendi, Meşihata Âsım
Molla getirileceğini tahmin ediyorum.
Ali Ağa’dan Hâlet Efendi’ye
Topkapı Sarayı inşaatı tamamlanmış, boya işi
kalmıştır. Boyacılar yeniçeri güruhundan
olduklarından sarayın boyanması için kırk sekiz
cemaati ile yetmiş sekiz cemaati arasında kavga
çıktığından padişahımız boya işine iki cemaatin
de katılmasını irade etmişlerdir.
Ali Ağa’dan Hâlet Efendi’ye
Beşiktaş önünde bir ecnebî gemisi demirlemiş.
Tayfalar bağırıp çağırarak âyin yaptıklarından
padişahımız rahatsız olmuştur. Bu geminin bir
an evvel yola çıkarılmasını tensibinize arz
ederim.
Ali Ağa’dan Hâlet Efendi’ye
Moskof Kralı İstinye’de bir liman yapılmasını
Devlet-i Aliye’den istemiş. Padişahımız bu işi
derin derin düşünmekte ise de bir cevap
hazırlanmasının sizden istenmesini irade
buyurmuşlardır. Durumun incelenerek etrafıyla
bendelerine bildirilmesi rica olunur.
ON BİRİNCİ KISIM

1818 SENESI OLAYLARININ DEVAMI

Yangın veya Diğer Felaketlere Karşı Çareler

Bu sene İstanbul’da küçüklü büyüklü yetmiş üç


yangın çıktı. Yangınların çok olması
huzursuzluğa sebep oluyordu. Bunun sonunda
ayaklanma çıkabileceği düşüncesi yayılmıştı.
Halk korkuya kapılmış, sabahlara kadar
uyumayıp evlerinde nöbet bekliyordu.
Bu zamanlarda yangınlara karşı tertibat
çareleri düşünülmüş, ara sıra kâgir binalar veya
yüksek duvarlar yapılması yangınların büyüyüp
yayılmasını önleyeceği düşünülmüştür. Avrupa
şehirlerinde böyle büyük yangınlara karşı
önlemler alınmış, mesela Londra’da evler takım
takım on ikişerli küçük ve büyük evlerden
yapılmış, aralarında mahalle bahçesi gibi gezinti
yerleri inşa edilmiştir. Bu sebeple o ülkede
yangın nadir olur, olsa da yanan ev birkaç
adedin üstüne çıkmaz.
Bundan başka bir kimsenin yangından
gördüğü zarar yangından kurtulanlardan
toplanarak ödenir. Bunun benzeri İstanbul
fırıncıları arasında da vardır.
Londra’da sigortacı denilen ve bu işle geçinen
kimseler vardır. Eşyasının kurtulmasını isteyen
kimse işyerine veya evine sigortacıyı getirir.
Mevcut bütün eşyasını kaydettirir. Sonra ev ve
eşyasına karşılık her sene tayin edilen miktar
kadar sigortacıya para öder. Eğer bir kaza ve
yangın olursa sigortacı zarar gören malların
karşılığını öder.

Katolik Ermenilerin İstanbul’dan


Sürülmeleri

İstanbul’da Katolik rahipler öteden beri


dolaşarak Ermenileri Katolik yapmak için
uğraşıyorlardı. Ermeni Patriği ise bunlara karşı
aldığı ferman ile şiddet uygulamaktaydı. Katolik
Ermenilerin İstanbul’da gömülecek mezarları ve
kiliseleri yoktu. İlk ortaya çıktıklarında
Ermeniler kendi mezarlarına bunları kabul
etmedikleri için cenazeleri meydanlarda kalır ve
kokardı. Bundan dolayı Katolik Ermeniler çoğu
zaman cenazelerini bahçelere gömmek zorunda
kalırdı.
Katolik Ermenilere bu derece eziyet
edilmekteydi. “Kişi engel olunan şeye karşı hırs
duyar.” kuralı gereği, Katolik mezhebi
Ermeniler arasında yayıldı. Bunlara yasak
kondukça sayıları arttı.
Bu sırada en itibarlı sarraflardan Tıgıroğlu
Agop ve Davidoğlu Andon da Katolik
mezhebine girdi. Katoliklik mezhebine
girecekleri diğer Ermenilerden ayırdılar. Bunun
üzerine bunlardan biri Limni, diğeri de Rodos
adasına sürüldü.
O zaman vükeladan bazıları “Hristiyan tebaa
hangi mezhepte bulunursa bulunsun bizim
nemize lazım.” deyip üzerinde durmazken; diğer
bir kısım vükela, “Katolikler Papa’yı İsa
Peygamber’in vekili bilirler, Papa da dışarıda
olduğu için Osmanlı ülkesinde bozgunculuk
çıkarırlar.” deyip, Papa yüzünden daha önceleri
ne kadar çok kan döküldüğünü anlatıyorlardı.
İstanbul’daki Ermeni Patriği’ne Rum Patriği
kadar yetki verilmişti. Onun vasıtası ile
Ermenilerin işleri idare olunur idi. Katolikler ise
Papa’ya bağlı idiler.
Katolik Ermenilerden biri yarı sarhoş hâlde
bir Müslüman dostu ile sohbet ederken: “Behey
sultanım, vakit gelecektir ki bir sabah
uyandığınızda kapılarınızın önlerinde ikişer
asker nöbet bekliyor bulacaksınız. Ama
bunlardan size mal ve namus yönünden bir
zarar gelmeyecektir. Fakat biz sizlerin
üstünlüğünden kurtulmuş olacağız.” demiştir.
İşte bu anlatılanlar, ikinci kısım vükelanın
düşüncelerinde haklı olduğunu gösterir.
1819 SENESI OLAYLARI

Vehhabîlerin Elebaşlarının Cezalandırılması

Geçen sene Mehmet Ali Paşa’nın oğlu İbrahim


Paşa, Vahhabîlerin reisi Suud’un oğlunu
bozguna uğratmıştı. En büyük şeyhlerini ve üç
yüz kadar ölü ve bütün mühimmatlarını
bırakarak kaçmışlar, Deriyye Kalesi’ne
sığınmışlardı. İbrahim Paşa, Deriyye Kalesi’ni
kuşatmış uzun uğraşlardan sonra kaleyi ele
geçirmiş, Abdullah bin Suud, dört oğlu, Vehhabî
mezhebinin kurucusu olan Abdülvehhab’ın oğlu
ve diğer yakınları tamamen ele geçirilmişti.
Bu haberler, muharrem ayını yirmisinde
İstanbul’a ulaştı. İstanbul’da üç gün şenlik
yapıldı. Kalelerden günde üçer defa top atıldı.
Vehhabîlerin perişan edilmesi Mekke ve
Medine’nin kurtarılması devlet ve milleti çok
memnun etmişti.
Abdullah bin Suud, muharrem ayında Mısır’a
getirildi. Oradan birkaç yüksek rütbeli adamı ile
deniz yoluyla İstanbul’a gönderildi. Eyüp
yakınındaki Defterdar İskelesi’ne çıkarıldılar.
Abdullah bin Suud ve adamlarının boyunlarına
çifte zincir vurularak Divanyolu’ndan Bab-ı
Âli’ye getirildiler. Abdullah bin Suud ve
arkadaşları bostancıbaşı hapishanesine
gönderildiler. Mekke ve Medine’den almış
oldukları eşyayı tespit etmek için üç gün
boyunca sorguya çekildiler. Yalı köşküne
gönderilerek idam edildiler.
Abdullah bin Suud ile gönderilen sandığın
içindeki kıymetli eşyalar pek az idi. Babasını
daha önce Hazret-i Peygamber’in türbesinden
aldığı kıymetli eşyalar ve mücevherler hepsine
ayrı ayrı soruldu. Durum bir yazı ile İbrahim
Paşa’ya bildirildi.
Vehhabîlerin, Hazret-i Peygamber’in
türbesinden almış oldukları eşyalardan ele
geçirilmiş olanlar, Mehmed Ali Paşa tarafından
İstanbul’a gönderilmişti. Buna dair tutulan defter
ile beraber bütün eşya, türbedeki yerine konması
için receb ayında Surre Emini’ne teslim edildi.
Osmanlı parası karışık olması dolayısı ile
Avrupa’da taklitleri yapılıp ülkeye
sokulmaktaydı. Ayrıca birçok kalp paralar da
kullanılır olmuştu. Bu iş dikkati çekmiş, bu
hususta birçok yazışmalar olmuştu. Bu arada
Galata rıhtımındaki bir ecnebî gemide çok
miktarda sahte para bulunduğu ihbarı gelmiş,
gemi hemen basılarak kalp paralar ele geçirilmiş
ve kalpazanlar idam edilmişlerdir.
Hâlet Efendi Hakkında

Sultan III. Selim, İkinci Şehzâde iken onunla


birlikte uzun uzun konuşurdu. II. Mahmut
konuşma fırsatı bu bulduğu günlerde ondan
aldığı dersleri çok iyi bellemişti. Osmanlı tahtına
oturduğu zaman, bu dersler ve telkinler
gereğince, memleketin kurtuluşunun; bozulan
yeniçerilerle, eşkıyalaşan ağaları ortadan
kaldırmaya bağlı olduğunu bilerek, amcasının
düşünüp de yapamadıklarını gerçekleştirmeyi
aklına koymuştu.
1812 yılında bu sırrı Hâlet Efendi’ye açmış ve
onun tecrübesi ve bilgisi ile kendisine yardımcı
olacağını ummuştu. Hâlet Efendi; nüfuzunu ve
mevkiini kötüye kullanan, taşradaki ağalarla
idarecilerin cezalandırılmasını pek ister görünen
ama yeniçerilerin dağıtılması ya da yola
getirilmesi işinde karıştırıcı ve oyalayıcı bir yol
tutar ve her gün yeni bir özür, yeni bir düzenle
padişahı aldatır ve avuturdu. Zaman, askerlik
işlerinin bir hâle yola konmasını, yeni bir ordu
kurulup geliştirilmesini gerektiriyordu.
Padişahın yakınlarından bazıları da Yeniçeri
Ocağı’nın ortadan kaldırılmasını padişah gibi
gerekli buluyorlardı ama çuhadar ve berberbaşı
gibi saray içinde söz sahibi olmuş bazıları ise
sarayda ve saltanatta, süregelen âdet ve usulleri
değiştirmeye hiç yanaşmıyorlardı. Bir kere
yenilik başladı mı ucunun kendilerine kadar
gelip dokunacağını kestirerek bu değişiklik ve
yenilikleri daha başındayken durdurmak,
unutturmak istiyorlardı. Hele Çuhadar Ömer
Ağa, büsbütün eskiye bağlı, kurallara tutkun bir
adamdı; ama ağzı laf yaptığı ve Sultan
Mahmud’u canla başla korur göründüğü için her
dediğini yürütüyordu.
Sultan Mahmut, kendini eski bağların,
törelerin baskısı altında, bunaltıcı bir kafeste gibi
görür, bundan da kurtulmanın yolunu her fırsatta
arar ve kollardı. Ne çare ki Hâlet Efendi her
kapıyı kapar ve kendi fikrinde olmayan
kimselerin padişah huzurunda ağız açmasına
pek imkân ve fırsat vermezdi. Perde arkasındaki
oyunlarının farkına varılmaması için, fırsatını
bulup bunları padişaha açıklayabilecek kimseleri
birer hile ile ya uzak bir yere memurluğa
gönderir ya da büsbütün uzaklaşsınlar diye
ahirete yollardı.
Hâlet Efendi, önemli yerlere hep güçsüzleri,
başarısızları tayin ettirir, kendinden akıllı,
tedbirli ve bilgili birinin padişahın gözüne
görünmesini önlemek isterdi. Görmeleri gereken
önemli işlerin bir türlü hakkını veremeyen o
güçsüz ve başarısız kimseler, başları daraldı mı,
Hâlet Efendi’ye başvururlar, gönlünü almak ve
dertlerini açmaya fırsat bulmuş olmak için de
ona bol bol hediye getirirlerdi. Hâlet Efendi hem
bu hediyeleri iç eder, hem de kendisinin bütün
zorlukları çözüp sonuçlandıran sihirli ve
vazgeçilmez olduğu kanaatini yayıp
benimsetmek isterdi.
Yeniçeri Ocağı’nın ileri gelenleri, onun ağzı
açık hayranları olduğu için gerektiğinde, onların
bir takım gösteriler yapıp genç sultanı
korkutmasını ve yersiz gördüğü cür’etli
kararlarından korkup vazgeçmesini sağlardı.
İtibarının bu dolambaçlı yollardan yürüyüp
ilerleyeceğini hesaba katarak hem yeniçeri
tarafını tutar hem de padişahın nabzına göre
şerbet verir, bir başka ağız kullanırdı.
Hâlet Efendi, eski şeyhülislâmlardan Şerif
Efendi’nin hizmetlilerinden idi. Babası, sonradan
kadılığa yükselen Kırımlı Hüseyin Efendi’dir.
Kendisine benzer kimselerle Şerif Efendi
konağında bir yandan hizmet eder, bir yandan
da okuma yazma öğrenmeye gayret ederdi. O da
babası gibi geçim yolunu efendileri şeyhülislâm
sayesinde ilmiye sınıfına girip kadı olmakta
bulmuştu.
Hâlet Efendi, Şeyhülislâm Şerif Efendi
ölünce, onun oğlunun yanında kaldı ise de biraz
sonra bir başkasına mühürdar yamaklığı ile
kapılanmanın kolayını buldu. Pek hoş olmayan
bazı sebeplerle oradan da ayrıldı. Bir Rumeli
Valisi’ne yaranmaya, bu da mümkün olmayınca,
bir paşaya kul olmaya çabaladı. En sonunda
döndü dolaştı, Galata Mevlevihanesi Şeyhi ünlü
Şair Galip Dede’ye yaranmanın yolunu buldu.
Hâlet Efendi, hiçbir yerden ve hiçbir
kimseden doğru dürüst ders görmediği hâlde
keskin zekâsı ile güzel yazıyı ve hatta şiir
söylemeyi bile başarır oldu. Birkaç kapı daha
değiştirdikten sonra derya tercümanı Kalimaki
Efendi’ye kâtip oldu, Fenerli takımı ile anlaşıp
kaynaşarak keyif sürmeye girişti. Böyle
meclislerden birinde tanımış olduğu nüfuzlu
kimseler sayesinde hocalık rütbesi kazandı, çok
geçmeden de Paris elçiliğine bile atandı.
Paris’ten dönüşünde Rikâb-ı Hümayun Reisi
olmuş ise de Fransız elçisinin şikâyeti üzerine
azledilip Kütahya’ya sürüldü.
Hâlet Efendi, neden sonra affedilip İstanbul’a
geldikten birkaç ay sonra Bağdat’a gönderildi;
orada da dolaplar çevirdi, oraların yetkililerini
birbirine düşürdü ve oralardan hazineye epeyce
para toplayıp göze girdi. Sarayın gizli
mektuplaşmalarını idareye memur olacak kadar
padişaha iyice sokulmanın yolunu bulmuş oldu.
Velhasıl Hâlet Efendi’nin talihi ilk yıllarında
kendine yaver olmadığı için epey eziyetler ve
mahrumiyetler çekmesi yüzünden hangi işe girse
daha emniyetlisini ve devamlısını aramak
kaygısından kurtulamıyordu. Fenerliler
yüzünden parladığı için onları tutardı. Yeniçeri
Ocağı ile iyi geçinmeyi, onların sayesinde
nüfuzlu görünmeyi iş edinmişti. Kendisinden
başka kimsenin, padişaha yakın olmasını
istemezdi. Kendisinin tutulan ve sevilen bir
adam kalabilmesi için ne yapılmasını gerekli
görürse, onu yapmaktan çekinmezdi.
Padişahın ıslahatla uğraşmasını, yeniçeri
ocaklarını ortadan kaldırmasını geciktirmek için
her gün yeni bir olay uydurur, padişahı telaşa
verir ve asıl maksadı belirsiz bir geleceğe
bırakmış olurdu. Bu yüzden nice günahsız
adamların padişah gazabına uğramasına,
bazısının işinden, bazısının da hayatından
olmasına sebep olurdu. Yeniçeri Ocağı’nın
ortadan kaldırılmasından önce mütegallibenin
temizlenmesi gerektiğine padişahı inandırır ve
onun bu konuda ilgisini devam ettirip gazabını
bu yolda dindirebilmesini sağlamak için çeşitli
iftiralarla günahsızların da kanına girmekten geri
durmazdı.
Hâlet Efendi, kime gücü yeterse, kim
padişahın aklını askerlik işlerinden daha çok
çelebilecekse onu ortaya atardı. Dişli olanlar
biraz dayanır; ötekiler hemen hokkanın altına
giderdi. Onun yüzünden devlet o kadar
teferruata dalmış olurdu ki asıl meseleler bir
kenara bırakılırdı. O zamanlar vekiller içinde
değerli kimseler vardı ama onlar da Hâlet
Efendi’nin şerrinden korkarak ona yaranmak
için yapmadıklar dalkavukluk bırakmazlardı.
Hâlet Efendi’nin sevmediği adamlar kâh
gerçek sebepler icat edilerek, kâh sudan
bahaneler bulunarak birer birer işlerinden ve
yerlerinden uzaklaştırılıyorlardı. Bu arada
Ataullah Efendi isminde biri de Osmanlı Devleti
aleyhine kötü sözler söylemiş diye Bozcaada’ya
sürüldü. Hâlbuki adamcağız sadece Hâlet
Efendi’nin yersiz ve haksız işlerinden şöyle bir
sızlanacak olmuştu.
Hâlet Efendi’nin kötülüklerinden birazcık söz
açmak, devlete dil uzatmak sayılır, ona eğri
bakanlara devlet haini gibi davranılırdı. Taşrada
da İstanbul’da da insanın kadri yoktu. Adam
öldürmekle piliç kesmek bir gibi idi. Hatta bir
aralık İstanbul’da gittikçe artan serserilerin
önünü almak için Vekiller Meclisinde bir çare
arandığı sırada Hâlet Efendi: “Okçular başındaki
berberin başı kesilsin, başkalarına da korku
gelsin, devletten çekinir olsunlar; işler düzelsin,
asayiş düzelsin.” deyip çıkmıştı. Hazır
olanlardan birisi: “Aman ona kıymayın, o benim
berberim.” diyince Hâlet Efendi: “Ha o, ha bir
başkası, maksat eli bıçak tutan kerli felli birinin
başkalarını korkutmak için kurban edilmesidir.”
deyip çıkmıştı.
Sözün kısası, gerek İstanbul’da gerek
dışarılarda kalbi kara, yüreği katı adamlar çoktu.
Her tarafta idare akla sığmayacak kadar
bozuktu. Yeni bir zihniyetle, yeni bir azimle
devlet idaresinin düzeltilmesi, yeni tedbirlerle
işlerin düzenlenmesi şarttı.

1820 SENESİ OLAYLARI

İstanbul’daki Ermeniler ve Hırvatların


Meseleleri

Bu sıralarda bilhassa Ermeniler arasında Katolik


mezhebi iyice yayılmaya başladı. Ermenilerden
bazıları iki mezhep arasında kalmışlardı. Her
ikisinin de âyinlerine katılırlardı. Ermeni patriği
de bu iki sınıf arasındaki farklılıkları kaldırmak
ve Ermeniler ile Katolikleri birleştirme sevdasına
düştü. Onu bu hayale düşürenler ise Katolik
rahiplerin gizlice Katolik yaptıkları Ermeni
rahiplerdi.
Patrik bu konuları Ermenilere sohbet bâbında
teklif edince: “Sen bizi sonunda Katolik mi
edeceksin daha ne olmalıdır.” diyerek patriğin
üzerine hücum etmişler, Patrik güç bela
ellerinden kurtulup kaçmıştır.
Bu sene içinde İstanbul Boğazında sayıları
çoğalmış olan Hırvatlar, su bentlerinde boğaz
kaleleri yamakları ile kavga etmişler ve birçok
yamak öldürmüşlerdir. Bunun üzerine yamaklar
yetişip Hırvatları öldürmüşler, hatta daha ileri
gidip rast geldikleri suçsuz Hırvatları
katletmişlerdir. Bu olay huzursuzluğa sebep
olmuştu. Çözüm olarak bütün Hırvatların
memleketlerine gönderilmesine karar verildi.
Hırvatların bir kısmı Karadağlı, bir kısmı
Avusturya tebaası idi. Hepsi Avusturya
konsolosuna verildi. Karadağlılar Osmanlı
tebaası olduklarını beyan edip dilekçe verince
bu işlemden muaf tutuldular. Bu sene Kamus
mütercimi vak’anüvis Âsım Efendi vefat etti.

Mısır Olayları

Mehmet Ali Paşa, Mısır’da bir hanedan kurmuş


gibi idi. Geçen seneyi yeni fetihlerle, Nil’in
kaynağındaki çağlayanlara kadar ilerlemekle
geçirmişti. Bu yılbaşında Mısır’a dönmüş ve
İskenderiye’de inşası tamamlanan iskeleyi
Mahmudiye adıyla işletmeye açmıştı. Mehmet
Ali Paşa işte böyle yararlı çalışmalarla halkın
gözüne giriyor ve memleketin geçimini ve
bayındırlığını bir kat daha artırıyordu.
Mehmet Ali Paşa, oğlu İsmail Paşa’yı bu
ordunun başbuğu seçmiş, yanına da tecrübeli
kâhyası Laz oğlu Mehmet Bey’i yardımcı
vermişti. Kendisi de Afrika içlerine doğru yeni
topraklar kazanmak için Sudan seferine
hazırlanıyordu. Sudan’a sığınmış olan Mısır ileri
gelenleri yeni bir sefer için Mehmet Ali Paşa’nın
hazırlıklarını tamamlamış olduğunu haber alınca
aman dilemek zorunda kaldılar, ricacı
gönderdiler, Osmanlı Devleti’ne kafa tutanlar
Mehmet Ali Paşa’ya sığınıp af dilediler.
O zamanlar, bayram gelince önemli yerlere
yeni tayinler yapılır, yerlerinde kalacaklara da
yeniden fermanlar gönderilirdi. Mısır’ın yine
Mehmet Ali Paşa idaresinde kalacağını belirten
ferman, bir kapıcıbaşı ile Mısır’a gönderildi. Bu,
bir formaliteden başka bir şey değildi; çünkü o
sırada Mehmet Ali Paşa’yı azletmek, yerine bir
başka adam tayin etmek artık büsbütün imkânsız
hâle girmişti. Tepedelenli Ali Paşa’dan sonra
sıranın kendisine geleceğini bilen Mehmet Ali
Paşa, kendisine sadrazamlık bile verilse
Mısır’dan çıkmazdı.

1821 SENESİ OLAYLARI

Tepedelenli Ali Paşa Olayı

Tepedelenli Ali Paşa, Yanya valisi idi.


Civarındaki Arnavut beylerinin ocaklarını çeşitli
hilelerle söndürüp Toskalık topraklarını ele
geçirmiş, Kigalık taraflarına el atmış, oraları da
keyfince yıkıp yakmaya girişmişti. O da Mısır
Valisi Mehmet Ali Paşa gibi askerlikten yetişme
idi. Her davranışında Mehmet Ali Paşa’yı taklit
ediyordu. Ama aralarında çok fark vardı.
Mehmet Ali Paşa, askerlikte olduğu kadar,
idarede ve siyasette de tecrübeli ve ihtiyatlı idi.
Tepedelenli Ali Paşa’nın işleri ise başıbozuk bir
asker bozuntusunun yaptıklarına benziyordu.
Mehmet Ali Paşa gibi ziraatı, ticareti teşvik
edip de köylerin ve kasabaların bayındırlığına
çalışacağına; birçok köyleri kendi çiftliği hâline
getirerek çiftçilikle uğraşan köylülerin
dağılmasına, başka yerlere göçmesine,
toprakların işlenmeden kalmasına sebep
oluyordu. Kendi adamları sayılan Toska beyleri
bile ondan şikâyetçi duruma düşmüşlerdi. Bir
tek faydası, Mora ve yakınlarında başkaldırmak
için fırsat kollayan Rumların üzerinde büyük
baskı olması idi. Hâlet Efendi onun ortadan
kaldırılmasını istediği hâlde, başta reisülküttap
olmak üzere birçok nazırlar, bu yüzden onu
kolluyorlardı.
Tepedelenli Ali Paşa, uzun zamandan beri
İstanbul’dan gelen emirleri ve ihtarları hiçe
sayıyordu. Sözünü dinlemeyen, kendi başına
buyruk, haraç vermeyen, kalesini veya varlığını
kendisine teslimden kaçınan beylerin, ağaların,
hatta devlet adamlarının üstüne yürüyordu. Mora
ve yakınlarında astığı astık, kestiği kestik bir
eşkıya hâline gelmişti.
Bu sırada Rumeli’de sanki bir büyük lağım
kazılmış, içine barut ve fitili konmuş, vakti
gelince ateşlenmek üzere hazırlanmıştı. Hâlet
Efendi’nin Israrı ile meydana gelen Tepedelenli
olayı bu lâğıma ateş verdi ve devletin başına
büyük felaketler getirdi. Tepedelenli, bir müddet
daha kendi hâline bırakılabilir, isyana hazır
Rumlara nefes aldırmamasından faydalanılarak
oyalandıktan sonra Nizam-ı Cedid kurulup yeni
ve talimli asker yetişince icabına bakılmak daha
doğru olurdu.
Hâlet Efendi, Sultan Mahmud’u Yeniçeri
Ocağı’nı ortadan kaldırıp, Nizam-ı Cedid’i
diriltmekten alıkoymak istediği için dikkatini
başka tarafa çekmek ve yeni bir kaygı ile bu
sabit fikrini unutturmak istiyordu. Tepedelenli
işini, bir an önce halledilmesi gereken bir mesele
diye gösteriyor, “Sen mi padişahsın, o mu?”
dercesine Sultan Mahmud’u bu konuda tahrik
etmeye gayret ediyordu.
Hâlet Efendi, daha önce belirtildiği gibi,
Fenerliler mektebinden yetişmişti; Fenerli
Rumlarla arası iyi idi, onları velinimeti
sayıyordu. Moralı Rumlar, Tepedelenli Ali
Paşa’dan bir kurtulsalar hemen başkaldırıp
bağımsızlık isteyeceklerdi. Hâlet Efendi,
Tepedelenli işi için nazırları toplayıp bu
meseleyi açınca Reisülküttap, Tepedelenli’nin
Yanya’dan uzaklaştırılmasının, devletin başına
büyük belalar açabileceğini, onu isyana
sürüklemekle kalmayıp Mora Rumlarına
istedikleri gibi at oynatmaları için meydan
açılmış olacağını belirtmiş, öteki nazırlar da bu
görüşe katılmış, Hâlet Efendi etkisiz kalmıştı.
Hâlet Efendi bu işin arkasını bırakmadı.
Sadrazam Rauf Paşa’yı, kendi adamı olduğu
hâlde bu meselede devlet yararına rey veren
Şeyhülislâm Mekkizâde’yi azlettirmenin yolunu
buldu; yerlerine gelen daha hafif, daha kararsız
adamlar sayesinde Hâlet Efendi’ye meydan daha
geniş kaldı. Reisülküttap Canip Efendi,
Tepedelenli’nin pek yaşlı olduğunu, yakında
ölüverince bu kördüğümün kendiliğinden
çözülüvereceğini söylüyor ve Rum tehlikesi
üzerinde duruyordu. Hâlet Efendi’nin inadı ve
ısrarı, Tepedelenli’nin başıbozukluğu ve kafa
tutuşu, iki tarafın adamlarının birbirinden
ihtiyatsız ve kışkırtıcı oluşu, nihayet olayın
patlamasına sebep oldu.
Tepedelenli’den kaçıp İstanbul’a sığınan bir
iki bey, Hâlet Efendi’den ilgi görmüştü,
Tepedelenli’nin İstanbul’daki adamlarının bu
beyleri kurşun yağmuruna tutması işi çığırından
çıkardı. Tepedelenli artık devlete iyice asi
olmuştu. Kendisine sert ihtarlar, tehdit dolu
tembihler yapıldıktan sonra rütbeleri elinden
alındı. Üzerine yürünmesi ve daha açık
başkaldırırsa tepelenmesi için fermanlar
yağdırdı. Tepedelenli Yanya Kalesi’ne sığındı,
Preveze limanının ağzını gemilerle kapattı ve
öteden beri baskısı altında susturup durduğu
Rumları artık ezmek ve korkutmak şöyle dursun,
onları da Osmanlı Devleti’ne karşı başkaldırmak
için teşvik etmeye başladı.
Tepedelenli’yi tepelemeye memur edilen
Hurşit Paşa, asıl tehlikenin Mora Rumlarından
geleceğini, çoğunluğu Rum olan ahalinin bir
ayaklanmayla aralarındaki İslâmları kılıçtan
geçirebileceğini hesaplamıyor; düşmanını ya hiç
tanımıyor ya pek hafife alıyordu. Toparlanan ve
teşkilatlanan Mora Rumlarını Tepedelenli’nin
güçlü ve zalim pençesi altında baş eğip susan
eski reaya sanmak gafletinde bulunuyordu.
Rumlar, ustalarından “destur” alıp büyük bir
isyana karar verdiklerinden hazırlıklarını el
altından tamamlayabilmek için devletin bu
görgüsüz adamlarını kandırmaya çalışıyorlar ve
bunu da başarıyorlardı.
Osmanlı Devleti’nin işi gücü, Tepedelenli
belasını ortadan kaldırmaktı. Ondan sonra Mora
ne olacak, Rumlar nasıl başkaldıracak, nereler
nasıl elden gidecek, artık hesaplayan, hesaplasa
bile sözünü saraya dinletebilen adam
kalmamıştı. Rumlar artık gizli davranmaktan ve
oyalamaktan vazgeçmişler, eski kuzu görünenler
kurt gibi azı dişlerini gösterir olmuşlardı.

Rum İsyanını Hazırlayan Olaylar

Fatih İstanbul’u aldığı gün tekrar


bağımsızlıklarını kazanmak hırsı Rumların
kalplerinde uyanmış ve yerleşmiş bulunuyordu.
Bunda kendilerini haklı görüyorlardı. Çünkü
onlara göre bu topraklarda tek haklı hükûmet
Doğu Roma İmparatorluğu ve onun devamı
olabilirdi. Başka bir milletin kendilerine
hükmetmesine bir çeşit gasp gözü ile
bakıyorlardı. Ancak Fatih’ten gördükleri iyi
muamele, geniş hoşgörü onları hem avuttu, hem
sindirdi.
Frenklerin Grek, bizim Yunan dediğimiz
Helenler, bir zamanlar ünleri dünyayı tutmuşken
Romalıların tarih sahnesine çıkışı ve ilerleyişi ile
bütün ülkelerini ve asıllarını kaybettiler ve
Romalılara karışıp Rum adını aldılar. Konstantin
İstanbul’u bayındırlaştırdı, payitaht yaptı.
Hristiyanlığı resmî din ilan etti. Çok geçmeden
Roma devleti Doğu ve Batı diye iki parçaya
bölündü. Halkı da Katolik ve Ortodoks olmak
üzere iki mezhebe ayrıldı. Batı kilisesine Roma,
Doğu kilisesine İstanbul merkez oldu. Katolikler
Papa’yı, Ortodokslar da İstanbul Patriğini genel
başkan tanıdılar.
Konstantin’in zamanından Jüstinyanus’un
zamanına kadar, iki yüz sene, İstanbul’da resmî
dil Latince idi. Ama halk Yunanca konuşurdu.
Sonraları devlet dili de Yunanca oldu. Bu dil
bozula bozula bugünkü Rumcaya döndü.
Böylece günümüzde Rum denilince Ortodoks
mezhebinden olan, Yunanca konuşan, Elen
aslından geldiğini iddia eden kimse anlaşılır.
Haçlı seferleri sırasında Latinler İstanbul’u ele
geçirip Ortodokslara epeyi eziyet ettiler,
kiliselerini yakıp yıktılar. Rumları kendi
mezheplerine, Katolikliğe sokmak için
ellerinden gelen her şeyi yapmaktan geri kalmaz
oldular. Bu yüzden Rumlar İslâmlardan çok bu
Katoliklerden çekinir ve hatta nefret ederdi. İşte
bu durumda II. Mehmed’in İstanbul’u fethedip
de Patriği yeniden icat edercesine hayata
kavuşturması, Rumları Osmanlı Sultanlığı’na az
çok bağlamış, ısındırmıştı. Ne kiliseye, ne
manastıra karışan Fatih, ruhanî işlere ayrıca
imtiyazlar da vermişti. Rumlar yalnız
mezheplerinde değil, âdetlerinde, mahallî
idarelerinde de serbest kalmışlardı.
Fatih’in bu insanca, hoşgörülü davranışlarını
hatırlayan Rumlar, elbette memnun ve hatta
minnettar kalmış olmalı idi. Fatih de bu davranışı
ile halkı Ortodoks olan Katoliklerden baskı
görüp duran nice şehirleri daha kolaylıkla
fethetmek imkânını bulmuştu. Nitekim Şehit Ali
Paşa, Mora’yı fethettiği zaman, Katolik
Venediklerin baskılarından kurtuldukları için
Mora halkı epeyce memnun olmuşlardı. Fatih’in
bu davranışı kendisi ve devleti için birçok kale
kapılarının kolay açılmasına belki sebep oldu
ama her yeni fethedilen Hristiyan ülkesinde
İstanbul Patrikhanesi’nin yönetiminin ve
yetkisinin artması, böylece eski papalık gibi
büyük bir güç ve etki kazanmasına da yol açmış
oldu.
Osmanlılar her iyilik ettiklerini ve başıboş
bıraktıklarını kendilerine saygı duyuyor, minnet
besliyor sanıyorlardı ama daha Şehit Ali Paşa,
Mora fethinden önce bir kuşku üzerine Rumeli
Kavağı’ndaki bir kiliseyi basınca, birçok silah ve
cephane ele geçirdi. Rumlar, daha o zamandan
geniş görüşlü, dost davranışlı Osmanlı
efendilerinin arkalarından kuyularını kazmaya
koyulmuşlardı.
Eflak ve Boğdan voyvodaları ilk fetih
yıllarında yerli boyarlardan seçilir veya tayin
edilirdi. Daha sonraları buraların idarecilerinin,
İstanbul Rumlarından yetiştirilerek gönderilmesi
kuralı getirildi. Türkçe’yi iyice öğrenen, Avrupa
dillerinden bir ikisini de belleyen bu Rum
gençleri, yabancılarla teması gerektiren
dairelerde tercüman olarak görevlendirildilerdi.
Bunlardan sadık ve kabiliyetli görülenler Eflak
veya Boğdan’a Voyvoda gönderildi. İşte bunlara
da “Fenerli” denilirdi. Devletin en önemli, en
nazik işi olan dış münasebetlere, sadece bu
Fenerliler önayak olurdu.
Ermeniler, Osmanlıların bütün akçalı işlerini
elinde tutardı. Köylerde ve bucaklarda yaşayan
Hristiyanların meseleleri hemen Patrikler kanalı
ile Bâb-ı Âli’ye duyurulur ve İslâm ahalinin
dertlerinden ve meselelerinden daha önce ve
daha kesin çözüm yoluna kavuşurlardı.
Eflak ve Boğdan halkı, Ulahlar’ın ırk
bakımından Rumlarla hiçbir yakınlığı yoktu.
Mezhepleri Ortodoks olduğu için İstanbul
Patrikliği’ne bağlı idiler. Hatta bunlar zamanla
Rumlarla kaynaşmış oldular. Slav asıllı olan ve
Rumlarla hiçbir kan ve âdet bağı olmayan
Sırplarla Karadağlılar da Ortodoks’tur diye
İstanbul Patriği’nin hükmü altına girmiş oldular.
Ohri kasabalarındaki patriklik lağvedildi.
İstanbul Patrikliğinin nüfuzu Bulgarlar arasında
da yayılıp tutunmaya başladı.
Osmanlı Devleti’nin güvenini kazanıp da bu
güveni kötüye kullanan Fenerliler, Osmanlı
ülkelerinin, hemen hepsini bir çeşit ruhanî
imparatorluk kurarcasına İstanbul Patrikliğine
bağlayarak fırsat gelince Osmanlılardan kopmak
ve büyük bir Yunanistan meydana getirmek gibi
gizli, cür’etli, haksız ve haince bir amaç
gütmeye böylece başlamış oldular. Osmanlı
Devleti, bu Fenerlileri sadık adamları sanıp da
onların hiçbir ricasını kırmaz ve Avrupa
devletleri ile münasebetlerini bunların ellerine ve
dillerine bırakırken bunlar, daha o zamanlardan
Avrupa devletlerine Osmanlıların zulmünden(!)
sızlanmaya ve başladılar.
Fenerlilerin, Osmanlıların bu safça olduğu
kadar mertçe ve insanca güven ve sevgilerini bu
kadar ısrarla kötüye kullanmaları, artık bir zekâ
eseri, bir milliyet kaygısı olmaktan ziyade
insanlığa hiç yaraşmayan hainlik ve nankörlük
olduğu açıktır. Şimdiye kadar bir devletten, bir
Fatih’ten bu kadar iyilik gören bir azınlığın bu
kadar azgın, bu kadar nankör olduğu tarih
boyunca görülmemiştir. Bunlar buldukça
bunayan ve belasını arayan çeşittendir.
Rumlar, öteki azınlıklara nispetle çok hür, çok
serbest, çok rahattılar. Kendi âlemlerinde, kendi
âdetlerine ve mezheplerine göre ferah ferah
yaşayıp duruyorlardı. Osmanlı Devleti’nin
tebaası olmuş nice başka topluluklar Türkçeyi
öğrenmiş, Türk gibi konuşmaya alışmış olduğu
hâlde bunlar Türkçe’yi öğrenmeye heves edip
lüzum görmezler; Türkçe’yi konuşanlar da
kelimelerin kaşını gözünü yararak konuşurlardı.
Osmanlı Devleti’nin hoş görüsünü çoktan aşan
bu gafleti, bu vurdumduymazlığı örtbas
edilmeyecek bir suçtur!
Sonraları, Osmanlı Devleti askerlikte ve
idarede gittikçe hafif, güçsüz, beceriksiz
olmuştu. İkide bir değişen ve cebini doldurup
savuşmaya bakan memurların halkı bir çeşit
soyması, ilmiye sınıfının gittikçe cahillerle dolup
taşarak asıl dindarların toleransı yerine, dar
kafalı taassubun egemen olması ile Rumların
zihinlerinde, Osmanlı Devleti’nden ayrılmak,
aciz ve kararsız bir devletin tebaası olmaktan
çıkmak manasına gelmiş, ayrılık eğilimlerini
beslemiş ve artırmıştı.
Rusya Çarı Büyük Petro mezhep birliğini
bahane ederek Ortodoks mezhebinde bulunan
Osmanlı tebaalarının aklını çelmeye çok çalışmış
ama Prut’ta yenilmesi üzerine bu teşebbüsü
yarım kalmıştır. Ama onun da körüklemesi,
Rumların öteden beri beslediği bağımsızlık
ülküsüne bir kat daha hız ve cesaret vermişti.
Osmanlı Devleti’nin gücü gün geçtikçe
azalıyordu. Süvari bölüklerinin de yeniçeri
ocaklarının da paraları zamanında
verilemiyordu. Asker, ismi var cismi yok bir
hâle geliyordu. Sefere asker; biraz zorla, yarı
gönüllü, sokaktan toplanan adamlar, yağma var
teşviki ile götürülüyordu. Asker, silah
kullanmaya ehil, tertipli, düzenli bir topluluk
değildi. Bu perişanlık meydanda iken, değil
fırsat kollayan komşu devletler, ülke içindeki
serseriler bile Osmanlı Devleti’nin ordusu ile
kolayca başa çıkacaklarını umuyorlar ve yeni
fırsatlar için hazırlanıyorlardı.
Rusya’ya ile Kaynarca Antlaşması’nı
imzalamak zorunda kaldığımız savaşa giderken
büyük, şanlı ve tarihî ad taşıyan yeniçeri
rezilleri, İstanbul’dan yola çıkarken sokaklarda
rastladıkları Hristiyanları, “Bunlar da gâvur, bre
ilkin bunları vur!” diyerek dövmeye giriştiler.
Bunları yapanlar bir ceza görmeyince sınıra
yakın yerlere varan bu reziller, artık önlerine
gelen Hristiyan köylüyü soyup soğana
çevirmekten, ırzına geçmekten geri kalmadılar.
Müslüman halk bile onlardan çekinir, tiksinir ve
Osmanlı olmaktan soğur hâle geldiler.
Müslümanlar, başka gidecek yer
bulamadıkları için devletin ıslah olması ve
düşmanları yenmesi için dua eder dururlardı.
Dışarıda dindaşı bulunan Hristiyanlar
Osmanlılıktan çıkmak için her çareye
başvururlardı. Öyle zaman oldu ki Baltık
Denizi’nden Akdeniz’e geçen Rus donanması
kumandanının bir işareti ile Mora’nın ve
Adaların Hristiyan halkı hemen Ruslara yardım
etmeye hazır olduklarını belli ettiler. Hatta
silahlanıp Rus bayrağı çekerek Osmanlılara
saldıranlar bile oldu.
Rumlar daha Katerina zamanında isyana
heves ettilerse de daha tam hazır olmadıkları için
genel bir isyana kalkışamadılar. Aralarında
bilinçli insanların yetişmesini, halkın
uyandırılmasını, bağımsızlık ülküsünün her
gönülde yer etmesini sağlamaya çalıştılar.
Osmanlı Devleti bütün bu olan bitenlerden, bu
yeraltı hazırlıklarından habersiz, gafil, kendi
başının derdine düşmüş durumda idi. Rusya,
Kaynarca Antlaşması ile Eflak, Boğdan ve
Hristiyan halkının haklarını korumak imtiyazını
resmen almıştı. Buralar, Rus Devleti’nin nüfuz
bölgesine girmiş gibiydi.
Rusya Karadeniz’deki donanmasına denizci
Rumlarından tayfalar almaya başladı. Bir yandan
da Osmanlı Devleti’nin kaptan-ı deryası Gazi
Hasan Paşa da gemilerine Ada Rumlarından
tayfa yetiştirmeye girişti. Artık iki devlet de
Rumların ilerdeki isyanları için tam ehil, tam
hazırlıklı adam yetiştirmek için yarışa girmiş
oldular. Böylelikle Yunanlıların sonradan
denizcilikte hem hazırlıklı hem maharetli
olmaları, Akdeniz ticaretinde birinci plana
çıkmalarına yol açılmış oldu. Adaların Rum
halkı yeni gemilerle uzak diyarlara gidip büyük
kazançlar elde ettiler. Avrupa’ya gidip gelenler,
oradaki bütün ileri fikirleri, yeni icatları öğrenip
dönüyorlar ve hemşerilerine bunları öğretmekle
kalmayıp, oralardan aldıkları hürriyet ve istiklal
fikirlerini de yayıp benimsetiyorlardı.
İzmir’de, Sakız’da, Yanya’da birbirinden
kaliteli okullar açarak çocuklarını modern
metotlarla yetiştirmeye koyuldular. Gizli bir
cemiyet kurup bütün isyan hazırlıklarını
birleştirme sırası geldiğine inanan birkaç Fenerli
Rum, Rusya’ya kaçıp dernek kurdu. Derneği,
asıl amacını gizleyip, aralarındaki yoksullara,
kimsesizlere yardım için kurulmuş bir hayır
cemiyeti gibi gösterdiler. Eski Yunanlıların
Avrupa medeniyetinin temelini atan kimseler
sayılması yüzünden onlara ağzı açık hayran olan
nice ilim ve sanat adamları da bu cemiyete
yardım etmeyi iş ve zevk edindiler.
Bu sözde hayır cemiyetinin açmış olduğu
okullarda verdiği dersler, verdirdiği
konferanslar, yayımladığı kitaplar bağımsızlık
aşkı, eski ve büyük Yunanistan hülyası ile
doluydu. Osmanlı Devleti, kendi koynunda
beslediği nankörlerin ne gibi amaçlar peşinde
olduğunu, akıllıca bir dikkatle hemen öğrenebilir
ve gereğini yapmak için fazla baskıya lüzum
kalmadan efendice tedbirlerle önünü alabilirdi.
Ama bunu hangi devlet memuru, hangi dille,
hangi bilgi ile hangi cesaretle yapabilecekti? O
taassup devrinde Avrupa dillerinden birini
öğrenene densiz gözü ile bakılır, cemiyette rahat
yaşama imkânı dahi verilmezdi.
O devirde, bu okulları, bu dernekleri, devletin
en mahrem işlerini ve münasebetlerini idare
eden zaten Fenerli Rumlardı. Tilkiye bağ mı
bekletilecek; Rumlar, Rumları mı teftiş
edeceklerdi? Rum okullarında çocukların bir
araya toplanıp bağıra bağıra söyledikleri
şarkıların anlamları üzerinde duran bile yoktu.
Tarihçi Şânîzâde’nin anlattığına göre bu
şarkılarda: “Karada da denizde de bağımsızlık
ateşleri yanacak / Yeditepe ele geçip eski devri
anacak” gibi İstanbul’un tekrar Rumların
olacağını iddia eden sözler vardı.

