You are on page 1of 274

ÇOCUK KALBİ

EDMONDO DE AMICIS

SİS YAYINCILIK
SİS YAYINCILIK - 14

ÇOCUK KALBİ
EDMONDO DE AMICIS

Yayıncı ve Genel Yayın Yönetmeni: Zana HOCAOĞLU


Yayın Koordinatörü: Mehmet DEMİRKAYA
Çeviren: Serek ÇELİK
Tasarım: Özgür YURTTAŞ

Baskı: Barış Matbaası


Davutpaşa Cad. Güven San. Sit. C Blok No: 291
Topkapı – İSTANBUL
Tel: (0212) 674 85 28 – Faks: (0212) 674 85 29

ISBN 978-975-6938-14-5

5. Baskı: Ocak 2011


6. Baskı: Ekim 2011
7. Baskı: Mart 2012

SİS YAYINCILIK
Merkez: Giyimkent Sitesi D 6 Blok / 59
No: 77-78 Esenler / İstanbul
Tel: (212) 659 58 61 -62
Fax: (212) 659 02 51

www.sisyayincilik.com
e-mail: info@sisyayincilik.com
ÇOCUK KALBİ

EDMONDO DE AMICIS

SİS YAYINCILIK
EKİM

OKULUN İLK GÜNÜ

17 Pazartesi

Bugün okulun ilk günü. Yazlıktaki üç aylık tatil bir rüya gibi geçti!
İlkokulun üçüncü sınıfına yazdırmak için, annem beni bu sabah Baretti
Okulu’na götürdü. Aklım yazlıktaydı ve istemeyerek gidiyordum. Bütün
sokaklar çocuklarla kaynıyordu. İki kitapçı dükkanı; çanta, kağıt ve defter
satın alan anne ve babalarla tıklım tıklımdı. Okulun önünde o kadar çok insan
birikmişti ki okul hademesiyle, belediye görevlisi girişi serbest bırakmak için
paralanıyorlardı. Giriş kapısında biri omzuma dokundu. İkinci sınıf
öğretmenimdi. Kızıl saçları darmadağınıkdı. Her zamanki neşesiyle bana:
– “Demek artık birbirimizden temelli olarak ayrıldık” dedi.
Bunu ben de pekala biliyordum ama, gene de bu sözler bana çok acı geldi.
Güçlükle içeri girebildik. Hanımlar, beyler, işçiler, subaylar, büyükanneler,
dadılar, bir ellerinde çocukları, diğerinde de kayıt kağıtları, holü ve
merdivenleri dolduruyorlardı. Tiyatro girişlerindekini andıran bir vızıltı
çıkarıyorlardı. Üç yıl süreyle, aşağı yukarı her gün geçtiğim, yedi sınıf
kapısının üzerine açıldığı o koskocaman odayı tekrar görünce çok sevindim.
Çok kalabalık vardı. Öğretmenler gidip geliyorlardı. Birinci sınıf öğretmenim
beni sınıfının kapısında selamladı ve:
– “Enrico, bu yıl yukarıdaki katta okuyacaksın, artık senin buradan
geçtiğini bile göremeyeceğim” dedi ve bana üzgün üzgün baktı.
Sınıflarda çocuklarına yer kalmayan endişeli, telaşlı hanımlar müdürün
etrafını çevirmişlerdi. Bana müdürün sakalı bu yıl biraz daha ağarmış gibi
geldi. Çocukları daha büyümüş, toplanmış gördüm. Giriş katında bütün
öğrenciler sınıflarına yerleştirilmişlerdi.
Birinci sınıfa yeni kaydolan çocuklar içeri girmek istemiyorlar ve inatçı
sıpalar gibi dikilip kalıyorlardı. Onları zorla çekip almak gerekiyordu.
Bazıları oturdukları sıralardan kaçıyorlardı. Diğerleri ana babalarının gittiğini
görünce ağlamaya başlıyorlar, berikiler de onları avutmak için geri
dönüyorlardı. Öğretmenler de umutsuzluğa kapılıyorlardı. Küçük erkek
kardeşim, öğretmen Delcati’nin sınıfındaydı; ben de öğretmen Perboni’nin
birinci kattaki sınıfındaydım. Saat onda hepimiz sınıftaydık. Tam elli dört
kişi. Çocukların on beş, on altısı ikinci sınıftan arkadaşımdı. Aralarında
daima sınıf birincisi olan Derossi de vardı. Yazı geçirdiğim ormanları, dağları
düşündükçe okul bana o kadar küçük, o kadar kasvetli görünüyordu ki!
Sonra, ikinci sınıftaki öğretmenimi de düşünüyordum. Öyle iyiydi ki, hep
bizlerle beraber gülerdi. O kadar da ufak tefekti ki arkadaşlarımızdan biri gibi
görünürdü. Darmadağınık kızıl saçlarıyla onu artık orada göremeyeceğimi
düşündükçe üzülüyordum. Bu yılki öğretmenimiz uzun boylu, sakalsız, uzun
kır saçlı, alnında da düz bir çizgisi var. Sesi oldukça kalın. Sanki içimizi
okumak istermiş gibi, her birimize teker teker sabit gözlerle bakıyor ve hiç
gülmüyor. Kendi kendime:
– “İşte ilk gün. Dokuz ay daha var. Ne kadar çalışma, ne kadar aylık sınav,
ne kadar yorgunluk!” diyordum.
Okul çıkışı annemi bulmaya ve koşup elini öpmeye gerçekten ihtiyacım
vardı. Bana:
“Gayret, Enrico! Beraber çalışacağız” dedi.
Ve eve döndüğümden de memnundum. Fakat, neşesi ve tatlı gülüşüyle
öğretmenim yoktu artık, okul da bana eskisi gibi güzel görünmüyordu.

ÖĞRETMENİMİZ

18 Salı

Bu sabahtan beri, yeni öğretmenimden de hoşlanmaya başladım. Biz sınıfa


girerken o yerine oturmuştu bile. Zaman zaman geçen yılki öğrencilerinden
bazıları onu selamlamak için kapıda beliriyorlardı. Geçerken kapıdan
eğiliyorlar ve onu selamlıyorlardı:
“Günaydın, Bay öğretmen! İyi günler, Bay Perboni!”
İçlerinden bazıları geliyorlar, eline dokunuyorlar ve kaçıveriyorlardı. Onu
sevdikleri ve yeniden onunla beraber olmak istedikleri görülüyordu. O:
“Günaydın” diye karşılık veriyordu.
Kendisine uzatılan elleri sıkıyordu ama, kimsenin yüzüne bakmıyordu. Her
selamlayışta ciddiyetini bozmadan, alnındaki düz çizgiyle duruyordu.
Pencereye doğru dönmüş, karşıdaki evin damına bakıyordu. Bu
selamlaşmalardan neşeleneceğine bundan sıkılır gibi bir hali vardı. Sonra,
teker teker, dikkatle bizlere baktı. Ödev yazdırırken, sıraların arasında
dolaşmak için kürsüden indi. Bütün yüzü sivilceden kıpkırmızı olmuş bir
çocuğu görünce, ödevi yazdırmaya ara verdi, çocuğun yüzünü iki elinin
arasına aldı ve baktı. Sonra öğrenciye nesi olduğunu sordu, ateşinin olup
olmadığını anlamak için elini çocuğun alnına götürdü. Bu sırada, öğretmenin
arkasında kalan bir çocuk sıranın üstüne çıktı ve soytarılık yapmaya başladı.
Öğretmen birden arkasına döndü. Çocuk hızla yerine oturdu, orada, başını
eğip, cezasını beklemeye koyuldu. Öğretmen elini onun başına koydu ve:
“Bir daha böyle şeyler yapma” dedi
Başka hiçbir şey eklemedi. Kürsüsüne geri döndü ve ödev yazdırmayı
tamamladı. Ödev yazdırmayı bitirdikten sonra, bir süre sessizce bizlere baktı.
Sonra, sakin sakin, kalın ama, yumuşak sesiyle:
– “Dinleyin. Önümüzde beraber geçireceğimiz bir yıl var. Onu iyi
geçirmeye çalışalım. İyi çalışın ve uslu olun. Benim ailem yok. Benim ailem
sizlersiniz. Annem geçen yıla kadar hayattaydı; o da öldü. Yalnız başıma
kaldım. Dünyada sizlerden başka kimsem, sizlerden başka düşüncem,
sevecek kimsem yok. Sizler benim evlatlarım olmalısınız. Ben sizleri çok
seviyorum, sizlerin de beni sevmenizi istiyorum. Kimseyi cezalandırmak
istemiyorum. İyi kalpli çocuklar olduğunuzu bana gösterin. Sınıfımız bir aile,
sizler de benim avuntum olacaksınız, sizlerle gurur duyacağım. Yüksek sesle
yemin etmenizi istemiyorum, eminim ki daha şimdiden kalbinizden buna evet
dediniz. Teşekkür ederim.”
Tam bu sırada dersin bittiğini haber veren hademe sınıfa girdi. Hepimiz
sessiz sedasız sıramızdan kalktık. Demin derste sıranın üstüne çıkmış olan
çocuk öğretmene yaklaştı ve titrek bir sesle:
– “Bay öğretmen, beni affedin” dedi.
Öğretmen onu alnından öptü ve
– “Haydi, evladım, git” dedi.
BİR FELAKET

21 Cuma

Yıl bir felaketle başladı. Bu sabah okula giderken babama öğretmenin


sözlerini tekrarlıyordum. Sokağın, tam o sırada okulun kapısı önünde biriken
halkla dolduğunu gördük. Babam hemen:
– “Bir felaket! Yıl kötü başlıyor!” dedi.
Bin güçlükle içeri girebildik. Giriş holündeki o koskocaman oda ana, baba
ve çocuklarla doluydu. Öğretmenler öğrencileri sınıflarına sokmayı
başaramıyorlardı. Herkes müdürün odasına doğru dönmüştü ve:
– “Zavallı çocuk. Zavallı Robertti!” dedi.
Kalabalığın tıklım tıklım doldurduğu odanın sonunda bütün başların
üzerinden belediye görevlisinin kasketiyle, müdürün saçsız başı görünüyordu.
Sonra içeri yüksek şapkalı bir bey girdi. Herkes:
– “Doktor geldi” dedi.
Babam bir öğretmene sordu:
– “Ne oldu?”
– “Ayağının üstünden tekerlek geçmiş” diye karşılık verdi.
Birisi de:
– “Ayağı kopmuş” dedi.
Robertti ikinci sınıfa gidiyordu. Dora Grossa Sokağı’ndan doğru okula
gelirken, annesinin elinden kurtulup sokağın ortasına fırlayan bir çocuk
görmüş. Birinci sınıfa giden bu öğrenci, arkasından gelen bir atlı tramvayın
pek yakınında düşüvermiş. Bunun üzerine Robertti büyük bir cesaretle
koşmuş, çocuğu yakalamış ve kurtarmış. Ama, kendi ayağını hemen geri
çekemediği için, atlı tramvayın tekerliği üstünden geçmiş.
Robertti bir topçu yüzbaşısının oğluydu. Bize bunları anlatırlarken bir kadın
deli gibi kalabalığı yararak o büyük odaya girdi. Bu, Robertti’nin annesiydi,
onu çağırtmak için birini göndermişlerdi. Bir başka kadın koşarak ona doğru
geldi, hıçkırarak kollarını onun boynuna doladı. Bu da kurtarılan çocuğun
annesiydi. İki kadın birden odaya atıldılar ve ümitsiz bir çığlık duyuldu:
– “Ah, Giulio’m! Evladım!”
Bu sırada kapının önünde bir araba durdu ve kısa bir süre sonra da
kollarında Robertti’yle müdür belirdi. Başını müdürün omzuna dayamıştı,
yüzü bembeyaz, gözleri de kapalıydı. Herkes sustu. Annesinin hıçkırıkları
duruluyordu. Müdür bir an durdu, solgun çocuğu halka göstermek için iki
kolunu birden biraz kaldırdı. Bunun üzerine öğretmenler, veliler, çocuklar,
bir ağızdan:
– “Bravo, Robertti! Bravo, zavallı yavrucak!” diye mırıldandılar ve ona
öpücükler yolladılar.
Etrafında bulunan öğretmen ve öğrenciler, ellerini, kollarını öptüler.
Robertti gözlerini araladı ve:
– “Onu ben taşıyorum, sevgili melek, onu sana ben taşıyorum” dedi.
Bu sırada yaralının annesi göründü, yüzünü elleriyle kapıyordu. Çıktılar,
yaralıyı usulca arabaya yerleştirdiler, araba gitti. Sonra hepimiz sessizce
sınıflarımıza girdik.

CALABRIALI ÖĞRENCİ

22 Cumartesi

Dün, öğretmenimiz bize, bir süre koltuk değnekleriyle yürüyecek olan


Robertti’den haber verirken sınıfa müdür girdi. Yanında, üçüncü sınıfa yeni
kaydolmuş bir çocuk vardı. Bu, oldukça esmer yüzlü, siyah saçlı, iri kara
gözlü bir çocukcağızdı. Gür kaşları birleşiyordu. Koyu renk bir elbise
giymişti, deri bir kemer de belini sımsıkı sarıyordu.
Müdür, öğretmenin kulağına bir şeyler fısıldadıktan sonra yeni öğrenciyi
sınıfta bırakarak dışarı çıktı. Çocukcağız, korkmuş gibi, o kapkara gözleriyle
bizlere bakıyordu. Bunun üzerine öğretmen onu elinden tuttu ve sınıfa:
– “Hepiniz sevinmelisiniz. Bugün okulumuza Reggio di Calabria’da
dünyaya gelmiş küçük bir İtalyan yazıldı. Doğduğu yer buradan beş yüz mil
uzaktadır. Pek uzaktan gelen bu kardeşinizi seviniz. Arkadaşınız, İtalya’ya
ünlü kişiler, güçlü işçiler ve kahraman askerler yetiştiren verimli bir toprakta
doğmuş. Büyük ormanların ve yüce dağların bulunduğu, akıllı, cesur
insanların oturduğu ve ülkemizin en güzel yerlerinden biri olan o diyardan
geliyor. Bu yeni arkadaşınıza karşı iyi davranın ki doğduğu uzak ilin hasretini
çekmesin. Hem de ona bir İtalyan çocuğun hangi İtalyan okuluna adımını
atarsa atsın, orada daima kardeşlerini bulduğunu gösterin.”
Bunları söyledikten sonra ayağa kalktı ve duvardaki İtalya haritasında
Reggio di Calabria’nın bulunduğu noktayı gösterdi. Sonra seslendi:
– “Ernesto Derossi!”
Bu daima birinci olan öğrenciydi. Derossi ayağa kalktı. Öğretmen:
– “Buraya gel” dedi.
Derossi sırasından çıktı, kürsünün yanına gitti ve Calabria’lının karşısında
durdu. Öğretmen:
– “Okulun birincisi olarak, sınıf adına hoş geldin demek için yeni
arkadaşını öp; bir Calabria’lıyı öpen bir Piemonte’li.”
Derossi küçük Calabria’lıyı öptü ve o berrak sesiyle:
– “Hoş geldin!” dedi, beriki de bu kez onu iki yanağından öptü. Çok
heyecanlıydı. Herkes el çırptı. Öğretmen bağırdı:
– “Susun! Okulda el çırpılmaz!”
Ama, buna pek sevindiği açıkça görülüyordu. Calabria’lı da çok sevinmişti.
Öğretmen ona yerini gösterdi ve sırasına kadar götürdü. Sonra şunları
söyledi:
– “Söylediklerimi iyi dinleyin ve ileride hatırlamaya çalışın. Çünkü
Calabria’lı bir çocuğun Torino’da kendini evinde hissetmesi gerektiği gibi,
Torino’lu bir çocuğun da Reggio di Calabria’da kendini kendi evinde
hissetmesi gerekir. Ülkemiz elli yıldır bu ilke için savaşıyor ve otuz bin
İtalyan da bu uğurda canını verdi. Birbirinize saygı göstermeli, birbirinizi
sevmelisiniz. Ama, eğer içinizden biri, bizim bölgemizde doğmadı diye bu
çocuğa hakaret edecek olursa, üç renkli bayrak önünden geçerken başını
önüne eğmesi ve gözlerini de yerden kaldırmaması gerekir.”
Calabria’lı yerine yerleşir yerleşmez, yakınında oturanlar ona bir sürü
kalem, bir de kitap hediye ettiler. Bir başka çocuk da, en arka sıradan ona bir
İsveç pulu gönderdi.

ARKADAŞLARIM

25 Salı

Calabria’lıya pul yollayan çocuk, hepsinin içinde en çok sevdiğim


arkadaştı. Adı Garrone’ydi. Sınıfın en büyüğüydü, aşağı yukarı on dört
yaşlarında vardı. Kocaman bir boya, geniş omuzlara sahipti. Çok iyi huylu bir
çocuktu, bu da gülümsediği zaman belli olurdu. Bana öyle geliyor ki büyük
insan gibi daima düşünürdü. Daha şimdilik arkadaşlarımın pek azını
tanıyorum. Sevdiğim bir başka arkadaş daha var, adı Coretti. Çikolata rengi
bir yün kazak ve kedi derisinden de bir başlık giyer. Daima neşeli olan bu
çocuk bir kereste tüccarının oğlu, babası Prens Umberto’nun kumandasında
66 savaşına katılmış. Denildiğine göre de üç tane madalyası varmış. Sonra bir
de Nelli adında, cılız, zayıf, solgun yüzlü, zavallı bir kambur çocuk vardı.
Votini adında bir başka çocuk daha vardı. Kılık kıyafeti çok temizdi,
elbisesine konan tozları küçük fiskelerle hiç durmadan temizlerdi. Önümdeki
sırada oturan çocuğu herkes küçük duvarcı ustası diye çağırıyordu, çünkü
babası duvarcı ustasıydı. Elma gibi yuvarlak yüzünün ortasında kemerli bir
burnu vardı. Kendine özgü marifetleri vardı; mesela yüzünü tavşan gibi
buruştururdu. Herkes bu marifetini ona pek çok defa tekrarlatır, sonra da
kahkahalarla gülerdi. Mendil gibi katlayıp cebine koyduğu yumuşak bir
başlık giyerdi. Küçük duvarcı ustasının yanında Garoffi otururdu. Bu, uzun
boylu, zayıf, baykuş burunlu, küçücük gözlü, daima mürekkepli kalem uçları,
küçük resimler ve kibrit kutularıyla uğraşan bir çocuktu. Tahtaya kaldırıldığı
zaman gizlice okuyabilmek için derslerini tırnaklarının üstüne yazardı. Sonra
bir de küçük bey vardı, adı Carlo Nobis’ti. Pek kibirli olan bu öğrenci, çok
sevdiğim diğer iki arkadaşın arasında otururdu. Bunlardan biri bir çilingirin
oğluydu. Dizlerine kadar inen kocaman bir cekete sarınırdı. Yüzü o kadar
soluk, o kadar renksizdi ki, gören hasta sanırdı. Daima ürkek bir hali vardı,
hiçbir zaman da gülmezdi. Kızıl saçlı olan diğeri de felçli kolunu boyuna asılı
olarak taşır. Babası Amerika’ya gitmiş, annesi de mahalle mahalle dolaşarak
sebze satar. Solumda oturan Stardi de oldukça ilginç bir kişiliğe sahipti. Ufak
tefek, boyunsuz, kimseyle konuşmayan bir somurtkandı. Öyle sanıyorum ki,
söylenenleri biraz zor anlardı ama, öğretmeni, dikkatle, güzünü bile
kırpmadan, alnı kırışmış, dişleri kısılmış olarak dinlerdi. Eğer öğretmen
konuşurken arkadaşları Stardi’ye bir şey sorarlarsa, ilkinde ve ikinci
defasında karşılık vermez, üçüncüsünde tekme atardı. Stardi’nin yanında
küstah, arsız ve aynı zamanda da üzgün Franti otururdu. Bu çocuk daha önce
de başka bir sınıftan kovulmuştu. Sınıfımızda ayrıca, bir örnek giyinen, bir
elmanın iki yarısı gibi birbirine benzeyene iki erkek kardeş vardı.
Calabria’lılarınki gibi, kenarında sülün tüyü bulunan birer şapka giyerlerdi.
Ama, hepsinin en güzeli, en akıllısı, mutlaka bu yıl da birinci gelecek olan
Derossi’ydi. Bunu sezinlemiş olan öğretmen, ona sık sık sorular sorardı.
Ama, ben en çok, çilingirin oğlu olan, hasta benizli, uzun ceketli Precossi’yi
severim. Dediklerine göre babası onu dövermiş. Çok da utangaçtır. Birine
dokunsa, yada bir şey sorsa, her defasında:
– “Affedersin” der ve üzgün, mahzun gözleriyle bakardı. Ama, bütün
arkadaşlarımın içinde en iyisi ve en büyüğü Garrone’ydi.
CÖMERT BİR DAVRANIŞ

26 Çarşamba

Bu sabahki olay Garrone’yi daha iyi tanımama yardım etti. Okula


geldiğimde, -biraz sonra birinci sınıf öğretmenim ne zaman gelip bizi evde
bulabileceğini sormak için beni durdurmuştu- öğretmenimiz daha gelmemişti;
üç, dört çocuk da zavallı Crossi’ye eziyet ediyorlardı. Hani o kızıl saçlı, kolu
felçli, annesi sebze satan Crossi’ye. Cetvellerle onu tartaklıyorlar, yüzüne
kestane kabukları atıyorlar, felçli kolunun taklidini yaparak onu sakat,
canavar diye adlandırıyorlardı. O, sıranın bir köşesinde sinmiş, renksiz, onu
rahat bırakmaları için yalvaran gözlerini birinden diğerine dolaştırıyordu.
Ama, berikiler daha da çok alay ediyorlardı, Crossi de hırsından, öfkeden
titremeye başladı, kıpkırmızı oldu. Bir zaman sonra Franti, o yüzsüz çocuk
bir sıranın üstüne çıktı ve kapıda oğlunu beklemeye geldiği zaman Crossi’nin
annesinin kollarında sepetlerle durduğu gibi durarak onun taklidini yaptı.
Çünkü annesi şimdi hastaydı. Pek çoğu kahkahalarla gülmeye koyuldular.
Bunun üzerine Crossi kendini kaybetti ve bir mürekkep hokkasını yakaladığı
gibi bütün gücüyle onun kafasına fırlattı; ama, Franti başına eğiverdi ve
hokka da o sırada içeri giren öğretmenin göğsüne bütün hızıyla çarptı.
Bütün çocuklar yerlerine kaçıştılar, sustular. Korkmuşlardı.
Öğretmen, rengi atmış, kürsüye çıktı ve öfkeli bir sesle sordu:
– “Bunu kim yaptı?”
Kimse cevap vermedi.
Öğretmen sesini daha da yükselterek, bir defa daha bağırdı:
– “Kim yaptı?”
Zavallı Crossi’ye acıyan Garrone ayağa kalktı, kararlı bir sesle;
– “Benim.”
– “Sen değilsin” dedi.
Bir süre sonra da:
– “Suçlu cezalandırılmayacak. Ayağa kalksın!”
Crossi ayağa kalktı ve ağlayarak:
– “Beni tartaklayıp hakaret ediyorlardı, ben de kendimi kaybettim ve...”
dedi.
Öğretmen:
– “Sizler arkadaşınıza hakaret ettiniz, bir kadersizle alay ettiniz, kendini
savunamayan bir özürlüye eziyet ettiniz. Bu yaptığınız davranışların en adisi,
bir insanın yapabileceği hareketin en utanç vericisi. Alçaklar!”
Bunları söyledikten sonra kürsüden indi, sıralara yaklaştı, elini, başı eğik
duran Garrone’nin çenesine götürdü, onun başını kaldırdı, gözlerinin içine
dikkatle baktı ve ona:
– “Sen asil ruhlu bir çocuksun” dedi.
Bunun üzerine Garrone öğretmenin kulağına bir şeyler mırıldandı, beriki
de, dört suçluya doğru dönerek, sertçe:
– “Sizleri bağışlıyorum!” dedi.

BİRİNCİ SINIF ÖĞRETMENİM

27 Perşembe

Öğretmenim sözünü tuttu, bugün annemle beraber yoksul bir kadıncağıza


çamaşır götürmek için evden çıkarken geldi. Bir yıldan fazla bir zamandır
evimize geldiği yoktu. Hepimiz pek sevindik. Ufak tefek, şapkasının
kenarındaki yeşil tülü, sade giysileri ve dağınık toplanmış saçlarıyla hep
aynıydı. Kendisiyle uğraşacak pek zamanı yoktu. Ama, aklaşmaya başlayan
saçlarıyla bu yıl biraz daha soluk bir renk almıştı. Devamlı öksürüyordu:
Annem ona :
– “Sıhhatiniz nasıl sevgili öğretmen?” dedi. “Kendinize yeterli derecede
bakmıyorsunuz!”
Öğretmen o neşe ve mutsuzluğun birbirine karıştığı gülümsemesiyle
karşılık verdi:
– “Ne önemi var ki!”
Annem:
– “Çok yüksek sesle konuşuyorsunuz” diye ekledi.
“Öğrencileriniz için çok yoruluyorsunuz.”
Gerçekten de öyleydi. Hep onun sesi duyulur. Onun sınıfında geçirdiğim
günleri hatırlıyorum da öğrencileri başka şeylerle oyalanmasınlar diye
konuşur, bir an olsun oturmazdı. Eski öğrencilerini hiç unutmaz, isimlerini
yıllar boyunca hatırlardı. Bize gelişinin nedeni de buydu. Aylık sınav
günlerinde çocuklarının aldıkları notları sormak için koşup müdüre giderdi.
Çıkış saatlerinde onları bekler ve bir ilerleme varmı görmek için
kompozisyonlarına bakardı. Artık orta okula giden, uzun pantolon giyen,
kollarında saatleri olan pek çok öğrencisi hala onu görmeye gelir. Bugün de,
öğrencilerini Resim Galericilerinin oraya götürmüştü. Her Perşembe günü
bütün çocuklarını bir müzeye götürür ve onlara pek çok şeyi açıklardı. Zavallı
öğretmenim, daha da zayıflamış. Ama, o her zaman canlıdır, okulundan söz
ederken daima heyecanlanır. İki yıl önce hasta yattığım ve şimdi de erkek
kardeşimin içinde uyuduğu o yatağı bir kez daha görmek istedi. Ona bir parça
baktı, hiçbir şey söyleyemedi. Hemen gitmesi gerekiyordu çünkü
öğrencilerinden biri, bir çilingirin oğlu kızamıktan yatıyordu, onu da ziyaret
edecekti. Bütün gece koca bir deste sınav kağıdı düzeltecek ve çalışacaktı.
Bundan başka bir dükkan sahibine de özel olarak, aritmetik dersi verecekti.
Giderken bana;
– “Söyle bakalım Enrico, artık zor problemler çözdüğün, uzun
kompozisyonlar yazdığın halde hala eski öğretmenini seviyor musun?” dedi.
Beni öptü ve merdivenin dibinden bana;
– “Sakın beni unutma, emi, Enrico!” diye seslendi.
– “Ah benim iyi yürekli öğretmenim, seni hiç, hiçbir zaman
unutmayacağım. Büyüdüğüm zaman da, seni öğrencilerinin arasında bulmaya
geleceğim. Gelecekte, ne zaman bir okulun yakınından geçecek, bir
öğretmenin sesini duyacak olursam senin sesini duyarmış gibi olacağım. Pek
çok şeyler öğrendiğim, zaman zaman seni hasta ve yorgun ama, daima canla
başla çabalar gördüğüm sınıfında geçirdiğim o bir yılı hatırlayacağım. Her
zaman herkesi hoş görürdün. Birisi kötü yazı yazmayı adet edinse ümidin
kırılır, müfettişler bizi imtihan ettiği zaman titrer, güler yüzlü olduğumuz
zaman mutlu olurdun. Her zaman iyiydin ve bizleri bir anne gibi severdin.
Seni hiç, hiçbir zaman unutmayacağım, sevgili öğretmenim.”

BİR TAVAN ARASINDA

28 Cuma

Dün akşam annem ve kız kardeşim Silvia’yla daha önce sözünü ettiğim o
yoksul kadıncağıza çamaşır götürdük. Ben paketi taşıyordum, Silvia da
kadıncağızın adı ve adresinin bulunduğu kağıdı. Yüksek bir evin, pek çok
kapılar açılan uzun bir koridorun bulunduğu çatı katına kadar çıktık. Annem
en sondaki kapıyı vurdu. Bize kapıyı açan sarışın ve sıska kadın henüz gençti.
Başındaki o aynı başörtü gözüme ilişince onu daha önce de görmüş
olduğumu hatırladım.
Annem;
– “Bu adreste oturan falanca hanım sizsiniz, değil mi?” diye sordu.
– “Evet, Hanımefendi, benim.”
– “İyi öyleyse, biz de size birkaç parça çamaşır getirdik.”
Zavallı kadıncağız aralıksız teşekkür kelimeleri ve hayır duaları sıralıyordu.
Bu sırada, boş ve karanlık odanın bir köşesinde, bir sandalyenin önünde
çömelmiş, sırtı bize dönük, yazı yazar gibi duran bir oğlan çocuk gördüm.
Gerçekten de yazı yazıyordu, kağıdı sandalyenin üzerinde, mürekkep hokkası
da yerde. Bu kadar karanlıkta nasıl yazabiliyordu? Kendi kendime bunları
düşünürken, birden Crossi’nin kızıl saçlarıyla o upuzun ceketini
tanıyıverdim. Sebze satıcısı kadının kolu felçli oğlu. Kadıncağız paketi
alırken ben de anneme Crossi’yi tanıdığımı söyledim.
Annem :
– “Sus!” diye karşılık verdi. “Annesine maddi yardımda bulunduğumuzu
görürse belki de utanır. Ona seslenme.”
Ama, tam o sırada Crossi arkasına döndü, ne yapacağımı şaşırdım,
gülümsedi. Bunun üzerine arkadaşımı öpmem için annem beni odanın içine
doğru itti. Onu öptüm, Crossi ayağa kalktı ve elimi tuttu.
Bu sırada annesi anneme:
– “İşte oğlumla burada yalnız başımıza yaşıyoruz. Kocam altı yıldır
Amerika’da. Ben de hastalandığım için sebze satıp birkaç kuruş
kazanamıyorum. Zavallı Luigino’mun ders çalışabileceği bir masamız bile
kalmadı. Aşağıdaki giriş kapısının yanında bir sıra bulunduğu sürece, hiç
olmazsa yazılarını orada yazabiliyordu. Şimdi onu da kaldırdılar. Gözlerini
mahvetmeden çalışabileceği bir ışığımız bile yok. Defter ve kitaplarını
Belediye veriyor da çocukcağızı okula yollayabiliyorum. Zavallı Luigino, ne
kadar çok çalışmak isterdi! Çok talihsizim!”
Annem çantasındaki bütün parayı anneye verdi, çocuğu da öptü. Oradan
ayrıldığımızda gözleri yaşlarla dolmuştu. Bana:
– “Bak ne zavallı çocuk, ne güç koşullar altında çalışıyor. Sense, her türlü
yeteneğin olduğu halde, çalışmak sana ne kadar güç geliyor! Ah,
Enrico’cuğum, onun bir günlük çalışmasındaki gayret senin bir yıllık
çalışmana eşit. Birincilikler öylelerine verilmeli!”
OKUL

28 Cuma

Evet, sevgili Enrico, annenin dediği gibi ders çalışmak sana çok zor geliyor.
Daha henüz senin okula dilediğin gibi, kararlı, güler yüzle gittiğini
görmedim. Hala isteksizsin. Ama, dinle; eğer okula gitmezsen günlerinin ne
kadar boş, sıkıcı olacağını düşün bir kere! Bir hafta sonra, can sıkıntısından
ve utançtan kıpkırmızı, eğlencelerinden, oyunlarından ve bu gayesiz
yaşantıdan bıkıp, okula tekrar dönebilmek için ellerini kavuşturup
yalvaracaksın. Enrico’cuğum, şimdi herkes ama, herkes çalışıyor. Bütün gün
işlerinde yorulduktan sonra gece okula giden işçileri düşün. Bütün hafta
boyunca çalıştıktan sonra Pazar günü okula giden kadınları, çocukları düşün.
Çalışmaktan bitkin düştükten sonra eline defter, kitap alan askerleri düşün.
Her şeye rağmen bir şeyler öğrenmeye çalışan dilsiz ve kör çocukları düşün.
Sonra, okuma yazma öğrenen tutukluları da hatırla. Sabahleyin, evden
çıkarken, o aynı anda, senin bulunduğun şehirde, senin gibi otuz bin çocuğun
çalışmak için üç saat boyunca bir odaya kapandığını düşün. Ama, ne! Bütün
ülkelerde, aşağı yukarı aynı saatte okula giden sayısız çocuğu düşün. Hayal
gücünü kullanarak onları gözünün önüne getir. Sakin köylerin küçücük,
daracık yollarından, gürültülü şehirlerin büyük caddelerinden, denizlerin,
göllerin kıyısından kızgın güneşin altında, kanalların kesiştiği ülkelerde, sis
içinde, kayıklarda, uçsuz bucaksız ovalarda at sırtında, kar içinde kızaklarda,
dağ, tepe aşarak, ormanlardan, sellerden geçip, dağların ıssız keçiyollarından,
tek başına, iki kişi grup halinde, ya da uzun bir kuyruk meydana getirerek,
bütün kitapları koltuklarında, bin bir çeşit kıyafette, bin bir dilde konuşan,
Rusya’nın buzlar arasında kaybolmuş en ücra okullarından Arabistan’da
palmiyelerin gölgelediği en ücra okullara kadar, milyonlarca ve milyonlarca
çocuk; hepsi de ayrı ayrı yollardan aynı şeyi öğrenmeye gidiyorlar. Yüz
millete ait çocuğun meydana getirdiği bu karınca yuvalarını, senin de bir
parçası olduğun o büyük hareketi gözünün önüne getir ve düşün; eğer bu
hareket durursa, insanlar barbarlık günlerine dönerler. Bu hareket insanlığın
ilerlemesi, ümidi ve zaferidir. Öyleyse cesaret, büyük ordunun küçük askeri.
Kitapların senin silahlarındır, sınıfın senin taburundur, savaş alanın bütün
yeryüzüdür ve zafer de uygar insanlığındır. Korkak bir asker olma,
Enrico’cuğum.

BABAN

PADOVA’LI KÜÇÜK VATANSEVER

(Aylık Hikaye) 29 Cumartesi

Korkak bir asker olmayacağım, hayır; ama, eğer öğretmenimiz her gün bize
bu sabahkine benzer hikayeler anlatsaydı, okula daha büyük bir istekle
giderdim. Her ay, bir çocuğun başından geçen ve güzel bir olayı anlatan bir
hikayeyi bize yazılı olarak verecekmiş. Bu aykinin adı Padova’lı Küçük
Vatansever. İşte hikaye: Fransız bandıralı bir buharlı gemi İspanya’nın
Barselona şehrinden Cenova’ya gidiyormuş. Bu gemide Fransızlar,
İtalyanlar, İspanyollar ve İsviçreliler varmış. Bütün bu yolcuların arasında,
hırtı pırtı içinde, on bir yaşlarında bir oğlan çocuk da bulunuyormuş. Tek
başına yolculuk ediyormuş. Bir vahşi hayvan gibi herkesten uzakta
duruyordu. İki yıl önce Padova yakınlarındaki bir köyde oturan annesiyle
babası, onu bir soytarı topluluğa satmışlardı. Bu topluluğun başkanı çocuğa
tekme, yumruk atıp aç bırakarak pek çok marifet öğretmişti. Küçük
Padova’lıyı hep tartaklayıp aç bırakarak bütün Fransa’yı ve İspanya’yı bir
baştan bir başa dolaştırmışlardı. Çocukcağız acınacak bir hale gelmişti.
Barselona’ya varınca, açlığa ve kendisine yapılan eziyetlere dayanamayan
çocuk, zindancısının elinden kaçmış, yardım istemek için soluğu İtalyan
Konsolosluğu’nda almıştı. Çocuğun bu durumuna pek üzülen konsolos,
Cenova Polis Müdürlüğü’ne başvurması için çocuğa bir mektup vermiş ve
onu bu buharlı gemiye bindirmişti. Cenova Polis Müdürlüğü onu babasına
geri yollayacaktı, onu bir hayvan gibi satan ana babasına. Çocuk ikinci mevki
bir kamarada kalıyordu. Herkes ona bakıyordu. Yolculardan bazıları ona soru
soruyorlardı ama, o hiç cevap vermiyordu. O kadar çok ızdırap çekmiş, o
kadar çok sille yemişti ki artık her şeyden nefret eden, herkesi hor gören bir
hali vardı. Yalnız, yolculardan üçü çocuğu devamlı soru yağmuruna tutarak
sonunda dilini çözebilmişlerdi. Çocuk İtalyan, İspanyol ve Fransız dillerinin
birbirine karıştığı birkaç kaba kelimeyle hikayesini anlattı. Bu üç yolcu
İtalyan değildiler ama, çocuğun söyleyediklerini anladılar. Biraz, küçük
Padova’lıya acıdıklarından, biraz şarabı fazla kaçırdıklarından ve başka
şeyler de anlatması için, onunla şakalaşarak çocuğa para verdiler. O sırada
salona birkaç hanımın girdiğini görünce, üç yolcu, gösteriş yapmak için
çocuğa biraz daha para verdiler ve:
– “Bunu da al, bunu da al!” diye bağırarak paraları masanın üzerinde
şakırdattılar.
Oğlan kısık bir sesle teşekkür edip, o sert hareketiyle ama, ilk kez
gülümseyen ve şefkatli bakışlarıyla, verilen her şeyi cebine indiriyordu.
Sonra, kamarasındaki ranzasına tırmandı, perdeyi çekti ve sessizce kendi
işlerini düşünmeye koyuldu. İki yıldır çektiği açlıktan sonra, elindeki bu
parayla, gemide pekala lezzetli, nefis şeyler yiyebilirdi. İki yıl boyunca
paçavralar içinde gezdikten sonra da, Cenova’da vapurdan iner inmez
kendisine güzel bir ceket alabilirdi. Bu parayı saklayıp evine de götürebilirdi.
Çocuklarının cepleri dolu geldiğini gören annesiyle babası belki onu daha
insancıl bir şekilde karşılarlardı. Bu para onun için küçük bir servetti. O üç
yolcu ikinci mevki salonun ortasındaki yemek masasının başında çene
çalarken çocukcağız da, ranzasının perdesi arkasında, yüreği hafiflemiş,
düşünüyordu. Masanın başında oturan üç yolcu içiyorlar, yolculuklarından,
gördükleri ülkelerden söz ediyorlardı. Söz döndü dolaştı ve İtalya’ya geldi.
Biri otellerden yakındı, diğeri demiryollarından ve sonra da üçü birden İtalya
hakkında ileri geri konuşmaya başladılar. Biri Laponya’da yolculuk etmeyi
tercih ederdi; bir diğeri İtalya’da yalnızca hırsız ve haydut bulunduğunu
söyledi. Üçüncüsü, İtalyan memurların okuma yazma bilmediğini ileri sürdü.
– “Cahil bir millet” diye tekrarladı birincisi.
– “Pis, iğrenç” diye ekledi ikincisi.
– “Hır...” diye haykırdı üçüncüsü.
Hırsız demek istiyordu ama, kelimesini tamamlayamadı. Bir bozuk ve kağıt
para sağanağı başlarından, omuzlarından aşağı döküldü, korkunç bir sesle de
masanın üzerine ve yere saçıldı. Üçü birden öfkeyle yerlerinden kalktılar ve
yukarı doğru baktılar. Tam bu sırada başlarına bir avuç dolusu bozuk para
daha döküldü.
Ranzasının perdesinden başını dışarı uzatan çocuk;
– “Alın paralarınızı” dedi hoşgörüyle, “vatanıma hakaret edenlerin
sadakasına ihtiyacım yok!”

BACA TEMİZLEYİCİSİ

1 Kasım

Dün akşam, Silvia’nın öğretmenine Padova’lı çocuğun yazılı hikayesini


vermek için, bizim binanın yanındaki kızlar bölümüne gittim. O öğretmen de
bu hikayeyi öğrencilerine okumak istiyordu. Kızlar bölümünde yedi yüz
öğrenci var! Ben gittiğimde sınıflarından çıkıyorlardı, hepsi birkaç günlük bir
tatile çıkmanın sevinci içindeydiler. İşte bu sırada pek güzel bir olaya tanık
oldum.
Okulun çıkış kapısının karşısında, yolun öbür tarafında, alnını yapıştırdığı
kolu duvara dayalı, kapkara yüzlü, küçücük bir baca temizleyicisi çantası ve
aletleriyle orada durmuş, iki gözü iki çeşme hıçkırarak ağlıyordu. İkinci sınıfa
devam eden iki, üç kız öğrenci ona yaklaştılar ve:
– “Neyin var, neden böyle ağlıyorsun?” dediler
Ama, o cevap vermedi ve ağlamaya devam etti.
– “Ne oluyor, neden ağlıyorsun?” diye kızlar bir daha sordular.
Bunun üzerine baca temizleyicisi yüzünü kolundan uzaklaştırdı, o çocuk
yüzüyle ve ağlayarak, pek çok evin bacasını temizlediğini, böylece de otuz
metelik kazandığını söyledi. Ama, parasını kaybetmişti, bütün kazancı delik
olan cebinden düşmüştü, -cebinin deliğini gösterdi- parasını bulmadan eve
dönemezdi.
Hıçkırarak:
– “Patron beni döver” dedi ve ümitsizlikle, başını koluna dayayarak
ağlamaya devam etti.
Kızlar üzgün, ona bakıyorlardı. Bu sırada ellerinde, çantaları, büyük, küçük,
zengin, fakir pek çok kız çocuk onlara yaklaşmıştı. Şapkasında mavi bir tüy
bulunan büyük bir kız cebinden iki metelik çıkardı ve:
– “Benim sadece iki meteliğim var. Herkes birkaç kuruş versin.” dedi.
Kırmızılı bir kız çocuk:
– “Benim de iki meteliğim var” dedi.
– “Herkes biraz para verirse otuz meteliği aramızda toplayabiliriz.”
Bunun üzerine arkadaşlarını çağırmaya başladılar.
– “Amalia!”
– “Luigia!”
– “Annina!”
– “Bir metelik!”
– “Kimin parası var?”
– “Paralarınızı buraya getirin!”
Bazılarının yanında çiçek, defter almak için para vardı. Onları getirdiler.
Herkes bir şeyler vermeye çalışıyordu. Mavi tüylü kız herkesten para
topluyor ve yüksek sesle sayıyordu.
– “Sekiz, on, on beş!”
Ama, daha paraya ihtiyaçları vardı. Topluluğa başka bir kız öğrenci
yaklaştı. Bu hepsinin büyüğüydü ve yarım lira verdi. Çocukların hepsi
sevinçten çılgına döndüler. Beş metelik eksik kalıyordu.
Dördüncü sınıfın öğrencileri geldiler ve para yağdırdılar. Herkes
sevincinden zıp zıp zıplıyordu. Her çeşitten, her renkten giysi, kurdele, dantel
ve bukle arasında bu küçük baca temizleyicisi pek şirin bir görüntü meydana
getiriyordu. Otuz metelik toplanmıştı ama, daha hala para getirenler vardı.
Hiç parası olmayanlar, hiç olmazsa bir şey verebilmiş olmak için ellerindeki
çiçek demetlerini uzatıyorlardı. Tam bu karışıklığın ortasında yaklaşan kapıcı
kadının sesi duyuldu:
– “Müdüre hanım!”
Bütün kızlar bir kuş sürüsü gibi dört bir yana dağıldılar. Yolun ortasında tek
başına kalan küçük baca temizleyicisi, neşe içinde, elleri para dolu, gözlerini
kuruluyordu. Ceketinin iliklerinde, ceplerinde, şapkasında tutam tutam
çiçekler vardı. Çiçeklerin bir kısmı da yerde, ayaklarının dibinde duruyordu.

ÖLÜLERİ ANMA GÜNÜ

2 Kasım
Bugün, ölüleri anma günüdür. Enrico, siz çocukların bugün hangi ölüleri
hatırlamanız gerektiğini biliyor musun? Sizler için, mini mini bebekler için
ölenleri. Bu uğurda kaç kişi öldü ve kaç kişi daha ölüyor! Kaç aile babasının
iş başında can verdiğini, kendi uğradıkları yokluklardan, sefaletten ve
eziyetlerden çocuklarını korumak için kaç annenin kara topraklara girdiğini
hiç düşündün mü? Evlatlarını sefalet ve felaket içinde görmeye dayanamayıp
ümitsizlik içinde kaç adamın kalbine hançer sapladığını, ne kadar kadının
kaybettikleri çocuklarının acısına dayanamayıp kendilerini astıklarını,
üzüntüden öldüklerini, yada delirdiklerini biliyor musun? Bugün, bütün
ölüleri düşün, Enrico. Küçük öğrencilerini çok sevip onlardan ayrılmaya
gönülleri elvermediği için, okul çalışmalarının yorgunluğuna dayanamayıp
vereme tutulan ve pek genç yaşta ölen öğretmenleri düşün. Küçük çocukları
tedavi etmek için kahramanca göğüs gerdikleri o bulaşıcı hastalıklara tutulup
ölen doktorları düşün. Deniz kazalarında, yangınlarda, kıtlıklarda, en tehlikeli
anlarda, hayatını kurtaracak olan son tahta parçasını, alevlerden kaçabileceği
son ipi, son ekmek lokmasını o masum çocuklara bırakan ve yaptıkları
fedakarlıktan mutlu ölenleri düşün. Bu ölüler sayısızdır, Enrico. Her
mezarlıkta eğer mezarlarından bir an kalkabilselerdi, gençliğin zevklerini,
yaşlılığın huzurunu, şefkatlerini, zekalarını, hayatlarını gözlerini kırpmadan
uğrunda feda ettikleri çocuğun adını haykıracak o kutsal yaratıklardan pek
çoğuna rastlanır. Hayatının baharında ölen gençler, seksenlik ihtiyarlar,
delikanlılar -çocukluğun kahraman ve bilinmeyen şehitleri- Ne yazık ki
toprak, bütün bu ölülerin mezarlarına koyabileceğimiz kadar çok, büyük ve
güzel çiçek veremiyor. Ah çocuklar, ne kadar sevildiğinizi bir bilseniz!
Bugün bütün bu ölüleri saygıyla an ve seni çok seven, senin için didinip
yorulanlara karşı daha iyi yürekli, daha şefkatli davran! Evladım, böyle bir
günde, daha arkasından yaş dökecek birisi olmadığı için ne kadar mutlusun!

ANNEN
KASIM

ARKADAŞIM GARRONE

4 Cuma

Bu iki günlük bir tatildi. Garrone’yi göremeden geçen bu iki gün bana çok
uzun geldi. Benim Garrone’yi çok iyi tanıdığım ve sevdiğim gibi herkes de
onu sever ve sayar. Kendisine bir şey belli etmezler ama, hain çocuklar onu
hiç sevmezler, çünkü Garrone etrafındakilere hainlik yapılmasına hiç göz
yummaz. Ne zaman büyük bir çocuk bir küçüğe el kaldıracak olsa, küçük
hemen:
– “Garrone!” diye bağırır, böylece büyük ona vuramaz.
Garrone’nin babası demiryollarında makinisttir. İki yıl boyunca hasta
yattığı için Garrone okula geç başlamış. Çok iyi kalpli bir çocuktur. Sınıfın
en uzun boylu ve en kuvvetli çocuğudur, tek eliyle bir sırayı kaldırır, hiç
durmadan da bir şeyler atıştırır. Kendisinden ne istenirse istensin, kalem,
silgi, kağıt, çakı, hemen verir. Okulda ne güler, ne de konuşur. Kendisi için
pek dar olan sırasında sırtını kamburlaştırır, başını omuzlarının içine çeker ve
hiç kımıldamadan oturur. Ona baktığım zaman da:
– “Seninle dostuz, değil mi, Enrico?” dermiş gibi yarı kapalı gözleriyle
bana gülümserdi.
İri ve şişman olduğu için ceketi, pantolonu, gömleği, her şey, ona çok dar
ve çok kısa gelirdi, bu da beni güldürürdü. Pek küçük olduğu için başında
doğru dürüst durmayan şapkası, tıraşlı başı, koskocaman ayakkabıları ve her
zaman ip gibi bükülmüş bir kravatı vardı. Sevgili Garrone, seni sevmek için
bir kez yüzüne bakmak yeter. Sınıfın bütün küçükleri onunla aynı sırada
oturmak isterlerdi. Aritmetiği çok iyi bilirdi. Kitaplarını kırmızı deri bir
kayışla tutturur ve omuzundan sallandırırdı. Sedef saplı bir bıçağı vardı, onu
geçen yıl askerlerin talim yaptığı meydanda bulmuştu. Bir gün bu bıçakla
oynarken parmağını kemiğe kadar kesti ama, okulda bundan kimsenin haberi
olmadı, evde de annesini, babasını üzmemek için hiçbir şey belli etmedi.
Bazen şaka yollu bir şey söyler ama, bundan kimse incinmez. Garrone bir
şeyin doğru, gerçek olduğunu açıklarken ona “yalan söylüyorsun” derlerse,
kıyameti koparır, gözleri ateş saçar ve olan gücüyle sırayı yumruklar.
Cumartesi sabahı, yol ortasında ağlayan birinci sınıftan bir çocuğa bir metelik
verdi, çünkü çocuk parasını elinden kaptırmıştı, bu yüzden de defter
alamıyordu.
Garrone üç gündür annesinin yaş günü için yazdığı sekiz sayfalık bir
mektubun kenarlarını boya kalemleriyle süslemekle meşguldü. Sık sık
okuldan oğlunu almaya gelen annesi de Garrone gibi, uzun boylu, şişman ve
oldukça sevimliydi. Öğretmen hep Garrone’ye bakar, yanından her geçişinde
de sakin bir boğa yavrusunu okşar gibi onun ensesini okşar. Onun erkek eli
gibi kocaman elini sıkmak çok hoşuma gider. Bir arkadaşının hayatını
kurtarmak için tehlikeye atılabileceğinden, onu korumak için kendini
öldürebileceğinden o kadar eminim ki. Zaten bu onun gözlerinden de
okunuyor. Sesi her zaman homurdanma gibi çıktığı halde, o ses merhametli,
yumuşak bir kalpten gelir.

KÖMÜRCÜ İLE BEY

7 Pazartesi

Dün sabah Carlo Nobis’in Betti’ye söylediği sözü, Garrone hiçbir zaman
ağzına bile almazdı. Carlo Nobis kibirlidir. Çünkü babası zengin, önemli bir
kişidir. Uzun boylu, siyah sakallı, çok ciddi bir beydir. Aşağı yukarı her
sabah okula kadar oğluna eşlik eder. Dün sabah Nobis Betti’yle kavga etti.
Bir kömürcünün oğlu olan Betti sınıfın en küçüklerinden biridir. Carlo haksız
olduğu için ne söyleyeceğini bilemiyordu. Betti’ye yüksek sesle:
– “Senin baban hırtı pırtı giyen bir dilenci!” diye bağırdı.
Betti saçlarının köküne kadar kızardı, bir şey söylemedi ama, gözleri
yaşardı. Eve dönünce de bu sözleri babasına tekrarladı. Bunun üzerine
kısacık boylu kapkara kömürcü adam, öğleden sonraki derste, oğlunun
elinden tutmuş, beliriverdi. Carlo Nobis’i öğretmene şikayet edecekti.
Kömürcü öğretmene derdini anlatırken ve bütün sınıf susmuşken, Carlo’nun
babası her zamanki gibi, kapının eşiğinde oğlunun mantosunu çıkarırken
adının söylendiğini duydu, içeri girdi ve adının ne sebeple geçtiğini sordu.
Öğretmen:
– “Bu işçi bana yakınmaya gelmiş, çünkü oğlunuz Carlo onun oğluna:
‘Senin baban hırtı pırtı giyen bir dilenci.’ demiş, diye açıkladı.
Nobis’in babası kaşlarını çattı, biraz da kızardı. Sonra da oğluna:
– “Sen bu sözü söyledin mi?” diye sordu.
Carlo, -sınıfın ortasında ayakta, küçük Betti’nin önünde, başı eğik- cevap
vermedi.
Bunun üzerine babası onu kolundan tuttu ve yüzü Betti’ye dönük, öne
doğru itti, öyle ki neredeyse iki çocuk birbirlerine değeceklerdi. Sonra da
oğluna:
– “Arkadaşından özür dile” dedi.
Kömürcü:
– “Hayır, hayır” diyerek araya girmek istedi ama, Bey ona aldırış etmedi ve
oğluna:
– “Arkadaşından özür dile” diye tekrarladı. “Sözlerimi tekrarla: Babamın
elini sıkmakla şeref duyacağı babana karşı söylediğim manasız, kaba, hakaret
edici söz için özür dilerim.”
Kömürcü:
– “İstemiyorum” demek ister gibi, kararlı bir hareket yaptı.
Carlo’nun babası bu hareketi dikkate bile almadı ve oğlu yavaşça, belli
belirsiz duyulabilen bir sesle, gözlerini yerden kaldırmadan:
– “Babamın... elini sıkmakla şeref duyacağı... babana karşı söylediğim...
manasız... kaba... hakaret edici... söz için... özür dilerim” dedi
Böylece Bay Nobis elini kömürcüye uzattı, o da bu eli kuvvetle sıktı. Sonra
da, oğlunu Carlo Nobis’in kollarının arasına itti.
Bay Nobis öğretmene:
– “Bu iki öğrenciyi yanyana oturtmak lütfunda bulunur musunuz?” dedi.
Öğretmen de Betti’yi Nobis’in sırasına oturttu. Çocuklar yerlerine
yerleşince Nobis’in babası selam verdi ve çıktı.
Kömürcü, bir süre, dalgın, yanyana oturan iki çocuğa baktı. Sonra sıraya
yaklaştı, ona bir şey söylemek istermiş gibi, şefkat ve pişmanlık dolu bir
ifadeyle Nobis’e baktı ama, bir şey söylemedi. Onu okşamak için elini uzattı
ama, buna cesaret edemedi. Yalnız, kalın parmaklarıyla alnına dokundu.
Sonra kapıya doğru ilerledi, birkaç kere daha arkasına dönüp baktı ve gözden
kayboldu.
Öğretmen:
– “Gözünüzün önüne geçen bu olayı hayatınız boyunca hatırlayın, çocuklar.
Bu yılın en güzel dersiydi.” dedi.

ERKEK KARDEŞİMİN ÖĞRETMENİ

10 Perşembe

Kömürcünün oğlu, bugün, hasta erkek kardeşimi yoklamaya gelen


öğretmen Delcati’nin de öğrencisi olmuş. Öğretmenin anlattığı hikaye bizi
çok güldürdü.
İki yıl önce, oğluna ödül verdi diye teşekkür etmek için Betti’nin annesi,
öğretmenin evine bir kucak dolusu kömür götürmüş. Zavallı kadıncağız, inat
ediyor, kömürü evine geri götürmek istemiyor ve kucağı kömür dolu olarak
dönmesi gerekince de ağlamaklı oluyormuş.
İyi kalpli bir başka kadın da öğretmene pek ağır bir çiçek demeti getirmiş,
meğerse demetin içinde bir para destesi varmış.
Birinci sınıf öğretmenlerinin ne kadar sabırlı olmaları gerekiyor. İhtiyarlar
gibi dişsiz olan öğrenciler r’yi, s’yi telaffuz edemezler, biri öksürür, diğerinin
burnu kanar, biri sıranın altında pabucunu kaybeder, öbürü eline kalem
battığı için bağırır, bir başkası yanlış defter aldığı için ağlar bir sınıfta elli
kişidirler. Hiçbir şey bilmezler. O mini mini elli çocuğa yazı yazmasını
öğretmek oldukça güçtür! Bu çocuklar ceplerinde şeker parçaları, düğmeler,
şişe tıpaları, ezilmiş tuğla, bir sürü ufak tefek şey taşırlar. Öğretmenin cepleri
araması gerekir ama, çocuklar bu kıymetli eşyaları kimse almasın diye
pabuçların içine kadar saklarlar. Derse hiç dikkat etmezler: Pencereden giren
bir sinek her şeyi alt üst eder. Yazın okula mayısböceği getirirler. Bu
böcekler uçuşur, ya da mürekkep hokkalarının içine düşerler, sonra da
defterleri mürekkep lekesi içinde bırakırlar. Öğretmen onlarla bir anne gibi
uğraşır: giyinmelerine yardım eder, kalem batan parmaklarını sarar, düşen
berelerini toplar, birbirlerini mantolarını giymemelerine dikkat eder, çünkü
sonra bağrışıp çağrışırlar. Zavallı öğretmen! Bir de şikayete gelen anneler
vardır: Oğlum kalemini kaybetmiş, neden? Çocuğum bir şey öğrenmiyormuş,
nasıl olur? O kadar çok şey bilen oğluma neden mükafat vermiyorsunuz?
Piero’cuğumun pantolonunu yırtan çiviyi sırasından neden çıkarmıyorsunuz?
Erkek kardeşimin öğretmeni bazen çocuklara kızar, artık tahammülü
kalmayınca da, öğrencilerini tokatlamamak için kendi parmağını ısırır. Sabrı
tükenir ama, sonra pişman olur ve bağırmış olduğu çocukcağızı okşar. Haylaz
bir çocuğu sınıftan kovar ama, gözyaşlarını içine akıtır. Ceza olsun diye
çocuklarını aç bırakan ana babalara çok kızar.
Öğretmen Delcati gençtir, uzun boyludur. İyi giyinir, esmer-dir, daima
endişeli olduğundan her yaptığına pişman olur, en ufak bir şey bile onu
heyecanlandırır ve öğrencileriyle büyük bir şefkatle konuşmaya başlar.
Annem:
– “Bari öğrencileriniz de sizi böyle candan seviyorlar mı?” dedi.
Öğretmen:
– “Birçoğu, evet” dedi. “Ama, yıl sonu gelince, içlerinden pek çoğu
yüzümüze bile bakmıyor. Sonra erkek öğretmenlerin öğrencisi olunca da,
vaktiyle bir kadın öğretmenin öğrencisi oldukları için utanç duyuyorlar. Bir
yıllık okul hayatından sonra, öğrencinizi seviyorsunuz ve kendi kendinize:
“Bu çocuklar eminim, beni unutmaz” diyorsunuz. Ama, tatil bitip de tekrar
okula döndüğünüz zaman, onunla rastlaşıyorsunuz. Ona: “Çocuğum, benim
sevgili çocuğum” diye sesleniyorsunuz. Oysa, başını öbür tarafa çevirip
geçiyor.”
Burada öğretmen sözlerine ara verdi:
– “Sen hiçbir zaman böyle yapmayacaksın, değil mi, küçüğüm?” dedi.
Sonra, nemli gözlerle kalkıp, erkek kardeşimi öperken:
– “Sen başını öbür yana çevirmeyeceksin, değil mi? Zavallı dostunu
tanınamazlıktan gelmeyeceksin, değil mi?”

ANNEM

10 Kasım, Perşembe

Erkek kardeşinin öğretmeninin yanında annene karşı çok saygısızlık ettin!


Bunu bir daha hiç tekrarlama, Enrico! Annene söylediğin saygısızca söz
kalbime hançer gibi saplandı. Yıllar önce, bütün bir gece senin küçücük
yatağının üstüne eğilmiş, nefes alışını dinlerken, seni kaybedeceğini sandığı
için üzüntüden ağlayıp endişeden çenesi atarken ben, onun çıldıracağından
korkardım. Bütün bunları hatırladıktan sonra senin o davranışın bana dehşet
verdi. Sen, o anneyi incitiyorsun! Senin bir saatlik acını gidermek için bir
yıllık mutluluğunu verebilecek, senin için dilenebilecek, senin hayatını
kurtarmak için kendini ölüme atabilecek anneni! Dinle, Enrico! Bunu aklına
iyi sok: Hayatında pek çok dertli günlerin olacağını düşün; bunların en
dertlisi de anneni kaybettiğin gün olacaktır. Enrico, ileride büyüdüğün, pek
çok mücadeleden sonra güçlü bir adam olduğun zaman, binlerce kere, onun
sesini bir kez daha, bir an için olsun duyabilmek, korunaksız zavallı bir çocuk
gibi hıçkırarak onun açık duran kollarına atılabilmek arzusuyla yandığın
zaman, onu imdadına çağıracaksın. Annene yaptıklarını hatırlayınca bunları
pişmanlıkla ödeyeceksin, zavallı çocuk! Eğer anneni üzersen, hayatında
mutluluk, vicdan rahatlığı bekleme. Pişman olacaksın, ondan af dileyeceksin,
onun hatırasını saygıyla anacaksın; -ama, boşuna.- Vicdanın rahat olmayacak,
bu yumuşak ve iyi hayal senin için hep üzüntü ve can sıkıntısı ifade edecek,
bu da senin ruhuna acı verecek. Enrico, dikkatli ol: Bu, insanlığın en kuvvetli
bağıdır, bunu ayaklar altına alanın yüzü hiçbir zaman gülmez. Annesine saygı
duyan katilin bile kalbinde hala namuslu, asil bir duygu vardır. Anneleri üzüp
onları acı sözlerle yaralayan en şanlı kişiler bile adi bir yaratıktan başka bir
şey değillerdir. Sana hayat veren kimseye karşı bir daha ağzından böyle sert
bir kelime çıkmasın. Eğer olur da ağzından böyle bir söz daha çıkarsa,
alnındaki nankörlük lekesini bağışlayan öpücüğüyle silmesi için yalvarmak
gayesiyle seni onun ayaklarına atan, babanın korkusu değil, vicdanının sesi
olmalıdır. Seni seviyorum, oğlum. Sen hayatımın en tatlı ümidisin ama, seni
annene karşı nankör görmektense ölmeni tercih ederim. Git ve bir zaman beni
öpme, çünkü bunun karşılığını sana bütün kalbimle veremem.

