You are on page 1of 927

Maarif Vekâleti M illî Talim vc Terbiye Dairesinin 24 l 3 / 1930

tarih ve 1338 numaralı emrile 3000 nüsha tab’edilmiştir


K İT A P I

A da.

K İT A P I I
Sel.

K İT A P I I I

NEHİR.

K İT A P I V

D e n İz .

K İT A P V
K aya.

So n .
KARIM
E. L. e
I

örtülere sarılı genç bir kadın, açık ordugâhta oturmuş,


çocuğuna meme veriyor. Uzaklardan homurtular, gürle­
meler geliyor. Güneş battıktan sonra da hâlâ çarpışıyorlar
mı? Bu çetin dağlarda bu sesler, sonbaharın akisten akse
çarpa çarpa getirdiği boralar mıdır, yoksa yaban domuzu
ve tilki yatağı koca meşeliklerle çamlıkların uğultusundan
mı ibaret? O uzaklıklarda neyin hallüfasl edildiğini bil­
miyen bu kadın, bağrına bir şal atmış, dumanın ve sisin
ortasında karanlık düşüncelere dalgın, sanki bir çergi kı­
zıdır... Kulak veriyor, bir atın nal şakırtısı çadıra yaklaşı­
yor! Acaba o mu? Gelirim diye söz vermişti, fakat ateş .
hattı uzak, sis te basıyor...
Birden bire çadır aralanıyor, ve serin hava cereyanının
içinde bir adam; parlak üniformalı, levent, teklifsiz eda­
lı bir zabit; yirmi yaşlarında kadar bir asilzade ilerliyor,
ve kadını hızla bağrına basıyor. Kadın sıçrayıp kalk­
ınış, memedeki çocuğu da hizmetçi kadına veriyor. Şarap
getiriyorlar. Kadın, atkısını çıkarmış; erkeğin önünde
ayakta duruyor, ve ona çabuk çabuk sualler soruyor. Kes­
tane rengi saçları saf alnının üstünde lüle lüle; ateşin ay­
dınlığı önünde çıkıntılı burnu, iradeli çenesi daha fazla
ayırt ediliyor. Belinde, bu dağlarda yanından hiç eksik et­
mediği hançer parlıyor; güzel amazon, daha ilk bakışta
8 NAPOLEON

kendinin ne kadar eski bir soydan geldiğini gösteriyor.


Onun iş ve karar sahibi, savaşçı ve reis ataları da, koca­
sının dedeleri gibi, yüzlerce yıldan beridir, önce îtalyada,
sonra da şu dağlı taşlı adada cenkleşmemiş mi?
Dağlarm bu en vahşi kısmında bile kocasının ardından
ayrılmamış olan bu on dokuz yaşındaki cesur genç kadım
kim görse diyemez Td bu kadın kilisede bütün bakışların,
üzerine çevrildiği dilber "Patrisien” dir. Burada onun
asilliğini ispat eden şey, sade, gururla cesarettir.
îçi neşe dolu zabit, haberler getiriyor: Düşman vurul­
du, sahile doğru sürüldü, artık işi bitti. Bugün murahha­
sım Paoliye göndermiş. Yarın muhasamayı tatil ediyoruz,
Letisiya (Laetitia)! Biz galibiz, Korsika hürdür!
Her asil KorsikalI gibi, bu adam da bereketli bir zür-
riyet istiyor; zira bu memlekette, tecavüzün intikamı sı­
cağı sıcağına alınmalı, aileler arasındaki hınç davası bit­
mez tükenmez. Letisiya da anasından ve ninesinden şunu
bellemiş: Çocuklar bir ocağın şam, şerefidir. On beş ya­
şında iken de ilk çocuğunu dünyaya getirmişti.
Milletin kurtarıcısı Paolinin yaverinden başka biri ol-
mıyan bu adamın hikâyesi üzerine hürriyet lâvhası ne ka­
dar canlanıyor!
Oh! Bundan sonra çocuklarımız artık Fransa’mn esiri
olacak değildir!

II

îlk baharda, gönüllere karartı çöküyor. Düşman karaya


yeniden kıt’alar çıkarmış; gene silâhlara sarılmak lâzım.
ADA 9

Geçen son baharın fırtınaları arasında gebe kaldığı çocu­


ğu kucağında taşıyarak, genç kadın gene kocasının yanın­
da bulunuyor. Kadın, sonraları anlatır ki: «Ordudan ha­
ber almak için yalçın kayalarımızın en emin sığıntı yerle­
rini bırakır, harp meydanlarına kadar ilerlerdim; kulak­
larımda kurşunların vızıldadığını duyardım. Fakat hazreti
Meryemin şefaati ile hiç bir şeyden korkmazdım».
Mayıs ayında, Korsikahlar harbi kaybediyorlar. Or­
manların çalılıkları ve dağların kayalıkları arasında deh­
şetli bir çekiliş oluyor. Bu adamların arasında hemen he­
men tek kadın olan Letisiya , bir yandan gebe, bir yandan
da kucağında bir yaşında bir çocuk, katır sırtında, sahile
varıyor. Yenilen Paoli, haziranda, yüz kadar sadık adamı
ile birlikte İtalyaya kaçmağa kendini mecbur görüyor.
Temmuzda, yaveri, bir murahhas heyetinin refakatinde,
fatihin huzuruna çıkıyor, ve uzlaşma müzakeresine giri­
yor. Adanın gururu kırılmıştır.
Fakat ağustosta, Letisiya, onlardan öcünü alacak olanı
dünyaya getiriyor. Ona Napolione adım veriyor.
Ordugâhlarda iken yalnız erkekçe faziletler göstermiş
olan genç kadın, şimdi, kıyıya yakın olan koca evde uslu
ve idareli ev anası olarak görünmektedir. Mademki, ha­
yallerle dolu genç kocası, gelirlerden ziyade hülya ile ya­
şıyor, kadının böyle de olması gerektir... Adama miras ka­
lan malların davası boyuna sürüncemede kalıp gidiyor.
O, Pizada talebe iken, kendine Kont Buonaparte dedirir
ve cümbüşlü bir ömür sürerdi, ikinci oğlu doğduğu sıra­
larda tahsilini daha ancak yeni bitirmiş değil midir?
Adam, şu zor zamanlarda, hayatı olduğu gibi alıyor; Fa­
10 NAPOLEON

tihle uyuşuyor; öyle ya, mademki Fransızlar, eyi görün­


mek için, memleketin asilzadelerini koruyorlar!
Yeni mahkemede aza oluyor, Fransa kiralının, içinde
dut yetiştirmek istediği fidanlığa da bakıyor; vali,
misafiri iken de fazla masrafa giriyor. Dağlarda koyun sü­
rüleri, deniz kıyısında da bağları var; katerdalin baş dia-
kozu olan kardeşi de mal mülk sahibidir, karısının papaz
üveyi kardeşi de, boş yere tüccar oğlu değildir, iş husu­
sunda ustadır.
Otuz yaşına varan güzel ve levent kadının etrafında
şimdi beş oğlanla üç te kız cıvıldaşıyor. Savaş ile "Ven­
detta”, gözünde en yüksek fazilet olan adalının aile zih­
niyeti bunu böyle istiyor. Sekiz küçük çocuğu yetiştirmek
çetin ve masraflı bir iştir; çocuklar tanrının günü para
sözü işitiyorlar. Bununla beraber baba, sıkıntının altından
kalkınıyor. Günün birinde, yanına on ve on bir yaşında­
ki oğullarım da alarak adadan Fransaya doğru açılıyor,
ve, Tulon üzerinden Versay (Versaille) a yollanıyor.
Korsika valisinin tavsiyesi üzerine, kendisinin "de Buo­
naparte” unvanım tasdik eden İtalyan asilzadeliği kâğıt­
larım elde ediyor. Kıral Lui (Louis), on yıllık doğru hiz­
metine mükâfat olmak üzre bu memura 2.000 lira verdi­
riyor. Bundan başka, asilzadelere mahsus olan mekteple­
rinde, bir kızı ile iki de oğlu için, üç meccani yer te’min
ediyor. Oğullarından biri rahipliğe, biri de askerliğe gir­
miştir.
ADA 11

III

Bahçesinin bir köşesinde, sessizlikten ve yalnızlıktan


hoşlanır küçük bir oğlan çocuk duruyor. Okuyor. Briyen
(Brienne) mektebinde kendine verdikleri toprak parça­
sının etrafına parmaklık çevirmiş. Hakikatte, bu çevrili
yerin sade üçte biri onundur. Parmaklığının içine iki kom­
şunun bahçeciklerini de almıştı.
Onları oradan içeri girmeğe bırakıyor. Fakat ötekiler
kendini rahatsız edecek olurlarsa vay hâllerine! O zaman
öfke ile ileri atılıyor; hattâ geçen gün, mehtaplar ve ha­
va fişekleri ile oynandığı sırada alevlerden yaralanmış bir­
kaç arkadaş bunun malikânesine sığındığı vakit bu, onları
kazma vura vura kovmuştu!
Bu çocuğa cezalar hiç kâr etmiyor. Hocaları, başla­
rım sallıyarak, onu bırakıyorlar, ne isterse yapsın. İçlerin­
den biri onun için: "Yanardağda kızmış granit” diyor. Az
sonra, çocuk babasına şunu yazıyor: "Ben bir Akademi-
yanm hor, hakir artisti olmaktansa bir fabrikanın başı ol­
mağı tercih ederim.” diyor. Bunu daha o zamandan Plü-
tark (Plutarque) ta mı okumuş? Bu müellif ona coşkun­
luk veriyor! Büyük adamların, bilhassa Roma kahraman­
larının hayatı, beynini rüyalarla dolduruyor. Onu, güler­
ken duyduğunu kimse asla hatırlamaz.
Arkadaşlarının gözünde o bir nevi yabanidir, hiç değil­
se acayip bir yabancıdır. Genç İtalyan, Fransayı şöyle böy­
le biliyor ve düşmanlarının dili önünde eğileceğe de ben­
zemiyor. Boyu da ne küçük! Ne de garip bir adı var! Set­
12 NAPOLEON

resi çok uzun, cebinde parası yok, hiçbir şey satın almı­
yor, bununla beraber kişizadelik iddiasında...
Genç aristokratlar bıyık altından gülümsüyorlar: Kor­
sika asilzadeleri, kimmiş bu adamlar? Mademki bu kadar
yeğitmişsiniz; bizim kıt’alarımızdan neye dayak yediniz?
diyorlar.
öfkelenen çocuk:
— Biz 10 a karşı birdik. Durun siz; ben bir büyüyeyim,
Fransızlara elimden gelen kötülüğü edeceğim!” diye ba­
ğırıyor.
— Senin baban sefil bir çavuştur!”
Çocuk kudurup haykırıyor; arkadaşına çatıyor, kendi­
sine tevkif cezası veriyorlar.
Bir mektubunda babasına şöyle yalvarıyor: "Ben artık
zaruret içinde rüsvay olmaktan, ve benden fazla servetle­
rinden başka bir şeyleri bulunmıyan küstah mekteplilerin
gülümsediğini görmekten bıktım usandım. Çünkü bunla­
rın içlerinden bir tanesi bile yok ki beni gayrete getiren
asil duygulardan yüz arşın aşağı olmasın! Ey, Efendim,
nedir sanki! Sizin oğlunuz kendilerine temin ettikleri zevk­
ten kurum taslıyarak benim duyduğum mahrumiyetleri
tahkir eden birkaç mankafa asilzadenin alayına mı hedef
olacak!”
Fakat kendisine şu cevap geliyor:
— Paramız yok. Orada kalmalı.”
Çocuk orada beş yıl kalıyor. Her tezellül onun isyan
duygularını arttırıyor, gururu da, insanlara karşı duyduğu
tezyif ile birlikte büyüyor. Her biri birer papaz olan mu­
allimleri ile hoş geçiniyor. Fakat bilhassa riyaziyatta, tarih
ADA 13

ve coğrafyada teferrüt ediyor. Bu dersler onun vuzuhlu


beynine, müdekkik gözlerine daha uygun geliyor, ve bir
mağlûbun için için yaşıyan öfkesini tatmin ediyor. Bunun­
la beraber gözü hep Adaya dönük kalıyor. Babasının
Fransızlarla münasebete girişmiş olmasını için için ayıplı­
yor; misafiri bulunduğu kıraldan gelen her şeyi kabule
karar vermiştir, bilâhare bütün bu şeyleri ona karşı kul­
lanmak için... Gün gelip kendi Adasının halâskârı olacağı
hissi kablelvukuu onun içinde gizliden gizliye doğuyor.
Fakat şimdilik, on dört yaşındaki genç çocuk, kendine,
vatanı hakkında yazılmış kitaplar ve vesikalar gönderti-
yor. însan, tarihi devam ettirmek gerektir. Volter (Vol­
vaire) in, Ruso (Rousseau) nun, ve büyük Prusya kiralının
Korsika istiklâli lehinde yazmış oldukları şeyleri hararetle
okuyor.
Yalnızlığa çekilmiş, isyan ve itimatsızlık içinde büyük
tasavvurlarını düşünen bu çocuk ne olacak? Düşünceli,
ve yaşından önce olgun bir adam sarrafı!
Büyüğü Jozef (Joseph), rahip mesleğini bırakıp asker­
liğe girmek isteyince küçüğü şöyle yazıyor: "Bir
çarpışmanın tehlikelerine karşı koyabilecek kadar cesareti
yoktur. O, iyi yapılı, hafif ruhlu, ve binnetice şuh kompli­
manlara yarar eyi bir garnizon zabiti olur. Hünerleri saye­
sinde, bir sosiyetede işin içinden mükemmel sıyrılır, fakat
bir muharebede? Papaz olacağından emindi... Aileye ne
kadar faydaları vardı!... Artık kendi hilâfında hareket et­
menin zamanı çoktan geçmiştir. Hangi kıt’ada? Bahriyede
mi? O, hiç riyaziyat bilmez. Bütün gün çalışmakla meşgul
olmak onun seciyesinin hafifliğine uygun düşmez.” Bun­
14 NAPOLEON

lar, başkasında varlığını reddettiği şeyleri kendine hasrü


tahsis eden on beş yaşında bir ruhiyatçının itirazlarıdır!
Karlo Buonaparteye benziyen ağabeysinin seciyesinin tam
bir tahlilidir!
Napoleona, hayal kuvveti ve tavırlarındaki talâkat ba­
basından; azamet, cesaret ve zihin vuzuhu anasından; aile
duygusu da her ikisinden gelmişti.

IV

Kılıcını ilk defa kuşanırken, kendi kendine: "Bu kılıcın


kabzası Fransanın, yalım da benim!” dedi.
On altı yaşında iken ikinci mülâzimdir. Bundan böyle
artık, üniformayı, ancak nadir birkaç vesile ile üzerinden
çıkaracaktır. Apoletlerini, tıpkı Briyen (Brienne) deki gi­
bi durup dinlenmeden okuyarak içinde bir yıl geçirdiği
Paris harbiye mektebinde kazanmıştı.
Arkadaşlarının istihfafı, delikanlı "İspartalı” miza bil­
hassa burada güç geliyor. Tabiatı onu, herkesten ziyade
daima kendini kâinatın merkezi olarak addetmeğe doğru
götürdüğü için kendi hususî vaziyetinden derakap umumî
bir kaide çıkarıyor ve ispat ediyor ki burada geçirilen ko­
lay hayat müstakbel askerlere münasip düşmez. Borca
girmek istemiyor, anasının babasının sefalet çektiğini bi­
liyor.
Babası ölünce aile duygusu bu İtalyam, ailesine pek
düşkün kılıyor. O zaman daha çocuk sayılmakla beraber
annesi için bir yana para arttırıp koymağa başlıyor.
îyi kötü geçirdiği imtihanda şu şehadetnameyi kazam-
ADA 15

yor: "ihtiyatlı ve çalışkan; tetebbüü her türlü eğlenceye


(ercih eder; iyi müellifleri okumaktan hoşlanır; mücerret
ilimlere gayet çalışır... Sessizliği, yalnızlığı sever; müte-
levvin, müteazzım, hotperestliğe fevkalâde meyyal, cevap­
ları şiddetli, çabuk ve sert çıkışır; çok izzeti nefsi var, her
şeyi ister.”
Valans (Valence) ta alayına iltihak etmek üzre yeni üni­
formasını giymiş olan meteliksiz genç mülâzim, seyahatin
bir kısmım yaya yapıyor. Çoğu doymak bilmez ve kurumlu
insanları istihfaf etmek, onları kendi işinde kullanmak,
sefaleti yenmek, emretmek için bilip öğrenmek; bu vicda­
nı gayrete getiren duygular işte bunlardır.
Vasıtalar ile gaye birbirine karışıyor: Orada, Adada
önce âmir, sonra hâkim olmak!
Şu garnizon hayatı da ne iç sıkıcı şey! Dans öğrenmek,
ıııonda gitmek lâzım; bunları tecrübe ediyor, fakat çabuk
usanıyor, sefaletini gururu ile örtmek istiyor. Burjuva­
lara, avukatlara, tüccarlara karıştıkça öyle şaşılacak şeyler
işitiyor ki Paristeki vikontlar bunların vücudundan bile
şüphelenmez! Demek ki Volter (Voltaire) in, Montes-
kiyö (Montesquieu) nün, Reynal (Raynal) in yazdıkların­
daki ruhun, daha şimdiden, şu mahviyetli eyalet burjuva-
lannın ruhuna işlediği gerçek! Acaba bizler hakikaten bu
peygamberlerin bildirdikleri hareketin arifesinde miyiz?
İnkılâbın eşiğinde miyiz? Kitaplar bunu ilân ediyor. Be-
rekei versin ki okumak para ile değil. Kıraat salonundaki
«dileri yutup bitirince bazan, cılız bütçesinden arttırdığı
iki f ranklık küçük bir meblâğa mukabil kendine yeni bir
kiıııp alabiliyor. Oturduğu kahvedeki odasının yanında bu­
16 NAPOLEON

lunan bilardo salonu ona pek rahatsızlık veriyor; fakat


oradan taşınmak daha fazla rahatsızlığı mucip olacak.
Âdetlerinde muhafazakârdır. Acaba duygularında da
böyle midir?
Zamanenin bütün delikanlıları gibi onun da en çok me­
rak sardığı meseleler Devlete ve Cemiyete taallûk eden me­
selelerdir. O, burada, şu bilârdo salonunun yanında, şu bo­
ğucu havanın içinde, yalnız ve solgun; arkadaşları ise,
kısa hizmet saatlerinden sonra feraha çıkıyorlar, oyun ve
kadın arıyorlar. O, yoksul mülâzim, kitaplarına eğilmiş,
sonraları kendine lâzım olacak her şeyi, şaşmaz bir şevki
tabiî ile tetebbü ediyor: Topçuluğun mebadisi ve tarihi,
muhasara nizamnameleri, Eflatunun "Devlet” i, Iranlıla-
rın, Atinalıların, İspanakların kanunu esasîleri, Ingiltere
tarihi, Frederikin seferleri, Fransa mâliyesi, Türkler ile
Tatarların memleketleri ve âdetleri, Mısırın, Kartacanın
tarihi, Hindistanın tasviri, hali hazırdaki Fransa hakkında
îngilizlerin raporları, Mirabo (Mirabeau), Büfon (Buf-
fon), Makyavel (Machiavel), ve Isviçrenin, Çinin, Hindin,
İnkaların kanunu esasîleri, aristokratlığın tarihçesi, asil­
zadelerin mahiyetleri, heyet ilmi, coğrafya, alâimi cevviye
bahsi, istihsal kanunları, vefiyat istatistiği.
İçine, hemen hemen o hiç okunaksız yazısı ile mufassal
notlar aldığı müteaddit defterler ispat ediyor ki o, bu
eserleri ve daha başkalarını yalnız okumakla kalmaz, de­
rinden derine de tetebbü edermiş. Bu defterler, basılmış
dört yüz sahife tutar. Onların içinde, Ingilterenin yedi
Sakson Kırallığınm kendi eli ile çizilmiş plânını, üç yüz
yıl zarfındaki bütün kıralların adını, eski Giritteki koşu­
ADA 17

ların talimatnamesini, küçük Asyadaki eski Yunan istih­


kâmlarının listesini, süvarilerinin adedi ve kadınlarının
cünhaları ile yirmi yedi halifenin saltanat tarihini bulu­
ruz. En tam hulâsalar Mısır ile Hindistan hakkındadır;
onlarda büyük ehramın ölçülerini kaydedilmiş ve brah-
maların tarikatlarım tadat olunmuş buluruz! îşte Reynal -
in bir fıkrası: "iki deniz arasında, fakat hakikatte şark ile
garbin arasında kâin Mısırın karşısında, büyük İskender,
imparatorluğunun merkezini oraya nakletmek, ve Mısın
dünya ticaretinin merkez noktası yapmak plânını tasavvur
etti. O münevver fatih anladı ki bütün fetihlerini birleş­
tirmenin tek yolunu Mısır, Afrika ve Asyayı Avrupaya
bağlıyarak, gösterir." Bu kelimeleri Buonaparte o kadar
tekrar ve tekrar okumuştur ki, otuz yıl sonra bile onları
hâlâ hatırhyacaktır.
Ayni zamanda kendi de yazmağa başlıyor; elimizde,
tarihleri o yıllara ait olan on kadar eser ve taslak vardır:
lopların tanzim, tertip ve taksimi hakkında; intihar hak­
kında; kıralların salâhiyeti ve nüfuzu hakkında; insanlar
altısındaki müsavatsızlık hakkında; ve bilhassa Korsika
hakkında... •
Devrin, halk içinde en muteber müellifi olan Russo,
başlıca "objektif” olan bu dimağın tenkidine uğruyor:
«Benî beşerin menşei» ndeki bentlerin arası, ekseriya,
k.ıt 'î bir karar ile tekrarlanmış şu: "Bütün bunların hiç
birine inanmıyorum” kelimeleri ile kesilmiştir. Sonra da
reddiyesi gelir:
"insanlar, ne münzevi olarak yaşamışlardır, ne de gö­
çebe olarak! Adetleri pek çoğalmamış olduğu müddetçe,
Napoleon — 2
18 NAPOLEON

bahtiyarca, ve birbirlerinden ayrı yaşadılar, çoağlınca da,


"işte hayal... îzzeti nefis, şiddete meyil, gurur o zaman
çıkmıştır, ve parlak benizli şanseverler gelmiştir ki kadın­
ların... ve kızların ardına düşmüştür.”
Bu inin içinde bizzat kendi de mahpus kalan bu adamın
kendi zincirlerini kendi korkunç muhayyelesi ile nasıl
sarstığım işitiyor musunuz? Onun, kendi alayındaki zen­
dostlara karşı, nefretten sapsarı kesilmiş bir halde dinel­
diğini görüyor musunuz?
Bu adamlardan kaçalım! Bunlar Fransızdır! Onun gözü
Adaya perçinlidir. Ve kendi kurtuluşunu düşünürkendir
ki devlet hakkındaki yeni telâkkisinin yapı iskelelerini de
kurmuştur: "Bir gasıbın boyunduruğunu kırmaktan umu­
mu meneden ilâhî kanunların saçmalığını görüyor musu­
nuz?... Böylece, meşru prensin katlinden sonra tahtı zap-
tedecek kadar usta' bir cani derakap ilâhî kanunlar tara­
fından himaye görür. Halbuki şayet muvaffak olmasaydı,
cani kellesini darağacınâ teslime mahkûm olacaktı... Bu de­
lil bilhassa KorsikalIların işine gelmez mi? Böylece, Kor­
sikalIlar adaletin bütün kanunlarına uyarak Ceneviz bo­
yunduruğunu kırmışlardır. Fransızların boyunduruğun­
dan da böylece silkinebilirler, Amin.”
Kanatlarım denemek için genç müellif Korsika üzerine
bir roman tasarlıyor, Fransaya karşı tekmil kin ile meşbu
hikâyeler kaleme alıyor. Ve bütün bu müddet zarfında da
fakrın, ihtirasın, ve dünyayı hayal kuvveti idare eder, fa­
kat muhayyelenin tasavvur ettiği şeyleri tahakkuk ettir­
mek için toplar lâzım gelir kanaatinin mahmuzlarını
yiye yiye san’atını öğrenmeğe devam ediyor.
ADA 19

"Burada çalışmaktan gayrı bir çarem yok. Ancak sekiz


günde bir süsleniyorum... Hastalığımdanberi pek az uyuyo­
rum. Günde bir öğün yemek yiyorum.”
Düşüncesini daima rakamlarla yazarak topları ve mü­
himmatı tetkik ediyor. Onun hakkında her kes diyor ki:
"Bu adam riyaziye için yaratılmıştır.”
Toplarını, toprak tabyelerini, kıt’alarmı hangi noktala­
ra yerleştireceğini, hayalî projeler üstünde işaret ediyor;
ah! yalnız elinde iktidar olsaydı! Adasını kapladığı mali­
li tilyalı ağın üzerine ikinci bir şebeke daha kuruyor. O şe­
bekede küçük küçük put işaretleri top yerlerini gösteri­
yor.
Haritalar, haritalar !
Ve gürültülü kahvehanenin yanı başındaki küçücük o-
dusında, rakamlara tahvil edebildiği her şeyi tekrar tet-
Ivik etmeğe başlıyor. Londra parlâmentosunun nutukları­
nı baştan başa tekrar kopye ediyor. Dünyanın en uzak
kısımlarının resimlerini çiziyor. Son defterin nihayetinde
son bir kayit okuyoruz:
Seııtelen (Sainte Hélène), bahri muhiti atlasîde küçük
tulu. In g iliz müstemlekesi.”
Lakat işte, annesinden bir mektup alıyor: Kudretli hâ-
ittilcn vali ölmüş. Eve edilen nakit yardımı kalmamış. A r­
tık bundan böyle fidanlığın gelirine de güvenilemez. Jo-
!*ef işsiz güçsüzdür. Kadın, ikinci oğlunu imdada çağırı­
yor,Bııoııaparte bir izin koparıyor, ve hemen vatanına
doflru yelkenleri açıyor. Tasavvurlarının ve rüyalarının
hı»ıgı olan Adaya doğru gizli bir fatih halinde mi dönü­
ye*?
20 NAPOLEON

Hatıra defterinde şunları okuyoruz: "İnsanların cemi­


yeti içinde de daima yalnız kalan ben, kendimi hülyaları­
ma ve bugün ölüme meyleden melâlime salmak üzre vata­
nıma dönüyorum...
«Bununla beraber ben hayatın eşiğindeyim, ve daha u­
zun zaman yaşamağı umuyorum. Altı yahut yedi yıldır
memleketimden uzak kaldım. Tekrar aileme kavuşmak
ne saadet!... Beni hangi iblis harabiliğe sevkediyor?.. Hiç
bir şeyinde muvaffak olmadığım bir ömrün yükünü çek­
mek neden? Mademki talisizlik peşimi bırakmıyor, ve hiç
bir şey bana zevk vermiyor! Vatanımın arzettiği manzara
nedir?... Hemşerilerim, tazyik ve tezlil eden elleri öpüyor!
Kendi kadrini bilir, mağrur Korsikalı evelce devlet için
ve sevgili karısı için bahtiyar yaşardı... Tabiat ve şefkat
onu saadete bürürdü... Hürriyet elimizden alınınca o baht­
lı zamanlar da rüyalar gibi solup gittL.Fransızlar, sizler biz-
leri yalnız en büyük nimetten etmediniz, üstelik ahlâkı­
mızı da bozuyorsunuz!
"Vatanımı bu halde görmek ve imdadına koşamamak:
İçinde, kendilerine karşı kin duyduğum adamları methet­
mekle mükellef olduğum bir hayattan kaçıp gitmekliğim
için bir sebeptir.
«Kendimizi kurtarabilmek için ortadan kaldırabileceğim
bir adam olsaydı oraya koşardım! Hayat bana yüktür, sade
elem duyuyorum... Kendi gönlüme göre yaşıyamadığım
için de hayat bana çekilmez bir şey geliyor...”
ADA 21

Adada, aile ve para kayguları içinde kasavetli bir yıl


geçirdikten sonra, ümitsiz bir halde, Okson (Auxonne)
daki garnizona dönüyor. Bu tebdilihava neye yaradı!
Fakat nihayet onu öne geçiriyorlar. Yeni Jeneral onun
bilgisini tasdik etmiş, on dokuz yaşındaki genç zabite ma­
nevra meydamnda bazı meselelerin hail ve icrasını emre­
diyor. "Bu meseleler büyük hesaplar istilzam ediyordu. Ve
on gün müddetle, gece gündüz, iki yüz kişinin başında
ııg taştım. Bu işitilmedik teveccüh nişanesi — bir mülâzi-
mc bu derece esaslı bir iş havale edilmiş olmasını kendi­
lerine karşı yapılmış bir haksızlık diye iddia eden — yüz­
başıları bir az aleyhime kışkırttı”
Onu tekrar geriye, saffına atıyorlar!
Ah! Demek ki mütekait yüzbaşı olarak, — Fransızlar-
daıı aldığı maaştan dolayı zelil bir halde — nihayet ana
toprağının, elinden alınamıyacak o yegâne mülkün altın­
da dinlenmek üzre vatanına çekileceği güne kadar hep
böyle eziyetler içinde sürünecek!... Duman, kitapların bil­
dirdiği o hürriyet rüyaları! Fransa bile asilzadelerin boyun­
duruğundan, ihtilaslardan, taallûkat kayırmalardan kendi­
ni kurtarmağa muvaffak olmadıktan sonra, zayıf Korsika
fendini Fransadan nasıl kurtaracak!
Delikanlının hatıra defterini yeni projeler dolduruyor.
Ihı ince defter, âmirinin eline geçecek olursa vay başına
/»direklere! O âmir şunları okuyacaktır: "Kıralların kud-
Jt ı ve salâhiyetleri hakkındaki bir lâyihanın taslağı. Avru-
piünn <m iki monarşisindeki kıralların gaspederek müte-
22 NAPOLEON

neffi oldukları iktidar mevkilerinin hususiyetlerini tayin


etmek. İçlerinde tahtından inmeği haketmiyenler pek az­
dır.”. Jurnalinin gizliliği içinde hızım böylelikle aşındırı­
yor, dışından ise Prenslerin her şenlik gününde: "Yaşasın
Kıral”, diye bağırmalı !...
Hizmetin hazin can sıkıntısı içinde bir yıl; hülya ile ri­
yaziyat arasında bölünmüş bir yıl; sükût ile, intizar ile do­
lu bir yıl daha geçiyor!
Sonra, mukadderat yılı gelip çatıyor! En ücra köylere
varıncayadak trampeteler çalınacağına dair bir müjde u­
ğultusudur gidiyor! 1789 haziranındayız. Gamlı mülâzim
intikam devrinin yaklaştığını seziyor. Nahvetleri bunca
müddettir kendisini inciten bütün bu adamlar birbirleri­
ni mi yiyip bitirecekler?
Binlerce ağızdan çıkan bu sayha kendi Adasının da di­
renme haykırışı değil mi? "Korsika mektupları” m bir ara­
ya toplıyarak, sürgündeki Paoliye gönderiyor:
"Jeneral! Ben, vatan mahvolurken doğdum. Ölenin fer­
yatları, zulme uğrayanın iniltileri, ümitsizliğin göz yaşla­
rı, doğduğum andan itibaren beşiğimin etrafını sardı.
Siz bizim Adamızdan ayrıldınız, sizinle beraber saa­
det ümidi de ortadan kalktı; baş eğmemizin diyeti esa­
ret oldu. Yatana hain olanlar, kendilerini haklı çıkarmak
için, sizin şahsınıza karşı bühtanlar savurdular... Ben onla­
rı okurken galeyana geldim, ve bu sisleri dağıtmağa az­
mettim...
Umumî davaya hiyanet etmiş olanları namussuzluk fır­
çası ile kapkara karartmak istiyorum.;. İdare edenleri ef­
kârı umumîyenin mahkemesine çağırmak, onların gizli ka­
ADA 23

paklı dolaplarım meydana koymak istiyorum... Taliim, pa­


yitahtta yaşamama müsaade etseydi, elimde, şüphesiz da­
ha başka vasıtalarım olurdu... Ben daha gencim, teşebbü­
süm de küstahça görünebilir; hakikat aşkı, vatan aşkı,
hemşerilerimin sevgisi; beni tutacak olan heyecan budur!
Eğer bu işi tasvibe tenezzül buyurursanız, Jeneral; doğdu­
ğunu gördüğünüz bir delikanlıya cesaret vermeğe eğer te­
nezzül buyurursanız; bunu muvaffakiyete fali hayır addet­
meğe cür’et edeceğim... Annem, madam Letisiya, Kort
(Corte) ta geçmiş yılların hatırasını size yeniden tazele-
mekliğime beni memur etti.”
Sözün perdesi değişmiş: devrin o ihtizazlı, o tumturaklı,
o gösterişçi ifadesi, zalim öldürücünün tavru, bütün o
tantanalı kelime alayı; mahrem jurnalındaki kelimeler gi­
bi duyulmuş değil de yapacağı tesire göre söylenmiş ke­
limeler!... İçinde, onun kendine has yeni bir takrir tarzı,
ürkütücü bir halde çınlıyor: mektubun başındaki o kat’î
«ben», dünyanın karşısında dikilmiş o «ben»!... Engin gu-
nııu ilk defa olarak şiddetini gösteriyor: içinde artık do­
ğuşun değil, yalnız liyakatin muzaffer olacağı yeni devri
I» İti iıen ilk borular çalınıyor.
Aşılmaz yegâne engel bertaraf edilmiştir. Bundan böyle
umııı o şaşılacak şanseverliği gemi azıya almıştır. Mektu­
bunun sonunda dönüp tekrar munis bir eda; içinde, hima-
tı yı* sığınmağı sezdiren nazik bir ifade tarzı alıyor. Şahsı
MK'çlıııt ve keskin kalan bu delikanlının bütün mektupla-
ı imin bu ne ustalık, bu ne iltifattır!
hıkın, başka bir devrin adamı olan Paoli böyle bir gu­
24 NAPOLEON

rurdan gazaba geliyor ve nezaketle: "Tarihi yazmak genç


adamların işi olmadığı” cevabım veriyor.
Halbuki bu mektuptan dört hafta sonra ve yüz yıldır
ilk defa olarak, tarihi tam da gençler yapıyor: Hücumla
Bastiy (Bastille) i alıyorlar. Büyük işaret her tarafa ya­
yılmış! Fransa silâha sarılıyor; burjuvalar tekrar ordu ile
birlik olup orduyu tutuncaya kadar genç mülâzimin gar­
nizonu halk tarafından yağma edilmiş. Şurada, sokakta,
topunun yanı başındaki şu zabit, Buonapartedir!
O, ilk atımını, kiralın zabitinin emri üzerine boşaltıyor,
fakat şüphesiz canü gönülden; çünkü o, asalet kadar hal­
kı da tezyif ediyor. Bununla beraber, haddi zatında, ruhu
bütün bu şeylere yabancı kalıyor. Kendi aralarında birbir­
lerini yiyen bu Fransızlardan ona ne! Onun beynini bir
tek düşünce kurcalıyor: Korsika! Bu heyecanı, bu tehev­
vürü Adaya götürmek, bir izin koparmak, ve umumî kar­
gaşalık sayesinde, vatanında birinci mekamı tutmak!...

VI
Uzak kıyılara yeni bir kanunu tepşir eden bir resul gi­
bi, Buonaparte Adaya yanaşıyor. Hürriyeti, müsavatı,
uhuvveti vadeden kırmızı kurdeleyi oraya ilkin o getiri­
yor. Buralarda evvelleri hür ve dağlı bir millet yaşardı;
yirmi yıldan beri ise onu tazyik için asilzadelerle kiliseyi
kullanan Fatihin boyunduruğu altında cefa çekiyor.
Şimdiye kadar cetlerinin asalet unvanı sayesinde ya­
şamış olmasr, kiralın hesabına tahsil ve terbiye görmüş ol­
ması bu genç jakoben (Jacobin) in nesine lâzım: Nihayet,
milletler kendi kendilerini idare etmekte hür değiller
ADA 25

mi? Mademki Fransa böyle söylüyor, Ada da kendini


müstakil ilân etsin ve eski Fransanm zincirlerini koparıp
atsın. Vatandaşlar! devran değişti. Silâh başına! Her kes
yeni devrin alâmeti farikasını taksın, Paris’teki gibi bir
gard nasiyonal (Garde Nationale)— bir millî muhafaza
kıt’ası — da burada teşekkül etsin! İktidarı kıral kıt’ala-
rımn elinden biz çekip alalım! Ben topları kullanmasını
bilirim! Sizi ben sevku idare edeceğim!
Küçük Ajaksiyo (Ajaccio) şehrinde her kesin bilip ta­
nıdığı, benzi solgun, gümüşü — mavi gözü pek, ağzı coş­
kun sözlerle dolu yirmi yaşında genç Buonaparte, peşine
gittikçe büyüyüp kabaran bir kalabalık takmış, sokak so­
kak dolaşıyor. Bunların kimi hürriyet dileyor, kimi bir
değişiklik... Buonaparte, meydanda, halkın karşısına, ha­
kikî bir kürsü eri gibi ihtiraslı ümitlerle dolu olarak di­
kiliyor. Sonraları kendi diyecektir ki: "Bu yarı şarklı hal­
kın, bu kavgacı ailelerin ortasında insan: "Beşerin ruhu­
nu tanımasını” tez öğrenir.»
Aksilik olacak: umduğu takviye kıt’ası gelmiyor. Meşru
kıt’alar varınca ihtilâlcileri bastırıp ele geçiriyorlar, bir
k.ıç saat içinde ellerinden silâhlarım alıyorlar, fakat, ih­
tiyaten, onları tevkif etmiyorlar. Yeni bir sukutu hayal:
Kurban bile olamamak, ola ola mağlûp bir milletin mu­
harriki olmak, gülünç bir hale girmektir. İnsan hararetten
yanınca, ateşini yatıştırmak için her çareye baş vurur: Pa­
tisteki millet meclisine şikâyet, yeni hürriyete devrin mu­
tat üslûbunda bir kaside, sonra bir ittiham ve bir niyaz
kasırgası!
Kıtalin memurları darağacına! Adanın vatandaşlarım
26 NAPOLEON

silâhlandırınız!» Ve, bir beyanname imza etmek üzre ona


derakap bir komite iltihak ediyor.
İntizar haftaları geçiyor: Paris ne cevap verecek? Ni­
hayet posta geliyor. Mirabonun teklifi üzerine Korsika
bir Fransız eyaletine kalbedilmiş, ayni hukuktan teneffü
edecek. Paoli de, hürriyet uğrunda çarpışmış her kim var­
sa onlar da tekrar geri çağırılmış.
Mülâzim sarsılıyor: Demek ki bizler, yeni fikirlere rağ­
men, ve hattâ o yüzden Fransız oluyoruz? Hürriyetin ne
acayip şekli! Fakat Parisin bu fermanım takdis için, başta
memurlar olduğu halde cemaat, kiliseye doğru daha şim­
diden yola düzülmüş. Buonaparte de hemen süratle bu
yeni yola giriyor. Hemşerilerine hitaben hararetli beyan­
nameler yazıyor, yeni klüpte kendine taraftarlar arayor
ve ağabeysini belediye meclisine sokuyor. Arada da ken­
dinin Korsika tarihini yazmağa devam ediyor ve onun ba­
zı parçalarım anasına okuyor.
Yirmi yıl sürgünden sonra, umumun coşkunluğu orta­
sında Paolinin, vatanına tekrar kavuştuğunu görünce Bu­
onaparte kendi kendine: Rüyalarımın kahramanı Paoli de
bu mu imiş?” diye soruyor. O ne bakışlar, o ne ölçülü
sözler, o ne diplomat, ne kadar da az askermiş!... Bununla
beraber mademki "Gard Nasional” kıt’asına o kumanda
edecek, onunla hoş geçinmek gerektir. Buonaparte daha
kendi doğmazdan önce, babasına âmirlik etmiş olan ada­
mın yanında dağlarda bir kaç zaman geçiriyor.
Ve, atta, yan yana giderlerken, içi ihtiras dolu genç
Korsikalı, Adayı yeni Fransamn elinden cebren kurtar­
mak için yaptığı askerî plânları ateşle anlattıkça, yaşlı
ADA 27

adam ona iftihar ve korku ile karışık bir nazar atıyor:


anlıyor ki "Korsika mektupları” muharririnin vücudunda
hakikaten şeytan var,— daha kötüsü — beyni evhama tu­
tulmuş!... Başını sallıyarak ona diyor ki:
— Hey Napolione! Sende bu asırdan hiç bir şey yok.
Sen, tamamı ile Plutarka mensupsun.”
Nihayet, delikanlı kendinin tasdik edildiğini duyuyor.
Onun şahsında Romalılığı ilkin Paoli görmüştür. Paoli
onu bir beyanname yazmağa memur ettiği zaman Buona-
partenin hummalı kalemi o beyannameye şöyle bir tarih
atıyor: "Milellideki odamdan, 23, kânunusani, sene II.”
Bu, gülünç müdür, ulvi midir? Her halde bu diktatörce
yazının ertesi günü, delikanlı, şimdiye kadar bir çok defa
yenilenmiş izninin sonunda garnizonuna iltihak etmelidir!
Mesleğinden neye vaz geçsin? Hem de şimdi artık en bi­
rinci mekam tutulmuş olduktan sonra Adada kalsın da ne
yapsın?

VH

"Bir yoksulun kulübesindeyim. Bu babayiğitlerle uzun


uzadıya sohbet ettikten sonra sana buradan şu mektubu
yazmakla haz duyuyorum... Saat akşamın dördü; hava tat­
lı olsa da serince; yürüdüm, hoşlandım; kar yağmıyor,
l iiKiU yağması da uzak değil. Her tarafta, üzengilerinin
u-.ıiimle gayet sağlam duran köylüler buldum. Hepsi de
inesi uiiyctin idamesi için ölmeğe hazır. Kadınlar her yer­
de liitidiyetçi. Bunda şaşılacak bir şey yok. Hürriyet on-
hıid.m daha güzel bir kadındır ki hepsini gölgede bırakır.
28 NAPOLEON

Dofin (Dauphine) in bütün papazları vatanperverlik ye­


mini ettiler. Piskoposların yaygaraları ile alay ediliyor,
îyi sosiyete dedikleri şeyin dörtte üçü aristokrattır, yani
İngiliz meşrutiyeti taraftarlığı maskesi ile örtünüyorlar.
Perettinin Miraboyu bıçak darbesi ile tehdit ettiği doğ­
rudur: Bu ise millete şan verecek bir şey değildir. Lâzım
gelir ki vatanseverler cemiyeti Miraboya tam bir Kor­
sika elbise takımı, yani takke, çepken, şalvar, dizlik, kur-
şunluk, kama, piştov, ve tüfek takdim etsin; çok makbule
geçer.”
Amcası rahibe yazdığı bu mektupta her şey ondaki mü­
lâhaza ve hesap mevhibelerini göstermektedir. Siyasî ada­
mın esaslı vasıfları!
Hava, hükümet, yaya bir gezinti, kudretli bir şahsiyeti
kazanmanın yolu, insanların saikleri, hepsi bu mektupta
nazarı itibara alınmıştır. Övünmek, hırs, tama o zarflar­
dandır ki insanlar onlarla elde tutulur. Hasmını şu yolda
ittiham ederken bakın kendi kalbi üzerine de nasıl bir ışık
saçıyor: "Siz, derin bir ahlâkçı olduğunuz için her birinin
taassubunun ne kıratta olduğunu bilirdiniz: Seciyelerin te-
favütündeki renk ve nükteleri gözlerinize gösteren fazla ve
ya eksik bir kaç altın lira.” Altınlar, neden onun kendinde
de yok! On beş yaşındaki kardeşi de yanında olduğu hal­
de Valansa evel mülâzimlikle geldiği zaman, her ikisi­
nin birden cebinde ancak 85 frank vardı. Onları geçindi­
recek, giydirecek, fazla olarak çocuğun tahsiline de yete­
cek para bundan ibaretti. Bu halde kalınca insan, kendi
elbisesini bile kendi süpürür.
Para! Keyif sürmek için değil, — keyif sürenleri hor
ADA 29

görür — fakat daha hızlı havalanması için yaylı tahta hiz­


metini görmek üzre para... Lyon Akademyası "İnsanlara
kendi saadetleri için en çok aşılanması mühim olan duy­
gulara ve hakikatlere dair” en iyi mubahasenameyi takdim
edecek olana 1200 frank mükâfat veriyor. Adadakilerin
yarısını silâhlandıracak kadar bir para...
Mülâzim gülümsüyor: İşi iştir. Evvelâ, bu müsabakayı
kuran ve Ruso tilmizi bulunan Akademya âzaları nezdi-
ne kartını bırakıyor. Tabiatin, dostluğun, hülyalı avareli­
ğin; bilmediği ve takdir etmediği bu üç şeyin ezvakını
medhediyor. Birdenbire eda ve perde değişiyor, siyasî bir
tavur alıyor, tasarruf hakkından ve adaletten her kesin
istifade etmesini diliyerek kıralların aleyhine kıyam edi­
yor. Ve ansızın, âdeta kendine aynada bakıyormuş gibi
gözüne gene o "solgun benizli, o kinayeli gülüşlü şanse-
ver görünüyor. Cürümler artık onun nazarında oyuncak,
alkışta veya desisede bulunan adam artık onun için ancak
bir vasıta. İktidar mevkiine geçtiği vakit halkın tazim­
leri onu yoruyor. Büyük şanseverler saadeti aramışlardır
da zaferi bulmuşlardır.”
Tam da Plütarkın bir kahramanına yaraşır hissi kab-
lelvukular. Biraz sonra, ideali daha vazih oluyor. Bu ide­
al İspartadadır; cesaretle kuvvet büyük haslatlardır, bü­
yük faziletlerdir: "Bir İspartalımn helecanları kuvvetli
bir adamın helecanları idi; ve kuvvetli adam iyi adam o-*
lıır; sade, zayıf olan haindir. İspartalı kendi bünyesine
uygun bir tarzda yaşardı. Bahtiyardı:” Nihayet şu pey-
gimbcrce sözler: "Dâhi adamlar, kendi asırlarını aydın­
lı ıthak için yanması mukadder olan şehaplardır.”
30 NAPOLEON

Akademyaya göre bu da artık çoğa kaçıyordu; akadem-


ya eseri ehemmiyetsiz buldu. Yeniden hayal sukutu: Para
da yok, zafer de yok. Fakat Buonaparte bıkmadan, usan­
madan Korsika hakkındaki romanı ile aşk hakkındaki "Di­
alogue” unu yazmağa devam ediyor. Sahi mi? Aşk bu ka­
ranlık gençliği aydınlatıyor mu? Rusokâri içini dökmeler
mi işiteceğiz? Yirmi yaşındaki genç mülâzim bakın aşktan
nasıl bahsediyor: "Ben sizden aşkın tarifini istemiyorum,
ben evelce âşıklık etmişimdir. İşleri karıştırmaktan başka
bir şeye yaramıyan bu metafizik tariflere ihtiyacım olmı-
yacak kadar bende o âşıklıktan epeyi hatıralar kalmıştır.
Size ben, onun varlığını inkâr etmekten fazla bir şey söy-
liyorum; onu ben cemiyete, insanların ferdî saadetine mu­
zır sanıyorum; hasılı zannediyorum ki aşk eyilikten ziyade
kötülük ediyor; bizi ondan sıyırması, ve dünyayı onun
elinden kurtarması siyanetçi bir ülûhiyetin en büyük hayrı
ve eyiliği olacaktır.”
Bu siyasî şairin mülâhazalarının arasını bando muzika-
ları, Parisin bando muzikaları kesiyor! Kıral hapsedilmiş,
millet muzaffer oluyor, ihtilâl büyüyor! Bastiyyin
zaptının ikinci yıldönümü esnasında, ihtilâlci mülâzim,
vatanseverler şerefine idarei akdah ediyor. Adadan da ona
kargaşalık nidaları, anarşinin nizamsız hitapları, müraca­
atları geliyor. Pariste başı boş kabarmış olan dalgalara
şiddetle atılmış taşlar, o suların halkalarım ta uzak sahil­
lere kadar yayıyor. Korsika da "Guerre çivile” dahilî harp
arif esindedir. Varalım taliimizi bir de orada deniyelim!
ADA 31

VIII

Bizim mülâzim işi Koriyolan (Coriolan) lığa vuru­


yor: Rey kazanmak, adam kazanmak! Halk hâkim ve
efendi olduğundan beri, onun teveccühünü kazanmak ge­
rektir. Amca ölüyor, ondan kalan miras, aileye bir az re­
fah getiriyor. Annesinin kardeşi diğer rahip Feş (Fesch)
te kulübe girmeğe muvaffak oluyor. Jozef, belediye mec­
lisinde onun nüfuzunu kullanabilir. Ve bir bataryayı kun­
dağa bindirmeyi bu delikanlı topçudan, Buonaparte’den
«laha iyi becerecek biri var mıdır? Gard Nasional kuman­
danlığı kudret ve salâhiyetini onun eline verebilirler. Fa­
lı at acaba onu seçerler mi? Bu kere izni, yeni senenin ba­
şında bitiyor. Dikkat! Âmirine şöyle yazıyor:
"Mücbir ahval beni, memuriyet vazifelerimin müsaade­
sinden fazla Korsikada kalmağa mecbur etti. Bunu hisse­
diyorum. Bununla beraber kendimi suçlu görerek, esef
M’ nedamet edecek bir şeyim de yok. Daha mübarek ve
a/iz vazifeler beni bu gecikmede mazur ve haklı göstere-

11' K oriyolan (C o rio lan ) (K ayyu s M arsius) M ilattan beş astr


ı m İ gelmiş m eşhur Rom a Jen erali. V atanına p arlak hizm etler
»■(iilıteıı sonra, üzerine avam ın kinini celbetti. O nu K o n sü l yap­
madılar. R om alıların düşmanı olup evcice yenm iş bulunduğu
S oi.sklanı sığındı ve gelip Rom anın kapısında ordugâh kurdu.
Ilımdan ürken sena ve h alk onu yumuşatmak için nezdine bir
»,‘•1- murahhas gönderdi, fakat n afile yere. Jen eral R om ayı yağm a
ı l ı ml ı iizre idi ki nihayet anası V etu ria ile karısı V olum nianm
)(■•/ yaslarından m erhamete gelerek fik rin d en vaz geçti.
I'di'biyatta bu tabir telm ihaıı: "tecavüze uğram ış gu ru r ve şan”
■imlianımda kullanılır.
32 NAPOLEON

bilir.” Bahusus ki kendini kat’îyyen azil ve celbettikleri de


yok!
Cevap çıkmıyor. O da kalmağa karar veriyor, inti­
habat cidali de başlıyor.
Buonapartelerin her yerde hısım akrabaları var. Anne­
sinin evinde, taraftarlara her vakit sofra kuruluyor. Dağ­
dan inenler gece onun evinde yatıyor; işte, muvafık bir
muhit böyle yaratılır. Arkadaşlarından biri yazar ki: "O
vakitler Buonaparte gâh sessiz, düşünceli, gâh da her ke­
se karşı sevimli idi; içlerinden her biri ile sohbet eder,
kendine faydası dokunabileceklerin ziyaretine gider ve
cümlesini kazanmağa çalışırdı.” Komiserler geldiği vakit,
içlerinden birini, kendi evinde kalması için zorluyor. Ra-
kıyplerinin taraftarlarına sopa çektiriyor: Korsikada bir
intihabat günü âdet, bunun böyle olmasını diler. Bu he­
yecanlı günün akşamında o, hedefine varmıştır: ikinci ku­
mandan; kaymakam naspolunmuştur.
Bu Italyan, Fransaya istifasını mı verecek? Bütün ricat
yollarım kesmemek, büyük Jenerallerin sevdiği bir düs­
turdur. Bu da Valansa yazıyor ki: "Bu müşkül şerait için­
de asil bir Korsikalının şeref vazifesi kendi memleketinde
bulunmaktır. Bu fikirledir ki ailem, benim kendi arasında
kalmamı benden talebetti. Bununla beraber ben vazifemle
bu vaziyeti uzlaştıramıyacağım için, istifamı vermeğe ni­
yet ediyordum.” Fakat istifasını vermiyor, bilâkis tedahül­
de kalmış maaşını istiyor. Âmirlerine yazarken "milletiniz”
diye hitap ettiği Fransa, o zaman bu zabiti kadrosundan
çizip siliyor.
O, artık sadece bir sergüzeştçi olmuş, hattâ dilediğin­
ADA 33

den daha çabuk bir surette!... Dayanacağı yer kalmamış;


bir siyaset dönüşünün eritip dağıtıvereceği Gard Na-
sionallik hukukundan başka hukuku kalmamış! Hic Rho-
dus! İşte düğüm noktası! Vatandaşlar ile Gard ara­
sındaki için için cidalden istifade etmeli, onu körükleme-
li, sonra da umumî kargaşalığın inayeti ile bir kurtarıcı
olarak ortaya atılmalı.
Tepede kale ve burçlar heybetle yükseliyor. Fransa Ki­
ralının muntazam askerleri onu hâlâ işgal etmektedir.
Frederik (Frédéric) te, Sezar (César) da daima, müstah­
kem mevkie hücumla yüklenerek işe başlamamış mıdırlar?
Kumandanı yakalamalı, şu sabık ahmağı kovmalı ve bir
vuruşta Adayı Fransanm boyunduruğundan kurtarmalı.
Fransa harple uğraştığı için burasını tekrar fethedemez;
burasının efendisi biz oluruz, ihtiyar Paoli de masala ka­
rışır gider.
Paskalya günü harp patlıyor. Gard mi vatandaşları kış­
kırttı? Vatandaşlar kendiliklerinden mi ayaklanmışlardı?
Başlıyan kim, hangisi? Boş sual!...
Muhakkak olan şudur ki tabur kumandanı Buonaparte
kaleyi zapta yeltendi, fakat kaleyi işgal edenler bundan
yılmadılar, toplarını çevirdiler ve onu ricate mecbur etti­
ler. Pariste onu fitne çıkarmak ve tahrikâtta bulunmakla
ittiham ediyorlar; bir büyük hiyanet davası onu tehdit
ediyor.
Müdafaanamesinin büyük cümleleri kimseye hürmet
telkin etmiyor. Hattâ, ta başından beri ona emniyet etmi-
yen Paoli de namus ve istikamet nişanesi göstermekte mü-
Napoleon — 3
34 NAPOLEON

saraat ediyor, ve azgın hemşerisini, dostunun oğlunu az­


lediyor.
Buonaparte kendi kendine:
— Sen beni tutmadınsa Paoli, ben de senin aleyhinde
bulunacağım! Gözünü aç! Ben Parise gidiyorum, orada
ihtilâl hüküm sürüyor!” diyor.
Mevsim yaz. Bizim Kondottieri (Condottieri) payi­
tahtın sokaklarında parasız pulsuz, memuriyetsiz, mevki-
siz sürtüp duruyor; hiç bir işi muvaffak olmuyor. Fran-
sada âdeta kaçak bir mülâzim, Korsikada mazul bir kay­
makam, açlığa ve en eziyetli maceralara maruz! Son ümi­
dini radikallere "cezrilere” bağlıyor ve Robespiyer (Ro­
bespierre) e yanaşıyor, zira onu ancak ve ancak Kırallığın
devrilmesi, öyle tam bir kargaşalık kurtarabilir.
Yaz yakıcı, Pariste hayat pahalı. Saatini rehine ko­
yuyor, ve o ki yirmi beş yaşına kadar borçtan sakınmış-
tı, ilk defa olarak borca giriyor: Bir lokantacıya 15 frank
vereceklidir. Sonra Buriyen (Bourienne) e emlâk taciri
olmasını teklif ediyor. İktidar mevkiini ellerinde tutan­
ları mı çekemiyor?
Hayır, onları istihfaf ediyor. "Bütün bunları yakından
gördükten sonra, itiraf etmek lâzımdır ki, milletlerin te­
veccühüne lâyık olmak için bu derece dikkatli bulunmak
pek te zahmete değer şey değildir. İhtimal burada insan­
lar daha küçük, daha hain, daha bühtanadır... Coşkunluk
coşkunluktur. Fransız milleti ise kocamış bir millettir.
Her kes kendi çıkarım arıyor ve bir şeye ermek istiyor.
Bütün bu şeyler emeli harap eder. Rahat yaşamak, dört
beş bin franklık bir geliri olduktan keri aile sevgisinden
ADA 35

kâm almak... öyle ya, attık uğuşmuş muhayyile sizi azaba


sokmadıktan sonra...” diyor.
Fakat veyl! muhayyilenin azaba soktuğuna! Paris de­
dikleri şu heyuladan, şu kaynar kazandan acaba çıkmıya-
cak azîm ve işitilmiyecek hadise mi vardır!
Böylece bu kam halis Italyan, tam bir ecnebi olduğu i­
çin Fransanm mukadderatını mülâhaza edecek ve bir ser-
güzeştseverin olanca soğukkanlılığı ile ondan istifade ede­
cektir.
Jakobenler daha şimdiden zemin kazanıyorlar. Ahali
Tüilöri (Touileries) ye hücuma kalktığı vakit, Buona­
parte seyirciler arasında. Kararsız vaziyeti ona, ağzın­
dan şu sözü kaçırtıyor:
"Elhamdülillah, gene hürroluyoruz!” diyor. Fakat bu
zabit: "Siviller tarafından tehdit edilen askerler gördüm.
Ayıbıma gitti... Şayet kıral atına binip te ortada görünmüş
olsaydı, zafer onundu. Sabahleyin fikir bu merkezde idi”
mülâhazasında bulunuyor. Bir kaç gün önce kıral, başında
kırmızı inkılâp serpuşu ile göründüğü vakit te: "Che
coglione! Bunların üç dört yüzünü topla süpürmek lâzım­
dı. Kalanları ise hâlâ koşa koşa kaçtı gitti idi” demişti.
Bununla beraber kendini yatışmış hissediyor. Rakıypleri
silâhsız kalmıştır. Dayısına yazıyor ki: "Yeğenler için ta­
sa çekmeyin. Onlar işin içinden sıyrılmasını bilecekler­
dir.” Yeni hükümet kendini hoş çocuk gösteriyor. Kaça­
ğın rütbesini tekrar vermek şöyle dursun, onu yüzbaşı bi­
le yapıyor. Çabuk gitsin, şark cephesindeki alayına iltihak
etsin. Pek eyi ama Prusya Kiralının Mozel (Moselle) üze­
36 NAPOLEON

rinde bulunmasından, ve Fransanın muharebelerinden


Buonaparteye ne? O, Korsikalı olarak kalıyor! Doğru
Adaya !

IX

Her yerde düşüncelerin çarpışmasını bozukluğa sevke-


den fırka fikrini denizin rüzgârı, dağların saf havası silip
süpürmesin, mümkün mü? Adada haysiyet kırıcılıklar, ah­
lâk düşüklükleri, anarşi hüküm sürüyor.
Konvansiyon (Convention) da Korsika meb’usu olan
Salisetti (Salicetti) Paolinin öldüresiye düşmanıdır, onun
irin Buonapartetıin de dostudur. Kulüpte efkâr teşed-
düt içinde; ekseriyet radikallerin lehinde görünüyor.
Adanın birinci afif adamı olan Paoli, bir vatan haini ad­
dedilmiş, çünkü itidalle hareket ediyor.
İktidar mevkiini elinde tutan kimdir? Her kes ve hiç
kimse!... Hiç kimse kendine güvenemiyor.
Pariste güyyotini icat etmişler ve kiralın kafasını kes­
mişler. Yarın kim hüküm sürecek?
Adada, şehirlerde olduğu gibi dağlarda da her kes si­
lâhlanmış.
Kıyılarda verilmiş emirler içerinin kayalarına çarparak
parça parça oluyor. Her kes kendi kendinin kıralı, kendi
kendinin intikamcısı. Artık kaybedecek bir şeyi kalmamış
olan sergüzeştçimiz bundan daha iyi bir faaliyet sahası
bulabilir mi? Üçüncü defa olmak üzre, Adanın hâkimi ol­
mağı deneyor.
Muhalefet Buonapartelerin etrafında toplanıyor. Joze-
ADA 37

fin Lüsiyen (Lucien) in ve Feş dayının taraftarları var,


Napoleon, gelecek kuvvet darbesi için topçuya ihtiyacı
olan Salisettinin yardımı ile onları teşkil ve tanzime mu­
vaffak oluyor. Kulüp te bu fikre taraftar oluyor. Yirmi
yıldanberi İngilizlerin misafiri olan Paoli, Fransa’ya karşı
vatan hainliği ile ittiham edilemez mi? Bizleri Ingiltere -
ye satmak üzre değil midir? Lüsiyen Marsilya’ya gitsin,
bunu komiserlerin kulağına fıslasın, Salisetti de yakında
Konvansionda bağıra bağıra söyler. Küçük Ada ar­
tık bir entrika ocağından başka bir şey değildir: Orada
küçük bir adedde bir kaç aile, bütün ev hayatım emip
mahveden umumî hayat hakkında karar ve hüküm veri­
yor.
Az zaman sonra Konvansion Adaya murahhaslarım gön­
deriyor; Paolinin fikrini sormaksızın zabitler naspediyor
ve zabitleri kırıyor. Fransa’da mazullükten çıkıp tekrar
yüzbaşılığa terfi edilmiş Buonaparte Adada yeniden tabur
kumandanı oluyor. Ustalığı ve askerlerinin sevgisi, onun,
kumandanlığı yeniden gaspetmesine müsait görünüyor;
urtrk onu bu vazifenin başında resmî olarak tanımaktan
başka yapılacak iş kalmamıştır.
Fakat işte Paris’ten, yıldırıcı bir haber geliyor: Paoli’yi
tevkif etmek haberi. Rakıypleri işi çok ileri götürmüşler.
Halk Paoli’den yana çıkıyor, Paoli de emre karşı koyuyor,
meydan okuyor.
Cîenç Buonaparte tereddüde düşüyor... Âdeti veçhile
lıulkm kalbinin ne yolda çarptığım dinliyor, fakat bir
Aşık gibi değil de fetanetli bir müşahit gibi... Şimdilik za­
man kazanmak lâzım. O da hiç bir fırkayı tutmaksızın, hiç
38 NAPOLEON

bir tarafı iltizam etmeksizin bir yandan Konvansion’un


hakimce tedbirini tanımakla beraber bir yandan da Pao-
liye taraftar olduğunu ilân ediyor. Konvansionun Buona-
parteye de emniyeti kalmıyor, onu da tevkif ettirmek
istiyor. Buonaparte’nin bu ikiz oyunundan Paoli’nin da­
hi emniyeti münselip... Kendi taraftarlarına vaki bir hi­
tabesinde Paoli’nin şu sözlerini okuyoruz: "Buonaparte
kardeşlerin Konvansion komiserleri ile el birliği edip
tezviratı teşvik ve takviye etmiş olduklarım nazarı itibara
alarak onlarla meşgul olmaması Korsika ahalisinin şanı
iktizasındandır... Ahali onları kendi vicdan azaplarına,
onları bundan böyle ebedî bir lanet ve namussuzluğa mah­
kûm etmiş olan efkârı umumîyeye terkeder.” Düşmanları,
evlerine hücum ediyor, evi yağma ediyor. Buonaparte’ler
şayet komisyon nezdine sığınmamış olsalardı halk onları
da parça parça edecekti.
Bu hadise Buonaparte’nin işine yarıyacaktır. Böylelikle,
Paris’te iktidar mevkiinde olanlar onun inkılâpçı imanı­
na dair bir delil edineceklerdir; filhakika ona olan em­
niyetleri tekrar yerine geliyor. Böylelikle bir yıl önce
hükümetin topçusuna karşı Korsika isyanının başı olan
adam bugün de topçuyu Korsikadaki isyancılara karşı kul­
lanıyor. Toplar ona!
Gerçi rakip en iyi mevzileri işgal ediyor, fakat bunun
kudreti de ihmal edilecek şey değil: Vâsi ve tam bir sa­
lâhiyeti var, sahilde asayişi temin için elinde emri var:
"İkimizden biri, Paoli!”
İhtiyar askerden yana çıkan sade halk değil, kaleye de
o hâkim... Genç Buonaparte, ikinci defa olarak kaleyi zap-
ADA 39

ta yelteniyorsa da başa çıkamıyor. Adalar tarafındaki is­


tihkâmı almak için yeni bir teşebbüste daha bulunuyor ve
yeni bir bozgunluğa daha uğruyor...
Hısımı akrabası mahvolmuştur. Bir halk meclisi hepsi­
nin sürgüne gönderilmesini istiyor ve Buonaparte ailesini
hudut harici ediyor. İşte her biri yersiz yurtsuz, ateşsiz,
ocaksız kalmış; bir kaç saat içinde çıkıp gitmeğe mecbur­
lar...
Zavallı ana, kendini bundan 24 yıl önce Fransız’ların
gözünden gizlemiş olan tenha ormanlar içinden bugün
gene Fransızların muhafazası altında sahile doğru kaçıyor.
Artık sırtındaki espaplarından gayrı bir şeyciği kalmamış,
malı mülkü düşmanlar elinde...
Yirmi üç yaşındaki mülâzim, kendilerini Tulona götüren
yelkenliden, - her tepesini, en küçük sivrilerini bile bil­
diği - Adanın sıcak haziran gurubu içinde gözden kay­
bolduğunu görüyor. Ona hürriyet getirmek için onu fet­
hetmeğe üç kere savaşmıştır! Bugün ise onu kendi halkı,
Fransız diye kovuyor!
Buonaparte nefret ve intikam susuzluğu ile yanıyor.
Fransızların muzafferiyetlerinden kuvvet alarak, gün ge­
lip, gene onların efendisi olacaktır!
O zaman Garp taraflarında Fransa kıyılarım görünce
scrgüzeştsever anlıyor ki artık her yer onun kendi mekâ­
nıdır: Hiç bir vatanı olmıyanların tecellisi budur!...
40 NAPOLEON

iki kızının da ufak tefek alış verişinden döndüğünü gö­


rünce Letisia Buonaparte:
— Elbiseleri de ne kadar yıpranmış!” diyor.
Kırk yaşlarındaki bu azametli kadın, hükümet tarafın­
dan müsadere edilmiş, sahibinin de kafası uçurulmuş bir
evin dördüncü katında oturuyor. Büyük evlâtlarının üçü
kendi hayatlarını kendileri kazanıyorlar, fakat iki küçük,
Adada, hısım akrabanın yanında kalmış. "Gadre uğramış
vatanseverler” sıfatı ile, bu sıfatla nafakalarının bir kısmı­
nı mevki kumandanından alıyorlar. Fakat vekarlı Letisiya,
halinden hiç şikâyet etmiyor.
Seyahatleri esnasında Buonaparte, münasebetleri saye­
sinde, kardeşine asker erzak ve levazım siparişleri al­
mağa muvaffak oluyor.
Feş dayı da papazlıktan vaz geçip ticaret işleri ile uğ­
raşıyor. Büyük kardeş zarif Jozef - ki babasına benzer
ve onun gibi, kendini "Kont dö Bona Parte” tesmiye et­
tirir - Marsilya’da bir ipek ticaret evinin varisi olan zen­
gin bir kızla evleniyor, işte bu suretle aile de biraz
para yüzü görüyor. O zaman Napoleon da, yengesinin
kardeşi Dezire (Desiree) yi almak tasavvurunda bulunu­
yor.
Şu yaz ayları esnasında iş güçle gelip gidiyor.
Alayı ile birlikte gâh Nis’te, gâh Ron vadisinde, gâh
Tulon’dadır. Ve manzaraları, sahildeki mümkün ve muh­
temel tabiye yerlerini zabit gözü ve topçu kafası ile hiç
ADA 41

durup dinlenmeden kaydediyor. Bütün bu şeyler az son­


ra işine yarıyacaktır.
Aralıkta siyasî hasbühaller de yazıyor, hattâ içlerinden
biri de hükümet hesabına basılmıştır. Bu mubahasename-
lerde tüccarlar büyük bir yer tutar; Tulondakiler bundan
heyecana düşerler; Marsilyadaki—bir kısmı mallarından e­
dilmiş, hattâ Robespiyerin memurları tarafından başları da
kesilmiş—dostlarının akibetine uğramaktan korkarlar. Gü­
zel servetlerinin üzerine titriyenler, sermayelerini kurtar­
mak için, vatan düşmanlarını imdada çağırırlar: Donan­
manın kalan kısmım İngilizlere teslim ederler. Onlar da
buna karşılık himaye vadederler.
Bu darbe her yandan git gide büyümekteki aksülâmel-
lerin tehdidi altında kalan yeni Fransa için müthiştir.
Fransa Belçika’yı kaybediyor, İspanyol’lar dağları aşıyor­
lar; Burbon (Bourbon) ların kudreti Vande (Vendée) de
takviyet buluyor. Ve bozguna tutulmuş Tulon bor sası, do­
nanmasını asırlık düşmanına satıyor. O zaman son adama
varıncaya kadar her kes cemediliyor, kadınlar bile askere
almıyor. Fransa müstahkem ordugâha dönüyor. San’at bi­
lenler buyursun!
Tulon’un ilerisinde, îngilizleri kovmağa hazırlanıyor­
lar. Konvansion, kendisinde ihtilâl imam askerî san’atın
yerini tutan bir ressamı bu işle tavzif ediyor.
a Brut aramağa gittiği Avinyon (Avignon) dan döner­
ken genç yüzbaşı Buonaparte, hemşerisi Salisetti’ye ras-
gcl iyor. Salisetti onu ressam Jeneralin yanına götürüyor.
Yemeğin sonunda, derme çatma topçular, denizden takri­
ben bir fersah kadar içeriye yerleştirilmiş bir 24 lük topun
42 NAPOLEON

başına yaklaşıyorlar, ve onun kuvvet ve te’siri hakkında zıt-


zopça keşfü tahminlerde bulunarak kızışıyorlar. San’at a­
damı bunların asla denize varamıyacağını onlara dört a­
tımda ispat ediyor. Tereddütte kalıyorlar, onu orada alı­
koyuyorlar ve işe sokuyorlar.
Bu defa artık ayağı üzengidedir ve bir daha da kendini ye­
re düşmeğe bırakmıyacaktır. Yüzbaşımız harikulâde bir fa­
aliyet sarfediyor ve kendine sahilin her tarafından toplar
getirtiyor. Altı hafta zarfında yüzden fazla büyük top
biriktirmiş. Şimdi de büyük sevkulceyşçilik hünerini mi
göstermek istiyor? Ne yapacak? Limanı ikiye bölen dile
bataryalarım yerleştirerek düşmanı mı abluka edecek? A r­
kadan yardımsız ve takviyesiz kalınca İngiliz Jenerali bu
kapanda top yemekten sakınacaktır: Tersaneyi berhava
ettirecek ve mevzilerini bırakıp çekilecektir. Züppeler:
"Sırf delilik!” diye alay ediyorlar. Fakat Konvansion’da
dostları bulunan Buonaparte meclise bir şikâyetname ar-
zediyor, Paris’e mufassal plânını gönderiyor, yanısıra da
umumî mahiyette tavsiyeler yolluyor. "Hücumu dağıtma­
mak, bilâkis birleştirmelidir; gedik açılınca düşman mu­
vazenesini kaybeder, mukavemeti faydasız olur, dava da
kazanılır. Yaşamak için ayrılmak, dövüşmek için ise bilâ­
kis birleşmek lâzım gelir. Kumandada vahdet olmadıkça
zafer yoktur. Zaman esaslı amildir.” Yirmi dört yaşındaki
genç yüzbaşı meramını böyle ifade ediyor.
Doğan bir dirayet sahibini, icabında, mutlak kudret sa­
hibi ağabeysine gösterebilecek olan dostu küçük Robespi-
erle de muhaberede bulunuyor. Ona: "Şayet günün birinde
ahaliye karşı sana demirden bir asker lâzım olursa bir deli­
ADA 43

kanlı, bir yeni adam seç, Buonaparte’ı seç” demiş. Filha­


kika Terör (Terreur) "tedhiş” esnasında ona Gar d Na-
sional kumandanlığını takdim etmişlerdi de o, bunu ihti­
yaten reddetmişti.
Buonaparte’nin plânları tasvip edilmiş. Ressam Jene-
ıal geri çağırılmıştır. Onun yerine kim geçecek? Buo­
naparte dişlerini gıcırdatıyor: Ah gene bir heveskâr gele­
cek! Yeni Jeneral hekimdir, her yanda aristokratların fe­
sat tertibatı kokusu vehmediyor da düşmanın kıymetli dili
zaptetmesini bir yana bırakıyor.
Bunun üzerine Paris’ten, Tulon’u en kısa zamanda istir­
dada azmetmiş bir sürü coşkun delikanlı, parlak kafileler
halinde sökün ediyor. Buonaparte bunları açık bir batarya­
ya sevkediyor. Bunlar düşmanın endahtları karşısında giz­
lenecek yer aradıkları vakit Buonaparte onlara kemali
ciddiyetle: "Biz o sığıntı yerlerini kaldırmışızdır. Şimdİ
onların yerlerini vatanseverlik tutuyor.” diyor.
Bu gözü pek delikanlı, fikirleri sevmiyor, vakıaları se­
viyor. Yeni yeni şekvalar, yeni tebeddüller oluyor...
Bu sefer de ihtiyar bir asker geliyor, Buonaparteyi de-
ıakap tabur kumandanı naspediyor, ve düşmanı, Buona-
partenin plânı mucibince dilden kovmağa teşebbüs ediyor.
Nihayet tam, kendi plânlan mucibince cenge girilince
Huonapartenin altındaki at vuruluyor. Bir Ingiliz mızrağı
Buonaparteyi baldırından yaralıyor: Napoleonun hem ilk,
‘t e yani yegâne yarası; hem de - her ne kadar resmen baş o-
Ijjirak kumanda etmemiş ise de gene - ilk zafri! Bu, Ingilte-
fş, üzerine kazanılmış bir zaferdir. Düşman kendi gemileri-
îıtf sığınıyor, tersaneyi yakıyor ve Buonapartenin evelden
44 NAPOLEON

götmüş olduğu veçhile, bir gece içinde bu yerleri bırakıp


savuşuyor.
ölüm ve yangın; binlerce suçlu vatandaşın kaçıp kur­
tulmağa savaştığı bir limanın dehşeti; bu ateşli kânunu-
evel gecesinde, duman ve yaygaralar içindeki ceset yığın­
ları; boğulan adamların bedduaları ve yağmaya koyulmuş
askerlerin ulumaları üstüne ufuktan yeni bir yıldız doğu­
yo r: Napoleon’un zaferi. .

XI

Tulon’un kurtuluşunu ve şimal ile şark ordularının


nauzafferiyetini tes’it için Paris’in halka verdiği şenlik,
filhakika, Buonaparte adını maruf ve meşhur kılıyor.
Buonaparte mirlivalığa terfi edilmiş. Âmiri, raporunda
onu, muharebe plânının mucidi olmak üzre medhediyor.
Ve hayranlıkla korku arasında, şu şaşılacak cümleyi söy-
liyor: "Zira onun hakkında nankörlük edilmiş olsa, o
kendi kendine terakki eder.” diyor. Buonaparte’nin ar­
tık meşhur olmuş adının yanında Monitör (Moniteur)
gazetesi beş isim daha neşrediyor ki bu komşuluk Buona-
parte’ın pek de hoşuna gitmemiş olsa gerektir: Yükselmek
de ne kadar zormuş!
Bunlardan bir kaçı, Marmon (Marmont), Jüno (Junot)
o gece, onun yıldızım görüp de ardınca yürümeğe kendi
Icendilerine söz vermiş olan genç, meçhul zabitlerdi. Buo­
naparte onları da, küçük kardeşi 16 yaşındaki Lüiyi de mu­
avin olarak kendine bağlıyor. îşte küçücük bir erkânı har-
biyenin başına geçmiştir.
ADA 45

Toplar! Konvansion Tulon ile Nis arasındaki sahilin


tahkimine onu memur ediyor. Korsika’nın asırlık düşma­
nı Cenova şurada, çok yakında! Cenovayı ele geçirmek
Adayı ele geçirmek demektir.
Şehir gırtlağına kadar diplomatlar ve hafiyelerle dolu­
dur. Açık bir göz, kirişte bir kulak oradan bir çok şey
öğrenebilir.
Buonaparte kendine bir halk komiseri vazifesi verdir­
meğe, ve bir hudut meselesinin tanzimi behanesi ile ken­
dini Cenova hükümet memurlarına takdim ettirmeğe mu­
vaffak oluyor.
Bu iş, hakikatte, diplomat Buonapartenin ilk adımı­
dır. Her türlü hafiyelerle dudak dudağa konuşuyor ve
Fransız mümessillerini tecessüs ediyor. îyi, halis Jakoben
midirler? Yoksa öyle mi görünüyorlar? Topların dosdoğ­
ru konacağı yeri kaydediyor. Raporunu yazmak üzre tek­
rar Nis’e geldiği zaman onu tevkif ediyorlar, çünkü, ara­
lıkta, Robespier düşmüş, kellesi de uçmuştur. Derakap
her kes bir kenara savuşmuştur. Her biri, "Tiran” la bir
yolda yürümeğe cebren sürüklenmiş olduğunu söyliyor,
her kes masum görünmek için suçluları arıyor. Bu müc­
rimlik rolü için gaipler, biçilmiş kaftandır! Tetik davra­
nalım ki onlar bize ihanet etmesinler! Bakın hele! Ceno-
va’dan gizli bir misyon’dan gelen şu Jeneral Buonapar-
te’yi tevkif edin! Robespier’le birlik olmuş da bizim ce­
nup ordumuzu tahribe kastediyor. Sorguya çekmek için sü­
rüklesinler onu Parise! Onu Nişin yanında For Kare (Fort-
Carré) ye, "Kare kalesi” ne tıkıyorlar, elinden bütün kâ­
ğıtlarını alıyorlar.
46 NAPOLEON

Höcresinin demir parmaklıkları arasından gözleri deni­


ze dalıyor... Dışarıya sarkabilse Korsika kıyılarım göre­
bilecek. Ne teşebbüsler! Ne akamete uğrayışlar! Delikan­
lı şansever bundan daha güçlüklü bir gençlik görmüş mü­
dür acaba?
Memuriyetinden azledilmiş, sürülmüş, Adadan dışarı
atılmış, bütün tasavvurlarına leke sürülmüş... artık Fran-
sanın bir mahpusundan başka bir şey değil, gözünün
önünde de bir kışlanın avlusunda yirmi kurşunun karşı­
sına dikilmek var.. Ne yapmalı? Dostları ona kaçmağı
tavsiye ediyor. Fakat o, muhaberatının altmış bin mektu­
bu arasında mislini gayet nadiren bulabildiğimiz bir he­
yecan edası ile cevap veriyor.
Jüno’ya, dostluğundan dolayı teşekkür ettikten sonra
şunu ilâve ediyor: "İnsanlar benim hakkımda adaletsizlik
gösterebilir. Fakat masum olmak benim için kâfidir. Vic­
danım o mahkemedir ki, içinde hattı hareketimi tecessüm
ettiriyorum. Bu vicdan, ben kendisini isticvap ettiğim za­
man, müsterihtir. O halde sen hiç bir şey yapma, beni le­
kelersin.” içinde kendini mazlum bir kurban gibi göster­
diği bu mektubun yalnız son kelimeleri samimîdir. Hay­
ranı olan Jünoya ancak onun anlıyabileceği tarzdaki de­
lilleri sayıyor. Hakikatte kendini lekeletmekten sakınıyor,
çünkü Robespier’le olan münasebetlerine dair hiç bir de­
lil, hiç bir ispat yok. Kaçmak, suçunu itiraf etmek olur.
Nüfuzlu bir diplomata, mahpesinden şunu yazıyor:
''Sever idiğim ve saf olduğuna inanır idiğim genç Robes-
pier’in felâketinden ben de bir az musap oldum. Şayet o,
ADA 47

cebbarlığa meylediyor idi ise, babam dahi olsa onu ben


kendi elimle hançerlerdim.”
Bundan daha mahirce olmak üzre de Konvansion’a şunu
yazıyor:
"İftiraya uğramış masum vatanseverim. Komite’nin ala­
cağı tedbirler, vereceği hükümler ne olursa olsun, ben on­
dan şekva etmem. Etrafımı saran tazyiki dağıtınız, vatan­
severlere lâyık hürmeti bana geri veriniz. Bir saat sonra
şayet hainler benden benim hayatımı istiyecek olurlarsa
dahi ben o hayata zaten o kadar az kıymet vermişim, onu
o kadar istihkar etmişimdir ki! Evet, bu yükü bana cesa­
retle taşıtan yegâne fikir onun daha vatana faydalı olabi­
leceği düşüncesidir.”
Sekiz gün sonra, serbest bırakılmıştır. Hemşerisi Sali-
setti ona Konvansion’da iftira etmişti; fakat ilk korku
geçince kendini yeniden emniyette hisseden Korsika’lı,
şimdi de onun masum olduğu cevabım veriyor ve mektu­
bunu, gayrı şuurî bir surette Buonapartenin zaferini ha­
zırlıyan şu cümle ile bitiriyor: "Esasen, orduda onun vü­
cuduna ihtiyaç vardır.”

XII

Ondan ne kadar sakınıyorlar! Kendilerine uzun uzun


yazdığı nüfuzlu dostları, bir çok defa, ona cevap bile ver­
miyorlar. Bir arkadaşım sükûttan vaz geçmeğe mecbur
çimek için: "ordu için güzel bir ölçü aleti” istemek gibi
«di bahanelere bile baş vuruyor.
48 NAPOLEON

O sırada, Ada ona bir defa daha işaret veriyor: İhtiyar


Paoli İngilizleri yardımına çağırdığı için, şimdi Korsika’­
yı Fransa’ya iade etmek lâzım gelir. T
Gidelim Parise, salâhiyetli makamları ikna edelim. Ha­
kikaten de sefere karar verilmiş. Napoleon bunun kuman­
danlığını sabırsızlıkla bekliyor.
Yenilmiş filo iki hafta sonra tekrar Tulon’a giriyor.
Yeniden bir hayal sukutu! Neden bırakmadılar, o yapsın!
Tulon’u o istirdat etmemiş mi idi? Bu sefere nazaran sa­
hili o teslih etmedi mi idi?
İrtica büyüyor, ona emniyetleri yok, ve onu taraftarla­
rından ayırmak için Vande’deki âli kumandanlığı ona ve­
riyorlar. Fakat piyadede ikinci dereceye atılıp kalacaktır.
Böyle mükemmel bir topçu için yeni bir hacalet daha!
Artık çok oluyorlar! Harbiyedeki halk komiserinden
bunun sebebini soruyor. O da şu cevabı vermekle iktifa
ediyor: "Siz, daha çok gençsiniz.”
O zaman Buonaparte hiç harbetmemiş bu zatın gözle­
rinin içine bakarak: "Harp sahalarında insan çabuk kocar,
ben de oradan geliyorum.” diyor. İtaati reddediyor. Tıp­
kı üç yıl evel olduğu gibi gene menkûpluğunu bekliyor.
Ne yapmalı? Ne olmalı? Kendini hasta mı göstermeli?
Bir mezuniyet mi almalı? İşsiz güçsüz genç Jeneral dün­
yanın merkezi Paris’te kalmağa karar veriyor. Marmon
ile Jüno da, izinsiz ve parasız, onun yanında sürtüp duru­
yorlar. Ya Burien ne yapıyor? Sarraflık ediyor. Biz de ta­
bimizi deniyelim! Fakat kaimeler kıymetten düşüyor.
— Siz son kuvvet darbenizi ne fena hazırladınız!
Hükümet darbesi mi yapmak istiyorsunuz, top darbesi mi?
>Ж| ,

Ш У тт МкЖ IİŞ I
> !
Ж Z■
i
; , Г' *• *

■ 8Н.»1Ж...Ж
,V

. Шк - г

д
‘ 1
3
İ, ‘

I
Aî t С

\•; i*"

I
ADA 49
i
Sonra, vahim bir ittihamın tehdidi karşısında Korsika’-
lı kadın ahbabının yanında saklı kalan Salisetti’ye: "Sali-
setti, görüyorsun. Vakti ile senin bana etmiş olduğun kö­
tülüğü ben de şimdi sana yapabilirim. Ve böyle hareket
etmekle de intikamımı almış olurum. Bahusus ki ben sana
hiç bir tecavüzde bulunmamışken sen bana fenalık et­
tin. Haydi git, sükûn içinde kendine bir mekân ara. Ta ki
orada vatanın için tekrar daha eyi duygulara sahip olabi-
lesin... Senin isminin üzerinde benim ağzım sim sıkı ka­
palı kalacak ve asla açılmıyacaktfr. Pişman ol; ve bahu­
sus benim esasımı takdir et. Ben ona lâyıkım. Zira bu
esaslar necip ve âlicenaptır.” diyor. Hileli ve hodpesent
sözler, sahte ruh büyüklüğü!
Bu ağır yaz haftalarında, hayatın seli ruhuna hüzünle
çarpıp parçalanıyor. "Ossian” m ihtiraslı melâli onu he­
yecana getiriyor; trajedi ona o kadar tesir ediyor ki, in­
tibaını tam olarak muhafaza etmek ve arkasından gelen
hafif piyesleri seyirden kaçınmak için oyunun sonundan
evel tiyatrodan çıkıyor: Pol (Paul) ile Virjini (Virginie)
yi, en sonunda kurtararak, şen bir opera haline komak gü­
lünç bir şeydir.” diyor.
O zamanlar bir kadın ona:
— Saadet nedir ? diye sormuş. O da:
; — "Saadet, bütün melekelerimin en büyük surette inki-
jafıdır!” cevabım veriyor.
1 İşsiz kalışım hoş görmüyor. Ruhunu daima artan
fer hüzün, için için bir öfke kaplıyor. Ahbaplarından
pirinin karısı nakleder ki: "Tiyatroda her kes güler,
Napoleon — 4
50 NAPOLEON

sade Buonaparte gülmez; zaman zaman parterin öte


tarafında kaybolur, sonra mahzun bir halde çıkar. Sahte
ve yerinde olmıyan bir gülümseme dudaklarında avare do­
laşır. Kırlarda geçirmiş olduğu hayatın bazı hatıralarım
mukavemetsuz bir halde nakletmesini bilir, fakat gülüşü
anî ve serttir.”
O kısa bacakları ile ekseriya sokaklarda "zayıf, soluk,
marazî, asabî, beceriksiz ve kararsız bir yürüyüşle avare
avare dolaşırdı. Başında gözlerine kadar bastırdığı yuvar­
lak kötü bir şapka; iki tüysüz köpek kulağı o şapkadan
taşkın; fena taranmış saçları o mahut demir gümüşü set­
resinin yakasına düşe düşe; uzun, cılız ve kara elleri eldi-
vensiz; kötü yapılmış ve iyi boyanmamış ayak kaplar aya­
ğında”, avare avare dolaşırdı.
İşte bu adam ecnebi memleketlerle kitap ticareti yap­
mağa kalkışıyor. Fakat Bal (Bâle) e ilk gönderdiği irsa-
lât bir muvaffakıyetsizliğe uğrayor.
Bazı, onun salonlarda göründüğü de olur; zira, karde­
şine yazar ki: "Kadınların bulunmadığı yer yok: Tiyatro­
larda onlar, kütüphanelerde onlar... Âlimin odasmda ga­
yet güzel kimseler görürsünüz... Kadınlar dünyanın her
yerinden ziyade ancak burada dümeni tutmağa lâyıktırlar;
onun için erkekler onlara çıldırıyorlar, yalnız onları dü­
şünüyorlar ve yalnız onlarla ve onlar için yaşıyorlar.”
ihtişam ve güzel kadınlar arasında yaşayışı Pariste dil­
lere destan olan tribön Barrasın göz kamaştıran salonu­
na Buonaparte o kısa boyu ile tıknaz ve çatkın girince, ze­
kâsının sivrilip taşmasına rağmen Madam T'allien ile Ma­
ADA 51

dam Rekamiye (Récamier) arasında ancak bir garip, bam­


başka bir sima olarak görünebilir, o tesiri yapar.
O, daima yalnızdır, içini, sade kardeşlerine yazdığı mek­
tuplarda döker. Luinin terbiyesile meşgul olur. "O bir
eyi adam, o da benim tarzımda; hareket, zekâ, hüner,
münasebetlerinde dürüstlük, iyilik, bunların hepsini ken­
dinde cemediyor... İçimizde dördümüzün en eyisi o olaca­
ğını görmekte güçlük çekmiyorum. Gerçek, hiç birimiz de
onun kadar güzel tahsil ve terbiye görmüş değiliz.” der.
En küçükleri Jerom (Jérôme) u da Paris’e getirmek is­
ter. Lüsien ile münasebetleri gergindir. Bu dahiyane kar­
deş onunla bir gelmeğe, hattâ ona üstün çıkmağa ça­
lışır. Büyüğü Napoleon’un değerini ilkin, onun derece­
sinde ince ve ruhşinas olan Lüsien, daha on yedi yaşında
iken görmüştür. Jozefe yazar ki: "Ben Napoleon’da şana
düşkünlük olduğunun daima farkına varmışımdır. Bu
düşkünlük tamamı ile hodperest değildir amma onun için­
de, umumun menfaatine karşı duyduğu sevgiden daha
üstün bir yer tutar. Zannederim ki hür bir hükümetin için­
de o, tehlikeli bir adam olur... Bana öyle gelir ki "tiran”
olmağa çok meyli var. Şayet kır al olsaydı mutlak böyle o­
lurdu sanırım. Ve sanırım onun adı gerek ahlâf için, ge­
rek bir vatanperver için ancak tüy ürpertici bir ad olur.”
Dikkate şayan olan bu önceden seziş Lüsien’in ağzında
Öyle basit bir zihin oyuncağı değildir. Onun kendi ikbal
hırsı da o kadar büyüktür ki Fransa’da, şu kargaşalık za-
JNnnmda bu kabil bir cülus mümkündür gibisine ge­
lir, Kardeşini daha önceden kıskanır.
Şimdilik Napoleon’un cesareti kırıktır.
52 NAPOLEON

Para ve saadetin serbest ve müstakil bir hale koduğü


Jozefe gıpta eder. Ona her türlü tavsiyelerde bulunur ve
paranın düşüklüğünden istifade ederek ucuzca bir mali­
kâne almaşım nasihat eder. Büyüğüne şunu da yazar:
"Mektubun pek, pek yavandı, daha başka türlü yazmasını
öğrenmelisin.”
Bir ev!... eKndi de bir ocağa sahip olmak isterdi. Ve bir
yıldır kendine çok tatlı mektuplar yazan, fakat son kararın
önünden daima kaçınan zengin ve güzel baldızın muvafa­
katini alması için her mektupta Jozefi sıkıştırırdı. Hiç ol­
mazsa ne olacağını bilsin!
Önünde her ikisi de eyi evlenmiş iki kişinin, bir kar­
deşinin, bir de dostunun misali var. Kendi yaşındaki arka­
daşları mühim makamlar işgal ediyor; o ise işsiz kalmış­
tır, düşüncelerinin ve gayet haris tasavvurlarının esiridir:
"Şayet gidiyorsan ve düşünüyorsan ki gaybubetin bir kaç
vakit sürecek, bana resmini gönder. Nice yıllar beraber
yaşadık, hem de o kadar sıkı fıkı ki kalplerimiz birbiri ile
mezcoldu. Ve benim kalbimin tamamı ile ne kadar senin
olduğunu sen her keşten eyi bilirsin. Bu satırları karalar­
ken, ömrümde mislini az gördüğüm bir heyecan duyuyo­
rum. Eyice hissediyorum ki birbirimizi tekrar görmekliği­
miz gecikecek, mektubuma da devam edemiyorum. Alla­
ha ısmarladık, dostum.”
Bazı bazı onu bir rikkat kaplar, bazı bazı da bir tiksin­
me: "kademe kademe çıkmak, servet yapmağa çalışan dev­
şirmeye benzemektedir.” Şunu da yazar: "Hayat hafif bir
rüzgârdır ki dağılır gider.”
ADA 53

XIII

Birden bire, hadisat üst üste yuvarlanıp gelir. Harbiye-


deki komiser değişmiştir; yeni nazır İtalya cephesinde bir
cali taarruz yaratmak ister. Bu harekâtı kendisine emni­
yetle tevdi edebileceğimiz bir kimseyi tanıyan var mı?
Sual ağızdan ağıza dolaşır, ve Buonaparteyi teklif ederler.
Kendisini nazarete çağırırlar. Yıllardanberi o hudutlar­
dan gözünü ayırmamış olan Buonaparte şimalî Italyada
Avusturya ve Sardunya’ya karşı yapılacak bir seferin mu­
fassal plânını hemen oracıkta izah ve takrir eder. Bu pro­
jesi Alp (Alpe) boğazlarına ve geçitlerine tam bir vukuf
ile: iklim şeraiti, mezruat, yemiş,.idare tarzı, efkârı umu­
miye, memleketin ve ahalisinin evsafı ile desteklenmiştir;
her şeyi nazarı itibara almış. Şubat ile temmuz arasında
Lombardiyamn fethinden sonra zorlu Mantova (Mantoue)
yi AvusturyalIlardan zaptetmeli, sonra şimale dönerek
Tirol (Tyrol) de Ren (Rhin) ordusuna iltihak etmeli, Vi-
yana’yı tehdit etmeli ve Fransa’nın bütün arzu ve maksat­
larım temin edecek bir sulha, düşmanı mecbur etmeli.
Bu beynin çağlıyan halinde döktüğü projeler önünde
hayretten taş kesilen nazır der ki: "Jeneral, düşünceleriniz
parlak ve cesurdur. Bunları tetkik etmek lâzım. Komis­
yona bir muhtıra hazırlayın ve dilediğiniz kadar zaman
.ılın.”
— Plânım hazırdır. Muhtıram da yarım saat içinde ya­
pılır.”
Mu efendiler plân hakkında malûmat aldıktan sonra:
54 NAPOLEON

— Çok kuvvetli, çok kuvvetli; fakat tahakkuku imkân­


sız. Bu adamın yeni her halde harekât şubesidir!” derler.
Şu halde işte o, bu taşkın devirde her zuhur eden
şey gibi, birden bire mesleğinin eşiğindedir. Ancak 26 ya­
şında bulunduğu o günden itibaren, yirmi yıl müddet, ze­
kâ ve iradesinin kırılmaz silâhı olan yorulmak bilmez bir
gayret ve himmetle hep ayni gayeye gidecektir. Yirmi yıl
sonra da silâh, günden güne kırılacaktır.
Napoleon çalışmağa başlıyor. Harikalı bir faaliyetle
"işleri” eline alıyor. En büyük heyeti mecmua neticesi el­
de etmek için en küçük teferruat ile meşgul oluyor. Cüm-
huriyet ordularının bütün gizli raporları üzerindeki per­
de sıyrılıyor. Mülkiye makamları ile her gün idame etti­
ği münasebetler ona, onlar üzerinde de nüfuz kazandırı­
yor. Kendini saydırmağa başlıyor.
Evvelâ, şahsı için arıyacağı şey nedir? Ne Vande, ne de
Ren ordusudur; mühim kumandanlıklarım kolayca el­
de edebileceği bu yerlerden hiç biri değildir... Onu cezbe­
den yegâne harp sahası uzaklardadır, on yedi yıl sonra rü­
yasını tekrar göreceği harp sahasıdır: Asya!
Daha vazifeye ilk girdiği günden itibaren, Türkiye’nin
Ruslarla AvusturyalIlara karşı bir sefere nazaran askerliğe
hazırlanmasındaki ve asrî topçulukla sevkucceyşin Boğaz
içi kıyılarına idhalindeki ehemmiyet üzerinde ısrar ediyor.
Kendini daha şimdiden sultanın nezdinde; hürriyet naza-
riyelerini bilmez, meçhul bir memleket içinde cümhuriyet-
çilerin gözcülüğünden kurtulmuş görüyor. Nazarete gir­
diğinden on iki gün sonra, Türkiyeye gitmek üzere teb­
• ADA 55

dilini istiyor. Reddediyorlar. Kudretli rakıypler ondan


korkuyorlar ve onu uzaklaştrmann yolunu araştırıyorlar:
Cepheye!
Fakat o, yeni bir eda üzre protesto ediyor. Müstakbel
muvaffakiyetlerine mahsuben daha şimdiden emirler ver­
meğe başlıyor: "Jeneral Buonaparte (Salut Public) Salü-
püblik=selâmeti umumiye Komitesinin askerî kısmına
memur azalarının adaletinden, kendisini lütfen hali aslîsi­
ne iade etmelerini bekler; ve harbin elim şeraiti içinde
topçuya kumanda ettikten ve en parlak muvaffakiyetlerin
istihsaline yardımda bulunduktan sonra yerinin, mütema­
diyen cephe gerilerinde kalmış ve bizim muvaffakiyetle­
rimize yabancı, ve ordumuz içinde meçhul olup taliinin
tehlikelerine sokulmadıkları bir muzafferiyetin semeresini
elimizden almak üzre bugün ortaya çıkmak saygısızlığını
ve küstahlığım gösteren adamlar tarafından alınarak dil-
gir bırakılmasına müsaade buyurmıyacaklarını ümit eder.”
Konuşmak işte böyle olur: müfret gaip sıygası ile, ta­
rihin o maden üslûbunda, Romalıcasına!
Fakat nafile! İkinci defa olarak serkeş, gene listeden si­
linmiş, ikinci defa olarak ta gene baş eğmeğe mecbur kal­
mıştır. Fakat günü, saati yakındır, bunu hisseder; artık
hiç bir şey onu sarsmaz. Yakında bir hükümet değişikliği
olacağını kardeşine bildirir.
Ve ordunun bütün kumandanlıklarını tevzi edecek re­
islerle arası eyidir. "Ben, gelecekte yalnız hoş şeyler gö­
rüyorum, velev başka türlü olsa bile gene hale göre ya-
H)nmalı: Cesareti olan adam geleceğe itibar etmez.” Tam
İMikbali hakir gördüğü içindir ki istikbal de onun işine
56 NAPOLEON

yarıyacaktır, ve bundan böyle insanlar da ona hizmet ede­


ceklerdir.
Bu önceden sezip söyleyişten iki hafta sonra hükümet
ile kırallık taraftarlarının tuttuğu mutediller arasında çar­
pışma başlar. Üç yıl önce olduğu gibi, mücadelenin sah­
nesi gene foburk=varoş (faubourg) tur. Gard Nasional -
ler hükümetin kıt’alarmdan dört misli fazladır. Konvan-
sionun Jenerali ya tedbirinden ya da cebanetinden, mü­
zakereye girişir. Hiyanetle ittiham edilerek tevkif olunur.
Müdafaasız kalan Konvansion, çok farklı sebeplerle be­
raber yürüyen sağ ve soldakilerin vaziyetinden yılmış,
toplanır.
Akşamleyin, Buonaparte sami’ler locasına kapağı atar.
Kimi halef tayin edecekler? Rakıyplerinin adının teklif
edildiğini işitir, yüreği şiddetli şiddetli çarpar: Aşağıda,
içtima salonunda acaba kendi ismi de çınlayacak mıdır?
Ve şayet teklif vaki olursa, Robespier zamanında reddet­
tiği şeyi bugün kabul edecek midir?
Millet, hele muzaffer olursa, kendine karşı yürüyenden
nefret eder.
—Buonaparteyi naspediniz!
İsmi! Kendi vicdanı ile hemen yarım saat baş başa mü­
zakere ederek düşünür. Bu memuriyeti mahsusa ona zaferi
değil, fakat iktidarı getirmektedir... Ve komisyonun em­
rine girer.
Saat gece yarısın çalmıştır. Ahalinin hücumu gün ağar­
tısında beklenmektedir; bir kaç saat zarfında her şey ha­
zırlanmış olmalıdır. Buonaparte böyle bir vaziyet karşısın­
da mülkiyenin her türlü nazaret ve murakabesini redde­
ADA 57

der. Bu talep ve ısrar, tehlikeli askerleri göz altında bu­


lundurmak prensipinde olan ihtilâlciler nazarında deh­
şetli bir şeydir. "Bununla beraber, kuvveti kuvvetle püs­
kürtmeğe hak var mıdır, yok mudur müzakeresine giriş­
tiler.
Onlara dedim ki:
— Millet size izin verecek, kendi üzerine silâh çekesiniz
diye, sizler bunu mu bekliyorsunuz? Madem ki bu işe
beni tayin ettiniz, işte mes’ul benim; beni işimi görmeğe
bırakmanız çok doğru olur.”
Kumandayı, Direktuvar (Directoire) m en mühim ada­
mı olan, ve zaten kendi elinde tuttuğu Barras ile bölüş­
meği kabul eder. Zaman sıkışıktır, artık şusu busu kalma­
mıştır; listeden tayyedildiğinden iki hafta sonra hüküme­
tin himaye edilmesini ona tevdi ediyorlar.
Yedi yıldan beridir, Paris halkı her müsademeye geçtik­
çe, karşısında daima derme çatma hasmılar bulurdu; ihti­
lâl böylelikle zemin kazanmıştı. Halbuki Buonaparte ise
ilk adamdır ki ona karşı hajba hazırlanıyordu. Konvansi-
on’u istihkâma çeviriyor, toplardan bahsedildiğini duy­
dukları zamandan beri daha fazla titriyen meb’usları si­
lâhlandırıyor. ı
O zaman genç bir süvari, civardan 40 top getirmeği
taahhüt ediyor. Bu adam Müra (Muta) dır ki o gün, â-
mııi ile bir zamanda, parlak mesleğine başlar. Dışarıda
halkla çatışır. Ahali de top aramaktadır.
At ı intizar saatleri ki onlar zarfında soğuk kanlılığım
muhafaza etmek ve küçük kıt’ayı taksim ve tevzi etmek
lızıın. |
58 NAPOLEON

Sabahın saat beşinde, nihayet, Buonaparte toplarının,


bu eski dostlarının gürlediğini işitir! Müra ile adamları,
atları sayesinde, topları zapta muvaffak olmuşlar, ileri!
Her kes vazifesi başına!
Silâhlı halk, takım takım, tehditkâr ilerliyor. Meb’uslar
titreşiyorlar. Nutuklar karşısında kürsü gevşiyor: Müza­
kereye girişilsin, kıt’alar geri çekilsin! diyorlar. Gündü­
zün çiğ ve çıplak ışığında sivil, daha fazla ödlekleşiyor,
fikirlere zaaf geliyor. Öğleden sonra kıt’anın bir kısmı
teslim oluyor. Akşam karanlığı çöküyor. Bu iş olursa ya
şimdi olur, ya da asla hiç bir vakit olamaz! Ahali Jenerale
galebe mi çalacak? O ki Kıral Luinin zafı ile alay etmiş­
ti, şimdi, eli toplarının kundağında kalıp ta kendini ha­
karetle tezyif mi ettirecek?
İhtimaldir ki ilk atımı Bvjonaparte kendi çektirmiştir.
Ateş aç emrini belki de Barras’ın elinden almıştı. Bunun­
la beraber raporunda yemin eder ki: "Fransız milletine
karşı yapılan bu cinayetin” Vebali rakıyplerinin boynun-
dadır.
Her ne hal ise, top patlar, kaldırım kandan kızarır,
halk kaçışır, iki saat sonra/ sokaklar artık tekü tenhadır.
Gece, Buonaparte kardeşine şöyle yazar: "Ne ise her
şey tamam oldu. Benim ilk hareketim sana kendimden
haber vermektir. Kınalarımıza mevzi aldırdık. Düşman­
lar gelip Tüilöri’de bize hücum ettiler... Adamlarından
çoğunu öldürdük, bizden yalnız 30 öliiile 60 ta yaralı var.
Seksion (seksion=şubd takım) ları silâhlarından tecrit
ettik. Her şey yatışmıştır. Her vakit olduğu gibi ben ge­
ne yaralanmadım. Mir lif a Buonaparte. Hamiş: Saadet be-
ADA 59

nim içindir; Öjeni (Eugénie) ile Jüli (Julie) ye muhab­


bet.”
Bu, Napoleon’un ilk zafer tebliğnamesidir. Düşmanlar
Fransız’lardır, muharebe meydanı da Paris. Suçlular radi­
kallerdir, en çok ölü adedi de düşman tarafındadır. İtiyadı
hilâfına olarak imzasının üstüne unvanını kor; her şey,
yapacağı tesire göre hazırlanmıştır. Fakat hamişte elinden
iki kelime kaymıştır ki kalbini ifşa eder: Saadet... kadın...
Bilâhare kendi de şunu diyecektir:
"Benim içimde birbirinden ayrı iki adam vardır: Kafa
adamı ve yürek adamı.”

XIV

Genç halâskârım alkışlıyan meclisin huzurunda Buona­


parte, etrafım yaverleri sarmış olarak Konvansion’un kür­
süsüne çıkar. Alkışları âdeta işitmez bile. Galebenin bu
lanı tes’it nişanelerine karşı asla hassas olacak değildir.
Pek gözleri salonu derin derin süzer. Kendi kendine:
"Milleti idare edenler, demek ki bunlarmış! Toplar yak­
laştığı vakit nasıl titreşiyorlardı. Ah! Ben sizleri titreşmek­
te devam ettireceğim; her kes ve her şey bana ram olun­
caya kadar ben sizi himaye etmesini bilirim!” der.
Buonaparte dahil ordusunun baş kumandanlığına tayin
edilir. — Bu besbelli bir şey — Jeneralleri ile birlikte ter­
li etmeği uman geride kalmış zabitler, irticadan korkan
Miemurlar, kendilerini kurtulmuş hissedenlerin kâffesi,
Pluın etrafına toplanır. Fakat ahali, böyle gün sonunda,
Silahsız, meraklı, seyirci, kadın yüzlerce vatandaşı katle­
60 NAPOLEON

denden iğrenir. Onun nesine lâzım! O, ne kendini sev­


dirmek istiyor, ne de taliin şereflerine ehemmiyet veriyor.
Birden bire eline geçen para, hizmetkârlar, arabalar, hep­
si ailesinin olacaktır. Genç kardeşleri eyi mevkilere ge­
çecek, annesi daha iyi yaşamağa ve tekrar para biriktir­
meğe başlayabilecektir. Jozef’e bir çok hizmetler arzedi-
yor, en uzak akrabalarım bile birer yere yerleştiriyor. Bu­
nunla beraber mektupları daha seyrekleşir, perdesi de da­
ha farklıdır: "Allaha ısmarladık dostum, sana faidesi do­
kunabilecek hiç bir şeyi unutmayacağım ve hayatının sa­
adetine yardım edeceğim.”
Ailenin hamisi, reisi o olmuştur. Bu devirdedir ki, rü­
yalarının ilk tahakkukundan çarpan kalbi, ömrünün ye­
gâne büyük iptilâsına açılacaktır.
Dezire (Desiree) kendi tabini elinden kaçırmıştır. Da­
ha bir kaç hafta önce, Buonaparte, Jozef’i, ondan müsait
bir karar almak üzre araya girmesi hususunda sıkıştırıp
duruyordu. "Bir ocağa sahip olmak arzusu ile yanıp tutu­
şuyorum ” diyordu.
Şimdi ise, muvaffakiyetleri aşikâr olalı beri kendini,
içinde daha serbest ve daha tekellüfsüz hissettiği bir cemi­
yetin kadınları hakkındaki mülâhazaları daha çoğalıyor.
Otuz yaşındaki kadın bütün güzelliği, ve olanca kud­
reti ile yolunun üzerine gelip çatmıştır. Az bir fasıla için­
de, iki defa izdivaç teklifinde bulunuyor: Biri, annesinin
dostu, otuz yaşında bir Korsika’h kadına; biri de Şeniye
(Chenier) nin güzel metresine... Her ikisi de kendinden
çok yaşlı olan bu iki kadın onu usulca baştan savıyor. Fa­
kat o, salonların havasım elektriklendiren bu çok bilmiş
ADA 61

mahbubelerin sihrine kapılmıştır. Yazar ki: "iki kadına


bir öpücük; birinin ağzına, birinin de yanağına.” Şimdiye
kadar hemen hemen hiç kadınsız yaşadığı için, kalbi daha
kolay müteessir oluyor.
Nasbından hemen sonra yeni kumandan silâh taşımak
yasaktır emrini istar etmiş, her kesin üzerini aratmış, her
bulduğunu toplatmıştı. İşte o zamandır ki on iki yaşların­
da bir oğlan çoçuk, kumandanın makamına girer, babası­
nın kılıcını geri vermesi için yalvarır. Buonaparte çocu­
ğun dileğini yerine getirir, ve hemen akabında kendisine
teşekküre gelen annesinin ziyaretini kabul eder.
Ne güzel kadın, zarif ve istekli, hem de büyüleyici ka­
dın! Otuz yaşlarında kadar; güzel olmaktan ziyade sah-
har; bir aristokrat edası var; Avrupa’lılar sulbünden
Amerika’da doğma bir insan teni ona "egzotik” bir füsun
veriyor. Martinik (Martinique) te doğmuş, Paris’te büyü­
müş, tahsil görmüş. Ve Terör devri esnasında öğrenmiş-
Lir ki zarafet sayesinde tehlikelere galebe çalınabilir.
Sayfiyedeki evceğizinde Jeneral ona ziyaretini iade etti­
ği vakit, Jeneralin idbar çeke çeke anlayışlı kesilmiş göz­
leri, aldatıcı zevahirin altında, fakru zarureti görmüş, fakat
İm gördüğünden hiç bir veçhile tiksinmemiştir. Kendi
mevkiin, tutmak vasıtaları eline ilk defa geçmiş olan bu
.!'/ yaşındaki Jeneral gerçi parayı takdir eder, fakat zen­
ginleri takdir etmez. Bir erkekte ancak liyakati takdir et­
liği içindir ki, kadınlarda da yalnız kendi hastalarını, ken­
di güzelliklerini, kendi hallerini ve sihirlerini kullanış­
lımın takdir eder. Jozefin (Joséphine) ise bunları satma-
'(iııı biliyor. Öyle de olmak lâzım gelir; zira kocası ölünce,
62 N A PO LEO N

Martinik’te sahip olduğu mal mülkten hiç bir şey kurta-


ramamış. Vikont de Boarne (Vicomte de Beauharnais)
den uzun müddet ayrı kalmış; onunla o ancak Fransa’ya
geldiğinden başı kesileceği zamana kadar beraber yaşa­
mıştı. Kendi de, üç ay, çekilmez bir esaret geçirdikten
sonra, ancak Rebespier’in sukutu üzerine yakasını ölüm­
den kurtarabilmişti: Buonaparteyi hapse tıkan gün, onu
serbestliğe kavuşturan gündü. Şimdi batmış, harap olmuş,
istikbalden endişeli, bir kaç dostunun yardımı ile iki ço­
cuğunu besleyip büyüterek yaşıyor: Ortans (Hortense) ile
öjen (Eugène).
Zarif fakrım korumak için Jozefin letafetinden istifade
ediyor. Zaten doğuştan bir yosmalık, coşkun bir zevk atşı,
onu her halde sevdalı bir kadın kılıyor. Şu saatte güzel
Tallien’inden, Tallien zengin bir bankere gittiği için, ayrı
düşen Barras’ın metresidir; kürsü eri üzerinde icra ettiği
tesiri, dostu olan kadınla paylaşmaktan da fariğ olmuş
değildir. Salü Püblik komitesi her ikisini de atlar ve ara­
balarla kayırıyor.
Kişizade bir kadın olan Madam dö Boarne güzide akşam
yemekleri vermesini ve her fırka ile eyi münasebetlerini
muhafaza etmesini de biliyor. Bununla beraber evine
gidip gelen prensler ile markiler oraya karılarını götür-
miyorlar. Jozefin ihtilâlin macerasever kadınıdır.
Her siyasî değişikliğin makamından mahrum bırakabi­
leceği Buonaparte de bir maceraseverden başka bir şey
midir? Topları zapta muvaffak olan Müra olmasaydı,
şimdi Jeneral kurşuna dizilmiş olacaktı... Bir yanardağ
olduğunu Brien’deki hocasının keşfettiği bu sükûtî, ka­
ADA 63

dınlar hakkında bu tecrübesiz adamın aklını başından al­


maktan kolay ne var?
İlk defa olarak bir kadın hele aşkta pişkin bir kadın
ele geçirmiş olduğundan, Amerika’da Avrupa’hlardan
doğma mahlûkun yanında âdeta öz alevi ile yanıp
tutuşuyor. Kadın için bu, beklenilmedik bir nimettir. Ka­
dın, onun evlenme tasavvurunu soğuk kanla tetkik ediyor.
"Siz Jeneral Buonaparte’yi bizim evde görmüşsünüz-
dür. İşte ben, Aleksandr dö Boarnenin yetimlerine babalık,
duluna da kocalık etmek istiyen o Jeneralin cesaretine
hayranını, her şeydeki bilgisinin enginliğine hayranım...
Fakat bütün etrafındakiler üzerinde icra etmek istediği te­
sirden de, itiraf edeyim ki, yılgınım; müdekkik bakışında
tiyle anlatılmaz garip bir şey var ki "Direktörlerimize”
bile azametini zorla kabul ettiriyor. Samimiyetinden şüp­
heye düşülmeğe müsait olmıyan bir kudretle bahsettiği
o iptilâsımn kuvveti, o benim hoşuma gitmesi lâzım gelen
şey, işte asıl o, benim ekseriya göstermeğe hazır olduğum
rızayı durduruyor. Ben ilk gençliğimi geçirmiş olduğum
için, Jeneralde bir sayıklama nöbetine benzeyen bu şiddet­
li şefkati uzun müddet muhafaza edeceğimi umabilir mi­
yim?”
Bu incelmiş kadın, kendini tazyik eden şeyden gafildir;
la Kat müphem bir ürküntü ile hissediyor ki zincirinden
bt »şanmış bir kuvvetin şikârıdır. Zira bu "ya hep, ya hiç”
m ııdanıı ki, hiç bir şeyin ardım o şeyi elde etmeden bırak-
m.ıımşıır; bu adam ki her şeyi yüksek mücadele ile zaptet-
ihi'nİ lâzım geldiği için kendini asla boşuna sarfetmemiştir,
64 NAPO LEO N

kendini bir işe ilk defa verdiği zaman, sıktığı mahlûku


ezer.
"Seninle dolu olarak uyanıyorum. Senin resmin ve dün­
kü mestedici suvare, duygularımda rahat nedir bırakma­
dı.
"Tatlı ve eşsiz Jozefin, siz benim kalbim üzerinde ne ga­
rip bir tesir bırakıyorsunuz! Gücenik misiniz, sizi hüzünlü
mü görüyorum, üzüntülü müsünüz, dostunuzda artık rahat
kalmamıştır. Fakat ben, bana hâkim olan derin duyguya
kendimi teslim ederek beni yakan bir alevi dudaklarınızın
üstünden, kalbinizin üstünden alırken sanki o rahatlık da­
ha mı fazladır?
"Ah! Bu gecedir ki ben, resminizin siz olmadığım eyice
gördüm. Önleyin gidiyorsun, seni üç saat sonra görece­
ğim. O zamana kadar, bir milyon buse, mio dölce amor
(benim tatlı maşukam), fakat sen beni öpme, zira busele­
rin kanımı yakıp tutuşturuyor.”
Ona tasavvurlarım söylemiyor, bundan daha fazla
bir şey söyliyor: "Zannediyorlar mı ki büyük bir ma­
kama nail olmaklığım için himayeye ihtiyacım vardır?
Günün birinde ben kendi himayemi onlara ihsan etmek
istersem hepsi de pek bahtiyar olacaktır. Benim kılıcım
benim yammdadır, ve onunla ben uzaklara gideceğim.”
—"Siz muvaffak olmanın bu kat’î itminanına ne dersiniz?
Bu, fevkalâde bir izzeti nefisten gelen bir emniyetin delili
değil midir? Bir mirliva, hükümet reislerini himaye etsin!
Bilemem, fakat bazı defa bu tuhaf itminan, bu garip ada­
mın yapmaklığımı kafama koyduğu şeyi yapmamı müm­
kündür sandıracak derecede beni yeniyor.”
ADA 65

Fakat artık ondan hiç bir şeyi reddetmiyen bu genç


kadınla evlenmek neden? O, yalnız kendinin olsun diye
mi? Gururu böyle bir sebebi kabul etmiyor; esasen böyle
bir şey, fena bir hesap olur. Kadın buna para veya büyük­
ler nezdinde nüfuz hususunda acaba hangi menfaatleri
temin edebilir ki henüz bunun elinde olmasın. Olsa olsa,
şimdilik daha Korsika’lıdan başka bir şey olmıyan bu ada­
ma, kadının, onu yüksek Fransız sosiyetesine sokmak husu­
sunda yardımı dokunabilir. İmdi, tam da onun içindeki o
Korsika’lılıktır ki asırlardan beri ırkına kök salmış o aile
an’anelerinin duygusu ile asil bir ittifak arayor.
Kendi içinde bu derece kuvvetle temerküz etmiş bu ta­
biat, benliğinin devamını hararetle arzu edecektir. Na-
poleon’un tek başına temin edemiyeceği yegâne mah­
lûk olan varisi saf bir kadından doğmalıdır. Kendi
ile halktan değil, iki yıldızlı asalet armasının eski sülâle­
sinden geldiği için eski asil ailelerin istirkapları arasında
büyümüştür. Şayet ihtilâli müdafaa ve iltizam etmekte ise,
bu hareketi insani duygusundan dolayı değil, sırf hareket
zevkinden ileri geliyor; kendi kanım halkın kanına karış-
ıırmağa onu hiç bir şey sevkedemez.
O halde bu kadınla evlendi, çünkü onun ecdadı da, her
İki cihetten, eski asaletten idi. Sihrü füsununa inzimam
«den bu haslatı, şöhretine ve kararsız vaziyetine rağmen
.Olta, salonlarda zaten gördüğü hüsnü kabul ve itibarı ka-
ı||radırıyordu.
' Direktörlerin en kuvvetlisi olan Barras, Tüilöri’deki
gtjft muharebeden beri taliini daha ziyade Buonaparte-
pf buğlayor. Kabinesini değiştirmek istemesinde de se-
Napoleon — 5
66 N A PO LEO N

bepler var. Ve onu sevdalı mahbubesi ile evlendirmek


arzu ediyor. Ahlâkı gevşemiş bu muhitte, eski hurafelere
karışan adam gülünç olur. Artık şövalye filan kalmış de­
ğildir, şimdi artık yalnız keyiflerine göre birbirleri ile bir­
leşen veya birbirlerinden ayrılan erkek hemşerilerle kadın
hemşeriler var. Çoktan beri ona vermeği kararlaştırdığı
şu İtalya ordusu kumandanlığını Barras mütereddit vikon­
tese vadediyor. Bu tehlikeli adamı en muhataralı cepheye
göndermekten esasen o da memnun. Vakti ile er­
kânı harbiyenin kapılarım Napoleon’a açmış olan büyük
proje, o zaman, kumandanın şu: "Bu plân bir delinin işi­
dir; gelsin de kendi icra etsin” kay di ile tekrar Nişten ge­
ri geliyor.
Zaten Direktuar azasının kumandanı kırıp, "deli”yi de
onun yerine geçirmek için beklediği de bu idi. Resmî nas-
pu tayin Jozefin’in son tereddütlerini de ortadan kaldırı­
yor.
Noter olan bir dost, Jozefin’in doğduğu adadaki ablu­
kanın vaftiz kâğıtlarının gönderilmesine mani olduğuna
şehadet edecektir.O halde, onun ancak 28 yaşında olduğunu
bildirmesine inanmak lâzım gelecektir. Kadın kendini beş
yaş gençleştirdiği için Buonaparte de kendini ihtiyarlata­
cak kadar zarif ve naziktir. İşte böylece izdivaçları iki
sahte tarih üzerine teessüs ediyor.
Gerçi vikontesin yalnız borçları var, Jeneral de çama­
şırları ile üniformasından başka bir şeye sahip olmadığı­
nı bildirmiş ise de, gene malların ayrılması üzerine bir
kontrat imzalanıyor.
ADA 67

İzdivacın tes’idine lüzum yok. Fakat nişan yüzüğüne şu


kelimeyi kazdırıyor: "Kader!”
İki gün sonra Paris’ten ayrılıyor. İlk on bir konaktan
kadına doğru on bir aşk mektubu uçuruyor. Nis’te or­
dusuna iltihak ediyor ve insanların kumandasını deruhte
ediyor. Bu kumanda onu Avrupa sınurlarının ötesine gö­
türecektir.
Gece ile gündüzün denk olduğu zamandır, deniz çekil­
miştir. Buonaparte burcun üstünden düşman sahiline ba­
kıyor ve düşünüyor:
— İşte ben bu noktadan gitmek istiyordum. Arkamda
Paris var, Jozefin’in aynalarla süslü odası... Malik oldu­
ğum saadet var. Şurada, dağların ötesinde, düşman diya­
rında da istediğim zafer var. Ben o zaferi alacağım.
O zaman geri dönerek uzaklarda, pek eyi tanıdığı bir
dağlar çizgisinin mavilik içinde gözden kaybolduğunu gö­
rüyor. O çizgi artık onu cezbetmiyor.
O, kaybolmuş vatandır... Kendi Adasıdır.
İKİNCİ KİTAP

SEL

Bu derece İlâhî nur ve zek âlar daim a


gen çlik ve velûtluk ile eş gid er. Na­
poleon, filhakika, y e r yüzünde yaşam ış
olan en m ahsuldar insanlardan b iri
olm uştur. „
GCETHE
I

Tepeleri diş diş vasi beyaz surlar, sabahın maviliği için­


de ayırt ediliyor. Macera gibi tehlikeli Alpler, karları pı­
rıl pırıl pırıldaşarak, körfezin üstünde heybetle yükseli­
yor, ve eteklerinde karınca gibi kaynaşan insanlarla eğle­
niyor: Ecdadının memleketi ile yeni vatanı arasında Na-
poleon’un yolu üstüne tabiat tarafından dikilmiş timsali
hail...
Buonaparte ki, nazarında "zekâ” daima «kuvvet» ten
üstün olagelmişti, Alpleri geçmek meselesini bunca yıldır
boşuna düşünmemişti. Hannibal onları aşmıştı, bu ise iha­
ta etmek istiyor. Apennin’in düşmana kavuştuğu ve dar
bir geçit verdiği yerde bu düşmana en zayıf noktasında
hücum etmek için yazı beklemeğe hiç de hacet yok. Mev­
sim ne kadar az ilerlemiş olursa o kar da o nisbette da­
ha serttir, ve çığlardan da o kadar daha az korkulur. Bek­
lemek, işi kaybetmek demektir. Düşmanın hücumu yakın­
da vuku bulacağı için değil: Şarkta Avusturya’lılar, Lom-
bardiya’nın garbinde Sardunya’lılar; küçücük küçücük bir
çok cümhuriyetler ve prenslikler, parçalanmış bir İtalya’­
nı 11 bu kırıntıları, kışlık karargâhlarında uğuşup kalmış­
lar; donlar erimeden evel düşmanı bekledikleri yok; fa­
lcal Fransız askerleri aç. Kıymeti düşmüş bir paranın teh­
didi altında kalan Paris ancak istihfafla gülünecek kai-
72 N A PO LEO N

meler gönderiyor, bunları da ordu müteahhitleri yutuyor.


Buonaparte gelmezden bir az önce bir Jeneral: "Paris bu­
rada açlıktan ve hastalıktan ölenlerin adedini bilseydi
tüyleri ürperirdi.” demişti. Ne ekmek, ne de para getir-
miyen yeni bir âmir ne yapabilir?
"Asker! çıplaksınız, iyi beslenmiyorsunuz, hükümet siz-
lere çok borçludur, sizlere bir şey veremiyor; bu kayaların
ortasında gösterdiğiniz sabır, cesaret hayretfezadır; fakat
sizlere hiç bir zafer vermiyor, üzerinize hiç bir şaşaa fış­
kırmıyor. Ben sizleri dünyanın en bereketli, en münbit o­
valarına götürmek istiyorum. Zengin eyaletler, büyük şe­
hirler sizlerin eline ve hükmüne geçecektir. Oralarda şan,
zafer ve zenginlik bulacaksınız. İtalya askerleri, sizlerde
cesaret ve sebat mı eksik?”
ilk defa teftişten geçirdiği askerlere bu suretle hitap
ettikten sonra saflardan cevap yerine hafif bir mırıltı yük­
seliyor.
Akşam, açık ordugâhta, birbirlerine diyorlar ki: "Bu
sarı benizli genç adam o kadar sağlama benzemiyor, bere­
ketli ovalar hakkında güzel cümleler savurmasını biliyor
amma, önce bizlere oraya gitmek için ayak kabı versin.”
Musa, nazarlarında arzı mev’udu ayna gibi parıldattığı
zaman benî İsrail de bundan başka bir şey söylemiş de­
ğildi.
Jeneral her yanda muhalefetten başka bir şeye rasgel-
miyor. Fakat üç yıldan beridir şü dağların içinde hareket
ten kalmış bu orduda da onu kim tanır ya? Askerlerin
dörtte biri hastanelerdedir, diğer dörtte biri de ölmüş,
esir edilmiş, ya da kaçmıştır. Zabitler? Onların da, bu ya­
SEL 73

bancıya, vakti ile Okson (Auxonne) da âmirleri nasıl yap­


tı ise, teslimiyet yerine sessiz bir mukavemet göstermeleri
tabiî değil midir?
O, oturmuş; kulaklarının altından bir zaviyei kaime şek­
linde kestirdiği tozlu saçları arkadan omuzlarına düşerek
yazıyor, çiziyor, hesap ediyor. Hafif sırma işlemeli bir el­
bise giymiş; daha yanlışı düzelmemiş bir Fransızca ile
emirlerini, bir aşağı bir yukarı dolaşarak, yazdırıyor. Be­
raberinde getirdiği üç dört sadık adamı müstesna olmak
üzre erkânı harbiyede hiç kimse tarafından eyi görülmi-
yor. O sadıklardan biri bilâhare nakledecektir ki: "Onu
bir riyaziyeci, yahut meczup sanırlardı". Ya tamamen
hem biri, hem de öteki idi ise, ya bütün dehasını bu terkip
ve imtizaca medyun idi ise?
Önceleri, yalnız bir hesapçı gibi görünüyor. Diğer sefe­
re müvazi olarak açtığı bir mektup muharebesinde Direk­
törlere şöyle yazıyor:
"Sizlerin benden istediğiniz şey mucizeler yapmaklığım-
dır, ben de bunu yapamıyorum. İnsanı büyük neticelere
yalnız tedbir ile maharet isal edebilir. Zaferden hezimete
kadar olan mesafe ancak bir adımlıktır. Ben hiçten bir şe­
yin en büyük şeylere sebebiyet verdiğini pek çok gömü-
şümdür.”
Ordunun en büyük nazımı olan Karno (Carnot) ya da
ki resmen söylemek istemediği şeyi emniyetle ona tevdi
edebilirdi — şunu yazıyor:
*k "Siz inanabilir misiniz ki burada benim elimde bir tek
bfihkâm zabiti yoktur... İçlerinde muhasara yapmış bir te­
li bile yok... Benim, iyi bir istihkâm zabitim olmamasın­
74 NAPO LEO N

dan ileri gelen ümitsizliğimi tasavvur ve tahayyül edemez­


siniz...”
Hakikat te, elinde ancak 27 cebel topu, 4000 hasta bey­
gir, 300.000 frank nakit para, 30.000 kişi için yarım tayin­
den bir aylık da iaşe var... Ondan, İtalya’yı bu kırıntılarla
fethetmesini istiyorlar! Fakat madem ki bu sergüzeşin
tehlikesine atıldı, bulduğu şeyden en fazla istifadeyi cel-
betmekten başka çaresi yok. Bozuk ve kıymetsiz bir adam
yığınım, bazıları yeniden kiralın türküsünü çağıran kol
orduları, bitmez tükenmez faaliyeti sayesinde, bir cümhu-
riyet ordusu haline sokuyor.
Yalnız bir günün, oraya geldiğinin üçüncü gününün
arşivleri içinde, yolların yapılması için 110 amelenin gön­
derilmesi, bir livadaki isyanın bastırılması, iki topçu fır­
kasının taksim ve tevzii, bir at hırsızlığı hakkında iki je-
nerale verilmiş emirler, diğer ikisinin kumandanlıklarına
müteallik istidalarına cevap, Tulon’daki bir Jenerale, kıt’-
alarım Nis’e nakletmesi için emir; diğer bir Jenerale
Antib (Antibes) deki muhafız kıt’asım toplaması emri;
bir Jenerale asi bir livanın içindeki eyi zabitleri araması
emri; erkânı harbiyeye kısa bir hitabesi; nizamı yevmi ile
kıt’aların teftişi bulunur. İlk yirmi gün zarfında sırf kıt’-
alarm taayyüşüne müteallik 123 tahrirî emir, ihtilaslar,
yanlış tartılar, kötü emtia hakkında bir sürü şikâyet gider,
ve bütün bunlar, yolda giderken, altı müsademe arasında,
muhtelif on iki karargâhı umumiden gider.
Zira son boğazları hemen daha geçer geçmez yeni pren-
sipine göre bütün kuvvetlerini önce düşmanlardan birinin
kuvveti, sonra da diğerinin kuvveti üzerine yüklemiş, on­
SEL 75

ları iki çarpışmada yenmiş ve birbirinden ayırmıştır. Had­


di zatında bunlar Fransız mizacına ve büyük hatlara açıl­
mağı daha henüz bilmiyen bu kıt’aların talim ve terbiyesi­
ne uygun gelen birer piştar müsademelerinden başka bir
şey değildir. Burada sürat ve icrada cür’et Jeneralin ilim
ve fenninden ziyade iş görür.
Boyunların, yaylaların üstünden, dere boylarından ken­
di toplarının ve düşman toplarının gümbürtüleri ortasın­
da dolu dizgin koşarken, bir gün, Jozefin’in minyatürünü
muhafaza eden cam, cebinde kırılır. Sap sarı kesilerek atı­
nı durdurur ve Burien’e der ki: "Cam kırıldı. Karım
ya hastadır, ya da sadakatsizlik ediyor. İleri!”
Pervasız vadini, her ne pahasına olursa olsun tutması
lâzım; eğer buna muvaffak olursa adamları ona inanacak­
lar ve bir az sonra da iman edeceklerdir.
Filhakika, tebliğinden iki hafta sonra ordu son tepeye
varıyor, aşacağı bir o kalmıştır! Ordu haykırıyor! düğün,
şenlik ediyor! Karlar içinde bu bitmez tükenmez durak­
lardan sonra ordunun önünde birdenbire Piemonte ovası,
o bahar tazeliğinin içinde, orduda hayli uzun zamandır
bütün eksikliği duyulan şeyi arzederek göz alabildiğine
uzanıp yatıyor. Uzaklarda Po ve sair ırmaklar akıyor:
"Bizimle diğer bir âlem arasında geçilmez bir hudut sanı­
lan hail, âdeta bir sihir neticesinde ortadan kayboldu.”
lUitün bunlar sîzlerindir!
Jeneral, hasımlarından biri olan Sardunya Kıralım da­
lla şimdiden mütarekeye icbar etmiş, ve onun toprağındaki
bütün mahsulleri kendine temin eylemiştir. İlk muhasa-
nla tatilini Buonaparte bir harp hud’ası ile, "blöf” yapa­
76 NAPO LEO N

rak elde etmiştir; düşmanı kendi elinde mevcut olmıyan,


ve hem de her iki taraftan sıkıştırılmış olduğu cihetle
yüklendiremiyeği cesim kuvvetlerle tehdit etmiştir.
Askerler bu mucizeden hayretlere düşüyorlar, işte bir
adam ki sözünü tutmasını bilir.
Vadettiği şeyi, iki hafta içinde harfi harfine tahakkuk
ettirmiştir.
O günden itibaren asker "Bonapart,, a canü gönül­
den bağlanıp kalacaktır. Bu seferin ilk evrakını böyle
"Bonapart” diye imzalıyor. İtalya onun hasmı olalı be­
ri o da İtalyan adını değiştirmiştir. Az sonra, bu adı ikin­
ci defa olarak değiştirecektir.

II

Neden galip geldi? Zaferler neden birbiri ardınca te­


vali etti? Onun sırrı nedir?
Önce gençliği ile sıhhatidir. Bir vücut ki hiç bir yürü­
yüş yormaz, bir uyku ki ona iradesi ile ve istediği gibi
hükmeder. Bir mide ki her şeye dayanır ve her şeyden im­
sak eder, bir göz ki her şeyi kavrar. Fakat daha böyle bu
yaşta iken, bütün kuvvetlerine tamamı ile sahipken böyle
diktatörce kumanda etmesini ihtilâle borçludur. Yeni mü­
savat fikri sayesindedir ki bu derece genç, mazisi bu de­
rece tali ve tehlikeye bağh bir adam, bu kadar çabuk bir
âmir olabiliyor. Artık doğuşun hiç ehemmiyeti yok, sade
liyakate bakılıyor.
Hasmı, Habsburg’Iara has o ince ve mütereddi burunlu
güzel Arşidük Şarl (Charles), nasıl olur da gördüğü ter­
SEL 77

biyenin kendini hiç hazırlamamış olduğu yorgunluklarda


Bonapart’a çıkışabilir? İnsanlar hakkında ayni itminan
ile nasıl hüküm verebilir?
Ona karşı, 27 yaşındaki adama karşı, 72 yaşındaki
Avusturya Jenerali Boliyö (Beaulieu) ne yapabilir?
Jeneral Kolli nikrislidir, kendisini taşıtmağa mecbur­
dur. Alvinçi (Alvinczy) nin yaşı altmıştır. Diğer hasım,
Sardunya Kıralı da ihtiyardır. Sağır, yaşlı, bati hareketli
Vurmşer (Wurmser), karargâhı umumîsini böyle her saat
başka bir yana nakledene, etrafına sade genç genç adam­
lar almış olana ve: "zaman her şeydir” diyene karşı ne ya­
pabilir?
Bonapartın arkadaşlarının en ihtiyarı 42 yaşındadır.
O da muti Bertiye (Berthier) dir ki orada memuriyeti ba­
şında bulmuş ve memleketi tanıdığı için yanında ahko-
muştur; bu adam, yirmi yıl müddetle onun hep böyle sa­
dık ve muti erkânı harbiye reisi olarak kalacaktır. İşte zor­
lu Massena ki önce miço, sonra serseri olmuş; burbonlar
zamanında 14 yıl hizmet ettiği halde çavuşluk rütbesi bi­
le alamamışken şimdi bir kaç hafta içinde jeneralliğe terfi
etmiş. Farfara, üç ordudan kaçak, maceraperest, yol hırsı­
zı Ojro (Augereau) var; hepsi aşağı tabakadan adamlar
ki, içlerinde en genci olan Jeneral her birini çarçabuk bi­
rer kahraman, birer âmir, daha sonra da birer Kıral, birer
prens yapacaktır.
Raporlarında yalnız yeğitlerin terfiini teklif ediyor, bir
grönadiye üç harptan sonra miralay olmuştur ve daha da
yüksek rütbelere erecektir.
Buna mukabil, geldiği vakit vazife başında bulmuş ol­
78 NAPO LEO N

duğu jeneralleri muhafaza etmek fikrini şu sebebi ileri


sürerek reddediyor:"Büroya yarar, hiç harp etmemiş.”
Yenilmiş olanlar derakap gazabına uğramak tehlikesi
geçirmiyorlar.
"Silâhların talii, aziz Massena’m her gün değişir. Sizin
bugün kaybettiğinizi yarın biz tekrar kazanırız.”
Silâhlarını bırakıp savuşmuş bir fırkayı huzuruna cel-
bediyor, ona çıkışıyor, fakat onun sancağı üzerine haka­
ret ve mezelleti mucip bir kitabe koyduracağını söylediği
vakit hepsi birden: "Yarın setir kıt’aları biz olalım!” di­
ye haykırıyor. Galip geldikleri vakit te yevmi emrinde on­
lara: "Arkadaşlar! dostlarım!” diye hitap ediyor. İşte,
milletin çocuklarını böylelikle sevk ve idare ediyor.
Filhakika millî bir orduya kumanda ediyor; işte muvaf­
fakiyetinin ikinci sebebi de budur, ki bunu da ihtilâle
borçludur. Hasmı çok pahalıya oturan, yerlerine başkaları
bulunması güç olan, ve o vakitki Alman İmparatorluğunu
teşkil eden memleketlerden daha fazla memleketler için­
den devşirilme olan ücretli neferlerini hatır gönülle idare
etmeğe mecbur. Bu ücretli askerlerle altı muhtelif dilden
konuşuyorlar. Hiç bir fikir onları birbirine bağlamıyor.
1 Beri tarafta ise otuz milyon kişilik bir millet kat’îyyen
yer yüzünden silinmemeğe azmetmiştir, harp yirmi yıl sür­
se de...
Bunlar hangi dava için çarpışıyorlar? Yeni Hürriyeti
bütün dünyaya götürmek için çarpışıyorlar; cihan ihtilâli
istiyorlar, başka bir şey değil... Bununla beraber, onları
bu hudutları aşmağa şevketmiş olan şey bu ideal değildir;
şayet bunlar hudutları aşmışlarsa, Burbon’ları himaye et­
SEL 79

mekten ziyade kendilerini kurtarmak üzre her yandan a­


yaklanmış kırallara karşı hürriyeti müdafaa etmek içindir.
Milletlerini Fransa’nın misalini takip etmekten menet­
mek istiyen, ve her çareye başvurarak yeni fikirleri yen­
meğe çabalayan kırallar ve imparatorlarla her yanı çevril­
miş olan Fransa, tecavüze geçmeğe kendini mecbur görü­
yor. Bir memleket böyle kendine rağmen fatih olursa
Hürriyetin hami ve müdafii tavrunu almak hakkım bi-
hakkin istiyebilir. Bu da muvaffakiyetin yeni bir sebe­
bi.
Jeneral, Fransa namına önce Lombardiya’yı, sonra da
İtalya’yı fethettiği sırada, daha ilk gününden itibaren ardı
arası kesilmez mütevalî beyannamelerle milletleri Habs-
burg’ların, Sardunya Kiralının, prenslerle senaların bo­
yunduruğundan kurtarmağa geldiğini ilân ediyor. Bütün
gayri memnunlar onun nutuklarının dalgaları ile sürük­
leniyorlar. Nerede bir hâkim, prens, nazır vardır ki, ezil­
miş millet onun elinden kurtulmak dilemesin? İhtilâl fi­
kirleri çoktan beridir hudutları aşmış, ve nice nice şehir­
lerde etüdyanlar ile burjuvaları tiranhklar aleyhine kıyam
ettirmişti.
Orada, Hürriyeti boşuna çağıran bir gençlik ile "İtalia
unita” yi temenni eden âmirler vardı. Kır alların sarayları
etrafında şuriş için için homurdanıyordu. Yeni zihnin,
yeni fikrin canlandırdığı bu insanlar sağanak hızı ile iler­
leyen ordunun yüksek gayesine inandılar.
Adı ve kanı İtalyan, ana dili de kendi dilleri olan bu je-
neralda onlar bir Fransız askeri görmiyorlar, Hürriyet ve
Uhuvvetin münadisini görüyorlardı. Bu iki tehlikeli keli­
80 N A PO LEO N

me Bönapart’ın bütün mektuplarına başlık hizmeti görü­


yordu. O, zulüm ve taaddi eder bir adam gibi görünseydi
berikiler ne hayal sukutuna uğrarlardı.
Bonapart anlıyor ve derakap zorluğu görüyor.
Bu sefil askerleri, açık bir garnizondan daha henüz ye­
ni çıkmış bir ordu inzibatı gibi bir zaptu rapta icbar etmeğe
muvaffak olabilecek mi?
Parise yazıyor ki: Yağma o kadar çok değil.
"Her şeyi eksik olan bir ordunun o ilk harareti diniyor.
Biçareler mazur görülebilir. Üç yıl, Alplerin tepesinde iç­
lerini çektikten sonra "arzı mev’ud’’a varıyorlar ve bu lez­
zeti tatmak istiyorlar...
Ekmeksiz kalan asker insanın insan olduğuna yüzünü kı­
zartacak gayız ve tehevvür nöbetlerine tutulabilir... Ben
ya düzeni yerine getireceğim, ya da bu haydutlara kuman­
da etmekten vaz geçeceğim... Bir kiliseden vazolar aşırmış
olan neferlerle bir onbaşı yarın kurşuna diziliyor. Üç gün
zarfında zaptu rapt gayet sert bir surette tekrar tesis edi­
lecek ve buna şaşacak olan İtalya, ordumuzun cesaretine
nasıl hayran kaldı ise, usluluğuna da hayran kalacaktır.
Bu iş, benim için, sonsuz derecede güçlüklü oluyor ve
bana çok kötü dakikalar geçirtiyor; öyle büyük cürümler
ve şenaatler işlenmiştir ki tüylerimi ürpertiyor; bereket
versin ki Piemonte ordusu da, geri çekilirken, bunlardan
daha kötüsünü işledi”.
Kendi adamlarının şeref duygularına hitap ediyor:
"Bir şart vardır ki onu yerine getireceğinize dair ant İçme-
lisiniz, o da kurtardığınız milletleri saymaktır.... Bu olmaz­
sa sizler milletleri kurtaranlar olmazsiniz, milletlerin başı­
SEL 81

na afet kesilirsiniz... Muzafferiyetleriniz, cesaretiniz, mu­


vaffakiyetleriniz, savaşlarda ölmüş kardeşlerimizin kam,
hep heba olup gider, hatta şan ve zafer bile... Bana, ve inan­
dığınız jenerallere gelince, inzibatsız bir orduya kumanda
etmekten bizlerin yüzlerimiz kızarır”.
Sertliği artık son kerteye geliyor. Sırtı sıra bir çok buy­
ruğunda, çaldıklarını, hattâ at ve katır dahi çalmış olsalar,
yirmi dört saat içinde geri getirip bırakmayanların kurşu­
na dizilmelerini jenerallerine emrediyor.
Teprenmelere, ayaklanmalara karşı koyması gerekiyor.
Papazlar, kişizadeler, prenslerin hafiyeleri şehirleri ona
karşı komağa kışkırtıyorlar. Şehirler yakılıyor, yeni efen­
diye karşı ayaklananlar kurşuna diziliyor. Esasen bu usul­
lere git gide hacet azalacaktır, çünki Bonapart, geniş bir
surette gelişen yeni idarenin eyiliklerine burjuvaları kazan­
masını biliyor.
Onların dilinden anlıyor. Tarihten isimler, sözler getirip
sayıyor. Bu da başkaca bir muvaffakiyet kaynağı. On­
lara dokunan tumturaklı lisanı kullanmasını da biliyor:
"İtalya ahalisi, Fransız ordusu sizlerin zincirlerinizi kır­
mağa geliyor; Fransız milleti bütün milletlerin dostudur.
Ona emniyetle karşıcı çıkın; malınıza, mülkünüze, dinini­
ze, âdetlerinize saygı gösterilecektir”. Ve onlara Atinadan,
îspartadan, eski Romadan dem vuruyor.
Tarih onun zihnini çok kurcalayor, Evvelve Plutarkı,
her zamanın tarihini okurken edindiği bilgiler şimdi her
gün işine yarıyor. Filan diyarda kim hüküm sürmüş, yıktı­
ğı hükümet eskiden nasıl kurulmuş imiş hepsini biliyor.
Onun için her memleketle ayrı ayrı, başka başka muame-
Napoleon — 6
82 N A PO LEO N

le görecektir. Eski zamanın, denk gelmek, hattâ daha üstün


olmak istediği bütün büyüklerinin simaları hiç aklından
çıkmıyor. Bütün işleri, hayalinde, hemen gelecek döllere
aksediyor. Ve bu tarih duygusunu orduya da, memlekete
de işletiyor. Az sonra o duygunu bütün Avrupaya da ve­
recektir.
Sözünün sihri, kendine ilk muvaffakiyetleri kazandır­
mış olan savaşları büyük zaferler haline koyuyor; o zafer­
lerin ehemmiyetini ise — hemen her birine tarihte birer
yer göstererek — artırıyor. Memleketleri ikna ediyor ki:
Serbesttirler. Askerleri de inandırıyor ki: Her şeyi kendi­
leri yapmıştır, ve her şey onlarındır.
"Askerler! Sizler Appenin’in üstünden bir sel gibi bo­
şandınız... Milano sizlerindir. Biz bütün milletlerin hele
rBütüs’ün, Sipyon (Scipion) un, kendimize örnek edindi­
ğimiz bütün büyük adamların torunlarının dostuyuz. Ka­
pitol (Capitole) ü yeniden kurmak, onu vakti ile şanlan-
dırmış olan yeğitlerin heykellerini oraya şerefle yerleştir­
mek, bir çok esirlik asrı içinde uğuşmuş kalmış Roma mil­
letini uyandırmak: Sizin zaferlerinizin semeresi işte bu-
dur; bunlar, gelecekte bir devir meydana getirecektir. En
güzel Avrupa parçasının yüzünü değiştirmiş olmanın öl­
mez zaferi sizlerin olacaktır... O zaman öz ocaklarınıza dö­
neceksiniz, hemşerileriniz de sizleri göstererek: Bunlar İ­
talya ordusundan idi” diyecek.
Hangi jeneral milletlere, işçilere, düşmana bunlardan
daha cerbezeli ve cazibeli sözler söylemiştir? İtaata güve­
neceğine hayallere hitap etmesini onun gibi kim bilebi­
lirdi ?
SEL 83

Arkol (Arcole) de kıt’alarına şöyle haykırır: "Sizler Lo­


di nin cebinleri misiniz, yoksa galipleri mi?”
Birkaç gün sonra da onları: "Arkol galipleri” diye hıza
getirir.
Direktuvara yazar ki: "Bizler Royu geçtik, ikinci sefer
açılmıştır”. Gönderdiği raporlar doğrudur. Fakat öyle
mükemmel bir bezenti ile yazılmıştır ki hükümetten mat­
buata, matbuattan da yabancı ellere geçerek canlı bir tesir
yapacaktır. Bonapart kılıcının fetihlerini kalemi ile ta­
mamlardı.

III

"Sardunya ile olan sulh muahedenamenizi aldım, ordu


bu muahedeyi tasvip etti”.
Bu cümleyi okuyunca Direktörlere yılgınlık çöküyor.
Akın akın gelen bayrakları görmenin sevincini o yılgınlık
yüzünden unutuyorlar. Bir jeneralın, kendi hükümetine
bu türlü söz söylemeğe cür’et gösterdiği ne vakit görül­
müştür ?
Rakıypleri:
—Bu delikanlı yiğit, bu mektubu yüzünden kurşuna di­
zilmeği hakketmiştir! diye bağırıp çağırıyorlar.
Fakat muzafferiyetleri ile Lombardiyamn fethi ona ar­
tık üzerine saldırılamaz bir şöhret temin etmiştir. Geçen
gün, ordugâhta, hükümetin komiseri olan hemşerisi Sali-
setti’nin sözünü açıktan açığa kesmiştir. Ve Sardunya ile
mütarekeyi bizzat kendi imzalamıştır. Bir münakaşa açı­
lınca saatini çıkarmış, murahhaslara çabuk olmalarım rica
84 N A PO LEO N

etmiştir: "Muharebeleri kaybettiğim olmuştur. Fakat lü­


zumundan fazla bir emniyet yüzünden bir tek dakika kay­
bettiğimi hiç bir kimse görecek değildir”.
Bu mütareke, içindeki ahkâm mucibince bir kıralı kendi
kırallığından yüzüp attığı ilk mütareke olmuştur.
Bunun üzerine prenslerle ve Toskana ile kendi başına
müzakereye girişiyor. Hatta biraz sonra Papa ile dahi yal­
nız başına müzakereye girişmeğe kadar da varacaktır. Böy­
le tehlikeli bir galiple ne yapmalı? Direktörler biribirine
diyorlar ki:
"Bari ona bir arkadaş gönderelim. Yüksek kumandayı
Kellerman ile bölüşsün, Salisetti de siyasete memur olsun.,,
Bu emir Bonaparta Lodi’de, muharebenin ertesi günü ge­
lip çatıyor.
Bu, onun ilk muzafferiyetidir. Adda üzerindeki köprü­
yü, şaşılacak bir cür’et hareketi ile ele geçirdiğinden boz­
gun düşmanı vurmuştur. Gerçi kendisinin bundan daha bü­
yük muzafferiyetler kazandığı olmuştur, fakat hiç bir gün,
onun manevî tekâmülü üzerinde bundan daha fazla bir te­
sir bırakmış değildir.
Zira ona büyük zayiat verdirmeksizin büyük ganimetler
kazandırarak seferinin ilk kısmını kat’î surette takarrür et­
tiren bu muharebe, onu memleketin sahibi kılmıştır.
tik defa olarak kuvvetlerinin kendine hasru bahş ettiği
imkânların iç yüzünü seziyor ve tasavvurlarım Marmo
(Marmota) ya açıyor: "Hissediyorum ki beni kader dün­
yanın aklına bile gelmiyen işleri yapmağa göndermiş.”
Çok zaman sonra da, arkaya, eskiye bakarak: "Lodi
akşamındadır ki, nihayetünnihaye, siyaset sahnemiz üze­
SEL 85

rinde benim kat’î bir aktör olabileceğim fikrime geldi.


Yüksek ikbalin ilk kıvılcımı o zaman doğdu.” diye anla­
tırdı.
îşte Parisin kararı ona gelip tam o zaman çatıyor! Na­
sıl? O, dünyanın başka kısımlarına göz diktiği bir zaman­
da ona kumandayı Kellerman ile bölüşmesini teklif et­
sinler !
Odanın içinde, dudaklarını kısmış, bir gidip bir geliyor,
sonra Direktörlere şu aşağıki mektubu söyleyip yazdırı­
yor: "Şayet sizler bana böyle her çeşit hailler çıkarıp ceb­
rederseniz, şayet benim bütün her adımımı hükümetin ko­
miserlerine inha etmekliğim lâzım gelirse, bundan böyle
artık bu işten hayır ummayın. Sizin tam bir emniyetinizi
haiz bir Jeneraliniz bulunması elzemdir. Eğer bu Jeneral
ben değilsem, bundan dolayı şekva edecek değilim; bana
emanet edeceğiniz vazifede takdirinize liyakat kazanmak
için gayretimi iki misli artırmağa çalışacağım. Her kesin
kendine göre bir harp edişi vardır. Jeneral Kellermanın
tecrübesi daha fazladır, bu işi benden daha eyi yapar; fa­
kat ikimiz birden bir arada olursak o işi çok kötü yapa­
rız. Ben ancak sizlerin tam ve mutlak bir itimadım kuşan­
mış olursam vatana esaslı hizmetler görebilirim. Sizlere
bu mektubu yazmak için çok cesaret lâzım geldiğini hisse­
diyorum. Beni ikbal düşkünlüğü ile ve çalım atmakla suç­
lu göstermek çok kolay bir şeydir! Fakat ben, sizlere bü­
tün duygularımı anlatmağa borçluyum. Kendini Avrupa-
nın birinci jenerali sanan bir zat ile ben gönlüm isteye
isteye hizmet görmem; hem zaten inandığım şudur ki iki
86 N APO EEON

eyi jeneralden ise bir kötü jeneral yeğdir. Harp ta, tıpkı
hükümet gibi, bir dirayet işidir.”
Bu adam her kime olursa olsun yerini vereceğe hiç ben­
zemiyor. Şayet biz ona kumandanın bölünmesini cebrile
kabul ettirmeğe çalışacak olursak sonra o da çevrilip Fran­
saya doğru dönerek bizi yıkmağa gücü yetmez mi? Şu hal­
de en eyisi kat’îyyen ısrar etmemektir.
Hükümet üzerine bu sessiz galebeyi çaldıktan sonra Bo­
napart kendini hâkim hissediyor. O andan itibaren had­
di zatında kendi jenerali de bizzat kendi olan bir kıral
gibi hareket ediyor; fakat kıt’aları ve her nevi takviyeyi
ancak ısrarlı ve ardı arası gelmez tepelerden sonra elde
edebildiği için, aylarca müddet daha, bütün raporlarım
madunca kaleme alacaktır; çıkışacak yerde öğüt veriyor.
Hakikatte ise, hâkim mizacının kendini cezbettiği şarkta
imiş gibi hareket ediyor.

Paris kuriyesi hazırdır, ilk "hayır, olamaz” i yoldadır.


Karargâhta germîli bir gece daha; sonra, ertesi günü,
Romalı bir muzaffer halinde, Milanoya girer. Esirlerin
artık zinciri yoktur, fakat, eskiden olduğu gibi, gene en
önde yürürler, artları sıra da beş yüz süvari gider. Parlak
üniformalara alışmış burjuvalar, onların yoksul giyimle­
rine, yorgun atlarına, beyaz atının üstündeki bu cılız a­
dama, maiyetindeki bitkin yüzlerce şaşa kalır. İlk baha­
rın parıltısı içinde bütün bunlar ne kadar da hazin görü­
nür! Şehrin kapısında ihtiyar piskapos, etrafım alan
dükler ve prensler ile ona: "hoş geldin” derken Bona­
part attan iner, fakat kat’îyyen onlara yaklaşmaz; donuk,
SEL 87

terbiyeli ve tensipkâr bir tavırla dinlemeği kâfi görür.


Her kes onun cevabını beklemektedir. O, dişlerini çöz-
meksizin bir kaç lâhza daha durur. Sonra şu tek cümleyi
söyler: "Fransanın Lombardiya hakkında hüsnü niyeti
vardır.”
Tekrar atına biner ve yoluna devam eder:
Ekâbir üzerinde, halk üzerinde hâsıl olan tesir büyük­
tür. Hiç bir coşkunluk yoktur, fakat umumî bir hayret
vardır. Bu galipte her şey, kat’îyyen gururu değil fakat
azmi, önünde her şeyin eğilip büküleceği bir iradeyi gös­
terir. Kendisi için yepyeni olan bu ahvalde hâsıl edeceği
tesiri evelden mi hesaplamış? Ve şayet bu tavru bir o­
yun ise bile, nüfuzlu ruh haletinin ve ahaliyi idare etmek
san’atının ne yeni bir tecellisidir! Bununla beraber fikri
yerinde değil, yüreğinde bir eksik var.
Sokaklar, kendine yol açan ve yamalı üniformalar ge-
yinmiş, nizamsız bin kadar bezgin adamın geçişine beht
içinde bakan halkın sevinç sayhalarından çınlayor. Bu a­
damların çadırları bile yok; halleri esirlerinkinden daha
berbada benziyor.
Jeneral, piskoposun sarayında dinleniyor; banyo yapı­
yor. Banyo, nefsine bahşettiği ve ölümüne kadar muhafaza
edeceği yegâne lükstür. Bu banyoları daima daha uzun
müddet, daha sıcak olarak yapacaktır; kendisini, sinirleri­
nin yorgunluğunu yegâne alan bu âdetinden hiç bir şey
vaz geçirecek değildir.
Akşam kabul resmi var. "Alp berisindeki cümhuri-
yetin siyasî varlığım teinin etmek için nüfuzunu ve cüm-
Imriyet ordularının muzafferiyetini kullanmakla iktifa
88 N A PO LEO N

etmiyen Direktuvar ile Fransa cümhuriyeti şefkat ve atı­


fetini daha ileriye götürür: Gerçi hürriyet nimetlerin en
birincisi ise de, bir ihtilâlin de ardı sıra en dehşetli musibet­
leri sürüklediğine kani olduğu cihetle Alp berisindeki
halka Avrupanın en münevver milletinin bilgilerinin ne­
ticesi olan kanunu esasiyi bahşeder. Şu halde, Alp beri­
sindeki halk askerî rejimden meşrutî bir rejime geçmeli­
dir. Bu geçişin sarsıntısız, anarşisiz yapılabilmesi için ic-
raî Direktuvar yalnız bu defaya mahsus olmak üzre hü­
kümeti ve teşriî meclis azasım bizzat tayin etmesi, mün­
hal yerlere ise, kanunu esasîye tebean, ancak bir yıl sonra
bizzat halkın tayin etmesi keyfiyeti ile kendini mükellef
gördü.”
Fatihin ilk söylediklerinden biri olan bu nutuk; yirmi
yıl müddet bütün Avrupa üzerinde tesir icrası için ka­
lemle ve sözle kullanacağı bütün unsurları daha şimdi­
den ihtiva etmektedir.
Bu nutukta her şey sade, açıktır. Azmi öylesinedir ki
her biri ona mutavaat edecektir: — Sizler tabisiniz; fakat
hürsünüz. Ben sizin efendinizim; fakat korurum.
Lombardiyamn zengin şehri, o güzel mayıs gecesinde,
hâdiseyi muzika ve el’abı nariye ile tes’it ediyor. Genç
Jeneral; yerleşmiş bulunduğu Serbelloni sarayının pence­
resinde duruyor; ziyafet bitmiş; gençliğinde rüyasını gör­
düğü o muzafferane giriş geçmiş ve ancak bir lâhza sür­
müş. Geçmişi mi, geleceği mi düşünüyor? Zihnini
meşgul eden şey nedir? Yaverine soruyor: "Acaba Pariste
bizim için ne derler? Memnun mudurlar dersiniz?”
Marmo da, âdet olduğu üzre cevap verince Bonapart
SEL 89

ona bakıyor ve şunları ilâve ediyor: "Onlar daha hiç bir


şey görmediler, ve ati bize şimdi elde ettiğimiz muvaf­
fakiyetlerden daha üstünlerini saklıyor. İkbal benim yü­
züme bugün gülmüş değildir ki ben onun teveccühünden
müstağni kalayım. İkbal bir kadındır. O benim uğrumda
ne kadar çok şey yaparsa, ben de ondan o kadar
daha fazlasını isterim. Pek az gün sonra biz Adij
(Adije) de bulunacağız; bütün İtalya da bize in ­
kıyat edecektir... Belki, daha uzak yerlere gitmek üzre bu­
radan çarçabuk çıkarız. Bizim günümüzde daha hiç kimse
büyük şeyler tasarlamış değildir. Bu örneği vermek bana
düşüyor.”

IV
Palazzoda ona bir kıral yatağı hazırlamışlar. Daha şim­
diye kadar böyle rahat döşekte yatmış değildi: Fakat tek
başına ona bu yatak ne kadar geniş geliyor! Jozefin nere­
de? Onsuz bu muzafferce girişler, bu kazançlar, bu şenlik
topları, bu bayraklar neye yarar?... Niçin gelmemiştir?
Gerçekten hasta mı? Yoksa bir âşığı mı var?
Gece, saatlerce uykusu kaçıyor. Daha ilk günden beri
en yaşlı jenerallere bile ilham ettiği saygıyı, hizmet dı­
şında kendisine yaklaşan her birine karısının derakap
gösterdiği resmi yüzünden haleldar ediyor.
Ona şöyle yazıyor: "Fakat sen gene geleceksin; öyle
değil mi ? Burada, benim yanımda, kalbimin üstünde, kol­
larımın içinde olacaksın değil mi? Kanatlan da gel, gel!”
Onun hoppalığım, yeni duygulara, yeni sevdalılara ken­
dini bırakıverecek vaziyetini biliyor. Acaba onu şu daki­
go NAPO LEO N

kada Pariste ne alıkoyabilir? Onu burada bekliyordu; di*


leği, kendine de, ona da yegâne lâyık olan şu prenskârı
çerçeveyi güzeline, onun nazına arzetmek için muharebe
meydanlarından aşarak bu saraylardan birine gelmekti.
Muvaffakiyetlerinin bile onu böyle hâlâ uzakta alıko­
yabileceğim önceden görememişti. O, iğreti serbest kadın
vaziyetinde nice yıllar geçirdikten sonra, nihayet Pariste
her kesin bahsettiği, gazetelerin kendisi ile dopdolu ol­
duğu bu Jeneralin meşru karısı olarak parlamak istiyor.
Şu halde küçük Bonapart sanır mı ki bu kadın onunla
sevgisi yüzünden evlenmiştir? Düşmandan alınmış ilk bay­
raklar gelince, ve halk, arabasını alkışlarken, şüphe­
siz, kadın içinden diyor ki: "Tatsız yabancı şehirlerde
asker arasında karargâh hayatı sürmekten ise böylesini
elbette daha çok severim.” Ona hemen hemen mektup bi­
le yazmıyor. O ise gittikçe daha fazla sıkıştırıyor:
"Bir âşığın mı var? Hangi 19 yaşındaki züppe? Eğer
böyle ise, Otellonun elinden kork!” diye yazıyor.
Kadın buna gülüyor. Hattâ dostu olan bir kadın, onun:
"Şu Bonapart ta ne tuhaf bir babacandır!” dediğini du­
yuyor.
Başka bir gün de, müstacel işler arasında Karno’ya şöy­
le yazıyor: "Ümitsizliğe düştüm, karım gelmiyor; galiba,
onu Pariste alıkoyan, bir âşığı. Bütün kadınlara lânet edi­
yorum.”
Nihayet Jozefin’den bir mektup geliyor. Artık ordugâh
hayatının tehlikesini ve karışıklığını bahane edemiyeceğin-
den bir özür uyduruyor, gebe kaldığını yazıyor.
Çıldırtacak sevinç! Demek ki tali, olanca hızı ve hayrı:
SEL 91

ile ona yaver mi oluyor? Bunca muvaffakiyetler ortasın­


da ona bu rüyanın tahakkukunu temenniden başka yapa­
cak iş kalmıyor. Kendinin de sezdiği veçh ile şayet git­
tikçe yükselen tali’ ve mukadderata namzet ve med’u ise,
işte o zaman ona vârisler lâzım gelecek, Jozefin!
Fakat tereddüt içinde kalıyor: Haber acaba gerçek mi­
dir? Çocuk acaba kendinden midir? Resmî kâğıtlar üzerine
kendi eli ile ve o okunaksız yazısı ile: "Sana karşı o kadar
haksızlıklarım var ki; ben seni suçlu çıkarıyorum, halbuki
sen hasta imişsin. Bana ilham ettiğin aşk, aklımı, muhake­
memi başımdan aldı.
"Benim hayatım daimî bir kâbustur. Uğursuz bir hissi
kablelvuku beni nefes almaktan menediyor, adeta ümit­
sizim. Bana on sahife mektup yaz, beni ancak o biraz avu­
tabilir. Sen hastasın, beni seviyorsun, seni üzdüm, sen ge­
besin de ben seni görmiyorum.
"Sana kim bakıyor? Tahmin ederim Hoıtansı çağırtmış-
sındır. Seni biraz teselliye muktedir olabilir diye düşündü-
ğümdenberi bu sevimli çocuğu bin kat daha fazla seviyo­
rum. Anası gibi tapılmağa şayan bir evlat senin kollarına
doğacak. Bilirsin ki senin bir âşığının onun kalbini para­
ladığım göremem, ve bunu görmek benim de kalbimi
paralar”.
Bu teşevvüşte kalınca bir istinatgâh arayor ve tabiatı ile
kardeşine teveccüh ediyor; Jozefe yazıyor ki: "Ümitsizliğe
düştüm, karım hasta, aklım fikrim nerde bilmiyorum ve
korkunç hissi kablelvukular düşüncemi alt üst ediyor; olan­
ca ihtimamım ona ibzal etmeni senden rica ederim. Jozefin
imden sonra bana biraz hayırhahlık gösteren yalnız sensin;
92 N A PO LEO N

beni mutmain et, doğrusunu söyle; aşkımı biliyorsun, onun


ne kadar coşkun olduğunu biliyorsun, şimdiye kadar hiç
bir kimseye âşık olmadığımı, Jozefinin ilk taptığım ka­
dın olduğunu biliyorsun; hastalığı beni ümitsizliğe düşü­
rüyor... Şayet afiyette ise, seyahat de edebilirse gelmesini
hararetle dilerim; onu görmeeğ, onu bağrıma basmağa
muhtacım. Onu çılgınca seviyorum, ondan uzak kala­
mam. Şayet o beni sevmeseydi, benim yer yüzünde artık ne
işim kalırdı. Ah! benim eyi dostum, öyle yap ki kuriyem
Pariste ancak altı saat kalsın ve geri gelip hayatımı bana
bahşetsin... Allaha ısmarladık dostum, sen mes’ut olacak­
sın, ben tabiat tarafından ancak zavahiri parlak olmağa
gönderilmişim”.
Bu iki mektubu yazdığı ayni gün, başka şeyler arasında,
Bertiyeye Aleksandri’yi işgal etmesi için bir emirname, Di­
rektörlere kendisinin müstacelen mühtaç olduğu takviye
kıt’alarına dair bir rapor, Cenova Senasına bazı askerlerin
katledildiği hakkında bir ültimatom, ayni Sena nezdine
Mürayı takdim için bir name; daha hâlâ Riviera üzerinde
bulunan topları satmak emri; Venedik tersanesindeki as­
kerî teçhizatı cem ve tahrir etmesi için Mesenaya emir, Lan
(Lannes) a, daha fazla ilerlemesi için emir; şüphelilerin
Tortona’ya gönderilmesi için emir; bir fırkanın Tulon’a
gönderilmesi için emir, para ve kıt’alarm yolda olduğunun
Kellermana iş’arım yazdırıyor.
Kardeşine olan mektubu tesirini gösterioyr. Jozef,
Jozefinin kabahatini yüzüne vuruyor ve onu kendisi ile
birlikte Milanoya gelmeğe ikna ediyor. Artık bundan da­
ha fazla uydurulacak bir şey kalmış mî idi? îç çekiliyor;
SEL 93

eşyalar bağlanıyor; Lüksemburgta büyük bir veda şenliği


esnasında ağlanıyor ve arabaya biniliyor. Esasen haziran
sonundayız...
Mond mevsimi bitmiş; yol arkadaşları da tatsız değil.
Jozef korkunç bir muhasım; fakat Jüno (Junot) lâtif bir
çocuk; küçük köpek Fortüne her azmanki gibi şayanı pe-
restiş. Fazla olarak son zamanlarda tanıdığı genç Şarl
(Charles) da var ki artık yanından ayrılmıyor. Bu çocuk
acaba atisini ve mesleğini mi düşünüyor; yoksa âşıkane
fütuhatta mı bulunmak istiyor? Hippolyt... ne garip isim!
Ne de güzel avcı üniforması giyiyor, ne de eğlenceli fık­
ralar, hikâyeler anlatıyor! Moda olan şallardan ve peru­
kalardan ne kadarda eyi anlıyor, bacakları da ne hoş ya­
pılı!
Milano: Bonapart artık oradan gitmiş! Verone ci­
varında yeniden mi dövüşülüyor? Ne ehemmiyeti var? Şe­
hir eğlenceli, hoş; Jozefin bu güzel sarayda; kendine gös­
terilen tazimattan hoşlanıyor. Hippolyt tabiî olarak gene
"fevkalâde,, kalıyor; Korsoda kılıcının şıkırtısı biricik.
Fakat burada o kadar tedbir almak lâzım ki... Çünkü
her kes onları tarassut ediyor. Bereket versin ki Hippo­
lyt usta; gizli bir merdiven keşfediyor... Birden bire her
şey alt üst oluyor; Veroneden dönen jeneralin vürudu
bildiriliyor...
İki gün iki gece Jozefin onun coşkun iptilâsımn şikârı:
oluyor.
94 NAPO LEO N

.. V .

Bonapartın muhasara ettiği Mantovayı kurtarmağa


Almanya imparatoru üç defa uğraşmıştır : Manto va bütün
havalinin anahtarıdır. İmdi işte Wurmser Gard (Garde)
gölünden yeni bir ordu ile iniyor ve hasmı vuruyor.
Bonapart Mantovayı terke mecbur olmuş; müthiş fe­
lâket ve son derece tehlike! Bonapart kendini Milano-
dan dışarı atıyor ve temmuzun kızgın güneşi altında, Po
ovasında, ordusunun bir ucundan öbür ucuna kadar atım
dört nala koşturuyor.
Artık her şey ortaya atılmış. Bu kesif faaliyet ve harikulâ-
de ruh ve fikir gerginliği günlerinde Jozefine yazıyor ki:
"Senden ayrılalıdanberi her dem mahzunum. Benim saa­
detim senin yanında bulunmaktır. Senin buselerini, göz
yaşlarım, sevimli kıskançlığım hiç durmadan tekrar tek­
rar zihnimden geçiriyorum da Jozefinin cilveleri kalbim­
de ve duygularımda mütemadiyen şiddetli ve yakıcı bir
alev parlatıyor. Acaba ne zaman ben her endişeden ve her
işten azade; bütün zamanımı senin yanında geçireceğim;
seni sevmekten başka işim, ve bu sevgimi sana söylemek
ve ispat etmek saadetini düşünmekten başka düşüncem
kalmıyacak.
"Seni ben tamlayıdanberi her gün sana daha fazla tapı­
yorum: Bu, Labrüyer (La Bruyère) in: "aşk birden bire
bastırır” meselinin ne kadar yanlış olduğunu ispat eder.
Tabiatte her şeyin bir cereyanı ve türlü artma dereceleri
vardır... Sen bu kadar güzel, bu kadar zarif, bu kadar
müşfik, bilhassa bu kadar eyi olma; asla kıskanç olma,
SEL 95

asla ağlama, senin göz yaşların benim aklımı alıyor, ka­


nımı yakıyor.... Gel bana kavuş; hiç olmazsa ölmeden
evel: "şu kadar gün bahtiyar olduk!” diyebilelim. Milyon­
larla buse, hattâ hainliğine rağmen Fortüneye bile...”
Jeneral bu küçük köpekten kurtulmağa asla muvaffak
olamadı. Sonraları anlattığına göre zifaf gecesi onu Jo-
zefinin karyolasında bulmuş: "Bana, ya başka yerde yat­
mağa, ya da yatağı onunla bölüşmeğe razı olmağa karar
vermekliğim bildirilmişti. Gerçi bu hal epeyi gücüme
gitmişti. Fakat ya gütmeli, ya gitmeli idi. Razı oldum. Fa­
kat nedim benim kadar uysallık etmedi; bunun delilini de
hâlâ şu bacağımda taşırım”, derdi.
Breçia (Berscia) da; o gürültü patırdının arasında je-
neralin hanımı çıka gelir. Ve gelmesi ile gitmesi de bir o­
lur; o kadar ki az kalsın düşmanların eline geçecekmiş.
İleride bir daha kocasının yanına gelmek için ne hoş ba­
hanedir bu !
O haftalar zarfında Bonapart, cesaret kırıklığı saat­
leri nedir, tattı, anladı.
Kumanda edeceği yerde meşveret kurar; jeneralleri şa­
şırırlar. Bulunduğu buhranlı vaziyet içinde Ponun gerisi­
ne ricat etmeği pek iltizam eder; fakat Ojöro masanın üs­
tüne vurur ve: "Ben senin zaferini isterim; yenmeliyiz!”
diye bağırır ve koşa koşa odadan dışarı çıkar. Ötekiler
tereddüde düşerler; Bonapart çekilir.
İşte o, yapa yalnız, haritalarına eğilmiş; nasıl bir karar
vereceğini araştırıyor. Mumların etrafında pervaneler u­
çuşuyor ve alevde kavruluyor. Yaz gecesi bunaltıcı. Tram-
peteler, nidalar, naralar işitiyor. Yarınki gündüz Lombar-
96 N A PO LE O N

diyanın mukadderatını, kendinin zaferini ve belki de te­


cellisini tayin edecektir. Her şeyini bir tek kâğıdın üstün­
de tehlikeye koymalı mıdır? Ya Wurmser, müstahbera-
tımn kendine bildirdiğinden fazla kuvvetli ise? Şu saat­
te, Jozefin geniş karyolasımn içinde uyuyor ve ihtimal de
sevdiği o değersiz delikanlılardan birine gülümsiyor.
Muharebeye karar veriyor. Ertesi gün Kastiliyone (Cas-
tiglione) de galip geliyor. Bir az zaman sonra karısına mek­
tupla bildiriyor ki: "iki gündür senden mektup aldığım
yok. İşte bugün otuz defadır kendi kendime bu ihtarda bu­
lundum. Bilirsin ki bu çok hazin bir şeydir; bununla be­
raber bana ilham ettiğin müşfik ve biricik gaileden şüp­
he edemezsin.”
Jozefin ise Paristeki bir kadın dostuna şunu yazıyor:
"İçim sıkılıyor” Bonapart harpların ve muzafferiyet-
lerin ateşi içinde; Jozefin ise şenlikler ve tazimlerle mu­
hat. Fakat hayat her ikisine de yeknasak geliyor: Bona-
parta Jozefin kendinden uzak olduğu için; Jozefine de
Bonapart kendine çok yakın olduğu için...
"Benim aziz muhibbem; düşman on sekiz bin esir ver­
miştir; kalanı da ya öldürülmüş, ya da yaralanmıştır. Ar­
tık Wurmserin elinde, canım Mantovaya atmaktan başka
bir çare kalmamıştır. Şimdiyedek hiç bu kadar sürekli ve
bu kadar büyük muvaffakiyetlerimiz olmamıştı. İtalya,
Friul, Tyrol Cumhuriyete temin edilmiştir. Bir kaç güne
kadar tekrar buluşup görüşeceğiz. Bu, benim yorgunluk­
larımın ve çektiğim eziyetlerin en tatlı mükâfatı olacak.
Coşkun ve çok sevdalı bin buse.”
Siyasî adam, muharebeler arasındaki her mühletten is-
SEL 97

tifade ediyor. Modan (Modane) da, şimalî İtalya hükü­


metleri meb’uslarım tantanalı bir celsede bir araya toplı­
yor. Onlara yeni bir kanunu esasî veriyor: Bundan böy­
le tek bir Hükümet, yeni bir Cümhuriyet teşkil edecekler.
Bonapart bahtiyar mı? Karısı birine âşık olmalı; yok­
sa ona başka bir edada yazardı. Ona şu cevabı veriyor:
"Mektupların 50 yaş gibi soğuk; on beş yıllık evliliğe
benziyor. Onlarda dostluk, ve hayatın o kış vaktinin duy­
guları görülüyor. Bu size yaraşmaz, çok hain, çok kötü
çok sinsi bir şeydir. Beni çok acınacak bir hale komak için
elinizde başka daha ne kaldı? Beni artık sevmemek mi?
Eh! Zaten bu da oldu!... Benden nefret etmek mi? Eh! â­
lâ; ben de onu temenni ediyorum; kinden gayrı her şey
zillete düşürür; hele mermer nabızb, hilekâr gözlü, mut­
tarit yürüyüşlü lâkaytlık!... Kalbim gibi çok şefkatli bin
buse.”
Yeni zorluklar onu tekrar şimale çağırıyor. Oraya varı­
yor; cenk açıyor, püskürtülüyor. Her şeyin tehlikeye gir­
miş gibi göründüğü o karanbk teşrinisani günlerinde o­
na, kadından hiç bir teselli ulaşmıyor. Teklifsiz ahbap­
ları Jozefinin Milanoda ne kadar eğlendiğini ona gizli­
den gizliye naklediyorlar. Kaldiero (Caldiero) hezimeti­
nin ertesi günü Bonapart, ümitsiz bir halde; takviye kıt’-
aları istiyor.
Her şey sarpa sarıyor. Her kes cesaretini kaybediyor,
ve ayni zamanda tehditkâr boranın her darbeyi çele çele
Arkolün teepsine çıktığım gören âmirlerinin etrafına
toplaşıp büzülüyor. Ayni soluk soluğa ahenk, ayni biper-
va ümitsizlik ona o akşam şu hummalı satırları yazdırtıyor:
Napoleon — 7
98 N A PO LEO N

"Artık seni ben sevmiyorum, bilâkis senden nefret ediyo­


rum. Sen gayet beceriksiz, gayet liyakatsiz, gayet Sandriy-
yon (Cendrillon) bir kötü kadınsın... Artık bana bir şey
yazmıyorsun; kocam sevmiyorsun...
"Şu halde bütün gün ne yapıyorsunuz Madam?... Pek
eyi, âşığınıza mektup yazmak zamanını hangi mühim iş
sizden nezediyor? Sizin bütün anlarınızı işgal eden ve sizi
kocanızla meşgul olmaktan meneden bu fevkalâde, bu ye­
ni âşık kim olabilir? Jozefin dikkat ediniz; gecenin birin­
de kapılar kırılacak, ve işte ben ortaya çıkacağım. Doğ­
rusu, benim eyi muhibbem, senden haber alamadığım i­
çin endişedeyim.
"Çabuk bana dört sayıfalık ve kalbimi duygularla ve
zevkle dolduran o sevimli şeylerden yaz... Umarım ki pek
yakında seni bağrıma basacağım ve her yanını, hattı üstü-
va altında imiş gibi yakıcı bir milyon buse ile kaplayaca­
ğım.”
Canını emniyet ve emniyetsizlik bir arada yakıyor. Fır­
tınanın, şüphenin, mes’uliyetin muhasarası içinde kalmış
bir adamın; ihtimal yarın harp meydanında da namusunu
kaybedecek ve halbuki bütün dünyaya hâkimce kumanda
etmek ister adamın acaba kendi ocağında namusu daha
şimdiden mi lekelenmiş?
Bu esnada askerleri arasında bir intihar vuku bu­
lunca şu emri veriyor: "Bir asker iptilâların keder ve me-
lâlini yenmesini bilmelidir!”
İki gün sonra Arkolde, Adijin düşman tarafından bom­
bardıman edilen bir köprüsü üzerinde; geriye püskür­
tülmüş askerleri nehri geçemiyorlar. Vaktaki Bonapart
SEL 99

teşvik ve nasihatleri ile nihayet onları ilerletmeğe muvaf­


fak oluyor, ona:
"Daha uzağa gitmeyin, Jeneral, sizi öldürürler; biz de
mahvoluruz.” diye bağırıyorlar. Marmon, askerlerinin
kendi ardı sıra gelip gelmediklerini görmek için geri
döndüğü vakit Jenerali muavin zabit Muironun kolları
arasında görüyor: Yaralanmışa benziyor. Nizam kolu dur­
duğundan diğerleri geriliyorlar; ve settin meylinden aşa­
ğı kayıyorlar. Kendine gelen Bonapart settin altında çu­
kurun içine düşüyor. Marmon ile kardeşi Lui onu tutu­
yorlar. Bir at! Gulgule! Uğultu! endaht! Muiron âmirine
vücudu ile siper oluyor, ve vurulup düşüyor. Jeneral atı
sayesinde kendini kurtarmağa muvaffak oluyor.
Akşamleyin, ordugâhta, bitkin bir halde oturmaktadır.
Ertesi gün giriştikleri ikinci bir hücum da gene akim ka­
lıyor. Nehir, aşılmaza benziyor.
Üçüncü gün de işler daha iyi gitmediğinden Bonapart
hud’aya baş vuruyor. Muharebe nehrin ta yanında
devam ede dursun elde bulunan bütün borazanlara ve
bütün trampetecilere muhafız kıt’alarmın muhafazası al­
tında düşmanın etrafında büyük bir daire çevirmelerini
emrediyor. Onların çalgılarının gürültüsü üzerine, zaten
bitkin muharipleri bir paniktir alıyor; bir düşman fırkası
geri çekiliyor. Bundan yüreklenen Fransız kıt’aları bu
cüz’ı nizam bozulmasını derakap umumî bir inhizama
kalbediyorlar.
Ümitsizlik, cesaret, hud’a yeni bir zafer doğurmuş;
efsaneler kitabına yeni bir köyün adı daha yazılıyor. Pa-
riste bu muvaffakiyetin şerefine madalyalar darbediliyor:
100 N A PO LEO N

Bundan böyle, Jeneral, Arkol köprüsü üzerinde elinde bir


bayrakla temsil edilecektir. Halbuki o; asla sancak taşı­
mış değildir.
Bu defalık da tehlike bertaraf edilmiştir. Düşman ta­
rafından terkedilen Mantova az sonra düşecektir. Jene­
ral, kıt’alarını yeniden tertip ve tanzim ediyor; ve büyük
bir sür’at ve acele ile Milanoya geliyor. Nihayet artık pa­
yitahtta hüküm sürebilecek ve Jozefine tekrar kavuşabile­
cek.
Fakat Jozefini tutup zaptetmek Wurmseri zaptetmek­
ten daha güç: "Milanoya varıyorum. Doğru senin daire­
ne atılıyorum; seni görmek, seni kollarım arasında sıka­
bilmek için her şeyi bıraktım... Sen orada yoktun. Sen
şenliklerle birlikte şehirlerden şehirlere koşup gidiyorsun;
ben vardıkça sen uzaklaşıyorsun; artık aziz Napoleonunun
tasasını çekmiyorsun. Onu sana bir heves sevdirmişti, se­
batsızlık seni ona karşı lâkayt bıraktırıyor. Ben tehlike­
lere alışkın olduğum için hayatın sıkıntı ve kederlerinin
dermanını da bilirim. Zevkine bak; rahatsız olma. Saadet
senin için yaratılmış. Bütün dünya şayet kendini sana be-
ğendirebilirse; senin hoşuna gidebilirse kendini pek bah­
tiyar addeder. Yalnız çok bedbaht biri varsa o da senin
koçandır.”
Ertesi sabah da: "Sevmediğin bir adamın saadet
veya talisizliği seni alâkadar etmek hakkım haiz değildir...
Seni sevmek... .Bence ömrümün tecellisi ve gayesi işte bu...
Ancak sen, senin hayatınla yaşayan bir adamın saadeti ile
alâkadar olma. Ben senden benimkine benzer bir aşk dile­
mekle haksızlık ediyorum. Neden dilemeli ki tentene altın
SEL 101

ağırlığında olsun... Şayet tabiat bana seni esir edecek ca­


zibeleri ihsan etmemişse kabahat bende... Fakat benim Jo-
zefinden beklemekte haklı olduğum şeyler hürmet, itibar
ve takdirdir; çünkü ben onu çılgınca seviyorum ve yalnız
onu... Onun artık sevmeğe kudreti olmadığı sabit olunca,
ben de derin kederimi bir kenarda ört bas edeceğim, ve
ona faydam dokunabilmekle ve bazı şeylere yarar olmakla
iktifa edeceğim... Sana bir buse takdimi için mektubumu
tekrar açıyorum. Ah! Jozefin, Jozefin!”
Ne itiraf! İhtiras ve şöhret sevgisi kadına erişecek ka­
natları ona verirken, düşman gözünden sıvışıyor. Ne
yapmalı? Bozgunluktan alınan ders; emniyeti kaybetme­
mek, öfkeye tutulmamak, ve zekâsını kullanmakla beraber
vakarım da muhafaza etmektir. İltifatla karışık bir az da
istihza kabili kabuldür. Ertesi günü düşünüyor: Bu kadı­
nı tekrar nasıl teshir etmeli? Ef’alini medhetmesinin bir
faydası olmuyor; bu işlere o, külliyen lakayt. Ona an­
cak iki şey tesir edebilir: Hediyeler ve temellükler. Bona­
part böyle muhakeme ediyor, fakat yanılıyor.
Kendini kırallara zorla efendi tanıtan bu adam, göre­
miyor ki; Jozefin ona tapmasa bile hiç olmazsa ondan
korkması lâzım gelir. Hem bu düşkünlüğünü itiraf
etmek kadar kadındaki nefis itimadını artıracak bir şey da­
ha olamaz...
Büyük ruhiyatçı bu hatayı gururdan işliyor. Doğrusu,
istemediği için hâkimi olmadığı bir düşkünlüğü saklamak­
tan izzeti nefsi onu menediyor; ihlâs ve ubudiyetini sarıp
sarmaladığı bütün o ustaca kelimelerden sonra kalbi ge­
102 NAPO LEO N

ne galebe çalıyor, ve: "Sana bir buse takdimi için” diye


genç bir âşık hareketi ile zarfı tekrar açıyor.

VI
Paris ne diyor? Şehir, bunca yıldan sonra, taziz edebi­
lecek bir kahramana tekrar nail olduğundan dolayı bah­
tiyardır. Her camekânda Bonapartın tasvirleri var; neşi-
deler onu evel zamanın kahramanları ile mukayese edi­
yor; aktörler onun yeni muzafferiyetlerini bildiriyor; ka­
zandığı ganimetler Lüksemburgun avlusunda yığılıp bi­
rikiyor; Direktörler tarafından sansör edilen raporları
"Monitör” de neşrediliyor. Dillerde, ellerde şarkılar, ma­
dalyalar, îngiltereden gelme karikatürler dolaşıyor; her
şey sokağa neşe saçıyor.
Kendi bunu biliyor. Gittikçe büyüyen şöhreti karşısın­
da, zaten çoktandır saymadığı Direktuvarın artık kendin­
den titremeğe başladığım da biliyor.
Direktörler kendi aralarında:
— Bu adamın muzafferiyetleri bizleri ölüme götürecek­
tir!” diyorlar.
Millî bir ordu, yenilir şey değildir; fakat onun âmirleri
artık hükümetin elinde olmadığı andan itibaren de kor­
kunç bir tehlike teşkil eder. Yedi yıldan beridir de, şahsî
siyaset takibine yeltenen her Jeneral giyyotin ile tehdit
edilmiyor mu? Emirlerimize baş eğmiyen, komiserlerimizi
azametle kabul eden bu adamdan, Bonapart ta olsa, sıy­
rılıp kurtulalım; Salisetti ona gayet çok bağlıdır, Korsi­
ka lıdır, ve evelce ona hiyanet etmiş olduğu için vicdanı
rahat değildir. Ona Klarkı (Clarke) gönderelim.
SEL 103

Kendi de jeneral, mahir ve mağrur, zarif ve müteazzım


olan Klark Milânoya giderken onunla kolayca başa çıka­
bileceğini ve vakti ile Barrasgillerde tesadüf ettiği bu ha­
vı dökülmüş üniformalı salak küçük adamı da yan cebi­
ne koyacağım kendi kendine vadediyor. Fakat Serbellonİ
palazzosuna gelince şaşalamış kalmıştır. Bonapart gerçi
büyümemiş, fakat bütün zatım bekliyenler ve huzurunda
silikleşenler ile muhat olarak gidip geldiği görülünce bir
harp adamından ziyade bir hükümdar sanılıyor.
Komiser nezaketle kabul edilmiştir; fakat Bonapart
gizli tasavvurlarını ona açacağına, bilâkis Klarkın
söylememesi icap eden Direktörlerin tasavvurlarım kırk
sekiz saat zarfında bilip öğreniyor. Klark istikbalin adı­
mını görüp tasdik etmiş ve sadece onun tarafına geçip
kalmıştır.
Jeneralin korktuğu şeyler çıkıyor. Pariste Direktuvar o­
nun fetihlerini Almanya ile sulh müzakerelerine girişme­
ği kolaylaştırmaktan başka bir işe yarar addetmiyor. îtal-
yayı elinde saklamağa niyeti yoktur; ihtilâle vermeğe ise
hiç... Bonapart ki artık bunu bilmektedir, hükümetin ta­
savvurlarına karşı komak için elinden gelen her şeyi ya­
pacaktır. Fakat daha şimdilik, onunla münasebatmı açık­
tan açığa kırmıyor: "Yardım, yardım; fakat bunu oyun­
cağa çevirmemeli; nakit lâzım değil; silâh altında mevcut
lâzım... Yaralılar ordunun seçkinleridir: Bütün yüksek
rütbeli zabitlerimiz, bütün seçme Jenerallerimiz harp hari­
cidir; bana vâsıl olan şey o kadar abes, ve askere o kadar
emniyet vermiyor ki! Bir avuç adam haline inmiş olan İtal­
ya ordusu artık tükenmiştir... Biz İtalyamn dibinde bira-
104 NAPO LEO N

kılıp kaldık... Yeğitlerin kalanı da bu derece zayıf kuvvet­


lerle bu derece devamlı talilerin ortasında ölümü muhak­
kak görüyor. İhtimal ki yeğit Ojöronun, pervasız Masse-
ııanın, Bertienin ve benim dahi saatimiz gelmek üzeredir.
O halde, o halde bu yeğit adamlar ne olacak? Bu dü­
şünce beni daha ihtiyatlı kılıyor, ihtimam ve şefkatimin
mevzuu olan insanlara ölümüm bir cesaretsizlik ve felâket
vesilesi olacak diye ölümü göze aldırmağa da cür et ede­
miyorum.”
Bir iş bundan daha ustaca tutulabilir mi?
Daha başka vasıtalar da kullanıyor. Onları bir felâket­
le tehdit etmediği vakit hedaya ve behaya ile cezbediyor.
Fakirleşmiş, kıymeti düşük kâğıt para yığınları altında
bunalmış Direktuvara hemen her ay çın çın öten altınlar
gönderiyor. O, ilk jeneraldir ki hükümetinden para isteye­
ceğine hükümetine para gönderir: Hattâ buna bazı ufak
tefek teklifsiz ikramiyeler de leffediyor: "Yarın Mikmoda,
Lombardiyada bulunabilen en güzellerinden olmak üzre
yüz araba atı gidiyor; sizin arabalarınıza koştukları
kötü atların yerine bunlar ikame edilir.”
İstediği kıt’alar dahilî asayişin idamesine lâzım bulun­
duğu kendisine yazılınca şu mukabelede bulunuyor: "Li-
yonda boğuşulup ta îtalyayı elde tutmak, bunun berakis
olmasından daha hayırlıdır.”
Diplomatlık işlerini komiserlere bırakmasını kendisin­
den rica eden Direktörlere de şu cevabı veriyor: "Yal­
nız bir tek jeneral lâzım değil, bir de onu yürüyüşünde
ve harekâtında sıkmamak lâzımdır. Ben seferi hiç kimse­
ye danışmadan yaptım. Şayet başka birinin görüş tarzı ile
SEL 105

uyuşmaklığım lâzım gelse idi eyi hiç bir şey yapamaz o­


lurdum. Ben faik kuvvetler üzerine bazı galebeler çaldım,
hem de her şeyin mutlak yokluğu içinde... Çünkü itima­
dınız üzerimde berkemal olduğuna kani bulunduğum ci­
hetle yürüyüşüm de düşünüşümle ayni hızda gitti... Daha
zayıf bir ordu ile her işi becermek lâzım: Alman kıt’alarım
tevkif etmek; istihkâmlar muhasara etmek; gerimizi temi­
nat altına almak; Cenovayı, Venediği, Toskanayı, Napoliyi
tehdit etmek. Biz her yanda kuvvetli olmalıyız... Bu ise
askerî sevku idarede, siyasî ve malî işlerde tam bir vahdet
istilzam eder. îtalyadaki jeneraliniz her şeyin merkezi ol­
mazsa büyük tehlikelere duçar olursunuz.
"Bu beyan tarzı şöhret düşkünlüğüne hamledilmesin; be­
nim lüzumundan fazla şanım, şerefim vardır. Sıhhatin de o
derece sarsılmıştır ki sizden kendime bir halef istemeğe
mecbur kalacağımı zannediyorum. Artık ata binemiyorum;
elimde cesaretten başka bir şey kalmadı... Bu müzakereye
ben devam ederim. Şayet îtalyayı muhafaza etmek istiyor­
sanız kıt’alar, kıt’alar. Bonapart.”
Şöhreti daha arttıkça, afiyeti mükemmel olduğu ve her
gün bir at yorduğu halde izin elde etmek için ısrarı da da­
ha fazlalaşıyor. Onun bu talebini is’af etmekten çok çeki­
neceklerdir.
Esasen yeni tabiyesi İtalyada Fransayı takviye ederek
kendi şahsî mevkiini de sağlamlaştırmaktan ibaret. Da­
ha henüz olgun bulunmadıklarına hükmettiği Italyanlara
hürriyet vermek istememekle beraber, aralarında millet­
lerin hürriyetine yegâne taraftar Karno (Carnot) bulunan
106 N APO LEO N

Direktörlerin iradesine karşı olarak ta bir Alp berisi cüm-


huriyeti tesisine muvaffak oluyor.
Bu hareket, Bonapartın, bundan sonra tekmil Avrupa
devletlerini içine aldıracak derecede git gide daha tevsi
etmek istiyeceği yeni bir teşekkülün ilk temellerini atışı­
dır. Avrupa müttehit devletleri; onun gayesi işte bu ola­
caktır.
Bugünlük şimalî îtalyamn yarı düzine prensliği tek
bir devlet halinde birleştiriyor; ona tam bir diktatörcesi-
ne; esasında adlî, usullerinde de kıvrak ve lastikli olan
yeni bir kanunu esasî veriyor.
Parlak tebliğnameler millete, velev istesin velev isteme­
sin, hür olduğunu ilân ediyor. Bu hürriyetin bedelini pe­
şin ödemek de o millete düşer: "Gasıplara karşı kin taşı­
mağa ahdetmiş olan Fransa, milletlere karşı uhuvvet bes­
lemek için de yemin etmiştir. Cümhuriyet kanunu esasinin
vaz’u tayin ettiği bu umde, ordunun da umdesidir. Uzun
zamandan beridir Lombardiyayı tezlil etmiş olan Despot,
Fransaya karşı büyük fenalıklara sebebiyet vermiştir...
Küstah bir hükümdarın muzaffer ordusu, muzafferiyetle-
rini tevcih ettiği millete kendi tedhişini şüphesiz neşrti
teşmil ederdi. Yendiği kır allara karşı ölesiye harp açmağa
mecbur kalmış bir cümhuriyet ordusu ise zaferlerinin zu­
lümden kurtardığı milletlere dostluk hasreder.
"Mala mülke, eşhasa hürmet, milletlerin dinine hür­
met... K ıt’aların ileri yürüyüşünü te’min için, onlara artık
uzaklaşmış bulundukları Fransadan çekemedikleri erzak
ve mühimmat lâzımdır; kıt’alar bu levazımı ve mühimma­
tı fütuhatın kendilerini şevketmiş olduğu Lombardiya
SEL 107

içinde bulmağa mecburdurlar; bunu onlara harp hukuku


te’min eder; dostluk ise bunları onlara takdimde mü-
saraat göstermelidir. Avusturya Lombardiyasının muhte­
lif eyaletlerine yirmi milyon frank vergi tarhedilmiştir;
bunu ordunun ihtiyaçları talep ediyor. Mümkün mertebe
çok yakın olmaları icap eden tediye devreleri ise hususî
talimat ile tesbit edilecektir. Bu derece münbit kıt alar
için bu para gayet hafif bir ücrettir.”
Memleketler, vergiler, antrepolar, tersaneler, malikâne­
ler ona, muhtaç olduğu her şeyi te’min ediyor. Her mü­
tarekede paralardan, öküzlerden, tablolardan bir miktarı­
nı peşin alıyor. Resimler ve heykeller gerçi parayı sağlam­
laştırmaz, fakat Bonapart hissediyor ki Parisin izzeti nefsi
bundan hoşlanır; esasen onun da kazanmak istediği şey
efkârı umumiyedir. Bu ihtiyaç ve zaruret zamanlarında
Bonapart îtalyadan Luvr (Louvre) a — hiç bir kiralın en
tam zaferi hengâmında bile mislini yapamıyacağından faz­
la — kıymetli san’at eserleri gönderiyor.
Esasen Beytülmalden ihtilâslar eden Fransızlar hakkın­
da da; İtalyanların parasını tahsil ve istirdat ettiği tarz­
daki ayni şiddeti kullanıyor. Yazıyor ki: "Ordu, kendi
ihtiyacından beş misli fazlasını istihlâk ediyor, mağaza-
cılar sahte bonolar tehiye ediyorlar. Lüks, süs, ahlâk fesadı
ve sahtekârlık büyük mikyaslara varıyor. Buna nihayet
vermek için bir tek çare vardır: Üç zatten mürekkep bir
komisyon intihap edilsin. Bu komisyonun bütün namus­
suz memurları kurşuna dizdirmeğe üç günden beş güne
kadar kudret ve salâhiyeti olsun.,,
Kuru ot tayinleri istenilen tartıda çıkmadığı vakit te:
108 N A PO LEO N

"Hiç bir hilekârın kaçıp yakasım kurtarmaması, kendisin­


ce, çok ehemmiyetli görülüyor. Epeyi uzun zamandan be­
ridir askerler de, vatanın menfaatleri de hırs ve tamam
şikârı olmaktadır.”
Sayısız vesikalar vardır ki onun hırsızlığa ve yağmaya
gem vurmak azmine şehadet eder. Kadınlar orduda karga­
şalık ve nizamsızlık çıkardığı cihetle şu aşağıki emirname­
yi neşrettiriyor: "İşbu emirnamenin neşrinden yirmi dört
saat sonra dahi, şayet ordugâhta gene bilâmüsaade kadın
kalmış bulunursa, hepsini de karaya boyasınlar ve iki sa­
at müddetle halka teşhir etsinler.”
Buna mukabil gaddarca harp âdetlerinin önünü almak
mevzuu bahs olunca da sertliği yumuşayıp insanileşiyor:
"Kendilerinde ifşası mühim sırlar bulunduğu ihbar edi­
len adamlara sopa atmak âdeti vahşiyanesi ilga edilmeli­
dir. Çoktan beri malûmdur ki, insanların bu kabil işken­
celere konarak isticvap edilmesi hiç bir eyilik husule ge­
tirmez... Biçareler akıllarına her geleni ve bilinmesi arzu
olunduğunu gördükleri her şeyi söylerler. Binaenaleyh
aklın ve insaniyetin merdut gördüğü bir vasıtanın kulla­
nılmasını menederim.”
VII
Diplomat olarak Bonapart mutat olan her vasıtayı kul­
lanır: temellük, tehdit, yalan, açıklık, asker huşuneti.
Vatikana karşı hassatan mahirdir. Direktörler hakikî ih-
tilâlcilercesine kilisenin cismanî nüfuz ve kudretini tahrip
etmek istiyorlar; maddî menafi yüzünden iki misli olan
bu manevî muvaffakiyet, onlara, komşu devletlerin yeni
SEL 109

teşkilâtında kendi Jenerallerinin kullandığı usulden da­


ha istifadeli görünüyor.
Roma üzerine yürümesini ısrarla talep ediyorlar. Şu
halde işte Bonapart, tâ çocukluğundan beri zihninde her
türlü zafer ve azamet fikrile bir tuttuğu bu şehrin tam
yanında. O da Sezar (César) gibi Kapitol (Capitole)
ün üstünden tefne yapraklan toplayabilecektir. Bununla
beraber bu işten vaz geçiyor. Toplarının deviremi-
yeceği yegâne prens, papadır; katolik idealinin kudret ve
nüfuzunu, Fransa ve Avrupa üzerindeki bin yıllık tesiri­
ni, din kurbanlarının müessir kuvvetini biliyor. Papayı
yenmemeğe, yalnız ona karşı yürür gibi görünmeğe kat’î
kararım veriyor. "Romanın nüfuzu hesaba gelmez, bu
kudretle münasebet kesilmiş olmakla çok fena edilmiş­
tir; bu yolda bir hareket yalnız Romanın menfaatine ya­
rar.”
Cenuba doğru inerek Rübikon (Rubicon) u tamamı ile
aşıyor; sonra duruyor ve her vakitki tabiyesini kullanarak
sulhu teklif edecek en kuvvetli adam kendisi bulunmasın­
dan istifade ediyor.
İhtiyar papa kabul ediyor; çünkü Bonapart kiliseye ait
bütün meseleleri muallâkta bırakacak kadar usta.
Fransaya bir çok milyon para, yüz tablo, vazolar ve bir
komisyon tarafından seçilecek heykeller vermeği vadedi-
yor; Jeneral, kendinin hassaten istediği iki esere işaret e­
diyor: Junius ile Marküs Brütüs (Marcus Brtus) ün büst­
leri. Papa kaçındığı ve para vermek hususunda zorluk çı­
kardığı cihetle Bonapart Roma üzerine ikinci defa olarak
yürüyor. Hafif bir muharebe, sulhu tekrar tesis etmeğe
110 N A PO LEO N

kâfi geliyor; esasen onun da kendi kıt’alarına şimalde ih­


tiyacı vardır; ve şayet papa kaçacak olursa kendisi ile bir­
likte bütün hâzinelerini de götürür, sonra bu biçare Di­
rektörlere ne kalır? Bonapart Fransada ihtilâle yemin ver­
mekten istinkâf edip de Romada sığınacak yer aramağa
gelen Fransız papazlarına kendiliğinden af bahşediyor.
Her yerde rahip sınfı arasında dostlar ediniyor; papaz -
vatandaşı bir mürşide kıyas ediyor; ve rühbanlığın yük­
sek şahsiyetlerine hitaben yazılan mektuplarından bir ço­
ğunda: "İncil kanununun müsavat üzerine kurulmuş ol­
duğu, ve işte bundan dolayı her kanundan ziyade cümhu-
riyetlere uygun bulunduğu hususunda” ısrar ediyor. îsayı
ortadan kaldıran Paris bu işe ne diyecek?
Kaçmak istiyen papaya, kendisini tatmin için bir name
yolluyor: "Mukaddes papaya deyiniz ki Bonapart bir At­
tila değildir ve şayet o, Attila olmuş olsaydı, bir mukad­
des papa da lütfen ve inayeten unutmasın ki kendi de
Leonun halefidir.” İşte Avrupanın en muhterem ve mu­
vakkat tahtı önünde böyle bir tavır takınıyor. Fakat Nons
(Nonce) «papanın elçisinin unvanıdır» imza etmekte te­
reddüt gösterince, birden bire Napoleonun askerlik da­
marı tutuyor; kâğıdı yırtıyor, ateşe atıyor: "Sulh mevzuu
bahs değildir, Monsignore, yalnız muhasamanm tatili
mevzuu bahstır.” diyor.
Hepsini bir korkudur alıyor; o zaman Bonapart iki mis­
lini istiyor ve elde ediyor. Papa "aziz oğluna,, bir mektup
gönderiyor ve ihtilâlin adamına takdisini sunuyor.
Zamanındaki diplomatlarca âdet olduğu üzre öyle ken­
di etrafını asla esrar ile sardırmıyor. Daha mütarekesinin
SEL 111

imzasından bir saat sonra kendi yaptığı harekâtı açıkça


münakaşa ederdi. Mağlûp Piyemontelilere sofrada dedi
ki: "Benim Kosarya (Cossaria) üzerine hücumum fayda­
sızdı; fakat sizin 17 de icra ettiğiniz hareket çok eyi idi.”
İkinci seferinin sonunda, itidal ve vekarı hakkında ye­
ni bir delil daha gösteriyor. Lombardiyadan mart iptida­
sında ayrıldığı cihetle, yürüyüşle Viyanadan bir kaç gün
mesafede bulunan Istirya (Styrie) da ayni ayın sonunda
bulunuyor. Ren (Rhin) ordusu da ayni suretle muzaffer ol­
muş olsa imparator Fransuva (François) ya sulhu emrü
telkin edebilecekler. Fakat Bonapart tevakkufa karar ve­
riyor ve mağlûplara yeniden sulh teklif ediyor. Gerçi Ren
ordusu henüz orada değil, Avusturya - Macaristan da harp
hazırlıklarını humma ile takip ediyor: Tehdit göstermek­
le beraber beklemek gerek; bu, fatihçesine bir hareket o­
lur; Bonapart ta bir devlet recülüdür. Yeni intihabattan
evel Direktörlerin sulha ihtiyacı var; Jeneralin de şimdi­
lik onlara ihtiyacı var. Fransanın beş yıldır özlediği sul­
hu Fransaya bahşetmeğe ah o, asker, bir muvaffak olsay­
dı! Bu zaferi neden dolayı Rendeki rakıypleri ile bölüşe­
cekmiş ?
Bonapart düşmanı püskürtmüş. Bir yıldan beridir
Avrupa bu yeni harp adamından ürkmeğe başlıyor; Bo­
napart dileyor ki Avrupa onun kendi zatinde mündemiç
siyasî adamı da tanıyıp tasdik etsin. Mağlûp hasmına,
Almanya imparatorunun kardeşine tam bir müsavat dai­
resinde tekellüfsüzce şu mektubu gönderiyor:
"Baş kumandan! Yeğit askerler harp yaparlar ve sulh
arzu ederler. Bu harp altı yıldır sürmüyor mu? Hayli a­
112 N A PO LEO N

dam öldürmüş ve mahzun beşeriyete hayli kötülükler et­


mişizdir. İnsaniyet her yandan şekva.içinde... Fransa cüm-
huriyetine karşı silâha sarılmış olan Avrupa silâhını bı­
raktı. Yalnız sizin milletiniz kalıyor; hem de daha, kan,
her zamankinden ziyade akacak. Bu altıncı sefer uğursuz
delâletlerle kendini belirtiyor.
"Encamı ne olursa olsun tarafeyn bir kaç bin adam daha
öldüreceğiz. Ve nihayetünnihaye gene de uzlaşmak icap
edecek; çünkü her şeyin bir sonu vardır; hattâ kinli ihti­
rasların bile... Siz, Baş kumandan, siz ki doğuşunuz itiba-
rile tahta bu kadar yakınsınız ve ekseriya nazırları ve hü­
kümetleri gayrete getiren bütün küçük ihtirasların fevkın-
desiniz, bütün beşeriyetin velinimeti ve Almanyanm ha­
kikî halâskârı unvanına lâyık olmağa karar vermiş misi­
niz? Baş kumandan; bunu söylemekle ben Almanyayı si­
lâh kuvveti ile kurtarmanız sizin için mümkün değildir
manasını kasdediyorum sanmayın! Fakat harp taliinin size
yaver olduğu farzedildiği takdirde dahi Almanya bu yüz­
den daha az harabiye maruz kalacak değildir. Bana gelin­
ce, Baş kumandan, size açmak şerefi ile mübahi olduğum
tedbir sade bir tek adamın bile hayatını kurtarabilirse
bununla, kendimi, liyakat kespetmiş bulunacağım iftihar
tacından ve askerî muvaffakiyetlerin vereceği hazin zafer­
den daha müftehir addederim.”
Bu türlü bir mektup Arşidük üzerinde derin bir tesir
icra edebilirdi. Gayet mütetebbi, harbin alenî düşmanı
olduğu, memuriyetini ancak vazife fikrinden dolayı mu­
hafaza ettiği için bu vesika da eline geçince Viyanada im­
paratorun ve harp partisinin fikirlerini değiştirmeğe mu­
SEL 113

vaffak oldu. Filhakika reddedilirse ne olacak? Bonapart


her iki mektubu da şüphesiz neşredecek ve karşısına im­
paratorluğun cengâverce fikirlerini koyarak cümhuriyetin
İnsanî idealini medhede ede bitiremiyecek. Elinde maze­
ret olarak ta bizim ısrar ve taannüdümüz bulunduğu için
dilediği gibi yağma edecek. Ordusu daha şimdiden iler­
liyor; Leoben şehri de eline geçmiş.
İmparatorun murahhasları geliyor. Jeneral sahanlığın
aşağısına kadar onları karşılamağa iniyor. Onlara impa­
ratordan, Arşidükten hürmetle bahsediyor; ve murahhas­
lar onun şartlarım tetkik için - hakikatte ise Viyanada
istihbaratlarına devam için - on gün mühlet diledikleri va­
kit Bonapart onları supeye davet ediyor. Sofradan kalkar­
ken de kendilerine beş gün mühlet veriyor.
Viyanada düşman yatıştığı halde Pariste Direktörler en­
dişe içinde kalıyor. Nasıl? Büyük sulhu bu jeneral kendi
başına mı hazırlamak istiyor? Sonra onu, bizi devirmekten
kim meneder? Ve, kendi murahhaslarını beklemesini on­
dan, nezaketle rica ediyorlar. Bonapartın hasmı sıkıştır­
ması için bir vesile daha!... Pariste kendi hakkında ne dü­
şünüldüğünü biliyor; ve Direktuvara şu sert mektubu
gönderiyor:
"Bana gelince sizlerden istirahat istida ediyorum. Beni
kuşatmış olduğunuz itimadı hakkettim. Bütün askerî ha­
rekâtımda kendime asla dikkatle bakmadım. Hem bugün
bahtiyar olmak için lâzım gelen şan ve şereften daha faz­
lasını almış olduğum ve arkamda da İtalyanm muhteşem
ovaları bulunduğu halde, tıpkı son seferin başlangıcında
Napoloen — 8
114 N A PO LEO N

yaptığım gibi artık cümhuriyetin besliyemediği orduya


ekmek arıyarak Viyana üzerine atıldım. '
"İftira ve bühtan bana sıtku hulûstan ari niyetler yakış­
tırmak hususunda nafile yere gayret gütmüş olacaktır;
benim sivil mesleğim de askerlik mesleğim gibi olacaktır:
bir ve basit.” Gizli niyetleri saklıyan ne ustalıktır bu!
Bununla beraber müzakerat bitmek tükenmek bilmek­
sizin uzayıp gidiyor.
Onlara diyor ki:
— Verin bana Belçika ile Lombardiyayı; Almanya da
tacından mahrum prenslere tazminatta bulunsun.
Habsburklar esas itibarı ile kabul ediyorlar. Zira ne im­
parator, ne de Alman prensleri artık yıkılmağa müheyya
köhne imparatorluğa güvenmiyorlar.
Bu suretle Fransa kendine Renin öte kıyısında bir neza­
ret hakkı alıkoyuyor. Fakat Lombardiyanın ziyamdan do­
layı Habsburkların kendilerine ne suretle tazminat verile­
cek ?
O anda haber geliyor ki Fransızlar aleyhine serkeşlik­
ler, arkası sıra da katiller vukua gelmiş. Adaletçilik oyu­
nu oynamak için mükemmel fırsat çıkmıştır. Kuruntula­
rım yatıştırmak, yani matbuata beyanatta bulunmalarına
müsaade bahşolmak için Direktörlere şunu yazıyor:
"Ümit Burnunun keşfinden ve Trieste ile Ankone (An-
cone) doğduğundan beri inkıraza doğru giden Venedik
bizim kendisine vurduğumuz darbeler üzerine güç yaşaya­
bilir. Kabiliyetsiz, zelil, kat’iyyen hürriyet için yaratılma­
mış, topraksız, susuz ahalinin kendisini, kendilerine kon-
tinam verdiklerimizin eline bırakması tabiî görülür. Bü­
SEL 11 5

tün gemileri alacağız; tersaneyi soyacağız, bütün topları


kaldıracağız, bankayı tahrip edeceğiz; Korfu (Corfou) ile
Ankoneyi de kendimize alıkoyacağız.” Bu suretle zayıf
düşen Venedik, Habsburkların elinde kalabilir. Venedikte
eski zamanların kuvvetli adamlarına halef olmak üzere
bir kaç aristokrat aile tarafından müntehap ve vatanlarım
dünyada mevcut olabilecek en mürteci hükümet haline
getirmiş dermansız bunaklara gelince; Bonapart bunu hiç
umurlamıyor bile. Tiroldeki müzakereler sırasında doj-
lara yazıyor ki: "Toplama nidası: Fransızlara ölüm! sözü­
dür. İtalya ordusunun yüzlerce askeri şimdiye kadar bu­
nun kurbanı olup gitmiştir. Bizzat kendilerinizin teşkil
etmiş olduğunuz tecemmüleri nafile yere inkâr ediyorsu­
nuz. Sizler sanıyor musunuz ki, ben Almanyanın kalbi-
gâhında bulunduğum bir sırada dünyanın birinci milleti­
ne hürmet ettirmekten âciz kalırım? Sanıyor musunuz ki
İtalya alayları sizlerin tahrik ettiği katliâma tahammül
edecektir? Benim silâh kardaşlarımın kanının intikamı a­
lınacaktır. Ya harp, ya sulh. Şayet durdurmaz ve irtikâp
edilen cinayetlerin faillerini benim elime teslim etmezse­
niz harp ilân olunmuştur.”
Bir düzine kadar ihtiyar patrisiyeni yıldırmak isteyince
takındığı tavır işte budur. Senanın murahhasları ordugâha
geldiği vakit gayet fazla hiddetlenmiş gibi görünüyor ve
onlara şöyle hitap ediyor: "Ben ne meşrutiyet isterim, ne
de Sena. Venediğe karşı ikinci bir Attila olacağım! Artık
sizin tekliflerinizi filan istemem. Kanunlarınızı size ben
İmlâ ettireceğim!” Bundan bir az sonra şehrin teslimi sı­
116 N A PO LEO N

rasında, 99 yaşındaki doj kas katı düşüp ölüyor. Venedi-


ğin son doju o oldu. Bonapart bu sahneyi unutamadı.
Şimdi artık îtalyada işini bitirmiş değil mi? Gayesi ye­
rine gelmiş değil mi? Hakikatte onun için gaye yok. Her
adım ona yeni tasavvur ufukları açıyor: Venedik ona hay­
li sıçrama tahtası hizmeti görecektir. Adriyatik onun önün­
de serilmiş yatıyor; adalar onu cezbediyor. Son zaman­
larda, Romayı sulha icbar için Ankoneden geldiği vakit
nazarları, "İstanbul muhaberemiz için her noktai nazardan
esaslı olan” îonya adalarına ve Türkiyeye çevrilmişti:
"Buradan 24 saatte Makedonyaya gidilir!” Evelce erkânı
harbiyede sadece bir mirliva iken kendini bu uzak mem­
lekete göndertmek arzusunda bulunmamış mı idi? Şimdi
Ankonede Paşaların memurları vasıtası ile Yanyamn, İş-
kodranın, Bosnamn kadiri mutlak Paşaları ile münasebata
girişiyor.
Leobenden kendine Venedik adalarım temin ediyor;
Korfu ve Zanteyi işgal ettiriyor: "Korfu ile Zante bizi
Adriyatiğin ve şarkın hâkimi kılacaktır... Biz Türkiye im­
paratorluğunu nafile yere tutmağa çalışıyorduk; kendi
günlerimizde onun sukutunu göreceğiz; bu dört güzel a-
damn işgali bizim için onu tutmanın, yahut ta onu kendi
payımıza ayırmanın bir yolu olacaktır.”
Haddi zatinde, bu politika İngiltereye karşı tevcih edil­
miştir. Fransa İngiltereyi Hindistandan ayırmak için Ak-
denizde çoktan beridir sağlam üsler temenni ederdi. Fa­
kat bu emeller ilk defa olarak Bonapartın zatinde şahsî
arzudan doğan o tahakkuk kuvvetini buldu. Şarka, asırlık
düşmanı yenmek için göz dikmiyor; şarkı zaptetmek için
SEL 117

İngiltere ile münazaa çıkarmak istiyor. Muhayyilesi, her


zaman olduğu gibi ef’aline takaddüm ediyor. Şimdilik
daha ancak bir küçük kısmını elinde tuttuğu bu Avrupayı
kendine dar görüyor ve Burriyene diyor ki: "Avrupa bir
köstebek yuvasıdır. Büyük imparatorluklar ve büyük in­
kılâplar ancak ve ancak şarkta olmuştur; içinde altı yüz
milyon insan yaşayan şarkta...”

VIII

Beyaz ve yaldız rokoko nakışlı, yüksek kubbeli bir sa­


londa, yeşil ipekten büyük bir kanapenin üstünde, geç­
kince iki kadının ortasında on altı yaşında tatlı dilli, ca­
zip ve bir hükümdar nedimi gibi şımartılmış genç bir mü-
lâzim oturuyor. Kadınlardan biri, annesi, etrafındaki za­
rif zabitlere işve ile gülümsiyor; bakışı gençliğini hatır­
lara benziyor ve gûya, sevmek san’atında, Avrupalıdan
olma Amerikalı kadınlar gayet eyi anlaşır demeğe getiri­
yor. Bu işte arif ve hibre ehli güzel bir jeneral de onun
arkasında duruyor. Bu adam, hücum ehli, hücumu ihzar
cdemiyecek kadar hadit ve ümmi olmakla beraber tehlike
içinde iken şecaatli coşkunluğu kıt’aları tecemmü ettir­
mekte değeri haiz olan Massenadır. Ona her yerde kadın­
lar lâzımdır; nerede bulursa çaldığı para lâzımdır.
Bunda eksik olan bütün haslâtlara öteki adam, kadınlarla
konuşmakta olan iri başlı şu küçük adam maliktir; çirkin­
dir, insanın içine dokunacak derecede beceriksizliği vardır.
Allah bilir, ne biçim teshir ettiği dilber bir Viskontinin
bir tek selâmı üzerine aklını oynatacak gibi oluyor! Bu,
118 N APO LEO N

erkânı harbiye reisi Bertiedir, her dem faal, bugün tanzim


ve tertip ile, yarın da cenk etmekle meşgul, nazariyat hu­
susunda ve haritaları okumak san’atında şaşılacak derece­
de yeditulâ sahibi Bertie.
İşte yeşil kadife bir elbise ve tüylü muazzam bir şapka
ile tuhaf bir surette süslenmiş Müra (Murat), bu garip
karargâhı umumînin birçok adamları gibi halk çocuğu
Müra... Ojöronun kendine naklettiği açık saçık bir fıkrayı
dinliyerek iri iri gülüyor, bunula beraber o ki ne toplardan
korkar, ne de prenslerden, şimdi hoşlandığı şakayı kendi­
sine de tekrar etmesi için salonun öte başından Bonapart’ın
hanımı çağırınca belli ki sıkılıyor. Muaşeret adabını bilen,
Jozef, o fıkraya dair bir şey açmamasını Müraya işaret edi­
yor, zira kocası ile sıkılan Eliza, öteki hemşireleri kadar
güzel olmıyan hemşiresi Eliza pençerenin yanında oturmuş,
bu kaba hikâyelerden hoşlanarak kulak kabartıyor. O, bun­
ların hepsini de zaten Jozefinin muhitinde hüküm süren
edep ve terbiye hilafi edadan muazzep olan Madam Leti-
siyaya yetiştirebilir. '
Bahçeden sevinçli haykırışmalar geliyor: bu, Polin (Pau­
line) in berrak sesi. Her dem zevk ve eğlenceye düşkün o­
lan kız, biraderinin ona lâyık görüp ayırdığı jeneralle ev-
lenmezden evel, son günlerinin serbestliğinden istifade e­
diyor. Hippolit ile saklambaç oynamağa bayılıyor ve ba­
husus bu hal Jozefinin zıttına gittikçe daha keyfleniyor.
Bonapart, âmir ve hâkim, galeriden ağır ağır çıkıyor.
Parisli şair Arnold (Arnauld)ü, şairin orduya ve muha­
rebelere dair sorduğu suallere, bizzat kendi ef’aline dair
uzun bir nutukla cevap vererek, iki saat müddet kendisi
SEL 119

ile birlikte gezinti yapmağa mecbur etmiş. Kime hitap et­


tiğini eyi biliyor: Beriki onun cevaplarını neşredecektir.
Biraz önce hükümetteki buhrandan bahsetmiş, salona gi­
rerken de, yarım sesle, fakat şairin bir kelimesini bile kay-
betmiyeceği bir tarzda, sözü şu neticeye bağlıyor: "Bunun­
la beraber o buhrandan, sade bir tek adamın kudreti altı­
na sığınmaksızın kurtulmak mümkün olabileceğinden şüp­
he ediyorum, fakat o biricik adam, o nerede?”
O içeri girdiğinde tam bir sessizlik oluyor. Bütün zabit­
ler ayağa kalkıyorlar ve âmirlerine doğru dönüyorlar. Yal­
nız nedim kanapede oturmuş kalıyor; Öjen (Eugène) bu
hanenin kadiri mutlak melikesi olan hamiyesine güveniyor.
Milano civarında, Montebelloda, Bonapartın baharı ve
yazı geçirmekte olduğu muazzam şatodayız. Sulha intiza-
ren, Leoben mütarekesi harba nihayet vermiştir. Bonapart,
gençliğinde hülya ettiği Pariste şimdi tazimler ile muhat
bulunabilirdi; fakat uzakta kalmak müreccah olur hük­
münde bulunuyor. Vaktaki muzafferiyetlerinin siyasî ne­
ticeleri sağlam temeller üzerine oturtulacaktır, vaktaki
hükümetler onun anladığı gibi teşkil ve tanzim edilecek­
tir, işte o zaman işi tamam olacak, Parisi de o zaman dü­
şünecektir. O zamana kadar, hemen altı aya yakın müd­
detle, bir karargâhı umumîden ziyade küçük bir saraya
benziyen Montebelloda ikamet edecektir.
Bununla beraber Bonapartta hiç öyle sonradan görme bir
adam hali yok. Ne ise öyle görünmek istiyor: Müsavatı
ilân etmiş olan ihtilâlin evladı! Yeğit jenerallerinden biri
bazı bazı pot kırdığı vakit o, İtalya prens ve düklerinin
bakışlarından ürkmıyor. Aslını saklamak şöyle dursun, bi­
120 N A PO LEO N

lâkis onunla gösteriş yapıyor. Bir şarklı tavrı ile bütün ai­
lesini yanında oturmağa ve kendisinin teveccühünü arayan­
ların, yani îtalyamn yarısının tazimatını kabul etmeğe da­
vet ediyor. Şöhreti daha şimdiden uzakları tutuyor; taliini
bölüşmek istiyen bu adamların yanında, gelip işlerini ona
açan birçok insan kalabalığı daha var; hepsini de memnu­
niyetle kabul ediyor, hepsine nasihatlar veriyor.
Mütaazzım ve pek ahlâklı anasına gelince, o, fena şöh­
retle ittiham edilen Jozefini güçlükle kabul etmiş. Bonapart
ta her ne kadar karısının her şeyini affeder ve hiç bih dile-
diiğni her ne kadar reddedemezse de onu anasının yanında
alıkomağa ve anası hakkında hürmet göstermeğe mecbur
ediyor; Madam Letisia herkese sevimli gözüken ve çocuğu
olmıyan bu Amerikada Avrupalrdan olma kadına karşı
hiddet besliyor. Dünyaya on üç çocuk getirmiş Korsikalı
kadının nazarında onun bu kısırlığı şerefsizliktir. Bazı is­
tihfaf kâr nazarlar bu hususta oğlunu kabahatli görüyor;
onca kabahat oğlunda değil, zevkten yıpranmış bu kadın­
dadır.
Muharebelerinden ve muzafferiyetlerinden sonra oğlunu
ilk defa gördüğü zaman, Bonapart anlatır: "Beni tetkik et­
ti, zayıflamış buldu, ona kederlendi” der.
Bana:
—Sen kendini öldürüyorsun! dedi.
—"Bilâkis, bana öyle geliyor ki yaşıyorum.
—De ki, ileride, atide yaşıyacaksın, fakat şimdi...
—Pek eyi, signora, bu ölmek mi demektir?
Bontpart anasından ayrılırken ona der ki:
"Anne, sıhhatinize mukayyet olunuz, siz de ölecek olur­
SEL 121

sanız benim üzerimde artık kimsenin baskısı, hükmü kal­


maz”.
Kız kardeşleri, erkek kardeşlerinden üçü ve Feş (Fesch)
dayısı Montebelloda keyfli hayat sürerler. On altı yaşın­
daki dilriiba Polin, Napoleonun emri üzerine bir aşk iz­
divacı yapmaktan menedildiği için bu yüzden Jozefine kar­
şı şiddetle öfke besler, şimdi Jeneral Lökler (Leclerc) ile
evlenmeğe mecburdur.
Şatonun şapelinde onların izdivacı tes’it edildikten son­
ra Napoleon, büyük hemşiresinin evlenmesini de dinî me­
rasimle yaptırır, Vatikan nezdinde eyi itibar kazanmağa
o derece büyük ehemmiyet atfeder. Bütün bu şenliklere
yabancı kalan anası bu işlerden hemen sonra tekrar Kor-
sikaya gider.
Artık bugün gûya herhangi bir ada mevzuu bahs imiş
gibi Bonapart, "bu ada, bu eyalet” dediği yeri, Paolinin
müracaat nidasından beri işgal eden İngiltereden, şu İtal­
ya seferinde, ondan uzak olduğu halde tekrar almıştır.
Bir gece, sis varekn, sahile, — "vatanseverlere cesaret ver­
mek için,, para ve silâhla mücehhez — yirmi kadar adam
çıkarmıştır; beyannameler dağıttırmıştır, eski zamanki
dost ve rakıybi Salisettiyi oraya göndermiş, ve evvelce üç
kere boşuna deneyip zorladığı yeri böylelikle yüz fersah
mesafeden istirdada muvaffak olmuştur.
Letisia vakti ile bütün ailesini ada dışarı etmiş olan ay­
ni halkın bu gün kendini alkışlarla kabul ettiğini görünce:
— Aradan daha ancak dört yıl mı geçti ne! o istihkâm
şıı mu idi?
Bonapartın emri üzerine Eliaznm kocası şimdi, Lüciye-
122 N A PO LEO N

nin çoktanberi levazım müdürü bulunduğu ktı’aların ku­


mandasını deruhde ediyor. Boııapart şimdi artık adasını,
şüphesiz, romantik, modası geçmiş bir aile mekânı diye
düşünüyor, oraya ancak ihtiyar hısım akraba yerleştirilir.
Son zamanlarda Burbonlardan, taht ve taç iddiasında
bulunan zatin el yazısı ile gönderdiği ve içinde Bonapart
kendi nam ve hesabına muharebe ettiği takdirde ona
"Dük” hattâ "Korsika visruvası” unvanını vereceğini
söylediği mektubu Jeneral gülümseyerek okumuştu.
Montebelloda Bonapart hususî hayatı ile debdebe ha­
yatını ilk defa olarak ayrı ayrı geçiriyor: Bir prensin da­
ha çocukluğundan itibaren öğrendiği şey... Hayli şaşılacak
şeydir ki sarayının muhafazasını Fransızlara değil de emri
altında hizmet gören 200 Lehli lejiyonere tevdi ediyor.
Ve muharebeler esnasında esir edilmek tehlikesini geçire-
liden beri de, kendine, en iri ve en eyi askerlerinden "gid„
tesmiye olunan ve cesareti her noktadan müsellem bir mu-:
hafız takımı teşkil etmiştir.
Etrafım bir sürü emriber ve kuriye kuşatıyor, her yan­
dan murahhaslar geliyor: San Markonun aslını, Sen Pi-
yerin anahtarları, Viyananın, Livornanın, Cenovanm, mu­
rahhasları ile dirsek dirseğe. Sofrası açık; ve memleket â-
detince, kendi yukarıki galeride oturmak üzre, bütün me­
raklıların ziyafette hazır bulunmalarına müsaade ediyor.
Bu suretle onlar şehadet edeceklerdir ki Bonopart ta tıp­
kı kendileri gibi memleketin Nostrano şarabım içiyor.
Hizmet mes’elelerine dair bütün onunla işi olanlar, hep­
sinin içinde en sade giyimli ve hiç sıkılmaksızın yanına
yaklaşanları şöyle karşıda tutmasını bilen' bu 27 yaşındaki
SEL 123

vakur ve sade jeneralin güvenişine şaşıyorlar. Bütün rapor­


lar da buna eşhadet etmektedir. Huzuruna kabul ettikle­
rinin çoğundan daha kısa boylu olduğu halde daha büyük
gözükmeyim diye asla dim dik durmıyor. Onunla konu­
şulurken hafifçe baş eğiliyor, bu küçük hareket ise size
derhal bir recacı, bir şefaat dileyici tavrı veriyor; bir be­
den kusurundan bu suretle öyle bir istifade çıkarıyor ki
ruhî neticeleri sayısızdır.
O zamanlar, bir zair şunu yazmıştı:
"Şayet bu adam bir harp meydanında ölmek saadetine
ermezse, dört yıl sonra ya sürgünde çürüyecek, ya da bir
taht işgal edecektir.,,
Bonapart kendi devrinin adamı olduğu için şöhretine
dikkat ediyor, ve bu itibarla yanında birinci "mat­
buat âmiri” unvanlı usta bir gazeteci alıkoyuyor. Bu­
nun vazifesi Paristeki efkârı umumîye üzerinde o­
nun lehinde tesir uyandırmak ve Direktörlerin sin­
si ef’aline karşı da mücadele etmektir. Plutarkın telmizi
olduğu cihetle isimlerin ahlâfa nasıl intikal ettiğini bili­
yor, etrafına İtalyan şairler, tarihçiler, âlimler ve san’at-
kârlar toplayor. Bıldır, Milanoya girdiğinden birkaç gün
sonra, işinin arasında, bir heyetşinasa şu şaşılacak cümlele­
ri yazmıştı: "İnsan beynini yetiştirip büyüten ilimler ve
fenler, hayatı güzelleştiren ve yüce işleri torunlara nakle­
den san’atlar, serbest hükümetlerde mahsus surette şeref
ve tazim görmelidir. Bütün dehâ sahipleri, edebiyat cüm-
huriyetinde bir mevki tutmuş bütün zevat, kendilerinin
doğduğunu görmüş olan memleket hangisi olursa olsun,
hep kardaştırlar.,,
124 N A PO LE O N

O zamana kadar âlimler şöyle bir kenarda yaşamışlardı,


şimdi düşünce serbestliği hüküm sürüyor: artık ne tecviz-
sizlik vardır, ne de istibdat; gelsin herkes onun etrafına
toplansın, dileğini ona bildirsin; her kim Fransaya gel­
mek isterse eyi karşılanacaktır. Zira; "Fransız milleti bir
riyaziye âliminin, şöhretli bir ressamın, icra ettiği san’at
ne olursa olsun mümtaz bir zatin kazanılmasına en zengin
ve en bereketli bir şehrin kazanılmasından fazla bir değer
atfeder. Şu halde, vatandaş gelin siz bu duyguların Milan-
yada bulunan mümtaz âlimler nezdinde mürevvici olun...”
Arkadaşlarından bir çoğu gibi yapacak hiç bir işi olmı-
yan genç bir ataşeyi Italyan hükümetlerinin, kendi kolek­
siyonları içinde muhafaza ettikleri bütün şeylerin bir lis­
tesini çıkarmağa memur ediyor: ellerindeki değerli par­
çaları Parise göndermelerine onları mecbur etmeğe inti-
zaren...
Paris Konservatuvarı için İtalyan musikisini kopye et­
tiriyor. Zira, diyor ki: "Serbest güzel san’atlar arasında
ihtiraslar üzerinde en büyük tesiri olan, kanun vaziinin
en ziyade teşvik ve tergip etmesi lâzımgelen güzel san’at
budur. Güzel yapılmış bir "kantat,, aklı erdiren, fakat bizi
hareketsiz bırakan ve alışkanlıklarımızdan en küçüğünü
bile kandıramıyan bir ahlâk kitabından fazla bize doku­
nur, bizi rakikleştirir ve üzerimizde tesir bırakır.,,
Enstitü azası olduğu cihetle bu unvanı bütün hizmet
kâğıtlarım başlığına yazıyor. Yazıyor ki: "Fransız cüm-
huriyetinin hakikî kudreti bundan böyle kendine mal ol­
madık hiç bir yeni düşüncenin var olmasına müsaade et­
memekten ibaret olmalıdır.,, Teklifsizleri ile laubali görü-
SEL 125

şiirken de diyor ki: "Asker, âmirini olduğundan daha oku­


muş ve hakim görmelidir; bu unvan ona karşı saygı
besletir.,,
Bütün bunlar yalnız bir devlet recülünün vasıflarını de­
ğil, hükmetmek için yaratdmış bir adamın vasıflarını da
gösterir. Hareketlerinin, yazılmış veya söylenmiş kelime­
lerinin her biri halk üzerinde bırakacağı tesire göre renk­
lenip nüktelenmiştir. Fakat kapılar kapanıp ta mahremle­
ri ile baş başa kalınca kalbi serbestçe açılır.
Zamanının en zeki adamlarından biri yazar ki: O vakit
onun şahsiyetinden öyle bir nüfuz ve kudret taşardı ki o
nüfuz ve kudret kendine yaklaşan herkese azametle, üstün­
lükle tesir ederdi. Hareketlerinde biraz beceriksiz olsa da
bakışında ve sözünde öyle bir azmü kat’îyet vardı ki, her­
kes onu sayardı. Kalabalık içinde iken tesirini daha art­
tırmağa çalışırdı, fakat mahremiyetinde sade ve laübali i­
di; şaka etmesini severdi, şakaları da acı değil, bilâkis tat­
lı idi. Ekseriya bizim oyunlarımıza katılırdı. Gayet büyük
bir kolaylıkla çalışırdı. O devrede, işler o kadar sıkışık ol­
madığından dinlenme saatlerinde yanına kolaylıkla varıla­
bilirdi; fakat bir kere odasına çekildi mi, artık kimse onu
rahatsız etmemeli idi... Dimağı mütemadiyen uyanık olan
bütün asabı mizaçlılar gibi çok uykuya ihtiyacı vardı; ek­
seriya sırtı sıra 10 veya 11 saat yatakta yattığını görmüşüm-
dür. Kendini uyandırtmağa mecbur oldu mu o hale mü­
kemmel tahammül ederdi ve duyacağı yorğunluğa göre ya
önceden, ya da sonra dinlenirdi. Yaratılıştan bir eyi âdeti
vaı dı, nerde ve ne zaman dilerse uyuyabilirdi. Şiddetli id­
126 N A PO LEO N

manı sever, ata çok biner, kötü bindiği kadar da hızlı gi­
derdi”.
Memnuniyetle konuşurdu ve muhaverelerine mevzu ola­
rak ta ya siyasiyatı, ya da umumî mahiyette mes’eleleri alır­
dı. Sohbet uzadı mı hikâyeler söylemesini teklif eder, bazan
kendi de zihninden hikâyeler uydururdu. En güzel kadın­
lar onun için nafile yere masrafa girerlerdi. Jozefini gerçi
geçen yıl onu aldattığı ve hayal sukutuna uğrattığı zaman­
dakinden bir parça daha az çılgınca severdi. İhtirasının a­
levi artık o kadar yakıcı değildi... Şimdi artık mektupların­
da şefkat, tebessümler, niyazlar buluruz. Ordugâhtan ona
şunu yazmış:
"Sen kederlisin, sen hastasın, artık bana yazmıyorsun, Pa-
rise savuşup gitmek istiyorsun. Artık, dostunu sevmiyecek
misin? Şirin dostum, keder nedir tadalı hayat bana çekil­
mez geliyor. İhtimal papa ile sulh yapacağım ve yakında
senin yanında bulunacağım”.
Üç gün sonra da:
"Roma ile sulh şimdi aktedilmiştir. Bologna, Ferrare,
Romagne Cümhuriyete teslim edilmiştir.. Elinden bir ke­
lime yazını bile alamıyorum... Allahım! Benim taksiratım
ne? Sen, benim üzerimdeki mutlak nüfuzunu, şüphesiz,
çok eyi bilirsin. Yaz bana, beni düşün ve sev beni... Ömrü
oldukça senin olan...”
Monddaki güzel zarafetine hayran kaldığı Jozefinin:
sürekli huzurundan, ilk defa, Montebelloda kâm alıyor. A­
ra sıra onunla birlikte Lak Majör (Lac Majeur) e kaçıyor.
Orada (skala)nin yıldızı olan Grassininin o sıcak sesi ile
Monteverdinin bir "apassionata” sini terennün ettiğini din­
SEL 127

lemekten hoşlanıyor. Mürakabeye dalan Bonapart, o zaman


refikasının elini avucu içine alıyor.
Yaverlerinden biri nakleder ki: "Arabada refikasına pek
istekli itinalar gösterir ve onunla sık sık karı koca teklif­
sizlikleri yapardı, ki yalnız bizi sıkmakla kalmazdı...”

