Professional Documents
Culture Documents
Judith Butler Ve Öznellik
Judith Butler Ve Öznellik
DAMLA UÇAK
13730003
TEZ DANIŞMANI
YARD. DOÇ. SONGÜL DEMİR
İSTANBUL
2017
“Kimi insanları kaybettiğimizde veya bir mekândan ya da cemaatten yoksun
kaldığımızda basitçe katlandığımız şeyin geçici olduğunu, yasın biteceğini ve önceki
düzenin bir şekilde yeniden kurulacağını düşünebiliriz. Ama belki de, katlandığımız
şeye katlandığımızda kim olduğumuza dair bir şey ortaya çıkar, başkalarıyla
bağlarımızın hatlarını çizen, bizi oluşturanın o bağlar olduğunu gösteren, bizi
meydana getiren bağları ya da ilişkileri bize gösteren bir şey. Burada bağımsızca var
olan bir ‘ben’ varmış da sonra basitçe oradaki ‘sen’i kaybetmiş değildir, özellikle de
‘sana’ olan bağlılığım beni ‘ben’ yapanın bir parçasıysa. Bu koşullarda seni
kaybedersem, kaybımın yasını tutmamın yanı sıra kendime karşı anlaşılmaz
oluveririm. Sensiz ben kimim? Bizi oluşturan bağların bazılarını kaybettiğimizde
kim olduğumuzu ya da ne yapacağımızı bilemeyiz. Bir düzeyde ‘sen’i kaybettiğimi
düşünürken beklenmedik bir şekilde ‘ben’im de kaybolduğumu keşfederim.”
iii
ÖZ
Damla UÇAK
Nisan, 2017
Anahtar Kelimeler: Butler, Öznellik, Özne, Tabiiyet, İktidar, Etik, Kimlik, Norm,
Feminizm, Radikal Demokrasi, Queer.
iv
ABSTRACT
Damla UÇAK
April, 2017
v
ÖNSÖZ
viii
İÇİNDEKİLER
Sayfa No
ÖZ ............................................................................................................................. iv
ABSTRACT ............................................................................................................... v
ÖNSÖZ ...................................................................................................................viii
İÇİNDEKİLER .........................................................................................................ix
1. GİRİŞ ..................................................................................................................... 1
5. SONUÇ ................................................................................................................ 69
KAYNAKÇA ........................................................................................................... 76
ÖZ GEÇMİŞ ............................................................................................................81
ix
1. GİRİŞ
Çalışmanın içerisinde, her ne kadar öznellik temelli bir çalışma olsa da, her
durumla ilişkisi kurulan ve sürekli varılan yer norm ve kimliktir. Norm,
anlaşılabilirliğe hükmeden, bazı pratiklerin ve eylemlerin tanınabilmesine izin veren
“normalleştirici” bir ilke haline gelir. Bir standardı kuran norm, kimlikle ilişkilidir.
Örnekle açıklayacak olursam; Butler, erkek ya da kadın bedeniyle nitelendirildiği
anda, bireyin cinsel kimliğinin sınırlandığını ve bedenin normlar sebebiyle bu
sınırlandırılmış haliyle kavranıldığını düşünür. Bu yönüyle toplumsal cinsiyeti
belirleyen, bedensel hareketler ve performanslarla kimliğin yeniden inşa edilmesidir.
Tarif edilen bu durum, bütün kimlikler için geçerlidir. Norm, kimlik ve bunların
etkileri üzerinden çalışmanın iddialarından biri, Butler için evrensel bir insanlık
kategorisinin temelinde norm ve kimliğin dışlayıcı etkilerinin belirleyici olduğudur.
1
Çalışmanın ilk bölümünde, öznellik tabiiyet ve iktidar ilişkisi üzerinden ele
alınacaktır. Öznenin ortaya çıkmasında, ilk başta belirleyici olan öznenin tabiiyetidir,
bu tabiiyet, o öznenin oluşumunun bir aracı olarak ortaya çıkar. Bu fikrin teorik
altyapısı, Hegel’in mutsuz bilinci, Nietzcshe’nin kara vicdanı ve Freud’un kültür ve
melankoli üzerine yorumları arasında ilişkiler kurularak, Butler tarafından açıklanır.
Bu noktada, her üç düşünürde de Butler’ın üzerinde durduğu bireyin, başkayla
ilişkisi içinde varolabilen ve başkasının onayına ihtiyaç duyan varoluşunun, o
bireyde ortaya çıkarttığı tabi olma eğilimidir. Butler, bu eğilimi başkaları tarafından
tanınma/kabul görme arzusu ile bağı üzerinden incelemektedir. Bunun ardından,
Butler, Althusser ve Foucault’nun iktidar anlayışını da yorumlarına ekleyerek,
öznelliğin nasıl olup da tabiiyet ile iktidar arasında kalarak failliğini ortaya
koyduğunu açığa çıkarır. Butler tabiiyetin öznenin varlık koşulu olduğunu söylerken,
iktidarın özneleri üretme fonksiyonuna dikkat çeker. Bu yönüyle içsel olan psişik
yapı, dışsal olan iktidardan bağımsız olarak ele alınamamaktadır. Bu bölümde iddia
edilecek olan Butler’ın tanınma/kabul görme arzusu ve melankoliyi öznelliğin
halihazırda özellikleri olarak ele aldığıdır.
2
Üçüncü bölümde ise, kendi hayatımızdan daha az değerli gördüğümüz
hayatlara kimliğin ve normun sınırlayıcılığını açığa çıkararak bakmakla birlikte, bu
kavramların tahakkümünün bozulmasının yollarına değinilecektir. Bu, tek başına bir
bireyin kendisiyle ve hayatla kurduğu ilişki üzerinden düşünülebileceği gibi; ayrıca
çokluklar üzerinden ele alınmaktadır. Bu yönüyle, dışlanan tarafları yaratan her türlü
norm ve kimliğin alternatifini tahayyül etmenin yöntemi olarak radikal demokrasi ve
queer politikadan bahsedilecek, Butler’ın bakış açısı üzerinden, bunların benzerlik ve
farklılıklarına değinilecektir.
Çalışmanın son bölümünde ise, öznenin kendi tabiiyetine tutkulu hali, öznenin
iktidarı benimsemesi ve aynı zamanda ona karşı direnişi, başka ile etik karşılaşma,
şiddetsizlik, radikal demokrasi ve queer politikanın imkanları üzerine kişisel
düşüncelerime yer verilecektir.
3
2. TABİYET KAVRAMI VE ÖZNELLİK İLİŞKİSİ
“Öznenin soykütüğü, öznenin tam olarak birey ile özdeşleştirilmek yerine dilsel bir kategori,
bir yer tutucu, oluşum içindeki bir yapı olarak anlaşılması gerektiğini ortaya koyar. Bireyler
öznenin yerini doldurmak için gelirler (özne aynı zamanda bir yer olarak belirir) ve
anlaşılabilir olmaları ancak öncelikle dilde kurulmalarına bağlıdır”.
1
Spivak, birey ve özne kavramlarının birbirlerinin yerine kullanılmasının Foucault’nun yazılarında
sıkça karşılaşılan bir durum olduğuna dikkat çekmektedir. Hatta, bu durumun Foucault’nun
takipçilerinde daha da arttığını belirtir. “Bu tür kaymalar, daha dikkatsiz ellerde, istisna olmaktan
ziyade kaide halini alır.” Madun Konuşabilir mi?, (Ankara:Dipnot Yayınları, 2016), 24.
2
Judith Butler, İktidarın Psişik Yaşamı, (İstanbul: Ayrıntı Yayınları, 2005b),18.
3
Judith Butler, Excitable Speech, (New York ve London: Routledge, 1997), 29.
4
age, 28.
5
age, 29.
6
age, 2.
7
age, 30.
4
hiçbir bireyin tabi olmadan ya da ‘özneleşme’ süreci yaşamadan özne olamayacağını
belirtir 8 . Bu açıklamadan öznenin kurulumundan önce tabiiyetin olduğu sonucunu
çıkarabiliriz. Bu doğrultuda Butler’ın tabiiyeti nasıl kavradığı açıklanmalıdır. Butler,
bir özne üzerinde kullanılan iktidar olarak tabiiyeti, o öznenin oluşumunun aracı
olmasının yanı sıra, özne tarafından kabul edilen bir iktidar olarak açıklar9. Öznenin
tabiiyeti kabullenmesine hatta Butler’ın ifadesiyle “tabiiyete tutkulu bir bağlılık10”
duymasına neden olan nedir? Özne olmak için birey, kendisine zarar vermeye,
kendisini zorlamaya, itiraflarda bulunmaya kendisini neden mecbur hisseder?
8
Butler, 2005b, 19.
9
age, 19.
10
age, 14.
11
Judith Butler, Subjects of Desire: Hegelian Reflections in Twentieth Century France, (New
York: Columbia University Press,1987), 21.
12
age, 21.
5
Freud’a dair yorumlarında yer verilecektir. Ancak, bu bölümde tanınma/kabul
görme ve arzu kavramları bağlamında Butler’ın aklını kurcalayan şu iki soru
üzerinde durulacaktır: “Arzu ile tanınma/kabul görme arasındaki ilişki nedir ve
öznenin oluşumunda radikal ve kurucu bir başkalık neden gereklidir13?”
13
age, xiv.
14
Alexandre Kojeve, Hegel Felsefesine Giriş, 5.bs.(İstanbul: Yapı Kredi Yayınları, 2015), 37.
15
Georg Wilhelm Friedrich Hegel, Tinin Görüngübilimi, 4.bs. (İstanbul: İdea Yayınevi, 2015), 80.
16
Butler, 1987, 7.
17
Hegel’de doğal durum insanın başlangıçtaki evcilleştirilmemiş doğal güdülerinin etkisi altında
olduğu halini ifade etmektedir. İnsanın doğal durumundan çıkışı ise doğal olanın idealleştirilmesi ile
gerçekleşir. Örneğin, insan hukuk tarafından tanınan bir birey olduğunda doğal durumundan çıkar.
Burada hukuk dolayımın bir aşaması olarak görülür. Bunun daha geniş bir örneğini Hegel’in Doğu ve
Grek dünyasına dair fikirlerinde bulabiliriz. Hegel, Doğu dünyasını akıl yürütme ve çıkarımın ölü
biçimine sahip olması ve dolayımsız varoluşu üzerinden ele alırken; Grek dünyasını hukukun ve
geleneklerin dolayımlanması ile toplumun doğal durumdan çıkışı ve edimselleşmesi süreci ile
değerlendirmiştir. Hukuk Felsefesinin Prensipleri, (İstanbul: Sosyal Yayınları, 2004), 271-272.
18
Bireylik ötesi diye kastedilen, bireyin farklı potansiyellerini gerçekleştirebildiği kolektif
bireyleşmedir.
19
Read, Jason. “‘Arzu insanın özüdür’: Bireylik- Ötesinin Filozofları Olarak Spinoza ve Hegel”.
Marx’tan Spinoza’ya Spinoza’dan Marx’a Güncel Müdahaleler. ed. Eylem Canaslan, Cemal Bali
Akal. Ankara: Dost Yayınevi, 2013: 84-104.
6
olabilir, ancak bu nesnenin arzulanıyor olmasının sebebi, bir başka özne tarafından
da aynı nesnenin arzulanıyor olmasıyla ilişkilidir. “Bu, başkanın beni istemesini
istiyorum demek değildir; başkanın arzusunun içinde yer almak istiyorum ve kendi
arzumu başkanın arzusuna göre şekillendirmek istiyorum demektir 20 ”. Kojeve’nin
açıklaması bu durum için iyi bir örnektir: Bir yarışmada kazanılan madalya biyolojik
açıdan tamamen yararsız bir nesneyken; başkanın da arzusunun nesnesi olduğu için
istenebilir 21 . Bu yönüyle, varoluşun insansal boyutunun ortaya çıkması başkanın
varoluşu ile ilişkilidir. Bu başka ile ilişki içinde birey, edilgin konumundan etkine
geçen; varolanı olduğu gibi kabul etmeyen hali sebebiyle olumsuzlayıcı ve değişime
açık olan bir pozisyondadır. Bu durum, Hegel’in köle ile efendi arasındaki ilişkiyi
anlattığı bölümde karşımıza çıkar. Bu en basit anlamıyla, iki bireyin arasındaki
tanınma/kabul görme, kabul görme savaşıdır. Bu savaşın sonucunda biri kendi
iktidarını bir diğerine kabul ettirir. Bu durumda, efendinin isteğinin kölenin de isteği
olduğu ve sonucunda tek başına kölenin ne istediğinden bahsedilemeyeceği bir ilişki
oluşur. Bu haliyle, efendinin köleyi tanınmadığı, kendisine tabi kıldığı ve kendisinin
belirlediği düzlemde bir ilişki kurmasıyla aslında kölenin yok sayıldığı bir konum
oluşur. Efendi özgürdür ve köleyi bedensel varlığı üzerinden tanınmaktadır. Bu
bedensel varlık, efendi tarafından, itaatkârlığa indirgenir; ortaya konulan emek
üzerinden efendinin arzusuna uygun şekle sokulan nesneleri ifade eden bir hale
dönüşür. Tanınma/kabul görme ilişkisinin tamamlanmadığı bu durumda, köle, ölüm
korkusu sebebiyle kendisini kölelik durumunda kalmaya mecbur hisseder. Diğer
taraftan ise, harcadığı emek aracılığıyla nesneyle birlikte kendisini de yaratır ve
özbilinç kazanmaya başlar. Böylece nesneyi dönüştürenin, yaratanın kendisi
olduğunu fark eder. Bu da kölenin kendi gerçekliğinin bilincine varmasını
kolaylaştırır ve efendinin ilkelerine tabi olduğu gerçeğini görmesini sağlar. Burada
dikkat çekici olan, başkaları tarafından ilkelere tabi edilen kölenin zorunlu itaatidir
ve bu itaatin amacı, bireyin, burada kölenin, bu itaatten kurtulması olmalıdır; çünkü
bireyin o itaatten kurtulamaması Hegel’ in kastettiği anlamda bireyin
edimselleşmesiyle uyuşmamaktadır.
Korktuğu için boyun eğen köle, çalışma ile korktuğu şeyi yarattığını
gördüğünde korkuyu çalışma yoluyla aşacaktır. Efendinin ise kendi efendilik
konumunu ortadan kaldırmak için bir sebebi yoktur. O, sadece bunun devamlılığını
20
Judith Butler, Undoing Gender, (New York: Routhledge, 2004), 138.
21
Kojeve, age, 77.
7
isteyebilir. Buradaki dönüşümü sağlayacak olan köledir. Köle, tabi edildiği ilkeyi,
kendi ilkesi haline dönüştürdüğü ölçüde edimselleşir. Aksi takdirde, ortaya koyduğu
eyleme yabancılaşır. “Tuhaf bir şekilde, belli bir öztanınma, kölenin radikal anlamda
temelsiz ve zayıf statüsünden türer, mutlak korkunun deneyimlenmesi yoluyla elde
edilir 22 .” Burada hissedilen korku, Butler’a göre, sadece ölüm korkusu ya da
efendinin gücünün uyandırdığı korku değildir. Bunun dışında, efendinin kullanımına
sunulmuş olsa dahi, kölenin yarattığı ve yarattığında kendisini gördüğü nesneye el
konulma korkusudur. Köle emeğinin ürününden vazgeçmek zorunda olduğunu bilir,
kendisini ürünü üzerinden ortaya koyan köle, en nihayetinde ürününden vazgeçerken
kendisinden de vazgeçer. Hem yarattığı üründen hem de bu sebeple kendisinden
vazgeçen köle için ölüm korkusu yeniden gündeme gelir. Kastedilen ölüm korkusu,
tanınma/kabul görme mücadelesindeki ölüm korkusundan farklılaşmıştır. Köle
kendisini, içinde bulunduğu yaşamın normalliğine ikna eder ve bunun için her
yaşamın sonunda ölüm olmasının kaçınılmazlığını kullanır. Bu gerçeği, içten içe fark
eden birey, dünyayı ve kurulan ilişkileri dönüştürecek isteği ve gücü kendisinde
bulan halinden uzaklaşır; tabiiyetiyle barışır ve bu hali meşrulaştıracak bir dünya
görüşü geliştirir. Burada, kölelikten mutsuz bilince (unhappy consciousness) doğru
bir yön değiştirme görülür; efendinin yerini yeni durumda Tanrı almıştır. Köle bu
dünyada fakir, güçsüz ve ezilen olabilir. Öteki dünyada ise insan olan efendisiyle
Tanrı karşısında eşit konumda yer alacaktır. Bu noktada, kölelik pozisyonunda bir
eşitliğin olduğu söylenebilir. Köle, dünyada olandan fazlasını elde etmeye çalışmak
yerine zaten geçici olan bir dünyada eylemsizliği tercih edecektir. “Biyolojik
hayatının karşılığı olarak birinci efendiye kölelik etmeyi kabul eden kişi, ikinci
efendiye ise sonsuz hayatı uğruna hizmet edecektir23.” Sonsuz varlığına inanan birey,
bedenini ikinci efendisinin hizmetine sokacak ve bu sebeple hazlarının peşinden
gitmek yerine, sahip olduklarına şükredeceği bir hayatı seçecektir. Çile ve oruç gibi
acıyı ve zorlanmayı içerecek türde ve bedeni kendisine karşı çeviren eylemlerde
bulunacaktır. Ancak, burada beliritlmesi gereken, hazzın acıya içkin olduğudur. Bu
dünyada çekilen acı, gelecekte hazza ulaşma amacı taşımaktadır. Bu noktada,
Butler’ın iddiası şudur24:
22
Butler, 2005b, 44.