Rum İsyanı ve Patriğin Asılmasına Kadar


Giden Olaylar

Rumlar, Osmanlı Devleti’nden ayrılmaya karar


vermiş idiler. Bu işi başaracak gücü elde etmeye
ve kendilerin de bunu yapabileceklerine dair bir
güven duygusunun iyice doğup benimsenmesini
bekliyorlardı. Deniz yönünden güçleri besbelli
idi. Gemicilik sanatını Rusya ve Türkiye
devletlerinin hizmetinde bir çeşit staj görerek
iyice öğrenmiş bulunuyorlardı. Deniz ticaretinde
de epeyce ilerlemişlerdi. Akdeniz’de Osmanlı
sancağını taşıyan gemilerin hepsi onlarındı.
Karada da el altından hazırlıkları,
gerektiğinde şöyle böyle bir birliğe karşı
koyabilecek güce erişmişti. Yunanistan
palikaryalarının hepsi, yarı avcı ve yarı eşkıya,
silah kullanmakta idmanlı idi. Tepedelenli Ali
Paşa, Arnavutluk taraflarında sefere çıktığı
zamanlarda bu Rum eşkıyasından faydalanayım
derken, onların daha iyi teşkilatlanmasına sebep
olmuştu. Mora’da Hristiyan köylerin çoğu Rum
isyan emrine hazır askerlerin yatağı idi.
Tepedelenli Ali Paşa oralarda başkaldırmaya
hazır, zaten hiçbir devlete boyun eğmeye
alışmamış dağlı halkı zorla yola getirmiş, hatta
oralarda yeniden dağ başı kaleleri yapıp oraya
Müslüman askerler yerleştirmiş, yerli Hristiyan
halkı yola getirmenin kolayını bulmuştu. Onun
şerrinden kaçıp adalara sığınanlar,
Tepedelenli’nin idamından sonra tekrar yerlerine
dönmüşlerdi. Bonapart zamanında bu Rum
kaçaklarından bin kadarı Fransa emrinde asker
kaydolunmuşlar, adalar İngiltere’ye geçince
yeniden serseriliğe başlamışlardı. Bunlardan
Rusya’ya gitmek isteyenlere ise oralarda kalıp
Osmanlıları rahatsız etsin diye çar izin
vermemişti. Rum milliyetçiliği fikri, Osmanlı
Devleti’nin kâh zayıflığı, kâh gafleti yüzünden
iyice yayılmıştı.
Rumlar bu hazırlıklar sonunda, bu fırsatlar
içinde, güçlerine iyice güveniyorlar fakat
Tepedelenli’den çekiniyorlardı. Tam ondan
kurtulduk derken Tepedelenli oğlu Veli Paşa
1812 yılında Mora Valiliği’ne atandı ve Mora’ya
gitmek üzere yola çıktı. Veli Paşa’nın gelmekte
olduğunu haber alan Rumlar, Bâb-ı Âli’deki
Fenerliler aracılığı ile: “Bir yeni zulüm
istemiyoruz.” feryadı ile sızlanmaya başladılar.
Veli Paşa daha Mora yolunda iken Tırhala
Valiliği’ne nakledildi. Rumların ekmeğine
böylece yağ sürülmüş oldu.
Gizli Rum derneğini idare eden Kapodistirya,
Rus vatandaşı idi, Rusya’nın isteklerine uygun
davranmak zorunda idi. O hâlde daha güçlü,
daha gizli fakat daha yaygın bir cemiyete ihtiyaç
vardı. Rumların, dışarıdan, Hristiyan
devletlerden yardım görme umutları günden
güne artıyordu. Hocabey’de oturan Rum
tüccarından birinin yazıcılığını yapan Manoel
adında birisi İstanbul’a geldi. Yanya tüccarından
bir ikisi ile şirket kurmak ve yağ satın almak
üzere gidip gelirken Ayamavra adasına uğradı.
Oradaki Farmasonlarla konuşup dertleşerek bir
gizli cemiyetin nasıl kurulabileceğini, nasıl
işletileceğini iyice öğrendi.
Hocabey’e döndüğünde, oraların varlıklı ve
silahlı kimselerinden “Etniki Eterya” adını
verdiği gizli cemiyeti, Kasım 1813’de kurdu.
Eski hayır(!) cemiyetinin üyelerinden ve
sağladığı iyi şöhretten faydalanarak bu gizli
cemiyeti faaliyete soktu. Kendisi ile birlikte bu
işe kendini hırsla veren arkadaşları da o zamana
kadar adı sanı duyulmamış kimselerdi. Herkesin
dikkatini çekmek ve güvenini sağlayabilmek
için şu basit hileye başvururlar.
“Bizler reisimizin emrinde canlı aletleriz.
Adını adresini size verirsek herhangi bir
duyulma ihtimali hepimizi mahvetmese bile
çalışmalarımızı durdurur ve o değerli kişinin
belki hayatına mal olur.” yalanı ile önlerine
gelen Rum’u kandırmaya, cemiyete üye
yapmaya ve tehlikeleri göz kırpmadan kabul
etmesini sağlamaya giriştiler.
Doğu Roma İmparatorluğu’nu diriltmek,
İstanbul’daki Rum Patriği’ne bağlı bütün
Rumları ve ülkelerini içine alan bir devlet
kurmak ülküleriydi. “Eski Atina ve Isparta
devletlerini sözü edilmeye bile değmez.” diye
düşünüyorlardı. Bu kadara geniş hayal ancak
serseri Rumlarda olur. Başka toplumlar böyle
hayallerle zihinlerini pek yormazlar.
Eterya kurucuları, Osmanlı ülkesinin her
tarafında olduğu gibi, Moskova, Viyana, Paris
gibi büyük şehirler arasında da mekik
dokuyarak hem üyelerinin sayılarını, hem de
varlıklarını arttırmışlardı. İlk zamanlarda pek
ihtiyatlı, pek çekingen idiler. Sonraları baktılar
ki; Osmanlı Devleti’nde böyle gizli işleri
kovalayacak, kollayacak ne teşkilat var ne
adam; büsbütün pervasız, gözü pek davranmaya
başladılar. Önlerine gelen Rum’a açılmaktan ve
Osmanlı’dan memnun olmayan her Rum’dan bir
yardım değilse bile bir vaat koparmaktan
çekinmez oldular.
Etniki Eterya; Tepedelenli Ali Paşa’nın sarayı
içine sokulmasının yolunu bile buldu.
Mora’daki, Tırhala’daki, Arnavutluk’taki bütün
paşaların konaklarında hizmet gören Rumların
hemen hepsi Eterya’nın ateşli üyeleri hâline
geldiler. Anadolu’daki Rum tüccarı,
İstanbul’daki en gözde Rum aileleri hep Etnik
Eterya’nın üyeleri idiler. Cemiyet hâlâ gizli idi
ama dinleyeni coşturan şarkıları meydanlarda
bile söyleniyordu. O kadar azimli ve cür’etli
idiler ki; Moskova’da büyük reisleri olduğunu
sanarak örgüte girip, sonra da böyle bir reisin
olmadığını öğrenerek hayal kırıklığına uğradılar
ve bu bilgiyi yayma ihtimali olan bir iki emektar
üyelerini öldürtmekten de çekinmediler.
Büyük reisin hayali bir adam olduğu
anlaşılırsa bütün emeklerinin boşa gidebileceği
kanısı artık yerleşmeye başlamıştı. Eterya’ya
gerçekten bir “Büyük Reis” bulmak şarttı.
Bunun için ilk kurucu Manuel, Rusya’ya gitti;
Kapodisterya’ya teklifte bulundu. O, Rus
Çarı’nın adamı olduğu için kabul edemedi.
General rütbesiyle çar yaverliğini yapan İspilanti
oğlu Aleksandr’a teklif etti, o kendisinden
hararetli kabul edince, hemen başkanını
karşısına alıp bir öğrenciye öğretir gibi
cemiyetin bütün sırlarını öğretti.
Yine bir kurnazca düşünce ile çarın yaverini
cemiyetin başkan vekili: “Asıl başkan çar.”
diyerek bu yeni müjde ve yeni ihtimali, üstü
kapalı sözlerle bütün cemiyet şubelerine ve
önemli üyelerine bildirildi. İstanbul’daki Eterya
cemiyetine böyle bir bildiri gelince, evden eve,
elden ele dolaştırıldı. İşin genişlediğini ve
önemli kimseler tarafından benimsendiğini
öğrenen ve o vakte kadar kuşkulu ve çekingen
davranan Rumlar da cemiyete girmeye ve
birbirleriyle yarış edercesine el altından yararlı
olmaya koyuldular.
İstanbul Rum Patriği Grigoriyos artık bir din
adamı olmaktan çıkıp gizli siyasî cemiyetin baş
elemanlarından biri oldu. Bu arada işin başını
kendi elinde bulundurmak için İstanbul şubesini
usulen lağvedip yeniden kurarak kendi
başkâtibinin idaresine verdi. Bu gizli çalışmaları
gizleyebilmek için de birçok büyük şehirlerde
Rum ticaret şirketleri kuruldu. Eterya böyle
gelişerek Osmanlı Devleti’nin iliklerine
işliyordu.
Yetişip şöhret bulmasında Fenerlilerin çok
yardımı olan ve onlara borçlu olduğu kadar
onlar vasıtasıyla kendine rant sağlamayı da iş
edinen Hâlet Efendi’nin davranışları da
Eterya’nın düşüncelerine ve teşebbüslerini
kolaylaştırıyordu. Hâlet Efendi’nin, Fenerlilerin
sözlerine aldanmış görünmesi, onlara eski
minnetini ödemek için değil, voyvodalarda
dilediğini mevkie geçirip sağmal koyun gibi bu
kimselerden sızdırdığı paralardan bir kısmını
yeniçeri başlarına dağıtarak kendi mevkiini
sağlamlaştırmayı iş edindiği içindi.
Rumların bütün düşüncesi, isyan ateşini ilk
olarak sarp dağlar, dar boğazlar ülkesi, Mora
yarımadasında tutuşturmaktı. İlk karışıklığı
çıkartmayı akıllarına koymuşlardı. Oralarda,
büyük orduların harekete geçmesine ve çetelerle
uğraşmasına imkân yoktu. Osmanlıların at
oynatabilecekleri yerler değildi. Bir tek
çekindikleri, Tepedelenli’nin korkunç azmi ve
hıncı idi.
Hâlet Efendi, sanki bunu biliyor ve
dolayısıyla yolu açmayı istiyormuş gibi,
Tepedelenli ile uğraşıp duruyor, onu gözden
düşürmek, zorla kışkırtıp asi yapmak için
elinden geleni geri bırakmıyordu. Aradan çok
geçmedi, Tepedelenli asi oldu, idamına ferman
çıktı. Yanya Kalesi’ne kapanıp kendi başının
kaygısına düştü. Eteryacılara da meydan boş
kaldı. Bir yandan Tepedelenli, bir yandan da
Eteryacılar, Rusya’yı el altından imdada
çağırmak için, birbirinden habersiz, aynı adamı
aracı yapıp gizlice Rusya’ya gönderdiler.
Mora yarımadasının böyle için için
kaynadığını, oralardan geçenler bile fark edip
Bâb-ı Âli’ye bildirdikleri hâlde, Reisülküttap
Canip Efendi’den başka kimse harekete
geçmedi. Onun çabalarını da Hâlet Efendi
ustalıkla sindirmesini ve bastırmasını bildi. Bu
arada İngilizler, Mora’daki isyan hazırlıklarını
geriden fark edip Osmanlı Devleti’ni birkaç kere
uyardılar ama Mısır işinde olduğu gibi her
kargaşalıktan faydalanmayı iş edinen İngiliz
politikasından yılmış ve ürkmüş olan Osmanlı
devlet adamlarına bu haber verişleri sonuç
sağlamadı.
İleri görüşlü ve hamiyetli Reisülküttap Canip
Efendi’yi de azlettirmeyi başaran Hâlet Efendi,
devletin büsbütün gaflet içinde kalmasına sebep
oldu. Bâb-ı Âli’nin ve sarayın bu gafletini fark
eden Eteryacılar, cür’etlerini artırdılar ve çok
gizli tuttukları amaçlarını fırsat buldukça açığa
vurup esaslı sonuçlar almanın yolunu tuttular.
Bu gizli cemiyetin cür’etli fedaîleri; Eflak ve
Boğdan’da Osmanlı Devleti’ne sadık kalan
Hristiyanları, zehirlemekten hatta açıkça
öldürmekten çekinmez oldular. Eflak Beyi
Aleko’yu da zehirleyip öldürdüler.
Bunun üzerine Eflak da idare Eteryacıların
eline geçti. Sabırsız ve haris nice Rum
sergerdeleri gizli cemiyetten direktif almayı
beklemeden, ya ün salıp külah kapma ya da
etrafa dehşet salıp yağmalar yaparak yanlarına
gözü dönmüş yağmacı adamlar toplamak için
arada bir ayaklanıyorlardı. Bu arada Rusya’nın
bu davranışlarını koruyacağını, kendilerini
Osmanlı pençesine bırakmayacağını, bastırılıp
ele geçseler bile Rusya’nın kendilerini
kurtaracağını umuyorlar ve bu yüzden hangi
haydut ortaya çıksa etrafına hemen birkaç bin
adam toplayabiliyordu.
İstanbul, Eflak’taki bu kıpırdanmaları görüyor
ve Buğdan’a da sıçramasın diye Boğdan
voyvodası Mihal Bey’e uyanık ve tedbirli olması
için haber gönderiyordu. Hâlbuki Boğdan’da
yaklaşan isyanın asıl elebaşısı bu Mihal Bey
olduğundan gafildi. Bu adam, Tuna yakasındaki
İbrail gibi önemli kaleleri ilk başkaldırıda ele
geçirmek için Sırp ve Rumlardan seçkin süvari
birlikleri bile kurmuş bulunuyordu. Eterya’nın
başlarından biri, Yaş kasabasına “Tam fırsat
vaktidir.” düşüncesiyle biraz da acele olarak
girdiği gün Boğdan’nın her yanında isyan ateşi
parlayıverdi.
Rusya ve Polonya içlerindeki Rumlar
başlarına üç renkli cumhuriyet alâmeti kokartlar
takarak, kırmızı haçlı bayraklar çekerek
sokaklara düşüp hürriyet marşları söylemeye
başladılar. Hâlet Efendi, Mihal Bey’e inanmakta
devam ediyor, ondan aldığı aldatıcı raporlarla
avunuyor ve sarayı da avutuyordu. Eterya
cemiyetinin başkanı olarak Eflak ve Boğdan’da
isyan çıkarmak için dolaşan Aleksandr
İspilanti’yi, Rus generali olarak gösteriyor:
“Kıyafet değiştirerek sınırdan asilerle temasa
geçmiş, ne yapalım?” diyordu.
İstanbul’daki Fenerliler, Boğdan’da isyanın
patlamak üzere olduğunu günü gününe haber
alıp İstanbul’dan sıvışmanın yolunu bulurlarken
Bâb-ı Âli’nin ve sarayın bunların kaçtığından
ancak üç gün sonra haberi oluyordu. Eteryanın
teşkilatı saat gibi işliyor, her yandan paralar
yağıyor, silah ve cephane yığınları çoğalıyor.
Tuna kıyılarındaki Osmanlı gemileri yer yer ele
geçiriliyordu. Rumlar, İslâm köylerini yaka yıka,
malları ve hayvanları yağma ede ede etrafa
dehşet saçmaya başlamışlardı. Bu haberler, Bâb-
ı Âli’ye yıldırım gibi çarpmış, bütün İstanbul
halkını telaşa düşürmüş, Hâlet Efendi’yi de
şaşkına döndürmüştü.
Hâlet Efendi, Fenerlilere güvenmekle ve
Şeyhülislâm Halil Efendi’nin yüzüne de
söylediği gibi Mihal’e güvenmek ve onu genç
yaşta voyvoda yapmakla büyük yanlışlıklar
yapmış, devleti de ister istemez aldatmak
durumuna düşmüş olduğunu anladı. “Battı balık
yan gider” misali, bu suçlarını örtmek için daha
ağır suçlar işlemeye, hileler ve dümenler
kurmaya kalkıştı.
Sultan II. Mahmut, Boğdan’daki isyanı haber
alınca bütün Rumların kılıçtan geçirilmesini
emrediverecek kadar kızdı. Bu hiddetin şu
faydası oldu: Rusya, padişahın bu emrine karşı,
Rumları koruyacak hiçbir harekette, hatta
müracaatta bile bulunmadığı gibi; aksine, Rus
generali görünen Aleksandr İspilanti’yi bile Rus
vatandaşlığından kovduğu, Mihal Bey’in
Rusya’dan yardım isteyişine kesin ret cevabı
verdiği elçi tarafından Osmanlı Devleti’ne
bildirdi. Böylece, bu isyanı Rusya’nın el altından
teşvik ettiğini, ilk fırsatta asileri korumak için
harekete geçeceğini uman Rumlar da bundan
korkan Bab-ı Âli de Rusların bu işte parmağının
olmadığını gördü.
Bunun üzerine Rumlar, korkuya düştüler,
isyanı vakitsiz başlattıklarına hükmettiler. Bu
arada İstanbul’daki Rum Patriği, bu asileri
aforoz eden; dinle hiçbir bağlılıkları kalmadığını,
yaptıklarının din hükümlerine uygun
düşmediğini belirten bildiriler yayımlayarak
belki tâ ilk kuruluşunda beri Eterya’ya yaptıkları
hizmetleri unutturmak, kendini temize çıkarmak
gayretine düştü.
Bu arada Hâlet Efendi, içten pazarlıklı
oluşunun, devlete ve millete ne ziyan gelirse
gelsin kendi başını kurtarmak ve itibarını devam
ettirmek hırsının bir belirtisini daha gösterdi:
Sadrazamla şeyhülislâmı azlettirmeyi başardı.
Devlet böyle şahıslarla uğraşırken, bu sefer
İstanbul Rumları içinde sabırsız ve azgın olanlar
da vukuat çıkarmaya başladılar. Bu sefer herkes
kendi malının ve canının derdine düştü. Herkes
devletin kendilerini korumayı
başaramayacağından korkarak, kendi tedbirini
aldı. İstanbul’da çoluklu çocuklu, silah
patlatanlar, nişan talimi yapar gibi kurşun
sıkanlar arttıkça arttı.
Hâlet Efendi bütün yaptıklarının ne kadar
yanlış olduğunu, kendi çıkarını sağlamayı
düşünürken bütün halkın ve kendisinin de
gürültüye gitmekte bulunduğunu neden sonra
anladı ama artık iş işten geçmişti. Bu sefer: “Bari
Müslümanlar kendini korusun.” düşüncesiyle
herkesin silahlanması için padişahtan izin
çıkarttı. Böylelikle İstanbul’da bir seferberlik
havası esmeye başladı. Bu kargaşalıktan
faydalanarak soygunlar, yağmalar, şehir
mahallelerine, çarşı içlerine kadar yayıldı.
Kendi derdine düşen İstanbul neden sonra
Osmanlı sınır ülkesi, Boğdan’daki isyanı
hatırladı. Bu isyanı bastırmak ve elebaşlarını yok
etmek için bir seferberlik şarttı. Fakat neyle
kiminle. Yeniçeriler artık büsbütün düzensiz,
dağınık, asker denmelerine bin şahit isterdi.
Hâlet Efendi, güvenip dayandığı yeniçerileri
büsbütün gözden düşürmemek için toplattığı
gönüllüleri yeniçeri gibi gösterip sınıra
yollamaya kalkıştı.
Yeniçeriler, İstanbul’daki Rum hıyanetini
bahane ederek İslâm-Hristiyan demeyip varlıklı
kimselerden haraç almaya, para kokusunu
aldıkları yeri basmaya başlamışlardı bile.
Bunlardan biri, artık kolay kolay örtbas
edilemeyecek olanı, şiddetle ele alındı. Sebep
olan yeniçeriler hem ocaktan kovuldu hem ceza
gördü de İstanbul’a birazcık olsun dirlik ve
güvenlik gelir gibi oldu.
Hâlet Efendi baktı ki başı satıra doğru gidiyor,
yaptığı yanlışlıklar, kayırmalar meydana
çıkacak, bu sefer kendisine yeni bir önem
verdirebilmek için Osmanlı ülkesinde devlet
aleyhine, Müslüman halk aleyhine Hristiyanların
kutsal bir anlaşmaya varmalarını karşılık,
Müslüman olan Osmanlı tebaasının da
birleşmeleri, anlaşmaları, kenetlenmeleri
gerektiğini ileri sürdü. Kötü bir Eterya taklidi
olarak yeminlerle üye kaydedilen cemiyetler
kurmaya kalkıştı.
Rumlarda bir ideal, bir azim, bir fedakârlık
vardı. Bunlarda ise sade cihat kaygısı ve Hâlet
Efendi korkusu! Değil cemiyet kurmak, turşu
kurmak bile bir marifet, bir sabır, bir hulûs işidir.
Turşu kurulduğu gün bir şeye benzemez ama
küpü dayanıklı, sirkesi iyi ise içine doğrananlar
dövdüğü gibi cins demir, sıcak demir olursa!
Heyhat ki Hâlet Efendi soğuk demiri gösteriş
olsun diye dövüyordu.
Hâlet Efendi’nin, yeniçeri diye topladığı beş
bin kadar serseri ise daha Büyükdere’den
gemiye bindirilmeden, Ortaköy’deki Hâlet
Efendi Konağı’nı geçer geçmez rast geldikleri
yol boyu Hristiyan yalılarını delik deşik etmek
suretiyle cephanelerini tüketmiş bulunuyorlardı.
Artık onun da eski efendileri Fenerlileri
koruyacak hâl ve cesareti kalmamıştı. Zaten
onlar da ileride Büyük Yunanistan’da(!) layık
oldukları yerleri alabilmek için, tedbiri elden
bırakmışlar, yersiz bir cür’etle kendilerini açığa
vurmuşlardı. Tahkikat üzerine yakalanıp birer
birer haklarından geliniyordu. Velhasıl
Fenerlilerin mumu sönmüştü artık.
İstanbul’da Fenerlilerin mumları sönerken
Mora Rumlarının isyan ateşi parlayıvermişti.
Mora Rumlarının reisleri, Paskalya gecesi birden
bire coşup İslâm ahaliyi kılıçtan geçirmeyi ve
Osmanlı Devleti ağır basacak olursa bunu
Tepedelenli Ali Paşa’nın yaptırdığını söyleyip
suçu ona yüklemeyi kararlaştırmışlardı.
Patlak veren Arhos olayı, kararlaştırılan
vakitten evvel kötü niyetlerinin açığa
vurulmasına şöyle sebep oldu: Arhos
kasabasının pazarında sarhoş dolaşan Yenişehirli
İbiş ile Hayta Hasan birden sokak ortasında silah
boşaltmaya girişince Rumlar paskalya günü
yapacağımız iş meydana çıktı da Müslüman halk
galeyana geldi sanarak kasabaya telaşla haber
salınca silahlı Rumlar gafil avlanmamak için
toparlandılar.
Bunun üzerine Arhos’ta azınlık olan
Müslümanlar Anapoli Kalesi’ne sığındılar ve
kendilerini kurtarıp koruyabildiler. Bir kere
böylece ok yaydan çıkınca Rum isyanı vakitsiz
de olsa her tarafta birden başladı. Adalardaki ve
devlet takibinden kaçan sabıkalı Rumlar da gelip
Mora’daki ateşi hızlandırdılar. Kapıcıbaşı
Mustafa Bey, Yanya Seraskeri Hurşit Paşa’nın
verdiği emri kahramanca yerine getirip eşkıya
yataklarını cesaretle basarak birçoklarını kılıçtan
geçirdi.
Mustafa Bey, çekildikten sonra Rumlar, daha
yaygın daha hınçlı daha bilinçli olarak bir daha
başkaldırdı. Hurşit Paşa, isyanı zamanında
bastırılabilmesi için kuvvet istedi ise de
İstanbul’da vükela denen adamlarda ne isabetli
bir görüş, ne uzaktakilere inanış vardı;
aldırmadılar. Mora’nın nasıl bir patlama yeri
olduğunu ilkin Hurşit Paşa anlayamamıştı; o
neden sonra anladı ama bu sefer de vükelaya
anlatamadı.
Yangın saçağı sarmıştı artık, değil o günlerde
elde edilen az çok bir şeye yarar ordu; bütün
evlad-ı fatihân gelse Mora’yı elde tutamaz, daha
doğrusu ele geçirmeyi başaramazdı.
Anadolu’dan Kayseri mutasarrıfı Hasan Paşa’ya
askeri ile Antalya’dan gemiyle Mora’ya gitmesi
emredildi ama orada yeter sayıda gemi yoktu.
Rodos’a yazıldı. Bunlar birbiriyle yazışırken
dursun Mora isyanı kızışıyordu. Mora asileri,
Akdeniz’e çıkıp deniz yolunu da kesti. Hasan
Paşa askeri ile birlikte İzmir’deki fesat ve fitneyi
bastırma işine memur edildi.
Halkının çoğu Hristiyan olan Mora kasabaları
birer birer eşkıyanın eline geçiyordu. Kimsenin
kimseden haberi yoktu. Bir bozukluktur, bir
çöküntüdür, bir çekinmedir gidiyordu.
Bölgedeki ordu, bir kasbadaki isyanı şöyle böyle
bastırdıktan sonra ötekinin imdadına koşuyordu,
fakat ayrılır ayrılmaz o kasaba yeniden
başkaldırıyordu. Asıl isyancılar dışarıdan gelen
eşkıya değil, kasaba halkından Hristiyan
olanların çoğunluğu olduğu anlaşılıyordu.
Bunlardan yalnız halkının çoğu Müslüman
olan Lala kasabası, hatta başlarında bir genç kız
olmak üzere Rum eşkıyasına karşı başarılı bir
harbe girişmiş ve onları püskürtüp yok etmişti.
Bu genç kızın kahramanlığı Yusuf Paşa’nın o
kadar hoşuna gitmişti ki âdeta kıza âşık oldu,
onunla evlendi. Yer yer böyle yiğitlik gösteren,
azgın Rumları sindiren, dağıtan hatta kılıçtan
geçiren asker başları ve halk adamları çıkıyordu
ama eşkıya dediğimiz asiler her tarafta karınca
gibi kaynıyordu.
Bu sırada devlet, Tepedelenli Ali Paşa’yı baş
belası ettiğine pişman olmuş ve belki Hâlet
Efendi’nin inadı da yenilmişti ama iş işten
geçmişti. Mora ayaklanması kısa zamanda
yayılıp bulaşarak bir ucu Selanik’e kadar
uzanmıştı.
Yer yer sindirilen ve bastırılan isyanlar, ordu
gücü oradan başka yere yardım için uzaklaşır
uzaklaşmaz, kül altından kor gibi kıvılcım
saçarak parlayıveriyordu. Sarp kalelere sığınan
Müslüman halk, umdukları yardım gelmeyip
yiyecekleri de tükenince göz göre göre
ölmemek, mümkün olduğu kadar canlarını
kurtarmak için eşkıyaya teslim olmak
mecburiyetinde kalıyorlardı.
Ne yazık ki Mora’nın şurasında burasında
aylarca asi Rumlar tarafından kuşatılmış
kalelerde didinip çabaladıktan sonra teslim
bayrağı çeken Müslüman halktan pek hayatta
kalan olmadı. Ancak Menekşe Kalesi’ndekiler
gibi çoktan beri Rumlarla kaynaşmış, kız alıp
vermiş olanlar bu akrabalık ve yakınlık
sayesinde canlarını kurtarabildiler.
Mora’daki isyanların doğru dürüst
bastırılamadığı, asilerin ceza görmediği
anlaşıldıkça yakın Adalar’da da kargaşa,
başkaldırı başladı ve yayıldıkça yayıldı.
Dağdakiler, Müslüman halkın bulunduğu yerlere
inip soymaya, kıyılardakiler korsan olup deniz
yollarını kapatmaya başladılar. Bütün yakın
adalar ateş çemberi içinde kaldılar.
Bu arada Kıbrıs Beyi, devletten barut istedi.
Bu isteğinin İstanbul’a ulaşması ve barutla değil,
yazıyla cevap verilmesi bile haftalar, aylar
sürdü. Elinde koca donanma bulunan Osmanlı
Devleti’nin kaptanı, bir adaya barut sevk
edemiyor fakat tüccar yazıcılığından yetişme
komiteci bozuntusu bir Rum kopili, yardım
paralarıyla toplanmış top ve tüfeği karadan,
denizden asilerin ellerine ulaştırmayı
başarıyordu. Biri, bir davaya inanmış, baş
koymuş; öteki, göbek beslemekle vakit geçirmiş.
Eğriboz Kalesi’nin durumu da devletteki
düzensizliğe, tedbirsizliğe, adam kıtlığına bir
örnektir. Kalenin durumunun perişan ve
umutsuz hâlde olduğunu; hâlbuki şöyle böyle
küçük bir yardımla kurtulabileceğini, kaleden
güç bela, kaça saklana gelen bir adam, durumu
İstanbul’a bildirmişti. Kafasına dank etmiş ama
ne tedbir alınmış tahmin edebilir misiniz? Bunu
yazmaktan kalemim bile ter döküp hicap
duyuyor ama ne çare tarihçinin görevi bildiğini,
belgeye dayananı olduğu gibi yazmak! Öyleyse
işte doğrusu:
O zaman en büyük maharet havalecilik (yani
işi başkasına aktarıp kendini kurtarmış ve işi
yapmış sayıp rahatlamak) olduğundan bu
dehşetli habere mahir(!) bir kalem efendisi:
“Acaba İzmir’den Eğriboz’a bir şey gönderildi
mi, gönderilmedi mi, bu bir kere İzmir’den
sorulmak gerekir.” notunu koyarak bir çengele
asıverdi. Sarayın ve Bâb-ı Âli’nin yaptığı da
bundan farklı değildi. Oraya, buraya olur olmaz
emirler, fermanlar yağdırılıyor; takdirler,
tevbihler, ezberden kararlar alınıp gönderiliyor,
belki muhatapların ellerine bile geçemiyordu.
Bu sırada ya İstanbul’a gelen kötü haberleri
unutturup geçiştirmek ya da suçu yükleyecek
birini bulup güya devletin itibarını korumuş
olmak için üst üste, yerli yersiz, haklı haksız
adam feda etmek, kumandan, kaptan nazır ve
sadrazam değiştirmek âdet hâlini almıştı. Daha
yeni sadrazam olmuş Benderli Ali Paşa’nın
hiçbir şeyden, hiçbir siyasî ve idarî tedbirden
haberi de yoktu, bilgisi de.
O sırada, İstanbul Rum Patriği Grigoryus’un
Mora asileri ile mektuplaştığı, gizli
cemiyetlerinin İstanbul’daki elebaşısı olduğu
tesbit edildi. Rumların paskalya günü
patrikhaneye patrik seçmek üzere, siyon meclisi
toplanmışken, Osmanlı Devleti, devlete sadık
birinin patrik seçilmesinin şart olduğu bildirdi.
Metropolitler bu emri ister istemez yerine
getirdiler. İçlerinden birini Patrik seçtiler. Bu
seçim sırasında tesir etmesin, ötekilerin aklını
çelmesin diye yeni sadrazam Grigorios’u Bâb-ı
Âli’ye getirtti, sorguya çekti ve yaptığı
hainlikleri bir bir yüzüne vurdu.
Sadrazamın: “Mora Rumlarının nasıl
hazırlandıklarını hiç mi bilmiyordun ki devlete
haber vermedin?” sorusuna inkârla karşılık
vermeye kalkınca sadrazam gürledi: “İçinizden
bir orospunun kocasına ihanetini hemen haber
alıp gereğini yapıyorsun da bu koca isyan
hazırlığından haberin olmaz olur mu hiç?”
Patrik, bu sefer yaşını ileri sürdü: “Doksanını
geçmiş, aklını yitirmiş bir ihtiyarım; bunları bilse
bilse on ikiler bilir.” diye kendisini seçmekte ve
desteklemekte ısrar etmeyip cesaretsizlik
göstereceklerini bildiği metropolitleri itham
edercesine ifade verdi. Sadrazam, isyanının uzun
zamandan beri sürdüğünü ve İstanbul’dan idare
edildiğinin artık devlet tarafından tespit
edildiğini belgeleri ile patriğin yüzüne
söyleyerek Kadıköy’e sürülmesini emrettiği
sırada, yeni patriğin seçildiği ve artık bunun
patriklikten düşmüş olduğu haberi geldi.
Bunun üzerine hemen Fener’e gönderilmesini
ve yaftası göğsüne takılarak patrikhanenin orta
kapısı önünde asılmasını emretti. Padişah daha
önceden bu kararı almış ve tatbikinin yeni patrik
seçiminden sonraya bırakılmasını uygun
görmüştü. Bu arada isyancıları uzaktan teşvik
eden, besleyen Kayseri, Edremit, Trabya
metropolitleri de Balıkpazarı’nda, Kaşıkçılar
Hanı önünde ve Parmakkapı’da asıldılar. Ayrıca
İstanbul Rumlarından asilere yardımcı olanlar,
asilerle yakın ilgisi meydana çıkanlar da halkın
çok geçtiği ve biriktiği yerlerde asılıverdiler.
Patriğin ölüsü üç gün asılı kaldıktan sonra
Yahudiler eliyle denize atılması padişah
tarafından emredildi. Yahudiler, deniz yüzünde
kalıp da Rumlar alıp bir yere gömmesinler diye
karnına taş bağlayarak denize attılar. Patriği
astıkları gün Yahudilerin İsa’yı çarmıha
gerdikleri güne rastladı diye duyan Rumların
gözleri büsbütün döndü, içleri kabardı, korkuları
gitti, büsbütün azdılar.
Hâlet Efendi Rumlara, Fenerlilere önceleri söz
vermiş olduğunu duyup bilen halkın gözünde
eski kabahatini unutturmak için böyle fena bir iş
yapılmasına sebep olmasa idi, padişaha bu
emirleri verdirmese idi, Mora isyanı bu kadar
alevlenmez, bu kadar yayılıp büyümez ve o
zamana kadar Mora Rumlarını tutmuyor
görünen Rusya açıktan isyancıları okşayan
tavırlar takınmazdı.
Rusya kendi devlet mezhebinin papası demek
olan İstanbul patriğine yapılan bu muameleyi,
hele asıldıktan sonra, üstelik Yahudilere teslim
edilmesini elbette hoş göremez, elbette ayıplar,
çirkin bulurdu. Ama o zamanki nazırlar içinde
Rusya imparatorunun aynı zamanda İstanbul
patriğinden aldığı vekaletle onun bir nevi
halifesi sayıldığını bilip hesaba katacak ve buna
göre vaziyet almasını hatırlatacak bilgide,
görgüde ve cesarette insan yoktu.
İşin bu siyaset tarafı bir yana, İsa’nın vekili
demek olan ve Fatih gibi bir ulu padişahın lütfu
ve müsamahası ile korunmuş bir dinî makamda
oturan bir din adamının bu kadar masum insanın
yok olmasına sebep olan bir kanlı işe teşvikçi ve
hatta ortak olması her türlü cezayı hak ettirecek
bir kötülüktür. Bunu da bu şekilde belirtmek
hakkımız ve vazifemizdir.