IX

Ya Pariste? Dündenberi orada ferasetli bir müşahit bu­


lunuyor. O zamana kadar içinde yalnız avukatların bulun­
duğu kabinede bu gün bir devlet recülü müteyakkız du­
ruyor.
Papanın ihtilâlci diye tardettiği eski Fransız asilzadele­
rinden piskapos Taleyran (Talleyrand) hadisatın cereya­
nım Amerikadan gözlemişti. Memleketine tekrar yeni gir­
miş ve iktidar mevkiinin bir kısmım da zaptetmiş. Yeni in-
tihabattanberi ekseriyeti mürtecilerden ibaret bulunan mec
lisler Direktuvara şiddetle hücum etmişlerdi; onun jenera-
li Avrupayı ihtilâle vermek... harbi boyuna sürdürmek is­
tiyordu... YTenediğin cebir ve hile ile soyulması bir ar idi...
Bütün bu şeyler ihtimal pek doğru idi, fakat bu ittihamlar
ordugâha geldiği vakit kudretli adam buna istihfaf ile gü-
lümseyor ve bütün cevap olmak üzere meclislere en kısa­
larından bir muhtıra gönderiyor:
"Sizlere beyan ediyorum ve 80,000 kişi namına söyleyo-
rıım ki alçak avukatların ve sefil gevezelerin yeğit asker­
leri öldürttükleri zaman artık geçmiştir” diyordu.
lüvvelce Ojöroyu direktörleri, tıpkı vakti ile kendinin
ile müdafaa ettiği gibi müdafaa etmek üzere göndermişti.
128 N A PO LEO N

Kuralcılarla papazların kudreti artıyor ve cumhuriyet ka­


nunu esasisini git gide tehdit ediyordu. Tahtı şöyle bir el
çabukluğu ile tekrar zaptetmesi için Burbonlardan birinin
F'ransaya girip gayrı memnunların başına geçmesi kâfi ge­
lecekti. Direktuvarın azaları o zaman küçük bir hükümet
darbesi yapıyorlar, üç yerine beş olacaklar; istiklâlleri tey-
yüt ediyor.
İlk defa olaraktır ki haricî siyaset, meslekten olan bir
adama tevdi edilecek. O da yegâne korkunç rakıybin kim
olduğunu bilmekte gecikmiyor; onun şahsında istikbalin
adamım keşfediyor, ve, onun emniyetini kazanmak için
kat’î bir karar ile, şimdilik kendini ikinci safta tutuyor.
Taleyran her noktada Bonaparta muhaliftir. Kat’îyyen
hükümran olmak için değil, fakat müzakere etmek için ya­
ratılmış, paradan başka hiç bir şeye karşı ihtirası yok, so-
vuk, hilekâr, hulûssuz ve emniyetsiz, şeraite göre değişir
bir adam olan Taleyran o sivri burnu ile daima rüzgârın
nereden estiğinin kokusunu alıra benziyor. Kırk yıl müd­
detle talii iktidar mevkiindeki bütün rejimlere bağlı ka­
lacaktır: cümhuriyet, imparatorluk, kıralhk; bunların hep­
sinin himayesi ile tutunacak, kendini bunlardan hiç birine
asla maletmiyerek... Taleyran topaldır, aksar. Üniforma ye­
rine de sırtına o cüppeyi geçirmişti ki vakti ile Rişölyö
(Richelieu) de Fransayı o cüppe içinde idare etmişti. Bo­
napart ile ölçüşecek kuvvette bir o vardır; Bonapart yaka­
sını ondan hiç bir vakit sıyıramıyacaktır, hattâ ondan nef­
ret edeceği zaman geldiği vakit dahi...
Nihayet Taleyran düşecek, bu düşüş—efendisinin de su­
kutu yakın olduğu cihetle—gülümseye gülümseye o topal
SEL 129

bacağı ile, düşmanın hizmetine girmeğe gitmek için olacak­


tır. Her kesin nazarında Bonapartın sukutunu tacil eden,
Taleyrandır; kadere nazaran ise o, yalnız kendi hatası yü­
zünden düşmüştür.
Şimdilik onun o engin zekâsı, ondaki herhangi bir pren­
sibin mutlak fikdanı kendini Bonaparta tasdik ettiriyor.
Bonapart ilkbaharda hazırlamış olduğu sulhu Udinede
aktetmeğe gidiyor. Eski bir soyun bu torununda, bu insan
sarrafı adamda, bu soğuk nihilistte tam işine yarıyacak a -.
leti görüyor. O zamana kadar yalnız askerlere ihtiyacı ol­
muş ve onları bulmuştu, şimdi artık devlet recülü olduktan
sonra ona daha başka türlü iş arkadaşları da lâzım. Avus­
turyalIlarla müzakere ettiği ayni zamanda "haricî müna­
sebetlerin” yeni nazırına da siyasî programım uzun bir
mektupta, bütün müstakbel faaliyetine kendisini de işti­
rak ettireceğe benzer o bir nevi nişanlanma mektubunda
takrir ve teşrih ediyor. "Bütün gururumuza rağmen biz
manevî siyaset ilminin çok cahiliyiz. İcraî, teşriî ve adlî
kuvvetlerden ne anlaşılmak lâzım geleceğini hâlâ tayin e­
dememişiz... Fakat bütün salâhiyetlerin miletten nebean et­
tiği, hükümdarı bizzat milletin kendi olan bir hükümette,
buna yabancı kalan şeyleri ne diye teşriî kuvvetin muayyen
vazaifi meyanmda addetmeli? Şu halde Fransız milletinin
teşekkülü hakikatte daha ancak taslak halindedir.”
Bu mektubu gördüğü zaman Taleyran kendi kendine:
—Bu ne içini döküş, bu ne kalp saffeti bu? diyor ve gü-
lümsiyor.
"Otuz milyon kişilik bir milletin, hem de on sekizinci
asırda, vatanı kurtarmak için süngülere müracaate mecbur
Napoleon — 9
130 N A PO LEO N

kalması ne büyük bir felâkettir! Keskin ilaçlar kanun va­


zom töhmetli çıkarır. Zira bir kanunu esasî ki insanlara
verilmiştir, insanlara göre hesap edilmiş olmak gerektir”.
Taleyran kendi kendine şunları söyliyor:
—Bu adamın hedefleri bu derece yüksek mi? Bonapart
artık muharebelerin zaferinden yorulmuş ta, bize diktatör-
cesine, cebren yeni bir kanunu esasî mi vazetmek istiyor?”
Ve daha aşağısında şunları okuyor:
"Biz neden Malta adasını zaptetmiyelim... Ben onların
mallarım mahsus müsadere ettirdim... Malta, Korfu v.s.
sayesinde bütün Ak Denizin hâkimi ve efendisi oluruz.
Şayet, olur ki İngiltere ile sulhumuzda Ümit Burnunu bı­
rakmağa mecbur kalırsak, bizim de Mısırı zaptetmekliği­
miz lâzımgelir...
Buradan sekiz veya on harp gemisi veya Venedik firka­
teyninin muhafazası altında 25,000 kişi gönderilip orası
zaptedilebilir. Mısır Osmanlı hükümdarına ait değil. Bizim
Mısır seferimizin Babıâli üzerinde ne gibi bir aksülamel
yapacağım bana bildirmek üzere, arzu ederdim ki, Pariste
malûmat edinesiniz”.
Sivri burunlu diplomat kaşlarım gittikçe çatıyor. Hisse­
diyor ki bu adam muhakkak bir dâhidir, şeytanın bizzat
kendisidir.
Birkaç hafta sonra, en nihayet şunu okuyor:
"İhtimallerle terekküplerin hesabından başka bir şey ol-
mıyan hakikî politika bütün harekâtın esası olmak üzere
alınacak olursa biz uzun zamanlar Avrupamn büyük mil­
leti ve hakemi oluruz. Daha fazlasını söyleyim: Avrupamn
muvazenesini tutuyoruz; onu dilediğimiz gibi meyillendi-
SEL 131

titiz, ve hattâ, kaderin emri böyle ise, birkaç yıl içinde,


coşkun ve heyecanlı bir hayalin sezdiği ve ancak dışından
sovuk, sebatlı ve muhakemeli adamın erişebileceği o bü­
yük neticelere varılmağı da imkânsız görmiyorum”.

—Bu Alman diplomatları da işleri ne kadar sürüncemede


bırakıyorlar!
Haftalardanberidir ta gece yarılarına kadar müzakere,
münakaşa ediliyor ve şu prensler, aklı başında bir adamın
iki saat içinde verebileceği imzayı atmağa bir türlü karar
veremiyorlar. Her zaman gözleri Viyanaya, timsali tahtı bü­
tün müzakerelere riyaset eden imparatora dönük.
Jeneral emrediyor ki: "Başlamazdan evel şu koltuğu kal-
dırtın. Ben böyle çok yükseğe kaldırılmış hiç bir koltuk
görmedim ki hemen üzerine çıkıp kurulmak hevesini duy­
mayım”.
Yeni nazırına dinlettiği deliller, sulhu hazırlamak için
birçok hafta sarfetmeğe mecbur olduğundan dolayı gaza­
ba gelmiş bir adamın hasbuhalleri gibidir, velevki bu sulh
Avrupanın yıllardanberi beklediği sulh olsun. Nihayet
sabrı tükeniyor ve dürüşt kelimelerle çıkışıyor. Avustur­
yalIların karşısında :
"Meğer ben lüzumundan fazla itilâfkâr davranmışım.
Size daha dokunaklı darbeler indirmeli imişim. Benin kıy­
metli vaktimi alıyorsunuz! Ben kırallarla birim! Bana bir
kongreden dem vuruluyor!... Biz elimizde olan vasıtalarla
iki yılda Avrupayı kâmilen fethedebiliriz. Demiyorum ki
132 N A PO LEO N

böyle bir niyetimiz var. Biz milletlere süratle sulhu ver­


mek istiyoruz... Siz diyorsunuz ki, efendiler, talimatınız
şöyle imiş, böyle imiş, ya talimatınızda şimdi gece oldu de­
seydi, onu da müdafaa edecek mi idiniz?
Sonra da, onları ürkütmek için, mahsustan öfkeye tu­
tulmuş gibi yapıyor, fağfuru kırıyor ve nihayet sulhu ak-
tediyor. O sulh neticesinde, imza edenlerden her biri ken­
dine altı ay evel ne vadedilmiş ise onu elde ediyor.
Bu haber üzerine, Avrupa derin bir nefes alıyor. Ya Bo-
napartın içinden neler geçiyor? Fransa ile Almanya ara­
sındaki altı yıllık bir muharebeyi nihayete erdiren Kampo-
Formio (Campo-Formio) sulhunun ertesi günü o, Direk-
tuvar azasına, gûya dünyanın en basit işi mevzuu bahs i­
miş gibi şunları yazıyor:
"Yakında İngiliz monarşisini hiçe indirmek bizim hükü­
metimiz için elzemdir. Yoksa bu ada milletinin entrika­
ları ve ahlâk bozuculukları ile ezilmekliğimize intiazr et­
meliyiz. Zaman müsaittir. Olanca gayretimizi donanma­
mızın inşasına tevcih edelim, Avrupa da ayaklarımızın
altında kalır”.
Sonra deniz ordusuna hitaben bir tebliğde bulunuyor:
"Arkadaşlar, Avrupa kıt’asım sulha yatırır yatırmaz, de­
nizlerin de hürriyetini almak için sizlerle birleşeceğiz...
"Sizlersiz, biz, Fransız namının şanım ve zaferini Avru­
pa kıt’asının ancak bir küçük köşesine götürebiliriz; fakat
sizlerle birlikte denizleri aşacağız, millî şan ve zafer de
en uzak havalileri görecektir”.
Korkunç projeleri ile dopdolu zaferinin kasırgası için­
de azgın koşusunu takip ederek Bonapart îtalyaya dair
SEL 133

son emirleri vermek üzre Milanoya dönüyor. Zira, şimdi


sulh muahedesini elinde tuttuğu için artık Parise gitmek
istiyor* Milletine söz söyliyen bir Prens tavrı ile Alp be­
risi cümhuriyetine şu tabirler ile hitap ediyor:
"Nöbetsiz, ihtilâlsiz, nifaksız hür olan bir milletin ta­
rihte ilk misali sizsiniz. Biz size hürriyet verdik, onu mu­
hafaza etmesini bilin. Sizler umumiyetle kendi kuvvetini­
zin ve hür bir adama yaraşır vekar ve temkinin duygusu*-
na nüfuz etmeğe mühtaçsınız. Şayet Roma milleti de ken­
di kuvvetini aynı Fransız milleti gibi kullanmış olsa idi,
Roma kartalları bugün hâlâ Kapitolün üzerinde bulun­
makta olurdu, on sekiz asırlık bir esaret te insan soyunun
şerefini düşürmezdi. Şimdiye kadar yalnız ikbal hırsı ve
iktidar mevkii aşkı için yapılan bir işi ben hürriyeti pe­
kiştirmek ve kuvvetlendirmek için sırf sizin saadetiniz uğ­
runda yaptım... Bir kaç gün sonra sizlerden ayrılıyorum.
Cümhuriyetinizin saadet ve zaferine karşı daima canlı bir
ihtimam ve şefkat besliyeceğim.”
Bu tarzda konuşan adam bir asker midir? Yoksa bütün
milleti çoşturacak kelimeleri kendisine heyecan söyleten
bir şair midir? Fransaya avdetini düşündükçe sabırsızlık­
tan içi içine sığmıyan Bonapart yanında bir kelime bile
söylemeksizin kendini dinleyen usta ve tutumlu bir diplo­
mat olduğu halde Montebello parkında geziniyor. Dâhi­
lerin bazı bazı kendilerine mesağ verdikleri o içini dökme
nöbetlerinden biri sırasında ansızın, düşüncelerine serbest
bir cereyan veriyor:
. "Siz hiç zanneder misiniz ki ben Italyada muzaffer ola­
yım, Paristeki Direktuvar avokatlarının azametini vücu­
134 NAPO LEO N

da getirmek için? Ve zanneder misiniz ki bu muzafferiyet


bir cümhuriyet kurmak için olsun! Ne münasebet! Otuz
milyon kişilik bir cümhuriyet! Hem de bizdeki ahlâkla!
Bizdeki noksanlarla!.. İmkân bunun neresinde? Bu, Fran­
sızların aşırı kapıldıkları bir hayaldir, niceleri gibi bu da
geçecektir. Onlara zafer lâzımdır, öğünmelerini tatmin et­
mek lâzımdır; fakat hürriyet, onlar bundan hiç bir şey an­
lamazlar. Orduya bakın; elde ettiğimiz muvaffakiyetler,
muzafferiyetlerimiz fransız askerini hakikî seciyesine da­
ha şimdiden kavuşturmuştur. Onun her şeyi ben im. He­
le Direktuvar, kumandanlığı benden çekip almağı aklından
geçirsin de görür o, hâkim olup olmadığını...
"Millete bir baş lâzımdır, zaferden şan kazanmış bir baş;
yoksa öyle hükümet nazariyeleri ile, cümlelerle, ideolog­
ların nutku ile şan kazanmış bir baş değil; Fransızlar böy­
le şeylerden hiç anlamazlar... Sizin memleketinize gelince
burada cümhuriyetçilik unsurları Fransadan da daha az­
dır ve bu memlekete bütün sair memleketlerden daha az
gösteriş lâzımdır... Esasen benim niyetim AvusturyalIlarla
işi kat’iyyen o kadar çabuk bitirmek değildir. Sulh benim
menfaatim dahilinde değildir. Siz benim ne olduğunu, İ-
talyada şimdi neye kadir bulunduğumu görüyorsunuz. Şa­
yet sulh yapılırsa, eğer ben kendime bendettiğim bu ordu­
nun artık başında bulunmıyacak olursam bu iktidar mev­
kiinden, kendimi çıkardığım bu yüksek vaziyetten vaz ge­
çip Lüksemburkta avokatların yüzüne gülmekliğim lâzım
gelir. Ben İtalyadan ayrılabilirim, ancak gidip Fransada
aşağı yukarı burada oynadığım role benzer bir rol oyna­
mak için... Daha bunun zamanı gelmemiştir, armut daha
SEL 135

pişmiş değildir.... Bir fırka Burbonların lehine baş kaldı­


rıyor, ben onun muzaffer olmasına yardım etmek istemi­
yorum. Cümhuriyet fırkasını bir gün zaif düşürmeği çok
isterim, fakat isterim ki bu, benim nef’ime olsun, yoksa es­
ki hanedanın değil...”
Bunlar Bonapartın hakikî tasavvurlarıdır ve: "Her şey
benim önceden görmüş olduğum minval üzere cereyan e­
diyor ve bundan dolayı hayrete düşmiyen biri varsa o da
benim. İstikbalde de aynen bu böyle olacaktır. Ben hangi
noktayı istersem oraya varacağım” demekte hakkı vardır.
O esnada ağzından böyle bir sürü sır daha kaçırıyor ki
sonradan biri bunları ona hatırlatmağa cüret edecek olsa
baştan başa inkâr eder.
Elde ettiği şey ona kâfi gelmiyor, zira, iki yıl sonra 1-
talyadan Buriyen ile birlikte ayrıhken diyor ki: "Haydi
bakalım, haydi bakalım; bu sefer gibi bir kaç büyük vaka
daha... Ben de âtiye ve ahlâfa intikal edebilirim.” Dostu,
tarihte bu yerin kendisine daha şimdiden bolbol sağlan­
mış olduğunu söyleyince Bonapart buna karşı gülerek şu­
nu söyliyor: "Ah! Ya! evet! yapılan kâfi mi? Hoşsunuz!
Yarın ben ölsem, on asır sonra, umumî tarihte yarım sa-
hifelik bile bir yer tutmam”.

XI

Lüksemburgun avlusu amfiteatr haline konmuş... Düş­


mandan alınmış silâhlar ve bayraklar, ihtilâl beyanname­
leri arasında, vaktile "Pairs de Frans” ların kırallarınm
etrafım kuşattıklarını görmüş olan aynı duvarı süslüyor.
1 36 N A PO LEO N

Bu kânunu evel gününde şenlik içinde olan bütün Paris


safravî benizli, kısa boylu o meşhur adamı görmek üzere
toplanmış. Dilber fettanlar ilk safta, halkın alkışlarından
bir haftadır sıvışan adamı keşfetmeğe teşne...
Direktuvar azaları tribünde daha şimdiden yerlerini tu­
tuyorlar. Hürriyet havası uğulduyor, nakaratını halk ta
hep bir ağızdan söyleyor, sonra her yanı sessizlik kapla-
yor. Mahmuzların ve kılıçların şıkırtısı işitiliyor. Bütün
çatı deliklerinden başlar sarkıyor: İşte o, işte.
Seferi kıyafetinde, ciddî ve ihtiyatlı, elinde de bir tomar,
Bonapart güvenişli bir adımla ilerileyor; üç yaveri ile sır­
madan pırıl pırıl yanan beyaz ipek çoraplı bir adam da
arkasından geliyor. Bu esnada top patlayor, eski topçu
mülazimini selâmlayor. Alkış tufanı kopuyor, avluda ve
sarayda yankılar uyandırıyor ve onun geçmesini gözleyen
binlerce seyircinin bulunduğu sokaklara kadar yayılıyor.
Sonra bir sessizlik... Taleyran söze başlayor. Parlak ve us­
talıklı nutku, dinleyenlerden pek azının anlayabildiği muz-
mer fikirlerle dolu; Adamın, memleket kurtarıcının eski
zamanlara has sadeliğini, zaferi istihkarım medhediyor.
Ve nutkunu şu sözlerle bitiriyor: "Tekmil Fransa hürro-
lacaktır; fakat ihtimal ki o, kendi, asla hürrolacak değil­
dir; onun kaderi, tecellisi budur”.
Alkışlıyorlar, fakat bu kalabalığın içinde dahi bir tek
kimse var mıdır ki bu son cümlenin derin hakikatini, ba­
tta iğnesini sezmiş olsun?
Bonapart deriliyor. Ne söyleyeck? "Vatandaşlar, Fran­
sız milletinin, hürrolması için, kıralları yenmesi icabedi-
yordu. Yirmi asırdır Avrupayı din, feodalite, kırallık mü-
SEL 137

tevaliyen idare etmiştir, fakat temsilî hükümetler devri


ise, sizin şu aktettiğİniz sulhten itibaren başlıyor.
"Hudutları bizzat tabiat tarafından bu suretle tahdit e­
dilmiş olan ülkede Büyük Milleti teşkil ve tanzime mu­
vaffak oldunuz. Daha fazlasını da yaptınız. Güzel san’at­
ları, fenleri ve beşiği bulunduğu büyük adamları ile Av-
rupanın evvelce bu derece meşhur olmuş olan en güzel
iki parçası, cetlerinin mezarından hürriyetin ruhunun çı­
kıp yükseldiğini en büyük ümitlerle görüyor. Bunlar, iki
kaidedir ki, kader, üzerlerine iki kudretli millet yerleşti­
recektir. Zati haşmetpenahîi imparatorî tarafından tasdik
buyurulan Kampo Formiyo muahedesini sizlere tevdi ile
mubahiyim. Vaktaki Fransız milletinin saadeti daha eyi
kanun mesnetleri üzerine oturtulacaktır, o zaman tekmil
Avrupa hürrolacaktır”.
Askerin sesi susuyor, müthiş bir coşkunluktur kopuyor.
Bu cuşiş bu nutuktan mr ileri gelmiştir? Bu nutukta, Pa­
ris duvarlarına ilân gibi yapıştırdıkları parlak parlamento
nutuklarından hiç bir şey yok. Herkes lâl kalmış, bazıları
korkudan, bazıları da hürmetten... Alkışlar sözlere değil,
sahibine... Bonapart kıt’alarma, Korsikada halka nutuk
söylemişti, fakat Parisliler, politikacılar önünde asla ko­
nuşmuş değildi.
Nutuk, bir devlet recülünün nutkudur. İhtimal, ilk a­
nında, yalnız Taleyran tarafından anlaşılmıştır. O zaman
sıçılan devir hakkında bütün söyledikleri ilk vehlede yan­
lış gibi görünür: İngiltere ve Amerika çoktanberi birer
demokrasi idi, Fransa ise kendini böyle tanıtmak için an­
cak on yıldır çarpışıyordu. Bu tasdik, işte Jeneralin elin­
138 N A PO LEO N

de tuttuğu ve Avrupaya sulhu temin eden şu parşömenin


içinde. Bununla beraber henüz gayeye erişilmiş değil­
dir. Nutkunun son keskin, tehditli cümlesi Direktörlere
hitap ediyor; bunu onlar eyice anlamışlar, fakat Barras
kendini çabuk toplayor, medihle taşkın sözler telâffuz e­
diyor, ilk ve son defa olarak ta genç jenerali kucaklayıp
öpüyor.
Jozefin ortada yok. ve şu son haftaları nerede geçirdi­
ğinin doğrusunu da kimse bilmiyor. O, Bonaparttan bir ay
sonra geliyor, şen, sahhar, fakat biraz yorgun. Pariste eski
âdetlerini ve eski aşinalıklarım çarçabuk tekrar alıyor.
O arada, Bonapartın hoşlanamıyacağı kadar çok kafa
kadım ise de güzel bir başka kadın daha jenerale yanaşı­
yor. Kadın çok kudretli. Ve hattâ o olmasaydı Taleyran
bile nazır olamazdı. Bu kadın Neker (Necker) in kızı, ba­
ron de Staël (Staël) dir. Jenerale mektuplar yağdırıyor.
Onu kendine bendetmek için elinden gelen her şeyi yapı­
yor, fakat beriki kendini kaptırmıyor. Kadın onunla ta­
nışmağa muvaffak olduğu zaman da beriki gene sıvışıyor.
Şurası da gerçek ki bu zeki kadın onun hakkında zamanı­
nın birçok erkeğinden daha nüfuzlu muhakemede bulun­
muştur. işte onun jeneral hakkında çizdiği dikkate şayan
portre :
"Ben hürmete lâyık birçok adam görmüştüm, içlerinde
biçok da yırtıcı gördümdü; Bonapartın üzerimde bırak­
tığı tesirin içinde bana ne evelkileri, ne de sonrakileri ha-
tırlacak hiç bir şey yoktu. Onun seciyesi bizim kullanma­
ğa alıştığımız kelimelerle tarif edilemezdi. O, ne bizim ta­
nıdığımız fertler biçiminde eyi idi, ne şiddetli idi, ne tatlı
SEL 139

idi, ne de gaddar. Böyle bir mahlûkun kat’ıyyen bir eşi


daha olmadığı için o, ne kendi bir alâka duyar, ne de du­
yurabilirdi; o bir adamdan ya daha fazla ya da daha ek­
sik bir şeydi. Çalımında, düşünüşünde, söyleyişinde ya­
bancı bir tabiatin damgası vardı. Başka yerde de söyledi­
ğim gibi tam, Fransızları boyunduruk altına almak için işte
bir üstünlük daha...
"Bonapartı daha sık gördükçe bana emniyet geleceği
yerde daima daha fazla bir ürküntü gelirdi. Utanarak se­
zerdim ki hiç bir kalp heyecanı onun üzerinde iz bıraka­
maz. O, insan denen mahlûka tıpkı bir vakıa yahut bir şey
nazarı ile bakar, kendi hemcinsi nazarı ile değil. Nefret
etmediği gibi sevmez de; nazarında sırf kendi vardır, mah­
lûkların kalan kısmı da birer rakamdır. İradesinin kuvve­
ti, kendini sevmesinin temkinli hesabından ibarettir. O,
usta bir satranç oyuncusudur, cinsi beşer de kış ve mat et­
meğe niyet ettiği karşı taraftır. Muvaffakiyetleri, sahip ol­
duğu hünerler kadar da malik olmadığı hastalardan ileri
gelir. Onu, tuttuğu yoldan ne herhangi bir fikre bağlılık
döndürebilir, ne din, ne cazibe, ne de merhamet çevirebi­
lir. Âdil kendi fazileti için ne ise o da kendi çıkarı için o-
dur. Eğer gaye eyi olsaydı, sebatı da güzel olurdu.
"Onu her konuşurken işitişimde yüksekliğinden hayre­
te düşerdim. Bununla beraber, yüksekliğinin, İngiltere ve
Fransada misalleri görülebildiği üzre öyle tetebbüden ve
cemiyetten kültürlü ve malûmatlı yetişmiş adamların yük­
sekliği ile hiç bir münasebeti yoktu... Bazan kendi haya-
Ciııın siyasî ve askerî vakıalarını pek alâka uyandırıcı bir
(arzda hikâye ederdi. Hattâ neşeye müsait hikâyelerinde
140 N A PO LE O N

biraz da o İtalyan hayalîliği ve uydurmacılığı vardı. O ka­


fada ben hiç bir şeyin, hattâ kendi zaferinin bile kaçıp kur­
tulamadığı derin bir istihza sezerdim, zira reyini ve takdi­
rini dilediği milleti bile istihfaf ederdi, ve onun cinsi be­
şeri hayrete düşürmek ihtiyacına bir coşkunluk kıvılcımı
bile karışmazdı”.
Bu satırlardan, herkesten yüz bulmağa alışmış bir ka­
dının yaralanmış izzeti nefsinin ima edebileceği şeyler tay-
yedilse bile, kalan kısım gene bizi düşündürtmeğe kâfi­
dir. Bu cümlelerin her birinde kadın onu vurmağa çalı­
şıyor sa da kendinin yenildiğini itiraf ediyor. Gerçi bir
diktatörü anlamağa Ruso (Rousseau) tarafından her ne
kadar eyi hazırlanmış değil ise de, ve Bonapartın ancak
kendi hayatının sonuna doğru vazıh bir surette görülecek
gayesinin büyüklüğünü her ne kadar evelden görememiş
ise de, bununla beraber onun dehasını ilk önce tammış
olmak şanı gene onda kalır.
Ayni devirde bir Alman da şunun yazıyor:
"Prusıya’nın Frederiki gibi kısa boylu, tenasübü yerin­
de, zayıf fakat gürbüz, büyük başlı, asaletle damgalanmış
alınlı, koyu gri gözlü, kestane rengi bol saçlı, eyiliği ve
letafeti ifade eden ağzının üstüne doğru biraz düşükçe yu-
nankâri burunlu, hafifçe çıkıntılı kısa çeneli bir adam ta­
savvur ediniz. Çevik ve bununla beraber kat’îyyen kibar­
lığı eksik olmıyan hareketleri var. Bir merdiveni beş veya
altı atlayışta indiği vakit, tam aşağı varır varmaz derhal
bütün o heybetini takınır. Gözleri muayyen bir noktaya
dikilmemişse hemen daima yukarıya, yükseğe doğru çev­
riktir. Ben onun çok güzel ,o derece derin, sert ve ayni za­
SEL 141

manda büyük Frederikin gözleri gibi eyi gözlerini gör­


mekle hususî bir haz duydum”.

XII
Parise dönerken, Bonapart imparatorun murahhasları
ile sulh muahedesinin icra tarzı ve Mayans (Mayence) in
tahliyesi hakkında uzlaşmak için birçok gün Rastadtta eğ­
leşmeğe mecbur olmuştu. Onu merak ve reybilik ile bek­
liyorlardı. Girişini, bir kıral girişi tarzında yaptı, hakla­
rındaki nazarlarına göre elçilere sırası ile çıkıştı veya me-
dihlerde bulundu ve Avusturya Düklerine saatler ve pır­
lanta tokalar hediye etti. "İki zavallı elçi benim bu kadar
param olmasına şaşa kaldılar”.
Bonapart hemcinslerine karşı hem istihfafkâr hem de
alicenap olduğundan bu şarklı tavır ve hareketlerini dai­
ma muhafaza edecektir. Tehlike amnda en büyük kahra­
manlığı talep eden bu adam, görülmüş hizmetleri, bir ci­
rit oyunu sonundaki eski bir şövaliye asaleti ile mükâfat­
' landmr. Bütün kazandığı bayrakların bir hatırası kalmak
üzre kendisine Arkolün bir bayrağı tevdi edildiğinde onu
şu satırlarla birlikte jeneral Lân (Lannes) a gönderdi: "Ar-
kol muharebe meydanlarında öyle bir an oldu ki henüz
kararsız bulunan zafer, âmirlerden birinin cür’etine ihti­
yaç gösteriyordu. Üç yaranın kanı her yanınızı kaplamış­
, ken, ya ölmeğe, ya da yenmeğe azmetmiş bir halde seyyar
ı hastaneden siz ayrıldınız. Sizi ben mütemadiyen yiğitlerin
ilk safında gördüm. Gene siz, keza ilkin, cehennemi ko­
, 1un başında... Addayı geçtiniz. Grönadiyeleri zaferle kap-
lıyan bu şerefli bayrağın emini olmak size yaraşır”.
142 N A PO LEO N

Bonapart, her kelimenin Parisliler üzerinde bırakacağı


izi daha önceden biliyor; yüzü hep halka doğru dönük
yaşıyor, netekim hınç ve intikamı da, tahttan çekilmeyi ve
mahkûmluğu da öyle cesaretle karşılıyacaktır. San’atı, onun
böyle olmasını müstelzim.
Şimdilik bütün Parise de, kendi aleyhtarlarına da, mat­
buata da; "Büyük adam ne kadar da alçak gönüllü,, dedir­
meğe ehemmiyet veriyor. Şerefine ilk ziyafet verilecek;
biri, daha Bonapart avdetinin ertesi günü görmeğe gittiği
Taleyran tarafından çekilecek. Ne bu, ne o, ikisinden hiç
biri ötekine daha tasavvurunu açmış değil, fakat Bonapart
eski asalete mensup olan bu adamın karşısındaki şahsî va­
ziyetini derhal göstermiştir. "Siz 18 inci Luinin yanında
bulunan Reims metropolitinin yeğenisiniz... Benim de bir
dayım vardır ki Korsikada baş diyakostur, beni o yetiştir­
miştir. Korsikada baş diyakos olmak, biliyorsunuz ki, Fran-
sada metropolit olmak gibidir”. Asilzadenin sonradan gör­
me hakkında besliyebileceği batıl fikirlerin bu suretle önü­
ne geçiyor ve ondaki aristokratlık iddialarım kısa kesiyor.
Daha ilk tesadüfünden itibaren onun şahsında kendine
karşı bir rakıyplik görmüştür.
Şimdilik, vakti ile Jozefinin kira ile tutup ta o zamandan
bu yana da kendinin satın almış olduğu küçük evde karı­
sı ile, kendi erkek kardeşleri ve birkaç da dostu ile birlik­
te yaşıyor. Çoğu sivil kıyafette geziyor, yanında kimse bu­
lunmaksızın gidip geliyor, politikacılara karışmaktan sa­
kınıyor ve hâdiseleri bekliyor. Tiyatroda kendisini alkış­
ladıkları zaman locasının arkasına çekiliyor. Milanoda
prens biçimi debdebeli hayat süren adam bu mu idi? "Be­
SEL 143

ni tiyatroda üç defa görmesinler, artık bakmaz olurlar. Şa­


yet ben darağacına da gideydim, halk benim önüme ge­
ne ayni bu derece tehalükle üşüşürdü”.
Âlimler, işte onun memnuniyetle davet ettiği insanlar
bunlar.
Onu enstitü (İnstitut) nün bir çok celselerinde görüyor­
lar. Raporlar yazmağı kabul ediyor ve Laplas (Laplace)
ile riyaziyat münakaşasına girişiyor ve bir muhiti daireyi
"değirmiyi”yi çizmek için ona yeni İtalyan usulleri göste­
riyor. Şeniye (Chenier) ile şiir hakkında ve hattâ icabında
mafevkattabiiyat hakkında bile sohbet ediyor!
Nüfuzu her gün zayıflayan Direktörleri tarasutta da
kusur etmiyor. Onlardan sakınıyor ve onlara gözcülük et­
meğe ve fırkaların kazandığı veya kaybettiği nüfuz hak­
kında onları malûmattar etmeğe kardeşlerini memur edi­
yor.
Bahçenin içinde elleri arkasında geziniyor ve şöyle dü­
şünüyor: "Pariste hiç bir şeyin hatırasını saklamıyorlar.
Şayet uzun müddet hiç bir şey yapmaksızın kalırsam, git­
tim gürültüye”.
Kendi kendine:
"Daha çok erken, bırakalım önce şunlar adam akıllı ça­
mura saplansınlar. Bina her yanından çatırdayıp sallandığı
bir anda onlarla iş arkadaşlığı etmek mi? Bereket versin
ki kanunun talebi veçhile daha kırk yaşında değilim...
Halkın muhayyilesini meşgul etmek lâzımdır. Nasıl mı?
Avrupa kıt’ası işte artık sulhten müstefit oluyor. Korka­
cak hiç bir rakıyp yok. En tehlikelisi Hoş (Hoche) idi, öl-
dii. O da Jozefinin iltifatına nail olmuştu, evet... Gayet gü­
144 N A PO LEO N

zeldi... Kadın bu felâket darbesine ne kolaylıkla tahammül


etti. Bu kadın hakikaten bütün manası ile vefasızdır... Kar-
no (Carnot) bertaraf edilmiştir, Moro (Moreau) yenilmiş­
tir. Ren orduları baş kumandam Ojro beni kıskanır ve
benden nefret eder; onun ehemmiyetini azaltmak lâzım...
Eski Korsika âdetleri kayboluyor, bununla beraber geçen
gün beni bir zehirlenmeye karşı koruyan kadın ertesi gün
katledildi, kanlar içinde yüzer bir halde bulundu. Suikast
ağları kuruluyor. Daha çok erken... Bir defa daha uzakla­
şıp gitmek lâzım.
"İngiltereye gitmek mi? Şu budalalar hiç olmazsa filoyu
muhafaza etmiş olsalardı... Tulondan beri ne raporlar ka­
leme alınmıştı... Deniz muharebelerinde beş yıl içinde ya­
rım düzine kadar harp kaybettik... Karaya asker çıkarmak
mı? Bu iş acaba mümkün müdür? Ingiltereyi yenen adam
dünyanın efendisi kesilir. Sahil boyunu keşfetmek, onu tet­
kik etmek ve şayet o tarafta yapılacak bir şey yoksa Ak
Denize dönmek lâzım gelir. Şarkta hiç olmazsa insan, ha­
rekâtında serbest kalır, orada, Fransızların merakım uyan­
dırmak, Mısırda îskenderin izini bulmak ve Ingiltereyi
dövmek lâzımdır.,,
Mukaddemat kabiyünden olan mesaiden sonra Jeneral,
Manş kıyılarına gidiyor. Hesap ediyor, gözden geçiriyor,
teftiş ediyor, balıkçılara varıncaya kadar herkesi isticvap
ediyor. Parise umulmadık bir zamanda dönüşü Jozefini
ürkütüyor.
Bonapart farkına varmıyor, kadının, eski âşıkının kâ­
tibine hitaben yazdığr bir nameyi elinde çabucak gizledi­
ğinden gafil bulunuyor. O, ki casusların getirdiği gizli
I ll
SEL 145

haberlere alışıktır, şayet bu akşam şu: "Bonapart bu gece


geldi. Bu akşam evinde akşam yemeğine gidemediğimden
dolayı esefler içinde kaldığıma Barras nezdinde şehadet
etmenizi sizden rica ederim. Ona söyleyin, beni unutma­
sın. Benim vaziyetimi siz her keşten daha eyi bilirsiniz.
Adiyö, samimî dostluk. La Pajöri — Bonapart” sözlerini
okuyaydı ne derdi?
İşte evi, ayali bu hale gelmiş te, o şüpheye bile düşmi-
yor. Kudretsiz Direktör mutlak kudret sahibi Jeneral kar­
şı sırf nefret ve itimatsızlık besliyor. Jozefinin umurunda
bile değil, kendini bir buna veriyor, bir ona; ve kadınla­
rın budvarından kalkıp erkeklerin yatak odalarına konu­
yor; Bonapartı da seviyor, fakat bundan dolayı onun a-
dımn önüne kendi kızlık adım daha az koyuyor değil; gû­
ya gene hâlâ intihabında serbest imiş gibi...
Döndüğünün ertesi günü Bonapart Barrasa ve Direktu-
varın sair azasına uzun bir rapor yazıyor ki şöyle başlar:
"Biz ne kadar gayret sarfedersek edelim, bir çok sene
daha denizlerin hâkimiyetini ele geçiremeyiz. İngiltereye
bir ihraç ameliyesi yapmak şimdiye kadar yapılmış olan en
cür’etli ve en çetin bir askerî hareket olur. Şayet bu hare­
ketin bir imkânı varsa o da ancak geçidi ansızın basmakla
olur... Bu ameliye için uzun geceler lâzımdır, o zaman ise
kış... İmdi görünüyor ki İngiltere seferi ancak gelecek se­
ne kabil olabilir; o zaman da, muhtemeldir ki Avrupa kıt’
nsı üzerinde zuhura gelecek engeller buna mani olur. Bu
sefere hazırlanmanın hakikî an ve fırsatı kaybolmuştur,
belki de artık her daim için...”
Mu seferden vaz geçmek için gösterdiği bu derece nefis
Napoleon — 10
146 NAPO LEO N

ve mükemmel sebep ve muhakemelerden sonra, kademe


kademe ispanyadan Felemenge kadar giden sekiz deniz se­
ferini, bunların siyasî şerait ve netayicini muhtevi diğer
bir proje takrir ediyor; bu iş için gemiler ve para
eksik geldiği takdirde önce Mısırda İngiliz ticaretine
karşı bir sefere girilmesi evlâdır. Oradan son baharda
tekrar Fransaya dönülüp o zaman doğrudan doğ­
ruya İngiltereye hücum edilebilir.
Sırf şu Mısır sözünü duyunca Direktörler seferin ku­
mandanlığım ve ihtiyaç göreceği her yardımı ona vadet-
mek hususunda müttefik oluyorlar. Tek şu tehlikeli adam
mümkün olduğu kadar uzağa gitsin de! En eyisi orada ölü­
me kavuşmasıdır ya!
Plân yeni bir şey değildir, yıllardan beri mevzuu ba­
histir. Bonapartın mektubunun akabinde Taleyran hemen
şu fikri yaymış ve takririnin sonunda yazmıştı ki: "Bu se­
fer, büyük hüner sahibi bir âmir istemez.” Acaba bu, Bona-
partı Fransada alıkoymak arzusundan mı geliyordu, yoksa
sırf bir hainlik mi idi? Her halde çok sonra, Bonapart bu
satırları okuduğu vakit, kenarına şu basit kelimeyi yazdı:
"ahmak”.
Şimdilik şark ordusunun kumandanlığına nasp ve tayi­
nini bizzat kendi elile kaleme alıyor: selâhiyeti kâmileye
malik olacak; Malta ve Mısırı almak, İngiltereyi Bahriah-
merden koğmak ve bu denizi Fransaya temin için Süveyş
berzahını açtırmak memuriyetini haiz bulunacak. Yeni te­
şebbüsünün tertibat ve teşkilâtına kendini var ateşi ile ve­
riyor. Kendisi mes’ele ile çoktanberidir ünsiyet peyda et­
miş; Akdeniz onun öz vatanıdır. Çocukken Korsika ar­
SEL 147

masının içindeki mağribî kafasına bakardı; o zaman Afri­


ka kıy farından bir çok yelkenli gelirdi; bu, onların donan­
masını Cenova ve Venedikte zaptetmemiş mi idi? Ve Türk­
lerle, Yunanlılarla, Arnavutlar ve Boşnaklarla daha önce­
den münasebette bulunmamış mı idi? Her şeyin fevkinde,
zihnini vakti ile İskenderin Mısırı kendi cihangir İmpa­
ratorluğunun merkezi yapmak dilediği hatırası kurca­
lıyor.
Bu bekleyiş haftası zarfında Bonapartın esaslı hasletle­
ri en tam ahengine eriyor. Beyni tahlil ediyor, tartıyor, şu­
nu buna kalbediyor ve ateşli hayalinin tasavvurlarına vü­
cut vermeğe muvaffak oluyor. Mısır seferini hazırlarken
hesapçılıkla hayalciliği biribiri ile uzlaştırmağa çalışıyor,
fakat şurasını göremiyor ki mu’talardan bir kısmı hesaba
sığmaz. Muhayyilesi ona, artık evel zaman içinde yaşama­
dığını, halifelerle fatihlerin artık milyonlarca esirlere ta­
sarruf etmediklerini ve terakkinin Afrika kabiylelerini ka­
dar nüfuz ettiğini unutturuyor. Bonapart o zamandan iti­
baren, öyle içinden çıkılmaz bir tenakuza dalıyor ki onun
içinden çıkmağa boşuna uğraşacaktır, iki bin yıl geç doğ­
muştur. Başının üstüne çökecek felâketi, o yarı ilâh elleri
ile daha şimdiden hazırlayor. Kendi kader ve ikbaline biz­
zat kendi dehası hudut koyuyor.

XIII
Kardeşine yazıyor ki: "Şayet orada benden vazgeçerlerse
beıı de şarkta kalırım, şayet Avrupada harp varsa, efkârı
ünnımîyede beni tekrar çağırıyorsa, ben de gelirim... Mı-
flrda benim önümde epeyi geniş bir zafer sahası açıktır”,
148 N A PO LE O N

Ve ne kadar müddet gaybubet edeceğini tahmin ettiğini


sonra Buriene de: "Ya bir kaç ay, ya da altı sene” diyor.
Son dakika, kader ona bir ihtarda bulunur gibi oluyor:
Raştadtta AvusturyalIlar Renin sol yakasım teslim etme­
ği reddediyorlar; Viyanada Bernadot (Bernadotte) elçi.
Âdeta yeni bir harba sebebiyet veriyor. Kalacak mıdır a­
caba? Fakat Direktörler, gitmesi için sıkıştırıyorlar, zira
bütün hazırlıklar tamamlanmış.
Güzel bir mayıs günü Bonapartın Milanoya girdiğinin
tam ikinci yılı, 400 yelkenli Tulon limanından çıkıyor.
Jozefin rıhtımda veda işaretleri veriyor, zihni, kocasından
ziyade, şüphesiz ki Öjen ile meşgul...
Âmirin işareti üzerine, koca cüsse harekete geliyor, kap­
tanlar da seyahatin hedefini ancak o zaman öğreniyorlar.
Hepsi birden güverteye toplanıyor ve Avrupa kıyılarının
gözden kayboluşunu seyrediyorlar. Bonapart "Şark” köprü­
sünün güvertesinde ,büyük seren direğinin ve sekizlik top­
ların yanında ayakta duruyor. Yalnız o, arkasına bakmı­
yor, dosdoğru cenubu şarkî istikametine bakıyor.
Ayni saatte, Nelson ile diğer üç Britanya amirali de, şu
günlerde Siçiliyaya doğru yelken açıp yollanmış olması lâ­
zım geleceği tahmin olunan menfur düşmanı keşfetmek
için kendi gemilerinin güvertesinden, uzun dürbünlerle
ufku araştırıyorlar. Onu nerede ele geçirmeli? Şiddetli bir
fırtına Nelsonun filosunun tertibini dağıtmış. Onu yeni­
den toplamak bir çok güne bakar. Bonapartı bir gün Tu-
londa alıkoyan fırtına Fransızları kurtarıyor. îngilizlerden
önce Maltaya varıyorlar, bu mühim adayı bir el atışta on­
lardan zaptediyorlar, kedi varıncaya kadar fare çoktan sa-
SEL 149

Vuşup gitmiş. Nelson dolu yelken Mısıra doğru yol alıyor,


kimseyi bulamıyor, zira düşmandan ileri geçmiş. Suryaya
gidiyor: yok! Siçilyaya gidiyor: yok! Nelson, düşmanına
lânet okuyarak: "İbliste iblis talii var” diye küfrediyor.
Bonapart, deniz tutmasından korunmak için geçidin dört
haftasını yatakta geçiriyor; acaba bu da esrarlı bir ihtar
mıdır dersiniz? Denizde daima hasta olan Jeneral muaz­
zam bahriye kudretini acaba hiç yenebilecek mi? Bu defa­
lık işin içinden çıkıyor ve aylaklığa hiç gelmediği için ki­
tap okutturup dinleyor. Mısıra doğru yelken açmış olan
bu gemiler 2.000 toptan fazla olarak bir de bütün bir da-
rülfünün, sandıklar, aletler, kitaplar naklediyor, Bonapart
orada bir fransız müstemlekesi kurmak ve "Afrikalı” şöh­
retini ikame etmek istiyor. Kendisi ile birlikte hey’et â­
limleri, hendeseciler, maden mütehassısları, kimyagerler,
antikacılar, köprü ve yol kurucular, müsteşrikler, iktisat­
çılar, ressamlar ve şairler, cem’an 175 âlim, taifelerin bun­
lar hakkında dedikleri gibi "eşekler” götürüyor. Fakat Bo­
napart onların müdafaasını üzerine alıyor ve "tembelleri”
tenkide cüret eden zabiti, bakışları ile sert bir surette ce­
zalandırıyor. Onları bizzat seçmiş; bu işte de her şeyle,
hattâ devlet matbaalarının ona vermek istemedikleri arap
harfleri ile, ve bilhassa, amiral gemisinin Mısıra nakletti­
ği kütüphane ile bile meşgul olmuş. Romanlar zabitlere
yarar. Verter (Werther) ile Ossiyan (Ossian) da hâlâ ken­
tli yanında, fakat bu seyyahat esnasında artık onları hiç
açtığı yok.
Burien ona, vakti ile Bonapartın Roma’dan ve başka yer­
lerden getirmiş olduğu Mısır seyahatnameleri hikâyelerin­
150 NAPO LEO N

den okuyor. Bonapart Plutarkı, Homirusu, Arianusun yaz­


dığı İskender seferleri târihini seviyor. Bibi (Tevrat) ile
Monteskiyönün yanı başına konmuş olan Kur’an da siyasî
eserler serisi içinde tasnif edilmiş.
Akşam yemeğinden sonra memnuniyetle şakalaştığı Ens­
titüyü toplamaktan hoşlanıyor, maamafih onların müba-
haselerini ciddiye alıyor. Riyaziyat ile din hem aklî, hem
de hayalî olan bu dimağın en makbul mevzuları.
İşte Bonapartın çoktan beri beğendiği ve saydığı Monj
(Monge); kemer burunlu, basık ve arkaya mail alınlı, se­
miz çeneli Monj.
İşte Renden tekrar geri getirttiği Döze (Desaix): kalın
burnu ve kalın dudakları ile azıcık ta bir zenciye benze-
yor; bu iki adamdan hangisinin gözleri daha zekidir, bi­
linemez. İşte baştan başa cüret, cesaret ve azimden ibaret
Kleber; kalın kaşlarının altında vakur bakışlı Laplâs (La­
place). O koç başı ile Bertole (Berthollet). Kleber hen­
deseye sövüp sayıyor; fakat âlim, fenni müdafaa etmek
istediği zaman Bonapart ona beyhude zahmete girmemesi
için işaret ediyor, ve Verterin çektiği zahimleri dinlerken
uyuklamış olan Bertiyeyi gülümseyerek gösteriyor.
Yakında sıcak çoğalıyor. Etrafına mahremlerini almış
olan Bonapart ferahlandmcı meltemi teneffüs etmek i­
çin güvertede uzanıp kalıyor. Seyyarelerin sakinlerinden,
hilkatten bahs açılıyor. İhtilâlin bu adımları Volterin tel-
mizleri, Jeneraller ve profesörler, her şeyi gayet makul ve
münasip bir tarzda yaratılmış bulmakta ve cihanı izah için
bir Allah değil, eyi bir tabiat âlimi lâzmı geldiğinde itti­
fak ediyorlar. Bonapart susmuş, dinleyor.
SEL 151

Birden bire, yıldızları göstererek: "Siz ne dersiniz de­


yin, boşuna söyleyorsunuz, efendiler, bütün bunları kim
yapmış?’’ diye soruyor.

XIV
Bonapart, çölün kumları arasında atta, ağır ağır Isfenk-
se doğru gidiyor. Her ikisi de göz göze geliyorlar. isfenks
gibi, Bonapart ta sükûtu muhafaza etmesini biliyor. Dü­
şünüyor :
"İskender de, Sezar da buraya gelmişler... Daha o de­
virde isfenks iki bin yaşında idi... O zamandanberi iki bin
yıl daha geçmiş.. Üzerlerinde güneşin batmadığı engin im­
paratorluklar Nilin iki sahili boyunca uzar giderdi; mil­
yonlarca insan yalnız bir başa itaat ederdi. Binlerce esir
o başın hülyalarını tahakkuk ettirirdi... O zaman mümkün
olmıyan hiç bir şey yoktu. Bir fatihin evladı Kıral, kendi­
ne ilâhların oğlu derdi, bütün kavim de ona iman ederdi.
O, onlara: Ben sizin Allahımzım’’ diyebilirdi. Fakat Avru­
pa! Ne köstebek yuvasıdır o !”
Biraz sonra, oradan bir kaç fersah ötede, Bonapart, ordu­
suna muharebe vaziyeti aldırıyor, zira dünyanın en eyi sü­
varisi 8.000 memlûk ona hücuma hazırlanıyor.
Bonapart, askerini gözden geçiriyor ve uzakta ehram­
ları göstererek: "Askerler, kırk asır sizlere bakıyor!” diye
haykırıyor. Memlûkler siperlerinden çıkar çıkmaz onun
(opçusunun ateşi altına düşüyorlar, Bonapart ta onların
ordugâhım zaptediyor. Onlar acele ile Nile doğru kaçı­
yorlar, kimi kürek çekerek, kimi yüzerek suya atılıyorlar,
fakat Fransızlar bunların, altınlarım daima üzerlerinde ta-
152 N A PO LEO N

şıdıklarmı bildikleri için saatlerce müddet daha kıylarda,


sularda arkalarına düşüyorlar, ganimetin bir kısmım ele
geçiriyorlar, sonra onları kaçırıyorlar.
Kahirede Bonapart paşaları ve şeyhleri elde etmesini
biliyor. Türklere ve sultana saygı ve sevgi beslediğini, an­
cak kendisine düşman olan Memlûkleri vurmak istediğini
iddia ediyor. Yarı şarklı bir Akdenizli onların ne âdet­
lerinden hayrete düşer, ne sayısız iltifat ve selâmünaleyk-
lerinden, ne de yalanlarım çatallaştırdıkları musta-
lah dillerinin hayideliklerden... Onların âdetlerine te-
baiyyet ediyor. Gemide, tercümanına Mısır Paşasına hita­
ben şöyle başlıyan bir name yazdırmıştı:
"Sen ki Beylerin efendisi olman gerektir — halbuki o
Beyler Kahirede iktidarsız ve nüfuzsuz oturup duruyor­
lar — benim bu gelişimi hazla görmelisin... Şüphesiz se­
nin daha önceden malûmundur ki ben buraya ne Elkur’a-
na, ne de Sultana karşı hiç bir şey yapmağa gelmiş deği­
lim... Şu halde gel beni istikbal et, benimle birlikte Bey­
lerin dinsiz soyuna sen de lânet et...”
Allahın müritlerine takarrüp için, teslis ile bir hokkabaz
gibi oynayor. Papayı da Maltızları da yenen o değil mi?
Kur’anın Allahını tasdik ediyor, kıyıya yanaşan gemilere
karşı yürümeğe müslümanları şu sözlerle kışkırtıyor:
"Lâ îlâhe illa Allah, Muhammet Resulullah. En hakim,
en âlim, en münevver zevattan mürekkep Kahire Divanı­
na: "Peygamberin selâm ve selâmeti sizin üzerinize olsun”.
Bırakılsın şu gemiler kıyıya yanaşsın ki taifeleri kat­
liâm edilsin: "Bu, Kahire şehrine güzel bir temaşa olur”.
Onlara daha şunları da söyleyor: "Bu donanmada, A l­
SEL 153

lahın birliğine inananlara düşman olan Moskoflar var, çün­


kü onlar kendi kiziplerince üç hakka iman ederler. Fakat
görmekte gecikmiyeceklerdir ki kuvveti vücude getiren,
ilâhların adedi değildir. O Lâ galibe illâ hu’nun, o Rah-
manirrahîmin, o daima eyiler uğrunda Cihat Edicinin a­
dedi birdir”.
Kendinin dahi şüphe ettiği miktardan fazla müşrik bir
makam üzerinde karar kılan bu itiraflar "potpuri”si için­
de, akideleri pek az hıristiyan olduğu cihetle fikirleri de
dini Muhammede zıttolmıyan Fransa üzerinde, hep siya-
seten ısrar edecektir. Siyasî eserlerin rafında boşuna yer­
leşmiş durmıyan Kur’ana mütemadiyen müracaat ediyor.
Kahirede tehlikeli bir kadıyı azlettiği cihetle bu fiilini
K ur’andan bir ayet ile mazur gösteriyor. Zira: "Bütün
hayırlar Allahtan gelir; zaferi veren odur... Benim her gi­
riştiğim iş muvaffak olur. Kendilerini benim dostum ilân
edenlerin hepsi refaha erer. Bana düşman olduklarını ilân
edenler mahvolur”.
Ah! ne olurdu 4000 yıl evel doğmuş olsaydı. Yalnız bu
ikna hassası ile onların hepsinin efendisi olurdu: Şimdi
ise şu çapkın habeşler size inanmıyorlar bile... Bonapart,
yaltaklanıcı tabirlerle medhettiklerini hakir görüyor, fa­
kat onların âdetlerine hürmet etmiyecek olan askerlerini
de ağır cezalarla tehdit ediyor.
"Nezdlerine geldiğimiz kavimler karılarına bizlerden
farklı muamele ederler, fi’li şeni’ icra eden, her memle­
kette mezmumdur. Yağma, olsa olsa mahdut bir insan a­
dedini zenginleştirir; bizim şerefimizi berbat eder. Şevket
154 N A PO LEO N

ve kudretimizin esbabım harap eder. Dost olmaları men­


faatimiz iktizası bulunan milletleri bize düşman kılar”.
Camilere girmek, hattâ kapıları önünde toplaşmak ya­
saktır. Yaltaklanma, tehdit, hoş görme, entrika sayesinde
Allah kılıcı sayesinde Bonapart bir kaç hafta zarfında bü­
yük bir nüfuz kazanıyor.
En nihayet kendini Şarkta hâkim hissediyor. Bundan
dolayı sanki daha mı bahtiyardır? Jüno Paristen Jozefine
dair haberler almış. Ah! Bir nice eşleri gibi,bu mektup ta
ne diye îngilizlerin eline düşmedi! Hiç olmazsa Bonapar-
tın bir şeyden haberi olmazdı; Jüno onu, dostu da olan â­
mirine iblağ etmeği vazife biliyor. Jozefinin askerî mü-
taahhitler nezdinde işe koyduğu Hippolyt ordudan kovul­
duktan sonra Jeneralin karısını zemanenin modası olan
raks mualliminin evinde gelip tekrar buluyor. Eski aşk­
ları gene alev almış, zira delikanlı gene öyle alımlı, faz­
la olarak şimdi zengin de... Kadın Paris civarında güzel
bir malikâne satın almış: Malmezon (Malmaison), fakat
parasım vermemiş. Genç züppe, orada, dilber Jozefinin
yanında yaşıyor.
Bonapart, deniz kıyısında Jünonun yanında gidip geli­
yor; gittikçe beti benzi sap sarı kesilerek elini alnına sinir­
li sinirli götürüyor, yüzünün çizgileri tekallüs etmiş. Bir­
den bire, çadırın önünde oturan Buriene dönüp: "Siz kat’-
îyyen bana merbut değilsiniz, Efendi! Kadınlar! JozefinL.
Şayet siz bana merbut olmuş olsaydınız, şimdi Jünodan
haber aldığım bütün şeyleri önceden bana bildirmekliği­
niz icap ederdi!... JozefinL. JozefinL. Altı yüz fersah u­
zaktayım; siz bana bu işi söyliyecektiniz... JozefinL. Beni
SEL 155

böyle aldatsın... O!... Ah! Veyl onlara!... O değersizler, o


karı kılıklı züppeler alayının kökünü kurutacağım!... Jo-
zefine gelince!... Boşamak!... Evet boşamak!... Alenî, gü­
rültülü bir boşayışla boşamak!... Yazmalıyım... Hepsini bi­
liyorum... Kabahat sizin... Bana bunu söyleyecektiniz!...”
diyor .
Buriyen onu yatıştırmağa çalışıyor ve ona zaferden bah­
sediyor !
"Zaferimmiş... Jünonun bana söylediği şeylerin aslı çık­
masaydı neler verirdim, bilmem; bu kadım o derece çok
severim. Şayet Jozefin suçlu ise icap eder ki bir talâk beni
ondan ebediyyen ayırsın... Ben bütün o Paris aylaklarının
istihzasına hedef olamam...” diye haykırıyor.
İngilizler bütün mektupları tutup neşrettikleri için, kar­
deşine yazarken bu haberlere ancak ima yolu ile temas e­
diyor. Mektubuna bu derece hüzünlü bir alım veren şey
acaba bu tutumluluktan ileri mi geliyor? Muzafferce kud­
retle dolu bir rapor gönderildikten 24 saat sonra Jozefe
yazıyor ki:
"Mısır ketenden, buğdaydan, sebzeden, etten yana yer
yüzünde bulunan en zengin memlekettir. Cahillik burada
haddi kusvasındadır. Kat’îyyen para yok, hattâ kıt’alara
maaş vermek için bile... Ben iki ay içinde Fransada bulu­
nabilirim. Menaffiim sana emanettir. Evimden yana çok
kederim var.
"Örtü tamamile sıyrılıp kalkmıştır. Benim yer yüzünde
senden başka kimsem yok, senin dostluğun bence çok aziz­
dir, adamcıl olmaklığım için o dostuğu kaybetmekten, se­
nin bana hiyanet ettiğini görmekten başka artık elimde bir
156 N APO LEO N

şey kalmadı. Yalnız bir tek kalbin içinde ayni şahş hak­
kında ayni zamanda bütün duygulara malik olmak hazin
bir vaziyettir. Dediğimi anlarsın, öyle yap ki ben dönünce
ya Paris civarında, yahut ki Burgonyada bir köy evim oh
sun; kışı orada geçirmeyi ve orada kapanıp kalacağımı
hesaplıyorum, insan denen mahlûkun cibilletinden bıktım
usandım. İnziva ve tecerrüde ihtiyacım var; azametler be­
ni sıkıyor, duygu kurudu. Daha yirmi dokuz yaşında iken
zafer, yavan bir şey. Ben her şeyi tükettim, artık hakika­
ten hotperest olmaktan gayrı bir şeyim kalmadı. Niyetim
evimi elimden çıkarmamak. Onu kime olursa olsun asla
verecek değilim. Benim ancak yaşayacağımdan gayrı artık
bir şeyim yok. Adiyö, benim biricik dostum. Ben sana kar­
şı hiç bir vakit haksızlık işlemiş değilim! Kalbimin âdil ol­
mağı dilemesine rağmen sen bana bu hakkaniyeti göster­
meğe borçlusun!... İşitiyor musun! Karım ve Jeromu öp”.
Kelbiyunluk, hınç ve intikam duyguları filân derin bir
melâl içinde boğulup gidiyor... 17 yaşında iken jurnalına
yazdığı acı satırlardan beri hiç bir vakit böyle bu derece
kederli sesler işitmiş değildik. Bunca zalim hayal sukutla­
rına rağmen daima imanlı kalbi kalmış bu defa diri diri
dağlanmışa benzeyor. Şimdi artık fetihler, muzafferiyetler
ve İskender seferleri nesine lâzım. Böyle haksızcasına he-
lâk olduktan sonra, bir genç serkeşliği ile kendini verdi­
ği muhabbetten bu derece gaddarcasına hiyanete uğradık­
tan sonra zaferi neylesin... Mektubu pirinç ve sebze hikâ­
yesinden başlamıştı, adamcıllık ve tiksiniş nöbetile niha­
yete eriyor. Artık kardeşinden başka kimsesi kalmamış.
"Ben her şeyi tükettim”.
SEL 157

XV

Müthiş bir darbe cesaretini tekrar canladırıyor.


Sahrada bir gezintiden dönerken, Marmonun çadırına
giriyor ve görüyor ki bütün suratlar ekşimiş. Ne var?
—Donanma harap edilmiş, Nelson hücum etmiş, dört
tanesinden başka bütün gemiler batırılmış, yahut ta zapt-
edilmiş.
Bu bozgunun ağırlığını anlıyan zabitler susmuş kalmış.
Bonapartın rengi uçuyor, fakat darakap hissediyor ki em­
niyeti yeniden yerine getirebilecek biri varsa o da yalmz
ve ancak kendidir, ve, bir lâhza sonra şu şaşılacak kelime­
leri telâffuz ediyor: "Demek ki Mısırda kalmaktan başka
çaremiz yok. Âlâdır! İnsan, azgın bir denizin üstünde ba­
şını dik tutmasını bilmelidir, o deniz nihayet yatışacaktır.
Ne malûm, belki de şarkta vukuatın çehresini değiştirmek­
liğimiz mukadderdir. Bizim burada, ya ölmemiz, ya da es­
kiler gibi bu işin içinden büyüklükte çıkmamız icap eder”.
Ne müthiş inhizam, ya Paristekiler ne derler? Donan­
maya kumanda eden o değildi, muharebeye de o iştirak
etmemişti; fakat olsun, bundan dolayı şeref ve nüfuzu da­
ha az musap olacak değil ya... Fransaya nasıl dönmeli?
Türk gemilerinde mi? Sultan rahat durmakta devam eder
mi? Fransa ile Rusya arasında tereddüde düşerek mağlû­
bu bırakmamazlık etmesin? Ya İngiltere? On beş harp ge­
misi hiç edilmiş! Ona karşı tekrar döğüşecek kuvvette ol­
mak için bize on yıl lâzım! Allah, Allahtır... Fakat benim
yıldızımı hangi bulut örttü?
: Bozgunluk hakkındaki resmî raporunda hiç bir şeyi
158 NAPO LEO N

gizlemiyor, fakat ispat ediyor ki Cenabı Hak mahza onu


koruduğu için kendisi Mısıra ayak bastığı dakikaya kadar
Nelsonun vürudunu geciktirmiştir.
Aradan haftalar geçiyor, bu müddet zarfında Bonapart
kendisine Avrupadaki vaziyeti öğretecek olan telgrafları,
mektup ve ya gazeteleri atalet içinde bekliyor. Şayet İn­
giltere gözcülük ediyorsa denizden hiç bir mektup aşa­
maz... İlk defa olaraktır ki bu bekleyiş zamanını oyalamak
için ne yapabileceğini kendi kendine soruyor. Bütün bir
ordunun idaresi, kargaşalıkların tenkili, köhne kalelerin
tahkimi onun faaliyetine kâfi gelmiyor.
Neticesi? Daha sinirli, daha titiz oluyor. Buriyen onu
yatıştırmağa çabalıyor: "Âtiyi bekleyelim, bakalım Direk-
tuvar ne yapacak?”
Bonapart şiddetle onun sözünü kesiyor:
"Şimdi senin Direktuvarına da... Bir sürü y....i. Onlar
beni çekemezler, benden nefret ederler, mahvolayım diye
beni burada bıracaklardır.”
Hiç olmazsa ata binebileydi; sıcak ona da mani oluyor,
bahusus ki arap elbisesi geymeği denedikten sonra gene
üniformasını geymiş. Haber yokluğunda işi gene hülyala­
ra döküyor. "Keşfedin bakalım Briyen, ben ne düşünüyo­
rum.. Şayet bir daha Fransayı görmekliğim nasip olursa
en büyük emelim Bavariya ovalarında bir sefere girişmek­
tir! Hohstedtten Fransamn intikamım almak için orada
büyük bir muharebe kazanmak isterim, ondan sonra köye
çekileceğim, orada sakin ve bahtiyar yaşayacağım.” O ne
galeyan, o ne tasavvurattır o! Po ovasında iken rüyasında
şarkı görürdü, bugün de Mısırdan gözleri Baviyeraya doğ­
SEL
159

ru çeviriliyor, ve yorulmak bilmez beyni hep muharebe­


ler "emrediyor.”
Yarının kararsızlığı karşısında artık kendini hiç bir kal­
bin cezbetmediği Fransaya bir daha dönüp dönemiyeceği-
ni bilemeksizin, İngilterenin düşmanı olan İran Şahı ve
Sultan Maissur ile Hindistan yolu üzerinde tesis edilecek
konak yerleri hakkında münasebata girişiyor. İskenderin
fetihlerinin hedefine erişecek değil mi? Fakat rakamlar
önünde, şüpheler zuhur ediyor: "Ben Hindistan seferine,
ancak burada 15.000 kişi kalır ve elimde de 30.000 kişi da­
ha bulundurabilirsem girişirim.”
Engin ve masala benzer projeler tasarladığı saatler, öm­
rünün en mesut sartleridir. "Mısırda iken sıkıcı bir mede­
niyetin dizgininden kurtulmuş bulunuyordum. Her şeyi
hayal ederdim ve hayal ettiğim her şeyin icrası çarelerini
de bulurdum. Bir din yaratırdım, kendimi Asyamn yolu
üzerinde, bir filin sırtında, başımda sarık, elimde de di-
leğimce tertip edeceğim yeni bir kur’an, öyle görürdüm.
Teşebbüslerimle, bütün tarihlerin şümul ve ihatası içinde­
ki malûmatı kendi istifademe göre tetkik ederek, Ingiliz
şevketine Hindistanda hücum ederek ve bu fetih neticesin­
de, ihtiyar Avrupa ile münasebetlerimi tekrar tecdit ede­
rek iki âlemin de tecrübelerini biri biri ile birleştirecek­
tim.”
Bu suretle konuşan adam bir şair midir, yoksa şaire bu
derece yakın bir fatih midir? Hakikî bir romantikçesine
kendini Sultan el kebir tesmiye ettiriyor. Bu, onun bütün
şu Mısır seferi gibi garip bir şey olan üçüncü adıdır.
Teheyyüçlü muhayyilesi, sadakatsiz karısına karşı olan
160 N A PO LEO N

ö fk e s i, ik lim , k a d ın s ız lık o z a m a n o n u b ir s e v d a c ığ a sev-


k e d iy o r . B i r a şç ı k a d ın ın p iç i o lu p g e m iy e e r k e k k ı y a f e ­
tin d e g irm iş b u lu n a n m a v i g ö z lü g e n ç b ir k u m r a l k a d ın ,
iş v e li k ü ç ü k b ir m o d is tra o n u n h o ş u n a g id iy o r . K o c a s ı b u ­
lu n a n z a b it, h iz m e t h a s e b iy le , P a ris e g ö n d e r ilm iş . D ilb e r
d e a r t ı k K le o p a t r a lı k e d iy o r , s o f r a d a b a ş a g e ç iy o r. Je n e -
r a li n y a n ın d a g e z in tiy e ç ı k ı y o r ; fa k a t Ö je n in y a v e r s ıfa t ı
ile a r a b a n ın a r k a s ın d a n g e lm e s i e p e y i s ık ın t ılı b i r şey o l ­
d u ğ u iç in o , iz in li g ö n d e r iliy o r .
ö je n a n a s ın ın h a y s iy e te d o k u n u r o r e z a le t li g id iş in in
h e r b ir n o k ta s ın ı b iliy o r , b iz z a t B o n a p a r t k e n d i d e o n a b u
h u s u s ta o la n c a t a f s i lâ t ı v e rm iş . N e g a r ip v a z i y e t ! Ö te d e ,
k ır k ın a b a s a n b ir y o s m a , m i ll î k a h ra m a n k o c a s ın ın a d ın ı,
b ir z ü p p e ile , ö z o ğ lu n d a n b ira z d a h a k a b a c a b i r y e n i z e n ­
g in le e ğ le n e r e k g ü lü n ç b ir h a le s o k u y o r. B e r i y a n d a ise,
u v e ğ i b a b a s ın ın y a v e r i o la n b u o ğ u l, O r d u n u n re is in in , M ı­
s ır ın b u y e n i p a ş a sın ın , P a y it a h t s o k a k la r ın d a g e n ç m e tr e ­
s in i g e z d ir d iğ i a r a b a y a r e f a k a t e m e m u r. Ş u h v e z a r i f y a v e r
ih tim a l k i d a h a ç o k h o ş u n a g id e n k ü ç ü k m o d is tr a ise b e ­
y a z d iş le r in i g ö s t e r e r e k g ü lü y o r v e A v r u p a lı d a n o lm a A ­
m e r ik a lı k a d ın la s ih ir v e fü s u n y a r ış ın a k a lk ış ıy o r . F a k a t
B o n a p a r tın b u k a d ın d a n d i le d iğ i b ü tü n ş e y o n a b ir ç o c u k
v e r m e s id ir . Ş a y e t, b u k a d ın o n a y ı lla r d a n b e ri ö z le d iğ i v â ­
r is i v e r e c e k o lu r s a , sö z v e r i y o r , o n u k e n d in e n ik â h la y a -
c ak . S ö z v e r i y o r , z ir a h e r h a ld e b o ş a m a k a r a r ı k a t ’îd ir . O ğ ­
lu n u n a n a s ı d a , k e n d i je n e r a lle r i g ib i h a lk ta n y e tiş m e o ­
lu r s a b ile e h e m m iy e ti y o k . B ir B o n a p a r tta n p e y d a la n a n
ç o c u k , s ı r f b u y ü z d e n d o la y ı a s a le t h u k u k u n a m a lik o lu r .
K ır a lla r ın i r s î m e ş ru iy e ti a r t ı k k a lm a m ış tır ; ş im d i a r t ık
SEL
161

kıymetli adamlarınki başlayor. İşte Bonapartıtı, ömrü ol­


dukça, kâzip bir ümitle kendini oyalayacağı safsata budur.
Bir kaç zaman sonra, mahremlerinden birine sukutu
hayalini şöyle tevdi ediyor: "Ne yaparsın, aptal karıcağız,
çocuk peydalayamıyor.” Bu sözler kendine tekrar edilen
genç kadın ise: "Dinim hakkı için! Kabahat bende değil!”
diye alay ediyor. Bonapart, bu cevap üzerine somurtuyor.
Buna karşı, kendinin şimdiye kadar yer yüzünde yaşamış
en mahsuldar erkek olduğu hakkındaki şuurunu söylemek­
ten başka elinde kat’îyyen bir delili yok. Bütün dünyayı
kucaklamak istiyen bu dâhiyi, idâme edilmek çaresinden
şayet tabiat mahrum kılıyor idi ise, faaliyetinin hızı bu
darbeden kırılacak, kendine karşı olan emniyeti de yıkı­
lacak idi.

XVI

Enstitü de Jeneral ötekilerle akran olmaktan fazla bir


şey değildir, mübahaseler esnasında asla kendi payesini
öne sürmeğe çalışmaz. Bununla beraber meydana konan
meseleler ekseriya amelî mahiyette ve orduya münhasır
meselelerdir: Nilin suyunu süzmek icap eder, yel değir­
menleri kurmak lâzımdır, barıt için iptidaî mevat bulmak
iktiza eder, öfkelendiği bir gün Bertole sükûnetle ona
der ki: "Haksızsın mirim, kabalaşıyorsun”; ve bahriyeden
bir doktor da Bertoleden yana çıkınca Bonapart: "Eyice gö­
rüyorum, hepiniz birlik olmuşsunuz! Kimya, doktorluğun
aşhanesidir, doktorluk ta ancak katiller ilmidir” diye hay­
kırır.
Napoleon — 11
16 2 N A PO LEO N

Doktor da ona:
— Ya fatihlik san’atına ne tabir buyusursunuz, Situva-
yen-Jeneral!” diye karşı gelir. Diktatör ilimlerin ve fen­
lerin cümhuriyeti sinesindeki bu laübaliliği hoş görür, hem
öyle bir zamanda ki kimse artık ona karşı gelmeğe cüret
edemez.
Haftalar ve haftalarca müddet gün emri hep şu kelime­
lerle nihayet bulur: Fransadan haber yok. Her biri tered­
düde düşer, inilder, şüpheye düşer. Yalnız seyyar üniver­
site o şaşırtacak çalışkanlığının sahasını durmadan dinlen­
meden genişletir, Bonapart ta buna iştirak eder. Daima
ikinci plânda kalmak sureti ile önce malûmat edinip son­
ra da vesayada bulunarak bu bekleme devresinden istifa­
de celbeder.
Âlimler gerek coğrafya, gerek hendese noktai nazarın­
dan memleketi tetkike girişirler. Nilin balıklarım, maden­
leri, Bahriahmeri, deltanın nebatlarını ve çölün kumu­
nun terkiplerini tetkik ederler; Nil sularının çekilmesin­
den hasıl olan toprakları ve tuzlu göllerin işletilmesi im­
kânlarını tetebbü ederler; Mısırın mabetlerini hafreder-
ler; Musanın menbaını keşfederler. Bir zabit, dö Roset
(de Rosette), granitten bir lâvhaak bulup getirir ki üze­
rinde hem Mısırca, hem de Yunanca kitabeler yontuludur :
Hiyerogliflerin anahtarı bulunmuştur.
Jeneralin dikkatini hiç bir şey Süveyş kanalı derece­
sinde celbedemez. Çöldeki büyük devirleri esnasında, ka­
dim kanalın izlerini takip ve yeni bir delmenin imkânla­
rım tetkik eder. O zaman notettiği şeylerin hepsi ondan
yarım asır sonra Lesseps tarafından te’yit ve tasdik edi­
SEL 163

lecektir. Bonapart sergüzeşt severcesine değil, toprak­


ları biri birinden ayırmağa, denizleri biribirleri ile bir­
leştirmeğe çalışan bir fatihçesine hareket eder.

Nihayet işte haberler çıka geliyor! Küçük firkateyinler


üzerinde bir takım tüccarlar İngiliz hatları arasından sı­
vışıp geçmişler; bunlar onun huzuruna çıkarılıyor, her bi­
ri sıkı sıkı sorgudan geçiriliyor. Donanmanın tahrip
edilmiş olması her işin rengini değiştirmiş; Sultan, Rus­
larla birlik olup Fransaya harp açmış, veziri Ahmet Paşa
da Surye üzerinden geliyor. Bu haber üzerine Mısır ayak­
lanıyor. Toplar şehirleri kendi ateşleri altında tutuyor;
asilerin kelleleri kazık uçlarına takılıp "âlemin haberi ol­
sun ha” makamında gezdiriliyor: "Ümit ederim ki bu, on­
lara ders yerine geçer.”
Haddi zatinde Bonapart kendini yılgın olmaktan ziyade
yatışmış hissediyor; şayet Türkler ona karşı yürürse, o da
nihayet onlarla alın alına çarpışabilip onları yenebilecek­
tir, fakat gûya muvaffak olsa bile dahi tasavvurları daha
az harap olacak değildir. O, Mısırı, Hindistana karşı ya­
pacağı harekâtın temeli olmak üzere tahmin ve tasavvur
etmişti. "Şayet elde gemiler bulunursa Okyanus aşılabilir,
şayet elde deve olursa artık çölün engelliği kalmaz.” Mı­
sırın fetih ve tahkim edilmesi ile 40.000 adam, o miktar­
da deve ve 120 top ile girişmek istediği Hindistan fethi
hazırlıklarına Önceden on beş ay konmuştu. Fransadan da
nüihim asker, gemi ve top takviyeleri gelecekti.
Abııkir bütün bu projeleri bir günde hiçe indirdi. İngi­
liz leı sahili abluka ediyorlardı, takviyeler artık gelemiyor-
164 N A PO LEO N

du, sultan düşman olmuştu. Mısırda efkârı umumîye a­


leyhine dönmüştü.
Fakat plânlarım şeraite göre değiştirmeğe alışık olan
Bonapart hadisatı kendi lehine döndürmeğe icbar edecek­
tir. Hem Türklerin, hem de İngilizlerin bir arada karaya
çıkmalarına müsaade etmek delilik olur. O halde, mahv­
olmamak için hücuma girişmek gerektir. Türklerin elin­
den erzak ambarlarım, limanlarım almak, Suryedeki hı-
sritiyanları silâhlandırmak, dürzüleri de ayaklandırmak
lâzımdır. "Akkâ kalesi elimize geçerse, Kahirede efkâr
tekrar lehimize döner. Haziran ayında Şamda bulunuruz,
pişdarlarımız da Torüse kadar sarkar ve 20.000 Fransız,
6.000 Memluk ve 18.000 dürzü ile şarka doğru ileriler;
Döze (Desaix) doğrudan doğruya gelip bize iltihak eder.
Sultan derhal rahat oturur. Acem şahı da Basra ile Şir
(Schira) dan aşıp geçmeğe bize evelce izin vermiş bulun­
duğu cihetle, Allah isterse, martta îndüs kıyılarına va­
rırız.”
O saatteki tehlike karşısında sıkışıp kalmış olan Bona­
part geniş bir projenin iskelelerini kuruyor ve Surye isti­
kametini tutmağa karar veriyor. İlerleyişi yolsuz bir di­
yar içinde devam ediyor. Hassatan geceleri, susuz, hemen
daima pişdar ile yürüye yürüye bazı 15 saatte 70 kilometro
yol alıyor. Yafanın sukutu sırasında 3.000 Türk teslim
oluyor. Bunlar ne yapsın? Alıkoysun mu? Kendi askeri­
nin bile yiyeceği eksik; fazla olarak adamlarından bin ta­
nesine de onlara gözcü ayırmak icap edecek. Fransaya mı
göndersin? Artık elinde gemisi filân yok. Değiş mi et-
şin? Düşman elinde hiç bir esir yok. Serbest mi bıraksın?
SEL 165

G i d ip A k k â y ı ta k v iy e e d e r le r . N e y a p s ın ? B o n a p a r t m ec­
lis a k d e d iy o r . H e r b ir i e s ir le r in im h a s ın a r e ’y v e r iy o r .
" Z a te n d ü ş m a n d a g e ç e n g ü n b iz im p a r lö m a n te r le r im iz -
d e n b ir in in k e lle s in i u ç u r m u ş !’’ d iy o r la r . K ı t a la r kendi
t a y in le r in in b u a d a m la r m e n fa a tin e e k s ild iğ in i g ö r m e k le
g ü c e n iy o r la r . B o n a p a r t t e r e d d ü t e d iy o r. Ü ç g ü n d ü ş ü n ü ­
y o r , s o n r a ö ld ü r ü lm e le r in e riz a g ö s t e r iy o r . E s ir le r d e n iz e
g ö tü r ü lm ü ş v e s u d a b o ğ u lm u ş tu r. B ilâ h e r e b ir ç o k a sk e ­
r î m ü n e k k it, h a s s a ta n A lm a n la r , b u te d b ir i — z a r u r id ir ,
iç tin a b ı k a b il d e ğ ild ir h ü k m ü n ü v e r e r e k — ta s v ip e tm iş ­
le r d i r .
A k k â o n u n y o lu n u g e n e k a p a y o r , k a le y i e le g e ç irin c e
o r a d a s ilâ h m ü h im m a tım y e n ile y e c e k v e d o ğ r u i le r i ş im a le !
A m a n v e rm e z b ir b o ğ u ş m a y a tu tu lm u ş , T ü r k le r le h arp
h a lin d e , h e r y a n ı k e s ilm iş . M ü c b ir lü z u m la r ın ilc a s ı ile
B o n a p a r t im k â n s ız lık d e n e n şe y i y e n e c e k tir. F a k a t p lâ n ­
la r ın ın ic ra s ın d a k e n d in i b a z ı m u h a y y e r lik le r a lık o y u y o r ,
te n e v v u la r v e i n h i r a f la r k a b u l e d iy o r : " B ü tü n S u r iy e y i
a y a k la n d ır ır v e s ilâ h la n d ır ır ım ... Şam v e H a le p ü z e rin e
y ü r ü r ü m ; m e m le k e tle r iç in d e ile r le d ik ç e b ü tü n g a y r ı m e m ­
n u n la r ı a la r a k o rd u m u b ü y ü ltü r ü m . E s ir liğ in , p a ş a la r ın
m ü s te b it v e k e y f î h ü k ü m e tin in ilg a e d ild iğ in i m ille t e i ­
lân e d e rim . V e s ilâ h la n m ış k ü t le le r le î s ta n b u la v a r ı r ı m ;
T iirk im p a r a t o r lu ğ u n u d e v ir i r v e ş a r k ta b e n im y e r im i ah -
lûl n a z a rın d a te s b it e d e c e k y e n i v e b ü y ü k b ir im p a r a t o r ­
lu k k u r a r ım , v e ih tim a l d e A v u s t u r y a h a n e d a n ım im h a
y itik te n s o n r a P a ris e , E d ir n e ve V iy a n a ü s tü n d e n dö­
lü,'fim .”
B u n la r g e n e h e r v a k i t k i h ü ly a la r d ı r , f a k a t s o n d e re c e
16 6 NAPO LEO N

g a y r e t v e h im m e t is te y e n b i r v a z iy e t iç in d e daha vü sat
p e y d a e tm iş le r. A k k â y a d o ğ r u ile r le y o r . K a le e h e m m iy e t­
l i d e ğ il; f a k a t te s lih a tı a s rî, İ n g iliz z a b itle r i i le to p ç u o ­
n u n m ü d a fa a s ın ı te m in e d iy o r . K a l e b irin c e , ik in c i, ü ç ü n ­
cü h ü c u m a k a r ş ı d a y a n ıy o r . A y n i z a m a n d a d a lim a n d a
İ n g iliz g e m ile r i t e h d it v a z iy e tin d e g ö r ü n ü y o r .
O a n d a o n a P a ris te n h a b e r le r g e liy o r . S e k iz a y d ır d a ­
h a i lk h a b e r le r ! H e le ş ü k ü r i F a k a t n e ? T a le y r a n İ s ta n b u -
la m ü z a k e re y e g itm e m iş : K u r n a z d ip lo m a t b u iş te n s ıy ­
rılm ış . iş t e b iz e b u m u h a re b e y e p a tla y a n s e b e p b u ; v e iş te
b u y ü z d e n ş im d i şu ta ş y ığ ın ın ın d ib in d e y iz . C ü m h u r iy e t
N a p o li v e S a r d u n y a i le h a r p h a lin d e ; r a k ı y p le r i M o r o v e
O jr o m ü h im k u m a n d a n lık la r a g e ç ir ilm iş le r . H e y a k s i ş e y ­
ta n , b iz n e d e n şu k u r ş u n g ib i a ğ ır g ü n e ş in a lt ın d a y ız ? H ü ­
c u m ! Ş u s e f i l k ü ç ü k k a le n in h a k k ın d a n g e le m iy e c e k m iy iz ?
O n a k u m a n d a e d e n k im a c a b a ? P a ris h a r b iy e m e k te b in d e k i
e sk i a r k a d a ş la r ın d a n b iri, I n g iliz h iz m e tin e g irm iş b ir
m u h a c ir.
M u v a f f a k o la m ıy o r . N iç in ? M u h a s a r a o n u n iş i d e ğ il;
d ü ş m a n ı a ç lık la y e n m e k iç in s a r fe d ilm e s i lâ z ım g e le n
s a b ru se b a t o n u n m iz a c ın a u y g u n d e ğ il. Ş im d iy e k a d a r

h iç m u h a s a ra e tm e m iş , y a is tih k â m la r ı v e k a d ın la r ı ç a r­
ç a b u k e le g e ç irm e k , y a d a b u iş te n v a z g e ç m e k lâ z ım g e l­
d iğ in i i lâ n e d iy o r . N e n iy a z , n e is tirh a m e tm e s in i b iliy o r ,
n e h iz m e t e tm e s in i, n e d e s a b r e tm e s in i! Z a m a n s ık ış tır ı­
y o r , a r t ı k b e k liy e m e y iz . H ü c u m !
K ı t ’a la r k ü f ü r s a v u r m a ğ a b a ş la y o r, h a tt â z a b itle r a r a ­
s ın d a b ile b ir h o ş n u ts u z lu k m ı r ılt ıs ı ş a y i o lu y o r : K u m a n ­
d a y ı K le b e r a ls ın , o d a h a h a lim v e İn s a n îd ir.
SEL 167

B o n a p a r t ç a d ırın d a o tu rm u ş , b a ş ın ı e ğ m iş , h e s a p la r ın a
ç a lış ıy o r. H e le c a n lı s a a t le r ! İ n g ilt e r e k a ra d a da, b u ra d a
ja r k t a d a m i y e n ile m e z m iş ? B u ra d a a y la rc a m ı k o n a k la ­
m a k ? İ m k â n ı y o k ! A v r u p a s ilâ h ş a k ır tıs ın d a n ç ın ç ın ö ­
tü y o r. Y e n m e d e n d ö n g e r i e tm e k ? B u , o n u n iç in y e p y e ­
ni b ir te e s s ü r... B u n u n la b e ra b e r b u n a k a r a r v e r i p işi n a ­
ta m am b ıra k m a lı. M ıs ır a d ö n m e li.
Akkâm n d a y a n m a s ın ın B o n a p a r tın H in d is ta n a d o ğ ru
y ü rü m e s in i d u r d u r d u ğ u d o ğ r u d u r ; fa k a t İ ta ly a d a n v e b a ş­
ka t a r a f la r d a n y e n i a ld ığ ı e n d iş e li h a b e r le r ü z e rin e b u iş ­
ten v a z g e ç m e li m i i d i ? K a r a r , ş ü p h e y o k , ta r tılm a z s e b e p ­
le rd e n i le r i g e liy o r d u . M u ta d ın ın h i lâ f ı n a o la r a k B o n a ­
p a r t o r d u n u n g e ris in d e k a lıy o r . Y e n ilm e z k a le y i, b ir te ­
p e n in ü s tü n d e n , g ü n k a ra rın c a y a k a d a r, m e lâ lli b ir k in
ile s e y r e d iy o r .
M ü th iş r i c ’a t, y o l y o k , su y o k ; v e b a k ı r ıp g e ç ir iy o r.
K a d e r B o n a p a r tı k u m la r ın o rta s ın d a h e lâ k m i edecek?
K o rk m a d a n g id ip h a s ta h a n e le r d e h a s ta la r ı y o k la y o r , o n ­
la ra c e s a re t v e r iy o r . A ş a ğ ıd a d e h ş e tli ıs tıra p la rla k ıv ra ­
n a n la rın c a n ç e k iş m e le ri k ıs a k e s ils in . D o k to r u n , k a y b o l­
m u ştu r h ü k m ü n ü v e r d i ğ i e lli k a d a r v e b a lın ın a f y o n ile
ö ld ü rü lm e s in i t ıp k ı m e s ’u l b ir h ü k ü m d a r g ib i e m r e d iy o r .
D o k to r b u e m re ita a ti r e d d e d iy o r . A c a b a ö t e k ile r d e b u
m ir i h iç y e r in e g e tir m e m iş le r m id ir ? N a p o le o n b ilâ h a r e :
" O ğ lu m d a h i b ö y le b ir v a z iy e tt e k a lm ış o ls a y d ı, o n a k a r ­
sı d a r e y im a y n i b ö y le o lu r d u ” d e rd i.
2 0 0 0 h a sta , 6 0 0 0 d e s a ğ la m a d a m ç ö lü n iç in d e s ü rü n ü -
p r . A t o lm a d ığ ın d a n s a ğ la m la r h a s ta la r a d e s te k o lu y o r .
B ü tü n e r k â n ı h a r b iy e y a y a y ü r ü y o r . B ir se y is b ir sa b a h
168 N A PO LEO N

je n e r a le h a n g i a ta b in m e ğ i a r z u e ttiğ in i s o r d u k ta je n e -
r a ld e n c e v a p o la r a k b ir k a m ç ı y em iş.
N ih a y e t M ıs ır g ö r ü lü y o r ! B a ş ta g a n im e tle r o ld u ğ u h a l­
d e p a r la k b ir g ir iş le , b e y a n n a m e le r v e g e ç it r e s im le r i ile
M ı s ı r lı la r a n a f i le y e r e g ö z d a ğ ı v e r e r e k a ld a tm a ğ a ç a lış ı­
y o r.
Y a P a r i ? O n a b u işi n a s ıl a r z e tm e li?
A k k â y ı b ıra k m a ğ a v e m e m le k e ti te rk e tm e ğ e m e c b u r o l ­
d u k , ç ü n k ü o r a d a v e b a h ü k ü m s ü r ü y o r m u d e m e li? V a k ’a,
b u h u su sa d a ir ta y in o lu n a c a k b ir â lim le r h e y e ti t a r a f ı n ­
d a n t e ’y it v e ta s d ik e d ile b ilir . F a k a t d o k to r u n b ir i, a r k a ­
d a ş la r ı a r a s ın d a te k b a ş ın a o la r a k a y a ğ a k a lk ıy o r . B u iğ ­
f a l e im z a s ın ı v e r m e ğ i k a b u l e tm iy o r . B o n a p a r t o n a ç o k g a ­
z a p lı b ir t a v ı r i le b a k ıy o r, f a k a t ra m o lu y o r . B ir ç o k z a m a n
s o n r a b u a f i f v e m ü s ta k im a d a m ı h a tır lıy a c a k , o n u t e r f i
e ttir e c e k tir .
B u e s n a d a T ü r k le r d e n iz d e n y a k la ş ıy o r . B o n a p a r tın
m u k a d d e r a tı, d e n iz m u h a re b e s in d e n ta m b ir y ı l s o n r a y e ­
n id e n m e v z u u b a h s o lu y o r . B u d e f a o n la r ı y a n a ş m a ğ a b ı­
r a k ı y o r v e k e n d i o r d u s u n d a n ik i m is li f a z la k u v v e t li o la n
h a s m ı h a r p h a r ic i e tm e ğ e m u v a f f a k o lu y o r . M u h a re b e n in
n e tic e s in d e M ü r a o n u t e k r a r b u lu n c a k u c a k lıy o r v e d iy o r
k i : " J e n e ra l, s iz c ih a n k a d a r b ü y ü k s ü n ü z !,, B o n a p a r t K a -
h ir e d e n iş ’a r e d iy o r k i : " B e n im g ö r d ü ğ ü m e n g ü z e l m u ­
h a r e b e le r d e n b i r i o la n A b u k ir m u h a re b e s in in h a b e r le r in i
a lm ış o ls a n ız g e r e k t i r ! D ü ş m a n o r d u s u n d a n b ir a d a m b ile
k a ç ıp k u r tu la m a d ı.,,
B u d e v ir d e , h iz m e tin e a lm ış o ld u ğ u m e m lü k le r a ra s ın d a
i r i y a p ı lı g ü z e l b i r d in ç d e lik a n lı, e s ir o la r a k ü ç k e r e s a tıl­
SEL 169

m ış m a v i g ö z lü b ir g ü rc ü , n azarı d ik k a tin i c e lb e d iy o r :
R ü s te m ! G ö z le r i, y ü z ü n ü n ç iz g ile ri s a d a k a t ifa d e e d iy o r.
B o n a p a rt o n a s ü s lü b ir k ılıç h e d iy e e d iy o r v e b u n d a n
b ö y le k e n d i k a p ıs ı ö n ü n d e y a tıp u y u m a s ın ı e m r e d iy o r .
R ü ste m , o n b eş y ı l e fe n d is in in y a n ın d a n h iç a y r ılm ıy a -
ç a k tır.
M u z a f f e r i y e t t e n s o n ra , B o n a p a r t, a ç ık ta k o l g e z e n İ n ­
g iliz a m ir a ld e e s ir le r i d e ğ iş e tm e k b a h a n e s i ile m ü z a k e re ­
y e g ir iş iy o r . H a k ik a tte is e a r a d ığ ı, y a ln ız h a v a d is tir ... Ş u
z a m a n d a b ir te k g a z e te d ü n y a a ğ ır lığ ın c a a lt ı n d e ğ e r. N i ­
h a y e t b ir ta n e e le g e ç ir iy o r la r , y a v e r i b u n u o n u n ç a d ırın a
g e t ir iy o r . B o n a p a r t u y u y o r . " J e n e ra l, size A v r u p a g a z e ­
t e le r in d e n b ir k o le k s iy o n g e tir iy o r u m , o n d a b irç o k k ö tü
h a v a d is g ö re c e k s in iz ,, d iy o r . J e n e r a l k a lk ı y o r : " N e le r o lu ­
y o r ? ,, d iy e s o r u y o r.
" Ş e r e r ( S c h e r e r ) I ta ly a d a ta m a m ı i le y e n ilm iş , İ t a ly a h e ­
m e n h e m e n b a ş ta n b a şa e lim iz d e n ç ık m ış.,, B o n a p a r t k a r ­
y o la d a n f ı r la y o r , z a b itin a n la ttığ ın a g ö r e b ü tü n g e c e o k u ­
y o r , h e m d e o k u m a sı a r a s ın d a ö fk e s in d e n h a y k ır a h a y k ı r a..:
F e c ird e d o n a n m a k u m a n d a n ım ç a ğ ır t ıy o r , o n u n la ik i s a a t
baş b a şa k a p a n ıy o r , s o n r a K a h i r e y e g id iy o r .
S o n r a M a r m o n a d iy o r k i : " F ra n s a y a d ö n m e k ü z re b u ­
ra d a n g itm e ğ e k a r a r v e r iy o r u m , s iz i d e b ir lik t e g ö tü r e c e ­
ğ im i u m a rım . A v r u p a d a k i iş le r in h a li b e n i b u b ü y ü k k a r a ­
rt v e rm e ğ e m e c b u r e d iy o r . I d b a r la r o r d u la r ım ız ı m e c a ls iz
b ıra k ıy o r. D ü ş m a n ın d a h a n e r e y e k a d a r g ir e c e ğ in i A lla h
İlilir. F a k a t iş le r in b a ş ın a g e ç m iş o la n b u k u d r e ts iz a d a m ­
la rd a n n e b e k le r s in ? B u a d a m la r d a h e r ş e y c a h illik te n ,
e l)İç lilik te n v e a h lâ k d ü ş k ü n lü ğ ü n d e n ib a re t. B u y ü k ü b en ,
170 N A PO LEO N

yalnız ben kaldırabilirim, ve ben olmasaydım asla yükse­


lip kendini idame etmeğe muvaffak olamıyacak olan hü­
kümete mütemadi muvaffakiyetler sayesinde ben kıvam
verdim. Ben gaybubet edince her şeyin yıkılıp gideceği
zaten belli idi... Türk ordusunun harap edildiği ve benim
de vürut ettiğim haberleri Fransada hemen hemen bir ara­
da duyulacaktır. Benim huzurum ruhları çoştuıacak, or­
duda noksan olan emniyet ve itimadı yeniden uyandıracak
ve eyi vatandaşlara da daha âlâ bir istikbalin ümidini ve­
recektir.,,
Kendi kendine kaldığı zaman da:
"Onların istikabli ben im. Denecek ki ordumu bırakıp
gelmişim... Fakat ordu Kleberin emri altında olursa daha
eyi olacak. Ben buraya bir müstemleke kurmağa geldim,
işte müstemleke, Türkler yenilmiş. Takviyeler ancak Fran-
sadan gelebilir, onları da sade ben gönderebilirim. Benim
buradaki rolüm nihayete ermiştir, şimdi tekrar gene Av­
rupa harp sahalarında başlıyacak. Otuz yaş! Buna ben bir
kaç güne kadar basıyorum...,, diyor.
Amiral beyan ediyor ki: "Tulona dönmek için rüzgâr
kötü, Akdeniz de İngilizlerle dolu.,, Fakat hiç bir Mon-
golfiye onu Parisedek götüremiyeceği için talii denemek
lâzım. Çıkalım yola!

XVII

Vakti ile Venedikten zaptolunma iki küçük firkateyn,


bütün ışıklarını söndürmüş, gece karanlığında yollanıyor...
Jeneralin bindiği gemiye vakti ile Lodide canım vererek
SEL 171

o n u k u r ta r m ış o la n m ü la z im in h a tır a s ın a h ü r m e tle M ü ir o n
a d ı v e r i l i y o r ; o n b eş y ı l s o n r a N a p o le o n b u a d ı d a h a lâ y ı k
o ld u ğ u g ib i te v k i r e d e c e k tir. B o n b u rn u s e y a h a tin e n te h ­
li k e li n o k ta s ı. İ k i k ü ç ü k m e r a k ip , İ n g iliz le r in a ra s ın d a n
s ıv ış ıy o r . T a m d a s ıra s ın d a y u m u ş a y a n m is tr a le lâ n e t o l ­
s u n ! B u a ğ u s to s g e c e s in d e , y ı ld ız la r ı n h a f i f h a f i f p a r ı lt ı ­
s ın d a , h e p s i d e g ü v e r te d e g a m lı, c e s a re ti k ır ık , ö y le c e k a ­
lı y o r la r . İ s k a m b il o y n a n ıy o r . B o n a p a r t o y n a y o r , h ile e d i­
y o r , a ş ırm ış o ld u ğ u ş e y i e rte s i g ü n g e r i v e r iy o r .
B u g e çiş, o n b eş a y e v v e l, ş im d ik in d e n n e k a d a r f a r k l ı
İ d i! D ö r t y ü z g e m id e n e le d e y a ln ız ik is i k a lm ış . O rd u n u n
y a r ıs ı m a h v o lm u ş . G e rç i M ıs ır h â lâ F ra n s ız la r ın e lin d e ,
fa k a t n e k a d a r m ü d d e t d a h a ? I n g iliz le r i y e n m e k , D u v r a
a s k e r d ö k m e k v e H in d is ta n a v a r m a k t a s a v v u r la r ı n e o ld u ?
İ s y a n k o r k u s u y ü z ü n d e n k e n d in in ç e k ilip g itm e ğ e m e c ­
b u r k a ld ığ ım g ö rm e d i m i? K le b e r d a h i o rd u n u n k u m a n ­
d a n lığ ın ı a n c a k o ç ık ıp g it t ik t e n s o n ra k a b u l e tti. S o n y e v ­
m i e m ri k u r u v e s e r t ç ın lıy o r d u . Â li m le r y u k a r ı M ıs ır a
g ö n d e r ilm iş le r d i, z ir a M o n j i le B e r to le , g e m id e o la n b u
v u k u f l u la r , g e v e z e lik e d e b ilir le r d i. H e le şu ş a i r l e r ! İ ç le ­
r in d e n b ir i, b ir ş e y d e n ş ü p h e le n e re k , g itm e k ü z re b u lu n a n
f ir k a t e y n e n a h a k y e r e s ıv ış ıp g irm iş ti. V a r s ı n o d a b iz im le
b e ra b e r d ö n s ü n , b u a d a m la r ın fa y d a s ı d o k u n u r ; b u n la r
z a f e r in v a s ıta c ıla r ıd ır . S o n m u z a ffe r iy e tim iz P a r is in te v e c ­
c ü h tü e f k â r ı n ı b ize te m in e d e r.
H a f ta la r c a m ü d d e t ik i fi r k a t e y n m ü te m a d i te h lik e iç in ­
d e s e y a h a t e d iy o r.
B o n a p a r t d iy o r k i :
" I n g iliz le r b iz i y a k a la r s a n e y a p a r s ın ız ? M u h a re b e y i k a ­
172 NAPO LEO N

bul eder misiniz? İmkânı mı yok? Teslim mi olursunuz?


Bunu benim kadar siz de temenni etmezsiniz. Şu halde, şa­
yet icap ederse kendimizi berhava etmekten başka çare
yok.,. Hepsi birden susuyorlar. Monjun beti benzi sararı­
yor. Jeneral kötü bir gülümseme ile: "Bunun emrini de si­
ze veririm.,, sözlerini ilâve ediyor. Vaktaki birkaç gün son­
ra bir gemi görülüp yanlışlıkla İngiliz sefinesi sanılıyor,
âlim ortadan kayboluyor. Onu cephanenin kapısında bu­
luyorlar. Bonapartın işte bu derece nüfuzu vardı.
Altı hafta süren bir geçitten sonra, bir teşrinievvel saba­
hının maviliği içinde nihayet bir ada görünüyor; çok eyi
bildikleri bir dağlar çizgisi ufukta teressüm ediyor. Kap­
tan haritaları tetkik ediyor ve bulunduğu yeri nişanlayıp
tayin etmeğe çalışıyor. Bonapart çıka geliyor: "Bu, Kor-
sikadır, bu!„ diyor. Derakap yelken dışarı edilerek oraya
yanaşılmasını emretmesin mi? Fakat önce bilmek lâzım,
ada hâlâ Fransızların mı, değil mi? Rüzgâr hafif gemiyi
kıyıya doğru sert sert atıyor. Gemiyi durdurmakta, tut­
makta güçlük çekiliyor. Bonapart ta kendi kendine: "Aca­
ba hâlâ Fransız mı?„ diye soruyor. "Evelce her seyahatim­
de burası artık Fransızın mı diye sorardım. Hem de daha
bundan kaç yıl evel? altı yıl... O zaman 24 yaşımda idim.
Bütün emelim orada hâkim olarak emir vermekti. O za-
mandanberi İtalyayı ayaklarıma kapanmış gördüm, Mısır
bana itaat etti. Paris daha güleryüz gösterdi, bütün bu
şeyler sade oldu geçti.,,
Yel şiddetini arttırıyor. Adadan ne cevap var? Bayrak­
lar sallanıyor. Ada açık. Vatansızın adası vatan olmuş.
Karaya yaklaştıklarında bütün Ajaksiyo halkı Bonapar-
SEL 173

t i g ö r m e k iç in m e n d e re k ü z e rin e ü ş ü ş ü y o r. V a k t i ile k e n ­
d in i t e l ’in e tm iş o la n b u k a la b a lığ a o , r e y b î b ir g ö z le b a­
k ı y o r ; k e n d in e u z a n a n b ü tü n e lle r i lâ k a y ı t lı k la s ık ıy o r , f a ­
k a t b ir ses o n u : " F ig lio ! c a ro f i g li o !,, 'O ğ u l! S e v g ili o ğ u l!,,
d iy e ç a ğ ırın c a ih t iy a r s ü tn in e s in i h e y e c a n la t a n ı y o r ; K a ­
m illa ( C a m i lla ) , e lli y a ş la r ın d a v a r y o k g ü ç lü k u v v e t li
k ö y lü k a d ın ...
N a p o le o n a n n e s in in ta m ir e t t i r i p iç in d e n d a h a y e n i a y ­
r ı ld ı ğ ı e c d a t e v in d e ... H a b e r a lm a k iç in e m in a d a m la r ç a ­
ğ ı r t ı y o r . F ü tu h a tın ın n e h a le g e ld iğ in i o n la r d a n ö ğ re n i­
y o r : M a n to v a v e M ila n o , h e m e n h e m e n te k m il İ ta ly a k a y ­
b e d ilm iş . C e n o v a d a u z u n m ü d d e t d a h a d u ra m a z . M a s s e n a
îs v iç r e y e d o ğ r u g e r i p ü s k ü rtü lm ü ş . İ n g iliz le r H o lla n d a y a
a s k e r ç ık a rm ış . N e y a p m a lı? ö n c e n e y a p m a lı? N is e g id ip ,
k u m a n d a y ı e le a lıp , s e ri m u z a f f e r i y e t le r i le h e r ş e y i y e n i­
d e n f e t h e t m e li ! N e ? D i r e k t ö r le r d e n ik is i a z il m i e d ilm iş ?
D e m e k , z a y ı f d ü ş e n h ü k ü m e t k e n d in i a r t ı k b ö y le m u a m e ­
le le r y a p a r a k m ı id a m e e d e b iliy o r ? J e n e r a l M u le n ( M o u ­
l i n ) m i? D i ğ e r h a le f k im ? S ie y e s m i? H e le b a k , b a k h e le !
İ h tim a l b i r h ü k ü m e t d a rb e s i h a z ır la n ıy o r . G id e lim P a r is e !
Y o l a ! G e m iy e b ir d e ş a lu p a b a ğ la s ın la r !
İ k i g ü n T u lo n is tik a m e tin d e ile r le n iy o r . A k ş a m k a r a r ­
tıs ın d a a r t ı k s a h il g ö r ü n ü y o r , v a k ta k i d ir e k te b e k liy e n n ö ­
b e tç i İ n g iliz g e m ile r in i iş a r e t v e r iy o r ... K a p t a n :
— G e r i y e ! k u m a n d a s ın ı v e r i y o r . B o n a p a r t o n a :
— İ l e r i y e ! d iy e h a y k ır ıy o r . İc a b ın d a ş a lu p a y a a t la r , k a ­
r a y a k a d a r k ü r e k ç e k e r iz !,, T a m y a n ın d a n g e ç tiğ i h a ld e
y e lk e n le r in v a z iy e tin d e n d ü ş m a n ın g ö z ü n ü t a li in i n y ıld ız ı
b ir k e r e d a h a k ö r le t iy o r .
174 NAPO LEO N

Gece oluyor, Tulona varmanın imkânı yok. O halde


Frejuse yanaşılsın! Bu sığlığın kayalarım bilmiyor musu­
nuz? Ehemmiyeti yok! Su hizasındaki kayalar her yerde
olur. İleri! Yedi hafta yolculuktan sonra işte nihayet Fran­
sa sahili şuracıkta, ta yakında. Cür’et edin, yanaşın!
Bu İtalyan, tekrar kavuştuğu memleketi seviyor mu,
yoksa onun nazarında Fransa, üzerinde arzın bütün diğer
aletlerinden daha eyi havalar çalınabilen bir güzel keman­
dan mı ibaret?
Ertesi sabah Bonapart adı Frejüs sokaklarına yayılıyor.
Yüz kadar kayık neden limana toplanıyor? Halkın bu coş­
kunluğu neden? O, Afrikada ne yapmıştır ki halk onu böy­
le muzaffer bir adam gibi karşılayor? Bir memur, karan­
tinadan bahsediyor. Halk: "AvusturyalIlar olacağına veba
olsun, bizim için daha eyidir.,, diye haykırıyor ve vect için­
de bütün şehirde onun arabasının rikâbına toplanıp bir
mevkip vücude getiriyor.
O, bu tebcillere cevap verirken kendi kendine:
— Demek, Fransa bu derece kötü bir vaziyette mi kal­
mış? Beni bekliyorlar mı imiş? Tam zamanında geliyorum,
ne daha erken, ne daha geç!,, diyor.
Ve yola düşerek, bir hafta müddet, bütün rasgeldikleri-
ne durmadan dinlenmeden boyuna sualler soruyor. Paris-
ten, kendi eline asla varmamış olan bir mektubun suretini
alıyor: "Jeneral, Direktuvar sizi bekliyor, sizi ve kumanda
ettiğiniz yeğitleri.,, Bu, bir kurtarıcı arayan çıldırmış bir
hükümetin feryadıdır. Şimdi ne yapmalı? En eyisi, birkaç
gün daha bekleyip kendisinden evvel oraya bir mektup
göndermektir.
SEL 175

Parise: "Her istilâdan masun olan Mısır baştan başa


bizimdir.,, diya yazıyor. Gazeteler, eline ancak tem­
muzun sonunda geçmiş: "Ben derakap, o saat oradan çık­
tım gittim. Tehlikeleri hesaba katmak mecburiyetini dü­
şünmedim; benim varlığım en çok nerede faydalı ise ben
orada bulunmalı idim. Bu duygularla gayrete gelmiş ol­
duğumdan pelerinime sarınıp şayet bir firkateyn bulma­
mış olsaydım bir kayığa da biner, yola çıkardım. Mısırı eyi
tanzim ve teşkil edilmiş bir halde ve Jeneral Kleberin em­
rinde bıraktım. Mısır su altında idi, Nil de elli yıldanbe-
ridir bu kadar güzel olmamıştı.,,
Bu ustalıklı satırlar ona pişdarlık hizmeti görüyor. Hiç
olmazsa kimin geldiğini bilsinler!.
Yol hakikî bir muzaffer güzergâhı oluyor. Bonapart,
her yerde, selâm topları ile karşılanıyor. Valans! Kalaba­
lığın içinde eski ev sahibi kadını tanıyor ve kıraathaneyi,
bilardo salonunun yanındaki odacığını hatırlayarak ona,
şarktan getirdiği bir şeyi hediye veriyor. Liyonda şerefine
tertip edilmiş bir piyesi seyretmek üzre ister istemez iki
saat eğleşmeli. Piyesin adı: "Kahramanın dönüşü,,.
Bu hayranlık nişanelerinin hiç biri, onun adının büyük
sihrini, onun döndüğü haberinin sevincinden âdeta yıldı­
rımla vurulmuş gibi ansızın düşen Boden (Baudin) in ö­
lümü derecesinde itiraz kabul etmez bir surette göstere­
mez.
Parise yaklaşılıyor. Bonapart her şeye kulak vermekten
kalmıyor; fakat kendi hususî hayatı hakkında, Jozefin
hakkında hiç bir şey duymuyor; hiç bir şey de öğrenmek
istemiyor. Artık onu boşamış mı? Kardeşleri nerede? Dön­
176 N A PO LEO N

d ü ğ ü n ü d ü n d e n b e ri b ü tü n P a ris b iliy o r , n e d e n h iç b ir i o n u
k a rş ıla m a ğ a g e lm e d i? Y a k a d ın ? H e r y a n ı a y n a lı o d a s ın d a
o n u g e n e g ü lü m s e r m i b u la c a k ? F e c rin h a f i f a ğ a r tıs ı tâ
a r a b a s ın ın iç in d e k a d a r v u r u y o r ; iş te o k t r u v a m e m u r la r ı,
d ış b u lv a r la r ; a r a b a b ir k ü ç ü k s o k a ğ a g ir iy o r . B o n a p a r t
e v in i g ö r ü y o r . E şik te te k b a ş ın a d u r a n k a d ın k im ? A n a s ı.

X V III

" B o n a p a r tın d ö n d ü ğ ü h a b e ri i lk i n P a ris te t i y a t r o la r d a


2 1 V a n d e m iy e r ( V e n d e m ia ir e ) d e y a y ıld ı. B u h a b e r : Y a ­
ş a s ın C ü m h u r iy e t! Y a ş a s ın B o n a p a r t ! n i d a la r ı v e b irç o k
a lk ı ş la r la k a r ş ıla n d ı. M u z a f f e r i y e t le r v e s u lh m u g e t i r i ­
y o r d u , y o k s a i d b a r la r la h a r p m ı? O n u b ile n y o k tu , z a n la r
v e ta h m in le r iç in d e h e rk e s y o lu n u ş a ş ır ıy o r d u ; fa k a t b ü tü n
m u h a v e r e le r d e s e lâ m e t ü m itle r i v e s a a d e t h is s ik a b le lv u k u -
l a r ı g ib i b ir ş e y in a n s ız ın d o ğ d u ğ u g ö r ü ld ü .,, G a z e te le r
o n u n şah sı, y ü z ü , e s p a p la r ı h a k k ın d a n ic e fa n t a z iy e li t a f ­
s ilâ t i lâ v e e d iy o r d u . İ ğ f a l e d ilm e s i d a h a g ü ç o la n m u h a ­
l e f e t m a tb u a tı b ile b ü tü n ü m it le r in i o n a b a ğ la y o r d u . " M ı­
s ır s e f e r i a k a m e te u ğ r a d ı a m m a n e e h e m m iy e ti v a r ! O n a
g iriş m iş o lm a s ı b ile e lv e r i r , o n u n c ü r ’e ti b iz e p a h a lıy a
o t u r u y o r , b u ra s ı a ş ik â r, b u n u n la b e ra b e r o n u n te şe b b ü s
e t t iğ i ş e y le r b iz im c e s a re tim iz i c a n la n d ır ıy o r .,, O na h ü r­
m e tle r a r z e d i li y o r ; ta h m in e t t iğ i ş e y le r ç ık ıy o r.
F a k a t k a r ıs ı o r t a d a y o k . B o n a p a r t ın d ö n d ü ğ ü h a b e r in i
o , b i r a k şa m G o h iy e ( G o h ie r ) n in e v in d e , y e m e k te ik e n
a l ıp ş a ş ırm ış ; h e r ik is i d e b u h a b e rd e n fe n a h a ld e k o r k ­
m u ş, ç ü n k ü ne b ir in in v ic d a n ı r a h a t, ne de ö te k in in ;
SEL 177

a lt la r ı n d a b i r y a n a r d a ğ d ır h o m u rd a n ıy o r . A n la ş ı la n b u
d e v r e d e d a h i h â lâ i lt i f a t ı n a b o ğ d u ğ u B a rra s o n a , b o ş a n ıp
H ip p o ly t i le e v le n m e s in i ta v s iy e e tm iş ti. K o c a s ın d a n o n a
h iç b ir m e k tu p u la ş m a m ış tı; a c a b a b u m e k t u p la r y o ld a m ı
tu tu lm u ş tu , y o k s a h iç m i y a z ılm a m ış tı? K a y ı n b ir a d e r in in
ta k ın d ığ ı t a v ı r h iç d e f a li h a y ı r d e ğ ild i. B ü tü n P a r is i e le k ­
t r ik le n d i r e n ş u " B o n a p a r tın T ü r k le r ü z e rin e m u z a ffe r iy e -
ti„ h a b e ri g e ld iğ in d e k a d ın k e n d i k e n d in e s e lâ m e tte k a l­
m a k d a h a e y i o lm a z m ı d iy e s o rm u ş tu . N e k a d a r ta sa sız
ise o k a d a r d a k a ra rs ız o ld u ğ u iç in şu s o n z a m a n la rd a te k ­
r a r b i r b a r ış ık lık o lu r ü m id in i o k ş a m ış tı; d ile r s e b u n u e l­
d e e d e c e ğ in d e n e m in i d i ; e r k e k le r , b ir d e a y n a s ı o n a b u n u
te m in e d iy o r la r d ı.
H u lâ s a J o z e f i n k e n d in i t o p la y o r , G o h iy e d e ö y l e ; gü -
lü m s e y o r la r v e B o n a p a r tın a v d e t i ş e r e fin e i ç iy o r la r . K a ­
d ın a c e le a c e le d ö n ü y o r , k e n d is in i g ü z e lle ş tir e b ile c e k n e si
v a r s a a l ıy o r v e : d ü ş m a n ı b a s tırm a k , o n u n s ı r r ı d a b u d e ğ il
m i ? K ö t ü , b e th a h s ö z le r d a h a o n u n k u la ğ ın a v a r m a d a n b e n
o n u t e k r a r te s h ir e d e rim ,, d iy e d ü ş ü n e re k o n u k a rş ıla m a ğ a
g id iy o r .
F a k a t y e tiş e m iy o r , h a b e r a ly o r k i g e ç m iş ; g e r is i g e riy e
d ö n ü y o r , b ö y le c e ü ç k ıy m e tli g ü n k a y b e d iy o r, b u m ü d d e t
z a r fın d a h e m e n k o ş u ş a n b i r a d e r le r i i le h e m ş ir e le r i B o n a -
p a r ta k a r ıs ın ın h a y s iy e te dokunur g id iş in i a n la t ıy o r la r .
D o s tla r ı, b u b o ş a m a o n u b ü tü n P a ris n a z a r ın d a t u h a f d ü ­
ş ü re c e ğ in d e n b u iş te n v a z g e ç ir m e ğ e b o ş u n a ç a lış ıy o r la r .
B u n la r a c e v a p : " H a y ır! b u , v e r ilm iş b i r k a r a r d ı r ; o k a ­
d ı n a r t ı k e v im e a y a k a ta c a k d e ğ ild ir . Ş u n u b u n u d iy e c e k ­
le rm iş ; n e m e lâ z ım ! B ir g ü n s ö y le r le r , ik i g ü n s ö y le r le r ,
Napoleon — 12
178 N APO LEO N

ü ç ü n c ü g ü n b ir d a h a s ö y le m e z le r „ d iy o r . K a r ı s ın ı n s a n ­
d ık la r ım , m ü c e v h e r le r in i d e k a p ıc ın ın o d a s ın a i n d ir t i y o r
k i a r t ık iç e r iy e g irm e s in e s e b e p k a lm a s ın . İn s a n k e n d i z a ’-
fın d a n b u n d a n d a h a a ç ık ç a k o r k a b i li r m i?
K a d ı n g e liy o r , b irin c i k o r d o n iç in e g ir iy o r .
B o n a p a r t o d a s ın a k a p a n m ış . K a d ı n o n u ç a ğ ır ıy o r , o n a
y a lv a r ı y o r , k o c a s ın ın a d ı h e r y a n d a n a s ıl b ir c o ş k u n lu k
u y a n d ır d ığ ın ı g ö r d ü k te n s o n r a a r t ı k e sk i a z a m e ti k ır ılm ış ...
F a k a t k a le a lın a m ıy o r . K a d ı n Ö je n i le H o r ta n s ı d a y a r d ı ­
m ın a ç a ğ ır ıy o r , o n la r d a b u n u n la b i r li k t e b ü tü n g e c e k a ­
p ın ın ö n ü n d e y a lv a r ı p a ğ la ş ıy o r la r .
İn s a n r u h u n u b u d e re c e e y i b ile n B o n a p a r t, s e b e p le rin i
h e rk e s in b i ld i ğ i b u s a h n e y e h e r ş e y e ra ğ m e n g e n e k e n d in i
k a p tır a c a k m ı? B o n a p a r t b i r k a d ın ın e lin d e o y u n c a k m ı
o la c a k ?
D ü şü n ü y o r:
— H e p s i b a n a h iy a n e t e tti. H ü k ü m e ti d e , f ı r k a l a r ı d a,
a r k a d a ş o la c a k a d a m la r d a , h e p s i d e , t e h lik e li r a k ıy b i i k ­
t i d a r m e v k iin d e n b e r t a r a f e tm e ğ e u ğ r a ş tıla r . B e n im av­
d e tim i h iç k im se te m e n n i e tm e d i, e r k e k k a r d e ş le r im b ile ...
B ir d e b e n is te y o r u m k i b u a lım lı m a h lû k , g e r i d ö n m e s i
g ü n d e n g ü n e d a h a ih tim a ls iz b u lu n a n b ir k o c a y ı b i r y ı l
p in e k le y ip b e k le s in ! B e n y a n ın d a b u lu n u n c a g a y e t e y id ir.
B e n ş a y e t b u g ü n b a r ış ır s a m o n a b ü tü n d ile d ik le r im i y a p ­
tır a b ilir im . S e s in d e n e d e b a ş ta n ç ık a r ıc ı b ir h o ş lu k v a r !
G ü z e lliğ in d e n , la t i f li ğ i n d e n h iç b i r şey k a y b e tm e m iş o ls a
g e re k , y o k s a b u k a d a r ta p ıc ıs ı k a lm a z d ı. B u n u n y a n ın d a ,
z a b itin , b i r ç o c u k p e y d a h la m a ğ a b ile g ü c ü y e tm iy e n k a rıs ı
b i r m e n d e b u r d a n b a ş k a b i r ş e y d e ğ ild i. B e n J o z e fin d e n
SEL 179

daha eyi bir kadın, bir metres nerede bulabilirim? Hem de


dünyaya iki de çocuk getirmiş değil midir?,,
Dilinin ucuna kadar gelen azarları yutarak kapıyı, ses
çıkarmadan açıyor. Bir kere daha bir karar vermiş, ve o
kararı tutacak. Ertesi gün Jozefin ona, iki milyonluk bir
borca girdiğini itiraf ediyor; bir kelime söylemeden onları
ödeyor.
Biraderleri, daha çoğu hemşireleri, Polinin dediği gibi:
"Eski derilerinin içinde kendilerini güçlükle tutabiliyor­
lar”, fakat kimse ona karşı komağa cür’et edemiyor.
Zaten çekişilecek de zaman değil. Vak’alar biribirini ar­
dından hızla sökün edecek. Erkek kardeşleri vakitlerini
boş geçirmemişler. Romada elçi, sonra da Pariste meb’us
olan Jozef keskin bir mülâhazacıdır: Lüsiyen, daha niza­
mî yaşım doldurmadan, 24 ünde iken, muhalefete baş ol­
muş. Münakaşalarda şiddetinden iirkülür; gururdan ken­
dini unutmuş, fakat muvaffak olmak için pervasız, mü­
kemmel hatip olduğundan Sieyesin hazırladığı hükümet
darbesini Sieyes ile daha yeni münakaşa etmiş; kıt’aları
arkasından sürüklemek için elinde eyi bir jeneral bulun­
mamaktan başka hiç eksiği yok. işte şimdi o da geldi. Lü­
siyen niyetlerini Napaleondan gizliyor ve onun önünde
silikleşiyor, fakat hayalinin sukutu kine munkalip olacak­
tır. Çünkü kendi de, büyük Bonapartlar ayarında.
işte Jozefin bacanağı, o küstah burnu ve vefasız siması
ile iki yüzlü, tehlikeli Bernadot, ki Bonapart döndükten
sonra sefa geldin demeğe bile gelmemiş. Bonapart cümhu-
riyetin ümitsiz vaziyetinden bahsettiği vakit Bernadot:
"Ben, onun, içindeki ve dışındaki düşmanlarının yakın za­
180 NAPOLEON

m a n d a h a k k ın d a n g e le b ile c e ğ in d e n e m in im .,, d iy o r . Ve
B o n a p a r ta , g û y a B o n a p a r t b iz z a t k e n d i im iş g ib i, d e lic e b ir
n a z a r f ı r la t ı y o r , i k i h â k im b a k ış b i r i b i r i ile ç a tış ıy o r. D a ­
im a k e n d in e h â k im o la n B o n a p a r t m ü n a k a ş a y ı p o li t ik a
v e p o lit ik a m n t e h li k e le r i z e m in in e n a k le d iy o r v e J a k o b e n -
le r i n k u lü b ü a le y h in e ş id d e tle k ıy a m e d iy o r . B e r n a d o t :
— O n u n e n b e lli b a ş lı m ü e s s e s e le ri s iz in k a r d e ş le r in iz !„
B o n a p a r t g e n e i t i d a le g e le r e k :
— E v e t, ö y le d i r J e n e r a l! B e n h iç b i r e m n iy e t v e a s a y iş
v e r m iy e n b ir c e m iy e tin iç in d e y a ş a m a k ta n ise o r m a n la r d a
y a ş a m a ğ ı e v lâ g ö r ü r ü m ,, d iy o r .
B e r n a r d o t a la y e d e r e k : .
— ■" S ü p h a n A l l a h ! S iz in h a n g i h u z u r u b â lin iz e k s ik ? ,,
d iy o r .
B o n a p a r t k ö p ü r m e k ü z e re ik e n a r a y a J o z e fin g ir iy o r .
B u n u n la b e ra b e r B e r n a d o t i le a r a la r ın d a k i a d a v e te , d o -
la y ıs ı i le s e b e p o la n d a g e n e J o z e fin d ir . Z i r a B e r n a d o t v a k ­
t i i le N a p o le o n u n â ş ık d a ş lık e ttiğ i, v e k a d ın r e d d e ttiğ i
iç in N a p o le o n u n d a te n e z z ü l e d ip b a k m a d ığ ı k a d ın la e v ­
le n m iş . B e r n a d o tu n b u n d a n d o la y ı N a p o le o n a h ın c ı v a r .
B ü tü n ö m rü n c e B o n a p a r t, s a y ıs ız h e d iy e le r le D e z ir e n in
h a y a l s u k u tu n u y a tış tır m a ğ a b o ş u n a u ğ ra ş a c a k . B e n a d o t
o n a k a r ş ı h iç d u r u p d in le n m e d e n ih a n e t e ttiğ i h a ld e o , h e p
k a d ın ın h a t ır ı iç in B e r n a d o t b o y u n a y ü k s e lte c e k .
K a r d e ş le r in in , m a h r e m le r in in geçen y ı lk i h â d is e le r ,
k u d r e ts iz v e k a b a o la n o a n a r ş ili m e f s e d e tle r h a k k ın d a
o n a n a k le t t i k le r i ş e y le r B o n a p a r t ı d a h a f a z la g e c ik m e k s i­
z in h a r e k e te g e ç m e ğ e s e v k e d iy o r . i k t i d a r m e v k iin i e lle r i n ­
d e t u t a n la r ın s a y ıs ın ı a z a ltm a k , v e k i lli k l e r i n m ü d d e tin i u-
SEL
181

zatmak, şimdiki hükümetin dağınık kuvvetini on yıl için


naspedilmiş olan bir triyomvira halinde toplamak: İşte
kendini zarurî kılan vazife budur. '
O, geriye dönelidenberi Lüksemburgta kimsede rahat
kalmamış: Direktuvarın beş azasından her biri hem ona,
hem de kendi dört işortağına karşı bir itimatsızlık besli­
yor. Jeneralin taraftarı kim? Sieyes Lüsienin dostu; Barras
Jozefinin, Gohie de her ikisinin birden dostu. Ya Düklo
(Duclos)? Jeneral Mulen (Moulin) e güvenebilir mi? Je-
neral Bonapart, daha gelir gelmez ona altın kakmalı mu­
rassa bir kılıç göndermiş, o da reddememişti.
Dedikodu ediliyor, zira ilk ziyareti esnasında, bir jeneral
olduğuna göre, çok garip bir kıyafeti vardı: Sivil kılık, ye­
şil redengot ve yuvarlak şapka; elinde de bir memlûk kı­
lıcı!... Sadeliği ile Parisin teveccühünü kazanmak için mi
uzun saçlarım kesmiş?
Bugün ise tekrar jeneral forması ile geliyor, etrafında
da parlak bir maiyet. Bütün Paris de, hayret içinde, ona
bakıyor. Bu debdebeler hiç hayra alâmet değil. Mafevkleri
olan beş direktörün huzurunda sual soran ve sordukları ile
usandıran o. Sanki bir düşmanları da direktörlerin kulağı­
na şunları fısıldayor:
— Ne diye kendinize böyle çıkıştırıyorsunuz? Neden
yılgınlık gösteriyorsunuz? Mısır seferi iflâs etmiştir. Ca­
nım şunu, ordusunu bırakıp ta geldiğinden dolayı tevkif
ettirseniz e!„
Bonapart, bu müddet zarfında Jakobenlerin reisini, Bur-
bonların hafiyelerini kabul edip görüşüyor; kendinden na­
sihat isteyenlere nasihat veriyor, ne düşündüğünü kimseye
NAPO LEO N
182

söylemiyor ve uzun bir seyahatten sonra aile kavgalarının


hikâyesini sabırlı ve yorgun bir eda ile dinleyen bir mond
adamı gibi hareket ediyor. İki haftadır Pariste. Gerginlik
artıyor. Devlet işleri adeta durmuş, zira Direktörlerin be­
şi de hükümet edeceklerine entrikalar çeviriyorlar. Her iki
mecliste de hüküm süren kargaşalık bunların her nüfuzu­
nu gidermiş, nereden estiği bilinmiyen bir rüzgâr, çalka­
nan havada yeni bir Kanunu Esasî dalgalandırıyor. Mülkî
iktidar mevkiini elinde tutan kim? Orduya hâkim olan
kim? Jeneral Mulen mi? Jeneral Bonapart mı?
Yarının neler sakladığını kimsenin bilmediği o saatte
Bonapart Enstitüde, kadîm Süveyş kanalı ile üzeri hiyeorg-
lifli taş hakkında bir muhaverede bulunuyor. Teşrinisani
1. Massennanın bir muzafferliği şerefine büyük resmî bir
akşam ziyafeti!... Bonapart nerede? Bir arkadaşın şenliğini
kutlulamak belki de hoşuna gitmiyor.
Direktuvar azalarının en mühimlerinden olup Taleyra-
mn en nihayet Bonapart ile karşı karşıya getirmeğe mu­
vaffak olduğu papas Sieyes ile birlikte kardeşi Lüsiyenin
evinde... Biribirinden fazla ikbal düşkünü, biribirinden ze­
ki bu iki adam karşı karşıya oturmuş: Kanunu Esasî ada­
mı ile hükümet ve kudret adamı!
Bonapart:
— "Milleti büyük millet eden ben im !„ diyor.
Sieyes de buna karşılık:
— "Çünkü milleti millet eden de bizis !„ diyor.
Sonra hükümet darbesinin teferruatım kararlaştırıyor­
lar. Tespit edilen günde, Jakobenlerin bir fesat karıştır­
dıkları şayiasını yayacaklar, ta ki kendilerini korku alan
SEL
183

meclisler Sen Klu (Saint-Cloud) ya nakletsinler. İşin daha


sağlamı, Bonapart, Parisin askerî valiliğine tayin edilecek.
Sieyes ile Düklo bu işte mutabık kalıyorlar, öteki Direk­
törler de ikna ile, tehdit veya para ile sıkıştırılacak. Fakat
Gohier?
Lüsiyen şunu tavsiye ediyor:
— Canım şu iş bitsin! Meclisleri, kuvvet kullanarak da­
ğıtmaktan başka çare yok!
Fakat geceleyin, Bonapart yalnız kalınca kendi kendine
diyor ki:
— Kuvvet! Ne iş becerememezlik! Kuvvetin ne netice
verdiği dört yıl evel pek âlâ görüldü. Marifet, meşruluk
zavahirini muhafaza etmekten ibarettir. Top istemez, kan
istemez, tevkifler istemez: Bir hükümet darbesinin muvaf­
fak olmasının sırrı bundadır. Böyle olmazsa bir yıl sonra
her şey yeniden başlar. On yıllık ihtilâlden tükenip bitmiş
olan Cümhuriyet, boğuşmaktan yorulmuştur; amazon bu­
gün kuvvetli bir adamın himayesini isteyor, artık takati
kalmamış. Siyese güvenilebilir mi? Bu geriye mail alnın
altında acaba ne düşünceler var? On yıldanberidir Kanunu
Esasiler yazar durur, o bir ideologdur ki kendine eyi bir
jeneral araştırıyor, sonra da onu yakasından silker atar.
Şayet ben gelmemiş olsa idim Moroyu alırdı. Ben şimdi
onların her ikisini birden alırım. Bertie, Burien, Müra,
Marmon, Löklerk kat’iyyen emin adamlardır. Ya Lüsiyen?
Şimdilik o da emin adamdır. Bernardot? Onun o kötü ba­
kışı hiç şaşmaz, fakat şimdilik bir şey yapmaz! Taleryan?
Tehlikelidir, onunla olmak daha eyi. Ya Mulen? Çabuk
184 NAPO LEO N

bu işi biz yapalım: Behemehal şu Pariste lüzumundan faz­


la jeneral var.„
Ertesi akşam Bonapartın evinde, yeni meclis. Taleryan
ve o, yapa yalnız: gece çok geç vakte kadar konuşup mü­
nakaşa ediyorlar. Birden bire evin önünde bir gürültü işi-
tilioyr; süvariler, devriyeler duruyor.
Sonraları Taleyran şunu hikâye ederdi: "Bonapart sap
sarı kesildi; zannederim benim de betim benzim uçtu.,, Her
ikisi de tevkif edileceklerinden korkuyor; ışıkları söndü­
rüyorlar ve ne olup ne bittiğini daha eyi görmek için usul­
ca bir galeriden geçiyorlar: Sokakta her zaman olan her
hangi bir vak’adan başka bir şey değil. Nefes alıyorlar.
Fakat neden Direktuvar bu şüpheli adamları bas bayağı
tevkif ettirmiyordu? Çünkü Bonapart ismi artık çok nü­
fuzlu ve kudretli idi.
Ayın 6 sında, Bonapart ile, şeref mevkii kendine ayrılan
Moroyu tesit etmek için Lüksemburgta büyük şenlik. Di­
rektörler Bonaparta emniyet etmiyorlarsa Bonapart ta on­
lara hiç emniyet etmiyor. Sadık bir hizmetkârın getirdiği
ekmekle yumurtalardan başka hiç bir şeye el sürmüyor.
Yarım saat sonra oradan gidiyor, yanlarından ayrıldığı bu
adamların sukutunu kendi adamlarile hazırlamak üzre...
Ertesi akşam Taleyran, Roederer, Sieyes onun evinde kar­
şılaşıyorlar; bundan başka kendi taraflarına kazanmak is­
tediklerini de davet etmişler: Jurdan ile Bernadot.
Yemekten sonra Bonapart Jurdana hitap ile: Ne yap­
mak lâzım gelir? diyor.
Biribirlerini şöyle bir tanıyan iki jeneral biribirleri ile
karşı karşıya geliyorlar, biribirlerine bakışıyorlar.
SEL
185

Biri:
— Sizin fikriniz nedir? diye soruyor. Diğeri de hemen
kılıcının kabzasına el atıyor.
Teredüt edenleri kazanıyorlar. Kırk sekiz saat zarfında
harekte geçmeğe karar veriliyor. Müra, Lan, Marmon muh­
telif silkteki zabitleri haberdar edecekler, Bertie de er­
kânı harbiyedekileri.
Lüsiyen, besbelli kardeşinin yüzü suyu hürmetine reis­
liğine seçildiği Senk san (Cinq cents) beş yüzlerin mecli­
sindeki mübahaseleri idare etmeği üstüne alıyor. Konsey
dezansiyen (Conseil des Anciens) ihtiyar meclisi, âyamn
reisi de haberdar edilecek ve bazı meb’usların, gelecek cel­
seye davet edilmemesi kapıcılardan rica olunacak, Bona­
part, nasbedildiğinin hemen akebinde Tüilöriye Lanı, Paie
Burbona da Mürayı memur edecek. Jozefin ilk öğ­
le yemeğine Gohie ile karısını davet edecek. Bona­
part, kendi de öğle yemeğine Barrasa geleceğini bil­
diriyor, ta ki ondaki emniyetsizliği oyalayıp uyut­
sun! Jozef, bacanağı Bernadotun, işe karışmazsa bile
hiç olmazsa rahat durmasını temin ediyor. Roederer de,
oğlunun bir dost matbaasında bastırtacağı tebliğnameyi
kaleme alıyor.
Bonapart kendi kendine şunu soruyor:
— Brütüsün heyecanı bundan daha mı büyük olmuştur
sanki? Mamafi biz de birini öldüreceğiz: Anarşiyi! Yeni bir
devir, yeni bir asır başlıyacak. Ne alçaklıklar! ne entrika­
lar! Bir çadırlı ordugâh bundan bin kat daha temizdir.
NAPO LEO N
186

XIX

Bir sonbahar sabahının garip aydınlığı sokaklarda açı­


lıyor: bu, 18 brümer (brumaire) in şafağı. Bonapartın
evi önünde zabitler atta, arabada gidip geliyor; bunların
çoğu İtalya muharebelerindeki eski arkadaşlardır. Evi ga­
yet küçük olduğu için bahçede bir aşağı, bir yukarı gezi­
nerek ihtimalleri, tıpkı Rende imişler gibi neşe içinde mü­
nakaşa ederek bekleşiyorlar! Hususile zavahirin eyi muha­
faza edilmesi, sabahleyin saat onda hiç bir üniformanın
meydanda görülmemiş olması ehemmiyetle lâzımdır. Her
şey yolunda gidiyor. Hafiyeler programın güzel icra edil­
mekte olduğunu teyit ediyorlar: Her iki meclis de, can sı­
kan meb’uslar hariç olmak üzre, saat yedide toplanmağa
davet edilmiş. îşten malûmatı olan ilk dostlar daha gelir
gelmez Lüsiyen Senk sanlarda, arkadaşı da Ansiyenlerde
Bonapartın Paris Valiliğine tayinini, 10 dakika içinde re­
ye koyduruyorlar.
Posta çantacısı, zarfı mühürlü mektubu getiriyor, şu
halde her şey gayet meşru bir şekilde cereyan ediyor. Bo­
napart derakap taraftarlarının, huzurunda arzı vücut edi­
yor. Sonra, arkasında da bütün maiyeti olduğu halde ata
binip gidiyor. Halk, şaşırmış, bakıyor, fakat bu geçen ka­
fileye ehemmiyet vermiyor; Madlen (Madeleine) bulva­
rından İtalya seferinin bir dragon alayı, miralayının emri­
ni beklemeksizin ona iltihak ediyor, Düklo ile birlikte di­
ğer zabitler de takip ediyor; Marmon sabah karanlığında
onları evine getirtmiş, ve onlara bir manejden iğreti alı­
nan atlar tedarik etmişti.
SEL
187

Tüilöri bahçeleri atta bekliyen zabitlerle doluyor. Bo­


napart yere ayak basıyor, ve Ansiyenler Meclisinin salo­
nuna girioyr. Bu meçhul, loş salonda, hakir gördüğü a­
damların huzurunda konuşacak mı? Niçin Kanunu Esasi­
ye yemin vermekle iktifa etmiyor? Kürsünün üstünden
sesi yükseliyor: "Cümhuriyet mahvoluyordu, sizler bunu
bildiniz, ve kararınız şimdi onu kurtarıyor. Sizin ileri yü­
rüyüşünüzü geciktirebilecek olan misaller mazide aranma­
sın! Tarihte hiç bir şey XVIII inci asrın sonuna benzemez;
XVIII inci asrın sonunda da hiç bir şey şu şimdiki âna ben­
zemez. Biz cümhuriyet istiyoruz, onu elde edeceğiz! Buna
hem kendi namıma, hem de silâh arkadaşlarım namına
yemin ederim.,, diyor.
Açık kapılardan doğru, sadık askerlerinin yankıları:
— Yemin ederiz! cevabım veriyor.
Avukat efendiler kendilerini rahatsız hissediyorlar. Bo­
napart, salondan çıkıyor, yatışmış. Bütün şu gözler, şu göz­
lükler, şu cılız ve çelimsiz küçük küçük adamlar... Bona­
part farkına varmıyor ki bir gösteriş tavrı ile konuşmuş,
bu tavır ise hoşa gitmemiş. Dışarıda, atımn üstünden, kıt ­
alarına Cümhuriyeti kurtarmalarım haykırdığı vakit ke­
limeleri, sesi büsbütün başka türlü çınlayor!
O aralık, Lüsiyen de Senk sanlar Meclisinin celsesini er­
tesi güne talik etmiş. Fakat ne oluyor? İşte Direktörlerin
atlı muhafız kıt’ası. Müttefik mi, düşman mı?
— Sizleri Sieyes mi gönderiyor?
Zabit hayır der gibi bir tavır alıyor ve ittifak işareti ol­
mak üzre de gülümseyor.
Çok şaşkın zavallı Sieyes Lüksemburgun kapısı önünde
188 NAPO LEO N

kala kalmış. Papaz, oynak bir atın üstünde kıt’asının ba­


şına geçerek yeni jenerale iltihak etmek ve seyre yığılmış
kalabalığın önünde onunla kucaklaşabilmek için on beş
gündenberidir binicilik dersleri alıyordu. Fakat kıt’a onun
emrini beklemeden çıkıp gitti.
Sieyes, gayet keyfi kaçmış bir halde, uslu Düko ile bir­
likte arabasına binmiş, kıt’anın arkasından gidiyor, Asker
Mulen düşünüyor; hasım tarafın kuvvetini 8,000 kişi tah­
min ediyor. Bundan başka, yaverlerinden öğreniyor ki Bo­
napart şehrin her noktasını tutmuş: Şu halde tahrirî olarak
bildiriyor ki kendi de "Jeneralin emrine,, girmiş.
Yeğit Gohie kendinden geçmiş bir halde evinden dışarı
uğrayor. Sabahki garip davete icabet etmemiş, fakat karı­
sını oraya bir nevi rehîne göndermiş; kadın Jozefin ile
birlikte çay içe dursun, beriyandan da Bonapart onun ko­
casını aldatıyor, fakat metresi ile değil de, Fransa ile.
Daha ilk haberleri ahr almaz, Gohie iş arkadaşlarım
toplanmağa davet etmişti. Kimse gelmedi, içlerinden üçü
daha şimdiden rakıybin tarafına geçmişti, Barras da ban­
yosunun içinde olduğunu bildirdi.
Taleyran memuriyeti mahsusa ile murahhas olarak Bar-
rasın yanma girdiği vakit Baırası traş olur buluyor; bes­
belli bugün kendi vücuduna büyük bir itina göstereceğe
benziyor.
Taleyranın bir bakışı üzerine derhal teslim oluyor ve bir
teminatname istemekle iktifa ediyor. Kâtibi onun cevabı­
nı getirdiği zaman herkesin karşısında Bonapartın şiddet­
li itaplarına uğramış: "Ben Fransayı sakin ve muzaffer bı-
raktımdı, şimdi onu tezellül ve inkısam etmiş bir halde bu­
SEL 189

luyorum; ben birçok ve zorlu ordular bıraktımdı; hepsi


de ya harap edilmiş, ya da mağlûp... O 100,000 adam,
mesaimin o yoldaşları ne oldu? Öldüler, hepsi de se­
fil bir surette öldüler! Bu kabil afetlerin, bu türlü felâ­
ketlerin müsebbipleri, artık isimlerini umumî işlere ka-
rıştıramazlar; bir kenara çekilip nisyan içinde yaşamalılar.,,
Küçük kâtip tir tir titreyor. Hakikatte Bonapart tama­
mı ile sakindir; fakat söylediği sözleri bütün Paris içinde
tekrar edecek şu yüz kadar insan önünde büyük bir öfkeye
tutulmuş gibi görünmek hoşuna gidiyor.
Gohie çıka geliyor, mutlak kudret sahibi olan bir ada­
mı şiddetten sakındırmağa ve ona Direktuvara karşı olan
vazifelerini hatırlatmağa cür’et ediyor.
Bonapart: "Artık Direktuvar filan yok. Cümhuriyet
tehlikede, ben onu kurtarmak isteyorum! Sieyes, Dükö,
Barras çekildiler!,, diye bağırıyor. Mulenden bir mektup
getiriyorlar.
— Siz Mulenin akrabası değil misiniz? Hayır mı? Eh,
pek âlâ öyle ise!... O da çekilmiş. Siz de bana istifanızı ve­
receksiniz.,,
A fif ve doğru adam azimli bir surette hukukunu müda­
faa ediyor. Lüksemburga döndüğünde o da, arkadaşları
da, her iş tamam oluncaya kadar beş yüz adam tarafından
göz hapsine alınmış. Barrasa gelince, kâtibinin geri dön­
mesini evinde endişe içinde bekliyor. Ya Bonapart bugün
intikam almak isterse?... Jozefin gel geçtir... Fakat işte Ta-
leyran teminatnamc, ve bir de küçük torba ile geliyor. Bu
parayı Barrasrn mı aldığını, yoksa hizmetlerinin diyeti o­
NAPO LEO N
190

larak Taleyranrn kendinde mi alıkoyduğunu kimse bile­


memiştir.
îşte bu suretledir ki Bonapart Cümhuriyetin beş âmirini
iktidardan mahrum bıraktı. Fakat daha yalnız ilk gün geç­
miştir. Yarın Sen Kluda iş daha hararetli olacaktır. Bona-
partın evinde çalkantılı bir akşam. Lüsiyen hepsini bili­
yor, her yana gitmiş, haklı olarak bağırıp çağırıyor: Her
şey bir tek günde tamam olacaktı! Onlara çok vakit bıra­
kıldı. Aldatılmış olduklarım Senk Sanlarda daha şimdi­
den bar bar bağırıp söyleyorlar. Yarın her şey şüpheye bi­
necek. Meclisleri kıt’alar vasıtası ile dağıtıp tehlikeli meb’-
usları tevkif etmek icap eder!,,
Evet, yarın ihtimal teşettütler zuhur edecektir. Bernadot
kendini Jakobenler tarafından muhalefetin jenerali nasp
ve tayin ettirmeğe çalışıyordu. "Fakat bu çapkınlar çok al­
çak.,, Mahremleri Bonapartla kendilerinden olmıyan bü­
tün jeneralleri tevkif ettirmesini boşuna yalvarıyorlar. O,
kanuniyet zavahirini korumak istemek hususunda İsrar
ediyor: "Sonra derler ki ben jenerallerden korktum. Bizi
gayri kanunî hareket etmiş olmaktan dolayı kimse suçlu
çıkaramamak. Parti yok, silâh kuvveti yok! Bütün millet
mebusların reyi ile karara iştirak etmiş olmalı. Dahilî harp
istemez. Vatandaşların kanını akıtmak, mutlaka bir mu-
vaffakıyetsizliğe uğramak demektir.,,
O gece, dolu tabancasını, ne olur ne olmaz, elinin erişe­
bileceği bir yere koyuyor.
SEL
191

XX

Tıpkı bir geçit resminde olduğu gibi, sonu gelmez bir


dizi halinde, arabalar, karoçalar, yük arabaları, atlılar ve
yayalar Sen Kluya doğru yollanıyorlar. Bonapart ta kim­
senin dikkatini celbetmemek için oraya araba ile gidiyor.
Son ane kadar Kanunu Esasinin şekline saygı göstermek;
işte kendine yüklediği vazife budur.
Dün, kanuna mugayir bir şey geçmiş midir? Meclisle­
rin, emniyet tedbiri olarak, kendi kendilerini şehirden dı­
şarıya nakletmeğe, Parise yeni bir vali vermeğe haklan yok
mudur? Bahane olarak öne sürülen Jakoben tehlikesi, ha­
kikat, mevcut değil midir?
Hemen bugün meclisler alenî rey ile Kanunu Esasiyi de­
ğiştirecekler; Roma triomvirleri tarzında muvakkaten üç
adam naspedilecek ki adlarına konsüller denecek. Sonra
meclisler toplanmalarım başka zamana bırakacaklar. Bü­
tün bunlar kanuna uygun değil mi?
Mebuslar bu fikirde değil. Bermutat tenha olan sarayı
mübahasalarının gürültüleri ile, protostoları ile dolduru­
yorlar; celse için acele acele düzeltilmiş salonlar önleden
sonra saat birden önce açılamıyacağı için, münakaşalarla
kızışmağa bolbol vakitleri var.
Parka nezareti olan küçük bir odada müstakbel konsül­
ler bekleşiyor. Sieyes ile Düko oturmuşlar; fakat Bonapart,
kendine getirilen haberleri yürüye yürüye dinliyeıek oda­
yı arşınlayor.
Kendi kendine:
— Aman şu siviller de... bir kaç sırayı yerleştirecekler,
ihütün bir kuşluk vakti lâzım, sonra da bizim yeni kurra
192 N APOLEON

neferlerinin iki dakika bile sürmeden hep bir ağızdan et­


tikleri yemini, biribiri arkası sıra, birer birer tekrar etme­
leri için sonsuz bir zaman lâzım. Bu odada şu avukatların
kararını beklemeğe mecbur olmak, ne ayıp şey!,, diyor
Bu müddet zarfında, Ansiyenler Apollon salonunda
toplanmışlar, Senk Sanlar da Oranjöri (Orangerie) de...
Oralarda, hepsi de emin adamlardan olan dinleyiciler de
var. Yeminden sonra Lüsiyenin idare ettiği müzakere ve
münakaşalar açılınca muhalif tarafın mebusları zemin ka­
zanıyorlar ve pencerelerin altında bekleşen silâhlı kuvveti
göstererek: "Kahrolsun Kromvel (Cromvell), kahrolsun
diktatörlük!,, diye avaz avaz haykırıyorlar. Fırkaları bütün
salonu kazanıyor. Dipteki küçük odaya naklolunan haber­
ler, gittikçe daha telaş, ve korku uyandırmağa başlayor;
zabitler huysuzlanmağa başlayorlar: "Şunları dağıtsınlar!
Hazır, kıt’alar da burada !„ diye söyleniyorlar.
Bütün cevap olarak Bonapart onlara donuk bir nazar
atıyor; kılıcını alıyor, ve bir kelime bile söylemeden An-
siyenlerin Meclisinin salonuna çıkıyor. Arkasından giden­
ler, ne oluyor gibilerde başlarım sallayarak biribirlerine
bakışıyorlar. Ateş açacağına gene dünkü gibi konuşmağa
mı başlayacak?
Şaşırıp kalmış olan reis sözü ona veriyor: "Pariste beni
çağırdığınız vakit müsterih idim... Bugün ise beni daha şim­
diden bühtanlar ve iftiralarla ıslatıyorlar. Etrafımda bütün
hizipler beni sarmak için toplanmış; Ansiyenler Meclisi
fikrini söylesin, ben entrikacı bir adam değilim; siz beni
bilirsiniz; vatanıma karşı olan halisliğimden, sadakatim­
den hayli nişaneler göstermiş olduğumu zannederim... Ben
IV
SEL
193

ki, devletlerin ittifakı bile beni harap edememiştir, şimdi


fitnecilerin önünde mi titreyeceğim? Şayet ben bir hain
isem, sizler hepiniz de birer Brütüs olunuz!,,
Huzursuzluk, handeler. Canım, ne diye konuşuyor? Ne­
rede bulunduğunu nazarı itibare almıyor. Zira devam edi­
yor:
— "Bizim ne öğrenmek istediğimizi bütün Fransa bil­
melidir... Bütün hizipler şimdiki hükümetin düşmüş ol­
masından istifade etmek için vaziyet alıyorlar; her biri be­
ni kendine bağlamak istedi; ben kendim ancak Konsey des
Ansiyen ile birlik olmak istedim... Vatanı kurtarmak ça­
releri sizlerin elindedir; şayet sizler de bu çareleri kullan­
mak hususunda tereddüt gösterirseniz, şayet hürriyet mah­
volacak olursa bunun hesabım dünyaya, Fransaya, ailele­
rinize sizler vereceksiniz.,,
Gittikçe daha fazla bocalayor, Ansiyenler kürsüsünün
etrafına toplanıp sıkışıyorlar, onun sözünü kesiyorlar,
isimler isteyorlar. Birdenbire Bonapart geri dönüyor, gö-
rülmiyen kıt’aları işaret ediyor, bir kaçamak arara benzi­
yor: "Ya sizler, ey bana refakat eden arkadaşlar, bu du­
varların etrafında gördüğüm yeğit grönadiyeler, sayelerin­
de hep birlikte muzaffer olduğumuz şu süngüler derakap
bağrıma çevrilsin. Fakat şayet ecnebi parası ile satın alın­
mış her hangi bir hatip te çıkıp sizin jeneralinize karşı:
Kanun harici olsun! kelimelerini telâffuza cür’et edecek
olursa harbin yıldırımı onu o ande çarpsın. Hatırlayın ki
ben harbin İlâhi ve ikbalin İlâhi refakatinde olarak yürü­
yorum.,,
Alaycı kahkahalar kopup ta hatibi de, onun hükümet
Napoleon — 13
194 NAPOLEO N

darbesini de yutmasın mı? Burien nihayet kendine bir yol


açıp ta onun yanına kadar gidince onu kolundan tutuyor
ye yavaşça:
— "Jeneral, artık ne dediğinizi bilmiyorsunuz !„ diyor.
Bonapart onun arkası sıra gidiyor ve acele acele salondan
dışarı çıkıyor, mebuslardan biri ise onun husule getir­
diği kötü tesiri yatıştırmağa çalışıyor.
Harplerin gürültüsü içinde, her zaman berraklığım mu­
hafaza eden dimağı neden ona tam şu karar anında hiya-
net etti? Çünkü kumanda etmek için doğmuş Bonapart
yalvarmasını bilmiyor. İcabında, yaltaklanmasını, tehdit
etmesini, leyte lâalle ile geçiştirmesini, yalan uydurmasını
kendileri ile muahedeler aktettiği ihtiyar diplomatlardan
daha eyi biliyor, zira, karşısında kendisi ile akran olanlar
bulunduktan başka, tatminat elde edemediği takdirde top­
ları da orada; fakat kendinin yapmadığı bir kanuna baş
eğmeğe tahammül edemiyor. Meşruluk, saydığı nizam,
bizzat kendinin imlâ etmiş olduğu kanunlardadır, kat’iyyen
kendisinden evel teessüs etmiş kanunlarda değil.
Müşkülât içinde bulduğu bir memleketi, artık idaresin­
de kimsenin doğuş yahut fakır tesadüfleri yüzünden ıstırap
çekmiyeceği bir hükümet şekline getirmeğe kadir olduğu­
nu biliyor. Ve kendinin çoktanberi sahip olduğu kudreti
lütfen kendisine bahşetmeleri için yalvarmağa mecbur kal­
dığı insanlar şu müfsit, şu aşınmış, on yıllık siyaset bo­
ğuşmaları neticesinde tefrikalara düşmüş şu mümessiller
midir?
Enstitüde sualler sorarak, bilgi edinerek âlimlerin içine
karışan bu adam şu siyasî meclislerin ruhunu o kadar az
SEL 195

atılıyor ki, işi artık kazanılmış zannediyor. Jozefine her


şeyin yolunda gittiğini bildirtiyor, kendi adamlarına cesaret
veriyor ve Senk Sanlara koşuyor. Bereket versin ki tedbirli
dostları onun yanma dört levent grönadiye komuş. Fakat
Bonapart, kararına sadık kalmak için bu adamların yasak­
çılarını kabul etmemsei icap ederdi. Halbuki o, bu adam­
ların başına geçerek Senk Sanların Meclisine şapkası ve
kamçısı elinde giriyor: "Bonapart” ! Derakap herkesin başı
kapıdan tarafa dönüyor. "Nedir bu... Burada kılıç mı?...
Silahşorlar!...,, diye bağırıp çağırıyor. Birkaçı onu döv­
mek için üzerine atılıyor. Fakat grönadiyeler onun etrafını
kuşatıyor ve tokatları Bonapartın yerine onlar yiyor. Et­
rafında yaygaralar, gürültüler, öfkeli boğuşmalar oluyor.
Bonapart ile dört grönadiyesi adım adım, geri geri oradan
çıkmağa muvaffak oluyor. Bonapart kapının eşiğinde, et­
rafını da adamları sarmış, birkaç lâhza şaşkınlık içinde
kalıyor; konuşmağa mecali yok; fakat çabucak kendini
toplayıp dipteki küçük salona gidiyor.
Italyada, muharebeler esnasında ekseriya en ön safta bu
lunmuştu. Hattâ Lodide onu boğaz boğaza dövüşen as­
kerlerin içinden geri çekmeğe mecbur olmuşlardı. Fakat
şimdi burada, ömründe ilk defa olarak öyle bir kalabalı­
ğın ortasında bulunuyordu ki ne üzerine saldırabilirdi, ne
de top ateşi altına alabilirdi. Öyle bir vaziyet ki bir eşi da­
ha ancak mesleğinin en son deminde tekrar husul bulacak.
Kılıcım çekmek onca imkânsızdı. Çünkü düşmanlarının
içinden bazıları her ne kadar müsellâh idi iseler de o gene
hepsini silâhsız addetmeğe mecburdu; o dakikada silâha
196 NAPOLEON

sarılmak, yapmak istediği hükümet darbesinin esas umde­


sini şaibelendirmek olurdu.
İçinden kurtulup kaçtığı bu tehlike, bütün nazariyesini
madum bir hale getirdi. Demek, ona karşı cebir ve şiddet
kullanıldı. Öfkeli bir halde salonu arşınlayordu.
Gururu yaralanmıştı. Hırsından yüzünü tırnakları ile
tırmalıyordu: — Kan- Derakap tekrar sükûn buldu. Bu
tuhaf heriflerin Paris Valisine nasıl kötü muamele ettik­
lerini kıt’alarına gösterebilirdi. İlkin hücuma uğrıyanın
kendi olduğunu vehim ve hayal etmesi onu bütün evelki
kararlarından vaz geçirdi.
Meclis salonunun içinde Lüsiyen onun için mücadele
ediyor. O müthiş "Kahrolsun! Hariç ez kanun!,, sayhası
çınlayor. Lüsiyen çıngırağı sallayor ve gürültüyü yatıştır­
mağa nafile yere çabalıyor.
"Bonaprtın kanun dışarı edilmesi reye!,,
Bunun ihtilâl zamanlarında ne manaya geldiği malûm­
du. Hakkın ve kanunun mümessili Lüsiyen artık hiç bir
şey elde edemeyince dramatik bir tavırla resmî binişini
(toj) çıkarıyor, ve reislik vazifesinden vazgeçtiğini beyan
ediyor, koşa koşa dışarı çıkıyor.
Artık zamanı gelmişti. Bonapartı kıt’aların yanında bu­
luyor. Bonapart kanun dışarı edildiği haberini alınca sap
sarı kesilmiş ve: "Silâh başına!,, diye haykırarak pencere­
ye koşmuş ve derakap görmüştü ki askerlerin nabzı gayet
yavaş atıyor, onun peşi sıra gelmeğe hazır değiller.
Daha şimdiden akşam karartısı parkı kaplamıştı. Her­
kes bekleşiyordu. Bu esnada Lüsiyen geldi. Ve iki kardeş,,
ata binerek, kıt’aların önünden geçti.
SEL 197

Parmaklığın arkasında, arabalarının içine sinmiş iki a­


dam pusuda bekliyor. Günün neticesine göre ya kaçacak­
lar, yahut ta yarın hüküm sürecekler; bunlar müştakbel
iki konsül... Herkesin aklı gûya başından gitmişti. Yalnız
Lüsiyen vaziyeti kavradı. Bu acemi, kıt’alara, kardeşinin
meb’uslara hitap etmesinden daha ustalıklı bir tarzda söz
söyleyordu:
"Vatandaşlar, askerler! Senk Sanlar Meclisinin reisi size
beyan eder ki bu meclisin büyük ekseriyeti, şu dakikada
kürsüyü saran ve iş ortaklarına ölüm gösteren ve en men­
fur kararları zorla koparıp alan eli kamalı birkaç millet
mümessilinin tazyik ve tethişi altındadır.
"Size bildiriyorum ki, şüphesiz, îngiltereden maaş alan
bu küstah haydutlar, Ansiyenler Meclisine karşı isyana ko­
yulmuşlar ve onun iradesinin icrasına memur jenerali, gû­
ya hâlâ şu "kanun dışarı,, kelimesinin vatana en aziz baş­
ları uçurtmağa kâfi geldiği o iğrenç hüküm ve nüfuzları­
nın zamanında imişiz gibi, "kanun dışarı,, ettirmek için
söz söylemeğe cür’et etmişlerdir.
"Jeneral, ve siz askerler, ve siz cümleniz vatandaşlar!
Fransanm kanun vâzılan olmak üzre yalnız ve yalnız be­
nim yanıma gelenleri tanıyacaksınız. Oranjöride kalacak
olanlara gelince, onları da asker kuvveti dışarı çıkarıp da­
ğıtsın!,,
Kardeşi dudaklarını kısmış dinliyordu: "Ve şayet mu­
kavemet gösterecek olurlarsa öldürün! öldürün! Arkam
sıra gelin. Günün ilâhı ben im!„ diye haykırdı. Lüsiyen,
kardeşinin yeni bir nutuk söylemesinden ürkerek susma­
sını rica etti.
198 NAPOLEON

Nazarlarında bu iki kardeş sivil ve askerî kuvvet ve nü­


fuzun ittihadını temsil eden askerler: Yaşasın Bonapart! di­
ye haykırıyorlar, fakat yerlerinden kıpırdamıyorlar, şayet
derakap yürümiyecek olurlarsa her şey mahvolacak. O an-
de, Lüsiyen bir zabitin kılıcını çekip alıyor ve ucunu kar­
deşinin bağrına dayayarak: "Şayet, olur ki Fransızların
hürriyetine ziyan verecek olursa öz kardeşimin bağrım del­
meğe ahtederim.,, diyor. Bu cümleler kıt’aları coşturuyor,
bir müfrezeye, onların arkası sıra gitmesini emrediyor, ve
gürleyen bir sesle: "Evlâtlarım, bütün salonu boşaltın ba­
na,, diye haykırıyor.
Askerler gülmekten katılıyor. Süngülerini silâhlarına tak­
mışlar, fakat kendilerini hâlâ müdafaa etmek istiyen meb’-
usları, kimseyi vurmadan, sevinçli ve alaylı bir tarzda ite
ite dışarı çıkarıyorlar. Gün karartısında meb’us şapkaları,
kırmızı binişler, polis külahları, tarif edilmez bir surette
karma karışık...
Son meb’uslar pencereden atlayıp canlarını kurtarıyor­
lar. Bu müddet zarfında, değerli Lüsiyen Senk Sanların
Meclisine koşmuş, kardeşinin başına geleni gayet muba-
lâğalandırarak naklediyor ve panikten bilistifade üç kon­
sülün naspını ve celsenin geceye talikim elde ediyor. Li­
derler acıkmışlar, hemen sonra küçük bir lokantada yemek
yemeğe gidiyorlar.
İçlerinden en hakikatlileri Sen-Kluda bomboş ve harap
salonda bir defa daha toplanıyorlar. Mumların aydınlı­
ğında o gece Fransız milletini temsil eden otuz kişi, kendi­
lerinden istenen şeyi tetkikten geçiriyorlar; zarif delikan-
SEL 199

lılaıdan mürekkep bir kalabalık da gece merasimine alay­


cı bir eda ile iştirak ediyor.
Bütün bu cemiyet eğlene dursun yorulmak bilmez Lüsi-
yen de siyasî bir ayini, vekar ile icra ve tes’it ediyor ve ge­
ce yarısından sonra saat ikide trampete sesleri arasında,
üç konsüle yemin ettiriyor. Yorgun birkaç ses: Yaşasın
Cümhuriyet! diye bağırıyor.
Saat üçte konsül, Burien ile birlikte Parise dönüyor. Yol­
da hiç bir şey söylemiyor, sessiz duruyor. Yalnız, evde Jo-
zefinin yanında:
— "Burien, demek ki epeyi saçmalar söyledim, öyle
mi?„ diyor.
— Az değil, epeyi, jeneral!...
— Bu ce...betler beni korkuttular. Benim meclislerde
tecrübem yok..,,
Fakat o zaman Bonapart hükümet darbesinden, o dar­
benin müthiş neticelerinden bahsedeceği yerde, — çünkü
yarın bütün Fransa üzerinde hüküm sürecektir — ancak
şahsî husumetlerini düşünüyor:
"Şu Bernadot... Dahası var, bana temin ettiler ki şayet
ben "kanun harici,, edilecek olursam benim yerime kendi­
sini geçirebileceklerini söylemek küstahlığını da göster­
miş. Karısının onun üzerinde tesiri var. Ben onu lüzumu
kadar terfi ettirmedim mi idi? Buna siz şahitsiniz. Üstelik
bir de Bernadotu bir parça okşamış, güleryüz göstermiş
olduğundan dolayı pişmanım. Onun için onu bütün bu
ahbap meclislerinden uzaklaştıracağım. Yoksa ondan hın­
cımı alamam. Bonsuvar Burien! Ha, sırası gelmişken söy-
leyim, yarın akşam Lüksemburgta yatacağız.
Ü ÇÜN CÜ K İTAP

NEHİR

A sırların boşuna ara d ığ ı şeyi o, açık


bir bakışla görür. H er ad ilik ortadan
kalkm iş, yalnız esas m adde-toprak
ve su lar - duruyor.
GCETHE
I

İş te h e m e n h e p s i d e 1800 m o d a s ın a g ö r e s a d e b ir e r r e -
d e n g o t g e y in m iş p e ru k a s ız , te n te n e g ö ğ ü s lü k s ü z a z im k â r
v e n a f iz b a k ış lı y ir m i k a d a r g e n ç v e ih tiy a r , y u m u r ta b i­
ç im i b ir m a s a n ın e t r a f ı n a to p la n m ış . B u n la r d a n b a z ıla r ı
ş e rits iz v e n işa n sız ü n ifo r m a g e y iy o r. O r a d a te k n is ie n le r
v e n a z a r iy a tç ıla r , b ü r o la r d a n v e s e f e r le r d e n , a ç ık o r d u ­
g â h ta n v e lâ b o r a t u v a r la r d a n g e lm iş a d a m la r v a r ; o n ih ­
t i l â l y ı lı n e tic e s in d e h e p s i d e v a k tin d e n e v v e l o lg u n la ş ­
m ış la r, h e p s i d e b u n a b ir n ih a y e t v e rm e ğ e k a t ’î o la r a k k a ­
r a r v e r m iş le r .

Burbonlardan sonra bunların oturduğu Tüilörinin do­


nuk ve debdebeli ihtişamı, ipeklerin ve halıların altın pa­
rıltısı burjuva pozitivizimine hiç uygun gelmiyor. Direk­
törler güzel muhibbelerine prenskâri meskenlerde sevinçli
şenlikler ettirmişlerdi. Fakat eski Per dö Frans (Pairs de
France) larm ikametgâhı olan Lüksemburg ile kalmışlardı.
Tüilörinin üzerine bir lânet çökmüşe benziyordu, onu gûya
hayaletlerle hortlaklar ziyaret ediyordu. Bu cinleri, Dik­
tatör bir hareketi ile defetti ve hükümet darbesinden iki
ay sonra diğer iki konsül ile birlikte o eski saraya yerleşip
oturdu.
Kıralların sonuncusundan yedi yıl sonra burjuvalardan
ilkinin oraya gelmesi debdebeli olmaktan ziyade gülünç
204 N APO LEO N

oldu. Parisliler, kötü yapıştırılmış yaftaların altında nu­


maraları gözüken kira arabalrı ile alay ettiler. Tarihin
böyle küçük tarafları da vardır! Birinci konsülün neşesiz­
liği, herkesçe, bu birden yapılıvermiş yerleşmeden ileri ge­
liyordu: "Tüilöri de olmak kâfi gelmez, orada kalmak ta
lâzımdır !„
Bu masanın etrafında oturanlardan çoğu vakti ile pud­
ralı perukaları, iskarpinleri ve tenteneli göğüslükleri ile,
zati şahane tenezzülen kendilerini kabul buyursun diye
bekleşmişlerdi. içlerinden bazıları, sonra, kanunların neşir
ve ilân edilip arkasından da refedildiği, iradelerin, tevkifle­
rin, istisnaî emirlerin hakikî bir sarabant (Ispanyol raksı)
halinde tevali ettiği, üç Kanunu Esasinin hava fişekleri
patlar ve söner gibi doğup düştüğü Lüksemburgta otur­
muşlardı. Şu son on yıl kaotik ve akşam karartıh bir geniş
muharebe meydanının tasvirini andırıyordu ki orada
trampete gürültüleri arasında siyasî fırkalar silâhlarının
şakırtısı içinde geçiyor ve geçiyorlardı; eski rejim ile yeni
istihkak davalarının, sukut etmiş ümitler ile hasetli tahak­
küm arzulan kargaşalığı içinde boğuşması; Hürriyetin,
Müsavatın, Tezvirin raksettiği bakanal ki görünmez seyir­
cileri de tüyleri ürpermiş Ruso ile alaycı handeli Volter;
şu borayı kitapları koparmış olan o adamlar...
Sonra birdenbire durgunluk. Havı dökülmüş ünifor­
malı şu küçük jeneral yumurta biçimi masaya riyaset ede-
liberi fırkalar, inlerine çekilmiş; ister tatmin edilmiş ol­
sunlar ister gayri memnun kalsınlar, her halde hepsi de
sükûta irca edilmiş. Klüpler ve ahlâk fesadı yüzünden, tet-
hiş ve demegoji yüzünden zayıf düşmüş Fransa, geçirdiği
N E H İR 205

maceralardan bitkin bir halde olarak, biraz sonra efendisi


kesilecek adamın kolları arasına baygın düşüyor.
Bonapart, onun muhtaç olduğu adamdı: Onun için
Fransa da daha fazla çabalanmadan kendini ona teslim et­
ti; Fransaya yeni bir teşekkül, şimdiye kadar hiç iktidar
mevkiine gelmemiş, hiç bir fırkaya intisap etmemiş ve ef­
kârı umumîye tarafından tutulan bir adam lâzımdı: Bu
adam, olsa olsa ancak muzaffer bir asker olabilirdi. Moro
şayet daha ikbalsever ve daha becerikli olmuş olsaydı ona
bir rakıyp olabilirdi. Fakat bütün öteki büyük jeneraller
ölmüş ve ya unutulmuştu. Sivillerden kat’iyyen rakıyp
yoktu. Bonapart şayet ozaman meşruluk zavahirini gülünç
olacak derecede muhafaza etmek istemekte inat gösterme-
seydi iktidar mevkii ihtimal zahmetsizce kendi eline düş­
müş bulunacaktı. Fakat bizzat bu taannüt onun siyasî de­
hasını ispat eder. Kılıcı üstatçasına idare eden o, silâhlı
kuvvetin hududunu bilirdi: "Dünyada en çok meftun
olduğum şey nedir bilir misiniz? Bir şeyi tanzim ve tertip
etmekte kuvvetin aciz ve ademi iktidara düşmesidir. Fran­
sa kılıç hükümetini asla tecviz edecek değildir. Onun kı­
lıç hükümetini hoş göreceğine inananlar garip bir surette
aldanırlar. Bunun böyle olması için elli yıl mezellet icap
eder. Fransa kudrete boyun eğmiyecek ve kuvvete tap­
mak devrini açmıyacak kadar asil bir memlekettir!.. Za­
man ile, kılıç, daima fikre yenilir.,,
Zamanının birincisi olan bu jeneral masanın üzerine çe­
lik eldivenini asla fırlatıp atmış değildir. Gerek Pariste hü­
kümet reisi sıfatile, gerek sulh müzakereleri esnasında
kılıcım hiç bir vakit elinde mevcut silâhlardan biri olarak
206 NAPOLEO N

nazarı itibara almış değildi. Hesaplarının hiç kavramadığı


ve fazla olarak da hayaline müracaat eden halktan yükselen
uğultuya, on beş yıl müddet, silâh gürültülerinden sağır­
laşmaksızın daima daha fazla dikkatle kulak verecektir.
Bonapart tam da Fikri Kuvvetten üstün gördüğü içindir
ki olanca gayretini muharebeye ve fetihlere doğru değil,
nizam ve sulha doğru tevcih edecektir.
Nizam onun nazarında müsavatın müradifidir, hürri­
yetin değil! Onun Diktatörlüğü, elinde ve aklında, ihti­
lâlin bu iki fetih eserinden yalnız birini tutacaktır. Zava-
hire rağmen, ve ancak birkaç müstesna halin gayrısından
Napoleon müsavata daima riayet edecektir. Fakat hürri­
yet? Nedir hürriyet? "Medenî insan da tıpkı vahşi insan
gibi bir efendiye, hayalinin dizginini elinde tutan,
onu sıkı bir zapt ve rapt altına alan, onu zinci­
re bağlıyan, onu lüzumsuz yere ısırmaktan menedip
icabında ıslah eden bir sihirbaza muhtaçtır. İnsan,
itaat etmek için yaratılmıştır. Bundan daha fazlasına lâ­
yık değildir ve hiç bir hakkı yoktur.,,
Bu hakir görücü sözler onun düşüncesini kısmen ifade
eder. Zira onun, değer sahiplerine her vakit büyük bir yer
ayırdığını, onları diğerlerinin fevkine yükselttiğini göre­
ceğiz: Bizzat kendi de sırf tefevvuku ve yüksekliği saye­
sinde iktidar mevkiine erişmiş değil midir? O, pek âlâ,
İhtilâlin yetiştirdiği adamdır ve bu bakıma bütün saltanatı
esnasında da öyle kalacaktır. Ondaki kuvvet ve nüfuzu
anlatan şey de budur.
Hükümranlığı daha fazla şümul kazandıkça iş ortakları
da liyakate, şeref, servet, nüfuz huşunda dileyebileceği
N E H İR
207

her şeyi veren bir rejimde kendi istikballerini daha mü­


emmen hisseder. Esasen o, ta başlangıcından itibaren um­
delerini de tahakkuk sahasına çıkarır. Sieyes, raporunda,
sırf temsil etmek ve imza eylemekle mükellef bir reis tayin
edilmesini teklif ettiği cihetle Bonapart, onu şu kat’î ve
kısa kelimelerle tayyeder: "Çayırda domuz istemez.,, ve
hükümetin dizginlerini kendi ele alır. Ayni zamanda or­
duların ve haricî siyasetin nâzım ve müdürlüğü ile meşgul
olarak bütün nazırları, elçileri, devlet şûrası azalannı, va­
lileri, zabit ve hâkimleri nasp ve tayin ederek muazzam
bir iş yetiştirir. Kendisi tarafından naspedilmiş otuz âyan
da kendi refiklerini seçmek hakkına maliktir. Fakat teşriî
meclis ve mahkeme kanun teklif edemediği gibi Sena da
teklif edemez. Bu meclisler ancak bir kürsüyü politikacı­
larla donatmak ve âyan azalarına bol ve yüksek maaşlar
temin etmek maksadı ile yaratılmışa benzer.
Bonapart mutlak kudret sahibi reis olunca etrafına an­
cak değer sahibi adamlar toplar. Hasep, nesep ve entrika
artık insanı hiç bir makama yükseltmez; en küçük vazifeler
gibi en mühim makamları da bundan böyle ancak çalış­
kanlar tutar! Devlet şûrası azalan seçkisinde de ayni pren­
sip!
Diktatör hakikî bir değerli adamlar meclisine riyaset
eder. İşte Enstitüyü şereflendirmek için yekten dahiliye
nazırı naspettiği Laplas. İşte memur ve gazeteci Roederer,
Konsülün yanındaki en müstakil adam. Onun Napoleonla
musahabeleri bize kadar ulaşabilen en alâka uyandırıcı
söhbetlerdb. İşte zamanının en birinci kanunşinası olan
208 NAPOLEON

Tronşe (Tronchet); işte kıralcılar, Jakobenler, her biri ze­


kâ senaklinin hür ve müsavi vatandaşları!
Celsenin zabıtnamesine vâkıf olduktan ronra Konsül
vatandaş: "Bilhassa hukukî salâhiyet sahiplerinin fikrini
bilmek mühimdir; bu, eyi bir tesir yapar; biz harp ve para
adamlarının düşündüğümüz şeyler o kadar ehemmiyeti haiz
değildir. Ben anî çoşkunlukla ekseriya öyle şeyler söylemi­
şimdir ki hemen derakap sonra onların doğru olmadığım
kendim de tasdik etmişimdir. Ben olduğumdan daha eyi
görünmek istemem.,, derdi.
Kendi fikrinde reyde bulunulduğunu gördüğü zaman:
"Siz burada benimle bir fikirde olmak için değil, bana
kendi fikirlerinizi bildirmek için bulunuyorsunuz. Ben
bunlardan hangisinin daha eyi olduğuna hüküm vermek
için o reyi sonra kendi fikrimle mukayese edeceğim.,,
derdi.
Gündüzün Konsül müstacel işleri çıkarmakla meşgul ol­
duğu için ekseriya akşamın ancak saat dokuzunda başh-
yan bu celseler bazan ta sabahın saat beşinde nihayet bu­
lurdu. Bir müşavire gevşeklik geldiği, hattâ harbiye na­
zırının adam akıllı uyuduğu vaki oldu mu onları çekip
uykularından uyandırır; "Haydi vatandaşlar haydi, uya­
nalım. Daha saat iki. Fransız milletinin bize verdiği parayı
hakketmek lâzım,, derdi. Gerçi kendi, bu içtimalardaki-
lerin en gençlerinden biri idi. Otuz yaşına daha yeni gir­
mişti.
Üç sefer, Alpler aşırdığı ve deniz aşırı çöle kadar sev-
kettiği yüz bin kişilik bir ordunun teşkil ve tanzimi onu bir
memleket idaresine, imrenilecek surette, hazırlamıştı. Bu­
N E H İR
209

gün olduğu gibi o zaman da adamlarına ekmek, para bul­


ması, adalet temin etmesi, ceza, mükâfat vermesi, itaat ve
nizama riayet etmesi lâzım geliyordu.
Nizamsızlık, kanunlar bulunmamasından ileri geliyor­
du. İhtilâlin başına kadar Fransada eyice teessüs etmiş hak,
hukuk mevcut değildi! Bu lüzum tasdik edilmişti. Fakat on
bir yıldır bu yolda daha hiç bir şey yapılmış değildi. Hü­
kümet darbesinin ertesi gününden itibaren Bonapart bir
"kod,, un, (bir düsturun, bir kanunlar mecmuasının), bi­
lâhare "Kod-Napoleon„ denen bir kod’un tetkikine giriş­
mek üzre iki komisyon davet etti. Üç hazik ve tanınmış
kanunşinas o kanunların tahririne memur edildi. Bunların
yaptığı proje dört ay sonra devlet şûrası tarafından tetkik
edildi. Bir buçuk yıl sonra da meclisler bunun mer’i ol­
masına rey verdiler.
Doğrudan doğruya ihtilâlden ilham alan bu kod’un
prensipleri, ki Fransada hâlâ caridir ve bin dokuz yüz se­
nesine kadar sade Napoleon fetihlerine dahil memleket­
lerde değil, fakat Almanynm büyük bir kısmında dahi
mer’i olmuştur, bugün bile Avrupanın bütün medenî ka-
vanini mevzuası üzerinde çok tesiri haizdir. Tecrübe sahibi
kimseler tarafından kaleme alınıp bizzat Diktatörün de
birçok noktalarında şahsiyetinin izini bıraktığı bu kanun-
1ar mecmuası yeni fikirleri hukuku beşer kaosundan çı­
kardı. Bundan böyle irsî lâkap ve unvan yok. Bütün ço­
cukların mirasa mütesaviyen hakları vardır. Her ebeveyin,
çocuklarının ihtiyaçlarım temin etmekle mükelleftir. Bun­
dan böyle artık istisnaî tedbirler yoktur! Medenî izdivaç
ve o izdivacı bozmak imkânı herkese verilmiştir.
Napoleon — 14
210 NAPOLEO N

Aile hukukuna müteallik diğer birçok noktada olduğu


gibi bu son nokta üzerinde dahi onun nüfuzlu ruhiyatçı­
lığı ve KorsikalI aile zihniyeti uzun müddet ağır basmıştı:
"Canım, milletin ahlâkıyatmı yoklayınız: Zina bir fevka­
lâde hâdise değildir, gayet boldur, mübahtır! Bu, bir ka-
nape işidir! Cicili bicili şeyler, mısralar, Apollon, müzler
ve saire için zina eden kadınlara bir dizgin lâzımdır.,,
Nizam ve intizam taraftarı olduğu gibi izdivaç tarafta­
rıdır da... Ve hattâ memleket dışına sürülmek bahsinde da­
hi kadınların kocalarının arkası sıra gitmeğe mecbur tu­
tulmaları noktasını elde eder: "Şu halde, kocasının ma­
sumluğuna derin bir surette kani bulunan kadının, en sıkı
bir surette bağlı olduğu bir adamı, ayni zamanda insani
ve faideli bir ceza olan memleket dışına sürülmek halinde
takip etmesi mi memnu olacakmış? Ya kadın kendi kanaa­
tine, kendi keyfine ram olmuş olsaydı artık bir fahişeden
başka bir şey olmazdı! Bu talisizlerden, biribirlerinin ya­
nında meşru karı kocalığın şerefli unvanı altında yaşamak
hakkını neden nezetmeli?” Ve genç kadını babanın vasi­
liğinden kocanın vasiliğine mutantan bir surette geçiren
Roma âdetini beğenirdi:
"Bu, bilhassa Paris hakkında eyi olur! Burada kadınlar
her dileklerini yapmağa hakları olduğunu zannediyorlar.
Demiyorum ki bu tedbir, her kadın üzerinde tesir hâsıl
eder. Fakat nihayet bazılarının üzerinde tesir icra eder ya!„
Bunun içindir ki talâka taraftar olan o, bundan böyle
talâkı hür bir hale koymağa ehemmiyet verirdi:
"Basit geçimsizlik iddiası, şu halde, bütün hayat imtida-
dınca devam etmek niyetile yapılan izdivacın mahiyetine,
N E H İR
211

tabiatine muhaliftir... Ademi iktidar halinde izdivaç kal­


maz. Zina vaki olduğu takdirde ise kuntrat nakzedilmiş
demektir. Bu iki halde de talâk mukarrerdir. Cinayetler
talâk için muayyen sebeplerdir. Kat’îyyen cinayet olmadı­
ğı takdirde ise tarafeynin rızası lâzımdır.,,
Bonapart yalnız insan ruhnu biliyor değil, bir de umu­
mî mahiyette nazariyeler içinde vakıaları ihata etmesine
müsait olan o tecrit melekesi ile de mütehallik idi. Ondaki
nazariye ile ameliye arasında müessir olan o ahenkli muva­
zene, ondaki o hareket kudreti ve ondaki reybilik, kanun­
lar yaratmak hususunda onu ehil kılardı. Jozefinin geçmiş
sadakatsizliği ile şimdiki sadakati hakkındaki mülâhazala­
rı, bazı fıkraların tadil ve ıslahı hususunda kadının göster­
diği telaşlı alâka Bonapartın ruhunda açılan cidali ten­
vir eder.
Zira belki de Bonapartın daha şimdiden derpiş ettiği
hükümet hikmeti yüzünden talâk fikri, Jozefinin zihnini
de sık sık kurcalardı.
Ve kanun izdivacı tahkim ve takviye etsin diye kadın
kendi nüfuzunu kullandığı halde, Bonapart ta onu boz­
mak imkânım kendi elinde bulundurmak isterdi. Iskan-
dalden sakınmak ve şerefi kurtarmak için, karı koca ara­
sında bir barışma tecrübesi vaki olmadan evel karı koca
arasındaki münazaalar hususunda hüküm vermek hakkın­
dan mahkemeleri mahrum etmeğe kanun vaziini sevkeden
de gene şahsî bir duygudur. "Dava bir talâk sebebi olma­
yıp, talâkın lüzumuna bir işaretten başka bir şeydemek olmı-
yan tarafeyn rızası üzerine açılmış olmalıdır. Aile şûrası va­
kıaları tetkik edip kararım verir. Zira ittihamların ıskan-
212 NAPOLEO N

dalinden sakınmak maksadı ile davalar aile meclisi tara­


fından hüküm görmek icap eder.,,
Beden ve mal ayrılığı hususunu kanuna sokar, fakat yal­
nız karı koca arasında ittifak ile karar verildikten sonra...
Çünkü arada bir barışma ihtimali kalmak için, işin umum
muvacehesinde muamele görmesi lâzım gelmez. İhtilâlci
olmadığı, nizam, intizam taraftarı, hükümet recülli olduğu
için gayesi aile hayatım korumak olacaktır. Şunu da söyler
ki, şayet zina eden kadın talâk ile cezalandırılmasa idi, ka­
nun tarafından ceza görmek icap ederdi.
Evlenmenin, İhtilâl tarafından 13 ve 15 olmak üzre tes­
pit edilmiş kanunî yaşı 15 ve 21 e çıkarılmıştır. Çocuklar
lehine olmak üzre o zaman hazırlanmış olan projeleri on
dokuzuncu asır azar azar tahakkuk ettirecektir. Erkek, ev­
de doğmuş olan çocuğu tanımakla mükelleftir. Bonapart
şunu da ilâve eder: "Yalnız, doğuştan 15 ay evvel evinden
gaybubet edip te Marengoda döğüşüyor idi ise o başka.,,
Şunu da söyler: "Çocuğun, kocadan olmak imkânı mevcut
olur olmaz, kanun vazn eli ile gözlerini kapamalı. Çocuğa,
hissedar bir şahsı salis gözü ile bakılmalı... Burada mevzuu
bahs olan şey kadının değil, çocuğun menfaatidir.,,
Rüşte ermiş çocukların yeyip içme ve ikamet ücretlerinin
azaltılmasına muarız olur: "ister misiniz ki bir baba, 15
yaşındaki bir kızı evinden koğsun! Demek ki 60.000 frank
iradı olan bir baba, oğluna: sen artık iri yarı oldun, büyü­
dün; haydi git çift sür diyecek. Zengin ve ya hali vakti ye­
rinde bir baba çocuklarını daima babalık nafakası ile bes­
lemekle mükelleftir.,,
Evlâtlığa kabulün (tebenninin) basit bir kâtibi adil se­
N E H İR
213

n e d i i le caiz s a y ılm a s ı m e v z u b a h s o lu n c a , b u d e re c e k u r u
b ir m u a m e le n in a le y h in e k ıy a m e d e r :
— M e d e n î te b e n n i b i r k u n t u r a t d e ğ ild ir , n e d e h u k u k î
b ir m u a m e le d ir. K a n u n ş in a s ın t a h lili , iş i e n k u s u r lu n e ­
tic e le r e g ö tü r ü r . İn s a n a n c a k t e f e k k ü r le id a r e e d ilir , t e ­
f e k k ü r o lm a z s a b iç im siz b ir şey o lu r , in s a n la r g ü n d e beş
m e te lik iç in , d e ğ e rs iz b ir te m a y ü z iç in b i r i b i r le r i n i ö ld ü r ­
m e z le r ; ru h u n a h ita p e tm e k le d ir k i b ir in s a n e le k t r ik le n ­
d i r i li r . B u te s ir i b ir n o t e r , k e n d in e te d iy e o lu n a c a k o n ik i
f r a n k m u k a b ilin d e y a p a c a k d e ğ ild ir . B a ş k a b i r u s u l, k a ­
n u n î b ir m u a m e le lâ z ım d ır ! T e b e n n i n e d ir ? B i r t a k li t t i r
k i o n u n la c e m iy e t, ta b ia ti im z a la m a k is te r. O , b ir n e v i y e ­
n i b ir d in s ır r ıd ır ... K e m i k le r i n v e k a n ın o ğ lu , c e m iy e tin
ir a d e s ile b ir b a ş k a s ın ın k e m ik le r in e v e k a n ın a g e ç m e k is ­
t iy o r . B u , ta s a v v u r a s ığ a b ile c e k e n b ü y ü k m u a m e lid ir. E v ­
v e lc e k e n d in d e o ğ u llu k d u y g u s u o lm ıy a n a o ğ u llu k d u y ­
g u s u v e r i r v e m u k a b ilin d e d e d iğ e r le r in e b a b a lık d u y g u ­
la r ı v e r i r . Ş u h a ld e b u m u a m e le n e re d e n in m e lid ir ? T e ­
p e d e n , y ı ld ır ı m g ib i..,,
R o e d e re r d e r k i:
— " K o t s i v il (m e d e n î k a n u n ) in m ü n a k a ş a s ı esn a sın -
d a d ır k i b irin c i k o n s ü l, b ite n m ü n a k a ş a n ın h a tır a s ı ile a r ­
k a s ın d a n g e le c e k iş in e n d iş e s i ş im d ik i a n d a m e ş g u l o ld u ğ u
şe y i z e r r e k a d a r b ile a lık o y m a k s ız ın , m u d illiğ i ic a p e t­
tir d iğ i t a k d ir d e a y n ı b i r iş ü z e rin d e , y a h u t b ir in i b irin e
k a rış tırm a d a n t ü r l ü t ü r l ü m e v z u la r ü z e r in d e y ir m i s a a t
sn tr s ıra te v c ih e d e b ild iğ i o n ü fü z lü d ik k a ti, v e t a h l il f e ­
ra s e tin i g ö s te r m iş tir.,,
B o n a p a rt ih t iy a r T r o n ş e n in m a n tık v e z e k â s ın a k a rş ı
214 NAPO LEO N

saygı ile doludur; o da, karşılık, her yeni kararda: "Bu


doğru mudur? Bu faydalı mıdır?,, diye soran otuz yaşın­
daki genç konsülün sıkı tahliline ve adalet hissine meftun
olur. Evvelki kat’î karar ve tesviyelere, ve gerek Romalı­
ların, gerekse Büyük Fredrikin hakkaniyete uygun diye
baktıkları şeylere dair malûmat edinmekten yorulmaz.
Yalnız otuz yedi kanunun tetkikine girişmek şöyle dur­
sun, Konsül en mütenevvi meseleleri de ortaya kor. Biz
kendimize ekmeği nasıl tedarik edeceğiz? Parayı nasıl?
Devletin asayişini nasıl sağlamlaştıracağız, nasıl pekişti­
receğiz?
Nazırlarının her birinden mufassal raporlar ister ve
onları işten bunaltır; görmemezlikten, anlamamazlıktan
gelir; evlerine dahi mektuplar gönderir, o mektuplara erte­
si sabah cevap vermek lâzımdır. Iş ortaklarından biri: "Her
işin başında o; hükümet eder, idare eder, müzakere eder,
en açık bir zihin ve en mükemmel, en yerinde bir başla
her gün işe on sekiz saat vakfeder; onun üç yılda ettiği
hükümet, kıralların yüz yılda sürdüğü hükümete bedel ol­
du.,,
Herkesi, kendi ihtisasına has tabirler ile isticvap eder,
öyle ki hiç kimse onun sorduğu şeyleri anlamadığım ba­
hane edemez.
Suallerinin teknik vuzuhu en hararetli kıralcıyı bile hay­
retlere düşürürdü.
Yanılmaz bir hafıza ona her dem hazır bir silâh gibi
hizmet görürdü. Bir teftiş devrinde bulunduktan sonra
Marki dö Segür (Marquis de Ségur) şimal sahillerindeki
istihkâmlar hakkında bir rapor tanzim ettikte birinci Kon­
N E H İR
215

sül ona dedi ki: "Ben sizin bütün cetvellerinizi gördüm.


Bunlar doğrudur. Mamafi Ostandda iki tane dörtlük to­
pu unutmuşsunuz.,, Segür, tahkikten sonra, biraz da her
yana dağıtılmış bin parça top arasında, filhakika iki topu
zikretmeği unutmuş olduğunu görünce düştüğü hayreti
bize anlatır.
Ve on yıl müddetle durmuş veya sarsıntılarla işlemiş
heybetli makine ağır ağır kımıldanmağa başlar. O devirde
bütün eyaletler asayiş, temizlik, nizam ve intizam yoksul­
luğundan şikâyetçi idi; vakti ile 24 frank değerinde bu­
lunmuş olan altın luiler 8.000 frank ediyordu; karşılığı
arazi olan Direktuvar frangı da ayni zamanda düşmüştü.
Yeni zenginler devletin emlâkini, manastırları, asilzade­
lere ait toprakları satın almışlardı; kimse vergi verme­
mişti. Diktatör ne yapacak?
Hükümet darbesinden iki hafta sonra her eyalette tah­
sil şubeleri açılmıştı. "Hakikî medenî hürriyet, mülkiyetin
emniyetine bağlıdır. Mükelleflik hissesi her sene değişen
bir memlekette ondan eser kalmaz.,, îki ay sonra da Bank
dö Frans = Fransa bankası (Banque de France) tesis edil­
mişti; ertesi yıl da yeni bir sular ve ormanlar ve kadastro
idaresi kurulmuştu. Selefleri devletin emval ve emlâkini
çarçur ettikleri halde Bonapart onları Rant fransez = fran­
sız eshamı (Rente française) satın almak için kullandı ki
esham yediden tekrar on yediye fırladı. Borçları ve faizleri
amorti "itfa” etmeğe başladı, ticaret odalarını yeniledi,
borsayı nizam altına aldı, paranın düşüklüğünden istifade
celbeden ispekülasiyon (spécultion) u boğdu, ordu müte­
ahhitlerinin ve bazı zabitlerin hırsızlıklarım meydana vur­
216 NAPO LEO N

du. Ve, veriminin yarısına, sonra da bir çeyreğine düşmüş


olan sanayii, bu temizlik tedbirleri sayesinde tekrar kal­
kındırdı.
Bunun tılısımı?
İşlerin başında bükülmez ve bozulmaz bir enerji. Ne­
zaretlerin, eyaletlerin, prefektürlerin başında, faaliyet ve
cesaretle dolu kuvvetli, çelik gibi adamlar; artık öyle yol­
suz, sapa vasıtalar ile elde edilen memurluklar, irsi man­
sıplar filan yok, her yerde doğuş ve fırka mülâhazaları ha­
ricinde nasp ve tayin edilmiş muktedir adamlar... Merlere
varmcıya kadar, hepsi de, bizzat kendi tabirine göte: "Bü­
tün birer küçük birinci Konsüller silsilei meratibi,, yaratan
merkezi hükümet tarafından naspedilmiş.
Artık muhalefet mevcut değil: "Vakti ile insafsız ve
gaddar bir hükümetin memurları olmuş kimseleri ben bu­
gün yeni İçtimaî binanın inşasında kullanıyorum. İçlerin­
de eyi işçiler var. Kötülük her birinin de mimar olmak
istemesinden ileri geliyordu. Zaten işte Fransızlar böyle-
dir, içlerinden, memleketi idare etmeğe kendini muktedir
sanmıyacak bir tekini bile gayet güçlükle bulabilirsiniz.,,
Hiç bir fırkaya sahip çıkmamak kaygusunda olduğun­
dan en mühim nezaretleri muhalefet politikasından iki ki­
şiye, sonraları kendi mukadderatı üzerinde feci birer tesiri
olacak, müsavi derecede hünerli ve marifetli iki külhaniye
veriyor. Bonapart: "Jakoben Fuşe (Fouche) nin polis nazı­
rı bulunduğu rejime hangi ihtilâlci emniyet etmez ve Ta-
leyranın dahiliye nazırı olduğu bir memlekette hangi ki­
şizade yaşamaz. Biri benim sağımda, biri de solumdadır.
N E H İR
217

Onların arasında ben geniş bir yol açıyorum. Orada her­


kesin kendi yeri vardır’' diyor.
Prefeler, jeneraller, kulüpleri, fırkaların teşekkülüne
yardım edebilecek her şeyi yasak etmek emrini alıyor.
"Gard Nasiyonallere ve öteki vatandaşlara sık sık söyleyi­
niz ki ihtilâl bitmiştir, ve şayet kinlere ihtiyacı olan ikbal-
peıest kalmışsa, devletin dizginleri kavi, ve bütün engel­
leri aşmağa alışkın ellerdedir.,,
18 Brümerden birkaç hafta sonra millete yeni kanunu
esasiyi tavsiye eden beyanname şu gayet sade ve gayet a­
zametli kelimelerle nihayet bulur:
"Vatandaşlar, İhtilâl, kendisine başlıyan esaslarda karat
bulmuş, bitmiştir.,,

II

Fakat harp bitmiş değil.


"On sekiz ay gaybubetten sonra Avrupaya döndüğümde
gene Cümhuriyetle zatı şahaneniz arasında harbi alevlen­
miş buluyorum. Fransız milleti beni baş hâkimlik maka­
mına geçmeğe çağırıyor.,, Silâhları tekrar ele almazdan
; evel, Almanya imparatoruna, gûya her vakit baş olmuş
imiş gibi bir azametle, kendine has olan ve muvaffakiye­
tini varlığına borçlu bulunduğu o vekar ile böyle yalva­
rıyor. Ustalığı önce düşmanını haksız mevkiine koymaktan
ibarettir. Almanya imparatorunun karşı geldiği yok, fakat
Bonapartın plânı çoktan hazır, onu bir icra etmesi kalıyor.
Kendine — hepsi de jenerallerinden ne eksik, ne de faz­
la — dört muharebeye girmiş olmaları şart bulunan insan­
218 NAPOLEON

lardan bir muhafız kıt’ası teşkil etmekle işe başlıyor. Sonra


da Moroyu Ren üzerine gönderdiği halde kendi de tekrar
îtalyaya geçmeğe hazırlanıyor. Bu kere ona kıyıdan ya­
naşacak değil. Avusturya casuslarının gözü önünde, son
kura neferleri ile zayıf birkaç ihtiyat kıt’ası teşkil ediyor.
Onları teftişten geçiriyor, ve Viyana gazetelerinin alayları­
na gülümsiyerek tahammül gösteriyor.
Ayni zamanda da, en yararlarından 32,000 kişiyi teçhiz
ediyor ve gizliden gizliye Mısır seferi kadar cür’etli bir se­
fer hazırlıyor. Hannibal Alpleri aşmış değil midir? Dağ­
lara, kendine geçit vermelerini emretmedi mi idi? Bugün,
üstelik bir de topları nakletmek lâzım! Dağlardaki ağaç­
ları kesin, gövdelerini oyun ki içlerine top namluları sak­
lanacak! Hükümet darbesinin arkasından gelen ilk bahar­
da, 2000 yıldanberi bir ordu ilk defa olarak büyük Sen
Bernar (Saint-Bernard) yakasından işte böyle aştı. Bu mu­
cizenin karşısında Ospis = manastır (Hospice) in ihtiyar
keşişlerinin parmakları hayretten ağızlarında kaldı. Bu,
tanımaksızın jeneralin katırım yeden, jenerale sıkıntıları­
nı, ümitlerini anlatan ve birkaç zaman sonra, gûya kerame­
ti çıkmış gibi, rüyasında gördüğü çiftliğe kavuşan o küçük
katırcı için de mucize... Askerlerin kendileri de bu efsaneli
seferden hayrete düşüyorlar, toplan sen mi çekeceksin,
ben mi; çeken çekene! Vakti ile önlerine mev’ut arz gibi
serilmiş olan o Lombardiya içinde gene eski reislerinin
ardı sıra gidiyorlar; bu harikulâde seferin sırrı ve hızı, da­
yanılmaz bir surette hepsini sürüklüyor. Düşman bunların
yaklaştığını o kadar ummıyor ki bir Avusturya jenerali
Paviya (Pavie) da bulunan dostu kadına şehirden ayrıl­
N E H İR
219

m a m a s ın ı ta v s iy e e d iy o r. O n ik i sa a t s o n r a ise B o n a p a r t
o r a y a g irm iş b u lu n u y o rd u .
Bununla beraber Bonapartın indirmek istediği darbe pek
de muvaffak olmuşa benzemez. Haziran ayında, Avustur­
yalIları muharebeyi kabul etmeğe zorladığı vakit, onların
elinde kendi elindekinden fazla ordu mevcudu bulunduğu
için Bonapartı geriye püskürtüyorlar.
Döze beklenen takviyelerle çıka geliyor. Artık ordunun
yakında dağılması şüphesiz görünüyor. Yenilmiş ordusu,
önünden geçerken, Jeneral de yolun kenarında, ayakta,
kırbacı ile toprağa sinirli sinirli vuruyor.
— B e k le y i n ! i h t i y a t la r g e le c e k ! B ir s a a t d a h a d a y a n ın !
d iy o r .
Fakat hepsi kaçıyor; tali onu terk mi edecek? Nihayet
işte Döze şaşırıp kalan galiplerin üzerine atılıyor; dragon­
lar saldırıp yükleniyorlar, düşman da geri çekiliyor.
Bonapartın saat beşte kaybettiği Marengo muharebesi,
saat yedide, fakat kazandığı zaferi göremeden düşüp ölen
Döze tarafından kazanılmıştır.
Bonapart, zedelenmiş bir halde muharebe meydanında
kalıyor. Jenerallerinden en eyisi ölmüş, ve işin en kötüsü,
kendisi de yenilmiş. Hayalinin sukutunu hafifletmek için
Dözenin muayyen bir saatte gelmesi, evelce plânında der­
piş edilmiş olduğunu mu düşünüyor? Yoksa İtalya seferini
hail ve fasleden bu muharebenin de tıpkı 18 brumerdeki
muharebe gibi kendisinden başkaları tarafından kazanılmış
olduğunu mu düşünüyor.
T e ’k it e d ilm e s i g ü ç b i r is p a t, ç ü n k ü a k ş a m B u r r iy e n e
m u h a re b e h ik â y e s in i s ö y le y ip y a z d ır d ığ ı y e r d e n b ir fe r s a h
220 NAPOLEON

ötede, tam da dört ay evel harita üzerinde şu: "Onları bu­


rada yenmeği hesap ediyorum,, kelimeleri ile işaret ettiği
nokta bulunuyor.
Fakat bırakalım bu mukayeseleri. Devlet recülü son da­
kikaya kadar, tâ Alpler kendi ardında kaldığı dakikaya
kadar AvusturyalIlarla müzakereye devam etmişti. "Zan­
nederim ki sulh anına takaddüm etmek için muharebeye
de, müzakerelere de rehberlik etmek lâzım gelir.,, Ve harp
meydanından imparator Fransuvaya ikinci bir mektup
yazdı:
"Hem sade ve hem halis teşebbüsümün zati şahanenizin
kalbinde tabiî surette icra edecekolduğu tesire îngilizlerin
desisesi mâni oldu. Harp te vukua geldi. Binlerce Fransız
ve AvusturyalI artık yok oldu.... Bu manzara kalbimi o
kadar kederlendiriyor ki ilk teşebbüsümün faydasız kalmış
olmasından fütur getirmeksizin, tekrar doğrudan doğruya
zati şahanenize yazmak tarafını iltizam ediyorum... Maren-
gonun muharebe meydanı üzerinde, ıstıraplar ortasında, ve
etrafımı 15,000 ceset almış bir halde zati şahanenizden fer­
yadımı dinlemenizi rica ederim... Ben harp sahnesine zati
şahanenizden daha yakın olduğum cihetle zati şahanenizi
tasdi etmek bana düşüyor. Zati şahanenizin kalbi benimki
kadar şiddetli müteezzi olamaz. Zati şahanenizin silâhla­
rının bir hayli zaferi vardır; birçok devletlere hüküm bu­
yuruluyor. Şimdiki nesle sükûn ve huzur verelim. Şayet
gelecek nesiller, dövüşecek kadar deli iseler pek âlâ, birkaç
yıl muharebeden sonra uslanmasını ve sulh içinde yaşa­
masını öğrenirler.,, Ancak en belli başlı cümlelerini zik­
rettiğimiz bu uzun mektup ta, harp plânı kadar dâhiyane,
N E H İR
221

neticeleri de muzafferiyeti kadar büyüktür; ve ondaki ha­


raretli sulh arzusunu ilk defa olarak, apaydınlık göste­
rir. Kat’î muvaffakiyetlerden sonra bu kabiyl mektuplar
yazdığı, bundaı böyle ekseriya vaki olacaktır.
Bonapart sulha yanaşır mı olmuştu? Hiç bir veçhile...
Fakat hiç bir vakit kavgacılık ta yoktur. Bir muharebe mey­
danım görmek, onun üzerinde daima ezalı bir tesir bırakır.
Sade askerî zaferle iş biteceğine de pek inanmaz.
Ta’biyecilik oyunundan zevkalmak ve harp hayatım sev­
mekle beraber Napoleon her şeyden evel bir devlet recü-
lüdür. Bu ayni ovada kırallar ve hükümetlerle müzakereye
başladığı gündenberi ona, zekânın galebe çaldığı bu mü­
nazaaların zevki gelmiştir. O hiçbir vakit kılıcından vaz
geçmiyecek, ucuna da asla pas tutturmıyacaktır: Avrupa
bunu bilmiyor değil; onun kahraman olduğunu tasdik e­
diyor... O halde neden her yıl bu şöhretini tehlikeye koşun?
Biliyor ki Fransa her dem zafere susaya gelmiştir. Bu­
nunla beraber şu anda bilhassa muhtaç olduğu şey, din­
lenmektir; Fransa Bonaparta muhtaçtır. Ve Bonapart, es­
kiden olduğu gibi, artık öyle yıllarca Fransadan ayrılmaz.
Bir eşi daha, şüphe yok ki, hiç bir galibin tarihinde bulun-
mryan bu mektubunu ona işte bu müteaddit sebepler yaz­
dırmıştır. Bu sulh teşebbüsündan sonra Milanoya gidiyor.
Nihayet Paris memnun kalmış mıdır acaba? O da, ayak­
larının altına serdiği bütün definelerden memnun kalmı­
şa rak, daima daha başka definelere göz diken Jozefine
benzemez mi? Parisliler yeni efendilerinden memnun kal-
IH0ktan çok uzaktırlar. Roederer, jurnalında yazar ki: "Tam
|pi iki yıl müddetle, vatandaşlar, sabahları kalkınca, âtıllı-
222 NAPOLEON

ğ a m a h k û m k o lla r ı n ı b ir ib ir in e k a v u ş t u r a r a k k e n d i k e n d i­
le r in e s o r a r la r d i : ac a b a ş u t ir a n la r ım ız n e v a k i t b itip t ü ­
k e n e c e k ? B u g ü n ise ü m itte n c e s a re t a la n f a a li y e t b ir d e n b ir e
d u r u p ş u n u s o r u y o r : g ir iş tiğ im iz b u iş, te h lik e y e k o y d u ğ u ­
m u z b u s e rm a y e , k u r d u ğ u m u z şu y a p ı, d ik tiğ im iz şu a ğ a ç ­
la r , B o n a p a r t g e ç ip g id e r s e n e o la c a k ? B o n a p a r t e n y ü k s e k
m a k a m ın b a ş ın a , je n e r a l o ld u ğ u iç in d e ğ il, b a ş lıc a d e v le t
r e c ü lü o ld u ğ u iç in ç a ğ ır ıld ı. M u z â f f e r i y e t le r i h e rk e s in g ö ­
z ü n ü o n u n ü z e r in e d ik ti, f a k a t o n u n m e d e n î v e m ü lk î h a s ­
le t le r i d i r k i b ü tü n ü m itle r i o n u n ü z e rin e b a ğ la m ış tır.,,
Y a ln ı z T a le y r a n , g e le c e ğ i ş im d id e n g ö r e r e k o n a ş ö y le
y a z a r : " J e n e ra l, b e n h e m e n ş im d i T ü i lö r i d e n g e liy o ru m .
S iz e F r a n s ız la r ın c u şiş in i v e e c n e b ile rin h a y r a n lığ ın ı t a s v ir
e tm e ğ e ç a lış a c a k d e ğ ilim ... A h l â f ı n b u m u c iz e li s e f e r d e n
g ö z le r i k a m a ş a c a k tır. A v d e t in iz e b a z ı i s t i d lâ lle r d e r e f a k a t
e tm e k te d ir. E v e l v e â h ır i m p a r a t o r lu k la r m u c iz e ü z e rin e
k u r u la g e lm iş tir . S iz d e b ir m u c iz e y a p tın ız .,,
N a p o lé o n g ü lü m s e y o r v e d ü ş ü n ü y o r k i : " Ş u T a le y r a n
d a lk a v u k t a n d a f a z la b i r ş e y ; y a z d ığ ı ş e y d o ğ r u b ir t e f e ’-
ü ld ü r. F a k a t a k s i ş e y ta n , b e n im a n c a k d ü ş ü n m e ğ e c ü r ’e t
e d e b ild iğ im b ir şe y i, o t u t a r d a n e d iy e i f a d e e d e r ? R o -
m a li li k o y u n u m u o y n a y o r ? S e z a r ( C é s a r ) i m ı k ı ş k ı r t ı y o r ? ”
V a y ! P a ris te n b a ş k a b i r m e k tu p d a h a : F u ş e n in p o lis r a p o ­
r u : T a le y r a n , b i r b o z g u n lu k o ld u ğ u v e y a k o n s ü lü n b a ş ın a
b i r h a l g e ld i ğ i ta k d ir d e n e y a p m a k m u v a f ı k o la c a ğ ın ı m ü ­
n a k a ş a e tm e k ü z re g e ç e n g ü n b a z ı a r k a d a ş la r ım to p la m ış ;
M a r e n g o m ü jd e s in i s o f r a b a ş ın d a ik e n a lm ış la r .
B o n a p a r t k e n d i k e n d in e :
— " H a, ş im d i a n la ş ıld ı, d e m e k k o rk m u ş , v ic d a n ı m ü te ­
N E H İR
223

essir olmuş., işte dostlar da böyle dostlar!.. Onların içinde,


şu gûya endişeleri bahanesi ile efendilerinden sıyrılıp kur­
tulmanın gizli arzusu tutuşuyor” diyor.
Ozaman, dudaklarının kenarında beliren şey acaba a­
laycı bir gülümseyiş mi idi, yoksa derin bir keder büklümü
mü idi?
Artık Parise dönmenin zamanı çoktan gelmişti! Fakat
vakti ile tenezzül edip bakmadığı dilber Grassini bu ak­
şam Skalâ (Skalâ: Milanodaki operanın adı) da taganni e­
diyor, onun o sıcak sesi Bonapartı büyüliyor, ve nefis İtal­
yan kızı İtalya fatihinin kolları arasına düşüyor. Onu Pa­
ris operasına getirmekte Bonapart gecikmiyecektir; fakat
"yıldız” olarak mı? Orası bilinmez.
Düşman Almanyada da yenildiği cihetle Bonapart Lü-
nevil (Luneville) de, Fransanın, Ren hudutlarım ve Alp
berisi cümhuriyetini kendine ahkomasım tasdik eden gayet
istifadeli bir sulh aktedecek. Birkaç haftlık bir sefer ne­
ticesinde bundan daha fazla menfaat elde edilebilir mi?
Iş ortakları ve diğer düzmece dostlar, onu kahramana
yaraşır bir tarzda karşılamağa hazırlanıyorlar, ve evelden
düşünülen şenlikler hakkında fikrini sormakla üstlerine
şu cevabı giyiyorlar: "Ben Parise ansızın geleceğim. Ni­
yetim ne zafer takı, ne de her hangi cinsten olursa olsun
merasim istemektir. Bu biçim değersiz ve tatsız şatafatları
takdir etmiyecek kadar kendi hakkımda çok eyi fikrim var­
Idır”... Ve daha tevazulu ve azametli bir surette şu sözleri
lilâve ediyor: "Namıma dikmek istediğiniz abide teklifini
jjkabul ediyorum: Yeri şimdiden tayin edilsin, fakat abide-
ilinin kurulması himmetini, şayet sizin benim hakkımdaki
NAPO LEO N
224

fikrinizi tasdik ve teyit edecek olursa, gelecek asra bıra­


kalım.” O, daha şimdiden seziyordu ki, bugünkü peıes-
tişkârları, yirmi yıldan daha az bir zaman sonra onun kar­
tallarım tozlarda sürükliyeceklerdi.
Geriye döndüğü andan itibaren Diktatör olanca kuv­
vetini sulhu temin etmeğe sarfediyor.
Kendi kendisi ile yarışıyor, kendini geçiyor; kendisine
zafer temin etmiş olan o ayni cebrî yürüyüş gidişi ile o
ustalıklı diplomatlığı sayesinde düşmanlarının dostluğunu
kazanıyor. İktidar mevkiine geçtiğinden iki yıl sonra Fran­
sa, Avusturya, Prusya, Baviyera, Rusya, Napoli, İspanya,
Portekiz, ve nihayet İngiltere ile de sulh aktetmişti.
Bükülmez Pitt öldükten sonra Foks (Fox) un naspedil-
mesi fırsatını kaçırmamış, onu Parise davet etmişti. Foks o
seyahatinden, İngiliz "yeyicisi,, ne karşı coşkunlukla hay­
ran kalarak avdet etti.
Meşru ve binaenaleyh meşruiyetçi dokuz prens on yıldan
beri mücadele ettikleri cümhuriyeti nihayet tasdik ediyor.
Daha iki yıl önce dahilî tehlikeler ile haricin tehditlerine
maruz Fransa bugün dünyanın en birinci devletidir. Ne
Jeneral Bonapart, ne de İmparator değil, birince Konsül­
dür ki ihtilâle muzafferiyetli bir nihayet vermiştir. Hane­
dana Avrupadan sade cümhuriyetçi fikirler üzerine kurul­
muş bir sulh elde etmiş değildir, Fransa ile hemhudut olan
memleketlere, Hollanda ve Italyaya da, hiç bir mukaveme­
te tesadüf etmeksizin Konsüllüğün kanunu esasisini cebir
ile kabul ettiriyor. Bir el çabukluğu ile Piemonte, Cenova,
Lük (Luques) ve Elb (Elbe) adasını zaptettiği vakit Avus­
turya ve İngiltere de en küçük bir müşkülât göstermiyor.
N E H İR
225

V e B o n a p a r t, e n e sk i A lm a n h a n e d a n ın d a n p r e n s le r in , R e ­
n in s o l k ıy ıs ın d a k i h ü k ü m e tle r in in k a y b ım ta z m in v e t e ­
l â f i e ttirm e k iç in k e n d i e t r a f ı n d a te h a lü k g ö s t e r d ik le r in i
g ö r d ü k ç e d o ğ u ş , m ira s , a s ilz a d e lik , k ı r a lla r h a k k ın d a k i is-
t i h f a f k â r lı ğ ı a r tm a k ta n b a ş k a b ir şey y a p m ıy o r.
B i r te k b o ş lu k k a lı y o r k i o n u d a o d o ld u r a c a k tır .
İ h t i lâ li n b a ş ın d a Is a n ın y e r in e "akıl" g e ç m işti. H ıris ­
t iy a n ! o lm ıy a n b u f i k i r o v a k i t le r ç o k r e v a ç b u ld u . B o n a ­
p a r t h e m e n b u n u r e d d e tti. İ lk İ ta ly a s e f e r i z a m a n ın d a p a ­
p a y ı h o ş tu tm a k iç in e lin d e n g e le n i y a p m ış tı; a ld ığ ı e m ir­
le r e z ıt o la r a k rü h b a n lığ a k a rş ı d a im a ta m b ir s a y g ı g ö s ­
t e r d i. O n y ı l l ı k b ir m u h a re b e d e n s o n r a ş im d i a r t ık F ra n sa -
n ın k ilis e i le t e k r a r b a rış m a s ın ı ta c il e d e c e k tir : " B en M ı­
s ır d a M u h a m m e d i id im , F ra n s a d a k a to liğ im .,, B i li y o r k i
b u a s ır lık k u d r e t v e n ü fu z , y e n i li r şe y d e ğ il d ir ; ş u h a ld e
o n u n la h o ş g e ç in m e k v e o n d a n is t ifa d e e tm e ğ e ç a lış m a k
ic a p e d e r : " H a riç te k a t o lik li k P a p a y ı b e n im e lim d e b u lu n ­
d u ru rd u , ben de n ü fu z u m v e I ta ly a d a k i k u v v e tle r im iz
s a y e sin d e , e r g e ç, şu v e y a b u v a s ıta ile , b u P a p a n ın id a r e s i­
n in n ih a y e t b e n im e lim e g e ç e c e ğ in d e n ü m id im i k e s m e z d im ;
v e b ö y le b ir şey d e o lu r s a d ü ş ü n ü n , d ü n y a n ın k a la n k ıs m ı
ü z e r in d e n e te s ir, n e m a n iv e le o lu r !..,,
P a ris te ş id d e tli b ir m u k a v e m e te u ğ ra y a c a ğ ım önceden
s e z d iğ i b u te şe b b ü sü b a ş a ra b ilm e k iç in P is k a p o s la r ın h u ­
z u ru n d a , f i l o z o f o ld u ğ u n u id d ia y a k a d a r v a r ı y o r , b u ise
k e n d in c e , te z e llü lü n e n k ö tü s ü d ü r .
" B e n d e f i lo z o f u m ; v e b ilir im k i n e o lu r s a o ls u n , b ir
c e m iy e tin iç in d e b i r in s a n n e r e d e n g e ld iğ in i v e n e re y e g it­
t iğ in i b ilm iy e c e k o lu r s a d o ğ r u v e f a z il e t l i b i r a d a m sa-
Napoleon — 15
N APO LEO N
226

y ılm a z . S a d e " â k il” b iz i b u f i k i r ü z e r in d e d u r d u r m a ğ a


k â f i g e le m e z ; d in s iz o lu r s a k m ü te m a d iy e n k a r a n l ı k la r iç in ­
d e y ü r ü r ü z . K a t o l i k d in i is e in s a n a m e b d e i v e e n s o n e n ­
c a m ı h a k k ın d a k a t ’î v e y a n ılm a z n u r la r v e r e n y e g â n e d in ­
d ir.,, R o m a b u n u tk u h a y r e t le d in le y o r , z a te n e fe n d is in i
V a t i k a n d a b u lm ıy a n v a r m ı d ı r ?
K a r d i n a l K o n s a lv i ( C o n s a lv i ) m ü z a k e r a t İç in P a ris e g e ­
li y o r . K o n s ü l a le n î b i r m ü lâ k a tta k ır ıc ı b ir m a k a m v e ta ­
v ı r l a k e n d in i o n u n ü z e r in d e h â k im ta n ıtm a ğ a ç a lış ın c a k i ­
lis e n in m a h a r e tli p re n s i g ü lü m s e m e k te n k e n d in i a la m ıy o r .
B u s a h n e y e ses ç ık a rm a d a n iş tir a k e d e n T a le y r a n iç in b u ,
n e m a n z a ra !
N ih a y e t u z la ş ı lı y o r ; b e k â r lık , p is k o p o s la r ın R o m a c a in ­
tih a b ı, k ilis e n in e sk i k a n u n la r ı y e n id e n m e r ’iy e te g i r i y o r ,
f a k a t p a p a z la r ı m ü k â fa tla n d ır m a k h a k k ı P a r is in o la c a k .
B u s u r e tle B o n a p a r t f a i k b i r n ü fu z u k e n d in e a lık o y m u ş
o lu y o r .
B u u z la ş m a N o tr -D a m d a b ü y ü k b ir a y in i le k u t lu la m y o r ;
r i c a l i le b i r li k t e y a ln ız Te Deum ( T e D e o m ) a " K ilis e d e
o k u n a n re s m î d u a ” g e lm e k is tiy e n K o n s ü l b ü tü n r u h a n î
a y in i d in le m e ğ e m e c b u r d u r ! B u n a y a ln ız P a te n ( P a t e n =
k ilis e c e m u k a d d e s s a y ıla n b ir n e v i k a p ) i ö p m e k te n v e g ü ­
lü n ç g ö z ü k e c e k h e r ş e y d e n k e n d in i m u a f tu tm a k ş a r tı i le ”
a n c a k o ş a r t la r ız a g ö s t e r iy o r .
B u a y in e g itm e k iç in g iy in ir k e n k a r d e ş in e :
— " B iz b u g ü n mese ( M e s — K u d d a s a y in i) e g id iy o r u z .
P a ris b u n a n e d e r ? ,, d iy e s o r u y o r .
— B u te m a şa d a h a lk ta h a z ır b u lu n u r , h o ş u n a g itm e z s e
ç a la r ıs lığ ı.
N E H İR 227

— Muhafızlarımla kollarından tutturunca hepsini attı­


rırım dışarı.
— Ya grönadiyeler kendileri de ıslık çalarsa?
— Onlar bir şeycik yapamazlar. Benim koca gronyarla-
rım (grognard — Napoleon zamanındaki askerlerin lâka­
bı, sövüp homurdanan tabiatte insan). Notr-Damı da Mı­
sırdaki camiler gibi sayarlar. Bana bakarlar, gördüler mi
ki jeneralleri olanca ciddiliğini takınmış duruyor, onlar da
öyle yaparlar: Bugün ordu emri böyle imiş derler.,,

III

Bastığı zemin daha û kadar sağlam değil; ancak mah­


dut bir devir için intihap edilmiş olan Konsülün, olabilir
ki, sekiz yıl içinde, bir rakıyp, yerini kapabilir; buna inti­
habat, hakir gördüğü fakat daima yaltaklanmağa çalıştığı
efkârı umumîye karar verecektir.
Ecnebi sarayları ve hükümdarları karşısında ne vaziyettir
bu? Bu saraylar, Amerika Müttehidesinin reisi gibi bir re­
ise hiç itibar göstermezler.
Bonapart Senaya buna dair bir kelime çıtlatıyor. Her
şeyini ona borçlu olan ve ona karşı çok sadakati bulunan
Sena da teklif ediyor ki birinci Konsül hemen şimdiden on
yıllık bir müddet için daha intihap edilsin. Bu kanun ta­
dilinden o kadar hoşnut kalmıyan Bonapart "Ömrü ol­
dukça birinci Konsül,, formülünü elde ediyor. Fakat, tıp­
kı Sezar gibi, istiyor ki, bu husus önce millete sorulsun.
Umumun ârâsına müracaat birkaç muhalif reye karşı dört
milyon rey kazandırıyor. Şu halde Bonapartın salâhiyeti­
NAPO LEO N
228

nin dairesi genişliyecektir; ecnebi devletlerle muamelelere


girişmek, meclisleri dağıtmak hakkı uhdesinde bulunacak
olan Âyam intihap etmek sıfat ve salâhiyyeti yalnız onun
elinde olacak.
Bonapart, bundan başka, halefini de kendi gösterip ken­
di tayin etmek hakkını dahi elde ediyor. Bu gibi kuvvet
ve nüfuzlarla mücehhez bulunduktan sonra: "Şimdi artık
kendimi diğer hükümdarlarla müsavi hissediyorum,, diyor
ve şu safdil safsatayı da ilâve ediyor: "öyle ya, onlar da
ancak ömürleri olduğu müddetçe hükümdardırlar.,,
Fakat bunun için icap eder ki bütün onun lehine rey
vermiş olanlar hakikaten onun taraftarı olsun. Onun deb­
debe içinde Lüksemburga girmesi vesilesi ile Parislilerin
o kadar coşkunluk göstermemesinden birinci Konsül polis
müdürüne tutuluyor:
— "Efkârı umumîyeyi ne için daha eyi hazırlamadınız ?„
diyor.
Fuşe şu cevabı veriyor:
— Biz hep o eski Goluva (Gaulois) 1ar gibiyiz ki hürri­
yete de, tazyika da dayanamaz diye gösterirlerdi.
— Ne demek istiyorsunuz?
— Şunu demek istiyorum ki Parisliler hükümetin aldığı
son vaziyette hürriyeti tamami ile kaybolur ve mutlakiyet
idaresine doğru çok aşikâr bir meyil uyanır gibi gördüler.
— Ben, hâkim olacağım; bir salâhiyet sahibi gölgesi ve
taklidi olmuş olsaydım şu sulh boşluğunda altı hafta da
bile hükümet süremezdim.
Fakat kurnaz tilki şu cevabı veriyor:
,— Hele siz hem baba gibi olun, hem de hatırları okşa­
N E H İR
229

yın, kuvvetli ve âdil olun, kaybeder gibi olduğunuz şeyi


kolayca tekrar kazanırsınız.
Bonapart ta ona:
— Şu efkârı umumîye dediklerişeyde tuhaflık ve gel-
geçlik var, ben onu daha eyi bir halekorum,, diye arkasını
dönüyor.
Bu kısa konuşma ona bir karar verdirmeğe kifayet edi­
yor. Fuşeyi memuriyetinden çıkarıyor; hariplikten çıkmış
bu papazdan korktuğu için değil, fakat bütün polis neza­
retini lâğvedip onu adliye nezaretine bağlamak istediği
için. "Ta ki Avrupaya benim hedefim yalnız sulh olduğu­
nu, Fransızların da bana akrşı nekadar sevgi beslediğini is­
pat edeyim.” Bu bir konuşma tarzıdır ki birinci Konsül, si­
yasetini onunla örter Telâfi olmak üzre de Fuşeyi âyan aza­
sı naspeder. Fakat Fuşe, giderken ihtiyat sermayesi olarak
iki buçuk milyon isteyince Bonapart ona hayretini gösterir
ve şahsî dostluk nişanesi olmak üzere de Fuşeye istediği­
nin yarısını verir. Teneffüs odasında Fuşe gülümser ve
elinde bulundurduğu bütün paraları zihninden hesap eder.
İşte Bonapart, tehlikeli bir adamı bu suretle kullanır.
Efkârı umumîyeye yaltaklanmasını bilir. Hiç bir şahsa ve
hiç bir fırkaya hiç bir şey borçlu olmamanın daimî kaygusu
onu kendi naspı hakkında milletin fikri sorulması hususu­
na sevketmiştir; nasıl ki 1799 da hükümet darbesi hakkında
da onun reyine müracaat etmişti; o, bu harekette ihtilâlin
eyiden eyiye bitmiş olmasının müeyyedesini görür: "Umu­
mun ârasına müracaatin şu iki faydası vardır ki, hem be­
nim iktidar mevkiimin propagandasını teyit eder, hem de
NAPO LEO N
230

bu iktidar mevkiinin menşeini aydınlatır. Bu olmazsa be­


nim kudret ve nüfuzum meşkûk kalır.,,
Bu beyanatta onun bütün ömrünce rahatım kaçıran ve
hallini asla bulamadığı mes’elenin kaygusunu daha şim­
diden keşfederiz: İhtilâl ile Hanedancılık arasında nasıl
bir vaziyet kabullenmeli?
Şayet Bonapart ta, tıpkı o Romalı Jeneral gibi, devlette
mutlak bir kuvvet ve nüfuz dileyorsa, bu, en kuvvetli a­
dam kendi olduğu için değil, fakat en kabiliyetli adam
kendini gördüğü içindir. Ve o, bu hükümet kuvvetini, ken­
dini seven askerler elinden değil, kendisinin yabancı kal­
dığı millet elinden almak istiyor. O, eskilerin ve Prusya
kiralının anladığı tarzda bir tiran olmak dileyor, millet
tarafından intihap edilmiş ve bu suretle hakimiyeti kendine
tevdi edilmiş demokratik bir tiran... Bununla beraber, bu
nazik ve zayı-f muhakeme zamanenin telkin ve icbar ettiği
bir zihniyettir.
Bonapart, isterse, hiç tereddüt etmeden, kendini bundan
böyle, hükümet mevkiinin yalnız ehliyet ve istidat sahibine
emanet edilmesini dileyen İhtilâl prensibi taraftarı olarak
ilân edebilir: Bu ehliyet ve istidada en çok sahip olan ken­
di değil midir? Kudret ve kuvvetinin şanlı ve zaferli men­
şeini, o kuvvet ve kudreti cebren elde edilmiş bir plebisite
(âmmenin reyine müracaat) tâbi tutarak tezlil ediyor.
Bonapart İhtilâli kurtarıyor, amma Cümhuriyeti de öl­
dürüyor.
Bu gidişini ona sovuk siyaset mülâhazaları telkin etmiş
değildir; bu gidiş, onun içindeki çok canlı eski zaman,
dan doğmadır. Onu Şarka çeken de bu duygu idi, hükû-
N E H İR 231

met darbesi günü meclisler karşısında onu şaşırtan da hep


bu idi! Vakti ile bu duyguyu ilk keşfeden Paoli ona: "Sen
Plutarkın kitabında söylediği adamlara mensupsun” de­
mişti. Bonapartta demokratik hiç bir şey yoktur. O evel
zamanda, dehanın, kendini meclisler arkasında sindireceği
yerde serbestçe kumanda ettiği vakitlerde, ya da bugün
bile bir tek adamın boyunduruğu altında eğilen o şark
memleketlerinde doğmuş olmalı idi.
Sen-Kludaki çalışma odasında iki büst: Sipion (Scipion)
ile Hannibal, Roma imparatorları yahut halifeler, her iki­
si de onun tabiatine ve mizacına uygun iki kudret timsali.
Tahttan indirilmiş Burbonlar, hemen hükümet darbesi­
nin akabinde safdil bir gönül açıklığı ile, Bonaparta mü­
racaat etmişlerdi. Kafası uçurulmuş kiralın kardeşi Pro­
vans (Provence) dükası, müstakbel XVIII inci Lui (Louis)
eyi bir mükâfata karşılık olmak üzre tacını ona tekrar ver­
mesini üç kere rica etmişti. Onun son mektubuna birinci
Konsül şu sözlerle cevap vermişti:
"Mektubunuzu aldım Mösyö (Monsieur), onun içinde
bana söylediğiniz namusluca şeylerden dolayı size teşek­
kür ederim. Fransaya tekrar dönmenizi temenni etmemeli­
siniz, 100,000 ceset üzerine basarak yürümeniz lâzım gelir.
Menfaatinizi Fransanın rahat ve saadetine feda ediniz.
Bundan dolayı Tarih sizi nazarı itibara alır. Ben sizin ha­
nedanınızın felâketine karşı duygusuz kalmıyorum... Uz­
letinizin tatlı ve rahat geçmesine zevk ile yardım ederim.,,
Bu derece ustalıklı iltifata ve gizli alaya bakılınca, in­
san kendini meşru bir prens görüyorum zanneder; kaba,
sonradan görme şu dirayetsiz, şu terbiye yoksulu Burbon-
NAPO LEO N
232

dur ki hiç birine kat’îyyen cevap verilmemiş bir sürü mek­


tup vastıası ile umum karşısında lekelendirmeden evel
kendine zemini yoklattıklarının farkına bile varmamışa
benzer.
Birinci Konsülün kuralcılara karşı gösterdiği hüsnü ka­
bul ise bundan büsbütün farklıdır. Onları da kendine bağ­
lamak arzu ediyor.
Uzun bir bekleyişten sonra eski yeşil elbisesi, ve fena
taranmış saçları ile Bonapart onlara göründüğü vakit on­
lar önce bunu tanımıyorlar. Bu onlara diyor ki: "Gelin,
benim bayrağımın altında saf tutun, benim hükümetim
gençlik ve zekâmn hükümeti olacaktır. Sizler prenslerini­
zin uğruna yeğitçe dövüşmüşsünüzdür, fakat o prensler
zafer için hiç bir şey yapmış değillerdir. Ne için sizler Van-
de (Vendée) de değildiniz? Sizin asıl yeriniz orası idi.,,
Si-dövan (Ci-devant = Fransız İhtilâlinden önce asilza-
zadelik unvanına sahip bulunanlara İhtilâl sırasında ko­
nan ad: öncekiler, sabıklar) 1ar siyaset bizleri Londrada
alıkoydu diyorlar.
O zaman Bonapart, muhatabının naklettiğine göre hırslı,
ve bağrından kopan bir sesle onlara; "Bir balıkçı kayığına
adaya da geleydiniz!,, diye bağırıp çıkışıyor. Fransa sahil­
lerine tekrar kavuşmak için hafif bir firkateyn içinde fır­
tınaya ve düşman donanmasına göğüs germiş adamın böy­
le konuşmağa hakkı vardı. Onun şu gâh okşayıp gâh teh­
dit edişine bakm: "Siz ne olmak istiyorsunuz? Jeneral mı,
prefe mi olmak istiyorsunuz? Siz ve sizinkiler ne dilerse-
tiiz olabilirsiniz... Canım, Bonapartın geydiği elbiseyi gey-
mekle zelil mi olursunuz? Siz eğer sulh etmezseniz, ben
N E H İR 2 33

sizin üzerinize yüz bin kişi ile yürüyüp şehirlerinizi de ate­


şe vereceğim.,,
— Siz bizi ancak biz istersek bulabilirsiniz, ve biz, za­
man ile sizin bütün askerî kollarınızı perakende bir halde
harap ederiz.,,
Bonapart müthiş bir sesle: "Beni tehdit ediyorsunuz
ha!„ diye bağırıyor, fakat vazih bir cevap üzerine, dera­
kap yatışıyor.
Si dövanlar, hiç bir şey elde etmeksizin gayri memnun bir
halde yanından çekiliyorlar. Bonapartın yabana şivesi "ve
mükâlemeyi, takibi güç ve birçok yeri keşfedilmeğe muh­
taç bir surette iç içe girmiş cümlelerle sarmaş dolaş eden
gayet canlı ve keskin muhayyelesi,, keyiflerini kaçırmış.
Birinci Konsül birçok muhaciri celbetmeğe ve ihtiyaçla­
rını tehvin ederek öfkelerini yatıştırmağa muvaffak olu­
yor. Böylece derhal kırk bin aile tekrar geri geliyor.
"Gerçi o mafevkattabiaları ile yirmi hükümeti bile
mahvederlerse de„ Bonapart, Jakobenleri de geri çağırı­
yor. Büyük halk kütlesi kendisine taraftardır, o kütle Bo-
napartın hükümeti altında canım emniyette hissediyor,
çünkü Paris artık dahilî harbin üstü örtülü meydanı ol­
maktan kurtulmuş, çünkü birinci Konsül her çareye baş
vurarak İçtimaî sefaleti gidermeğe çlaışmaktadır.
Belediyelere verilen emirnamelerde şunları okuyoruz:
"Şayet 1789 da olduğu gibi gene sovuk hüküm sürerse,
mümkün olduğu kadar çok insan ısıtmak için bütün kili­
selerde ve umumî yerlerde ateş yakılsın.,, —- "Kış sert ola­
cak, et de pahaya çıkacak, Parislilere iş bulmak icap eder.
234 NAPO LEON

Urk (Ourcq) kanalının, Döze rıhtımının işlerini devam et­


tirin, mücavir sokaklara kaldırım döşetin v. s...„
— "Gerçi bütün dilencileri tevkif etmek icap eder, fakat
bu, saçma ve barbar bir şey olur. Onları yakalasınlar, on­
lara iş ve ekmek versinler. Bizim her eyalette birçok me’-
vaya ihtiyacımız var,,—"İşsiz güçsüz kalmış birçok ayakka­
bıcı, şapkacı, terzi, saraç var. Öyle yapın ki günde 500 çift
kundura yetiştirilsin.,, Harbiye nazırı topçu için koşum
takımları sipariş vermesi emrini alıyor. Birinci Konsül da­
hiliye nazırına şunu yazıyor: "İşçilere iş temin etmeli, bil­
hassa bu ayda, yortu günlerinden evel. Sentantuvan (Saint-
Antoine) daki 2.000 işçi mayıs ve haziranda sandalyalar,
komotlar, koltuklar yapsın.,,
Vatandaşlara, işçi kıyafetinde Tüilöriye girmeği yasak
eden bir emri ilga ediyor. Okuma odasını kapamak mevzuu
bahs olunca: "Buna kat’îyyen muvafakat etmem. İçinde
gazeteler bulunan sıcak bir odamn zevkini ben kendi tec­
rübemle bilirim. Ben başkalarım bu yardımdan mahrum
bırakmak istemem,, diyor. Halk istifade etsin diye pazar­
ları Teatr Franse (Théâtre Français) nin bütün parter bi­
letlerini ucuz sattırıyor. Bütün memlekette boğuntu yeri
kumarhaneleri yasak ediyor: "Bu, aileler için bir yıkımdır
ve gösterilmemesi lâzım gelen bir örnektir,, diyor.
Yeni bir mektep kanunu memleketi ilk ve orta tahsil
mektepleri ile, liseler ile, yüksek mektepler ile donatıyor.
Altı bin meccani talebe yeri ayrılıyor ki bunun üçte biri
liyakat sahibi adamların oğullarına tahsis ediliyor. Üç yıl
sonra Fransanın 45.000 ilk mektebi, 750 koleji, 45 te lisesi
vardır. Ayanın üçte birini Enstitü azaları arasından seç­
N E H İR
235

mekle bu müesseseye hürmet gösteriyor. "Bana en eyi on


ressamımızı, en eyi on heykelcimizi, bestecimizi, muzika-
cımızı, mimarı, hüneri ve marifeti teşvik edilmeğe değer
diğer on san’atkârımızın adım bildirip gösterin,, diyor, ve
onlara kendi harplerini gösterir büyük duvar resimleri ıs­
marlıyor.
Bediiyat bir devlet mes’elesi oluyor. "Edebiyatımız mev­
cut olmadığından mı şikâyet ediliyor? Bu kabahat dahi­
liye nazırınındır,, diyor.
Fakat bu derece şansever bir halka, yalnız refah kâfi
gelmez, ona zafer de lâzımdır. Şu anda harp istemez, ku­
rum taslıyabileceği saraya da lüzum yok. Lejyondonör
(Legion d’Honneur) nişanı rütbelerini yaratmak fikrine
varmıştır. Bir nevi zabit eğlencesi olmaktan uzak bulunan
bu nişan, hususî bir liyakatle kendini gösteren herkese ve­
rilir. Bu vasıta ile de kendi davasına nice taraftarlar ka­
zanacaktır, feodal rejimin yerleşmesi için girişilecek her
teşebbüse karşı dövüşmeye resmî ve alenî surette bütün
yemin etmiş olanlar,kolay kolay onun aleyhine dönemezler.
Nişanın ilk Gran-Şansöliye (Grand-Chancelier) si bir
tabiiyat âlimidir. Devlet şûrası bu vaz’u tesisin de ilga edil­
miş bulunanlar ile bir benzerliği olduğunu Bonaparta bil­
dirince, o bu itirazlara şu cevabı veriyor: "içinde rütbe,
unvan bulunmıyan eski ve yeni bir Cümhuriyet mevcut ol­
duğunu gösterecek varsa çıksın ortaya, meydan okuyorum.
Bunlara çocukların eline verilen saplı çıngıraklar mı der­
ler? Pek âlâ, insanlar bu çıngıraklarla sevk ve idare edilir.
Ben halka böyle konuşmam, fakat bir âlimler ve devlet
recülleri mecmaında bu türlüsünü söylemek vazifemdir.
236 NAPO LEON

Zannetmem ki Fransızlar hürriyet ve müsavatı sevsinler,


bunların mizacı şu son on yılda değişmedi ya. Fransızlar
daima ecdatları gibi övüngen ve hafifmeşreptirler ve yal­
nız bir duyguya karşı hassastırlar, o da: şan, şereftir. Bu­
nun içindir ki onlara unvan ve rütbe vermek iktiza eder.
Askeri, zafer ve mükâfatla kazanmalı. Hasılı bu, yeni bir
sikkenin, umumî hâzineden çıkan kıymetten bambaşka bir
kıymetin, ve madeni fransız şan ve şerefinde mevcut oldu­
ğu cihetle asla tükenmiyecek bir sikkenin, hulâsa bütün
mükâfatların fevkinde addedilecek işlerin yegâne mükâ­
fatı olabilecek bir sikkenin icat ve ihtiraıdır.,,
Vahiyli sözler ki bize hem onun insanları hakir gördü­
ğünü, hem de derinden derine tanıdığını ve hem de Fran-
sayı vatan edinen yabancıdaki tenkit ruhunu gösterir.