23
Tülin Bumin, Hegel, 5.bs. (İstanbul: Yapı Kredi Yayınları, 2013), 62.
24
Butler, 2005b, 56.
8
“Kendini eylemsizliğe ya da hiçe indirgeyen, bedenini tabi kılan ya da aşağılayan her çaba,
istemsizce özbilincin haz arayan ve büyüklenen bir fail biçiminde üretilmesi ile sonuçlanır.
Bedenin, hazzın ve failliğin üstesinden gelmek isteyen her çabanın, öznenin tam da bu
özelliklerinin teyidinden başka bir şey olmadığı ortaya çıkar”.
25
age, 40.
26
age, 56.
27
age, 10.
9
rahip içsel bir şey olarak düşünülür. Bu noktada kastedilen, özbilinç tarafından
rahibin, karşılıklı birbirini tanıma ilişkisinin diğer tarafı olarak görülmemesidir.
Butler için ise, rahip dışsal başkalığı ifade eder. Rahibin dışsal olmasına dikkat
çekmenin önemi ise, öznelliğin başka tarafından kapsanmaması ve tabi olma sürecini
değiştirmesine alan açmasıdır.
28
Friedrich Nietzsche, Ahlakın Soykütüğü Üstüne, 6.bs.(İstanbul: Say Yayınlar,2013), 74.
10
sorumluluğunu üstlenmekten kaçınan, bedenini bir başkasının hizmetine sokan
pozisyonunda, hazlarının üstesinden gelmeye çalışırken aslında hazlarının varlığını
teyit eden haline benzer şekilde; Nietzsche’de de birey, sorumluluklarını yerine
getirirken hazlarının peşinden gitme arzusunu taşır. Bunun sonrasında, birey,
içgüdüleri ile sorumlulukları arasında sıkışıp vicdanlı insana dönüşecektir. Bu
dönüşüm, öncelikle bireyin söz verebiliyor olmasıyla gerçekleşecektir.
Diğer taraftan ise, toplum içinde yaşamanın getirdiği kazançlı yanlar, bireyin
topluma karşı bazı görevlerini yerine getirmesini gerektirir. Bu kazançlı yanları
sağlayan toplum, bireye karşı alacaklı konumuna geçmiştir. Önemli olan kurallara
29
Nietzsche’nin unutma ile ilgili fikirleri Judith Halberstam tarafından dördüncü bölümde incelenecek
olan queer politikanın bir yöntemi olarak ele alınır ve queerin unutmayı öğrenmesi gerektiği belirtilir.
“Hafıza ve unutmak hakkında farklı düşünmek isteyebileceğimizi söylemek aslında ilerleme ve
başarıyı işaretlemek için kullandığımız kaçınılmaz ve görünüşte organik modellerin alternatifleri
olabileceğini görmeye başladığımızı söylemektir; aynı zamanda bize değişimin olup olmadığını ve
nasıl olduğunu da sorgulatır.” Çuvallamanın Queer Sanatı, (İstanbul: Sel yayıncılık, 2013), 106.
30
age, 82.
31
Butler, 2005b, 73.
11
uymayarak topluma karşı suç işleyen bireyin nasıl bir zarara yol açtığı değil, o
bütüne karşı sözünü tutmamış ve kuralı bozmuş olmasıdır. Alacaklının kendisine
verilen sözün tutulması sebebiyle borcunu karşısındakinden bir şekilde alabilme
durumu, bunu alma isteği, intikam duygusu, adalet adı altında haklılaştırılan ve
kutsallaştırılan bir noktaya taşınmış olur. İntikamını almak isteyen alacaklı, cezayı
keşfetmiştir. Ceza, suçlu olanda suçluluk duygusu uyandırmalı, böylece insanı aklın
yoluna sokup, duygularını denetleyebilen “evcilleştirilmiş”32 insana dönüştürmelidir.
Bu insan, kurallara uymanın getirdiği belirlenmişlikle, törelerin ezici darlığına ve
düzenliliğin mengenesine sıkışmıştır 33 . Kurtulmaya çalışsa da kurtulamaz ve kara
vicdanın yaratıcısı oluverir. Kara vicdan hıncın işlevini devralır. Bireyin
evcilleştirilmemiş haline olan özlemi hınca sebep olur. Öncelikle, birey, hıncını bir
diğerine yönlendirmek zorundadır. Birey, çektiği acıların sorumlusunun bir başkası
olduğunu düşünür; sonrasında ise, yaptıklarının sorumluluğunu almaya
başlar. Bunun sonucunda bireyin kabul ettiği suç, kara vicdanı ortaya çıkarır.
“Yani kara vicdanın kökeni kişinin kendisine zulmetmekten duyduğu neşe olup, zulme
uğrayan kendilik, bu zulmetmenin yörüngesi dışında var olamaz. Ama cezalandırmanın
içselleştirilmesi tam da kendiliğin üretilmesidir. İşte haz ve özgürlük, tuhaf bir şekilde bu
üretimde yer alır34”.
32
Nietzsche, age, 99.
33
age, 100.
34
Butler, 2005b, 75.
12
zorlaşır. Vicdana yaratıcı bir güç atfedilmesinden kasıt, vicdanın öznenin kendisine
dair düşünmesi ve bu düşünme aracılığıyla kendi başkalığını üretebilmesiyle
alakalıdır. Butler’ın göstermeyi istediği iddia şudur: Vicdana atfedilen güç, bireyin
kendisi üzerine geri dönüş eyleminin, öznenin bir koşulu olduğudur; kendi üzerine
dönüş ise, kendini küçümsemenin vicdan olarak adlandırılmasıyla oluşur 35 . Birey
kendisini küçümser, çünkü kültürün öne çıkardığı birey değil, evrenselliktir ve bunun
karşısında birey güçsüz durumdadır. Hazların peşinden koşulmamasının övüldüğü bir
ortamdadır, ancak bu ortamda hazların tatmin edilmemesi, o arzunun yarattığı
gerilimin azaltılmasının önünde engeldir. Dinler, mitoloji, efsaneler, deyimler,
atasözleri gibi birçok söylem bu ortamı yaratır; bu ortam tatmini yok saymaz, ama
her zaman için ertelenecek bir durum olarak sunar. Arzu reddedilmez, ancak eyleme
dönüştürülmeyeceğine dair verilen söz ile varlığını teyit eder.
35
age, 67.
36
Sigmund Freud, Uygarlığın Huzursuzluğu, 4.bs. (İstanbul: Metis Yayınları, 2011), 91.
13
bu toplumun özünü oluşturur; birey, kendi tatmin olanaklarını kısıtlayan hiçbir kuralı
tanınmadığı durumdan bu topluluk ile uzaklaşır37.
“Cinsel açıdan olgun bir bireyin nesne seçimi karşıt cinsle sınırlandırılmış, genital olmayan
tatminlerin çoğu sapıklık olarak yasaklanmıştır. Bu yasaklarda dile getirilen, herkes için geçerli
tek bir tür yaşam talebi, insanların cinsel bünyelerindeki doğuştan gelen ya da sonradan
edinilmiş eşitsizlikleri göz ardı eder; insanların hayli büyük bir kısmını cinsel zevkten yoksun
kılar ve böylece de ağır bir haksızlığın kaynağı haline gelir”.
Freud melankolinin acısını, yitik bir nesnenin ben içinde inşa edildiği
varsayımıyla açıklar. Melankoliden farklı olarak yas, bireyin sevdiği nesneyi
kaybettiğini kabul etmesiyle birlikte, o nesneyle olan bağlarını koparması ve yavaş
37
age, 53.
38
age, 54.
39
Bu düşünce, dördüncü bölümde ele alınacak olan, iktidar karşısındaki direniş olanaklarına dair
radikal demokratik dönüşüm fikriyle temelde uyuşmaktadır.
40
age, 54.
41
age, 55.
42
age, 62.
43
age, 30.
14
yavaş iyileşme sürecine girdiği durumdur. Melankoli ise, bireyin bağlandığı
nesneden uzaklaşamadığı, sevgisini başka bir nesneye yönlendiremediği ve kendi
içine çekilerek kaybedilen nesneyle özdeşleşmenin oluştuğu süreçtir44. Arzulanan ve
sevilen nesnenin yitimi, o nesneyi kendiliğin yapısı içinde barındırmayı hedefleyen
bir özdeşleşme edimi yaratır45. Özdeşleşme hem yasaklamayı hem arzuyu hem de
hüzünlenilemeyen kaybı barındırır. Arzuyu kısıtlayan ve üreten normların psişik bir
yapıda işlemesi ve kaybın inkârı ile sonuçlanması, bireyin kendilik duygusunda
azalmaya sebep olur 46 . Bu sebeple, Butler bireyin hüzünlenemediği kaybının,
öznelliğinin oluşumunda oynadığı role dikkat çeker. Bireye musallat olan melankoli,
psişik ve toplumsal alanları birbiriyle ilişkisi içerisinde düşünmenin sonucunda
anlaşılabilir. Toplumsal olarak yasaklanan, yası tutulamayan kaybın inkârı, kaybı
kabullenmenin önüne geçerek, iyileşme sürecinin başlamasını engeller. Bu reddediş,
bireyin kendisine zarar vermesine, kendisini suçlamasına ve kaybın
içselleştirilmesinin sonucunda ‘ben’de barınmasına sebep olmaktadır. Bu noktada,
melankoli öznelliği temellendiren bir durum olarak bazı sevme biçimlerinin
dışlanması sonucunda ortaya çıkmaktadır.
44
Sigmund Freud, Yas ve Melankoli, (İstanbul: Telos Yayınevi, 2015), 30-1.
45
Butler, 2008, 122.
46
Paul Ricoeur, Yoruma Dair -Freud ve Felsefe, (İstanbul: Metis Yayınları, 2007), 124.
47
Butler, 2005b, 18.
15
içinde bulunduğu toplumun kurallarına uygun davranmasıyla ilişkilidir. Bu açıdan,
Hegel’in ‘tanınma anlayışı ile Nietzsche ve Freud’un yorumları birbiriyle ilişki
içinde düşünüldüğünde; öznenin düzenlemeyi, baskı altına alınmayı, yasaklamayı
kabul ettiği bir bağlanmanın oluştuğu sonucuna varılır. Butler’a göre, “hiçbir özne,
böylesi bir bağlanma olmaksızın var olamaz 48 .” “Çünkü eğer toplumsal anlamda
tanınmayı sağlayan kavramlar aynı zamanda bizi düzenleyen ve bize toplumsal
varoluş kazandıran kavramlar ise, kişinin varoluşunu onaylaması kendi maduniyetine
teslim olmasıdır49”.
Özneye dışsal gibi görünen herkesin uymak zorunda olduğu bir kural veya
içinde bulunulan dönemin etkisiyle doğru kabul edilen bir düzen, öznenin kendisini
kurmasında psişik bir anlam kazanır. Bu durum Hegel, Nietzsche ve Freud’da
içselleştirilen bir kendini suçlama alışkanlığını üretir. Bu durumda, öznenin kendisini
olumsuzlayan tavrının altında yatan, özneyi şekillendiren birçok sebep aranabilir.
Butler, normları, cinsiyeti, kimliği, bedeni çalışmalarına dahil ederek, bu konuda
geniş bir çalışma alanı sunar. Ancak, bu kavramların hepsinin iktidar ile ilişkisi
üzerinden iktidarın birey üzerindeki etkisine ve işleyiş mantığına bakmak
gerekmektedir. İçselleştirilen durumların dışsal başkalıkla ilişkisini göstermek,
öznelliği sınırlaran normlardan çıkışı mümkün kılması açısından önemlidir. Bu
sebeple, Butler’ın tabiiyet konusunda Althusser ve Foucault’yu kuramsal ve
kavramsal değerlendirmelerine nasıl dahil ettiğine bakmak açıklayıcı olacaktır.
48
age, 16.
49
age, 78.
16
olan halinin gözler önüne serilmesinin yanı sıra öznenin cezalandırılan ve kısıtlanan
hali üzerinden öznelliğin izini sürmektedir.
Aslında Butler, yasayı temsil eden polisin sesine dönme ihtimalinin yani bu
anlamda yasayı kabul etmenin yasayı çiğnemeye öncel olduğunu belirtir; çünkü, sese
doğru dönmek yerine yoluna devam etmek daha anlaşılır görülmektedir. Yalnız,
yasanın cezalandırıcı ve kısıtlayıcı hali, “suçu” yasanın bilgisine öncel kılar. Bu
anlamda, “çağırma teorisi, özneye seslenilen, öznenin arkasına döndüğü ve ardından
kendisine seslenilirken kullanılan kavramları kabul ettiği toplumsal bir sahne sunar
görünmektedir51”.
50
Butler, 2014, 173.
51
Butler, 2005b, 102.
52
age, 104.
53
Butler, 2014, 173.
54
Butler, 2005b, 112.
17
boyun eğmek ve özne statüsünü, sorgulayıcı yasanın kavramları içinde ve onlarla suç ortaklığı
yoluyla elde etmek olarak anlaşılabilir. O halde özne haline gelmek, suçlu varsayılmış olmak
ve ardından masumiyet uğrunda çaba gösterip bunu ilan etmektir. Bu ilan tekil bir eylem değil
sürekli bir yeniden üretimin ürünü olduğundan, özne olmak kişinin kendisini sürekli olarak
itham edilmekten kurtarma ve aklama sürecidir. Özne olmak, bir meşruluk timsali olmak, iyi
statüye sahip, ancak bu statünün sağlam olmadığını bilen, bu statüye sahip olmamanın ve
dolayısıyla da suçlu olarak dışlanmış olmanın ne olduğunu bilen bir yurttaş olmaktır 55”.
Sonuç olarak, birey, boyun eğdirilmiş özne statüsü ile tanınır; onun, konuşan,
söz söyleyen konumda olabilmesi bu tanınma/kabul görme ile gerçekleşir.
Özneleşme/ tabi olma süreci bu tanınmanın kabul görmesiyle oluşur. “Çağrıların
birikmesi” ile üretilen öznenin, kendisini bu çağrılardan ayıramaması sonucunda,
kastedilen özne, kendi öznelliğinin inşasına karşı çıkacağı durumda dahi, inşa edilen
bu özneden beslenir. Ancak, yine de bireyin tabi olan bu halini değiştirebilecek
imkânı olmalıdır. Bu imkân onu, fail pozisyonuna sokarak, özne yapar. Bu anlamda
birey, tanınma/kabul görme arzusu ile yasayla bir suç ortaklığına girer; bu yolla tabi
olma ve özneleşme sürecini aynı anda yaşar. Özne, tabiiyete olan bu bağlılığını inkâr
etmek zorundadır: "'Ben,' bağımlılık içinde oluştuğunu inkâr ettiği ve kendisinin
varlık koşullarını reddettiği bir ortama doğar 57 ”. Bu noktada, Butler yasayla suç
ortaklığını inkâr etmeden var olma ihtimalinin olup olmadığına dikkatini çevirir.
55
age, 114.
56
Butler, 2014, 174.
57
Butler, 2005b,17.
18
Bunun imkânı için, kimliğin tuzağına düşmeye direnen bir öznelliğe vurgu yapar58.
Althusser’in örneğinde polise karşı çıkma olanağı olan birey, başka olan tarafından
kapsanmayan durumu örneklendirir. Bireyin bu pozisyonu tabi olmayı içerebileceği
gibi direnmeyi de içerebilir. Bu anlamda, Hegel’in açıklamalarındaki rahip,
Nietzsche’nin görüşlerindeki alacaklı, Freud’un yorumlarındaki uygarlık
Althusser’in düşüncelerindeki polis ile benzerliği kurularak düşünülmelidir.