Diğer Gelişmeler
Arabistan’da, Mısır Valisi Mehmet Ali Paşa’nın
oğlu İbrahim Paşa, Vehhabîleri iyice sindirmiş,
en önemli kaleleri Deriyye’yi de ele geçirmişti.
Mehmet Ali Paşa da Sudan’a sefer açmış ve oğlu
İsmail Paşa’yı da o tarafa göndermişti.
Böylelikle babalı oğullu, Osmanlı Devleti
namına görünse de kendi hesaplarına idareleri
altındaki toprakları genişletmeye koyulmuşlardı.
İbrahim Paşa Vehhabîleri yıldırıp sindirdim
diye Mısır’a döner dönmez Vehhabîlerin reisleri
yine şehirlerine dönmüşler ve tekrar
başkaldırmışlardı. Bunun üzerine Mehmet Ali
Paşa, adamlarından Hüseyin Bey’i düzgün
birliklerini emrine vererek bu başkaldıranlar
üzerine göndermişti. Hüseyin Bey bu asileri
Riyad Kalesi’nde sıkıştırmış, biri kaçmış,
ötekiler teslim olmuşlardı. Bu suretle Vehhabî
meselesi kapanmış, Mekke ve Medine tarafı
emniyete alınmıştı. Mehmet Ali Paşa, bundan
sonra Sudan savaşına önem verdi. Kölemenlerin
son kalıntılarını da oralarda bozguna uğrattı.
Mehmet Ali Paşa, bir yandan da
İskenderiye’de hazırladığı otuz parça gemiyi
Mora’da ve Adalar’da pek güç durumda olan
Osmanlı donanmasına yardıma göndermeyi
ihmal etmedi. Padişahın gazabına uğramamak,
Hâlet Efendi’nin isteyeceği borcu, istemeden
vermek ve pek sıkışık hatta tam müflis durumda
olan devlet hazinesine, sık sık para yardımında
bulunmuş olmak için önceden davrandı.
Ne çare ki ne bu yardımlar hazine açığını
kapatmaya yetti, ne de Mehmet Ali Paşa’nın 30
gemilik yardımı, Osmanlı donanmasını Rum
korsanlarını yenebilecek bir üstünlüğe
ulaştırabildi. Osmanlı donanması, Rum
korsanlarına emrindeki gemilerinden sekizini
kaptırmış bulunuyordu.
Akdeniz’in eski hâkimi Osmanlı donanması,
şimdi Rum korsanlarının şerrinden kaçacak delik
arıyordu. Bereket ki Eflak ve Boğdan
taraflarından kara ordusunun az çok zafer
kazandığını bildiren haberlerle İstanbul’daki
telaşlı ve endişeli devlet adamlarının yüreğine
azıcık su serpildi.
Rumlar, Eflak ve Boğdan halkının da
kendileri gibi Osmanlı Devleti’ne
başkaldırmasını istiyorlardı. Eflak ve Boğdan
halkı ise memleketlerinde hür ve rahat
yaşıyorlardı. Daha iyi ve daha rahat bir hayat
vaat ederek toplanan eşkıyanın kendilerini
beslemekten başka bir dokunur tarafı olmadığını
gören bu halk ancak korku belası onlarla birlik
görünüyordu. Rumlar da bunun farkına
varmışlardı.
Bükreş metropolitleri, Rumların
eziyetlerinden kurtulmak için Osmanlı
Devleti’nin biraz daha güçlü ve etkili
davranmasını, ikide bir, el altından yetkililere
haber göndererek rica etmekten geri
kalmıyorlardı. Ruslar ise buraların kurtulup
bağımsızlığa kavuşacağım derken kendi ellerine
düşmesini bekliyorlardı.
Rusların, Osmanlı Devleti’nin bu Rum
sergerdelerini temizlemek azmini hoş görür
davranması, Osmanlı Devleti’ni Mora’da
olduğundan daha hızlı ve güçlü davranmaya
yöneltti. Asiler üzerine üç koldan hücuma
geçildi. Sınır boylarında talim görmüş askerler
savaş ehli ve vicdan sahibi çıktılar, başarılar
gösterdiler. Asileri kurdu ininden çıkarırcasına,
sığındıkları yerlerden de söküp almasını
başardılar.
Bu sırada, İstanbul’dan bin bir sıkıntı ve
meşakkatle sınırlara doğru yola çıkarılmış olan
beş bin yeniçeri, Babadağı’na geldi. Düşmandan
temizlenmiş yerlere koşup zahmetsiz, tehlikesiz
yağmaya hazırlandılar. Ne başlarındaki Osman
Ağa, ne onları emri altında savaşa sürmeye
hazırlanan Salih Paşa bunlara söz geçiremedi.
Bu durum İstanbul’a bildirildi ama yeniçerilere
söz geçirilemeyeceği hesaba katılarak sanki
yaptıkları hareket isabetli imiş gibi o taraflarda
harekete devamları uygun görüldü. Onlar hizaya
getirilmedi de başlarına öylece emir verilmiş
oldu.
Yunus Ağa, Tuna Nehri’nde iki direkli bir
düşman gemisini sandallara atlayıp canını dişine
takarak ele geçirmeye muvaffak oldu. Altı
elebaşını da tutsak etti. Bu yiğit Yunus Ağa, iflâs
hâlindeki hazineden güç halle verdiği para
mükâfatıyla İstanbul’da ağırlandı, onun tutsak
gönderdiği altı elebaşı şehrin kalabalık yerlerine
Rumlara ibret olsun diye asıldı. Devlet ancak
böyle gücünü gösterebildi.
Böyle Yunus Ağa gibi yiğitlerin emirlerindeki
sadık ve talimli askerler en zor şartlar içinde
başarı göstermelerine karşılık, hazır düşmandan
temizlenmiş yerlerde yağmacılıkla vakit geçirip
kese dolduramayacağını anlayan yeniçeriler, işi
azıtmaya, âmirlerine kafa tutmaya; dağılmak için
bahane aramaya başladılar. Bir ara Serasker
Yusuf Paşa’ya bile çıkıp olur olmaz tekliflerde
bulunanlar oldu.
Âyânlıktan yetişen Yusuf Paşa yürekli ve
cesur bir kimse idi. Huzurunda böyle edepsizce
konuşan bir iki yeniçeri elebaşının kulaklarını
kesip Yeniçeri Ocağı’nın kapısına bıraktı. Bunu
gören yeniçerilerin ne zorbalıkları kaldı, ne de
yüzsüzlükleri. Baktılar buralar serserilik
heveslerine uygun değil; o yana bu yana
dağıldılar, yollarda fakir ve masum halka eziyet
ede ede İstanbul’a kapağı attılar.
Devlet-i Aliye’de piyasa ve ticarî hayat da
bozulmuştu. Gerçek sikkeler ve ayarı tam gümüş
paralar ortadan kalkmıştı. Ya ayarı bozuk ya da
büsbütün sahte paralar ortada dolaşıyor ve
bunlar yabancı tüccarlara sürülüp duruyordu.
Bütün düzensizlik ve kargaşanın baş müsebbibi
Hâlet Efendi, bunları unutturmak, kendisinin
davranışları ve telkinlerinin kötü sonuçlarının
dillerde dolaşıp durmasını önlemek için, yeni
yeni gösteriler icat ediyor, acayip modalar
çıkarıyordu.
Hâlet Efendi bu meyanda, gerektiğinde
sınırlarda savaşa katılmaya hazır görünsünler
diye ulemadan birçoklarına, meydanlarda ata
bindirtip kılıç talimleri yaptırtıyor, bir başka gün
yeni kıyafetlerle törenler tertip ettiriyordu. Bir
yandan da kendisini halkın ve sarayın gözünden
düşürmeye çalıştığını gördüklerini, bir
bahanesini bularak sürdürmekten, öldürtmekten
geri durmuyordu. Bu kini, bazı nüfuzlu
kimselerin kadınlarına kadar ulaşmıştı. Hatta
böyle nüfuzlu birinin evine, adamlarını
gönderip: “Bursa’dan sürgündeki kocanız
istiyor, biz de sizi götüreceğiz.” diyerek kadını
evinden aldırtıp yolda boğularak çalılar dibine
çırçıplak atılmasına bile sebep olmuştu.
Osmanlı Devleti bu hallerde kendi sıkıntıları
ile boğuşurken Napolyon Bonapart’ın ölüm
haberi Avrupa gazetelerinde yazıldı. Böylece,
sürgünde iken bile nice Avrupa kralının korkulu
rüya görmesine sebep olan Bonapart’ın
ölümüyle onlar da büyük bir kaygıdan
kurtulmuş oldular.

Avrupa’da Yeni Düzen ve Rusların


Osmanlı’yı Tehdidi

Avrupa’ya yeni bir düzen vermek, kıtada


bozulan güveni ve barışı iyice, adaletli ve insaflı
olarak sağlayabilmek için, Viyana Kongresi’nde
tedbirler düşünülmüşü. Bu çerçevede, Rusya ve
Avusturya bütün Avrupa devletleri hesabına bu
düzeni sağlamak için gereken yerlere asker
göndermeye memur edilmişlerdi.
Eflak, Boğdan ve Mora’da Rumların kanlı
isyanlara girişmeleri; bu hava içindeki bütün
Avrupa devletlerince barışa aykırı, Devletler
denklemine karşı çirkin ve yersiz bir hareket
diye tescil edilmişti. Rusya bu genel eğilime
uyarak İpsilantioğlu’nun elebaşlığını resmen
ayıplamış fakat el altından asilere yardım
etmekten, para olmazsa cephane, cephane
olmazsa yiyecek göndermekten geri durmamıştı.
Eflak ve Boğdan’da yenilgiye uğrayıp Rusya’ya
kaçan elebaşları isteyen Osmanlı Devleti’ne bu
tabiî isteğini yerine getirmeyeceğini açıkça
söylemişti.
Osmanlı Devleti’nin başındaki iç ve dış
gailelerle uğraşmaktan bitkin düşmesinden
memnun olan Rusya, bir yandan da kendi iç
tedirginliklerini gidermek için dışarıda bir hedef
göstermeyi çıkar yol bulduğundan. her gün
Osmanlı Devleti’nin işlerine burnunu bir kat
daha sokmaya çalışıyordu. Bunun için her
fırsattan bir bahane bulmaya başlamıştı.
Bu sırada, boğazlardan geçen yabancı
gemilerin “Mora asilerine cephane ve erzak
gönderip göndermediğinin anlaşılması için”
Osmanlılarca yoklanmasını, devletler
münasebetine aykırı düştüğünü iddiaya
başlamıştı. Nihayet gün oldu ki Rus elçisi:
“Eflak ve Boğdan’da Müslüman askerin
bulunması oradaki Hristiyanlar üzerinde bir
amansız baskıdır, bunun kalkması gerektir.”
demeye, “Patriğin suçu ne idi ki asıldı?” diye
Bâb-ı Âli’ye, açıktan, suçlayıcı sorular
yöneltmeye kadar iç işlerimize burnunu sokmayı
âdet hâline getirmeye başladı. Osmanlı
Devleti’nden güçlü bir ret gelmedikçe de bu
soruları ve istekleri haddi aştı.
Rusya, Eflak ve Boğdan’da isyan ve savaştan
dolayı yıkılan ve yapılmayan kiliselerin hemen
onarılmasını da isteyecek oldu. Bereket versin, o
günlerde Reisülküttap Hamit Efendi cesur
olduğu kadar tedbirli çıktı da: “Hele Rusya
komşu ve dost bir devlette düpedüz asi olan
İpsilantioğlu’nu bize teslim etsin, hele asilere
güler yüz gösterip yardım etmekten vazgeçsin,
ondan sonra yıkılan kiliseler hakkında bir
karara varmayı düşünelim. Onlar sizin
dindaşınız ise bizim de tebaamızdır.” diye
cevaplar verdi ve din adamı olacak patriğin
dünya işlerinde körükleyici ve fesatçı olduğu
için asılmayı hak ettiğini bir daha belirtti.
Rus elçisi, bu arada, kraldan çok kralcı
görünerek, Mora, Eflak ve Boğdan Rumlarını
korumak için İstanbul’da bulunuyormuşçasına
bir takım olur olmaz kesin istekler ileri sürerek
bunlar yirmi dört saat içinde gerçekleşme yoluna
girmezse, “Artık buralarda duramam, kalkar
memleketime giderim.” diye yazılı bir tehdit
savurdu. Küstah ve şımarıkça, bir Fransız
gemisine binip Karadeniz’e açıldı. Artık
anlaşılmıştı ki Rusya, Osmanlılarla arasını açıp
yeni bir şeyler koparmak için bahane arıyordu.
İngiltere ve İsveç elçileri bile, bu durumu
müşahede edip devletlerine bildirmişti.
Rusya’nın, Prut Irmağı boyunca, gün geçtikçe
göze batan bir askerî yığınak yapmasından daha
önce kuşkuya düşmüş olan sınır boyu
komutanların zaman zaman İstanbul’u telaşa
veren bildirileri yetmiyormuş gibi Rus elçisinin
birden bire münasebetleri kesmişçesine savuşup
gitmesi üzerine durumu konuşmak için bir
meclis toplandı. İkinci ve üçüncü toplantılara
esnaf kâhyaları ve ocaklı ustaları bile çağırıldı.
Askerin azlığını, hazinenin eksikliğini ileri süren
bir takım karamsar konuşmalardan sonra
Nakibüleşraf Efendi ocaklı tayfasına şöyle
seslendi:
“Bakın ağalar! Bu din kavgasıdır. Ulûfe
koparma vakti değildir. Bizim Arpalıklarımızda
sizin bahşişleriniz de devlet sayesindedir. Bunca
Osmanlı ülkeleri harap oldu. Bu kadar tebaa
elden çıktı. Hristiyan tebaadan alınan vergiler
azaldıkça azaldı. Böyle giderse devlet nereden
vergi alsın da size yeni paralar ve bahşişler
dağıtabilsin. İşte ben koynuma bir kuru peksimet
sokup gazaya giderim. Bundan sonra bize düşen
gazadır, gaza da ya zafere ulaşmak ya şehit
olmaktır.”
İhtiyar şeyhülislâm da bu sözler üzerine
gayrete geldi: “İşte ben de titreyen elime tüfeği
alır, başıma sarık diye şal sarar, savaş yollarına
düşerim.” diye haykırdı. Bu coşkun toplantının
sonunda halkı durmadan açık bir haber vermiş
olmak için şu bildiri yayınlandı:
“Rum halkının meydana çıkan fesatlıkları,
eşkıyalıkları, karada ve denizde, her fırsat
buldukları yerde başkaldırmaları, her
rastladıklarını isyana sürüklemeleri nasıl gelişti,
nasıl yangın bacayı sardı, artık herkesin bildiği
bir şeydir. Bu kâfirlerin böyle, açıkça, korkusuz
ve kararlı başkaldırışları Ruslardan teşvik
gördüklerindendir. Bu kışkırtma devletimizin
araştırmaları ve incelemeleri ile gün ışığına
çıkmıştır. Padişahlarına karşı başkaldıranların
cezalarını görmelerini, şeytana ve eşkıyaya
uymayıp da sadık kalanların ise devletin kanadı
altında rahat yaşamaları ilk şarttır, devlet de
böyle davranmaktadır.
Rusya’nın bunları böyle kışkırtması,
yüreklendirmesi, fırsat bulup bahane uydurup
Osmanlı topraklarından bir parçasını daha
yutmaktır. Uzun bir süreden beri İslâm halkının
kendi dertlerine düştüğünü, devleti ve milleti
düşünmediğini fark eden Ruslar elbette bu
cür’eti kendilerinde bulacaklar, tuttukları kötü
yolu çıkar göreceklerdir. Arada bir bizleri
oyalamak için, ‘âsileri ayıpladıklarını,
devletimizin davranışlarını haklı gördüklerini’
söyleyip durmuşlarsa da bizde kesin bir birlik
havası görmedikçe asıl iç isteklerini açığa
vurmaktan da geri kalmamışlardı. Şimdi, yüce
İslâm devleti olan devletimiz, Allahın lütfu ve
inayeti ile, Rumların fesat kopardığı yerlerde
hep birden ve uyanık olmayı bildiği, her
başkaldırışa yoluyla karşı konulabildiği için, yer
yer başkaldırmalar sindirilmekte, ele başılar
cezalarını bulmakta ve bir zaman çok yaygın
hâle gelmiş olan isyan ateşini söndürmektedir.
El altından kışkırtma, koruma ve yardım ile
bu isyanın, Rumeli’deki bütün Osmanlı ülkesini
sarmadığını ve devletimizin başına tam bir bela
olmadığını gören Ruslar, umduklarını elde
edemeyeceklerini kestirince bu sefer açıktan
vaziyet almaya, ‘Oralardaki Rumlardan el çekin,
oralardaki askerlerinizi çekin, onları kendi
hâline bırakın’ demeye başlamışlardır. Bu
isteklerini yerine getirmek şöyle dursun, az çok
haklı görüp dinlemek bile yersizdir.
Bunu kendileri bildikleri için şimdiden savaş
hazırlıklarına başlamışlar; sınır boylarımızda,
asker yığmaya koyulmuşlardır. Bu arada Prut
Irmağı boylarında Rus askerlerinin yığınak
yaptıkları Silistre, Vidin ve İbrail yetkililerimizce
İstanbul’a kesinlikle bildirilmiş bulunmaktadır.
Böylece Rus askerinin sınırı aşıp karadan
yürüyüşe geçtiği sırada uğursuz donanmasının
da Karadeniz’den gelip İstanbul’u sıkıştırması
hesaba katılmalıdır. Gerçi yardımcımız ve
koruyucumuz olan Allah’ın inayeti, yüce dinine
girip şefaatini dilediğimiz Peygamberimizin
himmeti ve onun halifesi olan padişahımızın
gayreti ile bu sefer de bu düşmanın hakkından
geleceğimiz şüphesizdir.
Ancak, İstanbul halkının bu tehlikeli
durumdan hiç habersiz kalıp uykusuzluk içinde
şuradan buradan gelecek uydurma haberlerle
Rusya’nın bizimle dost olduğuna inanarak
gevşemesi bu gevşekliği yayıp duranlara inanıp
avunmayı günlük keyfine uygun bulması artık
son bulmalıdır. Böyle uyuşup avunup dururken
günün birinde Rusya’nın karadan ve denizden
saldırıya geçtiği meydana çıkar çıkmaz akılları
başlarına gelip şöyle böyle demeye
başlayacakları besbellidir.
Şimdiden, herkesin gerçek durumu bilmesi,
Rusya’nın, arada bir gizlenen fakat hiç
değişmeyen kötü niyetini kavraması ve bunu
gerçekleştirmek için neleri nasıl gözetleyip ne
zaman harekete geçeceğini anlayıp öğrenmesi
ve canını dişine takıp vatanı müdafaaya bir
uçtan katılmaya hazır ve azimli olması lazımdır.
Böylece vaziyet kamuoyuna bildirilmiştir.”
ON İKİNCİ KISIM

1822 YILININ OLAYLARI

İran ile Münasebetler ve Diğer Gelişmeler

Doğuda İran, Devlet-i Aliye’nin


meşguliyetinden faydalanmak üzere fırsat
gözetmekte olduklarından, Rum fitnesinden
dolayı Devlet-i Aliye’nin sıkıntısı artıkça,
İranlıların hırs ve tamahları artmakta ve tutumları
değişmekteydi. Bu yüzden Devlet-i Aliye,
Yunan asileriyle karada ve denizde uğraşırken,
İran sınırda da harp hazırlığından geri
kalmıyordu.
Sınır üzerindeki aşiretlerin bazıları bir tarafta
kışlar, öte tarafta yazlardı. Bazen Devlet-i
Aliye’nin ve bazen da İran’ın tabiiyetine
geçerlerdi. Bu gibi aşiretler iki devlet arasında
sürtüşmelere sebep oluyordu. Bir müddetten beri
Muş, Malazgirt ve Erciş sancaklarında bazen da
İran’da kışlağa çıkan Hayderanlı aşireti ağası
Mahmut Ağa, 500 hanesiyle Muş’ta oturduğu
hâlde kardeşi Kasım Ağa da gelip Muş ve
Malazgirt’e yerleşmişti. Bunların İran’a
dönmedikleri takdirde zorla götürülmeleri için
Hoy Hanı ve Revan serdarı hazırlıkta
bulunuyorlardı.
Hayderanlı aşireti aslen Diyarbakır’ın
Mufakirin Sancağı’nda ikamet ediyorlar ve
haremeyne sadık Şakaki aşiretine bağlı
bulunuyorlardı. Yezidi aşireti de Van Vilayeti
Mahmudî Sancağı’nda oturuyor; bazen da İran’a
misafir gidiyordu. İranlıların bunlar hakkında bir
muamele yapmaya yetkileri yoktu.
İran Şahı, bu gibi mevzuların konuşulup
çözülmesi için İran’a gönderilmiş olan Süleyman
Hadi Efendi’ye Osmanlı hududuna saldırmayı
asla arzu etmediğini bildirmişti. Yalnız sınır
boyu memurları şahın bu tutumuna
uymuyorlardı. İran Devleti’nin hâli pek garipti.
Şah ve elçileri barış isteğinde bulunur ve bol bol
vaat verirlerdi. Ne çare ki İran kumandaları ve
valileri buna uymazdı. Bu yüzden Devlet-i
Aliye’nin İran’a güveni kalmamıştı. Erzurum
Valisi Hüsrev Paşa, Doğu Başbuğluğu’na tayin
edildi.
Bu sıralarda devlet, Yanya gailesiyle meşgul
olduğundan bir de İran harbi açmamak için
hududa tecavüz edilmemesi, ancak beri tarafa
kaçan eşkıyanın tenkil edilmesi, civar
vilayetlerden yardım gönderilmesi emredildi.
Ancak bu emirlerin işlemesi için, Hâlet
Efendi’nin ortaya koyduğu usulün değiştirilmesi
lazımdı. Çünkü taşralarda ne kadar sözü geçen
ve muktedir adamlar varsa, haklı haksız, birer
bahaneyle idam olunuyor veya sürgüne
gönderiliyordu. Bu da aşiret beylerini ürkütüyor
ve İran’a meyillerini arttırıyordu.
İran ahvali de karışık idi; ama aşiret beylerine
iyi davranılıyordu. İranlılar, bu beylere değerli
hediyeler verirler ve bunun birkaç katını
aşiretlerden alırlardı. Aşiret beyleri devlet
namına diye her şeyi tahsil edebilirlerdi. Bu
sebeple beyler İran’dan ve İran da beylerden
memnundu. Aşiretler beylerine bağlı idi. İranlılar
sınır boylarındaki aşiretleri kendilerine çeker ve
onların vasıtasıyla Osmanlı topraklarına
saldırırlardı. Şikâyet olunduğunda: “Bizim
haberimiz yok, eşkıyayı tedip edin.” derlerdi.
Bu yıl Hayderanlı aşireti Diyarbakır
taraflarına savuşmuş, onların arkasından giren
İran askeri birçok hayvan ele geçirip ve birçok
Osmanlı tebaasını esir almışlardı.
Rum isyanı dolayısıyla Müslümanlar aleyhine
ülkeyi karıştırmak için ajanlar tutulmakta
olduğundan, “geçiş tezkeresi” nizamı kondu.
Şöyle ki: İstanbul’dan kara veya deniz yoluyla
taşraya gidecekler kadı iseler, kazaskerlerden,
esnaftan iseler kethüdalardan veya mahalle
imamlarından, Hristiyanlar patrikhanelerinden
isim ve şöhretlerini ve eşkâllerini bildiren ve
kefalet ifade eden mühürlü bir belge alıp
İstanbul mahkemelerinden; taşradan İstanbul’a
gelecekler da mahallî kadılardan “geçiş
tezkeresi” alacaklardı. Gelip gidenleri kontrol
etmek üzere Küçükçekmece’de bostancıbaşı
köprüsüne memurlar kondu. Denizden gelip
gidenleri yoklamak üzere Kurşunlu mahzende
bir daire açıldı.
Bu yıl vak’anüvis Samizâde Ataullah
Efendi’ye Mekke payesi, meşhur şair
Keçecizâde İzzet Molla’ya Galata Kadılığı
verildi. Sonradan altı defa sadrazam olan meşhur
Reşit Paşa, o zaman Mustafa Reşit Bey olarak,
Mora’ya gönderilen ordunun kitabet hizmetini
görüyordu.
Darphane Nazırı Ataullah Efendi’de büyük
kabiliyet ve istikbal göründüğünden Hâlet
Efendi mesleği iktizası böyle adamların yolunu
vurmak prensibi ile Ataullah Efendi’yi padişahın
yakınından uzaklaştırmak ve çok şikâyete imkân
veren bir işle uğraştırıp gözden düşürmek üzere
Defterdarlığa tayin ettirdi.
Eski Divan-ı Hümayun tercümanı
Kalimakizâde Yanko ile yazıcısı İstefenaki ve
baş çuhadarı Yorgi, Kayseri’ye sürülmüşlerdi.
Bunların Rum isyanında parmağı olduğu
anlaşılınca üçü de Kayseri’de idam edildi.
Müderris Gürcü Ahmet Efendi, Fatih
Camii’nde verdiği derslerde devlet işlerine
karıştığından ve zihinleri bulandırdığından
Birgi’ye sürüldü. O gün birçok talebe Yeni
Cami’de toplanıp hocanın iadesi için
Şeyhülislâm Efendi’ye arzuhal vermeye
teşebbüs etmişlerdi. Yalnız öyle nazik bir
zamanda, öyle bir kalabalığın toplanması,
düşmanlara fırsat vereceği gerekçesi ile ders
vekili Ekmekçizâde Ahmet Efendi ve diğer bazı
hocalar gönderilerek nasihat ettirildi ve toplantı
dağıtıldı.
Esat Efendi der ki:
Ehl-i İslâma ve özellikle ulemanın yapması
gereken şey, haset, büyüklük kuruntusu,
riyakârlık, bencillik gibi rezilliklerden tamamıyla
uzaklaşmaktır. Karanlığa taş atar gibi, bilmediği
şeylere ve konulara sadece vehim yüzünden
karışması, itiraz etmesi ve şahısları tenkit etmesi
doğru değildir. Hatta bir kimsenin gizli
ayıplarına yakından vâkıf olsa bile, mümkün
olduğu kadar iyiye yorması esastır.
İlâhî ahlâk ile ahlâklanan ve Peygamber’in
sünnetlerine uyan ulema, derslerinde ve
vaazlarında, Allah’ın emir ve yasaklarını
anlatırken şahıs tayin etmeden, şu suçun cezası
budur, demeli; filan şöyle etmiş veya falan böyle
yapmış dememelidir. Kur’ân-ı Kerîm’in ruhu ve
Peygamberimizin usulü budur. Ortalığı
karıştırmak isteyen bir takım cahiller, sadece
şöhret veya menfaat temini için isim söyleyerek
halkı tahrike yeltenirler. Allah’a, Peygamber’e
ve büyüklere itaatte şüpheye düşürürler.
İslâm müfessirlerine göre, emir mevkiinde
bulunanların din ve memleket işlerinde,
giriştikleri teşebbüsün faydalı olup olmadığı
bilinmese dahi itaat vaciptir. Çünkü itaat
hususunda kesin emir vardır. Teşebbüs faydalı
mıdır, değil midir diye düşünülüp tereddüde
düşülerek itaatsizlik edilemez. Büyük âlim, şeyh
Abdurrahman Şarani’nin yazdığı gibi,
talebelerin iş başında bulunanların işlerine
anlar anlamaz dil uzatmaları ve anladıkları şey
hakkında isyana yeltendiklerinden dolayı
pişman olup tövbe etmeleri gerekir. İslâm
padişahı’na ve vükelasına başları için dua
etmek herkes için vaciptir.”
Anadolu Kazaskeri Behçet Efendi, Hâlet
Efendi sayesinde hekimbaşı olmuştu. Kendisi ve
kardeşi Abdülhak Efendi, hoş sohbet olup,
meclisi süsleyen ve meclislerde aranan zatlar
idiler. Her nasılsa bir sohbet esnasında
dayanamayıp Hâlet Efendi hakkında
ağızlarından bir söz kaçırmış olduklarından her
ikisi de Keşan’a sürüldüler. Anadolu
Kazaskerliği Tatarcık Abdullah Efendi’nin oğlu
Ahmet Reşit Efendiye, Hekimbaşılık Müderris
Doktor Bendereklizâde Mehmet Sait Efendi’ye
verildi.
Yine bu günlerde nişancılık Hâlet Efendiye
verildi. Hâlet Efendi, Canip Efendi’nin can
düşmanı iken, onu bir tarafa sürdürmemesine
hayret edilir. Yalnız ara sıra onu azlettirir, sonra
da bir işe aldırırdı. O vakte kadar yetişmiş olan
bazı zevattan işitildiğine göre padişah bazı
önemli hususlarda Canip Efendi’nin de reyini
alırmış. Onun da mabeyin ile gizli muhaberesi
varmış.
Rüştü Paşa, kaymakam olunca, esnafın
ahvaline itina etmiş. Bahçekapı’da ayak
takımının toplantı yeri olan odaları yıktırarak
yerine bir cami yaptırdığından, halkın gözüne
girmişti. Bu zat bilgili vezirlerden idi. Yalnız
irtikâpta bulunduğu sözleri dolaşırdı. Nitekim
Ankara Valisi idam etmeye memur oldu. Muhtar
Paşa’nın işini suhûletle bitirmesi mümkün iken
böyle yapmamıştı. Adamın altın ve
mücevherlerini aşırdı. Çarpışmada kayıp oldu
diye bildirdi. Sofya valisi iken, bu gizli eşyayı
geri vermesi için gelen fermanı okurken inme
inip ölmüş ve bu eşya terekesinde çıkmıştır.
Yunan eşkıyası, bugünlerde Müslümanlar
aleyhine vahşîce muameleler yapmaya
başlamışlardı. Bunlarla yetinmeyip İslâm
mezarlarını açarak ölüleri çıkarır ve ateşte
yakarlardı. Bir eyâlet merkezi olan Trapolice
halkının çoğu bu zulümler yüzünden mahvolup
gitmişlerdi. Bu yöre halkı son derece eğlence ve
işrete, fısk u fücre düşkün, bütün yasakları
mubah sayan bir grup olduklarından, heva ve
heveslerine uyarak, kimi kafası işlemez derecede
sarhoş kimi bozguncu olduğundan zamanında
zahire tedarik etmemişler, asker ve ahali
arasında sürtüşmelerin artmasına sebep olmuşlar,
Allah’ın cezasına uğramışlardır.
Tepedelenli Ali Paşa’nın Akıbeti ve hâl
Tercümesi

Tepedelenli Ali Paşa da bugünlerde mukadder


akıbeti ile karşılaşmıştır. Tepedelenli, Letriç
Kalesi yanında, nispeten küçük bir kaleye
kapanmıştı. Hurşit Paşa, kaleyi kuşatmış, su gibi
para harcayarak, kale içine casuslar gönderip ve
türlü vaatlerle içerdekileri birer ikişer kendi
tarafına çekiyor, bunlara rütbe ve hil’at
dağıtıyordu. Tepedelenli’nin yanındaki bazı ileri
gelenler de Hurşit Paşa’ya sığındılar. Bunlara da
aman verildi. Tepedelenli’nin yanında kırk elli
kişi kaldı.
Kaleye hücum edilince, Tepedelenli’nin
kaledeki cephaneyi ateş vereceği bilindiğinden
üzerine hücum edilemiyor, kendisine aman
verildiğine dair mektuplar gönderiliyordu.
Nihayet İstanbul’a gidip devletçe tayin edilecek
bir yerde oturmak, verilecek maaşla yetinmek
şartıyla kendisine aman verildi.
Bunun üzerine Tepedelenli beş on adamıyla
kaleden çıkıp Yanya Gölü içindeki adaya
yerleştirilmiş ve durum devlete bildirilmişti.
Oysa Ali Paşa’nın İstanbul’a gelmesi, Hâlet
Efendi’nin işine gelmezdi. Çünkü İstanbul’a
gelirse, Hâlet Efendi hakkında söyleyeceği çok
sözü vardı. Hurşit Paşa’nın Ali Paşa’ya aman
vermesi devletin usullerine uygun olduğu hâlde,
İstanbul’ca makbul görülmedi.
Hurşit Paşa’ya 1822 yılında uydurma bir
ferman çıkarıldı. Paşa bu sahte fermanı kendi
adamı olan Köse Mehmet Paşa’ya vererek
Tepedelenli’nin idamını ona havale etti. Mehmet
Paşa bu fermanı aldı, birbiri üstüne iki gocuk
kürk giyip on beş adamıyla adaya geçti.
Tepedelenli Ali Paşa sadık adamı Topal
Arnavut’la oturuyordu. Köse Mehmet Paşa:
“Ferman geldi.” der demez Tepedelenli: “Vay
kahpeler akıbet yapacağınızı yaptınız mı?”
diyerek Topal Arnavut’la birlikte Mehmet
Paşa’ya tabancayla birer el sıktılar. Mehmet Paşa
da onlara ateş etti.
Bu sırada Tepedelenli’nin alt tarafındaki
odalardan da atılan kurşunlar tahtaları delip
yukarıya çıkmıştı. Mehmet Paşa’ya sıkılan
kurşundan birisi fermana yapışıp kalmış ikincisi,
iki kürkü delerek hafif bir yara açmıştı. Ali Paşa
ise isabet aldığından yere devrilmişti. Mehmet
Paşa’nın adamları bu durumdan yararlanarak,
yaşı sekseni aşkın olan Tepedelenli’nin işini
bitirdiler. Bir kısmı da Topal Arnavut’u idam
ettiler.
Tarihimizde vezirlerin verdikleri fermanın
böyle sahte bir vesikayla nakz olunduğunun
örneği yoktur. Hurşit Paşa, devlet namusunu
lekeleyen bu çirkin hareketi Hâlet Efendi’nin
hatırı için yapmıştır. Şu da var ki Tepedelenli
evvelce, bir köy ahalisine “besa” tabiriyle aman
vermişken o köyün halkını günahsız olarak
öldürmüştü. Onun için Hurşit Paşa’nın bu
davranışı: “El-Ceza min cinsi’l-amel” kaidesine
uygun düşmüştür.
Hurşit Paşa, Tepedelenli’nin kesik başını
Silahtar Ahmet Ağa’yla İstanbul’a göndermiştir.
Tatar ağası bu müjdeyle İstanbul’a geldiğinde
kendisine bir samur kürk giydirilip 5.000 kuruş
faizli sehim verilmişti Tepedelenli’nin kesik başı,
orta kapıdaki ibret taşına kondu, sonra
Silivrikapısı mezarlığına gömüldü.
Hurşit Paşa’ya bir kabza kılıç, maiyetinde
bulunan kumandanlara kürkler yollandı.
Tepedelenli’nin ve çocuk ve torunlarının mal ve
mülkleri devletçe zaptedildi. Kaledeki
mahzenleri açıldığında dört seneye yetecek
ekmek ve su ve pek çok mühimmat çıktı. Çıkan
paradan 4.000 kesesi Hurşit Paşa’ya, 500 kesesi
onun maiyetindeki vezirlere, 600 kesesi Mora
başbuğu Seyit Ali Paşa’ya verildi. Geriye kalan
30.000 kese altın İstanbul’a getirildi.
Mücevherleri her nasılsa zayi olmuştu.
Kendisinin Korfu’da birçok emanet parası
olduğu rivayete edilirse de kimin nezdinde
olduğu bilinemedi. Birçok gömülü parası olduğu
da söylenmesine rağmen yerleri meçhul
kalmıştır. Tevkif ve idamı sırasında bazı kıymetli
eşyasının zayi olmuş olması ihtimali vardır.
Ali Paşa, Tepedelen âyânı Veli Bey’in
oğludur. Babası ölünce kardeşi âyân
olduğundan kendisi açıkta kalmıştı. Serkeşlik
yolunda dolaşır, köy halkına kendisini besletirdi.
O zaman Yanya ve Tırhala sancakları beyi Kurt
Paşa, onu hizmetine aldı. Avlonya Sancağı’nda
bulunan Hristiyan kaptanlar hükûmete itaat
etmezler ve halka zulmederlerdi. Tepedelenli
bunları punduna getirerek yakalayıp Kurt
Paşa’ya teslim etmişti. Bundan memnun olan
Kurt Paşa ona beylerbeylik vermiş ve Yanya
Mutasarrıflığı’na getirmişti.
Tepedelenli, Yanya’ya vardığında âyân Âsım
Bey: “Ferman olmadıkça kabul edemeyiz.” diye
şehre sokmadı. Aralarında vuku bulan harpte Ali
Paşa mağlûp oldu. Tepedelenli bir müddet sonra
fermanla Yanya mutasarrıfı oldu. Kurt Paşa’nın
ölümünde oğlu İbrahim Paşa yerine geçmişti.
Tepedelenli birçok hilelerle İbrahim Paşa’yı
yakalayıp Yanya Kalesi’ne kapattı. Adamcağız
bu kalede öldü.
Tepedelenli, uzun süren beyliğinde, Yanya,
Yenişehir ve Manastır sancaklarında iki yüzden
fazla çiftlik edinmiş ve pek çok servet kazanmış
ve o çevrede hüküm sürmeye başlamıştı. Rus ve
Avusturya seferlerinde hizmeti görülmüştür.
Tepedelenli, 8.000 kadar talimli topçu askeri
tertip etmiş ise de İstanbul’da yeniçerilerin
hırslanması üzerine bu askeri kalelere taksim
etmişti. Hâlet Efendi, onun takdim ettiği mutat
para ve hediyelerle yetinmeyip, yılda bin kese
akçe istedi. Paşa da böyle vergi gibi maktu bir
şey ödemeye yanaşmadığından Hâlet Efendi onu
ortadan kaldırmaya karar verdi.
Bu maksatla bir Yanya gailesi çıkardı ki
bunun sonunda bir Yunan meselesi doğmuştur.
Bazıları, Tepedelenli zalim ve kan döken bir
adamsa da harplerde devlete hizmet ettiğini
kabul ederler. Bu adamın elindeki kuvveti
düşmana karşı kullandırmak lazımdı. Fakat Hâlet
Efendi, istediği kadar para alamayınca onun
aleyhine döndü.
Hurşit Paşa’yı başbuğ olarak onun üzerine
yollandı. Hurşit Paşa, su gibi para kullanan bir
adamdı. Rumeli’yi, soyduktan başka devlet
hazinesinden de çok paralar istenmişti.
İstanbul’dan da nasıl olsa Ali Paşa hazinesi ele
geçirilir diye bol para gönderilirdi. Rum isyanı
zuhur edince, Ali Paşa’yı affedip Rumlara karşı
kullanmak lazım gelmişti. Tepedelenli de bunu
rica etmişti.
İstanbul’da Hâlet Efendi: “Rum isyanı
Tepedelenli’nin fesat eseridir: o bertaraf olursa
Rum fesadı da ortadan kalkar” diyordu. Böylece
Tepedelenli idam edildi. Fakat Rum fesadı
gevşemediği gibi gittikçe şiddetlendi. Hâlet
Efendi’nin yalanı meydana çıktı. Yeniçeri
şakavetlerinin artması da Hâlet Efendi’nin
kışkırtmasına hamlolundu. Bu sırada kendisinin
Berberbaşı Ali Ağa ile de arası açıldı ve ikbali
sönmeye başladı.
Sakız İsyanı ve Bastırılması

