You are on page 1of 38

LEFKE AVRUPA ÜNİVERSİTESİ

FEN EDEBİYAT FAKÜLTESİ TÜRK DİLİ VE EDEBİYATI BÖLÜMÜ


YENİ TÜRK EDEBİYATI V DERS NOTLARI

YAHYA KEMAL’İN «SİSTE SÖYLENİŞ»İ İLE FİKRET’İN


«SİS»İ ÜZERİNE NOTLAR

PROF.DR.SAADETTİN YILDIZ

LEFKE-2014
YAHYA KEMAL BEYATLI
ÜZERİNE
NOTLAR
YAHYA KEMAL BEYATLI
 
2 Aralık 1884’te Üsküp’te dünyaya gelen ve asıl adı Ahmet Âgâh olan Yahya
Kemal, Üsküp belediye başkanlığı da yapmış olan Nişli İbrahim Naci Bey’in
oğludur. İlk öğrenimini Üsküp’te tamamaldı; orta öğrenimini ise Üsküp ve
Selânik’te sürdürdü. Annesinin genç yaşta hastalanıp ölmesi yüzünden öğrenim
hayatında aksamalar oldu. 1902’de, Galatasaray Sultanisi’nde okumak üzere
İstanbul’a gönderildi; fakat yeni öğretim yılına kadar kaydedilemeyeceği
bildirilince, akrabalarından birinin evinde misafir kaldı.
Bu sıralarda Avrupa’ya kaçma düşüncesi gelişti. 1903 yılı Temmuzunda Paris’e
kaçtı. Bir yıl kadar Fransızcasını geliştirmek üzere bir koleje devam etti. 1904’te
Ecole Libre des Science Politique’e girdi. Orada Albert Sorel’in derslerinden çok
etkilendi. Anadolu toprağının Türk milletini yeniden şekillendirdiği düşüncesini
onun etkisiyle geliştirmeye başladı. Ayrıca Fransız şiirini yakından takip imkânını
buldu.
1912’de yurda dönen şair, 1913’te Darüşşafaka’da edebiyat ve tarih
dersleri okuttu. 1914’te Vaizler Medresesi’ne Medeniyet Tarihi muallimi
oldu. Bu yıllarda ülkenin içinde bulunduğu durum hiç de iç açıcı
değildi. Paris’te geliştirmeye başladığı milliyetçi düşüncelerini
yazılarında, derslerinde ve sohbetlerinde dile getirerek, milliyetçilik
düşüncesinin uyanıp yayılmasına katkıda bulunmaya çalıştı.
Darülfünun’da Medeniyet Tarihi, Garp Edebiyatı, Türk Edebiyatı Tarihi
derslerini verdi (1916-1922). 1922’de Ankara’ya geçerek Millî Mücadele’ye katıldı.
1923’te Urfa Mebusluğuna getirildi. 1926’da Varşova, 1929’da Madrid elçisi oldu.
Madrid elçisiyken Lizbon elçiliğini de yürüttü.
1934’te Tekirdağ Mebusu, 1943’te İstanbul Mebusu olarak
TBMM’ye girdi. 1948’de Pakistan Büyükelçiliğine atandı. Burada bir
yıl kadar çalıştıktan sonra emekliye ayrıldı.
2 Aralık 1949 tarihinde, İstanbul Üniversitesi’nde, 65.yaşı büyük bir
törenle kutlandı.
Bu yıllarda sağlığı bozuldu. Yurt dışında tedavi gördü. 1 Kasım 1958
tarihinde, hayli zamandır çekmekte bulunduğu barsak kanamasından
öldü. Mezarı Rumeli Hisarı Mezarlığı’ndadır.
Aşırı titiz bir sanatçı olan Yahya Kemal, sayfa sayısına kadar tasarlamış olduğu halde, sağlığında
kitap yayımlamadı. Başlıca eserleri şunlardır: Kendi Gök Kubbemiz (Şiirler, 1961), Eski Şiirin
Rüzgârıyle (Şiirler 1962), Rubâîler ve Hayyam Rübâîlerini Türkçe Söyleyiş (Şiirler 1963), Bitmemiş