“Ama eğer Foucault’ yu takip ederek iktidarı öznenin kurucusu, varoluş koşulu ve onun
arzusunun yörüngesi olarak anlarsak, o zaman iktidar yalnızca karşı koyduğumuz değil, aynı
zamanda varoluşumuz için bağlı olduğumuz, varlığımızı içinde barındırdığımız ve
sakladığımız bir şey halini alır”.
“Kendim hakkında hakikati söylediğimde, kendimi birtakım iktidar ilişkileri üzerinden, benim
omuzlarıma yüklenen, başkalarının omuzlarına yüklenen iktidar ilişkileri üzerinden özne olarak
kurarım. (…) Kendiliğin kendilik üzerine düşünümünün tesis ediliş biçimi ve bununla bağıntılı
olan hakikat söylemi üzerine çalışıyorum”.
58
age, 124.
59
age, 9.
60
( Foucault, Raulet, 1989, 254’ten aktaran Butler, 2012, 286)
19
doğruluğu ya da yanlışlığı değilse, bu bilgilerin neden o dönemde o şekilde
üretildiğini sormak gerekir. Bu yönüyle, buraya kadar yapılan açıklamalarda
hakikatin, iktidarın sonucu olarak üretildiği iddiasında bulunulmuş oldu. Ancak,
ifade etmek gerekir ki, iktidarın etkide bulunduğu her ne ise, onunla döngüsel bir
sebep-sonuç ilişkisi vardır. Foucault’nun tabiriyle iktidarın bir töz, bir yerlerden akan
sıvı olmadığını kabul ederek61, onun nasıl işlediği, hangi yöntemleri kullandığı ve
hangi etkilerde bulunduğu düşünülmelidir. Bu yönüyle iktidarın işleyişi, kullandığı
yöntemler ve yaratmaya çalıştığı etkiler tarihselliği içinde ele alınmalıdır. Örneğin,
Foucault’nun idam cezasının gittikçe azalan bir cezalandırma yöntemi olmasının
sebebini, insani duyguların doğuşunda değil, iktidarın varlık nedeni ve işleme
mantığındaki değişimde araması bu sebepledir 62 . Bedenin cezalandırılması, yok
edilmesi yerine, aynı bedenin ekonomik yararlılığı önem kazanmış ve bunun
sonucunda nüfusun yönetilmesi için hem disiplin63 hem de bio- iktidar64 teknikleri
kullanılmıştır. Yani, Foucault’nun tarif ettiği iktidar teknikleri birbirinden tamamen
ayrılmamaktadır. Biyopolitika nüfusun yapısına odaklanan bir iktidar tekniği
olduğundan, “bireylerin gözetilmesi, ne oldukları hakkında bir teşhis konulması,
onların akli yapılarının, kendi patolojilerinin sınıflandırılması 65 ” gibi bir dizi
disipliner özellik taşır. Bu yönüyle, Foucault’nun üzerinde durduğu, bazı dönemlerde
bazı yöntemlerin bir diğerine oranla daha ağır bastığıdır66.
Bu yönüyle, iktidarın tarihsel olarak ele alınması ile bireyin kendisini bir
deneyimin öznesi olarak düşünmesi ve kabul etmesi ya da o öznel deneyimi
reddetmesi arasında ilişki olduğu görülür. Örneğin, Foucault Batı’da insanın bir itiraf
hayvanına dönüştüğü iddiasında bulunur67:
“İtiraf zorunluluğu artık bize öyle farklı noktalardan dayatılır ki, onu bizi zorlayan bir iktidarın
sonucu olarak algılamayız; tersine, en gizli köşelerimizde yer alan hakikat gün ışığına
çıkmaktan başka bir şey ‘talep’ etmiyormuş gibi gelir bize; eğer açıklanamıyorsa, bir zorlama
61
Michel Foucault, Güvenlik, Toprak, Nüfus, (İstanbul: İstanbul Bilgi Üniversitesi Yayınları,
2013),4.
62
Michel Foucault, Cinselliğin Tarihi, 4.bs.(İstanbul: Ayrıntı Yayınları, 2012), 98.
63
Disiplin mekanizması; yasa koymak ve bunu çiğneyenleri cezalandırmanın yanısıra “bireylerin
gözetilmesini, teşhis edilmesini ve hatta dönüştürülmesini amaçlayan bir dizi polisiye, tıbbi ve
psikolojik tekniğin belirmesidir.” (Michel Foucault, 2013, 7.)
64
İktidarın toplumun sağlık düzeyi, yaşam süresi, doğum ve ölüm oranlarına odaklanarak, yaşamı
kaliteli kılmayı amaçlamaya başlamasıyla ortaya çıkmıştır. Bu iktidara Foucault nüfusun
biyopolitikası adını verir. (Foucault, 2012,99.)
65
Foucault, 2013, 9.
66
age, 9.
67
Foucault, 2012, 48.
20
onu engellediğinden, bir iktidarın şiddeti ağırlığını koyduğundandır diye düşünür ve sonuçta
ancak bir tür kurtuluş pahasına dile getirilebileceğini sanırız”.
68
age, 51.
69
age, 2014b, 63.
70
“Damiens, 2 Mart 1757’de, Paris kilisesinin cümle kapısının önünde suçunu herkesin karşısında
itiraf etmeye mahkûm edilmişti; buraya elinde yanar halde bulunan iki libre ağırlığındaki bir meşaleyi
taşıyarak, üzerinde bir gömlekten başka bir şey olmadığı halde, iki tekerlekli bir yük arabasında
götürülecekti; sonra aynı yük arabasıyla Grevé Meydanı’na götürülecek ve burada kurulmuş olan
darağacına çıkartılarak memeleri, kolları, kalçaları, baldırları kızgın kerpetenle çekilecek; babasını
(kralı) öldürdüğü bıçağı sağ elinde tutacak ve kerpetenle çekilen yerlerine erimiş kurşun, kaynar yağ,
kaynar reçine ve birlikte eritilen balmumu ile kükürt dökülecek, sonra bedeni dört ata çektirilerek
21
sebebiyle, bedenin iktidardan önce geldiğini; ancak iktidarın uygulamalarına göre
beden şekillenebildiğine göre de bedenin bir dereceye kadar iktidar tarafından
üretildiğini öne sürmektedir71. Foucault’nun mahkûmun bedeninin maddeselleşmesi
olarak tanımladığı bu örnekte, iktidarın uygulamalarına maruz kalan beden, iktidarı
sahiplenen ya da iktidara karşı direnen bir konumda değildir. Butler, bedenin sadece
maruz kalan bir pozisyonda olması nedeniyle, öznenin geride bırakıldığını düşünür72.
Özne geride bırakılır, çünkü özne olmak fail olmak ile ilişkilidir. İktidarın
sahiplenilmediği, devam ettirmek için emek harcanmadığı bir ortamda bireyin
öznenin yerini doldurması amacıyla belirmesi gerçekleşmeyecektir. Özne geride
bırakıldığına göre, bedeni iktidar ile ilişkisi bağlamında nasıl anlamlandırmak
gerekmektedir? Butler’ın sözleriyle73;
“…beden ne bir töz ne bir yüzeydir, atıl ya da tabiatı gereği itaatkar bir nesne değildir; ayrıca
onu başkaldırının ve direnişin odağı olarak niteleyen birtakım içsel dürtülerden de ibaret
değildir. Bir düğüm noktası, bir irtibat noktası olarak anlaşılan bu iktidarı uygulama mekanı bir
yeniden yönlendirmedir ve bu anlamda bir geçiş noktasıdır”.
“Bize sözü edilen ve özgürleştirmeye davet edilen insan, çoktan beri bizatihi kendinden daha
derin bir tabi kılmanın sonucudur. Bir ruh onda ikamet etmekte ve onu, kendi de bizatihi
iktidarın beden üzerinde uyguladığı egemenlik içinde bir parça olan varoluşa taşımaktadır. Bir
siyasal anatominin sonucu ve aleti olan ruh; bedenin hapishanesi olan ruh”.
parçalatılacak ve vücudu ateşle yakılacak, kül haline gelecek ve küller rüzgâra savrulacaktı.” Michel
Foucault, Hapishanenin Doğuşu, (Ankara: İmge Kitabevi Yayınları, 2015), 3.
71
Butler, 2012, 275.
72
Butler, age, 276.
73
age, 280.
74
Michel Foucault, Hapishanenin Doğuşu, 6.bs. (Ankara: İmge Kitabevi Yayınları, 2015), 68.
75
Judith Butler, Bela Bedenler, (İstanbul: Pinhan Yayıncılık, 2014), 53.
22
Foucault’ya göre, disiplinci iktidar öznel deneyimi ruh aracılığıyla
gerçekleştirir, bedeni hedef alır ve bedene ulaşmak için ruhu kullanır. Örneğin,
hapishane ile beden bir yere kapatılır ve kapatılan beden bir davranış normuna uygun
hareket etmek zorunda bırakılır. Bu anlamda Butler, Foucault’nun beden üzerindeki
hapsedici etkiyi göstermek için ruh kavramını kullandığını belirtir. Buradan yola
çıkarak, Aristoteles’in ruh anlayışı ile benzerlikleri üzerinden Foucault’nun
düşüncelerini değerlendirir. Aristoteles için ruh; madde, form ve bunların ilişkisi
üzerinden anlaşılır. Ruhun bedenle olan ilişkisi, formun maddeyle olan ilişkisi
gibidir. Bu düşünceye göre, beden madde, ruh da formdur. Beden, ruhun
maddesidir. Ruhun form olmasının sebebi ise, ruhun sayesinde algılamanın ve
düşünmenin gerçekleşmesidir. Butler’ın bu düşünce üzerinden Foucault okuması ise,
Aristoteles’ in madde-form ikiliğinin Foucault’ da beden- ruh olarak karşımıza
çıktığını düşünmesiyle ilgilidir. Foucault için, iktidarın kullandığı bir araç olarak
ruh, bedeni şekillendiren bir form olarak karşımıza çıkar. “Bir anlamda ruh, bedenin
kendisini üreten ve gercekleştiren iktidarla donanmış bir şema olarak işler76”.
76
age,89.
77
age, 52.
78
age, 52.
79
age, 54.
80
age, 54.
23
demektir 81
”. Bu fikirden yola çıkarak, Butler maddenin anlamdan ayrı
düşünülemeyeceğini iddia eder. Bir şeye anlam verildiğinde ise, o anlamın dışında
kalan bir alanın olması gerekir. Anlam verme, ancak o dışarıda kalan alan sayesinde
var olabilir. Bu yönüyle, Butler maddeselliğin belli bir anlaşılırlık alanında etkili
olduğunu ve maddeselleşebilen alanın sınırlandığını düşünür. Maddeselleşme
sonucunda elde edilen maddesel bilgiler, iktidarın dışında ortaya çıkmış gibi sinsice
iş görmektedir. Bu sebeple Foucault maddeselleşme sürecinin izini sürdükçe, Butler
maddeselleşebilen alanı neyin sınırladığını dert edinmektedir. Bunu Platon ve
Irigaray üzerinden ele alan Butler’ın düşüncelerine dördüncü bölümde yer
verilecektir.
“Psişe, tutarlı bir kimlikle yaşamak ve tutarlı bir özne halini almak için söylemsel talebin
hapsedici etkilerini aşan, Foucault’nun normalleştirici söylemler dediği düzenlemeye direnen şeydir.
Bu söylemlerin bedeni ruh içinde hapsettikleri, bedeni ideal çerçeve içinde canlandırıp içerdikleri ve
bu ölçüde de psişe nosyonunu dışsal olarak çerçeveleyip normalleştiren bir idealin işleyişine
indirgedikleri söylenir”.
81
Judith, Butler, Bodies That Matter: On the Discursive Limits of ‘Sex’, (New York: Routledge,
1993), 32.
82
Butler, 2014, 85.
83
age, 85.
24
Butler’ın dikkat çekmeye çalıştığı nokta toplumsal normların psişik gerçeklik olarak
yaşandığını vurgulamaktır84.
84
age, 174.
85
age, 17.
25
3. SORUMLULUK KAVRAMI VE ÖZNELLİK İLİŞKİSİ
Bu bölümde değinilecek bir diğer nokta ise, en başından beri ifade edildiği
gibi, ben ve başkanın86 tanınma/kabul görme arzusu sebebiyle birbirine bağımlılığını,
Levinas üzerinden, sorumluluk kavramı çerçevesinde Butler’ın nasıl ele aldığıdır.
86
Son zamanlarda ‘öteki- ötekilik- ötekileştirme’ gibi kavramlar sık kullanılmakta; ‘öteki’ ifadesi ben
ve başkanın dışında kalan bir üçüncüyü çağrıştırmaktadır. Ancak, Levinas’ın yüz kavrayışında, iki
kişinin yüz-yüze karşılaşması söz konusu olduğundan ‘başka’ ifadesini kullanmayı tercih edeceğim.
Bu sebeple, bazı alıntılardaki, öteki kavramının yanında parantez içinde yer alan ‘başka’ tarafımdan
eklenmiştir.
87
Jason Read, age, 85.
26
Başkaya karşı sorumluluğun ortaya çıkması, başkalığa saygı göstermek ve bu saygıyı
gösterebilmek adına kendini değiştirmeye dair çaba harcamakla ilişkilidir. Bu
yönüyle, Levinas’ın başka ve yüz mefhumuna dair fikirleri, Butler’ı meşgul eder.
Butler, bireyin başkayla olan ilişkisinde kendisini korumaya çalışsa dahi yeterince
koruyamayacağını düşünür.
Levinas, felsefenin özne ve akıl üzerine kurulu yapısına karşı etiğin unutulan
önemini hatırlatırken, felsefenin öznenin hakikatini aramaya yönelik uğraşının, başka
varlıkları başka hakikatleri göz ardı etme, başkayı yalnızca öznenin kavrayışının
dışında kalan, özneden başka olan olarak düşünüldüğünde, farklı olanı aynıya
indirgeme gayreti içine düşme tehlikesine işaret eder.
88
Butler, Kırılgan Hayat- Yasın ve Şiddetin Gücü, (İstanbul: Metis Yayıncılık, 2013), 36.
89
age, 45.
27
Hatta öyle ki, onun için ilk felsefe etiktir; çünkü başka, özneden daha önce
vardır ve ahlaki bir sorumluluk olarak öznenin oluşabilmesi için başkanın orada
bulunması gereklidir. Başkaya karşı hissedilen sorumluluk, öznenin varoluşunu
anlamlı hale getirir ve varoluşsal yükünü azaltır. Varlığın etikten önce gelmediği,
varlığın etik ile anlamlı hale geldiği bir durum söz konusudur. Bu anlamda, etik
ontolojiden de önce gelmektedir.
Yalnız, Levinas için, sadece başkanın varlığı ‘ben’in onunla etik bir ilişki
kurabilmesi için yeterli olanağı sağlamaz. Bu durum şöyle açıklanabilir: Eğer, birey
kendi kendine yetemiyorsa, kendisi zaten muhtaç durumdaysa bir başkasına da
yardımı dokunmaz. Bununla birlikte, bireyin kendi kendine yeterliliği de bu öznenin
kurulmasına tek başına imkân sağlamaz ve birey, başkanın varlığına ihtiyaç duyar.
Bu noktadan çıkartılacak sonuç, bireyin kendisine özen göstermesinin bu etik ilişkiyi
kurabilmek için temel bir şart olmasıdır. Bireyin kendisi yardıma ihtiyaç duyuyorken
başkaya yardım edemez, bunun yanı sıra başkaya da ihtiyacı vardır, çünkü başka
olmadan etik bir duygudan yoksundur.
Bu ilişki daha detaylı açıklanacak olursa: Levinas, ilk başta bireyi yalnız olarak
tarif eder. Yalnız ve egoisttir, çünkü kendi ihtiyaçlarını karşılayabilmesi ve kendi
kendine yeterliliğini sağlaması gerekir. Bu açıdan, bireyin toplumsal ilişkiler
kurması, etik bir pozisyon alabilmesinin şartı olmakla birlikte, ihtiyaçlarını
karşılayabilmesi için de gereklidir. Bu yönüyle, bireyin egoist olduğunun
düşünülmesiyle toplumsal ilişkiler kurması birbiriyle çakışmamaktadır. Devamında
ise, birey, ihtiyaçlarını doyurur ve yine kendisine döner. Toplumsallaştığı sırada
başkayla karşılaşan bu birey, kendisine dönüşü sırasında ise, egoizminin farkına
varır ve davranışları üzerine düşünmeye zorlanır. Bu sayede bireyin varoluşu anlamlı
hale gelir, çünkü etik ilişki başlamıştır. Bu ilişki sayesinde egoizmden vazgeçelir;
çünkü tabiiyetten memnun olan, başkanın müdahalesinden rahatsız olmayan bir özne
vardır. Benda Hofmeyr, Levinas için “bir taraftan kendini kendisinden korumaktan
aciz, ‘etik olarak meydan okunan’ bir özne kurar. Diğer taraftan Başka’nın
müdahalesinden sonra bu özne egoizminden soyulur ve radikal olarak edilgin bir hale
gelir” demektedir90. Burada “başka’nın sunduğu şey adalete ve iyiliğe götürecek olan
yargılamadır. Böylece Levinas’a göre varolan, Başka’nın sunabileceği bir şey,
90
Benda Hofmeyr, “Etkinlikten Edilginliğe Doğru Levinas Felsefesinde Etik Eyleyicinin İzinin
Sürülmesi”, MonoKL, s.8-9 (2010): 103.