IV

Noel akşamı birinci Konsül araba ile Operaya gidiyor;


Jozefin ile kızı da onu takip ediyor. Dar bir yolda atsız
bir yük arabasına tesadüf ediliyor, geçebilmek için onu
yerinden oynatmağa mecburlar. Bonapartın arabası hemen
oradan gider gitmez o yük arabasının üstünde bir bomba
patlıyor, yirmi kişiyi öldürüyor, fakat ne Konsüle değiyor,
ne de ailesine. Locasına girince etrafındakilere diyor ki:
"O namussuzlar beni berhava etmek istemişlerdir... Bana
trajedyanın basılmış bir risalesini getirtin.” Haydenin "Hil­
kat,, i oynanıyor.
Birinci Konsül gayet sakin görünüyor, fakat mutadının
hilâfına olarak, musiki bu akşam onu zihnî meşguliyetin­
N E H İR 237

den ayıramıyor, bu sui kastin esbap ve avamilini hummalı


bir surette düşünüyor. Failler sol cenah radikallerinden
olmuş, nesine lâzım, ne ehemmiyeti var; biliyor ki onun
zatfen her yerde canına susamış düşmanları var. Meselenin
başı hangi firkatim bu cinayeti yapmakta daha çok menfa­
ati olduğunu bilmektir. Bu sui kastin netayici gayet azîm
olabilirdi, bunun için o da bu işin muvaffak olmamasını
hiç nazarı itibara almıyarak şiddet göstermeğe ve bütün
hükümet meselesini halletmek için bu vak’adan istifade
etmeğe azm ile karar yeriyor.
Vakta ki ertesi gün, bütün o teşkil edilmiş kıt’alar ge­
lip tebriklerini bildiriyorlar ve töhmetlilerin kıralcılar ol­
mak ihtimali bulunduğunu iddia ediyorlar, Bonapart bü­
yük bir öfkeye kapılarak şöyle haykırıyor: "Hepiniz yanı­
lıyorsunuz! Dünkü sui kast, ihtilâlin namusunu berbat et­
miş ve her türlü ifrat yüzünden ve bilhassa eylül katliam­
ları günlerinde ve buna mümasil şeylerde aldıkları vaziyet
ile Hürriyet davasını lekelemiş olan heriflerin eseridir.,,
Ve devlet şûrası azaları filân istisnaî mahkemenin te­
sis ve teşkilini teklif ettikleri vakit, onların bütün nutuk­
larını Bonapart kısa kesiyor: "Bir şey yapmak icap etmez,
Ogüst (Auguste) gibi affetmeli ve ya büyük bir tedbir
almalı ki İçtimaî nizamın bir teminatı olsun. Bu cinayeti
alelâde bir cürüm davası haline koyan bir hükümetle Fran­
sa ve Avrupa alay eder. Bu işi bir devlet recülü gibi nazarı
itibara almalı. Kan lâzım gelir, ne kadar kurban gitti ise
o kadar da müttehem kurşuna dizmek icap eder, 200 kişiyi
memleketten dışarı sürmek icap eder. Mütevassıt sınıf ken­
di avlarının üzerine atılmak için anım kollayan 200 kuduz
NAPO LEO N
238

kurt tarafından tehdit edildiğini gördüğü müddetçe bu


sınıfı Cümhuriyete bağlamağı ummak imkânsızdır. Mafev-
kattabiacılar o cins insanlardır ki bütün kötülüklerimiz
bize onlardan gelir.,, _
İhtiyar Tronşe başım sallayor: — "Müttehemler muha-
cırlarla İngilizlerdir, her yerde onlar.,, diyor.
— "10.000 papazı, ihtiyarları memleket dışarı etmem mi
isteniyor? İsteniyor mı ki Fransanm en büyük kısmı ile
Avrupamn üçte ikisinin salik olduğu bir dinin reislerine
ben zulüm ve itisaf edeyim? Vande hiç bir zaman şimdi­
kinden daha yatışkın olmuş değildir. Bütün Devlet şûrası
azalarını çıkarıp azletmekliğim lâzım gelir, zira, diyorlar
ki iki üçü müstesna olmak üzre bunların hepsi de kıralcı
imiş. Bizi çocuk yerine mi koyuyorlar? Vatan tehlikededir
diye mi ilân etmeli? İhtilâlden beri Fransanm bundan da­
ha parlak bir vaziyeti olmuş mudur, mâliyesi bundan da­
ha eyi bir halde bulunmuş mudur, ordusu bundan daha
muzaffer, dâhiliyesi bundan daha sükûnetli olmuş mudur?
Hürriyetin hakikî dostları saffında bulundukları asla gö­
rülmemiş olan adamların o hürriyet uğrunda bu derece
canlı ve şiddetli endişeler göstermesi benim daha hoşuma
gider. Zannetmeyiniz k i: Ben Devlet şûrasında vatanse­
verleri müdafaa ettim,, demekle kendi kendinizi kurtarmış
olursunuz. Bu söz yalnız, kadınlı zarif salonlarda söylen­
meğe yarar, yoksa Fransanm en münevver adamlarının bir
şûrasında değil.,, Ve birdenbire Bonapart celseyi tatil e­
diyor.
Devlet şûrası azaları bunu anlayorlar mı? Mütecavizi
bulup ondan intikam almanın onca o kadar ehemmiyeti
N E H İR
23 9

yok. Onun dilediği şey, vak’adan bir devlet recülücesine


istifade etmektir. Konsül kendi kendine: "Dahilde kimi
yıldırmak, hariçte kimi yatıştırmak lâzım ?„ diye soruyor.
Esas itibari ile şahsen kendini ancak şiddetli tedbirler sa­
yesinde emniyette görüyor. Sonraları diyor ki: "Ben sade
büyük şehirlerdeki müşevvikleri memleket dışarı ettikten
sonradır ki rahat uyumağa başladım. Ben sabahleyin saat
dokuzda uyanıp sırtına temiz bir gömlek geçiren tertibat-
çıdan korkmam.,,
O devre doğru, dahiliye nazırının bırakıp geçirdiği im­
zasız risale onu öfkelendiriyor. "Sezar, Kromvel ve Bona­
part arasında mukayese,, atlı bu kitap monarşiyi istiyor.
Onun gizli düşüncelerini böyle halka bildirmek ve tavsiye
etmek cür’etini gösteren kimdir? Teklifsizlerinden biri
projelerinin üstündeki örtüyü sıyırmak saati daha kat’îy-
yen hulûl etmemiş olduğu fikrini beyan edince o, hiç bir
cevap vermiyor. Fakat hayatına ve tasavvurlarına karşı va­
ki olan bu iki sui kastin neticeleri Hürriyete vurulan en
gaddar köstekler olacaktır.
Herhangi bir fırkanın yardımı ile Tribüna (Tribunât=
Eski Romada ümmetin haklarım korumakla mükellef hâ­
kimin sıfatı, memurluğun devam müddeti) mn ve meclis­
lerin beşte birini hazfediyor. Konstan (Constant), Şeniye
ve diğer hakikî demokratlar bertaraf ediliyor, 73 gazete­
den 61 i kapatılıyor; her risale, her tiyatro piyesi sansüre
tâbi tutuluyor. Devlet Şûrası ona matbuatın hürriyetini
hatırlattığı vakit o diyor ki: "Fransamn bulunduğu şu va­
ziyet içinde toplanmalara müsaade etmenin ağır tehlikeleri
olmaz diye mi düşünüyorsunuz?... Bir gazeteci bir hatip de­
240 NAPO LEON

ğil midir, aboneleri de hakikî bir kulüp teşkil etmez mi?..


Bühtan ve iftiranın yapacağı kötülük zeytinyağı lekesine
benzer, daima iz bırakır. İngiltere ile Fransa arasındaki
fark mühimdir. İngiliz hükümeti eski, bizimki yenidir...
Her gün benim hakkımda kötü kötü şeyler söylerler, ze­
hirlenmek korkusundan günlerce yemek yemeksizin vakit
geçirdiğimi söylerler. Fırkalar ancak kendileri için müca­
dele edecek meydan kalmamasından memnun olurlar.,,
Bunlar, onun hükümetine faydalı, fakat Hürriyeti öldü­
rücü nice nice eyi muhakemeler ve sebeplerdir.

Bu risaleyi bırakıp geçirten, ihtimalki hattâ onu yazmış


ve bu suretle Birinci Konsüle zarar vermiş olan adam 18
brümerde onu kurtarmış olan adamdan başka biri değildir,
yani kardeşi Lüsiyendir.
Öteki kardeşlerinden daha çok evsafa malik ve Bona-
parttan altı yaş daha küçük olan Lüsiyen Bonaparttan daha
genç olduğu halde onun sayesinde şereflere nail olmuş­
tur; bununla beraber ikbalseverliğin gözü doymak bilmi­
yor. Küçük kardeş bugün, dâhinin gölgesinde, onun hima­
ye ve teveccühünden o kadar ıstırap çekiyor ki sonraları
onun hışmına uğradığı vakit bile bu derecesini çekmiyecek-
tir. Hükümet darbesi sahnesi onun hatırasında her zaman
hazır ve nazır duruyor; Ağabeysinin her şeyi bu kardeşine
borçlu olduğunu unutamıyor; böyle olunca da neden ona
o kadar itaat etsin, dahiliye nazırı sıfatıyla onun elinde ba­
sit bir alet olmağa neden tahammül etsin? Bu vaziyet o-
N E H İR
241

nun tenkitçi ruhu ve isyankâr mizacı için tecviz edilir bir


vaziyet değil.
Jozefinin dü§mam olduğu için, onun dostlarının da, bil­
hassa her fırsat zuhurunda kabahatleri dahiliye nazırına
yüklemekte tereddüt göstermiyen Fuşenin de düşmanıdır.
Ağabeyisi kadar kuruntudan ve takayyütten müberra
bulunan Lüsiyen de ona benziyor, fakat bunda ondaki
dirayet ve ya hükümet recüllüğü hüneri yok. Yüzünün mâ­
nası her şeyi yapabilir bir adam hali gösteriyor. Her ne
kadar daha henüz 25 yaşında iken iktidar mevkiine geç­
mişse de, hırsından ve küskünlüğünden, macerada daha
ileri atılacaktır. Bir lokantacının kızı ile evleniyor, inhi­
sar ve imtiyaz irtikâplarında bulunuyor, buğday üzerine
ihtikâr yapıyor, çalışacağı yerde masraflı ve şatafatlı bir
hayat sürüyor. Civarın en güzel şatosunu satın alıyor, onu
döşeyip dayayor, yeniden yaptırıyor, gene döşetip dayatı­
yor, efsanevî ziyafetler veriyor, şenlikler tertip ediyor, ti­
yatrolar, mısralar yazıyor, ve bütün bunları, biraz da yarı
şuurî bir surette, ağabeyisine şüphe vermek arzusu ile ya­
pıyor.
Biribirine kırılmaları, biribirleri ile alâkalarını kesmeleri
mukadderdir. Lüsiyen 18 brümer hikâyesini reisinin başına
atıyor, onun üstüne yükliyor. Bundan öfkelenen Bonapart
gerçi onu büsbütün sürüp ortadan kaldırmak isterdi, fa­
kat onu, haysiyete dokunur rezaletli hallerine bir nihayet
vermek için Paristeki memuriyetinden çıkarmakla iktifa
ediyor, ve Madride elçi tayin eidyor; orada da Lüsiyenin
cebine yeni milyonlar akacaktır, fakat mahareti în-
gilizlere karşı Fransız menafiine hizmet görecektir. Bekâr
Napoleon — 16
242 NAPO LEON

kalınca Lüsiyen hemen geri geliyor ve şöhreti vakti ile


Jozefinin haiz olduğu şöhrete eş bir güzellikte olan met­
resi ile evleniyor. Kardeşinin siyasî bir izdivaç yapmasını
dileyen birinci Konsül öfkeleniyor.
Şen ve zarif Jozef, Bonapartın kendine verdiği serveti
ve şerefleri kabul ediyor, fakat rahiplerle birlik oluyor ve
açıktan açığa Madam dö Staelin salonuna sık sık gidiyor ;
orada yaptığı tenkitler Bonaparta tesir ediyor. Romada
sefir olmak artık ona kâfi gelmiyor; İtalya Cümhuriyeti
reisi olmağı, Senanın şansölyesi olmağı filan reddediyor,
unutamıyor ki en büyük evlât kendisidir, ailenin reisidir.
Dem dem şair olan Lui, henüz mütereddittir. Yıllarca,
Jozefinin akrabasından bir kızı seviyor, alacağı Hortansı
değil.
En küçükleri, hoppa, babacan bir çocuk olan Jerom ise
kardeşi tarafından sert bir terbiyeye tâbi tutuluyor:
"Vatandaş Jeneral, vatandaş Jeromu bahriyede çıraklığı­
nı yapmak üzre gönderiyorum. Biliyorsunuz ki gayet sert
tutulmağa ihtiyacı vardır. Talep ediniz ki giriştiği işin bü­
tün icabatını yapsın.,,
Keza şeref ve paraya garkettiği kız kardeşlerine gelince,
hiç memnun olmak nedir bildikleri yok; boyuna daha ço­
ğunu istiyorlar. îşte Eliza ki en sevdiği kardeşi Lüsiyenin
yanında çılgınlıkları ile bütün Parisi güldürüyor. Bir a­
matör tiyatrosunda Konsüle: "Ey artık bu derecesi de ol­
maz ! Ben eyi ahlâklar yetiştireyim diye canımı çıkarıyorum,
bizim birader ile hemşireler ise kendilerini sahnede âdeta
çırıl çıplak teşhir ediyorlar!,, dedirecek kadar pembe bir
mayyo ile kendini teşhir ediyor. Bu sözlerden sonra da
N E H İR
24 3-

Konsül arkasını dönünce, onlar gene bildiklerini yapıyor­


lar.
Müra ile' evlenen Karolin (Caroline) ise daha şimdiden
kocası ile ve Bernadot ile birlik olup Konsülün aleyhine
tertipler yapmağa başlıyor, bunların entrikaları akamete
uğrayor; bu entrikalar Bonapartın kulağına gelince diş­
lerini gıcırdatıyor ve Müramn kurşuna dizilmeği hakket­
tiğini söyliyor...
Polin (Pauline), müstemlekelerde vurulan kocasının pek
az acıdığı ölümü üzerine Prenses Borgez (Borghese) ol­
muş olan Polin, bütün o kelbîliğine rağman, kardeşine pek
bağlı kalıyor, onun için, kadının yaptığı rezaletlerin yan=
kısı Bonaparta kadar geldiği zaman Bonapartın tekdirleri
müşfik bir müsamaha rengi alıyor.
önce papaz, sonra da ordular müteahhidi olan dayısı
Peşi arşövek ve hattâ kardinal naspettiren yeğeni kendine
kazanmış.
Sözün kısası bunların hepsi de kendini insanlığın üs­
tünde bir çalışmaya veren Bonapartın, nefsini mahrum bı­
raktığı bütün şan ve serveti elde etmek ve hayatın bütün
zevklerinden kâm almak için onun nüfuzunu kullanıyor­
lar.
Yalnız annesi bir kenarda duruyor. Jozefin ile araları
her ne kadar eskisinden daha eyileşmemiş ise de, anne her
ne kadar Korsika şivesini hâlâ muhafaza etmekte ise de,
Bonapart, hükümet darbesinden hemen sonra onu gene
gelip Tüilöri de oturmağa davet ediyor. Kadın kabul et­
meyip Jozefin yanında kalıyor.
Sarayın avlusunda vaki olan ilk geçit resmine, büyük
244 NAPO LEO N

memurların yanr başında balkondan iştirak ettiği gün, si­


yahlar giyinmiş, onun bu sadeliği Jozefinin zarifliğin­
den daha fazla bir asiliğe şehadet ediyor. Letisia Bo­
napart şana, şerefe güvenmiyor; hayatın idbarlarım, dö­
nekliklerini biliyor. Kendi huzurunda oğlu hakkındaki
meftunluklarım söyliyenlere kötü fransızcası ile: "Pour­
voi* que cela doure!,, (Elverirki bu şan sürsün!) cevabını
veriyor.
Kimi muzhikeler, kimi de facialarla bitecek olan bunca
aile hailelerinin menşeini Napoleonun bizzat kendinde a­
ramak icap eder. Şayet o, sırf sonradan görme biri olsay­
dı lütuflarını, ihsanlarım kendi hısım akrabasına ancak
gönlü istemiye istemiye, ya da bir muvafakat nişanesi ola­
rak bahşederdi; her halde ailesinin bir sürü azasım umu­
mî hayatından bertaraf ederdi. Nasıl mı? Bir fransız dik­
tatörünün anası, milliyetçilere oğlunun yabancı bir asıldan
olduğunu bir söyleyiverse mi idi? Kıratlarla bir payede
olarak muamele eden bir adamın kız kardeşi, o kötü gidişi
ile bu sonradan görme muhitin ahlâkı üzerine herkesin dik­
katini çekmek hususunda tehalük gösteren hanedan Av-
rupasınm, öfkesini ve iğrenmesini mi mucip oluyor? Erkek
kardeşleri tam da ihtilâlin boğup yıkmağı vazife edindiği
ahlâk düşüklüğünü herkesin gözü önüne serip duruyor!
Ve bu hal de Pariste, alayın ve tenkidin en mükemmel şeh­
ri olan Pariste geçiyor.
Bonapart yalnız hısım akrabasımn varlığım tecviz et­
mekle kalmıyor, üstelik onları memuriyete ve şereflere
garketmekte de devam ediyor. Birçok kıral hanedanının
an’anelerinden daha eski an’anelerle beslenmiş, maldan
N E H İR
245

mülkten ziyade şana, şöhrete düşkün İtalyan, Korsikâlı,


düşmanlarının kin ve intikamına karşı kendi soyunu tutu­
yor, koruyor. Anadan doğma bu duygusuna, fatihin ken­
di dehası ile kazandığı menafii ailesinde muhafaza etmek
arzusu da inzimam ediyor.
Feci bir tecelli gûya bu adamı, varlığının olanca kuvveti
ile dilemesi gereken zürriyetten mahrum bırakıyor. Eski­
den dünyaya iki çocuk getirmiş olan Jozefin, Bonapart çıl­
gınca sevip aldığı vakit daha ancak otuz iki yaşında idi.
Bununla beraber daha sonraları üç oğlu oluyor. O halde
izdivaçları neden çocuksuz kaldı? Bu yüzden ihtimal sev­
mek san’atinin Bonapartı baştan çıkaran ve uzun müddet
büyüsü altında tutan o inceliklerini suçlu görmek ge­
rektir. İmdi onun bir veliahta ve ya hiç olmazsa bir kız ve-
liahta ihtiyacı var. Karısının bu noktadaki tam kusuru ese­
rinin mukadderatı üzerinde hükmü haiz oldu.
Onun o müthiş kudreti nazarı itibara alınırsa başka tür­
lüsü olabilir mi idi? Daha ilk yıldan itibaren Roederer bu
mes’eleye yanaşmıştı: — Kıralcılar, Bonaparta kim halef
olacak diye soruşup duruyorlar? Siz yarın ölürseniz bi­
zim başımıza neler gelir? Veliahtımzı bize gösterin!
— Bu söylediğiniz şey kuvvetli bir siyasînin sözleri de­
ğildir.
— Ben sade şunu diyorum ki şayet sizin yanınızda tabiî
bir veliaht görülse idi Fransada daha fazla emnü asayiş
olurdu.
— Çocuğum yok.
— Evlâtlık sureti ile size bir çocuk vermek mümkün.
— Bu çare şu andaki tehlikeye cevap vermez. Ben amelî
246 NAPO LEO N

bir tek şey buldum; Sena benim yerime geçebilecek halde


bulunan bir adamı intihap etsin, kur’ayı üç ayan azası ile
bir de benden başka kimse bilmesin. Fakat kimi naspet-
meli?
— Ben, 12 yaşında bir çocuğu naspederdim. :
— Neden bir çocuk olsun?
— Çünkü terbiye edip sevebilmeniz için isterdim ki bu
çocuk sizin çocuğunuz olsun.
En sonunda, sıkışan konsül, onun yüzüne şu cümleyi çar­
pıyor: "Benim tabiî veliahtim, Fransız milletidir!,,
Bu biçim konuşan bir adam ihtiyarın biri değildir, daha
30 yaşında bir adamdır, on yıl için intihap edilmiş olup
hükümdarlığı daha şimdiden açık gören, fakat henüz on­
dan kaçman bir memurdur.
Etrafında veliahtlar aradığı vakit ancak kendi erkek kar­
deşlerini görüyor. Hiç olmazsa onlar buna Bonapartlar ka­
nından bir çocuk versinler! Lüsiyete karşı öfkesi, o­
nun kötü şöhretli bir kadınla evlenmiş olmasından ileri
gelmiyor, onun ayrılmasını talep ediyor, çünkü namsız ni­
şansız bir kadınla evlenmiş; ona prenskâri bir izdivaç
gerekti. Lüsiyen de karısına karşı olan sevgisinden ziyade
mutlak kudretli ağabeyisine karşı duyduğu hınçtan dolayı
dayatıyor. Yoksa bu ikbal düşkünü adam iktidar mevkii­
ne gelmek için neler feda etmezdi acaba. Bir gün Bona­
part, Lüsiyen ile aralarında geçen şiddetli bir sahneden son
ra Jozefinin yanına girince, daha hâlâ kızgınlığım göste­
ren bir sesle: "Bitti, Lüsiyeni kovdum,, diye haykırıyor.
Jozefinin Hortans ile birleştirmek istediği Lui ile de
yıllarca müddet hep ayni sebepler yüzünden çekişecektir.
N E H İR
247

iki genç biribirini çekemiyor, fakat ailenin selâmetini bu


izdivaçta gören Jozefin de onları evlendirmek için zorla-
yqr; Napoleonun sureti mahsusada sevip taziz edeceği ve
kendine halef göstereceği çocuk bu izdivaçtan doğacaktır.
Kız kardeşleri bu çocuğun babası Bonaparttır şayiasını
yayıyorlar. Bütün Avrupanın gıpta ettiği bu ailenin saa­
deti bu kabil rivayetlerle aşındırılıyor.
Letisiya zoraki evlendirilmiş Lui ile, rabıtasızlığından
dolayı uzaklaştırılmış Lüsiyenin tarafım tutuyor. Gidip
Romada ona iltihak ediyor, orada büyük Romalı aileler
arasında, papa tarafından prensesler gibi kabul edilerek
zengin ve bahtiyar yaşayor.
— Bonapart Jozefinden ayrılsa ya?
"Koca karı,, dan nefret eden kız kardeşleri onu cesaret­
lendirmek için ellerinden gelen her şeyi yapıyorlar, Jo-
zefine eskisi kadar âşık olmadığı zamandan itibaren — Jo­
zefin ihtiyarlayor — Bonapart onun dostluğuna daha fazla
ehemmiyet veriyor, fakat artık âşıkdaşlığa tenezzül etmi­
yor ve bir akşam için, birkaç gece için nefsine komedien
kadınları, ya da kız kardeşinin filan "okuyucu kadın,, mı
peşkeş çekiyor....
Bütün öteki kızlar gibi ondan korkan Matmazel Jorj
(George) kendisi ile şakalaşan ve oymyan ve "ço­
cukça heveslerini,, sayan "sevimli ve müsamahalı,, bir a­
dam buluyor. O da kendine Jozefin adı veriyor, fakat Bo­
napart onu İtalyanvarî, Ciorcina (Giorgina) diye çağırmayı
tercih ediyor. Bonapartm ricası üzerine kız ona kendi ma­
cerasını anlattığı vakit Bonapart dikkatli dikkatli dinli­
yor, kızın kat’îyyen yalan söylemediğini görünce hoşlam-
NAPO LEO N
248

yor, çünkü daha önceden onun hakkında malûmat edin­


miş.
Bazı, geceleyin, oda hizmetkârları onun güzel Düşatel
(Duchâtel) in odasına çevrilen küçük merdivenden yuka­
rı çorapsız çıktığını görüyorlar. İnce, kumral ve narin kız
onun sevdiği kadın tipini temsil ediyor. Akşamları onunla
memnunen iskambil oynayor, ona aşktan bahsediyor, za­
vallı Jozefin ise yandaki masadan onları sohbet ederken
basmağa çalışıyor. Madam Düşatel salondan ayrılıyor, Bo­
napart ta arkası sıra çıkıp söyleştikleri yerde onu tekrar
buluyor; karısı artık bir şeye aldırmadığı için çıkıp
kapıyı vuruyor; Bonapart onu eşikte kabul ediyor, öfke­
lenmiş. Ertesi gün boşanmaktan bahsediliyor; fakat Joze­
fin ağlayor.... Ve göz yaşları Bonapartı tekrar celbediyor.
İşten bunalmış; âşıkdaşlığa verebilecek pek az vakti var;
fazla olarak ta son kıralların örneğini, müsrifliklerini, ka­
dınların devlet işlerine karışmalarına yol açan zarflarını
gütmemeğe eyice azmetmiş.
Yaşından önce ihtiyarlaştığı için artık öyle aşk oyunla­
rına gelemiyor, ve otuz yaşındaki bir adamın kaleminden
çıkma şu: "Benim insanları tanıyan ihtiyar kalbim,, sözleri
heyecanla okunuyor.
Dün kocası nasıl kıskanç idi ise bugün de kendi öyle
kıskanç olan Jozefin onun gözüne hoş görünmek için süs­
leniyor; espapları için, mücevherleri için son kıraliçadan
fazla para sarfediyor, fakat oynak kadınlığı hâlâ o derece­
ye kadar kalmış ki, oda hizmetine bakan kadınlara, gûya
birinci Konsül kendine gece ziyaretlerine geliyormuş zan-
nmı veriyor. Bonapart onun çok şeylerini affediyor, ve
N E H İR 249

kendi dinlenirken, kadın da yatağın kenarına oturup o


vekarlı güzel sesi ile okuduğu vakit şefkatli bakışlarla ona
teşekkür ediyor. Büyük karışıklıkları yapan adam kendi
zevklerinde muhafazakâr. Mademki jenerallerinden, me­
murlarından hemen hiç ayrılmıyor, bütün kusur ve kaba­
hatlerine rağmen sevdiği bu kadından nasıl ayrılabilecek?
Kendi Mısırda bulunurken Jozefinin onu Hippolyt ile
aldattığı Malmezonda Bonapart, Öjen, Hortans, Burien,
Rapp ve diğer birkaç kişi ile yarışa çıkarak eğleniyor; ken­
di düşünce candan gülüyor; sonra: "Sefalet gerdanlığım
gene boynuma geçireyim,, diyerek Parise dönüyor.

VI

"Bonapartın kendi hemen hiç yazı yazmaz, yazdıracağı­


mı, odasında gezine gezine, Meneval adında yirmi yaşla­
rında bir gence, yalnız odasında değil, bu odadan sonra ge­
len ve bu odaya yakın üç odaya da yegâne yanaşabilen
bu bir tek adama söyleyip yazdırır. Meneval asla ağzından
söz almak umulabilecek tıynette bir adam değil, esasen
böyle bir şeye de cür’et edemez ya... Fakat birinci Konsül
büyük hesaplara ait notları imlâ etmez; onları bizzat kendi
yazar.., Dikkatle yapılmış bu çantayı birinci Konsül kendi
elile kapatır. Üstünde sakladığı yegâne anahtar budur, ve
birinci Konsül odadan her çıktıkça Meneval de bu çantayı,
masanın altında bulunup döşemeye vida ile tutturulmuş,
sürgülü bir dolaba yerleştirmekle mükelleftir. Bu çanta
aşırilabilir. Bu hususta yalnız Meneval ile bir de ateşi ya­
kan ve daireyi temizleyen hademe şüphe altında kalabilir.
250 N A P O İE O N

Birinci Konsülün yıllardan beri yazdığı bütün yakılar bu


çantada bulunsa gerektir, çünkü yalnız bu çantadır ki mü­
temadi onunla birlikte seyahat eder ve mütemadi onunla
birlikte Paristen Malmezona ve Sen-Kluya gider. Askerî
hareketleri hakkındaki bütün notlar o çantada bulunsa ge­
rektir; hem onun nüfuz ve satveti ancak projelerinin kat­
ma karışık edilmesi ile yıkılabileceğinden, bu çantanın or­
tadan kalkmasının o projeleri alt üst edeceğinden şüphe
edilmez.,,
Bunu yazan kimdir? Burbonların bir hafiyesi mi? Kon­
sülün maiyetindeki bir vatan haini mi?
Hayır! Efendisi birinci Konsülün imlâsı ve ifadesi üze­
rine bizzat genç Menevalin kendisi... Bu mektup, Bonapar-
tın emri üzerine adliye nazırının, İngiliz-Burbon haf iyeleri
ile münasebte girişmek ve onların tertiplerini meydana çı­
karmak üzre Münihe göndereceği muharrik memur için
bir nottur. Konsül nazıra bütün teferruat ve tafsilâtı an­
latıyor. Kiralın hademesini kazanmak için nasıl hareket
edilecek, mükâfat olarak ona ne verilecek, kaçtığı Zaman
yolda nerede yatacak... Bu, jeneral tarafından bizzat kendi
kendisine karşı kurulmuş tam bir sefer plânıdır.
Filhakika kulağı ne kadar kirişte bulunsa yeridir.
Kışın bir kısmı yüzlerce casusun Londradan, Vandeden,
hattâ bizzat Paristen getirdikleri malûmatı toplamakla ge­
çiyor. Sabursuzlananlar: "Harekete geçmek icap eder,, di­
yor. Bonapart onlara: "— Hele daha bekleyin!,, cevabını
veriyor Nihayet bütün delilleri eline geçiyor. En uç fırka­
lardaki hasımları, Jakobenler ile kıralcılar, müşterek düş­
manlarını ortadan kaldırmak için biribirleri ile uyuşmuş-
250 NAPO LÉO N

Birinci Konsülün yıllardan beri yazdığı bütün yakılar bu


çantada bulunsa gerektir, çünkü yalnız bu çantadır ki mü­
temadi onunla birlikte seyahat eder ve mütemadi onunla
birlikte Paristen Malmezona ve Sen-Kluya gider. Askerî
hareketleri hakkındaki bütün notlar o çantada bulunsa ge­
rektir; hem onun nüfuz ve satveti ancak projelerinin kat­
ma. karışık edilmesi ile yıkılabileceğinden, bu çantanın or­
tadan kalkmasının o projeleri alt üst edeceğinden şüphe
edilmez.,,
Bunu yazan kimdir? Burbonların bir hafiyesi mi? Kon­
sülün maiyetindeki bir vatan haini mi ?
Hayır! Efendisi birinci Konsülün imlâsı ve ifadesi üze­
rine bizzat genç Menevalin kendisi... Bu mektup, Bonapar-
tın emri üzerine adliye nazırının, Îngiliz-Burbon hafiyeleri
ile münasebte girişmek ve onların tertiplerini meydana çı­
karmak üzre Münihe göndereceği muharrik memur için
bir nottur. Konsül nazıra bütün teferruat ve tafsilâtı an­
latıyor. Kiralın hademesini kazanmak için nasıl hareket
edilecek, mükâfat olarak ona ne verilecek, kaçtığı Zaman
yolda nerede yatacak... Bu, jeneral tarafından bizzat kendi
kendisine karşı kurulmuş tam bir sefer plânıdır.
Filhakika kulağı ne kadar kirişte bulunsa yeridir.
Kışın bir kısmı yüzlerce casusun Londradan, Vandeden,
hattâ bizzat Paristen getirdikleri malûmatı toplamakla ge­
çiyor. Sabursuzlananlar: "Harekete geçmek icap eder,, di­
yor. Bonapart onlara: "— Hele daha bekleyin!,, cevabım
Veriyor Nihayet bütün delilleri eline geçiyor. En uç fırka­
lardaki hasımları, Jakobenler ile kıralcılar, müşterek düş­
manlarım ortadan kaldırmak için biribirleri ile uyuşmuş-
N E H İR 251

lar. Burbonların dostu Pişögrü (Pichegru) ile cumhuriyet­


çilerin fikrini temsil eden Moro diktatörlüğü yıkmak için
el ele vermişler. .
işte şimdi, harekete geçmek zamanı.
Sui kast tertibatının meydana çıkması bütün Avrupayı
çok telâşa veriyor. Meşru prensler Bonapartın tedbirine
hayran kalıyorlar, fakat onun düşmanlan "Monitör,, ün
neşrettiğinden daha fazla adette olduğuna kani bulunduk­
ları için, onlara yeni ümitler bağlıyorlar, işin içinde Ingiliz
nazırları da varmış! Büyük Moro hapiste! Bonapart onu
tevkif ettirmekte uzun müddet tereddüt göstermiştir; za­
fer arkadaşına hürmet gösteriyor, birçok defa hatırını sor­
duruyor. Bonapart daha ancak — bundan dört yıl önce —
Taleyranın evinde, birdenbire süvariler evin önünde du­
runca, kendinin bile korktuğu geceyi mi hatırlıyor?
Dava zorludur, Moronun suçlu olduğu meydana çıkmış;
bununla beraber Konsül onu mahkûm etmeğe cür’et etmi­
yor, cezasını affediyor ve onu Amerikaya yollayor.
Pişögrüyü hücresinde asılmış buluyorlar. On üç suikast­
çı idama mahkûm edilmiş; içlerinden biri, istintakta, Bur-
bonlardan birinin de bu suikast işinin içinde bulunduğunu
itiraf etmiş.
Konsül kulak kabartıyor: — Burbonlardan biri mi? —
Taleyran şunu da ilâve ediyor ki dük d’Angiyen (duc
d’Enghien) yıllardan beri hududun tâ yanında yaşamakta­
dır. Memleketinde neler olup bittiğini dürbünü ile ta­
rassut etmek için mi? Sırf kardinalin yeğeninin aşkından
Bad hududu üstünde durulur mu? Büyük Konde (Conde)
nin torunu bir Burbon değil mi? Neden tngilizlerden bir
252 NAPO LEO N

m a a ş a lıy o r ? İ h tim a l k i b u s u ik a s ti t e r t ip e d e n o d u r ; ce­


n u b î A lm â n y a d a i z le r i b u lu n a n b ü tü n h a f i y e le r i ta n ır . E v e t
c a n ım ! Ş ü p h e li p re n s o ls a o ls a b u d u r ! Ş id d e t g ö s t e r m e li
k i ta h tta n d ü şm ü ş h a n e d a n F ra n s a m n ra h a tın ı, e fe n d is in in
d e u y k u s u n u k a ç ır m a k ta n v a z g e ç s in .
Konsül, uzun bir tahriratla, Renin öte yakasındaki kü­
çük Bad şehrine hücum edilmesini emrediyor, bu tahrirde
gemilerin adedi, ekmek tayinleri, gûya Mantovamn mu­
hasarası mevzuu bahs imiş gibi sarahat ve vuzuh ile gös­
terilmiştir. 300 dragon Bad büyük dükalığına girecekler,
dükü kaldırıp kaçıracaklar. Dört gün sonra dük, Vensan
(Vincennes) kalesindedir; bütün bu şeyler en mutlak bir
gizlilik içinde oluyor. Onun suçlu olduğuna dair delil
yok; dostlar Konsülü tahzir ediyorlar, fakat istikbalini
göz önünden kaçırmıyan Taleyran, onu, dükü divam harp
huzuruna çıkarttırmağa ve sertlikle hakaret etmeğe kış­
kırtıyor; efendisi için bu yüzden doğacak manevî netice­
leri o şimdiden görüyor. Jozef tehlikeyi görüyor, ve kar­
deşine, vakti ile büyük Konde adım taşıyanı, harbiye mek­
tebine kendilerini nasıl hürmetle kabul ettiklerini hatır­
latıyor; ve şimdi o, tutup ta onun biricik torununu mu
mahvettirecek? Konsül ona: "Affı mukarrerdir, fakat bu
kâfi gelmez, ben onu bayrağımın altında bulundurmıyacak
kadar kendimi kuvvetli hissediyorum,, cevabım veriyor.
M a lik â n e s in e d ö n ü n c e J o z e f, M a d a m d ö S t a e li d e , d i­
ğ e r d a v e t li le r i n i d e y a tış tır ıy o r .

D ü ş m a n ın d a n ik i y a ş d a h a k ü ç ü k b u lu n a n d ü k d ’A n g i-

y e n , d iğ e r in i lâ y e m u t k ıla n a y n i ş a r a itin f ı k d a n ın d a n d o -
N E H İR
253

layr şöhretsiz prens, hemen o akşam on iki erkânı harp za­


biti huzuruna cesaretle çıkıyor.
Devlet şûrası azalarından biri Konsül tarafından kale­
me alınmış sualleri soruyor:
— Ingilterenin memuru mahsusları ile münasebette bu­
lundunuz mu?
— Hayır.
— Şayet Pişögrünün tertibatı muvaffak olsaydı siz Al-
zasa Ren üzerinden girecek değil mi idiniz?
— Hayır.
— İngiltereden bir maaş kabul ettiniz mi ?
— Evet.
— îngilterede hizmet kabul etmek niyetiniz var mı idi?
— Evet, vatanımı kurtarmak için.
— Demek ki Fransaya karşı silâh çekmek için kendinizi
îngilterenin emrine amade kıldınz.
— Bir Konde, vatanına tekrar, ancak silâhı elinde ge­
lebilir !
Dük d’Angiyen idama mahkûm ediliyor. Ertesi sabah
şafak sökerken kurşunların altında yeğitçesine düşüp ölü­
yor.
Bu mahkûm ediş kanunî bir şey olmadı. Dük d’Angiyen
hududun öte tarafından asla tutturulup kaçırtılmıyacaktı.
Fransada tutulmuş olsaydı, kendi itirafı ile de sabit oldu­
ğu üzre hükümeti taklibe çalışmış olmak töhmetinden do­
layı kanunî bir surette mahkûm edilmiş olacaktı, ancak
böyle ağır bir ihtiyat kaydi böyle bir hükmü haklı göste­
rebilirdi.
Taleyranın dediğine göre bu, cinayetten de fazla bir
NAPO LEO N
254

şey oldu; bu, bir hata oldu. İhtilâller esnasında, suikast


tertibatının içinde değilse bile gasibın ölümünü sevinçle
kabul edecek ve amcazadesinin ölümünün intikamını almak
üzre Parise elinde silâhlarile girecek olan bu prensten ni­
ce daha masum kimseler ölüp gider. Şayet Burbonlardan
biri olmasaydı, yani hanedancı Avrupa nazarında, ihtilâ­
lin iradesi ile sovuk kanlılık içinde ortadan kaldırılıvermiş
bir remz, bir timsal olmasaydı, bu genç zabitin idamı hiç
bir şekvayı mucip olmıyacaktı.
Bu hareket prensliğe ve krallığa İlâhî bir hak diye ina­
nan birçok, milyonlarca Avrupalıya bir tahrik mahiyetinde
göründü. Ve bu hareket, gerçi hiç tethiş ile hüküm sürme­
miş, j ener al ve ya devlet recülü olarak ta hiç bir şiddetli
hareketle suçlanmamış olan diktatöre karşı bir kıyam işa­
reti oldu.
Bu hâdiseyi takip eden gün herkes sofrada sessiz otur­
du. Jozefin kendi korkusundan bahsetmemişti; Bonapart,
zihnini oyan şeylere dair bir söz söylememişti. Sofradan
tam kalkılacaktı ki birden bire Konsül, kendi içindeki dü­
şüncelere cevap veriyormuş gibi, sert ve kuru bir sesle şun­
ları söyledi: "Hiç olmazsa, bizim nelere gücümüz yettiğini
görürler, ve bundan böyle, umarım ki artık bizi rahat bı­
rakırlar.,,
Yemekten sonra, gidip gelip gezinerek, sessiz hazıru-
nun önünde fikirlerini, muhakeme ve duygularım açıyor.
Dehaya mahsus o garip heyecanla, Devlet recülünden ve
meftun olduğu büyük Frederikten bahsediyor:
"Bir devlet adamı hassas olmak için mi yaratılmıştır?
O, daima bir yatıdan yapayalnız, bir yandan da herkesle
N E H İR
255

beraber olan, tamamı ile ayrı ahlâkta bir şahsiyet değil mi­
dir? onun dürbünü kendi siyasetinin dürbünüdür. O yalnız
şuna dikkat etmeli ki dürbün hiç bir şeyi lüzumundan faz­
la büyültmesin ve ya küçültmesin. Mevzuları dikkatle mü­
lâhaza ve tarassut etmekle beraber, elinde tuttuğu ipleri
oynatmak hususunda ,da dikkatli bulunmalı. Onun kullan­
dığı gerduneye, çoğu biribirine denk gelmiyen atlar ko­
şarlar, şu halde o, insanların umumu için bu derece ehem­
miyetli olan bazı duygu muktaziyatım gözetlemekle vakit
geçirmeli mi geçirmemeli mi, bunun hükmünü siz verin!...
Hem onun, içinde bulunduğu vaziyet dahilinde heyeti mec­
muadan ayrılmış öyle işler bulunur ki, onlar her ne kadar
büyük esere yardım ederlerse de bunu herkes görmez ve
takbih eder!... Kendinizi şöyle bir teşvik edin, zamanı iler­
letin, hayalinizi büyültün, uzaktan bakın, göreceksiniz ki
sizin, ne bileyim cebbar, gaddar dediğiniz o büyük şahsiyet­
ler birer siyasî adamdan başka bir şey değildir. Onlar bi-
ribirlerini tanırlar, birbirleri hakkında sizden daha eyi
hüküm verirler, ve onlar şayet hakikî bir surette mahir
iseler kendi ihtiraslarına hâkim olmasını bilirler, çünkü
onların neticelerini hesaba katmağa kadar da varırlar.,,
Birdenbire sözünü kesiyor ve suikasta müteallik beyan­
nameleri okutuyor. "Bu adamlar Fransayı kargaşalığa ver­
mek ve benim şahsımda ihtilâli öldürmek istiyorlardı; ben
onu müdafaa etmeğe ve onun intikamım almağa mec­
bur oldum!.. Dük d’Angiyen de herhangi bir diğeri gibi
tertibat yapıyordu, onun hakkında da herhangi bir diğeri
hakkındaki muameleyi yapmak lâzım geldi... Bütün bu
izansızlar beni öldürselerdi bile gene kat’îyyen galebe ça-
NAPO LEO N
256

lamazlardı; benim yerime ancak kızgın Jakobenler kalırdı.


Biz merasim ve teşrifat devrini çoktan aşmışız; Burbonlar
ise kat’îyyen bundan vazgeçemezler, şayet bir girseler, gö­
rün siz, bahse tutuşurum, ilk düşünecekleri şey bu olur!
Şayet onları da IV üncü Anri (Henri) gibi, bir harp mey­
danında, üstü başı kan ve toz içinde görselerdi, o zaman
iş farklı olurdu. Bir kıratlık, öyle, tarihi Londrada
konmuş, altına da Lui imzası atılmış bir mektupla
istirdat edilmez. Hem de böyle bir mektup tedbirsizlerin
başını belâya sokar... Ben kan dökmüşümdür, dökmeli
idim de, belki daha da dökerim, fakat hiç öfkelenmeksizin,
ve sırf kan akma ameliyesi siyaset doktorluğunun terki-
batı dahiline girdiğinden dolayı. Ben Devlet adamıyım,
Fransız İhtilâli ben im, bunu tekrar ediyorum ve bunu
ispat edeceğim.,, Ve âmirce bir tavırla bütün hazır bulu­
nanlara izin verip hepsini gönderiyor

VII

Dük d’Angiyenin mahkûmiyetinden sekiz gün sonra,


Senadan bir murahhas heyeti Konsülün nezdine monarşi­
nin tesisini ve bir devlet mahkemesinin yaratılması husus­
larına ait yeni bir teklifi arzetmek için ispatı vücut ediyor.
Ustalıklı bir manevra ki gûya o vasıta ile, esasen kendi ih­
timamı ile, hazırladığı halkın iradesi ona tebliğ kılınmış
olacak.
Bundan daha sade ve daha mantıkî ne olabilir? Her tür­
lü yılgınlığı gidermek, hükümet reisini suikastlara karşı
müdafaa etmek için bir mahkeme ile bir de veliaht lâzım.
n e h ir
257

Daima hâdiselerdir ki Napoleonun hareketlerine en


son kararı verdirmiştir. Bu defa da gene şerait onu impa­
ratorluğu kurmağa sevkedecektir. Ne şu anda, ne de ha­
yatının diğer mühim merhalelerinde, tahakkukunu işedi-
neceği bir heyeti mecmua plânının meydana çıktığım gör­
meyiz. İtalyaya giderken şüphesiz ne Fransa tacına göz
komuştu, ne de Milano tacına; fakat o yükseldikçe ufuk
da onun önünde genişliyor: engin mesafeler, hudutsuz de­
nizler kendilerini onun nazarına arzediyor, bütün hayatı
onun şu: "önceden nereye gideceğini kestirmiyen bir adam
uzağa gidemez,, darbımeselinin doğruluğunu ispat ediyor.
Bu irticai mevhibesi, iş hususunda ona tam bir serbest­
lik, dehasının daha gençleşerek çıktığı bir tazelik ve bir
ferahlık vermekle bejaber, projelerinin icrası tarzını kılı
kırk yararcasına hazırlamaktan da onu alıkomazdı.
Bu imparatorluk komedyası bir hata mı oldu? Hangi
sebep onu bu işe sevkediyordu?
Vakti ile Mısırda olduğu, sonra da Rusyada olacağı gi­
bi, bu dafa da hayali gene donuk akıl ve muhakemeye ga­
lebe çaldı. Emretmek için yaratılmış, daha çocukluk ça-
ğındanberi evel zamanın büyük örnekleri ve misalleri ile
beslenmiş olan bu adam bütün varlığı ile onlara eş olmağa
meylediyordu. Hayatım büyük bir efsaneye kalbeden ve
her muharebesine hemen daha o akşam tarihte bir yer tayin
eden şair olduğundan, gözlerini daima istikbale dikmişti;
işlerine ve şanu şerefine ahlâfı hakem tuttuğu için impara­
tor unvanına can atması icap ederdi.
İnsanları bilir, küçük görür hesaplı adam bu unvandan
istifade çıkaracaktır. Fazla olarak Devlet adamının, mem­
. Napoleon — 17
NAPO LEO N
258

leketini elde tutmak ve durup dinlenmeden harp etmemek


için de bu ünvana ihtiyacı var; her şeyden önce plân a:damı
olan Korsikalı ona hırsla sarılmış olsa gerektir, ö ki ancak
kendisi Üe beraber yok olacak şeye sahip saymaz. "Kıral
adı artık yıpranmış gitmiştir, kendisi ile birlikte köhne
mefhumlar akla getirir ve olsa olsa beni bir mirasçı gibi
gösterir. Ben ne kimsenin sülâlesinden olmak dilerim, ne
de kimseye tâbi olmak isterim. İmparator unvanı daha bü­
yüktür; o biraz da anlatılması kabil olmıyan bir şeydir ve
hayal üzerinde tesir bırakır.,,
İşte hareketlerinin karma karışık ortaya atılmış hakikî
illetleri bunlar.
Uğradığı tehlikeyi biliyor mu? Kendini ona kaptıracak
mı? Sık sık diyeceği şudur: "Taht denen şey de nedir? Ka­
dife kaplı bir tahta parçası.,, Fakat insanlar bu tahta parçası
ve bu kadife ile elde tutulur, tıpkı Lejiyön donörle olduğu
gibi. Bunun içindir ki Napoleon tacın etrafındaki adam­
lara daima tacın kendinden fazla ehemmiyet verecektir.
Sade vatandaşın, şair ve ya filozofun ideale doğru serbest­
çe yürüyebildiği bu âlemde Devlet adamına kudretin zahirî
nişaneleri lâzımdır ki onların huzurunda gabi kalabalık
başeğsin. Şu halde, umumîyetle bu derece açık gören Na­
poleon taç timsalinin tazammun ettiği tehlikeyi keşfetmi­
yor mu? Eyi biliyor ki millet binlerce yıldanberi kırallığı
Allaha bağlar. Bu imanı kendisindeki siyasî kelbîlikle na­
sıl uzlaştıracak? Ya şayet bu tacı ona dehası vermişse, mi­
rasçılarına intikal edecek olan bu tacın, o deha bulunmazsa
ne değeri kalır?
Önce, Romalı âdeti usulünce, kendine, evlâtlığa kabul
N E H ÎR
259

hakkını tevcih ettirmekle işe başlıyor. O, ki dehanın fıtrî


olduğunu tasdik etmiştir, o, ki irsî kıratlığın ortadan kalk­
tığını görmüştür, kiralın mahkûmiyetini hoş görmüştür,
bugün de Burbonların sade alçaklıklarını takbih eder, şa­
nı, şöhreti ve serveti ancak liyakat ve hüner sahibine verir;
o Napoleon Bonapart ki şahsında ihtilâl tecelli eder, so­
yunu, sırf kendi soyu olduğundan dolayı zorla kabul et­
tirmek kendi hakkıdır sanıyor!
Bu noktaya varmak için midir ki Plütarkım, Roma im­
paratorlarının, Fransız kırallarınm, İngiltere ve Pirusya-
nın tarihlerini tetkik etıjıiş? Onların inkırazını, ancak ken­
di de en yüksek amirlik makamım doğuşun tesadüfüne bı­
rakmak için hakir görmesini bellememiş mi?
Bu nokta, yalnız bu nokta üzerindedir ki yeni adam, ma­
zi ile, sonraları kendinin de gayet derin bir sözde: "Umu­
mun refah ve huzuru için düşündüğüm ahengi,, diye ta­
rif ettiği şeyi elde etmek için münasebet aktediyor. "Şayet
benim şahsımda ve terbiyemde bir kusur oldu ise, bu da
benim halkın arasından birdenbire zuhur etmiş olmamdan-
dır. Ben kendi yalnızlığımı hissediyordum, onun için deni­
zin dibinde her yana selâmet lengerleri attım.,,
Onda, bu derece yüksek sözlerin yanı başında, basit bur­
juva duygularının ifadesini de buluruz. Halefini temin et­
mek için başka bir kadınla evlenmesi için Roederer onu
sıkıştırınca, o, müteessir olur: "Ben âdilim, ve hükümet
sürdüğüm zamandanberi de muttasıl böyle oldum... Ada­
let yüzündendir ki ben onu boşamak istemedim. Benim
menfaatim, sistemin menfaati belki benim yeniden evlen­
m ekliğim i istilzam eder. Fakat dedim k i: ben büyük oldu­
NAPO LEO N
260

ğumdan dolayı ne diye bu eyi kadını savayım.. Hayır, bu


iş, kuvvetimin fevkmdedir. Bende de bir insan kalbi var,
beni bir dişi kaplan doğurmadı ya!„ diye haykırıyor. Jo-
zefinin ölümünden sonra, artık serbest kalacaktır.
Fakat haleflik mes’elesine ne gözle bakıyor? "Ben sefa­
let içinde doğdum, erkek kardeşlerim de benim gibi yok­
sulluğun son derecesi içinde doğdular; ben kendi ef’alim
sayesinde kendimi yükselttim, onlar, doğuşları kendilerini
nereye yerleştirmişse orada kaldılar. Fransada hüküm sür­
mek için ya ihtişam içinde doğmuş olmalı, daha çocuklu­
ğundan itibaren bir sarayın içinde, muhafızlar ortasında
görülmüş olmalı, ya da bütün diğerleri arasında temayüz
etmeğe kabiliyetli bir adam olmalı.,, Şu son cümle onu
kendi mahvına sürükliyecek şeametli hatayı daha şimdi­
den ihtiva etmektedir.
önce, her şey alaysız, debdebesiz şekilde, en büyük sa­
delik içinde geçiyor. Bu defa da, fırkaların fevkinde kal­
mak iradesini belli etmek için, milletin reyini istiyor, ve
on iki yıl önce yalnız kıralı değil kırallığı da ortadan kal­
dıran ayni adamlar, o saltanatı bugün birinci Konsülün
ömrü oldukça birinci Konsül naspedildiği günden daha
fazla bir coşkunlukla tekrar kuruyorlar. Birkaç gün içinde
her iş yoluna konuyor: Senada kendine karşı koyan sade
üç tane şahsî düşmanı var; Tribunada, sadece, Bonapartın
meftunu Karno hürriyet taraftarıdır. Güzel bir mayıs gü­
nü Konsül halk reyinin neticesini kendine Sen-Kluda ar-
zettiriyor; yeni Kanunu Esası hemen o gün neşir ve ilân
ediliyor. İş sür’at ve noktası noktasına uygun görülüyor,
N E H İR 261

gûya mes’ele eski Kanunu Esasiye yeni bir fıkra ilâvesinden


ibaret imiş gibi.
Bu yeni şerait içinde Napoleon, bütün sadeliğini muha­
faza ediyor. Tahta çıktığından birkaç gün sonra onu bir
iskemleye ata biner gibi oturmuş, çenesini de arkalığına
dayamış, pencerenin kenarında karısı ile Madam dö Remü-
za (Remusat) nın konuşmasını dinlerken görüyoruz. Ayağa
kalkıyor, sözü ona tevcih ediyor, şakalaşıyor, eyi bir bur­
juva hali ile gülüyor ve birdenbire, daima bütün hısım ve
akrabasını hayrete düşüren ve hâlâ da ahlâfı hayrete dü­
şürmekte olan o serbestlikle fikirlerini açmağa ve anlat­
mağa başlıyor: "Demek ki dük d’Angiyenin ölümünden
dolayı bana kızdınız ha? Sizlerin, kendi hatıralarınız var­
dır. Benim tarihim ise ancak kendimin bir şey olmağa baş­
ladığım andan itibaren başlar. Benim nazarımda bir dük
d’Angiyen de nedir? Ötekinden berikinden daha ehemmi­
yetli bir muhacir, işte o kadar; daha fazla vurmak için de
bu kadarı kâfi geldi. Nüfuz ve kudret iki yıldanberi tabiî
olarak o kadar eyi bir surette benim elime geldi ki.... Fakat
bu buhranı dük d’Angiyenin kısalttığı gerçektir. Ben kon-
süllüğü iki yıl daha muhafaza etmeği tahmin ediyordum,
her ne kadar bu hükümet şeklinde, sözler işlere uymazsa
da... Bununla beraber Fransa da, ben de daha bir müddet
öyle yürüyecektir, çünkü ona emniyet geldi ve ben ne is­
tersem o da onu ister. Fakat bu suikast tertipleri Avrupayı
sarsar gibi oldu; Avrupayı da, kıralcıları da bu gafletten
uyandırmak lâzım geldi. Ben teferruat üzerinde bir zulüm
ve itisaf yapmakla büyük bir darbe indirmekten birini
seçmeli idim. Kalır cümhuriyetçiler; eski bir monarşi­
NAPO LEO N
262

nin üzerinde bir cümhuriyet yapmak mümkündür. Ve Av­


rupa bizi federatif bir hükümet kurmak hususunda rahat
bırakmaz, sonra o ham ve boş hayalliler... Sizler, Fransız-
lar, monarşiyi seversiniz, sizlerin hoşuna giden yegâne hü­
kümet; budur. İddia ederim ki siz, Mösyö Remüsa bana
Sir dediğinizden, ve ben de size Mösyö dediğimdenberi
eskisinden yüz kere daha memnunsunuz?.. Sizlerin ö-
ğüngenliğini daima nefes nefese canlı bulundurmalı, cüm­
huriyet hükümetinin sertliği sizi can sıkıntısından öldürür­
dü. Hürriyet bir bahanedir. Müsavat, işte sizin çıngıraklı
esasınız budur, ve işte askerlerin saffından bir adımı kır al
olarak almaktan millet memnundur. Bugün millet te, or­
du da benim tarafımdadır, bunlar da olduktan sonra sal­
tanat sürmiyecek bir adam ahmaktır.,, Birdenbire sert bir
tavır takınarak Mösyö dö Remüsaya mutlak bir hâkim hu­
şuneti ile manasız ve ehemmiyetsiz bir emir veriyor.
Yekta anlar ki onlar zarfında 34 yaşındaki İmparatorun
karşımızda, eski yeşil elbisesi ile iskemleye ata biner gibi
oturmuş, eğri bakışını salonda şuraya buraya kaydırarak
geniş adımlarla yürüye yürüye mahrem düşüncelerini, so­
nunu birdenbire azametli bir hareketle kestiği bir nevi iti­
raf halinde bildirir görüyoruz. Bu gibi sahneler hem bir­
çok tabiîliği ve ustalıklı hesabı, hem eski asalet hakkında
istihfaf edici bir edayı, hem ona yaranmanın gizli arzusu­
nu, hem ahval ve şeraitin kolayca başka şekle sokacağı ta­
savvurları, hem insanların hamakati hakkında kalbi bir
fikri, hem de Ecnebiye, güzel Marian (Marianne) i bu de­
rece mahir bir sertlikle, idare ettirmeğe yarayan o fikir ve
ruh serbestliğini gösteriyor.
N E H İR
263

Bu dinleyicilerin önünde o yalnız siyasî sebepleri ifade


ediyor ve yeni unvanına karşı da pek tenezzülsüzlük gös­
terire benzemiyor: "Jozef, ne kendine Monsenyör (Mon­
seigneur) dendiğini istiyor, ne de prens. Dostlarına yazı­
yor, diyor ki kendisi ile onlar arasında hiç bir değişiklik
olmasın, Madam dö Staele de, başkalarına da bunu yazı­
yor. Bunu pek büyük ve pek âlicenap bir şey sanıyor. Asıl
büyüklük ve âlicenaplık boş isimlerin, bir siyaset sistemi­
nin şekli için verilmiş unvanların dostluk, aile veya cemi­
yet münasebetlerinde bir şeyi değiştirebileceğini farzetme-
mektedir. Bana Sir diyorlar, Zati Şahanelik veriyorlar,
bununla beraber benim evimde benim başka bir adam ol­
duğum veya kendimi böyle sandığım fikri kimsenin ak­
lına bile gelmez. Bütün bu unvanlar bir sistemin mukte-
zalarıdır, işte bundan ötürü lâzımdır.”
Ve o, üçüncü defa olarak isim değiştirecektir; başlıca
mesele bundadır. Memleketin en ileri gelenleri, on beş
yıl sonra tekrar ayni sarayda bulunmuş olmaktan gayet
şaşırmış kalmış eski asilzadeler, ilk mutantan kabul resmi
esnasında "Sir” diye hitap ederek huzurunda baş eğmiş­
ler, bunlar ona vız geliyor ve halinde, tavrında hiç bir
değişiklik görülmüyor. Sekiz yıl müddetle hep "Bona-
part”imzasını taşımış olan tebliğler, nameler, notalar, ira­
deler bundan böyle, on yıldır kendinin bile duymadığı
bir isimle, sinirli elinin az zaman sonra ancak ilk harfini
tutup atacağı çocukluk ismile imza edilecek. Jozefin onu
şimdiye kadar yalnız Jeneral adı ile çağırmış, erkek ve kız
kardeşleri de, Jozefin teşviki üzerine çoktan beridir ona
"siz” diyorlar. Yalnız annesi, nadir mahremiyet dakika­
NAPO LEO N
264

larında, bazı bazı ona bu ismi vermişti, o da kendi şive­


sinde "Napolione” diye çağırarak.
Bu gün ilk defa olarak: "Fransızların imparatoru, 1 in­
ci Napoleon” imzasını atıyor.

VIII
Bu yeni unvana yapışık tenakuz hemen sırıtıyor. Dört
yıl müddet meskûkât onun tasviri ile bir de şu: "Cümhu-
riyet Kanunu Esasisine göre imparator” ibaresini ta­
şıyacaktır. Temmuz ayında Bastiy (Bastille), zaptının yıl
dönümü gelince Napoleon onu tamami ile şahane bir deb­
debe içinde kutlulayor. Sırf siyasî bir hareket; çünkü önce
bu bayram pazar gününe kaldırılacak, az sonra ise bir da­
ha ağza bile alınmıyacaktır. Cümhuriyet takviminin yerine
tekrar eski takvim geçecektir.
O z a m a n d a n it ib a r e n ise h e rk e s o n a g e liy o r , v e o n y ı l
k a d a r ö n c e k i r a lı n m a h k û m lu ğ u n a r e y v e rm iş v a t a n d a ş ­
la r d a n 130 u " v a z ife i â m ire ” y e t a y in e d iliy o r , i ş le r i n d a ­
im î d e v r i ! B u n c a k a n b ö y le b ir n e tic e iç in m i a k m ış tı?
Dük d’Angienin ölümünün tam bir isyan içine attığı
eski asilzadeler alay edici bir vaziyet takınıyorlar, impa­
ratorun tıpkı Sentantuvan (Saint-Antoine) foburgu için
yaptığı gibi dikkatle tarassutta tuttuğu Sen Jermen (Saint-
Germain) foburgunda Tüilörinin yeni efendisi hakkında
dedikodular oluyor, imparator oldu olalı her zamandan
ziyade herkesin tenkidine hedef olmuştur. Kendisi için
bundan ürktüğü yok, vekarı, tutumu onu bu şeylerden
masun bulunduruyor. Milanoda basit bir Jeneral sıfatı
ile dahi çoktan saltanat sürmüş değil midir? Fakat ailesi
N E H İR
265

efradı, sâfdil tuhaflıkları ile meraklarından, sarayda her


olan biteni geveze geveze söylüyorlar, üzerlerine öyle a­
laylar celbediyorlar ki bazıları ta onun üstüne bile sıçra-
yor.
Ingiltere, kendi hafİyelerinden başka, bir de maaşla bir
sürü kâtip tutuyor ki haklarında nükte ile uydurdukları
küçük fıkralar halkı eğlendiriyor. Karikatürler Talmayı
küçük mülâzime bir imparator gibi yürümesini öğretir­
ken gösteriyor. Korneyin (Corneille) piyeslerindeki kıral
şahsiyetlerinin ne tarzda oynanacağını ekseriya Napoleo-
nun Talmaya talim ettiğini bilmiyorlar mı?
Yeni hükümdar karşısında Avrupa ne vaziyet takına­
cak? başlıyan traji-komediyi Avrupa bir garibeye çevi­
riyor.
imparator, bir saray debdebesi için neler lâzım geldi­
ğini biliyor. O debdebeyi vücude getirmek için, âdeti ol­
duğu üzre erbabına müracaat ediyor ve eski rejimin sa­
ray erkânını gene çağırıp toplayor. Eski mabeyin müşürü
tekrar teşrifat nazırlığı asasını ele almak üzre şairlik ka­
lemini elden bırakıyor. Önce eski asilzade kadınlardan
pek azı kendisine biat eden, Jozefin, geyinişinden sıkıl­
mışa benziyor. Mari Antuvanetin (Marie-Antoinette) mü-
sahip kadım nerede? O gelsin! Ve işte o gelip vakti ile
nice defalar kıraliçayı geydirmış olduğu ayni dairede, Av-
rupalı-Amerikalı melezi Jozefinin eteğindeki büklümleri
ayni aynaların karşısında ayak ucunda düzeltiyor.
imparator saray tertibatının teşkiline tıpkı yeni bir or­
dunun erkânı harbiye teşkilâtı mevzuu bahs imiş gibi bir
vekar ve bir dikkatle nezaret ediyor. Fakat bu şeylerin de­
266 NAPO LEO N

ğersizliğini herkesten daha iyi anlıyor: "Bizzat sizin bile,


Mösyö Roederer, bizzat sizin bile bende biraz fikir, biraz
fikir ışığı olduğuna inanmak lûtfunu göstermediğinizi eyi-
ce biliyorum. Bununla beraber, Fransa mareşallerine, yani
cümhuriyet prensiplerine en bağlı adamlara "Monsetıyör”
lük unvanını niçin verdiğimi bilmekliğiniz lâzım gelirdi;
Zati şahane unvanının hümayun haysiyet ve vekarını temin
etmek için bu unvan onlara verildi. Onlar bunu reddetmek,
ya da kendileri bile muazzam bir unvan kabul ettikten
sonra bunu isteyememezlik imkânsızlığı karşısında bulun­
dular.”
Bu sözler bundan böyle kendinin de içinde şaşalayıp
kalacağı batıl ve aldatıcı paradokslardır.
Yeni İmparatorun işlerinden yegâne uzaklaştığı insan­
lar olan sabık konsüller imparatorluğun beğlikçi başısı
ve haznedar başısı naspedilmiştir. Büyük Mabeyinci olan
Taleyran eski ikametgâha gene eski usul ve tarzları geti­
riyor.
Sarayının en ehemmiyetli memurluklarım eski rejimin
büyüklerine payetmek İmparator için işten bile değildi!
O, bilâkis, ancak kendi yükselmesinde ardı sıra gelmiş o­
lan proleter ve burjuva oğullarım o vazifeler başına geti­
riyor: Bernadot, Müra, Lan, Ney, Davu. Biri bir ekmekçi
fırınında, öteki ahırda, diğerleri de kahve garsonluğunda,
miçolukta yahut serserilikte büyümüş olan on dört jeneral
şanlı üniformalarım bugün sırma işlemeli Fransa mare­
şali kıyafetine tebdil etmeğe, saray hizmetlerini ifa etme­
ğe, tenteneler ve tokalı ayakkapları gayinmeğe mec­
bur. Karıları büyük reveransı yapmağı, kayıcr par­
N E H İR
267

ke üzerinde yürümeği, dik koltuklarda oturmağı


ve kapılara vuracakları yerde kapıları kaşır gibi
ince ince tıkırdatmağı öğreniyorlar. Eskiden bir mülâzim
olan İmparator Avrupaya göstermek istiyor ki şerefli ma­
kamlara ancak liyakatleri dolayısı ile temayüz etmiş olan­
ları yükseltir. İşte kesik kolunu askı içinde taşıyan Mar-
mon; ipek, kadife ve sırma içinde, fakat elbisesinin sarkık
ve yarık kolu külotunun zarif kupunu hiçe sayıyor.
Bununla beraber eski teşrifatın iki âdeti ortadan kaldı­
rılmıştır. Çünkü imparator onlara kadri düşürücü şeyler­
dir hükmünü veriyor: Yataktan kalkarken gömlek takdimi
ve el öpme.
Gerçek bir X V inci Lui sarayının sihri bir askerin nüfuz
ve kudreti altında nasıl olur da tekrar doğabilirdi? Avda
impratoriçanın ve Necabetpenahların giyeceği espapların
rengi hakkında boşuna uzun uzun münakaşalara giriliyor.
Tam karar anında, işleri ile aşırı meşgul olan İmparator,
öteki avcıların kendi huzurunda nişan alıp çekmeğe cür’et
edemiyeceği geyiği bırakıp kaçıyor. "Merasim gûya bir
trampete vurması üzerine yapılıyormuş gibi icra ediliyor­
du. Her şey, bir nevi hücum adımı ile yapılıyordu. Bu
türlü bir hamle, onun ilham ettiği sürekli korku,
etrafındaki bütün huzuru, rahatlığı kaçırıyor... Biz,
sırf bize emredilen şeyi yapmakla kendi gözümüze
âdeta biribirine benzer makineler, aşağı yukarı... saray­
ları yeni süsledikleri zarif ve yaldızlı koltuklar gibi gö­
rünüyorduk.’’
Napoleon kadınların cemiyetinde sıkılıyor, onları ço­
cuklarının adedi hakkında safdil bir dikkatle isticvap e­
268 NAPO LEO N

diyor, onlara çocuklarım bizzat kendileri besleyip besle­


mediklerini soruyor, onlara karşı nazik ve terbiyeli olma­
ğa çalışıyor, fakat düşündüğü şey büsbütün başka. Sen
Kluda, bir kadın mahafilinde, onun durup dinlenmeden:
"Hava da ne sıcak” dediği işitiliyor.
Sarayda, herkes zenginleşiyor, imparator büyük mesnet
sahiplerine muazzam gelirler ihsan ediyor, yalnız eski re­
jimin bazı ihtiyâr jantiyyomlarına karşı imsak gösteriyor,
onlara memuriyetleri bir nevi şeytanatla zarurî olarak ka­
bul ettiriyor! Etrafındaki adamlardan birçoğu milyonlar­
ca para alıyorlar, zira: "îkbalseverlik insanların başlıca
muharrikidir, insan yükselmek ümidi oldukça liyakatini
sarfeder.... Ben âyanlık unvan ve aidatı ile prenslikler ya­
rattım, emel edinilecek bir şey bırakmak ve o vasıta ile
âyan azalarını, mareşalleri daima emrim altında tutmak
için.”
Napoleon paranın değerini biliyor. Hayatının kat’î ka­
rar anlarında insanı hayrete düşüren o dâhice irticai me­
lekesinin yanı başında bir de tamamı ile bir burjuva aklı
selimi buluruz. Kendine yılda 25 milyon verdİrtiyor, vak­
ti ile tam kiralın almakta olduğu maaşa müsavi bir para;
fakat kıral 45.000.000 harcadığı halde, bu maaşından 12
milyonunu tasarruf ediyor. Saray, heşmet ve debdebesine
rağmen, vakti ile son Burbonun zamanındaki masrafın
dörtte biri kadar para harcıyor. Fransızlar, gösterdikleri
bu eyi para ideresini, vakti ile bütçesini ayda 90 frank ile
kapatmış olan, bugün dahi bir at ve yılda 1.200 frank ile
ferah ferah yaşıyabileceğini iddia eden bir efendiye borç­
ludurlar.
N E H İR
269

imparator, hayatının tarzından hiç bir şey değiştirmi­


yor. Onu saat yedide uyandırıyorlar, dokuzda ziyaretçile­
rini kabul etmeğe başlıyor. Bütün gün kâtipleri onun ça­
buk çabuk imlâ ettiği şeyleri kaydediyorlar; istiyor ki her
şey çabuk ve eyi yapılsın; gece de, uyumadığı vakit, Me­
neval, o saatteki ilhamlarını kaydetmek için emrine hazır
bulunuyor. Yemek zamanları yirmi dakika sürüyor; yedi­
ğini hemen hemen fark bile etmiyor. Etrafını saran süs
ve ihtişam içinde kendi kıyafeti ve tavırları en sade kı­
yafet ve tavırlardan biridir; İspanyol teşrifatına göre bazı
merasimler esnasında yürümek ona menfur bir şey görünü­
yor. Geyinirken öfkeleniyor ve her şey olup bitince de
kızgınlığı yatışıyor. Yeniden tamir ve termim edilmiş olan
Sen Klu hoşuna gitmiyor, "içlerinde ciddîlikten eser ol-
mıyan bütün bu müstefrişe dairelerinden” vazgeçiyor.
Hiç bir şeye aldırış ettiği yok, yatağına, gıdaya, aydın­
lığa hiç ehemmiyet vermiyor; hattâ her zaman elinde tut­
tuğu enfiye kutusu bile onun için bir nevi oyuncaktan
başka bir şey değil. Vazgeçemediği, onlarsız edemediği
yegâne şeyler odun ateşi, sıcak banyolar, kolonya suyu,
Şamberten (Chambertain) ile günde iki defa taze ve te­
miz çamaşır.
Jozefin çılgınca israflar ediyor. Gardrobunun ihtiva et­
tiği 700 kat elbise ile 250 şapka, mücevherleri, şalları, ser­
puşları milyonlara bedel. Ve İmparator kendi şahsından
sakındığı bir lüksü karısının göstermesini her ne kadar
arzu ediyorsa da, onun efsanevî hesap pusulalarını aldık­
ça da bazı bazı çıkışıyor.
Erkek kardeşlerde kız kardeşleri de bambaşka birer müs­
270 NAPO LEO N

rif. İmparator onları nimetlere garkediyor, öyle iken ge­


ne hiç memnun kaldıkları yok. Beş karı koca ile.— Lüsi-
yen menkûp — bunların hepsinin birden nefret ettiği Jo-
zefin arasında miskin bir rakıyplik baş gösteriyor. Kırai-
lığın en büyük altı makamından dördünü İmparator kar­
deşlerine, üveği oğlu ile eniştesi Müraya veriyor. Kız kar­
deşleri gelip te biraderleri ile Luinin karısı Hortans "Ne-
cabetpenahı hümayun” oldukları halde kendilerinin "hiç­
bir şey” olmadıklarından şekva etmesinler mi? O zaman
İmparator onlara şöyle bir bakıyor ve gayet büyük bir
nükte ile şu cevabı veriyor: "İnsan sizi dinledikçe baba­
mızın mirasım ben yedim sanır.”
İnsanın kendi kendine soracağı geliyor: hangi garip ba­
tıl fikirdir ki on yıl müddet, ondan zuhuruna şaşılır o ha­
lım ve uysal iğmaz ve atifetle, taçları ve memleketleri,
şanları, şerefleri, paraları kendini hiç saymıyan ve ona kar­
şı ufak bir şükran nişanesi bile göstermiyen erkek ve kız
kardeşlerine dağıttıracak kadar bu adamın gözünü bürü­
müştür. Gururunda yapa yalnız kalan, lâübali olmıyacak
kadar azametli olan Napoleon, bu hususta da, şüphe yok
ki kısmen şuursuz bir takım sebep ve amillere münkat
kalıyor.
Onun o yarı şarklı muhayyilesi vakti ile kılıçlar ve en­
fiye kutuları dağıttığı gibi şimdi de taçlar dağıtmaktan
iftihar duymakta olsa gerektir; fakat o, her şeyden önce
emniyetli adamlar kazanmağa bakıyor; kandan daha emin
rabıta olur mu?
Bununla beraber hısım akrabasından biçeceği mahsul
küfrandan başka bir şey olmıyacak ve öz kız kardeşi ona
N E H İR
271

hiyanet edecek. Bu, şundan ileri geliyor ki, onların men­


faati uğrunda müsavat prensipini ve en fazla liyakati o­
lan adam kanununu cerhediyor. Erkek ve kız kardeşlerini
büyük büyük vazifelerle kuşatıyor ve bermutat Jeneralle-
rine iş görmek hususunda verdiği serbestliği onlara bah-
şedemeksizin onları kendine varis olmağa davet ediyor.
Onlara karşı, mutlak kudretli bir nazır, daha henüz reşit
olmamış prenslere karşı muamele eder gibi hareket edi­
yor; böylece aralarındaki rabıtayı bozuyor, onlarda kin
uyandırıyor.
Jozef, imparatora karşı ifratlı bir istihfaf ve tenezzül-
süzlük göstermekle ve bunu âleme ilân etmekle iftihar e­
diyor, emri üzerine kızları onu gene "Konsül” diye ça­
ğırıyor. Demokrat muhitlerine sık sık gidiyor, nazır ol­
mağı kabul etmiyor, fakat Lüksemburg ile hazinei tıassa-
mn iki milyonunu kabul ediyor. En sonunda onun bu gi­
dişinden bıkıp usanan Napoleon öfkesine serbest cereyan
veriyor: "Jozef te ne istiyor, a canım? Bana karşı koyuyor,
düşmanlarımı bir araya toplıyor! Kafasından geçen şey
nedir? Prens olmak istemiyor. Devlet ona iki milyonu
Paris sokaklarında frakla ve yuvarlak şapka ile sürtüp
dursun diye mi veriyor? İddiası bu mudur? Ben bütün
şahsî huzuzumu bu olduğum şeyi olmak uğrunda feda et­
tim. Benim de herhangi bir başkası kadar cemiyet için­
de muvaffak olmak çare ve vasıtalarım vardı... Hükümet
bütün bu şeyler ile sürülmez. Benimle iktidar mevkii mü­
nazaasına mı kalkışıyor? Ben kaya üstüne yerleşmiş kal­
mışım... Diyor ki bu taç geyme onun menfaatlerine uymaz­
mış, kendi çocuklarına unvan vereceğine Luinin çocukla-
272 NAPO LEO N

rina unvanlar versin, Luinin çocuklarını bir imparatoriça-


nın torunları yapan hususta kendi çocuklarının haklarına
zarar versin, kendi çocukları ise bir burjuva kadının to­
runları olarak kalsın... Gelsin de bana kendi haklarından
ve kendi menfaatlerinden bahsetsin; bu, beni en hassas ye­
rimden yaralamaktır; bu, âdeta bir coşkun âşığa metresini
b...iğini söylemek veya sadece onun nezdinde muvaffak
olacağım ummak gibidir. Benim metresim, iktidar ve hü­
kümet mevkiidir. Ben onu elde etmek için öyle fazla şey­
ler yaptım ki onu kimse benden kaldırıp kaçıramayacağı
gibi kimsenin de ona göz komasını çekemem.”
Ehemmiyetsiz bir muhavere sırasında dudakları arasın­
dan birden bire fırlamış ne şiddetli, ne beliğ bir ses ve e­
da! Erkek ve kız kardeşlerinden acı ile bahsediyor ve on­
ların yerine Hortans ile Öjeni koyuyor: "Hortans da, kar­
deşi de, analarına karşı bile daima benim tarafımı tutar­
lar. O, bazı kızlardan ve de buna benzer iç sıkıcı şeylerden
dolayı öfkelenip darıldığı vakit onlar ona: "Ey, ne yapa­
lım! O, genç bir adamdır, haksız olan sensin; zaten ba­
şında birçok sıkıntısı var, bize de hayli eyiliği dokunu­
yor.” derler.
Fakat hiç bir şey Napoleonun kendi ailesine teveccüh
göstermekten alıkoyamıyor. Jozef bütün öteki makamları
reddettiği cihetle onu orduya sokuyor: "Kendini takdir
ettirsin, şan şeref kazansın! Muharebede bacağım kırdırsın!
O zaman onu ben de takdir ederim. Bütün o eski fikirler­
den, o eski kafadan vazgeçsin. Artık yorgunluktan çok
korkmasın...”
Çetin bir çocuğun terbiyesine bakan bir baba sanırsınız.
N E H İR
273

M ı s r a la r ı s e v e n L u i, H a ss a o rd u s u n u n k u m a n d a n ı u n ­
v a n ın ı a l ı y o r ; b u , f a h r î b i r v a z i f e k i o n u m u h a re b e y e g i t ­
m e ğ e ic b a r e tm iy e c e k . M ü r a , K a r o li n i le b i r li k t e b ü y ü k
d e b d e b e s ü r ü y o r , g ü m ü ş ü z e rin e a lt ın y a ld ız c i lâ lı ta b a k ­
la r d a n b a ş k a s ın d a y e m e k y e m iy o r.

N a p o le o n k ız k a rd e ş i h a k k ın d a d iy o r k i : " O n u n la b e ­
n im d a im a m ü r e tte p h a r p h a lin d e o lm a k lığ ım ic a p e d e r.
G ö r ü ş le r im i a ile m d e n b ir k a d ın c a ğ ız a a n la tm a k lığ ım iç in
lâ z ım d ır k i o n a S e n a v e d e v le t ş û ra s ın d a k i k a d a r u z u n u ­
z u n n u t u k la r s ö y le y im ... S o n r a d a b a n a d a im a b e n im ö lü ­
m ü m d e n b a h s e d e r d u r u r la r ... B e n im ö lü m ü m ! H e p b e n im
ö lü m ü m !.. B u , g ö z ü m ü n ö n ü n e g e tir ip k o d u k la r ı h a z in
b ir f i k ir d ir ... E v h a y a tım d a d a b ira z ş e n lik v e t a t l ı l ı k b u l­
m a yacak o ls a m b ü s b ü tü n b e d b a h t o la c a ğ ım ... K a r ı m eyi
b ir k a d ın d ır k i o n la r a h iç k ö t ü lü ğ ü d o k u n m a z . B ira z îm -
p a r a t o r iç a lık o y u n u o y n a m a k la , e lm a s la r a , g ü z e l g ü z e l es-
p a p la r a , y a ş ın ın k a y g u la r ın a s a h ip o lm a k la i k t i f a e d e r g i ­
d e r. B e n o n u h iç b ir v a k i t k ö r ü k ö r ü n e s e v m iş d e ğ ilim .
Ş a y e t o n u im p a r a t o r iç a y a p tım s a s ı r f a d a le t y ü z ü n d e n d ir .
B e n b ilh a s s a â d i l b i r a d a m ım . Ş a y e t b e n , t a h t a ç ık a c a ğ ım a
h a p s e a t ıls a id im o , b e n im ç e k tiğ im s e f a le t le r i b e n im le
p a y la ş ır d ı. O h a ld e b e n im ik b a lim e d e iş t ir a k e tm e s i h a k ­
t ı r . H e r v a k i t te o n la r ın z u lm ü n e h e d e f o lu r . S o n z a m a n ­
la r d a J o z e f t e n ö z ü r d ile y e c e k k a d a r t e z e llü l e tti. E v e t, b u
k a d ın ta ç g iy e c e k , ik i y ü z b in a d a m ın c a n ın a b e d e l o ls a d a
ta ç g iy e c e k .”
B a ş ın d a n a tm a s ı k e n d i iç in iş te n b ile o lm ıy a n b ir a ile
i le m ü te m a d iy e n ç e k iş iy o r. Y a ln ı z a n n e s i b i r k e n a r d a d u -

N apoleon — 18
274 NAPO LEO N

r u y o r v e o n d a n h iç b ir şey is te m iy o r. L ü s iy e n R o m a d a n
y a z ıy o r k i :
" A n n e m iz h a z ır la n a n b ü tü n d e ğ iş ik le r le ç o k m e ş g u l o ­
lu y o r . B irin c i K o n s ü lü n X V I in c i L u in in ta c ım geym ek
is te m e k le h a k s ız lık ta b u lu n m u ş o la c a ğ ım z a n n e d iy o r. K ö ­
t ü k ö t ü r ü y a la r g ö r ü y o r k i o n la r ı y a ln ız b a n a te v d i e d i­
y o r. A ç ık ç a s ı k o r k u y o r k i m u ta a s s ıp b ir c ü m h u riy e tç i,
İ m p a r a to r u ö ld ü r m e s in .”
T ü i lö r i d e h e rk e s h a n g i s ır a y a g e ç e c e ğ in i, h a n g i u n v a n ­
l a r ı a la c a ğ ım , ş u n u n b u n u n h a n g i m a k a m ı id d ia e d e c e ­
ğ in i, p r e n s le r d e n ö n c e m i y o k s a s o n r a m ı g e lm e k ic a p e d e ­
c e ğ in i b ilm e k le u ğ r a ş ıp d u r u r k e n , b e r i y a n d a e l l i y a ş ın a
ra ğ m e n h â lâ g ü z e l k a la n a z a m e tli L e tis ia k e n d in i u z a k ta
t u t u y o r , h a y a t ın id b a r la r ın d a n ç o k k o r k u y o r , d e r d in i y a l ­
n ız m a h re m le r in e d ö k ü y o r .
" V a lid e H a n ım e fe n d i” P a ris e ç a ğ ırılm ış , fa k a t tü rlü
t ü r l ü b a h a n e le r b u la r a k o r a y a g e lm iy o r . O ğ lu n u n ta ç g e y -
m e m e ra s im in d e h a z ır b u lu n m a s ı iç in re s m î t e b liğ a lın c a
n ih a y e t h a r e k e t e d iy o r , f a k a t y o l la r d a o k a d a r e ğ le ş iy o r
k i b ir a n n e n in g ö r e b ile c e ğ i e n h a y r e tf e z a ş e n lik te bu­
lu n m u y o r . O ş e n liğ in y a n k ı la r ı k u la ğ ın a k a d a r g e liy o r ,
h a y r e t iç in d e k a la n m i lle t le r i n b u ş e n lik h a k k ın d a y a z d ık ­
l a r ı f ı k r a l a r ı o k u y u p : " A lla h v e r e d e s ü rs e y d i” d iy e iç in i
ç e k iy o r.
IX
K a d ı n d a n d a h a u y s a l o la n h a m is i P a p a , k a lk ıp P a ris e
g e lm iş . B a ş k a t ü r l ü y a p a b i li r m i i d i ? M u t la k k u d r e t li a ­
d a m o n a ric a e tm iş . K o n k o r d a ( C o n c o r d a t) y a n a z a r e d e ­
re k ey i t e m a y ü lle r i k o ru m a k lâ z ım g e lm e z m i? F a z la
N E H İR
275

o la r a k , ta ç g e y d ir e c e ğ i a d a m d a İ ta ly a m n b ir id ir . K o n k -
la v ( C o n c la v e ) d a b ir k a r d i n a l: " N ih a y e tü n n ih a y e b a r­
b a r la r a h ü k m e ts in d iy e b i r İ ta ly a n a ile s in i ö n e s ü r ü y o r u z ”
d iy o r . O n u h â lâ b ir y a b a n c ı s a y ıy o r la r .
F a k a t n iç in N a p o le o n R o m a y a g i tm iy o r ? T a Ş a r lö m a n y
( C h a r le m a g n e ) z a m a m n d a n b e ri g a r p im p a r a t o r la r ın ın k a ­
b u l e d e g e ld iğ i o n k s iy o n ( o n c t i o n ) : b ir h ır is tiy a n a y in i ile
b u n e d e n i k t i f a e tm iy o r ? Ş a y e t k e n d in i P a ris te h â k im h is ­
s e d iy o r s a P a p a y a n e h a c e t v a r ?
B u n d a d a N a p o le o n , m a z iy e b a ğ la n m a k is tiy o r , ö n c e ,
b ü tü n t e f e r r u a t ı s ü k û t i le g e ç iş tir iy o r v e y a ln ız P a p a y a ,
g e lip " F r a n s ız la r ın b irin c i İ m p a r a to r u n u n te te v v ü c ü n e v e
ta k d is m e ra s im in e d in î b ir m â n a v e m a h iy e t v e rm e s in i r i ­
c a e d iy o r. H a f ta la r c a m ü d d e t m e ra s im d e n b a h s e d ilm e k s i-
z in b ir m e k tu p te a tis id ir g id iy o r .
M a a m a fih r u h u ta z y ik a ltın d a s ık ıla n V I I in c i P i P a ris e
y a k la ş ıy o r . İ lk d e f a d ı r k i b ir P a p a b ir h ü k ü m d a r ın d a v e ­
tin e ic a b e t e d iy o r. İ m p a r a to r " M u k a d d e s B a b a ” y i ş e h rin
k a p ıla r ın d a n k a r ş ılıy o r , e lin i ö p m e k v e d iz ç ö k m e k g ib i
s a y g ı n iş a n e le r i g ö s te r m e k te k u s u r e t m iy o r : P a ris te , o k a ­
d a r t e v k i r g ö rm iy e n , o r a d a h a r a r e ts iz b ir d iy a n e te te s a ­
d ü f e d e n P a p a , ç e k in g e n v e i h t i y a t lı d u r u y o r .
Y a ln ı z J o z e fin b a ş ta n b a ş a s o f u k e s ilm iş ; a s la d in î b ir
s u r e tte e v le n m e m iş o ld u ğ u n u P a p a y a a ç ıy o r v e e lin e g e ­
ç en b ir fır s a tta n , k ı s ı r lı ğ ı d o la y ıs ı i le t e h lik e y e g ir d iğ in i
h is s e ttiğ i b u iz d iv a c ı m e z h e b î b ir a y in le ta k d is e ttir e r e k
e ld e e tm e k is tifa d e s in i a r ıy o r . H a k ik a t te , P a p a , k a d ın a
ta ç g e y d ir e b ilm e s i iç in d in î b ir iz d iv a ç y a p ılm a s ın ı ta le p
e d iy o r. B ü y ü k ş e n lik te n ik i g ü n ö n ce, s a r a y ın ş a p e lin d e
276 NAPO LEO N

k a r d in a lle r e m a h s u s k ır m ız ı fe r v e s in İ lâ b is F eş d a y ı s e k iz
y ı l ö n c e h e r t ü r l ü re s m î ta s d ik le r e y a n çizm iş o la n k a r ı
k o c a y ı d in e n b a ş g ö z e d iy o r. B u ta k d is a y in in d e h iç b i r
ş a h it b u lu n m u y o r , ta k i b ıy ık a lt ın d a n g ü lü m s iy e c e k k im ­
se ç ık m a sın .
İ k i k â n u n u e v v e ld e , N o tr d a m ın iç i m u m la r ın a le v i ile
m ü c e v h e r le r in ş a ş a a s ın d a n p ı r ı l p ı r ı l p a r l ı y o r ; s a n ırs ın ız
k i b u ra s ı b ir k ilis e d e ğ il d e b ir m u a y e d e s a lo n u d u r . H a ­
z ı r lı k l a r h a f t a la r d ı r s ü rm e k te id i. İ m p a r a to r a , Ş a r lö m a n -
y ın ta c ın ın u s t a lı k lı b i r ö r n e ğ i ta k d im e d ilm iş ti; G ü n e ş -
K ı r a l ı n z a m a n ın d a n k a lm a e sk i p a r ş ö m e n le r z iy a r e t e d ilip
g ö z d e n g e ç ir ilm iş ti, t a k i İ h t i lâ li n a d a m ın ın t e t e v v ü ç m e ­
ra s im i n o k ta s ı n o k ta s ın a m e ş ru k ı r a lla r m m e ra s im in e b e n ­
z e m iş o ls u n . M a r k i d ö S e g ü r b ü tü n t e ş r i f a t v e m e ra s im
t a f s i la t ı n ı to p la m rş tı. İz a b e (I s a b e y ) k u k la la r v a s ıta s ı i le
m e r a s im in ö n c e d e n b i r p r o v a s ın ı y a p m ış tı.
S a r a y , P a ris , b ü tü n F ra n s a te la ş v e h e y e c a n iç in d e . İm ­
p a r a t o r u n k e y f i y e r i n d e ; s a b a h le y in , b iz z a t k e n d i, k a rı­
s ın ın b a ş ın a ta ç k o y u p p r o v a e d iy o r . K i li s e y e b ü y ü k b i r
m e v k ip h a lin d e g i d i li y o r . E v e l z a m a n b iç im i hüm ayun
b ir h a r m a n iy e g e y in m iş o la n N a p o le o n , a lım lı le t a f e t i o
a n ın b ira z z a h m e tli in tib a ın ı g id e r e n İ m p a r a to r iç a y ı d a
b e ra b e rin e a la r a k b a ş m ih r a b a d o ğ r u i le r li y o r . E rg a n u n
v e d u a la r e t r a f ı ç ın la tıy o r .
O z a m a n , d a h a b aş e ğ d iğ in i k im s e n in g ö r m e d iğ i a d a ­
m ın h e rk e s d iz ç ö k m e s in i b e k le d iğ i a n d a , b e r ik i, ta c ı a lı ­
y o r , v e ş a ş ırıp k a lm ış b in le rc e b a k ış la r h u z u r u n d a a y a k ta
d u r a r a k , s ı r t ı n ı P a p a y a , y ü z ü n ü d e k ilis e y e ç e v ir e r e k , m i l­
le t i n i n ö n ü n d e ta c ı k e n d i b a ş ın a k e n d i e li le k o y u y o r ; sö n -
N E H İR
277

r a d a ö n ü n d e d iz ç ö k m ü ş d u r a n J o z e fin e ta ç g e y d ir iy o r .
İ m p a r a to r u n b u k a r a r v e ira d e s in d e n , o d a e n s o n d a k ik a ­
s ın d a , y a ln ız P a p a h a b e r d a r e d ilm iş ti. P a p a d a " o h a ld e
b e n g id e r im ” d iy e o n u te h d it e tm e k c e s a re tin d e b u lu n a m a ­
m ış tı. A r t ı k o n a k a la n ş e y b ir ik i g ü n a h k â r ı m a b e t y a ğ ı
i le s ıv a y ıp ta k d is e tm e k te n ib a r e tti. N a p o le o n u n a ln ın ı
k u ş a ta n in c e a lt ın te fn e d a lla r ın d a n ta c ın , z a te n o n u n n a ­
z a r ın d a b ir h ır is tiy a n ta c ı ile h iç m ü n a s e b e ti y o k tu .
B ü tü n ş a h itle r d e r le r k i, o m u ta n ta n s a a tte N a p o le o n u n
benzi u çuk v e g ü z e lm iş . O n u n , İ m p a r a to r O g ü s t (A u ­
g u s te ) e b e n z e y iş i d a h a ş im d id e n te e y y ü t e d iy o rd u , v e
g i t g id e d e , g û y a t a s a v v u f î b ir k u v v e tin te s ir i a ltın d a b ü s­
b ü tü n a r ta c a k tır.
Ş u h a ld e , ta m k a r a r a n ın d a N a p o le o n m e ş ru k ı r a t lı ­
ğ ın b ü tü n o d in î m e ra s im v e ib a d e tle r in i a la y a ç e v ir d i.
K e n d in i P a p a n ın y e r in e k o m a ğ a k a d a r b ile v a r d ı. P a p a o ­
n u n b u h a r e k e t in i h iç b ir v a k it t e a ffe tm e d i. B ir v u r u ş ta b ü ­
tü n t a k li t iz i, e sk i r e jim in b ira z d a saç m a v e g ü lü n ç o la n o
o y u n u y ı k ı ld ı g itti. M a b e d in b a s a m a k la rı ü s tü n d e , d a h a
b u n d a n o n y ı l ö n c e k im s e n in b ilip ta n ım a d ığ ı b i r R o m a
a s k e ri — İ m p a r a to r d im d ik d u r u y o r ; k e n d i k e n d in i ta ç ­
la n d ır d ığ ı b u t e fn e d a l la r ı m u c iz e le r in d e ğ il, k e n d i e f ’a-
lin in b e d e li. H a rm a n iy e s in d e , iş in v e ç a lış k a n lığ ın tim s a li
o la n a r ı v a r .
O g ü n İ m p a r a to r , ş a ş ıla c a k te c e llis in in z ih n in i s ık s ık
y o k la m a s ın ın te s ir i a lt ın d a k a lm ış a b e n z e r. A l n ı t e fn e le r -
le k u şa n m ış, b ü y ü k b ir N i le m ü z e y y e n t a h t ta , y ü z ü P a ­
p a y a k a rş ı, o tu rm u ş İ m p a r a to r , k a rd e ş i J o z e f e m ı r ı l m ı r ı l
ş u n u s ö y le r : " J o z e f, b a b a m ız s a ğ k a lıp d a b iz i g ö r e y d i !”
278 NAPO LEO N

Ö a n d a , v a r lı ğ ı n ın tâ e n d e r in n o k t a la r ın d a n ta ş ıp g e le n
b u s ö i l e r n e k a d a r d o k u n a k lı! B a b a s ın d a n h iç b a h s e tm e z ­
d i, fa k a t, ö s a a tte , g e n ç liğ in i, a ile le r a r a s ın d a k i ç e k işm e ­
le r i , o n la r ın a z e m e tin i, o n la r ın g u r u r u n u d ü ş ü n e re k , ta ­
m a m ı ile ta b iî b i r s u re tte , k e n d i s o y u n u n a s lın a d o ğ r u çı­
k ıy o r ....
B ü tü n o d e b d e b e li m e ra s im s ıra s ın d a ta lâ k a t in i m u h a ­
fa z a e t t i : d a y ıs ın ın d ik k a tin i c e lb e tm e k iç in o n a ta c ın ın u c u ­
n u d o k u n d u r u y o r . T a k d is m e r a s im in d e n s o n r a J o z e f i n ile
b i r li k t e s o f r a y a o tu r u r k e n , s ü k û n e t li b ir h a l le : " E lh a m ­
d ü li lla h b itti, b i r m u h a re b e g ü n ü b u n a m ü r e c c a h tır !” d i­
y e h a y k ır ıy o r . J o z e f i n i y e m e k te d e ta c ım ç ık a r m a m a ğ a
m e c b u r e d iy o r , s a n k i h e r ik is i d e b i r k o m e d y a o y n ıy o r .
M e le z c iğ in i, şu I m p a r a to r iç a k ıy a f e t in d e g a y e t a lım lı b u ­
lu y o r , v e İ h t i lâ li n a d a m ın ın şu k e n d i ş a h a n e v a z ı s a h n e ­
s in e g ü lü m s e d iğ i s ü k û n e tle g ö r ü lü y o r .
Ş u k ü ç ü k v a k ı a la r ı n ş e h a d e t e t t iğ i o r u h s e r b e s tliğ i, a-
z a m e tsiz d e d e n e m iy e c e k o r e y b ilik , a y n i a k ş a m D ö k re
i le a r a la r ın d a g e ç e n şu m u h a v e r e d e d a h a e y i g ö r ü lü y o r :
" B e n d ü n y a y a ç o k g e ç g e lm iş im ; in s a n la r a r t ı k lü z u m u n ­
d a n f a z la m ü n e v v e r o lm u ş ! A r t ı k y a p a c a k b ü y ü k b i r iş
k a lm a m ış !.. E v e t, b e n im m e s le ğ im g ü z e ld ir , b u n u ta s d ik
e d e rim , e y i b ir y o l t u t t u m ; fa k a t e v e l z a m a n la b u n u n a r a ­
s ın d a n e k a d a r f a r k v a r !
I s k e n d e re b a k ın , A s y a y ı f e t h e t t ik t e n v e k e n d in i m i lle t ­
le r e J ü p it e r in o ğ lu o la r a k t a n ı t t ık t a n s o n ra , n e y e tu tu n a ­
c a ğ ım b ile n O ly m p ia s m ü s te s n a , (A ris to t) i le A t i n a n ı n
b irk a ç u k a lâ s ı m ü s te s n a o lm a k ü z re b ü tü n Ş a r k o n a in a n ­
d ı, im a n e tti. P e k â lâ , y a b e n b u g ü n k e n d im i E b i E z e lîn in
N Ç H İR 279

oğlu ilân edip de ona bu sıfatla hamdü şükredeceğimi


bildirseydim, yolumun üzerinde bana ıslık çalmadık, yu­
ha çekmedik esafil kalmazdı! Bugün artık milletler çok
münevver olmuştur, artık yapılacak hiç bir büyük iş kal­
mamıştır.” İşte taç geydikten daha birkaç saat sonra bü­
tün gönül açıklığı ile böyle ifadede bulunuyor. Şark onu
hâlâ ne kadar cezbediyor!
Fıtrî mevhibelerinin hem lûtfuna uğramış, hem de o
yüzden bunalmış olan adamın, enerjisi ve hüneri sayesin­
de itaate mecbur ettiği insanların kendi huzurunda nasıl
kolayca boyun eğdiklerini bildiği andan itibaren artık
ikbalseverliğine payan olmıyacak. Volter veya Russonun
felsefesi onun, o mutlak kudretli adamın nesine lâzım!
O, halkın şevki tabiîlerindeki zilleti, onu tahrik ve teşvik
eden insanların aybını bildikten sonra nasıl olur da mille­
tin hakimiyetini, demokrasiyi temenni edebilirdi! Hüküm­
ranlığını teşmil etmek, adım git gide daha uzaklara yay­
mak, tarih kitaplarında, eskiden bahsettiği o yarım sahi-
felik yerden daha fazla bir yer tutmak, artık zevk de,
rahat ta aramaksızın hayatım tacındaki tefne dalları uğ­
runda feda etmeğe çalışmak; işte onun hayatına hâlâ bir
kıymet verebilen yegâne şeyler bunlar.
Kendisine, mührü hümayunun bir taslağı arzedildiği
vakit, möhürde mevcut o istirahat halindeki aslanı çizi­
yor ve yanı başına şunları yazıyor: "Kanatları açık bir
kartal.”
X

Taca yapışık bir garip kuvvet o andan itibaren Napo-


280 NAPO LEO N

le o n ü z e rin d e te s ir ic r a e d e r e b e n z iy o r . K e n d i ü z e r in d e
iz y a p a n b in le r c e y ı l l ı k t a li v e n e s e p te n s ıy r ılm a ğ a , o n a
y e n i b i r m â n a v e rm e ğ e , o n u g ü lü n ç b i r h a le k o m a ğ a b o ­
ş u n a ç a b a lıy o r ; o n u n t e s ir i a ltın d a k a lı y o r v e b u te s ir e n
s o n u n d a o a d a m ın d a h a k k ın d a n g e le c e k tir .
T a k d is v e t e t e v v ü ç m e ra s im in d e n a lt ı a y s o n r a b a ş ın a
L o m b a r la r ın d e m ir ta c ın ı g e y d iğ i z a m a n , — ç ü n k ü F ra n s ız
C ü m h u r iy e tin d e n so n ra s ın ır d a ş m e m le k e t le r de b ir e r
m o n a r ş iy e k a lb o lu n a c a k tır — M ila n o k a te d r a lin d e şu
e s k i k a r o le n jiy e n fo r m ü lü n ü ç ı n la t ı y o r : " D io m e la d ie d e ;
g u a i a c h i la to c c a !” B u s u r e tle k o n u ş a n a d a m , d e d iğ in e
in a n m a z , fa k a t ş ü p h e s iz k i g a f i l i o lm a d ığ ı b i r te n a k u z u
d a h e r v a k it h a lle m u v a f f a k o lm a z s iy a s î a d a m d ır !
Y eni a h v a l v e ş e r a it h ü r r iy e t d ü ş ü n c e s in e k a r ş ı y e n i
y e n i t e d b ir le r is tiy e c e k tir. P o lis n e z a r e ti s a d e y e n id e n te ş ­
k i l e d ilm e k le k a lm ıy a c a k , F ra n s a d ö r t d ilim e b ö lü n e c e k !
E n s a d ık d e v le t ş û ra s ı a z a la n , b i r s ü r ü h a f i y e v a s ıta s ı ile ,
e f k â r ı u m u m iy e y i g ö z a ltın d a tu ta c a k tır . N a p o le o n , e f ­
k â r ı u m u m îy e n in b i r is ta tis tiğ in i is tiy o r . Y e n i n e z a re tin
b a ş ın a g e ç m iş o la n T a le y r a n i le F u şe , im p a r a t o r u n e t r a ­
f ı n d a k u r d u k la r ı e n t r i k a la r ı g i t g id e m u h k e m le ş tir iy o r.
N a p o le o n g e rç i b u n la r ın k e n d in e k a r ş ı o y n a d ık la r ı ik i
y ü z lü o y u n u b ilm iy o r d e ğ il, o n l a r ı m u n z a m b ir g ö z c ü lü k
a lt ı n d a t u t a r a k y e r e v u r m a ğ a b o ş u n a ç a b a lıy o r.
O n d a n n e f r e t e d e n v e o n u n n e f r e t e ttiğ i v e b i r t ü r l ü
d e y a k a s ın d a n a ta m ıy a c a ğ ı b u p a p a z lık ta n ç ık m a p a p a z la r
m ü e s s ir b i r e r ş a h s iy e t. K a ç y a ş la r ın d a b u lu n d u ğ u n u s ö y ­
le m e k te g ü ç lü k ç e k ile c e k o la n F u şe , d e le r g ö z lü , s o v u k ,
u ç u k , i r i n y ü z lü , s ü k û t î b i r a d a m d ır k i g ö ğ s ü n iş a n la r la
N E H İR 281

s ü s lü o la r a k g ö r ü n d ü ğ ü z a m a n s a ra y e r k â n ı k ıy a f e tin e g i r ­
m iş b ir m u m y a y a b e n z e r.
T a le y r a n a r i s t o k r a t t ır ; k a r ış ık , se z ilm e z ş a h s iy e ti h a r e ­
k e tte o la n ve her k ıs m ı m ü te v a liy e n h e r v a z iy e ti a la n
b i r y u v a r la k to p a b e n z iy o r ; k ı v r a k lı k t a n g e le n a lım lı lı ğ ı
b u t o p a la e n g ü z e l k a d ın la r ı b ile c e z b e d e rd i. S ı r f F ra n sa -
nm m e n fa a tin e h iz m e t g ö r m e k iç in e fe n d is in i a ld a t t ığ ı
i f a d e v e t a k r i r le r i h ırs ı, ta m a r v e ir tik â b ı y ü z ü n d e n t e k ­
z ip e d ilm e k te d ir. Ş im d ilik d a h a o n a h iz m e t g ö r ü y o r , f a ­
k a t k a r ş ı lı k lı b ir itim a ts ız lık d a h a i lk a n ın d a n itib a r e n
h e r ik is i a r a s ın d a k i m ü n a s e b e tle rd e b aş g ö s t e r iy o r . B ir
d e f a T a le y r a n ın N a p o le o n a b i r f e d a k â r lı k g ö s t e r d iğ i o l ­
d u . S e y a h a t e s n a s ın d a b ir a k şa m İ m p a r a to r y a ta ğ ın d a d e v ­
le t iş le r in d e n b a h s e d e rk e n u y u y a k a ld ı ; n a z ır sa b a h a k a ­
d a r k o ltu ğ u n d a n k ım ıld a n m a d ı, k e e n n e o n u u y a n d ır m a ­
m a k iç in . B ö y le h a lis ç e b i r s a d a k a t n iş a n e s i T a le y r a n ın
ta b ia t v e s e c iy e sin e o k a d a r y a b a n c ı b ir ş e y d ir k i b u h a l,
d a h a z iy a d e e fe n d is in in u y k u s u e s n a s ın d a o n u n b i r s ır ­
r ı n ı a lm a k is te m e si i le iz a h e d ile b ilir .
N a p o le o n h iç rü y a g ö rm e z . İ n s a n la r ı h a k ir g ö r d ü ğ ü v e
o n la r ı m e n fa a ts iz d u y g u la r a k a b iliy e ts iz g ö r d ü ğ ü c ih e t­
le f a a li y e t i n i n b ü y ü k b ir k ıs m ın ı o n la r ı h e d iy e le r le k a z a n ­
m a ğ a , v e y a h u t d a o n la r ın t e h li k e li v e s v e s e le r in i g id e r ­
m e ğ e h a s re d e c e k tir.
H e r y ı l, b irç o k d e fa , e s e r le r in i d e , ş a h s ın ı d a P a ris te n ,
m e f tu n lu ğ u s ıy ır a c a k b i r a z im le u z a k t u t t u ğ u M a d a m d e
S ta e l m e v z u u b a h is o lu r . B u n u n la b e ra b e r İ m p a r a to r h a k ­
k ın d a : " K a d ı n la r la k o n u ş tu ğ u zam an b a k ış ın d a so n su z
b ir t a t lı lı k v a r d ı r ” d iy e n o k a d ın d ı. B ü tü n A v r u p a d a k i
282 NAPO LEO N

fikrî hürriyet şampiyonlarının İmparatordan sıtkı sıyrı­


lıyor. Lord Bayrın (Byron) ona parlak tazimler arzetmiş1
ti, şimdi onu inkâr ediyor, Beetofen (Beethoven) de Sen-
çıkarıyor. Birinci Konsülün şahsında ihtilâli tenkil eden
adamı kutlulamış olan deli Çar Pol (Paul) un tazimi ka-
foni Eroik (Symphonie Héronïque) inden, ona olan ithafı
dar Napoleonun hoşuna gitmedik hiç bir şey daha olma­
sa gerektir.
Marengodan beri o, bütün gayretini Avrupa kıt’asın-
da sulhu kuvvetlendirmeğe sarf etmişti; dört yıl müddet
her vasıta ile sulhu kendi kudretli elinde tutmuştu. Şim­
di ise hümayun Fransanm, prensler tarafından cümhuri-
yet Fransasına karşı beslenen husumeti, kini yatıştırma­
ğa muvaffak olması lâzımdı.
Son zamanlarda vukua gelen iki ölüm hadisesi onun
projelerini kolaylaştırmıştı. Çar öldürülmüştü, ve îngilte-
renin bu düşmanına, fransız filozoflarının yetiştirdiği tatlı
ve hülyalı bir idealist, demokrat fikirlerine ruhu açık,
kendinde eyi bir hükümdar olmak arzusunu besler olan
genç oğlu halef oluyordu. Tahta cülûs ettiği andan itiba­
ren genç Aleksandr (Alexandre) İngiltere tarafına yanaş­
mıştı. İngilterede Foks öleliberi, Fransa ile itilâf hakkında
mevcut olan zayıf ve süreksiz arzular eski itirazların kar­
şısında duramamıştı.
İngilizler Maltayı evelce takarrür eden tarihte tahliye
etmemiş ve bu hususa dair yeni şartlar koşmuş oldukları
için, sulh inkıtaa uğramıştı. Fransa nerde ise Büyük Bri-
tanyamn, Burbonların tekrar tahtlarım fethetmesi maksa­
dı ile tuttuğu bir Avrupa devletleri koalisiyonu karşısın­
N E H İR
283

da bulunacaktı. Değer ve hüner sahibi insanların hükû-


met mevkiine gelmesinin milletler için ne kötü bir örneği!
Tetevvüçten bir yıl önce, Britanyalılarla herp, şu hal­
de, yeniden başlamıştı, ve bu harp bizzat Napoleonun ken­
disi ile birlikte bitecekti. Açık muhasama şeklinde olmak­
tan ziyade, bir nevi hali harp içinde bulunuluyordu ve iş­
te büyük Jeneral olması dolayısı ile bu yüzden ne o hale
bir nihayet verilebiliyordu, ne de kat’î bir zafer elde ede­
biliyordu. İngilterenin, kendi düşmanları üzerine ve hu­
susi ile Fransa üzerine ehemmiyetli tefevvukları vardı;
o bir adadır, ve her yerde hazır nazırdır. Napoleon, kendi­
sinde mevcut olan Tarih hissi ile İngilterenin zatında ye­
ni İskender imparatorluğunun mündemiç bulunduğunu
tasdik ediyor. Evelce Iskenderin imparatorluğu da Asya
ve Afrikanin adalarına kadar yayılırdı, o da ta darmadağı­
nık olduğu güne kadar böyle üzerine saldırılmaz bir halde
bulunmuştu.
O, daha Abukirin ertesi günü görmüştü ki fransız do­
nanmasının yeniden inşa edilmesi için on yıl lâzımdır. O
tarihten bu yana ancak beş yıl geçmişti, düşmanın kudret
ve şevketi de daha büyümüştü. Mısır seferinin kıt’aları,
kısa bir tatili muhasamat sayesinde İngiliz gemileri vası­
tası ile tekrar vatanlarına dönebilmiştir. Fransa Ümit bur­
nu ile daha başka müstemlekelerin Ingiltereye aidiyetini
tasdik etmişti, fakat olanca kuvvetini deniz şevketinin
yeniden doğmasına hasredemiyordu.
İmparator için bir deniz gemisi de ne idi? O, bir topun
resmini çizmesini, o topu dökmesini, vidalarından hangi­
si olursa olsun yerine başkasını koymasını, çekerin teker­
284 NAPO LEO N

le k le r i n i v e y a d ü m e n y e k e le r in i u n a r m a s m ı b iliy o r d u . S e ­
f e r i b i r f ı r ı n ı n v e r im in i, b ü tü n b i r to p ç u v e y a s ü v a r i b ö ­
lü ğ ü h a y v a n la r ın ın n a lla n m a s ın ın n e k a d a r v a k te m u h ta ç
o ld u ğ u n u d o ğ r u s u d o ğ r u s u n a b i li y o r d u ; te k n ik m a lû m a tı
o n a b ü y ü k b i r n ü fu z v e s a lâ h iy e t k a z a n d ır ıy o r v e o n u n
h e r a n g ir iş t iğ i t e f t i ş v e m u r a k a b e d e n h e m h e rk e s in g ö z ü ­
n ü y ı ld ır ı y o r , h e m d e h e rk e s te r e is in ilim v e fe n n i h a k ­
k ın d a b ir h ü rm e t u y a n d ır ıy o r v e b u s u re tle , v e r d i ğ i e m ir­
l e r i , ta m o la r a k y e r in e g e tirm e s in i te m in e d iy o rd u .
F a k a t n a s ıl b ir t o p u n y a n ı b a ş ın d a b ü y ü m ü ş o lm a k ic a p
e d e rs e b ir g e m in in d e ü s tü n d e y e tiş m iş b u lu n m a k lâ z ım
g e li r . A m i r a lle r İ m p a r a to r u n d e n iz iş le r in i b ü y ü k v e şa ­
ş ıla c a k b ir s ü r a tle k a v ra m a s ın d a n d o la y ı b ü y ü k h a y r a n lı k ­
la r ı n ı s ö y le d ik le r i v a k it , d â h i a m a tö r h a k k ın d a k i h ü k ü m ­
l e r i b ira z d a m ü s a m a h a lı k a lır . N a p o le o n b u n u n b ö y le
o ld u ğ u n u e y i b iliy o r . E lin d e e y i b ir d o n a n m a b u lu n m a d ığ ı
g ib i eyi b ir a m ir a l de o lm a d ığ ı iç in ve b ir se­
fe r in sevk ve id a r e s in i a s la başka b ir in in e lin e e­
m anet e tm e d iğ i c ih e tle İ n g ilt e r e y i yenm ek iç in yeni
b i r m u h a re b e t a r z ı ic a t e d e c e k tir. H a m b u rg ta n T a r a n to -
y a k a d a r s a h ili İ n g iliz g m ile r in in y a k la ş m a s ın a k a r ş ı m ü ­
d a f a a e d e c e k , ta k i tü c c a r b i r m ille t i b ir tic a r e t h a r b i i le
m a h v e ts in . I n g ilte r e y e a s k e r ç ık a r m a k f i k r i z ih n in d e y e n i­
d e n ta v a z z u h e d iy o r ; y a ln ız , a d a y a b ir a y a k b a s a b ils e id i,
k e n d i h a v a s ın ın iç in d e b u lu n m u ş o la c a k v e k e n d in i ta m a -
m i i le h â k im d u y a c a k tı.
İ ş te o , g e n e B u lo n y a d a ; t ı p k ı M ıs ır s e fe r in e g itm e d e n
ö n c e y a p t ığ ı g ib i g e n e b ir y a n a ş m a v e a d a y a a s k e r d ö k m e
i h t im â lin i v e im k â n la r ım te t k ik e d iy o r . İ ç in d e ş ü p h e s iz
N E H İR
285

hesapçı ilmi de hüküm süren cür’etli hülyalardan hoşlanır


Napoleon, denize gelince, artık hiç de doğru bilgili san’at
adamı değil; diletantenin, heveskârın, hulyaseverin biridir.
Mahrem mektuplarından hiç birinin içinde bir fırtına
gecesi palamarlarını koparan bir top arabası hakkında Jo-
zefine yazdığı mektuptaki cümleler gibi cümleler bula­
mıyoruz: "Bu, hayran kalınacak bir temaşa idi! Tehlike
çan ve topunun sesleri, bütün sahili kaplıyan ateşler, kö­
püklü deniz ve bütün gece kararsızlık ve korku içinde
kalan insanlar. Fakat ebediyetle okyanus ve gece arasında
bir hayır meleği kanat açmıştı. Herkes kurtuldu, ben de,
üzerimde, dastanî ve romantik bir rüya görmüş, dünyada
yapayalnız kalmışım sanılacak bir vaziyet içinde yaşamış
olmak tesiri bulunduğu halde yatmağa çekildim.”
Napoleon romantik oluyor. Ve bu romantik oluşunda,
ansızın baskına uğramış bulunmasının, bu meçhul karşı­
sında, galiba, biraz yılgınlık duymanın bir nevi heyecanı
da yok değil...
Kötü denizci olduğu için bir hata işliyor. Fırtına yak­
laşmasına rağmen donanmaya geçit resmi yaptırıp teftiş
etmek hususunda ısrar gösteriyor; amiral Brüi (Bruix) bu
teklifi reddediyor. İmparator geliyor, bakıyor ki hiç bir
hazırlık görülmemiş.
— "Mösyö 1’Amiral, niçin emirlerimi hiç yerine getir­
mediniz ?
— Sir, müthiş bir fırtına kopmak üzre. Bunu benim gi­
bi Zatı Şahaneleri de görebilir; şu halde kendileri bunca
yeğit adamın hayatını boş yere tehlikeye maruz bırakmak
isterler mi?
286 NAPO LEO N

imparator sapsarı kesiliyor, etrafım sarmış olan zabit­


leri dehşetten dona kalıyorlar.
;— Efendi, ben emir verdim, bir defa daha soruyorum,
neden siz onları icra etmediniz? Netayici yalnız benim bi­
leceğim şeydir.... Siz itaat edin!”
— Sir, itaat etmiyeceğim.
— Efendi, siz haddini bilmezin birisiniz!
Ortaya müessir bir sessizlik çöküyor, imparator kamçı­
sını elinde tutuyor, tehditkâr bir harekette bulunarak a­
mirale doğru ilerliyor. Amiral de bir adım geri çekilip
kılıcının kabzasına yapışıyor.
Yüzü sapsarı kesilerek:
— Sir, diyor, dikkat buyurun!
— Mösyö lö kontr-Amiral Magon, benim emretmiş ol­
duğum hareketi hemen şimdi şu dakikada icra ettirecek­
siniz. Size gelince, Efendi, siz de 24 saat zarfında Bulon-
yadan çıkıp gideceksiniz ve Holandaya çekilip oturacak­
sınız. Haydi.”
Büyük bir fırtına esnasında geçit resmi vaki oldu. Y ir­
mi şalopa devrildi, taifeler azgın dalgalarla cenkleşiyor,
imparator tahlisiyeye yardım etmek üzre önüne ilk gelen
gemiye atlıyor, ondan örnek alarak herkes de öyle yapı­
yor. Ertesi günü, deniz kıyıya 200 ceset atıyor. Hata ve
gaddarlık olmak üzre Napoleonun hayatında yekta bu­
lunan bu vak’a, bir zabiti itaatsızlığa sevkeden bu vak’a,
ona bir ihtardır; biraz sonra diğer bir vak’a da gelip bu­
na munzam oluyor.
Geçen yıl bir İngiliz muhterii Parise gelip bahriyeye iki
yeni gemi nümunesi arzetmişti, mevzuu bahsolan şey artık
N E H İR
287

k ü r e k v e y a rü z g â r v a s ıta s ı ile ç a lış m a y ıp b u h a r ile n d e n iz


a lt ın d a ç a lış a r a k d ü ş m a n ı b ir n e v i t o r p i lle b o m b a rd u m a n
e d e c e k b ir g e m i id i. F u lto n S e n n e h r i ü z e r in d e te c rü b e ­
le r i n i y a p tık ta n s o m a N a p o le o n : " B u a d a m ş a r la ta n ın b i­
r i ” d e d i v e t e k li f le r i n i r e d d e tti. O n a u z u n ç a p lı b ir to p ,
y a d a b i r s e f e r t e lg r a f ı a r z e d ilm iş o ls a y d ı b u a d a m ı d e r ­
h a l s a tın a lır d ı.
N a p o le o n İ n g ilte r e y i y e n m e d i, ç ü n k ü o m u z a f fe r iy e te
im a n ı y o k tu . O n u n k a rş ıs ın d a m u ta t e m n iy e ti y o k tu . A h !
o m ille t e s a ğ la m t o p r a k ü z e rin e b ir s a ld ı r ıla b i ls e y d i !
O z a m a n d a , t ı p k ı b eş y ı l e v e l o ld u ğ u g ib i g e n e H e ra t-
ta n H in d e v a r m a k n iy e tin i ifa d e e d iy o r, fa k a t b ö y le b ir
s e f e r in te r t ib a t ı iç in z a m a n iste r....
Ş im d ilik , h e r ş e y d e n ö n c e , ş e v k e t v e h ü n e r in in b irç o k
y ı ld ı r id a m e e ttiğ i s u lh a e h e m m iy e t v e r i y o r . T e te v v ü c ü n -
d e n h e m e n s o n ra , a y n i g ü n d e y e d i k i r a la b u v a d id e n a m e ­
le r y a z ıy o r, h e r b ir in in m iz a c ın a g ö r e h ita p e d iy o r , ü s lu p
ve im z a n ın e n h ü rd e te fe rru a tın a b ile d ik k a t e d iy o r.
İ r a n Ş a h ın a ş u n u y a z ıy o r : " H e r şe y i y a y ıp i lâ n e d e n ş ö h ­
re t b e n im k im o ld u ğ u m u , n e le r y a p tığ ım ı, F ra n s a y ı b ü tü n
g a r p m i lle t le r i n in fe v k i n e n a s ıl y ü k s e lttiğ im i, ş a r k k ı r a t ­
la r ın a k a rş ı h a iz o ld u ğ u m a lâ k a y ı h a n g i p a r la k n iş a n e le r le
g ö s te rm iş o ld u ğ u m u s a n a d a h i m a lû m k ılm ış tır ... Ş ark
a d a m la rın d a şe c a a t v e d e h a v a r d ı r , fa k a t b a z ı s a n ’a t la r ­
d a n g a f i l b u lu n m a la r ı v e o r d u la r ı n k u v v e t v e f a a liy e t in i
iki m is li k ıla n h e rh a n g i b ir z a p tu r a p tı ih m a l e tm iş
o lm a la r ı, o n la r a ş im a l v e g a r p in s a n la r ın a k a rş ı g iriş im iş
o ld u k la r ı b ir m u h a re b e d e b ü y ü k b ir rü c h a n s ız lık v e r iy o r ...
Sen n e d ile r s e n b a n a b i ld i r i r s i n v e s e n in im p a r a t o r lu ğ u n
288 NAPO LEO N

ile benim imparatorluğum arasında evelce mevcut olmuş


bulunan dostluk ve ticaret münasebet ve rabıtalarım ye­
nileriz....
Tüilöri Sarayı Şahanemde XIII üncü yılın 27 plüvio-
zunda ve saltanatımın ilk yılında yazılmıştır.
Napoleon

Bu mektubun başlığında hayalî bir unvan mevcuttur ki


bununla İmparator şüphesiz Mısır seferini yapmış olan
meşhur jeneralin bizzat kendi olduğunu göstermek isti­
yor: "Fransızların imparatoru Bonapart.”
Bu mektubun yanı başında, bir de tam muharebe orta­
sında Ingiltere kiralına hitap ile yazılmış hem keskin, hem
de siyasî mehareti harikulade olan bir mektup daha bulu­
nuyor: "... Ve hem de önünde gayesi bulunmaksızın fay­
dasız yere akmış bunca kan, hükümetleri kendi vicdanları
karşısında töhmetli tutmaz mı? ilk adımı kendimin atmış
bulunmasına ben hiç bir şerefsizlik atfetmiyorum. Har­
bin hiç bir ihtimal ve tabinden ürker biri olmadığımı dün­
yaya oldukça ispat etmiş bulunduğumu zannediyorum;
esasen harp bana benim kendisinden yılabileceğim hiç bir
şey arzetmez. Sulh benim kalbimin dileğidir; fakat harp
da benim şan ve zaferime hiç bir vakit makûs çıkmış de­
ğildir. Dünyaya sulh bahşetmek saadetini ret buyurmama­
sını Zatı Şahanelerinden tazarru ederim. Bu tatlı itmina­
nın tahakkukunu çocuklarına bırakmasın! Zira, en niha­
yet bütün ihtirasları susturmak ve sadece beşeriyetin ve
aklın duygusunu dinlemek için bundan daha güzel bir fır­
sat ve bundan daha teveccühkâr bir an asla gelmiş değil-
N E H İR 289

d ir . B u a n b i r d e f a k a y b e d ild i m i, b e n im b ü tü n g a y r e t le ­
rim in n ih a y e te e rd ire m iy e c e ğ i b i r h a r b a n a s ıl b i r h a d ta ­
y in e tm e li? Z a tı Ş a h a n e le r i o n y ı l z a r f ı n d a A v r u p a m n s a ­
h a s ın d a n d a h a b ü y ü k t o p r a k v e z e n g in lik k a z a n m ış tır.
M i lle t le r i d e r e f a h ı n e n y ü k s e k n o k ta s ın d a b u lu n m a k ta ­
d ır . H a r p ta n d a h a n e u m m a k i s t e r ? ”
K e n d is in e k a r ş ılık o la r a k b u k a b ild e n b ir d e li l g e t ir e ­
c e k h a s m a k e n d i ö y le b ir h a n d e e d e r d i k i ! M ü r a c a a tı ce­
v a p s ız k a lıy o r . N e İ n g ilte r e , n e d e A v r u p a k ı t ’a s ın d a k i
d e v le t le r y e n i d e v le t i d e , İ m p a r a to r u n u d a ta n ım a k is te ­
m i y o r la r ; F ra n s a y a k a r ş ı d ö r d ü n c ü b i r k o a lis iy o n te ş e k k ü l
e tm e k te h d id i b aş g ö s t e r iy o r .
S u lh y ı l l a r ı e s n a s ın d a n is b e te n b a h tiy a r — k e n d i a ile s i
e f r a d ı o n u M a lm e z o n d a e k s e r iy a ç o k ş e n o la r a k b ile ta s ­
v i r e tm iş le r d i — b ir h a y a t g e ç ir d ik te n s o n r a b i r k e r e d a h a
h a rb a h a z ır la n m a ğ ı v e " m a z in in h a li h a z ır la o la n c id a lin e
d e v a m e tm e k ş u u n u n k u v v e t v e ta b ia tı iç n d e m ü n d e m iç
b u lu n d u ğ u n u , z ira h a s ım la rım ız ın b u s ü r e k li k o a lis iy o n u ,
b iz m a h v o lm ıy a lım d iy e k e n d ile r in i y e n m e ğ e b iz i m e c b u r
k ıld ığ ın ı” ta s d ik e tm e s i ic a p e d ec e k . B u , m e r a r e ts iz v e if-
ra ts ız h a k ik a ttir . H â d is a tın b u h a lin i o y a ra tm a m ış s a b ile
h iç o lm a z s a o n u n id a m e s in e y a r d ım ı o lm u ş tu r. İ h t i lâ l
F ra n sa n m i l k h a r b i, s ı r f m ü d a fii b i r h a r p o ld u , ondan
s o n ra k i h a r p le r i sa d e c e b u m i ll î o r d u n u n v e je n e r a lle r in in
y e ğ itliğ i b ir e r f ü t u h a t a k a lb e tti.
D a im a h a y a lin in d u n u n d a k a lm ış o la n p r o je le r in in , ik i
d e fa y e n d iğ i m u h a s ım la r ı t a r a f ı n d a n t a h r i k e d ile e d ile n i­
h a y e t d a h a b ü y ü m e s i ş a ş ıla c a k b ir ş e y m id ir ?
İ m p a r a to r ş ü p h e s iz k i A v r u p a d a s u lh ü o n y ı l k a d a r d a ­
Napoleon — 19
N APOLEON

ha idame edip Ingiltere ile Asyada boy ölçüşmek isterdi;


ancak Avrupa ve Avrupadaki intikam duyguları tarafın­
dan izaç edilincedir ki Avrupai bir imparatorluğun tesi­
sini mülâhaza etmeğe başlıyor, imrenilecek tasavvur ki,
zaten evelce tahakkukuna girişilmiştir, gene onun tara­
fından ele alınacak ve akamete uğrayacak.
Napoleonun en yüksek siyasî fikri şu halde, zatî müda­
faasını temin etmek lüzumundan doğdu, önüne yeni bir
koalisiyon dikildiği anda, ideali tagayyür ediyor. İsken­
der yerini Şarlömanya bırakıyor. Napoléon büyük debde­
be ile Eks Laşapel (Aix-la-Chapelle) deki mezarı ziyarete
gidiyor.
O zaman mahrem adamlarına diyor ki: "Yalnız bir ba­
şın, zabitleri kırallar olacak olan bir imparatorun, mua­
vinlerine kıratlıklar dağıtacak olan bir adamın varlığı sa­
yesinde Avrupada rahatlık olabilir... Denecek ki bu plân
bir taklitten ibarettir... Ve bu fikirler yeni değildir; fa­
kat yer yüzünde kat’î surette yeni bir şey yoktur; siyasî
müesseseler bir daire içinde yuvarlanmaktan başka bir şey
yapmaz, ve ekseriya evelce yapılmış olan bir şey üzerine
tekrar gelinir.”
idealinin yavaş takallübünün hesapsız netayici olmak
gerek idi.
O zamandan itibaren Şarlömanyın imparatorluğunu, gû­
ya ancak bir eyaleti ilhak ediyormuş gibi tekrar teşkil et­
meğe çalışması onda yeni bir alâmettir; bu alâmet, onu
daha eski gayelerine ermeden önce yeni gayelere doğru
sevkeden bir hummaya şehadet eder.
N E H İR 291

XI

O rd u s u , I n g ilte r e y e k a rş ı n ic e d e f a l a r t e h i r e d ilm iş b ir
s e f e r m a k s a d ı i le i l k b a h a rd a n b e ri ş im a ld e b u lu n u y o r .
V a k t a k i s o n b a h a rd a A v u s t u r y a m n b ir h ü c u m u k a r ib ü l
v u k u g ö rü n ü y o r, N a p o le o n , i k i g ü n iç in d e , k ı t ’a la r ım
ş a r k h u d u d u n a n a k le tm e ğ e k a r a r v e r i y o r ; ik i h a f t a d a n d a ­
h a az b ir m ü d d e t z a r fın d a b ü tü n o r d u R e n i g e ç m iş tir.
S a h ild e n g itm e z d e n ö n c e , A v u s t u r y a y a k a rş ı o la n p lâ ­
n ım D a r ü ( D a r u ) y e im lâ e d iy o r : " y ü r ü y ü ş le r in e m ri, d e ­
v a m m ü d d e tle r i, k o lla r ı n te k a r r ü p v e y a iç tim a m a h a lle r i,
v a r k u v v e t le ş id d e tli h ü c u m la r , d ü ş m a n ın t ü r l ü t ü r l ü h a ­
r e k e t v e h a ta la r ı, h e r şey, b u n a g â h a n î im lâ d a ik i a y ö n c e ­
d e n v e ik i y ü z fe r s a h m e s a fe d e n d e r p iş e d ilm iş ti...”
A v u s t u r y a m n a y a k la n m a s ın ın c id d î s e b e p le ri v a r d ı. Y e ­
n i İ ta ly a k i r a lı n ı n h a v a d a s a lla d ığ ı h ü k ü m d a r lık a s a s ın ın
b a ş ın d a V e n e d ik a s la n ı b u lu n u y o r d u . B u n d a n b a ş k a Je -
n o v a m n z a p tı H a b s b u rg la ra A l p l e r i ü ç ü n c ü b ir d a f a d a h a
a ş m a la rım ih ta r d ı. L â z ım d ı k i h a r b i A lm a n y a d a a ç s ın la r.
İ n g ilte r e m a lî y a r d ım ım e s ir g e m iy o rd u , R u s la r d a v a k t ile
B o n a p a r t M ıs ır d a ik e n y a p m ış o ld u k la r ı g ib i g e n e k o a lis i-
y o n a k a tılm ış la r d ı.
Y e n i Ç a r A v r u p a m n R u s y a y a k a r ş ı o la n e s k i b a t ıl f i k i r ­
le r in i y e n m e ğ e k a t ’î b i r a z im le k a r a r v e rm iş g ö r ü n ü y o r d u ;
r o l l e r d e ğ iş m iş ti: Ç a r, o la n c a k u v v e t i le g a r b in T ir a n ın a s a l­
d ıra c a k tı. Ş im d i a r t ı k N a p o le o n u n t a ’b iy e s i d e m a lû m o l­
m u ş tu r, b u n la r o n u k e n d in in ö z u s u lle r i i le y e n e c e k le r.
F a k a t d e h a , k e n d in d e y e n i m e n b a la r ı h a m il b u lu n u r .
C e b rî y ü r ü y ü ş le r le N a p o le o n U lm d e A v u s t u r y a lI la r ı n e t ­
292 NAPO LEON

rafım sarıyor ve kâmilen bir ordularını bir tüfek bile pat­


latmadan teslim olmağa mecbur ediyor: "Tasarladığım şe­
yi yaptım. Avusturya ordusunu sade yürüyüşlerle harabet-
tim; şimdi Rusların üstüne atılacağım, mahvolmuşlardır.”
Artık mektupları münakkah olmuştur, zaferleri artık kim­
seyi hayrete düşürmüyor. "Jozefinciğim, lüzumunda®)faz­
la yorgun düştüm; bütün bir hafta ve bütün gündüzleri
vücudum su, ayaklarım da sovuk içinde idi.”
Ulmun tahliyesi sırasında, şaşaalı üniformaları ecnebi­
de ilk defa teşhir eden sırma espaplr mareşalleri arasında
Napoleon basit bir nefer gibi yıpranmış bir kaput, kokart-
sız bir şapka geymiş, açık ordugâhın ateşi önünde kol­
larını çapraş kavuşturmuş duruyor.
Marengo gününde olduğu gibi gene düşmanlarına sulh
arzediyor, ve diplomatları daima kızdırmış olan o serbest­
lik ile Avusturya İmparatoruna şahsân bir mektup yazı­
yor: "Zatı Şahaneleri hissedar ki bana bu derece yaver o­
lan bir taliden istifade etmekliğim doğru bir şey olur ve
sulh şeraiti de İngiltere ile birlikte olacak dördüncü bir
koalisiyona karşı bana bir teminat arzeder... Zira beni mil­
letlerimle onun arasındaki dostluğu uzlaştıracak bir hale
koyabilecek her türlü şeraite ben kendimce mes’ut nazarı
ile bakarım; kendi nezdimde bulunan düştnanlarrmın kud­
ret, şevket ve adedine rağmen gene o dostluğu iddia et­
mekliğime müsaade buyurmasını da rica ederim.” Ve V i­
yana üstüne yürüyor.
O zaman ona kötü bir haber geliyor: Karada yeni kazan­
dığı muzafferiyetten iki gün sonra Trafalgarda İngiltere
Fransız donanmasını yenmiş. 18 gemi batmış. Nelson öl-
N E H İR 29$

m u ş. F ra n s ız a m ir a li d e d ü ş m a n e lin e d ü şm ü ş. A b u k ir s a ­
a t i b ir d a h a m ı y e n i le n i y o r ? C e s a r e t! E v v e lc e v a z iy e t b u n ­
d a n b in b e te rd i. B u g ü n a r t ı k b iz i P a ris te n a y ır a n d e n iz
y o k , o r a y a d ö n m e k iç in g e m ile r lâ z ım d e ğ il. D ü ş m a n ın
h a r p s ız b ır a k ıp ç e k ild iğ i A v u s t u r y a p a y ita h tı ü z e r in e y ü ­
r ü y ü ş ü n ü - s ık ış t ır ıp h ız la n d ır ıy o r .
F a k a t T r a f a lg a r d a n b e ri i m p a r a t o r F ra n S u v a d a , Ç ar
A le k s a n d r d a d a h a z o r lu k ç ık a r ıc ı b ir h a l a lm ış la r . P ru s -
y a y ı d a k e n d i d a v a la r ı n a k a z a n m a ğ a ç a lış ıy o r la r , m ü z a ­
k e r e le r u z a y ıp d u r u y o r . N a p o le o n T ü r k iy e y i Ç a r ın g ö z ü ­
n e p e şk e ş ç e k iy o r a m m a n a f ile . B r ü n d e b i r b e n m i s e n i
a ld a ta c a ğ ım , sen m İ b e n i a ld a ta c a k s ın d ır g id iy o r . Sade
N a p o le o n v a z ıh b ir t e k li f t e b u lu n u y o r v e m ü z a k e r e le r d e
m u r a h h a s ı b u lu n a n T a le y r a n a ş u n u y a z ı y o r : " V e n e d iğ i
S a lz b u r g e le k tö r ü n e , S a lz b u r g u d a A v u s t u r y a h a n e d a n ın a
b ıra k m a k ta n u z a k b u lu n m ıy a c a ğ ım . B e n V e r o n e y i... İ t a l­
y a k ı r a llı ğ ı n a a la c a ğ ım ... E le k tö r d e , is te n irs e , k e n d in i V e ­
n e d ik k ı r a lı te s m iy e e d e b ilir... B a v y e r a E le k tö r lü ğ ü B a v -
y e r a k ı r a llı ğ ı h a lin e ik a m e e d ile b ilir ... B ü tü n to p ç u y u ,
a m b a r la r ı m ü s ta h k e m m e v k ile r i ıs la h v e ta m ir e d e c e ğ im ...
B a n a b eş m ily o n v e rile c e k ... R u s la r la ih tim a lk i y a r ın g a y e t
c id d î b i r m u h a re b e o la c a k t ı r ; b u n d a n iç tin a p e tm e ğ e ç o k
ç a lış tım , ç ü n k ü b o ş u n a d ö k ü le c e k k a n d ır . R u s y a i m p a r a t o ­
ru ile m u h a re b e d e b u lu n d u m : O m u h a re b e le r d e n b e n d e k a­
la n f i k i r ş u d u r k i im p a r a t o r s a d e h a l li v e e t r a f ı n d a k i le r
( a r a fın d a n s e v k v e id a r e e d ilm e ğ e m ü s ta h a k b i r a d a m d ır..
B u n u P a ris e y a z ın , m u h a re b e d e n b a h s e tm e y in , ç ü n k ü b ö y ­
le b ir şe y s ö y le m e k k a r ım ı p e k ç o k e n d iş e y e d ü ş ü rm e k d e ­
m e k o lu r . T e lâ ş a d ü ş m e y in ; b e n k a v i b i r v a z iy e tt e y im ;
294 NAPO LEO N

b u m u h a re b e n in n e y e m a l o la c a ğ ın a a c ıy o ru m , h e m e n h e ­
m en' d e b o ş y e r e , m a k s a tsız ... P a ris e b i ld i r i n k i d ö r t g ü n ­
d ü r a ç ık o r d u g â h ta g r ö n a d iy e le r im in a r a s ın d a b u lu n d u ­
ğ u m c ih e tle a n c a k d iz im in ü s tü n d e y a z a b iliy o r u m , v e b ö y ­
le o ld u ğ u iç in d e h iç y a z a m ıy o ru m ...”
iş t e e n m e ş h u r m u z a f fe r iy e t in d e n ik i g ü n e v e l İ m p a ­
r a t o r b ö y le b i r r u h h a le t i iç in d e b u lu n u y o r . A ç ı k o r d u g â ­
h ın a te ş i k a r ş ıs ın d a ıs ın a ıs ın a h a r it a ü z e r in d e e n k ü ç ü k
M o r a v a k ö y ü n ü , a k a r s u la r ı, y o l l a r ı n h a lin i b i le d ü ş ü n ü r ­
ken P a ris te e m i f le r i n i b e k liy e n n a z ır la r ım , e n d iş e y e
d ü ş e b ile c e k o la n k a r ıs ın ı d ü şü n ü y o r, d ö rt veya b eş
h ü k ü m e tin ta k s im i, y e n i t a ç la r ın te v z i i iç in y e n i b i r - p r ö -
girarri t a k r i r e d iy o r , h a r p z a r a r la r ın ı n ta z m in in i, m ü s ta h ­
k e m m e v k ile r in ıs la h v e t a m ir in i t a k r i r e d iy o r. B ü tü n o
fa y d a s ız y e t e a k a n k a n la r d a n d o la y ı e s e f le r i b u n u tk u , ik i
m is li, d o n u k b i r z iy a i le a y d ın la t ıy o r , t ı p k ı u f u k t a d o ğ a n
k â rtu n u e v e l g ü n e ş in in ı ş ık la r ı g ib i... B ö y le b i r a d a m ın , şu
s a a tte s a r a y la r ı n d a c ü m b ü ş le r e d e n m e ş ru p r e n s le r i y e n ­
m e si ş a ş ıla c a k b i r şe y m id ir ?
A k ş a m le y in d ü ş m a n ın m a n e v r a s ın ı ö ğ r e n d iğ i v a k i t e l
ç ır p ıy o r , s e v in c in d e n k a b ın a s ığ m a y o r : " T u z a ğ a d ü ş ü y o r ­
la r , k e n d ile r in i te s lim e d i y o r la r ! Ö b ü r a k ş a m b u o r d u b e ­
n im e lim e g e ç e c e k tir !..” S o n r a b i r k ö y k u lü b e s in d e e r k â ­
n ı h a r b iy e s i i le b i r li k t e sa d e b i r y e m e k y iy o r , v e ta b ia ti h i­
la f ı n a o la r a k s o f r a d a o t u r u p k a lı y o r . Z ih n i u y a n ık o la r a k
u z u n u z a d ıy a h a ile n in e s a s ın d a n , ru h u n d a n , M ıs ır d a n b a h ­
s e d i y o r : " E v e t, ş a y e t b e n A k k â y ı z a p te tm iş o ls a y d ım s a r ığ ı
k a b u l e ttim d i, o r d u m a g e n iş g e n iş ş a lv a r l a r g e y d i r ir d i m d i ;
o n u e n s o n r a d d e d e te h lik e y e s o k tu m d u , o n u m u k a d d e s ta ­
N E H İR . 295

b u ru m , lâ y e m u t a d a m la rım h a lin e s o k tu m d u . T ü r k le r e k a r ­
şı o la n h a r b i A r a p l a r l a , R u m la r v e E r m e n ile r le b a ş a ç ık a r a ­
c a k tım . M o r a v y a d a b ir m u h a re b e k a z a n a c a ğ ım a b i r îs sü s
m u h a re b e s i k a z a n a c a k tım ; Ş a r k ın İ m p a r a to r u o ld u m g it t i
id i, P a ris e d e İ s ta n b u ld a n d ö n e c e k tim .” B i r ş a h it y a z ıy o r
k i, k e n d in i h ü ly a la r ın d a n b ir in e s a ld ığ ın ı g û y a ö rtm e k İs­
te rm iş g ib i b u s o n k e lim e le r in e b ir h a n d e t e r f i k e tm iş.
B u s a h n e b ile b i r r ü y a d e ğ il m id ir ?
B i r a d a m , b i r y a r ım i lâ h A v r u p a y ı k e n d i t a s a v v u r e tti­
ğ i ş e k le s o k a lı d a h a a n c a k b i r a s ır o lm a d ı m ı? İn s a n k e n ­
d in i d a h a z iy a d e , e m s a ls iz c e n k le re g ir iş e n p r e n s le r in b ü ­
tü n n e s ille r in m u k a d d e r a tın a k a r a r v e r d i r d i ğ i H o m iru s
d e v r in d e s a n m ıy o r m u ? İş te o , t ı p k ı e fs a n e v î n e ş id e d e o l­
d u ğ u g ib i m e ç h u l b ir s a h r a n ın o r ta s m d a k e r p iç b ir k u lü b e ­
n in iç in d e o tu rm u ş . 30 y a ş ın d a . B i r te k m u z a f fe r iy e d e
Ş a r lö m a n y İ m p a r a to r lu ğ u n u t e k r a r d ir ilt m e k is te d iğ i g ü ­
n ü n a r ife s in d e s o ğ a n lı b irk a ç p a ta te s y iy e y iy e v a k t i le b ir
taş y ığ ın ın ın k e n d i y o lu n u k e sm iş o ld u ğ u A s y a ç ö lle r in i
ta h a y y ü l e d iy o r. E sk i t a s a v v u r la r ı n ı ih y a e d iy o r v e z ih n e n ,
M a k e d o n y a lI y ı tâ G a n j k ı y ı la r ı n a k a d a r t a k ip e d iy o r....
G ü n d o ğ u y o r ; ta ç g e y d iğ in in y ı l d ö n ü m ü g ü n ü . C o ş k u n
b ir b e y a n n a m e i le b u n u k ı t ’a la r ın a h a t ı r la t ı y o r v e s ö z ü n ü
b u d e f a d ü ş m a n ın a te ş in e k e n d in i m a ru z b ıra k m a y a c a ğ ı
v a d i ile n ih a y e te e r d ir iy o r . O z a m a n a v a r ın c ıy a k a d a r T a ­
rih h iç b u t ü r l ü b ir v a i t k a y d e tm iş d e ğ ild i; b ü tü n Je n e -
r a lle r , b ilâ k is , k ı t ’a la r ın ı n b a ş ın d a ö lü m e k a f a tu ta c a k la ­
rın ı te y it e d iy o r la r d ı. Y a ln ı z , g r ö n a d iy e le r in in y ir m i m u ­
h a re b e d e g ö r d ü k le r i v e T a l ii n s iy a n e tin d e d ir d iy e b e k le ­
d ik le r i N a p o le o n , a s k e r le r in e , y e ğ i t lik le r i n i n m ü k â f a t ı o l-
206 NAPÖ LEO N

mâk üzre, kendini tehlikeye sokmıyacağı teminatım vere­


bilir.
İmparator düşmanlarım yeniyor, ve mağmum bir sah­
raya ebedî bir şan tevcih ediyor: "Avusturya ve Rus ordu­
sunu yendim... Biraz yorgun düştüm. Oldukça serin gece­
lerde sekiz gün ordugâhta açık havada kaldım. Bu âfeşani
Prens Kaunitzin şatosunda yatıyorum, iki veya üç saat ka­
dar uyuyacağım.” Muzafferiyetinİ böyle bildiriyor; bu? o­
nun nazarında büyük rapsodinin yeni bir nağmesinden
başka bir şey değildir. Ertesi günü Almanya İmparatoru
eski küçük mülâzimi müzakerata davet ettiği vakit, o, bu
yerlerden artık ayrılıp gitmiş; kendisini bir değirmenin
içinde buluyorlar. Napoleon nazikâne bir surette İmpara­
toru karşılamağa ilerliyor ve:
"Sizi, iki aydır yegâne oturduğum saraya kabul ediyo­
rum” diyor. Meşru bir kiralın karşısında bu ne vekar, ya­
kında içlerinde yeni bayraklar üst üste ’ yığılacak, ve her
taraflarında zafer nağmeleri çınlayacak haşmetli sarayla­
rı payitahtında bırakmış olan bir adamın ağzında bu ne
derin istihza.
İmparator Fransuva ona çok nükte ve cinas ile cevap
veriyor: "Bu halden o kadar büyük bir istifade elde edi­
yorsunuz ki hoşunuza gitmiş olsa gerektir.” diyor.
Biribirlerine gülümsüyorlar ve bakışıyorlar. On yıldır
cenkleştikleri halde daha biribirlerinin yüzünü görmüş de­
ğillerdi. İkisi de ayni yaşta, ve her ne kadar ayrı ayrı yollar­
dan gelmişlerse de ikisi de devlet başına 25 yaşlarına doğru
geçmişler. Şu saatte birinde sulh arzusunun ne kadar şid­
detli olduğunu, diğerinin de intikam duyguları beslemek­
N E H İR 297

ten ne kadar uzak bulunduğunu bu da o da bilmiyor. Biri


de, öteki de bundan şüphelenmiyor bile.
"Dün ordugâhımda Almanya İmparatorunu gördüm.
İki saat konuştuk... Eyi duygulardan açtı, beni tuttu; ken­
dimi müdafaa ettim; bu bir harp tarzı idi ki, sizi temin
ederim, benim için kat’îyyen güç değildi... Sulhu çabuk
yapmayı takarrür ettirdik. Benim Austerliç (Austerlitz)
muharebem şimdiye kadar verdiğim muharebelerin en gü­
zelidir. 45 bayrak, 150 parçadan fazla top, Rus hassa a-
layımn sancakları, 20 jeneral, ,30,000 esir; iki binden faz­
la ölü; müthiş manzara!”
Bu rakamlar ne kadar keyfine gidiyor, fakat ölenlerin
hatırası neşesini kaçırıyor. Akan kana karşı duyduğu esef­
leri o devirden itibaren git gide daha sık sık beyan ede­
cektir.
Bu muzafferiyetin mütehammil bulunduğu siyasî neti­
celer hususunda Taleyran efendisinin reyine iştirak etmi­
yor: "Zatı Şahaneniz şimdi Avusturya devletini kırabilir
de, yükseltebilir de... İmdi bu kütlenin varlığı lüzumlu­
dur. Medenî milletlerin müstakbel selâmeti için elzem­
dir.” Fakat Napoleon Presburg sulhunu imza ediyor: A l­
man İmparatorluğu yıkılıyor, Avusturya ve Almanya İtal­
yan toprağından sürülüp çıkarılıyor.
O zaman fikrinin karşısına hangi hayal dikiliyor?
Fransanın himayesi altında bir Avrupa devletleri kon­
federasyonu. Rusya Asyadır, İngiltere bir adadır. Avru­
pa kıt’asmı demokratça bir şekilde teşkil ve tanzim edip
muhtelif hükümetlerini de fransız kartalları altında top­
layıp birleştirmeli. Austerliçten sonra bu yeni telâkki ta­
298 NAPO LEO N

vazzuh ediyor. Bir Avrupalmın temayül gösterebileceği


en yüksek idealin tahakkuku böyle onun elindedir: Avru­
pa devletlerinin bir tek devlet halinde, birleşmesi.
Napoleon, sefere bu fikirle gitmediği gibi kendisine
bu yeni projeyi telkin eden harpları da bizzat tahrik et­
miş değildi. Marengodan beri sulhu arzu ediyordu. Avus­
turya o zaman bunu kabul edemiyordu, meşruiyet için o­
lan cidalini mantıkî bir surette takip etmekten başka bir
şey yapmıyordu: Habsburglarla ihtilâl, Avrupada biribi-
rini karşılıklı yiyorlar, saf harici bırakıyorlardı.
Austerliç mes’eleyi kökünden halletti. Şarlömanyın İm­
paratorluğunu tekrar ihya etmek imkân dahiline giriyor­
du; fakat mazisi nazarı itibara alınırsa Napoleon bu işe
sulhseverce yollardan girişemezdi. Avrupa Müttehit Dev­
letleri ancak kuvvet sayesinde yaratılabilirdi. Gayesine er­
mek için fena vasıtalar kullanmış olduğunu yalnız on yıl
sonra anladı. Bunu o elîm menfasının sonunda anladı,
o vakit ki artık iş işten geçmişti.

XII

"Eyi anlatınız ki benim gözlerim açıktır, ben ancak


kendi istediğim kadar aldanırım, kilisenin kılıcı, onların
İmparatoru Şarlömany ben im, ben de onun gördüğü mu­
ameleyi görmeliyim.”
Romaya savurduğu tehditler bu yolda şeylerdir. Şayet
"bir köstebek yuvası” ile iktifa edecekse hiç olmazsa onun
mutlak hâkimi kendi olmalıdır. Austerliç ile Presburgun
ertesi gününden itibaren vaziyeti değişiyor. Daha Avus-
N E H İR 299

tutyada iken emirlerini o vakte kadar Avrupamn hiç işit­


mediği bir perdeden veriyor. Napoli kıraliçası İmparato­
run emir ve tenbihlerine rağmen İngiliz gemilerini ketıdi
limanına girmeğe bırakmış. Derhal şu aşağıki emir verili­
yor: "Napoli hanedanının saltanatına nihayet verilmiştir."
Ayni zamanda kardeşi Jozefe de: "Niyetim Napoli kırat­
lığını kendi aileme tevdi etmektir. Bu da İtalya, İsviçre,
Holanda ve üç Almanya gibi, benim federatif hükümet­
lerim yani hakikatte Fransa İmparatorluğu olacak” diye
yazıyor.
Avrupada kıralları kendine tâbi tutacak bir tek İmpa­
rator saltanat süreceğini haber veren keramet tahakkuk
etmeğe başlıyor. Berrî Avrupamn payitahtr olan Paris,’
efendisinin avdetini coşkunlukla kutlulayor.
İmparator mükemmel bir şekilde geri gelmiştir. Diyor
ki: "Zannederim ki bütün Avrupa kıralları bana karşı
koalisiyon yapsalardı gülünç bir karnım olurdu.” Avdeti
anından itibaren bu keyif içindedir ki yeni hâdiselere ha­
zırlanıyor.
Birkaç ay zarfında bir sürü yeni kırallıklar tesis ve teş­
kil ediyor, Jozef Napoli kıralı oluyor; Bavyera ve Vür-
tenberg prensleri kıral unvanr ile terfi ediyor; Bad prensi
grandük naspedilmiştir. Bavaryalı bir prenses de Öjenin
karısı olacaktır; Bad veliahti Jozefinin kardeşi kızı ile ev­
lenecek, bir Vürtenberg prensesi de imparatorun en küçük
kardeşine varacaktır. Cenubî ve garbî Almanyanın on al­
tı hükümeti, İmparatora tâbi, vergi vermek ve askerî kıt’-
alar tedarik etmekle mükellef Ren eyaletlerini teşkil ede­
cektir. Bu on a-ltı Alman prensi bazı teveccühlere nail ol-
N APOLEON

mafe ümidi ile Patise İmparatora tazimat arzetmeğe geli­


yor. Bir düzine miktarında küçük prenslik ilga edilmiştir.
Taleyrana, Bettiyeye ve Bernadota yeni yeni malikâneler
halkedilmiştir. Bundan başka, kısaca söylenmiştir ki: "Ho-
landanm icraî kuvveti yoktur. Ona icraî bir kuvvet lâzım.
Prens Luiyi Holandaya vereceğim. Bir kontrat yapacağız.
Buna böyle karar vardim, yoksa Holandayı Fransaya il­
hak ederim. Bir dakika bile kaybedilecek vakit yoktur.”
Niçin kaybedilecek bir dakika bile yoktur? Holânda 1796
dan beri Fransanın hükmü altında idi, fakat henüz tâbi
bir kır allıkla teçhiz edilmiş değildi. Napoleon, kardeşi
Luiyi ona vererek bu işe bir çare bulacak. Holandalılar
bunu istemezler mi? Kendileri bilir, canları isterse; o za­
man sadece Fransaya ilhak edilirler. Lui sıhhatini, iklimi
öne sürüyor, İmparator cevap olarak: "Fransız prensi o­
larak yaşamaktansa bir taht üzerinde ölmek evlâdır” di­
yor. Lâzımdır ki Hortans kıralîça olsun! Jozefinin sabır­
sızlıktan içi içine sığmıyor. Holandalılar Tüilöriye alenî
ve resmî bir müracaatta bulunmağa davet edilmiştir. İm­
parator bu müracaatı muvafakatle karşılayor. Alay ve ha­
kareti, merasimden sonra yeni kiralın oğlu olan küçük
yeğenine kurbağaların bir kıral seçmelerini ezberden o­
kutturacak dereceye vardırıyor.
Ne? Kız kardeşleri de şikâyet mi ediyor, entrika mı çe­
viriyor? Artık münhal kırâllık kalmamış mı? Ne can sıkı­
cı şey! Onlara birer grandükalık bulmalı. Katolin Kiev
(Cleves) granddüşesi, Eliza Toskana granddüşesi oluyor;
güzel Polin Borgez ise ola ola ancak Guastalla prensesi
olduğundan dolayı ağlıyor! — Nasıl? Kırallık diye kü-
N E H İR
'301

çüçük bit köyden ibaret bir şeye mi sahip olacak?. Fakat


biraz sonra elmaslar ve perestişkârlarla oyalanıyor, avu­
nuyor.
Yeni kıratlardan hiç biri vazifesinin ehli değil. Daha
ilk beyannamesinde kıral Jozef milletinin — daha dün ta­
nıdığı bir milletin — kendine karşı beslediği sevgiyi Fran­
sızların İmparatorlarına karşı gösterdikleri muhabbete kı­
yas ediyor. Kendini gülünç bir hale sokuyor; Napoleon
buna kızıyor. Kıral Lui İngiltere ile harbin neticesi ola­
rak kendi memleketinin ticaretine cebir vazetmekle mükel­
lef tutulmasından şekva ediyor ve İmparatora kıt’alar gön­
dereceğine şikâyetnameler gönderiyor. Şiddetli bir makam
ile ona: "Hakikatte bu iş beni boşuna yormak demektir.
Bütün bu şeyler sizin düşüncelerinizin ne kadar dar oldu­
ğunu ve müşterek davaya ne kadar az alâkadar bulundu­
ğunuzu gösteriyor. Rica ederim bana artık acizden bah­
şetmeyin. Sade kadınlar ağlar ve şekva eder; erkek olan­
lar bir tarafı İstilzam eder; Kırallığımzı çok gevşek idare
ediyorsunuz. Harbin bütün masraflarını ben yükleneyim
lâzım. 30.000 kişiniz... enerjiniz olsun.” cevabı veriliyor.
Eliza kocasını hükmü altında tutuyor, Toskanaya bir
kanunu esasi bahşediyor, kıt’alarını teftişten geçiriyor, her
üç ayda bir nedimini değiştiriyor ve hiç değilse Napoleo-
nun tarzını taklit ederek onu güldürüyor. "Milletim mes’-
uttur, muhalefet ezilmiştir. Sir, emirleriniz ifa edilmiştir.
Nüfuz ve salâhiyetimin huzurunda baş eğen Senatodan
gayet hoşnudum.” Müra ayni gayretkeşliğin ifratı yüzün­
den İmparatorun tevbihine uğrayor: "Tarafınızdan vaki
olan iradelerin, gördüm ki, manaları yok. Aklınızı kay­
302 NAPO LEO N

betmiş olsanız gerek.” Poline gelince kendini, Napoleo-


nun bütün kıratlıklarından sonra da yaşıyacak bir mer­
merde Kanovanın eli ile teb’it ettiriyor.
O aralık, Jerom da, Amerikada küçük bir burjuva ka­
dınla evlenmiş. İmparatorun elinde erkek ve kız kardeşle­
rinin adedinden daha fazla dağıtacak taç bulunduğu ci­
hetle onların hiç birinden geçemiyor. Bu haberden fevka­
lâde gazaba gelerek, annesi vasıtası ile, genç kadının Liz-
bonda karaya çıkmasını menetmelerini emrediyor. Jerom
karısına veda ederken ona karşı ebedî bir sadakat besli-
yeceğine yemin ediyor, ve Parise yalnız geliyor. Orada
İmparator tehditler ve vaitlerle onun mukavemetini ko­
layca yeniyor, Altes Emperiyal (Altesse Impériale) ami­
ral, belki de kıral olmak ümidi Jeromu karısından vazge-
çiriyor. Kadın Avrupa kıt’asına yanaşmağa boşuna uğra­
şıyor. Nihayet İngiltere kıyısına yanaşıyor, dünyaya bir
çocuk getiriyor. Biraz sonra kayın biraderi Lüçiyenin şah­
sında kendine bir felâket ortağı buluyor. İngilterede eyi
kabul görmüş olan Lüçiyen, karısı ve çocukları ile orada
yerleşip kalıyor; mısralar yazıyor: serlâvhası "Şarlömany”
olan dastanî bir neşide.
İçlerinde faal, ciddî ve sadık olan sade öjen. İmpara­
tor ona sevgi besliyor ve onu umum karşısında her fırsat
düştükçe methediyor. Öjen, Baviyeralı bir prensesle ev­
lenmiş ve o yaz da İtalya vis ruvası naspedilmiştir. İmpa­
rator ona yazıyor ki: "Aziz oğlum, çok çalışıyorsunuz. Bu,
sizin için eyidir, fakat genç bir karınız var... Haftada bir
defa, tiyatroya, büyük locaya neden gitmiyorsunuz?.. Az
zamanda da pek âlâ iş yapılabilir... Ben de sizin sürdüğü­
N E H İR 303

nüz hayatı sürüyorum, fakat benim karım yaşlı, kendimin


de sizden daha fazla işi var.”
Üveyi kızından da kendine erkek bir vâris vermesini
dileyor, zira Hortansm sade bir tek çocuğu var. "Bilhassa
bize kız çocuk vermemeli. Size ben reçetesini vereyim:
Her gün bir az safi şarap alın, fakat bana inanmazsı­
nız ki.” Buna rağmen dünyaya gene bir kız çocuk getir­
diği vakit te: "Kadın ilkin kız çocuk doğurursa, bir dü­
zine çocuk doğurması muhakkaktır.” diyor.
Büyük üslûpçu bütün sicillerle oynamasını biliyor; yıl­
dırmasını, hoş tutmasını, mükâfatlandırmasını, cesaretlen­
dirmesini, ikna etmesini biliyor. Sayısız işleri arasında,
durup dinlenmeden, ailesi ona karşı daimî bir mukavemet
göstererek onu meşgul ediyor.
Daima dikkatli ve uysal annesi oğlunun kendine müsa­
adesi nisbetinde monttan çekik yaşıyor. Oğlu onu Gran
Triyanon (Grand Trianon) a yerleştirmiş, ona bir milyon
gelir veriyor. Kadın gücü yettiği kadar ondan tasarruf e­
diyor; ona hasis diyorlar, o da şu: "Dünya hep bir gidişte
durmaz, şayet günün birinde hepiniz benim boynuma ka­
lırsanız, benim bugün yaptığım şeyin o vakit hepiniz kad­
rini bilir, bana teşekkür edersiniz.” sözleri ile kendini hak­
lı gösteriyor. Kabul resimlerinde, bazı, tacdar çocukların­
dan fazla vekar gösteriyor; fakat küçük el işleri için kul­
landığı boncukların değeri münakaşa edildiği vakit: "Ha­
yır, hayır, bu hususta beni aldatamazlar, ben kızlarım gibi
prenseslik taslamam.” diyor. İmparator annesi, prensler
annesi olduğu halde yanına kat’îyyen kafadar bulamadı­
ğından şekva ediyor, ancak eski dostlarla "röversi” dedik­
304 NAPO LEON

leri kâğıt oyunu oynarken, ya da sadık hizmetçisi kadınla


konuşurken kendini rahat ve huzur içinde hissediyor: "Siz
beni bahtiyar mı sanıyorsunuz? Dört kıral anası olmakla
beraber ben gene de bahtiyar değilim. Bu kadar çocuğum­
dan bir tanesi bile yanımda değil. Gâh birini merak ede­
rim, gâh ötekine üzülürüm.
Eski patrisiyen kadın âdetince, her pazar öğle yemeğini
Tüilöride çocukları arasında yiyor, imparatora öyle her
vakit itaat etmiyor ve bazı da ramolmağa mecbur ettiği
için ona karşı, hınç bile besliyor. Oğlu, onun öyle kendi
iradesi karşısında bükülmiyecek kadar azametli olduğu­
nu pek âlâ biliyor. Aynada kendine baktığı vakit alnında,
ağzında, ellerinde annesine, gittikçe daha artan bir ben­
zerlik görüyor.
Bazan ona: "Ey! Sinyora Letisia, saray âlemi ile aranız
nasıl? Canınız sıkılıyor değil mi? Çünkü ona candan sa­
rılmıyorsunuz; kâfi miktarda misafir kabul etmiyorsunuz.
Bakın kızlarınıza... Yılda bir milyon harcamanız münasip
olur.” diye takılıyor.
— Pek âlâ, harcarım, fakat iki milyon vermeniz şartı ile.
Oğlu gibi, o da dalkavukları biliyor; icabında usulca teh­
dit bile ediyor. Kendi nefsine hiç bir şey istemiyor, fakat
çoğu vakit hepsi de kendine müracaatte bulunan Korsi­
kalIlar için şunu bunu istiyor. Bununla beraber, günün
birinde, en aziz arzularından birini imparatora açtığı va­
ki oluyor. Korte (Corte) yerine Ajaksiyo (Ajaccio), Kor-
sikanm payitahtı olsun. Onun bütün ailevî gururu bu di­
leğin içinde, imparator bir irade ile buna muvafakat edi­
N E H İR
305

yor, ve kadın odadan ayrıldıktan sonra: "Benim anam bir


kırallık idare etmek için yaratılmıştır” diyor.
Kadın yalnız Lüsiyen için hiç bir şey elde edemiyor:
"Benim en çok sevdiğim odur, çünkü içlerinde en talisizi
odur.” diyor. İmparator ise yumuşamıyor: "Benimle bir­
likte yükselmiyenler artık benim ailemden olamaz.” di­
yor.

XIII

Paristeki çalışma odasına Napoleon, gûya kendi faali­


yetine şahit olsun diye büyük Frederikin büstünü koymuş.
Meşhur kapitene karşı bir meftunluk besliyerek büyü­
müştü. Prusya kiralının vefatında kendi sadece mülâzim
bulunduğundan zamanının bütün jeneralleri gibi kendi de
onun askerî ilim ve fenni dairesinde yetişmişti. Ve gerçi
Prusya ordusu ile her ne kadar daha hiç ölçüşmüş değilse
de ve Frederikten beri bu ordu Fransız kıt’alarıyla zafersiz
çarpışmışsa da Napoleon Prusya ordusuna pek itibar eder­
di. III üncü Frederik-Vilhelmin belâhat ve za’fını bilirdi.
Bununla beraber şayet onunla bir muahede aktetmek ve o­
nun Avusturya ve Rusya ile vaki gergin münasebatından is­
tifade celbetmek istedi ise, bu hal, geçen asırda meşhur bu­
lunan bu orduya karşı beslediği hürmeti muhafaza etme­
sinden ileri geliyordu. Prusya hakkındaki takdiri ancak
onun siyasî meharetsizliğini keşfettikten sonra zail oldu.
Geçen yıl Austerliçten evvel, Napoleon Prusya kiralı­
na bir ittifak teklif etmişti. Trafalgardan sonra, İmpara­
tor Fransuva ile Çar Aleksandr ona ıslahı beyn için mu-
Napoleon — 20
306 NAPO LEON

kaddematta bulundukları zaman ve harptan sakınmak için


vakit daha henüz geçmiş değilken, zayıf kıral hiç bir ta­
rafı tutmamış ve bitaraflığı arkasına çekilip kalmıştı. Şim­
di ki Napoleon her zamankinden fazla korkunçtur, Prus­
ya ona karşı silâha davranmak için, geçen yıl Ansbah (Ans­
bach) civarında fransız kıt’aları tarafından Prusya arazi­
sine tecavüz edildiğini ileri sürerek eline geçen ilk baha­
neyi kullanıyor.
Hakikatte kır al harba, demokratlar, millî duyguyu gay­
rı memnun bırakmak korkusu, ve her şeyden önce bazı
cenkçi jenerallerin kendisine ilham ettiği endişe tarafından
sevkedilmiştir. Nurenbergte bir kütüphaneci, Fransızların
ikamet hakkı olan yerlerde fransız ordusu aleyhinde be­
yannameler neşrettiğinden dolayı divanı harpça idama
mahkûm edilmiş, hüküm de icra olunmuştu. Şekli kanunî
olmakla beraber gayrı ahlâkî görülen bu hükmün tahrik
ettiği heyecan çok büyük oldu.
Napoleon bu işin bütün vüs’at ve ehemmiyetini anladı,
ve harptan sakınmak için murahhası vasıtası ile kirala,
Fransa ve Prusya kıt’alarının geri alınmasını teklif ettiğini
bildirdi. Esasen Prusya kıralı da kıt’alarını Vestfalyadan
çekmeğe hazrrdr. Napoleon doğrudan doğruya kirala ya­
zarak: ''Zatı Şahaneleri cevapları ile benim teklifimi red
buyurduklarını, itimatlarını ancak kendi silâhlarının kuv­
vetine bina ettiklerini bildirecek olurlarsa, bana karşı ilân
buyurmuş olacakları harbi kabul etmeğe mecbur kalaca­
ğım; fakat muharebeler esnasında da, davamın doğrulu­
ğu bana zafer kazandırdığı takdirde muzafferiyetlerden
sonra da ben gene ayni adam olarak kalacağım. Ben bu
N E H İR 307

harba bir küfür harbi nazarı ile bakarak sulhu isterdim.”


Hususiyetinde ise İmparator Prusya hakkında cerihadar
edici sözler söyliyor: "Prusyanm böyle bir sergüzeşte atı­
lacak derecede deli olduğuna” ihtimal vermiyor. "Kabine­
si istihfafa şayan, hükümdarı zayıf, sarayı da her şeyi teh­
likeye komağa hazır birkaç genç zabitin hükmü altında­
dır.” Muhasamanın açılmasından daha on beş gün evel,
kendi bile bu harba inanmıyordu.
Aldanıyordu: Büyük Frederik zamanında Fransayı yen­
miş olup ve fakat o zamandan bu yana ise Fransa tarafın­
dan yenilmiş olan Prusya aristokrasisi itibarını iade etmek
istiyor. Vatanperverliği ile galeyanda olan burjuva par­
tisinde her türlü cür’et var. Ortaya hami bir kadın çıkı­
yor: Yeni müttefiki Çar Aleksandr Berlini ziyaret ettiğin-
denberi Prusya kıraliçası harbin alenî taraftarıdır. Çar
Austerliçin ferdasındanberi, daha münasip bir fırsat göz­
lemek üzre kendi İmparatorluğu dahiline çekilmişti. İşte
fırsat gelip çattı.
Taleyran anlatır ki o zaman Napoleon bir nevi endişe­
ye tutulmuş, zira Büyük Frederikin askerî şanı daha hâlâ
dünyayı tutmakta idi. İlk defa olaraktır ki muzafferiyet-
leri ile meşhur bir orduya karşı harp açacaktı: "Zannede­
rim ki AvusturyalIlarla çektiğimiz sıkıntıdan daha fazla
bir sıkıntı çekeceğiz.”
Reni hızla aşıp öte yakasına geçmek için daha eyi bir
sebep! Sekiz gün sonra Napoleon düşmanı yeniyor. İlk
muharebede, Prusya prenslerinin en eyisi Lui Ferdinand,
Saalfeld civarında ölü düşmüştü.
Düşmanda bozgunluk oldu. Jeneral Şarnhors (Scharn-
308 NAPO LEO N

horst) un kendisine tavsiye ettiği veçhile daha on beş gün


evel hücuma geçmesi lâzım gelen kıral, kararsızlığından
dolayı tereddüt ve taallül gösterdi. O, ordugâha geldiği
zaman umumî karargâh onun emri altında mıdır, yoksa
Jeneral dö Brunsvikin emri altında mı, kimse bilmiyor;
Jeneral kendi kumanda edeceği yerde ona itaat gösteriyor.
Teşrifattaki takaddüm hakkı yüzünden Prusya ordusu üç
kola ayrılmıştır, zira Hohenlohenin hükümran prensinin
bir dükün emri altında harp etmesi kabul edilir bir şey
değildir! Bir kere daha Napoleon sulh teklif ediyor. Kat’î
muharebeden iki gün evel, muzafferiyetinden emin olarak,
yeniden şunu yazıyor: "Ben Zatı Şahanenizin meclis ve
şûralarım gayrete getiren ve kendilerine Avrupanın hâlâ
hayrette kaldığı siyasî hatalar irtikâp ettirmiş olan o bir
nevi baş dönmesinden kat’îyyen istifade etmek istemiyo­
rum. îmdi aramızda harp olmuştur... Fakat tebaalarımızı
biribirine boğazlatmak neye yarar? Ben evlâtlarımdan bir­
çoğunun hayatı pahasına satın alınmış bir muzafferiyeti
kat’îyyen takdir etmiyorum. Şayet ben daha henüz askerî
mesleğimin başlangıcında bulunmuş olsaydım, ve muha­
rebelerin tesadüfünden ürker biri bulunmuş olsaydım, bu
türlü idarei lisan etmekliğim tamamı ile nabemahal olur­
du. Sir, Zatı Şahaneniz mağlûp olacaktır; ortada bir se­
bep olmak şöyle dursun, gölgesi bile mevcut olmadığı hal­
de hem kendi günlerinin huzur ve rahatını kaçıracak, hem
de tebaasının varlığını tehlikeye sokacaktır.” diyor.
Kendisi de umumî karargâha gelmiş bulunan kıraliça
Luiz ikbalsever jenerallerine göre lüzumundan fazla sulh-
perverane arzularla mütehallidir. Fakat o da en sonunda
N E H İR
309

onların fikrine geliyor: Bütün bu güzel muhakeme ve ba­


haneleri İmparatora söyleten şey bir muvaffakıyetsizliğe
uğraması korkusundan başka bir şey olamaz. Kıraliça an­
lamıyor mu ki mukadderat, onu kararsız kiralın zihninde
sulh fikrini galebe çaldırsın diye bu adamların arasına
koymuştur? Hayır. Napoleon onun nazarında "füruma-
yelikten çıkma bir canavardır” ki yarın mahvolması mu­
hakkaktır.
«Canavar» ise karısına: "İşlerin çok yolunda ve tamamı
ile umduğum gibi gidiyor. Kıraliça Kıralla birlikte Er-
furttalar. Şayet Kıraliça bir muharebe görmek istiyorsa,
bu gaddar arzusu yerine gelecektir. Sıhhatim mükemmel,
Paristen ayrılalı daha toplandım. Bununla beraber kendi
şahsıma günde atla, araba ile ve her suretle 20,25 fersah
yol yürüyorum. Saat sekizde yatıp gece yarısı kalkıyorum,
bazı kendi kendime düşünüyorum ki sen daha yatmamış-
sındır bile.” diye yazıyor.
Muharebeden evelki gece uyumuyor. Sabahın saat üçün­
de teklifsizlerinden biri, ona, rahat tavsiye ettiği vakit o:
"İmkânı yok” diyor, elini alnına götürerek: "Plânlarım
burada, fakat daha haritalar üzerinde hiç bir şey yok” di­
yor ve bunun üzerine fikrini açıyor: "Anladınız... Ata bi­
nin, araziyi gezin, öyle bir yer seçin ki ben muharebe mey­
danına hâkim olabileyim. Saat altıda ata bineceğim.” Son­
ra yol karyolasına kendini atıp hemen derhal uykuya va­
rıyor.
Prusya karargâhı umumîsinde Fransızların garip manev­
rası haber alındığı vakit, zabitler müzakeratı ertesi saba­
ha talik etmekle iktifa ediyorlar. O saatte, Napoleon da-
310 NAPO LEO N

ha şimdiden kıt’alarmı teftişten geçirmiş, adamlarına ce­


saret vermiş ve Austerliçi hatırlatmıştır. İenada kendi
Prusyalıları mağlûp ediyor, ayni günde Davu ise Auverş-
tat (Auerstaedt) galebesini çalıyor.
Şecaatli Brunsvik dükü ölüm yarası aldığı cihetle düş­
man tarafında kimse kumandayı deruhde etmeğe cüı’et
gösteremiyor; hepsinin aklı başından gidiyor ve Büyük
Frederikin meşhur ordusu Saksonyadan, bozgunluk içinde
kaçıyor.
"Sevgilim, Prusyalılara karşı güzel manevralar yaptım.
Dün büyük bir galebe çaldım. 20.000 esir aldım, 100 par­
ça top ile bayraklar zaptettim... İki gündür açık ordugâh­
tayım. Sıhhatim mükemmel. Adiyö, sevgilim, hoşça kal,
ve sev beni.”
Vaymarda, İmparator hükümran olan düşese tesadüf
ediyor. Yirmi yıldanberi Napoleonun düşmanı olan cen-
gâver Şarl Ogüst (Charles-Auguste) ihtiyar nazırının reyi­
ne rağmen Prusyamn tarafım iltizam etmiş, Prusya jenerali
sıfatı ile, lenadan sonra kaçıp gitmişti; nerede bulunduğu­
nu kimsenin bildiği yoktu. Saray halkı da Vaymarı terke-
dip çıkmıştı. Orada prenses ile nazırı Göte (Goethe) den
başka kimse kalmamıştı. İmparator düşesi görünce dedi ki:
"Size acıyorum Madam, nasıl oldu da prens...” dedi. Fakat
kadın onu hayrete düşürecek bir şekilde — Nopoleonun
hükümdar kadınlara ve bilhassa Alman kadınlarına karşı
ihtiyatı vardır — o kadar sadelik, vuzuh ve vekar içinde
cevap veriyor, prensin Prusya hakkındaki dostluğundan
o kadar asalet ve azim ile bahsediyor ki şaşırıp kalan Na­
poleon tekrar iltifatkâr oluyor. Akşam yeni bir musahabe
N E H İR

daha oluyor, ve silsilesini kurtarmağa ahdettikten sonra


ona memleketini siyanet edeceğini vadediyor. Ne için?
Çünkü bu kadın hiç bir vakitte politikaya karışmış de­
ğildir. Bu defa da gene asla karışır gözükmemiştir, gaybu­
bet etmiş kocasının davasını onu seven bir zevce gibi almış
ve onu gurur ile, hiz müdahane etmeksizin, hiç öfkeye ka-
pılmaksızın, mağlûp prenslere münasip olan bütün o ted­
bir ile müdafaa etmiştir. Birçok yıl sonra dahi İmparator,
o asil tavrı ve vaziyeti ile memleketini kurtarmış olan bu
kadını gene yadedecektir.
Berlinde, biraz sonra başka bir kadın daha onu heyeca­
na getirecekti. Prusya hükümeti, kont Hatzfeldi İmpara­
tor ile müzakerata memur etmişti. Kont, hazır bulunmı-
yan Jenerallerden birine düşman kuvvetleri hakkında ma­
lûmat vermek tedbirsizliğini gösterdi, mektubu tutuldu.
Öfkelenen İmparator onu divanı harba verip idama mah­
kûm ettirmeğe karar veriyor. Bertiye bu emirden kaçını­
yor, Rapp İmparatoru yatıştırmağa çalışıyor. Ona kontes
Hatzfeldi getiriyorlar. Kadın İmparatorun ayaklarına ka­
panıyor. İmparator onu tekrar Potesdama getirtiyor. Jo-
zefine yazıyor ki: "Ona kocasının mektubunu gösterdiğim
vakit büyük bir hassasiyet içinde ve safderun bir hal ile
hıçkıra hıçkıra bana dedi ki: "Ah! tamam, bu onun yazısı!
Okuduğu zaman, sesinin edası insanın içine dokunuyor­
du; haline merhamet ettim... Şu halde görüyorsun ki ben
eyi, safdil ve tatlı kadınları seviyorum.”
İmparator bu kadının kadınlığı ile alâkadar olmıyor,
belki de onun yüzüne bakmamıştır bile; fakat onun ihti­
rası, yalvarışları, göz yaşları ve sükûtu onu o kadar müte­
312 NAPO LEON

essir etmiştir ki mektubu kadına uzatıyor ve: "Öyle ise


Madam, bu mektubu ocağa atın, kocanızı cezalandırtmağâ
kudretim yetmiyecek” diyor.
İşte kocaları kendine karşı harbetmiş olan eski asalete
mensup iki kadına karşı, sırf hareketleri ona tesir ettiği
için, galip hükümdar böyle bir muamelede bulunuyor.
Bilâkis Kıralıça Luize, kocasını da, memleketini de mu­
hataralı bir harba sürüklemiş olan bu kadına tahammül
edemiyor. Kadın her fırsatla ona karşı ateş püskürdüğü
cihetle o da: "Güzel bir kadındır, fakat akılsızdır. Prus­
ya milletinin onun hatası yüzünden çektiği eziyetlerin vic­
dan azabı ile içi içine sığmasa gerektir. Kocası, milletine
sulh ve saadet vermek istemiş olan tam şeref sahibi bir a­
damdır.”
Napoleon parlak bir maiyetin mevkibi başında Berline
girmiştir, fakat kendi gene her vakitki sadeliği ile geyin-
miş. Hiç bir şey onu San Susi (Sans-Souci) kadar alâkadar
etmiyor; Büyük Frederikin kılıcım alıyor, ve onu Prusya
tacına bile değişmez.
Kıralıçaya karşı olan istihfafına serbest bir cereyan ver­
mekte devam ediyor: "Prusya kıralıçasınm Potsdahıda iş­
gal etmekte olduğu dairede, imparator Aleksadrın kendi­
sine hediye olarak takdim ettiği resmi ile kandisinin kı-
ralla olan muhabereleri bulunmuştur. Bu vesikalar karı­
larını devlet işlerine karıştıran kıratların ne kadar bedbaht
olduklarım ispat eder. Notalar ve devletin evrakı misk
kokuyor, ve kordeleler ve tenteneler ve sair tuvalet eşyası
arasında bulunuyordu.”
Bedihidir ki bu makam, bu perdeden konuşuş pek hoş
N E H İR 313

bir şey değildir. Kıralıçanm kendi milletine vermiş olduğu


o vatanseverlik hamlesini unutmuşa benziyor. Fakat o za­
manki Prusyalıların en büyüklerinden ve en eyilerinden
birinin, Frayher fon Ştayn (Freiherr von Stein) in onun
hakkında yazdığı şey okunsun, İmparator anlaşılır, bu­
nunla beraber mazur görülmez. Hohenzollernlerin taht­
tan azledilmeleri karargir olmuş bir şey gibi görünüyor­
du, bununla beraber Çara karşı olan itibarından dolayı
bundan vazgeçiyor.
Berlinde Napoleon vaziyeti Avrupai bir rüyet zaviyesin­
den görüyor: "Biz Hindistanı da, İspanyol müstemleke­
lerini de, Ümit burnunu da, Elbe (Elb) ve Oder üzerin­
de fethedeceğiz.”
Bu fevkalâde cümle açılacak olan şayanı hayret devre­
nin peşrevidir. Filhakika Napoleonun en az kanlı, fakat
en tehlikeli ve en ehemmiyetli ilâm harbi, bundan böyle
bütün Avrupa limanlarını İngiliz gemilerine kapıyacak
olan harp, Şarlottenburg sarayında imlâ edilmiştir. Ma­
demki kendisi o Adaya erişemiyor, hiç olmazsa, o Ada ar­
tık Avrupaya yanaşamasın! Geldiği veya gideceği yer İngil­
tere ve müstemlekeleri olan her türlü mallar, paketler,
postalar müsadere edilecek, Avrupada bulunan her İngi­
liz, harp esiri addedilecek. Fakat bu derece geniş bir pro­
gramın icrasına nasıl nazaret edilmeli? Onun o zamana
gelinceye kadar irade etmiş olduğu her şey hemen akabın-
da icra olunurdu, fakat bugün artık bütün devletlerin o­
nunla teşriki mesai etmesi kendisi için lüzumlu idi. Her
şeyden önce Avusturya ile Rusyaya ihtiyacı var. Avustur­
ya hâlâ Polonyamn bazı kısımlarına sahip bulunuyor ki
314 NAPO LEO N

onları Rusya hakkolarak iddia ile talep ediyor. Diğer taraf­


tan Polonya ise bu devletlerden ne birine itaat göstermek
istiyor, ne de ötekine... Polonyalılar, milletleri kurtarıcı,
kadir İmparatora yalvarıyorlar ki kendilerine hürriyetlerini
versin. Ne yapmalı? Napoleon Polonya mes’elesini nasıl
halledecek? ''Polonya tahtı tekrar teessüs edecek ve bu bü­
yük millet gene varlığına ve istiklâline kavuşacak mı? Me­
zarın dibinden tekrar hayata doğacak mı? Bütün vakayiin
terkiplerini elinde tutan Allah, bu büyük siyasî mes’elede
yalnız Allah hakem olabilir.”
Kâhin ustalığında bir cümle ki, Polonyada neşir ve teb­
liğ ettiriyor; o zaman onun gülümsemekte olduğunu yal­
nız Allah görüyor. O aralık, talep ediyor ki Polonya ken­
dine askerî kıt’alar hazır etsin: "Kırk bin kişilik bir ordu­
ya malik olduğunuz vakit, bir millet olmağa liyakat gös­
terirsiniz; ve o zaman benim bütün himayeme hakkımz
olur.” AvusturyalIlara Galiçyayı Silezya ile değiş etmeleri­
ni teklif ediyor; fakat Polonya mes’elesinin hallini Boğaz
içinde takip ediyor; Sultam, Rusları Moldavyadan kovup
Diniyester üzerinde kendine mülâki olmağa davet ediyor,
tâ ki yılmış Ruslarla AvusturyalIları aşağı Tuna havali­
sinde işgal etsin.
Evet! İngiltereyi Hindistanda yenecek. Ve cihana hâkim
olmak rüyası yavaş yavaş sislerden sıyrılıp çıkıyor.
Fakat işte hiç düşünülmedik bir düşman zuhur ediyor:
Bir kurye, İspanyada kargaşalıklar zuhur ettiğini bildiri­
yor. Bir şahit diyor ki bu haber üzerine Napoleonun rengi
kaçmış. Tasavvurları alt üst olmuş: İngiltereyi yenmek
için Rusların istinadına ihtiyacı var, fakat bunları ya yen­
N E H İR 315

mek, ya da dostluklarım kazanmak için burada, şimalde


bir ayağı bulunması lâzım. Polonyada çıkan bir kargaşalık
onun işine yarıyacak. Napoleon hemen Varşovaya gidi­
yor.
Yorulmak bilmez beyninin dünyanın mukadderatım
tanzim ettiği uzun haftalar zarfında kendini kimsesiz his­
sediyor ve karısına şefkatle şunları yazıyor: "Seni ben se­
viyor ve arzu ediyorum... Bütün bu Polonyalı kadınlar
Fransızdır; fakat benim gözümde bir tek kadından başka
kadın yok. O kadım tanır mı idin? Sana ben onun tasviri­
ni yapacağım, fakat o tasvirde sen kendini bulman için
benim onu biraz medihkâr yapmaklığım lâzım; bununla
beraber, doğrusu, kalbimin onun hakkında eyi şeylerden
başka diyeceği yok. Yapyalnız olunca bu geceler ne kadar
uzun.”
Jozefin, bir av köpeği gibi koku alması ile İmparatorun
daha henüz içine dalmış bulunmadığı sergüzeşti önceden
seziniyor; kıskançlığı uyanıyor, kocasına iltihak etmek is­
tiyor. İmparator cevabında her şeyin vakayie bağlı oldu­
ğunu söyliyor: "Mektubundaki hararet bana gösteriyor ki
siz genç kadınlar engel nedir bilmezsiniz; istediğiniz şey
hemen oluvermelidir; fakat ben, insanların en esiri ben
olduğumu bildiririm; benim efendimin şefkati yok, bu e­
fendi tabiatı eşyadır.” diyor.
Bu güzel cümleyi hemen bitiriyor bitirmiyor ki kendi­
sine büyük bir haber ulaşıyor. Geçen yıl Karolinin ona ge­
tirdiği güzel kadın dünyaya bir oğlan çocuk getirmiş. Ni­
hayet işte bir erkek evlât! Şu halde ispat ortaya kondu!
316 NAPO LEO N

Çocuk peydahlamağa muktedirmiş! Düroka dönerek, se­


vincinden çılgın bir halde: "Dürok! Benim bir oğlum ol­
du!” diye bağırıyor.

XIV

Varşovada eski Kır al sarayının göz kamaştırıcı merasim


salonunda, bütün pırıltılı mücevherleri ile süslenmiş en
güzel Polonya kadınları fevç fevç. O akşam Polonya, bu­
rada hangi milletin hasret içinde çürüdüğünü Fransızların
İmparatoruna göstermek istiyor. Onun rakısları, onun mu­
sikisi acaba misafirin hoşuna gidecek mi? Kadınların, iç­
lerinde zaman zaman keskin şimşekler çakan süzgün göz­
lerini sevecek mi? Medihlerden, müdahenelerden, gazete­
lerin kaside kılıklı mukayeselerinden gevşiyecek mi? Mil­
letin bütün mukadderatı buna bağlı. Herkesin, onun önün­
den geçit yapması bitmiştir. Neşesi yerinde olan İmpara­
tor, içlerinden her birine söz söylemiştir: İşte şimdi bir
pencerenin arkasından raksedenleri seyrediyor. Yedi yıl­
dan beridir kânunusani ayım daima içinde geçirdiği Parisi
düşünüyor.
Birdenbire bakışı keskinleşiyor, konuşmayı bırakıyor.
Yüzlerce göz bu avcının bakışım kollıyor: Acaba hangi
avın ardında? Suvarede biraz sonra, bir grupa yaklaşıyor,
her birine isimlerini söyletiyor ve dikkatini celbetmiş olan
kadım, yalnız mahrem dostlarının onda varlığım bildiği
o yürekten gelme nezaket ve terbiye ile, gülümseyişi ve ba­
kışı ile işaret ediyor: diğer birçoklarından daha sade ge-
yinmiş, daha zarif ve kibar, ne levent, ne de şık, lâtif, ba­
N E H İR 317

kışı şifin, on dokuz yaşında tatlı ve kumral bir genç ka­


dın. İmparator onu bir "kontr-dans” a davet ediyor, onun
letafetini ve sesindeki güzelliği methediyor; onun kusurlu
fransızcasmı alımlı buluyor; ve kadın Nopoleona mahcup
mahcup gülümserken henüz İmparatorun daha tamamı ile
aklında tutamadığı adı sarayın salonlarında ağızdan ağı-
za dolaşıyor: Kontes Valevska. Düraka: "Kimdir bu ka­
dın?” diye soruyor. Fakir düşmüş eski asilzadelerden, ih­
tiyar ve zengin bir kontla evlenmiş ki en küçük kız torunu
bile bundan on yaş daha büyükmüş.
Ertesi sabah İmparator ona: "Ben bir sizi gördüm, bir
size meftun oldum, bir sizi dilerim. N. un sabırsız hızını
yatıştırmak için çabuk bir cevap” diye yazıyor. Dürok ce­
vap elde edemeksizin geri geliyor. İmparator şaşırıyor.
Gerçi birkaç yıl evel, mirliva Bonapart istiskal edilebil­
mişti, fakat Napoleon asla. Prenses olsun, aşifte olsun ka­
dınlar, Napoleon onları bir bakışla ayırt etmeğe tenezzül
etti mi, hemen onun hoşuna gitmeğe can atarlardı. Bu ka­
dın kendini daha fazla iffetle müdafaa ettikçe onun gözü­
ne daha alımlı görünüyor.
"Ben hoşunuza gitmedim mi Madam? Bununla beraber
aksini ummakta hakkım vardır. Yanılmış mıyım acaba?
Sizin inhimakiniz yavaşlamış, benimki ise artıyor. Rahatı­
mı, huzurumu kaçırıyorsunuz! Ah! Size tapmağa büsbütün
hazır bir biçare kalbe biraz sevinç, biraz saadet verin. Bir
cevaba nail olmak bu kadar da mı güç? Bana iki cevap
borcunuz var. N.” Bu ikinci namede hiç bir hususiyet izi
yok; bir aşk mektubu koleksiyonu içinde bulunsaydı, kim­
se onun sahibini keşfedip çıkaramazdı. Bu name ne mağ­
31 8 NAPO LEON

mumdur, ne de ceberutî, ne müessirdir, ne de edebî; olsa


olsa biraz romanesktir. Bu defa da cevap yok. Aldığı em­
ri ikinci defadır intaç edemiyen yaverin vaziyeti ne vaziyet!
Öfkelenmek raddesinde olan İmparator sakin kalmağa
gayret ediyor ve:
— Şayet benim yalvarmalarım da, mevkiim de bu zarif
ve nazik varlık üzerinde hiç bir tesir icra edemedi ise, o
halde onu, vade benzer bir şeyle kazanmağa çalışalım” di­
ye düşünüyor. Ona şunları yazıyor:
"Öyle zamanlar olur ki lüzumundan fazla büyüklük in­
sana ağır gelir, işte ben bunu hissediyorum. Ah! Siz iste­
seydiniz... Bizi biribirimizden ayıran maniaları ortadan
kaldırmak yalnız sizin elinizde. Dostum Dürok size bu ça­
relerin kolayını bulacak. Ah! Geliniz! Dilediğiniz her şey
yerine getirilecektir. Siz benim biçare kalbime merhamet
ettiğiniz vakit vatanınız bana daha aziz olacaktır. N.”
Mahirane olduğu için muvaffakiyetle taçlanan bu üçün­
cü mektupta, kendi kendine cebren kabul ettirdiği kanu­
na itaatinden dolayı saadetini feda eden bu adamın feci
tecellisi keşfediliyor. Muhteşem sarayın içinde, elleri ar­
kasında gidip geliyor; için için bir hüzne müptelâ. Daima
yapyalnız, haftalardır her kadından uzak yaşıya yaşıya,
işte birden bire asık ve asebî oluyor. Kâtiplerini yanından
gönderiyor, ne kendi jenerallerini kabul ediyor, ne de mu­
rahhas heyetini. Atının eğerini, dizginini çözdürüyor. Et­
rafında bütün mekanizma duruyor: Saray da, ordu da,
Paris de, hattâ Avrupa da beklesin. Her birinden daha faz­
la esaret altına girmiş olan o, bugün vakayiin şiddetli kuv­
vetine kat’îyyen ramolmak istemiyor. O zaman kırkından
N E H İR
319

fazla yaşta bulunan karısının artık sihri altında kalmı-


yan bu otuz yedi yaşındaki adam kendisini iki defa red­
detmiş genç bir şahsa vuruluyor; onu teshir etmek için
her türlü iğva çarelerine baş vuruyor; onun gözünde
memleketinin hürriyetini büyültüp parlatıyor: bütün bu
şeyler, on yıl hissi bigânelikten sonra nihayet kendini aş­
kın tatlılığına salmak için yapılıyor.
Kadım ise korku almış, şu saatte etrafım amca, teyze,
hala, dayı çocukları, dostları sarmış; Polonyamn hürriye­
ti uğrunda kendisini feda etmesi için ona cesaret veriyor­
lar. Bu fikir ve ruh haleti içindedir ki kadın, nihayet, ak­
şam İmparatorun nezdine gidiyor. Tam üç saat göz yaş­
ları içinde geçen ilk vuslat. Napoleon kadım usul usul a­
vutuyor; korktuğu demir adamı bu kadar yumuşak bul­
makla kadın hayretler içine düşüyor.
"Mari, benim tatlı Marim, ilk düşüncem sensin, ilk ar­
zum seni tekrar görmek... Seni akşam yemeğinde görece­
ğim, dost öyle söyliyor. Şu çiçek demetini kabul buyur­
mağa tenezzül et; bu demet, bizim etrafımızı alan kalaba­
lığın ortasında seninle benim aramda gizli bir münasebet
tesis eden esrarlı bir bağ olsun. Herkesin bakışlarına ma­
ruz kalan bizler biribirimizle anlaşabileceğiz. Elini kalbi­
me basınca bileceksin ki o kalp baştan başa seninle meşgul­
dür, ve cevap olarak sen de demetini sıkacaksın! Sev be­
ni, benim şirin Marim, ve elin demetinden asla ayrılma­
sın! N.”
Üç gün içinde kadın ona bendoluyor; o zaman artık her
akşam geliyor; bundan başka Napoleon istiyor ki kadın
her şenliğe ve eğlenceye gelsin. Bu kadın onun için nedir?
320 NAPO LEO N

Annesinden sonra, dünyada yegâne mahlûk ki ondan hiç


bir şey istemiyor. Kendisinden mücevher taşları, saraylar,
taç, para, dünyanın bütün hâzinelerini, ummadık, bekle­
medik kadın tammış değildir. Bu, ondan bir şey istemi­
yor ve ona her şey veriyor. Kontes Valevska onun tehev-
vürlü ruhunun özlediği müşfik arkadaştır. Onu mümkün
olduğu kadar uzun müddet yanında alıkoyacaktır. "Alım­
lı bir kadın, bir melek! Denebilir ki ruhu da yüzü gibi gü­
zel!”
Jozefin gelmek mi istiyor? Şimdi mi? Gülümsiyor. Je-
neralleri, etraflarını kadınlarla sardırdığı halde kendinin,
seferleri sırasında hiç metresi olmadrğı cihetle bu sergü­
zeştin akisleri süratle Parise Jozefinin kulağına kadar gi­
diyor. Jozefin bekliyor ki imparator kendini çağırsın. Fa­
kat bu sefer de o, vakti ile kendini nice defalar aldatmış
olan kadım, çok nezaketle kandırıyor. Zamanı, yolları,
tehlikeyi öne sürüyor. Hayır, buna imkân yok! "Ben sen­
den fazla muazzep oluyorum, ne kadar isterdim ki şu mev­
simin uzun gecelerini seninle birlikte geçireyim. Daha me­
tin olmam talep ederim. Bana diyorlar ki daima ağhyor-
muşsun, vay! ne kadar çirkin bir şey! împaratoriça dedi­
ğin yürekli olmalı.”
Ve onu daha da aldatıyor: "Parise dön, orada şen ol,
hoşnut ol, belki ben de yakında orada bulunurum. Kendi­
si ile beraber yaşamak üzre bir kocaya vardığım söyleme­
ne güldüm, ben ise cahilliğimden, düşünüyordum ki ka­
dın koca için, koca da vatan için, aile ve şeref için yara­
tılmıştır; cahilliğimi affedersin, insan bizim güzel kadın­
larımız sayesinde daima yeni yeni şeyler öğreniyor...
N E H İR
321

B e n im le m u h a re b e le r d e b u lu n a n k a d ın la r d a n b a n a b a h s e t­
m e k le n e k a s te d iy o r s u n , a n la m ıy o r u m : Ş a y e t iç le r in d e n b i­
r i ile m e ş g u l o lm a ğ a m e c b u r o ls a y d ım , s e n i t e ’m iri e d e ­
r im k i d ile r d im o n la r g ü z e l b ir e r g ü l k o n c a s ı o ls u n . S e n in
b a n a b a h s e ttiğ in k a d ın la r s a k ın b u n e v id e h o lm a s ın ? ”
O n a b u y o ld a y a z ı y a z m a k ta n h o ş la n d ığ ın ı g ö r m ü y o r
m u s u n u z ? G ö n lü b a z a n n e k a d a r z e n d o s t v e h e rc a î, s a n ır­
s ın ız k i y e r y ü z ü n d e a s la i h t i lâ l d e d ik le r i ş e y o lm a m ış tır !
B ir k a ç h a f t a s o n r a t e k r a r s e fe r e ç ık tığ ı v a k it, K o n te s V a -
le v s k a y a k e n d is in i y a k ın z a m a n d a g e n e g e lip g ö re c e ğ in i
v a d e d iy o r .
Ve işte Rusya, ilk defa olarak onun önüne açılıyor; bir
çöle benziyor. Kar ve çamurla örtülü sonsuz istepler, yol
yok, ekmek yok. Hafif birkaç müfreze muharebesinden
sonra Çar geri çekiliyor. Ardına düşmeli mi? Bizi nerele­
re kadar içeri çekmek istiyor? Orduyu kim besliyecek?
Burada zapt ve müsadere edilecek hiç bir şey yok, bura­
sı zengin Almanya gibi değil, erzak ve mühimmat daha
vâsıl olmadı. Şayet yüz kadar Polonya yahudisi, ustalıklı
bir ispekülasyon sayesinde tedavül ve mübadeleyi kolay­
laştırmamış olsaydı, tekmil alaylar daha 1807 de mahvo­
luyordu. Arabası bu memlekette kullanılmayan imparator
at sırtında Pultuska gittiği vakit, kıt’alarının safları ara­
sında hoşnutsuzluk mırıltılarının deveran ettiğini işitiyor.
Sekiz yıldır, Akkâdanberidir bu biçim homurtuların ona
kadar geldiği yoktu. Jeneralleri ona askerler arasında in­
tiharlar vaki olduğunu söyliyorlar, binlerce aç adam or­
dudan kaçıp kendi başlarına sürtüyorlar, plaçkacılığa baş­
lıyorlar. imparator bir şey demiyor, çünkü bir şey diye-
Napoleon — 21
322 NAPO LEO N

mez. "Ben Fransızları bilirim... Bu adamlarla uzun sefer­


lere çıkmak kat’îyyen kolay bir şey değildir... Fransa lü­
zumundan fazla güzeldir.”
Nihayet, bin güçlükten sonra, Rusları, harbetmeğe ic­
bar ettiği zaman, muzafferiyetin ilk defa olarak onun e­
linden kaçmış olması şaşılacak bir şey midir? O Eylauda
yenilmiş değildir, fakat her iki taraf da büyük zayiat ver­
dikten sonra ordular biribirinden neticesiz ayrılıyor. Rus-
lara karşı sefere girişmemesi için bu, ilk ihtardır! Muha­
rebeden sonra yapılan rapor ona bildiriyor ki askerler
patatesleri söküyor, atlar çatıların üstündeki samanları
yiyor, memleket hasta askerlerle doludur, hiç bir miralay
artık elinde ne kadar adam kaldığım bilmiyor, imparator
diyor ki: "Burada iki üç gün kalıp sonra birkaç fersah
geri çekileceğiz, siz Torn (Thorn) a yerleşeceksiniz, Vis-
tül köprüleri üzerine jandarmalar dikilecek; ne hasta, ne
yaralı, hiç bir kimseyi geçmeğe bırakmıyacaklar, yalnız
kolu budu kesilmiş malûlleri bırakacaklar: Döküntü ne­
ferler hakkında takibatta bulunmıyacağız, onları kat’îy­
yen cezalandıracak değiliz.” Fakat böyle bir manzara bu­
gün ona evelki zamandakinden daha fazla dokunuyor.
Bundan başka evelden bazı bazı ıstırabını duymuş oldu­
ğu mide sancısı da çekiyor, onun için derdi ki: "Ben ken­
dimde vaktinden önce gelecek bir ölümün tohumunu ta­
şıyorum, ben de babamı götüren ayni hastalık yüzünden
mahvolacağım.” Hakikaten de tıpkı büyük babası gbi, ba­
bası gibi, amcası gibi, Lüsiyen ve Karolin gibi kendi da­
hi ayni hastalıktan ölecektir.
Kardeşine tekellüfsüzcesine yazıyor ki: "Biz burada ka­
N E H İR 323

rın, çamurun ortasında şarapsız, ekmeksiz, rakısız yaşıyo­


ruz.” Adamları Ostörod (Osterode) da sefil kışlaklarda
mandıraya tıkılmış hayvanlar gibi yaşarken, gıda diye bu­
labildikleri şeyi bir samanlıkta onunla paylaşırken, teb-
liğnameleri Pariste tam bir muzafferiyet, Rusların kaçtı­
ğım, ölü adedinin yalnız üçte birini bildiriyor ve diyor ki
işleri orada eyi gittikçe bir yıl daha kalacaklar!
O zaman, ikinci defa olarak görüyor ki sinirlerinin bek­
lemeye tahammülü yok; vakti ile Mısırda olduğu gibi bu­
rada da faaliyetsizlik onca çekilir şey değil. Paristen uzak­
ta böyle iki üç ay istirahat devresini, on beş yıllık salta­
natı esnasında artık ancak bir defa daha bulacak: çoktan
beridir artık kalbini tanımadığı bir şefkat izharı ile do­
lu olgun düşünceler, tedbirli müzakereler devresi.
Buzların çözülmesini beklediği esnada, sağlam Prusya
müstahkem şatosu olan Finkenstein, onun umumî karar­
gâhı oluyor. O şatoda büyük büyük ocaklar var ki içle­
rinde ağaç kütükleri yanabilir. "Ekseriya geceleyin kal­
kınca, ateşi görmek hoşuma gidiyor.” diyor. Cenahlar
da, avlu da elçileri ve kuriyeleri yatıracak kadar geniş.
Napoleon, on hafta müddetle dünyanın bütün bir kısmı­
nı oradan idare edecektir.
Yukarda, büyük yatak odasında, haşmetli merasim kar­
yolasının yanına küçük yol karyolasını kurdurmuş; fakat
yalnız, odasının hizmetine bakan Konstan (Constant) ile
memlûk Rüstem müstesna olmak üzre Polonyalı genç Kon­
tesin yandaki odada yaşadığını kimse bilmiyor. Kadın hiç
çıkmıyor, yahut da yalnız gece olunca çıkıyor, okuyarak,
örgü örerek, naaş işliyerek, sabır içinde bekliyor ki kapı
324 NAPO LEO N

açılsın. Napoleon yanına gelince kadın bütün varlığı ile


kendini ona veriyor; günde iki defa yemeklerini bir ara­
da baş başa yiyorlar. Bu sümmettedarik sarayın göbeğin­
de, şu iki odanın içine Napoleon nazik bir elle rüyasının
yuvasını kurmuş. Burada hiç sülâle davaları yok, hiç kıs­
kançlıklar veya mücevheratçıların hesap pusulaları yok,
hiç gösteriş yapmak arzusu filan yok; gizli, saklı yaşa­
mak; şimdi artık kendi de olanca aşkım Napoleona bağ-
hyan bu narin genç kadının bakışları yalnız böyle bir ar­
zuyu ifade ediyor.
Napoleon ona diyor ki: "Ben biliyorum ki, sen bensiz
yaşıyabilirsin... Biliyorum ki kalbini bana bağlamış değil­
sin, fakat sen eyisin, tatlısın, kalbin o kadar asil, o kadar
saf ki! Beni her gün senin yanında geçen bir iki saadet a­
nından da mahrum bırakabilir misin? Ben saadete ancak
seninle erebiliyorum, bir de beni yer yüzünün en mes’udu
sanıyorlar!”
O zaman bir tebliğname yeğeninin, veliahtımn, kıral
Luinin oğlunun öldüğünü ona bildiriyor. Bu haber onu
derin bir surette kederlendiriyor. Bununla beraber Joze-
fine yazdığı mektupta heyecanının başlıca sebebini söyle­
miyor. O, daha Kahirede iken, metresini kendine bir ço­
cuk versin diye sıkıştırmamış mı idi? Şayet şu sevdiği gü­
zel ve asil PolonyalI kadın ona bir veliaht verecek olsaydı,
acaba onu imparatoriça yapar mı idi? Niçin olmasın? Ka­
dının yüzüne bakıyor ve hiç bir şey söylemiyor.
Ya Paris?
Uzak Polonya istepinden kulağım payitahtına doğru
N E H İR 325

uzatıyor ve öğreniyor ki varidat düşüyor, bulvarlarda ha­


ince alaylar ve şakalar deveran edip duruyor.
Parisliler: — Bizim yeğitler nerede? diye soruyorlar.
Dikkat! Bora kopmadan önce hafif bir sağanak boşanır,
gök gürlemesine emretmesini bilen de uzaktadır. Şu halde
mağlûp Prusyalılara ayrı bir sulh arzediyor ve bir konfe­
rans teklifinde bulunuyor; fakat Kıralıça Çarın taraftarı;
Avusturya da onun temennilerine, teşviklerine cevap ver­
miyor.
O zaman, her taraftan tehdit altında kalan Napoleon,
o saatteki müşkülâta rağmen, gene eski zamandaki tasav­
vurlarına, İskenderin tasavvurlarına dönüyor. Möhürlü
büyük zarflarla mahmul kutyeler Finkenştayn şatosundan
ayrılıyorlar; sahillerden, en uzak dağlardan da diğerleri
geliyor. Bir Iran büyük elçisi büyük şimal karargâhına vü-
rudunu bildiriyor, şehinşahın murahhası garbın impara­
toru huzurunda eğiliyor. Ertesi gün, kararlaşıyor ki bu
zat Çarı, Gürcistanı Acem Şahma iade etmeğe davet ede­
cek; buna karşılık ta Şah Afganistanla Kandahar ahalisini
Ingiltereye karşı ayaklandıracak; Hindistana bir ordu gön­
derecek ve kendi eyaletleri içinden de Fransızların İmpa­
ratorunun kıt’atarına serbest geçit verecek.
Acem, şatodan çıkıyor çıkmıyor ki, nöbetçilerin büyük
hayreti önünde oraya âlâyı valâ ile bir Türk giriyor. Ba-
hadar hediyeler, altın avani ve İmparatora hitaben yazıl­
mış bir name getiriyor. Bu nameyi, gözlüklü bir müsteşrik
derhal tercüme ediyor. Polonyanm bu eski şatosunda, sır­
tım şömineye dayamış imparator, şarklının muğlak lisanını
en vazıh tabirlere irca ederek Sultana şu cevabı veriyor;
326 NAPO LEO N

"Benden bir kaç bin kişi istemediğine esef ettim; yalnız 500
adam istemişsin... Açık açık iste, ne dilersen sana o saat
gönderirim. Acem Şahı ile uzlaş, o da Ruslara düşmandır;
onu sıkı durmağa ve müşterek düşmana şiddetle hücum
etmeğe teşvik et... Hissediyorum ki senin topçu neferleri
ile kıt’alara inhtiyacın var. Ben onları elçine takdim etmiş­
tim, fakat o, müslümanların nazik noktasına dokunur kor­
kusu ile istemedi. Bütün ihtiyaçlarını emniyetle bana bil­
dir. Ben kâfi miktarda kudret ve şevket sahibiyim, ve ge­
rek dostluk cihetinden olsun, gerekse siyasetten yana ol­
sun senden hiç bir şey esirgemiyecek kadar da senin mu­
vaffakiyetlerinle alâkadarım.”
Kendine ümitsiz müracaatlarda bulunan kardeşi Luiye
de, aynı gün beş sahifelik bir uzun mektup, kırallara mah­
sus hakikî bir kitapçık gönderiyor; Jozefe ise Napolide
tutacağı hattı harekete müteallik talimat yollayor. Kıt’-
alarına kumanda edeceğine Breslavda güzel aktrislerle eğ­
lenen Jeroma raporlarının niçin daima natamam olduğu­
nu soruyor, ona vazıh malûmat versin: "Size ben evelce
bildirdim ki ahali isterse Şvaydniç (Schweidnitz) teki 500
kişiyi de boğar, Brig (Brieg) deki 400 kişiyi de boğazlar,
fakat bu adamlar bir tek noktaya toplanacak olurlarsa
kendilerini daha eyi müdafaa ederler... Teferruata girişin
ki veziyetinizi eyice anlayım.” Bundan başka Fransanın
her metropolidine de sureti mahsusada birer mektup gön­
deriyor, onları harbin Allahına hamdetmeğe teşvik, fa­
kat hakikatte her biri üzerinde şahsî olarak tesir icra et­
meğe çelışmak için... çünkü haber almış ki papazların şu­
uru gittikçe onun nüfuzu ile Papanın nüfuzu arasında
N E H İR 32 7

tefrikaya düşmeğe başlamış. Fuşeye, Madam dö Staele,


nüfuzuna dair, Foburgdaki aristokrat salonlarına dair on
iki kadar emir gönderiyor. Parisin iki büyük tiyatrosu,
vezneleri ve repertuvarları hakkında malûmat edinmek
istiyor, şunu da soruyor: "Kütüphane muhafızım nerede­
dir, bana bildiriniz, öldü mü, yoksa sayfiyede mi? Onun
sanatını yapmak öyle rahat bir şey olurdu ki. Yeni çıkan
şeyleri, edebiyatta yeni risale filan ne varsa bana gönder­
mesini ona emretmiştim, bundan bahsedildiğini duyduğum
yok.”
Gençlik sade eski tarihi öğrenmeyip, şimdiki zamanın
tarihini de öğrensin diye bir Tarih Mektebi halketmeği
tasavvur ve mütalea ediyor. Dahiliye nazırına: "Edebiya­
tın teşvik edilmeğe ihtiyacı var; güzel san’atların bütün
muhtelif şubelerini silkip uyandırmak için bana bazı ça­
reler teklif edin.” Madlen (Madeleine) kilisesi ile yeni
Borsamn inşaları hakkında malûmat verilsin. Bibliyotek =
kütüphane (Bibliothèque) de işlenmemiş bir çok kıymetli
taşlar olacak. Bunları Paristeki hakkâklara dağıtmak lâ­
zım. Bu, sanayii teşvik eder, artistlere de iş çıkarır.” Altı
milyonu imalâthanelere ne yolda taksim etmeli ve bu mas­
rafı nasıl kapamalı? Şahsî hâzinesinden iki milyon kaldı­
rılsın da Saraylarının güzelleştirilmesine harcansın. Paris-
te, gûya Bükreşten veya Tifüsten geldikleri söylenip te
Rusların perişanlığını gösterecek mevat ve emtia imal e­
dilsin.
Sessiz muhibbesine gülümsüyor: "Bu, senin tuhafına mı
gidiyor? Bil ki ben bana tevdi ve havale edilen makamın
vazifesini lâyıkı veçhile görmeliyim. Ben milletlere ku­
328 NAPO LEO N

manda etmek şerefini aizim; bir pelittim, koca bir meşe


oldum. Ben yüksekte duruyorum, uzaktan da, yakından
da beni görüyorlar, beni tarassut ediyorlar. Bu vaziyet
bazan beni, bana tabiî gelmiyebilen bir rol oynamağa ic­
bar ediyor... Fakat ben herkese karşı meşe gibi duruyor­
sam da, yalnız seninle tekrar bir küçük pelit olmaktan
zevkalıyorum.”
Halim ve sakin sadelik! Mari Valevskanın yanında ge­
çirecek bir gecesi daha kalmış; işte bahar da, harp da nerede
ise tekrar başlayacak, sevda sonuna varıyor. Fakat biri-
birlerini tekrar görecekler, bundan ikisi de emin, ve şayet
İmparator onu unutursa, onun ona verdiği yüzükte: "Sen
beni sevmekten artık vazgeçtinse, unutma ki ben seni se­
viyorum” sözünü okuyabilecek.

XV
Niemen üzerinde, Tilsitin önünde büyük bir sal demir
atmış, halılarla kaplı direkleri, haziran güneşi altında pa­
rıl parıl parlıyan ve bayraklarla donatılmış bir çadırı tu­
tuyor. Fransız ve Rus bayrakları rüzgârla dalgalanıyor.
Nehrin kıyılarından bir yanda Garp İmparatorunun, öbür
yakada da Şark İmparatorunun hassa alayları yığılmış du­
ruyor; karşılıklı kıyılardan kayıklar ayni zamanda ayrı­
lıyor, İmparatorla Çar bir arada Sulh çadırından içeri gi­
riyor. Daha on gün önce biribirleri ile dövüşmüş olan
kıt’alar, hurra bağırıyorlar ve mes’ut haberi biribirlerine
muştuyorlar: dün biribirine düşman olan hükümdarlar,
kucaklaşmışlar, dost olmuşlar.
Friedlandda yeni büyük bir muzafferiyetten hemen son-
N E H İR 329

ta Napoleon, âdeti veçhile, mağlûp Çara elini uzatmıştı,


ve daha ilk başlangıç mülâkatında ona, — Sultan kendi
fikrine yanaşmıyacak gibi göründüğünden — belki günün
birinde Ayasofyanın kubbesi üstüne haçı dikebileceğim de
sezdirmişti.
İmparator, teklifinin yapacağı tesiri önceden hesaplamış;
biliyor ki muhatabı olan zat zayıf fikirli, mistik ve roman­
tik bir adamdır. Yanılmamış: Çar sulhu derakap kabul
etmiştir. Ve işte bugün Austerliç ile Friedlandın iki mu-
hasımı yüz yüze. Napoleonun açık mavi gözleri rakıybini
sovuk kanlılıkla tetkik ediyor. Daha ilk andan itibaren
onun kadınlaşmış hututunu, zarif edasını, pembe tenini
farkediyor; işitmesi de, görmesi de kusurlu. Napoleon
kendi kendine: "Bu adamı kazanmak kolay olacak” diyor.
Filhakika, iki haftadan daha az bir zaman sonra, iki
düşman iki müttefik olmuş. Ne oldu da böyle oldu?
Napoleon diyor ki: "O, sevimli ve alımlı bir delikanlı,
bir roman kahramanı;” ve romanlardan nefret ettiği ci­
hetle zahiren teveccühkâr olan bu fikir, onun ağzında sert
bir tenkide bedeldir: fakat şu sözü de ilâve ediyor: "O,
güzel bir delikanlıdır ki farz olunduğundan ziyade fikre
sahiptir.”
Daha sonraları onun hakkında çok derin şeyler söyliye-
cektir: "İmparator Aleksandr o simalardan biridir ki si­
zi cezbederler, ve kendileri ile temasa gelecekler üzerin­
de tamamı ile hususî bir sihir icra etmek üzre yaratılmı­
şa benzerler. Ben sırf şahsî tahassüs ve intihalara kapılır
bir adam olsaydım, ona bütün kalbimle bağlanabilirdim.
Fakat, bu büyük fikrî haslatlarla kendi etrafında bulu­
NAPO LEO N
330

nanları bendetmek san’atının yanında, onda birşey daha


var ki tarif edemem. O, bilmem öyle bir şey ki size, her
işte onda daima eksik kalan bir nokta var demekten daha
eyi bir surette izah edemem. Daha garibi şudur ki, muay­
yen bir hal veya hususî bir şart içinde onda eksik kalacak
şeyin ne olduğu önceden kesdirilemez; zira onda eksik
olan şey nihayetsiz derecede tenevvii eder.” Dostluğu ken­
disi için kıymetli olan bu zenneleşmiş adam hakkında ver­
diği hüküm, şu bunaltıcı iltifatla ifade edilir: "Eğer Çar
kadın olmuş olsaydı, zannederim ki ben onu maşuka edi­
nirdim.”
Bu zayıf mahlûkun kuvvetli adam tarafından derhal
teshir edilmesinde, bilâhare de onu tamamı ile kadınca bir
sebatsızlıkla terkedilişinde şaşılacak hiç bir cihet yoktur.
Aleksandrı hiç kimse Metternih kadar tasvir edememiş­
tir: "Aleksandrin mizaç ve seciyesi erkek haslatları ile ka­
dın zaaflarının garip bir halitasını arzederdi. Muhakemesi
daima en ziyade makbulü olan fikirlerin tesiri altında ka­
lırdı, bu fikirler ona anî bir ilhamdan gelir gibi bir şeydi.
Az çok dolambaçlı ve karışık sıkıntılarla engellerin o a­
ğır yekûnu da bundan ileri gelirdi, cezrî farklarla biri-
birinden ayrılan insanlar ve şeyler hakkındaki ifratlı hay­
ranlıkları da bundan ileri gelirdi. O anda teveccühüne maz-
har olan adam kim ise kendini tamamı ile ona verir, far­
kına bile varmaksızın, önce meşbu bulunmuş olduğu ka­
naatten, kendisine bazı fertler hakkında kazandırdığı min­
net hatırasından başka hiç bir hatıra saklamamağa varır­
dı. İlhamları şiddetli ve içten gelme idi; ve söylemesi ga­
rip, bu ilhamlar muntazaman devir devir gelir geçerdi.
N E H İR
331

Sözünün eri idi, ve kolaylıkla mecburiyetler altına girer­


di; fakat fikirleri kolaylıkla bir sistem şekli aldığı ve mü­
temadiyen değişmiye meyyal olduğu cihetle, verdiği sö­
ze karşı olan saygısı vicdanını rahatsız eder, vaz’ını ve
tavrını sıkar, onu nefsi için zahmetli olduğu kadar umu­
mî dava için de muzır bir vaziyete sokardı... Seciyesinde
ne kendini hakikî bir ikbal düşkünü kılacak kadar kuv­
vet vardı, ne de onu basit öğünmenin hudutları içinde bı­
rakacak derecede zaaf vardı. Umumiyet itibarı ile kana­
atle hareket ederdi, ve şayet bazan iddialar ileri sürüldü­
ğü olur idi ise de, bu hal hükümdar muvaffakiyetlerin­
den ziyade mond adamının küçük muzafferiyetlerine ma­
tuftu... Her devir aşağı yukarı beş yıllık bir zaman ihtiva
ederdi... O zamanlar, kelimenin bütün manası ile liberaldi.
Napoleonun şiddetle düşmanı idi ve hem ondaki despot­
luktan nefret eder, hem de fatihliğinden iğrenirdi. 1807
de, görüşünün tarzında büyük bir değişiklik husule gel­
di. Hattâ 1808 de şahsî duygularında Fransızların İmpa­
ratoruna karşı tamamı ile teveccühkâr bir istikamet de­
ğişikliği bile oldu.”
Tam beş yıl sonra, aralarında yeniden harp ateşi par-
lıyacaktı. İnsanlardan eyice anlıyan Napoleon bunu şüp­
hesiz daha, içinde iki saat müddetle, dünyayı paylaşmağı
konuştukları bayraklı çadırın altındaki ilk mülakatları a­
nından itibaren sezmişti. Herhalde uzun av gezintilerin­
de ve sonu gelmez ziyafetler esnasında onun mahrem ka­
naatini anlamış olsa gerektir. Napoleon Çara üstatça bir
maharetle muamele ediyor. Önce dilirane ve mültefit dav­
ranarak Rusların kahramanlığına karşı hudutsuz hayran­
NAPO LEON
332

lığım beyan ediyor, sonra başkalarının huzurunda — söz­


lerinin Çara nakledileceğinden emin bulunarak — onun
sihrü füsununa kapılmak korkusundan nerede ise kendi
etrafım kendi nazırları ile sardıracağından bahsediyor.
Sofrada, âdeti hilafına olarak kendi yıldızının parlaklı­
ğından memnuniyetle bahsediyor ve Mısırda başına gelen
harikulade bir vak’ayı hikâye ediyor. Eski bir duvarın göl­
gesinde uyurken duvar yıkılmış da ona değmemiş, uyan­
dığı vakit elinde bir taş hissetmiş: bu, şaşılacak bir gü­
zellikte Augustun karnesi imiş. Acaba hangi dram müel­
lifi bundan daha ustalıklı, ve bu vesveseli genç mistiğin
muhayyilesini çelmek için bundan daha eyi bir şey tertip
edebilir.
Çar, bu şaşılacak adamı bütün ruhile dinliyor. Ah! o­
nun her bildiği bilinse idi! "Hissediyorum ki ben sizin
gibi imparator değilim; ben generallerimin elindeyim.”
Askerlik san’atı hakkında da ona bin sual soruyor ve atta
gezerlerken kemali saffetle ondan soruyor ki:
— Şuradaki şey bir mevzi midir? Ona nasıl hücum edi­
lebilir, o nasıl müdafaa edilebilir?
" H er şeyi o n a iz a h e d e rd im . Şayet ben, A v u s tu ry a y a
k a r ş ı h a rb e d e c e k o lu rs a m o d a g e lip m u h a re b e s a n ’a tım
ö ğ re n m e k iç in b e n im e m r im a ltın d a 3 0 .0 0 0 k i ş i li k b ir k o ­
la k u m a n d a e d e c e k ti.”
Bir kadım iğfal için bile bundan daha ustalıklı davra-
mlabilir mi? Tecavüzî ve tedafüi ittifak biraz sonra ak-
tedilmiştir.
Gizli bir nota: "Elb ile Niemen arasındaki memleketler
umumiyetle top darbelerinden evvel gelen iğne darbeleri­
N E H İR 333

n i z a r a rs ız k ıla r a k ik i b ü y ü k İ m p a r a to r lu k a ra s ın d a b ir
h a il te ş k il e d e c e k tir” d iy o r. B u m u a h e d e d e , h e r b iri d e
a n c a k a lm a k iç in v e r i y o r . Ç a r P ru s y a y ı fe d a e d iy o r, İm ­
p a r a t o r d a P o lo n y a y ı. G e r ç i b iri d e, ö te k i d e b ir k a d ın a
v a t a n ım k o ru y a c a ğ ın ı v a d e tm iş s e d e... O ra d a , B a ltık k ı ­
y ı la r ın ı n n ih a n b ir k a s a b a s ın d a ik i a d a m b i r h a r ita n ın ü s­
tü n e e ğ ilm iş le r, â d e ta ş u u rs u z lu ğ a v a r a n b ir s ü k û n e t iç in ­
d e o h a r it a y ı t ı p k ı A n t u v a n ile t r iu m v ir le r i n fa c ia s ın d a
o ld u ğ u g ib i k ü ç ü k k ü ç ü k p a r ç a la ra b ö lü y o r la r . İ m p a r a to r
Ç a r a : K o b u r g u , M e k le m b u rg u , O ld e m b u rg u , k e n d is i ile
m ü t t e f ik o la n b u y e r le r i te s lim e d iy o r ; b u n a k a rş ı d a K a t -
t a r o ile lo n y a a d a la r ım k e n d i p a y ın a a lıy o r . F a k a t A l e k ­
s a n d r B o ğ a z iç i m e s ’e le S in e y a n a ş ın c a N a p o le o n : " N e , İs­
ta n b u l m u ? F a k a t b u , d ü n y a y a h ü k m e tm e k d e m e k o l u r ! ”
d iy e b a ğ ır ıy o r . K a t ’î sö z, tâ ip tid a d a n b e r i b ü z ü lü p s a k ­
la n m ış o ld u ğ u k a lın n o t a v e m ü z a k e r a t y ığ ın ın iç in d e n
b ir d e n b ir e m e y d a n a ç ık ıy o r. İk i a d a m , d ü n y a y ı, a r a la r ı n ­
d a p a y la ş m a k is te d ik le r i z a m a n , a r a la r ın d a m ü c a d e le z a ­
r u r î o la r a k p a tla k v e r iy o r .
P ru s y a k ı r a lı m d a v e t e d iy o r la r . K a f a s ı d a , tu tu m u d a
o lm a d ığ ı c ih e tle ik i im p a r a t o r d a o n u m ü h im s e m iy o r. N a ­
p o le o n , m a h re m iy e tin d e , o n u n h a k k ın d a , " m a h d u t b i r a ­
d a m d ır, h ü n e rs iz in , liy a k a ts iz in , s e c iy e siz in , b irid ir” d i­
y o r ; o n u n , h u s a r ü n ifo r m a s ın a v a r ın c a y a k a d a r h e r ş e y in i
a y ıp lıy o r . K ı r a l P ru s y a n rn m u k a d d e r a tı iç in t i r t i r tit r i-
y e r e k k o r k tu ğ u c ih e tle v e o n u k u r ta r m a ğ a g iriş m e k e m e ­
l i i le K ı r a lı ç a m n d a T ils it e g e lm e s in i ric a e d iy o r. İ m p a ­
r a t o r d ü ş m a n ı o la n g ü z e l k a d ım ta n ım a y ı m e r a k e ttiğ i ci­
h e tle , o n u g ö rm e k te n z e v k a la c a ğ ım iş ra p e d iy o r. B i t a r a f ­
NAPO LEO N
334

lık bahanesi ile, onu karşılamağa çıkmıyor, fakat ona gü­


zel bir ev döşetip hazırlatıyor, esasen Kıralıça da orada hiç
oturmıyor ya... Parlak bir maiyetle Napoleon Kıralıçanın
yanına varıyor, kendi, gene her vakitki gibi gayet sade...
Kıralıça onu merdivenin üst başında bekliyor; beyaz
ipek bir elbise geyinmiş, eski mücevherler takmış takış­
tırmış; güzel ve mahzun. îlk temasın zahmetini gidermek
için, alnnlı bir tabiîlikle bir söz buluyor: "Bu dar merdi­
venin kusuruna bakmayın S ir!”
— Böyle bir hedefe vâsıl olmak için nelere katlanıl­
maz!”
Fakat İmparator bu şaka makamında söze devam etti­
ği ve bu güzel ipeğin Silezyada mı dokunduğunu sorup
öğrenmek istediği cihetle kadın şu cevabı veriyor:
— Sir, biz burada ufak tefek teferruatı müzakere etmek
için mi bulunuyoruz? Ben hem zevce, hem de anayım, ve
bu sıfatla Prusyamn mukadderatım size emanet ediyorum.
O memleket ki nice rabıtalar beni ona bağlıyor, orada bi­
ze nice dokunaklı sevginin delilini göstermişlerdir: ben
saadeti sizden istiyor, sizden bekliyorum.”
—. Madam tekrar Berlinde bulunmaktan mahzuz mu o­
lursunuz ?
— Evet, Sir, fakat her türlü şerait altında değil. Bizi
tekrar oraya elemsiz kedersiz döndürmek ve bizim rabı­
tamızla minnetimizi kendine borç tanıtmak Zatı Şahane­
lerinin elindedir.
— "Madam, şüphesiz ki gayet bahtiyar olurum” diyor ve
gayet ağır bir surette ona: "Sizin elinizde bulunan vesait
N E H İR
335

gibi öyle gayet zayıf vesait ile bana karşı harbetmeğe na­
sıl cür’et ettiniz Madam?” diye soruyor.
— Sir, bunu Zatı Şahanenize söylemeliyim, ikinci Fre-
derikin şan ve zaferi bizim kendi şevketimiz hakkındaki
fikrimizi yanıltmıştı.
— Halbuki ben ona bir çok defa sulhu teklif ettim.
Austerliçten sonra Avusturya daha ustaca hareket etti.
Bizzat siz, benim Prusyaya olan dostluğumu anlamadınız
m ı?

— Zatı Şahanenizin kalbi çok neciptir, büyük haslatla-


rma çok daha büyük bir seciyeyi inzimam ettirmektedir
ki o, benim ıstıraplarıma karşı duygusuz kalamaz.
— Maatteessüf, Haşmetpenah, menfaati umumîye ekse­
riya şahsî mülâhazalarla zıttır.
— Ben politikadan hiç anlamam, fakat sizden bir tazar-
ruda bulunmakla haysiyet ve itibardan düşeceğimi zan­
netmiyorum.
Napoleon onu gittikçe büyüyen bir alâka ile dinliyor,
o da İmparatorun ağzında ve gülümseyişinde bir eyilik
işareti farkediyor ki ona muvaffakiyetini tepşir ediyor,
fakat tam o sırada Kıral içeri girince muhavere kesiliyor.
Her ikisinin de kendi şereflerine olan bu mülâkatın hiç
bir siyasî avakibi olacak değildir, fakat bir takdir ve hür­
metle onları biribirine yaklaştıracaktır. İmparator bir nevi
şuhlukla Çara diyor k i:
"Prusya Kıralı tam vaktinde içeri girdi, bir çeyrek
saat daha geç gelmiş olsaydı, Kırahçaya her şeyi vadettim
gitti idi. Çok alımlı bir kadın. Hürmeten ! insan onum ba­
NAPO LEO N
336

şından tacı alacağına, ayakları altına bir taç koyacağı ge­


liyor.”
Kıralıçayı bir çok vesilelerle gördükten sonra, Jozefine
yazıyor ki: "Prusya Kıralıçası hakikaten alımlı; bana kar­
şı serapa şuhluk gösteriyor, fakat sakın bunu kıskanmıya-
sın, ben öyle bir muşambayım ki bütün şeyler üzerinden
akıp gider. Zendostluk etmek bana çok pahalıya oturur.”
Onun, vakti ile kendine canavar diyen kadının üzerinde
bıraktığı tesir ise daha hayret edilecek bir şeydir. Kadın
yazıyor ki: "Başı güzel, yüzündeki çizgiler mülâhazalı bir
adam olduğunu gösteriyor, bir Roma İmparatorunu dü­
şündürüyor. Gülümsediği zaman ağzı eyiliği ifade edi­
yor.”
Napoleonun en büyük fetihlerinden biri de budur. Kı-
ralıça Luiz ondan nefret etmek hakkını haizdi: onun ö­
nünde tezellül etmişti de o gene eğilmemiş, dimdik dur­
muştu. Esasen, biraz sonra kadın onun sinirine dokunma­
ğa başlıyor. Her şey imzalanıp İmparator da Çara olan
dostluğu münasebeti ile Prusyayı tamamı ile inhilâl et­
mekten kurtardıktan sonra, Napoleon Kıralıçayı arabası­
na götürür, Kıralıça da ona, kendinin ebedî minnetine hak
kazanması hususunda ısrar ederken, Napoleon mükâleme-
yi birdenbire kesiyor ve alay ederek şu cevabı veriyor:
"Ne istersiniz, Madam, ne yapalım, ben acınacak bir a­
damım, bu da benim kötü taliimin bir tecellisidir.”