Şiirler (1976). Nesir kitapları: Aziz İstanbul (1964), Eğil Dağlar (1966), Siyâsî ve Edebî Portreler
(1968), Siyâsî Hikâyeler (1968), Çocukluğum Gençliğim, Siyâsî ve Edebî Hâtıralarım (1973), Tarih
Müsahabeleri (1975), Mektuplar-Makaleler (1977).
Daha lise öğrencisiyken Servet-i Fünun sanatçılarının izinde şiir yazmaya
başlayan Yahya Kemal, özellikle T.Fikret’ten etkilendi. Paris hayatı –ki orada şiir
çevresinin içindeydi- ona yeni ufuklar açtı. “Mektepten memlekete” diye özetlediği
dönüşünden sonra da Paris’te edindiği yeni görüşlerle mevcut birikimini birleştirip
“memleket edebiyatı”nın örneklerini vermeye başladı. Şiirleri mecmualarda
çıktıkça, okuyucu, yeni bir şiirin tadıyla karşılaştı.
Her türlü fazlalıktan arınmış bir şiirin peşindeydi Yahya Kemal. Batı’daki “öz
şiir”i kavramış, bizde de benzeri uygulamanın yapılabileceğine inanmıştı. Bu
inançla, öncelikle, Türkçe’yi en ince şekliyle kullanmayı hedefledi. “Bu dil ağzımda
annemin sütüdür” demişti. Fazlalıklardan arınmış şiir dili için de “beyaz lisan”
sıfatını kullanıyordu. “Yahya Kemal, dil bakımından, Türkçenin halis damarını
bulan şairdir. Bugünkü dilin tarihi Yahya Kemal’in şiirlerine dayanır. Yalnız, dil
akımı ile dili birbirinden ayırmak gerekir.
Namık Kemal ve Ziya Paşa Türkçeyi Yahya Kemal’den daha çok savundular.
Fakat, yazmaya gelince beceremediler. Yaptıkları bir Babıâli kalem efendisinin
Türkçesi ve alafrangalaşmış edasıydı. (…) Yahya Kemal bir taşra çocuğuydu. Türk
halkının kullandığı Türkçenin şivesi bölge bölge değişikti; sözcüklerde farklar
vardı. Dil ölçüsü olarak ne Rumeli Türklerinin ne de Anadolu yöre şivelerinin
alınması mümkündü. İstanbul Türkçesini, sokakta, evde konuşulan halk Türkçesini
dilde ölçü olarak aldı.” Cahit Tanyol, Türk Edebiyatında Yahya Kemal, Özgür Yayınları, İstanbul, 2008, s.77-78
Yahya Kemal, eski dönemlerin zevkinden, tarihinden bahseden
şiirlerinde o dönemin dilini kullanmak gerektiğini düşünüyordu. Eski
Şiirin Rüzgârıyla adı altında topladığı şiirleri bu anlayışla söylenmiştir.
Kendi Gök Kubbemiz adı altında topladığı şiirlerinde ise, “vatan kâinatı”
süzülmüş bir şekilde, sağlam bir terkip hâlinde mevcuttur. “Dokuz asrında bütün
halkı, bütün memleketi / Yer yer aksettiriyor mavileşen manzaradan / Kalkıyor tozlu
zaman perdesi her ân aradan” mısraları, onun bugünden düne doğru bir yolculuk
yaptığını; Anadolu’ya geldiğimiz yıllardan bu yana toprağın Türk milletini yeniden
yoğurduğu hususundaki temel düşüncesinin bu şiire sindiğini göstermektedir.
Yahya Kemal’in son sözü, Bâkî’nin “Allâhadır tevekkülümüz
i’timâdımız” mısraı olmuştur.
 