28
kendisinde eksik olduğu için değil, ihtiyacının olmadığı bir şeyin Arzusu sayesinde
dönüştürülür ve yeniden tanımlanır91.”
“Levinas a göre benim vicdana sahip olmam için komşu herhangi bir şey yapmak ya da belirli
bir karakteristik sergilemek zorunda değildir. Sadece niyetlerimin bir nesnesi ve yansıtımlarım
için bir ekran ya da aynadan öte olarak, kendi olgusal başkalığıyla benim vicdanımı etkiler”.
91
Hofmeyr, age, 109.
92
Alphonso Lingis, “Duyarlık ve Etik Duyarlık- Levinas’ın Argümanlarının Eleştirel Bir Analizi”,
MonoKL, s.8-9 (2010):312-313.
93
age, 312-13.
94
Emmanuel Levinas, Sonsuza Tanıklık, ed. Zeynep Direk, Erdem Gökyaran (İstanbul: Metis
Yayınları, 2010), s. 140.
95
Marinos Diamantidis, “Vicdanı Düşünümselliğin Önüne Koymak: Levinas’ın İmkansız
Görevi?” MonoKL, s.8-9 (2010): 175.
29
olan özelliklerinden, yani kırılganlığından, kurtulamayacağına göre, kendisine
dışarıdan yüklenen anlamlarla karşı karşıya kalmak durumundadır. Bu yönüyle,
beden, kültürel ve tarihsel olanla bağlantılıdır. Levinas için, öznenin kaçıp
kurtulamayacağı bedeni üzerine yüklenen anlamlar, tekil kimliğinin gizlendiği ve en
nihayetinde dışlanmaya dönüşen bir duruma sebep olmaktadır. Bu dışlanma yolu ise,
aynı olanın güvenliğini sağlar.
“Levinas için başkasına yönelik özgül duyarlık bedenseldir; bir başkasına maruz kalmış ve
etkilenebilir durumdaki dış yüzeylerinden üzülen, yaraları ve kırışıklıklarından incinebilirliği ve
ölümlülüğünden acı duyan bir duyarlıktır 96”.
“Yüzle ilişki, aynı zamanda tamamıyla zayıf olanla, tümüyle sergilenmiş, çıplak ve soyunmuş
olanla ilişkidir, soyunma ve bunun sonucunda da yalnız olanla ve ölüm diye adlandırılan en
derin yalnızlığa uğrayabilecek olanla ilişkidir; dolayısıyla sonuçta Öteki’nin(Başka’nın)
Yüzünde daima Ötekinin(Başkanın) ölümü vardır ve böylece bir biçimde, cinayete kışkırtma,
sonuna dek gitmeye, [Ö]tekini( Başkanın) tümden göz ardı etmeye tümden eğilim vardır, aynı
zamanda da Yüz, işte çelişkili olan da bu, ‘Öldürmeyeceksin’dir”.
96
Lingis, age, 306.
97
Judith Butler, Giving an Account of Oneself, (New York: Fordham University Press,2005a), 87-
88.
98
Levinas, age, 242.
30
Butler, Levinas’ın bakış açısını, yani ölümden korkma ile başkayı öldürmeye
dair korku arasındaki ilişkiyi savaşa benzetir. Bu yönüyle şiddetten uzak durma
halini Levinas’ın barış dolu bir bakışla değil, şiddete maruz kalma korkusuyla
şiddete başvurma korkusu arasındaki sürekli gerilimden kaynaklandığını belirtir 99 .
Levinas, özneyi, böylesi bir travmayla ilişkisi içinde düşünmektedir. Butler, bu konu
üzerindeki düşüncelerini oluşturmaya, öncelikle seçim yapabilme yetisi olan ‘ben’in
nasıl oluştuğunu dert edinerek başlar. Levinas’ın travmatizm olarak adlandırdığı
başkayla karşı karşıya kalma anını, Butler etik çağırma (ethical interpellation) olarak
adlandırır 100 . Althusser’in polisin sesiyle karşı karşıya kalma anı ile tabiiyetin ve
sonrasında öznenin oluştuğu çağırma mefhumunu hatırlatan şekilde, burada da başka
ile karşılaşma ile ‘ben’ ‘ben’ haline gelmektedir. “Başkasının beni huzursuz etmesi
beni nasıl ben haline dönüştürür? 101 ” Karşı karşıya kalınan bu durumda, özne
eylemde bulunmaya mecbur bırakılır, başkanın verdiği sıkıntı öznenin varlığını
canlandırır102. Bu durumla ilgili olarak Butler şu soruyu sorar103: “Bu travmatizm,
Levinas için bir başkasına neden suçlama ve zulüm formunda varmaktadır?”
Kastedilen sorumluluğun yarattığı bir travmatizmdir. “Ötekinin (Başkanın) bana göre
ne olduğu beni fazla ilgilendirmez, bu onun sorunudur; benim için o, her şeyden
önce, sorumlu olduğum kişidir104.” Ancak, sadece şiddet uygulamaktan kaçınmak da
yeterli değildir. Kendini korumak adına öznenin şiddete başvurması, davranışını etik
olarak gerekçelendirebilmesini sağlamaz. Bununla birlikte, özne, başkaya uygulanan
şiddetten de sorumludur. Bu açıdan, özne edilgin ve kökensel bir travmatizme
saplanmış durumdadır. Ayrıca geçmişten gelen ama yerine getirilmeyen
sorumlulukların telafisinin imkânsızlığı bu travmayı perçinleştirir.
99
Butler, 2013, 140.
100
Butler, 2005a, 89.
101
age, 85.
102
Bu durum, Hegel’in ‘seyretme hali’nden bilinç haline geçişte insanın içinde bulunduğu durumu
akla getirir. Hegel’de kastedilen aşamada, karşı karşıya kalınan her ne kadar cansız bir nesne olsa
dahi, insanı kendisine geri döndüren, kendi üzerine düşünümünü sağlayan bir işlev görür. Bu noktada,
başkanın yüzüyla karşılaşan insan, başka tarafından tanınma/kabul görme amacı taşımaksızın,
eylemde bulunmaya zorlanır. Bu durum, Hegel’de karşımıza çıkan şekliyle başkayı olumsuzlamaya
dönüşmez.
103
age, 87.
104
Levinas, age, 243.
31
3.1.1. Başkanın Yüzü
105
Sara Ahmed, Duyguların Kültürel Politikası, (İstanbul: Sel Yayıncılık, 2015), 38.
106
age, 38.
107
Sara Ahmed, “Bu Öteki ve Başka Ötekiler”, Cogito, 58 (2009), 177.
108
Butler, 2013, 136.
32
“Girişte bir kuyruk oluşur, kişinin yalnızca ötekilerin(başkalarının) sırtını görebildiği bir
kuyruktur bu. Bir kadın sırasını beklemektedir: insan sırtının hiç bu denli manalı olabileceğini
ve ruh hallerini bu denli açık bir şekilde aktarabileceğini düşünmemişti. Girişe yaklaşanların
hareketleri birbirlerine benziyordu, boyunlarını ve sırtlarını belli bir şekilde uzatıyor, kürek
kemikleriyle omuzlarını yay gibi kaldırıyorlardı; sırtları, boyunları ve omuzları ağlıyor,
hıçkırıyor, hıçkırıyormuş gibi görünüyordu”.
109
age, 144-45.
110
Butler, 2015, 83.
33
koyduğu ile ilgili olduğunu düşünür111. Özne, olduğu ve olduğunu düşündüğü birey
arasında bir tutarlılığı gözetmeye çalışırken, başkaya zarar veren eylemine de sebep
bulur. Kendi eylemini meşrulaştırma gayreti içinde, bazı durumları uyguladığı
şiddetin gerekçesi olarak düşünebilir, herhangi bir saldırıyla karşı karşıya kaldığında
keder ve nefret duyabilir. Bu kederle başa çıkma yöntemi olarak intikam arzusuyla
hareket edip, bu arzuyu şiddete dönüştürme ihtimali bulunur. Bu durumda, öznenin
uyguladığı şiddet, Butler’ın ifadesi ile misilleme (retaliation) halini alır112. Butler,
başkaya şiddet uygulama arzusunun başka neye dönüştürülebileceği üzerine
düşünülmesini önerir. Butler’ın iddiası Levinas’ta etiğin öznenin, şiddet ve nefreti
bastırmak için, korku ve kaygıyı eyleme dönüştürmekten uzak durma mücadelesinde
yattığıdır113.
Butler’a göre, insan bedenli bir varlık olarak, başkaya maruz kalan ve bu maruz
kalma yoluyla tabi kılınan ve yine bu yolla başkanın istismar edebilmesine imkân
sunan durumunun yanı sıra, yine aynı sebeplerle adaleti ve sevgiyi bilmenin
imkânının kendisine sunulduğu bir konumdadır. Jill Stauffer şöyle demektedir115:
111
age, 83.
112
age, 101.
113
Butler, 2013, 15.
114
age, 100.
115
Stauffer, Jill. “Adalet Ne Kadar Ağırdır? Levinas ve İnsan Haklarının Olanaklılığı”. MonoKL, s.
8-9, 2010: 452.
34
“Bedenlerimiz bizi savunmasız kılar. Ve savunmasızlık bize insanın ait olduğu varlık türü
hakkında bir şeyler söyler. Bedenli bir varlığın kendisini, kendi durumundan ne kadar
soyutlayabileceğinin bir sınırı vardır. Bu durum hep kötü olmak zorunda değildir: şiddeti,
tehditi, bedensel hastalıkları seçemeyeceğimiz gibi, aşk, arkadaşlık, ilham gibi
seçemeyeceğimiz güzel durumlar da vardır. Çokluk ve yaralanabilirlik/ savunmasızlık
(vulnerablity) olmaksızın, bunların hiçbirisi olmazdı”.
116
Butler, 2013, 45.
117
age, 47.
35
çerçevesinde bazı düşünceler kabul görüp, bazıları reddedilir. Makbul görülen
fikirlerin dışına çıkmamaya çalışıldığı bir kamusal alan örgütlenmesi gizli olarak
işler. Buna çarpıcı birçok örnek verilebilir: Bunlardan biri, Asad Walzer’in
terörizmin kötülüğünü “sadece masum insanların öldürülmesinden değil, korkunun
gündelik hayata sokulmasından, özel amaçların akamete uğratılmasından, kamusal
alanların güvensizleşmesinden, bitmek bilmeyen baskıcı tedbirlerden 118
”
kaynaklandığı sözlerinin ardından, Butler’ın şu sorusudur: “Devlet destekli
savaşların da bunların hepsine yol açtığını düşünmemek için tek bir sebep var
mı119”? Bunun ötesinde, belki daha çarpıcı olan; bu yönüyle dışlanma ve suçlanma
ihtimallerini arttıran şu soru Talal Asad’ı meşgul eder: İntihar bombacılarına
tiksinme ve dehşetle yaklaşırken, devlet destekli şiddet karşısında neden benzer
duyguları hissetmiyoruz 120 ? Talal Asad’ın bu sorusu, öznenin içine nüfuz etmiş,
düşünme ve hatta duygulanma eğilimlerini ele geçirmiş hakikatin ve kamusal
söylemin ortaya çıkarttıklarını göstermektedir. Bu durumu, Butler şöyle ifade
etmektedir121:
118
Judith Butler, Savaş Tertipleri, (İstanbul: Yapı Kredi Yayınları, 2015), 141.
119
age, 141.
120
age, 45.
121
Butler, 2004, 17.
122
Duygulanımı Spinoza’nın Ethica adlı eseri üzerinden şöyle açıklayabiliriz: Ona göre, her tekil
varlığın kendi varlığını korumaya yönelik eylemlerini belirleyen, onu bu eylemlere yönelten duygular
(affectus) vardır. Sırasıyla öncesine dönmeye başladığımızda bir duyguya sebep olan bir fikre ve
onunda öncesinde o fikri oluşturan duygulanıma (affectio) varırız. Fikir, sebebinin kendimizde
36
Butler, Kırılgan Hayat adlı kitabında, bir çocuk cesedinin basına yansıdığında
savaşın dehşetinin bir parçası olarak değil de, ordunun bombalarının doğru hedeflere
yöneltme yetisinin eleştirisi olarak yansıdığını düşünmektedir. Bu eleştiriyi dinleyen
öznenin gördüğü, ordunun hatası ama çocuğun ölü bedeni değil ve ayrıca bu çocuk
bedenine karşı duygudan yoksun ise, bu bedenle ilgili duyguyu yaratan fikirden
yoksun demektir. Aynı bedeni yakınındaki bir sokak ortasında gördüğü takdirde,
hissedeceği bir acı varsa, bahsedilmesi gereken basındaki bu çocuk bedeninin,
sokakta karşılaştığı çocuk bedenine oranla daha değersiz olduğuna dair bir fikrinin
olmasıdır. Bu fikri oluşturan duygulanımın ne olduğunun izinin sürülmesi önemlidir.
Nasıl olur da bu özneye, bu çocuk bedeni dokunmadan, değmeden geçip gitmesi
gereken olumsuz bir imge olarak görünür sorusu sorulduğunda, cevap için
bakılabilecek tek yer politikanın belirlediği sınırlardır. Bu politikanın, yası tutulabilir
yaşam fikri üzerinden, ayrımcılıkla ilişkili olarak duygulanımı denetim altında
tutmasıdır. Bütün bu iktidar işleyişinin sonunda, olaylara tepkiyi biçimlendiren bir
tertip, bilinebilirin alanını tesis ederek kendisini var kılar ve bazen tepki vermeye,
bazen sessiz kalmaya özneyi ikna eden duyusal yanıtlarını oluşturur. Bu yönüyle,
sürmekte olan savaşlarda öznenin nasıl yapılandırıldığını Butler şöyle açıklar124:
“Savaş, kendi pratiklerini duyulara etki ederek sürdürür, onları dünyayı seçicilikle kavrayacak
şekilde biçimlendirir, belirli imge ve seslere tepkideki duygulanımı donuklaştırırken
başkalarına verilen duygulanımlı tepkileri sürekli biler. Savaşın duyular demokrasisini
baltalamasının nedeni budur; hissedebileceklerimizi kısıtlar, bir şiddet dışavurumu karşısında
dehşete düşüp öfkelenmemizi, bir başkasına ise haklı bir soğuklulukla yaklaşmamızı sağlar”.
37
“Öyleyse bu anlamda Cenevre Sözleşmesi kimin kendi şartları altında korunmaya layık olup
kimin olmayacağı konusunda seçici bir kriter oluşturup uygulama işine soyunmuş durumda…
Tanınabilir devletler arasında gerçekleşen savaşların tutsaklarına açıkça ayrıcalık sağlayarak
devletsizleri korumasız bırakıyor ve tanınma/kabul görmeyan devlet oluşumlarının
mensuplarını sağladığı haklardan yoksun bırakıyor126”.
“Hem insanlar hem de insan-olmayan varlıklar için varoluşsal bir durum olarak ‘kırılganlık
hali’ genel olarak hayatı neyin oluşturduğunu belirler. Butler, toplumsal ve politik koşullardan
ayrı olarak anlaşılamayacak bir ontoloji formüle eder. Bu koşullar, bedenlerin yalnızca belirli
bir şekilde hayatta kalmasını mümkün kılarak, toplumsal, politik ve yasal şartlara gömülü
olmadıkları takdirde hayatta kalamayacak olan tarihsel olarak belirli varlık biçimleri sağlar”.
zikredilen taraflara karşı her zaman ve her yerde: a) Cana veya vücut bütünlüğüne halel getiren
taaddiler, ezcümle bütün şekilleriyle katil, sakatlamalar, zalimane muameleler, işkence ve tazipler; b)
Rehineler alınması, c) şahısların vakarına taaddiler ezcümle haysiyet kırıcı ve tezlil edici muameleler,
d) Usulü dairesinde teşkil edilmiş ve medeni milletlerce elzem olarak kabul edilmiş bulunan adli
teminat haiz bir mahkemece evvel emirde hüküm ısdar edilmeden mahkumiyet kararları verilmesi ve
bunların icra ve infazı, memnudur ve memnu kalacaktır.”