Sakız adasında eli ayağı tutar seksen bin


Hristiyan ve bin kadar Müslüman vardı. Bunun
için adaya dışarıdan asker gönderilmesi
istenmişti. Saruhan taraflarından 750 kadar asker
gönderildiyse de bunların çoğu savuşup gitmişti.
Sonradan Vahit Paşa, Sakız Muhafızlığına tayin
olundu. Emrine topçu ve kumbaracı birlikleri
verildi. Sufla Sancağı Mutasarrıfı Hacı İlyas Ağa
da 800 maiyetiyle adaya gönderildi.
Sakız Hristiyanları, bu askerin masraflarını ve
Vahit Paşa’nın mutfak masraflarını ödemeyi
kabul ettiler. İstanbul’da bulunan Sakızlı
tüccarlar Bâb-ı Âli’ye teminat verdiler. Oysa bu
civardaki gemilerin çoğunda Sakızlılar
hissedardı. Mal ve canlarıyla eşkıyaya yardım
ediyorlar ve isyan için fırsat gözetiyorlardı.
Vahit Paşa, bir iki bin Rumeli askeri istediyse de
Bâb-ı Âli Sakız tüccarının teminatına güvenerek
bu askeri göndermedi.
Paşa, bazı metropolitlerle muteber tüccarları
rehin olarak kale içine aldırdı. Bu sırada Çamlıca
ve Sisam adalarında, Sakız’a hücum edileceğine
dair haberler gelmesi ve İngilizlerin de bu haberi
teyit etmeleri üzerine Saruhan ve Aydın’dan iki
bin kadar asker yola çıkarıldı. Bunların henüz
beş yüzü Sakız’a varmıştı ki üç Mart Cuma günü
Sisam adası tarafından 17 büyük ve 60 küçük
eşkıya teknesinin hareket ettiği görüldü.
Vahit Paşa hemen kale kapılarını kapattı.
Varoş’ta bulunan Müslümanları kale içine aldı.
Ertesi gün gemiler sahile yanaşarak 6.000 asker
çıkardılar. Sakız köylerinin Hristiyanları da
asilere katıldı. Latin mezhebinde bulunan bir iki
bin kişi müstesna bütün Hristiyanlar, evlerine
bayraklar çekerek eşkıya ile birleştiklerini ilan
ettiler.
Osmanlı askeri bir miktar şehit vererek kaleye
doğru çekildi. Eşkıya, Torloti tepelerine
yerleşerek, kaleye nazır olan evlerin
pencerelerinden ve minarelerden kale burçlarına
tüfek atmaya başladılar. Kuşatmanın dördüncü
günü Dizdar kapısından çıkartılan dört yüz
Müslüman askeri ansızın hücumla kale
meydanındaki ev ve dükkânları yakıp birçok
eşkıyayı da öldürdükten sonra kaleye döndüler.
Ertesi günlerde yine kaleden asker çıkarılıp
büyük çarpışmalar oldu.
Sakız’daki Fransız konsolosu, recebin 17.
günü Muhafız Paşa’yla görüştü ve Sakız
eşkıyasına yardım için civar adalardan kuvvetler
gelmekte olduğunu Mora’dan birçok mühimmat
getirttiklerini ve hendekler içinden kaleye ateş
edeceklerini bildirdi. Fransa’yla Osmanlılar
arasındaki dostluğa binaen kumandanı ve
maiyetindekileri kıyıda bulunan Fransız
gemileriyle Anadolu yakasına geçirmeyi ve
şimdilik kalede mühimmat lazım olursa vermeyi
teklif etti.
Vahit Paşa: “Elhamdülillah, zahire ve
mühimmat ve askerimiz yeterlidir. Eşkıya hücum
ederse pişman olur. Şayet bizim başımız sıkılırsa
cephanelere ateş verir ve memleketi alt üst
ettiğimizi görürsünüz.” diyerek konsolosu geri
çevirdi. Ancak barut azaldığından ve
kumbaraları idareli kullanmak lazım
geldiğinden, artık varoşlar üzerine top
atılmaması, yalnız eşkıya tabyalarının dövülmesi
kararlaştı. Eşkıya ise durmadan kaleye ateş
ediyordu.
Önce Sakız’a, sonra Mora’ya gitmek üzere
hazırlanmakta olan Donanma-yı Hümayun’un
teçhizatı tamamlanmış, yalı köşkünde Kaptan
Paşa’ya hil’at giydirme âdeti yerine getirilmiş,
Kaptan-ı Derya Ali Paşa, sadrazama veda ederek
recebin 21’inci günü yola çıkmıştı. Donanma,
Sakız’a mühimmat ve Muhafız Paşa’ya yüz bin
kuruş harçlık götürüyordu. Adada mahsur
olanların durumu pek sıkışmış olduğu bir gün
sabah vakti Donanma-yı Hümayun Koyun
adaları semtinde göründü.
Donanma kuşluk vakti kale önüne demir attı.
Eşkıya gemileri adanın arka tarafına kaçtılar.
Donanmanın gelmesi üzerine kale içersindeki
asker de kale kapılarını açıp hendek metrislerine
çıktı. Donanmadan da karaya 800 asker
çıkarıldı. 3.5 saat çarpışmadan sonra İslâm
askeri üç kısma ayrıldı. Bir kısmı tabakhane
değirmeni tarafından dolaşarak Torloti manastırı
tepesine, bir kısmı Azban Kapısı Mahallesi’ne
bir kısmı da Okmeydanı’na hücum ettirildi.
Çarpışma akşama kadar sürdü.
Ertesi günü İslâm askeri şiddetli bir saldırışla
eşkıyaya pek çok telefat verdirerek bütün
varoşlar, pek çok mühimmat ile ele geçirildi. O
gün mutasarrıf paşa konsoloshanelere sığınmış
olan Latin Hristiyanlarını korumak için kavaslar
tayin etti. Recebin 25’inci günü bu sevinçli
haber İstanbul’a ulaştı. Rus konsolosundan
başka bütün konsoloslar, muhafız paşayı tebrik
ettiler ve harp esnasında âsûde kaldıkları için
paşaya teşekkür ettiler. Aman dileyen
Hristiyanlara aman verildi; onlar da gelip
silahlarını teslim ettiler.
Eşkıyanın bir kısmı sarp dağlara çekilmiş
olduğundan Alâiyeli Abdi Paşa bunların üzerine
sevk olundu. Abdi Paşa, eşkıyayı perişan etti ve
birçok ganimet ele geçirdi. Böylece Sakız’da
İslâm askerinin eline pek çok mal geçti. Bir
parası olmayan zeybekler zengin oldu. Sakız’da
50’şer kuruşa köle ve cariye satıldı. Bu ganimet
askere tatlı geldi. Yedi sekiz bin asker ganimet
almak üzere İpsara adasını vurmak için Vahit
Paşa’ya müracaat ettiler.
Vahit Paşa, izin vermek istediyse de Kaptan
Paşa: “Bu adalarda eşkıyanın istihkâmları
olduğunu casuslar vasıtasıyla tahkik ettim. Bu
hareket asıl memuriyetim olan Mora seferine
mâni olur. Donanmadan gemi ayıramam.” dedi.
Bu yüzden iki Paşa birbiri aleyhine şikâyetler
yağdırmaya başladı. Neticede Vahit Paşa istifaya
mecbur oldu. Vahit Paşa Sakız’dan ayrılmadan
Kaptan Paşa şöyle garip bir kazaya uğradı:
Donanma-yı Hümayun Sakız limanıyla
Çeşme arasında demir atmışken ramazanın 28.
günü bir Nemçe gemisi o civarlarda demir atmış
ve Kaptan Paşa’yı ziyaret ederek yarın kalkıp
gideceğini söylemiş. Paşa’nın gemisinde
bulunan mühendislerden biri dürbünle gemiye
bakıp şeklinden şüphe etmekle geminin
yoklanmasını kaptan paşaya teklif etmişti.
Kaptan Paşa ise rakı sofrasını kurmuş âlem
yapıyordu. Onun için bu ihtara kulak asmadı.
Nemçe kaptanı ertesi günü kalkacağını
söylemişken hemen yola çıkmıştı. Paşa’nın
tecrübeli kaptanları bundan şüphelenmişler ve
paşaya bu gece demir almasını ve yelken
üzerinde beklenmesini ihtar etmişlerdi. Paşa:
“Siz ne muhanet adamlarsınız. Kâfir ateş olsa
cirmi kadar yer yakar. Ne haddine bir harekete
cesaret etsin.” diye kaptanları azarlamıştı.
Kaptanlar kuşkulu yatmışlar, Kaptan Paşa’yla
zabitler ise sarhoş olup sızmışlardı. Gece saat altı
sularında eşkıyanın saldırdığı görülmüş, ateş
kayığı Kaptan Paşa’nın gemisine yamanıp
gemiye ateş vermiş, öteki gemiler hemen yelken
açarak selamete çıkmışlar, Kaptan Paşa uyanınca
rakı keyfi başına sıçramış. Sarhoş zabitler, başka
bir çare kalmadığından denize atılıp kimi
boğulmuş, kimi yüzerek karaya çıkmış.
Kaptan Paşa’nın kayığı karaya doğru
açılırken, kaptan gemisinin cephanesi ateş almış
ve Paşa’nın üzerine düşen bir seren direği
Paşa’yı öldürüp sandalı batırmıştır. Bu acı vak’a
üzerine donanma halkı büyük şaşkınlık
yaşamıştı. Vahit Paşa yeni Kaptan-ı Derya
gelinceye kadar vekaleten tayin edilmiş. Vahit
Paşa ilk iş olarak Kaptan Paşa’nın naaşını
buldurup Sakız’da gömdürmüştür.

Çeşitli Olaylar

Osmanlı Devleti’nin artık Rum tercümanlarına


güveni kalmadığından İstavraki Bey’den sonra
Rumlardan tercüman kullanılmaması
kararlaştırılmıştır. İstavraki Bey de büyük
oğluyla beraber Bolu’ya sürülmüştür. Yerine
Mühendishane hocalarından yabancı dil bilen
Yahya Efendi, Divan-ı Hümayun tercümanı
tayin olundu.
İstavraki Bey, birkaç gün sonra sürgün
bulunduğu Bolu’da meçhul şahıslar tarafından
öldürüldü. Bu işin Hâlet Efendi’nin bir tertibi
olduğu anlaşıldı. İstavraki’nin büyük oğlu
Nikolaki uzun ömürlü olmuş ve Lagofet Bey
unvanını almıştır. Âcizleri (Ahmet Cevdet Paşa)
onun dilinden işitmişimdir ki: Babamla Bolu’ya
vardığımızda, muhafazamıza memur olan
bölükbaşı, oturduğumuz konakta yer içerdi.
Ramazan geldiğinde onun için iftar ve sahur
yemeği çıkardı. Sonra yerine başka bir bölükbaşı
tayin olundu.
Bölükbaşı bir gün kederli bir çehreyle gelerek
babama: “Ben karışık rüyalar gördüm; korkarım
devlet ricali sana kıyar. Ben seninle oğlun için
birer beygir hazırlayayım sizi gece vakti alıp
sahile indireyim. Oradan bir gemiye bindirip
Rusya’ya kaçırayım.” demişti. Babam: “Ben
devlete hıyanet etmedim ki korkayım.” cevabını
vermiştir. Bunun üzerine adam benim yanıma
gelerek: “Ben sizin nimetinizi yedim. Babanı
ikna et de size bir iyilik yapayım” dedi. Ben de
babama anlattım ve aynı cevabı aldım.
Bunun üzerine bölükbaşı çok kederli olarak
gitti. Meğer Hâlet Efendi, babamın idamını
kurmuş, fakat hakkında ferman olmadığından
idamı alenen yapamayacağını düşünerek Bolu
Mütesellimi’ne gizli talimat göndermiş. O da işi
bölükbaşıya havale etmiş. Bunun üzerine eski
Bölükbaşı vazifesinden alınarak Hâlet
Efendi’nin emri icra edilmeden olmaz
düşüncesiyle, başka bir bölükbaşı tayin olmuş.
Babam buna rağmen kaçmaya cesaret edemedi
ve bir kazaya uğratıldı. Lagofet Bey durumu
anlamışsa da kendisini de kazaya uğratırlar diye
sesini çıkaramamıştı.
Eflak ve Boğdan voyvodalıkları Fenerli
beylere verilirken, Rum isyanı üzerine bu yol
kapandı. Voyvodalık yerli boyarlara verilir oldu.
Bu sırada Rus elçisi Straganof İstanbul’u terk
etmiş olduğundan iki devlet arasına soğukluk
girmişti. Bu hususta Ruslarla dostça muhabere
olunarak, verilen karar üzerine İstanbul’da
misafir edilmekte olan Kigori Bey Eflak’e ve
Burgan Bey Buğdan’a voyvoda tayin oldular.
İstanbul’da hil’at giydirme âdeti terk olunarak
yalnız sadrazam huzurunda kahve ikramıyla
yetinildi.
Giyim ve kuşamla alakalı düzenleme yapıldı.
Bu sıralarda zengin fakir giyim kuşamda
sefahate düşmüş olduğundan vezirler ve ulema
müstesna olmak üzere kimsenin kakım kürkü ve
Hintkâri şal kuşanmaması ve mineli çubuk
kullanmamaları; ancak Boğdan ve Selanik
pûşideleri ve Trablus kuşağı ve Mağrip şalı
kullanmaları kuralı kondu. Ayrıca silah, kitap ve
kadın elbisesi müstesna olmak üzere sair şeyler
de altın ve gümüş kullanılmaması ve altın ve
gümüşten yapılmış ne kadar eşya varsa
darphaneye getirilerek gümüşün dirhemi otuz iki
paradan ve altının dirhemi 16 kuruştan satılması
emrolundu.
Halep, Kilis ve Antakya’da, zilhiccenin altıncı
gecesi şiddetli bir deprem olmuş pek çok insan
ölmüş, binalar yıkılmıştır.
1823 SENESİ OLAYLARI

Yeniçeri Ocağı’nda ve Para Ayarlarında


Düzenlemeler

Yeniçeri Ağası İsmail Ağa, rezilleri zapt ve rapta


alamadığından azl olunarak yerine kul kethüdası
Hasan ağa getirildi. Yeniçeriler Bektaşî tarikatına
mensup olduklarından aralarına Bektaşî
kılığında nice dinsizler girip söze karışırlardı.
Acem zındıklarından Haydar Baba adlı bir
sahtekâr yeniçeriler arasına karışmış, Sultan
Selim ve Alemdar vak’alarında bulunduktan
sonra İran’a savuşmuştu. Bu esnada İstanbul’a
dönerek 99 kışlasında melânet postunu sermişti.
Buradan defedilmesi düşünülmüş ise de kışladan
daima yanında birkaç kişiyle çıktığından açıkta
yakalanması zordu. Mesele Yeniçeri Ağası
Hasan Ağa’ya havale olunduğundan Hasan Ağa,
bazı mahremlerde danıştıktan sonra kışladan
çıkarmış ve Bolu yoluna yollamıştı. Haydar
Baba Bolu’ya vardığında aniden ölmüştür.
İstanbul’dan tardolunduğu gün birkaç
arkadaşı yeniçeri ağasına gelip onun iadesini
istemişler bu hususta yapılan teklife sadrazam,
“Emirü’l-Müminîn emrine yeniçeri kullarının
müdahalesi kulluğa yakışmaz.” cevabını
vermişti. Yeniçeriler bu cevaba kani
olmadıklarından, durum fetvahaneye havale
edildi. Verilen fetva şuydu:
“Müslümanların imamı bir kimseyi hayırlı bir
düşünceyle nefyederse onu getirmeye
zorlanamaz.”
Bu fetva bir hatt-ı hümayunla yeniçeri ağasına
gönderilmiş ve Ağakapısı’nda alenen okunmuş
ise de yeniçeri azgınlarına bu fetva da yeterli
gelmeyip yer yer yalan haberler yaymaya ve
başkaldırmalara başladılar.
Bu yıl piyasada kullanılan çeşitli altın
paraların fiyatlarında ayarlamalar yapıldı. Bu
yapılan düzenleme ile adlî altını 12 kuruş, yarımı
6 kuruş, çeyreği yüz para, İstanbul altını sekiz,
Mısır altını yedi, fındık altını 11, Cezayir, Tunus,
Trablusgarp altınları 12, Rumî yani 25’lik altın
25, yarımı 12,5 çeyreği altı,10 paraya, fındık
çeyreği üç, İstanbul çeyreği 2,5. Yaldız altını on
beş kuruş on para, Macar altını 15, Cihadiye beş,
Atik ve Cedid yüzlük 2,5. Riyal 6,5 kuruş olarak
narha bağlandı. Bu narhtan fazlaya alıp satanlar
ceza tehdidi altına alındı.
Adlî altın yeni kesilen yukarıdaki fiyatlar
üzerinden diğer paralarla mübadele
olunduğundan darphaneye hayli kâr kaldı.
Amma, böyle fiyat işlerinin emir ve cebirle
yürümeyeceği çeşitli örnekleri ile görülmüştü.
Hâlet Efendi’nin Sonu

Hâlet Efendi; zeki, güzel konuşan, muhatabını


ikna etmeye muktedir bir adamsa da nüfuz ve
ikbalini korumak için her türlü fenalığı yapardı.
Yeniçeri sefihlerini kendi tarafına çekmek için
pek çok para harcar ve onların ıslahı ve bir
düzene sokulması kararlaştığı zaman türlü
bahanelerle bu kararı geciktirirdi.
Hâlet Efendi, sürekli entrikalar çevirir, fesat
dolabını döndürürdü. Hatta bir keresinde, Derviş
Paşa’nın sadaretinde toplanan bir danışma
meclisinde Rusya’yla olan problemler
konuşulmuş, harp ilanına karar verileceği sırada
Derviş Paşa, Hâlet Efendi’yi alıkoyup: “Efendim,
siz harp açmaya karar veriyorsunuz, hangi
askerle harp edeceksiniz? Önce askeri tanzim
ediniz.” dediğinde, Hâlet Efendi: “Bugün
yeniçeriyi kaldırıp muntazam asker kurmak
mümkündür. Ama aslanımı kim zaptedecek.”
dediği meşhurdur.
Sultan II. Mahmut ise yeniçerileri tedip ile
talimli asker hazırlamak emelinde olduğundan
yavaş yavaş Hâlet Efendi’nin bu tutumlarından
canı sıkılmaya ve Hâlet Efendi’den kurtulmak
için çareler ve vasıtalar aramaya başlamıştı.
Hâlet Efendi, Tepedelenli Ali Paşa’nın
idamını isterken Canip Efendi gibi ileri
görüşlüler: “Şimdi bir Tepedelenli gailesi
çıkarmanın zamanı değildir.” diye karşı
koymuşlarsa da Hâlet Efendi dinlemeyip ortaya
bir Yanya gailesi çıkarmış, bunun altından da bir
Yunan meselesi çıkmıştı. “Bu Yunan işi
Tepedelenli’nin bir fesat işidir. Onun vücudu
ortadan kaldırılırsa Yunan fesadı da bertaraf
olur.” diyen Hâlet Efendi buraya ehemmiyet
verilmemesine yol açtı.
Hâlet Efendi yeniçeri eşkıyasını kendisine
bağlamak için çok paraya muhtaçtı. Bu parayı
Eflak ve Boğdan’dan alırdı. Bu kaynak kapandı.
Öteki vilayetlerden aldığı rüşvetler, onun sonsuz
masraflarına yetmez oldu. Mısır Valisi Mehmet
Ali Paşa’yı da istediği gibi haklayamadığından
onunla da bozuşmuştu.
Sultan II. Mahmut ise Mora gailesini Mısır
Valisinin başına dolamak üzere Valinin oğlu
İbrahim Paşa’yı Mora başbuğu yapmaya karar
vermişti. Hüsnü Bey’i, İbrahim Paşa’ya yollayıp,
Yeniçeri Ocağı’nın ıslahı işinde onun reyini
almaya niyet etmişti. Bu tutumlar. Hâlet
Efendi’yle Berberbaşı Ali Ağa arasındaki
muhaberelerden açıkça anlaşılmaktadır.
Hâlet Efendi’yle Berberbaşı Ali Ağa Arasında
Gizli Yazışmalar:
Ali Ağa’dan Hâlet Efendiye
Yeniçeri güruhunun bir nizam altına alınması
hususunda padişahın ne derece meşgul olduğu
sizce malûmdur. Ancak bugün yarın diye
geciktirilmesinde bazı mahzurlar olduğu sizce
bilinmektedir. Yeniçeri ağasının derhal
değiştirilmesi mahzurludur. Böyle âni
hareketler, Mora’nın fethine engel olup devlete
zaaf getirir.
Bir müddet daha böyle vakit geçirilmesi
hazımdır.
Ali Ağa’dan Hâlet Efendi’ye
Padişah, Sultan Ahmed’in türbesinde bulunan
Genç Osman’a ait kanlı gömleği getirtip:
“Atalarımdan böyle genç bir padişahı
yeniçeriler Yedikule’de öldürülmüşler diyerek ah
u enîn üzeredir. Bunların kılıçla terbiyeleri
lazımdır” demektedir. Yeniçerilerin geçmişte pek
çok uygunsuzlukları tarihlerde yazılı ise de şu
zamanda defedilmeleri mahzurludur.
Moskof ve Fransız devletleri Galata’daki
sarayları civarında bazı Osmanlı akarlarını
yüksek pahayla alacaklarmış, Moskof Kralı,
Devlet-i Aliye’ye bir yazı göndererek, bu
akarların verilmesini istermiş. Bu hususu
padişah bu acizlerine bırakmış olduğundan,
Sadrazam Hazretleriyle yazıştık, bu yazı yeniçeri
zabitlerine bildirilsin ve elçilere de kesin cevap
verilsin. Ancak şu sırada yeniçerilerin tecziyesi
caiz değildir.
Ali Ağa’dan Hâlet Efendi’ye
Şevketlü efendimiz buyururlar ki Mora
adasının denizden korunması için, Mısır Valisi
Mehmet Ali Paşa’yı donanmayla memur etsek
acaba Hâlet Efendi kulumuz münasip görür mü?
Hâlet Efendi’den Ali Ağa’ya
İltifatı şahanenin teşekküründen âcizim.
Ancak rey ve tedbir zat-ı şahanenindir.
Velhasıl, Hâlet Efendi yeniçerileri tutup
onların sayesinde ikbalini korumaktaydı.
Yeniçeri sefihleri ise yüz buldukça şımarıp ikide
bir Ağakapısı’nda toplanarak yersiz teklif ileri
sürüyorlardı.
Sultan II. Mahmut, bu esnada bir gün kıyafet
değiştirerek Beyazıt türbesine vardı. Yeniçeri
ağası da geldi. Ağa Bayazıt kulluğuna gelince,
yeniçeri ustaları ağanın yanına toplanıp: “Var
Efendimize söyle, biz Hâlet Efendi’yi
istemiyoruz.” diye bağırıştılar. Padişah bu
bağrışmaları duydu. Bunun üzerine Sultan
Mahmut, yeniçeri ağasını yanına çağırıp: “Git
söyle meramları hâsıl olacaktır, dağılsınlar.”
buyurdu.
Hâlet Efendi, her şeyden haberdar olduğu gibi
bu durumu da duydu. Şimdiye kadar olduğu gibi
yine bir tedbir düşünerek, değiştirmek üzere
sadrazamın azli lüzumunu ileri sürdü. Safer
ayının 25. günü Sadrazam Salih Paşa azledilerek
balıkhaneye kaldırıldı. Şeyhülislâm Abdülvehap
Efendi de azledildi, bostancıbaşılığından beri
zapt ve rapt kuvveti görülmüş olan ve Deli
Abdullah diye anılan Boğaz Muhafızı Abdullah
Paşa sadrazamlığa getirildi.
Balıkhaneye kaldırılmak padişahın gazabına
delâlet ettiği hâlde Salih Paşa birkaç saat orada
tutulduktan sonra malı kendisine bağışlanarak
Gelibolu’ya gönderildi. Padişah gizlice
kendisine: “Asla infial-i şahanem olmayıp ancak
şu heriflerin yatışması için bir değişme oldu ama
bununla matlup hâsıl olur mu ve kesin çare
nedir?” diye sordurdu. Salih Paşa da bu suale
cevap olarak:
“Bu işin kesin çaresi Hâlet Efendi’nin bir
müddet seyahat ettirilmesidir.” demiş
olduğundan Hâlet Efendi’nin bir müddet
Bursa’da istirahat eylemesi için irade çıktı. Bu
iradenin yerine getirilmesi yeni Sadrazam
Abdullah Paşa’ya emredildi.
Bunun üzerine Reisülküttap Efendi bir ferman
yazıp sadrazama vermiş, sadrazamın silahtarı
fermanı alıp Hâlet Efendi’yi Üsküdar’a
geçirmişti. Fakat, Hâlet Efendi’nin ricası üzerine
sürgün yeri Konya olarak değiştirilmiştir. İşte
Hâlet Efendi işinin başlangıcı hafifçe bir
sürülmeden ibaretti. Hâl böyle iken, Hâlet Efendi
işkencelerine maruz kalanlar, özellikle Hüsnü
Bey bunu fırsat bilerek, onun kötülüklerini arz
ile padişahın gazabını tahrik ettiler. Bunun
üzerine idam fermanı çıktı. İcrasına hassa
hasekilerinden Mehmet Ârif Ağa memur edildi.
Mehmet Ârif Ağa, kıyafet değiştirip Hâlet
Efendi’den önce Konya’ya vararak bir yere
gizlendi. Hâlet Efendi Konya’ya vardığında
sikke giyerek Çelebi Efendi dairesinde istirahat
ederken Ârif Ağa gelip fermanı göstererek kılıç
kaytanı ile Hâlet Efendi’yi boğdu. Başını
keserek İstanbul’a getirdi. Baş ibret taşında
teşhir edildi. Cesedi Konya’da ve kesik başı
Galata Mevlevi hanesinde gömülüdür. “Zalim,
Allah’ın intikam kılıcıdır. Fakat sonra bu kılıçtan
intikam alınır.” sözünün anlamı meydana gelmiş
oldu.
Hâlet Efendi’nin bütün malları müsadere
olundu. Yakın adamlarından Sait Efendi,
hazinedarı Ahmet Ağa, mühürdarı Ziver Efendi,
eski hazinedarı Ömer Ağa, kapı çuhadarı İzzet
Ağa, sarrafı Bağdatlı Yahudi Haskil de
yakalanarak Bostancıbaşı hapishanesine kondu
ve sonradan çeşitli yerlere sürüldüler. Hayalî Sait
Efendi de Hâlet Efendi’ye yakınlığı dolaysıyla
Adana’ya sürüldü.
Galata Mollası meşhur Şair Keçecizâde İzzet
Molla, Hâlet Efendi’nin has nedimlerindendi.
Hâlet Efendi’nin bütün yakın adamları
sürülmüşken o yakasını kurtarmıştı. O açıkça
Hâlet Efendi’yi övmeye devam ediyordu. Hatta
o sırada:
Hâlet’in canını Hak, malını mîri oldı
Kaldı ehl-i hasede hayeleri ile giyri
beyitini düzenlemişti. Duyulunca Keşan’a
sürgün edildi.
Yeniçerilerin Tedibi

Yeniçeri ocakları çok fazla şımarmış,


serkeşlikleri günden güne artmıştı. Rüşvet alarak
şunu bunu voyvoda tayin ettiriyorlar, yüksek
memurlara zorla hukuka uymayan işler
yaptırıyorlardı. Taşralardaki yeniçerilerin hiçbir
işine müdahale edilmemesi için sadrazamdan
emir çıkartıyorlardı.
Bunların cür’etlerini kırmak üzere, cesur ve
sadık bir zatın yeniçeri ağası olması padişahın
arzusu idi. Bu sebeple Rusçuklu Hüseyin Ağa,
evvelâ kol kethüdalığına, sonra da yeniçeri
ağalığına getirildi. Hâlet Efendi, kendisinden
başka kimsenin yeniçeri ocaklarıyla ülfet
etmesini istemezdi. Bunun için Hüseyin Ağa’nın
da bu mevkie gelmesini arzu etmezdi. Fakat
kadere hiçbir şey engel olamazdı.
Yeniçeri Ocağı’nda işler tersine dönmüştü.
Hayli müddetten beri nüfuz, ustalar elinde olup
zabitlerin sözü geçmiyordu. Yeniçeri Ağası
Hüseyin Ağa, ustalıktan gelme olduğundan önce
ustaların nüfuzunu kırmaya teşebbüs etti.
Güvendiği oda başılarını gizlice birer birer
çağırtarak şöyle dedi:
“Yeniçeri kanununda ustalar, neferlerin işine
karışmayıp, sizin maiyetinizde memur iken,
kadim nizam bozulmuş, onlar sizi nefer yerine
koyup kullanmaya başlamışlar ve halka öyle
zulüm etmişler ki bütün âlem bizden usanmış.
Cümlesi zevalimize dua ediyor. Devletimiz bunca
din düşmanlarıyla uğraşırken ve bizim adımız
padişah kulu iken, onun bir derdine derman
olmuyoruz. Kabahat beş on serseride iken
sükûtumuz sebebiyle biz de kötü oluyoruz.
Sultan Süleyman kanununu can ve gönülden
uygulamalıyız. Siz de eskisi gibi zabitliğinizi
takınmalısınız. Ben ustalığımda cahillik
yüzünden bu kötü işlere karıştım ama bunun
çıkar yol olmadığını anladım. Ettiğim
hayâsızlığa pişman oldum. Benim muradım
ocağa hizmet ve sizi bu hakaretten
kurtarmaktır.”
Sonra tayın ustalarını çağırarak: “Sizin adınız
ustayken neden seyirdim ustalarına mağlûp
oluyorsunuz.” diyerek bu iki sınıf usta arasına
ihtilaf soktu. Sonra, fitnelerin sebebi olan şakirt
halifesi Muhsin Ağa’yı hocalık rüûsu ile
Selanik’e yolladı. Daha bazılarını da taşra
hizmetlerine gönderdi. Seyirdim takımından
bazılarını da memleketlerine göndererek
İstanbul’u temizledi. Bunlar yoldayken infazları
yapıldı, ahiret diyarına gönderildiler. İstanbul’da
kalanların bir haylisi de zindanda. Ahırkapı’da
idam edildi.
Böylece Hasan Ağa, üç ay içinde İstanbul’u
eşkıyadan temizledi. Hatta padişah bir Cuma
selamlığında Hüseyin Ağa’ya: “Eşkıyadan
bakiye var mıdır?” diye sorunca Ağa: “Efendim,
onların birisi kalmadı, hep amellerinin cezasını
buldular. Yalnız köleniz kaldım.” demesi
padişahı neşelendirdi. Bunun üzerine ağaya
vezaret rütbesi verildi ve Ağa Paşa diye şöhret
buldu.
Asmaaltı’ndaki bekâr odaları Yeniçeri
Ocağı’na mensup hamal ve ırgatların toplantı
yeri idi. Buradan geçen kadınları zorla çevirip
ırzlarına tecavüz, ederlerdi. Ağa Paşa bu
odaların yıkılması için sadrazamdan izin istedi.
Sadrazam: “Bugün kamer akrep burcundadır.”
diye tereddüt edince Ağa Paşa: “Ben kamerin
akrepte olduğunu görmedim; lakin akrep bu
odalardadır. Hemen varıp ezeceğim.” dedi ve
bu odaları, kahveleri yerle bir elti.
Devlet-i Aliye’yle İran Arasında Aktolunan
Antlaşma

Osmanlı Devleti ve İran barış istiyordu. Bu konu


üzerine bazı haberleşmeler olmuştu. Osmanlı
Devleti Rauf Paşa’yı murahhas tayin etti.
Mehmet Ali Mirza da İran murahhası olarak
vazifelendirildi. İki heyet arasında görüşmeler
Erzurum’da başladı.
Barış anlaşmasının esası; seksen sene önce
Nadir Şah ile yapılan anlaşma idi. Yapılan
anlaşma İstanbul’a gönderildi. Gelir gelmez
padişah tarafından onaylandı. Böylece İran
gailesi ortadan kalkmış oldu.
Antlaşmanın metni:
İki yüce devlet arasına soğukluk sokacak
işlemlerin meydana gelmesi caiz görülmeye.
Osmanlı hududu içinde bulunup harp esnasında
İran eline geçmiş olan bütün kaleler, ilçeler ve
köyler 60 gün zarfında Devlet-i Aliye’ye teslim
oluna. Zarara uğrayanların zararları tazmin
oluna. Tutuklular serbest bırakıla.
1. Madde — Hiçbir devletin iç işlerine
karışmak caiz olmadığından, Bağdat ve
Kerkük taraflarında Devlet-i Aliye’nin
yapacağı tayinlere İran karışmayacak.
Kışlak ve yaylak ihtilafları Bağdat Valisiyle
muhabere edilerek bertaraf edilecektir.
2. Madde — İranlılardan Kâbe’ye ve öteki
İslâm ülkelerine gideceklerle iyi muamele
olunacak, kendilerinden şeriata aykırı, bir
ücret istenmeyecek tüccar malı ancak
gümrük vergisi ödeyecektir.
3. Madde — Haydaranlı ve Sebüklü
aşiretlerinin İran’a tecavüz etmeleri
önlenecek, kendi rızalarıyla İran’a
geçenlere mâni olunmayacak.
4. Madde — Kaçaklar iki tarafça kabul
olunmayacak.
5. Madde — İran tüccarının muhafaza için
tutulan malları İran elçisi vasıtasıyla
sahiplerine iade edilecek.
6. Madde — Devlet-i Aliye’de çocuksuz ölen
İranlıların malları bir sene saklanacak bir
varis veya vâsi zuhur ederse ona teslim
edilecek. Zuhur etmezse bu mallar
beytülmalca satılacak. Devlet-i Aliye’nin
İran’daki tebaası için de aynı usul
uygulanacak.
7. Madde — İki devletin dostluğunu
perçinlemek için üç senede bir elçiler teati
edilecek. Harp esnasında iki tarafa
sığınmış olanlar hakkında bu barışa
hürmeten bir ceza tertip edilmeyecek.