Son sözü, Baki’nin: “Allah’adır tevekkülümüz, itimadımız.” mısraı olmuştur. 


      Mezar taşında, Şirazlı Hâfız için söylediği şu mısralar yazılıdır:
     
      Ölüm âsûde bahûr ülkesidir bir rinde;
      Gönlü her yerde buhurdan gibi yıllarca tüter.
      Ve serin serviler altında yatan kabrinde 
      Her seher bir gül açar; her gece bir bülbül öter.
SİSTE SÖYLENİŞ
SİS’ten:
Sarmış yine âfâkını bir dûd-ı muannid.
Birden kapandı birbiri ardınca perdeler… Bir zulmet-i beyzâ ki peyâpey mütezâyid.
Kandilli, Göksu, Kanlıca, İstinye nerdeler? Tazyîkının altında silinmiş gibi eşbâh.
  ……..
Som zümrüt ortasında, muzaffer, akıp giden Lâkin sana lâyık bu derin sütre-i muzlim,
Fîrûze nehri nerde? Bugün saklıdır, neden? Lâyık bu tesettür sana ey sahn-ı mezâlim.
  …..
Benzetmek olmasın sana dünyâda bir yeri; Ey Marmara’nın mâî derâguuşu içinde
Eylül sonunda böyledir İsviçre gölleri. Ölmüş gibi dalgın uyuyan tûde-i zinde:
  Ey köhne Bizans, ey koca fertût-ı musahhir!
Bir devri lânetiyle boğan şairin Sis’i, Ey bin kocadan arta kalan bîve-i bâkir!
Vicdan ve rûh elemlerinin en zehirlisi, Hüsnünde henüz tazeliğin sihri hüveydâ,
Hâlâ titirer üstüne enzâr-ı temâşâ.
   