(https://www.icrc.org/eng/home/languages/turkish/files/sozlesmeleri-protokolleri-conventions
protocols.pdf), s.50.
126
Butler, 2004, 96.
127
age, 22.
128
Isabell Lorey, Kırılganların Yönetimi, (İstanbul: Otonom Yayıncılık, 2016), 32.
38
kalmış olmanın ötesinde, kendisini dayatan normlar zorlayıcı bir unsur olarak içinde
şiddeti barındırır. Bu yönüyle, Butler, şiddet aracılığıyla biçimlenildiğini, normların
şiddet taşıdığını söylerken; özneyi biçimlendiren şiddetle, biçimlendikten sonra
öznenin davranışlarına eşlik eden şiddet arasında kırılma olduğunu iddia eder129.
Kanımca, bu özne, ikinci bölümde özne olmanın bir koşulu olarak tabi olma
gerekliliği gibi ister istemez belirecek bir hal değildir. Levinas’ın teorilerinde bir
başkasına sorumluluk hissetmenin koşulsuzca ortaya çıkması, Butler’ın teorilerinde
benzer şekilde oluşmamaktadır. Butler’da karşılaşılan durum, özne olmanın
koşulundan ziyade, arzulanan bir öznelliğin tarif edilmesidir. Bana kalırsa, bu
öznenin, intikam arzusundan vazgeçmesinin yollarını aramak, şiddetsizliğin
olanaklarına dair yorumlar getirmek, Butler’ın arzuladığı özneye ulaşma yönündeki
bir çabası olarak okunabilir. Öznenin bedenini ‘toplumsal bir ontoloji’ olarak kabul
etmeye başladığının göstergesi, şiddetten uzak durmak için, o öznenin verdiği
mücadelede görünür131. Çünkü şiddet uygulandığında öznenin değeri gözardı edilir;
şiddeti uygulayan ise şiddetin gerekçesini rasyonelleştirir. Bunun aksine, şiddetten
uzak durma çabası ise, öznenin yaşamının her daim başkalarının elinde olduğu, bu
yönüyle insanların birbirlerine derinden bağlı olduğunu ima eden bir kırılganlığın
kabulünü gerektirir. Bu açıdan, Butler kırılganlığın insan yaşamının müşterek bir
koşulu olarak tanınma/kabul görmesını önermektedir. Bu yolla, Butler, belirli
toplulukların eşitliksiz bir refah dağılımı ve bu topluluklara atfedilen anlamlarla
şiddete maruz bırakılmalarının idrak edilmesi gerektiğini savunur. Müşterek
kırılganlığın tanınmasının, normatif eşitliği sağlamak için güçlü bir yöntem olduğunu
ileri sürer. Ancak, ‘hepimiz kırılganız’ gibi hümanist bir söylemi kastetmek
129
Butler, 2015, 151.
130
age, 154.
131
age, 149.
39
istemediğini de belirtir132. Kırılganlığın her zaman için bir nesnesi ve koşulu vardır.
Her zaman bir şeyin karşısında kırılgan olmak, dünyaya diğer insanlara, canlılara
muhtaç olunmasından kaynaklanır, bu yönüyle de kırılganlık bir ilişki biçimidir. Bir
başkasıyla kurulan ilişkide başkasına maruz kalınması da bu maruz kalmalara karşı
koyma da kırılganlığı barındırır. Bu anlamda, kırılganlığın kendisi de belirli
tanınma/kabul görme normlarından ayrı düşünülemez. Butler, hem müşterek bir
kırılganlıktan bahsedip hem de kırılganlığın ayrımcı normlardan bağımsız olmadığı
iddiasının çelişkili göründüğünü kabul etmekle birlikte, yine de, tanınma/kabul
görme normlarının kırılganlığın idrakını temel alması gerektiğini öne sürer 133. Bir
başkasının acısına dair hissedilen keder, başkasının o öznede bıraktığı izle alakalı
olduğu kadar normların yarattığı etkiyle de ilgilidir. Bu yönüyle adalet ve duygu
ilişkisi; bir yanıyla bir başkasının iyileşmesine katkı sunabilir, bir diğer yanıyla ise
onun kırılmasını, incinmesini perçinleyebilir. Bu sebeple, adalete dair düşüncelerin
şekillenmesi için sadece duygular kullanılmamalıdır, çünkü bir şeyin adil olduğuna
dair kriterler normları kapsar. Bu normlar, bir yüzü, insanlıktan çıkarmak ya da
insandan alt bir şey olarak göstermek için kullanıldığında, bahsedilen yüzü
adaletsizliği ve şiddeti temsil eden bir hale büründürür. Bu yüzden, Butler şöyle
der134:
132
Arık Hülya, Aslan Özlem, Ellialtı Tuğçe, “Kırılganlık, Muhtaçlık ve Halk Egemenliği
Üzerine: Judith Butler ile Söyleşi”. Kültür ve Siyasette Feminist Yaklaşımlar. s. 21 (2013):60.
133
Butler, 2015, 20.
134
Butler, 2013, 152.
40
3. KİMLİK VE NORM KAVRAMLARI ÜZERİNDEN ÖZNELLİK
“Şu türden soruları dert edinmeye devam ediyorum: Anlaşılabilir bir yaşamı ne kuracak ve ne
kurmayacaktır? Normatif toplumsal cinsiyete ve cinselliğe dair kabuller ‘insani’ ve
‘yaşanabilir’ olanı nasıl önceden belirlemektedir? Diğer bir deyişle, normatif toplumsal
cinsiyet ile ilgili varsayımlar, insani olana ilişkin alanı nasıl sınırlamaktadır”?
Bu sözler, onun en başından beri ‘yaşam’ sorusunu ele aldığını gözler önüne
sermektedir. ‘Doğru yaşam nedir? Nasıl yaşanır?’ gibi soruların ötesinde ‘hayatta
kalmak’ sorunu üzerine düşünmüştür. Bu konu, ‘Hangi yaşam yaşanmaya değerdir?
Kimin yaşamı daha değerlidir?’ sorularıyla birleştirilir. Bu soruların cevabının
bulunmasında ise uyulması gereken bir ideali ortaya koyması sebebiyle, normlar
önemli bir etkiye sahiptir.
41
olan, bu norm ve kimliğin dışında kalma halidir. Özne pozisyonundan dışlanma
halini gösterebilmek için Butler, bazı düşünürleri de çalışmalarına dahil ederek,
dışlanmanın izini sürer. Ardından, dışlanan, kabul görmeyen bir öznenin,
tanınma/kabul görme normlarının içinde kalmasının ve aynı zamanda normları kendi
içine katarak dönüştürmesinin imkânını sorgular. Butler, bu imkânı, ‘hayatta
kalma’yı kırılganlık, yaralanabilirlik kavramları üzerinden insan-olanı ele almakta
görür, diğer kategorileri devre dışı bırakır ve ‘ortak’ bir kırılganlıkta ısrar edilmesi
gerektiğini vurgular. Bu kırılganlık hali üzerinden nasıl bir politik alan ortaya çıkar?
Bu bölümde, norm ve kimlikten dışlanma ve öznenin bu dışlanma haliyle başa çıkma
mücadelesi üzerinden Butler’ın fikirlerine yer verilecektir.
136
Judith Butler, Taklit ve Toplumsal Cinsiyete Karşı Durma adlı kitabında şöyle bir benzetme
yapmaktadır: “Ben kimlik kategorilerini değişmez ayak bağları sayar ve onları ortaya çıkması
kaçınılmaz dert yuvaları olarak kavrar ve öyle lanse ederim.”
137
Judith Butler, Cinsiyet Belası, (İstanbul, Metis Yayınları, 2008),65.
138
age, 65.
42
Bu durumu daha açıklanabilir kılmak için, hem dişil hem de eril genitallere
sahip olan interseksüel bireylerin başlarından geçen durumlar incelenebilinir. Bunun
için, Butler’ın hermafrodit Herculin Barbin’in yazdıkları ve yaşadıkları ile ilgili
düşüncelerine başvurabiliriz. Butler, cinsiyetin sabitlenemezliğini göstermesi
açısından Barbin’in bedeninin kadın ve erkek diye ikili bir sisteme ayrılan
kategorinin içine sığdırılamamasıyla dişil/eril dikotomisinin bir inşa olduğunu ortaya
döktüğünü söyler. Cinsiyetin cinsel arzuyu doğurduğu fikrinin bedenselliğe
indirgenmesine karşılık, bedeninde hem klitoris hem de penis taşıyan bireyler hangi
kategoriye koyulacaktır? Tıp “normal olmayan” olarak tarif ettiği bu bireyleri
hastalıkla eşitleyerek bir sapkınlık olarak kavramsallaştırır, “tedavi etme”
açıklamalarıyla, bedenleri heteroseksüelliğe ve üremeye yönelik operasyonlarla
düzenlemeye kalkışır.
Cinsiyetin eril ve dişil olarak ayrılması, Herculine'in durumunu bir hata, bir
hastalık olarak değerlendirilip toplumsal olarak kabul edilebilir cinsiyet anlayışının
dışında bırakılmasına sebep olur. Toplum, belli bir cinsel kimlikle tanımlanabilirliği
olmayan o bireyle ne yapacağını bilemez. Herculine'in doğumundan hemen sonra
belli bir cinsiyetle ve daha ileri yaşlarında farklı bir cinsiyetle tanımlanması bu
sebepledir. Böylece, kendi psişik ve anatomik koşullarıyla tanımlanmak yerine,
toplumsal olarak anlaşılabilir olanın sınırlarına dahil edilmeye çalışılmıştır. Ancak,
Herculine'in kendine özel durumunu izah etmek için halihazırda herhangi bir norm
bulunmadığından, bu birey toplumun dışında bırakılmıştır. “Benden kaçınan bu
dünyada yerim işaretlenmemişti 141 ” diye yazan Herculine, söz konusu normlar
açısından tutarsız ve muğlâk bir durum sergiler, bu nedenle bilinmeyen ve açıklaması
139
age, 51.
140
age, 51-2.
141
age, 181.
43
olmayan bir varlık haline getirilir. Butler, Herculine’in içinde bulunduğu bu duruma
dair yazdıklarından aynı anda hem tabi olmanın hem de karşı gelmenin izlerini bulur.
Herculine, yasaya boyun eğip, hukuken onaylanmış bir özne olarak erkek olur, fakat
onun söylemlerinde toplumsal cinsiyetin birinin bırakılıp diğerinin benimsendiğinin
söylendiği herhangi bir kişi mefhumunun geçerliliğine meydan okur 142 ; başkaları
tarafından ayıplanıp suçlu bulunmadığında bile, kendisini suçlu bulur. Yasa,
bedenlerin eril ve dişil olarak ayrılmasından güç bulup kendisini doğallaştırarak,
kendine itaati şart koşar. Butler, Herculine için şöyle der143:
“Yasanın ‘dışındadır’ fakat yasa bu ‘dışı’ kendi içinde barındırır. Aslında Herculine yasayı
ehil bir özne olarak değilse de cisimleştirir. Çünkü yasanın -sadakat gereği- ancak kendi
kendini yenilgiye uğratacak türden isyanlar yaratma yetisine ve tümüyle tabi kılındıkları için
yaratılışlarının yasasını yinelemekten başka çaresi olmayan türden özneler meydana getirme
becerisine örnek teşkil eder”.
“Norm dışı olmanın ne anlama geldiği de başlı başına bir paradokstur. Çünkü şayet norm,
toplumsal alanı anlaşılır kılıyor ve alanı bizler için normalleştiriyorsa, o zaman buna bağlı
olarak normun dışında olmak yine ve hala onunla bağlantılı olarak tanımlanmak anlamına
gelir. Erkeksi olmamak ya da kadınsı olmamak, yine yalnızca ve özellikle kişinin ‘erkeksi’ ve
‘kadınsı’ olanla ilişkisi üzerinden anlaşılacaktır145.”
142
age, 182.
143
age, 184.
144
Judith Butler, “Toplumsal Cinsiyet Düzenlemeleri”, Cogito, s.58 (2009):75.
145
age, 75.
44
incelenecektir. Ardından ise, Platon’un Timaeus adlı eserine, dişil olanı dışarıda
bıraktığı eleştirisini getiren Irigaray’a, Butler’ın benzer bir eleştiri ile karşılık
vermesine değinilecektir.
“Çocuk çok erken bir yaşta anne memesinden yola çıkan ve bağlanma tipinde bir nesne
seçiminin prototipi olan, annesine yönelik bir nesne yatırımı geliştirir; babasıyla da onunla
özdeşleşme yoluyla hesaplaşır. Bu iki ilişki bir süre yan yana ilerler, ta ki çocuğun anneye karşı
cinsel istekleri güçlenip, babanın da bu istekler önünde bir engel olduğunun algılanmasıyla
Oidipus kompleksi ortaya çıkıncaya kadar.”
146
Paul Ricoeur, age, 240.
147
age, 336.
148
Sigmund Freud, Haz İlkesinin Ötesinde- Ben ve İd, 4.bs.(İstanbul: Metis Yayınları, 2014), 91-2.
149
Freud, age, 91.
45
için neden ortaya çıkmadığı düşündürücüdür. Butler’ın Freud’un kuramına eleştirisi,
kuramın heteroseksüel bir bakış açısı taşıdığı yönündedir. Butler kuramla ilgili
birtakım sorular sorar150:
“…’dişil’ ya da ‘eril’ bir yatkınlığı baştan nasıl tanıyacağız? Bunu bize gösteren izler nelerdir
ve ‘dişil’ ya da ‘eril’ bir yatkınlığı heteroseksüel nesne seçiminin önkoşulu olarak ne denli
varsayarız? Bir diğer deyişle, babaya duyulan arzuyu dişil bir yatkınlığın kanıtı olarak
görmemizin sebebi, birincil biseksüellik koyutlamasına rağmen heteroseksüel bir arzu
matrisinden yola çıkmamız olmasın”?
“Ensest tabusunun, diğer işlevlerinin yanı sıra ben için bir aşk nesnesinin kaybına yol açtığını
ve benin bu kaybı atlatmak için tabu olan arzu nesnesini içselleştirdiğini fark ettiğimizde, yitik
aşkları içselleştirme sürecinin aslında toplumsal cinsiyet biçimlenmesiyle bir bağlantısı olduğu
ortaya çıkıyor154.”
“… yasaklanmış nesnenin cinsiyeti bir yasak olarak içselleştirilir. Bu yasak, münferit olarak
cinsiyetlendirilmiş kimliği ve heteroseksüel arzunun yasasını onaylar ve düzenler 155.”
“Eril ve dişilin konumları, kısmen belli başlı cinsel bağlılıkların kaybolmasını talep eden,
ayrıca bu kayıpların alenen söylenmemesini ve onlar için hüzünlenilmemesini talep eden
yasaklamalar tarafından inşa edilir. Eğer dişilliğin ve erilliğin elde edilmesi daima narin bir
150
Butler, 2008, 126.
151
Butler, age, 127.
152
Butler, 2005, 128.
153
age, 128.
154
Butler, 2008, 124.
155
age, 128.
156
Butler, 2008, 129.
46
heteroseksüelliğin icra edilmesi yoluyla ilerliyorsa, bu icraatın gücü eşcinsel 157 bağlılıkların
terk edilmesini emretme ya da belki de çok daha açık biçimde eşcinsel bağlılık ihtimalini
engelleme, eşcinsellik alanını yaşanamayan tutku ve hüzünlenilemeyen kayıp olarak
anlaşılacak biçimde dışta bırakma şeklinde anlaşılabilir. (…) Burada Freud, toplumsal
cinsiyetin heteroseksüel konumlanışa göre elde edilip istikrar kazandığı ve heteroseksüel
yönelik tehditlerin toplumsal cinsiyetin kendisine de yöneldiğibir kültürel mantığı dile
getirmektedir158.”
157
Ayşe Düzkan KAOS GL dergisinin ‘Feminizm ve Eşcinsellik’ sayısında ‘Eşcinsel Genç Adam
Komşudaki Ev Kadınıyla Ne Konuşur?’ başlıklı yazısında eşcinsel kelimesinin kullanımına dair şöyle
bir yorumda bulunmaktadır: “Homoseksüelliğin Türkçe karşılığı olarak eşcinsel diye bir kelime
bulduk. Heteroseksüelliğin karşılığı bir kelime bulma ihtiyacı bile duymadık. Çünkü normal olanı
sınıflandırmaya gerek yok!”