X VI
Ya Paris?
"Kabil değildir ki Avrupamn bir ucunda, Pa,risten 2000
VII
N E H İR
337

fe r s a h u z a k ta b u lu n d u ğ u m z a m a n k ö tü v a t a n d a ş la r ın p a ­
y ita h tım ı k a r ış tır m a la r ı iç in s a h a y ı s e rb e s t b ır a k a y ım .”
Ş im d i, e n u z u n s ü re n b u o n a y lık g a y b u b e tin d e n s o n ra
N a p o le o n h ü k ü m e tin d iz g in le r in i e n e r ji ile t e k r a r e le a la ­
c a k t ır ; z ira ü r k e r e k g ö r ü y o r k i m u te riz P a r i s li le r o n u n
n ü fu z u a ltın d a n k u r t u lu p k a ç m a ğ a b a ş lıy o r la r . A la y la r ,
ş a r k ıla r b u lv a r la r ı ş e n le n d ir iy o r , ş e h rin o n u n s e f e r le r i i le
e ğ le n m e s i v e h a y r a n k a la c a ğ ın a r e y b ilik iç in d e is tih z a e t­
m e s i h o ş u n a g itm iy o r. E v e t, b u P a r is lile r e k a d if e b ir e l­
d iv e n iç in d e d e m ird e n b i r e l lâ z ım , b e lk i d e k a d if e n in b i­
ra z h a v ı d ö k ü lü r ... B u ra d a n e h a f i f b i r m a k a m t u t t u r u l­
m u ş ! G e n e , h e rk e s in d ile d iğ in i s ö y le y ip , b a s tırıp , n e ş re t­
t i ğ i D i r e k t u v a r z a m a n ı m ı g e le c e k ?
G a z e te le r le t i y a t r o la r ü z e rin e y e n id e n s e r t b ir s a n s ü r
ç ö k ü y o r. T a r i h î p iy e s le r o ls a o ls a a n c a k b irç o k a s ır e v e l
g e lip g e ç m iş e sk i v a k ’a la r a d o k u n a c a k , v e k e n d in in e n b e ­
ğ e n d iğ i m ü e lli f o la n K o r n e y d e n , ş im d ik i z a m a n a is te m e k ­
s iz in d o k u n u r f ı k r a l a r k a ld ır ıla c a k . B u n d a n b ö y le İ m p a ­
r a t o r u n f i k r i sa d e b ir o p e r a n ın k a b u lü h u s u s u n d a a lın a ­
c a k d e ğ il, f a k a t k ita b ın se ç ilm e s i h u s u s u n d a d a s o r u la c a k ;
m ü e lli f le r i n d in î m e v z u la r a y a n a ş m a s ı y a s a k ; b ilâ k is esa-
ti r i y a t k e n d ile r in e ş a y a n ı ta v s iy e d ir .
N e f r e t e t t iğ i c iz v itle r in m e k t e p le r in i ö r n e k tu ta r a k b ir
d a r ü lf ü n u n te s is e d iy o r ; b u n u n m ü d e r r is le r i a s k e r lik te n
m u a f tu tu la c a k , f a k a t iç le r in d e n b a z ıla r ın a b e k â r lık c eb ­
r e n k a b u l e ttirile c e k . Ş a to b r ia n a m üm anaat g ö s te r ilm iş ,
M e r k ü r d ö F ra n s (Mercure de France) t a t ile u ğ r a tılm ış ­
tır , z ir a m u h a le fe te m e n s u p s a lo n la r d a İ m p a r a to r u te n k i­
d e c ü r ’e t e tm iş v e T a s it ( T a c ite ) i c e b b a r v e m ü s te b it N e -
Napoleon — 22
NAPO LEON
358

ronun müntakimi olmak üzre zikretmiştir. Rica ve istida­


sına rağmen Madam de Staelin, tekrar Fransaya girmesine
müsaade vermiyor, "çünkü bu kadın, aklına düşünmek gel-
miyenlere veya düşünmeyi unutmuş olanlara düşünmek
öğretiyor.” Arşi-Şansölyeye (baş mabeyinciye) yazıyor ki:
"Mösyö R. i getiriniz; karısının bir budvarı var ki Parisin
yüz karasıdır.” Fuşeye: "Sizin, Parisin polisliğini hiç yap­
tığınız yok, ve bedhahlara sahayı açık bırakıyorsunuz, is­
tedikleri şayiayı çıkarıyorlar. Lokantacı Siterni dedikleri
adamın dükkânı ile Fua (Foy) kahvesinde cereyan eden
muhaverelere göz kulak olun.” Ve gençliğin, onun Alla­
hın süedasından olduğunu eyice bilmesi için, Fransa ço­
cuklarının şu aşağıki akait duasını ezberden okumakla
mükellef tutulmaları lâzım:
"Birinci Napoleona karşı bizim vazifelerimiz nedir? Biz
ona sevgi, saygı, sadakat... selâmetine imanlr dualar borç­
luyuz... Zira Allah bizim İmparatorumuzu sulhta olsun,
harpta olsun kendi mevhibeleri ile izaz ve ikmal ettiği
için... Onu yer yüzünde zatının tasviri kılmıştır...”
İşte Napoleon işi bu raddeye vardırmıştır. Üç yıl önce
taç geydği gün, demişti k i: şayet kendini Ebedî ve Ezelî
Ebbin oğlu ilân etmiş olsaydı ona ıslık çalmadık pespaye
kalmazdı... Artık 9 , aynı adam değil mi? Bununla bera­
ber dün olduğu gibi bugün de lüks ile boş zavahirden iba­
ret olan her şeyi reddediyor. Çalışma odası için hiç yeni
masraflara girmiyor. Orada yalnız büyük yazı masası ile,
imlâ ederken ayakta dolaşmadığı vakit üstütlde oturduğu
bir kozöz, iki yüksek kitap dolabı, bir kaç avize, ayaklı
lâmba ve bir de Büyük Frederikin büstü bulunuyor. Di-
N E H İR
339

ger; bir odada da ise yalnız Sezar var. Hesap puslalarını


gözden geçirirken: "Benim sanî mülâzimliğimde bu şey­
ler çok daha ucuzdu. Ben bunlara başka birinden daha
fazla para vermek istemem.” Sarayın tiyatro salonunu ye­
nilemek mevzuu bahsolduğu zaman da: "Fakat bir çok
peykem ve avizelerim olacaktır gibime geliyor. Taç gey-
diğim zaman, bu neviden döşemeler için büyük masraf­
lara girildi idi. Bunlar hâlâ mevcut bulunsalar gerek.”
Mösyö dö Remüza, onun esvaplarına tahsis edilmiş
20.000 franklık bütçeyi aştığı gün azledilmiştir, halefi biz­
zat İmparator tarafından tanzim edilmiş bir liste alıyor:
"Zannederim ki başka daha bazı tasarruflar yapılabilir.
Terzinin eyi mal vermesine dikkat ve nezaret ediniz. Ye­
ni şeyleri bana, teslim edildikleri gün göstereceksiniz ki
ben onları tecrübe edebileyim, sonra bunlar gardıroba yer­
leştirilecek.”
Her üç ayda bir teslim edilecek üniformalar hakkında
demiştir ki: "Bu redingot üç yıl dayanacak. Beheri 80 er
franktan 48 külotla beyaz yelek = 3840 frank teslim olu­
nacak. Her hafta bir külotla bir yelek teslim edilecek ki,
her biri 3 yıl dayanacak; her on beş günde bir çift olmak
üzre, 24 çift çorap 2 yıl dayanmalı = 312 frank.” Yalnız
gömlekler fazla miktarda sipariş ediliyor; haftada kendi­
sine bir düzine gömlek lâzım, ve bunlar altı yıl dayan­
malı.
Ordugâhta olduğu gibi hususî hayatında da Napaleon
demek ki aynı adam olarak kalmış: îhtiyaçstz bir adam.
Fakat saraya, teşrifata, şahane haşmet ve debdebeye, ken­
disi tarafından her nevi kudretten mahrum bırakılmış o
NAPO LEO N
340

muattal monda yalnız çok para feda etmek şöyle dursun,


kıymetli vaktini de, ve dahası var, üstelik şanım, hürri­
yetini de feda edecek.
Sen-Jermen foburgunun jantiyyomları saraya geldikle­
ri vakit, vakti ile* kendisi daha Harbiyede iken, nobran­
lıkları ile biçare mektepli kalbini yaralamış olan
aynı adamların şimdi kendi huzurunda eğildikleri­
ni görmekten hoşnut kalarak gülümseyor. Mon-
moransiler (Montmorency), Monteskiyö (Montesquieu),
Radzivil (Radziwill), Noay (Noailles), Narbon
(Narbonne), Türen (Turennes) 1er, gasıbr öldür­
meğe ahdetmiş olan bütün bu adamların, hepsi de Tüilö-
riye geliyor. Bunların aralarında alman üniformaları ile
Ren prensleri de mahmuzlarım şıkırdata şıkırdata Sarayın
odalarında geziniyorlar; Meklemburg Prensi İmparatori-
çaya âşıkdaşlık ediyor, Bad ve Bavyera prensleri de Dev­
let Şûrasına iştirake mezun kılınıyor: Eski asilzadeler için
hoş vakit geçirmek, İmparator için ise cemiyetin bu sını­
fım da kazanmak yolu...
Saltanatı ahdinin en tat kaçıracak vak’ası bu devre tesa­
düf eder: Napoléon yeni bir asilzadelik yaratıyor. O, ki
en liyakatlilere ya mülazim, ya da kapiten unvanı veriyor;
o, ki bir ambarda geçen hayata zabitleri ile bir arada kat­
lanıyor ve açık ordugâh hayatım adamları ile birlikte sü­
rüyor; o, ki hangi sınıftan olurlarsa olsunlar değer sahi­
bi adamları şana şerefe davet ederek medenî kanunda irsî
imtiyazları lâğvediyor, — gene o aynı Napoléon yeni bir
asilzadelik yaratıyor; "çünkü bir babanın çocuklarına yal­
nız servetini değil, kendisine şeref vermiş temayüz nişane­
N E H İR
341

lerini de bırakmak arzu etmesi İnsanî bir şeydir.” Prens,


kont, dük unvanlarım artık filân müşürlerini, nazırlarım
veya ayanım hususî surette mükâfatlandırmak için değil
de, oğulları, torunları — belki de o bir işeyaramazlar,
o atıllar, o zenginleşmişler, o nesli bozuk züppeler —, il­
gası için bunca kan dökülmüş olan o imtiyazlardan yeni
baştan istifade etsinler diye dağıtıyor. Lejiyon donörün
bile kıymeti şu vakıa ile düşüyor ki bundan böyle hamil­
leri bu temayüzün rütbe ve iradım, bunlara tamamı ile
hayalî bir şan irae ederek çocuklarına dahi intikal ettir­
meğe salâhiyettar olacak. Yüksek makam sahipleri de ken­
di unvanlarım varislerine miras bırakabilecekler, gerçi me­
muriyetlerini değil; fakat bu hareket Kod Napoleonun ru­
huna taban tabana zıt. imparator diyordu ki: "Hürriyet,
miktarı az, fakat tabiat tarafından insanların umumundan
daha yüksek meleklerle imtiyazlanmış bir sınıfın ihtiya­
cıdır. Şu halde insan, onun cezasını çekmeden ona karşı
koyabilir. Müsavat ise, bilâkis, kütlenin hoşuna gider. Ben,
artık doğuşun bugün köhnemiş ve yıpranmış meselesine
bakmaksızın filân ve filâna bahşedilmiş unvanlar vermekle
o kütleyi kat’îyyen yaralamış ve kırmış olmıyorum... Be­
nim unvanlarım bir nevi iftihar tacıdır; onlara işler ve e­
serlerle liyakat kazamlabilir. Esasen insanlar, idare ettik­
leri adamlara zaten kendilerinde mevcut olan aynı hare­
keti verdikleri zaman mahirdirler, imdi, benim bütün ha­
reketim yükselen bir harekettir, milleti de aynı surette
galeyana getirecek bu kabîl bir hareket lâzımdır... Bilhas­
sa benim unvan verip yükseltmiş olduğum, ve bunca bü­
yük atiyeler bahşettiğim bütün bu asillerin, bu düklerin,
342 NAPOLEON

biraz benden müstakil olacaklarını görmiyor değilim. Ni­


şanlarım takıp zengin de olunca benim elimden kurtulup
kaçmağa çalışacaklar ve ağlebi ihtimal "vaziyetleri ve hal­
leri hakkında fikir” dedikleri şeyi alacaklar; oh! onlar
çok koşmadan ben onları ensesinden tutmasını bilirim.”
Bu derece büyük bir hata asla bundan daha mahirane
müdafaa edilmiş değildir. Daha bir kaç ay önce kardeşini
Holandada asalet unvanları yarattığından dolayı,, âdeta
kendi zatî niyetlerini peşin haklı göstermek istiyormuş gibi
tüccar bir millet için meselenin asker bir milletten başka
türlü mevzuu bahs olduğunu ileri sürerek tevbih etmişti.
İmdi, sade Fransayı askerî bir devlet haline komuş olmak
vakıası tamamile büyük bir tehlike teşkil ediyordu. İmpara­
torluk tacı da başka bir tehlikeyi tazammun ediyordu:
Remzin asırlık şevket ve kudreti, biaman bir mantıkla onu
da kendi zaptına geçirmiş oluyordu.
Konsül iken Napoleon tehlikesizce iftihar taçları dağı­
tabilmiş; şana, şerefe münhasır bir Lejiyon yaratabilmiş, ve
kendi yükselici hareketini en mütevazı, en düşkün adam­
lara da nakil ve devıedebilmişti; fakat o zaman iş arkadaş­
larının en eyilerine tahsis ettiği topraklar zarurî olarak ir-
sî bir unvanı istilzam ediyordu; aynı imtiyazı, bugün en
az lâyık olanlarına dağıttığı asillik unvanlarına vermemek
nasıl olabilirdi? Bunun neticesi şudur ki bir nesil zarfın­
da binlerce, üç dört nesil zarfında da yirmi binlerce fert,
ki lâyık olmaksızın ve şansız olarak bu unvanı taşıyacak­
lar, bu unvanın siyasî imtiyazlarından değilse bile, hiç ol­
mazsa kütleyi isyana sevketmeğe sebep olmuş olan o İç­
timaî imtiyazlardan istifade edecektir.
N E H İR
343

Ektiği bu şeylerden biçeceği ihanet, nankörlük sonrala­


rı onun da gözünü açacaktır. Müsavata karşı verilmiş olan
bu ölüm hükmü dük d’Angiyenin ölümünden daha büyük
bir cürüm ve cinayet oldu. O zaman Napoleon, eski reji­
min bir varisini ortadan kaldırıyordu, bugün ise istibdat
ve tagallübün tekrar geri gelmesini hazırlıyor.
Bu yıl gerçi görünürde hiç bir muvaffakıyetsizliğe işa­
ret ve delâlet etmezse de İmparator için çetin bir yıldır.
O zamanlar o, bir demokrata diyor ki: "Siz, kendi mak­
sat ve esaslarınızı nazarı itibara almadınız; siz ötekilerden
farklı olamazsınız, şahsî menfaat daima orada hazırdır.
Bakınız, alın meselâ Massenayı; oldukça şan ve şeref ka­
zanmıştır; memnun değildir, o da Müra ve Bernadot gibi
prens olmak ister; prens olayım diye yarın kendini öldü­
recektir, Fransızların esası budur!”
Gittikçe daha fazla nüfuz ve kudret sahibi kesilerek,
erkek kardeşlerini, kendisine söz tevcih etmekten, hitap­
ta bulunmaktan menediyor, artık çalışma saatlerinin inti­
zamına aldırmıyor, ve ortada hiç bir sebep yokken celse­
leri gece yarısından sonraya kadar uzatıyor. Fontenblo
(Fontainebleau) da, avlarla şenlikler arasında, sahnede
artık trajediden başka hiç bir şeye izin vermiyor. Gecenin
yarısında uyanıp kalkıyor, sabaha kadar söyleyip yazdı­
rıyor ve sinirlerinin kızgınlığını ancak uzun süren banyo­
larla yatıştırabiliyor. Mide ağrıları artıyor.
Napoleon o zaman gene, gençlik çağındaki gibi melâl-
li, mahzun. Rüzgârdan, deniz gürültüsünden bahsetmeği
seviyor, ve İtalyan muzikacıların çaldıkları, söyledikleri
dokunaklı, melâlli havaları dinlemek için mumların pa-
NAPO LEO N
344

rrltısım abajurlarla örttürüyor. Ondaki ruh haletine kim­


senin aklı ermiyor, bundan hayrete düşüyorlar, bu hali si­
yasî sebeplere atfediyorlar. Şu halde etrafı anlamıyor ki
rüyasının tahakkuk etmeğe başladığı bu anda, bu tahak­
kukun bu derecede yavaş, ve vakti ile kendi dilemiş oldu­
ğu şeyden bu derece farklı olarak meydana gelmesi onu
zalimce bir hayal sukutuna uğratıyor. Tilsit muahedesin­
den dolayı kendisini tebrik eden bir nazıra öfke ile diyor
ki: "Siz de halktansınız. Ben ancak İstanbul muahedesini
aktettiğim gün her şeye sahip olacağım.”
Dünyayı kendi hükmü altına almak mes’elesi, Asya o­
nu yeniden kavrayor, iğva ediyor. Eski trajedilerde daima
kendi tasvirinin aksini arayan Napoleon, bir alman şai­
rinin insanlığın hüznü hakkında yeni yazdığı mısraları o­
kusun!
Fakat rakamlardan hoşlanan ciyadetli bir kafa, kendini
hüznün, melalin elinden çabuk kurtarır, imparator da Ça­
ra, dünyanın bu diğer sahibine şu hayalî programı gön­
deriyor.
"Rus, Fransız, belki de biraz AvusturyalIdan mürekkep
50.000 kişilik bir ordu Istanbuldan Asya üzerine yürüyün­
ce daha Fırat üzerine varmadan Ingiltereyi tir tir titretir
ve Avrupa kıt’ası huzurunda onu diz üstü amana getirir;
Ingiltere Avrupamn dizlerine kapanır. Buna karar verdi­
ğimizden bir ay sonra, ordu Boğaziçi kıyılarında buluna­
bilir. Bu darbenin aksi Hindistanda çın çın öter. Bu iş an­
cak Zatı Şahaneleri ile vuku bulacak bir mülakatımızda
görüşülebilir. Her şey 15 marttan evel kararlaştırılıp im­
zalanabilir. Mayısın birinde kıt’alarımız Asyada ve aynı
N E H İR
345

tarihte Zatı Şahanenizin kıt’aları da Stokholmde buluna­


bilir. O zaman îngilizler, havanın yüklü buunduğu hâdise
ve vak’aların ağırlığı altında ezilir kalırlar. Zatı Şahane­
niz de, ben de sulhun tatlılığım, ve ömürlerimizi geniş
imparatorluklarımızın ortasında geçirmeyi her şeye tercih
ederdik. Kaderin emrettiği şeyi yapmak hikmet ve siyaset
iktizasıdır. O halde şimdiki hâdiselerin ve vak’aların mu­
kayesesinin son asrın gazetelerinde değil tarihte aranacak
kabilden şeyler oduğunu görüp anlamak istemiyen o cü­
celer sürüsü o zaman baş eğer... Şu bir kaç satırla Zatı
Şahanenize bütün ruhumu tamamen ifade etmiş oluyo­
rum.”
Bütün ruhunu mu? Yalnız bir kısmım; çünkü, esasları
sağlam hakikatlerle dolu olan bu cümleler, onları okuya­
cak idealist adam, onlarda bütün rüyalarının ayna parıl­
tıları gibi parladığım görebilsin diye dikkatle cilalanmış.
O devirde Hindistandan geri gelen bir j ener al: kolay se­
ferdir diye beyanatta bulunuyor. O zaman kuruntuları­
nın vesveselerinin giderilmiş olduğunu hissetmekten bah­
tiyar olan İmparator, onun yüzünü bir çok defa iki eli ile
birden okşayor ve "âdeta çocukça sevinçler” taşıyor.
İşte gene yeniden Şarlömanyın hayali zihnine yer edi­
yor. Geçen yıl, kendini Garp İmparatoru unvanı ile taçlan­
dırmak üzre Romaya gitmeğe niyet etmişti. Papa sade ru­
hanî kudreti kendi elinde alıkoyacak, ona karşılık olarak
ta birkaç milyonluk bir gelire sahip olacaktı; fakat kar­
dinaller böyle bir şeyin imkânsız olduğunu ileri sürmüş­
lerdi. Derakap İmparator şu tehditte bulundu: "Bütün
İtalya benim kanunuma tâbi olacak. Sen Siyejin istiklâline
NAPO LEO N
346

kat’îyyen dokunacak değilim; fakat şartlarım şunlardır ki,


benim ruhanî hususlarda, Zatı Akdesinize göstereceğim
hürmeti Zatı Akdesiııiz de bana karşı göstereceksiniz. Za­
tı Akdesiniz Roma da hükümdardır; fakat onun İmpara­
toru ben im.”
Böyle tehditli bir meydan okuma vaziyeti, onun impa­
ratorluğunu idare eden hukuk prensipleri ile tenakuz ha­
lindedir. Hindistan hususunda olduğu gibi Romada da
Zamanı Atikın zihnini bir teviye kurcalaması Napoleonun
görüşünü yanlış yola saptırıyor. Bu andan tibaren, tarih
yüzünden galeyana tutulan muhayyilesinin ondaki hakikat
fikrine üstün geldiğini ve onu feci encama doğru götür­
düğünü görüyoruz.
Şimdilik en kuvvetli adam hâlâ imparatordur; fakat
bundan on yıl evel, genç jeneral sıfatr ile Kilisenin büyük
manevî kudret ve şevketini beceriksiz Direktörlere karşı
bunca muvaffakiyet ve ikballe müdafaa etmiş, ve kendi
şöhretini lekelemek tehlikesini göze alarak o kudreti Kon-
korda ile muhkemlemiş iken, şimdi o kadar tahakküm eder,
o kadar keyfî iş görür olmuş, silâhına güvenişi o derece
artmış ki bugün artık o kudret ve şevketi tanımıyor, hiçe
sayıyor. Bir kardinalin "Papaların Tarihi” isimli bir kita­
bı hakkında Öjene yazıyor ki: "Bu tarih Papaların dine ve
hıristiyanlık âlemine ettiği kötülüğü bildirmeğe çalışıyor­
sa, hiç durmadan onu bastırınız.”
Papa Ingiltere ile münasebatım kesmediği için impara­
tor Ankonayı işgal ettiriyor ve Allahın himayesine sığını­
yor: "Cenabı Hak, silâhlarıma lütfettiği mufakkıyetler
dolayısı ile davama ihsan eylediği himayeyi izhar buyurdu.
N E H İR
347

Zatı Akdesiniz, elçimi geri çevirmek istiyor, bunu yap­


makta serbesttirler; tercihen hem İngilizlere, hem de îstan-
bulun halifesine hüsnü kabul göstermekte serbesttirler...
Bunun üzerine, Allahtan niyaz ederim ki, pek Mukaddes
Peder, validemiz Mukeddes-Kilisenin hükümetini uzun
yıllar size bağışlasın.
Zahit oğlunuz, Fransızların İmparatoru, Roma Kıralı
Napoleon.”
Hezellerle dolu tehditler;... bundan başka geçen yıl, da­
yısı Feş vasıtası ile Sen Siyeje bildirmişti ki kendisi Kons­
tant enin muadilidir ve eski Envestitür — Tevcih (Inves­
titures) davalarını yeniden açmıştır. "Papaya karşı ben
Şarlömanyım, çünkü Şarlömany gibi ben de Fransa tacı­
na Lombarların tacını da ilâve etmiş bulunuyorum; benim
imparatorluğum da şark ile hemhuduttur... Beni eyi idare
ederlerse, beni hoş tutarlarsa zavahirden hiç bir şey değiş­
tirmem; yoksa Papayı Roma evekliğine indiririm... Bu kı-
ralhkta fransız konkordasım tesis ederim. Bizim dinimiz
itibarî olmayıp tamamı ile hakikî olduğu için, Fransada
kurtaran her şey İtalyada da kurtarır, ve bir memlekette
kurtaramıyan şey, başka bir memlekette de kurtaramaz.”
Lütere lâyık sözler!
Ef’alinin, tarihin tasavvufu içine girdiğini görünce mu­
hayyilesi tutuşan Napoleon, dindeki tasavvufun işlere bi­
rer bahane hizmeti gördüğünü görünce tekrar vazıh dü­
şünceli bir adam oluyor. Napoleon, kendinin protestanlı­
ğa doğru bir meyli olduğunu hissederdi; ve şayet Fransayı
Lüter mezhebinde bir memeleket yapmaktan vazgeçti ise,
bu sırf siyasî bir sebepten ileri geldi. Bununla beraber İn­
NAPO LEO N
348

g i lt e r e ile a ç ık ta tı a ç ığ a m ü n a s e b e tin i k e s m e m iş o la n P a ­
p a y a d a p e k o k a d a r a ld ır ış e tm e m e ğ e k a r a r v e r d i ğ i iç in
I ta ly a m n k a lb in e y e rle ş m iş o la n h a ili, y o lu n u n ü z e r in d e n
k a ld ır m a k v e h a k s ız y e r e k e n d i k ı r a t lı ğ ı o lm a k ü z re itib a r
e t t iğ i y e r i t e v h it e tm e k h o ş u n a g i d e r b ir ş e y d i. V i s r u v a
o la n ö j e n e a s k e r î i r a d e le r in in ü s lû b u i le ş u n u y a z ı y o r :
Ş im d ik i P a p a lü z u m u n d a n f a z la k u d r e t s a h b id ir. P a ­
p a z la r s a lta n a t s ü rm e k iç in y a r a tılm ış d e ğ ld ir . İ m p a r a to r a
a it o la n ş e y i n e d e n İ m p a r a to r a b ıra k m a k is te m iy o r ? B e ­
n im h ü k ü m e tle r im i k a r ış tır m a k ta n g e r i k a lm ıy o r . G o l,
A lm a n y a , İ ta ly a v e P o lo n y a k ili s e le r i n i b i r K o n s i l h a lin d e
b i r le ş t i r i p b i r P a p a d a n s a r f ı n a z a r e d e c e ğ im z a m a n b e lk i
d e p e k u z a k d e ğ ild ir .” K e n d in e b ir e k s e r iy e t t e ’m in e tm e k
iç in fr a n s ız k a r d i n a lle r i n i n a d e d in i a r t t ır m a k is te r d i, f a ­
k a t P a p a b u n u k a b u l e tm iy o r , r e d d in i t e lâ f i iç in d e o n u
G a rp İ m p a r a to r u u n v a n ı ile ta ç la n d ır m a k t e k li f i n i arz e-
d iy o r . D a h a g e ç e n y ıl, h a y a lin i b u n c a h a r a r e t le o k ş a d ığ ı
tim s a li ta c ı k e n d i e lin d e h is s e ttiğ i a n d a n itib a r e n , o ta ç
b ü tü n c a z ib e s in i k a y b e d iy o r ; v e P a p a p a r a m e s’e le le r in d e
d e k e n d is in e te s lim iy e t g ö s te r in c e İ m p a r a to r d a h a f a z la ­
s ın a v a r ı y o r v e " ta c ın b u e m v a l v e e m lâ k in i b u İ m p a r a to r ­
lu ğ a i lh a k e d ip Ş a r lö m a n y ın v a k f ı m d a lâ ğ v e t m e k le ” te h ­
d i t g ö s t e r iy o r .
S ö z ü n k ıs a s ı, d o y m a k b ilm e d iğ i c ih e tle K i li s e n i n H ü k ü ­
m e tle r in i k e n d in e m a l e d in m e k is tiy o r . B u y ü z d e n g ü c e ­
n e n P a p a m ü z a k e r a tı k e s iy o r. İ m p a r a to r R o m a y ı iş g a l e t­
t i r i y o r , v e n is a n a y ın d a , P a p a n ın h ü k ü m e tle r i b a s it e y a ­
le t le r s ıra s ın a g e ç iy o r.
K a h ir e d e n V iy a n a y a , M a d r it t e n M o s k o v a y a g itm iş o la n
N E H İR
349

Napoleon gerek tedbirinden olsun, gerekse bir ne­


vi korkudan olsun, intihap edildiği şehir olan ve
kendi ölçüsüne yegâne lâyık bulunan Romaya gir­
mekten çekinmiştir; onun için bunun hakkında edindiği
kutsi hayal ve tasviri daima saf ve el değmemiş bir halde
muhafaza edecektir. Jeneralleri müebbet Şehri ikinci defa
olarak ele geçiriyorlar. Etrafında hiç kimse şekva etmiyor.
Bununla ne hata işlenmiş olduğunu yalnız annesi anlıyor;
kadın bu yüzden hasta düşüyor, ve bu zamana kadar: "Al­
lah vere de sürseydi” diye tekrar edip durmakla iktifa et­
mişken bu kere teklifsizlerine şu peygamberce sözleri söy-
liyor: "Ben sonunu şimdiden görüyorum: o, hem kendi
sukutunu, hem de bütün ailesinin sukutunu davet ve tah­
rik ediyor. Elinde bulunan şeyle iktifa etmeli idi. Lüzu­
mundan fazla şey kucaklamak istiyor, hepsini birden kay­
bedecek.”

XVII

"Almanya ahalisinin arzu ettiği şey, kat’îyyen asilzade


olmayıp da hüner ve liyakatleri bulunan fertlerin sizin
itibarınıza ve memuriyetlere diğerleri ile müsavi bir hak­
ları olmasıdır; hükümdar ile halkın en son tabakası arasın­
daki vasıtaların ve her nevi esaretin ilga edimesidir. Kod
Napoleonun eyilikleri, muhakeme usullerinin neşri, jüri­
ler tesisi sizin kıralhğınızrn birer mütemayiz vasfı olacak;
ve size tekmil düşüncemi söylemek lâzım gelirse, ben, bu
monarşinin, tevsi ve teşmili ile sağlamlaşmasına sarfede-
cekleri gayretlerden ziyade en büyük muzafferiyetierin ne-
NAPO LEO N
350

ficesine güveniyorum. İcap eder ki sizin halkınız Jerrnan-


yanın diğer ahalisine meçhul kalan bir hürriyetten, bir
müsavattan, bir refahtan istifade etsin. Bu tarzda hükümet
etmek, sizi Prusyadan ayırmak hususunda, Elb nehrinden,
müstahkem mevkilerden ve Fransanın himayesinden çok
daha kudretli bir sınır teşkil eder. Hakim ve liberal bir ida­
renin eyiliklerini tadar da hangi ahali bir daha Prusyanın
keyfî idaresi altına dönmek ister? Almanya ahalisi de,
Fransa, İtalya, Ispanya ahalisi de müsavatı arzu eder ve
liberal fikirler ister.”
Bu cümleler ahaliye hitap etmiyor, kendi en küçük er­
kek kardeşine hitap ediyor; gayeleri de yeni Vestfalya Kı-
rallığım eline emanet ettiği Jeroma, memur kıldığı vazife­
yi takrir ve teşrih etmektir, ihtilâl prensiplerini ilk defa
Almanyaya sokmak ve şimdiye kadar her vakit körü körü­
ne itaate alışmış bir halka kendi kendisini idare etmeği
öğretmek mevzubahsti. Holanda ve îtalyada hürriyet fi­
kirleri yeni şeyler değildi. Ren eyaletleri de emir üzerine
bunları kendi hükümetlerine sokabilirlerdi; ne an’aneleri,
ne de istidatları onların bu fikirleri muzaffer kılmalarına
müsait oabilirdi. .
Bonapartlardan en gencinin vazifesi dört milyon Alma­
nı demokrasi fikrine kazanmak, basit tebaaları vatandaş
haline kalbetmek olmalı idi. Şayet o, bunda muvaffak
olmuş ' olsa idi, Alman ahalisini istiklâl harplarından
sonra gene kendi prenslerinin gurur ve nahveti eline düş­
mek hacaletinden korumuş olurdu. :
Fakat kıral çocuğu gibi büyümüş bu 23 yaşındaki deli­
kanlıya taç, zevklerden, eğlencelerden, kadın’ sergüzeştle­
N E H İR
351

rinden başka bir mana ârzetmiyordu. Parasını ve gençli­


ğini teemmülsüzcesine israf eden bu adam, şampanya ne­
hirleri akıttırıyor, Vürtembergli bir prenses olan karısını
sayısız metreslerle aldatıyor, her yanda borçlara batıyor,
çocuklar peydahlıyor, rezaletler yapıyordu. Bu haller ken­
di ahalisinin hiç hoşuna gitmiyor ve iktidar mevkiinin en
lâyıklısına verileceği fikrini de uzun müddet için lekele­
miş bulunuyordu. Almanlar haklı olarak düşünüyorlardı
k i: — Böyle, bir prensin cefasına katlanacak olduktan
sonra, hiç olmazsa bizimkilerden biri başa geçsin, daha
eyi.” Fakat Jerom dünya ile alay ediyordu, ağabeysinin
itaplarına bile aldırmıyordu.
Bir baba, sön doğan evlâdına karşı nasıl bir düşkünlük
duyarsa Napoleonun da bu genç kirala karşı öyle bir za’fı
vardı, ve onda kendinin hızından bir parçasını görmekle
de gizli gizli, için için zevk duyuyordu. Fazla olarak ta
Jerom dâima sevimli idi, hiç bir şeyden alınganlık etmi­
yor, ve baş kumandanlığı istedikten sonra şu: "Siz benim­
le alay mı ediyorsunuz? Siz! Altı muharebe yapar da al­
tınızda da altı at çatlatırsanız o zaman bakarız!” tarzında
muameleye uğramağa da tahammül gösteriyordu.
Jerom, arkasında bütün saray halkı olduğu halde, kı-
ralıça yanında bulunmaksızın, en güzel dam donörleri ile
birlikte harba gidiyordu; Güneş-Kıral tarzında beyanna­
meler neşrediyor ve sonra da: "Sizin bir emri yevminizi
gördüm, bu emir sizi’ Almanyanıü, Avusturya ve Fransanın
nazarında gülünç bir mevkie koyuyor... Sız kıralsrnız've
İmparatorun kardeşisiniz: harpta bunlar gülünç haslâtler-
dir. Asker ölinak lâzımdir; ne nazıra lüZüm Vârdir, ne se­
NAPO LEO N
352

faret heyetlerine, ne de debdebeye, kendi pişdarları ara­


sında açık ordugâhta, gece gündüz at sırtında bulunmak,
haber almak için pişdarlarla beraber yürümek, yahut ta
sarayında kalmak lâzımdır. Siz muharebeyi satrap gibi ya­
pıyorsunuz. Hey Allahım hey! bunu siz benden mi öğren­
diniz. Benden mi ki, 200.000 kişilik orduya sahipken bile,
Şampanyinin bile arkamdan gelmesine müsaade etmiye-
rek, onu Münih veya Viyanada bırakarak, gene nişancıla­
rımın başındayım?... Sizin bir çok iddialarınız, bir çok
fikriniz, bir çok da eyi haşlatınız var, fakat bunların hep­
si de hamakat ve hodbinlik yüzünden berbat olmuş, son
derece bir kendini beğenmişlik; sonra da vekayiden hiç bir
şey bildiğiniz, anladığınız yok” itabı şahanesini alınca da
gücenmiyor.
Kıral, mektubu göğüslüğünün altına koyuyor ve ona
gülüyordu, fakat İmparator ne düşünüyordu? Anlamıyor
mu idi ki lâyık ve muktedir olmıyanlara bahşettiği şevket
ve kudret onun kendi şevket ve kudretine ağır bir zarar
veriyor, ve bu taçlı göstermelikler çarçabuk gayet haşarı
birer prens oluyor? Hatırlamıyor mu idi ki aşağı halk ta­
bakasından çıkmış olan Homünkülüs (Homunculus) ken­
di efendisi ile alay etmişti? Onun, kendi ailesi hakkındaki
bu ıslah kabul etmez za’fı onu herkese kendinin en az ol­
duğu bir şekilde, halim selim bir insan şeklinde göstere­
cekti.
"Kardeşim, Kırallığınızın bir Kanunu Esasisini bu mek­
tuba melfuf bulacaksınız,” Jeroma yazdığı uzun siyasî
mektup böyle başlar, insan bunu okuyunca operetin bi­
rinden alınmış bir cümle okuyorum sanır. Şayet keyfi ye­
N E H İR
353

rinde ise, sert azarlayışlı bir mektubu babaca bir gülümse­


yişle bitirdiği ve: "Dostum, ben sizi seviyorum, fakat siz de
müthiş surette toysunuz ya!” dediği de olur.
Kendisi artık toy, genç filân değildir. Başından aşan
işlerin onun seciye ve mizacına, ezici olan bir mes’uliye-
tin bedeli olmak üzre bu sertliği getirmesi zarurî idi.
Bundan on yıl kadar evel, arkasında geniş bir şan izi bı­
rakarak Alplerden Lombardiya ovasına, fatihçesine, sel gi­
bi indiği vakit gençliği onun her yanım romantik halesi
ile süsüyor, muasırlarına da coşkunluk veriyordu. Fakat
bugün, o azgın sel geniş bir nehir olmuş, arzın bütün hâ­
zinelerini, bütün definelerini taşıyan büyük gemiler orada
karşılaşıyor; denize doğru daima daha muhteşem inen ne­
hir ki suları nerde ise bütün dünyanın sularına karışacak.
Bir Atlant çalışmasının izi yüzünün bütün çizgilerine, kal­
bine hâkkolmuş; murakabe veya dinlenme saatleri gitgi­
de daha seyrekleşiyor; kahramanca ve sinik bir tavırla şim­
di o, dünyanın karşısına tunçtan bir heykel gibi dikiliyor.
PolonyalI Kontesi Parise getirtmiş, vakti ile Jozefinin
yaşadığı aynı sokağın, ve bir nevi batıl itikatla, bir çok
defa, metreslerini oturttuğu sokağın bir evine yerleştir­
miş. Napoleon Kontes Valevskaya büyük bir ev saltanatı
te’min ediyor, ve ona her gün kendi doktorunu gönderi­
yor. Âlem onun burada olduğunu öğrenmiş ise de kadın
bir kenara çekilmiş yaşıyor, operada kendine ayrılmış olan
locada hiç oturmıyor ve imparatoru gayet seyrek görü­
yor. Onun Paristeki ikameti iki garam arasında bir ara-
nağmesinden başka bir şey değildir. Nihayet Mari Va-
Napoleon — 23
NAPO LEO N
354

levska ona, doğmasının, bugün artık dünkünden çok daha


mühim neticeleri olabilecek o oğlu verecek mi?
Doğduğu geçen yıl Berlinde kendisine bildirilmiş olan
çocuğu Napoleon evlâtlığa kabul etmeği ciddî bir surette
düşünür görünmiyor. İsminden bir kısmının varisi olan
— ona Leon adı vermişti — bu çocuğun sonraları işe ya­
ramazın, âdeta caninin biri olacağım acaba daha şimdi­
den mi görüyordu. Anası ona yabancı olmuştu; Polonya-
dan dönüşünde onu huzuruna kabul etmemişti, ona bir ev
vermiş, iratlar vermiş ve bir daha da yüzünü görmemişti;
fakat çocuğu gizlice getirtmiş ve onunla oynamıştı; bütün
bu haller, gecikmiş bir babalığın sevinçleri idi ki, "şuu-
nun tabiati”, o görünmez hâkim, onu bu sevinçlerden men­
ettiğinden o da kendini bu sevinçlere hattâ serbestçe bile
kaptıramıyordu. Halbuki yıllar geçtikçe, onun yeni bir iz­
divaç aktetmesi keyfiyetini gittikçe daha şiddetle talep e­
diyor. İmparator da, Jozefin de bundan hep birlikte ke­
derle bahsediyorlar ve bu kederli sohbetlerin arkasından
ağlıyan, sade İmparatoriça değil. Bir gün İmparator: "Ah!
çocuksuz ölmek müthiş bir şey!” diye bağırıyor. Jozefine
olan bağlılığı boyuna artmış. Onun, kendi iş arkadaşla-
rındari nadiren ayrıldığım, onları nadiren terkettiğini bi­
liyoruz; ya şan ve zaferinin en eski şahidi olan kadına
düşkünlüğü ne yoldadır, siz düşünün.
Kendisini bu yeni evlenme tedbirine sevkeden Taleyrana
diyor ki: "Şayet ondan ayrılacak olursam, evimin bütün
sihir ve cazibesine elveda demeli. Evvela genç bir kadının
zevklerini ve âdetlerini tetkike girişmekliğim lâzım gelir.
İmparatoriça her şeye uygunluk gösteriyor ve beni tamamı
N E H İR
355

ile anlıyor; bundan başka, hakkımda yaptığı bunca eyi


şeyden sonra onu terketmekliğim nankörlük olur.” Mu­
hakeme ve duygu, vekar ve rahatlık hep birleşerek kocayı
burjuvacasına karısının yanında tutuyor.
Fakat güçlükler ağırlaşıyor ve mes’ele bir hail istiyor.
Jozefinin fazla sevildiği Fransada, onu boşamasının yapa­
cağı manevî tesiri şuur ile bilmekle beraber öyle bir karar
veriyor ki etrafındakiler! şaşırtıyor; fakat bu karar fikrince,
onun işine iki türlü yarıyor: Şimdiki şerait içinde kendisi
için kıymetli olacak olan adama yaklaşıyor; annesi durup
dinlenmeden onun hakkında müdahalede ve niyazda bulun­
muştu: Lüsiyeni yanına çağırtıyor. Aralarında geçip Lüsi-
yen tarafından hüner ve doğrulukla nakledilmiş olan mu­
havereler, bizim elimize kadar gelmiş olan muhaverelerin
en alâka uyandırıcısıdır. Napoleon orada bütün varlığı ile
tecelli ediyor.

XVIII

Otuz yaşlarında kadar olan Lüsiyen, İmparatorun emri


üzerine bir kânunuevel akşamı Mantova şatosuna geliyor.
Hapsedilmek korkusu bütün seyahati müddetince yüreğin­
den çıkmamış. Işıkları göz kamaştıran bir salondan geçi­
yor ve memlûkün, yavaş bir sesle:
"Sir! Biraderiniz Lüsiyen.” dediğini işitiyor.
Bu sözler kendisine tevcih edilen zat hiç bir harekette
bulunmıyor. Üstünü hemen hemen tamamı ile bir Avrupa
haritası kaplıyan büyük bir yuvarlak masanın başına otur­
muş. Başım sol eline dayamış, öteki elile de bu koca hari­
NAPO LEO N
356

tanın ötesine berisine siyah, kırmızı ve sarı başlı toplu iğ­


neler batırıyor; aşikâr ki bu iğnelerin her biri ya kol or­
duları, ya da hattâ türlü türlü milletleri tecessüm ettiriyor.
Lüsiyen İmparatoru o kadar değişmiş buluyor ki ona bir
söz söyleyip söylememek hususunda tereddüde düşüyor;
bir kelime bile söylemiyor. Bir çok dakika gelip geçiyor.
Sonra Napoleon sırtını koltuğa dayayarak geriniyor, esni-
yerek eline bir çıngırak alıyor ve hızla çalıyor. O zaman
zair, bir adım ilerliyerek ona diyor ki:
"Sir, ben im, Lüsiyen.”
İmparator çabucak ayağa kalkıyor ve onun elini, âdeta
zorla zaptedilen hemen hemen müşfik, ve hiç olmazsa çok
dostça bir ifade ile alıyor. Lüsiyen onu kucaklamak mec­
buriyetinde imiş gibi bir hareket yapmak istiyor. İmpara­
tor buna mâni olmıyor, fakat gûya böyle bir hareket ve
tezahür ona artık yabancı olmuş gibi sovuk hir tavırla
kendini bırakıyor. Lüsiyenin elini tekrar tutuyor, ve onu
biraz geri iterek, ona bakarak:
"Pek âlâ, demek ki sizsiniz?... Nasılsınız? Aileniz nasıl?
Romadan siz çıkalı ne kadar oldu? Yolculuk eyi geçti mi?
Ya Papa? Nasıldır? Sizi seviyor mu, Papa?” diyor.
Bu bol ve fazla suallerin bir sıkıntıyı pek eyi saklama­
dığım Lüsiyen seziyor; bununla beraber kendisinin de eyi
olduğu ve Zatı Şahanenin de öyle olduğunu görmekten
zevkaldığı cevabını veriyor.
İmparator, kendi karnına hafifçe vurarak: "Evet, eyi-
yim, lüzumundan fazla semiriyorum ve daha fazla semiz­
lemekten de korkuyorum” diyor. Burada gene ona bakıyor
ve enfiye alarak:
N E H İR 357

" F a k a t s iz ? B i li r m is in iz k i g a y e t e y is in iz ; a fiy e tte s in iz ;


e v e lc e p e k f a z la z a y ıftın ız , ş im d i, siz i â d e ta g ü z e l b u lu y o ­
r u m .”

— B u n u s ö y le m e k Z a t ı Ş a h a n e n iz in h o ş u n a g id iy o r d a
ondan.
— H a y ır, h a k ik a t b u , f a k a t o t u r a lım d a k o n u ş a lım .

îş t e h e r ik is i d e m a s a n ın y a n m a o tu rm u ş . İ m p a r a to r ,
b ü y ü k h a r it a n ın ü s tü n d e k i t o p lu iğ n e le r i m a k in e g ib i şu ­
ra d a n k a ld ı r ı p b u ra y a k o y u y o r . L ü s iy e n b e k liy o r k i ö n c e
s ö z ü o a ç s ın ; f a k a t e n n ih a y e t k e n d i s ö y le m e ğ e k a r a r v e ­
riy o r:
— S ir...
F a k a t s ö z ü n ü b i t i r i y o r b itir m iy o r k i İ m p a r a to r b i r e l
v u r u ş u i le b ü tü n t o p lu i ğ n e le r i d e v ir i y o r v e o n a d o ğ r u
d ö n e re k :
— P e k e y i ! b a n a s ö y liy e c e k s ö z ü n ü z n e d i r ? d iy o r .

— T e v e c c ü h ü Ş a h a n e n iz in h a k k ım d a t e k r a r e rz a n b u y-
r u lm a s ın a g ü v e n m e ğ e c ü r ’e t e ttiğ im i s iz d e n s a k lıy a m a m .

— V e b u n a f a z la o la r a k ş u n o k ta d a n d a g ü v e n e b ilir s i­
n iz k i b u , ta m a m ı i le s iz in e lin iz d e d ir .

L ü s iy e n , k e n d i ş e r e fi i le u z la ş a b ile c e k h e r ş e y i y a p m a ğ a
h a z ır o ld u ğ u n u b ild ir iy o r .
— P e k â lâ , f a k a t ş u a n d a ş e r e fin iz i h a n g i n o k ta y a ip -
tin a e tt ir d iğ in iz i b ilm e k lâ z ım .
L ü s iy e n k e n d is in e ta b ia t v e d in t a r a f ı n d a n k a b u l e tti­
r i le n v a z if e le r d e n b a h s e d iy o r.

— Y a s iy a s e t, M ö s y ö , y a s iy a s e t!... O n u siz h iç e m i sa­


y ıy o r s u n u z ?
.358 NAPOLEON

Lüsiyen kifayetsizliğini anlıyarak çekiliyor, o, meçhul


bir hususî adamdan başka bir şey değildir.
— "Kardeşleriniz gibi kıral olmak sizin de elinizde idi.
— Sir, karımın şerefi, çocuklarımın medenî vaziyeti!...
— Hep de "karınız” der durursunuz, pek âlâ bilirsiniz
ki o sizin karınız değildir, hiç bir vakit de olmıyacaktır,
zira ben onu asla tanıyacak ve tasdik edecek değil im.”
— Ah, Sir!
— Hayır, ben onun hakkında asla fikrimi değiştirmiye-
ceğim; gök, yerinden yıkılsa gene de değişmiyeceğim. Siz
ki benim kardeşimsiniz, onun için sizin haksızlıklarınızı
affedebildim, fakat o kadın!... O, benim tekinimden baş­
ka hiç bir şeye lâyık olmıyacak!...
Uzun bir faslu mezemmet nihayet, Lüsiyeni, yalandan
güler gibi yaparak şunları söylemeğe sevkediyor:
— Ah! Sir, tel’in maddesinde biraz yavaş; İtalyan dar­
bı meseli der ki: "processione torna, dove esçe”.
Ve şayet İmparator İtalyancayı unutmuşsa diye darbı
meseli Fransızca olarak ta tekrar ediyor: "la procession
retourne d’oü elle sort = cemaat çıktığı yere döner”.
İmparator Lüsiyeni müteessir ettiği görülen bazı haince
sözler sarfettiğinden, bu sözlerden rücu ve nükûl maka­
mında olarak şunları ilâve ediyor:
"Eyi biliyorum ki bu sözleri bana hoş görünmek için
naklettiler. Ben dünyayı, dünyanın içinde birçok bühtan­
lar olduğunu bilecek kadar tanırım; fakat hepsi bir; gök
yerinden yıkılabilir, o kadın asla benim yengem olamaz,
esasen kanun müspettir. Bu kanun da şimdi timar ve zea­
met kanunu gibi bizim en esaslı fransız kanunlarından bi­
N E H İR 359

ridir: Zatı Şahanenin muvafakati olmaksızın hanedan a-


zaları tarafından aktedilmiş olan her izdivaç sıfırdır, hü­
kümsüzdür.”
— Sir, benim izdivacım bu kanundan öncedir.
— Evet, fakat o izdivaç sizin ona mahal vermiş olmanız­
dan dolayı vukua gelmiştir.
Bu delilin Napoleonkâri mantığına karşı Lüsiyen ha­
fifçe gülümsemekten kendini menedemediği cihetle Napo­
leon ona:
"Neden gülüyorsunuz? Ben, gülmiyorum. Sizin bu hu­
susta söyliyeceğiniz şeyleri, karınızın ve bana düşman olan
yegâne dostlarınızın söyliyecekleri şeyi eyi biliyorum. Evet,
Mösyö, sizin yaptığınızı haksız bulmıyacak bir tek eyi bir
Fransız bile yoktur... Şu halde efkârı umumiye hakkında
hayale kapılmayın, siz onu kendinize ancak Jerom nasıl
tekrar benim sistemime girdi ise siz de öyle girmekle ken­
dinize celbedebilirsiniz” diyor.
Bununla beraber kendini tutmağa karar vermiş olan
Lüsiyen kendini daha fazla tutamıyor:
— Şayet yakınlarınız, benim size ifa etmiş olmakla hay­
li bahtiyar olmuş bulunduğum hizmetlere bedel, sizin ba­
na karşı olan hattı hareketinizi tasvip etmişlerse, kendi
san’atlarım yapmışlar, kendi marifetlerini göstermişler;
benim uşaklarım da beni haklı buluyorlar.”
Bu kelimeler üzerine Napoleonun kaşları çatılıyor, göz­
leri alev saçıyor, "bizim soyumuzdan olanların öfkelen­
diklerinin aşikâr delili olarak” burun delikleri titreyor.
Fakat Lüsiyen durmadan sözüne devam ediyor:
— Millet beni istemiye bildi; öyleya bana ne ihtiyacı
360 NAPO LEON

vardı? Bana hangi minnet ve şükranı borçludur? Bende,


olsa olsa ancak kendini kurtaracak olan Zatın kurtarıcısı
olmak keyfiyetini gördü... Milletin beni Jeromla bir hi­
zaya koymaktan ziyade sizinle bir hizaya koymağa müte­
mayil olduğunu az gurur ve iftiharla düşünmem. Hayır,
Sir, yer yüzündeki bütün kıratlardan daha kudretli olan
efkârı umumiye, sizin mukarripleriniz size ne derlerse de­
sinler, her birimize vereceği yeri bilir.”
Lüsiyenin korktuğu gibi Napoleon bu sözlerden öfke­
leneceğine sakin kalmağa çalışıyor ve donukça diyor ki:
"Taleyranın hakkı var, siz bütün bu işe bir Kulüp hara­
reti sokuyorsunuz. Halbuki artık bu çeşit belâgatin, böy­
le bir talâkatin mevsimi geçmiştir. Sizin bana 18 brümer-
de faydanız dokunduğunu ben çok eyi biliyorum, beni si­
zin kurtarmış olduğunuz da ispat edilmiş bir şey değildir.
Benim çok eyi bildiğim ve hatırlıyabildiğim bir şey varsa
o da Fransayı kurtarmaklığım için bana lüzumu olan vah­
deti kuva yüzünden sizin benimle münazaa etmiş olmanız,
ve Jozefle birlikte gecenin yansından fazlasını size yal­
varmakla geçirmiş olmamız, nihayet mes’ele Konseyde
(Mecliste) münakaşa edilirken sizin susmağı vadetmenizi
elde etmiş bulunmamızdrr. Hasılı, galebe çalmaklığım için
bana yardımda bulunduğunuz muzafferiyet haricinde,
benim şahsî yükselişimi kırmağa meyyal göründünüz, bu
hal beni size karşı duyacağım her türlü minnetten tamamı
ile vareste kıldı. Bu yüzden asıl siz kendiniz bana borçlu
değil misiniz? Sizin beni Sen-Kluda kurtarmış olduğunuz
doğrudur, ben de sizi canilerinizin elinden kurtarmak için
grönadiyelerimi göndererek sizi en büyük tehlikeden çe­
N E H İR 361

kip çıkarmadım mı? Ve şayet siz kötü bir vatandaş, soy­


suz bir kardeş, kendi menfaati gözünü bürüyüp kör et­
miş bir adam olup ta benim kanun harici edilmekliğim tek­
lifini reye koymaktan korkmamış olsaydınız, bu irade de
geçse idi, sanır mısınız ki ben bu emre rahatça boyun eğe­
cek kadar aptallık gösterirdim? Birçok taçlara kaderin
lâyık kıldığı bu başı, Allahın yardımı ile koruyacak kadar
da taraftarım kalmamış mı idi?”
Napoleon tam bir saat müddetle, geçmiş günleri, ken­
disine yardım etmiş olan vatandaşları anıyor. Birdenbire
lâübalileşiyor, Jenerallerinden, sadakat ve merbutiyetle­
rinden, içinde geçen hâdiselerin kardeşlerine karşı kendi­
sine hak verdiği siyasî kavgalardan bahsediyor. Birdenbire
duruyor ve mükâlemeye başka bir cereyan ve eda vererek:
" A r t ı k e lv e r i r . B u n la r ın h e p s i d e , s iz in o 1 8 b ü y ü k b rü -
m e rin iz g ib i, e sk i t a r i h t i r ; v e siz i g ö rm e ğ i a rz u e d iş im d e
b u h u s u s ta ik im iz a r a s ın d a b i r d e rs t a k r i r e d e lim d iy e d e
d e ğ ild ir ” d iy o r.
Uzun müddet duruyor.
— Beni eyi dinleyin Lüsiyen, bütün sözlerimi eyice tar­
tın. Hususile biribirimize gücenmiyelim. Ben o kadar çok
kudret sahibiyim ki beni gücendirmeğe gelmez, kendimi
böyle bir şeye maruz bırakmak istemem... Siz benim evi­
me emniyetle geldiniz. Korsika misafirperverliğine Fran­
sa İmparatoru ihanet edemez. Ecdadımızın ve memleketi­
mizin bu fazileti size söyliyeceğim şeyler ve sizde mevcut
bulunması icap eden tam emniyet hususunda bir hüsnü iti­
kat zamini olsun.” imparator odanın bir ucundan öbür
ucuna yürüyerek fikirlerini toplamak istiyor gibi idi. Lü-
362 NAPOLEON

siyenin yanına gelince elini tuttu, ve onu şiddetle sarsa­


rak dedi ki:
— Biz burada yalnızız. Öyle değil mi? Yalnız mıyız?
Kimse bizi işitmez... İzdivacınız maddesinde haksız olan
ben im... Sizin inatçı huyunuz, izzeti nefsinizi bildiğim için
bilhassa çok ilerisine vardım. Zira, bakınız, bütün bu şey­
ler sizin kendi nazarınızda fazilet rengi verdiğiniz izzeti
nefisten başka bir şey değildir. Nasıl ki biz hükümdarlar
da, tıpkı böyle, bizim ihtiraslarımızla münasebeti olan
bütün şeylere politika adı veririz; ben sizin karınıza ka­
rışmamalı idim... Size tekrar ediyorum, kaniim ki onu be­
nim huzurumda çok çekiştirdiler, onun hakkında çok if­
tirada bulundular, bir çok kimse de bana onun hakkında
eyi şeyler söylemeğe cesaret etti. Bir çokları gibi annem de
meselâ, onun sizi bahtiyar ettiğini ve eyi çocuk anası oh
duğunu söyledi... Konsül Löbrön onu kaç kere madhede
ede bitiremedi, o kadar ki hattâ Jozefin, adamcağızı kadı­
na âşık düşmüş olmakla ittiham etmeğe bile varıyordu.
Ben, şöhreti eyi diye çıkmış olmasına rağmen zannedildi­
ğinden fazla şirret olduğunu bildiğim karımın bu infiali
ile kendi hesabıma alay ettim. Gerçi ben onun bana tırnak
geçiremediğini bilirim; sizin karınıza gelince, ben, onu ha­
kir görmekten uzağım; fakat onu sevmiyorum, hattâ on­
dan nefret bile ediyorum; çünkü onun size ilham ettiği
ihtirastır ki beni erkek kardeşlerimin içinde hüner ve is­
tidadına en güvendiğim bir kardeşten mahrum ediyor.
Muhakkak olan bir şey varsa o da bu güzelliğin geçeceği­
dir, aşktan hayal sukutuna uğrıyacaksımz, benim sistemi­
me düşman olacaksınız, ben de gönlüm istemiye istemiye
N E H İR 363

size gadretmeğe mecbur olacağım. Zira, işte size söylüyo­


rum, şayet benimle birlik değilseniz, Avrupa ikimizin bir­
den olamıyacak kadar küçüktür.”
— Fakat Zatı Şahaneniz benimle eğleniyorsunuz.
— Hayır, harfi harfine, ya dost, ya düşman. Bunlardan
her ikisi de bugün sizin için her zamankinden fazla ko­
laydır. Göreceğiniz veçhile benim aile siyasetim değişmiş­
tir. Şimdiye kadar benim hanedan sistemimin dışında tut­
mağa mecbur olduğum çocuklarınız bu hususta bana ga­
yet faydalı olabilir, fakat hanedan noktai nazarından on­
ları meşrulaştırmak lâzım gelir. Pek âlâ biliyorsunuz ki
onlar benim tanımadığım, kabul etmediğim bir izdivaçtan
doğdukları için, hattâ arızî dahi olsa, benim tacıma varis
ve halef olmağa ehil değildirler. O halde, söyleyin bana,
siz benim yerimde olsa idiniz ne yapardınız?
Lüsiyen kendi çocuklarının bir Senatüs - konsült (sena-
tus - consulte) = Ayan kararı ile ona halef olmağa salih ol­
duklarının ilân edilmesini teklif ediyor.
— Biliyorum, bunu yapabilirim, fakat yapmamalıyım;
efkârı umumiye, biraz önce sizin de söylediğiniz gibi ef­
kârı umumiye vardır. Sonra aile ne der? Benim en küçük
ef’alime, en küçük hareketlerime bile göz diken bütün
Avrupa, Fransa, saray ne der? Böyle bir rücu eserinin,
bana, kaybedilmiş bir muharebeden fazla zararı dokunur.”
Bununla beraber kendisi daha tahta çıkmadan önce ak-
tedilmiş bir izdivaç için ondan afdilemiyeceğini Lüsiyen
İmparatorun dikkatine arzediyor:
— Sir, ricamı kabul buyurun, sizin benden sadık bir hiz-
364 NAPO LEO N

metkârımz olmaz; bütün hayatımı size olan minnet ve şük­


ranımı ispat yolunda kullanacağım.”
Bütün Lüsiyen konuştuğu müddetçe, Napoleon, müte­
madiyen, başka zamanlar hattâ dörtte birini bile çekme­
diği, enfiye kullanmıştı. Artık canı sıkılacak derece müte­
essir, hattâ asabî olmuşa benziyordu. Nihayet:
— Hey! Yarabbi siz ne kadar ısrarcı bir adamsınız! Ben
de ne kadar zayıf bir adamım! Bununla beraber senatüs-
konsültü yapacak kadar da zaaf göstermiyeceğim... Karı­
nızı tanıyamam!” diye bağırıyor.
Lüsiyen hâkim olamadığı bir titreyişle ona:
— O halde Sir, benden ne istiyorsunuz? diyor.
— Ne mi istiyorum, sade ve safî bir talâk.
— Fakat, Sir, siz daima benim evli bulunmadığımı bu-
yurmuşsunuzdur, o halde biz nasıl boşanabiliriz.
— O halde, tam sizi beklediğim noktaya bastınız. Hası­
lı, benim sizden istediğim talâktan siz ne netice çıkarma­
lısınız? Çıkaracağınız netice şudur ki, ben sizin izdivacı­
nızı pek alâ tanımak istiyorum, fakat karınızı tanımak is­
temiyorum. Ve şurasına dikkat ediniz ki talâk sizin, şim­
diye kadar, yapmasını reddettiğiniz benim de yapmanızı
arzu ettiğim şey gibi, yani; izdivacın sıfır olması, ayrılık
ve ondan çıkan neticeler gibi, artık çocuklarınıza ziyan
vermez.”
— Bütün bu şeyler benim için de, çocuklarım için de
şeref ve haysiyeti kırıcı görünüyor, ben böyle bir şeyi as­
la yapamam.
— Benim bugün size teklif ettiğim şey ile eski metali-
bim arasındaki farkı, bütün o zekânızla beraber anlıyama-
N E H İR 365

manız nasıl mümkün olabilir, izdivacınızın vaki olmamış


olması çocuklarınızı piç edebilirdi.
Lüsiyen çocuklarının hanedan ve medenî hukukları ara­
sındaki farkı teşrih ediyor:
— Sir fethettiğiniz ve kılıcınızın ucu ile tahkim ve tar­
sin buyurduğunuz bir tahta dilediğiniz vaziyeti vermekte
hâkimsiniz, fakat mes’ele Şarl Buonapartenin meçhul vera­
set hakkım paylaşmağa gelince o çocukları bundan mahrum
ve mehcur bırakmak fikri kimsenin aklına gelmez, çünkü
kanun ve din nazarında benim evlâtlarım da herkes kadar
meşrudur. Hattâ Papa bile kızlarımdan birine anasının a-
dmı vermek şerefini bana gösterdi.
— Müsterih olun!... Ben arzu ettiğim için yapılmış olan
bir talâk, benim sizin izdivacınızı tanıyıp kabul etmekli­
ğimi tabiati ile istilzam eder. Hayır, ben sizi ayırmağa mec­
bur edecek değilim; karınız benim siyasetime, Fransanın
müstakbel menfaatine bu hayrı eyilikle işliyecek olursa
lâyık olduğu gibi hürmet ve tazim görür; hattâ ben biz­
zat gidip onu ziyaret etmekte bile hiç bir zorluk görmem.
Ve şayet muvafakat etmiyecek olursa o da siz de çocukla­
rınızın hakikî büyüklüğünü bir izzeti nefis meselesine fe­
da etmiş olmakla suçlanacaksınız. Çocuklarınız size lânet
etmeğe hak kazanacaklar ve hatıranıza lânet okuyacaklar­
dır.”
Lüsiyenin heyecan verici müdafaası üzerine imparator:
— "Haydi, haydi, eyice görüyorum ki siz iflâh olmazsı­
nız, her şeyi feci tarafından alıyorsunuz. Ben facia iste­
mem, anlıyor musunuz?” cevabını veriyor.
Lüsiyen, huzurdan çıkmak için bir çok kere müsaade al­
366 NAPO LEO N

mıştı, fakat İmparator, sözü hep aynı meselelerin üstüne


getiriyordu: Sizalpini ona vermek isteyor; o Sizalpini Öje-
ne, sırf oraya emin bir adam koymak lüzumundan dolayı
vermiş; Hortanstan memnun değil, bu kadın her zaman
şekva içinde. Hiç olmazsa Polin ikbalseverlikte hepsinden
makul, zira o, süsler ve değersiz şeyler kıraliçası; süslen­
mekten geri kalmıyor. Jozefin elbette ihtiyar ve talâktan
da ödü kopuyor.
— "Tasavvur edin ki bu kadın, hazmı her yolunda git­
medikçe ağlıyor; zira, benim başka bir kadınla evlenmemi
isteyenler, kendisini zehirlemiş sandığım söyliyor. Bu, iğ­
renç bir şey.
"En sonunda bu kadım boşamaklığım lâzım gelecek;
zaten bu işi çoktan yapmalı idim ya, şimdi koca koca ço­
cuklarım olurdu; zira (ve gayet vekarla şu sözleri ilâve
ediyor) şunu bilmeniz eyi olur, ben hepinizin de söyledi­
ği gibi erkekliği kesilmiş, ademi iktidara uğramış bir a­
dam değil im.” Şimdi kendinin bir çok çocuğu bulundu­
ğunu, hele ikisinin kendinden olduğundan emin bulun­
duğunu söyleyor. Adım söylemeksizin Leonun annesini
telmih ediyor, sonra da Polonyalı Kontesten bahsediyor, ki
Lüsiyen hayretler içinde kalıyor; İmparator diyor ki:
— O, alımlı bir kadındır, bir melektir o!... Siz beni âşık
görünce gülersiniz. Evet, vakıâ ben âşığım, fakat her ne
kadar metresime taç geydirmeği tercih edersem de gene
bir prensesle evlenmekliğimi icap ettiren siyasetime tabi
kalmak şartı ve sureti ile âşığım. Sizi de karınıza karşı
böyle görmek isterdim.
N E H İR 357

— Sir, benim karım da sırf benim metresim olmuş olsa


idi, ben de Zati Şahaneniz gibi düşünürdüm.
imparator, boşamak kararını eyice verdiği takdirde, ye­
niden kimi intihap edeceğini daha tesbit etmemiş bulun­
duğunu, Öjene vermek belâhetini gösterdiği Bavyera pren­
sesini kendisi için alıkomadığına daima pişman olduğunu,
zira Öjenin o kadını takdir etmesini bilmediğini ilâve e­
diyor.
— "Şimdi sizin kızınızı ya Astüriler prensine, ya her
hangi diğer bir büyük prense, ve hattâ belki de büyük bir
imparatora nişanlamış olurdum.
Ve bütün düşüncesini açarak, ısrar ile şunu ilâve ediyor
ki, Lüsiyenin karısını boşamasını temenni edişi, bunca mu­
kavemet yüzünden âdeta hailevî bir şekil almış olan bu
hâdisenin gölgesinde, bizzat kendi talâkı da görülmeden
olup bitiversin, geçip gidiversin sebebine mebnidir. Lüsi­
yen ona hayret içinde baka kalınca, o da Lüsiyeni yukar­
dan aşağı şöyle bir süzüyor ve diyor ki:
— Neden böyle olmasın?
Lüsiyen, kendisine, iddiacılığın da artık ifrat derecesi
gibi gelen bu şeye gülümsemekten nefsini menedemiyor,
imparator da sıkılmış görünüyor, fakat çabucak kendini
topluyor ve temkinini bozmaksızın sözüne şöyle devam e­
diyor:
— Demek ki, aziz Reisim, hizmete karşılık hizmet; bu
doğrudur, ve bu defa artık nankörlük edecek değil im...”
Lüsiyen "pek te tatsız olmıyan bir nevi müphem hayale”
dalmış kalmıştı, o derece ki, Napoleon nutkuna devam
ediyordu, fakat beriki, onun sözlerine dikkat atfedemiyor-
368 NAPO LEO N

du. İmparator, bu boşamaya, ancak kendi boşamasından


ileri gelecek kötü tesiri hafifletmek için ehemmiyet verdi­
ğini, ve sırf bu yüzden ısrarda bulunduğunu itiraf ediyor.
Lüsiyen kendi karısının gençlik ve velûtluk noktasından
İmparatoriçaya tefevvuk etmesinin büyük rüchan ve fai-
desini nezaketle ona çıtlattığı zaman, İmparator bu sözün,
hiç bir veçhile kendi fenasına gittiğini göstermiyor.
— Karınız... pek eyi, karınız!.. Size ben evelce de yaz­
dırmamış mı idim?.. Parm düşesi olacak, oğullarınızdan
en büyüğü de, sizin Fransız prensliğinize veraset iddia­
sında bulunmak hakkına malik olmamakla beraber, anası­
nın varisi olacak; daha eyi bir makama intizaren sizi ba­
şına geçireceğim makam birinci derecede bir makam ola­
cak, yani müstakil bir hükümdarlık makamı.”
Ve Lüsiyen bu müstakil kelimesine gülümsediğinden,
Napoleon şunu ilâve ediyor:
— "Evet, müstakil... Zira siz, siz idare ve hükümet et­
mesini bilirsiniz... Hangisini isterseniz onu intihap edin..”
Bu sözleri telâffuz ederken gözleri kıvılcım saçıyor, eli
ile büyük Avrupa haritasına vuruyor:
— B e n b ö y le h a v a d a n l â f e tm iy o r u m ; b ü tü n b u , b e n im ­
d i r v e y a y a k ın z a m a n d a b a n a a it o la c a k t ır ; b e n o n a d a h a
ş im d id e n t a s a r r u f e d e b ilirim . N a p o liy i is te r m is in iz ? O n u
J o z e fin e lin d e n ç ık a r ır a lır ım ... T a c ı Î m p a r a to r în in e n g ü ­
z e l ç iç e ğ i, sü sü o la n î t a l y a y ı m ı is te r s in iz ? ö j e n o n u n a n ­
c a k v is r u v a s rd rr , v e o n u k e n d is in e v e re c e ğ im i v e y a b e n ­
d e n f a z la y a ş a rs a , h iç o lm a z s a o n u o n a b ıra k a c a ğ ım ı p e k
ü m it e d e r. Bu n o k ta d a u m d u ğ u şey h u s u s u n d a p e k â lâ
y a n ılm ış ta o la b i li r , z ira b e n 9 0 y ı l y a ş a y a c a ğ ım , İ m p a r a ­
N E H İR
369

torluğumun tamamı tamamına tahkim ve tarsini için bu


kadar müddet yaşamaklığım iktiza ediyor... Esasen anası­
nı da ben boşayacak olduktan sonra, artık öjenin orada
kalması, işime gelmez... İspanyayı mı?.. Sizin aziz burbon-
larımzın hataları sayesinde, onun da avucumun tâ içine
düştüğünü görmiyor musunuz? Eskiden sade elçilikle bu­
lunmuş olduğunuz yerde saltanat sürmek keyfinize git­
mez mi? Hasılı ne istersiniz? Söyleyin, sizin boşamanız be­
nimkinden evel olmak şartı ile, ne isterseniz, ve ne istiye-
bilirseniz hepsi sizindir.”
Bu son sözler, — kardeşi fevkalâde coşkun selâset ve
belâgat ile ve âdeta hummalı bir tarzda konuştuğu için —
Lüsiyenin bağlanmış olan dilini çözdürecek kudreti haiz
oldu:
— A h ! Sir, biliniz ki sizin Fransa kırallığımz bile benim
boşamama bedel olsa gene beni bu işi yapmağa kışkırta-
maz, sonra da...
Burada Lüsiyen durdu, fakat İmparator gûya onun dü­
şüncesine cevap veriyormuş gibi ona gayet kuru bir per­
deden ve büyüklük taslar bir eda ile:
— Acaba siz kendinizi hususî hayatınızın zemini üstün­
de, ben kendimi tahtlarımın üstünde sağlam hissettiğimden
daha sağlam mı sanırsınız? Sanır mısınız ki, şayet ben sizi
gerçekten üzecek olsam Papanın, sizi bana karşı koruma­
ğa gücü yeter? Hasılı, şundan emin olun, boşayan Lüsi-
yene her şey var, boşamıyan Lüsiyene ise bir şey yok.”
Lüsiyen bu hükme, kapıya doğru hafifçe yürümekle
cevap veriyor, fakat İmparator onu elinden tutarak ta-
Napoleon — 24
370 NAPO LEO N

rif edilmez bir makam ve eda ile, — bu makam ve eda­


nın içinde her şey vardı — ona diyor ki:
— Şayet ben boşarsam, siz bu işte yalnız kalacak değil­
diniz ki, zira Jozef te karısını boşadığım ilân etmek için
benim boşamamı bekliyor.”
Madam Jüli sade kız çocuklar doğurdu, halbuki ona
erkek çocuklar lâzım, kız çocuklar yalnız sıhriyetler yap­
mağa yarar, fakat: "en büyük kızınızın 14 yaşında olduğu­
nu bana siz söylemiyor mı idiniz? O halde, tam çağı; me­
selâ onu anasının yanına gönderemez misiniz? Filân ah­
valde ben onu anasının yanından sizin yanınıza istetirim.
Şımarık çocuğunuza bir şey olur diye korkmazsınız, de­
ğil mi? Ona söyleyin ki biz onunla eyi dost olacağız, bun­
dan böyle artık kulağım çekmiyeceğim... Çünkü nihayet
ben împaratoriça Jozefini boşayrnca, büyük anneleri de,
oğlu öjen de benim meşru oğullarıma, hattâ evlâtlıkları­
ma da her zaman düşman olurlar.” sözlerini ilâve ediyor,
sonra da daha yavaş sesle ve âdeta kendi kendisi ile konu­
şuyormuş gibi: "Hayır, bu lâzımdır, Luinin çocuklarının
kudret ve şevketini kötürüm bırakmak için artık elimde
bundan başka çare kalmadı” diyor.
Sonra gene sözü metreslerinden olan çocuklarına getire­
rek:
— Canım, X IV üncü Lui katmerli zina çocukları olan
piçlerini icabında kendi tahtına halef olmağa nasıl ehil
ilân etti ise, benim de benimkileri meşrulaştırmağa gü­
cüm yetmez mi sanırsınız?”
Jozefin kendi karısını boşayacağına güvendiğini de söy-
liyor, ve Lüsiyen bu işe inanmadığı cihetle:
N E H İR 371

— "Evet, evet! Jozef bu işi yapacak, siz de; bü işi üçü­


müz hep birden yapacağız ve hepimiz de ayni günde tek­
rar evleneceğiz.”
Daha bir çok küçük latifeler de ilâve ediyor, arada şu:
"benim gayet ciddî olduğumu, beni eski zamanın bir ha­
kimi sanacağı geldiğini” söylemek hoşuna gidiyordu. "Siz
şu üç günü benim yanımda geçirmelisiniz; size benim ya­
tak odamın yanında bir karyola kurdururum” diye söz­
lerine devam etti.
Lüsiyen onun ısrarından kurtulmak ve gidebilmek için
çocuklarından birinin hastalığım bahane ediyor.
— Karınızla anlaşmak istiyorsunuz, o halde biribirimi-
ze yakın olmak projelerine elveda.”
— Zatı Şahanenizin şahsî hıncına hedef olması karım
için derin bir kederdir. Bazan korkuyorum ki heyecandan
ve halini tasavvura dayanamadan ölecektir.
İmparator:
— Sahi mi? Oh! Canım sıkıldı. Fakat eyi dikkat edin,
bilhassa siz boşamazdan evel ölmemesi icap eder, sonra
Çocuklarınızı meşrulaştırmam, resmen tasdik edemem.
Lüsiyen bu hususu düşüneceğine söz veriyor.
— O halde, mademki istiyorsunuz, gidiniz ve bana ver­
diğiniz sözü tutunuz.
Ona hem elini, hem de yanağım uzatıyor, Lüsiyen o ya­
nağı kardeşçe öpmekten ziyade saygı ile öpüyor.
Lüsiyen daha salonun yanındaki ikinci odada iken İm­
paratorun yüksekı sesle: Meneval! diye seslendiğini duyu-
372 NAPO LEON

Tutulup hapsedilir korkusuna yeniden kapılarak adım­


larını sıklaştırıyor, acele acele gidiyor.
Napoleonu, kimse, kardeşinin burada tasvir ettiği ka­
dar nefis anlatmamıştır. Bu sahneyi yazabilmek için hiç
bir şair bundan daha keskin ve bundan daha doğru bir eda
bulamazdı. İmparator bir çıkmazın içinde bulunuyordu;
ondan çıkmak için kardeşine ihtiyacı vardı, onun için bu
gururlu mizaç ve seciye üzerinde tesir bırakmağa yarıya-
cak her çareye baş vuruyor. Lüsiyen onu Avrupa harita­
sının üstüne eğilmiş buluyor, ve san’atla derece derece
yükselen konuşmaları sırasında İmparator, münakaşaları­
nın mevzuu olan kadım sırasına göre gâh tahkir, sonra da
gâh medhederek, kulüplerdeki lisanı kullanarak, ona va­
tandaş diye hitap ederek dokunaklı beyanım nükteliyerek
onu yıldırıyor, ya da ona inandığını gösteriyor. Onu daha
eyi çelmek için Korsikayı, müşterek menşelerini anıyor,
her ikisine birden yetemiyecek kadar küçük geldiğini söy­
lediği Avrupayı, annelerini, Polini, Jozefi, Luiyi, çocuk­
luklarındaki bütün bu munis ve teklifsiz isimleri anıyor.
Ve, harikulâde şeydir. Birdenbire bütün hesaplarım alt
üst ederek cömert tabiati, ihtirasın ve muhayyilenin coştur­
duğu ateşli kalbi, civelek beyni hıza geliyor. Bu aşikâr ra-
kıyp karşısında Jozefin ile Kontes hakkındaki, çocukları
hakkındaki, karısı hakkındaki, jeneralleri hakkındaki, öz
yanlışlıkları ve yeni projeleri hakkındaki gizli düşüncele­
rini ağzından kaçırıyor... Ne için?
Çünkü, Taleyran kadar evsaflı oyuncu olan Lüsiyen,
her şeye rağmen kendi kardeşidir. Napelonun o gece o­
nu bırakmamak için bin dereden su getirmesi ve ona içini
N E H İR 373

d a h a e y i a ç m a k iç in o n u b irk a ç g ü n d a h a y a n ın d a a lık o y ­
m a ğ a ç a lış m a s ı, L ü s iy e n in d e s ı r f o n u n d e h a s ın a ra m o l-
m a k k o r k u s u y ü z ü n d e n o n d a n a y r ılıp g itm e s i a c ık lı şey
d e ğ il m id ir ? A r a l a r ı n d a a ç ıla n g iz li ç a rp ış m a d a o n la r ın
e n m a h re m g u r u r la r ı a lın a lın a g e liy o r . T ı p k ı y e d i y ı l ö n ­
c e d e o ld u ğ u g ib i, k e n d i y ü k s e k liğ in e k a n i b u lu n a n L ü ­
s iy e n , a ğ a b e y s in in h u z u r u n d a b a ş e ğ m e ğ i k a b u l e tm iy o r.
Bununla beraber onu gene kendine göre seviyor, hikâ­
yesinin her kelimesi kardeşler arasında olup âdeta sevgiye
komşu duran o boğuk, o gizli hınçla meşbu. Hep bu yüz­
dendir ki onun hiç bir şeyini bağışlamıyor ve ona 18 brü-
meri hatırlatıyor, Fransanın büyüklüğü ve emniyet ve a­
sayişi hakkındaki o yıpranmış, o günü geçmiş cümleler iki­
de bir dillerinin ucuna geliyor, dudaklarından dökülüyor,
sanki o akşam tehlikede olan sırf kendi ihtirasları değilmiş
gibi. İnsan onları konuşurken işitse âdeta mahsus cemaat
için, kendilerini dinliyenler için söz söyliyorlar sanır, hal­
buki ikisi yapa yalnız, gecenin yarısında, yabana bir sa­
rayda, ağır ağır yanan iri mumların ışığı karşısında ikisi
yapa yalnız.
Yalnız taçtan ve kırallıktan yana değil, bütün o zekâ­
sından ve bütün o hayalinden yana da zengin olan bu a­
dam ne kadar acınacak halde; kendi attığı ağlar her gün
kendisini daha fazla saran bu varlık ne kadar acınacak hal­
de. Bütün ö varlık ve şevketine rağmen, mütemadiyen te­
veccühünü aradığı şu diğer kudret ve şevketin: efkârı u-
mumiyenin esiri. Bugün onu kardeşi ile tekrar barışmak­
tan, çocuklarım tanımaktan alıkoyan da o, sevdiği kadım
jilmaktan meneden de o... Kadir kudreti hakkında verdiği
374 NAPO LEO N

emniyetin arkasında zâfı kendini eyice gizliyemiyor. Ken­


di kendine bir fedakârlık gibi zorla kabul ettirdiği uzun
ayrılıktan sonra tekrar kardeşi ile buluşmak ne büyük bir
sevinç. Ah! hiç olmazsa burada üç gün kalaydı, muhakkak
anlaşırlardı, "Yarabbi! siz o kadar ısrarcı bir adam oluyor­
sunuz ki, ben de o kadar zayıf bir adamım ki!..”
Uzak bir adacıkta biçare bir Jantiyyom olan cetleri Kar-
lo Buonaparteyi o bu akşam anmadı mı? Şimdi kendinin
yabana bir asıldan olduğunu inkâr eden Fransa İmpara­
toru KorsikalI cetlerine, aile ev barkına, atalarının ruhuna
sığmıyor, inatçı rakıybe karşı onların yardımını dileyor.
Mantova sarayındaki bu gece sohbeti âdeta bir efsane
değil midir? KorsikalI küçük mülâzimin hayatı bir masal
değil midir? Halbuki o hayat sadece, mucizesiz bir halde
çıkrıktan geçmiştir. Napoleon, hemcinslerine efendi olma­
sını sırf kendi hüner ve istidadına borçludur. Fakat zaman
aceleci; 90 yaşma varmağa karar vermişse de, erkek kar­
deşlerinin kız çocukları peydahlatmalarına, sevdikleri ka­
dınlarla yaşamalarına müsaade etmesi kendisince caiz de­
ğil. İstediği bütün yeğenler etrafım sardıkları zaman
o da onlara karşı başkalarını çıkaracak; şayet kederler bir
kadım mezara sürükliyecek ise, hiç olmazsa o kadın bo-
şamncaya kadar beklesin, biraderleri kararlarım onlardan
kat’îyen çocukları olmadığı veya sade kız çocukları oldu­
ğu için boşadıkları zaman hemen ayni gün yeni karılar al­
sınlar, o zaman her iş yoluna girer.
Küçük sihirbaz engin haritasının önünde ellerini ne
memnuniyetle oğuşturuyor! Fakat milletleri kelebekler gi­
bi toplu iğnelerle, koleksiyonunun içine iliştirmeği bitirdi­
NEHİR 375

ği zaman mumlar yanıp bitmiş olacak, ve artık hiç bir şa­


fak da ağarmaz bulunacak.

X IX

ispanyada hanedan yıkılacağa benziyor.


Hakikatte Mantova mülakatından biraz sonra harp pat­
ladı. Başka bir Mesalin kesilmek için sade kanatları, hızı ek­
sik olan bir kırahça karısının fuhşa dalmasına yardım eder
zelil bir kıtal, hain, vefasız bir nazır, biribirinden nefret
eden bir baba ile bir oğul; alçaklıktan ve ahlâk düşkünlü­
ğünden başka bir şey yok. işte ispanyadaki Burbonlar bu
derekeye kadar düşmüşlerdi.
Onları tahttan indirmeği istiyen her kim ise zarurî ola­
rak onların öz silâhlarım kullanmalı idi. Napoleonun hiç
bir işi, hiç bir hareketi bu işteki kadar vesveseden, aldı­
rıştan ari değildir; düşmanlarının ahlâk düşkünlüğü hiç bir
zaman onun gaye ve hedefine o seferki kadar yaramış de­
ğildir. Çürümüş bir hanedan sülâlesini yenip yıkmak için
o hanedana karşı, o hanedamn, kendini sayesinde idame
ettiği ayni hainliği ve vefasızlığı kullanacak. Efendilerin­
den çok farklı olan Ispanyol milletine gelince, Napoleon
onu hiçe saymış olmasının bedelini ileride pek ağır ödeye­
cek, bu iş ona pek pahalıya oturacak.
"Ingiltereye taraftar olan bana karşı geliyor demektir.”
Vakti ile Portekiz hanedanım koğmak için kullanmış ol­
duğu bu prensipi bugün ispanyaya müdahale etmek hu­
susunda gene ele alıyor. Napoleon, kıral ile veliaht arasın­
daki ihtilâfları kendi çıkarına istismar ediyor. Veliahtr
376 NAPO LEO N

tahta çıkardıktan sonra dayatıyor; bütün siyasî fırkaları


Bayonda toplayarak, tehditlerle, hile ile tacı kendine ver­
dirtmeğe muvaffak oluyor. Lâzımdır ki tâ Cebelüttarikten
Kattaroya kadar Akdeniz ona ait olsun, Ingiltereye karşı
çarpışmasında bu kıyıların ona lüzumu var.
Başlangıçta istilâ kolaycacık oluyor. Jeneralleri hiç bir
hususî zorluğa uğramıyorlar. O zaman İmparator, Metter-
nihe: "Biliyor musunuz ben İspanyada neden ilerleyoruriı?
Sırtımdan, arkamdan tamamı ile emin olmaklığım lâzım.”
diyor. Artık elinde o emniyet kalmayınca vay başına gele­
ceklere!
İspanyol hükümdarlarını bir nevi tatlı esareti kabul et­
meğe sevkettikten sonra, yeni tacından mestolan İmpara­
tor, İspanyanın fevkinde, o eski zamandaki engin müstem­
leke imparatorluğu hayalini derhal kuruyor.
"Bunun üzerine Napoleon... Tıpkı kendini tazyik eden
bir duygu ile dolu bir adam gibi... kendine has olan can­
lı, tasvirli talâkatla, timsallerle ve orijinallikle dolu üs­
lûp ile... Meksika ve Peru tahtlarının enginliklerinden,
onlara sahip olacak hükümdarların büyüklüklerinden ve
bu teşekküllerin dünya üzerinde meydana getireceği neti­
celerden bahsetti, daha doğrusu şairliğe daldı; uzun müd­
det Ossiankârî (îskoçya şairi) şeyler söyledi. Ben onun
konuştuğunu çok duydumdu; fakat hiç bir vesile ile onun
böyle bu derece hayal ve lisan zenginliği meydana koy­
duğunu işitmemiştim. îster mevzuun bereketinden ileri gel­
sin, ister bu mevzudan doğan sahnenin ondaki bütün me­
lekeleri sarsıp hıza getirmesinden, ve aletin bütün telleri­
N E H İR 377

nin hep birden ihtizaza gelmesinden ileri gelsin, İmpara­


tor o konuşmasında ulvî idi.”
Şimdi eksik kalan şey, yalnız bir kıral; Lüsiyen tekrar
geri gelmediği için, imparator "memurlarım” yerlerinden
oynatmağa mecbur olacak; hepsi ayni payede olmak üzre
terfi görmüşler. Holanda Kıratlığının ömrü olmıyacağı
için onu bir eyalet yapmağa, Luiyi de geri çağırmağa ka­
rar veriyor, imdi Lui kabul etmiyor; "Ben bir eyalet valisi
değilim. Bir Kıral ancak Allahın lûtfu inayetile Kıraldır...
Ben tahta çıkarken Holandalılara verdiğim yemini tutmaz­
sam bir milletten ne hakla sadakat yemini talep edebili­
rim?”
İşte hanedanlık fikrinin neticeleri. Şayet Napoleon, tam
Romalıcasına, eyaletlerine Jeneraller veya valiler tayin et­
miş olsaydı, onları her an, keyfinin istediği gibi azledebi-
lirdi. Fakat onun bu kuklalara geydirmiş olduğu kakum
kürkler, bütün o tetevvüç alayları, o kilise, o tıla ayinleri
tam da onun boğup ortadan kaldırmak dilediği saltanat
iddia ve davalarına yeni baştan vücut vermiş. Kıral Lui-
nin onun teklifine karşı ret cevabı vermekte tamamı ile
hakkı var.
J o z e f d a h a u y s a l; d ü n N a p o li k ı r a lı ik e n n e d e n y a r ın
d a I s p a n y a k ı r a lı o lm a s ın ?
Bayon işinden az zaman sonra 1 inci Jozef Madride gi­
riyor, fakat halkın cuşişi ile değil de, emir üzerine gös­
terilen tazimler ve kuru sıkı atılan toplarla karşılanıyor.
Uzun müddetten beri bir taca göz koyan kız kardeşi­
nin arzusunu yerine getirmek için Napoleon Mürayı Na­
poli kıralı naspediyor. ikbale düşkün bu çift demek ki,
378 NAPO LEO N

entrikalarına ve müstakbel hıyanetine bundan böyle daha


geniş bir faaliyet sahası bulacak.
İspanya Napoleona ne acılar saklıyor. Orada fırtına ho­
mur damyor, zira yarım ada halkı istilâyı mukavemetsizce
kabul etmiyor. Ve Renin öte yakasında, hem Prusya ve
hem de Avusturyada, bütün imparatordan nefret edenler,
hücumlarını, İspanyanın akıbetine uğramaktan korktukları
için yaptıklarını ileri sürerek haklı gösterecekler.
Napoleon ki Berlinde, Elb kıyılarında iken Ganjı fet­
hedeceğini iddia ederdi, Taj nehrinin üstünde iken kendi­
ne tâ Tuna havalisine varıncaya kadar yeni yeni düşman­
lar peydahladığının farkına varmıyor. O, İspanya ile, an­
cak Çar Avusturyayı muvaffakıyetsizliğe uğrattığı takdir­
de başa çıkabilecek, ancak bu suretle onun hakkından ge­
lebilecek.
Onun için yeni müttefikini görmesi lâzım: öyle ya, bu
zaif adam mademki ancak telkin ile kazanılabilir; Tilsit-
teki görüşmeleri de bunu ispat etmiştir. Yeni bir siyaset
işi usulü, yani Konferansı meydana çıkararak, bu yolu a­
çarak, İmparator Çara Almanyada, yani her ikisinin İm­
paratorluğunun da yarı yolunda karşılaşıp buluşmalarını
teklif ediyor.
Napoleonun o zamana kadar, topları yanında olmadan
Paristen ayrıldığı daha hiç vaki olmamıştı; o zamana kadar
müzakereler sırf cenge varırdı, bu kere ise, bilâkis, gaye­
leri harptan sakınmak olacak: toplanma yeri olarak Erfurt
seçildi.
Napoleon, ordusunu teşkilde gösterdiği aynı itinayr bu
İçtimai hazırlamağa sarfetti. Her gün, sarayından başka baş­
N E H İR
379

ka rical getirtirdi: "Seyahatimin gayet güzel olması lâ­


zım.., Bana öyle geliyor ki büyük isim sahipleri yok, ha­
kikatte ben öylelerini isteyorum, bir sarayda temsil etme­
sini ancak öyleleri bilirler” demişti, bunu böyle yapışı,
Çarın da yalnız gelmiyeceğini bildiğindendi, iki büyük yıl­
dız da maiyetlerinde diğer yıldızlar çekip getiriyorlardı.
Napoleon kendi kendine: Bunların üzerinde nasıl tesir
icra etmeli? diye soruyordu. Her şeyden evvel, arada hazır
bulunan kıralların vicdanlarım, âdeta tuzağa düşmüş gibi
kavrayıp tutacak tiyatro temsilleri ile. Şu halde en büyük
iş tiyatro temaşaları oluyor; programı Napoleon kendi
tertip ediyor, rollerin tevziini kendisi dikkatle gözden ge­
çiriyor, kesilecek yerleri gösteriyor, ve hakkında dostluk
beslediği Talmaya hangi parçalara kuvvet vereceğini işa­
ret ediyor. Herşeyin, dinleyicilere göre hesabım yapıyor.
"Kurallardan ibaret bir seyirci zümresi huzurunda oy­
nayacaksınız.”
îşte her akşam dört kıtal, otuz dört prens bir arada top­
lanmış; Şark ve Garp İmparatorları da bir locanın için­
de; etraflarım da, haşmet ve şaşaalarım yükseltecek her ne
varsa sarmış. Masabn ve tarihin Kırallarımn kahramanca
hareketleri ve işleri gözlerinin önünde cereyan ediyor.
Talmamn Orest rolünde şu:
Günlerimizin hakim olan efendileri ilâhlardtr,
Fakat, ey Rab, şanımız bizim kendi elimizdedir,
Bizi onların en yüce emirleri ile muazzebetmek ne­
' den?
Bizler de kendilerimizi ancak onlar gibi ölmez kıl-
mağt düşünelim,
380 NAPO LEO N

Ve bırakalım kader neylerse eylesin, bizler değerin


Bize de onlar kadar büyük tecelli vadettiği yere ko­
şalım.
mısralarını inşat ettiğini duyuyorlar.
Ertesi gün Volterin Muhammedi oynanıyor. İmparator
bu piyesi hassatan ve sureti mahsusada takdir ederdi, pey­
gamberin müridinin:
Baniler müsavidir; katiyyen doğuş değil,
Yalnız fazilettir aralarındaki farkı yapan;
Göklerin teveccühüne nail o ruhlardır ki
Bizzat, kendilerinden, her şey olurlar ve cedleri sa­
yesinde hiç bir şey olmazlar.
Böyledir, hasılı, benim kendime efendi edindiğim
zat;
Efendi olmağa Kâinatta lâyık odur ancak.
diye haykırmasını dinleyorlar.
O anda, o mecliste acaba bir tek kalp var mıdır ki fatihe
karşı ya muhabbet, ya da kin ile çarpmasın? Meşru prens­
ler gözlerini onun üstüne çevirmekten çekinerek, nazar­
ları ile biribirlerini araştırıyorlar, gülümsemeğe cür’et ede­
miyorlar, zira onun huzurunda, ihtilâlin oğlu olan ada­
mın huzurunda hepsi de tirtir titreyor. O, mütevazi, gös­
terişsiz yeşil redingotunu geymiş; aktörlerin ağzından dö­
külen şu: '
Her yanından yıkılan Roma İmparatorluğuna bak,
Lime lime olmuş o koca cüsse ki darma dağınık u­
zuvları.
N E H İR
381

Param parça, şerefsiz ve cansız çürüyor;


Bu yıkıntılar üzerine Arabistanı kuralım.
Yeni bir itikat, yeni bir ibadet, yeni kelepçeler gerek,
Bu kör cihana yeni bir Allah gerek.
sözlerini dikkatle dinleyor.
Bazı kelimeler Fransızların İmparatorunun bütün siya­
setini hulâsa eder gibidir.
Onu kıral yapan kim? Ona taç geydiren kim? Zafer.
Fatih ve galip unvanına
Barıştırıcı unvanını da bitiştirmek dileyor.
O ande bütün gözler ondan sual sorar gibi ona doğru
dönüyor; o, hafif bir hareketle filhakika kendi iradesinin
de bu yolda olduğunu işaret ediyor, ertesi gün Oedip:
"Büyük bir adamın dostluğu ilâhların bir lûtfudur.’r

diye haykırdığı zaman iki İmparator da ayağa kalkıyor ve


biribirlerine ellerini uzatıyorlar.
Napoleon, Aleksandrin kuvvetli bir adam olmadığını ve
onun dostluğunun hiç bir veçhile ilâhların bir lûtfu ol­
madığını biliyordu, onun için bu tereddütlü mizacı kendi
görüşlerine kazanmak, Tilsitte yaptıkları misakı kuvvet­
lendirmek ve genişletmek için Çarı her gün şahsî tesiri
altında tutmanın lüzumlu bulunduğuna hükmediyordu..
İmparator onun yanından pek seyrek ayrılıyor, ve tes­
hir edilmesi istenen bir kadına nasıl muamele edilirse ona
her noktadan öyle muamele ediyor. Kendisine bu işte yar­
dımda bulunmasına müsaade ettiği yegâne adam Taleyran­
dır.
382 NAPO LEO N

Aralarında şu son zamanlarda şiddetli bir sahne geçmiş


olmakla beraber topal, gene efendisinin arkası sıra sek­
mekte devam ediyor. Herhangi diğer bir siyasîden daha
açık görüşlü olan kurnaz diplomat, İmparatorun kurduğu
yapıda kertenkele gibi beliren gizli çatlağı daha şimdiden
keşfetmiş. Daha geçen yıl, kararsız Eylo muharebesinden
sonra, rus enginliğinin bağrında Napoleonun şevketinin
yıkılması ihtimalini görmüş, ve derakap muazzam bir hi-
yanet plânı düşünmüştü. Rus ittifakı ile ve Şarlömanykâ-
rî diğer bir takım fantaziyelerle yolunu şaşırmış olduğuna
hükmettiği bir siyasete doğrudan doğruya iştirak etmeme­
ğe karar verdiği cihetle vazifesinden İstifa ediyor, fakat
ustalıklı vesileler bulmak sayesinde nezaret mevkiini İm­
paratorluğun bol maaşlı büyük bir makamı ile değişmeğe
muvaffak oluyor. Bu işten her ikisi de kazançlı çıkacağım
düşünüyordu: İmparator, Taleyram eskisinden daha eyi
göz altında bulundurmağa kendi kendine söz veriyordu,
Taleyran da bu suretle hükümdarın esrarım daha kolayca
elde edebileceğini umuyordu; zira gene dairede jantiyyom
olarak kalıyordu, halefi Şampanyi ise İmparatorun istih­
zasına hedef ve mevzu olmaktan başka bir şey değildi. Şu
halde Taleyran, ayrıldıktan sonra dahi, gene, has nedim
olarak kalıyor, ve nüfuzunu, artık üzerinde mes’uliyetini
taşımadığı telkinler sayesinde kuvvetlendirebiliyordu.
İspanya işleri onun önceden sezdiği şeylerin doğrulu­
ğunu teyit etti. İmparatorun bu yeni ava göz diktiğini gö­
rür görmez, maceradaki tehlikeyi anladı, ve efendisini o
noktaya şevketti. Ona dedi ki:
NEHİR 383

— XIV iicii Luidenberi Ispanya tacı hep Fransada sal­


tanat süren hanedana ait bulunmuştur.
Bu yolda delillerle Napoleonu adam akrllr mestetmeğe
muvaffak olunca "Ingiltere ile sulh imzalanıncaya kadar”
Katalonyanın işgal altına alınmasına karar verildi, impa­
rator ona, Valansydeki şatosunda esir kaldıkları esnada
Ispanya enfanlarını eğlendirmek gibi pek te şanlı olmıyan
bir vazife verince, entrikacı hizmetkâr gülümsemekten ken­
dini menedemedi: Ispanya enfanlan, onun, Ingiltere hak-
kındaki görüşlerinde işine yarayabilirlerdi; onlar vasıtası
ile o yalnız îngilizlerin tahrikatını tecessüs etmek değil,
hem de îngilizlere malûmat vermek arzu ediyordu. Bu nok­
tadan bir adım ötesi hiyanetti. Taleyran o adımı attı. Bü­
tün siyasî mesleği onu bu yola götürüyordu; Çarın ve im­
parator Fransuvanın Paristeki elçilerine daha şimdiden
mahrem ve hususî "istihbarat” ta bulunuyor, haberler ve­
riyor. Her şeyini kendisine borçlu olduğu efendisine karşı
bu yaptığı işlerden dolayı nefsini nasıl tebriye edecek?
Ona şu manzarayı göstererek:
— Zannederim ki Sir, Bayon vak’asında siz, kazanmak­
tan ziyade kaybettiniz.
— Bunu söylemekten maksadınız ne?
— Vallahi, gayet sade, ve bunu size bir misalle arzede-
yim. Bir adam mondda delilikler ederse, metresleri olursa,
karısına karşı fena hareket ederse, hattâ dostlarına karşı
ağır haksızlıklarda bulunursa o adamı şüphe yok ki ayıp­
larlar; fakat o adam zengin, kudretli, maharetli ise, gene
cemiyetin müsamahalarına rasgelebilir. O adam hele o­
384 NAPO LEO N

yunda hile yapsın, derhal eyilerin cemaatinden tardedilir,


onu asla affetmezler.”
Taleyran nakleder ki İmparator bu söz üzerine sap sarı
kesilmiş, ve o gün akşama kadar ona bir tek hitapta bile
bulunmamış. Ne için Napoleon onu hemen o vakit koğ-
madı? Neden onu Amerikaya sürmedi? Bir aristokrat ta­
rafından manen tokat yemiş olan Napoleon onu koğma-
yor. Taleyran yalan söylemiş olmasın? Hatıraları şu nok­
tadan daha ziyade inanılmağa lâyıktır ki Taleyran onları
20 yıl daha sonra, Restorasyondan sonra, meşru prenslere
olan merbutluğundan dolayı böyle iki türlü ve iki yüzlü
oyun oynamış olduğunu göstermek maksadile yazmıştır.
Artık kendisine kimsenin hakikatleri söylemeğe, ve evle-
viyetle hakaret etmeğe cür’et etmediği bir adamla Taley­
ran gerçekten böyle konuştu ise niçin koğulmadı? "Beni
anhyan yegâne adamdır.” Napoleonun bunu söylemesi çok
mühim bir şeydir. Fazla olarak, Taleyrandaki vicdan ek­
sikliği, onu, imparatorun keyfine göre kullanabileceği kıy­
metli bir alet haline koyuyordu.
Diğerlerinin prensipleri, ya da yenecek tereddütleri var­
dı, Taleyran ise, tamamdan, bütün engelleri pervasızca yı­
kıyordu; Napoleonun kaodan çıkarıp ortaya koymağa mu­
vaffak olduğu imparatorluğu gibi dâhice fikirlerden bir
tanesi bile Taleyranın dimağından taşıp çıkmazdı, fakat
Napoleonun büyük ruh ve fikri ile Taleyranın aklı selimi
gûya biribiri için yaratılmış gibi bir şeydi. "Birincisinde
yaratıcı, velût, cür’etli, sert ne varsa İkincisindeki sovuk,
tedbirli, emin olan şeye muhtaçtı. Birinde iş dehası vardı,
öbürkünde müşavirlik dehası. Biri, büyük her ne varsa o-
VIII
N E H İR
385

nu tasavvur ederdi, öteki tehlikeli ne varsa ondan sakınır-


dı, birinin yaratıcı tehevvürünü diğerinin temkinli, basi­
retli ağırlığı; bereket versin, mutedilleştirirdi.” Biribirle-
rini anlarlardı, fakat ancak mizaçlarının hududu dahilin­
de... Napoleon Taleyranın hiyanetini hiç bir vakit tamamı
ile keşfedemedi.
Burada, nihayet, Erfurtta Taleyranın saati geldi, çaldı.
Hükümdarlar onun etrafını alınca o da içlerinden seçe­
ceğini seçiyor ve o kadar ehemmiyetleri olmıyan prensleri
bir yana bırakarak doğru kendisine, gerek nakit para ve
gerek siyasî menfaatleri en fazla verecek olana gidiyor.
O hükümdar da Aleksandrdır. Paristeki elçisinden ma­
lûmat alan Rus Hükümdarı onu tanımak için sabırsızlık­
tan tutuşuyor. Her akşam, temaşa bittikten sonra evinde
misafir kabul eden prenses dö la Tur e Taksisin salonunda
karşılaşılıyor. On yıl sonra Taleyran hatıratında: "İmpa­
rator Aleksandra karşı kullanmağa mecbur olacağımı sandı­
ğım bütün san’atın bana hiç faydası olmadı. O, daha ilk ke­
limede beni anladı, ve beni tam da bildiğim gibi anladı.”
diye yazabiliyor.
Yarı buçuk söz etmekle bile maksadının anlaşılacağın­
dan emin bulunan Taleyran, ertesi gün çara diyor ki: "Sir
buraya ne yapmağa geldiniz? Avrupayı kurtaracak sizsi-
niz, ve buna da ancak Napoleona kafa tutmakla muvaffak
olabilirsiniz. Fransız milleti medenîdir, hükümdarı ise de­
ğildir, Rusya hükümdarı medenîdir Rus milleti ise de­
ğildir. Şu halde Rusya Hükümdarına düşen şey fransız
milletinin müttefiki olmaktır.”
Bu, sırf bir cümleden ibarettir, fakat mahrem uzun su-
Napoleon — 25
386 NAPO LEON

vareler esnasında, kendisi de iğfal etmek, gönül avlamak


san’atını bilen Taleyran, iki fincan çay arasında, Alek­
sandrin fikrine, o fikirde büyütmek istediği şeylerin to­
humunu ekiyor. Boş boğazlığının, sır saklamayışının ken­
disine ne dereceye kadar kıymetli olduğunu, Çar Taley-
rana, yeğeni için, Şarkın en zengin varisi bir Rus prensesi­
nin izdivacını vadederek ispat ediyor.
Akraba ve taallûkatı, kendisine, tâ daha önceden tedbir,
ihtiyat ve şüphe etmesi vaiz ve nasihatında bulunmuş olan
Aleksandr bugün Napoleona mukavemet göstermek kuv­
vetini buluyor. Erfurtta oturdukları müddetçe, görünür­
deki teklifsizliklerine, samimîliklerine rağmen, biribirleri-
ni aldatmak için her ikisi de tedbir düşünüyor, zihin yo­
ruyor: Tilisitteki coşkunluk artık kalmamış.
Napoleon tereddüde düşüyor. Taleyrana yeni ittifak
muahedesini hazırlamasını emrediyor ve onu kendi eli ile
tekrar beyaza çektikten sonra Aleksandra veriyor, fakat
bu gizli vesikayı canlı bir mahlûka bile göstermiyeceğine
dair ona yemin ettiriyor. Ayni akşam en mutlak ketumlu­
ğu muhafaza etmek yemini üzerine bu muahedename Ta­
leyrana bildirilmişti, bu suretle Taleyran, kendisinin ilk
kaleme aldığı şeyde efendisinin değiştirmiş olduğu nokta­
ları öğrenmiş bulunuyordu. Bu muahede asla imzalanma­
mak idi.
Gece Napoleon Taleyranı çağırtıyor, Taleyran Jago ro­
lünü kemale ermiş bir san’atla oynayor. Napoleon: "im­
parator Aleksandr ile hiç bir şey yapamadım, onu her isti­
kamete çevirdim, fakat zihni duygusuz. Bir adım bile ile-
rileyemedim” diyor.
N E H İR 387

— Sit, zannederim ki Zatı Şahaneniz burada bulundu­


ğunuz müddetten beri bir çok adım attınız, zira İmpara­
tor Aleksandr tamamı ile sizin teshiriniz altındadır.
— Size öyle gösteriyor, siz ona aldanmışsınız. Beni bu
kadar seviyorsa, neden imzalamıyor?
— Sir, onda öyle şövalyekâri bir şey var ki lüzumundan
fazla tedbir ve ihtiyat ona dokunuyor, onu incitiyor, o,
size vermiş olduğu sözle ve size beslediği sevgi ile kendini
size karşı muahedelerden daha fazla taahhüt altına almış
addediyor.
— Bu husus hakkında bir daha kendisine bir şey aça­
cak değilim; çünkü böyle bir şey, sonra, bu işe lüzumun­
dan fazla alâka beslediğimi göstermek olur... Sizin Avus-
turyaya karşı meylinizi anlayamıyorum; bu, eski Fransa-
mn siyasetidir.”
— Sir, yeni Fransanın politikası da, şunu da ilâveye
cür’et edeyim, sizin politikanız da bu olmalıdır zannında-
yrm.
Bir kaç gün sonra, hükümdarların münasebetleri daha
halis, daha kalpten gibi görünüyor, artık hiç merasime fi­
lân bakılmıyor, tam bir serbestlik ile gidilip geliniyor.
Yavaş yavaş Napoleon ağlarım kuruyor ve Çara diyor ki:
''Hayhuylu, gürültülü patırdılı hayat beni yoruyor, din­
lenmeğe ihtiyacım var ve endişesizce kendimi tatlılıklar
içine salıvereceğim ev hayatına, sırf o hayata can atıyo­
rum, bütün zevklerim beni o yana doğru çekiyor. (Nü­
fuzlu bir eda ile) fakat o saadet bana göre değil. Çocuk­
suz bir ev içi olur mu? Ve benim çocuğum olur mu? Ka­
im benden on yaş daha büyük. A f finizi dilerim: bütün
388 NAPO LEO N

bu söylediğim şeyler belki de tuhaftır, fakat kalbinize dö­


külmekten, kalbinize açılmaktan hoşlanan kalbimin hare­
ketine ramoluyorum.” Duruyor. "Eyi amma, akşam yeme­
ğine bir an kaldı, Mösyö dö Vensanm veda ziyaretini ka­
bul için bütün o duygusuzluğumu takınmaklığım icap e­
diyor.”
Gösteriş ve debdebe kurallarının "açık ordugâh adamı"
dedikleri adam, nazik bir işi akşam yemeğinden önce, der­
hal kapatabilecek bir tarzda, yemlemesini işte böyle bili­
yor... Akşam, Taleyram yatağının yanına getirtiyor, konu­
şuyor, ona sual soruyor, tedbirler kuruyor ve şunu emre­
diyor :
"Benim mukadderatım bunu talebediyor, Fransanm ra-
hatlğı da bunu istiyor. Benim hiç bir halefim yok. Jozef
hiçtir ve kızlarından başka da bir şeyi yok. Ben kendim
bir hanedan kurmalıyım, bunu ise ancak Avrupada sal­
tanat süren büyük hanedanlardan birine mensup bir pren­
sesle nikahlanarak kurabilirim. İmparator Aleksandrin kız
kardeşleri var; hele içlerinden bir tanesi var ki yaş t bana
uygun gelir. Bundan Romanzefe bahsedin, ona deyiniz ki
İspanyadaki işim biter bitmez, Türkiyenin taksimi hakkın-
daki mütalealarına riza göstereceğim; diğer bir takım de­
liller de sizde eksik değildir, zra bilyorum ki siz boşan­
mamıza taraftarsınız.”
Ertesi gün Taleyran bu işi doğrudan doğruya Çarın ken­
dine açıyor. Çar daha hâlâ İmparatorun melâlli sözlerinin
tesiri altında. "Bu adamın mizacı hakkında hiç kimse doğru
bir fikre sahip olamaz. Başka memleketlere karşı yaptığı
endişe verici her şeyi, vaziyetinden dolayı yapmağa mecbur
N E H İR 389

oluyor. Onun ne kadar eyi olduğunu kimse bilemez. Siz


kİ onu eyi tanırsınız, siz de böyle düşünüyorsunuz, değil
mi?” diyor.
Onun hakkında ne düşündüğünü söylemeğe Taleyranın
hiç niyeti yok, fakat şu dakikada İmparatorun niyetlerin­
den bahsedecek kadar da ustalıklıdır. Çar ona cevap ola­
rak diyor ki: "îş yalnız bana kalsa idi, ben memnuniyetle
rizamı gösterirdim... annemin, kızları üzerinde öyle bir kud­
reti vardır ki, ben ona itiraz edemem, onun hilâfında ha­
reket edemem.”
Sonra hükümdarlar, mazmunu bizce malûm olmryan u­
zun bir mülâkatta bulunuyorlar. Bunun neticesinde arala­
rında daha büyük bir teklifsizlik ve samimîlik, ve Prense­
sin evinde de, akşamları Taleyranla yeni yeni buluşmalar o­
luyor. Bununla beraber hiç bir neticeye varılmıyor. Ne itti­
fak, ne de izdivaç Erfurtta aktedilmİyecekti. Etrafında olan
işitilmedik ve görülmedik tazimlere rağmen Napoleon bu
mülâkattan hayal sukutuna uğramış bir halde nişanlısız,
muahedesiz dönüyor. Bir şey elde etmiş biri varsa o da Ta-
leyrandır, yeğeninin yeni karısının milyonlarım almış gö­
türüyor.
B u n u n la b e ra b e r 3 8 P re n s İ m p a r a to r t a r a f ı n d a n i lt i f a t
g ö r d ü v e y a te h d it e d ild i, m ü k â f a t la n d ı r ı ld ı v e y a v a r lı k ­
la r ın d a n te c a h ü l e d ild i. T a le y r a n d e r k i : " E fr u tta b ir te k
e lin b ile a s la n ın y e le s in d e n a s a le tle g e ç tiğ in i g ö rm e d im .
O s o n g ü n s a r a y ın ın a r z e ttiğ i m a n z a ra h a tır ım d a n a s la
ç ık m ıy a c a k . K e n d is in in e t r a fın ı, o r d u la r ı m h a r p e ttiğ i, y a ­
h u t H ü k ü m e tle r in i z a p t v e te s h ir e ttiğ i, y a d a v a r lı k la r ı n ı
te z li 1 e ttiğ i p r e n s le r s a rm ış tı. İ ç le r in d e n b i r ta n e s i ç ık ıp
N APOLEON
390

ta ondan bit şey istemeğe cür’et edemedi, hatırında kal­


mak için tarafından sadece görülmek, ve en son olarak gö­
rülmek isteyorlardı. Bunca açık bayağılık ve mezellet o­
nun mükâfatı oldu.”
Bu aralıkta, Napoleon farzediyor ki Viyanada, itilâf
imza edilmiş sanılır da sırf korku, ona, muahedenin geti­
recek olduğu şeyi, bâşlı başına te’min eder. Bilmiyor ki
arada Taleyran, kendine, Metternih nezdinde de hiyanette
bulunmuş, ona: "Rusya ile AusterÜçten evelki kadar hoş
geçinmek sırf sizin elinizdedir. Avrupada kalan az buçuk
istiklâli ancak böyle bir ittifak kurtarabilir.” demiş. Avus­
turyalI da, kendi raporuna şu kelimeleri ilâve etmekle
bahtiyar: "Nihayet öyle yeni bir devre girdik ki o devir­
de müttefikler, bize, kendilerini Fransa İmparatorluğunun
içinden arzediyorlar.”
Veda saati gelmiş. Kırallarla muhat İmparator, Alek­
sandr ile kucaklaşıyor; hepsi de mutlak kudretli hüküm­
darların bu dostluğuna karşı hürmetle dolu olarak, bu sah­
neye bakıyorlar. Yalnız Taleyran, şapkası elinde, gülüm­
süyor: biliyor ki prenses dö la Turun evindeki suvareler
esnasında kendisi bu dostluğu temelinden yıkmağa mu­
vaffak olmuş.
Çalışması dört yıl içinde semeresini verecek — zehirli se­
mere ki Napoleon ondan ölecek.
XX
Bu kırallar meclisinin donuk zemini üstünde, alman
fikrinin meşalesi, parlak bir surette ayırt ediliyor. İmpa­
rator Vaymar Parnasından giderken:
N E H İR
391

"Sizden ayrılırken beraberimde bir hayal götürüyorum


ki benim için kıymetlidir, o da şudur: Çünkü siz benden
birkaç eyi hatıra sakhyacaksınız.” Erfurtta olduğu gibi
Vaymarda da Zekânın o prensleri ile birçok geceler geçir­
miş ki, kendinde olduğu gibi onlarda da deha, cetlerin ye­
rini tutardı. Onlara hayranlığını gösterdi, ve onların ken­
dine ilham ettikleri takdir ve hürmet Erfurtta mahsulünü
bol bol biçmiş olduğu istihfaf ve saygısızlığı telâfi etti.
Onların eserleri kendisince meçhuldü, onun için hakların­
da ancak içlerinden her birinin Almanyada san’at ve ede­
biyat cümhuriyetinde işgal ettikleri payeye göre hüküm
veriyordu.
O zamandan iki yıl Önce Yohan fon Mülleri, Potsdama
çağırtmıştı. Bu mülâkatın ehemmiyetini hiç bir şey Napo-
leonun Mülleri kuşattığı ihtiyat kaydinden daha eyi ispat
edemez. Beynine has olan o açıklıkla Napoleon onun ö­
nünde Tarihin büyük mes’elelerine mukaddemesiz giriş­
mişti.
Tasitten bahsetti, dimağın, fikrin inkişafının başlıca de­
virlerini takrir etmeğe çalıştı ve hıristiyanlığın tesiri al­
tında yunan kültürünün Roma medeniyetine çaldığı hari-
kulâde galebeyi medhetti; Roma tarafından yenilmiş olan
Yunanistanın dünya üzerindeki manevî hükümranlığını
tekrar san’atle fethetmesini bilişini öğdü. lenadan birkaç
gün sonra Prusyalı bir âlime hitaben tevcih edilmiş bu
sözler âdeta bir tazim ve tevkiri ihtiva ediyordu; ona, hiç
bir fransız âlimine teklif etmediği: kendi tarihini yazma­
sını teklif etmekte iltifat ve teveccühlerinin en yüksek de­
recesini gösterdi. Her dine has prensiplerle bu prensiple­
392 N APO LEO N

rin lüzumu da mevzubahs oldu: "İmparator memleketler­


den, milletlerden bahsetti... Sohbeti daha alâka uyandırıcı
bir şekil aldıkça kendi de daha pest bir sesle konuşuyordu,
o kadar ki ben ayrıca ona doğru eğilmeğe mecbur oldum
ve odada hiç kimse onun sözlerini işitmedi. Şundan bun­
dan başka bana öyle şeyler söyledi ki asla tekrar etmem.”
Şu kısa hikâyenin son cümleleri vekarlı bir adam olan
Müllerin son derece ihtiyatım, fakat İmparatorun da bu­
na lâyık addettiği insanlar karşısındaki şaşılacak derecede­
ki açık gönüllülüğünü ispat eder.
Vaymarda, bilhassa Viland onun dikkatine çarpıyor,
alâkasını uyandırıyor; İmparator onu Voltere kıyas edi­
yor, fakat Tarihe roman karıştırmış olmasını yüzüne vu­
ruyor. Ona diyor ki: "Sizin kadar yüksek bir adam nez-
dinde, tarzlar kesilip atılmış olmalı ve ne iseler ona mün­
hasır bulunmalı. Karışık olan her şey insanı kolayca ip­
ham ve iğlâka götürür.” Viland kendini zekâ ile haklı
gösterip örnek olarak gösterilebilecek faziletten bahsedin­
ce, İmparator onun sözünü şiddetle kesiyor:
"Bilir misiniz fazileti daima hayallerle gösterenlerin ba­
şına ne gelir? Bunlar insanları faziletlerin sırf malihulya­
dan başka bir şey olmadığına inandırırlar, onlara fazileti
böyle sandırırlar” diyor.
Sonra gene, her yerde, Madam dö Stael gibi gûya hâlâ
bugün bile efkârı umumîyeyi endişeye veriyormuşçasına
arkasını kovaladığı Tasite sözü getiriyor. Büyük bir ba­
lo esnasında, bu vesile ile, fiil adamları hakkındaki dü­
şüncelerini bildiriyor: "Tasit, vakayi ve hadisatın sebeple­
rine ve iç yüzlerine lâzım geldiği kadar nüfuz edememiş­
N E H İR
39 3

tir. Ahlâfm bir hüküm yürütebilmesine müsait olmak için


ef’alin ve efkârın gizli noktasını, sırrım daha derinleştir­
mesi, daha derinden araması icap ederdi. Tenkitçi eseri
insanları ve milletleri, içinde yaşamış oldukları devre ve
şeraite göre ihata etmeli idi... Onun, tiranlara verdiği kor­
kudan dolayı medhedildiğini işittim; tiranlara, milletlerin
kendileri ile korku veriyor. Hakkım yok mu Mösyö Vi-
1and? Pek eyi amma ben sizi rahatsız ediyorum, buraya
Tasitten bahsetmek için gelmedik ya. Bakın imparator
Aleksandr ne güzel dansediyor.”
Söz almak için münasip bir an kollıyan Viland, güzel
bir nutukla eski Romalıyı şimdiki Romalıya karşı müdafaa
ediyor. Sarayın büyükleri meftunlukla dinliyorlar. İmpa­
rator bu nutku dikkatle takip etmiş; bütün gözler onun
üzerine dikiliyor, acaba ne cevap verecek? Bu münakaşa­
yı nezaketle kapayacak mı?
Viland konuşurken, Napoleon, tıpkı bir muharebe sı­
rasında imiş gibi, nutkunun hangi noktasından hasmına
hücum edeceğini kendi kendine sormuştu. Kendi kendine
diyor ki:
—"Bu nutuk Öyle sümmettedarik söylenmiş bir şeye ben­
zemiyor... Fakat neden Mösyö Viland Tasiti seçti?” iki yıl
önce Müller ile aralarında geçmiş olan bir sohbetin hatırası
zihninde şemşek gibi çakıyor.
—"Mösyö Viland, çok kuvvetli bir hasım tarafla işim
var, galibiyet noktalarınızın hiç birini ihmal etmiyorsu­
nuz. Siz, benim Berlinde görüşmüş olduğum Mösyö fon
Müllerle mücadelede misiniz?”
Herkes gülümsiyor, Mösyö Viland ise herkesten önce;
NAPO LEO N
304

zira zekâyı her ütrlü izzeti nefisten üstün görüyor, ve tam


bir samimîlikle:
— “Evet, Sir, Zatı Şahanenizin Tasitten maalmemnuniye
bahsettiğini ve onu sevmediğini Müllerden öğrendim” ce­
vabım veriyor.
İmparator karşılık olarak: "Daha kendimi tamamile
mağlûp addetmiyorum” diyor, ve tekrar Yunanistanla
Hıristiyanlık hakkındaki fikirlerine dönerek emniyetle içi­
ni açıyor, çünkü ihtiyar şairde bir reybilik bulunduğunu
anlamış. Ona doğru eğilerek diyor ki:
— "Belki de İsa hiç yaşamamıştır bile.”
Fatih ile şairin karşılaşmaları garip bir karşılaşma; bi­
rincisi kuvvetine tamamile sahip; Aklın (Raison) girdaba
attığı hıristiyan dininin kurtarıcısı; İkincisi biraz önce
Voltere kıyas edilen payyen (akidesiz, dinsiz) bir ruh,
Aklın Isaya karşı açtığı çarpışmanın kışkırtıcısı; o kadar
dermansız bir ihtiyar ki kaç keredir dayanacak bir iskem­
le arıyor. İşte bu iki adam biribirine doğru eğilmiş, ve
pestten konuşarak İsa dedikleri adamın belki hiç mevcut
bile olmamış olduğunu biribirlerine tevdi ve itiraf ediyor­
lar...
İhtiyar Şair, tevekkeli değil, elli yıldır Almanyanın en
ince zekâsı; her şeye noktası noktasına zarafetle cevap ye­
tiştiriyor: "Biliyorum, ondan şüphe eden bazı deliler var,
fakat ondan şüphe etmek Jül Sezarın varlığından, ya da,
Sir, sizin varlığınızdan şüphe etmek kadar eblehçe bir şey­
dir.” İşte Viland, böylece tamamı ile Fransızkâri bir nük­
te ve cinas çalımı ile hem Isayı, ve hem de Alman ruh ve
zekâsının şerefini kurtarıyor. İmparator, artık daha fazla
N E H İR
395

konuşmaksızın, onun omuzuna vuruyor: "Eyidir, eyidir,.


Mösyö Viland” diyor. Ve yüksek sesle, hıristiyan dini­
nin eyiliklerini medhe devam ediyor. O anda Viland artık
ayakta duramıyacak hale geldiğini açıkça anlatıyor, mu­
sahabe de, iki iskemlenin yardımı ile şüphesiz en alâka
uyandıracak şekilde uzayıp gidebilirken orada nihayete
eriyor.
Bu mükâlemenin şahitlerinden biri de Gcethe oldu.
Bir kaç gün önce Erfurtta İmparator onunla, seyahatle­
ri esnasında öğle yemeğini yemeği, kabul etmeği, kuman­
da vermeği, mubahaselerde bulunmağı, emirlerini imzala­
mağı âdet edindiği o odalardan birinde onunla tam bir
saat görüşmüştü.
Bu, devrin en büyük iki zekâsının karşılaşması oldu, her
ikisinin de gizli düşüncelerinin ağırlığım ve biribirlerine
karşı besledikleri hayranlığın zenginliğini ihtiva eden kar­
şılaşma. Tabiî ilimleri kılı kırk yararcasına derinden de­
rine tetkik etmiş olup fakat insanda sırf kendi hâdiseleri­
nin delil ve müekkedesini ariyan Gcethe bu görüşmeye
İmparatordan daha fazla bir ehemmiyet ilâve etse gerek­
ti. Zira şair, on yıldanberi Bonapartın hayatım hayret için­
de takip ediyor idi ise de, onun hakkında şimdiye kadar
söylenmiş en derin sözleri, ihtiyarlığında telâffuz edecek
idi ise de İmparator Gcethenin hiç bir şeyini bilmiyor,
hattâ ona ilham ettiği meftunluktan bile haberdar bulun­
muyordu. Gcethe bunu ancak seyrek bir kaç dosta açmış­
tı. Kanmamış hayalinin melâlle beslendiği zamanlarda
Verteri birçok defa okumuş olan İmparator, bugün artık
ondaki ruh haletini münasip bulmıyordu. İhtiyarlıyan şa­
396 NAPO LEO N

iri, o zamanlarda, değeri derecesinde takdir edecek ancak


yüz kadar Almanla bir tek de Fransız vardı, Gcethe az
tanınmıştı ve halk içinde az şöhreti vardı. Sade, İmpara­
tor onun, kendi etrafındakilerden kimsenin bilmediği ga­
rip garip piyesler yazdığını, ve lena muharebesi senesi
kendisini çok kızdırmış olan o sakson prensinin sarayında
nazır bulunduğunu hatırlıyordu. Napoleon onu huzuru­
na çağırttığı zaman, ondan, Müller veya Vilanddan daha
az şey ummuş olsa gerektir.
Fakat bu kıratta ve bu değerde adamların biribirlerini
derakap anlaması için biribirlerine bir bakmaları kâfi idi.
İmparator büyük yuvarlak bir sofranın başında öğle ye­
meği yiyordu. Sağında Taleyran, solunda da Darü vardı;
şairi o zaman kapının çerçevesi içinde gördü, ona yak­
laşmasını işaret etti ve 60 yaşındaki bu adamın, güzel ve
asil, sıhhatle ve büyük gayretlere bedel kazanıp da sonra
az zaman içinde gene kaybedeceği o iç rahatlığı ile parıl
parıl ilerleyişine hayretle baktı. İmparator ona dik dik
baktı, sonra âdeta kendi kendine konuşuyormuş gibi:
"İşte adam!” dedi,
İçinden gelen bu söz, altın bir ok gibi, doğru gidip he­
define vuruyordu. Hassaten, dünyanın efendisi, dünyanın
bu diğer efendisi hakkında hiç bir şey bilmediği için, onun
asla kimse için söylemediği ve bundan böyle de hiç kimse
için söylemiyeceği bir söz, dehanın ilâhî müşareketini gös­
terir.
Onların ne görüştükleri maatteessüf bize kadar tam ve
noksansız olarak gelememiştir. Gcethe o sohbeti — şüphe
yok ki tedbirinden dolayı — ancak çok sonraları ve eksik
N E H İR
397

olarak nakletmiştir; diğer hatıralar da o görüşmeden bi­


ze ancak bazı parçalar bildirmiştir.
Napoleon önce Verteri medhetmeğe başlıyor, "fakat ro­
manınızın sonunu sevmiyorum” diyor.
— Zannederim, Sir, bir romanın sonu gelmesi hoşunuza
gitmiyor.
imparator, kıyafeti âdeta hiç değiştirmemiş olan bu ta-
rizli hicve sert cevap vermeksizin, Goethenin Verteri in­
tihara sevkeden sebepler arasına ikbalseverliği sokmuş ol­
masını tenkit ediyor. Şair gülüyor — bu şey, imparatorun,
kendi huzurunda görmeğe o kadar alışık olmadığı bir ser­
bestlik ki, imparator iki mektubunda bize bundan bahset­
mek hususunda dikkat gösteriyor — ve cevabında tenki­
din doğru olduğunu, fakat artistlerin bulmakta çok zah­
met çektikleri bazı netice ve tesirlere (effet) ehemmiyet
vermelerinin hoş görülmesi lâzım geldiğini söyliyor.
Çaldığı küçük galebeden memnun kalan imparator
dramdan bahsetmeğe başlıyor ve büyük bir dikkatle tetkik
ettiği görülen trajedili tiyatro hakkında gayet mühim
mülâhazalar ve mütalealar beyan ediyor. Fransız tiyatro­
sunu tabiatten ve gerçeklikten (şeniyetten) ayıran şeyi de­
rin bir surette hissediyor; içine kederin karıştığı trajedile­
re gelince onları kabul edemiyor, diyor ki:
— "O zamanlar artık geçmiş gitmiştir, ne diye daha hâ­
lâ Kaderden bahsedip dururlar! Kader, Politikadır!” Bu
fikri, derakap Darüye, sonra da içeri yeni giren Sulte ver­
giler hakkında hitap tevcih ederek kendi usulünce hakir
gösteriyor. Ve yeniden Gcetheye teveccüh ederek maha­
retle şahsî mes’elelere geçiyor:
NAPO LEO N
398

— Buradaki ikametinizi nasıl buluyorsunuz? diyor.


Münasip anı, daha uçarken yakalamasını bilen Goethe
de:
—"Sir, gayet parlak, ve umuyorum ki memleketimiz hak­
kında da hayırlı olacak” cevabını veriyor.
imparator, muhatabına âdeta bir hükümdarla konuşur
gibi söz söylediğinin farkına varmaksızın:
— Milletiniz mes’ut mudur?., diye soruyor. Hakikatte
Saksonya onu hiç alâkadar bile etmiyor, onun kendi kendi­
ne sorduğu şey: — "Bu adam, acaba benim işime ne türlü
yarayabilir? Ne yazık ki tarihçi değil. Fakat, romancı ol­
duğundan, hiç değilse şu Kongreyi nakledebilir, ve dram-
cı sıfatı ile de Sezarın tarihini teçsim edebilir. Bu işi bir
fransız muharririnden çok daha eyi yapabilir, hem de bir
ecnebi tarafından geldiği için piyesin değeri daha fazla
olur” düşüncesidir. Bunun içindir ki imparator, sözüne şu
yolda devam ediyor:
—"Mösyö Gcethe, siz de bizlerin burada ikametimiz es­
nasında burada kalmalı idiniz de; bizim size gösterdiği­
miz büyük temaşa hakkındaki intihalarınızı yazmalı idi­
niz. Ne dersiniz Mösyö Gcethe?”
imparatorun her vakitki konuşmasından çok farklı bir
sual. Şair buna biraz ihtiyat ve tedbirle şu cevabı veriyor:
— Ah! Sir, insanda Evel zamanki bazı muharrirlerin
kalemi olmalı idi.
Napoleon düşünüyor, ve şunu ilâve ediyor:
— Ben Vaymara gideceğim, beni oraya Dük davet etti.
Birkaç vakit, Dükün hali o kadar eyi değildi amma şim­
di düzeldi.
NEHİR 399

—“Sir, eğer evelce hali o kadar eyi değil idi ise, o ha­
linin ıslah edilişi de biraz lüzumundan fazla kuvvetli kaç­
tı, fakat bu gibi şeylerin hâkimi ben değilim, ben bu gibi
şeylere karışmam ya; o, san’atları, ilimleri ve fenleri hima­
ye eder, kendisi hakkında medihten başka söyliyecek sö­
zümüz yoktur.”
Napoleon: "Pek âlâ, işte, efendisini müdafaa ediyor ve
bununla beraber onun ahmak bir adam olduğunu da söz­
lerinin arasından gösteriyor. Bu adam, lâzımdır ki, Sezar
üzerine bir trajedi yazsın. Böyle bir şey Fransada muha­
rebeden fazla tesir icra eder.
"Eyi bir trajediye yüksek insanlara en lâyık bir mektep
gözü ile bakmalı. Siz Sezarın ölümü hakkında bir trajedi
yazmalı idiniz, hem de Volterin yaptığından daha muaz­
zam bir tarzda. Hayatınızdaki en güzel iş, sizin şaheseri­
niz, bu olabilirdi. Bu trajedide, şayet Sezara büyük proje­
lerini tahakkuk ettirecek zaman bırakılmış olsaydı Sezarın
insaniyete ne saadet verecek idiğini âleme ispat etmeli
idi. Gelin Patise! Bunu sizden talep ediyorum. Oradan
bütün cihan üzerine geniş bir bakışınız olur, orada yeni
eserler için birçok mevzu bulursunuz.”
Şair, kendisine bahşettiği şereften dolayı nezaketle te­
şekkür ediyor.
Napoleon kendi kendine diyor:
— Daha çok ısrar etmiyelim, sonra beni bu işle lüzu­
mundan fazla alâkadar oluyorum sanır. Gariptir, benden
bir şey istemiyor, hattâ kendini parlak göstermeğe bile ça­
lışmıyor. Bu bozulmaz adamı, nasıl etmeli de kazanmalı?
Hiç olmazsa bizim temsillere gelsin, belki de izzeti nefsi
400 NAPO LEO N

onu bunlardan daha eyisini yapmağa kışkırtır: "Bu ak­


şam tiyatroya gelin. Orada bir hayli hükümdar görürsü­
nüz. Prens Primayı tanır mısınız? Onun, Vürtemberg kiralı­
nın omzuna başım dayayıp nasıl uyuduğunu görürsünüz.
Rusya İmparatorunu şimdiye kadar hiç gördünüz mü idi?
Şayet Erfurt mülâkatı üzerine bir şey yazarsanız, bunu o­
na ithaf etmeli.”
Bu üçüncüdür davet edişi, nihayet Goethe onu bozacak
mı? Nezaketle gülümsemekle iktifa ediyor ve açıkça di­
yor ki:
— “ Sir, âdetim değildir; ben yazı yazmağa başladığım
vakit, kimseye kat’îyyen bir ithafta bulunmamağı kendi­
me prensip edindim, tâ ki sonra bundan dolayı hiç piş­
man olmayım.”
Napoleon bundan biraz alınıyor, hafifçe hatırı kırılı­
yor, o zaman, hayli beklenmedik bir tarzda, Güneş - K ı­
ralı anıyor:
— "XIV üncü Lui asrının büyük muharrirleri böyle de­
ğillerdi” diyor.
— Doğrudur Sir, fakat Zatı Şahaneniz, onların bu yüz­
den pişman olup olmadıklarını te’min buyuramazlar.
İmparator:
— Hakkı var, vallahi! diye düşünüyor. Ve Gcethe hu­
zurdan çekilip gitmek hareketi gösterdiği zaman — teş­
rifata muhalif yeni bir şey daha — Napoleon onu yanında
alıkomıyor.
Bu iki büyük adam arasındaki bu hayrete şayan musa­
habeden bizde şu taaccüp verici intiba kalıyor; İmpara­
tor ki bu görüşmeye Gcetheden daha az ehemmiyet atfet-
n e h ir
401

meli idi, bilâkis Şaire karşı boş yere kendini zahmete so­
kuyor.
Bunun sebebi gayet basit: İmparator, muharriri kendi
işine yarar bir surette kullanmak isterdi, fakat muharri­
rin imparatora ihtiyacı yoktu.
Napoleon Gcetheden yeni yeni eserler beklerdi, fakat
Gcethe Napoleonun hayatını bilirdi, bu ise onun deha
hakkındaki tefekkürleri için değerli bir kaynaktı; bunun
için Parise gitmesine kat’îyyen ihtiyaç yoktu.
Şair, İmparatorun davetine kalemi ile bir tazim cevabı
olsun dahi vermiş değilse de, Napoleon, manalı bir keli­
mesi ile bütün muasırları arasında ayırt etmiş olduğu bu
adamı, feci bir anda, gene hatırlıyacaktır.

XXI

Bu mülâkattan iki ay sonra Napoleonu Madridde ikin­


ci Filip (Philippe) portresi önünde görüyoruz. Sarayı do­
laşmış, galörileri çabuk çabuk şöyle bir ziyaret etmiş, şim­
di de kiralın tasvirini öyle uzun uzun seyrediyor ki etra­
fında ses filân kesiliyor, gûya iki hükümdarın biribirile
giriştiği sanılacak sohbette maiyeti, sessiz, hazır bulunu­
yor... II inci Filip diyor ki:
— Benim memalikimde güneş batmaz.
Napoleon da düşünüyor ki kendinin de böyle bir şey
söylemesi kendine hiç bir vakit nasip olmıyacak... Bunu ya­
pabilmek için acaba, tam da kendi kıt’aları İspanyaya girdi­
ği vakit lâğvettiği Engizisyon mu icap eder? Çok mu cö­
mert davranmıştı? Fazla mı demokratça davranmıştı? Bir
Napoleon — 26
NAPO LEO N
402

düzine kadar memlekette Hürriyeti, iradesi huzurunda


başeğmeğe alıştırmamış mı idi? Bugün belki de lüzumun­
dan fazla söz söyleniyor ve yazı yazılıyor. Nüfuz edilmez
gözlü bu adam, muhakkak bir sükûtî idi. Onda bahtiyar
hali yok, fakat bahtiyar olmuş var mı?
Acıklı bir sefer, İmparatoru Madride kadar götürmüş­
tü. Onun İspanyaya girerken kullandığı o bulanık, o karı­
şık usuller şimdi birer birer aleyhine dönüyordu. O yılın
ilkbaharında tahtından indirmiş olduğu kırallar da, prens­
ler de, şüphe yok ki bu muameleden daha eyisine lâyık
değillerdi, fakat İmparator, İspanya ahalisini hiçe saymıştı.
Millet kendi şan ve haysiyetini kurtarmağa kıyam ettiği za­
man, Napoleon asilere gülmüş ve onlara bir işe yaramaz­
lar adım vermişti: "Don Kişota lâyık herifler. Cahillik,
kendini devaynasında görüşlük, gaddarlık, alçaklık, işte
onlar bize bu manzarayı arzediyorlardı. Papazlarla Engizis­
yon, milleti hayvana döndürmüştü. İspanyol kıt’aları, Arap-
lar gibi, evlerinin arkasından harbediyorlardı, köylülerin
fellahlardan fazla değeri yoktu, papazlar eçhel ve sefih
ve ahlâksızdı, soyu bozuk Granların "Büyükler” in ne kuv­
veti vardı, ne de tesiri.”
Kendini bu yanlışlığa kaptıran Napoleon, farkına var­
madı ki gerçi henüz daha galiptir amma, bu zafer fanî o­
lacaktır. Yarın, İspanya, kendisi için sağlam bir mesnet
olan İngiltere tarafınadn yardım görünce İspanyol milleti
yeniden evlerinin arkasında siper alacak ve onun kıt’ala-
rına ateş açacak. Hiç bir şey onu bundan menedemiyecek.
İmparator daha şimdiden bunun eyice farkına varıyor ve
NEHİR
403

Vensana (Vincent) açıkça fikrini söyliyor, Vensan ilk


seferlerde, eski bit arkadaşıdır, imparator ona diyor ki:
— "Ömrümde işlediğim en büyük aptallık budur...
Beni böyle büyük bir sıkıntıdan kurtarmak için düşündük­
leriniz ne ise söyleyin, bana fikirlerinizi bildirin.
— Fakat gerek Zatı Şahaneniz için ve gerek Avrupa
için bunca mahzurları olan böyle bir şeyden vazgeçmek o
kadar da güç değildir.
— Siz keyfinizin istediği gibi kolaycacık söyliyorsu-
nuz. Bir de benim vaziyetimi düşünseniz e. Ben bir gası-
bım; bu raddeye varmaklığım için Avrupanm en eyi kafa­
sına ve en eyi kılıcına sahip olmaklığım lâzım geldi. Kendi­
mi bu halde tutabilmekliğim için icap eder ki cümle âlem
benim böyle olduğuma kani bulunmakta devam etsin. Ben
kafanın şöhretini de, kılıcın şöhretini de kurtarmalıyım, tez-
lil etmemeliyim. Ben, dünyanın yüzüne karşı: ben ağır su­
rette yanıldım deyip te dayak yemiş bir ordunun başında
duramam a. Sizi hâkim tutayım: hiç bu olur mu! Eyi bir rey
verin, rica ederim.”
Böyle konuşan, genç Bonapart mıdır, yoksa ihtiyar-
lıyan Napoleon mudur? Büyük Frederiğin meşhur ordu­
sunu sekiz gün içinde yenmiş olan o değil mi idi? Sekiz ay
zarfında ispanyada büyük bir şey elde edememişti. Yolları,
şehirleri, insanlarım besliyecek şeyleri bulunan memleket­
lerde ordular yenmek ona kolay görünüyor, fakat bu yol­
suz diyarlarda, bu çöllerde, Polonya isteplerinde veya En­
dülüs dağlarında askerî hareketlerde bulunmak riyazi bir
beyin için lüzumundan fazla meşkûk bir şeydir, onun sa­
bırsızlığına çok zıt bir iştir.
NAPO LEO N
404

Bu kararsız vaziyette, kardeşi kıral ona yardım edeceği­


ne, her türlü zorluklar çıkarıyor. îspanyolluk taslıyor, mil­
letini hissiyatla kazanacağım iddia ediyor. Vak’alar çıkı­
yor, zira Jozef bihakkın kendini gülünç hissediyor; hattâ
bir defa kaçmağa bile mecbur olmuş, kendi kırallığına tek­
rar ancak fransız kıt’alarmın ardı sıra girebilmiş. Napo­
leon, Jozeften Roederere şikâyet ediyor:
"Ispanyollar tarafından sevilmek istiyor, onları kendi
sevgisine inandırmak istiyor. Kuralların sevgileri sütnine-
lerin şefkatleri değildir, kırallar kendilerini saydırmak
ve kendilerinden korkutmak.. Kıral bana Morfonten
(Morfontaine) e geri gelmek istediğini yazıyor: Zanne­
diyor ki beni sıkıntıya sokacak, filhakika da, tam başka
işlerle uğraştığım bir andan istifade ediyor... Haksız yere
dökülen kana bedel alınmış bir memlekette kalmaktansa
daha eyisi Morfontene gitmek istediğini söyliyor... Fakat
bu dökülen kan benim düşmanlarımın, Fransamn düşman­
larının kanıdır... Şayet Kıral İspanyanın kıralı oldu ise
istedi de oldu... Napolide kalmak isteseydi, kalabilirdi...
Beni sıkıntıya sokacak sanıyor, çok yanılıyor. Beni hiç bir
şey yolumdan alıkoyamaz. Aileme de ihtiyacım yok. Eğer
Fransız değilse benim ailem filân yoktur... Biraderlerim
Fransız değildir. Yalnız ben Fransızım... Holanda kıralı da
hususî hayatından bahsediyor!... Şu üçümüzden Morfon-
tende yaşamağa en gücü yeten biri varsa, o da ben im...”
Jozeften ne için ayrılmıyor? Orada kumanda eden, ve
bütün jenerallerinden üstün tuttuğu Mareşal Sult (Soult)e,
İspanya tacını ne diye vermiyor? ö yle ya, madem ki Na­
poli tacını Müraya vermiş!...
N E H İR
405

Jozef ona: Şayet kendisinden bir başkasına daha fazla


itibarı varsa, yerine onu Kıral naspetmesini yazıyor. Na­
poleon diyor ki: "Şüphesiz, benim onun kadar ve hattâ
ondan fazla takdir ettiğim kimseler vardır! Ben onu bir
tahta takdirimden dolayı oturtmağa karar vermedim. Şa­
yet ben taçları lâyık olanlara vermiş olsaydım, büsbütün
başka türlü intihaplarda bulunurdum. Ben onu Kıral yap­
tım, çünkü ailem, hanedanımı te’min etmek için lüzumlu
idi; ben onu Kıral yaptım, çünkü bu bir sistemdi.”
Gayet küçük bir ekalliyet tarafından tutulan, İngiltere
tarafından tehdit edilen, halktan nefret gören İmparator,
Madridden, basit iradelerle, yeni hali tesbit ediyor. Şah­
san hiç bir yorgunluk onu işinden alıkomuyor. Geçen teşti-
nievel karısına Vaymardan, Çar dans ediyor amma ben
etmiyorum, "40 yaş 40 yaştır” diye yazan ve kendi semiz­
liği ile eğlenen Napoleon, Noel gecesi, bir kar fırtınasın­
da Guadarramayı, tıpkı hâlâ Lodideki delikanlı jeneral-
miş gibi yaya aşıyor. Ingilizleri yeniyor, fakat kara ve ça­
mura tutulup saplandığı için, vakti ile Friedlandda oldu­
ğu gibi bu kere de düşmanın ardına düşmeği bir yana bı­
rakıyor ve düşmanlarının, gemilerine binip canlarını kur­
tardıklarım, dişlerini gıcırdata gıcırdata seyrediyor. Dağ­
ların içinde kalmış olanları avlayacak mı? Fransadan da­
ha fazla uzaklaşacak mı? Kendisi Kastillada iken Pariste
neler oluyor?
Kuriye, Astorga açık ordugâhına vâsıl oluyor: İşte ha­
berler. Bir mektubu okuyunca Napoleon gazabından tit­
remeğe başlıyor; bir saat müddetle, dişlerini bıçak açmı-
yarak, sinirli sinirli bir aşağı bir yukarı dolaşıp duruyor,
NAPO LEO N
406

yanındaki teklifsizleri öfkesinin sebebini bir türlü öğre­


nemiyorlar. Umumî karargâhına derhal gidiş emri veri­
yor, ordusunu Jenerallerine emanet ediyor, kendi de alel­
acele Valledolide ve hududa varıyor.
Napoleon, kaliskasında (önü açık hafif araba) kendi
kendine diyor ki:
— Ah! derinliğine nüfuz edilmez gözlü Kıral Filibin
meğerse hakkı varmış, ispanyada Engizisyonu ilga edecek
yerde, Fransada Engizisyonu kurmalı imiş. Pariste bir hü­
kümet taklibi tertibatı ha! Fuşe ile Taleyran ki ancak bi-
ribirlerinden nefret ettikleri, biribirlerine gözcülük edip,
biribirlerinin düşüncelerini imparatora ifşa ettikleri için
işe yararlardı. Müra ile birleşerek hükümet devirmek ter­
tibatı yapmak için gene barış görüş olmuşlar.”
Bunu ona Öjen ile Letisiya bildiriyorlar. Kadın şaşaalı
şenliklere filân gitmiyor amma tehlike anında çocukları­
nın üstüne içi titriyor, onlara gözcü oluyor. Taleyranın
hiyanetinin nerelere kadar vardığı bilinmiyor, ne zaman­
dır başlayıp sürdüğü de malûm değil, imparator, onun
Avusturyaya şu anda Fransaya hücum etmesini tavsiye ve
nasihat ettiğini, çünkü ordunun da, başkumandanının da
başka yerlerde uğraştıklarım söylediğini bilmiyor. Ortada
hiyanetinin hiç bir tahrirî delili yok; olsa da, bizzat hü­
kümdarın kendi bile bu derece kudretli zevatı tevkif et­
tiremezdi. Usul usul ve hissedilmez bir surette, onun kud­
ret ve şevketi bunların eline geçmiş, şimdi de bu nefret
ettikleri adamın aleyhine çevriliyor, iki haftalık seyahati
esnasında Napoleon, öfkesinin onlara karşı toplanıp bir
küme teşkil ettiğini hissediyor.
N E H İR
407

Parise varır varmaz, hemen Âyam ve Nazırları bir Dev­


let Şûrası halinde toplıyor, tâ ki hepsi de intikamının şa­
hidi olsun. İki maznun da orada hazır. İmparator dera­
kap Taleyrana çıkışıyor: "Siz bir hırsız, siz bir alçak, siz
bir imansızsınız, Allaha inanmıyorsunuz, cümle âlemi al­
dattınız, herkese hiyanet ettiniz; sizde hiç mukaddesat de­
nen şey yok; babanızı bile satarsınız. Sizi ben eyiliklere,
nimetlere garkettiğim halde gene sizin bana karşı yapmı-
yacağımz kötülük yok; böylece, on yıldanberidir, sizde
utanmazlık var, çünkü münasebetli münasebetsiz farzedi-
yorsunuz ki İspanyada benim işlerim kötü gidiyor, ve u­
tanmadan, ötekine berikine, sözünüze kulak asacaklara,
benim bu kırallık hakkındâki teşebbüsümü daima tenkit
ve tevbih etmiş olduğunuzu söyliyorsunuz; halbuki bu
fikri bana ilkin siz verdiniz, beni oraya mütemadiyen ve
sebat ile siz şevkettiniz... Sizi ben cam bardak gibi yere ça­
lıp tuzla buz etmeliyim, sizin hakettiğiniz budur, ve bu­
nu yapmağa benim gücüm yeter, fakat bu zahmete girmi-
yecek kadar sizi hakir görüyorum.” Ve yarım saat bu ter­
tip üzre söyleniyor. Dinliyenler hayretten dona kalıyor.
Bir kelime bile cevap vermeksizin eğiliyor ve: "Bu kadar
büyük bir adamın bu derece kötü bir terbiye görmüş ol­
ması, ne yazık!” diye savuşup gidiyor.
Sonra, imparator, Fuşeyi umumî efkârı lâzım gelen isti­
kamete tevcih etmemiş ve kendi düşmanlarına desteklik
etmiş bulunmakla töhmet altına alıyor. Bir kelime söy-
lemeksizin Fuşe eğilip kalıyor, imparator, yüksek memur­
ların bundan böyle kendiliklerinden hiç bir şahsî fikir ve
reyde bulunmamalarım, her birinin de sırf onun fikrine a-
NAPO LEON
408

letlik hizmeti görmesini talep ediyor. Tehdit ile bildiriyor


ki: "Şüpheye düştüler mi, kendi kendilerine böyle bir şe­
yi müsaade ettiler mi hiyanet başlamış demektir. Şüphe­
den fikir ve duygu ayrılıklarına kadar gidince de bu hi-
yenet tamam olmuş demektir.” İşte şimdi artık onun ti-
ranlığı bu derecelere kadar varmıştır.
Bütün Paris iki mücrimin ortadan kaldırıldığını veya
hiç olmazsa hapse atılacağını görmeyi ümit ediyor, bunu
bekliyor. Halbuki ne biri kovuluyor, nede öteki. Fuşe ye­
rinde kalıyor, zira İmparator, ayni zamanda her yanda
hazır ve nazır bulunmasını bilen böyle bir adamın yerine
başka birini nasıl bulup koyacak? Taleyran, makamların­
dan birini muhafaza ettiği cihetle gene hep o gülümsemesi
ile sarayda ortaya çıkıp görünüyor. Kendini öyle bir yere
koyuyor ki: İmparator onu görüyor, yanındaki adama İm­
paratorun sorduğu suale o cevap veriyor: onun için Lan
onunla alay ederek diyor ki: "Şayet o sizinle konuşurken
arkası bir tekme yese, yüzü size bundan hiç bir şey bahset­
mez.” Az zaman sonra onun, yeniden, Tüilöri şenliklerin­
de, balodan efendisinin ardısıra topalhya topallıya çıkıp
onun çalışma odasına gittiği görülüyor; zira İmparator
diyor ki: "Kendisi ile konuşabildiğim yegâne adam bu-
dur.”
Münakaşa edilecek mes’eleler mühimdir. Dalgın uyku­
sundan uyanan Almanya, kımıldanıyor, ayaklanıyor. Bü­
tün nazarlar Avusturyaya doğru çevrilmiş. Prusya kıralı
gene her vakitki gibi tereddüt içinde, Frayer fon Ştayn
(Freiherr von Stein) de Madritten tarihi ve imzası atılan
bir emir neticesinde Prusyadan dışarı sürülmüş. İspanya gi­
NEHİR 409

bi Tirol de kargaşalık ve isyan içinde. İngiltere ve Türkiye


ile ittifak etmiş bulunan Avusturya, beşinci bir harba ha­
zırlanıyor. O halde Napoleonun kahramanca bir çarpış­
madan sonra Saragosu zaptetmiş olmasının ne ehemmiyeti
var? Bu isyancılar memleketinden gene bir kıt’a bile dev-
şirilemez; 250,000 kişilik bir ordu orada tutulmuş kalmış,
Avusturya bundan nasıl istifade etmez olur?
Onu bu kötü yoldan sade Rusya çekip çıkarabilir. İm­
parator, Rus Sefiri Romanzefe bol bol hediye üstüne he­
diye yağdırıyor, Çar Avrupaya selâmeti mucip bir yılgınlık
ilham etmek üzre İmparatorla bağdaştıklarım alenen ilân
etmeğe riza gösterirse kendisinin de buna karşılık Rusyayı
tahliye edeceğinden ve her veçhile Çarı hoş tutacağından
dem vuruyor.
Aleksandr, Viyana, Berlin ve Londra tarafından yatıştı­
rılmış olan o mutat kararsızlığı içinde; fakat henüz onla­
rın tarafına geçmekle beraber, Napoleondan nefret eden
alman prenslerinin tehditlerine ramoluyor; lâkin kız kar­
deşini bir arşidüke istiyen Viyana Kabinesini de reddedi­
yor. Bitaraf kalıyor.
Bu vefa eksikliği, Napoleonu zannedilebileceğinden faz­
la müteessir ediyor; izzeti nefsi yaralanmış, itimadı hakaret­
le ayak altına alınmış, zahmeti heder olmuş. Artık elinde,
harfi harfine, topraktan ordular yaratıp çıkarmaktan baş­
ka bir şey kalmamış: gelecek yılın kura efradı çağırılıyor;
her membadan para alınıyor. İspanya işinin akabında es­
ham 78 e düşmüştü. Ve işte Avusturya, İmparatorun ön­
ceden düşündüğünden daha çabuk hazır olmuş. Nisan a­
yında, dürbün vasıtasile verilen telgraf, onun ordusunun
NAPO LEO N
410

harekete geldiğini işaret ediyor. Nâpoleon bundan haber­


dar edildiği zaman saat akşamın onudur; kıt’alarının de­
rakap gece yarısı gidişe başlamalarını emrediyor ve engin
ordusunun ancak dört saat daha gecikerek gidişe hazır o­
labileceğini duyunca öfkesinden kendinden geçiyor.
Bavyeraya varıp da düşman ordusu tarafından işlenmiş
hataları da keşfedince: "Ben onların hakkından gelirim”
diye bağırıyor; gözleri ve hareketleri sevincini gösteriyor.
"Mahvolmuşlardır. Ben bir ay sonra Viyanadayım” diyor.
Yanlış: üç hafta sonra bile orada bulunacaktır. 40 saatte
kıt’alarına 100 kilometrodan fazla yol yürütüyor ve biri-
biri ardı sıra beş muharebede düşmanı yeniyor. Sonraları
kendi de der ki: En güzel manevrası bu olmuş imiş. Son
muharebe esnasında, bir kurşun onu ayağından yaralıyor;
âdeta ordusunun ve belki de kendisinin inandığı bu kur­
şun değmez itikadını yalancı çıkaracakmış gibi, tane, ge­
lip Aşili ayağından vuruyor.
Napoleon Almanyada cevelamna devam ediyor. Görü­
nüşü gayet sade arabası pek rahat döşenmiştir, orada ra­
hatça uyuyabiliyor, Tüilöride veya çadırında imiş gibi sal­
tanat sürüyor. Bizler kadar çabuk seyahat edemiyorsa bi­
le, herhalde kendinden önce hiç kimsenin yapamamış ol­
duğu kadar süratle yolculuk ediyor; beş günde Dersdden
Parise gidiyor. Birçok çekmeceler raporları, tebliğleri, lis­
teleri ihtiva ediyor; tâ dibe asılmış bir fener, arabasının içi­
ni aydınlatıyor; önüne de değiştirelecek atların beklediği
konak yerlerinin bir lâvhası asılmış. Ona bir kuriye yetiş­
tiği vakit Berriye, ya da ricalden başka biri, onun verece­
ği en müstacel emirleri derakap yazıyor; emirberler de
NEHİR 411

bunları hemen dört bir yana, atlarım dört nal koşturarak


götürüyorlar.
Yalnız, memlûk sandalyeye oturmuş; iki sürücü altı at
idare ediyor. İmparatorun kaliskasının etrafını hep silâh-
darlardan, maiyet hademeleri ile emirberlerden bir bulut
sarmış, ve yol lüzumundan fazla dar olunca bütün bu mev-
kip biribirini ite kaka tozun, sıcaklığın, sisin içinden gece,
gündüz bir kasırga halinde geçiyor, o kadar ki bu halden
şaşırakalan köylüler, büyük Napoleonu içinde Şeytan sak­
lı olup olmadığım afal afal biribirlerinden soruşturuyor­
lar. İzini, arkasında bıraktığı kâğıt sağanağından kolayca
takip etmek mümkün, zira değil yalnız küçük küçük par­
çalar halinde yırtılmış zarflarla işe yaramaz evrak, fakat
artık ihtiyacı kalmadığı raporlar da, bütün gazeteler ve
hattâ vakit buldukça çabucak şöyle bir göz gezdirdiği ki­
taplar da arabanın penceresinden yolun çamuru içine doğ­
ru uçuyor.
Her vardığı yerde, isterse saat gecenin ikisi olsun, onu
gene sıcak banyo hazır bekliyor; saat dörde kadar gene
yazı yazdırıyor, yediye kadar uyuyor, sonra haydi gene
yola! Arabadan indi mi, dört bir yanını bir murabba ha­
linde emirber alıyor, kendisi dürbünü ile etrafı tarassut
ederken onlar da onun hareketlerini takip ediyor: büyük
sefer dürbününe lüzumu oldu mu, hizmette bulunan ma­
iyet hademelerinden biri o dürbüne desteklik edi­
yor. İster arabada olsun, ister çadırının içinde ve­
ya açık ordugâhta olsun, harekât haritası daima ö­
nünde açık bulunmalı, aradığı yeri hemen o anda
parmağı ile şayet biri gösteremiyecek olursa felâ­
NAPO LEON
412

ket, vay başına gelenler. İmparator küfrü basıyor, hattâ


bir Bertiyeyi, prens dö Nöşateli bile şiddetle kovuyor.
Ötesine berisine renk renk toplu iğneler saplı, geceleri
yirmi kadar mumla aydınlanır harita, İmparatorun ömrü
oldukça, ardı sıra onu her memlekette, her yerde takip et­
miştir... Hakikî ibadetinin mihrabı odur, vatansızın vatanı
odur.
Napoleon Viyanayı ikinci defadır harpsız zaptediyor,
Şönbrun (Schoenbrunn) de Austerliç yılı işgal etmiş ol­
duğu ayni daireleri gene işgal ediyor; fakat harp daha
bitmemiştir.
Engin İmparatorluğundan gelen haberler kötüdür ve
düşmanlarını cesaretlendirecek mahiyettedir. İspanyada iş­
leri fena gidiyor. Italyanm şimalinde Öjen mağlûp düş­
müş. Napoliden yukarı doğru gelen Müra ona iltihak et­
sin diye, vakti ile bir Hohenştavfen (Hohenstaufen) in
yapmış olduğu gibi Romayı lâübalice mahvedecek. Bun­
dan dört yıl önce basit bir irade ile Napolide saltanat sü­
ren hanedanı lâğvettiği ayni masanrn başında Papaların
cismanî şevket ve kudretini de ilga edecek. Her yandan
kendini müdafaa etmeğe mecbur kalmış Napoleonu, bu­
gün artık, ef’al ve harekâtının manevî ve siyasî neticeleri
durdurmaz oluyor: her şeyden evel îtalyadaki orduları­
nın biribirleri ile birleşmesi lâzım.
Belki de intikam yüzünden böyle hareket ediyor. Se­
nenin başında, İspanyadadır ki Romanın kendisine teca­
vüzde bulunduğunu hatırlamıştı: "Papanın muhtelif dev­
letlere mumlar vermek âdetidir. Benim Romadaki me­
muruma yazarsınız ki ben artık böyle şey istemem. Ispan­
N E H İR
413

ya kıralı da artık istemiyor. Napoliye ve Holandaya ya­


zınız ki onlar da istemesinler. Mademki onları geçen yıl
vermemek küstahlığı gösterilmiştir, bundan böyle de be­
rikileri kabul etmemek lâzım gelir. İşte bu hususta ne bi­
çim hareket edileceğini ben böyle anlıyorum: maslahat­
güzara bildirecekler ki, ben Şandölör (Chandeleur) { ’} gü­
nü mumlan papazımdan alırım, bu nevi şeylere ne kardi­
nallik değer verir, ne de hükümdarlık. Cehennemde pa­
pazlar gibi papalar da bulunabilir. Böylece benim papa­
zım tarafından takdis edilmiş mum da papa tarafından
takdis edilmiş bir şey kadar mukaddes olabilir. Ben pa­
panın verdiklerini kabul etmek istemiyorum. Benim ailem­
den olanlar da böyle yapmalıdır.”
Hakikî Lüteriyen, hakikî ihtilâlci öfkesi. îşte İspanya
muharebeleri zamanındaki Napoleon. Bugün de Şönbrun­
da Mukaddes Babayı cismanî kuvvetinden mahrum bıra­
kıyor, ona ikametgâh olmak üzre Vatikanı gösteriyor ve
iki milyonluk bir irat veriyor.
Cür’etinin ürkütüp yıldırdıkları pek çoktur. Etrafındaki
katolikler tir tir titriyorlar. Beş gün sonra Pantökot
geliyor; böyle yapmakla Allahı gazaplandırmıyor mu?
Hâdiseler hurafelere itikat edenlerin dediklerini teyit edi­
yor. Filhakika, beş gün sonra, Napoleon ömründe ilk de­
fa olarak mağlûp olmuştu.
Aspern ve Essling muharebesi kararsız bir muharebe
gibi addedilir, fakat hiç bir veçhile bir muzafferiyet sa­

rıl İsanın m abede teslim ed ilm esi ile M eryem in terb iyesin i tasvir
tdrıı ayin k i şubatın ik in ei günü icra e d ilir.
12]Pantökot —• P askalyad an e lli gün sonra gelen b ir yortu.
41 NAPOLEON

yılmaz. Şayet o gün Tuna üzerindeki büyük köprü teslim


olmuşsa bu, tıpkı Lodideki, Rivolideki, Marengodaki ve
daha sair bazı vesilelerdeki o tesadüflerden biri gibi ol­
du ki Napoleon, dehası sayesinde bunları kendi lehine
çevirebilmiştir. Çocukluktanberi dostu olanlardan biri,
Mareşal Lan düşüp ölüyor. Kendisi acele koşup can çeki­
şenin yanma gidiyor, derler ki Mareşal ölürken ona düş­
manca son bir nazar atmış... O akşam Napoleon kimseyi
görmek istemiyerek, yalnız başına, bunalmış bir halde
kaldı.
Karanlık düşüncelere dalarak:
— Ben yenildim mi ? yaram bana uğursuzluk mu getir­
di?.. Atıcı, Taleyrandan daha eyi mi nişan aldı?... Fakat
hayır! Suçlu olan yalnız ben, kendim. Düşmanın önünde
köprüyü aşmak lüzumundan fazla cür’etlice bir şeydir.
Lanın hakkı vardı... O, hemen hemen köprüyü artık aş­
mıştı. Kötü haberi Parise nasıl bildirmeli? Endişe içinde,
Şönbruna dönüyor. Düşman memleketinin göbeğindeki bu
koca saray da ne kadar hüzünlü ya. Hiç olmazsa güzel Va-
levska yanında bulunsaydı... O, orada Polanyanın tâ bir
dibinde yaşıyor. Aklı fikri şüphe yok ki buradadır. Bun­
ca hararetle dilemiş olduğu çocuğu geçen yıl da veremedi.
Ve İmparator adam gönderip onu istiyor.
Ona Romadan garip garip haberler geliyor, azli anın­
dan itibaren Papa İmparatoru aforoz etmiş. Napoleon
bundan ürkmüş mü sanki? Bu işe gülüyor. Kurunu Vus-
tanın bu âdetlerine gülüyor. Sırf kendi iradesinden başka
bir şey tanımıyan adam, asker, kendi kendine diyor ki:
— Vakti ile, Nötr - Damda tacı kendi kendime kavrayıp
NEHİR

da geydiğimin intikamı olarak mı bunu yapıyor? Mukad­


des olan da nedir?... İsamn bir kere, mevcut olup olmadı­
ğı şüpheli, fakat ondan menfaat te’min edilebileceği de
muhakkak. Hele şu reybilik zamanlarında tel’inden kor­
kacak, çocuklarla sütninelerden başka kimse kalmamıştı.
Beni Korsikada, 18 brümerde de tel’in etmemişler midir?
Bu gibi şakalar bana şans getirir!”
Aşikâr surette yeniden gayrete gelerek, intikamım al­
mağa hazırlanıyor. Vagramda muzafferiyet kazanıyor: o­
nun lânetleme olmuş silâhları zahit ve abit arşidük Şarlin
silâhlarını yeniyor, iki gündeberi devam eden o uzun
muharebenin sonuna doğru dermanının tükendiğini
hissederek memlûküne ayı pöstekisini harp meydanına ser­
mesini ve kendini de yirmi dakika sonra uyandırmasını
emrediyor: bu müddet geçince yeniden terü taze ayağa
kalkıyor. Muharebe bitmiştir, mütareke olmuştur. Ertesi
gün yeni muzafferiyetini bildirmek için karısına yazdığı
mektuba: "Güneşten yandım” sözünü de ilâve ediyor.
Gençleşmiştir, keyfi mükemmeldir. Şönbrunda kontes
Valevskaya tekrar kavuşuyor. Şimdiye kadar, Habsburgla-
rın ezvakı için bu engin sarayın gizli kapılarından ve giz­
li dairelerinden içeri nice nice güzel kadınlar gizli gizli sü­
zülüp girmiştir... Sarayından pek uzak olmıyan bir yerde
oturttuğu kontesi Napoleon her gece çağırıyor. Kadım gi­
dip- alacak olan hizmetkârına da arabanın kötü yollarda
devrilmemesine dikkat etmesini sıkı sıkı tenbih ediyor. Bir
arada üç ay daha yaşıyorlar, bu beraber hayatı geçirmeyi
Finkenştaynda sözleşmişlerdi. Fakat mülâkatlarımn yerini
tarihin kararlaştırması mukadderdi.
416
NAPOLEON

Birkaç hafta sonra kadın gebe kalıyor. Nihayet kadın


ona beklediği erkek evlâdı verecek mi? Garamları yeni
bir alâka ile bezeniyor. 15 ağustos gecesi İmparator, dostu
kontesin yanında, yarın Pariste, Fransada, bütün İmpara­
torluğu dahilinde, doğuşunun, Papanın Sen Napoleon
yortusu yaptığı, kırkıncı yıl dönümünü kutlulamak için
aksedecek olan top seslerini, havalarda uçacak çan sesini
düşünüyor. Ona bu bayramı ilk tebrik edecek olan insan,
doğru dürüst ne fransızcayı, ne de italyancayı konuşabi­
len ve esasen, söylemek istediğini bakışları ile sözden daha
eyi ifade edecek olan şu 20 yaşındaki genç ecnebi kadın
olacak. İhtimal şunu da hatırlıyor ki tam on yıl evel Mı­
sırda bu ayni gün, İngilizlere yakalanmak tehlikesini göze
alarak Fransaya dönmek üzre yola çıkmağa karar vermiş­
ti. Bugün o, bambaşka bir adam olmuş; fakat eskisinden
daha bahtiyar olmuş değil; çünkü şuunun tabiatının esi­
ri olmuş.
Finkenştaydanberi vaziyeti eyice değişmiş. O zaman, et­
rafında Şarkın ve Garbin kırallarının elçileri toplanan ye­
ni bir imparatorluğun yaratıcısı iken şimdi bugün o ayni
imparatorluğu müdafaa etmesi, ve muzafferiyetlerini sırf
tedbir ve ihtiyatla kullanması lâzım.
Vagramda o muzaffer olduğu gün, Romada büyük bir
belâhet yapılmış; o, bunun haberini daha yeni alıyor.
"Papayı tevkif etmiş olmaları canımı sıktı; bu, büyük bir
cinnettir. Kardinali tevkif edip de Paoayı Romada rahat
bırakmalı idi.” O, Papanın kendisine karşı telâffuz ettiği
tel’inle alay edebilmişti; çünkü bu, tel’in haddi zatında
boş bir hükümdü ki Fransa evekleri ihmal gözü ile göre-
NEHİR
417

bilirler, iğmaz ederlerdi; fakat siyasî adam Papanın tev­


kif edilmesindeki ehemmiyet ve şümulü derhal kavradı;
böyle bir şey yapmak, kendi zararına yürümek demekti,
zira tart ve teb’it edilmiş Papanın tart ve teb’it eden Pa­
padan fazla manevî nüfuzu olur.
s İspanyadan gelen mektuplar Ingilizlerin, kaybettikleri
zemini tekrar kazandıklarını ve onlarla birlik olan İspan­
yol milletinin dağlara çıkıp tahkimatta bulunduğunu bil­
diriyor. İmparator haber alıyor ki Pariste Fuşe, onun e­
mirlerini ihmal ederek Gard Nasyonali silâh altına almış,
aşikâr ki bu tedbir, memlekette İngiltere korkusunu alev­
lendirip askere girmiş olanların hoşnutsuzluğunu tahrik
etmek için alınmış.
Gittikçe ağırlaşan buhranlı vaziyet. Paristen ve Roma-
dan gelen haberler sekiz günlük eski haberler, İspanyadan
gelenler ise on altı günlük. Gönderdiği emirler Vallado-
lide varıncaya kadar her şey değişmiş olabilir. Emirlerini
ne diye rüzgâra verip göndermiyor? O zaman bütün dün­
yayı kendi odasından idare edebilirdi. Şimdi işin ehemmi­
yetlisi, müzakeratın nihayet bulmuş olmasıdır. İngiltere
ve Macaristan tarafından cesaretlendirilen Avusturya, mü-
zakeratı haftalardanberi sürüncemede bırakıyor. Dokuz
milyon ahaliyi ihtiva eden monarşinin üçte bir arazisini,
İmparator geçen gün kabul ettiği vakit şerait gayri kabili
kabul olmak üzre telâkki edildi. Bu sefer işi başka türlü
tutacak. İhtiyar diplomatların daima keyfini kaçıran o şa­
şılacak gönül açıklığı ile kont Bundaya, uzun mükâleme-
lerinden birinde — bu mükâleme yedi saat sürmüştür —
kendi maruz kaldığı müşkülâtı teşrih ediyor:
Napoleon — 27
NAPOLEON
418

"Ben Aspernde bir hata işledim ve onun içindir ki ce­


zamı gördüm, fakat kıt’atarımın bana olan itimadı tam­
dır.” Sonra kendi tabiye usulünü teferruatile anlatıyor:
"Size sizin daima işlediğiniz hatanın ne olduğunu şimdi
söyliyeceğim. Siz mevzilerinizi daha düşmanınızın hare­
ketlerini bilmeden ve yalnız araziyi tanıyarak, harbin ari­
fesinde alıyorsunuz. Ben ise, bilâkis, harptan önce asla e­
mirler vermem, ve bahusus gece çok ihtiyatlı ve tedbirli-
yimdir. Güneş doğar doğmaz adamlarımla keşfe çıkarım,
bizzat kendim malûmat edinirim ve yapacağım iş hakkında
henüz kararsız bir halde bulundukça kıt’alarımın hepsini
bir arada tutarım. Sonra düşmanın üzerine atılır ve arazi­
nin icabına göre saldırırım... Topçuların sebebiyet verdi­
ği zayiatı bana hatırlatmakta hakkınız var. Fakat ben buna
ne yapabilirim? K ıt’alarım artık bıkmış ve yorulmuştur.
Sulh istiyorlar; son günleri gözetip israf etmemeğe ve
eskisinden fazla topçu hücumu verdirmeğe mecburum.”
Ve ittifaklardan bahsediyor: "Bugün ben Çardan hâlâ
eminim, fakat onun böyle olmakta devam edeceğini bana
kim te’min eder? Çoktanberi biliyorum ki Prusya sizin
ile benim aramda tereddüt geçiriyor.”
istediği şeyleri, birdenbire, yarıya indiriyor; nazırının
yaptıklarının kendine nisbetini inkâr ediyor ve bir ittifak
teklifinde bulunuyor. Cebrî dönüş, zarurî fikir değiştiriş.
Zira bir an önce Parise dönmesi kendisince mühim ve müs­
taceldir. Müzakeratın yeni esası şu olacak: Avusturya, ken­
di arazisinden bir kısmını Ren eyaletlerine, bir kısmım da
Rusyaya verecek. O zaman Napoleon için Balkanlara doğ­
ru bir geçit açılmış olacak. Birçok hafta daha hep müza-
NEHİR 419

keratla geçiyor. Genç Polonyalı kadının güzel gözleri on-


daki sabırsızlığı ancak yatıştırabiliyor.
Teşrinievel ayında, İmparator, kıt’alarını Şönbrunda
teftişten geçiriyorken bir delikanlının ona doğru yaklaş­
mağa çabaladığı farkediliyor, tevkif ediliyor, üzerinde koca
bir mutfak bıçağı ile bir de genç bir kızın resmi bulunu­
yor. Karakolda, izahat vermiyor, ancak İmparatorun biz­
zat kendine izahat vermek istiyor.
Bir protestan papazının oğlu olan, 18 yaşındaki kum­
ral ve vakur Frederik Staps, imparatorun huzurunda ga­
yet terbiyeli ve hiç bir korkusuz duruyor. Napoleon ona
fransızca soruyor. Rapp da tercümanlık ediyor.
— Evet ben sizi öldürmek istiyordum.
— Siz delisiniz, delikanlı, siz meczupsunuz.
— Ben deli değilim; meczup ne demektir, onu da bil­
mem.
— Şu halde hasta mısınız?
— Hasta değilim, sıhhatim yerinde.
— Ne için beni öldürmek isteyordunuz?
— Çünkü siz benim memleketimin başına felâket geti­
riyorsunuz.
— Size ben fenalık ettim mi?
— Bütün Almanlara ettiğiniz gibi.
— Siz kimin tarafından gönderildiniz? Sizi bu cinayete
kim şevketti?
— Hiç kimse; beni sevkeden, sizi öldürmekle memleke­
time ve silâhları elime veren Avrupaya en büyük hizmeti
edeceğime dair olan samimî ve mahrem kanaatimdir.
— Siz beni ilk defadır mı görüyorsunuz?
420 NAPOLEON

— Sizi mülâkat zamanında Erfurtta gördüm.


— O vakit de beni öldürmek niyetinde mi idiniz?
— Hayır; artık Almanya ile muharebe etmezsiniz sanı­
yordum; ben sizin en büyük hayranlarınızdan biri idim.
— Söyledim size, siz ya delisiniz ya hastasınız.
— Ne oyum, ne de bu.
— Korvizar (Corvisart) i getirtsinler.
— Korvizar da ne?
Rapp: "Bir doktordur” cevabım veriyor. Doktor gelin­
ciye kadar hiç biri de bir söz söylemeden duruyorlar.
Staps teessür göstermiyor, sükûn ve itidal içinde. Korvi­
zar geliyor. Napoleon ona, delikanlının nabzım muayene
etmesini söyliyor.
— Ben hasta değilim, öyle değil mi, Mösyö?
Doktor, İmparatora hitaben:
—"Efendinin sıhhati yerinde” cevabım veriyor.
Staps bir nevi memnuniyetle:
—"Ben size önce de söylemiştim” diyor.
Kendinden bu derece emin oluştan sıkılan Napoleon
gene suallere başlıyor.
— Siz taşkın bir kafasınız. Ailenizin mahvına sebep o-
lacaksımz. irtikâp etmek istediğiniz ve bu yüzden muaz­
zep olmaklığınız lâzım gelen cinayetten dolayı af talep
ederseniz size hayatınızı bağışlarım.
— Affistemiyorum, muvaffak olmadığımdan dolayı en
büyük esefi hissediyorum.
—iblis! bir cinayet size hiç gibi mi görünüyor?
— Sizi öldürmek bir cinayet değil, bir vazifedir.
— Üzerinizde buldukları bu resim nedir?
NEHİR 421

— Sevdiğim bir genç kızın resmi.


— Sizin bu maceranızdan o, çok üzülecek, kedere dü­
şecektir!
— O, ben muvaffak olmadım diye kederlenir, benim
kadar o da sizden nefret eder.
imparator kızın resmini seyrederken:
— "Güzel kız, ben bu delikanlıyı kurtarmak istiyorum,
ona aman vermek istiyorum, benden nefret ediyorsa bana
ne!” diye düşünüyor. Napoleon genç Almana tekrar bakı­
yor da diyor ki:
— Nihayet ben size aman veriyorum, sizi affediyorum,
bundan dolayı bana karşı minnet besliyecek misiniz?
—Affettiniz diye sizi öldürmemezlik edecek değilim.
Napoleon şaşakalıyor. Mahpusu çekip götürmelerini
emrediyor. Sonra, bu sahnede hazır bulunmuş olan Şam-
panyiye uzun uzadıya meczuplardan bahsediyor ve birden­
bire hiç münasebeti yokken:
— "Sulh yapmalı. Siz elli milyonluk vergi dolayısı ile
AvusturyalI murahhaslarla ihtilâf halindesiniz. Arayı bu­
lunuz : sizi, daha fazlasını koparmadığınız takdirde yetmiş
beş milyona uzlaşmıya mezun kılıyorum. Ötesi için de size
tamamı ile emniyetim var, vereceğiniz karara razıyım; eli­
nizden geleni yapın, 24 saat zarfında şu sulh imzalansın”
diyor.
Delikanlının imparator üzerinde bırakmış olduğu tesir
o kadar derindir ki, geçici bir dalâletin ilcası ile Napole­
on, müzakeratı üç ay sürmüş olan bir muahedenin imzası­
nı nazırına emniyet edip bırakıyor.
422 NAPOLEON

Stapsı yeni bir istintaktan geçirtiyor, fakat taşkın deli­


kanlı aman dilemeği kabul etmiyor.
Ertesi sabah saat 6 da, nazır, geceleyin imzalanmış olan
muahedeyi efendisine getiriyor. Gayet memnun kalan İm­
parator, onu hararetle tebrik ediyor.
Ayni gün, Staps da idam edilmiştir.
Gard giderken, İmparator sözü gene katile getirerek:
"Alman, protestan, gayet eyi terbiye görmüş bu yaşta
bir gencin böyle bir cinayet irtikâp etmek istemesi misli
görülmüş şey değildir. Nasıl öldüğünü öğreniniz” diyor.
Kendisine anlatıyorlar ki Staps, yüzünü kurşunlara
döndürüp: "Yaşasın Hürriyet, gebersin tiran!” diye ba­
ğırmış.
İmparator dinliyor, ve bir kelime bile söylemiyor, yal­
nız o mutfak bıçağını saklamalarım emrediyor.

XXII

İmparatoriça bayılmış, yerde yatıyor. Napoleon Saray


Eminini çağırıyor ki, kadını kaldırıp ta odasına naklet­
sin diye; kendi de önden şamdanlarla gidiyor. Merdiven
gayet dar olduğu için şamdanları uşağın eline veriyor,
kendi de karısını taşımağa yardım ediyor. Onu usulca ya­
tağının üstüne yatırıyor, kendi de gayet müteheyyiç bir
halde, odadan çıkıp gidiyor. Daha o odadan çıkıyor çık­
mıyor ki Jozefin gözlerini yarı açıyor. Feryatları da bayıl­
ması da hep yapmacıkmış. Saray Emini bilâhare anlatmış­
tır ki kadın onun kulağına kendisini o kadar sıkı tutma­
masını, zira canım acıttığını fısıldamış.
NEHİR 423

Bununla beraber kederi de gayetle samimî, zira içinde on


yıldır saltanat sürmekte olduğu Tüilöriden çıkıp gitmeğe
mecbur. İmparator, Şönbrundan döndükten az sonra, bu
akşam bunu ona tebliğ etmiş. Bu böyle lâzımdır. Herkes
o ölsün diye bakıyor. Dışarda Almanlar — Stapsın sui-
kasti de bunu gösterir, — içeride de İngiltere ile entrika
çeviren Fuşe. Ona bir erkek evlât lâzım, bir Kıral kızından
doğma bir erkek evlât. Bu siyasî sebeplere belki biraz da
kendisinden nihayet bir oğlu doğmasını umduğu dilber
PolonyalI kadım tahta çıkaramamasımn infiali karışıyor.
O tarihte, yeni zevcesinin adının kendisince henüz meçhul
bulunduğu muhakkak gibidir.
Birkaç gün sonra, annesi, kız kardeşleri, erkek kardeş­
leri büyük bir masanın etrafında bir aile meclisi halinde
toplanmışlar. Jozefin de orada hazır, ve onların muhafa­
za ettikleri sükûta rağmen, nihayet meramlarına erdikle­
rinden dolayı kalplerinin sevinçten hopladığım duyuyor.
Nihayet "koca karı” dan kurtulacaklar. Napoleon, İmpa-
ratoriçadan varisleri olmak ümidini tamamı ile kestiği ci­
hetle, kendini ondan ayrılmağa mecbur gördüğünü onla­
ra bildiriyor: "Kendisinden artık zürriyet ummadığım bir
kadından ayrılmaklığım lüzumunu anlıyorum; en fazla
sevmiş olduğum şahsı bırakmaktan dolayı bana vereceği
keder ve elem yüzünden de bu lüzumdan iğreniyorum;
buna karar vermeden önce çok zaman geçirdim, fakat ba­
na karşı ve merbutiyetle kendi de buna razı oldu. Ben o­
nun bu fedakârlığım, elzem olduğu için kabul ediyorum.”
Gayet vekarlı Jozefin, buna rıza gösterdiğini Gran Şan-
söliye vasıtası ile okutuyor.
424 NAPOLEON

Sonra, orada bulunanların hepsi de bu ayrılma proto­


kolünü imzalıyorlar. Napoleonun imzası burada diğer dev­
let kâğıtları üzerindeki imzasından daha okunaklıdır, ta­
mamını yazdığı adının sonunu uzun bir çizgi kuvvet ve
azimle işaret ediyor, bu suretle bu ağır mes’eleye erkekçe
bir nihayet veriyor. Buna mukabil Jozefin de hâlâ onun
himayesine sığınmağa çalışıyormuş gibi, isminin hizasına
korka korka imza atıyor. Valide kadın da oraya imzasını
atıyor ve imzasının kuvvet ve azminde oğlunu taklit e­
diyor.
Akşam, Napoleonu büyük hayretler içinde bırakarak
Jozefin, onun yatağının yanı başına saçları karma karışık,
gözleri yaşlı bir halde geliyor. Ertesi gün, onun tekidi ü­
zerine, Malmezona gitmek üzre Tüilöriden, bir Niyobe
(Niobe) gibi ayrılıyor; son ve çocukça bir işvekârlık ol­
mak üzre de Menevale, efendisine sık sık kendisinden bah­
setmesini tenbih ediyor.
O zaman İmparator Trianon sarayına gidiyor, ölmüş
veya büsbütün kaybolmuş maşukası için hiç bir âşıkın as­
la temcit etmediği tarzda orada bir ruhanî ayin icra ettiri­
yor: tam üç gün faaliyetten kalıyor; bu hâdise âdeta bir bü-
da azizinin üç gün Napoleonun işini görmesi kadar garip
ve hayrete lâyik bir şeydir. Kimseyi kabul etmiyor, hiç bir
şey yazdırmıyor, yazmıyor, hiç bir şey not etmiyor; on
beş yıldır harikulâde bir hızla dönen çark üç gün müd­
detle durmuştur. Birkaç zaman sonra Jozefini Malmezon-
da görmeğe gidiyor ve ona "Dostum, seni ben bugün lü­
zumundan fazla zayıf buldum... Kendini şeametli bir me­
lale kaptırmamaksın, memnun bulunmalısın ve bilhassa
NEHİR 425

benim için çok değerli olan sıhhatine bakmalısın. Eğer bana


merbutsan ve eğer beni seviyorsan kuvvetli bir halde bu­
lunmalı ve bahtiyar oturmalısın. Benim sebatkâr, daimî
ve müşfik dostluğumdan şüpheye düşmezsin, ve sen bah­
tiyar olmadıkça benim bahtiyar olacağımı farzedersen be­
nim taşıdığım duyguları hiç de bilmemiş ve anlamamış
olursun... Tekrar Tüilöriyi görmek benim çok canımı sık­
tı, koca saray bana boş göründü, kendimi orada yapayal­
nız hissettim. Adiyö dostum, rahat uyu: düşün ki ben böy­
le istiyorum.” On beş yıllık tatlı bir mahremiyetten sonra
40 yaşındaki adam işte böyle konuşuyor; tabiî minnettar,
fakat bununla beraber de hâkim kalıyor. Kadına yılda üç
milyonluk bir irat veriyor ve fazla olarak ta: "Emir ver­
dim ki senin yakut hülliyatımn parası verilsin, mezkûr
hülliyatın esmanı baligası kethudalıkça takdir ve tahmin
edilecek, zira mücevheratçıların hırsızlık etmelerini iste­
miyorum. Böylece işte bu bana 400,000 franga maloluyor.
Malmezondaki dolapta beş altı yüz bin frank bulmuş ol­
malısın, gümüş takımlarım ve çamaşırım yapmak için onu
alabilirsin. Emrettim ki sana gayet güzel porselenden bir
tabak ve fincan takımı yapsınlar, çok güzel olması için se­
nin emirlerini alacaklar... Bu sabah seni gören müsahip
bana anlattı ki ağlamışsın... Ben yemeklerimi yapayalnız
yiyeceğim... Hakikaten Malmezona gittin gideli olan­
ca yaşamak zevkini kayıp mı ettin?... Bununla bera­
ber orası senin de, benim de, hiç olmazsa benim tara­
fımdan asla değişmemiş olan ve değişmemesi lâzım gelen
duygularımızla doludur. Seni görmeği çok canım istiyor,
fakat senin zayıf değil kuvvetli olduğundan emin bulun­
426 NAPOLEON

malıyım; ben de biraz öyleyim de, bu bana müthiş bir azap


veriyor*.. Adiyö, Jozefin, güzel güzel uyu.”
Mektuplarında yeniden derin bir şefkat tecelli ediyor:
denebilir ki vaktiyle Milânoda bütün tannan bir orkestra
tarafından terennüm edilmiş olan vefasız Jozefinin aşk
ve ihtirası bugün Tüilörinin tenha salonlarında hazin ma-
kamh bir violonselde ağlıyor.
Birkaç gün sonra, maskeli bir baloda, yeşil bir domino,
Viyananm Paris sarayındaki eski sefiresi prenses Metter-
nihi kolundan sürükliyor. Kadın Napoleonu tanıyor, zira
maskesiz Napoleonu eyiden eyiye hiç bir kimse tamyama-
sa da, kılığım kıyafetini değiştirmiş Napoleonu tanımak­
ta da kimse yamlmazdı. Birkaç şakadan sonra, İmparator,
o kadına bir arşidüşesin kendisi ile evlenmeğe mütemayil
olup olmıyacağım soruyor:
— Onu bilmem, Sir.
— Siz kendiniz arşidüşes olsa idiniz benim desti izdiva­
cımı kabul eder mi idiniz?
Viyanalı kadın gülerek:
—"Muhakkak onu reddederdim” diye cevap veriyor.
— Gaddarsınız, yazın kocanıza da bu hususta ne düşün­
düğünü sorun.
— Sir, madem ki şimdi elçi, prens Şvartçenberg (Schwa-
rezenberg) tir, siz bundan ona bahsedin.
Bu yeni irticai ile, ihtilâlcilik zamanından kendinde ka­
lan bu açık gönüllülükledir ki Napoleon yeni izdivacı mes’-
elesine girişiyor. Ayni akşam temennisini yarın sabah el­
çiye tebliğ ettirmeğe de öjeni memur ediyor. İmparator­
NEHlR 427

ca bu derece tabiî olan bu sade ve çabuk hareket tarzın­


dan Habsburglar bir şey anlayamıyorlar.
Çar rahat durmuş, sakin kalmıştı. Dört seferde de ye­
nilmiş olan Viyana, sulha can atıyordu. Bundan daha eyi
bir hail sureti bulunabilir mi idi? Gecikmeden maksada
erdirecek vasıtalara tevessül etmiyecek olduktan sonra bu
boşama neye eyi idi? Bir çocuğa malik olmak hususunda
Korsikalı da bu derece canlı olup, şimdi ailenin gülüncü­
ne ve enstenine dokunan arzusu yeniden uyanıyor. Napo­
leon ki harbin ortasında bile hemen hemen hiç meşveret
aktetmezdi, boşarken yaptığı gibi şimdi de yeniden evlen­
me tasavvurları hakkında fikirlerini almak üzre gene bütün
taallûkatmı toplıyor.
Altı hafta evel olduğu gibi işte gene hepsi yumurta bi­
çimindeki masanın etrafına oturmuş; büyük rical de da­
vet edilmiş. İçlerinden biri nakleder ki hepsinin üstünde
de büyük bir sıkıntı hüküm sürermiş. İmparator onlara,
kendisine bir varis te’min etmek hususundaki iradesini a­
çıyor ve şu sözleri ilâve ediyor: "Şayet ben yalnız şahsî
duyguma kalsaydım Lejion donörün o genç talebesi ara­
sından, Fransanın yeğitlerinin kızlarından birini kendime
refika intihap eder, ve Fransızlara İmparatoriça olarak da
haşlat ve faziletleri tahta en lâyık olan kızı seçerdim. Fa­
kat insanın kendi asrındaki adaba, öteki Devletlerin âdet­
lerine, ve bahusus siyasetin birer vazife haline koyduğu
terbiye adabına uyması ve teslimlik göstermesi icap eder.
Hükümdarlar benim yakın akrabam ile sıhriyet peyda et­
mek arzu ettiler, şimdi benim de içlerinden birine şahsî
sıhriyetimi emniyetle teklif edemiyeceğim hiç bir kimse
428 NAPOLEON

yoktur zannediyorum. Saltanat süren üç hanedan Fransaya


bir împaratoriça verebilir: Avusturya hanedanı, Rusya ha­
nedanı ve Saks hanedanı. Sizlerin bu hususta fikri nedir?”
Onun meşru hükümdarlığa doğru olan meyli kendi ü­
zerine bir musibet, bir lanet gibi çökecek, ve üzerine çar­
pıp kırıldığı kaya olacaktır. Sevdiği kontes Valevskayı ne
diye alamıyor? Neden bir Fransız kızı seçip almıyor, ken­
dilerine Kırallıklar ihsan ettiği o ,kahramanlardan birinin
kızını niçin almıyor? Dünyayı alt üst et, başına iki taç
gey, hakikî kıratları huzuruna kabul etmezden önce yan
odalarda beklet, onlardan birini kovup yerine bir hancı­
nın, bir meyhanecinin oğlunu oturt, sonra da sevdiğin bir
can yoldaşından ayrıl da kendinin bir yarım - ilâh gibi yı­
kıp devirdiğin "bu asrın âdetlerine” boyun eğip uy!
Fakat burada toplanmış olanlardan hiç birinin, sarayı
hümayunun bu soğuk haşmeti içinde, ona bir Fransız kı­
zım seçip alması hususunda telkinde bulunmağa cesareti
yok. Öjen ile Taleyran Avusturya için rey veriyorlar, Mü-
ra bunun aleyhinde bulunuyor, Mari Antuvanet Fransaya
felâket getirmiştir, birkaçı da Saksa taraftar. İmparator
bunların hepsini dinliyor, celseyi kapatıyor ve gene sırf
kendinin evelce karar vermiş olduğu şeyi yapıyor: Hemen
daha o akşam Viyanaya bir vekil gönderiyor. O gün yal­
nız bir tek nazır işin doğrusunu açıkça görmüştü, ve Rus­
ya lehinde çok ısrarda bulundu, fakat düşüncesinin esası­
nı ancak samimiyet ve teklifsizleri ile mahremiyyet dairesi
içinde iken anlatmağa cesaret etti: "Ben manen eminim
ki bizim başımıza, iki yıla varmaz, İmparatorun, kızını al­
madığı iki devletten birine açacağı harp gelir. İmdi, Avus­
NEHİR 429

turya ile aramızda olabilecek bir harp, beni hiç endişeye


bile düşürmez, fakat Rusya ile bir harptan ben tir tir tit­
rerim.”
İmparator Petersburga dedirtiyor ki kendisini çok uzun
zaman cevapsız bıraktılar, esasen Tüilöride de bir pop
o kadar arzu edilir bir şey değildir, ve nihayet te: "Pren­
ses Anna daha hâlâ ay başılarını muntazaman görmemek­
tedir, bazı defa kızlar ilk bülûğ işaretleri ile kemale er­
me müddeti arasında iki yıl kalırlar, çocuğu olmaktan üç
yıl ümitsiz kalmak da İmparatorun niyet ve arzusuna uy­
maz.” Bu kadınlık mülâhazaları vakti ile Erfurtta bir yem
gibi ortaya atılmış olan evlenme tasavvurlarım kısaca kesip
atıyor.
Habsburgların ise, bilâkis daima çok çocukları olurdu,
yani onların doğuruculukları tahtı emniyette idi. Göz koy­
duğu genç prensesin annesinin 13 çocuğu, büyük anneleri­
nin de 17 ve hattâ 26 çocuğu olduğunu öğrendiği zaman
İmparator: "Bana lâzım olan işte budur!” diye bağırıyor.
Kendisinin bu talebini Avusturya İmparatorunun hüsnü su­
retle kabul edeceğinden, 18 yaşında bulunan genç arşi-
düşesin de babasının iradesine boyun eğeceğinden hiç şüp­
he etmiyordu. Daha fazla gecikmeksizin Napoleon ona,
gayet güçlük çekerek Menevalin yardımı üzerine bizzat
kendi eli ile yazdığı şu ilk mektubu gönderdi:
"Kuzinim; şahsınızı temayüz ettiren parlak haslatlar,
bize o şahsa hizmet ve tazimde bulunmak arzusunu ilham
etmiştir. Zatı Ismetpenahîi Haşmetanenizin saadetini bi­
ze tevdi ve emanet buyurmasını pederiniz İmparator haz­
retlerine müracaat ederek ricada bulunurken bizi bu ha­
4 3 !) NAPOLEON

rekete sevkeden duyguları zatı ismetpenahîlerinin de hüs­


nü kabule mazhar kılacağını ümit edebilir miyiz? Kendi­
lerinin bu işe sırf ebeveynlerine karşı olan itaat vazife­
sinden dolayı ve yalnız ondan dolayı karar vermiş olma­
maları ile iftihar edebilir miyiz? Zatı Ismetpenahîi Haş-
metanelerinin duyguları bizlere karşı biraz tarafgirlik iz­
har buyurduğu takdirde, biz onlara o derece dikkat ve
itina ile bağlı kalmak ve her şeyde onları mütemadiyen
hoş tutmağı vazife edinmek istiyoruz ki, günün birinde
kendi hoşlarına gitmeğe muvaffak olacağımızla iftihar e­
diyoruz, vâsıl olmak istediğimiz gaye budur ve bunun
içindir ki Zatı İsmetpenahînizin bize karşı teveccühkâr ol­
masını rica ediyoruz.”
Yer yüzünde büyük bir dimağ hiç bundan daha gülünç
bir şey yazmış mıdır? Kendisi de eyi biliyor ki kadın bu
işe sırf bir kızın babasına karşı olan itaatinden dolayı rı­
za gösterecektir, babasını boyuna bütün eyaletlerinden
mahrum bırakan ve daha adım duyar duymaz haç çıkarıp
şerrinden korunageldiği bir adama hiç bir meyil besliye-
mez. Şunu da tamamı ile biliyor ki kendisi güzel de, zeki
de olmıyan, ne cesarete, ne de ihtirasa kudret ve kabiliye­
ti olmryan ve Habsburgların kanından ve sulbünden gel­
mekten başka hiç bir meziyeti olmıyan küçük bir beyaz kaza
hoş görünmektense onun yerine yapacağı birçok daha başka
işler var. Vaziyetinin meşkûkluğudur ki, her türlü yalvar­
madan yakarmadan iğrenen Napoleonu böyle bir mektu­
bu yazacak kadar tezellülde bulunmağa mecbur ediyor.
Âdeti olan o şarklı civanmertliği ile nişanlısı için gön­
derdiği murassa çerçeveli resmi ile bir buçuk milyon de-
NEHİR 431

gerindeki bir mücevheri, kendisini Viyanada temsil ede­


cek olan Bertiyeye tevdi ediyor. Habsburgların sarayın­
daki şapelde icra edilecek izdivaç merasiminde, onun ve­
kili, kızın amcası bulunan gran - dük Şarl olacak, Napo-
leonun on iki kadar muharebede yenmiş olduğu bizzat
gran - dük Şarl.
Buna intizaren, imparator, Devlet işlerinden ziyade sa­
rayın döşenmesi ile uğraşıyor; mobilyalar seçiyor, kumaş­
lar seçiyor, Mari Luiz (Marie - Louise) için beş milyonluk
bir çeyiz sipariş ediyor, kadın ise çeyiz olarak ancak ya­
rım milyon getiriyor. Habsburgların alay edebileceği her­
hangi bir merasim ve teşrifat yanlışlığından sakınmak için
Mari - Luizin seyahatine ait bütün teferruatı inceden in­
ceye tetkik ediyor; kendine modaya göre redingotlar, to­
kalı ayak kapları yaptırıyor, ava gidiyor, zayıflamak için
ata biniyor ve hattâ dans dersleri bile alıyor.
Mari - Luiz yolda gayet tatlı fakat okunaksız bir mek­
tup alıyor ki yalnız sonundaki "N” yi okuyabiliyor. Ken­
disini her tarafta çiçekler bekliyor. Yarın, Kompiyeny
(Compiegne) dedir ki, kendisini bütün ailesi ile birlikte
beklemekte bulunan korkunç adamı ilk defa olarak göre­
cek.
Fakat birdenbire İmparator, bir delikanlı tez canlılığı
ile merasim ve teşrifatın yıllanmış kaidelerini bir yana bı­
rakarak Müra ile birlikte armasız bir kaliskaya biniyor,
sırmalı espabım çıkarıp eski redingotunu geyiyor ve ni­
şanlısının mevkibine karşıcı gidiyor, işte mevkip; gayet
şiddetli bir yağmur altında geliyor; atlar değiştiriliyor.
Napoleon birdenbire görünerek Mari - Luizi şaşırtmak is­
432 NAPOLEON

tiyor, halbuki imrahor onu tanıyor, ve daha arabanın ka­


pısını açıp da: Zatı Şahane! diye haber vermeğe kalma­
dan İmparator, nişanlısının yanına geçip oturuyor. Dam
donöre izin verip gönderiyor ve gülerek karısını öpüyor;
İmparator yağmurdan sırsıklam olmuş. Kadın o utangaç­
lığı içinde şu alımlı sözü söyliyor: "Resminiz, Sir, sizi hiç
kendinizden daha güzel göstermemiş.”
İmparator kendi kendine diyor ki: Kadın güzel değil,
yüzünde çiçek bozukları var, dudakları kalın, gözleri açık
mavi, yaşına göre göğsü çok taşkın, fakat kendi genç ve
taze.
Akşam teşrifat müdürleri efendilerinin haftalar haftası
kdr kırk yararcasına düşünüp hazırladıkları programın alt
üst ettiğini görünce dehşete düşüyoralr. Bütün ailei im­
parator! orada; içlerinden her biri istediği gibi gelip gi­
diyor, fiy donörler (nedimeler) (fille d’honneur) tebrik
ve tehniyelerini kısa kesmeğe mecbur oluyorlar, çünkü
hepsi de kemiklerine kadar ıslanmış, titreşiyorlar. İmpa­
rator, Karolin de beraber olmak üzre hemen üç kişilik bir
sofra hazırlatıyor.
Gece yarısından bir saat sonra herkes yerli yerine çe­
kiliyor. Fakat, İmparator, dayısı Kardinale, Mari-Luizin,
Viyanada geçen evlenme ayini delâletile artık karısı sayı­
lıp sayılmayacağını önceden, gizlice sormuş: "Evet Sir,
medenî kanunlara göre...”
Sabahleyin uyanınca, İmparator, kahve altıyı İmparato-
riçanln odasında hazırlattırıyor. Bir saat sonra bütün Sa­
ray mes’eleden haberdar oluyor.
NEHİR
433

Hiç bir duygusu olmıyan kaynatasına İmparator şu mu­


zipçe mektubu yazıyor:
"Bütün emellerimi yerine getiriyor, iki gündenberi de,
bizi biribirimize bağlıyan tatlı duyguların delilini ben de
ona göstermekten geri durmadım, o da bana göstermekten
geri kalmadı. Biribirimizle tamamen uzlaşıyoruz. Onun
saadetini ben yerine getireceğim, kendi saadetimi de Za­
tı Şahanenize borçlu olacağım. Şu halde Zatı Şahaneleri
müsaade buyursunlar da bana verdikleri bu güzel
hediyeden dolayı kendilerine şükranımı arzedeyim.”
Dayı onları, dince, ancak onlar Parise şanlı bir surette
girdikten sonra takdis ediyor. Jozefin ile bulundukları za­
man bu takdis 8 yıl gecikmişti, bu kere de ancak on beş
gün geciktikten sonra vukua geliyor. İmparator, Mari-Lui-
zi alımlı buluyor. Diyor ki: "Evlenirseniz bir Alman kı­
zı ile evlenin, bunlar güller gibi tatlı, eyi, masum ve taze
oluyorlar.”
Kadın İmparatorun ailesi ile eyi geçiniyor, ev içinde
rahatlık kendisi için yeni bir şey olduğu cihetle Napo­
leon, bu halinden dolayı karısına minnettarlık gösteriyor.
Onun tuvaletleri hakkında kendi fikrini söyliyor, yana­
ğım çimdikliyor ve ona: "Mahbupçuğum” diyor.
Birkaç hafta sonra öğreniyor ki Şönbrunda kendi sul­
bünden alınmış olan çocuk, Polonyada dünyaya gelmiş,
hem de oğlanmış. O zaman garip duygular Napoleonun
ruhunu altüst ediyor, zira eyvah! Yeni zevcesi onun um­
duğu, beklediği şeye cevap vermiyor. Tereddüt ve hayret­
te kalarak, Kontes Valevskayı Parise getirtiyor.
Napoleon — 28
NAPOLEON
434

Bununla beraber, Mari - Luiz, birkaç zaman sonra gebe


kaldığım görüyor. Metternih Viyanaya: "imparator, tas­
viri imkânsız bir sevinç içindedir” diye yazıyor.
Mari Valevska Parise geldiği zaman, kadının her arzu
ettiğini imparator bahşediyor; çocuğu görüyor, ve taziz
ediyor, ona hümayun kontluk veriyor; vasililiğine, velili­
ğine de Şansölyeyi tayin ediyor, fakat kadınla gene o es­
ki münasebetlerine girişmiyor: Napoleon burjuva bir ko­
cadır. .
işte o zamandır ki onun vakti ile sevmiş olduğu iki ka­
dın arasında halis bir sevgi teessüs ediyor, biribirlerine çok
ısınıyorlar. Jozefin ki vakti ile olsa Polonyalı kadının göz­
lerini oyardı, şimdi onu Malmezona davet ediyor. Mari,
Napoleonun çocuğunu, gördükçe Jozefinin içinde nice e­
sefler canlanan o Çocuğu ona götürüyor, ikisi de orada,
taraçadadırlar, biri artık kocamağa yüz tutmuş, biri de
gençliğinin parlak çağında; biri Amillerde doğmuş sonra
hapse atılmış, daha sonra da Fransızların împaratoriçasr
olmuş; biri de Polonyanın uzak bir şatosunda büyüyüp
terbiye görmüş, zengin bir ihtiyarla evlenmiş, sonra bir
balo akşamı karşı karşıya gelmenin tesadüfü yüzünden,
tabiî hayatının cereyanlarından sapıp ayrılmış, iki kadı­
nın yanında da, her ikisini de sevmiş, ve Habsburg hane­
danından küçücük bir budala kadın onun zaten çoktan-
beridir ölmez adını ölmezleştirsin diye her ikisini birden
terketmiş olan adamın çocuğu oynıyor.
împaratoriçanm kurtulma saati geleceği zaman Napo­
leon verilmesi müthiş bir karar verecek. Paris de bütün
NEHİR
435

Fransa da biliyor ki Mari - Luiz doğurmak üzeredir. Her­


kes de veliahtı bekliyor; düşmanları daha o doğmadan e-
vel bile ondan korkuyor, o zamanlar daha hâlâ hep ha­
nedanlık duyguları ile canlı olan halk ise, hamiyet ve su-
zişle dua ediyor. Napoleon bütün gece karısının baş ucun­
da nöbet bekledikten sonra kendi dairesine çekildiği vakit,
doktor gelip, titrek bir sesle ona bildiriyor ki çocuk rahim­
de ters vaziyet almış, hem ananın, hem de çocuğun ölmek
tehlikesi var.
Napoleon, kurduğu yapının birdenbire sarsılıp yıkılmak
üzre olduğunu görüyor. Doktorun, bir müdahaleye giriş­
meden evel gelip fikrini sorduğu demir adam, her şeyden
evel çocuğun, bütün tebaasının ilk nefesini gözlediği çocu­
ğun kurtarılmasını emretmesin mi? Mari - Luiz de ne imiş?
Ona sağlam bir çocuk verdikten sonra, zaten onun bu dün­
yadaki vazifesi bitmiş olacaktır. Fakat bununla beraber
imparator, cevabında: "Anayı kurtarın, bu onun hakkıdır,
Sen Döni (Saint - Deniş) sokağındaki bir burjuvanın ka­
rısına karşı ne biçim hareket ederseniz ona da o yolda mu­
amele ediniz” diyor.
iki saat sonra ana da, çocuk da kurtuluyor. En keskin
bir sabırsızlığa tutulmuş olan bütün Paris top seslerinin
adedini sayıyor, 19, 20, 21, bu bir prenses içindir; fakat
vakta ki 22 inci atımın sesi gürliyor, bütün şehri bir se­
vinçtir kaplıyor. Coşkunluk yaygaraları, topun gürlemek-
te devam ettiği Burbonların Sarayı etrafında ayuka çıkar­
ken, pencerenin önünde duran küçük topçu zabiti de mi-
436
NAPOLEON

hanikî bir surette topların çapını tahmin ediyor, ve geniş


zamanları, uzak atiyi düşüne düşüne gözleri alacalı kala­
balığın üstünde avare dolaşıyor.
Boz çelikten gözlerinin içinde, o zaman iki yaşın parıl­
dadığı görülmüştü.
DÖRDÜNCÜ KİTAP

DENİZ

* Nasıl olsa insan dönüp ademe gi­


decektir. Fakat her şey tab iî aşıtlar­
dan sadır olduğu için, ifritler ona
duzak üstüne duzak kurmayı vezife
edinirler. Napoleon da böyle zebun
olup gitmiştir. „
GCETHE
I

Napoleonun ruhunda rakamlar ile hayal arasında açıl­


mış olup devam edegelmekte bulunan çarpışma onu en­
camına götürecek ve onun dünya üzerindeki hâkimliği da­
vasını hallüfasıl edecektir.
O devirde ikbalinin en yüksek noktasına varmış olan,
kendisini Habsburglarla birleştiren o bağlardan, uğrunda
Jozefine karşı olan şefkatini feda ettiği o izdivaçtan kuv­
vet alan, sarsılan sülâlesini sağlamlaştıracak veliahttan
kuvvet alan Napoleon, ki bütün fırkalara hâkimdir, ese­
rinin ikmali için elzem bulunan dahilî asayişi bundan 11
yıl önce Marengo kendisine nasıl vermiş idi ise şimdi de
gene öyle, önünde yolun serbestçe açık olduğunu görü­
yor. Gerçi İngiltere daha henüz yenilmiş değilse bile, Rus­
ya İmparatora daima teveccühkâr davranırdı, ve gerçi İs­
panya itaat altına alınmadı ise de, Reggiyodan Hammer­
feste kadar Avrupa onun emri altında idi. Ömründe son
defa olarak Napoleon kendi ikbal ve mukadderatına hâ­
kim bulunuyordu.
Onun müspet kafası ve düşüncesi Fransamn himayesin­
de bir Avrupa Müttehit - Memleketleri yaratmış olmakla
ve Şarlömanyın imparatorluğu kadar engin bir imparator­
luğa hükümran olmakla iktifa edebilirdi; fakat onun ken­
di içinde yaşıyan hulyacilik, İngiltere onun Hindistan ü-
440
NAPOLEON

zerine yürümesi için ancak bir bahane kalmakla, Iskende-


rin imparatorluğuna heves etmekte ve göz komakta devam
ediyordu.
im d i, ö y le o ld u k i, e rz a k v e m ü h im m a tım , k o lo r d u la ­
r ı n ı s a y m a s ın ı b ir d e re c e e y i b ile n h e s a p ç ı a s k e r, g e rç i r a ­
k a m la ta h m in e d ile m iy e c e k s e d e b u n u n la b e r a b e r g a y e t
g e rç e k o la n e s a s lı b ir a m ili h iç e s a y d ı, o d a ş u i d i : I s p a n ­
y o l m i lle t i i le A lm a n m i lle t in i n r u h v e f i k i r h a le ti.
Oğlu doğduktan sonraki ve Rusya seferinden önceki
kat’î yıllardan mizaç ve seciyesinin galip vasıf ve hareket­
leri sabit olmıyan bir muvazene halinde tecelli etti. Mu­
hayyilesi onu milletin nefretine uğramak tehlikesinden
koruyabilecek mi? Filiyat ve vakayi hakkındaki duygusu
«ona gayet uzak bir fetih seferinin tehlikesini haber vere­
cek mi? Bu iki kuvveti dallandırıp budaklandırırken hele
hir yanılsın, yangın hemen kaza ve kaderin hükmü ile par­
layıp gidecektir.
Napoleon ihtiyarladığım hissediyor; onda yeni bir duy­
gu doğuyor: kendi ikbal ve mukadderatının duygusu.
Şimdi, vakti ile kendisine yabancı olan bir tarzda mera­
mım ifade ediyor: "Ben kendimin, tanımadığım, bilmedi­
ğim bir gayeye doğru itilip gittiğini hissediyorum. O ga­
yeye eriştiğim vakit, bir zerre dahi beni yıkmağa kâfi ge­
lecektir... O vakte kadar, hiç bir beşerî kuvvet bana karşı
hiç bir şey yapmağa kadir olmıyacaktır... Benim günlerim
sayılıdır.”
Hakikaten de öyledir, ve şu peygamberce kelimelerde,
kendinin henüz bilmediği bir encamı, bir sonu önceden
sezişin izleri görünüyor.
DENİZ 441

Denebilir ki facialı akıbet yaklaştıkça, fikirleri kararı­


yor, karışıyor. Rusyaya karşı seferinden "beşinci perde­
den” bahseder gibi bahsediyor ve biz onun, gençliğindeki
melâlli şekvayı yeni makamlarda yeni yeni ses perdele­
rinde işitiyoruz. 30 yaşında iken Nil kıyılarında: "Ben her
şeyi tükettim” diye yazmıştı; şimdi, 43 yaşında iken de
Devlet Şûrasında: "Bu hal benim varlığımca sürecektir;
oğlum 40,000 franklık bir irat edinebilirse kendini bah­
tiyar sayacaktır” diyor.
Kendine, artık "her şeyi tüketmiş” gibi geldiği günden-
beri, tabiatinin ihtiraslı tarafı daha fazla meydana çık­
mıştı. îskenderin seferleri kendisinde daima en aziz ide­
al olarak kalmış, bugün de ilk defa olarak o ideali tahak­
kuk ettirecek vasıtalara tamamı ile sahip bulunmuş oldu­
ğu halde, dünyayı zaptetmek için hülyadan daha fazla
kudreti haiz bulunmıyan amelî sebepler dolayısı ile bun­
dan vazgeçecekti! Arşı - Şansöyle ona yeni yılı tebrik edip
hayırlı bir sene temenni ettiği vakit, birdenbire gençleşi-
veren İmparator ona diyor ki: "Siz bana bu aynı temen­
niyi bir otuz defa kadar daha tekrar edebilmeniz için, be­
nim uslu ve hakîm olmaklığım icap eder.”
Napoleon hiç bir vakit uslu ve hakîm olmadı, fakat da­
ima usta ve mahir kalıyor. İngiltere ile olan ticarî muha­
rebe memleketine ziyan verdiği için, öz müdafaalarından
öte geçiyor, ve Ingiltereden gelip ticaret için de, Parisin
süsü için de elzem bulunan bazı iptidaî maddelerin ithali
için ruhsatlar bahşediyor. Fakat daha çok zaman önceden-
beri tıpkı parada olduğu gibi bu ruhsatlar hususunda da
ihtikârlar yapılacak, ve Şimaldenizi ile Baltıkdenizi sahil­
442
NAPOLEON

lerindeki kaçakçılar, bol bol zamlar sayesinde, tam da


Bloküsün, (abloka) nın Avrupayı mahrum bırakmak iste­
diği bu müstemleke metalarını oraya sokacaktır. Ne? Na­
poleon kaçakçıların oyuncağı mı olacak? O zaman onla­
rın işlerini kendi hesabına almağa karar veriyor, ve Avru-
pada kendi memurları tarafından keşfedilip meydana çı­
karılan bütün müstemleke metalarına yüzde elli gümrük
hakkı koyuyor. Ingiliz yünlerinin her tarafta yakılması
hakkında verdiği emir, bu emir hilâfında işlenecek her
cürme karşı şiddetli cezalar konmasına sebebiyet veriyor.
Bu da, tıpkı ispanyadaki gerilla gibi tüccar bir millet ta­
rafından imparatora karşı açılmış bir gerilladır.
Hem de bir emirnameler ve kararnameler muharebesi­
dir. Madem ki Paris İngiliz mallan üzerindeki ticareti ya­
sak etmiş, Londra da bütün abloka edilmiş limanlara bi­
tarafların girmelerine izin vermek için onlardan fazla faz­
la paralar istiyecek. Bu karar üzerine, şu halde Paris te,
Londra ve Maltaya yanaşacak her bitaraf geminin ganimet
malı sayılarak zaptedileceğini ilân ile mukabele ediyor.
Londra da Avrupa için olan mallarını başka ve sahte bay­
raklar çekmiş gemilerle göndermek suretile buna cevap
veriyor; derakap Paris, Akdenizde seyahat eden bitaraf ge­
milerin teftiş edilmesini emrediyor. Amerikalılar, kendi
vatandaşlarına Avrupa ile herhangi bir ticarette, hattâ ba­
zı da herhangi bir münasebette bulunmayı menediyor. Bu­
na karşılık olmak üzre imparator da onlara, hiç bir İngiliz
limanına yanaşmadıkları takdirde hadden aşırı serbestlik­
ler, ruhsatlar vadinde bulunuyor. Maksat, denizlerin hür­
riyetini elde etmekten ibaret olduğu halde, deniz ticareti­
DENİZ 443

ne karşı yapılan bu tazyik ve bu icbar, işte bu garibeye, bu


acayipliğe müncer oluyor.
Napoleonun hırs ve tamaı büyüyor. İngiliz lirası 17
franga düşmüş, İngiliz bankalarından batanlar oluyor.
Parlementoda muhalefet harbin devamına aleyhtar oluyor,
fakat bununla beraber, onun yeni sulh teklifleri reddedi­
liyor. İspanyadaki İngiliz inatçılığının sebep ve neticesini
araştırıp taraştırmak icap eder.
250,000 Fransız hâlâ orada da Velingtonun 30,000 kişisi
ile başa çıkamıyor. Zabitlerin veya papazların emri altın­
da bin noktaya dağılmış asi çeteler, gizlendikleri yerler­
den, istilâcıya boyuna ateş açıyor. İmparator ile Papa ara­
sındaki ihtilâf da papazları harba teşvik ediyor ve Pirene
dağlarının şimal mailesinde fransız çocukları Napoleonun
tahta Allahın iradesile çıktığını öğrenirken cenup maile­
sinde de İspanyol çocuklarına onun bizzat şeytanın kendi­
si olduğunu ve her Fransızın ölümü Allahın hoşuna git­
tiğini öğretiyorlar.
Artık meydanda cengedilecek muntazam hiç bir kıt’ası
kalmamış ve mutaassıplaştırılmış bir memleketin içinde,
fransız ceneralleri harbin zevkini kaybediyorlar, ve daha
fenası artık biribirleri ile anlaşmıyorlar* mutabık
düşmiyorlar. O zaman Napoleon Portekize karşı Masse-
nayı gönderiyor ve Kıral Jozefin elinden dört eyaleti geri
alıyor; Kıral bu emrin geri alınmasını talep ettiği zaman,
İmparator sadece, kardeşinin bu eyaletlerden vazgeçtiğini,
Jenerallerini oraya vali naspedip başlarına da bir Mareşal
geçirdiğini beyan ve tebliğ ediyor. İşte ailesine dağıttığı
taçlar yüzünden sukutu hayalden başka hiç bir şey duy­
444 NAPOLEON

madıktan ve duyurmadıktan sonra nihayet, böyle ansızın


ve sertçe, Roma valileri sistemini tesis ediyor. Hastalık ve
kıtlık yüzünden büsbütün ağır ve tehlikeli bir hal almış
olan müthiş mücadeleler Massenayı geri çekilmeğe mecbur
ediyor. İmparator, öfkesinden kendisinden geçerek, onu
geri çağırıyor.
Madem ki kendisini şu anda başka yerde alıkoyan hiç
bir hususî hâdise yok, şu halde İspanyaya bizzat kendi mi
gelecek? Mareşalleri, zabitleri, hele askerleri onu bekli­
yor. Bunu kendi de biliyor, fakat oraya gitmiyor. Muta­
assıp bir milletin sui kastlarından veya vakti ile kendi As-
torga karargâhında iken Fransada aleyhine yaptıkları ter­
tibat gibi hükümet taklibi tertiplerinden mi ürküyor? Bü­
tün Avrupanın tehlikede olduğu bir anda gidip orada mı
gecikecek? İspanya onun ne umurunda! oraya, kendisinin
en eski silâh arkadaşlarından Marmonu gönderiyor, — git­
sin o harba bu adam nihayet versin.
Umduğuna Kıral Lui de hiyanet ediyor. Renin sol kı­
yısındaki Hollanda arazisini onun elinden aldıktan sonra
İmparator ifrata varan gümrük resimleri ve bahusus In-
giltereye karşı gösterdiği uzlaşmamazlık yüzünden bu
tüccar ve denizci milleti kızdırmıştı. Yeni memleketlerinde
kardeşlerinin millî cereyanlara karşı kendi lehinde müca­
deleye girişeceklerine güvendiği cihetle Napoleon halkın
duygularım ve yeni kıralların kendi nefislerini menede-
miyecekleri şeref duygularım ihmal etmek hatasını işle­
mişti. Halbuki alelâde valilerin tarihî bir an’aneden bahis­
le cevap verecekleri yoktur.
Lui, İmparatorun vasiliğine uzun müddet daha taham-
d e n iz 445

mül göstermediği için en genç oğlunun lehine olarak taht­


tan çekilmiş, kendi kırallığımn memleketlerinden de ka­
çıp gitmişti. Onun nerede bulunduğunu kimse bilmiyordu.
İmparatorun hafiyeleri onu bütün Avrupa içinde ara-
yordu; nihayet Avusturyada buldular. Napoleon, öfke­
sinden dişlerini gıcırdatıyordu, fakat kendisinin, kardeşin­
den daha kabahatli olduğunu kabul ettiği için, nevraste­
niye tutulmuş Kıral hasta olduğunu bildirdiği cihetle, bu
da ona kendi hekimini göndermekle iktifa ediyor.
İmparator annesine: " Lui bulundu” diye yazıyor,
onu merak etmesin, " fakat hattı hareketi öylesine
ki bunu bir hastalık haline hamletmekten ve bu
suretle izah etmekten başka çare yok. Sadık ve
merbut oğlunuz. Napoleon.” Tirtîr titreyen Avrupaya me­
ramını zorla kabul ettirdiği sayısız mektuplara umumiyet­
le sadece N. imzasını atmakla iktifa eden Diktatör için,
bu, istisnaî bir imzadır. Korkusu yatışan kaçak kıral Graç-
ta belirsiz ve asude bir şair hayatı sürüyor, vaktile Na­
poleonun kırmış olduğu aşkının üç cilt hikâyesini yazı­
yor. Fakat Jozef de onun gibi yapıp, bir kıral taklidi ol­
maktansa çekilip kendi arazisi dahilinde oturmak isteyin­
ce demir bir el buna mâni oluyor. Napoleon kardeşini
Pariste demokratlarla birlikte entrikalar yapmağa bırak­
mayı ona hayalî bir kumandanlık tevcih etmekten daha
tehlikeli görüyor. Şu halde Jozef, imparatorun büyük hoş­
nutsuzluğuna badi olarak kendisinin o iş için yaratılma­
dığı askerlik san’atına yeniden giriyor.
O aralık ise, tasasız Jerom ile Polin de, âşıkdaşlıkla va­
kit geçiriyorlar. Müra ile Karolin de entrikalar çeviriyor-
446 NAPOLEON

lar, Eliza da şenlikleri, ziyafetleri, avlanmaları hakkında


öyle rivayetler ve hikâyeler neşrettiriyor ki artık sabrı tü­
kenen İmparator ona "Toskana grand düşesinin yaptığı
şeylerin Avrupanın o kadar umurunda olmadığını” bil­
diriyor. -
O devirde daha Napoleon akrabalarından en tehlikeli
olanları bulup meydana çıkarmış değildir.
İhtiyar İsveç Kıralı, Ingiltereye olan dostluğundan do­
layı, tahtını amcalarından biri lehine terketmeğe kendini
mecbur görmüştü. Bu zat ise, İmparatora pek sadık ve
bağlı olduğundan Ingiltereye harp ilân etmiş, ve çocuğu
da olmadığından, kendine halef olmak üzre İmparatorun
ailesinden bir azayı veliahtlığına naspetmekten daha faz­
la İmparatorun hoşuna gidecek bir şey yapamıyacağını
sanmıştı. Böylece, Jozefin kayın biraderi Bernadot, İsveç
Pomeranyasında kendine dostlar edindiği cihetle, entri­
kalar sayesinde ve Fuşenin yardımı ile îsveçin veliaht
prensi oldu. Bir fransız jeneralinin ecnebi tahta cülus et­
mesine muhalefette bulunmak İmparator için gerçi güç
idi, hele onu eski rakıybinden, 18 brümerde az kalsın ken­
disini devirecek olan ve evelce kendinin sevmiş olduğu
kadının kocası bulunan adamdan esirgemek ise onca im­
kânsız oluyordu. İmparator:
"Ben onda saltanat sürmeğe hiç bir istidat göremiyo­
rum; o bir askerdir, işte bu kadar. Esasen artık onunla a­
lış verişim kalmıyacağından dolayı gayet memnunum, ve
onun Fransadan uzaklaştığım görmekten daha eyi bir şey
dileyemezdim. O, kafası ters dönmüş eski jakobenlerden
biridir, onların hepsi de öyledir ya, hem insan bir taht
DENİZ 447

üzerinde böylelikle tutunamaz. Siz onu tekrar görürseniz


hele biraz iskandil edin de bakın, onun hakkında tıpkı
benim edindiğim fikir gibi bir fikir edinirsniz: her hal­
de ben bu şeyi ondan esirgiyemedim, bahusus ki Güstav
Adolf (Gustave Adolphe) un tahtına fransız mareşalların-
dan birini oturtmak îngiltereye oynanan oyunların en gü­
zellerinden biri olur... Onu başından attığımdan dolayı
memnunum” diyor.
Acaba dediği kadar da memnun mudur? Evelce ken­
disine endişe verenleri Pariste kendi gözü önünde bulun­
dururdu.
Bernadot muzaffer oluyor! Nerede ise o da başında bir
taç taşıyacak, hem öyle bir taç ki onu şu nefret ettiği Bo-
naparta borçlu olmıyacak. Daha dün âmiri olan adama
Bernadot acı - tatlı bir mektup yazıyor, içinde ona, Isve-
çin veliahtı sıfatı ile paraya mukabil asker ile demir tek­
lif ediyor, imparator gülümsiyor, bu satırların arkasında
neler gizli olduğunu biliyor... Cevap bile vermiyor ve o­
na kendisinin veliahtlarla muhaberatta bulunmadığını bil­
diriyor. Bernadot bu ısırıcı karşılığı asla affedecek de­
ğildir. iki yıl sonra intikamını alacaktır.
imparator, kendi ailesi hakkında teemmülsüzce mürüv­
vetin her yandan parlattığı yangını acı ile görüyor. Uğ­
radığı hayal sukutunu teklifsizlerine itiraf ediyor. —"Hak­
kınız var; bu mülâhaza, ki şahsan benimdir ve kendi na-
mımadır, Mürayı Napoli tahtına geçirmiş olduğumdan
dolayı beni çok eseflere sevketmiştir. Fakat insan ancak
gide gide akıllanıyor: Ben kendim yarattığım bir tahta
geçip oturdum, yoksa başka birinin mirasına konmuş de­
448 NAPOLEON

ğilim; ben hiç bir kimseye aitliği bulunmayan bir şeyi al­
dım, onun orasında kalmalı idim, sadece umumî valilere
vis ruvalar nasıp ve tayin etmeli idim. Mareşallara gelin­
ce onda daha ziyade haklısınız, çünkü içlerinde öyleleri
var ki daha şimdiden azamet ve istiklâl hülyasına kapı­
lıyorlar.”
Nihayet şahane komedyanın tehlikeli neticelerini kendi
de görüyor! Onun sistemi, kendi hanedanının devamını
te’min etmek ve dehaya tâbi ve meşru bir yol açmak arzu­
sundan doğmuştu. Napoleonun cesareti kırık olduğu an­
larda öz şan ve zaferinin ölmezliğinden şüpheye düşerek,
hiç olmazsa ailesini yaşatmak suretile kendi namını da u­
Zun ömürlü etmek ihtiyacım duymasından doğmuştu. Ah!
Nerede ise kardeşleri de, kayınları da, enişteleri de, ma-
reşalları da, bütün onun şan ve zaferinin gölgesinde ya-
şıyan bu adamların hepsi de onun aleyhine öyle bir kal­
kışacaklar ki! Daha sonraları bunlar, artık bütün bütün
ortadan çekilip gitmiş olan o yıldızdan aldıkları şaşaa ile
gene hâlâ Avrupayı kamaştırmağa da çalışacaklardır.
Napoleonun kendi şansına batılcasına bir imam vardı,
veliahtımn doğması ise bunu büsbütün kuvvetlendirdi.
Bu vesile ile kendini tebrike gelen nedimler arasında, İm­
paratorun evlenmesi zamanında mühim bir rolü bulun­
muş olan Avusturya elçisi Şvartçenberg ile zevcesi bulu­
nuyordu. İmparator bir minnet ve şükran hızı içinde, üni­
formasının cebinden hamam böceği nevinden bir böcekle
süslü bir iğne çıkararak onu şu sözlerle Madam Şvartçen-
berge uzattı: "Ben bu taşı Mısırda Firavunların mezar­
larında buldumdu; o zamandanberi hep üzerimde bir tıl-
DENİZ
449

sim gibi taşıdım. Bunu alınız, benim artık ihtiyacım kal­


madı” dedi. Bu, işitilmedik bir cür’ettir ki batıl fikirleri
ne yolda bir karabetin dehaya bağlandığını gösterir. Na­
poleon, artık oğlu sayesinde, kendini bütün o mahvol­
mak tehlikelerinden masun hissediyor; bundan böyle tut­
tuğu her işi başaracaktır, "artık ona ihtiyacım kalmadı.”
Kardeşleri bütün o kırallar, onun nazarında bu evlâdın
yerini ne kadar kötü tutmuşlardı! Şimdi öz oğlunun kar-
şısındadır ki, onun kendi hatası ve Jozefinin kısırlığının
meş’um neticeleri kendi gözüne daha açıkça görünüyor.
Fakat veliahtının doğmasından evel pek çok mücadeleler,
pek çok yıllar, pek çok fedakârlıklar gelmiş geçmiş; bu
çocuk o kadar geç doğmuş ki kendisine mukadder olan
büyük rolü oynamasına daha çok zaman ister. Yirmi iki
yaşında iken mülâzim, otuz dördünde iken de İmparator
olunan acele gidişli bir hayatta, kırk bir yaşında iken ilk
erkek evlâda sahip olmak çok geç kalmış bir şeydir. Bu
derece bir enerji yekûnu sarfetmiş bir adam çabuk kocar
ve kendinin hazırlamış olduğu yola bir çocuğun girmesini
beklemeğe artık imkânı kalmaz.
Bunca uzun zamandır özlenen çocuğu şimdi onun ken­
di dizleri üzerinde salladığını görmek heyecanlı manza­
radır. Kendi şapkasını onun başına geydiriyor, kahvaltı
saatinde onu kendi yanında alıkoyuyor, hattâ onun, ken­
di çalışma odasına girip de, İspanyada Velington (W el­
lington) a karşı kat’î muharebeyi hazırlamak için yere yeni
dizdiği küçük çomakları karıştırmasına bile müsaade edi­
yor; bu iğmazı ancak bir büyük baba torununa karşı gös­
terebilir. Gülüyor, onu eğlendirmek için işmizazlar yapı-
Napoleon — 29
450 NAPOLEON

yor, kendindeki o derin oyuncu ensteni (şevki tabiî) ile,


oyunla ciddî hayatı, hayal ile hakikati biribirine karıştı­
rarak iki yaşındaki çocuğun beline, Avrupayı fethetmiş
olduğu kılıcı kuşatıyor...
Çocuğu "azametli ve hassas buluyor. İsterim ki böyle
olsun. Oğlum tombul, sıhhati de yerindedir. Ümit ede­
rim ki eyi yetişecek. Göğsü benim göğsüm, gözleri benim
gözlerim. Ümit ederim ki ezelin takdirini yerine getire­
cektir.” İmparator, bu sözleri böyle sade bir surette eski
dostu kadına yazıyor; onu, kendisi ile eyi bir arkadaşlık
eda ve tavrı muhafaza etmeğe icbar ediyor, ve kadın ay­
rıldıktan sonra, ona "Zatr Şahaneleri” diye hitap ettiği
için, İmparator da ona yazıyor ki:
"Dostum, mektubunu aldım, kötü bir üslûbu var. Ben
her vakit ne isem gene oyum, benim gibi olanlar, bana
benziyenler asla değişmez... Sen bu mektubu kendininki
ile mukayese edinceye kadar fazla bir şey demem, ve bu­
nu dedikten sonra da, senin mi, yoksa benim mi, hangi­
mizin daha eyi olduğuna, ve daha sevildiğine dair veri­
lecek hükmü de sana bırakırım.” Bu tabiî edayı, o kimse­
ye karşı takınmaz, yalnız belki Bertiyeye karşı takınır, ba­
zı defa "karım” diye çağırdığı Bertiyeye karşr. Bununla
beraber Jozefinin girdiği borçlar onun canını sıkıyor.
Borç edeceğine kendisine verdiği üç milyondan bir buçuk
milyonunu ne diye bir yana koymaz: "Bu, sana torunların
için, on yılda on beş milyonluk bir ihtiyat para eder... Bil­
dir bana ki afiyettesin; diyorlar ki Normandiyalı bir çiftçi
kadıncağız gibi şişmanlıyormuşsun.” Kadın o zirzopça
masraflarına devam ettiğinden, İmparator da hâzinesinin
DENİZ
451

kâhyasına artık onun hiç bir borcu kalmadığı ispat edil­


meden ev el kendisine hiç bir para verilmemesini emredi­
yor.
Fakat Napoleon Jozefini artık hemen hemen hiç gör-
miyor ve onun eskiden dostu olmuş olan kadınları da ya­
nından uzaklaştırıyor; İmparator burjuva bir koca gibi
yaşıyor, bundan başka da, tebaasına örnek olmak istiyen
hükümdarcasına yaşıyor. Mari - Luiz, eski vatanına karşı
hiç bir rabıtası bulunmadığı, hercai ve vefasız tabiatli de
olduğu için, hiç zahmetsizce fransızlaşıvermiş, geçimleri
hiç bir güçlük yaratmıyor. İmparatorun daima ona hasre­
decek vakti bulunuyor; kadın ata binmeği öğrendiği vakit,
Napoleon da hiç sabırsızlanmadan ona refakat ediyor,
hattâ o, ki beklemek nedir hiç bilmemiş, kadın, akşam
yemeğinde sofraya gelmekte geciktiği vakit Napoleon o­
nu bekliyor bile. Kadının ondan hiç korktuğu yok, hattâ
babasının elçisine, bilâkis kendisinin Napoleona bazı kor­
kular ilham ettiğini zannettiğini söyliyecek kadar cür’et-
kârlık bile gösteriyor! Viyananın, müsait ve muvafık bir
surette olacak haberlerle malümattar edilmesine İmparator
pek çok ehemmiyet veriyor. Günün birinde, siyasî sebep­
lerden dolayı, Avusturya kabinesinin Mari - Luizin saade­
tini bilmesine ihtiyaç gördüğünden, Metternihi İmparato-
riçanın nezdine götürüyor, ikisini baş başa yalnız bırakıyor,
ikisini bir arada kapayor, ve gelip bir saat sonra Metter-
nihe karısının mes’ut olup olmadığına kanaat getirip ge­
tirmemiş olduğunu muzipçesine sorarak onları serbest bı­
rakıyor.
Bunlar Iâtifelerden ibaret şeyler, fakat bu derece buh­
452 NAPOLEON

ranlı şu zamanlarda lâtife etmek vakıası bile, onun tasa­


dan bunalmış yüreğine su serpiyor, Mari - Luizin yegâne
liyakati ona, kendi tazeliği ile, o devirde bir nevi derunî
sükûnet vermiş olmasından ibaret kalacaktır.
Onunla evlenmesi Napoleona umduğu siyasî sükûneti
te’min etmemişti. İzdivaçlar yüzünden zenginleşmeğe a­
lışmış olan Felix Austria (Mutlu Avusturya), buna karşı­
lık bazı eyaletlerinin dönüp gene kendisine geleceğini bo­
şuna ummuştu. Hayal sukutuna uğramış olan İmparator
Fransuva küfüv olmıyan bu evlenmeden dolayı küçük
KorsikalIya karşı diş biliyordu; bir defa Hofburgun ka­
pıları kapanır kapanmaz, bu evlenme ona rüsvay edici bir
şey gibi gelmişti. Kendisindeki meşru Kırallık vesveseleri­
ni yatıştırmak için ihtiyar Habsburg, Toskana arşivlerin­
den Buonapartelerin cetlerini araştırmış fakat damadına
Treviz (Trevise) de kendi ecdadının izlerini tâ XI inci
asra kadar meydana çıkarttırmağa muvaffak olduğunu bil­
dirdiği vakit Buonapartelerin ilki ve sonuncusu olan a­
dam ona şu şaşılacak cevabı vermişti: "Teşekkür ederim,
Sir, ben kendi soyumun Rodolfü (Rodolphe) olmağı üs­
tün tutarım.”
Sonradan görmenin bu azametli istiklâli meşru hüküm­
darı derinden yaralamıştı. Avusturya İmparatoru dama­
dının lehine veya aleyhine vaziyet alacağı vakit bu haka­
retler terazinin gözünde pek ağır tartacaktır. Napoleon
kendi de bunu tasdik ediyor, fakat çok geç, iş işten geç­
tikten sonra: "Şayet ben o zaman onların muvazaalarına,
cilvelerine boyun eğmiş olaydım, kim bilir belki de, Laip-
DENİZ
453

çik (Leipzig) ovasında, karşımızda yüz bin adam, daha ek­


sik görürdük.”
Buna karşı, ihtilâlci, eski kıral ailelerinde muhafaza e­
dilmiş olan bazı âdetlere de meftun oluyor ve karısı baba­
sına şöyle: "Zatı Akdesi Şahaneye, ba’s olunmuş İmpara­
tora,, hitabı ile bir mektup yazdığı vakit Napoleon bu
usul ve âdeti alenen medhediyor. İskender de kendine Jü-
piterin oğlu demez miydi?
"Papa tarafından ba’s olunmuş İmparator” ona bilhas­
sa Papaya karşı almış olduğu vaziyetten dolayı kin bes­
liyor. Napoleon ise Papayı git gide daha sıkıya koyuyor
ve hattâ o zaman onu, Savonede başka bir suret altına
gizlenmiş bir esaret içinde tutuyordu. Ruhanî kanunların
hukukunda o kadar yedi tulâ sahibi olmadığından, kili­
senin reisini mutat olan müşavirlerinden mahrum bırak­
mış ve onu daha muti, daha uslu kılmak için elinden ev­
rakını çekip almıştı. Bir itizal, bir rafaza yakında kopa­
cak gibi görünüyordu. On üç kardinal İmparatorun izdi­
vacında hazır bulunmağı kabul etmemişti, çünkü, Feş ta­
rafından kararı verilen talâk Papa tarafından tasdik olun­
muştu; ve işte Napoleon da, âdeta payitahtını Hıristiyan­
lığın makarrı yapmak istiyormuş gibi bütün Vatikan ar­
şivlerini ihtiva eden kasaları ve sandıkları Parise getirti­
yor. Bir konsil (Mezhep mes’elelerine karar vermeğe mah­
sus ruhanîler meclisi) toplıyor, ona İmparatorluğu dahi­
lindeki baş papazlar gidiyor; o meclisten Napoleon, ra­
faza olduğu takdirde, Papayı tevcihten mahrum bırakan
bir irade istihsal ediyor, bir irade ki Papa, onun, hiç ol­
454 NAPOLEON

mazsa Fransaya taallûk eden kısmını kendi imzası ile tas­


dik ediyor.
Bu ağır ve tehlikeli mes’eleler üzerine tefrikaya düşen
bütün Avrupa heyecana kapılıyor. Ruslar ile PolonyalIlar
Romaya ceza olarak edilen hakaretlerden seviniyorlar.
Prusya ile İngiltere de onlardan daha az memnun değil,
fakat asıl şaşılacak şey şu ki kilise hükümetlerinin teba­
ası da İmparatordan yana çıkıyor. Her ne kadar kendi
hükümdarlarından iki kat mahrum kalmışlarsa da Napo­
léon kodunu, asri bir tahsil ve terbiyeyi, eyi bir idareyi,
yolların yapılmasını, Ponten f 1} bataklıklarının kurutulma­
sını minnet ve şükranla karşılıyorlar, ve İhtilâlin oğlu Pa-
rise çoktandır kadim Roma ruh ve fikrini getirip sokmuş­
ken, şimdi de Romayı İhtilâlin nefhası ile canlandırıyor.
İşte Napoléon tarihin üstünden böyle köprüler kurardı.
Aforoz edilmiş olan İmparator kendi hakkında sadır
olmuş bulunan tel’ini Papanın aleyhine döndürmek için
bütün hile ve hud’asını kullanıyor. İlhak edilmiş Holan-
dada rühbanı kabul ederek, arşöveklere protestanların hu­
zurunda şu suali soruyor: "Sizler VII nci Greguvar (Gré­
goire) in dininden misiniz? Ben o dinden değilim. Ben
Kaysere ait olanı Kaysere verin diyen İsanm dinindenim,
ve bu ayni İncile itaat ederek Allaha ait olanı Allaha ve­
riyorum. Ben hükümdarlık asamı Allahtan alıyorum.
Ben dünya kılıcını, cismanî kılıcı sallayıp savuru­
yorum, ve onu kullanmasını bilirim. Tahtları Allah ku­
n Ponton (Pontins) : (bataklık) Roma eyaletinde T ireniyeıı deni­
zi k ıy ıla rı üstünde bataklıktı ova. Sahası 1500 kilometro tnurabbaıdır.
Evel zamanda burası gayet mümbit imiş. Sonra bakım sızlık yüzünden
irva kanalları bozulup lier yanı harap etmiş.
DENİZ
455

rar, benim tahtımı da ben kendim almış değilim, bana o­


nu Allah verdi, sizler de, hey zavallılar, bana karşı mı ko-
mak istiyorsunuz? Roma Papazı aforoz etti diye hüküm­
darınıza dua etmemek mi istiyorsunuz? Sizler acaba beni
Papanın katırım öpecek mi sanıyorsunuz? Siz cahiller,
bana İncilinizle ispat edin ki yeryüzünde kendini temsil
etsin diye Papayı İsa nasp ve tayin etmiştir ve Papa da
bir hükümdarın hukukunu iskat etmek hakkına maliktir...
Şayet sizler eyi birer vatandaş olursanız ben sizi himaye
ederim. Konkordayr f 1} imzalayin, siz de, Vali Efendi,
icap eden vaziyet ve tedbirleri alın, bir daha bu işten bah­
sedildiğini işitmeyim.”
İşte Napoleonun düşüncesi şu tamnmıyacak derecede ka­
ba ve gülünç raddeye varmış. Bu derece şiddet ve belâ-
gatle söylediği şeyleri hiç birine inanmadığı besbelli, çün­
kü mahremleri ile baş başa kaldığı vakit, eskiden olduğu
gibi gene de bütün o resmî tehevvürleri ile alay ediyor.
Ve vakti ile büyük Roma papazının huzurunda kendi eli
ile kendi başına komuş olduğu altın tefne yapraklı tacı,
ebediyete kadar, bir parça da Lûtfu İlâhînin lekelemiş ol­
ması, şüphe yok ki gücüne gidiyor.