BABAN

ARKADAŞIM CORETTI
13 Pazar

Babam beni affetti ama, ben hala biraz üzgünüm. Bunun üzerine annem
beni kapıcının büyük oğluyla, biraz gezmem için parka yolladı. Parka
yaklaşıyorduk. Bir dükkanın önünde duran bir arabanın yanından geçerken,
birisinin ismimle beni çağırdığını duydum, döndüm: Coretti’ydi, çikolata
renkli kazağı, kedi tüyünden şapkasıyla, ter içinde, neşeli, okuldaki sınıf
arkadaşım. Omuzunda büyük bir deste odun taşıyordu. Arabada ayakta duran
adam her defasında bir kucak dolusu odun uzatıyor, Coretti de bunları alıyor,
babasının dükkanına taşıyor ve orda onları alelacele istif ediyordu.
– “N’apıyorsun, Coretti?” diye ona sordum.
Yükü almak için kollarını uzatırken:
– “Görmüyor musun, dersimi tekrarlıyorum” dedi.
Güldüm. Ama, o ciddi konuşuyordu. Odun destesini yüklendikten sonra,
dersini tekrarlamaya başladı:
– “Çekim halindeki fiiller adede göre değişirler... adede ve şahsa göre...”
Sonra, odunları yere bırakıp onları istiflerken, başka bir odun destesini
almak için arabaya doğru giderken:
– “Eylemin yapılış şekline göre...”
Bu yarınki dilbilgisi dersimizdi.
– “Ne yaparsın” dedi, “zamandan yararlanıyorum. Babam bir iş için
çırağıyla beraber gitti. Annem hasta. Boşaltma işi bana kaldı. Ben de bu
zaman içinde dilbilgisini gözden geçiriyorum. Bugünkü zor bir dersti. Bir
türlü aklıma yerleştiremiyorum.”
Sonra arabadaki adama döndü ve:
– “Paranızı vermek için babam saat yedide burada olacak” dedi.
Araba gitti.
Coretti bana:
– “Birazcık dükkana gel” dedi.
Girdim. Burası odun yığınları, çıra demetleri bulunan kocaman bir odaydı.
Diğer tarafta bir başka büyük oda daha vardı.
– “Bugün çok yorulacağım” diye sözüne devam etti Coretti. “Dersimi parça
parça çalışıyorum. Tam cümleleri yazıyordum, bir müşteri geldi. Tekrar yazı
yazmaya koyuldum, bu kez de arabacı geldi. Zaten bu sabah iki defa Venedik
Meydanı’ndaki odun pazarına gidip alışveriş yaptım. Yorgunluktan
bacaklarım ağrıyor, ellerim de şişti. Eğer bir de resim ödevi olsaydı, artık
parmağımı kıpırdatacak halim kalmazdı.”
Hem konuşuyor, hem de elinde süpürge, yerdeki kuru yaprakları, dal
parçalarını topluyordu.
– “Peki ama, Coretti, dersini nerede çalışıyorsun?” diye sordum.
– “Elbette burada değil” diye karşılık verdi. “Gel de gör.”
Beni dükkanın arkasındaki büyük odaya götürdü. Bu odayı mutfak ve
yemek odası olarak kullanıyorlardı. Bir köşeye yerleştirilmiş masanın
üstünde kitapları, defterleri ve daha başlanmamış ödevi duruyordu.
– “Doğru” dedi, “ikinci sorunun cevabını daha yazmadım; deriden
ayakkabı, kemer yapılır... bir de valizi ekleyeyim.”
Kalemi aldı ve o güzel yazısıyla yazmaya başladı.
Bu sırada dükkandan biri:
– “Kimse yok mu?” diye seslendi.
Bu çıra almaya gelen bir hanımdı.
Coretti:
– “Bakalım kimse gelmeden ödevimi bitirebilecek miyim” diyerek odaya
geri döndü ve yazmaya devam etti: “yolculuk, çantaları, asker çantaları.”
– “Ah, kahvem yanıyor!” diye birden bağırdı ve ocağa koşup cezveyi
ateşten çekti.
– “Bu annemin kahvesi” dedi. “Doğru dürüst kahve pişirmesini
öğrenmeliyim. Bekle de kahveyi anneme beraber götürelim. Böylece seni de
gömüş olur, hoşuna gider. Yedi gündür yatıyor... çekim halindeki fiiller! Bu
cezve de hep elimi yakar. Asker çantalarından daha ekleyebileceğim ne var?
Bir şeyler daha yazmak gerek ama, bulamıyorum. Gel, anneme gidelim.”
Bir kapıyı açtı, başka bir küçük odaya girdik. Büyük yatakta, Coretti’nin
annesi, başında beyaz bir örtüyle yatıyordu.
Coretti fincanı uzatarak:
– “Anne, işte kahven” dedi. “Bu da okul arkadaşım.”
Hanım bana:
– “Hoş geldiniz, küçük bey” dedi. “Hastaları yoklamaya geliyorsunuz, öyle
değil mi?”
Bu sırada Coretti, annesinin arkasına yastık yerleştiriyor, yorganı
düzeltiyor, ateşi canlandırıyor, komodinin altındaki kediyi kovuyordu. Sonra
kahve fincanını alırken:
– “Başka bir şeye ihtiyacın var mı, anne?” diye sordu. “Şurubundan iki
kaşık içtin mi? İlacın bitince eczaneye koşar alırım. Odunu yerleştirdim.
Dediğin gibi saat dörtte eti ateşe koyacağım. Yağcı kadın geldiği zaman da
sekiz meteliğini vereceğim. Her şey yolunda, endişelenme.”
Anne:
– “Teşekkür ederim, evladım” dedi. “ Zavallı çocuğum, git. O her şeyi
düşünür.”
Bir parça şeker almamı istedi, sonra da Coretti bana bir fotoğraf gösterdi.
Bu babasının asker üniformalı Prens Umberto’nun birliğinde savaşırken
66’da kazandığı madalyalı resmiydi. O neşeli gülümseme, ve o canlı
bakışlarla tıpkı Coretti’nin yüzüydü bu. Tekrar mutfağa döndük.
Coretti:
– “Aradığımı buldum” dedi ve defterine ekledi: “at koşumları da yapılır.”
Kalanıda bu akşam yaparım, biraz geç yatarım. Ne mutlu sana, ders çalışacak
zamanı bulduktan sonra, gezmeye de gidebiliyorsun!”
Hep neşeli ve çevik, dükkana dönünce, bir tezgahın üzerine odun parçaları
yerleştirdi ve onları ortasından kesmeye başladı. Bir yandan da:
– “Bu da jimnastik yerine geçiyor” dedi. “İstiyorum ki babam eve dönünce
bütün bu odunları kesilmiş bulsun. Yalnız, odun kestikten sonra yazdığım
t’lerle l’ler, öğretmenin dediği gibi, yılana benziyor. N’apayım? Kollarımı
yormak zorunda kaldığımı söylerim ona. Benim için önemli olan annemin bir
an önce iyileşmesi. Tanrıya şükür, bugün biraz daha iyi. Dilbilgisini yarın
sabah horoz öterken çalışırım. İşte kütük yüklü araba geldi. İş başına.”
Kütük yüklü bir araba dükkanın önünde durdu. Coretti adamla konuşmak
için dışarı koştu ve sonra döndü.
– “Kusura bakma, seninle oturamayacağım” dedi. “Yarın görüşürüz.
Geldiğine çok sevindim. İyi eğlenceler! Ne mutlu sana.”
Elimi sıktı, ilk kütüğü almaya gitti ve dükkanla araba arasında mekik
dokumaya başladı. Kedi tüyünden başlığının altında bir gül gibi renkli, canlı
yüzünü görmek insana zevk veriyordu.
Ne mutlu sana dedi. Hayır, Coretti, hayır. En mutlu olan sensin. Sensin,
çünkü daha çok çalışıyorsun, ana babana daha çok yardım ediyorsun, çünkü
sen daha iyi yüreklisin, benden yüz kere daha iyi, daha cesursun, sevgili
arkadaşım.
MÜDÜR

18 Cuma

Bu sabah Coretti çok sevinçliydi, çünkü aylık imtihan yapılırken ikinci


sınıftaki öğretmeni Coatti de gelmişti. Coatti iri yarı, başında pek çok kıvırcık
saçları olan, kocaman bir siyah sakalı, kara gözleri, borazan gibi sesi olan bir
adamdı. Çocukları parça parça etmekle, yakalarından tutup karakola
götürmekle tehdit eder, öğrencilerini korkutmak için yüzüne korkunç ifadeler
verirdi. Ama, hiçbir zaman kimseyi cezalandırmazdı. Hatta kimseye belli
etmeden bıyık altından gülerdi. Coatti’yle yedek öğretmen dahil okulda sekiz
öğretmen vardı. Yedek öğretmen kısa boylu, sakalsız biriydi. Bu haliyle bir
delikanlıyı andırırdı. Bir de ayağı sakat olan dördüncü sınıf öğretmeni vardı.
Boynu, büyük bir kravatın içinde kaybolurdu. Her zaman romatizmadan
yakınırdı, bu illete, duvarlarından sular sızan bir köy okulunda öğretmenlik
yaparken tutulmuştu. Dördüncü sınıfa bakan bir başka öğretmen daha vardı.
Oldukça yaşlı, bembeyaz saçlıydı, vaktiyle körler okulunda da öğretmenlik
yapmış. Daima iyi giyinen, gözlüklü, sarı bıyıklı bir öğretmen daha vardı ki,
çocuklar onu Bay Avukat diye çağırırlardı. İlkokul öğretmenliği yaparken bir
yandan da hukuk öğrenimi yapıp avukatlık diploması almıştı. Ayrıca da, nasıl
mektup yazılacağını öğreten bir kitap hazırlıyordu. Bize jimnastik dersi veren
öğretmense tam bir askere benzer. Garibaldi’nin yanında savaşmış. Milazzo
savaşında aldığı kılıç yarasının izi hala ensesindedir. Sonra bir de, uzun
boylu, saçları dökülmüş, altın çerçeveli gözlüğü olan kırlaşmış sakalı
göğsüne kadar inen, hep siyah elbise giyen, ceketini her zaman çenesinin
altına kadar düğmeleyen müdür vardı. Çocuklara karşı o kadar iyi, yumuşak
davranırdı ki, öğrenciler azarlanmak üzere titreyerek odasına girdiklerinde
onlara bağırmaz ama, ellerinden tutar, böyle yapmalarının doğru olmadığını
anlatmak için sebepler gösterir, yaptıklarından pişmanlık duymaları
gerektiğini söyler ve bunları bir şekilde ve öyle tatlı bir sesle konuşur ki,
çocuklar odasından ağlamaktan kızarmış gözlerle çıkarlar. Bu sözler onları
cezadan daha çok etkiler.
Sabahleyin öğrencilerin gelişini beklemek, velilerle görüşmek için işinin
başına ilk gelen zavallı müdürdür. Akşamüstü bütün öğretmenler evlerine
döndükleri zaman, arabaların altına saklanan, sokaklarda okul çantalarına taş
toprak, kum dolduran, yol ortasında durup oyun oynayan çocuklar var mı
diye okulun etrafında şöyle bir dolaşır. O uzun boyu, simsiyah kıyafetiyle
çocuklar onu ne zaman bir yerde görseler hemen kalem, bilye oyunlarını
olduğu gibi bırakıp çil yavrusu gibi dağılırlar. O ise, uzaktan, hüzünlü ve
sevgi dolu bakışlarıyla, işaret parmağını kaldırarak onları tehdit ederdi.
Annem, orduda gönüllü asker olan oğlunun ölümünden sonra müdürün artık
hiç gülmediğini söyledi. Genç askerin resmi, müdürün odasındaki masanın
üstünde durur. Bu felaketten sonra işten çekilmek istemişti. Emekliye
ayrılmak için belediyeye yazdığı istifa dilekçesini hazırlamıştı, bugün yarın
yollarım diye onu masasının bir çekmecesinde saklıyordu. Bir türlü
yollayamıyordu, çünkü çocuklardan ayrılmak ona çok güç geliyordu. Ama,
geçen gün kesin kararını vermiş gibiydi. O gün müdürü görmeye giden
babam ona:
– “Müdür Bey, emekliye ayrılacağınıza pek üzüldüm doğrusu!” demiş
Babam bunları söylerken odaya bir baba oğul girmişler. Aile evini
değiştirdiği için baba, oğlunu okuduğu okuldan almış ve yeni evlerine daha
yakın olan bizimkine yazdırmaya gelmiş. Bu çocuğu görünce müdür hayret
ettiğini belirten bir işaret yapmış. Bir çocuğa bakmış bir de masasının
üstündeki resme, sonra tekrar çocuğa dönmüş, onu dizlerinin arasına çekmiş
ve yüzünü kendine doğru kaldırmış. Bu çocuk tıpkı ölen oğluna benziyormuş.
Müdür:
– “Pekala” demiş, kaydı yapmış, babayla oğlunu yollamış ve düşünceli
oturmaya başlamış.
Babam tekrar:
– “Müdür Bey, emekliye ayrılacağınıza pek üzüldüm doğrusu” demiş.
Bunun üzerine müdür istifa dilekçesini almış, iki parçaya yırtmış ve:
– “Kalıyorum!” demiş.
ASKERLER

22 Salı

Müdürün oğlu, öldüğü zaman orduda askerdi. Bu yüzden, okuldan


çıktığında, askerlerin geçtiğini görmek için hep büyük meydana giderdi. Dün
bir piyade alayı geçiyordu, elli kadar çocuk bandonun etrafında hoplayıp
zıplamaya, şarkı söyleyip, çantalarının üzerinde cetvelleriyle tempo tutmaya
koyuldular. Biz, birkaç kişi kaldırımda durup baktık. Çok dar olan
elbiselerinin içinde sıkışmış Garrone, büyük bir ekmek parçasını dişliyordu;
her zaman iyi giyinen, daima elbisesindeki toz taneciklerini silkeleyen Votini;
babasının ceketiyle, demircinin oğlu Precossi; Calabria’lı, küçük duvarcı
ustası, kızıl saçlarıyla Crossi, yusyuvarlak yüzüyle Fronti ve topçu
yüzbaşısının oğlu olan Robertti, hani tramvayın altından bir çoçuğu kurtaran
ve şimdi de koltuk değnekleriyle yürüyen arkadaşım...
Fronti topallayan bir askerin yüzüne bakıp kahkahalarla güldü. Ama, tam o
sırada birisinin elini omuzuna koyduğunu hisseti; müdürdü.
Müdür Fronti’ye:
– “Yaptığına dikkat et” dedi. “Taburdaki sırasında duran; ne öc alabilen, ne
de cevap verebilen bir askerle alay etmek, elleri bağlı bir adama hakaret
etmek gibidir. Bu bir alçaklıktır!”
Fronti gözden kayboluverdi.
Askerler geçiyorlardı, ter ve toz içindeydiler, silahları da güneşte
parlıyordu.
Müdür:
– “Çocuklar, sizler bu askerlere sevgi ve saygı göstermelisiniz. Onlar bizim
koruyucularımızdı. Yarın bir düşman ordusu ülkemizi tehdit edecek olsa,
kendilerini öldürtmek için gidecek olan onlardır. Onlar da sizler gibi çocuk;
sizlerden yalnız birkaç yaş büyükler. İçlerinde zenginleri de var, fakirleri de,
sizlerin aranızda olduğu gibi ve hepsi de İtalya’nın bir başka köşesinden
geliyor. Zaten yüzlerine bakınca anlaşılıyor, bakın: Sicilya’lılar,
Sardunya’lılar, Napoliler, Lombardiya’lılar geçiyor. Bu eski bir alay, hatta
1848’de savaşanlardan da daha eski. Elbette bu askerler vaktiyle çarpışanlar
değil ama, bayrak hep aynı. Daha sizler doğmadan yirmi yıl önce, vatanımız
için, bu bayrağın etrafında kaç kişi öldü!”
Garrone:
– “İşte bayrak!” dedi.
Gerçekten de, az ileride bize doğru ilerleyen askerlerin başı üstünden
bayrak göründü.
Müdür:
– “Bir şey yapın, çocuklar” dedi. “Üç renkli bayrağımız geçerken, elinizi
alnınıza götürüp, öğrenci selamınızı çakın!”
Bir subayın taşıdığı delinmiş, solmuş bayrak, direğine tutturulmuş,
madalyalarla önümüzden geçti. Biz, hep birden elimizi alnımıza götürdük.
Subay gülümseyerek bize baktı ve eliyle selamımıza karşılık verdi.
Arkamızda duran biri:
– “Aferin, çocuklar” dedi.
Bakmak için arkamıza döndük, Yakasında Kırım seferine katılanların
taktığı küçük mavi kurdele olan bir ihtiyardı: Emekli bir subay.
– “Aferin” dedi. “Çok güzel bir hareket yaptınız.”
Bu sırada alay epey ilerlemiş ve meydanın öbür ucuna varmıştı. Bir sürü
çocuk alayı çevreliyor, binbir sevinç çığlığı bir savaş türküsü gibi
trompetlerin sesine karışıyordu.
Yaşlı subay tekrarladı:
– “Aferin, küçükken bayrağına saygı gösteren, büyüyünce de onu
korumasını bilir.”

23 Çarşamba

Dün, Nelli de askerlerin geçişini seyretti, zavallı kamburcuk! Ama, sanki


şöyle düşünüyormuş gibi bir hali vardı: “Ben hiçbir zaman asker
olamayacağım!”
Nelli çok iyi bir çocuktur, iyi de çalışır ama, öylesine zayıf, öylesine
renksiz, solgundur ki, hem de pek zorlukla nefes alır. Her zaman parlak siyah
kumaştan bir önlük giyer. Annesi, ufak tefek sarışın bir hanımdır. Hep siyah
elbiseler giyer. Okul boşaldıktan sonra gelir ve oğlunu alır, çünkü Nelli
kalabalıkta herkesle beraber çıkmaz. Yanına gelince oğlunu okşar.
İlk günler, kamburluk gibi bir felakete uğradığı için, pek çok çocuk onunla
alay eder, sırtına çantalarıyla vururlardı. Ama, o hiç isyan etmez, annesine de
bir şey söylemezdi. Bütün bu olanları duysa, zavallı kadıncağız, oğlunun
arkadaşlarına maskara olduğunu öğrense çok üzülürdü doğrusu. Ona kaba
şakalar yaparlardı, o da susar, başını sırasına dayayıp ağlardı.
Ama, bir sabah Garrone:
– “Nelli’ye ilk dokunana öyle bir tokat patlatırım ki olduğu yerde üç defa
döner!” dedi.
Franti, Garrone’nin sözlerine aldırış etmedi, tokadı yedi, olduğu yerde
fırıldak gibi döndü ve ondan sonra da kimse Nelli’ye elini sürmedi.
Öğretmen Nelli’yi Garrone’nin yanına, aynı sıraya oturttu. Dost oldular.
Nelli Garrone’yi çok seviyordu. Sınıfa girer girmez Garrone gelmiş mi diye
bakınırdı. Allahaısmarladık Garrone demeden hiçbir yere gitmezdi.
Garrone’de ona karşı dostça davranırdı. Ne zaman Nelli sıranın altına
kalemini, yada kitabını düşürse, o eğilip de yorulmasın diye Garrone eğilir ve
arkadaşının kalemini ya da kitabını alırdı. Eşyalarını çantasına
yerleştirmesine, mantosunu giymesine yardım ederdi. Bu yüzden Nelli onu
çok sever ve hep ona bakardı. Öğretmen Garrone’yi övdüğü zaman, Nelli
kendisi övülmüş kadar sevinirdi. Sonunda Nelli bütün geçenleri annesine
anlatmış: İlk günlerdeki kaba şakaları, ona ızdırap çektirenleri, onu koruyan
ve seven arkadaşını, her şeyi. Bunu da bu sabah öğrendim.
Okulun kapanışından yarım saat önce, ders programını götürmem için
öğretmen beni müdüre gönderdi. Ben müdürün odasındayken, siyah elbiseli
sarışın bir hanım içeri girdi; Nelli’nin annesiydi. Müdüre şöyle dedi:
– “Müdür Bey, oğlumun sınıfında Garrone adında bir çocuk var mı?”
Müdür cevap verdi:
– “Evet, var”
– “Ona söyleyecek birkaç sözüm var, onu biraz buraya çağırtabilir misin?”
Müdür hademeye seslendi ve onu sınıfa yolladı. Kısa bir süre sonra kısacık
saçlı yuvarlak başıyla, şaşkın, Garrone eşikte belirdi. Onu görür görmez,
Nelli’nin annesi ona doğru koştu, ellerini Garrone’nin omzuna koydu ve
yüzünü gözünü öperek:
– “Sensin, Garrone, oğlumun arkadaşı, zavallı çocuğumun koruyucusu,
sensin, iyi yürekli, sevgili çocuk sensin!”
Sonra aceleyle, ceplerini, çantasını aradı, bir şey bulamayanca da,
boynunda asılı duran ince zinciri çıkardı, kravatının altından Garrone’nin
boynuna taktı ve ona:
– “Al bunu, onu benim hatırım için tak, sevgili çocuk, sana teşekkür ve
hayır dua eden Nelli’nin annesinin hatırı için.”

SINIFIN BİRİNCİSİ

25 Cuma

Garrone herkesin sevgisini kazanmıştı, Derossi’de herkesin hayranlığını. İlk


ödülü o aldı, gene bu yıl da hep sınıfın birincisi olacak. Kimse onunla boy
ölçüşemez. Herkes bütün dallarda onun bizlerden üstün olduğunu biliyor.
Aritmetikte, dilbilgisinde, kompozisyonda, resimde birinci o. Her şeyi hemen
anlayıveriyor, çok kuvvetli bir belleği var. Fazla didinmeden her şeyi
başarıyor, sanki ders çalışmak onun için bir oyun.
Öğretmen dün ona:
– “Tanrı sana büyük kabiliyetler bağışlamış. Onları elinden geldiği kadar
değerlendirmelisin” dedi.
Bütün bunlardan başka kıvırcık sarı saçlarıyla pek sevimli ve pek güzeldi.
Tek eliyle sıranın üstünden atlayabilecek kadar da çeviktir; daha şimdiden
silah kullanmasını biliyor. On iki yaşında, bir tüccarın oğluydu. Her zaman
koyu mavi elbiselerle yaldızlı çizmeler giyerdi. Hep canlı, neşeli, herkese
karşı terbiyeliydi. Sınavlarda elinden geldiği kadar bizlere yardım ederdi;
öyle ki kimse ona karşı kabalık etmez, kötü bir söz söylemezdi. Yalnız
Nobis’le Franti ona ters ters bakarlar; Votini’nin gözlerinden de kıskançlık
fışkırır. Ama, Derossi bunların farkına bile varmaz. O terbiyeli haliyle
ödevleri toplarken herkes ona gülümser, onun elini, yada kolunu tutar. Evde
ona verilen her şeyi, kartpostalları, resimli dergileri arkadaşlarına hediye
eder. Calabria’lı için Calabria bölgesinin küçük bir haritasını yaptı. Aklı
başında bir bey gibi, kimseyi kimseden ayırt etmeden, kimseye aldırış
etmeden, gülerek, herkese bir şeyler verirdi. Herhangi bir olay karşısında ona
imrenmemek, onun yanında aşağılık duygusuna kapılmamak imkansızdır.
Ah! Ben de Votini gibi onu kıskanıyorum. Bazen, evde ders çalışırken, şimdi
onun kolayca yorulmadan dersini bitirmiş olduğunu düşündükçe içimde bir
acılık, bir burukluk duyarım. Ama, sonra, okula dönüp de onu öyle güzel,
güler yüzlü, muzaffer görünce, rahat, emin bir şekilde öğretmenin sorularını
cevaplandırdığını duyunca, onun ne kadar terbiyeli olduğunu ve herkesin de
onu ne kadar çok sevdiğini fark edince, Derossi’ye karşı beslediğim
kıskançlıktan utanırdım. Hep onun yanında oturmak isterdim, bütün okul
hayatı boyunca onunla birlikte olmak isterdim. Varlığı, sesi beni
cesaretlendiriyor, çalışma isteğimi uyandırıyor, içimi bir hafiflik, bir sevinç
dolduruyor.
Öğretmen yarın okuyacağı aylık hikayeyi temize çekmesi içini Derossi’ye
verdi; adı: Lombardiya’lı küçük nöbetçi. Hikayeyi bu sabah temize çekti, bu
kahramanlık öyküsü onu çok etkilemiş; yüzü kıpkırmızı, gözleri nemliydi,
dudakları titriyordu. Ona baktım da, ne kadar güzel, ne kadar asildi! Açıkça,
yüzüne karşı, büyük bir sevinçle: “Derossi, yanımda sen olgun bir erkek
gibisin! Sana hayranım ve sana saygı duyuyorum!” diyebilmeyi ne kadar
dilerdim.
LOMBARDIYA’LI KÜÇÜK NÖBETÇİ

(Aylık Hikaye)

26 Haziran Cumartesi 1859 yılında, Lombardiya’nın kurtuluşu için yapılan


savaş sırasında, İtalyanların ve Fransızların, Avusturyalılara karşı
kazandıkları Solferino ve San Martino savaşından birkaç gün sonra, haziran
ayının güzel bir sabahında, Saluzzo’lu küçük bir hafif süvari birliği yavaş
yavaş, ıssız bir keçiyolundan, düşmana doğru ilerleyerek, etrafta keşif
yapıyordu. Bölüğü bir subayla bir çavuş kumanda ediyorlardı. Hepsi sabit
bakışlarla uzaklara, önlerine bakıyorlardı. Sessizdiler, her an ağaçların
arkasından düşman öncü birliklerinin belirivermesini bekliyorlardı. Dişbudak
ağaçlarının çevrelediği bir köyde bir çocuk oturuyordu. Elindeki bıçakla
küçük bir dal parçasının kabuğunu soyarak kendine bir bastoncuk yapmaya
çalışıyordu. Evin pencerelerinden birinden üç renkli geniş bir bayrak
sallanıyordu. İçeride kimse yoktu. Ev halkı, bayrağı dışarı astıktan sonra,
Avusturyalıların korkusundan kaçmıştı. Hafif süvari birliğini görür görmez,
çocuk elinden bastonu fırlattı ve beresini çıkardı. Bu, uzun sarı saçlı, iri mavi
gözlü, cesur bakışlı güzel bir çocuktu. Sırtındaki gömlekten çıplak göğsü
görünüyordu.
Atını durduran subay:
– “Burada ne yapıyosun?” diye ona sordu. “Neden ailenle kaçmadın?”
Çocuk:
– “Benim ailem yok” diye karşılık verdi. “Ben bulunmuş bir çocuğum.
Herkesin işine bakarım. Savaşı görmek için burada kaldım.”
– “Avusturyalıların geçtiğini gördün mü?”
– “Üç gündür, hayır”
Subay biraz düşündü, sonra atından aşağı atladı, askerleri orada, düşmana
karşı bıraktı, eve girdi ve dama çıktı... Ev yüksek değildi; damdan yalnız
küçük bir alan görülebiliyordu.
Subay:
– “Ağaçlara çıkmak gerekiyor” dedi ve indi.
Tam da evin önünde meltemle sallanan ince bir budak ağacı göğün
maviliklerine doğru yükseliyordu. Subay, düşünceli, olduğu yerde biraz
durdu, bir ağaca, bir de askerlerine bakıyordu. Sonra, bir solukta çocuğa
sordu:
– “Gözün keskin midir, yumurcak?”
Çocuk:
– “Benim mi?” dedi, “bir mil uzaktaki serçeyi bile görebilirim!”
– “Bu ağacın tepesine kadar tırmanabilir misin?”
– “Bu ağacın tepesine mi? Oraya yarım dakikada tırmanırım.”
– “Tepeye varınca bana neler gördüğünü söyleyebilir misin, şu tarafta
Avusturyalı askerler, toz bulutları, parıldayan silahlar, atlar var mı?”
– “Tabii söyleyebilirim.”
– “Bu iş için karşılık olarak ne istiyorsun?”
Çocuk gülümseyerek:
– “Ne mi istiyorum?” dedi. “Hiçbir şey. Size yardım etmek ne güzel şey!
Hem sonra eğer Almanlar için olsaydı, parmağımı bile kıpırdatmazdım ama,
bizimkiler için! Ben Lombardiya’lıyım.”
– “İyi öyleyse, hadi tırman bakalım.”
– “Bir dakika, ayakkabılarımı çıkarayım.”
Ayakkabılarını çıkardı, pantolonunun kayışını sıkıştırdı, beresini otların
içine attı ve dişbudağın gövdesine sarıldı.
Subay, sanki ani bir korkuya kapılıp, ona engel olmak istermişçesine:
– “Ama, dikkat et...” diye seslendi.
Ona soru soracakmış gibi, çocuk döndü ve güzel mavi gözleriyle baktı.
Subay:
– “Bir şey yok” diye bağırdı. “Tırman.”
Çocuk ağaca kedi gibi tırmandı.
Subay askerlere:
– “Önünüze bakın!” diye bağırdı.
Birkaç dakika içinde çocuk ağacın tepesine tırmanmıştı bile, gövdeye sarılı,
bacakları yaprakların arasında, ama, belden yukarısı dallar arasından
görünüyordu. Üstüne güneş ışınları vuran başı altın gibi parıldıyordu.
Subay seslendi:
– “Ne görüyorsun?”
Çocuk yüzünü ona doğru çevirdi ve elini boru gibi yaparak, karşılık verdi:
– “Beyaz yolda iki atlı var.”
– “Buradan ne kadar uzaklıkta?”
– “Yarım mil”
– “Oldukları yerde duruyorlar.”
Bir süre sustuktan sonra, subay sordu:
– “Başka ne görüyorsun? Sağ tarafa bak.”
Çocuk sağa baktı, sonra,
– “Mezarlığın yanında, ağaçların arasında, parıldayan bir şeyler var.
Süngüye benziyorlar.”
– “İnsan görüyor musun?”
– “Hayır. Galiba başakların arasında saklanmışlar.”
Tam bu sırada keskin bir mermi vızıltısı havayı deldi ve evin arkasında
uzakta bir yere saplandı.
Subay bağırdı:
– “Çocuk in aşağıya! Seni gördüler. Başka bir şey istemiyorum. Aşağı in!”
Çocuk:
– “Ben korkmuyorum ki” diye karşılık verdi.
Subay tekrarladı:
– “İn aşağı, solda, başka ne görüyorsun?”
– “Solda mı?”
– “Evet, solda.”
Çocuk başını sola doğru uzattı. Bu sırada birincisinden daha alçak, daha
keskin bir merminin vızıltısı havayı deldi.
Çocuk hepsini görmüştü.
– “Eyvah!” diye haykırdı, “alışverişleri benimle.”
Mermi pek yakınından geçmişti.
Subay, öfkeli ve amirane:
– “İn aşağı!” diye bağırdı.
Çocuk karşılık verdi:
– “Hemen iniyorum. Ama, ağaç beni koruyor, hiç kuşkum yok. Solda neler
olduğunu öğrenmek ister misiniz?”
– “Solda” diye devam etti. Subay, “İn aşağı.”
Çocuk vücudunu o tarafa eğerek:
– “Solda, küçük kilisenin bulunduğu yerde, bir...” öfkeli üçüncü bir vızıltı
yüksekten geçti ve tam o noktadan da, çocuğun, bir süre ağacın gövdesine ve
dallarına takıldıktan sonra, baş aşağı, kolları açık düştüğünü gördüler.
Koşup gelen subay:
– “Felaket!” diye haykırdı.
Sırtından vurulan çocuk, yerde kolları açık, sırt üstü yatıyordu. Göğsünün
sol tarafından bir kan seli fışkırıyordu. Çavuşla iki asker atlarından aşağı
atladılar. Subay eğildi ve gömleğini açtı: mermi sol ciğerine saplanmıştı.
Subay:
– “Ölmüş!” diye haykırdı.
Çavuş:
– “Hayır, yaşıyor!” diye karşılık verdi.
Subay haykırdı:
– “Ah! Zavallı çocuk! Kahraman çocuk! Cesaret! Cesaret!”
Bir yandan cesaret deyip, bir yandan da mendilini yaranın üzerine
bastırırken, çocuğun gözleri kaydı ve başı düştü: Ölmüştü. Subay sarardı ve
bir süre ona baktı. Sonra, onu, başı otların üstüne gelecek şekilde, yatırdı.
Kalktı ve bir zaman daha çocuğa baktı. Hareketsiz duran çavuşla iki asker de
çocuğa bakıyorlardı. Diğerleri düşmana doğru dönük duruyorlardı.
Subay üzgün bir sesle:
– “Zavallı çocuk! Zavallı ve cesur çocuk!” diye tekrarladı.
Sonra eve yaklaştı, üç renkli bayrağı pencereden çekti, onu matem bayrağı
gibi küçük ölünün üstüne örttü ama, yüzünü açıkta bıraktı. Çavuş ölünün
ayakkabılarını, beresini, bastoncuğunu ve bıçağını yanına getirdi.
Bir süre daha sessiz kaldılar; sonra, subay çavuşa doğru döndü ve:
– “Ambulans gelir onu alır. Askerce öldü. Askerler onu gömerler.”
Bunları söyledikten sonra eliyle ölüye bir öpücük gönderdi ve:
– “Atlara!” diye bağırdı.
Hepsi atlarına bindiler, küçük birlik toplandı ve yola koyuldu.
Birkaç saat sonra da ölü, askerce gömüldü.
Güneş batarken, bütün İtalyan öncü birlikleri düşmana doğru ilerliyorlardı.
Sabahleyin hafif süvari birliğinin geçtiği o aynı yoldan şimdi iki sıra halinde
piyade taburu ilerliyordu. Bu piyade taburu birkaç gün önce de San Martino
tepesini asil kanıyla sulamıştı. Daha kamp yerinden ayrılmadan askerler,
çocuğun ölüm haberini almaşlardı bile. Bir ırmak kıyısını izleyen keçiyolu,
evin pek yakınından geçiyordu.
Taburun ilk subayları üç renkli bayrağa sarılı ve dişbudak ağacının dibinde
yatan küçük cesedi görünce onu kılıçlarıyla selamladılar. İçlerinden biri
ırmağın kıyısına eğildi, burada pek çok çiçek boy atmıştı, iki sap çiçek
kopardı ve çocuğa attı. Bunun üzerine peş peşe geçen bütün piyadeler
çiçekler kopardılar ve ölüye attılar. Kısa bir süre içinde çocukcağız çiçeklere
boğuldu. Hem subaylar, hem de askerler, hepsi, geçerken ona selam
yolluyorlardı.
– “Aferin sana, küçük Lombardiya’lı”
– “Elveda, kahraman çocuk!”
– “Selam sana, sarı çocuk!”
– “Ruhun şad olsun!”
– “Zafer senin! Elveda!”
Bir subay ona kıymetli zafer madalyasını attı, bir başkası gidip onu
alnından öptü. Ve çiçekler, çıplak ayaklarının, kanlı göğsünün, sarı saçlarının
üzerine yağmaya devam ediyordu. O, otların arasında, bayrağına sarılı, sanki
bu selamları duyuyormuş ve Lombardiya’sı için hayatını vermekten sevinç
duyar gibi, solgun, gülümseyen yüzüyle uyuyordu.

FAKİRLER

29 Çarşamba

Lombardiya’lı çocuk gibi vatanı için hayatını vermek, büyük bir fazilettir
ama, sen de küçük faziletleri ihmal etme, evladım. Bu sabah, okuldan
dönüşte, önümden yürürken, dizlerinin arasında solgun yüzlü, hastalıklı bir
çocuk olan ve senden sadaka isteyen bir fakir kadının yanından geçtin. Ona
baktın ve hiçbir şey vermedin, halbuki cebinde paran vardı. Dinle, oğlum.
Sana el açan sefaletin önünden, hele çocuğu için senden birkaç kuruş isteyen
bir annenin önünden ilgisizce geçmeye çalışma sakın. Belki de o çocuğun aç
olabileceğini, o zavallı annenin ızdırabını düşün. Bir gün annenin sana:
“Enrico, bugün sana kuru ekmek bile vermeyeceğim” derken çekeceği acıyı
düşün. Bir fakire sadaka verdiğim zaman o da bana: “Tanrı seni ve
sevdiklerini bağışlasın!” der. Bu fakirin duyduğu minnettarlığın, söylediği
sözlerin içimi ne kadar rahatlattığını anlayamazsın. O zaman bana öyle
geliyor ki, Tanrının yardımıyla uzun bir süre mutlu, sıhhatli yaşayabileceğim.
Böylece eve sevinçle dönüyorum ve: “Bu fakir bana benim ona verdiğimden
daha çok şey verdi!” diye düşünüyorum. Sen de başkalarına yardımcı ol da,
ben de senin için söylenen hayır duaları duyayım. Sen de cebinden zaman
zaman birkaç kuruş çıkar ve onu yoksul bir ihtiyarın, kuru ekmek bile
bulamayan bir annenin, anasız bir çocuğun avucuna bırak. Fakirler çocukların
verdikleri sadakaya daha çok sevinirler çünkü bu onları incitmez, çünkü her
şeye ihtiyacı olan çocuklar da onlara benzerler; işte hep bunun için fakirlere
daha çok okulların yakınında rastlanır. Büyük bir insan sadakayı acıdığı için
verir, ama, çocuğun verdiği sadakada merhamete şefkat de karışır, anlıyor
musun? Sanki çocuk parayla beraber bir demet çiçek veriyormuş gibi gelir
fakire. Düşün ki senin hiçbir eksiğin yok, onlarınsa hiçbir şeyleri yok. Sen
mutlu olmayı dilerken, onlara yalnız yaşamak bile yetiyor. Bütün bu büyük
evlerin, güzel arabaların, kadife elbiseli çocukların geçtiği yollarda aç
kadınların, çocukların bulunduğunu düşünmek ne acı! Yiyecek bir lokma
ekmeği olmamak, Tanrım! Senin gibi iyi, senin kadar akıllı çocukların,
koskoca bir şehrin ortasında, çöldeki vahşi hayvanlar gibi aç kalmaları ne
kadar acı! Bundan böyle, hiçbir zaman senden sadaka isteyen bir annenin
eline birkaç kuruş koymadan geçme!

ANNEN
ARALIK

TÜCCAR

1 Perşembe

Babam, her tatil gününde, bütün sınıfla dost olmam için ya arkadaşlarımdan
birini eve çağırmamı, ya da benim ona gitmemi istiyor. Pazar günü Votini’yle
gezmeye gideceğim. Hani her zaman iyi giyinen ve Derossi’yi çok kıskanan
o arkadaşımla.
Bu arada, dün bize Garoffi geldi. O uzun boylu, zayıf, baykuş burunlu,
küçücük gözlü, muzip bakışlı arkadaşım. Bir bakkalın oğludur. Kendine özgü
bir yaradılışı vardı. Daima cebindeki paraları sayar, parmak hesabını pek
çabuk yapar. Çarpım cetveline bakmadan uzun çarpmalar yapar. Para
biriktirmeyi pek sever, daha şimdiden bankada hesap açtırmış. Para
konusunda kimseye güveni yoktur, bir kuruş bile harcamaz, sıranın altına beş
kuruş düşürecek olsa onu bulmak için haftalarca arayabilir. Ne bulursa,
yontula yontula küçülmüş kalemler, kullanılmış pullar, iğneler, erimiş mum
parçaları, ne olursa toplar. İki yıldan fazla bir zamandır pul biriktiriyor, her
millete ait yüzlerce pulu var. Onları bir albümde saklıyor, albüm
tamamlanınca da bir kitapçıya satacak. Kitapçı boş pul albümlerini parasız
veriyor, çünkü böylece pek çok çocuğu dükkanına çekiyor. Okuldaki boş
zamanlarını ticaretle geçirir. Her gün bir şeyler satar, piyangolar düzenler,
değiş tokuş yapar, sonra da yaptığı değiş tokuşa pişman olur ve verdiği şeyi
geri ister. İkiye aldığını dörde satar. Misket oynar ve her zaman kazanır. Eski
gazeteleri tütüncüye satar. Bütün hesaplarını toplamalarla, çıkarmalarla dolu
bir deftere yazar. Okulda yalnız aritmetik çalışır, eğer ödül kazanmak isterse,
bu yalnız kukla tiyatrosuna para vermeden gidebilmek içindir. Benim hoşuma
gider, beni eğlendirir. Para kullanarak onunla pazarcılık oyunu oynadık. O
her şeyin kesin fiyatını biliyor, tartıdan anlıyor ve satıcılar gibi çok güzel
paketler yapıyor. Dediğine göre, okulu bitirir bitirmez, kendi icat ettiği
şekilde ticaret yapacakmış. Ona yabancı ülkelere ait pullar verdim, öyle
sevindi ki. Her bir pulun koleksiyondaki değerini bana uzun uzun anlattı.
Babam, gazete okur gibi yapıp onu dinliyor ve eğleniyordu. Cepleri daima
birtakım öteberiyle doludur ve bunları büyük bir siyah mantoyla örter; bunun
sonucu olarak da bir tüccar gibi daima meşguldür ve hep art düşünceleri
vardır. Ama, en çok önem verdiği şey pul koleksiyonudur. Bu onun en
kıymetli hazinesidir, sanki ondan bir servet kazanacakmış gibi, hep ondan söz
eder. Arkadaşları Garoffi’ye cimri, tefeci diye ad takarlar. Ben onun hakkında
ne düşünüyorum, bilemiyorum. Ben onu seviyorum, bana çok şey öğretiyor,
onu olgun bir insan gibi görüyorum. Odun satıcısının oğlu Coretti, annesinin
hayatını kurtarmak pahasına da olsa, pullarını kimseye veremezmiş. Babam
buna inanmıyor.
Bana:
– “Kesin karara varmadan önce biraz bekle” dedi. “Pulları için çıldırıyor
ama, onun altın gibi bir kalbi var.”

KENDİNİ BEĞENMİŞLİK

5 Pazartesi

Dün, Votini ve babasıyla Rivoli caddesinde gezindim. Dora Grossa


Caddesi’nden geçerken, Stardi’yi gördük, hani kendisine rahat vermeyenlere
tekme atan arkadaşım. Bir kitapçı vitrininin önüne dikilmiş, hayran hayran
bir coğrafya haritasını seyrediyordu. Kim bilir ne zamandan beri orda
duruyor, çünkü o yolda da ders çalışır. Bu kaba çocuk bizi şöyle böyle
selamladı. Votini iyi giyimliydi, hatta fazla iyi giyinmişti. Kırmızı bordürlü
maroken çizmeleri vardı ayağında. İpekle işlenmiş bir elbise, beyaz kastordan
bir şapka giymiş, saatini de takmıştı. Salına salına yürüyordu. Ama, bu kez
kendini beğenmişliği ona kötü bir oyun oynadı. Yavaş yavaş yürüyen
babasını epey gerilerde bırakıp yolun büyük bir kısmını koştuktan sonra taş
bir sıranın önünde, şöyle böyle giyinmiş, yorgun görünüşlü, başı önüne eğik,
düşünceli bir çocuğun yanında durduk. Babası olması gereken bir bey,
gazetesini okuyarak, ağaçların altında gidip geliyordu. Oturduk. Votini
çocukla benim arama oturdu. Birden çok iyi giyinmiş olduğunu hatırladı ve
yanında oturan çocuğu kıskandırıp, kendini beğendirmek istedi. Bir ayağını
yerden kaldırdı ve bana:
– “Subay çizmelerimi gördün mü?” dedi.
Yanımızdaki çocuk da baksın diye. “Evet” dedim. Ama, çocuk aldırış bile
etmedi.
Bunun üzerine arkadaşım ayağını yere indirdi, oturan çocuğa bakarak, bu
ipek işlemelerden hoşlanmadığını ve onları gümüş düğmelerle değiştirmek
istediğini söyledi. Ama, çocuk işlemelere de bakmadı.
Baktı ki yanındakinin ilgisini çekemiyor, Votini bu sefer de beyaz Kastor
şapkasını işaret parmağının ucunda çevirmeye başladı. Ama, çocuk sanki
Votini’yi kızdırmak ister gibi, gözünün ucuyla olsun şapkaya bakmadı.
Öfkelenmeye başlayan Votini, saatini çıkardı, açtı, bana akreple yelkovanı
gösterdi. Ama, beriki başını bile çevirip bakmadı.
Arkadaşıma sordum:
– “Altın suyuna batmış gümüşten mi?”
– “Hayır” dedi, “altından”
– “Ama, bütünü altından olamaz” dedim, “biraz da gümüş karışığı olmalı.”
– “Yo, hayır” diye itiraz etti.
Yanındaki çocuğu bakmaya zorlamak için saati çocuğun yüzüne yaklaştırdı
ve ona:
– “Sen söyle, bütün saat altından değil mi?”
Çocuk kısaca karşılık verdi:
– “Bilmiyorum.”
Votini öfkeyle haykırdı:
– “Ah! Ah! Bu ne çalım böyle!”
Votini böyle söylenirken, bunları duyan babası birden beliriverdi, bir süre
oğluna, gözünü kırpmadan baktı, sonra öfkeyle oğluna:
– “Sus!” dedi ve onun kulağına eğilerek, “çocukcağız kör!” diye ekledi.
Votini, heyecanla ayağa fırladı ve çocuğun yüzüne baktı. Gözbebekleri
donuktu. Bu ifadesiz gözler hiçbir şey görmüyordu.
Votini çok utandı, tek kelime söylemeden, gözleri yerde, öyle kala kaldı.
Sonra:
– “Çok üzüldüm... bilmiyordum” diye kekeledi.
Ama, kör çocuk her şeyi anlamıştı, içten gelen, samimi bir gülümsemeyle:
– “A! Ziyanı yok” dedi.
Artık, her şey boşunaydı; ama, Votini kalpsiz bir çocuk değildi. Bütün gezi
boyunca bir kerecik olsun gülmedi.
İLK KAR

10 Cumartesi

Elveda, Rivoli Caddesi’ndeki gezintiler! İşte çocukların en güzel dostu! İşte


ilk kar! Dün akşamdan beri yaseminler gibi geniş ve iri kar taneleri yağıyor.
Bu sabah okulda, kar taneciklerinin camlara çarpıp pervazlarda yığılmasını
seyretmek bizi çok eğlendirdi. Öğretmen de bakıyor ve ellerini
ovuşturuyordu. Bütün sınıf kar toplarını, arkadan gelecek buzu ve evdeki
sıcacık ateşi düşünüp seviniyordu. Yalnız, yumrukları şakaklarına dayalı,
kendisini derse kaptırmış olan Stardi, ne kara, ne de bize aldırış ediyordu.
Okuldan çıkışta ne cümbüş, ne şenlik! Herkes sokaklarda bağrışıp çağrışarak,
deliler gibi koşuyor, avuç dolusu kar topluyor, suda yüzen küçük köpek
yavruları gibi kendini karların içine atıyordu. Dışarıda bekleyen ana babaların
şemsiyeleri bembeyaz olmuştu. Belediye görevlisinin başlığı da
beyazlaşmıştı, bütün çantalar da kısa bir zamanda bembeyaz oldular. Bütün
çocuklar sevinçten çılgına dönmüştü, demircinin, hiçbir zaman gülmeyen,
soluk yüzlü oğlu Precossi’ye, tramvayın altından bir çocuğu kurtaran ve
şimdi koltuk değnekleriyle zıplayan zavallı Robertti’ye kadar, herkes.
Şimdiye dek hiç kar görmemiş olan Calabria’lı, kocaman bir kar topu yaptı
ve onu şeftali gibi yemeye koyuldu. Sebze satıcısının oğlu Crossi çantasını
karla doldurdu. Babam, yarın için onu bizim eve davet ettiğinde küçük
duvarcı ustası bizi güldürmekten ağlattı. Ağzı kar doluydu, bunu ne
tükürmeye, ne de yutmaya cesaret edebiliyordu, bu yüzden de olduğu yerde
durmuş bize bakıyor, cevap veremiyordu. Öğretmenler de gülüp koşarak
okuldan çıkıyorlardı. Benim zavallı birinci sınıf öğretmenim de yağan kara
karşı koşuyor, yüzüne şapkasının yeşil tülünü siper etmeye çalışıyor,
öksürüyordu. Bitişik okuldaki kızlar da bağrışıp koşarak bu tertemiz halının
üzerinden geçiyorlardı. Öğretmenler, hademeler ve belediye görevlisi
bağırıyorlardı.
– “Eve! Eve!”
Bu sırada da bıyık ve sakallarında kar tanecikleri birikiyordu. Ama, onlar
da kışı kutlayan bu öğrenci sevincine gülüyorlardı.
– “Sizler kışı kutluyorsunuz... Ama, ne ayakkabısı, ne ekmeği, ne de ateşi
olan çocuklar var! Uzun yollar aşıp, soğuktan kanayan ellerinde okulu
ısıtacak odun parçasını getirmek için köye inen binlercesi var. Karların içine
gömülü in gibi boş ve karanlık yüzlerce okul var. Burada çocuklar ya
dumandan boğularak, ya da soğuktan çene atarak ders yapmaya çalışıyorlar.
Pek uzaklardaki kulübelerini yıkmakla tehdit ederek damlarına biriken ve
aralıksız yağan kara korkuyla bakıyorlar. Siz, çocuklar da, kışın gelişini
sevinçle kutluyorsunuz. Kışın yalnız sefalet ve ölüme attığı binlerce yaratığı
düşünün...”

BABAN

KÜÇÜK DUVARCI USTASI

11 Pazar

“Küçük duvarcı ustası” bugün bize geldi. Babasının eski elbiselerini


giymişti, bunların üzerinde hala beyaz kireç ve alcı lekeleri vardı. Babam
onun gelmesini benden daha çok istiyordu. Gelişi bizleri ne kadar sevindirdi!
İçeri girer girmez, kardan sırılsıklam olmuş o yumuşacık başlığı hemen
ceplerinden birine sokuverdi. O yorgun işçi yürüyüşüyle, kemerli burunlu
elma gibi yuvarlak yüzünü sağa sola çevirerek ilerledi. Yemek odasına
girince, etrafındaki eşyalara şöyle bir göz attı, kambur soytarı Rigoletto’yu
gösteren resme gözlerini dikti ve yüzünü tavşan gibi buruşturdu. O böyle
yüzünü tavşan gibi buruşturduğu zaman insan kendini tutamaz ve güler.
Renkli tahta küplerle oynamaya koyulduk. Pek güzel kuleler, köprüler
yapıyordu; öyle becerikli elleri var ki! Büyük bir ciddiyetle çalışıyor, bir
büyük insan kadar da sabırlı. Bir kuleyi bitirip öbürüne başlamadan önce
bana ailesinden söz etti: Bir tavan arasında oturuyorlarmış. Okuma yazma
öğrenmek için babası gece okuluna gidiyormuş; annesi Biella’lıymış. Eski
ama, güzelce yamanıp tamir edilmiş elbiselerine, annesinin özenle bağladığı
kravatına bakınca, ana babasının onu pek çok sevdiğini insan kolayca anlıyor.
Dediğine göre babası dev gibi bir adammış, kapılardan geçerken güçlük
çekermiş; ama, çok iyi kalpliymiş, oğlunu “tavşan yüzlü” diye çağırırmış
oğlu da aksine ufak tefek.
Saat dörtte, kanepeye oturduk ve kahvaltı ettik; ekmekle reçel yedik.
Kalktığımız zaman, bilmiyorum neden, küçük duvarcı ustasının ceketiyle
kanepenin arkalığına yaptığı beyaz lekeyi temizlememi babam istemedi; bana
engel oldu ve sonra kendisi gizlice temizledi. Oynarken, küçük duvarcı ustası
ceketinin bir düğmesini kaybetti, annem de düşen düğmenin yerine bir
başkasını dikti. Annem dikerken o kızardı, heyecanlandı, şaşkın, nefesini
tutup baktı. Sonra ona karikatür albümünü gösterdim. O farkında olmadan
yüzlerin taklidini yapıyordu, öyle başarılı oluyordu ki, babam bile onun bu
haline gülüyordu. Giderken öylesine sevinçliydi ki o yumuşak başlığını
giymeyi unuttu ve merdivenin başına gelince de, memnunluğunu belirtmek
için son bir defa döndü ve yüzünü tavşan gibi buruşturdu. Bu arkadaşımın adı
Antonio Rabucco’dur ve sekiz yaş, sekiz aylıktır...
– “Evladım, kanepeyi temizlemeni niçin istemedim, biliyor musun?
Arkadaşının gözü önünde kanepeyi temizlemek, kanepeyi kirlettiği için onu
azarlamak gibi olurdu. Bu da güzel, doğru bir hareket değildi, Çünkü
birincisi, bunu isteyerek yapmadı, ikincisi de bunu babasının çalışırken
giydiği elbiseleriyle yaptı, babasının çalışırken giydiği elbiseleriler çalışırken
yapılan bu şeyler de kir, leke değildir, bu olsa olsa tozdur, kireçtir, ne istersen
odur; ama, kir değildir. Çalışma kirletmez. İşinden gelen bir işçiye hiçbir
zaman: “Kirli” deme, yalnız “Elbiselerinin üstünde işinin izleri, işaretleri var”
de. Bunu hiç unutma. Ve küçük duvarcı ustasını da sev; çünkü birincisi senin
arkadaşın, ikincisi de bir işçinin oğlu.
BABAN

KAR TOPU

16 Cuma

Kar durmadan yağdı. Bunun sonucu da, bugün okuldan çıkarken çok çirkin
bir olay meydana geldi. Kalabalık bir çocuk topluluğu, meydana varır varmaz
kardan yaptıkları taş gibi sert ve ağır topları ona buna atmaya koyuldular.
Kaldırımlardan pek çok yaya geçiyordu.
Bir bey:
– “Durun bakalım, yumurcaklar!” diye bağırdı.
Tam bu sırada yolun öbür tarafından gelen keskin bir çığlık işitildi.
Şapkasını kaybetmiş, sendeleyen yaşlı bir bey yüzünü elleriyle kapamıştı,
yanındaki çocuk da:
– “İmdat, İmdat!” diye sesleniyordu.
Hemen, dört bir taraftan yardıma koştular. Atılan kar toplarından biri
adamın gözüne gelmişti. Meydandaki bütün çocuklar yıldırım gibi gözden
kayboldular. Ben kitapçı dükkanının önünde duruyordum, babam da içeride
alışveriş yapıyordu. Pek çok çocuk koşuşarak geldiler ve yanımda duran
diğerlerinin arasına karışıp, vitrine bakarmış gibi yaptılar. Cebinde parça
ekmeğiyle Garrone, Coretti, küçük duvarcı ustası ve pul meraklısı Garoffi de
oradaydılar. Bu zaman içinde yaşlı beyin etrafında büyük bir kalabalık
toplanmıştı. Polis ve yoldan geçenlerden birkaç kişi çocukları tehdit edip,
soruşturarak sağa sola koşuşuyorlardı.
– “Kim yaptı bunu?”
– “Kim yaptı bunu?”
– “Kimdi?”
– “Sen misin”
– “Söyleyin bunu kim yaptı!”
Böyle söylüyorlar ve acaba kardan ıslanmış mı diye de çocukların ellerine
bakıyorlardı. Garoffi benim yanımdaydı: Tir tir titriyordu ve yüzü ölü gibi
bembeyazdı.
– “Kim, bunu kim yaptı?” diye halk bağırmaya devam ediyordu.
Bunun üzerine Garrone Geroffi’ye yaklaşıp ve yavaşça:
– “Git de onlara suçlu olduğunu söyle boş yere bir başkasının suçlanmasına
sebep olmak çok kötü bir şey” dedi.
Yaprak gibi titreyen Garoffi:
– “Ama, ben isteyerek yapmadım ki!” diye karşılık verdi.
Garrone :
– “Önemi yok, sen görevini yap” diye tekrarladı.
– “Ama, benim o kadar cesaretim yok!”
– “Sen cesaretini toplamaya bak, ben de seninle geliyorum.”
Polisle diğerleri daha hızlı, yüksek sesle sesleniyorlardı.
– “Kim, bunu kim yaptı? Adamın gözünü çıkardılar! Onu kör ettiler!
Haydutlar!”
Garoffi olduğu yere yığılı verecek sandım. Garrone kararlı bir sesle:
– “Gel, ben seni savunacağım” dedi.
Onu kolundan tuttu ve öne doğru itti, Garoffi hasta gibi ona dayanmıştı.
Halk bunu gördü ve hemen anladı, içlerinden bazıları yumruklarını sıkıp
onlara doğru koştular. Ama, Garrone bağırarak durdu:
– “Bir çocuğa karşı on kişi mi saldıracaksınız?”
Bunun üzerine halk olduğu yerde kaldı, bir polis geldi, Garoffi’yi elinden
tuttu ve halkı yararak onu, yaralıyı taşımış oldukları yufkacı dükkanına
götürdü. Yaralıyı görür görmez tanıdım: Bizim evin dördüncü katında
yeğeniyle oturan yaşlı memurdu. Gözünde bir mendil, sandalyelerin üzerine
uzanmıştı.
Garoffi, korkudan yarı ölü, hıçkırarak:
– “İsteyerek yapmadım! İsteyerek yapmadım!” diyordu.
İki, üç kişi iteleyerek onu dükkana soktular ve:
– “Diz çök! Özür dile!” diye bağırdılar ve onu yere ittiler.
Ama, birden iki güçlü kol onu ayağa kaldırdı ve kararlı bir ses:
– “Hayır, beyler!” dedi.
Bu her şeyi görmüş olan müdürümüzdü.
– “Madem ki gelip suçunu itiraf etmek cesaretini gösterdi, kimsenin ona
hakaret etmeye hakkı yoktur!” diye ekledi.
Herkes sustu.
Müdür Garoff’ye
– “Özür dile” dedi.
Garoffi hıçkırıklara boğularak yaşlı adamın dizlerine kapanıyordu. Beriki
de elleriyle onun başını arıyor, saçlarını okşuyordu. Herkes:
– “Git, oğlum, git, evine dön!” dedi.
Babam beni kalabalığın arasından çekti ve yolda ilerlerken bana:
– “Enrico, böyle bir durum senin başına gelse, ödevini yapmak, gidip
suçunu itiraf etmek cesaretini gösterebilir miydin?” diye sordu.
Ona: “evet” dedim. O da bana:
– “Sana söz veriyorum, bakacağım!” dedi.
ÖĞRETMENLER

17 Cumartesi

Bugün, Garoffi, öğretmen kendisini azarlayacak diye korkudan titriyordu.


Ama, öğretmen gelmedi, yedek öğretmen de yoktu, bu yüzden bize dersi
Bayan Cromi verdi. Öğretmenlerin en yaşlısıydı, iki kocaman oğlu vardı.
Baretti İlkokulu’na çocuklarını getiren bazı beylere okuma yazmayı o
öğretmiş. Bugün biraz üzgündü, çünkü oğullarından biri hastaymış. Sınıf
arkadaşlarım onu görür görmez gürültü patırdı yapmaya başladılar. Ama, o
sakin, yumuşak bir sesle:
– “Beyaz saçlarıma hürmet edin; ben yalnız bir öğretmen değil, aynı
zamanda da bir anneyim” dedi.
Bunun üzerine kimse konuşmaya cesaret edemedi, o yüzsüz Franti bile
yalnız gizlice ona boynuz yapmakla yetindi. Bayan Cromi’nin yerine erkek
kardeşimin öğretmeni bayan Delcati, Delcati’nin yerine de çocukların
“Rahibe” diye adlandırdıkları öğretmen bakıyormuş. Öğrenciler ona bu ismi
takmışlardı çünkü hep koyu renk elbiseler giyer. Saçları daima parlaktır,
gözleri çok açık renktir, sesi de o kadar incedir ki, hep mırıltı gibi çıkar.
Annem onun söylediği hiçbir şeyi anlamazmış. Öyle yumuşak, öyle
utangaçtır ki. Hiç değişmeyen ve ancak duyulabilen sesiyle ne bağırır, ne de
öfkelenir: hiç söz dinlemeyen haşarı çocukları bile yola getirir, haşin
yumurcaklara baş eğdirir, bütün bunların meydana gelmesi için işaret
parmağını kaldırıp onları uyarması yeterlidir; sınıfı her zaman bir mabet gibi
sesizdir. Biraz da bunun için onu rahibe diye çağırırlar. Ama, bundan başka
benim hoşuma giden bir öğretmen daha var: 3 numaralı birinci sınıfın
öğretmeni. Hani o pembe yüzlü, yanaklarında gamzeleri olan, saçına daima
kırmızı bir kalem yerleştiren ve boynunda daima yeşil camdan bir boncuğu
olan o genç öğretmen. Her zaman neşeli olduğu için sınıfı da neşelidir, daima
güler, sesi öyle berraktır ki bağırdığı zaman şarkı söylüyor sanırsınız.
Çocukları susturmak için ellerini çırpar, cetvelini de kürsünün üzerine
yerleştirir. Öğrencileri bahçeye çıkarlarken, onları sıraya sokabilmek için
birinden ötekine koşar. Birinin yakasını düzeltir, üşümesin diye bir
başkasının paltosunu düğmeler. Kavga etmesinler diye çocukları sokağa
kadar izler, evde onları cezalandırmamaları için ana babalara yalvarır.
Öksürenlere hap, üşüyenlere kendi mantosunu verir. Durmadan öğretmeni
okşayıp kendilerini öpmesi için onu kolundan, eteğinden çekiştiren sınıfın en
küçükleri onu pek yorarlar. Ama, o gülerek, bütün bunlara katlanır ve hepsini
öper. Sonra da her gün saç baş darmadağınık, sesi kısılmış bir halde evine
döner ama, o güzel gamzeleri ve kırmızı kalemiyle, mutludur. Aynı zamanda
kız öğrencelere resim dersi de verir, bu kazancıyla da hem annesini, hem de
erkek kardeşini geçindirir.

YARALININ EVİNDE

18 Pazar

Garoffi’nin kar topuyla gözünü yaraladığı yalı memurunun yeğeni de


kırmızı kalemli öğretmenin sınıfında okuyor: o çocuğu bugün, onu kendi oğlu
yerine koyan amcasının evinde gördük.
Öğretmenin temize çekmem için verdiği ve gelecek hafta okuyacağımız
aylık hikayeyi bitirmiştim: Floransa’lı küçük yazıcı.
Babam bana:
– “Dördüncü kata çıkalım da bakalım o beyin gözü nasıl oldu” dedi.
Loş bir odaya girdik. Yaşlı bey yatağında oturuyordu, arkasına pek çok
yastık yerleştirmişlerdi. Hastanın başucunda karısı oturuyordu, bir köşede de
küçük yeğen kendi kendine bir şeyler yapıp eğleniyordu. Yaşlı beyin gözü
bağlıydı. Babamı görünce çok sevindi. Bizi oturttu ve Tanrı’ya şükür şimdi
daha iyi olduğunu söyledi. Gözü çıkmamış, birkaç güne kadar da bütünüyle
iyileşecekmiş.
– “Ne felaketti, Tanrım!” diye ekledi yaşlı bey. “Zavallı çocukcağızın ne
kadar korkmuş olabileceğini düşündükçe üzülüyorum.”
Sonra, onu tedavi eden ve birazdan gelecek olan doktordan söz etti. Tam bu
sırada da, kapının zili çalındı.
Evin hanımı:
– “Doktordur.” dedi.
Kapı açıldı... Bir de kimi göreyim? Sırtında uzun mantosu, başı önünde
eğik, içeri girmeye cesaret edemeden, eşikte Garoffi duruyordu.
Hasta:
– “Kim geldi?” diye sordu.
Babam:
– “Ah, zavallı evladım gir içeri, gir. Hastanın sağlık durumunu öğrenmeye
geldin, değil mi? Ama, daha iyiyim, için rahat etsin, daha iyiyim, birkaç güne
kadar da bütünüyle iyileşeceğim. Buraya gel.”
Garoffi öyle heyecanlıydı ki, bizi bile görmedi. Ağlamamaya çalışarak
yatağa doğru yaklaşıyordu. Yaşlı bey onu okşadı ama, Garoffi’nin konuşacak
gücü yoktu.
Yaşlı bey:
– “Geldiğin için çok teşekkür ederim” dedi. “Hem şimdi git, annene,
babana söyle, kendimi çok iyi hissediyorum, artık benim için üzülmesinler.”
Ama, Garoffi kımıldamıyordu, sanki bir şey söylemek istiyormuş da cesaret
edemiyormuş gibiydi.
– “Bana ne söyleyeceksin? Bir şey mi istiyorsun?”
– “Ben mi... yo, hayır.”
– “Öyleyse, güle güle evladım, gene gel. Artık yüreğini ferah tut.”
Garoffi kapıya kadar gitti ama, orada durdu, sonra onun peşinden giden,
ona merakla bakan küçük yeğene doğru geri döndü. Birden mantosunun
içinden bir şey çıkardı ve telaşla şunları söyleyerek, elindekini küçük yeğene
verdi:
– “Bu sana!”
Sonra da yıldırım gibi gözden kayboldu. Çocuk elindeki paketi amcasına
götürdü; üzerinde şunlar yazılıydı: Bunu sana armağan ediyorum. Paketi
açtılar ve bir çığlık attılar. Bu, içinde o eşsiz pul koleksiyonu bulunan
albümdü. Her zaman sözünü ettiği, üzerinde pek çok hayaller kurduğu, o
kadar didinip uğraşarak meydana getirdiği koleksiyonuydu. Bu onun en
kıymetli hazinesiydi. Zavallı çocuk, bu onun kanı, canıydı! Garoffi bunu
kendini affettikleri için hediye ediyordu!