1824 SENESİ OLAYLARI


Ülke İçindeki Bazı Olaylar

Sadrazam Deli Abdullah Paşa uslu ve saf bir zat


olmakla beraber, ocaklının dizginini toplayacak
bir kuvvete sahip olmadığından padişah
Kuruçeşme’de emekli olarak oturmakta olan
eski silahtar Ali Bey’i sadarete getirmeyi
istiyordu.
O tarihlerde yangınlar sadrazamların
uğursuzluğuna atfedilir, yangın çıktıkça
sadrazam değiştirilirdi. Bu sırada iki büyük
yangın zuhur etmişti. Tophane’de Firuzağa
Camii yakınında bir fakir kadının evinden çıkan
yangın on yedi saat sürdü. Bir kolu Fındıklı
hamamına ve Gümüşsüyü sırtındaki kabristana,
bir kolu da Sormagir ve Alçakdam’dan Beyoğlu
Ermeni kilisesine doğru yayılmıştı. Pek çok ev
topçu ve arabacı kışlaları, dökümhane ve
Kanuni’nin oğlu Cihangir adına inşa edilmiş
olan cami ve birçok mescit yandı.
Anlatılanlara göre bir kadın, yangın olacağı
gece rüyasında tenceresine et koyup pişirirken
tencere parlayıp evi yanar. Ertesi gün, et
pişirirken komşusuna “Ben bu gece dehşetli bir
rüya gördüm, tencereyi gözetleyin.” diyerek,
ekmek almak üzere fırına gider. Arkasından da
bu büyük yangın çıkar. Yanan Cihangir
camiinin inşasına derhal başlanmıştır. Sadrazam
Abdullah Paşa azledildi ve İzmit’e sürüldü. Ali
Bey sadarete getirildi.
Delil tayfası devletin bir sınıf süvarisi olup
vezirlerin maiyetinde hizmet görürler ve
harplerde işe yararlardı. Fakat bir müddetten
beri, nizamları bozulmuş, içlerine bir takım
serseriler karışarak halka zulüm etmeye
başlamışlardı. Bu serserilerin dolaşmaları
yasaklanarak, mutat aylıklarıyla kullanılmak
üzere Rumeli’de olanların Mora ordusuna,
Anadolu’dakilerin Bağdat ve Erzurum’a
gönderilmeleri kararlaştı.
Bahar mevsimi geldiğinden padişah, Beşiktaş
sahil sarayına taşındı. O gün bir şehzâde doğdu.
Adına Abdülmecit dediler. Şeyhülislâm
Sıtkızâde Ahmet Reşit Efendi’nin çocukları ve
torunları kadılardan rüşvet aldıklarından
azledilerek yerine Mekkizâde Âsım Efendi
getirildi.
Devletin eskiden beri devam eden usulü
üzere, yedi senede bir rüûs imtihanı açılırdı.
Mülâzemet müddeti yedi seneyi bulan talebe,
imtihan vererek başarılı olanlara öğretim
kariyerinin ilk merhalesi olan “hariç rüusu”
verilirdi. Teşrifatça isimleri istihkak derecelerine
göre yazılırdı. Yalnız bu listelerdeki mevkilere
itirazlar olurdu. Kimisi de: “İktidarım olduğu
hâlde imtihan meclisinin heybetinden dolayı
cevap veremedim.” derdi.
Çok defa bu rüus imtihanlarından sonra
şeyhülislâm değişirdi. Halk da bunu imtihanı
kazanamayanların kalplerinin kırılmasına
bağlardı. Bu sebeple şeyhülislâmlar da
imtihanları geciktirmek isterlerdi. Oysa
şeyhülislâm efendiler, böyle vehme
düşeceklerine hatır ve gönüle bakmaksızın
herkese liyakatine göre değerlendirseler vehme
yer kalmazdı.
Geçen sene yeniden inşasına başlanan
Cihangir Camii rebiülevvel ayında tamamlandı.
Binanın döşemesine harcanan para 607 kese ve
419 kuruştu. Altın ve gümüş paraların kesilen
fiyatından ziyade alınıp satılması şiddetle yasak
edilmişse de tatbiki kabil olmamıştır. Taşralarda
bir kuruş, altmış paraya alınıp verilmekte,
olduğundan bu esnada on ayarında olan gümüş
para, 61 ayarına iblâğ olunarak yeniden 60
paralık sikke kesildi.
Sadrazam Silahtar Ali Paşa, padişahın
güvenine sahipse de Mora işi günden güne
nezaket kesbetmeye başladığından, feleğin
çemberinden geçmiş bir zatın sadrazam
yapılması gerekmişti. Hüdavendigâr ve Kocaeli
sancakları mutasarrıfı Galip Paşa saferin yirminci
günü Bâb-ı Âli’ye çağırılarak, seraser kaplı
samur kürk giydirilip kendisi için boğazda
hazırlanan Gümrükçü Osman Paşa yalısına
yerleştirildi. Sadaret mevkiine oturtuldu. Silahtar
Ali Paşa malları müsadere edilmeden sadece
Gelibolu’da oturmaya memur edildi.
Galip Paşa’nın Sadaretine Dair Ferman:
“Sen ki sadrazam, vekil-i mutlakım Galip
Paşa’sın. Selamın-dan sonra bilesin ki selefin Ali
Paşa mizacında durgunluk ve gevşeklik
olduğundan bir iş göremediği cihetle azl ve defi
lazım gelmiştir. Sense önemli işlerimde
bulunmuş, sadakat ve dürüstlüğünle tanınmış
olduğundan seni istiklal ile sadrazam tayin ettim
ve mutlak vekaletimi uhdene verdim. Bütün
işlerinde şeriata ve kanuna uygun olarak karar
veresin.
Mora meselesinin şimdiye kadar iyi bir
neticeye varamaması memurların
gayretsizliğinden ileri geldiğinden bundan böyle
denizde ve karada gereken tedbirleri alasın.
Rum eşkıyaların saldırısından kaleleri ve
şehirleri kurtarasın.
Payitaht halkının muhtaç olduğu erzakı
zamanı ile getirterek darlığa meydan
vermeyesin. Rabb-i Teâlâ ulu Peygamber’i
hürmetine seni hayra âlet eyliye.”
Ağa Hüseyin Paşa yeniçeri azgınlarının
kimini idam ederek, kimini sürerek ocağı iyice
temizlemişse de ocaklılar endişeye düşerek bir
suikast hazırlayacakları öğrenildiğinden yeniçeri
ağalığında tutulması doğru görülmedi. Fakat
icabında padişahın yakınında kalması da arzu
edildiğinden Boğaz muhafızlığına getirtilerek
Hüdevendigâr ve Kocaeli sancakları tevcih
edildi.
Adlî altının bir tarafında “tuğra”, öte tarafında
“İstanbul’da basıldı” ibaresi yazılı idiyse de
taklidi kolay olduğundan, Akdeniz adalarında
kalpazanlar kalp para basmaya başladılar.
Bunun üzerine paranın üzerindeki yazı arttırıldı
ve sultanlar sultanı Mahmut Han ibaresi yazıldı.
Evvelce görülen hafiflikleri dolayısıyla
Keşan’a sürülmüş olan Keçecizâde İzzet Molla
affedildi. Bu yıl Sardunya Devleti’yle bir ticaret
muahedesi imzalandı.
Yeni Fransız elçisi Kelmins’ye sadrazam
huzurunda seraser kaplı samur kürk, oğluna ve
maiyet memurlarına Kontaş samur kürk,
adamlarına çuha kaplı kakım kürk giydirildi.
Rum patriği, milletinin işlerini devletin
arzusuna uygun şekilde idare edemediğinden
sürgüne gönderildi. Yerine 12 metropolitten
Hrisantos getirildi.
Devlet ricalinden mutfak emini Yusuf Agâh
Efendi bu yıl öldü. Bu zat Moralı Süleyman
Efendi’nin oğlu olup 1744-1745 tarihinde
Mora’da doğmuş, 1774-1775’de Sadaret dairesi
kâtipliğine, sonra hacegânlık rütbesine
getirilmiş. 1793-179’de İngiltere’ye sefir olarak
gönderilmişti. Orada beş sene kalmıştır.
İstanbul’a dönüşünde yeniçeri kâtipliği, tersane
ve mutfak âmire emanetinde, sonra mehterhane
nezaretinde Hîbetullah Sultan kethüdalığında ve
sadaret kethüdalığında bulunmuştur. 1823-
1824’de ölmüş, Şehzâde Mahmut türbesine
gömülmüştür. Sadık ve iyi niyetli devlet adamı
olup ancak sert karakterli ve gönül kırıcı imiş.
Eski şeyhülislâm Mehmet Zeynelabidin
Efendi öldü. Zamanının âlimlerinden hoş sohbet
bir zat idi. Şu hikâyesi meşhurdur. Zamanının
kadılarından Keşşafzâde derler, birisi varmış.
Karısına gayet düşkün ve onun kumandası
altında yaşarmış. Bütün kararları karısı dikte
edermiş. Galata mahkemesine bu hatunun
karışması yüzünden şikâyetler olmuş, bunun
üzerine şeyhülislâm, kadıyı çağırtmış ve ona
şunu demiş: “Bu âcizi şevketlü efendimiz
şeyhülislâmlık makamına, kadılıkları ehline tevdi
etsin diye getirdi. Ama ehilden murat zecve
değildir.”
Mısır Valisi Mehmet Ali Paşa bu sırada 196
parça gemi ve Mısır’da yetiştirdiği 30.000 talimli
askeri Mora’ya sevk etmişti. Padişah bundan çok
memnun olmuş: “Mısır Valisinin gayret ve
sadakatine hiçbir diyecek yok demiştir.”
Düzenli ordu kurmak, Mehmet Ali Paşa’nın
öteden beri arzusu idi. Daha evvel de bu işe
girişmiş, fakat asker ihtilal yapmıştı. Onun için
Paşa münasip fırsat beklemekteydi. Maiyetindeki
askeri bir müddet Arap yarımadasında kullandı;
sonra, bir Sudan seferi açarak, oğlu İsmail
Paşa’yı oraya gönderdi. Sudan beyleri arasında
harp olduğundan İsmail Paşa burasını kolayca
ele geçirdi.
Mehmet Ali Paşa’nın öteki oğlu İsmail Paşa
da bir fırkayla Sudan’a gelmişti. Fakat İsmail
Paşa halktan vergi almaya kalkınca halk bir gece
evini ateşe verdi. Paşa maiyetiyle beraber yandı.
Ertesi günü Mısır askeri Sudanlılardan gereği
gibi öç aldı.
Mehmet Ali Paşa, oğlunun yakıldığı haberini
alınca gözyaşı dökerek: “Bu bozuk askerle bir iş
görülmez. İşte, oğlumun da yanmasına sebep
oldular.” dedi. Eyalet erkânı da talimli asker
yapmaya karar verdiler. Hemen “Asker-i
Cihadiye” namiyle talimli asker hazırlanmasına
başlanarak kısa zamanda pek çok asker
yetiştirildi. İşte Mora’ya gönderilen talimli asker
bu gruptandı. Bu asker, Galip Paşa
kumandasındaydı. Bu zat çok bilgili dürüst ve
mahir bir devlet adamı idi. Fakat bazı hatırlılarla
ve özellikle Darphane Nazırı Hüsnü Bey’le
uyuşamadı.
Aslında bunların ikisi de Hâlet Efendi’nin
hasımlarındandı. Hâlet Efendi’nin idamından
sonra birbirlerine sarılmaları lazımdı. Fakat Galip
Paşa sadrazam olunca araları açıldı. Bu sırada
Paşa aleyhine dedikodular artıyordu. Bazı
memurların Paşa’nın halvethanesine gidip devlet
erkânına sövdükleri padişaha ihbar edildi.
Sonunda Galip Paşa azledildi.
Rivayet edildiğine göre Galip Papa
yeniçerilerin ilgasını mümkün görüyordu. Ama
padişaha şöyle demişti: “Buna teşebbüsten önce
yeniçeri ileri gelenleri birer vesileyle taşraya
gönderilmelidir ve ilga işi Benderli Selim Paşa
gibi cesur bir zatın sadrazam olmasına bağlıdır.
Bu iş kulunuz gibi kâtiplikten gelme bir adamın
işi değildir.”

1825 SENESİ OLAYLARI


Bu Senenin Bazı Olayları

Padişah, Selim Paşa’yı sadrazam yapmak üzere


hassa hasekilerinden Ahmet Ağa’yı Silistre’ye
yolladı. Haseki gizlice Selim Paşa’nın yanına
girerek fermanı verdi. Paşa, kimseye haber
vermeksizin Tatar kıyafetine girerek, Ahmet
Ağa’yla birlikte muharremin 20. salı günü
Davutpaşa Sarayı’na indi. Ahmet Ağa, hemen
padişaha sadrazamın geldiğini haber verdi.
Selim Paşa Çinili köşke getirilerek mühür-i
hümayun kendisine tevdi olundu. Galip Paşa da
Gelibolu’ya gönderildi.
Cehalet her türlü kötülüğün başı olduğundan
padişahlar bunca mektep ve medrese açmış
oldukları hâlde bir müddetten beri Müslümanlar
arasında çocukların okutulmasına önem
verilmediğinden halkı cehalet ve nadanlık
kaplamıştı. Bu sebeple çocukların okutulması
hakkında İstanbul kadılarına hitaben şöyle bir
ferman çıkartılmıştır.
Çocukların Okutulması Hakkında Ferman:
Cümleye malûmdur ki Muhammet
ümmetindenim diyen evvelâ dinî akidesini
öğrenecek, sonra da geçimini kazanmak için bir
meslekte yetişecektir. dinî icapları öğrenmek,
dünya işlerinin hepsinden mühim olduğu hâlde,
bir zamandanberi halkın çoğu, analarının
babalarının günahı olarak cahil kaldıkları gibi,
evlatlarınıda cahil bırakmakta ve âleme rızık
dağıtan Allah’a güvenmeyerek hemen para
kazanma hırsına düşüp çocukları beş altı
yaşında mekteplerden alıp çıraklığa
vermektedirler.
Bu çocuklar cehaletle büyüyüp sonra da
okumaya heves etmediklerinden günahları ana
babalarının boynunda olup kıyamette cezalarını
çekeceklerdir. Zaferlere erişmeyişimizin başlıca
sebebi halkı cehaletin kaplamasıdır. Allah
göstermesin böyle giderse Allah tarafından
şiddetli bir terbiyeye uğrayacağız. Bu sebeple
şimdiye kadar cahil kalmış olan genç ihtiyar
bütün ümmet-i Muhammet cahilliğin iki
dünyadaki kötülüğünü düşünüp ve bu konuda
birbirinden utanmayarak, Cenab-ı Hak’tan
utanarak bilmedikleri dinî meseleleri öğrenmeye
gayret etmeleri farzdır.
Bundan böyle herkesin evladını olgunluk
çağına varmadıkça ve İslâm akidesi
öğrenmedikçe mekteplerden alıp çırak
vermeleri, olgunluk çağına vardığında çocukları
kadı efendilere götürüp şeriatça izin kâğıdı
almadan esnaf yanına vermemeleri emrolunur.
Şayet esnaftan biri tezkeresiz kabul ederse,
çocuğu alan ve veren tedip için Bâb-ı Âli’ye
bildirile.
Yetim çocuklar zarurî olarak bir usta yanına
verilmişse, sanat öğrenmekle yetinmeyip günde
iki defa mektebe göndermelidir. Mektep hocaları
da çocukları güzelce okutup öğretmeli, her bir
çocuğun istidadına göre tecvit ve ilmihâl gibi
kitapları okutarak dinlerini öğretmelidir. Bu
husus bilcümle mahalle imamlarına mektep
hocalarına ve esnaf kethüdalarına tebliğ edesin.
Bu yüce fermanımın birer sureti onlara verilsin.
Sultan II. Mahmud
Mahmut Paşa Çarşısı civarında tahta handa
Halepli bir sahte şeyhin telkinlerine kapılan
cizye muhasebecisi Ahmet Efendi sultan
kethüdası Laz Mahmut Efendi gibi fesat erbabı,
bazı aşçı ustalarını kandırarak bir fitne
çıkarmaya karar vermişlerdi. Her nedense
ustalardan biri durumu yeniçeri ağasına, o da
padişaha bildirince bu şeyh taslağı ve maiyeti
birer tarafa sürülmüş ve sürgünde idam
edilmişlerdir.
Bu şeyhin evrakı içinde eski sadrazam Galip
Paşa’nın bir tezkeresi çıkmıştır. Galip Paşa’nın
böyle fesat ehline uymayacağı bilinmekle
beraber, yine de bu olay üzerine sürgün yeri
Gelibolu’dan Manisa’ya değiştirildi.
Anadolu Valisi eski sadrazam Derviş Paşa
karısına ve çocuklana mağlûp olduğundan, onlar
hükûmet işlerine karışarak türlü suiistimallere
sebep oluyorlardı. Hele damadı Seyit Ali
Paşa’nın oğlu müderris Hamdi Bey ahaliye
zulmeder ve Derviş Paşa da buna müsamaha
ederdi. Kütahya Valisi’nin feryadı üzerine,
Derviş Paşa’nın vezareti kaldırıldı, malına el
kondu ve Karahisar’a sürüldü. Damadının da
rütbesi alındı.
Bu yıl gerçek yiğitlerden Gazi Mehmet
Efendi, Dağıstan’da Ruslara karşı cenk ederken
şehit oldu. Yerine geçen Hamza Bey de cihada
devam ettiyse de Rus taraftarları tarafından idam
edildiğinden, vazifeyi üzerine alan Şeyh Şâmil
Efendi Dağıstan’ı zaptederek uzun müddet
Ruslarla vuruştu.
En büyük devlet adamlarından Canip Efendi
şöhretiyle anılan Mehmet Salih Efendi bu yıl
öldü. Bu zat Arapçada üstat olduğu gibi
Fransızca da bilirdi. Birçok önemli meselelerde
Hâlet Efendi’ye zıt fikir söylerdi. Kendisini
padişah tuttuğu için Hâlet Efendi onu bir tarafa
attırmamıştı. Hâlet Efendi bunca müddet devleti
avucunun içine alıp istediği gibi idare etti. Nice
büyük adamları birer tarafa attı. Bunca işe yarar
adamları belaya uğrattı. Böyle tehlikeli bir
devirde Canip Efendi doğru yolda sebat etti. Bu
yıl çiçek hastalığından Şehzâde Abdülmecit
Efendi, Fatma Sultan ve Münire Sultan öldüler.
1826 SENESİ OLAYLARI

Muhtelif Olaylar

Bu yıl Mora’da Yunan asilerine karşı önemli bir


zafer kazanıldı. Bu vesileyle İngiliz ve Fransız
tercümanları Bâb-ı Âli’ye gelerek Rumlardan
intikam alınmamasını talep etmişler ve
Yunanlılara sahip çıkmaya kalkışmışlardır. Bu
sırada Ruslar da bazı talepler ileri sürerek
Devlet-i Aliye ’yi taciz etmeye devam
ediyorlardı.
Sadaret mektupçusu Ârif Bey ile Beylikçi
Hadi Efendi’nin geceleri toplanıp sefahat
yaptıkları ve dedikoduyla vakit geçirdikleri
padişahın kulağına gittiğinden ikisi de
azlolundu. vak’anüvis Şânîzâde Ataullah Efendi
azledilerek bu memuriyet ulemadan Esat
Efendi’ye verildi. Şânîzâde, tarihini 36 yılı
sonuna kadar yazmış beş senelik vukuatın zabıt
ceridelerini halefine devretmiştir. Bu azle sebep
Hekimbaşı Behçet Efendi’dir.
Prusya Devleti’nin İstanbul’daki
maslahatgüzarına orta elçilik payesi verilmiş
olduğundan, elçiye Divan-ı Hümayun’da hil’at
giydirildi ve padişaha hediye olarak bir adet
pırlantalı kutu, iki adet mücevher kabzalı kılıç,
altın kakma bir çift tüfek, Flemenk kumaşı 12
top çuha ve 12 top patiska takdim etti.
İngiltere’nin İstanbul’a büyükelçi tayin ettiği
Kaning, huzur-ı hümayuna namesini ve
hediyelerini takdim etti. Kendisine seraser samur
kürk giydirildi ve donanmış bir ata bindirilmek
suretiyle müstesna bir saygı gösterildi. Bu zat
uzun ömürlü olmuş ve uzun müddet büyükelçi
olarak İstanbul’da kalmıştır.
İran’ın İstanbul maslahatgüzarlığına, bu yıl
tayin edilen Mirza Rıza’ya hususî bir
misafirseverlik gösterilerek bir ev kiralandı ve
döşendi. İlk günden yiyeceği verildi. Fakat
Mirza Rıza devamlı olarak yemek istediğinden
Bâb-ı Âli’ye baş ağrısı oluyordu. Bir de
Frenklerin bazı Rumlara patent vererek himaye
ettiklerine bakarak, o da Ermenilere patent
vermeye kalkıştı. İran’dan maaş almadığı
cihetle, İstanbul’daki İran tüccarının sırtından
geçinmeye başladı. Ayrıca Bağdat taraflarından
bazılarını himaye etmeye ve oradan para almaya
başladı. Nihayet kendisinin İstanbul’dan
ayrılmasına devletçe izin verildi.
Kudüs Meselesi, Yavuz Sultan Selim’in
Kudüs Kalesi’ne yerleştirdiği adamların sülâlesi
üreyerek yerli nefer ismiyle bir grup meydana
geldi. Bunlara yeniçeri ağasının gönderdiği
zabitler kumanda ederdi. Bu zabitten başkasına
itaat etmezler, gelip giden ziyaretçilerden yalnız
onlar faydalanırlardı.
Kudüs’te ziyaretgâh olan Kamame Kilisesi
1807 senesinde yandığından Rumların ricası
üzerine kilisenin tamiri için bir ferman çıkarıldı.
Tamir işine Divan-ı Hümayun hocalarından
Abdürrahim Bey memur edildi. Ancak kilisenin
tamiri işinde Ermenilerin ve Frenklerin de
alâkası olduğundan tamir işine başlanamıyordu.
Bunun üzerine kilisede Ermenilerle Frenklere
muayyen yerlerin tamiri tahsis edilmek
istendiyse de söz Frenklere kalırsa Napolyon’un
tamir bahanesiyle bir fesat çıkarması mümkün
olduğundan tamire hemen başlanması emredildi.
Ermeniler bu tamir işine karşı koyarak ihtilal
çıkardılar. Bunların bir kısmı idam edildikten
sonra tamir edilebildi.
Asker-i Tanzimat için ulemadan bir zatın
meşiyhat makamında bulunması icap ettiğinden
Şeyhülislâm Âsım Efendi azledilerek yerine
Anadolu Kazaskeri ve bilgin Tahir Efendi
getirildi.
İslâm devletinin en büyük vazifesi cihat olup
bunun temeli de emirlere itaat olduğu hâlde
halkı cehalet istila etmiş olduğundan haddini
bilmezler çoğalmıştı. Yeniçeriler kanun diye
aralarında cari olan bozuk düzen âdetlerinden
vazgeçemedikleri için, askerî nizamlara nefretle
bakıyorlardı.
Padişah, askeri nizam altına almaya niyet
ettiğinden, her şeyden evvel halkın cehaletini
gidermek gerekiyordu. Bu maksatla İmam-ı
Azam’ın ünlü talebesi İmam Muhammed’in
yazdığı Siyer-i Kebir ve Mesâil-i Cihad isimli
kitapları hoca Münip Efendi tarafından tercüme
edilerek matbaada basıldı. Birer nüshası
kütüphanelere, ocaklara ve Şeriye
mahkemelerine gönderildi. Ocaklılar kamu
efkârının uyanmasını istemediklerinden
taşralardaki yeniçerilere mektuplar yazarak:
“Sakın bu kitaplara kulak asmayın; ocağın
kanunundan şaşmayın.” dediler.
Müverrih Esat Efendi der ki: “Halkın bir şeyi
beğenmeyip kabul etmemekte inatları cahillikten,
yani o şeyin faydasını ve mahiyetini
bilmediklerinden ileri gelir. İnsan tabiatı,
bilmediği hususlara yüz çevirir ve meçhule
düşmanlık besler.”
Devlet-i Aliye’de eskiden ilmî mansıplar, akli
ve nakli ilimleri bilenlere verilirdi. Askerî sınıfın
muvazzaf hocaları cihadın faziletlerini
öğretirlerdi. Avrupa devletleri bizim bu
usulümüzü alarak, aklî ve riyazî ilimleri
mekteplerde öğrenmeyenleri katiyyen iş başına
getiremezler. Bunlar buldukları yenilikleri harf
be harf bastırıp memleketlerine yayarlar. O
kadar ki müellif sağlığında ve ölünce de varisleri
kitaptan irat alır.
Bu günlerde kalem kâtiplerine Arabî ve Farisî
okutmak üzere iki hoca tayin olundu. Bundan
böyle sarf ve nahiv okumayan ve imtihanda
ehliyet göstermeyenlerin kâtip adaylıklarının
kaldırılması kararlaştırıldı.
Bu yıl Üsküdar’da eski Valide Camii
civarındaki evinin bahçesini kazdıran Kara
Süleyman, bahçede bir kavanoz dolusu altın
buldu. Altının değeri yüz elli bin kuruştu.
Altınlar darphaneye gönderildi. Bu evin ilk
sahibi Sultan Selim devrinde haseki olan ve
sonradan saraydan tart edilen Arnavut oğlu
namında birisidir. Bu parayı çalıp çarparak
toplamış ve bahçeye gömmüştü.
Bu yıl Müneccimbaşı Mehmet Rakım Efendi
öldü. İlm-i nücumda ve diğer ilimlerde mahir idi.
Yine bu yıl Anadolu Kazaskeri Mustafa Rakım
Efendi öldü. Vasiyeti üzerine Karagümrük
tarafında gömüldü. Sonradan yanına medrese
yapıldı. Bu zat Ünyeli olup İstanbul’da
yetişmiştir. Kardeşi İsmail Efendi gibi bu da
büyük hattatı. Yazının her türünde mahirdi. Aynı
zamanda ressamdı. Büyüklerin çocuklarına yazı
öğretirdi. Sultan Selim’in cülûsunda tasvir-i
hümayunlarını yapmış ve takdim etmişti. Buna
mükâfat olarak kendisine müderrislik verildi.
Sultan Mahmut’un şehzâdeliğinde ona da
hocalık ettiği için cülûsunda sikke-i hümayun
resmine memur edildi. Birçok kadılıklarda
bulunduktan sonra Anadolu Kazaskerliği’ne
getirildi.
Bu yıl Şeyhülislâm Arapzâde Ârif Efendi de
öldü. Bu zat Şeyhülislâm Ahmet Atau llah
Efendi’nin oğludur. İlmi mertebeleri birer birer
aşarak şeyhülislâm olmuştu. Ancak bu makamda
yirmi beş gün kalabilmişti. O zamandan beri
yalısında muazzez ve muhterem olarak vakit
geçirmekteydi. Bilgili, merhametli, vakur,
hafızası çok kuvvetli bir zattı. İhtiyar hâlinde
çok ağır yemekler yer, buzlu suları kâse kâse
içer, hiçbir tedbir almadığı hâlde sıhhati ve şuuru
yerinde idi. Kendisine mahsus talik bir yazıyla
on kadar Mushaf yazmıştır. Ailesinden
öğrenildiğine göre geçkin ihtiyar hâlinde ay
geçmez meşru gusl usulünü icra edermiş.
Padişah, mülkî ve askerî ıslahat yapmak
arzusundaydı. Halk özellikle yeniçeriler, askerî
ıslahata düşmandılar. Bu sırada bilginlere iltifat
gösterilmekle beraber dürüst ve âlim adamların
iş başında bulunmaları gerektiği için, Tahir
Efendi şeyhülislâmlık makamına bu düşünceyle
getirilmişti. Yeniçerilere karşı, kullanılmak üzere
topçulara önem verilmekteydi.
Halk yeniçerilerin zulmünden bezgindi. Bu
eşkıyanın terbiyesi için şartlar olgunlaşıyordu.
Padişah bazı sadık adamlarıyla görüşerek,
ıslahata hazırlık olmak üzere, fesat çıkaranlardan
bir kısmını şuraya buraya sürmekte idi.
Islahata aleyhtar olanlar arasında ocak
muhafızı ile divan kâtibi Mehmet Efendi vardı.
İkisi de sürüldüler. Gittikleri yerlerde idam
edildiler. Evvelce Kütahya’ya sürülmüş olan
Kapıcıbaşı Dede Mustafa Ağa, düşünülen
ıslahatta faydalı olacağı umulduğundan,
kumbaracıbaşlığa getirildi. Bu adam “Vaka-ı
Hayriye”de işe yaramış, sonraları vezir olarak
uzun süreler yaşamış olan Dede Paşa’dır.
Timar sipahileri de piyadeler gibi, çığırından
çıkmış olduğundan, Arnavutluk’ta bulunan
sipahilerden bazıları, kumbaracı ve lağımcı
ocaklarına katılmış ve bu faydalı olmuştu.
Bunun üzerine öteki vilayetlerdeki sipahiler de
bu ocaklara bağlanmıştır.
Şaban ayının 21. günü sadrazam tersaneye
gitti. İnşası biten bir korveti denize indirdi.
Mühendis ve işçilerine hilaflar giydirdi.
Tersanede büyük havuz da tamamlanmış
olduğundan, yapanlara hil’atlar giydirildi. Bu
havuzun yapımına yirmi bin keseden fazla para
harcanmıştır. Öteden beri tersanede pasbanlık
eden tayfa, ocağa dayanarak şakavetler
yaparlardı. Bunun üzerine memleketlerine
sürülerek yerlerine kefilli Türk pasbanlar kondu.
1823 yılında Tophane’de yapımına başlanan
Nusretiye Camii’nin inşaatı, bu 1826 yılında
tamamlanarak padişah tarafından açıldı. Padişah
camie gelirken, sağ tarafta yer almış olan topçu
askerine selam vermiş, sol taraftaki yeniçerilere
iltifat etmemişti. Cami hademelerine âtiyeler
verildiği gibi selamlıktaki neferlere 5.000, topçu
askerine 20.000. arabacı askerine 15.000 kuruş
hediye verildi.

Yeniçeriliğin Kaldırılması İçin Alınan


Tedbirler

Ramazanın 15. günü ocaklılar kadim âdet üzere


saray mutfağından verilen baklavayı alıp
aralarında yağma ettiler. O gün bir ihtiyar adam,
yedi yaşındaki torunuyla bu baklava alayını
seyrederken, oruç yemekle iftihar eden bu
yeniçeri güruhundan birkaçı o masum ihtiyara
saldırarak dövmüşlerdi. İhtiyar da: “Ilahî
dergâh-ı kibriyandan dilerim ki bu kavmi
takımıyla rû-yı arzdan kaldır. Gelecek ramazan-ı
şerife yetiştirme.” diye inledi. İşte bu beddua
kabul olundu.
Hayli zamandan beri muntazam asker
hazırlamak üzere Sultan Mahmut teşebbüslere
girişiyordu. Buna bir mukaddime olmak üzere:
“Usulü el-Hükmi fî Nizami’l-Emin” isimli kitabın
tabını ve İtalyancadan harp fennine dair bazı
eserlerin tercümesini emretmişti.
Düzenli ve eğitimli ordu kurulmadıkça
hudutların korunması şöyle dursun, iç asayişi
sağlamak bile mümkün değildi. Artık bu konuda
kimsenin bir diyeceği kalmamıştı. Ağa Hüseyin
Paşa’nın yeniçeri ağalığından beri zorbaların
burnu kırılmıştı. Ulema ve devlet erkânı gizlice
müzakerelerde bulunuyorlar ve Mısır’da olduğu
gibi talimli asker tertibine karar veriyorlardı. İşin
icra şekli evvelâ Ağa Hüseyin Paşa’dan soruldu.
Paşa dedi ki:
“Yeniçerilerin hâli malûm, büyüklerini ikna
etmek küçüklerini ram etmek mümkünse de bu
iki sınıfın ortasında bulunan ve esame
akçesinden yararlanmaya alışmış olan,
mütevellî, aşçı, haseki oturağı gibi adamların
ayak takımını isyana teşvik etmeleri
muhtemeldir. Bu müfsitleri derhal idam etmekten
başka çare yoktur.”
Hüseyin Paşa’nın bu teklifi kestirme bir yol
idiyse de bir ihtimal üzerine birçok kimseyi idam
etmek doğru görünmediğinden, münasip üslûp
ile kendilerine doğru yolun gösterilmesi, kabul
etmeyenler hakkında tedbir alınması tercih
edildi. Evvelâ yeniçeri ağası vasıtasıyla Kul
kethüdası Hasan Ağa ve ocağın elebaşlarından
Kurt Yusuf birer birer çağrılarak kendilerine
âtiyeler vaat edildi. Askerî nizamların, şer’î icabı
telkin olundu ve bu konuda kendilerinden söz
alındı.
Sonra şeyhülislâm konağında bir Meclis
toplanarak asker talimi bahsinin şer’î tarafı
soruldu. Hepsi bu talimin vacip olduğuna şu
fetvayı verdiler.
Eşkinci Kıtalarının Teşkili Hakkında dinî
gerekçeler:
Allah’ın buyurduğunu yüceltmek ve şeriatı
diri tutmak için, müşrikleri öldürmek
Müslümanlar üzerine farz olduğundan bu da
harp âletlerinin kullanılmasına bağlı
bulunduğundan âdetleri öğrenmek üzere
talimler yapmak ve kâfirleri öldürmenin
gereklerindendir. Nitekim, Peygamberimiz ok
atma talimini övmüşlerdir.
At ve deve yarışlarını da aynı maksatla caiz
görmüşlerdir. Velhasıl düşmana karşı
‘İktidarınız ölçüsünde kuvvet hazırlayınız” âyet-i
kerîmesi gereğince düşmanları yenmek için
mutlaka lüzumlu her çeşit harp âletlerini
hazırlamak vaciptir. Yine âyet-i kerîmelere göre
harp fenlerini bilmek ve düşmanlara mukabele
etmek farzdır. Hatta müşrikler ilk Müslümanları
yenmek için türlü harp hileleri icat etmişlerdir.
Hatta Hicret’in 40 inci yılında müşrikler barut
icat ettiklerinde Müslümanların da barut
kullanmaları hakkında ecma-ı ümmet
(bilginlerin oybirliği) vardır. Velhasıl her vakit
kuvvet kazanmak için harp âletlerini tedarik
etmek, öğrenmek ve öğretmek iman ehline
lüzumlu olup hele şu sırada düşmanlar, ehl-i
İslâm üzerine saldırırken, Müslümanların da
mukabele etmeleri vaciptir.
Bu sebeple yeniçeri ortalarının her birinden
aslı, nesli belli, güçlü kuvvetli yüz ellişer kişi
ayrılıp eşkinci neferi yazılması ve harp âletlerini
öğrenerek daima hazır bulunmaları hususunda
şeyhülislâmlık makamı ve ulema tarafından caiz
ve lüzumlu görülmüştür.
Padişahımızın bu hususa dair emir vermeleri
meşrudur diye, fetva, ferman çıktığı için, bütün
ocak ağaları elbirliğiyle bu miktar neferleri
ayırıp talime başlamayı taahhüt etmeleri şart
olmuştur.
Hazır bulunan Yeniçeri Ağası Celâlettin Ağa
da ocaklının bu nizama uyacaklarını taahhüt etti.
Bunun üzerine Yeniçeri Ocağı’nın 51
ortasından şimdilik 150’şer kişi toplam olarak
7650 kişi eşkinci adıyla talimli asker yazıldı.
Eşkinciler hakkında bir kanunname lâyihası
kaleme alındı. Üç gün sonra yine şeyhülislâm
konağında meclis toplandı. Bu mecliste
evvelkilerden başka Karadeniz Muhafızı Ağa
Hüseyin Paşa, Anadolu Yakası Muhafızı
Mehmet İzzet Paşa, kazasker mazulü Pirizâde
Yahya Efendi, Mollazâde Reşit Efendi, Rahmi
Efendi, Çarşambalı Hoca Mehmet Efendi ve
daha birçok hocalar hazır bulundular.
Toplantıda ilk önce sadrazam söz alarak
devletin durumunu, yeniçerilerin eski ve yeni
tutumlarını, içlerine karışan ne idiğü belirsiz
adamların sebep olduğu ihtilalleri, asker
taliminin lüzumunu, işin maddî taraflarını anlattı
ve devamla “Düşmanlarımızın kullandıkları
cenk usulüne mukabele için harp aletleri
kullanılması, kışlalarda icra olunamaz mı? Eğer
yeniçerilerin maaşları yetmiyor da
durgunluklarına sebep bu ise söylensin icabına
bakarız. Rum eşkıyasının hakkından gelemedik,
Yunan işi halledilemedi, bıçak kemiğe dayandı.
Müslümanlığa layık olan tutum neyse bu
mecliste söylensin. Başımız şeriata bağlıdır.”
dedi.
Hekimbaşı Behçet Efendi: “Sadrazamın
ifadelerini tasdik ile bu derdin çaresine bakalım,
Fakat iptida reis efendi düşmanlarımızın
durumunu anlatsın, illet nedir, gereği gibi teşhis
olsun da ona göre devasını düşünelim.” dedi.
Reis Efendi, ecnebî devletlerin havsalaya
sığmayan taleplerini ve Rum meselesinde ne
derece haksız iddiada bulunduklarını anlattı.
Bunun üzerine ulema efendiler: “Hâl böyle
olunca bütün ehl-i İslâma askerlik fennini
öğretmek vaciptir.” dediler. Bunu aklî ve şer’î
delillerle ispat ettiler. Kol kethüdası söz alarak:
“Filvaki ocağımızın kanununa riayet
olunmadığından, içimize uygunsuz adamlar
karıştı. Böyle talimsiz askerle cenge gidilmez,
inzibatî olmayan asker, ne kadar kahraman olsa
içlerinden birisi kaçınca ötekiler perişan olur.
Hemen asker ıslahı için ne lazımsa yapılsın.”
dedi. Hazır bulunan ocaklılar da onu tasdik etti.
Sadrazam bu konuşmaları takdir ederek:
“Yeniçerilerin ıslah padişahımızın matlubudur.”
deyip eşkinciler hakkında hazırlanan lâyihanın
okunmasını mektupçu efendiye emretti. Sonra,
şeyhülislâm talimin vacip olduğuna dair alınmış
olan fetvayı okudu: “İşte, kitap, sünnet ve ulema
ittifakı budur. Düşmana karşı koyabilmek için
asker talimi ehl-i İslâma vaciptir. Bu talimi
taahhüt ediyor musunuz?” dedi. Ocaklılar hep
birden: “Evet.” dediler. Sadrazam tekrar söz
aldı: “Bu şeriat emrine bazı mayası bozuklar
itiraz ederse tecziyesi lazım olur mu?” diyince,
şeyhülislâm: “Şiddetli ceza lazımdır.” diye
cevap verdi ve fetvanın yazılmasına fetva
eminine emretti.
Hazırlanmış olan şer’î sohbeti vak’anüvis Esat
Efendi okudu. Hazır bulunanlar vesikayı
mühürlediler, bundan sonra, İstanbul Kadısı,
Müderrisler ve Şeyhler Bâb-ı Âli’den çıkarak
alay hâlinde Ağakapısı’na vardılar. Ocaklılar
ayakta bekliyorlardı. Fetva ve hüccet-i şeriye
layihalarını okutuldu. Bazı müderrisler talimin
şer’î olduğuna dair sözler söylediler.
Yeniçeri Ağası Celâlettin Ağa: “İşte fetva,
ulema ittifakıyla harp talimi üzerimize vacip
oldu. Padişahımızın fermanı da bu merkezdedir.
Ne dersiniz? Taahhüdünüzü Bâb-ı Âli’ye arz
edeceğim.” deyince önde duran bölük ağaları ve
ocak ihtiyarları: “Duyduk, itaat edeceğiz.”
dediler. Ve hüccet-i şeriyenin altına onlar da
mühür bastılar. Tornacıbaşı, ocak imamı,
bölükbaşı, odabaşı ve Mütevellîler: “Kanımızla
mühürleriz.” dediler. Öteki ocaklılar da
birbirinin omzuna çıkarak mühürlediler.
Yeniçeri ağası bir takrir yazdı. Heyet bu vesikayı
alıp şeyhülislâm konağına geldi ve buradan
dağıldı.
Ertesi günü eşkinci asker yazılmasına
başlandı. Bunlara hemen süngülü tüfek verilse
dedikoduyu uyandırır mülâhazasıyla birer
tokmak kundaklı tüfek ve birer kılıç verildi.
Ayaklarına sıkı potur, başlarına yeşil renkli laz
kalpağı giydirildi. Zilkadenin 26’ncı günü
talimlere başlanmak üzere, mecliste hazır
bulunan zevatın bir kısmı Et Meydanı’na
geldiler. Sabah namazını kıldıktan sonra eşkinci
yazılmak üzere 51 ortanın her birinden üçer,
beşer nefer meydana çıkarıldı. Dua ile elbiseleri
giydirildi ve silahları dağıtıldı.
Mısır’da bu işleri öğrenmiş olan Davut Ağa
ve iki yardımcısı öğretmen tayin edildi. Sonra
ulema talimin meşru olduğuna dair sözler
söylediler. Fetva emini besmele çekerek eline bir
tüfek alıp yeniçeri ağasına verdi. O da tüfeği
öpüp sekbanbaşıya ve sırayla katar ağalarına
uzatıldı. Eşkinci neferleri bu manzarayı
seyrettikten sonra talime başlamak üzere Gürcü
Ahmet Efendi gür sesle bir dua okudu.
Talimli asker hazırlanmasına böylece
başlanırken bedava ulûfe ile yaşayanların, yalan
haberler yaymalarını önlemek üzere İstanbul
Kadısı’na bir ferman gönderildi.
Eşkinci yazılmasına en çok sadakat gösterir
görünen kethüda Mustafa, Kurt Yusuf ve diğer
bazılarının bu hareketleri meğer bir münafıklık
imiş. Sonradan anlaşıldığına göre o gün isyan
etmeyi gizlice aralarında görüşmüşler. Et
Meydanı’nda isyan etmeye niyet etmişler fakat
içlerinden bazıları: “Kazan çıkmadan isyana
başlamak, Bektaşîlik kanununa uymaz.”
dediklerinden isyan tehir edilmiş.
Bazıları da: “Eşkinciler çoğalıp, top ve tüfekle
teçhiz edildikten sonra isyan edelim.” demişler.
Velhasıl isyana karar vermekle beraber zaman
konusunda ihtilafa düşmüşler. O gün
Büyükçarşı’da Kerpiç Hanı’nda gizli bir toplantı
yaparak meşhur Habip Odabaşı’yı da çağırmışlar
ve hemen isyana karar vermişler.
Bu Habib Odabaşı 31 cemaatinin odabaşısı
olup, zorbalar üzerinde çok nüfuzlu ve sadakat
hâlinde göründüğü için hassa silahşorluğuna
kayırılmıştı. Eşkinci yazılma zamanında
kendisine taşrada bir yerin mültezimliği
verilmişken, Bâb-ı Âli’ye gelip: “O yerin
mahsulü kıttır. Benim haysiyetime uymaz. Bana
Selanik mültezimliğini verin.” diyerek ayak
diremiştir; bu da verilmiştir. “Memuriyetinizin
zamanı geldi, niçin gitmiyorsunuz.” diyenlere:
“Şer’î mazeretim var, veya düğünüm var.”
diyerek atlatmaktaydı. Bir fırsat gözettiği
belliydi. Celâleddin Ağa, bu tutuma bakarak
ocaklıların kötü niyetini anlamış ve Eşkinci
Nazırı Saip Efendi’ye durumu bildirmişti.
Saip Efendi katar ağalarını ve Kurt Yusuf’u
huzuruna çağırarak, Eşkinci lâyihasını ve
ulemanın fetvalarını anlatmıştı. Ağalar:
“Neferlerimiz kalın kafalıdır. Bu talimler hâşâ
gâvur usulüdür. Biz etmeyiz. Keçeye kılıç çalar,
Şişhane’de nişan atarız.” demesinler mi!
Yeniçeriler talim için üç defa Et Meydanı’na
çağrıldıkları hâlde gelmediklerinden kötü
niyetleri belli olmuştu. Sadrazamın huzuru
kaçmış, geceleyin Yeniçeri Ağası Ağa Hüseyin
Paşa’yı yalısına çağırmıştı. Hüseyin Paşa:
“Mademki şer-i şerif üzere oybirliğiyle karar
verilmiştir; bundan dönmek caiz değildir. Sebat
gerektir.” demiştir. Artık geri dönmek, mümkün
değildi. Yeniçeri zorbalarını yola getirmekten
başka çare yoktu.
Yeniçerilere karşı emniyet tedbiri olmak üzere
topçu, kumbaracı, lâğamcı ve tersane ocakları
zabitleri durumdan haberdar edildikten başka
Boğaz muhafızları olan Ağa Hüseyin Paşa’yla
Mehmet İzzet Paşa maiyetindeki 3.000 kadar
sekban askerinin İstanbul’a nakli için tertibat
alındı.
Yeniçeriler medrese talebelerini
aşağıladıklarından dolayı aralarına husumet
girmişti. Bunun için medrese talebelerinin de
yeniçeriler aleyhine kullanılması düşünüldü.
Böylece, kamu efkârı tamamen yeniçerilerin
aleyhine dönmüş olmakla beraber, onlar da
isyana hazırlanıyorlardı.