II

Harbiye nazırına "Bana bildirin, niçin Strazburg tara­


fında tuzun librasımn fiati bir metelik daha artmış” diye
yazıyor. Ayni günde deniz nazırına da: "Önümüzdeki üç
['] Konkurda (Concordat): Papa ile hir hükümdar arasında din iş­
leri hakkında yapılan muahede.
456
NAPOLEON

yıl zarfında iki büyük filo inşa edilsin, biri Okyanusta


dolaşıp kol gezmek için, biri de Akdenizde, biri İrlandaya
karşı, biri de Sicilya ve Mısıra karşı; Ispanya işleri yoluna
girer girmez, 1812 de bunlar, Ümit Burnuna bir sefer yap­
mak üzre birleşecekler, ve düşman kruvazörlerinden sakı­
narak gerek Sürinama, gerekse Martinike 60 binden
80,000 e kadar asker taşıyacaklardır.” Devlet adamının sa­
rih ve vazıh müşahede ve mülâhazaları Fatihin efsaneli ta­
savvurlarına karışıyor. O devirde, ilk ve son defa olmak üz­
re Napoleonun şevket ve kudreti hülyası ile bir boydadır.
"Nereye gittiğimiz mi bilinmek isteniyor? Avrupa ile
işimizi bitireceğiz, sonra da bizden daha az cesur hırsızların
üstüne hırsızlar gibi atılıp hâkimi bulundukları Hindi on­
lardan zaptedeceğiz.. İskender Ganja varmek için Mos­
kova kadar uzak bir yerden gitmişti, ben Akkâdanberi
kendime hep bunu söyler dururum.. Benim de bugün
Avrupanın bir ucundan Asyayı tâ ters tarafından almak­
lığım icap ediyor, tâ ki Ingiltereye orada ulaşayım. Far-
zediniz Moskova alınmış, Rusya yenilmiş, Çar ya uzlaşıp
barışmış, ya da herhangi bir saray suikastinden ölüp
gitmiş, belki de yeni ve tâbi diğer bir taht kurulmuş;
söyleyin bana, o zaman Tifüsten kalkıp giden Fran­
sız ve muavinler ordusunun Ganja kadar girmesi im­
kânı var mıdır, yok mudur; bir fransız kılıcının şöyle bir
değmesi bütün Hintteki o ticarî menfaat azametinin to­
punu birden yıkmağa kâfi gelir mi gelmez mi... Bunu
yapmakla, bir çırpıda Fransa hem garbın istiklâlini, hem
de denizlerin serbestliğini fethetmiş olurdu.” Bir şahit
nakleder ki bunu söylerken "Napoleonun gözleri garip
DENİZ 457

bir ferle parlar ve sebep ve amilleri üst üste yığarak, güç­


lükleri, çareleri, vasıtaları, tali’ ihtimallerini ölçüp biçe­
rek söze devam edermiş.”
Çarla ya uzlaşmak, ya da onu yenmek; 1811 yılının esas
davası budur. Napoleonun hesapları, önceden sezişleri o­
nu, harbetmekten ise Aleksandr ile ittifak temenni etmek
yoluna meylettiriyor. Rusların bozgunluğunu hiç arzu et­
miyor, bilâkis öyle bir harptan yılarak, her vakit olduğu
gibi öyle bir harptan çekinire benziyor; fakat şu şartla
ki Çar, müttefik sıfatı ile nihaî harba iştirak etmek hu­
susunda vermiş olduğu söze sadık kalsın. Napoleon bir
yandan onu tarassut eder ve onun daima kendi nüfuzun­
dan biraz daha kaçıp gittiğini görürken, bir yandan da
Ren prenslerinden birine şu garip kelimeleri yazıyor: "Ona
(imparator Aleksandr)a rağmen, bana rağmen, Fransanın
menfaatlerine rağmen ve Rusyanmkilere rağmen gene harp
vukua gelecek.”
N e i m p a r a t o r ik e n n e d e B irin c i k o n s ü l ik e n b ir h a r p ­
te n s a k ın m a k im k â n s ız o ld u ğ u n u a s la b e y a n e tm iş d e ğ ild i,
fa k a t N a p o le o n b u h a r b i h iç m a k u l seb e b e is tin a t e t t i r ­
m e k s iz in , m u k a d d e r b ir şey m iş g ib i t a s a v v u r e tm e ğ e k e n d i
k e n d in i m e c b u r s a n ıy o r. B u h a r b in i lk to h u m u d a h a T il-
s itte k i m ü lâ k a tla r ı h e n g â m ın d a e k ilm iş ti, g ittik ç e b ü y ü ­
y e n b i r d o s tlu k ö rtü s ü a ltın d a v e T a le y r a n ın s iy a s î ih a ­
n e tle r in in h im m e ti i le b u to h u m sin si sin si y e tiş ip y ü k s e l­
d i ; E r f u r t t a h ü k ü m d a r la r b ir ib ir i i le k u c a k la ş tık la r ı z a ­
m a n ise a d a v e t y ıla n ı a r a la r ın d a n k a y ıp g e ç m iş b u lu n u y o r ­
d u . O n la r ı b ir ib ir le r in e y a k la ş tır m a s ı z a r u r î o la c a k o la n
iz d iv a ç t a s a v v u r la r ı n ı n a k a m e te u ğ ra m ış o lm a s ın a se b e p
458 NAPOLEON

kat’îyyen ne tesadüftür, ne de İmparatorun sui niyetidir,


fakat Çarın emniyetsizliğidir; Eıfurttanberi, gerçi sebep­
siz değil, lâkin boyuna artm,ış bulunan emniyetsizliği. Av-
rupayı aralarında bölüşmek istiyen iki adamdan her biri­
nin de kendisine ait olan yarım parça ile kanaat edip hoş­
nut kalması imkânı yoktur. Şayet başlangıçta bunların
sulh arzulan samimî olmuşsa bile, az sonra her ikisi de
farkına vardılar ki sürekli bir uzlaşma imkânsızdır.
Aralarında düello mukadderdi. "Benim binamın üstü­
ne hâlâ ağır çöken, yegâne odur. Rakıybim gençtir; be­
nim kuvvetlerim her gün inerken onun kuvvetleri de gün­
de artıyor.” Bu karanlık kanaatin şevki ile Napoleon ken­
dini tehlikenin içine alelacele atacaktır. Bu derin sebep­
leri siyasî bahanelerin maskesi altında örtmek kolaydır.
Birkaç vakit önce İmparator, Ingiltereye "son mahv
darbesini” indirmek için kendi yaptığı gibi Çarın da bi­
taraf gemilere ambargo vazettirmesini Çardan talep et­
mişti. Çar kendi deniz menfaatlerini zarara sokmaksızın
bu talebi yerine getiremezdi; şu halde sadece sahte bay­
raklar altında seyahat eden tüccar mallarım zaptetmekte
devam etmeği uhdesine aldı. Fakat Aleksandrın bitaraf­
lar vasıtası ile satılan müstemleke mahsullerine ihtiyacı
olduğundan, Napoleon Ablukanın bu deliğini tıkamak
için alman sahilleri üzerindeki nezaretini takviye etmeğe
kendini mecbur görüyor; onun için Vezer (Weser) ile
Elb (Elbe) in ağızlarım, hans şehirleri ile Hanovra-
mn bir kısmını zaptediyor. Bu ecelden Çarın elinden Ol-
[’ ] B aşlarında Lübek şehri bulunan şim ali garbi Almanya ticaret
şehirlerinin lıansları, yahut b irlik le ri, Hans’ın teşekkülü tarihi 1241 dir.
Gayesi Alman beldelerinin ticaretini B altık korsanlarına karşı him aye
denburg şehrini alıyor ve kendini şu sözlerle haklı gös­
teriyor: "Vaziyet ve şerait Ingiltereye karşı bu yeni te­
minatı istilzam ediyor.”
Bu, haddi zatında makul hareket tarzı amma Çarı ce-
rihadar etmesi de zarurî idi. Çar bunu bir tecavüz ve Ol-
denburgu kendisine te’min eden Tilsit muahedesinin bir
nakzı gibi görüyor. Bu hakaretin tamirini elde etmek için
diğer devletler nezdindeki teşebbüsü, âdeta bir harp ilâ­
nına muadil gibi bir şey. Notasının sonunda, nasıl etme­
li de gene hâlâ Fransanın müttefiki olduğuna onu inan­
dırmak? Bunun üzerine bütün Rusyalıların İmparatoru
bir ukaz ile müstemleke ticaret mallarına serbestçe gir­
mek iznini bahşediyor, fakat fransız mahsulü olan şarap­
lar ile ipeği, zecrî rüsum ile helâk ediyor.
Petersburgda da, Pariste de haritalar açılıp öne yayı­
lıyor. Hangi noktalar üzerinde hasmın zıddına basılabilir?
Çar Türkiye ile sulh aktetmek istiyor, İmparator da, di­
ğer taraftan Avusturyayı, Sırbıyeyi zapta ve zaptı da Ef­
lak ile Buğdana kadar ilerletmeğe teşrik ediyor. Kendi­
sine gelince, uslu oturacağına, rahat duracağına dair söz
veriyor. Bu tekliflere Metternih muvafakat ediyor, fakat
yerinden kıpırdamıyor.
Ya Polonya? Napoleon zaten Galiçyayr evelce Varşo­
va dükalığına ilâve etmiş değil mi idi? Polonya kırallığı-
etmek, ve gemilerin serbest geçmelerini komşu prenslere karşı müdafaa
etmekti. Bunun başlıca m erkezleri Hamburg, Brem, Polonya, Lübek id i.
Birçok asır süren ve ticaretini uzaklara yayan bu ticarî ve siyasî
konfederasyonun 15 inci asrın sonunda 64 şelıri, filoları, bir ordusu, ve
hususî bir hükümeti vardı. Bu şehirlerin balıriyesi B altıktaki ticareti in­
hisarına alm ıştı, ve birliğin Ingiltereden Rusyadaki Novgoroda kadar
birçok mağazası vardı. On altıncı asırdan itibaren inhitata başlıyan Hans
son lim an ların ı umumî ticarete 1723 te açtı. .
450 NAPOLEON

ra onun tekrar tesis etmiyeceğini kim te’min edebilir? Rus-


yadaki Fransız sefiri, Çarı seven ve sulh istiyen Kolenkur
(Caulaincourt) büyük bir şey olmıyacağını tekeffül edi­
yor, fakat İmparator bu vifakı sade gizli olarak tasdik
ediyor, zira niyeti icabında Polonyayı Rusyaya karşı bir
hareket üssü olarak kullanmak ve PolonyalIları elinde tu­
tabilmek için de onlarda olan bütün istiklâl ümidini de
ortadan kaldırmamaktır. İşte tam da bunun içindir ki Çar
da alenî bir uzlaşma talep ediyor.
Massenanm İspanyada bozulması Napoleonun ruhunda
Rusyaya harp açmanın münasip vakti gelip gelmediğine
dair şüpheler uyandırıyor. Fransaya döndüğünde Kolen­
kur onu bu tereddütlerinde takviyeye çalışıyor ve onunla
telâşa düşmüş bir tarzda konuşuyor; hattâ Çarın müda­
faasını iltizam ile ondaki sulhu idame arzusu hakkında
teminat verecek kadar da cür’et gösteriyor. İmparator,
Kolenkuru önce gayet fena kabul ediyor, sonra yatışıyor,
onu Çar hakkında uzun uzadıya, teferruatı ile isticvap e­
diyor, onun sarayı, zühtü takvası, asilzadeler, köylüler
hakkında elçiye birçok şeyler soruyor, ve onu kulağından
çekerek, — bu kulak çekme Napoleonun hususî bir ilti­
fat ve teveccühüne alâmettir — :
— "Sakın siz ona âşık olmıyasmız?” diyor.
— Hayır ben Sulhun âşıkıyım.
— "Ben de, fakat ben bana ders verilmesini kabul ede­
mem. Dançig (Danzig) i tahliye etmek mi! yakında, ne­
rede ise Mayansta bir geçit resmi yapmak için de Çardan
izin almaklığım icap edecek. Siz safdilsiniz fakat ben, dün­
yasını bilir bir eski tilkiyim... Rus devinden ve orduların­
DENİZ 461

dan başka bir defa daha Cenubu istilâ etmek imkânım ne-
zetmek ehemmiyetle icap eder. Ben şimale kadar ilerliyece-
ğim, eski Avrupamn eski hudutlarım gene orada kuraca­
ğım. Kötü muhakemeler, kötü sebepler, aldatıcı bahaneler!
Kolenkur ona Çarın tehdit edici sözlerini tekrar ediyor:
"Onun derslerinden ben lâzım gelen istifadeyi celbede-
ceğim. Bunlar üstat dersleridir. Biz muharebe etmek him­
metini iklimimize havale ederiz, ona bırakırız; Fransızlar
bizim adamlarımız kadar zahmete ve güçlüğe alışık de­
ğildir, ve mucizeler de yalnız imparatorun şahsen hazır
bulunduğu yerde husule gelebilir, imparator ise ayni za­
manda her yerde hazır ve nazır olamaz.” Napoleon büyük
bir heyecana tutulmuş, gidip geliyor; mülâkatları saatlerce
uzayor. İmparator bu hususta değerli hiç bir sebep gös-
teremiyeceği, hiç bir muhakeme serdedilmiyeceği için, ka­
çamak yollu cevap veriyor: "Eyi bir muharebe sizin dostu­
nuz Aleksandrın güzel güzel azim ve kararlarına bir ni­
hayet verir. O, kalptır, ikbale düşkün bir âcizdir, onda
bir yunanlı seciyesi var. Gizli gizli emeller besler, harbi
istiyen odur, inanın bana... Bizi biribirimizden ayıran şey
benim bir arşidüşesle evlenmiş olmaklığımdır, kız karde­
şini almadım diye bana gücendi.”
Ve diğeri ona bunun zıddını ispat edince: "Ben bu tefer­
ruatı unutmuştum..” diyor. Unutmuş mu? Bu unun ağzın­
da yepyeni bir kelimedir; kendisinin zayıfladığım hissedi­
yor ve şimdiye kadar daima dindarcasına nazarı itibara al­
mış olduğu vakıaları istiye istiye ihmal ve iğmaz ediyor.
O zaman Napoleon Çarın nezdine daha az uzlaşıcı bir mu­
rahhası sür’atle gönderiyor, ve Petersburg Oldenburgu
452 NAPOLEON

Varşova ile değiş etmeği teklif edince İmparator Rus mu­


rahhasına, bütün salonda işitilsin diye yüksek perdeden
bir tehdit edasile: "Tek bir Polonya köyü dahi verilemez!”
diyor.
Bütün bu siyaset kaderi durduramıyor. Bin türlü proje­
lerle galeyana gelen, ruhunu kanmamış bir arzu kemiren
Napoleon hâlâ gene başından savmamış olduğu tehlikeli
Fuşeden ziyade zeki hâdimi Kolenkurdan kendini dikkat­
le sakınıyor. Kendini İngiltereye çok aşikâr surette sattı­
ğı için geçen sene memurluğundan azledilmiş olan Fuşe,
taklip tertibatı zamanında koğulmadrğı gibi bunun için
de koğulmamıştı. Bilâkis İmparator onu âyan azası nas-
petmek şerefini ona verdi ve mektubuna da şu manah
cümleyi ilâve etmekle iktifa etti: "Ben sizin merbutiyet
ve sadakatinizden şüphe etmemekle beraber, mütemadiyen
gözcülük etmeğe mecbur kalıyorum ki bu, beni yoruyor,
ben böyle bir şeye mecbur olamam.” Onu memurluğundan
çıkarıyor, göz altında bulunduruyor, fakat ondan vaz geç­
miyor, ona en mahrem şeyleri söyliyor:
"Ben evlendiğim andan itibaren zannedildi ki aslan u­
yuyor; görürler onlar uyuyor mu, uyumuyor mu? Bana
800.000 adam lâzımdır, onları da buldum; bütün Avrupa
artık kokmuş bir kart o... dan başka bir şey değildir, ben
800.000 kişi ile ona keyfime giden şeyi yaparım. Evelce
dehanın hiç bir şeyi imkânsız bulmamaktan ibaret bir key­
fiyet olduğunu bana siz söylememiş mi idiniz? Esasen şa­
yet şevket ve kudret fazlalığı beni dünyanın diktatörlüğü­
ne doğru sürüklerse, ben buna ne yapabilirim? Siz ve nice
nice diğerleri ki, bugün beni zemmediyorsunuz ve beni ha­
d e n iz 4 53

lim s e lim b i r k ır a l h a lin e k o m a k is tiy o rs u n u z , b a n a D ü n y a


h â k im liğ i h u s u s u n d a s iz le r y a r d ım e tm iş d e ğ il m is in iz ? B e ­
n im m u k a d d e ra tım d a h a ta m a m o lm a m ış tır, b e n d a h a a n ­
c a k ta s la k h a lin d e b u lu n a n b ir şey i ik m a l e tm e k is tiy o ru m .
Bize bütün Avrupaya şamil bir kod, bütün Avrupaya şa­
mil bir temyiz divanı, her yerde ayni bir para. ayni ölçek­
ler, ayni kanunlar lâzımdır; lâzımdır ki ben bütün Avru­
pa milletlerini bir tek millet yapayım. İşte Mösyö lö Dük,
bana yaraşan yegâne netice budur.”
İşte Avrupa Müttehit - Hükümetleri hakkında Napole-
onun tam fikri, muazzam plân ki, hal böyle iken İmpara­
tora zarar vermeğe çalışmakla mükellef bir adam tarafın­
dan bize bildirilmiştir. İmparator artık Avrupaya, öyle
Milâno ve Rivolideki gibi, genç dehasına her hasmın ha­
karete değer göründüğü zamanki gibi "köstebek yuvası”
nazarı ile bakmıyor. O zamandan on beş yıl geçtikten sonra
bugün Avrupa İmparatorun, kanun koyanın, teşkilâtçının,
anarşinin düşmanı olanın nazarında öyle asil bir maddeyi
temsil ediyor ki, kendi heykeltıraş, o madde ile mükemmel
güzellikte bir eser yaratmak istiyor. On beş yıl müddetle
bu kadar uzun bir yolu o, boşuna yürümüş değildi; bunca
kurban kanına bulanmış bir yolun sonu işte böyle bere­
ketli neticelere varmalı idi. Napoleon Şarlömanyin müt­
tehit Avrupa hakkındaki düşüncelerini benimsemiş, kendi
düşünceleri edinmişti; fakat, şu saatte derpiş ediyor ki
Fikir daima kuvveti yener; ve 800,000 adamının yardımı
ile elde etmek istediği şey günün birinde, velev akıl ve mu­
hakeme ile, velev zaruret yüzünden, hiç vuruşmaksızın, bir
tüfek bile patlatmaksızın oluverecektir; biliyor ki o za­
464 NAPOLEON

man artık bütün milletler yalnız bir tek millet olacaktır.


"işte Mösyö lö Dük, bana yaraşan yegâne netice.”

III

Napoleon, düşüncelerini Fuşeye açadursun, Aleksandrın


verdiği paralar da Talevramn cebine doluyor, şüphesiz ki
Taleyran o parayı Fuşe ile bölüşürdü. Nesselrodun nakit­
leri tevdi ettiği banka, Taleyranın istihbaratına Çarın pe­
şin peşin verdiği yekûnlar hakkında şüphe yok ki gayet
dikkatli ve alâka uyandırıcı malûmat verebilirdi. Aleksandr
gayet rahat bu vasıta sayesinde Fransada harp hazırlıkla­
rının ne raddeye geldiğini, hangi tarihte hazır bulunaca­
ğının tahmin edildiğini, aydan aya öğreniyor, ve İngiliz
mallarının Rus limanlarına çıkarılmasına müsaade veren
ruhsatiyeler vasıtası ile kendine para verildikçe, ve bu
ruhsatiyeleri Pariste tekrar altın para karşılığında sattıkça
iblis topalın nasıl gülümsediğini kim keşfetmez! .
Çar, imparatordan daha mı zengindir? Herhalde, hâlâ
onun müttefiki olmakla beraber, Rusya pazarını 1811 deki
o meşhur fransız şarap mahsullerine kapamış. Ingiltere
ve Ispanya da artık Fransadan hiç bir şey satın almadığı
için, Fransanın ticareti pek çok azalmış, fakat Fransanrn
maliye vaziyeti fena olduğu için sulhu idame etmesini Ma­
liye Nazırı kendine tavsiye ettiği vakit imparator onun
sözünü kesiyor: "Bilâkis, maliye vaziyeti fena olduğu için,
işte bunun için bize harp lâzım.” diyor.
Gösterdiği bu delil doğru idi. Borçlara batmış direk­
törlere Jeneral Bonapart îtalyadan para göndermişti; mu­
DENİZ
465

harebeler, Konsülü de imparatoru da zengin etmişti; fakat


bu kere, onun kendi Bloküsünün kurbanı olan Devlet ilk
defa olaraktır ki, gerçi o kadar ehemmiyetli değil, doğ­
rudur, fakat 50 milyonluk bir açık kaydediyor, imparator
o yıl da, her türlü istikrazı menediyor: "Bu, ahlâkî olmı-
yan bir şeydir! Çünkü bir istikraz, gelecek nesiller üze­
rinde de bir yüktür,” diyor, fakat bilvasıta vergiler tar-
hediyor. Yeni yeni inhisarlar veriyor. Muhakkaktır ki Rus­
ya ile bir muharebe yeni yeni mahreçler açabilir, mâliye­
yi düzeltebilir, fakat muzaffer olmak şarttır.
N a p o lé o n y e n i t a s a v v u r la r ı m T ic a re t O d a la r ın a h a ra ­
r e t le a ç ıy o r : " I n g ilte re , k o y d u ğ u a b lu k a ile k e n d is in e e n
b ü y ü k k ö tü lü ğ ü iş le m iş tir, b iz o n u n m a h s u lle rin d e n v a z
g e ç m e y i ö ğ re n d ik . B irk a ç y ı l iç in d e A v r u p a b izim y e n i
m a işe t u s u lü m ü z e a lış a c a k tır. Y a k ın v a k itte b e n , o ld u k ç a
k â f i m ik ta r d a p a n c a r ş e k e ri e ld e e d ip k a m ış ş e k e rin d e n
s a r fın a z a r e d e b ile c e ğ im ... S e n e d e k a s a m a y a ln ız k e n d i m e m ­
le k e tim d e n h â s ıl o lm a 900 m ily o n k o y u y o ru m , T ü i lö r i
m a h z e n le rin d e d e 300 m ily o n ih tiy a tım var. B an q u e de
F ra n c e (F ra n s a B a n k a s ı) n d a d a b ir s ü r ü g ü m ü ş v a r , în -
g i lt e r e d e b u y o k . B e n T ils itte n b e r i F ra n s a y a b ir m ily a r ­
d a n fa z la n a k it p a r a s o k d u rd u m . A v u s t u r y a d a h a ş im d id e n
i f lâ s e tm iş. I n g ilt e r e i le R u s y a d a e tm e k ü z re . " P a ra lı o la n
y a ln ız b e n im ” d iy o r.
B u n a ra ğ m e n , a r t ık k im s e d e e m n iy e t k a lm a m ış tı. K i m ­
s e y e fe n a lık e tm e d e n y e n i y e n i k u r ’a a s k e ri is tiy e b ilm e k
iç in N a p o lé o n m e m le k e tin d a h i lî n iz a m v e a s a y iş in i h e r
z a m a n k in d e n fa z la b ir ş id d e tle g ö z e tm e ğ e k e n d in i m e c b u r
g ö r ü y o r v e d ik t a t ö r lü ğ ü te b a a s ın a a ğ ır g e liy o r . H ü k û m e -
Napoléon — 30
466 NAPOLEON

ti en küçük bir tenkit bile insafsızca, merhametsizce ceza


görüyor. 3,000 den fazla siyasî mevkuf, kimi "İmparator­
dan nefret ettiği için”, kimi "dinî efkârından dolayı” ki­
mi de "şahsî mektuplarında hükümet aleyhinde söz sar-
fettiği” cihetle muhakeme bile edilmeksizin hapishaneler­
de çürüyor. "Efkârı umumiye Bürosu” diye dürüst bir ad
taşıyan yeni bir Matbuat Bürosu türlü türlü siyasî eracif
yazıp duruyor. Bir Holanda gazetesi Papa kıratların bile
hukukunu ıskat etmek kudretini haizdir diye yazdığı için
o gazete sade kapatılmakla kalmamış, makalenin muhar­
riri de tevkif edilmiştir. Hele bir kitapta İngiliz kanunu
esasisini tasvip ve terviç eden bir fıkra bulunsun, o kitap
hemen ortadan kaldırılır. "Bonapartrn Tarihi” adlı bir ki­
tap "Büyük Napoleonun Seferleri” serlâvhasını komağa
mecburdur.
Böyle bir fikrî tenkil zamanlarında, emperializm kendini
daima daha fazla meydana çıkarır: Monj, Laplas, Geren,
Jerar ve daha sair artistler "baron” unvanım alıyor. Han-
burga da Şillerin "Haydutlar” isimli piyesini oynaması ya­
sak edilmiştir. Eğer daha hâlâ kalmışsa eski cumhuriyetçi­
ler tam da bu dramın bundan bir yirmi yıl kadar önce, mü­
ellifine Fransada medenî hukuk kazandırmış olmasını, acı
duymaksızın hatırlamamış olsalar gerektir.
Fakat bu ideologların fikri Napoleonun umurunda mı?
O, kendi şevketinin azameti içinde mahpus kalmış, gözü­
nü hedefe dikmiş, vakti ile bunca kıymet vermekte oldu­
ğu manevî tesire şimdi tenezzül bile etmiyor. Eskiden her
vesile ile araştırdığı, malûmat edindiği umumî efkârı ida­
re etmek vazife ve himmetini bundan böyle o meşhur ve
DENÎZ 467

m a h u t B ü r o n u n e lin e b ır a k a c a k : " S a lo n la r ın v e z e v z e k le ­
r i n f i k r i b e n im n e u m u r u m ? D in le m e m b i le ; b e n b ir te k
f i k i r ta n ır ım , o d a k ö y lü le r i n f i k r i . ” A ş i k â r k i k ö y lü le r
o n u n e n b a ğ lı v e e n s a d ık te b a a s ı id i, ç ü n k ü İ h t i lâ li n y a ­
r a t t ı ğ ı y e n i n iz a m ın h a m iliğ in i d e , m u h a fız lığ ım d a o n u n
ş a h s ın d a g ö r ü y o r la r d ı. F a k a t şim d i, k i I s p a n y a h a r b i a r ­
d ı a r d ın a o r d u la r ı y u t u p b itirm iş ti, k ö y lü le r 8 ,0 0 0 fr a n g a
k a d a r b e d e l v e r i y o r la r d ı. B u b iç a r e le r in b in le rc e s i d a h a
ş im d id e n k a ç a c a k tı; v a k t i i le o n la r ı s ilâ h a lt ın a s e v e s e v e
k o ş t u r a n c o ş k u n lu k ta n a r t ı k z e r r e b ile k a lm a m ış ; b u g ü n
o n la r ı a s k e r e y a z m a k iç in h u s u s î m ü f r e z e le r v e k o lla r g ö n ­
d e rm e k v e a ile le r in e , k o m ü n le r in e k a r ş ı t e h d it i le ş id d e t
g ö s te r m e k ic a p e d iy o rd u .
B u d e ğ iş ik lik a c a b a N a p o le o n a h a y r e t v e r e b ili y o r m u
İ d i? J e n e r a l B o n a p a r t b a s k ı a ltın d a k i m a z lû m m ille t le r e
i h t i lâ lin y e n i f i k i r le r i n i g ö tü r m e k iç in m u h a re b e y e g itm iş
d e ğ il m i i d î ? B irin c i K o n s ü l d e , h a tt â i m p a r a t o r d a k ı-
r a l l a r k o a lis iy o n u n u n s a ld ır ış la r ın a k a r ş ı k o m a k ta n b a ş k a
b i r ş e y y a p m ış d e ğ ille r d i. Ş a y e t o , k e n d is in e z o r la k a b u l
e t t ir ile n b u m u h a re b e le r n e tic e s in d e v a t a n ın ın h ü r r iy e tin i
e ld e e tm e k te n f a z la b i r ş e y y a p t ı ise, ş a y e t A u s te r liç , le n a ,
V a g ra m o n a y e n i y e n i e y a le t le r k a z a n d ır d ı ise b u , s ı r f ,
k e n d i a d a m la r ı a r a s ın d a ş a n v e z a fe r a ş k ın ı h ız a g e tire n
d e h a s ı s a y e s in d e o ld u . I n g ilte r e y e k a r ş ı d ö ğ ü ş m e k F ra n -
s ız la r ı h a y r e te d ü ş ü r m iy o r d u ; z a te n e v e lc e a t a la r ı d a b u
a s ır lık d ü ş m a n ı y e n m e m iş le r m i i d i ? F a k a t b i r P ro v a n s
k ö y lü s ü n ü n is p a n y a y a v e y a R u s y a y a k a rş ı a ç ıla c a k b ir h a r p
h a k k ın d a a c a b a d ü ş ü n d ü ğ ü n e i d i ? im p a r a t o r u o n a A v r u p a
M ü tte h it- D e v le tle r in d e n b a h s e d e m e z d i; o n u n iç in k ö y lü ,
468 NAPOLEON

b u a c a y ip is im li E n d ü lü s o v a la r ın d a , a n c a k ih t i y a r lı ğ ı n d a
k e n d in e d e s t e k lik e d e c e ğ in e g ü v e n d iğ i o ğ u lla r ı n ı k a y b e t­
m e k fe lâ k e tin d e n , o v a k ıa d a n b a ş k a b ir ş e y g ö r m iy o r d u ,
v e s ö v ü p s a y a r a k ç o c u k la r ın ı a lt ı n b e d e lin e s a tın a lıp k u r ­
ta r ıy o r d u .

"Kontenjan” (Contigent) adı ile tesmiye edilip ya­


bancı bir İmparatorun ardı sıra uzak uzak memleketlere
gitmek üzre kendi kıralları çağırır çağırmaz silâh başına
gelmekle mükellef alman köylüleri bu işe evleviyetle ne
derlerdi? Binlerce Mayn (Maine) köylüsü İspanyaya gi­
decek. Jerom Vestfalyadan Oder üzerine 30,000 kişi gön­
deriyor, Saksonyalılar Vistülü kaplıyorlar, Vürtembergli-
ler ile Bavyeralılar da şarka doğru tevcih ediliyor. İm­
parator prenslerden birine yazıyor ki: "Şayet Ren prens­
leri umumî müdafaaya iştirak etmek hususunda en ufak
bir tereddüt gösterecek olurlarsa, işte ilân ediyorum, bil­
miş olsunlar ki mahvolurlar, zira ben düşmanları şüpheli
dostlara tercih ederim.” İşte âmirin emirnamesi. Habsburg­
lara karşı biraz daha fazla nezaket gösteriyor, hattâ her
şey olup bittiği zaman onlara Sileziyayı vereceğini bile va-
dediyor.
B irç o k k ü ç ü k h ü k ü m e tle r d e n m ü r e k k e p o la n A lm a n y a ,
m i lle t le r i b ö lm e k iç in N a p o le o n u n m ü k e m m e l s u r e tte iş in e
y a r ıy o r . B u iş e o , z a m a n ın ic a b ın a g ö r e g ir iş iy o r . O n u n
c e n u p ta k i ü ç h ü k ü m e ti n ic e d e f a l a r a r a z is in i d e a h a lis in i
d e m ü b a d e le y e m e c b u r k a lm ış . Ö je n , k e n d i k ı r a llı ğ ı m İm ­
p a r a t o r u n o ğ lu n a d e v ir v e te s lim e ttiğ in d e n , o z a r a r ın t e ­

H Kontenjan (Contingent) bir nahiye veya m emleketin payına dü­


şen vergi veya kur’a efradı “tim ar” lı, devşirme.
DENİZ
469

lâfisi için Frankfort Grandüklüğünü, bu husus için çabu­


cak teşkil edilivermiş olan Frankfort Grandüklüğünü a­
lıyor, kabul ediyor.
Ya Prusyanın başına gelecek ne? Onu muhafaza etmek
ne işe yarar sanki? Napoleon onu sırf Tilsitte sırf Alek-
sandra saygı ve itibarından korumamış mı idi? No­
talar da, raporalr da gösteriyor ki Rusya seferinden biraz
evel Prusya parçalanmalıdır. Napoleon Prusyanın kendine
yardım sözü vermiş oaln Çar ile gizli bir muahede neti­
cesinde bir yıldanberi ittifak ettiğini bilmiyor mu? Ne o­
lursa oslun İmparator artık "vatanseverler birliklerinden”,
Darülfünunluların muhalifliğinden, gönüllü kıt’aları ile
müfsit türkülerinden bıkmış usanmış ve "Şimal Alınanla­
rının soğukluğuna ve tesamühüne rağmen”, İspanyayı
hatırlıyarak, Prusya ordusunu dağıtmazdan önce onu ken­
di işinde kullanmağı daha makul, daha hakimce buluyor.
Mert Şarnhorst (Scharnhorst) harekete geçmesi için e­
fendisi nezdinde şiddetli ısrarlarda bulunuyor, fakat bir
ittifak aktetmek üzre gelmiş oaln Prusyalı jenerali Metter-
nih Viyanada kandırıyor, ve bu kere Habsburglarla birlik­
te yürüyeceğine Rusya ile birlikte yürümesini ona nasihat
ediyor. Zira Prusyanın düşman olması lâzım ki Sileziya
onun elinden alınabilsin. Hardenberge gelince o, gene her
vakitki gibi kararsız. Napoleonu yenilmez addettiği için
hiç bir şey yapmağa cür’et edemiyen Prusya kıralı nihayet
onunla ittifak ediyor, fakat bu ittifaktan eyi şerait elde
etmek için çoktandır iş işten geçmiş; zira şimdi artık Sile­
ziya da Polonya da kıt’alarla dolu, Prusya çember içine a-
hnmış. İmparatora tabicesine bir hükümet muamelesi gör­
470 NAPOLEON

düğünden müsadereler, kıt’aların geçmesine de tahammül


göstermeğe, kendi kaleleri ile kendi ordusunun da ecnebi
mareşaller tarafından kumanda edilmesini tecviz etmeğe
mecbur. Metternih hükümdarına: "Prusyanın artık dev­
letler arasında sayılacak bir yeri kalmadı” diye yazmakla
engin bir itminan duyuyor.
F a k a t b u n u n la b e r a b e r ! G e r ç i 1 8 1 2 n in b a ş ın d a N a p o ­
le o n K a p u d a n T ils it e v e F in is te rd e n d e B ü k o v in a y a k a d a r
A v r u p a y a h ü k m e tm e k te ise d e , y e n i s e f e r in in b ü tü n o ş ü p ­
h e li ş e y le r in i h is s e d iy o r, v e g ö z le r in i u z u n li s t e le r i i le u ­
z u n h e s a p la r ın ın ü s tü n d e n k a ld ır a r a k , K o n t dö Segür
( C o m te d e S e g u r ) ü n ö n ü n d e : " H a y ır, ş ü p h e y o k , b e n im
e t r a fım d a h iç b i r şey , h a tt â b e n im k e n d im d e b ile h iç b i r
şey, b u d e re c e u z a k b ir m u h a re b e iç in lâ z ım d e ğ i l d i r ! B u
h a r b i ü ç y ı l d a h a g e c i k t ir m e li !” d iy e h a y k ır ıy o r .
Fakat makine durmayıp dönüyor, artık onu hiç kimse
durduramaz da... Napoleon yenilmez bir kuvvet tarafın­
dan, kendini iktidar mevkiine getirmiş olan vakayiin te­
selsülü tarafından sürüklenip gidiyor; mazinin gölgeleri
onu öne doğru itiyor, ve fırtına koptuğu takdirde sığı­
nıp barınmak için bir çok limanlar kurmuş olan İmpara­
tor da, nihayet kendisini umduğundan ve dilediğinden
evel, gayet şiddetle engin denize atılıyor. Şimdiyedek bun­
ca uzun müddettir Devlet Recülü usluluğu ve hakim­
liği ile idare etmiş olduğu dümene o zaman, büyük ser-
güzeştsevere yaraşır enerjili bir hareketle yapışıyor. Kar­
deşinin önünde: "Canım görmiyor musunuz ki ben kendimi
bu tahtın üzerinde ancak o tahtı bana vermiş olan zafer
sayesinde tutabiliyorum, ve anlamıyor musunuz ki hüküm­
d e n iz
471

darlık rolüne yükselmiş hususî bir adam artık durup din-


lenemez, ve mahvolmak tehlikesine düşerim korkusu ile
yükselişine devam etmesi zarurîdir?” diye haykırıyor.
O hummalı faaliyeti içinde nihaî çarpışmayı özlüyor,
fakat bununla beraber gene ondan sakınmak ta istiyor.
Her vakit âdet edindiği gibi muhasamaların açılmasına ta­
kaddüm eden mektubu Çara karşı gene kalbî ve samimî­
dir. Hattâ Pariste casusluk etmekte olan bir rus kuman­
danına: "Çar Aleksandr genç olduğu, ve benim de uzun
müddet yaşamaklığım lüzumlu bulunduğu için ben Av-
rupamn rahatı teminatını her ikimizin karşılıklı duygu­
larına emanet ettim, bu rahatı onda gördüm. Benim ona
karşı gösterdiğim duygular ne iseler gene de öyle kaldı­
lar. Bunu siz benim tarafımdan kendisine te’min edebilir,
ve diyebilirsiniz ki şayet mukadderat küçük hammalra ya­
raşır hafif kusurlar ve kabahatler yüzünden yeryüzünde-
ki en büyük devletlerin çarpışmasını istiyorsa, ben bu harbi
hiç bir kinsiz, hiç bir düşmanlıksız, nazik bir şövaliyecesine
yapacağım ve ahval ve şerait müsaade ettiği takdirde
de, hattâ onu ön karakollarda yemek yemeğe bile davet
edeceçim... Ümidim var ki hâlâ gene anlaşmak ve biz bir
kurdelenin rengi üzerinde uzlaşmadık diye yüz binlerce ye-
ğitin kanım dökmekten sarfınazar etmek mümkün olur.”
Sırf Aleksandrın kadınlaşmış fıtratı üzerinde tesir icra
etmek kasdı ile söylenmiş bu sözlerin altından onun kendi
öz endişesi nasıl beliriyor. Bu sevimli ve zarif teşvikin
içinde, pervasız ve şecaatli harp adamım kim keşfedebi­
lir? Mesele hakikaten küçük hanımlar arasında bir kürde-
472 NAPOLEON

lenin rengi yüzünden çıkan kavgadan mı ibarettir, yoksa


dünyaya hâkim olmak davasından mı?

IV

Acaba Aleksandrin zihninden neler geçiyor.


Asilzadelerle ihtilâf halinde, annesi kendsini bıktırıp u­
sandırmış, Ayasofiyayı elde etmek ümidinde aldanmış, has-
mının, kurtarıp hürriyete kavuşturmakla tehdit ettiği Po­
lonya hakkında daima endişeli olduğundan, imparatora
karşı vaziyet ve hareketinin değişikliğini kendi nazarında
haklı gösterecek ne varsa onları nedimlerinden ve siyasî
yakınlarından toplayıp duruyor. Metternih Tilsit muahe­
desi tarihinden itibaren beş senelik bir fasıla içinde Çarın
duygularında bu değişiklik husule geleceğini önceden gör­
müştü. Bu devre sonuna varıyordu ve gerçi bu sinirli a­
dam nezdinde her şey o andaki tesire bağlı idi ise de bu
çarpışmanın yüksek manası ona da Napoleona da görün­
müş olduğu gibi görünmek imkânı dahi vardı. Fakat Alek-
sandrda eksik olan şey gaye idi, doğurucu bir fikirdi; bir
Çar hürriyet için çarpışmaz, bir ideolog, dünya hâkimli­
ğini elde etmek için vuruşmaz; Aleksandr hâkim adamı
yenmek şan ve şerefi için olsun dahi vuruşmıyor. O, har-
ba müphem bir tasavvuf tarafından sürüklenmiştir. Tilsit
sihirbazı hakkındaki eski dostluğunu gayrı şuurî olarak
o tasavvuf içinde boğmağa çalışıyor. Kuvvetlerini bir ara­
ya toplamasına müsait bir vaziyet mevcut olması için
imparatorluğunun şimalinde de cenubunda da sulhun hü­
küm sürmesi elzemdir, iki ustalıklı manevra ile Aleksandr
DENİZ
473

S u lta n ın b i t a r a f lı ğ ın ı v e h a ttâ Is v e ç in itt ifa k ım , n e tic e le ri


b ü y ü k o la c a k i t t i f a k ı e ld e e d iy o r.
Aleksandr, Bernadot ile her iki kırallığın hududu üze­
rinde karşılaşıyor, ve oradadır ki bütün Rusyalıların Çarı,
ikinci defa olarak bir fransız ihtilâlcisinin sihri ve cazi­
besi altında zebun kalıyor. İngilterenin intikamına maruz
kalan îsveçe, fransızsever DanimarkalIlara ait bulunan
Norveci mükâfat olarak vermeği Rusya bugün bir vadet-
sin, her ikisinin menfaatleri de ayni olduğu derhal açık­
ça meydana çıkar.
Fakat Bernadota kararı verdiren şey bu pazarlık değil­
dir; İmparatorun lûtfu ile taç giyen kıralların kendi mem­
leketleri nasıl umurlarında değilse, Bernadotun da yeni
milleti öylece hiç umurunda değil. Çarın kafasında da
başka bir projesi var: O, muzaffer olduğu takdirde yal­
nız Napoleonun bozguna uğrayacağını değil düşmesini de
şimdiden görüyor, ve Napoleon tarihin o zamana kadar
hiç görmediği en dehşetli bir ordu ile ilerliye dursun, Çar
da Bonapartın biaman düşmanına Fransa taht ve tacından
başka bir vaidde bulunmıyor.
İşte o yaz, iki hümayun kartal da, haşmetle havalanarak
biribirinin karşısına böyle cesaretle çıkıyor.
Dresdde İmparator bundan dört yıl önce Erfurtta ol­
duğu gibi bir araya topalnmış bütün prenslerin önünde
kıt’alarına geçit resmi yaptırıyor. Orada hazır bulunmıyan
yegâne adam, işte cenkleşmeğe gideceği adamdır. Buna
mukabil Avusturya İmparatoru orada hazır. O zamana ka­
dar Napoleon onu bir tek defa, Austerliçin ertesi günü bir
değirmenin içinde görmüştü. O zamandanberi onun ıssız
474 NAPOLEON

payitahtına iki defa girmiş, kızını da Parise getirtmişti.


Sofrada Mari - Luiz kocası ile babasının arasına otur­
muş; haricen, aralarında tam bir uygunluk var gibi görü­
nüyor. Napoleon, kaynatasının ittifakım elde etmiş; îm-
paratoriçayr da Rejant (Régente)!;1} naspetmiş, fakat onun,
kaynanası ile mücevher yarışına çıkmasını boşuna menet­
miş. Fransızların İmparatoriçası bu memnuiyete ağlıyor,
Avusturya İmparatoriçası da ağlıyor, çünkü kendi incileri
pek küçük... Şevketlilerin ezelî kıskançlığı bugün aile sah­
neleri tahrik ediyor, nedimeler de bunun dedikodusunu
ediyor. Kendi aralarında yegâne bağ olan çocuğun sıhha­
tine içildiği vakit iki erkek de, iki kadın da gizli düşün­
celerini saklamağa boşuna çalışıyorlar. Hükümdarlara ge­
lince onlar artık bir daha biribirlerini görecek değiller.
Yarım milyon adam Königsberg (Kœnigsberg) ile Lem­
berg arasında bekliyor. Baş kumandanalrı Pozen (Posen) e
gidiyor, oradan, gayesi Smolenske kadar Polonyayı Çarın
elinden çekip almak olduğunu söylediği ikinci Polonya
seferinin açıldığım ilân ediyor: "Seferi Niemeni geçerek
açacağım. Sonu da Smolenskte ve Minskte oalcak. Orada
duracağım. Bu iki noktayı tahkim edeceğim, ve gelecek
kış esnasında büyük^ umumî karargâhın merkezi olacak
Yilnada, Rus boyunduruğundan kurtulmak için sabırsız­
lıktan yanıp tutuşan Litüvanyamn teşkilâtı ile meşgul o­
lacağım. Görürüz, bekliyeceğim bakalım, ikimizden ilkin
kim yorulacak; ben mi ordumu Rusyamn zararına besle­
mekten bezeceğim, yoksa Aleksandr mı benim ordumu
kendi memleketi zararına beslemekten usanacak.” Onun
[M Régente — Hükümet naibi kadın.
DENİZ 475

bütün merhaleleri bu plâna göre tanzim edilmiş. Rusya-


nrn zararına mı? Bu uzak memleketin menabiini doğrusu
doğrusuna biliyor mu?
G ü m b in n e n d e , b ir P ru s y a m e m u ru n u is tic v a p e d e rk e n ,
a lm a n lim a n a lr ın a t o p la d ı ğ ı v e K o v n o y a n a k le ttir m e k is ­
te d iğ i u n le v a z ım ı h a k k ın d a o n a s o r u y o r k i :

— " K o v n o d a e p e y i d e ğ ir m e n v a r m ı d ı r ? ”

— Hayır, Sir, gayet az değirmen vardır.


B u c e v a p ü z e rin e N a p o le o n u n re n g i m o r a r ıy o r , v e d ö ­
n ü p B e r tiy e y e b a k ıy o r.

En yüksek reisin kendi erkânı harp reisine bu bakışın­


da Niemenin ötesindeki memleketin ona sakladığı hayal
sukutlarının ilki okunuyor. Değirmenler mes’elesi onu
böyle gafletle basılmış olmak vakıasından daha az endi­
şeye düşürüyor. Bu seferi tam bir yıl içinde hazıralmıştı;
içlerinde Ren prenslikleri yalnız bir tek Hükümet olarak
mevcut bulunan muhtelif yedi kırallıktan kıt’alar, erzak
ve mühimmat parkları, ihtiyat kolları, 1,400 parça top,
yeni yeni muhasara parkları, köprü katarları gelmişti:
Baltık sahillerindeki sekiz müstahkem mevki ihtiyat ambar
hizmeti görüyor, yüzelrce gemi, binlerce araba pirinç ve
un naklediyor, bunlar bilâhare kesilip yenmeğe tahsis edil­
mişti. Gel gör ki işte bu memelkette değirmen yoktu! De­
ğirmen yapılabileceği aşikârdı, fakat ne kadar zaman ve
insan kaybedielcekti! Acaba onu daha başka umulmadık
zuhurat da bekliyor mu? Yüz elli bin at için ot, saman
v.s. nakletmek imkânsız. Haziranda yerli ot ve saman bu­
lunabileceğine güvenilmişti. îstep onları bu noktada ha­
476 NAPOLEON

yal sukutuna mı uğratacak? Ya insanların manevî kuvveti


de gevşiyecek olursa?
Burada, hudutta ilk haberler, ilk ihtarlar kendilerini du­
yuruyor. Genç askerler yürüyüşe dayanamıyorlar, kendi­
lerini ileride bekliyen sıcaklığa da mukavemet edemiyecek-
ler. Dresdde iken Müra bir izin koparmağa boşuna uğraş­
mıştı. Bir akşam Dançigde imparatorun nezdinde yemek
yerken ve herkes te gamlı bir sessizilğe dalmışken, Rapp
nakleder, Napoleon birdenbire söze başalmış: "Dantzig-
den Kadikse ne kadar mesafe vardır?” diye sormuş.
— Sir, mesafe çok uzaktır.
— "Görüyorum ki, Efendiler, artık sizlerin harp etmeğe
hevesi kalmamış, Napoli kıralı artık güzel kırallığının için­
den çıkmak istemiyor, Bertiye Gro - Buva (Gros - Bois) da
av avlamak ister, Rapp da Pristeki haşmetli konağında
oturmak diler.”
Hiç biri hiç bir cevap vermiyor, çünkü imparator doğru
söylemiş; fakat imparator şimdiye kadar hiç böyle bir ruh
haletine rastgelmiş değildi.
Niemene varınca nihayet rus topraklarına girmek ona
o derece heyecan veriyor ki nehirden öte ilkin kendisi a­
şıyor, ve bir mil boyunca düşman memleketinde tek başı­
na ilerliyor, sonra ağır ağır, ordusuna doğru geri geliyor.
Bu defa Rübikon (Rubicon) eyi aşılmıştır. Emri üzerine
üç ordu Polonyaya giriyor; esas ordunun kumandasını biz­
zat kendi almış, İkincisini öjene, üçüncüsünü de Jeroma
tevdi etmiş. Son harpta kendisini gülünç bir hale sokmuş
bu değersiz heveskâra bütün ordunun kumandasını nasıl
verebiliyor? Mademki düşmanın ona karşı koyabilecek en
DENİZ 477

fazla 300, 000 kişisi var, o halde bu vazifeyi tehilkesizce


verebilir.
Fakat düşman nerede? Barkley dö Tolli (Barclay de
Tolly) ile Bagratiyonun kumandası altındaki iki rus or­
dusu Litüvanyada bekliyor, fakat bu ordualrııı kuvveti
ancak 170,000 kişiden ibaret. O zaman Napoleonun işle­
miş olduğu tahmin hatası onu tehlikeli bir yanlışlığa sü­
rükledi; şayet beraberinde daha az adam getirmiş olsay­
dı onları kolaylıkal besliyebilirdi.
Niçin işi daha büyük bir mikyasta tuttu? Vakti ile
40,000 adamla jeneral Bonapart, adetçe kendininkinden
çok daha yüksek bir düşmanı, önce bir cenahına, sonra da
öbür cenahına saldırarak yenmişti. Bizzat ehemmiyeti yü­
zünden kımıldatılması güç olan bu vâsi ordu, yaşın ve
şevketin insana daha fazla hız ve havalanma kabiliyeti ve­
receğine aksine olarak onu kendi yükünün altında ezme­
sinin bir timsalidir. Demek artık Napoleon Rivolideki o
büyük kaptan değil mi?
Gene odur o. Düşman hatlarını delerek rusları bir ham­
lede yenmek istiyor. Birinci ordusu Tilsitten Vilna üze­
rine ilerliyerek rus ordusunu iki parçaya bölecek, sonra
her biri üzerine ayrı ayrı saldırabilecek. Fakat mesafelerin
büyüklüğü onun şahsî müdahale ve tesirine engel oluyor;
bu geniş cephe üzerinde ayni zamanda her yerde hazır ve
nazır bulunamıyor. Jeneralleri hem biribirlerinden çok
müstakil — Davu ile Müra az kalsın biribirlerile düello
edeceklermiş — hem de ona lüzumundan fazla bağlı. Uzak
mesafeden muhabereyi te’min etmek çaresi hiç bir vakit
bu seferdeki kadar Napoleonda eksik kalmamıştı; bütün
478 NAPOLEON

işin merkezi olan kendisi için telgraf, düşmanına faydalı


olduğundan çok daha faydalı olurdu.
Ruslar kendilerinin daha madun olduklarım biliyorlar.
Jenerallerinden ne biri, ne de öteki bir vaziyet almağa
cür’et edemiyor. Her ikisi de, muayyen bir plân dahilinde
olmaksızın, ordularım uzakta tutmak ve birleştirmek gi­
bi müphem bir gaye ile içerilere ve gerilere doğru çekili-
yoralr. O kadar dahiyane olmıyan, fakat ustalıklı olan bir
tabiye, ki onları buna düşmandan korkuları ve saygıları
sevkediyor; onlar Kaderin şuursuz birer aleti.
imparator, işde bir tuzak var sanıyor. Vilnada diyor ki:
"Mösyö Barkley beni, kendi arkası sıra Volgaya kadar
koşacağım diye tasavvur ediyorsa aldanıyor. Biz onu Smo-
lenske ve Dunaya kadar takip edeceğiz, orada vereceğimiz
bir harp bize kışlık karargâhlarımızı te’min edecektir. Bu
yıl Dunayı geçmek, felâketin tâ da ortasına düşmek demek­
tir. Ben tekrar Vilnaya döneceğim, oraya Teatr franse(The-
âtre Français) den bir, Operadan da bir, birer trup getir­
teceğim. Bütün bu işi gelecek mayısta bitirmiş olacağız,
meğer ki önümüzdeki kış sulh imzalanmış ola.”
Kendisine eyi eyi haberler geliyor. Nihayet Amerika
îngiltereye harp ilân etmiş ve denizde de daha şimdiden
bir galebe çalmış. Sulh istiyen muhalefet, Londrada git­
tikçe büyüyor, ispanyada da işler fena gitmiyor, ileri!
Güzel bir harp açalım!
Fakat düşman nerede ya? Kovnoda imparator, refaka­
tine bir tek zabit alarak ordusunun geçmesine en elveriş­
li noktayı bizzat tayin etmek için gittiği yerde: kimsecik­
ler yok; öte yakada düşmandan hiç bir iz bile görülmi-
D E N İZ
479

yor. Endişe günden güne büyüyor; üstlerinden her yükü


atmış olan adamları lüzumundan fazla çabuk ilerliyor;
ordunun bir kısmının, dümdarlardan, daha şimdiden, ara­
sı kesilmiş bulunuyor; yolların kötü hali, sıcak ve yağmur
o ordunun başma gelecek avakibi daha ağırlaştırıyor, da­
ha tehlikelileştiriyor. Daha dün orada olduğunu herkes bi­
len Çar, Vilnadan çıkıp gitmiş. Haber alınıyor ki imdat
kuvvetleri getiren arabalar çamura saplanmış, gemiler ku­
ma oturmuş, çok taze ve çok yeşil ot yüzünden 10,000
beygir çatlamış. Bu can sıkıcı haberler üzerine, kıt’alar
şehrin içine dalıyorlar ve onu baştan başa yağma ediyor­
lar; kendilerinden sonra oradan geçecek olanlar artık o­
rada hiç bir şey bulamıyacaklar.
Ahaliyi kazanmağa imparator boşuna uğraşıyor. Sonu
hercümerce varan yağmadan nefret ediyor; fakat Litüvan-
yalılar onun bu kere de PolonyalIları aldatmış olduğunu
görmüşler. Vakti ile Lombardiya ahalisini ayaklandırmış
olan kurtarma ve hürriyete kavuşturma vaitlerine bunlar
bigâne kalıyor, o vaitler bunların duygusunu uyandırmı­
yor; ona hiç bir şey hazırlamıyorlar, hiç bir erzak tedarik
etmiyorlar, hiç bir hususta yardım göstermiyorlar; onun
birkaç milyonu Pariste basılmış olan kalp rublelerini güç­
lükle kabul ediyorlar. Litiianyalılar dua ile iktifa ediyor­
lar.
Ne yapmalı? Çarı kazanmanın zamanıdır, impara­
tor ona yazıyor ki: "Bütün şimdiye kadar gelip geçmiş
olan şeyler Zatı Şahanenizin mizacına, bazan bana gös­
termiş olduğunuz şahsî takdir ve hürmete muhaliftir. Ben,
bundan evelki seferlerde takip etmiş olduğum âdete göre,
480 NAPOLEON

Niemeni geçmezden önce Zatı Şahanenize bir yaver gön­


derecektim, fakat nazırın, kendisini dinleyip kendisi ile
müzakerede bulunmağı kabul etmediği murahhası görme­
ği Zatı Şahaneniz de kabul buyurmadı. O zaman anladım
ki artık ok yayından çıkmış, adaletini, hakkaniyetini ve
nüfuzunu ikrar ettiğim o görünmez kaza ve kader, nice
nice işler gibi bu işin de hükmünü vermişti. Bana kalan
şey, hakkınızda beslediğim hususî duyguların vakayi yü­
zünden eksilmemiş olduğuna, gene eskisi gibi masun ve
mahfuz bulunduğuna inanmanızı, ve şayet tali gene si­
lâhlarıma yaver olursa Zatı Şahanenizin beni gene büyük
ve güzel haslet ve meziyetlerinize karşı dostluk ve hür­
metle dolu ve bunu kendilerine izhar ve ispata arzulu bu­
lunduğuma inanmanızı istirham ederek sözümü bitirmek­
ten ibarettir.” ,
İçinde yalnız ıstırap ile kadere inanmak kısımları sa­
mimî olan bu uzun mektuptan önce bu mektubu Çara
tevdi ile mükellef ve muvazzaf kılınacak esir bir jeneral-
le bir muhavere cereyan etmişti. İmparator, Rusa şöyle hi­
tap ediyor: "Çar bu harptan ne bekliyor? İşte ben daha
bir tek tüfek bile patlatmadan ve o da ben de biribirimizle
ne için çarpışacağımızı daha bilmeden önce onun en gü­
zel eyaletlerinden birine hâkim bulunuyorum... Size ayıp
değil mi, utanmıyor musunuz?”
Tam bir saat ve daha fazla bir müddetle zabiti azardan
bunaltıyor. Neden bu gibi hatalar işlemeli? Vilnayı mü­
dafaa etmemiş olmak ta neden? Napoleon onunla tıpkı
İspanyada kendi jeneralleri ile konuşur gibi konuşuyor.
Size ayıp değil mi, utanmıyor musunuz? sözü ikide bir na-
X
D E N ÎZ
481

karat gibi geliyor. Her vakit nasıl hakir göreceğini bil­


mediği PolonyalIların cesaretini galeyana getiriyor. Yemin
ediyor ki kendisinin Çar kıt’alarından üç misli fazla kıt’a-
ları ve ondan fazla parası var, tam üç yıl müddet harbede-
bilir. Yapmacıktan büyük bir öfke göstererek, muttasıl
gidip gelerek bütün bu yalanları savuruyor. O zaman
Rus da kendi hesabına bir yalan uyduruyor ve kendilerinin
de tam beş yıl müddetle harbi sürdürmeğe hazırlanmış bu­
lunduklarını te’min ediyor. Birdenbire, şaşılacak bir içini
dökme nöbetine tutulan İmparator, söyliyeceği sözleri Ça­
ra tekrar edilsin diye bu tesadüfen karşısına çıkan muha­
taba açılıyor:
"Ben bir hesap adamıyım, ben. Gördüm ki Rusya ile
beraber olmak onunla münasebeti kırmaktan daha fazla
işime gelirdi. Bu defa da bu, ayni ile böyle olabilirdi. O,
millet istemediği bir zamanda benimle sulh yaptı da, şim­
di de gene millet istemezken benimle harp ediyor. Nasıl
oluyor da, İmparator Aleksandr ki şeref sahibi ve müsta­
kim bir adamdır, nasıl oluyor da etrafına bir takım iman­
sız ve kanunsuz adamlar toplayıp duruyor? Harekâtı as­
keriye nasıl olur da bir Şûra ile sevk ve idare edilebilir?
Ben, gecenin ortasında, saat 2 veya 3 de, aklıma eyi bir fikir
geldi mi, bir çeyrek sonra hemen emir veririm, yarım sa­
at içinde de bu emir ön kıt’alar tarafından icra edilir. Ve
sonra da sizde ne biçim tedbirler alıyorlar? İşte size, tu­
tulmuş bir mektup. Bırakın bunu, yahut daha eyisi, alın,
beraberinize alın, yolda can sıkıntınızı giderir. İmparator
Aleksandra söyleyiniz ki, onu namusumla te’min ederim,
Vistülün beri yakasında benim 550,000 kişim var. Fakat
Napoleon — 31
482 NAPOLEON

ben hesap adamıyım, ihtiras adamı değil; ben ne müza-


keratın aleyhindeyim, ne de sulhun aleyhinde. Eğer o, be­
nimle münasebetini kesmemiş olsaydı, ne güzel bir salta­
nat ahdi sürecekti!”
Bu itiraflar dalgası önünde jenerale korku basıyor. Ak­
şam, İmparator ve üç müşür ile yemek yemeğe davet edil­
diği zaman, kendisinin birdenbire azametli bir muame­
leye maruz kaldığını ve bir keşşafmış gibi suallerle sıkış­
tırıldığını görüyor: "Sizde kırğız alayları var mı?”
— Hayır, fakat nümune olsun diye bir iki Başkırt ve
Tatar alayımız vardır ki onlar da Kırgızlara benzer.
— İmparator Aleksandrin her gün Vilnada buranın en
güzel bir kadınının evine çay içmeğe gittiği doğru mudur?
O kadının adına ne diyorsunuz?
— Sir, İmparator Aleksandr umumiyetle bütün kadın­
lara iltifat gösterir.
— Söyleyin bana, Ştayn (Stein) İmparator Aleksandr
ile birlikte yemek yedi mi?
— Bütün belli başlı zevat Zatı Şahanenin büyük sofra­
sına kabul edilmiştir.
— Bir Ştayn, Rusya İmparatorunun sofrasına nasıl ko­
nabilir? Zatı Şahane hiç tasavvur edebilmiş midir ki Ştayn
kendisine bağlı bulunabilir? Melekle şeytan hiç bir vakit
bir arada bulunmamalı... Moskovada ne kadar ahali? ve
ne kadar ev? ve kaç kilise vardır? diye tahmin edersiniz?..
Neden "o kadar çoktur?”
— Çünkü bizim halkımız âbit ve zahittir.
— Peh! artık bizim günümüzde âbitlik, zahitlik filân
kalmamıştır. Moskovanın yolu hangisidir?
D E N İZ 483

— Fransızlar gibi Ruslar da derler ki her yol Romaya


çıkar. Moskova yolunu insan, keyfi istediği yerden tuttu-
rabilir. On ikinci Şarl o yolu Poltavadan tutmuştu.
İsveç kiralının bozgunluğuna telmih eden bu ısırıcı ce­
vap üzerine Napoleon susuyor, fakat rus jenerali Napo-
leonun kendisine ne kadar sinirli görünmüş olduğunu Pe-
tersburga bildirecek kadar zekidir.
Bu sinirlilik saatten saate artıyor, imparator muharebeyi
arıyor, Ruslar ise muharebeden sakınıyor; Barkley, Bagra-
tionu bekleyerek, boyuna geri çekiliyor. Bagration gelmi­
yor, çünkü sanıyor ki karşısındaki ordu Jeromun ordusu
değil, esas ordudur, içlerinden hangisi daha tez hareket
edecek? Jeromun yavaşlıkları Davuyu düşmanı kaçmağa
bırakmağa mecbur ediyor, imparator kızıyor, kumandayı
kardeşinin elinden alıyor. Kırılmış Jerom Kassel (Cassel) e
gidiyor. Onun ordusuna Davu memur ediliyor, fakat ar­
tık iş işten geçmiş. Jeroma karşı olan zâfı Napoleona kat’î
harbi açmak fırsatını kaçırtmış. Büyüyen tehlikenin sıkısı
önünde hızını iki katlılaştırıyor, fakat hız da tehlikeyi iki
katlılaştırıyor. insanları besliyecek şey yok; Ruslar çekilir­
ken mağazalarını, ambarlarını da yakıyorlar, hiç bir yanda
ne sebze var, ne de ekmek; yalnız et eksik değil; fakat di­
zanteri baş gösteriyor. Beygirler, kulübe damlarını örten
samanları yiyorlar; yol boyunca hep leşleri serili. Bu ile­
ri leyiş sırasında, ve hiç te harp filân olmamışken, Bavyera
prensi yalnız kendi kolordusunda günde 900 ölü sayıyor.
Paris ne diyor? '
imparator pek az haber alıyor, hattâ Imparatoriçadan
bile. Acaba kuriyesini yolda mı tutup yakalıyorlar? Niha­
484 NAPOLEON

yet mürebbiyeden bir mektup geliyor ki çocuğun sıhhatin­


den bahsediyor, imparator ona şu cevabı veriyor: "Uma­
rım ki yakında diğer dört dişinin de patlak verdiğini ha­
ber alırım. Süt nineye, benden her ne istedi ise verdim. Bu­
nu siz de kendisine teyit edin.”
Napoleon, cayır cayır yanan istepin içinde; önünde, ya­
kılmış köylerin dumanları tütüyor, ardında da cesetlerin
leş kokusu yayılıyor. Kötü gıda ile bunaltıcı sıcak midesin­
de sancıları arttırıyor; ata binemiyor, bu kötü yollarda a­
rabalar da kullanılamadığı için, gayet uzun mesafeleri yaya
katediyor, yanında da bütün erkânı harbiyesi, zihninde
yalnız şu: Harbi nerede açacağız? düşüncesi. Kendisini bu
iz’aç edici zihin meşgalesinden ayıracak hiç bir haber yok
ve kuriye pek az.
— Nerede ise Yitebsk (Witebsk) e varacağız, buradan
Parise ne kadar mesafe var?
Görünmez ses:
— Çok mesafe var, çok! cevabını veriyor.
Nihayet, yakalıyoruz düşmanı! işte Müra Barkleyi dur­
durmuş. O, yarın Smolenske doğru kaçıp kurtulmağı ku­
ruyor. Vakit, saat gelmiş. Fakat imparator hasta, ondan
dolayı da kararsız, insanlarına karşı alışılmadık saygılar
ve itibarlar gösteriyor ve yakıcı yürüyüşler yüzünden der­
manları kesilmiş, takatları kalmamış kıt’alarını hemen bir­
denbire ateşe sokmak istemiyor. Düşmana yeni bir Auster-
liç hazırlamak maksadı ile kendisine lâzım olacak miktar­
dan fazla kıt’a toplamağa ihtiyaten ehemmiyet veriyor. Şu
halde ertesi günü bekliyor.
Ruslar bundan istifade ediyor. Sabahleyin gayet geç va­
D E N İZ 485

kit ortalıktan sıyrılıp kalkabilecek kesafetli bir sis sayesin­


de ricat ameliyelerini icra ediyorlar, ve gün doğduğu vakit
ortada bir kimsecik bile kalmış değil, kaçışlarının en kü­
çük bir izi bile ortada yok. imparator, öğleyin teftişinden
geri dönünce, kılıcım masanın üstüne fırlatıyor, ve: "1812
seferi bitmiştir; ötesini 1813 seferi yapacaktır... Rusya harbi
üç senelik bir harptır.” diyor.
Tertibi bozulmuş olan orduyu yeniden teşkil etmenin
vakti çoktan gelmiş. Ordunun hemen hemen üçte biri lis­
teden tayyedilmek lâzım, bununla beraber daha hiç harp
olmuş değil; adamları memleket yutmuş. Makdonaldin
Prusyalıları, Şvartçenbergin AvusturyalIları nerede? Va­
zıh haber yok. Onlar daha çok uzaklarda. Ne memleket!
Mademki çarpışılamıyor, burada bulunmak neye yarar?
Beklemek lâzım. Hiç olmazsa Kahirede gene âlimler var­
dı, keşfedilecek bir diyar vardı!...
Kısa fakat manalı bir mektup Napoleondaki, mülâzim
olduğu vakitki devri hatırlatan bir ruh haletini gösteriyor.
Kâtibi yazıyor ki: "imparator, elinde eğlenceli birkaç kitap
bulunmasını arzu ediyor. Kendisinin bilmediği yeni veya
daha eski eyi bir kaç roman, yahut da okunması hoşa gi­
decek hatıralar varsa, onları gönderirseniz eyi edersiniz,
çünkü boş vakitlerimiz var, onları burada doldurmak kolay
değil.”
Onun, çadırının önünde eski yeşil redingotu ile, enfiye
kutusu da elinde, ayakta durup zaman zaman ovayı küçük
sefer dürbünü ile tarassut ettiğini gözünüzün önüne geti­
riyor musunuz? Bir grönadiye bir mektup getiriyor; im­
parator onu okuyor, ve bir kelime söylemeden, bir kenara
486 NAPO LEO N

koyuyor. Terbiye görmüş hayvanlar, mürebbilerinin bir


hareketini nasıl kollarlarsa, iki kâtibi de efendilerinin en
ufak bir hareketini çadırının boşluğu içinde öyle kollayor-
lar. Alaturka bağdaş kurmuş Rüstem yegâne adamdır ki
stoktan hiç şikâyet etmiyor. Her şey, olduğu yerde dur­
muş kalmış; ne ilerleme biliyor, ne de geri gidilebiliyor...
İmparator, romanlar getirtilmesini Menevalâ emrediyor.
Nihayet, işte haberler çıka geliyor: İngiltere Çara İspan­
yol naibi ile bir muahede aktettirmeğe muvaffak olmuş.
Bu, yeni bir koalisiyonun, ihtimal de kendisini bir çember
içine almanın başlangıcıdır. Şu halde, Avrupanın vereceği
kararları burada, atalet içinde beklemek mi lâzımdır?
Smolensk orada, ötededir; Rusya ise ancak oradan başlar.
İki Rus ordusu orada biribirine kavuşmuş; Ruslar Hazreti
Meryemin kadîm beldesini böyle Polonya ve Litüvanya
köylerini ateşe verdikleri gibi ne yakarlar, ne de tahliye
ederler. Şayet Smolenskte galip gelinirse Moskova, veya
Sen-Petersburg üzerine istendiği gibi yürünebilir. İmpa­
rator, jenerallerinin reyini soruyor. Hiç biri de onu bu
işten sakındırtmıyor, bununla beraber Napoleon işi şu ne­
ticeye bağlıyor: "Daha ortada dökülmüş kan yoktur, Rusya
da döğüşmeden kendini teslim etmiyecek kadar büyük,
pek büyük bir memlekettir. Aleksandr, ancak bir büyük
muharebeden sonra sulha yanaşabilir. İcap ederse ben bu
muharebeyi "mukaddes şehirde” aramağa kadar gideceğim,
ve behemehal onu kazanacağım.”
Harp açılabilecek anda iken, arkasından Rusların kaça­
bilecekleri "alelâde bir harp” açmamak için Napoleon
nehrin öte tarafına geçiyor. Nihayet biribiri ile birleşmiş
. D E N İZ 487

olan iki düşman ordusu, sistemleri mucibince hep geri çe­


kiliyorlar, fransız ordusunun savletleri de şehrin surlarına
çarpıp kırılıyor, içlerinden en eski olanlar Akkâyı hatır­
layıp düşünüyorlar. En sonunda Smolensk düşüyor, fakat
galip, orada artık bir kül yığınından başka bir şey bulmu­
yor. O zaman İmparator, azizlerini düşmana terkedip git­
mekten ise yakmağı tercih eden bu milletin manevî kuv­
vetini anlıyor mu? Dermanı tükenmiş ordunun önünde
bir çölden başka bir şey yok.
İmparator için müthiş vaziyet: Kıraç yerin üstünde kı-
ral Lir (Lear). Şevket ve kudreti şerha şerha düşüyor; bü­
tün gayretleri boşuna; Avrupanın keskin ve tiz kahkahası
uzakta çınlıyor ve gelip istepin sessizliği içinde kaybolu­
yor. Buna bir nihayet vermeli. Vilnadan gönderdiği mek­
tup cevapsız kaldığı için bir İkincisini yazamıyacağından
ona bir haberci yollamak istiyor, ve bu husus için esir bir
rus jenerali buldurup getirtiyor. Onun karşısında her tür­
lü mülâhazalarda bulunduktan sonra, birdenbire ona diyor
ki:
"Siz Çara yazabilir misiniz? Hayir mi? Fakat benim si­
ze söyliyeceğim şeyleri biraderinize pek âlâ yazabilirsiniz.
Ona deyiniz ki benim en canlı ve şiddetli arzumun sulh
yapmak olduğunu Çara veya Grandüke açarsa bana haki­
kî bir hizmette bulunmuş olur! Zaten biz ne diye biribi-
rimizle vuruşuyoruz? Ah, mes’ele şayet Ingilizler ile ol­
sa idi o başka! Ruslar bana hiç bir şey yapmış değildir ki.
Sizler kahve ile şekeri daha ucuz mu almak istiyorsunuz?
Pek âlâ. Bununla meşgul olunur. Fakat siz zanneder mi­
siniz ki beni yenmek kolay bir iştir? Bir askerî şûra vazi­
488 NAPO LEO N

yeti tetkik etsin ve şayet o, bir rus muzafferiyetine inanır­


sa göstersin harp meydanını. Bu böyle olmazsa ben Mos-
kovayı almağa da mecbur kalacağım ve belki de şehri ha­
rap olmaktan dahi kurtaramıyacağım. Düşmanın işgal et­
tiği bir payitaht, namusu bozulmuş bir kadına benzer,
tıpkı onun gibidir. Siz zanneder misiniz ki Çar sulh ak­
detmek isterse biri çıkar da ona karşı koyabilir?”
Ne jeneralken, hattâ ne de mülâzimken Napoleon hiç
kimseden, kalkıp da, her ne olursa olsun bir şey istemiş
değildi; o, kumanda etmekten başka bir şey tanımazdı.
İmparatorluğunda kendini yalnız iki vesile ile niyaza ma­
kamına koyduğu vaki olmuştu; biri takdisini dilediği Pa­
panın huzurunda, bir diğer defa da kızını istediği İmpa­
rator Fransuvaya karşı. Fakat kılıcı kendine geri verilen
esir acaba ne düşünür? Dünyanın Efendisi dedikleri de bu
adam mı imiş? diye kendi kendine sormaz mı? Bu adam,
ben miskine hizmette bulunmaklığım için yalvarmış değil
midir? Nasıl olur da Napoleonün kendine daha lâyık bir
habercisi bulunmaz canım? Demek ki yüz binlerce insan
sırf şeker ve kahve yüzünden mi buralarda mahvoluyor?
Büyük harp adamı gûya ancak bir satranç oyunu ve onu
eyi oynamak mevzuu bahsoluyormuş gibi bizleri cenge
kışkırtıyor... Bununla beraber Rusya göz yaşı içinde, şe­
hirleri de biribiri ardına yanıp kül oluyor...
Esir jeneralın biraderine olan mektubu, Bertiye tara­
fından sansür edilip gönderilmiş. Hiç cevap çıkmıyor. O
zaman birdenbire imparator yola çıkmağa karar veriyor.
Bu yolculuğun ileriye gitmek için mi, yoksa geriye gitmek
için mi olduğunu soran Rappa imparator: "Şarap artık
D E N İZ 4S9

çekilmiştir. Onu içmek gerek. Moskovaya gitmek istiyo­


rum. Ben epeydir İmparatorluk ettim, yeniden jenerallik
etmem icap ediyor” cevabını veriyor.
Eylül ayında bulunuluyor. Mukaddes Kıraçta, Barkleyin
halefi Kutuzof (Koutousov) nihayet Borodino civarında
harba sıkıştırılıyor. İki ordu da müsavi kuvvette; tam Na-
poleonun istediği parti. O gece kimse uyumuyor, zira, ar­
tık yarın harp açılacak! Moskova, yaldızlı şehir amana
düşecek ve bizim bütün sefaletlerimiz de nihayate erecek.
Gecenin ortasında Patisten bir kuriye çıka geli­
yor. Haritalarının üzerine eğilmiş olan İmparator, mektu­
bun balmumu mühürlü zarfım açtırıyor. Bir kelime söy-
lemeksizin, kâtibi ona İspanyadan gelen bir mektubu uza­
tıyor: Salamank (Salamanque) ta Marmon Velington ta­
rafından yenilmiş. İmparator okuyor, ve hiç bir şey söy­
lemeden, çalışmasına devam ediyor. Avrupanm öbür u­
cunda Britanyalılar tarafından çalınmış bir galebenin ne-
tayicini düşünmenin şimdi ne yeridir, ne de saati. Gün
doğuyor. Grönadiyeler bağırıyor: "Yaşasın İmparator!”
O zaman o da onlara, oğlunun ayni kuriye ile gelmiş
olan tasvirini gösteriyor, ve işte bütün o eski gronyarlar
da İmparatorlarının oğlunu hayran hayran seyrediyorlar.
Fakat tasvir tekrar kendisine geri getirildiği zaman Na­
poleon şu şair sözünü söyliyor: "Onu bir kenara koyun,
daha bir harp meydanım göremiyecek kadar körpedir.”
Şiddetli cenkler serisinde, sevkücceyş noktaları sıra ile
gâh alınıp gâh veriliyor, sonra gene kazanılıyor. Gard
(Hassa alayı): "Bıraksınlar bizlerde harba girelim, şimdiye
kadar birçok defa birçok yerde olduğu gibi, burada, Mos-
490 NAPO LEO N

kovada da galebeyi çalarız” diye bağrışıyor. Bu emri Na-


poleonun ağzından almağa jeneralleri de, teklifsizleri de
boşuna uğraşıyorlar. îlk defadır ki o, muharebe esnasın­
da yerinden bile kıpırdamamıştır; sıtmadan titriye titriye,
zorla soluya soluya, öksüre öksüre, bacakları şişkin bir
halde, bütün gün at sırtında oturuyor, muvaffakiyet ken­
disine bağlı olduğu anlaşılan Gardı harba saldırmağa bir
türlü karar veremiyor: "Ya yarın da bir harp olursa, onu
ben ne ile açarım?” Gece, Ruslar çekiliyorlar. Ertesi gün
muharebe meydanında 70,000 ölü ve ağır yaralı sayılıyor,
imparator diyor ki: "Tali serbest, açık yürekli bir aşifte-
dir. Bunu ben çok defa söylemişimdir, şimdi de denemeğe
başlıyorum.”
Fakat Moskova yolu açıktır. Oraya gitmek için 500,000
adam yola çıkmıştı; şimdi içlerinden kala kala 100,000 i
sağ kalmış. Ve güneş batarken, bir tepenin üstünden,
Kremlenin hükümran olduğu kubbeli şehri görünce, im­
parator, heyecanlı olmaktan ziyade bitkin bir hal ile:
"Moskova! artık zamanı gelmişti!” diyor.

"Şehrin anahtarları nerede? Mülkiye memurları nere­


de?”
Öğleden sonranın yarısı esnasında kıt’aları onun önünde
geçit resmi yapmış ta Napoleon hâlâ Moskovanm anah­
tarlarını bekliyor. Viyanaya, Milanoya, Madride, Berline
muzaffer ve fatihçesine girmişti. Şu halde bu vahşiler a­
sıl roma âdetini bilmiyorlar mı? Kimse gelmiyor. Uzakta,
D E N İZ 491

kale surları içinde Kutuzofun, yalnız yarı mağlûp çeki­


len ordusunun silâh şakırtıları işitiliyor. Onun dümdarı
fransız ordusunun pişdarı ile âdeta dokuşuyor. Sessiz bir
giriş; şehir sanki bomboş. Bitkin askerler biribirlerine:
"şu evlerde uyuyabileceğiz, oralarda yiyecek de bulabile­
ceğiz” diyorlar.
Ağır ağır, İmparator kendi erkânı harbiyesi ile birlikte
ölü şehre giriyor. İşte seferden gaye olan Kremlen. İn­
sanlar onun garip duvarlarını hayret içinde seyrediyorlar;
her yer, her taraf açık, fakat onlara yol gösterecek bir kim­
se yok. İşte âdeta bir rüya içinde imiş gibi metrûk, tenha
kızıl ve yaldızlı odalar; içlerinden biri; obasından da an­
laşılıyor, Çarların eski taht odası olsa gerek; tahtın üstü
örtülü.
Şu anda Napoleonun elinde eksik olan, nedir? Eksik
olan sulhtür; sulh yapmak için de eksik olan muzafferi-
yettir. Onu bu haktan mahrum bırakan nedir? Bu uçsuz
bucaksız meçhul memlekettir. 13 yıl önce onu, nasıl, çöl
yendi ise bugün de istep yenmiştir. Vaktiyle, Araplar hak­
kında yapmağı nasıl niyet etti ise bugün de neden Litü-
anya köylülerini azat edip onlardan yeni yeni kıt’alar
ve kılavuzlar teşkil etmedi? Hattâ bugün dahi bu çareye
baş vursa idi? Köylüleri bu terkedilmiş şehre çağırıp ta
onalr ile misaklaşsa idi? Hâkim olanlar biziz ve bu muam­
malı ülke bize kendisinden umduğumuz her şeyi hâlâ ve­
rebilir... Gece oluyor, fakat İmparator bir türlü uyuyamı-
yor, Kolenkura diyor ki: "Zihnimizi oyalamak için çalı­
şalım.” Polonya haritasını açıyor, kendi kendine ispat e­
diyor ki orada kalamazdı, ve altı hafta içinde Sen-Peters-
492 NAPO LEON

burga varacaktır. Bir nevi bibi (kitabı mukaddes) gibi


yanından hiç ayırmadığı kıt’alarımn liste defterini tet­
kik etmek ona eyi geliyor: "Üç gün zarfında benim bu­
rada 250,000 kişim bulunacak. Onlar barınmak için çatı
altı bulurlar. Onlara yiyecek te’min etmek lâzım. Hiç bir
şeyler yok! çöl! her yanda kıtlık var.”
Birdenbire hiç beklenmedik zayıf bir ışık pencereyi ay­
dınlatıyor! Yangın! ilk önce imparator buna o kadar al­
dırış etmiyor. Fakat birdenbire emirberler, jeneraller ve
kuriyeler salondan içeri telâşlı telâşlı giriyorlar; haber ve­
riyorlar ki askerlerin rivayetine göre ateş şehrin dört bu­
cağını birden sarmış ve bütün tulumbalar da önceden kal­
dırılıp götürülmüş. Bu mutaassıplar mukaddes şehirlerini
de mi yakıyorlar? imparator ne yapacak? O zaman onun
huzurunda bulunmakta olan Segür bu sahneyi şöyle an­
latmıştır :
"Zannedilirdi ki etrafım saran ateşler onu parçalayıp
bitirecekler. O, her lâhza ayağa kalkıyor, yürüyor ve bir­
denbire tekrar oturuyordu. Dairelerini hızlı adımlarla bir
baştan bir başa dolaşıyor, kısa ve sert hareketleri, içinde
gaddar bir heyecan, zalim bir can sıkıntısı olduğuna alâ­
metti: acele bir işi bırakıyor, sonra gene alıyor ve tekrar
bırakıyor, pencerelere koşuyor ve yangının ilerleyişini sey­
rediyordu. Soluğu kesilen göğsünden kısa ve sert nidalar
sökülüyor:
"Ne korkunç manzara! Bizzat kendileri yakmışlardır!
Bunca saraylar! Ne harikulade karar! Ne adamlar! Bunlar
Scythe, (Sit) bunlar!” ^
"... O esnada Kremleni de ateş sarıyor şayiası çıkıyor;
D E N İZ 493

birkaç hizmetkâr korkudan aklını oynatıyor; askerler, İm­


paratorlarının emrinin, ve bir de kaderlerinin neye karar
vereceğini sükûn ve itidalle bekliyorlar, İmparator da bu
telâş ve tehlike nidasına bir inanmamazlık tebessümünden
başka hiç bir cevap vermiyor. Fakat gene ihtilâç içinde yü­
rüyor ; her camın önünde duruyor ve müthiş muzaffer unsu­
run, parlak fethini tehevvürle yutup helâk edişine, bütün
köprüleri, istihkâmının bütün geçitlerini sarıp zaptedişine,
kendini âdeta muhasarada bırakışma bakıyor.
"Gün dönümü rüzgârı, şiddetini iki misli artırdığından
artık duman ile külden başka bir şey teneffüs etmiyoruz,
O zaman Napoli kıralı ile Ojenin koşa geldikleri
görülüyor; İmparatorun tâ yanma kadar sokuluyorlar, o­
nu srkıştırıyoralr, onu bu yeis yerinden çekip çı­
karmak istiyorlar. Fakat nafile. Nihayet Çarların
sarayına sahip ve hâkim olan Nepoleon bu fet-
hü teshiri yangına bile teslim etmemeğe inat edi­
yordu, o zaman birdenbire bir nida: Ateş Kremleni
sardı! diye haykırıyor. Napoleon, tehlike olup olmadığına
bizzat hükmetmek için dışarı çıkıyor... Mühimmat depo­
sunun ocağında bir polis neferi yakalanmış. Onu getiri­
yorlar, Napoleon onu kendi huzurunda istintak ettiriyor.
Kundakçı ve yangına olan Rus budur; âmiri tarafından
verilen işaret üzerine emir ve talimatını ifa etmiş. İmpara­
tor bir hakaret ve can sıkıntısı hareketi yaptı, o sefili alıp
ilk avluya götürdüler, orada gazaba gelen grönadiyeler
süngüliye süngüliye canını çıkardılar.
"Bu vak’a Napoleona kararını verdirmişti. Şimal tara­
fındaki merdivenden çabucak indi ve şehirden çıkması-
494 NAPOLEON

için kendine yol gösterilmesini emretti. Fakat alevler kale


içinin bütün kapılarım sarıyor, abluka ediyordu, ve dene­
dikleri ilk çıkışları geri püskürttü. Karanlıkta el yordamı
ile birkaç kere arandıktan sonra, kayalar arasında Mos­
kova suyuna bakan bir gizli istihkâm kapısı keşfedildi.
İşte bu daracık geçit sayesindedir ki Napoleon, zabitleri
ve hassa askerleri, Kremlenden kaçıp kurtulmağa muvaf­
fak oldular. Fakat bu çıkıştan ne kazanmışlardı? İleri na­
sıl gidilecek, bu ateş denizinin dalgaları arasına nasıl atı-
lmacak? Şehri baştan başa dolaşmış olanların da kulakları
fırtınadan sağırlaşmış, ve gözleri küllerden körleşmiş ol­
duğundan artık kendilerini ve yollarını şaşırmışlardı, bi­
lemiyorlardı, çünkü sokaklar duman ve enkaz içinde kay­
bolup gitmişti.
"Yalnız daracık, eğri büğrü, dolambaçlı ve her tarafı
yanan bir sokak kendini bu cehennemin çıkış yeri olmak­
tan ziyade giriş yeri gibi arzediyordu. İmparator yaya ola­
rak ve hiç tereddüt etmeden bu tehlikeli geçide atıldı.
Bu ateş ocaklarının çıtırdılı kıvılcımları arasından, kub­
belerin ve kümbetlerin çatırdıları, yanan direklerin dü­
şüşleri ve etrafına yıkılıp çöken kızgın demirden çatılar
arasında ilerledi. Boğucu bir hava, kıvılcımlı küller, par­
ça parça alevler kısa, kuru, tez, ve zaten dumandan tı­
kanmış soluklarımızı yakıp tutuşturuyor, harap ediyordu.
Kılavuzumuz tereddütlü ve şaşkın bir halde durdu. Şayet
birinci kolordunun bazı çapulcuları İmparatoru tanımamış
olsalardı maceralı hayatımız ihtimal orada sonuna ermiş o­
lacaktı; koşuştular ve kül olmuş bir mahallenin tüten yıkın­
tıları arasında bizlere yol gösterdiler. İşte orada Davuya
D E N İZ 49 5

rasgelindi. O, Moskova çayında yaralanmış, kendini alev­


ler içinden geçirterek Napoleonu o ateşten çekip çıkar­
mak ya da kendi de onunla birlikte orada mahvolup git­
mek üzere geliyordu. Davu onun kolları arasına coşkun­
lukla atıldı; İmparator onu eyi, fakat tehlikeli halinde ü­
zerinden hiç eksik olmıyan o sükûnet ve durgunlukla kar­
şıladı.”
Şehrin civarında bulunan bir şatoda dört gün geçirdik­
ten ve yangının sonunu bekledikten sonra Napoleon, a­
levlerin zararı az dokunmuş Kremlene tekrar gelmişti. Be­
şinci gün artık sabrı tükenerek Aleksandra üçüncü defa
olmak üzere yazdı. Payitahta her ne kadar hâkim ise de
kararsızlık içinde yaşıyor, düşmanla kendi arası o kadar
kesilmiş ki murahhas olarak gene bir esir zabiti kullanma­
ğa kendini yeniden mecbur görüyor. Bu sefer zabit, bir
binbaşı. Onu meşhur taht odasında kabul ediyor. Vaziye­
tin feci ve gülünç tarafım hissediyor mu? Madun bir za­
bit, meçhul bir adam burada Mukaddes Rusyayı temsil
ediyor. Napoleon ona söz tevcih ediyor, onunla münakaşa
ediyor, ona şartlarım koşuyor, gûya gene Tilsitte imişler
ve gûya bu binbaşı da Çarın kendi imiş gibi.
Napoleon: "Ben sırf siyasî bir harp sevk ve idare edi­
yorum, ve yalnız muahedelerimizin icra edilmesini talep
ediyorum. Londrayı zaptetmiş olsa idim oradan bu kadar
çabuk çıkmazdım, fakat buradan yakında çıkıp gitmek is­
tiyorum. Şayet Çar sulh arzu ederse bunu bana bildirsin.
Size hürriyetinizi bahşediyorum, fakat şu şart ile ki Sen-
Petersburga gidersiniz. Çar, Moskova vakayiinin bir şa­
496 N AFO LEO N

hidini memnuniyetle görmek istiyecektir. O zaman siz de


bunları ona anlatırsınız” diye tekrar ediyor.
— Ben kabul edilmem, Sir,
— "Siz Büyük Mabeyin Müşürü Tolstoiye müracaat e­
din. O, eyilik eder bir adamdır. Kendinizi oda hademesi
vasıtası ile de bildirebilirsiniz, yahut ta Çara gezinti­
lerinden biri esnasında yanaşabilirsiniz.” Binbaşıyı korku
alıyor. Ona öyle geliyor ki kendisini bir sui kasta teşvik
ediyorlar. Güç ile geveliyor ki hiç bir şey vadedemez. "O
halde ben sizin hükümdarınıza bir mektup yazarım. Siz
de bunu götürür ona verirsiniz!” Üç mektubun en garibi
bu son mektuptur:
"Kardeşim Efendim... Güzel ve nefis Moskova şehrinin
yerinde yeller esiyor... Bu tarzı hareket pek dehşetli ve ga­
yesiz bir şeydir. Bundan maksat beni birkaç membadan
mahrum bırakmak mıdır? Fakat bu membalar mahzenlerin
içinde idi, ateş onlara değmedi. Esasen dünyanın en gü­
zel şehirlerinden biri ve bunca asırlık bir eser bu derece
zayıf bir gaye elde etmek için nasıl olur da harap edilir?...
Madem ki rus ordusu orasını askersiz bırakacaktı, in­
saniyet, Zatı Şahanenizin ve bu büyük şehrin menafii Mos-
kovamn bana emanet olarak tevdi kılınmasını istilzam e­
derdi; orada müdürler, hâkimler ve sivil muhafızlar bı­
rakmak gerekti. îki defadır Viyanada, Berlinde, Madrid-
de hep böyle yapılmıştır. Suvarof Milanoya girdiği vakit
biz kendimiz de bu yolda hareket etti idik... Moskovadan
bütün tulumbalar kaçırılıp götürüldüğü hengâmede yüz
sahra topu orada bırakılmıştı... Ben Zatı Şahanenizle har­
bi kinsiz ve husumetsiz olarak yaptım; son muharebeden
D E N İZ 497

önce de, sonra da tarafı âlilerinden gelecek bir name beni


yürüyüşümden ahkordu, ve ben Moskovaya girmek men­
faatini Zatı Şahaneleri uğruna feda edecek bir vaziyette
olmasını isterdim. Şayet Zati Şahaneleri bana karşı besle­
dikleri eski duygularından birkaçım hâlâ muhafaza et­
mekte iseler bu mektubumu eyi manada kullanırlar, hüsnü
telâkki buyururlar. Her halde Zati Şahaneleri, Moskovada
geçen şeyleri kendilerine tahlil ve teşrih ettiğimden do­
layı ancak ve ancak benden memnun kalmış olsalar ge­
rektir.”
Bu mektup bir mürebbinin, talebesine veya bir ahlâk
hocasının, işe yaramazın birine olan mektubudur. Çar bunu
"hüsnü telâkki buyuracak mı?” Bu mektup Napoleonun
umduğu tesiri haiz olacak mı?
Düşmanın ilerlemesi, tehditkâr yakınlığı, Moskovanın
yanması Petersburgda bütün gönülleri gamlandırmış. Sa­
ray sulh temenni ediyor. Madem ki git gide endişeye dü­
şen Napoleon, müzakereye girişmeği teklif ediyor, o hal­
de tam sulh edilecek zaman değil midir? Bermutat ceri
ve atılgan olan Grandük Konstanten de, sonradan gör­
me adamdan nefret eden, kızım ona vermeği reddeyli-
yen, Tilsitten sonra da onun biaman düşmanı kesilen val-
de Çariçe de, hepsi de Aleksandra Napoleonun kendile­
rine uzattığı eli geri itmemesini tavsiye ve nasihat edi­
yorlar.
Yalnız Çar sabit ve azimli kalıyor, onun bu azmü ka­
rarım iki kişi takviye ediyor ki içlerinden biri de Fransız-
dır. Aleksandrin, kendisini daha pek yakın zamanda Fin-
landiyada görmüş olduğu Bernadottur. Bernadot Çan
Napoleon — 32
498 NAPO LEO N

mukavemete teşvikten geri durmuyor* hattâ Norveçi yen­


mek üzere kendi emrine verilmiş olan kolorduyu bile ona
geri vererek Çarı dayanmağa kışkırtıyor. Bonaparta kar­
şı beslediği kinin misli ancak Aleksandrın vadetmiş bu­
lunduğu Fransa tahtına geçip oturmak hususundaki ihti­
rasıdır.
Diğeri de bir Almandır, o vakit galeyan ve feveranının
en civcivli zamanında bulunan bu milletin yetiştirdiği en
mükemmel adamdır. Napoleon tarafından sürülmüş olan
Fon Ştayn (Von Stein) dört yıldır vatanından uzak ya­
şıyor. Çarın artık mentoruÇ1} olmuş. Ştayn her noktadan
Napoleonun zıddı ve muhalifidir. Aralarında cidal açılmış­
tır, ve bu defa, muzaffer olacak olan, Ştayndır.

VI

On yedi yıldanberi Jeneralin Konsülün, İmparatorun


aleyhine ayaklanmış olan zeki ve faal insanlar arasında
yalnız Taleyran ile Ştayn ona karşı mücadele edebilecek
ve onunla boy ölçüşecek kabiliyette idi. Birincisi onun ya­
ratıcı iradesine karşı kendisindeki hile dehasını zıt koşa­
rak, İkincisi de onun lâahlâkî (ahlâk dışr) hareket kudre­
tine karşı, kesif bir ahlâkî kuvvet ikame ederek... Napo­
leon nasıl İtalyan haşlat ve meziyetlerinin örneği ise Ştayn
da öylece alman faziletlerinin nümunesi idi. Bu iki âlem
biribirinden o kadar az hariçte kalırdı ki Ştayn Fransız ol­
muş olsa idi, kendisine çok benzediği Karno gibi împara-
t1] M en tor: Ülisin Truva muharebesine giderken ailesine vekil bı­
raktığı şahsın isminden müsteardır. B ir delikanlının m ürebbisi, hocası,
lalası manasınadır.
D E N İZ 499

torun en emin bir müşaviri olurdu. Her ikisindeki


azamet ve her ikisindeki müspet fikir onları biri-
birlerine yaklaştırırdı; fakat esas itibariyle biribirine
bu kadar zıt olan iki tabiatin arasındaki açıklı­
ğı doldurmağa ihtimaldir ki karşılıklı bir takdir ve saygı
kâfi gelmezdi.
Doğrusunu söylemek lâzım gelirse Napoleon bir vatan­
sever değildi; Hayat ve Mukadderatını Fransadan gayrı
memleketlerde de ifa ve ikmal edebilirdi, ve şayet Fransa-
yi bu derece yüksek tutuyor idi ise, bu, kendisinin onu
seçmiş olmasından ileri geliyordu. Ştayn ise bilâkis yalnız
vatanı için yaşardı; ondaki o tamamile alman ağırlığı, o
vekar Napoleonu her yerde kendi evinde imiş gibi tutan
cevallikten ve lâübalilikten çok farklı idi. Her şeyden ön­
ce Almanyanm büyüklüğünü düşünen, o kayguda olan
Ştayn alman ırkından olan bütün milletleri birleştirmek
için onun kötü prenslerini memnuniyetle devirir, yıkardı.
Her şeyden önce AvrupalI ve Avrupacı olan Napoleon
ise Avrupa birliğini tahakkuk ettirmek için bu prensleri
yeniyordu.
Ataları yedi yüz yıldır ayni alman toprağı köşesinde hü­
küm süren Ştayn, o müstakil küçük Jantiyyom, kendi ma­
lım, mülkünü sırf vatanına daha eyi hizmet görmek için
terketmişti, ve alman prenslerinin, kendilerini de, hürri­
yetlerini de, tebaalarını da, topraklarını da yabancı galibe
sattıklarını itimatsızlıkla — daha doğrusu tezyif ve haka-
( retle — görmesi zarurî idi. Doğduğu topraktan daha ço-
tokluğunda kovulmuş vatansız, fakir Jantiyyom Napoleon
ikt böyle kendi önünde iki büklüm eğilen hükümdarları
500 NAPOLEON

tıpkı Ştayn gibi hakir görür ve içinden, yalnız kendisine


karşı koyan az miktardaki adamları takdir ederdi; fakat
Napoleon saltanat süren hanedanların tedennisini habis
ve alaycı bir sevinçle görüp seyrettiği halde, Ştayn bundan
derin bir ıstırap duyardı.
Bunların, Napoleonun öz yükselişini kendi nazarında
haklı gösteren hiçlikleri, aristokrat olan Fon Ştaynın ka­
naatlerini sarsardı. Fon Ştayn Almanyanın çöküp gittiğini
gamla görür ve Fransızların imparatorundan ne kadar
nefret ederse Prusya kıralım da o derece samimiyetle tez­
yif eder, hakir görürdü. Şayet Freiherr Fon Ştayn bizzat
kıral olmuş olsaydı meşru kırallık fikrini Habsburglardan
da, Hohenzollernlerden de, sair kıral ailelerinden de eyi
müdafaa ederdi. Brunsvik dükü ile birkaç genç prens müs­
tesna olmak üzere alman asilzadeliğinin şerefini kurtaran,
yegâne Ştayndır.
işte şimdi bu adamın oyuna gireceği, ortaya çıkacağı
saat gelmiştir. Vaktiyle imparatorun Madridde Prusya
Nazırına karşı ittihaz etmiş olduğu teb’it ve mücazat ka-
rarar, bu kere dönüp kendi aleyhine çevrilecek. Filhakika
hiç bir şey Çarın üzerinde, sürülmüş Büyük Almanın ce­
saret ve hamiyeti kadar kuvvetli tesir icra etmedi, impa­
rator bunu biliyordu, ve bunun içindir ki onun hakkında
bu derece şiddetle beyanatta bulunuyordu. Ştayn enerjili
bir idealisttir, cesur bir monarşisttir; kat’î karar anlarında
onun, idealist fakat zayıf olan Çar üzerindeki tesiri başlı
başına mühimdir. O, eyi bir ruhşinastır (Psikolog) da;
Çarın ahlâk düsturlarına göre saltanat sürmeğe meyli ol­
duğunu bildiği için, gasıbın lâahlakîliğini ona en kara
D E N İZ 501

renklerle tasvir eder, öyle gösterir. O, Aleksandrı yeni ye­


ni fetihlerin yemleri ile iğfal etmez, fakat onda zamane
hükümdarlarının en birincisi olmak hırs ve iptilâsını uyan­
dırarak onu güzel prensiplerle çeler.
İmparator, Rusya sarayında nasihatlerinden kendisi için
hiç bir fayda umamıyacağı yegâne adamın bu olduğunu
bilir. Vatanından mahrum kaldığı için bu sığnağı (melce)
herhangi bir diğer sığnakla değişmeğe hazırdır. Çar da
eyi bilir ki yabancı ve menfaat düşünmez olduğu için öyle
dolaplar çevirerek bir nezaret filân ele geçirmeğe göz ko-
maz; işte bunun içindir ki kendinin fransızcı nazırından
ziyade bu adama emniyet gösterir. Belki geçen akşam Mos-
kovanın yangım haberini Fon Ştayn aldığı zaman kadehi­
ni kaldırarak şu nefîs : "İşte ömrümde üç dört defadır ki
bütün eşyalarımı kaybettim, insan onları böyle üstten at­
mağa alışmalı; madem ki ölmek gerek, cesur olalım.” söz­
lerini söylediğini bile Aleksandr duymuştur.
Derakap, düşmanı da Moskovada böyle yapmağa karar
veriyor. Zaten şimdiye kadar Napoleon beş hafta kaybet­
miş, kış ta yaklaşıyor. Bu gamlı umuş, sinirlerinin hiç da-
yanamadığı bu faaliyetsizlik içinde Napoleonun bekleyiş
demini oyalamak için, Paristen sipariş ettiği yeni roman­
lar daha hâlâ gelmemiş olduğu cihetle şatonun kütüpha­
nesinde bulduğu romanlara sarılıyor; fakat onları âdeta
okumıyor gibi; teklifsizleri onun o zaman her vakitki â­
detinden fazla sürdürdüğü yemek zamanlarından sonra,
saatlerce elinde bir kitap, gözü uzaklara dalgın, sırt üstü
uzanıp kaldığım görüyorlar.
Bu yanmış şehirde ne yapılır? Hiç bir şey tertip edile-
5 02 NAPO LEO N

mez ki! Tesadüfen orada kalmış bir tiyatro grupuna bir


veya iki akşam fransızca piyesler oynatmış, boş vakitlerini
Komedi Fransezin nizamnamelerini tekrar gözden geçir­
meğe hasrediyor, bu hususta Parise yeni talimat gönderi­
yor. Gündüzün bir kısmı orduya emirler vermekle geçiyor,
bu emirler gene her vakitki gibi vazıh ve açık çınlıyor.
Fakat erzak ve mühimmat azalıyor, soğuk da tehdit ediyor.
Teşrinievelde şûra aktettiği zaman biliyor ki, önünde açık
olarak bir tek yol kalmış.
Darü (Daru) kışı Moskovada geçirmek, Litüanyadan
gelecek olan takviye kıt’alarını beklemek ve ilkbaharda Pe­
tersburg üzerine yürümek reyinde bulunuyor. Napoleon
onu düşünceli düşünceli dinliyor, sonra diyor ki: "Bu bir
aslanın tavsiye ve nasihatidir, fakat Paris ne der? Altı ay
oradan ayrı kalmanın ne mahzurlar doğurabileceğini ön­
ceden kim görebilir? Fransa benim gaybubetime alışamaz,
Prusya da, Avusturya da benim bu yokluğumdan kendile­
rine istifade celbeder. Yapılacak bir tek şey vardır: geri
dönelim.” O zaman İmparator Moskova sarayının kubbesi
üzerinde dikili duran o koca altından Sent İvan (Saint-
Ivan) putunu söktürtüyor, onu Parise götürüp de Envalit
(Invalides) kümbedinin üstüne diktirmek için. Fakat ken­
disine üç defadır uzattığı eli reddeden, yemininde hanis
bir dosttan bundan daha eyi alınacak bir intikam yok mu­
dur? Napoleon Kremleni berhava ettirmek emrini de ve­
riyor.
İşte kendisi Moskovadan üç saat beri bir mesafeye çe­
kilmiş, infilâk haberlerini bekliyor. Grandarme (Grande
Armée: Büyük Ordu) onun önünden geçiyor, gerçi din­
D E N İZ 503

lenmiş fakat kılığı kıyafeti berbat bir halde, hastalardan,


yaralılardan ve naklettiği ganimeten dolayı zorluğa düş­
müş bir halde... Bir haberci geliyor: infilâk vuku bulma­
mış. İmparator bir tek kelime bile söylemiyor ve Rapp o­
na soğuk hususundaki korkularını söylediği zaman, o, şid­
detle şu cevabı veriyor : " Bugün teşrinievelin 19 unda­
yız, bakınız hava ne kadar güzel, siz benim ikbalimin yıl­
dızım bilmiyor musunuz?”
Uzun zamanlardanberidir hiç ikbalinin yıldızından bah­
settiği yoktu. Haddi zatında kendisi gayet kaygulu; eyi bili­
yor ki yükler ve eşyalar, ordusunun yürüyüşünü geciktire­
cek; bununla beraber yiğitlerini onlardan ayırmak istemi­
yor. Her yanda Rus kıta’ları; geçen gün şehirde Müramn
süvari bölüklerini tehdit edip geri püskürtmemişler mi
idi? imparator Rusyaya gidişte cengetmeği ne kadar te­
menni ediyor idi ise, şimdi de ordan dönüşte harbe tutuş­
maktan o kadar yılıyor: "bilhass^ muharebe filân yok ha”.
Doğru gidelim Smolenske, kışlık karargâhlarımızı ku­
ralım.
Mısırda olduğu gibi ordu gene eşyasının etrafında çer­
çeve olarak ilerliyor, eskiden olduğu gibi gene kendisini
her yandan çıkagelen düşmandan müdafaa etmeğe mec­
bur. Bir gün de, imparator, ancak kendi adamlarının uya­
nıklığı ve tetikliği sayesinde canım kurtarıyor. Rapp sık
bir diken ve çalı yığınım göstererek: "Kazaklar! arkada!”
diye bağırıyor, ve imparator saklanmak istemediği cihet­
le, yaver onun atım dizgininden çekerek onu saklanmağa
mecbur ediyor:
— "Öyle lâzım geliyor!” diyor. Napoleon hiç bir vakit
504 NAPO LEO N

bu kelimeyi işitmiş değildi. Ne yapacak? Yegâne makul


şey, kaçmak olabilirdi. Etrafını Rapp, Bertiye ve Kolen-
kur kuşatmış, onlar gibi kendi de kılıcı elinde, bekliyor;
düşman kendilerine 40 adımlık bir mesafeye kadar yaklaş­
mış. Hassa alayının süvarisi yetişip de kazakları dağıtma­
ya kadar maiyetindeki zabitler etrafını kaplayıp onu koru­
mağa muvaffak oluyorlar.
Fakat bu macera onun üzerinde yeni bir endişe uyan­
dırıyor. Çar onu kendi zafer gerdunesinin arkasında esir
diye sürüklemesin sakın? O zaman Napoleon kendisine
doktorundan zehir alıyor, bundan böyle o zehiri küçük si­
yah ipek bir çıkının içinde boynunda muska gibi taşıya­
caktır, esir düştüğü takdirde kullanmak için. Bundan böy­
le bütün Rus seyyar kollarının matmaı nazarı İmparatorun
şahsını ele geçirmek olacaktır. Rus erkânı harbiyesi onun
aleyhine kat’î bir tevkif müzekkeresi isdar etmiş ve bütün
kolordu kumandanlarına Napoleon da aralarında bulunur
ümidi ile tekmil "kısa boylu esirleri” kendi huzurlarına
getirmelerini emretmiş.
Mısırda sıcak nasıl yüzlerce adamı öldürdü ise, Rusyada
da soğuk onların binlercesini yıkıp öldürüyor. Kar ve
don, atları düşürüyor; toplar karlara batıp gömülüyor;
cephane ve mühimmat kataralrını berhava ettirmek icap
ediyor. Süvari yaya yürüyor. Donmuş adamlar yolları kap­
lıyor.
Smolenske yalnız 50.000 adam sağ varabilmiş, oradan
giderken mevcut olan adamların ancak onda biri. Artık
erzak yok, kışlamak mümkün değil. Donmuş ordu yürü­
yüşünde devama mecbur. Daha şimdiden binlerce asker si-
D E N İZ 505

i ahlarını atmış, fakat Gard (Hassa) in da maneviyatı sarsıl­


mağa başlayınca İmparator ona şöyle hitap ediyor:
"Grönadiyeler, biz düşmana yenilmeksizin çekiliyoruz,
kendimizi kendimiz yenmiyelim! Orduya bizler örnek ola­
lım! Sizin aranızdan birçokları kartallarını, hattâ silâhla­
rını daha şimdiden terketmişL. Ben sizin inzibatınızı sizin
kendi şerefinize havale ediyorum!” Ve kendi de onların
başına geçiyor. Bir şahidin anlatışına göre, pek azı daha
hâlâ atta olan jeneraller tarafından cılız, solgun, asık su­
ratlı, susmuş, iki büklüm olmuş o yanık pelerinli, lime li­
me kıyafetli tayıflar tarafından sevkedilen sessiz bir kol:
Kader ve kazanın esirleri. Sonra, zabitlerden teşkil edil­
miş lejiyon sakre (Légion Sacrée: Mukaddes lejion) çoğu,
ayakları keçi tulumlarına sarılmış olarak, sopalara dayana
dayana yürüyor ; arkadan da süvari Garddan artta kalanlar.
Üç yaya adam: Sağda artık hiç bir haşmet saçmıyan N a­
poli kıralı, solda İtalya visruvası. Onların ortasında da da­
ha kısa boylu bir adam, sırtında bir Polonya kürkü, başında
yabani tilki derisinden bir kalpak, elinde kayın ağacından
sopaya dayana dayana, Rusyayı sessiz sedasız, yaya aşıyor.

V II

Paris ne diyor?
Napoléon buna dair hiç bir şey bilmiyor. Mısırdan be­
ri ilk defadır ki, bu hususta mutlak bir bilgisizlik içinde
bulunuyor.
"15 gün var ki ne bir haber aldım, ne bir posta; her şey­
den yana karanlık içindeyim. Ordu kesretli fakat müthiş
NAPO LEO N
506

surette bozgunluk ve dağınıklık içinde. Her birini yeniden


bayrakları altına toplayıp yerli yerine getirmek için 15
gün lâzım, bu 15 günü nerede bulmalı? Vilna üzerine gi­
deceğiz, bakalım orada tutunabilecek miyiz?” Evet, orada
bir sekiz gün kadar tutunulabilse idi; "fakat ilk sekiz gün­
de hücuma uğranılırsa orada tutunabileceğimiz şüphelidir.
Erzak! erzak! erzak! Arzu ederim ki Vilnada bir tek ecne­
bi memuru bile bulunmasın; ordu bugün pek de gösteri­
lecek bir güzellikte değildir; orada bulunanlara gelince
onları da uzaklaştırmalı.”
Nihayet, kuriye geliyor; fakat İmparatorun beti benzi
neden uçuyor? Ona Paristen ne gibi bir kötü haber gelmiş
olabilir? Dehşetten yana şu ricat kâbusunu geçebilecek bir
şey daha var mıdır acaba? Tebligatı hümayunun kendisin­
den gizlediği hakikati Fransa, İngiliz gazeteleri vasıtası
ile, mektuplar ve umumî şayialar vasıtası ile çoktanberi
duyup öğrenmiş. Coşkunlukta olduğu gibi ümitsizlikte de
tez canlı olan Parisliler, İmparatoru daha şimdiden öldü
addetmişler. Bulvarlarda titreşiliyor, alaylar ediliyor...
Bir hükümet darbesi, hazırlanmıştı; akim kaldı, fakat o,
öyle karanlık manzaraların örtüsünü açıyor ki! Birkaç
yıl önce bir sui kast tertibi akabinde tevkif edilip sonra da
tımarhaneye tıkılmış olan bir Cümhuriyet zabiti jeneral
Male (Mallet), İmparatordan haber çıkmamasına ve Mos­
kova yangını haberi üzerine etrafa yayılan dehşete güvene­
rek bir tebliğ tahrif edip kalplaştırmış ve İmparatorun öl­
düğünü neşretmiş. Zaptiye nazırı tevkif edilmiş, ve mu­
vakkat bir hükümet kurulmuş. İki zabit, bu sahtekârlığı
meydana çıkararak tertibatçıları tevkif edip de balkondan:
D E N İZ 507

"Yaşasın İmparator!” diye bağırmakla bu mes’eleye bir an­


da nihayet verinciye kadar sivil ve millî muhafızlar da,
prefeler de, ihtiyar ve eski jeneraller de o habere inan­
mışlar.
Karla örtülü çadırın içinde Napoleon bu tahrirata, deh­
şet içinde bakıyor. Bu, Salamak bozgunluğundan da berbat.
Mücrimler kurşuna dizilmişler, mes’elenin sonu çıkmamış,
fakat ne demek ki bu Paris polisine hâkim olmak, Fransa­
ya hâkim olmak mı demektir? Paris sokaklarında daha hâ­
lâ hiç bir araba kendini, dolaşmak tehlikesine sokmıyor-
du; ihtiyar bir jantiyyom ne olup ne bittiğini haber almak
istediği vakit bir amele gülerek ona şu cevabı vermişti:
"Vatandaş, İmparator ölmüştür, Cümhuriyet ilân edile­
cek!” Napoleon, bütün bu haberlerden çok sarsılarak, kâ­
ğıtları elinden bırakıp düşünüyor ve teklifsizlerinden biri­
ne: "Ya hanedan? Karımı, oğlumu, İmparatorluğun mües-
seselerini kimse düşünmemiş... Parise gideyim lâzımdır.”
diyor.
Bu hadisenin meydana koyduğu bütün şeylerin âdeta
bir şimşek çakıntısının aydınlığı içinde gibi gözünün önün­
den geçtiğini görüyor: Alay etmiş olan amele, işte halk
budur! Demek ki sonunda bu noktaya varmak için bunca
yıldır geceli gündüzlü kendi hanedanına müzaheret etme­
ğe çalışmış; demek ki en eyi dostu olan kadım bunun için
boşamış, bunun için hümayun bir prensesle evlenmiş, bu
yer yüzündeki ölmezliğin eser ve alâmeti olan veliaht ge­
niş sarayda demek bunun için büyüyor, öyle mi? Şu halde,
demek ki halkın derakap "Vatandaş” ve "Cümhuriyet” di­
ye cevap vermesi için her hangi bir zabitin çıkıp da "İmpa­
508 NAPOLEON

rator öldü!” diye bağırması kâfi imiş! Naip împaratori-


çanm, veliahtın, Devlet Şûrasının, bütün bu şeylerin, şu
halde hiç hükmü yok mu imiş ? — Bu Danaidlerin fıçısıdır,
dipsiz kile, boş ambar: Ben buna bir dip koymak isterim!
Kapesiyenlerin âdeti veçhile oğluma daha şimdiden taç
giydireceğim, ve bütün adamlarımı gayet sertçe bir göz­
den geçireceğim!
Yeni tehlike önünde yeni yeni kuvvetler iktibas ede­
rek, İmparator hükümet dizginlerini daha fazla azim ve
katiyetle tekrar ele alıyor. "Solgundur, amma siması sakin­
dir; yüzünün hiç bir çizgisi, içindeki ıstıraplarım ifşa et­
miyor.” Esasen sıhhati şimdi daha yerinde. Berezina (Be-
resina) ya yaklaşılıyor. Ordusunun cenahlarından kötü
kötü haberler aldığından kıt’alarını daha yanaşık ve sıkışık
bir vaziyette toplıyor ve son topları için beygir kazanmak
maksadı ile ganimetin kalan kısmım yaktırıyor. Allah vere
de köprüyü hâlâ sağlam bulsalar! Yazıyor ki: "Şayet düş­
man köprünün başım ele geçirip te köprüyü yaktı ise, bü­
yük felâket olur.”
Ertesi gün köprüye varıyorlar: Köprü yok, kayık yok;
öte yakada da iki mühim düşman ordusu. Acaba bu işin
içinden sıyrılmak hâlâ mümkün müdür?
O zaman Napoleon vakti ile jeneral Bonaparta mu­
vaffakiyetler kazandırmış olan plânlardan birini tasarlı­
yor. Ruslara bir tuzak kuracak, onları bir yapmacıkla başka
tarafa celbedecek. Gardınm attan inmiş süvarisinden 1,800
kişisi ile, gayet soğuk kanlılık içinde, iki tabur teşkil edi­
yor. Bu adamlardan yalnız 1,100 tanesinde hâlâ tüfek var.
Bu feci saatte, düşman eline düştüklerini görüyorum kor­
D E N İZ
509

kusu ile bütün kolordularındaki kartalları getirtip yaktırı­


yor. Nihayet kendi, çadırına çekildiği vakit saat gece yarı­
sını geçmektedir. Dürok ile Darü, onu uyumuş sanarak,
bir felâket ihtimalini yavaş sesle münakaşa ediyorlar. Na­
poleon, Devletin esiri sözünü işitince, boynunda asılı du­
ran siyah keseyi yoklıyor ve ayağa kalkarak :
"Nasıl, buna cür’et ederler mi sanırsınız ?” diyor.
Önce şaşırıp kalan Darü, biraz sonra, bir düşmanın
alicenaplığına inan olmıyacağım söylüyor.
"— Ya Fransa! ne der Fransa?”
Bir tereddüt geçirdikten sonra, Darü, en hayırlısı İm­
paratorun, birinci zabitleri için de, bizzat kendi için de
Fransaya dönmesi olacağını, ve zabitleri arasında kalma­
sından ziyade oraya gitmesi zabitleri de daha muhakkak
surette kurtarmış bulunacağını ilâve ediyor.
— Demek ki böye, ben sizi sıkıyorum ha?
— Evet, Sir.
— Ve siz devletin esiri olmak istemiyor musunuz?
Bunun üzerine İmparator birkaç lâhza derin sessizlik
içinde kalıyor. " Nazırlarımın bütün raporları yakılmış
mıdır.?”
—Sir, şimdiye kadar buna müsaade buyurmak isteme­
diniz.
— Pek âlâ! öyle ise hepsini tahrip edin, zira şunu iti­
raf ve teslim etmek lâzımdır ki kötü bir vaziyetteyiz.
Bu seferin, İmparatorun ağzından aldığı yegâne iti­
raf budur. Bu, kendini mahkûm bilen bir adamın sözü­
dür. Fakat yorgunluk endişeye galebe çaldığından, birkaç
lâhza sonra, İmparator derin uykuya dalıyor.
NAPO LEO N
510

Ertesi sabah, nehrin mansap tarafında o düşmanı oya­


lıya ve ateşi altında tuta dursun, köprücüleri de acele ace­
le iki köprü dubası yapıyorlar. İki gün müddetle kıt’alar
geçip geçip gidiyor; süvari nehri yüze yüze geçiyor; ordu­
da aşağı yukarı daha 25,000 adam kalmış. İmparator, bo­
yuna esir edilmek tehlikesi içinde kalarak bekliyor ki son
adam ta öte yakaya geçmiş bulunsun. Yalnız üçüncü gün
kendi de eski Gardı ile birlikte nehri aşıyor. Geride geci­
kenlere gelince, onların hepsinin de buzlar içinde ve düş­
man ateşleri altnıda helak olmaları mukaddermiş .
Ertesi hafta Napoleon, iki defa daha, ölümün tâ ya­
nından geçmişti, zira kazakların bir yeni hücumundan ca­
nım kurtarmış kurtarmamıştı ki kendi adamları, hayatını
tehdit ettiler; 5 kânunuevvelde, miralay Lapi (Lapie), İm­
paratorun çadırı önünde Prusya Gard donör (gard d’hon-
neur)£’} zabitlerini cinayete kışkırtmıştı. "İşte tam zama­
nı, Efendiler!” Kararlaştırıldı ki eski yüzbaşı önce memlû
kü, sonra da efendisini öldürecek. Bunlar, Almanyada Şif­
lerin "Walnestein” ini mı görmüşler acaba? Prusyalı nöbe­
ti ve tenbihatı fransız zabitine devretmek isterdi, faakt bu
zabit, adamlarından emin olmadığı için bu işi reddediyor.
O anda, gidiş gelişten endişeye düşen Kolenkur, çadırdan
çıkıyor, el çırpıyor ve onlara: "Efendiler, yola! gidiyoruz!”
diye bağırıyor.
Bu mes’eleden hiç haberi olmıyan İmparator, akşam,
müşürlerini bir araya toplayınca onlara diyor ki: "Ben taht

PJ G a rd e d ’honneur — N a p o leo n u n bassai şahanesinden b ir k o l (1 8 1 3 )


te tesis ed ilm iş v e zen gin a ile evlâtla rın da n devşirilm iş olu p , dört alay teşkil
ederlerd i. 1814 de terhis ed ild ile r. — Z ad eg a n hassa alayı.
D E N İZ
511

üzerinde doğmuş olsaydım, ben bir Burbon olmuş olsay­


dım, hiç hata işlememek benim için kolay olurdu!” Sonra
her birini bir kenara çekiyor ve reyini soruyor; her birine
iltifat ediyor, cesaret veriyor, güler yüz gösteriyor ve bir
kıyamı haber vermek maksadı aşikârında bütün o cezbet-
mek ve kandırmak kudretini tekrar buluyor. Uğranılan fe­
lâkete dair içinde ilk defa telmih bulunan son tebliği oku­
mağa Öjen memur ediliyor: "Kader ve taliin her tecellisi
fevkinde kalacak kadar kuvvetle tabiatin tavlandırmamış
olduğu insanlar sarsılmış göründüler; neşelerini kaybetti­
ler; idbarlardan ve felâketlerden başka bir şey tahayyül e­
demez oldular; tabiatin her şeyden üstün yarattığı kimse­
ler ise neşelerini ve her vakitki âdetlerini muhafaza etti­
ler, ve aşılacak türlü türlü güçlüklerde yeni birer şan ve
zafer gördüler.”
Orduyu sadece soğuk kemirmiş. "Zati Şahanenin sıh­
hati hiç bir zaman şimdikinden daha eyi olmamış.”
Ne çetin ve ne keskin tavır! Gene yeni baştan jene-
ral Bonapart konuşuyor. İdbar ve bir de daha yerinde olan
bir sıhhat ona eski zamanki eda ve şivesini tekrar bulduı-
tıyor; ve şayet son cümle, kendisinden haftalarca zaman­
dır habersiz kalan Parisi yatıştırmak maksadı ile yazılmışsa
bile, açtığından tam altı ay sonra Rusya seferini kapadığı
bu makam ve eda, kahramanca bir kelbiliğin, bir hayasızlı­
ğın makam ve edası olarak kalıyor. Kumandayı, elinde ka­
lan 9.000 silâhlığı geriye göndermeğe memur ettiği Müra-
ııın eline veriyor. Ve yeni, hiç beklenmedik bir şeydir bu,
İmparator kendi çadırına toplanmış olan bütün jeneralleri
kucaklayıp öpüyor. Adamlarının sadakatini kendine temin
NAPO LEO N
512

etmek için son bir iğfal nişanesi midir bu? Yoksa lüzu­
mundan fazla bir heyecanın mı ifadesidir? O gece her je-
neral, kendi kalbinin üstünde İmparatorun kalbinin çarp­
tığım hissetti.
Ertesi gün yanına Darü ve Kolenkuru alarak kızakla
gidiyor. İhtiyat olarak ta, kâtiplerinden birinin adım takı­
nıyor: Reyneval; bu, onun beşinci ismidir.
Polonyamn engin, karlı sahaları ortasında, yolların
biribirine kavuştuğu bir noktada, birdenbire kızağım dur-
durıyor. Kontes Valevskamn şatosu oradan, uzak olmasa
gerektir. Napoleon oraya gitmek istiyor. Rusyadan kaçar­
ken, Parise bir an önce kavuşmak üzre ordusundan ayrılır­
ken, kafası korkunç tasavvurlarla dolu bir halde bulunur­
ken, ansızın, o sevdiği kadım ve onun heder olmuş saade­
tini düşünüyor. Onu, bu niyetinden vazgeçirmek için, yol
arkadaşlarının, olanca kuvvetleri ile ısrarda bulunmaları,
ona yapayalnız olduklarını ve düşmanla çevrilmiş bulun­
duklarım tasavvur ettirmeleri icap ediyor. Kendisi yastık­
ların içine yığılarak uyuya kalıyor.
Beş gün sonra Varşovanm önündeki bir köprü başın­
da kızağın durdurulmasını emrederek, şehre Kolenkur ile
birlikte yaya olarak gidiyor. Onu tanıyan bir insan, kendi­
ni rüya görüyor, ya da deli olmuş sanabilirdi. İmparator,
yol arkadaşım sefarete gönderiyor, kendi de tanınmamak
için, İngiltere oteline gidiyor. Orada ona boş, basık ve so­
ğuk bir oda veriyorlar. Hizmetçi kız ona yaş odun aldırma­
ğa boşuna uğraşıyor; sırtında kürkü, başında da kalpağı,
Napoleon odayı arşınlıyor; ve kollarım vücuduna vurarak
ısınıyor. İşte, arattığı iki Polonyalı Jantiyyom onu bu hal­
D E N İZ
513

de bulmuşlar. Adamlar kendi gözlerine inanamıyorlar, fa­


kat, hayalet gülerek onlara diyor ki:
"Ben ne zamandanberi Varşovadayım? Sekiz günden-
beri mi? Öyle ise hayır; iki saattenberi. Ulvilikte gülünç­
lük biribirlerinden birer adımlıktır. Nasılsınız, Mösyö Sta­
nislas? Tehlikeler mi? En ufak bir tehlike bile yok. Ben ih­
tilâçlar içinde yaşar bir adamım; ne kadar dağdağa içinde
kalırsam, o kadar daha işe yararım. Sarayların içinde se­
mizleşmek yalnız tembel kıralların kârıdır; ben at sırtında
ve ordugâhlarda gelişirim. Sîzleri çok telâşa düşmüş görü­
yorum. Bah! ordu mükemmeldir; 120,000 askerim var;
Ruslara boyuna dayak attım. Bizim karşımızda durmağa
cür’et bile edemiyorlar. Vilnada eğleşeceğiz; ben gidip
300.000 kişi toplıyacağım. Altı ay sonra tekrar Niemen üs­
tünde bulunacağım.
"Bu da bir şey mi? Ben daha nelerini görmüşüm!
Ben Marengoda akşamın 6 sına kadar yenilmiştim; ertesi
gün ise îtalyanrn hâkimi bulunuyordum. Essilingte Avus-
turyaya hâkimdim. O arşidük beni tevkif ettiğini zannedi­
yordu; ben Tunayı bir gecenin içinde 16 kadem şişip ka­
barmaktan da menedemem ya. A h ! Böyle bir şey olmasaydı,
Avusturya monarşisi bitti gitti idi; fakat bir arşidüşesle
evlenmekliğim alnıımn yazısı imiş!
"Netekim Rusyayı da buz tutup donmaktan menetmeğe
gücüm yetmez: Her sabah gelip bana derler ki geceleyin
10.000 beygir kaybetmişim. Ne yapalım! uğurlar olsun,
güle güle gitsinler! Bizim Normandiya beygirleri rus bey­
girlerinden daha az dayanıklı; insanlar da öyle. Belki de­
necektir ki ben Moskovada lüzumundan fazla müddet kal-
Napo'eon — 33
NAPOLEON
514

dım; fakat havalar açık gidiyordu, eyi idi; ben orada sulhii
bekliyordum. Ah! Büyük bir siyasî sahnedir bu. Bir kimse
hiç bir şeyi tehlikeye komazsa, hiç bir şey de elde edemez.
Ulvilikten bir adım ötesi gülünçlüktür. Hem bir de Mos­
kova yanığı gibi bir darbe indirileceği dünyada kimin ak­
lına gelirdi? Sıhhatim hiç bir vakit şimdiki kadar yerinde
Olmamıştır; ne kadar çok faal olursam sıhhatim de o kadar
daha eyi olur. Böylece, elinde avucunda bulunanın hepsini
ortaya sürmüş bir oyuncu hali ile iki saat söz söyliyor.
Napoleon yeniden sergüzeştçi olmuş. Duyduklarımı
etrafa yayacak olan bu PolonyalIlara, çoktandır mahvolup
gitmiş bir ordudan, gûya o ordu hâlâ mevcutmuş gibi
bahsediyor. Filhakika o ordudan artakalanın yalnız az
buçuk bir kısmım yeyip bitirmiş olan soğuktan ;
asla açmamış olduğu bir takım harplerden bahsediyor.
Bütün bu yalanların arasım tarihî mukayeselerle kesiyor
ve halen cereyan etmekte olan vak’aların tarihte yerlerini
gösteriyor. Kendinde rabbani bir kudret iddia ediyor, ve
ulviliği gülünçlüğe yaklaştıran muazzam ve kelbî cümleyi
birçok defa tekrar ediyor. Dünya ve bizzat kendi ef’ali ona
bir temaşa gibi görünüyor; şan ve şöhretinin zevali anın­
dadır ki Napoleon istihzanın kusvasına varıyor...
İki PolonyalI bunların hiç birinin farkında değil; on­
ların düşündükleri şey yalnız hükümetlerinin borçları ile
bir de hâlâ kudret ve şevket sahibi olan bu adamdan kopa­
rabilecekleri paradır. Kendini Polonyada popüler kılmak
istiyen Napoleon, onlara hazinedarı vasıtası ile altı milyon
verdiriyor. İki jantiyyom hürmetle eğiliyor. Fakat en ni­
hayet Napoelonun vaziyetindeki sahteliği anlıyarak Meç­
D E N İZ 515

hul adamın oradan uzaklaşıp gitmesine istiğna ve istihfaf


ile bakıyorlar.
Napoleon, yoluna geceli gündüzlü devam ediyor.
Almanya da karlara gömülmüş. İmparatorun zihninde
gece gündüz emirler, mes’eleler, sualler, projeler dönüyor.
İngiltere hakikaten yenilir şey değil midir?. Şimdi onun
önünde yollar Baltık denizinden Kadikse ve Şarka doğru
açıktır... Şimdilik Hindistandan vaz geçmek lâzım. Ren
devletleri gene eskisi gibi ona itaat edecekler mi? Boyuna
saklayıp gizlemesi mümkün olmayacak felâket nasıl izah
edilecek? 120,000 yeni kur’a neferi bulabilecek mi? Gele­
cek yılın esnan erbabını şimdiden silâh altına çağırmak
lâzım gelecek, çabucak Papa ile ve İspanya ile sulh aktet-
mek lâzım gelecek, ta ki o taraftan yana içi rahat olsun.
İhtilâlin yarattığı "Gard nasiyonal” 1er kendisine mü­
kemmel şevket ve kudret esbabı arzeder; bu tarzda hareket
edildiği takdirde üç ay zarfında bir milyon silâhlı vatan­
daş elde bulundurabilir...
Gece, bir mola yerinde, başını araba pençeresinden
dışarı uzatıp:
— Neredeyiz? diye soruyor.
— Vaymardayız, Sir.
— Vaymarda mı? Acaba Grand-düşesin keyfi nasıldır?
Mösyö Gocthe nasıldır acaba?”

VIII
Napoleonun istihfafla gülünç kılıklara soktuğu sTf"” -ı
t'spnph kırk bel kemiği yerlere eğilmiş, mağlûp hükümdarı
karşılıyor ve şu vaziyetelri ile ondaki: "zayıf adamlarla
516 NAPO LEO N

ahmakların çoğu sırf idare edilmekten gayrı bir şey iste­


mezler” kanaatini teyit ediyor. Fakat bugün artık nedimler
ve dalkavuklar ondan milletin halini saklıyorlar; onun
nazaralrr, kendi şahsına mahsus olmak üzre yapmış olduğu
kafesin yaldızlı tellerine çarpıyor. Tebaasının kalbinde bi­
rikmiş oaln kinlerden ve usançlardan hiç birinin aksi onun
kulağına gitmiyor. Eskiden olduğu gibi suçunu bileceği
yerde milletin huzuruna Sezar gibi çıkıyor; o ki daha dün
unsurlara efendice hükmettiğini iddia eder dururdu, bu­
gün kabahati o unsurlara buluyor, onlara kızıyor.
Varşovadan Parise kadar dokuz gün süren seyahati
esnasında Napoleon, sergüzeşt ve maceranın tehlikeli yo­
lunu kademe kademe terkedip nüfuz ve kudretin şahane
yoluna girmiş. Gerçi Rusyada soğuklar her vakitki kadar
erken gelmiş değil ise de Napoelon bu işi şu sözlerle ka­
patıyor: "Ordum azîm zayiata uğramıştır, fakat bunun se­
bebi, mevsimin, vaktinden evel gelen şedaididir. Napoli
Kıralı ordunun kumandasını teminden acizdir; ben ayrıl­
dıktan sonra aklım kaybetmiş, ispanyadan bir tek adam
çekip almaksızın dahi, her şeye rağmen benim elimde gene
300 tabur vardır?”
Nasıl? Saygısızlığı, hükümetinin, bütün hakikati ay-
lardanberi bilen en münevver adamalrınm huzurunda bile
bu yolda konuşmağa cür’et gösterecek raddeye mi varmış?
Bu cür’et şundan ileri geliyor ki bu adamların hepsi de
teşrinievel Hükümet darbesinden mes’ul ve onu daha yu­
murtanın İçinde iken boğup öldürmediklerinden dolayı
kabahatlidirler. Bu ana baba saatinde hiç kimsenin împa-
ratoriçayı da, Veliahtını da düşünmemiş olmasından do­
D E N İZ
517

layı yüreği yanan İmparator, sıkılmaksızın bir de kendini


öyle bir vaziyete sokuyor ki ötekileri kabahatli çıkarıyor.
Düşündüklerini daha ilk resmi kabulü anından itibaren
müşavirlerine anlatmakta da kusur etmiyor :
"Gerçi cebîn ve zelil neferler milletlerin istiklâlini
kaybettirirler, fakat korkak ve gayretsiz hâkimler ise ka­
nunların nüfuzunu, tahtın hukukunu ve hattâ İçtimaî ni­
zamı berbat ederler. Ben Fransanm ihya ve tealisine giriş­
tiğim vakit Cenabıhaktan bu husus için muayyen adette
seneler diledim. İnsan bir şeyi bir dakikada bozup harap
eder, fakat zamanın yardımı olmaksızın o şeyi yeni baştan
kuramaz. Devletin en büyük ihtiyacı, cerî ve cesur hâkim­
lere malik olmak ihtiyacıdır. Atalarımızın bir sözü vardı:
Kıral öldü! yaşasın kıral! derlerdi. Bu kısacık söz monar­
şinin en belli başlı üstünlüklerini ve faydalarım ihtiva e­
der. Ben kendimi, milletlerimin son asırlarda göstermiş ol­
dukları ruh ve zihniyeti eyice tetkik etmiş sanıyorum; ta­
rihimizin muhtelif devirlerinde vukua gelmiş olan şeyleri
düşündüm. Daha da düşüneceğim... Güzel Fransamızın çek­
tiği bütün felâketlerin sebebini, kanunları kalbi beşerin il­
mine ve tarihten alınan ders ve ibretlere tevfik ve tatbik e­
deceği yerde ileli evveliyeyi incelik ve hile ile araştırarak
milletlerin kavanini mevzuasını bu esas üzerine iptina ettir­
mek istiyen o karanlık metafiziğe (mafevkattabiîyat) at­
fetmek lâzım gelir.”
Şayet bu nutuk Tarih hakkında ve beşerin kalbi hak­
, kında şu birkaç heyecanlı sözü de ihtiva etmiyecek olsaydı,
Avusturya İmparatoru ya da eski monarşiden olan herhan-
; gi bir hükümdar tarafından da söylenmiş olabilirdi .Şu hal­
5 ıg NAPO LEO N

de, Fransızların imparatoru ile meşru hükümdarlar biıibir-


lerile neden hâlâ muharebe ediyorlar? Mademki bizzat ih­
tilâlcinin İçendi de an’ane tarafım itlizam ediyor, an’ane ile
ihtilâl arasındaki mücadeleye artık kapanmış nazarı ile
bakmak icap eder. Bir varis Burbon olmuş Bonapart ol­
muş, ne çıkar! elverir ki meşru olsun .işte imparatorun bir
arşidüşesle evlenmiş olması kendisini bu yolda bir beyanat­
ta bulunmağa kadar sevketmiştir! Fakat ihtimal ki buna o
kendi de yarı inanır; zira daha sefere gitmeden önce Met-
ternihe açıktan açığa şöyle söylemiş, içini şöyle dökmüştü:
"Ben kuvvei teşriiyenin ağzım tıkamışımdır. Onun i­
çin, artık meclis salonu kapısının anahtarım çekip te ce­
bime almaktan başka yapacak işim kalmamıştır. Fransa
millet vekilliği şekillerine diğer memleketlerden daha az
yanaşır. Ben Sena (âyan) ya ve Devlet Şûrasına yeni bir
teşkilât tarzı vereceğim. Her âyanlık makamına gene ken­
dim âza tayin etmekte devam edeceğim... Bu suretle hakikî
bir millet temsili elde etmiş olacağım; zira böyle bir tem­
silin içinde bulunacak olanlar işte pişmiş adamlardan mü­
rekkep bulunacak. Gevezeler yok, ideologlar yok. Sahte
ciciler biciler, kalp foyalar yok .O zaman Fransa eyi idare
edilir bir memleket olacak, hattâ tembel bir prensin elin­
de bulunsa dahi; çünkü ileride böylesi de gelecek. Prens­
lerin görecekleri terbiyenin tarzı, içlerinden böyle birinin
yetişmesi için kâfi vafidir.”
Monarşistin, fakat hem de reybînin hüviyetini göste­
ren Sezarkârî fikirler! zira oğlunun tasvirini seyrederken:
"Fransanın en güzel çocuğu budur” dediğini işittikleri za­
man o kendi de tamamile biliyor ki şevket ve iktidarla bir­
D E N İZ
519

likte deha da zarurî olarak babadan evlâda intikal etmez.


Saltanat süren hanedan ailelerindeki örneğe göre Napole­
on da tam kendi ailesinin inkıraz bulacağını daha şimdiden
hissettiği içindir ki, bütün bu kararsız adamları aradan çı­
karmak istiyor, ta ki kendi veliahtini korusun. Monarşinin
garabetli za’fın bilip tasdik ettiğinden dolayıdır ki kendi
de kendine göre bir monarşi tesis edip herkese de cebirle
kabul ettirmek istiyor.
Şu anda, o monarşiyi her şeyden evel silâh kuvveti ile
tarsin etmek mevzuu hahistir. Yüz binlerce adamın Avru­
pa içerilerine yürümesini kararlaştıran o plânlar ne oldu?..
Sayısız delikanlının ölüm hükmünü, fakat içlerinden en
yararlılarının da müşürlük asasını ihtiva eden o maroken
kaplı güzel kartonlar nerede? Eski Gardından bakiye ka­
lan 400 adam, atlı Garddan 800 kişi, birkaç bin kadar da
zabit ve çavuş, Königsberge varmağa muvaffak olmuşlar.
Fransız Kontenjan (Contingene) ından madut olmıyan ce­
nahlar sayılmazsa, Grandarmeden artakalanların hepsi işte
bundan ibaret. Rusyadan kaçıp ta rasgeldiği ilk alman bü­
rosuna girerken kendisini tanımakta güçlük çekenlerin hay­
reti karşısında Mareşal Neyin Grandarmenin dümdarı ben
im, cevabını vermesi feci değil midir?
Şimdi mevzuu bahsolan mes’ele, birkaç hafta zarfın­
da yeni bir ordu teşkil etmektir. 1813 yılı yüz kırk bin kur’a
neferi veriyor; fakat ötesini nereden almalı? İmparatorda
sihirli bir asa vardır; kendine lâzım olduğu kadar adam bu­
lur. En önce yeni bir kanun Gard nasiyonalin 80,000 kişi­
sini memleket dışında da kullanmak hakkını ona bahşede­
cektir. Daha evelki senelerin esnan erbabı da onlara ilhak
NAPOLEON
520

edilecek; gelecek seneninkiler ise derhal celbedilecek ve bu


suretle yarım milyon adam silâh altında bulunacak. Napo­
leon, Prusya elçisine diyor ki: "Fransız milleti benim ar­
kam sıra gelir, ve ben, eğer lüzum görürsem kadınları da
silâhlandırırım.”
Hiç bir an yılgınlık göstermeden iradesi, faaliyete
geçmesi için elzem olan âleti bu suretle yeniden yaratıyor.
Fakat madem ki düşman hudutlardan uzaktır, bu istisnaî
tedbirler millete nasıl anlatılacak? Eline mükemmel bir
bahane geçiyor. Prusya jenerali York, gidip kendiliğinden,
komşusu Rusla bir misak aktediyor. Kolordusunu bitaraf
ilân ediyor, bu suretle zaten efkârı umumîyenin beklemekte
olduğu yeni bir askerî vaziyet ihdas etmiş oluyor. Bu hâdi­
se Napoleonun işine yarıyor. Kendisini 20,000 kişiden mah­
rum bırakan bu müttefikin ihanetinden hemen sonra impa­
rator Pariste bir beyanname neşrediyor ve Ren prenslerine
ihtarlar tevcih ediyor. "Şayet Yorkun ihaneti beni onun
kıt’alarmın yerini değiştirmeğe mecbur etmemiş olsa idi
ben sizin milletlerinizin yardımına hiç bir veçhile muhtaç
kalamazdım.” diyor.
imparatora itaat ediyorlar. Fransa, Avusturya impa­
ratoru, alman prensleri yeniden para, asker toplıyor ve hat­
tâ içlerinden biri şu zelilce sözleri de ilâve ediyor: "impa­
ratora yeni bir şan ve zafer vesilesi vermeğe yardımda bu­
lunmakla bahtiyar olduğunu” söyliyor. Prusya Kıralı jene-
ralini azlediyor, Çarla arası eyi olmakla beraber Napoleona
da sadakatini temin ediyor, fırkalar arasında bocalaya bo-
calaya Breslav (Breslav)a gidiyor, halbuki bütün memle­
ket içinde ise gençler, şairler, tâ politikacılara kadar herkes
d e n iz
521

vatanseverce galeyandan ihtizaza geilyor, zayıf ve aciz Kı-


rallarım tahttan indirmekle tehdit ediyor. İşte o zaman
Ştayn çıkageliyor ve Çarın hesabına kendi vatanı ile mü-
zakerata girişiyor. Königsbergde kendi başına müzakereyi
açıyor.
İmparator kulak kabartıyor. Tamimen yazdığı bir mek­
tupta ren prenslerini: "ihtilâller vasıtası ile Almanyanm
rejiminde bir değişiklik vücuda getirmek istiyenlerin” tah­
rikatına kapılmaktan tahzir ediyor ."Şayet bu tahrikâtçılar
Ren prenselrinin zihnine kıyam ve isyan fikrini sokmağa
muvaffak olurlarsa, bunun neticesinde bu memleketlerin
başına müthiş felâketler geleceğini” bildiriyor.
Napoleonun, ecnebiden gözü yılmağa başlıyor. Rusya
seferinden az evel dikkate alınmağa bile değmez diye
hükmettiği bu Almanlarda da, tıpkı îspanyollarda keşfet­
tiği gibi millî bir duygu keşfediyor. "Madem ki Almanların
sığınacak Amerikaları da yok, kendilerini koruyacak deniz­
leri de yok, bir sürü müstahkem mevkileri de yok ve İs­
panyada olduğu gibi orada hiç İngiliz bulunmıyor, o halde
Almanlardan korkacak bir şey kalmaz, velev ki bunlar da
îspanyollar kadar batıl itikatlara inansalar ve onlar dere­
cesinde papazcı olsalar dahi.... Bu derece makul, sakin ve
sabırlı ve bütün harp müddetince Almanyada bir tek cina­
yet vak’ası bile vukua getirmiyecek kadar ifrata meyilleri
az olan babacan bir milletten korkacak ne var? Böyle bir
milletin nesinden korkulur?”
Almanlar hakkında şaşılacak derecede doğru olan bu
fikirlerin bir tek noktası doğru değil: Napoleon bu mille­
tin göstermeğe kadir olduğu romantik hız ve galeyan­
NAPO LEO N
522

dan gafil. Kızgın muhayyeleli İtalyan, durgunluğun altın­


da nasıl bir taşkınlık saklı olduğunu idrak edemiyor. A l­
manları gayet monarşist bildiği cihetle prenslerini tutmak­
la milleti de tutacağım zannediyor.
"Bu da, hakikaten, bir millet mi idi? Son İmparatoru­
nun tahttan vaz geçmesi üzerine bundan on yıl evel dağıl­
mış gitmiş olan bu imparatorlukta mafevkattabiî bir mef­
humdan” gayrı ne vardı? Alman milletlerinin düşmana
karşı ittihatları sürse sürse iki yıl sürerdi. Bir defa ecnebi
kendi topraklarından kovuldu mu, kendi aralarında gene
birbirleri ile geçimsizlik baş gösterir. Bugün daha henüz
parçalar halinde bulunan milletlerini yekpare bir millet
halinde yeniden teşkil edebilmeleri için onlara yarım asır­
lık bir zamanla, bir de başka bir Napoleonun tehdidi lâzım
gelir. Napoleon Almanlardaki millî duygunun varlığından
o derece gafildi ki, saltanat süren hanedanlar arasnıda
mevcut bulunan rekabetlerden, bu mücadeleleri o millet­
lerin vahdetine yegâne engel teşkil eden şey gibi göreceği
yerde, ayni ırktan insanlar arasında sürekli bir husumet
var olduğu neticesini çıkarıyordu.
Fakat Tarih, kendisine hareketini temin eden deha
sahibi adamın iradesine karşı da bazan cereyanını değiştirir.
O zamanlarda, ihtilâl ruhunun, karargâhını değiştirmesi
mukadderdi; ve vakti ile Bonapart milletleri Hürriyet na­
mına tiranlara karşı nasıl ayaklandırdı ise bugün de mil­
letler ayni Hürriyet namına onun kendine karşı ayaklan­
dılar. Zira, bunun burasını unutmıyalım, yirmi yıl zarfında,
isyan fikrini öldürmeğe hazır olanlar meşru kırallar değil­
dir; meşru prensler, inkıraza uğramış o solgun çehreler,
D E N İZ
523

karşılarına çıkıp ta sırf değerine güvenerek bu derece yük­


sekten söz söyleyen adamın önünde daima âciz, daima bir­
birleri ile tefrika içinde kalabilirler; İspanyada olduğu
gibi Almanyada da bizzat milletler onları Napoleona karşı
komağa teşvik ve icbar ederler, bunu yapmakla da gasıbın
feci sukutuna ezelî adaletin bir hükmü zavahirini vermiş
olurlar.

IX

Letisia, oğluna heyecanla bakıyor. İmparatorun alnı,


içindeki endişeyi meydana vuruyor. Ona yardım için kadı­
nın elinden ne gelebilir? Etrafına emniyet edebilecek adam­
lar toplamak. Her yandan ihanete maruz kalan oğlunun,
erkek kardeşlerine ihtiyacı var; bunlar ona zekâ ve kabili­
yetlerini arzedemeseler de hiç olmazsa emin kalplerini
arzederler.
Kadın bunu eyice hissediyor, onun için Londraya ve
Graç (Gratz) a mektuplar yazıyor, zorlukları yatıştırmak
için elinden gelen hüneri sarfediyor. Hakikatte on yıllık bir
dargınlıktan sonra Lüsiyenden bir mektup geliyor. Lüsi-
yen kendini İmparatorun hizmetine arzediyor. Fakat, mut­
lak kudret ve şevket sahibi Napoleon, iş ortaklarına ihtiya­
cı olduğunu nefsine karşı teslim ve itiraf etmek istemiyor.
Erkek kardeşleri içinde en kudretli ve en liyakatli olduğu­
nu daima tasdik ettiği adama annesi vasıtası ile soğuk ve
arası açık makamlı bir cevap verdiriyor.
"Rica ederim benim namıma ona yazın ki mektubu
kalbime tesir etti. Toskana tahtını kendisine tahsis ettim;
524 NAPO LEO N

gitsin Floransada saltanat sürsün ve mademki güzel san’at-


ları seviyor, Medisis (Medicis) lerin zamanım orada tek­
rar yaşatsın.” Şerefi ile telif kabul edebilecek bir mertebe
dahilinde memleketine hizmet arzeden ve mektubuna son
neşidelerini leffeden Lui, öteki kardeşine verilen cevaptan
daha müteazzım bir cevap alıyor:
"Vaziyetime müteallik olmak üzre kendi kendinize e­
dinmiş olduğunuz fikir tamamile yanlıştır. Benim silâh
altında bir milyon adamım, hâzinelerimde de 200 milyon
naktim var. Hollanda fransız kalıyor... Bununla beraber
sizi ben, sizi besleyip büyütmüş bir baba gibi kabul ede­
rim.”
imparator bu cevabı annesine bizzat okuyor. Kadın
başka uzun bir mektup yazarak bu cevabın tesirini yatış­
tırmağa çalışıyor, o mektupta Luiye çocuklarının güzelliği­
ni methediyor, ve onu Parise davet ediyor: "İmparator
şiirlerinizi bana vermeği unuttu; fakat ben onları ondan
isterim ve ilk mektubumda size onlardan bahsederim.” di­
yor.
Zavallı kadın, birkaç gün sonra Monitörde intişar
eden pek şiddetli bir makale hakkında, Napoli Kiralının
Viyanadaki sefirini geri çağırmasını rica eden bir makale
hakkında izahat isteyince öğreniyor ki Müra, karısının
tahrik ve iğvası üzerine Viyana ile bozuşmuş. Valide ka­
dın bundan dolayı kızım sertçe azarlıyor. Ispanya harbinde
kâfi derecede takviye görmemiş olmasından şekvada bu­
lunan Jozephe, imparatorun umum karşısında tekdir ede­
rek hizmetinden atıp geri gönderdiği Jeroma, Luiyi Parise
dönmekten sakındırtacak Hortonsa şefaatçilik ediyor.
D E N İZ
525

Altmış beş yaşında olan Letisia oğulları, kızları, da­


matları ve gelinleri arasında husumet ve kıskançlıktan,
gurur ve ihanetten başka bir şey görmiyor. Vaktile kendi
soyu düşman ailelere karşr sim sıkı müttehit bir halde dim­
dik dururdu; bugün ise, yıldızı sararıp soluyor.
Sükûn ve itidal içinde teessürsüz duran İmparator bu
hâdiseleri artık sırf siyasî noktai nazardan itibara alıyor.
Müra ile Karolinin haince hareket ettiklerini bildiğinden
kendi kendine sadece şunu soruyor: nasıl edeceğim de
Müramn kıt’alarım elde tutacağım? Karoline barışık ve
uzlaşıcı bir edada mektup yazıyor, Mürayı yakında olacak
seferden malûmattar ettiriyor, ondan kıt’alar istiyor; o da,
nihayet, vereceğini vadediyor, zira kendi kendine diyor k i:
Olabilir ki İmparator tekrar bir defa daha galip gelir,
böyle olduğu takdirde, kırallığımı elden kaçırmak tehli­
kesine uğrayabilirim. Bununla beraber, kendini her iki
tarafa karşı da siperde masun tutmak için hem Ingiltere
ile, hem de vaktile kendi kırallığı dahilinden kovmuş ol­
duğu Sicilya kıralı ile gizli muahedeler aktediyor, bir takım
muahedeler ki onlar mucibince icabında Müra kendileri
ile müttefik olacak.
İmparator, Bernadotu da Müra ile ayni derecede hain
addetmekle beraber, Bernadota şiddet göstermekten ise
onunla uzlaşmayı tercih ediyor. İttifakına mükâfat olmak
üzere de ona Pomeraniyayi teklif ediyor. Bernadot ise he­
men koalisyona iltihak edip tahtı kendisine bütün Pome-
raniyalardan daha fazla arzu edilir, daha cazip görünür
Fransaya karşı yürümeğe bakıyor.
Prusya ile hususî bir muhadenet muahedesi aktediyor.
NAPO LEO N
526

Ve Berlinde Madara de Staël tarafından verilen bir balo­


dadır ki bu Fransızlar İmparatora karşı bir kötü kast ve
hükümet taklibi tertibinde bulunuyorlar.
Bu hummalı haftalar zarfında İmparatorun kendi ta­
rafına celbetmeğe çalıştığı üçüncü bir düşman ise, o zaman­
lar Fontenblo (Fontainebleau) da mahpus bulunan Papa­
dır. Kendi tarafına celbettiği birkaç ruhanî reisin yardımı
ile ve ustalıklı şahsî tesir ve nüfuzu sayesinde Napoléon
nihayet ihtiyarın gönlünü edip yumuşatmağa muvaffak
oluyor. Ona diyor ki : bütün Almanya yeniden katolik olun­
ca Kilisë ne kadar büyür ve nüfuz kazanır! Ve şekil mes’-
eleleri üzerinde verdiği birkaç müsaade ve imtiyaz vasıtası
ile, hile ve maharetle, kendi kudret ve şevketini sağlam­
laştıran, ve bütün hükümetleri dahilinde tertip ettiği bü­
yük büyük dinî merasim sayesinde kendine yeni katolik
askerler kazanmağa müsait olacak olan yeni bir Konkor­
dato elde ediyor.
İmzadan sekiz gün sonra Papa, kararından vaz geçmek
isteyince, İmparator bir hande ile ona diyor ki: "Zatı Ak-
desiniz layuhtidir, onun için yanılmış olamazlar.”
O esnada büyük bir sulh arzusu Avrupayı bir baştan
bir başa sarmış gibi görünüyor. Papa o sulhu Vistülde
aktetmek isterdi, Metternih de Londrada. Vaktile Napole-
onun kendisi ile Sönbrunda müzakerede bulunmuş olduğu
Kont Bubna Parise sulh teklifinde bulunmağa geliyor;
zira Viyana, kendisinden istenen kontenjanı ne bulabiliyor,
ne de reddedebiliyor. O şubat ayında Napoléon sulhu ko­
laylıkla elde edebilecekti. Sulha herkesten fazla ihtiyacı
olan o, tuttu da neden kabul edilmez şartlar koştu?
D E N İZ
527

İlk on yıl zarfında harpler kendisine ilk muzafferi-


yetlerinin bir mabaadi, bir neticesi olmak üzere zorla kabul
ettirilmişti, bugün ise gittikçe büyüyen tehlikeye ve artan
tecerrüde rağmen, harp arzusu onu tıpkı gençlik zamanın­
daki gibi gene kavrayıp teshir ediyor. Galip gelince artık
harbi aramazdı; mağlûp düşünce yeni muzafferiyetlerc
can atıyor. Fakat Rusya seferi neticesinde lekelenmiş olan
silâhlarının şerefi, milleti için ve bizzat kendi için tekrar
kazanmak istediği şan ve zafer Kaza ve Kaderin birer ba­
hanesinden başka bir şey değildir... Hakikatte o, 1813 yılı
zarfında sulhu üç defa geri itiyor, reddediyor; çünkü kendi
varlığının unsurları şİrazeden çıkmış, boşanmış; "şuunun
tabiati” de onu bir daha geri dönülmez bir yola sürüklemiş.
İleri! Koalisiyon yapmış olan devletler her yanda
harbe hazırlanıyor. İngiltere Prusya ile de, İsveç ile de bir
ittifak aktediyor; Çar, Prusyanm yardımım kendine temin
etmek için Şarkî Prusyadan vaz geçiyor; Prusya da bütün
Almanları kıyama kışkırtıyor. Avusturya Rusya ile bir mıi-
tarekename imzalıyor; Saksunyaya, Bavyeraya, hattâ Je-
roma yaklaşmağa savaşıyor ve önümüzdeki sefere hazır­
lanmak üzere yüzlerine gülüp idare etmek bahanesi ile
kendi kıt’alarını ta Krakoviye kadar geri çekiyor.
Bu haber üzerine İmparator: "Çekilmeğe, mesleği
terk etmeğe doğru ilk adım!” diye haykırıyor. Bunun ne­
ticesinde Napoleon kendi kıt’alarmı Vistulde yerlerinden
oynatıp Oder üzerine çekmeğe mecbur olacak.
Sileziyayı bir defa daha Viyanaya vermeği teklif et­
tiriyor; teşekkür etmekle beraber Viyana bu teklifi redde­
diyor ve ihaneti hazırlamak üzere de kendini müsellâh
52 8 NAPO LEO N

tavaşsutçu vaziyetinde takdim ediyor. Bütün devletler si­


lâha sarıldığı, ve mart ayı zarfında muhasamaların ilk alâ­
meti Pariste, Prusyanın bir harp ilân etmesi şeklinde ak­
settiği vakit Taleyran gülümsiyerek diyor ki: "işte İmpa­
ratorun Fransa Kıralı olacağı zaman gelmiştir.” Gerçi ma­
kul bir hal sureti, fakat Taleyran bunu herkesten daha az
arzu etse gerekti. _
Hazırlıklar çok ileri gitmiş, facianın neticesi ufukta
lüzumundan fazla bir vuzuh ile teressüm ediyor; hâdise
ve vak’aların yürüyüşünü durdurabilecek biri var ise o da
etrafı kuşatılıp sıkıştırılmış yorgun ve bezgin bir adamdır.
Yeni yeni alâmetler ondaki yorgunluğu meydana koyuyor.
Evvelâ, etrafında istediği, sadelik: "Şimdikinden çok daha
az kalabalık, daha az aşçı, daha az tabak ve sofra takımı
isterim; hiç öyle bir sürü hademe, uşak filan istemem...
Kendimle birlikte bir sürü müsahip ve hademe götürmek
istemem, bir işe yaramıyorlar... Kantinlerin adedini de a­
zaltın; dört karyola yerine iki karyola alınsın; mefruşat
da o nisbette olsun.” Emrediyor ki kendisine: "güzel ol­
maktan ziyade hoş olan küçük bir saray plânı yapılsın.
Güzellik ve hoşluk biribirine uymıyan iki haşlattır; saray
bahçelerin ve avluların ortasında kâin olmalıdır; ben bah­
çenin içindeki dairelerimden vaz geçebilmek ve onları di­
lediğim gibi cenup veya şimal tarafına nakledebilmek is­
terim; bu sarayın plânları zengin bir hususî adamın evi
imiş gibi tasavvur edilip ona göre yapılsın... Bu şato bir
istirahat yeri, ya da ömrünün zevaline doğru gelmiş bir
adamın ikametgâhı olmalı.”
1805 de şan ve zaferinin evcinde iken: "İnsan harpte
XI
D E N İZ
529

ancak pek az bir müddetle değer ve itibarda oluyor. Ben


kendime on yıl daha koyuyorum, ondan sonra harp san’-
dan vaz geçmek lâzım gelir.” demişti.
Rusyadan geri döndükten dört ay sonra tekrar sefere
gidiyor. Onun, Senklu sarayının avlusunu aştığı ve seya­
hat berliriine (bir nevi lando araba) doğru ağır ağır ileri-
1ediği görülüyor. Arabanın yastıkları içine devrilince, elini
alnına götürüyor, ve kendisine refakat eden Kolenkura
birdenbire kederini itiraf ediyor. "Eyi Luizinden ve alımlı
çocuğundan ayrılırken duyduğu teessürlerden bana heye­
canla bahsediyor. İmparatorluğundaki en küçük, en âciz
bir köylünün haline ve tabine gıpta ediyorum diyor. O
benim yaşımda iken artık vatana borcunu ödemiş bulunu­
yor; o, evinde kalabilir; etrafım da karısı ve çocukları sa­
rar; beni ise anlaşılmaz ve anlatılmaz mukadderat boyuna
ordugâhların ortasına sevkediyor ” diyor.
Bu manevî düşüklük, felâketli Rusya seferinin neticesi
midir? bu manevî düşüklük daha ziyade, yeni yeni bozgun­
lukları hazırlamaz mı? Hastalıkla iz’aç edile edile yaşı gel­
meden önce ihtiyarlamış bir adamın yorgunluğu ki, daha
henüz kırkına doğru iken, artık ocağın durgun tatlılığın­
dan başka bir şeye can atmaz oluyor. O, daha önceden
hissediyor ki kendisinin akşamı çabuk gelecek ve ne annesi,
ne de kız kardeşleri kadar uzun bir ömür umamıyacak;
bugün kendisinin hissetmiş olduğu duygular vaktile Dant-
zigde iken mareşallerinde varlığını ayıpladığı hislerin ay­
nidir. Bu, yirmi yıl müddetle art arda durup dinlenmeme-
cesiye harikalı bir sây vücuda getirmiş ve kendine remz
olarak arıyı seçmiş bir adamın meşru meyli ve emelidir.
Napoleon •— 34
NAPO LEO N
530

Fakat Parklar (Parques) hiç bir adam oğluna gençli­


ğin sarhoş edici zevk ve sürurlarını vermezler ki sonraları
onların bedelini o adama ödetmemiş olsunlar. Bu adam o
kadar çok zaferler elde etmiş ki İlâhlar ona bu zaferlerden
kâm almağı da bahşetmiyor. Şimdiye kadar Kaza ve Ka­
dere o, meydan okumuş; bugün de Kaza ve Kader ondan
öcünü alıyor.

Mayansta ilk yoklama 300,000 kişi yerine ancak


180,000 kişi toplanmış olduğunu gösteriyor. Süvari adedi
kâfi değil, silâhlar da tamam değil; en güzel toplar ya Rus-
yada kaybolmuş, ya da İspanyada olduğu yerde kalmış.
Onda biri telef olmuş bir erkânı harbiye, kötü bir sıhhiye
idaresi ve teşkilâtı! — Napoléon bütün bunları görüyor;
fakat tam ve mükemmel olmıyan bu ordu onun gözünü
yıldırmak, yüreğine korku getirmek şöyle dursun, ona
gençlik zamanım ve gençliğindeki muvaffakiyetini hatır­
latıyor. Aç ve çıplak bir ordunun kumandasını alıp ta o­
nu, dağlardan aşarak muzafferiyete isal ettiği Kam ve Ni­
şi ve o kahramanca günleri tekrar gözünün önüne getiri­
yor. Yeniden cesaret alarak yeni harbi şu parlak sözle a­
çıyor: "Ben bu seferi jeneral Bonapartca yapacağım.” Bu
sözün içinde hem şecaat, hem de ümitsizlik duyuluyor.
Lutzende kendini öyle tehlikelere maruz bırakıyor ki
yıllardanberi böylesini yapmamıştı. Muharebenin ilk gü­
nü bir lahza bile dinlenmiyor. Ertesi gün her iş yolunda
gittiği cihetle, ayı postunu Marmonun askerlerinin orta­
D E N İZ
531

sına serdiriyor ve kendisine galebeyi bildirmek üzre uyan-


dırıldığı zaman, bir sıçrayışta kalkıyor: "Hayır ve eyilik
insana uyurken gelir demenin sırası ve yeri değil mi?” di­
ye bağırıyor.
Fakat jeneral bu muharebeyi kazanıyor kazanmıyor
ki İmparator bu kazana daha şimdiden sui istimal ediyor.
Bu haberi her tarafa, mübalâgalandırarak ilân ediyor. Ken­
disine iltihak etmekte tereddüt gösteren Saks Kıralım zor­
lıyor; Ren prenslerine kendisini koruyan Rabbani kudret­
ten bahsediyor; Çara Prusyaya bedel Polonyayr, ya da her­
hangi bir uzlaşma ve anlaşmayı teklif etmek üzre nazarı­
nı, artık lâübali bir tarzda rus ileri karakollarına gönderi­
yor; tâ Çar nihayet işi kısa kesip pnun bu tekliflerini red-
dedesiye kadar... Hattâ, âdeti hilâfına olarak kendi med-
hinden bahseden bir mektup yazarak İmparator Fransuva-
ya gönderiyor: "Ordunun bütün harekâtım bizzat kendim
idare etmek istemekle, bazı defa da misket altında bulun­
makla beraber hiçbir kazaya uğramadım” diyor. Bunlar
kendini zayıf hissedip te kuvvetli görünmek istiyen bir a­
damın sözleridir.
Bununla beraber az zaman sonra o, bir defa daha mu­
zaffer oluyor fakat hiç bir esir almıyor. Muharebenin ikin­
ci günü İmparator, refakatinde Kolenkur ve on yıldanbe-
ri hiç bir muharebe esnasında yanından ayrılmamış olan
dostu Dür ok bulunduğu halde yeniden ateş hattına kadar
ilerliyor. Etrafında adamlar vurulun düşüyor. Arkasında
yaverleri olduğu halde kendisi bir toz ve duman bulutu
içinde atım bir tepeye doğru dört nala koşturuyor. Önün­
de bir ağaç biçilip devriliyor, kendisi koşuya devam edi­
532 NAPO LEO N

yor, tam tepenin en yüksek noktasına varıldıkta genç bir


zabit kendisine kavuşuyor ve dili dolaşa dolaşa; — Bü­
yük Mareşal vuruldu! diye kekeliyor.
— "Dürok mu? Haydi canım yanlış olacak... İmkâm
yok! mümkün değil!... Benim yanımda idi”....
—Gülle ağacı kırdıktan sonra fırlayıp dük dö Friul
(duc de Frioul) ün üstüne yıkıldı.
—"Bu kaza ve kader ne vakit bıkıp usanacak!... Bu
iş ne vakit bitip tükenecek?... Kolenkur, benim kartalla­
rım hâlâ muzaffer oluyor, fakat onlara yoldaşlık eden baht
ve saadet kaçtı gitti.”
Zorluk çeke çeke: — "Ben sana Dresdde söyledimdi...
Gizli ses beni aldatmadı... Ah! her şey bitmedi!... Bana af­
yon ver” diyebilen ölüm halindeki adam ile imparator a-
ıasında acıklı, heyecanlı görüşüş.
Sesin bu perdesi, hiç umulmadık bu "sen” diye hitap
edişler, ölümden hiç bir vakit korkmamış olan bir yeği-
din bu yalvarışı... imparator onun yanından sendeleye sen­
deleye ayrılıyor.
Bir çiftliğin yanında, bir değirmen taşının arkasın­
dan arkadaşının vurulup düşmüş olduğu noktaya uzun
müddet bakıyor; sonra çadırlarının etrafında gardının
(muhafızlarının) bir kale nizamında ordu kurmuş oldu­
ğu tepeye ağır ağır çıkıyor. Akşam, parlak maiyetinden ay­
rılarak, harpta kullandığı sandalyenin üstünde, boz renk
kaputu ile çöküp kalıyor. Kulağına ordugâhın mutat ses­
leri geliyor: mutfaktaki haykırışmalar ve gürültüler! Ni­
şancı askerlerin bir türküsü uzaklarda kayboluyor. Aydın­
lık mayıs gecesinin içinde ordugâh ateşleri yanıyor; öte­
D E N İZ
533

de ateş almış iki köy meş’alelere benziyor. Bir zabit ona


yaklaşıyor, ve getirdiği haberi vermekte tereddüt ediyor;
İmparator, Dürokun öldüğünü onun yüzünden okuyor.
Ertesi gün bir toprak satın alınmasını ve oraya bir
mezar taşı dikilmesini emrediyor. O taşın üzerine şunu
hakkettiriyor: "Burada, İmparator Napoleonun sarayının
büyük mareşali, Friul dükü jeneral Dürok bir gülle ile
şanlı surette vurulup, dostu İmparatorun kollan arasın­
da ölmüştür.”
Evelce jeneral Bonapart kendini böyle ye’se kaptır-
mazdı; onun acısını yüreğinde duyardı, fakat karısının i­
haneti bile onu koşusundan, hızından alıkomamıştı. Silez-
ya içinden ta Polonyaya kadar Rusların ardını kovalamak,
müttefiklerin tereddütlerinden istifade etmek, süratli mu­
zaffer iyetler ile Habsburgların kararsızlığını yenmek; ona
düşen vazife bu idi.
Bu vazifeden sıvışıp kaçınmış olmakla hayatında en
büyük hatayı işlemiş olduğuna sonraları kendi de hükmet­
ti. O defa da gene İmparatorun siyasî mülâhazaları jene-
ralleri ilerlemekten alıkoyuyor. Haber alıyor ki tekmil
Fransa sulhtan başka bir emel beslemiyor: "Sizden sakla-
mamalıyım ki beni muzafferiyetlerimin cereyanını durdur­
mağa sevkeden şey Avusturyanın teslihatı ile bir de zaman
kazanmak arzusudur.” Temmuz iptidasında Silezyada altı
haftalık bir mütarekename imzalıyor, bu suretle düşman­
larına Rayhenbah (Reichenbach) ta ve Pragda tahaşşüt e­
decek zaman bırakmış oluyor.
Alman prenslerinin hissiyatı hakkında da mı yanıla­
cak? Onların hepsini de tanıyor: "Saksunyalılar da öteki­
534 NAPO LEO N

ler gibi almandır ve Prusyamn gösterdiği misali onlar da


pek âlâ takip ederler; onlar da memnuniyetle Prusyayı ör­
nek alırlar; Kır al bana sadıktır, fakat kıt’alarma güvene-
mem. Avusturyamn tedbirsizliğine haddü payan yoktur.
Yağlı ballı sözlerle benim elimden Dalmaçyayı da, İstriya-
yı da çekip almağa çalışıyor... Dünyada Viyana sarayından
daha vefasız, daha hain bir şey olamaz. Ben onun istedi­
ği şeyi bugün kendine verecek olsam, kalkar yarın da ben­
den îlirya ile Almanyayı da isiter.” Şimdi Habsburgların
düşman tarafına gCçmeğe hazır bulunduklarım görünce,
evlenmesinin ne hata olduğunu, ne gafil pazarlığı olduğu­
nu anlıyor. Kendisi, aile arasında biribirlerine yardımı va­
cibe sayan bir asil soydan olduğu için hükümdar aileleri
içinde de ayni duygulara rasgeleceğini ummuştu. Aldan­
mış olduğu cihetle, içinde "Kıral — doğmuşlar” a karşı
eskiden beslediği hakareti yeniden hissediyor.
"(Kıral — doğmuş) bu adamlar arasında tabiatin bu
bağlarının hiç bir değeri yok; kızının ve torununun men­
faati Fransuvayı Avusturya kabinesinin kararlaştıracağı bir
hattan saptırıp dışarı çıkaramaz... oh! bu adamların da­
marlarında akan şey kan değil, donup buz kesilmiş politi­
kadır... Bizler apdallarız, malâyani şeylerle ciddî şeyler di­
ye uğraşan koca koca çocuklarız. Bu adamlar muahede
yapmak istemiyorlar... Ben bunları Tilsitte ezebilirdim de
sahavet gösterdim, alicenaplık ettim... Ahlâf benim inti­
kamımı alacaktır... Allahın lûtfu inayeti ile ve benim lüt­
fü inayetimle kıral olan bu kırallar, kılıcının lûtfu inaye-
tile kıral olan Napoleonun karşısında çok küçük görüne­
ceklerdir!... Benim rahmü şefkat göstermem hamakat ol­
D E N İZ
535

du... Mektepli bir çocuk bile benden daha fazla dirayet


gösterirdi, Tarihin verdiği derslerden daha fazla ibret a­
lır, daha fazla istifade ederdi; bilirdi ki bu soyu bozukla­
rın ne dini vardır, ne de kanunu...”
Bu entrikalar havası içinde, artık kendisile birlikte
hareket etmek istemiyen ve fakat kendisine aleyhtar bu­
lunduklarını da açıktan açığa ilâna cür’et göstermiyen hü­
kümdarlar arasında kalınca Napoleon en emin sırdaş ola­
rak bir haini buluyor. İmparator, Fuşeyi çağırıyor, ve ona
diyor ki:
"Biz, biri sizin dostunuz Bernadotun obüsleri, biri de
benim büyük dostum Şvarzenbergin bombaları arasında mı,
bu iki ateş arasında mı kalacağız? Sizin Bernadot bizim
siyasetimizin anahtarlarım ve ordularımızın tabiyelerini
düşmanlarımıza vererek bize çok kötülük edebilir. Kendi­
sini meşrular tarafından aranılır ve müdahene ile yüzüne
gülünür gördükçe başı dönüyor.” îşte gene onun ağzında
bu "meşrular” kelimesi! Napoleonun bütün hayatım ze­
hirlemiş gibi olan bu tasavvufî fikir! îster tezyiften olsun,
ister gıptadan olsun, ister onları taklit etsin, ister onlara
tecavüzde bulunsun, meşru hükümdarlardan, bir nevi, tüy­
leri ürperip titremeksizin bahsedemez; maruf olmıyan o
karanlık doğuşu, sonradan görme adama daima hüzün ve
keder verecektir.
Milletlerin gittikçe büyüyen sesini dinleyeceğine o,
yalnız diplomatların oyunlarım kollıyor ve onların hile­
lerinden, desiselerinden şeytanca bir zevk alıyor: İngiltere
Prusyaya vadettiği para hususunda nekeslik ediyor; Alek­
sandr ile İmparator Fransuva, müttefikleri olan zavallı
536
NAPOLEON

Prusya Kiralının arkasından biribiri ile uyuşuyor. Prusya


Kıralı tahttan indirilmek korkuşundan coşkun gönüllü
kıt’alarmı dağıtıyor; müşavirlerinin en yeğidi Şarnhorst
ile en zekisi Ştaym umumî işlerden uzak tutuyor; mille­
tin hakikî duygularını bildirmek cesaretinde bulundu di­
ye Şlâyermaher (Schleiermacher) i sürgüne gönderiyor.
İmparator Fuşeyi — kıyafetini değiştirmiş casus vaziye­
tinde — gizli bir vazife ile Prag kongresine gönderiyor.
Napoleon art arda iki muzafferiyetle vaziyetini sağ
lamlaştırdığı sırada, beri yanda İspanyada Jozef, Vittoria-
da Wellingtona mağlûp oluyor ve tabanları kaldırıp kaçı­
yor. Pragda müttefikler, şimdi artık İngilterenin Fransa
cenubunu istilâ edebileceğini haber alınca ısrarları artıyor;
dayatıyorlar; kardeşine jenerallerinin en eyisini vermiş o­
lan Napoleon da pek hiddetleniyor. "Her kabahatin başı
ondadır. İngilizlerin tebliğ ve takriri bu ordunun nasıl ka­
biliyetsizce sevk ve idare edilmiş olduğunu gösteriyor, dün­
yada bunun bir misali daha yoktur. Şüphesiz ki kıral kendi
asker değildir; fakat kendi ahlâksızlığından kendi mesul­
dür, ve en büyük ahlâksızlık da insan, bilmediği bir san’ati
yapmaktır... Şayet siz bu hususta zaıf gösterir de benim ni­
yet ve tasavvurlarımı da açıktan açığa bildirmiyecek olursa­
nız, kıral herkesi kabul eder, kendisi bir entrika merkezi
olur, bu hal de beni onu tevkif ettirmek zarureti karşısın­
da bulundurur; zira artık sabrım tükendi.”
Bu suretle, eskiden mahremi esrarı olan bu ağabey,
şimdi Paris civarında şatosunda bulunurken ona İspanya
tahtı üzerindeki zamanından daha fazla korkunç ve göz
yıldırıcı görünüyor. İmparator, nihayet tecrübelerden ders
DENİZ
537

ala alia, biraderlerine de mi emniyet etmez olacak? Bu­


nun pek o kadar ihtimali yok. Jerom da yeniden bir ordu
kumandasının başına geçiriliyot ve gene kendi bildiğini
yapmakta devam ediyor: Bir jenerale filânca yürüyüş em­
rini icra etmesini yazıyor, ve bu yürüyüşün İmparatorun
emri ile olduğunu da ilâve ediyor. İmparator bundan geç
haberdar oluyor, bu işi menedemiyor: "Bu türlü bir ha­
reketin ne olduğunu tavsif etmek istemem, bunun mahzur­
ları o kadar çoktur ki ben buna tahammül edemem. İlk
buna benzer bir faraziye ve tahminde bulunuşunuzda or­
du emri yevmisine korum ki sizin yazdığınız hiç bir şeye
dikkat ve ehemmiyet verilmesin... Bu usulle siz benim or­
dularımın yürüyüşünü bozabilirsiniz. Bu, hakikî bir sah­
tekârlıktır, buna her hangi başka biri cür’et edemez, ken
dine böyle bir müsaadede bulunamaz” diyor.
Az zaman sonra, en eski silâh arkadaşlarından biri o­
lan Jüno, ne oldum delisi olarak, büyüklük cinnetine ka­
pılarak İlliriyada bir muharebe kaybediyor ve kendini pen­
cereden atarak intihar ediyor. Vaktile para davalarından
dolayı yanından uzaklaştırdığı ve sonra Hamburga masla­
hatgüzar tayin ettiği Buriyen gene ihtilas mes’elesi yüzün­
den işten çektiriliyor. "Bir daha ilk yazışında ve doğru­
dan doğruya Hamburg işlerile meşgul oluşunda kendisini
tevkif ettireceğim ve bu şehirden çalmış olduğu
paralan elinden aldıracağım. ” Hainlerin en vefasızı
Bernadot ise İsveçlileri ile bilfiil Pomeranyaya çık­
mış ve Müttefikleri mukavemetlerinde teşvik ediyor ;
bilâhare onlara da hiyanet edecektir. İmparatorun diğer ye­
minli ve alenî bir düşmanı da gelip onun hasımlarının a­
538 NAPOLEON

dedini çoğaltıyor; sui kast tertibinden sonra Amerikaya


sürülmüş olan jeneral Moro düşmanlar tarafına iltihak et­
mek üzre yola çıkmıştır ve Bernadot ile birlikte öz vata­
nına karşı harp açmak hicap ve zilletini, irtikâp edip, pay­
laşacaktır.
Böyle bir vaziyet karşısında muzafferiyetlerini tama-
mile istismar edemiyecek kadar lüzumsuz yere ihtiyatlı,
kendisine teklif edilen sulh şartlarını kabul edemiyecek
derecede fazla kudret ve şevketli olan İmparator, gene es­
ki ta’biyesine müracaat ediyor: Metternihin Dresde gel­
mesini rica ediyor, ve onun üzerinde tesir icra etmeğe ça­
lışıyor. Napoleonun âdetine göre sırtı sıra "9” saat uza­
yan mükâlemeleri İmparator için gerçi bir neticeyi haiz
olmıyor, fakat ahlâf için alâka ve ehemmiyetle doludur,
Metternih rivayet eder ki:
"Napoleon, odasının orta yerinde beni ayakta bekli­
yordu; kılıcı belinde, şapkası da koltuğunda idi; bana bu
tabirlerle söz söyledi:
"Demek ki böyle, harp istiyorsunuz; pek âlâ; harbe
nail olacaksınız. Ben Lutzende Prusya ordusunu hiçe in­
dirdim, Bautzende Rusları mağlûp ettim; siz de kendi nö­
betinizi savmak istiyorsunuz. Size de Viyanada randevu
veriyorum... İnsanlar böyledir, iflâh kabul etmezler. Ben
İmparator Fransuvayı üç kere tekrar tahtına oturttum;
ben yaşadıkça onunla sulh halinde kalacağıma dair ona
söz verdim; onun kızı ile evlendim; o zaman kendi ken­
dime diyordum ki: sen bir deliliktir ediyorsun, ne ise bir
kere oldu. O deliliği yapmış olmama bugün esef ediyo­
rum.”
DENİZ 539

Görülüyor ki, kayın pederinin mümessiline Austerli-


çin ferdasında ettiği muameleden daha sert muamele eden
İmparator o gün hassatan nazik ve terbiyeli bir keyif ve
mizaçta değildir. Nazır ancak, İmparator, devlet ve şev­
ketinin bir kısmından vaz geçerse mümkün olabilecek o­
lan dünya sulhundan bahsediyor: Varşovayı Çara geri ver­
sin, İlliriyayı Habsburglara iade etsin, Hans şehirlerine
hürriyet versin, Prusyayı büyütsün...
— "Pek âlâ, şu halde benden istenen şey nedir? Na­
musumu iki paralık mı edeyim? Asla! Ölürüm de bir par­
mak yer bile teslim etmem. Sizin taht üzerinde doğmuş kı-
rallanmz, yirmi defa yenilirler de gene daima dönüp pa­
yitahtlarına girerler; ben bunu yapmam; çünkü ben son­
radan görme bir askerim. Ben artık kuvvetli bulunmak­
tan mahrum kaldığım ve binaenaleyh korktuğum gün be­
nim hükümranlığım da ardım sıra bir gün bile yaşamaz...
Beni yenen ve perişan eden, soğuktur. Ben her şeyi kay­
bettim, yalnız şeref ve namusu kaybetmedim. Bakın benim
orduma canım. Onu sizin gözünüzün önünde teftişten ge­
çireceğim.” Ve nazır "sulhu istiyen bilhassa ordudur” de­
yince İmparator onun sözünü kesiyor ve kendisindeki o
şaşılacak açık gönüllülük ve sözlülükle:
— "Hayır, sulhu istiyen ordu değil, benim jeneral-
lerimdir. Artık benim jeneralim filân kalmadı. Moskova-
mn soğuğu onların hepsinin de maneviyatını kırdı. En yi­
ğitlerinin çocuklar gibi ağladığını gördüm. Bundan on beş
gün önce ben hâlâ sulh yapabilirdim; bugün artık yapa­
mam. Ben iki muharebe kazandım; sulh yapmayacağım.”
diye ilzam ediyor. Nazır da:
540 NAPOLEON

— Zati Şahanenizin bana şimdi söylediği bütün şey­


lerde ben bir defa daha şu delili görüyorum ki Avrupa
ile Zati Şahaneniz ancak bu meseleye az buçuk ilişerek an­
laşıp uzlaşmağa varabilir. Sizin sulh muahedenameleriniz
hiç bir vakit mütarekenamelerden başka bir şey olmuş de­
ğildir. îdbarlar da muvaffakiyetler gibi sizi harbe sevkedi-
yor. Avrupa ile sizin, eldivenlerinizi birikirinize karşılık­
lı atacağınız zaman gelmiştir,” cevabını veriyor.
İmparator hain bir gülüşle:
'■Siz beni bir koalisiyon ile devireceğiniz mi sanıyor­
sunuz? Siz kaç müttefiksiniz a canım? dört mü, beş mi, al­
tı mı, yirmi mi? Sizin adediniz ne kadar çok olursa ben,
o kadar müsterih olurum. Siz Almanyaya mı güveniyorsu­
nuz? Alman ahalisinin dizginlerini tutmak için benim as­
kerlerim bana kâfidir, prenslerin sadakatine gelince onla­
rın bizden korkusu bana elverir. Şayet siz kendinizi bita­
raf ilân edecek olursanız, ve şayet bu bitaraflığınızı da tu­
tacak olursanız, o zaman ben de Pragda müzakerata gir­
meğe rıza gösteririm” diyor. Sonra bizim ordumuzun
mümkün olabilecek kuvveti hakkında uzun bir istitrada
girişiyor.
İmparator diyor ki:
— "Sizin kuvvetlerinizin haline dair bende esbap ve
delaili ile birlikte tafsilâtlı raporlar var, bir sürü casus se­
ferber edildi ve benim istihbaratım sizin ordunuzun trem-
petecilerine varmcıya kadar her noktaya şamildir. Fakat
bu türlü malûmat ve istihbarata ne kadar ehemrtıiyet at­
fetmek lâzım geldiğini de ben herkesten daha eyi bilirim.
Benim hesaplarım riyazi mutalara istinat eder, işte, bunun
DENİZ' 541

için o hesaplar sağlam ve emindir; hasılı insan, elde ede­


bileceğinden fazlasına asla malik olamaz.” Napoleon ba­
na bizim ordumuzun, kendisi her gün aldığı malûmata
göre, rollerini gösterip ispat etti. Onları en büyük dik­
kat ve özenle tetkik etti. Kendinin Rusyadaki harekâtı­
nın heyeti mecmuasından bahsetti.”
Metternih şunu da ilâve ediyor:
— Ben sizin askerlerinizi gördüm, onların hepsi de
çocuk. Sizin silâh altına aldığınız bu civanlar da mahvo­
lup bitince o zaman ne yapacaksınız?
Bu sözler üzerine Napoleon öfkeleniyor, sap sarı ke­
siliyor, yüzünün çizgileri buruş buruş oluyor, sertçe diyor
ki:
— "Siz asker değilsiniz, ve bir askerin ruhundan ge­
çen şeyin ne olduğunu da bilmezsiniz. Ben harp meydan­
larında yetişip büyümüşümdür, benim gibi bir adam bir
milyon kişinin ölümünü o kadar umurlamaz.” Bağıra ba­
ğıra söylediği bu sözler üzerine şapkasını salonun bir kö­
şesine atıyor; artık yapmacık olmıyan bu öfkesi onun ha­
kikî duygularını ifade eder. Bir yaralı at görse bile beti
benzi uçar, onun ölmesine bakamaz adam Ustalarının ü­
zerinde yüz binlerce kişiyi cemettiği yahut ölenleri artık
aradan sildiği vakit bütün soğuk kanlılığım muhafaza edi­
yor. Harp insanlarla yapılır ve cesetlerle nihayete erer;
bunlar san’atı harp olan adamın aletidir.
İmparatorun bu tuğyanından sonra, nazırın işi iştir,
ve manen partiyi kazanmış addedilir:
— Kapıyı açalım da sözleriniz Fransanm bir ucundan
öbür ucuna kadar her yana aksetsin !
542
NAPOI.EON

, — "Fransızlar benden şekva edemezler; ben onları


eyi tutmak için Almanları ve Polonyalıları feda ettim. Ben
gerçi Rusya seferinde 300,000 kişi kaybettim, fakat bu a­
dedin içinde 30,000 den fazla Fransız yoktu!”
imparator şapkasını kendi eli ile alıyor, bu belki on
yıldır hiç yaptığı şey değildi:
"Evet, ben bir Avusturya arşidüşesini almakla çok bü­
yük bir ahmaklık etmiş oldum. Ben hâl ile maziyi, gotik
hurafelerle kendi asrımın müesseselerini biribirine bağla­
mak istedim ve hatamın bütün şümulünü bugün hissedi­
yorum. İhtimal bu bana tahtım pahasına oturacaktır, fa­
kat ben o tahtın harabeleri altına dünyayı gömeceğim.”
Feci itiraf ki bu mükâlemenin en yüksek noktasını
gösteriyor, harp ve sulh meselesini sert ve keskin bir tarz­
da ortaya koyuyor. Tam kendi hatasının doğurduğu acı­
lık, Napoleonu, — bütün akıl ve muhakemenin aksine o­
larak, — kendisinden üç misli daha fazla kuvvetteki bir
koalisyona karşı harbi kabul etmeğe sevkediyor. O, tamir
kabul etmez bir hata işlediğini bilen ve tasdik eden büyük
bir oyuncu gibi, her şeye rağmen partiyi kazanmak husu­
sunda inat gösteriyor.
İmparator, Metternihe huzurundan çıkması için mü­
saade ederken sesinin perdesi yeniden durgun ve tatlı bir
eda almış. Elini kapının tokmağına koyarak Metternihe:
"Ümit ederim tekrar görüşürüz” demiş.
— Emir buyurursanız, Sir; fakat benim, vazifemin he­
def ve gayesine varacağıma ümidim yok.
Napoleon, onun omuzuna vurarak:
DENİZ
543

— "O halde! biliyor musunuz bunun olacağı nedir?


Siz bana karşı harp etmiyeceksiniz” demiş.
Üç gün müzakereden sonra, Metternih tekrar geri
dönüp gitmek istiyor. İmparator kat’î ve nihaî inkıtaı mü-
nasebattan ürkerek, onu tekrar nezdine çağırtıyor ve sa­
bahleyin erkenden bahçede kabul ediyor:
— "Pek eyi! Kendinizi gücenmiş gibi gösteriyorsu­
nuz, neden a canım?”
Ve on dakika içinde mütarekeyi temdit etmeğe, Prag-
da bir içtimaa davette bulunmağa karar veriyorlar; bütün
meseleler muallâkta kalıyor; fakat İmparator, kaynatası­
nın bitaraflığım tasdik ediyor; bu bir intikal vaziyetidir
ki zarurî olarak işi harba sevk edecektir. Bunun üzerine
karısını görmek üzere Mayansa gidiyor. Onu hükümet nai-
besi nasbetmiş, fakat türlü türlü dosiyelerin ona arzedil-
mesini sureti mahsusada menediyor. Diyor ki: "Zira bazı
teferrüat ile genç bir kadının zihnini dimağını telvis etmek
caiz değildir.”
Şayet Mari-Luizde kalp ve duygu olaydı o zaman
Viyanaya gitmiş olur ve herkesin memnuniyetle kabul ede­
ceği sulhu elde etmiş bulunurdu. Kadın budala değildi;
daha birkaç hafta önce İmparator karısı için kaynatasına:
"O bugün benim başnazırımdır, çok memnuniyetle görü­
yorum ki vazifesinin uhtesinden geliyor” demişti. Bu buh­
ranın en şiddetli zamanında Napoleonun onu işlerin gi­
dişinden haberdar etmemiş olması ihtimali pek azdır; hiç
değilse bir inkıta olduğu takdirde kadının şahsî hissiya­
tından emin bulunmak için olsun onu işlerin gidişinden
haberdar etmesi ihtimali pek çoktur; bununla beraber o
544 NAPOLEON

küçük kız ufak bir harekette bile bulunmıyor, ve ailesine


azametini muhteşem hediyelerle gösterip onlar üzerinde
bu suretle tesirde bulunmaktan başka bir şey düşünmiyor.
, Pragda herkes karşılıklı aldanıyor: Fuşe, dedikodu­
ları ile efendisine ziyan veriyor; Bernadot ise bilâkis ora­
da kendine sıla fıkı yeni yeni dostlar ediniyor. Bir uzlaş­
ma vücuda getirmek için İmparator son bir gayret göster­
diği vakit, Çar ile Prusya Kıralı Metternihi daha zorluk
göstermeğe, daha çok şey istemeğe icbar ediyorlar, fırsat
onlara o kadar tam yerinde görünüyor. Gücenip darılan
İmparator çekilip gidiyor. Mütareke müddetinin hitamın­
da, kaynatasının imzasını havi bir ilâm harp namesi alıyor.
O aralık Napoleon da, bedihidir ki, kendi ordusu­
nun teslihatım tamamlamıştı. Ren prensleri, ona, pek em­
niyet edilecek gibi görünüyorlardı; kendi kıt’alarından
bir kısmı onların kontenjanlarına gözcülük etmeğe tayin
ve tahsis edilmeli idi. İşte Napoleon Saksonya ve Silezya-
da; karşısında da Şvartsenberg ki üç orduya kumanda edi­
yor. Bunlardan birisi Blüher (Blücher)in emri altında, öte­
ki de Bernadotun; üçüncüsünün kumandanı ise vaktile A l­
ınanlara galip gelmiş olan Morodur.
Acayip bir muharipler terkibi: Fransızların İmparato­
runun emri altında üç Alman kıralı, o İmparatorla birlik­
te bütün Rusya seferini yapmış olan bir alman jeneraline
karşı döğüşüyor. Napoleona karşı rakıyp olarak ise iki
fransız jenerali var ki, içlerinden biri, tıpkı onun kendi gi­
bi İhtilâlden doğmuş, onun kendi eli ile en yüksek rütbe­
lere terfi edilmiş iken bugün Prusya kıt’alarına kumanda
ediyor.
DENİZ 545

Şu halde kendisinin en mert ve müstakim yegâne düş­


manı Blüherdir; zira bu jeneralin onun emri atlında hiç
harbetmemiş olması şöyle dursun hattâ yedi yıl evel onun
tarafından mağlûp dahi edimliştir. Bereket versin Şvart-
senbergin ef’al ve harekâtı, harp san’atından bir şey anla-
mıyan üç hükümdar reisi tarafından boyuna sekteye uğ­
ratılacaktır. Bu ise Napoleonun lehinedir.
Ağustos sonunda İmparator, harbi Dresd civarında
kazandığı parlak bir muzafferiyetle açıyor; fakat üçüncü
günü, tam düşmanı takip edip de darma dağın edeceği
anda öyle şiddetli mide sancılarına tutuluyor ki kendini
zehirlenmiş sanıyor, bir karar vermeğe mecal ve kudreti
kalmıyor. îlerliyeceğine geri çekiliyor ve bu hareketile bir
kolorduyu kâmilen kaybediyor, ve sadık arkadaşı Daru-
nun deyişine göre "bu suretle 1813 felâketini hazırlıyor.”
Nefret ettiği şu Bonaparta karşı daha ilk harba giri­
şir girişmez Moro ölüyor. İmparator bunu duyuyor, ve i-
cinde o eski rakıyplik duygusu tekrar uyanarak : "Moro
öldü! Bu benim ikbalimdir!...” diye haykırıyor.
Diğer ordusu Katzbah (Katzbach) üzerinde Blüher
tarafından mağlûp edilmiş. O zaman Napoleonun içindeki
siyasî adamlığın yeniden jeneralliğe takaddüm ettiğini gö­
rüyoruz: Düşmanları nasıl edip de biribirinden ayırmalı?
Napoleon, son muzafferiyetlerinin birçok mukavemetleri
sarsmış olduğu Avusturyanın lehine olmak üzre Bohemyayı
siyanet etmeğe, ve Prusyalıları Silezyadan dışarı çekip çı­
karmak için de Berlin üzerine yürümeğe karar veriyor.
Çarın "Napoleon şahsan nerede ise mucizeler orada
husule gelir” demekte çok hakkı vardı. Kötü bir ruh, ki-
Napoleon — 35
546 NAPOLEON

fayetsiz bir gıda, ordusunun cenahlarında vukua gelen ka­


çaklar! Programının tahakkukuna engel olan nice nice
manialar ! Nerede bir zorluk çıkarsa, onu çağırıyorlar ! Or­
du cephesinin bir noktasından öbür noktasına durmama-
casına gidip geliyor. Bu suretle "Bautzen müjdecisi'”' lâ­
kabına hak kazanıyor. Netice vahimleşiyor, çünkü kıt’alar
işgal etmekte bulundukları dar arazi üzerinde mevcut bu­
lunan membaların hepsini tüketmişler.
Bu böyle olmasına rağmen İmparator gene de hük­
mediyor ki elinde kâfi miktarda asker bulunmamaktadır.
14 lüler şimdiden silâh altında bulunmakta; 15 liler ile
köylülerin, kendi harba giderken hallerine imrendiği köy­
lülerin teşkil etmekte olduğu son yedi senelik ihtiyatla­
rın çağırılmasım da Senadan talep ediyor. Bu kıt’aîar bu­
raya ne vakit varacak? Onları kim teşkil edecek ve ne ka­
dar zamanda teşkil edecek? Eylülün sonunda kaynatasına
bir haberci gönderiyor, fakat boşuna: "en büyük fedakâr­
lıklara bile hazırdır, elverir ki kendisini bir kerecik dinle­
sinler.” İmparator Fransuva yerinden bile kıpırdamıyor;
hattâ Ren konfederasyonunda bir gedik açmağa bile mu­
vaffak olmuş ve Bavyera Kıralım bu konfederasyondan
ayrılıp çekilmeğe razı etmiş. Gittikçe kararıp bulunan bu
ufkun karşısında endişeye düşen büyük satranççr o zaman
eski arkadaşlarından birinin huzurunda ağzından yeni işi­
tilen bir söz kaçırıyor:
— "Marmon, oyunum karma karışık oluyor” diyor.
Napoleonun baht yıldızı artık müebbeden batıyor.
DENİZ
547

XI

Saksunyada, Düben şatosunda İmparator, Berlin üze­


rine yapacağı yürüyüşü hazırlıyor, önce Bernadotu yen­
mek, sonra Blüheri; süratli muzafferiyetlerle hasmın pro­
jelerine mâni olmak; işte plânı bu.
Çalışması, kendisini görmek istiyen jeneıaller tarafın­
dan inkıtaa uğrıyor. Onları buraya getiren sebebin ne ol­
duğunu daha önceden bildiği için onlara kendisi karşıcı
çıkıyor; zira mahremleri, ordu reislerinin arasında hoş­
nutsuzluk baş gösterdiğini ve hepsinin de Ren üzerinde
kışlamak arzu ettiğini ona haber vermişler. Bundan bir­
kaç gün evel mareşal Ney: "Ben artık orduma hâkim de­
ğilim” diye bildirmişti. Her biri tereddütle, kötü muha­
kemeler dermeyan ederek hep bir ağızdan müttefik bir ta­
lepte bulunmak üzere söz alıyor. Berlin üzerine değil Laip-
çiğ üzerine yürümeli.
İmparator ses çıkarmadan onları dinliyor, en sonun­
da onlara diyor ki: "Bavyeranın ortadan çekilip kalkma­
sı pek yakındır. Laipçiğ üzerine geri dönmek kıt’alarm
kuvvei maneviyesini sarsar. Ben bu işi düşünürüm.” Bü­
tün gün yapa yalnız kalarak, huzuruna kimseyi kabul et-
miyerek başını haritaları üzerine eğip çalışıyor. Kapısının
önünde bekleyip gözeten Kolenkur şatonun etrafında rüz­
gârın uğultusundan başka bir şey işitmiyor. Nihayet, ken­
disinin içeri girmesine müsaade olunuyor. İmparator bir
aşağı bir yukarı gidip geliyor, kendi kendine mırıl mırıl
konuşarak: "Fransızlar idbara tahammül etmesini bilmi­
yorlar” diyor, ve bir nevi hayalâta dalıp gidiyor. ,
548 NAPOLEON

Ertesi gün İmparator Laipçiğe azimet haberini veri­


yor; teşrinievelin biri. Umumî hareket, emirler uçuyor;
maneviyat mükemmel. Habsburglarrn tarzr hareketine dair
Marmon ile konuşurken, Napoleon sözü şu neticeye bağ­
lıyor: "Ben, sözünü tutan şerefli bir adamı vicdanlı bir a­
dama tercih ederim. İmparator Fransuva kendi milleti­
nin hayrına en faydalı olacak diye takdir ettiği şey ne ise
onu yaptı, o vicdanlıdır, fakat bir şeref adamı değildir”
diyor.
Daha ertesi gün de milletler muharebesine girişiliyor.
Koalizasiyonluların 300,000 kişisine karşı koymak için İm­
paratorun elinde ancak 180,000 kişi bulunuyor. İlk akşam,
onun kazancı harp sahasının bir kısmına münhasır kalıyor.
Ertesi sabah Bernadot, kıt’aları ile birlikte orada bulunr-
yor. İmparator, onun gelmesini hayra alâmet görmiyor ve
geri çekilmeği tercih ediyor, fakat düşmanlarına bozgun­
luğa benzer bir manzara göstermeğe karar veremiyor. Ge­
ne işin içinden müzakerelerle sıyrılmağa çalışıyor. Esir dü­
şen jeneral Merveldtin, kendisine verdiği söz üzerine hür­
riyetini iade ediyor, ve onu İmparator Fransuvadan bir
mütareke talebine memur ediyor.
"İsterlerse ben Sal (Saale) in gerisine çekilirim, Rus-
lar ile Prusyalılar Elbe üzerine gelirler, siz de Boheme ge­
lirsiniz, Saksunya bitaraf kalır” diyor.
Ve git gide çoşarak ona öyle bir şey takrir ve teşrih
ediyor ki Avrupanın yeniden teşkil ve tanziminden başka
bir şey değildir. Hanovra Ingilterenin olacak, Şimal sahili
tekrar serbest olacak; kim dilerse konfederasiyondan çıka­
bilecek: Polonya, İspanya, Hollanda müstakil olacak; fa­
DENİZ
549

kat Italyanın AvusturyalIların eline düştüğünü görmek is­


temiyor: "Haydi gidin! Sizin sulhverici vazifeniz güzel bir
şeydir. Şayet gayretleriniz muvaffakiyetle tetevvüç edecek
olursa, bu hizmetiniz size büyük bir milletin muhabbet ve
şükranım temin edecektir. Eğer bu sulh bizden diriğ edi­
lecek olursa biz kendi ülkemizin tecavüzden masun kal­
ması keyfiyetini son nefesimize kadar müdafaa etmesini
de biliriz.”
Jeneral hayretler içinde kalarak Avusturya ordugâhı­
na gidiyor; orada onun verdiği rapora inanılır şey değil,
hükmünü veriyorlar. Nasıl, daha muharebenin tam için­
de iken Napoleon Avrupanm yarısından vaz geçsin ve böy­
le bir teklifte bulunmağa da bir esiri memur etsin? De­
mek ki o, bu dereceye kadar mı zayıf düştü?
Çadırında İmparator Merveldtin avdetini sinir için­
de bekliyor. Tâ gecenin geç vaktine kadar emirlerini ver­
miyor; uzun uzadıya ailesinden, karısından, oğlundan bah­
sediyor. Birdenbire bir karın ağrısına tutuluyor, ve beti
benzi sap sarı kesilerek çadırının bezden duvarına yasla­
nıyor. Hekim aramak istiyorlar. "Sizi böyle bir şey yap­
maktan menederim, bir hükümdarın çadırı cam gibi şef­
faftır. Herkesin kendi vazifesi başında durması için be­
nim ayakta durmaklığım icap eder” diyor.
— Sir, yatınız.
— "İmkânı yok, benim ayakta ölmekliğim lâzım ge­
lir!”
— Sir, müsaade buyurun da hekimi çağırayım.
— "Hayır, diyorum size, hasta nefere hastane pusla-
sını ben verdiririm.i. acaba bana bir biçare nefer tezkeresi
550
NAPOLEON

verecek kimdir?” Zalim dakikalar! "Bir şey olmaz... Siz


bakın ki buraya kimse girmesin.”
Bu buhrandan yarım saat sonra İmparator, geri çekil­
mek emrini değil, bilâkis Laipçiğe yaklaşmak emrini ve­
riyor. Artık elindeki ordu mevcudu düşman ordusundaki
askerin ancak yarı misline baliğ oluyor.
Ertesi gün Napoleon bir değirmenin yanı başında du­
ruyor. Düşman, kıt’alarmı ayni zamanda üç yandan birden
saldırmış. Gürültü patırdı arasında, Bernadotun, Saksun-
yalıları, toplarım Fransızlara karşı çevirmeğe ikna etti­
ği haberi de şayi oluyor. İmparator: "Bu ne alçaklıktır,
bu ne namussuzluktur!” diye bağırıyor. Kendisine sadık
kalmış olan Saksunya zabitleri kılıçlarım kırıyorlar. Mu­
hafız dıragonlarından biri atım çevirerek ileri atılıyor:
"Biz de onlardan geçeriz, alçaklar! Sizin Fransızlarınız bu­
rada... yaşasın İmparator! Gebersin Saksunyalrlar!” diyor.
Bütün muhafızlar da ona iltihak ediyor. Genç bir zabit,
atım dört nala koşturarak gerisi geriye geliyor, Saksun-
yalıların elinden çekilip alınmış bir kartalı tekrar İmpara­
tora getiriyor, ve onun ayaklarına kapanıyor. İmparator:
"Böyle adamlar olduktan sonra Fransamızda nice nice me-
nabi var demektir” diye mırıldanıyor.
İkinci gün Napoleon 60,000 adam kaybediyor. Yenil­
miş, fakat bütün alman münakkitleri: "Müttefikler ken­
dilerinin o müthiş tefevvukundan herkesin beklemekte
haklı olduğu parlak muzafferiyeti elde edememiş olduk­
larım” söylemekte müttefiktirler.
Bütün ordusu Laipçiğin üstünden geriye doğru akar­
ken, İmparotor da Bertieye ricat emrini yazdırıyor. Bir
DENİZ
5 51

şahit yazar ki: "İmparatora tahtadan bir iskemle getirmiş­


ler, İmparator da yorgunluktan o iskemleye çökmüş elle­
rini de dizlerine koyarak uyuya kalmış. Sessiz ve gamlı
jeneralleri ateşin etrafına toplanmış dururlarmış; uzaktan
da kıt’aların geçip gittiği işitilirmiş.”
Ertesi sabah, düşmanın ilerilemesi şehirde kargaşa­
lıklar uyandırıyor; bir köprü vaktinden evel berhava olu­
yor, bu suretle dümdarı teslim olmağa cebrediyor; bir
mareşal yüze yüze kurtuluyor, öteki telef oluyor, diğer­
leri de ya yaralanıyor, ya da esir düşüyor. Mak Donald,
kıt’aları ile birlikte beklemiş olduğu Ojöroya rasgelince,
Ojöro onunla alay ediyor, ve: "Siz beni, bu akılsızın aşkı
uğruna Laipçiğin bir varoşunda kendini öldürtecek ka­
dar mecnun bir adam yerine mi koyuyorsunuz?” diyor.
Muzafferiyete ve imparatorun şan ve zaferine kaışr
bu lâkaytlık, en eski silâh arkadaşlarından birinin ağzın­
dan işte ilk defa olarak ifade edilmiştir; bu adamda artık
nefsini korumak şevki tabiîsinden başka hiç bir şey kal
mamış; bu şevki tabiî bir asker için gayet tabiîdir, fakat
bir Fransa mareşaline yaraşmaz. Bir gençlik arkadaşı on
saat müddetle harp sahasının filân kısmını tek başına tut­
tuğu halde bunun şeref ve liyakatinin başkasına atfedilip
kendi isminin ordu raporlarında zikredilmemiş olmasından
şikâyetle imparatora bir şey yazıyor. "Size hiç bir zaman
bu vesile ile ettiğim hizmetten daha sadıkane bir hizmette
bulunmamıştım. Sir, ben bu gibi ahval ve şeraitte kendi
hizmetini tamtamamış olmaktan daha beter bir şey bilmi­
yorum.” Bu şekva Marmondan sadır oluyor.
Bunlar taliin önden gelen işaretleridir : Kat’î karar
552 NAPOLEON

saatinde İmparatora ihanet edecekler Marmon ile Ojöro


olacak.
Ayni o gün, oradan birkaç fersah ötede Gcethe, Vay-
mar da çalışma odasında otururken Napoleonun tasviri
duvardan düşmüş. Laipçiğin topları uzakta gümbürdü­
yor, bozgunluğun ilk haberi havada dalgamyordu. Napo­
leonun, muzafferiyeti, bir defa daha zorlayıp zorlamıya-
cağım hattâ jenerallerinin bile bilemedikleri o dakikada,
İmparatoru bundan daha birkaç ay önce, yenilmez bir a­
dam addeden şair, onun Tali ve Tecellisinin ne olacağını
şimdiden seziyor ve tam onun ricat ettiği gün o vak’aya
âdeta efsanevî bir eskilik ve büyüklük hissi veren şu mıs­
raları yazıyordu:
"Şahane göğsünün cesaretten kabardığım hisseden bi­
ri, hiç tereddüt etmez. — Tahtın tehlikeli basamaklarından
sevine sevine çıkar, tehlikeyi bilir de gene asla yüz çevi­
rip geri dönmez. — Ezici ağırlığını önceden tartmadan ta­
cı alır, azimli bir hareketle onu pervasız alnının üstüne
kor, yerleştirir ve onu yapraktan bir çelenk imiş gibi kolay­
ca taşır. — Senin yaptığın işte bu. En uzak gayeye sen ken­
dini yaklaştırmağı ağır ağır, en emin surette Öğrendin. —
Engel nedir, onu sen bildin, tasdik ettin. Sana talili bu­
gün doğuyordu, seni kendine çağırıyordu; seni alkışladı­
lar, olan oldu, ok yaydan çıktı. — Ve böylece sen bugün
görüp yaşadığın bütün şeylere rağmen, seni harp ve ö­
lümle tehdit eden içli dışlı düşmanlara rağmen hâlâ ayak­
ta duruyorsun. — M illetler lâf edip bakmakla iktifa edi­
yor, onlara bir seyirden fazlası ne lâzım? — Vefasız dünya
bizim definelerimizi, bizim teveccühümüzü, bizim mevki
ve ikbalimizi bizden esirger, ve şayet sen onu aşk ile ken­
dine kadar yükseltebilirsen bile, aşk ta artık ona kâfi gel-
mez;ona lâzım olan şey, senin kişverindir. — Senin mille­
tin de böyle oldu, fakat ben şunu söylerim: hakikatte, se­
nin sukutun, ardı sıra onu da siirükliyecektir. — Ne olursa
olsun her adamın bir son günü ile bir son saati olacaktır.”
Ayni zamanda Şelling (Schelling) de şunu yazıyordu:
"Ben Napoleonun sonunun pek yakın olduğunu zannet­
mem. Şayet ben biraz bir şeyden anlarsam zannım budur
ki bütün iş ortakları ondan ayrılmadıkça kaza ve kader
onu kahredecek değildir; o, tâ zillet ke’sini en dipteki tor­
tusuna varıncıyadak içesiye kadar epeyi uzun müddet daha
yaşıyacaktır.”
Biraz sonra Bavyeralılar Fransız bayrağının altından
artık büsbütün kaçtıkları vakit Hegel de şunu yazıyor:
"Nürembergte millet, AvusturyalIları en menfur sevinç
sayhaları ile alkışladı; dünyada hiç bir şehir bundan daha
fazla bir zilletle hareket etmiş değildir.”
işte milletler muharebesi Almanyanın en münevver
zekâlarından üçü üzerinde bu akisleri uyandırmış.
Bunun, son muharebe olması iktiza ederdi; imparator,
ricatini bir sürü muzafferiyetli cenklerle takip etti. Erfurt-
ta Müra dönüp kendi kıratlığına gitmek üzre ondan izin
alıyor. Napoleon onu gitmeğe bırakıyor ve diyor ki: "Ma­
yıs ayında Ren üzerinde benim iki yüz elli bin kişim bulu­
nacak.” Artık o, ancak yüz binlerle sayı sayıyor... Mayansta
orduda tifüs baş gösteriyor; onun için Napoleon orduyu
acele acele hemen Renin beri yakasına geçirmeğe bakıyor.
Bütün bu ricat esnasında o, hep ayakta bulunuyor ve sa­
554 NAPOLEON

bahın üç veya dördünden akşamın on birine kadar çalışı­


yor.
Alman prenslerine gelince onlar birer birer İmpara­
tordan ayrılıyorlar ve biribiri ardınca galip müttefiklerin
umumî karargâhına baş vuruyorlar, orada onlara çabucak
af bahşediliyor. Bununla beraber, kendilerinden biri, onlar
hakkında hükmünü vermesini bilmiş: "Bu sefillerin tarzı
hareketine ne dersiniz! müstahak oldukları muameleden
çok daha eyi bir muamele gördüler. Bütün bu küçük prens­
ler zayıf adamlardır. Onlara şayanı esef tarzı hareketlerine
lâyık olmıyan bir şeref bahşediliyor... Kibirden, büyüklük
taslamaktan, zevku sefadan ve istibdattan ibaret olan hü­
kümdarlıklarının muhafazası, ancak tebaalarının kam pa­
hasına olduğu aşikâr ve bedihi.”
işte Frayher fon Ştayn (Freiherr von Stein), kendi
arkadaşları olan Alman prensleri hakkında bunalrı söyle­
mişti.

XII

Letisia şöminenin yanında oturmuş, elinde tarihi ve


imzası Mayanstan atılmış bir mektup tutuyor. Bu mektupta
oğlu ona, Lui nezdinde tavassutta bulunması hususundaki
şartlardan bahsediyor. Onu alt üst eden şey, bu şartlar
değil, fakat imparatorun onu işlerin zarurî ve mukadder
gidişinden haberdar eden bir küçük cümlesi: "Bütün Av-
rupanın bana karşı ayaklandığı ve kalbimin de nice cefa­
larla örselenip kırıldığı ahval ve şeraiti hazıra dahilinde...”
Kadın onu hiç bir vakit tehlikeden sakınmamıştır; gurur
DENİZ
555

ve azameti böyle bir şeyi daima reddetmiştir, zaten oğlu­


nun azameti de böyle bir şeye tahammül edemezdi ya; fa­
kat kadıncağız heyecanım nice defalar teklifsizlerinin hu­
zurunda ifade etmişti:
"Allah vere de onun saltanatı süreydi!” derdi. Onu
şahsan tehdit eden tehlike, onu hiç bir vakitte za’fa düşür­
müş değildi, fakat önün içi daima evlâtlarının üstüne tit­
rerdi. Bir felâket vuku bulursa onlara kim yardım edecek?
Bugün de kendi kendine soruyor: Acaba İmparator daha
kime güvenebilir, kime istinat edebilir ?
Ve zavallı kadın şimdi, o, Almanyadan döndükten
sonra kendi öz çocuklarının ona hiyanet ettiklerini gör­
mekle mükedder oluyor. Karolinin tesir ve nüfuzu altında
kalan Müra, İngiltere ile bir mütareke, Avusturya ile de
bir ittifak imzalamış. Eliza, İmparatorun sukutuna kadar
Parise gitmekten sakınmağı müreccah gören Fuşeyi ken­
dine müşavir intihap ediyor. Fuşe kadına diyor ki: "Her
şeyi kurtarmanın bir tek çaresi vardır, o da İmparatorun
ölmesidir.” Siyasî meşgaleleri Elizayı, o kış Pariste verile­
cek balolar hakkında annesinden malûmat edinmekten a-
lıkoymıyor... Lui artık Avusturyada yaşıyamadığından,
kendisini Parise gelmekten meneden karar hilâfına hare­
ket ederek Parise muvasalat ediyor. İmparator onun Parise
40 kilometrodan fazla yaklaşmasını yasak ediyor. Lui pro­
testo ediyor. Valide kadın araya giriyor. İki kardaş arasında
bir mülâkat oluyor, fakat bu görüşme neticesinde onlar
büsbütün biribirlerinden ayrılıp uzaklaşıyorlar. Vestfalia
Kıralı Jerom, kendi kırallığını da, tebaalarım da bırakıp
kaçmış. İmparatorun daima gene yeniden bir işte kullan-
556 NAPOLEON

inağa çalıştığı Jozef, Parisin askerî kumandanlığını kabul


etmiyor. Barışmak bilmez Lüsiyen uzak duruyor.
îşte İmparatorun on yıldır, sülâlesini şahısları üzerine
istinat ettirmeğe çalıştığı erkek kardeşleri ile kız kardeşleri
bu halde. Kalbi daima en bahtsız çocuğuna doğru meyle­
den anasının duyguları ne yoldadır düşünün!
Buna mukabil Morfontende herkesin keyfi yerinde;
mükemmel İspanya krralı, kırallığı kalmamış bir kıral ha­
linde orada; — Jeromun karısı da, öteki kıral ile ayni şe­
rait dahilinde kıralhksız kıraliça bulunan o kadın da ora­
da. — Vatanından kovulmuş olan büyük İspanyol enkizi-
siyoncusu şatoda mes (messe) kitabı okuyor. Bunlardan
başka orada Hintli iki patrik, İtalyan, Alman, İspanyol
nedimler, temaşanın sonunu bekliyen bütün bir neşeli ka­
file de görülüyor. Bunların arasında bir kadin var ki buh­
randan, ötekilerden fazla kâr edeceğine dair kendi kendi­
ne söz veriyor: Bu kadın Bernadotun karısı, Jozef in baldızı,
vakti ile de hemen hemen Bonapartm nişanlısı olmuş olan
kadındı; biliyor ki koalizasyon kıt’alarmın amiri olan ko­
cası şimdi artık Ren üzerindedir. Yakın vakitte de Notr-
Damda, benim daha hâlâ güzel olan kıvır kıvır saçlarımın
üzerine Jozefinin tacını koyacaktır diye düşünüyor, o ha­
yale kapılıyor!
Bu şatonun içinde, hükümdarın, Efendinin aleyhine
kendisi dikkatsiz, ihmalci, öğüngen ve pek az entrikacı
bulunan şato sahibinin hayalinden bile geçmiyen, türlü
türlü entrikalar döndürülüyor. İmparator bunun farkına
varıyor, fakat heyhat çok geç, Roederere diyor ki:
"Benim işlediğim hatalardan biri de hanedanımın ati­
DENİZ
557

sini temin için kardeşlerimi lâzım sanmış olmaklığımdır.


Benim hanedanım atisini onlarsız temin etmiştir. Bu hane'
dan kargaşalıkların ve fırtınaların ortasında vakayi ve şu-
unun kuvveti ile kendi kendisini meydana getirecektir.
İmparatoriça bu işe kâfi gelir... Bu yıl her şey rahat geçti...
O, kendini benim büyüğüm sanıyor: bundan daha akılsızca
bir şey olur mu acaba? Büyük, o !... Babamızın bağı bos-
tam için şüphesiz öyle, büyük o ! kıral kadınlara tâbi; ev­
lerine, eşyalarına merbut ve daima kadınlarla birlikte sak­
lambaç oynıyor. Ben hiç bir şeye güvenmiyorum. Ben ev­
lerimi hiçe sayıyorum, kadınları hiçe sayıyorum, oğlumu
da şöyle az buçuk bir şey sayıyorum.”
Napoleonun nazarında her şey ancak boş bir tefahür-
den ibaret; sarayı, debdebesi de dahil olduğu halde, kendi
varlığım masseden hanedanlık hırs ve iptilâsı haricinde,
oğlu müstesna, hiç bir şeyin kıymeti, ehemmiyeti yok.
O sırada İspanya tahtım iadeten gene Kıral Ferdinanda
veriyor, yahut daha doğrusu onun hürriyetini ona bağış­
lıyor, Taleyranm tavsiye ve nasihati üzerine talep ediyor
ki bu tedbiri Kortes (Cortes) 1er tasvip ve tasdik etsinler.
Bu suretle işler sürüncemede kalacak, Fransız ordusu müm­
kün olduğu kadar fazla müddet İspanyada alıkonacak,
hainin kendi nam ve hesaplarına çalıştığı koalisiyonlular
da kolaycacık Fransamn hakkından gelecek. Jozef protesto
ediyor. İmparator ona:
"Benim vaziyetim ecnebi bir tahtı düşünmekliğime
müsait değildir; eski hudutları bana temin eden bir sulh
elde edebilsem kendimi bahtiyar addederim. Etrafımda
her şey, yıkılıp darmadağınık olmak tehdit ve tehlikesini
558 NAPOLEON

gösteriyor. Ordularım hiçe indirilmiştir. Uğradıkları za­


yiatı tamir ve telâfi etmek uzun vakte tevakkuf edecektir;
Hollandayr kaybettim, Italyaya güvenemiyorum... Belçika
ile Ren eyaletleri gayrı memnun; İspanya hudutları düş­
man elinde. Böyle bir vaziyetin içinde ben nasıl olur da
yabancı tahtları düşünebilirim!” diyor.
Önümüzdeki sefer esnasında Gard Nasionalin mühim
bir kontenjanım Pariste bırakmayı polis müdürü tavsiye
ettiği vakit İmparator ona: "Bu kontenjanların sadık ol­
duklarına dair bana kim teminat verebilir? Hiç ben böyle
bir kuvveti arkamda bırakabilir miyim?” diye çıkrşıyor.
İçinde ümitsizlik görünen korkular: Laipçiğ harbın-
dan sonra efkâr değişelidenberi ailesi, müttefikleri, payi­
tahtı, hepsi ve her şey ona şüpheli görünüyor. Posta nazırı
olup Parisin en müstakil adamlarından biri bulunan ve
şimdi sık sık imparatorun huzuruna çağırılan Kont Lavalc-t
(Lavallette) onu odasında, şöminenin önünde ayakta ve
kuvvei maneviyesi derin bir surette kırılmış bir halde bu­
luyor. Lavalet, cesaretle ona sulhu tavsiye ediyor, onu
Fransızların sebatsızlığından sakındırıyor, fakat onun bı­
raktığı enkazın mirasına konabilecek olan Burbonlarm
ismini telâffuz etmek tehlikesine uğradığı vakit Napoleon
ocağın yanından ayrılıp kendini yatağına atıyor. Lavalet
bir dakika sonra ona yaklaşınca bakıyor ki İmparator uyu­
ya kalmış. Bu sağ ve zinde aksülâmeller onda bol ve mah­
suldar bir hayatiyet mevcut olduğunu gösterir. Sukut ede­
ceği yerden iki parmak beride bulunan Napoleon, felâ­
keti önceden seziyor; Burbonların mevzuu bahs olmasına
tahammül edemiyor; sinirleri gevşiyor, uyuya kalıyor.
DENİZ 55g

Uyanınca, vaziyetteki tehlikeleri daha açıkça görüyor:


Şimal eyaletlerinin Burbonlara olan meyil ve muhalesatı,
50 ye inen eshamı umumîyenin sukutu Bank dö Frans ak­
siyonlarının değerlerinin yarı yarıya düşmüş olması, bir
gard nasiyonal meydana getirmek hususundaki güçlükler,
îşte bu vaziyet karşısında, Müttefiklerin, tarih ve imzası
Frankfurtta atılmış olan bir teklifnamesini hüsnü kabul
ediyor. Müttefikler arasında da İmparatorun dileyebilece­
ği kadar ayrılık ve tefrika var. Her şeyden evel devlet a­
damı olan Metternih Paris üzerine yürümek istemiyor; ha­
kikî bir romantikçesine Çar, Moskovanın öcünü Tüilöriyi
tahrip etmekle almak istiyor; en sonunda Avusturyanın
fikri galebe çalıyor; Fransaya gene eski tabiî hudutlarına
avdet etmesi teklif olunuyor: Ren, Alp ve Pyrene dağları..
İmparatorun yüreğine su serpiliyor ve bu şeraiti kabul et­
meğe hemen o saat karar veriyor. Hattâ Mare (Maret) o­
nun cevapnamesini kaleme bile almışken Napoleon bir­
denbire fikrini değiştiriyor.
Neden? Belki de Meclislerin gösterdiği mukavemet
onu kızdırmıştır. Bu meclisler, ilk defa olaraktır ki ona
kendi fikirlerini ve reylerini bildirmek cür’etinde bulunu­
yorlar; yeni bir silâhlanmayr ancak memleketin kendi top­
raklarım müdafaa İçin tasvip ve tasdik edecekler; hem isti­
yorlar ki İmparator, hürriyeti himaye eden kanunları icra
edeceğine dair söz ve teminat versin. Meclis, hatibi, gürül­
tülü bir şekilde alkışlıyor; on beş yıldanberi ilk defadır
ki Napoleona karşı tenkitler yürütülmeğe cür’et gösteri­
liyor. Her meclise karşı beslediği kin içinde Napoleon bu
nutkun tab’ınr menediyor, meclisin içtimaini başka bir za­
560 NAPOLEON

mana talik ediyor ve meb’uslardan bazılarına şöyle şiddet­


li bir itap ve hitapta bulunuyor:
"Taht nedir? Haddi zatında taht bir araya getirilmiş,
üstü de kadife ile kaplanmış birkaç tahta parçasından iba­
ret bir şeydir. Taht bir adamdır; taht ben im, iradem ile,
seciyemle, şöhretimle ben im. Şayet Fransa başka bir ka­
nunu esasi istiyorsa, o zaman kendine başka bir hüküm­
dar intihap etsin. Konuşmamı mağrurane mi buluyorsu­
nuz? Bu, şundan ileri geliyor, zira benim cesaretim var ve
Fransa kendi azametini bana medyundur.” Güneş - Kirala
lâyık bu sözlerden sonra, onlara şurasını haber veriyor:
"Kendilerini nezaret altına aldıracak.” Bu vak’a kânunu­
saninin birinde cereyan ediyor.
Ayni gün Blüher de Reni aşıyordu.
Yirmi yıl gayretten sonra, altı büyük harptan sonra
tesadüf olarak bir Prusya mareşalinin şahsında teşahhus
ve tecelli eden Monarşi prensibi kendisini İhtilâl mem­
leketinden ayıran nehri geçerken asrî fikirlerin vârisi de
beri yanda milletin mümessillerini dağıtıyor ve hürriyetle­
rini tehdit ediyordu.
Te Deom (Te Deum)^1} ları yirmi yıldır hep İmpa­
ratorun muzafferiyetlerini kutlulıyan Nötr - Damda şim­
di Fransanın askerî muvaffakiyeti için dualar yükseliyor,
vaktile Napoleonun kendilerine hürriyet getirdiğini iddia
ettiği mağlûp milletlerin hükümdarları da şimdi kendi pay­
larına kendilerini fransız milletinin halâskârları ilân edi­
yorlardı.

e î r e D eu m — K ilis e d e okunan resm î dua.


DENÎZ
561

M ü t t e f i k le r e n n ih a y e t b ü y ü k d ü ş m a n la rın ın m u h a ­
re b e te k n iğ in e v e g a le y a n a g e tir ic i t e b liğ v e b e y a n n a m e
u s u lle r in e h e r n e k a d a r te s a h ü p e tm iş le rs e d e , o n u n i lm i­
n i h e r n e k a d a r a lm ış la r s a d a , b u d e fa k i m u z a f fe r iy e t le r i-
n i a n c a k a d e tle r in in ç o k lu ğ u n a v e y ir m i y ı l ş a n v e ş e r e f
k a z a n d ık ta n s o n r a a r t ı k r a h a tta n b a ş k a b i r ş e y ö z le m iy e n
b ir m ille t in b itk in liğ in e b o r ç lu o la c a k la r . Ş im d ilik t a le p ­
le r in i v e h a k id d ia la r ın ı i f r a t a v a r d ı r a r a k h e r n e v i u z la ş ­
m a y ı te h lik e y e s o k ıy o r la r . A r t ı k F ra n s a y a a n c a k 1 7 9 2 bu*
d u t la r ın ı t e k l i f e t t ik le r i g ü n i m p a r a t o r m ü z a k e r a tı k e s iy o r
v e b ü tü n g ü ç lü k le r e ra ğ m e n k u v v e tle n d ir m e ğ e m u v a f f a k
o ld u ğ u c e p h e y e g itm e ğ e h a z ır la n ıy o r .
N a p o lé o n e y i b i r ş e k ild e d ir . Z a h it b i r a d a m k e n d is i­
n e , I m p a r a to r iç a v a s ıta s ı i le v e m a iy e ti v a s ıta s ı ile S e n t
J e n e v i y e v ( S a in te G e n e v iè v e ) in h im a y e s in i n iy a z e ttir m e ­
s in i ta v s iy e e ttiğ i z a m a n , i m p a r a t o r k a h k a h a i le g ü lü y o r :
" A r t ı k s iz in h a m b i r s o f u o lm a k iç in h iç b i r e k s iğ in iz k a l­
m a m ış ! B e n , d ö ğ ü ş m e ğ e g i d i y o r u m !” d iy o r .
B u b u h r a n lı s a a tte p a y ita h tın ı k im in e lin e b ı r a k ı y o r ?
K im e e m n iy e t e d iy o r ? J o z e fe .
J o z e f k i h iç h a r p ta n a n la m ıy o r v e im p a r a t o r u n d ü ş ­
m a n la r ı i le b i r li k o lu y o r , u m u m k a y m a k a m v e P a ris m ü s ­
ta h k e m m e v k ii k u m a n d a n ı o lu y o r . B u s o n y a k la ş m a te ş e b ­
b ü s ü im p a r a t o r d a k i a i le d u y g u la r ım , e m n iy e ts iz liğ i ve
y a ln ız lığ ı a c a b a h a n g i y e n i y e n i e m a r e le r le t e n v ir e tm e z !
G itm e z d e n az e v e l, J o z e fi, d o ğ ru d a n d o ğ ru y a y a N a ip
I m p a r o to r iç a i le iş y o ld a ş lı ğ ı e d e c e ğ in e d a i r a le n e n v e re s ­
m e n sö z v e rm e k , y a d a P a r is te n u z a k b i r y e r d e s ü r g ü n y a ­
şa m a k ş ık la r ın d a n b i r i a r a s ın a k o y u y o r . " Ş a y e t b e n y a -
Napoléon — 36
562
NAPOLEON

ş a rs a m siz d e o r a d a ra h a t y a ş a rs ın ız , ş a y e t b e n ö lü rs e m s i­
z i d e y a y a k a la r la r y a d a ö ld ü r ü r le r . B a n a d a , a ile y e d e ,
k ız la r ın ız a d a , F ra n s a y a d a h iç b i r fa y d a n ız d o k u n m a z ;
fa k a t s iz in b a n a z a r a r ın ız d o k u n m a z , b e n i s ık m a z s ın ız d a.
H e m e n s ü r a tle ik i ş ık ta n b ir in i in tih a p e d in iz , a la c a ğ ın ız
v a z iy e ti ç a b u c a k a lın ız .”

B u e d a , t a h t ı iç in c id a lle ş e n b i r a d a m ın e d a s ıd ır . G û ­
y a ö lü m ü d a h a ö n c e d e n g ö r ü y o r m u ş g ib i, b irç o k e v r a k im ­
h a e d iy o r ; m e ş ru o lm ıy a n o ğ u lla r ı n ın a tis in i te m in e d iy o r ;
k ü ç ü k L e o n a b ir i r a t b ır a k ıy o r , v e K o n te s V a le v s k a m n o ğ ­
lu n a b ü y ü k b i r m e ş ru ta v e r i y o r . N e r d e ise ü ç y a ş ın a b a sa ­
c a k o la n v e li a h t ı n a g e lin c e o n u k u c a ğ ın a a l ıy o r v e G a r d
N a s y o n a lin z a b itle r in e d o ğ r u ile r i le y e r e k : " D ü n y a d a b a ­
n a e n az iz o la n , b e n im e n k ıy m e tli o la n ş e y im i s iz in h ı f z ı ­
n ız a b ır a k ıy o r u m , size e m a n e t e d iy o r u m ; b u n u n c e v a b ın ı
b a n a siz v e re c e k s in iz ” d iy o r . T a v s iy e le r in i t e y it e d iy o r :
J o z e f e m u k a v e m e tte a n u tç a s a b it o lm a s ın ı; M a r i - L u iz e
d e o ğ lu n u n İ m p a r a t o r lu ğ u n a c e s a re tle n ig e h b a n o lm a s ın ı.
E rte s i sa b a h d a P a ris te n ç ık ıp g id iy o r . O r a y a t e k r a r ç o k
s o n r a la r ı v e n ic e n ic e u z u n d o la m b a ç la r d a n s o n r a g e le ­
c e k tir.

XIII

B ir k a ç g ü n s o n r a y e n ilm iş ti.
O n u n i l k b i r m a n e v r a s ı g e n e m u v a f f a k o lm u ş tu . B ri-
e n c iv a r ın d a B lü h e r i g e r i p ü s k ü r ttü . K e n d in i m ü d a fa a e t­
m e k iç in k ılı c ı n ı ç e k m e ğ e m e c b u r o ld u ğ u n d a n b ir a ğ a c ın
a lt ın d a b i r a n d u r a k la d ı. B u a ğ a c ı ta n ıd ı. B u a ğ a ç , o k e n ­
DENİZ
563

disi daha 12 yaşında iken gölgesinde Tasso (Tasse) yu


okuduğu ağaçtı. îlk hülyalarının romantik yadı!... Böyle
bir anda, kendi mukadderatı hakkındaki duygusu dastant
bir azamet alıyordu.
Sonra yeni bir felâket daha, Blüher onu Rotiyer (Ro-
thiere) de yendi. Paris tehdit altında kaldı. İmparator ar­
tık kırılıp bitmişe benziyordu. Kolenkur mektupla, Mare de
ağızdan ona yalvarıp yakarıyordu ki bu işten vaz geçsin.
Mareyi ancak dinledi dinlemedi Monteskiyönün bir kita­
bının yapraklarını dalgın dalgın çeviriyordu. Ona bir fık­
rayı göstererek: "Yüksek sesle okuyun’’ dedi.
"Ben, bizim günlerimizde saltanat süren bir hüküm­
darın, bir kiralın işitip anlamaması icap eden teklifleri
kabul etmekten ise tahtının enkazı altına gömülüp kalma­
ğa karar vermesinden daha âlihimmet bir şey tasavvur e­
demem.”
— Sir, ben de bundan daha âlihimmet bir şey biliyo­
rum ki o da sizinle birlikte Fransamn dahi içine düşeceği
girdabı doldurmak için sizin kendi şan ve zaferinizi o gir­
dabın içine atmanızdır.
—"O halde, pek âlâ Efendiler! yapın sulhu! Kolenkur
yapsın bakalım, sulha nail olmak için her ne lâzım geliyor­
sa ona imzasını bassın. Ben böyle bir sulhun zilletine kat­
lanabilirim, fakat kendi tezellülümü kendi ağzımla söyle­
yip yazdırayım? benden böyle bir şey beklemeyin!”
îmdi Mare, Şatiyyon (Châtillon) da düşmanlar yeni
yeni müzakerelere girişmiş olan Kolenkura yazıyor. Ku-
lenkurun ödü kopmuş; daha vazih talimat istiyor; İmpa­
rator tereddüde düşüyor ve Jozefe şöyle yazıyor: Parisin
564 NAPOLEON

kapılarında ve istihkâmlarında sıkı durun, muhtelif kapı


ve istihkâmlara 2 şer parça top yerleştirin. Tüfeği ve av
tüfeği olan Gard Nasyonal oralarda yer tutsun, nöbet bek­
lesin.. Her istihkâmda nizamiye tüfeği ile silâhlı 50 şer
kişi, av tüfeği ile silâhlı yüzer kişi, ve mızraklarla müsellâh
100 er kişi bulunmalı, demek ki en belli başlı istihkâmların
beherinde 250 adam eder,
Karun, dilenci olmuş. Altı ay, hattâ üç ay evel olsaydı
bu adetlere hiç olmazsa üç sıfır daha ilâve ederdi, şimdi
ise istiyor ki bu derece müteaddit orduların tehdidi kar­
şısında kalan Paris iki top ve yüz av tüfeği ile kendini mü­
dafaa etsin! İmparator vaziyetin ağırlığının, vahametinin
tamamı ile farkına varıyor; zira cesareti o kadar kırılmış
ki Mare ona sulh şartlarını imlâ ettirmeğe bile muvaffak
olmuş: Belçika ile Renin sol yakası hür olacak.ltalya feda
edilecek. İmparator, Paris ile kadife kaplı dört tahta par­
çasını elinde tutabilmesi için Bonapartm da, Napoleonun
da fethetmiş olduğu her ne varsa geri verilip eski haline
iade edilecek! Ertesi gün imza edecek: Onu sevenler, onun
bir kalem çizgisi ile bütün askerî fütuhatım sileceği o an­
dan çok korkuyorlar, dehşete geliyorlar.
Fakat kaderin kararı başka imiş. Geceleyin yeni haber­
ler geliyor: Düşman dün'zannedildiği kadar müsait mev­
ziler işgal etmiyor. Napoleon birbenbire bütün azmini
yeniden ele alıyor ve sabahleyin nazır ondan imzasını iste­
meğe geldiği vakit onu o haritaların üstüne eğilmiş bulu­
yor ve cevap olarak da ondan ancak şu sözleri alıyor: "Şim­
di artık büsbütün başka bir mes’ele mevzuu bahstır, ben
Blüheri yenmek üzereyim.” Parisin tehlikede olduğunu
DENİZ
565

y a z a n J o z e f e e m ir le r v e r m e k le b e ra b e r şu s e r t v e k a t’î ce­
v a b ı d a y a z ıy o r :
" P a ris b e n sa ğ k a ld ık ç a a s la iş g a l e d ile c e k d e ğ ild ir ...
B e n size I m p a r a to riç a iç in v e R o m a k ı r a lı iç in v e a ile m iz
iç in a h v a lin v e v a z iy e tle r in ic a p e t t iğ i ş e y le r i e m re ttim ...
B e n im , e tr a fım d a k i a d a m la rd a n y a r d ım b e k le m e k h a k k ım ­
d ı r ; ş u n d a n d o la y ı k i b e n k e n d im d e o n la r a y a r d ım e tm i­
ş im d ir. K u v v e t le r i m i z P a ris i ta h liy e e ttiğ i ta k d ir d e İ m p a ­
r a t o r iç a y ı o r a d a b ıra k m a k f i k r i n d e T a le y r a m n d a h li v a r s a ,
b i r ih a n e t te r tib in d e b u lu n u y o r la r d e m e k tir. S iz e ş u n u te k ­
r a r e d e r im : b u a d a m a e m n iy e t e tm e y in . B e n o n u n la o n
a l t ı y ı ld ı r d a im a m ü n a se b e tte b u lu n u y o r u m ; h a ttâ ona
k a rş ı te v e c c ü h b ile b e s le m iş im d ir, f a k a t b iz im h a n e d a n ı­
m ız ın e n b ü y ü k d ü ş m a n ı, h e le ş im d i b irk a ç z a m a n d ır ik ­
b a ld e n d ü ş e li b e ri m u h a k k a k s u re tte o d u r . V e r d iğ im n a-
s ih a t la r ı a k lın ız d a tu tu n . B e n iş i o a d a m la r d a n daha eyi
b ilir im . Ş a y e t m u h a re b e y i k a y b e d e rim d e b e n im ö lü m ü m
h a b e ri d e g e lirs e , siz k e y fiy e tt e n , n a z ır la r ım d a n ö n c e h a ­
b e r d a r o lu rs u n u z ... S iz e e v e lc e d e b ild ir d im k i m a d a m d a,
m a d a m n e z d in d e m u k im V e s t f a li y a k ır a liç a s ı d a P a ris te
p e k â lâ k a la b i li r le r d ü ş ü n c e s in d e y im . F a k a t s a k ın İm p a -
r a to r iç a i le R o m a k ı r a lı m d ü ş m a n e lin e d ü ş m e ğ e b ıra k m a ­
y ın . Ş u n d a n k a t’iy y e n e m in o lu n u z k i o andan itib a r e n
A v u s t u r y a a lâ k a s ın ı k e s e r, v e o n u a lır , g ü z e l b ir ta h s is a t
ile V iy a n a y a g ö tü r ü r . İ n g ilt e r e N a ib i ile R u s y a o n la r a h e r
n e t e lk in e d e r le r s e F ra n s ız la r a k a b u l e t t i r i li r . B ö y le o lu r s a
b iz d e b ü tü n p a r t i y i k a y b e d e riz ...
" B irk a ç g ü n z a r f ı n d a s u lh y a p m a m ih tim a li d e v a r d ır .
D ü n y a d ü n y a o la lıd a n b e r i b e n b ir h ü k ü m d a r ın a ç ık ş e h it­
566 NAPOLEON

lerde kendini ele geçirttiğini görmemişimdir... Binaena­


leyh, şayet ben hayatta kalırsam bana itaat edilmelidir;
şayet ölürsem, benim saltanat süren oğlumla Naip împa-
ratoriça, kendilerini ele geçirtmemeliler; bunu Fransızların
şerefi namına böyle yapmalılar ve son fransız neferi ile
en son köye kadar çekilmeliler. Beşinci Filipin karısının
söylemiş olduğu şeyleri hatırlayın... Filhakika, İmparato-
riça hakkında ne derler? Oğlunun tahtım ve bizim tahtı­
mızı bıraktı gitti derler. împaratoriça ile Roma kıralı Vi-
yanaya gidince, yahut düşmanlar eline düşünce siz de ası
olursunuz, kendilerini müdafaa etmek istiyenler de asî o­
lurlar. Oğlumun Viyanada Avusturya prensi gibi terbiye
edildiğini görmektense boğulup öldürüldüğünü görmeği
tercih ederim. Ben Andromak (Andromaque) i her seyre­
dişimde hanedammn ölümünden sonra da hâlâ yaşıyan
Astiyanaks (Astyanax) in tecellisine hep acımışımdır ve
babasından sonra yaşamamağı onun için bir saadet diye
görmüşümdür. Siz fransız milletini bilmezsiniz: Bu vaka-
yi içinde geçecek olan şeylerin neticesi hesaba sığmaz.”
Etrafı kuşatılıp sıkıştırılmış bu adamda derin haya­
tın çarpıntıları! Gençliğindenberi ilk defa olarak, gözü­
nün önünde ölümü veya inkırazı, ihtimal ki her ikisini bir­
den vuzuhla görüyor. O facıalı saatte varlığının iki esas­
lı unsuru galeyana geliyor: Harptan alâkalarım kesen A­
vusturyalıların çekilmesinden husule gelecek olan elim ne­
ticeleri soğuk kanlılıkla hesap ediyor; ayni zamanda mu­
hayyilesi de atiye nüfuz ediyor ve evladü ayalinin ikbal
ve tecellisini tasvir ediyor. Eskiden olduğu gibi bugün de
hattı hareketini tarihin büyük örnek ve misallerine göre
DENİZ 567

tanzim ediyor; şan ile şeref bu hatları kahramanca bir a­


kisle aydınlatıyor. Hem donuk, hem de hararetli olan bu
mektup tam bir devlet Recülünün ve ayni zamanda bir
şairin yazacağı mektuptur.
Hem de bir ordu şefinin mektubudur. Ordu şefi ola­
rak kıt’alarmı ikiye bölüyor ve parlak bir tecavüzle Blü-
heri yeniyor, Şampober (Champaubert) ile Montöro (Mon-
tereau) arasında dokuz günde altı defa galebe çalıyor. Gi­
dişindeki bu hız j ener al Bonapartlık zamanındaki halini
hatırlatıyor; fakat bugün artık muharebelerinin adı fran­
sız isimleridir. Montöroda kendisi gene tekrar topçu ola­
rak toplarım da vaktiyle Tulonda olduğu gibi gene biz­
zat yerli yerine yerleştiriyor: "Arkadaşlar, ileri! hiç bir
şeyden korkmayın; beni öldürecek gülle daha dökülme­
miştir bile!...” diye haykırıyor... Blüher mağlûp olmuş­
tur. Sıra şimdi Şvartzenbergin! Fakat Şvartzenberg, ordu­
larının muzaffer olup olmıyacağından korkarak, her ne
pahasına olursa olsun imparatorla boy ölçüşmek istemi­
yor, Şatiyyon da bila müddet bir mütareke imzalansın diye
doğrudan doğruya Bertiyeye müracaat ediyor, imparator
bu teklifi haber alır almaz derhal o cenkçi kızkınlığı iki
kat artıyor. Şahsan Jozefe şecaatle, zekâ ve irade ile müh-
tez bir mektup yazıyor: "Sizin karıma Burbonlardan bahs­
etmiş olmanızı esefle gördüm, eza duydum. Bu gibi mü-
kâlemelerden sakınmanızı sizden rica ederim. Ben karım
tarafından himaye edilmek istemiyorum. Bu fikir onu şı­
martır ve aramızı açar... Ben hiç bir vakitte Parislilerin al­
kışlarını aramış değilimdir. Ben bir opera şahsiyeti deği­
lim, o mizaçta bir adam değilim. Esasen çok gürültü eden
568 NAPOLEON

3 veya 4000 adamın ihtirasları ile hiç bir müşterek noktası


bulunmıyan bu şehrin ruhunu bilip anlamak için insan
sizden daha amelî olmalı. Asker tahriri yapmağa çalışmak-
tansa asker tahriri yapılamaz deyip işin içinden çıkmak ga­
yet basittir, işe de gelir... Gözlerinizden öperim.”
Biz mektuplarının altında bu formülü artık görmiyeli
nice yıllardır? Marengodan beri ne kardeşlerine, ne de je-
nerallerine böyle bir şey yazmış değildi ve Jozef hem kar­
deşi, hem de jeneralidir. İmparatorun kalbi daha kuvvetle
çarpıyor, ve kendi üstünlüğünü zorla kabul ettirmek hu­
susundaki azmi ve iradesi daha aşikâr.
Ertesi gün Savariye daha şiddetli ve harp çoşkunlu-
ğu ile meşbu bir mektup yazıyor: "Eyi bilsinler ki bugün
ben gene hep o Vagramdaki ve Austerliçteki ayni ada­
mım; devletin içinde hiç bir entrika istemem... Biliniz ki
şayet devlet makam ve salâhiyetine karşı bir umumî mah­
zar yaptırtılmış olsa idi kıralı da, nazırlarını da, o mah­
zara imza atacakları da tevkif ettirirdim. Ben halkın ye­
rine hatiplik edenleri kat’îyyen istemem; unutulmasın ki
büyük natıkaperdaz ben im.”
Müttefiklere gelince, onlar biribirleri ile uzlaşmış
değil. Çar istiyor ki fransız milleti ya Bernadotu, ya da
bir başkasını intihap ve ihtiyar edinciye kadar Parise rus
bir vali kumanda etsin. Avusturya ancak bir Burbonu ka­
bul edebileceğini beyan ediyor. Şvartzenberg seri’ bir sulh
temenni ediyor, harp açmaktan ise "askerî bir vaziyet mu­
hafaza etmeği” tavsiye ediyor. Bu esnada, son bozgunlu­
ğundan kendini toplamış olan Blüher tekrar ileri yürüyü­
şüne başlıyor. Fransamn eski hudutlarım kabul etmesi İm­
DENİZ
569

paratora ikinci defa olarak teklif edildiği zaman İmpara­


tor: "N e? Benim böyle bir muahedeyi imza ettiğim i iste­
mek m i?” diye bağırıyor. Ve düşmanlarının kendi ordu­
sundan üç m isli daha fazla olduğu kendisine haber veril­
diği zaman o da şu kahramanca cevabı veriyor: "Benim
50,000 kişim var, bir de ben, eder 150,000.”
Mart iptidasında, yeniden Blüherin üzerine dönmek
üzre iken, ordusunun kalan kısmı ile irtibatı temin etmek
içn öyle bir jeneral arıyor ki şahsına emniyeti tam olsun;
o kat’î saatte, en eski silâh arkadaşım intihap ediyor: Mar­
mon.
Fakat İmparatorun, ilk alâmetlerini geçen yıl Düben
şatosunda iken gördüğü serkeşlik ve isyan fikiri ve ruhu
ki o zamandanberi kardeşlerinin teşvik ve tahriki ile daha
büyümüştü, bazı jenerallerini harp meydanında ihanete
sevk etmeğe kadar da varacaktır. Napoleona hizmet etmek
hususunda ilk olan Marmon, ihanet etmek hususunda da
ilk olacaktır..
Udino ile Makdonald zaten Bar-sür-Ob (Bar-sur-Au-
be) muharebesini kaybetmişler. Lan (Laone) da Marmon
artık ancak şekil için, şöyle âdet yerini bulsun diye harp
ediyor; topçusunu olduğu yerde terkederek muzafferiyeti
elinden kaçırıyor ve kendisini açık ordukâhta ansızın bas­
tırıyor; Bertie diyor ki: "Onun, kılıcım orada Marmonun
vücuduna saplamasının tam yeri idi amma, ne edersin, o­
na karşı öyle bir zaafı var ki gazabı yatıştı ve kumandan­
lığım elinden almadı.”
Onun, bu gibi anlarda, gençlik zamanındaki dostları­
na emniyet etmesinden daha tabiî ne olabilir? Bununla be­
570 NAPOLEON

raber ona ihanet eden sade Marmon değil. Vakti ile Rivo-
lide cengetmiş olan Ojöro da gizliden gizliye Avusturya
ile münasebete girmeğe başlıyor; ve Napoleon kendisini
çağırdığı zaman, onun istettiği yerde bulunmaktan içti­
nap ediyor. İmparator onu nasıl dostane bir eda ile azar­
lıyor ve eski silâh arkadaşlığı hatırasının onda canlı yaşa­
dığı nasıl hissediliyor:
"Ne? altı saat sonra da siz hâlâ seferde değil mi idi­
niz? Altı saat dinlenmek elverirdi... Bana ne zavallı bir
sebep gösteriyorsunuz, Ojöro ! Para mı yok... Koşum
hayvanlarınız mı eksik ?... Size bu mektubu aldığınızdan
iki saat sonra gidip sefere başlamanızı emrediyo­
rum. Siz gene hep o Ojöro dö Kastiliyone (Auge-
reau de Castigliyone) de iseniz kumandanlığı muhafaza
edin! Yok, altmış yaşınız size ağır geliyorsa o kumandan­
lığı bırakın, onu en eski jeneral zabitlerinizden birine bı­
rakın. Vatan tehdit altındadır... Tekrar 93 teki çizmeleri
ayağa geyip azmi de ele almak lâzım! Fransrzlar ileri kara­
kollarda sizin sorgucunuzu gördüler mi siz artık istediği­
nizi yaparsınız!”
Bu konuşan, jeneral Bonapartdır. İnhitatındaki yıldı­
zın yanık parıltısı, o doğuşu zamanındaki şaşaalı zuhurunu
hatırlatıyor.
Marmonun ric’ati üzerine Arsis-sür-Ob (Arcis-sür-
Aube) da takviye kıt’alarrndan mahrum kalan İmparator,
bütün bir ordunun karşısında birkaç bin kişi ile kalıyor.
Hasbelkader mukavemet edemeyip mağlûp olacak. Harbin
en kızgın zamanında dragonlar koca bir toz bulutunun,
üzerlerine doğru ilerilediğini görüyorlar: "Kazaklar!” diye
DENİZ 571

bağrışarak kaçışıyorlar. O zaman İmparator, atım mahmuz-


lıyarak onların ortasına atılıyor: "Dragonlar! toplanın bir-
araya! Ne yapıyorsunuz siz! Ben buradayım, yanaştırın
kolları, Dragonlar ileri!” diye bağırıyor. Kılıcı çekiyor,
doğru düşmanın üstüne saldırıyor; er kâm harbiyesi ile
muhafız takımı da arkasından gidiyor; 6000 kazağı kaçı­
rıyorlar. Bu, yıllardanberidir Napoleonun bizzat sevk ve
idare ettiği ilk süvari hücumudur. Atı yaralanıyor, Napo­
leon başka bir ata atlıyor. Bertie der ki: "O gün İmparator,
besbelli, ölümü aradı.”
Ölümü bulamadı. Sezar, Kromvel, yahut Büyük Fre-
derik nasıl harp meydanında yiğitçesine düşüp ölmedi ise
Napoleon da, harp meydanında yiğitçesine düşüp ölmek
nasibi değildi. Bu adamlar jeneralden de fazla birer şeydir;
bunlar milletleri sevkeden insanlar oldukları için öz mem­
leketlerine karşı dahi olsa kendi, tali ve mukadderatlarım
gene sonuna kadar takip edeceklerdir.
O zamandan itibaren kaza ve kaderin, mânası ağır
darbeleri, birbiri ardınca geliyor. İnsanları muhakkar ve
zelil gören adamı insanların bırakıp terketmesine kim şa­
şar? Birer prens yaptığı nice askerler, prensliklerini askerce
ölümüne tercih etmiyorlar mı? Saltanat süren en eski ha­
nedana mensup olup da sonradan görme bir adama zorla
everilen bir kadın, o adamı inkâr etsin de gitsin gene
Habsburglara dönsün? Her birine lüzumundan fazla em­
niyet göstermiş olduğu kardeşleri, her şeylerini kendisine
borçlu oldukları adama şu felâket sırasında yardım ede­
ceklerine sırf nefislerini düşünsün?
Babasına yazsın diye imparatorun ricada bulunduğu
572 NAPOLEON

Mari Luiz böyle bir şeye ancak tereddütle karar veriyor;


ona gevşekçe bir mektup yazıyor ve Mari Terezin misalini
taklit edeceğini söyliyerek onu tehdit edeceği yerde, en
hakikî duygularının nelerden ibaret olduğunu üstü kapalı
kelimelerle anlatıyor. İngilizlerin Bordoya asker çıkardık­
ları ve orada Burbonların bayrağı dikildiği Avusturya ka­
rargâhı umumîsinde haber alındığı vakit, İmparatorun,
kendi karısına yazıp Marn gerisine çekilmek niyetinde ol­
duğunu bildiren bir mektubu da ele geçince, Müttefikler
daha fazla vakit geçirmeksizin Paris üzerine yürümeğe ka­
rar veriyorlar.
Her yandan sıkıştırılıp âciz bir halde bırakılmış ol­
makla beraber Napoleon cür’etkârane bir plân tasarlıyor.
Köylüleri silâhlandırmak istiyor; bu adamlar şüphesiz ki
onun arkası sıra gelirler; istilacıya karşı besledikleri kin o
kadar büyüktür. Bu esnada haber geliyor ki Marmon ken­
dini ikinci defa yendirtmiş ve Mortiye ile birlikte payitah­
ta doğru geri çekiliyor. Evini ateş sardığını duyan bir a­
dam gibi imparator da hemen Parise atılıyor, kıt’alarmın
kumandasını Bertieye bırakıyor, kendi de muhafız kıt’a-
ları ile birlikte gidiyor. Birdenbire bütün mevkipten ayrı­
lıp Kolenkur ile birlikte bir arabaya atlıyor, ta ki hükü­
metin dizginlerini bir an evel gene ele almak için çar ça­
buk Parise varsın.
O, daha böyle kaç muharebeden sonra payitahtın ka­
pılarına yaklaşırken nice defalar kendi kendine: Acaba
Parisi nasıl bulacağım, diye sormamış mıdır? Zihnini bu
akşam sade bir tek düşünce kurcalıyor: Kendilerine İm­
paratorluğumu emanet ettiğim kimseler, Naib imparator i-
DENİZ 573

ça, müstahkem mevki kumandanı Jozef, ve emri altında en


ehemmiyetli kolordu bulunan Marmon dayanıp sıkı du­
racak mı?
Geceleyin, konak yerinde, bir zabitle birlikte bir as­
ker kafilesine tesadüf olunuyor. Zabit geri çekilen kıt’a-
lara mesken temini için mareşal Mortieden emir almış ol­
duğunu imparatora bildiriyor:
— "Geri çekilen kıt’alar mı? İmparatoriça nerede?
Jozef nerede?”
— imparatoriça Hazretleri Roma kıralı ile birlikte dün
Blua (Blois) ya gitti. Kıral Jozef şehri bugün terketti.
— "Ya Marmon?”
— Bilmiyorum, Sir.
imparatorun alnında inci gibi ter taneleri beliriyor,
ağzı kenetleniyor. Bu müthiş haberleri dinledikten sonra:
"İleri! Gard Nasyonal ile ahali bana mesnet olur... Ben bir
kere Parisin surları içine gireyim, oradan ya ölür çıkarım,
ya galip çıkarım.” diye bağırıyor.
Kolenkur, onu yoluna devam etmekten güç hal ile vaz
geçiriyor, imparator emrediyor ki Marmonun kolordusu
Essonun gerisinde saf tutsun. Nazıra diyor ki: "Atın kar­
nını yere değdirecek kadar koşturup Parise yetişin! Bakın
hâlâ muahedeye tavassut etmek mümkün mü... Beni düşma­
na sattılar, teslim ettiler.Ne ise gidin, hemen gidin, size
salâhiyeti kâmile veriyorum; mesafe uzun değildir... Gi­
din!”
Yüz metro kadar ötede, imparator Sen (Seine) i gö­
rüyor; bir de ne görsün? Onun sularına akseden şeyler ne?
Karşı yakada, piştarları ordu kurmuş ta türkü söyleyen
574 NAPOLEON

düşmanın ateşleri... Napoleon, iki posta arabası ile bir kaç


ta hizmetkârın yanı başında ayakta duruyor; gözlerini ge­
ceye dikmiş, bakıyor.
Sonra, başka yola çevrilmelerini emrediyor ve kendini
Fontenbloya götürtüyor.