FLORANSA’LI KÜÇÜK YAZICI

(Aylık Hikaye)

İlkokulun dördüncü sınıfına gidiyordu. On iki yaşında çok sevimli bir


Floransalıydı. Siyah saçlı, beyaz tenli bir çocuktu. Bir demiryolu memurunun
büyük oğluydu. Aile kalabalık, babasının kazancı da az olduğundan geçim
sıkıntısı çekiyorlardı. Babası oğlunu çok sever, ona karşı iyi, anlayışlı
davranırdı. Okulu ilgilendiren konuların dışında her şeyi hoş görürdü.
Oğlunun okul çalışmalarıyla yakından ilgileniyor, hiçbir şeye göz
yummuyordu, çünkü ailenin geçinmesine yardımcı olması için oğlunun bir iş
tutabilecek seviyeye gelmesi gerekiyordu. Kısa zamanda bu seviyeye
gelebilmesi için çok yorulması gerekiyordu. Çocukcağız çalıştığı halde, daha
çok çalışması için babası oğluna güç verirdi.
Babanın yaşı ilerlemişti ama, fazla çalışma da onu zamanından önce
yıpratmıştı. Ailenin çeşitli ihtiyaçlarını karşılamak için görevinin ona
yüklediği pek çok işten başka, ayrıca oradan buradan ek görevler buluyor ve
gecenin büyük bir kısmını masa başında çalışarak geçiriyordu. Son olarak da,
gazete ve fasikül halinde kitap çıkaran bir yayın evinden iş almıştı. Abonelere
yollanan fasiküllerin üzerine adresleri yazıyordu. Yazdığı her beş yüz elli
adres için üç lira alıyordu. Adreslerin büyük harfle ve düzgün yazılması
gerekiyordu. Ama, bu iş onu yoruyordu, o da sık sık yemeklerde ailesine
yakınıyordu:
– “Bu iş gözlerimi çok bozdu. Artık bu gece işine dayanamıyorum.”
Bir gün oğlu babasına:
– “Babacığım, senin yerine ben çalışayım. Ben de senin kadar güzel ve
düzgün yazıyorum.”
Ama, baba şöyle karşılık verdi:
– “Hayır, evladım, sen derslerine çalışmalısın; senin okulun benim
yazdığım abone adreslerinden çok daha önemli; eğer senin yalnız bir saatini
bile çalsa çok üzülürüm. Teşekkür ederim ama, istemiyorum. Bir daha bana
bundan söz etme.”
Çocuk böyle konularda babasına ısrar edemeyeceğini biliyordu, o da ısrar
etmedi. Ama, bakın neler yaptı.
Gece saat tam on ikide babasının işini bırakıp çalışma odasından çıktığını
ve yatak odasına gittiğini biliyordu. Birkaç kere onu duymuştu. Çalar saat
gece on ikiyi vurur vurmaz, yerinden oynatılan sandalyenin gürültüsünü ve
babasının ağır adımlarını duymuştu. Bir gece babası yatıncaya kadar bekledi,
yavaş yavaş giyindi, el yordamıyla, duvarlara tutuna tutuna çalışma odasına
gitti. Gaz lambasını yaktı, yazı masasının başına oturdu. Masanın üstünde bir
deste beyaz kağıt ve adres listesi duruyordu. Babasının yazısını taklit ederek
yazmaya başladı. Büyük bir istekle, sevinçle, biraz da korkarak yazıyordu.
Yazılmış adresler masanın bir kenarında yükseliyordu. Zaman zaman, ellerini
ovuşturmak için kalemini bırakıyor, sonra daha büyük bir gayretle, kulağı
kirişte, gülümseyerek, yazmaya koyuluyordu. Yüz altmış tane adres yazmıştı:
Bir lira! Bunun üzerine karar verdi, kalemi aldığı yere koydu, lambayı
söndürdü ve ayaklarının ucuna basarak yatağına döndü.
O gün öğle vakti babası yazı masasının başına neşeyle oturdu. Hiçbir şeyin
farkına varmamıştı. Bu işi robot gibi, hiç düşünmeden yapıyordu ve yazdığı
adresleri de ertesi gün sayıyordu. Neşeyle masa başında otururken eliyle
oğlunun omuzuna hafif hafif vurarak:
– “Ya, Giulio” dedi, “baban sandığından da daha iyi çalışıyor! Dün akşam,
iki saatte, her zaman yazdığımın üç katını yazdım. Elim hala çabuk, gözlerim
de daha görevlerini yapabiliyorlar.” dedi.
Giulio da, sevinçli, sessiz, kendi kendine şöyle diyordu:
– “Zavallı babacığım, çalışmana yardım ettiğim gibi, kendini yeniden
gençleşmiş sanıp sevinmeni de sağlıyorum. Öyleyse, haydi bakalım, cesaret!”
Başarısından memnun, ertesi gece, saat on ikiyi vurunca kalktı ve çalışmaya
koyuldu. Ve pek çok geceler bu böyle devam etti. Babası hiçbir şeyin farkına
varmıyordu. Yalnız, bir keresinde, akşam yemeği için çalışma odasından
çıkarken şöyle dedi:
– “Garip şey, birkaç zamandır bu evde ne kadar çok gaz kullanılıyor!”
Giulio’nun yüreği pır etti ama, konuşma orada bitti. Gece çalışması da
böylece sürüp gitti.
Her gece yeter derecede uyumadığı için, Giulio yeterince dinlenemiyordu.
Sabahleyin yorgun kalkıyor, akşam da okul ödevlerini yaparken göz
kapaklarını açık tutmak için büyük bir güç sarf ediyordu. Bir akşam -
hayatında ilk kez- başı defterinin üzerine düştü uyuya kaldı. Babası ellerini
çırparak:
– “Uyan, uyan!” diye bağırdı. “Dersini çalış!”
Çocuk silkindi ve ödevini yapmaya koyuldu. Ama, ertesi akşam ve ondan
sonraki günlerde, aynı olay tekrarlandı, hem de daha beter olarak.
Kitaplarının üzerinde uyukluyordu! Babası oğlunun durumunu yakından
izlemeye koyuldu; bu hal onu endişelendirdi ve sonunda oğlunu azarlamaya
başladı. Şimdiye dek oğlunu hiç azarlamak zorunda kalmamıştı!
Bir sabah ona:
– “Giulio” dedi, “bana verdiğin sözleri tutmuyorsun. Sen artık benim
çalışkan çocuğum değilsin. Bu benim hiç hoşuma gitmiyor. Yaptıklarına
dikkat et, bütün ailenin ümidi sensin. Bu durumdan hiç memnun değilim,
anlıyor musun!”
Şimdiye kadar ilk kez böyle sert bir şekilde azarlanan çocuk öfkelendi ve
kendi kendine:
– “Evet, gerçekten de bu böyle devam edemez; yaptıklarımı artık babama
açıklamam gerekiyor” dedi.
Ama, o aynı günün akşamı, babası yemeğe oturmak için çalışma odasından
çıktı ve sevinçle:
– “Biliyor musunuz, bu ay yazdığım adreslerden geçen aykine göre otuz iki
lira fazla kazandım!” dedi ve masasının altından bir kutu tatlı çıkardı. Bu ayki
fazla kazancını çocuklarıyla birlikte kutlamak için bunu almıştı. Tatlı paketini
görünce herkes sevinçle el çırptı.
Bunun üzerine Giulio daha canlandı ve kalbinin derinlerinden kendi
kendine:
– “Hayır, babacığım, seni aldatmaya devam edeceğim. Gündüz ders
çalışabilmek için daha çok güç harcayacağım; ama, geceleri de sen ve
diğerleri için çalışmaya devem edeceğim.” dedi.
Babası:
– “Normal kazancımdan başka otuz iki lira daha kazandım! Çok
seviniyorum... ama, bu çocuk -Giulio’yu gösterdi- canımı sıkıyor, beni
üzüyor” diye ekledi.
Giulio hiç sesini çıkarmadan babasının azarlarını dinledi ve yanaklarından
akmak için kirpiklerinin ucunda biriken gözyaşlarını zorlukla içine akıttı.
Ama, bütün bunlara rağmen, içini büyük bir mutluluk kaplıyordu.
Bütün gücünü harcayarak çalışmaya devam etti. Her gün biraz daha çok
yorulduğundan bu çalışmayı zorlukla sürdürebiliyordu. Bu işi iki aydır
sürüklüyordu. Baba oğlunu azarlamaya ve ona öfkeli gözlerle bakmaya
devam ediyordu. Bir gün okula gidip, oğlunun öğretmeniyle konuştu.
Öğretmen ona:
– “Evet, başarıyor, ama, ilk günlerdeki hevesi kalmadı. Uyukluyor, esniyor,
çok da dikkatsiz. Kompozisyonlarını kısacık, aceleyle, çarpık çurpuk bir
yazıyla yazıyor. Ah, o çocuk çok, çok daha iyisini yapabilir!” dedi.
O akşam baba oğlunu bir kenara çekti ve ona şimdiye kadar duymadığı en
acı sözleri söyledi:
– “Giulio, nasıl çalıştığımı görüyorsun, ailenin kazancını sağlamak için
kendimi öldüresiye çalışıyorum. Sen bana hiç yardım etmiyorsun. Bana
acımıyorsun, ne kardeşlerine, ne de annene!”
Çocuk:
– “Hayır, baba, hayır, böyle söyleme!” diye bağırarak hıçkırıklara boğuldu
ve her şeyi babasına söylemek için ağzını açtı. Ama, babası:
– “Ne koşullar altında hayatımızı kazandığımı biliyorsun. Herkesin iyi
niyetli olması ve biraz da fedakarlık yapması gerektiğini biliyorsun. Ben bile
ek işler bulmak zorunda kaldım. Ben bu ay demiryollarında çalışanlara yüz
liralık bir ikramiye vereceklerini sanıyordum, bu sabah hiçbir şey
vermeyeceklerini öğrendim” diyerek onun sözünü kesti.
Bu haberi öğrenince, Giulio kalbinden taşıp dudaklarından dökülecek olan
sırrı yuttu ve kararlı bir şeklide kendi kendine söz verdi:
– “Hayır, babacığım, sana hiçbir şey söylemeyeceğim. Senin yerine
çalışabilmek için sırrımı saklayacağım. Sebep olduğum üzüntülerini başka
yoldan gidereceğim. Okulda ödül alabilecek kadar çalışacağım. Önemli olan
senin çalışmana yardım etmek, seni öldüren yorgunluğu hafifletmek.”
Bütün gayretiyle çalıştı, iki uzun ay daha bu gece çalışmasına devam etti.
Hep aynı şey tekrarlanıyordu. Çocuğun canını dişine takıp çalışması ve
babanın devamlı acı azarları. Ama, işin kötü tarafı şu ki, gün geçtikçe baba
oğlundan soğuyordu. Artık kendisinden hiçbir şey beklenmeyen çok kötü bir
çocukmuş gibi onunla pek seyrek konuşuyor, sanki onunla göz göze
gelmekten kaçınıyordu. Giulio bunun farkına varıyor ve üzülüyordu. Babası
arkasını dönünce ona kaçamak bir öpücük yolluyordu. Hüzünlü ve içten sevgi
dolu bakışlarını ona doğru çeviriyordu. Bir yandan üzüntü, bir yandan da
yorgunluk onu oldukça zayıflatıp, rengini soldurmuştu. Derslerini de her gün
biraz daha fazla ihmal ediyordu. Artık bu oyuna bir son vermesi gerektiğini
pekala anlıyordu ve her akşam kendi kendine:
– “Artık bu gece kalkmayacağım.” diyordu.
Ama, saat gece yarısını çalınca, kendi kendine verdiği sözü tam tutacağı
anda, buna pişman oluyordu. Yatağından çıkmazsa sanki ödevini
yapmıyormuş, babasından ve ailesinden bir lira çalıyormuş gibi geliyordu
ona. Kalkıyordu ve gecelerden birinde babasının uyanıp onu böyle çalışırken
göreceğini, ya da yazdığı adresleri iki defa üst üste sayıp aldatıldığının
tesadüfen farkına varabileceğini düşünüyordu. Böylece her şey de
kendiliğinden ortaya çıkacaktı, çünkü Giulio’nun bunu yapacak cesareti
yoktu. Bu böyle sürüp gidiyordu.
Ama, bir akşam, yemekte, baba oğlunu kesin karar almaya iten bir söz
söyledi. Annesi ona baktı ve onun her gün biraz daha sararıp solduğunu,
hastalıklı bir hal aldığını ileri sürerek şöyle dedi:
– “Giulio, sen hastasın.”
Sonra babaya dönerek, endişeyle:
– “Giulio hasta. Baksana, ne kadar renksiz! Giulio’m, neyin var?”diye
tekrarladı.
Baba ona şöyle bir baktı ve:
– “Vicdanı rahat olmadığı için böyle hasta görünüyor. Çalışkan bir öğrenci
ve iyi yürekli bir evlatken, hiç de böyle olmazdı.” dedi.
Anne:
– “Ama, o hasta!” diye haykırdı.
– “Umurumda bile değil!” diye karşılık verdi baba.
Bu sözler zavallı çocukcağızın kalbine bıçak gibi saplandı. Ah! Artık babası
ona aldırmıyordu bile! Bir zamanlar, yalnız öksürdüğünü duyup da titreyen
babası! Demek ki artık onu sevmiyordu, hiç şüphe kalmamıştı, babasının
kalbinde o bir ölüydü...
Üzüntüden sıkışan kalbiyle, çocuk kendi kendine;
– “Ah! Hayır, babacığım, artık bu yaptıklarıma son vereceğim, senin sevgin
olmadan ben yaşayamam, beni gene, bütün kalbinle sevmeni istiyorum. Sana
her şeyi söyleyeceğim, artık seni aldatmayacağım, önceleri çalıştığım gibi
çalışacağım. Ne olursa olsun, yeter ki sen gene beni sev, babacığım! Artık bu
kez kesin kararımı verdim!” dedi.
Gene gece olunca kalktı, bu kez sadece alışkanlıktan, başka bir şey
düşünerek değil. Kalkınca da, gecenin sessizliği içinde, kalbi sevinç dolu, o
kadar zamandır gizlice çalıştığı o küçücük odayı birkaç dakika için olsun, son
bir defa daha görmek, ona veda etmek istedi. Lambanın yandığı yazı
masasının başına gelip de orada, artık bir daha yazmayacağı ve şimdi ezbere
bildiği o şehir, insan adlarını görünce büyük bir üzüntüye kapıldı ve her
günkü işine yeniden başlamak için aceleyle kalemi eline aldı. Ama, elini
uzatırken, bir kitaba çarptı ve kitap düştü. Korkudan adeta kanı dondu. Ya
babası uyanırsa! Onu kötü bir şey yaparken yakalamayacaktı, zaten o da
babasına her şeyi açıklamaya karar vermişti. Ne olursa olsun... Karanlıkta, o
adımların yaklaştığını duymak; gecenin bu saatinde, bu sessizlikte; belki de
annesi uyanmış yada korkmuştu; her şeyin aydınlığa kavuşmasıyla, babasının
belki de onun yüzünden utanç duyabileceğini ilk kez düşündü... Bütün bunlar
onu korkutuyordu. Nefes bile almadan, kulağı kirişte bir süre bekledi, çıt bile
çıkmıyordu. Arkasındaki kapının anahtar deliğinden dışarısını dinledi; hiçbir
şey yoktu. Bütün ev halkı uyuyordu. Babası duymamıştı. Rahatladı. Ve
yeniden yazmaya koyuldu. Adresler gene yığılmaya başladı. Aşağıda, boş
sokakta bekçilerin düzgün adımlarını duydu; sonra, birden uzaklaşan bir atlı
arabanın gürültüsü; kısa bir süre sonra, yavaş yavaş, sıra halinde geçen yük
arabalarının gürültüsü; sonra, zaman zaman bir köpeğin uzak havlamasıyla
bölünen derin sessizlik. Yazıyor, yazıyordu. Bu süre içinde de babası
arkasında duruyordu. Kitabın düştüğünü duyup kalkmıştı ve içeri girmek için
uygun zamanı beklemişti. Yük arabalarının gürültüsü, ayak sesini ve kapının
hafif gıcırtısını örtmüştü. Baba orada duruyordu, beyaz başı Giulio’nun
küçücük siyah başının üstünde ve kalemin adres kağıtları üzerinde hızla gidip
gelişini görmüştü. Bir anda da her şeyi tahmin etmiş, her şeyi hatırlamış, her
şeyi anlamıştı. Ümitsiz bir pişmanlık, büyük bir üzüntü içini kaplamıştı.
Yerinde çivilenmiş gibi, nefes bile alamadan evlâtçığının arkasında
duruyordu. Birden, Giulio keskin bir çığlık attı. Kuvvetli iki kol başını
yakalamıştı. Ağlayan babasını duyunca:
– “Ah! Baba, babacığım, beni affet, bağışla beni!”
– Hıçkırarak oğlunun alnını öpücüklere boğan baba:
– “Sen beni affet!” diye karşılık verdi. “Her şeyi anladım, her şeyi
biliyorum, senden ben, ben özür diliyorum, benim kutsal varlığım! Gel,
benimle gel!”
Onu tuttuğu gibi uyanmış olan annesinin yatağına götürdü. Giulio’yu onun
kolları arasına attı ve ona:
– “Üç aydır uyumayan ve benim için çalışan bu melek çocuğu öp.
Ekmeğimizi kazanan bu çocuğun kalbini kırdım!”
Annesi onu bağrına bastı ve belli belirsiz duyulabilen bir sesle:
– “Haydi, uyumaya git, evladım, uyu, dinlen! Onu yatağına götür!”
Baba onu kollarına aldı, oğlunu odasına götürdü, yatağına yatırdı, nefes
nefese ve durmadan onu okşayarak yastığını, yorganını düzeltti.
Giulio:
– “Teşekkür ederim, babacığım, teşekkür ederim ama, şimdi yatmaya git;
ben çok mutluyum, sen yatmaya git, babacığım” diye tekrarlıyordu.
Ama, babası onun uyuduğunu görmek istiyordu. Yatağın yanına oturdu,
elini tuttu ve ona:
– “Uyu, uyu, çocuğum!” dedi.
Giulio, heyecandan yorgun, hemen uyuyuverdi, ilk defa mutlu, derin bir
uykuya daldı. Kaç aydır, öyle yüreği hafif, tatlı rüyalar görerek, sakin
uyumamıştı. Gözlerini açtığı zaman, güneş çoktan doğmuştu. Göğsünde,
küçük yatağının kenarına dayanmış babasının ak saçlı başını önce hissetti,
sonra da gördü. Babası başını oğlunun yüreğine yaslayıp geceyi orada öylece
geçirmişti... Hala da uyuyordu.
İRADE

28 Çarşamba

Sınıf arkadaşım Stardi de, küçük Floransa’lı gibi davranabilecek güce


sahipti. Bu sabah okulda iki önemli olay meydana geldi: Garoffi sevinçten
deliye dönmüştü. Üç aydır aradığı Guatemala Cumhuriyeti’nin üç pulunu da
bulmuştu. İkinci olay da Stardi’nin ikincilik ödülü almasıydı. Derosi’den
sonra sınıfın birincisi Stardi’ydi. Herkes buna hayran oldu. Ekim ayında,
babasının onu, daracık yeşil mantosunun içinde okula getirip herkesin
önünde, öğretmene:
– “Çok sabırlı olmanız gerekecek, çünkü oğlum oldukça kalın kafalıdır, çok
güç anlar” dediğini duyduktan sonra onun böyle ödül alabileceğine kim
inanabilirdi ki!
Okulun ilk günlerinde herkes ona odun kafalı diyordu. Ama, o:
– “Ya başaracağım, ya da yenileceğim” diyordu.
Ve kendini öldüresiye ders çalışıyordu; gece, gündüz evde, okulda, yolda,
dişlerini kasıp, yumruklarını sıkarak, öküz gibi sabırlı, katır gibi inatçı,
etrafındakilere göz açtırmadan, alay edenlere aldırmadan, kendisini rahatsız
edenleri tekmeleyerek, herkesi geçti, bu mankafa!
Aritmetiğin A’sını anlamazdı, kompozisyonları yanlış doluydu, uzun bir
cümleyi bile aklında tutamazdı, şimdiyse problemleri çözüyor, yanlışsız
yazıyor, derslerini şarkı söyler gibi anlatıyor. O tıkız vücuduyla, boyunsuz
kalın kafasıyla, tombul parmaklı küçücük elleri ve o karga sesiyle nasıl böyle
her şeyi başardığını görünce, insan hemen onun o çelik iradesini fark ediyor.
O gazete sütunlarına, tiyatro ilanlarına kadar okur. Eline on metelik geçer
geçmez hemen koşup bir kitap satın alır. Daha şimdiden küçük bir kitaplığı
varmış... Yumuşak başlı olduğu zamanlarda, kitaplığını göstermek için beni
evine çağıracağını ağzından kaçırıyor. Kimseyle konuşmaz, kimseyle
oynamaz, her zaman yumruklarını şakaklarına dayayıp sırasında oturur ve taş
gibi hareketsiz, öğretmeni dinler. Zavallı Stardi, ne kadar yoruluyor!
Bu sabah öfkeli sabırsız olan öğretmen Stardi’ye ödülünü verirken:
– “Gayret eden başarır.” dedi.
Ama, o hiç çalımlanmadı, hiç gülümsemeden, ödülünü alıp sırasına oturur
oturmaz gene yumruklarını şakaklarına dayadı ve eskisinden de daha
hareketsiz ama daha dikkatli öğretmeni dinlemeye koyuldu. İşin en güzel
yanı biz okuldan çıkarken meydana geldi: Stardi’nin babası -baytar- kapıda
oğlunu bekliyordu. O da oğlu gibi şişman ve kısa boylu, ablak yüzlü, kalın
sesli. Oğlunun ödül alabileceğini hiç sanmıyordu ve buna inanmak
istemiyordu, öğretmenin gelip bunu doğrulaması gerekti. Bunun üzerine baba
içten gelen bir sevinçle güldü, oğlunun ensesine bir şaplak vurarak, yüksek
sesle:
– “Aferin, çok iyi, benim sevgili koca kafalı oğlum, aferin!” dedi.
Bunları söylerken babası Stardi’ye heyecanla, gülümseyerek bakıyordu.
Stardi hariç, etraftaki bütün çocuklar da bu neşeye katılıyorlardı. O daha
şimdiden yarın sabah ki dersini tekrarlıyordu.

ŞÜKRAN

31 Cumartesi

Eminim ki, arkadaşın Stardi hiçbir zaman öğretmeninden yakınmıyor.


Öğretmen öfkeliydi, sabırsızdı bunları hep dolu bir sesle söyledin. Senin de
kaç kere sabırsızlık gösterdiğini düşün bir kere, hem de kimlere karşı?
Annene, babana karşı, onlara karşı sabırsızlanmak suçtur. Zaman zaman
sabırsızlanmakta öğretmenin pekala haklı! Düşün ki kaç yıldır çocuklar için
yoruluyor, onlara o kadar şefkat, sevgi gösteriyor, halbu ki buna karşılık
iyiliğini kötüye kullanan, yorgunluklarına aldırmayan pek çok nankör
buluyor karşısında. Ne yazık ki, hepiniz ona mutluluktan çok üzüntü
veriyorsunuz. Düşün ki, onun yerine gelecek dünyanın en sabırlı insanı bile
zaman zaman öfkeye kapılmaktan kendini alamaz. Sonra, okula gelmemesini
sağlayabilecek kadar ağır hasta olduğu halde kaç defa canını dişine takıp
sizlere ders vermeye gelir. Sabırsızlanır, öfkelenir, çünkü canı yanıyor ve
onun bu haline aldırmamanız, bu durumunu kötüye kullanmanız da ona azap
veriyor! Oğlum, öğretmenini sev, ona saygı göster. Onu sev, çünkü baban da
onu seviyor ve sayıyor; çünkü hayatını ileride onu unutacak olan çocuklara
feda ediyor; onu sev, çünkü zekanı açıyor, onu aydınlatıyor, ruhunu eğitiyor;
çünkü bir gün, büyüdüğün zaman ben ve o, bu dünyadan göçmüş olacağız,
hafızanda onun hayalini, benimkinin yanında bulacaksın. O zaman, onun o
kibar insan yüzünde şimdi dikkat bile etmediğin ızdırap ve yorgunluk
ifadesini görünce, bugünleri hatırlayacaksın ve otuz yıl sonra bile olsa, bu
yaptıklarına üzüleceksin. Onu sevmediğine, ona karşı iyi davranmadığına
üzülerek, utanacaksın. Öğretmenini sev, çünkü o İtalya’nın dört bir tarafına
yayılmış olan o büyük ellibin ilkokul öğretmen ailesine ait. Bu öğretmenler
seninle beraber büyüyen o milyonlarca çocuğun bilim babalarıdır. Onlar,
ülkemize şimdikinden daha güçlü, üstün bir toplum yetiştiren anlaşılamamış,
takdir edilemeyen işçilerdir. Senin iyiliğin için çalışanların hepsini
sevmezsen beni de sevme; bunların arasında, annenden, babandan sonra
öğretmenin en başta gelmeli. Öğretmenini, amcanı sevebileceğin gibi
sevmelisin. Seni okşadığı zaman da, azarladığı zaman da sev, haklı olduğu
zaman da, sana haksız davranıyormuş gibi geldiği zaman da onu sev, onu
neşeli, güler yüzlü olduğu zaman da sev, onu üzgün gördüğün zaman da daha
çok sev. Onu her zaman sev. Ve bu “öğretmen” kelimesini her zaman
saygıyla söyle. Bu, bir insanın bir diğerine, baba isminden sonra verebileceği
en asil addır.

BABAN
OCAK

YARDIMCI ÖĞRETMEN

4 Çarşamba

Babam haklıydı: öğretmen o gün öfkeliydi, çünkü kendini pek iyi


hissetmiyordu. Gerçekten de, üç gündür onun yerine, bir delikanlı gibi
görünen o sakalsız, kısa boylu yardımcı öğretmen geliyor. Bu sabah çok
çirkin bir olay meydana geldi. Zaten iki gündür çocuklar sınıfta gürültü
patırdı edip yapmadıklarını bırakmıyorlardı, çünkü yardımcı öğretmen çok
sabırlıydı ve yalnız:
– “Susun, susun, rica ederim” demekle yetiniyordu.
Ama, bu sabah çocuklar ölçüyü kaçırdılar. Sınıfta öyle bir uğultu vardı ki
öğretmenin ne söylediği duyulmuyordu bile; oysa çocukları uyarmaya
çalışıyor, rica ediyordu ama, boşuna gayret sarf ediyordu. İki kez müdür
kapıda göründü ve ters ters baktı. Ama, o gider gitmez uğultu yeniden
başlıyor, sınıf pazar yerine dönüyordu. Garone’yle Dereosi arkadaşları
susturmak için onlara işaretler yapıyorlar, yalvarıyorlardı ama, boşuna,
kimsenin onlara aldırdığı yoktu. Bütün sınıfta yalnız, dirsekleri sıraya dayalı,
yumrukları şakaklarında duran, herhalde o güzelim kitaplığını düşünen
Stardi’yle güzel bir mürekkep hokkası piyangosuna katılan iki yüz kişinin
listesini çıkarmakla meşgul, güzel pulları olan, baykuş burunlu Garoffi sessiz,
sakin oturuyorlardı. Diğerleri gülüp konuşuyorlar, sıraya sapladıkları kalem
uçlarına parmaklarıyla dokunup bırakarak garip sesler çıkartıyorlar,
büktükleri küçük kağıt parçalarını çoraplarının lâstiğini kullanarak birilerine
atıyorlardı. Yardımcı öğretmen çocuklardan birini kolundan yakalıyor,
öbürünü sarsıyordu, içlerinden birini de ceza olsun diye duvara dayayıp,
ayakta tuttu. Boşuna gayret. Artık ne yapacağını bilemiyor, yalvarıyordu:
– “Peki ama, neden böyle yapıyorsunuz? Zorla cezalandırmamı mı
istiyorsunuz?”
Sonra kürsüye yumruğunu indiriyor, öfkeli ve yalvaran bir sesle
bağırıyordu:
– “Susun! Susun! Susun!”
Onun bu halini görmek insanı çok üzüyordu. Ama, gürültü durmadan
artıyordu. Franti ona kağıttan yaptığı kocaman bir top attı. Bazıları kedi gibi
miyavlıyor, başkaları da ensesine şaplak indiriyorlardı. Sınıf anlatılamaz bir
karışıklık içindeydi. Tam bu sırada hademe sınıfa girdi ve:
– “Öğretmen bey, müdür sizi çağırıyor” dedi.
Öğretmen telaşla kalktı ve sınıftan çıktı. Ümitsiz üzgün bir hali vardı. Bu
kez gürültü daha da arttı. Ama, Garrone kasılmış yüzü, sıkılmış
yumruklarıyla ortaya atıldı ve öfkeden kısılmış bir sesle bağırdı:
– “Artık buna bir son verin. Sizler hayvansınız. Onun iyiliğini kötüye
kullanıyorsunuz. Kemiklerinizi kırsaydı, köpek gibi sinip otururdunuz. Siz bir
alçak sürüsüsünüz. İçinizden kim ona bir şaka daha yapmaya kalkışırsa onu
dışarıda bekleyeceğim ve yemin ediyorum, babasının gözleri önünde onun
suratını dağıtacağım!”
Herkes sustu. Ah! O ateş saçan gözleriyle Garrone’yi görmek ne güzel
şeydi! Öfkeli bir aslan yavrusuna benziyordu. En azgınlara teker teker baktı,
hepsi başlarını eğdiler. Yardımcı öğretmen kıpkırmızı gözlerle sınıfa
döndüğünde, çıt bile çıkmıyordu. Şaşırdı ama, Garone’yi hala kıpkırmızı,
öfkeden titrer görüce, her şeyi anladı ve şefkat dolu bir sesle ona;
– “Teşekkür ederim, Garrone.” dedi.

STARDI’NİN KİTAPLIĞI

Geçen gün Stardi’lere gittim, evleri tam okulun karşısında. Doğrusu


kitaplığına hayran oldum. Arkadaşım hiç de zengin değildir, çok kitap satın
alamaz ama, ders kitaplarını, akrabalarının hediye ettikleri kitapları özenle
saklar; eline geçen bütün parayı da kitap alabilmek için bir kenara koyar.
Böylece küçük bir kitaplık meydana getirmiş. Oğlunun bu tutkusunun farkına
varan babası ona ceviz ağacından yapılma güzel bir kitaplık satın almış,
kitaplığın ayrıca küçük bir yeşil perdesi var. Aşağı yukarı bütün kitaplar da
Stardi’nin istediği renklerde ciltletmiş. İstediği zaman küçük bir bordonu
çekiyor, küçük yeşil perde kalkıyor, üç sıra halinde dizilmiş her renkten kitap
görülüyordu. Düzgün duran bu kitaplar parlak ciltliydiler ve adları da
kapaklarının üstüne yaldızlı harflerle yazılmıştı. Arkadaşım renkleri birbirine
uyacak şekilde yerleştirmesini biliyor. Kırmızı kitapların yanına beyazları,
siyahların yanına sarıları, beyazların yanına da mavileri, öyle ki uzaktan
bakılınca çok güzel bir görüntü meydana getiriyorlar. Sonra renklerin yerini
değiştirerek eğleniyordu. Bir de fihrist yapmış. Tam bir kütüphane memuru
gibi. Kitaplarının yanından hiç ayrılmıyor, onların tozunu alıyor, sayfalarını
karıştırıyor, ciltlerini inceliyor, sayfaların arasına üfleyerek, o tombul, küçük
elleriyle kitaplarını ne büyük özenle, dikkatle açtığını bir görseniz. Bütün
kitapları daha dün alınmış gibi yepyeni. Bense bütün kitaplarımı toz toprak
içinde, yırtık pırtık bir köşeye atıp bırakıyorum! Satın aldığı her yeni kitap
onu bayram çocuğu gibi sevindiriyor; onların parlak kaplarını seyretmek,
kitaplığa yerleştirmek, sonra dört bir yanını evirip çevirip incelemek için
onları yerlerinden almak ve bir hazine gibi onların üstüne titremek Stardi için
zevklerin en büyüğü. Bir saat boyunca bana yalnız kitaplarını gösterdi. Çok
okumaktan gözleri ağrıyordu. Bir ara, oğlu gibi kısa boylu, şişman ve gene
onunki gibi boyunsuz iri başı olan babası oturduğumuz odadan geçiyordu.
Oğlunun ensesine iki, üç şaplak indirirken bana da o kalın sesiyle:
– “Bu tunç kafalı hakkında ne düşünüyorsun, bakalım? Bu kafasıyla bir
şeyler başaracak, buna eminim!” dedi.
Bu sert, kaba okşamaların altında Stardi kocaman bir av köpeği gibi gözleri
yarı kapalı duruyordu. Ben bunu hiç denemedim, onunla şakalaşmaya cesaret
edemiyordum. Benden yalnız bir yaş büyük olduğuna inanmıyorum.
Stardi’lerden ayrılırken, arkadaşımı o her zamanki asık suratıyla kapıda
durmuş bana: “Güle güle” der görünce, yaşlı başlı bir beye söyleyeceğim gibi
ona da: “Sizi saygıyla selamlarım” dememe ramak kaldı.
Eve dönünce babama:
– “Bir türlü anlayamıyorum: Stardi öyle zeki bir çocuk değil, pek kibar
hareketleri yoktur, yüzüne bakınca da insanın gülmesi gelir, bütün bunlara
rağmen zorla kendini saydıran bir hali var.” dedim.
Babam:
– “Doğru, çünkü o karakter, irade sahibi bir çocuk” diye karşılık verdi.
Ben;
– “Bir saat onunla oturduğum halde elli kelime bile söylemedi, bir kerecik
olsun gülmedi, bana bir tek oyuncak bile göstermediği halde hiç sıkılmadım”
diye ekledim.
Babam da:
– “Çünkü onu takdir ediyorsun” diye karşılık verdi.
ÇİLİNGİRİN OĞLU

Evet, ama, ben Precossi’yi de takdir ediyorum, takdir ediyorum demek


yeterli değil. Çilingirin oğlu olan o, ufak tefek, soluk yüzlü, hüzünlü bakışlı,
iyi huylu, ürkek halli arkadaşım. Öyle çekingendir ki, herkese; “özür dilerim”
der. Hep hastalıklıdır, buna karşılık o kadar da çok çalışır ki.
Babası eve sarhoş döner; bir hiç yüzünden onu döver, elinin tersiyle vurup
bütün defterlerini, kitaplarını odanın dört bir yanına fırlatır. Okula yüzünde
çürük izleriyle, bazen de yüzü şişmiş, ağlamaktan gözleri kızarmış olarak
gelir. Ama, hiç, hiçbir zaman babasının onu dövdüğünü Precossi’nin
ağzından duyamazsınız.
Arkadaşları ona:
– “Seni baban mı dövdü?” diye sorarlar.
O, babasını lekelememek için hemen:
– “Hayır, hayır, bu gerçek değil!” diye bağırır.
Öğretmen, yarısı yanmış ödev kağıdını ona göstererek:
– “Bunu sen yaktın, değil mi?” diye sorunca;
– “Evet” diye, titreyen bir sesle karşılık verir. “Onu ateşin üzerine ben
düşürdüm.”
Halbuki, Precossi dersini çalışırken eve sarhoş dönen babasının bir
tekmeyle masayı, lambayı devirdiğini hepimiz çok iyi biliyoruz.
Arkadaşım bizim evin çatı katında oturuyor. Kapıcı kadın her şeyi anneme
anlatır. Kız kardeşim Silvia da bir gün taraçadan Precossi’nin bağırdığını
duymuş, çünkü dilbilgisi kitabı almak için kendisinden para istedi diye babası
onu merdivenlerden aşağı yuvarlamış.
Babası içiyor, çalışmıyor, aile de açlıktan kırılıyor. Sık sık zavallı Precossi
okula aç gelir veya Garrone’nin verdiği parça ekmeği yada kırmızı kalemli
öğretmenin verdiği bir elmayı kimseye göstermeden yer. Prescossi de birinci
sınıfı kırmızı kalemli öğretmenle okumuş! Ama, hiçbir zaman: “Açım, babam
bana yiyecek bir şey vermiyor.” demez.
Bazen, rasgele okulun önünden geçerken babası Precossi’yi alıp eve
götürmek için gelir, kapıda beklerdi. Soluk yüzlü, zorlukla ayakta durabilen,
etrafına tehdit eden gözlerle bakar, saçları gözlerinin önüne düşer. Beresini de
ters giyen bir adamdı. Zavallı çocukcağız onu sokakta görünce tir tir titrer
ama, gene de gülerek babasına koşar, adam sanki başka bir şey düşünüyor da
onu görmüyor gibi dururdu. Zavallı Precossi! Yırtılan defterlerini onarır,
derslerini çalışabilmek için arkadaşlarından emanet kitap alır, gömleğinin
yırtıklarını iğneyle tutturur. Ayağından çıkan o kocaman, postalı andıran
pabuçlarıyla, belinden düşen pantolonu, kollarını dirseklerine kadar kıvırdığı
o upuzun ceketiyle onun jimnastik yaptığını görmek insanın yüreğini
parçalar. Çalışır, gayret eder; eğer evinde rahatça çalışabilseydi sınıfın
birincilerinden biri olurdu.
Bu sabah okula geldiğinde yanağında kocaman bir tırmık izi vardı. Bütün
çocuklar:
– “Bunu baban yaptı değil mi, bu kez de tersini söylemezsin ya, bunu
mutlaka baban yaptı. Git müdüre şikayet et de onu karakola götürsün”
demeye başladılar.
Ama, o ayağa kalktı, kıpkırmızı, öfkeden titreyen bir sesle:
– “Hayır, hayır, bu doğru değil! Babam beni hiçbir zaman dövmez!” diye
bağırdı.
Ama, sonra bütün ders boyunca, kirpiklerinden süzülen gözyaşları sıranın
üstüne damladı. Bu sırada biri ona bakacak olsa, ağladığını belli etmemek
için gülümsemeye çalışıyordu. Zavallı Precossi! Yarın bize Derossi, Coretti
ve Nelli gelecekler; Precossi’ye de söyleyeceğim, o da gelsin. Onunla birlikte
kahvaltı edeceğim, onu eğlendirmek için kitap hediye edeceğim, evin altını
üstüne getireceğim. Bir kerecik olsun zavallı Precossi’nin sevindiğini görmek
için ceplerini meyveyle dolduracağım. Ne kadar yürekli, ne kadar iyi yürekli
bir çocuk!
GÜZEL BİR MİSAFİRLİK

12 Perşembe

İşte benim için yılın en güzel perşembelerinden biri. Saat tam ikide kambur
Nelli’yle beraber Derossi ve Coretti geldiler. Babası Precossi’nin gelmesine
izin vermemiş. Derossi ile Coretti hala gülüşüyorlardı; yolda, sebze
satıcısının oğlu Crossi’yle karşılaşmışlardı, -hani kızıl saçlı, sakat kollu
arkadaşım- boyundan büyük bir karnabaharı satmaya gidiyordu, onun
parasıyla da kendine kalem alacakmış. Çok da sevinçliymiş, babasından
mektup almışlar, bugün yarın gelecekmiş. Birlikte geçirdiğimiz güzel o iki
saat! Derossi’yle Coretti sınıfın en neşeli iki çocuğudur. Babam onları çok
sevdi. Coretti her zamanki gibi çikolata rengi ceketiyle kedi tüyünden
şapkasını giymişti. O daima bir şeyler yapmak, hareket etmek, bir işe
yaramak isteyen sevimli bir şeytancıktır. Daha bu sabah erkenden bize yarım
arabalık odunu sırtında getirdi. Bütün evi dolaştı, her şeyi yakından inceledi,
durmadan konuştu, bir sincap gibi çevik, canlıydı. Odaları dolaşırken
mutfağa da uğramış ve ahçı kadına odunun on kilosunu kaça aldıklarını
sormuş ve babasının bunu kırk beş kuruşa sattığını söylemiş. Hep babasından
söz eder: Prens Umberto’nun kumandasında çarpıştığı Custoza savaşına 49.
Alayda görevli olduğunu anlatır. Arkadaşımın öyle sevimli davranışları
vardır ki! Odunların arasında doğup büyümesi hiç önemli değil, “kibarlık
onun ruhunda, kanında akıyor,” diyor babam.
Derossi de bizi çok eğlendirdi: Coğrafyayı öğretmen kadar iyi bilir;
gözlerini kapayıp: “İşte bütün İtalya’yı görüyorum, Akdeniz’e kadar uzanan
Apenin dağlarını, oraya buraya koşuşan akarsuları, beyaz şehirleri, körfezleri,
masmavi koyları, yemyeşil adaları. Sanki haritadan okuyormuş gibi bütün
isimleri çabucak, sırayla ve doğru olarak söylüyordu. Onu böyle başı
yukarıda, kıvırcık sarı saçlarıyla, kapalı mavi gözleriyle, koyu mavi elbisesi,
yaldızlı çizmeleriyle, bir heykel gibi dimdik ve güzel görenler ona hayran
kalıyorlardı. Öbür gün Kral Vittorio’nun ölüm yıldönümü dolayısıyla
okuyacağı üç sayfalık yazıyı bir saatte ezberlemişti. Nelli de o açık renk
gözlerini, melankolik bakışlarıyla, siyah kumaştan önlülüğünün kıvrımlarını
düzelterek Derossi’ye sevgi ve hayranlıkla bakıyordu.
Arkadaşların giderken arkalarından baktım. Güçlü kuvvetli Derossi ve
Garrone onun koluna girmişler, evine doğru götürüyorlardı. Zavallı Nelli’cik
de şimdiye kadar hiç böylesine gülmemişti. Yemek odasına döndüğümde
komik kambur Rigoletto’yu temsil eden resmin orada olmadığını fark ettim.
Nelli görmesin diye babam onu kaldırmıştı.

VITTORIO EMANUELE’NİN CENAZE TÖRENİ

17 Ocak

Bugün öğleden sonra saat ikide sınıfa girdiğimizde öğretmen Derossi’yi


çağırdı. O da gitti kürsünün yanında durdu ve yüzü bizlere dönük, heyecanlı,
yavaş yavaş yükselen berrak sesiyle, yüzü kızararak:
– “Dört yıl önce, bugün. Bu saatte, İtalya’nın ilk kralı II. Vittorio
Emanuele’nin cesedini taşıyan cenaze arabası Roma’da, Panteon’un önüne
gelmişti. II. Vittorio Emanuele yirmi dokuz yıl tahtta kaldı. Bu yirmi dokuz
yıl boyunca da, üzerinde yedi ayrı devlet bulunan kutsal İtalya toprağını,
yabancıların, zorbaların baskısına rağmen hür, bağımsız tek bir devlet haline
getirdi. Değeri, doğruluğu, tehlike karşısındaki gözü pekliği, kazandığı
zaferlerdeki zekası, felaketler karşısında gösterdiği dayanıklılık onun bu
yirmi dokuz yıllık saltanatına ün kazandırdı, memleketine büyük yararlar
sağladı.
Cenaze arabası, çiçek yağmuru altında bütün Roma’yı dolaştıktan sonra,
İtalya’nın dört bir yanından koşup gelen üzgün halk kalabalığının sessizliği
arasında ilerliyordu. Bakanlar kurulunun, prenslerin, generallerin, muharip
gazilerin, üç yüz şehrin yolladığı bir bayrak ummanını, bir milletin
güçlülüğünü, şanını temsil eden her şeyin izlediği cenaze arabası, üzerindeki
kıymetli yükünü bırakacağı mezarın bulunduğu Augustos Tapınağı’na ulaştı.
Tam o anda bu on iki zırhlı süvari, arabadan tabutu aldılar. Bu anda bütün
İtalya ölen kralına, ülkesini ve halkını o kadar çok sevmiş olan yaşlı kralına,
askerine, babasına, tarihinin en mutlu, en şanlı yirmi dokuz yılında son bir
defa veda etti. Bu muhteşem bir an oldu. İtalyan ordusunun, matem örtüsüne
bürünmüş seksen alay bayrağını, cenaze arabasının geçtiği yola dizilen
seksen subay taşıyordu. Halk yaşlı gözlerle bu manzarayı seyrediyordu.
Üzüntüden sıkışan yüreği tabutla matem bayrakları arasında titriyordu. Bu
seksen bayrak bütün İtalya’yı temsil ediyordu; böylece de binlerce ölü, sel
gibi akmış olan kan, en kutsal şanlarımız, en büyük fedakarlıklarımız, en
derin acılarımız o anda bir kez daha hatırlandı. Zırhlı süvarilerin taşıdığı tabut
önlerinden geçerken, onu son bir defa daha selamlamak için orada
bulunanların hepsi birden başlarını eğdiler. Yeni kurulan alayların bayrakları,
Goito, Pastrengo, SantaLucia, Novara, Kırım, Palestro, San Martino,
Castelfidardo savaşlarının eskimiş, solmuş bayrakları, seksen siyah matem
örtüsünü eğdiler, yüz madalya tabuta çarptı ve herkesin kanını donduran bu
boğuk, madeni ses sanki hep bir ağızdan seslenen ve:
– “Elveda, iyi kalpli kral, kahraman kral, doğruluktan ayrılmayan kral!
Güneş İtalya’nın üzerinde doğdukça sen de bizim kalbimizde yaşayacaksın”
diyen binlerce kişinin çığlığıydı.
“Bayraklar tekrar göğe doğru yükseldikten sonra kral Vittorio mezarın
ölümsüz şanına ulaştı.”
OKULDAN KOVULAN FRANTI

21 Cumartesi

Derosi, Kralın cenaze merasimini anlatırken bir kişi gülebilirdi ve Franti


güldü. O çocuktan nefret ediyorum. Çok kötü bir yaradılışı var. Bir baba
okula gidip de oğlunu azarlayacak olsa, o bununla alay eder, birisi ağlarken o
güler. Garrone’den ödü kopar, kendisinden küçük olduğu için küçük duvarcı
ustasını döver. Bir kolu sakat olduğu için Crossi’ye eziyet eder, herkesin
saydığı Precossi’yle alay eder. Küçük bir çocuğu tramvayın altından
kurtardıktan ve şimdi koltuk değnekleriyle yürüyen, ikinci sınıftaki
Robertti’yle bile alay eder. Kendinden zayıflarla dolaşır, dövüşürken, vahşice
ve çok sert yumruklar indirir. Muşamba beresinin kenarlığı altında saklı gibi
duran karanlık gözlerinde, dar alınlı, yüzünde insanı tiksindiren bir ifade
vardır. Hiçbir şeyden korkmaz, öğretmenin yüzüne karşı güler, fırsat bulursa
hırsızlık eder, küstah bir yüzle inkar eder, yanında oturanlara batırmak için
okula toplu iğneler getirir, kendi ceketinin düğmelerini kopardığı gibi,
başkalarınınkini de koparır ve onlarla oynar. Okul çantası, defterleri,
kitapları, her şeyi yırtık pırtık, bumburuşuk, pistir. Cetveli kırıktır, kaleminin
tepesini kemirir, tırnaklarını yer, elbiseleri yağ lekesi içindedir, çoğu zaman
da kavga sonunda delik deşik olurlar. Dediklerine göre, annesi oğlunun
derdinden hasta olmuş, babası da onu evden üç kere kovmuş. Annesi oğlunun
okuldaki tutumunu öğrenmek için sık sık okula gelir ve ağlayarak gider.
Franti okuldan da, arkadaşlarında da, öğretmenden de nefret eder. Bazen
öğretmen onun yaptığı muzurlukları görmemezlikten gelir, o da daha beter
azar. Öğretmen, zaman zaman yumuşaklıkla onu doğru yola getirmeye çalışır
ama, o bunlara aldırış bile etmez. Bu kez Franti’ye ağır sözler söyler, o da
ağlıyormuş gibi yüzünü kapar ama, sadece gülmek için. Franti üç günlüğüne
okuldan kovuldu, döndüğünde eskisinden daha üzgün, daha küstahtı.
Bir gün Derossi ona:
– “Artık haylazlıklarına bir son ver, bak senin bu halin öğretmeni nasıl
üzüyor” dedi.
Bunun üzerine Franti Derossi’yi karnına çivi saplamakla tehdit etti. Ama,
en sonunda, bu sabah okuldan bir köpek gibi kovuldu.
Öğretmen Garrone’ye ocak ayının oldukça uzun hikayesini Sardunya’lı
Davulcuyu temize çekmesi için verirken Franti’nin yere fırlattığı kestane
fişeği şarapnel gibi patladı ve bu ses okulun dört bir yanını çınlattı. Korkudan
bütün sınıfın yüreği hopladı.
Öğretmen ayağa fırladı ve:
– “Franti! Çık sınıftan!” diye bağırdı.
Franti:
– “Ben yapmadım!” diye karşılık verdi ama, gülüyordu.
Öğretmen tekrarladı:
– “Çık dışarı!”
– “Yerimden bile kımıldamıyorum” diye karşılık verdi Franti.
Bu sözler öğretmenin sabrını taşırdı, Franti’ye doğru atıldı, onu kolundan
yakaladı ve sıradan dışarı çekti. Franti debeleniyor, dişlerini gıcırdatıyordu.
Zorla sınıftan dışarı atıldı. Öğretmen onu müdürün odasına kadar götürdü,
sonra tek başına sınıfa döndü, kürsüye oturdu, başını ellerinin arasına aldı,
soluk soluğaydı. Onun o yorgun, bitkin haline görmek insanı üzüyordu.
– “Otuz yıl öğretmenlik ettikten sonra!” diyerek, üzgün, başını salladı.
Kimse soluk bile almıyordu. Öfkeden elleri titriyordu, alnının ortasındaki düz
çizgi de öyle derinleşmişti ki, bir yara gibi duruyordu. Zavallı öğretmen!
Onun bu haline herkes üzülüyordu.
Derossi ayağa kalktı ve:
– “Öğretmenim, üzülmeyin” dedi. “Bizler sizi seviyoruz.”
Bu sözler öğretmeni biraz ferahlattı, şöyle dedi:
– “Çocuklar, kaldığımız yerden derse devam edelim.”
SARDUNYA’LI DAVULCU

(Aylık Hikaye)

Custoza savaşının ilk gününde, 24 Temmuz 1848’de, İtalyan ordusuna bir


piyade alayından altmış kadar asker gözcülük etmeleri için bir tepedeki boş
bir eve yollandılar. Hiç beklenmedik bir sırada iki Avusturya birliğinin
saldırısına uğradılar. Avusturyalıların dört bir yandan yağdırdıkları ateş
yağmuru altında eve sığınıp kapıyı kapayacak zamanı ancak bulabildiler;
birkaç ölüyle bazı yaralılar dışarıda kalmışlardı. Kapıları sıkıca kapar
kapamaz askerler hemen giriş katındaki ve birinci kattaki pencerelere
koşuştular ve saldırganlara ateş açtılar. Berikiler, yarım daire şeklinde mevzi
almış, yavaş yavaş ilerleyerek İtalyalara sertçe karşılık veriyorlardı. Altmış
İtalyan askerini iki erbaşla bir yüzbaşı kumanda ediyorlardı. Yüzbaşı, yaşlı,
uzun boylu, kuru, sertti; bıyıkları ve saçları oldukça kırlaşmıştı. Aralarında
bir de Sardunya’lı bir davulcu vardı. Bu, on dördünü biraz aşkın ufak tefek
bir çocuktu. Derin, siyah, gözleri parıl parıl parıldıyordu. Yüzbaşı, birinci
kattaki bir odadan savunmayı yönetiyordu. Emirleri tüfek ateşi gibi
yankılanıyordu ve o çelik ifadeli yüzünde hiçbir heyecan izine
rastlanmıyordu.
Biraz solgun yüzlü ama, sağlam yapılı olan davulcu bir masanın üstüne
çıkmış, pencereden dışarı bakmak için boynunu duvar boyunca dışarı
uzatıyordu. Toz dumanın arasından, kırlarda yavaş yavaş ilerleyen
Avusturyalıların beyaz üniformalarını görüyordu. Ev dik bir bayırın
tepesindeydi, dik yamaca bakan bir tek pencere vardı, bu da çatı katındaki bir
odada bulunuyordu. Avusturyalılar bu taraftan eve saldırıda
bulunamıyorlardı, yamaç da ıssızdı. Yalnız cepheden ve iki yandan ateş
edebiliyorlardı.
Bu tam bir cehennem ateşiydi. Bunlar, dışarıda duvarları çatlatan,
kiremitleri paramparça eden, içeride tavanları çökerten, eşyaları, panjurları,
kapıları çarpıp tahta paçalarının, kireç, alçı bulutlarının, çanak çömlek, cam
kırıklarının doldurduğu havaya fırlatan, ıslık çalan, seken, insanın beynini
delen büyük bir gürültüyle her şeyi kırıp döken iri kurşun güllelerdi. Zaman
zaman pencerelerden ateş eden askerlerden biri sırt üstü yerde yatıyordu.
Düşmanın yarı çemberi gittikçe daralıyordu. O zamana kadar
soğukkanlılığından hiçbir şey kaybetmemiş olan yüzbaşının yüzünde bir
kaygı ifadesi belirdi ve peşinde bir çavuşla, iri adımlarla odadan çıktı. Az bir
zaman sonra, çavuş koşarak geldi ve davulcuyu çağırdı, kendisini izlemesini
söyledi. Çocuk çavuşun peşinde bir tahta merdivenden çıktı ve gene çavuşu
izleyerek bomboş bir tavan arası odasına girdi. Burada, pencerenin pervazına
dayanmış, yüzbaşı elinde kurşun kalem, bir kağıda bir şeyler yazıyordu.
Yerde de, ayaklarının dibinde bir kuyu ipi bulunuyordu.
Yüzbaşı kağıdı katladı, kurşuni ve donuk gözbebeklerini çocuğun gözlerine
dikti ve korkudan titreyen askerlerin önünde ona yüksek sesle:
– “Davulcu!” dedi.
Davulcu elini kasketinin kenarlığına götürdü.
Yüzbaşı:
– “Yürekli misin!” dedi.
Çocuğun gözleri parıldadı.
– “Evet, yüzbaşım” diye karşılık verdi.
Yüzbaşı onu pencereye doğru iterek:
– “Aşağıya bak, kırların ortasında, Villafranca’nın evlerine yakın yere, silah
parıltıları görülen yere. Orada bizimkiler yerlerinden kıpırdayamadan
duruyorlar. Bu kağıdı al, ipe tutun, pencereden aşağı in, tepeyi aşarak yerden
geç, bizimkilerin yanına var ve bu yazılı kağıdı göreceğin ilk subaya ver.
Palaskanı ve sırt çantanı burada bırak” dedi.
Davulcu palaskasını, sırt çantasını çıkardı ve yüzbaşının verdiği yazılı
kağıdı göğüs cebine koydu. Çavuş ipi dışarı sallandırdı ve bir ucunu da iki
eliyle sıkı sıkı tuttu. Yüzbaşı çocuğun pencereden dışarı çıkmasına yardım
etti; çocuğun sırtı kırlara dönüktü.
Yüzbaşı çocuğa:
– “Dikkat et” dedi, “bölüğün kurtuluşu senin yürekliliğinde ve bacaklarının
gücünde.”
Davulcu dışarı doğru eğilerek:
– “Bana güvenin, yüzbaşım.” dedi.
Çavuşla birlikte ipin ucundan asılan yüzbaşı:
– “Aşağı inerken iyice eğil.” dedi.
– “Hiç kuşkunuz olmasın.”
– “Tanrı yardımcın olsun.”
Birkaç dakikada davulcu yere indi; çavuş ipi yukarı çekti ve gözden
kayboldu. Yüzbaşı öfkeli bir yüzle yeniden pencerede belirdi ve bayırdan
aşağı uçarak giden çocuğu gördü.
Çocuğun kimseye görünmeden kaçabileceğini sanıyordu ama, tam o sırada
çocuğun önünden, arkasından yükselen küçük bulutlar Avusturyalılar
tarafından görüldüğünü ortaya çıkardı. Ateş edenler tepenin tam arkasına
siperlenmişlerdi. Küçük toz bulutlarını toprağa saplanan gülleler meydana
getiriyordu. Ama, davulcu bunlara aldırmıyor bütün hızıyla koşmaya devam
ediyordu.
Birden, yumruğunu ısırarak yüzbaşı:
– “Vuruldu!” diye gürledi.
Ama, daha sözünü tamamlamamıştı ki davulcunun ayağa kalktığını gördü.
– “Neyse, vurulmamış, yalnızca düşmüş!” dedi kendi kendine ve geniş bir
nefes aldı.
Gerçekten de, davulcu yeniden bütün gücüyle koşmaya başlamıştı ama,
topallıyordu.
Yüzbaşı, herhalde ayağı burkuldu, diye düşündü. Sağdan, soldan birkaç toz
bulutçuğu daha yükseldi ama, bunlar çocuğun uzağından geçiyordu. Davulcu
kurtulmuştu. Yüzbaşı bir zafer çığlığı attı. Ama, bir yandan da gözleriyle
çocuğu, ayağını yere vurarak izliyordu, çünkü bu bir an meselesiydi. Eğer
çocuk en kısa zamanda aşağı varıp da yardım isteyen kağıdı onlara
veremezse, ya bütün askerleri ölecek, ya da yüzbaşı askerleriyle birlikte esir
düşecekti. Çocuk bir süre hızla koşuyor, sonra topallayarak yavaşlıyordu,
sonra yeniden koşmaya başlıyordu ama, her defasında biraz daha yorgun.
Durmadan ayağı sürçüyor, bir süre olduğu yerde duruyordu.
– “Belki de bacağına bir gülle isabet etti” diye düşündü yüzbaşı.
Yüzbaşı onun bütün hareketlerini dikkatle izliyor, onun için endişeleniyor,
sanki onu duyabilirmiş gibi, onunla konuşuyor, onu cesaretlendirmeye
çalışıyordu. Hiç durmadan, endişeli gözlerle, kaçan çocukla güneşin altında
parıldayan başak tarlalarının içinde mevzilenmiş olan silah parıltılarının
arasındaki mesafeyi ölçüyordu. Bir yandan da aşağı kattaki odalarda
gümbürdeyen, ıslık çalan güllelerin gürültüsünü, subayların, çavuşların öfkeli
ve emir veren bağırışlarını, yaralıların acı çığlıklarını, harap olup kırılan
eşyaların sesini duyuyordu.
Uzaktan, davulcuyu gözleriyle izleyerek:
– “Haydi! Cesaret!” diye bağırıyordu, “daha hızlı! Koş! Uğursuz çocuk,
gene durdu! Ah! Neyse yeniden koşmaya başladı.”
O sırada bir subay nefes nefese geldi ve düşmanların o cehennem ateşine
hiç ara vermeden, İtalyanların beyaz bayrak sallayarak teslim olmalarını
emrettiğini söyledi.
Yüzbaşı, gözünü çocuktan ayırmadan:
– “Cevap vermeyin!” diye bağırdı.
Çocuk artık düzlüğe varmıştı ama, koşamıyor, yalnız kendini zorlukla
sürükleyebiliyordu.
– “Hadisene! Koşsana!” diye bağırıyordu yüzbaşı, bir yandan da öfkeyle
dişlerini gıcırdatıyor, yumruklarını sıkıyordu. “Öl, geber, hain, ama, yoluna
devam et!”
Sonra, bir beddua savurdu
– “Ah! Alçak hain, oturdu!”
Gerçekten de, şimdiye dek, başak tarlasının arasından zaman zaman başı
görünen çocuk, sanki düşmüş gibi birden yok olmuştu. Ama, bir süre sonra
başı tekrar görünmeye başladı. En sonunda selvilerin arasında kayboldu,
yüzbaşı da artık onu göremez oldu.
Yüzbaşı amirane bir hal takınarak aşağı indi; gülleler dört bir yanda
gümbürdüyordu. Odalar yaralılarla doluydu, bunların içinden bir kısmı,
eşyalara can havliyle tutunarak, sarhoşlar gibi sendeleyip, sürükleniyorlardı.
Duvarlar, yerler kan lekeleriyle doluydu. Yerlerde cesetler uzanıyordu. Bir
gülle teğmenin sağ kolunu parçalamıştı. Duman ve toz her şeyi kaplamıştı.
Yüzbaşı:
– “Cesaret! Dayanın! Yardım geliyor! Biraz daha dayanın!” diye askerlerini
yüreklendiriyordu.
Avusturyalılar daha da yaklaşmışlardı. Toz duman arasından allak bullak
yüzleri görünüyordu. Güllelerin ıslıkları arasında hakaret eden, teslim
olmalarını emreden, onları katliamla tehdit eden, vahşi çığlıkları
duyuluyordu. Korkan birkaç asker pencerelerden çekiliyordu, çavuşlar da
bunları tekrar geldikleri yere yolluyorlardı. Ama, savunma ateşi gittikçe
zayıflıyordu, bütün yüzlerde ümitsizlik okunuyordu, artık dayanacak güçleri
kalmamıştı. Bir süre sonra, Avusturyalıların saldırısı yavaşladı ve kalın bir
ses önce Almanca, sonra da İtalyanca:
– “Teslim olun!” diye bağırdı.
Yüzbaşı, pencerelerin birinden:
– “Hayır, asla!” diye gürledi.
İki taraf da daha öfkeli, daha sık ateş etmeye başladı. Pek çok asker cansız
yere serildi. Bir çok pencere savunucusuz kalmıştı. Son an yaklaşmıştı.
Yüzbaşı dişlerinin arasından, boğuk bir sesle:
– “Hala gelmediler! Hala gelmediler!” diye bağırıyor, evin içinde dört
dönüyor, ölmeye kararlı, öfkeden titreyen ellerinin arasında kılıcının sapını
çevirip duruyordu.
Tam bu sırada, tavan arasından inen bir çavuş, avaz avaz bağırdı:
– “Geliyorlar! Geliyorlar!”
Yüzbaşı da bu sözleri büyük bir sevinç dalgası içinde tekrarladı.
Bu çığlık üzerine, yaralı, sağlam, subay, çavuş, herkes pencerelere atıldı ve
bir kez daha bütün güçleriyle savunmaya geçtiler. Birkaç dakika içinde,
düşman birlikleri arasında bir dağılma, bir karışıklık sezildi. Yüzbaşı, hemen,
ilk kattaki odalardan birinde bir bölük asker topladı, tüfeklerinin ucuna süngü
taktırdı ve dışarıda dövüşmeye karar verdi. Sonra hızla döndü. Henüz
dönmüştü ki aceleyle ilerleyen ayak seslerine karışan korkunç çığlıklar
duydular; pencerelere yaklaştıklarında toz dumanın arasından iki köşeli
başlıklarıyla ilerleyen İtalyan jandarmaları, dört nala yaklaşan bir süvari
birliğini ve başlarını, sırtların, omuzların üstünden yükselen, namluları
güneşte parıldayan, yukarı kaldırılmış silahların aralıksız ilerleyişini gördüler.
Yüzbaşının toplamış olduğu birlik süngüleri havada, kapıdan dışarı çıktı.
Düşman şaşırdı, allak bullak oldu, sersemlemişti. Savaş alanı boşaldı, eve
artık ateş eden kalmadı, kısa bir süre sonra da iki İtalyan piyade bölüğü ve iki
top tepeyi ele geçirdiler.
Yüzbaşı, sağ kalan askerleriyle alayına döndü, daha uzun süre savaştı ve
son süngülü saldırıda sol elinden bir şarapnel parçasıyla hafifçe yaralandı.
Gün İtalyanların zaferiyle bitti.
Ama, ertesi gün, yeniden savaşmaya başladıklarında, bütün iyi niyetli
güçlerine karşılık, Avusturyalıların sayıca kendirlerinde çok üstün olan
birlikleri tarafından sarıldılar ve yirmi altı sabahı, kalpleri hüzünle dolu
Mincio’ya doğru çekilmek zorunda kaldılar.
Yüzbaşı yaralı olmasına rağmen, yorgun ve sessiz askerleriyle birlikte
yürüdü ve gün batarken Mincio yakınındaki Goito’ya vardı. İtalyan gezici
hastanesiyle birlikte kendinden önce oraya gelmesi gereken kolundan ağır
yaralı teğmenini aradı. Gezici hastaneyi hemen bir kiliseye yerleştirmişlerdi.
Oraya gitti. İçerisi yaralılarla doluydu; bir kısmı iki sıra halinde dizilmiş
yataklarda, diğerleri de yere serilmiş şiltelerde yatıyorlardı. İki doktorla pek
çok yardımcı telaşla gidip geliyorlardı. Her taraftan iniltiler, yürek paralayan
feryatlar duyuluyordu.
İçeri girer girmez, yüzbaşı durdu ve etrafına bakınarak gözleriyle teğmenini
aradı.
Bu sırada kendisini çağıran ve çok yakından gelen zayıf bir ses duydu:
– “Yüzbaşım!”
Döndü: davulcuydu.
Yüzbaşının pek yakınındaki bir yatakta yatıyordu, -üzerine kırmızı beyaz
kareli yırtık pırtık bir perde örtmüşlerdi- çocuğun kolları örtünün dışında
kalmıştı. Zayıflamıştı, solgundu ama, gözleri her zaman olduğu gibi iki siyah
elmas gibi parıldıyordu.
Yüzbaşı şaşkın ama, sert bir sesle:
– “Sen burada mısın?” diye sordu. “Aferin, görevini iyi yaptın.”
Davulcu:
– “Elimden geleni yaptım” diye karşılık verdi.
Yüzbaşı etrafındaki yataklarda yaralı teğmeni gözleriyle ararken:
– “Sen yaralandın mı?” dedi.
– “Ne yaparsınız!” dedi çocuk. İlk defa yaralanmış olmak ona yüzbaşıyla
böyle konuşmak cesaretini veriyordu. Eğer yaralanmamış olsaydı, yüzbaşıyla
böyle konuşmaya cesaret edemezdi. “Elimden geldiğince saklanmaya
çalışıyordum ama beni hemen gördüler. Eğer yaralanmasaydım yirmi dakika
önce ulaşacaktım. Allah’tan bir kurmay yüzbaşıya rastladım da sizin yazılı
kağıdınızı ona verebildim. Ama, o kurmay yüzbaşıya rastlayıncaya kadar çok
güçlükler çektim. Susuzluktan ölüyordum, dilim damağıma yapışmıştı,
hedefe ulaşamamaktan korkuyordum ve her anlık gecikmemde birisinin daha
öldüğünü düşündükçe hırsımdan ağlıyordum. Ama, neyse, üzerime düşeni
yaptım. Memnunum. İyi ama, yüzbaşım, siz kan kaybediyorsunuz.”
Gerçekten de, yüzbaşının iyi bağlanmamış avucundan parmaklarının
üzerine birkaç damla kan akıyordu.
– “Elinizi sıkıca bantlamama izin verir misiniz, yüzbaşım? Elinizi biraz
uzatın, lütfen.”
Yüzbaşı sol elini uzattı ve çocuğun bağı çözüp yeniden sıkıca
bağlayabilmesine yardım etmek için sağ elini de uzattı. Ama, çocukcağız
başını yastıktan kaldırır kaldırmaz sarardı ve hemen başını yastığa dayadı.
Yüzbaşı çocuğa bakarak, sarılı elini geri çekti. Küçük davulcu onun elini
bırakmak istemiyordu.
– “Yeter, yeter” dedi yüzbaşı, “Başkalarıyla uğraşacağına sen kendi işlerine
bak. Eğer dikkat edilip, bakılmazlarsa ufak şeyler bile sonradan büyük işler
açarlar.”
Davulcu başını salladı.
Yüzbaşı çocuğa dikkatle bakarak:
– “Bu kadar zayıf düştüğüne göre sen de epey kan kaybetmiş olacaksın”
dedi.
Çocuk gülümseyerek:
– “Çok mu kan kaybettim?” diye karşılık verdi, “Kandan başka bir şey de
kaybettim. Bakın.”
Ve çevik bir hareketle üstündeki örtüyü çekti.
Yüzbaşı dehşetle bir adım geriledi.
Çocuğun sadece bir bacağı kalmıştı: sol bacağı dizinin altından kesilmişti.
Yaranın üzerindeki sargı bezleri kan içindeydi.
O sırada, ufak tefek, şişman, beyaz gömlekli bir askeri doktor geçti.
Küçük davulcuyu göstererek, yüzbaşıya aceleyle:
– “Ah! Yüzbaşım!” dedi, “Büyük bir talihsizlik oldu. Eğer böyle deli gibi
koşmasaydı bu bacağı kesilmekten kurtarabilirdik. Ama, yara mikrop kapmış
ve iltihaplanmış, onun için kesmek gerekti. Ama... doğrusu çok yürekli bir
çocuk, buna emin olabilirsiniz; ne bağırdı, ne de bir damla gözyaşı döktü!
Ameliyat ederken onun o cesur halini görmek bana gurur verdi. Çok asil
ruhlu bir çocuk!”
Ve hızla oradan uzaklaştı.
Yüzbaşı o kırlaşmış kaşlarını çattı, gözlerini kırpmadan davulcuya baktı ve
o eski püskü örtüyü tekrar üzerine örttü. Sonra, yavaşça, farkında olmadan,
gözlerini çocuktan ayırmadan, elini başına götürdü ve kepini çıkardı.
Şaşıran çocuk:
– “Yüzbaşım! Ne yapıyorsunuz, yüzbaşım? Benim için mi?” diye haykırdı.
Şimdiye dek bir astına olsun hiçbir tatlı söz söylememiş olan bu haşin
asker, şefkat dolu yumuşak, tatlı bir sesle:
– “Ben sadece bir yüzbaşıyım, sen ise bir kahraman” dedi.
Sonra kollarını iki yanına açıp davulcunun üzerine atıldı ve onu yürekten üç
kere öptü.
VATAN SEVGİSİ

24 Salı

Madem ki Davulcunun hikayesi seni bu kadar etkiledi, bu sabahki


kompozisyon sınavında kolayca yazman gerekirdi: Niçin İtalya’yı
seviyorsunuz? Niçin İtalya’yı seviyorum? Bir anda aklına yüzlerce cevap
gelmedi mi? İtalya’yı severim, çünkü annem İtalya’ndır, çünkü damarlarımda
akan kan İtalyan’dır, çünkü annemin ağladığı, babamın saydığı ölülerin
gömüldüğü toprak, çünkü doğduğum şehir, konuştuğum dil, beni eğiten
kitaplar, çünkü erkek kardeşim, kız kardeşim, arkadaşlarım, içinde yaşadığım
bu büyük halk, beni çevreleyen bu güzel doğa, gördüğüm, sevdiğim,
çalıştığım, hayran olduğum, her şey İtalyan. Daha henüz içinde bu büyük
sevgiyi duyamazsın! Büyüdüğün zaman, memleketinden uzun süre uzak
kaldıktan sonra, uzun bir yolculuktan dönerken, bir sabah, geminin
güvertesinden, ufukta vatanının masmavi dağlarını görünce, bu sevgiyi
duyacaksın. O zaman, gözlerini yaşlarla dolduran, yüreğinden bir çığlık
kopartan şefkat dalgasının içinde bu sevgiyi duyacaksın. Uzak, herhangi bir
büyük şehirde, sana yabancı olan kalabalığın arasından, yanından geçerken
sevdiğin ana dilinden bir kelime söylediğini duyduğun ve tanımadığın bir
işçiye doğru seni itecek olan şey gene bu sevgidir. Bir yabancının senin
memleketine hakaret ettiğini duyduğun zaman kanını beynine çıkaracak olan
o acı hor görmede bu sevgiyi hissedeceksin. Hele düşman bir millet vatanını
silah zoruyla ele geçirmekle tahdit ettiği zaman, silahların dört bir yanda
parıldadığını, gençlerin askeri birliklere katılmak için koşuştuklarını,
“cesaret!” diyerek babaların oğullarını öptüklerini, annelerin gencecik
çocuklarına veda ederken “zafer sizindir!” diye bağırdıklarını duyduğun
zaman bu sevgiyi içinde daha kuvvetli hissedeceksin. Bir gün, pek çok şeyler
vermiş, yorgun, üstleri başları yırtılmış, yıldırıcı, gözlerinde zafer ışıkları
parıldayan, güllelerin yırttığı bayraklarıyla, sarılı başlarını övünçle dik tutan,
kolları yada bacakları kesik şanlı askerlerin önünde, onlara öpücükler
yollayan, hayır duaları eden, çiçekler atan halkın çılgın sevgisini kutsal bir
sevinç gibi içinde duyardın. O zaman gerçekten severdin, Enrico. O öyle
büyük, öyle kutsal bir şeydir ki, eğer savaşa gidip de vatanını korumak için
çarpıştıktan sonra sağ salim evine dönersen çok mutlu olurum ama, eğer
ölmekten korktuğun için saklanıp da savaşa katılmazsan, kanım, canım olan
seni, okuldan döndüğün zaman sevinç çığlıklarıyla karşılayan ben, o kez seni
sadece kuru bir hıçkırıkla karşılayabilirim. Bundan böyle de seni artık
sevemem ve yüreğime hançer gibi saplanan bu darbenin acısına dayanamayıp
ölürüm.