158
Butler, 2005b, 129.
159
Butler, 2008, 130-131.
160
Butler, 2007b, 35.
161
age, 79.
47
gördüğü halidir. Bu farklı görüntü, onun tek bir görüntüye sahip olmadığını ve bu
yüzden çeşitli rolleri benimseyip o rollere uygun kimlikler geliştirebileceğini
kavramasını sağlar. Bu bilgi, çocuk açısından coşku ile karşılanır. Bu yolla, çocuk,
gerçeklerden saparak kendisiyle ilgili düşünceler geliştirebilir. Burada tarif edilen
aşamanın, öznenin henüz imgesel düzlemde olduğu alana işaret ettiğini belirtmek
gerekir. Bu alanda, özne, benzerlikler ve farklılıklardan yola çıkarak belirli ikilikler
kurmakta ve sonucunda yanılsamaların etkisinde kalarak, gerçeği gizlemektedir.
Burada, yasa yoktur; öznenin ortaya çıkma sürecinden tam anlamıyla bahsedebilmek
bu sebeple imkânsızdır. Sonrasında ise, yasa devreye girer. Özne bu yasanın
zorunluluğu altında kendisini biçimlendirir. Yasa kavramını Claude Levi -Strauss’un
çalışmalarının etkisi altında geliştiren Lacan, onun antropolojik araştırmalarının
sonucunda öne sürdüğü bütün dünyada evrensel bir kültür yasası olarak karşımıza
ensestin çıktığı iddiasını temel alır162. Kültürlerin farklılaşan ama yine de birbiriyle
ilişkisini sürdürmeye devam eden akışı içinde çocuğa öğretilen ilk büyük yasa, ensest
yasağıdır.
162
Butler “Çekişen Evrensellikler” adlı makalesinde homoseksüelliği anlaşılır kılan ve
homoseksüelliğin çözümü olarak heteroseksüelliği emreden tabu esas alınmadan, ensest tabusunun
düşünülmesine karşı olduğunu açıkça belirtir.
163
Butler, 2008, 143.
164
Elizabeth Wright, Lacan ve Postfeminizm, (İstanbul: Everest Yayınları, 2000), 22.
48
bir dizi cinsel imkânı yasaklar ve bazı imkânlara izin verir. Bu anlamda, Butler’ın
Lacan eleştirisinin esas sebebini şu noktada arayabiliriz: Her şeyin öncesinde bir yasa
olduğu düşüncesi, özne ve öznenin failliği fikrini kesintiye uğratmaktadır. Özne
kendini yasanın önünde yetersiz ve sınırlı hissetmekte ve kurucu olan bu yasanın
sınırlarının dışına çıkamamaktadır. Butler, bu durumu Eski Ahit’in Tanrısı ile ona
karşılıksız itaat eden naçiz kulları arasındaki ilişkiye benzeterek 165 , Foucault’nun
yasa eleştirisi üzerinden değerlendirip yasanın hem izin verilen heteroseksüelliği hem
de yasaklanan ama kural çiğneyen homoseksüelliği ürettiğine işaret eder 166. Yasanın
karşısındaki özne, hiçbir durumda yasanın kendisine dayattığını kabul etmek ona
göre davranmak zorunda değildir. Aksine, yasa varoluşunu sürdürmek için kendisini
tekrarlayan öznelere ihtiyaç duyar.
“Fallus, yani görünürdeki eril özne konumunun yansıtıcısı ve kefili ‘olmak’ için kadınların
tam da erkeklerin olmadığı şey haline gelmeleri, o şey ‘olmaları’ (‘mış gibi yapmaları’
anlamında ‘olmaları’) ve tam da eksiklikleri vasıtasıyla erkeklerin temel işlevini tesis etmeleri
gerekir. Dolayısıyla Fallus ‘olmak’ her zaman, eril bir özne ‘için olmak’tır, eril özne de o
165
Butler, 2008, 120.
166
age,144.
167
Bunu açıklarken, Lacan’ın fallus terimini kullanması, feministler tarafından erkek bedeninin bir
parçasının simge olarak kullanılması sebebiyle eleştirilmiştir. Oysa ki, “fallus bu doktrindeki haliyle
bir nesne, (kısmi, içsel, iyi, kötü vs. bir nesne) hiç değildir. Simgelediği organla; penis ya da klitoris
ile ilişkisi ise çok daha azdır.” Jacques Lacan, Fallus’un Anlamı, (İstanbul: Altıkırkbeş Yaynı, 2014),
72.
168
Wright, age, 32.
169
Butler, 2008, 104.
49
‘(başkası)için varlığı’ tanınmak yoluyla kendi kimliğini yeniden olumlayıp kuvvetlendirmeye
çalışır170”.
170
age, 105.
171
Fallus ve dil merkezli anlamlara vurgu yapan bir kavram olarak kullanılmaktadır.
172
age, 107.
173
age, 148.
174
Monique Wittig psikanalize dair şöyle bir açıklamada bulunur: “Hepimizi ve özellikle biz feminist
lezbiyenleri ve eşcinsel erkekleri ezen söylemler, toplumu yani bütün toplumları kuranın
heteroseksüellik olduğunu kanıksayan söylemlerdir. Bu söylemler kendi kategorilerimizi oluşturma
ihtimallerinin hepsini yadsırlar. Onların terimlerince konuşmayacaksak konuşmamızı engellerler ve
onları sorgulayan her şey ‘ilkel’ bulunarak değersizleştirilir”. Straight Düşünce, (İstanbul:Sel
Yayıncılık, 2013), 58.
50
işleyebilir olduğu hem Freud hem de Lacan’ın çalışmalarından çıkarabileceğimiz bir
sonuçtur.
175
Platon, Timaios, (İstanbul: Say Yayınları, 2015), 62.
51
madde ile anlam ayrı olarak ele alınmaktadır. Ancak, Butler için madde ve anlam
birbirini dışlamaz.
176
“Extracts from Gender as Performance: An Interview with Judith Butler”
http://www.theory.org.uk/but-int1.htm [14.10.2016]
177
age.
178
Butler, 2008, 224.
179
Butler, 2014, 38.
52
Platon ve Irigaray’a geri dönülecek olursa: Butler, Irigaray’ın dış alanı dişil
üzerinden kurmasını yetersiz bulmaktadır. Butler’a göre, kurucu dış alana dişil
denildiği takdirde, diğer bütün dışlananlar göz ardı edilmiş olur. Dışlanan her ne ise,
tarihsel döneme göre değişebilir. Burada, Foucault’ nun hakikat anlayışına
değinerek, her hakikat rejiminin kendi dışını yarattğını belirtir 180. Hayvan olmama,
kadın olmama, köle olmama üzerinden iç alan belirlenebilir ve iktidar, ürettiği
hakikatlerle hâkim olduğu gücü pekiştirirken; kendi hegemonik etkilerini de
büyütmüş olur. Bu anlamıyla, hegemonya belirli bir hakikat söyleminden bağımsız
düşünülemez. Butler’ın hegemonya ve demokrasiye dair fikirleri herhangi bir
toplumda, herhangi bir birlikte her zaman farklılığı göz önünde bulundurmak ve
dışlayıcı tutuma karşı direnmek gerektiği düşüncesini içerir. Politika, geleceğe açık
olmalı, geleceğe dair bir bilinemezliği taşımalı, başkasına karşı sorumluluk
duygusuyla bir araya gelen insanların birbirlerinin kırılganlığını hesaba katarak
görmedikleri, bilmedikleri ve benzer olmadıkları insanlarla bir araya gelebilmesinin
önünü açmalıdır. Bir sonraki bölümde, kimlik ve norm tarafından şekillenen öznenin,
kimlik ve normun sınırlarını genişletmesine dair Butler’ın yorumlarına yer
verilecektir.
180
Butler, 1993, 53.
181
“Bedenler olarak biz başkaları ve kurumlar karşısında kırılganızdır ve bu kırılganlık bedenlerin
var kalımına aracı olan toplumsal biçimlerin bir yönünü oluşturur. Benim ya da senin kırılganlığın,
bizi eşitlik ve eşitsizliğe dair daha geniş bir siyasi sorunun bir parçası kılar çünkü kırılganlık
yansıtılabilir ve yadsınabilirdir (bunlar psikolojik kategorilerdir) ve aynı zamanda toplumsal
eşitsizlik biçimlerini üretmek ve doğallaştırmak üzere sömürülebilir ve manipüle edilebilirdir (bunlar
da toplumsal ve ekonomik kategorilerdir). Kırılganlığın eşitsiz dağılımı ile kastedilen budur”.
Kötü Bir Hayatta İyi Bir Hayat Sürmek Mümkün Müdür?
http://generoussoultidalwaveduvarblog.tumblr.com/post/148298140396/k%C3%B6t%C3%BC-bir-
hayatta-iyi-bir-hayat-s%C3%BCrmek-m%C3%BCmk%C3%BCn [ 23.12.2016]
182
Robert McRuer, “Eleştirel Yatırımlar: AIDS, Christopher Reeve ve Queer Sakatlık Çalışmaları”,
Queer Tahayyül, der. Sibel Yardımcı, Özlem Güçlü (İstanbul: Sel Yayıncılık,2013), 255.
53
sendroma yüklenen hâkim anlamlar, söz konusu kişileri edilgen nesnelere ya da üzerlerine
kendilerini salgından ‘bağışık’ hayal edenlerin fantezilerinin yazılacağı boş levhalara
indirgedi”.
183
Thomas Dumm. “Giving Away Giving Over: A conversation with Judith Butler” The
Massachusetts Review. s. 1-2 (2008): 97.
184
“Whose lives matter? An interview with Judith Butler”
http://www.dailyxtra.com/canada/news-and-ideas/news/whose-lives-matter-interview-with-judith-
butler-51930 [20.10.2016]
185
McRuer, age, 256.
186
“Judith Butler on Gender and the Trans Experience: “One should be free to determine the course of
one’s gendered life” http://transadvocate.com/gender-performance-the-transadvocate-interviews-
judith butler_n_13652.htm [06.09.2016]
54
4.2.1. Radikal Demokrasi
Evrenselin içinin boş olarak görülmesine Butler’ın itirazı vardır. İtirazını kültür
üzerinden geliştirir. Bir politik alan içinde, özneyi harekete geçiren, eylemine etki
eden durumların ne olduğunu dert edinir. Örnek olarak, Butler orduya çağrılan ve
evlilik yemini etmesinin önünde hiçbir engel bulunmayan gay vatandaşın içinde
bulunduğu durumun, kimliğinde bir parçalanmaya sebep olabileceğini, çünkü
özdeşleşme konusunda uyumsuzluk barındırdığını belirtir 188 . Bu noktada, politik
olarak mevcut kategoriler hegemonya, uyumsuzluk ve yeniden eklemlenme oyununu
peşinen sınırlarlar189. Bu sınırlama, kültürel nosyonlar aracılığıyla belirlenir. Sonuç
olarak, hiçbir evrensellik iddiası kültürel normlardan bağımsız olarak düşünülemez.
Bu yönüyle, ‘içi boş’ evrenselliği doldurmaya gelen tikeller arasında eşitsiz bir ilişki
vardır. Diğer bir yönü ise, evrensel ve tikelin birbirinden kesin ayrımlarının
olmamasıdır. “Lezbiyen ve gay insan hakları, hatta ‘kadınların insan hakları’
sözlerini duyduğumuzda, tuhaf bir evrensel ve tikel komşuluğuyla, ikisini ne
187
Ernesto Laclau, “Kimlik ve Hegemonya: Siyasi Mantıkların Oluşumunda Evrenselliğin Rolü”,
Olumsallık, Hegemonya, Evrensellik, Judith Butler, Ernesto Laclau, Slovaj Zizek, (İstanbul: Hil
Yayın, 2009), 71.
188
Judith Butler, “Çekişen Evrensellikler”, age,170.
189
age, 179.
55
sentezleyen ne de ayrı tutan bir komşulukla karşı karşıya kalırız190.” Bu açıdan, bir
söylemin tikel ya da evrensel olduğunu belirleyemedğimiz durumlarla karşılaşırız.
“Tikel bir toplumsal kesimin hegemonyası, başarısı bakımından, kendi amaçlarını topluluğun
evrensel amaçlarının gerçekleşmesi olarak sunmasına bağlıysa, açıktır ki, bu özdeşleşme
kurumsal bir egemenlik sisteminin basit uzantısı değildir; aksine bu egemenliğin yayılması,
evrensellik ve tikelliğin eklemlenmesinin başarısını gerektirir 191”.
Laclau, buna örnek olarak Avrupa’yı gösterir. Avrupa kültürünün tikel bir
kültür olmakla birlikte, kendi tikelliğini evrenselleştirerek inşa ettiğini belirtir 192 .
Ortadoğu’da Devlet ve İktidar adlı kitabında Erdem Demirtaş, kültürel analizlerin,
Batılı modern kültür biçimlerinin dinamik, yenilikçi, devrimci bir ethos’un
190
Judith Butler, “Evrenseli Yeniden Düzenlemek: Hegemonya ve Biçimciliğin Sınırları”, age,
50-51.
191
age, 62.
192
Ernesto Laclau, Evrensellik, Kimlik, Özgürleşme, 3.bs.(İstanbul: Birikim Yayınları, 2012), 78.
56
taşıyıcıları olarak resmedilirken, Doğu kültürüne donuk, geleneksel ve statükocu bir
öz atfedildiğini belirtmesi bu durumun güzel bir örneğidir 193. Bu örnekten devam
edilecek olursa, Avrupa kültürünün egemen kültür olması, tikellikler arasında bir
eşitsizlikten doğar. Bu eşitsizliğin kazanan tarafının dışında kalan, hem yanlış olarak
imlenir hem de dışarıda bırakılanın imlenmesiyle iç alan kurulmuş olur. Bu iç alanın
dışında kalanlar ise, söylemsel olarak kurulmuş hakikatlerle gerçeğin kendisine
müdahale edebilme ve söylemini evrenselleştirebilme imkânına kavuşur. Bu durum,
her zaman için iktidarla ilişkilidir. Diğer taraftan ise, bir kimliğin alanı ne kadar
genişletilirse genişletilsin, anlamlandırdığı alan bütün farklılıkları kapsayacak şekilde
olamayacağı için, anlamın sabitlenme çabasının boşuna olduğu aşikârdır. Burada
dışarıda bırakılan alan olarak ‘Doğu kültürü’ gibi bir ifade kullanılıyor olsa dahi, bu
ifadenin içinde de sınıfsal konum, cinsel kimlik, etnik özellikler gibi
genelleştirilemeyecek olgular bulunur ve bu olgular arasında da bazıları kültürün
dışında bırakılan öğeleri oluşturur. Bu açıdan, özcü bir yaklaşımın kültüre dair
meseleleri tartışırken de aşılamayan bir sorun olduğu söylenebilir.
Erdem Demirtaş, Ortadoğu’da Devlet ve İktidar, (İstanbul: Metis Yayınları, 2014), 50.
193
194
Laclau ve Mouffe, Hegemonya ve Sosyalist Strateji: Radikal Demokratik Bir Politikaya
Doğru, 3.bs (İstanbul, 2015),181.
57
“Nihai bir anlam sabitliğinin olanaksızlığı, kısmi sabitleştirmelerin var olması gerektiğini
gösterir –aksi halde, farklılıkların akışının kendisi olanaksız olurdu. Farklı olmak, anlamı
bozmak için bile bir anlamın varlığı gereklidir. Toplumsal kendisini bir toplumun anlaşılır ve
kurulu biçimlerinde sabitleştirmeyi başaramasa bile, yine de ancak bu olanaksız nesneyi kurma
yönüne bir çaba olarak var olur”.
195
Michel Foucault, Bilginin Arkeolojisi, 2.bs.(İstanbul: Ayrıntı Yayınları, 2014a), 75.
196
Yapıbozum kavramı, ikili karşıtlıkların (varlık/ hiçlik, kimlik/ farklılık, eril/ dişil) bu karşıtlıkları
oluşturan unsurların biri etrafında yoğunlaşarak bir tür hiyerarşi yarattığı düşüncesi üzerine şekillenir.