Hulyâma bir ezâ gibi aksetti bir daha: Hâriçten uzaktan açılan gözlere süzgün
-Örtün! Müebbeden uyu! Ey şehr!- O bedduâ… Çeşmân-ı kebûdunla ne mûnis görünürsün…
  …
Hâyır bu hâl uzun süremez, sen yakındasın;  
Hâlâ dağılmayan bu sisin arkasındasın. Hep levs-i riyâ dalgalanır zerrelerinde,
  Bir zerre-i safvet bulamazsın içerinde.
Sıyrıl, beyaz karanlık içinden, parıl parıl Milyonla barındırdığın ecsâd arasından
Berraklığınla bilme nedir hafta, ay ve yıl. Kaç nâsiye vardır çıkacak pâk ü dırahşan?
  …..
Hüznün, ferahlığın bizim olsun kışın, yazın,  
Hiçbir zaman kader bizi senden ayırmasın. Örtün evet ey hâile… Örtün evet ey şehr!
Örtün ve müebbed uyu ey fâcire-i dehr!..
Yahya Kemal’in Siste Söyleniş adlı Öyle bir beyaz karanlık ki, gittikçe
şiiri, derin bir İstanbul sevgisi ile kaleme artıyor. Bu karanlığın altında her şey
alınmıştır. İstanbul, ufuklarını sarmış (görünecek olan ne varsa, insan, eşya,
olan sise rağmen pırıl pırıl ve dağ, taş) silinmiş gibi.
tertemizdir;
şu anda her şey sisin arkasında Fakat ey zulümler sahnesi, bu derin
olmakla birlikte, o sis dağıldığında –ki karanlık örtü, bu örtünme sana lâyıktır;
bu bir tabiat olayıdır, bitecektir- sen bunu hakkediyorsun.
İstanbul pırıl pırıl çehresiyle ortaya
çıkacaktır.
Yahya Kemal’e göre Fikret’in şiiri “bir Ey Marmara’nın mavi kucaklayışı
devri lânetiyle boğ”muştur. “Vicdan ve içinde ölmüş gibi dalgın uyuyan diri,
ruh elemlerinin en zehirlisi”dir bu. O canlı yığın; ey köhne Bizans; ey
beddua da zehirli… gönülleri büyüleyen koca bunak!... Ey
bin kocadan arta kalan el değmemiş
dul.
İstanbul, bu “beyaz karanlığın içinden Güzelliğinde hâlâ tazeliğin sırrı
sıyrımalı; haftalarca, aylarca, yıllarca apaçık belli. Seni seyredenlerin
berraklığıyla kalmalıdır. bakışları hâlâ üzerine titrer. Dışardan,
uzaktan bakan gözlere süzgün mavi
gözlerinle ne kadar cana yakın,
sevimli görünürsün!...
(Oysa) senin her zerrende iki
yüzlülüğün kiri dalgalanıyor; içerinde
Fikret, uzun bir şiir olan Sis’te bir zerrecik temizlik yoktur. Milyonla
ortamın düzeleceğine dair hiçbir barındırdığın cesetler içinde alnı açık
ümide sahip değildir. Yahya Kemal çıkacak kaç kişi çıkacak?
ise, sisin mutlaka dağılacağından
emindir. Fikret’in Sis şiirini yazdığı Evet, ey facia (trajedi) örtün; ey şehir
1901’li yıllarda siyasal hava çok örtün; örtün ve sonsuzluğa kadar uyu
ağırdı; Siste Söyleniş, kısmen rahat ey yer yüzünün fahişesi!...
olduğumuz bir döneme rastlar.
Fikret Sis şiirinde, İstanbul’u hedef
Bu iki şiiri değerlendirirken, almış görünmekle birlikte, devrin
devrin şartlarının sanatçı ve eseri siyasal havasını eleştirmekte, ülkenin
üzerindeki etkisini ve sanatçıların ve milletin içinde bulunduğu durumu
mizacının esere yansıyışını dikkate sisli (kapkaranlık) bir havaya
almak gerekir. benzeterek, son derece öfkeli ve
karamsar bir tavırla İstanbul’a
yüklenmektedir. Asıl hedef devrin
yönetimidir.
Fikret, daha sonra, İstanbul’a yönelttiği
bu lanetlemeden vazgeçmiş ve Rücu
(dönüş) şiirini yazmıştır.
YAHYA KEMAL’İN
«VATAN» MAKALESİ
Vatan, hiç bir zaman bir nazariye değil, bir topraktır. Toprak, cedlerin
mezarlarıdır; camilerin kurulduğu yerdir. Sanayi-i nefise nâmına ne
yapılmışsa onun sergisidir. Lâkin daha derine gitmek ve demek lâzım­dır
ki: Vatandaşları zâten o vatan vücûda getirmiştir.
Havası ile, suyu ile, sabahları ve geceleriyle, bilhassa vatandaşlara
kendini müdâfaa ettirmesiyle hal-hamur olmuştur.
Vatan, ne bir feylesofun fikridir, ne bir şairin duygusu... Vatan, ger­
çek ve hakikî bir yerdir. Onun her maddesini, her hâlini sevenler va­tanı
sever.
Bir vatanın ne olduğunu o vatan hakkında binlerce cilt yazan mu­
harrirler tarif edemez. Vatanın adını söylemelidir.
Velhâsıl vatan, mücessem bir mefhumdur. Mücerret bir mefhum ola­rak onu
yalnız bir ansiklopedide okuyabiliriz. Halbuki bir vatanın ev­lâtları mücerred bir
mefhum için ölmez. Fakat mücessem bir mefhum için asırlarca ve milyonlarca
insan ölebilir. İstanbul'un tehlikede bulun­duğu zamanlar, Muş'dan, Siirt'den,
Maraş'dan gelmiş olan erler, ömür­lerinde görmedikleri ve belki de görmeyecekleri
bir İstanbul için dövüş­meye gelmişlerdi. Çünkü İstanbul, vatanın mücessem bir
parçasıdır.
Eğer milletlerin çocukları, yalnız mücerret mefhumlar için ölüme sevk
edilebilseydiler, yeryüzünde hiç bir cemiyet olamazdı. Felsefe târihini ya­kından
biliyoruz. Bir feylesofun bir başka feylesofa hem de aksi bir na­zariye ile halef olduğu
ve hükümlerin muttasıl değiştiği malûmdur. Eğer milletler, nazariyeleri muttasıl
değişen feylesoflar silsilesine tâbi olarak döğüşselerdi, yeryüzünde tekevvün
hâdisesi dururdu.
Bereket versin ki Türk vatanı, hiç bir nazariyecinin, hiç bir feyle­sofun, hiç bir
vaizin tefsirine sığmayan ve yalnız kaderin, yalnız onu kuran müminlerin, onun
uğrunda ölenlerin ve ıstırap çekenlerin; onun havasında yaşayan, onun toprağında
çift sürenlerin; onun sinesinde ni­şanlanan, evlenen ve nesiller yetiştirenlerin; yalnız
ve yalnız onun ha­vasım, iklimini, hâtıralarım edinmiş olanların; onda yetişmiş olan
kah­raman, şâir, bestekâr, hâsılı mütehassıs, mütefekkir bütün insanların üze­rinde
yaşadıkları topraktır.
Onu yaratan Tanrı, o kadar milyonca unsurdan mürekkeptir ki, göz
önünde olduğu halde, çok geniş ve çeşitli olduğu için bir tek şahsiyet
hâlinde bir türlü görülemez. Vatan üzerinde yaşayan her fert, işte bu
Tanrının bir parçasıdır.

You might also like