BABAN

KISKANÇLIK

23 Çarşamba

Derossi’nin herkesten üstün olmasını sağlayan etkenlerden biri de vatan


sevgisidir. Votini’yse birinci ödülü alacağından çok emindi! Biraz fazla
kibirli olmasına, kendine çok bakmasına rağmen ben Votini’yi severim.
Birkaç zamandır Votini yanımdaki sırada oturuyor; onun Derossi’yi ne kadar
kıskandığını görmek beni çok üzdü. Onunla boy ölçüşmek istiyor, çalışıyor;
ama, ne yaparsa yapsın, Derossi daima üstün geliyor, bunu gören Votini de
hırsından parmaklarını ısırıyor. Carlo Nobis de Derossi’yi kıskanıyor; ama,
öyle kibirli bir çocuk ki, yalnız kibiri yüzünden onu kıskandığını kimseye
belli etmek istemiyor. Halbuki Votini kendi kendini ele veriyor, evde aldığı
notlardan yakınıyor, öğretmenin haksızlık ettiğini söylüyor. Derossi derste
kendisine sorulanlara her zaman olduğu gibi rahat, kolayca cevap verince
Votini hırslanıyor, başını önüne eğiyor, duymuyormuş gibi yapıyor, gülmeye
çalışıyor ama, bu acı bir gülüş oluyor. Herkes bunu bildiği için, öğretmen
Derossi’yi övdüğü zaman bütün sınıf öfkeden titreyen Votini’ye bakar, küçük
duvarcı ustası da ona bakıp yüzünü tavşan gibi buruşturur. Bu sabah sınıfta
bir olay meydana geldi.
Öğretmen sınıfa girdi ve sınav sonuçlarını okudu:
– “Derossi, on üstüne on ve birinci ödül.”
Votini gürültüyle aksırdı. Öğretmen ona baktı, bunu anlamak için pek akıllı
olmaya lüzum yoktu. Ona:
– “Votini” dedi, “kıskançlık yılanının içinize girmesine göz yummayın.”
Derossi’den başka herkes dönüp Votini’ye baktı. Votini karşılık vermek
istedi ama, başaramadı. Yüzü bembeyaz, taş kesilmiş gibi öyle durdu. Sonra,
öğretmen ders anlatırken, Votini bir kağıdın üstüne, kocaman harflerle şunları
yazmaya koyuldu: “Ben, kayırmayla, haksızlıkla birinci olanları kıskanmam.”
Bunu Derossi’ye yollamak istiyordu. Ama, bir yandan da Derossi’nin
yakınında oturanların birbirlerinin kulaklarına fısıldayarak, bir şeyler
hazırladıklarını gördüm. İçlerinden biri çakıyla kağıttan bir madalya kesmişti,
üstüne de siyah bir yılan resmi çizmişti. Votini de bunu fark etti. Birkaç
dakika için öğretmen sınıftan çıktı. Hemen “Derossi’nin arkadaşları ayağa
kalktılar, sıralarından çıktılar ve Votini’nin yanına koşup kağıt madalyayı
merasimle Votini’ye verdiler. Bütün sınıf çıngar çıkacağını sanıyordu. Votini
tir tir titriyordu.
Derossi bağırdı:
– “Onu bana verin!”
Diğerleri:
– “Doğru” dediler, “bunu ona sen vermelisin. Derossi kağıt madalyayı kaptı
ve onu parça parça etti. O sırada öğretmen sınıfa girdi ve derse devam etti.
Ben göz ucuyla Votini’ye bakıyordum -kiraz gibi kızarmıştı- yazmış olduğu
kağıdı aldı, onunla oynuyormuş gibi yaptı, kimseye göstermeden yuvarladı,
onu ağzına soktu. Biraz çiğnedi, sonra da sıranın altına tükürdü... Sınıftan
çıkarken, biraz dalgın olan Votini, Derossi’nin önünden geçerken kurutma
kağıdını düşürdü. Derossi, her zamanki terbiyesiyle eğildi, kağıdı yerden aldı
ve çantasına koydu, sonra da Votini’nin çantasını kapamasına yardım etti.
Votini gözlerini yerden kaldırmaya cesaret edemedi.

FRANTI’NİN ANNESİ

28 Cumartesi

Ama, Votini yola gelmez bir çocuk. Dün, bir ders yaparken müdür de geldi.
Öğretmen Derossi’ye “her nereye baksam, Tanrım yalnız seni görüyorum”
diye başlayan şiiri bilip bilmediğini sordu. Derossi bilmediğini söyledi,
Votini hemen gülümseyerek, Derossi’yi incitmek ister gibi:
– “Ben biliyorum!” dedi.
Ama, asıl kendisi incindi, çünkü tam şiiri okumaya başlayacağı sırada
Franti’nin annesi telaşla sınıftan içeri girdi. Soluk soluğa, üzgün, kır saçları
darma dağınık, yağan kardan sırılsıklam, sekiz günlüğüne okuldan kovulan
oğlunu önünde iteliyordu. Ne üzüntü verici bir sahneydi bu! Zavallı
kadıncağız müdürün önünde diz çöktü, ellerini kavuşturdu ve ona yalvardı:
– “Ah! Müdür Bey, oğlumun tekrar okula dönmesine izin verin! Üç gündür
evde, kimse görmesin diye onu bucak bucak saklıyorum ama, Allah korusun,
bir de babası onu evde görecek olursa, Franti’yi öldürür. Halimize acıyın, ne
yapacağımı bilemiyorum! Bütün kalbimle size yalvarıyorum!”
Müdür Franti’nin annesini dışarı çıkarmaya çalıştı ama, o direndi durmadan
yalvarıp ağlıyordu.
– “Bu çocuğun bana neler çektirdiğini bilseydiniz, bana acırdınız! Çok rica
ediyorum, beni geri çevirmeyin! Öyle sanıyorum ki artık bu tutumunu
değiştirecek. Zaten pek fazla yaşayacağımı sanmıyorum, müdür bey, yakında
öleceğim ama, ölmeden önce oğlumun değişip, iyi bir çocuk olduğunu
görmek istiyorum...” dedi ve hıçkırıklara boğuldu. “O benim çocuğum, onu
çok seviyorum, üzüntüden öleceğim. Ne olur, onu bir kez daha okula alın,
müdür bey, yoksa evde bir felakete sebep olacaksınız, zavallı bir kadıncağıza
acıyın da onu okula alın!”
Hıçkırarak, elleriyle yüzünü kapadı. Franti başını önüne eğmiş, hiç
kımıldamadan duruyordu müdür ona baktı, biraz düşündü, sonra:
– “Franti, yerine git, otur” dedi.
Bunları duyan kadıncağız ellerini yüzünden çekti, bütünüyle teselli
olmuştu, müdüre aralıksız teşekkür kelimeleri sıralıyordu, öyle ki müdür
ağzını açıp da bir kelime söyleyemedi. Gözlerini kurulayarak sınıfın kapısına
doğru ilerlerken, aceleyle oğluna:
– “Evlatçığım, sana güveniyorum. Hepsi çok iyi kalpli insanlar. Çok
teşekkür ederim müdür bey, büyük bir hayır işi yaptınız. Artık iyi bir çocuk
ol, Franti’ciğim. İyi günler, çocuklar. Teşekkür ederim, Allahaısmarladık, bay
öğretmen. Bu zavallı anneyi bağışlayın.”
Kapıya geldiğinde son bir defa daha döndü ve oğluna yalvaran gözlerle
baktı, sırtından kaymış olan atkısını düzeltti, solgun, sırtı kamburlaşmış, başı
titreyerek sınıftan çıktı. Onun merdivenlerde öksürdüğünü duyduk. Sınıftaki
sessizliğin ortasında müdür gözlerini kırpmadan Franti’ye baktı ve insanı
titreten bir sesle:
– “Franti sen anneni öldürüyorsun!” dedi.
Herkes döndü Franti’ye baktı. O alçak gülümsüyordu.
ÜMİT

29 Pazar

Okuldan döndükten sonra koşup annenin boynuna sarılman çok güzel bir
hareketti. Evet, öğretmen size oldukça yararlı, güzel sözler söylemiş. Tanrı
bizi birbirimizin kollarına attı, hiçbir zaman da bizi ayırmayacak. Ben ölünce,
baban ölünce bu acıklı, ümitsiz sözleri söylemeyeceğiz: Enrico, annen, baban
artık seni göremeyecek! Başka bir dünyada tekrar birbirimizi göreceğiz. Bu
dünyada acı çekmiş olanlar orada Tanrı tarafından mükafatlandırılacaklar. Bu
dünyada çok sevmiş olanlar orada sevdikleri ruhlara tekrar kavuşacaklar. O
dünyada günah, gözyaşı, ölüm diye bir şey yok. Ama, hepimiz bu dünyaya
layık olmaya çalışmalıyız. Dinle oğlum: Yaptığın her iyi hareket, seni
sevenlere karşı gösterdiğin sevgi, arkadaşlarına karşı gösterdiğin terbiye, iyi
kalplilik, her iyi niyetli düşünce seni o dünyaya doğru yükselten birer
basamaktır. O dünyaya doğru dertlerini, sıkıntılarını da yükseltmelisin, çünkü
her ızdırap bir günahın bağışlanması, her gözyaşı bir lekenin silinmesidir.
Her gün bir gün öncekinden daha iyi kalpli, daha merhametli olmaya çalış.
Her sabah kendi kendine: Bugün vicdanımı rahatlatacak, babamı memnun
edecek bir şey yapacağım; beni arkadaşlarıma, öğretmenime, kardeşime ve
diğerlerine sevdirecek bir şeyler yapmaya çalışacağım.” de. Bütün bunları
yerine getirip, gerçekleştirebilmek için de Tanrının sana yardım etmesini dile.
Tanrım, iyi, terbiyeli, yürekli, iyi kalpli, açık yürekli olmak istiyorum, bana
yardım et. Her akşam uyumadan önce annen seni son bir kez öperken ona: Bu
akşam dün gecekinden daha iyi kalpli daha terbiyeli bir çocuğu öpüyorsun,
diyebileyim. Öbür dünyada vicdan azabı çekmeyen, mutlu olabilecek
Enrico’yu hiçbir zaman aklından çıkarma. Ve dua et. Çocuğunu, ellerini
açmış dua ederken gören bir annenin ne kadar mutlu olabileceğini
düşünemezsin. Seni dua ederken gördüğüm zaman bunun içinden geldiğine
bütün kalbimle inanıyorum. Senin gerçekten iyi kalpli, açık yürekli olduğuna
inanıyorum ve seni daha çok seviyorum, daha büyük bir güçle çalışıyorum,
ızdıraplarım teselli buluyor, seni bütün yüreğimle bağışlıyorum ve ölümü hiç
korkmadan düşünüyorum. Tanrı ulu ve bağışlayıcıdır! Öldükten sonra
annemin sesini duymak, çocuklarıma kavuşmak, Enrico’cuğumu tekrar
görebilmek, ölümsüz ve kutsallaşmış Enrico’cuğumu, onu gene kollarımın
arasında bağrıma basıp öpebilmek ve artık ondan hiç ayrılmamak! Ah, dua et,
dua edelim, birbirimizi sevelim, iyi yürekli olalım, bu tanrısal ümidi
ruhumuzda taşıyalım, benim sevgili evladım.

ANNEN
ŞUBAT

YERİNDE BİR ÖDÜL

4 Cumartesi

Bu sabah ödülleri vermek için okula Milli Eğitim Müdürü geldi, siyah
elbiseli, beyaz sakallı bir beydi. Dersin bitmesine az bir zaman kala müdürle
birlikte sınıfa girdi ve öğretmenin yanında oturdu. Birkaç kişiye sorular
sordu, sonra da Derossi’ye ilk ödülü verdi. İkincisini vermeden önce, bir süre
kendisine bir şeyler söyleyen öğretmenle müdürü dinledi, alçak sesle
konuşuyorlardı. Herkes birbirine soruyordu: ikinciyi kime verecek acaba?
Milli Eğitim Müdürü yüksek sesle;
– “Bu hafta ikinci ödülü ev ödevleri, sınıftaki çalışması, güzel el yazısı,
terbiyeli hareketleri, her şeyi bakımından öğrenci Pietro Precossi kazandı”
dedi.
Bütün sınıf döndü Precossi’ye baktı, herkes buna çok sevinmişti. Precossi
ayağı kalktı, o kadar heyecanlıydı ki ne yapacağını bilemiyordu.
Milli Eğitim Müdürü:
– “Buraya gel” dedi.
Precossi sıradan çıktı ve öğretmenin kürsüsünün yanına gitti. Milli Eğitim
Müdürü balmumu rengindeki bu yüze, zayıf, ufak tefek vücuduna bol gelen
yırtık pırtık elbiselerine, iyilik taşan hüzünlü gözlerine baktı; bu gözler
kendisininkilerden kaçıyorlardı ama, istemeden de olsa o acıklı hikayeyi
açığa vuruyorlardı. Milli Eğitim Müdürü Precossi’ye ödülünü verirken şefkat
dolu bir sesle:
– “Perossi, ikinci ödülü sana veriyorum. Bu sınıfta senden başka hiç kimse
bu ödüle hak kazanmamıştır. Bunu yalnız akıllı ve iyi niyetli olduğun için
vermiyoruz; bunu sana iyi yürekli, mert yaradılışlı bir çocuk olduğun için de
veriyoruz” dedi. Sınıfa doğru dönerek ekledi: “Bu iyi huyları için de ödülü
hak ettiği doğru değil mi?”
Herkes bir ağızdan:
– “Evet, evet.” dedi.
Precossi, sanki bir şeyi zorlukla yutmak istermiş gibi bir boyun hareketi
yaptı ve teşekkür eden iyilik dolu tatlı bakışlarını herkesin yüzünde gezdirdi.
Milli Eğitim Müdürü:
– “Haydi bakalım, sevgili çocuk, şimdi sırana git! Tanrı seni koruyacaktır!”
dedi.
Tam bu sırada zil çaldı. Bizim sınıf diğerlerinden önce çıktı. Sınıftan çıktık
ki... Bir de ne görelim? Precossi’nin babası, çilingir, her zamanki gibi soluk
yüzlü, allak bullak, saçları gözünün önüne düşmüş, beresini çarpık giymiş,
bacaklarının üstünde zorlukla durabiliyor. Öğretmen onu hemen gördü ve
Milli Eğitim Müdürünün kulağına bir şeyler söyledi. Beriki de hemen
Piecssi’yi aradı, onun elinden tuttu ve babasının yanına götürdü. Çocukcağız
titriyordu. Öğretmenle müdür de yaklaştılar, öğrenciler de etraflarında halka
olmuşlardı.
Milli Eğitim Müdürü, sanki eski iki dostmuşlar gibi, tatlı bir dille çilingire
sordu:
– “Siz bu çocuğun babasısınız, değil mi?” ve cevabı beklemeden: “Onunla
iftihar ediyorum. Bakın: Elli dört çocuğun içinden yalnız o ikinci ödülü
kazandı. Bunu hem kompozisyondan, hem de aritmetikten, her şeyden
kazandı. Çok akıllı, iyi niyetli bir çocuk, ileride büyük adam olacak. Çok iyi
bir çocuk, bütün arkadaşları onu sevip, sayıyorlar onunla ne kadar övünseniz
azdır.”
Bütün bu söylenenleri ağzı açık dinleyen çilingir bir Milli Eğitim
Müdürüne, bir müdüre baktı, bir de titreyerek, gözleri yere eğik, önünde
duran oğluna baktı. Sanki şimdiye kadar zavallı küçüğe çektirdiği acıları,
onun iyiliğini, sessizce ızdırap çekişini şimdi ilk kez hatırlıyor ve anlıyormuş
gibi birden yüzü aydınlandı, gözlerinde büyük bir sevinç belirdi, sonra bütün
bu yaptıklarını hatırlamanın verdiği acı yüzünü kararttı, birden oğluna karşı
içinde büyük bir sevgi dalgası uyandı ve ani bir hareketle çocuğu başından
yakaladığı gibi bağrına bastırdı. Hepimiz sevinçten çılgına dönmüştük.
Perşembe günü Garrone ve Crossi’ye gelmesi için onu bize davet ettim;
diğerleri onu tebrik ediyorlar, bir kısmı onu okşuyor, bir kısmı da ödül olarak
verilen madalyasını elliyordu. Herkes ona tatlı bir iki söz söyledi. Baba da
hala hıçkırarak ağlayan çocuğunu bağrına bastırarak şaşkın gözlerle bize
bakıyordu.

KENDİ KENDİME ALDIĞIM KESİN KARAR


5 Pazar

Precossi’ye verilen bu ödül içimde bir pişmanlık uyandırdı. Şimdiye dek


ben bir tek ödül bile kazanamadım! Bir süredir doğru dürüst ders çalıştığım
yok, kendimden hiç de memnun değilim, öğretmenim, annem, babam da
memnun değiller. Artık oyunlardan da pek zevk alamıyorum, ilk zamanlar,
dersimi bir güzel çalıştıktan sonra masanın üstünden atlar ve büyük bir
sevinçle oyuncaklarımın yanına koşardım ve sanki aylardır oyuncak yüzü
görmemişim gibi neşeyle oynardım. Annem babamla oturduğum zaman,
eskiden duyduğum o mutluluğu da artık duyamaz oldum. Sanki ruhumda bir
gölge var, içinde bir ses aralıksız bana: “olmuyor, olmuyor” diyor.
Akşamları yorgun işçilerle birlikte pek çok çocuğun geçtiğini görüyorum.
Bu çocuklar bütün gün işte didiniyorlar ama, akşam evlerine mutlu
dönüyorlar. Bir an önce sıcak evlerine varıp yemek masasının başına
oturabilmek için sabırsızlıkla, hızlı adımlarla, yüksek sesle konuşarak,
gülerek, kireçten beyazlaşmış yada kömürden kararmış ellerini birbirlerinin
omuzuna vurarak geçiyorlar. Güneşin doğuşundan bu saate kadar
çalıştıklarını sanıyorum. Benden çok daha küçük olan o kadar çocuğun bütün
gün, damlarda, fırınların önünde, makinelerin arasında, suyun içinde,
toprağın altında, yalnız bir lokma ekmekle karınlarını doyurarak çalıştığını
düşünüyorum. Onlar bu koşullar altında çalışırken ben bütün bu süre içinde
yalnız birkaç sayfa karaladığımı aklıma getirince adeta utanıyorum. Ah, çok
mutsuzum, çok mutsuzum! Babamın da bu tutumumdan hiç hoşnut
olmadığını, bunu bana söylemek istediğini ama, bundan pek hoşlanmadığı
için biraz daha beklediğini pek iyi anlıyorum. Sevgili babacığım, halbuki sen
ne kadar çok çalışıyorsun! Her şey sensin; evi koruyan, dokunduğum her şey,
giydiğim, yediğim her şey, beni eğiten, eğlendiren her şey senin çalışmanın
meyvesi, halbuki ben hiçbir şey yapmıyorum, çalışmıyorum. Bütün bunlar
sana ne kadar sıkıntı, üzüntü, yoksunluk, yorgunluk veriyor ve ben yorulacak
hiçbir şey yapmıyorum! Hayır, bu çok büyük bir haksızlık, bu beni çok
üzüyor. Bugün kesin kararımı verdim. Ben de Stardi gibi, yumruklarımı
sıkıp, dişlerimi kasıp çalışacağım. Bütün gücümle, canımı dişime takarak
çalışacağım. Geceleri daha geç uyuyacağım, sabahları daha erken
kalkacağım, durup dinlenmeden çalışacağım, hiç merhamet etmeden
tembelliği yeneceğim, yorulacağım, üzüleceğim; didinmekten hasta olacağım
ama, onunda beni küçük düşüren, diğerlerini üzen bu tembel, anlamsız
yaşantıya bir son vereceğim. Bütün kalbimle çalışacağım! Bütün gücümle
çalışacağım! Huzur içinde dinlenebilmek, gönül rahatlığıyla oyun
oynayabilmek, istediğim gibi yemek yiyebilmek için çalışacağım!
Öğretmenimin tatlı gülümsemesini, babamın kutsal öpücüğünü yeniden
alnımda duyabilmek için çalışacağım!

KÜÇÜK TREN

10 Cuma

Dün Precossi, Garone’yle birlikte bizim eve geldi. Prens çocukları olsalardı
bundan daha büyük bir şenlikle karşılanamazlardı. Garrone bize ilk defa
geliyordu. Biraz yabani yaradılışlıdır, bir de koskocaman bir çocuk olduğu
halde hala üçüncü sınıfta olmaktan utanıyor. Kapı çalındığı zaman hepimiz
açmaya gittik. Grossi gelemedi, çünkü en sonunda altı yıllık bir ayrılıktan
sonra babası Amerika’dan döndü. Annem hemen Precossi’yi öptü, babam:
– “İşte bak, bu yalnız iyi kalpli bir çocuk değil, aynı zamanda kibar, efendi
bir delikanlı” diyerek Garrone’yi anneme tanıttı.
Garrone o kısacık saçlı kocaman başını önüne eğerek bıyık altından güldü.
Precossi kendisine ödül olarak verilen madalyasını takmıştı. Çok memnun,
çünkü babası beş gündür ağzına bir damla içki koymamış, oğlunun da
kendisiyle beraber işe gelip ona arkadaşlık etmesini istiyor, öyle değişmiş ki,
bambaşka bir insan olmuş. Oyun oynamaya koyulduk. Ne kadar oyuncağım
varsa hepsini çıkardım. Önünde kocaman bir lokomotifi olan ve kurulunca
kendi kendine yürüyen treni görünce Precossi çok şaşırdı. Şimdiye dek hiç
böyle bir şey görmemiş. Hayran gözlerle sarı, kırmızı vagoncuklara
bakıyordu. İstediği gibi oynasın diye treni kurmaya yarayan anahtarı ona
verdim. Diz çöküp:
– “Affedersiniz, beni bağışlayın” diyordu.
Fazla yaklaşıp da lokomotifi durdurmamamız için bize işaretler yapıyor,
sonra onları alıyor, sanki camdan yerlerine yerleştiriyor, onlar elindeyken
soluk almaya bile çekiniyor, onları parlatıyor, dört bir taraftan bakıyor, kendi
kendine gülümsüyordu. Biz hepimiz, ayakta, ona bakıyorduk, O incecik
boynuna, bazen kanadığını gördüğüm o küçücük kulaklarına, kollarını
dirseğine kadar kıvırdığı o kocaman ceketine, onların arasından çıkan ve kim
bilir kaç kere yüzünü darbelerden korumak için havaya kaldırdığı o cılız
kollarına bakıyorduk... Ah, o anda bütün oyuncaklarımı, bütün kitaplarımı
onun ayakları altına serebilirdim, son ekmek lokmasını ağzımdan çıkarıp ona
verebilirdim, onu giydirmek için bütün elbiselerimi ona verebilirdim, onun
ellerini öpebilmek için diz çökebilirdim. Hiç olmazsa ona trenimi vereyim
diye düşündüm ama, bunun için babamdan izin almam gerekiyordu. Tam o
sırada elime bir kağıt parçası sıkıştırıldığını hissettim; baktım. Babam kurşun
kalemle şöyle yazmıştı:
– Trenin Precossi’nin çok hoşuna gitti. Onun hiç oyuncağı yok. Şu anda
kalbinde hiçbir şey duymuyor musun?
Hemen lokomotifle vagoncukları yerden aldım ve Precossi’nin kolları
arasına bırakırken:
– “Al bunları, artık bunlar senin” dedim.
Şaşkın şaşkın baktı, hiçbir şey anlamamıştı.
– “Artık bunlar senin, sana hediye ediyorum.” dedim.
Bunun üzerine Precossi anneme ve babama baktı, sonra daha da şaşkın,
bana:
– “Peki ama, neden?” diye sordu.
Babam ona:
– “Enrico bunu sana hediye ediyor, çünkü o senin arkadaşın, seni seviyor...
ve ödülünü kutlamak için...” dedi.
Precossi utanarak:
– “Bunu... Evime götürebilir miyim?” diye sordu.
Hepimiz:
– “Elbette!” diye karşılık verdik.
Precossi eşikte duruyor ama, gitmeye cesaret edemiyordu. Çok mutluydu!
Gülen ve heyecandan titreyen ağzıyla özür diliyordu. Treni kutusuna
yerleştirmek üzere Precossi’ye yardım etmek için Garrone eğildi ve cebine
doldurduğu çörekleri yere düşürdü.
Çıkarken Precossi:
– “Bir gün dükkana gel de babamın nasıl çalıştığını gör. Sana çeşitli çiviler
veririm” dedi.
Annem, annesine götürmesi için Garone’nin yakalığına küçücük bir çiçek
demeti taktı.
Garrone o kalın sesiyle, gözlerini yerden kaldırmadan:
– “Teşekkür ederim” dedi. Gözlerinden asil, kibar ruhu yansıyordu.

KİBİR

11 Cumartesi

Precossi yanından geçerken ona dokununca Carlo Nobis ceketinin


kolundaki tozları uzun bir süre temizlemeye koyulur! Babası çok zengin bir
bey olduğu için bu çocuk elbiseli kibir haline gelmişti. Ama, Derossi’nin
babası da çok zengin! Herkes onun üstünü başını kirletecek diye tek başına
ayrı bir sırada oturmak isterdi, herkese yüksekten bakar, dudaklarında daima
alaycı bir gülümseme vardır. Sırada ikişer ikişer yürürken onun ayağına
basmaya görün! Bir hiç yüzünden insana hakaret eder, ya da babasını okula
getirmekle tehdit eder. Halbuki kömürcünün çocuğuna dilenci dediği zaman
babası ona nasıl ders vermişti! Onun kadar kibirli bir çocuğa şimdiye dek
rastlamadım! Kimse onunla konuşmaz, giderken kimse ona allahaısmarladık
demez, dersini bilemediği zaman hiç kimse ona yardımcı olmaz. Hiç kimseyi
çekemez, herkesi küçük görürmüş gibi bir hal takınır, bunların en başında da
Derossi gelir, çünkü o sınıfın birincisi, bir de Garrone’den hiç hoşlanmaz,
çünkü onu da sınıfta bütün arkadaşları severler. Ama, Derossi onun bu
davranışlarına aldırmaz bile, Garrone’ye de Nobis’in onun hakkında ileri geri
konuştuğunu söyledikleri zaman:
– “Onun öyle aptalca bir kibri var ki, onu tokatlamaya bile değmez” diye
karşılık verdi.
Bir gün Coretti’nin kedi tüyü şapkasıyla alay etmeye kalkınca, o da ona:
– “Git de efendilik nasıl olurmuş, Derossi’den öğren!” dedi.
Dün gidip Calabria’lı çocuğu öğretmene şikayet etti, çünkü ayağıyla
bacağına çarpmış. Öğretmen Calabria’lıya sordu:
– “Bunu isteyerek mi yaptın?”
– “Hayır efendim” diye karşılık verdi.
Öğretmen de:
– “Çok kuşkulu bir çocuksunuz, Nobis” dedi.
Nobis o her zamanki havasıyla:
– “Ben de gider babama söylerim” dedi.
Bu sözler üzerine öğretmen öfkelendi:
– “Babanız haksız olduğunuzu söyleyecek, geçen kez yaptığı gibi. Okulda
yalnız öğretmen karar verip cezalandırabilir.” Sonra, yumuşak bir sesle
ekledi: “Haydi, Nobis, bu davranışınızı değiştirin, arkadaşlarınıza karşı iyi,
terbiyeli olun. Bakın, arkadaşlarınızın arasında işçi çocukları da var, bey
çocukları da, zengin çocukları da var, fakir çocukları da ama, onlar
birbirlerini seviyorlar ve kardeş gibi davranıyorlar. Neden siz de onlar gibi
davranmıyorsunuz? İyi niyetli olmak ne kadar kolay, öyle davransanız siz de
ne kadar mutlu olurdunuz!... Peki, bana söyleyecek başka bir şeyiniz yok
mu!”
Nobis, o herkesi küçümseyen gülümseyişiyle soğukça karşılık verdi:
– “Hayır, efendim”
Öğretmen:
– “Oturun” dedi. “Size acıyorum. Siz çok kalpsiz bir çocuksunuz.”
Böylece her şey bitmişe benziyordu; ama, ilk sırada oturan küçük duvarcı
ustası o yusyuvarlak yüzünü en arka sırada oturan Nobis’e çevirdi ve öyle
sevimli bir şekilde yüzünü tavşan gibi buruşturdu ki bütün sınıf bir ağızdan
gürültülü bir kahkaha atmaktan kendini alamadı. Öğretmen bağırdı; ama, o da
güldüğünü bizlere göstermemek için elini ağzına götürdü. Nobis de güldü
ama, bu alay dolu bir gülüştü.

İŞTE YARALANANLAR

13 Pazar

Nobis tam Franti’ye göre bir arkadaş. Bu sabah gözlerimizin önünden


geçen o korkunç olayın karşısında ne birinin, ne de diğerinin kılı kıpırdadı.
Okuldan çıktıktan sonra babamla birlikte ikinci sınıftaki yaramaz çocukları
seyrediyorduk; rahatça kayabilmek için diz çökmüşler yerdeki buzu
mantolarının eteğiyle, başlıklarıyla parlatıyorlar, kayganlaştırıyorlardı. Tam
bu sırada sokağın öbür ucunda, hızlı adımlarla ilerleyen bir kalabalık belirdi,
hepsinin ciddi, korkmuş bir hali vardı, aralarında alçak sesle konuşuyorlardı.
Kalabalığın ortasında da üç polis bulunuyordu. Polislerin arkasından da bir
sedye taşıyan iki adam geliyordu. Çocuklar dört bir yandan koşuşup geldiler.
Kalabalık bize doğru ilerliyordu. Sedyenin üstünde ölü gibi renksiz bir adam
uzanmıştı. Başı bir omzunun üzerine düşmüştü, darma dağınık saçları
kanlanmış, ağzından, kulaklarından kan geliyordu. Sedyenin yanında,
kollarında küçük bir çocuk bulunan ve çılgına dönmüş bir kadıncağız
ilerliyordu. Zaman zaman:
– “Öldü! Öldü! Öldü!” diye haykırıyordu.
Kadının arkasından kolunun altında çantası, hıçkıran bir çocuk yürüyordu.
Babam:
– “Ne var, ne oluyor?” diye sordu.
Yaralı bir duvarcı ustasıymış, çalışırken inşaatın dördüncü katından aşağı
düşmüş. Sedyeyi taşıyan adamlar bir süre durdular. Yaralının yakınında
bulunanlar dehşetten büyüyen gözlerle yarılıya baktılar. Kırmızı kalemli
öğretmenin benim yarı baygın birinci sınıf öğretmenimi sıkıca kolundan
yakaladığını gördüm. Aynı anda birisinin dirseğimi dürttüğünü hissettim.
Küçük duvarcı ustasıydı. Yüzü kireç gibi bembeyazdı, yaprak gibi titriyordu.
Şüphesiz babasını düşünüyordu. Ben de onu düşündüm. Hiç olmazsa ben
okuldayken gönlüm rahat, çünkü o saatte babamın evde olduğunu ve sakin
sakin yazı masasının başında oturduğunu biliyorum, her tehlikeden uzak.
Ama, arkadaşlarımdan kaç tanesi yüksek bir köprünün tepesinde, ya da bir
makine çarkının pek yakınında çalışan babasını düşünüyor. Yanlış bir
hareket, ters bir adım onların hayatına mal olabilir. Babası savaşta çarpışan
pek çok asker çocuğu arkadaşım var. Küçük duvarcı ustası bakıyor, bakıyor
ve her defasında daha çok titriyordu. Babam bunun farkına vardı ve ona:
– “Şimdi hemen evine git çocuğum, hemen babanın yanına koş ve onun sağ
salim olduğunu görüp ferahla!”
Küçük duvarcı ustası gitti ama, her adımda dönüp arkasına bakıyordu. Bu
sırada kalabalık yeniden ilerlemeye koyuldu. Kadıncağız yürekleri paralayan
bir sesle haykırıyordu:
– “Öldü! Öldü! Öldü!”
Etraftan:
– “Hayır, hayır, ölmedi” diyorlardı.
Ama, kadıncağız bütün bu söylenenlere aldırmıyor, saçını başını yoluyordu.
Bu sırada öfkeli bir sesin:
– “Gülüyorsun!” dediğini duydum ve aynı anda sakallı bir beyin hala
gülmekte olan Franti’nin yüzüne dikkatle bakmakta olduğunu gördüm.
Bunun üzerine bey bir tokat atarak Franti’nin beresini yere düşürdü ve:
– “İş başında yaralanan biri önünden geçerken başlığını çıkar, alçak
çocuk!” dedi.
Kalabalık çoktan uzaklaşmıştı, yolun ortasında da uzun bir kan izi
görülüyordu.

TUTUKLU

27 Cuma

Gerçekten de bu yılın en ilginç olayıydı! Dün babamla birlikte Moncalieri


yakınlarına gittik. Bu yıl artık Chieri’ye gitmeyeceğimizden gelecek yaz için
kiralayacağımız villayı görecektik. Evin anahtarı bulunan bey eskiden
öğretmenmiş, şimdi de ev sahibinin sekreterliğini yapıyormuş. Önce bize evi
gezdirdi, sonra da kendi odasına götürdü ve içecek bir şeyler ikram etti.
Masanın üstünde, bardakların yanında koni biçiminde, oldukça ilginç bir
şekilde oyulmuş tahtadan bir mürekkep hokkası duruyordu. Babamın
hokkaya baktığını gören öğretmen ona:
– “Bu mürekkep hokkası benim için çok kıymetlidir Beyefendi, bu
hokkanın hikayesini bir bilseydiniz!” dedi ve anlatmaya koyuldu.
Torino’da öğretmenlik yaptığı yıllarda bütün bir kış boyunca şehir
hapishanesine gidip oradaki tutuklulara ders veriyormuş. Derslerini
hapishanenin büyük toplantı odasında veriyormuş. Bu yuvarlak odanın
duvarları yüksek ve çıplakmış. Pek çok dört köşe pencere varmış ama, hepsi
de ikişer kalın demir çubukla örülüymüş ve öğretmen bu karanlık ve soğuk
odada dolaşarak dersini veriyormuş. Öğrencileri de bu deliklerden yüzlerini
göstererek, defterlerini demirlere dayıyorlarmış. Karanlıkta yalnız çipil, ürkek
yüzler, darma dağınık kır sakallar, sabit gözlerle bakan hırsız ve katil yüzleri
görülüyormuş. Bütün bu tutukluların arasında, 78 numaralı hücrede barınan
ve diğerlerinden daha dikkatli olan, çok çalışan, öğretmene saygı ve minnet
dolu gözlerle bakan bir tutuklu varmış. Bu siyah sakallı bir gençmiş. Kötü
olmaktan çok talihsiz bir hali varmış. Marangoz çırağıymış, bir öfke anında,
uzun zamandan beri kendisine kin güden patronuna marangoz rendesi
fırlatmış ve patronun başına isabet eden bu rende onu öldürmüş. Bu yüzden
de uzun bir süre için hücre cezasına çarptırılmış. Üç ayda okuma yazma
öğrenmiş, hiç durmadan okuyormuş, daha çok öğrenip bilgisini arttırdıkça
daha iyi bir insan oluyor ve yaptıklarından pişmanlık duyuyormuş. Bir gün,
dersin bitimine doğru küçük deliğe yaklaşması için öğretmene bir işaret
yapmış ve ona üzülerek, ertesi sabah cezasının geri kalan kısmını
tamamlamak üzere Torino’dan Venedik Hapishanesi’ne nakledileceğini haber
vermiş. Ona veda ettikten sonra, heyecanlı ve sakin bir sesle, eline
dokunabilmek için izin istemiş. Öğretmen ona elini uzatmış, o da onu öpmüş
ve sonra da:
– “Teşekkür ederim! Teşekkür ederim!” demiş ve gözden kaybolmuş.
Öğretmen elini çekmiş. Gözyaşlarıyla sırılsıklammış. Ondan sonra da o
tutukluyu bir daha görmemiş. Aradan altı yıl geçmiş. Öğretmen: “O talihsiz
çocuktan başka her şeyi düşünüyordum” dedi. Önceki sabah evine daha
şimdiden kırlaşmaya başlamış kocaman siyah sakallı bir yabancı gelmiş.
Oldukça da kötü giyimliymiş. Öğretmene:
– “Falanca öğretmen siz misiniz?” diye sormuş.
Öğretmen de:
– “Siz kimsiniz?” demiş
– “Ben 78 numaralı tutukluyum” diye karşılık vermiş beriki. Altı yıl önce
okuma yazmayı bana siz öğretmiştiniz. Eğer hatırlarsanız, son derste bana
elinizi vermiştiniz. Şimdi cezamı tamamladım ve serbestim... Şimdi izin
verirseniz size küçük bir hediye sunmak istiyorum, hapisteyken yaptığım bir
şey bu. Bay öğretmen, bunu benim hatıram için kabul eder misiniz?”
Öğretmen ne söyleyeceğini şaşırmış, öylece kala kalmış.
Hediyesini kabul etmiyorum sandı ve:
– “Altı yıllık hapis cezası ellerimi temizlememe yetmedi mi sanıyorsunuz!”
der gibi yüzüme baktı.
– “Ama, bana öyle üzgün gözlerle bakıyordu ki, hemen elimi uzattım ve
hediyeyi aldım. İşte burada...”
Dikkatle hokkaya baktık. Büyük bir sabırla, çiviyle oyulmuşa benziyordu.
Hokkanın üstüne açık duran bir defterle bir de kalem oyulmuştu ve etrafında
şöyle yazıyordu: “Öğretmenime. 78 numaranın hediyesi. Altı yıl!” Ve altına
da, küçük harflerle şöyle yazılmıştı: “Çalışma ve ümit...” öğretmen başka bir
şey söylemedi; biz de kalktık. Ama, Moncalieri’den Torino’ya dönerken,
bütün yol boyunca o küçücük pencereden başını uzatan tutukluyu,
öğretmenle o vedalaşmayı, hapiste çalışılan ve pek çok şey ifade eden o
mürekkep hokkasını bir türlü aklımdan çıkaramıyordum. Gece de rüyama
girdi. Ve bu sabah da onu düşündüm... Beni okulda bekleyen sürprizden ne
kadar uzak ve habersizdim! Derossi’nin yanındaki yeni yerime oturduktan ve
aylık aritmetik sınavının problemini de yazdıktan sonra sıra arkadaşıma
tutukluyu, mürekkep hokkasını, üzerinde bir defterle bir kalem bulunan ve
etrafında: “Altı Yıl” yazılı bu hokkanın nasıl yapıldığını bir bir anlattım. Bu
sözleri duyunca Derossi irkildi ve bir bana, bir de Crossi’ye, sebze satıcısının
oğluna bakmaya başladı. Crossi önümüzdeki sırada oturuyordu ve arkası bize
dönüktü, problemini çözümlemeye çalışıyordu.
Derossi yavaş sesle:
– “Sus!” dedi ve bir kolumu yakalayarak, “Bilmiyor musun? Önceki gün
Crossi bana Amerika’dan dönen babasının elinde üzerine bir şeyler oyulmuş,
tahtadan bir mürekkep hokkası gördüğünü söylemişti. Bu koni biçiminde,
elde yapılmış, üzerinde bir defterle bir de kalem resmi bulunan hokka bu
olacak. Babasının altı yıldır Amerika’da olduğunu söyledi, halbuki
hapisteymiş. Babası o suçu işlediği zaman Crossi çok küçükmüş,
hatırlamıyor; annesi onu aldattığı için o da bir şey bilmiyor. Bu olay hakkında
hiçbir şey bilmiyor!”
Gözlerimi Crossi’ye diktim ve ne söyleyeceğimi bilemeden öylece kala
kaldım. Derossi problemi çözdü ve sıranın altından Crossi’ye geçirdim. Ona
bir kağıt verdi ve öğretmenin o temize çekmesi için verdiği aylık hikayeyi
Tata’nın hastabakıcısını elinden aldı, onun yerine Derossi yazacaktı.
Crossi’ye kalemler hediye etti, omzunu okşadı ve bildiklerimi kimseye
söylemeyeceğime dair benden söz aldı.
Okuldan çıkarken, Derossi bana telaşla:
– “Dün babası onu okuldan almaya geldi, herhalde bugün de gelecektir.
Ben ne yaparsam sen de onu yap” dedi.
Sokağa çıktık, Crossi’nin babası orada, bir kenarda duruyordu. Şimdiden
kırlaşmaya başlamış siyah sakallı, kötü giyimli bir adamdı. Solgun ve
düşünceli bir yüzü vardı. Derossi herkesin görebileceği şekilde Crossi’nin
elini tuttu ve yüksek sesle ona:
– “Allahaısmarladık, Crossi” dedi ve eliyle onun çenesini okşadı. Ben de
onun gibi yaptım.
Ama, bunları yaparken Derossi de, ben de kiraz gibi kızardık. Crossi’nin
babası iyimser gözlerle bize bakıyordu; ama, bu gözlerde bir endişe ve şüphe
ifadesi de yansıyordu, bu ikimizin de içini burktu.

TATA’NIN HASTA BAKICISI

(Aylık Hikaye)

Yağmurlu bir mart sabahında, köylü kıyafetli bir çocuk, her yanı çamur
içinde, yağmurdan sırılsıklam olmuş, kolunun altında bir çamaşır paketiyle
Napoli’deki Pellegrini Hastanesi’nin kapıcısına gitti, ona bir mektup verdi ve
babasının sağlık durumunu sordu. Buğday rengi yüzü ovaldi, düşünceli
gözleri vardı ve bembeyaz dişleri görünen kalın dudakları yarı aralık
duruyordu. Napoli yakınlarındaki bir köyden geliyordu. Geçen yıl iş
bulabilmek için Fransa’ya giden babası birkaç gün önce Napoli’ye dönmüştü
ama, orada birden hastalanıvermişti. Fransa’dan döndüğünü ve hastaneye
yatacağını ailesine yazdığı birkaç satırla bildirmişti. Bu habere çok üzülen
karısı kalkıp Napoli’ye gelememişti, çünkü evde sakat bir çocuğu, bir de
kundakta bebeği olduğu için Napoli’ye büyük oğlunu yollamıştı, ona biraz
para vermiş ve babasıyla ilgilenmesini tembihlemişti. O bölgede denildiği
gibi Tata’sıyla ilgilenecekti. Çocuk köyünden Napoli’ye kadar on mil kat
etmişti.
Kapıcı mektuba bir göz attı, bir hastabakıcı çağırdı ve ona çocuğu babasının
yanına götürmesini söyledi.
Hastabakıcı:
– “Hangi baba?” diye sordu.
Çocuk, acı bir haberden korkup, titreyerek babasının ismini söyledi.
Hastabakıcı bu adı hatırlamıyordu.
– “Dışarıdan gelen yabancı bir işçi mi?” diye sordu.
Daha da üzülen o çocuk:
– “İşçi ama, o kadar yaşlı değil. Evet, dışarıdan geldi.” Dedi.
Hastabakıcı:
– “Hastaneye ne zaman girmiş?” diye sordu.
Çocuk mektuba şöyle bir gözünün ucuyla baktı ve:
– “Öyle sanıyorum ki beş gün önce” dedi.
Hastabakıcı bir süre düşündü; sonra birden hatırlamış gibi:
– “Ah! Evet” dedi. “Dördüncü koğuş, dipteki yatak.”
Çocuk endişeyle:
– “Babam çok mu hasta? Sağlık durumu nasıl?” diye sordu.
Hastabakıcı ona karşılık vermeden bir süre baktı. Sonra:
– “Benimle gel” dedi.
İki merdiven çıktılar, büyük bir koridoru geçtiler ve kapısı açık duran bir
koğuşun önüne geldiler. Bu koğuştaki yataklar iki sıra halinde uzanıyordu.
Hastabakıcı içeri girerken, çocuğa;
– “Gel” dedi.
Çocukcağız çok heyecanlandı ve onun peşinden koğuşa girdi. Sağa, sola,
hastaların soluk, zayıf yüzlerinde korkulu bakışlarını dolaştırıyordu.
Hastaların bir kısmının gözleri kapalıydı, ölüye benziyorlardı, diğerleri
korkmuş gibi, iri, sabit gözlerle havaya bakıyorlardı. Bazıları da küçük
çocuklar gibi inliyorlardı. Koğuş loştu, etrafı keskin ilaç kokuları
dolduruyordu. İki hemşire ellerinde ilaç şişeleriyle yatakların etrafında
dolanıyorlardı.
Koğuşun sonuna gelince bir yatağın başucunda durdu, yatağın perdelerini
açtı ve:
– “İşte baban” dedi.
Çocuk hıçkırıklara boğuldu, elindeki çamaşır paketini düşürdü, başını
hastanın omzuna dayadı ve örtülerin altında hareketsiz duran kolu bir eliyle
yakaladı. Hasta kıpırdamadı bile.
Çocuk doğruldu, babasına baktı ve yeniden hıçkırıklara boğuldu. Hasta ona
uzun uzun baktı ve onu tanır gibi oldu. Ama, dudakları kımıldamıyordu.
Zavallı Tata, ne kadar da değişmiş! Hastabakıcı söylemese oğlu onu hiç
tanıyamazdı. Saçları ağarmıştı, sakalı uzamıştı, yüzü şişmiş, koyu kırmızı bir
renk almıştı. Yüzünün derisi gerilmiş ve parlaklaşmıştı, gözleri küçülmüş;
dudakları kalınlaşmıştı, yüz ifadesi bütünüyle değişmişti, yalnız alnıyla,
kaşları değişmemişti. Zorlukla soluk alıyordu.
Çocuk:
– “Tata, tatacığım!” dedi.” Benim, beni tanımıyor musun? Ben
Ciccillo’yum, senin Ciccillo’n, memleketten buraya beni annem yolladı.
Bana iyi bak, beni tanımıyor musun? Bana bir şeyler söyle.”
Ama, hasta ona dikkatlice baktıktan sonra, gözlerini kapadı.
– “Tata! Tata! Neyin var? Ben senin oğlunum, senin Ciccillo’num.”
Bundan sonra hasta hiç kımıldamadı ve zorlukla soluk almaya devam etti.
Çocukcağız, hep ağlayarak, bir sandalye çekti, oturdu ve gözlerini
babasının yüzünden ayırmadan öyle oturup bekledi. “Elbette bir doktor
viziteye gelecek” diye düşünüyordu, “hiç olmazsa o bana bir şeyler
söyleyebilir.” Kendi kendine böyle söyledikten sonra acıklı şeyler düşünmeye
başladı: iyi kalpli babasını, onlardan ayrıldığı günü, bahçe parmaklığının
yanında onu son defa öpüşünü, ailenin bu yolculuk üstünde kurduğu
hayalleri, bu mektubu alınca annesinin duyduğu acıyı, sonra ölümü düşündü,
babası ölü olarak gözlerinin önüne geldi. Annesi karalar bağlamıştı, bütün
aile sefalet, yoksulluk içindeydi. Uzun süre böyle oturdu kaldı. Hafif bir el
omzuna dokununca birden kendine geldi; bu bir hemşireydi.
Hemen:
– “Babamın nesi var?” diye sordu.
Hemşire tatlı bir sesle:
– “Bu senin baban mı?” diye sordu.
– “Evet, o benim babam, ben geldim. Neyi var?”
Hemşire:
– “Cesaret çocuğum, doktor birazdan gelecek” dedi ve başka bir şey
eklemeden uzaklaştı.
Yarım saat sonra, bir çanın çaldığını duydu ve koğuşun kapısından yanında
asistanıyla doktorun içeri girdiğini gördü. Peşlerinden de iki hemşire
geliyordu. Her yatağın başında durarak viziteye başladılar. Bu bekleyiş
çocuğa çok uzun geldi, doktorun her adımında da heyecanı biraz daha
fazlalaşıyordu. En sonunda yanındaki yatağa geldiler. Doktor asık yüzlü,
uzun boylu, yaşlı bir adamdı. Daha doktor yandaki yataktan ayrılmadan
çocuk ayağa kalktı, doktor yaklaşınca da ağlamaya başladı.
Doktor ona baktı.
Hemşire:
– “Bu çocuk hastanın oğlu” dedi. “Memleketinden bu sabah geldi.” Doktor
bir elini çocuğun omzuna koydu, sonra hastaya doğru eğildi, nabzını dinledi,
alnını elledi ve hemşireye bazı şeyler sordu.
O da:
– “Yeni bir şey yok” dedi.
Doktor bir süre düşünceli durdu, sonra:
– “Eskisi gibi devam edin” dedi
Bunun üzerine çocuk bütün cesaretini topladı ve ağlamaklı bir sesle sordu:
– “Babamın neyi var?”
Doktor bir elini çocuğun omzuna koyarak:
– “Yürekli ol, çocuğum. Yılancık oldu. Ağır bir hastalık ama, daha
ümidimiz var. Onun başından sakın ayrılma. Senin burada bulunman onun
iyileşmesine yardımcı olabilir.”
Çocuk ümitsiz bir sesle:
– “Ama, beni tanımıyor!” dedi.
– “Belki de yarın... Seni tanıyabilir. Ümidini yitirme, yürekli ol.”
Çocuk daha başka şeyler de sormak isterdi ama, cesaret edemedi. Doktor da
çıkıp gitti. O andan itibaren de Cicillo hastabakıcılık hayatına başladı.
Elinden başka bir şey gelmediği için hastanın çarşaflarını düzeltiyor, sık sık
eline dokunuyor, sineklerini kovuyor, her inleyişinde üzerine eğiliyor,
hemşire içecek bir şey getirdiğinde kaşıkla bardağı elinden alıyor ve hastaya
kendisi içiriyordu. Hasta bazen ona bakıyordu ama, onu tanıdığını belirten
hiçbir işaret yapmıyordu. Yalnız çocuk ona uzun uzun bakıyordu. İlk gün
böyle geçti. Çocuk geceyi koğuşun bir köşesine yerleştirilen iki sandalyenin
üzerinde geçirdi, sabahleyin de bir gün önceki işine devam etti. O gün
hastanın bakışları biraz daha canlanmıştı. Çocuğun tatlı, yumuşak sesini
işittikçe bir an gözbebeklerinden bir parıltı geçiyordu, bir defasında da bir
şeyler söylemek ister gibi dudaklarını oynatmaya çalıştı. Her uyuklamadan
sonra gözünü açışında sanki küçük hastabakıcısını ararmış gibi bir hali vardı.
Doktor, ikinci viziteden sonra hastanın biraz olsun iyileşmeye yüz tuttuğunu
söyledi. Akşama doğru, bardağı hastanın dudaklarına yaklaştırırken, çocuk o
şiş dudaklarının üzerinden hafif bir gülümseme geçtiğini fark etti. İçi biraz
olsun rahatlamıştı, babasının iyileşebileceğine daha çok inanıyordu. Azıcık
da olsa babasının söylediklerini anlayabileceğini umarak onunla
konuşuyordu. Ona uzun uzun annesinden, küçük kız kardeşlerinden, eve
dönüşünden söz ediyor, sevgi dolu, tatlı sözlerle onun cesaretini arttırmaya
çalışıyordu. Bazen babasının onun söylediklerini anlamadığını seziyordu
ama, gene de konuşmaya devam ediyordu, çünkü anlamadığı halde onun o
hüzünle sevginin karıştığı sesini dinlemek hastanın hoşuna gidiyordu. İkinci,
üçüncü, dördüncü günler de böylece geçti. Hasta zaman zaman iyileşme
belirtileri gösteriyor, zaman zaman da hiç beklenmedik bir şekilde
ağırlaşıveriyordu. Çocuk hastabakıcılık işine kendini öylesine kaptırmıştı ki
bütün gün boyunca hemşirenin bir tepsi içinde getirdiği peynir ekmeği
yiyecek vakti ancak bulabiliyordu. Etrafında olup bitenlerin farkında bile
olmuyordu; başka bir zaman olsa onu pek çok üzebilecek, yüreğini
paralayabilecek olaylara: Ölüm halindeki hastaları, gece nöbetçilerinin telaşlı
koşuşmalarını, ümitsizlik ve gözyaşları içinde hastaneden çıkan ziyaretçileri,
hastane hayatının bütün o acıklı olaylarını görmüyordu bile. Saatler, günler
geçiyordu. O bütün dikkatiyle babasının başından ayrılmıyordu. Hastanın her
bakışında, her soluk alışında heyecanlanıyordu. Babasının birazcık iyileşir
gibi olduğunu görünce büyük bir sevinç dalgası içini kaplıyor, birden
ağırlaştığını görünce de derin bir üzüntü yüreğini sıkıştırıyordu.
Beşinci gün, hasta birden ağırlaşıverdi.
Fikri sorulan doktor, artık her şey bitti dercesine başını salladı. Çocuk
sandalyesinin üzerine yığıldı ve hıçkıra hıçkıra ağlamaya başladı. Ama, gene
de onu avutan bir şey vardı. Hastanın durumu ağılaştığı halde yavaş yavaş
daha canlandığını hissediyordu. Oğluna daha uzun uzun bakıyordu ve
bakışlarında bir yumuşaklık okunuyordu. Yalnız oğlunun elinden yiyip içmek
istiyordu ve o dudak hareketlerini şimdi daha sık tekrarlıyordu. Babasının
bazen ümitlenerek kaldırmaya çalıştığı kolunu şimdi daha sık sık indiriyor ve
sevinç taşan bir sesle:
– “Gayret, gayret, Tata, iyileşeceksin, buradan ayrılacağız, annemin bizi
beklediği o sıcak evimize döneceğiz, biraz daha gayret et.” diyordu.
Öğleden sonra saat dörttü, çocuk kendini ümit ve sevinç dalgasına
kaptırmıştı. Bu sırada koğuşun kapısından gelen ayak sesleriyle, gırtlağında
boğulan bir çığlıkla onu yerinden zıplattı ve:
– “Allahaısmarladık, hemşire hanım!” diyen kalın bir ses duydu.
Aynı anda da koğuşa elinde kocaman bir paketle bir adam girdi, peşinden
de bir hemşire geliyordu.
Çocuk keskin bir çığlık attı ve olduğu yerde çivilenmiş gibi kaldı.
Adam döndü, bir süre ona baktı ve o da bir çığlık attı:
– “Ciccillo!” ve çocuğa doğru atıldı.
Çocuk soluk soluğa babasının kolları arasına düştü.
Hemşireler, hastabakıcılar, asistan koşuşup geldiler ve hayretler içinde kala
kaldılar.
Heyecandan çocuğun sesi kısılmıştı.
Hastaya dikkatle baktıktan ve çocuğunu tekrar tekrar öptükten sonra baba:
– “Ah! Benim sevgili Ciccillo’m!” dedi. “Ciccillo, evladım, nasıl oldu bu
iş? Sana başkasının yatağını göstermişler. Ben de öyle meraklanmıştım ki,
çünkü annen mektubunda seni yolladığını söylüyordu. Zavallı Ciccillo! Kaç
gündür buradasın? Bu karışıklık nasıl meydana geldi? Biraz sıkıntı çektim
ama, şimdi çok iyiyim, bak! Concettella nasıl? Ya küçük bebek ne yapıyor?
Herkes iyi mi? Ben artık taburcu edildim. Haydi gidelim. Hey tanrım!
Söyleseler inanmazdım!”
Çocuk ailenin iyi olduğunu anlatmak için birkaç kelime geveledi.
– “Ah, ne kadar mutluyum!” diye kekeledi. “Ne kadar mutluyum! Ne acı
günler geçirdim!” diyor ve durmadan sarılıp babasını öpüyordu. Ama,
yerinden kımıldamıyordu.
Babası:
– “Haydi, gelsene” dedi. “Bu gece evimize varabiliriz. Gidelim!” dedi ve
çocuğunu kendine doğru çekti.
Çocuk döndü ve hastasına baktı.
Babası, şaşkın:
– “Geliyor musun... Gelmiyor musun?” diye sordu, gözlerini açmış ona
bakıyordu.
Bunun üzerine yüreğinin derininden gelen bir söz sesli ağzından boşandı:
– “Hayır, Tata, bekle... Ama... Gelemeyeceğim. Bu yaşlı adamcağız var.
Beş gündür başında bekliyorum. Hep bana bakıyor. Onu sen sanıyordum.
Onu da çok seviyorum. Bana bakıyor, ona ilaçlarını yemeğini ben veriyorum,
hep yanında olmamı istiyor, şimdi durumu çok ağır, sabırlı ol, onu burada
yalnız bırakacak cesaretim yok bilmiyorum, onun bu hali beni çok üzüyor,
ben eve yarın dönerim, bırak da biraz daha burada kalayım. Onu burada
yalnız bırakmam hiç de doğru olmayacak. Bana nasıl bakıyor, görüyor
musun. Kim olduğunu bilmiyorum ama, yanında olmamı istiyor, beni
seviyor, ben gidersem tek başına ölecek, sevgili Tata’cığım, ne olur ben
burada kalayım!”
Asistan; “Aferin sana küçük yumurcak” diye bağırdı. Baba ne diyeceğini,
ne yapacağını şaşırmıştı, oğluna baktı sonrada asistana “Kim bu adamcağız”
diye sordu.
– “Sizin gibi bir köylü” dedi. “Dışarıdan gelmiş, sizinle aynı gün hastaneye
geldi. Onu buraya getirdiklerinde kendini bilmiyor, tek kelime de
söyleyemiyordu. Belki uzak bir yerde ailesi, çocukları var ama, biz
bilmiyoruz. Oğlunuzu kendi çocuklarından bir sanıyor.”
Bu süre içinde hasta hep çocuğa bakıyordu.
Ciccillo’nun babası:
– “Kal bari.” dedi.
Asistan:
– “Burada uzun zaman kalması gerekmeyecek.” diye mırıldandı.
Baba:
– “Kal” diye tekrarladı. “Sen iyi kalpli bir çocuksun. Ben hemen eve gidip
anneni sevindireceğim. Bu parayı da al, ihtiyacın olur. Allahaısmarladık,
benim iyi kalpli çocuğum, allahaısmarladık.”
Onu öptü, bir süre baktı, tekrar alnından öptü ve gitti.
Çocuk gene yatağın yanına döndü, hasta ferahlamıştı. Ve Ciccillo yeniden
hastabakıcılık etmeye başladı ama, artık ağlamıyordu, yalnız eskisi gibi gene
endişeli, gene sabırlıydı. Ona ilaçlarını içirmeye, çarşaflarını düzeltmeye,
elini okşamaya, onu cesaretlendirmek için tatlı tatlı konuşmaya devam
ediyordu. Bütün gün, bütün gece ve ertesi gün de hastanın yanından hiç
ayrılmadı. Ama, hastanın durumu gittikçe ağırlaşıyordu. Yüzü morarmaya
başladı, zorlukla soluk alabiliyordu, çırpınmaları artıyor, belirsiz çığlıklar
atıyor, sayıklıyor, şişleri gittikçe artıyordu.
Akşam vizitesinde doktor, hastanın geceye kadar yaşayamayacağını
söyledi. Bunun üzerine Ciccillo hastaya daha büyük bir özenle bakmaya
başladı, bir an için olsun gözlerini ondan ayırmadı. Hasta ona bakıyor,
bakıyor ve zaman zaman dudaklarını bir şeyler söylemek istermiş gibi
güçlükle kımıldatıyordu, arada bir de gittikçe küçülen gözlerinden garip bir
durgunluk ifadesi geçiyordu. O gece günün ilk ışınları pencereye vurup,
hemşire gelinceye kadar çocuk hastanın başından ayrılmadı. Hemşire yatağa
yaklaştı, hastaya bir göz attı ve hızlı adımlarla oradan uzaklaştı. Kısa bir süre
sonra da lambayla, peşinde asistan doktor ve bir hastabakıcıyla yeniden
belirdi.
Doktor:
– “Son anlarını yaşıyor.” dedi.
Çocuk hastanın elini sıkıca yakaladı. Beriki gözlerini açtı, bir süre çocuğa
baktı ve tekrar gözlerini kapadı.
Tam o sırada çocuğa hasta elini sıkıyormuş gibi geldi ve:
– “Elimi sıktı!” diye bağırdı.
Doktor bir süre hastaya doğru eğildi, sonra doğruldu.
Çocuk:
– “Öldü!” diye bağırdı.
Doktor:
– “Sen git artık, çocuğum” dedi. “Kutsal ödevin bitti. Git ve hak ettiğin
talihin açık olsun. Tanrı seni koruyacaktır. Elveda.”
Bir süre uzaklaşmış olan hemşire pencerenin içinde duran bir bardaktan
küçük bir menekşe demeti aldı ve dönüp onu çocuğa verdi:
– “Sana verebilecek başka bir şeyim yok. Hastane hatırası olarak bunu
kabul et!” dedi.
Bir eliyle küçük demeti alıp diğeriyle de gözlerini kurulayan çocuk:
– “Teşekkür ederim.” dedi. “Ama, yolum çok uzun... Kuruyacaklar.” dedi.
Menekşeleri kokladıktan sonra hemşireye: “İzin verirseniz bunları ölen
zavallı hastama bırakmak istiyorum. Teşekkür ederim, hemşire hanım.
Teşekkür ederim, doktor bey” dedi.
Sonra ölüye doğru dönerek:
– “Elveda...” dedi. Ona verecek bir isim ararken, kalbinden dudaklarına, beş
gün boyunca bu adamcağıza vermiş olduğu o tatlı adı hatırladı ve:
– “Elveda, zavallı Tata’cığım!” dedi.
Bunları söyledikten sonra, çamaşır paketini kolunun altına aldı ve
yorgunluktan bitkin, ağır adımlarla uzaklaştı. Tanyeri ağarıyordu.
DEMİRCİ DÜKKANI