Bu hiyerarşiyi bozmaya, ikili karşıtlıklar üzerinden kurulan tüm yapıları, kurumları, normları
çökertmeye yönelik bilinçli olarak dışlanmış ve gizlenmiş olanı ortaya çıkarmak için yapıbozum
kavramı kullanılır. Burada yapılmaya çalışılan, arka plana itilenin üstün olduğu yeni bir hiyerarşi
58
insanın, onu belirleyen toplumsal normlardan fazlası olduğunu ve bu normların
yapaylığını göstermek için, bu normların belirleyiciliğini ve kısıtlayıcılığını yine bu
normların altını oyarak ortaya koymayı amaçlar. Bu durumda, kısıtlayıcı normlar
yerinden edilecek ve yeniden anlamlandırılacaktır. ‘Doğal’ ve ‘sabit’ kabul edilen
kimlikler üzerinden ayrıştırıcı yönleriyle belirleyici olan normların
değiştirilebileceğine dair düşünce, ikili karşıtlıklar etrafında şekillenen yaklaşımlara
karşı bir duruş sergiler.
yaratmak değildir. İki unsurun tek başlarına anlamsız olduğu ve birinin diğerine üstün olmadığını
göstermeye çalışan bir değerlendirme şeklidir.
197
Judith Butler, Yaşam ile Ölümün Akrabalığı- Antigone’nin İddiası, (İstanbul: Kabalcı Yayınevi,
2007a), 25.
198
age, 80.
59
ihlal etmeyeceğini söyler 199 . Kendi yasasını ortaya koyar; böylece, yasayı hem
politik hem de akrabalık normları dahilinde yerinden eder. Burada, ikinci bölümde
açıklanan Althusserci anlamda çağırma nın izleri görülür; çünkü Antigone, iktidarın
emrine maruz kaldığı anda ona karşı çıkma imkânına kavuşmuştur. Kadın olduğu
için başka olan, dışarıda bırakılan Antigone, dışarı ve içerinin keskin ayrımını
bulanıklaştırmıştır.
“Feminist özne hangi dışlamalarla kurulmuştur ve o dışlanmış alanlar nasıl geriye dönüp
feminist ‘biz’ in ‘bütünlük’ ve ‘birlik’ini rahatsız etmektedir? Dahası nasıl olur da dayanışma
amacıyla öngörülmesi gereken özne kategorisinin kendisi, yani ‘biz’, ortadan kaldırması
beklenen iç bölünmeyi üretir? Kadınlar, dışsal bir aşağılama alanı gerektiren ve bu alanı üreten
birer özne mi olmak istiyor; yoksa feminizm, kimlik kategorilerini üretip bunların istikrarını
bozan süreçler hakkında öz eleştirel tutum izleyen bir süreç mi olmalıdır”?
“Özne oluşumunu politik olarak ele almak, özneden vazgeçmekle aynı şey değildir; özneyi
yapıbozuma tabi tutmak, bu kavramı inkâr etmek ya da bir kenara atmak anlamına gelmez.
Aksine yapıbozum, özne teriminin göndermede bulunduğu her şeyle olan bağımızı askıya
almamızı ve bu terimin yetkiyi pekiştirip gizlerken gördüğü dilsel işleve dikkat etmemizi
gerektirir. Yapıbozuma tabi tutmak, inkâr etmek ya da tamamen bir kenara atmak değil,
199
Sophokles, Antigone, çev. Ari Çokona, (İstanbul: İş Bankası Kültür Yayınları, 2014),36.
200
Judith Butler, “Olumsal Temeller”, Çatışan Feminizmler, Seyla Benhabib, Judith Butler, Drucilla
Cornell, Nancy Fraser, ( İstanbul: Metis Yayınları, 2008), 60-61.
201
age, 60-61.
60
sorgulamak ve belki de en önemlisi, özne gibi bir terimi şimdiye dek verilmemiş bir kullanım
alanına açmaktır”.
Butler’a göre, yasa önünde temsil edilmeyi bekleyen ontolojik bir bütünlüğe
sahip bir özne aslında yoktur 202 . Öznelerin iktidarla ilişkisi üzerinden üretiliyor
olması, Butler’ın feminizmin öznesi olarak düşünülen kadının da iktidarın kendisi
tarafından söylemsel olarak kurulduğunu düşünmesine sebep olur 203 . Bu açıdan
temsil sorunundan öte, Butler, kadınlar kategorisini üreten iktidar yapılarının nasıl
işlediğini kavramanın, önemli olduğunu düşünür204.
202
Butler, 2008,45.
203
age, 44-45.
204
age, 45.
205
Saul Newman, “Occupy ve Özerk Siyasi Yaşam”, Radikal Demokrasi, der.Alexandros
Kioupkiolis, Giorgos Katsambekis (İstanbul: Koç Üniversitesi Yayınları,2016),145.
61
yaşanabilir hayatı belirleyen normların alanını haklarından mahrum edilmiş
topluluklara genişletmektir206”.
206
Judith Butler, Undoing Gender, (New York: Routledge, 2004), 225.
Sibel Yardımcı, Özlem Güçlü, “Giriş: Queer Tahayyül”, Queer Tahayyül, der. Sibel Yardımcı,
207
62
demokratikleşme açısından değil, ayrıca kavramın tarihselliğini doğrulamak ve
yeniden anlamlandırmak için de gereklidir208.
Ontolojik olduğu iddia edilen kodların nasıl belirlendiği ise, Hegel ve Foucault
üzerinden açıklanabilir. Öncelikle, Butler Arzunun Özneleri adlı kitabında Hegel ile
ilgili yorumlarında şunu belirtmektedir 211 : Dünyanın onu anlamlandıracak bilince
ihtiyacı yoktur, ona kölece bağımlı olan insandır ve dünyanın hakikatını ortaya
çıkarmaya yeterince nitelikli değildir. Ancak burada bir paradoks ortaya çıkmaktadır,
çünkü dünya bilincin sınırlarıyla çizilmiştir. Bu yönüyle hakikatin belirlenmesinde
önemli bir rol oynayan insandır. Bu noktadan Butler’ın Foucault’ya dair fikirleriyle
bağ kurulacak olursa, Butler Foucault’nun hakikat olarak üretilen söylemlerin
ontolojik etkiler yaratmasının nasıl gerçekleştiğini anlamamızı sağladığını
düşünmektedir212. Örneğin, toplumsal cinsiyet üretilen hakikatlerin etkisiyle bedenin
özü olarak kabul edilebilmektedir. Bu yönüyle, ontolojik iddialar aracılığıyla
söylemlerin işlediğini belirten Butler, bu söylemlerin yeniden anlamlandırılmasının
(resignify) önemli olduğunu vurgular. Bunu daha açık ifade edecek olursak:
Tanınabilir olmanın bireyin davranışlarınında toplumsal koşullara uygun bir tekrarını
gerektirdiği açıktır. Bu durumda, birey çeşitli performansları sergilemeye mecbur
kalmaktadır. Ancak, bu tekrarın, sergilenen performansın tekil bir edim olmadığına,
208
Butler, 2014, 324.
209
Annamarie Jagose, age, 113.
210
Meijer Costera Irene, Prins Baukje. “How bodies come to matter: An interview with Judith
Butler”. Signs: Journal of Women in Culture and Society. s. 23. (1998): 277.
211
Butler, 1987, 25.
212
Meijer Costera Irene, Prins Baukje, age, 278-279.
63
aksine ritüelleştirildiğine dikkat etmek gerekir. Örneğin, vaftiz ritüellerinde, sünnet
düğünlerinde, açılış merasimlerinde performatif edimlerin gerçekleştirildiği görülür;
bu anlamda tekrarlanan edimlerin ritüelliğine atıfta bulunulur. Ancak, birey sadece
ritüelleşmiş edimdeki icracıya/ faile indirgenemez. Bireylerin tanınma/kabul görme
isteği, kendisine dair farklılıkları da kapsayan edimleriyle gerçekleşebilecektir. Yani,
bireyin hem normların içinde kalması hem de normları kendisini içine katarak
dönüştürmesini gerekli gördüğü bir gerilimin arasında olduğu söylenebilir. Bu
gerilimi queer üzerinden Warner şu şekilde ifade etmektedir213:
213
Michael Warner, “Queer Gezegen Korkusu: Queer Politika ve Toplumsal Teori’ye Giriş”, Queer
Tahayyül, der. Sibel Yardımcı, Özlem Güçlü.
214
Judith Halberstam’ın “The Queer Art of Failure” adlı kitabı Türkçeye “Çuvallamanın Queer
Sanatı” olarak çevrilmiştir.
215
Judith Halberstam, Çuvallamanın Queer Sanatı, çev. İpek Tabur, (İstanbul: Sel Yayıncılık,
2013),128.
216
Beatriz Preciado, Queer Çokluklar: “Anormal’lerin Politikası İçin Notlar”, Queer Tahayyül, 330.
64
özneleşme sürecinin aynı anda işleyen hali yeniden görülmektedir. “Queer terimi
baskı ve muhalefetin, tutarlık ve değişkenliğin statüsünü performatiflik dahilinde
sorgulayan bir çağırma olarak ortaya çıkar 217 ”. Performatif, tekrarlar sayesinde
öznelliğin ortaya çıkmasının imkânının oluştuğu şeydir. Daha açıklayıcı olması
açısından; cinselliğin inkârı ya da kısıtlanması, arzunun eksikliği, bazı tür arzuların
kabul edilemez oluşu gibi kısıtlamalar performatifliğin koşulu olarak düşünülmelidir,
çünkü “kısıtlama performatifliği harekete geçiren ve sürdüren şeydir 218
”.
Althusser’in çağırma mefhumunda yasayla karşı karşıya kalmanın, özneye yasayı
yerinden edebilme imkanını sağlamasına benzer şekilde, performatiflik öznenin karşı
çıktığına bulaşma halini gösterir; bu bulaşma sayesinde, iktidarı tersyüz etmenin
imkanını yaratır.
Özne, normları tekrarlar, çünkü ancak normların tekrarı ile normların daha
farklı tekrarının gerçekleşebilmesinin imkânı oluşur. Bu açıdan, performatiflik,
varolanı göstermekten öte, varolanı üretir. Bu yönüyle, Butler performans-
performatif ayrımını şöyle ifade eder219;
“Performatiflik icra edenin öncesinde duran, onu sınırlayan ve aşan normların tekrarından
oluşur ve bu bağlamda icracının ‘irade’sinin ya da ‘seçim’inin bir ürünü olarak düşünülemez;
dahası, icra edilen bulanık, bilinçaltında ve icra edilemez olarak kalan şeyi reddetmese bile
saklar. Performatifliğin performansa indirgenmesi hata olur”.
“Performatifliğin zamansal boyutu çok önemlidir. Bir bakıma, performatif geleceğe yöneliktir;
‘henüz olmayan’ın inşası ve maddileşmesi üzerinde etkilidir. Öte yandan, geçmişin
tortulaşmasına dayanır; zaten söylenmiş olanı yineler, gücü ve otoritesi, önceden var edilmiş
olanı nasıl hatırlattığına bağlıdır”.
217
age, 318.
218
Butler, 2014, 139.
219
age, 330.
220
Ahmed, Sara, Duyguların Kültürel Politikası, (İstanbul: Sel Yayıncılık, 2015), 120-121.
221
Butler, 2014, 183.
65
gösterilerine bel bağladığı anlamını taşımaz. Hatta drag’ın toplumsal cinsiyete dair
kabulleri yıkabileceğini düşünmediğini açıkça belirtir222:
“Toplum içinde yüksek sesle söylemek, görünür olmak, açılmak, ortaya çıkmak; yani kamusal
alanı dönüştürmenin kendisi, radikal demokratik politikanın önemli bir parçasıdır. Ve bu aynı
zamanda özel olanla kamusal olan arasındaki ayrımı da dönüştürmektir. Özel alanda
istediğimiz gibi yaşayabilmek önemlidir, ancak bu yeterli değildir. Toplumsal normlarda
radikal bir dönüşüm olmadan özel alanda da bir korunmadan söz edemeyiz. Ve bu normlar
222
Butler, 2014, 325-326.
223
Butler bu iddiasını “Paris is Burning” filmi üzerinden örneklendirerek, Bela Bedenler adlı
kitabında “Toplumsal Cinsiyet Yanıyor: Sahiplenme ve Yıkma Sorunları” adlı makalesinde
açıklamaktadır.
224
Queer-Yoldaşlığı ve Savaş Karşıtı Siyaset
http://bianet.org/biamag/insan-haklari/125328-queer-yoldasligi-ve-savas-karsiti-siyaset [19/12/2015]
66
bedenin zaman ve mekandaki kabul edilebilirliğini belirleyen normlarla istisnasız olarak
bağlantılıdır.”
“‘Queer’, müşterek bir mücadele sahası, bir dizi tarihsel düşüncenin ve gelecek tahayyülünün
başlangıç noktası olacaksa, şimdiki zamanda asla tamamıyla sahip olunamayan, ama her zaman
için yeniden tertiplenebilen, bükülebilen, çarpıtılabilen, bir önceki kullanımından, acil ve
genişleyen siyasal amaçlar doğrultusunda, queer’leştirilebilen olarak kalmak zorundadır” 226.
“ırk, etnisite, post kolonyal uluslar ile kimlik meselelerini içeren, kimlikleri parçalayan
söylemlerin yöntemleri bir anlamda iç içe geçmiştir. Kendilerine dönük tanımlamaları ‘queer’i
de içeren beyaz olmayan entelektüeller ve sanatçılar… parçalanmış dil, ten rengi, göç ve devlet
karışıklıklarına yeni bir değer vermek için ‘queer’in kaldıracından yararlanmaktadır.”
225
Butler, 2007a, 102.
226
Butler, 2014, 321.
227
Eve Kosofsky Sedgwick, “Tendencies”, s.9’dan aktaran; Annamarie Jagose, age, 121.
228
Queer-Yoldaşlığı ve Savaş Karşıtı Siyaset
http://bianet.org/biamag/insan-haklari/125328-queer-yoldasligi-ve-savas-karsiti-siyaset [19/12/2015]
67
“Bir kimsenin hayatı bir anlamda daima diğerlerinin ellerindedir; kendi elimi uzattığımda dahi
tutulmuş, desteklenmiş bir şey gibidir. Başlangıçtan beri hep birbirimizin üzerindeyiz. Bu da
tanıdıklarımızla beraber tanınmadıklarımızın da etkisine açık olduğumuz anlamına gelir.
Bunlar aşktan veya hatta ilgiden kaynaklanan zorunlu ilişkiler değildir, tam tersine birçoğunu
tanınmadığımız ve adlarını bile bilmediğimiz ve ‘biz’im kim olduğumuzla ilgili anlayışımızla
benzerlik göstermeyen ötekilere(başkalarına) karşı sorumluluklarımız olduğu anlamına gelir.
Aslında bu, etik kavramının artık ‘biz’in tam olarak kim olduğunu veya kime karşı
sorumluluklarımız olduğunu bilmememizi gerektirdiği şey olabilir. ‘Biz’in ‘ötekiler’e
(başkalarına) karşı sorumlulukları olduğunu söyleyebilir ve sanki ‘biz’in ‘biz’ derken kim
olduğumuzu biliyormuşuz gibi davranabiliriz. Ancak, eğer tehlikede olan başka bir sosyallik
kavramı ve evrensel sorumluluklar için bir gelecek var ise, ‘biz’ kendini tanınmadığı,
tanıyamadığı yerde kendi sınırlarına karşı çıkmalıdır, işte o zaman, burada queer bir durum
olur. Ya da ben böyle umuyorum. Benim ‘queer’le kendi ilişkim farklılıklar arasında birliktelik
politikasını onaylamak anlamına gelir”.
68
5. SONUÇ
Bunların birbirinden ayırt edilmesinin zor olmasına benzer şekilde; iktidar ile
özne arasında açıklanan ilişkide de hangisi birbirinin nedeni ya da sonucudur gibi bir
soru karşılıksız kalır. İktidar ile özne arasındaki ilişkide, iktidara yön veren ve
iktidarın uygulayıcısı bir özneden bahsedilebilineceği de anlaşılır. Bu yönüyle,
Butler’ın anlayışında söylemler ve pratiklerle özneyi şekillendiren, öznenin içine
nüfuz eden bir iktidarın yanı sıra bu yapıların özne tarafından benimsenmesi,
uygulanması, değiştirilmesi gibi imkânlara sahip olan bir özne vardır. Bu yönüyle,
özne ve iktidar döngüsel bir ilişki içindedir.