Olayların Başlaması

2 Haziran gününün gecesinde, perşembe gecesi


güneş battıktan sonra, yeniçeri zorbaları, birer
ikişer Et Meydanı’nda toplanarak, adamlarını
oraya çağırmışlardı. Kol Kethüdası Hasan
Ağa’ya da haber yollamışlardı. Hasan Ağa:
“Bölük ağaları gelsin de beraber varırız.” diye
onları başından savmıştı.
Bu sırada Habip Odabaşı ortaya çıkarak:
“Arkadaşlar, bıkkınlık getirmeyin. Ocağın adı
kıyamete kadar kalkmaz. Göreyim sizi. Hacı
Bektaş ocağını uyandırın.” dedi. Gece saat altıda
bir takım zorbalar Celâlettin Ağa’yı öldürmek
üzere Ağakapısı’na gittiler. Ağa kol gezerek
yatağına girmezden önce helâya girmiş
olduğundan, zorbalar selamlığı ve haremi arayıp
dönmüşlerdi. Ağa da çıkıp Süleymaniye’de bir
evde gizlenmiştir. Ertesi perşembe günü ki
haziranın üçü idi, asiler kazanları alarak Et
Meydanı’na toplandılar. Cebeciler de asilere
katıldı, Tornacıbaşı Şakir Ağa vak’ayı haber
alınca ödü patlamış ve hemen ölmüştür.
Asiler, Tahtakale, Asmaaltı, Unkapanı gibi
ayak takımının toplandığı yerlere adamlar
göndererek isyana teşvik ettiler. Kalabalıkları
artınca Bâb-ı Âli’yi basmak üzere Nakilci
Mustafa isimli eşkıya ile bir fırka gönderdiler.
Mısır Kapısı Kethüdası Necip Efendi Alemdar
Paşa zamanında talimli askerin kâtipliğinde
bulunduğundan, onun da konağını basmak
üzere bir kıta gönderdiler.
Sadrazam o gece Beylerbeyi’nde, Necip
Efendi Kanlıca’da bulunduğundan eşkıyanın
tecavüzüne uğramadılar. Bâb-ı Âli’deki
müstahdemler harem bahçesinin ortasındaki
mahzene girip kurtuldular. Zorbalar sadrazamın
ve Necip Efendi’nin nakit para ve
mücevherlerini yağma ettiler.
Eşkıya taraf taraf yayıldı. Nakilci Mustafa
tellâllar çağırtıp: “Fetva ve hüccet yayanları ve
bütün başı kavukluları öldüreceğiz. Evlatlarını
esir edeceğiz. Bekârlarını on kuruşa, dullarını
beş kuruşa satacağız. Herkes dükkânını açsın.”
diye bağırtarak ırz ehline dehşet verdiler.
Müderris Şeyda Efendi isyandan habersiz
sabahleyin evine giderken eşkiyaya rast gelmiş.
Şakiler işte askerî talim yapmaya fetva
verenlerden birisi budur diye bıçakla üstüne
hücum etmişler ve öldü diye bırakıp gitmişler.
Şeyda Efendi yavaşça kalkıp evine kadar gitmiş.
Bektaşî babalarının bir takımı ellerinde
teberlerde Et Meydanı’nda eşkıyayı teşvik
ediyor, bir takımı da Boğaziçi’ne giderek asileri
çoğaltmaya çalışıyordu.
Sadrazam, durumu haber alınca Ağa Hüseyin
Paşa ve Mehmet İzzet Paşa’ya derhal yalı
köşküne gelmeleri için haber saldı. Hazine
Kethüdası Mehmet Emin Ağa’yı, Beşiktaş
Sarayı’na göndererek durumu padişaha arz etti.
Padişahın Topkapı Sarayı’na gelerek sancak-ı
şerifi çıkarmasını rica etti. Şeyhülislâm ve diğer
devlet büyüklerine de haber yolladı. Şeyhülislâm
ve kazaskerler de hoca efendilere ve
danişmendlere haber saldılar. Kısa zamanda
Kazaskerler, dersiam Kurt Abdürrahman Efendi,
Defterdar, Reisülküttap, Tersane Emini ve Necip
Efendi geldiler.
Kul Kethüdası Hasan Ağa, Yazıcı Raşit
Efendi’yi Et Meydanı’na yolladı. Meramlarını
sordu. asiler: “Biz talim etmeyiz. Bizim usulümüz
testiye tüfek atmak ve keçeye kılıç çalmaktır.”
dediler. Devlet ricalinden bazılarının kellesini
istediler. Yazıcı bu haberi Ağakapısı’na iletince,
Hasan Ağa durumu sadrazama bildirdi.
Sadrazam: “Kılıncı kuşandık, artık dönmeyiz. Git
bu haberi ver.” dedi. Yanındakilerle yalı
köşkünden çıkıp Topkapı Sarayı’nın arz odasına
vardı. Bu sırada ulema kadılar ve müderrisler
takım takım Bâb-ı Hümayun’a geldiler.
Topçular, arabacılar ve süvari topçu yüzbaşısı
Karacehennem İbrahim Ağa birkaç topla,
tersane başçavuşu Yemenicioğlu Ahmet ağa,
kalyoncu askeri ile ve kumbaracı ve lâğımcı
ocakları ağalarıyla birlikte saraya gelerek saf saf
dizildiler. Bu ocaklıların asilere katılmayıp
saraya gelmeleri herkese kuvvet verdi.
Kumbaracıbaşı Dede Ağa’dan bizzat
işittiğimize göre bir isyan hâlinde ne suretle
hareket olunacağına dair topçu ve kumbaracı
ocakları zabitlerinden evvelce teminat alınmış
ise de tam güven hâsıl olmamıştı. vak’anın
zuhurunda Hasköy’deki kumbaracı kışlasında
bulunan zabitler ve neferler kışla kapısında hazır
beklemekte idiler.
Bunlar gelen adamlara: “Sultan Selim,
ocağımızın tanzimine büyük himmet ettiği hâlde
her nasılsa o zaman yeniçerilere uyduk ve
lekelendik. Bu lekeyi gidermek için fırsat
arıyorduk, şimdi devlet uğruna can feda etmeye
hazırız.” dediler. Dede Ağa: “Öyleyse buyurun
gidelim.” dedi. Kumbaracılar kayıklara binerek
yalı köşküne geldiler ve bu büyük savaşta
canlarını dişlerine takarak çalıştılar. Ocakların bu
fedakârlığı ve ulemanın yeniçeriler aleyhine
birleşmesi saltanata kuvvet vermişti.

Sancak-ı Şerifin Çıkması

Sultan Mahmut kılıcını kuşanıp tebdil kayığına


binerek Beşiktaş Sarayı’ndan Topkapı Sarayı’na
gelerek sünnet odasına girdi. Sadrazam,
şeyhülislâm ve ulemayı huzuruna kabul ederek
dedi ki:
“Cülûsumdan beri üzerime borç olduğu
şekilde şeriata uymak ve Allahın emaneti olan
tebaayı korumak için ne kadar gayret eylediğim
cümlenin malûmudur. Yeniçeriler defalarla
isyan etti. asi hareketleri, dayanılmaz bir hâl
aldı. Ancak kan dökülmesin diye müsamaha
ettim, kendilerine bu kadar ihsan ettim. Bu defa
kendi rızalarıyla başlanan meşru bir işten
dönerek başkaldırdılar. Bu isyan padişaha karşı
ayaklanış değil midir? Bu hainlerin tedibi için
teklifiniz nedir? Öldürülmelerine şeriat hükmü
var mıdır?”
Ulema oybirliğiyle: “Bunların katlleri
meşrudur. Bu yolda ölmek var, dönmek yoktur.”
dediler.
İstişare sona ermişti. Harbe başlangıç olarak
sancak-ı şerifin çıkması lazımdı. Ancak bu
tehlikeli bir işti. Çünkü sancak-ı şerif çıkınca
payitahtta büyük bir kıtal başlayacaktı.
Vuruşmanın sonucu ise meçhuldü. “Şayet
zorbalar galip gelir ve bunca devlet adamlarını
mahvederlerse, bu zorbaları kim idare eder?”
yollu tereddütler vardı. Padişah da tereddüt ve
teenni gösteriyordu.
Bunun üzerine Kurt Abdurrahman Efendi
söze başladı. Hiddet ve şiddetten ağzı
köpürüyordu: “Bu din ve devletin devam ve
bekası murad-ı ilahî ise o habisleri vurur
mahvederiz. Değilse biz de bu din ile beraber
batıp gideriz. Daha ne olmak ihtimali kaldı.”
diyerek elindeki tesbihi hiddetle yere vurdu.
Tesbih koptu. Taneleri mermerler üzerinde
yuvarlanırken, herkese rikkat gelip gözyaşları
tane tane yere dökülüyordu.
Sultan Mahmut da rikkatle ağlayarak Hırka-i
Şerif Odası’na girdi. Sancak-ı şerifi çıkardı.
Sadrazamla şeyhülislâma verdi ve bizzat askerle
Et Meydanı’na kadar gitmek istedi. Devlet
erkânı: “Öyle köpeklerin toplandığı yere
padişahımızın bizzat gitmesine hacet yoktur.”
diyerek, Hırka-i Şerif Odası önünde durmasını
ve ehl-i imânın zaferine dua etmesini rica ettiler.
Buna razı oldu.
Şeyhülislâm mazullerinden Dürrizâde
Abdullah, Yasincizâde Abdülvehap Efendilerin
de gelmesini padişah arzu ettiğinden, onlara da
davetçi gönderildi ve İslâmları kutsal sancak
altına davet için her semte tellâllar çıkarıldı.
Mahalle imamlarına İstanbul Kadısı haber
yolladı. Zorbalar ise: “Yeniçeri olan kazanların
yanına gelsin.” diye çağrışıyorlardı. Bu iki davet
arasında şehrin içinde bir acayip ve tesirli bir
gulgule peyda oldu. Zorbaları da korku ve telaş
aldı.
Din ve devlete bağlı olanlar, sancak-ı şerifin
altına koştular ve hepsinden önce 3.500 kadar
medrese talebesi kendilerine davet gelince
hemen silahlanıp hocalarıyle beraber dalga dalga
Bâb-ı Hümayun’a yöneldiler. Yolda yeniçeri
eşkıyasıyla çarpışırken bir şehit verdiler. Bu
sırada İstanbul mahalleleri halkı imamlarıyla,
Üsküdar ve Beyoğlu halkı hâkimleriyle, Seyitler
yeşil sarıklarıyla, grup grup geldiler. Saray
meydanı dini bütün Müslümanlarla doldu.
Sadrazam ve şeyhülislâm sancak-ı şerifi,
ihtiramla omuzlarına alarak meydanda hazır
bulunan gayretli devlet adamlarına teslim ettiler.
Ahıskalı Ahmet Efendi o kadar tesirli ve
dokunaklı bir dua etti ki meydanda ağlamadık
kalmadı. İslâm Halifesi Hırka-i Şerif Odası
önünde Allah-ü Teâlâ’ya yönelip sancağı teslim
ettiklerinin zaferine dua ettikten sonra,
Sultanahmet Meydanı’na yakın bulunmak için,
Bâb-ı Hümayun’un üstündeki daireye teşrif etti.
Bu sırada iç Cebehane açıldı. Silahı
olmayanlara silah dağıtıldı. Sonra, sancak-ı şerifi
alıp gülbank ve tekbirlerle doğru Sultanahmet
Camii’ne gittiler. Sancağı minberin üstüne
diktiler. Davet edilmiş olan azledilmiş
şeyhülislâmlar da gelip toplantıya katıldılar.
Mazul şeyhülislâmların fiilî hizmette bulunan
şeyhülislâmla görüşmesi âdetlere aykırı iken
şimdi bu âdet bozuldu. Eski ve yeni
şeyhülislâmlar beraberce görüşmeye başladılar.
Bu sırada Ağa Hüseyin Paşa ile Mehmet İzzet
Paşa, seçme askerlerle Sultanahmet Meydanı’na
geldiler. Bu da kalplere kuvvet verdi.
O zaman zorbalar içinde bulunup da kaçan ve
Abdülmecid’in cülûsunda İstanbul’a dönen bir
ihtiyarla görüştüm. Bana dedi ki: “Ben o zaman
yeniçeriler içindeydim. Niyetimiz yatağanlarımızı
çekip saldırarak sancak-ı şerifi ele geçirmekti.
Hüseyin ve İzzet Paşalar, henüz gelmemiş
olduklarından bunu yapabilirdik. Lakin binlerce
başı kavuklunun Bâb-ı Hümayun’dan Sancak-ı
şerifi getirmeleri cümlemize dehşet verdi.
Dizlerimizin bağı çözüldü; ne yapacağımızı
şaşırdık. Ben de bu aralık savuştum.”
Savaşa giden ordularda olduğu gibi,
Peygamber sancağı Sultanahmet camiinin
minberine asılınca, muhafazası kumandanlara
verildi. İki tarafında da birer kumandan sıra ile
nöbet bekliyordu. Vezirler ve ulema mihrap
önünde ayakta duruyorlardı. Camiin dışı ve içi
dopdoluydu ve mahşerde ümmet-i
Muhammed’in İslâm sancağı altında
toplanmalarını hatırlatıyordu. Bu da
Müslümanları dehşete düşürdü.
Devlet ricalinden birisi söze başladı: “Ey din
âlimleri! Sadrazamın ve diğer devlet
memurlarının haremlerine kadar girip yağma
yapan, şeriat perdesini yırtan ve Halifeye
itaatten cayan şakilerin öldürülmesi meşru değil
midir?” diye sordu. Ulema: “Vuruşma farzdır.
Fakat daha önce onların toplantı yerlerine bir
nasihatçi gönderip şüpheleri varsa giderelim.”
dedi. Ve bu göreve Ahıskalı Ahmet Efendi
memur edildi. Ahmet Efendi: “Baş üstüne.”
dedi: “Ben ifadede kusur etmem, lakin onlar söz
dinlemez, Hatta kabul etmez. Ben de ellerine
düşmüş olurum.” dedi.
Mehmet İzzet Paşa: “Vakit geçirmede tehlike
vardır. Onların şüphesini ancak kılıç giderir.”
deyince, Ağa Hüseyin Paşa da bu fikre katıldı.
Sadrazam, bizzat gitmek üzere kılıcını
kuşanmışken, vükela mâni oldular. Ve onun
harekât üssünde kalmasını rica ettiler. Bunun
üzerine sadrazam, bu tehlikeli işe, Ağa Hüseyin
ve Mehmet Paşa’yı memur etti ve onları
uğurladı. Böylece paşalar kendi sekbanları
topçu, kumbaracı ve kalyoncu askerleriyle yola
çıktılar. Talebe-i ulûm ve ırz ehli de onlara
katıldı.

Yeniçerilerin Yok Edilmesi

Bu sırada zorbalar halkın sancak-ı şerif altına


gitmesini önlemek için, Divanyolu, Beyazıt ve
Çarşıkapı güzergâhlarını tutmuşlardı. Fakat
karşılarında Karacehennem’in iki topu ile
beraber ve tekbir velvelesiyle gelmekte
olduğunu görünce geri çekilerek Et
Meydanı’nda toplandılar. Ağa Hüseyin Paşa
topçu askeriyle Divanyolu’ndan, İzzet Paşa,
Kumbaracı ve Kalyoncu askeriyle Saraçhane
tarafından hareket ettiler.
Sadrazam halktan da bir fırka tertip etmek
üzere camiin merdiven başına çıktığı esnada,
Kethüda Vekili Mustafa Ağa ve birkaç çorbacı
geldi: “Efendim, bizler Ağakapısı’ndaydık
eşkıyalar cahil oldukları için talim edemeyiz
derler imiş” yollu münafıkça sözlerle işi
görüşmeye düşürmek istedikleri anlaşılınca
Sadrazam: “Bakın ağalar, harp talimlerinin
lüzumuna dört mezhebin müftüleri Mısır’da ve
Mekke’de fetva vermişlerdir. Buradaki ulema da
böyle fetva vermiştir. Şeriatın emrine karşı
koymak İslâm’a yakışır mı?” dedi.
Yanında bulunan padişah imamı Zeynelabidin
Efendi: “Yeniçeriler, bu hususa dair olan
hüccet-i şer’iyeyi mühürlemişlerken, şimdi
caymaları isyan ve fesat alâmetidir. Bu hainlerin
bu din ve devlete etmedikleri hıyanet kalmadı.
Üzerlerine kılıçla varmak dinin icabıdır. Ey
Muhammet ümmeti ne durursunuz? Allah rızası
için eşkıya ile cenk edin.” diyince orada bulunan
Müslümanlar bir ağızdan tekbir alarak harekete
hazır oldular.
Ancak bir başbuğ istediler. Baruthaneler
Nazırı Necip Efendi hemen kavuğunu çıkardı,
sarığını başına sardı. Asker kıyafetine girdi ve
meydana atılarak: “Eşkıya üzerine gidenlere
yardım farzdır.” diye kendisinin başbuğ tayin
edilmesini rica etti. Sadrazam, onu başbuğ tayin
etti ve maiyetine kapıbaşı Mısırlı Ali Bey, Mısırlı
Emin Bey, Ferecik âyânı Emin ve Şerif Ağaları
verdi. Bunlar yürüyüşe geçtiler. Halk da deniz
gibi dalgalanarak onlara uydu.
Ağa Hüseyin Paşa kolu Horhor Çeşmesi
civarına vardığında eşkıyanın bir fırkası toplar
üzerine hücum ve iki topçu neferini şehit
ettilerse de askerin metanetini görüp geri
çekildiler, Et Meydanı’na dönüp kapıyı
kapattılar ve arkasına büyük taşlar dayadılar.
Daha sonra Saraçhane tarafından hareket eden
kol da geldi. Et Meydanı kışlası çepçevre
kuşatıldı.
O sırada Karacehennem meydan kapısına
varıp dışarıdan asilere nasihatle itaate davet
eylediyse de cevap yerine köpek ulumasıyla
mukabele ettiler. Maksatları iyice anlaşıldı. Bu
sırada Necip Efendi fırkası da tekbir sesleri ile
yetişti. Hüseyin ve İzzet Paşaların emriyle top
ateşi başladı. Meydan kapısının bir kanadı
kırıldı. Arkasında yığılmış olan eşkıyanın
birçoğu telef oldu. İzzet Paşa ileri atıldı. 2.500
kuruş vererek Mustafa adlı bir topçu yiğidi
buldu. Mustafa sıçrayıp meydana girdi ve
kapının öteki kanadını da açıverdi. Hemen
Karacehennem ile Tophane İmamı içeri daldılar.
Bu sırada Karacehennem bir kurşunla
topuğundan yaralandı ise de aldırmayıp yavaş
yavaş geri çekildi. asiler askerî hücuma
dayanamayıp kimi tekellerine, kimi kışlalarına
sığındılar. Topçu Mustafa meşale gibi ortada
dolaşarak Yeniçeri Ocağı’nı, tomruk dedikleri
kasap dükânından tutuşturdu. Toplar ateş ediyor,
salkım ve yağlı paçavra atılıyordu. Eşkıyanın bir
miktarı daha telef oldu. Kışlaları yanıp perişan
oldu. Bu çatışmada padişah askerinden ancak 25
kişi yaralanmıştır.
Eşkıyanın bozgun haberini sadrazama Veli
Paşazâde İsmail Bey getirdi. Vükela birbirini
tebrik etti. Yeniçerilerin bunca vak’alar görüp
geçirmiş ve hep galip gelmişlerken böyle
kolaylıkla perişan olmalarına herkes şaştı. Dost
devletler elçileri de Bâb-ı Âli’ye tebriknameler
yazdılar.
Bu olay kamu efkârının ne tesirli bir kuvvet
olduğunu gösterir. Beşyüz yıldır temelleşmiş ve
bunca vak’aların hakkından gelmiş olan
Yeniçeri Ocağı’nın böyle dört saat içinde batıp
gitmesi yeniçerilerin umûmî nefrete
uğramalarının bir neticesidir ki bu da
kanunlarının çöküntüye uğramasından
doğmuştur.
Esat Efendi, Üss-i Zafer isimli kitabında der
ki: Yeniçeri kanunlarında çöküntü öyle bir
dereceye varmıştı ki odabaşı, ustabaşı, beş on
karakullukçu ve birkaç geçkin ihtiyardan başka
yeniçeri adını taşıyanlar, sokaklarda ve
pazarlarda zarardan başka bir iş görmeyen
müfsitlerdi. Et ve ekmek tayınları şunun bunun
arpalığı idi. Asker esamesi şuna buna satılırdı.
Bazen 500 esameyi bir adam cebine atardı.
Sultanahmet’te öldürülen eşkıyanın ceplerinden
üçer, beşer bin akçe ve birçok esame çıkmıştı.
Hüseyin ve İzzet Paşalar zaferi kazandıktan
sonra eski odalar denen kışlaya gelip
kaçanlardan burada bulduklarını Et Meydanı’na
gönderdiler. Sadrazam, camiin sol tarafında
avluya nazır olan yeri karargâh yapmıştı.
Getirilen eşkıyanın her birini istintak eder ve
mahfel-i hümayun altında bulunan kârgir odaya
gönderirdi.
Şakiler burada boğulurlar, laşeleri sürünerek
At Meyda-nı’ndaki meşhur çınarın önüne
atılırdı.
Ağakapısı’nda padişahın iradesini bekleyen
Kol Kethüdası Hasan Ağa, Tatar ağaları,
Sekbanbaşı İbrahim Ağa ile, Yeniçeri Ağası
Celâlettin Ağa Sultanahmet Meydanı’na getirildi.
Ocaklılar için orada bir çadır kuruldu. Sonra
İstanbul kapılarına birer tapucu başıyla bir
miktar kumbaracı ve kulluklara topçu askeri
yerleştirildi. Tersanelerin korunması
kalyonculara verildi.
Gece kol gezmek üzere memurlar tayin edildi.
Mahalle halkının gece nöbet beklemesi imamlara
tembih edildi. İzzet Paşa Üsküdar’a geçirildi.
Ağa Hüseyin Paşa o gece Süleymaniye civarında
kaldı. Ve her tarafa tebdiller gönderildi.
Sadrazam ve ulema geceyi camide geçirdiler.
Elhâsıl İstanbul yeni fethedilmiş bir memlekete
döndü. Sultanahmet Camii ordu merkezi
hâlindeydi. Ertesi cuma günü sadrazam yine
camiin sol tarafında oturup yakalanan eşkıyayı
boğdurur ve leşlerini çınar altına koydururdu. O
gece idam edilen eşkıyanın sayısı 320’yi
bulmuştu.
Bu tedip hareketine ertesi cumartesi günü de
devam edildi. Bu çınar ağacı öyle uğursuz bir
ağaçtır ki 1655-1656 senesinde zorbalar idam
ettikleri devlet erkânını onun dallarına
asmışlardı. O zamandan beri bu ağaç “Vak Vak
Ağacı” adını almıştı. Şimdi ise zorbaların leşleri
onun altına atılmıştı. Âdeta “Vak Vak Ağacı”
meyve vermişti. İzzet Molla, bunun üzerine şu
mısraları söylemişti:
Bir zaman ehl-i fitne Cami-i Han-ı Ahmed’de
Bi-günah asmıştı kullarını Hallâk’ın
Şimdi erbab-ı şekkanın dökülüp kelleleri
Meyve vaktine yetiştik Şecere-i Vakvak’ın
Cuma selamlığı Zeynep Sultan Camii’nde
oldu. Yeniçeri zabitlerinden kimse
bulundurulmadı. Bu da Yeniçeri Ocağı’nın
tamamıyla itibardan düştüğüne bir delil idi.
Önemli mesele şuydu ki Yeniçeri Ocağı’nın
ıslaha mı, yoksa bütün bütün ilgasına mı karar
verilecekti?
Akşamdan sonra mahfel-i hümayunda
meşihat mazulleri hazır oldukları hâlde vükela
meclisi toplandı. Alınıp satılan yeniçeri
esamelerinden, sahipleri hayatta oldukça,
mahrum bırakılmamak, ocak kâtiplerinden ve
çorbacılardan sadakat gösterenlere münasip
dirliker vermek ve Asâkir-i Muhammediye
adıyla talimli asker yazılma hususları görüşüldü.
O gece sadrazam ve vükela, çadırlarda ulema ve
kadılar cami içinde kaldılar. Ertesi cumartesi
günü yine mahfel-i hümayunda toplanıldı.
Yeniçeri Ocağı pek kadim bir ocak olduğundan
reyler onun ıslah edilerek tutulması tarafına mail
göründü. Hemen Reisülküttap Şeyda Efendi söz
alarak:
“Bu rezil zümre şimdiye kadar Devlet-i
Aliye’nin işlerine müdahale etmemek üzere
verdikleri sözü ne vakit yerine getirdiler?
Defterler dolusu sohbetlerin gereğini ne zaman
yaptılar? Hele son sohbetin mürekkebi bile
kurumadan yine isyan etmediler mi? Şimdi
içlerinden bu kadarı idam olundu, onlar bunu
unutur mu? Devlete düşmanlıkları artmaz mı?
Bunların nam ve nişanları sahife-i rüzgârdan
silinmedikçe fesat ve fitneleri ortadan kalkmaz.
Böyle fırsat her zaman ele geçmez. Sonra
nedamet fayda vermez. Yeniçeri Ocağı’nı
tamamen kaldırmadan başka çare yoktur.” dedi.
Ötekiler de onu tasdik ettiler ve ocağın hemen
kaldırılmasına karar verildi.
Öğleden evvel mahfelde toplanan meclise
vezirler, kazaskerler, devlet ricali, şeyhler, davet
olunup Beylikçi Pertev Efendi’nin kaleme aldığı
ferman reis efendi tarafından okundu. Bütün
hazır olanlar beğendiler, kimi mübarek olsun,
dedi. Kimi de gözyaşlarıyla alkışladı. Hemen
birinci ve ikinci imam Ârif ve Abidin Efendiler
birer aşr-ı şerif okudular. Ayasofya vaizi
Mustafa Efendi ve Ahıskalı Ahmet Efendi çok
tesirli birer dua okudular.
Durum padişaha arz edildi. Meclis kararının
hemen icrası için hatt-ı hümayun çıktı ve bu,
memlekete ilan edildi. Öğle namazından sonra
cami cemaat ile doldu. vak’anüvis Esat Efendi
minbere çıktı. Peygamber sancağını öptükten
sonra fermanı okudu.
Yeniçeriliğin Kaldırılmasına Dair Ferman:
Bütün Muhammet ümmetine malûmdur ki bu
yüce dinin ve bu İslâm devletinin zuhuru ve
doğu ve batıya yayılması sadece şeriat, kılıç ve
cihat sayesinde olup her zaman din
düşmanlarına karşı koyacak asker ve gazilerin
bulunması şarttır.
Velinimetimiz olan bu ebedî ömürlü Devlet-i
Aliye’de evvelce Yeniçeri Ocağı kurulup bu
askerler giriştikleri harplerde, düşmana göğüs
germişler ve gösterdikleri metanet ve
kumandanlara itaat sayesinde bunca füthuat
olmuşsa da zamanla içlerine uygunsuz adamlar
ve türlü fesat karışıp itaatsizlik başlamış ve
yüzyıldır gittikleri harplerde itaatsizlik yüzünden
düşmandan kaçmak ayıbını işlemeleri bunca
kalelerin ve memleketlerin düşman eline
geçmesine sebep olmuştur.
Düşmanlarımız bu hâlimizi gördükçe, İslâm
milletinin acze düştüğünü sanıp Allah korusun
İslâm aydınlığını söndürmek iddiasıyla günden
güne taleplerini attırmış ve dört yanımızı
düşman kuşatmıştır. Bu durumda bizim de İslâm
gayretini ele alıp düşmanlarımızın hakkından
gelecek surette çareler bulmamız farz olmuştur.
Harplerde düşmanın kolayca galip gelmesi
sırf talimli askerimiz olmayışından ileri gelmiştir.
Bu sebeple yeni bir askerlik usulü konmasına
teşebbüs olunmuş iken, yeniçeriler bunu
istemeyerek teşebbüsleri akim bırakmışlardı.
Hatta cür’et ettikleri şer’î vak’alar dolayısıyla
âlemin ruhu mesabesinde olan birkaç padişahın
telefine sebep olmuşlardır. Hâl böyleyken
bunlara bir şey denilmemiş ve tahammül
gösterilmişse de düşmanlarımız tek durmayıp bu
hâlimizi fırsat bilerek, Allah korusun bizi yere
sermeye çalışmakta olduklarından bâb-ı fetvada
toplanmış olan, bütün vezirler, âlimler, devlet
adamları ve ocak zabitleri huzurunda şeriatın
emrini ihtiva eden fetva imzalanmış İslâm
askerinin evvelâ diyanet ve itaat ve sonra talim
ile maharet kazanmasından başka çare olmadığı
tespit edilmiştir.
Yeniçeri Ocağı’nın kadim kanunlarına
dokunulmamak üzere her ortadan 150’şer nefer
eşkinci yazılmasına karar verilmişti ve talim ve
terbiyeye başlanmıştı. Lakin, bu şer’î tavsiyelere
riayet olunmayarak geçen perşembe gecesi
ayaklanarak Ağakapısı ve Bâb-ı Âli basılıp
yağma edilmiş, Mushaf-ı şerifler bıçakla
paralanmış: ‘Talim istemeyiz.’ diye isyan
olunmuş, şeriata ve fetvaya karşı gelinmiş,
düşmana karşı kullanılmak üzere verilmiş olan
silahlar, devlet aleyhine kullanılmıştır. Bu
hareketler, din ve mezhebe aykırı olduğundan
bütün ulema, devlet ricali toplanmış sancak-ı
şerif Sultanahmet Camii’ne çıkarılmış,
Muhammet ümmeti sancak altına çağırılmıştır.
Bunca iman ehlini ayaklar altına alan böyle
bir şenaate cür’et edenlerin kanlarının helâl
olduğu, şeriatça bildirildiğinden kışlaları
yakılmış ve şeriat kılıcıyla cezaları verilmiştir.
Birçok şakinin işi görülmüş, bunları teşvik eden
kişilerin de cezaları verilmiştir. Ancak vukuatın
sonucu olarak şu anlaşılmıştır ki Yeniçeri Ocağı
bir şakavet yuvası hâline gelmiş, yeniçerilik adı
eşkıyalığa sığınmak olmuştur. Hatta bu defa
yakalanıp idam edilenler arasında bazılarının
cebinde gâvur haçı bulunmuştur.
Artık bunların namlarının bekasının faydalı
olmayacağı anlaşıldığından sancak-ı şerif
altında toplanan ulemanın oybirliğiyle ocağın
ismi ve resmi kaldırılmış, yeniçerilik adı külliyen
silinmiş, onun yerine ‘Asâkir-i Mansure-i
Muhammediye’ ismiyle talimli asker yazılmasına
başlanmıştır.
Dinleyenler: “İşittik ve itaat ettik.” dediler.
Yeniçeri Ocağı’nın ilgasına zamanın şairi,
Keçecizâde İzzet Molla:
Tecemmü eyledi meydan-ı lahme
Edip küfran-ı nimet nice bâği
Koyup kaldırmadan ikide birde
Kazan devrildi söndürdü ocağı
kıtasını tarih düşürmüştür.