18 Cumartesi

Dün akşam Precossi bize uğradı, yarın için babasının demirci dükkânına
davet etti. Dükkan bizim sokağın öbür ucunda. Bu sabah babamla biraz
dolaşmaya çıktık, bu arada da Precossi’nin babasının dükkanına uğradık. Biz
dükkana yaklaşırken Garoffi’nin, elinde kocaman bir paket vardı. Garoffi o
uzun, geniş mantosunu rüzgarda estire estire koşuyordu. Karşılığında eski
gazete almak için sattığı demir tozunu nereden yürüttüğünü şimdi çok iyi
öğrendim! Ah, Garoffi, ah! Kapıdan içeri girdiğimizde Precossi, bir tuğla
yığınının üstüne oturmuş, kitabı dizlerinde, ders çalışıyordu. Hemen ayağa
kalktı ve bizi içeri buyur etti. Burası, kömür tozuyla kaplı, içinde her çeşit
çekiç, kerpeten, pense, çivi ve her şekil demir parçası bulunan büyükçe bir
odaydı. Bir köşede de bir çocuğun körüklediği harlı bir ateş yanıyordu.
Precossi’nin babası örsün yanında duruyordu, bir çırak da demir bir çubuğu
ateşte kızdırıyordu.
Demirci bizi görünce kasketini çıkararak:
– “A! Oğluma güzel oyuncaklar armağan eden o iyi kalpli çocuk geldi”
dedi. “Nasıl çalıştığımı görmeye geldin, değil mi? İşte şimdi görürsün.”
Bunları söylerken gülümsüyordu, sert çizgili haşin yüzü, ters ters bakan
gözleri bütünüyle değişmişti. Çırak, bir ucu ateşte beyazlaşmış demir çubuğu
demirciye verdi, o da bunu örse dayadı. Kıvrımlı çubuklardan kafesli teras
parmaklığı yapıyordu. Kocaman bir çekici kaldırdı ve demiri dövmeye
başladı. Demir çubuğu çevire çevire çeşitli yerlerinden dövüyordu. Çekicin
sert ve hızlı vuruşları altında demir eğriliyor, bükülüyor, yavaş yavaş bir
çiçek yaprağı gibi kıvrılıyor, elle, hamurdan yapılan bir çörek gibi pek
kolayca işleniyordu. Bütün bunlar pek hoş bir görüntü meydana getiriyordu.
Bu sırada küçük Preccossi de:
– “Görüyor musunuz, babam nasıl çalışıyor!” der gibi bizlere bakıyordu.
Demir çubuğa istediği şekli verip dövmeyi bitirdikten sonra onu bana doğru
uzatarak, demirci bana sordu:
– “Nasıl yapıldığını gördünüz mü, küçük bey?”
Sonra bu demir çubuğu bir kenara itti ve ateşten bir diğerini aldı.
Babam:
– “Gerçekten de pek güzel oldu” dedi ve “Demek ki artık iyi
çalışıyorsunuz, değil mi? Bütün iyi niyetinizle çalışıyorsunuz” diye ekledi.
İşçi terini silip, biraz da kızarak:
– “Evet, artık bütün iyi niyetimle çalışıyorum.” diye karşılık verdi. “Benim
yeniden böyle iyi bir işçi olmama kim ön ayak oldu, biliyor musunuz?”
Babam bunu anlamamış gibi göründü.
Demirci, parmağıyla oğlunu göstererek:
– “Bu iyi yürekli çocuk, evet, bütün gayretiyle derslerine çalışan ve ona
karşı bir hayvan gibi davranan, onun burnundan getiren babasını... Mutlu
etmeye çalışan o iyi yürekli çocuk. Ödül olarak oğluma verilen o madalyayı
görünce... Ah! Benim asker gibi gururlu sevgili yumurcağım, biraz yanıma
gel de o sevimli suratını daha yakından göreyim.” Çocuk hemen koşup geldi,
demirci onu koltuklarından tutarak örsün üstüne çıkardı ve ona “Babanın o
kötü davranışlarla kirlenen alnını temizle, evladım” dedi.
Bunun üzerine Precossi kendi yüzü de simsiyah oluncaya dek babasının
kömürden, ateşten kabarmış yüzünü öpücüklerle kapladı.
Demirci:
– “Gerçekten de şimdi oldu, Precossi!” dedi.
Demirciyle oğluna hoşça kalın dedikten sonra dükkandan çıktık. Ben
dükkandan çıkarken Precossi yanıma yaklaştı ve:
– “Özür dileriz” dedi ve cebime bir çivi paketi indirdi. Ben de onu yarın
bizim evdeki eğlenceye davet ettim.
Yolda giderken babam bana:
– “Precossi’ye trenini hediye ettin, eğer o tren inci ve altınla dolu da olsaydı
gene o iyi yürekli çocuk için az olurdu, çünkü babasına yeniden çalışma
gücünü veren o çocuk oldu.” dedi.
KÜÇÜK PALYAÇO

20 Pazartesi

Bütün şehir karnaval yüzünden kaynıyor, zaten karnavalın son günleri. Her
meydanda oyuncakçı barakaları kuruluyor. Bizim evin yakınında da küçük
bir sirk kuruldu. Orada Venedikli bir topluluk, beş tane atla gösteriler
yapıyor. Sirk meydanın tam ortasında. Meydanın bir köşesinde de soytarıların
uyudukları,elbise değiştirdikleri üç büyük araba duruyor. Bunlar minicik
pencereleri, hiç durmadan dumanı tüten, tekerlekli küçücük evler. Bu
küçücük pencerelerden ufak çocuk başları görünür. Minik bir çocuğa süt
veren, yemeği hazırlayan ve sonra da ip üstünde dans eden bir kadıncağız
var. Zavallı insanlar. Soytarı kelimesi çoğunlukla hakaret olarak kullanılır.
Halbuki onlar herkesi eğlendirerek, namuslu bir şekilde hayatlarını
kazanırlar, nasıl da yoruluyorlar! Bütün gün boyunca, bu soğukta sırtlarında
bir tek kazakla sirkle arabaların arasında mekik dokuyorlar. Aceleyle, iki
gösteri arasında ayak üstü bir lokma bir şey yiyorlar. Bazen de, tam sirk
seyircilerle tıklım tıklım dolmuşken kuvvetli bir rüzgar çıkıyor, çadırları
yerinden oynatıyor, lambaları söndürüyor, elveda bütün gösteriler! Böyle
olunca aldıkları bilet paralarını geri veriyorlar ve çadırı düzeltebilmek için
bütün gece uğraşıyorlar. Sirkte çalışan iki de çocuk var. Geçen gün
meydandan geçerken babam onların en küçüğünü tanıdı: Bu sirk sahibinin
oğlu, geçen yıl Vittorio Emanuele Meydanı’nda kurulan sirkte at sırtında
çeşitli gösteriler yapmıştı. Bu yıl daha da büyümüş, sekiz yaşlarında olmalı,
pek sevimli bir çocuk. Yuvarlak, esmer bir yüzü var, kıvırcık kısa saçları da
koni biçimi başlığından dışarı taşıyor. Hep palyaço elbisesi giyiyor, siyah
işlemeli, uzun kollu, beyaz tulum gibi bir şey. Kumaştan da ayakkabıları var.
Pire gibi bir çocuk. Herkes onu seviyor. Her işi yapıyor. Onu, sabahleyin
erken saatlerde, bir şala sarınmış, küçük tahta evine süt götürürken
görüyoruz. Sonra Bertola Sokağı’ndaki ahıra gidip atları getiriyor. Küçük
bebeği koluna alıp gezdiriyor; çemberler, merdivenler, çubuklar, ipler taşıyor,
oturdukları küçük evleri temizliyor, ateş yakıyor, boş zamanlarında da
annesinin yanından hiç ayrılmıyor. Babam pencereden hep ona bakıyor, hep
ondan ve diğer soytarılılardan söz ediyor, onların çocuklarını seven iyi
insanlar olduklarını söylüyor. Bir akşam biz de sirke gittik. Hava soğuk
olduğu için pek seyirci yoktu. Ama, orada bulunanları eğlendirebilmek için
küçük palyaço elinden geleni yapıyordu. Çok tehlikeli cambazlıklar yapıyor,
atların iplerine asılıyor, bacakları havada yürüyor, tek başına şarkılar
söylüyor; bütün bunları o sevimli esmer yüzüyle, hep gülümseyerek
yapıyordu. Kırmızı elbiseli, beyaz pantolonlu, uzun çizmeli, elinde kamçısı
olan babası ona bakıyordu; ama, üzgündü. Babam ona çok acıdı ve ertesi gün
bize gelen ressam Delis’e de bundan söz etti. Bu zavallı insanlar diğerlerini
eğlendirmek için yorgunluktan ölüyorlar ve ne kötü şeyler yapıyorlar! O
zavallı çocukcağız, onun çok hoşuna gidiyordu. Onlar için ne yapılabilirdi?
Ressamın parlak bir fikri vardı. Babama:
– “Gazeteye bu konuyla ilgili güzel bir makale yolla, sen iyi ve rahat
yazarsın. Bu makalede sen küçük palyaçonun marifetlerinden söz edersin,
ben de onun resmini çizerim; gazeteyi herkes okur, böylece de belki bu sirke
biraz seyirci çekebiliriz” dedi.
Ve öyle yaptılar. Babam çok güzel ve ilginç bir makale yazdı; orada, her
gün gördüğümüz olayları yansıttı, küçük palyaçonun çok marifetli, çok
çalışkan olduğunu anlattı. Ressam da küçük palyaçoya oldukça benzeyen
sevimli, şirin bir portre çizdi ve hepsi Cumartesi günkü gazetede yayınlandı.
Beklenilen sonuç elde edildi, Pazar günü sirke büyük bir seyirci kalabalığı
geldi. Şöyle ilan etmişlerdi: Küçük palyaçonun yararına gösteri. Gazetede
yazıldığı gibi küçük palyaço demişlerdi. Biz de babamla gittik ve en öndeki
sıralardan birine yerleştik. Sirk tıklım tıklım doluydu. Giriş kapısının yanına
gazeteyi raptiyeyle tutturmuşlardı. Seyircilerin arasında pek çok tanıdığa
rastladık. Atların giriş kapısının yanında, ayakta, Garibaldi’nin idaresinde
savaşmış olan jimnastik öğretmeni duruyordu; karşımızdaki sıralardan
birinde de yuvarlak yüzüyle küçük duvarcı ustası o dev yapılı babasının
yanında oturuyordu... Beni görür görmez hemen yüzünü tavşan gibi
buruşturdu. Sağ tarafımızda Garoffi oturuyordu, seyircileri teker teker sayıyor
ve parmaklarıyla bugün idarenin ne kadar kazanmış olabileceğini
hesaplıyordu. Bizden epey uzakta, ön sıralardan birinde, tramvayın altından
bir çocuğu kurtaran Robertti’yi gördüm. Koltuk değneklerini dizlerinin
arasına almış, oturuyordu. Topçu yüzbaşısı olan babası bir elini onun omzuna
dayamıştı. Gösteri başladı. Küçük palyaço at sırtında, trapezde ve ip üstünde
çok tehlikeli hareketler yaptı. Her aşağı atlayışında bütün seyirciler onu
çılgınca alkışlıyorlardı, içlerinden bazıları da onun o kıvırcık saçlarını
çekiyordu. Kıyafetini değiştirdi ve daha pek çok değişik gösteriler yaptı.
Ama, çocuk çekildikten sonra halk da neşesini kaybetti. Bir ara, atların giriş
kapısının yanında duran jimnastik öğretmeninin sirk sahibinin kulağına bir
şeyler söylediğini gördüm. Bunun üzerine adamcağız da sanki seyirciler
arasında birini arıyormuş gibi dikkatle etrafına bakındı. Bakışları bizim
üzerimizde durdu. Babam olanları anladı. Jimnastik öğretmeni sirk sahibine
gazetedeki o makaleyi yazanın babam olduğunu söylemişti. Kendisine
teşekkür etmelerine fırsat vermemek için bana:
– “Sen kal, Enrico; seni dışarıda beklerim.” diyerek uzaklaştı.
Küçük palyaço babasıyla bir şeyler konuştuktan sonra bir gösteri daha
yaptı: Dört nala giden bir atın üzerinde dört defa kıyafet değiştirdi, yolcu,
denizci, asker ve akrobat kıyafetleri giyindi. Önümden her geçişinde bana
bakıyordu. Sonra, attan indi, palyaço şapkasını eline aldı ve seyircilerin
önünden dolaşmaya başladı. Herkes şapkanın içine para ve konfeti atıyordu.
Ben de iki metelik hazırladım; ama, tam benim karşıma gelince, şapkasını
uzatacağı yerde onu geri çekti, bana baktı ve ilerlemeye devam etti. Olduğum
yerde taş kesildim kaldım. Neden bana böyle hakaret etmişti? Gösteri bitince,
sirk sahibi bütün seyircilere teşekkür etti. Herkes kalktı ve kapıya doğru
atıldı. Kalabalığın arasında şaşkına dönmüştüm, tam çıkacağım sırada bir elin
omzuma dokunduğunu hissettim. Döndüm, sevimli esmer yüzlü, siyah
kıvırcık saçlarıyla küçük palyaço bana gülümsüyordu. Elleri konfeti doluydu.
Bana:
– “Bu palyaço konfetilerinden alır mıydınız!” dedi.
Evet anlamında başımı salladım ve konfetilerden iki, üç tane aldım.
– “Şey...” diye ekledi, “acaba sizi bir kerecik olsun öpebilir miyim?”
– “Beni iki kere bile öpebilirsin.” dedim ve yüzümü uzattım.
Elbisesinin koluyla unlu yüzünü temizledi, önce boynumdan, sonra da iki
yanağımdan öptü ve:
– “Bu öpücüklerden biri de baban içindi” dedi.
KARNAVALIN SON GÜNÜ

21 Salı

Bugün gerçekten çok acıklı bir olay meydana geldi! İyi sonuçlandı; ama,
sonu bir felakete de varabilirdi. Sarı, kırmızı, beyaz çiçeklerle süslenmiş olan
San Carlo Meydanı’nı büyük bir kalabalık doldurmuştu. Her renkten, her
çeşitten maske vardı. Bayraklarla donatılmış yaldızlı arabalar, geçiyordu.
Bunlar çadır, kukla tiyatrosu ve kayık biçimindeydiler; içlerinde de
hokkabazlar, savaşçılar, aşçılar, denizciler ve çoban kızlar vardı. İnsan
şaşkına dönüyor, ne yana bakacağını bilemiyordu. Boru seslerinin çıkardığı
gürültü kulakları sağır ediyordu. Bu süslü arabalardaki maskeli kişiler kadeh
tokuşturuyorlar, şarkılar söylüyorlar, gelip geçenlere sesleniyorlardı.
Pencerelerdeki halk da onlara konfetiler, portakallar atarak, avaz avaz
bağırarak karşılık veriyordu. Arabaların ve kalabalığın üstünden, göz
alabildiğine rüzgarda uçuşan bayraklar, parıldayan miğferler, başlıkların
ucunda titreşen tüyler, kımıldayan karton damlar, kocaman kocaman
başlıklar, upuzun borular, garip silahlar, dümbelekler, düdükler, kırmızı
başlıklar, şişeler görülüyordu. Herkes çılgın gibiydi. Bizim araba meydana
girdiği zaman önümüzden, yapma güllerle süslü, sırma işlemeli örtülere
bürünmüş dört atın çektiği çok güzel bir araba gidiyordu. Bu arabanın içinde
de Fransız asillerini canlandıran maskeler takmış, beyaz perukalı, ipek
elbiseler giyinmiş, kollarının altında tüylü şapkaları, bellerinde merasim
kılıçları, göğüslerinde de dantel ve kurdeleler bulunan on dört, on beş bey
vardı. Beylerin hepsi de birbirinden güzeldi. Hep bir ağızdan Fransızca bir
şarkı söylüyorlar ve halka şekerlemeler atıyorlardı, halk da bağırıyor, el
çırpıyordu. Birden solumuzda bir adam gördük, başı üstünden beş, altı
yaşlarında bir çocuğu havaya kaldırıyordu. Zavallıcık sanki bir çırpınmaya
tutulmuş gibi titreyerek kollarını sallıyor, ümitsizce ağlıyordu. Adam beylerin
arabasına doğru yaklaştı, beylerden biride eğildi, yerdeki adam ona yüksek
sesle:
– “Lütfen bu çocuğu alın, kalabalıkta annesini kaybetmiş, onu kollarınızın
arasında tutun; annesi pek uzaklarda olmasa gerek, onu hemen görebilir.
Yapılabilecek başka şey yok.” dedi.
Arabadaki bey çocuğu kollarına aldı, diğerleri de sustular, çocuk
haykırıyor, çırpınıyordu. Bey maskesini çıkardı, araba da yavaşça ilerlemeye
devam etti. Tam bu sırada da, sonra bize anlattıkları gibi, meydanın öbür
ucunda, zavallı bir kadıncağız, çılgına dönmüş, ağlayıp bağırarak kalabalığı
yarıyordu:
– “Maria! Maria! Maria! Kızcağızımı kaybettim! Onu benden çaldılar!
Zavallı evlatçığımı boğdular!”
Bir çeyrek saattir çırpınıyor, yakınıyor, oraya buraya koşuyor, ona yol
vermek için kımıldaşan halkın arasında sıkışıp kalıyordu. Arabadaki bey de,
bu sırada, çocuğu göğsündeki kurdelelerle dantellere yaslamış, gözlerini
meydanda dolaştırıyor, yüzünü elleriyle kapamış, nerede olduğunu bilmeden,
yürek paralayıcı bir şekilde hıçkıra hıçkıra ağlayan zavallı yaratığı avutmaya
çalışıyordu. Bey de çok üzülmüştü, çocuğun bu haline acıyordu, bu
çığlıkların ruhunun derinlerine kadar indiği görülüyordu. Arabada bulunan
diğer beyler çocuğa portakal ve konfeti veriyorlardı; ama, beriki her an biraz
daha korkup, biraz daha kuvvetli hıçkırarak bütün bunları reddediyordu.
Bey, halka:
– “Çocuğun annesini arayın! Çocuğun annesini arayın!” diye bağırıyordu.
Herkes sağa sola koşuşuyordu ama, anneyi bulamıyorlardı. En sonunda,
Roma caddesinin ağzına yaklaştıklarında, arabaya doğru çılgınca atılan bir
kadıncağız belirdi... Bunu hiçbir zaman unutmayacağım! Zavallı kadıncağız
insan kılığından çıkmıştı, saçı başı darma dağınıktı, yüzü allak bullak
olmuştu, elbiseleri delik deşikti. Öfkeden mi, neşeden mi, sıkıntıdan mı
olduğu anlaşılamayan bir çığlık atarak öne doğru atıldı ve kızını
yakalayabilmek için pençeyi andıran ellerini arabaya uzattı. Araba durdu.
Bey, çocuğu öptükten sonra:
– “İşte çocuğun annesi” dedi ve çocuğu, kendisini çılgın gibi bağrına
bastıran annesinin kolları arasına bıraktı... Ama, çocuğun küçücük elleri bir
süre daha arabadaki beyin elleri arasında kaldı ve bey:
– “Al, evlenirken bu da senin çeyizin olur.” diyerek kendi parmağından
pırlantalı altın bir yüzük çıkardı ve küçüğün parmaklarından birine geçirdi.
Çocuğun annesi şaşkın, öyle kalakalmıştı. Halk çılgınca alkışlıyordu, bey
yeniden maskesini taktı, arkadaşları şarkıya bıraktıkları yerden devam ettiler
ve araba da alkışlar, yaşa sesleri arasında yavaş yavaş ilerlemeye başladı.
KÖR ÇOCUKLAR

24 Perşembe

Öğretmenimiz çok hasta onun için yerine Körler Enstitüsü’nde öğretmenlik


yapan ve şimdi de bizim okulda dördüncü sınıfı okutan öğretmen geldi. O
bütün öğretmenlerin en yaşlısı, saçları da öyle ağarmış ki sanki başına
pamuktan bir peruka oturtmuş gibi bir hali var. Konuşması da oldukça garip,
sanki hüzünlü bir şarkı söylermiş gibi; ama, bütün bunlara rağmen çok iyi bir
insan ve pek çok da şey biliyor.
Sınıfa girer girmez gözü bağlı bir çocuk gördü ve hemen onun sırasına
yaklaştı, neyi olduğunu sordu. Çocuğa:
– “Aman, gözlerine dikkat et, çocuğum” dedi.
Bunun üzerine Derossi ona:
– “Öğretmenim, sizin körler okulunda görev almış olduğunuz doğru mu?”
diye sordu.
Yaşlı öğretmen:
– “Evet, uzun yıllar orada öğretmenlik yaptım.” diye karşılık verdi.
Derossi de alçak sesle:
– “Bize bu konuda bir şeyler anlatabilir misiniz?” dedi.
Öğretmen gitti kürsüye oturdu.
Coretti yüksek sesle:
– “Körler Okulu Nizza Caddesi’nde” dedi.
Öğretmen:
– “Sizler durmadan kör, kör diyorsunuz, sanki ne bileyim, hasta, zavallı der
gibi. Ama, bu sözün ne demek olduğunu iyice anlayabiliyor musunuz? Biraz
düşünün. Körler! Hiçbir zaman hiçbir şeyi görmemek! Geceyi gündüzden
ayıramamak, ne gökyüzünü, ne güneşi, hatta kendi ana babasını bile
görmemek. Etrafını çevreleyen ona ait olan şeyleri bile görememek. Sanki
yerin derinliklerine gömülmüş gibi sonsuz karanlığın içinde yaşamak! Bir
zaman için gözlerinizi kapayın ve bütün ömrünüzü böyle geçireceğinizi
düşünün. Birden içinizi bir korku, bir yürek sıkıntısı kaplar, buna
dayanamayacakmışsınız gibi gelir, çıldıracağınızı, ya da öleceğinizi sanarak
bağırmaya başlarsınız. Halbuki... Zavallı çocuklar, insan, Körler Okulu’na ilk
kez girdiğinde, teneffüs süresince dört bir yanda çalınan keman, flüt seslerini,
yüksek sesle konuşmaları, gülmeleri, merdivenleri hızla inip çıkan adımları
duyunca, koridorlarda, yatakhanelerde rahatlıkla, kolayca dolaşanları görünce
bu çocukların kör olduğunu unutuyor bile. Onları dikkatle incelemek gerek.
On altı, on yedi yaşlarında güçlü; kuvvetli, neşeli çocuklar var, bunlar
körlüklerini umursamıyorlar, kendilerine oldukça da güveniyorlar. Ama,
yüzlerindeki hırçın ve gururlu ifadeden körlüğü kabul edinceye dek çok azap
çekmiş oldukları anlaşılıyor. Bazılarının yumuşak ifadeli soluk yüzlerinde
kadere nasıl boyun eğdikleri kolayca okunuyor; ama hala, zaman zaman bir
kenara çekilip gizlice ağladıkları anlaşılıyor. Ah! Benim sevgili çocuklarım.
Bunların bir kısmı birkaç gün içinde kör oluvermişler, bir diğer kısmı da pek
çok azap çektikten sonra, üst üste çok gün ameliyatlar geçirdikten sonra bu
hale gelmiş. Doğuştan kör olan çocuklar da var; bunlar hiç sabahı olmayan
karanlık bir gecede koskocaman bir mezara girer gibi dünyaya gelmişler ve
insan yüzü hakkında hiçbir bilgileri yok! Bunların ne kadar acı çekmiş
olduklarını ve etraflarındaki her şeyi rahatça görebilen çocuklarla kendi
aralarındaki o korkunç ayrılığı düşündükçe hala acı çektiklerini ve kendi
kendilerine: “Bizim hiçbir günahımız olmadığı halde, neden bu ayrılık?” diye
sorduklarını düşünün.
“Körler Okulunda pek çok yıl öğretmenlik yaptım. O sınıfı hatırlıyorum da,
daima donuk gözlerle bakan, görmeyen, cansız o gözbebeklerini
düşünüyorum ve bir de sizlere bakıyorum... hepinizin bütünüyle mutlu
olmaması için hiçbir sebep yok. Düşünün ki İtalya’da yirmi altı bine yakın
kör var! Işığı bile göremeyen yirmi altı bin kişi, anlıyor musunuz; dört saat
boyunca pencerelerimizin önünden geçecek bir ordu!”
Öğretmen sustu; sınıfta çıt bile çıkmıyordu. Derossi, körlerin dokunma
organlarının gerçekten bizimkilerden daha hassas olup olmadığını sordu.
Öğretmen:
– “Evet, bu doğrudur. Körlerin diğer bütün organları bizimkilerden çok
daha hassas oluyor, çünkü gözleriyle görüp yapamadıklarını diğer
organlarının yardımıyla yapmaya çalışıyorlar. Sabahleyin, yatakhanede biri
diğerine sorar; güneş var mı? İçlerinden en çabuk giyinen hemen bahçeye
koşar, güneşin sıcaklığını duyabilmek için havada ellerini sallar ve yeniden
yatakhaneye koşup diğerlerine iyi haberi verir; güneş var!”
“Sonra, bir insanın sesinden de onun fizik yapısı hakkında bilgi
edinebilirler. Biz bir insanın ruhunu gözlerinden anlarız, onlar da sesinden
anlıyorlar. Değişik ses tonlarını yıllarca hatırlarlar. Bundan başka bir odada
kaç kişinin bulunduğunu, kaç tanesinin konuşup kaç tanesinin susup
hareketsiz olduğunu da sezinlerler. Yalnız dokunarak bir kaşığın az yada çok
temiz olduğunu anlayabilirler. Bebekler boyalı yünle boyasızını birbirinden
ayırabilirler. Sokaktan geçerken, bütün dükkanları kokularından tanırlar, hem
de bizim içinde hiçbir koku duymadığımız dükkanları bile. Topaç oynarken,
oyuncağın dönerken çıkardığı sesten nereye gittiğini bilirler ve hiç
şaşırmadan gidip onu oradan alırlar. Çember çevirirler, bilye oynarlar, ip
atlarlar, çakıl taşlarından evler yaparlar, sanki görüyormuş gibi menekşe
toplar, çabucak ve düzgün bir şekilde, çeşitli renkten hasırı karıştırarak
sepetler örerler, öyle becerikli elleri vardır ki! Dokunma organı aynı zamanda
görme organıdır. Dokunarak eşyaların şeklini tahmin etmek onların en büyük
eğlencesidir. Sanayi müzesine gitmeleri onların en büyük eğlencesidir.
Sanayi müzesine gittikleri zaman onların halini görmek insana çok dokunur.
Orada onların istedikleri her şeyi ellemelerine izin verilir. Büyük bir sevinçle
geometrik şekillerin, ev maketlerinin, aletlerin üstüne atılırlar ve neşe içinde
her şeyi elleyerek, dokunarak, ellerinin arasında evirip çevirerek onların nasıl
yapılmış olduklarını görmeye çalışırlar. Onlar buna görmek derler!”
Garoffi, körlerin diğerlerinden daha kolaylıkla aritmetik öğrendiklerinin
doğru olup olmadığını sordu:
Öğretmen karşılık verdi:
– “Bu gerçektir. Aritmetiği ve okuma yazmayı kolay öğrenirler. Onlar için
kabartmalı harflerle özel olarak yazılmış kitapları vardır. Ellerini bu harflerin
üzerinden geçirirler, harfleri tanırlar ve kelimeleri söylerler; hiç kekelemeden
okurlar. Bir yanlış yaptıkları zaman zavallıcıkların nasıl kızardığını
görmelisiniz. Yazı da yazarlar, hem de mürekkep kullanmadan. Sıkıştırılmış,
sert kağıtların üstüne, kağıtta özel bir alfabeye göre sıralanan gömülü harfler
meydana getiren çelik kalemle yazarlar; bu noktacıklar kağıdın arka tarafına
kabartmalı olarak çıkarlar, öyle ki kağıdın arkasını çevirip ellerini üstünde
dolaştırdıkları zaman yazmış olduklarını kendileri de, başkaları da rahatlıkla
okuyabilirler. Bu şekilde kompozisyonlar, birbirlerine mektuplar yazarlar.
Gene aynı şekilde rakamlar yazarlar ve hesap yaparlar. Etraflarındakini
görmediklerinden dikkatleri dağılmaz ve büyük bir kolaylıkla ve yanılmadan
akıldan hesaplarlar. Birisinin okuduğunu dinlemek onların o kadar hoşuna
gider ki; büyük bir dikkatle dinlerler, okunan her şeyi hatırları aralarında da
tartışırlar. İçlerinden en küçükleri bile tarihten, dilbilgisinden söz ederler.
Dördü, beşi bir sıraya otururlar, birbirlerine doğru dönmeden, birinci
üçüncüyle, ikinci dördüncüyle sohbet eder. Kulakları o kadar hassas, o kadar
keskindir ki bu konuşmaların bir kelimesini bile aksatmadan, hepsi birden
yüksek sesle konuşurlar! Emin olun, onlar sınavlarına sizlerden daha çok
önem verirler ve öğretmenlerini de daha çok severler. Öğretmenlerini ayak
seslerinden ve kokularından tanırlar. Öfkeli mi, güler yüzlü mü olduğunu,
sıhhatinin iyi mi, kötü mü olduğunu söylediği ilk sözün tonundan anlarlar.
Onları uyardığı yada övdüğü zaman öğretmenin kendilerini ellemesini
isterler, ona karşı olan minnettarlıklarını belirtmek için de onun ellerine,
kollarına dokunurlar. Birbirlerini de severler, çok iyi arkadaştırlar.
Teneffüslerde birbirlerinden hiç ayrılmazlar. Mesela kızlar bölümünde keman
çalanlar, piyano çalanlar, flüt çalanlar çaldıkları müzik aletlerine göre
topluluklar meydana getirirler ve birbirlerinden hiç ayrılmazlar. Birisini
sevdikleri zaman ondan uzaklaşmaları çok zor olur. Arkadaşlığa çok
bağlıdırlar. Birbirlerini büyük bir doğrulukla yargılarlar. İyilikle kötülüğü
birbirinden kolayca ayırt ederler. Cömert bir davranış önemli bir olayı
dinlerken kimse onlar kadar heyecanlanamaz.”
Votini:
– “Müzik aletlerini iyi çalıyorlar mı?” diye sordu.
Öğretmen:
– “Müziğe karşı büyük bir hayranlık duyuyorlar, adeta ona tutkunlar. Müzik
onların neşesi, hayatı. Körler Okuluna daha yeni gelen küçük çocuklar bile
iki, üç saat boyunca, kımıldamadan, ayakta müzik dinleyebilirler. Çok
kolaylıkla öğrenirler ve tutkuyla çalarlar. Öğretmen birine müziğe karşı
kabiliyeti olmadığını söylediği zaman beriki buna çok üzülür ama, gene de
ümitsizce de olsa çalışmaya devam eder. Ah! Orada çalınan müziği bir
duyabilseniz. Başları dik, dudaklarında tebessüm, yüzleri kızarmış,
heyecandan titreyerek nasıl müzik çaldıklarını bir görebilseniz! Etraflarını
çevreleyen ebedi karanlığın içinde bu müziği tanrısal bir avuntu gibi
kendilerinden geçerek dinlerler! Öğretmenlerden biri onlara:
– “Sen ileride gerçek bir yorumcu olacaksın!” dese sevinçten çılgına
dönerler, gözlerinden büyük bir mutluluk saçılır.
– “Müzik dersinde birinci olanı, piyanoyu, ya da kemanı diğerlerinden daha
iyi çalanı bir kral gibi görürler; onu bütün kalpleriyle severler ve ona saygı
gösterirler. Aralarında bir anlaşmazlık olsa hemen ona giderler; iki arkadaş
birbirine darılacak olsa onları o barıştırır müzik dersleri verdiği küçük
öğrenciler onu bir baba gibi görürler. Uyumaya gitmeden önce gelir ona iyi
geceler dilerler. Hiç durmadan müzikten söz ederler. Akşam, yataklarına
girdiklerinde, hemen hepsi bütün gün çalışmanın verdiği yorgunlukla
uyuklarlar ama, gene de müzik çalışmalarından, yorumculardan, müzik
aletlerinden, orkestralardan söz ederler, bu konularda birbirleriyle tartışırlar.
Onların okuma, ya da müzik derslerine katılmalarına engel olmak öyle büyük
bir cezadır ki, bilemezsiniz! Bu onlara öyle büyük bir acı verir ki hiç kimse
onları bu şekilde cezalandırmaya yanaşmaz. Işık bizim gözlerimiz için neyse,
müzik de onların kalbi, ruhu için odur.”
Derosi, bir gün onları görüp göremeyeceğimizi sordu.
Öğretmen:
– “Elbette gidilebilir ama, çocuklar siz daha henüz gidemezsiniz. Oraya
daha ileride gidebilirisiniz, bu felâketin yüceliğini, o çocukların çektiği acıyı
iyice anlayabilecek yaşa gelince gidersiniz. Orada göreceğiniz oldukça acıklı
bir görüntüdür, evlatlarım. Körler Okulu’nda, bazen, ardına kadar açık duran
bir pencerenin önüne oturmuş, sakin bir yüzle, sevinç içinde temiz havayı
koklayan ve sizlerin gözlerinizle seyredebildiğiniz o göz alabildiğine uzanan
yeşilliği, güzel masmavi dağları seyredermiş gibi duran çocuklara rastlanır...
Ve onların hiçbir şey görmediğini, bütün bu güzelliklerin hiçbirini
göremeyeceklerini düşünmek, onların bu derece kör olduklarını hatırlamak
insanın yüreğini burkuyor. Doğuştan kör olanlar, dünyaya ait hiçbir şey
görmemiş olduklarından ve akıllarından hiçbir şeyin hayali bulunmadığından
daha az acı çekiyorlar. Ama, sonradan kör olan çocuklar önceleri görmüş
oldukları her şeyi hala hatırlıyorlar ve böylece de neler kaybettiklerini çok iyi
anlıyorlar. Ama, zamanla hayallerindeki şeyler kaybolmaya başlıyor, onlar
için o kadar kıymetli olan o hayaller her gün biraz daha gölgeleniyor.
Sevdikleri insanların hayallerinin yavaş yavaş kaybolması onları büyük bir
acıya boğuyor. Bu çocuklardan biri bir gün bana, büyük bir acıyla:
– “Bir an için de olsa, annemin yüzünü bir kere daha görebilmeyi çok
isterdim, çünkü artık onu hatırlayamıyorum!” dedi.
Anneleri onları görmeye geldiği zaman çocuklar ellerini onların yüzüne
koyuyorlar, onları alınlarından çenelerine, kulaklarına kadar iyice elliyorlar.
Onların kaybolmaya başlayan hayallerini doku organlarının yardımıyla
hatırlamaya çalışıyorlar. Sanki daha iyi görebilmek istermiş gibi annelerini
ismiyle çağırıyorlar, onun yüzünü gözünü ellemesine izin vermelerini
istiyorlar. Duygusuz pek çok insan bile oradan ağlayarak çıkıyor! Oradan
çıktığı zaman insana öyle geliyor ki; kişileri, evleri, gökyüzünü görebilmek
bizim için hak edilmemiş bir mutluluk, gibi geliyor. Eminim ki her biriniz,
Körler Okulu’nu gezdikten sonra, güneşin ışığını göremeyen, anasının
yüzünü hatırlayamayan o zavallı çocukların bir parçacık olsun bir şeyler
görebilmesini sağlayabilmek için kendi görme yeteneğinden bir parçasını
verirdiniz!”

HASTA ÖĞRETMEN

25 Cumartesi

Dün akşamüstü okuldan çıktıktan sonra hasta öğretmenimi görmeye gittim.


Çok çalışmaktan hastalanmıştı. Günde beş saat ders veriyor; bir saat
jimnastik yaptırıyor, sonra iki saat de gene okulunda ders veriyor, yani
geceleri pek az uyuyor. Yamek zamanı aceleyle bir şeyler yiyor, sabahtan
akşama kadar da didinip duruyor. Annem beni sokak kapısında bekledi, ben
yalnız çıktım ve merdivenlerde o siyah sakallı öğretmene rastladım -Coatti-
hani herkesi korkutan ama, kimseyi cezalandırmayan o öğretmen. Şaka olsun
diye gözlerini testekerlek açtı ve kükrer gibi gür bir sesle konuştu, ama hiç
gülmedi. Dördüncü katta kapının zilini çalarken ben hala gülüyordum. Birden
bütün neşem kayboldu. Hizmetçi kadın beni, öğretmenimin yattığı yarı
karanlık, fakir bir odaya soktu. Öğretmen küçük bir demir karyolada
yatıyordu; sakalı uzamıştı. Daha iyi görebilmek için elini alnına götürdü ve
sevgi dolu sesiyle:
– “A! Enrico!” dedi.
Yatağına yaklaştım, bir elini omzuma koydu ve:
– “Teşekkür ederim, çocuğum. Zavallı öğretmenini görmeye geldiğine çok
iyi ettin. Sevgili Enrico’cuğum, gördüğün gibi yatağa düştüm. Arkadaşların
nasıl, okul nasıl gidiyor? Bensiz de olsa her şey yolunda, değil mi? Yaşlı
öğretmeniniz olmadan daha iyi çalışıyorsunuz, değil mi?” dedi.
Hayır, demek istedim ama, sözümü kesti:
– “Elbette, elbette, beni sevdiğinizi biliyorum.” dedi ve içini çekti.
Ben de bu sırada duvara asılmış bazı fotoğraflara bakıyordum.
– “Görüyor musun?” dedi, “Bunların hepsi yirmi yıl kadar önce bana
resimlerini vermiş olan çocuklar. Hepsi de çok iyiydi. Onlar benim en tatlı
anılarım. Ölürken, bütün hayatımı aralarında geçirdiğim bu yumurcaklara son
bir kez daha bakacağım. İlkokulu bitirince sen de bana bir resmini
vereceksin, değil mi?”
Sonra masanın üstünden bir portakal aldı ve bana verdi:
– “Sana verebilecek bundan başka bir şeyim yok.” dedi. “Bu bir hastanın
hediyesi.”
Öğretmene bakıyordum ve neden olduğunu bilmiyorum ama, içimi bir
üzüntü kaplamıştı.
– “Dikkat et...” dedi, “kısa zamanda iyileşeceğimi sanıyorum ama, bir daha
yataktan kalkmazsam... Aritmetiğini kuvvetlendirmeye bak, bu dersten
zayıfsın; çalışmaya gayret et! Bir kere çaba gösterdin mi sonrası
kendiliğinden gelir.”
Ama, bunları söylerken zorlukla nefes alıyordu, sıkıntı çektiği
anlaşılıyordu.
– “Biraz ateşim var.” diyerek içini çekti, “Artık sonum yaklaştı. Yakında
öleceğim. Aritmetiğini kuvvetlendirmeye bak. Birincisinde başaramadın mı?
Biraz ara ver ve yeniden başla. Gene mi başaramadın? Gene ara ver yeniden
bütün gücünle çalışmaya koyul. Ve ilerle, ama sakin bir şekilde, kendini çok
fazla yormadan, yılmadan çalış. Haydi git artık. Annene selam söyle. Bu
merdivenleri bir daha çıkma, okulda görüşürüz. Eğer bir daha görüşemezsek,
seni sevmiş olan üçüncü sınıf öğretmenini arada sırada hatırla.”
Bu sözleri duyunca ağlamaya başladım. Bana;
– “Başını eğ!” dedi.
Başımı yastığın üstüne eğdim; saçlarımdan öptü. Sonra bana:
– “Git!” dedi ve başını duvara çevirdi.
Merdivenleri uçarak indim, çünkü bütün kalbimle annemi öpmek
istiyordum.

SOKAK

25 Cumartesi

Bu akşam öğretmenin evinden dönerken pencereden seni inceliyordum: Bir


hanıma çarptın. Sokakta yürürken daha dikkatli ol. Orada da yerine
getirmemiz gereken bir takım ödevlerimiz vardır. Sokakta yürürken de, evde
yaptığın gibi hareketlerine, yürüyüşüne dikkat etmelisin. Sokak da herkesin
evi değil midir? Bunu hiç unutma, Enrico. Çok yaşlı biriyle, bir fukarayla
kollarında çocuk olan bir hanımla, koltuk değnekleriyle yürüyen bir sakatla,
ağır bir yükün altında eğilmiş bir adamla, matem elbiseleri giymiş bir aileyle
karşılaşınca, saygıyla bir kenara çekil ve onlara yol ver. Yaşlılığa,
yoksulluğa, ana sevgisine, sakatlığa, yorgunluğa, ölüme saygı göstermeliyiz.
Sokakta yürürken birisinin arkasından bir arabanın geldiğini görünce, bir
çocuksa hemen onu kolundan tutup kenara çek, büyük bir insansa ona haber
ver. Her zaman, yalnız başına ağlayan bir çocuğa nesi olduğunu sor,
bastonunu düşüren yaşlı bir beyin bastonunu yerden al. İki çocuk kavga
ediyorsa, onları ayır; büyük iki insansa, onlardan uzaklaş, insanın ruhunu
inciten ve onu katılaştıran kaba kuvvet gösterilerinden kaçın. İki jandarma
arasında elleri kelepçeli bir adam geçerken sen başka tarafa bak: O adam
masum da olabilir. Bir hastane sedyesi geçerken arkadaşınla konuşmana ve
gülümsemene ara ver, çünkü belki de burada can çekişen biri vardır. Bir
cenaze alayı geçerken de aynı şeyi yap, çünkü bu alay günün birinde senin
evinden de çıkabilir. Kör, sağır dilsiz, sakat, yetim, terkedilmiş çocukların
özel üniformaları içinde, ikişer kişilik sıralar halinde sokaktan geçtiğini
gördüğün zaman onlara saygıyla bak. Düşün ki geçenler talihsizliğe uğramış
kişilerdir. Tiksindirici yada garip sakatlıkları olan kişilerle karşılaştığın
zaman görmemiş gibi davran. Yolunun üstünde yanan bir kibrit gördüğün
zaman hemen onu söndür, bu birinin hayatına mal olabilir. Sana yol soran
birine her zaman güler yüzle karşılık ver. Kimseye gülerek bakma, gereksiz
yere koşma, bağırma. Sokaktakilere saygı göster. Bir milletin aldığı terbiye
sokaktaki davranışından anlaşılır. Sokakta çirkin olaylarla karşılaşırsan,
evlerde de o çeşit olaylarla karşılaşabilirsin. Sokakları incele; içinde
yaşadığın şehri incele. Günün birinde buralardan uzaklaşmak zorunda
kalırsan, bütün ayrıntılarıyla aklında kaldığına, aklından yaşadığın şehri,
vatanını tekrar geçirdiğin zaman çok sevineceksin. Bu şehir, bu vatan uzun
yıllar boyunca senin bütün dünyandı. Annenin yanında ilk adımlarını orada
attın, ilk heyecanları orada duydun, ilk kez orada düşünmeye başladın, ilk
arkadaşlarını orada buldun. Sokak senin için bir anneydi; seni eğitti,
geliştirdi, korudu. O anneyi bütün sokaklarda ara, onu sev, haksızlığa
uğradığını gördüğün zaman da onu savun.
BABAN
MART

GECE OKULLARI

2 Perşembe

Dün aşkam babam beni içinde bulunduğumuz Baretti bölgesinin gece


okullarını görmeye götürdü. Bütün bu okullar ışıklandırılmıştı ve işçiler
yavaş yavaş geliyorlardı. Okula vardığımızda müdürle öğretmenler büyük bir
öfke içindeydiler, çünkü az önce pencere camlarından biri atılan bir taşla
kırılmıştı. Hızla dışarı fırlayan hademe, sokaktan geçmekte olan bir çocuğu
yakalamıştı. Gelen çocuk okulun karşısındaki evde oturan Stardi’ydi ve:
– “Camı kıran ben değilim” demişti. “Gözlerimle gördüm, bunu Franti yaptı
ve bana: ‘Kimseye bir şey söylersen, karışmam’ dedi ama, ben
korkmuyorum.”
Müdür de Franti’nin temelli olarak okuldan kovulacağını söyledi.
Bu sırada ben ikişer üçer okula giren işçilere bakıyordum, şimdiye kadar
girenlerin sayısı iki yüzü aşmıştı. Bir gece okulunun ne kadar güzel olduğunu
şimdiye kadar görmemiştim! On iki yaşındaki çocuklardan, kollarında defter
ve kitapları, işlerinden dönen sakallı adamlara kadar her çeşit insan vardı.
Bunların arasında marangozlar, yüzleri simsiyah olmuş kazancı ustaları, elleri
kireçten bembeyaz olmuş badana ustaları, saçları unlanmış fırıncı çırakları
vardı, vernik, deri, zift, yağ, tek kelimeyle her mesleğe özgü koku
duyuluyordu. Bir çavuşun yönettiği, asker elbiseleri giymiş, bir manga işçi
geldi. Sıralara yerleşiyorlar, hiç zaman kaybetmeden başlarını ödevlerinin
üstüne eğiyorlardı. İçlerinden bazıları, ellerinde açık defterleri, öğretmenlerin
yanına gidip anlamadıklarını soruyorlardı. Bizim -avukat- diye ad taktığımız
iyi giyimli genç öğretmeni gördüm. Kürsüsünün etrafında iki, üç işçi
toplanmıştı, kalemle onların yanlışlarını düzeltiyordu. Bu işçilerin arasında
çın çın çınlayan kahkahalar atan, defteri kırmızı, mavi lekelerle kaplı olan o
ayağı sakat boyacı da oradaydı. Artık bütünüyle iyileşmiş ve yarın bizle derse
başlayacak olan öğretmenimiz de oradaydı. Sınıfların kapısı açıktı. Dersler
başlayınca, hepsinin büyük bir dikkatle, gözlerini bile kırpmadan
öğretmenlerin söylediklerini dinlediklerini görünce, şaşırdım kaldım.
Müdürün dediğine göre bu işçilerin pek çoğu geç kalmamak için evlerine
uğrayıp bir lokma bir şey yememişlerdi ve aç karnına ders yapıyorlardı.
Halbuki küçükler, yarım saat ders dinledikten sonra uykuları geliyordu, hatta
içlerinden biri başını sıraya dayayıp uyuyordu. Öğretmen kalemiyle
kulaklarını gıdıklayarak onları uyandırıyordu. Ama, büyükler uyumuyorlardı,
ağızları açık, nefes bile almadan dersi dinliyorlardı. Bizim yerlerimizde bu
sakallı, bıyıklı adamların oturduğunu görmek beni şaşırtıyordu. Yukarıki kata
da çıktık ve ben hemen bizim sınıfın kapısına koştum. Benim yerimde iri
yarı, bıyıklı, bir eli sarılı bir adam oturuyordu, herhalde elini bir makineye
kaptırmıştı. Her şeye rağmen yavaş yavaş yazmaya çalışıyordu. Ama, beni en
çok sevindiren şey, küçük duvarcı ustasının yerinde, tam onun oturduğu
sırada babası oturuyordu. Dev yapılı duvarcı sıranın arasına sıkışıp kalmıştı
ve çenesi yumruklarına dayalı, gözleri kitabında, dikkatle dersi dinliyordu.
Bu bir rastlantı değildi, okula geldiği ilk gece Müdüre:
– “Müdür bey, lütfen beni yüzünü tavşan gibi buruşturan o çocuğun yerine
oturtur musunuz?” demişti.
O oğlunu hep bu adla çağırır... Dersin sonuna kadar okulda kaldık, sokağa
çıktığımız zaman da, kollarında çocukları, kocalarını bekleyen pek çok
hanıma rastladık. İşçiler çocukları alıyor, hanımlar da defterlerle kitapları.
Böylece evin yolunu tutuyorlardı. Bir süre sokakta büyük bir kalabalık
görüldü ve karışık sesler işitildi. Sonra her şey sessizliğe büründü ve yalnız
uzun, yorgun yüzüyle uzaklaşan müdürü görebildik.

DÖVÜŞ

5 Pazar

Bu beklenen bir olaydı; müdür tarafından okuldan kovulduktan sonra Franti


öç almak istiyordu. Okul çıkışında, bir köşeye saklandı ve Dora Grossa
Sokağı’ndaki okula devam eden kız kardeşini her gün almaya giden
Stardi’nin oradan geçmesini beklemeye koyuldu. Okuldan çıkan kız kardeşim
Silvia her şeyi görmüş ve korku içinde eve dönmüş. Bakın neler olmuş. Bir
kulağının üstüne doğru eğilmiş muşamba kasketi başında, Franti ayaklarının
ucunda Stardi’nin peşinden ilerlemiş. Onu kızdırmak için kız kardeşinin saç
örgüsünü öyle bir çekmiş ki, kızcağız neredeyse yere yuvarlanacakmış. Bir
çığlık atmış, bunun üzerine erkek kardeşi de arkasına dönüp bakmış.
Stardi’den çok daha kuvvetli ve çok daha uzun boylu olan Franti:
– “Bana el kaldırmaya cesaret edemez, ben de ona gününü gösteririm” diye
düşünmüş.
Ama, Stardi düşünmekle zaman kaybetmemiş, kısa boylu, tıkız gövdesine
rağmen bir solukta o iri yarı oğlanın üstüne saldırmış ve onu yumruklamaya
koyulmuş. İki çocuk kıyasıya dövüşmeye başlamışlar. Sokakta yalnız kız
çocuklar olduğu için kimse onları ayıramıyormuş. Franti Stardi’yi yere
devirmiş ama, Stardi hemen ayağa kalkmış ve yeniden dövüşmeye koyulmuş.
Franti bir örsü çekiçle döver gibi yumrukluyormuş. Bir anda Franti,
Stardi’nin kulağını yırtmış, bir gözünü morartmış, burnunu kanatmış. Ama,
Stardi cesaretini kaybetmeden, kükrüyormuş:
– “Beni öldüreceksin ama, bunu sana ödeteceğim.”
Franti altta, tekme, yumruk atıyor, Stardi üstte kafa vuruyor, yumruklarını
indiriyormuş.
Bir kadın pencereden:
– “Aferin, küçük!” diye bağırmış.
Diğerleri:
– “Kız kardeşini savunan bir çocuk!”
– “Cesaret!”
– “Daha hızlı vur!”
Franti’ye de şöyle bağırıyorlarmış:
– “Haydut, canavar!”
Ama, Franti artık vahşileşmiş, bir çelme atmış, Stardi düşmüş ve o ayağa
kalkmış:
– “Teslim ol!”
– “Hayır!”
– “Teslim ol!”
– “Hayır!”
Çevik bir hareketle Stardi ayağa kalkmış, bütün gücüyle Franti’yi
yakalamış ve insanüstü bir güçle onu kaldırıma devirmiş ve dizini Franti’nin
göğsüne dayamış.
Bir adam:
– “Alçak! Elinde bıçak var!” diye bağırarak Franti’nin silahını almaya
geliyormuş.
Ama, öfkeden gözü dönen Stardi iki eliyle düşmanının kolunu yakalamış ve
öyle bir hırsla ısırmış ki bıçak yere düşmüş, eli kanıyormuş. Bu sırada
başkaları da koşuşmuş, onları ayırmış ve ayağa kaldırmışlar. Franti
ayaklarının üstünde zorlukla durabiliyormuş; Stardi de olduğu yerde
kalakalmış. Yüzü tırmık içindeymiş, gözü morarmış -ama, yenmişti- ağlayan
kız kardeşinin yanında duruyormuş. Diğer kız çocuklar sokağın dört bir
yanına dağılmış olan defterleri, kitapları topluyorlarmış:
Etraftan:
– “Aferin, küçük! Kardeşini çok iyi savundun!” diyorlarmış.
Ama, Stardi kazandığı zaferden çok okul çantasına önem verdiği için
hemen defterlerini, kitaplarını teker teker incelemeye koyulmuş, kaybolmuş
ya da kırılıp dökülmüş bir şey var mı diye iyice baktı, onları ceketinin
koluyla temizlemiş, kalemine bakmış, her şeyi yerine koymuş, sonra da her
zaman ki gibi sakin ve ciddi, kız kardeşine:
– “Çabuk gidelim, çünkü dört işlemli bir problem yapacağım” demiş.

ÇOCUKLARIN ANA BABALARI

6 Pazartesi
Bugün öğleyin babası Stardi’yi almak için okula gelmişti, bir kere daha
Franti’ye rastlamasından korkuyordu. Ama dediklerine göre Franti bir daha
gelmeyecekmiş, çünkü bir daha böyle şeyler yaparsa onu hapse atacaklarmış.
Bugün pek çok ana baba gelmişti. Bunların arasında Coretti’nin babası olan
oduncu da vardı. Tıpkı oğluna benziyordu, uzun boylu, neşeliydi, sivri uçlu
bıyığı, ceketin düğmesinde de iki renkli bir kurdele bulunuyordu. Onu sık sık
gördüğümden diğer çocukların babaları gibi onu da tanıyorum. Bir de beli
bükülmüş, bembeyaz saçlı bir büyükanne vardır. İster yağmur yağsın, ister
kar, ister fırtına olsun o gene günde dört defa torununu okula getirir ve onu
almaya gelir. Torunu birinci sınıfa gidiyor. Mantosunu çıkarır, giydirir,
kravatını düzeltir, elbisenin tozlarını silker, saçlarını düzeltir, defterlerine
bakar. Ondan başka bir düşüncesi olmadığı, dünyada kimseyi ondan daha
güzel görmediği anlaşılıyor. Robertti’nin topçu binbaşısı olan babası da sık
sık okula gelir, hani bir çocuğu tramvayın altından kurtardığından beri koltuk
değnekleriyle yürüyen çocuk. Oğlunun arkadaşları onun yanından geçerken
onu selamlarlar o da bütün çocukları selamlar ve okşar hiç birini unutmaz.
Giyimleri pek iyi olmayan fakir çocukları daha büyük bir sevgiyle selamlar,
onlara gülümser. Bazen insan acıklı şeyler de görüyor. Bir oğlu öldüğü için
uzun zamanlar okul kapısında görünmeyen bir bey vardı, diğer oğlunu bir
uşak gelip alıyordu. Dün ilk kez okula geldi, ölen çocuğunun arkadaşlarını
görünce bir köşeye çekildi, yüzünü iki eliyle kapadı ve hıçkıra hıçkıra
ağlamaya başladı. Müdür onu kolundan tuttu ve kendi odasına götürdü. Bazı
ana babalar çocuklarının bütün arkadaşlarını adlarıyla biliyorlar. Kardeşlerini
beklemeye gelen liseliler, bitişik okulda okuyan kız çocuklar da oluyor. Yaşlı
bir bey var, bir zamanlar yüzbaşıymış, ne zaman bir çocuk sokakta kalemini,
yada defterini düşürecek olsa hemen eğilir onu yerden alır. Diğerleriyle okula
ait şeylerden söz eden iyi giyimli, başlarında örtüleri, kollarında sepetleriyle
gelen hanımlar da var:
– “Bu seferki problem doğrusu çok zordu!”
– “Bu sabahki dilbilgisi dersi de bitmek bilmiyordu!” diyorlar aralarında.
Bir sınıfta hasta bir öğrenci olsa, hepsi bunu biliyor; bir hasta biraz daha
iyileşti mi, hepsi seviniyor. Bugün sekiz, on tane ev hanımı, işçi kadın sebze
satıcılığı yapan Crossi’nin annesinin etrafında toplanmışlardı. Erkek
kardeşimle aynı sınıfta okuyan ve hayatı tehlikede olan bir küçük çocuğun
sağlık durumunun nasıl olduğunu soruyorlardı.
78 NUMARA

8 Çarşamba

Dün akşam çok acıklı bir olaya tanık oldum. Uzun bir zamandır sebze
satıcısı, Derosi’nin her yanından geçişinde ona şefkat, sevgi dolu bir ifadeyle
bakıyordu. 78 numaralı tutukluya mürekkep hokkasının sırrını
çözümlediğinden beri, Derossi, sebze satıcısının kızıl saçlı, sakat kollu oğlu
Crossi’yle yakından ilgileniyordu. Okulda derslerini yapmasına yardım
ediyor, cevapları ona fısıldıyor, ona kağıt, kalem, boya kalemleri veriyordu.
Ona karşı kendi öz kardeşiymiş gibi davranıyordu. Crossi’nin hiçbir şey
bilmediği, Derossi’yi çok üzen, babasının uğradığı felaketi unutturmak
istiyordu sanki. Sebze satıcısı uzun bir zamandır Derossi’ye bakıyordu, sanki
gözleri üzerinde kalacakmış gibi duruyordu, çünkü o yalnız oğlu için yaşayan
iyi yürekli bir kadıncağızdır. Oğluna yardım eden, ona karşı iyi davranan,
kibar bir ailenin çocuğu, sınıfın birincisi olan Derosi’yi bir kral, bir ilah gibi
görüyordu. Hep ona bakıyordu, ona bir şeyler söyleyecekmiş gibi bir hali
vardı ve utanıyordu. Ama, dün sabah, en sonunda, bütün cesaretini topladı,
büyük bir kapının önünde onu durdurdu ve ona:
– “Sizi rahatsız ettiğim için özür dilerim, küçük bey. Siz öyle iyi bir
insansınız ki, oğluma karşı öyle iyi davranıyorsunuz ki!.. Lütfen, zavallı bir
annenin bu küçücük hediyesini kabul edin.”
Bunları söyledikten sonra sebze sepetinden beyaz ve yaldızlı küçük bir
karton kutu çıkardı. Derossi kıpkırmızı oldu, şöyle diyerek bunu reddetti:
– “Bunu oğlunuza verin; ben hiçbir şey kabul etmiyorum!” dedi.
Kadıncağız neye uğradığını şaşırdı ve kekeleyerek özür diledi:
– “Size hakaret etmek aklımdan bile geçmiyordu... Bu kutunun içinde
yalnız karamela var.”
Ama, Derossi başını sallayarak, hediyeyi gene reddetti.
Bunun üzerine, kadıncağız, utanarak, sepetinden bir demet turp çıkardı ve:
– “Hiç olmazsa bunu alın, turplar daha çok taze, onları annenize
götürürsünüz.”
Derossi gülümsedi ve:
– “Hayır, teşekkür ederim, hiçbir şey istemiyorum. Her zaman Crossi için
elimden geleni yapacağım ama, hiçbir şey alamam, çok teşekkür ederim.”
dedi.
Kadıncağız, sıkılarak:
– “Bundan dolayı alınmadınız mı?” diye sordu.
Derossi gülümseyerek, hayır, hayır dedi ve yoluna devam etti.
Sebze satıcısı kadın arkasından bağırıyordu:
– “Ah! Ne iyi yürekli çocuk! Şimdiye kadar hiç bu kadar iyi, böylesine
güzel bir çocuk görmedim!”
Her şey bitmişe benziyordu. Ama, aynı günün akşamı, saat dörtte,
Crossi’nin annesinin yerine solgun, hüzünlü bir yüzü olan babası geldi.
Derossi’yi durdurdu. Bakışlarından Derossi’nin onun sırrını bildiğini
anlamıştı. Gözünü kırpmadan ona baktı ve hüzünlü, şefkat dolu bir sesle:
– “Siz oğlumu seviyorsunuz... Neden onu böyle seviyorsunuz?” diye sordu.
Derossi’nin yüzü kiraz gibi kızardı. Ona:
– “Onu seviyorum, çünkü o talihsiz bir çocuk. Çünkü, babası olan siz de
suçlu olmaktan çok talihsizsiniz, asil bir şekilde cezanızı çektiniz ve yürekli
bir insansınız!” diye karşılık vermek isterdi.
Bunu söylemeye cesaret edemiyordu, çünkü, sonunda, bir başkasının kanını
akıtan ve altı yıl hapiste kalan bu adamın karşışında endişe ediyor, biraz da
ondan korkuyordu. Ama, o her şeyi anlayıvermişti, sesini alçaltarak
Derossi’nin kulağına, titreyerek:
– “Çocuğu seviyorsun; ama, babayı hiç sevmiyorsun... Ona bir değer
vermiyorsun, değil mi?” dedi.
Derossi ruhunun derinlerinden gelen bir çığlıkla:
– “A, hayır! Hayır! Tam tersi!” diyerek haykırdı.
Bunun üzerine adamcağız kolunu onun boynuna dolamak ister gibi bir
hareket yapmak istedi; ama, buna cesaret edemedi ve iki parmağının arasına
sarı buklelerden birini aldı, onu parmağına doladı, sonra geri bıraktı. Sonra
elini ağzına götürdü, yaşlı gözlerle Derossi’ye bakarak avucunun içini öptü.
Sanki bakışlarıyla bu öpücüğün Derossi’ye ait olduğunu söylemek istiyordu.
Sonra oğlunu elinden tuttu ve hızlı adımlarla oradan uzaklaştı.
BİR KÜÇÜK ÖLÜ

13 Pazartesi

Sebze satıcısının bahçesinde oturan, birinci sınıfa giden ve erkek


kardeşimle aynı sınıfta olan o hasta çocuk öldü. Cumartesi günü öğretmen
Delcati geldi, bitkin bir halde bu acı haber öğretmenimize bildirdi. Derhal
Garone’yle Coretti tabutun taşınmasına yardım etmek için koştular. Çok iyi
bir çocuktu, geçen hafta bir ödül kazanmıştı. Erkek kardeşimi çok severdi,
ona kırık bir kumbara hediye etmişti. Her sallayışında annem onu okşardı. İki
şeridin süslediği kırmızı kumaştan bir başlık giyerdi. Babası demiryollarında
hamallık eder. Pazar günü, yani dün, saat dört buçukta ona son bir ziyarette
bulunmak için evine gittik. Giriş katında oturuyorlar. Bahçede birinci sınıftan
pek çok öğrenci vardı, çoğu annesiyle gelmişti, bunların yanı sıra beş altı
öğretmenle, birkaç komşu da gelmişti. Öğretmen Delcati’yle kırmızı kalemli
öğretmen içeri girdiler. Açık duran bir pencereden onların ağladığını
görüyorduk. Bağıra bağıra ağlayan annenin hıçkırıkları duyuluyordu. İki
hanım, ölünün okul arkadaşı olan iki çocuğun anneleri iki büyük demet çiçek
getirmişlerdi. Saat tam beşte yürümeye koyulduk. En önde tabutu taşıyanlar
gidiyordu. Bu küçücük bir tabuttu, zavallı çocukcağız! Tabut siyah bir
örtüyle kaplanmıştı, üzerine de iki hanımın getirdiği çiçek demetleri
yerleştirilmişti. Siyah örtünün bir ucuna çocukcağızın ödül olarak kazandığı
madalya, diğer tarafına da yıl boyunca kazandığı üç mükafat tutturulmuştu.
Tabutu Garrone, Coretti ve aynı bahçede oturan diğer iki çocuk taşıyordu.
Tabutun arkasından sanki ölen kendi öz çocuğuymuş gibi ağlayan öğretmen
Delcati geliyordu, onun arkasından da diğer öğretmenler. Öğretmenlerin
arkasından da çocuklar ilerliyordu. Bunların çoğu pek küçüktü, bir ellerinde
menekşe demeti tutuyorlar, diğeriyle de annelerinin elini. Şaşkın gözlerle,
hiçbir şey anlamadan tabuta bakıyorlardı. İçlerinden bir tanesi:
– “Peki, artık bir daha okula gelmeyecek mi?” diye sordu.
Tabut bahçeden çıkarken pencereden korkunç bir çığlık duyuldu. Bu,
çocuğun annesiydi; ama, hemen onu pencerenin önünden çekiverdiler.
Sokağa çıktığımız zaman, ikişer kişilik sıralar halinde ilerleyen okul
öğrencilerine rastladık. Madalyanın tutturulduğu tabutu ve öğretmenleri
görünce hepsi başlıklarını çıkardılar. Zavallı yavrucak, bu madalyasıyla
ebediyen uyuyacaktı. Artık onun o kırmızı başlığını bir daha göremeyecektik.
Sapasağlam bir çocuktu, dört gün içinde ölüverdi. Son gün okul ödevini
yapabilmek için büyük bir gayret sarf etmiş, geri almalarından korktuğu için
madalyasını yatağının üstüne yerleştirmişti. Zavallı yavrucak, artık onu kimse
senden geri alamayacak! Elveda! Elveda! Baretti bölgesinde seni her zaman
hatırlayacağız. Rahat uyu, sevgili yavrucak!