XIV

İhtilâl devrinin nazırı Taleyran, hâlâ X V inci Lui za­


manında imiş gibi peruka takındığından, ertesi sabah daha
oda hizmetçisinin elinden çıkmamışken birdenbire kapr
açılıyor ve içeriye ansızın ve hattâ vürudunu haber bile
verdirmeden kont Neselrod (Nesselrode) giriyor ve eski
dostunu neşe ile selâmlıyor. Taleyran nakleder ki, üstü
başı podra içinde kalmış, iki saat sonra Çar onun evine
İnmiş, bomba korkusundan Elize sarayında oturmak iste­
memiş. İşte Napoleonun nazırının on yıldır hazırlamakta
olduğu an bu andır; gayretlerinin mükâfatı işte budur.
Galipler, fazilete galebe çaldırmış olmanın hoş tesiri ile
yüzleri gülerek biribirlerinin elini sıkıyorlar.
Yirmi iki yıl süren beyhude teşebbüs ve gayretlerden
sonra Parisin kapıları nihayet o üç meşru hükümdara açı­
lıyor! Burbonların birçok taraftarı, onları halâskârlar di­
ye karşılamış; Sen-Jermen foburgundakiler koşuşmuşlar;
fakat Parisliler yerlerinden bile kıpırdamamışlar; bir şa­
hidin yazdığına göre yarın Napoleonun mu yoksa Luinin
mi hâkim olacağına intizaren lâkayt kalmışlar.
Jozef, alçakçasına kaçıp, Hanedanının en tehlikeli ol­
duğu gibi en mahir de düşmanı olan Taleyranı Pariste bı­
DENİZ 575

raktığı için meş’um akibet bir an önce zuhura gelecekti.


Fransız milleti mağlûp Efendisinin tahttan indirilmesini
hiç bir veçhile istemiş değildi; dört müttefik hükümdara
gelince, onlar da, Napoleona vermek istedikleri nasip ve
tecelli hakkında biribirleri ile uzlaşmış değillerdi.
Şu halde Napoleon, sırf yeminlerini tutmıyan hadim­
leri ile vefasız dostlarının entrikaları yüzünden düşecek­
tir. Taleyranda bunların ikisi de vardı. Onun için bu gün­
den sonraki on gün zarfında hadisatı, Çarın himmeti ile o,
sevk ve idare edecektir. Papaz, İmparator hakkında hiç kin
beslemiş değildir; çünkü onu, yıkıldığının daha ilk işaret­
leri belirdiği andan itibaren zaten sukuta mahkûm etmiş­
tir. İmparatorun esir düşdüğünü görmekle intikam alma­
ğa ehemmiyet vermediği için papazın nazarında en elve­
rişli hail sureti, İmparatorun ortadan kalkması olacaktır.
Mazisi pis, kıralcı bir zabit olan Mobröy (Maubreuil) is­
minde birini bu maksatla çağırtıyor, "Fontenblo yolu üze­
rinde gayet mühim bir vazifenin” icrasına karşılık ona bü­
yük bir mükâfat vadediyor. Fakat son dakikada korkuya
tutulan serseri, ancak Jeronun karısına hücum ediyor; İm­
paratorun canım alacağına kadının mücevherlerini soyu­
yor. Ayni zamanda Blüher de, kendi teşebbüsü ile, bir müf­
reze göndermiş, Napoleonu öldürmesi için ona kat’î emir
vermişti.
Çar, papaza: "Fransamn şimdi beklediği nedir?” diye
soruyor? Eski kıralım çoktandır seçmiş olan Taleyran, Ça­
rın ne düşündüğünü gene saygı ile soruyor. Çar, tereddüt­
le, Bernadotun adını telâffuz ediyor.
Taleyran da gülümseyor: "Fransa kendine artık asker
576 NAPOLEON

bir Efendi istemez. Asker isteyecek olsaydık, şimdi başı­


mızda olanı alıkorduk; çünkü dünyanın birinci askeri o-
dur. O gittikten sonra arkasından gelecek olan başka biri,
etrafına yüz kişi bile toplayamaz” diyor, işte, galibin yü­
züne karşı bunu söylemeğe cür’et ediyor. Bu ağızdan böyle
bir tazimin çıktığım Napoleon Fontenbloda işitseydi kim
bilir ne kadar şaşar kalırdı!
Ertesi gün Taleyran Senayı toplayor; Sena, imparato­
run çekilip gitmesi lüzumunu tasdik ediyor. O zaman her
kes Napoleonun tarafım tutmaktan vazgeçiyor; sade Ko-
lenkur hâlâ onun lehine savaşıyor ve Çarı tekrar onun da­
vasına kazanmağa çalışıyor, onun o densiz yüreğinde eski
dostluğu bir an için tekrar uyandırmağa muvaffak oluyor
ve Fransa tacının Roma kiralında kalması için müttefikler
nezdinde tavassutta bulunacağı vaadini Çardan koparıyor.
Kolenkur Çarı Bonapartların hanedanı lehinde hare­
kette bulunmağa sıkıştıradursun, Taleyran da, gene ayni 3
nisan günü, Marmonu getirtiyor. Düşman kıt’alarınm ku
vayı külliyesi daha Parise gelmedikçe Marmonun elinde
bulunan 12.000 kişi hâlâ bir kuvveti temsil eder.
Şu halde işte Napoleonun en eski silâh arkadaşı Napo­
leonun en eski nazırının karşısına geliyor. Usta diplomatın
makul delilleri askerin kalbine sinsi sinsi sızıyor, Marmon
da onu şöyle bir dinliyor ya!... Marmonun zaten çoktanbe-
ri canına yetmiş. Napoleona olan imanını daha ispanyada
iken kaybetmiş. Şimdi kendi kendine:
— Bitmiş bir adamın tarafım tutmak mı icabeder? Kı­
tal öldü, yaşasın KıralL. Harbiye mektebinde iken hepi­
miz kıralcı idik... Onun bozguna uğramış olması Burbon-
XII
DENİZ 577

ların bien-fondesini ispat eder... Verdiğimiz yeminden bizi


azat ettiler... Ya eski dostluğumuz?... Adam sen de! Daha
geçen gün Lan (Laon) daki işten sonra bana kötü muame­
le etti...» diye düşünüyor. Ve Taleyramn tesiri altında Mar-
mon, baş kumandan Şvartzenberge şunu yazıyor:
«Senanın kararı üzerine ordu da, millet te İmparator
Napoleona verilmiş olan sadakat yemininden azatolmuş
bulunuyor. Dahilî harp ihtimalini önceden görüp fransız
kanım dökülmekten alıkoması icabeden ordu ile millet a­
rasında ben bir yaklaşma husulüne yardım etmeğe niyet e­
diyorum.»
İmparatorun en eski müşüılerinden biri, hainlerin dai­
ma baş vurdukları bu sahte bahanelerin örtüsü altında, e­
fendisinin çöküp yıkılmasına sebebiyet veriyor. Marmonun
gösterdiği bu örneği biraz sonra da Ojöro, hakaret amiz
bir beyanname ile taklit etmişti.
Nazır, Marmonu kazanmağa çalıştığı dakikada İmpa­
rator da, Fontenbloda Eski Gardım teftişten geçiriyor:
"Bazı kötü Fransızlar, muhacirler... beyaz kokardı (alâme­
ti farika) takmışlar. Alçaklar! Bu yeni sui kastın mükâfa­
tım görürler onlar! Ya yenip ya ölmeğe, ve 20 yıldır bizi
şan ve şeref yolunda bulan üç renkli kokarda hürmet et­
tirmeğe ahtü peyman edelim.” Galeyana gelen zabitler kı­
lıçlarım havada sallıyorlar: "Parise! Yaşasın İmparator!”
diye bağırıyorlar. Napoleon onları neşe ile selâmlıyor, ve
kendisine sadık kalmış olan birkaç nazırı ite kaka geniş a­
dımlarla merdivenden çıkıyor.
Birkaç lahza sonra Kolenkur arabada avlıya giriyor;
her ne kadar solgun ve bitkin bir halde ise de gene doğru-
Napoleon — 37
578 NAPOLEON

•ca İmparatorun nezdine gidiyor. Bertie ona: "Pek eyi! azi­


zim, nasılız, ne haldeyiz?” diye soruyor. — "Bu sual, ve
bana soruluştaki o eda ve mekam, hiç hoşuma gitmedi. İm­
paratorun çalışmakta olduğunu gördüm.”
— "Her halde ne istiyor, ne isteniyor?” diye bağırdı.
— Fransa tacım oğlunuza temin etmek için Zati Şa­
haneleri büyük fedakârlıklarda bulunmağa med’udur.
— "Yani artık benimle muahede yapmak istenmiyor;
beni sırf dehalarının tabiî sayesinde insanlara kumanda e­
den ve meşru kıralları çürük tahtları üstünde titretenlere
örnek ve ibret olsun diye göz önüne konmağa yarar, istih­
za ve merhamete şayan; bir kul yapmak istiyorlar.”
Bu tavır Bonapart tavru! Gardım, kıt’alarımn listesi­
ni, haritalarım görmesi Napoleonu coşturmuş Kolenkur
ona Çarın teklifini bildiriyor: oğlunun lehine taht ve taç­
tan feragat etsin, Naiblik mes’elesi hakkında da bir tertip
tezekkür edilir. Kolenkur Burbonların tekrar geri gelmesi
ihtimalinden bahsedince İmparator bağırıyor:
— "Haydi canım, bunlar deli olmuşlar! Fransada ye­
niden Burbonlar hanedanlığım kurmak! Yahu, bir yıl bi­
le dayanamazlar. Fransız milletinin onda dokuzu Burbon-
lardan nefret eder. Benim askerlerim hiç bir vakit onların
askeri olmaz. Onların yirmi yıl müddetle vatanın sinesin­
den hariç olarak, Fransamn prensiplerine ve menfaatlerine
karşı açıktan açığa harp ederek ecnebi sadakası ile geçinip
yaşadıkları unutulacak mı? Onlara Senada, kendilerinin
yahut da babalarının XV I inci Luiyi çekip giyyotine götür­
dükleri bu mahkemede hangi yer gösterilecek! Ben, yeni
bir adamdım ben! hiç bir şeyden, hiç bir kimseden alacak
DENİZ 579

intikamım yoktu, her şeyi yeniden bina ve tesis etmekliğim


icap ediyordu. İşgalin, payitahtı içine düşürmüş olduğu
şaşkınlıktan istifade edilebilir, beni ve ailemi tard ve ilga
ederek en kavinin olan hak, yani galibin hakkı sui istima­
le uğratılabilir, fakat Burbonlara sulh ve sükûn içinde sal­
tanat sürdürülsün, asla!”
Hayatı, âdeta bir dastan gibi gözünün önünden ge­
çiyor. Tekrar asker kesilerek: "Benim saltanatı terketmek-
liğimi mi istiyorlar? Oğlum buna bedel taca nail olacak­
mış. Elimin altında 50.000 kişi var; askerlerim bar bar ba­
ğırarak benim kendilerini Paris üzerine yürütmekliğimi is­
tiyorlar. Muzafferiyetten sonra ben milleti hakem tayin e­
deceğim, tahttan da ancak Fransızlar beni kovdukları tak­
dirde ineceğim.” Napoleonun içindeki devlet recüllüğü
hissi saltanattan oğlu lehine vaz geçmeğe hazır, fakat as­
kerlik hissi azim ve kararım muhafaza ediyor.
K ıt’alar, imparatorlarım himaye etmek fikrinden co­
şup galeyana gelmekte iseler de mareşalleri, gayrı mem­
nun; meşveret aktediyorlar. Marmonun çekildiğini daha
bilmiyorlar, fakat kendilerini haklı gösterecek makbul ve
muteber bir sebep bulabilseler onlar da işin içinden mem­
nuniyetle sıyrılıp çıkacaklar. Basit neferlerin duyguları ile
rüesamn duyguları arasındaki bu uzlaşamamazlık impara­
torun mareşal yaptığı zabitlerini müstağrak kıldığı maddî
menfaatler ile unvanların mukadder ve meş’um ceremesi
idi. Ertesi gün içlerinden en kıdemlileri, en eskileri Ney,
Mak Donald, Udino, Löfevr saltanattan istifasının ne ka­
dar fevaidi mucip olacağım kendisine kemali hürmetle
arzetmeğe karar veriyorlar.
58 0 NAPOLEON

imparator, üzerlerine yeniden bir sürü toplu iğne ba­


tırılmış olan haritalarını onlara gösteriyor; düşmanın ne
kötü bir vaziyette bulunduğunu onlara izah ediyor, daha
hâlâ kendi elinde mevcut bulunan kıt’aları sayıyor. Fakat
nafile. Dübende iken homurtusu başlamış olan memnuni­
yetsizlik, şimdi yatıştırılamaz bir hırs ile gelip karşısına di­
kiliyor. Napoleon bir kelime söylemeksizin mareşallerine
izin verip gönderiyor ve yeni bir plân düşünüyor. Kolor­
dularının tam ve doğru bir hesabını yapmış, vaziyeti ümit­
siz değildir. Hasılı tahttan elini çekmesi bir mütarekeden,
hattâ bir mühletten başka bir şey değildir.
Bu mülâkat ve divandan birkaç saat sonra İmparator
Kolenkuru çağırtıyor. "Masasının üstünden kâmilen kendi
eli ile yazılmış bir kâğıt alıp bana uzattı: — İşte istifana­
mem, götürün bunu Parise..” dedi.
Nazır onu okuyor:
"Müttefik devletler Avrupada sulhun teessüs ve ta­
karrürüne yegâne mâni teşkil edenin İmparator Napoleon
olduğunu ilân ettikleri cihetle, ahdü peymamna sadık bu­
lunan İmparator Napoleon, oğlunun hukukundan, İmpa-
ratoriçanın naibliğinin ve İmparatorluk kavanininin ida­
mesinin hukukundan gayri kabili fekkü tefrik bulunan
vatanın hayrı ve selâmeti için tahttan inmeğe, Fransayı ve
hattâ hayatı terketmeğe hazır olduğunu beyan eder.”
Eski mektepten olan diplomatlar için kaleme alınmış
beyanname şeklinde bir vesika, tedbirli, ihtiyatlı ve dolam­
baçlı bir cümle; içinde napoleonkâri lisandan, o beyandan
iz bile yok. Bu derece mühim bir vazifeyi görmek için, na­
DENİZ

zır kendisine İm paratorluğun iki büyük zabitinin de terfik


ve ilhak edilmesini talep ediyor:
im parator: "Marmon ile N eyi alın. Marmon benim en
eski silâh arkadaşım dır” diyor.
— Marmon burada değil.
— "O halde M ak Donald.”
Üç saat sonra, akşamleyin geç vakit, üç Fransız murah­
hası koalizasiyon hüküm darları ile nazırlarının karşısına o­
turuyor. Kolenkur ile en çok Çar münakaşada bulunuyor.
Kolenkur şu saatte Burbonların halkın o kadar çok mu­
habbet ve teveccühüne mazhar olm adıkları hususu üzerin­
de ısrar ediyor; sözleri bir nevi tesir husule getiriyor, fa­
kat ansızın içeriye bir zabit giriyor ve rusça beyanatta bu­
lunuyor, Fransızlar bunun ne olduğunu anlamıyor. O za­
man Çar diyor k i:
"Efendiler, sizler Hükümeti İmparatoriyenin askerî
k ıt’alarını sadık addediyorsunuz, ben ise hemen şimdi ha­
ber alıyorum ki pişdar, 6 inci kol, bizim saflara geçmiş.”
Herkesin yüreğine su serpiliyor. Napoleonun bilâ kay-
dü şart derakap saltanattan istifa edip çekilmesi talep olu­
nuyor. Kolenkur İmparatordan nota üstüne nota alıyor:
"Şayet benimle müzakerata girişm ek istenmiyorsa, bir
sulh muahedesi neye yarar!... Benim istifanamemi geri g e­
tirin , size bunu emrediyorum. Muahede filân imzalamıya-
cağmı,” diyor.
Ertesi sabah saat altıda, M ortienin yaveri bir yüzba­
şının geldiği, Bertie ile birlikte çalışan İmparatora arzedi-
liy o r:
— "Yeni ne var?”
582 NAPOLEON

— Altıncı kolordu Zatı Şahanenizin davasını terke-


dip ayrıldı. Bütün bu kol Paris üzerine yürüyüşe başlamış,
İmparator zabitin kolunu tutuyor ve kuvvetle sıkarak:
— "Bundan eyice emin misiniz? K ıt’alar kendilerinin
nereye sevkedildiğini biliyorlar mı idi?
— Şüphesiz hayır, âdetleri veçhile ses çıkarmadan ita­
at ettiler. .
— "Ah! askerlerimi elimden almak için aldatmış ol­
malılar. Raguza dükünü gördünüz mü?
— Hayır, Sir.
— "Ya süvari, o da bu hareketi takip etti mi?”
— Evet, Sir, cümlesi de ayni istikamette yürüyüşe ko­
yuldular.
— "Mortie ne yapıyor?”
— Zatı Şahanenize olan sadakatini temin etmek üze­
re beni nezdi âlinize gönderiyor, Sir. Biz ölümüzle diri­
mizle İmparatora bağlı ve sadıkız, genç Gard ile bütün
Fransa gençliği onun uğrunda can vermeğe hazırdır, dedi.
İmparator yaverin yanına eyice yaklaşıyor, ona karşı­
dan şöyle bir bakıyor, artık ihtiyarlarken âdeta Fransız
gençliğine istinat etmeğe çalışıyormuş gibi, elini teklifsiz
bir tavru hareketle yüzbaşının apoletinin altına sokuyor.
Kolenkur geri döndüğünde, İmparatorun yanında
Mak Donalddan başka kimseyi bulmıyor.
"Ya Ney nerede?”
Sükût. Kolenkur ona yeni şartları anlatıyor. Ne? Ha­
nedanımın kendime nisbetini inkâr etmek mi, on yddır bü­
tün gayretlerimin münatıf olduğu neticeden vaz geçmek
mi? Benim taçtan feragat etmem onlara kâfi gelmedi mi?
DENİZ 583

Üstelik bir de karımla oğlumu bundan mahrum bırakmak­


lığımı mı istiyorlar! Bunu yapmam! Ben tahtımı ef’alim ile
fethetmiş değil miyim? Onun ruhunda o kadar demirleyip
yerleşmiş bir garibe ki bu, artık onun hakkında şuuru bile
kalmamış. Tekrar kıt’alarmı cemetmeğe başlıyor:
"Benim burada, etrafımda Gardımdan 25.000 kişim
var, İtalyadan gelmek üzre olan da 18,000, Süsenin de
15,000 kişisi ile Sul (Soult) ün emri altında bulunup şuraya
buraya dağılmış olan 40,000 kişi... Ben daha yıkılmadım,
ayaktayım!” diyor.
Askerlerden bir kısmı onunla beraber ve ona taraftar;
fakat reisler şatolarına dönmek için sabırsızlanıyorlar, bur­
juvalar da sulh ve sükûn içinde yaşamak istiyoralr. Neden
bu şerait karşısında Napoleon bizzat grönadiyelerinin ba­
şına geçmiyor? Çünkü mareşalleri kendisine elzem bir ha­
le gelmişler; bu feodal hava içinde o, kendi adamları ile
doğrudan doğruya olan temasım kaybetmiş.
Jeneralleri tekrar üzerine varıyorlar, hattâ bu kere
Bertiye bile onalra iltihak etmiş. Fontenblo her yanından
sarılmak tehlikesine maruzdur diyorlar. Napoleon onları
vekar ile dinliyor, sonra onlardan, kendisi ile birlikte Öjene
iltihak etmek üzre Luvara kadar veya îtalyaya kadar yürü­
meğe hazır olup olmadıklarını baridane soruyor. Yeni bir
sergüzeşt teressüm ediyor... Fakat karşısında bulunan adam­
lar birer mareşaldir, fazla olarak da birer Fransızdır. Dahilî
harptan bahsediyorlar ve istifa tavsiyesinde bulunuyorlar.
Onun Elbe adasında oturmasına rıza istihsal etmişler. Hiç
vakit geçirmeden bunu kabul etsin. Onlar gittikten sonra
İmparator diyor ki:
5 84 NAPOLEON

"Bu adamlarda ne kalp var, ne de rahmü şefkat. Beni


tali ve tecelliden ziyade silâh kardeşlerimin hotperesliği
ile nankörlüğü yenmiştir. Pek çirkindir bu! Şimdi artık her
şey çığırından çıkıp bitmiştir.” '
Nedimler ile ileri gelen ümera ve memurlar sarayın
salonlarında toplanmışlar; bir kıral ölmezden biraz önce
nasıl konuşurlarsa bunlar da öyle konuşuyorlar. Hepsi de
istifa beyannamesinin imzasını bekliyor; İmparator kimseyi
kabul etmiyor ve hepsini ertesi güne talik ediyor.
Müzakereye memur olanlar onu sabahleyin gecelik
kıyafeti ile ocağın yanı başında bir koltuğa çekilip otur­
muş buluyorlar. Uykusuz geçirilmiş bir geceden sonra İm­
parator hasta, adeta kırık. Ona geceki müzakeratın netice­
lerini bildiriyorlar: Kendisine Elbe adası ile 3 milyon irat
temin eden itilâf, imzalanmış. Napoleon İmparator unva
nını muhafaza etmeğe ve Gardından 400 kişiyi kendisi ile
birlikte alıp götürmeğe mezundur. Elbe adası pek yakın
düşer diye korktuğundan Taleyran Korfoyu ve hattâ Sent
Eleni tavsiye etmişti; Fuşeye gelince, o da ca’li bir nezaket­
le, İmparatoru Amerikaya gidip orada yeni bir hayata baş­
lamağa davet ediyor, — Avrupa kıyılarından mümkün ol­
duğu kadar uzağa gitsin.
Bütün bunlar İmparatoru lâkayt bırakıyor; o, başka
şeylerle meşgul. Mak Donaldın tarzı hareketini öteki zabit­
lerinin tarzı hareketi ile mukayese ederek, onu tam değe-
rince takdir edememiş olduğunu anlıyor ve bu haksızlığım
gidermeğe çalışarak, buna ehemmiyet vererek:
"Ben sizin iffet ve istikametinizi pek geç takdir edi­
yorum ve o istikameti tasvip ve tasdik edemiyecek bir vazi­
DENİZ 5 5
;

yet içinde bulunmaklığımdan, ve size karşı şükran ve min­


netimi ancak şu birkaç kelimeden başka bir şeyle izhar ede-
memekliğimden samimiyetle esef duyuyorum. Fakat neza­
ketinizi cerihadar etmeksizin diğer neviden bir şükran ni­
şanesini kabul edebilirsiniz. O da M urad Beyin kılıcıdır.
Onu benim tarafımdan ve benim dostluğumdan yadigâr
olarak muhafaza ediniz.” diyor.
Ve herkes nihayet artık istifanamesini imza etsin diye
beklerken İmparator türk kılıcını getirtiyor ve jeneralini
kucaklayıp öpüyor, sonra şu aşağıdaki tezkereyi im zalıyor:
"M üttefik devletler İmparator Napoleonu Avrupada
sulhün teessüsü ve takarrürüne yegâne mâni olmak üzre
gösterip ilân ettikleri cihetle, ahdına sadık kalan İmparator
Napoleon, hem kendi ve hem vârisleri için, Fransa ve İtalya
tahtlarından feragat ettiğini ve Fransamn menafii uğrun­
da her türlü şahsî fedakârlık, hattâ hayat fedakârlığı
ifasına hazır bulunduğunu beyan eyler.”
Maksat hasıl oluyor. Herkes nefes alıyor. Jeneraller.
nedimler filan Fontenbloyu terkediyor, yalnız nazır Mare
müstesna olmak üzre, hepsi de Parise gidiyor. Bizzat Ber­
tie de başında Fuşe ile Taleyran bulunan muvakkat hükü­
mete arzı hizmet ediyor.
Bununla beraber İmparator,, Fontenblodaki sarayın­
da dokuz gün daha kalacaktı. Orada o, kat’îyyen yalnız de­
ğil 25,000 kişilik bir kuvvet olan Gardı ona nezaret ediyor.
Kardeşlerinin her biri bir yana sıvışmış, Jozefin ise Malme-
zonda ağladıktan ve herkesin terkettiği İmparatoru her
yerde takip edeceğine dair ahtettikten sonra bütün mücev­
586 NAPOLEON

herlerini takıp takıştırıp süslenerek kendisini mağlûp ve


meclûp etmiş olan adamı karşılıyor.
Çar ki nazik ve mültefit bir şövalyecesine hareket et­
meğe ehemmiyet veriyor, ilk İmparatoriçamn sihir ve cazi­
besine tutulmuş; fakat Hortans onu soğuk kabul ediyor ve
gidip Fontenbloda İmparatora kavuşuyor, o sürgüne gitme ­
den evel bu da onu terketmiyecek.
En önce, İmparatorun yanında yalnız annesi kalmıştı;
İmparator emniyet tedbiri cümlesinden olmak üzre onu Je-
romla birlikte gönderiyor. İmparatoriça Mari Luiz, Letisia-
dan izin alacağı anda soğuk bir resmiyet edası ile ondan,
kendisine karşı eskidenberi göstermekte olduğu eyiliklere
ve teveccühlere bundan böyle de devam etmesini rica ettiği
vakit ihtiyar kadın, gelininin kendi zevkinden ve kendi ba­
şının emniyetinden başka bir şey düşünmediğini hissede­
rek Habsburgların kızına: "Madam, bu sizin elinizdedir ve
istikbaldeki tarzı hareketinize bağlıdır” cevabım veriyor.
İmparator, arkalarından kuriyeler ve mektuplar gön­
dermesine rağmen karısından da, oğlundan da hiç bir haber
alamıyor. Nefsi için ne yer ne de para istemediği halde
yeni muahede ahkâmınca Parm düşesi oln Mari Luizin
kendisine Toskanyayı veya hiç olmazsa Elbe adasına yakın
olan toprakları verdirmesini yazıyor, tâ ki biribirlerine da­
ha yakın olsunlar. Ona seyahat esnasında geceleri hangi
konak yerlerinde geçirilebileceğini işaret ediyor, kendisine
eyi gelebilecek sular hakkında Korvizarın reyini almasını
ve şahsî hâzinesini de birlikte alıp götürmesini tavsiye edi­
yor. İmparatoriçamn kâhyasına da bir mektup yazarak ken-
DENİZ 587

dişinin veya tmparatoriçanın hususî malı olmıyan bütün


elmasları Fransaya iade etmesini de ihtar ve tenbih ediyor.
Fakat o aralık, hükümet hazinei şahaneyi zapt ve mü­
sadere ettirmek için Tüilöriye emin bir adam göndermiş.
Bütün altın eşya ve avanî veya sair kıymetli cevherler, on
dört yıl müddetle hazinei hassasından yaptığı tesarruflar
neticesinde biriktirmiş olup İmparatorun şahsî servetini teş­
kil eden 150 milyon, gümüş takımlar, eşyayı zatiye, altın
enfiye kutuları ve üzerlerinde kendi markası işli bulunan
mendillere varmcıya kadar her şey ya zaptedilmiş, veya
çalınmış. Ve bu gasp emirnamesi diğer imzalar arasında
Taleyranın da imzasını ihtiva ediyor. Daha dün Avrupa-
nın en zengin adamı bulunan İmparator şimdi artık Elbe
adasına beraberinde götüreceği üç milyondan başka hiç bir
şeye malik bulunmuyor.
Napoleon sakindir. Onu daha ne müteessir edebilir?
Erkek ve kız kardeşlerinin tarzı hareketi mi? Lüsiyen, da­
ha istifanın ertesi günü Papaya name yazmış ve Roma pren­
si oluyor. Fuşenin tavsiye ve nasihati üzerine — son haf­
talardaki bütün entrikaları Fuşe teşvik ve idare etmiştir—
Karolinin zoru ile ve Ingiltere ile birlik olarak Toskanayr
işgal etmiş bulunan Müra, Romanın içine girmiş ve askerî
kıt’alarınr Elizanın kırallığı dahiline kadar da ilerletmiş.
Eliza, son dakikada taliini aksi tarafından denemiş
olduğu cihetle yanlışlıkla kardeşine sadık kalmış bulunu­
yor. Kız kardeşi Karolinin askerî kıt’alarının önünden ka­
çıyor, ve bir dağ başındaki hanın içinde dünyaya bir ço­
cuk getiriyor, sonra Bolonyada AvusturyalIlar tarafından
588 NAPOLEON

esir ediliyor. O sırada lâyiki veçhile yegâne hareket eden


Jerom ile karısıdır.
Fontenbloda son günler, hazin bir sessizlik içinde geçi­
yor. A vluya bir araba gird i mi herkes kulak kabartıyor; im ­
paratora veda etmek için gelen kim ? işleri için gelenlerden
başka kimse yok. Bununla beraber İmparator yola çıkmaz­
dan birkaç gün evel, saraya yüzü peçeli bir kadın geliyor;
bu kadın kontes V alevskadır; kendisinin geld iği İmpara­
tora bildirilm em iş olduğu cihetle, kadın bir gece kamilen
bekliyor, sabahleyin bir name bırakarak çıkıp gidiyor. N a­
poleon kadım hemen aratıyor, fakat boşuna. O zaman
şunu yazıyor:
"M ariL . Sizi harekete getiren duygular beni pek mü­
tehassis ediyor, bu duygular sizin güzel ruhunuza, eyi kal-
binze ne kadar lâyık. Beni düşünüp üzülmeyin, haz duyun.
Benden asla şüphe etmeyin. N .”
im parator, tekrar kavuşmuş olduğu o derunî sükûnet
içinde yeni bir kuvvet membaı buluyor. Elinde bir ada kal­
mıyor mu? Orada tekrar faaliyete geçemez mi? Elbe adası
hakkında bir eser getirtip onu coğrafya ve istatistik noktai
anzarından tetkik ediyor. "Havası sağlam, ahalisi mükem­
m el; orada pek sıkıntı çekmem, ve ümit ederim ki Mari-
Luiz de pek sıkıntı çekmez” diyor. Sonra, beraberinde gö­
türeceği 400 adamı seçiyor; bütün yiğitleri onunla beraber
gitm ek istiyor, hattâ arkalarında çoluk çocuklarım bıra­
kanlar dahi. Daha genç yüzbaşılığında iken onların hepsi­
ni ebediyen kendine bendetmişti. Bu adam lar onu ta M ı­
sırdan Moskovaya kadar 60 muharebede takip etmiş değil­
ler mi id i!
DENİZ 589

Napoleonun bütün muvazenesi tekrar yerine geliyor;


İmparator, saray nazırına, son muharebeler esnasında ken­
disini ölümden korumuş olan Cenabı Haktan bahsederek
diyor ki:
"Ben sırf ümitsizlik içinde kalmış olduğumdan dolayı
ölümü ihtiyar edecek olursam bu bir denaet olur. İntihar
ise ne benim prensiplerime uyar, ne de yer yüzünde tutmuş
olduğum mevkiie yaraşır....”
Taraçada bir az gezindikten sonra İmparator gülüm-
siyerek şunu iylâve ediyor: "Söz aramızda kalsın, yaşıyan
bir ahmak ölmüş bir İmparatordan yeğdir.”
Bütün muamelâtı kanuniye ifa ediliyor; İmparatora
Elbe adasına kadar refakatte bulunmak üzre müttefikler
tarafından memur edilen dört komiser geliyor. Öğleden
sonra hareket edilmeğe karar veriliyor. İmparator bu keyfi­
yeti karısına gayet basit bir surette bildiriyor ve mektubu­
nu şu sözlerle bitiriyor: "Adiö Luizciğim. Kocanın cesa­
retine, sekinetine ve dostluğuna daima güvenebilirsin. N.
Küçük kirala bir öpücük.”
Kimseyle vedalaşmıyacağı için ayrılış zahmetli olmı-
yacak. Yok canım, hiç öyle değil! Eski grönadiyeleri avlu­
ya dört taraftan kale nizamında yığılmış, onu bekliyor.
Daha o sahanlıkta görünür görünmez binlerce nazar ona
takılıp kalıyor. İmparator onlara bir şey söyliyecek mi?
Yirmi yıldır onlara o, ancak ya muharebeden evel, ya da
muzafferiyetten sonra, önce kendilerine cesaret vererek,
sonra da teşekkür ederek hitapta bulunmuştur. Kendisi bir
adım atıyor. Askerler — : Yaşasın İmparator! diye bağırı­
590 NAPOLEON

yor. O zaman Napoleon onlara ilerliyerek şu sözleri söy­


lüyor :
— Eski Gar dimin askeri! sizlere veda ederim. Yirmi yıl-
danberi sizleri ben mütemadiyen şeref ve zafer yolu üze­
rinde buldum. Bizim feyiz ve ikbal zamanlarımızda olduğu
gibi bu son zamanlarda da şecaat ve sadakatin birer iıümu-
nesi olmaktan geri kalmadınız. Sizler gibi adamlar olduk­
tan sonra bizim davamız kaybolmazdı... Fakat işin içine
dahilî harp karıştı... Şu halde ben bizlerin hepimizin men­
faatlerini vatanın menfaatlerine feda ettim, gidiyorum. Siz­
ler, ey benim dostlarım, Fransaya hizmet etmekte berdevam
olunuz. Benim yegâne düşüncem onun saadeti idi; emel­
lerinin hedefi daima o olacaktır! Benim tecellime acıma­
yınız; şayet ben mazul bir halde unutulmuş olarak yaşa­
mağa karar verdimse gene sizin şan ve şerefinize hizmet
etmek içindir; birlikte yapmış olduğumuz büyük vakayii
yazmak istiyorum! Allaha ısmarladık, evlâtlarım! Hepsi-
nizi birer birer bağrıma basmak isterdim; hiç olmazsa bay­
rağınızı öpeyim!... Bir kere daha Allaha ısmarladık, eski
yoldaşlarım! Bu son puse kalplerinize girsin!”
Jeneral ona bayrağı uzatıyor, o, zabiti kucaklıyor, son­
ra dudakalrmı şanlı kumaşa konduruyor. "Allaha ısmarla­
dık, arkadaşalrım!”
İşte arabaya biniyor. "Yaşasın imparator!” Gidiyor.
Eski Grönadiyeleri hıçkıra hıçkıra ağlıyor; babaları
gitti. O, grönadiyelere evvelce hiç bir vakitte bu türlü bir
hitapta bulunmuş değildi. Sözlerinde hiç rikkate getirecek
talâkat yoktu, hiç cür’etkâr tasvirler yoktu, hiç remizler
yoktu; imparator bir ordu baş kumandanı gibi konuşmuş­
DENİZ 591

tu: Erkekçesine, tokçasına. Ve o bayrağr öpüşte öyle mü-


heyyiç bir hareket vardı k i! Bu hal, hiç kendisinde vaki ol­
mamış, içten gelme bir hareketti. Eski grönadiyeler bunu
torunlarına, torunları da torunlarına söyliyeceklerdi, ve
efsane böyle böyle bize kadar intikal etti.
Napoleon, askerlerden ayrıldıktan hemen biraz sonra a­
halinin tecavüzüne uğrıyor. Eski gardının hıçkırıklarından
sonra öyle yuhalar, öyle yuhalar yağıyor ki! Arabası Pro­
vans eyaletinden geçerken başı boş bir halkın yaygarala­
rından başka bir şey işitmiyor: "Kahrolsun müstebit! na­
mussuz! meymenetsiz derbeder!” Arabasının atlarını değiş­
tirdikleri köylerde, gazaplı şirret kadınlar araba kapısına
üşüşüp ona hakaret ediyorlar; arabasının etrafına taşlar ya­
ğıyor; arabacıya zorla: "Yaşasın kıral!” diye bağırtmak
istiyorlar. Diğer bir köyde onun şeklinde yapılmış ve kana
bulanmış bir manökeni yolcu ve eşya nakleden arabalar
şirketinin arabalarına asmışlar ve bir ahali kalabalığı: "Öl­
dürün katili!” diye bar bar bağırıyor. Arabacılar atlarına
basıyor kamçıyı; ve yolculuk alabildiğine bir kaçış haline
geliyor, Napoleonun, hayatında ilk kaçışı.
Bir nevi korku içinde katılıp kalmış oaln imparator
bakıyor, dinliyor. Vakti ile onun bir bakışına nail olmak
için arabasının etrafında koşanlar, Fransaya bahşettiği şan
ve şereften dolayı ona karşı ebedî bir minnet beslediklerine
yemin edenler bunlar mı idi?
Evet, ayni bunlardı, bugün başına gelen bu şeyi vakti
ile Napoleon ta önceden, Parise muzafferen ilk girişi za­
manında sezmişti. Sessiz ve rengi uçuk bir halde arabasının
köşesine gömülüp kalıyor; her durakta, yabancı komiser­
592 NAPOLEON

ler koşuşup onu koruyor. Kılıcını çekmeksizin her şeye ta­


hammül edecek mi? kılıç mı? Artık taşımıyor ki, yeşil el­
bisesini bile giyemiyor. İmparator Fransadan sivil kıyafetle
ayrılmağa mecburdur. 19 brümer p ] de bir tek defa buna
benzer bir vaziyet içinde kaldığı zaman da gene kılıcını
çekmemişti; bugün halkın karşısında güçsüz kuvvetsiz kal­
dığı gibi o vakit de radikallerin karşısında âciz kalmıştı.
Napoleon kürsü adamı değildi. O, yalnız muharebe mey­
danlarında döğüşmesini bilirdi.
İdman! hava! tenha bir yol üstünde arabasını durdu­
ruyor, atını çözdürüyor, sonra, yuvarlak şapkasına beyaz
bir kokart bağladıktan sonra, a t ı m dört nala sürüyor, oda
hizmetlerine bakan uşağı da arkası sıra gidiyor. Eksin önü­
ne gelince yoldan sapıyor ve küçük bir lokantaya iniyor,
orada kendini Kembel (Campbell) isminde bir İngiliz ku­
mandanı olarak tanıtıyor. Bu onun altıncı adîdir.
Ona hizmet gören Provanslı genç kız gevezelik etmek­
ten geri kalmıyor: — "Daha o denize varmadan evel yaka­
sına yapışacaklar!” diyor. Onun bütün sözlerine Napole­
on: "Evet, evet,” diye cevap veriyor. Uşağı ile yalnız ka­
lınca onun omzuna yaslanıyor ve uyuya kalıyor, iki gece
uykusuz kaldıktan sonra bu uyku ona eyilik veriyor. Uyan­
dığı zaman, son gündeki o yaygaralar ve manzaralar tekrar
aklına gelince dehşetten ve nefretten titriyor ve usulcacık:
"Hayır, hayır, ben şimdiye kadar her yerde bahtiyar ol­
duğumdan fazla Elbe adasında bahtiyar olacağım. Artık
fenden başka hiç bir şeyle uğraşmıyacağım. Artık Avrupa-
p ] B ru m er: Fransa ilk cüm huriyetinin ikinci ayı (2 3 teşrini-
evelden 2 1 teşrinisaniye kadar sü rer).
DENİZ 593

mn hiç bir tacını istemem. Halkın ne demek olduğunu gör­


düm. İnsanları hakir görmekte hakkım yok mu imiş?”
Arabalar gelip ona kavuştuğu zaman elbisesini değiş­
tirmek tedbirinde bulunuyor ve acelesinden Avusturya ko­
miseri Kollerin jeneral üniformasını, Prusya kumandanı
Truchsessin şapkasını ve Şuvaloffun rus mantosunu g iy i­
yor. İşte Napoleonun memleketinden bu garip ve gülünç
kıyafet ile kaçması mukaddermiş.
Nihayet Frejuse varılıyor! Vakti ile bütün gemilerini
kaybederek, ordusunu terkederek ve divanı harbe çekilme­
ği hakederek ,Mısırdan dönerken mağlûp jener alin yanaş­
mış olduğu liman işte. O zaman etrafında eski muzafferi-
yetlerinin halesi olduğundan halkın alkışlan ile karşılan­
mış, kendisine bir efendi arayan halkın, bu sefer bütün yol
boyunca yuha çeken bu ayni halkın gittikçe büyüyen coş­
kunluğu ona Parise kadar refakat etmişti. Bu iki seyahati
biribirinden ayıran on beş yıl zarfında o, devleti yeniden
kurmuş ve millete ölmez bir şan ve şeref ihsan etmişti; —
silâh şakırtıları, hendek diplerinde çürüyen asker ölüleri,
galiplerin mestedici avdetleri, mareşallerin şanlı mesleği,
muzaffer milletin leh veya aleyhinde ruhların ve fikirle­
rin galeyanı ile dolu on beş yıl; ve bütün bunların üzerin­
de, her şeyi kendi dehasına borçlu olan bir adam hüner ve
marifeti ile bir korsikalınm başına koyduğu altın tefne
dallı ince bir tacın hükümranlığı.

XV
— Korsika ne kadar büyük! Dağları ne kadar yüksek!
Bastia hakikaten güzel bir liman, tek dürbünle onun istih-
Napoleon — 38
594 NAPOLEON

kâmları ayırt ediliyor... Şunlar batı tarafından bir alınabil-


se idi...
Elbe adasının hükümdarı, malikânesinin tepelerinde
atla gezinirken uzaktan eski vatanının hayalini görüyor.
Orada her şey buradakilerden çok daha büyük: Onun top­
rağı bununkinden kırk defa daha büyük, oradaki ahali bu-
radakinin on misli; bütün rakkamlar aklında. Elba adası
bir köstebek yuvasından başka bir şey değil.
Açık havalı bir mayıs sabahında oraya vardığı zaman
Napoleon köylülerin ve Porto Ferrajo fakir fukarasının
hoş geldin nutkunu dinledikten sonra onların kendisine
verdikleri ziyafeti kabul etmemiş, herkesi hayret içinde
bırakmış ve hemen ata binip yeni kırallığının istihkâmla­
rım teftişe gitmişti. Ertesi günden itibaren emirler, sakin
adanın üstüne dalgalar gibi kopup geliyordu: Pianosaya
2 batarya daha yerleştirilsin; dalga kıranı büyültmek lâ­
zımdır, bütün yolları tamir etmelidir. Adalılar 400 gröna-
diyenin karaya çıkmasına hayretle bakıyorlar. Yeni Efen­
dileri bir yabancılar lejiyonu ile, bu lejiyonun adedini art­
tıracak bir nevi Gar d Nasiyonal teşkil etmekte gecikmiyor.
Az zaman içinde Napoleon yeniden bin kişinin, az sonra da
küçük bir filonun başına geçiyor. Neden? Askerleri ile
meşgul olmak ihtiyacından.
Bir devlet şûrası teşkil ediyor, kendisi ile birlikte gel­
miş olan iki jeneral — Bertran ve Druo — ile adanın aha­
lisinden on iki kişi kadarı da o şûrada aza bulunuyor. De­
mir madenleri ve tuzlaların ıslahı hakkında kendi riyaseti
altında müzakere cereyan ediyor. Sizler buralarda dut ağacı
yetiştirmiyor musunuz? Liyon ipeklileri eyi para eder, şa­
DENİZ 595

yet bizim malımıza ağır gümrük resmi koyacak olurlarsa


biz de onu götürür îtalyaya satarız.
önce tasarruf edelim. Elimizde çok bir şey yok, Fran­
sa da vaadettiği gelirleri bize göndereceğe benzemiyor, on­
da öyle bir hal yok. Buradaki ev Ajaksiyodakinden çok
daha küçük ve çok daha mütevazı; fakat paramız yok ki
yapı yaptıralım. Mabeyin müşürü Bertran ona şiltelerle
yatak çarşaflarının listesini arzettiği zaman, hükümdar on-
daki yanlışları meydana çıkarıyor, çünki ne kadar şeye sa­
hip bulunduğunu doğrusu doğrusuna biliyor.
Şu daracık adayı, şu küçücük orduyu ve şu küçücük evi
bu suretle idare etmenin kendisi gibi bir adam için gülünç
bir şey olduğunu görmüyor mu? Hayır. Sürgünlüğünün bu
ilk devresinde sıhhati ve keyfi yerinde olan Napoleon Elbe
adasında ispat etti ki imrendiği ve kapıldığı şey hiç bir va­
kitte debdebe ve darat değildir ve olmamıştır. Teşkilât yap­
mak, devlet kurmak, insanları düzeltmek, işte ondaki artist
şevki tabiîsi onu bunlara sevkediyor ve özlü bir toprağı
değil de mütemadiyen canlı ve yaramaz, uslu durmaz bir
maddeyi yuğurduğu için eserini ancak insanları zorlamak
ve teshir etmekle meydana getirebiliyor. Hiç bir vakit ne
dilettante ne de sonradan görme bir adam olmadığı için
şu küçücük, şu miniminicik imparatorluğu da vaktile idare
etmiş olduğu o engin imparatorluk gibi ayni ciddiyetle
idare edecek. Esaslı olan her. şeyi kurup hazırladıktan sonra
faaliyetsizliği kendisine ağır gelmeğe başladığından vazi­
yetine yeni bir gözle bakıyor:
"Düşünce ve hayal âlemine dalmak imkânını insan
kendinde bulduktan sonra böyle bir düşünce ve hayal ha-
596 NAPOLEON

yatma girmek ve ona alışmak zor değildir. Ben odamda


çok çalışıyorum ve oradan dışarı çıkıp da eski Gardımı gö­
rünce bahtiyar anlar geçiriyorum... Doğma büyüme kıral-
lar tahtlarından indirildiklerinden dolayı çok şiddetle ıstı­
rap çekmiş olsalar gerek, zira debdebe darat ve teşrifat
onların varlığı mesabesindedir. Ben ki oldum olasıya asker
olmuşum ve sırf tesadüf yüzünden kıral olmuşum, bu şey­
ler benim için birer yükten başka bir şey olmamıştır. Harp
ve ordugâh hayatı benim daha başka türlü hoşuma gider,
bana daha münasip gelir; onun için askerlerimden başka
bir şeye yanmıyorum; bütün hâzinelerimden ve taçlarımdan
benim elimde bıraktıkları en kıymetli bir şeyim varsa o da
birkaç fransız üniformasıdır.” diye yazıyor.
Buna kim inanır? Avrupa bu sözlerin altından bir sır
kokusu alıyor ve onun o ufacık, o ye’cuç me’cuç kırallığın-
da idame ettiği o teşrifat ve merasimle alay ediyor; fakat
vaktile Napoleonun doğuşça kendisinden yüksek olanlara
bile kendisini zorla saydırtan o tabiî vakarı şimdi de ziya­
retçiler üzerinde tesirini gösteriyor ve alayların önünü alı­
yor. Onlar metruk İmparatorun debdebesiz, saray erkânsız,
mabeyincisiz, nazırsız ve bütün azameti yalnız mazideki
şan ve şerefinden ibaret bulunan bir küçük evde kendine
hâlâ "Zatı Şahane” dedirtmeğe devam etmesindeki asil sa­
deliğe hayran kalıyorlar.
Onun İtalyan toprağına avdet etmiş olması sinirlerine
bir yatışıklık veriyor. Köylü onun sözlerine onun ana di­
linde cevap veriyor; kıyılarında büyümüş olduğu deniz, ül­
fet ve ünsiyet etmiş olduğu peyizaj ona gençliğini hatırla­
tıyor. Burada incir ağaçları, kayalar, bağlar arasında kay­
DENİZ 597

bolan düz çatılı beyaz evler, denizin üstünde yelkenliler,


limanda kuruyan balık ağları, halkta da ırkının gururu
var. Kadınlar pazar günleri kiliseye başlarında ipek men­
diller, fişülerle gidiyorlar; hasılı her şey onu usul usul
çocukluğundaki manzaralara ve tasvirlere doğru çekip si­
hirlerini yatıştırıyor. İmparator yeniden afiyet buluyor;
ona öyle geliyor ki doğup büyüdüğü diyara bu harikalı
seyahati bir rüyadır; yalnız grönadiyelerini görmesi ona
birdenbire Korsika ile Elbe adası arasındaki zaman zarfın­
da cereyan etmiş olan bütün şeyleri hatırlatıyor.
Maiyetinde bulunan zatlardan biri: "İmparator bura­
dan çok memnun, sanırsınız ki geçmiş zamanı unutmuş.
Yerleşmesi ile uğraşıyor ve bir kır evi yaptırmak için elve­
rişli bir yer arıyor. Ata çok biniyoruz, araba ile çıkıyoruz
ve denizde yelkenli ile çok geziyoruz” diye yazıyor.
Boş vakitleri olduğundan ve iktisat yapması da icajı
ettiğinden en küçük teferruata bile nezaret ediyor; Bert-
rana şunu yazıyor:
"Çamaşırlarım acınacak, berbat bir halde. Benim daha
bir kısım çamaşırlarım olacak ki sandıklarımın içinde kal­
mıştı, hem bunların listesi daha henüz çıkarılmamıştır.
Emrediniz de olanca çamaşır, dolaplara yerleştirilsin; mak­
buz olmazsa kimseye teslim edilmesin... Bütün evlerimizde
alelâde sandalyeler eksiktir, beheri beş franga çıkacak bir
sandalye modeli kararlaştırmalı... Pizada yapılan sandal­
yeler arasında örneği en hoş hangisi ise onu seçmeli.”
Avrupa buna gülüyor; hayretlerde kalıyor, fakat onun
o cesur feragatine hayran oluyorlar.
Bununla beraber, Napoleon bir akşam, bütün adayı
NAPOLEON

gören dağın tepesinde bulunurken, içinden bir ah ediyor:


"Eyvah şunu itiraf etmeli ki bu ada, doğrusu pek küçük.”
diyor. Kendisine bütün Avrupa bile dar gelen ve X IX uncu
asrın muteriz ve demokratik havasında bulunan bu adamın
ağzından bu eseflerin duyulması müheyyiç bir şeydir.
Yazın, annesi oraya geliyor. Kadın şimdi bahtiyar,
bundan böyle oğlu artık ne sui kastlara maruz, ne de harp
tehlikelerine. Burada her şey sakin; hava eyi, âdeta Korsi-
kadaki gibi: imparator ile bir arada geçirdiği hayat ona
eski zamanın eyi günlerini hatırlatıyor. Zaten Allahtan ol­
muş ki o oraya gelmiş, vaktile biriktirmiş olduğu paraları
oğluna getiriyor; kadın bonoları oğlunun eline verince
ihtimal her ikisinin de yüzü gülüyor... Doğduğu günün
yıl dönümünde annesi ona bir kır ziyafeti çekiyor.
Letisia Pariste Saint-Napoleon ayininin tes’idinde bir
on defa kadar hazır bulunmuştu. O zaman Emvaliddeki
toplar giirülderdi, Tüilöride dua okunur, sonra da bütün
saray halkı, Senato, nazırlar ve elçiler heyeti geçit resmi
yapardı; fakat akşam pençerelerin önünde hava fişek­
leri, maytaplar atılır ve yaz gecesinin yıldızlı göğünün yü­
zünde küçücük küçücük sayısız lâmbaların teşkil ettiği bü­
yük bir N görülürken pırıl pırıl donanmış salonların için­
de de Parisin en zarif sosiyetesi sıkış sıkış toplandığı za­
man kıral evlâtlarının arasında sessiz ve azametli duran
Letisia, yüreğini bir eza kemirdiğini duyardı. Bugün ise
şendir; bu sade ve neşeli ziyafet ona kendi küçük Ajaksiyo
şehrini hatırlatıyor, ve şüphesiz kendi kendine ilk defa
diyor ki ailesinin işi yoluna girmiştir!
Son vak’alar dolayısı ile zuhura gelmiş olan zorlukları
DENİZ 599

Romada iken gidermiş. Müebbet Şehre yeniden dönmüş


oi an Papa, düşmanının anasım affetmiş. Kadın, olan bi­
ten her şeyi çok daha evelinden sezmiş olduğu için, hiç bir
şeyden, hattâ bütün saray erkânının, kâtibi genç bir Kor­
sikalInın Burbonlar tarafına geçmiş olmasından dahi hay­
rete düşmiyor. Fakat Letisia, kızı Karolinin bir daha yü­
zünü bile görmek istemiyor. Buna mukabil Polin, sahici
elmaslarla güzel aşk gecelerini gelip geçici taçlardan üstün
tutmuş olan şen prenses Borgze, imparatorun kız kardeş­
leri içinde en sevgilisi olan kadın ise Elbe adasına çıkıyor
ve eğlenceli dedikodularla kardeşini neşelendiriyor.
imparator, erkek kardeşlerinden seyrek haber alıyor.
Bununla beraber günün birinde ona Lüsiyenden bir mek­
tup getiriyorlar. Ne istiyor? Şimdi Romada bir prens deb­
debesi ile yaşıyan Lüsiyen ona, âlicenaplıkla yardımını ve
naktî muavenetini mi teklif edecek? Papanın lütfü ihsanı
ile Kanino prensi olan Liisiyenin kal ocakları var ve im­
paratorun da demir madenleri var ki o ocakları besliyebi-
lir... Vaktile Lüsiyen taçları, altınları reddetmişti, fakat
şimdi daha hâlâ imparatorun elinde bulunan demiri isti­
yor. O ki şair olduğunu ileri sürer, şu kal ocakları hikâ­
yesinin ne kadar gülünç olduğunu hissediyor mu?
Jozefin, Napoleonun azimetinden birkaç hafta sonra
Malmezonda ölmüş, imparatorun gitmesi ile kendi ölümü
arasında kadının ona mektup yazıp yazmadığı malûm de­
ğil; üç milyonluk bir borç bırakıyor, bunları imparator
ödeyecek. Kocasından ayrılmış ve düşes olmuş olan Hor-
tans vaktile uzun müddet anası ile saltanat sürmüş olduğu
ayni salonlarda şimdi Burbonlara reverans yapıyor. Letisia-
600 NAPOLEON

mn birkaç zaman Romada yanında alıkoymuş olduğu kü­


çük Leon, babasına çok benziyecek ve cin gibi olacakmış
deniyor... İmparatorun kendi ailesi hakkında bütün bildi­
ği şey bundan ibaret.
Güzel bir yaz günü, bir İngiliz gemisi limana genç
bir kadın getiriyor, evelce Fontenbloda İmparatoru gör­
meğe boşuna çalışmış olan kadın.
Napoleon, kontes Valevskayı kestanelikler altına kur­
durmuş olduğu çadırlarda kabul ediyor. İki gün iki gece
onunla bir arada kalıyor, ancak emirlerini vermek üzre
ondan ayrılıyor. Dört yaşındaki küçük oğlu çayırlarda,
Polonyalı kıyafeti ile, eski grönadiyelerle oynuyor. İmpa­
ratorun sevgilisi kadım yanında alıkoymak hoşuna giderdi,
fakat hâlâ karısı yanma gelir diye umuyor ve dostuna bun­
dan çekindiğine dair en küçük bir şey bile sezdirmek is­
temiyor. Napoleon ikinci defa olarak gene saadetini bir
hülyaya feda ediyor. Kontes gittikten sonra denizde şid­
detli bir fırtına koptuğundan İmparator kadından Livorno-
ya vardığına dair haber almaya kadar çok merak ve üzüntü
içinde kalıyor.
Sihirbaz hakkında bu suretle ne harikalı bir masal örü­
lüyor. İşte Şönbrundanberi bir daha mahrem surette göre­
memiş olduğu sevgiliyi küçük kırallığında kabul eden Elbe
adası hükümdarı. Bu iki tarih arasında ayni sarayda, âşık,
bir Avusturya prensesi karısı olarak alıp götürmek iste­
mişti.
Şönbruııdaki aşk neticesinde Polonyanın hazin bir şa­
tosunda doğan çocuk bugün Cenubun gölgeli ağaçları al­
tında, ve babasının vaktile hürriyet vermeği vadettiği bir
DENİZ 601

halkın millî elbisesini geymiş de İmparatorun grönadiyeleri


ile oynuyor. Bunca vak’alar şu beş yıl içinde mi oldu bitti,
yoksa bir asır içinde mi? İnsan kendini âdeta masal okuyor
sanmaz mı? Bir yıl evel büyük bir İmparator bir adada
sürgün ve metrûk. yaşarken güzel ve mahzun bir ecnebi
kadın, ona çocuğunu götürmek için denizler aştı...
Zira hakikaten onu, karısı da, çocuğu da terketmiş,
ve bu hal duygularında burjuva ve muhafazakâr olan o ada­
ma hükümet mevkiini kaybetmekten daha üzüntülü de­
ğilse bile hiç olmazsa o kadar güç gelmiş olsa gerektir.
Memleketinden geçişi âdeta çelipaya gidiş yolunu tut­
muş gibi olduğu o yolun her konak yerinden Mari-Luize
mektup yazmıştı. Adaya gelince de ona bir daire hazırlattı,
dayatıp döşetti ve yeni evi için de plânlar resmetti. Eline
hiç bir mektup geçmediği için, kendi mektuplarım da yol­
da tutuyorlar diye farzediyor, ve karısına olan aşkı yü­
zünden, Mari-Luizin amcası Toskana grandüküne kendi­
sine çoluk çocuğuna dair haber vermesini rica etmeğe kadar
bile varıyor, zira: "Hâdise ve vak’alar nice insanları değiş­
tirmiş olmasına rağmen, Zatı Necabetpenahilerinizin benim
hakkımda gene dostluğunuzu muhafaza buyurmuş olma­
nızdan dolayı iftihar ederim. Şu halde, onun şah­
sının duygularına iştirak eden bu küçük nahiyeye Zati Ne-
cabetpenahilerinin teveccühkâr bulunmalarını rica ederim”
diye yazıyor.
Ahalisi 20,000 kişiden ibaret olan küçük bir adanın
hükümdarı, kudretli ve şevketli Grandüke böyle yazıyor.
Grandük ona cevap bile vermediğinden Napoleon insan­
lardaki lâkaytlığa karşı duyduğu o iğrenmeyi kendinde
602 NAPOLEON

yeniden buluyor: "Bana hürmetle resmî ve tantanalı elçi


heyetleri gönderdikten, kendi soylarından bir kızı benim
koynuma koyduktan; beni kendilerine kardeş tesmiye et­
likten sonra, bilâhare bana gasıp demiş olan hükümdarlar
benim üstüme tüküreyim derken kendi suratlarına tükür-
müşlerdir. Kırallarda bulunması lâzım gelen haşmet ve
muhabbeti tezlil etmişler, çamura bulaşmışlardır. Bun­
dan başka, bu İmparator ismi de ne demek oluyor sanki?
Bu da öteki isimler gibi bir isim. Benim kendimi ahlâfın
nazarına arzedecek bundan başka unvanım olmasaydı, ah-
lâf benim suratıma gülerdi.”
Ya İmparator, bozgunluk ve kargaşalık günü, dört
yaşındaki oğlunun, babasının sarayından çıkmağı şiddetle
reddetmiş olduğunu, ve büyük babasını ilk defa olarak
görünce saffetle şu: "Ben Avusturya İmparatorunu gör­
düm, güzel değil” sözünü söylemiş olduğunu duyacak olsa
acaba ne düşünür, ne der. Napoleonun en fazla korktuğu
şey, başına geliyor: oğlu da Astyanaks’m tecellisine uğra-
yor, ve kendisine her ne kadar şefkat ve muhabbet göste­
riliyorsa da çocuk eyice seziyor ki babasından bahsetmesi
caiz değil. Yalnız adı bile başka başka iki âlemin musibetli
ittifakına remzolan küçük Napoleon — Fransuvayı, (Fran­
çois) biraz vakit sonra Habsburgların sarayında artık sa­
dece Fransuva diye çağırıyorlar. İmparatoriçamn kâtibi ge­
ri dönmek üzre izin almağa geldiğinde, küçücük çocuk
ona bir köşeye çekip usulcacık diyor ki : "Babama söyle­
yin, ben onu her vakit çok seviyorum.”
Ya İmparator bir de bir Neipperg hakkında, sırf Ha-
bsburglardan bir kadının, Napoleonun karısının iltifatla-
DENİZ 603

rina ve teveccühlerine mazhar olduğu için ismi tarihin ha­


tırında kalacak olan bu avusturya zabiti hakkında ne*dü-
şünüyor? Yabancısı olmıyanlar İmparatorun, oğlunun res­
mi karşısında göz yaşı dökmekte olduğunu görmekle hiç
hayrete düşmüyorlar.
Daima şen ve hâlâ da alımlı güzel olan Polin çıka ge­
liyor, son zamanlarda İmparatorun, kaçar çocukları oldu­
ğunu, bir hastane yaptırmak isteyip istemediklerini kendi­
lerinden sorduğu — terzi, ayak kabıcı takımından — ba­
bacan kimselerle karılarının o şaşkın tavır ve edalarının
taklidini yaparak kardeşinin acısını, somurtkanlığım gide­
riyor. İtalyan ziyaretçiler gittikçe daha çoklaşıyor. Tarih­
çiler, şairler, aristokratlar, hattâ Ingilizler bile İmparator
tarafından kabul ediliyor; İmparator onlarla saatlerce ko­
nuşuyor, fakat yalnız geçmiş zamandan bahsediyor, gele­
cek zamana hiç yanaşmıyor. îtalyanlar başlarına gene Avus­
turya idaresi geldiğinden dolayı yanıp yakıldıkları zaman
Napoleon bu havadisten memnunluk duyuyor, fakat ken­
disini Italyadaki bir isyan hareketinin başına geçirmek is-
tiyen tertibatçılara yüz vermeyip geri gönderiyor. Onun
aklı fikri, biraz sonra da tasavvurları başka kıyılarda.
Paris ne diyor?
Onun zihnini daima kurcalıyan mes’ele bu. Haftada
iki defa gazetelerde okuduğu haberlerle ziyaretçilerin ge­
tirdiği havadisler, ona başka türlü istikbal imkânları sez­
diriyor. Bu defa da gene Napoleonun önceden tasarlan­
mış plânı yok; Elbe adasına yanaşırken oradan bir daha
çıkıp çıkmıyacağım bilmiyordu. Moskova seferindenberı
gene büyük sergüzeştçi olmuş olan Napoleonun "yaşıyan
604 NAPOLEON

bir hebennaka ölü bir İmparatordan yeğdir” demek daha


işine geliyordu.” Yavaş yavaş işlerin gidişine baka baka
plânım kuruyor, ondan vaz geçiyor, onu gene eline alıyor,
şu yana bu yana evirip çeviriyordu; her şey Parise ve Vi-
yanaya bağlı.
Acaba Paris Burbonları nasıl karşıladı? Daha İmpa­
rator gider gitmez hemen onlar oraya girmişler, ağızları
daha hâlâ Napoleonun sansörü ile bağlı gazetelerin yalan
yanlış rivayetlerine rağmen İmparator, alaycı Parislilerin
kahkahalarım uyandıran küçük bir arabada dört kişinin
gülünç dönüşünü, adasında haber alıyor. Şişko kıral, yay­
van apuletli sivil kıyafeti içinde, üç katlı gerdanının üs­
tünde gülümsiyormuş; yanında asil ve sert duruşlu bir
kadın varmış: Bu kadın, geçmiş zamanı andıkça gözleri
dolu dolu olan Angulem düşesi imiş. Bunların karşısında
ise, artık eyice ihtiyarlamış Konde prensi ile Burbon dükü
eski rejimin üniformasını geymiş olarak otuıuyormuş. Bu
araba ile hortlaklara benziyen içindekilerin etrafım İmpa­
rator Napoleonun Gardı sarmış imiş: Burbonların gitmesi
ile gelmesi arasında süren 22 yıllık bir devrin içinde olup
bitmiş dev boğuşmalarının timsali olan asık yüzlü, eski
püskü kaputlu askerler.
İmparator, kendi halefi hakkında tafsilât edinmeğe
can atıyor ve onun dairelerine girip oturmuş ve hiç bir
şeyi değiştirmemiş olduğunu duymakla hoşlanıyor. Anla­
şılan yeni kiralın üstünde öyle bir gayet haşmetli kıral hali
yok. Bir almanın anlattığına göre: "gayet şişman, ve ba­
caklarım kullanmaktan da hemen hemen tamamı ile mah­
rum. Siyah kadife terlik giyiyor, iki taraftan koltuğuna
DENİZ 605

giriyorlar, çünki bir saman çöpü bile onu sürçtürebilir.


Kırmızı kıvrık yakalı ve geniş sırma apuletli bir nevi
lacivert mintan giyiyor.” Bu hale İmparator, içinden gelen
kahkahalarla gülüyor. On yıl kadar bir müddetle İngiliz
karikatürleri ile gazeteleri ona türlü türlü kaba ve neza­
ketsiz tavırlar ve kılıklar isnat etmişlerdi, halbuki işte şim­
di İngilterenin eli ile tekrar tahta çıkarılan meşru kıra!,
bir kıral karikatüründen başka bir şeye benzemiyor!
Yeni kıral, milletinin kalbini kazanmak için ne yapı­
yor? Ona bir kanunu esasi mi vermiş? Fakat arası pek geç­
meden haber alınıyor ki bu parlak tevcih gerçekte sırf
kâğıt üstünde kalıyor; eski müsavatsızlık, kardeşi XV I
inci Luinin kellesini uçurtturmağa sebep olmuş bütün o
eski sınıf imtiyazları yeniden meydana çıkıyor.Jantiyyomlar
askerlik hizmetinden istisna ediliyor, asil tabakadan olmı-
yanlar artık yüksek makamlara geçemiyecek. Eski asilza­
deler İmparatorluk zamanının asilzadeleri ile alay ediyor.
Tabiaten oldukça makul olan ihtiyar kıralcağız, işi, kar­
deşi muzlim ve sükûtî Artuva (Artois) dükünün eline bı­
rakıyor, şimdi mallarını, mülklerini istiyen davacı muha­
cirler onun etrafında toplanıyor. Bunlar kirala âyan naspe-
diliyor ve kıral bütün bu işsiz güçsüzlere, bütün bu aylak­
lara bol bol maaşlar veriyor.
Nasıl? Papas sınıfı da gene o eski kudret ve şevketini
eline mi almış? O sınıf da asilzadelerin fikrine uyuyor,
ölüm halinde olanların elinden, aksi takdirde cehenneme
giderler tehdidi ile mirasçılarını asilzadeler lehine miras­
çı Iıktan çıkarttırmağa muvaffak oluyor, ve ceza korku­
sundan pazar günleri kilisede sessiz sedasız duruluyor;
606 NAPOLEON

halbuki yeni kanunu esasi ibadette herkesin hürrolacağını


temin ediyordu. Dinî ayin alayları yeniden sokaklardan
geçmeğe başlıyor, fakat kilise Parislilerin taparcasına sev­
dikleri bir komedya artisti kadım dinî merasimle gömmeyi
reddettiğinden, isyan da patlıyor.
Halk, yabancı halâskâra neler borçlu olduğunu şimdi
anlıyor. Sürgündeki adam kıral Luiyi atının sağrısına bağ­
lamış da fransız cesetlerine basa basa Fransaya doğru dört
nala koşan bir kazağı gösterir karikatüre baktıkça mem­
nun oluyor. Bugün Ingilterenin Paris elçiliğine tayin edil­
miş olan İspanya muharebeleri galibi Wellington, göze
fena görünüyor. Ya artık askerlikleri kalmıyan binlerce
insan hakkında hükümet ne gibi tedbirler alıyor? zabitlere
yarım maaş tahsis ediliyor, fakat dini bütün katolik olmı-
yanları defediliyor. Buna mukabil kiralın zadegândan teş­
kil edilmiş yeni gardına bol bol maaş veriyorlar; Harbiye
mektebi asilzadelere gene kapısını açıyor, fakat Lejiyon
donör azası olanların yetimleri için açılmış olan müessese­
ler lâğvediliyor. Fransada hayal sukutu evelce imparatorun
tahmin etmiş olduğu zamandan daha az bir zaman zar­
fında artıyor.
Bununla beraber Porto-Ferrajoda jakobenlik taslandığı
yok ve Napoleon bütün hatalarım tasdik etmekle beraber
tuttuğu sistemi hiç bırakmıyor: "Fransanın bir aristokrat­
lığa ihtiyacı vardır, o aristokratlığı kurmak için de zaman
ve an’aneler elzemdir. Ben prensler ve dükler yaptım, on­
lara topraklar verdim, servet verdim. Fakat onları jantiy-
yom yapamazdım. Bunun içindir ki onları evlenme yolu ile
eski asilzadelere birleştirmeğe çalıştım ve Fransanın aza­
DENİZ 607

metini vücuda getirmek için istediğim yirmi yılı bana ver­


miş olsalardı, çok büyük şeyler yapardım. Ne yapalım ka­
derin hükmü başka türlü imiş.”
Bir satranççı, partiden sonra oyundaki hatalarını na­
sıl sayar dökerse o da kendi yaptığı yanlışlıkları öyle iti­
raf ediyor. Muhatabı kim olursa olsun ona ne? İngilizle-
ıin önünde, sulhu Dresdde imzalamak lâzımdı ikrarında
bulunuyor, fakat, tngilizler ona sulhu niçin Şatiyyon (Châ-
tillon) da imzalamamış olduğunu sordukları zaman, Na­
poleon onlara şu azametli cevabı veriyor: "Fransamn hay­
siyetini muhil bir sulh aktedemezdim. Ben tahta çıktığım
zaman Belçika onun ülkesine dahildi. Ben kendi fethet­
tiğim memleketlerden, vaz geçebilirdim, fakat dönüp de
gene Burbonlar zamanındaki hudutlara geleyim ? asla! Ben
asker doğmuş bir adamım. Kendimi birdenbire İhtilâlin
göbeğinde buldum, taht sahipsizdi, onu ben zabtettim ve
elimde tutabildiğim kadar tuttum. Evelce ne idi isem şimdi
gene o oldum, basit bir asker oldum. Cefalardan yılsa yıl­
sa alçak yılar.”
Napoleonu bilenler bu sözlerin içinde baştan başa o­
nu bulurlar; maziden bahsederken de gene hep o açık söz­
lülüğü. Elbe adasında iken hiç bir vakit hiç bir kimseyi
kendi tarihi, kendi sergüzeşti hakkında yalan yanlış şey­
lerle aldatmadı. Bununla beraber de artık vazifesinin bit­
miş olduğuna eyice inanıyor, bundan böyle hiç hükümet
darbesi yapmağı hayal etmiyor, hattâ îngilterede sulh hâ­
kimliği etmek ihtimali var mıdır yok mudur diye düşü­
nüyordu: "îngiltereye gidecek olursam, acaba aleyhime bir
şey yaparlar mı? Sakın beni taşa tutmasınlar? Londranın
6 08 NAPOLEON

aşağı tabaka halkı tehlikelidir.” imparatorun bu suretle


kendilerine niyetini açtığı îngilizler ona temin ediyorlar ki
içlerine geldiği takdirde en halis bir misafirperverlikle ka­
bul görür. Kendisi bu sözü daha sonraları hatırlıyacaktır.
Viyana kongresi imparatoru ataletten ayırıyor, işte
dört monarşi ki ancak on yıllık bir gayretten sonra yendik­
leri bir cümhuriyete karşı birlik olmuş. Beş hükümdar bir
araya gelmişler, Avrupaya yeni bir teşkilât yapacaklar, fa­
kat artık ortada kendilerini tehdit eden bir düşman kal­
madığı için az zaman sonra kıskançlık onları biribirlerine
düşürerek. Nasıl? Çar Polonyayı almak, Prusya da Sak-
sunyayı mı zaptetmek istiyor? Fakat Galiçya ne olacak,
ya şu Burbonlarm akrabası Saksunya kıralcığı ne olacak?
Yeni senede, Kongre açıldıktan üç ay sonra Koalisiyon da­
ğılıyor. Muzafferiyetlerini bir sürü şenliklerle kutluluyan
hükümdarlarla nazırlar, az sonra biribirlerine hiyanet et­
meğe başlıyorlar: Habsburglar Ingiltere ve Fransa ile bir­
lik olup daha dün yan yana harp etmiş oldukları Rusya
ile Prusyaya karşı ittifak ediyorlar.
Freiherr von Ştayn diyor ki: "En ziyade Metternihin
hafifmeşrepliği, tembelliği, öğüngenliği kararlar üzerin­
de tesir icra etti: fazıl hükümdarlar kendilerini onun eli­
ne bıraktılar.” Saksunyalı bir asilzade Viyanadan yazıyor
ki: — "Prusya kıralı öfkenin ve küskünlüğün timsalidir...
Danimarka kıralı nazik, hatırşinas ve bazı da makul görü­
nüyor... Baviyera kıralı bir yük arabacısı gibi kaBa; Bad
grandükü, iri, sükûtî, kafası düşüncesiz ve sıhhati yerinde
bir adam; Vaymar dükü o şenlikli ihtiyar bekâr hayatını
sürmeğe devam ediyor....”
DENİZ 609

Elbe adasında gayet dikkatle takip edilen Viyana hâ­


diseleri Napoleonda ümit uyandırıyor. Murahhaslar mü­
zakereleri kesince, beklenen muvafık an gelip çatmış bu­
lunacak. Marenin sadakati sayesinde imparator, Viyanada
ne olup biterse hepsini gizliden gizliye haber alıyordu.
Fakat biribirine uymaz menfaatlerin rüzgârından çalka­
nan Kongre bir taraftan şenlik, bir yandan da entrika ya­
pıp dururken Taleyran ortalığı endişe içinde tarassut e­
diyor, ve Elbe adasına giden en ehemmiyetsiz gemiyi bile
Livornodaki adamları ile gözletiyor.
İki eski rakıyp, dağlar, denizler ve diplomatlar aşırı
yerden biribirlerini böyle tarassut, tecessüs ediyorlar. Bü­
tün öteki adamlar gûya bu iki büyük oyuncunun oynadı­
ğı partiyi canlandırmağa mahsus kalabalıktan başka bir
şey değil. Acaba ikisinin de hatırına geliyor mu ki, 18
brümerden biraz evel öyle bir an olmuştur ki pencerele­
rinin altında atların nal seslerini duyunca ikisi de yakalan­
maktan korkarak sap sarı kesilmişlerdi?
Muhakkak olan bir şey varsa o da bütün Kongre müd-
detince Taleyramn olanca basiret ve kiyasetini muhafaza
etmiş olmasıdır; tehlikeli adamı Asor (Açores) karadan
beş yüz mil açığa uzaklaştırmalarını tavsiye edivor.
Sırf tamaı yüzünden bu tasavvurunu geri bıraktı, zi­
ra kıtalliğini elinde tutmak için uğraşan kurnaz Müra, o­
na ehven fiatla kendi Benevan (Benevent) prensliğini sat­
tıracağını vadetti. Taleyran eyice bu yeni meşguliyetlere
dalarak Asor işini ihmal etti. Daha sonraları başka bir plân
tasarladı: imparatoru kaçırtmak. Livorno Sbirleri (Sbir—
balyanın eski bir nevi kemandar askeri, zaptiye neferi)
Napoîeon — 39
610 NAPOLEON

temin ettiler ki bu iş ancak kendi gemilerine kumanda e­


den dört kaptandan birini kazanmakla olur.
Napoleonun bu tasavvurlardan ufacık bir şey sezinip
işkillenmesi ondaki o korsikalı kondottieri kanım kayna­
tıp galeyana getirmeğe kâfi geliyor. Toplarım tekrar mü­
nasip yerlere yerleştiriyor, ve topçularına bomba atmak
talimleri yapmalarım emrediyor: "Ben askerim, beni kur­
şuna dizebilirler, fakat buradan beni kaldırıp başka bir ye­
re sürmelerini istemem; gelsinler önce benim kaleme hü­
cum etsinler.” Kimsenin böyle bir şey düşündüğü yok. Vi-
yanada bir uzlaşma yolu bulunuyor gibi gözüküyor; bir­
denbire bir inkıta olmak ihtimali azalıyor, fakat Fransa-
da hoşnutsuzluk artıyor. Kendi kendine diyor ki:
—■Şayet Kongre azalan bütün imzaları teati ettikten
sonra ayrılmaya kadar beklenecek olursa eyice kuvvet ka­
zanmış bir sürü kıralcı karşısında kalınır. Şimdi ise bilâ­
kis o sürü daha henüz sarsıntı içindedir; onu yıkmak için
usta bir elin darbesi kâfi gelir. Fransa Burbonlara sövüp
sayıyor. Paris onlarla alay ediyor, onları koruyan Koali-
siyon ise kendinden nefret ettirmiş... Ordu, İmparatoruna
taraftar, birçok deliller bunu gösteriyor... Burbonlar ze­
lil adamlardır, kaçar giderler... Ben yeniden hükümet mev­
kiini ele geçirince, oğlum da geri gelir....”
Napoleon hiç bir vakit işleri bu seferki kadar soğuk
kanlrlıkla hesap etmiş değildir. Bununla beraber maddî
cinsten olan bütün bu işleri önceden doğru olarak sezip
kavramış olmasına rağmen, o, olanca ümidini ruhî amile
bağlıyor: "Ben beklenmedik ve cür’etli bir teşebbüs karşı­
sında fikirlerin ve ruhların birdenbire galeyana gelmesine
DENİZ 61.1

şaşkınlaşmasına, düşüncesizleşmesine güveniyorum,” Ve


şunu da ilâve ediyor: "Fransamn felâketlerine sebep olan
ben im, onları tamir etmek de bana düşer.”
Şubatın sonunda hazinedarım getirtiyor: "Çok para­
nız var mı? Bir milyonluk altın kaç okka çeker? 100,000
frank kaç okka gelir? Lira dolu bir sandığın ağırlığı ne
tartar?... Öyle ise, alın sandıkları, onlara altın koyun; üst­
lerine de Marşanın size teslim edeceği kütüphanemin ki­
taplarım korsunuz; ne kadar adamınız varsa hepsini sa­
vıp gönderin... Paralarım da verin... Yok, yok vermeyin.
Eğer elinizde francesconeleriniz varsa onları harcayın. Si­
ze söylediğim bütün bu şeyleri gizli tutmanız lâzım geldi­
ğini söylemekliğime hacet yok sanırım.”
Şaşırıp kalan hazinedar, doğru jeneral Druoya koşu­
yor. Göz göze geliyorlar, biribirlerine bakışıyorlar, fakat
ne biri, ne de öteki bir tek kelime bile söylemiyor. Erte­
si günü, verilen bir emir üzerine limandaki bütün gemi­
ler alıkonuyor. imparator her şeyi hazırlamış; bu, adeta kü­
çük mikyasta bir Mısır seferi.
Hareketinin arifesi akşamı, gene her vakitki gibi ka­
dınlarla ekarte partisini oynıyor, fakat biraz sonra kal­
kıyor, bahçeye geçiyor ve bir daha geri gelmiyor. Annesi
onu bir incir ağacının altında buluyor. Kadın anlatır ki
bir an tereddüt geçirdikten sonra Napoleon elini anasının
alnına komuş da demiş ki:
— "Evet, bunu size söylemeliyim, fakat size tevdi e­
deceğim şeyi kime olursa olsun söylemekten hattâ Poline
dahi açmaktan sizi menederim.” Ve adetâ Bertieye söyli-
yormuş gibi bir kumanda edası ile:
612 NAPOLEON

"Haberiniz olsun ki ben bu gece gidiyorum” demiş.


— Nereye gideceksin?
— "Parise, fakat her şeyden evel, bu hususta sizin
fikrinizi öğrenmek isterim.”
Annesinin yüreğine iniyor. Şu son altı ay zarfında ka­
dının bütün neşesini yerine getiren şey, oğlunun yanında
bulunuşu, içinde yaşadığı sükûnet, emniyet, olanca saade­
ti yıkılıp gidiyor; fakat azametli ve zeki Letisia, oğlunu,
hiç bir şey, kararından döndüremiyeceğini, ahuvahlarının
oğlunun azmine ziyan vereceğini bildiğinden ona diyor ki:
— Bırakın beni de bari ananız olduğumu unutayım!
Allah sizin zehirlenip ölmenize, ya da size yaraşmıyan bir
rahatlık içinde ölmenize müsaade etmez, sizi kılıcınız eli­
nizde olarak öldürür. Ümit edelim ki sizi bunca muhare­
belerde korumuş olan Allah, bir kere daha korur!....”
Akşam, erkân, hükümdarlarının huzuruna davet edi­
liyor. İmparator onlara diyor ki: "Ben gidiyorum, ahali­
nin tarzı hareketinden fevkalâde memnunum; çok büyük
ehemmiyet verdiğim bu memleketin müdafaasını onlara
emniyet ediyorum, anamla kız kardeşimi onların muhafa­
zasına tevdi etmekle haklarında gösterdiğim emniyete bun­
dan daha büyük ve daha kuvvetli bir delil gösteremem...”
Kumandan ile belediye reisi bu ayrılıştan duydukları
canlı ve büyük esefleri kendisine bildiriyorlar, her şey a­
detâ kibar bir misafir, birkaç ay hoş bir istirahat vakti ge­
çirmek üzre geldiği güzel bir küçük adadan ayrılırken ev
sahiplerinden izin alıyormuşçasına cereyan ediyor, impa­
rator gemiye biniyor, ve fecir vakti yedi küçük firkateyn
bin kişiyi alarak engine açılıyor. Firkateynler Fransız ki-
DENİZ 613

yılarına doğru yüneliyor. Napoleon güvertede kalıyor, ve


Elbe adasının gökler üzerinde oynıyan hayalini yandan
göstermesine bakıyor. İşte nice engeller ortasında ilk hı­
zım almış olduğu Korsikanın hayali... O mart sabahında
Nis ile Kanın sisler üstünde yüzerek meydana çıktığım
görünce İmparator kendi kendine:
— Benim başıma bundan beter daha ne gelebilir?
Muvaffakıyetsizlik ve ölüm. Benim için bundan daha mes’-
ut ta bir şey olabilir mi? Bütün Avrupaya hâkim olmak.
Yok, yok, Avrupa Müttehit — Devletleri hülyası bitmiş­
tir artık; tekrar böyle bir şeye başlamak ve bu uğurda bir
milyon Fransızın kanım dökmek lüzumsuzdur; milletler
daha böyle bir fikre hazırlanmış değiller... Fransaya bir
Kanunu Esasi vermeli; meclislerle hoş geçinmeli. Artık dik­
tatörlük zamanı geçmiştir. Zaten daha Pariste de değiliz
ya, acaba askerler ne yolda hareket edecek?” diye sordu.
Pek malûm bir sahile bu suretle yanaşan adam 45 ya­
şında bir adamdır ki mazisi şanlı, atisi kararsız, yeni fır­
tınalara göğüs geremiyecek kadar ihtiyar, fakat sergüzeşt­
ten vaz geçemiyecek kadar da genç; bir ruh ki içinde hem
cesaret, hem de feragat fikri yan yana...

XVI

Dağlar, ovalar çoşkun sayhalardan çın çın çınlıyor!


Kan limanında imparatorun bin askerine iltihak etmiş o­
lan küçük cemaat köyden köye büyüyor. Coşkun ve hayran
halk bütün Tarihte o sükûn ve itidalini muhafaza etmiş,
hazin de şen de olmıyan eski Gardın etrafım sarıyor. Evel-
614 NAPOLEON

ce gene bu ayni dağlılar, aralarına o meçhul, kısa boylu,


çelimsiz bir genç jeneralin geldiğini görmüşlerdi; bu je-
neral onları Alplerin ötesine sevkederek çapulcu askerle­
rin elinden kurtarmıştı. Bu mucizeye şahit olan köylüler
her daim şunu iddia edegelmişlerdi: imparator o harikalı
mesleğine bizlerin arasında başlamıştır, işte o, gene gel­
miş; o, ve grönadiyeleri... Halk bunları peygamberler, ha­
laskarlar diye addediyor! Bu yiğitler dağlardan iniyor, ka­
rıları ile çocukları da arkalarına takılıyor; kirala karşı şar­
kılar uydurarak, geçtikleri küçük kasabalardaki memur­
ları imparatoru karşılamağa zorla kaldırarak geliyorlar.
50 fersahlık bir güzergâh üstünde Napoleon boyuna köy­
lülere tesadüf ediyor.
Bütün bunları o, önceden tahmin etmişti. Dünyada
hiç bir şeye mukabil tekrar Eksten, Avinyondan ve kıral-
lık taraftarı Provanstan geçmezdi. Karlı yollarda birkaç
top bırakıp çabucak Dofine (Dauphine) ye varmağı ter­
cih ediyor. Bu havalideki dağlılardan bir çoğunun toprak­
ları, vakti ile asilzadelerin malı oan millî emvalden gel­
me; bu köylülerin yirmi yıldanberi istifade ettikleri top­
rakları şimdi kendilerinden tehdit ile geri almak istiyen
kirala, papazlara ve muhacirlere karşı öfke beslemesinde
şaşılacak hiç bir cihet yok. İhtilâl, yoksulun lehine olmak
üzre halk tarafından yapılmış değil mi idi? Birinci kon­
sül onları hiç bir haklarından mahrum bırakmamıştı; im­
parator onların oğullarından başka hiç bir şeylerini iste­
memişti; ağır düşünüşlü bu köylüler Napoleonu hiç bir
vakit kendilerinden ayrı gayrı addetmemişlerdi, onu hep
kendi adamları olarak bellemişlerdi.
DENİZ 6ı 5

Bundan on beş yıl evel de Bonapartı Mısırdan dö­


nüşünde gene böyle bir fikir haleti ile karşılamışlardı,
Fransanın bütün cenup havalisi onu bir kurtarıcı sıfatı ile
selâmlamıştı. Ne oldu da daha bundan on ay önce alenen
tahkir ve terzil edilmiş olan adam bugün şenlik sayhala­
rı ile karşılanıyor? O zaman imparator Fransanın başka
bir havalisinden geçmişti; onun getirmiş olduğu felâket­
lerden bunalmış olan memleket, suçlu birini arıyordu, im­
paratorluğun yıkılması ne kadar çabuk oldu ise halkın
kini de o nisbette kısa sürdü. Napoleona olan emniyet
ve itikat onun şanı ve şerefi devam ettiği müddetçe ber­
karar olacaktı.
ilk rastgeldiği askerler acaba ne yapacak? Fransadan
çıkıp giderken vatanın, yeni kiralın hizmetine girmele­
rini askerî kıt’alara kendi emir ve tenbih etmişti; şu hal­
de şimdi askerler de kiralın beyaz kokardını taşıyorlar,
onun ekmeğini yiyorlar, eski rejimin zabitleri şüphesiz ki
eski âmirlerine kara sürmeğe çalışmışlardır. Napoleon bi­
liyor ki her şey kendinin şahsî tesirine bağlıdır. Kandan
ayrılırken sol tarafta Antip (Antibes) i görüyor... Vakti
ile Robespier düştükten sonra kendisini içine tıktıkları
bürcü ihtimal ki tekrar görüp tanıyor. Şayet yarın bakışı
ve sözü galebe çalamıyacak olursa Burbonlar da onu ge­
ne buna benzer bir kaleye hapsederler ve Avrupa da o­
nu böyle bir duvarın önünde idam eder.
Grönobl civarında Mür (Mure) de kiralın ilk tabu­
ru ilerileyip ona karşı geliyor. Vakti ile nasıl imparato­
ra karşı sadakat yemini vermişlerse bu kere de kirala sa­
dık kalacaklarına yemin etmiş olan zabitler hücum emri
590 NAPOLEON

yor. O zaman Napoleon onlara ilerliyerek şu sözleri söy­


lüyor :
— Eski Gar dimin askeri! sizlere veda ederim. Yirmi yıl-
danberi sizleri ben mütemadiyen şeref ve zafer yolu üze­
rinde buldum. Bizim feyiz ve ikbal zamanlarımızda olduğu
gibi bu son zamanlarda da şecaat ve sadakatin birer iıümu-
nesi olmaktan geri kalmadınız. Sizler gibi adamlar olduk­
tan sonra bizim davamız kaybolmazdı... Fakat işin içine
dahilî harp karıştı... Şu halde ben bizlerin hepimizin men­
faatlerini vatanın menfaatlerine feda ettim, gidiyorum. Siz­
ler, ey benim dostlarım, Fransaya hizmet etmekte berdevam
olunuz. Benim yegâne düşüncem onun saadeti idi; emel­
lerinin hedefi daima o olacaktır! Benim tecellime acıma
yımz; şayet ben mazul bir halde unutulmuş olarak yaşa­
mağa karar verdimse gene sizin şan ve şerefinize hizmet
etmek içindir; birlikte yapmış olduğumuz büyük vakayii
yazmak istiyorum! Allaha ısmarladık, evlâtlarım! Hepsi-
nizi birer birer bağrıma basmak isterdim; hiç olmazsa bay­
rağınızı öpeyim!... Bir kere daha Allaha ısmarladık, eski
yoldaşlarım! Bu son puse kalplerinize girsin!”
Jeneral ona bayrağı uzatıyor, o, zabiti kucaklıyor, son­
ra dudakalrını şanlı kumaşa konduruyor. "Allaha ısmarla­
dık, arkadaşalrım!”
İşte arabaya biniyor. "Yaşasın İmparator!” Gidiyor.
Eski Grönadiyeleri hıçkıra hıçkıra ağlıyor; babaları
gitti. O, grönadiyelere evvelce hiç bir vakitte bu türlü bir
hitapta bulunmuş değildi. Sözlerinde hiç rikkate getirecek
talâkat yoktu, hiç cür’etkâr tasvirler yoktu, hiç remizler
yoktu; İmparator bir ordu baş kumandanı gibi konuşmuş­
DENİZ 591

tu: Erkekçesine, tokçasına. Ve o bayrağr öpüşte öyle mü-


heyyiç bir hareket vardı k i! Bu hal, hiç kendisinde vaki ol­
mamış, içten gelme bir hareketti. Eski grönadiyeler bunu
torunlarına, torunları da torunlarına söyliyeceklerdi, ve
efsane böyle böyle bize kadar intikal etti.
Napoleon, askerlerden ayrıldıktan hemen biraz sonra a­
halinin tecavüzüne uğrıyor. Eski gardımn hıçkırıklarından
sonra öyle yuhalar, öyle yuhalar yağıyor ki! Arabası Pro­
vans eyaletinden geçerken başı boş bir halkın yaygarala­
rından başka bir şey işitmiyor: "Kahrolsun müstebit! na­
mussuz! meymenetsiz derbeder!” Arabasının atlarını değiş­
tirdikleri köylerde, gazaplı şirret kadınlar araba kapısına
üşüşüp ona hakaret ediyorlar; arabasının etrafına taşlar ya­
ğıyor; arabacıya zorla: "Yaşasın kıral!” diye bağırtmak
istiyorlar. Diğer bir köyde onun şeklinde yapılmış ve kana
bulanmış bir manökeni yolcu ve eşya nakleden arabalar
şirketinin arabalarına asmışlar ve bir ahali kalabalığı: "Öl­
dürün katili!” diye bar bar bağırıyor. Arabacılar atlarına
basıyor kamçıyı; ve yolculuk alabildiğine bir kaçış haline
geliyor, Napoleonun, hayatında ilk kaçışı.
Bir nevi korku içinde katılıp kalmış oaln imparator
bakıyor, dinliyor. Vakti ile onun bir bakışına nail olmak
için arabasının etrafında koşanlar, Fransaya bahşettiği şan
ve şereften dolayı ona karşı ebedî bir minnet beslediklerine
yemin edenler bunlar mı idi?
Evet, ayni bunlardı, bugün başına gelen bu şeyi vakti
ile Napoleon ta önceden, Parise muzafferen ilk girişi za­
manında sezmişti. Sessiz ve rengi uçuk bir halde arabasının
köşesine gömülüp kalıyor; her durakta, yabancı komiser­
592 NAPOLEON

ler koşuşup onu koruyor. Kılıcım çekmeksizin her şeye ta­


hammül edecek mi? kılıç mı? Artık taşımıyor ki, yeşil el­
bisesini bile giyemiyor. İmparator Fransadan sivil kıyafetle
ayrılmağa mecburdur. 19 brümer p ] de bir tek defa buna
benzer bir vaziyet içinde kaldığı zaman da gene kıbcım
çekmemişti; bugün halkın karşısında güçsüz kuvvetsiz kal­
dığı gibi o vakit de radikallerin karşısında âciz kalmıştı.
Napoleon kürsü adann değildi. O, yalnız muharebe mey­
danlarında döğüşmesini bilirdi.
İdman! hava! tenha bir yol üstünde arabasını durdu­
ruyor, atım çözdürüyor, sonra, yuvarlak şapkasına beyaz
bir kokart bağladıktan sonra, atım dört nala sürüyor, oda
hizmetlerine bakan uşağı da arkası sıra gidiyor. Eksin önü­
ne gelince yoldan sapıyor ve küçük bir lokantaya iniyor,
orada kendini Kembel (Campbell) isminde bir İngiliz ku­
mandam olarak tanıtıyor. Bu onun altıncı adıdır.
Ona hizmet gören Provansh genç kız gevezelik etmek­
ten geri kalmıyor: — "Daha o denize varmadan evel yaka­
sına yapışacaklar!” diyor. Onun bütün sözlerine Napole­
on: "Evet, evet,” diye cevap veriyor. Uşağı ile yalnız ka­
lınca onun omzuna yaslanıyor ve uyuya kalıyor, iki gece
uykusuz kaldıktan sonra bu uyku ona eyilik veriyor. Uyan­
dığı zaman, son gündeki o yaygaralar ve manzaralar tekrar
aklına gelince dehşetten ve nefretten titriyor ve usulcacık:
"Hayır, hayır, ben şimdiye kadar her yerde bahtiyar ol­
duğumdan fazla Elbe adasında bahtiyar olacağım. Artık
fenden başka hiç bir şeyle uğraşmıyacağım. Artık Avrupa-
p ] B ru m er: Fransa ilk cüm huriyetinin ikinci ayı (2 3 teşrini-
evelden 2 1 teşrinisaniye kadar sü rer).
DENİZ 593

nın hiç bir tacını istemem. Halkın ne demek olduğunu gör­


düm. İnsanları hakir görmekte hakkım yok mu imiş?”
Arabalar gelip ona kavuştuğu zaman elbisesini değiş­
tirmek tedbirinde bulunuyor ve acelesinden Avusturya ko­
miseri Kollerin jeneral üniformasını, Prusya kumandam
Truchsessin şapkasını ve Şuvaloffun rus mantosunu giyi­
yor. İşte Napoleonun memleketinden bu garip ve gülünç
kıyafet ile kaçması mukaddermiş.
Nihayet Frejuse varılıyor! Vakti ile bütün gemilerini
kaybederek, ordusunu terkederek ve divanı harbe çekilme­
ği hakederek ,Mısırdan dönerken mağlûp jener alin yanaş­
mış olduğu liman işte. O zaman etrafında eski muzafferi-
yetlerinin halesi olduğundan halkın alkışlan ile karşılan­
mış, kendisine bir efendi arayan halkın, bu sefer bütün yol
boyunca yuha çeken bu ayni halkın gittikçe büyüyen coş­
kunluğu ona Parise kadar refakat etmişti. Bu iki seyahati
biribirinden ayıran on beş yıl zarfında o, devleti yeniden
kurmuş ve millete ölmez bir şan ve şeref ihsan etmişti; —
silâh şakırtıları, hendek diplerinde çürüyen asker ölüleri,
galiplerin mestedici avdetleri, mareşallerin şanlı mesleği,
muzaffer milletin leh veya aleyhinde ruhların ve fikirle­
rin galeyanı ile dolu on beş yıl; ve bütün bunların üzerin­
de, her şeyi kendi dehasına borçlu olan bir adam hüner ve
marifeti ile bir korsikalınm başına koyduğu altın tefne
dallı ince bir tacın hükümranlığı.

XV
— Korsika ne kadar büyük! Dağlan ne kadar yüksek!
Bastia hakikaten güzel bir liman, tek dürbünle onun istih-
Napoîeon 38
594 NAPOLEON

kâmları ayırt ediliyor... Şunlar batı tarafından bir alınabil-


se idi...
Elbe adasının hükümdarı, malikânesinin tepelerinde
atla gezinirken uzaktan eski vatanının hayalini görüyor.
Orada her şey buradakilerden çok daha büyük: Onun top­
rağı bununkinden kırk defa daha büyük, oradaki ahali bu-
radakinin on misli; bütün rakkamlar aklında. Elba adası
bir köstebek yuvasından başka bir şey değil.
Açık havalı bir mayıs sabahında oraya vardığı zaman
Napoleon köylülerin ve Porto Ferrajo fakir fukarasının
hoş geldin nutkunu dinledikten sonra onların kendisine
verdikleri ziyafeti kabul etmemiş, herkesi hayret içinde
bırakmış ve hemen ata binip yeni kırallığının istihkâmla­
rını teftişe gitmişti. Ertesi günden itibaren emirler, sakin
adanın üstüne dalgalar gibi kopup geliyordu: Pianosaya
2 batarya daha yerleştirilsin; dalga kıranı büyültmek lâ­
zımdır, bütün yolları tamir etmelidir. Adalılar 400 gröna-
diyenin karaya çıkmasına hayretle bakıyorlar. Yeni Efen­
dileri bir yabancılar lejiyonu ile, bu lejiyonun adedini art­
tıracak bir nevi Gar d Nasiyonal teşkil etmekte gecikmiyor.
Az zaman içinde Napoleon yeniden bin kişinin, az sonra da
küçük bir filonun başına geçiyor. Neden? Askerleri ile
meşgul olmak ihtiyacından.
Bir devlet şûrası teşkil ediyor, kendisi ile birlikte gel­
miş olan iki jeneral — Bertran ve Druo — ile adanın aha­
lisinden on iki kişi kadarı da o şûrada aza bulunuyor. De­
mir madenleri ve tuzlaların ıslahı hakkında kendi riyaseti
altında müzakere cereyan ediyor. Sizler buralarda dut ağacı
yetiştirmiyor musunuz? Liyon ipeklileri eyi para eder, şa­
DENİZ 595

yet bizim malımıza ağır gümrük resmi koyacak olurlarsa


biz de onu götürür îtalyaya satarız.
Önce tasarruf edelim. Elimizde çok bir şey yok, Fran­
sa da vaadettiği gelirleri bize göndereceğe benzemiyor, on­
da öyle bir hal yok. Buradaki ev Ajaksiyodakinden çok
daha küçük ve çok daha mütevazı; fakat paramız yok ki
yapı yaptıralım. Mabeyin müşürü Bertran ona şiltelerle
yatak çarşaflarının listesini arzettiği zaman, hükümdar on-
daki yanlışları meydana çıkarıyor, çünki ne kadar şeye sa­
hip bulunduğunu doğrusu doğrusuna biliyor.
Şu daracık adayı, şu küçücük orduyu ve şu küçücük evi
bu suretle idare etmenin kendisi gibi bir âdâm için gülünç
bir şey olduğunu görmüyor mu? Hayır. Sürgünlüğünün bu
ilk devresinde sıhhati ve keyfi yerinde olan Napoleon Elbe
adasında ispat etti ki imrendiği ve kapıldığı şey hiç bir va­
kitte debdebe ve darat değildir ve olmamıştır. Teşkilât yap­
mak, devlet kurmak, insanları düzeltmek, işte ondaki artist
şevki tabiîsi onu bunlara sevkediyor ve özlü bir toprağı
değil de mütemadiyen canlı ve yaramaz, uslu durmaz bir
maddeyi yuğurduğu için eserini ancak insanları zorlamak
ve teshir etmekle meydana getirebiliyor. Hiç bir vakit ne
dilettante ne de sonradan görme bir adam olmadığı için
şu küçücük, şu miniminicik imparatorluğu da vaktile idare
etmiş olduğu o engin imparatorluk gibi ayni ciddiyetle
idare edecek. Esaslı olan her. şeyi kurup hazırladıktan sonra
faaliyetsizliği kendisine ağır gelmeğe başladığından vazi­
yetine yeni bir gözle bakıyor:
"Düşünce ve hayal âlemine dalmak imkânım insan
kendinde bulduktan sonra böyle bir düşünce ve hayal ha­
596 NAPOLEON

yatına girmek ve ona alışmak zor değildir. Ben odamda


çok çalışıyorum ve oradan dışarı çıkıp da eski Gardımı gö­
rünce bahtiyar anlar geçiriyorum... Doğma büyüme kıral-
lar tahtlarından indirildiklerinden dolayı çok şiddetle ıstı­
rap çekmiş olsalar gerek, zira debdebe darat ve teşrifat
onların varlığı mesabesindedir. Ben ki oldum olasıya asker
olmuşum ve sırf tesadüf yüzünden kıral olmuşum, bu şey­
ler benim için birer yükten başka bir şey olmamıştır. Harp
ve ordugâh hayatı benim daha başka türlü hoşuma gider,
bana daha münasip gelir; onun için askerlerimden başka
bir şeye yanmıyorum; bütün hâzinelerimden ve taçlarımdan
benim elimde bıraktıkları en kıymetli bir şeyim varsa o da
birkaç fransız üniformasıdır.” diye yazıyor.
Buna kim inanır? Avrupa bu sözlerin altından bir sır
kokusu alıyor ve onun o ufacık, o ye’cuç me’cuç kırallığın-
da idame ettiği o teşrifat ve merasimle alay ediyor; fakat
vaktile Napoleonun doğuşça kendisinden yüksek olanlara
bile kendisini zorla saydırtan o tabiî vakarı şimdi de ziya­
retçiler üzerinde tesirini gösteriyor ve alayların önünü alı­
yor. Onlar metruk İmparatorun debdebesiz, saray erkânsız,
mabeyincisiz, nazırsız ve bütün azameti yalnız mazideki
şan ve şerefinden ibaret bulunan bir küçük evde kendine
hâlâ "Zatı Şahane” dedirtmeğe devam etmesindeki asil sa­
deliğe hayran kalıyorlar.
Onun İtalyan toprağına avdet etmiş olması sinirlerine
bir yatışıklık veriyor. Köylü onun sözlerine onun ana di­
linde cevap veriyor; kıyılarında büyümüş olduğu deniz, ül­
fet ve ünsiyet etmiş olduğu peyizaj ona gençliğini hatırla­
tıyor. Burada incir ağaçları, kayalar, bağlar arasında kay­
DENİZ 597

bolan düz çatılı beyaz evler, denizin üstünde yelkenliler,


limanda kuruyan balık ağları, halkta da ırkının gururu
var. Kadınlar pazar günleri kiliseye başlarında ipek men­
diller, fişülerle gidiyorlar; hasılı her şey onu usul usul
çocukluğundaki manzaralara ve tasvirlere doğru çekip si­
hirlerini yatıştırıyor. İmparator yeniden afiyet buluyor;
ona öyle geliyor ki doğup büyüdüğü diyara bu harikalı
seyahati bir rüyadır; yalnız grönadiyelerini görmesi ona
birdenbire Korsika ile Elbe adası arasındaki zaman zarfın­
da cereyan etmiş olan bütün şeyleri hatırlatıyor.
Maiyetinde bulunan zatlardan biri: "İmparator bura­
dan çok memnun, sanırsınız ki geçmiş zamanı unutmuş.
Yerleşmesi ile uğraşıyor ve bir kır evi yaptırmak için elve­
rişli bir yer arıyor. Ata çok biniyoruz, araba ile çıkıyoruz
ve denizde yelkenli ile çok geziyoruz” diye yazıyor.
Boş vakitleri olduğundan ve iktisat yapması da icap
ettiğinden en küçük teferruata bile nezaret ediyor; Bert-
rana şunu yazıyor:
"Çamaşırlarım acınacak, berbat bir halde. Benim daha
bir kısım çamaşırlarım olacak ki sandıklarımın içinde kal­
mıştı, hem bunların listesi daha henüz çıkarılmamıştır.
Emrediniz de olanca çamaşır, dolaplara yerleştirilsin; mak­
buz olmazsa kimseye teslim edilmesin... Bütün evlerimizde
alelade sandalyeler eksiktir, beheri beş franga çıkacak bir
sandalye modeli kararlaştırmalı... Pizada yapılan sandal­
yeler arasında örneği en hoş hangisi ise onu seçmeli.”
Avrupa buna gülüyor; hayretlerde kalıyor, fakat onun
o cesur feragatine hayran oluyorlar.
Bununla beraber, Napoleon bir akşam, bütün adayı
NAPOLEON

gören dağın tepesinde bulunurken, içinden bir ah ediyor:


"Eyvah şunu itiraf etmeli ki bu ada, doğrusu pek küçük.”
diyor. Kendisine bütün Avrupa bile dar gelen ve X IX uncu
asrın muteriz ve demokratik havasında bulunan bu adamın
ağzından bu eseflerin duyulması müheyyiç bir şeydir.
Yazın, annesi oraya geliyor. Kadın şimdi bahtiyar,
bundan böyle oğlu artık ne sui kastlara maruz, ne de harp
tehlikelerine. Burada her şey sakin; hava eyi, âdeta Korsi-
kadaki gibi: imparator ile bir arada geçirdiği hayat ona
eski zamanın eyi günlerini hatırlatıyor. Zaten Allahtan ol­
muş ki o oraya gelmiş, vaktile biriktirmiş olduğu paraları
oğluna getiriyor; kadın bonoları oğlunun eline verince
ihtimal her ikisinin de yüzü gülüyor... Doğduğu günün
yıl dönümünde annesi ona bir kır ziyafeti çekiyor.
Letisia Pariste Saint-Napoleon ayininin tes’idinde bir
on defa kadar hazır bulunmuştu. O zaman Emvaliddeki
toplar giirülderdi, Tüilöride dua okunur, sonra da bütün
saray halkı, Senato, nazırlar ve elçiler heyeti geçit resmi
yapardı; fakat akşam pençerelerin önünde hava fişek­
leri, maytaplar atılır ve yaz gecesinin yıldızlı göğünün yü­
zünde küçücük küçücük sayısız lâmbaların teşkil ettiği bü­
yük bir N görülürken pırıl pırıl donanmış salonların için­
de de Parisin en zarif sosiyetesi sıkış sıkış toplandığı za­
man kıral evlâtlarının arasında sessiz ve azametli duran
Letisia, yüreğini bir eza kemirdiğini duyardı. Bugün ise
şendir; bu sade ve neşeli ziyafet ona kendi küçük Ajaksiyo
şehrini hatırlatıyor, ve şüphesiz kendi kendine ilk defa
diyor ki ailesinin işi yoluna girmiştir!
Son vak’alar dolayısı ile zuhura gelmiş olan zorlukları
DENİZ 599

Romada iken gidermiş. Müebbet Şehre yeniden dönmüş


oi an Papa, düşmanının anasım affetmiş. Kadın, olan bi­
ten her şeyi çok daha evelinden sezmiş olduğu için, hiç bir
şeyden, hattâ bütün saray erkânının, kâtibi genç bir Kor­
sikalInın Burbonlar tarafına geçmiş olmasından dahi hay­
rete düşmiyor. Fakat Letisia, kızı Karolinin bir daha yü­
zünü bile görmek istemiyor. Buna mukabil Polin, sahici
elmaslarla güzel aşk gecelerini gelip geçici taçlardan üstün
tutmuş olan şen prenses Borgze, imparatorun kız kardeş­
leri içinde en sevgilisi olan kadın ise Elbe adasına çıkıyor
ve eğlenceli dedikodularla kardeşini neşelendiriyor.
imparator, erkek kardeşlerinden seyrek haber alıyor.
Bununla beraber günün birinde ona Lüsiyenden bir mek­
tup getiriyorlar. Ne istiyor? Şimdi Romada bir prens deb­
debesi ile yaşıyan Lüsiyen ona, âlicenaplıkla yardımını ve
naktî muavenetini mi teklif edecek? Papanın lütfü ihsanı
ile Kanino prensi olan Liisiyenin kal ocakları var ve im­
paratorun da demir madenleri var ki o ocakları besliyebi-
lir... Vaktile Lüsiyen taçları, altınları reddetmişti, fakat
şimdi daha hâlâ imparatorun elinde bulunan demiri isti­
yor. O ki şair olduğunu ileri sürer, şu kal ocakları hikâ­
yesinin ne kadar gülünç olduğunu hissediyor mu?
Jozefin, Napoleonun azimetinden birkaç hafta sonra
Malmezonda ölmüş, imparatorun gitmesi ile kendi ölümü
arasında kadının ona mektup yazıp yazmadığı malûm de­
ğil; üç milyonluk bir borç bırakıyor, bunları imparator
ödeyecek. Kocasından ayrılmış ve düşes olmuş olan Hor-
tans vaktile uzun müddet anası ile saltanat sürmüş olduğu
ayni salonlarda şimdi Burbonlara reverans yapıyor. Letisia-
600 NAPOLEON

mn birkaç zaman Romada yanında alıkoymuş olduğu kü­


çük Leon, babasına çok benziyecek ve cin gibi olacakmış
deniyor... İmparatorun kendi ailesi hakkında bütün bildi­
ği şey bundan ibaret.
Güzel bir yaz günü, bir İngiliz gemisi limana genç
bir kadın getiriyor, evelce Fontenbloda İmparatoru gör­
meğe boşuna çalışmış olan kadın.
Napoleon, kontes Valevskayı kestanelikler altına kur­
durmuş olduğu çadırlarda kabul ediyor. İki gün iki gece
onunla bir arada kalıyor, ancak emirlerini vermek üzre
ondan ayrılıyor. Dört yaşındaki küçük oğlu çayırlarda,
Polonyalı kıyafeti ile, eski grönadiyelerle oynuyor. İmpa­
ratorun sevgilisi kadını yanında alıkoymak hoşuna giderdi,
fakat hâlâ karısı yanına gelir diye umuyor ve dostuna bun­
dan çekindiğine dair en küçük bir şey bile sezdirmek is­
temiyor. Napoleon ikinci defa olarak gene saadetini bir
hülyaya feda ediyor. Kontes gittikten sonra denizde şid­
detli bir fırtına koptuğundan İmparator kadından Livorno-
ya vardığına dair haber almaya kadar çok merak ve üzüntü
içinde kalıyor.
Sihirbaz hakkında bu suretle ne harikalı bir masal örü­
lüyor. İşte Şönbrundanberi bir daha mahrem surette göre­
memiş olduğu sevgiliyi küçük kıratlığında kabul eden Elbe
adası hükümdarı. Bu iki tarih arasında ayni sarayda, âşık,
bir Avusturya prensesi karısı olarak alıp götürmek iste­
mişti.
Şönbrundaki aşk neticesinde Polonyanın hazin bir şa­
tosunda doğan çocuk bugün Cenubun gölgeli ağaçları al­
tında, ve babasının vaktile hürriyet vermeği vadettiği bir
DENİZ 601

halkın millî elbisesini geymiş de İmparatorun grönadiyeleri


ile oynuyor. Bunca vak’alar şu beş yıl içinde mi oldu bitti,
yoksa bir asır içinde mi? İnsan kendini âdeta masal okuyor
sanmaz mı? Bir yıl evel büyük bir İmparator bir adada
sürgün ve metrûk. yaşarken güzel ve mahzun bir ecnebi
kadın, ona çocuğunu götürmek için denizler aştı...
Zira hakikaten onu, karısı da, çocuğu da terketmiş,
ve bu hal duygularında burjuva ve muhafazakâr olan o ada­
ma hükümet mevkiini kaybetmekten daha üzüntülü de­
ğilse bile hiç olmazsa o kadar güç gelmiş olsa gerektir.
Memleketinden geçişi âdeta çelipaya gidiş yolunu tut­
muş gibi olduğu o yolun her konak yerinden Mari-Luize
mektup yazmıştı. Adaya gelince de ona bir daire hazırlattı,
dayatıp döşetti ve yeni evi için de plânlar resmetti. Eline
hiç bir mektup geçmediği için, kendi mektuplarım da yol­
da tutuyorlar diye farzediyor, ve karısına olan aşkı yü­
zünden, Mari-Luizin amcası Toskana grandüküne kendi­
sine çoluk çocuğuna dair haber vermesini rica etmeğe kadar
bile varıyor, zira: "Hâdise ve vak’alar nice insanları değiş­
tirmiş olmasına rağmen, Zatı Necabetpenahilerinizin benim
hakkımda gene dostluğunuzu muhafaza buyurmuş olma­
nızdan dolayı iftihar ederim. Şu halde, onun şah­
sının duygularına iştirak eden bu küçük nahiyeye Zati Ne-
cabetpenahilerinin teveccühkâr bulunmalarını rica ederim”
diye yazıyor.
Ahalisi 20,000 kişiden ibaret olan küçük bir adanın
hükümdarı, kudretli ve şevketli Grandüke böyle yazıyor.
Grandük ona cevap bile vermediğinden Napoleon insan­
lardaki lâkaytlığa karşı duyduğu o iğrenmeyi kendinde
602 NAPOLEON

yeniden buluyor: "Bana hürmetle resmî ye tantanalı elçi


heyetleri gönderdikten, kendi soylarından bir kızı benim
koynuma koyduktan; beni kendilerine kardeş tesmiye et­
likten sonra, bilâhare bana gasıp demiş olan hükümdarlar
benim üstüme tüküreyim derken kendi suratlarına tükür-
müşlerdir. Kurallarda bulunması lâzım gelen haşmet ve
muhabbeti tezlil etmişler, çamura bulaşmışlardır. Bun­
dan başka, bu İmparator ismi de ne demek oluyor sanki?
Bu da öteki isimler gibi bir isim. Benim kendimi ahlâfın
nazarına arzedecek bundan başka unvanım olmasaydı, ah-
lâf benim suratıma gülerdi.”
Ya İmparator, bozgunluk ve kargaşalık günü, dört
yaşındaki oğlunun, babasının sarayından çıkmağı şiddetle
reddetmiş olduğunu, ve büyük babasını ilk defa olarak
görünce saffetle şu: "Ben Avusturya İmparatorunu gör­
düm, güzel değil” sözünü söylemiş olduğunu duyacak olsa
acaba ne düşünür, ne der. Napoleonun en fazla korktuğu
şey, başına geliyor: oğlu da Astyanaks’ın tecellisine uğra-
yor, ve kendisine her ne kadar şefkat ve muhabbet göste­
riliyorsa da çocuk eyice seziyor ki babasından bahsetmesi
caiz değil. Yalnız adı bile başka başka iki âlemin musibetli
ittifakına remzolan küçük Napoleon — Fransuvayı, (Fran­
çois) biraz vakit sonra Habsburgların sarayında artık sa­
dece Fransuva diye çağırıyorlar. İmparatoriçamn kâtibi ge­
ri dönmek üzre izin almağa geldiğinde, küçücük çocuk
ona bir köşeye çekip usulcacık diyor ki : "Babama söyle­
yin, ben onu her vakit çok seviyorum.”
Ya İmparator bir de bir Neipperg hakkında, sırf Ha-
bsburglardan bir kadının, Napoleonun karısının iltifatla-
DENİZ 603

rina ve teveccühlerine mazhar olduğu için ismi tarihin ha­


tırında kalacak olan bu avusturya zabiti hakkında ne t dü­
şünüyor? Yabancısı olmıyanlar imparatorun, oğlunun res­
mi karşısında göz yaşı dökmekte olduğunu görmekle hiç
hayrete düşmüyorlar.
Daima şen ve hâlâ da alımlı güzel olan Polin çıka ge­
liyor, son zamanlarda imparatorun, kaçar çocukları oldu­
ğunu, bir hastane yaptırmak isteyip istemediklerini kendi­
lerinden sorduğu — terzi, ayak kabıcı takımından — ba­
bacan kimselerle karılarının o şaşkın tavır ve edalarının
taklidini yaparak kardeşinin acısını, somurtkanlığını gide­
riyor. Italyan ziyaretçiler gittikçe daha çoklaşıyor. Tarih­
çiler, şairler, aristokratlar, hattâ îngilizler bile imparator
tarafından kabul ediliyor; İmparator onlarla saatlerce ko­
nuşuyor, fakat yalnız geçmiş zamandan bahsediyor, gele­
cek zamana hiç yanaşmıyor. îtalyanlar başlarına gene Avus­
turya idaresi geldiğinden dolayı yanıp yakıldıkları zaman
Napoleon bu havadisten memnunluk duyuyor, fakat ken­
disini Italyadaki bir isyan hareketinin başına geçirmek is-
tiyen tertibatçılara yüz vermeyip geri gönderiyor. Onun
aklı fikri, biraz sonra da tasavvurları başka kıyılarda.
Paris ne diyor?
Onun zihnini daima kurcalıyan mes’ele bu. Haftada
iki defa gazetelerde okuduğu haberlerle ziyaretçilerin ge­
tirdiği havadisler, ona başka türlü istikbal imkânları sez­
diriyor. Bu defa da gene Napoleonun önceden tasarlan­
mış plânı yok; Elbe adasına yanaşırken oradan bir daha
çıkıp çıkmıyacağını bilmiyordu. Moskova seferindenberı
gene büyük sergüzeştçi olmuş olan Napoleonun "yaşıyan
604 NAPOLEON

bir hebennaka ölü bir İmparatordan yeğdir” demek daha


işine geliyordu.” Yavaş yavaş işlerin gidişine baka baka
plânım kuruyor, ondan vaz geçiyor, onu gene eline alıyor,
şu yana bu yana evirip çeviriyordu; her şey Parise ve Vi-
yanaya bağlı.
Acaba Paris Burbonları nasıl karşıladı? Daha İmpa­
rator gider gitmez hemen onlar oraya girmişler, ağızları
daha hâlâ Napoleonun sansörü ile bağlı gazetelerin yalan
yanlış rivayetlerine rağmen İmparator, alaycı Parislilerin
kahkahalarım uyandıran küçük bir arabada dört kişinin
gülünç dönüşünü, adasında haber alıyor. Şişko kıral, yay­
van apuletli sivil kıyafeti içinde, üç katlı gerdanının üs­
tünde gülümsiyormuş; yanında asil ve sert duruşlu bir
kadın varmış: Bu kadın, geçmiş zamanı andıkça gözleri
dolu dolu olan Angulem düşesi imiş. Bunların karşısında
ise, artık eyice ihtiyarlamış Konde prensi ile Burbon dükü
eski rejimin üniformasını geymiş olarak otuıuyormuş. Bu
araba ile hortlaklara benziyen içindekilerin etrafım İmpa­
rator Napoleonun Gardı sarmış imiş: Burbonların gitmesi
ile gelmesi arasında süren 22 yıllık bir devrin içinde olup
bitmiş dev boğuşmalarının timsali olan asık yüzlü, eski
püskü kaputlu askerler.
İmparator, kendi halefi hakkında tafsilât edinmeğe
can atıyor ve onun dairelerine girip oturmuş ve hiç bir
şeyi değiştirmemiş olduğunu duymakla hoşlanıyor. Anla­
şılan yeni kiralın üstünde öyle bir gayet haşmetli kıral hali
yok. Bir almanın anlattığına göre: "gayet şişman, ve ba­
caklarım kullanmaktan da hemen hemen tamamı ile mah­
rum. Siyah kadife terlik giyiyor, iki taraftan koltuğuna
DENİZ 605

giriyorlar, çünki bir saman çöpü bile onu sürçtürebilir.


Kırmızı kıvrık yakalı ve geniş sırma apuletli bir nevi
lacivert mintan giyiyor.” Bu hale İmparator, içinden gelen
kahkahalarla gülüyor. On yıl kadar bir müddetle İngiliz
karikatürleri ile gazeteleri ona türlü türlü kaba ve neza­
ketsiz tavırlar ve kılıklar isnat etmişlerdi, halbuki işte şim­
di İngilterenin eli ile tekrar tahta çıkarılan meşru kıra!,
bir kıral karikatüründen başka bir şeye benzemiyor!
Yeni kıral, milletinin kalbini kazanmak için ne yapı­
yor? Ona bir kanunu esasi mi vermiş? Fakat arası pek geç­
meden haber alınıyor ki bu parlak tevcih gerçekte sırf
kâğıt üstünde kalıyor; eski müsavatsızlık, kardeşi XV I
inci Luinin kellesini uçurtturmağa sebep olmuş bütün o
eski sınıf imtiyazları yeniden meydana çıkıyor.Jantiyyomlar
askerlik hizmetinden istisna ediliyor, asil tabakadan olmr­
yanlar artık yüksek makamlara geçemiyecek. Eski asilza­
deler İmparatorluk zamanının asilzadeleri ile alay ediyor.
Tabiaten oldukça makul olan ihtiyar kıralcağız, işi, kar­
deşi muzlim ve sükûtî Artuva (Artois) dükünün eline bı­
rakıyor, şimdi mallarını, mülklerini istiyen davacı muha­
cirler onun etrafında toplanıyor. Bunlar kirala âyan naspe-
diliyor ve kıral bütün bu işsiz güçsüzlere, bütün bu aylak­
lara bol bol maaşlar veriyor.
Nasıl? Papas sınıfı da gene o eski kudret ve şevketini
eline mi almış? O sınıf da asilzadelerin fikrine uyuyor,
ölüm halinde olanların elinden, aksi takdirde cehenneme
giderler tehdidi ile mirasçılarını asilzadeler lehine miras­
çı lıktan çıkarttırmağa muvaffak oluyor, ve ceza korku­
sundan pazar günleri kilisede sessiz sedasız duruluyor;
606 NAPOLEON

halbuki yeni kanunu esasi ibadette herkesin hürrolacağını


temin ediyordu. Dinî ayin alayları yeniden sokaklardan
geçmeğe başlıyor, fakat kilise Parislilerin taparcasına sev­
dikleri bir komedya artisti kadım dinî merasimle gömmeyi
reddettiğinden, isyan da patlıyor.
Halk, yabancı halâskâra neler borçlu olduğunu şimdi
anlıyor. Sürgündeki adam kıral Luiyi atının sağrısına bağ­
lamış da fransız cesetlerine basa basa Fransaya doğru dört
nala koşan bir kazağı gösterir karikatüre baktıkça mem­
nun oluyor. Bugün Ingilterenin Paris elçiliğine tayin edil­
miş olan İspanya muharebeleri galibi Wellington, göze
fena görünüyor. Ya artık askerlikleri kalmıyan binlerce
insan hakkında hükümet ne gibi tedbirler alıyor? zabitlere
yarım maaş tahsis ediliyor, fakat dini bütün katolik olmı-
yanları defediliyor. Buna mukabil kiralın zadegândan teş­
kil edilmiş yeni gardına bol bol maaş veriyorlar; Harbiye
mektebi asilzadelere gene kapısını açıyor, fakat Lejiyon
donör azası olanların yetimleri için açılmış olan müessese­
ler lâğvediliyor. Fransada hayal sukutu evelce imparatorun
tahmin etmiş olduğu zamandan daha az bir zaman zar­
fında artıyor.
Bununla beraber Porto-Ferrajoda jakobenlik taslandığı
yok ve Napoleon bütün hatalarım tasdik etmekle beraber
tuttuğu sistemi hiç bırakmıyor: "Fransanın bir aristokrat­
lığa ihtiyacı vardır, o aristokratlığı kurmak için de zaman
ve an’aneler elzemdir. Ben prensler ve dükler yaptım, on­
lara topraklar verdim, servet verdim. Fakat onları jantiy-
yom yapamazdım. Bunun içindir ki onları evlenme yolu ile
eski asilzadelere birleştirmeğe çalıştım ve Fransanın aza­
DENİZ 607

metini vücuda getirmek için istediğim yirmi yılı bana ver­


miş olsalardı, çok büyük şeyler yapardım. Ne yapalım ka­
derin hükmü başka türlü imiş.”
Bir satranççı, partiden sonra oyundaki hatalarını na­
sıl sayar dökerse o da kendi yaptığı yanlışlıkları öyle iti­
raf ediyor. Muhatabı kim olursa olsun ona ne? İngilizle-
ıin önünde, sulhu Dresdde imzalamak lâzımdı ikrarında
bulunuyor, fakat, tngilizler ona sulhu niçin Şatiyyon (Châ-
tillon) da imzalamamış olduğunu sordukları zaman, Na­
poleon onlara şu azametli cevabı veriyor: "Fransamn hay­
siyetini muhil bir sulh aktedemezdim. Ben tahta çıktığım
zaman Belçika onun ülkesine dahildi. Ben kendi fethet­
tiğim memleketlerden, vaz geçebilirdim, fakat dönüp de
gene Burbonlar zamanındaki hudutlara geleyim ? asla! Ben
asker doğmuş bir adamım. Kendimi birdenbire İhtilâlin
göbeğinde buldum, taht sahipsizdi, onu ben zabtettim ve
elimde tutabildiğim kadar tuttum. Evelce ne idi isem şimdi
gene o oldum, basit bir asker oldum. Cefalardan yılsa yıl­
sa alçak yılar.”
Napoleonu bilenler bu sözlerin içinde baştan başa o­
nu bulurlar; maziden bahsederken de gene hep o açık söz­
lülüğü. Elbe adasında iken hiç bir vakit hiç bir kimseyi
kendi tarihi, kendi sergüzeşti hakkında yalan yanlış şey­
lerle aldatmadı. Bununla beraber de artık vazifesinin bit­
miş olduğuna eyice inanıyor, bundan böyle hiç hükümet
darbesi yapmağı hayal etmiyor, hattâ îngilterede sulh hâ­
kimliği etmek ihtimali var mıdır yok mudur diye düşü­
nüyordu: "îngiltereye gidecek olursam, acaba aleyhime bir
şey yaparlar mı? Sakın beni taşa tutmasınlar? Londranın
6 08 NAPOLEON

aşağı tabaka halkı tehlikelidir.” imparatorun bu suretle


kendilerine niyetini açtığı îngilizler ona temin ediyorlar ki
içlerine geldiği takdirde en halis bir misafirperverlikle ka­
bul görür. Kendisi bu sözü daha sonraları hatırlıyacaktır.
Viyana kongresi imparatoru ataletten ayırıyor, işte
dört monarşi ki ancak on yıllık bir gayretten sonra yendik­
leri bir cümhuriyete karşı birlik olmuş. Beş hükümdar bir
araya gelmişler, Avrupaya yeni bir teşkilât yapacaklar, fa­
kat artık ortada kendilerini tehdit eden bir düşman kal­
madığı için az zaman sonra kıskançlık onları biribirlerine
düşürerek. Nasıl? Çar Polonyayı almak, Prusya da Sak­
sonyayı mı zaptetmek istiyor? Fakat Galiçya ne olacak,
ya şu Burbonlarrn akrabası Saksunya krralcığı ne olacak?
Yeni senede, Kongre açıldıktan üç ay sonra Koalisiyon da­
ğılıyor. Muzafferiyetlerini bir sürü şenliklerle kutluluyan
hükümdarlarla nazırlar, az sonra biribirlerine hiyanet et­
meğe başlıyorlar: Habsburglar Ingiltere ve Fransa ile bir­
lik olup daha dün yan yana harp etmiş oldukları Rusya
ile Prusyaya karşı ittifak ediyorlar.
Freiherr von Ştayn diyor ki: "En ziyade Metternihin
hafifmeşrepliği, tembelliği, öğüngenliği kararlar üzerin­
de tesir icra etti: fazıl hükümdarlar kendilerini onun eli­
ne bıraktılar.” Saksunyalı bir asilzade Viyanadan yazıyor
ki: — "Prusya kıralı öfkenin ve küskünlüğün timsalidir...
Danimarka kıralı nazik, hatırşinas ve bazı da makul görü­
nüyor... Baviyera kıralı bir yük arabacısı gibi kaBa; Bad
grandükü, iri, sükûtî, kafası düşüncesiz ve sıhhati yerinde
bir adam; Vaymar dükü o şenlikli ihtiyar bekâr hayatını
sürmeğe devam ediyor....”
DENİZ 609

Elbe adasında gayet dikkatle takip edilen Viyana hâ­


diseleri Napoleonda ümit uyandırıyor. Murahhaslar mü­
zakereleri kesince, beklenen muvafık an gelip çatmış bu­
lunacak. Marenin sadakati sayesinde İmparator, Viyanada
ne olup biterse hepsini gizliden gizliye haber alıyordu.
Fakat biribirine uymaz menfaatlerin rüzgârından çalka­
nan Kongre bir taraftan şenlik, bir yandan da entrika ya­
pıp dururken Taleyran ortalığı endişe içinde tarassut e­
diyor, ve Elbe adasına giden en ehemmiyetsiz gemiyi bile
Livornodaki adamları ile gözletiyor.
İki eski rakıyp, dağlar, denizler ve diplomatlar aşırı
yerden biribirlerini böyle tarassut, tecessüs ediyorlar. Bü­
tün öteki adamlar gûya bu iki büyük oyuncunun oynadı­
ğı partiyi canlandırmağa mahsus kalabalıktan başka bir
şey değil. Acaba ikisinin de hatırına geliyor mu ki, 18
brümerden biraz evel öyle bir an olmuştur ki pencerele­
rinin altında atların nal seslerini duyunca ikisi de yakalan­
maktan korkarak sap sarı kesilmişlerdi?
Muhakkak olan bir şey varsa o da bütün Kongre müd-
detince Taleyranın olanca basiret ve kiyasetini muhafaza
etmiş olmasıdır; tehlikeli adamı Asor (Açores) karadan
beş yüz mil açığa uzaklaştırmalarını tavsiye edivor.
Sırf tamaı yüzünden bu tasavvurunu geri bıraktı, zi­
ra kıtalliğini elinde tutmak için uğraşan kurnaz Müra, o­
na ehven fiatla kendi Benevan (Benevent) prensliğini sat­
tıracağını vadetti. Taleyran eyice bu yeni meşguliyetlere
dalarak Asor işini ihmal etti. Daha sonraları başka bir plân
tasarladı: imparatoru kaçırtmak. Livorno Sbirleri (Sbir—
balyanın eski bir nevi kemandar askeri, zaptiye neferi)
Napoleon — 39
610 NAPOLEON

temin ettiler ki bu iş ancak kendi gemilerine kumanda e­


den dört kaptandan birini kazanmakla olur.
Napoleonun bu tasavvurlardan ufacık bir şey sezinip
işkillenmesi ondaki o korsikalı kondottieıi kanını kayna­
tıp galeyana getirmeğe kâfi geliyor. Toplarını tekrar mü­
nasip yerlere yerleştiriyor, ve topçularına bomba atmak
talimleri yapmalarını emrediyor: "Ben askerim, beni kur­
şuna dizebilirler, fakat buradan beni kaldırıp başka bir ye­
re sürmelerini istemem; gelsinler önce benim kaleme hü­
cum etsinler.” Kimsenin böyle bir şey düşündüğü yok. Vi-
yanada bir uzlaşma yolu bulunuyor gibi gözüküyor; bir­
denbire bir inkıta olmak ihtimali azalıyor, fakat Fransa-
da hoşnutsuzluk artıyor. Kendi kendine diyor ki:
—■Şayet Kongre azaları bütün imzaları teati ettikten
sonra ayrılıncıya kadar beklenecek olursa eyice kuvvet ka­
zanmış bir sürü kıralcı karşısında kalınır. Şimdi ise bilâ­
kis o sürü daha henüz sarsıntı içindedir; onu yıkmak için
usta bir elin darbesi kâfi gelir. Fransa Burbonlara sövüp
sayıyor. Paris onlarla alay ediyor, onları koruyan Koali-
siyon ise kendinden nefret ettirmiş... Ordu, İmparatoruna
taraftar, birçok deliller bunu gösteriyor... Burbonlar ze­
lil adamlardır, kaçar giderler... Ben yeniden hükümet mev­
kiini ele geçirince, oğlum da geri gelir....”
Napoleon hiç bir vakit işleri bu seferki kadar soğuk
kanlılıkla hesap etmiş değildir. Bununla beraber maddî
cinsten olan bütün bu işleri önceden doğru olarak sezip
kavramış olmasına rağmen, o, olanca ümidini ruhî amile
bağlıyor: "Ben beklenmedik ve cür’etli bir teşebbüs karşı­
sında fikirlerin ve ruhların birdenbire galeyana gelmesine
DENİZ 61.1

şaşkınlaşmasına, düşüncesizleşmesine güveniyorum,” Ve


şunu da ilâve ediyor: "Fransanın felâketlerine sebep olan
ben im, onları tamir etmek de bana düşer.”
Şubatın sonunda hazinedarını getirtiyor: "Çok para­
nız var mı? Bir milyonluk altın kaç okka çeker? 100,000
frank kaç okka gelir? Lira dolu bir sandığın ağırlığı ne
tartar?... Öyle ise, alın sandıkları, onlara altın koyun; üst­
lerine de Marşanın size teslim edeceği kütüphanemin ki­
taplarını korsunuz; ne kadar adamınız varsa hepsini sa­
vıp gönderin... Paralarını da verin... Yok, yok vermeyin.
Eğer elinizde francesconeleriniz varsa onları harcayın. Si­
ze söylediğim bütün bu şeyleri gizli tutmanız lâzım geldi­
ğini söylemekliğime hacet yok sanırım.”
Şaşırıp kalan hazinedar, doğru jeneral Druoya koşu­
yor. Göz göze geliyorlar, biribirlerine bakışıyorlar, fakat
ne biri, ne de öteki bir tek kelime bile söylemiyor. Erte­
si günü, verilen bir emir üzerine limandaki bütün gemi­
ler alıkonuyor. imparator her şeyi hazırlamış; bu, adeta kü­
çük mikyasta bir Mısır seferi.
Hareketinin arifesi akşamı, gene her vakitki gibi ka­
dınlarla ekarte partisini oynıyor, fakat biraz sonra kal­
kıyor, bahçeye geçiyor ve bir daha geri gelmiyor. Annesi
onu bir incir ağacının altında buluyor. Kadın anlatır ki
bir an tereddüt geçirdikten sonra Napoleon elini anasının
alnına komuş da demiş ki:
— "Evet, bunu size söylemeliyim, fakat size tevdi e­
deceğim şeyi kime olursa olsun söylemekten hattâ Poline
dahi açmaktan sizi menederim.” Ve adetâ Bertieye söyli-
yormuş gibi bir kumanda edası ile:
612 NAPOLEON

"Haberiniz olsun ki ben bu gece gidiyorum” demiş.


— Nereye gideceksin?
— "Parise, fakat her şeyden evel, bu hususta sizin
fikrinizi öğrenmek isterim.”
Annesinin yüreğine iniyor. Şu son altı ay zarfında ka­
dının bütün neşesini yerine getiren şey, oğlunun yanında
bulunuşu, içinde yaşadığı sükûnet, emniyet, olanca saade­
ti yıkılıp gidiyor; fakat azametli ve zeki Letisia, oğlunu,
hiç bir şey, kararından döndüremiyeceğini, ahuvahlarının
oğlunun azmine ziyan vereceğini bildiğinden ona diyor ki:
— Bırakın beni de bari ananız olduğumu unutayım!
Allah sizin zehirlenip ölmenize, ya da size yaraşmıyan bir
rahatlık içinde ölmenize müsaade etmez, sizi kılıcınız eli­
nizde olarak öldürür. Ümit edelim ki sizi bunca muhare­
belerde korumuş olan Allah, bir kere daha korur!....”
Akşam, erkân, hükümdarlarının huzuruna davet edi­
liyor. İmparator onlara diyor ki: "Ben gidiyorum, ahali­
nin tarzı hareketinden fevkalâde memnunum; çok büyük
ehemmiyet verdiğim bu memleketin müdafaasını onlara
emniyet ediyorum, anamla kız kardeşimi onların muhafa­
zasına tevdi etmekle haklarında gösterdiğim emniyete bun­
dan daha büyük ve daha kuvvetli bir delil gösteremem...”
Kumandan ile belediye reisi bu ayrılıştan duydukları
canlı ve büyük esefleri kendisine bildiriyorlar, her şey a­
detâ kibar bir misafir, birkaç ay hoş bir istirahat vakti ge­
çirmek üzre geldiği güzel bir küçük adadan ayrılırken ev
sahiplerinden izin alıyormuşçasına cereyan ediyor, impa­
rator gemiye biniyor, ve fecir vakti yedi küçük firkateyn
bin kişiyi alarak engine açılıyor. Firkateynler Fransız ki-
DENİZ 613

yılarına doğru yüneliyor. Napoleon güvertede kalıyor, ve


Elbe adasının gökler üzerinde oynıyan hayalini yandan
göstermesine bakıyor. İşte nice engeller ortasında ilk hı­
zını almış olduğu Korsikanın hayali... O mart sabahında
Nis ile Kanın sisler üstünde yüzerek meydana çıktığım
görünce İmparator kendi kendine:
— Benim başıma bundan beter daha ne gelebilir?
Muvaffakıyetsizlik ve ölüm. Benim için bundan daha mes’-
ut ta bir şey olabilir mi? Bütün Avrupaya hâkim olmak.
Yok, yok, Avrupa Müttehit — Devletleri hülyası bitmiş­
tir artık; tekrar böyle bir şeye başlamak ve bu uğurda bir
milyon Fransızın kanını dökmek lüzumsuzdur; milletler
daha böyle bir fikre hazırlanmış değiller... Fransaya bir
Kanunu Esasi vermeli; meclislerle hoş geçinmeli. Artık dik­
tatörlük zamanı geçmiştir. Zaten daha Pariste de değiliz
ya, acaba askerler ne yolda hareket edecek?” diye sordu.
Pek malûm bir sahile bu suretle yanaşan adam 45 ya­
şında bir adamdır ki mazisi şanlı, atisi kararsız, yeni fır­
tınalara göğüs geremiyecek kadar ihtiyar, fakat sergüzeşt­
ten vaz geçemiyecek kadar da genç; bir ruh ki içinde hem
cesaret, hem de feragat fikri yan yana...

XVI

Dağlar, ovalar çoşkun sayhalardan çın çın çınlıyor!


Kan limanında İmparatorun bin askerine iltihak etmiş o-
Ian küçük cemaat köyden köye büyüyor. Coşkun ve hayran
halk bütün Tarihte o sükûn ve itidalini muhafaza etmiş,
hazin de şen de olmıyan eski Gardın etrafım sarıyor. Evel-
614 NAPOLEON

ce gene bu ayni dağlılar, aralarına o meçhul, kısa boylu,


çelimsiz bir genç jeneralin geldiğini görmüşlerdi; bu je-
neral onları Alplerin ötesine sevkederek çapulcu askerle­
rin elinden kurtarmıştı. Bu mucizeye şahit olan köylüler
her daim şunu iddia edegelmişlerdi: imparator o harikalı
mesleğine bizlerin arasında başlamıştır, işte o, gene gel­
miş; o, ve grönadiyeleri... Halk bunları peygamberler, ha­
laskarlar diye addediyor! Bu yiğitler dağlardan iniyor, ka­
rıları ile çocukları da arkalarına takılıyor; kirala karşı şar­
kılar uydurarak, geçtikleri küçük kasabalardaki memur­
ları imparatoru karşılamağa zorla kaldırarak geliyorlar.
50 fersahlık bir güzergâh üstünde Napoleon boyuna köy­
lülere tesadüf ediyor.
Bütün bunları o, önceden tahmin etmişti. Dünyada
hiç bir şeye mukabil tekrar Eksten, Avinyondan ve kıral-
lık taraftarı Provanstan geçmezdi. Karlı yollarda birkaç
top bırakıp çabucak Dofine (Dauphine) ye varmağı ter­
cih ediyor. Bu havalideki dağlılardan bir çoğunun toprak­
ları, vakti ile asilzadelerin malı oan millî emvalden gel­
me; bu köylülerin yirmi yıldanberi istifade ettikleri top­
rakları şimdi kendilerinden tehdit ile geri almak istiyen
kirala, papazlara ve muhacirlere karşı öfke beslemesinde
şaşılacak hiç bir cihet yok. İhtilâl, yoksulun lehine olmak
üzre halk tarafından yapılmış değil mi idi? Birinci kon­
sül onları hiç bir haklarından mahrum bırakmamıştı; im­
parator onların oğullarından başka hiç bir şeylerini iste­
memişti; ağır düşünüşlü bu köylüler Napoleonu hiç bir
vakit kendilerinden ayrı gayrı addetmemişlerdi, onu hep
kendi adamları olarak bellemişlerdi.
DENİZ 6ı 5

Bundan on beş yıl evel de Bonapartı Mısırdan dö­


nüşünde gene böyle bir fikir haleti ile karşılamışlardı,
Fransanın bütün cenup havalisi onu bir kurtarıcı sıfatı ile
selâmlamıştı. Ne oldu da daha bundan on ay önce alenen,
tahkir ve terzil edilmiş olan adam bugün şenlik sayhala­
rı ile karşılanıyor? O zaman imparator Fransanın başka
bir havalisinden geçmişti; onun getirmiş olduğu felâket­
lerden bunalmış olan memleket, suçlu birini arıyordu, im­
paratorluğun yıkılması ne kadar çabuk oldu ise halkın
kini de o nisbette kısa sürdü. Napoleona olan emniyet
ve itikat onun şanı ve şerefi devam ettiği müddetçe ber­
karar olacaktı.
ilk rastgeldiği askerler acaba ne yapacak? Fransadan
çıkıp giderken vatanın, yeni kiralın hizmetine girmele­
rini askerî kıt’alara kendi emir ve tenbih etmişti; şu hal­
de şimdi askerler de kiralın beyaz kokardım taşıyorlar,
onun ekmeğini yiyorlar, eski rejimin zabitleri şüphesiz ki
eski âmirlerine kara sürmeğe çalışmışlardır. Napoleon bi­
liyor ki her şey kendinin şahsî tesirine bağlıdır. Kandan
ayrılırken sol tarafta Antip (Antibes) i görüyor... Vakti
ile Robespier düştükten sonra kendisini içine tıktıkları
bürcü ihtimal ki tekrar görüp tanıyor. Şayet yarın bakışı
ve sözü galebe çalamıyacak olursa Burbonlar da onu ge­
ne buna benzer bir kaleye hapsederler ve Avrupa da o­
nu böyle bir duvarın önünde idam eder.
Grönobl civarında Mür (Mure) de kiralın ilk tabu­
ru ilerileyip ona karşı geliyor. Vakti ile nasıl imparato­
ra karşı sadakat yemini vermişlerse bu kere de kirala sa­
dık kalacaklarına yemin etmiş olan zabitler hücum emri
NAPOLEON

veriyorlar. Dahilî harp mı olacak? Napoleon bütün ha­


yatında böyle bir şeyden çekinmiştir. Bu yol bir muha­
rebe meydanı mı olacak? Attan iniyor, onlara on adım ka­
la bir mesafeye kadar ilerliyor ve şöyle haykırıyor:
"Beşinci tabur askerleri, ben sizin İmparatorunuzun!!
Beni tanıyın. Şayet içinizde İmparatorunu öldürmek isti-
yen bir asker çıkacak olursa, işte ben buradayım!” diyor
ve boz renk kaputunun göğsünü yarı açıyor. Müthiş bir
sessizlik oluyor. Şimdi ne olacak? Bir nida yükseliyor: —
İşte kardeşler! işte bizim jeneralimiz! onu biz bunca mu­
harebelerde, açık ordugâhta, ateşin yani başında görmü­
şüz!” Ve eski hatıralar onlara yeni yeminlerini unuttu­
ruyor. Tabur: "Yaşasın İmparator!” diye bağırıyor. Gard;
"Yaşasın İmparator!” diye cevap veriyor. Zabitler biri­
kirlerine bakışıyorlar, onlar da: "Yaşasın İmparator!” di­
ye bağırışıyorlar. Umumî bir karmakarışıklıktır gidiyor.
Şapkalarını süngülerinin ucuna geçiriyorlar ve bir saat
sonra âmirlerinin arkasından 1000 adam yerine 2000 kişi
yürüyor.
Grönoblün büyük caddesi üzerindeki bu karşılaşış
mes’eleyi kat’î surette hallü fasleden bir şey oldu. Bir ke­
re daha Napoleon, değeri sayesinde galebe çalmış oldu;
kırantalaşmış asker, bakışının ve sözünün sihri ile hükü­
met makamını yeniden eline geçirdi. Grönoble doğru ile­
ri! Bir tebliğname onun maksat ve niyetini halka bildirdi:
"Fransızlar!.... Pariste sukut ettikten sonra yüreğim
parça parça oldu, fakat ruhum sarsılmadı, hayatım sizindi,
ve gene de sizlere faydası dokunmalı idi... Menfamda i­
ken sizin şekvalarınızı ve emellerinizi duydum; siz benim
DENİZ 617

uzun uykumu suç buluyordunuz; vatanın büyük men­


faatlerini kendi istirahatime feda ettiğimden dolayı be­
ni tahtie ediyordunuz. Ben her nevi tehlike ortasında kala­
rak denizler aştım. Sizin de haklarınız olan haklarımı istir­
dat için işte aranıza geliyorum....”
"Askerler! Biz yenilmiş değiliz, bizim kendi safları­
mız içinden çıkmış olan iki adam, bizim zaferlerimize hi-
yanet etmişlerdir; halkın intihabı ile tahta davet edilmiş
ve sizin tayin ve tebcilinize lâyık olacak dereceye yüksel­
miş olan jeneraliniz size gelmiştir: Gelin, siz de ona ilti­
hak edin. Ulmde iken, Austerlitzte, Yenada, Eylauda,
Wagramda, Friedlandda, Eckmuhlde, Esslingde, Smolensk-
de, Moskovada, Lutzende, Monmirayda iken elinizde bu­
lunmuş olan o kartalları gene elinize alın. Mallarınızın
da, saflarınızın da, payelerinizin de, şan ve şerefinizin de
ve evlâdınızın mallarının da, payelerinin de, şan ve şere­
finin de — bizlere ecnebiler tarafından zorla kabul etti­
rilen — bu prenslerden daha büyük düşmanı yoktur... Mu-
zafferiyet hücum adımları ile yürüyecek; millî renklerle
kartal çan kulesinden çan kulesine uçacak.”
Yaşasın İmparator! Grönobl alayı, eski kartalları ile
birlikte Napoleon tarafına geçiyor. 7000 kişi ile Lyon ü­
zerine yüneliyor. Lyon da ona iltihak ediyor. Kiralın hiz­
metine girmiş olan Massena Marsilyadan gelip İmparato­
run emrine giriyor.
"Ney nerede?” Süklüm püklüm bir sessizlik. "Kıral
tarafında mı?”
Ve İmparator Paris divanı harbi mes’elesini ha­
ber alıyor. Korkunç haberi duyalıleri koca kır al­
61 8 NAPOLEON

la küçücük saray erkânı korkudan tir tir titriyor.


On beş yıl müddetle İmparator hesabına yalan söy­
lemiş olan Monitör, şimdi de kıral hesabına yalan
uyduruyor ve Napoleon öldü diye bir haber çıkarıyor. Kı-
ral, alınması münasip olan tedbir hakkında müzakerede
bulunurken ihtiyar Konde dükü odadan içeri giriyor: anı­
ca zadesi kıral, mukaddes — perşembe günü ayak yıka­
ma denen dinî merasimi — bizzat ifa edecek mi, etmiye-
cek mi, onu bilmek arzu ediyor.. Kıral orduya hitaben
bir beyanname kaleme alıyor. Fakat ona akıl veren müste­
şarı kim? Burbonların ordusunun hakikî baş kumandanı
kim?
Mareşal Ney. Rusyadan ricat esnasında, Napoleon ö-
nu kaybolmuş sanarak: "Böyle bir adamı ziya’dan kurtar­
mak için hâzinemden üç yüz milyon feda ederdim” diye
bağırmıştı. İmparator, Neyin kıral tarafından salâhiyeti
kâmile ile kuşatılarak, bugün müzakere salonundan çıkar­
ken eski Efendisini mahvetmeğe ahdettiğini bilmiyordu.
Umumî heyecan haberleri kulağına aksedince Ney mesle­
ğini değiştiriyor ve adamları ile birlikte üç renkli kokardı
takıyor. Bözansondan İmparatora bir mektup yazarak tek­
rar onun yüzünü görmeden evel kendini bu mektupla teb-
rie etmek istiyor. Napoleon cevabında diyor ki: "Söyleyin
ona ki ben kendisini gene daima seviyorum ve yarın da
kucaklayıp öpeceğim.”
Ne ustalık! Gerçi onu affediyor, fakat ertesi güne
kadar endişe içinde bırakıyor. Ney ona diyor ki: — Sizi
ben severim, Sir, fakat her şeyden evel vatanı severim...
Siz gelip de onları koğmamış olsa idiniz, onları bizzat biz-
DENİZ 619

ler kovacaktık. İmparator, Ney için beti benzi ne kadar


uçuk, kendi de ne kadar mütereddit diye düşünüyor ve
onu isticvap ediyor.
Artuva dükü kaçmış. Daha o sabah süvari Gard ona
sadakat andı vermişti; ayni günün öğle vaktinde ise İm­
paratorun tarafına geçmişti. Bu tarzı hareket Napoleonun
hoşuna gitmiyor, Gardın bu kısmım şöyle bir kenarda tu­
tuyor ve bilâkis kıral Luiyi emin bir yere götürmeden ya­
nından ayrılmamış olan yegâne adamı ise getirtip onun
göğsüne kendi eli ile lejyon donör nişanını takıyor.
Payitahta doğru inen askerlerin kütlesi büyüdükçe Na­
poleonun geçtiği şehirlerdeki hâkimlerle vatandaşlara hi­
taben söylediği nutuklar da git gide daha mutedilleşiyor.
"Harp bitmiştir. Yaşasın sulh ve hürriyet. İhtilâlin,
muhacirlerin prensiplerini korumak lâzımdır, Avrupa ile
aktedilmiş muahedelere riayet etmek lâzımdır. Fransa harp
etmeksizin kendi şan ve şerefini tekrar fethedecektir. Baş­
ka milletler üzerinde hüküm sürmeksizin en fazla itibar
edilir bir millet olmakla iktifa etmelidir.”
Halk İmparatorun yeni noktai nazarlarını anlıyor mu,
ve şayet anlıyorsa bile onların samimî olduğuna inanıyor
mu? En itibarda bir millet olmakla iktifa mı etmeli? Harp
etmeden şan ve zafer mi kazanılacak? Napoleon tesadüf
ettiği ve bütün yol boyunca zabitler ile mahdut kafalı
burjuvalardan başka kimseyi görmediğinden bu yüksek
memurlarla konuşmakla bahtiyarlık duyarak onlara yeni
görüşlerini anlatıyor:
"Ammenin fikir ve zihniyeti eyice değişmiş, eskiden
yalnız şan ve zafer düşünürdük, bugün ise hürriyetten baş­
620 NAPOLEON

ka bir şey düşündüğümüz yok... Ben Fransadan kat’îyyen


şan ve zaferi esirgemiş değildim, hürriyeti de ondan kat’îy­
yen esirgeyecek değilim... Kat’îyyen anarşi istemez, anarşi
bizi cümhuriyetçilerin istibdadına sevk eder... Ben kanunî
hak ve salâhiyetin yalnız hükümeti idare etmek için lâzım
olan kısmım, o kadarını elde bulunduracağım.”
Sadedilliği içinde bu son cümle bütün o saatin, o gü­
nün mes’elesini ortaya koyuyor: İmparator, halkın istedi­
ği demokratlık prensiplerini bizzat kendi galip ve hâkim
kılmağa karar vermiş. Fakat bir nokta var ki o hususta
18 brümerdeıtberi hiç fikrini değiştirmemiş; fırka filân is­
temez! Düşman tarafına kaçmış olan askerleri affettirme­
ğe kendisini teşvik edenlere şu cevabı veriyor: "Hayır,
ben kat’îyyen onlara yazmak istemem, bana kendilerine
muhtaç ve mecburmuşum nazarı ile bakarlar; ben kimseye
karşı minnet altında kalmak istemem.” İmparatorun keyfi
yerinde; gülerek diyor ki:
— "Tüilöri de neler yaptılar?”
— Her şey, olduğu gibi duruyor, hiç bir şey değiştir­
mediler, hattâ daha kartalları bile yerlerinden kaldırmadı­
lar.
— "Onları tanzim edişimi güzel bulmuş olsalar, be­
ğenmiş olsalar gerek. Ya temaşa ne âlemde? Talma ne ya­
pıyor? Siz hiç saraya gitti mi idiniz? Diyorlar ki hepsin­
de de birer sonradan görme adam hali varmış, ne bir söz
söylemesini biliyorlarmış, ne de yerinde bir adım atmasını.”
Merakında öyle muziplik ve şeytanlık var ki ve ne­
rede ise Parise varacağı için öyle seviniyor ki! İntikam al­
mak için şimdi o da vaktile uzun müddet kendisi ile alay
DENİZ 621

etmiş olanlarla alay ediyor. Ona sarayda kıral zamanında


hüküm sürmekte olan idareden, fazla eli sıkılıktan bahs­
ediyorlar, ve kendisine 20 franklık bir sikkenin üstünde
kiralın tasvirini gösterdikleri cihetle:
"Bakınız, Allah Fransayı korur” sözünü çıkarttırmış­
lar, yerine gene kendilerinin: "Domine salvum fac regem”
ini koydurmuşlar. Onlar daima işte şu davayı gütmüşler­
dir: "her şey kendilerine, Fransaya hiç bir şey yok!” Son­
ra, üç dakikadan az bir zaman zarfında, yirmi kişi hakkın­
da malûmat ediniyor, fakat Hortansın düşes olduğunu du­
yunca sade şunu söyliyor:
"Kendine Madam Bonapart dedirmesi iktiza ederdi;
bu isimin her isimden fazla değeri vardı.”
Yeni bir devir beliriyor gibi: şayet İmparator gene
Bonapart adını alırsa, kanunu esasiye tâbiiyet ederse, ha­
kikaten eline hükümeti idare etmek için lâzım gelen kanu­
nî kuvvet ve salâhiyetten fazla kudret almazsa, Fransa kı­
ralı olabilecek.
Menfasından, Avrupayı birleştirmek hususunda cılk
çıkan teşebbüsünden lâzım gelen ders ve ibretleri alabile­
cek, bu ise fikir ve ruh sayesinde kıral olmuş asrî bir hü­
kümdarın güzel bir nümunesini göstermesine müsait ola­
cak. İkinci defa olarak hükümet makamını ele almağa da­
vet edildiğinden, o ki nice defalar havalanmakta göster­
diği cür’etle dünyayı hayretlere düşürmüştü, bu sefer de
itidali ile âlemi hayrete düşürebilecek. Önünde yol açık.
Paris yolu da önünde açılıyor; kıral gitmiş; ekseriyet
İmparatora taraftar. Kiralın askerî kıt’aları tarafından mu­
kavemet gösterilmesinden korkanlar yanılmışlar. împara-
622 NAPOLEON

tor payitahttan daha kırk saat uzakta iken kiralın Gardı


artık tabanı kaldırmış kaçıyordu. Buna mukabil ise kıra­
lı ele geçirmiş olan imparator askerleri onun emin bir
melce’ bulmasına müsait davranıyorlar ve elinden topları­
nı da, arkası sıra altmış arabada götürdüğü parayı da al­
makla iktifa ediyorlar. Ingiltereden aldığı düşman kıt’a»
larını Parise kadar beraberinde getirmiş olan iri yarı kira­
lın yabancı memlekete gitmek üzre fransız askerî kıt’ala-
rınm muhafazası altında tekrar geri kaçışına Fransa gü­
lüyor.
Kendiliğinden harekete geçmek âdetini unutmuş olan
Paris, sakin ve muti duruyor, imparatorun karaya çıktığı
tarihi Parise vardığı tarihten ayıran yirmi günlük müd­
det zarfında matbuatın aldığı tavır umumî efkârın hare­
ketlerine makes oluyor.
"Şeytan, menfasından kaçmış. Korsikalı karakancoloz
Kan (Cannes) da karaya ayak basmış... Kaplan Kap (Cap)
ta görülmüş. Kendisine karşı askerî kıt’alar gönderilmiş,
en nihayet dağların birinde sefil bir sergüzeştçi gibi ölüp
gidecek... Yapılan bir hiyanet sayesinde ifrit Grönobla ka­
dar varabilmiş.. Müstebit, Lyondan geçmiş, orada yılgın­
lık umumî olmuş... Gasıp, payitahta altmış saatlik bir me­
safeye kadar yaklaşmağa cür’et etmiş... Bonapart dev adım­
ları ile geliyor, fakat Parise asla giremiyecektir... Napo­
leon yarın şehrin kapılarına dayanmış olacak... Zati Şa­
hane Fontenblodadır.”
İmparator bir top bile atmadan, on üç ay evel terket-
miş olduğu Tüilörinin merdivenlerinden çıkarken askerle­
ri de şehri işgal ediyorlar; muhacirler kıralla birlikte git­
DENİZ 623

mişler; her şey ve her taraf sükûnet içinde, imparator de­


dikodulara kulak veriyor, ve bu lakaytlığa şaşarak diyor
ki:: "Ötekini nasıl bıraktılar gitti ise beni de öyle bıraktı­
lar geldim.”
İlk hayal sukutu. Paris üzerine yürüyüş gayet güzel
ve parlak oldu; bunu Napoleon, ömrünün en güzel am
diye tesmiye edebilirdi. Fakat nefsi şehirde daha fazla ços-
kunluğa tesadüf etmek dilerdi, o şehirde ki rağbet ve tah­
sin her şeyden üstün gelirdi, o şehirde ki hiç bir fütuhatın­
da çekmediği eziyyeti çekmişti de gene hiç bir vakitte ta-
mamile kendine kazanamamıştı. Yorulmuş, bıkmış, usan­
mış olan Paris, artık neşeli coşkunluklara kapılmağa muk­
tedir değildi. Napoleon ne yapacak?
Viyanayı tarassut ediyor.
Kendisi Kan da karaya çıktıktan altı gün sonra, sa­
bahın üçüne doğru yatağına giren Metternih, alman bir
tahrirat üzerine saat altıda uyandırılmış; Metternih mek­
tubun başlığına bakıyor: "Genovadaki I. K. konsolosluğu
tarafından.”
Kızarak yatağında bir taraftan bir tarafa dönüyor ve
gene uyuyor. Birkaç saat sonra şunu okuyor: "İngiliz ko­
miseri Kembl (Campbell) Napoleon Elbe adasından gay­
bubet ettiği cihetle Genovada görülüp görülmediğini is­
tihbar etmek üzre şimdi limana geldi. Verilen cevap menfi
olduğu cihetle, firkateyn daha fazla vakit kaybetmeksizin
gene engine açıldı.”
Tepesine yıldırım iniyor! Daha dün biribirlerinin a­
leyhine sessiz sedasız, entrika çevirenlerin cümlesi,
yapılan dostluğun, şu son yıllarda, nice defa bağ-
624 NAPOLEON

lamp kopmuş olduğunu unutarak yeni tehlike kar­


şısında biribirlerine ebedî bir dostluk edeceklerine
dair ahdü peyman ediyorlar. Bundan beş yıl evel Napo-
leonun kanun harici ettiği fon Ştayn Napoleonu cemiyet­
ten tardetmek hususunda teklifte bulunuyor. Meşveret ak­
dediliyor. Habsburglar tereddüde düşüyorlar ve önce Ma-
ri-Luizin reyine müracaat etmek istiyorlar. Dört yıl müd­
detle bu kadın İmparatora samimiyetle bağlı kalmış, ya
babasına veya bir kadın dostuna kocası hakkında en kü­
çük bir şikâyette bile bulunmamış. Filhakika neden şikâ­
yet edebilirdi? Napoleon onun bütün arzularım yerine ge­
tirirdi; gözünün içine bakardı, yüz verir şimartırdı, Ma-
ri-Luiz Napoleonun şahsında en mükemmel kocayı bul­
muştu. Oğullarım ikisi bir arada sevmişler, onunla ikisi
beraber oynamışlardı, şu saatte kadın onu hatırlıyor mu
ve onun lehine olarak protesto edecek mi?
AvusturyalI bir zabite metres olan Mari-Luiz Kongre­
ye gönderdiği bir mektupta artık Napoleonla aralarında
hiç bir müşterek münasebet kalmamış olduğunu ve ken­
disinin de tamamile Müttefiklerin himayesi altına sığın­
dığım resmen ve alenen bildirmeği tercih ediyor. Ya oğlu­
nun hayatını ya da kendi hayatını tercih etmeğe karar ver­
mesi lâzım geldiği zaman İmparatorun karısına yapmış
olduğu eyiliğe kadın işte bu karşılıkta bulunuyor. Onun
bu cevabı bir defa malûm olunca, Napoleonu kanun ha­
rici ediyorlar, ve bunu âleme ilân ediyorlar: "Devletler
beyan eder ki Napoleon Bonapart... medenî ve İçtimaî mü­
nasebetlerden dışarı atılmış, ve dünyanın rahatını kaçırır
X IIT
DENİZ 625

bir düşman olduğundan umumun hukuku namına adlî ta­


kibata havale edilmiştir.”
Bu haber onun üzerinde hiç bir tesir icra etmiyor. Za­
ten evelce de üç defa lanetleme edilmemiş mi idi? Önce
Korsikada iken, sonra Sen-Kludaki, Oran jüride iken, ve
en sonra da Romada iken Papa kendisini aforoz etmemiş
mi idi? Bu üç tel’inin üçü de ona karşı hiç bir şey yapama­
mıştı. O, her türlü halelden masun görünüyordu. Bugün
ise artık öyle değildir.
Bununla beraber Napoleon gene bütün ümidini Habs­
burglara bağlamakta berdevam oluyor. Karolenjiyenlerin
Şan dö me (Champs de Mai) si — frank muharebe mecli­
si, amirler heyeti — ismi altında içtimaa davet ettiği İm­
paratorluk kongresinde İmparatoriçaya da, oğluna da taç
geydirmek istiyor, bu suretle Avusturyayı kendi tarafına
temin edeceğini tahmin ediyor, buna güveniyor. Karısına
şunu yazıyor:
"Ben Fransaya hâkimim. Halk da, ordu da en canlı
bir coşkunluk içinde... Sözde kıral olacak adam İngiltere-
ye kaçıp gitmiştir... Oğlumu da, seni de nisan ayında bura­
da bekliyorum.”
Hanedanlık fikri ruhunda tahrip edilmez bir halde de­
mirli gibi yerleşip kalıyor.
Napoleonu hariç ez kanun ilân etmiş olan İmparator
Fransuvaya Napoleon yazıyor ki: "Cenabı Hakkın beni
tekrar hükümetlerimin payitahtına getirdiği şu demde, e­
mellerimin en şiddetlisi benim en tatlı muhabbetlerimin
mevzuu olan zevcem ile oğlumu bir an evel tekrar görmek­
tir.” İmparatoriça tekrar kendi yanına dönmeği şiddetle
Napoleon — 40
625 NAPOLEON

temenni etmekte kusur gösteremez diyor: "Benim gayret­


lerim sırf bu tahtı tarsin etmeğe, ve sarsılmaz temeller üze­
rinde sağlamlaşmış olan bu tahtı oğluma miras bırakmağa
matuf ve müteveccihtir. Sulhun sürekli olması esas itibari
ile lüzumlu olduğundan, bu mukaddes gayeye ermek için
gönlümde bu sulhu bütün devletlerle.idame etmek arzusun­
dan daha büyük bir şey yoktur...”
Böyle bir mektup gülünç müdür, yoksa ulvî midir?
Napoleon harptan, Avrupadan vazgeçmiş, bundan böyle
Fransa ile iktifa edecek; onu yenen kırallar ona karşı bir
koalisiyon teşkil etmişler ve onu hariç ez kanun ilân eyle­
mişler, Avusturya imparatoru bu işin, altına kızının mezu­
niyeti mahsusası ile imza koymuş; bozgunluk olduktan
sonra kadın naiplikten ayrılarak, çocuğunu da beraberin­
de alıp getirerek kocasını terketmiş; şimdi başka bir adam­
la birlikte yaşıyor, imparator bunların hepsini biliyor, ma­
zi ile rabıtasını açıktan açığa keserek yeni bir devir aça­
cağı yerde, hile ile Habsburgların dostluğunu elde etmeğe
çalışıyor ve bunun için de kendi hanedanına galebe çalmış
olan o eski hanedan ile aralarında mevcut olan akrabalığa
baş vuruyor, işte hakikî şeamet asıl budur, işte ikinci de­
fadır uğrayacağı asıl beddüa budur.

X V II

Şimdilik mes’ele, taraftar kazanmaktan ibarettir.


Kıral kendi etrafına hüner ve liyakat sahibi adamlar
toplamak maharetini göstermişti; bu adamların hepsi de
kiralın davet borusuna icabet etmişlerdi, fakat şimdi han-
DENİZ 627

gi tavrı takınacaklarım pek de bilemediklerinden, bekleşip


duruyorlar. Olanca sihir ve cazibe kabiliyetlerini kullan­
ması şimdi İmparatora düşüyor. Menfasında da kendisin­
den ayrılmamış olan sadıklar Mare, Davu ve Kolenkur ta-
biati ile makamlarına geçiyorlar. Nankörlere gelince, İm­
parator onlardan her birine vaziyetine göre muamele edi-
diyor. Asker ve memurların cem ve tahririnde yüzlercesi
geri gelen memurlar, zabitler, ve rical arasında eski asilza­
deliğe mensup ihtiyar bir kont zuhur ediyor ki vakti ile Na­
poleon onu sürgünden çağırtıp ayan azası naspettiği hal­
de bu sefer o gene gidip kirala iltihak etmiş. İmparator
yaklaşınca o ihtiyar Jantiyyom Allahın derinliğine erişil­
mez iradesini şahit tutmak istermiş gibi gözlerini göğe di­
kiyor... İmparator gülümsiyor; sükût; kont kendini hayret­
ten alamıyor. Fakat bozgunluk zamanı Marmonun evinde
toplanan harp meclisinde kat’î beyanat sarfetmiş olan je-
nerallerden biri ilerleyip de mırın kırın ederek ö­
zür dilediği zaman artık İmparator gülümsemiyor
ve ona şu sözlerle itap ediyor: "Benden ne istiyor­
sunuz? Görmiyor musunuz ki sizi ben artık tanımıyorum.”
İşte Udino (Oudinot), yirmi yıllık bir arkadaş ki, ki­
rala en gayretli mareşallerinden biri gibi hizmet etmiş:
— "Görüyorsunuz ya, Udino, siz Lorenlilerin putu,
sanemi idiniz, sizin yolunuza 200,000 köylü canım ateşe
atardı, şimdi ise onlara karşı sizi benim korumaklığım lâ­
zım geliyor.”
İşte Rapp; o, ötekilerden de geç kalmış, ve Efendisi­
nin yanına ancak tereddütle geliyor:
— "Vay siz misiniz Mösyö lö jeneral Rapp, kendinizi
628 NAPOLEON

pek de özlettiniz? Sahiden siz bana karşı harbetmek mi is­


tiyordunuz ?
— Şüphesiz, vazifem...
— "Bu kadarı da artık çok ağır. Fakat askerler size
itaat etmezlerdi ki, sizin Alsaslı köylüleriniz sizi taşlıyarak
kovarlardı.”
— Tasdik buyurursunuz ki, Sir vaziyet güçtü; tahtını­
zı terkediyorsunuz, gidiyorsunuz, bizi kirala hizmet etmeğe
teşvik ediyorsunuz; tekrar geri geliyorsunuz...
— "Tuilöriye sık sık gider mi idiniz?... O adamlar si­
ze nasıl muamele ederlerdi?... Önce yüzünüze gülüp okşa­
mışlar, sonra da kapı dışarı etmişlerdir... İşte sizlerin he­
pinizin başına gelecek bu idi... Bana harp meydanında bi­
le cesareti çok gören Şatobrian (Chateaubriand) in hicvi­
yesini okudunuz mu? Ben bir cebin miyim?... Şimdi de ha­
ris diye bağıracaklar. Boyuna bunu yüzüme vururlar, baş­
ka bir şey söylemesini bildikleri yok... Bir insanda hırs o­
lursa o insan benim kadar semiz olur mu hiç? Haydi, Efen­
dim, gene bir defa daha Fransaya hizmet etmek lâzımdır ve
şu bulunduğumuz yerden kendimizi çekip kurtaracağız...”
— Teslim buyurun ki, Sir, Dresdde sulhu yapmamak­
la haksızlık ettiniz... Benim raporlarıma hicviye nazarı ile
bakardınız; bana itap ederdiniz...
— "Öyle bir sulhun ne biçim bir şey olacağına sizin
aklinız ermez... Korkar mı idin, tekrar harba başlamaktan
korkar mı idin, sen ki on beş yıl bana yaverlik etmişsin?
Sen Mısırdan döndüğün vakit, Döze (Desaix) öldüğü za­
man bir neferden başka bir şey değildin, seni ben adam et­
tim, meydana çıkardım, bugün her şeyi iddia edebilecek
DENİZ 629

ehliyettesin... Senin ben Moskova ricatindeki tarzı hareke­


tini hiç unutmam... Ney ile sen ruhları çelik gibi kuvvetli
olan az adetteki insanlardansınız. Esasen sen Dantzigi mu­
hasara ettiğinde yapılmasına imkân olmıyan şeyi yaptın,
ve hattâ daha fazlasını yaptın...
Haydi bakalım, bir Mısır, bir Austerlitz yiğidi benden
ayrılıp gidemez. Ben Rusyalılar ve Ruslarla pazarlığa gi­
rişirken sen de Ren ordusunun kumandanlığım deruhde e­
deceksin. Ümit ederim ki bugünden itibaren bir ay zarfın­
da karımla oğlumu Strasburgta karşılayıp misafir edecek­
sin. İsterim ki hemen bu akşamdan itibaren benim yanım­
da yaverlik vazifeni yapasın.”
Acaba İmparator Almanyada iken: "Wallenştaynin ö­
lümü” isimli piyes oynanırken görmüş mü idi. Bütün ma­
nası ile namuslu ve yiğit olan Rappı tekrar kendine celb-
edip kazanması mutlaka lâzım; bütün Grandarme (Grande
Armée — Büyük Ordu) zabitleri arasında en çok yara al­
mış olan adam budur. Kıral tarafına vazife duygusu ve fik­
ri ile geçmiş olan bu adamın üstünde vaitlerin hiç bir tesi­
ri yoktur. Bununla beraber bir çeyrek zarfında İmparator
Rappı yeniden kendine celbetmiştir, hattâ ordu kumanda­
nı olan o, şu saatte İmparatorun etrafına sadık hadimler
almağa ihtiyacı olduğunu bildiğinden yaverlik vazifesini
bile kabul ediyor.
Neyin vaziyeti daha nazik. O, gerçi daha ilk günlerden-
beri dönüp gene İmparatorun tarafına geçmiş amma vic­
dan azapları ruhunu kemiriyor ve uykularım kaçırıyor.
Yüzünün çizgileri mütekallis bir halde bir gün İmparato­
run huzuruna çıkıyor ve:
630 NAPOLEON

— İhtimal haber almışsınızdır, Sir, ki ben Bezansona


gelmezden evel, Harp Şûrasında vaitte bulunmuştum... K i­
rala vaddetmiştim...
— "Neyi?”
— Sizi bir demir kafese koyup tahtının karşısına ge­
tirmeği... diye kekeliyor, dili dolaşıyor.
İmparator bir an hayretler içinde kaldıktan sonra:
— "Saçmadır bu, bir askerde bu türlü fikir olamaz”
diyor.
Gittikçe daha şiddetli bir heyecana tutulan mareşal ba­
ğıra bağıra:
— Yanlış anlamayın, Sir, müsaade buyurun bana da
sözümü ikmal edeyim... Ben bu sözü söyledim, evet, fakat
niyetimi ve maksadımı saklamak için idi... diyor.
İmparator öfkeleniyor, Ney alelacele onun huzurun­
dan çekilip çıkıyor ve gözüne bir daha ancak iki ay sonra
muharebeye gireceği anda gözüküyor. Kendilerini hükmü
altına alıp kul eden iradeden mahrum, vazife ile dostluk
arasında bocalar durur bu sert asker dimağları, işi delilik
derecesine vardırıyordu.
Kıral tarafına geçmiş olan Bertie de bunun diğer bir
misalidir.
Onun hakkında hâlâ muhabbet besliyen İmparator:
— "Ne eşek şey, safdil bir adamdır, onu XVIII inci
Luinin muhafız kumandam kıyafetinde bir görsem, bundan
başka bir şey istemem” diyor. Fakat Napoleon avdet etti
edeli Bertie kendi şatosunun bir odasından bir odasına de­
li gibi koşuyor, en nihayet bir balkondan kendini atıp top­
rağın üstünde Jüno (Junot) gibi parçalanıyor, gidiyor.
Uİ5IN1Z,

Devam edelim! Geç kalmağa vaktimiz yok. Daha say­


madığımız kimler var? Madam dö Stael, tekrar sükûtun­
dan vazgeçerek, İmparatora meftun olduğunu ve babasına
Fransanın borçlu olduğunu, iki milyonu kendisine iade et­
tiği takdirde kalemini onun hizmetinde kullanacağım söy-
liyor; meş’um bir keyfiyet ki o kadını af kabul etmez su­
rette ahlaf nazarında mahkûm gösterir. Eski düşmanı ona
şu muzip cevabı verdiriyor, onun bu teklifinden pek mü­
tehassis olduğunu ve bu teklifi kabul edecek derecede zen­
gin olmadığından dolayı pek ziyadesi ile esef ettiğini bil­
diriyor.
Marmon ile Ojöroya gelince, İmparator onları "ha­
riç ez kanun” diye ilân ediyor, çünkü vatanlarım ecnebi­
lere satmışlar. Ayni lânet, nihayet, Taleyran hakkında da
sadir olmuştur. İşte Viyanadan Parise ve Paristen Viyana-
pa savrulan bu biçim yıldırımlardır ki on sekiz yıllık
bir rabıta ve bir münaferet sonuna varıyor. Fakat bu ikiz­
lerden diğeri, Fuşe, gene hep orada. Polis nazırı olarak İm­
paratora karşı çalışıyor ve onun hakkında şunu söyliyor:
'İşte İmparator yeniden ortaya çıktı, biz onun bu geri dö­
nüşünü özlemiş, dilemiş değiliz, şimdi onu yakından göz-
liyelim; bu adam gittiğinden daha deli geldi. Hiç yerinde
duramıyor, kabına sığmıyor, fakat bu da üç aydan fazla
îürmez.”
Metternih ile muhabere ediyor, İmparatorun hafiyele-
:i bu işi meydana çıkarmakta geçikmiyorlar. Napoleon o-
ıa: "Siz bir vatan hainisiniz” diyor. Hizmette bulunan La-
valet (Lavallette) yarı açık kalan kapının aralığından bu
iözleri işitiyor: "Şayet bana hiyanet etmek istiyorsanız ne­
632 NAPOLEON

den polis nazırlığında duruyorsunuz? Ben sizin Bâldeki


bir banka memuru vasıtası ile Metternih ile mektuplaştığı­
nızı biliyorum. Sizi astırmak benim elimdedir ve bütün
halk da böyle bir şeyi alkışlar.”
Fuşenin ne cevap vereceği malûm değildir. Esas itiba-
rile Robespier zamanındanberi sadık kaldığı cezri kanaat­
ler onun tekrar hükümete memuriyet başına çağırılmasına
badi olmuştur. İmparator onu demokratlara bir yem diye
kullanıyor. Fuşe Metternih ile birlik olarak İmparatora
ihanet etmekle kalmıyor; radikallerle birlik olarak Metter-
nihe de ihanet ediyor; zira o, reisi kendi olacak olan bir
cümhuriyeti gaye ve hedef ediniyor. Direktuvardanberi ilk
defa olarak Karno da yeni hükümete giriyor, o, ki kiralın
bizzat İmparatordan da fazla biaman düşmanı olmuştur,
o da yeni hükümete giriyor.
Fakat hükümetin hakikî reisi Benjamen Konstan (Ben­
jamin Constant) oluyor, madam dö Staelin dostu, on beş
yıldır İmparatorun azgın düşmanı, daha o geri dönmezden
birkaç gün önce zehirli makaleler yazarak onu Attilaya ve
Cengiz Hana benzetmiş olan Benjamen Konstan... Napo-
leonun 1813 de demokratlara ihtiyacı var, çünkü Meclisle­
rin yardım ve takviyesi ile saltanat sürmek istiyor. Kons-
tam çağırıyor ve vaziyeti onunla birlikte her cephesinden
açıkça mütalea ve tetkik ediyor. Mufassal hikâyesi bize
bizzat Konstan tarafından nakledilmiş olan bu mülakat,
Devlet Recülü Napoleonun mazhar olduğu tekemmülü do­
lambaçsız ve cümlesiz olarak açık açık gösteriyor:
"Millet bir kürsü ve meclisler istiyor ve yahut isti­
yor sanıyor. O, her zaman bunları istemiş değildir. Ben
DENİZ 633

hükümet başına geçtiğim zaman o benim ayaklarıma ka­


panmıştı... Ben uhteme onların bana vermek teklifinde bu­
lundukları nüfuz ve salâhiyetten daha azım aldım... Bugün
her şey değişmiştir. Meşrutiyetlerin, meclis münakaşaları­
nın, nutukların zevki yeniden meydan almış gibi görünü­
yor... Bununla beraber bu şeyleri istiyen, bir ekalliyettir;
bu hususta aldanmayın. Millet, yahut daha doğrusunu ister­
seniz kalabalık kütle benden başka bir şey istemiyor... Ben,
öyle, dedikleri gibi sade askerlerin İmparatoru değilim,
köylülerin, Fransa plebeyyenlerinin de İmparatoruyum. O­
nun içindir ki, bütün geçmişe rağmen gene milletin bana
geldiğini görüyorsunuz... İşte şu kura neferleri, şu köylü
oğulları; ben onlara yaltaklanmazdım ki; onlara sert mua­
mele ederdim. Gene de onlar benim etrafımı daha çok alır­
lar, gene de: "Yaşasın İmparator!” diye bağırırlardı. Bu
böyledir, çünkü onlarla benim aramda ayni tabiat vardır...
Ben cihan İmparatorluğu yapmak istedim, benim yerimde
kim olsa böyle yapmazdı? Dünya beni, kendisini zaptu
rapt altına almaklığıma davet ediyor. Hükümdarlar da te­
baalar da seve seve inadına kendilerini benim asamın al­
tına atıyorlardı... Siz bana fikirlerinizi alın gelin; umumî
ve alenî münakaşalar, serbest intihaplar, mes’ul nazırlar,
matbuat hürriyeti, hepsini, hepsini isterim... Ben halkın a­
damıyım; eğer halk gerçekten hürriyet istiyorsa onu ona
vermek benim borcumdur. Artık ben bir fatih değilim;
şimden sonra böyle bir şey olamam. Bilirim ben, ne müm­
kündür ve ne mümkün değildir. Benim bundan böyle bir
tek vazifem vardır, o da Fransayı düştüğü yerden kaldırıp
634 NAPOLEON

yükseltmek ve ona kendisine en münasip gelen bir hü­


kümet vermektir...
"Ben hürriyetten kat’îyyen nefret etmem, onu yolu­
ma engel olduğu müddetçe bertaraf ettim, fakat onun ne
olduğunu anlarım, ben onun getirdiği fikirlerle beslenip
yetişmişimdir... On beş yılın yaptığı eser yıkılırsa o, yeni­
den başlıyamaz. Yirmi yılla feda edecek iki milyon da a­
dam lâzımdır... Esasen ben sulh arzu ediyorum, o sulhu
da ancak muzafferiyetler sayesinde elde edebilirim. Ben
size sahte ümitler vermek istemem; bırakıyorum, müza-
kerat var diye söylesinler; kat’îyyen müzakerat filân yok­
tur. Ben daha şimdiden görüyorum ki çetin bir boğuşma,
uzun bir harp olacak. O harbi idare edip başarmak için
Milletin bana destek olması lâzım gelir; fakat bu hizme­
time mükâfat olmak üzre de, öyle zannediyorum ki, o ben­
den hürriyet istiyecek...
"O, bu hürriyete malik olacaktır, vaziyet, yeni vazi­
yettir. Ben bu hususta tenvir edilirsem ne âlâ, başka bir
istediğim yok. Ben artık ihtiyar oluyorum. İnsan 45 ya­
şında iken artık 30 yaşındaki gibi olamaz. Meşrutî bir ki­
ralın rahatlığı benim işime gelebilir. Oğlumun ise büsbü­
tün daha işine gelir.”
Fransa kıralı olmak üzre Elbe adasını terkettiği za­
man İmparatorun esas fikirleri bunlardı. Bu fikirlerdeki
gerçeklik (réalisme) bu fikirlerin samimî olduğuna bir de­
lildir. Burada derunî bir tekâmülü gösterişle meydana ko­
yan bir adam, evliya kesilmiş bir kahraman kat’îyyen mev­
zuu bahs olmaz, mes’ele daima ahval ve şeraite göre hü­
kümet ve idare etmiş ve umumî efkâra kulak vermiş bir
DENİZ 635

hükümdar mevcut olmasından ibarettir. Napoleon görüp


kabul etmiştir ki yeni bir devir açılmak üzredir. Bu yeni
ruh ve fikir haletini o kendi yaratmamışsa bile o haletin
varlığım, bozgunluğu ile o kendi hazırlamıştır, fakat —
Napoleon şuna kanidir — hiç bir memleket dehanın dik­
tatörlüğünden çıkıp ta geriye dönerek İlahî hukuk dikta­
törlüğüne gelemez. Şayet İhtilâlin ruhu onun nefsinde te­
celli ve teşahhus etmiş olsaydı, lâzım gelirdi ki o düşünce
yerine yeni bir uzviyyet kaim olsun; bu ise demokrasiden
başka bir şey olamazdı.
Filhakika İmparator muhacirlere eskisinden fazla sert­
lik gösteriyor; mallarım ellerinden alıyor, kıral hassasım
terhis edip gönderiyor ve saltanatının son zamanında öy­
le bir tedbir ittihaz ediyor ki o tedbiri daha başlangıçta
ittihaz etmesi iktiza ederdi: idamesi kendisine çok paha­
lıya oturmuş olan eski asaleti lağvediyor. Yalnız bu irade
başlı başına, on bir yıllık imparator saltanatı zamanmda-
kinden fazla ihtilâlcilik ruhu taşır, işte bu irade bu ru­
hu memurlara şöyle anlatır:
"Ben bu sefer de vakti ile Mısırdan geri geldiğim gi­
bi geldim, çünkü vatan tehlikede idi... Ben artık harp et­
mek istemiyorum. Bir vakitler dünyanın efendileri olmuş
olduğumuzu unutmak lâzım gelir... Eskiden ben bir Av­
rupa Memleketleri Birliği sistemi kurmak gayesini takip
ediyordum, bunu yapmak için vatandaşların hürriyetini
temin etmesi iktiza eden bazı müesseseleri talik ve tavik
etmekliğim icap ediyordu. Şimdi ise gözümde artık Fran-
sanın sağlamlaşmasından ve rahatlığa kavuşmasından, mal
mülkün muhafaza ve müdafaasından, fikrin serbest olma­
f)3ö NAPOLEON

sından başka bir şey yok, çünkü Prensler Devletin en bi­


rinci hadimidirler.”
Bununla beraber, daha bir yıl önce, felâketin tâ orta­
sında, İmparatorun: "Devlet demek, ben demek” dediğini
işitmiş olanlar çoktur; buna rağmen gene de onlar Kons-
tanın arzettiği yeni kanunu esasiye inanıyorlar, emniyet
ediyorlar.
Pek eyi amma bu ne demek olacak? Bu bir müzey-
vel senet midir? Bir defa daha mı aldatıldık? O aralık ha­
ber geliyor ki Viyanada toplanmış olan Devletler Fran-
sayı sakınmakla beraber Napoleonu yenip bitirmeğe ka­
rar vermişler. Memleket şöyle homurdanıyor: — yirmi
vıldanberidir sulhü özler dururuz, şimdi tam sulha kavu­
şacakken, yeniden sulhtan vaz geçmek lâzım gelecek! Dev­
let şûrası azasından biri imparatora diyor ki: "Kadınla­
rın sizin alenî düşmanınız olduklarını sizden saklıyamam,
Sir, ve Fransada kadınların düşman olması tehlikeli bir
şeydir.” Artık kimse toptan asker tahrir edilmesini istemi­
yor: edilen davete 250,000 delikanlı yerine 60,000 deli­
kanlı icabet ediyor.
Sulha fransız halkı kadar susamış milletlerinin iste­
ği ve iradesile değil de prenslerin hıncı ile yazılmış. Müt
tefikler beyannamesi, siyasî bir sebepten ziyade şahsî in­
tikam arzusu yüzünden İmparatorun hariç ez kanun edil­
miş olması Napoleonun kudret ve şevketini aşındırı­
yor. Fransa evelce Napoleona taraftardı, fakat madem ki
Müttefikler ona aleyhtardır, Fransa da bu yüzden ona ye­
ni yeni fedakârlıklarda bulunmağa rıza göstermiyor. O
DENİZ 637

geri döndüğü zaman yükselmiş olan esham yeniden dü­


şüyor.
İmparator bundan ürküyor. Asker ahz ve tahriri hak­
kında kendisinden malûmat edindiği mahremlerinden bi­
ri ona:
— "Zati Şahaneniz yalnız kalmıyacaktır!” cevabım
verince Napoleon ona yavaşça diyor ki: "Evet, korkuyo­
rum ki tek başıma kalacağım.”
İmparator daha semizleşmiş, daha ağırlaşmış, yüzü­
nün çizgileri gerilmiş, uzun uzun sıcak banyolar yapma­
sı ve çok uyku uyuması icap ediyor. Adamlarından biri
yazıyor ki: "İmparator kaygulu idi, şahsına o eski emni­
yeti yoktu, ne de sesinde o eski kudret ve salâhiyet edası
kalmıştı.” Dört hafta önce, daha gençleşmiş görünmüş­
tü. Şimdi bu değişiklik nereden geliyor?
Her şeyden evel karısının sebebiyet verdiği hayal su­
kutundan. Viyanadan Lavalete gelip Mari-Luizin Napo-
leona karşı gösterdiği lâkaytlığı ve tenezzülsüzlüğü ve
kadının Neipperg ile olan münasebetlerini teyit eden ya­
rı — anonim bir mektup İmparatora veriliyor; o akşam,
Napoleonun, hafifçe aydınlatılmış odasında ocağın bir kö­
şesine çökmüş olduğu, elinde de o mektubu tutmakta ol­
duğu görülüyor; o mektup tezlil edici tafsilâtı havi idi.
Meneval İmparatoriçanın refakatinde olarak gittiği
Viyanadan geri döndüğü vakit, zaman ve vaziyetin ağır,
tehlikeli olmasına rağmen İmparatoru kanapesine boylu
boyunca uzanmış ve derin bir hülyaya dalmış buluyor. Na­
poleon kâtibini, bütün Viyanada görüp anlamış olduğu
şeyler hakkında saatlerce müddet konuşturuyor. İmpara­
638 NAPOLEON

torun tarzı beyanında: durgun bir hüzün ve feragat var­


dı ki benim üzerimde şiddetli bir teessür uyandırıyordu.
Onu, vakti ile, güvenilir ve yenilmez bir hale koymuş o­
lan o muvaffakiyetten emin olmuş hali ile galeyanda gör­
medim, onu öyle bulmadım, insana öyle geliyor ki Fran­
sa içine doğru o mucizeli yürüyüşü esnasında ona hız ver­
miş olan o taliine güveniş, iman ediş haslatr, o, Parise gi­
rince üzerinden ayrılıp gitmiş.” Menevalin ona oğlu hak­
kında en küçük tafsilatı bile vermesi icap ediyor, ihtiyar­
laşan ve terkedilmiş bir halde kalan imparator, bahçede
bir gidip bir geliyor ve çocuğunun kime benzediğini bir
ecnebiye soruyor...
Napoleon gamlıdır. Şimdi, ki artık demokratçasına
saltanat sürmek istiyor, çünkü zamanın ruhu bunun böy­
le olmasını istiyor, şimdi, ki sulhü idame etmek arzusunu
samimî surette besliyor, ecnebiler onu bu iki şeyi yapmak­
tan da tutup menedecekler.
Şayet o zaman hiç kimse çıkıp da kıral Luiyi ikinci bir
defa tahta geçirmeğe kalkışmıyacak olsaydı, şüphe yok kî
Napoleon, vaddedilmiş olan bütün hürriyetleri bahşede­
cek, eski hudutlarına irca edilmiş bir Fransa üzerinde sal­
tanat sürecekti. Fakat ihtilâl kopmazdan önce sahip bu­
lunmuş oldukları her ne varsa tekrar kendilerine geri ve­
rildiği cihetle artık fethedecekleri veya istirdat edecekle­
ri bir şey kalmamış olan ecnebi devletler 1792 deki höc-
cetleri yeniden ele alıyorlar: Bir Burbon, ecdadının mül­
küne İngiliz sahilinden seyirci kaldığı müddetçe kendile­
rini emniyette hissetmiyorlar.
Hiç bir zaman hiç bir harp Napoleonun Viyana kon­
DENİZ 639

gresi neticesinde tavazzuh ettiğini gördüğü o harp kadar


ona zorla kabul ettirilmiş değildi; ve şu tehlikeli buhran
hengamında olduğundan fazla hiç bir vakitte eskiden dik­
tatörlük ile sansörün ona vermiş olduğu süratli icra ça­
relerine şimdikinden daha acil bir ihtiyaç hissetmiş de­
ğildi.
Sulh arzusu umumî olduğu bir zamanda Napoleon
harbi hazırlamağa kendini mecbur görüyor, ve tam da ye­
niden meclislere geri vermiş olduğu o hürriyet onun işine
sekte verecek.
îlân edilen yenileştirme eserine gelince, o iş en so­
nunda pek az bir şeye münhasır kalıp gitti. "Hâkim mil­
let” sadece munzam senetleri tasvip ve tasdik etmeğe da­
vet edildi, tıpkı vakti ile mühim iradeleri tasdik ettiği gi­
bi... Bununla beraber Konstanın çalışıp vücude getirmiş
olduğu 67 madde asrî, demokratik bir kanunu esasinin
bütün unsurlarını ihtiva eder; bu maddeler İngiliz hukuku
esasîyesine nispetle kat’î bir tarakkiye delalet eder ve as­
rın bütün kanun vazılarına örneklik hizmeti görecekti.”
Artık hiç bir kimse tabiî hâkiminin elinden alınamayacak;
hiç bir kimse önce kanunî surette muhakeme edilmeden
hapse atılamıyacak veya sürülemiyecek, matbuata, mezhep­
lere de her türlü hürriyet iade edilmiştir. Teşri heyeti bir
mümessiller meclisi haline, Senato da bir asilzadeler Mec­
lisi haline kalbolunmuştur. Bütün imtiyazları lağvedilmiş­
tir, bundan böyle münakaşalar alenî, halk huzurunda ce­
reyan edecektir, her iki meclis de kanunlar teklif etmek
ve bütçeyi reddetmek hakkını haiz olacak, nazırlar o mec-
040 NAPOLEON

üslere karşı mes’ui bulunacak, meb’uslar yeni kanunlar


teklif ve arzetmekle mükellef olacak.
Birçok yeni yeni haklar, diktatöre indirilmiş birçok
darbeler. Bununla beraber Napoleon, iki nokta müstesna
olmak üzre bunlara boyun eğiyor: Biri ayan azalığınm
irsi olması: "iki üç muharebeden sonra” bu meclisi asil­
zadeler istila eder diyor; diğeri de müsadere hakkı ki:
"o olmazsa ben fırkalara karşı silâhsız kalmış olurum. Ben
bir melek değilim, ben de bir adamım, kendimi müdafaa
etmek istemeksizin bırakamam ki bana hücum etsinler”
diyor.
Bu iki madde de "munzam senet” kadar kötü bir te­
sir uyandırıyor ve Napoleon hiç bir münazaaya taham­
mül edemediği için gene eskisi gibi hayalî bir plebisit
(re’yi âmm) e müracaatı tercih ediyor. Bundan memnun
kalmıyan liberaller protesto ediyorlar ve kendi mütalea-
larına arzedilen teklifler içinde ne mükemmel bir şey mev­
cut olduğunun farkına bile varmıyorlar. Plebisit eskiden
olduğu gibi dört milyon rey toplıyacağı yerde, burjuva­
lar istinkâf ettiklerinden dolayı ancak bir milyon iki yüz
elli bin rey toplıyabiüyor.
Bununla beraber bu adamların içinde birkaç kişi var
ki gene açıkça konuşmağa cür’et ediyor. Namuslu Karno
ona diyor ki: — Sizin munzam senediniz milleti tatmin
etmiyor, kabul etmiş olduğunuz taahhüdata bu senet ce­
vap vermiyor. O taahhütleri değiştireceğinize dair bize
söz verin. Size ben doğruyu söylemeğe mecburum, çünkü
sizin selâmetiniz de, bizim selâmetimiz de sizin gösterece­
ğiniz tesamühe bağlıdır!”
DENİZ 641

Bu ne yeni bir tavru eda! Daha milâzim iken bile


kimse Bonaparta bu yolda söz söylemeğe cür’et etmiş de­
ğildi. İmparator gûya bir protesto hareketinde bulunmak
ister gibi oluyorsa da Karno sözüne şöyle devam ediyor :
— "Bu kelime sizin hayretinizi mucip oluyor, Sir, evet, mil­
letin iradesi karşısında sizin tesamühünüz.”
Asker ona şu cevabı veriyor: — "Düşman kapıları­
mıza dayanmıştır, her şeyden önce bana yardım ediniz, o­
nu kovayım da, sonra ben liberallikle meşgul olacak va­
kit bulurum.” Yeni zamanların metalibine ve ilcaatine bo­
yun eğmek ona her ne kadar lüzumlu görünürse görün­
sün, milletin mümessilleri ile münakaşaya girişmek onca
imkânsız.
Napoleon yalnız kumanda etmesini biliyor.

X V III

Güneşli kırlar, tıpkı en neşeli bayram günlerinde i­


miş gibi, Parislilerin şenliğinden çm çm çınlıyor. Talimha­
ne meydanında, ihtiyarlardan mürekkep askerî kıt’atarla
genç askerler havayı silâhlarının şarkırtıları ile doldurup
canlandırıyor: Tribünlerde üç renkli bayraklar dalgalanı­
yor. Altı yüz meb’us ile birkaç yüz de asilzade âyan, ka­
nunu esasiye sadık kalacağına dair bu gün yemin edecek
olan İmparatoru bekliyor.
Kıral Luinin gösterdiği şiddet her türlü coşkunluk
hızını boğmuş olduğu cihetle iki üç yıldanberi ilk defa
olaraktır ki payitaht kendini yeniden şenliğe, şadümanlı-
ğa kaptırıyor.
Napoleon — 41
642 NAPOLEON

İşte mevkip şehirden çıkıyor; artık boru sesleri işidi-


liyor; bu saate yaraşan o güzel harbî merasimin birkaç
lahze sonra cereyan edeceğini göreceğiz, zira İmparator
tahtını müdafaa etmek için şu birkaç gün zarfında ordu­
larının başına geçecek. Diyorlar ki gene hep o evelki es­
vabım giyiyormuş; biz onu bu kıyafette görünce daha çok
severiz.
Fakat ne görülse beğenirsiniz Kartallara ve bayrak­
lara takaddüm ederek Gard donör (Garde d’Honneur —
zadekân hassa alayı) deriliyor; sonra adetâ resmî, meca­
zî bir perdenin üstünde resmedilmiş gibi harp münadile-
rile maiyeti geçiyor, ve en sonra da 8 atın çektiği o tetev-
vüç merasimine mahsus gerdunenin içinde baştan başa be­
yaz ipekler geyinmiş bir adam görülüyor ki deve kuşu tüy­
lü büyük şapkasının ve daha fazla ruhanî takdis harmani­
sinin altında adetâ ezilmiş gibi. İmparator bu adam mı?
Hayrete düşen halk coşkunluğunu açıktan açığa ke­
sen bu Sezarkârı manzarayı şaşarak seyrediyor.
Dinî merasim bittikten sonra yeni Meclis namına söz
söyliyecek zat, İmparatora doğru ilerliyor ve tâ uzaklara
kadar akseden yüksek ve kuvvetli bir sesle şu sözleri söv­
üyor:
"Vaitlerinize itimat eden meb’uslarımız kanunlarımı­
zı tetkik edecekler ve onları kanunu esasîye uygun bir ha­
le getirecekler. Tabiri diğerle: Kanunu esasî bizi tatmin
etmiyor, biz bu munzam senetten daha fazla bir şey isti­
yoruz, vatandaş şahane kartala galebe çalmak istiyor.”
İmparator kızgınlığını yenerek derakap kanunî esa­
siyi ilân ettiriyor ve ona sadık kalacağına yemin ediyor.
DENİZ 643

Şimdi sıra askerî kıt’aların; fakat askerler, sırmalarla be­


zenmiş ve başındaki tüylerle garip bir hale gelmiş bu ada­
mı görünce adetâ reislerini tanıyamıyacak gibi oluyor. On­
ların o yeşil üniformalı, o üç köşe şapkası kokardlı kah­
ramanı nerede? Hafif sesle cevap veriyorlar. Bu halin şa­
hitlerinden biri yazıyor ki: "Bu vaveylâlar Austerliçteki ve
Vagramdaki vaveylâlar değildi, İmparator da bunun böy­
le olduğunu farketmekten geri kalmadı.”
Sekiz gün sonra meclislerin içtima devresini açan
nutku şahanesinde Napoleon "Talimhane meydanında ho­
şa gitmemiş şeylerin hepsinden” sakınıyor. Millet Mümes­
sillerinin Meclisi vatanın müdafaası için lâzım gelen kuv­
vetleri ona veriyor, fakat Meclis beyan ediyor ki: "pren­
sin, hattâ galibin iradesi milleti kendi öz hudutlarından
öte sürükliyemez.” Ayan da ona: "Fransa hükümetinin
asla muzafferiyetler ardında sürünemiyeceğini” haber ve­
riyor. Napoleon dinliyor, ve her ne kadar öfkesinden ku­
durup titriyor ve bu adamları hiddetle def’ü reddetmek
istiyorsa da gene susuyor.
En nihayet koşup gelmiş olan Lüsiyen yeni asilzade
âyan azası arasında bir makam işgal ediyor; bir bakış ve
bir el sıkış bu iki kardeşi biribiri ile barıştırmış. Lüsiyen
ömründe ilk defa olarak "Prens ve Hümayun Necabetpe-
nah” diye çağırılıyor. İmparatora refakat ediyor, nutuk­
lar söyliyor; Enstitü (Institut) de edebî konferanslar ve­
riyor ve çok para toplıyor. Lui hasta; gelememiş. Daima
yüze gülen ve nazik davranan Jerom hizmet görmeğe ça­
lışıyor. Hortans orada bulunmıyan ev sahibi kadının ye­
rine kaim oluyor; İmparator kendi çocuğundan mahrum
644 NAPOLEON

kaldı kalalı Hortansın çocukları ehemmiyet kazanıyor;


Fransa Napoleonun gene vârisleri mevcut olduğunu gör­
sün diye İmparator balkona yeğenleri ile birlikte çıkıp
kendini gösteriyor. Acı istihzalı bir sahne; ondaki hane­
dan deliliğinin facialı tarihinin hatemesi.
Napoleon Hortans ile birlikte Malmezona gidiyor,
orada Jozefinin öldüğü odaya bir başına girmeği tutturu­
yor; o odadan tekrar çıkıyor ve bir kelime bile söylemiyor.
Yarın gene harbe gidecek; temenni ediyor ki bu, ken­
disinin son seferi olsun; filhahika da son seferi olacak.
Onun tasavvurlarından ancak yeni haberdar olmuş
bulunan Karno ona acele etmeyip beklemesini şiddetle
tavsiye ediyor: Lüzumundan fazla zayıf olan ordusunun
takviye kıt’alarına ihtiyacı vardır; ne Ruslar, ne de Avus­
turyalIlar temmuzun sonundan önce muharebe meydanın­
da bulunamazlar; binaenaleyh İngiltere ile Prusya da da­
ha evel hücum edemezler. Şu altı hafta esnasında İmpara­
tor, kendi ordusunun mevcudunu iki kat arttırabilir; Fran-
sayı müstahkem ordugâh haline komah ve Parisi şehrin
açık olduğu taraftan tahkim etmeli. Napoleon başım sal­
lıyor: "Bir muzafferiyet kazanmak lâzımdır, ondan önce
hiç bir şey yapamam” diyor.
Bunula beraber muharebe kumarında ileri sürülecek
akçenin ne olduğunu biliyor: Şayet ilkin kendisi saldıra­
cak olursa kendisinin mütecaviz sayılacağım da biliyor;
fakat, o, ki doğru hesaplar yapan bir adamdır, her şeye rağ­
men kendine ordusunu takviye edecek kadar zaman bırak­
mak istemiyor: “Bir muzafferiyete ihtiyacım var” diyor.
Bu, yenilmiş bir kahramanın muhakemesidir, fakat hem
DENİZ 645

de basit bir jeneral iken, bir noktadan bir noktaya çabu­


cak nakledilebilir küçücük bir ordu ile harba giriştiği es­
ki zamanın hatırasıdır; bu, bir tabiyedir ki onu Napoleon
gençliği zamanındanberi artık bir daha kullanmağa cesa­
ret edememişti. Onun plânı 4 hasmım biribiri ile birleş­
mekten menetmektir: Prusyalılar ile îngilizlerin arasım
kesmek ve onları ayrı ayrı bozguna uğratmak. İmparato­
run Şarlruva (Charleroi) önünde icrasına teşebbüs ettiği
manavra vakti ile bir jeneralin henüz daha meşhur tanın­
mışken Millesimoda AvusturyalIlarla Piemontelilere kar­
şı iptida yapmış olduğu manevradır. Son muharebe ilk
muharebeyi hatırlatsa gerektir.
Fakat bu tabiyeyi bütün Avrupa jeneralleri nihayet
öğrenmişlerdi, halbuki o kendisi ise o tabiyenin bütün
tesir ve neticelerini alıp tüketmişti. Esasen böyle küçük
bir muharebenin istilzam ettiği sürate o artık tahammül
edemez, son harplar esnasında olduğu gibi gene kurun­
tular cür’etini sekteye uğratıyor. Şarlruvayı alınca ordu­
sunun olanca mevcudu ile Blüherin arkasına düşüp onu
kovalamıyor; ordusunun yarısı ile birlikte Neyi Brüksel
üzerine doğru Ingilizlere karşı gönderiyor, ve ancak o ge­
ce yarısı dehşetle farkına varıyor ki bütün Prusya ordusu,
karşısındadır. O zaman mareşalini şu: "Fransanın mukad­
deratı sizin elinizdedir” sözleri ile geri çağırıyor. Ney, ile-
rileyeceğine düşmanın etrafını sarmağa çalışıyor. Fakat
Katr Brada artık Wellington ile kapışmış olan Ney, ken­
di kuvvetinden ancak bir kolordu ayırabiliyor; bu kolor­
du çok geç yetişiyor; kuvvetlerinin bir kısmı budanıp git­
miş olan Ney, îngilizlere' karşı muharebeyi kaybediyor.
646 NAPOLEON

Bununla beraber o gün Napoleon Linyi (Ligny) de


gene bir muzafferiyet kazanıyor. Bu, onun son muzaffe-
riyetidir. Atından düşmüş olan Blüher öldü sanılıyor, fa­
kat Gnaysenav (Gneisenau) soğuk kanlılığı sayesinde ri-
cati temin ediyor ve Müttefiklerine içtima mahalli olmak
üzre Vavr (Wavre) i gösteriyor.
İmparator garip fakat ihtiyarlayan hasta bir adamda
mevcut olması anlaşılabilir bir gevşeklikle o muzafferi-
yetinden sonra tam bir gün vakit kaybediyor ve 30,000 ki­
şi ile Gruşi (Grouchy) yi PrusyalIların takibine çok geç
gönderiyor. İmparatorun fikrince Prusyahlar, bunca bü­
yük zayiata uğradıktan sonra öyle çar çabuk kendilerini
toparlayıp da îngilizler ile iltisaklarını temin edecek ha­
rekâtta bulunamazlar. Kendi elinde kalan 70,000 kişi ile
İmparator dün nasıl Prusyalıları dövdü ise yarın da în-
gilizleri dövüp yeneceğini tahmin ediyor, buna güveniyor.
Fakat ilk defa olaraktır ki hasmın kuvvetlerini de, başla­
rındaki kumandanların, Gneisenau ile Blüherin değerle­
rini de, olduklarından aşağı tahmin ediyor.
Napoleon Aspernde yenilmediği gibi Friedlandda,
Laonda, yahut Rusyada da yenilmiş değildi; Laypçiğde
Arsi-sür-Ob (Arcis-sur-Aube) da biribiri ile koalisyon ha­
lindeki üç veya dört devletin ezici kütlesi karşısında ger­
çi zebun düşmüştü, fakat o zamana kadar hiç bir jeneral
çıkıp da: "Ben Napoleonü yendim” diyebilmiş değildir.
Bu kere İmparator kendi muzafferiyetinin değerini
lüzumundan fazla yüksek, düşmanın kuvvetini de icabın­
dan fazla küçük görüyor; bununla beraber kendi ailesi
azasından hiç birine hiç bir kumandanlık tevdi etmemiş;
DENİZ 647

şayet Gruşiyi kendi yanında alıkoyacak olsaydı, ordusu­


nun kuvveti düşmanının mevcudundan hemen hemen pek
az dun olacaktı. Fakat bu hata da gene kat’î mahiyette
değildi. Onun inhizamının derin sebebini, kendi uzviyye-
tinin yıpranmış olmasında aramalıdır. Hastalıktır ki, o­
nun faaliyetini zafa uğratarak, onu Waterlooda daha fe­
cirden itibaren hücuma geçmekten menediyor. Haziran
ayı içinde bulunuluyor ve güneş saat dörtte doğuyor. Şa­
yet Prusyalılar yağmurdan gevşemiş ve kaypaklaşmış yol­
larda yürüyebiliyorlarsa, onlardan daha fazla harba ve zor­
luğa alışmış fransız kıt’aları da böyle bir şey yapmağa
pek âlâ kadirdir. Elinde eyi kıt’alar bulunan Napoleon,
bununla beraber, öğleye kadar bekliyor, tâ ki bataryala­
rını daha kuru bir arazi üzerine çıkarıp kursun. Yenada
teşrinievelde, daha gün ağırmağa başlar başlamaz, koyu
bir sis varken kıt’alarmı teftişten geçirmiş ve düşmanı da­
ha yarı uykusunda iken bastırıp şaşalatmıştı. Bugün ise
bekliyor ki vakit öğle olsun.
Bu yarım günlük geçikiş kendisi için şaametli bir şey
olacak.
İmparator Bel-Aliyans (Belle-Alliance) denen bir te­
peye doğru yüneliyor, kıt’alarmı üç saff üzerine diziyor
ve onlara her vakitki gibi coşturacak sözlerle hitapta bu­
lunarak haber veriyor ki istediği şey, düşmanı delip Brük-
sele kadar gitmektir. Belçikalılara hitaben hazırladığı be­
yanname daha şimdiden cebinde; fakat kıymetli saatleri
elinden kaçırmış.
Öğleden sonra çengin en kızgın zamanında kendisi­
ne bildiriyorlar ki Bülow kolu yürüyüşe geçmiş. Şahitle­
648 NAPOLEON

rin deyişine göre İmparatorun beti benzi uçmuş; Gruşiye,


dağılmaksızın muntazam surette ricat etmesi emrini gön­
deriyor; fakat bu emri ona vaktinde erişebilecek mi? Düş­
man onu ricat hareketinde bulunmağa bırakacak mı?
Bu, saat mes’elesidir. İcap eder ki İngilizler, daha
Prusyalılar varmazdan önce, yenilmiş bulunsun. İmpara­
tor süvariye merkeze saldırmasını emrediyor. İngilizler sı­
kı duruyorlar, eyi dayanıyorlar. İmparator Viyey Gar d
(Vieille Garde) im da hücuma saldıracak mı? Daha değil.
Bununla beraber Bülow şimdiden ateş açıyor. Her ne pa­
hasına olursa olsun bir ricat imkânım ihtiyat olarak elde
bulundurmak lâzım, yoksa felâkettir. Yorulan ve zedele­
nen İngilizler ısrardan vazgeçmek üzre. Saat 5; W elling­
ton Prusyalılara şu haberi gönderiyor: "Şayet kolordu,
yürüyüşüne devam etmiyecek ve derhal hücuma geçmiye-
cek olursa, harp kaybolup gitmiştir.” Galebeyi zorlamak
anı gelmiştir. Fakat İmparator, ihtiyat ve tedbirinden do­
layı Viyey Gardım gene hâlâ yerinde tutuyor. Ötede ise
ikinci Prusya kolu hareket ve faaliyete geçmiş.
Korkunç ve müthiş an. Mukadderatı, vereceği kara­
ra bağlı bulunuyor. Saat 7 de nihayet Napoleon son 5,000
grönadiyesini, en eskilerini, melhamenin içine atmağa ka­
rar veriyor. Ümitsizlikten ileri gelen tedbir.
— Yaşasın İmparator!
Bu sayha bütün Avrupayı yerinden sarsmıştı. On yıl­
dan az bir zaman içinde bu sayha efsanevî bir şey olmuş­
tu. Bu akşam o, o mucizeli kuvvetini kayıp mı edecektir?
Bununla beraber Marengodaki kartallar gene hep orada;
DENİZ 64 g

fakat dünyada ölmez hiç bir şey yoktur, bu sayha da son


defa olmak üzre çınlıyor.
İkinci Prusya kolu Gardı sarıp çember içine alıyor;
Gard baş eğmeğe başlıyor. Düşman kuvvetleri artıyor. Saat
8 de 3cüPıusya kolu harp sahasına giriyor.O zaman 120,000
koalisiyonlu, kendilerinin yarı kuvvetindeki Fransızlara
hücum ediyor. Onda biri telef olan Grand arme (Grande
Armée) geri çekiliyor, ve Bonapart, son muharebesinin
son gününde askerlerinin kaçıştığım ilk defa olarak gö­
rüyor, bunun böyle olması mukaddermiş.
İmparator bir saattir İngilizlerin ateşine maruz kal­
dığı yerden ayrılıyor, gelip hâlâ mukavemet göstermekte
olan iki kale nizamindaki kollardan birinde yer tutuyor.
Bunlar da kırılınca, yalnız birkaç atlı grönadiyenin mu­
hafazasında geriye doğru atını dört nala sürüyor. Sancı­
dan kıvranıyor, bununla beraber arabasını buluncaya tâ
sabahın saat 5 ine kadar eğer üstünde kalması icap ediyor;
arabasında birkaç saat dinleniyor.
İmparatorun cesareti ve mecali çok mu kırılmış?
Hiç bir veçhile. Paris ne diyor? Bu düşünce onu dim
dik tutuyor, geçen yılki gibi Gardım Laonda veya Suvas-
son (Soisson) da yeniden teşkil etmeği, veya istihkâmlar­
daki askerlerden bir miktarını ayırıp almağı düşünmiyor
bile; o, yalnız Parisi düşünüyor, yeni kuvvetlerin o mem-
baını... Gene 150,000 kişi seferber edilebilirdi, bu ise Gard
Nasiyonallerle birlikte 300,000 kişi ederdi ve bu suretle
düşmanı bozgunluğa uğratmak mümkün olurdu. Parise
gönderdiği son emri yevmide "cesaret, azim ve sebat” ke­
limeleri okunur.
650 NAPOLEON

İki gün sonra Napoleon, yeni ikametgâhı olan Elize-


ye dönmüştü. Bu son harp kötü bir rüya mı idi, ne idi?
Fethü teshirine dokuz yıl sarfettiği İmparatorluğu Napo­
leon dokuz gün içinde kaybetti.