Yeniçeri Ocağı’nın İlgasından Sonra Yapılan


Bazı Düzenlemeler

Yeniçeri ağalığının ilgası üzerine bu makama bir


vezirin getirilmesi lüzumlu görüldüğünden
sadrazam bu mevkii Celâlettin Ağa’ya teklif
ettiyse de ağa kabul etmedi. Bunun üzerine bu
makama Ağa Hüseyin Paşa getirildi. İsmi,
Asâkir-i Mansure-i Muhammediye Seraskeri
oldu. Sadrazam çadırında kendisine saraser
samur kürk giydirildi. Bu askerlerin nazareti
7.500 kuruş maaş ve tayınatla Saip Efendi’ye
verildi. Hüseyin Paşa derhal Süleymaniye’deki
çadırına varıp talimli asker yazmaya başladı.
Eşkinci yüzbaşısı Davut Ağa ve İbrahim Ağa
binbaşı oldular.
Yeniçerilerin yönetim merkezi Ağakapısı idi.
Ondan başka İstanbul’da iki kışlaları daha vardı.
Biri Yeni Odalar, dedikleri kışladır ki burada
yeniçeriler seyirterek et almaya gittiklerinden Et
Meydanı denilirdi. Bu kışla vak’ada yakılmış
olduğu için Et Meydanı’nın adı Ahmediye
Meydanı oldu. İkinci kışla Şehzâde Camii
karşısında “Eski Odalar” denilen kışladır ki
vak’adan sonra o da yıkılmış, yerine ev ve
dükkânlar yapılarak Sultanahmet vakfına
eklenmiştir.
Ağakapısı, şeyhülislâmlığa tahsis olundu.
Kazaskerler ve İstanbul kadısı da oraya taşındı.
Eski saray Seraskere tahsis edilmiştir. O vakte
kadar şeyhülislâmlar kendi konaklarında
vazifelerini ifa ederlerdi. İlk defa devlet
tarafından kendilerine yer tahsis edilmiş oldu.
Kol Kethüdası Hasan Ağa, beylerbeyi
rütbesiyle Boğaz Muhafızlığı’na getirildi.
Son yeniçeri ağası Celâlettin Ağa’ya kendi
niyazı üzerine Mirahorluk payesi ve
Kapıcıbaşılık ihsan buyruldu. Bu Celâlettin Ağa
çok uzun yaşamıştır. Hatta Sadettin Efendi
şeyhülislâm iken bir yüzleştirme meselesi için
şeyhülislâm huzuruna çıkarılınca: “Efendim biz
vaktiyle bu odada icrayı hükûmet ettik. Fakat biz
batıl ile hükmederdik. Siz hak ve adalet üzere
hükmedersiniz, farkımız budur.” demiş. Mevzu
derinleşince bu zatın son yeniçeri ağası
Celâlettin Ağa olduğu anlaşılmış. Meclis
dağılınca Şeyhülislâm Sadettin Efendi onu
yanına çağırmış izzet ve ikramdan sonra, 1.000
kuruş olan emekli aylığı, 7.500 kuruşa
çıkarılmıştır. O da vefatına kadar bu maaşla
geçinmiştir.
Sekbanbaşı İbrahim, Zağarcıbaşı Hüseyin,
Saksuncubaşı İbiş Ağalara da hediyeler verildi.
Habip Odabaşı sürgüne gönderildi ve arkasından
mübaşir gönderilerek idam edildi.
O cumartesi günü İstanbul bir hâlden
bambaşka bir hâle döndü. Daha dün her tarafa
tahakküm eden zorbalar ele geçtikçe idam
olunmakta bir taraftan da talimli asker
yazılmaktaydı. Sokaklarda tellâllar yeniçerilik
adının kalktığını herkesin dükkânlarını açıp
ticaretiyle meşgul olmasını ve şevketlü padişaha
dua etmesini nida ediyorlardı. İkindi vaktinden
önce sadrazam, ulema ve devlet ricali sancak-ı
şerifi camiden alıp tekbirlerle saray-ı hümayuna
götürdüler.
Orta kapıdan girip içeriye doğru ilerlerken
Halife Babüs-saade’den çıkıp yürüyerek sancak-
ı şerifi yolun ortasında karşıladı ve sadrazamın
elinden sancağı alıp bâbüssaade tavanı altında
taht kurulan yere gitti. Sancak etrafında saray
erkânı nöbete girdiler.
Sancak eski yerine götürülünceye kadar
odada anber yakılır, Kur’ân okunur ve cemaatle
namaz kılınırdı. Padişah kubbe-i hümayun altına
geldi. Saltanat erkânını huzuruna çağırdı. Hepsi
gelip etek öptüler.
Sağ tarafına sadrazam, arkasına Dürrizâde
Abdullah Efendi, sol tarafına şeyhülislâm,
arkasına Yasincizâde ve Sıtkızâde Efendiler yer
aldılar. Devlet ricali padişahın karşısına dizildi.
Padişah oturmalarını işaret ettikten sonra şu
nutku söyledi:
“Cenab-ı Hakk’a şükürler olsun ki bu kulunu
büyük ecdadımın nail olamdıkları feth-i mübine
mazhar kıldı. Sizleri de bu büyük hizmette
bulundurdu. Allah cümlenizden razı olsun.
Şimdiye kadar asilerin sebep olduğu, nice çirkin
işlere zarurî olarak göz yumulmuştu. Hamdolsun
cümlesi perişan oldu. Bundan sonra elbirliğiyle
milletin işlerini ve kulların ahvalini ıslah edelim.
Devletin önemli işlerini sizler inceleyip inha
ediniz. Ben de icra edeyim. Her hususa himmetin
tam zamanıdır. Mülkî idarenin işleri, intaç
edilinceye kadar hepiniz daire-i hümayunda
kalınız. Dışta ve içte birlikte olalım, gönül birliği
edelim. Ben de sizinle beraberim.”
O zamana kadar azledilen şeyhülislâmların
birbirleri ile görüşmemeleri gelenek idi. Padişah
bundan sonra güler yüzle, azledilmiş
şeyhülislamlara hitapla: “Şimdiye kadar
dilediğiniz yere gidemiyor, birbirinizle
konuşamıyordunuz. Artık birbirinize gidiniz ve
gönül rahatıyla sohbet ediniz.” dedi.
Cümlesi padişaha dua ettiler.
Bundan sonra padişah dairesine çekildi.
Devlet erkânı ve ulema sarayda misafir kaldılar.
Ancak pek yaşlı olanların evlerine gitmelerine
izin verildi. Rumeli Kazaskeri’ne de gündüz
halkın işini görmek ve gece saraya gelmek üzere
müsaade edildi.
Padişah da birkaç odadan ibaret olan
dairesinde kalıyor, Beşiktaş Sarayı’na gitseler
bile dönüp burada kalıyorlardı. Sadrazam ve
devlet ricali için, ortakapı ile bâb-ı hümayun
arasındaki kapıda çadırlar kuruldu.
O gün Nakilci Mustafa sığındığı bir kadının
evinde bir sepet sandık içinde yakalandı, huzur-ı
hümayuna getirildi. Birkaç gün önce İstanbul’a
sığmayan Nakilci’nin bir küçük sandığa sığmış
olduğu görüldü. Diğer bazı eşkıya ile birlikte
idam edildi. İdam edilenler arasında Tornacı
Ömer ile Kafesçi de vardı ki bunlar Alemdar
Paşa’yı pala ile şehit edenler arasındaydı.
O günlerde İstanbul’da kötü şöhretli olan
şahıslardan 20.000 kişi yakalanarak
memleketlerine sürülmüştür. Bazı yeniçeriler
kıyafet değiştirerek han ve hamamlara saklanmış
olduklarından bunları saklayanlara ağır ceza
verileceği ilan edildi.
Karadeniz Boğazı muhafızlığında bulunan
yamaklar son isyan vak’asına karışmamış
oldukları için, bir kısmı talimli askere yazıldı, bir
kısmı da memleketleri olan Rize’ye gönderildi.
Devlet büyüklerine âtiyeler verildiği sırada
sadrazama bir mücevher hançer, şeyhülislâma
bir elmas yüzük ihsan olundu.
Bu sırada eskiden kalma birçok merasim,
gelenekler, unvanlar kaldırıldı veya değiştirildi.
Yeni askere yazılanlar arasında bir kısmının on
beş yaşından küçük olduğu görüldü. Bunların
askere yazılması kanuna aykırı ise de meyus
olmamaları için velilerinin rızasıyla acemi
oğlanları kışlası onlara tahsis edildi.
Edirne’de ağa vekiline, kapıcıbaşılık verildi.
Sözü geçen birkaç kişiye silahşorluk unvanı
verildi. Şehirdeki bütün yeniçeri nişanları
kaldırıldı. Ağakapısı, Dar-ı Şeriat oldu.
Edirne’de karşı geleceği tahmin edilen beş
sabıkalı yeniçeriden başka kimsenin burnu bile
kanamadan bu mühim mesele kapanmış oldu.
Bu olan biteni Bâb-ı Âli’ye arz eden Esat Paşa
da bu vak’a-i Hayriye’ye “gaza-yı ekber”
tabirini kullanarak şöyle bir tarih düşürmüştür:
Tiğ-ı ser tiz şeriatla şehnişah-ı cihan
Başların kesti hep ehl-i fitnenin sertaser
Şüphe kalmadı şimden gerü ol daver-i din
Oldu her kârda teyid-i hüdaya mazhar
Padişahım, dedi muhlis kuluna Hatıf-ı gayb
Tam tarihi anın oldu gaza-yı ekber
Padişah bâb-ı seraskeriye gelerek yeni askerin
talimini seyretti. Sadrazama Hüseyin ve İzzet
Paşalara birer murassa hançer, asker nazırı Saip
Efendi’ye bir murassa kutu vermiş subaylara ve
askerlere bol para dağıtmıştı. Sonradan
Nusretiye Camii selamlığında Topçubaşı Numan
Ağa’ya da murassa bir hançer hediye etti.
Bu sırada esnaf da zincirleme kefalete
bağlandı. Esnaf birbirine ve kethüdaları tümüne
kefil oldu. Asâkir-i Mansure-i Muhammediye
artık çoğaldığından nöbet yerlerinde beklemekte
olan ahalinin artık yatsı namazlarını mahalle
camilerinde kıldıktan sonra evlerine çekilip
istirahat etmeleri tembih edildi.
Taşralarda vezir dairelerinde eli gümüş
değnekli kavas kullanılırdı. Bâb-ı Âli’de ve
serasker maiyetinde de kavas kullanmaya karar
verildi. Muhzır ağalığı unvanı Tomruk ağası
unvanına çevrildi.
Vaka-i Hayriye’de ocak bezirgânı olan
Yahudi soruşturma için darphaneye getirilmişti.
Bu adamın akrabası olan Bahoraçi isimli Yahudi
ocaklılarla temas kurup mukataalardan ve
iltizamlardan çok para kazanmıştı. Şimdi de
bezirgânı kurtarmak için kefalet vermek
istiyordu. Derken ikisi birden idam edilerek
mallarına el kondu.
Eskiden beri bayrama dört gün kala sadrazam
ve vezirler şeyhülislâm konağına giderler, ertesi
günü Şeyhülislâm Efendi ve vezirler Bâb-ı
Âli’ye giderlerdi. Daha ertesi günü öteki devlet
büyükleri şeyhülislâm konağına varırlardı.
Arifeden bir gün önce müderrisler, kapıcıbaşılar,
rikâp ve şikâr ağaları, sultan kethüdaları, kalem
kâtipleri tebrikte bulunurlardı. Bu defa erkân hep
sarayda bulunduklarından, bu kurban
bayramında bu merasimler terk edildi.
Babüssaade önünde taht-ı hümayunda
kurulan yerde sancak-ı şerif dikilmiş
olduğundan, kurban bayramı günü seher vakti
Kubbealtı’na taht-ı hümayun kuruldu.
Şeyhülislâm ve ulema yerlerinde sabah
namazını kıldılar, sonra eski divanhanede
beklemeye başladılar. Sadrazam ve Hüseyin ve
İzzet Paşalar orta kapının sağ ve solundaki
peykelerde sabah namazını kıldılar.
Bayramlaşmaya iştirak edecek diğer zevat
matbah-ı âmire tarafında olan peykelerde yer
aldılar. Padişah Bâbüssaade’den çıkıp sancağı
öptükten sonra Kubbealtı’na gelip taht-ı
hümayuna oturdu. Bayramlaşma töreni
yapıldıktan sonra, Asâkir-i Mansure arkasına
almak suretiyle tertip olunan muhteşem alayla
Sultanahmet Camii’ne gidilerek bayram namazı
kılındı. Yine alayla saray-ı hümayuna dönüldü.
Padişah sünnet odasında oturdu. Şeyhülislâm
mazulleri burada tebrikte bulundular.
Bayramların birinci günü yalı köşkünde icrası
mutat olan biniş töreni kaldırıldı.
Birkaç gün önce şeyhlere padişahın
esvaplarından birer kat elbise ve kazaskerlere
birer bohça verilmişti. Bu defa hepsine âtiyeler
verildi. Vak’anüvis efendiye 10.000 kuruş
âtiyeye verildi, rütbesi sahn-ı semandan hareket
altmışlısına yükseltildi. Sadrazam ve vezirlere
murassa bıçaklar, elmaslı ve mineli altın kutular
verildi. Yeniçerilere ait ne kadar törenler varsa
kaldırıldı. Kahvehanelerin de yıkılmasına
başlandı.
Vakanüvis Esat Efendi der ki: “Ayak
takımının toplandıkları yerlerde başıboş bir
takım adamlar bütün gün devlet erkânını
çekiştirmekle meşgul olurlardı. Bunların
toplandıkları yer kahvehanelerdi. Kahveler
Sultan Süleyman zamanında Arap
serserilerinden bir herifin Tahtakale’de bir
odada kahve satmak üzere halkı başına
topladığı yerle başlamıştı. Buraların yalan ve
dedikodu yeri olduğu anlaşılınca o zamanın
padişahı bunu duyunca dükkânı adamın başına
yıktırmıştı.
Fakat sonra müsamahalar devrinde
kahvehaneler yine çoğalmış fitne zuhurunda
yine yıkılmış, fakat sonradan öylesine çoğalmıştı
ki; halkın toplandığı iskeleler, mesireler ve hele
Yenikapı dışında şehvet uyandıran ve meddah ve
hanendeleriyle bir meyhane hâline alan ve
gedikleri 25.000 kuruşa alınıp satılan karlı irat
yerleri olmuşlardı.”
Bunların yıkılması gerektiğinden
mahkemelerden kâtipler tayin edilmiş ve bütün
kahveler, teker teker tespit edilmiş ve büyük bir
kısmı yıkılarak yerine dükkânlar yapılmıştı.
Lakin usta ve tulumbacı kahvehaneleri beşer
onar gün kapandıktan sonra mahallenin “ehl-i
ırzdır” diyerek kefil olması üzerine yeniden
açılmıştır. Bu yüzden memurlar rüşvete
alışmıştır. Bazen da tahkik edilmeksizin
masumlar cezalandırılmış ve birçok insan telef
olmuştur.
Askerî masraflara karşılık olmak üzere bazı
yeni gelir kaynakları tertip edildi. Gerçi yeni
vergiler hiçbir zaman halka hoş görünmez ise de
yeniçeriler zamanında halktan sızdırılan paralara
karşı bu yeni vergiler hafif kalırdı.
Zira yeniçeriler, İstanbul’a gelen zahirelerin
yasak yerlere taşınmamasına nezaret etmek
üzere Yemiş İskelesi’nde çardak dedikleri yerde
oturan elli altı adındaki çete ile zahire sahiplerine
iftira ederler, para sızdırırlardı. Bazen da
zahireleri ecnebî gemilere yüklerlerdi. Hariçten
gelen kayıklara bazen bir yeniçeri ortasının
nişanı vurulur ve gelirinden pay alınırdı.
Kahve çekilen yerlerde, kahveye üçte bir
nohut ve benzeri şeyler katılır ve kâr aralarında
paylaşılırdı. Kollarında yeniçeri nişanı taşıyan
hamallar da ayrı ücret isterlerdi ve daha bunlar
gibi nice kötülükler icra etmekten erlerdi.

Asi Yeniçerilerin veya İtham Edilenlerin


Akıbetleri

III. Selim vak’asında ve Alemdar olayında ve bu


son vak’ada asiler safında olanların idam
edilmelerine çok itina olunarak bu kabilden
haşerat yakalandıkça saray meydanında,
Serasker Kapısı önünde veya Üsküdar’da Çeşme
başında, bazen da bostancıbaşı hapishanesinde
idam edildi. Şuraya buraya sürülmüş olanların
bazıları da yerlerinde idam edildi. Bu suretle
idam olunanların sayısı 6.000’i buldu.
Yeniçeri Ocağı ortadan kaldırıldığı gibi
bunların mensup oldukları Bektaşîlik tarikatı da
yasak edildi. Esat Efendi’nin yazdığına göre
Sultan Orhan zamanında yeniçeri yazılmasına
başlandığında yeni subaylardan bazıları, Hacı
Bektaş-ı Velî Hazretlerine gönderilmiş yeni
asker hakkında duası istenmişti. Hacı Bektaş-ı
Velî bu zabitleri iyi karşılamış, kendi
cübbesinden onlara birer aba parçası vermiş,
onlar da bu parçaları tılsım gibi başlarına
takmışlardı. Yeniçerilerin başlarındaki keçelerin
bundan kalmış olduğu söylenir.
Onun için yeniçeriler Bektaş-ı Velî’ye intisap
olmuş ve onun duasını almış iddiasında
bulunurlardı ve Bektaşî tarikatı erkânını taklit
ettiklerinden onlara “Bektaşî” denildi. Katip
Çelebi’nin “Cihannüma” tarihinde yazıldığı
üzere Sultan Orhan zamanında haktan “yaya”
adıyla asker yazılmıştı.
Hüdavendigâr zamanında Hayrettin Paşa’nın
teklifiyle ganimet mallarından alınan beşte birler
sırasında beş esirden biri veya her esirden 25’er
akçe alınırdı. Bu suretle alınan esirler Türklerin
yanına verilir, Türkçe öğretilir ve terbiye edilirdi.
Böylece esirler Müslümanlarla kaynaşıp Türkçe
öğrenirler ve Müslüman olurlardı.
Sonra bunlar devlet kapısına getirilir yaya
askeri gibi ak börk giydirilir ve yeniçeri adı
verilirdi. Böylece yeniçeri ismi Hüdavendigâr
zamanında doğmuştur. Hacı Bektaşî Veli ise
Gazi Orhan zamanının şeyhlerinden Seyit
Mehmet Efendi namında bir zat olup daima
istiğrak hâlinde bulunurmuş. Nice darbederler,
kâfirler ona mensup gibi görünürlerdi. Bunlar
Osmanlı askeriyle aynı şeyhe mensup olmak
iddiasıyla, habis ruhlar gibi yeniçerilerin içine
girmişlerdi. Bektaşî babalarından biri daima Hacı
Bektaş-ı Velî’nin vekili namı ile 94 kışlasında
otururdu.
Hacı Bektaş türbesinde bir şeyh ölünce, halefi
İstanbul’a gelir, ocaklılar onu merasimle
Ağakapısı’na götürürlerdi. Burada şeyhe
yeniçeri ağası taç takılır, sonra Şeyhe Bâb-ı
Âli’de ferace giydirirlerdi.
Bunların arasına sızan bazı dinsiz, derbeder
melûnların ara sıra yeniçerileri ifsat ettikleri
muhakkaktır. Üss-i Zafer’de bildirildiğine göre
Bektaşîler, ashabın çoğuna hatta Hazret-i
Ebubekir’e alenen küfre cesaret ederlerdi.
Rafizliğe meyyal idiler. Sultan Süleyman
devrinde Hacı Bektaş Tekkesi’nde postta oturan
Kalender adlı derbeder, “Hacı Bektaş’ın
evladıyım” diye ortaya çıkmış ve başına 30.000
kişi toplamıştı. Bu fitnenin defi lazım geldiğinde
Serdar-ı Ekrem İbrahim Paşa bir orduyla üstüne
varmış; birkaç yerde büyük vuruşmalar olmuş,
neticede bu derbeder idam edilmişti.
Fakat bu arada hayli sünnî de öldürülmüştü.
Esat Efendi der ki: Bu Bektaşî kavmi arasına, bir
takım bâtıl inançlı adamlar sızmış olup, fesada
meyilli olan avamı fıskı fücura teşvik etmişler ve
yeniçerilere nüfuz ederek mayalarında olan
fesadı onlara da aşılamışlardır. Onun için bu
tarikatın kaldırılması şeran ve aklen lazım idi.
Türk devletinin sadıkları öteden beri kaldırmayı
düşünürlerdi. Bunun icrası zamanı, Allahın
inayetiyle gelmişti.
Zilhicce’nin ikinci günü sarayı hümayundaki
camide sadrazam, eski ve yeni şeyhülislâmlar,
Kazaskerler, Nakışbendi Şeyhi Yahya Efendi,
Mevlevi Şeyhi Kudretullah Dede, Beşiktaş ve
Kasımpaşa Şeyhleri, Havleti Şeyhi Ahmet
Efendi, Merkez Efendi Şeyhi Ahmet Efendi ve
şurâ ricali toplandı. Zât-ı şahane kafes
arkasından müzakereleri dinliyordu.
En başta Şeyhülislâm Efendi söz aldı:
“Hacı Bektaş-i Veli, öteki büyük pirler gibi
ehlullah olup, kendisine katiyen diyeceğimiz
yoktur. Lakin Osmanlı topraklarında bu yüce
tarikatlara intisap edenler, kadim usul ve erkân
üzere gidip her şeyden önce mukaddes şeriata
uymalıdır. Hatta şeriatımızda mekruh olan şey,
tarikatta haram sayılır. Bazı caniler ise
Bektaşîlik namıyla nefislerine uyarak farzları
edâ edeceklerine, haramları helâl kılmaya ve
âdetlerle alay etmeye kalkıştıklarından kâfir
oldukları genel olarak bilinir. Sizler ki yüce
tarikatlar şeyhisiniz; bu husustaki duyduklarınız,
bildikleriniz ve reyiniz nasıldır, bu gibiler
hakkında ne dersiniz?”
Bazıları “O tayfayla ülfetimiz olmadığından
hâllerini bilmeyiz” dediler. “Bazıları da böyle
kötülüklerin vuku bulduğunu herkes
söylemektedir.” diyerek Bektaşîlerin
kötülüklerini ikrar ettiler.
Bazı ulema, bunların tümü hakkında kutsal
şeriata aykırı hareket ettikleri duyulmuş olmakla
beraber “Her birisinin şahsen şeriata aykırı,
fiilleri ve sözleri sabit olmadığı takdirde şeriat
hükmü nedir?” diye soruldu.
Bazı ulema, Bektaşî reislerinden Kancı Baba,
İstanbul Ağasızâde Ahmet ve Agâh Efendi’nin
mühürdarı Salih’in namaz ve orucu terk ettikten
başka, Ebubekir’le Ömer’e sövdükleri için “Katl
edilmeleri lazım gelir.” dediler. Yasincizâde
Efendi: “Bu gibilerin siyaseten
cezalandırılmaları caizdir.” dedi.
Neticede, Üsküdar, Eyüp ve Hisar taraflarında
bulunan Bektaşî tekkelerinin altmış sene önce
mevcut olanları kadim sayılarak içlerine sünnet
ehlinden türbedar konması, bu kıdeme sahip
olmayanların yıkılmasına karar verildi.
Rumelihisarı, Şehitlik, Öküz Limanı, Karaağaç,
Yedikule, Sütlüce, Eyüp, Üsküdar,
Merdivenköyü, Çamlıca’daki sonradan kurulan
Bektaşî tekkeleri yıkıldı. İçinde bulunanlar
darphane hapishanesine kondu. Şeyhülislâm dinî
inançlarının nasıl olduğunu sordu. Kimi Rafızî
olup dinden çıkmadıklarını, kimi sünnî
olduklarını söyledi. Cahil olanlar ise inançla
alâkalı sorulara cevap verecek bilgiden yoksun
idi.
Yıkılan tekkelerde bulunan baba ve mürit gibi
kimselerin imanlarını tazelemek üzere Hadim,
Birgi, Kayseri gibi uleması çok olan şehirlere
sürülmesine karar verildi. Bu karar üzerine,
Kancı ve Salih Babalar idam edildi. Anadolu ve
Rumeli’ndeki Bektaşî tekkelerinin yıkılması için
memurlar gönderildi.
Bu olay üzerine İzzet Molla şu tarihi
düşürmüştür:
Ağalar eyledi cehime sefer
Çaldı Bektaşîler de göç borusun
Bahir Efendi der ki: “Önceleri dinî vecibeleri
terk edenler ve hak yoldan ayrılanlar çoktu.
Şimdi ise dinsizlik çıktı. Allah korusun.”
O günlerde Anadolu Pâyelisi Abdülkadir Bey
Mekke-i Mükerreme Pâyelisi Şânîzâde Ataullah
Efendi, Defterdar İsmail Ferruh Efendi de
Bektaşîlikle ittiham olunarak birer tarafa
sürüldüler. Yalnız Ferruh Efendi o zaman
Mevâkib isimli eseri tefsirle uğraştığından
kitabını tamamlaması için sürgün yeri Kadıköy’e
çevrildi.
Hakikatte bu adamların Bektaşîlikle hiç
ilgileri yoktu. Hatta sarayda yapılan toplantıda
Abdülkadir Bey, Bektaşîler aleyhinde o derece
atıp tutmuştu ki evliyanın kerametini bile inkâr
etmişti. Bu meyanda Karaca Ahmed’in
kerametlerini de inkâr ettiğinde Kazasker Ruhi
Bey ona: “Abdülkadir Bey neylersin? Ehlullaha
söz söylenir mi?” diye öfkeyle çıkışmıştı.
Bu Abdülkadir Bey bilgili bir adam
olmamakla beraber, Rahmi Bey kadar da cahil
değildi. Fakat mezhebi meşrebinden geniş ve
laubali bir adamdı; her hâlde Bektaşîlikten
uzaktı. Ferruh Efendi ile Şânîzâde Efendi,
birlikte düşer kalkarlardı. O zaman Beşiktaş’ta
bir ilim cemiyeti mevcuttu ki bilgi
heveslilerinden kim gelse ona ders verirlerdi.
Bu derslerden fen ile alâkalı dersleri Şânîzâde,
edebiyatla ilgili olanları Ferruh Efendi verirdi, bu
dersler Ferruh Efendi’nin Ortaköy’deki yalısında
verilirdi.
Bizim Farisî hocamız Fehim Efendi ve meşhur
şair Saffet Efendi burada ders görenlerdendir. Bu
toplantılara zamanın fikir ve sanat adamları
gelirdi. Haftada bir defa toplantı yapılır, edebî
konuşmalar ve şiir yarışmaları olurdu. Bir
toplantıda (Mısra-ı berceste: müstesna güzellikte
bir mısra) yarışması yapılmış, neticede şu mısra
beğenilmişti: “Bugün şadım ki yar ağlar
benimçün”. Bu toplantılarda okunan şiirler
Nevâdirü’l-Âsâr isimli kitapta toplanmıştır.
Ferruh Efendi, Londra’da elçilik etmiş
ecnebîler nazarında çok makbul ve müstesna bir
adamdı. Böyle güzide bir adamı Bektaşîlikle
suçlamak ne kadar insafsızlıktır. Şânîzâde ise
matematik ve tabiat ilimlerinde mahir ve tıpta eşi
bulunmaz ve övünülecek bir adam olup
Bektaşîlikten çok uzaktı. Lakin Hekimbaşı
Behçet Efendi onu kıskanırdı. Arada laf
taşıyanlar da bu iki adamın arasını açarlardı.
Güya Şânizâde dermiş ki: “Behçet Efendi
hekimbaşı ise ben de başhekimim.” Behçet
Efendi, Bonapart’ın Mısır’ı alması hakkında
Cesettin’in yazdığı tarihi Arapçadan Türkçeye
tercüme ettiğinden, kendisinde tarihçilik alakası
vardı.
Behçet Efendi Hekimbaşı ve Şânîzâde
vak’anüvis olduklarında İzzet Molla bu garip
hâle bakarak şöyle demişti: “Erkân-ı devletin
hâline bak, bir tarihçiyi hekimbaşı ve bir
başhekimi vak’anüvis ettiler.” Fakat bu sözü
güya Şânîzâde söylemiş diye Behçet Efendi’nin
kulağına götürdüler. Bunun üzerine Behçet
Efendi, Şânîzâde’nin tamamen aleyhine dönmüş
ve onu vak’anüvislikten azlettirmişti.
İzzet Molla buna sebep olduğuna üzülerek:
“Bu sözü ben söyledim.” demişse de fayda
etmemiş ve Behçet Efendi, Şânîzâde’nin azliyle
yetinmeyerek sürülmesini iltizam etmiştir. Benim
o zamana yetişmiş adamlardan duyduğuma göre
Behçet Efendi Beşiktaş toplantılarına Bektaşîlik
rengi vererek Şânîzâdeyle Kadri ve Ferruh
Beyleri sürdürmüştür.
Bugünlerde Asâkir-i Mansure-i
Muhammediye için aşağıdaki kanunname
yayımlanmıştır.

Asâkir-i Mansure Kanunnamesi

“Ahvali meçhul, dönme veya mayası bozuk


olmamak şartıyla on beş yaşından kırk yaşına
kadar olan kişilerden; dinç, uzuvları mütenasip,
kış yaz harekete kabiliyetli olanlarından on beşer
kuruş aylıkla asker yazılacaktır.
İlk olarak İstanbul’da 12.000 kişilik bir ordu
kurulacak, bu ordu sekiz tabura ayrılacak, her
tabur 1.526 neferden terekküp edecektir. Her
100 nefer bir sınıf teşkil edecek, her sınıfta 60
kuruş aylıklı birer top ustası ve 30 kuruş aylıklı
usta yardımcısı, on beşer kuruş aylıklı sekiz
topçu, dört arabacı, iki cephaneci bulunacak,
180 kuruş aylıklı birer yüzbaşı, 120 kuruş aylıklı
ikişer mülazım, 60 kuruş aylıklı birer zurnacı
başı, birer hekim ve cerrah bulunacak, her tertip
sağ ve sol olmak üzere ikiye ayrılıp dörder yüz
kuruş maaşlı birer sağ ve sol ağası
bulunacaktır.
Her saf için birer mektep yapılacak ve günde
birer nöbet Kur’ân ve ilmihâl okutulacak.
Cemaatle namaz kılınmasına ve din konularının
öğrenilmesine bütün zabitler özen verecektir.
Sekiz taburun binbaşılarına âmir olmak üzere
kapıcıbaşılık rütbesinde bir binbaşı tayin
olunacaktır. Sekiz Binbaşıdan ikisi bâb-ı
seraskerideki kışlada oturacak, İstanbul’daki
kulluklara birer yüzbaşı gönderilecektir. Bunlar
mahalle ve sokakların muhafazasına ihtimam
edeceklerdir.
Diğer altı Binbaşı askerleriyle beraber
Davutpaşa ve Üsküdar’da yapılmasına
başlanmış olan kışlalara yerleşecektir.”
Bir taraftan da Sultan Mahmut, Enderun
ağalarından piyade ve süvari askeri tertip etmiş,
onların talimiyle bizzat meşgul oluyordu.
Kapıkulu denilen devlet askerinin piyade kısmı
yeniçeri idi. Süvarisi ise sipahi, silahtar, sağ ve
sol ulûfeciler, sağ ve sol askeriydi. Bunlar
harplerde Sancak-ı Şerif hizmetine memur idiler.
Sipahi ocağı, önde gider, metris kazar ve
mevkib-i hümayunun geçeceği tepeleri
hazırlardı.
Silahtarlar, yolları düzeltir, köprüleri onarır,
yol güvenliğini sağlardı. Ulûfeciler mevkib-i
hümayunun sağında ve solunda giderlerdi.
Gureba sınıfı ise Arap ve Acemlerden ayrılmış,
sancağa sığınmış iyi at binenlerden olanlardı.
Bunların vazifesi orduya odun taşımaktı. Geçmiş
devirlerde bunlar devlete çok hizmet etmişlerdir.
Sonraları nizamları bozulmuş ve içlerine fesat
girmişti.
Padişaha karşı ilk isyan edenler bunlardır.
Devlet içinde itibarları sarsıldı. Yeniçerilerle
birlik olup isyanlardan geri kalmazlardı. Bir
aralık IV. Murad’ın keskin kılıcıyla iyice terbiye
olunmuşlarken sonra yine isyan ettiler.
Nihayet Köprülü Mehmet Paşa’nın isabetli
tedbirde, çoğu öldürülmüştür. Fakat ulûfeleri
şuna buna arpalık verdiklerinden devlet
hazinesine ağır bir yük idiler. Onun için Yeniçeri
Ocağı’nın kaldırılmasından sonra bunları
bırakmakta bir mâna yoktu.
İstanbul’da bulunup da ulûfe alanlar,
sadrazam tarafından affedildiler. Kâtip ağaları ve
süvari mukbeleciliği ilga edildi; bunların
Anadolu ve Rumeli’ndeki karargâhları da
kaldırıldı. Nihayet Cebeci Ocağı da kaldırıldı.
Ancak yeniçeri ihtilaline karışmayanlara
sehimler verildi.
Asâkir-i Mansure sağ ve sol olmak üzere iki
kısma ayrılıp bunlara birer bölükbaşı tayin
edildi. Bölükbaşılar emrine yüzbaşılar ve onar
kişiye bir onbaşı tayin edildi. Cebeci kâtipliği
kaldırılarak devlet erkânından birisi cebehane
nazırı tayin olundu.
Çadırların anbarı olan mehterhane de tanzime
muhtaçtı. Neferlerinden sakat olanlarına emekli
maaşı bağlandı ve mehterhaneye devlet
ricalinden bir çadır nazırı tayin edildi. Bundan
sonra devletin diğer dairelerinin de yeniden
tanzimine başlandı.
Yeniçerilerden bir kısmı, Asâkir-i Mansure’ye
yazılıp bu suretle yeni asker arasına müfsitler
karıştı. Bunların hariçten hamal ve ırgat
makuleleriyle yeniçeriliği yeniden kurma
lakırdıları ettiği anlaşıldı. Aralarında şifreyle
konuşan bu adamlardan sekizi harp divanı usulü
ile kurşuna dizildi. Dokuzu da pazar yerlerinde
idam edildi. Bu sırada zuhur eden bir yeniçeri
kargaşalığı bastırılarak elebaşları idam edildi.
Yeniçeri hâdisesi beklenmedik bir zamanda
patlak verdiğinden, Avrupa devletleri şaşkınlığa
düşmüşlerdi, bazı devletler, Devlet-i Aliye’nin
yeniden kuvvet bulacağını ümit ederlerken,
bazıları da millî geleneği olan ocakların
mahvedilmesiyle devletin bütün bütün zaafa
düşeceği zannına düşmüşlerdi.
Aslına bakılırsa talimli asker sayısının artması
sayesinde devletin kuvvet bulacağı aşikâr idiyse
de bu askerin çoğalmasına kadar bir süre
gerekiyordu. Bu zaman zarfında devlet
kuvvetsiz olacaktı.
Osmanlı devlet büyükleri,
tecrübesizliklerinden dolayı yeniçerilere galebe
ettiklerine göre her devleti yenebileceklerinin
vehmine düşmüşlerdi. Ruslar ise Devlet-i
Aliye’nin kuvvetlenmesine vakit bırakmadan bu
zayıf durumundan yaralanmak için harp açmaya
bahane arıyorlardı.

Akkirman Görüşmelerinin Başlaması


Bükreş’te Ruslarla yapılan antlaşma gereği,
Anadolu sınırları harpten evvelki hâline
getirilmesi kabul edilmiş idi. Ruslar, sözlerini
tutmayıp Sohun, Faş, Anakara kalelerini
teslimden vazgeçmişler ve Bükreş
Antlaşması’nın aceleye getirildiğini ileri sürerek
yeniden görüşme istemişlerdir.
İstanbul’daki Rus elçisi Starganof ile
konuşmalar başlamıştı. Fakat arada Rum isyanı
zuhur ettiğinden konuşmalar kesilmişti.
Stragonof bundan şikâyet etmekteydi. Starganof,
Rum isyanında Rusya’nın hiçbir desteği
olmadığını söyleyerek kendi ülkesini temize
çıkarmaya çalışıyordu. Bir yandan da “Rumlara
zulmediliyor.” diye şikâyete başlamıştı. Nihayet
1821 yılında devletimizle siyasî münasebetleri
kesip memleketine gitmişti.
Sadrazam bu konuda Rus başvekiline
müracaat ettiyse de Osmanlıların isteğine uygun
bir cevap alınmamıştır. Bununla beraber, 1822
yılında, Rusların arzusuna uygun olarak Eflak ve
Boğdan’a yerli boyarlardan voyvodalar tayin
edilerek kadim imtiyazlar ipka olundu.
İki devlet arasında çekişme konularından
birisi Sırbistan meselesi idi. Bükreş
Antlaşması’na göre, Sırplara verilerek imtiyazları
müzakere etmek üzere, Sırp ileri gelenlerinden
beş altı kişi İstanbul’a gönderilmişti. Bu esnada
Rum isyanı zuhur ettiğinden bu adamlar rehin
olarak tutuklanmıştı.
Ruslar bunu da şikâyet konusu yapmışlardı.
İki devletin arası pek gerginken Devlet-i
Aliye’ye hürmetkâr olan imparator Aleksandr’ın
1825’de ölmesiyle yerine geçen kardeşi Nikola,
Devlet-i Aliye’ye baskı yapmak yolunu tuttu.
Ruslar taleplerini yenilediler. Devlet-i Aliye bu
sırada askerî ıslahatla meşgul olduğundan
Ruslarla bir gaile çıkarmayı istemiyordu. Onun
için Rus teklifleri kabul olunarak Bükreş
Antlaşması’nın esasından ayrılmamak şartıyla
görüşmeler yapmak üzere delegeler tayin edildi.
Delegelerimiz Akkerman’a giderek
konuşmaya başladılar. Bu konuşmalarda ikinci
tercüman olarak bulunan Namık Efendi,
asrımızın büyük müşirlerinden Namık Paşa’dır.
Namık Paşa

Namık Efendi 1804 yılında doğmuştur. 1817


senesinde Divan-ı Hümayun kalemine devama
başlamış ve kısa zamanda Fransızca
öğrendiğinden Akkerman konuşmalarına memur
edilmiştir.
Oradan döndüğünde askerî talimler hakkında
Fransızca eserleri Türkçeye tercüme etmek üzere
Hüsrev Paşa’nın talebiyle Daire-i Askeriye’ye
memur edildi. 1828’de alay emini yapıldı. Daha
sonra Halil Paşa elçilikle Petersburg’a giderken
Rus Devleti’nin askerî nizamlarını öğrenmek
üzere ateşemiliterlikle görevlendi. 1830’da hassa
ordusu üçüncü alay kumandanlığına getirildi.
Bu vazifede askerlerine kunduracılık ve
terzilik öğretti. Bir de cerrahhane açtı. Alayın
sandığında 1.500 kese akçe biriktirerek Beykoz
tabakhanesini genişletti. 1833 yılında Mısır
meselesi dolaysıyla elçilik vazifesi ile
İngiltere’ye yollandı. Mısırlıların Kütahya’ya
kadar ilerlemesi ve Rusların yardım için
İstanbul’a asker göndermesi üzerine Namık Paşa
Londra’dan Petersburg’a nakledildi.
1835’de donanma hizmetine getirilerek
tümgeneral rütbesiyle kaptan-ı derya
kaymakamlığına tayin oldu. 1837’de Kaptan-ı
derya Tahir Paşa’yla beraber Trablus’a gitti.
Avdetinde, Asâkir-i Mansure tümgeneralliğine
getirildi. 1839’te karantina meclisine daha sonra
Edirne’de kurulan Üçüncü Ordu’ya kurmay
başkanı oldu. O yıl kendisine müşirlik ve
vezirlik verilerek Beşinci Ordu Kumandanlığı’na
gönderildi. 1850 senesinde Hicaz Ordusu
müşirliğine, 1854’te Tophane müşirliğine daha
sonra, Ticaret Nazırlığı’na getirildi.
O sırada Kırım vak’ası çıkması üzerine borç
para bulup anlaşma yapmak üzere özel görevle
Paris’e ve Londra’ya gönderilmiştir. Daha sonra
birçok valiliklerde, seraskerliklerde,
bulunmuştur. Bahriye Nazırlığı’nda, âyân
azalığında, Tophane müşirliğinde hizmet
görmüştür.
Namusluluğu ve dürüstlüğü herkes tarafından
bilinen ve onaylanan kimselerden olup eli sıkı
olduğu için bol aylıklarının çoğunu biriktirmiş
ve en zengin adamlardan birisi olmuştu.
Bilgili ve kültürlü bir adamsa da kanaatinde
ısrarlı ve müstebitti. Kimsenin dediğini
dinlemezdi. İstanbul’da alafranga hayata ilk
meyledenlerdendir. Frenkçe tavırları ve
kıyafetiyle taassup erbabının tenkitlerine maruz
kalmıştı. Alafranga giyenler çoğaldığı zaman ise
onlara karşı dar pantolon yerine bol pantolon
giyip dine bağlanmış, Halvetî tarikatına intisap
etmiş, kendi ifadesine göre 82 yaşında beş vakit
namazını, zinde vücudu ile kaçırmazmış.
Sonuç

D evlet-i Aliye Rusya’yla harp ederken,


Avrupa’yı alt üst eden Napolyon, Rusya
üzerine yürümeye hazırlanıyor, Devlet-i Aliye
’yi harbe devama teşvik ediyordu. Devlet-i Aliye
buna kapılmayarak Bükreş’te Ruslarla barış
yapmasından dolayı, Rus İmparatoru Aleksandr
Osmanlı Devleti’ne minnettar ve müteşekkirdi.
Napolyon’un mağlûp olmasından sonra,
Napolyon yanlısı davranmayan ülkeleri, öteki
Avrupa devletleri de takdir etmişlerdi. Elbette
devletin bu tedbiri isabetli idi. Lakin Napolyon
Elbe adasına sürülerek kurulan Viyana
Kongresi’ne her devlet delege göndermişken
Devlet-i Aliye’nin katılmaması büyük hataydı.
Çünkü bu kongrede Rusya’ya karşı Devlet-i
Aliye’yi tutacak devletler vardı. Acaba bu tutum
devletin Avrupa ahvaline vukufsuzluğundan mı
ileri gelmişti?
Bu kongreye delege gönderme hususu
Avusturyalılar tarafından özel olarak talep
edilmişti. Bu davete icabet edemeyişimizin
Viyana Kongresi’ne katılmayışımızın sebebini
izah etmek, tarihimizin önemli görevlerinden
birisidir.
Ayrıca, Rum isyanında Rusların takındığı
çelişkili tutumdan dolayı Devlet-i Aliye, bu
fesadın Ruslar tarafından yapıldığına
inandırılmıştı. Rus İmparatoru Aleksandr ise bu
suçu reddetmiştir. Bu meselenin açıklığa
kavuşması ve izahı da tarihimizin önemli
meselelerindendir. Kitabımızı, bu iki meselenin
çözümüne ve Yunanistan’ın geleceğine dair bazı
izahat vererek bitireceğiz.