14 MART ARİFESİ

Bugün dünden daha neşeli bir gün oldu. On üç mart! Vittorio Emanuelle
Tiyatrosu’nda yapılacak ödül dağıtımından bir önceki gün, yılın en büyük, en
güzel şenliği. Ama, bu kez ödülleri dağıtacak beylere hediyeleri götürmek
için sahneye çıkacak çocuklara çok önem verilmişti. Bu sabah son derste
müdür sınıfa geldi ve:
– “Çocuklar, çok güzel bir haberim var” dedi ve “Coraci!” diye seslendi. Bu
Calabria’lı öğrenciydi. Calabria’lı ayağa kalktı.
– “Yarın tiyatroda, ödül verecek beylere hediyeleri taşıyan çocuklardan biri
olmak ister misin?”
Calabria’lı evet diye başını salladı.
Müdür:
– “Öyleyse iyi” dedi, “Böylece bir de Calabria temsilcisi bulunacak. Bu da
çok güzel bir şey. Bu yıl Belediye, hediyeleri taşıyacak olan on, on iki
çocuğun İtalya’nın dört bir tarafından gelmiş olmasını istiyor. Bölgemizde
yirmi tane okul var, yani yedi bin öğrenci. Böylesine büyük bir kalabalığın
içinden bile İtalya’nın her bölgesine ait bir çocuk bulmak bazen oldukça güç
oluyor. Torquato Tasso Okulu’nda adalardan gelen iki çocuk bulmuşlar; biri
Sardunya’lı, diğeri de Sicilya’lı. Boncompagni Okulu Floransa’lı bir küçük
buluyor, babası tahta üzerine oymalar yapıyormuş. Tommaseo Okulu’nda
Roma’da doğmuş Romalı bir çocuk var. Diğer okullardan da Venedik’li,
Lombardiya’lı çocuklar da bulmuşlar. Monviso Ookulu’nda Napoli’li varmış,
babası subaymış. Biz bir Cenovalıyla bir Calabrialı seçtik. Piemonteliyi de
ekleyince on iki kişi oluyor. Çok güzel, değil mi? Sizlere verilecek ödülleri
İtalya’nın dört bir yanından gelen bu çocuklar taşıyacak. Dikkat edin; on iki
çocuğun hepsi birden sahneye çıkacak. Onları çılgınca alkışlayarak
karşılayın. Onlar çocukturlar; ama, büyük insanlar gibi ülkelerini temsil
ediyorlar. Üç renkli küçük bir bayrak zaten kendisi de koskocaman bir bayrak
olan İtalya’yı temsil etmiyor mu? Onları hararetle alkışlayın. Kutsal
vatanınızı temsil edenlerin önünde sizin de küçük yüreklerinizin
alevlendiğini, on yaşındaki sizlerin de ruhunun vatan ateşiyle yandığını
onlara gösterin.”
Müdür bunları söyledikten sonra gitti, öğretmen de gülümseyerek:
– “Demek ki Coraci, sen Calabria’nın milletvekilisin!” dedi.
Bunu duyan herkes gülerek el çırptı. Sokağa çıktığımız zaman da,
Coraci’nin etrafını çevirdiler, onu bacaklarından yakaladılar, havaya
kaldırdılar ve:
– “Yaşasın Calabria’nın milletvekili!” diye bağırarak onu omuzlarında
taşımaya koyuldular.
Bunu sadece neşelenmek, Coraci’yi sevindirmek için yapıyorlardı, onunla
alay etmek kimsenin aklından bile geçmiyordu. Coraci’yi sınıfta herkes
sever. O da etrafındakilere gülümsemekten geri kalmıyordu. Onların bu halini
görüp gülmeye başlayan siyah sakallı beye rastlayıncaya kadar onu böyle
omuzlarında taşıdılar.
Calabrialı:
– “Bu benim babam” dedi.
Bunun üzerine çocuklar Coraci’yi babasının kolları arasına bıraktılar ve
koşarak dört bir yana dağılıverdiler.
ÖDÜLLERİN DAĞILIMI

14 Mart

Öğleden sonra saat ikiye doğru büyük tiyatro tıklım tıklım dolmuştu.
Koltuk, balkon, üst balkon, yan localar, her taraf, her taraf çocuklar, beyler,
öğretmenler, işçiler, hanımlar, bebeklerle doluydu. Baş, el hareketleri,
kıpırdayan kalemler, kurdeleler ve bukleler, hiç sonu gelmeyen neşeli
fısıltılar ayrı bir mutluluk havası yaratıyordu. Bütün tiyatro baştan başa
kırmızı, beyaz ve yeşil renklerle süslenmişti. Sahnenin iki ucuna iki küçük
merdiven yerleştirilmişti, ödül alacak çocuklar sağdaki merdivenden sahneye
çıkacaklar, ödüllerini aldıktan sonra da soldaki merdivenden ineceklerdi.
Sahnenin geri kısmına bir sıra kırmızı sandalye dizmişlerdi, arkalıklarının
ortasında oraya oturacak kişinin adı yazılıydı. Sahnenin gerisinde de değişik
şekillerde yerleştirilen bayraklar çok güzel bir görüntü meydana getiriyordu.
Sahnenin bir ucunda yeşil örtülü bir masa bulunuyordu, bunun üstüne üç
renkli kurdeleler bağlanmış, öğrencilere verilecek diplomalar duruyordu.
Şehir bandosu sahnenin önünde yerini almıştı. Birinci balkonun yarısını
öğretmenler dolduruyordu. Bunlar şarkı söyleyeceklerdi ve ellerinde
söyleyecekleri şarkıların yazılı bulunduğu birer kağıt vardı. Salonun en
arkasında ve dört bir yanda gidip gelen, koşuşan öğretmenler görülüyordu.
Bunlar ödül alacak çocukları sıraya sokuyorlardı, ana babalar da son bir defa
çocuklarının saçlarını tarıyorlar, yakalarını, kravatlarını düzeltiyorlardı.
Annem, babam ve kardeşlerimle salona girdiğimde, arka kısımdaki
localardan birinde yanaklarındaki o güzel gamzeleriyle gülen kırmızı kalemli
öğretmeni, erkek kardeşimin, hep siyah elbiseler giydiği için herkesin
“rahibe” diye çağırdığı öğretmeni ve birinci sınıftaki o iyi kalpli öğretmenimi
gördüm; bu sonuncusunun yüzü öylesine soluktu ki, zavallıcık, öyle de fena
öksürüyordu ki, salonun öbür ucundan duyuluyordu. Koltuklarıdan birinde
oturan Garone’nin o sevimli yüzünü birden görüverdim, yanında da ona
iyicene sokulmuş olan Nelli oturuyordu. Biraz daha ileride baykuş burunlu
Garoffi gözüme ilişiverdi, üzerinde ödül alacakların adı bulunan basılmış
listeleri ele geçirebilmek için paralanıyordu, daha şimdiden kocaman bir
deste toplamıştı, kim bilir bunları ne yapacak... Bunu ancak yarın
öğrenebiliriz. Kapıya yakın bir yerde odun satıcısıyla karısı duruyordu,
yanlarında da bugün ödül alacak olan oğulları vardı, çok şık giyinmişlerdi.
Arkadaşımın üzerinde kedi tüyü başlığıyla, çikolata rengi yün ceketi
göremeyince şaşırdım, bugün bayramlıklarını giymişti. Bir an balkonda
Votini’yi gördüm sonra birden gözden kayboluverdi. Alt kattaki tıklım tıklım
dolu localardan birinde topçu yüzbaşısını gördüm, hani bir küçük çocuğu
tramvayın altından kurtardığından beri koltuk değnekleriyle yürüyen
Robertti’nin babası.
Saat tam ikiyi vurur vurmaz bando çalmaya başladı, aynı anda da vali,
belediye başkanı, vali yardımcısı ve daha bir çok bey sahnenin sağ
tarafındaki merdivenden sahneye çıktılar ve kendileri için yerleştirilmiş olan
kırmızı sandalyelere oturdular. Hepsi de siyahlar giymişti. Bando sustu.
Müzik okullarının müdürü elinde küçük değneğiyle ilerledi. Onun bir
hareketi üzerine koltukların önüne yerleştirilmiş sıralarda oturan bütün
çocuklar ayağa kalktılar, ikinci bir işarette de şarkı söylemeye başladılar.
Yedi yüz çocuk hep bir ağızdan çok güzel bir şarkıyı söylüyorlardı, bir
ağızdan şarkı söyleyen yedi yüz çocuk sesi, ne güzel şey! Herkes,
kıpırdamadan, dinliyordu. İnce, berrak saf çocuk seslerinin söylediği çok
güzel bir şarkıydı bu. Çocuklar susunca herkes çılgınca alkışladı, sonra
herkes sustu. Ödül dağıtımı başlamak üzereydi. Daha şimdiden, kızıl saçlı,
ışık saçan gözleriyle ikinci sınıf öğretmenim sahnenin bir köşesinde yerini
almıştı bile, ödül alacak çocuğun gelmesi bekleniyordu. Gazeteler bu on iki
öğrenciden birinin İtalya’nın ayrı bir bölgesinden gelmiş olduğunu daha
önceden yazmışlardı. Herkes bunu biliyor ve bekliyordu. Başta belediye
başkanıyla diğer beyler olmak üzere herkes on iki çocuğun salona gireceği
kapıya doğru merakla bakıyor ve bütün tiyatro susuyordu...
Birden on iki çocuk koşarak sahnenin yanına geldiler ve hiç kıpırdamadan,
gülümseyerek orada durdular. Bütün tiyatro, üç bin kişi, bir anda sessizliği
bozdu ve coşkunlukla alkışlamaya başladı, bu gök gürültüsüne benzer bir ses
oldu. Bunu duyan on iki çocuk şaşırdı, heyecanlandı. Ön sıralardan gelen bir
ses: “İşte bütün İtalya burada!” diye haykırdı. Bu on iki çocuğun arasından,
her zamanki gibi siyah elbiseler giymiş olan Calbrialı Coraci’yi hemen
tanıdım. Yanımızda oturan belediye meclisinden bir bey onların hepsini
tanıyordu, onları teker teker anneme gösterdi: Bu küçük sarışın Venezia
bölgesinden geliyor. Roma’dan gelen o uzun boylu, kıvırcık saçlı çocuk... Bu
çocuklardan iki, üç tanesi çok şık giyinmişti, geri kalanlar işçi çocuklarıydı
ama, hepsi de temiz, iyi giyimliydi. İçlerinde en küçükleri olan Floransalı’nın
belinde mavi bir kuşak vardı. Çocukların hepsi belediye başkanının önünden
geçtiler başkan onları teker teker alınlarından öpüyordu, bu sırada da bir
başka bey yavaş yavaş, gülümseyerek geldikleri şehirlerin adını söylüyordu:
Floransa, Napoli, Bolonya, Palermo... Sahneden geçen her çocuğu bütün
tiyatro alkışlıyordu. Sonra hepsi birden koşup yeşil masanın önünde durdular.
Çocuklara verilecek ödülleri götürmek için hazır bekliyorlardı. Öğretmen
okulları, sınıfları ve adları söyleyerek ödül alacak çocukların listesini
okumaya başladı. Çocuklar da sahneye çıkıp, ödüllerini almaya başladılar.
Daha henüz birkaç çocuk ödülünü almıştı ki, sahnenin arkasından çok hafif
bir keman sesi duyulmaya başladı ve uzun bir süre de devam etti. Son bir
defa daha çocuklara öğüt veren annelerin, öğretmelerin kısık, heyecanlı
sesleri de bu ince keman sesine karışıyordu. Bu süre içinde de çocuklar
birbirinin arkasından teker teker ilerliyorlar, sahnede oturan beylerin
kendilerine uzattıkları ödüllerini alıyorlardı. Bu beyler çocuklardan her birine
tatlı birkaç söz söylüyor, ya da onları okşuyordu. Koltukta ve balkonlarda
oturan çocuklar, çok küçük öğrenciler, giyimlerinden fakir oldukları anlaşılan
çocuklar, kıvır kıvır saçlılar, yada kırmızı beyaz elbiseli öğrenceler geçtikçe
heyecanla, coşkunlukla alkışlıyorlardı. Birinci sınıftaki öğrenciler sahneye
çıkınca ne yapacaklarını şaşırıyorlar, sağa sola bakıyorlardı, bunu gören
bütün tiyatro da kahkahadan kırılıyordu. Üç karış boyunda, sırtında pembe
kurdeleden kocaman fiyongu olan küçük güçlükle yürüyebiliyordu, ayağı
halıya takıldı ve düştü. Belediye başkanı onu ayağa kaldırdı ve herkes
kahkahalarla gülüp alkışladı. Bir başkası sahnenin sol tarafındaki küçük
merdivenden inerken düştü, bağrışmalar duyuldu ama, çocuğa bir şey olmadı.
Her çeşit çocuk geçiyordu, muzip yüzler, korkmuş yüzler, kiraz gibi kızarmış
yüzler, tombul yüzlü yumurcaklar, herkesin yüzüne karşı gülen afacanlar
geçiyordu. Sahneden iner inmez orada bekleyen ana babaları onları
kucaklayıp götürüyorlardı. Sıra benim okula gelince, işte o zaman eğlenmeye
başladım! Çocuklardan pek çoğunu tanıyordum. Baştan ayağa yepyeni
elbiseler giymiş, neşeyle gülerken beyaz dişlerini gösteren Coretti geçti: Kim
bilir sabahleyin kaç çeki odun taşımıştı! Belediye başkanı ona ödülünü
verirken bir elini Coretti’nin omzuna koymuş, alnındaki kırmızı işaretin ne
olduğunu soruyordu. Ben oturanlar arasında Coretti’nin annesiyle babasını
arıyordum, mutlulukla gülerken bir yandan da ağızlarını elleriyle
kapıyorlardı. Sonra Derosi geçti. Masmavi elbiseler, yaldızlı çizmeler
giymişti, kıvırcık, altın rengi bukleleri, dik gövdesi, rahat yürüyüşü, kalkık
alnıyla öyle güzel, öyle sevimliydi ki, içimden ona bir öpücük yollamak
geldi. Sahnedeki bütün beyler onunla konuştular ve teker teker elini sıktılar.
Sonra öğretmen seslendi:
– “Giulio Robertti!”
Bunun üzerine topçu yüzbaşısının koltuk değneklerinin yardımıyla ilerleyen
oğlu göründü. Yüzlerce çocuk olup biteni biliyordu, öğretmenin sesi kısa
zamanda duyulmaz oldu, kuvvetli bir alkış sesi yükseldi, bağrışmalar
duyuldu, bu sesler adeta tiyatroyu inletti, beyler ayağa kalktılar, hanımlar
mendillerini, eşarplarını sallamaya koyuldular. Zavallı çocukcağız sahnenin
ortasında duruverdi, ne yapacağını şaşırmış, titriyordu... Belediye başkanı
onu kendine doğru çekti, ödülünü verdi, onu öptü ve on iki çocuktan birinin
uzattığı defne tacını Robertti’nin başına yerleştirdi... Sonra onu sahnenin
solundaki küçük merdivene kadar götürdü, orada onu yüzbaşı olan babası
bekliyordu, onu kollarının arasına aldı ve yere indirdi, bu sırada yaşa, varol
çığlıkları bütün salonu dolduruyordu. Kemanların çıkardığı hafif, tatlı müzik
hala duyuluyordu, çocuklar da ödüllerini almak için sahneden geçmeye
devam ediyorlardı. Consolata Okulu’ndaki çocukların babası işçi;
Boncompagni Okulu’ndaki çocukların babası çiftçiydi; en son ödül alanlar
Rayneri Okulu’nun öğrencileri oldu. Ödül dağıtımı biter bitmez, en ön
sıradaki yedi yüz çocuk gene ayağa kalktı ve hep bir ağızdan başka güzel bir
şarkı söylediler. Belediye başkanından sonra vali yardımcısı de konuştu ve
sözlerini şöyle bitirdi:
– “...Ama, buradan çıkmadan önce sizler için o kadar yorulan, kalplerini,
akıllarının bütün gücünü sizler için kullanan, sizler için yaşayıp, sizler için
ölenlere bir selam göndermeyi sakın unutmayın. İşte oradalar!”
Bunları söyledikten sonra bütün öğretmenlerin toplu olarak oturdukları
birinci balkonu gösterdi. Koltuklardan, balkon sıralarından, localarda oturan
çocukların hepsi ayağa fırladı, bağrışarak ellerini öğretmenlerine doğru
uzattılar. Heyecanlı, dimdik ayakta duran öğretmenler de ellerini, şapkalarını,
mendillerini sallayarak onlara karşılık verdiler. Bando bir kere daha çalmaya
başladı. Sahnenin önünde sıraya dizilen, büyük bir çiçek yağmurunun altında,
elele vermiş duran ve İtalya’nın çeşitli bölgelerinden gelmiş olan bu on iki
çocuğu halk son bir kere daha çılgınca alkışladı.
KAVGA

20 Pazartesi

Bu sabah Coretti’yle kavga ettik ama, bu kıskançlık yüzünden değildi,


çünkü o ödül aldı, ben alamadım. İnanın ki kıskançlık yüzünden değil. Ama,
Coretti haksızdı. Öğretmen onu benim yanıma oturtmuştu, ben de yazı
defterime yazıyordum. Dirseğiyle bana çarptı, kağıdımın üzerine mürekkep
damladı ve hasta olan “küçük duvarcı ustası” için temize çektiğim aylık
hikayeyi, “Romalı kanı,” lekeleyip kirletti. Öfkelendim ve ona kaba bir söz
söyledim.
O gülümseyerek bana:
– “İsteyerek yapmadım” dedi.
Onun sözlerine inanmam gerekirdi, çünkü onu çok iyi tanıyorum ama,
gülümsemesi hoşuma gitmedi ve:
– “Artık ödül aldı diye gururlanıyor” diye düşündüm.
Az bir zaman sonra, öç almak için ona hızla vurdum, defterinin sayfası
yırtıldı.
Öfkeden kıpkırmızı kesilerek:
– “Bunu isteyerek yaptın!” dedi ve elini kaldırdı, -öğretmen gördü- sonra
elini indirdi. Ama, ekledi: “Dışarıda görüşürüz!” dedi.
Bir tuhaf olmuştum, öfkem birden yatışıverdi. Hayır, Coretti bunu isteyerek
yapamazdı. O iyi bir çocuk, diye düşündüm. Evine gittiğim zaman nasıl
çalıştığını, hasta annesine nasıl baktığını görmüştüm, sonra bizim eve
geldiğinde onu nasıl sevinçle karşılamıştım, babam da onu ne kadar sevmişti.
Bu sözü söylememiş, bu kötülüğü yapmamış olmak için şimdi neler
vermezdim ki! Babamın verdiği öğüdü düşünüyordum.
– “Kabahatli misin? Evet. Öyleyse ondan özür dile.”
Ama, bunu yapmaya cesaret edemiyordum, onun gözünde küçülmekten
utanıyordum. Gözümün ucuyla ona bakıyordum, yün ceketinin omzu tamir
edilmişti, herhalde çok fazla odun taşıdığı için yırtılmıştı. Onu çok sevdiğimi
anlıyordum ve kendi kendime:
– “Cesaret!” diyordum ama, özür dilerim, sözü gırtlağımda düğümlenip
kalıyordu. Zaman zaman Coretti bana yan yan bakıyordu ve öfkeden çok
üzüntü duyduğunu seziyordum. Korkmadığımı göstermek için ben de ona
ters ters bakıyordum.
Yüzüme baktı ve:
– “Dışarıda görüşürüz.” dedi.
Ben de:
– “Dışarıda görüşürüz!” diye tekrarladım ama, babamın bir gün bana
söylediği şu sözleri hatırladım:
– “Kabahatliysen, kendini savun, ama dövüşme!”
Ben kendi kendime:
– “Kendimi savunacağım ama, dövüşmeyeceğim.” diyordum.
İçimde bir huzursuzluk, bir sıkıntı hissediyordum. Sonunda, dışarı çıkma
zamanı geldi. Kendimi sokakta yalnız bulunca peşimden geldiğini gördüm.
Durdum ve elimde cetvel onu beklemeye başladım. Coretti yaklaştı, cetvelimi
kaldırdım.
O gülümseyerek, eliyle cetvelimi aşağı indirirken:
– “Hayır, Enrico” dedi. “Her zamanki gibi gene dost olalım.”
Bir an şaşkın, kala kaldım, sonra bir el hızla omzuma vurdu ve kendimi
Coretti’nin kolları arasında buldum. Beni öptü ve:
– “Bir daha hiç birbirimizle dalaşmayacağız, değil mi?” dedi.
– “Hiçbir zaman! Hiçbir zaman!” diye karşılık verdim.
Memnun, birbirimizden ayrıldık. Eve döndüğüm zaman onu
sevindireceğimi sanarak her şeyi babama anlattığımda, çok kızdı ve:
– “Önce sen elini uzatmalıydın, çünkü kabahatli sendin” dedi. Sonra ekledi
“Bir asker çocuğuna, senden daha üstün olan bir arkadaşına karşı cetvel
kaldırmamalısın!”
Cetveli elimden kaptı, ortasından kırdı ve odanın ortasına fırlattı.
KIZ KARDEŞİM

24 Cuma

Enrico, babam arkadaşına karşı davranışını doğru bulmayıp seni azarladığı


halde neden aynı şeyi bana da yaptın? Bunun beni ne kadar üzdüğünü
bilemezsin. Sen bebekken, gidip arkadaşlarımla oynamayıp, senin beşiğinin
yanından ayrılmadığımı, hastalandığın zaman da her gece yatağımdan inip
ateşten alnın yanıyor mu diye baktığımı bilmiyor musun? Kız kardeşini
inciten sen, başımıza korkunç bir felaket gelse, sana annelik edeceğimi ve
seni oğlum gibi seveceğimi de bilmiyor musun? Günün birinde annemizle
babamız bu dünyadan göçünce çocukluğumuzdan, ölülerimizden söz
edebileceğin tek yakın dostunun ben olacağımı bilmiyor musun? Eğer bir gün
gerekirse senin yeme içmeni, okumana devam etmeni sağlamak için ben
çalışacağım. Büyüdüğün zaman da seni vereceğim, uzaklara gittiğin zaman
da seni düşüneceğim, çünkü ikimiz beraber büyüdük, aynı kanı taşıyoruz! Eh
Enrico, emin ol, ileride büyüdüğün zaman, başına bir felaket gelirse, yalnız
başına kalırsan, beni arayacaksın ve: “Silvia, kardeşim, bırak yanında
kalayım. Mutlu olduğumuz günlerden konuşalım hatırlıyor musun?
Annemizden, evimizden, şimdi çok uzaklarda kalan o günlerden söz edelim”
demek için bana geleceksin. Enrico, kız kardeşin her zaman seni kollarını
açıp karşılayacak. Evet, sevgili Enrico, şimdi seni böyle azarladığım için beni
affet. Senin yaptığın hiçbir kötülüğü, haksızlığı hatırlamayacağım, bana
başka üzüntüler de versen, ne önemi var? Sen her zaman benim sevgili
kardeşim olarak kalacaksın. Yalnız seni bebekken kollarımda taşıdığım,
annem ve babamla beraber seni sevdiğim, büyüdüğünü gördüğüm, uzun
zaman can yoldaşın olduğum yılları hatırlayacağım. Ama, şu defterin üstüne
tatlı birkaç söz yaz, sana kızgın olmadığımı da göstermek için, seni çok
yorgun gördüğümden senin yerine aylık hikayeyi Romalı Kanını ben temize
çektim, hani senin hasta küçük duvarcı ustası için yazman gereken o
hikayeyi. Yazı masanın sol taraftaki çekmecesine koydum. Bütün gece sen
uyurken ben de onu yazdım. Lütfen Enrico, bana tatlı birkaç söz yaz.
KIZ KARDEŞİN SILVIA
Senin ellerini bile öpmeye layık değilim.
ENRICO

ROMALI KANI

(Aylık Hikaye)

Bu akşam Ferruccio’nun evi her zamankinden daha sakindi. Küçük bir


tuhafiye dükkanını işleten babası mal satın almak için Forli’ye gitmişti.
Karısıyla küçük kızları Luigina da onunla beraber gitmişlerdi. Küçüğün bir
gözü hastaydı, onu doktora ameliyat ettireceklerdi. Şehre giden ana baba
ertesi sabah döneceklerdi. Neredeyse gece yarısı olacaktı. Gündüz ev işlerine
bakmak için gelen kadın güneş batarken gitmişti. Evde yalnız bacakları felçli
büyükanneyle on üç yaşındaki Ferruccio kalmışlardı. Bu, büyük yolun
kenarında, tek katlı bir evdi. Köye pek yakındı, Forli’den de pek uzak
sayılmazdı. Yakınlarda da yalnız iki ay önce bir yangının yakıp yıktığı,
üzerinde hala lokanta levhasının görüldüğü boş bir ev vardı. Küçük evin
arkasında bir selvinin çevrelediği küçük bir bahçe vardı, bu bahçeye de küçük
bir tahta kapı açılıyordu. Hem evin, hem de dükkanın girişi olarak kullanılan
kapı büyük sokağa açılıyordu. Bütün çevrede de ıssız kırlar, ekilmiş geniş
tarlalar, büyük dut bahçeleri uzanıyordu.
Neredeyse gece yarısı olacaktı, yağmur yağıyor, rüzgar esiyordu.
Ferruccio’yla büyükanne daha uyumamışlar, yemek odasında oturuyorlardı.
Bu odayla küçük bahçe arasında eski eşyaları koydukları küçük bir odacık
vardı. Ferruccio epey yol teptikten sonra gece saat on birde eve dönmüştü.
Büyükanne gözünü kırpmadan, endişe içinde onun dönüşünü beklemişti.
Kollu, geniş bir sandalye de oturuyordu. Bütün gününü hatta bazen de bütün
geceyi burada geçiriyordu, çünkü çektiği nefes darlığı, yatmasına engel
oluyordu.
Yağmur yağıyordu ve hızla esen rüzgar yağmuru camlara çarpıyordu. Gece
çok karanlıktı. Ferruccio yorgun, çamur içinde dönmüştü. Ceketi
parçalanmış, atılan bir taş alnını yaralamıştı. Arkadaşlarıyla birbirlerini taş
yağmuruna tutmuşlar, her zaman yaptıkları gibi de sonunda dövüşmüşlerdi.
Bütün bunlar yetmiyormuş gibi oyun oynamış, bütün parasını kaybetmiş,
beresini de bir hendekte unutmuştu.
Odayı yalnız, büyükannenin sandalyesinin yanına, masanın bir köşesine
yerleştirilen küçük bir yağ kandili aydınlatıyordu ama, büyükanne hemen
torununun acıklı halini görmüş, başına gelenlerin çoğunu da tahmin etmişti.
Bu çocuğu bütün kalbiyle severdi. Bütün olanları öğrenince, ağlamaya
başladı. Uzun bir sessizlikten sonra da:
– “Ah! Hayır, hayır, sen şu zavallı büyükannene hiç acımıyorsun. Annenin,
babanın yokluğundan yararlanıp beni böyle üzdüğüne göre sen çok kalpsiz
bir çocuksun. Bütün gün beni tek başıma bıraktın! Bana birazcık olsun
acımadın. Dikkat et, Ferruccio! Seni acıklı bir sona ulaştıracak olan kötü
yolda yürüyorsun. Senin gibi davranmaya başlayan ve sonu fena biten pek
çok kişi gördüm. Daha şimdiden evden kaçmaya, arkadaşlarınla kavga
etmeye, paranı kaybetmeye başlarsan; sonra, yavaş yavaş taş darbelerinden
bıçak darbelerine, oyundan diğer kötülüklere, diğer kötülüklerden de...
hırsızlığa geçersin,” dedi.
Ferruccio büyükannesinin yakınında, dimdik oturmuş, yemek dolabına
dayanmış, çenesi göğsüne dayalı, kaşları çatık, dövüşün yarattığı öfkeden
kıpkırmızı, duruyordu. Kestane rengi saçları alnına düşmüştü, mavi gözleri
de hiç kımıldamıyordu.
Büyükanne ağlayarak:
– “Oyundan hırsızlığa” diye tekrarlıyordu. “Düşün Ferrucio. Bir zamanlar
memleketimizde yaşayan talihsiz Vito Mozzoni’yi düşün, şimdi şehirde
serserilik ediyor. Daha yirmi dört yaşında ama, iki defa hapiste yattı,
annesinin kalp sektesinden ölümüne sebep oldu, annesini yakından tanırdım,
babası da ümitsizliğe kapıldı ve İsviçre’ye kaçtı. Babasının bile selam
vermeye utandığı o talihsiz halini düşün. Hep kendisinden daha adi
arkadaşlarla geziyor, kürek cezasına çarpılıncaya kadar da böyle yaşayacak.
Ben onun çocukluğunu bilirim, o da senin gibi başladı. Düşün ki
davranışlarını değiştirmezsen annenle babanı aynı sona sürükleyeceksin.
Ferruccio susuyordu. O hiç de kalpsiz bir çocuk değildi, kim demiş.
Haşarılığı aşırı canlılığından ileri geliyordu. Bu konuda babası onu uyarmış,
istese çok iyi kalpli bir çocuk olabileceğini söylemişti. Babası ona güveniyor,
bir gün doğru yola geçeceğine inanıyordu. Yaptıklarından üzüntü
duymuyordu ama, iyi bir çocuktu. Çok inatçı olduğundan, yaptıklarına
pişman olduğu zaman bile, bağışlanmasını sağlayacak o iyi, güzel sözleri;
“Evet, kabahatliyim, bir daha yapmayacağım, söz veriyorum, beni affet”,
dememek için kendini zorluyordu. Bazen yaptıklarına öyle üzülüyordu ki,
yüreği sızlıyordu ama, gururu buna engel oluyordu.
Onun böyle sustuğunu gören büyükanne:
– “Ah! Ferruccio, bana pişman olduğunu anlatan tek kelime bile
söylemiyorsun! Bak beni ne hale soktun, ölebilirim de. Beni bu kadar üzecek
kadar kötü kalpli olma, böylesine yaşlı, son günlerini yaşayan annenin
annesine karşı böyle davranman doğru mu? Seni her zaman sevmiş olan
sevgili büyükannen: Sen daha birkaç aylık bir bebekken ben geceler ve
geceler boyunca senin beşiğini sallardım, seni eğlendirebilmek için yemek
bile yemezdim, sen bunları bilmiyorsun! Her zaman: ‘Bu çocuk benim tek
avuntum olacak!’ derdim. Halbuki şimdi sen beni üzüntünden öldürüyorsun!
Eskiden, seninle beraber dolaştığımız günlerdeki gibi uysal, iyi bir çocuk
olabilmen için gerekirse geri kalan şu son günlerimi de vermeye hazırım.
Hatırlıyor musun o günleri, Ferruccio? Seninle kırlarda dolaşırken ceplerini
ufak taşlar, kuru otlarla doldururdun, seni kollarımda uyumuş olarak eve
getirirdim. O zamanlar zavallı büyükanneni severdin. Felç gelip bir köşeye
oturduğumdan beri, ciğerlerime dolan hava gibi senin sevgine ihtiyacım
olduğu halde benden kaçıyorsun. Biliyorsun ki dünyada senden başka
kimsem yok, ben yarı ölü, zavallı bir kadınım, ah Tanrım!..”
Büyükannenin bu sözleri Ferruccio’yu öyle üzmüş, kalbini öyle
yumuşatmıştı ki sevinçle büyükannesine atılmaya hazırlanıyordu. Tam bu
sırada bahçeye açılan bitişik odadan gelen hafif bir gıcırtı, bir çıtırtı
duyduğunu sandı; ama, bu sesi şiddetle esen rüzgar mı çıkarmıştı yoksa bir
başkası mı anlayamadı.
Kulak kabarttı.
Yağmur daha da artmıştı.
Bitişik odandan gelen gıcırtı tekrarlandı. Büyükanne de bu sesi duydu.
Heyecanlanan büyükanne biraz sonra sordu:
– “N’oluyor?”
Çocuk:
– “Yağmur” diye mırıldandı.
İhtiyar kadıncağız yaşlı gözlerini kurulayarak:
– “Bundan böyle, Ferruccio, iyi bir çocuk olacağına ve zavallı büyükanneni
bir daha ağlatmayacağına söz ver...”
Tekrarlanan hafif bir gıcırtı sözlerini yarıda kesti.
Büyükanne, sarararak:
– “İyi ama, bu pek yağmur sesine benzemiyor!.. git bak bakalım!” dedi,
sonra hemen ekledi: “Yok, yok burada kal!” ve Ferruccio’nun elini yakaladı.
İkisi de nefeslerini kesip beklemeye koyuldular. Yalnız su sesi
duyuluyordu.
Sonra ikisi birden ürperdiler.
İkisi de bitişik odadan gelen birtakım ayak sesleri duydular.
Korkudan nefes nefese olan çocuk:
– “Kim var orada?” diye sordu.
Kimse karşılık vermedi.
Korkudan taş kesilen Ferruccio bir daha sordu:
– “Kim var orada?”
Ama, bu sözler henüz ağzından dökülmüştü ki, ikisi de bir dehşet çığlığı
attılar. Odanın içine fırtına gibi iki adam girmişti; biri çocuğu yakaladı ve
eliyle ağzını kapadı; öbürü de ihtiyarın boğazını sıktı. Birincisi:
– “Ölmek istemiyorsan sus!” dedi.
İkincisi de:
– “Susun!” dedi ve bıçağını çekti.
Adamların ikisi de yüzlerine birer maske geçirmişlerdi, yalnız göz
kısımlarında iki delik vardı.
Bir an yalnız dört kişinin heyecanlı soluğuyla, şakır şakır yağan yağmurun
sesi duyuldu. İhtiyar kadıncağız hırıldıyordu, gözleri yerinden fırlamıştı.
Çocuğu yakalamış olan onun kulağına doğru eğildi ve:
– “Baban parasını nerede saklıyor?” diye sordu.
Çocuk belli belirsiz duyulan bir sesle, korkudan dişleri birbirine çarparak:
– “Orada... dolapta” dedi.
Adam:
– “Gel benimle” dedi.
Çocuğu boğazından sıkı sıkı tutarak bitişik odaya sürükledi. Orada, yerde
soluk bir lamba yanıyordu.
– “Dolap nerede?” diye sordu.
Soluk soluğa olan çocuk dolabı işaret etti.
Çocuğu iyicene kontrolü altında alabilmek için adam onu diz üstü yere itti,
dolabın önüne sürükledi ve bacaklarıyla onu boğazından yakaladı, böylece
bağıracak olursa çocuğu hemen boğazlayabilirdi. Bıçağını dişlerinin arasına
sıkıştırdı, bir eline lambayı aldı öbür eline de ucunda sivri bir demir parçasını,
demir parçasını deliğe soktu, kilidi zorladı, kırdı, dolabın kapılarını açtı,
aceleyle her şeye bir göz attı, ceplerini doldurdu, tekrar dolabı kapadı, gitti
kapıyı açtı, işini bitirdikten sonra çocuğu gene boğazından yakaladı ve onu
öbür odaya götürdü. Öbür odada ikinci adam hala yaşlı kadıncağızı
boğazından yakalamış duruyordu. İhtiyarın nefesi kesilmiş, başı arkaya
düşmüş, ağzı açılmıştı.
İhtiyarın yanındaki adam alçak sesle:
– “Buldun mu?” diye sordu.
Arkadaşı karşılık verdi:
– “Buldum,” ve ekledi “Git kapıya bak.”
Büyükannenin boğazını sıkan adam bahçe kapısına koştu, kimse var mı
diye baktı ve bitişik odadan, ıslık gibi çıkan bir sesle:
– “Gel!” diye seslendi.
Odadan bulunan adam, daha Ferruccio’yu bırakmamıştı, gözlerini açmaya
başlayan ihtiyara ve çocuğa bıçağını göstererek:
– “En ufak bir ses duyarsam geri döner, sizi temizlerim!” dedi.
Bir süre gözlerini kırpmadan ikisine de baktı.
Tam bu sırada, yoldan geçen kalabalığın söylediği uzaktan gelen bir şarkı
duyuldu.
Hırsız başını hızla kapıya doğru çevirdi ve bu hızlı hareketin sonunda
yüzündeki maske düştü.
İhtiyar bir çığlık attı:
– “Mozzoni!”
Tanınan hırsız:
– “Uğursuz ihtiyar, öleceksin!” diye kükredi.
Bıçağını çekti ve birden bayılan büyükannenin üstüne yürüdü.
Katil bıçağını uzattı.
Ama, ani bir hareketle, ümitsiz bir çığlık atarak Ferruccio büyükannesinin
üstüne atıldı ve onu kendi vücuduyla sardı. Katil masaya çarparak kaçtı ve
sönen lambayı devirdi.
Çocuk yavaş yavaş büyükannesinin üstünden çekildi, dizlerinin üstüne
düştü, başı büyükannenin göğsüne dayalı, kolları onun beline sarılı bir halde
böyle kaldı.
Aradan biraz zaman geçti. Etraf zifiri karanlıktı. Köylülerin şarkısı gittikçe
kırlara doğru uzaklaşıyordu. İhtiyar yavaş yavaş kendine geliyordu. Dişleri
çarparak, soluk gibi çıkan inceci bir sesle:
– “Ferruccio!” diye seslendi.
Çocuk:
– “Büyükanne” diye karşılık verdi.
İhtiyar kadıncağız konuşabilmek için çaba harcadı; ama korkudan dili
tutulmuştu.
Bir süre hiç konuşamadı, tir tir titriyordu. Sonra:
– “Gittiler mi?” diye sorabildi.
– “Evet”
Heyecanın kestiği, cansız bir sesle, ihtiyar:
– “Beni öldürmediler” diye mırıldandı.
Ferruccio boğuk bir sesle:
– “Hayır... hayattasınız” dedi. “Yaşıyorsunuz, sevgili büyükanne. Yalnız
parayı aldılar. Zaten babam... Paranın büyük bir kısmını yanına almıştı.”
Büyükanne derin bir soluk aldı.
Ferruccio, diz üstü, büyükannesini belinden tutarak:
– “Büyükanne, sevgili büyükanneciğim... Beni seviyor sunuz, değil mi?”
dedi.
Büyükanne ellerini torununun başına koyarak, karşılık verdi:
– “Ah! Ferruccio! Zavallı çocuğum benim! Kim bilir ne kadar
korkmuşsundur! Ah tanrım! Sen bize acı! Lambayı yakıver... Hayır, hayır,
karanlıkta oturalım, daha hala korkuyorum.”
Çoc uk:
– “Büyükanne” diye sözüne devam etti. “Şimdiye dek ben sizi hep
üzdüm...”
– “Hayır, Ferruccio, hayır, böyle şeyler söyleme. Artık ben bunları
düşünmüyorum bile, her şeyi unuttum, seni öyle çok seviyorum ki!”
Ferruccio, sesi titreyerek, zorlukla devam etti:
– “Şimdiye dek hep sizi üzdüm... Ama, sizi daima sevdim. Beni bağışlıyor
musunuz? Beni bağışlayın, büyükanne”
– “Evet, çocuğum, evet, seni bağışlıyorum, seni bütün kalbimle
bağışlıyorum. Seni nasıl bağışlamam. Ayağa kalk, çocuğum. Artık seni hiç
azarlamayacağım. Sen iyi bir çocuksun, çok iyi bir çocuksun! Lambayı
yakalım. Biraz cesaretimizi toplayalım. Kalk Ferruccio.”
Çocuk, sesi gittikçe daha da zayıflayarak:
– “Teşekkür ederim, büyükanne” dedi. “Şimdi artık... mutluyum. Beni
hatırlayacaksınız, büyükanne... değil mi? Beni her zaman hatırlayacaksınız...
Ferruccio’nuzu...”
Büyükanne şaşkın, endişeli, ellerini torununun omzuna koyup, yüzüne
bakmak istermiş gibi başını eğerek:
– “Benim sevgili Ferruccio’m!” diye haykırdı.
Zayıf bir soluk gibi çıkan cansız bir sesle çocuk bir kere daha:
– “Beni unutmayın” diye mırıldandı. “Annemi, babamı, Luigina’yı benim
tarafımdan öpün... Elveda, büyükanne...”
İhtiyar kadıncağız çocuğun dizleri üstüne düşen başını titreyen elleriyle
yoklayarak;
– “Tanrı aşkına, neyin var, n’oluyor!” diye haykırdı. Sonra, boğazında
düğümlenen boğuk bir sesle: “Ferruccio! Ferruccio! Ferruccio! Benim sevgili
çocuğum! Bir tanem! Meleğim benim, bana yardım edin” diye bağırdı.
Ama, Ferruccio artık karşılık vermiyordu. Küçük kahraman, anneannesinin
kurtarıcısı, sırtından aldığı derin bir bıçak darbesiyle güzel, korkusuz ruhunu
Tanrıya yollamıştı.
KÜÇÜK DUVARCI USTASI AĞIR HASTA

18 Salı

Zavallı küçük duvarcı ustası ağır hasta. Öğretmen gidip onu yoklamamızı
söyledi, biz de, Garrone, Derossi ve ben ona gitmeyi karar verdik. Stardi de
bizimle gelecekti ama, öğretmen ödev olarak Cavour Anıtının tasvirini verdi.
Tasviri doğru olarak yapabilmesi için Stardi’nin gidip onu yakından görmesi
gerektiğini söylüyor. O gururlu Nobis’i de bizimle gelmesi için çağırmayı
denedik. Nobis bize:
– “Hayır!” dedi.
Votini de gelemeyeceği için bizden özür diledi, her halde elbisesini kireçle
lekelemekten çekiniyor. Şakır şakır yağmur yağıyordu. Yolda yürürken
Garrone durdu ve ağzı ekmek dolu:
– “Ne satın alacağız?” derken cebindeki iki meteliği şakırdattı.
Hepimiz ikişer metelik verdik ve üç tane kocaman portakal satın aldık.
Tavan arasına çıktık. Kapının önünde Derossi ödül olarak verilen
madalyasını çıkardı ve cebine soktu. Bunu neden yaptığını sordum:
– “Bilmiyorum” diye karşılık verdi.” Garip bir hava yaratmamak için...
Odaya madalyasıyla girmek bana daha nazik görünüyor.”
Kapıyı çaldık, babası geldi açtı, dev yapılı bir adam. Yüzü dehşetten allak
bullak olmuştu.
– “Siz kimsiniz?” diye sordu.
Garrone:
– “Biz Antonio’nun okul arkadaşlarıyız, ona üç tane portakal getirdik!”
Duvarcı ustası başını sallayarak;
– “Zavallı Tonio!” diye iç geçirdi. “Sizin portakallarınızı artık
yiyememesinden korkuyorum!” Bunları söylerken elinin tersiyle gözlerini
kuruladı.
Bize yol gösterdi: Basık tavanlı küçük bir odaya girdik. “Küçük duvarcı
ustası” ufak bir demir karyolada uyuyordu. Annesi, yüzü ellerinin arasında,
yatağın üstüne kapanmıştı, bize bakmak için başını hafifçe çevirdi. Odanın
bir köşesinde badana fırçaları, bir kazma, bir de kireç eleği duruyordu. Küçük
hastanın ayaklarına duvarcının alçıdan bembeyaz olmuş ceketi örtülüydü.
Zavallı çocukcağız çok zayıflamıştı, yüzü kireç gibi bembeyazdı, burun
delikleri kısılmıştı zorlukla nefes alıyordu. Sevgili Tonino, benim iyi kalpli,
neşeli, küçük dostum, bu halin beni ne kadar üzüyor, senin yeniden yüzünü
tavşan gibi buruşturmanı görebilmek için neler yapmazdım ki, zavallı küçük
duvarcı ustası! Garrone yastığın üstüne, çocuğun yüzünün hemen yanına bir
portakal koydu. Koku onu uyandırdı ama, hemen portakalı almasıyla
bırakması bir oldu. Bir süre gözlerini kırpmadan Garrone’ye baktı.
Garrone:
– “Benim” dedi, “Garrone. Beni tanıyor musun?”
Antonio belli belirsiz gülümsedi; zayıf, küçük elini güçlükle kaldırdı ve
Garrone’ye doğru uzattı. Garrone bu küçük eli kendi ellerinin arasına aldı ve
yanağını bu ellere dayayarak;
– “Cesaret, cesaret, küçük duvarcı ustası! Yakında iyileşip okula
döneceksin. Öğretmen seni benim yanıma oturtacak, memnun musun?” dedi.
Ama, küçük duvarcı ustası cevap vermedi. Anne hıçkırıklara boğuldu:
– “Ah, zavallı Tonino’cuğum! Zavallı Tonino’cuğum! Ne kadar iyi, ne
kadar yürekli çocuk, ah, Tanrı onu bizden almak istiyor!”
Duvarcı ustası, ümitsizlikle:
– “Sus!” diye bağırdı, “sus, yoksa çıldıracağım.”
Sonra üzgün bir sesle bize:
– “Gidin, gidin, çocuklar. Çok teşekkür ederim, gidin. Burada kalıp ne
yapacaksınız ki! Teşekkür ederim, artık evinize dönün!” dedi.
Çocuk yeniden gözlerini kapamıştı ve ölüye benziyordu.
Garrone:
– “Size yardım edebilir miyiz?” diye sordu.
Duvarcı ustası:
– “Hayır, iyi kalpli çocuk, teşekkür ederim. Artık evlerinize dönün.” dedi.
Bizi kapıya kadar götürdü ve arkamızdan kapıyı kapadı. Daha merdivenin
yarısına gelmemiştik ki birisinin seslendiğini duyduk.
– “Garrone! Garrone!”
Üçümüz birden aceleyle geri çıktık. Birden değişiveren sesiyle duvarcı
ustası sesleniyordu.
“Garrone! Seni adınla çağırdı. İki gündür tek kelime bile söylemiyordu.
Seni iki kere çağırdı. Seni istiyor, hemen gel, ah, Tanrım, bu iyi bir belirti
olsa bari!”
Garrone bizlere:
– “Hoşça kalın, ben burada kalıyorum.” dedi ve babayla birlikte eve girdi.
Derossi’nin gözleri yaşlarla dolmuştu. Ona;
– “Küçük duvarcı ustası için mi ağlıyorsun?” dedim. “Konuştu, artık
iyileşecek”
Derossi:
– “Buna inanmıyorum” diye karşılık verdi, “Ama, ben onu
düşünmüyordum... Garrone’nin ne kadar iyi kalpli, temiz yürekli bir çocuk
olduğunu düşünüyordum!” diye ekledi.

KONT CAVOUR

29 Çarşamba

Kont Cavour Anıtı’nın tasvirini yapman gerekiyor. Bunu yapabilirsin. Ama,


Kont Cavour’un kim olduğunu daha anlayamazsın. Şimdilik yalnız şunu bil
yeter: O uzun yıllar Piemonte’nin başkanlığını yaptı. Piemonte ordusunu
Kırım’a o yolladı. Cernaia zaferiyle de Novara bozgunundan beri azalmakta
olan askeri gücümüzü kuvvetlendirdi. Yüzellibin Fransızı Alp’lerden indirdi,
Avusturyalıları Lombardiya’dan o kovdu. Devrimimizin en güçlü yıllarında
İtalya’yı o yönetti. Vatanın tek parça haline getirilmesi için en büyük desteği
o verdi. Parlak zekası, insanüstü çalışması, yenilmez azmi bütün bunları
gerçekleştirebilmesini sağladı. Pek çok general savaş alanlarında korkunç
saatler geçirmişlerdir ama, o çalışma odasında daha korkunç saatler yaşadı.
Meydana getirmeye çalıştığı eser, her an, en küçük bir deprem sonucunda
çökebilirdi. Uzun geceler boyunca sıkıldı, yoruldu, didindi ve bizi içinde
bulunduğumuz o karanlıktan sağ salim çıkardı. Bu insanüstü çalışma onun
hayatını yirmi yıl kısalttı. Ölümüne yol açacak ateş onu kemirdiği halde, o
vatanı için bir şeyler daha yapabilmek için hastalıkla ümitsizce boğuşuyordu.
Ölüm döşeğinde, acıyla; “Garip şey, okumayı unuttum, artık okuyamıyorum”
diyordu. Bir yandan kan alırlar, bir yandan ateşi yükselirken o vatanını
düşünürdü ve emredercesine: “Beni iyileştirin, zihnim bulanıyor, önemli
konuları tartışabilmek için zihnimin açık, aklımın başında olması gerek”
diyordu. Son günlerin yaklaştığı, bütün şehrin çalkalandığı sırada Kral onun
başucundan ayrılmıyordu. O soluk soluğa Kral’a: “Haşmetmenap, size
söyleyecek çok şey var ama, hastayım, hiçbir şey yapamıyorum, hiçbir şey
yapamıyorum” diyor ve içi içini yiyordu. Zayıflayan düşüncesi hep devlete,
İtalya’ya yeni katılan bölgelere, daha yapılması gereken pek çok şeye
dönüyordu. Bazen de sayıklıyordu: “Çocukları eğitin” diye haykırıyordu, iki
soluk arasında. “Çocukları ve gençliği eğitin... Memleketi özgürlükle
yönetin.” Ateşi yükseliyor, sayıklaması artıyordu. Son anı yaklaşmıştı, o
övgü dolu sözlerle bazen aralarında anlaşmazlıklar çıkan general
Garibaldi’den söz ediyordu. O günlerde daha özgürlüklerine kavuşmamış
olan Venedik’ten, Roma’dan söz ediyordu. İtalya ve Avrupa’nın geleceği
hakkında bir takım ileri görüşleri vardı. Yabancı orduların ülkesine
saldırdığını hayal ediyordu. İtalya ordusunun, generallerin nerede olduğunu
soruyor, hala bizler için, kendi milleti için titriyordu. Öleceği için
üzülmüyordu, anlıyor musun, daha ona ihtiyacı olan vatanının ondan
uzaklaştığını gördüğü içi üzülüyordu. Kısa zamanda büyük bir güç
harcayarak yükseltmeye çalıştığı vatanının uzaklaştığını gördükçe. Boğazında
düğümlenen savaş narasıyla öldü. Ölümü de hayatı gibi büyük oldu. Evet,
Enrico, şimdi biraz düşün. Bütün bir ülkenin sorumluluğunu yüklenen bu
insanların yorgunluklarının, insanüstü güçlerinin, ızdırap veren can
çekişmelerinin yanında bize ağır gelen çalışmanın, sıkıntıların, hatta
ölümümüzün bile ne kadar önemsiz, ne kadar anlamsız kaldığını! O büyük
mermer anıtın önünden geçerken bütün bunları düşün ve kalbinin
derinlerinden ona: “Zafer senin!” diye seslen.
BABAN
NİSAN

İLKBAHAR

1 Cumartesi

Bir nisan! Yalnız üç ay daha. Bu sabah yılın en güzel günlerinden birini


yaşadım. Okulda çok neşeliydim, çünkü öbür gün Coretti ve babasıyla gidip
Kralın gelişini göreceğiz. Babası onu tanıyormuş. Sonra, gene aynı gün
annem beni Corso Valdocco’daki çocuk yuvasını gezmeye götüreceğini
söyledi. Çok sevinçliyim, çünkü “küçük duvarcı ustası” iyileşmeye başlıyor,
öğretmenim de dün akşam babama rastlamış ve ona artık daha iyi çalışmaya
başladığımı söylemiş. Dün sabah çok güzel bir ilkbahar havası hüküm
sürüyordu. Sınıfın pencerelerinden masmavi gökyüzü, bahçelerin yemyeşil
tomurcuk kaplı ağaçları, evlerin ağzına kadar açık pencerelerinin önünde
daha şimdiden yeşerip çiçeklenmeye başlayan saksılar görülüyor. Öğretmen
gülmüyordu, çünkü hiç gülmezdi ama, çok neşeliydi; öyle ki alnındaki düz
çizgi bile kaybolmuştu. Bir yandan bizlerle şakalaşıyor, bir yandan da tahtada
bir problem çözümlüyordu. Açık pencerelerden sınıfa giren bahçenin taze
bahar havasını koklamaktan zevk aldığı seziliyordu. Havadaki bu taze toprak
ve ot kokusu insana kırları hatırlatıyordu. Öğretmen ders anlatırken, bitişik
sokakta demir döven bir demircinin çekiç sesleri, karşı ki evde çocuğunu
uyutan bir annenin söylediği ninni duyuluyordu. Uzakta, Cernaia kışlasında
borular çalınıyordu. Stardi’ye kadar herkes mutlu görünüyordu. Bir an
demirci demiri daha hızlı dövmeye, çocuğunu uyutan kadıncağız daha yüksek
sesle ninni söylemeye başladı. Öğretmen sözlerine ara verdi ve kulak kabarttı.
Sonra pencereden bakarak, ağır ağır:
– “Güneşin ışıklarıyla parıldayan gökyüzü, ninni söyleyen bir anne, çalışan
namuslu bir adam, öğretmeni dinleyen öğrenciler... Ne güzel!” dedi.
Sınıftan çıktığımız zaman diğerlerinin de bizler gibi neşeli olduğunu
gördük. Öğrencilerin hepsi ayaklarını hızla yere vurarak ve şarkılar
mırıldanarak yürüyorlardı. Herkes sanki dört günlük bir tatilin arifesindeymiş
gibi mutluydu. Öğretmenler de kendi aralarında şakalaşıyorlardı. Kırmızı
kalemli öğretmen de çocuklarının arkasından küçük bir öğrenci gibi
zıplayarak gidiyordu. Çocukların ana babaları gülerek aralarında
konuşuyorlardı. Creossi’nin annesi, sebze satıcısı kadın, sepetlerine o kadar
çok menekşe doldurmuştu ki, çiçeklerin kokusu etrafa yayılıyordu. Bugün
öğleyin okuldan çıktığımda annemi sokakta beni bekler görünce öyle
sevindim ki; şimdiye kadar hiç bu kadar sevinmemiştim. Anneme doğru
ilerlerken ona:
– “Çok sevinçliyim. Bu sabah neden bu kadar neşeli olduğumu
bilemiyorum.” dedim.
Annem gülümseyerek sevincimin güzel havadan ve vicdanımın rahat
oluşundan ileri geldiğini söyledi.
KRAL UMBERTO

3 Pazartesi

Pencereden bakan babam saat tam onda Coretti’yle odun satıcısının ve


babasının meydanda beklediklerini gördü ve bana:
– “İşte geldiler, Enrico. Git de kralını gör!” dedi.
Yıldırım gibi bir solukta aşağı indim. Baba oğul her zamankinden daha
canlı görünüyorlardı. Bu sabah ki kadar birbirlerine benzediklerini şimdiye
dek fark etmemiştim. Büyük olan o madalyasını takmıştı. Kıvırcık ve sivri
bıyıkları iki iğne gibiydi.
Tren istasyonuna doğru hızlı adımlarla ilerlemeye koyulduk. Kral oraya
saat on otuzda gelecekti. Baba Coretti pipo içiyor ve ellerini ovuşturuyordu.
Bizlere:
– “Biliyor musunuz?” dedi, “Onu altmışaltı savaşından beri görmedim. On
beş yıl altı aylık bir ara. Önce üç yıl Fransa’da, sonra Mandovi’de. Şehre her
gelişinde ne yapar yapar beni arayıp bulurdu.”
Krala, bir arkadaşına hitap eder gibi, yalnız Umberto diyordu. Umberto 16.
Bölüğü yönetiyordu, Umberto yirmi iki yaşındaydı, Umberto ata şöyle böyle
biniyordu.
Adımlarını sıklaştırarak, yüksek sesle;
– “On beş yıl!” diyordu. “Onu tekrar görmeyi çok arzuluyorum. Onu
bıraktığımda prensti, şimdi kral olarak göreceğim. Ben de değiştim: Askerken
odun satıcısı oldum!” diyor ve gülüyordu.
Oğlu babasına sordu:
– “Birbirinizi görürseniz, tanıyabilir misiniz?”
Baba gülmeye başladı ve:
– “Sen delisin” dedi. “Aramızda öyle fark var ki. O, Umberto, bir taneydi;
bizlerse karınca sürüsü gibi kalabalıktık.”
Vittorio Emanuele Caddesi’ne saptık. Büyük bir kalabalık istasyona doğru
ilerliyordu. Alp’li askerler boru çalarak geçtiler. Dört nala giden iki atlı
jandarma geçti. Hava çok güzeldi.
Baba Coretti heyecanlanarak:
– “Evet!” diye haykırdı, “Bölük kumandanımı görmek beni çok
sevindirecek. Ah! Ne çabuk ihtiyarladım! O 24 Haziran sabahını dün gibi
hatırlıyorum: Sırtımda asker çantam, elimde tüfek, kılımı bile kıpırdatmadan
bekliyorum, birazdan çarpışma başlayacaktı. Umberto subaylarıyla gidiyor,
geliyordu. Bu sırada uzaktan gümbürdeyen topun sesi duyuluyordu. Hepimiz
ona bakıyor ve:
– “Allah vere de ona bir top güllesi isabet etmese!” diyorduk.
O sırada ben, kısa bir süre sonra Avusturyalı mızraklı süvarilerin mızrakları
önünde birbirimize o kadar yakın olabileceğimizi düşünmekten öyle uzaktım
ki. İnanın çocuklar, aramızdaki uzaklık dört adımı geçmezdi. Çok güzel bir
gündü, gökyüzü ayna gibiydi ama, hava öyle sıcaktı ki! Bakalım içeri
girebilecek miyiz?”
İstasyona varmıştık. Halk, arabalar, nöbetçiler, jandarmalar, ellerinde
bayraklarıyla gelen çeşitli kuruluşlar orada büyük bir kalabalık meydana
getiriyorlardı. Bir alay bandosu marşlar çalıyordu. Baba Coretti büyük
kapıdan içeri girmeyi denedi, ama onu önlediler. Kapının önünde birikmiş
olan halkı yararak en ön sıraya geçmeyi düşündü. Sağa, sola dirsek vurup bizi
de önünde iteleyerek en ön sıraya vardı; ama, durmadan dalgalanan halk bizi
zaman zaman oraya buraya sürüklüyordu. Odun satıcısı çıkış kapısının
yanındaki ilk sütunu fark etmişti, nöbetçiler kimsenin orada durmasına izin
vermiyorlardı.
Bizi ellerimizden çekerek, birden:
– “Çocuklar, benimle gelin” dedi ve iki sıçrayışta boşluğa geçti, omuzlarını
duvara dayayıp orada durdu.
Hemen bir polis memuru geldi ve ona:
– “Burada durmak yasaktır!” dedi.
Baba Coretti, madalyasını göstererek:
– “Ben 49’un dördüncü bölüğündenim.” dedi.
Polis memuru ona baktı ve:
– “Peki öyleyse, kalın.” dedi.
Baba Coretti muzaffer bir havayla:
– “Bunu ben söylersem, elbette!” dedi. “Bu kırk dokuzun dördüncü bölüğü
büyülü bir sözdür!” diye ekledi. “Generalimi istediğim gibi görmeye hakkım
yok mu? Ben onun yönettiği dördüncü bölükte çarpıştım! O zaman onu o
kadar yakından görebildimse şimdi de görebilirim. Ona generalim diyorum!
Yarım saat kadar benim bölük kumandanım o oldu, çünkü o anlarda bölüğü o
yönetiyordu, daha o uğursuz büyük Ulrich karşımıza dikilmemişti!”
Bu sırada giriş salonunda ve dışarıda subaylar, beyler birikmeye başlıyordu.
Yanında kırmızı elbiseli uşakların bulunduğu arabalar da kapının önüne
diziliyordu.
Coretti babasına prens Umberto bölüğü yönetirken elinde kılıcı olup
olmadığın sordu.
Babası:
– “Elbette kılıcı elindeydi” dedi. “Kendisini mızraklıların saldırısından
koruyabilmek için kılıcını elinde tutuyordu. Ah! İpten kurtulmuş şeytanlar!
Tanrının öfkesi gibi arkadan saldırdılar, arkadan. Askerlerin, bölüklerin,
topların arasında dolanıp duruyorlardı. Bir fırtına gibi her şeyi deviriyor, kırıp
döküyorlardı. Alessandria süvarileri, Fogogia mızraklıları, piyadeler, mızraklı
süvariler, topçular hepsi birbirine karıştı. Ortalık cehenneme dönmüştü,
kimse olup bitenlerden bir şey anlayamıyordu. “Altes! Altes!” diye
bağırıldığını duydum, atışa hazır mızraklıların yaklaştığını gördüm,
silahlarımızı düşmanın üstüne boşalttık, bir toz bulutu her şeyi kapladı...
Sonra toz dağıldı... Toprak yaralı, ölü at ve mızraklı süvarilerle kaplıydı.
Arkama döndüm ve atının üstünde aramızda duran Umberto’yu gördüm.
Sanki: ”Çocuklarımın arasında ölen, yaralanan var mı?” der gibi bir havayla,
sakin sakin etrafına göz gezdiriyordu. Biz onun yüzüne karşı, çılgınlar gibi:
“Yaşa, varol!” diye bağırıyorduk. Tanrım, o ne andı!... A, işte tren geldi.”
Bando marşlar çalmaya devam etti, subaylar koşuştular, halk ayağının
ucunda kalktı.
Bir nöbetçi:
– “Hemen çıkamaz ki, onun onuruna bir söylev hazırladılar” dedi.
Baba Coretti heyecandan yerinde duramıyordu.
– “Ah! O günleri düşündükçe” diyordu, “Onu hep orada görüyorum. Gök
gürlüyor, yer sarsılıyordu ama, onun kılı bile kıpırdamıyordu. Ama, ben onu
hep o gün gördüğüm gibi hatırlıyorum. O sakin yüzüyle aramızda duruyordu.
Eminim ki 49’un dördüncü bölüğünü hala o da hatırlıyordur ve öyle
sanıyorum ki, şimdi kral olduğu halde o zaman arasında bulunduğu
arkadaşlarını bir masanın etrafında toplamak onunda hoşuna gidecektir.
Şimdi çevresinde, süslü üniformaları olan generaller, şık beyler dolanıyor; o
zamanlar çevresinde yalnız zavallı askercikler vardı. Baş başa kalıp onunla
bir çift laf edebilsem! Bizim silahlarımıza güvenen yirmi iki yaşındaki
generalimiz, prensimiz... Onu görmeyeli tam on beş yıl oldu... Gel bakalım,
bizim sevgili Umberto’muz. Ah! İnanın, bu müzik kanımı kaynatıyor.
O sırada yükselen bir sevinç çığlığı eski askerin sözlerini yarıda kesti.
Binlerce şapka kralı selamlamak için yükseldi. İstasyondan ayrılan ilk
arabada siyahlar giyinmiş dört er oturuyordu.
Baba Coretti:
– “O!” diye haykırdı ve heyecandan olduğu yerde kalakaldı. Sonra, alçak
sesle: “Tanrım, saçları ne kadar kırlaşmış!” dedi.
Üçümüz birden şapkalarımızı çıkardık. İçinde kralın bulunduğu araba,
şapkalarını sallayan, çılgınlar gibi bağıran halkın arasında bize doğru
ilerliyordu. Ben baba Coretti’ye bakıyordum. Birden değişivermiş gibi geldi:
Boyu biraz daha uzamıştı, birden ciddileşivermiş, biraz rengi atmıştı, dimdik
arkasındaki sütuna dayanmıştı.
Kralın arabası tam önümüze geldi, sütunun bir adım uzağından geçiyordu.
Pek çok ses:
– “Yaşa! Varol! “diye bağırdı.
Baba Corettin diğerlerinden sonra Yaşa! Varol! Diye bağırdı.
Kral onun yüzüne baktı ve bakışları bir süre yakasındaki o üç madalyaya
takılı kaldı.
Bunu gören Baba Coretti kendini kaybetti ve haykırdı:
– “49’un dördüncü bölüğü!”
Öbür tarafta başını çevirmiş olan kral bize doğru döndü ve gözlerini Baba
Coretti’den ayırmadan arabanın penceresinden elini çıkardı ve uzattı.
Baba Coretti ileri doğru atıldı ve bu kendisine uzanan eli bütün gücüyle
sıktı. Araba ilerledi, halk araya girdi ve bizi birbirimizden ayırdı, Baba
Coretti’yi gözden kaybettik. Ama, bu çok kısa sürdü. Onu hemen bulduk,
soluk soluğaydı, gözleri nemlenmişti, adıyla oğlunu çağırıyor, elini de havada
tutmaya çalışıyordu. Çocuk babasına doğru atıldı, babası da ona:
– “Buraya gel, yumurcak, elim daha hala sıcak!” dedi ve elini oğlunun
yüzünden geçirdi. “Bu bir kralın okşayışı!” diye de ekledi.
Baba Coretti rüyadaymış gibi, gözleri uzaklaşan arabaya takıldı,
gülümseyerek, ellerinin arasında piposu, ona bakan kalabalık bir meraklı
topluluğunun arasında duruyordu. “49’un dördüncü bölüğünden biri”
diyorlardı. “Kralı tanıyan eski bir asker. Kral da onu tanıdı. Hatta Kral ona
elini bile uzattı.” Kalabalığın içinden biri yüksek sesle “Kraldan bir istekte
bulundu” dedi.
Baba Coretti, hızla dönerek:
– “Hayır” diye karşılık verdi, “Ondan hiçbir istekte bulunmadım, ben ondan
hiçbir şey istemedim, anlıyor musunuz?” Eğer benden isteyecek olsa... Ona
başka bir şey de verirdim...”
Herkes ona bakıyordu.
O sakin bir sesle:
– “Ona kanımı bile verirdim...” dedi.