XIX
Yok a canım! Daha her şey elden gitmiş değil.
Devlet şûrasında ve meclislerde reyler ve fikirler ay­
rı ayrı. Napoleon, vereceği karar hakkında kardeşleri ve
nazırları ile intişare ve müzakere ediyor; artık dermanı
tükenmiş bitmiş amma dışından hiç belli etmiyor. Meclis­
lerle birlikte çalışıp iş görmeği mi teklif edecek? Bilâ­
kis. İmparator diktatörlük istiyor. Milletin şu buhranlı za­
manında birkaç vakit daha hareketinde tamamile serbest
kalması lâzım gelir. Kendisine itiraz olarak artık meclis­
lerin onun şahsına emniyetleri kalmamış olduğunu söy-
liyorlar. Bu sözler üzerine Lüsiyen ayağa kalkıyor ve bir
delikanlı coşkunluğu ile İmparatordan meclisleri dağıt­
masını, Pariste idarei Örfiye ilân etmesini, hükümeti ele
almasını bütün askerî kıt’alarını bir araya toplamasını ni­
yaz ediyor, vatanı kurtarmanın yegâne çaresi budur!
İmparator onu dinliyor. Lüsiyenin Sen Kluda ona ay­
ni tedbirleri teklif ettiği ve bir nutukla onu kurtarıp di­
lediğinden daha yüksek makamlara çıkardığı o teşrinisa­
ni gününden bu güne kadar aradan on altı yıl geçmiş. Na­
poleon kardeşine hak veriyor, fakat harekete geçeceğe
benzemiyor. Onun harbiye nazırı olan Davu esasen ona
ihtiyat askerleri vermeği kabul etmiyor. Meclisten gelen
haberler onların münakaşasını kesiyor; meclis müstemir-
DENİZ 651

ren in’ikat halinde bulunmağa karar vermiş; kendisini da­


ğıtmağa matuf bütün teşebbüsleri vatana karşı bir ihanet
hareketi addedecek ve her kim böyle bir iddiada bulunma­
ğa cür’et edecek olursa mahkemeye verecek. İhtiyar Lafa-
yet diyor ki: Sulh ile bizim aramızda yalnız bir tek adam
var, çekilsin gitsin, biz sulha kavuşuruz.
Milletin fikri de böyle midir? Hayır, çünkü şehirde
mutlak bir sükûn hüküm sürüyor: bu, nihayet hürriyeti­
ni eline almış bir demokrasinin, değişikliklere susamış bir
cemiyetin sayhasıdır ki idbar ve nekbete tahammül edemi­
yor. Asilzade âyan, müntahap mecliste birleşip toplanmı­
yorlar. İmparatoru kendi huzurlarına gelmeğe davet edi­
yorlar. İmparator niçin kalkıp oraya gitmiyor? Onun yü­
züne karşı alenen kıyam etmeğe kim cür’et gösterebilir?
Bilâhare kendisi de diyor ki: "Ben kalkıp oraya gitmeli
idim, fakat bitkindim. Meclisleri dağıtabilirdim, fakat ce­
sarette kusur gösterdim; nihayet ben de insanım; 19 brü-
merin hatırası gözümün önüne geldi de yıldım geri çe­
kildim.”
Meclis, nazırları istiyor; İmparator onları oraya git­
mekten menediyor. O zaman meclis onu iskat ile tehdit e­
diyor. İmparator âciz kalıp ramoluyor. Lüsiyen ve nazır­
lar onun namına meb’usların huzuruna çıkıyorlar ve bil­
diriyorlar ki İmparator düşmanla sulh müzakeresine gi­
rişmek üzre bir Komisyon tayin etmiştir. Meclis: — Dev­
letler artık onunla müzakere etmek istemiyor! Onlar onu
hariç ez kanun ilân etmişlerdir! İstifa edip tahttan çekil­
sin! Ve şayet o, bunu reddecek olursa, onu tahttan biz in­
diririz!” diye bağırıyor.
652 NAPOLEON

Bu eelse'devam ederken İmparator gayet sinirli; Ben-


jamen Konstan ile bahçede bir gidip bir geliyor. Artık
yorgunluğu filân kalmamış, ateşli ateşli konuşuyor, şun­
ları söyliyor:
"Şimdi artık mes’ele benim mes’elem değil, Fransa
mes’elesidir. İstiyorlar ki ben istifa edip tahttan çekileyim.
Böyle bir istifanın içtinabı kabil olmıyan avakibini hesap
etmişler midir? Ordu benim etrafımda, benim ismimin et­
rafında toplanıyor; onun başından beni çekip almak, onu
dağıtmak demektir. Bu ordu sizin bütün inceliklerinizi
anlamaz. Zannediyorlar mı ki metafizik mütearefeleri, hu­
kuk beyannameleri, kürsü nutukları bir ordu bozgunlu­
ğunun önünü alabilir. Ben karaya ayak bastığım zaman
beni reddede idiler, aklım ererdi, bugün beni terketme-
lerine aklım ermiyor! Düşmanlar 25 fersah yakına gel­
dikleri bir zamanda bir hükümeti devirmek cezasız kalır
şey değildir. Bunun cezasını çekerler. Cümle söylemekle
ecnebilerin fikri değişir diye mi tasavvur ediyorlar? Be­
ni 15 gün evel devirmiş olsalardı, bu, bir cesaret eseri o­
lurdu; fakat şimdi düşmanın hücum ettiği cismin ben de
bir cüzüyüm; şu halde ben de Fransanm müdafaa etmeğe
borçlu olduğu şeylerin bir cüzüyüm. O, beni düşmana tes­
lim etmekle kendini teslim ediyor demektir, mağlûp düş­
tüğünü kendi de tasdik ediyor demektir, bu suretle ga­
liplerin cür’etini artırmış olur. Beni azledip ortada bıra­
kan hürriyet değil Waterloodur, korkudur; bir korku ki
onun varlığından düşmanlarınız istifade edecektir... A ca­
nım, hangi sıfatla Meclis benden istifamı talep ediyor? O,
DENİZ 653

kanunî daireden dışarı çıkıyor, artık vazifesi kalmıyor; be­


nim hakkım, benim vazifem onu dağıtmaktır.”
O anda "Yaşasın İmparator!” nidaları işitiliyor. Da­
ha hâlâ orada duran bu adamlar kimlerdir ? Sent Antu-
van (Saint-Antoine) foburgunun ameleleri; bunlar, Mü­
savat kendilerine hürriyet verdiği için Hürriyetin tenkil
edilmiş olmasından dolayı zarar ve ıstırap duymamış kim­
selerdir. Bahçenin duvarlarına tırmanıyorlar, parmaklık­
lara tutunup o parmaklıklar arasından: "Diktatörlük!
Gard Nasionaller! Yaşasın İmparator!” diye bağırıyorlar.
"Bunları görüyorsunuz! Bunları gırtlaklarına kadar
şereflere ve paraya boğmuş olan ben değilim. Bana nele­
rini borçludurlar bunlar? Onları ben yoksul buldum, yok­
sul bıraktım. Fakat lüzum şevki tabiîsi onları irşat ediyor;
onların şahsında memleket tecelli ediyor; memleket ko­
nuşuyor. Eğer ben istiyecek olsam, bir saatin içinde o asî
Meclisin yerinde yeller eser... Fakat bir adamın hayatı için
bu kadar şey yapmağa değmez. Ben kanlı bir halk isya­
nının başına geçmiş bir kıral olmak istemem. Ben kal­
kıp ta Elbe adasından Paris kana boyansın diye gelmedim.”
Bu şiddetten vaz geçiş 18 brümeri hatırlatıyor. Fa­
kat o zaman Napoleonda, mesleğinin başlangıcım lekele­
mek kaygusundaki bir devlet recülünün tedbiri mahiye­
tinde olan şey bugün şeametli bir itidalden başka bir şey
olamaz. Şüphesiz ki artık kuvvete, cebir ve şiddete mü­
racaatı kaldıramıyan ve istemiyen yeni zamanların tesi­
rine de maruz kalıyor.
O ara Lüsiyen, hafi celsede, Meclis azalarına İmpara­
torun tekliflerini tebliğ etmiş; bu teklifleri münakaşa e­
654 NAPOLEON

diyorlar, bazıları onun tahttan çekilmesini millî fedakâr­


lık olmak üzre nazikâne tarif ediyor... O zaman Karno
kürsüye çıkıyor, vakti ile her kes Napoleonun huzurunda
iki büklüm eğilirken onunla belki yegâne mücadele eden
adam nasıl o idi ise bugün de onu müdafaa eden hemen
hemen Karnodan başka kimse çıkmıyor.
Sieyes de birdenbire İmparatordan yana çıkıyor ve
tam romahca konuşuyor: "Napoleon harbi kaybetmiştir,
bize ihtiyacı vardır. Biz onunla birlikte yürüyelim. Ken­
dinizi kurtarmanın yegâne çaresi budur. Tehlike geçince
eğer o, gene müstebit olmağa kalkışacak olursa bizler onu
asmak için birleşiriz. Bugün biz onu kurtaralım ki o da
bizi kurtarsın ” diyor. Fakat Lafayyet tekrar söz alarak:
"Kardeşlerimizin, evlâtlarımızın kemiklerinin her yerde
bizim lüzumundan fazla müddetle coşkunluğumuzun ve
sadakatimizin birer şahidi olduğunu unuttunuz mu? Mı­
sır kumlarında, Ebre, Taj ve Vistul kıyılarında da, Rus-
yamn buzlu çöllerinde de on yıl müddetle üç milyon Fran­
sız, bugün hâlâ Avrupa kuvvetlerinin kütlesine karşı mü­
cadele etmek istiyen bir adamın gururu, şevket ve kudre­
ti uğrunda mahvolup gitti. Vatandaşlar, siz artık buna ta­
hammül etmezsiniz!” Celse sabahın saat üçüne kadar uza-
yor; İmparatorun istifa edip çekilmesini talebediyorlar.
İmparator tereddüt ediyor. Sabahleyin, büyük bir he­
yecan içinde, odasını arşınlayarak jakobenlerle alay ediyor,
yeni bir Direktuvar derpiş ediyor, o zaman Burbon sa­
rayının kumandanı gelip, istifa edip tahttan çekilmeyi ka­
bul etmediği takdirde kendisini Meclisin hariç ez kanun
ilân edeceğini Meclis namına tereddütlü bir sesle ona bil­
DENİZ 655

diriyor. Savary, Koienkur ve hattâ Lüsiyen onu mücadele­


den vaz geçirmek için sıkıştırıyorlar. O zaman Napoleon
diyor ki:
"Ben onları öyle büyük muzafferiyetlere alıştırdım
ki, şimdi bir günlük bir felâkete bile tahammül etmesini
bilmiyorlar? Şu zavallı Fransamn hali ne olacak?” Sonra
daha peşten bir sesle şu sözleri ilâve ediyor: "Ben onun
uğrunda elimden geleni yaptım.” Millete beyannamesini
söyleyip yazdırıyor: kendisinden istenen fedakârlığı ya­
pacak; onun siyasî hayatı sonuna ermiştir. Oğlunu ikinci
Napoleon unvanı altında ilân ediyor. Meclisler bir niya­
bet hey’eti nasp ve tayin etsin. Bu sözleri kime söyleyip
yazdırıyor? Sadıklarından hangi birinin eli İmparatorun
son beyannamesini yazmağa varır?
Kardeşi, nice yıllar onun tahtına uzaktan göz komuş
olan kardeşi. Şayet Lüsiyen o kadar şair olmamış olsaydı,
şüphe yok ki hoşnut olmıyanları çoktan beridir kendi et­
rafında toplar ve umumî hayata ikinci bir Napoleon gibi
değil de, başka bir Bonapart gibi girerdi. Böyle yapacağı
yerde, görüyoruz ki o, kırk yaşına vardığı cihetle, zafer
ve şan hülyaları geçip gittiğinden, hayatım, dört hafta
müddetle emperiyal prens olarak geçirdiği müddet zarfın­
daki gibi ilim ve zekâ sahibi halinde, âlimler ve ediplere
hamilik ederek imam ve ikmal ediyor. Dudaklarında, â­
deta sezilmez bir tebessüm belirerek, dehası kendi deha­
sından üstün çıkmış olan adamın tahttan istifanamesini ya­
zıyor; bu, gene tabiî bir adamın hareketidir; fakat acı bir
lıüzün onların arasındaki eski husumeti siliyor.
Hakikatte, âdeta Napoleonun mesleğinin başlangıcı
656 NAPOLEON

tekerrür ediyor gibidir. "Hariç ez kanun” sayhaları tıpkı


gene eskisi gibi çınlayor, tıpkı eskiden olduğu gibi gene
beş Direktör muvakkat bir hükümet kuruyor. Bu Direk­
törler reis olarak kimi intihap edeceklerdir? Napoleönun
elinden hükümet kudretini alacak olan kimdir?
Fuşe.
Reye iştirak etmiyerek kendini kendi işaret ve tayin-
etmiş. Bununla beraber Meclis yatışmış; daha dün İmpa­
ratorun kellesini istemiş olanlar, şimdi ona, yaptığı bu fe­
dakârlıktan dolayı teşekkür etmek üzre bir murahhas
hey’eti gönderiyorlar. Napoleon onlara diyor ki: "Arzu
ederim ki benim bu istifam Fransanın saadetini mucip ol­
sun; fakat bunu ummam; bu istifa devleti başsız, siyasî
mevcudiyetsiz bırakacak. Oğlumu Fransaya tavsiye ve e­
manet ederim. Ümit ederim ki Fransa benim sırf onun le­
hine olmak üzre tahttan çekilmiş olduğumu unutmayacak­
tır. Ben bu büyük fedakârlığı Millet için de yaptım; o
ancak benim hanedammladır ki serbest, bahtiyar ve müs­
takil olmağı umabilir.”
Fakat bu zaman zarfında Fuşe ile padaşları bir Or-
leanr, bir Brunsvik prensini, ve hattâ bir Saksunya kiralı­
nı hükümdar olmak üzre teklif ediyorlar; intihap edilmiş
olan beş âza hükümeti temsil ediyor, yoksa bir niyabeti
değil. Fuşenin iradesinde yalnız Millet mevzuu bahstır, İ­
kinci Napoleon değil. İmparator bunun farkına varmıyor
değil, fakat susuyor. Bütün ömrünce uğrunda mücadele
ettiği hanedanlık fikri artık, tahakkuk etmez bir rüya gibi
ebediyyen silinip gidiyor.
Akşam Lavalet geldiği zaman, Napoleon zaten saat-
DENİZ 657

le r d e n b e ri iç in d e n ç ık m a d ığ ı b a n y o d a : " B an a , n e re y e g i t ­
m e k is te d iğ im i m i s o r u y o rs u n u z ? N e d e n A m e r ik a y a o l ­
m a s ın ? ” d iy o r . *
— Ç ü n k ü M o r o d a o r a y a ç e k ild i.
İ m p a r a to r b u itir a z ı re d d e d iy o r , o r a y a g itm e ğ i c id d î
b ir s u re tte d ü ş ü n ü y o r , v e b u h u su s iç in h ü k ü m e tin o n u n
e m r in e b ir fi r k a t e y n v e rm e s in i ric a e d iy o r. H ü k ü m e tin
y e g â n e is te d iğ i şey şu a d a m ın P a ris te n ç ık ıp g itm e s i, z ira
d a h a ş im d id e n h a lk E ly s e s a r a y ın ın e t r a f ı n a b ir ik iy o r , d ik ­
t a t ö r lü k o lm a s ın ı is te y o r. N a p o le o n b a z ı e v r a k ı y a k t ık ta n
s o n r a M a lm e z o n a g id iy o r .
İ k i g ü n m ü d d e tle , b i r n e v i h ü ly a y a d a lg ın b ir h a ld e
J o z e fin in b a h ç e sin d e a v a r e a v a r e d o la ş ıy o r . S a d ık la r ı o n ­
d a n a y r ılm a m ış la r , r e f a k e tin d e b u r a y a g e lm iş le r. A nn esi
v a r , H o rta n s v a r , L a v a le t, L ü ç iy e n v e J o z e f v a r ; fa k a t İm ­
p a r a t o r k im le r in k e n d is i ile b i r li k t e g id e c e ğ in i s o ru n c a ,
c e v a p la r k a ç a m a k lı o lu y o r . A n n e s i b i r li k t e g itm e ğ e k u v ­
v e t le k a r a r v e rm iş , fa k a t N a p o le o n a n n e s in i b u y a ş ta y o l­
c u lu ğ u n m e z a h im in e v e t e s a d ü fle r in e m a ru z b ıra k m a k is ­
te m iy o r . L a v a le tin b i r k ız ı v a r k i d a h a p e k k ü ç ü k , k a rıs ı
d a g e b e ; b e lk i d a h a s o n r a la r ı g e lir . E lb e a d a s ın d a İ m p a ­
r a t o r la b u lu n m u ş o la n D r u o F ra n s a d a k a lm a lı d ı r ; z ira v a ­
ta n ın o n a ih tiy a c ı v a r d ı r ; d a h a d ü n k e n d is in d e n a y r ılm a -
y ıp n e r e y e o ls a b i r li k t e g id e c e ğ in i v a d e d e n b ir k â tip , g ö z ­
le r i g ö r m iy e n a n n e s in in ib ra m v e İ s ra rın a r a m o lm u ş ; İm ­
p a r a t o r : " S iz e y i e ttin iz , a n n e n iz b o y n u n u z u n b o rc u d u r,
o n u n y a n ın d a k a lı n ” d e y ip y ü z ç e v ir iy o r .
S o n m u h a re b e s in in a r ife s in d e P o lin , k e n d i p ı r la n t a ­
la r ı n ı o n a z o r la k a b u l e ttir m iş t i; b u g ü n ise H o rta n s o n a
N apoleon — 42
658 NAPOLEON

elmas bir gerdanlık takdim ediyor; vakti ile kendisinin


vermiş olduğu hedayayı şahane şimdi kendisine geri veri­
liyor... Napoleon, buna mukabil ona bir milyon tahsis edi­
yor, bu para ihtimal ki kadına hiç bir vakit tediye edil­
memiştir. Lüçiyen ile Öjen para alıyorlar, İmparator kü­
çük Leona da annesi için para veriyor, bu suretle dağıtıl­
mış olan meblâğın rakamı yüz binlerle terkim edilir.
Her şey sessizlik içinde, bir nevi ölü merasimi
içinde cereyan ediyor. İmparator yalnız maziden ve Joze-
finden bahsediyor.
"Nazıra söz verdim ki gideceğim. Bu gece yola çıka­
cağım. Kendimden de bıktım usandım, Fransadan da, Pa-
risten de. Yol hazırlıklarımızı görün” diyor.
Nereye gitmeli? Onun orduya son beyannamesi ma­
veradan gelen bir hitap gibi, bâlâdan bir ses gibi akse­
diyor :
"Askerler!... Ben yanınızda bulunmasam, namevcut
olsam da gene sizin adımlarınızı takip edeceğim. Ben bü­
tün kolorduları bilirim, içlerinden hiç biri yoktur ki ben
onun düşman üzerine mühim bir galebe çalmak hususun­
da göstereceği şecaatin hakkını teslim etmemiş olayım...
Sizin müstakbel muvaffakiyetleriniz düşmanlara öğretsin
ki sizler bana itaat göstermekle her şeyden evvel ve her
şeyin fevkinde vatana hizmet ederdiniz ve kalbinizdeki
sevgide bana da bir yer ayırmışsınızdır; buna ben, hepi­
mizin müşterek anası olan Fransa için beslediğim coşkun
aşk sayesinde hak kazandım. Biraz daha gayret gösterin,
Koalisiyon dağılır gider. Napoleon sizleri, düşmana indir­
diğiniz darbelerden tanıyacaktır. Fransızların şerefini, is­
DENİZ 659

tiklâlini kurtarın. Ben sizi yirmi yıldır ne yolda tamdım-


sa gene de sonuna kadar öyle olun, sizler hiç yenilmez o­
lursunuz.”
Maamafih bu kadar ziyansız olan bir beyannamenin
neşrine hükümet izin vermiyor; tarihe bundan daha fazla
bir geri bakışla ifadei meram edilebilir mi?
İmparatorun birdenbire yüreği oynayor; çok malûm
olan homurtular, kulağına kadar geliyor. Sen Döni ova­
sında top gürleyor, düşman Parisin kapılarında. Elbisesi
param parça zabitler, neferler ona bu haberi getiriyor. He­
men o anda İmparator kendinde tekrar eski azmini bulu­
yor. Düşman iki koldan iki ordu halinde mi ilerileyor?
Onlara teker teker saldırıp her birini teker teker yenmeli.
Geceleyin Parisin bir müdafaa plânını tasavvur ve tertip
ediyor, sabah olunca sanki top gürültüsü ona yeniden ha­
yat vermiş imiş gibi gençleşiyor, ve yeniden o Jeneral Bo-
napartlık zamanındaki hareketini tecdit ederek, Jeneral-
lerinden birini Direktörlere gönderiyor:
"Fransanın vaziyeti, vatanseverlerin temennileri, as­
kerlerin sayhaları vatanı kurtarmak için benim mevcudiye­
timi istiyor. Sizi hükümet komisyonuna gidip, İmparator
sıfatı ile değil, fakat namı ve şöhreti milletin mukadde­
ratı üzerinde hâlâ bir tesiri haiz bulunabilecek bir Jene­
ral sıfatı ile kumandayı istediğimi söylemeğe memur edi­
yorum. Düşmanı geri attığım gün, hayat ve mukaddera­
tımı itmam ve ikmal etmek üzre geçip Amerikaya gidece­
ğime dair asker, vatandaş ve Fransız iman, sadakat ve ah­
di ile söz veriyorum.”
Evet, ya galip gelecek, ya da harp meydanında ölüp
660 NAPOLEON

gidecek. Elinde kalan az adetteki zabitlerini etrafına alan


Napoleon, hükümetin vereceği cevabı bahçesinde endişe
ile bekleyor.
Şimdi sıra Fuşenin. Fuşe bu menfur hükümdara tah­
rirî bir cevap verdirmeğe bile tenezzül etmiyor. Harekete
geçmek sabırsızlığı ile yanıp tutuşan İmparator gönderdi­
ği adamın elinden cevabı çekip almak için üzerine atılı­
yor; cevap, ret. Hükümet azalan onun bu teklifini kabul
etmek tedbirsizliğinde bulunmıyacaklar; o, bilâkis daha
fazla geçikmeksizin hemen çıkıp gitsin. Napoleon yüzünü
çeviriyor ve diyor ki: "Fuşeyi benim çoktan beri astırmak­
lığım icabederdi, şimdi bu himmeti Burbonlara bırakı­
yorum.”
Çabucak sivil esvaplarım giyiyor. Hortans, İmparato­
ra vermiş olduğu gerdanlığı, Napoîeonun ricası üzerine
siyah ipek bir kemere dikiyor. Bir lahza, Lüçiyenin vali
olabileceği Korsikaya dönmek mevzuu bahsoluyor; Leti-
sianin sevinçten gözleri parlayor, fakat olmaz... Böyle bir
şeye imkân yoktur! Artık Amerikadan başka bir yer kal­
mıyor. Her kes hissediyor ki İmparatorun en küçük bir ge­
cikmesi bile serbestliğine sekte vurabilir. Daha şimdiden
şu şayia deveran ediyor ki Wellington bu mücrimin teslim
edilmesini isteyormuş; Mecliste de bu fikir taraftar kaza-
nıyormuş. .
Lavalet İmparatoru hemen çıkıp gitmeğe teşvik edi­
yor, fakat İmparator şu: "Hükümet kaptana bir emir ver­
medikçe ben çıkıp gidemem” demekte İsrar ediyor.
—Siz gene gidin, Sir; sizin gemide huzurunuz Fran-
sızlar üzerinde hâlâ gene büyük bir tesir icra edebilir; ha­
DENİZ 661

la t ı k e sin , ta if e y e p a r a v a d d e d in ; ş a y e t k a p ta n m u k a v e ­
m e t g ö s te r e c e k o lu r s a o n u k a ra y a a t tır ın , k e n d in iz d e g i­
d in . F u ş e n in siz i M ü t t e f i k le r e satm ış o ld u ğ u n a ş ü p h e m
y o k tu r .
— " G id in B a h r iy e n a z ır ı n e z d in d e so n b ir g a y r e t g ö s ­
te r in .” L a v a le t k e n d in i D ö k r e s in h u z u r u n a k a b u l e t t i r i ­
y o r ; D ö k r e s y a tıy o r m u ş ; L a v a le te d iy o r k i : " B en a n c a k
n a z ırım , g id in F u ş e y i b u lu n , h ü k ü m e t n a m ın a s ö y le y in ;
b a n a g e lin c e , b e n k e n d im b ir şey y a p a m a m .
L a v a le t, o la n b ite n i ş ö y le a n la t ı r :
— " ö f k e le n i p ç ık tım , v e n e F u ş e y i g ö re b ild im , n e d e
ö te k ile r i.
G e c e y a r ıs ın d a n s o n r a s a a t ik id e d ö n ü p M a lm e z o ııa
g e ld im . İ m p a r a to r y a tm ış tı; b e n i iç e r i a ld ır d ı, o n a v a z i­
fe m h a k k ın d a iz a h a t v e r d im v e y e n id e n ıs r a r la r ım ı s ö y le ­
d im . N a p o le o n b a n a d e d i k i :
— " B e n M e m a lik i — M ü tte h id e y e g id e c e ğ im . O ra d a
b a n a t o p r a k v e rile c e k , y a h u t k e n d im s a tın a la c a ğ ım , v e
o t o p r a k la r ı işle y e c e ğ iz . Â d e m o ğ lu y e r y ü z ü n d e h a y a tın a
h a n g i iş te n b a ş la m ış s a b e n d e ö m rü m ü o iş te b itire c e ğ im ;
ta r la la r ım ın v e s ü r ü le r im in m a h s u lü ile y a ş a y a c a ğ ım .”
K â tib i:
— O n la r A m e r i k a lı la r ı siz i k e n d ile r in e te s lim e ts in le r
d iy e d e ğ ils e b ile h iç o lm a z s a ü lk e le r in d e n u z a k la ş tırs ın ­
la r d iy e z o r la r la r ! s ö z le ri i le itir a z d a b u lu n u y o r .
— " O h a ld e b e n d e M e k s ik a y a g id e r im . O r a d a v a t a n ­
s e v e r le r b u lu r , b e n d e b a ş la rın a g e ç e r im .”
— Z a t i Ş a h a n e n iz u n u tu y o r k i o n la r ın z a te n k e n d i
re is le ri v a r d ı r , v e m ü s ta k ille r in r e is le r i Z a ti Ş a h a n e n iz i
6Ö2 NAPOLEON

b a ş la r ın d a n a t a r la r v e y a h u t, z o r la r la r k i g its in k e n d in e
b a ş k a b ir y e r a ra s ın .
— " O h a ld e b e n d e o n la r ı o r a d a b ır a k ır , K a ra k a s
( C a ra c a s ) a g id e r im ; b a k tım k i o r a d a d a ra h a t e d e m iy o ­
ru m , B u e n o s - A y re s e g id e r im ; K a li f o r n i y a y a g id e r im , d a ­
h a o lm a z s a in s a n la r ın k ö tü lü ğ ü n d e n v e z u lm ü n d e n k o r u ­
n a c a k b ir s ığ ın a k b u lu n c a y a k a d a r d e n iz d e n d e n iz e g i­
d e r im .”
— Z a t i Ş a h a n e n iz in İ n g i li z le r i n d u z a k la r ın d a n v e f i ­
lo la r ı n d a n b o y u n a k a ç ıp k u r tu la b ile c e k le r in e a k ı lla r ı k e ­
s iy o r m u , b ö y le b ir ş e y le m a k u l s u r e tte ö ğ ü n e b i li r le r m i?
— " B e n o n la r d a n k a ç a m a z s a m o n la r d a b e n i y a k a ­
l a r l a r ; o n la r ın h ü k ü m e ti h iç b i r şe y e y a ra m a z , h iç b ir d e ­
ğ e r i y o k t u r , f a k a t m i lle t b ü y ü k tü r , a s ild ir , â lic e n a p tır , b a­
n a lâ y ık o ld u ğ u m m u a m e le d e v e itib a r d a b u lu n u r la r . Z a te n
n e y a p a y ım is tiy o r s u n u z ? B u r a d a k e n d im i ,W e llin g t o n a
b ir a h m a k g ib i tu t t u r t a y ım d a , o n a L o n d r a s o k a k la r ın d a
k ı r a l J a n g ib i b e n i a r k a s ı s ır a z a f e r in i n ş ik â r ı d iy e g e z d ir­
m e k z e v k in i m i v e re y im , is tiy o r s u n u z ? M a d e m k i k e n d i­
le r in e a r z e ttiğ im h iz m e ti r e d d e d i y o r la r , b e n im a r t ı k y a p a ­
c a k b i r t e k iş im k a ld ı, o d a b u r a d a n g itm e k t ir , ö t e s i n i d e
k a d e r k ıs m e t g ö s t e r ir .”
— Z a t i Ş a h a n e n iz k e n d i n e fs in i k u r ta r a c a k tıy n e tte
y a r a d ılm ış b i r a d a m d e ğ ild ir .
N a p o le o n a z a m e tli v e g a z a p lı b i r b a k ış la :
— " S iz in k e n d i n e fs in i k u r t a r m a k d e d iğ in iz ş e y n e ­
d i r ? S iz b u s ö z d e n n e a n lıy o r s u n u z ; k e n d i n e fs im i k u r t a r ­
d ığ ım ı b u n u n n e re s in d e g ö r ü y o r s u n u z ? ”
— î n g i l i z l e r s iz in M ü tte h id e i A m e r ik a y a g e ç m e k ta ­
DENİZ 663

savvurunda olduğunuzu haber almışlar. İnsan hiç olmaz­


sa şanına mümkün olduğu kadar lâyık bir surette ölmeli.
Napoleon, kendisine intihar teklif ediyorum sanarak:
— "Yani, sözü nereye getirmek istiyorsunuz? Biliyo­
rum ki ben de Annibal gibi: adımın onlara ilham ve ilka
ettiği dehşetten onları kurtaralım, fakat intihan metanet­
siz ruhlarla hasta beyinlere bırakmak lâzım gelir diyebi­
lirim. Benim mukadderatım ne olursa olsun ben sonumu
kendi elimle bir an bile ileriye götürmem.”
— Sir, ben kat’îyyen böyle bir şey iddia ediyor deği­
lim ki. Büyük Napoleonun başına yerleştirmiş olduğu o
tacı yirmi yıl şan ve zafer kazandıktan sonra geri verdik­
ten başka vatanın istiklâline bedel kendini de fedaicesine
arzettiğini görmek ne kadar güzel bir şey olurdu.
— "Evet, evet böyle bir akıbet çok güzel bir şey olur­
du, fakat ben kime teslim olabilirim? Blühere mi, Wel-
lingtona mı? Onların benimle muamelede bulunmak için
lâzım gelen kudret ve salâhiyetleri yoktur. Önce beni zapt-
ederler, ele geçirirler ve sonra bana da Fransaya da akıl­
larına geleni yaparlar.”
— Ben olsam İmparator Aleksandra teslim olurdum.
— "Siz, Rusları bilmezsiniz! İlâcı yok bir çareye baş
vurmadan önce, o çareye iki defa bakmalı. Şahsımı bu su­
retle feda ediş bence hiç bir şey değildir, fakat bu feda­
kârlık Fransaya ihtimalki bir fayda vermez, boşuna olur.”
Napoleon yeni baştan tehlikelere susamış sergüzeşt­
çi, kökünden sökülüp atılmış vatansız, fırtınalara kafa tu­
tan Okyanus cinsi, ölüme meydan okuyan pervasız kor­
san olmuş. İntiharı böyle barit bir tarzda o reddedişi, kâ­
NAPOLEON

tibinin teklifini daha ağzından çıkarken o kapıp alışı, uy­


gun fırsat anını o gözleyşi, o cür’eti, her şeyi onda yenil­
mez, zapt altına alınmaz bir hayatiyet olduğuna şehadet
ediyor.
Çıkıp gideceği anda Napoleon son defa olarak anne­
si ile konuşurken, birdenbire içeri bir asker giriyor; bu
gelen, Talma. Talma hem sadakatinden, fakat hem de tra­
jedi artisti zevkinden dolayı anne ile oğlun biribirlerİne
en son veda edişleri anında hazır bulunmak istiyor. Bu
manzara, sadeliği içinde heyecan verici bir sahne ki Tal­
ma bize onun tumturaklı ve tiyatrokâri hikâyesini yazıp
bırakmıştır.
imparator, coşkun ve taşkın idealist olan genç jene-
ral Gurgo (Gourgaud) yu, sonra da Elbe adasında dahi
kendisi ile birlikte bulunmuş olan Bertran ile karısını ve
diğer iki hizmetkârım arabasına bindiriyor. Seyahatin he­
defi? Roşfor (Rochefort); orada bir firkateyn bulunabi­
leceği tahmin ediliyor.
Yol da öyle uzun ki! Kaçan adam hiç durmadan bo­
yuna dönüp dönüp arkasına bakıyor, kendisine tevcih e­
dilmekte kusur gösterilemiyecek o davet hitabım ansızın
sezip yakalamak ümidile kulak kabartıyor. Şimale doğru
yünelmiş giden iki alaya rastgeliyor; duruyorlar ve hu­
zurunun uyandırdığı coşkun sayhalar üzerine İmparator
hükümete karşı olarak Paris üzerine yürümenin tam sıra­
sı gelip gelmemiş olduğunu bilmek üzre jeneraller ile mü­
zakereye girişiyor. Fakat bir netice çıkmıyor, hayır. Ara­
ba yeniden yola düzülüyor. Nihayet Atlas Okyanusu gö­
rünüyor. Kardeşini bekliyen Jozef, onu, rakı hamulesi ile
DENİZ 665

yüklü olarak Amerikaya gitmek üzre bulunan iki direkli


bir yelkenliyi (brik) i kiralaması için sıkıştırıyor. İşte o
zaman İmparator yedinci bir isim olarak Muiron adını
kabul etmeğe karar veriyor. Zihninde hemen Akdeniz
adaları, Korsika, İtalya, koyu mavi gözlü zayıf ve çelim­
siz genç bir jeneral, hem kendi mukadderatı, hem de Fran-
sanm mukadderatı mevzubahs olan Lodi Köprüsü canla­
nıyor; mülazim Muiron, göğüs göğüse olan o savaşta vü­
cudunu genç jenerale siper ederek düşüp ölüyor, bir ha­
reket ki Muironu ebediyyen ölmez kılmış! Bugün İmpara­
toru başka sahiller cezbediyor. Uzaklarda, denizlerin öte­
sinde, engin sahralarda sergüzeştçi, sürülerinin geliri ile
yaşıyarak, ve Meksikalı çete reisi olarak ölüme kavuşa­
cak. Fakat Allah başka türlüsünü kısmet etmiş.
Dilemiş ki bu büyük hayatın sonu da gene o hayatın
kendine lâyık bir şekilde olsun; onun için kahramanın hı­
zını bir defa daha kırıyor: sormak ve soruşturmakla, mü­
zakerelere girişmekle, tereddüt ve taallül içinde on gün
daha geçiyor.
İmparator, orada civar bir adaya gidiyor; îngilizleri
yanıltmak için Napoleonun adamları iki küçük gemi ki­
ralıyor, fakat İmparator bunları reddediyor. İki amerika
gemisi engine açılmak üzeredir. Diğer taraftan da Dani­
markalI bir kaptanla müzakereye girişiliyor. Zabit namzedi
genç bahriyeliler İmparatoru kendi avizolarına bindirip
götürmelerine izin vermesini İmparatordan rica ediyor­
lar. On altı bahriye milâzimi gece onu limandan dışarı
çıkarıp götürecekler. Küçük bir odada toplanıp İmpara­
666 NAPO LEO N.

torun yeni sır yoldaşı Laz Kaz (Las Cases) a hararetli ha­
raretli bir plân anlatıyorlar.
İmparator, soğuk kanlılıkla, kendi adamlarını bu hu­
susta reylerini bildirmeğe davet ediyor; içlerinden birço­
ğu ona gene ordunun başına geçmesini tavsiye ediyor, bü­
tün cenup havalisi onun tarafını tutar, onu takviye eder.
İmparator protesto ediyor: "Ben her ne pahasına olursa
olsun, dahilî bir harba sebep olmak istemem. Ben artık
siyasetten bahsedildiğini bile istemiyorum, ben başımı din­
lendirmek istiyorum, Amerikaya gitmek istiyorum” diyor.
Fakat kılığını kıyafetini değiştirip kaçmak azametine
dokunuyor.
Bu esnada haber geliyor ki kıral müttefik devletlerin
askerî kıt’alarmın muhafazası altında ikinci defa olarak
Parise gelmiş girmiş. Bellerofon (Bellerophon) f 1} namı
tehditkârını taşıyan İngiliz kruvazörü gelip Roşforun açı­
ğında demir atıyor. İmparator fırsat anını kaçırmış: Pari­
se dönmek imkânsız; liman ise sarılmış, abloka edilmiş.
Napoleon kendi kendine diyor ki: "Bir korsan gibi yaka­
lanıp Londraya esir götürülmek tehlikesine mi uğrıyaca-
ğım? İngiltere 21 yıl müddetle benim düşmanın olmuş-
P ] — Esatiri kahramandır, Gloküsün oğlu ve Sizifin torunu­
dur. Bilmeden kardeşi Bellerosu öldürdüğünden vatanını terkedip
çıktı ve Argos kıralı Praetosun sarayına çekildi. Praetos misafirini
kıskandığından ve misafirseverlik kanunlarını da bozmak istemedi­
ğinden kahramanı kayin biraderi Lisya kıralı lobatese gönderdi
Gönderirken onun eline bir takım lâvhalar vermişti. Bu lâvhalara
esrarlı işaretlerle onu öldürmelerini hakketmişti. îobates Bellerofona
Şimeri yenmesini emretti. îobates bu mücadelede Bellerofonun öle­
ceğinden emindi, fakat Pegasa binmiş olan Bellerofon devi öldür­
dü, Lisiya kiralının kızını aldı ve kirala halefoldu.
DENİZ 667

tu r , fa k a t F ra n s ız la r d a n s o n r a d ü n y a n ın e n b ü y ü k v e e n
a s il m i lle t i o d u r . E sk i z a m a n la r b iz e d ü ş m a n a k a rş ı g ö s ­
te rilm iş n ic e h ü rm e t m is a li a rz e d e r. K o r s ik a d a h e r k im
m ih m a n n ü v a z lık k a n u n la r ın d a k u s u r g ö s te re c e k o ls a o n u
h a n ç e r le r le r ....”
V e şu a ş a ğ ık i m e k tu b u s ö y le y ip y a z d ı r ı y o r :
" N e c a b e tp e n a h , m e m le k e tim i t e f r ik a y a sokan fitn e ­
le r e v e b ü y ü k d e v le t le r i n k in v e a d a v e tin e m a ru z b u lu n ­
d u ğ u m d a n s iy a s î m e s le ğ im e n ih a y e t v e r d im , v e T e m is to k -
le s g ib i g e lip B r it a n y a m ille t in in o c a ğ ın a s ığ ın ıy o r u m .
K e n d im i o n u n Z a t i N e c a b e tp e n a h în iz d e n d ü ş m a n la rım ın
e n ş e v k e tlis in d e n , e n s e b a tlıs ın d a n , e n a lic e n a b ın d a n is t e r
g ib i ta le p e ttiğ im k a n u n la r ın ın h im a y e s in e s ığ ın d ır ıy o ­
r u m .”
S e k iz s a tır y a z ı; iç in d e n e b ö b ü r le n ip a z a m e t s a tm a k
v a r , n e t e z e llü l e tm e k v a r ; â d e ta b i r s a r a y te rb iy e s i v a r ;
f a k a t b ir c ü m le v a r k i o n u n b ü tü n d ü ş ü n c e s in i m e y d a n a
k o y u y o r : O , N a p o le o n , v a k t i ile T e m is to k le s îra n lıla r
n e z d in d e n a s ıl e y i k a b u l g ö r d ü ise, k e n d i d e d ü ş m a n la rı
n e z d in d e ö y le e y i k a b u l g ö rm e ğ i ü m it e d iy o r. T a r ih in
o n d a k i g u r u r u g a le y a n a g e tir e n k a h r a m a n la r ı b u g ü n o n u n
m a h v ın a s e b e p o la c a k .
E rte s i g ü n L as K a z b u m e k tu b u y ü k s e k m a k a m a ir s a l
e d ilm e k ü z re B e lle r o f o n u n k a p ta n ın a te v d i e tm iş ti, is ti­
k a m e t s a h ib i b i r a s k e r k i o z a tin e h e m m iy e tin d e ö z m a-
s u n lu ğ u n u n b i r te m in a tım g ö r ü y o r d u ; b u n d a n s o n r a k i m ü -
k â le m e N a p o le o n u g e m is in e s u re ti k a b u lü h a k k ın d a ce­
re y a n e tti. B u m ü z a k e r e le r in y a b a n c ıs ı o la n A m i r a l ço k -
t a n b e r id ir k a ç a ğ ı y a k a la m a k e m r in i a lm ış tı. M ad em ki
668 NAPOLEON

İngiltere Vı’y anada Napoleonun şiddetle takip ve tecziye


edilmesine dair olan karara imza komuştu, bu hareket
beynelmilel kanunlara göre usul ve nizama muvafık bir
hareketti. Kaldı ki, gemisinde hâkim olan kaptan: "Napo­
leon İngilterede şahsına lâyık olan her türlü hürmet ve
itibarı görecektir, bizde alicenap ve demokrattırlar” diye­
rek misafirinin hürriyetini temin etmişti.
Hiç bir senet kaleme alınmadı, ve sadece şifahî bir
teminat üzerinedir ki vakti ile Avrupaya hâkim olmuş o­
lan zat bir düşman gemisine bindi. Esasen Napoleonun
kararında ansızın ve cebr ile yapılmış hiç bir şey yok; bir
mahkûmun ümitsizliğini andırır hiç bir nokta yok; müza­
kereler birçok gün sürdü, kararım olgunca muhakemeden
sonra verdi. Bununla beraber yirmi yıl hükümet etmiş ol­
mak Napoleonu şifahî bir vadin ne dereceye kadar değe­
ri olacağı hakkında daha fazla tenvir etmiş olmalı idi.
Yalnız tahrirî bir mukavelenin az çok bir teminat bahş
edebileceğini tecrübesile bildiği halde nasıl oldu da eline
resmî bir vesika almadan Bellerofona binerek kendini
teslim etti. Gerçi Londradan bir cevap beklemek imkân­
sızdır. Hakikatte İmparator kaptanın sözlerine emniyet
etmiyordu, fakat yaptığı bir hareketin hâsıl edeceği ma­
nevî tesire güvenip bel bağlıyordu. Bu kahramanca satır­
ları yazdıktan sonra İmparator, üniforma ile, bir İngiliz
sefinesine binmişti.

XX
Kaptan güvertede, Napoleon prensleri selâmlamak
için bile her vakit tenezzül etmediği bir hareketle şapka-
DENİZ 669

sim çıkararak tannan bir sesle diyor ki: "Ben sizin pren­
sinizin ve kanunlarınızın himayesi altına girmeğe geliyo­
rum.” Zabitleri kendine takdim ettiriyor ve onlara iştirak
etmiş oldukları muharebeler hakkında sualler soruyor.
"Sir” ve "Sir” (sör) kelimeleri arasındaki benzerlikten
aşikâr bir surette sıkıntıya düştüğü görülen kaptan im­
paratora "Mösyö” diye hitap ediyor. Napoleon her şeye
her vakit âdet edindiği o vekar ile tahammül gösteriyor.
Bir tarih mes’elesi münakaşa eden bir adam sükûneti ile,
öteki bahriyelilerden daha muktedir ve daha temiz olduk­
larını beyan ettiği Britanya bahriyelileri hakkında bir mü­
nazaraya girişiyor; muharebelerden sonra bahriyede meri-
yül icra olan bazı cezaları münakaşa ediyor ve nihayet
umumî mahiyette olan mes’elelere temas ediyor:
"Sizin sefinelerinizin fransız sefinelerini bu derece
kolayca yenmesine kâfi sebep göremiyorum. Sizin hizme­
tinizde bulunan en güzel harp gemileri fransız gemileri­
dir; biA fransız gemisi sizin elinizde bulunan ayni sınıf­
tan bir gemiden her itibarla daha kuvvetlidir; onda daha
fazla adette top vardır ve o topların çapı daha kuvvetli­
dir, onda daha çok adam vardır.”
— Bunu evelce de size bizim bahriyelilerimizin ve za­
bitlerimizin daha yüksek tecrübe sahibi olması keyfiyeti
ile izah etmiştim.
Napoleon telâş ve teessür göstermiyor. Sohbet deniz­
cilik san’atı hakkında cereyan ediyor, kaptan şu sözü de
ilâve ediyor:
— "Şayet firkateynler denize açılmağı tecrübe etmiş
670 NAPOLEON

o ls a y d ıla r , ih tim a lk i b u n u n te s ir in i g ö r m e k f ı r s a t ı n ı e ld e
e tm iş o lu r d u n u z .”
i m p a r a t o r b u n a n e k a r ş ı lı k v e r i y o r n e d e p r o te s to e ­
d i y o r ; y e n ilm iş o ld u ğ u iç in b u n a b o y u n e ğ iy o r . B u n u n la
b e ra b e r y ir m i d ö r t lü k t o p la r ı ile ik i fi r k a t e y n i n y e tm iş
d ö r t t o p la m ü c e h h e z B e lle r o f o n u m a ğ lû p e d ip e tm iy e c e k -
le r i c a y i s ü a ld ir . K a p t a n b ö y le b ir ş e y in im k â n ı o lm a d ığ ı­
n ı o n a k o la y c a is p a t e d iy o r . N a p o le o n n iş a n g â h h a tt ın ı
z iy a r e t e d iy o r . B u m ü s a h a b e n in n e tic e s in d e ilm in in h a ri-
k u lâ d e o ld u ğ u n u b e y a n e d e n k a p ta n ı h a y r e t le r e d ü ş ü r e ­
r e k b u h a t a la r ı g â h m e d h e d iy o r, g â h t a k d ir v e ta s v ip e t­
m iy o r.
B e lle r o f o n e n g in e a ç ılıy o r .
B u m ü d d e t z a r fın d a is e k ı r a lla r i le n a z ı r la r m e ş v e re t
a k t e d iy o r la r , iç le r in d e n h iç b irin in , k e n d ile r in in A v r u p a -
d a v e t a r i h n a z a r ın d a i t i b a r la r ın ı ia d e e d e c e k o la n h a r e ­
k e ti t e k l i f e tm e ğ e c e s a re ti y o k .
R o ş fo r d a n a z im e tin d e n o n g ü n s o n ra , b i r te m m u z sa­
b a h ı B e llo r o f o n P lim u t lim a n ın d a n iç e r i g i r i y o r ; b in le rc e
k ü ç ü k b a h r î m e r a k ip n a m d a r e s ir i g ö r m e k ü z re sık ış s ık ış
o lu y o r . L o n d r a d a n d a h a c e v a p g e lm e d iğ i c ih e tle g e m iy i
h iç b i r k im s e n in z iy a r e t e tm e s in e m ü s a a d e e d ilm iy o r . T a i­
f e le r i n v e g e m ic ile r in b u h u s u s ta im tiy a z ı v a r , o n la r i m ­
p a r a t o r u h e r g ü n g ö r ü y o r la r . H a ttâ fr a n s ız c a c e v a p v e r ­
d i k le r i v a k i t N a p o le o n o n la r la k o n u ş u y o r b ile . G e m in in
e t r a f ı n ı s a r a n m e r a k lıla r in d in d e ise, o , " k o rk u n ç c a n a ­
v a r ” b i r k i n v e b i r a la y m e v z u u n d a n b a ş k a b i r şe y d e ğ il;
b a k a lım o n u sen m i g ö re c e k s in b e n m i g ib ile r d e h e r kes
m e r a k e d iy o r . N a p o le o n k a m a ra s ın d a n h iç ç ık m ıy o r. E sa­
DENİZ 671

se n o n u k a r a y a ç ık a rm a k v e e lin e h ü r r iy e t in i v e rm e k h u ­
s u s u n d a d a h a fa z la g e c ik m e z le r. B u n u n la b e ra b e r b ir g ü n
h a v a a lm a k iç in g ü v e r te y e ç ık m a ğ a k a r a r v e r iy o r . îş t e
m e ş h u r y e ş il r e d in g o tu n u g e y m iş m a ğ lû p d ü ş m a n : s ilâ h ­
sız. B in le rc e n a z a r o n a iğ n e g ib i b a tıy o r.
D e r i n li k le r i n e n ü fu z e d ile m e z s im a h v e ç iz g ili o la n
b u a d a m d a ö y le b ir v e k a r v e o k a d a r ıs tır a p te c e lli e d iy o r
k i... fe v k a lâ d e b ir v a k ’a h u s u le g e li y o r : H e r k e s ş a p k a s ı­
n ı ç ı k a r ıy o r ; g e m ile rd e , k a y ık la r d a , N a p o le o n u n g ö z ü e r i­
ş e b ile c e ğ i k a d a r u z a k y e r le r d e h e r kes b a şı a ç ık g e z iy o r.
B u m a n z a ra k a rş ıs ın d a o h iç h a y r e t g ö s te r m iy o r , v e k e n ­
d is in i s e lâ m lıy a n b u k a la b a lığ ın k a rş ıs ın d a y a ln ız o , b a ­
ş ın d a o ü ç k ö ş e ş a p k a s ile d u r u y o r .
B u iç te n g e lm e h a r e k e t i v e ta z im i i le İ n g iliz h a lk ı, h ü ­
k ü m e tin in iş le m e k le m ü c rim k a la c a ğ ı h a ta y ı â d e ta ta m ir
e d iy o rd u . L o n d r a d a n g e le c e k c e v a p k e n d is in i ü ç g ü n b e k ­
le t t i ; d ö r d ü n c ü g ü n b a z ı İ n g iliz z a b itle r i i m p a r a t o r u n k a ­
m a ra s ın a g i r d i v e k e n d is in e N a ip P re n se s n a m ın a d e ğ il,
h ü k ü m e t n a m ın a b i r n a m e ta k d im e t t i :
" J e n e ra l B o n a p a r ta y e n id e n A v r u p a n m s u lh ü n ü ih ­
lâ l e d e c e k v e h a r b in b ü tü n fe lâ k e t le r i n i y e n iliy e c e k k o ­
la y lık v e r a h a t lık e sb a b ım te m in e tm e k b iz im , m e m le k e te
v e Z a t i Ş a h a n e n in M ü t t e f i k le r in e k a r ş ı m ü k e lle f o ld u ğ u ­
m u z v a z i f e le r l e k a b ili t e l i f d e ğ il d ir ; b u n a b in a e n b iz im
ilk v e e n y ü k s e k m a k s a d ım ız ın te m in e d ilm iş o lm a s ı iç in
lü z u m g ö r ü ld ü ğ ü m ü d d e tç e o n u n şa h s î h ü r r iy e t in in ta h -
d id e d ilm e s i k e y f i y e t i g a y r ı k a b ili iç t in a p t ır .” H avası
s a ğ la m v e k e n d i m ü te c e r r it o la n S e n t E le n a d a s ın a se v k e -
d ile c e k ; r e f a k a t in d e b u lu n m a k ü z re ü ç z a b it, b i r ta b ip v e
672 NAPOLEON

o n ik i h iz m e tk â r in tih a p e tm e s i m e z u n iy e ti k e n d is in e v e ­
r ilm iş tir . İ ş te a s r i K s e r k s e s in c e v a b ı b u y o ld a o ld u .
R a p o r d e r k i N a p o le o n k â ğ ıd ı m a s a n ın ü s tü n e k o m u ş ,
v e b ira z s u s tu k ta n s o n r a ş id d e tle p r o te s to e tm iş. S o n r a
b u p r o te s to y u t a h r ir e n t e k r a r e tm iş :
" B u ra d a h a k k ım d a r e v a g ö r ü le n ş id d e te k a rş ı ben
A lla h ı n v e in s a n la r ın h u z u r u n d a re s m e n v e â le n e n p r o te s ­
t o e d e r im ; e n m u k a d d e s h u k u k u m a k a rş ı v u k u b u la n b ir
te c a v ü z ü p r o te s to e d e r im ; c e b re n b e n im ş a h s ım a v e h ü r ­
r iy e tim e te c a v ü z e d ilm iş tir. B e n B e lle r o f o n a k e n d i ih t iy a ­
r ım la g e lip b in d im . B e n İ n g ilte r e n in e s ir i d e ğ ilim , m i­
s a fir iy im . B iz z a t k a p ta n ın d a v e ti ü z e r in e g e ld im ; bana
d e d i k i b e n i k a b u l e tm e k v e h o ş u m a g i t t i ğ i t a k d ir d e b e n i
m a iy e tim le b i r li k t e İ n g ilte r e y e n a k le tm e k ü z re h ü k û m e
t in d e n e m ir a lm ış. B e n b u te m in a ta in a n a r a k v e g ü v e n e ­
r e k B ü y ü k B r it a n y a n m h im a y e s in e g ir m e k ü z re b u t e k li f i
k a b u l e ttim . B e lle r o f o n a a y a k b a s tığ ım a n d a n itib a r e n İn­
g iliz m i s a f i r p e r v e r li ğ i n e h a k k a z a n m ış tım . Ş a y e t h ü k ü m e t
b e n i b ir d u z a ğ a d ü ş ü r m e k m a k s a d ile B e lle r o f o n u n k a p t a ­
n ın a b e n i v e m a iy e tim i k a b u l e tm e k e m r in i v e r d i ise, şe­
r e f v e h a y s iy e te k a rş ı h a r e k e t e tm iş o lu r v e b a y r a ğ ın ın
k a d r in i d ü ş ü r ü r. Ş a y e t b u h a l v a k i o lu r s a t n g i li z le r A v -
r u p a y a s a m im iy e tle r in d e n b o ş y e r e b a h s e tm iş o lu r la r . İ n ­
g i lt e r e n in h ü s n ü n iy e tin e d a i r o la n itim a t B e lle r o fo n u n
g ö s t e r d iğ i m i s a f i r p e r v e r li k le h iç e in m iş , m a h v o lm u ş tu r.
B u n a T a r i h i Ş a h it tu ta r ım . T a r i h d iy e c e k tir k i : İ n g iliz
m ille t i i le 2 0 y ı l h a r b e d e n b i r d ü ş m a n , ü n ifo r m a s ı ile g e ­
li p o n la r ın k a n u n la r ın ın h im a y e s in d e k e n d in e b i r m e lc e
a r a d ı. O n la r ı t a k d i r e ttiğ in e v e o n la r a itim a d ı o ld u ğ u n a
DENİZ 673

daha kuvvetli bir delil gösterebilir mi idi? Fakat böyle


bir civanmertliğe karşı İngiltere nasıl bir mukabelede buz­
lundu? Yalancılıktan ona mihmannüvazca bir el uzattı, ve
o kendini teslim edince onu kurban etti?”
İmparatorun bu protestosunda dikkati calip olan şey
onun bu harekette duymuş olduğu manevî istikrahtır; bey­
nelmilel kanunlardan âdeta hiç bahs bile etmiyor, fakat
bir kahramanın iddia edebileceği bir hakkı mevzuu bahs­
ediyor. Bu vesika her ne kadar ilk anın hızı ve harareti
ile, dar bir kamaranın dört duvarı arasında ve şaşırıp mah­
cup kalmış zabitlerin huzurunda yazılmış ise de âdeta ahlâf
için söylenilmişe benziyor. Şiddetle yaralanmış ruh, kaybet­
tiği hürriyetten fazla ayaklar altına alınmış olan azametine
ağlıyor. Böylece Napoleon, daha ilk saatten itibaren mu­
kadderatım ve tecellisini, tıpkı yüz yıl sonra Napoleon ef­
sanesi ile beslenmiş nesillere gözükeceği gibi vuzuhla gör­
müştür.
Temistökles hiyanete kurban gitmiştir; meşru bir
prens güzel bir harekette bulunmak fırsatım bir kere daha
kaçırmıştır; elleri içine düşmüş olan bir kahramanı, böy­
le bir ava lâyık olmıyan elleri ile eziyor.
Fakat Napoleonun ruhu böyle bir haşin sıkıştan kur­
tulup kaçıyor. Bu kadar zalimce bir kahra uğramış olan
;ıdam, yeni bir hassa ve fazilet iktisap ediyor. Bu hassa
ona bütün eski kuvvet ve şevketini iade ediyor; istoiklik.
İlk öfke geçince Napoleon kurban gittiği haksızlığa ve
adaletsizliğe sarsılmaz bir tahammül gösteriyor.
Plimutta esir etmek ve sandıklarım ve parasım mü­
sadere etmekle İngilteıenin Napoleonu maruz bıraktığı
Napoleon — 43
674 NAPOLEON

ziller ve hicaba Napoleon on gün daha sabırla tahammül


gösteriyor.
Nihayet gemi demir alıyor, imparatorla maiyetini
nakletmiş oldukları "Northumberland”, iki firkateynin
muhafazası altında limanın suları üzerinde yavaş yavaş ka­
yıp süzülüyor. O ağustos sabahının sisleri içinde Fransa
sahilleri hayal meyal teressüm ediyor. Napoleon onların
hututunu seçebiliyor, fakat artık nesine lâzım!
Düşüncesi uzaklarda, şarka doğru, içerilerde kalan
Parisi, kendini koğmuş olan Parisi anıyor.
Vaktile hakimi ve efendisi olmuş olduğu Avrupa, ak­
şam, gözden kaybolıyor. Gece seyyahının önünde deniz,
kap karanlık yayılıp uzıyor; geminin pruvasında ayakta
duran Napoleon ne öne bakıyor, ne arkaya; vaktile Mı­
sıra doğru sefer ederken nasıl yaptı ise, şimdi de gene
öyle göğün yıldızları arasında kendi yıldızım arayor.
Dastan sonuna eriyor.
BEŞİNCİ KİTAP

KAYA

En sonunda Napoleon Ruzu Cezada


barigâhı İlâhî huzuruna çıktı.
Şeytan ona ve erkek kardeşlerine kar­
şı uzun bir dava talepnamesi yazmıştı.
Fakat Eb İlâh mı, yoksa İbn İlâh mı,
işte ikisinden biri, tahtının rif’atinden
şöyle nida e y le d i: E lverir! Sen cahil
bir mektep kalfası gibi, bir alman pro­
fesörü gibi konuşuyorsun. Eğer ona el
dokundurmağa, onu tutm aca cesaretin
varsa ben onu sana bırakırım, sen de
onu alıp Cehenneme götürebilirsin.
GCETHE
I

Çelik bir ayna gibi düz ve sincabı deniz ufka doğru


çıkıp yükseliyor. Bir kayanın üstünde yapayalnız bir adam,
ellerini arkasına kavuşturmuş, bu denizi uzun uzun sey­
rediyor.
Bu adam uzaktan şişman, kısa bacaklı, yaşı kaç oldu­
ğu söylenemez bir vaziyette görünüyor, uzun ipek çorap­
lar geymiş; yeşil redengotunun göğsünde de lejyon donör
salibi var; elinde üç köşeli bir şapka tutuyor. Başı epeyi
büyük, epeyi düz; arka kısımları hâlâ sık duran kestane
rengi saçlarının içinde bir ak bile yok. Dinç omuzlar, üst­
lerinde tıknaz bir boynu tutuyor; yüzdeki çizgiler sert;
uçuk renkli benizde kadim bir mermer donukluğu ve ka­
rartısı var; yüzde hiç bir buruşukluk yok, fakat kalın çe­
ne vakti ile klâsik bir pürüssüzlükte olan profilin çizgisini
bozuyor. Yalnız burunu, hepsi de yerinde olan dişleri, ve
harbettiği zamanlarda bile çok itina ile baktığı, mürekkep
lekelerinden kirlenmesin diye tashihlerini kurşun kalemi
ile yaptığı elleri güzelliklerini biraz muhafaza etmiş. 62
atmayı hiç geçmiyen bir nabız; gayet geniş bir göğüs; kıl­
lar az, "partes v'triles exiguitates insignis sicut pueri.” Na­
poleon cismen böyle idi. Vücudünü eyi bilirdi ve ondan
mümkün olan en eyi istifadeyi celbederdi.
Biraz da lâtife ederek derdi ki: "Daha ben kalbimin
678 NAPOLEON

attığını duymuş adam değilim, hemen hemen âdeta kal­


bim yokmuş gibime gelir.” Melekelerini tam ve sağlaın
muhafaza etmiş olmasını dikkate şayan bir kanaatkârlığa
borçlu idi. Derdi ki: "Tabiat beni gayet kıymetli iki ef-
daliyetle mütehalli kılmış, biri nerede olursa olsun ve hangi
saatte olursa olsun dinlenmeğe ihtiyacım olduğu anda he­
men uyuyabilmekliğim; öteki de yiyecekte içecekte zararı
dokunacak ifratlar irtikâp edememekliğim. Lüzumundan
fazla yemek yemekten dolayı ıstırap çekilebilir amma lüzu­
mundan az yemek yendiğinden dolayı asla ıstırap çekilmez.”
Bir ev içi hayatı devrinden sonra kırda yaşamanın
müsait bulunduğu açık havada uzun uzun dolaşmalar ona
daima eyi gelen bir ferahlık verirdi. "Bu, hava ve temiz­
lik benim ilâçlarımın en belli başlılarıdır.”
— Tilsitten Dresde kadar — yüz saat süren araba
yolculuğu onu yormazdı; menzile çevik ve neşesi yerinde
varırdı. Öğle yemeği yemek üzre Viyanadan kalkar, Sem-
meringe gider, akşam da Şömbruna döner ve çalışmağa
koyulurdu. Ata biner, Valladolidi Burgostan ayıran 35
İspanyol fersahındaki bir mesafeyi beş saatte katederdi.
Polonyada uzun ve zahmetli yürüyüşlerden sonra gece ya­
rısı Varşovaya varınca sabahın saat yedisinden itibaren
yeni erkânı kabul ederdi. Odasından çıkarak ata binip
altmış kilometro yol gider yahut bütün bir gün sabahtan
akşama kadar av avlardı; nasıl ki büyük yorgunluktan
sonra yirmi dört saat müddetle odasından dışarı çıkma­
dığı da vaki olurdu. İşte kuvvetlerinin müvazenesini bu
gibi ifratlarla temin ederdi. Bir kazadan yakasını kurtar­
dığında, bu kurtuluşu kendi kuvvet ve azmine borçlu ol­
K A YA 679

duğuna kanaat getirirdi: "İradenin kudreti üzerinde yap­


tığım tecrübelerimi dün tamamladım; darbe midenin üs­
tüne inince hayatın kaçıp gittiğini hissettim; tam: «ölmek
istemiyorum» diye kendi kendime telkinde bulunabilecek
kadar bir zamana malik oldum, ve işte yaşıyorum! Benim
yerimde başka her kim olsa ölürdü.”
Umumî teşekkülü ne kadar kuvvetli ise sinirleri de o ka­
dar çabuk hiddete gelirdi. Emretmeğe alışmış olduğundan
kendine karşı gelinmesine hiç tahammül edemezdi. Espap-
ları veya ayakkapları kendini biraz sıkacak olsa onları
kaldırır ve merasim elbisesini kendine vermek için müna­
sip anı gözliyen oda hizmetkârlarının kafasına atardı.
Bir fikirle fazla meşgul olduğu zaman hiç meşgul olma­
dığı bir an da var mı idi acaba? — Öğle yemeğini yeme­
diği, sandaliyesini yere devirdiği ve konuşarak, emirler
vererek odayı bir aşağı bir yukarı arşınladığı olurdu. Ya­
zısı şekli bozuk bir takım takallüs silsilesinden, bazı fıkra­
ları yüz yıl tetkikten sonra hâlâ açılıp okunamamış olan
gayri ihtiyarî bir nevi istenografyadan ibaretti. Ne taze
boya kokusuna tahammül ederdi, ne de kola kokusuna;
ve gönlü bulandıracak her nevi gaz ve buhar kokuların­
dan tahaffuz için her daim kolonya suyu kullanırdı. Si­
nirleri pek yorgun düştüğü vakit banyoya girerdi. İngil­
tere ile harbin başlangıcında üç gün üç gece dört kâtibi
ile çalıştığı, sonra altı saat banyonun içinde kalarak emir
ve tebliğlerini yazdırdığı vaki oldu.
Napoleon kanının ağır deveran etmesinin sinirliğin-
den husule gelen tesirleri tahfif etmesini takdir ederdi:
"Benim sinirlerim hiddete çok meyyaldir, ve böyle bir öf­
680
NAPOLEON

ke vaziyetinde kanım daimî bir ağırlıkla deveran etmiyecek


olsaydı ben deli olmak tehlikesine uğrardım” derdi. Bu
sinirliliğin sara buhranları meydana getirdiği sabit olma­
mıştır. Mektep arkadaşlarından hiç birinin, onun daha
çocukluktan itibaren meydana çıkan bir hastalığa tutul­
muş olduğunu görmemiş olması; böyle bir teze medar ol­
mak üzre ileri sürülen delillerle vesikaların zayıf kalması;
gûya şahit oldukları söylenen kimselerin vasat derecede­
ki hal ve sıfatları; ve nihayetün nihaye raporlarındaki vu­
zuhun noksanlığı; — bütün bu vakialar — Napoleonda
böyle bir sara illetinin varlığım tekzibeder.
Vücudü afiyette kaldığı müddetçe Napoleonun bü­
tün yorgunluklara ve bütün mezahime tahammül etmeğe
gücü yetti, fakat otuz yaşlarının sonuna doğrudur ki o za­
man hulasatan kanser ismi ile tevsim edilen, anlaşıldığı­
na göre ailesinde irsî olan ve son üç yılın en kat’î ve en
halledici saatlerinde onu hareket edemiyecek bir hale ge­
tiren bir mide hastalığının ilk alâmetleri belirdi. Bu has­
talığın savletleri olmasaydı, pervasızlığı, cüretkârlığı, ru­
hundaki azim ve karar kuvveti ayni kalır ve sukutunun
tarihi büsbütün başka ve farklı bir şekilde tecelli ederdi.

II

Bu vücude kumanda eden ruh üç mücbir kuvvete ria­


yet ederdi: İzzeti nefs, filiyat kudreti ve muhayyile.
"Ben başkalarına benzer bir adam değilim, ve ahlâk
ve ya adap kanun^rı benim için yapılmış olamaz.” Vakti
ile ilk siyasî yazısının başına komuş olduğu bu "Ben”, bu
K A YA 681

benlik bugün kendini işte bu sözlerle te’yit ediyor. Bu ispat,


kendisine, öğünme kadar yabancı gelen hiç bir şey olmı-
yan otuz yaşındaki bir adamdan sadir oluyor. Genç Kon­
sül sıfatı ile diyor ki: "Vaziyetim dolay ısı ile hükümetin
ne demek olduğunu yalnız ben bilirim. Ben kaniim ki şu
ande benden başka hiç bir kimse Fransada saltanat süre­
mez. Benim ölmem Millet için bir felâket olur.” Nadir o­
larak, o da yalnız teklifsizlerinin karşısında bu yolda söz
söylemiş olması, Napoleon vakasını ne derece anlayışla
tetkik etmiş olduğunu ispat eder. O müthiş Rusya seferi
hengâmında kendisini Fransada kimin müdafaa edeceği
kendisinden soruldukta: "Benim ismim” cevabım verdi.
Onun varlığının bu en belli başlı ve en esaslı vasfını,
muasırları da, ahlâf ta haksız olarak gurur ve azamet diye
tavsif etmiştir. Tırmanıcı bir hayvan, bizzat tabiati itiba­
ri ile gök yüzünde daima daha cesur münhanilerle yükse­
len yırtıcı bir kuştan nasıl ayırdedilirse asıl gurur da Na-
poleonun kendi değeri hakkındaki duygusundan öyle ayır-
dedilirdi. Bu kudret ve şevkete can atış ne kıskançlığa mü­
tehammildi, ne de endişeli hırs ve tamaa; Konsüllüğü za­
manında esrarına mahrem Roederere bizzat çok güzel ifa­
de etmiş olduğu üzre bu meyil onun varlığının bir cüz’ü
idi:
— "Bende hiç ikbalseverlik yoktu... yahut varsa bile
bu, bende o kadar tabiî ve o kadar doğuştandır, benim
varlığıma o kadar bağlıdır ki, âdeta damarlarımda akan
kan gibidir, teneffüs ettiğim hava gibidir; bende bulunan
tabiî saiklerden ne başka türlü bir şeydir, ne de beni on­
lardan daha çabuk ve daha ileri götürür; ben hiç bir va­
682 NAPOLEON

kit ne onun lehine mücadele etmeğe mecbur olurum, ne


de aleyhine; o hiç bir vakit benden daha acele gitmez, o
ancak şeraite ve benim fikirlerimin heyeti mecmuasına gö­
re gider.”
Vak’alar ve efkârı umumiye Bonapartı Fransayı ye­
niden kurmağa gücü yeter yegâne adam kendisi olduğunu
bilmek kanaatine sevketmişti, ve bu kanaatten kuvvet ala­
rak gene Roedere demişti k i:
"Ben kendimin devletleri mahvolmağa bırakanlardan
değil, Devletler kuranlardan olduğumu söylemeğe cesaret
edebilirim.”
Bir gün Korney (Corneille) e dair şu: "Evvel zama­
na lâyık o büyüklüğü de nereden almış? Kendinden, ru­
hundan. Bu nedir, bilir misiniz, Mösyö lö Kardinal? De­
hadır bu. Deha, görüyorsunuz, gökten düşen fakat kendi­
sini almağa hazır bir fikir ve ruhu nadiren bulan bir nur­
dur. Korney dünya nedir bilen bir adamdı.” Muhatabı
şair, dünyayı görmediği için onun ne olduğunu da bilmez­
di yollu itiraz edince, İmparator tezyif edici bir eda ile ona
karşı şu mukabelede bulundu: "İşte tam bunun içindir ki
ben onun bir büyük adam olduğunu iddia ediyorum” dedi.
Böylece Napoleon da tıpkı Goethe gibi öz dehasını tarif
etmiş oluyordu: dünyayı önceden seziş ve keşfediş.
Kudret ve şevket onca bir gaye değildi; kendisinin
sırf bunun için doğmuş olduğundan bir an bile şüphe et­
medi. O kudret ve şevketi tabiî, saf bir surette icra ederdi.
Napoleon hayatın alelâde ef’âlinin anahtarım menfaatte
görürdü, fakat bütün iptilâ ve ihtirasların en kuvvetlisini
insanlara kumanda etmek meram ve iradesinde görürdü.
K A YA
683

Ve irade bu artist dehanın elinde bir aletten başka bir şey


değildi: "Ben iktidar ve hükümet mevkiini severim, fa­
kat artistcesine severim... Bir musikişinas kemanını nasıl
severse ben de onu öyle severim; onu severim, ondan ses­
ler, akordlar ahenkler çıkarmak için.”
Böyle bir mahlûk varlığa kumanda etmek için ya­
ratılmıştı. "Ben ya emrederim ya da susarım” derdi; buna
ya da müzakere ederim sözünü dahi ilâve edebilirdi, zira
hayatının dörtte birini müzakere etmekle geçirdi. Genç
bir tayın doğduğu andan itibaren yürümesi ne kadar ta­
biî ise, nüfuz ve salâhiyyetini başkalarına kabul ettirmek
te onun için o kadar tabiî idi; kumanda etmek san’atında
üstat olan Napoleön niyaz ve istirham etmek san’atım bil­
mezdi.
Değeri hakkındaki şuuru ona öyle bir vekar verirdi
ki asalet ve azametin hâlâ mevrus bir hassa olduğuna kani
bulunan meşhur hükümdarları hayrete düşürürdü. Genç­
lik arkadaşları genç Jeneralin, daha bidayetten itibaren
kendisi ile onlar arasına koyduğu, koymasını bildiği me­
safeden şaşırdılar. Silâh arkadaşlarından onun hakkında
derin bir hürmetle bahs etmiyen bir kimse yoktur: "O ko­
nuşursa sözünü dinlerler, çünkü o, ilim sahibi yüksek bir
adam gibi konuşur. Susarsa onun susuşuna bile hürmet
edilir. Kimse saygısızlık edip te onun sükûtunu ihlâl et­
meğe cüret edemez; hani onun neşesizliğinin bir hareke­
tine uğramaktan korktuğu için değil de yani insan sırf
kendisi ile onun arasında, onun zihnini işgal eden bir bü­
yük düşünce mevcut olup onu lâübalî bir takarrüpten me­
nettiğini hissettiğinden dolayı....” Bu vak’a şu itibarla da­
684 NAPOLEON

ha ziyade hayrete şayandır ki harp hayatı her türlü mera­


simi ortadan kaldırdı. Malmezonda dostlarla, kadınlarla
konuşur ve oynarken o, tam bir sadelik içinde der ki:
"Bende gülünç oluyorum diye bir duygu yoktur. Hükü­
met ve iktidar mevkii hiç bir vakit gülünç değildir.”
Tahlilin alenî taraftarı olan, kendinin nasıl bir adam
olduğunu eyiden eyiye bilen Napoleon kendi şevki tabiî­
lerini yavaş yavaş prensipler haline yükseltecekti. Holanda
kıralı olan kardeşi Luiye: "Bir hükümdarın eyiliği hüküm­
darca bir şiarı haiz olmalı; onda rahipçe bir tılâ izi hiç bu­
lunmamalı. Kıralların ilham ettiği sevgi saygıdan gelen
korku ile ve büyük bir hürmet fikri ile karışık erkekçe
bir sevgi olmalı; bir Kıral hakkında eyi bir adamdır de­
diler mi o saltanat ahdî cılk çıkmış demektir.”
Onun ilham ettiği bu sevgi ve bu korku en vahim a-
vakibi mucip oldu.
Bununla beraber bu yüksek vekarda hiç bir yapmacık
yoktu; o vekar, senelerle git gide muzafferiyetleri geldik­
çe artmaktan başka bir şey yapmıyan şaşılacak bir sadelik­
le mümteziç olurdu. Ondaki sinizm haddizatında kendi­
sini safdil bir tarzda tehzil etmekten başka bir şey değil­
di. O sinizm şu derin sözde hülâsa edilir: "Gerçekten bü­
yük olan bir adam kendini, sebebiyet verdiği hâdise ve
vak’aların daima fevkinde tutar.” Sebeplerini ve neticele­
rini kılı kırk yararcasına tetkik etmiş olduğu muvaffaki­
yetler bazan onda açık gönüllü bir mektep çocuğu kahka­
hası uyandırırdı. Napoleonun bu gülüşü bütün muasırla­
rının dikkatini celbetmişti; zira bu gülüş, askerin iri kah­
K A YA 685

kahasından tutun da en sezilmez bir gülümsemeye kadar


gülüşün bütün nükte ve derecelerini ihtiva ederdi.
Taç geymezden bir kaç gün önce onun: "Kıralların
size biraderim diye hitap etmesi hayli güzel bir netice de­
ğil midir?” dediği işitilmişti. Elçisi Sen-Petersburga gide­
ceği anda İmparator ona: "Bizim Rusya İmparatoru bira­
derimiz debdebeyi, şaşaayı ve şenlikleri sever. Siz de haş­
met gösterin, onların paralarına bedel siz de atiyyelerde
bulunun” demişti. Sadeliği bazan merasim ve teşrifatı alt­
üst eder ve meşru prenslerin betini benzini uçururdu;
Dresdde Kıralların bir ziyafetinde: "Ben genç bir mülâ-
zim iken...” dedi. Her kes sıkıldı, her biri gözünü tabağın­
dan ayırmadı. Napoleon hafifçe öksürdü ve tekrar söze
şöyle başladı: "Ben sanî mülâzim olmak şerefini haiz bu­
lunduğum zaman, üç yıl Valansta garnizonda kaldımdı.”
Bir şey öğrenmek fırsatım hiç kaçırmıyan Napoleon Til-
sitte, Çar lie sofrada otururken teklifsizce şunu sordu:
"Şekere koduğunuz vergi size yılda ne varidat getiriyor?”
Nedimleri naklederler ki büyük bir telâş ve hayret olmuş.
Niçin? Çünkü bir iş adamı sıfatı ile Napoleon parayı, Kı­
ratların hiç bahsetmeyip te pek âlâ bir miktarını ayırarak
ceblerine aldıkları o parayı kendi adı ile yadederdi.
Öğüngen bir adam olmadığı için Napoleon kendinin
hata işlemez bir adam olmadığım da hiç çekinmeksizin söy­
lerdi. Ömrünün her devrinde onun kendi kendine acaba
yarın muharebeyi kaybeder miyim diye sorduğunu işitebil­
diler. Her vesile ile teklifsizlerinin veya san’at adamlar t-
nm reyini alırdı. Bu büyük bedahatçıyı İlâhî kaza ve ka­
derin duygusu hiç bir işinden alıkoymazdı. Hakikatle alın
686 NAPOLEON

alına gelip hakikate bakmağa tahammül ederdi; bu husus­


ta Marmonun şahadeti şu itibarla daha mevsuktur ki Mar-
mon hatıralarım, İmparator onu efkârı umumiye nazarın­
da vatan hainliği ile çürüttükten çok zaman sonra yazmış­
tır. "Napoleonda adalet duygusu vardı; ve tabiî, ağızların­
dan yerinde olmıyan bir söz kaçırmış veya gayet keskin
bir ihtiras göstermiş olanları adam adamı affeder gibi ko­
layca affederdi. Hattâ o fimseler arzularını açmasalar bile
o, bunları önceden sezer, ona göre onların meram ve ar­
zularım yerine getirirdi. İnsanların zaaflarına karşı mer­
hameti vardı ve samimî bir elemin karşısında hiç bir vakit'
duygusuz kalmazdı. Eşref saatine getirmek şartı ile ona
her şey söylenebilirdi. Hakikati dinlemeği hiç bir vakitte
reddetmiş değildi; gerçi daima nazari itibara almazdı, fa­
kat o hakikati ona söylemekte hiç bir mahzur yoktu.”
Napoleon dalkavukları derhal sezer ve onlardan yüz
çevirirdi; siyasî değerleri olmaksızın sırf şekilperestçe ya­
pılan hareketler öfkesini mucip olurdu: "Ben denizden
bir balıkçı gemisi bile gönderemedikçe siz nasıl tasavvur
edebilirsiniz ki Fransız kartalları gaddar İngiliz parsını
paralasın! Bu madalyayı hemen derhal tahribettirin ve bu­
na benzer şeyleri bana asla göstermeyin.”
Buna mukabil, kendi sözüne karşı hakikati söylemek­
ten korkmıyanları taktir ederdi. Kendisine hücum etmiş o­
lan Şatobriyan (Chateaubriand) i methederdi, ve Devlet
Şûrasından çıkarken, müzakere sırasında kendisine en şid­
detle dayatmış olanı umumiyetle akşam yemeğine akkor­
du. Esir düşmüş bir Rus Jenerali Moskova yangını hak­
kında düşündüğünü söylemeğe cür’et edince Napoleon
K A YA 687

öfkelenir onu yanından çıkarttı, sonra hakkında malûmat


edindi ve elini sıkarak: "Siz cesur bir adamsınız” dedi.
Mehül, onun tasvip ve teveccühünü kazanmak için yeni
operasını bir İtalyan eseri diye ortaya sürdü, Peziello (Pai-
siello) musikinin içine Simaroza (Cimarosa) nın bir ha­
vasım soktu ki İmparator ona hiç tahammül edemezdi, ve
her şey meydana çıkınca, evvelce eseri alkışlamış olan Na­
poleon, şimdi gülmekten başka bir şey yapmadı.
Madam dö Satel on beş yıl müddetle onun canını sık­
mıştı, zira bütün Avrupada hürriyet davası açmış olanla­
rın mürevvici efkârı olmuştu. İmparator onun eserlerini
toplatmış, kendisini sürgüne göndermişti ve onu tehlike­
li bir İçtimaî maya olarak bildiğinden tâ Rusyanın öbür
ucundan bile hâlâ hareketlerini takip ederdi; fakat ken­
disinin ondan yılmış olduğunu göstermek şanını ve şere­
fini ona bıraktı, hem bunu ailesi efradına yazdığı bir sürü
mektupta da itiraf eder.
Bavriera ordusunda, koyu kıralcı eski bir alay arka­
daşını tekrar bulunca onu der akap kendine ataşe militer
yaptı. Ona dedi ki: "Siz vakti ile Bözansonda, mülâzimle-
rin sofrasında, benim havlumu masanın orta yerine fırla­
tarak hademeye demişiniz ki: Ben kulübe giden bir zabi­
tin yanında oturmak istemem. İşte eski bir mesele ki bu­
gün hallüfasl edip bitirmek lâzım” ve der akap yine hizmet
meselelerine geçerek: "Bq| levazım ve mühimmatınız var
mı? Topçunuz nasıldır? Hazır olacak mı?” diye sormuştu.
1813 te Waimarlı mabeyinci fon Müllerin tahrik edip
sebebiyet verdiği hâdiseye gelince, şüphe yok ki bu, Na­
poleon tarihinin vakayinamesinde yekta bir şeydir. Ma­
688 NAPOLEON

beyinci ileri karakollarında şifreli mektupları müsadere


edilmiş olan iki hususî müşavirin müdafaasını deruhte et­
mişti. Müller İenayı yakmak, iki müşaviri de kurşuna diz­
dirmek tehdidinde bulunan imparatorun bir öfke nöbetini
atlattıktan sonra onlara hiç bir şey yapmaması için lehle­
rinde bir karar almak istedi: "Sir, siz böyle bir adaletsizlik
irtikâp etmezsiniz. Siz şanınızı asla ve kat’îyyen karartmaz­
sınız ve masumları hiç bir vakitte mahvettirmezsiniz” de­
di. Heyecanına kapılan Alman, imparatora o kadar yak­
laşmış ki imparator kendini tehtit altında kalmış sanarak
kılıcının kabzesine yapışmış Müllerin kâtibi ise efendisini
şiddetle geri çekmiş. Ortada bir sessizlik olmuş, impara­
tor demiş ki: "Siz cüretkârsınız, efendi, fakat görüyorum
ki afif ve müstakim bir dostsunuz. Bertie meseleyi yeni­
den tetkik etsin.” iki müşaviri tebriye etmişler.
Her iki adamın da lehinden bahis bu sahne de, bun­
dan evvelki sahne gibi, hiç bir şeyin rahnedar edemiyece-
ği tabiî bir vekara delâlet ve şehadet eder. Fakat Napo­
leon, haysiyetine dokunan en ufak bir tariz okundan şah-
lanırdı. Bu, onun izzeti nefsinin yaralanır noktası idi.
"Fransız milleti şayet bende bazı efdaliyetler görüyor­
sa icabeder ki bana benim nakiselerimle birlikte taham­
mül göstersin. Benim kusurum hakaretlere tahammül ede-
memekliğimdir.” Şu nefîs sözü söyliyen de odur: "Ben öl­
dürülür fakat tahkir ve tezlil ec^mez bir adamım. Burien
nakleder ki, nazarında kanunların da, ahlâkın da ehemmiye­
ti olmıyaiı Napoleon şeref ve haysiyete iman etmekten bir
an fariğ olmamış. Bu duygunun onun üzerinde öyle bir
tesiri vardı ki ondaki prensip fıkdanını telâfi eder, ve onu,
X IV
KAYA 689

bir çok sebepler dolayısı ile asla mukayese edilmiyeceği


Rönesans kondotierilerinden büsbütün farklı kılardı. Mah­
rem dostu ve hususî kâtibi olan bu ayni Burien idi ki, içi­
ne girdiği dalavereli bir para meselesinden dolayı Konsülü
gün günden kendinden uzaklaştırmıştır. Nice yıllar sonra
dâhi imparator gene hâlâ ona Lejyon donör vermeği ka­
bul etmişti: "Altın danayı tazim edenin payına servet düş­
sün amma şan şeref düşmesin.” Kıral Jerom vadesi yeten
senetlerini ödemediği için protesto edildiği zaman İmpa­
rator : "Elmaslarınızı satın, yemek takımınızı, ev eşyanızı,
atlarınızı satın, ne yaparsanız yapın, fakat borçlarınızı öde­
yin. Her şeyden önce şeref lâzım” demişti.
Bu noktada o kadar hassastır ki, taç geydikten son­
ra, vakti ile Jozefine imparatora varmamasını tavsiye et­
miş olan noteri, o hiçten adamı çağırtıyor, tâ ki onun na­
zarında iadei itibar etsin. Sent Elende iken, vakti ile Bri-
endeki Almanca hocasının ona ne kadar tezyif ve tenez-
zülsüzlükle muamele etmiş olduğunu hatırlıyor: "Mösyö
Bauerin, verdiği hükümden kâm alacak kadar uzun müd­
det yaşayıp yaşamadığım bilmek merak edilmeğe değer
bir şeydir.”
Şerefe ehemmiyet verdiği kadar hüsnü ahlâka da e­
hemmiyet verir: "Muhakkak ki, ahlâksızlık, bir hüküm­
darda bulunabilecek en menhus bir haldir, şu itibarla ki
derakap moda hükmüne geçer” derdi. Bu sözleri ona söy­
leten şey yalnız Burbonlarla Direktuvarın verdiği ibret mi­
sali değil, fakat kendindeki vekar duygusu ile hemahenk
olan o fıtrî edeptir. Asker Napoleonun edebe mugayir bir
şey naklettiği ve ya nakledilirken dinlemekten zevkaldığı
N fpo’eon — 4 4
600
NAPOLEON

hiç rivayet edilmiş değildir. Konsüllüğe naspedildiği an­


dan itibaren Jozefine eski zamandaki hafif meşrep kadın
dostları ile gene sıkı fıkı rfıünasebette bulunmasını yasak
eder ve Jozefinin Madam Tallieni kabul ettiğini bilâha­
re yıllar sonra haber aldığı zaman darılır. "Benim naza­
rımda hiç bir özür muteber değildir. Sefilin biri onu pi­
çiyle birlikte karı diye almıştır, bu gün ben onu evvelkin­
den fazla hakir görürüm. O, vakti ile sevimli bir kokottu,
şimdi ise hiç para etmez kadından başka bir şey değildir.”
Taleyramn uzun zamandır metresi olan kadınla ya
evlenmesini, ya da 24 saat zarfında istifasını verip çekil­
mesini talebeder. Bertieyi prens naspederken ayni şartı
koşar: "Sizin iptilânız çok sürdü, artık gülünç oluyor. El­
li yaşındasımz, fakat seksenine kadar da yaşayacaksınız, bu
önümüzdeki otuz yıl, evlilik içindir.” İhtilâl devrinde rağ­
bette olan esatiri çıplak vücut resim ve heykellerini yasak
eder, ve umumî bir meydana memelerinden su fışkıran
Nayyadları temsil eder bir çeşme dikmek istedikleri vakit
o, bu "Sütnineler” i kaldırtır ve sadir olan iradesinde der
ki: "Nayyadlar kız oğlan kızdı.” Kendi metresleri de ken­
dilerini göstermekten evleviyyetle sakınacaklardır; o, on­
lara çok para verir, fakat bu metresler aktris iseler, onlara
hiç bir tarakki tevcihi bahşetmez. Buna mukabil, eyi bir
burjuvacasına, bir kocanın karısıyla ayni odada yatması
âdetini medheder: "Bu âdet karı koca hayatında büyük bir
ehemmiyeti haizdir. Kocanın nüfuz ve tesiri bununla kuv­
vet bulur, karısına merbutluğu artar, bu hal mahremiyyeti
ve hüsnü ahlâkı temin eder; bir erkekle bir kadın bütün
gece bir arada uyurlarsa artık biribirlerine hiç yabancı kal­
K A YA 691

mazlar. Biz bu âdeti muhafaza ettiğimiz müddetçe, Joze-


fin benim en küçük düşüncelerime bile vakıftı.”
, Gururunun aldığı en yüksek şekillerden biri de şük­
ran ve minnettir. Ondaki bu şey, eyilikten gelmez; aza­
metinden doğar: Ona faydalı olmağa cüret etmiş olan kim­
se nimetlere gark olur tâ ki o, Napoléon, onun minneti
altında kalmasın. Aynı sebep onu partilerden birini
kendi hizmetinde kullanmaktan meneder, tâ ki hiç bir par­
tinin onun üzerinde hakkı hukuku bulunmasın. Kendi ef’â-
linde kat’îyyen hissilik yoktu. Bununla beraber hükümet
mevkiine geldiği andan itibaren çocukluk zamanındaki
arkadaşlarım, Harbiye Mektebindeki arkadaşlarım etrafı­
na topladığı, Briendeki Per Süperiör (Père Supérieur —
Baş Papazı) Malmezon kütüphanesi hafızı kütüplüğüne
tayin ederek çıraklığa kayırdığı, Mektebin eski bevvabım
kendine kapucu aldığı da doğrudur. Daha mülâzimiliği
zamanında bir akşam kur ettiği asilzade bir dömuvazel on
altı yıl sonra kendini ona hatırlatınca İmparator hemen
ona yardımda bulundu, ve iltifatlı bir name ile onun er­
kek kardeşini kendi maiyetinde bir hizmete aldığım ona
bildirdi; vasiyetnamesi, şükran ve minnetin kendine emr­
etmiş olduğu birçok atiyyeler ve hibeler ihtiva edecektir.
Ciorcina tesmiye ettiği kadınla aralarındaki münasebet
kesildikten çok zaman sonra, kadının müşkül bir vaziyet
içinde kalmış olduğunu haber alınca, kadın kendisine mü­
racaat etmemiş olduğu halde, İmparator onu servet sahi­
bi etti.
Gene burada yalnız para mevzuu bahstır. İşe hele bir
de his karıştı mı alınan tavur, kullanılan makam büsbütün
692 NAPOLEON

farklı olur. Jozefin hakkındaki tavur ve vaziyeti, kendine


düşman olan Marmonun söylediği şu sözü haklı çıkarır:
"Napoleön hassastı, eyi idi, merhamet göstermeğe müsait­
ti.” Taç geydiği hengâmede Napoleon Roederere dedi ki:
"Ben büyük oldum diye, sırf bu sebepten dolayı bir ka­
dını başımdan nasıl savabilirim?... Hayır, bu iş benim kuv­
vetimin fevkindedir.” Ve Jozefine şunu yazdı: "Ben kendi
payıma, nankörlüğü en büyük zaıf sayarım.”

III
Napoleonun İnkılâp ile Nizamî hükümdarlık düşün­
celeri arasında geçirdiği tereddütlerin izahını da onun ken­
di gururunda ve öz değeri hakkındaki duygusunda arama­
lıdır. Öğüngenliklerini sırf doğuşlarından alanları hakir
görmek, ve bilâkis liyakati olmak şartı ile liyakatlerine gü­
venenleri takdir etmekle beraber, kendi yanında kim olur­
sa olsun onu tecviz etmesi haddi zatinde kendisi için im­
kânsızdı. Değer sahibi insanlara teveccüh gösterirdi, fakat
kendisi âmmeye taraftardı; müsavatı pek ziyade iltizam
ederdi, fakat kendisi fertler arasında bir intihap yapardı.
Saltanatı ahtının feci vifaksızlığr, düzensizliği de bundan
ileri gelir. Orduya gelince, İnkılâbın kendine miras bırak­
tığı demokratça prensipleri ona tatbik etmekten hiç bir an
geri kalmamıştı: "Neden fransız ordusu dünyada kendi­
sinden en fazla yılman ordudur?. Çünkü zabitleri hicret
etmiştir ve yerlerine küçük zabitler ikame edilmiştir. Bun­
lar jeneral olmuştur. Millî bir ordu küçük zabitlerle sevk
ve idare edilir, çünkü bu adamlar milletin sinesinden çık­
madır.”
KA YA 693

Metternihe ve Şvartzenberge lejiyon donör nişanının


büyük salibini vermeği yıllarca müddet kabul etmeyip
reddetti. Bu mükâfat kendilerine bahşedilmek için Şart-
çenbergin konağı yanînası lâzım geldi, o yangın esnasın­
da onlar şahsan temayüz ettiler. Hollandada kardeşinin
tefriksiz ve temyizsiz dağıttığı nişanların Pariste taşınma­
sını İmparator menetti ve kırallara ders olmağa lâyık bu­
lunan şu ilânı neşretti:
"Ben onun nişanının tesisini, o tesis haddi zatinde kö­
tü olduğu için değil, fakat vaktinden önce, nabemevsim
olduğu için tahtie ettim; zira o nişanı bizim etrafımızda
bulunanlara vermemek nasıl olur? Bu çıkmaz ve bozulmaz
damga nasıl olur da, tanınmadık kimselere, ihtimal ki iş­
ler ilk ters dönüşte kendilerinin birer sefilden başka bir
şey olmadıklarını meydana koyacak kimselere basılır?...
Azıcık bekleyin de etrafınızda bulunan kimseleri biraz ta­
nıyın. Sonra insana bir nişan vermek hevesi ava gitmek he­
vesi gibi gelmez; o nişan daima yada gelecek bir hatıraya
bağlı olmalı... Siz daha insanların sizin tasvirinizi taşıma­
larına lâyık olacak hiç bir şey yapmış değilsiniz.”
Bütün büyüklüğünü sırf kendi şahsından aldığından
habir olan Napoleon ecdadına bir şey borçlu olmak fikri­
ni reddediyor ve bazı dalkavukların onun kendi cetlerin-
den birini aizze sırasına geçirtmesini teklif etmelerini tu­
haf ve gülünç buluyor. Gûya Toskanadan buldurulup Vi-
yanada tetkik ve tesis edilmiş aile şeceresini kendisine arz-
eden Metternihe: "Alın götürün bu kâğıtları” diyor ve
resmî ceridede şunu neşrediyor: "Bonapart hanedanının
asıl ve menşelerine dair olan bütün sülâlelere o menşein
694 NAPOLEON

1 8 b rü m e r d e n b a ş la d ığ ı c e v a b i v e r ils in . İ m p a r a to r a b o r ç ­
lu o lu n a n ş e y e e c d a d ın ın e h e m m iy e tin i i lâ v e e d e c e k d e r e ­
ce d ir a y e ts iz lik v e s a y g ıs ız lık n a s ıl g ö s t e r i l e b i li r ? ” D i ğ e r
b i r d e f a d a b ir z a t o n u ta z ip e ttiğ in d e n o , k e n d in d e n g e ­
ç e r e k : " B e n b a n a b ir k ı r a l g ib i h a k a r e t e d ilm e s in e ta h a m ­
m ü l g ö s te r e m e m ” d iy e b a ğ ır ıy o r .
Sonraları kanaati o eski keskinliğini azaltıyor ve te­
nakuz baş göstermiye başlıyor: "Ben kıralların Brutusu,
cümhuriyetin de Sezarı olacağım” diyor. Tumturaklı cüm­
le. "Bulunduğum vaziyet içinde, ben ancak ihmal ettiğim
avamı halkta asalet görüyorum ve esafilliği de sırf kendi
yaptığım asalet tabakası içinde görüyorum.” İşte gene açık
ve sarih oluyor. "Tiranlara verdiği korkudan dolayı Ta-
sit (Tacite) methediliyor, Tasit o müstebitleri halkla kor­
kutur, bunda ise milletlerin kendileri için büyük bir fe­
nalık vardır.” Artık iltibas ve teşevvüşe imkân yok.
Napoleonun hürriyet prensiplerine, kudret ve şevke­
ti o prensiplere hiyanet etmesine müsait olacak ana kadar,
riayet ettiğini,tasdik etmek, böyle bir deha hakkında çok
sadeleştirici (semplist) bir noktai nazarla iktifa etmek de­
mektir. Başka yerlerde ve başka şeylerde bütün mes’elele-
ri halletmiş olan bu adamda öyle bir cidal baş gösterdi ki
o cidalin içinden bu adam hiç bir vakit taıiıamile galip çı­
kamadı. "Ben halkın adamıyım... Halkın elyaf *ve hissiyatı
benim elyaf ve hissiyatıma cevap verir... Aristokratlığa
gelince, o, daima soğuk kalır ve hiç bir vakitte affetmez.”
Bu gibi cümleler onun mizaç ve tabiatini tarif eder;
ve kendisini tabiî muhalâsatkârımn eline bırakıp ta hiç bir
vakit ideologyaya sapmamış olması da tam ispat eder ki
KAYA 695

o, büyük bir devlet adamı idi. Oğlunun beşiğine birinci


rütbeden lejiyon donör nişanı takması ve yahut tahtından
indirilmiş olup ona "Biraderzadem” diyen İspanya kira­
lına Taleyran vasıtasile kendisine "Sir” unvanı vereceğini
söyletmesi âşikâr ki gülünç şeylerdir. Bu zaıflar saçmadır,
abestir; fakat sathidir, onun için kendi de onların farkına
vardığı zaman bu işleri kendi de tasvip etmez. Erfurt gün­
lerinin tamiri için Öjen ile Taleyran arasında tereddüt
edince birdenbire kendi sözünü kendi keser: "Beni tenkit
ederlerse ne umurum; ben onlara ispat etmek istiyorum ki
ben bu işe hiç bir ehemmiyet ve dikkat atfetmem.”
Nizamî verasetin menşe ve kanunlarına temas ettiği
zaman mes’ele vehamet kesbeder: "Fransa tahtı münbaldi.
XVI inci Lui kendini orada idame etmesini bilemedi. Şa­
yet ben onun yerinde olmuş olsa idim, İhtilâl ve İnkılâp
sabık saltanat ahtları zamanında zihinlerde büyük terak­
kilerde bulunmuş olmasına rağmen hiç bir vakitte fiil ha­
line gelmezdi. Benim kuvvetim benim ikbal ve tahinide­
dir. Ben de İmparatorluk gibi yeniyim.” Ve hak suretin­
den görünen bu batıl yolda daha ileri giderek Luiye ya­
zar ki: "Ben eslâfımdan ayrılmıyorum, ve benden evelki
hükümetler aleyhine kalpten gelen bir neşe ile söyledik­
leri kötülüğü bana tecavüz etmek niyet ve kastı ile söy­
lenmiş gibi addediyorum.”
İşte kudret ve şevketini meşrulaştırmak için gururu
bu garaibi göstermeğe kadar varıyor: Bu ane kadar siya­
sî bir formül gibi kullanmış olduğu bu İlâhî haktan ge­
len hükümdarlığa iman etmeğe o kadar yakın gelmiştir
696 NAPOLEON

ki tahttan indirilmeleri kendine tahtın yolunu açmış olan


kırallarla kendini bir tutmağa kadar da varır.
Bütün ömrünce zihnini içtimai paye ve sıra mes’elesi
kurcalayacaktır. Austerlitz akşamı umumî karargâh maka­
mı olan Kavniç (Kaunitz) şatosunda Rus ve Avusturya
bayrakları, esir jeneraller mağlûp orduların kumandanla­
rının tebliğnameleri akın akın gelirken İmparator bütün
haberleri geri gönderiyor, içlerinden yalnız Sen-Jermen
foburgundaki muteriz fikre ve sarayda hiç görünmemeğe
ahdettiğine dair olan mahrem bir mektubu alıkoyuyor,
Napoleon birdenbire öfkeye tutuluyor. "Ya! kendilerini
benden kuvvetli sayıyorlar! Görürüz bakalım, yüksek asil­
zade Efendiler” diyor. Ve bunu Austerlitz akşamı söyliyor!
Bu, bir kadının teveccüh ve iltifatım desiselerle ka­
zanmağa boşuna uğraşan bir adamın öfkesidir. Her ne pa­
hasına olursa olsun onun an’eneyi yenmesi lâzımdır. Bu
sahneden birkaç vakit evvel bir gün Napoleon Roedereri
bilardo salonuna çekmiş ve iki yuvarlağa dokunduktan
sonra, bir iki kolpo çektikten sonra yüzüne karşı sert ve
dokunaklı sözlerle: "Bu sizin Senatonuzda hiç bir asalet
duygusu yok... Emperiyal sisteme hiç bir cemaat ve heyet
fikri ile ehemmiyet vermiyorsunuz” demişti.
— Sir, Sena İmparatorun zatına kuvvetle bağlıdır, o­
na çok ehemmiyet verir.
— "Lâzım olan bu değildir; mekama bağlı olmalı­
dır, evet, mekama.”
— Sir, zatin değeri ne kadar olursa, mekamın değeri
de o kadar olur.
— "Orası öyledir, anlıyorum, fakat lâzım olan bu de­
KAYA 799

ğildir, zatin emniyetini mekam temin etmeli. İşte sizin he­


pinizde... Siz metafizikçiletde eksik olan aristokratlık fikri
budur.”
Napoleonu ikinci defa evlenmeğe, oradan da feci aki-
bete sevkedecek olan bütün o tahta tevarüs mes’elesi bu
suretle vazedilmiş bulunuyor. Napoleon kendi başına ne
ecdad, ne de evlât yaratamayacağı için nizamî hükümdar­
lara müracaat edecek ki ahlâfını temin etsin; kendisinin
asilzade bir menşeden geldiğini inkâr etmiyecek, zira Na­
poleon halk adamı değildir, Jantiyyomdur. Derdi ki:
"Ben garip bir vaziyete konmuşum, şecereciler görüyorum
ki benim soyumu sopumu da tufan devrine kadar çıkar­
mak istiyorlar, öyle fırkalar da var ki benim soysuz doğ­
duğumu iddia ediyorlar. Hakikat bunun ikisi ortasıdır.
Bonapartlar eyi Korsika Jantiyyomlarıdır, biz adamızdan
hiç dışarı çıkmamış olduğumuz cihetle o kadar da maruf
ve namdar değillerdir, fakat gene de bizi yutacaklarım
zanneden cahillerin ve değersizlerin çoğundan eyidirler.”
Sanırsınız ki daha o, on altı yaşında delikanlı iken
mektep arkadaşlarının alaylarına cevap verdiğini işitiyor­
sunuz. Onların hakaretlerinin yadı onun daha hâlâ içini
kemirir ve nizamî kırallara, saraya, izdivaca karşı takındı­
ğı vaziyetlerde tesiri vardır; birkaç Markinin kibri, aza­
meti onun izzeti nefsine dokunmamış ve tecavüzde bulun­
mamış olsaydı bütün onun kendi mukadderatı da, Avru-
panın mukadderatı da ihtimal başka türlü olurdu.
Napoleonun İçtimaî payesini nasıl fethetmesi lâzım
geldi ise Fransayı da fethetmesi icap etti. Kendisi esalete
mensup olmakla, fakat en eyi ve en yüksek tabakasından
698 NAPOLEON

da olmadığından şahsım tenkide hedef olmaktan asla ko­


ruyamadı. Doğuşu itibari ile değil, fakat milliyeti itibari
ile Fransız olduğundan, Fransa için daima kızdırıcı ve kıs­
kanç bir iptila beslemesi icap ediyordu. Fransa gibi, aris­
tokratlık ta ona aman demişti; fakat o, kendini ne birinden
emin gördü, ne de ötekinden.
Napoleon saltanat süren hanedanlar nezdinden ziya­
de Fransa nezdinde muvaffak oldu, bununla beraber ge­
ne de Fransa hiç bir vakit yabancının meşru zevcesi olma­
dı, daima onun metresi olarak kaldı; Napoleon bunun böy­
le olduğunu eyi bilirdi ve bu sebatsız, bu vefasız aşktan
ömrünün en büyük lezzet ve kâmım alırdı: "Benim an­
cak bir tek iptilâm, bir tek metresim vardır, o da Fransa-
dır. Ben onunla yatarım. O, bana karşı hiç bir kusurda bu­
lunmamıştır, kanım, hâzinelerini benim uğruma bol bol
vermiştir; benim şayet 500.000 adama ihtiyacım olacak ol­
sa bana onları o verir” derdi. Onu tedip ve terbiye ettiği
zaman kıskanç aşık eda ve mekamları kullanır; onu o, "ka­
dife bir eldivenin içinde demirden bir el” ile mat eder, o­
nu, onun muhayyilesini ve şana olan aşkım tatmin ederek
celp ve teshir eder; onun için Fransa da onu muzafferce
dönüşlerinde şenlik, şataret içinde karşılar. Fakat her iki­
sinin de biribirlerine karşılıklı hakim olmak ihtiyacı ile ça­
lışan ve hıza gelen iptilâları fırtına koparmadan edemez­
di. Onun şu aşık bir müstebit edası ile bağırışım işiten:
"Yemin ederim ki, ben her şeyi Fransamn eyiliği için ya­
pıyorum. Yemin ederim ki, şayet ben ona bundan daha faz­
la hürriyet vermiyorsam, bu, onun bundan daha fazlasına
lüzumu olmadığı içindir.” O bir taraftan böyle söylemekle
K A YA 699

beraber bir taraftan da o nüfuzlu bakışları ile etrafına top­


lanan misafirleri yoklar. Başka defalar da, mahremiyette
iken, dudaklarından acı sözler dökülür: "Bunlar daima hep
o ayni Gollüler! ayni hafiflik, ayni öğüngenlik. Biz bu
öğüngenliği ne vakit biraz gururla değiş edeceğiz?” den
Birçok Fransız onun cazibesine karşı mukavemet eder­
di. Napoleonun bir gün kardeşi Lui ile ettiği sohbetin ay­
nini şüphesiz onlar da kendi aralarında ederlerdi. O, kar­
deşine demişti ki: "Siz tahta çıkarken kendinizin Fransız
Prensi olarak doğmuş olduğunuzu unuttunuz, siz olanca
kuvvetinizi kendinizin HollandalI olduğuna kendinizi ik­
na etmeğe sarfettiniz. Ecnebi unsur sizin üzerinizde bir
cazibeyi haizdi, fakat siz her ne yapmış olursanız olun, o
size gene yabancı kaldı.”
Roederer yazar ki: "O, yanılıyor; Fransızlar Lafayet
hakkında beslemiş oldukları heyecanı ona karşı beslemek­
ten uzaktırlar; bu, onlara boş, kof bir siyaset gibi görü­
nür; haddi zatinde bu adam sırf onlara faydalı olduğu i­
çin kendisine meftun olurlar, sırf bunun için kendisini
sayarlar.”
Aralarındaki bu rabıtanın en sonunda feci bir akibete
uğraması mukadderdi. Fransa vaktile sevmiş olduğu ada­
mı, o; adam kendisine faydalı olmaktan geri kaldığı gün
terketti.
Gururunun diğer bir şekli — en asil şekli, çünkü bıı
şekil onu daima kahramanlarla mütemadi münasebet ve
ünsiyette bulundururdu — de onun mahvolup gitmesine
sebebiyet verecekti. Derdi ki: "Ben kendimin öz ahfadı
kendim olmak isterim, Korney gibi bir şairin beni nasıl
700 NAPOLEON

k o n u ş t u r u p , n a s ıl h a r e k e t e ttir e c e ğ in i o k u m a k iç in .” Ç o ­
c u k lu ğ u n d a n t u t u n d a tâ s ü rg ü n e g id e c e ğ i â n a k a d a r N a -
p o le o n u n k e n d i d e ğ e r i h a k k ın d a k i ş u u ru a n tik it e n in , e v ­
v e l z a m a n ın b ü y ü k ö r n e k v e m is a lle r i i le b e s le n m iş ti. Y e ­
g â n e v e h a k ik î f e ls e f e d iy e h ü k m e ttiğ i t a r i h i b u k a d a r k e s ­
k in ta tm a m ış o ls a id i s a d e m e s le ğ i b a ş k a t ü r l ü o lu r d u d e ­
ğ il, h a tt â o m e s le ğ i b ile im k â n s ız o lu r d u . T a r i h o n u n s i­
y a s î f i k r i n i z e n g in le ş tir d i, h a y a lin i g a le y a n a g e t ir d i, d e v ­
rin d e , r a k ıy p s ız o la r a k te k b a ş ın a t u t t u ğ u b u y o lu n ü z e r i­
n e ş a h ıs la r k u r d u . G e n ç m ü lâ z im S e z a n a n a r a k h ız ın ı a l d ı ;
İ m p a r a to r o lu n c a d a R o ş f o r lim a n ın d a y o lu n u n s o n u n d a
T e m isü o k le si h a t ı r la d ı ; o n u n b u k a h ra m a n c a a m ş ı a n la ş ıl­
m a d ı.
O n u n e s k i T a r ih e o ld u ğ u k a d a r a s r î T a r ih e d e irc a ı
f i k i r e t t iğ in i b irç o k v e s i le le r le g ö r d ü k . T a s it i le Ş a to b ri-
y a n ın a le y h in d e n e d e n b u lu n d u ? Ç ü n k ü o n la r h a lk ı m ü s-
te b id d e k a r ş ı v ik a y e e t t ile r , k o r u d u la r . S e z a rı ö ld ü r m e le ­
r in e n e d e n lanet etti? D ü k d ’A n g iy e n h a k k ın d a v e r d iğ i
h ü k ü m d e n d o la y ı k e n d in i m ü d a fa a e tm e k iç in . K o n s ü llü k
z a m a n ın d a , R o m a t a r ih in in b irk a ç f a s lı n ı ta s la k h a lin d e
b ile a ld ı. " B e n S e z a rın h iç b ir v a k i t k e n d in i k ı r a l y a p m a k
is te m e d iğ in i, ta c a i p t i lâ i le d ü ş k ü n lü k g ö s t e r d iğ in d e n d o ­
la y ı ö ld ü r ü lm ü ş o lm a d ığ ım , f a k a t m ü lk ü n n iz a m ım bü­
tü n f ı r k a l a r ı n İç tim a î s a y e s in d e te s is e tm e k is te d iğ i iç in
ö ld ü r ü lm ü ş o ld u ğ u n u is p a t e d e c e k tim ” d e d i. V e şu sö z ­
le r i i lâ v e e t t i : "O , d ü ş m a n la r ın ın b irç o ğ u n u , y a n i P o m -
p e n in k ı r k t a n f a z la d o s tu n u iç in e y e r le ş t ir d i ğ i S e n a to d a
ö ld ü r ü ld ü . O , b u y ü z d e n , b u a d a m la r t a r a f ı n d a n t e le f e­
d i ld i .” B u , k e n d i S e n a to s u n d a d a te m iz lik y a p m a k , o n u
K A YA ÎOl

s a file ş tir m e k lü z u m u n a t e lm i h t i r ; b u , b ir te d b ir d i k i o n u :
a lm a k ta g e c ik m e k c aiz d e ğ ild i.
R o m a â d e ti rrilicib in c e, N a p o le o n , k e n d i z a f e r ta k ın ­
d a k u lla n ılm a k ü z re k e n d i s a lta n a t a h d in in b ü y ü k e f ’â li ­
n i n — i f r a t d e r e c e d e 'm e th e , te b c ile v a r d u rm ak sız ın —
s e k iz n e fis le v h a d a ta s la ğ ın ı ç izd i. B ü tü n m e m le k e tle rd e n
ta r ih ç ile r , ş a ir le r g e t i r t t i , o n la r la s a a tle rc e g ö rü ş tü , tâ k i
o n la r ın y a r d ım ı v e v a s ıta s ı i le a h lâ f ı k e n d in e k a z a n s ın
d iy e ... •
L ü z u m u n d a n f a z la r e a lis t b ü ld u ğ u p o r t r e le r in d e n b i­
rin d e n b ah s m ü n a s e b e tile îs k e n d e r in , A p e l l i n k a rş ıs ın d a ,
h iç p o z v e rilm e m iş o ld u ğ u n u h a t ı r la t ı r v e D a v id e k e n d is i­
n i " a z g ın b ir a tın ü s tü n d e s a k in b ir v a z iy e tt e re s m e tm e s i­
n i e m re d e r. E m irle r in i F r e d e r ik in o d a s ın d a y a z m a k , S an -
s u sid e s o fr a s ın d a g a ip h ü k ü m d a r ın te rc ü m e i h a lin i y a z a n
v a k a n ü v is in i b u lu n d u rm a k , L o m b a r d iy a d a A u g u s tü n t a ­
k ın ı, M ıs ır d a P o m p e n in s ü tu n u n u a r a m a k v e şan m e y d a ­
n ın d a ö lü d ü şm ü ş o la n la r ı n a d ın ı o n la r a h a k k e ttirm e k ,
M a d r id d e v e M o s k o v a d a F ilip in v e K a t e r in a n m d a ir e le ­
r in e g irm e k , o n la r ın â d e t v e t a b ia t la r ın ın n a s ıl o ld u ğ u n u
m e r a k v e te c e s sü sle a r a ş tırm a k N a p o le o n iç in s a d e ta r ih
h a k k ın d a k i z e v k in i ta tm in e tm e k d e ğ il, k e n d i n e fs in e , lâ ­
y ık o ld u ğ u h a k ik î m ü k â fa tı v e rm e k ti.
G ö z le r in i d a im a a h lâ f a d ik m iş o la n N a p o le o n , h a k i­
k î b ir a rtis te e s in e , d a h a m e s le ğ in in b a ş la n g ıc ın d a n itib a ­
re n , te b liğ n a m e le r in d e m u z a f fe r iy e t le r in d e n her b ir in in
t a r ih t e y e r in i ta y in e tm e k le ö z d a s ta n ın ı y a z d ı. İ ta ly a ta c ı
k e n d in e ta k d im e d ild iğ i v a k it d a h a a n c a k g e ç ip g itm iş o ­
la n b eş y ı lı b ir b a k ış ta k u c a k la d ı; s a n k i o y ı l l a r b u n d an »
702 NAPOLEON

b ö y le a r t ı k e fs a n e y e a it im iş g ib i. " N il k ı y ı la r ı n d a ik e n
g a y e v e h e d e fim iz in m a h v o lu p g i t t i ğ i n i h a b e r a lın c a b u
h a b e r le r d e n b ü y ü k b ir ac ı d u y d u k ... A s k e r le r im iz in şec a a ­
t i s a y e s in d e M ila n o y a g ir d ik , h e m ö y le b ir z a m a n d a k i
b ü tü n İ t a ly a b iz i b â lâ B a h r i A h m e r k ı y ı la r ı n d a s a n ır d ı.”

H a k ik a tte ise a r t ı k F ra n s a m n k a n u n u e sa s isin i y ı k ­


m ış tı, A p e n n in le r d e k i e n n a ç iz b ir ç o b a n b ile o n u n M ıs ır ­
d a n g e r i d ö n d ü ğ ü n ü b ilir d i. '

İç in d e P a p a y a k a r ş ı tu ttu r u lm a s ı lâ z ım g e le n ta r z ı

h a r e k e t i Ö je n e d ik te e ttiğ i u z u n b ir m e k t u p ta N a p o le o n

k e n d in i S iru s i le v e Ş a r lö m a n y i le m u k a y e s e e d iy o r. Z a ­
f e r in i n e v c in d e ik e n A v u s t u r y a d a k i e lç is in e h ita b e n : " Ş u

h u s u s ta y a n ılm a y ın , b e n b i r R o m a İ m p a r a to r u y u m , b e n
S e z a r la r ın e n y ü k s e k s o y u n d a n , m ü e ssis s o y u n d a n ım . Şa-
to b r ia n b e n i sin sic e, T ib e r e k ıy a s e tm iş tir k i R o m a d a n a n ­
c a k K a p r e y e g itm e k ü z re y e r in d e n k ı m ı l d a r d ı ; h o ş f i k i r !
B e re k e t v e r s in k i T r a y a n ( T r a ja n ) , D iy o k le s iy e n (D io c le -
t i e n ) , A u r e li e n v a r ; k e n d i k e n d ile r in i d o ğ u r m u ş v e d ü n ­
y a y ı a y a ğ a k a ld ır m ış b u a d a m la r v a r . S iz k i t a r i h i e y i b i­
lirs in iz , b e n im h ü k ü m e tim le D iy o k le s iy e n in h ü k ü m e ti a ­
ra s ın d a k i b e n z e r lik le r d e n , t â u z a k la r a k a d a r u z a tıp y a y ­
d ığ ım b u s ık a ğ d a n , h e r y e r d e h a z ır v e n a z ır o la n b u İm ­
p a r a t o r g ö z le r in d e n v e ta m a m i ile h a r p ç ı b i r İ m p a r a to r ­
lu ğ u n iç in d e m u tla k b ir k u d r e t v e ş e v k e tle id a m e e tm e ­
s in i b ild iğ im b u m ü lk î n ü fu z v e s a lâ h iy y e ti g ö rm e k te n
h a y re te d ü şm e z m is in iz ? ” B u n e b ir b e y a n n a m e d ir, n e d e
s iy a s î b i r m e k t u p t u r : B u n la r b ir s a lo n d a h a f i f sesle, v e
h u s u s î b i r m a k s a t a lt ın d a o lm ıy a r a k , k e n d in in n e o ld u ğ u ­
KA YA 703

n u ş u u r la b ile n b î r r u h u n b ü tü n s a f f e t i i le s ö y le d iğ i sa ­
m im î s ö y le rd ir .
M u z a ff e r iy e t le r in d e n s o n r a N a p o le o n d a k h t a r ih d u y ­
g u s u ta m b ir o b je k t i f li ğ e e rd i. A r t ı k o , s ı r f o y u n z e v k i i le
p a r t i y i k a z a n m a k d ile m iş , fa k a t k a z a n d ık ta n s o n r a d a , ik i
t a r a f t a n h e r b ir in e a it o la n y a n lış lık la r ı, u s ta lık d a r b e le ­
r i n i k a y d e d e re k r a k ıy b i i le d o s tç a m ü n a k a ş a y a g iriş e n g ü ­
z e l b ir o y u n c u d a n b a ş k a b ir şey d e ğ ild i. E s ir le r e y a h u t d ü ş ­
m a n m u r a h h a s la r ın a : " Ş u n u v e y a ş u n u y a p m a n ız ic a b e d e r-
/

d i, f i l â n a n d a t e f e v v u k s iz d e id i, iş te b u y a p ıls a i d i e y i b ir
m a n z a r a y a p ılm ış o lu r d u ” d e d i. W a g r a m m u z a f fe r iy e tin in
h e m e n a k a b in d e k o n t B u b n a y a h ita b e n :
" B e n ş u n a k a n a a t g e tir d im k i s iz le r c in g ib i k u v v e t ­
lis in iz , g a y e t e y i h a r b e d iy o r s u n u z . B e n im k u v v e t le r im i n e
k a d a r d iy e ta h m in e d e r s in iz ? Ç o k e y i is tih b a r a tta b u lu n ­
m u ş a b e n z iy o rs u n u z , o rd u m u g ö rm e k is te r m is in iz ? H a y ır
m ı? ... O h a ld e h iç o lm a z s a şu h a r ita ü z e r in d e v a z iy e tim e
b a k ın ; h a ta b e n d e o ld u ... Ş a y e t E s s lin g d e m u z a f fe r iy e t i
e lim d e n k a ç ırd ım s a , b u n u n m ü s ta h a k o ld u ğ u m c e z a sın ı
g ö r d ü m ” d e d i.

B u n u n la b e ra b e r b i r te k m e v z u v a r d ı r k i o n a b u b i­
t a r a f l ı k l a te m a s e d e m e z : O d a W a t e r lo o d u r . B ir g ü n S e n t-

E le n d e b i r İ n g iliz ta b ib i N a p o le o n u n W e lli n g t o n h a k k ın -

d a k i f i k r i n i b ilm e ğ i î n g i lt e r e n in ç o k a r z u e ttiğ in i o n a s ö y ­
le m e ğ e c ü re t e tm e si ü z e r in e İ m p a r a to r c e v a p v e re c e k y e r ­
d e s ü k û tu m u h a fa z a e tti.

Z ir a , n ih a y e tü n n ih a y e onun h a y a tın ın en bü­


y ü k v e y e g â n e g a y e s i ş a n v e z a f e r id i. B ü tü n k u v v e t le r i,
704 NAPOLEON

h a y s iy e t v e ş e r e f h a k k ın d a k i d u y g u s u , v e k a r ı, iz z e ti, ç o c u k ­
lu ğ u n d a k i h a y a lle r i, d e lik a n lı ik e n y a p t ı ğ ı p r o je le r , o lg u n
a d a m k e n g ö s t e r d iğ i e f ’a l, e s ir liğ in d e k i e n d iş e v e is tir a p
h e p ş u n a , z a fe r e , m u a s ır la r ın ın m e th in d e n d a h a f a z la h o ş ­
la n a n F ra n s ız şa n ın a , z a f e r in d e n f a z la a h lâ f ı n t e v d i e t t i ­
ğ i o lâ t i n z a f e r in e v e ş a n ın a m e y il v e r a ğ b e t e d e r d i. B ü ­
tü n b u ş e y in e sa sın d a , g e rç i b u d ü n y a d a ö lm e k m u k a d d e r ­
se d e , ö lm e z k a lm a k a rz u s u v a r d ı r : " V a r lı ğ ı n d a n iz le r b ı­
ra k m a m a k ta n is e y a ş a m a m ış o lm a k e v lâ d ı r ” d e rd i.
N a p o le o n y a ln ız fr a n s ız t o p r a ğ ın ı k o r u y a c a ğ ın a ve
F ra n s a n ın s a a d e tin e g ö z c ü o la c a ğ ın a d a ir d e ğ il, f a k a t o ­
n u n e n b ü y ü k ş a n v e z a f e r i k a z a n m a s ı iç in d e s a lt a n a t s ü ­
re c e ğ in e d a ir y e m in e tm e k le ta ç g e y m e m e r a s im in d e k i y e ­
m in i i l k t a ğ y i r e d e n a d a m d ır. N o r m a n d iy a d a I V üncü
H a n r in in b i r h a r p m e y d a n ın a b ir h a t ır a s ü tu n u d ik t ir d i
v e ü z e r in e ş u s ö z le ri h a k k e t t i : " B ü y ü k a d a m la r k e n d ile ­
r in e b e n z e y e n le rin şan v e z a f e r in i s e v e r le r .” O n c a b ü y ü k
F r e d e r ik in k ılıc ı " P ru s y a K i r a l ı n ı n b ü tü n h â z in e le r in d e n ”
d a h a k ıy m e tlid ir . F a k a t â ti o n u n f i k r i n i y a ln ız h a r p m e y ­
d a n la r ın d a k u r c a la m a z ; a m e le e v le r i n i n k u r d u r u lm a s ı h a k ­
k ın d a n a z ır la r ın d a n b ir in e y a z d ığ ı b ir te z k e r e y i şu m ü -
h e y y iç c ü m le i le n ih a y e te e r d i r i r : " İ n s a n la r a n c a k k e n d ile ­
r in d e n s o n r a k ile r e m ü e s s e s e le r b ı r a k t ı k la r ı iç in b ü y ü k tü r .”
F e th e d ilm e le r i k e n d is in in ş a n v e z a fe r in e b a d i o lm u ş m e m ­
le k e t le r i t e r k e tm e k le n e tic e y e v a r a c a k b ir s u lh e im z a k o y ­
m a ğ ı s o n d e m in e k a d a r r e d d e tti, v e ö m rü n ü n s o n u n d a , çe­
t in b i r m e lâ l i le a ğ ır la ş a n şu te ş b ih i, şu k ıy a s ı b u ld u : " Şan
v e z a f e r s e v d a s ı Ş e y ta n ın c e h e n n e m d e n c e n n e te g e ç m e k i­
ç in a d e m in ü s tü n e k u r d u ğ u o k ö p r ü y e b e n z e r. Ş a n v e z a f e r
K A YA 705

m a z iy i, g e n iş b ir u ç u r u m la a y r ılm ış o ld u ğ u â tiy e b a ğ la r.
O ğ lu m a b e n im n a m ım d a n b a şk a b ir şey k a lm ıy a c a k .”

IV

F a a liy e t, o n u n ta b ia tın ın ik in c i u n s u r u d u r. N a s ıl te ­
c e lli e d e r o f a a li y e t ?

H e r ş e y d e n e v v e l h e s a p la . K a t ’îy y e n d e h a ş im ş e ğ i ile
d e ğ il, f a k a t sa b it te e m m ü l v e m ü lâ h a z a ile , s ü r e k li b ir ça­
lış m a i le ö z e f ’a lin i d e v a m lı b ir s u re tte te n k id e ta b i t u t u l­
m a k la :

" B e n a s k e rî b ir p lâ n y a p a r k e n , b e n d e n d a h a k o r k a k
v e g e v ş e k b ir a d a m o la m a z . B ü tü n t e h lik e le r i v e a h v a l v e
ş e r a itin iç in d e z u h û r u m ü m k ü n o la b ile c e k b ü tü n k ö t ü lü k ­
l e r i g ö z ü m d e b ü y ü tü rü m . T a m a m i ile e z iy e tli b ir s in ir ih ­
tilâ c ı iç in d e k a lırım . F a k a t b u h a l b e n i e t r a fım d a k i k im se ­
le r e k a r ş ı ta m a m i i le s a k in g ö rü n m e k te n m e n e tm e z ; b e n
i l k d o ğ u r a n b ir k ız g ib iy im d ir .” B u h a l, y a r a tm a k a ğ r ıs ı
ç e k m e k b i r a r tis tin ru h u n d a k i h a ld ir . K a r a r la r ı n ı n b u a ­
ğ ı r h a m il m ü d d e tin i, o , R o e d e r e r in k a rş ıs ın d a d a h a v u ­
z u h la a n la tm ış tır :
" B e n d a im a ç a lış ırım , ç o k d ü ş ü n ü rü m . Ş a y e t b e n h e r
ş e y e c e v a p v e rm e ğ e , h e r ş e y e k a r ş ı k o m a ğ a h a z ır g ö r ü ­
n ü rs e m b u n u n seb e b i ş u d u r k i b e n b ir ş e y e te şe b b ü s e t­
m e d e n ö n c e , o iş in n e tic e s i n e y e v a r a c a ğ ın ı e v v e ld e n g ö r-
m ü ş ü m d ü r d e o n d a n . B a şk a / a rı n a z a r ın d a h iç b e k le n m e ­
d ik b ir h a l v e v a z iy e t k a rş ıs ın d a k a lın c a n e d iy e c e ğ im i v e
y a n e y a p a c a ğ ım ı b a n a b ir d e n b ir e d e h a v a h y ü ilh a m e t­
m ez, m ü lâ h a z a v e te e m m ü lü m , t e f e k k ü r ilh a m e d e r... B e n
Napoleon — 45
706 NAPOLEON

d a im a ç a lış ırım , y e m e k y e r k e n , t iy a t r o d a ik e n , d a im a . G e ­
c e le y in u y k u m d a n u y a n ır , ç a lış ır ım .”
" V a k ’a n ın r u h u ” d iy e t a b ir e t t iğ i b u ş e y o n d a a r d ı
a ra s ı k e s ilm e z b u m ü lâ h a z a v e te e m m ü ld e n d o ğ a r d ı. T e ­
m a s e ttiğ i h e r ş e y in k ü n h ü ııe v a r a n f i k i r v u z u h v e s a r a ­
h a ti, m u v a f f a k i y e t le r i n d e n b ir k ıs m ın ın is tin a t e t t iğ i v e
r iy a z i te rb iy e s in e b o r ç lu o ld u ğ u n u t a k d ir e t t iğ i r a k a m la r ­
la d ü ş ü n m e k â d e ti. H iç b ir t e f e r r u a t o n a lâ ş e y im iş g ib i
g ö r ü n m e z d i; z ira d ü n y a b u m ily o n la r c a h u r d e d e n y a p ı l­
m ış tır. B i r je n e r a l o n a e m ir le r in in i f a e d ild iğ in i y a z d ığ ın ­
d a n , b u m ü p h e m c e v a p o n u g a z e b e g e tir d i, ö j e n e k o n a k
y e r le r in in a h v a li h a k k ın d a ş u n u y a z d ı: " E te g e lin c e , n a ­
s ıl o lu r d a 3.747.000 k i ş i li k ta y i n m ik t a r ı et s a r fe tm e k
m ü m k ü n o l u r ? Ç o k ta n b e r id ir a r t ı k e t v e r i ld i ğ i y o k . G ö ­
re c e k s in iz k i b u iş saç m a b i r n e tic e y e v a r a c a k . K u r u seb ze
tu z , ş a ra p , r a k ı iç in d e a y n i ş e y i s ö y liy e c e ğ im . T e n z ili lâ ­
z ım g e le n te v z ia tın , h e r k o lo r d u , c e t v e lin i ç ık a r ıp b a n a
g ö n d e r s in . H e r ş e y in y ü z d e e lli s i v e b ir ç o k m e v a tta d a
y ü z d e y e tm iş i b e n d e n ç a lın m ış . 1.371.000 t a y i n li k y e m t a ­
y in i d e n e d e m e k o la c a k ? Ş u h a ld e îs t i r y a d a k i v e D a lm a ç -
y a d a k i a s k e r î k ı t ’a l a n d a h il e tm e k s iz in b e n im 1 2 .0 0 0 a tım
o la c a k d e m e k tir. A r t ı k b u k a d a r ı d a ç o k o lu y o r . S iz p e k
â lâ b ilir s in iz k i b e n im h iç b i r v a k i t t e 7.000 d e n f a z la a tım
o lm a m ış tır. B ü r o m a s r a f la r ı d a m ü b a lâ ğ a lı: D ö r t a y iç in
118.000 f r a n k ; b u , y ı ld a a ş a ğ ı y u k a r ı 400.000 fra n k e d er;
b u m a s r a f İ t a ly a K ı r a l l ı ğ ı iç in d e fa z la o lu r , b ü tü n F ra n ­
sa y a d a f a z la g e li r .”
V e b u , a n c a k b ir m is a ld e n ib a r e tt ir . M u h a b e r a t ın
c i ld le r i iç in d e m e v c u t o lu p h e p s i b iz z a t İ m p a r a to r t a r a ­
K A YA
707

f ı n d a n şa h se n d ik te e d ilm iş b u lu n a n h a r b e v e m ü lk î id a ­
re y e m ü te a llik b in le rc e m e k tu p , iç le r in d e s ı r f f i k i r le r v e ­
y a b ir m iz a c in d e li l v e e m a r e le r in i b u lm a k is tiy e c e k k im ­
s e le r i h a y a l s u k u tu n a u ğ r a ta b ilir . î t a ly a d a m u h a re b e le r in
ş id d e ti v e k ız g ın lığ ı iç in d e o , b ir A lm a n v a ta n s e v e r in in
m e k tu b u n u n b ir ç o k k o p y e s in i ç ık a r m a la r ım e m re d e r;
m a k s a d ı o m e k tu b u A lm a n y a m n h e r k ö ş e s in e y a y m a k tır.
H a r b in e n k ız g ın d e m in d e ik e n , K ı r a l M ü r a y a b a lo d a , t i ­
y a t r o d a a la c a ğ ı, e h e m m iy e tte tu tm a s ı ic a p e d e c e ğ i t a v r u
h a r e k e t e d a ir ta lim a t v e rm e k ü z re b ir m e k tu p d ik te e d e r
v e k im le r i d a v e t e tm e si lâ z ım g e ld iğ in e d a ir b ir lis te y a ­
p a r. E rfu rt h a z ı r lı k la r ı h e n g â m ın d a a k t r is le r i zen d ost
G r a n d ü k e ta k d im e tm e k ü z re b ir in i g ö tü r m e k lâ z ım g e l­
d i ğ i n i d e u n u tm a z . O n u n , f i k r i n i r a k a m la r la b e y a n e tm e k
â d e t v e ta rz ı, h iç b ir y a n d a şu g a r ip e k o n o m i s o s ia l ( İ ç ti­
m a î İ k tis a d iy a t) m ü lâ h a z a s ın d a o ld u ğ u k a d a r, h a y r e t v e ­
ric i b i r ş e k ild e k e n d in i g ö s te r m e z : " H e r a ile n in a lt ı ç o c u ­
ğ u o lm a lı, v a s a tî o la r a k b u n la r d a n ü ç ü ö lü r , k a la n la r d a n
ik is i b a b a i le a n a m n y e r in i tu tm a k iç in o r a d a h a z ır d ır , ü-
ç ü n c ü s ü d e ö n c e d e n d ü ş ü n ü lm e d ik f e v k a lâ d e a h v a l z u h û -
r u ta k d ir in d e o r a d a h a z ır b u lu n u r .” O n u n o h a r ik u lâ d e
f i k i r v u z u h u , b ir m e n z il k u m a n d a n ın a lâ y ı k b u saçm a f o r ­
m ü le m ü n c e r o lu rd u .
B u t ü r lü b ir ç a lış m a k u v v e ti, ic ra d a d a b iz z a ru r h ız ­
l ı v e s ü r ’a t li b ir te m p o i s t e r d i : E m irle r in in a ltın a b ir ç o k
d e f a : " F a a liy e t! f a a li y e t ! s ü r ’a t” d iy e y a z a r. P ru s y a K ı r a l ı
o n u n h a k k ın d a ta m v e d o ğ r u b ir h ü k ü m v e r m iş t i r : " O n u n ,
a r k a s ın d a k im d ü ş ü y o r, k im k a lıy o r h iç a ld ır m a d a n a ta
b in ip atı. d a k a r n ım y e r e d e ğ d ir e c e k k a d a r s ü r d ü ğ ü n ü b ir
708 NAPOLEON

görmek kâfidir” demişti. Fakat ata bindiğinden daha eyi


hareket ederdi ve ancak eyice düşündükten sonra kendini
var hızla ileri atardı. Hattâ ortada öyle sureti mahsusada
alâkadar olunacak bir şey, bir mes’ele yokken bile: "Kay­
bedecek bir lâhze bile yoktur” derdi. Çok dolu ve çok kı­
sa bir ömre malik olduğu duygusu onu ileri atıltırdı; içine
öyle gelirdi ki mesleğinin hedef ve intihasına, lâzım gel­
diği kadar çabuk erişememiştir. Harbin en civcivli zama­
nında Bernadota: "Ben sizin hatanızın yüzünden bütün
bir günü kaybettim, ve dünyanın tali ve mukadderatı bir
güne bağlıdır” dedi.
Bu tehalük onu, hadimlerini yalnız orduda sıkıştır­
mağa değil, fakat her memlekette müesses âdete göre dos­
yaları çekmecelerin dolapların dibinde küflenmesi mutad
olan nezaretlerde de taciz edecek kadar sıkıştırmağa sevk
ederdi. Lâzım gelir ki Taleyran bir kaç saat zarfında Rus­
ya ile bir muahedename yazsın. Bütün elçilerle konsolos­
lara kendisinin ikinci evlenmesinin sebeplerini bildirecek
olan bir tamim mektubu projesinin hemen "O gün için­
de” hazırlanmasını talep eder. Parisin güzelleştirilmesi onu
çok meşgul ederdi:
"Benim niyetim Parisi dünyanın en güzel payitahtı
yapmaktır; isterim ki şu on sene içinde onun ahalisi iki
milyon olsun. Paris için büyük ve faydalı bir şey yapmak
istiyorum. Bu hususta sizin fikirleriniz nedir?”
— Oraya su getirin.
— "Bu projeyi kabul ediyorum, siz evinize gidince
bana Mösyö Gotey (Gauthey) i gönderin, ve ona söyle­
yin ki yarın kanal kazmak üzre Villete 500 adam koşun.”
K A YA
709

H a fız a s ı h a r ik u lâ d e i d i : " B e n im b ü tü n s ic il v e h e ­
s a p la r ım z ih n im d e h a z ır d ır . B e n im A le k s a n d r e n ( a ltıs ı
b i r , a ltıs ı d a b ir o lm a k ü z re o n ik i h e c e d e n m ü r e k k e p ) b ir
m ıs r a ı e z b e rin d e tu ta c a k k a d a r h a fız a m y o k tu r , f a k a t s i­
c i l h e s a p g ib i v a z iy e tim e d a ir ş e y le r in b ir h e c e s in i b ile u ­
n u tm a m .” M e f t u n k a lın a c a k b ir ç a lış m a a l e t i ! M u h a re b e
e t t i ğ i m e m le k e tle r in a z ç o k e h e m m iy e ti h a iz m e v k ile r in in
b ü tü n is im le r in i fe n a t e lâ f f u z e d e rs e d e e z b e rin d e t u ta t.
N o k t a la r v e m e n z ille r m ü ş ü rü n a k le d e r ki İ m p a r a to r,
m e n z ille r a r a s ın d a k i m e s a fe le r i e z b e r b ilir m iş , h a lb u k i k e n ­
d is i is e b u n la r ı ö n c e k a y it la r d a v e k ü t ü k le r d e a ra m a ğ a m e c ­
b u r o lu rm u ş . B u lo n y a d a n g e r i g e lir k e n İ m p a r a to r , y o lu ­
n u k a y b e tm iş y a r ım p iy a d e b ö lü ğ ü a s k e re r a s t g e lir , a la y ­
la r ı n ı n n u m a ra s ın a b a k a r, v e k e n d ile r in in n e v a k it, n e re ­
d e n ç ık ıp g itm iş o ld u k la r ı n ı s o r a r v e o n la r a f i lâ n is tik a ­
m e ti g ö s t e r e r e k : " Siz ta b u r u n u z u f i l â n k o n a k y e r in d e b u ­
la c a k s ın ız ” d e r. O z a m a n o r d u 2 0 0 .0 0 0 k iş ilik b ir o rd u
id i.
B a ş ın ın iç in d e h e r ş e y â d e ta b ir d o la b a y e r le ş tir ilm iş
g ib i y e r le ş ir k a lı r d ı : " B e n b ir iş i in k ita a u ğ ra tm a k is te ­
d im m i o n u n ç e k m e c e s in i k a p a r, b a ş k a b ir iş in ç e k m e c e ­
s in i a ç a rım . B u iş le r in b i r i d iğ e r in e a s la k a rış m a z v e b e n i
h iç sık m a z , h iç y o rm a z . U y u m a k m ı is tiy o r u m ? B ü tü n ç e k ­
m e c e le r i k a p a r ım v e y a t a r u y u r u m .”
S o n r a d a n g ö rm e b ir in i u m u m iy e tle ü z ü n tiy e s e v k e -
d e n ru m u z v e a lâ m e tle r d e n N a p o le o n h iç b ir in i se ç ip a l­
m ış d e ğ ild ir .
Y ı l d ı z la r , e s k i e s a tire g ö r e h e r a d a m ın t a liin e m ü e k -
k e l p e r i le r , aizze, y ı r t ıc ı h a y v a n la r g ib i re m z v e a lâ m e t­
710 NAPOLEON

lerden hiç birini anlamamıştır. Bunların her birine arıyı


tercih etti; bu suretle, hüner ve istidat sahibi adamın yo­
rulmak bilmez gayretler ve saiyler neticesinde deha ismi
ile çok kolayca süsleyiverdikleri şeyi elde edebileceğini te­
barüz ettirdi. Deha çalışmadır, demişti, fakat demek iste­
diği şu idi ki: Deha çalışmayı istilzam eder. Napoleon id­
dia ederdi ki çalışma onun hayatıdır; o, bunun için yara­
tılmıştı. Şayet kendisinden sonra hiç bir şey bırakmadı ise,
şayet eserlerinden hiç biri berkarar kalmadı ise, fethetme­
sini bildiği saiy, şan ve zafer bütün gelecek nesiller naza­
rında gene de imrenilecek bir örnektir.
Bonapaıtın bütün konsüllüğü zamanında yanında
yaşamış olan Roederer de diğer birçokları meyamn-
da nakleder ki Napoleon ayni bir iş üzerinde veya muhte­
lif işler üzerinde sırtı sıra on altı saat çalışabilirmiş. Ben
onun fikrini hiç bir defa yorgun görmedim. Ben onun
fikrini hiç bir defa, hattâ vücudü yorgun düşse, hattâ en
şiddetli idmanlarda bulunsa, hattâ öfke içinde olsa dahî
hissiz ve cuşişsiz görmemişimdir. Ben onu yeni münaka­
şa ettiği bir işi düşünmek üzre veya çalışacağı bir işi dü­
şünmek üzre münakaşa etmekte olduğu mes’eleden ayrı­
lırken işin gelip te diğer bir işle zihnini karıştırdığım ve
onu dalgınlığa sevkettiğini asla görmüş değilim. Mısır­
dan gelen hayırlı veya felâketli haberlerden hiç biri onu
Kod Sivil üzerindeki çalışmalarından asla alıkoyup dal­
gınlaştırmadığı gibi, Kod Sivil de Mısırın selâmetinin is­
tilzam ettiği kombinezonları halele, teşevvüşe asla uğrat­
mış değildir. Hiç bir vakitte hiç bir adam yaptığı işe
kendini bunun kadar tamami ile vermiş ve yapması icab-
K A YA 711

eden işlere göre zamanını bundan daha eyi taksim ve tev­


zi etmiş değildir. Meşgaleyi, düşünceyi — o meşgale veya
düşünce ile meşgul olmak anım tesbit hususunda daha ma­
hir, takip hususunda daha çalâk ve faâl, aramak hususun­
da daha hararetli olduğundan — gününde de, saatinde de
gelmiyen bir meşgaleyi, bir düşünceyi reddetmek hususun­
da hiç bir fikir onun fikri kadar inhina kabul etmez ol­
mamıştır.”
İmparator iş ortaklarından, kuvvetlerinin fevkine çı­
kan bir çalışma yekûnu isteyerek onların sıhhatlerini de,
gençliklerini de ihlâl eder. Geceleyin çağırttığı kâtibi, sa­
baha karşı saat dörtte yanından çıktığı zaman saat 7 de
dosyaları alırdı, bu dosyalar saat 9 da meydana çıkıp neş­
redilecekti. Biri dikte ederek, öteki de yazarak ikisi bera­
ber çalıştıkları vakit Napoleon iki kişilik yemek getirtir,
masanın bir köşesinde kâtibi ile bir arada yerdi, nasıl ki
ayni yemeği bir yol kıyısında ilk yanma gelen bir yaver­
le birlikte yediği de olurdu. Konsüllük zamanında akşa­
mın saat 6 sında celseyi açıp ta sabaha karşı 5 e kadar u­
zattığı olurdu. Sırf siyasî ve İdarî mahiyette olan resmî mu­
haberatı, Şönbrundaki üç aylık bir ikameti zarfında matbu
in-folio sahifesi ile dört yüz sahife tutan 435 mektup ih­
tiva eder; bunlara bir de şifahî emirleri ile hususî mek­
tuplarını dahi ilâve etmek lâzımdır.
İşte Napoleon bu gibi silâhlarla mücehhez olaraktır
ki dünya ile düelloya girişti; dünya ile hokkabaz gibi oy­
nardı; kendi dehasından hakikî bir kombinezon mevhibe-
si diye bahsederdi. Plânlarının, emirlerinin arası ekseriya
712 NAPOLEON

şu şayanı dikkat ve çok faik olan şu formülle kesilmiştir:


"A un moment donné” '’Vakti münasibinde.”
Hareketlerine hiç bir prensip sekte vermediğinden en
hürde irticaçları, sallanmaları kaydederdi ve plânlarını ah­
valin cereyanına göre her vakit tağyir etmeye hazırdı. O
demir iradeli adamda en kıvrak bir fikir ve zekâ vardı, ka­
rarım ve azmini her kese zorla kabul ettirdiği halde kendi
nefsini daima vakayiin kuvvet ve cebrine tabi tutardı:
"Kendine limana girmek için zorla geçit açacağına açıkta
takip olunarak kaçan bir firkateyn süvarisinin, bir bahri­
ye kaymakamının zaafı, bir kaç şalupa veya hafif sefinede
teferruat kabilinden bir kaç engel ve aksilik çıkması dün­
yanın çehresinin değişmesine mani olmuştur. Akkâ zapt-
edilmiş olsaydı fransız ordusu Şama ve Halebe uçuyordu,
bir göz kırpma zamanı zarfında Fıratı tutacak, Suriye Hi-
ristiyanları, Dürzüler, Ermenilik Hiristiyanları ona iltihak
edecek, ahali baştan başa sarsılacaktı... Ben İstanbula ve
Hindistana varacaktım, dünyanın çehresini değiştirecek­
tim.”
Iş, bu muhakemenin istinaf ettiği şeyi tarihin de tav­
sif ve teyit etmesine kalır, bakalım böyle mi olacaktı?
Yalnız muhakkak olan bir şey varsa, o da Napoléon kadar
realist (gerçekçi) olan bir dimağın buna, böyle bir şey
olacağına inanmış olmasıdır. İçinde yaşadığı kombinezon­
lar âleminde her şey bir ferdin hat ve tarzı hareketine
bağlı idi. Bir tek adamın nefyi malı her vakit intibak et­
meğe hazır olduğu vekayi ve hâdisata yeni bir istikamet
verebilirdi. Bununla beraber o, kendi muvaffakiyetini hiç
yoktan bulup çıkardığı bu irticai mevhibesine affetmezdi,
KAYA 713

k e n d is in i ta m z a m a n ın d a d o ğ m u ş o ld u ğ u v a k ıa s ın a is tin a t
e t t i r i r d i ; ş a y e t X I V ü n c ü L u i z a m a n ın d a g e lm iş o ls a id i
k e n d in in d e t ıp k ı T ü r e n ( T u r e n n e ) g ib i b ir m a re ş a ld e n
b a ş k a b ir şey o lm ıy a c a k id iğ in i s ö y le rd i.
i h t i r a s l a r o n u n r u h u n u o k a d a r i h lâ l v e te ş v iş e tm e ­
m iş tir. G u r u r u , v e k a r ı h a k k ın d a k i d u y g u s u o n u n kendi
n e fs in e h a k im o lm a s ı k e y fiy e t in i k o la y la ş t ı r ı r v e nageh-
z u h u r o la n ş e y le r e k a rş ı a lış k ın lığ ı onu sovu k k a n lı­
lı ğ ı n ı k a y b e tm e k te n k o r u r d u . " B e n b ü y ü k h â d is e v e v a k ’-
a l a r a a lış k ın o ld u ğ u m d a n , o v a k ’a la r ın b e n im ü z e rim d e k i
te s ir i, z u h u r la r ı b a n a b i ld i r i ld i ğ i z a m a n o lm a z . A n c a k s o n ­
r a o lu r . B a n a g e lip d e b ilm e m n e z u h û r e tti d e s e le r b e n
b u n d a n h iç te e ss ü r d u y m a m . O n u n a c ıs ın ı a n c a k b ir s a a t
s o n r a d u y a r ım .”
E k s e riy a u m u ld u ğ u n d a n v e k e n d is in in d e te m e n n i e t­
t iğ in d e n f a z la s to ik g ö rü n m e s i b u n d a n i le r i g e lir . O ğ lu ­
n u n ö lü m ü n d e n s o n r a H o rta n s ta n , d a h a f a z la m e ta n e t v e
a z im ta le b e d e r. " Y a ş a m a k , a c ı ç e k m e k tir ; n a m u s lu a d a m
d a im a k e n d i n e fs in e h a k im k a lm a k iç in m ü c a d e le e d e r ”
d e r.
B u n u n la b e ra b e r b a z ı d e f a d a ö f k e o n a g a le b e ç a la r.
B u ö f k e g u r u r u ile , ç a b u k g a le y a n a g e li r s i n ir le r i i le v e
g ir iş ilm iş o lu p b a ş a rılm a s ın a b in e l lâ z ım g e le n b ir e s e ri
m e y d a n a g e tirm e k h u s u s u n d a d u y d u ğ u o y a r a tıc ı sa b u r-
s u z lu ğ u ile t e v ’e m g id e r . B i r e lç iy e y u m r u k k a ld ır d ığ ın a
v e y a b i r n a z ırın k a r n ın a te k m e v u r d u ğ u n a d a ir r i v a y e t
e d ile n s a h n e le r s ı r f b i r e r s a n ia d a n i b a r e tt ir , f a k a t B e rtie -
n in d ir a y e ts iz liğ i v e fe ta n e ts iz liğ i y ü z ü n d e n se b e p o lu p
t a h r ik e t t iğ i te e s s ü rlü v a k ’a d o ğ r u d u r , i b li s T a le y r a m n
714 NAPOLEON

iğ v a s i ü z e rin e b ir a k ş a m T ü i f ö r i d e B e r tie k o n s ü le k ır a t ­
lık t a n b a h s e d in c e B o n a p a r tın g ö z le r in d e ş im ş e k le r ç a k tı,
B e rtie n in ç e n e sin e b ir y u m r u k in d ir d i v e o n u d u v a r a d o ğ ­
r u i t e r e k : " A h m a k ! siz i g e lip d e b e n im k a n ım ı y e r in d e n
o y n a tm a ğ a k im te ş v ik e t t i? S iz e b u a k lı v e r e n k im ? B i r
d a h a b ö y le v a z i f e le r d e r u h te e d e y im d e rtıe y e s in iz ” d e d i.
P s ik o lo g y a n o k ta i n a z a r ın d a n d ik k a te ş a y a n b ir s a h ­
n e d ir b u . Ö fk e s in e ra ğ m e n B o n a p a r t b ö y le b ir te lm ih in
b a lîm v e s e lim B e rtie s in in d u d a k la r ın d a n b ö y le k e n d i li ­
ğ in d e n d ö k ü lm iy e c e ğ in i a n la y a c a k kadar z ih in vuzuhu
g ö s t e r iy o r .
N a p o le o n u n g â h e y i k a p a n m ıy a n b ir p e n c e re y i y e r i n ­
d e n s ö k ü p s o k a ğ a a ta ra k , g â h s e y is e k a m ç i in d ir e r e k , g â h
im lâ e t t iğ i ş e y le r a ra s ın a , b ilâ h a r e k â tib in in kopye e d ip
ç ık a r d ığ ı lâ n e t le r , b e d d u a la r k a r ış tır a r a k , b a z a n p e s k a p o s
m u a v in le r in in k a r ş ıs ın d a : " İç in iz d e p e s k a p o s u n u is te d iğ i
g ib i id a r e e d e n h a n g in iz s in iz , z a te n o p e s k a p o s h a y v a n ın
b i r i d i r ” d e m e ğ e k a d a r v a r a r a k k a b a v e n e z a k e ts iz b ir a ­
d a m g ib i h a r e k e t e ttiğ i a r a s ır a v a k i o lu r d u .
O n a , s o n z a m a n la rd a g a y b u b e t e tm iş o la n M ö s y ö L e-
g a llu v a ( L e g a llo is ) y i g ö s t e r iy o r la r .
— "Si... n e re d e id in iz s iz ? ”
— A ile m n e z d in d e id im .
— " N a s ıl, si... m iş b ir h a y v a n ın b ir i o la n b ir e v e k in
y a n ın d a ik e n b u k a d a r s ık s ık m ı g a y b u b e t e ttin iz ?
S iy a s î a d a m o la r a k ih tiy a ç v e ic a b ın a g ö r e g ö s t e r d iğ i
y a p m a c ık h id d e t s a h n e le ri b u n la r d a n d a d a h a m a n id a r d ı;
b a z a n b u h a lin i h e m e n k a p a t ır , ö rtb a s e d e r d i: " S iz b e n i
s a h id e n ö fk e y e tu tu ld u m s a n d ın ız . S a k ın y a n ılm ıy a s ım z ,
K A YA
715

b e n d e ö fk e , ( b o y n u n u g ö s t e r e r e k ) h iç b ir v a k i t b u r a d a n
y u k a r ı ç ık m a z ” d e rd i. B i r g ü n k a d ın la r la e n n e ş e li ta v u r -
d a lâ ü b a li b ir e d a ile k o n u ş a ra k k ü ç ü k y e ğ e n i ile o y n a r ­
k e n İ n g ilt e r e s e f ir in in g e ld iğ i k e n d is in e b ild ir ild i. B ird e n
b ire y ü z ü b ir a k t ö r ç e h re s i g ib i d e ğ iş ti, s im a s ın ın ç iz g ile r i
ç a t ı ld ı ; h a tt â b e n z i s a r a r ır g ib i o ld u ; k a lk t ı, a c e le a d ım ­
l a r l a İ n g iliz e d o ğ r u g itti, v e b ir s a a t m ü d d e tle , b ir s ü rü
in s a n ın k a rş ıs ın d a a te ş p ü s k ü rd ü . İ n g ilte r e y e , b u m ü z iç e l­
ç iy e k a rş ı o la n ö fk e s i s a m im î id i, fa k a t y ü z ü n d e k i m â n a
h a r e k e t le r i, b e y a n a tı f i lâ n h e p s iy a s î b ir g ö s te r iş ve b ir
v a z ’ı sa h n e id i.
B u y a la n c ık ta n ç ık ış m a la rı, s e r tle ş m e le r i u m u m iy e t­
le o n u ö f k e li b ir a d a m s a n d ır ır d ı, f a k a t b u n u n e n d o ğ r u ­
s u n u T a le y r a n g ö rm ü ş tü r . " B u ş e y ta n h e r i f in s a n ı h e r n o k ­
ta d a a l d a t ı r ; i p t i lâ v e i h t ir a s la r ım b ile s e z ip k a v ra y a m a z -
sım z , z ir a h e r n e k a d a r b u ş e y le r k e n d is in d e h a k ik a te n
m e v c u ts a d a o n la r ı b ile s a k la r g ö s te rm e z .”
İ t id a li d e m i, k e n d i n e fs in e h a k im liğ i ö y le s in e id i k i,
h u y la n a n b ir iz z e ti n e fis s a h ib in d e v e m u tla k k u d r e t s a h i­
b i b ir in d e b u lu n m a s ı p e k ta b iî g ö r ü le b ile c e k o la n in tik a m
a rz u s u n a k e n d in i h iç b ir v a k it t e k a p tırm a d ı. R a k ıy p le r
i le h a in le r e , h iç b i r v a k it t e a d a le tin v e re c e ğ i c e z a n ın f e v ­
k in d e b ir ceza v e rm iş d e ğ ild ir . N a p o le o n y a ln ız b a ş ın d a n
s a v m a k is te d iğ i k im s e le ri t a r d v e te b ’it e tm iş tir, v e h a ttâ
e k s e riy a , k ü ç ü k v e y a b ü y ü k , e s ir le re h ü r r iy e t le r i n i ia d e e t­
m e k g ib i g ü z e l h a r e k e t le r b ile g ö s te r m iş tir.
F a k a t B a d e lç is i g e lip d e B r u n s v ic k d ü k ü iç in b ir z a ­
r a r z iy a n ta z m in a tı is te d iğ i v a k it ö y le b u z g ib i s o ğ u k b ir
r e d m u a m e le s in e u ğ r a m ış tır k i ; h a n i d ü k , P r u s y a y ı h a rb e
716 NAPOLEON

kışkırttığı için değil, fakat 1792 de birinci sefer henğa-


mında Fransaya karşı neşredip içinde Parisde taş taş üs­
tünde bırakmayacağını vadettiği o mahut Koplentz (Cob­
lence) beyannamesinden dolayı. İmparator yirmi yıl son­
ra şöyle haykırmıştı :"Bu şehir ona ne fenalık etmiştir?
B u suretle, bu tecavüzün intikamı alınmış olsun!” dedi.

K e n d in d e k i f i li y y a t k u d r e t in i N a p o le o n f a t i h s ıf a t ı ile
e n b a r iz b ir s u r e tte g ö s te r m iş tir. B u k u d r e t u m u m iy e tle
b ir a s k e r d e m e v c u t o lm a s ı t a s a v v u r e d ilm iy e c e k k a d a r r u ­
h î v e m a n e v î ta r z d a b ir k u d r e t t ir . " B e n k ılıc ım ı g a y e t n a ­
d i r o la r a k k ın ın d a n ç e k ip ç ık a r m ış ım d ır, b e n h a r p le r i g ö z ­
le r im le k a z a n ırd ım , s ilâ h la r ım la d e ğ il” d e rd i. O n u n r u ­
h u n u ta n ım a k is t iy e n le r in n a z a r ın d a o n u n h a r p t e n e v v e l­
k i, h a r p e s n a s ın d a k i v e h a r p te n s o n r a k i ta r z ı h a r e k e t i, o ­
n u n a s k e r lik s a n ’a tm a g e t i r i p s o k tu ğ u y e n ilik le r d e n d a h a
a lâ k a b a h ş g ö r ü n ü r . B u h u s u s ta d a N a p o le o n k û lliy y e n o ­
r i ji n a lli k g ö s te r d i.

H a ttâ c e s a re ti b ile h iç k im s e n in c e s a re tin e b e n z e m e z ­


d i. B ilh a s s a g e n ç liğ i h e n g â m ın d a v e s o n s e f e r le r i e sn a s ın d a
b u c e s a re tin ö r n e ğ in i g ö s te r m iş ti, h iç u ta n m a d a n ta s d ik
e d e b ilir d i k i h e r z a m a n ö y le b ir a n g e lir d i, a s k e r o a n d e
ş e c a a ti e ld e n b ır a k ır d ı. D ü ş m a n d a k i b u z a a f a n ın d a n is ­
t i f a d e e tm e k , k u m a n d a n ın iş i id i. N a p o le o n " g e c e n in sa ­
a t ik is in d e k i c e s a re t” d e d iğ i o c e s a re te , m e ç h u l ö n ü n d e i r ­
tic a id e n v e a z m ü k a r a r d a n d o ğ m a o c e s a re te y a ln ız k e n d i­
n in s a h ip o ld u ğ u n u z a n n e d e r d i. D ü e l lo l a r d a k e n d in i g ö s ­
KAYA 7ı 7

te r e n ş ö v a liy e k â r î y i ğ it li ğ i y a m y a m c e s a re ti d iy e ç ü r ü te r e k
h a k ir g ö r ü r d ü : " M a d e m k i siz M a r e n g o d a v e A u s t e r lit z t e
h a r b e d ip v u ru ş tu n u z , c e s a re tin iz i g ö s te r e c e k b a ş k a d e lile
ih tiy a c ın ız y o k tu r . K a d ı n la r d a se b a t y o k tu r, s a a d e tte d e
ö y le . H a y d i d ö n ü n g id in a la y la r ın ız a v e g e n e b ir ib ir in iz le
e y i a r k a d a ş o lu n .”
N a p o le o n , h a r p a d a m ı o la r a k in s a n lığ ı h a ş in lik te n
a y ı r t e tm e s in i p e k m ü k e m m e l b ilir d i. K a b in e s in d e M e tte r -
n ih e : " B ir m ily o n a d a m ın h a y a tı b ile b e n im g ib i b ir a­
d a m ın s... d e (d e ğ ild ir” d iy e n a d a m , h a r p m e y d a n ın d a :
" Ş a y e t d ü n y a d a k i k ı r a lla r b ö y le b ir m a n z a ra g ö r s e le r d i,
h a r b a v e fü t u h a t a o d e re c e te şn e o lm a z la r d ı” d iy e b a ğ ı r ır ­
d ı. D i ğ e r b ir d e fa s ın d a d a J o z e fin e ş u n u y a z d ı: " B u m e m ­
le k e t ö lü i le v e y a r a lı ile k a p la n d ı. î ş in b u c ih e ti h a r b in
g ü z e l t a r a f ı d e ğ ild ir ; in s a n ac ı d u y a r v e ru h , b u n c a k u r b a n
g ö r m e k te n b u n a lır .” A s k e r li k s ilk in in v a z i f e le r i ü z e rin d e
ı s r a r e d e re k , d u y g u n u n d a , a k lü m u h a k e m e n in d e te s lim
e d e c e ğ i şu s ö z le ri s ö y le y e c e k tir : " B ir h a r p m e y d a n ın ı p e k
g ö z le v e i t i d a li d e m le g ö r m iy e n b ir i fa y d a s ız y e r e b ir ç o k
a d a m ö ld ü r ü r .” K e n d is in in s a k ın m a k is te d iğ i ş e y b u d u r.
N a z a r ın d a A v r u p a b ir m ily o n a d a m a d a d e ğ e r f a k a t f i lâ n
v e y a f i l â n is tih k â m ı iş g a l e tm e k , z a p te tm e k m e v z u u b ah s
o ld u ğ u z a m a n in s a n h a y a t ın d a e n ta m v e e n s ık ı b ir ta s a r ­
r u f t a b u lu n m a k lü z u m u k e n d in i g ö s t e r ir . " C a h illik ik i a ­
d a m y e r in e o n a d a m ö ld ü r ü r s e , b o ş u n a g id e n s e k iz a d a m ın
k a n ın d a n m e s’u l d e ğ il m i d i r ? ”
A n c a k s iy a s î z a r u r e tte n v e y a h u t ic b a r e d ilm iş o ld u ­
ğ u n d a n d o la y ı h a r b e d ip b a ş k a h iç b ir v e ç h ile h iç b ir v a ­
k i t h a r b e tm e d iğ in d e n İ m p a r a to r k in s iz h a r b e d e r d i, ve
718 NAPOLEON

muzafferiyetten sonra, rakıybi düşman saymazdı. Şon-


brundan yazar ki: "Lobau adasındaki 18.000 kişinin açlık­
tan ıstırap çektiğini dehşetle haber aldım; bu, insaniyet­
sizliktir; ve affedilmez. Hemen 20.000 tayinlik ekmekle
ekmekçiler için de gene o kadar tayinlik mikdarinda un
gönderin.” Fakat Tyrolliler mütarekeyi ihlâl edip asker­
leri katlettiklerinden Napoleon "hiç olmazsa altı büyük
köyün yağma edilip yakılmasını emreder. Tâ ki bu da-
ğîler kendilerine karşı yapılan bu mukabele bilmisli akıl­
larında tutsunlar, tâ ki bu şey kulaklarında küpe kalsın.”
Napoleona göre harp bir san’attir: "en mühim, bü­
tün diğer san’atları ihtiva eden san’at” tır, daha sonralart
da, hakikî san’atkârcasına şu sözü ilâve etmişti: "bir san’-
at ki öğrenilmez.” "Siz, Jomininin harp ilmine mahsus ki­
tabını okumuşsunuzdur diye kendinizi harp etmesini bilir
mi sanırsınız? Harp garip bir san’attir. Sizi temin ederim
ki ben 60 harp yapmışımdır, şu halde! ben hiç bir şey öğ-
renmemişimdir ki onu daha birinci harpten beri zaten bil­
memiş olayım. Bakın Sezara: Son defa da tıpkı ilk defaki
gibi harbeder.” Üstadı tanındığı bir mevzu hakkındaki te­
nakuzları bile tamamen bir san’atkârın, bir artistin tena­
kuzlarıdır. İspanyada bir Jenerale çıkışırken: "Benim he­
saplarım riyazî mütalealara istinat eder, işte onun için doğ­
rudurlar” diye yazar. Fakat adedin, yahut ki kıt’alardaki
manevî kuvvetin en esaslı amil bulunduğunu beyan ettiği
de vaki olmuştur ve hattâ ilhamdan bahsetmeğe kadar da
varmıştır. "Bir muharebenin ikbal ve mukadderatı bir
lahzanın, bir düşüncenin neticesidir; türlü türlü kombine­
zonlarla yaklaşılır, harbe tutuşulur, boğuşmağa girişilir,
K A YA 719

b i r m ü d d e t ç a r p ış ılır , k a t ’î k a r a r a n ı, d a v a y ı h a llü fa s le d e -
c e k a n k e n d in i g ö s t e r ir ; m a n e v î b ir k ıv ılc ım , t e lâ f f u z e­
d e r ; e n k ü ç ü k b ir i h t iy a t d a ic ra v e i f a e d e r .”
Ş u h a ld e s a n ’a t m ü n a s ip v e u y g u n a n ı k a v ra m a k ta n
ib a r e t o la c a k ; b u a n ı k o lla y ı p b ir d e n b ir e e le g e ç irm e k b ir
k a ç m u h a re b e d e n s o n r a k o la y la ş ı r : " M e s ’e le d a im a b ir e r
ç e y r e k s a a t m e s’e le s id ir... H e r m u h a re b e d e ö y le b ir a n g e ­
l i r k i, o a n d e e n y i ğ i t l e r b ile k a ç m a k is te r, o z a m a n b ir h iç
b i le o n la r a t e k r a r e m n iy e t v e rm e ğ e , iç le r in e e m n iy e t g e ­
tir m e ğ e k â f i g e li r .” B u t e lk in k u d r e ti o n u n b ir ç o k m u -
z a f f e r i y e t k a z a n m a s ın a se b e p o lm u ş tu r. A s k e r ü z e rin d e te ­
s i r i v a r d ı, k a v r a y ış ı v a r d ı, ç ü n k ü sa d e o ld u ğ u iç in a s k e r o ­
n u a n la r d ı : " H a rp s a n ’a t ı t ıp k ı h e r g ü z e l v e b a s it o la n şey
g i b i d i r ” d e r v e ş u n u i lâ v e e d e r d i: " A s k e r lik b ir fa r m a ­
s o n lu k tu r ... B e n d e o n la r ın lo c a la r ın ın ü s ta d ı a z a m iy im .”
N a p o le o n , n ü fu z u n u n e n v a z ıh v e e n a ş ik â rın ı h ü ­
k ü m e t m e v k iin e s u u d u n u n , h e r a s k e r in b ild iğ i, ta r ih in d e n
a lır d ı . V a k t i ile , g e n e J e n e r a l s ı f a t ı ile , s i v i l m e k a m la rın
ö n ü n d e in k iy a d e tm e k z a r u r e tin in ne dem ek o ld u ğ u n u
b i ld i ğ i iç in , r a k ıy p le r in d e n , k e n d ile r in i b ö y le b ir ş e y in e­
lin d e n k u r ta r m a m ış o la n la r ın a a c ırd ı. D i ğ e r c ih e tte n d e
d ile t a n t e iiğ e e m n iy e t e tm e z d i v e J o z e f e : " Ş a y e t k ı r a l ş a h ­
s a n k u m a n d a e d e rs e a s k e r, k e n d i b a ş ın d a b ir k u d r e t v e
n ü fu z b u lu n d u ğ u n u h is se tm e z o lu r . O r d u o n u a lk ış la r ,
t ı p k ı b i r k ır a liç e y i g ü z e r k â h ı ü s tü n d e a lk ış la d ığ ı g ib i. İn ­
s a n k e n d i J e n e r a l d e ğ ils e k u m a n d a y ı J e n e r a lle r e b ıra k m a ­
l ı ” d iy e y a z a rd ı.
K e n d is i A v r u p a n ı n , a s k e r s a f la r ı n d a b ilfiil h iz m e t
e tm iş y e g â n e h ü k ü m d a r ı o ld u ğ u n d a n , a s k e r lik h a y a tın ın
720 NAPOLEON

e n k ü ç ü k t e f e r r u a t ı b ile m a lû m u id i. K ı t ’a z a b itin in z ih ­
n iy e tin i a n la r v e h iç ö ğ ü n m e d e n " T o p h a r tu c u y a p a c a k
b ir k im se k a lm a s a b ile , v e ş a y e t y o k s a , b e n o n u im a l e t ­
m e s in i b i li r i m ; to p k u n d a k la r ı k u r m a s ın ı b i li r i m ; to p ica-
b e d e rs e , d ö k t ü r t ü r ü m ; m a n e v r a t e f e r r u a t v e t a f s i lâ t ı m t e d ­
ris e tm e k ik tiz a e d e rs e te d r is e d e r im ” d iy e y a z a b ilir d i. F a ­
k a t a n c a k lü z u m u ta k d ir in d e işe m ü d a h e le e d e r v e g û y a
b ir g e c e u y u y a k a lm ış b ir n ö b e tç in in y e r in i a ld ığ ın a d a ir
r i v a y e t e d ile n ro m a n e s k f ı k r a y a g ü le r d i : " B u f i k i r , ş ü p h e
y o k k i y a b ir b u r ju v a n ın , y a b ir a v u k a tın f i k r i d i r , fa k a t
m u h a k k a k tır k i b ir a s k e r in f i k r i d e ğ ild ir ” d e rd i.
B u n a m u k a b il İ m p a r a to r , o r d u d a ' m u tla k b ir m ü s a ­
v a t ın h ü k ü m s ü rm e s in e n e z a re t e d e r d i; b u h u s u s ta s o n u n a
k a d a r İ h t i lâ li n p r e n s ip le r in e s a d ık k a ld ı. H iç b ir k im se
li y a k a t g ö s te r m e d e n t e r f i e d ip ile r ile y e m e z d i v e ş a y e t o , e r ­
k e k k a r d e ş le r in e m ü s te s n a b ir m u a m e le y a p t ı is e b u ş u n ­
d a n i le r i g e li r d i k i, o n la r k ı r a l o lm a k la b e ra b e r b u , o n la ­
r ı te v b ih e tm e k te n k o rk m a z d ı.
K e n d is in e S ile z y a d a n b ir ra p o r g ö n d e re n Jero m a :
" M e k tu b u n u z n ü k te v e c in a s la d o lu , b ö y le ş e y i h a r p t e n e
y a p s ın la r . O r a d a s a ra h a t, is a b e t, azm ü k a ra r ve s a d e lik
lâ z ım ” d iy e y a z d ı. B u lo n y a d a J o z e f p r e n s lik k u r u m u ta s ­
la y ın c a o n u m a re ş a l S u ltu n y a n ın d a k a b u l e ttiğ i z a m a n
N a p o le o n b u n d a n d o la y ı o n u te v b ih e tti, z i r a : " O rd u s u ­
n u n iç in d e h iç b ir şey k u m a n d a n lığ ın e h e m m iy e tin i te n z il
e tm e m e lid ir. B i r re s m i g e ç it g ü n ü m ü n a s ip o la n ı J e n e ra -
l i n z iy a fe t v e r m e s id ir , b ir P re n s in d e ğ il. B i r J e n e ra l- P r e n s
k e n d i a s k e r î k ı t ’a la r m ı t e ft iş t e n g e ç ir d iğ i v a k i t y a ln ız Je -
n e r a ld ir . Z a p t ü r a p t h iç b i r is tis n a te c v iz e tm e z . O r d u b ir
KAYA 721

h e y e ti m e c m u a te ş k il e d e r, o n a k u m a n d a eden, k ü ld ü r .
G e c ik m e d e n h e m e n a la y ın ız a d ö n ü n .”
H a s ta la r ın , b aş k u m a n d a n la r ın v e b a s it a s k e r le r in a y ­
n i h ü rm e ti g ö rm e ğ e h a k la n v a r d ır . E y la u d a b ü y ü k t e le fa t
g ü n ü İ m p a r a to r , m e ş h u r b ir a s k e r î d o k to r u , y a r a lı b ir Je -
n e r a lin y a n ın a g itm e k te n m e n e d e r : " İ h tim a m la rın ız ı h e p ­
s in e ib z a l e d in , y a ln ız b irin e d e ğ il.”
B ir A lm a n z a b iti n a k lü r iv a y e t e tm iş tir k i m u h a re b e ­
le r i n s o n u n d a İ m p a r a to r y a r a lı la r ı n y a n ın d a d u r u r , o n la r ı
k a ld ı r t ı r m ı ş : "H iç o lm a z s a ş a y e t b u , y a k a s ım k u r ta r ır s a
b ir k u r b a n d a h a e k s ik o lm u ş o l u r ” d e rm iş. B ü tü n h a tır a ­
la r d a İ m p a r a to r a ç ık o r d u g â h ta a s k e r le r i i le ü lf e t e d e rk e n ,
o n la r a n e y iy e c e k le r i o ld u ğ u n u s o r a r k e n , o n la r ın v e r d ik ­
le r i c e v a b a g ü le rk e n , o n la r ın i t i r a f la r ı n ı v e m a h re m sö z ­
le r in i d in le r k e n t a s v ir e d ilir . S e n li b e n li k o n u ş m a ğ a iz in
v e rm e s i h a lîm se lim b ir h ü k ü m d a rın y a v a n b ir riz a v e m u ­
v a f a k a t i d e ğ ild i, c id d e n b a b a c a ra b ıta ve m ü n a s e b e tin
m e v c u d iy e tin e şah ad et e d e r d i; İ m p a r a to r , a s k e r le r in e :
" E v lâ tla rım ” d iy e h ita p e d e r d i, a s k e r le r d e o n a " K ü ç ü k
o n b a ş ı” lâ k a b ım v e r m iş le r d i, y a n i a rk a d a ş , fa k a t m e s’u l
a rk a d a ş . İ m p a r a to r t e k r a r h iz m e te g irm e k is te y e n e sk i b ir
G r ö n a d iy e y e : " M e k tu b u n u z u a ld ım , az iz a rk a d a ş , siz b a ­
n a g a z a la r ın ız d a n h iç b a h s e tm e y in , siz o rd u n u n e n y iğ it
g rö n a d iy e s is in iz . S iz i b e n m e m n u n iy e tle g ö r ü r ü m . H a r b i­
y e n a z ır ı size b i r c e lp te z k e re s i g ö n d e r d i, s iz i d a v e t e d e ­
c e k tir ” d iy e y a z d ı.
N a p o le o n k e n d i p lâ n la r ın ı n ta s a v v u r , t e r t i p v e ih z a ­
r ın a iş tir a k e tm e k im tiy a z ım k im se y e b a h ş e tm e z d i, fa k a t
m ü k â fa tla r d a ğ ıtm a k lâ z ım g e ld iğ i v a k i t e n b a s it b ir ne-
Napoieon — 46
722 NAPOLEON

f e r i n b ile r e y in i a lır d ı. E k s e riy a m u h a re b e d e n s o n r a k e n d i


e t r a f ı n d a b i r d a ir e ç e v i r t t i r i r v e z a b itle re , k ü ç ü k z a b itle re
v e n e f e r le r e s o r a r d ı, e n y iğ id i n k im o ld u ğ u n u ö ğ r e n ir , o n a
o s a a t m ü k â fa t v e r i r d i ; k a r t a lla r ı b iz z a t k e n d i te v z i e d e r d i.
B u s a h n e le r e ş a h it o lm u ş o la n S e g u r n a k le d e r k i : " Z a b itle r
g ö s t e r ir le r m iş , a s k e r le r ta s d ik e d e r, İ m p a r a to r d a ta s v ip
e d e r m iş .”

N a p o le o n u n h a r b i s e v d iğ i in k â r k a b u l e tm e z . F a k a t
o n u o , a r tis tç e s in e s e v m iş tir, m e v k ii i k t i d a r ı s e v d iğ i g ib i.
B i r g ü n b ir z a ir, iç in d e k a tîy y e n s ilâ h b u lu n m ıy a n b ir ç in
a d a s ın d a n b a h s e d in c e İ m p a r a to r o n a , in a n m ıy a r a k , b a k m ış :

— " N a s ıl? S i lâ h la r ı o ls a g e r e k ? ”
— Y o k , S ir.

— " A m m a e ttin iz h a , m ız r a k la r ı yahut h iç o lm a z s a


y a y la r ı v e o k la r ı d a m ı y o k ? ”

— N e b ir i v a r , n e d e ö te k i.
— " H a n ç e r le r i? ”
— O da yok.
— " E n a s ıl h a r b e d i y o r la r b u n la r ? ”
— O a d a h iç h a r p y ü z ü g ö rm e m iş .

İ m p a r a to r , â d e ta şa ş ırm ış k a lm ış , s a n k i b ö y le b ir m il­
le t i n v a r o ld u ğ u h a v s a la s ın a s ığ m ıy o rm u ş g ib i.

B u n u n la b e ra b e r d e N a p o le o n y e n i b ir d e v r in h u lû l
e tm iş o ld u ğ u n u ö n c e d e n s e z e rd i. Z a m a n ın e n b ü y ü k a s k e ri
o la n b u a d a m ın z e k â v e d ir a y e tin k ılıc a t e f e v v u k u n u b a h ­
şe tm iş o lm a s ı o n u b ir d e n b ir e b ü tü n r a k r y p le r in in fe v k in e
ç ık a r ır . O n u t e h d it e d ic i b i r v a z iy e tt e t a s v i r e d e n K a n o v a
( C a n o v a ) n ın h e y k e li m ü n a s e b e ti i le İ m p a r a to r b ir is t i h f a f
K A YA 723

d u y a r a k d e d i k i : « B e n fü tu h a tım ı y u m r u k la r ım la m ı y a p tım
s a n ıy o r ? »
N a p o le o n u n b ır a k t ığ ı t a r i f e g ö r e a s k e r î ş e f, s ı r f a s k e rî
m a h iy e tte o la n h a s lâ t v e m e z iy y e ti e r d e n b a ş k a b i r ç o k m e-
z iy y e te d e s a h ip o lm a lıd ır . K o n s ü l s ı f a t ı i le D e v le t Ş û r a ­
s ın d a d e r k i : « A t e ş li s ilâ h la r ç ık a lıd a n b e ri, şa h sî v e z a tî
k u v v e t o k a d a r ç o k s a y ılm a z o ld u ; id a r e e d e n v e h a ttâ k u ­
m a n d a e d e n s i v il z ih n iy e t tir , a s k e rî k u v v e t d e ğ il. B e n M ıs ır
O rd u s u n d a E n s titü a z a sı u n v a n ın ı a ld ığ ım v a k it, n e y a p t ı ­
ğ ım ı e y i b iliy o rd u m . H e r a s k e r k e n d in i b e n im k a d a r k u v ­
v e t li s a n a b ilir d i, y i ğ i t l e r a ra s ın d a b e n g e r i ç e k ilm e z d im ,
f a k a t o n la r d a g e r i ç e k ilm e z d i. Ş a y e t o n la r b e n i â lim s a n ­
m a m ış o ls a la r d ı h e r ş e y m a h v o lu p g i t t i id i. B u g ü n k u m a n ­
d a s i v il ş e y d ir, i r a d e e d e n v e h a ttâ k u m a n d a e d e n , f i k i r d i r ;
a s k e r î k u v v e t d e ğ il. B ir J e n e r a lin b i r m e z iy y e ti h e s a p tır,
b u is e b ir s i v i l m e z iy y e ttir, b ir m e z iy y e ti, in s a n la r ı b ilm e ­
s i d i r : S i v i l m e z iy y e t; b ir m e z iy y e ti d e t a lâ k a t t ır , fa k a t k a ­
n u n c u la r ın t a lâ k a tı d e ğ il, e le k t r ik le n d ir e n t a lâ k a t : S i v i l
m e z iy y e t!...»

D a h a s o n r a la r ı d a h a d a k a t ’î o l u r : « H a r p b ir h a ta y ı
ta r ih îd ir ... B ir g ü n m u z a f f e r i y e t le r to p s u z v e s ü n g ü sü z ih ­
ra z e d ile c e k tir... A v r u p a m n s u lh ü n ü h e r k im ih lâ l e tm e k
İsterse, d a h ilî h a r p is t iy o r d e m e k tir....»

H a r p a d a m ı o la n N a p o le o n iş te b ö y le k o n u ş u rd u .

VI

B u h a r ik u lâ d e fa a li y e t i n g ıd a s ı v e ş ik â r ı in s a n la r d ı.
N a p o le o n ta b ia tın k u v v e t le r i ile n a d ir e n ç a r p ış tı v e esa sen
724 NAPOLEON

n e v a k i t o n la r la ç a rp ış m a ğ a m e c b u r k a ld ı ise a k a m e te u ğ ­
ra d ı, fa k a t in s a n la r ı k e n d i u ğ r u n d a d a ğ la r ı v e m e s a fe le r i
y e n m e ğ e te ş v ik e tm e k lâ z ım g e ld iğ i v a k i t d a im a m u z a f f e r ­
d i. E n e rjis in in v e m u h a y y e le s in in e n te r c ih e n ç a ld ığ ı e n
g ö z d e a le t, m a h lû k u b e ş e rd i. H iç b ir f a n i b u k a d a r ç o k a d a ­
m ı o n u n k a d a r h ü k m ü a ltın d a tu tm u ş d e ğ ild ir : O rd u la r*
M i lle t le r , F e r tle r v e f e r t le r i n a ra s ın d a n d a e n e y ile r i. T a v r ı ,
h a r e k e t i is tih k a r v e i s t i h f a f t a v r ı v e h a r e k e t i i d i ; v a s ıt a la r ı
d a şan , z a f e r v e p a r a id i. T e c r ü b e o n u şu k a n a a te v a r d ı r -
m ış tı k i ö ğ ü n g e n lik , k ıs k a n ç lık , ş ö h r e t s e v e r lik k e n d ile r in i
b ir y a n d a n u m u m u n ta h s in v e t a k d ir in i d o la p la , d e sis e ile
e le g e ç irm e ğ e s e v k e d e rk e n b ir y a n d a n d a h ırs v e ta m a ’la ,
h a s is lik le v e a ile z ih n iy e ti i le z e n g in lik le r e m e c lu p o la n
in s a n la r ın y e g â n e m ü ş e v v ik i m e n fa a tt ir . İ d e a lin k u d r e t v e
n ü fu z u b a h s in e g e lin c e o h u s u s ta re y b î v e ş ü p h e li o la n
N a p o le o n u n , r u h la r ı v e f i k i r l e r i k a z a n m a k iç in m a d d î ç a ­
r e le r v e v a s ıta la r k u lla n m a s ı z a r u r î i d i ; ş a y e t iz z e ti n e fs e
o la n h it a p la r ın d a b a z a n s a f î Ş a n v e z a f e r in lis a n ın ı is tia re
e d ip k u lla n d ı ise, r u h la r ı b o z u p b a ş ta n ç ık a ra n h e s a p la r ı­
n ın iç in e ö z ta b ia tın ın s ih r i v e h a y r e t v e r ic i te s iri, k e n d in e
ra ğ m e n , g e lip g ir d i. G o e th e o n u n h a k k ın d a d e m iş tir k i:
« F i k ir le r le y a ş a y a n N a p o le o n , o f i k i r le r i n b a ş k a la r ın ın v i c ­
d a n ın d a d a v a r o ld u ğ u n u b ilm e z v e k a b u l e tm e z d i; o k i
İ d e a ld e h e r n e v i ş e n iy e tin , g e r ç e k liğ in m e v c u d iy y e tin i in ­
k â r v e n e h y e d e r d i, k e n d is i d e o id e a li g e rç e k le ş tirm e ğ e ,
ş e n ile ş tirm e ğ e a z g a y r e t s a r fe tm e z d i.»
G o e th e d e , N a p o le o n d a in s a n la r h a k k ın d a b ir M e -
fis t o f e le s n o k ta i n a z a r ın d a n h ü k ü m y ü r ü t m e z le r d i; « İ n s a n ­
la r ı n ç o ğ u e y iliğ e d e h a in liğ e d e , y i ğ it li ğ e d e m ü s ta it v e
KAYA 725

m e y y a ld ir . İ n s a n ın ta b ia tı e z e ld e n b ö y le k u r u lm u ş tu r ; ö t e ­
s in i ta h s il, te r b iy e v e a h v a l, ş e r a it y a p a r ; iğ v a v e c a z ib ey e
a z a d a m m u k a v e m e t e d e r » d e m e k te m ü t t e f ik id ile r .
N a p o le o n a g ö r e in s a n ru h u n u n e n in ce b ir s u re tte b i­
lin m e s i, m u v a f f a k ıy y e t iç in i lk e s a s lı ş a r t t ı : « B e n t a h lili
o ld u m o la s ıy a s e v m iş im d ir. N iç in ile n a s ıl o k a d a r fa y d a lı
s u a lle r d ir k i in s a n o n la r ı k e n d in e n e k a d a r te v c ih e tse ç o k
d e ğ ild ir .» B ir n e v r o lo g , b ir s in ir m ü te h a s s ıs ı n a s ıl y a p a rs a ,
o d a ö y le s o ğ u k k a n lı lı k la b ü tü n p s iç ik s e m p to m la rı « S y m ­
p tô m e p s y c h iq u e - r u h î a r a z » i, b ü tü n m e to d la r ı, e z c ü m le
s im a ilm in i b ild iğ i L a v a te r in m e to d la r ım « u s u lle r in i» k u l­
la n a r a k s o ğ u k k a n lı lı k la ta ra s s u t v e m ü ş a h e d e e d e r d i; b i­
r in e m a a lm e m n u n iy e s u a l te v c ih e d e r v e « Ö n c e a d a m ım ı
a n s ız ın s e r t b ir m u a m e le i le s ık ış tır ıp , b a n a v e r d iğ i c e v a p
ta r z ın d a n o n u n h a k k ın d a e d in m e k liğ im b e n c e m ü h im o la n
ş e y i d e r h a l b ilir im . R u h u n u n h a n g i ahenge kadar ç ık ıp
y ü k s e ld iğ in i e ld e e d e r im ; z ira b ir tu n c a e ld iv e n le v u r u n ,
tu n ç h iç ses v e r m e z ; fa k a t o n a b ir ç e k iç le v u ru n , hem en
ç ın ç ın ö t e r » d e rd i.
M a n y a tiz m a lı b a k ış la , i lk k a rş ıs ın a ç ık a n ın ü s tü n e ç ö ­
k e r d i. A r d ı a r a s ı k e s ilm e z s u a lle r , o n u n , k e n d i â d e tin e v e
k u lla n ış ın a g ö r e te sis v e t e r t i p e ttiğ i in s a n t ip i k o le k s iy o ­
n u n u h iç d u rm a d a n ta m a m la m a s ın a m ü s a it o lu r d u . İ m p a ­
r a t o r m u h a ta b ın a o m u h a ta b ı s ık ıp ra h a ts ız e d e c e k , k o r k u ­
ta c a k k a d a r ç o k s u a l s o r a r d ı; a r t ık s u a l s o rm a k ta n g ü lü n ç
o la c a k ra d d e y e g e le c e k k a d a r s o r a r d ı. H e r v a k it h a re k e tte
b u lu n a m a d ığ ı iç in , h iç o lm a z s a ö ğ r e n ip b ilm e s i ic a p e d e rd i,
S e n t - E te n d e b ir d o k t o r u n y a n ın d a , s o f r a d a g e ç ir ile n y irm i
d a k ik a d a n n a s ıl is t ifa d e e tm e li? « G e m id e k a r a c iğ e r in d e n
726 NAPOLEON

h a s ta k a ç k iş im iz v a r d ı ? K a ç d iz a n te r i v a k a s ı v a r d ı ? A s k e r î
d o k t o r la r ı n m a a ş ı n e m ik ta r a b a liğ o lu r ? ö l ü m n e d ir ? S iz
o n u n e y o ld a t a r i f e d e b ilir s in iz ? R u h v ü c u d ü n e v a k it te r -
k e d e r ? V ü c u t r u h u n e v a k i t a l ı r ? » d iy e s o ra ra k ...
T e k lifs iz le r in d e n b ir in in r iv a y e tin e g ö r e k o n u şm ak ,
y a ln ız k e n d in in k o n u ş m a ğ a h a k k ı o lm a k , n e fs i m ü te k e llim i
v a h d e o lm a k İ m p a r a to r u n y ü k s e k m a k a m v e v a z iy e tin d e n
a ld ığ ı y e g â n e z e v k v e le z z e tti. E lim iz d e d iğ e r b ir ç o k f ii-
li y y a t a d a m la r ın a a it ş e h a d e tle r v e d e li lle r d e v a r d ı r , fa k a t
b u n la r d a n h iç b ir i N a p o le o n k a d a r k o n u ş m a m ış la rd ır . D ü n ­
y a n ın k a rş ıs ın a te k b a ş ın a d ik ilm iş o ld u ğ u n d a n k e n d i şah -
s iy y e tin i k a b u l e ttir m e k iç in b u a d a m ın , k e n d in i a n la tm a s ı
ic a p e d iy o r d u . M ü k â le m e le r in in b a z a n b eş s a a tte n s e k iz
s a a te k a d a r s ü rd ü ğ ü o lu r d u ; b a z ı d a o n b ir s a a t s ü r e r d i ;
b u m ü d d e t z a r fın d a s ö z ü n a d ir e n m u h a ta b ın a b ır a k ır d ı.
R o m a lı o lm a k ta n z iy a d e I ta ly a n o la n b u s e lâ s e t o n u n ec­
n e b i ş iv e s i ile p e k u y g u n d ü ş e r d i; fa k a t e li v e v ü c u d ü i le
h a r e k e t le r i n a d ir id i. Y a ln ı z h u s u s î b ir titiz le ş m e , u m u m i­
y e t le a r k a s ın d a b ir ib ir in e b a ğ lı tu t t u ğ u e lle r i n i b ir m e y ­
d a n o k u m a h a r e k e ti ile ç ö z m e ğ e s e v k e d e rd i.
i m p a r a t o r k e n d i b e n d e le r in e p a r a y ı h a k ik a te n ş a rk -
k â r î b i r b o llu k v e c ö m e r tlik le d a ğ ıtm ış tır ; fa k a t k e n d in in
p e k a z ih tiy a c ı v a r d ı : " B u n c a h a r p le r e g i r i p ç ık tık ta n s o n ­
ra , in s a n ın , is te s in is te m e s in , b ira z s e r v e ti o lm a k g e r e k tir .
B e n im 8 0 .0 0 0 y a h u t 1 0 0 .0 0 0 m i k ta r ın d a g e lir im v a rd ır;
ş e h ir d e b i r e v im , b i r d e s a y fiy e d e b ir e v im v a r d ı r ; b a ş k a
b ir m a la d a ih tiy a c ım y o k t u r . Ş a y e t b e n fr a n s ız m ille t in ­
d e n h o ş n u t o lm a s a y d ım , y a h u t fr a n s ız m ille t i b e n d e n h o ş ­
n u t o lm a s a y d ı, b e n d e r h a l k ö y ü m e ç e k ilird im , o lu r b ite r ­
K A YA 727

d i... B u b ir fa r a z iy y e d e n ib a r e tt ir , z ira , ş im d iy e k a d a r o ,
b e n i n a z lı a lış tır ıp ş ım a rtm ış tır, b ir d ile ğ im i ik i e tm e m iş ­
t i r , n e a r z u e d e rs e m y e r in e g e tirm iş tir ... N e y a p a r s ın ? B u
m e m le k e t ç ü rü k tü r , m ü r te ş id ir, h e r v a k i t d e ö y le o la g e l­
m iş tir. B i r in s a n n a z ır o ld u m u h e m e n ş a to y a p t ır ır d ı.. B i­
l i r m is in iz b e n im T ü ilö r id e k i te ş k ilâ tım iç in b e n d e n n e p a ­
r a i s t e r le r ? İ k i m i ly o n ! B e n , m a s r a f d e f t e r le r in i n 8 0 0 .0 0 0
fr a n g a in d ir ilm e d e n ö n c e bana a r z e d ilm e s in i m e n e ttim .
E t r a f ım ı k ü lh a n ile r s a rm ış ...”
Roederer ona: "Umumî işler ve muameleler size hiz­
metkârlarınızın hırsızlığından daha pahalıya oturuyor” di­
ye cevap verir.
— " İşte b u n u n iç in d ir k i ş a h s a n b a n a a it o la n h e s a p ­
la r a d a h a y a k ın d a n n e z a re t e tm e ğ e m e c b u ru m .”
İş te b u o tu z y a ş ın d a k i D e v le t re is i, e t r a f ı m a la n r ü ş ­
v e tte n , d e b d e b e v e ih tiş a m d a n b u y o ld a ş e k v a e d e r v e m ü ­
t e a h h itle r in e d o la n d ır ıc ı im iş le r g ib i m u a m e le e d e r ; z ira
o ld u ğ u h a ld e id a r e e d ilir s e p e k â lâ h o ş u n a g id e c e k o la n
b ir s a r a y ı t e r t i p v e id a r e e tm e k iç in ik i m ily o n is te r le r . F a ­
k a t İ h tilâ ld e n d o ğ m u ş o d e r in a h lâ k fe s a d ım m u z a ffe r iy -
y e t le y e n d ik te n , o r d u m ü te a h h itle r i ile d iğ e r is tifa d e c ile -
r in y u t t u k la r ı n ı b u r u n la r ın d a n g e tir d ik te n , h a r p te z e n g in ­
le ş e n k im s e le rin b u n d a n b ö y le m ü th iş ceza v e m ü ra k a b e -
le r le ö n ü n ü a ld ık ta n s o n r a , m a r e ş a lle r in e b a z a n b i r m i l­
y o n u d a g e ç e n g e li r te v z i e tm e si z a r u r î id i. K o n s ü lü n u ­
m u m î s e r v e ti ç a la n h ır s ız la r e lin d e n k u r t a r d ığ ı D e v le t in ,
a h lâ k b o z a c a k r a d d e y e v a r a n m ü k â f a t la r ı n e z ic i y ü k ü n e d a ­
y a n m a s ı g e re k ti.
Hizmetinde bulunanlardan bazıları onun sayesinde ve
728 NAPOLEON

o n u n a le y h in d e o la r a k z e n g in le ş ti. İ m p a r a to r b ir g ü n T a -
le y r a n a d e d i k i : " E lim d e h iç b ir p a r a k a lm a d ığ ı v a k it b e n
s iz e m ü r a c a a t e d e c e ğ im . H a y d i ş u n u a ç ık ç a s ö y le y e lim , b e
n im le b u lu n d u ğ u n u z m ü d d e tç e n e k a d a r p a r a k a z a n d ın ız ? ”
— B e n z e n g in d e ğ ilim , S ir, f a k a t e lim d e a v c u m d a h e r
n e v a r s a h e p s i s iz in e m rin iz e a m a d e d ir.
İ n s a n la r la m u a m e le s in d e n ih a y e ts iz d e re c e d e m ü te n e v ­
v i t e k n ik li b ir u y s a lla ğ ı v e k ı v r a k lı ğ ı v a r d ı. E lin d e e n e y i
t u t t u ğ u a d a m la r J e n e r a lle r i le M a r e ş a lle r d i. O n la r iç in ,
k e n d ile r in i ş a n v e ş e r e fle ih a ta e tm e k f ı r s a t ı h iç tü k e n m e z
b ir k a y n a k h a lin d e id i v e İ m p a r a to r , i f a e d ilm iş o la n b ir
h iz m e ti b o l b o l m ü k â fa t la n d ır d ığ ı iç in b u a d a m la r ın s e r­
v e t i b o y u n a a r tm a k ta n g e r i k a lm a z d ı. İ m p a r a to r e n b ü y ü k
z a b itle r in i iş te b ö y le p a r a i le d o ğ r u d a n d o ğ r u y a k e n d i e m ­
r i v e t a b iîy y e ti a ltın d a t u t a r d ı. P a ra , s e r v e t d e n e n ş e y k e n ­
d i le r i iç in y e p y e n i b ir şe y o la n b u a s k e r le r in p a r a y ı ç ılg ın ­
c a h a r c a d ık la r ım , b o rc a b a t t ık la r ım v e s o n r a d a g e lip k e n ­
d is in d e n im d a t is t e d ik le r in i m e m n u n iy e tle g ö rü rd ü . Bu
s u r e tle o n la r ı m ü s r if lik t e n t ı r ı lh ğ a , s o n r a d a p a r a s ız lık ta n
g e n e r e f a h a s e v k e d e rd i. B u n d a n b a ş k a d a h e r şe y e b iz z a t
k e n d i k a r a r v e r d iğ in d e n , o n la r d a p e k az te ş e b b ü s k u v v e t i
b ır a k ır , o r d u la r ı n ın r e is le r in e k e n d i d e h a la r ın ı g ö s te r m e k
f ı r s a t ı m n a d ir e n v e r i r d i . T e b liğ le r d e o n la r h a k k ın d a y a ­
z a c a ğ ı ş e y le r in ib a re s in i, m ü n a s ip liğ in i, u y g u n lu ğ u n u d ik ­
k a t le ta rta rd ı ; tâ ki g u r u r la r ı n ı, t e f a h u r le r i n i ve
k ıs k a n ç lık la r ım k o ru s u n . G ıllü g ış siz b ir d o s tlu k
r a b ıta s ın ın y a p a m ıy a c a ğ ı d e re c e d e n daha s a ğ la m b ir
s u r e tte J e n e r a lle r i n i k e n d in e b a ğ lıy a n h e m k in v e h e m
m u h a b b e t d u y g u la r ı b u n d a n i le r i g e lir d i. K e n d in e h a k ik î
K A YA 729

s u r e tte b a ğ lı v e s a d ık y e g â n e a d a m la r b e lk i d e B e r tie ile


D ü r o k t u r . N a p o le o n o n la r ın b u h a lin e : " Ç o c u k v e s a d ık
k ö p e k b a ğ lılığ ı ” d e rd i. N e y k e n d in i m ü te m a d iy e n fiş e ğ i
s ü r ü lü d o lu b ir tü f e ğ e k ıy a s e tm iş tir k i a n îd e v e h e m e n
İ m p a r a to r u n n iş a n a lıp g ö s t e r d iğ i y e r e g id e r . N a p o le o n a
g e lin c e , o , y a ln ız k e n d is in e s u u d u e s n a s ın d a r e f a k a t e tm iş,
o n u n is r in i ta k ip e tm iş o la n la r a e h e m m iy e t v e r i r v e H a t ı­
r a t ın d a o n la r a b ir e r ş e r e f m e v k ii v e r m iş tir . B ir D ö z e d e k i
m e ta n e t v e m ü v a z e n e y e im r e n ir d i; M o r o y a d e h a d a n z iy a ­
d e ş e v k i ta b iî a t f e d e r d i; L a n d a f i k ir d e n z iy a d e şe c a a t b u ­
lu r d u ; K le b e r ş a n ı, z a f e r i a n c a k z e v k e e riş m e k iç in a r a r d ı ;
M a s s e n a y a ln ız a te ş k a rş ıs ın d a c e su r o lu r d u ; " M ü ra h e m
b ir h a y v a n d ır , h e m d e b ir k a h ra m a n .” N a p o le o n k e n d i
m e b a d is in e ş a h it o lm u ş in s a n la r d a n a y r ılm a s ın ı s e v m e z d i;
f a k a t b u h a l o n la r ın ü z e r in e g a z a p v e ö fk e s in i y a ğ d ır m a ­
s ın a d a m a n i o lm a z d ı. W a g r a m d a n s o n ra , ş id d e tli b ir s a h ­
n e d e , i m p a r a t o r , M a s s e n a y ı fe n a d ö ğ ü ş tü ğ ü n d e n d o la y ı
a z a r la y ıp h a ş la d ı, f a k a t b u n d a n b ir ç e y r e k s o n ra o n u m a ­
r e ş a lliğ e t e r f i e ttir d i.
in s a n la r a k a rş ı o la n i s t i h f a f ı z a m a n z a m a n o n a u sa n ç
v e r i r . "O z a m a n b e n im h a tt â s ilâ h a r k a d a ş la r ım a b ile e m ­
n iy e tim k a lm a z ; v e b u , b a n a o k a d a r ıs t ı r a p v e r i r k i, e li n ­
d e n g e le n h e r ç a re y e b aş v u r a r a k , b a n a ç o k a c ı ç o k z a lim
g e le n b u ş ü p h e d e n s ı y r ı lı p ç ık m a ğ a ç a lış ır ım .”
H iç b ir v a k it h a y a l v e k u r u n t u y a k a p ılm a z . L a n ın ö ­
lü m ü o n a ç o k te s ir e d e r ; fa k a t N a p o le o n u n o n a ö lü m d ö ­
ş e ğ in d e ik e n s ö y le d iğ in i is n a t e ttiğ i s ö z le rd e n h iç b ir i s ö y ­
le n m iş d e ğ ild ir . D a h a s ı v a r , i m p a r a t o r s o n r a la r ı M e tte r -
n ih e d e r k i : " L a n ın a ğ z ın d a n s ö y le ttiğ im c ü m le y i o k u d u ­
7b O NAPOLEON

nuz — b u n u o , d ü ş ü n m ü ş b ile d e ğ ild ir ! M a r e ş a l b e n im


a d ım ı t e lâ f f u z e ttiğ i z a m a n , g e lip b a n a b u n u s ö y le d ile r,,
v e b e n d e r a k a p , m a re ş a lin ö ld ü ğ ü n ü i lâ n e ttim . L a n , b e n ­
d e n k a lb ı o la r a k n e f r e t e d e r d i. O , b e n im a d ım ı t ı p k ı z ın ­
d ı k la r ö lü m , a n ın a v a r d ı k la r ı z a m a n A l l a h a d ım n a s ıl z ik -
r e d e le r s e ö y le a n m ış tır ; L a n b e n im a d ım ı z ik re d in c e , o n a .
b e n m u h a k k a k s u re tte k a y b o lm u ş n a z a r ı i le b a k m a ğ a m e c ­
b u r o ld u m .”
M a r e ş a lle r i saç m a ş e y le r y a p t ı v e y a z e lilc e h a r e k e t e t­
t i m i, e n e sk i d o s tlu k b ile o n u b u m a r e ş a lle r i — g û y a b u
m a r e ş a lle r t ı p k ı k ü ç ü k k ü ç ü k a fa c a n ç a p k ın la rm ış g ib i —
a z a rla m a k ta n , h e r b irin e ç ık ış m a k ta n m e n e tm e z d i. J ü n o -
y a : " S iz d e h iç b ir d ir a y e t, h iç b ir s e lim m uhakem e y o k ;
ta r z ı h a r e k e t in iz in b ir e şi d a h a y o k tu r ... S iz in , a s k e r î v a ­
z ife le r in iz h a k k ın d a g a y e t y a n lış b ir f i k r i n iz v a r , s iz i b e n
â d e ta a r t ı k ta n ıy a m ıy o r u m ” d e r. L o m b a r d iy a d a b i r je n e -
r a le : " S iz in k u m a n d a n ız d a p e k az i f f e t v e is tik a m e t, ç o k
h ırs v e ta m a g ö r ü lm ü ş t ü r ; f a k a t ş im d iy e k a d a r b e n s iz in
c e b în o ld u ğ u n u z u b ilm e z d im . S iz ç ık ın o r d u d a n v e b ir d a ­
h a d a g ö z ü m e g ö r ü n m e y in ” d e d i.
İ s p a n y a d a d ü z v e ç ıp la k y e r d e d ü ş m a n ın a s ilâ h t e r k

v e te s lim e d e n b ir je n e r a l, a l t ı a y s o n ra , b ir g e ç it re s m in d e

t e k r a r m e y d a n a ç ık m a ğ a c ü re t e d in c e , N a p o le o n fe n a h a l­
de k ız ıp k ö p ü rü r, o je n e r a le b ir saat sövüp sa­

yar : " O rd u s u ş ü p h e li veya h a tt â k ö tü b ir va­

z iy e tte k a la n b ir je n e r a l n e y a p m a lı ? G ü c ü y e t e b ilir s e o
v a z iy e ti d e ğ iş tir m e li, g ü c ü y e tm e z s e k e n d i c e s a re tin e m ü ­
r a c a a t e tm e li, d ö ğ ü ş m e li, z ir a b u n d a g e n e b ir ih tim a l v a r ­
KAYA 731

dır. Fakat yenilecekmiş... Eh, ne yapalım, yenilsin! öyle


olsa bile gene her şey elden gitmiş olmaz, şeref kalır.”
imparator açık sözlülüğü ve açık gönüllülüğü ile za­
manının bütün diplomatlarını yıldırmıştı. "Dirayet, selim
muhakeme ve oyunu eyi idare ediş hiyleden, hud’adan da­
ha eyi muvaffak olur; köhne diplomatların kullandığı u­
sul olan bu mesleksizlikler, bu ahlâksızlıklar artık yıpran­
mış geçmiştir; onların bütün incelikleri meydana çıkmış,
keşfedilmiştir, sonra da yüksek sesle açık açık konuşmak
varken, ne diye hiyleye, hud’aya sapmah, ne ye yarar ? Sah­
tekârlık kadar zaafı gösteren bir şey olamaz.”
îngiltereye karşı tekrar muharebeye başlamazdan az
zaman evvel o, Britanya elçisine kendi filosunun İngiliz
filosuna denk gelmesi için daha kaç yıl icabettiğini, fakat
buna mukabil, ordu mevcudunu ne kadar sür’atle 400.000
kişiye iblâğ edeceğini teşrih etmekten çekinmez. Şöenbrun-
da Avusturya murahhasına der ki: "Benim ültimatomum
böyledir. Şayet yenilirsem öyle şerait teklif ederim ki size
müsait olur; şayet galip gelirsem, o şeraiti daha çetin bir
hale korum, fakat ben sulh istiyorum.”
Ecnebi devletlerin mümessilleri üzerinde tesir icra et­
mek istediği vakit en hürde bir teferruat yoktur ki önce­
den hesap edilmemiş olsun. Bilhassa hedef edindiği, göz
diktiği şey Habsburgların ananesidir. Metternihten iki a­
dım uzakta durup ta bütün diplomatların huzurunda onar
"Pek âlâ, Elçi hazretleri, Efendinizin arzu ettiği şey ne­
dir? Ben Viyanaya gideyim mi istiyor?” demek için, doğ­
duğu günün yıl dönümü şerefine verdiği resmî mülâkat
anını bekler. Bu, muhatabını mahcup etmek ve bütün Av-
732 NAPOLEON

rupanın huzurunda tehdidini alenî kılmak tarzıdır. Fakat


iki gün sonra hususî mülakatta: "Ne ben Fransızların İm­
paratoru olayım, ne de siz Avusturya elçisi olun... Cüm­
leler yapıp durmıyalım, geçen gün olduğu gibi burada
sami’ler huzurunda değiliz” der.
İlk sulh muahedesinden bir kaç zaman evel, Şöen-
brunda arşidük kendini iğfal etmesin diye korkarak, ar­
şidükü av paviyyonunda bir mülakata davet eder. "Ben
orada iki saat kalacağım. Bu saatlerden biri yemeğe, biri
de harp üzerine mükâleme ile karşılıklı iltifatlara hasre­
dilecek.”
Kont Kobenzel (Cobenzel) i Tüilöride kabul etmek
için Birinci Konsül, odasının nasıl bir tertipte olacağım
bizzat kendi emreder. Masa köşeye yerleştirilecek, iskem­
le olmıyacak, tâ ki kanapede oturulmağa mecbur olunsun;
gece olmasına rağmen avize yakılmıyacak, sırf bir lâmba
yakılacak. Taleyıan AvusturyalIyı odadan içeri soktuğu
zaman, kapıdan bir az uzak mesafede duran Birinci Kon­
sülü loşluk, gözden saklıyor; ziyaretçi şaşırıyor ve ev sahi­
bi, kendisini nerede bekliyorsa orada bir yer alıp oturuyor.
İmparator, hükümdarların karşısında daha temkin ve
basiretle hareket eder. Onları kendi nezdinde görmeği, on­
ların nezdinde görmeğe tercih eder. Tilsitte iki gün zar­
fında onları, odur kabul eden. Dresdde, Saksunya kiralı­
nın misafiri iken kendini ev sahibi vaziyetine kor. Kırali-
çelerle ülfet etmekten daima sakınmıştır. Kıraliçe Luiz
müessir bir tarzda onun rahmü şefkatini dilediği zaman o,
onun oturmasını teklif eder. "Zira facialı bir sahneyi bu­
KA YA

nun kadar kesen bir şey daha olamaz; oturulduğu zaman


trajik şey komik olur.”
M uhtelif M illetlere gelince — Fransızlarla, İtalyan-
lar müstesna olmak üzre — Napoleon hiç bir vakitte on­
la rı idare etmesini bilmemiştir. Devlet Şûrasında der k i:
"Benim siyasetim, insanları, büyük kütle nasıl idare edil­
mek isterse öyle idare etmektir... Ben katolik olaraktır ki
Vande harbim bitirdim ; kendimi müslüman ederektir ki
M ısırda yerleştim ; Papanın hükümet ve nüfuzunun tam i­
mi taraftarı olaraktır ki Italyada papazları kazandım. Şa­
yet ben bir yahudi m illetini idare edecek olsa idim Süley-
mamn mabedini yeniden kurardım. Onun için Sen Dome-
niğin hür kısmında hürriyetten bahsederim, İl dö
Fransda ve hattâ Sen Domenigin esir kısmında esareti tak­
viye ederim; esirliği idare etmek istediğim yerde o esirli­
ğ i tatlılaştırıp tahdit etmek, hürriyeti idame edeceğim yer­
de de nizamı tesis etmek ve zaptüraptı idare eylemek ted­
birini kendi elimde bulundurarak.”
Balolar, ziyafetler, şenlikler ve güzel sözlerle kendine
celbedip kazandığı Polonyalılara karşı daha ustalıklı ha­
reket etmişti, hele Y ahudilerle daha eyi idi. Bunlar İh ti­
lâlden beri diğer vatandaşlarla ayni hukuktan istifade e­
derlerdi; fakat bunların Ren havzasında yaptıkları mü-
rabaha, ahaliye zarar verirdi. Bu adam ların ticaret noktai
nazarından değerlerini bilip anlıyan Napoleon onları ora­
dan çıkarıp sürmekten sakındı ve bilâkis âdetlerine ria­
yet ederek bir çok asırdan beri hiç toplanmamış olan bü­
yük M eclislerini, Sanherdini Pariste içtimaa davet etti. Bu
suretle kendi haham larının, mürabahayı bir günah olarak
“7 3 4 NAPOLEON

Y ahudilere yasak etmelerini elde etti, ispanyada ise, bilâ­


kis İmparator, Jozefe: "Avama dehşet saçarak, yılg ın lık
ilham ederek kendini M illet nezdinde umumun teveccü­
hüne mazhar kılm asını” tavsiye etmekle külliyen yanlış yol
tuttu.
D iğer her m illetten ziyade Alm anlar, Napoleonu şa­
şırtacaktı. Kendinde eksik olan şeyi onlarda bulurdu ve
kendinin m alik olduğu şeylerden hiç birine onlarda tesa­
düf etmezdi. Alm anlar her ne kadar m ağlûp olmuş iseler
de ona gene hürmetle karışık bir korku ilham ederlerdi.
Erfutta Alman prensler üzerinde tiyatro temaşaları ile te­
sir icra etmek istediği cihetle Napoleon tiyatro direktörü­
ne komedyalar hazırlamamasını em retti: "Renin öte tara­
fında bunları anlam azlar”, fakat büyük aksiyonların arka­
sından müessir sahneler gelen Sinna (C inna) yi oynama­
sını em retti; bu, daima eyi tesir bırakır, im parator kendi
de Sinnadan ezbere m ısralar okur, fakat M. dö Remuza
onları tekrar alır ve şöyle devam ederdi:
Ve lütfü keremin, kendini getirip koduğu paye
ve mekamda
Mazi değil, âti müsait olur.
Bu izzete varan, mücrim olamaz;
Her ne işlerse işlese de taarruzdan masundur.
"Bu mükemmeldir bu; bahusus ayni fikirler üzerinde
daim a ayni kalan, ve hâlâ Engien dükünün ölümünden
bahseden o Alm anlar için;.... bu adam ların maneviyatım
büyütmeli... Alm anyanın dolu bulunduğu m elûl fik irli a­
dam lara bu, eyi g elir.”
Bu suretle konuşmakla Napoleon, az anladığı musi­
KA YA 735

kiden ziyade alman felsefesini düşünüyordu. Bunlardan


biri, hem de öteki ona acip, endişe verici gelirdi; zira o,
İtalyan havalarıyla Volterin hande ve istihzasını severdi.
■"Kant muzlim bir adamdır” derdi. Napoleonun hatası bu
kadar ağır bir milletin heyecan göstermeğe gücü yetmez
olduğuna inanmasında oldu.
Esasen yabancı bir milleti daha eyi tanımasını öğren­
mek için, o yabancı milleti yığını içine ne yolda nüfuz e­
debilecekti? Şimalî îtalyada gençliği sayesinde, tazyik al­
tında bunalmışlara Fransız İhtilâli namına getirdiği İdeal
sayesinde muvaffak olmuştu. Diktatör olunca artık başı­
nın etrafında bu hale kalmamıştı. Bununla beraber Napo­
leon daima yığın için, halk için hükümet ve idare etmek
istemiştir: "Filân Mösyönün ve yahut filân vatandaşın ho­
şuna gidip gitmediğine asla aldırmaksızın yığınlar için i­
dare etmeli... Yüksek adamlar yüksekten görürler ve bu
itibarla da fırkaların fevkinden görürler.” Prensipleri böy­
le idi, fakat ef’ali daima bu prensiplere tekabül etmezdi.
On yıl müddetle fransız milleti bu adamdan korka­
rak, bu adamın verdiği korku içinde yaşadı; fakat daha
ilk idbarlar baş gösterir göstermez o da yeniden eski ten­
kit fikrini buldu. Napoleon: "Millet itibar ve vekar gös­
termeli, fakat temellük edip hoş görünmeğe çalışmamak;
zira kendisine bildirdiğiniz her şeyi almayınca kendini al­
datılmış sanır. Niçin nutuklarım sert diye soruyorsunuz?
Onları tehdit ettiğim şeyi onlara yapmaktan kendimi ko­
rumak için.”
Giderek bu sertlik ne Napoleonun tabiîliği ile kabili
telif idi, ne de halkın şevki tabiîsi ile. Halkın artık ne şan.
730 NAPOLEON

şeref umurunda idi, ne de para. Kendisine gösterilm ekten


bir an vaz geçilmiyen kudret timsal ve remizleri, taht, taç
geyme merasimleri, saray ve debdebesi filân onu, kendisi
ile hükümdarı arasında kazılıp derinleşen uçurumu hisset­
mekten menetmiyordu.
İmparatorun K ıral H am iye "Je tremble” "titreyorum ”
yerine «Je frém is» «ürperiyorum » dedirdiği, çünkü âciz
bir fani olan kıral her ne kadar titrese de bunu kendi ken­
disine itiraf etmemesi lâzım geld iği şayiası Parislilerin ku­
lağına çalındığı zaman halk gülümser veya kızardı. Buna
mukabil İmparatorun Talm aya verdiği izahatı bilm ezdi:
"Sezar kirala karşı söylediği uzun tiradda tahtın, ken­
disinde istihfaf ve istihkardan başka bir şey uyandırm adı­
ğın ı anlattığı zaman söylediği sözlerin birine bile inanmaz.
Kendi arkasındaki tahtın kendine istikrah verdiğini hisset­
tiğine sırf Rom alıları ikna etmek için bu tarzda konuşur.
H akikatte o taht, onun bütün arzularının hedef ve gayesi­
dir. Onun için bu m ısralar kanaat ile okunmamalı, o yolda
telaffuz edilm elidir.”
Tiyatro ile ayni derecede din de Napoleonun nazarın­
da kütleler üzerinde hareket etmenin bir vasıtası idi. Kon­
sül sıfatı ile Devlet Şûrasında : "Ben, dinde, sırrın tecessüm
ve tezahürünü, fakat İçtimaî nizamın bir teminatını görü­
rüm. Ben, hükümet mevkii elime geçtiği andan itibaren
dini tesis etmek hususunda müsaraat gösterdim. Onu ben
kök ve esas olarak kullanırdım ; sonra da, insanın ıstırap
ve endişesi öyle bir şeydir ki ona dininin vazettiği o müp­
hem lik ve o harikulâdelik, o mucizelik lâzımdır. Bunu,
onun, gidip de Kagliostro (C agilostro) nun, bütün falcı
KAYA 737

kadınların ve bütün hilekârlaıın nezdinde arıyacağına din­


de bulması evlâdır... Cemiyet servetlerin m üsavatsızlığı
olmaksızın ve servetlerin m üsavatsızlığı da din olmaksızın
kaim ve berkarar olamaz. G ırtlağına kadar zengin bir ada­
mın yanında bir adam açlıktan ölürse, bir makam çıkıp ta
ona: A llah böyle dilemiş demedikçe o adamın aradaki bu
farka boyun eğmesinin imkânı yoktur; zenginin de, faki­
rin de mevcut olması bir zarurettir; ikisi de olsun lâzım...
fakat daha sonraları, ileride, ezelilik ve ebedilik içinde,
bu taksim keyfiyeti başka türlü olacaktır.”
Burada dermeyan ettiği fikre ve fakirlere karşı besle­
diği daimî şefkate rağmen Napoleon m illeti avam ve esafil
addetmekten bir an bile fariğ olmadı. Prensler hakkında
beslediği istihfaf ta bundan aşağı değildi. Bütün diğer İç­
tim aî sınıflar olduğu gibi bu prens sınıfı da ona hizmet
etmeli idi. Derdi k i: "Âlem ini değiştiren insanlar bu işte
reisleri kazanmakla m uvaffak olmamışlar, kütleleri hare­
kete getirm ekle m uvaffak olmuşlardır. Birincinin çaresi yo­
lu entrikanın kudreti ve nüfuzu içindedir ve bu yol insanı
ancak ikinci derecede kalan neticelere çıkarır; İkincinin
yolu ve vasıtası ise dehanın yürüyüşüdür ve dünyanın çeh­
resini bu İkincisi değiştirir.” Fakat demokrasi gelip onun
bu görüşlerinin arasına girdi. O, evelce parlamento usu­
lünde bir hükümet derpiş etmişti ve bu hükümet tarzının
tenkidini de önceden yapardı: "Cümhurİyet, ruhu en eyi
yükselten ve büyük şeylerin tohumunu yüksek derecede
haiz bulunan bir taazzuv, bir teşkilâttır; fakat onun kendi
büyüklüğü ergeç onun kendini parçalayıp yer; çünkü o,
kudretli ve şevketli olmak için, zarurî olarak onda bir iş
Napoleon — 47
738 NAPOLEON

ve faaliyet vahdeti olmak icap eder. Bu ise onu bir adamın


ya da aristokrasinin istipdat ve tagallübüne sevkeder. Bu
aristokrasi muhakkak surette bütün tagallüp ve istipdatla-
rın babasıdır; Roma, Venedik, İngiltere, hattâ bizim Fran-
samız bu hakikatin ret ve cerhedilmez birer d elil ve şahidi­
dir... Bir cümhuriyetin büyük şeyler yapm ağa gücü yetmesi
için, merkezî kuvvet ve iktidarın değişmez bir parlamento
ekseriyetine ihtiyacı vardır... Onun o ekseriyeti, m illetleri
kemiren böcek olup merkezî kuvvet ve iktidarın elinde
müthiş bir silâh olan irtikâp ve irtişa ile, ahlâk mesavisi
ile kazanılıp elde tutulm ası behemehal bir zarurettir... Li­
beraller meşrutî saltanatı icat etm işlerdir; bu, ikisi ortası
bir şeydir ki eyi tarafı vard ır; fakat, yalnız, kiralın kudre­
tini tutup o kudretin şümul peyda etmesine mani olmağa
müekkel m illî temsil, intihap esas ve prensibi olmak üzre
bütün vatandaşların rey vermesini umde ittihaz edinmek
şartı ile.”
Napoleon, kendisi tahta cülûs ettiği andan itibaren
mevzuubahs olm ağa başlıyan İçtimaî mes’ele müstesna ol­
mak üzre asrının bütün mes’elelerini anlamış ve kavra­
mıştır.
VII
Napoleonun gururu, enerjisi, gıdasını muhayyelenin
derin kaynaklarından alırd ı; bu muhayyele onun ak ıl ve
muhakemesine karşı bir cidal açmıştı ki bu savaş onun öm­
rü olduğu müddetçe sürüp gidecekti. Kendisi bu cidalde
m ağlûp düşecekti. Devlet adamına şairliği yaklaştıran bu
tahayyül melekesi — Şair de, Devlet adamı da öz hayatla­
rım yaşadıkları gibi başkalarının hayatım dahi yaşadıkla­
KAYA 73 9

rından — onun insanlar hakkında edindiği malûmatın esası


ve insanlara ettiği muamele tarzında onun en eyi rehberi
idi. Canlı mahiyyet ve masdariyyeti sistematik bir surette
tah lil ile lime lime edip ayırdıktan sonra bilâhere onun
hey’eti mecmuasını gene bir hayâl gayreti ile tekrar bir ara­
ya getirip bina etmek, filhakika lâzımdır.
«Ben insanların ve hadiselerin ikbalinde ve mukadde­
ratında tesadüfün nasıl bir hissesi olduğunu tasdik ederim,
însan ne kadar çok büyük olursa, iradesi o kadar daha az
olm alıdır; insan hadiselere ve ahvale tabidir.»
Y alnız her sistemden ve her prensipten azade olan
adamdır ki kendini öyle, anın ilham ına emanet eder ve o
ilham a serbest cereyan verir; ileriledikçe tedricen yaratır
ve ibda eder. Bu zaviyeden görüp itibare alınınca Napo-
leonun mesleği iddia ve irticaiden başka bir şey d eğildir;
fakat, diğer büyük adam ların aksine olarak o, önceden yal­
nız teferruatı hesabeder ve en büyük projelerini bırakırdı;
ahvale, şeraite göre şekil ve örnek alsınlar diye. «însan
işlerin âdetini alm ağa başlayınca artık bütün nazariyyatı
istihfaf eder; o nazariyyatı mühendisler gibi ku llan ır; müs­
takim hat üzerinde, düz çizgi üzerinde yürümek için değil
de aynı istikamette devam etmek için» derdi.
En hararetli hayallerinin aydınlattığı gaye, en soğuk
hesaplarının kendisine doğru m eyil gösterdikleri gaye, bü­
tün ümidi ve bütün iptilâsı Avrupa id i; tevhit edilmiş Av­
rupa. Hülyasını ancak silâhla tahakkuk ettirmeğe gücü
yetmiş olmasındaki kabahat nizamî Hüküm darların ilk
Cümhuriyete karşı gösterdikleri hücumun şiddetindedir.
Biz Napoleonun sulhü ne derecelere kadar temenni etmiş
740 NAPOLEON

olduğunu epeyi gösterip ispat etmiş olduğumuzu sanıyo­


ruz; fakat sulh kendisine taktim edilmiş olsaydı onun ha­
kim olucu asker mizacının buna güçlükle tahammül edecek
idiğini de saklamadık. V asıtalarım seçmekte işlemiş olduğu
yanlışlık, devrinden, ahvalden, şeraitten ve mizacından ay­
rılamaz şeylerdi; fakat bu hata, onun, kendi sukut ve iz-
m ihlâlinden yüz y ıl sonra bütün Avrupa siyasetinin tekrar
mevzuu olan bir gayeyi dahice keşfetmiş, bu hususta dahice
kehanette bulunmuş olması keyfiyetinden hiç bir şey ek­
siltmez.
"Gerçi, dağınık olm akla beraber, Avrupada otuz m il­
yondan fazla Fransız, on beş milyon Ispanyol, on beş m il­
yon İtalyan, otuz milyon Alman sayılır... Ben bu m illetler­
den her birini bir tek ve ayni bir m illet cismi yapm ak is­
terdim... Ancak şuunun bu vaziyette olması sayesindedir
ki her yerde K odların vahdetine, prensiplerin, fikirlerin,
duyguların, görüşlerin ve m enfaatlerin birliğine en çok
erişmek imkân ve ihtim ali olabilirdi... O zaman... Büyük
A vrupa ailesi için Amerikan kongresinin ve yahut eski
Yunanistandaki Am fiktionların tatbikini tahayyül etmeğe
imkân müsait olurdu... Ve öyle olursa ne kuvvet, ne bü­
yüklük, ne kâm, ne ümran ve ne refah manzarasıdır o!..”
"Fransızlar için mes’ele yoktur, bu iş olmuş bitm iştir” der­
di... Ispanya için: "On beş milyon Ispanyolun toplanması
takriben yapılm ış bitmiştir... Ben îspanyolleri tâbiiyyetim
altına alm adığım cihetle şimden sonra şöyle muhakeme
edilebilir ki Ispanyollar tâbiiyyet altına girm ezler...” İtal­
ya için: "Italyan m illetini tesis etmek için bana yirm i yıl
bir zaman lâzımdır... A lm anların bir araya toplanması da­
KAYA 741

ha fazla ağ ırlığ ı ve yavaşlığı istilzam ederdi, onun için ben


de onların tabiat kanununa m ugayir o pek çirkin mudil-
liklerin i sadeleştirmekten başka bir şey yapmadım. Ben
Avrupamn yüksek m enfaatlerininin birleşip kaynaşmasını
hazırlam ak istiyordum, nasıl ki kendi muhitimizde ve et­
rafım ızda fırkaların birleşip kaynaşmasını vücude getir-
dimdi... Ben geçici m ırıltılardan o kadar endişeye düşmez­
dim, muhakkak ki netice, onlara, şaşmaz surette bana hak
verdirtecekti... Bu suretle Avrupa az müddet zarfında ha­
kikaten ancak bir tek m illetten ibaret olacaktı; ve her bir
adam, her yanda seyyahat ederken daima ayni müşterek
vatanın içinde bulunmuş olacaktı... Hadisatın kuvveti ile
bu toplanma er geç vaki olacaktır, bunun Hızı verilm iş­
tir, ve ben kendi sukutumdan ve sistemimin ortadan kalk­
masından sonra Avrupada bu toplanmadan ve büyük m il­
letlerin konfederasionundan başka büyük bir müvazene te­
sisi mümkün olacağını tasavvur etmiyorum.”
Burada mevzuu bahsolan şey kat’îyyen ne m uhtelif
ırk lara zorla kabul ettirilm iş cebrî bir kaynaşmadır, ne de
coşkun bir uhuvvettir; fakat müşterek m enfaattir ve vak­
ti ile birikirinden ayrılıp inkisam ve tefrikaya uğramış şe­
cerelerin bir araya gelip birleşmesidir. M eğer X IX uncu
asrın m illiyetler tesis edip Napoleonun fikrinin tahakku­
ku için de X X inci asra müsaadede bulunması m ukad­
dermiş.
VIII
Fikrinin ciyadeti muhayyelesinin hamlelerine hakim
olurdu. Bununla beraber de Napoleon nefret etmekten
742 NAPOLEON

ziyade sevmiş ve sevdiğini nefsine itiraf ettiğinden fazla


sevmiştir. Harp meydanında bir milyon adamı soğuk kan­
lılık la feda ettiği halde bir yaralıyı görmek onu derin bir
surette sarsar, müteessir ederdi. Daima lâyetenahiliğe, son­
suzluğa susamış olan Napoleon, Jozef, onu yegâne seven
adamın kendisi olduğunu iddia ettiği zaman gücenir: "Be­
ni yegâne seven kendisi olduğu teveccühünü onun bana
bahşetmesini ben kat’îyyen kabul etmem. Ben isterim k i
bana beş yüz milyon adam dost olsun.”
V akti ile Briende hocalarından birinin keşfetmiş ol­
duğu bu "Buz altındaki yanardağ”, işte bu.
M illetlerin m ukadderatına hakim olup riyaset etmek
üzre Kader tarafından seçildiğine kani bulunduğu cihetle
vazifesini zaafsız ve noksansız takibeder. Drama hiç aşk
hikâyesi karışm am alıdır, zira "Aşk bir ihtirastır ki daim a
bir trajedinin başlıca mevzuu olm alıdır, yoksa orada ikin­
ci derecede bir ehemmiyet alm alıdır değil. Rasinin zama­
nında .... Her bir adamın hayatının bütün işi gücü aşktı.
Aşk daima tembel ve atıl cemiyetlerin payıdır.” Bir engel
olabilecek m ahiyetteki her nevi m erbutluğu ve sadıklığr
reddeder.
"Benim ve kendimi duygularım a terkedecek vaktim
var, ne de başkaları gibi hayıflanm alara terkedecek vak­
tim. Hotperestlik ve korku, insanları sevkeden ik i mani-
velâ işte bunlardır. Aşk bir dalâlettir, inanın bana... Ben
kimseyi sevmem, erkek kardeşlerim i bile. Jozefi biraz, o
da alışkanlıktan; çünkü ağabeyimdir. Düroku da severim,
çünkü ciddidir; azimkâr seciyyelidir; zannedersem bu adam
ömründe bir defa bile göz yaşı dökmemiştir... H assaslığı
K A YA 743

kadınlara bırakalım, iradeleri olmıyan erkekler hükümet


idare etmek veya harp yapmak işlerine karışm asınlar.”
Başka bir defa da: "Benim dostum yoktur, Darü müstes­
na; çünkü o, duygusuz ve soğuktur, benim işime g elir”
demiştir.
Sent-Elende: "İnsan 50 yaşma gelince artık sevemez
olur; benim kalbim tunçlaşmıştır. Ben hiç bir vakit aşk
ile sevmiş adam değilimdir; yalnız galiba Jozefini biraz
sevdim, o da daha yirmi yedi yaşında bir delikanlı idim
de ondan. Ben, biraz da, bana, hayatı başka mahlûklara
da verecek kadar çok sevmediğini söyleyen Gassion gibi
düşünürüm” demiştir. İşte meselâ o, sıkılmış; duyguların­
dan dolayı özür dilemeğe hazır: İhtimal... biraz... Bunun­
la beraber gene: "Ben kendi duygu ve hareket tarzımın
esiriyim, çünkü ben kalbi, fikirden çok daha üstün tu­
tarım” diyen de odur. Onun fikrince duymak, düşün­
mekten de fazla bir şeydir. Duymak, muhayyelesine itaat
etmek demektir.
Böyle bir m ahlûkun kıskançlığa aşktan fazla kıym et
vermesi gerektir. Jozefine olan ilk m ektupları onun kıs­
kançlıktan yanıp tutuştuğunu gösterir. K onsüllüğü esna­
sında bir gün Sen nehrinin üzerindeki bir köprünün in­
şasını teftiş eden Bonapart, bir arabanın geçmesine yer
vermek için geri çekilmeğe mecbur olur. Bu araba îpoli-
tin, onun eski zamandaki rakıybinin arabasıdır. Bu ma­
ceradan beri yıllar geçm iştir; Napoleon her şeyi affetmiş­
tir, ve artık bu isim ne kendisi tarafından, ne de kendisi­
nin huzurunda hiç, hiç telâffuz edilmiş değild ir; fakat bu
umulm adık tesadüfün karşısında Konsülün benzi sararır,
744 NAPOLEON

alt üst olur ve tekrar kendine gelmek için bir an geçirme­


si icabeder. Kendini büyük bir hassasiyyete kapılm aktan
menedemediği olurdu. Italyanın bir harp meydanında,
düşüp ölmüş efendisinin yanı başında uluyan, sızlanan bir
köpeği görmek onu alt üst eder: "Bu, ayni zamanda hem
imdat aramak, hem de intikam istemekti. H arp meydan­
larından hiç birinde hiç bir şey bana böyle dokunmuş de­
ğild ir. M uhakkak olan bir şey varsa o da, o ande bana
yalvaran, amana gelen düşmana karşı benim mülâyim
davranacağım dı; Priamın göz yaşları üzerine Ektorun ce­
sedini ona teslim etmiş olan A şili çok eyi anlıyordum, in ­
san dedikleri nedir, ve onun teessürlerindeki sır ne de­
ğ ild ir acaba! Ben hiç teessür ne heyecan duymadan mu­
harebeler emretmiştim; içimizden bir çoğunun ziyaa u ğ ­
ramasına sebep olan harekâtın icra edilm esini pek gözle,
soğuk k an lılıkla görmüştüm; burada ise kendimi mütees­
sir, müteheyyiç hissediyordum; bir köpeğin vaveylaların­
dan ve kederinden sarsılm ıştım !”
M ektuplarından bir çoğu onda sehhar bir eyilik mev­
cut olduğuna şahadet eder. Kambaseres (Cambaceres) e:
"dolayısile haber aldım ki bir parça keyifsizlenm işsiniz; ü­
m it ederim ki bu rahatsızlıktan şifa bulursunuz. Y akında
Pariste başlıyacak sıcaklar miydenizin alışkın olduğu ha­
vayı size bahşedecektir” diye yazmıştı. K orvizara: "Rica
ederim, azizim Doktor, gid ip Gran Şansöliye (Grand
Chancelier — Mabeyin m üşürü) yi de görün, Lâseped
(Lacepede) i de. B iri sekiz gündür hasta; şarlatanın biri­
nin eline düşmüş olmasın diye korkuyorum. Ötekinin de
karısı çoktan beri hasta. Onlara vesayamzı ve ihtimamla-
KAYA 745

finizi ibzal edin. Bana çok aziz olan meşhur bir adamın
hayatını kurtarmış olacaksınız” diye yazmıştı.
Senelerce kendisine karşı mücadele etmiş olan Jozef
Şeniye (Joseph Chenier) sefalete düşdüğü zaman İmpara­
tor ona hüsnü kabul gösterir ve maaş bağlar. D eğil yal­
nız on yıldır düşmanı olan Karnonun borçlarım ödemek,
bu ödeyişe karşılık onun gösterdiği hiç bir şükran ve min­
neti de kabul etmez; ona bir tahsisat verir ve şayet hiz­
mette, faaliyette bulunmuş olsa idi alacak id iği Jeneral
m aaşı bağlar. Ve Karno tekrar hizmete girm eği teklif e
dince İmparator, onu kendi kanaati hilâfına hizmete g ir­
m ekten korumuş olmak için, askerî bir eser yazmağa me­
mur eder.
Yüz-Gün (Elbede geçirdiği günler) esnasında İmpa­
rator, sefalete düşmüş Burbon Prenslerine üçünü bir a ­
dam vasıtasile bol bol para gönderir. Bir gün kâtibi uyu­
ya kalm ış olduğundan bir sürü istidayi kendi alıp bakar
ve her birine verilmesi lâzım gelen maaşı her tezkerenin
kenarına kendi eli ile kaydedip işaret eder. Bir öfkesi sı­
rasında öldürteceğine dair yemin ettiği yüzlerce zabit ge­
ne vazifeleri başında k a lır; hani bundan dolayı bu zabit­
ler bilâhere ona daha az hiyanet edecek değillerdir, ya­
pacaklarını gene yapacaklardır. Jeroma karısından ayrıl­
masını ihtar ve tenbih ettikten sonra, kendi gösterdiği şid­
detten kendi de korkarak hemen akabinde annesine şunu
yazar: "Bu hususta kız kardeşlerimle de bir görüşün, ona
onlar da yazsınlar; zira ben onun hakkında bir karar ve­
recek olursam bu karar geri dönmez, sonra onun da ha­
y atı kırılm ış olur.”
746 NAPOLEON

N apoleon nadir dostlarından hudutsuz bir sadakat


isterdi. Hiç bir yerde onun hodendişliği (Egotisme — Ben­
lik ) bir gün, sürgünlük arkadaşında lâkaytlık farkeder g i­
bi olduğunu gördüğü zaman Montohlona hitaben yazdı­
ğ ı şu m ektuptaki kadar vuzuhla kendini göstermez: "Ben
kendimi size bir evlâda bağlar gibi bağlıyorum , çünkü öy­
le zannediyorum ki siz yalnız beni seversiniz; zira benden
başka birini daha sevecek olsaydınız, artık beni sevmez o~
lurdunuz. Zannetmem ki bizim tabiatlarım ızda taksim ile
sevmek diye bir şey olsun; insan kendini her iki mahlûku
da bir derecede seviyorum zannederse aldanır, hattâ ço­
cuklarını bile öyledir. D aima ötekine üstün gelen bir mu­
habbet vardır. İmdi ben sevdiğim ve itim adım la tazim et­
tiğim bir adamda, isterim ki bu muhabbet hakim ve üs­
tün olsun. Ben taksim istemem, bunu eyi belleyin. Bütün
bu şeyler bende çakı yaraları açar, tabiatım gayet seriüt-
tessürdür; ruh zehrinin, benim üzerimde, bir arsenik mik­
tarının icra edeceği hastalık tesirinden fazla tesiri vardır.”
K adınların açılıp kendi haklarına sahip olmak hare­
ketinde bulunanları bizzarur onun hoşuna gidemezdi. Bu
hususta da o, şark âdetini medheder. "Tabiât kadınları
bizlerin esiri olarak yaratm ıştır, onlar sırf bizlerdeki ruh
ve fik ir garabetlerinden dolayı bizlere hakim olmak iddia­
sında bulunm ağa cüret ediyorlar. İçlerinden bir tanesi bi­
ze eyi bir şey ilham edecek olsa bile yüz tanesi vardır ki
bize saçmalar, budalalıklar yaptırır. Siz m üsavilik iddia­
sında buluniyorsunuz ânım a çılğm lıktır bu: Kadın bizim
m alım ızdır, biz onun m alı değiliz; zira o, bize çocuklar
çıkarır âmma erkek ona çocuk çıkarmaz. Şu halde yemiş
K A YA 747

ağacı nasıl bahçivanın m alı ise kadın da öylece erkeğin


m alıdır... Esasen bu farkta, haysiyete dokunacak hiç bir
şey yok; her tarafın kendine göre hassaları ve mecburi­
yetleri vardır. Sizin hassalarınız, M adam lar, güzelliktir,
letafettir, zerafettir, iğvadır; mecburiyetleriniz de emir al­
tında bulunmak ve itaat etmektir.”

IX

Bu yaratıcı dehanın muhayyelesi, bütün ömrünce,


"Y aratan” in düşüncesi ile alt üst oldu. Napoleon, kendi­
nin fevkinde bütün insanlara hükmedecek bir Cenabı Hak
var olduğu fikrine güç tahammül ederdi. Hani asla ken­
dini İlâhî esas ve rükünden sandığı için değil, — o, onun
kendindeki kuvvete tasavvufî bir menşe’ atfedenlere gü­
lerdi, — fakat bu yenilmez kudret, ister A llah densin, is­
ter Kader, ister Ölüm; onca da inkâr kabul etmez bir su­
rette mevcuttu. Bir Napoleonun gururu ve muhayyelesi
bu Rab meselesini ne yolda halledecektir?
Evel emirde, her akideyi reddeder: "Benim kanaa­
tim şudur ki Isa... kendini Peygamber veya Mesih adde­
den her mutaassıp gibi çarmıha g elird i; bu kabîl adam­
lar her devirde mevcut ola gelmiştir. Ben kendi hesabıma
ahdi atikte (T evratta) dikkate yarar bir tek adam bulu­
rum, o da M uşadır... Sokratı ve Eflâtunu mahkûm eden
bir dini ben nasıl tanırım ... Ben bedbaht olan namuslu in­
sanlarla bahtiyar namussuzlar görünce mücazat ve mükâ­
fat veren bir A llaha inanamıyorum. T aleyran yatağında
ölüyor... Ben, bana cehennem korkuları vererek beni ida­
743 NAPOLEON

re edecek günah çıkarıcı bir papazın telkini altında kalır


da düşüncemin ve hareketlerim in istiklâlini nasıl muhafa­
za edebilirim ? İnsanların en eblehi olan bir hain, m illet­
leri idare eden adam ların üzerinde, bu sıfatla, türlü tesir­
ler yapamaz mı acaba? O halde bu, kulislerde, Operanın
H erkülünü keyfi istediği gibi hareket ettirebilen mumcu
hademe gibi bir şey değil de nedir?”
Bu noktada o, kendi kendini hiç bir vakitte nakz ve
tekzip etmedi. Çocukken kiliseye ibadete gitm eği redde­
derdi ve kendiliğinden hiç bir zaman da hiç bir vahiyli
dini asla kabul etmedi. M ucizeyi inkâr eden ve her mesut
neticeyi: selim akıl, terkip fikri, pervasızlık, insanları ta­
nımak, muhayyele gibi sırf insanı sebeplere atfeden adam,
T evrat ile İncilin m ucizelerini tammıyacak ve Musanın
membaının iki milyon adamın susuzluğunu dindirebildi ■
ğine, m enziller kumandanına has amansız bir m antıkla i­
tiraz edecektir.
Ruzu ceza fikrine de yabancıdır. Biz onun ağzından
hiç bir vakit "Ahlâk” sözünü duymayız, meğer ki onu si­
yasî bir m aksatla kullanm ış olsun. Bununla beraber Sent-
Elende hayatının inhitatı zamanında bir akşam demiştir
k i: "D in duygusu öyle teselli verici bir şeydir ki ona ma­
lik olmak A llahın bir lûtfudur... Ben ki bu derece fevka­
lâde, bu kadar fırtın alı bir meslek aşmışımdır, bir tek cü­
rüm bile işlememiş olsaydım nelere hak kazanmazdım a­
caba? H albuki nece cürüm işleyebildim ! Ben mahkemei T-
îâhîyenin huzuruna çıkabilirim , onun bana vereceği hük­
mü pervasız bekleyebilirim . O, benim mesleğime benzer
m esleklerde bu derece bol ve mübah olan, öldürtme, ze­
KA YA 749

hirletme, adâletsiz veya taammütlü ölüm fikrinden benim


içimde asla bir şey sezer gibi dahi olm ıyacaktır.”
Bu kanaat onun imdadına yetişti de o, büyük imtihan
ve mihnetine zaafa düşmeden, fütur getirmeden taham­
mül etti. Daha ölümünden beş yıl önce, başında günah
çıkaran bir papaz d ik ili durmaksızın öleceğini ümit et­
tiğini, fakat hiç bir şey için büyük söz söylememek lâzım
geldiğini söylemiştir. Bu noktada da gene iradesi galebe
çalacaktı.
Buna m ukabil dünyanın yaratılışt hakkındaki ilk te­
lâkkisini genişletmişti. İhtilâlci iken, nizam a oldu, mad-
diyetçi iken, A llahçı oldu, bununla beraber kendinin ilk
görüş tarzını da inkâr etmedi. Napoleonun noktai nazarı
bir tabiîyyatçının noktai nazarı halinde k ald ı: "Ben avda,
geyiklerin içini gözümün önünde açtırttığım zaman görür­
düm ki onların içi de tıpkı insanın içi. İnsan ancak kö­
peklerden veya ağaçlardan daha mükemmel ve daha eyi
yaşar bir mahlûktan başka bir şey değil... Biz hepimiz an­
cak maddeden ibaretiz... Son halkası insan olan zincirin,
nebat ilk halkasıdır.” Bununla beraber İmparator ne Goe-
thenin madde ve ecsam şekillerinin tarihi (M orphologie)
mebhasini bilirdi, ne de hattâ huzuruna kabul bile etme­
diği Lamarkı bilirdi.
Bazı ruhî hadiselerden çıkardığı istidlâller daha me­
raka değer. Sent-Elende bir Noel akşamı onu, ruhun ma­
hiyetini ve tabiatını tarif etmeğe çalışırken görürüz: "Ne­
ferler A llaha inanırlar m ı? Etraflarında ölülerin düştüğü­
nü o kadar çabuk görürler ki!... Bir çocuğun, bir delinin
ruhu nerededir?... Elektrik nedir, galvanizm a nedir? Man­
750 NAPOLEON

yetizma nedir? Tabiatın büyük sırrı onlarda bulunur. Gal­


vanizim sükût içinde çalışır. Ben zannediyorum ki, insan
bu seyyalelerle bir de havayi nesimînin m uhassalasıdır,
beyin tulumbası bu seyyaleleri çeker ve hayat verir, ruh
bu seyyalelerden m ürekkeptir ve ölümden sonra bu sey­
yaleler geri esir (éther) e döner, oradan da diğer beyin­
lerin tulumbası tarafından çekilir... Bunu tekrar edeyim,
ben düşüniyorum ki insan güneş tarafından ısıtılan hava­
yi nesimîden hasıl olmuş ve bir zaman sonra bu meleke,
tahassul etmekten kalm ış...” Sonra, Gœthenin serdedebile-
ceği bu muhakeme ve taakkulden sonra, İmparator, ileri
sürdüğü bu fikirden besbelli kendi de yılarak sözü birden­
bire keser ve gene diğer bir askere hitabeden askerliği tu­
tarak : "Fakat, azizim Gurgo, bir defa öldük mü adam a ­
k ıllı ölürüz” der.
R aybiliğine müvazi olarak Napoleonda A llaha olan
iman inkişaf ederdi; bunu bazan garip bir neş’e ile ifade
ettiği olurdu. A llahın varlığım inkâr eden Laplasa şu kar­
şılığ ı verdi: "A llahın var olduğunu sizin her keşten faz­
la canü dilden kabul etmeniz lâzım g elir; öyle ya madem­
k i siz hilkatin harikalarını başka bir çok insanlardan da­
ha fazla tamik ettiniz. Biz A llahı gözlerimizle hakikaten
göm üyorsak bunun sebebi şudur ki O, bizim zekâmıza
hudut koymuştur.” Başka bir defa da: "Bütün insanlar
bir A llaha inanır, çünkü tabiatta her şey onlara Onun
varlığım izhar ve ispat eder.” Sent-Elende: "Ben hiç bir
vakitte A llahın varlığından şüpheye düşmedim; zira ak­
lım onu idrakten acizse bile, hadsim beni onun varlığına
KAYA 751

ik n a ediyor. Benim teşekkülüm, benim bünyem daima bu


duygu ile hemaheng olmuştur” demişti.
Kaza ve kaderin karşısında Napoleonun vaziyeti ne­
d ir? Kim olurlarsa olsunlar insanların karşısında boyun
eğmek fikrine tahammül edemiyen Napoleonun gururu,
kısmet ve tecellî tarafından yenilmek fikrini kabul etti.
Bu tebaiyet duygusu onda kat’îyyen bozgunluktan doğma
d eğ ild ir; bütün hayatı onunla meşbu oldu. Bu duygu on­
da imanın ve tebcilin yerine, diğer insanların yaşamak ce­
saretini iktibas ettikleri bütün bu kuvvetlerin yerine kaim
oldu. Napoleonun zihnini bütün ömründe Kader ve Kaza
fik ri sık sık yokladı.
Bununla beraber bazı kahramanca m uzafferiyet anla­
rında kendini Kaderin saldırışlarına karşı masun hisseder­
d i: "Zannederim ki tabiat beni büyük idbar ve nekbetlere
göre hesab etmişti; bu idbar ve nekbetler bende mermer­
den bir ruh buldu; yıldırım bu mermeri ısıramadı, üstün­
den kayıp geçmeğe mecbur oldu” derdi. V e: "Şayet gök
kubbesi devrilecek olsa, biz onu m ızraklarım ızla yerinde
tutarız” yollu şairce cüretleri vardı.
Fakat bu isyan anları nadirdir; çoğu, Kadere rıza gös­
terip boyun eğerdi: "Başa gelecek her şey önceden alına
yazılm ıştır, bizim vaktimiz, saatimiz tesbit edilm iştir, kim­
se onun önüne geçemez... Hiç bir kimse kendi Kader ve
Tecellisinin elinden kurtulamaz.” W aim ar düşesine de­
mişti k i: "Siz bana inanın; her şeyi idare eden bir A llah
vardır; ben onun aletinden başka bir şey değilim .” Yohan
fon M üllere de şunu söylem işti: "H addi zatinde her şeyi
biribirine, görünmez bir el bağlar. Ben ancak taliim yü­
752 NAPOLEON

zünden büyük adam oldum.” Kaderin, yahut ulûhiyyetin,


aleti olmak ondaki — ifasına memur olduğuna inandı­
ğı — gayenin gururunu galeyana getirmekten başka bir
şey yapmazdı; ve kendi etrafına da esasen ekseriya guru­
runun gölgesi ile örttüğü bir nevi peygamber ışığı salardı.
Napoleon hiç bir zaman kendi ikbaline, öyle bazı­
larının Allaha veya bir tılsma inandığı gibi inanmış de­
ğildir. Öyle kendi ef’alinin Allaha isnat edilerek kadri a­
zaltılmasına tahammül edemezdi; onun için hurafelere
kendi ayarındaki diğer bazı adamlardan çok daha az mu­
tekitti. Lui ona kıymetli bir bıçağı vermekte tereddüt et­
tiği zaman, İmparator o bıçağı onun elinden aldı: "Haydi
canım sen de, bu bıçak ekmekten başka bir şey kesmez”
dedi. Jozefin, iskambil kâğıtları ile fala bakan bir kadı­
na gitti diye İmparator onu azarladı; fakat merak da et­
tiği için o sahneyi naklettirip dinledi. Presburg muahede­
sinin imzalanmasının, eski takvim yeniden merîyyete gi­
rinceye kadar geciktirilmesini diledi; fakat bu arzu bir
emir mahiyetinde değildir; demişti ki: "Böyle olsa benim
daha hoşuma gider.” Böyle bir formül, her vakit kalemin­
den çıkması âdet olmuş şeylerden değildir. Buna muka­
bil ikinci defa evlendiği gün Şvartzenbergin konağının
yanmasını uğur saymadığından, Şvartzenbergin ölümü Na-
poleonun bu hissi kablelvukuunu haklı çıkardığı için Na­
poleon müsterih oldu ve "uğursuzluk bununla sakıt oldu”
dedi. Bu gibi ufak tefek şeylerden başka bu hayatın bun­
ca vak’alarla dolu yirmi yıllık müddeti esnasında kat’îy-
yen hiç bir gün yoktur ki Napoleon batıl bir itikada inan­
mak yüzünden bir kararını ya vaktinden önce ya da vak-
XV
K A YA 753

tinden geç vermiş olsun. Fakat kendi ikbal ve kısmeti söz­


lerini bir siyaset vasıtası; ya da bir belagat mecazı meka­
nımda kullanıp onlarla oynamak hoşuna giderdi. Kendi­
nin Avrupada, Kaderin gönderdiği adam gibi addedilme­
si meselâ Çarın mizacı gibi bazı mizaçlar üzerinde tesir
yapmak için ona faydalı bir şey gibi gelirdi. Çara derdi
ki: "Kaderin emrini yerine getirmek ve hadiselerin mu­
kavemet kabil olmıyan gidişleri bizi nereye götürüyorsa
oraya gitmek, hikmet ve siyaset iktizasıdır.” Kader gibi
ahval ve şerait gibi, tesadüf gibi manaca biribirine akra­
balığı olan sözlerle hokkabazcasına oynamasını severdi.
Ve onca Kaderi ve Tecelliyi oldukça karanlık bir sır kap­
ladığı halde, bir muharebenin cereyanı esnasında tesadü­
fün tesir ve neticelerini, kendinin, âdeta riyazi bir vuzuh
ve tamamlıkla daha önceden hesaplamağa muktedir oldu­
ğuna inanırdı: "Aldanmamak, yanılmamak çok mühimdir;
zira en küçük bir küsurat, heyeti mecmuayı tağyir edebi­
lir... Orta fikirliler nazarında, tesadüf denen şey daima bir
sır olarak, o mahiyette kalacaktır; fakat basiret sahiple­
rinin nazarında, o tesadüf denen şey bir şeniyet olur.”
Bazı da bütün bu mütenakız malûmatı karma karışık
atarak cesaretle şunu ileri sürerdi: «Sui kastlara karşı be­
nim şansım vardır, deham vardır ve muhafızlarım vardır»
derdi. Hayatta işte bu sağlam ve azimli adımla yürürdü.
Bir gün İmparator, asrî bir trajedinin medhinde bu­
lunurken müellifin eşhastan birine iare ettiği ölüm arzu­
sundaki tabiîliği kusurlu buluyor ve şu sözü ilâve ediyor­
du: «Yaşamak istemek ve ölmesini bilmek lâzımdır.» Na­
poleon, daha gençliği zamanından itibaren intihar fikri
Napoleon — 48
754 NAPOLEON

aleyhine, önce küçük bir kitapta, sonra da bir emri yevmi­


de mücadele etti; intiharın, bilhassa idbar zamanında zelil
bir şey olduğu fikri üzerinde daima İsrar etti. Mevsuk ve
doğru vesikalara göre hükmolunduğuna nazaran, gûya o­
nun ilk tahttan feragati anında kendini öldürmeğe kalkış­
mış olması hakkındaki isnat ve iddia katîyyen musannadır.
Böyle bir şeyi sırf ikinci elden olan ve kâffesinin de söz­
leri gayrı mevsuk bulunan müellifler ileri sürer. İnanılmağa
lâyık hatırattan hiç biri buna dair hiç bir şey nakletmez.
Son muharebelerinde Napoleonun ölümü aramış olduğu
muhakkaktır; fakat o, hiç bir vakit zehir yutmuş değildir.
Bununla beraber, çok zaman hayattan nefretin ona hakim
bulunduğu olmuştur. İzini daha tâ gençliğindeki hatıra
defterinde ve 30 yaşında Jeneralken Kahireden Jozefe yaz­
dığı mektupta bulduğumuz bu yeis ve fütur nöbetleri, iş
ve hareketin gittikçe büyüyen ve artan humması içinde ya­
vaş yavaş kayboldu; ve şayet deha sahibi adamların mesul
olduklarına inanılabilirse teslim etmek lâzımdır ki Napo­
leon, şan ve zaferinin evcinde ulvî meserret anları görmüş
ve tatmış olsa gerektir. Fakat şüphe saatleri de vardı. Ru-
sonun mezarı başında demişti k i:
«Bu adam yer yüzüne gelmeseydi, Fransamn huzuru
için daha eyi olurdu.»
— E, niçin böyle olsun, vatandaş Konsül?
— «Fransa İhtilâlini hazırlamış olan odur.»
— Ben zannederdim ki İhtilâlden şekva etmek size
gerekmez.
— «O halde, Ruso da, ben de mevcut olmamış olsaydık
KA YA 755

arzın huzur ve rahatı için daha eyi mi olurdu, yoksa daha


fena mı olurdu, bunu istikbal bildirecektir.»
Bu şüpheler zaman ile zaafa uğradı; ondan ayrılmıyan
bir şey varsa o da kendi yükseldikçe daha yapa yalnız, da­
ha mütecerrit kaldığım, daha acıklı surette duyuşu idi:
«Öyle günler vardır ki ben tehlikeyi çağırır, davet ederim;
öyle günler de olur ki hayat, tahammül edilmesi güç bir
şey olur.» derdi.
Denizi kendine daima düşman bildiğinden Napoleon
onu hiç sevmezdi; sahrayı seyretmekten hoşlamrdı; sahra­
nın o sonsuz hüznü ona, ef’alin serabından mahrum ve mü­
tecerrit olan kendi hayatini hatırlatırdı.
Denebilir ki imparator hiç bir zaman, locasında yalnız
başına oturup da bir trajediyi seyrettiği vakitki kadar me­
sut olmamış, hiç bir vakit kayğularından o zamanki kadar
kolayca sıyrılmamıştır.
Facialı olan şeyin duygusu ile melûftu; ve bu duygu,
gururunun fidyei necatı sayılan o derunî inzivasına teka­
bül ederdi. Derdi ki: «Ne saadet vardır, ne felâket; bah­
tiyar bir adamın hayatı, zemini üzerinde kara yıldızlar bu­
lunan gümüşten bir tablo gibidir; bedbaht adamın hayatı
ise zemini üzerinde gümüş yıldızlar bulunan siyah bir tablo
gibidir.» Fakat bu kıyas ve teşbihler yevmi hayattaki bazı
muhavereleri kadar keskin ve acıklı değildir.
«Burada ne olup ne bitiyor, görmiyor musunuz Ko-
lenkur? Benim nimetlere garkettiğim adamlar zevku sefa
sürüyorlar; artık harbetmek, döğüşmek istemiyorlar. Za­
vallı muterizler, hissetmiyorlar ki teşne oldukları huzuru
rahatı fethetmek için de gene döğüşmek lâzımdır. Ya ben!
756 NAPOLEON

benim de bir sarayım, bir karım, bir çocuğum yok mu san­


ki? Ya ben de kendi hayatımı her türlü yorgunluklarla yip-
ratmıyor muyum sanki? Ben her gün kendi hayatımı vatana
kurbanlık bir koyun gibi atmıyor muyum?» Yatanı dediği
şey eseri idi.
Bir gün, esirin bağrından en son derecesinde bir acı
istihza ile meşbu, hazin bir surette şekvalı, İnsanî bir sayha
koptu:
"Ben dünyayı boyuna omuzlarımın üstünde taşıdım;
her halde, böyle bir zanaat yorgunluksuz olmaz.,,

Bugün kara kayalarım göğe diken Ada, bundan bir


kaç bin yıl önce bir yanardağın indifamdan fışkırdı. Onun
derin çentiklerle oyuk sarp ve siyah lâvlardan cidarları
denize dimdik iner. Limana yaklaşırken insan bu ağzı
açık sel çukurlarını Cehennemin giriş yeri sanır. Bu kara,
koyu duvarlar cinlerin işi değil midir? Burada kayaların
arasında gizletilmiş bir kaç toptan başka insan eli hiç bir
şeye değmemiş sanılır, insan eli değdiğini gösterir hiç bir
emare yoktur. Soğumuş lâvdan başka bir şey olmıyan top­
rağı, seyyahın ayakları altında gıcır gıcır gıcırdar. Bu a­
da, ölüm adasıdır.
Avrupadan iki bin ve daha ziyade fersah uzakta ve
Afrikadan hemen hemen bin fersah uzakta, İngiliz topla­
rı ile diken diken olmuş sönük bir volkan; işte Sent Elen
dedikleri kaya budur, ki şayet mürebbilik taslıyan bir as­
rın iki yüzlülüğü, bir kaç İngiliz Aristokratının vefasız­
K A YA 757

lığı ile valinin soğuk hainliği orasını hem facialı ve hem


kaba bir surette gülünç bir sahne haline komasaydı ha­
rikalı bir hayat orada Eşil (Eschyle) in bir trajediasına
lâyık bir hateme bulabilecekti.
Müstemlekede yerleşmiş olanlarla Garp Hindistanı
Kumpanyası, adanın iç taraflarında boşça bir şehir yarat­
mağa muvaffak olmuşlardı. Yüzlerce firkateyn nebat ye­
tiştirmeğe elverişli toprak, inşaat malzemesi, tahta gibi
şeyleri oraya yavaş yavaş getirdi, fakat mecbur olmadıkça
hiç kimse bu kayanın üstünde uzun müddet oturup kalma­
dığı için orada bir kaç yıl ikamet eden 500 Avrupalıya
hizmet görecek 1200 tane zenci ve çinli esir lâzımdır.
Kimse orada daha fazla kalamaz. Orada hiç bir ada­
mın 60 yaşma kadar yaşaması nasıb olmamıştır; ellisine
kadar yaşıyan ise nadirdir. Bu öldürücü iklim güneşsiz
memaliki harre medarlarının iklimidir: Sel gibi yağmur­
lara munzam üstüva hattı mıntakalarınm o kesif sıcaklığı.
Bir saatten daha az bir zaman zarfında nemli ve sıcak bir
hararet derecesi yerini soğuk sağanaklara bırakır. Daha
biraz önce terliyen biri, birdenbire anî olarak şiddetli bir
cenubu-şarkî rüzgârından sovuk alır. Yakıcı bir gündüz
sonunda dışarılarda dolaşarak nefsini tehlikeye sokah bi­
ri derhal tıkanır. Bir yıl zarfında dizanteri, baş dönmele­
ri, sıtmalar sizi çaresiz bir surette yere vurur, insan kus­
malardan, çarpıntılardan hele kara ciğerden İstırap çeker,
îngilizler oraya bir filo gönderdi mi idi, taifelerinden yüz-
lercesini kaybederdi; hemen tekrar yelken açıp gitmek ve
açığa demirlemek icap ederdi. Bütün memurlar ve kolon­
lar (Adaya yerleşmiş yabancı ahali) hasta düşer; hemen
758 NAPOLEON

çıkıp gitmeğe mecbur olur, meğer ki müstemlekenin dört


veya beş kadar az çok muhafazalı yerlerinden birinde
otura.
Yerliler size derler ki adanın en bedbaht köşelerinden
biri varsa o da denizden 500 metro yüksekteki — rüzgâr
uğrağı — ovadır; o ovanın üstüne bütün yıl sisler çöker.
Rüzgârların kuruttuğu cılız kautçuk ağaçları fırtınanın
şiddeti altında kıvrım kıvrım olur, burası Ölüler Ormanı­
dır, burası Longvud (Longuwood) dur. Zaten hasta bir
adam olan düşmanını daha emin bir surette öldürmek için
îngilterenin seçtiği yer burasıdır. Longvud öyle muvakkat
bir melce olmak üzre alelâcele tahsis edilmedi, fakat bi­
lâkis aylarca müddet tanzim edildi. — O ikametgâh kat’îy-
yen bir İmparatora tahsis edilmeğe lâyık değildi ve ona
göre yapılmamıştı — esir ise daha mütevazı fakat hiç ol­
mazsa sıhhate daha muvafık bir meskende otururdu.
Elli yıl müddetle Lonbvud ahır diye kullanılmıştı.
Şimdi ise artıklarım kaldırmak zahmetine bile girmeksizin
fışkının üstünü adî bir tahta döşeme ile kaplıyarak orası­
nı hemen bir mesken haline komuşlardı. İmparator oraya
geldikten biraz sonra ise çürümüş olan döşeme çöktü. O-
dayr öğürtü verici bir su kapladı; İmparator başka bir o­
daya sığınmağa mecbur oldu.
Bir inek ahırı, bir bulaşıkhane ile bir de ahır işte bu
surette İmparator ve maiyeti için altı oda haline kondu.
Onun kendi yattığı oda loş bir bucaktı, duvarlarım, her
yanı küherçile lekesi dolu bir kâğıtla kaplamışlardı. Otuz
yıl evel Valansdaki o küçük mülâzim odasına mutbak ko­
kusu nasıl gelir idi ise buraya da gene öyle mutbak koku­
K A YA 759

ları girerdi; fakat Valansda iken hiç olmazsa kitapları ru­


tubetten masundu, burada ise küflenip çürürler. Yemek
odasına yalnız canlı bir kapıdan ışık vururdu; salonunun
eşyası kurt yenikli mavun tahtasından ibaret bir kaç par­
ça şeydi. Oda hizmetine bakan adamlarının yattıkları ta­
van arasına ekseriya yağmur akar, odaları su basardı; zira
evin bu kısmını sadece ziftli bezle kaplamışlardı.
İmparator 4 metro boyunda, 3 metro eninde, 2,5 metro
yüksekliğinde iki oda işgal ederdi. Yatak odasın­
da kötü bir halde bir halı, muslin perdeler, bir
şömine, boya ile boyanmış iskemleler, iki küçük masa, bir
komodina, bir de sofa tabir ettikleri bir kanape vardı. O­
na bitişik yazı odasında ise, bir masanın etrafında bir kaç
iskemle, döşeme tahtalarının üstüne yığılmış kitaplar, uy­
kusuz kaldığı geceler için dinlenecek bir yatak vardı. O
dasına Austerlitzde kullanmış olduğu yol ve ordugâh kar­
yolasını, bir de gümüş bir lâmba ile gümüş bir lavabo ge­
tirip yerleştirmişti.
Bu evde koca koca fareler cirit oynardı. Bu fareler
tavukları öldürür, atları ısırır, Jeneral Bertranı yaralar ve
İmparator üç köşe şapkasını eline alırken içinden fareler
çıkıp kaçar.
Bu evde farelerle birlikte oturanlar kimlerdir? Üç
kont ile bir de baron; hepsi de zabit ve saray erkânından;
bunların aileleri; iki oda hizmetkâri ve uşaklar; buraya
ilk geldikleri vakit takriba kırk kişi kadar insan. Altı yıl
içinde bunlardan ancak yarısı kalacak.
Las Kaz (Las Cases) ile genç oğlu orada ancak bir
yıl dayanabildi. Las Kaz İmparatordan daha yaşlı idi;
760 NAPOLEON

Marki idi ve Sen Jermen Foburgunda terbiye görmüş bir


muhacirdi; İmparatorluk zamanında kont unvanını almış­
tı; fakat doğrudan doğruya İmparatorun yanında yalnız
"Yüz Gün” esnasında beraber bulunmuştu. Gayet hürme­
te şayan, dünya işlerinde vukuf sahibi olan Las Kaz bir
coğrafya eseri neşretmişti ve yazacağı hatırattan alacağı
parayı hesap ediyordu; filhakika da bu hatıralar ona mil­
yonlar kazandırdı. Boyca İmparatordan daha kısa, vakti
ile Jeneral Bonapart nasıl uçuk çehreli idi ise yüzü öyle
solgun, gayet malûmat sahibi, çok okumuş, mizacı hep bir
tarzda olan, hayirhah Las Kaz, esire Parislilerin kendi
hakkında söyledikleri nükteleri ve cinasları anlatır, haya­
tının sonunda ona dastanımn gülünç taraflarını açıp bil­
diren hoş bir arkadaş ve bir kâtipti. Ona İngilizce öğretti,
bu suretle onun okuduğu şeylerin dairesini genişletti. Bi-
ribirlerine İngilizce mektup yazdıkları zaman Las Kaz İm­
paratorun yanlışlarının altını çizerdi. Onun oradan gitme­
si hiç bir vakit yeri doldurulamamış bir boşluk bırakmış
olsa gerektir.
Vakti ile İllyria valiliği etmiş olan Bertran ki İmpa­
ratora canü gönülden merbuttur, gayet müvesvis ve onun
imlâ ettiği şeyi onun tesiri altında yazmıyacak kadar da
fazla azametli idi; fakat karısından korkmasaydı hiç ol­
mazsa tamamı ile İmparatora mutavaatkâr kalacaktı. Ya­
rı İngiliz olan bu Avrupalı Amerikalı melezi güzel kadın,
genç bir lorda benzerdi. Sent Elene gitmek istemezdi, ko­
casını "Kendimi denize atarım” diye tehdit etmişti. O za­
mandan beri hep surat eder, Paristen başka bir şey düşün­
mez, heder olan gençliğine yanar, düşmanla pek düşer
K A YA 761

kalkar ve yemeklerde yeri boş kalıp ta İmparatorun da bu


hal nazarı dikkatini celbedip ihtarda bulundu mu, Ber-
tran bundan alınır, ertesi gün sofrada ispati vücut etmez­
di. O zaman Napoleon da yemekten vaz geçer ve şu yü­
rek dağlayıcı sözleri söylerdi: "Bana hürmette kusur edil­
mesi Longvudda bana Paristen daha acı gelir.”
Gurgo, ülfetine tahammül edilmez bir adamdı. Genç
Jeneral ve İmparatorun yaveri sıfatile son harplere işti­
rak etmiş ve merbutluğunun fazlalığından menfasında da
onun yanından ayrılmamıştı. Fakat maatteessüf kendi ken­
dine verdiği rolü oynıyacak iktidarda değildi. Oraya gel­
dikten bir kaç hafta sonra zarif bir genç kadına bir tesa­
düf etmesi jurnalında: "Hey hürriyet, ben ne diye esirim!”
diyerek bar bar bağırmasına kâfi gelir. İmparator onun
erkânı harplığım takdir eder; bir haritayı okumasını bi­
lir, sevkulceyşten ve riyaziyeden anlar;, fakat hiç bir gün
geçmez ki bu adam kendini tecavüze uğramış addetme­
sin. Şu daracık daire içinde onun öğüngenliği ve kuru­
mu işitilmedik mikyaslar alır. İmparatorun etrafında oy­
nanan o Trajedya-Komedyada mükemmel surette gülünç
ve kaba şahsiyet olur. Gurgo hırçın ve şamatacı bir köpe­
ğe benzer. Las Kazdan aşağı kalmağı bir türlü çekemez.
İmparator, aralarım bulmağa çalışır amma,'nafile... Ve
ancak nüfuzunu kullanmak sayesindedir ki bir düellonun
önünü alabilir: "Siz benim hoşuma gitsin diye arkam sıra
kalkıp geldiğinizi söylemiyor musunuz? Biribirinizle kar­
deşçe geçinin. Canım sizin dikkat ve itinanızın bütün mev­
zuu ve hedefi ben değil miyim?... İstiyorum ki burada içi­
762 NAPOLEON

nizden her biti benim tuh ve zihniyetimle mütahalli ol­


sun.”
Napoleon, kayasının üstünde sabır ve müsamaha ne­
dir öğrenecekti, bilhassa Gurgo hakkında. Onunla baba­
ca konuşur ve Korsikadaki yeğenlerinden biri ile onu par­
lak bir surette evlendireceği hülyasını onun gözlerine ay­
na tutar gibi aksettirirdi. Başka bir defa da, gezip tozsun
diye onu şehirdeki bir şenliğe göndermişti: "Gidin oraya;
eğlenip şenlenmeniz lâzımdır. Baron Ştürmeri ve Leydi
Lovla görüşünüz. Sizin yaşınızda iken insan kadınların
sosyetesini sever. Gece tatlı tatlı rüyalar görür, hülyalara
kapılırsınız. Ve ertesi gün de çalışmağa daha istekli ve
daha hazır olursunuz. Sizinle, sizin bana hazırladığınız
Rusya seferinden bahsederiz.” Bu kadar sakin bir tatlılık
ona artık âdeta maveradan geliyor gibidir. Ertesi gün Gur­
go kendini gene bir defa daha tecavüze uğramış addeder;
çünkü imparatorun oda hizmetkârı onu sivil esvablı bir
grup içinde tasavvur etmiş, öyle göstermiş. Başka bir gün
de imparatora, Briende onu tehdit eden bir kazağı vurup
yere yıkmakla onu kurtardığım hatırlattıkta efendisi böy­
le bir şeyden hiç bir vakitte haberi olmadığını söyleyince
Gurgo öfkesinden küplere biner. "Bununla beraber bütün
Paris bundan bahsetti!” der. imparator gülümseyerek ona
şu cevabı verir: "Siz yiğit bir adamsınız, fakat daima ço­
cuksunuz !”
Las Kazın uşağı, Gurgonun elmaslı bir salibini çal­
dıkta işi düzeltmek için imparator o salibi kendi cebine
atıp bunu kendisi almış olduğunu temin ederek sahibine ge­
ri vermeğe mecbur olmuştur. Fakat Gurgo, anasım geçin­
K A YA 763

direcek kadar parası olmadığından dolayı sızlanınca İm­


parator birdenbire ona şiddetle çıkıştı: "Burada bir mu­
harebe meydanında bulunuluyor demektir ve her kim kâ­
fi miktarda parası olmadığından dolayı muharebenin or­
ta yerinde çekilir giderse o, alçağın biri demektir... Siz
şuna kani olunuz ki bana burada refakat ettiğinizden do­
layı size hiç bir şey borçlu değilim; siz Fransada kalmış
olsaydınız dük dö Berri sizi astırırdı; çünkü siz 1815 de
Pariste kumandanlık ediyordunuz” der. Gücenikliğine bu
surette serbest cereyan veren Napoleotı, Gurgoya canı is­
terse gidebileceğini de ilâve eder, fakat derhal toplar ü­
zerine, top toparlakları, salkım atımları üzerine bir mü-
bahaseye girişir. Ertesi gün ona der ki:
"Haydi canım Gurgo, neniz var sizin? Ne için sura­
tınız böyle zayıflayıp uzamış?... Siz de benim gibi kendi­
nizi oğdurun, çok eyi geliyor. Muhayyelenizi yatıştırmıya-
cak olursanız deli olursunuz... İnsanın muhayyelesi Tuna
nehri gibidir, onun üzerinden daha membaında iken at­
lanır... Şayet ben Sent Elende ölecek olursam, her ne ka­
dar zengin değilsem de gene bir kaç milyonum vardır. Be­
nim şimdi sizlerden başka ailem yok. Eserlerim sizlere ka­
lacak; hiç kimse de sizin liyakatinizi ve sizin hüner ve
istidanızın hakkını benim kadar veremez. Fakat burada
benim hoşuma gitmek, beni şenlendirmek lâzımdır! Siz
zannediyor musunuz ki ben gece uyandığım vakit evelce
ne idim şimdi ise ne oldum diye düşününce kötü dakika­
lar geçirmiyorum?”
Akşam yemeğinde, küçücük saray erkânının huzurun­
da İmparator tarafından söylenmiş olan böyle gamlı söz­
764 NAPOLEON

ler bu adamların her birine sessizlik çöktürür. Her biri,


yankısı şu küçücük evden bütün Avrupaya kadar varacak
son bir inhidamın geçtiğini hissederek titrer. Entrikalar
ve husumetler bir kaç gün yatışır, fakat bir az sonra bir
hiç yüzünden bunların daha âlâsı meydana çıkar. Gurgo
artık kendini tutamaz, dayanamaz; İngilizlerle dostluk
peyda eder, ve iki yıl sonra imparatorun yanından ayrılıp
gider, elinde de efendisinin öldürücü düşmanı olan vali­
den de tavsiyenameler götürür.
imparatorun menfa yoldaşlarından en sadığı Monto-
lon (Montholon) dur. Montolon on yaşında iken onun
riyaziye muallimi, topçu yüzbaşısı Bonapart idi; sonra
Montolon onun kumandası altında 40 muharebeye girmiş
çıkmış, arada da daima saraya muvazabet etmişti. Sent-E-
lende altı yıl kaldı, sonraları da III üncü Napoleon ile
birlikte diğer altı menfa yılı geçirmekle kendisinin Bona­
part hanedanına karşı ne kadar sadakat ve merbutiyet bes­
lediğini ispat etmişti. Ne yazıktır ki onun, bermutat pek
tatlı ve uslu olan karısı, kontes Bertranı çekemez ve biraz
da lüzumundan fazla tok sözlülükle: "Çocuğu zayıflayıp
bozuluyor, çünkü anasının sütü bir şeye yaramaz” der.
ö te yandan, Kontes Bertran da kendi kendine der ki
"şayet günün birinde II inci Napoleon saltanat sürecek o­
lursa benim büyük oğlum muhakkak onun saray müşürü
olur.” Bertran gene mabeyin müşürü olarak kalıyor, Gur­
go imrohor olmuş, halbuki Montolon ise kilercilik edi­
yor diye bu nedimlerin, bu mukarriplerin dimağında hep
kıskançlıktan başka bir şey yok.
Bunların her biri de pek ağır, pek mühim işler ki o
K A YA 765

adamların uzun günlerinden ancak iki saatini doldura­


bilir !
Aralarındaki kavgalar öyle nispetler alır ki, 250 frank
yüzünden çıkan bir münakaşadan sonra, bu tahtadan ve
mukavvadan sarayın içinde artık her kes biribiri ile tahri­
rî muhaberede bulunmaktan başka çare göremez. Kontes
Montolon da çocuklarını alıp adadan çıkar gider.
Yoldaşlarından hangileri imparatora samimî surette
merbuttur? Üç hizmetkâr: dört yıldan beri onun oda hiz­
metlerine bakan Marşan (Marchand); doğduğu ada ile ö­
leceği ada arasında gûya bir rabıta aktetmek istiyormuş
gibi fıtrî bir sevk ile en son anda Korsikadan getirdiği
iki Korsikalı. Onlar İngilizlerle ülfet peyda etmeyi akıl­
larından bile geçirmezler, bununla beraber Ingilizler de
onları söyletmeğe çalışır. Çipriyani (Cipriani) nin kendi­
ni şöyle bir kenarda tutmak için ayrıca bir bahanesi de
vardır. Sent-Elenin şimdiki valisi vakti ile Kapri adasın­
da kumandan iken Çipriyani çavuş sıfatı ile bir hamlede
adayı onun elinden almağa muvaffak olmuştu. Santini gi­
dip kuş vurmak için bazan izin ister, fakat haber alınır
ki valiyi, "O ifriti” öldüreceğine and etmiş, sonra da ken­
dini vuracakmış. Bu işe öfkelenen imparator onu böyle
bir şeyden sureti mahsusada meneder. Böyle bir cinayetin
failî diye Avrupa onu göstermez mi, fail onu sanmaz mı?'
Fakat Santini odadan dışarı çıkar çıkmaz efendisi bir ne­
vi memnuniyetle şu sözleri fısıldar: "işte biz Korsikalılar,,
böyle adamlanzdır!”
766 NAPOLEON

XI

Z a y ı f , k ı z ı l s a ç lı, e p e y i y a ş lı, h a r e k e t le r i s in ir li, y ü z ü


ç i lli b i r a d a m ; y a n a ğ ın d a ç ir k in b ir k o r d e ş e n ; b o ğ u m b o ­
ğ u m b ir b o y u n ; h iç d o ğ r u d a n d o ğ r u y a yüze b a k m ıy a n
b ir ç i f t g ö z ü n ü s tü n d e a ç ık r e n k k a ş la r ; — b i r I n g iliz Je -
n e r a li ü n ifo r m a s ı g e y m iş b u z a t, z in d a n c ıd ır.