69
görmenin etkisinin olduğunu düşünür. Bu noktada, tanınma/kabul görmesını
sağlayan normlara uygun yaşamayan bir birey yaşamını ve ontolojik koşullarını
sorgulamaya başlar. Burada, birey aslında ontolojik olarak ele alınamayacak bir
durumu kendi varlığının değişmez, sabit bir özü olarak kabul etmekte; böylece kendi
varlığını istikrarlı bir yapıya kavuşturmaya çalışmaktadır. Bu noktada, Hegel’in
tanınma/kabul görme anlayışını Foucault’nun hakikatin oluşturulmasına dair fikirleri
ile birlikte ele alan Butler, öz ya da hakikat gibi kavramları söylemi daha etkili
kılmak adına inşa edilmiş kategoriler olarak değerlendirir. Hakikat, doğru, gerçek
diyerek kavradığımız ve ontolojik bir anlam yüklediğimiz bilgiler dünyayı nasıl
tasavvur ettiğimizi, yaşamla ve kendi kendimizle nasıl ilişkiler kurduğumuzu, en
nihayetinde bizi şekillendiren normlarla kendi varoluşumuzu nasıl
anlamlandırdığımızı belirleyen bir etkiye sahip olur.
70
önerir ve farklılıkların bir aradalığı için kimliğin tuzağına düşmeye direnen bir
öznelliğin imkânını arar.
229
Böylece demokrasi, etik, eşitlik, özgürlük gibi kavramların hepsi içinden çıkılması zor bir alana
kapatılmış olur. Çünkü, kabul görmeyi/ tanınma/kabul görmeyı isteyen ve bu sebeple birtakım
normlara uygun olma amacı güden sadece özne değildir; toplumda egemen durumda olan söylemin/
hegemonya sahibinin anlaşılır olma arzusu vardır. O yüzdendir ki, savaşlar söz konusu olduğunda
“insancıl savaşlar”a, “insan sermayesi”ne, “insancıl müdahale”ye dair söylemlere başvurulduğunu
görürüz.
230
Butler, 2004,3.
71
karşı çıkan bir savaş eleştirmenidir231. Her ne kadar bu eleştirme hali, şiddete maruz
kalma riskini beraberinde getiriyor olsa da ‘yaşanamaz’ ve ‘tanınma/kabul görmez’
olan yaşamların ‘yaşanabilir’ ve ‘tanınabilir’ hale gelmesini mümkün kılacak şeydir.
Adam Philips, Butler üzerine yazdığı bir yazıda, bu durumu bir adım daha
ileriye taşıyarak, Butler’ın bizi kendilik versiyonlarımızı çoğaltmaya davet ettiğini
iddia eder 232 . Bana kalırsa Philips’in bu iddiası çok yerinde olmakla birlikte,
Butler’ın politikaya dair fikirleriyle de örtüşmektedir. ‘Yaşanamaz’ ve
‘tanınma/kabul görmez’ olanın ayrımcı bir ilişkiyi kuruyor ve haksızlığın kaynağı
haline geliyor olmasının yanı sıra ‘yaşanamaz’ olanın öznelliği kuran ve melankoliye
sebep olan etkisinin üstesinden gelmek için kendimize yüklediğimiz anlamın sınırları
da genişletilmelidir. Politika anlamında kimliğin sabitlenemezliğine benzer şekilde
ne olduğumuza ve ne yapabileceğimize dair sabit öngörülerde bulunmamak ve
kendimizdeki değişime açık olmak sadece çokluklar üzerinden değil, öznellik
üzerinden de kurulması arzulanan bir ilişki halidir.
231
“Antigone’s Claim. A Conversation with Judith Butler”
https://www.academia.edu/217727/Antigone_s_claim._A_conversation_with_Judith_Butler
[25.11.2016]
232
Butler, 2005b, 148.
72
dışlanmış bir hayat yaşıyor olsaydı nasıl olurdu? Daha geniş anlamda, “…adil
yargılanmaya erişimleri olmaksızın hapiste yatanlar; savaş bölgelerinde ve işgal
altında, güvenlik veya çıkış imkânı olmaksızın şiddete ve yıkıma maruz halde
yaşayanlar; zorunlu göçe tabi tutularak sınır bölgelerde, sınırların açılmasını,
yiyeceklerin ulaşmasını ve yasallaştırılmış bir hayat yaşamayı bekleyerek
yaşayanlar 233 ” içinde bulundukları durumdan nasıl kurtulacaklardır? Bir savaş
eleştirmeni olarak Antigone, bu pozisyondaki insanların içinden ya da arasından nasıl
çıkacaktır? Bu soruya Butler’ın düşüncelerinden yola çıkarak şu şekilde cevap
vermenin uygun olduğunu düşünüyorum: Kırılganlığın görünürlülüğü ayrımcı
normlardan bağımsız değildir, bu sebeple kendi yaşamına dair bir inkârı ortaya
dökmek, kırılganlığın dağılımına göre farklı sonuçlara yol açabilir. Ancak, bu farklı
sonuçlar her daim öngörülemez. Direniş imkânının ortaya çıkması, tam olarak tabi
olma ile ilişkili olduğundan dolayı, varoluşsal kırılganlığı normlar sebebiyle daha can
yakıcı şekilde yaşayanlar bu kırılganlığı farklı haller üzerinden dönüştürebilirler. Bu
yönüyle, başkanın karşısındaki kırılganlık, yaşanabilir hayatın koşullarını yaratmak
için bir zemindir. Başkaları olmaksızın, yaşanabilir hayattan öte hayatın kendisi dahi
düşünülemez olduğundan; bu hayatın içinde başkalarıyla kurduğum ilişkide ‘ben’i
yitirmemem esas olandır. Bununla birlikte, öznellik ‘ben’i yitirmemenin yanı sıra,
kendindeki değişimin kabul görmesini ister; çünkü Butler’ın baktığı yerden, öznelliği
ortaya koyabilmenin koşulu, var olma talebinin tanınmasıdır. Tanınma/kabul görme
için direniş, korkusuzca bağırmak ve karşı çıkmak üzerinden gerçekleşebileceği gibi
sessiz kalarak da oluşabilir. Kamusal söylemde sessiz kalması beklenenlerin sadece o
an orada toplanmış bir halde bulunmaları bile kimin konuşabildiğini belirleyen
sınırları kırmaya yetebilir. Göç etmek zorunda bırakılanlar, biraraya toplandıklarında
‘halk dendiğinde akla gelen ya da gelmesi gereken resimler arasında kayda
geçerler234.” Çoğulluklar arasında bedenlere ait olan temel hakları vurgularlar, aynı
zamanda halk denildiğinde anlaşılan yapının değişmesinde rol oynarlar. Bu yanıyla,
eylem, performatif bir hal aldığı ölçüde, gerçekleştirmeyi istediği hedefe yaklaşabilir.
Performatif eylem, normların tekrarını içerir; ancak normların yeniden
yorumlanması, değiştirilmesi, dönüştürülmesi, anlamının bozulması üzerinden
233
Kötü Bir Hayatta İyi Bir Hayat Sürmek Mümkün Müdür?
http://generoussoultidalwaveduvarblog.tumblr.com/post/148298140396/k%C3%B6t%C3%BC-bir-
hayatta-iyi-bir-hayat-s%C3%BCrmek-m%C3%BCmk%C3%BCn [ 23.12.2016]
234
“Trump Fşist Bir Hadisedir” http://medyascope.tv/2016/12/22/judith-butler-trump-fasist-bir-
hadisedir/ [24.12.2016]
73
farklılığı ortaya koyar. Ancak bu durum yeni bir politik alan için yeni bir kimlik
yaratmak anlamına gelmemektedir. Sınırları çizilmiş her kimlik kategorisinin bir
dışlama edimiyle üretildiğini düşünen Butler, dışlanma ve şiddete karşı kimliksiz bir
birlikteliği savunur. Kimliksiz birliktelikten, Butler’ın temsil politikalarını reddettiği
sonucunu çıkarmak yerine şunu düşünebiliriz: “Yapmamız gereken şey çağdaş
hukuki yapıların doğurduğu, doğallaştırdığı ve hareketsizleştirdiği kimlik
kategorilerinin bir eleştirisini bu kurulu çerçeve içinde geliştirmektir235”. Butler’ın
arzusu hiç kimsenin herhangi bir kimlik sebebiyle şiddete maruz kalmadığı, kamusal
alandan silinme korkusuyla yaşamadığı bir dünyanın mümkün olabilmesidir. Bunun
bir yöntemi olarak radikal demokratik bir dönüşümden bahseden Butler, haklarından
mahrum bırakılmış toplulukların yaşanabilir bir yaşam ve yası tutulabilir bir ölüm
yaşamasının imkanına dair, normların alanının genişletilmesini önerir. Örneğin,
feminizmin kadınlık kategorisine sıkıştırılması ile feminizmin sınırlayıcı bir politika
üretmesi, aynı zamanda, feminist politikaların demokratikleşmesine de katkı sunar.
Kadınlık kategorisinin sabitlenmesine karşı müdahale örneklerine rastlanır. Geçmiş
dönemlerde Türkiye’de “kadınlığın sonradan kazanılamayacağı” gibi bir söylem
üzerinden feminist bazı kadınlar transların feminist çalışmalara dahil olmasına karşı
çıkabilmekteydi. Ancak, bu düşüncedeki feministler ile translar arasındaki sıkıntılar,
radikal demokrasinin ileri sürdüğüne benzer şekilde, karşılıklı ilişkilerde düşünceleri
ve eylemleri değiştiren ve öne sürülen politikaların güçlenmesine imkân sağlayan bir
işlev görmüştür. Bu anlamda, radikal demokrasi fikri, insan değerlerinin ırksal,
dinsel ve tarihsel olarak sınırlanabilinir kavranmasının karşısında bunun
sınırlanamazlığını kabul eden ve somut, kapsayıcı bir kavrayışın yolunu arayan bir
yöntem olarak belirir.
Benzer şekilde, queer, sabit bir özden yola çıkan evrensel bir öznenin ve
değişmez bir kimliğin imkânsızlığını ortaya dökmeyi amaçlar. Buna örnek olarak ise,
Selin Berghan’ın çalışmasından yaralanabiliriz. Berghan, 1990’larda trans
aktivizminin cinsel yönelimi esas alarak kurulan cinsiyet kimliği politikalarını
eleştirerek ortaya çıktığını ve bir öz varsaymadan, kendi cinsel, entelektüel ve
kültürel pozisyonunu marjinal bulan herkesi queer politika etrafında birleştirdiğini
ifade eder236.
235
Butler, 2008, 48.
236
Selin Berghan, “Transfeminizm”, Cogito,65-66 (2011),145.
74
Bu yönüyle, radikal demokrasi ve queer politika, normların sürekli saptırılması
ve kimliğin baskıcı taraflarının açığa çıkarılmasını amaç edinir. Bu açıdan,
hegemonya ve temsil politikası olan radikal demokrasi ile kimlik politikası olmayan
hatta bunun alternatifi olan queer politikayı bir arada düşünebilme imkânı doğar. Biri
için verdiğimiz örnekte, bir diğerinin de izi görülür. Bu yönüyle, Butler’ın homojen
bir biçim veren, dışlayan ve sınırlayan kimlik ve normun tersyüz edilebilme imkânını
performatif eylemle ilişkisi üzerinden radikal demokrasi ve queer politikada
gördüğünü belirtebiliriz.
75
KAYNAKÇA
Ahmed, Sara, Duyguların Kültürel Politikası. çev. Sultan Komut. İstanbul: Sel
Yayıncılık, 2015.
______. Gender Trouble: Feminism and the Subversion of Identity. New York:
Routledge, 2006.
______. Yaşam ile Ölümün Akrabalığı- Antigone’nin İddiası. çev. Ahmet Ergenç.
İstanbul: Kabalcı Yayınevi, 2007a.
______. Cinsiyet Belası. çev. Başak Ertür. İstanbul: Metis Yayınları, 2008.
______. Kırılgan Hayat- Yasın ve Şiddetin Gücü.çev. Başak Ertür. İstanbul: Metis
Yayınları, 2013.
76
______. Bela Bedenler. çev. Cüneyt Çakırlar, Zeynep Talay. İstanbul: Pinhan
Yayıncılık, 2014.
______. Savaş Tertipleri. çev. Şeyda Öztürk. İstanbul: Yapı Kredi Yayınları, 2015.
______. “Kötü Bir Hayatta İyi Bir Hayat Sürmek Mümkün Müdür?”
http://generoussoultidalwaveduvarblog.tumblr.com/post/148298140396/k
%C3%B6t%C3%BC-bir-hayatta-iyi-bir-hayat-s%C3%BCrmek-m%C3%
BCmk %C3%BCn [23.12.2016]
Cenevre Sözleşmesi.
https://www.icrc.org/eng/home/languages/turkish/filessozlesmeleri-
protokolleri-conventions-protocols.pdf
Cristan Williams. “Judith Butler on Gender and the Trans Experience: “One should
be free to determine the course of one’s gendered life”
http://transadvocate.com/gender-performance-the-transadvocate-interviews-
judith-butler_n_13652.htm [06.09.2016]
Foucault, Michel, Cinselliğin Tarihi. çev. Hülya Uğur Tanrıöver. İstanbul: Ayrıntı
Yayınları, 2012.
______. Güvenlik, Toprak, Nüfus. çev. Ferhat Taylan. İstanbul: İstanbul Bilgi
Üniversitesi Yayınları, 2013.
77
______.Bilginin Arkeolojisi. çev. Veli Urban. İstanbul: Ayrıntı Yayınları,
2014a.
______. Özne ve İktidar. çev. Işık Ergüden, Osman Akınbay. İstanbul: Ayrıntı
Yayınları, 2014b.
______. Hapishanenin Doğuşu. çev. Mehmet Ali Kılıçbay. Ankara: İmge Kitabevi
Yayınları, 2015.
______. Haz İlkesinin Ötesinde- Ben ve İd. çev. Ali Babaoğlu. İstanbul:
Metis Yayınları, 2014.
______. Yas ve Melankoli. çev. Aslı Emirsoy. İstanbul: Telos Yayıncılık, 2015.
Halberstam, Judith. Çuvallamanın Queer Sanatı. çev. İpek Tabur. İstanbul: Sel
Yayıncılık, 2013.
Georg Wilhelm Friedrich Hegel. Hukuk Felsefesinin Ana Hatları. çev. Cenap
Karakaya. İstanbul: Sosyal Yayınlar, 1991.
______. Tinin Görüngübilimi. Çev. Aziz Yardımlı. İstanbul: İdea Yayınları, 2015.
Meijer Costera Irene, Prins Baukje. “How bodies come to matter: An interview with
Judith Butler”. Signs: Journal of Women in Culture and Society. s. 23
(1998): 275-286.
Jagose, Annamarie, Queer Teori. çev. Ali Toprak. Ankara: NotaBene Yayınları,
2015.
Lacan, Jacques, Fallus’un Anlamı. çev. Saffet Murat Tura. İstanbul: Altıkırkbeş
Yayın, 2015.
78
Lorey, Isabell. Kırılganların Yönetimi. çev. Nurhayat Köklü. İstanbul: Otonom
Yayıncılık, 2016.
Nietzsche, Friedrich, Ahlakın Soykütüğü Üstüne. çev. Ahmet İnam. İstanbul: Say
Yayınları, 2013.
Read, Jason, “‘Arzu İnsanın Özüdür’ Bireylik Ötesinin Filozofları Olarak Spinoza
ve Hegel”. Marx’tan Spinoza’ya Spinoza’dan Marx’a Güncel
Müdahaleler. Ed. Eylem Canaslan, Cemal Bali Akal. Ankara: Dost
Kitabevi, 2013: 84-104.
Ricoeur, Paul. Freud ve Felsefe. çev. Necmiye Alpay. İstanbul: Metis Yayınları,
2007.
Sophokles, Antigone. çev. Ari Çokona. İstanbul: İş Bankası Kültür Yayınları, 2014.
Thomas Dumm. “Giving Away Giving Over: A conversation with Judith Butler”
The Massachusetts Review. s. 1-2 (2008): 95-105.
Yardımcı, Sibel, Güçlü, Özlem. “Giriş: Queer Tahayyül” Queer Tahayyül. ed. Sibel
Yardımcı, Özlem Güçlü. İstanbul: Sel Yayıncılık, 2013.
79
Giriş”. Queer Tahayyül. ed. Sibel Yardımcı, Özlem Güçlü. İstanbul: Sel
Yayıncılık, 2013.
Wittig, Monique. Straight Düşünce. çev. Leman Sevda Dericioğlu, Pınar Büyüktaş.
İstanbul: Sel Yayıncılık, 2012.
80
ÖZ GEÇMİŞ
Damla Uçak 1988 Rize doğumludur. Lise öğrenimini 2006 yılında Rize
Anadolu Lisesi'nde tamamlamıştır. 2007-2012 yılları arasında Anadolu Üniversitesi
İktisat Bölümü'nde lisans eğitimini bitirmiştir. 2013 yılından beri Yıldız Teknik
Üniversitesi Felsefe Bölümü'nde yüksek lisans öğrencisidir.
81