ÇOCUK YUVASI

4 Salı

Annem, bana söz verdiği gibi dün kahvaltıdan sonra beni Corso
Valdoeo’daki çocuk yuvasına götürdü. Acaba Precossi’nin küçük kız
kardeşini de oraya alırlar mı diye annem yuvanın müdürüyle konuşacaktı.
Ben hiç çocuk yuvası görmemiştim. Oradaki çocuklar beni ne kadar
eğlendirdiler! Yuvada iki yüz kadar çocuk vardı. Bu çocuklar öyle ufaktılar
ki, bizim okulun birinci sınıfındaki öğrenciler bunların yanında kocaman
adam gibi dururlar. Biz yuvaya vardığımızda onlar sıra olmuşlar
yemekhaneye giriyorlardı. Yemekhanede iki büyük masa uzanıyordu; bu
masaların üstünde pek çok delik vardı, her yuvarlak deliğin içinde de çukur
bir siyah tabak duruyordu. Bu çukur tabaklara kuru fasulye pilav konmuştu,
yanlarında da birer tahta kaşık yerleştirilmişti. Bu sırada çocuklardan bir
kısmı bir elma ağacı dikiyordu, öğretmen gelip onları içeri çağırıncaya kadar
da orada kaldılar. Çocuklardan pek çoğu, kendi yerleri sanarak bir tabağın
önüne oturuyorlar ve hemen önlerindeki yiyecekten bir kaşık midelerine
indiriyorlardı. Peşlerinden öğretmen geliyor ve:
– “İlerleyin!” diyordu.
Bunun üzerine çocuklar oturdukları yerden kalkıyorlar, iki, üç adım sonra
başka bir tabağın önünde duruyorlar, gene bir kaşık fasulyeyi midelerine
indiriyorlardı, bu, kendi esas yerlerini buluncaya kadar böylece sürüp
gidiyordu. Yerlerine ulaşıncaya kadar pek çok tabaktaki yemeğin tadına
bakıyorlardı. Öğretmenler uzun bir süre çocukları yerlerine doğru ittikten,
onlara; “Çabuk olun. Çabuk olun!“ diye bağırdıktan sonra etraf sakinleşti,
herkes sakin sakin yemeğini yemeye koyuldu. Ah, bu ne sevimli bir
görüntüydü! Çocuklardan biri iki kaşıkla birden yiyor, diğeri elleriyle
yiyordu. İçlerinden bir kısmı da fasulyeleri teker teker alıp ceplerine
dolduruyordu; bazıları da tabaklarındaki fasulyeyi alıp önlüklerinin iki katı
arasına yerleştiriyorlar, sonra da iyicene ezerek onu hamur haline
getiriyorlardı. Sineklerin uçuşunu seyredebilmek için yemek yemeyenler bile
vardı, bazıları da öksürüyorlar ve çevrelerine bir pirinç yağmuru
yağdırıyorlardı. Yemekhane tam bir kümesi andırıyordu. Ama, her şeye
rağmen çok sevimli ve zarif bir kümesti. İki sıra meydana getiren kızlar pek
şirindiler; örgülü saçlarının ucuna kırmızı, yeşil, mavi kurdeleler bağlanmıştı.
Öğretmenlerden biri sekiz kız çocuğunun oturduğu masaya doğru döndü ve:
– “Pirinç nerede yetişir?” diye sordu.
Sekiz çocuğun hepsi yemek dolu ağızlarını fırın kapağı gibi açtılar ve hepsi
bir ağızdan, şarkı söyler gibi:
– “Su-da ye-ti-şir” diye karşılık verdiler.
Sonra öğretmen:
– “Ellerinizi yukarı kaldırın!” diye emretti.
Daha birkaç yıl önce kundakta duran bu çocukların havaya kalkan ellerini
görmek insana garip bir zevk veriyordu; durmadan oynattıkları o minicik
elleri de havalarda uçuşan pembe beyaz kelebekleri andırıyordu.
Sonra teneffüse çıktılar. Ama, önce, hepsi duvara asılı duran ve içinde
kendi kahvaltısı bulunan sepetlerini aldılar. Bahçeye çıktılar ve sepetlerinin
içindeki kahvaltılıkları teker teker çekip çıkararak dört bir yana dağıldılar.
Ekmek, kuru erik, bir dilim peynir, bir katı yumurta, bir avuç leblebi, bir
tavuk kanadı. Bir anda bütün bahçe yiyecek artıklarıyla doluverdi; ekmek
kırıntısı, et parçası, erik çekirdeği, sanki görülmeyen bir el kuş sürüsüne bir
avuç dolusu yem serpmişti. Bu yemekleri; akla gelebilecek en garip
şekillerde yiyorlardı, tavşan, kedi, sıçan gibi, yalayarak, emerek, kemirerek.
Ufak bir oğlan çocuk bir kırıkırağı göğsüne dayamış, onu kılıç parlatır gibi
bir muşmulayla ovuşturuyordu. Küçük kız çocuklar, yumuşak peynirleri
ellerine alıyorlardı; bunlar süt gibi parmaklarının arasından akıyor ve
elbiselerin kollarından içeri giriyordu, onlar bunun farkına bile varmıyorlardı.
Küçük köpek yavruları gibi ekmek parçalarını, armutları dişlerinin arasına
tutturup koşuşuyorlar, birbirlerini kovalıyorlardı. Çocuklardan üç tanesi bir
köşeye çekilmiş, incecik dal parçalarıyla, sanki hazine ararmış gibi bir katı
yumurtanın içini yiyorlardı. Oydukları kısımları yere dökülüyordu, onlar da
dört kat olup yere eğiliyorlar ve büyük bir sabırla inci tanesi toplar gibi o
kırıntıları topluyorlardı. Sepetlerinde görülmeğe değer şeyleri olanlar da,
sekiz, on kişi bir araya toplanmışlar, başlarını eğip, ayın kuyudaki gölgesine
bakar gibi sepetin içine bakıyorlardı. Hırtı pırtı giyinmiş, uzun boylu bir
çocukcağız elinde bir şeker kutusu tutuyordu. Bütün çocuklar merasimle o
şeker kutusuna ekmeklerini batırabilmek için uzun boylu çocuğun etrafında
halka oluşturmuşlardı. Bir kısmının ekmeğini şeker bulamasına izin
veriyordu ama, bir kısmına da, bütün yalvarmalarına rağmen, yalnız
parmaklarını şekere batırmak iznini veriyordu.
Bu sırada annem de bahçeye gelmiş ve çevresinde dolaşan çocukları sevip
okşuyordu. Pek çoğu onun yanına gidiyor, hatta ellerini tutuyorlar, üçüncü
kata bakar gibi başlarını yukarı kaldırıyorlar ve ağızlarını durmadan açıp
kapayarak onları öpmesini istiyorlardı. Çocuklardan biri anneme ucu
kemirilmiş bir dilim portakal verdi. Bir başkası bir parça kabuk ekmek bir
diğeri bir yaprak verdi. Küçük bir kız çocuğu geldi ve büyük bir ciddiyetle
işaret parmağının ucunu gösterdi; çok dikkatle bakılırsa, o minicik kabarcık
görülebiliyordu, bir gün önce parmağı mumun alevine değmiş. Çok önemli
şeyleri gibi minicik böcekler getirip anneme uzatıyorlardı, bu o kadar
küçüktü ki, onları nasıl görebilip yakalıyorlardı, anlamadım. Bunlardan başka
mantar tıpa parçaları, küçük gömlek düğmeleri, saksılardan kopardıkları
küçük çiçekler getiriyorlardı. Başı sarılı bir oğlan çocuk, ne pahasına olursa
olsun hep kendi sözünü duyurmak istiyordu. Nasıl düştüğünü anlatmak için
hikayeler geveledi ama, biz pek bir şey anlayamadık doğrusu. Çocukların
arasından bir başkası annemin ona doğru eğilmesini istedi ve kulağına:
– “Benim babam süpürgecidir” dedi.
Bu sırada bahçenin dört bir yanında öğretmenle oradan oraya koşuşturan bir
takım küçük olaylar meydana geliyordu: Mendillerinin kenarındaki düğümü
açamadıkları için ağlayanlar, iki elma çekirdeği için saç saça, baş başa
dövüşenler, devrilmiş bir sıranın üstüne yüzükoyun düşüp, yerinden
kımıldayamadan hıçkıra hıçkıra ağlayan ufak bir oğlan çocuk...
Oradan ayrılmadan önce annem üç, dört çocuğu kollarının arasına aldı ve
onları öptü. Bunun üzerine, yüzü portakal suyu, yumurta sarısıyla boyanmış
çocuklar bahçenin dört bir yanından koşup geldiler ve kendilerini de öpmesi
için annemin çevresinde toplandılar. Ellerini çekiştiriyorlar, yüzüğüne
bakmak için parmaklarını tutuyorlar, biri saatinin zincirini çekiyor, öbürü
saçlarına dokunmak istiyordu.
Öğretmenler:
– “Dikkat edin, elbisenizi kirletip yırtmasınlar!” diye sesleniyorlardı.
Ama, annemin elbisesine aldırdığı yoktu, çocukları öpmeye, onları
kucaklamaya devam ediyordu. Çocuklar da ona daha çok sokuluyorlardı. En
öndekiler sanki üzerine tırmanacaklarmış gibi kollarıyla ona sarılıyorlardı,
daha arkadakiler de ona yaklaşabilmek için önlerindekileri itekleyip
duruyorlardı. Hepsi bir ağızdan: “Güle güle! Güle güle!” diye bağrışıyorlardı.
Sonra hepsi birden onun geçtiğini görebilmek için bahçe parmaklığına
koşuştular. Onu selamlamak için parmaklıkların arasından o tombul
kolcuklarını uzatmışlardı, bir yanda da gene anneme ekmek parçaları,
muşmula artıkları, peynir kabuklarını uzatıyorlar ve bir ağızdan
bağırıyorlardı:
– “Güle, güle! Güle, güle! Güle, güle! Yarın gene gel! Bir başka sefer gene
gel!”
Annem aralarından güçlükle geçip sokağa çıkabildi ve son bir defa daha
ellerini o taze gül demetlerini andıran minik, pembe, tombul ellerin üzerinden
geçirdi. Sonunda sağ salim sokağa çıkabilmişti. Üstü, başı ekmek kırıntısı ve
leke içindeydi, elbisesi buruşmuş, saçı başı, darmadağınık olmuştu. Bir elinde
çocukların kendisine verdiği çiçekler vardı, gözleri yaşlardan şişmişti, bir
bayram yerinden uzaklaşır gibi mutluydu. Sürü halinde cıvıldaşan kuşlar gibi
bağıran çocukların sesi hala duyuluyordu.
– “Güle, güle! Güle, güle! Bizi gene görmeye gelin, efendim!”
JİMNASTİK DERSİ

5 Çarşamba

Havalar çok güzel gittiğinden bizi kapalı jimnastik salonundan aldılar ve


aletli jimnastik yapılan bahçedeki jimnastik salonuna götürdüler. Garrone dün
müdürün odasına gitmişti, o sırada da Nelli’nin annesi orada bulunuyormuş.
Hani o siyah elbiseli sarışın hanım. Oğlunun bu yeni jimnastik hareketlerine
katılmamasını müdürden rica etmek için gelmiş. Her sözü büyük bir güçlükle
üzülerek söylüyordu, bir elini de oğlunun başına koymuştu. Müdüre:
– “Oğlum o hareketleri yapamaz...” diyordu.
Diğerleri gibi aletli jimnastik yapamayacağı için Nelli o kadar üzülmüştü
ki, onun için bu diğerlerinin gözünde bir alçalmaydı... Annesi şefkat ve acıma
dolu gözlerle ona bakıyordu. Sonra, endişeli bir sesle:
“Arkadaşlarından çekiniyorum...” dedi.
Yani: “Arkadaşları ona karşı kötü davranırlar diye korkuyorum” demek
istiyordu.
Ama, Nelli atıldı:
– “Bunun hiçbir önemi yok... Hem Garrone de benimle beraber. Onun
orada bulunması bana yeter.”
Bundan böyle Nelli de bizimle beraber aletli jimnastik yapacaktı. Boynunda
bir yara olan ve Garibaldi’yle beraber çarpışmış olan öğretmen bizi dikey
çubukların yanına götürdü. Bu çubuklar pek yüksekti ve tam tepesine kadar
çıkıp çubuklara dayalı olarak dimdik durmak gerekiyordu. Derossi’yle
Coretti maymun çevikliğiyle tırmanıverdiler. Küçük Precossi de dizlerine
kadar inen o kocaman cekete rağmen hemencecik tırmanıverdi. O çubuklara
tırmanırken, onu güldürmek için herkes: “Affedersin, affedersin” diyordu.
Stardi soluk soluğaydı, bir hindi gibi kızarmıştı, dişlerini kuduz köpek gibi
sıkmıştı. Tepeye kadar ulaşabilmek için bayılmayı bile göze alabilirdi; tepeye
kadar ulaştı da. Nobis çubukların en son basamağına ulaşınca etrafına bir
imparator çalımıyla baktı.
Jimnastik dersi için özel olarak yapılmış ince mavi çizgili elbisesine rağmen
Votini iki kez tökezledi. Çubuklara daha kolayca tırmanabilmek için
çocukların hepsi ellerine reçine sürmüşlerdi. Elbette bunu Garoffi keşfetmişti.
Reçineyi küçük bir kutu içinde toz halinde isteyenlere satıyordu, bu yüzden
de epey para kazandı. Sonra sıra Garrone’ye geldi, hiçbir şey yokmuş gibi,
ağzında kocaman bir ekmek parçası, tırmanıverdi. Öyle sınıyorum ki, bu
küçük boğa yavrusu içimizden birini sırtına alıp rahatça çubuklara
tırmanabilirdi, omuzları çok güçlüydü. Garrone’den sonra çubuklara Nelli
tırmanacaktı. İnce, uzun parmaklı elleriyle onun çubuklara doğru ilerlediğini
görünce çocuklardan pek çoğu gülüşmeye başladılar. Ama, Garrone ellerini
göğsünün üstünde birleştirdi ve etrafına öyle bir bakış baktı ki, öğretmenin
yanında bile Nelli’ye dalaşmak isteyenlere fena bir ders vereceğini herkes
anladı ve gülmekten vazgeçti.
Nelli tırmanmaya başladı, zavallıcık çok güçlük çekiyordu, yüzü morarıyor,
zorlukla soluk alıyordu, alnından ter akıyordu.
Öğretmen:
– “Aşağı in!” dedi.
Ama, Nelli buna aldırmadı. Bütün gücünü harcıyor, inat ediyordu. Her an,
Nelli yarı ölü bir halde çubukların dibine yuvarlanıverecek diye
korkuyordum. Zavallı Nelli’cik! Eğer Nelli’nin yerinde ben olsaydım, bu
halimi görünce kim bilir zavallı anneciğim ne kadar üzülürdü! Böyle
düşünürken Nelli’yi daha da çok seviyordum, onun tepeye kadar
ulaşabilmesini sağlamak için neler yapmazdım ki, keşke kimselere
görünmeden ona yardım edebilseydim. Bu sırada Garrone, Derossi, Coretti:
– “Haydi, haydi, Nelli, gayret, biraz daha cesaret!” diye sesleniyorlardı.
Nelli bir gayret daha gösterdi, inildeyerek, son basamaklara yaklaştı.
Herkes:
– “Aferin, Nelli!” diye bağırıyordu. “Cesaret! Bir, iki basamak daha!”
Nelli oldukça yükselmişti. Öğretmen:
– “Aferin!” dedi. “Artık yeter, aşağı in.”
Ama Nelli bütün arkadaşları gibi son çubuğa ulaşmak istiyordu. Son bir
gayretten sonra, en uçtaki çubuğa önce dirseklerini, sonra dizlerini, sonra da
ayaklarıni koydu; dimdik ayağa kalktı, ter içinde, gülümseyerek bizlere baktı.
Biz çılgınlar gibi alkışlıyorduk, bu sırada Nelli de sokağa bakıyordu. Ben de
o yana döndüm, bahçe parmaklığının arkasındaki ağaçların arasından, bu
tarafa bakmaya cesaret edemeden kaldırımda dolaşan annesini gördüm. Nelli
aşağı indi, herkes onun sevincine katılıyordu. Soluk soluğaydı, kızarmıştı,
gözleri parıldıyordu, artık o eski Nelli değildi.
Ders bitip de okuldan çıktığımızda, annesi ona doğru yaklaştı ve oğlunu
öperken, biraz endişeli sordu:
– “Söyle bakayım, çocuğum, nasıl geçti, jimnastik dersi, nasıl geçti?”
Bütün arkadaşları bir ağızdan karşılık verdiler:
– “Çok iyi başardı! Bizim gibi tırmandı! Bilseniz ne kadar güçlü! Öyle de
çevik ki! Bu işi herkes gibi beceriyor!”
Bütün bunları işiten zavallı annenin sevincini bir görseydiniz! Bizlere
teşekkür etmek istedi ama, beceremedi, üç dört çocuğun yanağını sıktı,
Garrone’yi okşadı ve çocuğunu alıp oradan uzaklaştı. Arkalarından bir süre
baktık, hızlı adımlarla yürürken aralarında bir takım işaretler yaparak
yürüyorlardı. Şimdiye kadar ana oğlun bu kadar mutlu olduğunu
görmemiştik.

BABAMIN ÖĞRETMENİ

11 Salı

Dün babamla gezmeye gittik. Bakın nasıl geçti! Önceki akşam, yemekten
sonra gazetesini okurken babam birden bir sevinç çığlığı attı:
– “Hey Allah! Ben onu yirmi yıl önce öldü sanıyordum!” Sonra bizlere
döndü ve: “84 yaşındaki ilkokul öğretmenim Vincenzo Crosetti’nin hayatta
olduğunu biliyor muydunuz?” diye ekledi. “Gazetede resmini gördüm; milli
eğitim bakanı, altmış yıllık öğretmenlik hayatını mükafatlandırmak için ona
bir madalya vermiş. Altmış yıl, düşünebiliyor musunuz? Öğretmenlikten
ayrılalı yalnız iki yıl oluyormuş. Zavallı Crosetti! Trenle buradan bir saatlik
uzaklıkta olan Condove’de oturuyormuş, Chieri’deki evimizin eski
bahçıvanıyla aynı şehirde yaşıyor. Enrico, seninle gider onu ziyaret ederiz.”
Bütün gece boyunca yalnız eski öğretmeninden söz etti. İlkokul
öğretmeninin adı ona çocukluğuna ait pek çok şeyler hatırlatıyordu, ilkokul
arkadaşları, şimdi ölmüş olan annesi...
– “Crosetti!” diye haykırıyordu, “bize öğretmenlik ederken kırk
yaşlarındaydı. Hala gözümün önünde. Ufak tefek, açık renk gözlü, sakalsızdı.
Çok sertti ama, hain değildi, bizleri gerçek bir baba gibi severdi ama, hiçbir
suçumuzu bağışlamazdı. Köyünden gelmiş, bütün yokluklara rağmen
durmadan, yılmadan çalışmış, bir şehirli olmuştu. Annem onu çok severdi.
Babam da onu bir arkadaş gibi görürdü. Demek son günlerini Condeve’de,
Torino’da geçirmek istemiş. Öyle sanıyorum ki beni pek tanımayacak.
Aradan 48 yıl geçmiş! 48 yıl, Enrico; yarın onu görmeye gideriz.”
Dün sabah saat dokuzda Susa tren istasyonundaydık. Carrone’nin de bizle
beraber gelmesini istedim ama, annesi hasta. Çok güzel bir ilkbahar günüydü,
tren selvi ağaçlarının, yeşil çayırların arasından geçiyordu, trenin açık
pencerelerinden de taze ot ve kır çiçeklerinin kokusu giriyordu. Babam çok
sevinçliydi, durmadan beni öpüyor, kırlara, çayırlara bakarak benimle bir
arkadaş gibi konuşuyordu.
– “Zavallı Crosetti!” diyordu, “babamdan sonra beni çok seven ve hep bana
iyilik eden ilk insan odur. Onun vermiş olduğu öğütleri hiçbir zaman
unutmadım, hatta bazen söylediği acı sözleri de hatırlıyorum. Bu sözler beni
öyle üzerdi ki, sanki boğazıma bir şey tıkanırdı. Küçük, etli elleri vardı, okula
girişi gözümün önüne geliyor, bastonunu bir köşeye bırakır, paltosunu da
askıya asardı, hep aynı hareketleri tekrarlardı. Okula her gün aynı güler yüzle
gelirdi, ilk kez ders vermeye geliyormuş gibi dikkatli ve iyi niyetliydi.
Yüzüme bakarak söylediklerini şimdi gibi hatırlıyorum: ‘Bottini, hey,
Bottini! İşaret parmağınla orta parmağını böyle tutacaksın.’ Kim bilir kırk
yılda ne kadar değişmiştir!”
Condove’ye varır varmaz, Chieri’deki eski bahçıvanımızı aramaya
koyulduk; ara sokaklardan birinde küçük bir dükkanı varmış. Dükkanına
vardığımızda çocuklarıyla beraberdi, bizi sevinçle karşıladı, kocasından
haberler verdi. Üç yıldır Fransa’da çalışıyormuş ama, yakında memleketine
dönecekmiş, büyük kızı Torino’daki sağırlar okuluna devam ediyormuş.
Sonra da bize yaşlı öğretmenin evini tarif etti, onu orada herkes tanırmış.
Şehirden çıktık ve iki tarafı yabani otlar, kır çiçekleriyle kaplı dik bir yolu
tırmanmaya koyulduk.
Babam artık konuşmuyordu, hatıralarına dalmıştı, zaman zaman
gülümsüyor, bazen de başını sallıyordu.
Birden duruverdi ve bana:
– “İşte!” dedi, “Eminim ki bu gelen ta kendisi:”
Yokuştan aşağı, bize doğru yaşlı biri geliyordu. Bembeyaz sakallı, ufak
tefek bir ihtiyardı, başında geniş bir şapkası vardı, iri bir bastona dayanarak
yürüyordu. Ayaklarını sürüklüyor, elleri titriyordu.
Babam, adımlarını hızlandırarak:
– “Evet, o” diye tekrarladı.
Yaşlı beyin yanına ulaşınca, durduk. İhtiyar da durdu ve babama baktı.
Yüzünün daha hala genç bir ifadesi vardı, gözleri açık renk ve canlıydı.
Babam şapkasını çıkararak:
– “Öğretmen Vincenzo Crosetti? Sizsiniz, değil mi?” diye sordu.
Yaşlı bey de şapkasını çıkardı ve titrek ama, canlı bir sesle:
– “Benim.” dedi.
Babam onun bir elini tutarak:
– “Öyleyse,” dedi, “eski bir öğrencinize izin verin de elinizi öpsün,
hatırınızı sorsun. Sizi görebilmek için Torino’dan geldim.”
Yaşlı bey şaşkın şaşkın babama baktı, sonra:
– “Bu benim için büyük bir şeref... Bilemiyorum... Ne zaman benim
öğrencim oldunuz? Özür dilerim. Adınız, lütfen.”
Babam adının Alberto Bottini olduğunu, hangi yıllarda, nerede onun
öğrencisi olduğunu söyledi ve ekledi:
– “Elbette siz beni hatırlamazsınız. Ama, ben sizi çok iyi hatırlıyorum.”
Öğretmen başını yere eğdi, bir süre düşündü, iki, üç kere babamın adını
mırıldandı. Bu sırada babam da gülümseyen gözlerle ona bakıyordu.
Birden öğretmen başını kaldırdı, gözlerini fal taşı gibi açtı ve ağır ağır:
– “Alberto Bottini? Mühendis Bottini’nin oğlu? Consolata Meydanı’nda
oturuyordunuz.” dedi.
Babam ellerini uzatarak:
– “Ta kendisi.” dedi.
Yaşlı öğretmen:
– “Öyleyse... İzin verin, sevgili öğrencim, izin verin.” diyerek babamı iki
yanağından öptü. Öğretmenin beyaz saçlı başı babamın ancak omzuna
ulaşabiliyordu. Babam yanağını onun alnına dayadı.
Öğretmen:
– “Ne olur, benimle beraber gelmek iyiliğini gösterin.” dedi.
Başka birşey söylemeden geri döndü ve evine doğru yürümeye başladı.
Birkaç dakika sonra bir düzlüğe vardık. Geride iki pencereli, küçük bir ev
vardı, çevresi de badanayla beyazlatılmış küçük bir duvarla çevriliydi.
Öğretmen kapıyı açtı ve bizi bir odaya aldı. Burası, duvarları beyaz
badanayla boyanmış bir odaydı. Bir köşede, üzerinde mavili beyazlı bir örtü
bulunan yatak duruyordu. Başka bir köşede üzerine kitaplar yerleştirilmiş
küçük bir masa vardı. Odanın orasına burasına üç dört sandalye
serpiştirilmişti. Duvarda da eski bir coğrafya haritası asılıydı. Odada çok
güzel bir elma kokusu vardı.
Üçümüz de oturduk. Bir süre öğretmenle babam hiç konuşmadan
birbirlerine baktılar.
Sonra öğretmen, güneşin kareler üzerinde değişik şekiller çizdiği döşemeye
gözlerini dikti ve:
– “Bottini!” dedi. “Evet, çok iyi hatırlıyorum. Anneniz ne kadar iyi bir
hanımdı! İlk yıl siz pencere tarafındaki ilk sırada oturdunuz bir süre. Biraz
daha hatırlamaya çalışayım. Kıvırcık saçlı başınız hala gözümün önünde.”
Bir süre düşünceye daldı. “Canlı, hayat dolu bir çocuktunuz, değil mi, hem de
çok canlıydınız. İkinci yıl kuşpalazına tutulmuştunuz. Okula döndüğünüzde
çok zayıflamıştınız, anneniz sizi kocaman bir atkıya sarmıştı. Aradan tam
kırk yıl geçti, değil mi? Zavallı öğretmeninizi hatırlamakla ne iyi ettiniz.
Geçen yıllarda da pek çok eski öğrencim beni görmeye geldi: Bir yüzbaşı, iki
din adamı, pek çok bey.”
Babama mesleğinin ne olduğunu sordu. Sonra:
– “Bütün kalbimle o kadar seviniyor, o kadar seviniyorum ki. Size çok
teşekkür ederim. Epey bir zamandır öğrencilerimden hiçbirini göremiyordum.
Sevgili çocuğum, sizin en sonuncu olmanızdan korkuyorum!” dedi.
Babam:
– “Neler söylüyorsunuz?” diye haykırdı. “Daha sıhhatiniz yerinde, oldukça
da dinç görünüyorsunuz. Böyle şeylerden söz etmemelisiniz.”
Öğretmen:
– “Yok, yok, bu titremeyi görüyor musunuz?” dedi ve ellerini gösterdi. “Bu
çok kötü bir işarettir. Bu üç yıl önce, daha öğretmenlik yaparken başladı. İlk
önceleri pek aldırış etmedim; kendiliğinden geçeceğini sanıyordum. Ama,
olduğu gibi kaldı, gittikçe de artıyor. Bir gün geldi ki artık yazı bile
yazamadım. Ah! O gün, öğrencilerimden birinin defterini ilk kez lekelediğim
o gün, sanki kalbime bir şey saplandı, bu benim için çok büyük bir darbe
oldu. Bu durumu bir zaman daha sürdürdüm ama, sonra okula, öğrencilere,
işe veda etmem gerekiyordu. Bu çok zor oldu, biliyor musunuz, çok zor.
Öğrencilerime verdiğim son dersten sonra bütün öğrencilerim beni evime
kadar getirdiler, benim için küçük bir şenlik düzenlediler. Ama, ben çok
üzgündüm, artık hayatımın bittiğini anlıyordum. Bir önceki yıl karımı ve tek
çocuğumu kaybetmiştim. İki köylü torunumla kala kalmıştım. Şimdi birkaç
yüz liralık emekli aylığımla geçiniyorum. Artık hiçbir şey yapmıyorum;
günler bana öyle uzun geliyor ki. Yaptığım tek şey, gördüğünüz gibi eski
okul kitaplarımı, eski okul gazetelerini, bana hediye ettikleri kitapları
karıştırmak oluyor”. Küçük kitaplığı göstererek: “işte” dedi, “bütün
hatıralarım, bütün geçmişim orada... Dünyada onlardan başka bir şeyim yok.”
Sonra, birden neşelenen bir sesle: “Sevgili Bay Bottini, size bir sürpriz
yapmak istiyorum!” dedi.
Ayağa kalktı, yazı masasına yaklaştı, içinde pek çok küçük paketler
bulunan uzun bir çekmeceyi açtı, bu paketlerin hepsi ince bir iple
bağlanmıştı, üzerlerinde de dört rakamlı bir tarih yazılıydı. Biraz aradıktan
sonra, paketçiklerden birini açtı, pek çok kağıdı karıştırdı, aralarından
sararmış bir kağıdı çekti aldı ve onu babama uzattı. Bu, kırk yıl önce yaptığı
okul ödeviydi! Kağıdın başında: Alberto Bottini, İmla, 3 Nisan 1883,
yazılıydı. Babam hemen o kocaman harflerle yazdığı çocuk yazısını tanıdı ve
gülerek okumaya koyuldu. Ama, birden gözleri yaşardı. Kalktım, neyi
olduğunu sordum.
O kolunu belime doladı ve beni kendine doğru çekerek:
– “Bu kağıda dikkatle bak. Görüyor musun? Bunlar zavallı anneciğimin
yaptığı düzeltmelerdi. Her zaman ‘o’ ve ‘sen’ kelimelerini düzeltirdi. Son
satırlardaki yazılar onun. Harfleri benim gibi yazmasını öğrenmişti,
yorulduğum, ya da uykum geldiği zaman ödevlerimi benim yerime o bitirirdi.
Ah, kutsal anam benim!”
Ve kağıdı öptü.
Öğretmen ona başka paketçikler de göstererek:
– “İşte” dedi, “bütün hatıralarım. Her yıl öğrencilerimden her birinin bir
ödevini kenara ayırırdım, şimdi burada hepsi isim ve numara sırasına göre
yerleştirilmiş duruyor. Bazen onları gözden geçiriyor, böylece de, oradan iki
satır, buradan bir satır okuyorum. Aklımda pek çok hayal canlanıyor, geçmişi
yaşar gibi oluyorum. Sevgili öğrencim, aradan ne uzun yıllar geçti. Gözlerimi
kapıyorum ve birbiri ardından yüzleri, sınıfları, yüzlerce ve yüzlerce çocuk
teker teker gözümün önünden geçiyor, belki bu çocukların içinde şimdi
ölmüş olanları da vardır. Pek çoğunu hatırlıyorum. İçlerinden en iyi kalpli
olanlarını, en kötülerini, beni çok mutlu edenleri ve bana sıkıntılı, üzüntülü
zamanlar geçirtenleri hatırlıyorum. Böylesine büyük bir sayının içinde
yılanlar da vardı, inanın! Ama, şimdi, aradan geçen bu kadar yıldan sonra
hepsini affediyor, bağışlıyorum.”
Tekrar sandalyesine oturdu ve ellerimden birini kendi ellerinin arasına aldı.
Babam gülümseyerek:
– “Ya benimkileri?” diye sordu, “Benim yaptığım yaramazlıkları hatırlıyor
musun?”
Yaşlı öğretmen de gülümseyerek:
– “Sizin mi?” diye sordu. “Şimdilik, hayır. Ama, bu hiçbir zaman
yaramazlık, haşarılık etmediniz demek değildir. Siz herkese karşı eşit
davranırdınız, yaşınız için fazla ciddiydiniz. Anneniz sizi ne kadar çok
severdi... Ama, beni görmeye gelmeniz çok çok iyi, çok nazik bir davranış!
Zavallı bir ihtiyar öğretmeni görmeye gitmek için işlerinizi nasıl
bırakabildiniz?”
Babam, heyecanla:
– “Dinleyin, Bay Crosetti,” dedi, “sevgili anneciğimin beni ilk kez
sınıfınıza getirdiği günü çok iyi hatırlıyorum. İlk defa olarak iki saatliğine
benden ayrılacaktı ve beni babamdan başka birisine emanet edecekti; bir
sözle, o güne kadar hiç tanımadığı birine emanet edecekti. Bu iyi kalpli
yaratık için benim okula başlayışım yeniden doğuş gibi bir şeydi. Bu gerekli
olduğu kadar da acıklı olan o pek çok ayrılığın ilkiydi; toplum, bir daha bütün
olarak kavuşturmamak üzere bizi birbirimizden ayırıyordu. O da, ben de çok
heyecanlıydık. Titreyen bir sesle beni size emanet etti ve sonra da sınıfın
kapsından çıkmadan önce son bir defa daha döndü, gözleri yaşlarla dolu,
bana elini salladı. Tam bu sırada siz de bir elinizi kalbinizin üstüne koyarak
diğeriyle ona bir işaret yaptınız, sanki ona “hanımefendi, bana güveniniz”
demek istiyordunuz. Yaptığınız bu hareketten, o bakışınızdan annemin bütün
duygularını, bütün düşüncelerini sezdiğinizi anladım. “Cesaret!” diyen o
bakışınızı, gerçek bir güven, sevgi ve anlayış belirten o hareketinizi hiç
unutmadım, her zaman kalbimdeki o yerini koruyacaktır. Beni Torino’dan
buraya getiren de o hatıradır. İşte tam kırk yıl sonra size: Teşekkür ederim,
sevgili öğretmenim demek için buradayım.”
Öğretmen karşılık vermedi. Bir eliyle saçlarımı okşuyordu ve eli titriyor,
titriyordu, saçlarımdan alnıma, alnımdan omzuma sıçrıyordu.
Bu sırada babam da bu çıplak duvarlara, bu zavallı yatağa, pencerenin
pervazındaki bir parça ekmekle küçük zeytinyağı şişesine bakıyordu, sanki:
“Zavallı öğretmenim, altmış yıllık çalışmadan sonra sana verilen bütün ödül
bu mu?” demek istiyordu.
Ama, iyi kalpli ihtiyarcık memnundu, daha hareketli bir şekilde ailemizden,
o yıllardaki diğer öğretmenlerden, babamın okul arkadaşlarından söz etmeye
başladı. Öğrencilerinden bazılarını hatırlıyor, diğerlerini hatırlamıyordu;
birbirlerine onun, ya da bunun haberlerini veriyorlardı. Sonunda babam
sözünü kesti ve şehre inip bizimle beraber yemek yemesi için öğretmenine
rica etti.
Öğretmen neşeyle karşılık verdi:
– “Teşekkür ederim, teşekkür ederim” diyordu ve kararsız görünüyordu.
Babam onun iki eline sarıldı ve ona yeniden rica etti.
Öğretmen:
– “İyi ama, böylesine titreyen ellerimle nasıl yemek yiyebilirim ki?” dedi.
“Bu diğerleri için de bir ceza olur!”
Babam:
– “Biz size yardım ederiz, öğretmenim” dedi.
Bunun üzerine öğretmen kabul etti ve gülümseyerek şapkasını aldı.
Sokak kapısını da kaparken:
– “Bugün hava çok güzel, çok güzel, sevgili bay Bottini!” dedi. “Emin olun
ki bunu yaşadıkça hatırlayacağım!”
Öğretmen babamın koluna girdi, beni de elimden tuttu, üçümüz de neşe
içinde kır yolundan şehre indik. Yolda, inekleri çayıra götüren yalın ayaklı iki
kız çocukla, sırtındaki ağır saman yüküyle koşarak ilerleyen küçük bir oğlan
çocuğuna rastladık. Öğretmenin dediğine göre bu çocukların üçü de ikinci
sınıfa gidiyormuş; öğleye kadar hayvanları yalın ayak çayıra götürüyorlarmış,
öğleden sonra da pabuçlarını giyip okula gidiyorlarmış. Saat on ikiye
yaklaşmıştı. Başka hiç kimseye rastlamadık. Birkaç dakika sonra lokantaya
vardık, büyük bir masaya oturduk, öğretmeni de aramıza aldık, hemen
yemeye başladık. Lokanta bir mabet gibi sessizdi. öğretmen çok neşeliydi,
heyecanı da ellerinin titremesini artırıyordu; öyle ki güçlükle yemek
yiyebiliyordu. Babam tabağındaki eti kesiyor, ekmeğini parçalıyor, yemeğine
tuz serpiyordu. İçebilmek için bardağını iki eliyle tutması gerekiyordu, gene
de dişlerine çarpıyordu. Her şeye rağmen konuşmasına devam ediyordu.
Gençliğindeki okuma kitaplarından, ders saatlerinden, üstlerinin kendisine
yaptıkları övgülerden, son yıllardaki program uygulamalarından heyecanla
söz ediyordu. Ama, yüzünün o sakin ifadesi hiç kaybolmuyordu, yalnız şimdi
biraz daha kızarmıştı. Sesi sevinçliydi, bir delikanlı neşesiyle gülüyordu.
Babam o şefkat, sevgi dolu gözleriyle öğretmenine bakıyor, bakıyordu, bazen
evde, başını yana eğip, kendi kendine gülümseyip düşünürken de bana böyle
baktığını hatırlıyorum. Öğretmen göğsüne şarap döktü; babam hemen kalktı
ve peçetesiyle temizledi.
– “Ama, hayır, efendim, hayır, izin vermiyorum!” diyor ve gülüyordu.
Latince bazı sözler de söylüyordu. Sonunda, ellerinin arasında titreyen
bardağını kaldırdı ve ciddi ciddi:
– “Sağlığınıza, sevgili bay mühendis, sizin ve çocuklarınızın sağlığına, iyi
kalpli annenizin hatırasına!” dedi.
Babam onun elini sıkarken:
– “Sizin de sağlığınıza, benim sevgili öğretmenim!” dedi.
Lokantanın bir köşesinde lokantacıyla diğerleri duruyorlar ve bize
bakıyorlardı. Onlar da sevinmiş gibi gülümsüyorlardı. Kendi memleketlerinin
ünlü öğretmenine yapılan bu küçük şenlik onları da sevindirmişti.
Saat iki buçuğa doğru lokantadan çıktık, öğretmen bizi istasyona kadar
götürmek istedi. Gene öğretmen babamın koluna girdi ve benim de elimi
tuttu, ben de onun bastonunu taşıyordum. Halk yolda durup bize bakıyordu,
çünkü şehirde herkes onu tanıyordu; içlerinden bazıları da onu selamlıyordu.
Sokağın bir yerine varınca, açık bir pencereden hep bir ağızdan ders okuyan
pek çok çocuk sesi duyduk. Yaşlı öğretmen durdu ve biraz hüzünlenir gibi
oldu.
– “İşte, sevgili bay Bottini, beni üzen tek şey bu!” dedi. “Okulda ders yapan
çocukların sesini duymak, artık orada olmamak ve yerinde bir başkasının
olduğunu düşünmek. Bu müziği altmış yıl boyunca dinledim ve onu bütün
kalbimle sevdim... Şimdi tek başıma, kimsesiz kaldım. Artık çocuklarım da
yok.”
Öğretmen, üzülerek:
– “Hayır, hayır” dedi, “artık sınıfım olmadığı için çocuğum da yok.
Çocuksuz da pek uzun bir zaman yaşayabileceğimi sanmıyorum. Öbür
dünyaya göçme saatim bir an önce çalmalı.”
Babam:
– “Böyle söylemeyin, öğretmenim, bunu düşünmeyin bile!” dedi. “Değişik
şekillerde ne kadar çok iyilik yaptınız! Hayatınızı öylesine asil bir şekilde
çalışarak geçirdiniz ki!”
Yaşlı öğretmen bir süre o beyaz saçlı başını babamın omzuna dayadı ve
benim de elimi kuvvetle sıktı.
İstasyona girdik. Tren hareket etmek üzereydi.
Babam, öğretmeninin iki yanağından öperek:
– “Allahaısmarladık, öğretmenim!” dedi.
Öğretmen bir eliyle babamın elini tutup onu kalbinin üstüne bastırırken:
– “Güle güle, teşekkür ederim, güle güle!” diye karşılık verdi.
Sonra ben de onu öptüm ve yüzünün yaşlarla ıslandığını gördüm. Babam
beni vagona itti ve vagonun basamaklarını çıkarken de, öğretmenin elindeki o
kaba bastonu el çabukluğuyla alıverdi ve yerine üzerinde isminin baş harfleri
bulunan gümüş saplı güzel bastonunu verdi.
– “Bunu benim hatırım için saklayın” diye ekledi.
Yaşlı öğretmen babama bastonunu geri verip kendi eski bastonunu almak
istedi ama, babam çoktan trene binmiş ve vagonun kapısını kapamıştı.
– “Allahaısmarladık, benim iyi kalpli öğretmenim.”
Tren hareket ederken öğretmen:
– “Güle güle, evladım, zavallı bir ihtiyara yeni bir avuntu getirdiğin için
Tanrı seni takdis etsin!” diye karşılık verdi.
Babam, heyecanlı bir sesle:
– “Gene görüşelim!” diye seslendi.
Ama, öğretmen: “Artık bir daha görüşemeyeceğiz” demek ister gibi başını
salladı.
Babam :
– “Evet, evet, tekrar görüşeceğiz!” diye tekrarladı.
Yaşlı öğretmen titreyen elini gökyüzüne doğru kaldırarak:
– “Yukarıda!” diye karşılık verdi.
Böylece, bir süre sonra, eli havada, gözden kayboldu.
İYİLEŞME DEVRESİ

20 Perşembe

Babamla yaptığım o güzel gezintiden o kadar neşeli döndükten sonra on


gün boyunca hastalanıp ne kırları, ne de güneşi göremeyeceğimi kim
bilebilirdi ki! Çok ağır hastalandım, hayatım tehlikeye girdi. Annemin hıçkıra
hıçkıra ağladığını duydum, babam renksiz, solgundu, gözlerini kırpmadan
bana bakıyordu, kız kardeşim Silvia’yla erkek kardeşim aralarında yavaş
sesle bir şeyler konuşuyorlardı. Gözlüklü doktor başucumdan hiç ayrılmıyor
ve bana anlamadığım bir şeyler söylüyordu. Gerçekten de, hayatımdan ümit
kesilecek kadar ağır hastalandım. Ah, zavallı anneciğim! İlk üç, dört güne ait
hiçbir şey hatırlamıyorum, sanki karışık, karanlık bir rüya gördüm. Beni
rahatsız etmemek için mendiliyle öksürüğünü önlemeye çalışan benim o iyi
kalpli birinci sınıf öğretmenimi yatağımın başucunda gördüğümü sanıyorum.
Beni öpmek için üzerime eğilen ve yüzüme sakallarını batıran öğretmenimi
de şöyle böyle hatırlıyorum. Sanki bulutların arasındaymış gibi Crossi’nin
kırmızı saçlı başının, Derossi’nin sarı buklelerinin, siyah elbiseli
Calabrialı’nın, bana üzerinde daha yaprakları duran bir mandalina getiren ve
annesinin hasta olduğunu söyleyerek hemen giden Garrone’nin gözümün
önünden geçtiklerini çok iyi hatırlıyorum. Sonra, uzun bir rüyadan uyanır
gibi kendime geldim. Annemle babamın gülümsediğini, Silvia’nın şarkı
söylediğini duyunca sağlığımın düzelmeye başladığını anladım. Ah, bu ne
korkunç bir kabustu! Her gün biraz daha iyileşmeye başladım. “Küçük
duvarcı ustası” da beni görmeye geldi ve gene yüzünü tavşan gibi
buruşturarak beni yeniden güldürdü. Zavallıcığın yüzü geçirdiği o ağır
hastalıktan sonra incelip uzadığı için şimdi yüzünü daha iyi buruşturabiliyor.
Sonra Coretti’yle Garoffi de geldiler; bu sonuncusu bana yeni düzenlemekte
olduğu piyangonun iki biletini hediye etti. Kazanana Bertola sokağındaki bir
eskiciden satın alacağı “beş sürprizli bir çakı” hediye edecekmiş. Dün, ben
uyurken Precossi gelmiş ve beni uyandırmadan yanağını elime dayamış
babasının dükkanından geldiği için yüzü kömür tozuyla kaplıydı, pijamamın
kolunda yüzünün siyah izi kalmış. Uyanıp da bunu görünce çok sevindim.
Birkaç günde ağaçlar nasıl da yeşerdi! Babam beni pencerenin yanına kadar
götürdüğü zaman kollarında kitapları okula koşan çocukları gördükçe ne
kadar imreniyorum onlara! Ama, kısa bir süre sonra ben de okula döneceğim.
Arkadaşlarımı, sıramı, bahçeyi, o yolları yeniden görebilmek için ne kadar
sabırsızlanıyorum. Benim yokluğumda okulda olup bitenleri öğrenmek
istiyorum. Bana bir yıl gibi uzun giden bir zamandan beri göremediğim
defterime, kitaplarıma bir an önce kavuşmak istiyorum! Zavallı anneciğim,
ne kadar zayıfladı, ne kadar sararıp soldu. Zavallı babacığım, senin de ne
kadar yorgun bir halin var. Beni görmeye gelen iyi kalpli arkadaşlarım da
ayaklarının ucunda yürüyorlar, beni alnımdan öpüyorlardı! Bir gün
birbirimizden ayrılacağımızı düşündükçe üzülüyorum. Herhalde Derossi ve
diğer birkaç tanesiyle okumamıza beraber devam edeceğiz ama, diğerleri?
Beşinci sınıf bitince, elveda; artık birbirimizi bir daha hiç göremeyeceğiz.
Hastalandığım zaman artık onları başucumda göremeyeceğim; Garrone,
Precossi, Coretti; benim yürekli, iyi kalpli, sevgili arkadaşlarım, sizleri bir
daha göremeyeceğim!

İŞÇİ ARKADAŞLAR

26 Perşembe
Enrico, neden onları bir daha hiç göremeyeceğim, diyorsun? Bu bütünüyle
sana bağlı bir şey. İlkokulu bittirince sen orta okula gideceksin, onlar da işçi
olarak çalışmaya başlayacaklar. Belki de pek çok yıllar boyunca aynı şehirde
yaşayacaksınız. Peki, böyle olduktan sonra neden birbirinizi
göremeyeceksiniz? Liseye ya da üniversiteye devam ederken, çalıştıkları
dükkanlara, yada iş yerlerine gider onları görürsün. O zaman çalışan
koskocaman insanlar da olsalar çocukluk arkadaşlarını yeniden bulmak seni
çok sevindirecek. Nerede olurlarsa olsunlar gidip Coretti’yle Precossi’yi
görmek isteyeceksin. Onların çalıştıkları yerlere gideceksin, onların yanında
birkaç saat kalacaksın, hayatı, çevreni incelerken de o arkadaşlarından ne
kadar çok şey öğreneceksin! Onların sanatları, toplumları ve kendi ülken
hakkında öğreneceklerini kimse sana öğretmeyi başaramaz. Çocukken
edindiğin bu arkadaşlarını kaybetmemeye çalış, çünkü gelecekte, kendi
sosyal sınıfına ait olmayanlarla arkadaşlık kurman çok güç olacaktır, bu
yüzden de yalnız bir sınıfın içinde yaşamak zorunda kalacaksın, hep aynı
sınıfın içinde yaşayan insan da bütün hayatı boyunca sadece bir tek kitap
okuyan çalışkan gibidir. Ayrı ayrı sınıflara ait olduğunuz için ileride
ayrılacak da olsanız bu güzel, temiz arkadaşlığınızı bozmamaya çalış ve
şimdiden kendi kendine söz ver. Bak; yüksek sınıfın erkekleri subaylardır,
işçiler de çalışmanın askerleridirler, bunu hiçbir zaman unutma. Ama, orduda
olduğu gibi toplumda da hiçbir zaman nefer askerden daha az asil sayılmaz,
çünkü asalet kazanılan parada değil yapılan işte, rütbede değil ruh
yüceliğindedir. Ama, eğer bir çalışma üstünlüğü varsa bu, daima yaptığı işten
en az kendi yararlanan askere ve işçiye aittir. Bundan böyle, bütün
arkadaşlarının arasında en çok iş askerlerinin çocukları olan arkadaşlarına
saygı göster. Babalarının yorgunluklarına, fedakarlıklarına, onları daha çok
severek, daha çok değer vererek saygı göster. Yalnız bayağı insanların
sevgilerine ve terbiyelerini bunlara göre uyguladıkları serveti ve sosyal sınıf
farkını hiçbir zaman önemseme. Vatanımızın birliğini kurmak için en çok
çalışanların, ülkemizin topraklarını kutsal kanlarıyla sulayanların işçiler
olduğunu hiçbir zaman unutma. Gerrone’yi sev, Precossi’yi sev, Coretti’yi ve
“küçük duvarcı ustası”nı da sev; bütün bu küçük işçilerin içinde birer prens
kalbi bulunduğunu her zaman hatırla ve gelecekte hiçbir şeyin bu çocukluk
arkadaşlarının sevgisini ruhundan çıkarıp atamayacağına kendi kendine söz
ver. Kırk yıl sonra da olsa, bir tren istasyonundan geçerken eski püskü
mallarımızın, elbiselerinin içinde, yüzü kömürden kararmış yaşlı Garrone’ni
gördüğün zaman onu hemen tanıyacağına söz ver. Yok, yok, bana söz
vermene gerek yok; derhal lokomotife atlayıp, bir Kraliyet Senatörüyle
karşılaşmış gibi kollarını onun boynuna dolayacağından eminim.

BABAN

GARRONE’NİN ANNESİ

29 Cumartesi

Okula döner dönmez, üzücü bir haberle karşılaştım. Birkaç gündür Garrone
okula gelmiyordu, çünkü annesi ağır hastaymış. Cumartesi akşamı öldü. Dün
sabah, sınıfa girer girmez, öğretmen bize:
– “Zavallı Garrone’nin başına bir çocuğun başına gelebilecek felaketlerin
en büyüğü geldi. Annesi öldü. Garrone yarın okula dönecek. Çocuklar,
şimdiden size rica ediyorum. Onun ruhunu kasıp kavuran bu büyük acıya
saygı gösterin. Sınıfa girince onu sevgiyle, ciddiyetle karşılayın. Bir daha
tembih ediyorum, hiçbir şaka yapmayın, kimse gülmesin.” dedi.
Bu sabah, diğer öğrencilerden biraz sonra zavallı Garrone geldi. Onu öyle
görünce içimde bir şeyin burkulup sızladığını duydum. Yüzü solgun, gözleri
kıpkırmızıydı, bacaklarının üstünde güçlükle durabiliyordu. Sanki bir aydır
hasta yatıyormuş gibi bir hali vardı. Tanınmayacak bir hale gelmişti, baştan
ayağa siyahlar giyinmişti, onun o hali insana üzüntü veriyordu. Kimse soluk
bile almadı, herkes ona bakıyordu. Sınıfa girer girmez, sınıfı, annesinin aşağı
yukarı her gün onu almaya geldiği okulu, sınav günleri ona son tembihlerini
vermek için üzerine eğildiği sırayı görünce ve orada pek çok kez, bir an önce
koşup anasına kavuşmayı düşündüğünü hatırlayınca ümitsizce, hıçkırıklarla
boğula boğula ağlamaya başladı. Öğretmen onu kendine doğru çekti, onu
bağrına bastı ve:
– “Ağla, ağla, zavallı çocuğum; ama, cesaretini kaybetme. Annen artık bu
dünyada değil ama, seni görüyor, seni hala seviyor, hala senin yanında
yaşıyor ve bir gün onu göreceksin, çünkü sen de onun gibi iyi yürekli, temiz
kalpli bir çocuksun. Cesaretini kaybetme!” dedi.
Bunları söyledikten sonra onu benim yanımdaki sırasına kadar getirdi. Ona
bakmaya cesaret edemiyordum. Uzun zamandır elini bile sürmediği defterini,
kitabını çantasından çıkardı. Okuma kitabındaki bir anneyle elinden tuttuğu
çocuğunu gösteren resmi görünce yeniden hıçkıra hıçkıra ağlamaya başladı
ve başını koluna dayadı. Öğretmen onu öyle bırakmamızı işaret etti ve derse
başladı. Ona bir şeyler söylemek istiyordum ama, bilemiyordum. Bir elimi
kolunun üstüne koydum ve kulağına:
– “Ağlama Garrone.” dedim.
Hiçbir karşılık vermedi ve başını sıradan kaldırmadan, elini benimkinin
içine koydu, bir süre öyle durduk. Öğle vakti okuldan çıkarken kimse onunla
konuşmadı, herkes saygıyla, sessizce onun etrafında dolanıyordu. Beni
beklemekte olan annemi gördüm ve koşup onu öptüm. Ama, annem beni geri
itti, Garrone’ye bakıyordu. Önce annemin neden böyle davrandığını
anlayamadım ama, bir kenarda tek başına duran Garrone’nin bana baktığını
fark ettim. Anlatılamaz acı dolu gözlerle bana bakıyordu ve sanki şöyle
demek istiyordu:
– “Sen anneni öpüyorsun, ben onu bir daha öpemeyeceğim! Senin annen
daha hayatta, benimki öldü!”
Bunun üzerine annemin neden beni geri ittiğini anladım ve annemin elini
tutmadan okulun bahçesinden çıktım.
GIUSEPPE MAZZİNİ

29 Cumartesi

Bu sabah da okula geldiğinde Garrone’nin yüzü solgundu, gözleri de


ağlamaktan şişmişti. Onu avutmak için sırasının üstüne bıraktığımız
hediyelere şöyle bir göz attı. Ama ona okumak ve biraz da onu avutabilmek
için öğretmen bir kitap getirmişti. Önce yarın mutlaka Belediye Sarayına
gidip Po Irmağı’nda boğulmakta olan bir çocuğu kurtaran bir erkek çocuğa
verilecek madalya merasimine gitmemizi söyledi. Aylık hikaye yerine de,
Pazartesi günü bizlere merasimi ve çocuğun kahramanlığını yazdıracaktı.
Sonra, başı önüne eğik duran Garron’ye döndü ve ona:
– “Garrone, biraz gayret et, söylediklerimi sen de yaz.” dedi.
Hepimiz kalemlerimizi elimize aldık. Öğretmen yazdırmaya başladı:
– “1805 yılında Cenova’da doğup 1872 yılında Pisa’da ölen Giuseppe
Mazzini büyük bir vatanseverdi. Ünlü bir yazar, İtalyan devriminin başta
gelen savunucularındandı. Yalnız vatanı uğruna dört yıl sefalet içinde,
sürgünde, oradan oraya gidip durdu ama, gayelerinden, düşüncelerinden bir
an olsun uzaklaşmadı. Giuseppe Mazzini de annesini çok severdi, ruhundaki
en saf, en asil duyguları da annesinden almıştı. Büyük bir talihsizliğe uğrayan
sadık arkadaşlarından birini avutmak için şöyle yazmıştı. Sözleri aşağı yukarı
şunlardır: “Dostum, artık bundan böyle anneni bir daha bu dünyada
göremeyeceksin. Bu acı gerçeğin ta kendisi. Seni avutmaya çalışmıyorum,
çünkü bu çekilmesi ve sonra da kendi kendine yenilmesi gereken büyük,
kutsal acılardan biri. Bu sözlerle ne demek istediğimi anlıyorsundur: “Acıyı
yenmek mi gerek?” Acının en az saf, en az kutsal olan taraflarını yenmeli,
çünkü bu ruhu yükseltecek yerde alçaltır, zayıflatır. Ama, acının diğer yanı,
asil yanı, ruhu ululaştıran, yücelten bu yanı seninle kalacak, senden artık hiç
ayrılmayacak. Yeryüzünde hiçbir şey bir annenin yerini tutamaz. Bundan
sonraki günlerinde hayatın sana verebileceği acılar da, avuntular da bunu
hiçbir zaman sana unutturamaz. Ölüm diye bir şey yoktur, ölüm bir yokluk
değildir. Ölüm anlaşılmaz da. Hayat hayattır ve hayat kanununu izler yaşam.
Dün yeraltında yatan bir annen vardı; şimdi onun yerinde bir melek var. İyi
olan her şey, zamanla güçlenir ve yeryüzündeki hayattan sonra da yaşar.
Böylece annenin aşkı da hala yaşıyor. Başka bir dünyada onu yeniden
görebilmek, ona kavuşabilmek senin davranışlarına, sana bağlı. Annene karşı
olan sevgin, saygın yüzünden, şimdikinden daha üstün olmalısın ve onu
sevindirmelisin. Bundan böyle, yapacağın her harekette, kendi kendine:
“Annem bunu takdir eder miydi?” diye soracaksın. Onun bu dünyadan yok
oluşu yapacağın her şeyde fikrini sorman gereken bir melek yarattı. İyice
güçlü ol. Aşağılatıcı, ümitsiz acıya karşı koy, sağlam, güçlü ruhların duyduğu
o iç rahatlığını hisset: Zaten bu da annenin istediği tek şey değil mi?”
Öğretmen ekledi:
– “Garone! Güçlü ve sakin ol, annenin senden istediği bu değil mi? Anlıyor
musun?”
Garrone başıyla bir evet işareti yaptı, bu sırada gözlerinden sicim gibi
yaşlar iniyor, ellerinin, defterinin, sırasının üstüne süzülüyordu.