A d a n ı n e n s e lâ m e t b i r k ıs m ın d a k â in b ir s a y fiy e e v in ­
d e o t u r u r ; o e v in e t r a f ı o m ü s te m le k e n in e n g ü z e l v e e n
e s k i b a h ç e si i le ç e v r ilm iş tir . O , g e lip d e İ m p a r a to r u z iy a ­
r e t e ttik te n s o n r a i m p a r a t o r o n u n h a k k ın d a d i y o r k i : " G a ­
y e t ç ir k in v e k o rk u n ç b ir a d a m , t ı p k ı b i r V e n e d i k z a p tiy e
n e f e r in in y ü z ü g ib i ip te n k a z ık ta n k u r tu lm u ş b ir a d a m
y ü z ü v a r . B e n im ü z e rim e , k a p a n a tu tu lm u ş b ir s ır t la n b a ­
k ış ı i le n a z a r e tti. İ h tim a l k i b u a d a m b e n im c e llâ d ım d ır .”
H u d s o n L o v u m a h p u s u n n a z a r ın d a h a k ir g ö s te r e n
ş e y o n u n v a z i f e v e m e m u r iy e ti d e ğ ild i — m a h p u s , a m i­
r a l l e v e d iğ e r I n g iliz z a b itle r i i le h o ş g e ç in ir d i, — fa k a t
o n u n o v a z ife s in i g ö r ü ş t a r z ı m a h p u s u n n e f r e t i n i m u c ip
o lu r d u . L o v v a k i t ile I t a ly a d a I n g iliz c a s u s lu ğ u n u n re is ­
li ğ i n i y a p m ış , F u ş e n iri d e b a y a ğ ıs ı b i r a d a m d ı v e k e n d is i­
n e e m a n e tle t e v d i e d ilm iş b u y e n i v e n a z ik v a z ife y e b ir
p o lis h a f iy e s i m iz a c ı i le te m a s e d iy o r d u . A v r u p a m n r a ­
h a t v e s ü k û n u o n u n g ö s te r e c e ğ i d ik k a t v e te y a k k u z a b a ğ ­
l ı id i v e A v r u p a k e n d i is t ir a h a t in i h e r t ü r l ü r u h u lv i li ğ i n ­
d e n ü s tü n t u t t u ğ u iç in o n u , s e r t v e k a b a o lm a ğ a te ş v ik
e d e r d i.
I n g iliz m a tb u a tı te b it v e t a ğ r i p e d ilm iş o lm a s ı b ir
te s ir v e h e y e c a n u y a n d ır m ış o la n m ü fe h h a m m ah p u su
K A YA 767

Londralı genç ve şerir bir mücrime kıyas ederdi. îngilte-


renin en mühim gazetelerinden biri onu Yafa esirlerinin
katili diye tesmiye etmeğe, kız kardeşlerine yosma, Mura­
ya da meyhaneci oğlanı muamelesi ederdi demeğe kadar
vardı. Bir kanunu mahsus, esirin kaçmasını teşvik ve tes­
hil edecek her hangi bir kimseyi ölüm cezası ile tehdit e­
diyor ve bununla müttehem ve mahkûm olacak adamdan
dinî telkinatı da nezediyordu — naip Prens ona bir çift
av tüfeği hediye etmekle kendini tahkire uğratmaktan kork­
madı. O zaman, İngiliz şerefi, ancak liberal partinin aldığı
vaziyete, ve Lordlar Kamarasından iki azanın, Saseks (Sus­
sex) dükü ile lord Hollandın resmî ve alenî protestosu
sayesinde kurtarılmış oldu. Hattâ Lady Holland İmparato­
ra kitaplar ve yemişler göndermeğe cüret göstermeğe ka­
dar da vardı. Vakti ile İmparatorla muharebe etmek üzre
amazonlardan bir kıt’a devşirmek istemiş olan diğer bir
asilzade kadın da, cesaretle onun tarafım tuttu, onun da­
vasını güttü. Namdar bir İngiliz kanunşinası 21 tez ile is­
pat etti ki artık sulh aktedilip bittikten sonra İmparato­
run hâlâ kalebent edilmesi gayrı kanunîdir. Thomas Moo­
re ile Lord Bayron da protesto ederek kanunşinasın bu
davasına iltihak ettiler. Almanyaya gelince onun hiç du­
rup dinlenmeden Lova karşı hücumlar etmiş olması çok
şükür ki onu Tarih nazarında temize çıkarır.
Vali, adayı hakikî bir zindan locasına çevirdi. 21 fık­
rayı havi bir talimatname gemilere, limana girdikleri an­
dan itibaren, ne gibi şeyleri yapmaktan memnu oldukları­
nı ve yaparlarsa cezaya çarpılacaklarım bildirirdi. Sokak­
lara yapıştırılmış ilânlar Fransızlarla her hangi bir suret-
768 NAPOLEON

Ie münasebata girişilmesini menederdi. Longvuda ancak


bir izni mahsusu mustashiben yanaşılabilirdi. Altı yıl, In-
gilizler onun etrafını dürbünle tarassut ettiler, orada ça­
tının üstünde süzülüp giden kertenkelelerden başka bir
şey görmediler.
Bir işaret sistemi orada olan biten her şeyi Lova bil­
dirirdi: Jeneral Bonapart, ikametgâhının sınurunu aşmış;
refakatinde adam varmış; refakatinde kimse yokmuş. Yal­
nız mavi işaret hiç bir vakit çekilmedi; o işaret şu müthiş
haberi bildirecekti: Jeneral Bonapart gözden kaybolmuş.
Longvudun etrafına evden 4 kilometro açığa bir du­
var dikildi; her elli adım başında bir yere konmuş olan
nöbetçiler de oralarda gözcülük eder. Gece muhafaza ve
nezaret kordonunu tâ evin yanına kadar yaklaştırarak da­
ha sıkarlar. İmparator, saat 9 dan sonra Bertranı çağırta­
cak olsa, iki asker Bertranı muhafazaları altına alır, "hem
de mütemadiyen süngülerini Fransızın tâ kalbine doğru
dayıyacak gibi tuta tuta.”
Otuz yıldanberi atla uzun uzun gezintiler yapmağa
alışmış İmparatorun, refakatinde İngiliz zabitleri bulun­
maksızın Longvudun hudutlarından öteye geçmeğe hakkı
yoktur; ve onların muhafazası altında olsa dahi 8 İngiliz
milindeki bir mesafeden öte aşamaz. İmparator protesto
eder: "kırmızı üniforma başka bir üniformadan fazla ho­
şuma gitmediği için değil; ateşin vaftizinden geçmiş as­
kerlerin hepsi de birdir; fakat hiç bir vakit hiç bir hare­
ketimle kendimin esir olduğumu kabul ve teslim etmedi­
ğim için” der.
İlk zamanlarda, keyfi ve neşesi daha yerinde iken Na-
K A YA 769

poleon bazan îngiliz zabitine geride kalmasını emrederdi;


Gurgo ile birlikte olanca hızı ile gider, bir kolonun evine
girerdi; fakat oradan ayrılırken "sakın bizim buraya gel­
diğimizi kimseye söylemeyin” diye tavsiye ederdi. Sonra­
ları, gezmeğe gitmek istediği zaman, kendisini bekliyen
İngilizleri görmesi onun içini eza ile doldururdu; o zaman
atları çözmelerini emreder ve tekrar eve dönerdi.
İklimin yıpratıcı tesirine inzimam eden böyle bir ha­
yat, hastalığın ilerilemesini zarurî olarak tacil edecekti.
•İdman yapmıya yapmıya bacakları şişiyor, yani başında
oturan vali ziyafetler verdiği halde kendisi birçok hafta
zarfında ne taze su, ne de süt almadığı için midesindeki
hastalık çabucak tehlikeli bir hal alıyordu. İmparator ken­
di yol ve harp karyolasından daha geniş bir karyola arzu
ediyor, fakat o karyolayı sığdırıp yerleştirecek kadar yer
yok; açılır kapanır karyolasının yanı başına dayatılıver-
miş bir kerevetle iktifa etmeğe mecbur kalıyor. Maiyyeti-
nin de, kendinin de paralarım zaptetmişler; askerî mua­
veneti nakdiye istemek için Fransaya gönderdiği mektup­
ları geçirip bırakmadıklarından, kaç defa, elindeki gümüş
avani parçalarını çekiçle ufak ufak kırdırmağa mecbur ka­
lıyor. Bunun böyle olduğunu ışık telgrafı vasıtası ile ha­
ber alan vali, o gümüşleri satın almasını ahaliye yasak e­
diyor ve kendi komiserleri marifetile onları yok pahasına
ele geçiriyor. Böyle bir muamelenin Avrupaya telkin et­
tiği dehşet ve nefreti keşfedip ortaya koyan gazeteler bir­
kaç ay sonra oraya varınca bundan öfkelenen vali yeni ye­
ni ve daha sıkı kayitler isdar ediyor, Longvuda da ağza
' Napoleon — 49
770 NAPOLEON

konamıyacak kadar kötü etle sirke gibi eski şarap gönde­


riyor.
Hani sanırsınız ki bu adam halk masallarında anlat­
tıkları o habis ruhlu, eline düşen esiri sırf incitip dem­
lendirmek, sırf tezyif etmek için daima yeni yeni cevirler,
yeni yeni işkenceler icat eden o halis iblistir. Waterloo-
nun yıl dönümü günü kıt’alarma Longvuddan iki adım
ötede geçit resmi yaptırır. İmparatoru, Naip Prens şere­
fine verilmiş bir ziyafete davet eder: "lady Londona ras-
gelmek için” Kuriye, sürgünün aleyhine yazılmış hicviye­
ler getirdi, değil mi, Lov onları Loingvuda ulaştırmakta
müsaraat gösterir; fakat hayranlarından birinin yaptığı
Roma Kiralının Büstü geldiği vakit vali, olur ki o büstün
içinde gizli kâğıtlar bulunabilir bahanesi ile o heykeli îm-
maratorun gözünden kaçırmağa çalışır. Karısı ve oğlu a­
caba ne halde bulunuyorlar diye mahpus esirin İngiltere
Naip Prensine yazdığı bir mektubu Lov müsadere eder.
Çocuğu görmüş olan AvusturyalI bir seyyahın Longvuda
girmesini meneder; ve sadık birkaç hademe ile çamaşır ve
bulaşık yıkayan bir kadının merhameti vesateti ile Roma
kiralının bir lüle saçı her şeye rağmen babanın eline ge­
çince Lov, îngiltereye bu bapta uzun bir rapor yazar.
Önceleri zindancı, mahpusunu ara sıra görürdü. İm­
parator, bu ziyaretlerin birinden sonra dedi ki: "Bu va­
linin ne necabetsiz ve ne uğursuz bir suratı var!... İnsan
böyle bir adamı bir lâhza yanında alıkoyacak olsa kahve­
sini bile içemez.”
Daha geldiği andan itibaren Lov Napoleonun ölü­
münü bir an evel getirmek için elinden geleni sistematik
KAYA 771

bir surette yaptı, imparatorun kuvveti zaafa uğradığı va­


kit Lov onu, şahsına emniyet ettiği İngiliz doktorundan
mahrum bıraktı ve doktor, hasta hakkında doktorlukla a­
lâkadar malûmattan başka malûmat vermeği reddettiği ci­
hetle hükümetçe kendisinden şüphe edilmişti. Lov Long-
vudun etrafım casusları ile çevirtmeği de kâfi görmez de
bütün adayı da casusla kaplar; öyle ki, az zaman sonra
hakikî bir entrika şebekesi küçük evi dışından sarar, için­
de ise âdi kıskançlıklar tıpkı vakti ile Tüilöride nasıl idi
ise gene öyle alabildiğine sürüp gider.
Londraya göndermiş olduğu bir raporda O’ Meara,
iklimin kötülüğü yüzünden, oturduğu evin uygunsusluğu
ve idmanın fikdam yüzünden imparatorun kara ciğerin­
deki hastalığın üçüncü esaret yılı zarfında ne kadar vahim­
leşmiş olduğunu ispat etmişti; "Şaşılacak bir şey varsa o
da hastalığın ilerlemesinin daha çabuk olmamasıdır. Bu
tesir ve netice ancak hastadaki ruh kuvvetine ve bir de
kat’îyyen hiç bir sui istimal ile zaafa uğramamış olan bir
bünyenin eyiliğine hamledilebilir.” Hariciye Nazırı da,
çok ihtimal ki bizzat Naip Prens de bu rapora muttali
oldular, imparatoru Asor adalarına naklettirecekleri yerde
üç yıl daha Sent Elende bırakmış olmaları İngiliz hükü­
metindeki sui niyeti kâfi miktarda ispat eder. Lova gelin­
ce, o, itaat göstermekten başka bir şey istemezdi. Onun
siyasetinin hakikaten iblisçe hainlikleri vardı: "Ben işleri
o suretle yoluna korum ki o, ata da binebilir; hem onun
birdenbire bir kalp durması ile ölmesini istemem, böyle
bir şey beni pek izaç edebilir, hükümetimi de öyle. Ben
onun öyle ağır seyirli bir hastalıkla ölmesini ve bizim he­
772 NAPOLEON

kimlerimizin de o ölümü tabiî bir netice diye ispat ve tas­


dik edebilmesini daha çok bir sevinçle görürüm. Bir kalp
sektesi türlü türlü tevil ve tefsirlere yol açabilir.”
Sent Elendeki ikamet müddetinin başında imparator
on iki sayıfa uzunluğunda resmî bir protestoname
kaleme aldı. O protestonamenin içinde bütün şi­
kâyet ve itirazlarım serdetmişti. Onu Avrupaya yol­
lamak için gizlice ipek üzerine kopya ettirdi. O
protestonamede ez an cümle kendisini "jeneral” diyetes­
miye etmelerini kabul etmediğini, böyle bir şeyin ona mil­
let tarafından verilmiş olan Konsüllük ve İmparatorluk
unvanım inkâr etmek demek olacağım beyan etmişti. Her
şeyi telif etmek için Dürok yahut Müiron ismini almasını
teklif etmişti, fakat Ingiltere "hükümdarlara bahşedilmiş
olan bu hakkı” ona vermeği reddetti. Hattâ vali onun a­
dına Buonapartelerin İtalyanca olan "u” sunu tekrar ko-
durmağa da çalıştı. Başka başka yedi isim taşıdıktan son­
ra, İmparator taliin feci bir cilve ve istihzası olmak üzre
şimdi dönüp gene ilk menşeindeki ismi mi alacaktı?
Mücadeleler baş göstermekte gecikmiyecektir. Napo-
leonun döğüşkenlik hızı son bir defa olmak üzre uyanı­
yor. Hıncı, vakti ile kendisi pür şevket iken hasmi ile gö­
rüşeceği yerde hasmını kırdığı zamandakinden daha kes­
kin ve daha şiddetli bir surette kendini gösteriyor.
Longvudda da istihbarat tertibatı var, oradakiler de
her şeyi haber alıyorlar. Vali, hisarın duvarına yaklaşdığı
vakit imparator evden içeri giriyor ve Lovu oda hizmet­
çisinin delâleti ile kendi huzuruna çıkarttırıyor. Fakat bir
gün Vali onu ansızın bahçesinde bastırmakla evinin mas­
KAYA 773

rafım daha kısmasını ona teemmülsüzçe söyleyor. O za­


man öfkelenen İmparator parlayor:
"Siz münasebetsizliği, bana en çirkin teferrüatı söy­
lemeğe kadar da vardırıyorsunuz. Nasıl istiyorsunuz ki
ben sizi benim zebanim olmaktan başka türlü tanıyabile­
yim? Siz dünyada bütün memleketlerden dışarı atılmış
haydutlarla kaçaklardan başka kime kumanda etmişsisiniz-
dir acaba? Ben temayüz etmiş bütün İngiliz jenerallarınm
adını bilirim. Size gelince ben sizin adınızın ancak Blü-
herin bir müstensihi ya da haydutların başı olarak zikre-
dildiğini işitmişimdir. Siz hiç bir vakitte şeref sahibi in­
sanlara kumanda etmiş adam değilsiniz. Hasılı beni be­
nim iaşem için tanzim ettiğiniz şeylerin iğrenç teferrüatı
ile yormayınız, ister iseniz Longvuda hiç bir şey gönder­
meyin; ben gider yeğit 53 üncü zabitlerinin sofrasına da
otururum. Eminim ki onların içinden hiç biri çıkıp ta ak­
şam yemeğini benim gibi bir askerle bölüşmemezlik etmez.
Sizin benim vücuduma tahhakküm etmek hususunda kâ­
mil salâhiyetiniz vardır, fakat benim ruhum daima sizin
elinizden kaçıp kurtulacaktır. Emin olunuz ki o ruh bu
kayanın üstünde de, tıpkı vakti ile bütün Avrupaya ku­
manda ettiğim zamandaki kadar azametli ve cesurdur. Siz
bu kabalığınızla her şeyi yapmağa müstaidsiniz. Eğer böy­
le bir şeye cesaret edebilseniz ve yahut emrini alsanız ba­
na zehir de verebilirsiniz.”
Hiç bir söz bile söylemeden vali yüz çeviriyor, ata bi­
niyor ve dört nala sürerek ortadan uzaklaşıyor. O zaman
Napoleon şimdiki hali ile maziyi mukayese edince: "Vak­
ti ile olsaydı ben bu adamı yok ederdim” diye bağırmıyor
774 NAPOLEON

da sadece diyor ki: "Tüilöride olsaydım böyle bir sahne­


den yüzüm kızarırdı.”
Gece gündüz vali pusuda. İmparatorun adamları ile
hiç olmıyacak teferruat üzerinde kavga çıkarıyor; fakat
bizzat mahpus esire gelince artık o, valinin yüzünü bir da­
ha hiç görecek değildir. Bir gün İmparator onu huzuru­
na kabul etmeği gene mutadı üzre reddedince Lov, Jene-
ralin orada olup olmadığım bizzat görmekle mükellef ol­
duğunu beyan ederek İsrar gösteriyor. Oda hizmetçisi key­
fiyeti efendisine haber veriyor, ve Lov açık kapıdan şu
cevabı duyuyor: "Söyle zebanime ki anahtarlarım cellat
baltası ile değiş etmek kendi elindedir ve şayet içeri gire­
cek olursa bir naşın üzerine girer; ver şu tabancamı bana.”
"Jeneral” in hep orada olup olmadığından emin ol­
mak için Hudson Lov onu ölüm yatağına yatmış görece­
ği güne kadar beklemeğe mecbur kaldı.

XII
İmparator, sabahleyin mümkün olduğu kadar geç
kalkar, tâ ki gündüzünü kısaltsın diye. Zili çalar. Mar-
şan ispati vücut eder. İmparator ondan "hava nasıldır”
diye sorar, sırtına mısır kutnisinden robdöşambrını geçi­
rir, hülyasındaki sarığın uzak bir tehzili olan kırmızı hint
kumaşından gecelik takkesini başında muhafaza eder. Son­
ra soğuk su dökünür, friksiyon yapar; artık kolonya suyu
filân yoktur.
Bunun üzerine doktor O’Meara gelir; İmparator o­
nunla İtalyanca konuşur ve kendine adadaki küçük hava­
disleri naklettirir. Bazan kahve için şeker bulunmaz. —
K A YA 775

Yeni gazeteler gelmedi mi? — Hayır, daha gelmedi. Bir


banyo alınabilirdi, fakat yer o kadar dar ki... — Gelsin
Gurgo gelsin, yazsın. Neresinde kaldık? Ehramlarda. İm­
parator çıplak küçük odayı arşınlar. Masanın üzerine bir
mısır haritası yayılmıştır.
Gurgo ile birlikte öğle yemeği yer. Sohbet bir topçu
hücumuna karşı himaye hizmeti görebilecek olan bazı şa-
rampullar üzerine intikal eder. Öğleden sonra İmparator
umumiyetle, yatak odasında, üstü pamuktan bir örtü ile
kaplı ve yayları çökük bir kerevete uzanarak kitap okur.
Korsikada onun doğduğu ev bundan daha rahattı. İşte
Monitörün bir kaç cildi; bunlar sürgünün içini sıkmağa
başlayınca sürgün bunları elinden atar ve gözlerini karı­
sı ile çocuğunun İzabe (Isabey) tarafından yapılmış olan
tablosuna çevirir. Yanında beyaza boyanmış bir tahtanın
üstünde, Sen Kludan gelen iki kolşamdanı tutan iki kar­
talın arasında oğlunun mermerden bir büstü vardır; ay­
nanın, yaldızı dökülmüş çerçevesine tutturulmuş olarak ta
gene Roma kıralım tecessüm ettiren dört minyatür var­
dır. Bundan başka, burada daha Jozefinin bir porteresi,
— zinciri Mari-Luizin kumral saçları ile örülmüş olan —-
Rivolideki altın saat, Büyük Frederikin gümüş revey ma-
teni görünür. Bunların hepsi de mazinin bu küçücük oda­
da bir araya getirilmiş olan beliğ izleri ve bakıyyeleridir.
Akşam yemeği için geyinilir. İmparator eski yeşil re-
dengotunu giyer, Lejiyon Donör salibini takar, ipek ço­
raplarını ve tokalı ayakkaplarım giyer. Hizmetkârlar vak­
ti ile Pariste geydikleri sırma işlemeli livreleri ile hizmet
görürler. K üf kokan daracık odanın içindeki sofraya ma­
776
NAPOLEON

dalyonları Napoleonun muharebelerini tasvir eden Sevr


porsöleninden tabaklar, üstleri kartallı lâmba fernozlarr
ile gümüş kol şamdanları konmuştur. Çipriani Zati Şaha­
ne için et keser ve o eti ona merasimle takdim eder. Tek
heceli kelimelerle, meslâ bazı eşyanın Patisteki fiatı hak­
kında muharvere olur. İmparator tahtım ve asasının kaça
mal olduğunu çok ciddiyetle hikâye eder. Yemekten son­
ra, salonda, Korney (Corneille) den okunur; daima ayni
piyesleri tekrar tekrar okutur. İmparator coşkun coşkun,
yani pek kötü inşad eder. Dinliyenlerin gevşeyip kendile­
rinden geçtikleri olur: "Madam, uyuyorsunuz. — Gurgo
uyanın!”
— Emredersiniz, Şevketmaap.
Bazı arkadaşlar da Bertran ile satranç oynar; Monto-
lon ile reversi (Röversi — En az sayı yapanın kazanması
esası üzerine kurulmuş kâğıt oyunu) oynar. "Saat kaç?”
— On bir, Sir.
— Zaman üzerine çalınmış yeni bir galebe daha; bir
gün daha eksildi.”
2000 gün hep böyle diye diye geçti gitti. İtalyadaki,
Mısırdaki seferleri için ve Hükümet darbesi için bu gün­
lerin yarısından daha azı kâfi gelmişti.
Söyleyip yazdırmak ve okumak onun en eyi vakit ge­
çirdiği şeylerdir. O ki, gençliğinde bir kütüphaneyi sade
baştan başa okuyup devretmek değil, bir de kenarlarını
not etmiştir, sonraları 25 yıl müddetle okumak için pek
az vakit bulmuştu. Bu gün okuduğu nedir? Delikanlı iken
okumadığı her şey. Hayatın eşiğinde iken türlü türlü müel­
lifleri tetkik ederek malzeme toplar, gerçekçi olduğu için
K A YA 777

bütün terkiplerden kaçınırdı. Bugün ki artık dünya, ar­


kasında kapanmış gitmiştir, filozofçasına bütün şuunun
heyeti mecmuası hakkında bir fikir edinmeğe çalışır. Vak­
ti ile Tarih onu ihtiras ve galeyana getirirdi; bugün ise
şairleri, mısraları ve nağmeleri bilhassa kendinin yaşamış
olduğu kahramanca dastam aksettirir gibi olan şairleri se­
ver. En başa îlyadayı kor: "Tekvin ile Tevrat olduğu gibi
bu kitap ta zamanın işareti, nişanesi ve eseridir. Homirus,
telifinde şairdi, hatipti, tarihşinas, kamusşinas, coğrafya
âlimi, akait âlimi idi; o, kendi zamanının ansiklopedicisi
idi... Benim bilhassa hayretimi mucip olan şey, üslubun ve
evzain kabalığı ile fikirlerin mükemmelliğidir” derdi.
Napoleon Homirusu okurken bir nevi teselli bulu­
yor. Odise onu daha az alâkadar ediyor; o, bir sergüzeştçi­
nin menkıbesidir, kendi ise bundan daha değerlidir. So-
fokliusun Ödipini medhediyor, Ödip menfanın faciasıdır;
Eşilin Agamemnonunu, Kaybolmuş Cenneti, Kitabı Mu­
kaddesi medhediyor. Korney ile Rasin ona, kendisine 30
yıl müddetle örneklik hizmeti görmüş olan kahramanların
sonraları fransızcaya nakledilmiş hayal ve tasvirini arzedi-
yor. îtalyancadan okuduğu Sinna (Cinna) dan, Filoktet
(Philoctete) den ve Ossiandan bıkıp usanmıyor. Molier
gibi, Bomarşe (Beaumarchais) gibi, vakti ile istihfaf et­
miş olduğu hicviyeci muharrirler, şimdi ona aziz geliyor.
Hatırat kabilinden, hicviye kabilinden yeni intişar eden
her ne varsa, başlıca kendi aleyhinde kaleme alınmış her
ne varsa hepsini okuyor.
Fransadan yeni kitap sandıkları getiren geminin o­
raya varması büyük bir hâdisedir. Nemli kütüphanenin
778 NAPOLEON

rafım hemen hemen 3000 cilt kitap süsüyor. Fakat İmpa­


ratorun bu kadar çabuk okuması ne yazık şey! Bir cildi
bir saatten daha az bir zaman zarfında bitiriyor. Oda hiz­
metkârı az vakit içinde döşeme tahtasının üstüne yığılmış
kitap istiflerini toplayıp götürüyor, zira efendisi her oku­
duğunu veya okumağa tenezzül etmediğini yerlere atıyor.
Sen-Elendeki ikametinin ilk zamanlarında Napoleon
gene kendinin 30 yıl müddetle yaşamış olduğu o baş dön­
dürücü gidişi ile yaşardı. Şimdiden sonra ağır ağır yaşa­
mak lâzım geldiğini unuturdu; bu yüzdendir ki esareti
müddetince yapmış olduğu yegâne iş çabucacık bitip tü­
kenmiş oldu.
E sk i g r ö n a d iy e le r in e k e n d i b ü y ü k e f ’a ü n i n a k lü b e ­
y a n e d e c e ğ in e d a i r sö z v e r d i ğ i v a k i t b u iş i, b u v a z i f e y i
s ı r f E lb e a d a s ın d a k i h o ş v a k i t le r i n i o y a la m a k m a k s a d ı ile
ta s a rla m ış tı. î l k m e n fa s ı z a m a n ın d a o n u d ü ş ü n ü r g ib i g ö ­
r ü n m e d i; f a k a t ik in c i m e n fa s ın ın i l k y ı lr d a h a g e ç m iş g e ç ­
m e m iş ti k i o , H a t ır a t ı b a ş ta n b a ş a s ö y le y ip y a z d ırm ış tı.
G e n e b u d e f a d a b u h ız o n a d ış a r ıd a n g e lm iş ti. T e s a d ü fi
b i r h a d is e , o n u n K a n ( C a n n e s ) a ç ık m a s ın ı p e k y a n lış a n ­
la t a n b a z ı r i s a le le r i n e lin e g e ç m iş o lm a s ı, o n u v a k ’a la r ı
o ld u ğ u g ib i y e r li y e r in e k o y u p a n la tm a ğ a ş e v k e tti.
Odasının içinde aşağı yukarı bir gidip bir gelerek
söylemeğe başlardı, Montolona da yazmasını işaret eyler­
di, Elbe adasından dönüşü faslım ona bir çırpıda söyleyip
yazdırıverdi. Evrak hâzinesinden 2000 fersah uzakta hiç
bir vesikanın yardımı olmaksızın, bütün Yüz Gün’ün Ta­
rihini en eyi devrindeki ilhamla ezberden tekrar meydana
getiriverdi. Sonra birdenbire sözünü kesti:
K A YA 779

— Neye yarar? dedi.


Ondan bir kaç vakit sonra Avam Kamarasının bir ra­
poru onu bu işe tekrar sarılmak için hıza getirdi. O za­
man, hiç durup dinlenmeden on dört saat mütemadiyen
söyleyip yazdırırdı. Kâtipleri yorgunluktan bitkin düşer­
di ve biribirlerini değiştirirdi, biri gidip biri gelirdi; o ise
onlarla alay eder ve işine devam ederdi. Başka bir defa da,
bir gece uykusu kaçınca Montolonu çağırdı ve evelki yaz­
dırdığı hatıralardan daha sonraki hatıralarım onun kale­
mine tevdi etti. Sözü tercihen hep ilk muzafferiyetlerine
getirdiği cihetle etrafındakiler ona İtalya seferlerini, Mı­
sır seferini ve Konsüllük devrini anlatmasını tavsiye etti­
ler. Kendisi her keşten daha az farkında olmak üzre hiç
kimse de farkına varmadı ki bu vak’alardan gûya Otuz
Y d muharebesi mevzuu bahs imiş gibi bahsediliyor. Vak­
ti ile ayni zamanda arzın dört köşesine birden kumanda
etmiş olan imparator, eskiden Jenerallerine işi nasıl tak­
sim edip dağıtır idi ise bu gün de son iş arkadaşlarına işi
öyle taksim edip dağıtmış ve 1796 dan 1799 a kadar olan
muharebeleri bir kaç hafta zarfında söyleyip yazdırmıştı.
Odanın içinde mütemadiyen gider gelir dolaşırdı; dışa­
rıda kapılar gıcırdar, fakırdılar, muhavere kırıntılarının
sesi odaya kadar vurur ve kâtiplerini rahatsız ederdi, —
imparator bunların hiç birini duymazdı. Ayakları yerde
ne kadar azim ve kuvvetle ses çıkarırsa, cümleleri de mü-
nakkahlıktan yana o kadar kazanırdı; bazı anlar heyecan
onu nefes nefese bir hale kordu.
Fakat Las Kaz onun söylediği Arkol muharebesinin
hikâyesini yazarken coşup: "Bu, îlyadadan daha güzel!”
780 NAPOLEON

diye bağırdığı zaman Napoleon ona istihza ile bakıp gü­


lerek dedi ki: "Bah! Siz kendinizi hâlâ Koblentzte sanı­
yorsunuz. Ben, tâ eyice hoşuma gidinciye kadar bu faslı
yirmi kere daha evirip çevirip tekrar gözden geçireceğim.”
Bu, onun, kendini dalkavukluğa karşı sinik bir surette
müdafaa etmek için o tarzda konuşmasından başka bir şey
değildir, zira o faslı tekrar yazmak bir dakika bile aklın­
dan geçmez ve imlâ ettiği şeyi tekrar kendisine okuduk­
ları zaman O, o şeyi yalnız bir tashih edivermekle iktifa
edecektir.
Yalnız galiba Waterloo muharebesi, ondan, tekrar
ve tekrar çalışıp her şeyi mütemadiyen düzeltmesini, elden
geçirmesini talebeder. Bütün objektivitesine rağmen o mu­
harebenin encamını bir türlü kendi kendine izale edemez
ve daima ona dair yeni yeni tefsirler ve teviller arar, In­
giliz zabitleri ona, yazdıklarım Avrupaya göndermek ve­
sile ve fırsatım verdikleri cihetle imparator Waterloo
bahsini hususî bir dikkatle kaleme alır; tâ ki her kesin gö­
züne Ingilterenin likayatini daha küçük göstersin. "Bu
mevzu da lüzumundan fazla melâl verici bir şey, gidelim
yatalım” derdi.
Eserinde doğru olmıyan şeyler vardır: Hafızasındaki
noksandan değil de, Tarihte kendine temin etmek istedi­
ği mevkiden dolayı bile bile tağyir edilmiş tarihler var­
dır. Esasen bu yanlışlar da Sezarin eserlerindeki hatalar­
dan daha kesretli değildir ya; hem de ehemmiyetli hâdi­
seleri istihtaf etmezler, Lyon Akademisinin müsabakasın­
da bir altın madalya kazanıp baliğ olduğu esmam da an­
nesine yardıma hasrettiğini iddia ettiği zaman; bazı muha­
K A YA 781

rebelerde, Jenerallerine bırakması daha insafa muvafık o­


lacak bir liyakati kendine atfettiği zaman; Rusya seferin­
den önce, Çarın bütün Avrupayı aralarında paylaşmak üz­
re gûya kendisine bir muahede teklif ettiğine dair baştan
başa uydurma bir şey söylediği zaman, iş arkadaşlarının
mizaç ve seciyyelerinin şeklini bozmuş olur, fakat belli
başlı vakitlere riayet eder.
Şüphesiz ki kendi ef’alini kendi kahraman telâkkisi­
ne göre idealise etmiştir; fakat bundan dolayı o ef’al ka­
zanmış olmaktan ziyade mahiyetlerinden kaybeder; fakat
kendinin hükümet mevkiine suudu hakkında vücude ge­
tirdiği tablo mecmu heyeti itibari ile doğrudur, ve haki­
kate uyar. Esasen ne öğüngenlik, ne de tanüteşni onun ilk
muzafferiyyetlerinin mehabetli netayicinden hiç bir şey
tağyir edemezdi ya. Fakat Napoleonun söyliyerek yazdır­
dığı Hatirat hemen hemen âdeta sırf harp adamına mün­
hasır değildir; onun için kendi şahsiyetinin mahiyetini ta­
nıtmak noktai nazarından lâübali sohbetleri esasında top­
lanmış olan son hasbühalleri ve itirafları kadar alâka u­
yandırmaz; Hatirat onlar kadar mühim değildir.
Biraz sonra artık yazmaktan yorulur, bıkar usanır.
Kendisinin 1800 yılında, bir kaç hafta içinde icra edilip
bitirmiş olan seferini söyleyip yazdırmağı düşündükten
sonra bu fikirden vaz geçer, ve Gurgoyu Rusya seferi hak-
kındaki vesikaları toplayıp bir araya getirmeğe memur e­
der. îşte Gurgo bizzat kendinin de yapmış olduğu o harp
hakkında bir rus eserini değil de, İmparator kendinden
bir kaç adım ötede yaşadığı ve ona her keşten daha eyı
782 NAPOLEON

malûmat verebileceği halde o gidip İmparatora dair ya­


zılmış olan bir İngiliz eserini tetkik eder.
Bazan İmparator şu ve bu haberleri aldıkta kendi
mülâhazalarım, malî projeler hakkındaki hesaplarım söy­
leyip yazdırmak coşkunluğuna tutulur. Bulunduğu kaya­
nın üstünden dünyaya, artık kendisinden bir şey sormıyan
o dünyaya cevap vermek ister, fakat sesi uzaklıklar içinde
kaybolur.
Harp san’atı hakkında bir eser vücude getirmeğe de
niyeti vardı, fakat: "Bu mevzu üzerine yazı yazmak he­
vesinde idim, lâkin sonra Jeneraller kendilerine telkin e­
dilmiş olan prensipleri takib ettikleri için yenildiklerini
söylerler. Harpte o kadar mütenevvi unsurlar vardır ki!”
Bu da onun, her şeyden evel tecrübe adamı, muvafık ve
müsait an adamı olduğu cihetle her nevi sistem hakkında
bir emniyetsizlik beslediğinin yeni bir delilidir. Bir eser
teknik bir mes’eleyi meydana koydu mu, İmparator, bom­
bardıman ateşlerine karşı kullanmak üzre idhal etmek is­
tediği bir yangın tulumbasının tedarik edebileceği su mik­
tarının neden ibaret olduğunu hesap etmeğe Gurgoyu me­
mur eder.
Bazan da ziyarete gelenler, günlerini kısaltrr. Usul
ve nizamına tevfikan tavsiye edilmiş İngiliz seyyahları, â­
limler, kolonlar, İmparator tarafından kabul edilir ve bun­
lar Avrupaya döndüklerinde İmparatorun fikrindeki ve
ruhundaki tazeliği ne kadar muhafaza etmiş olduğunu hi­
kâye ederler. Napoleon bu gibi münasebetleri ve görüş­
meleri temenni eder; nasıl Las Kazın hatıranamesi çıkar
çıkmaz o eserin de kendi kendine uyandırmış olduğu ü-
K A YA 783

mumî efkâr temayülünden de memnun ve mutmain öl­


müştür :
"Şekvalarınızı söyleyin, Efendiler; Avrupa onları duy­
sun da gücensin, bu halden iğrensin! Benim vekarım ve
seciyem bu gibi şekvalarda beni bulunduramaz, böyle şek­
valarda bulunmak benim vekarımın ve seciyemin elinden
gelemez.” Ve şu derin manalı sözü ilâve eder: "Ben ya
emrederim, ya da susarım.”
Bazı seyyahlar ona mühim ve alâka uyandırıcı şeyler
anlatırlar. Waterloo muharebesi esnasında gemisi sahilin
açığında demirlemiş olan bir İngiliz amirali ona tevdi e­
der ki, Blüher yetişip gelmeyince Wellington artık kendi
askeri kıt’alarımn gemilere irkabedilmesi emrini vermiş.
Bu İngiliz zabitlerinin kendi hakkında nasıl coşkun bir
meftunluk beslediklerini öğrenince, İmparator hakikî bir
İhtilâl adamı halinde: "Bu aşikârdır, bu; bu adamlar kal­
ben bizimle beraberdir. Bunların hepsi de aslan İngiliz a­
hali tabakasından gelen adamlardır. Binaenaleyh muaz­
zam aristokrasinin tabiî düşmanlarıdır” diye bağırır.
Bütün askerler onun lehinde. Bir kaç gün için Sent-
Elende eğleşen İngiliz bahriyelileri geceleyin usulca Long-
vuda kadar sokulurlar ve ellerinde çiçeklerle kendilerini
İmparatorun huzuruna takdim ederler, utançtan yüzleri
kıpkırmızı kesilir. Napoleon gülerek onların omuzlarına
vurur, onları okşar. Garnizonun istibdali anında zabitleri
nezdine kabul eder, onları tamami ile tıpkı onlar Fransız
imişler de kendi de onların Jenerali imiş gibi kabul eder:
"Kaç yıllık hizmetiniz var? Yaralandınız mı? Ben 53 ün­
cüden pek memnun kalmışımdır; ona mutlu olacak her
784 NAPOLEON

şey haber almak bana daima zevk verecektir.. Bu alayın git­


mesinden mahzun musunuz?.. Kendinizi teselli etmek için
Mayledi (Mylady: Hanım) ye küçük bir Bingham yapmak
lâzımdır.” Kahkahayla gülerler. Amiral al al olur. Firka­
teyn giderken adamlar, mahbus esirin şerefine üç defa dü­
dük çalar, hurra bağırırlar. Üç ay sonra hikâye Avrupa-
nın her tarafına yayılmıştır.
Fakat bir gün bir kaptanın göğsündeki nişanı mua­
yene edip te üstünde: Vittoria muharebesi yazısını oku­
yunca İmparator başını çevirdi.
îngilterenin müttefikleri, kendi hükümdarlarının me­
rakım tatmin için, her biri Sent-Elende bir mümessil ida­
me ediyor. İmparator onları kabul etmek hususunu red­
dettiği cihetle, dört murahhas vazifelerinin mevzuu olan
insanı bile göremeksizin denizlerin ortasında sürgün gi­
bi kalıyorlar. Yeni bir entrika ocağı. Maiyetindeki insan­
ların ülfet etmelerine İmparatorun yegâne müsaade etti­
ği kimse Gayet Hıristiyan kıral XVIII inci Luinin adaya
zikudret selefi nezdine göndermiş olduğu marki Mon-Şö-
nü (Mont-Chenu) dır. Marki, İmparatora en son gazete­
leri, kendisine gelen mektupların hulâsalarını verdirtiyor.
Buna mukabil mahpus esir de ona iğreti kitaplar gönde­
riyor ve bir Burbon Prensinin katledilmiş olduğu haberi
Sent-Elene gelince, Jeneral Bonapart Kont Bertram marki­
ye taziyetlerini bildirmeğe memur ediyor: Hakikî bir ope-
ra-komik sahnesi...
Napoleon keyfi yerinde olduğu zaman kendini oya­
lamağa çalışıyor. Bütün bir akşamım "Almanak Emperial”
in sahifelerini çevirip gözden geçirmeğe hasrediyor ve onu
K A YA 785

kaparken tıpkı peri masalındaki kazanci gibi diyor ki: "Gü­


zel bir İmparatoruktu o! 83.000.000 adamı, yani bütün
Avrupanm yarısından fazla ahaliyi idare ederdim.” Başka
bir akşam da Las Kaz ile gençlik hatıralarından bahsedi­
yor. Çok gülüyorlar, şampanyalar getiriyorlar ve saat on
biri çaldığından, İmparator: "Vakit nasıl da geçmiş! Ne­
den her zaman böyle anlara nail olamıyorum! azizim, siz,
beni mesut bırakıyorsunuz!” diye bağırıyor.
Bu sözler bir şekvadan daha hançer gibi işleyici söz­
lerdir. İmparator, Montolonun yedi yaşındaki çocuğunu
dizlerine alıyor ve ona Kurt ile Kuzu masalım anlatıyor.
Çocuk pek eyi anlamıyor, kuzuyu, kurdu ve Zati Şahane­
yi garip bir surette hep biribirine karıştırıyor. İmparator
gülüyor ve yarım saat hoş vakit geçirdiğinden dolayı se­
viniyor. Başka bir defa da bir İtalyan havası okuyarak o­
dasının içinde gidip geliyor ve kahkahayla gülüyor, çünkü
yeni okumuş ki Kıral Lui ona daima "Mösyö dö Buona­
parte” diye tesmiye edermiş.
Uykusu kaçıp da uyuyamadığı vakit Las Kaza Sen-
Jermen foburguna ait küçük fıkralar anlattırıyor. Yahut
da Gurgoya diyor ki: "Kadınlardan bahsedelim, ben asla
onlara hasredecek vakit bulamamışımdır, yoksa onlar be­
nim hayatıma hakim olurlardı.” Banyosunun içinde iken
cam sıkılırsa Gurgoya ispat ediyor ki suyun, su içindeki
bir madde üzerinde olan tazyiki, bu maddenin sıkletine
müsavidir.
Bir gün onu salonunun kapısında, elinde bir ölçü, et-
rafındakilerin boyunu ölçer görüyorlar. Sabahleyin geyin-
meden kaldığı, bütün meşgalelerini öğleden sonraya sak-
Napoleon — 50
786 NAPOLEON

la m a k iç in ç ık m a d ığ ı, y a h u t d a y a k ıc ı b ir g ü n d ü z d e n s o n ­
r a iç e r i a n c a k g e n e y a r ıs ı g i r d i ğ i o lu y o r . O z a m a n , f a r k ı ­
n a v a r m a k s ız ın o g e ç s a a te k a d a r u la ş m ış o lm a k v a k ıa s ın ı
b ü y ü k b i r m u z a f f e r iy e t a d d e d iy o r . O d a h iz m e tç is in in , t a n ­
z im v e t e f r iş i n i p e k ö ğ d ü k le r i ç a tı a r a s ın a b i r g ü n b i r m e r­
d iv e n v a s ıta s ı i le ç ık tığ ın d a n , k e n d i g a r d ı r o b u n u a ç tır ıp
n e s i v a r n e si y o k s a k e n d in e g ö s t e r iy o r v e d a h a h â lâ b u n c a
ş e y e m a li k o ld u ğ u n u g ö r ü n c e h a y r e te d ü ş ü y o r. E li, L y o n
ş e h r in in h e d iy e s i o la n K o n s ü l lü k ü n ifo r m a s ın ı, W a g r a m -
d a ik e n k u lla n m ış o ld u ğ u m a h z u r la r ı, M a r e n g o d a g e y m iş
o ld u ğ u h a r m a n iy e y i o k ş u y o r ; v e h iç b i r k e lim e s ö y le m e k -
s iz in g e n e m e r d iv e n d e n a ş a ğ ı e n iy o r.
H a y a tın ı d o ld u r m a k h u s u s u n d a k i o ü m its iz ih tiy a c ı
iç in d e k e n d in e b a ğ la n a b ile c e ğ i b i r m a h lû k yok m u d u r?
Ç o k d e f a b a h ç e d e y a d a y o lu n u n ü z e r in d e T o b i is m in d e
M a le z y a lı b i r e sir, d ik k a tin i c e lb e tm iş. T o b i v a k t i i le ç a ­
lın m ış , s o n r a d a b u a d a d a b ıra k ılm ış , i m p a r a t o r , o n u n n a ­
s ıl ç a lış tığ ın a b a k m a k ta n y o r u lm ı y o r v e h e r d e fa s ın d a o n a
b i r n a p o le o n a lt ı m v e r i y o r . O z a m a n M a le z y a lı o n a o k ö ­
t ü İ n g iliz c e s i i le " B e n im e y i e fe n d im ” d iy o r .
i m p a r a t o r d iy o r k i : " iş te şu z a v a llı T o b i, a ile s in d e n ,
t o p r a ğ ın d a n , k e n d i k e n d in d e n ç a lın ıp s a tılm ış b i r a d a m ­
d ı r ; o n u n iç in b u n d a n d a h a b ü y ü k b i r e z a o la b i li r m i?
B a ş k a la r ı iç in d e b u n d a n d a h a b ü y ü k b ir c in a y e t o la b i li r
m i? Ş a y e t b u c in a y e t t e k b a ş ın a s ı r f I n g iliz k a p ta n ın ın iş i
ise, m u h a k k a k tır k i o a d a m d ü n y a m n e n h a in a d a m la r ın ­
d a n b i r i d i r ; y o k b u c in a y e t b ü tü n t a i f e t a r a f ı n d a n ir t ik â p
e d ild i ise , n ih a y e t b u g ö t ü r ü p a z a r ih tim a l k i p e k d e z a n ­
n e d i ld i ğ i k a d a r h a in in s a n la r t a r a f ı n d a n y a p ılm a m ış t ı r ;
KAYA 787

z ir a f e n a lık , v e f is k ü fü c ü r d a im a f e r d î d i r , h e m e n h iç b ir
v a k i t iş t ir a k î ( c o l le k t i f ) d e ğ ild ir . Y u s u f u n k a r d e ş le r i Y u ­
s u f u ö ld ü r m e ğ e k a r a r v e r m e z le r ; Y e h u d a is e s o ğ u k k a n lı­
lı k la , ik i y ü z lü lü k le , a lç a k ç a b i r h e s a p la e fe n d is in i, g ö tü ­
r ü p iş k e n c e n in e lin e te s lim e d e r .” B a ş k a b ir d e fa d a T o b i
n in ö n ü n d e d u r a r a k : " B u n u n la b e ra b e r şu z a v a llı in s a n
m a k in e s in in n e b iç im ş e y o ld u ğ u n u d ü ş ü n ü n b i r y o l ! B i r
k a lıp y o k t u r k i ö te k in e b e n z e s in ; b i r iç y o k t u r k i ö te k in ­
d e n f a r k l ı o ls u n ! V e b u h a k ik a te k a i l o lm a m a k y ü z ü n d e n -
d i r k i b u n c a h a t a la r iş le n ir . T o b iy i b ir B r u tu s y a p ın , k e n d i
k e n d in i ö ld ü r ü r d ü ; b i r E z o p y a p ın , ih tim a l k i b u g ü n V a ­
lin in m ü ş a v ir i o lu r d u : c o ş k u n v e g a y r e t li b i r h ir is tiy a n
o ls a y d ı, A l l a h y o lu n d a , o u ğ u r d a z in c ir le r in i ta ş ır v e z in ­
c i r le r i ta k d is e d e rd i. Z a v a ll ı T o b i is e b u iş le r e o k a d a r i n ­
c e d e n in c e y e a ld ır ış e tm e z ; m a s u m v e m a z lû m ç a lış ır .” V e
o n a s ü k û t iç in d e b i r k a ç a n b a k tık ta n , o n u m ü lâ h a z a e t­
tik te n s o n r a : " M u h a k k a k tır z a v a llı T o b i i le b i r K ı r a l R i-
ş a r ( R ic h a r d ) a r a s ın d a ç o k u z a k m e s a fe v a r d ı r ” d iy o r . V e
y ü r ü y e r e k s ö z ü n e ş ö y le d e v a m e d iy o r : " H e r h a ld e , b ö y le
d e o ls a b u n d a n d o la y ı b u c ü rü m d a h a a z z a lim c e b i r ş e y
d e ğ il d ir ; z ir a n ih a y e tü n n ih a y e b u a d a m ın d a a ile s i, e z v a k ı
ö z y a ş a y ış ı v a r d ı. V e o n u b u r a d a e s a re tin a ğ ı r y ü k ü a l­
t ı n d a ö ld ü r m e k le iğ r e n ç b i r c in a y e t i r t i k â p e d ilm iş o ld u .”
S o n r a b ir d e n b ir e d u r a r a k İ m p a r a to r , L a s K a z a d i y o r k i :
" F a k a t S e n t-E le n d e b u n e v id e n y e g â n e ö r n e k o a d a m
d e ğ ild ir d iy e d ü ş ü n d ü ğ ü n ü z ü b e n s iz in g ö z le r in iz d e n o ­
k u y o r u m .” V e L a s K a z a n lıy o r k i : " İ m p a r a to r g a lib a b e ­
n im c e s a re tim in y ü k s e ltilm e ğ e m ü h ta ç o ld u ğ u n u z a n n e d e ­
r e k s ö z ü n e c o ş k u n v e a t e ş li b i r ta r z d a ş ö y le d e v a m e t t i :
788 NAPOLEON

— "Bunlarla onun arasında ufak bir münasebet bile olmaz,


şayet suikast daha yüksek ise kurbanlar da çok daha baş­
ka başka tedbir ve çareler, başka başka membalar arzeder...
Kâinat bizi seyrediyor!... Biz ölmez bir davanın kurbanla­
rı ve cefadideleri olarak kalıyoruz!... Milyonlarca adam
bizim halimize göz yaşı döküyor, Vatan ahuvah ediyor, şan
ve zafer matem içinde... Biz burada ilâhların baskısına
karşı cidal ediyoruz!... Felâketlerin de kendilerine mahsus
kahramanlıkları ve şanü zaferleri vardır!... Benim mesle­
ğimde eksik olan şey nekbetti!.. Şayet ben tahtta iken, mut­
lak kudretimin bulutları içinde ölmüş olsaydım, bir çok
kimseler nazarında bir muamma olarak kalırdım; bu gün
ise felâket sayesinde, beni olduğum gibi, çırıl çıplak gö­
rüp hakkımda hükümlerini ona göre verebileceklerdir!..”
diye yazar.
Sonraları İmparator, o esiri efendisinden satın aldı
ve onu vatanına göndermek istedi; fakat Vali buna mu­
halefet etti: "Jeneral Bonapaıte Sen-Domengdeki zenci
Kırallığı gibi başka bir hükümet kurmak için adadaki si­
yahileri kendine kazanmak istiyor” dedi.
imdi Malezyalı Tobi de İmparator gibi menfada ve
esarette kaldı.

X III

"Gerçi iki bin millik bir deniz yolculuğuna dayana-


mıyacak kadar yaşlıyım, ihtimal yollarda ölürüm; fakat
bunun ne ehemmiyeti var; size daha yakın olurum ya.” İm­
parator bu mektubu, bir yıldır eline geçmeğe bıraktıkları
bu İlk mektubu inildiyerek okuyor, tekrar tekrar okuyor.
K A YA 78 9

Müttefik devletler Letisiamn seyahat etmesine mümanaat


gösteriyorlar. Ne bilirsiniz, ihtiyar kadın belki de onu ora­
dan kaçırtabilir! Bütün ailesi ile birlikte Fransadan tarde-
dildiği cihetle Korsikamn kapıları onun yüzüne bir defa
daha kapanıyor. Şimdi içinde yaşadığı Romada, oğluna
havası daha eyi, sıhhate daha yarar bir mekân elde etmek
için yıllardır didinip çabalıyor. Papanın manevî kudreti
onu takviye ediyor. Çar bu yer değiştirmiye müsait bulu­
nuyor, fakat Habsburglarla İngiltere Napoleonu öldür­
meğe ahdetmişler. Hattâ annesinin, erkek ve kız kardeş­
lerinin Sent-Elene para göndermesini bile yasak ediyorlar.
Eks-lâ-Şapelde toplanmış hükümdarlara Letisia şunu
yazıyor: "Sirler, her tarifin fevkinde bir kedere düşmüş
bir anne uzun zamandır umup durdu ki Zevatı Împaratorî
ve Kıralîlerinin bir araya toplanması kendine saadetini ge­
ri bağışlar diye. İmparator Napoleonun uzayıp giden esa­
retinin sizlere bu hususu konuşmak için kat’îyyen bir vesile
vermemesi ve ruhlarınızdaki büyüklüğün şevketinizin, kud­
retinizin, gelip geçmiş bunca hâdiselerin hatırasının Ze-
vati Împaratorî ve Kırallîlerini kendilerinin menfaatlerin­
de, hattâ dostluklarında bunca hissesi olmuş bir Prensin
kurtulması için alâkadar olmağa teşvik etmemesi imkânı
yoktur... Ben onun hürriyetini Allahtan dilerim, Allahın
yer yüzünde naip ve kaimmekamları olan sizlerden dile­
rim. Hikmeti Hükümetin de bir haddi vardır, ve her şeyi
ölmezleştiren ahlâf, her şeyden üstün olarak galiplerin u-
lüvvü cenabına perestiş eder.”
Bu mektuba hiç bir cevap çıkmıyor.
Bir kaç zaman sonra, mahpus ve esir haber alıyor ki
790 NAPOLEON

"Zevatı Şahane” annesini Korsikadaki bir taklip tertibatı­


nın, dalı budağı Fransa içine yayılmış bir taklip tertibatı­
nın muharriki olmakla ittiham etmişler. Hattâ onun bu hu­
susta rakamı milyonlara varan paralar sarfetmiş olduğu
bile zikrediliyor. Papa bu noktada tenevvür etmek için
tavzihat istemek üzre nazırım Valide Kadın nezdine gön­
dermeğe mecbur oluyor. Kadın cevabında diyor ki: "Pa­
paya söyleyin, Kırallar da bilsin ki, şayet ben, bana isnad
olunan milyonlara sahip olmak saadetine nail bulunmuş
olsaydım, onlardan imdat dilenmek için böyle yırtınıp ça-
balamazdım. Oğlumun bir hayli taraftarı vardır. Ben onu
bir adaletsizliğin esir ve mahpus tuttuğu adadan kaldırt­
mak için bir filo teçhiz ve teslih ederdim.”
Böyle bir cevabı okuduğu zaman oğlunun göğsü kim
bilir nasıl bir gurur ve iftiharla kabarmış olsa gerektir. Ya,
anasının bir Avusturya asilzadesine söylediği şu: "Benim
gelinim Sent-Elende kocasının yanında oturacağına ne di­
ye gelip de îtalyada oturuyor?,, sözlerini duysaydı ne der­
di acaba !
Lüsiyen ile Jozefe gelince onlar Amerikadalar; biraz
sonra Jerom da arkalarından oraya gider, içlerinden her
biri egzotik birer isim almışlar. Ispanyol ihtilâlcileri sabık
kıratlarına Meksika tacını takdim etmişler. Bu haberi du­
yunca, mahpus esir heyecana geliyor: "Jozef o tacı redde­
decektir; o, hayatın zevklerini, gene bir tacın yükünü başı­
na almağı temenni edemiyecek kadar çok sever; maamafih
böyle bir şey Ingiltere için eyi olurdu; bu vesile ile o, bü­
tün Ispanyol Amerikasınm ticaretini kendine kazanmış
olurdu; zira şayet Jozef Meksika Kıralı olmağı kabul ede­
KA YA 791

cek olsa Fransa ve Ispanya ile münasebetini kesmek mec­


buriyetinde kalır. Onun kabulü, neticeleri itibari ile benim
için zengin bir şey olur; zira o beni sever; memleketinin
ticaretini îngiltereyi benim hakkımda başka türlü hareket­
te bulunmağa icbar etmek yolunda kullanır. Maatteessüf,
o tacı o, reddedecektir.” Menfasının bu ilk yılında onda
ümit daha ne kadar canlıdır.
Öteki erkek kardeşleri ile kız kardeşleri unutulup gi­
diyorlar. içlerinden yalnız Jerom epeyi ilerilemiş bir yaşa
kadar varacak ve III. üncü Napoleonun sarayında tekrar
meydana çıkacaktır, imparator onlaradn hiç bir mektup
almıyor. Letifia, kendisinden para isteyen Karoline şu ce­
vabı veriyor: "Benim elimdeki her şey imparatora aittir,
çünkü bunların hepsi bana ondan gelmiştir.” Lüsiyene :
"insan artık kıral olmayınca, debdebe saçması gülünç bir
şey olur. Gerçi yüzükler parmakları süsler, fakat o yüzük­
ler düştüğü zaman parmaklar gene yerlerinde kalır” diyor.
Hortans ile Polin vakti ile Malmezonda oynadıkları ko­
medyayı yeniden oynayorlar.
Başka türlü havadisler Napoleonun içine daha çok işli­
yor : Bernadot Kıral olmuş, Dezire de nihayet bir taç gey-
miş. Dezire ikinci İmparatorluğu görecek kadar epeyi
müddet daha yaşayacaktır. Dul kalmış olan Kontes Va-
levska bir fransız asilzadesi ile evlenmiş, imparator bunu
tasvip ediyor ve o kadına ve onun oğluna yapmış olduğu
şeyi düşünerek bir az sert olan şu sözü söylüyor: "Kadın
zengindir ve bir kenara biraz bir şey koymuş olsa gerek­
tir; ben onun iki çocuğu için çok para vermişimdir.” Fa­
kat Gurgo filhakika imparatorun ona ayda 10.000 frank
792 NAPOLEON

vermiş olduğunu, dirayetsizlik ederek söyleyince impara­


torun yüzü kızarıyor, ve hafifçe sıkılarak: "Siz bunu nere­
den biliyorsunuz ?” diye soruyor.
Kıral Müra ile Mareşal Ney kurşuna dizilmişler. Na­
poleon onların tecellisini askerce muhakeme ediyor; yalnız
Müranın işlemiş olduğu beceriksizliği tahtie ediyor. Esir
onlara karşı ufak bir kin bile saklamıyor, hattâ mesleğini
Burbonlar nezdinde bitirmiş olan Marmon hakkında bile
âdeta lüzumundan fazla müsamahalı bir insaf ile şu hü­
kümde bulunuyor : "Marmona acıyorum, zira ben onu se­
verdim. Hain bir adam değildir, o; onun duygularına hi­
tap etmişler; o da vatanını kurtarıyor sandı ve çılgınca bir
iş irtikâp etti. O, bile bile hiyanet etmektense kendini öl­
dürmeği tercih ederdi, insanın tabiatı çok zaif şeydir” di­
yor.
Ve bununla beraber, bu defa da sürgünün lehinde ya­
pılan her hareketin önünü gene Marmon alıyor. Muhacir­
ler, yeni asilzadeler, hususî bir teşekkülleri olmaksızın
yüksek mekamları işgal ettikleri için, uzun müddet Fran-
sadan hariç yaşamış bir Rişöliö işlerin başında olduğu için
memlekette Burbonlara karşı hoşnutsuzluk arttığı vakit;
Hürriyet uğrunda olan cidallerin kıdemli emektarı Lafay-
yet yeni bir ihtilâl hazırladığı vakit; kulüplerde ve mek­
teplerde, fakat bahusus orduda "Ertesi günün adamları”
dedikleri adamlar ruhları ve fikirleri, Fransada ancak ec­
nebi orduların yardımı ile kendilerini idame eden Burbon­
lara karşı ayaklandırdığı vakit; bazı eyaletler üç renkli
bayrağı çekmek üzre olup ahalinin büyük bir kısmı da
II inci Napoleonu tahta davet etmek istediği vakit, Bona-
KAYA 793

partin en eski arkadaşı olan Marmondur ki isyanı bastı­


rıp kendi de nazır oluyor.
Kiralın, bir kısmı Orleanlara taraftar, bir kısmı da
Burbonlara taraftar olarak tefrikaya düşmüş bulunan Mec­
lisleri dağıtarak fırka reislerini de idam ettirmiş olduğu­
nu imparator alâka ile haber alıyor.
Burbonların en emniyetli adamı olup kiralın: "Aziz oğ­
lum” diye tesmiye ettiği bu adam kimdir acaba? Küçücük
bir Korsikalıdır ki vakti ile onu açlıktan ölmekten kurtar­
mak için Letifia kendine kâtip diye almıştı, imparatorun
sihhati daha epeyi yerinde iken zuhûr etmiş olan bu hâdi­
seler onda yeni yeni ümitler uyandırıyor, ve ona bir deği­
şiklik olmak ihtimallerini hesaba katıyor:
"Şu ande beni burada mahpus ve esir tutan kader ne
zalim şeydir! Bunların başlarına kim geçecek? Binlerce
yiğidi giyyotinden koruyup kurtarmak için lâzım gelen
şeyleri kim yapacak?” diye bağırıyor. Bunun üzerine uzun
zaman bir başına, yapa yalnız kalıyor; fakat ertesi gün El­
be adasından hararetle bahsediyor. Uzakta ecnebi gemiler
görülmüş; İngiliz kruvazörleri onların takibine koyulu­
yor; sis bastırıyor, toplar gürleyor, atım adedini sayıyorlar.
Nedir bu acaba? İmparator, haber almağa adamlarını sal­
dırıyor; gerçi bir şey öğrenmiyorlar, fakat bununla bera­
ber, ruhları ümit ile doluyor. Ertesi gün: "Bizler de ne ço­
cuklarmışız ya, ben de, sizlere örnek olacağım yerde ben
de sizler gibi yapıyorum. Şayet Amerikada olmuş olsay­
dım, bahçeden başka bir şey düşünmezdim.” diyor.
Fakat hayır öyle değil, madem ki bir kaç gün sonra :
"Şayet burada olacağıma ben de Jozef gibi Amerikada bu­
794
NAPOLEON

lunmuş olsaydım, artık kimse beni düşünmez olurdu, da­


vam da kaybolup giderdi. îşte insanlar böyledir. Benim
olsa olsa ihtimal ki daha 15 yıllık bir ömrüm, kalmıştır
benim nasibim burada ölmektir, meğer ki Fransa beni ye­
ni baştan davet ede” diye itirafta bulunmuştur, hiç bir şe­
ye bedel Amerikaya gitmezdi o.
Gerçi İngiltere, ona gözcülük eden garnizonu 200 ki­
şiden 2000 kişiye çıkarmıştı, bu ise yılda ona 8 milyona
oturur, bununla beraber kaçmak imkân ve ihtimalleri de
gene gerçek olarak kalmaktadır, zira bütün askerler mah­
pus esire taraftar.. İmparatoru bir nevi tahtelbahir içinde
kaçırmak üzre Rio dö Janeirodan gelmiş altı zabit tevkif
ediliyor. Başka bir defasında da gemileri, Hindistana gi­
derken Sent - Elende eğleşen iki kaptan onu gemiye alıp
götürmeği teklif ediyorlar; İmparator reddediyor. Diğer
bir defasında da Montolon, Gurgo ile gelip efendisi çalı­
şırken onun çalışmasını kesiyor. Adadaki ikamet mezuni­
yeti müddeti bir saate kadar nihayete erecek olan bir ecne­
binin onu da birlikte alıp Amerikaya götürmeğe hazır ol­
duğunu haber veriyor. Montolon yazar ki: "Amerika top­
rağına ayak basar basmaz verilmek üzre bir milyon bede­
linde onu Amerikaya götürmek hususu İmparatora teklif
ediliyordu. Yalnız onun sözü ile iktifa edildi. Bu işin na­
sıl icra edileceği hususunda hiç bir tafsilât veremiyeceğim-
den dolayı esefederim; gösterdikleri sadakat ve merbuti-
vetten dolayı kendilerine şükran ve minnet borçlu olduğum
siyasî zevatın varlıklarını şaibedar eder... İmparator beni
derin bir düşünce ve teemmül zevahiri ile dinledi, odasın­
da sessiz bir iki yürüdü; sonra Gurgoya ve bana dönerek,
K A YA 795

bu hususta bizim de fikrimizi sordu, münakaşa etmedi ve


bana: "Reddedin” demekle iktifa etti.
İşte Napoleon daha ancak bir yıldan beridir esir. Sifı-
hati hâlâ epeyi yerinde; kudretli bir hükümetle valinin
önünde, kaçmak imkânı, hem de ihtimal ki İngiliz zabitle­
rinin yardımı ile açılıyor. Gerçi macera tehlike ile dolu­
dur, fakat onu durduran, kat’îyyen böyle bir şey olmazdı.
O orada mazisinin hatıralarını söyleyip yazdırırken bir
dots gelip ona bu teklifi bildiriyor. O, susuyor, nasihat is-
teyor, yeniden susuyor ve "Reddedin” diyor. Ne için?
Çünkü Fransayı ne gibi kargaşalıkların çalkandırdı-
ğını biliyor. Halkın efkârı umumiyesinde bir tebeddül ola­
cağına daha hâlâ o kadar azimle güveniyor ki limana gi­
rerken bir geminin işaretler verdiğini görünce teklifsizle­
rine, mahremlerine şunları söylüyor: "Belki de bu iki di­
rekli yelken gemisi bize, bizim Ingiltereye döneceğimiz ha­
berini getiriyor... Naip Prens ölünce, genç Kıraliça beni
tekrar Ingiltereye çağırtacaktır. O, bu Sent-Elen işini tak­
bih etmiştir.” Fransada yeni kıyamlar ve isyanlar olduk­
tan sonra, yoldaşları ona tekrar Fransaya çağırılmak ihti­
mali blduğu fikrini söyledikleri zaman, o onların bu düşün­
celerini nakzetmiyor âmma şu sözleri ilâve ediyor: "Ve son­
rada, herhalde, neden korkulacak? Harbederim diye mi, Ar­
tık ben lüzumundan fazla ihtiyarım. Zafer peşinde koşa­
rım diye mi? Gırtlağıma kadar zaferle dolmuşum... Oğlum
için daha eyi olur, ben burada kalayım... Eğer dikenli tacı
olmasaydı Isa şimdiye kadar Allah olamazdı; milletlerin
muhayyelesine hitap edip onları galeyana getirmiş olan
şey, onun görmüş ve çekmiş olduğu cefalardır.”
796 NAPOLEON

Böylece, hanedan ve sülâle duyguları Napoleonda da­


ima hep eskisi kadar derinlere kök salmış bir halde du­
ruyor. Nesli ve nesebi ile t azla meşgul olması, bu devirde
bile onun iş, faaliyet, sergüzeşt, şan ve zafer teşneliğine fa­
ik geliyor. Fakat bu ümit ve ulvî feragat anlarının yanın­
da öyle de öfke, tereddüt, ümitsizlik anları var ki o anlar­
dan en küçük hadise bile onu fütura düşürüp yıkıyor. He­
le Bertran sofrada eksik olsun, bu hal bir çok gün impara­
torun zıttına gidiyor: "Ben artık kuvvetten düştüğümü eyi
biliyorum; fakat bunu bana kendi adamlarımdan birinin
dokundurması, duyurması yok mu! Ah!...” Ve aralarım
bulmağı teklif etmiş Las Kaza da: "Hayır, Efendim... Sizi
böyle bir şeyden menederim. Her kes içini açmış, tıynetini
göstermiştir, tabiat seyrini takipetmiştir, ben artık onu ha­
tırlamam bile...” diyor. O günlerde kendisini ziyarete ge­
lenleri kabul etmiyor: "Mezarda olan insanlar ziyaret ka­
bul etmezler” diyor. Penceresinin tam önünde dikilmiş nö­
bet bekliyen nöbetçinin orada durması, bu sinirlilik halin­
de imparatoru birdenbire gazaba getiriyor. Bazan, akşam
yemeklerine çıkmıyor, filân kimseyi yanına çağırtıyor, ona
iki kelime söyliyor ve derakap yanından gönderiyor.
ilkin senin odaların mı döşenecek benimkiler mi diye
Montolon ile Gurgo arasında büyük kavga çıkıyor, impa­
rator araya giriyor, Kontes ağlıyor; imparator bir parti
satranç oynamağı teklif ediyor. Akşam yemeği. Ester (Es­
ther) isimli kitabın okunması.
Bazı halleri âdeta deliliğe yaklaşıyor: Bir inek kaç­
mış; İmparatorda bir hoşnutsuzluk; Gurgo sofrada bir ke­
lime bile söylemiyor, çünkü mes’ul diye kendini addedi-
KAYA 797

yor, bir de İmparatorun kullandığı ağızdan gücenmiş. Y e­


mekten sonra, Napoleon İslâmlıktan, İslâmiyetin fevai-
dinden, Teslisten bahsediyor, sonra öfkesini pek de gizli-
yemiyerek çekilip gidiyor. Onun, dişlerinin arasında :
"Moskova, 500,000 kişi” diye mırıldandığı duyuluyor.
Başka bir defasında da, bir gün önce yanından onu
pek eyi bir vaziyette bırakarak ayrılıp ertesi sabahta söyle­
yeceği şeyleri yazmağa gelmiş olan Gurgo onu gamlı görü­
yor: "Oğluma acaba hangi terbiyeyi verecekler? Onu
çocukluk çağında hangi prensiplerle besleyecekler acaba?..
Ya ona babasına karşı nefret ilham ederlerse? Bu düşün­
ce tüylerimi ürpertiyor” diyor. Las Kaz, Waterloo üzerine
yazılmış olan babı tekrar tebyiz ettikten sonra, neticede
galebenin elde edilmesi incecik bir ipliğin ucuna bağlı kal­
mış olmasına hayıflandığı zaman imparator hiç bir cevâp
vermiyor, fakat Las Kazın orada duran oğluna uzaktan ge­
len bir sesle: "My son (May zon — Oğlum) haydi git de
bize Olidde Ifijeni (îphigenie en Aulide) yi ara, bul, ge-
tir.O bize eyi gelir” diyor.Bir gün kendine Andromak (An-
dromaque) i, tahttan istifa ettiği anda Peygamberce bir
hads (Intuition) ile anmış olduğu o piyesi okutuyor. Şu:
Oğlumu sakladıktan yerleredek giderdim.
Hem Hektordan hem de Truvadan bana kalan yegâne
malümülkümü.
Günde bir olsun görmeme müsaade ettiğiniz için,
Giderdim, Allahım, onunla bir an birlikte ağlanmağa
giderdim,

Daha bugüneçek onu hiç kucaklamış, öpmüş değilini...


798 NAPOLEON

mîsralarına gelince İmparator: "Kesin ! Beni yalnız


bırakın !” diye haykırdı.

XIV
İşsizliğin, güçsüzlüğün ve can sıkıntısının tesiri altın­
da, cevrü cefanın sıkısı altında bu ruhun ahengi bozuluyor;
uygunsuzluklar daha had bir şekil alıyor.
Bir defa nasılsa vakti ile İmparator olmuş; şimdi ya­
rım düzine mukarribin mevcudiyeti ile düşmanın hakir gö­
rücü istihzalarının zorla kabul ettirdiği bir rolü oynamak­
tan nasıl vaz geçilebilir? Kendisinin "Jeneral” diye tesmi­
ye edilmesinin ve esir olarak böyle sürgünde mahpus tu­
tulmasının gayrı kanunî olduğunu protesto etmek için Na­
poleon, ilk günleri dışarı ancak, ispirlerin sevkettiği altı
atlı bir kaliskanın içinde büyük şahane gerdune ile çıkardı.
Maiyeti efradı onun huzuruna ancak üniforma ile, ya da
saray kıyafeti ile çıkardı; onunla söze ilkin kimse başla­
mazdı. O, bahçede gezerken yanma ancak o, bir işaretle
sizi davet ederse yaklaşabilirdiniz; ziyaretçileri ona saray
müşürü, kılıcı belinde takılı olarak haber verirdi. Kontes
Montolon içeri girdiği zaman Gurgo ayağa kalkınca İmpa­
rator bu teşrifat hatasını tasvip etmedi, fakat bir lâhza
sonra, onunla alay etti, Gurgoyu "Mirahuru âlîm” diye ça­
ğırdı ve yahut da sofrada: "Beni Papa mukaddes yağla
yağlamıştır; binaenaleyh ben evek’im (Piskapos) ve sizler-
den birini de papaz edebilirim” dedi. Bir gün, yoldaşları­
na sizim isimleriniz, (Tam da o esnada yapraklarını çe­
virmekte olduğu) "Fırıldaklar kamusu” "Dictionnaire des
girouettes” te yer bulmalı” diye takılınca Gurgo, onun adı-
K A YA 799

mn da ayni sıfatla orada bulunması lâzım geldiğini iddia­


ya cüret ettiği zaman İmparator: "O ! O ! Neden dolayı
bulunacakmış?” dedi.
— Çünkü siz Cümhuriyeti takdis ettiniz, onun duası­
nı okudunuz, Sir, sonra da dönüp Kırallık icra ettiniz.
— "Hakkınız var; fakat nihayetün nihaye en eyi Cüm-
huriyet gene de İmparatorluktur” dedi.
Haçı suya attıkları gün (Epiphanie), çocuklara pasta
yaptırdı ve küçük Napoleon Bertrana Kıral tacı geydirdi.
Kendisine adada et gayet pahalı, fiatı 40 metelik olduğu
anlatıldığı zaman, o, gülerek dedi ki: "Süphanallah ! yok
daha neler ! Nerede ise bu etin bedeli bize bir taca oturdu
diyeceksiniz!” dedi.
Nefsine hakim olmağı öğrenmek keyfiyetini İmpara­
tor Sent-Elende büsbütün itmam ve ikmal etmişti. Bertra-
mn metalibine verdiği cevapta Vali: "Hali hazırda bu
adada bir İmparatorun oturduğundan haberi olmadığım”
beyan ettiği zaman İmparator bundan teessür duyardı. Ve
Gurgodan atını istediği zaman Gurgo ona: "İşi görmeden
evel nalbant 2 altın lira istiyor” diye kaba kaba mukabele­
de bulununca İmparator kaşlarını bile çatmadı; fakat er­
tesi gün öfkeli bir tavurla Gugoya dedi ki: "Niçin bana
nalbandın hesabından bahsederek beni mahçup ettiniz?”
Buna dehşetli surette cam sıkıldı. Dün, fevkalbeşer gay­
retler sarfederek öfkesini tutabilmişti; bugün ise ıstırap
çeke çeke azameti kırılmıştı. Vakti ile Avusturyamn çekilip
onu terketmesi ona nasıl tesir etti ise yaverinin münasebet­
sizliği de ona tıpkı öyle dokundu.
İntikam almak ateşi bu askeri, bu cenupluyu azap ile
800 NAPOLEON

y a k ıp k a v u rm u ş o ls a g e r e k t i r ; f a k a t s o f r a s ın d a k e n d is in e ,
a ğ ız a k o n m a z e t ta k d im e t t i k le r i z a m a n : " B u ş e y le r d e n
d o la y ı b e n o k a d a r g a m y e m e z d im , ş a y e t b ils e y d im k i g ü ­
n ü n b ir in d e b i r i ç ık a c a k v e b iz e r e v a g ö r d ü k le r i ş e y le r d e n
d o la y ı tö h m e tli o la n la r ı a r v e h ic a p i le k a p la m a k iç in , ç e k ­
tiğ im iz v e iç e içe k a n d ığ ım ız m e z e lle tle r i d ü n y a y a b i ld i r e ­
c e k tir .”
H a y a tın ın b u d e v r in d e , N a p o le o n , is y a n v e t e h e v v ü ­
r ü n ü b ü tü n v a r l ı ğ ı i le k e n d is in e y e n d ire c e k b ir a h lâ k v e
m a n e v iy a t y ü k s e k liğ in e e r m iş ti: " B e n b u r a d a b e n i b u n a l­
tıp u s a n d ıra n f a k a t a s la k ı r ıp e z m iy e n b ir y ü k ü n a ltın d a
y a ş ıy o ru m . T e v e k k ü l e tm e k a k lın h a k ik î h a k im iy e tin i, r u ­
h u n h a k ik î m u z a f fe r iy e t in i ta n ıy ıp b ilm e k t ir ” d e m iş ti.
G a lip v e h a k im a d a m ın , şim d i, r u h u n u v e z ih n in i a lış ­
tırıp te r b iy e e tm e ğ e m u v a ffa k o ld u ğ u d ü ş ü n c e le r işte
b u n la r d ı. " F e lâ k e tin d e e y i c ih e tle r i v a r ; b iz e h a k ik a tle r
ö ğ r e tiy o r ... Ş u u n u filo z o f c a s ın a g ö r ü p te t k ik e tm e k b a n a
a n c a k ş im d i m ü y e s se r o lm u ş tu r ” d e d i.
İ lk d e f a d ı r k i N a p o le o n h a li h a z ır ı s ü k û n v e i t id a lle
s e y r e d iy o r . S e n t-E le n d e k i ik a m e tin in i p t id a la r ın d a b ir g ü n
g e n ç b ir İ n g iliz k a d ım ile b i r li k t e g e z in iy o r d u , o n a b in
ş e y d e n , ik lim in te n ü z e r in d e k i k ö t ü te s ir in d e n , O ss ia n d a n ,
d ik ilm iş a ğ a ç la r d a n b a h s e d iy o rd u . D e rk e n s ı r t la r ı n d a
a ğ ır y ü k le r y ü k lü z en c i e s ir le r y o lu n b ir y a n ın d a n b ir y a ­
n m a g e ç tile r . İ n g iliz k a d ın ı o n la r a s e r t s e r t : " Ç ık ın o r a ­
d a n !” d iy e b a ğ ır d ı. İ m p a r a to r y a v a ş ç a ,: " Y ü k e h ü rm e t
M a d a m !” d e d i.
G e n ç k a d ın m a h ç u p o ld u . S e n t-E le n d e N a p o le o n m e r­
h a m e t n e d ir ö ğ re n m iş ti.
K A YA 801

Y a ln ı z L ovun s e b e b in d e n h â lâ İ m p a r a to r lu k
r o lü o y n a d ığ ı n a d ir a n la r m ü s te sn a o lm a k ü z re o , ş im d i,
v a k t i i le g e n ç liğ in in e n f a k i r z a m a n la rın d a k i s a d e lik te n
d a h a b ü y ü k b ir s a d e liğ i h e d e f e d in iy o r d u . B i r ç o k g ü n s ır ­
t ı s ır a h e m e n y iy e c e k h iç b i r şe y b u la m a d ığ ın d a n v e fa s u l-
y a i le i k t i f a e tm e ğ e m e c b u r k a ld ığ ın d a n f a s u ly a la r a h e y e ­
c a n la k a b u l g ö s t e r ir v e fa s u ly a y ı d a a ş ç ıy ı d a m e d h e d e rd i.
" B e n ş im d i F ra n s a d a o ls a m g ü n d e 1 2 f r a n g a p e k â lâ
y a ş a r d ım , 3 0 m e te liğ e a k ş a m y e m e ğ i; s ık s ık e d e b î m a h fe l­
le re , k ü tü p a n e le r e , t i y a t r o d a p a r te r e g id e r s in ; b ir o d a y a
d a a y d a b i r li r a v e r ir s in . Ö y le â m m a ! B a n a b i r d e u ş a k l â ­
z ım g e lir d i. E n ç o k b e n t a li ’d e k i in s a n la r la s ık s ık g ö r ü ­
ş ü r e ğ le n ir d im . H e y y a r e b b i b ü tü n in s a n la r ın a y n ı m ik ta r ­
d a s a a d e ti v a r d ır . Ş ü p h e s iz k i b e n , ş im d i o ld u ğ u m ş e y i o l ­
m a k iç in d o ğ m u ş d e ğ ilim . Ş u h a ld e " M ö s y ö B o n a p a r t” ta
o ls a y d ım p e k â lâ " İ m p a ra to r N a p o le o n ” o ld u ğ u m k a d a r
b a h tiy a r o lu rd u m . H e r ş e y n is b îd ir .”
H e k im i b ir d e n b ir e b a y ılıy o r . K e n d in e g e lin c e y a n ın ­
d a b i r h iz m e tç iy i d e ğ il d e İ m p a r a to r u b u lu y o r ; o n u b iz z a t
İ m p a r a to r k e n d i k a r y o la s ın a g ö tü rm ü ş , g ö m le ğ in in d ü ğ ­
m e le r in i ç ö z m ü ş v e o n a s irk e k o k la tıy o r . K o r s ik a lI h iz m e t­
k â r ı Ç ip r ia n in in Ö lüm h a lin d e o ld u ğ u n u h a b e r a lın c a , İm ­
p a r a to r , k e n d is in in h a s ta y ı z iy a re te g itm e s i a c a b a h a s ta y a
e y i g e li r m i d iy e h e k im e s o r u y o r ?.
— K o r k a r ı m k i o a n d a c a n v e rm e s in .
— "O h a ld e v a z g e ç e y im .”
N a p o le o n r ö v e r s i o y u n u n d a b i r p a r a k u m b a ra s ı te s is
e d iy o r. B u d a k im in iç in ? B u n u n iç in d e k i p a r a A d a n ın e n
g ü z e l e s ir k ız ım s a tın a lm a ğ a ta h s is e d ile c e k . B ir a k ş a m
Napoleon — 51
802 NAPOLEON

t e k li f s i z le r i o n u b ir la m b a n ın b a ş ın d a b u lu y o r la r ; N a p o ­
le o n o tu rm u ş , e l y a z m a sı b ir k ita b ın y a p r a k la r ı n ı b ü y ü k
b ir d ik k a tle d ik iy o r . " .
F a k a t z a m a n z a m a n h ü ly a la r ı t e k r a r u y a n ıp c a n la n ı­
y o r v e k a fe s le r in in d e m ir ç u b u k la r ın ı u s u l u s u l s a rs ıy o r.
B ird e n b ire , h iç s ıra s ı d e ğ ilk e n , l â f ı n m ü n a s e b e ti d ü ş m e m iş ­
k e n d i y o r k i : " İ s te rd im k i B e n i te k ü te n h a b ir a d a y a n a k ­
le ts in le r . O r a y a b ir lik te , a m m a b e n im s e ç tiğ im 2 0 0 0 k işi,
to p , t ü f e k g ö tü r ü r d ü m . O r a d a h a r ik u lâ d e b i r m ü s te m le k e
k u r a r d ım v e o n ü m u n e a d a d a ö m rü m ü b a h tiy a r c a ik m a l
e d e rd im . O ra d a , b e n im d a im a y ılla n m ış v e k ö h n e m iş f i k i r ­
le r l e m ü c a d e le e tm e m e d e lü z u m k a lm a z d ı. ” ,
V e b ö y le b i r te şe b b ü s iç in n e k a d a r p a r a ve n e g ib i
te ç h iz a t v e te d a r ik â t lâ z ım g e le c e ğ in i h e m e n o r a c ık ta h e ­
s a p e d iy o r. B u n la r iş s iz liğ e g ü ç s ü z lü ğ e m a h k û m e d ilm iş
y a r a tıc ı b i r d e h a n ın fa n t a z iy e le r id ir . F a k a t m u h a y y e le n in
b u h e v e s le r i y a n ın d a o n d a g ü z e l v e a s il b i r s a d e liğ in h a r e ­
k e t le r in i d e g ö rü rü z . E s a re tin in i lk z a m a n la rın d a b ir sab a h
L as K a z i le b i r li k t e d ış a r ı ç ık m ış tı: " S ü r ü le n b i r t a r la y a
v a r d ığ ım ız d a İ m p a r a to r a t ın d a n in d i, a tı b e n tu ttu m , o d a
k e n d is in e r e h b e r lik e d e n a d a m ın h a y r e t le r i iç in d e , s a p a m
e lin e a l d ı ; v e u z u n im t id a t lı b i r ç iz iy i b iz z a t ç iz d i; b u n la ­
r ı n h e p s in i g a r i p b ir s ü r a tle y a p t ı ; v e a r a m ız d a d a b a n a ,
o r a d a n a y r ılır k e n b u a d a m a b i r n a p o le o n v e rm e m i s ö y le ­
m e k te n b a ş k a b ir sö z g e ç m e d i. T e k r a r a ta b in d i, h iç ö y le
b ir m a k s a d a , b i r n iy e te f i l â n m e b n i o lm a k s ız ın o c iv a rd a
g e z in tiy e d e v a m e t t i .”
U l v î an . H o m iru s u n k a h r a m a n la r ın a y a r a ş ır b ir h a r e ­
k e tle N a p o le o n s a p a n a y a p ış ıy o r v e d ü m d ü z g ü z e l b ir çizi
KAYA 803

ç iz iy o r ; O k y a n u s u n o r ta s ın d a k a y b o lu p k a lm ış b u t o p r a k
p a r ç a s ın ı b u s u re tle , d e h a n ın ta k d is i ile ta k d is e d iy o r. Ş a ­
ş ır ıp k a lm ış o la n k ö y lü , N a p o le o n u n t a s v ir in i s e y r e d iy o r ,
k ö y lü n ü n t o r u n la r ı d a o n a b a k ıy o r. V e o ç o c u k la r b ir g ü n
d e d e le r in in n a s ır lı e lle r in d e n s a p a n ı ç e k ip a lm ış o la n o
g ü z e l e lli E c n e b iy i b u s u r e tle g ö rm ü ş v e ta m m ış o la c a k la r .

XV

" B e n im s u k u tu m a se b e p b e n im k e n d im d e n b a şk a sı
d e ğ ild ir . K e n d im in e n b a ş lıc a d ü ş m a n ı, fe lâ k e tim in f a i l i
b e n k e n d im o ld u m .”
S ü r g ü n ü n b iz le r e b ır a k tığ ı e n e le m li i t i r a f o la n b u i­
t i r a f , k u d r e t v e ş e v k e t s a h ib i o ld u ğ u d e v r i b u la n d ır ıp k a ­
rış tır m ış o la n K a y s e r k â r i h a ta d a n s ı y r ı lı p ç ık m ış b ir N a ­
p o le o n g ö s te r ir . Ş a y e t o , m u te k it b ir h ır is tiy a n o lm u ş o l ­
s a y d ı b u k a y a n ın ü s tü n d e k i e s ir liğ in i g ü n a h ın ın k e fa r e t i
a d d e d e r d i; f a k a t N a p o le o n , a ’m a lin in h e s a b ın ı n e fs in e
v e r i r d i , A lla h a d e ğ il. B iz b u i t i r a f t a s ı r f v e a n c a k b ü y ü k
b i r a d a m ın k e n d i T e c e llis i i le o la n m ü c a d e le s in in s o n i­
z in i, k e n d i k u v v e tle r in d e n d a h a ü s tü n v e d a h a k u d r e t li
k u v v e t le r o la b ile c e ğ in i k a b u l e d e m iy e n b u g u r u r u n işm i-
z a z ın ı g ö re lim , b a ş k a b ir şe y i d e ğ il. B u itira f g e ç ic i b ir
r u h d ü ş ü k lü ğ ü n ü n te s ir i a ltın d a s ö y le n m iş b i r sö z d e ğ il­
d ir. — Z a te n s a lta n a tın ın so n s e n e le rin d e m u h t e lif v e s i­
le le r le te k lif s iz le r in e h a ta la r ın d a n b a h s e tm iş ti. F a k a t S e n t-
E le n d e b u i t i r a f l a r d a h a s ık s ık o ld u ; b u i t i r a f la r d a n ö y ­
le le r i n i o k u r u z k i d a h a m a k u ld ü r . B u h u s u s ta d a m u h a y
y e le s i ile g e rç e k ç iliğ i n ö b e t n ö b e t g e li r g id e r d i. İn s a n ş u :
" B e n d ü ş ü n c e m i, y a p m ış o ld u ğ u m h a t a la r ü z e rin e ic ra e t­
804
NAPOLEON

tiğ im v a k it, v ic d a n a z a p la r ı i le b u n a ld ığ ım ı h is s e d iy o ru m ”
v e y a h u t t a : " Ç o k ş e y i b ir d e n k u c a k la m a k is te r d im ... O k u n
y a y ım lü z u m u n d a n fa z la g e rm iş im v e ik b a lim in y ıld ız ın a
lü z u m u n d a n f a z la g ü v e n m iş im ” s ö z ü n ü d u y u n c a n e d a m e t
g e tir e n b i r a d a m ın s a y h a s ın ı d u y u y o rm u ş g ib i o lm a z m ı?
i n s a n la r h a k k ın d a h ü k ü m v e r ir k e n iş le m iş o ld u ğ u h a ­
t a la r a v e b a z ı z e k i v e a n la y ış lı ta h k ik e rb a b ın ın d a h a o n u n
z a f e r z a m a n la r ın d a ik e n b ile m e ş ’u m n e tic e le r in i ö n c e d e n
g ö r ü p s ö y le m iş o ld u k la r ı h a t a la r ı b u g ü n k e n d i v u z u h la
g ö rü y o r.
" B en im p a ra to r F ra n su v a y ı m e rt v e y iğ it b ir adam
s a n ırd ım , m e ğ e rs e o , e b le h in b i r i im iş; M e t t e r n ih in e li d e
b e n im fe lâ k e tim in v e m a h v im in b i r a le t i im iş . T a le y r a m
m a k a m ın d a b ır a k m a k lığ ım g e re k m iş . E c n e b i k a n ç a la r lık -
la r ı n ı s o y u p y a ğ m a e d iy o rm u ş , b e n im u m u ru m d a o lm a ­
m a lı i d i ; b e n y a ln ız o n u g ö z a lt ın d a b u lu n d u r m a k la i k t i ­
f a e tm e li id im . B e n im v a s ıta m la z e n g in o la b ile c e ğ in i u m ­
d u ğ u m ü d d e tç e g a y e t e y i h iz m e t g ö r d ü . Ş a y e t b e n o n u m u ­
h a f a z a e tm iş o ls a id im , b u g ü n h â lâ ta h t ım d a id im . F u l-
to n a e m n iy e t e tm iş o ls a y d ım b ü tü n d ü n y a n ın e fe n d is i o ­
la b ilir d im . O â lim o la c a k e b le h le r e le k t r i k i le n a s ıl a la y
e ttile r s e o n u n ih tir a r i le d e t ı p k ı ö y le a la y e t t i le r , h a lb u ­
k i e le k t r ik t e d e ö te k in d e d e b ü y ü k b ir k u d r e t v a r . ”
H o h e n z o lle r n h a n e d a n ın ı k o r u y u p s a k ın d ığ ın a e se fe -
d e r ; 1 8 1 2 d e I s p a n y a iş i d a h a ik m a l e d ilip b itm e d e n ö n c e
N ie m e n i g e ç m iş o lm a s ın a e s e f e d e r ; K a r n o n u n ta v s iy e v e
n a s ih a tin e r a ğ m e n s o n s e fe r in e v a k tin d e n ç o k e v e l g ir iş ­
m iş o lm a s ın a e s e f e d e r ; W a t e r lo o d a G a r d ı ( M u h a f ız k ı t ’-
a la r ın ı ) h a r b e s o k m a k ta ç o k g e c ik m iş o lm a s ın a e s e f e d e r ;
K A YA 805

f a k a t e n a c ı b ir s u re tte e s e f e ttiğ i ş e y R u s y a d a v e y a A m e -
r ik a d a b i r m e ’m e n a r a y a c a ğ ın a İ n g ilte r e d e b i r m e lc e a r a ­
m ış o lm a s ıd ır. F ra n s a d a y e n i y e n i k a r g a ş a lık la r p a tla m ış
o ld u ğ u n u h e r h a b e r a lış ta , e s e f le r i y e n id e n c a n la n ır , t a ­
z e le n ir :
" B e n d iğ e r n ı s ıf k ü r r e d e n , F ra n s a y ı m ü r te c ile r e k a rş ı
k o ru m u ş o la c a k tım ! B e n im t e k r a r g ö r ü n ü p m e y d a n a ç ık ­
m a m k o r k u s u o n la r ın ş id d e tin in v e a k ıls ız lık la r ın ın d iz ­
g in in i k a sm ış o la c a k tı; i f r a t v e t e f r i t l e r i z in c ire b a ğ la y ıp
o n la r ı k o r k u d a n k a h re tm e k iç in b e n im is m im i d u y m a la ­
r ı k â f i g e le c e k ti!... B u n o k ta m i llî b ir b irle ş m e n in , yeni
b i r v a t a n ın n ü vesi o lm u ş b u lu n a c a k tı. B i r y ı la v a rm a z
F ra n s a d a k i h â d is e le r , A v r u p a d a k i h â d is e le r b e n im e t r a fım ­
d a y ü z m ily o n a ltm ış b in k iş i t o p la r d ı... A m e r ik a h e r n o k -
ta i n a z a r d a n b iz im h a k ik î m e lc e im iz d i. O , ta m a m i ile k e n ­
d in e m a h s u s b ir h ü r r iy e t i o la n g e n iş b i r k ı t ’a d ır . E ğ e r m e-
lâ li n iz v a r s a , b in e rs in iz a ra b a y a , y ü z fe r s a h y o l g id e r v e
m ü te m a d iy e n d e sa d e , a le lâ d e b ir s e y y a h ın d u y d u ğ u z e v ­
k i d u y a r s ın ız ; o r a d a siz h e r k e s in a k r a n ıs ın ız d ır, h e r k e ş le
m ü s a v is in iz d ir ; k a la b a lığ ın iç in d e k e y fin iz in is te d iğ i g ib i
d a l ı p k a y b o lu rs u n u z ...” — İ m p a r a to r b u n d a n b ö y le k e n ­
d is in in A v r u p a d a a le lâ d e h u s u s î b i r a d a m h a lin d e b u lu n ­
m a ğ a m u k te d ir o la m ıy a c a ğ ın ı, ç ü n k ü is m in in o r a d a h a lk ­
ça ç o k d u y u lm u ş o ld u ğ u n u s ö y le r d i ; ş im d i a r t ı k h e r m i l­
le t e b i r t a r a f ı n d a n lü z u m u n d a n f a z la b a ğ lı i d i ; o b ira z
d a h e r m e m le k e tte n i d i .” — " H iç ş ü p h e y o k k i s u ra t v e
k ı y a f e t t e b d ili s a y e s in d e b e n A m e r ik a y a k a p a ğ ı a t a b i li r ­
d im , fa k a t b e n im v e k a r ım , iz z e tim k ı y a f e t d e ğ iş tir m e k li­
ğ im e d e , k a ç m a k lığ ım a d a m ü s a it d e ğ ild ir d iy e d ü ş ü n ü y o r ­
806 NAPOLEON

d u m ... U m u y o r d u m k i te h lik e y i g ö rü n c e g ö z le r a ç ıla c a k ,


g e n e b a n a g e le c e k le r , b e n d e v a t a n ı k u r ta r a b ile c e k tim : B a ­
n a M a lm e z o n d a e lim d e n g e ld iğ i k a d a r f a z la v a k i t g e ç ir ­
te n şey , b u o ld u ; v e b u h a l b e n i R o ş fo r d a d a ç o k g e c ik t ir ­
d i. Ş a y e t b e n b u g ü n S e n t-E le n e d ü şm ü şsem , b u n u b e n işte
o d u y g u y a b o r ç lu y u m .”
B u , o n u n m ü r a k a b a v e t e f e k k ü r le r i n i n e n b o l v e en
v e lu t d ü ş ü n c e s id ir. Ö te k i h a t a la r ın ın ise o k a d a r s a y ıs ız
a v a k ib i v a r d ı k i o a v a k ip o lm a m ış o ls a y d ı m e s le ğ in in n e
b iç im b i r ş e y o la c a k id iğ in i t a s a v v u r v e ta h a y y ü l b ile e d e ­
m e z d i; fa k a t , ta m ir k a b u l e tm e z n e tic e s i o lm a k ü z re k e n ­
d is in i b u k a y a n ın ü s tü n e ç a k ıp ç iv ile m iş o la n o R o ş fo r -
d a k i k a r a r ı, z ih n in i m ü te m a d iy e n k u r c a la r . O s o n k a r a r ı ­
n a s a y ıs ız t e n e v v ü le r v e t e h a lü f le r ia r e e d e r v e k e n d in i
g â h A m e r ik a d a d e v le t le r k u r a r g ö r ü r , g â h P a m p a la r d a
a t ım d ö r t n a la k o ş tu r u r g ö r ü r ... in s a n k a lb in in is k a n d il
e d ilm e z , u c ü b u c a ğ ı b u lu n m a z s ı r la r ı n a k a r ş ı m ü r ü v v e t t i
v e m ü s a m a h a lı d a v r a n a lım ; v e o s o n h a ta s ın ı v a t a n s e v e r ­
ce s e b e p le r v e b a h a n e le r le d o ğ r u v e h a k lı g ö s te r m e ğ e ç a ­
lış m a s ın d a n d o la y ı o n u m a z u r g ö re lim .
K e n d in d e k i h a n e d a n v e s ü lâ le m e y ille r i S e n t-E le n d e
o n u n e n s e r t te n k id in in m e v z u u o lu y o r . Ş im d i a r t ı k ta m a -
m ile iş iş te n g e ç tik te n s o n ra , im p a r a t o r lu ğ u n s o n z a m a n ­
la r ı n d a ik e n z a te n m a h r e m le r in in h u z u r u n d a te lm ih te b u ­
lu n m u ş o ld u ğ u h a t a la r ım a ç ık ta n a ç ığ a ta s d ik e d iy o r :
" B e n , h e le a k r a b a v e ta a llû k a t ım a k a r ş ı ıs la k t a v u k t a n b aş­
k a b i r şe y d e ğ ild im ; b u n u n b ö y le o ld u ğ u n u o n la r d a e y i
b i li r le r d i : B e n im i l k ş id d e tli d a rb e m g e ç ip g id in c e o n la ­
r ı n s e b a tı, o n la r ın in a d ı d a im a g a le b e ç a la r d ı ; v e b e n , d i­
K A YA 807

d iş m e k te n b ita p d ü şü n c e o n la r b e n i is te d ik le r i h a le k o y ­
d u la r . B e n o h u s u s ta ç o k b ü y ü k h a ta la r iş le d im . Ş a y e t o n ­
la r b ö y le y a p a c a k la r ın a iç le r in d e n h e r b ir i b e n im k e n d i­
le r in e te v d i v e e m a n e t e ttiğ im m u h t e lif k ü t le le r e m ü ş te ­
r e k b ir h ız v e rm iş o ls a y d ı b iz k u t u p la r a k a d a r d a y ü r ü r
g i d e r d i k .... B en d ö rt o ğ lu n d a n her b ir in in d iğ e ri-
le a r a s ın d a k i z ıd d iy e t b a b a m ız a sen mi daha eyi
h iz m e t g ö re c e k s in ben m id e n ib a r e t o la n C e n g iz H a ­
n ın s a a d e tin e n a il o la m a d ım . B en b ir in i k ıra l n as-
b e ttim m i o , d e ra k a p k e n d in i m ü s te n id e n b i t e v f i k a t ı S a-
m e d a n iy y e k ı r a l o lm u ş s a n ır ç ık a r d ı; b u sö z b u k a d a r s a r i­
d ir. O , a r t ı k k e n d is in e is tin a t e d ip m ü s te rih k a la b ile c e ğ im
b i r k a y m a k a m d e ğ il d e k e n d is i i le m e ş g u l o lm a k lığ ım g e ­
r e k k e n b ir fa z la d ü ş m a n d a h a o lu r ç ık a r d ı. O n u n g a y r e t le r i
b a n a y a r d ım a m a s r u f o lm a z d ı. H e r b ir in in d e k e n d in i h e ­
m e n d e r h a l p re s tiş e d ilir , b a n a te r c ih e d ilir s a n m a k h e v e ­
si v e ip t i lâ s ı v a r d ı. B u n d a n b ö y le a r t ı k o n la r ın c a n ın ı sı­
k a n , o n la r r te h lik e y e k o y a n b e n o lu rd u m . N iz a m î h ü k ü m ­
d a r la r d a o ls a b u n d a n d a h a b a ş k a t ü r l ü h a r e k e t e tm e z d i;
h a n i k e n d ile r in i b u n d a n d a h a f a z la s a b it v e y e rle ş m iş s a n -
m a z d ı. Z a v a ll ı a d a m la r ! k i b e n m a ğ lû p o lu p z e b u n d ü ş ­
tü ğ ü m v a k i t k e n d ile r in in d a h i is k a t e d ilm e s in in d ü ş m a n
t a r a f ı n d a n t a le p e d ilm e s i v e y a z ik ro lu n m a s ı ş e r e fin i b ile
h a iz o lm a d ık la r ın a k a n i v e k a il o la b i ld i le r .”
P e ş im a n h k iş i b u ra d a k a lı r , d a h a ö te le r e v a rm a z . T a ç
g e y d iğ in e v e y a h u t o ta c ı i r s î k ılm a k is te d iğ in e N a p o le o n
b i r lâ h z a b ile a s la e s e f e tm e m iş tir. B ilâ k is b ir ç o k v e s ile ­
l e r l e k e n d is in in k a d e r v e n a s ip e d in m iş o ld u ğ u şu İç tim a î
t e lâ k k i ü z e r in e t e k r a r t e k r a r g e li r : " B e n e sk i n iz a m ı â le m ­
808 NAPOLEON

le y e n i n iz a m ı â le m a r a s ın d a ta b iî m ü te v a s s ıttım . B e n im
i m p a r a t o r lu ğ u m m i lle t le r i n m e n fa a tle r in e h iz m e t g ö r d ü ­
ğ ü k a d a r h ü k ü m d a r la r ın m e n fa a tle r in e d e y a r a r d ı. B e n im
m a k s a d ı a k s a m A v r u p a y ı y e n id e n k u r m a k tı, k a d e r b e n im
e s e rim i d a h a ik m a l e d ilm e d e n y a r ıd a in k ıta a u ğ r a t t ı .” M ü -
ra n ın k u r ş u n a d iz ilm iş o lm a s ın a h a k ik î b ir n iz a m î h ü k ü m -
d a rc a s ın a e s e f e d e r ; s e v k v e id a r e e d e n a d a m la r m i lle t le ­
r in e g ö s te r m e k le m ü k e l le f t i r le r k i k ı r a lla r m i ll e t le r i n tâ ­
b i o ld u ğ u a y n i k a n u n la r a tâ b i d e ğ ild ir le r . X V I in c i L u i-
n in m a h k û m e d ilm iş o lm a s ı k e n d is in e y o l açm ış o ld u ğ u
h a ld e N a p o le o n o n u n id a m e d ilm iş o lm a s ın ı g e n e ta s v ip
e tm e z . B ö y le b ir ş e y i B u r b o n la r ı m e m le k e ti id a r e e tm e ğ e
m u k te d ir a d d e ttiğ in d e n d e ğ il d e s ü lâ le n in d e v a m ım e lz e m
a d d e ttiğ in d e n d o la y ı ta s v ip e tm e z . A v r u p a n ı n h u s u s î şe­
r a i t i h a iz o ld u ğ u n u h iç b ir v a k i t in k â r e tm e z ; A m e r i k a ­
n ın m e v ’u t a r z ı ü z e r in d e v e y a m u h a y y e l b ir a d a ü z e rin d e
y a r a tm a ğ ı ta h a y y ü l e ttiğ i ş e y i A v r u p a n ı n ih t i y a r v e e sk i
k ı t ’a s ı ü z e r in d e te sis e tm e ğ i h iç b i r v a k i t t a s a v v u r e tm iş
d e ğ ild ir .
M a z iy i v e h a lih a z ır ı d a im a b ir ib ir in e b a ğ la r d ı, h iç
t a h r i p e tm e k s iz in t a k li p v e t a h v i l e d e r d i, N a p o le o n m e v ­
c u t o la n ş e y i k ö k ü n d e n s ile m e z d i v e y e n i f i k i r l e r i d e s te k ­
le m e k iç in d a im a e sk i ş e k ille r i i s t ifa d e i le k u lla n m a ğ a ç a ­
lış tı. N iz a m t a r a f t a r ı o la n , t a h r ip e d ic i d e ğ il y a r a t ıc ı d e ­
h a o la n b u a d a m s a ğ la m b ir z e m in ü z e rin e n e y in r e k z e d il-
m e s i m ü m k ü n o ld u ğ u n u b i li r d i . " B e n ik t i d a r m e v k iin e g e ­
ç in c e b e n im d e b i r V a ş in g t o n o lm a k lığ ım is t e n i r d i : S ö z ­
le r i n h iç d e ğ e r i y o k tu r ... Ş a y e t b e n A m e r ik a d a o lm u ş o l ­
s a y d ım b e n d e m a a lm e m n u n iy e b i r V a ş in g t o n o lu r d u m
K A YA 809

v e b ö y le o lm a k ta n d a p e k az liy a k a tim o lu r d u . B e n c e F ra n -
s a d a b e n , a n c a k ta ç g e y m iş b i r V a ş in g to n d a n b aşka b ir
şe y o la m a z d ım ” d e r.
O , o la n b ite n ş e y le r i b u y o ld a g ö r ü r . G e y d iğ i h ü k ü m ­
d a r lı k h i l ’a tin i h a d d i z a tın d a i s t i h f a f e ttiğ i c ih e tle o n u
A m e r ik a y a s o k m a k ta n p e k s a k ım r d ı v e b u n o k ta d a ta m a ­
m e n V a ş in g t o n la h e m fik ir o lu r d u . P r o le t e r d e , p re n s te
o lm ıy a n , f a k a t f a k i r b i r a s ilz a d e o la n N a p o le o n , d o ğ u ş u
it ib a r ı i le s ı n ıf la r a r a s ın d a h e r ik i c ih e tli b u lu n u r . O n u n
h u h u s u s ta k i d u y g u s u v e m u v a f f a k o la n a d a m ın ta m h a k ­
k ın a o la n itim a d ı, İ n g iliz a s a le tin e d a ir İ n g iliz le r le v a k i
o la n b i r m ü k â le m e s in in s o n u n a d o ğ r u b iz e o la n c a s a f f e t i
v e k a lb in in h u lû s u iç in d e a y a n o l u r :
" B ir m i lle t i v ü c u d e g e tir e n , b ir a v u ç a s il v e y a z e n ­
g in d e ğ il, h a lk ın k ü tle s id ir . F a k a t a h a lin in a v a m k ıs m ı
ik t id a r m e v k iin i e le g e ç ir d iğ i a n d a n itib a r e n k e n d in e h a lk
a d ı v e r i r ; h a lb u k i ş a y e t o , m a ğ lû p d ü ş e c e k o lu r s a h ırs ız
v e m ü f s it m u a m e le s i g ö r e n b irk a ç s e f i l a s ılır . İş te d ü n y a
ş ö y le y a p ı lm ı ş t ı r : M ü c a d e le n in n e tic e s in e g ö r e y a a v a m ı
n as, y a h ırs ız , y a m ü fs it, y a d a k a h ra m a n .”
V o l t e r i n S e z a rm ı o k u d u k ta n s o n r a N a p o le o n d e m iş ­
ti k i : " B e n d e g e n ç ik e n b ir S e z a r y a z ıp v ü c u d e g e tir m e k
İ s te m iş tim .” — F a k a t Z a ti Ş a h a n e n iz b u S e z a rın â lâ s ın ı
o lm u ş s u n u z d u r. — " K im ? ... B e n m i!... a h ! m u v a f f a k o l ­
m a k lâ z ım d ı! G e r ç i S e z a rın k e n d i d e m u v a f f a k o lm a m ış ­
tı, ö y le y a m a d e m k i ö ld ü r ü lm ü ş t ü r .”
E f’a lin i t e n k id in in k a lb u r u n d a n g e ç ir m e k le b e ra b e r
N a p o le o n o e f ’a li d e ğ e r le r in c e t a k d ir e d e r d i. S e c iy e v e
m iz a c ın ın e n h â k im d u y g u la r ın d a n b i r i o la n t a r i h d u y g u -
810 NAPOLEON

su , o n u n k e n d i h a k k ın d a , k e n d in d e n e v e l g e le n h iç b i r
a d a m ın k e n d i h a k k ın d a e d in e m e d iğ i d e re c e d e o b je k t i f b ir
f i k i r e d in m e s in e m ü s a itti. L a s K a z d e r k i : "O , k e n d i ta ­
rih in d e n , g û y a o t a r ih ü ç y ü z y ı l l ı k im iş g ib i b a h s e d e r ; h i­
k â y e le r in d e v e m ü lâ h a z a la r ın d a a s ır la r ın b e y a n ta rz ı ve
lis a n e d a s ı v a r d ı r .” K o n te s M o n to lo n d a h e y e c a n la d e r
k i : "O , Ş a n z e liz e (C h a m p s -E ly s é e s ) — C in a n r a v z a s ın d a )
ö lü le r i n h a k ik î d i y a lo g la r ı i le ( k a r ş ı lı k lı s o h b e tle r i) s o h ­
b e t e d e n b ir g ö lg e , b ir h a y a le t t ir .”
G û y a iş le d i d iy e a y ı p la d ı k la r ı c ü rü m le r e k a rşı e sir,
k e n d in i m u a n n id a n e m ü d a fa a e d e r : Y a f a d a c a n ç e k işe n ­
le r i n ö ld ü r ü lm e s i iç in e m ir v e rm e s i, d ü k d ’E n g ie n i id a m
e ttirm e s i. İ n g iliz b a h r iy e s in e m e n s u p h e k im le r d e n b irin e
V e n s e n ( Y in c e n n e s ) k a le s i m e s ’e le s in i, v e k e n d is i k o n s ü l
ik e n b i r s u i k a s ta u ğ r a d ığ ı z a m a n m u k a b e le b ilm is ild e
b u lu n m a ğ a n e iç in m e c b u r k a lm ış o ld u ğ u n u b ird e n b ir e
iz a h e d e r. S a d ık , m e r b u t f a k a t m ü s ta k il b ir a d a m o la n h e ­
k im i O ’M e a r a k e n d i h a k k ın d a a c a b a n e d ü ş ü n ü y o r d iy e
b ilm e k is te d iğ in d e n b ir g ü n p o r t o g e t ir t ir , k e n d i d e iç e r
v e o n a g a y e t s ık ı s ık ıy a s o r a r k i : " S iz b e n im c e r ra h ım o l ­
m a d a n ö n c e b e n im h a k k ım d a f i k r i n iz n e i d i ? B e n im sec i­
yem , m iz a c ım v e n e le re k a d ir o ld u ğ u m h a k k ın d a n e le r
d ü ş ü n ü r d ü n ü z ? F ik rin iz v e m ü ta le a m z n e id i ise b a n a a ­
ç ık a ç ık s ö y le y in .”
Ve h e k im h e r n e v i c ü r ü m le r i iş le m e ğ e g ü c ü y e te r
lâ a h lâ k î ( a m o r a l) b ir a d a m ın t a s v ir in i ta s la k h a lin d e çi­
z in c e , İ m p a r a t o r :
" İşte b e n im d e b e k le d iğ im c e v a p ta m b u id i... F ra n -
s ız la r d a n b i r ç o ğ u n u n f i k r i v e m ü ta le a s ı d a ih tim a l k i bu-
KA YA 811

d u r... D iy e c e k le r d ir k i : o , şa n v e z a fe r in z irv e s in e u la şm ış ­
t ı r , b u d o ğ r u d u r ; fa k a t o z ir v e y e v a r m a k iç in b ir ç o k cü ­
rü m iş le m iş tir ” d e r, v e k e n d in i h a r a r e tle m ü d a fa a e d e r.
U y k u s u k a ç tığ ı b ir g e ce M o n to lo n u ç a ğ ır t ır v e k e n ­
d is in in d a im a s u lh t a r a f t a r ı b u lu n m u ş o ld u ğ u n u , m u h a re ­
b e d e n e v e l d e , m u z a f fe r iy e tte n s o n ra d a d a im a b u h e d e f
v e g a y e i le m ü z a k e ra ta g iriş m iş o ld u ğ u n u is p a t e tm e k i­
ç in o n a u z u n b ir m u h tır a y a z d ır a r a k v e fr a n s ız i h t ilâ li ile
İ n g iliz i h t i lâ lin i m u k a y e s e e d e r e k : " K r o m v e l sa h n e ü z e r in ­
d e , o lg u n b i r y a ş ta ik e n g ö r ü n ü r . O , i lk s a fa a n c a k h u lû s -
s u z lu k , u s t a lık v e ik i y ü z lü lü k s a y e s in d e g e ç e r. N a p o le o n
ise d a h a h e m e n h e m e n ç o c u k lu k ç a ğ ın d a n ç ık a r çık m a z
i le r i a t ılır , v e o n u n i lk a d ım la r ı h a lis b ir şa n v e z a fe r le
p ı r ı l p ı r ı l p a r la r ... B e n im k e y i f v e h e v e s u ğ r u n a k a n d ö k ­
tü ğ ü m h iç g ö rü lm ü ş şey m id ir ? B e n im h a y a tım a k a ra le ­
k e s ü rm e k , b e n im se c iy e v e m iz a c ım ın ş e k il v e m a h iy e tin i
t a ğ y ir e tm e k iç in h e r n e y a p ılm ış o lu r s a o ls u n b e n i ta n ı­
y a n la r b i li r le r k i b e n im n iz a m la rım v e te ş k ilâ tım c ü rm e
c in a y e te y a b a n c ıd ır ; b e n im b ü tü n id a re m z a m a n ın d a h u ­
su sî h iç b i r h a r e k e tin y o k t u r k i o n d a n b ir m a h k e m e n in h u ­
z u ru n d a b a h s e d e m e m e z lik e d e y im ; b u n u h e r h a n g i b ir su ­
r e t le s ık ın tı d u y a r a k s ö y le m e k ş ö y le d u rs u n , f a k a t h a ttâ söv-
le m e k liğ im d e b a z ı fa y d a la r b ile v a r d ı r .”
A s ı l ş a ş ıla c a k ş e y iş te ş u d u r k i : M u v a ff a k iy y e t s iz lik le -
r in in , y e n ilm e le r in in m e s u liy e tin i b a ş k a la rın ın ü z e rin e a ta ­
c a ğ ın a , in s a n la r a k a rş ı d a im a d u y m u ş o ld u ğ u i s t i h f a f ı, in ­
s a n la r ı h a k ir g ö rm e y i m ü b a lâ g a la n d ır ıp i f r a t a v a r d ır a c a ­
ğ ın a b u s ü r g ü n a d a m ın r u h u n d a â d a le t d u y g u s u b ü y ü r, a r ­
ta r . İ n s a n la r ın e f ’a l v e h a r e k â tın d a h iç b ir v a k i t m e n fa a t­
812 NAPOLEON

ten gayri muharrikler görmemiş olan Napoleon şimdi tem­


kinli, basiretli bir tahlilci olur; eski kahir ve zikudret a­
dam, şimdi müsamaha eder, hoş görür bir filozof olur.
O, şimdi iddia eder ki insanlar fıtrat ve tabiatları iti­
bari ile nankör olmaktan ziyade nimetşinastırlar, ve şayet
onlardan şekva edilmekte ise bu, umumiyetle ifa edilmiş
hizmetlerle umulan şükranların nispetsiz olmalarından ile­
ri gelir. Las Kaz nakleder ki o zaman onun en büyük nef­
ret ve lânet emaresi izhar etmesi sükûtu muhafaza etmek­
ten ibaretmiş, imparator, kendisine ihanet etmiş olan a­
damları müdafaa etmeğe kadar da varır; "Vazifelerinin
istilzam ettiği derecede bir yüksekliğe varamamış olan Ö-
jöro ile Bertieyi affeder; kendi erkek kardeşlerini de ma­
zur görür.” Bu müsamaha, bu iğmaz onun büyük ve yük­
sek görüşlere erişmesine müsait olurdu. Şu aşağıki sözle­
ri duyunca insan kendini, hapishanesindeki Sokratı işiti-
yormuş sanmaz mı?
"Siz insanları bilmezsiniz, adam âdil olmak istediği
takdirde, insanları kavraması güçtür. Acaba onlar biribir-
lerini tanırlar mı, kendilerini eyice izah ederler mi? Be­
ni bırakıp gitmiş olanların çoğu, şayet taliim gene yaver
olmakta devam etmiş bulunsa idi, ihtimal ki çekilip git­
meği hiç bir vakitte düşünmezlerdi. Vaktii hale göre uyan
fazayih ve fazail vardır. Bizim son geçirdiğimiz mihnet ve
felâket imtihanları bütün beşer kuvvetlerinin fevkindedir!
Sonra da ben, ihanete uğramış olmaktan ziyade terkedilip
bırakıldım; benim etrafımda hiyanetten ve vefasızlıktan
ziyade zaaf ve aciz vaki oldu: Bu hal Sen-Pier (Saint-
Pierre) in inkâr edilişine benzer, bu hal o haldir, olabilir
K A YA 813

ki kapının dışında belki de nedamet ve göz yaşı vardır.


Bunun yanında, Tarihte ondan ziyade taraftarı ve dostu
olan bir kimse var mıdır? Halk içinde bundan daha mu­
teber olmuş ve bundan daha ziyade sevilmiş bir kimse var
mıdır?... Yok, beşerin tabiatı ve tıyneti kendini bundan da­
ha çirkin olarak gösterebilirdi, ben de bundan daha acına­
cak bir hale düşebilirdim!”
XVI
Maiyetindeki adamlara gelince, onlar ruznamelerini
yazıyorlar. Bir gün bu defterlerden biri imparatorun eli­
ne geçmekle imparator o defterin yapraklarını gözden ge­
çirir, değerini hesap eder, ve kendi öldükten sonra bun­
dan ne kadar meblâğ alabilecek olduklarım arkadaşları­
na şimdiden haber verir. Maamafih ona takdir ettiği kıy­
met hakikatin çok dununda kalacaktı. Napoleonun onla­
ra verdiği ve içlerinden bazılarının kabul edip almadığı
maaşlardan başka her biri hediye olarak imparatorun ona
söyleyip yazdırmış olduğu bir kısım Hatırata nail olur­
du. Fakat o, bu Hatıratın, müelliflerine temin edeceği
maddî menfaatleri tam değerince tahmin edemedi ise bile,
bu Hatıratın kendisine ahlâf huzurunda ne şaşaalı bir su­
rette hizmet edeceğini birdenbire bilip anladı.
Söyleyip yazdırmak âdeti olduğundan, imparator, ko­
nuşurken düşüncesine kat’î şeklini vermesini bilirdi; bu ise
dinleyicilerinin, onun söylediği şeyleri olduğu gibi kaydet-
meşine müsait olurdu. Bu musahebelerin, Tarih hakkında-
ki iptilâsmı tatmin ederek ona hâli hazırı unutturmak ve
ahlâf için de paha biçilmez bir menfaat ve alâka arzetmek
gibi iki türlü faydası vardı.
814 NAFOLEON

Bazan dört beş gün geçerdi, imparator meydanda gö­


rülmezdi. Bu zaman zarfında ne okur, ne yazar, ne de ar­
tık kendisi için bir şey ayırıp saklamıyan âtiyi tahayyül e­
derdi, maziye dalar giderdi. Kesif heyecan saatleri, derin
derin sarsıntı saatleri, bütün varlığının Austerlitz sabahın-
dakinden veya Devlet Şûrasının bazı celseleri esnasında-
kilerden daha şiddetli gerilmesi! Beşeriyetin saadetini vü-
cude getirmek istediğinden dolayı vakti ile Promete (Pro
methee), kayasının üstünde ne çekti ise bu gün de İmpa­
rator onu çekiyor. Yirmi yıl müddetle doğurmuş ve kıs­
men de tahakkuk ettirmiş olduğu hayaller zihninden tek­
rar birer birer geçiyor: Bu suretle kendi tarihinin en bü­
yük şerhçici ve tefsircisi kendi oluyor.
Onun tebliğ ve iradelerini ihtiva eden bir kitap Sent-
Elene geliyor, imparator o kitaba göz gezdiriyor, sonra
kitabı birdenbire geri iterek odanın içinde bir aşağı bir yu­
karı gezine gezine Las Kaza diyor ki:
Her halde fransız tarihşinasının biri imparatorluk dev­
rine yanaşmağa mecbur olacaktır; şayet o adamda kalbü
vicdan varsa benim bazı haklarımı bana vermesi, benim
payımı bana ayırması lâzım gelir; o adamın göreceği vazi­
fe kolay olacaktır, zira vakıalar kendileri konuşuyor. Ben
anarşinin açtığı girdabı örttüm ve hercümerci giderip ni­
zamı koydum, ihtilâlin lekelerini sildim, temizledim, mil­
letleri aşilleştrdim ve Kıralların sarsılmış mevkiini yeni­
den tarsin ettim. Bütün gayretleri, hıza getirdim, bütün li­
yakatleri mükâfatlandırdım ve şan ve zafer hudutlarım
temdit ve tevsi ettim... Hem sonra da acaba bana hangi
şey için hücum ederler ki onu bir tarihşinas müdafaa et-
K A YA 815

miyecek olsun?... Benim teğallüp ve istibdadımdan dolayı


mı bana hücum ederler? Fakat o tarihşinas ispat edebilir
ki diktatörlük etmek zarurî idi. Hürriyete zarar verdim mi
diyecekler? Fakat o tarihşinas ispat eder ki hadden ziyade
serbestlik, ahlâk teseyyübü, anarşi, büyük kargaşalıklar da­
ha hâlâ kapının eşiğinde idi. Beni muharebeyi çok sevmiş
olmaklıkla mı ittiham ederler? Fakat o tarihşinas ispat e­
der ki ben kendim daima hücuma uğramışım; beni cihan
hükümdarlığı etmek istemiş olmakla mı töhmetlendirirler?
Fakat o tarihşinas gösterir ki bu hükümdarlık sırf ahval
ve şeraitin tesadüfî bir eseri olmuştur... Nihayet, benim
ikbalseverliğim ve htrsıcahım mı öne sürülecek? Ha, şüp­
hesiz ki tarihşinas bende ikbalseverlik ve hırsıcah bulacak­
tır, hem de çok; fakat yer yüzünde olabilecek ikbal hırsı­
nın en büyük ve en yükseğini! nihayet aklın ve tam ifa ve
icranın, bütün beşerî meleklerden tam olarak kâm alma­
nın devrini ve hükmünü vaz’u tesis etmek hırsım! hem
burada, ihtimal ki böyle bir hırsın yerine getirilmemiş, tat­
min edilmemiş olduğuna esef etmeğe mecbur bir halde bu­
lunacaktır!” Ve bir lâhza sustuktan sonra sözüne şöyle ne­
tice veriyor: "Azizim, işte benim bütün tarihim, üç dört ke­
limenin içinde bundan ibarettir.”
Davasım beliğ bir müdafaa ediş. Fakat hiç bir vesile
ile Napoleon bizzat kendi muharebelerinin medhinde bu­
lunmuş değildir. Hiç bfr defa olsun jeneral Bonapartı öğ-
memiştir. Muharebelerini tekrar gözünün önünden geçi­
rirken der ki:
"Benim şan ve zaferim ve otuz muzafferiyetten iba­
rettir, ne de Kırallara irademi zorla kabul ettirmiş olmak­
816 NAPOLEON

lığımdan ibarettir. Vaterloo, bir çok muzafferiyetlerin ha­


tırasını silip götürecektir. Son yapılmış olan hareket ilk
hareketi unutturur. Fakat hiç bir vakitte kaybolmıyacak bir
şey varsa o da benim Kod Sivil (Code Civil: Medenî Ka­
nun) imdir, Devlet Şûrasındaki celselerin ruznamesinde,
nazırlarımla olan muhaberatımdır... Yalnız benim Kodum
bile, o sadeliği ile Fransaya benden evel gelmiş olan ka­
nunların topundan daha fazla eyilik etmiştir. Mekteple­
rim, mütekabil tedrisatım bilinmedik nesiller hazırlayıp
yetiştiriyor. Hem de benim saltanat ahtımda cürümler, ci­
nayetler süratle eksilmiştir, halbuki komşularımızda, îngil-
terede, bilâkis o cürümler, o cinayetler korkunç bir tarzda
artıyordu; ben avrupaî bir sistem, avrupaî bir Kod, avru-
paî bir temyiz mahkemesi tesis etmek istiyordum, Avrupa-
da artık yalnız bir tek millet olacaktı.”
Kendisinin büyük büyük definelere sahip olduğunun
tasdik edildiğini bir İngiliz gazetesinde okuyunca, birden
bire sıçrayıp ayağa kalktı ve tesadüfen orada yanında bu­
lunmakta olan adama şu imrenilecek, şu meftun olunacak
sayıfayı söyleyip yazdırdı:
"Siz Napoleonun definelerini mi bilmek istiyorsunuz?
O defineler çok ve engindir, doğru; fakat hepsi de mey­
danda açık durur. îşte o defineler: Anversin,Flessingin ade­
di en çok filoları içine alıp onları denizin buzlarından mu­
hafaza etmeğe kadir güzel liman havuzu; Dönkerekdeki,
Havrdaki, Nişteki su bendleri işleri, Şerburgtaki muaz­
zam liman havuzu, Venedikteki bahriye eserleri; Anveıs-
ten Amsterdama, Mayanstan Metze, Bordodan Bayona gi­
den güzel yollar; Semplon, Mon-Söni, Mon-Jönevr, Kor­
KAYA 817

niş geçitleri ki Alpleri dört bir yandan dört istikamette a­


çar... Bu geçitler cüret ve zarafetten, azîmlikten ve san’at
cehtü gayretinden yana, Romalıların bütün iş ve eserlerin­
den üstündür. Pyrene dağlarından Alp dağlarına, Parm-
dan Spezziyaya, Savonadan Piemonteye yollar; Iena Aus­
terlitz köprüleri, de Zar (des Arts), Sevr, Tur, Roan, Ly­
on, Torino, İzer, Dürans, Bordo, Ruan v.s. köprüleri... Re­
ni Rona bağlıyan kanal... Burguvan, Kotanten, Roşfor ba­
taklıklarının kurutulması; ihtilâl esnasında yıkılmış olan
kiliselerden bir çoğunun yeniden bina edilmesi, yenileri­
nin yapılması, büyük adedde sanayi müesseseler inin inşa­
sı Luvrun, umumî zahiyre ambarlarının, Bankanın Urk
(Ourcq) kanalının inşası; Paris şehrinin içinde su tevzia­
tı; bu büyük payitahtın bir çok lâğımları, rıhtımları, tez­
yinatı ve abideleri;... Dört yüzden fazla pancar şekeri ima­
lâthanesi vücude getirmek için biriktirilmiş sermaye... Tah-
tü taca ait sarayların tamir ve tezyininde kullanılmış elli
milyon; altmış milyonluk mefruşat... Tacin altmış milyon­
luk ve hepsi de Napoleonun parası ile satın alınmış elmas
ve mücevherleri; Fransa tacının eski elmaslarından mey­
danda yegâne kalmış olan Rejan (Régent) i bile üç milyo­
na mukabil olmak üzre verildiği Berlin Yahudilerinin e­
linden o, çekip geri almıştır; değeri dört milyondan faz­
la olmak üzre tahmin edilen, ve ya para ile, ya da sulh
muahedenamelerindeki şartlar sayesinde meşru bir surette
elde edilmiş şeylerden başka bir şey ihtiva etmiyen Napo­
léon müzesi... Ziraati teşci için biriktirilmiş bir çok milyon,
at koşularının tesisi... İşte bunlar bir çok milyonluk bir
define teşkil eder ki asırlarca berkarar olacaktır! îşte ifti-
Napoléon — 52
818 NAPOLEON

ra ve bühtanın mahcubiyetten yüzünü kızartacak olan abi­


deler bunlardır!... Bütün bu şeylerin devamlı harpler or­
tasında, ve hiç bir istikrazda bulunulmaksızın itmam ve
ikmal edilmiş olduğunu tarih söyliyecektir.”
İşte Napoleon, eserini bu suretle müdafaa eder: Fil­
hakika onun şan ve zaferinin en eyi vasıfları bunlardır
diye ahlâfın vereceği hükümlerden bir asır önde bulunan
bir entüisiyon (Intuition) sayesinde her şeyi sezerek yol­
ları, şeker fabrikalarım, tacın elmaslarım ve Katolik Kili­
sesinin yeniden tesisini şehriyarca bir hareketle karma karı­
şık sayıp döker.
Bir akşam, yemekten sonra, sohbet mahrem ve lâii-
bali bir şekil aldığından, biri, safdil bir merak ile ona en
çok hangi devrede mes’ut olmuş olduğunu sordu. Her kes
bir tarih keşfetti, her kes bir tarih zikretti.
Napoleon dedi ki:
"Evet, ben Birinci Konsül iken; evlendiğim zaman­
da; Roma Kıralı dünyaya geldiği vakit mes’ut oldum; fa­
kat o zaman o kadar sabit ve kaim değildim. Belki de Til-
sitte iken bahtiyar olmuşumdur; ez cümle Eyloda sebat­
sızlıkların ve kayguların acısını hissetmiştim, muzaffer de
bulunuyordum, kanunlar dikte ederdim, İmparatorlar, Kı-
rallar bana yaltaklamrdı. Belki de îtalyadaki muzafferi-
yetlerimden sonra daha gerçek bir surette haz duyup kâm
almışımdır. O ne cuşişti o, "Yaşasın îtalyanın halaskarı!”
diye ne sayhalardı o sayhalar! Yirmi beş yaşında bir adam!
Ben günün birinde ne olabileceğimi o zamandan itibaren
görüp sezmiştim! Ben gûya kaldırılmış ta göklerde götii-
rüliyor gibi, dünyanın altımda kaçıp gittiğini artık görü­
KAYA 819

yordum!” Birdenbire sözünü kesti, bir İtalyan havası söy­


lemeğe başladı ve ayağa kalkarak: "Saat on, yatmak za­
manı geldi” dedi.
Harekât ve ef’alinin mabaadinin vücuda getirdiği o
parlak ve şaşaalı rapsodi ile mukayese edilince bu yadlar
ne kadar sönük kalır. Çünkü onun bütün saadeti hareket
ve faaliyet halinde bulunması ile kaimdir ve ikmal edil­
miş eser kadar ona haz ve imtinan verecek bir şey olamaz.
Tekrar yaşattığı hatıralardan kendisine en güzel görüne­
ni üzerinde durur gecikir: İtalyada kendisini selâmlamış
oldukları o ilk "Evviva!” Zafer! uğrunda eski zamanın
kahramanları misillû boğaz boğaza döğüşmenin içine atıl­
dığı o zafer, ömrünün akşamında, tropiklerin (medar) gü­
neşi altında tekrar gözünün önünden geçer. O zafer zaten
onun doğduğu adada da zihnini sık sık yoklardı, bu gün
ise bu menfa toprağında da ona musallat olur, onun ba­
şından ayrılmaz.
Pariste bir tek mahlûk var mıdır ki onu tanımasın?
O, bu suali vazettiği zaman, Parisi düşünmez, bütün dün­
yayı düşünür. Las Kaz ona, Gal memleketinin en hücra o­
valarındaki çobanların bile Birinci Konsülden ne haber
var diye sorduklarım, Çinlilerin onun adını Timurlengin
adı ile bir tuttuklarım naklettiği vakit Napoleon, esareti­
nin can sıkısını ve rezaletini unutur; bunlar onun için en
bahtiyar saatleridir. Gazetelerin ona getirdiği en küçük
bir haber bile o zaman onu şairce bir coşkunluk içinde bı­
rakır :
"Bizim ihtilâlimizin büyük prensiplerini bundan böy­
le hiç bir şey tahrip edip silemez; bu büyük ve güzel ha­
820
NAPOLEON

kikatler ebediyyete kadar kalsa gerektir; biz onları şan ve


şerefle, hareketlerle, harikalarla o kadar sıkı sıkıya bağla-
mışızdır; biz onların ilk lekelerini şan ve zaferin dalgala­
rı içinde boğmuşuzdur; onlar bundan böyle lâyemuttur !
Fransız kürsüsünden çıkmış, muharebelerin kanları ile pe­
kişmiş, zaferin tefne dalları ile süslenmiş, milletlerin alkış­
ları ile selâmlanmış, muahedelerle müeyyet olmuş olup kı-
ralların kulaklarında da ağızlarında da munis ve menus
hale gelmiş olan o hükümdarlar ittifakı bundan böyle bir
daha ricat ve tedenni edemez!... Bunlar hüküm sürecektir;
bunlar bütün milletlerin dini, imam, ahlâkı olacaktır; ve
hatırlardan çıkmıyan bu devir, her ne söylemek isterlerse
söylesinler, benim şahsıma bağlanacaktır; çünkü nihaye-
tün nihaye, meş’aleyi ben yaktım, prensipleri ben vaz’u ta­
yin ettim, ve bu gün de zulüm ve itisaf beni o prensiple­
rin Mesihi kılmak işini itmam ediyor. Dost ta düşman da
hepsi de bana o devrin birinci askeri, büyük mümessili
diyecektir. Onun için, ben artık bu dünyada mevcut olma­
dığım zaman bile gene milletler nazarında o milletlerin
hukukunun yıldızı olarak kalacağım, benim adım onların
gayretlerinin harp sayhası, ümitlerinin şiarı olacaktır” der.
Bununla beraber bu kahramanca cümlelerde tatmin
edici bir netice eksiktir. Napoleon kendi sülâlesini kurta­
ramayacak olan istiraplarımn siyasî değerini kıymetinden
ziyade takdir eder, buna mukabil ise feci akibetinin insan­
ların kalbi üzerinde hasıl edeceği manevî tesiri önceden gö­
remezdi. Askerce bir ölüme güvenerek son muharebeleri­
nin cereyanı sırasında o ölümü kurşunların yağmuru altın­
da aramıştı; şimdi de gene encamının en münasip, en mu­
K A YA 821

vafık anı acaba ne vakit olurdu diye keşfetmek için tari­


hini, tıpkı bir haile müellifi gibi durmadan eşeler.
” Ben Moskovada ölmeli idim, o zaman, askerî şan ve
şerefim idbar nedir bilmemiş olurdu. Şayet kader bana
ben Kremlende iken bir kurşun vurmuş olsaydı, bu gün
benim hanedanım saltanat sürerdi; böyle artık bir hiç ola­
cağıma Tarih beni İskender ve Sezara kıyas etmiş olurdu.”
Sonra düşünür ki, ölümü, şayet ikbalinin evcinden
biraz zaman önce bastırıp gelmiş olsaydı ahlâfa daha çok
tesir etmiş olurdu: "Moskovada ölmek, İskender gibi bi­
tip gitmektir. Vaterloda ölmüş olmak, eyi ölmek olurdu;
Dresdde olsaydı belki de daha eyi olurdu. Fakat hayır,
Vaterloda ölmek, Milletin aşkı, esefleri!” Başka bir defa­
sında da bütün mevcudiyetini bir kelimede hulâsa ederek:
"Bununla beraber benim hayatım da ne roman!” demiştir,

XVII

Güneş doğduğunda, hâlâ uykuda olan evin eşiğinde


beyaz redengotlu, kırmızı terlikli, başı geniş kenarlı bir
hasır şapka ile örtülü bir adam, elinde küreği, ayakta du­
ruyor. Uyananları işe çağırmak için koca bir çan çalıyor.
Mail sathı yükseltmek, hendeği uzatmak, denize ilerile-
mek lâzım. Her bir yandan kimi küreklerini, kimi tırmık­
larını veya kazmalarını almış işçiler akın akın geliyor ve
iş, o işi idare eden efendinin etrafında tertip ve nizamla
başlıyor.
imparator yüzlük bir Fausta benziyor.
Hayatının son yılı yeni başlıyor. Ne olursa olsun, o,
822 NAPOLEON

bu kayanın üstünde kalmağa karar vermiş ve mademki


bahçesini daha eyi kabul eder bir hale komağı kimsenin
teklif ettiği yok, kendine bizzat kendi bir bahçe yapacak.
Yarım değirmi şeklinde bir duvar onu güneşten, şarktan
garba doğru esen mevsim rüzgârlarından ve nöbetçinin gö­
zünden koruyacak. Yağmur suları biriktirmek için sarnıç­
lar kazıyorlar, imparator toprak, çiçek, çalı, funda, 24 bü­
yük ağaç, şeftali ağaçları, portakal ağaçları getiriyor, pen­
ceresinin karşısına da bir meşe diktirtiyor. Ümit Burnun­
dan gelen bu ağaçlar İngiliz topçuları tarafından İspanya
muharebelerinden beri bildiği o topçular tarafından Long-
vuda çıkarılmış.
Çinli bahçıvanlar, Avrupa Devletleri müstamerelerin-
de çalışan hintli ameleler, fransız uşaklar, İngiliz ahır gar­
diyanları, hepsi de işe koyuluyor, hattâ doktor bile, Mon-
tolon ile Bertran bile. Nöbette olan İngiliz zabiti yaklaş­
tığı vakit saray müşürünün elinden imparatorun bir ke­
sek çimen aldığım, onu mail sathın üstüne dikkat ve ihti­
yatla koyduğunu ve bol bol suladığını gözlerile görebili­
yor, zira imparator biliyor ki kökünden çıkarılmış bir ne­
batın yabana toprakta tekrar yatişmesi için devamlı itina­
lar göstermek lâzım.
Iş yedi ay devam ediyor. Bu kayanın üstünde sunî o­
larak zuhûr etmiş, çiçekleri açmış bu bahçe derakap bir
harika sayılıyor, Valinin kızı da gizlice gelip onu seyredi­
yor, ona hayran kalıyor. Bu, Napoleonun meydana getir­
diği son mucizedir.
Kuvveti zevale yüz tuttukça, son günlerini bu yolda
güzelleştirmek ihtiyacım duyuyor. Onun, Volter (Vol-
KAYA 823

taire) in şu sözlerini mırıldadığım işitiyorlar: "Parisi bir


daha görürüm diye umamam.” Doğduğunun yıldönümü
gelince, bu yıldönümünün artık sonuncu yıldönümü oldu­
ğunu söyleyor; çocuklara hediye veriyor. Akşam yemeğin­
de biz hepimiz onun etrafında iken o, çoluk çocuğunun
ortasında bir baba gibi şenlik sevinç içinde idi.
Son baharda, dört yddan beridir ilk defa olarak uzun
bir at gezintisine çıkarak Longvudun hudutlarından öte
aşıyor — atla son gezinişi.
Uykusuz geçirdiği geceler zarfında Türen (Turenne)
in, Frederikin, Sezarın muharebeleri hakkında bir kaç
şerh ve tefsirden, Volterin Muhammedi ile Eneit (Enéide)
hakkında bir kaç nottan, intibar hakkında bir kaç
mülâhazadan başka bir şey yazdırmıyor. Onun en eyi
kâtipleri, Las Kaz ile Gurgö çoktandır yanından ayrılıp
gitmişler. Şimdi onun, martıların uçuşunu veya bulutla­
rın kaçışını gözleri ile takip ederek verandanın kapısına,
kapı tranpete imiş gibi, uzun müddet tıkır tıkır vurduğu
oluyor. Artık dürbünü ile ufku arayıp taramıyor; artık
ölümden başka bir şey beklemiyor.
Hattâ askerler tarafından Burbonlara karşı bir sui­
kast tertip edilip idare olunduğu haberi bile onu bigâne
bırakıyor. Son altı ay zarfında iki defa vaki olan kaçma
tasavvurunun ikisini de reddediyor. "Yıldızlara yazılmış
ki ben burada öleyim. Amerikada olsaydım ya öldürülür,
ya da unutulur giderdim. Yanız benim cefaya kurban ola­
rak ölmekliğimdir ki sülâlemi kurtarabilir; işte bunun i­
çindir ki ben Sent-EIende kalmağı tercih ederim” diyor.
Onu öldürecek hastalık ilerleyip fena bir şekil alıyor.
824 NAPOLEON

Daha 35 yaşında iken ilk görüp babası gibi kendinin de


ondan öleceğini söylediği bu karaciğer hastalığı hattâ ka­
raciğeri sağlam olanlar için bile bu derece öldürücü olan
bir iklimde ilerleyip vahimleşmekten başka bir şey yapa­
mazdı. Miydesinden çektiği istirap bazı anlar o kadar müt­
hiş olurdu ki Napoleon yerlere yuvarlanır, kıvranırdı. Sa­
nırdı ki sağ böğrü usturalarla doğranıyor. Her ne kadar
o böğrüne âdeta, — fakat kendi fikrince hiç bir vakit lü­
zumu derecede sıcak olmıyan, — kaynar kompresler kor­
lar idi ise de o, gene soğuktan titrerdi.
Napoleon, kendi hastalığının arızalarım ve alâmetle­
rini pek yakından tetkik eder, ve verilen ilâçların tesiri
kendine eyice izah edilmeden onların hiç birini alıp kul­
lanmazdı: "Şimdi artık yatağımı o kadar seviyorum ki onu
bir tahtla bile değiş etmek istemem! Ben ki evelce kendim­
de uyumağa bile hemen hemen hiç ihtiyaç hissetmezdim,
şimdi artık günlerimi bir nevi baygın uyku içinde geçiri­
yorum. Yalnız gözlerimi açabilmek için bile meyus bir
gayret sarfetmekliğim lâzım geliyor. Bununla beraber söz
söyleyip yazı yazdırdığım da olmuştu. îşte ben o zaman­
lar Napoleondum” diye inilderdi.
Şimdi artık mizacı ve keyfi heyecan ile istihza arasın­
da bir saat rakkasesi gibi gidip geliyor. Oda hizmetine ba­
kan uşağı, bir kuyruklu yıldız göründüğünü ona bildirin­
ce o: "Ah! Benim ölümüm de Sezarın ölümü gibi bir alâ­
metle belli olacak” diyor. Fakat Doktor, öyle bir kuyruk­
lu yıldızı kendisinin göremediğini beyan edince impara­
tor ona: "Pek eyi, âmma, kuyruklu yıldızsız da ölünebi-
lir” diye cevap veriyor.
KAYA 825

Şimdi onun (Antommarchi) isminde Korsikalı bir he­


kimi var. Vali ile bir kavga neticesinde O’Meara gittikten
sonra imparator bir yıl müddetle tıbbî ihtmamlardan mah­
rum kalmıştı. Zahmetler çektikten sonradır ki Letisia ona
iki papaz, bir oda hizmetçisi ve bir de aşçı ile beraber bu
hemşeriyi göndermeğe muvaffak oldu; İmparator uzun
yıllardan sonra ancak bu suretle annesi hakkında, bir gün
gayet sade bir kaç sözle: "Ben her ne isem, vakti ile her
ne olmuşsam onu anama borçluyum; çalışma itiyadım bana
o vermiştir” dediği o kadın hakkında bir sürü tafsilât
alıyor.
işte imparatorun yanında beş Korsikalı ki içlerinden
yalnız ikisi, oda hizmetkârı ile aşçı, Napoleonun biraz işi­
ne yarıyor; zira papazlardan biri adam akıllı inmeli, mef­
luç; öteki de papaz mektebinden daha yeni çıkmış acemî,
hayattan hiç bir şey bildiği yok. Genç hekime gelince o da
kendini beğenmiş; tecrübesi de eksik. Fakat bu hemşerile-
rin orada bulunması imparatorda eski hatıralar, Fransaya
aşkından dolayı bastırıp boğmuş olduğu duygular uyandr-
rıyor. ölümü zamanında Napoleon, yeniden, o doğduğu
zamanki Italyan oluyor.
Yeniden ana dilini kullanıyor, fakat garip tabirlerin­
den bazılarını fransızca ile karıştırarak. Vakti ile Romalı­
ların esir diye dahi almadıkları bir millet içinden Fransa-
mn, kendine bir efendi seçip almış olmasını âyan azasın­
dan biri tahtie ettiği cihetle Napoleon bu sözü KorsikalI­
lar için büyük bir iltifat sayıyor: "Romalılar hiç bir va­
kit Korsikalı esirler satın almadı, zira bilirlerdi ki onlar­
dan hiç bir fayda umulmaz; onların başım eğip esarete
826 NAPOLEON

sokmak mümkün değildi” diyor. Korsika yeniden onun


vatanı oluyor: "Ah! Doktor, nerede o Korsikanın güzel
göğü?... Ben ilk fikrimi güde de Ajaksiyoya çekile idim,
eminim ki umumun bütün efkârım, bütün temennilerini,
bütün gayretlerini bir araya toplar birleştirirdim. Hattâ
Müttefiklerin bedhahhklarına karşı bile kafa tutacak va­
ziyette olurdum. Siz bizim dağlarımızın ahalisini bilirsiniz.
Onlardaki enerji, onlardaki sebat, onlardaki cesaret nedir
bilirsiniz. Ahali bana kucağını açardı, benim öz ailem o o­
lurdu... Yalçın dağların, derin ovaların, sellerin, yarların
ve uçurumların benim için kat’îyyen hiç tehlikesi yoktu...”
diyor. Korsikabların ruhlarındaki büyüklüğü, onların ne­
silden nesle geçirdikleri kin ve şan duygularındaki kuvve­
ti yaddediyor; Paoliyi de yaddediyor. Vakti ile alâkasınr
o kadar çabuk kesmiş olduğu bu adayı güzelleştirmek is­
temiş olduğunu ve sırf talisizliklerinin kendini bundan
menetmiş bulunduğunu teyit ve tasdik ediyor: "Ben o a­
daya ayak basıyorum; onu, yaydığı kokudan gene bilip
tanıyorum. Onu ben islâh edip daha güzelleştirmek, onu
mes’ut kılmak, hulâsa onun için her şeyi yapmak isterdim...
Şayet Sent-Elen Fransa olsaydı, ben bu iğrenç, bu mende­
bur kayanın üstünde de haz duyardım” diyor.
İşte bu suretledir ki bu düşman adada bu vatansız
adam, ruhunda öteki adanın, kendisinin hiç bir vakit fet-
hü teshir edememiş olduğu dalgalarla tıpkı bunun gibi
yıkanan öteki adanın daüssılası doğduğunu çok geç ola­
rak, çok acıklı bir tarzda duyuyor.
Korsikalı hekim İmparatora hiç bir merbutiyet gös­
termiyor. Onun çektiği vecalara inanmıyor; sanıyor kî
K A YA 827

bunlar onun, kendini tekrar Avrupa diyarına götürtmek


için oynadığı siyasî bir komedyadır. Hastası kendine en
muhtaç olduğu demlerde o, daima namevcut, imparator
artık öz duzağına düşmüş, zira gerçekten ölüyor da o an­
da hemşerisi bile onun çektiği istiraba inanmıyor. Arala­
rındaki geçimsizlik nihayet dışarı sızıyor. Esasen, hastanın
canına yetiyor da Antommarşinin geriye aldırılmasmı di­
lemeğe kadar da varıyor, imparatorla hekiminin kavgası
arkasında kendini siperleyebilen Vali için bu ne muzaffe-
riyet! Akibetten bir ay önce, zindancı yeniden mahpusu­
nun nezdine girmeğe kalkışıyor, bu suretle hastanın ölü­
münü bir an önce getirerek bir sahne tahrik ediyor, im­
paratora sadık kalanların adedi, gûya insanları zelil ve
hakir gören adama hak verdirecekmiş gibi hiç durmama-
casıya azalıyor. Ölümünden bir kaç hafta evel ihtiyar pa­
pazla hizmetkârlarından dördü onu bırakıp gidiyorlar; di­
ğer ikisi de hasta düşüyor; kendisinin iki yoldaşı ise artık
gitmeği düşünüyor. Montolon, kendi yerine bulunacak
biri hakkında karısı ile muhabere ediyor; Bertran da ken­
disini geri çağıran ailesinin yalvarıp yakarmalarına ramol-
mak üzre... Montolonun İsrarları üzerine kalmağa karar
verince imparator gayet büyük bir gönül ferahlığı duyu­
yor. Geri dönmeği hiç bir defa bile düşünmemiş biri var­
sa o da, imparatorun oda hizmetkârı Marşandır. impara­
tor diyor ki: "Şayet bu böyle devam edip gidecek olursa,
nerede ise seninle benden başka kimse kalmıyacak. Sen ba­
na bakmağa devam edeceksin ve benim gözlerimi sen ka­
payacaksın.”
imparatorun ruhunu her şeyden ziyade yaralıyan nok­
828 NAPOLEON

ta kendisini sevdiklerini iddia edenlerin hakikî duygula-


tını birdenbire keşfetmiş olmasıdır. Bertran bile münaka­
şa esnasında ağzından şu: "Şayet Kıral istifa edip tahttan
çekildikten sonra, Konvansiyon, Orlean dükünü hüküm­
dar naspetmiş olsaydı benim ömrümün en güzel günü o
gün olurdu” sözlerini kaçırınca sükûtu muhafaza ediyor
ve acı acı: "Bu gün her ne ise hepsini bana borçlu olan,
tacımın şanlı şöhretli zabiti yaptığım o bile” diyor.
Şimdi ki artık kuvvetlerinin zeval bulduğunu hissedi­
yor, imparator, hısımından akrabasından medet ummağa
karar veriyor. Hepsine tercih ettiği kız kardeşi Polin şu:
"'imparator, kendi vaziyetini, Zati îsmetpenahiniz, nüfuz
sahibi Ingiliz ricaline bildirirsiniz diye ümidediyor. Bu
Tcorkunç ve müthiş kayanın üstünde her kes tarafından
terkedilmiş bir halde ölüyor. Onun son günleri dehşetli
bir ihtizar sözleri ile nihayet bulan bir ahvali sıhhiye ra­
porunu alıyor.
Ölümünden üç hafta evel, nisan ayının ortasında, ka­
pısını kilitlediği odasına kapanan imparator, Montolona
vasiyetnamesini yazdırıyor, onu her türlü itirazdan masun
Bulundurmak için bu vesikanın kopyesini kendi elile ya­
zıyor. imparator kan ter içinde kalarak beş saat yazı ya­
zıyor. Bu vasiyetname hem bir büyüklük ve insanlık abi­
desidir, hem de onun bütün hayatının hulâsasıdır.

XVIII

Vasiyetnamesine başlarken kendisinin, sinesinde doğ-


tnuş olduğu, yeniden tesis ve himaye eylemiş bulunduğu
K A YA 829

bununla beraber haddi zatında ruhan hiç bir vakit kabul


ve tasdik eylememiş olduğu Romaî ve Papanın divanın­
dan sadir dinde öleceğini beyan eder. Sonra kahramanca
teklif ettiği mezar taşı yazısı kendisinin öz intihabı ile
Fransız olduğunu âdeta dikkati celbedecek bir surette bel­
li eder: "Arzu ederim ki kemiklerimin bakiyesi Sen nehri­
nin kıyılarında ve pek çok sevmiş olduğum fransız mille­
tinin bağrında dinlensin” der.
En nihayet oğluna hitap eder, kendisince en kıymet­
li nesi varsa onların hepsini ona ayırır: Hukukunu, hâzi­
nelerini, tecrübesini, ve bir insan, mezarının maverasından
daha neyi umabilirse hepsini de ona ayırır. Mari-Luizi oğ­
luna bakmağa teşvik için: "Gayet muazzez zevce” sine kar­
şı duyduğu en müşfik duygular hakkında teminat verir.
Çocuğuna: "Kendisinin Fransız Prensi olarak doğmuş ol­
duğunu hiç bir vakit unutmamasını ve Avrupayı zulm ile
tazyik eden triumvirlerin elinde bir âlet olmağa kendini
sakrn hiç bir vakit bırakmamasını” tasviye eder. Düşma­
na şu: "Ben İngiliz oligarşisi ile onun ücrete mukabil ha­
baset eden canisi tarafından katledilmiş olarak vaktinden
evel ölüyorum” diye sitem okunu fırlattıktan sonra kür­
süde söz söyleyen bir hatip makamı ile: "İngiliz milleti
benim intikamımı almakta gecikmiyecektir” sözünü ilâve
eder. Bu fıkra, inhizamımn izahı ile nihayet bulur: "Da­
ha elinde bunca menabii durup dururken Fransamn en­
camda gayet felâketli iki istilâya uğramasına sebep olan
şey Marmonun, Ojöronun, Taleyramn ve Lâfayetin ihanet­
leridir. Ben onları affediyorum” der; fakat hıristiyanî ina­
yet ve merhametin bu formülü içine derakap şu acı iğne
830 NAPOLEON

ucu da kayıp girer: "Allah vere de, benim gibi, gelecek


Fransız nesilleri de onları affede.”
Bir patrisien tavır ve tarzı ile "Gayet mükemmel an­
nesine” erkek ve kız kardeşlerine kendi hakkında daima
muhafaza ettikleri alâkadan dolayı teşekkür eder ve Lui-
nin de kendisine karşı olmak üzre yazıp neşretmiş olduğu
hicviye risalesinden dolayı onu affeder. Sonra esasını ken­
disinin 14 yıl müddetle tahsisatından biriktirmiş olduğu
tasarruflar, îtalyadaki malikâneleri ve şatolarının tezyini
için şahsan iktisap ve tesahup etmiş olduğu şeylerle mü­
cevherler, mobilye ve gümüş avanî teşkil eden servetinin
taksimine girişir. Bu servetin değerini iki yüz milyon frank
olmak üzre tahmin eder ve "kendisinin bildiğine” göre
hiç bir Fransız kanununun onu bu servetten mahrum bı­
rakmadığı keyfiyeti üzerinde ısrar eder. Bu servetin yarı­
sı ihtilâl ve İmparatorluk harplerinden bakiyye olarak sağ
kalan zabitlerle askerlerle, 1792 den 1815 e kadar Milletin
şanı, zaferi ve istiklâli yolunda çarpışmış olanlara gidecek­
tir. Bunun taksim ve tevzii ise faal hizmet zamanındaki
maaşları ile mütenasip olmak üzre yapılacaktır. Diğer ya­
rısı da istilâlardan en çok ıstırap çekmiş şehirlerle kasa­
balara verilecektir. Taksimin bu tertipte yapılması o, taht­
tan istifasını verdiği anda onun hâzinelerini meşru ve ka­
nunî olmıyarak zaptedip alacak bir hükümetin haksız nok­
tasını istihdaf ediyordu. Bu suretle askerî kıt’aların ve mil­
letin muzaheret ve taraftarlığım kendine temin ediyor ve
vakti ile Sezarın vasiyetnamesinden Antuamn celbetmiş ol­
duğu istifadeyi o da kendi hanedanına gizliden gizliye te­
min etmeği umuyor.
KAYA 831

Sonra mirasların kendilerine tahsis edildiği 97 şah­


sın isimleri gelir. İmparator bunların listesini on günde
kararlaştırır. Teklifsizlerinden biri yazar ki: "Zihni boyu­
na hafızasında atiyye ve ihsanları ile kâmiyap edebileceği
kimseleri aramakla meşguldür. Her gün, onun hatırına,
atiyyeleri ile mükâfatlandırmak istediği eski bir hizmetkâ­
rım getirir.” Bu teberru ve hibeler, 6 milyonunu kendi
Fransadan gitmezden önce peşin para olarak bıraktığı, ve
büyük hazinei hümayunundan daha emin bulunduğu, 20
milyonluk bir meblâğ üzerinden ifraz edilecek.
Kendilerine vasiyetle miras bıraktığı adamlar kim­
lerdir?
Montolon iki milyon mirasa sahip oluyor. Bertran ile
oda hizmetkârı da yarımışar milyona. Marşan, Napoleo-
nun dost adı ile tazim edip şereflendirdiği yegâne adam­
dır. İmparator onun, evlenerek eski gardından bir zabit
veya bir asker ailesile birleşmesini arzu ettiğini ifade edi­
yor. Montolon ve Bertran ile onu vasiyetnamesinin ahkâ­
mım icraya memur ediyor ve vasiyetnamesinin her yapra­
ğım da o suretin aslına mutabık olduğunu tasdik ettirmek
için kendi imzasının altına onların imzalarını da attırıyor.
Şu halde Napoleonun kendi elile yazmış olduğu bu son
vesika dört mühür taşıyor: İmparatorun arması, kanat aç­
mış uçar kartal, eski asalete mensup iki kontun arması bir
de İmparatorun bu suretle kendisine en büyük bir itimat
nişanesi göstermiş olduğu basit bir proleterin markası.
"Onun bana görmüş olduğu hizmetler ancak bir dostun
göreceği hizmetlerdir” diyor.
Sent-EIendeki hizmetkârlarından her biri bir servete
832 NAPOLEON

nail oluyor. Ona göre, içlerinden biri, onun dünyada tanı­


dığı en faziletli insan olan hekimleri de öyle. Kendilerine
ehemmiyet verdiği eski jenerallere, kâtiplere, iki edip mü­
ellife, Elbe adası muhafızlarına, harpte ölmüş zabitlerin
çocuklarına, istabelindeki ispirlerle arabanın önündeki at­
larda giden uşaklara, bir metr-dotele, emir zabitlerine, bir
kapıcıya, bir kütüphane muhafızına, kendi ailesinin Kor­
sikalI dostlarının oğul veya torunlarına, evelki hibelerine
rağmen gene ihtiyaç içinde bulundukları takdirde sütnine-
sinin oğullarına ve ya torunlarına, Oksondaki hoca­
larından birinin evlât ve ahfadına, vakti ile Tulonun mu­
hasarasını idare etmesine müsaade etmiş olan o kumanda­
nın evlât ve ahfadına verilmek üzre büyük büyük meblâğ­
lar kaydediyor. Vakti ile konvansiyonda kendi nüfuz ve
salâhiyeti ile genç Bonapartın plânını Salü Püblik (Salut
Public) komitesinin reyine karşı himaye etmiş olan o
meb’usun evlât ve ahfadım, yaveri Müironun evlât ve ah­
fadım düşünüyor. Vakti ile Wellingtonun katletmek
istemiş olmakla haksız yere ittiham edilmiş olan küçük za­
bitin adı: "Bu mütehakkimin, bu mütegallibin beni Sent-
Elen kayası üstünde mahvolmağa göndermekte ne kadar
hakkı varsa onun da onu öldürmekte o kadar hakkı var­
dır. Şayet hakikaten o, lordu katletmiş olsaydı ört bas edi­
lir ve bu ayni sebeplerden dolayı Fransamn menfaatini
haklı çıkarıp tebrie etmiş olurdu.” Bu cümle onun hibele­
rinin son listesini kapayan isyan sayhasıdır.
imparatorun vasiyetname ahkâmım icra edecek olan­
lara mahsus olmak üzre yaptığı cetvel ve sicilde ezancüm-
le Rusyadan getirilmiş olan Malâkit (Malachite Idratlı ta-
XVI
K A YA 833

biî nühas karbonatı, bunun en eyisi Sibiryadan gelir ve


san’atkârca eserler yapmak için kullanılır) mobilye, Paris
şehri tarafından takdim edilmiş olan altın sofra takımı, Po­
linin parası ile Elbe adasında satın alınmış olan ve kız
kardeşi kendinden daha evel öldüğü takdirde İmparatora
kalacak olan küçük bir çiftlik, Venedikte depo edilip bı­
rakılmış bir miktar cıva, İmparatora miras olarak bıraktı­
ğı mevsuk ve sahih bir surette tahakkuk etmişse bir Vene­
dik Patriğinin serveti; Malmezonda saklanmış olan altın
ve mücevherler (ki İmparator onları Jozefine hediye etme­
mişti ve ihtimal ki orada arandığı takdirde tekrar bulu­
nur) dahil olarak gösteriliyor; bunlar masallardaki hazi­
neler gibi hazineler ki sayılıp dökülmesi hem bir Kiralın,
hem de bir sergüzeştçinin definelerini andırır.
Altı yıl müddetle, uykusuz kaldığı uzun geceleri ay­
dınlatmış olan gümüş kandili annesine veriyor. Erkek kar­
deşlerinin, kız kardeşlerinin hepsi de küçük küçük yadigâr­
lar alıyorlar. Jozef ile Lüsiyen de öyle. Onların her birine
"Sırma işlemeli bir harmaniye, setre ve külot” bırakıyor.
Fakat Napoleonun hakikî mirasçısı oğludur. Silâhları­
nı, atlarının eğerlerini, mahmuzlarım, enfiye kutularım,
emirlerini, kitaplarım, çamaşırım, ordugâhlarda ve muha­
rebelerde kullandığı yol karyolasını ona vasiyet ediyor ve
bu teferruatlı listeyi şu çok azametli cümle ile kapayor:
"Dilerim ki şu küçük miras, ona bütün cihanın bahsedece­
ği bir babanın hatırasını canlandıracak bir şey gibi aziz ve
sevgili olsun.”
İçinde iki don ile iki yüzyastığı kılıfına varıncaya ka­
dar en hurda şeyleri bile sayılıp gösterilen emval ve eşya-
Napoleon — 53
834 NAPOLEON

nın müfredat defterindeki o mütevazi yeknesaklık birden­


bire nurlanıyor: "Kılıcım, Austerlitzte taktığım kılıç, altın
tuvalet takımım, Ulm sabahı, Austerlitz, İena, Eylau, Fried­
land, Lobau adası, Moskova ve Monmiray (Montmirail)
sabahları kullanmış olduğum o takım; 20 mart 1815 te
Tüilöride XVIII inci Luinin masası üstünde bulunmuş o­
lan 4 kutu; revey matenim, bu revey maten II inci Frede-
rikindir ki ben onu Potsdamda aldım (3 numaralı kutu­
nun içinde); lâcivert bir harmaniye (Marengoda geymiş
olduğum harmaniye); Konsüllük seyfi sarımı, Lejiyon d’O-
nör gerdanlığı.” Her müfredat defterinin sonunda o eşya­
yı muhafaza etmesi lâzım gelen şahsın adı zikredimiştir:
".... i bu eşyayı muhafaza edip oğlum 16 yaşma basınca
ona teslim etmeğe memur ediyorum. Saçlarımı Marşan
muhafaza edecek, onlardan împaratoriça Mari-Luize, an­
neme, erkek kardeşlerimle kız kardeşlerime, kardinalin kız,
erkek yeğenlerine ve en çoğunu oğluma göndermek üzre
küçük altın kilitli bir bilezik yaptıracak.”
Bunlardan sonra, nezdlerinde hatıraları bulunması lâ­
zım gelip oğlunu alâkadar edebilecek olan bir çok kimse­
nin ismi geliyor: "Arzu ederim ki vasiyetnamemin ahkâ­
mım icraya memur olan kimseler oğluma ecnebi siyasetin
telkin etmek istiyebileceği yanlış fikirleri tahrip edip doğ­
ru fikirler verebilecek olan mahkûkâtı (Gravürleri), tablo­
ları, kitapları, madalyaları, hep bir araya toplasınlar; tâ
ki oğlum geçmiş gitmiş vak’aları, olduğu gibi görecek bir
vaziyette bulunsun...” Onu görmek, onu tenvir etmek hu­
susunda hiç bir şey sakın ihmal etmesinler: "Vasiyetname­
min ahkâmını icra edecek olanlar oğlumu görebildikle­
K A YA 835

ri zaman onun şuun ve vakayi hakkındaki fikirlerini kuv­


vetle düzeltip terbiye edecekler ve onu doğru yola koya­
caklardır.” Çocuk büyüdüğü zaman, annesi de, erkek kar­
deşleri de, kız kardeşleri de ona yazsınlar; kendi zabitle­
rinin ve hizmetkârlarının çocukları da ona hizmet etsin­
ler. "Annemin, şayet daha ölmemişse, (vasiyetnamesi ile),
öteki çocuklarından daha zengin olduğunu farzettiğim oğ­
luma daha fazla bir şey bırakmasını arzu etmemekle bera­
ber, dilerim ki, anamın, babamın portreleri veya bir kaç
mücevher gibi, oğlumun büyük babasından veya büyük
anasından tevarüs ettiğini söyleyebileceği bir kaç kıymetli
miras bırakarak çocuğumu ötekilerden ayırdetsin.”
îşte imparator Napoleon müteessir ve acıklı bir sa­
deliği olan bu gibi duygular içinde ölüyor. Fakat bu ri­
canın arkasından bir diğer rica daha geliyor ki onun için­
de Napoleonun dayanmağa mecbur olduğu dev gibi cida­
lin son akisleri homurdayor: "Oğlum akilbaliğ. olduğu ya­
şa gelir gelmez derakap Napoleon adım almağa mecbur­
dur, ve bunu o, münasip bir tarzda yapabilir.”
Kendisinin yegâne meşru varisi için coşgun bir niyaz
ve şefkatle meşbu olan bu sayıfalardan sonra, 37 inci mad­
dede dört satır okuruz; bu satırlarda o, genç Leona, me­
mur olmasını, Aleksandr Valevskiye de zabit olmasını na­
sihat eder. Vasiyetname sahibi, tahmin etmek şöyle dursun
hattâ şüphelenemez bile ki hakikî haylazın ve işe yarama­
zın biri olan Leon, Rayhiştat dükü öldükten çok zaman
sonra, bir aşçı kadınla evlendikten sonra hayatım Ameri-
kada adice ve kötüce bitirecek; fakat nazır olan kont Va-
levski ise günün birinde Fransanm mukadderatım kendi
836 NAPOLEON

riyaseti altında idare edecek ve nasıl bir aşktan doğmuş


olduğunu gerek dehası, gerekse güzelliği ile ispat ede­
cektir.
Napoleon, oğluna mahsus olmak üzre ikinci bir va­
siyetname daha yazacaktı. Ölümünden on beş gün evel, ge­
ce yarısı Montolonu çağırtır, şu son haftalar zarfında ona,
imrenilecek ve hayrankalınacak bir sadakat ve merbutiyet-
le bakmış olan Montolonu.... Montolon der ki: "Ben ya­
nına girdiğim zaman o, yatağının içinde oturuyordu ve ba­
kışındaki ateş, nöbeti acaba iki misline mi çıktı diye beni
korkutuyordu; benim bu endişemi görünce hilm ile bana
dedi ki: "Daha fena değilim; nasılsam öyleyim; fakat Ber-
tran ile konuşurken zihnim vasiyetnamemin ahkâmım icra­
ya memur olacakların oğlumu gördükleri zaman ona ne
söylemeleri lâzım geleceğini düşünmekle meşgul oldu; Ber-
tran beni anlamıyor. Oğluma miras olarak bırakacağım va­
siyetleri birkaç kelimede hulâsa edeyim daha eyi... Siz be­
nim düşüncelerimi ona bütün tafsilâtı ile daha kolayca an­
latırsınız. yazınız.”
Napoleonun o humma ve nöbet gecesinde ölüm halin­
de iken söyleyip yazdırdığı o on iki sayıfa imparatorun si­
yasî vasiyetnamesini ihtiva eder. O vasiyetnamede mevzuu
bahs edilen şey harp değil sulhtur; X IX uncu asrın bütün
veçhe (direktif) leri onda görülür. Bu şey şimdi onun hü­
kümet idaresini ne yolda anladığının şerh ve takririnden
başka bir şey değildir; bu, kendi saltanat ahtımn nefîs bir
tenkididir, yeni bir siyaset hakkında kehanettir, gelecek ne­
sillere bir ihtar ve Avrupa ittihadına bir davet hitabıdır,
K A YA 837

milletlere hürriyet, müsavat, hars ve refah içinde müttehit


bir halde yaşamaları için bir teşvik ve bir nasihattir:
" Oğlum benim ölümümün intikamını almağı düşün­
memelidir; o, bundan istifade etmelidir... Onun olanca gay­
reti sulh ile saltanat sürmeğe meyletmelidir. Şayet o, sırf
taklit olsun diye ve mutlak bir zaruret olmadıkça benim
muharebelerime yeniden başlamak isterse, maymundan baş­
ka bir şey değil demek olur. Benim iş ve eserimi tekrar yap­
mağa kalkışmak, benim hiç bir şey yapmamış olduğumu
farzetmek olur... Bir asrın içinde ayni şey iki defa
yapılamaz. Ben Avrupayt silâh kuvvetile hükmüm altmda
tutmağa mecbur oldum, bu gün ise onu ikna etmek lâzım­
dır... Ben Fransaya ve Avrupaya yeni yeni fikirler ektim;
onlar artık rücu edemez. Oğlum benim ektiğim şeyi yetiş­
tirip çiçeklendirsin...
"Mümkündür ki, Ingilizler bana reva gördükleri zu­
lüm ve itisafın hatırasını silmek için oğlumun Fransaya
dönmesine müsait ve tasvipkâr görünürler; fakat İngiltere
ile hoş geçinmek için, behemehal onun ticarî menfaatlerini
kolaylaştırmak, o menfaatlere müsait davranmak icap eder.
Bu lüzum ve zaruret iki neticeye saik olur: Ya Ingiltereyi
yenmek ya da cihanın ticaretini onunla paylaşmak. Bu gün
yegâne mümkün görünen şart bu ikinci şıktır. Haricî mes’-
ele Fransada uzun müddet daha dahilî mes’eleden üstün
bulunacaktır.. Benim eserime yalnız yüksek ve uzlaşıcı bir
diplomasinin silâhları ile devam edebilmesi için oğluma
miras olarak hayli kuvvet bırakıyorum.
"Oğlum tahta sakın bir ecnebi nüfuzu sayesinde çık­
masın. Onun gayesi yalnız saltanat sürmek olmamalıdır.
838 NAPOLEON

Fakat ahlâfın tasvip ve takdirine liyakat kazanmak olma­


lıdır. imkân bulduğu vakit benim aileme yaklaşsın; benim
annem evel zamanlara lâyik bir kadındır... Fransız milleti,
idare edilmesi en kolay bir millettir; elverir ki onu ters ta­
raftan tutmıyasın; onun çabuk ve kolay anlayışına eş yok­
tur; o, kendisi için çalışanlarla kendi aleyhine çalışanları
hemen dakikasında ayırdeder; fakat daima onun duygula­
rına da hitap etmek icap eder, yoksa onun endişeli fikri
ve ruhu onu kemirir durur; o, tahammür eder, heyecanla­
nır ve kızıp köpürür...
"Bütün fırkaları hakir görsün; kütleden başka bir şeye
bakmasın, aldırmasın. Vatana ihanet etmiş olanlar müstes­
na olmak üzre, o, her adamın masebakım unutup hüner
ve istidadı, liyakati, ifa edilen hizmetleri nerede bulursa
bulsun mükâfatlandırmayı borç bilmelidir...”
"Fransa o memlekettir ki orada şeflerin tesir ve nüfu­
zu pek azdır; onlara dayanmak, kum üstüne yapı kurmak
demektir. Fransada büyük şeyler ancak halk kütlesine is­
tinat etmek şartı ile yapılabilir... Ben bilâistisna herkese
istinat ettim; herkesin menfaatini koruyan ve kolaylaştı­
ran bir hükümetin ilk nümunesini ben gösterdim... Bir
milletin menfaatlerini ayrı ayrı parçalara bölüp tefrikaya
düşürmek... dahilî harbi doğurmak demektir. Tabiaten
taksimi kabil olmıyan şey taksim edilmez. Ya? Beceriksiz­
ce kesilir, koparılır, sakatlanır. Ben size başlıca temel ve
esaslarını kurduğum kanunu esasiye hiç bir ehemmiyet at­
fetmem, esas umde reylerin umumîliği olmalıdır.
" Benim asaletim benim oğluma hiç bir mesnet ola­
cak değildir...
K A YA 839

"Benim diktatörlüğüm elzemdi, bunun ispatı şudur


ki bana daima benim istediğim kudret ve salâhiyetten da­
ha fazlasını verirlerdi... Oğlum için bu böyle olacak de­
ğildir: Kudret ve salâhiyet hususunda onunla niza edecek­
lerdir; o, hürriyetin bütün arzularını önceden görüp ken­
di lehine imale etmelidir. Bir hükümdarın gayesi yalnız
saltanat sürmek olmamalıdır; bir de maarifi, ahlâkı, re­
fah ve istirahati neşretmek olmalıdır. Her ne ki yanlış ve
sahtedir, medet etmez.
"Fransız milletinin kudretli iki iptilâsı daha vardır ki
biribirine zıt gibi görünür de bununla beraber gene ayni
duygudan neşet eder; bu da müsavat aşkı ile temayüz aş­
kıdır. Bir hükümet bu iki ihtiyacı ancak fevkalâde bir a­
dalet sayesinde tatmin edebilir... Hükümet icra etmek için
az çok eyi bir nazariyeyi takip etmek lâzım değil, elde bu­
lunan malzeme ile bina kurmak, lüzum ve zaruretlere da­
yanmak ve onlardan istifade etmek lâzımdır. Matbuat hür­
riyeti, hükümetlerin elinde, sağlam doktrinleri ve eyi pren­
sipleri İmparatorluğun her köşesine ulaştırmakla mükellef
kudretli bir yardımcı olmalı. Matbuatı kendi başına bı­
rakmak, bir tehlikenin yanı başında uykuya dalmak de­
mektir... ölüm cezası tehdidi ile ya hepsini sevk ve idare
etmeli, ya da hepsini menetmeli.
"Oğlum yeni fikirlerin ve benim her yerde muzaffer
ve hâkim kıldığım davanın adamı olmalıdır... Avrupayı
erimez, fesholunmaz federatif rabıtalarla birleştirip tevhit
etmek...
"Avrupa içtinabı mümkün olmıyan bir değişmeye doğ­
ru yürüyor; onu bu yürüyüşünde geciktirmek, faydasız bir
840 NAPOLEON

cidal ile onu zaafa düşürmek demektir; ona müsait davran­


mak, kendini herkesin ümitleri ve iradeleri ile takviye et­
mek demektir...
"Oğlumun vaziyeti büyük zorluklardan muaf ve beri
olacak değildir. Ahval ve şeraitin heni silâhla yapmağa
mecbur ettiği şeyleri o, herkesin rizast ve muvafakati ile
yapsın. 1812 de ben Rusyaya galip geleydim yüz yıl süre­
cek bir sulh mes’elesi halledildi gitti idi; ben millet demet­
lerini bağlı tutan düğümü keser atardım; bu gün ise o dü­
ğümü kesmek değil çözmek icap eder. Bundan böyle bü­
yük mes’eleler artık şimalde değil, Akdenizde halledilecek­
tir; orada devletlerin bütün ihtiras ve matmahlarmı tat­
min edecek şey vardır ve medenî milletlerin saadeti vahşî
toprak parçaları ile elde edilebilir. Kırallar insafa gelip
akla tabi olsun, artık Avrupada beynelmilel kinleri idame
edecek sebepler ve maddeler kalmaz. Makıysünaleyhler
biribirini dağıtıp izale ediyor, büyüyor, biribirinden ayır-
dedilmiyor, ticaret yolları taaddüt ediyor; artık bir mille­
tin, onların inhisarım kendi elinde tutması mümkün de­
ğildir.
"Fakat oğluma sizin söyliyeceğiniz şeylerin, onun öğ­
reneceği şeylerin hepsi onun pek az işine yarar, şayet onun
kalbinin derinliklerinde, büyük şeyleri yaptırabilecek ye­
gâne kuvvet olan o mukaddes ateş, o eyilik aşkı yoksa...
Fakat ümit etmek isterim ki o, kendi taliine lâyık bir adam
olacaktır...”
"Şayet sizi Viyanaya gitmeğe bırakmazlarsa.”
Birdenbire dermanı tükeniyor; cümle tamamlanama-
dan kaldı. Fakat Napoleonun kendi oğluna tahsis edip
K A YA 841

gönderdiği nasihatler onun ölümünden yüz yıl sonra, bu


gün bile Avrupayı tenvir edebilir. Onun dehası bizim za­
manımızın siyasî mes’elelerini daha önceden halletmiştir.

X IX

Bu son fışkırıştan sonra, zekâsının kaynağı artık müeb-


beden kuruyacaktı. Tatlı tatlı rüyalar onu aldatıp oyalan­
dırmağa başlıyor. Sanki kader ona, ölümünden önce biraz
sükûnet ve asudelik bahşetmek istemiş. İmparator durgun,
hiç bir acı duymaz gibi görünüyor:
"Ben ölünce, içinizden her biri tekrar Avrupaya dön­
menin tatlı tesellisine erecek. Kiminiz hısım akrabanıza,
kiminiz de dostlarınıza tekrar kavuşacaksınız, onları tek­
rar göreceksiniz. Ben de Cennet bahçesinde (Şanzelize:
Champs-Elisees) yiğitlerime tekrar kavuşacağım.” Sesini
yükselterek: "Evet Kleber, Döze (Desaix), Bessier (Bes-
sieres), Dürok (Duroc), Ney, Müra (Murat), Massena,
Bertiye (Berthier), hepsi de beni karşılamağa gelecek; ba­
na vaktile hep beraber yapmış olduğumuz şeylerden bahs­
edecekler. Ben de onlara ömrümün son vak’alarını nakle­
deceğim. Beni görünce hepsi de coşkunluktan ve zaferden
gene çılgın bir hale gelecekler. Sipionlarla, Aniballerle,
Sezarlarla, Frederiklerle muharebelerimizden bahsedeceğiz.
Bunu yapmak zevkli bir şey olacak... (ve gülerek şu söz­
leri ilâve eder): "Meğer ki bu kadar muharibi hep bir ara­
da görmekten öbür dünyadakilerin ödü patlamıya...”
îşte ölmek üzre olan adamın rüyaları. Bize hıfzettik­
leri sohbetlerinden hiç biri onun ruhundaki hulûs ve saf­
842 NAPOLEON

feti bu kadar vuzuhla ifşa edemez. Tıpkı bir çocuk gibi,


bir cennet tasavvur ediyor; içinde kadim Romanın kahra­
manları ile kendi jenerallerinin bir arada gezip tozacağı
bir cennet; içinde muharebelerden bahsedilecek, muharip
hayalleri ile meskûn bir cennet âlemi.
Nihayet, hastayı tedavi etmeği kabul eden İngiliz he­
kiminin gelmesi onun bu rüya ve tahayyülünü birdenbire
inkıtaa uğratıyor. Onun duymakta olduğu semavî musiki
o anda yerini bir trampete gürültüsüne bırakıyor. Devlet
recülü şeniyet hakkındaki şuurunu derhal topluyor ve ara­
da hiç bir intikal olmaksızın, âdeti olduğu veçhile birden­
bire başka bir kayit defteri çekerek kendi resmî cenaze
duasını, kaside ve mersiyesini söylemeğe girişiyor:
"Yakın gelin Bertran, şimdi duyacağınız şeyleri Mös­
yöye birer birer tercüme edin. Bu bir tahkir silsilesidir kî
bana onları bolbol ibzal etmiş olan adamın eline lâyıktır...
Hepsini olduğu gibi tercüme edin, bir kelimesini bile ih­
mal etmeyin. Ben Britanya milletinin ocağında oturmağa
gelmiştim; ben hilesiz ve müstakim bir misafirperverlik
istiyordum; halbuki yer yüzünde hukuk diye ne varsa ona
muhalif olmak üzre bana zincirlerle cevap verildi... Fakat
dört büyük devleti bir tek adam üstüne şiddetle saldırarak
dünyaya, işitilmedik bir temaşa göstermeğe kıralları gaf­
letle sürüklemek îngiltereye vergidir... Ya ben sürgün ol­
duğum andanberi bana nasıl muamele ettiniz? Hiç bir ha­
karet, hiç bir şenaat yoktur ki siz onu bana kana kana içir­
mekten zevk duymamış olasınız. Siz beni uzun müddetle,
etrafı ile, kast ve taammütle katlettiniz, alçak ve bednam
Hudson da sizin nazırlarınızın yüksek eserlerinin icra me­
K A YA 843

muru oldu... Siz de mağrur ve müteazzım Venedik cumhu­


riyeti gibi nihayete ereceksiniz. Ben, bu menfur kayanın
üstünde çoluğumdan, çocuğumdan, hısımımdan, akrabam­
dan mahrum ve her şeyim eksik olarak can verirken ölü­
mümün mucip olacağı nefret ve hacaleti İngilterede sal­
tanat süren hanedanın boynuna miras olarak bırakıyorum.”
Doktor da, Bertran da, Montolon da mütehayyir bir
halde biribirlerine bakışıyorlar. Bitkin bir hale gelmiş olan
İmparatorun başı yastıklara düşüyor. Bu nutuk da ne idi?'
Bir hateme mi idi? Bir protesto mu? bir tel’in mi idi? O,
bir siyasî tezahürdü. Gece İmparator kendisine Anibalin
seferlerinin okunmasını istiyor.
Ertesi gün 21 nisan, ölümünden iki hafta evel o, Kor­
sikalI rahibi çağırtıyor; bu rahip, adaya gelelidenberi her
pazar ruhanî ayin icra ederdi; İmparator ondan, bundan
başka hiç bir şey istememişti. Bu gün onu kabul ediyor
ve ona diyor ki:
— "Siz kilisenin ortasında tabut koymak için hazır­
lanan münevver yer nedir bilir misiniz? Hiç şimdiye kadar
böyle bir yer hazırlamış mısınız? öyle ise benimkini siz
hazırlarsınız.”
Sonra tafsilât geliyor: "Ben öldükten sonra yatağımın
yanına bir mihrap kurarsınız ve tâ ben toprağın altına gö-
mülünciye kadar âdet olan menasik üzre ayini ruhanî icra
edersiniz.”
Akşam rahip bir saat kadar onun yanında kalıyor.
Rahip hiç bir mezhebî eşya taşımadığı, İmparator da krrk
yıldanberi her nevi "itirafı zünup” her nevi günah çıkar­
ma veya mezhep fikrine hasım olduğu cihetle pek muhte­
844 NAPOLEON

meldir ki mülakatları basit bir mükâlemeden ibaret bulun­


muş olsun.
Şimdi hasta artık tamami ile çökmüş. Yüzünü sakal
bürümüş; çizgileri derin derin çukurlaşmış. Dar odasından
kaçarak kendini salona naklettirmiş. Müthiş miyde sancı­
ları onu burkuntularla kıvrandırıyor; fakat bir durgunluk
devri geliyor ve o, derakap vasiyetnamesinin üzerine adını
yazacağı yeni yeni kimseleri düşünüyor. Biraz sonra gene
rüyalarına dalıyor; gözüne kadınlar gözüküyor; onlar a­
rasında Mari-Luiz hiç yok:
"Şimdi Jozefinciğimi gördüm, fakat beni kucaklayıp
öpmek istemedi, tam ben onu kollarımın arasına almak
istediğim anda o uçtu gitti... hiç değişmemiş, hep ayni, ge­
ne bana tamami ile merbut; bana dedi ki: artık yakında,
bir daha ayrılmamak üzre biribirimize kavuşacağız... Ba­
na temin ediyor ki... Onu siz de gördünüz mü...”
Hali biraz daha eyiliğe döner gibi olunca kendisine
gazeteleri okutturuyor. Aleyhine kaleme alınmış bir ma­
kale onu şiddetle üzüp sinirlendirdiğinden tekrar vasiyet­
namesini istiyor ve titriyen eli ile çok zorluk çeke çeke şu
aşağıki satırları yazıyor:
"Ben Enghien dükünü tevkif ve mahkûm ettirdim,
çünkü Artuva (Artois) kontu, kendi itirafı ile de sabit ol­
duğu cihetle Patiste 60 katil idame edip durutken bu, fran­
sız milletinin asayişi, menfaat ve şerefi için lüzumlu idi.
Bu gün dahi böyle bir hal vâki olsaydı, ben gene ayni şe­
kil ve surette hareket ederdim.”
îki tayf alın alına geliyor: ölmüş olan Burbon prensi
ile ölmek üzre bulunan Bonapart.
K A YA 845

Ayın 27 sinde İmparator vasiyetnamelerini tekrar mü­


hürlemek üzre yeniden istiyor. Emrediyor ki kasalarının
ve dolaplarının müfredat cetveli yakılsın; kredi mektupla­
rım zarflara koyup kapıyor, adreslerini de kendi eli ile ya­
zıyor; vasiyetnamesinin ahkâmım icraya memur olanlar
da onlara mühürlerini basacaklar, ve kolilerin muhteviya­
tı hakkında biribirlerinin huzurunda bir zabıt varakası
tanzim edecekler; işte Napoleonun îngiltereye karşı bu
derecelere vanncıya kadar emniyeti yoktur. Bütün emir­
lerinin arası elemli buhranlarla istifrahlarla kesiliyor.
Geride kalan bir şey daha var mı? Defterlerde zikri
geçmemiş şeyleri yatağının üzerine seriyorlar: "Gayet hal­
sizim, bitkinim, bir kaç lâhzelik daha ömrüm kaldı. Bu işi
bitirmek lâzım” diyor. Bu nedir bu? Hortansm elmastan
akarsu gerdanlığı ki Tüilöride verilen ziyafet ve şenlikler­
de boynunda pırıldardı; Malmezondan gideceği gün ka­
çan adamın kemerine Hortansm dikmiş olduğu o ayni ger­
danlık. İmparator onu, baş oda hizmetkârı Marşana veri­
yor. İşte altın bir enfiye kutusu; İmparator ona bir çakı­
nın ucu ile gayet güçlük çeke çeke bir N hakkediyor ve
kutuyu hekimine veriyor. Ona diyor ki:
"İsterim ki, ben pek yakın zamanda öldükten sonra
cesedimi bir açasınız. Bilhassa miydenin teşrihi muayene­
sini dikkatle yapın. Hekimler haber vermişlerdi ki bevvap
iskirosu (squire du pylore: Miydenin alt deliğinde şiş,
ur) benim ailemde irsidir; onların verdikleri rapor, zan­
nedersem Luide olacak; isteyin o raporu; bizzat sizin de
cesedim üzerinde yapacağınız müşahedelerle mukayese e­
din; hic olmazsa oğlumu bu zalim hastalığın elinden kur­
846
NAPOLEON

tarayım. Siz onu görürsünüz doktor, ne yapmak münasip


olduğunu ona irae edersiniz; benim içimi param parça
yırtan ıstıraplardan onu korursunuz.”
Karaciğerinin hastalığına Sent-Elenin ikliminin se­
bep olduğunu altı yıldır söyler, altı yıldır hep o iklimi it-
tiham ederdi; birkaç gündür de ölümünden gene îngilte-
reyi mes’ul tutuyordu, ve işte şimdi de verdiği bu emirle
o tezini sakatlandırmış, çürütmüş oluyor. Nasıl olursa ol­
sun, ne ehemmiyeti var, her şeyden önce lâzım olan nokta,
oğluna bir irsi hastalığa karşı mücadele etmek çaresini
vermektir.
Şimdi artık her şeyi hazırlayıp yoluna koymuş mu­
dur? Artık ölebilir mi? Hayır, ölümünün resmî tebli­
ğini daha kaleme almamış; işte o da oluyor:
"Vali Efendi, İmparator Napoleon uzun ve eziyetli
bir hastalık çektikten sonra.... Tarihinde öldü. Bunu size
bildirmekle kesbişeref ederim. Gerek kendi naşının Avru-
paya nakli ve gerek maiyetindeki eşhasın nakli hususun­
da hükümetinizin ittihaz eylemiş bulunduğu kararları ba­
na bildirmenizi rica ederim.”
Napoleon 60.000 tane siyasî mektup yazmıştır, fakat
yazısız tarafında, öldüğü tarihi taşıyan bir mektup bütün
mektuplarının en harikuladesidir. Altmıştan fazla muha­
rebede ölümle yüz yüze gelmiş bu adama ölümünü bizzat
bildirmek için lâzım gelen zamanı ve fikir rahatını kade­
rin bahşedeceğini kimse önceden keşfedemezdi. Dünyaya
hükümetmiş olanın acıklı ve elemli encamı, isterdik ki o
felâketli imlâ, onun imlâlarının sonuncusu olmasın.
Allaha şükür ki daha sonuncusu değildir; zira 29 da,
KAYA 847

hummalı bir gece geçirdikten sonra iki proje daha söyle­


yip yazdırıyor: biri Versayın ciheti tahsisi, biri de Gard
Nasiyonalin teşkilâtı hakkında. Bu projeler artık: "Nafia
Nazırına” yahut "Harbiye Nazırına” hitap etmiyor, bun­
ların isimleri: "Birinci sayıklama, ikinci sayıklama” dır.
— "Kendimi o kadar eyi hissediyorum ki ata binip on beş
fersah yol gidebilirim” diyor. Fakat ertesi günü vücu­
dunun bütün azasım bir buz soğukluğu kaplıyor, ölümü­
ne kadar beş gün sürekli bir dalgınlık içine düşüp sayık­
ladı.
Bununla beraber Napoleon Bonapartın mukavemeti
daha hâlâ kırılmamıştı. Bu beş gün zarfında vuzuh ve ci-
yadetini bir an tekrar buldu ve son emirleri ile en son be­
yanatım söyleyip yazdırmak için o demden istifade etti.
Kendinden geçip hiç bir şeyi bilmiyecek olursa o zaman
hiç bir İngiliz hekiminin yanına yaklaşmasına müsaade et­
memelerini vasiyetnamesinin ahkâmım icra edecek olanla­
ra tenbih etti. "Benim sürgünlük hayatıma siz de iştirak
ettiniz, hatırama da sadık kalacaksınız, onu rencide edebile­
cek hiç bir harekette bulunmayacaksınız. Ben bütün pren­
sipleri düştürül amel haline koydum; onları kanunlarımın,
ef’al ve harekâtımın içine soktum; içlerinden hiç biri yok­
tur ki ben onları tayin etmiş ve kullanmış olmayım. Maat­
teessüf ahval ve şerait fazla sertlikler etti; ben şiddet gös­
termeğe ve içlerinden bazılarım tehir ve talik etmeğe mec­
bur oldum; idbar geldi çattı; ben yayı gevşetmedim, Fran­
sa da benim kendisine tahsis etmiş olduğum liberal mües-
seselerden mahrum kaldı. O, beni mürüvvet ve müsamaha
ile muhakeme eder, hükmünü verir; beiıim niyetlerimi ve
848 NAPOLEON

maksatlarımı nazarı itibara alır; benim adımı, benim za­


ferlerimi taziz eder, sizler de onu taklit edin... Bizim mü­
dafaa etmiş olduğumuz efkâra, bizim elde etmiş olduğu­
muz şan ve zafere sadık kalın: Bunun haricindeki hareket­
lerde hicap ve hacaletten gayri bir şey yoktur.”
Zihnini, hep ikmal edemediği eseri kurcalayıp duru­
yor. O, o esere son bir nefes içinde son bir bakışla bakı­
yor; Fransa için neler yapmak istemiş olduğunu haykıra
haykıra etrafındakilere söyliyor. Ve yeniden sapıtıp saçma
sapan sayıklıyor. Dudaklarından mütemadiyen gençliğine,
Korsikaya dair sözler dökülüyor. Zihni boyuna oğluna
faydalı olmak arzusu ile meşgul bulunduğundan adada ye­
ni yeni malikâneler tahayyül ediyor, Marşan da Efendisi­
nin sekerat sayıklamaları arasında kendine söyleyip yaz­
dırdığı şeyleri, tam bir vuzuh ile uslu uslu yazıyor:
"Oğluma miras olarak Ajaksiodaki evimi müştemilâ­
tı ile birlikte bırakırım; Şalin (Şaline) in civarında kâin
iki evi, bahçelerini ve Ajaksiyo eyaletinde sahip bulundu­
ğum bütün emvali bırakırım; bunlar ona 50.000 franklık
bir irat getirir. Vasiyet ederim...”
. îşte Napoleonun son emri budur. Dünyanın yarısını
kazanıp kaybettikten sonra haleti nezide bulunan bu adam
doğduğu evle oğlunu ayni rüya içinde biribirine karıştı­
rarak oğlunu ihtiyaçtan vareste bulundurmak için ona, ar­
tık kendi elinde bulunmıyan bir şeyi vasiyet ederek miras
bırakıyor.
Sonra artık düşüncesi soyundan, sopundan ayrılıp gi­
diyor; o yeniden asker oluyor ve ilk İtalya seferini tekrar
zihninde yaşatıyor. En eski arkadaşlarını tekrar bir bir gö­
KAYA 849

zünün önünden geçiriyor, onlara: "Döze (Desaix)! Mas-


sena! Zafere koşalım! İleri ! Zaferi ele geçiriyoruz!” diye
haykırıyor.
Ertesi gün rahip kendi teşebbüsü ile muhterem ve
mufahham hastanın nezdine gidiyor ve cüppesinin altın­
da bir şey saklamak istere benziyor; İmparatorla baş ba­
şa yalnız kalmasını dileyor ve onun yanından, pek az son­
ra tekrar çıkıyor.
"Ona son düayı ancak okuyabildim, miydesinin hali
başka bir sakrömana (Sacrement — Hıristiyanlarca sırrı
İlahînin zahirî alâmetlerinden addettikleri şaraplı ekmek)
müsait değil” diyor.
Son gece müthiş. Ömrünün son gününün fecrinde, İm­
paratorun "Fransa — Ordu başı — diye mırıltılarla sayık­
ladığı duyuluyor.
Onun son sözleri bunlar oldu.
Bir lâhza sonra, harikulâde bir kuvvetle yerinden dim
dik kalkıyor, yatağından dışarı fırlıyarak yanında nöbet
bekliyen Montolonun üzerine atılıyor, onu yere yatırıyor
ve öyle bir şiddetli sıkışla sıkıyor ki Montolon ne kendi­
ni müdafaa edebiliyor, ne de bir kimseyi imdadına çağı­
rabiliyor. O gürültüye koşan Marşan ölüm halindeki ada­
mın elinden onu kurtarmak için yardımda bulunuyor. Bu
son boğuşmada İmparatorun hangi düşmanı sıkıp boğmak
istemiş olduğunu kimse bilmemiştir.
Günün kalan kısmım gayet durgun geçiriyor. Zaman
zaman işaretler ederek su içmek istediğini anlatıyor; ar­
tık hiç bir şey yutamadığından ona sirkeye batırılmış bir
sünger, uzatıyorlar. Sis altında boğulup kalmış eve yağmur
Napoléon — 54
850 NAPOLEON

şiddetli şiddetli çarpıyor. Montolon ile Marşan, İmpara­


torun Austerlitzte iken yatmış olduğu yol karyolasının ya­
nı başında nöbet bekliyor.
Saat beşe doğru bir bora kopuyor, yeni dikilmiş ağaç­
lardan ikisini kökünden söküyor. Ayni anda, ölüm halin­
deki adam da şiddetli bir raşe ile sarsılıyor. Hiç bir ıstırap
göstermeden, gözleri ap açık, kendi düşüncelerine dalgın
bir halde mevt sekeratının son horultularım alıp veriyor.
Tropiklerin güneşi denizin içinde kaybolduğu saatte,
İmparatorun kalbi de artık durmuştu.

XX

Napoleonun haç şeklinde açılmış olan cesedi kendi


çalıştığı odanın masasının üzerinde, aydınlığa, kanlar için­
de up uzun yatırılmış. Etrafında da beş hekim, üç İngiliz
zabiti, üç de fransız var. Otopsiyi (fethi meyt) i yapmış
olan Antomarhi İmparatorun kara ciğerini gösteriyor ve
âdeta bir amfiteatrda imiş gibi ders verip ispatlarda bu­
lunmağa girişiyor: Hastalık miydenin bir kısmını tamami-
le kemirmiş, kara ciğere saldırıp onu da kavrıyor. Bun­
dan çıkan netice nedir, Efendiler? Sent-Elenin iklimi miy-
dedeki hastalığı vahimleştirmiş ve İmparatorun vaktinden
evel ölmesine sebebiyet vermiştir.
Rey vermek bahsına geçiliyor: İngiltere Fransanın a­
leyhinde rey veriyor. Korsikalı, miydenin oyulup delin­
miş zarından parmağım rahatça geçirdiği halde ekseriyet
ahşanın sapa sağlam olduğunu beyan ediyor. Otopsinin
zabıt varakası tanzim olunuyor.
KAYA 851

Tahnit edilmiş, üzeri de Marengoda geymiş olduğu sırma


işlemeli harmaniye ile örtülmüş olan İmparatorun önün­
den bütün garnizon geçit resmî halinde geçmek istemiştir.
Şahit olanların rivayetine göre Napoleonun yüzündeki
çizgilerde sükûnet ve âdeta bir nevi neşe varmış. Taç gey-
diği andan beri derece derece Sezarların dolgun çehrele­
rini bağlamış olan yüzü, tekrar gençliğindeki zayıflığı bağ­
lamış. .
İngiltere naşin Avrupaya nakledilmesini reddetti. Bir
vadide iki söğüdün gölgelendirdiği bir su kaynağının ya­
nında mezarım kazdılar. Ve bir İngiliz jeneraline gösteri­
len merasimle oraya gömüldü: Üç pare cılız kuru sıkı top
sesi cenazesini selâmladı; İspanyada Ingilizlerin elde et­
miş olduğu muzafferiyetlerin adları yazılı bayraklar ise
rüzgârdan dalgalanıyor idi. Vali merasime riyaset etti, ve
İmparatoru affeylemiş olduğunu beyan etti.
Toprak tabiyadaki topların altından kaldırılıp alın­
mış olan altı tane düz ve yassı kapak taşı deliğin açık ağ­
zını örttü, diğer bir tanesi de mezar taşı olarak başına di­
kilecekti, fakat o, elde hazır bulunmadığından yerine yeni
bir evin mutfağındaki fırından aldıkları üç tane malta
taşı kondu. Vali taşın üstüne Napoleon adının hakkedil-
mesine ancak oraya bir de Bonapart adının ilâve edilmesi
şartı ile izin verdi; ve işte kabrin kitabesiz kalması bu yüz­
den oldu. Longvudun mobilyaları haraç mezat satıldı; bir
kolon tarafından satın alman ev değirmen haline kondu;
imparatorun altı yıl müddetle oturmuş olduğu iki oda,
kendisi gelmeden önce ne idi ise gene o oldu: Bir inek
ahırı ile bir de gayet ımrdar bir domuz ahırı.
852 NAPOLEON

İngilterenin ona gösterdiği yegâne tazim, mezarının


yanı başına bir nöbetçi dikmekten ibaret oldu. Bu nöbet­
çi orada tam 19 yıl, tâ İmparatorun bakkıyei izamı Parise
nakledileceği güne kadar nöbet bekledi.
İmparator öldükten sonra, herkes Avrupaya döndü.
Las Kazın oğlu valiyi Londra sokaklarında herkesin
gözü önünde vurdu; kaçmağa mecbur oldu, nasıl öldüğü
malûm değildir. Bütün bu olup bitmiş şeylerden mes’ul
olan pür kudret nazır kara sevdaya tutuldu; bir buhran
neticesinde damarım kesip gitti. Efkârda büyük bir deği­
şiklik olarak bütün İngiltere onun Sent-Elende tatbik et­
miş olduğu siyasete hücum etti.
KorsikalI hekim, İtalyaya gitti; orada Lüsiyen onu ya­
nına kabul etti. Parmda Mari-Luiz de ona öyle yaptı; ve
hekim, kadına ancak komedyadaki locasında mülâki ola­
bildi. Fakat Antomarhi Romada Letisia Bonapartı gördü.
Kadın onu üç gün yanında alıkoydu ve ona sual üs­
tüne sual sordu. Hekim gümüş kandili ona teslim etti, ken­
di de dönüp adasına gitti.
Şimdi artık Letisia ikinci oğlu Napolioneye ağlıyor.
O kadın 15 yıl daha yaşayacak ve kızı Elizanın, elinde bir
ayna ile ölen Polinin, torunlarından birçoğunun, üç tane
papanın öldüğünü de görecek. Kadın artık yarı mefluçtur,
gözleri tamamile kör olmuştur; günlerini, mateminin ve ke­
derinin içine müebbeden kaskatı dikilmiş oğlunun büstü­
nün karşısında oturmakla geçirir.
İmparatora hizmet etmiş olan her kimseyi sarayında
bir kıraliça gibi kabul eder. Hizmetkârları Avrupada hâlâ
onun renklerini taşıyan son adamlar, karoçası da onun ar­
KA YA 853

masını taşıyan son arabadır. Bazı bazı ona Viyanadan to­


runundan haberler gelir. Çocuğa, büyük anasım görmesini
menederler. Çocuk 21 yaşında ölür.
O zaman Mari-Luiz ona yazar; Letisia cevap bile ver­
mez. Nihayet ona tekrar Fransaya girmek hakkım verme­
ği teklif ederler. Kadın bunu da reddeder, çünkü evlâtla­
rına da böyle bir hak bahşedilmiş değil.
İmparator öldükten dokuz yıl sonra Burbonlar yeni­
den devirmişlerdi; tahta da Orlean hanedanı ciilûs ediyor­
du. Yeni kıral, Bonapartçı (Bonapartiste) lerin kuvvetini
bildiği için, Napoleonun bundan 15 yıl evel indirilmiş o­
lan heykelinin tekrar Vandom (Vendôme) sütununun üs­
tündeki yerine konmasını emretti. Jeromun getirdiği bu
haber Letisiaya yeniden kuvvet verdi.
Çoluk çocuğunun bir arada toplu bulunduğu salon­
dan içeri uzun zamandan beri ilk defa olarak girdi, büs­
tün durduğu yeri fersiz gözleri ile araştırdı ve sönük bir
sesle dedi ki:
"İmparator yeniden Parise girdi!”
SON
Bir adamın tarihini yazmakla bir devrin tarihini yaz­
mak biribiıinden çok farklı iki ayrı şeydir. Bu iki ayrı şeyi
biribirile uzlaştırmak için beyhude yere uğraşılmıştır.
Plutark (Plutarque) birinden vaz geçmiş, Karlayl
(Cariyle) ötekinden vazgeçmiş; bununla beraber ikisi de
meramına ermiştir. Plutarkın gösterdiği niimune, esasen
kendine mukallit te bulamamıştır ya: O zamandan bu
zamana kadar daha hiç kimse çıkıp da büyük ruhların ta­
rihini münhasıran tarihî bir esas üzerinde yazmağa giriş­
memiştir.
Esasen bu yolda bir çalışma, tarihçilerin salâhiyeti dahi­
linde de değildir: Hakikati aramak, göstermek ve arzetmek
san’atından daha başka hüner ve istidat ister. Bazı san’at-
kârlar tarihî simaları yeni baştan şerbetçe ve istedikleri
gibi yaratmışlardır; diğer bazıları da, Napoleon gibi,
Gcethenin de dediği üzre tarihten alman romanların her
şeyi biribirine karıştırıp şaşırtan melez tarzı içine düşüp
kaybolmuşlardır.
Büyük adamların hayatı eserlerle değil de ef’al ve ha­
rekât ile şâhızlandığı zaman yapılacak vazife büsbütün da­
ha çetinleşir. Sezar, Frederik, Napoleon için bu ef’al ve
harekât, muzafferiyetlerdir; imdi, ahlâf ise bu muzafferi-
yetlere git gide daha çok bigâne kalır. Farsahn, Rosbahın,
Austerlitzin artık harbiye mekteplerinden başka hiç bir
858
NAPOLEON

yerde alâkası kalmamıştır. Bu üç adamdan hiç biri müs­


takbel nesillerin dikkatinde yer tutmazdı, şayet bunlar da
Krassus, Seydlitz ve yahut Massena gibi birer büyük ku­
mandandan ibaret bulunmuş olsa idi... Bunları o derece
yükseğe kaldıran ve bütün bir memleketin mukadderatı­
nı kertdi şahıslarında tecelli ettiren şey, bunlardaki siyasî
dehadır.
Biz Napoleonun derunî tarihini yazmağı niyet edin­
dik. Onun şahsiyeti kendini, siyasî hayatının ef’al ve ha­
rekâtından her birinde beyan eder. Onun devlet recülü ve
kanun vazu sıfatı ile olan fikirleri, onun cemiyet karşı­
sında ve Avrupa mes’elesi karşısında almış olduğu vazi­
yet, onu tasvir ve tarif eden çizgiler ve nişanelerdir.
Muharebelerin nasıl cereyan etmiş olduğunu, mütte­
fik yahut düşman Avrupa devlet ve hükümetlerinin boyu­
na değişen siyasî haritası bizim için o kadar ehemmiyetli
değildir. Onun erkek kardeşleri ile, karısı ile arasında ge­
çen her çekişme, her melâl veya gurur ve azamet saati, her
öfke veya heyecan alâmeti, dosta veya düşmana karşı hud’a
veya eyilik nişanesi, jenerallerine veya kadınlara hitaben
söylemiş olup da mektupların veya mevsuk, doğru mükâ-
lemelerin bize bildirdiği şeyler — işte bütün bunlar bize
Marengo muharebesinin plânından, Lunevil sulhundan,
yahut Bloküs Kontinantal (Avrupa kıt’asınm abloka edil­
mesinden) daha ehemmiyetli göründü. Mekteplerle fa­
kültelerin onun hakkında tedris ettiği şeyler burada asga­
rî haddine indirilmiştir; buna mukabil ise onlarda eksik
olan şeyin burada bol bol arzedilmiş olduğu görülecektir;
burada yalnız Fransada çok güzel tasvir ettikleri mahrem
SON 859

ve hususî Napoleonu değil, onun, — umumî ve hususî ha­


yatında nasıl görülmüş ise, — bütün canlı şahsiyetini öy­
le bulacaklardır. Ayni bir günü doldurmuş olan devlet iş­
leri ile aşk hikâyeleri ayni sayfada yan yana komşu bulu­
nacaktır; bunların her ikisi de ayni kaynaktan çıkmaz mı
ve biri diğerine kumanda etmez mi? Büyük projeler ken­
dilerini, bazı bazı tabiyecinin bütün hesaplarından ziya­
de bir insan kalbindeki teşevvüşle daha eyi izah ederler.
Napoleonun simasının, lehinde veya aleyhinde müca­
dele ettiği milletle alâkası olmadığı gibi ahlâkla da daha
fazla alâkası yoktur. Biz onu bir mucize olarak addetme­
dik; onu o yolda itibara almadık; şahsiyetini de tahlil ile
parça parça etmiş değiliz. Biz onun hayatının bize arzettiğİ
lâvhalarda, onun tâ Sent-Elende eriştiği yüksekliğe ka­
dar suudunu tevlit ve intaç etmiş olan ruh haletlerini sezip
kavramağa çalıştık. ‘
Bu adamın kalbinde kararlarının ve tereddütlerinin,
ef’alinin ve istiraplarmın, hesaplarının ve hayallerinin mah­
rem muharriklerini hiç durmadan, hiç bırakmadan mülâ­
haza ve tarassut ederek kendisinin hayatım teşkil etmiş o­
lan o büyük duygu zencirini yeniden kurmağa gayret ettik
ki eserimizin hedef ve gayesi de bunun tavsif ve teşhirinden
ibarettir.
İşte bunun içindir ki onun jenerallerinin portreleri bu
kitapta kat’iyyen görülmez. Bizim kitabımız sırf onun ru­
hunu aydınlatıp açıkça gösterebilecek şeyleri zapt ve kay­
detmekle mükellefti.
Bu derece dolgun bir hayatı tersim etmek için onun
o süratli ahengini kabul etmek ve her şeyden önce, müm­
860 NAPOLEON

kün olduğu kadar çok miktarda bizzat kahramanın kendi


sözlerile iktifa ve kanaat etmek lâzımdır; onu bizzat ken­
dinden bahsetmeğe ne kadar çok bırakırsak yeridir.
Hiç bir şeyin, bu ilham ve ifşa eden sözler kadar de­
ğeri olamaz; velev aldatıcı ve yalan söyleyici de olsalar bu
sözler hakikati bilen ahfat nazarında onu tecelli ettirir.
Müellif neticeyi bildiğini hatırına bile getirmiyecek-
tir. Bizzat hayatın verdiği heyecanı elde etmek için, duy­
guları şeniyette oldukları gibi, ikmalini ihzar etmiş olduk­
ları kader ve tecellinin gafili olarak tasvir etmeğe gayret
edecektir.
Biz insanların duygularım kendileri ile paylaşmakla­
dır ki, onların hali ile hallenmekledir ki insanların kalbine
kadar nüfuz ederiz. Bu kitapta biz ancak bir defa tahlile
baş vurduk, o da eserin sonuna doğru... Bib muharrik, bir
müsebbip ancak takarrüründen sonra tetkik edilir.
Temayül ettiği kabartma (relief) iledir ki böyle bir
tasvir, hayal eseri olup olmadığı şüphesini doğurabilir.
Burada hiç öyle bir şey yoktur; zira tarihe sıkı sıkıya, nok-
tasınoktasına sadık kalış bu kitabı bir hayal eserinden a-
yırdeder. Bu eserde hadiselerin mantığına inanılır ve tesa­
düf diye bir şey kabul edilmez; en küçük, en hurda tefer-
rüatı bile rötuş etmekten çekinilir. Bu kitap hiç bir tarihi,
hiç bir vesikayı değiştirip tağyir etmez; böyle bir şeyi şekle
ait sebeplerden ziyade her türlü malûmat ve istişhadatı
gizler veya iptal eder diye yapmaz.
Monologlar müstesna olmak üzre bu kitapta bir tek
cümle yoktur kİ icat edilmiş te uydurulmuş olsun; müellif
isterdi ki Burienin hatıraları hakkında Goethenin vermiş
SON
801

olduğu şu "Gazetecilerin, tarihçilerin ve şairlerin Napo-


leonu sarmış oldukları bütün o hale, bütün o hayal, bu ki­
tabın müthiş gerçekliği huzurunda ortadan silinir gider;
fakat bu yüzden dolayi onun kahramanı daha küçülmüş
olmaz; bilâkis, bunun içinden o, daha büyümüş olarak çı­
kar. Biri hakikati söylemeğe cüret ettiği vakit hakikatin
nasıl bir büyüklük vasfı aldığı bununla da sabit olmuş o­
luyor” hükmü kendisine de tatbik edilsin.
Sırf kendi muhayyelesinden sakınıp ta kadere inan­
mış olan biri, yalnız öyle biri, kaderin eli ile yazılmış olan
bu dastanî neşidenin manasım anlayabilir.
Şu halde bu facia, vaktile nasıl yaşanmış ise kariin
nazarında yeniden öyle doğsun. Kendi küvetine dair şuuru
olan bir adam cesaret, ihtiras, iptilâ ve hayal ile, saiy ve
irade ile ne elde edebilir, işte Napoleon Bonapart bunu
göstermiştir.
Bütün garp adamları arasında en harikulâde sarsıntı­
ları ve zirüzeberleri yaratmış ve onlara tahammül etmiş
olan bu adam, bugün, bütün yolların, en işe yararlar önü­
ne, yeniden açıldığı şu ihtilâl ve inkılâp zamanlarında ha­
lihazırdaki Avrupamn coşgun gençliğine büyük bir ibret
ve en yüksek bir ihtar yerine geçebilir.

BtTTt
M üellif, röprodüksiyonları elde etmek için kendisi­
ne sevimli yardımda bulunmuş olan, Ver say da Revue des
Etudes napoléoniennes müdürü M. Edvar Drio (Edouard
D riault) ile M. K. M. Kirhayzen (Kircheisen) e teşek­
kür eder. Keza Istrasburgdaki profesör Parize (Pariset)
ile Haydelbergteki profesör K u rt Vildhagene de verdik­
leri nasihatlerden dolayı teşekkür eder.
TARİHLER

K İT A P I . . . .................................................................................. 5
1769. — 15 Ağustos: Napoleonun doğuşu.
1779. — Brien mektebinde.
1784. — Harbiye mektebinde.
1785 Topçu ikinci mülâzimi.
1789- — Korsikaya gidiş.
1791. — Nisan: Valansta mülâzim.
Birinci teşrin: Korsikada.
1792. — Ajaksiyoda hükümet darbesi. Sürgün.
1793. — Yüzbaşı. Tulonu geri alışı.
1794 Şubat : Miriliva
Ağustos : Tevkifi.
1795. — Haziran: Harbiye nazaretinde.
Birinci teşrin : Pariste İsyanın tenkili.
1796. — 2 Mart : İtalya ordusu başkumandanı.
6 Mart : Jozefin dö Boarne ile evlenişi.
K İ T A P I I ...................................................................................................6 9
1796-7 Millezimo muharebesi, Kastiglone, Ar-
kol, Rivoli, Mantova.
1797. — Montebello şatosunda
Kampo-Formio sulhu.
1798. — Mayise kadar Pariste.
19 Mayis : Mısıra gidiş.
Ehramlar muharebesi.
864 TARİHLER

1799.— Yafa. Akke. Abukir.


7 Birinci teşrin: Fransa sahiline çıkış.
9 İkinci teşrin: 18 brümer hükümet darbesi.
24 Birinci kânun: Birinci Konsül.
KİTAP I I I ......................................................................201
1800. — 14 Haziran: Marengo muharebesi.
24 İkinci kânun: Suikast.
1801. — Lünevil sulhu.
VII inci Pi ile Konkordato.
1802. — İngiltere ile sulh.
Kaydi hayat şartı ile Konsül.
Lejion d’Onör.
1804. — 21 Mart: Dük d’Angienin idamı.
18 Mayis: İmparator unvanı.
2 İkinci kânun: Taç giymesi.
1805. — Birinci teşrin: Trafalgar.
İkinci teşrin: Viyananın alınışı.
2 İkinci kânun: Austerliç muharebesi.
Presburg sulhu.
1806. — Ren hükümetleri konfederasiyonu.
Jozef: Napoli kıralı.
Lui: Hollanda kıralı.
14 Birinci teşrin: İena ve Auerştat muha­
rebeleri. Berlin. Bloküs Kontinantal.
1807. — Eylo ve Friedland muharebeleri.
7 Flaziran: Tilsit muahedesi.
Jerom: Vestfalya kıralı.
1803. — Roma. Madrit. Bayon.
TARİHLER 865

Jozef: İspanya kıralı.


Müra: Napoli kıralı.
1809. — Papanın lânetlemesi. Aspern, Esling, Vag­
ram, Viyana muharebeleri.
1810. — İkinci kânun: Jozefini boşaması.
Nisan: Mari-Luiz ile evlenmesi.
1811. — 20 Mart: Roma kiralının doğuşu.
KİTAP IV 437
1812. — Smolensk, Moskova, Vittoria, Moskva
muharebeleri.
1813. — Nisan: Lutzen, Bautzen muharebeleri.
Temmuz: Dresd.
16-18 Birinci kânun: Laypçig.
1814. — Brien, La Rotier, Şampober, Montöro,
Bar-sür-Ob, Lan, Arsis-sür-Ob muharebeleri.
6 Nisan: Fontenbloda saltanattan çekilişi.
20 Nisan: Elbe adasına gidişi.
1815. — 26 Şubat: Elbe adasından dönüşü.
13 Mart: Kanun dışarı ilân edilişi.
20 Mart: Parste.
Haziran: Linyi ve Vaterlo muharebeleri.
23 Haziran: İkinci defa saltanatı bırakışı.
13 Temmuz: İngiltere naip Prensine mek­
tubu.
31 Temmuz: Esir ve mahpus ilân edilişi.
K İT A P V 675
1815. — 17 Birinci teşrin. Sent-Elene varış.
1821. — 5 Mayis: ölüşü.

Napoleon — 55
RESİMLERİN SIRASI VE İZAHI

S a h ife
I . ___ 1783 t e B o n a p a r t . B rien d e s ın ıf arkadaşlarından
P o n to rn in i ism inde biri tarafından dapre natur
y ap ılm ış, ilk m aru f p o rtre (Versay müzesinde) . 48— 49
I I . ____ 1797 de J e n e r a l B on apart. Jan G eren ( J e a n
G u é r i n ) in b ir tablosundan (Paris m illî kütüp­
hanesinde .......................................................... 96 — 97
I I I _____ J eneral B o n a p a r t . D a v id tarafından yap ılm ış ve
fakat natam am p o r t r e .........................................................144 — 145
I V . ____ 1797 de J e n e r a l B o n a p a r t . M a r k V o h e r ( M a r q
W o c l i e r ) in deseni ( Stadtbihliothek, Bâl d e ) . . . 192 — 193
V . ____ 1798 d e J e n e r a l B o n a p a r t M i s i r S e f e r i e s n a s i n d a .
A n d r é D ü te rtr ( A n d r é D u t e r t r e ) in deseni . . . . 240 — 241
V I . — B o n a p a r t , B î r İ n c İ K o n s ü l . J iro d e ( G i r o d e t ) nin
pentürü (Versay m ü z e s in d e ) ........................................ 288 — 289
V I I . ____B o n a p a r t , B İ r İ n c İ K o n s t j l . E n gr ( I n g r e s ) in de­
seni (G erm ain Bapst K o le k s iy o n u n d a n ) ................. 3 3 6 — 337
V I I I . ____B o n a p a r t , B İR İN C İ K o n s ü l , 1802. A lek sa n d r T a r d iö
( A l e x a n d r e T a r d i e u ) tarafından Jan-Batist İz a ­
be (J e a n - B a p t is t e - I s a b e y ) n in b ir desesine
g ö r e yap ılm ış g r a v ü r ...................................................... 384 — 385
I X . — B o n a p a r t , B İ r İ n c İ K o n s ü l . E n gr ( I n g r e s ) in
pentürü (L ie j m ü z e s in d e ) ............................................... 432 — 433
X . ------ B İR İN C İ N a p o l e o n ( T a ç g e y m e m e r a s i m i t a b l o ­
s u n u n b i r p a r ç a s ı ) . D a v id ’in pentürü (L u v r
müzesinde ......................................... .............................. 480 — 481
X I. — B İ r İ n c İ N a p o l e o n , İ m p a r a t o r . V in y ö ( V i g n e u x )
_ nün pentürü (K o n t P rim o li’nin koleksiyonunda) . . 528 — 529
X II. — İ m p a r a t o r u n p r o f İ l İ . T ü ilö r id e b ir m es (a y in i ru­
h a n î) esnasında tersim ed ilm iş (G erm ain Bapst
K oleksiyonu . _................................................................ 576 — 577
X III. — B İ r İ n c İ N a p o l e o n , İ m p a r a t o r , 1815 t e . O ras V e r ­
n e ( H o r a c e V e m e t ) tarafından yap ılm ış p o rtre
(L a te Gallery, L o n d r a ) ................................................... 624 — 625
X IV . — B İ r İ n c İ N a p o l e o n , İ m p a r a t o r . M ü n ö re (M u n e -
re t) tarafından yap ılm ış p o rtre (W a lla c e C o l­
lection, Londra .......... ......................................................... 688 — - 689
XV. — B İ r İ n c İ N a p o l e o n . D ö la ro ş ( D e l a r o c h e ) un pen­
türü (C o lle ctio n P o r t l a n d ) ...............................................752 — 753
X V I. — B İrİ n c İ N apo leo n u n ö lü yüzünün D o kto r
A n î OMARŞI TARAFINDAN A L IN M IŞ ALÇI M A S K E S İ.
{ 'Pariste, M usée de l ’A rm ée (O rd u müzesin) d é} . 832 — 833
f ih r is t

KtTAP I : A D A ......................................................... 5
KİTAP I I : S E L ............................................................ 69
KİTAP I I I : NEHİR.................................................... 201
KİTAP IV : DENİZ.................................................. . 4 3 7
KİTAP V : K A Y A .................................................. . 6 7 5
SON ....................................................................................8 5 5
T A R İH L E R ...............................................................................................8 6 3
RESİMLERİN SIRASI VE İ Z A H I ................................................ 8 6 6

You might also like