Viyana Kongresine Katılmayışımızın


Sebepleri
Önceleri Devlet-i Aliye, Avrupa işlerine ilgisiz
dururken Napolyon devrinde yalnız başına
düşmana karşı koyamayacağını hissederek, bazı
devletlerle münasebetlerini sıklaştırmış ve
ittifaklar yapmıştı. O devirde Avrupa politikası
kaypak idi. Harp eden devletler birden bire
ittifak ediyor ve müttefikler ansızın harbe
tutuşuyorlardı. Bu cihetle Devlet-i Aliye’de
ittifak için pek heves kalmamıştı.
Sultan III. Selim’in Napolyon’a olan
teveccühü öteden beri Devlet-i Aliye’nin dostu
olan İngilizlerin husumetine sebep oldu. Bu
yüzden Ruslar ani olarak sınırlarımıza
saldırdılar. Devlet-i Aliye büyük iç problemlerle
uğraşırken, dış düşmanlara karşı o kadar büyük
bir metanet ve cesaret göstermişti ki bunun
tarihte eşi yoktur.
Devlet-i Aliye’yi türlü vaatlerle kandıran
Napolyon ise sözünde durmayıp Devlet-i
Aliye’yi Rusya’ya karşı yalnız bıraktı. Devlet-i
Aliye başıbozuk askeriyle Rusya’nın büyük ve
muntazam ordularına karşı çıkıp bazen da büyük
zaferler elde ettiyse de Rusçuk ve Yergöğü
mevzilerinde uğranılan hezimetlerden dolayı
Ruslarla yenik olarak barış yapmaya mecbur
olmuştu.
Bu sırada Napolyon, büyük bir orduyla Rusya
üzerine yürümeye hazırlandığından Devlet-i
Aliye ile ittifak yapmak istiyordu. Devlet-i Aliye
ise onun vefasızlığından ürküyor ve yalnız
Fransa’yla değil, hiçbir devletle ittifak etmeye
yanaşmıyordu. Ruslar ise Anapa’dan Lazistan’a
kadar olan Karadeniz kıyılarını ve Besarabya
Eflak ve Boğdan eyaletlerini ele geçirmek,
Sırbistan’da bağımsız bir hükûmet kurmak
fikrindeyken, Napolyon ile harbe tutuşmak
üzere bulunduğu cihetle yalnız Besarabya
kıtasını almış ve Sırbistan’a bazı imtiyazlar
verdirmekle yetinmişti.
Bükreş görüşmelerinde imparator Aleksandr
birçok isteklerden vazgeçmiş, hatta Kafkasya’da
ele geçirdiği bazı kaleleri geri vermişti. Fakat
Ruslar, Napolyon yenildikten sonra, sözlerinden
dönmüşler ve Kafkasya’daki kalelerin
iadesinden vazgeçmişlerdi. Aleksandr Avrupa’yı
Napolyon’un şerrinden kurtarmış olarak büyük
itibar kazanmış olduğundan Devlet-i Aliye’nin
bu kongreye katılmasını ve mülkî bütünlüğünü
kongreye kabul ettirmesini iyi niyetle ihtar
etmiştir.
Devlet-i Aliye’nin Avrupa’da daimî elçileri
olmadığından, Avrupa haberlerini Bâb-ı Âli’ye
bildirmek vazifesi Eflak ve Boğdan
voyvodalarınındı. Bu sırada devletin Viyana’da
elçisi bulunmadığından Eflak voyvodası olan
Karacabey Bâb-ı Âli’ye haber iletme hususunda
akçe kuvvetiyle şövalye dö Kineç’i muhbir
olarak kullanmıştı. Prens Meternih’in sırlarını
bilen şövalye dö Kineç’ın son zamanlarda
yayımlanan mektuplarında bu konuda bilgi
vardır.
Bu muhabereler çok önem kazanmıştı. dö
Kineç’in yazdığı mektupların bir kısmı:
Şövalye Dö Kineç Tarafından Karacabey’e
Gönderilen Mektup
Viyana, 5 Şubat 1814
Prens Meternih bazı önemli işleri bildirmeye
beni memur etti. Avrupa politikasında büyük
değişmeler olmuştur ve daha olacaktır. Fakat
Avrupa’da bir devletler dengesi kurulması bizim
politikamızın temelidir.
Maksat Fransa’nın tahakkümünü yıkıp yerine
Rus tahakkümünü kurmak değildir. Meternih
Bâb-ı Âli’ye Avrupa dengesinin önemli bir cüzü
olarak bakmakta olduğundan bütün tedbirleri
bu yönde olacak ve Devlet-i Aliye’nin
menfaatlerini kendi devletinin menfaati buna
rağmen Devlet-i Aliye aleyhine bir harekete
kalkışırlarsa Avusturya Rusya’yla bozuşmaktan
da çekinilmeyecektir.
Gidişata göre şimdilik Rus Devleti, böyle bir
fikirden uzaktır. Bununla beraber Rusya’ya
Devlet-i Aliye’nin bütünlüğünü ve saadetini
istediğimiz ve hiçbir menfaat beklemediğimiz
hakkında malûmat verilecektir. Bunların
İstanbul’a bildirilmesi ve bu durumun
İstanbul’da iyi takdir edilmesinin teminini Prens
sizden beklemektedir.
Başka Bir Mektup
Viyana, 28 Eylül 1814
Burada cereyan edecek müzakerelerde Bâb-ı
Âli’nin menfaatlerine dair sizden bir talimat
almamış olduğumdan İstanbul’ca Osmanlı
ülkesinin teminata bağlanması hususunda bir
teşebbüse girişilmeyeceği zannındayım. Hâlbuki
Viyana Kongresi’nin asıl maksadı bütün önemli
meseleleri çözmek, umûmî huzuru sağlamaktır.
Bu meyanda Osmanlı ülkesinin temini
hususundadır. Belki Bâb-ı Âli böyle bir talep
yaparsa, geleceğinden emin olmadığı manası
verilmesinden çekinmektedir. Prens Meternih de
bu fikirdedir.
Başka Bir Mektup
Viyana, 6 Kasım 1814
Bâb-ı Âli, hakkındaki tasavvurlarımı
tekrarlamayı vazife sayıyorum. Bir garanti
senedi tanzimi için Bâb-ı Âli’nin resmi olmasa
bile ciddî bir teşebbüste bulunması lüzumuna
kaniim.
Bâb-ı Âli’nin en tehlikeli düşmanı olan
Rusya’nın kongrede pek önemli menfaatler
sağlayacağı muhakkaktır. Onun için Bâb-ı
Âli’nin mevkii daha ziyade endişe verecek bir
durum alacaktır. Gerçi kâğıt üstündeki
taahhütleri önemli saymam, Fakat bu
taahhütleri hiçe saymak da hatadır.
Viyana’da bütün hükümdarlar haklarını
temin etmek için uğraşırken Devlet-i Aliye gibi
büyük bir devletin sesini çıkarmayıp kendisini
unutturma yolunu tutması şanına layık
olmayacak bir tutumdur.
Başka Bir Mektup
Viyana, 7 Kasım 1814
Kongreye murahhas gönderilmemek
hususunda Bâb-ı Âli’yi “karara iten sebepleri
Avusturya kabinesi anlayışla karşılar. Devlet-i
Aliye’nin gösterdiği tedbir ve itidali takdir ile
görür. Esasen, Bâb-ı Âli delegesinin
müdahalesine lüzum kalmadan kongrede Devlet-
i Aliye menfaatlerinin korunacağı şüphesizdir.
Devlet-i Aliye’nin menfaatleri Avusturya’nın
menfaatleridir. Avusturya, Devlet-i Aliye’ye
yalnız sadık bir müttefik nazariyle bakmayıp
kendi selametini onun bekasında görmektedir.
Onun için bir resmî davete hacet bırakmaksızın
Bâb-ı Âli’yi memnun edecek neticeler almak
üzere teşebbüste kusur olunmayacaktır.
Bunda muvaffak olamazsa Avusturya’nın
samimiyetsizliğine veya bir Osmanlı
murahhasının gönderilmemesine verilmemelidir.
Osmanlı ülkelerinin bütünlüğü hakkında
muahedeye bir madde koydurtmak için Meternih
gayret sarf edecektir.
Başka Bir Mektup
Viyana, 25 Şubat 1815
Viyana’yla Londra kabineleri arasında verilen
karara göre kongrede hazırlanacak antlaşmaya
Osmanlı ülkesinin tamamiyetine ait bir madde
konması hakkında İngiliz delegesi Lord
Kasternak’ın Rus imparatoruna sorduğu suale
cevaben imparator bundan vazgeçilemeyeceğini
bildirmiştir.
Şu kadarı var ki bunlar dö Kineç’in
Karacabey’e yazdıklarıdır. Karacabey’in yazdığı
evrakı ele geçirilememiştir. Çünkü Karacabey ve
yanında kâtip olarak kullandığı Aleksandr
Mavro Kordato kaçmışlardı. Bu sonuncusu
Yunan ihtilalcilerinin başına geçmişti.
Rusların Avrupa tarafına saldırmayarak
Osmanlı ülkesinden pek çok yerleri ele geçirme
arzusu devletler dengesini bozacağı için bilhassa
Avusturya bundan çekiniyordu. Bu sebeple
Prens Meternih, Osmanlı topraklarının
bütünlüğünü, ortak kefalet altına aldırmak
istiyordu. Bâb-ı Âli ise bu ihtarı gereği gibi
benimsemeyerek delege göndermekten
çekinmişti.
Devlet-i Aliye, Avrupa politikasının
oynaklığını, hükümdarların vefasızlığını görmüş
olduğundan ittifaklardan kaçınıyor, tarafsızlığa
yöneliyordu. Bir de Devlet-i Aliye’nin kongrede
bir müşterek kefalet istemesi geleceğinden emin
olmadığı hissini doğuracaktı. Kongrede Devlet-i
Aliye taleplerini kabul ettiremezse birkısım
toprakları üzerinde talep hakkı düşecekti.
Devlet-i Aliye lehinde bir teminat elde etmek
hususunu Meternih, İngiliz delegesi Lord
Kasternak’a havale etti. Lord, bu teşebbüsünden
elde edeceği faydalardan kendi devletini
paylandırmak arzusunda olduğundan Osmanlı
ülkesinin bütünlüğü hakkında Aleksandr’dan
aldığı vaadi kendi mütalâasıyla birlikte Bâb-ı
Âli’ye bildirdi.
Neticede Bükreş Antlaşması’nın icrasından
doğan ihtilaflar halledildi. Şöyle ki: Ruslar,
Kafkas kalelerini geri vermekten vazgeçmekle
beraber, Sırbistan, Eflak ve Boğdan hakkında
taleplerinde ileri gitmiyorlardı. Zannıma göre
Devlet-i Aliye’nin kongreye katılmamasının bir
sebebi de Sırbistan imtiyazlarının genişletilmesi
korkusu idi. Çünkü Sırplar, müstakil bir devlet
kurmak istiyorlardı.
Bazı Avrupa devletleri, Sırbistan’ın Rusya,
Avusturya ve Devlet-i Aliye’nin ortak himayesi
altında müstakil olmasını istiyorlar ve böylece
Rumeli ile Rusya arasına bir set çekmeyi
düşünüyorlardı.
Devletlerarası ittifaklar ortak çıkarlar üzerine
kurulur. Hiçbir devlet kendi çıkarı olmaksızın
başka devletle ittifak yapmaz. Dünya
kurulduğundan beri bu böyledir. İttifaklardan
her iki ülke de istifade eder. Ama bir devlete
küsüp gücenip kırılarak bütün devletlere karşı
çekingen durmak diplomasi kurallarına uymaz.
Tarafsız kalmak bazen iyi ise de bazen
müttefiksiz kalmak aksi sonuçlara da sebep olur.
Osmanlı Devleti delege gönderip Viyana
Kongresi’nden istifade edememişse de
Avrupa’da kurulan devletlerarası dengenin
sağladığı güvenlikten tabiî olarak yaralanmıştı.
O sırada Reisülküttap olan Pertev Efendi
(meşhur Pertev Paşa) taassup ve riya erbabının
müracaat makamı olduğundan devlet işlerine
kâh kendi hülyasıyla ve kâh şeyhlerin rüyasıyla
hallederdi. Reis efendinin bu şeyhçe tutumu
ecnebî elçilerde hayretle karşılanıyordu. İşte bu
duruma Yunan meselesi de eklenince Edirne
Antlaşması’na yol açan Rus harbi çıkmıştır.

Yunan İsyanı Meselesi


Aleksandr İpsilanti Rusya’da hazırladığı askerle
meydana geçip isyan ettiğinde Rus Devleti onun
hareketini resmen kınamış ve bastırılması için
Devlet-i Aliye’ye zorluk çıkarmamıştır. Fakat
çok geçmeden Rus elçisi Stragonof ağız
değiştirerek Rumları korumaya başlamıştı.
Rusya’ya kaçan Yunan eşkıyası orada yardım ve
ikram görüyorlardı.
Rusların bu konudaki tutumlarını
anlayabilmek için Avrupa’ya karşı ne durumda
olduklarını anlatmak lazım geliyor. Viyana
Kongresi’ne kadar, Ruslar kendilerini,
Avrupa’nın kargaşalığından uzak tutuyorlar,
ancak bir menfaatleri olduğu zaman Avrupa
işlerine karışıyorlardı. Avrupa’yı Napolyon’un
pençesinden kurtarma hususunda Aleksandr’ın
büyük rolü olması dolayısıyla Avrupa’nın
kurtarıcısı unvanını alan Rusya, Avusturya ve
İngiltere’yle beraber, Avrupa asayişini koruma
vazifesini yüklenmiş ve tutumunu Avrupa’nın
durumuna göre değiştirmek lüzumunu
hissetmişti. Viyana Kongresi’nde imzalanan
kutsal ittifak onun bu tutumunu perçinlemiştir.
Avrupa’da çeşitli mezhepler bulunurken,
Fransa’da bir de dinsizlik mezhebi zuhur
etmekle, Viyana Kongresi’nde mutaassıp
Hristiyanlar, özellikle kadınlar Aleksandr’ın
etrafını alıp, Hristiyan dininin korunması için bir
muahede yapılmasını talep ettiler. O da “Kutsal
İttifak” adıyla hükümdarlar arasında bir
muahede imzalanmasını temin etti. Fakat bu
ittifaktan en ziyade diplomatik maharet
sayesinde Meternih faydalanmıştır.
Rusya Hariciye Nazırı Kapodistirya,
Aleksandr’ı Avusturya ittifakından ayırmak ve
doğuda menfaatler sağlamak arzusuna tahrik
etmiş ve hemşerileri olan Yunanlıları
faydalandırmak üzere bu ittifakı lüzumsuz hâle
getirmeye uğramıştı. Avrupa devletleri harpten o
derece bezmişlerdi ki içlerinden birisi, asayişi
bozacak olsa hepsi ona hücum edeceklerdi.
Prusya, kendi yaralarını sarmakla meşguldü.
İngiltere kendi ticaretini genişletmeye
uğraşıyordu. Bunun için iş Rusya ve Avusturya
elinde kalmıştı.
Meternih bu suretle Avrupa delegesinde
önemli bir rol oynuyordu. Avrupa’da zuhur
eden ihtilal fikirlerine karşı alınan tedbirler hep
Meternih’in eseridir. İstanbul’da bile Rus nüfuzu
zayıflamış, onun yerine Avusturya nüfuzu
artmıştı. Vükela, her konuda Meternih’in reyine
başvururdu.
O sırada Rusların dış politikası Kont Neselrut,
Koço ve Kapodistriya’nın elindeydi. Kont
Neselrut, İmparator’un teveccühünü kazanmak
için rey beyanından çekinirdi. Koço Korsikalı
olup Fransa ahvaline o derece vâkıftı ki birkaç
defa Fransa dahiliye nezaretine davet
olunmuşken Aleksandr bırakmamıştı. Ortada
genel politikayı yürütecek Kapodistriyo’dan
başka kimse yoktu.
Rusya’yı Avusturya politikasından ayırmaya
çalışanlar Kapodistriya’nm etrafında
toplanıyorlardı. Kapodistriya Rusya’nın
dikkatini doğuya çekmek ve Yunanlıları
faydalandırmak politikasını güdüyordu. Bu
sebeple Meternih bu adamla temastan
çekiniyordu. Onu müfsit hilekâr bir Korfo
serserisi ve Katbonari’lerin reisi diye yeriyordu.
Aleksandr kâh Kapodistirya’nın kâh
Meternih’in politikasını tercih ediyordu. Laybah
kongresinde imparator Meternih tarafını
tutmuştu. Bunun üzerine Kapodistirya Rusya’yı
terk ile İsviçre’ye geçmiştir. İşte Rusların Yunan
İhtilâli ve Etnikieterya üyeleri hakkında zaman
zaman değişmiş tutumlar takınması bu
yüzdendir.
Kapodistirya doğuya ait planlarını
gerçekleştirmek için kafadarı Stragonof’u
İstanbul’a elçi tayin ettirmişti. Elçi,
Kapodistirya’ya danışır, ona hizmet etmeyi
kendine vazife bilirdi. Çelişik tutumu bundan
ileri geliyordu. Kapodistirya bir Rus Osmanlı
harbinin yakın olacağını tahmin ediyor, bu
sırada Rum eteryası Akdeniz kıyılarındaki
Yunanlıları bu fırsattan faydalanmaya teşvik
ediyordu.
Kapodistirya, Etniki Eterya teşkilatına dahil
değil ise de onun hazırlıklarına vâkıftı.
Aleksandr İspilanti, Eterya’nın başkanlığını
kabul ettiğinde, Kapudistirya’dan yardım
istemişti. Bu yardımlaşma sayesinde ve Rusların
askeri ve idarî teşkilatında çok Rum bulunması
sayesinde Etniki Eterya az vakitte bol mühimmat
tedarikine muvaffak olmuştu.
Kapudistirya Osmanlı tebaası olan Eteryaları
teşvik ederek elinde bir âlet olarak kullanmak
istiyordu. Kapudistirya Rus yardımı olmaksızın
Etniki Eterya’nın muvaffak olamayacağını
bildiğinden ve Eterya’nın kendi başına Devlet-i
Aliye karşısında harekete cesaret edeceğini
ummadığından, Rusya ile Osmanlı arasında bir
harp çıkmasını bekliyor ve ihtilalin o zaman
muvaffak olacağını biliyordu. Ancak
Avrupa’nın birçok yerlerinde patlak veren
ihtilaller bu hesabı karıştırmıştı.
Eterya ile Avrupa ihtilal cemiyetleri arasında
bağlantı yoktu. Başlıca iki ihtilal heyeti vardı ki
garip bir şekilde birbirlerinden habersizdi.
Bununla beraber, İspanya ve İtalya olayları
İspilanti’nin isyanını tecil etmişti. Olaylar isyan
liderliğini Kapodistirya elinden İspilanti’nin
eline geçirmiştir. Bu devirde Avusturya ihtilal
hareketlerinin karşısında bulunuyor, Aleksandr
ise kararsız bir tutum alarak, kâh ihtilalcileri
destekliyor kâh onlara karşı çıkıyordu.
Etniki Eterya ortodoks mezhebini esas almıştı.
Fakat İspilanti bu cemiyetin başkanlığını eline
alınca komite esasını ortaya koydu. İhtilâl
beyannamesinde Yunan milliyetçiliği esasını ele
alarak eski Yunanlıların hikmet, dirayet ve
cesaretinden bahsediyordu.
Aleksandr’ın yerine kardeşi Nikola geçince,
Yunan asileri ümide düşerek ondan imdat
istemişler ve Meternih’den şikâyet etmişlerdir.
Nikola İstanbul’da nüfuzunu artırarak Bükreş
Antlaş-ması’ndaki ihtilaflı noktaları çözmeye
uğraşıyordu. Yunanlıları sevmediği için, Yunan
asilerini benimsememişti. Hatta Meternih
kitabında: “Yunanlıların istiklal politikalarını
Rusya’ya kabul ettirmek katiyyen imkânsızdır.”
diyor.
Nikola, Avusturya sefiri Kont Ziçini’ye şöyle
demişti: “Rumlar, benim dindaşlarımsa da bana
nefret ve ikrah veren bir kavimdir. Davranışları
yalnız çirkin değil, aynı zamanda cinayettir.
Onlara meşru hükümdarlarına isyan etmiş tebaa
gözüyle bakarım. Müstakil olmalarını asla
istemem, müstakil olmaya layık değillerdir.”
Velhasıl Prens Meternih Yunanistan
konusunda Devlet-i Aliye’ye pek güzel
avukatlık etti ve Rus politikasına galebe çaldı.
Devlet-i Aliye Avrupa’da Meternih gibi usta bir
avukata sahip olduğundan memnundu.
Ne fayda ki işin sonunda bu dava kaybolacak
ve Devlet-i Aliye mahkeme masrafı olarak
Yunanistan’ı terk edecekti. Devlet-i Aliye
ricalinin bu meselede pek büyük hataları ve kötü
tutumları olmuş, Yunanistan işleri bu yüzden
yıllarca sürüncemede kalmıştır.
Lakin Mısırlı İbrahim Paşa’nın Mora’da zaferi
ve Serasker Reşit Paşa’nın kahramanlığıyla
Yunanlılar mağlûp olmuş ve iş bitme raddelerine
gelmişken, Avrupa’nın tutumu değişmiş ve iş
tersine dönmüştür. Neticede Meternih bu kadar
iltizam ettiği Devlet-i Aliye hakkında en zararlı
bir hâl şeklini kabule mecbur olmuştur.
Laybah Kongresi’nde Yunan asilerine İtalyan
Karbinarileri gözüyle bakılmış ve Yunan
meselesinin hâli üzere bırakılmasına karar
verilmişti. Ancak İtalya’ya, Avusturya ve Fransa
askeri gönderilerek asi Karbinarilerin tedibine
teşebbüs edilmişken, Devlet-i Aliye kongrelere
murahhas göndermeyip bigâne durduğu cihetle
Yunan asilerine karşı Devlet-i Aliye’ye yardım
sağlanamamıştır.
Hatta Laybah’ta hükümdarlar huzurunda
yapılan kongrede “Hiçbir vakit asayiş
düşmanlarına yardım edilmeyecektir ve Yunan
asilerine yüz verilmeyecektir. Fakat Bab-ı Âli
Avrupa işlerine alâka göstermediğinden bizim
de onun işlerine müdahale ve yardıma
mecburiyetimiz yoktur.” diye karar verilmiştir.
Bundan sonra ve Roma Kongresi’nde: “Mora
işi Devlet-i Aliye’nin iç işidir, başka devletlerin
müdahaleye yetkileri yoktur.” diye karar verildi.
Ve bu karar İngiltere tarafından Bâb-ı Âli’ye
bildirildi. Lakin Avrupa’da hürriyet taraftarları,
özellikle Yunan taraftarı olan İngilizler
Yunanlıları benimsiyorlardı.
Gerçi Napolyon’dan sonra hürriyetseverlik
sözü bırakılmış ve resmî evraktan çıkarılmıştı.
Fakat İngiltere’de hürriyet ve terakkî
taraftarlarının başkanı olan Katin 1822’de İngiliz
Hariciye Nazırı olunca hürriyet severlik sözü
resmen revaç buldu. Yunan meselesinde Avrupa
efkârı Devlet-i Aliye aleyhine döndü.
Avrupa’dan ve özellikle İngiltere’den
Yunanistan’a gelen yardımdan başka birçok
gönüllü de gelmeye başladı. Bu hâl Yunan
eşkıyasına cesaret verdi. Gerçi Meternih,
Bukatin için deli kaçık dediyse de tesiri olmadı.
İngiltere kamu efkârına uyarak Devlet-i Aliye ile
Yunanlılar arasında aracılık etmeyi ve
Yunanistan’a bazı imtiyazlar vererek bu gaileyi
kaldırmayı teklif ettiyse de Devlet-i Aliye
kendisiyle tebaası arasında öyle bir aracılığı asla
kabul etmedi.
O zaman Reisülküttap bulunan Pertev Paşa:
“Yunanistan’a imtiyaz verilirse, kötü bir örnek
olur, başka yerlere de sirayet eder.” dedi.
Hâlbuki Bükreş Antlaşması’nda Sırbistan’a
imtiyaz verilerek bir örnek gösterilmişti.
İngiltere’de kamu efkârı değişip bu devlette
daima kamu efkârı hâkim olduğundan, 1827’de
Fransa’da da bu konuda galeyan
bulunduğundan İngiliz, Fransız, Rus delegeleri
Londra’da toplandılar, yedi senedenberi süren
Yunan meselesinden dolayı Avrupa ticaretinin
zarar gördüğünü bahane ederek Yunanistan’ın
bir mümtaz eyalet hâline konması için bir
mütareke yapılmasını, bu kabul edilmezse bu
kararın zorla icra ettirilmesini ve nihayet
Yunanistan hükûmetinin tanınmasını öngören
bir kararname imzaladılar. Ve bu kararı Bâb-ı
Âli’ye tebliğ ettiler.
Bâb-ı Âli müzakereyi reddetti ve ecnebî
devletlerin müdahaleye hakları olmadığını
bildirdi. Bu sırada Akkirman konuşmalarında
Rusya, Rum konusunu Devlet-i Aliye’nin bir iç
meselesi saydığını ve müdahale etmeyeceğini
bildirdi ise de birkaç ay sonra Rusların
Londra’da imzalanan kararnameyi
benimsedikleri anlaşıldı. Böylece Yunan işinden
dolayı Devlet-i Aliye’nin müttefikleriyle olan
dostluk bağları çözüldü. Hele Rusya’yla olan
bağ kopma derecesine geldi.
İş olmuş bitmiş hâle geldiğinden Londra
kararnamesinin hiç olmazsa müzakereyle
tadiline çalışmak gerekliydi. Mora ve
havalisinde mevcut az sayıda Müslümanların
çoğu eşkıya elinde telef olmuş ve buraları
Hristiyan memleketi şekline girmiş, her taraftan
Yunanlılara yardım başlamışken buraları eski
hâliyle tutmak imkânsızdı.
Gerçi 1827’de Kanik ölmüşse de
Yunanistan’a ektiği fesat tohumları
yeşermekteydi. Lakin devlet işlerinin cahili olan
Pertev Paşa takımı zamanın ne kadar nazik
olduğunu bilmediklerinden, elçilerle fikir
müdavelesine tenezzül etmiyor, Yunanlıların
tedibi için Mora başbuğuna kesin emirler
veriyordu. Bu sırada Navarin olayı zuhur etti.
Donanma-yı Hümayun Navarin limanında
bulunuyordu ve Çamlıca adası üzerine hareket
etmek üzereydi. İngiliz ve Fransız amiralleri
Donanma-yı Hümayun’un Yunanlılar üzerine
hareketine karşı koyacaklarını ilan etmiş ve
limanı abluka etmişlerdi.
1828 yılı rebiülevvelinde İngiliz ve Fransız
gemileri limana girmiş, sudan bahanelerle,
Osmanlı donanmasını topa tutmuş ve birçok
gemiyi batırmışlardı. Sonra da bu faciaya
Donanma-yı Hümayun sebep oldu diye suçu
bize yüklenmişlerdi. Bu feci haber Bâb-ı Âli’ye
gelince müttefik devlet elçilerine protestolar
gönderildi.
Cemaziyelevvelinin beşinci günü üç devlet
elçileri ile görüşmeler başladıysa da bir netice
alınamadı. O esnada Mora’ya Fransız askeri
çıkarılmış ve Mısır askeri oradan tardedilmişti.
Bunun üzerine padişah muharebeyi
muhakkak bilerek büyük bir öfkeyle seferberlik
hazırlığı için vilayetlere emirler gönderdi. Bu
emirde Akkirman Muahedesi’ni sırf vakit
kazanmak için imzalandığına dair bir fıkra vardı.
“Ruslar, Devlet-i Aliye muahedeyi ifa etmemek
niyetiyle imzaladı.” diyerek, bunu harbe bir
vesile saydılar.
Ruslar hemen harbe girişerek Eflak ve
Boğdan eyaletlerini zaptettiler. Devlet-i Aliye de
Ruslara harp ilan etti. O sırada harp için kuvvet
lazım olduğundan gafil olan Pertev Paşa takımı
bazı şeyhleri gördükleri rüyaları yorumlayarak
yakında Kırım’ın fetholunacağını müjdelerdi.
Oysa devletin deniz kuvveti Navarin de harap
olmuş, talimli asker hazırlığına henüz
başlanmıştı.
İslâm askeri her ne kadar yiğitçe çabalamışsa
da karşı koymak mümkün olmamış, Ruslar
Edirne’ye kadar gelerek, bütün taleplerini kabul
ettirdikten başka Londra kararnamesinin
kabulünü de Edirne antlaşmasına
koydurmuşlardır.
Şimdiye kadar devletler Yunan istiklali
hükmünü benimsemiyorlar, ancak Devlet-i
Aliye’ye bağlı bir mümtaz eyalet hâline
konmasını istiyorlardı. Artık şimdi müttefikler,
Yunanistan’ın bağımsızlığına karar verdiler.
Şöyle ki: Edirne Antlaşması’nın imzalandığı
haberi Londra’ya ulaşınca, Hariciye Nazırı Lord
Aberdin, Devlet-i Aliye’nin yaşamasından
ümidini keserek Yunanistan’ın bağımsız bir
hükûmet şekline konmasını, Başvekil
Velington’a söylemiş, o, ve müttefikler bu teklifi
kabul edince, Yunanistan’ın bağımsızlığı ilan
edilmiştir.
Hatırda yokken böyle ani olarak bir Yunan
devletinin doğuvermesi herkesi hayrete
düşürmüştür. Devlet-i Aliye ise Edirne
antlaşması gibi bir ağır yükün altına girmiş
olduğundan susmaya mecbur olmuştur. Lord
Aberdin’in 1854 yılı 14 Haziranında bu konuda
parlamentoda yaptığı konuşmanın bir kısmı bu
olayı gözler önüne sermektedir.
1854’te Lord Aberdin’in Parlamento nutku:
Edirne antlaşması Devlet-i Aliye’nin yaşaması
için o kadar zararlı görülmüştü ki şimdiye kadar
İngiltere tarafından alınmış olan tutum birden
bire değişmiştir.
Yunan İhtilâli’nin başında Yunanistan’ı
bağımsız bir devlet hâline getirmek hususu
hatıra bile gelmemişken Velington tarafından ve
benim tarafımdan sadece Yunanistan’ın Eflak ve
Boğdan gibi mahallî bir idareye nail olması fikri
ileriye sürülmüştür. Ancak Edirne Antlaşması
haberi gelince Devlet-i Aliye’nin bakası o derece
şüpheli görünmeye başladı ki artık Yunanistan’ı
kendi başından emin olmayan bir hükûmete
bağlamak akla aykırı gelmiştir.
Velington da bu görüşe katıldığından vakit
geçirmeksizin Yunanistan’ı bağımsız bir devlet
seviyesine çıkarmayı müttefik devletlere teklif
ettik. Onlar kabul ettikleri gibi Bâb-ı Âli de rıza
göstermiş olduğundan Yunanistan bağımsız ve
hür bir devlet olmuştur. Bu bağımsızlık Edirne
Antlaşması’ndan dolayı bizi kaplamış olan
korkudan doğmuştur.
Ruslar öteden beri dindaşları olan
Ortodoksları koruma iddiasındaydı.
Gizli maksatları ise Hırvat, Sırp ve Bulgarları
milliyet esası üzerine kurduğu Slav birliğine
sokmak ve nüfuzunu Venedik körfezine kadar
yürütmekti. Rumeli’ye geçmek için bir yol
bulmak üzere Eflak ve Boğdan işlerine önem
verirdi.
Rumları da icabında Devlet-i Aliye aleyhine
kullanmak için bir alet olmak üzere elinde
tutardı. Rusların bu gizli niyeti, o zaman
Rumların malûmu olmadığından, mutluluklarını
Rusya’dan beklerlerdi. Ruslar bir müddet daha
Slav birliğini bir sır olarak tutup mezhep birliği
sözüyle Rumları kandırdı.
Bu sebeple Ruslar, ihtilalin başında
Yunanlılara müsait davranmamış olmakla
beraber İngiltere’nin onları benimsemesine karşı
da çıkmamıştır.
Vaka-i Hayriye, ulemanın oybirliğiyle vücuda
geldiğinden bu tarihten sonra Bâb-ı Âli sıkı bir
taassup yolunu tuttu, din sağlamlığı yerine
riyakâr taassup kaim oldu. Bundan pek çok
zarar görüldü.
Bu meraktan vazgeçildi. Fakat bu konuda pek
ileri gidildiğinden din duyguları zayıfladı.
Bunun da zararı çekildi. Velhasıl Devlet-i Aliye
kendisini ifrat ve tefritten kurtaramadı ve orta
yolu bulamadı. Nihayet Sultan Abdülmecit
devrinde itidal yolu bulundu.

Tıbbiyenin Açılış Fermanı

Sultan II. Mahmut’un en mühim eserlerinden


birisi modern Türk tıbbiyesini kurmuş olmasıdır
(14 Mart 1827).
Tıbbiyenin açılış fermanı:
“Çocuklar, bu yüce binaları tıp okulu olmak
üzere hazırlatarak adına ‘Mekteb-i Tıbbiye-i
Aliye’i Şahane’ dedim.
Burada, insan sağlığına hizmet gibi aziz bir iş
görüleceğinden bu okulu bütün öteki okullardan
üstün tuttum. Burada tıp ilmini Fransızca olarak
tahsil edeceksiniz. Şimdi içinizde haklı bir sual
doğduğunu hissediyorum. Bizim dilimizde ve
bizim kitaplarımızda tıp ilmi yok mudur ki
yabancı bir dilde tıp öğrenelim? Ben de bunu
tasdik etmekle beraber, cevap olarak derim ki:
Şimdilik zorluklar ve mahzurlar vardır. Amma
bunların yakında giderilmesini ümit ve temenni
ederim. Gerçi tıp ilmine dair bizde pek çok kitap
vardır. Hatta Avrupalılar bile tababeti bu
kitapları tercüme ederek öğrenmişlerdir. Amma,
bu kitaplar Arapça yazılmıştır. Bir zamandan
beri İslâm bilginleri bunları okumaya ve
okutmaya itina etmemişler ve fennî terimleri
bilen adamlar azalmış olduğu için bunların
mütalaasıyla uğraşıp tıp ilmini asıl lisanımız
olan Türkçeye nakletmek, birçok tekellüfler
ihtiyarına hem de uzun zamanlara muhtaçtır.
Avrupalılar ise bu fenni Arap kitaplarından
kendilerine nakledip 100 seneden ziyadedir bu
ilimde ilerlemiş olduklarından tıp tahsilini
kolaylaştırmışlar ve kendileri de bir şey1er
bularak kitaplarına ilave eylemişlerdir. Şimdi
onlara nispetle Arapça tıp kitapları bazı mertebe
eksik görünür. Bu noksanın ikmalini göze alsak
bile ilk anda Türkçeye çevrilmesi kabul olmayıp
en az on sene Arapça öğrenmeye ve sonra en az
beş altı sene tıp tahsili ile uğraşmaya bağlıdır.
Bizim ise gerek askerlerimiz, gerek yurdumuz
için hazık doktorlar yetiştirmeye ihtiyacımız
vardır. Öte yandan tıp kitaplarını kâmilen
dilimize çevirip Türkçe öğretmeye gayret
etmeliyiz. Sizlere Fransızca okutmaktan
muradım, Fransız dili tahsil ettirmek değildir.
Ancak tıp ilmini öğretip bu ilmi yavaş yavaş
dilimize almaktır. Ve yurdumun her tarafında
Türkçe olarak yaymaktır. (Yanında duran
Profesör Bernard’a işaret ederek) Bu adamı
sizin için bilhassa getirttim. Çok kabiliyetli bir
adamdır. Avrupa’nın birinci derece
hekimlerindendir. İşte bu adamdan ve öteki
hocalardan tıp ilmini tahsile çalışın ve tedricen
tıbbın dilimizde yerleşmesine gayret edin. Çünkü
yabancı memleketlerden ne idüğü belirsiz
adamların hekim diye gelip şuraya buraya
sokulmasından hoşnut değilim. İnşallah siz
tahsilinizi tamamlayıp diplomanızı aldıktan
sonra büyük rütbelere nail olacaksınız. Mektepte
bulunduğunuz müddetçe de bütün ihtiyaçlarınız
sağlanacaktır.”

Sultan II. Abdülhamid’e İthaf

Allah’a şükür ve Peygamber’e ve onun


evlatlarına selamdan sonra; edipler
encümenine naçiz kalemimin arzı şudur ki
hicretin 1774-1775 yılından 1825-1826 yılına
kadar olan Devlet-i Aliye hadiselerini yazmak
üzere bu tarihin hazırlanması ve üslûp ve
terkibinin Encümen-i Dâniş tarafından tertip
edilen şekle uygun olması ferman buyrulmuş
olduğundan, acizleri bu tarihi yazmaya ve cilt
cilt yayınlamaya başlamış idi. Birçok
mânilerin araya girmesiyle tamamlanması şu
ana kadar nasip olmamıştı. Meğer bu
tamamlanma işi de Osmanlı tahtının şerefi,
hilafet koltuğunun ziyneti, hakikatlere agâh
olan padişahımız II. Abdülhamid’in güzellik
ve bilgiyle dolu zamanına kalmış imiş. Kısa
zamanda kitabın iki cildi Halifemizin
huzuruna takdim edildiği gibi, şimdi de bu
cilt, padişahımızın kolaylaştırıcı himmetleriyle
bitirilmiş ve eser tamamlanmıştır.

...son...

You might also like