MADALYA

(Aylık Hikaye)

Tam saat birde öğretmenimizle beraber madalya merasimine katılmak için


Belediye Sarayına ulaştık. Arkadaşlarından birini Po Irmağı’ndan kurtaran
çocuğa madalya verilecekti.
Binanın ön yüzündeki büyük balkonda üç renkli büyük bir bayrak
dalgalanıyordu.
Bahçe daha şimdiden tıklım tıklımdı. Bahçenin dibinde üzerinde pek çok
kağıt bulunan kırmızı örtülü bir masayla hepsi bir sıraya dizilmiş yaldızlı
iskemleler görülüyordu. Bu iskemlelere belediye başkanıyla, belediye meclis
üyeleri oturacaklardı. Sandalyelerin gerisinde de mavi ceketli, beyaz
pantolonlu belediye hademeleri duruyorlardı. Bahçenin sağ tarafında da
duvar boyunca dizilmiş olan ve pek çok sayıdaki madalyaları göğüslerinde
parıldayan bir müfreze belediye görevlisiyle onların yanında da belediye
zabıtasının meydana getirdiği bir başka müfreze bulunuyordu. Diğer tarafta
da merasim üniformalarını giymiş itfaiye erleri duruyordu. Düzensiz bir
şekilde duran bir sürü de asker vardı, bunlar sadece merasimi seyretmek için
gelmişlerdi: Süvariler, topçular, piyadeler. Bahçenin kapıya yakın olan
bölümünü de beyler, diğer şehirliler, birkaç subay, hanımlar ve çocuklar
doldurmuştu. Biz de, diğer okul öğrencilerinin şimdiden öğretmenleriyle
birlikte yerlerini almış oldukları bir köşeye sıkışık. Tam bizim yanımızda da
kalabalık bir çocuk topluluğu vardı, bunlar on, on sekiz yaşları
arasındaydılar, gülüşüyorlar, bağıra bağıra konuşuyorlardı. Bu çocukların Po
şehrinden geldikleri ve madalya alacak çocuğun arkadaşları, tanıdıkları
oldukları hemencecik anlaşılıveriyordu. Yukarıda, belediye sarayının bütün
pencerelerinden bakan belediye memurları görülüyordu. Şehir
kütüphanesinin balkonu da tıklım tıklım doluydu, halk parmaklıktan aşağı
sarkıyordu. Karşı tarafta, tüm büyük giriş kapısının üstündeki balkonda da
pek çok özel okul öğrencisi kız çocuklar subay çocukları yer almıştı.
Belediye sarayının bahçesi bir tiyatroyu andırıyordu. Herkes neşe içinde çene
çalıyor, zaman zaman kırmızı örtülü masaya bakıyordu ama, daha orada
kimsecikler yoktu. Şehir bandosu büyük giriş kapısının iç tarafında yerini
almış, yavaş yavaş çalıyordu. Yüksek duvarlara güneş vurmuştu. Hava da,
her şey de çok güzeldi.
Birden, pencerelerdekiler, balkondakiler bahçedekiler herkes alkışlamaya
başladı.
Olup bitenleri görebilmek için ayağımın ucuna kalktım.
Kırmızı örtülü masanın arkasında bulunanlar açıldılar ve aralarından bir
hanımla bir bey geçti... Bey bir oğlan çocuğunu elinden tutuyordu.
Bu, arkadaşını ırmaktan kurtaran çocuktu.
Yanındaki bey, duvarcı ustası olan babasıydı, bayramlık elbiselerini
giymişti. Ufak tefek, sarışın hanım da -çocuğun annesi- siyah bir ceket
giymişti. Annesi gibi ufak tefek ve sarışın olan çocukta kurşuni bir ceket
giymişti.
Bu halk kalabalığını görüp, seyircilerin çılgınca alkışlarını duyunca, üçü de
ne etraflarına bakmaya, ne de hareket etmeye cesaret edemeden oldukları
yerde kala kaldılar. Belediye sarayının hademelerinden biri onları kırmızı
örtülü masanın sağ tarafına doğru itti.
Bir süre herkes sustu, sonra gene dört bir taraftan alkış sesleri yükselmeye
başladı. Çocuk yukarıdaki pencerelere ve özel okul öğrencilerinin bulunduğu
balkona baktı. Şapkasını ellerinin arasında tutuyordu, nerede bulunduğunu
doğru dürüst anlayamamış gibi bir hali vardı. Yüzüne bakınca, ben onu
Coretti’ye benzettim ama, bu çocuğun yüzü daha kırmızıydı. Annesiyle
babası gözlerini masaya dikmişler öyle duruyorlardı.
Bu sırada, yanımızda duran ve Po şehrinden gelmiş olan çocuklar, öne
doğru atılıyorlar, kendilerini gösterebilmek için arkadaşlarına doğru birtakım
hareketler yapıyorlardı. Bir yandan da onu alçak sesle çağırıyorlardı:
– “Pin! Pin! Pinot!”
Seslene, seslene sonunda kendilerini duyurabildiler. Çocuk, onları gördü ve
güldüğünü etrafındakilere belli etmemek için şapkasını yüzüne kapadı.
Bir anda bütün nöbetçiler hazır ol vaziyetine geçtiler.
Yanına birçok beyle Belediye Başkanı geldi.
Baştan aşağı beyazlar giyinmiş ve belinde de üç renkli kuşağı olan Belediye
Başkanı masanın başına geçti ve ayakta durdu; diğerleri de onun arkasında ve
yanlarında yerlerini aldılar.
Bando sustu, Belediye Başkanı bir işaret yaptı, ortalığa bir sessizlik çöktü.
Belediye Başkanı konuşmaya başladı. Söylediği ilk sözleri pek
anlayamadım ama, çocuğun yaptıklarını anlattığını sezdim. Sonra sesi
yükseldi, öyle berrak, öyle gür bir sesle konuşmaya başladı ki, bahçede
toplanmış olan bütün halk ve ben söylediklerinin tek kelimesini bile
kaybetmedik.
– “...Irmağın kenarından arkadaşının suda çırpındığını görünce hemen
üzerindeki elbiseleri çıkardı ve bir an bile tereddüt etmeden atıldı. Zavallı
arkadaşı ölüm korkusuna kapılmıştı bile. Diğerleri: ‘Boğulacaksın!..’ diye
bağırdılar. O karşılık vermedi. Onu durdurmaya çalıştılar, ellerinden
kurtuldu. Onu adıyla çağırdılar ama, sulara dalmıştı bile, olay tehlikeli bir hal
almıştı. Ama, o küçücük vücudunun ve büyük kalbinin bütün gücüyle ölüme
doğru atıldı. Tam zamanında talihsiz arkadaşına ulaştı ve onu yakaladı.
Suyun dibine doğru inmeye başlayan arkadaşını suyun yüzüne çekti çıkardı.
Kendisini de götürmek isteyen azgın suyla boğuşurken, bir yandan da
boğulmak üzere olan arkadaşını sıkı sıkı tutmaya çalışıyordu. Pek çok defa
suya battı, çıktı. Verdiği kutsal kararda inançlıydı, başka bir çocuğu
kurtarmaya çalışan bir çocuk gibi değil de, bir erkek gibi, bütün hayatı, bütün
ümidi olan evladını kurtarmak isteyen bir baba gibi çabalıyordu. Sonunda,
Tanrı böylesine kutsal bir iyi niyetin boşa çıkmasını istemedi. Yüzücü çocuk
zavallı arkadaşını ırmağın azgın sularından kurtardı ve onu karaya çekti,
diğer arkadaşlarının da yardımıyla ona gerekli ilk yardımı yaptı sonra, tek
başına sakin, evine döndü ve başından geçenleri bir bir anlattı. Beyler! Bu
yürekli çocuğun yaptığı büyük bir kahramanlıktır. İhtiraslara ya da kişisel
çıkarlara kapılmamış olan çocuklarda bu asil duyguya rastlamak kabildir.
Çocukların güçleri ne kadar azsa da cesaretleri o kadar çoktur. Kendisinden
hiçbir şey beklemediğimiz, hiçbir şeyle yükümlü olmayan çocukta sevimli,
asil olan şey yalnız ödevini yapması değil, aynı zamanda da başkası için
fedakarlık etmenin ne olduğunu anlamasıdır. Çocukların kahramanlığı kadar
kutsal bir şey olamaz. Beyler, söyleyecek başka bir şeyim kalmadı. Böylesine
sade bir büyüklüğü gereksiz övünç sözleriyle süslemek istemiyorum. İşte bu
sevimli, değerli kurtarıcı karşımızda duruyor. Askerler, onu bir kardeş gibi
selamlayın; anneler, onu kendi öz çocuğunuz gibi takdis edin; çocuklar, her
zaman onun adını hatırlayın, yüzünü belleğinize iyice yerleştirin, kalbinizden
ve hatırınızdan hiçbir zaman çıkmasın. Yaklaş, çocuğum. İtalya Kralının
adına sana bu madalyayı veriyorum.”
Bahçenin dört bir yanından bir anda ve bir ağızdan yükselen yaşa, varol
sesleri bütün Belediye Sarayını çınlattı.
Belediye Başkanı masanın üstünde duran madalyayı aldı ve onu çocuğun
göğsüne taktı. Sonra ona sarıldı ve öptü.
Anne gözlerini eliyle kapadı, baba başını önüne eğdi.
Belediye Başkanı her ikisinin de elini sıktı, bir kurdeleyle bağlanmış olan
madalya beratını aldı ve hanıma verdi.
Sonra çocuğa döndü ve:
– “Senin için bu kadar şanlı, ana baban için de böylesine mutlu olan bu
günün hatırası bütün ömrün boyunca seni fedakarlığa, şerefe, insan sevgisine
itsin. Hoşçakal!” dedi.
Belediye Başkanı çıktı, bando yeniden çalmaya başladı ve her şey bitmişe
benziyordu. Tam o sırada itfaiye müfrezesinde bir hareket oldu ve sekiz,
dokuz yaşlarında bir çocuk hemen geri çekilen bir kadın tarafından öne doğru
itildi, madalyalı çocuğa doğru ilerledi ve onun kolları arasına düştü.
İkinci bir alkış ve yaşa varol dalgası bütün bahçeyi inletti. Bu çocuğun,
arkadaşı tarafından Po Irmağı’ndan kurtarılan ve şimdi de gelip kurtarıcısına
teşekkür eden çocuk olduğunu hemen herkes anladı. Onu öptükten sonra,
dışarıya onunla beraber çıkmak için arkadaşının koluna girdi. İki çocuk önde,
ana baba arkada çıkış kapısına doğru yöneldiler, iki taraflı sıra olmuş halkın
arasından zorlukla ilerleyebiliyorlardı. Nöbetçiler, çocuklar, askerler, kadınlar
heyecanla onlara bakıyorlardı. Herkes çocuğu görebilmek için önündekine
abanıyor ve ayaklarının ucuna kalkıyordu. Hemen yolun kenarında
bulunanlar eline dokunuyorlardı. Okul çocuklarının önünden geçerken hepsi
başlıklarını havada salladılar. Po şehrinden gelenlerse büyük bir karışıklık
yarattılar, kimi onu kollarından, kimi ceketinden çekiştiriyor ve
bağrışıyorlardı:
– “Pin! Yaşa Pin! Aferin Pinot!”
Tam yanımdan geçerken ben de onu gördüm. Yüzü kıpkırmızı olmuştu, çok
mutlu görünüyordu, madalya kırmızı, beyaz, yeşil bir kurdeleyle
tutturulmuştu. Annesi hem gülüyor, hem de ağlıyordu. Baba, ateşi varmış
gibi titreyen eliyle bıyığını buruyordu. Pencerelerden, balkonlardan sarkmaya
ve alkışlamaya devam ediyorlardı. Tam çıkış kapısının yanına vardıklarında
özel okul çocuklarının bulunduğu balkondan menekşe, hercai menekşe ve
papatya demetleri çocuğun, annenin, babanın başına düştü ve oradan da yere
döküldü. Çocuklardan birçoğu yere eğilip çiçekleri topladılar ve anneye
uzattılar. Bahçenin öbür ucundaki bando da sakin sakin bir ırmağın kenarına
doğru uzaklaşan neşeli çocukların billur sesini andıran parçalar çalıyordu.
MAYIS

RAŞİTİK ÇOCUKLAR

5 Cuma

Bugün okula gitmedim, çünkü kendimi pek iyi hissetmiyordum. Annem de


beni raşitik çocuklar yurduna götürdü, kapıcının çocuklarından birinin oraya
alınması için müdürle görüşecekti. Ama, benim okula girmeme izin
vermedi...
“Senin içeri girmeni neden istemediğimi anlamadın mı, Enrico? Okulun
içinde, gösteri yapar gibi, bu talihsiz çocuklara senin gibi sapa sağlam, güçlü
kuvvetli bir çocuğu dolaştıramazdım. Zaten onlara büyük acılar veren
böylesine karşılaşmalar da hiç olmuyor değil. Ne üzücü şey! Okuldan içeri
girer girmez içime bir acı çöktü, içimden ağlamak geldi. Bu çocukların sayısı,
kız ve erkek olmak üzere altmışı buluyor... Zavallı azap çeken kemikler!
Zavallı eller, çarpılmış, yumulmuş zavallı ayakçıklar! Biçimsiz, şekilsiz
zavallı küçük vücutlar! İnce çizgili yüzler, şefkat, zeka dolu bakışlar birden
dikkatimi çekti. Sivri burunlu, uzun çeneli bir kızcağız vardı, yüzü bir
ihtiyarınkini andırıyordu; ama, tanrısal güzellikte bir gülüşü vardı. Bazıları,
önden bakılınca, çok güzel, hiçbir sakatlığı yokmuş gibi görünüyor ama,
arkalarını dönünce bu manzara karşısında insanın içi eziliyor. Doktor onları
muayene ediyordu. Onları sıraların üstüne dimdik oturtuyor ve şişmiş
karınlarını, kalınlaşmış mafsallarını yoklamak için elbiselerini çıkarıyordu.
Ama, bu zavallıcıklar hiç utanmıyorlardı. Bu çocukların pek çoğu, soyulup,
muayene edilip, dört bir tarafları çevrilerek incelenmeye alışmıştı. Şimdi
onların hastalıklarının iyileşme devresinde olduklarını, artık pek az acı
çektiklerini düşündükçe boğazımda bir şeyler düğümleniyor. Kim bilir
vücutları ilk kez çarpılmaya başladığı zaman ne kadar acı çektiler.
Sakatlıkları arttıkça, bu zavallı çocuklar etraflarındaki sevginin azaldığını
görüyorlar. Uzun saatler boyunca bir odanın yada bir bahçenin köşesinde
bırakılan, iyi beslenmeyen, zaman zaman alay edilen, aylar ve aylar boyunca
hiçbir yararı dokunmayan ortopedik aletlerle, sargılar içinde dolaşan bu
çocuklar ne kadar ızdırap çekiyorlardı! Halbuki şimdi, yapılan tedaviler, iyi
beslenme ve jimnastik sayesinde çok daha iyi bir durumdalar. Öğretmenin
verdiği emirle sıraların altında uzandığını görmek insanın yüreğini paralıyor;
Tanrı isteseydi bu bacaklar öpücüklerle de kaplanabilirdi! Çocuklardan
bazıları sıralarından kalkamıyorlardı ve başlarını kollarına dayayıp, elleriyle
koltuk değneklerini okşayarak oldukları yerde kalıyorlardı; diğerleri de bir
takım kol hareketleri yaparken, nefesleri kesiliyor ve renksiz, bir yere
oturuveriyorlardı; ama, nefes darlıklarını, sıkıntılarını gizlemek için
gülümsüyorlardı. Ah, Enrico, sizler sağlığınızın kıymetini hiç bilmiyorsunuz,
sağlam, güçlü kuvvetli olmanın ne büyük bir nimet olduğunu bilmiyorsunuz!
Güzel, sevimli, sağlam çocukları, onların güzelliklerinden adeta gurur
duyarak gezdiren anneleri düşünüyorum; bütün bu zavallı sevimli başları alıp
onları ümitsizce bağrıma basardım; eğer tek başıma olsaydım, onlara:
“Buradan bir yere ayrılmıyorum, son günüme kadar sizlere hizmet etmek, her
birinizi gerçek bir anne gibi sevmek için hayatımı sizlere veriyorum...”
derdim. Bu sırada onlar şarkı söylüyorlardı; ince, tatlı, üzgün bir sesle şarkı
söylüyorlardı. Bu şarkı insanın ruhuna kadar işliyordu. Öğretmen her birini
ayrı ayrı övdüğünden hepsi pek sevinçliydi. Sıraların arasından geçerken
onun ellerini, kollarını öpüyorlardı, çünkü onlar için didinen ve onları
sevenlere karşı öylesine bir yakınlık duyuyorlar ki. Öğretmenin dediğine göre
bu yavru melekler çok da akıllı, öyle güzel çalışıyorlarmış ki. Genç, sevimli
bir öğretmenin yüzünden öyle bir iyilik, üzüntü okunuyor ki, sanki okşadığı,
avutmaya çalıştığı o talihsizlikler yüzünde yansıyor. Sevgili çocuk! Hayatını
çalışarak kazanan bütün insanların içinde, senden daha kutsal bir şekilde
çalışarak hayatını kazanan bir başkası daha yok, kızcağızım.

ANNEN

FEDAKARLIK

9 Salı
Annem çok iyi kalplidir, kız kardeşim Silvia da onun gibidir. O da onun
gibi iyi kalpli ve vicdanlıdır. Dün akşam aylık hikayenin -Apenin’lerden
And’lara- bir kısmını temize çekiyordum. Hikaye çok uzun olduğu için
öğretmen hepimizin biraz yazmasını istedi. Tam bu sırada Silvia ayaklarının
ucunda odaya girdi, çabucak, yavaş sesle şunları söyledi:
– “Benimle birlikte annemin yanına gel. Bu sabah babamla konuşuyorlardı:
babamın bir işi ters gitmiş, çok üzülüyor, annem de onu cesaretlendirmeye
çalışıyordu. Biraz para sıkıntısı çekeceğiz, anlıyor musun? Paramız
kalmamış. Babamın dediğine göre işlerini yoluna koyabilmek için bazı
fedakarlıklar yapmamız gerekiyormuş. Bizim de kendimize düşen
fedakarlıkları yapmamız gerekiyor, değil mi? Hazır mısın? Öyleyse, şimdi
ben annemle konuşacağım, sen de benim bütün söylediklerimi yerine
getireceğine şerefin üzerine söz vereceksin ve başınla da evet diyeceksin.”
Bunları söyledikten sonra beni elimden tuttu ve düşünceli düşünceli dikiş
dikmekte olan annemin yanına götürdü. Ben kanepenin bir ucunda oturdum,
Silvia da öbür ucuna ve hemen konuşmaya başladı:
– “Dinle, anne, sana söyleyeceklerim var. İkimizin de sana söyleyecekleri
var.”
Annem şaşkın şaşkın bizlere baktı. Silvia söze başladı:
– “Babamın hiç parası kalmadı, değil mi?”
Annem kızarak:
– “Neler söylüyorsun?” dedi. “Böyle bir şey yok! Sen ne biliyorsun? Bunu
sana kim söyledi?”
Silvia kararlı bir şekilde:
– “Ben biliyorum” dedi. “Öyleyse, dinle beni, anne; bizim de bazı
fedakarlıklar yapmamız gerekiyor. Mayıs sonunda bana bir yelpaze alacağını
söylemiştin, Enrico’ya da bir boya kutusu hediye edecektin. Artık hiçbir şey
istemiyoruz. Boşuna para harcamanı istemiyoruz. Biz gene de memnun
oluruz, anlıyor musun?” dedi.
Annem bir şeyler söylemeye çalıştı ama, Silvia:
– “Hayır, böyle olacak. Biz karar verdik. Babamın parası olmadığı sürece
de ne meyve, ne de başka bir şey istiyoruz. Çorba bize yeter, sabah
kahvaltısında da yalnız kuru ekmek yeriz. Böylece de yemek için daha az
para harcamış oluruz, zaten çok para harcıyoruz, bizi her zaman neşeli
göreceğine söz veriyoruz. Öyle değil mi, Enrico?”
“Evet.” diye karşılık verdim.
Silvia eliyle annemin ağzını kapayarak;
– “Her zaman neşeli görüneceğiz.” diye tekrarladı. “Yapmamız gereken
başka fedakarlıklar da olursa, onları da yerine getiririz. Giyimimizde, yada
başka bir şeyde, bunu gönül rızasıyla yaparız, bize verilen hediyeleri de
satalım. Ben her şeyimi veririm. Senin oda hizmetçiliğini ben yaparım, dışarı
iş de vermeyiz, bütün gün ben de seninle çalışırım, istediğin her işi yaparım,
her şeyi yapmaya hazırım! Her şey!” diye bağırarak kollarını annemin
boynuna doladı. “Yeter ki annemle babam üzülmesinler, ben de onları eskisi
gibi Silvia’larının ve Enrico’larının arasında sıkıntısız, rahat görebileyim.
Kardeşim ve ben sizleri o kadar seviyoruz ki, sizler için canımızı bile
veririz!”
Bu sözleri duyan annem şimdiye kadar hiç görmediğim derecede sevindi.
Bir şey söylemeden, hem gülüp, hem ağlayarak bizi hiç böyle alnımızdan
öpmemişti. Silvia’ya duyduklarını yanlış anladığını söyledi, mali durumumuz
onun sandığı kadar bozuk değilmiş. Bizlere belki yüz kere teşekkür etti.
Bütün gece annem çok neşeliydi, babam gelince de annem bütün bu olup
bitenleri teker teker ona anlattı. Zavallı babacığım, ağzını bile açmadı! Bu
sabah masaya otururken... Hem büyük bir sevinç duydum, hem de biraz
üzüldüm. Peçetemin altında boya kutum duruyordu, Silvia’nınkinin altında
da yeni yelpazesi yerleştirilmişti.

YANGIN

(Bu Yangın 27 Ocak 1880 Yılında Meydana Geldi.)


11 Perşembe

Bu sabah aylık hikayenin Apenin’lerden And’lara bana düşen kısmını yazıp


bitirmiştim ve öğretmenin verdiği serbest kompozisyon için konu arıyordum.
Tam o sırada merdivenlerde duymaya alışık olmadığımız bir ses duydum.
Kısa bir süre sonra da eve iki itfaiyeci girdi. Damda ki bacalardan biri
yanıyormuş ve hangi eve ait olduğunu anlayamıyorlarmış, bunun için
babamdan soba ve şömineleri inceleme iznini istediler.
Babam da:
– “Rica ederim, buyurun.” dedi.
Evin hiçbir yerinde yanan ateş olmadığı halde bütün odaları dolaşıp,
duvarlara kulaklarını dayayıp evin diğer katlarına giden borularda çıtırdayan
ateşin sesini duymaya çalıştılar.
İtfaiyecilerle birlikte odalarda dolaşırken babam bana:
– “Enrico, işte kompozisyonun için güzel bir konu: İtfaiyeciler. Sana
anlatacaklarımı yazmaya çalış.” dedi. Ve anlatmaya başladı: “Tam iki yıl
önce itfaiyecileri iş başında gördüm. Bir akşam Balbo tiyatrosundan
çıkıyordum, gece epey ilerlemişti. Roma Sokağı’na girdiğimde garip bir ışık
ve koşuşan kalabalık bir halk kitlesi gördüm. Bir ev baştan başa alevler
içindeydi. Alevler ve duman pencerelerden, bacalardan dışarı uğruyordu.
Kadınlar, erkekler, bir an pencerelerde beliriyorlar. Sonra ümitsiz korku
çığlıkları atarak gözden kayboluyorlardı. Sokak kapısının önünde büyük bir
kalabalık birikmişti. Halk:
– “Diri diri yanıyorlar! İmdat! İtfaiye!” diye bağırıyordu.
Tam o sırada bir araba geldi, içinden dört itfaiyeci atladı, bunlar Belediye
Sarayında buldukları ilk itfaiyecilerdi, dördü birden yanan eve daldılar. Onlar
henüz içeri girmişlerdi ki, korkunç bir şey görüldü. Üçüncü kattaki
pencerelerden birinde korkunç çığlıklar atan bir kadın belirdi, pencerenin
pervazına bütün gücüyle tutundu, pencerenin kenarına ata biner gibi oturdu
ve öyle olduğu yerde kaldı, sanki boşluğun üstünde asılıymış gibi duruyordu,
sırtı dışarı doğru kaymıştı, odadan dışarı uğrayan dumanla alevler onun başını
yalayarak geçiyordu, zavallı kadıncağız da kendini koruyabilmek için elinden
geldiğince eğiliyordu. Halk bir dehşet çığlığı attı. Korkudan çılgına dönmüş
kiracıları görünce itfaiyeciler yanlışlıkla ikinci katta durdular, duvarlardan
birini yıkıp bir odaya atıldılar, bu sırada aşağıdan gelen yüzlerce çığlık onları
uyarıyordu:
– “Üçüncü kata! Üçüncü kata!”
Üçüncü kata uçuverdiler. Buradaki görüntü cehennemi andırıyordu: Çöken
tavan ve duman. O katta oturanların kapalı kaldıkları odaya ulaşabilmek için
tek çare kalmıştı, o da damdan dolaşmak. Hemen dama çıktılar, birkaç saniye
sonra da kiremitlerin üstünde kara panterler gibi atladıkları görüldü.
Dumanların arasında ilerliyorlardı. İlk ulaşan onbaşı oldu. Ama, damın yanan
odanın üstündeki kısmına varabilmek için bir tavan arasıyla oluk arasında
kalan çok dar bir yerden geçmek gerekiyordu. Damın geri kalan kısmı alevler
içindeydi. Bu küçücük alan da kar ve buzla kapalıydı, tutunabilecek bir yer
yoktu.
Halk aşağıdan:
– “Oradan geçmelerine imkan yok!” diye bağırıyordu.
İtfaiye onbaşısı damın kenarından ilerledi, herkes korkudan, heyecandan
donakalmıştı ve nefesini tutup yukarı bakıyordu. Ve onbaşı sağ salim gitmesi
gereken yere ulaştı, aşağıdan gelen yaşa varol sesleri gökyüzüne doğru
yükseldi. İtfaiye onbaşısı koşmaya başladı ve alevlerin tehdit ettiği noktaya
gelince de elindeki baltayla kiremitleri, tahta çatı kirişlerini kırdı, odanın
içine inebilmek için bir delik açmaya çalışıyordu. Bu sırada kadıncağız hala
pencerenin pervazına asılı duruyordu ve alevler de gittikçe daha azgın bir
şekilde saçlarını yalamaya devam ediyordu. Birkaç dakika daha dursa sokağa
yuvarlanıverecekti. Tavandaki delik açıldı. Odadan içeri kayan itfaiye
onbaşısı görüldü; sonradan kendilerine katılan diğer itfaiyeceler onu izlediler.
Aynı anda yangın yerine henüz gelmiş olan uzun yangın merdiveni alevlerin,
ümitsiz bir çılgınlık içinde atılan çığlıkların dışarı uğradığı pencerelerin
önünde durdu. Geç kalmış olmaktan korkuluyordu.
– “Artık kimse kurtulamayacak!” diye bağrışıyorlardı. “İtfaiyeciler de
yanıyor. Her şey bitti. Öldüler.”
Birden, pencerelerden birinde onbaşının dumandan kapkara olmuş yüzü
belirdi. Aşağı katlardan gelen alevler onu aydınlatıyordu. Demin ki kadın
onun boynuna sarılmıştı. İtfaiyeci de iki koluyla onu belinden yakaladı,
yukarı doğru çekti ve odaya soktu. Aşağıdaki kalabalığın attığı çığlık
yangının çatırtısını bastırdı. Peki, ya diğerleri? Nasıl ineceklerdi? Damdaki
başka bir pencerenin önüne yerleştirilen merdiven bir süre binanın
cephesinden uzaklaştı. Onu nasıl yakalayabileceklerdi? Herkes bunu
düşünürken, itfaiyecilerden biri pencerenin dışına çıktı, sağ ayağını
pencerenin dış pervazına koydu, sol ayağını da merdivene. Böylece havada
dimdik durdu. Diğerlerinin içeriden kendisine doğru ittikleri kiracıları teker
teker yakalıyor ve merdivene tırmanmış olan diğer arkadaşına uzatıyordu.
Onlara merdivenin çubuklarına sıkı sıkı tutunmalarını öğütlüyor ve diğer
itfaiyecilerin de yardımıyla birbiri ardından onları aşağı indiriyordu. Önce
pencerenin pervazına çıkmış olan kadın indi, sonra bir kız çocuk, bir başka
kadın ve bir ihtiyar. Hepsi kurtulmuşlardı. İhtiyardan sonra, içeride kalmış
olan itfaiyeciler indi. En son inen de ilk önce işe atılan onbaşı oldu. Halk onu
zafer çığlıklarıyla, sevgi ve hayranlıklarını belirten bir atılışla kucakladılar. O
zamana kadar kimsenin bilmediği adı -Giuseppe Robbino- kısa bir sürede
herkesin ağzına yayıldı... Anladın mı? İşte cesaret budur, ölmekte olan birinin
çığlığını duyunca, hiç tereddüt etmeden, inceden inceye hesaplar yapmadan,
gözleri kapalı, tehlikeye atılan yüreğin cesaretidir bu. Seni bir gün itfaiye
kışlasına götürürüm, orada onbaşı Robbino’yu sana gösteririm. Onu
tanımaktan kıvanç duyacaksın, değil mi?”
“Evet,” diye karşılık verdim.
Babam:
– “İşte onbaşı Robbino!” dedi.
Birden arkama döndüm. İncelemelerini bitiren iki itfaiyeci çıkmak için
bulunduğumuz odadan geçiyorlardı.
Babam, ufak tefek olanını, kolundan da sırmalı şeritler bulunanın bana
gösterdi ve:
– “Onbaşı Robbino’nun elini sık.” dedi.
Onbaşı durdu ve gülümseyerek elini bana uzattı; ben de onun elini sıktım;
beni selamladı ve çıktı.
Babam bana:
– “Bunu bütün hayatın boyunca hatırla!” dedi, “Çünkü ömrün oldukça
sıkacağın binlerce elin arasında bu kadar şereflisini bulamazsın”.
APENIN’LERDEN AND’LARA

(Aylık Hikaye)

Uzun yıllar önce, on üç yaşlarında Cenovalı bir oğlan çocuk, -babası


işçiydi- Cenova’dan Amerika’ya tek başına annesini aramaya gitti.
Annesi iki yıl önce Arjantin Cumhuriyeti’nin başkenti Buenos Aires’e,
zengin bir ailenin yanında çalışmaya gitmişti. Böylece kısa zamanda çok para
kazanacaktı ve sayısız felaketler sonunda borçlara batmış, yoksullaşmış
ailesini kalkındıracaktı. Bu amaçla, hizmet işlerinde çalışanlara iyi para veren
o uzak ülkelere giden ve birkaç yıl sonra da ceplerinde birkaç bin lirayla
vatanına dönen pek çok cesur kadın vardı. Zavallı anne çocuklarından
ayrılırken kanlı gözyaşları dökmüştü. Çocuklarından biri onsekiz, diğeri de
onbir yaşındaydı. Ama, o cesaretle, güvenle gitmişti. Yolculuğu rahat ve
sıkıntısız geçmişti. Buenos Aires’e varır varmaz da kocasının akrabası olan
ve uzun zamandan beri orada yerleşmiş bulunan Cenovalı bir dükkancı kadın
onu, çok para veren ve ona karşı iyi davranan Arjantinli bir ailenin yanına
yerleştirmişti. Kısa bir süre vatanındaki ailesiyle haberleşmişti. Önceden
aralarında kararlaştırdıkları gibi koca mektupları akrabasına yolluyor, o
bunları kadıncağıza iletiyor, sonra da kadıncağız cevabı kocasının akrabasına
veriyor, o da bunları Cenova’daki kendisi için de hiçbir şey harcamadığından
kadıncağız evine üç ayda bir esaslı bir miktar para yolluyordu. Namuslu,
dürüst bir adam olan kocası da yavaş yavaş borçlarını ödüyor ve eski şerefine
kavuşuyordu. Bu arada kendisi de çalışıyordu ve işinden memnundu.
Karısının da kısa bir zamanda döneceğini umuyordu, çünkü ev onsuz bomboş
görünüyordu; bilhassa da annesini çok seven küçük oğlu bu ayrılığın
hasretine dayanamıyor, üzüntüsü her gün biraz daha artıyordu.
Annenin gidişinden bu yana bir yıl geçmişti. Kendisinden aldıkları son
mektup çok kısa yazılmıştı ve sağlığının bozulduğunu bildiriyordu, bundan
sonra zavallı kadıncağızdan başka bir haber alamadılar. Oradaki akrabalarına
iki kez mektup yazdılar ama, bir karşılık alamadılar. Kadıncağızın yanında
çalıştığı Arjantinli aileye yazdılar ama, zarfın üstündeki adı yanlış
yazdıklarından olacak, hiçbir karşılık alamadılar. Bir kötü haberden
korktukları için Buenos Aires’teki İtalyan Konsolosluğu’na yazdılar ve hiçbir
haber alamadıkları analarının aranmasını istediler. Üç ay sonra Konsolostan
gelen mektubun bildirdiğine göre gazetede çıkan ilana rağmen kimse
gelmemiş, hiçbir haber alınmamıştı. Bu, ya da buna benzer bir sebepten
dolayı bu karışıklık meydan gelmişti: Hizmetçiliğin küçük düşürücü bir iş
olduğunu düşünen kadıncağız ailesinin ününü lekelememek için yanında
çalıştığı Arjantinli aileye gerçek adını vermemişti. Aradan bir çok ay geçti,
hiçbir haber alamadılar. Baba ve oğullar üzüntü içindeydiler. Küçük oğlan
yenmeyi başaramadığı sıkıntının pençesine kaptırmıştı kendini. Ne
yapmalıydı? Kime başvurmalıydı? Babanın ilk aklına gelen şey gitmek oldu,
Amerika’ya gidip karısını aramak. Peki, ya işi ne olacaktı? Oğullarına kim
bakacaktı? Daha henüz çalışmaya başlamış olan ve aileye kazanç sağlayan
büyük oğlunu da yollayamamıştı. Her gün aynı acıklı konuları tekrarlayarak,
ya da sessizce birbirlerine bakarak ümitsiz bir bekleyiş içinde yaşıyorlardı.
Bir akşam Marco, en küçük oğlan, kararlı bir şekilde:
– “Ben annemi aramak için Amerika’ya gidiyorum.” dedi.
Baba üzüntüyle başını salladı ve karşılık vermedi. Bu çok yerinde bir
düşünceydi ama, imkansız bir şeydi. Onüç yaşında, tek başına, Amerika’ya
gitmek! Yalnız yol bir buçuk aydan fazla sürüyordu. Ama, çocuk sabırla
diretiyordu. O gün, ertesi gün, her gün, büyük bir sabırla, büyük bir insanın
akıllılığıyla diretiyordu.
– “Benden önce de oraya gidenler oldu, hem de onlar benden çok daha
küçüktü.” diyordu. “Bir kere vapura bindim mi gerisi kolay. Oraya varınca da
akrabamızın dükkanını ararım. Orada öyle çok İtalyan var ki, içlerinden biri
bana sokağı gösterir. Akrabayı bulduktan sonra da annemi bulurum, eğer
akrabayı bulamazsam Konsolosa gider, Arjantinli aileyi ararım. Herhangi bir
şey olursa, çalışırım; orada herkese iş var. Ben de çalışırım, hiç olmazsa eve
dönüş parası biriktirinceye kadar.”
Böylece, yavaş yavaş babasını kandırmayı başardı. Babası ona güveniyor,
onun akıllı, yürekli bir çocuk olduğunu biliyordu. Yokluğa, fedakarlığa
alışıktı. Bu kutsal amacına, deli gibi sevdiği annesini bulabilmek isteğine
kavuşabilmek için bütün gücünü harcayacaktı. Bir tanıdıklarının arkadaşı
olan bir buharlı gemi kaptanı da çocuğun bu kutsal gayesine katkıda
bulunabilmek için ona Arjantin’e kadar bedava bir üçüncü sınıf bileti verdi.
Bunun üzerine, ufak bir tereddütten sonra baba kabul etti ve yolculuğa
kesinlikle karar verildi. Bir torbanın içine giyeceklerini koydular, cebine
birkaç kuruş attılar, akrabanın da adresini verdiler ve güzel bir nisan
akşamında onu vapura bindirdiler. Hareket etmek üzere olan buharlı geminin
merdiveninde, gözleri yaşlarla dolu baba, oğlunu son bir defa öperken:
– “Evladım, Marco’cuğum, cesaretini hiç kaybetme. Kutsal bir amaç
uğruna gidiyorsun, Tanrı sana yardım edecektir” dedi.
Zavallı Marco’cuk! Onun da yüreği kabarmıştı ve bu yolculuğun bütün
güçlüklerine göğüs germeye hazırdı. Ama, güzel Cenovo’sının yavaş yavaş
ufukta kaybolduğunu, açık denize doğru yol aldığını, hiç kimseyi tanımadığı
ve göçmenlerle dolu olan bu koca buharlı gemide tek başına olduğunu, bütün
servetinin içinde sakladığı çantasının olduğunu görünce, birden bütün cesareti
kayboluverdi. İki gün boyunca, küçük bir köpek gibi, hiç kımıldamadan
güvertede uyuklayıp durdu. Hiçbir şey yemiyordu, yalnız ağlamak istiyordu.
Aklından her çeşit acıklı düşünce geçiyordu, en üzücü, en korkunç olan,
durmadan aklını kurcalayan da şuydu: Ya annesi ölmüşse. Bölük pörçük,
huzursuz uykularında hep bir yabancının yüzü beliriyordu. Bu yabancı ona
acıyarak bakıyor ve kulağına: “Annen öldü” diyordu. Bir korku çığlığını
boğmağa çalışarak uyanıyordu. Ama, Cebelitarık Boğazı’nı geçip de Atlas
Okyanusu’nu görünce biraz olsun yüreği ferahladı, cesaretlenmeye başladı.
Ama, bu çok kısa sürdü. Bu denizin hiç değişmeyen görüntüsü, durmadan
artan sıcak, etrafını çevreleyen bütün bu zavallı insanların üzüntüsü, tek
başına olmanın verdiği hüzün onu yeniden pençeleri arasına aldı. Bomboş,
yeknesak, birbiri ardından geçen günler hatırasında karışıyordu, hastalarda
sık sık olduğu gibi. Ona sanki bir yıldır denizdeymiş gibi geliyordu. Her
sabah, uyanınca da, bu uçsuz bucaksız suyun ortasında, tek başına,
Amerika’ya doğru yol aldığını düşününce gene bir korkuya kapılıyordu.
Gelip güverteye düşen yunus balıkları, tropikal kuşağın kor ve kan rengi
bulutları gerisinde bırakan o şahane gün batışları, gecenin o fosforlu ışıkları,
okyanusu alev alev yanan bir lav denizi haline getiriyordu. Bütün bunlar
küçük yolcuya gerçekten uzak, bir rüyadaki peri masalı gibi geliyordu.
Fırtınalı günler de olmadı değil, bu zamanlarda odasından hiç ayrılmıyordu.
Etrafında her şey sallanıyor, bütün yolcular bir ağızdan Tanrıya dua
ediyorlardı. Böyle anlarda artık son gününün yaklaştığını sanıyordu. Denizin
çok sakin olduğu günler de vardı; sarı, dayanılmaz bir sıcak ortalığı kasıp
kavuruyor, bitmez tükenmez bir sıkıntı içini kaplıyordu. Bu uğursuz saatler
boyunca yolcuların dermanları kalmıyor, bitkin, hareketsiz, masaların altına
uzanıyorlardı, sanki ölü gibiydiler. Yolculuk bitmek bilmiyordu. Deniz ve
gök, gök ve deniz, bugün dünkü gibi, yarın bugünkü gibi, hala, daima,
ebediyen. O, yorgun, şaşkın, uzun saatler boyunca güvertenin parmaklığına
dayanıyor ve bu uçsuz bucaksız denize bakıyordu. Gözleri kapanıp, uykudan
başı omzuna düşünceye kadar annesini düşünüyordu. Gene ona acıyarak
bakan ve kulağına: “Annen öldü!” diye tekrarlayan o yabancı yüzü
görüyordu. Bu sesi duyunca sıçrayarak uyanıyor ve gözleri açık hayal
görmeye, hiç değişmeyen ufka bakmaya başlıyordu.
Yolculuk tam yirmiyedi gün sürdü! Ama, son günler iyi geçti. Hava serin
ve güzeldi. Amerika’daki oğlunu bulmaya giden yaşlı bir Lombardiyalıyla
ahbap oldu. Oğlu Rosario şehrinin yakınlarında çiftçilik yapıyormuş. Marco
ihtiyara ailesi hakkında pek çok bilgi vermişti, ihtiyar da eliyle onun ensesine
vurarak, durmadan tekrarlıyordu.
– “Gayret et, cesaretini kaybetme, anneni mutlu ve sıhhatte bulacaksın.”
Bu arkadaşlık çocuğu güçlendiriyor, sıkıntıları biraz olsun azalıyordu.
Güvertede, piposunu içen yaşlı köylünün yanına oturuyordu. Gökyüzü ışıl ışıl
parıldayan yıldızlarla kaplıydı, kendisiyle birlikte yolculuk eden göçmenler
şarkı söylüyorlardı. Bütün bunların ortasında çocuk Buenos Aires’e varışını
belki yüzüncü defa hayalinde tekrarlıyordu. O sokağa varıyor, dükkanı
buluyor, akrabaya doğru atılıyor ve: “Annem nasıl? Nerede? Hemen
gidelim!” diyordu, beraberce koşuyorlardı, bir merdiveni çıkıyorlardı, bir
kapı açılıyordu... Sessiz monolog burada bitiyordu ve hayali anlatılmaz bir
sevgi duygusunun içinde kayboluyordu. Bunun üzerine boynundaki
madalyonunu gizlice dışarı çıkartıyor, onu defalarca öperek bir şeyler
mırıldanıyordu.
Buharlı geminin hareketinden yirmiyedi gün sonra Buenos Aires’e ulaştılar.
Buharlı gemi Plata Irmağı’na demir atarken pespembe bir ufukta doğan mayıs
güneşi yavaş yavaş etrafı ısıtmaya, aydınlatmaya başlıyordu. Arjantin
Cumhuriyeti’nin başkenti Buenos Aires, Plata Irmağı’nın bir kıyısında
uzanıyordu. Bu güzel hava ona iyi bir haberci gibi geldi. Sevinçten ve
sabırsızlıktan çılgına dönmüştü. Annesi ondan yalnız birkaç mil uzaktaydı!
Kısa bir süre sonra annesini görecek, ona kavuşacaktı! Şimdi Amerika’daydı,
yeni dünyada, buraya kadar tek başına gelmek cesaretini göstermişti! O uzun
yolculuğun bütün sıkıntılarını, bütün üzüntülerini unutmuştu bile. Sanki
uykusunda uçmuş ve uyandığında da buraya konuvermişti. Öylesine
mutluydu ki elini cebine atıp da bütün servetini meydana getiren o iki küçük
para çıkınından birini bulamayınca, -parasının hepsini birden kaybetmemek
için bu çareye başvurmuştu- ne şaşırdı, ne de üzüldü. Küçük para çıkınını
çalmışlardı, pek az parası kalmıştı; ama, annesine bu kadar yaklaştığı bir anda
bunun ne önemi vardı ki? Çok sayıdaki diğer İtalyanlarla birlikte, çantası
elinde, onları sahilin yakınına kadar götürecek olan küçük vapura bindi,
oradan da Andrea Doria adını taşıyan bir kayığa geçti, dalgakırana varınca
indi, Lombardiyalı yaşlı dostunu selamladı ve hızlı adımlarla şehre doğru
ilerlemeye başladı.
Geniş caddelerden birinin ağzına varınca yoldan geçen bir adamı durdurdu
ve Los Artes Sokağı’na ulaşabilmek için nereden gitmesi gerektiğini sordu.
Farkında bile olmadan bir İtalyan işçiyi durdurmuştu. Bu adam ona merakla
baktı ve okuma bilip bilmediğini sordu. Çocuk, evet anlamına başını salladı.
İşçi çıktığı sokağı ona göstererek:
– “Öyleyse, dosdoğru bu yoldan ilerle, geçtiğin her meydandan sonra da
sokakların ismini dikkatle oku; sonunda aradığın sokağı bulacaksın!” dedi.
Çocuk işçiye teşekkür etti ve önünde uzanıp giden yola neşeyle atıldı.
Yol uçsuz bucaksız, dümdüz gidiyordu ama, çok dardı. Yolun iki tarafına
inşa edilmiş tek katlı, beyaz evler küçük villalara benziyordu. Yoldan geçen
halk, atlı arabalar kulakları sağır eden bir gürültü çıkarıyorlardı. Orada burada
rengarenk kocaman bayraklar dalgalanıyordu; üzerlerinde büyük harflerle
buharlı gemilerin bilinmedik şehirlere hareket tarihleri yazılıydı. Yolda
ilerlerken, sağına, soluna baktığında göz alabildiğine uzanan yollar
görüyordu, bu yolların da iki yanına tek katlı, beyaz evler inşa edilmişti ve
gelip geçen insanlarla, atlı arabalarla doluydu. Yolların sonunda da, denizin
sonsuz ufku gibi uçsuz bucaksız Amerikan yaylaları uzanıyordu. Şehir ona
koskocaman göründü. Amerika’nın dört bir tarafını sardığına inandığı sağa
sola açılan bu uzun yolları aşabilmek için günler ve haftalar boyunca
yürümesi gerekeceğini sanıyordu. Sokakların adına dikkatle bakıyordu;
zorlukla okuyabildiği yabancı isimler. Her yeni bir sokağa girişinde, aradığı
yolu bulduğunu sanarak kalbi çarpıyordu. Annesine rastlayabilmek ümidiyle
her kadına dikkatle bakıyordu. Önünde ilerleyen bir tanesini görünce içinde
bir şey hop etti: Ona yaklaştı, baktı, bir zenciydi. Adımlarını sıklaştırarak
yürüyor, yürüyordu. Bir dört yol ağzına vardı, okudu ve kaldırıma çivilenmiş
gibi olduğu yerde kalakaldı. Bu aradığı sokaktı. Sokağa saptı ve 117
numarayı gördü, akrabanın dükkânı 175 numaradaydı. Adımlarını daha da
sıklaştırdı. Biraz olsun soluklanabilmek için 171 numarada durdu. Kendi
kendine de: “Ah, anneciğim! Anneciğim! Birkaç dakika sonra kollarının
arasında olacağım!” diyordu. Yolun geri kalan kısmını koşarak tamamladı ve
küçük bir tuhafiye dükkanına vardı. Aradığı dükkan buydu. İçeri girdi. Kır
saçlı, gözlüklü bir kadıncağız gördü.
Kadın ona İspanyolca:
– “Ne istiyorsunuz, küçük?” diye sordu.
Çocuk sesini duyurabilmek için gayret sarf ederken:
– “Burası Francesco Merelli’nin dükkanı değil mi?” diye sordu.
Kadın, İtalyanca:
– “Francesco Merelli öldü.” diye karşılık verdi.
Çocuk kalbinin sıkıştığını hissetti.
– “Ne zaman öldü?”
– “Eh, epey oluyor. İşleri kötü gidiyordu, kaçtı. Dediklerine göre Bahia
Bianca’ya gitmiş, buradan çok uzaktır. Oraya varır varmaz da ölmüş. Şimdi
dükkan benim.”
Çocuk sarardı.
Sonra, hemen, aceleyle:
– “Mirelli annemi tanıyordu, annem burada Bay Mequinez’in hizmetinde
çalışıyor. Annemin nerede olduğunu yalnız o biliyordu. Ben annemi aramak
için Amerika’ya geldim. Yazdığımız mektupları anneme o yolluyordu.
Annemi bulmak istiyordum.”
Kadın:
– “Zavallı çocukcağız, ben hiçbir şey bilmiyorum.” diye karşılık verdi.
“Bahçedeki çocuğa sorabilirim. O Merelli’lerin alışverişini yapan delikanlıyı
tanırdı. Belki de sana bir yararı dokunabilir.”
Dükkanın sonuna gitti ve çocuğu çağırdı, o da hemen geldi. Dükkan sahibi
kadın:
– “Söyle bakayım, Merelli’nin işlerine bakan o delikanlının hiç bizim
memleketlilerde çalışan bir kadıncağıza mektup götürdüğünü hatırlıyor
musun?”
Çocuk:
– “Evet efendim, bazan Bay Mequinez’e giderdi. Los Artes Sokağı’nın
sonunda oturur.” diye karşılık verdi.
Marco:
– “Ah, çok teşekkür ederim, efendim!” diye haykırdı. “Bana evin
numarasını da söyler misiniz... Bilmiyor musunuz? Birisi benimle gelebilir
mi? Küçük, sen hemen benimle gel cebimde daha birkaç kuruşum var.”
Bütün bunları öyle bir heyecanla söylemişti ki çocuk kadının kendisine rica
etmesine kalmadan, hemen:
– “Gidelim.” dedi ve hızlı adımlarla dükkandan ilk çıkan kendisi oldu.
Tek kelime söylemeden, koşar adımlarla uzun yolun sonuna kadar gittiler,
küçük beyaz bir evin bahçe kapısından geçtiler ve ardında çiçek saksılarının
süslediği küçük bir bahçe bulunan demir bir parmaklığın önünde durdular.
Marco asılı çıngırağı çaldı.
Bir hanım belirdi.
Çocukcağız endişeli bir sesle:
– “Mequinez ailesi burada oturuyor, değil mi?” diye sordu.
İtalyanca’yı İspanyollar gibi konuşan hanım:
– “Burada oturuyordu,” diye karşılık verdi, “şimdi biz Zeballos’lar
oturuyoruz.”
Marco, kalbi çarparak:
– “Peki, ya Mequinez’ler nereye gittiler?” diye sordu.
– “Cordova’ya gittiler.”
Marco:
– “Cordova!” diye bağırdı, “Cordova nerede? Yanlarında çalışan hizmetçi
ne oldu? Hizmetlerine bakan o kadın, benim annem? O hizmetçi kadın benim
annemdi! Annemi de beraberlerinde mi götürdüler?”
Kadın ona baktı ve:
– “Bilmiyorum” dedi. “Gitmeden önce onlarla tanışan babam belki de bir
şeyler biliyordur. Biraz bekleyin.”
Hemen gözden kayboldu ve kısa bir zaman sonra babasıyla geri döndü, bu
uzun boylu, sakalı kırlaşmış bir beydi. Adamcağız bir süre Cenovalı küçük
denizciye baktı, sarı saçlı, kartal burunlu bu çocuğu çok sevimli bulmuştu.
Ona kötü bir İtalyancayla:
– “Annen Cenovalı mıydı?” diye sordu.
Marco, “evet” diye karşılık verdi.
– “Cenovalı hizmetçi kadın da onlarla birlikte gitti, bundan eminim.”
– “Nereye gittiler?”
– “Cordova’ya bir başka şehre.”
Çocukcağız göğüs geçirdi; sonra kadere boyun eğen bir halle:
– “Öyleyse... Ben de Cordova’ya giderim” dedi.
Evin yeni sahibi ona acıyarak baktı:
– “Ah pobre nino!” dedi. “Zavallı çocuk! Cordova buradan yüzlerce mil
uzakta.”
Marco ölü gibi sarardı ve bir eliyle parmaklığa tutundu. Çocuğun bu halini
görüp üzülen bey, kapıyı açarak:
– “Bakalım bir şeyler düşünelim, gel, biraz içeride otur, belki de bir
kolaylık bulabiliriz. Gel, otur” dedi.
Çocuğu oturttu, bütün hikayesini baştan sona anlattırdı, büyük bir ciddiyetle
dinledi, bir süre düşünmeye daldı. Sonra, kararlı bir şekilde:
– “Yanında paran yok, değil mi?” dedi.
Marco:
– “Yanımda... Biraz var” diye karşılık verdi.
Yaşlı bey bir süre daha düşündü, sonra masanın başına geçti, bir mektup
yazdı, zarfa koydu ve onu çocuğa uzatırken:
– “Dinle, İtalianito. Bu mektubu al ve Boca’ya git. Bu, buradan iki saat
uzaklıkta olan, yarı Cenovalı bir şehirdir. Herkes sana yolu gösterebilir.
Oraya git ve zarfın üstünde adı yazılı olan beyi ara. Orada onu herkes tanır.
Ona bu mektubu ver. Yarın seni Rosario şehrine yollar ve orada kimi bulman
gerektiğini sana söyler. Rosario’da bulacağın kimse senin Cordova’ya kadar
gitmeni sağlar. Cordova’ya varınca da Mequinez ailesiyle anneni bulabilirsin.
Bunu da al lazım olur” dedi ve çocuğun eline birkaç lira sıkıştırdı. “Haydi,
artık git, Tanrı sana yardım edecektir. Burada her yerde yurttaşlarınla
karşılaşırsın, hiç yalnızlık çekmezsin. Adios” dedi.
Çocuk beye söyleyecek başka bir söz bulamadı ve sadece:
– “Teşekkür ederim” dedi.
Torbasını aldı ve çıktı. Küçük rehberinden de ayrıldıktan sonra Boca’ya
doğru yola koyuldu. Gürültülü büyük şehirler boyunca ilerlerken içini
mutsuzluk, korku kaplamıştı.
Öyle yorulmuş, ümitsizliğe kapılmış ve şaşkına dönmüştü ki Zeballos’ların
evinden ayrıldığı andan ertesi günün akşamına kadar geçen zaman içinde
başına gelen olaylar sonradan, belleğinde ateşli bir hastanın gördüğü garip
rüyaları andıran izler bıraktı. Ertesi günün akşamı, gün batarken, gece
Boca’daki bir evin küçücük odasında, bir liman hamalının yanında uyuduktan
sonra, -bütün günü bir kereste yığınının üstüne oturmuş, gelip geçen küçük
buharlı gemileri, sandalları, takaları dalgın seyrederek geçirmişti- kendini,
tenleri güneşten kararmış iri yarı üç Cenovalı’nın yönettiği meyve yüklü
büyük bir yelkenli çatananın güvertesinde bulmuştu. Bu gemicilerin sesi,
aralarında konuştukları ve çocuğun pek sevdiği o lehçe küçük kalbini biraz
olsun ferahlatmıştı.
Yola çıktılar. Yolculuk üç gün, dört gece sürdü ve küçük yolcu için devamlı
bir korku kaynağı oldu. Üç gün, dört gece boyunca o şahane Parana
Nehri’nde ilerlediler. İtalya’nın o kocaman Po Irmağı bütünü yanında bir çay
gibi kalıyordu, İtalya’nın uzunluğunun dört katını alsanız gene de bu nehrin
uzunluğunu elde edemezsiniz. Çatana, bu nehrin coşkun sularının akıntısına
karşı yavaş yavaş ilerliyordu. Yüzen ormanları andıran, üzerleri söğüt ve
portakal ağaçlarıyla dolu, yılan ve kartal yuvası olan uzun adaların arasından
geçiyordu; öbür ucundan çıkılamayacakmış gibi görünen daracık boğazlardan
ilerliyordu, büyük sakin gölleri hatırlatan geniş su birikintilerine ulaşıyor,
sonra yeniden adalardan, takım adaların kaynaştığı dar boğazlardan, balta
girmemiş tropikal ormanların içinden geçiyordu. Her tarafta derin bir
sessizlik vardı. Kilometreler boyunca, ıssız, uçsuz bucaksız kıyılar ve suları
bilinmeyen bir ırmağı yansıtıyordu ve sanki buralara kadar sokulma
cesaretini de dünyada ilk kez bu çatana gösteriyordu. Aşağı çığıra doğru
yaklaştıkça da suların coşkunluğu daha da artıyordu. Annesinin, dört bir
yandan fışkıran kaynaklardan birinde olduğunu ve yolculuğunun yıllar boyu
süreceğini düşünüyordu. Günde iki defa, çatanacılarla birlikte biraz ekmek,
biraz da tuzlu et yiyordu. Çatanacılar onu üzgün gördüklerinden onunla hiç
konuşmuyorlardı. Gece kalın bir çadır bezinin altında uyuyordu ve sık sık
uzak kıyıları, geniş ırmağı aydınlatan berrak ay ışığı onu uyandırıyordu;
birden kalbi sıkışıveriyordu. Masallarda duyduğu o esrarengiz şehirlerden
birinin adı gibi durmadan: “Cordova! Cordova!” diye kendi kendine bu ismi
tekrarlıyordu. Sonra da düşünüyordu: “Annem de buradan geçti, bu kıyıları,
bu adaları gördü.” Annesinin de görmüş olduğu bu kıyılar ona eskisi kadar
garip, eskisi kadar ıssız gelmiyordu... Gece, çatanacılardan biri şarkı
söylüyordu. Bu şarkılar ona çocukluğunda annesinin kendisini uyuturken
söylediği ninnileri hatırlatıyordu. Son gece, bu şarkıyı duyunca hıçkıra
hıçkıra ağlamaya başladı. Çatanacı şarkısına ara verdi. Sonra ona seslendi:
– “Kendine gel, cesaretini topla, figioeu! Hay Allah! Evinden uzak düştü
diye bir Cenovalının ağlaması olacak şey mi? Cenovalılar şan ve şeref içinde
dünyanın çevresinde dolaşırlar!”
Bu sözleri duyan çocuk kendini toparladı, Cenovalı kanının birden
kabardığını duydu, gururla başını kaldırdı ve yumruğunu inam tahtasına
vurarak, kendi kendine:
– “Evet, doğru, ben de annemi buluncaya kadar bütün dünyayı
dolaşacağım, daha yıllar ve yıllar boyunca yolculuk edeceğim, yüzlerce
kilometreyi yürüyerek kat edeceğim ve hiç yılmadan yoluma devam
edeceğim. Ölü gibi, cansız, ayaklarının dibine düşecek de olsam gene onu
bulacağım! Onu dünya gözüyle bir kere daha görebileyim, yeter! Gayret!”
Ve bu ruh hali içinde pembe, serin bir sabah, gün doğarken Rosairo şehrine
vardı. Şehir Parana’nın yüksek yamacına kurulmuştu. Her ülkeye ait yüzlerce
gemi bu sakin sularda narin gövdesini yansıtıyordu.
Karaya ayak bastıktan kısa bir süre sonra, şehre çıktı. Torbası elinde,
ilerlerken bir yandan da Boca’daki iyi kalpli beyin mektup yazdığı o
Arjantinli beyi arıyordu. Rosario’ya girdiğinde sanki daha önce de bildiği bir
şehre giriyormuş gibi geldi ona. Dört bir yanda uçsuz bucaksız, dümdüz, iki
yanları tek katlı beyaz evlerle süslü sokaklardan geçiyordu. Her yönde,
damların üstünde kocaman örümcek ağlarına benzeyen kalın telefon ve
telgraf telleri uzanıyordu. Büyük bir insan, at ve araba kalabalığı sokakları
dolduruyordu. Aklı karışıyordu: sanki tekrar Buenos Aires’e dönmüştü de
akrabasını aramaya gidiyordu. Bir saat boyunca yollarda dönüp dolaşıp
durdu, ona hep aynı caddelerden geçiyormuş gibi geliyordu. Sora sora
sonunda yeni koruyucusunun evini bulabildi. Kapıdaki çıngırağı çaldı.
Sarışın, asık yüzlü bir adam kapıda belirdi. Bir çiftçiye benziyordu ve kaba
bir şekilde, garip bir lehçeyle ona sordu:
– “Kimi istiyorsun?”
Çocuk aradığı beyin adını söyledi.
Çiftçi:
– “Bey dün akşam ailesiyle birlikte Buenos Aires’e gitti” diye karşılık
verdi.
Çocuk söyleyecek tek söz bulamadı. Sonra kekeledi:
– “Ama, burada... Benim kimsem yok ki! Tek başınayım!” Ve mektubu
uzattı.
Çiftçi mektubu aldı, okudu ve kaba bir sesle:
– “Hiçbir şey yapamam. Bir ay sonra döndüğünde bu mektubu kendisine
veririm” dedi.
Çocuk yalvaran bir sesle:
– “Ama, ben, ben tek başınayım! İhtiyacım var!” diye haykırdı.
Diğeri:
– “Ee, yeter” dedi, “Rosario’da daha senin memleketindeki kadar çok
parazit yok! Git de İtalya’da dilen.”
Ve kapıyı çocuğun yüzüne kapadı.
Çocukcağız orada taş kesilmiş gibi kalakaldı.
Sonra yavaşça torbasını aldı ve çıktı. Yüreği sıkıntılara boğulmuş, zihni
karışmıştı, birden yüzlerce korkunç soru beynini kurcalamaya başladı. Ne
yapmalı? Nereye gitmeli? Rosaio’dan Cordova’ya trenle bir günde
gidiliyordu. Cebinde yalnız birkaç kuruşu kalmıştı. Bugün harcayacaklarını
da çıkarınca elinde hiçbir şey kalmayacaktı. Bilet alabilmek için gerekli
parayı nereden bulacaktı? Çalışabilirdi. Ama, nasıl, kimden iş isteyebilirdi?
Dilenmek mi? Ah! Hayır, biraz önceki gibi azarlanmak, hakarete uğramak,
küçük düşürülmek, hayır, hayır, hiçbir zaman böyle bir şeyi kabul edemezdi,
ölsün daha iyiydi! Bu düşünce üzerine, önünde uzanan o upuzun, uçsuz
bucaksız yaylalarda son bulan caddeyi tekrar görünce bütün cesaretinin bir
kez daha kaybolduğunu hissetti. Torbasını kaldırıma fırlattı, omuzlarını
duvara dayayıp üstüne oturdu, başını eğip ellerinin arasında aldı, tek damla
gözyaşı dökmeden, ümitsiz bir şekilde öyle oturdu kaldı.
Yoldan geçen halk ayağıyla ona çarpıyordu; arabalar sokağı gürültüye
boğuyorlardı; bazı çocuklar durup ona bakıyorlardı. O bir süre böyle oturdu.
Yarı İtalyanca, yarı Lombardiya lehçesiyle ona:
– “Neyin var oğlum?” diyen sesi duyunca birden irkildi.
Başını kaldırdı ve bir sevinç çığlığı atarak ayağa fırladı:
– “Siz, ha!”
Bu, yolculuğu sırasında tanıştığı Lombardiyalı yaşlı köylüydü.
Köylünün şaşkınlığı da onunkinden az değildi. Ama, çocuk onun kendisine
bir şey sormasına fırsat vermedi ve bütün başından geçenleri bir bir anlattı:
– “Şimdi, beş parasızım. Çalışmam gerekiyor. Bana bir iş bulun da biraz
para kazanabileyim. Ne iş olursa olsun, yaparım, eşya taşırım, sokakları
süpürürüm, ayak işlerine bakarım, tarlada bile çalışırım. Yalnız kuru ekmek
de bana yeter. Tek istediğim bir an önce gidip annemi bulabilmek. Ne olur,
Tanrı aşkına bana bir iş bulun, yalvarıyorum, başka çarem yok!”
Köylü çenesini kaşıyıp etrafına bakınarak:
– “Bilmem ki ne yapsam” diyordu. Bu olacak iş değil!.. Çalışmak... hem de
hemen bir iş bulmak. Dur bakalım. Vatandaşlarımızdan belki de otuz lira
toplayabiliriz.”
Çocuk ona bakıyordu, biraz olsun içi ferahlamıştı.
Köylü ona:
– “Gel benimle.” dedi.
Çocuk torbasını yerden alırken:
– “Nereye?” diye sordu.
– “Benimle gel.”
Köylü yola koyuldu, Marco da onun peşinden. Hiç konuşmadan uzun bir
süre beraber yürüdüler. Köylü bir hanın önünde durdu. Kapının üstüne asılı
duran levhada bir yıldız resmi vardı ve şunlar yazılıydı: İtalya yıldız. Başını
kapıdan içeri uzattı ve sonra çocuğa dönerek:
– “Tam zamanında gelmişiz” dedi.
Geniş, büyük bir odaya girdiler. Masaların başına oturmuş pek çok adam
içki içiyor ve yüksek sesle konuşuyordu. İhtiyar Lombardiyalı önce masaya
yaklaştı ve onları selamlayış tarzından çocuk, ihtiyarın kısa bir süre önce
yanlarından ayrılmış olduğunu sezdi. Masanın etrafında oturan altı müşterinin
de yüzleri kıpkırmızıydı, bardaklarını tokuşturarak gülüp konuşuyorlardı.
Ayakta duran Lombardiyalı, Marco’yu onlara tanıtmak için ilk söz alarak:
– “Arkadaşlar” dedi, “gördüğünüz bu zavallı yurttaşımız annesini
bulabilmek için Cenova’dan Buenos Aires’e tek başına geldi. Buenos
Aires’de ona: ‘Annen burada yok, Cordova’da’ demişler. Üç gün, üç gece
çatanayla yolculuk ettikten sonra Rosario’ya varmış. Eline de bir beye
verilmek üzere bir mektup tutuşturmuşlar. Beyi bulmak için evine gitmiş,
kapıyı suratına kapamışlar. Cebinde tek kuruşu kalmamış. Garipçik burada
tek başına kalmış. Annesini bulabilmesi için Cordova’ya gitmesi gerekiyor
ama, bilet alacak parası yok. Onu böyle bu halde köpek gibi tek başına mı
bırakacağız?”
Hepsi bir ağızdan, yumruklarını masaya vurarak:
– “Hiç onu bu halde bırakır mıyız! Bu olacak şey mi!” diye bağırıştılar.
“Bir yurttaşımız! Buraya gel, yumurcak! Bizler de göçmeniz! Bak, ne güzel
çocuk! Arkadaşlar, paralarınızı sökülün bakalım! Vatandaş, bir yudum bir şey
iç. Biz seni annenin yanına yollarız, üzülme.”
Biri yanağından makas alıyor, diğeri omzuna vuruyor, bir üçüncüsü
çantasını elinden alıyordu. İlerideki masalarda oturan diğer göçmenler de
kalktılar ve çocuğa yaklaştılar. Bütün handa çocuğun hikayesini bilmeyen
kalmadı. Bitişik odada kalan Arjantinli üç müşteri de onlara katıldı. On
dakikadan kısa bir sürede, şapkasını arkadaşlarına doğru uzatıp dolaşan
Lombardiyalı kırk iki lira kadar bir para topladı.
Çocuğa doğru dönerek:
– “Gördün mü?” dedi, “Amerika’da her şey ne çabuk oluveriyor?”
Bir başkası çocuğa bir bardak şarap uzatıp:
– “İç!” dedi. “Annenin sağlığına!”
Hepsi bardaklarını kaldırdılar. Marco da tekrarladı:
– “Annemin...” Ama, bir sevinç hıçkırığı boğazında düğümlendi, bardağı
masanın üstüne bıraktı ve ihtiyar dostunun boynuna atıldı.
Ertesi sabah, gün ışırken, o çoktan Cordova’nın yolunu tutmuştu bile.
Mutlu ve neşeliydi, kendine güveniyordu. Ama, doğanının bazı görüntüleri
insanın sınırsız mutluluğunu engeller. Hava kapalı ve bulutluydu. Bomboş
tren, üzerinde tek bir ev görünmeyen düzlüklerin arasından ilerliyordu.
Upuzun bir vagonda tek başına yolculuk ediyordu, bu yaralıları taşıyan
trenlere benziyordu. Sağa bakıyor, sola bakıyor ve yalnız uçsuz bucaksız bir
boşluk, şekilsiz birkaç küçük ağaçtan, çarpık çurpuk dal ve ağaç gövdesinden
başka bir şey göze çarpmıyordu. Önünde uzanıp giden bu manzara
çocukcağızın sıkıntısını, öfkesini daha da arıttırıyordu. Koyu renkli, hazin
görünüşlü, orada burada tek tük boy veren bitkiler etrafındaki düzlüğü sonsuz
bir mezarlığı andırıyordu. Tren istasyonları da çöllerdeki keşiş evleri gibi
ıssızdılar. Tren buralarda durduğu zaman tek ses işitilmiyordu. Çölün
ortasında kaybolmuş, terkedilmiş bir trende tek başına kalmış gibi geliyordu
çocuğa. Geçtiği her istasyonun sonuncu olduğunu ve ondan sonra da
bilinmeyen, esrarlı korkunç vahşiler ülkesine ulaşacağını sanıyordu.
Dondurucu bir rüzgar yüzüne çarpıyordu. Nisan sonunda onu Cenova’dan
gemiye bindirirken babası ve kardeşleri çocuğun Amerika’da kışla
karşılaşacağını düşünmemişlerdi de ona yazlık kıyafetler giydirmişlerdi.
Birkaç saat sonra soğuktan titremeye başladı, bir de buna uykusuz, hareketli
geçen gecelerin, büyük heyecanlar içinde geçirdiği günlerin yorgunluğu
ekleniyordu. Uyuyakaldı, uzun bir süre uyudu. Uyandığında her tarafı
tutulmuştu, kendini iyi hissetmiyordu. Birden hastalanıp yolda ölü vermek
korkusu içini kapladı. Cesedini bu ıssız düzlüğe atacaklardı ve köpekler,
yırtıcı kuşlar gelip onun o cansız vücudunu parçalayacaklardı. Tren geçerken
gördüğü ve iğrenerek, tiksinerek hemen başını çevirdiği yol kenarına atılmış
o inek leşleri gibi. Bu huzursuzluk, doğanın bu inatçı sessizliği içinde hayali
daha çok çalışmaya başlıyor ve zihnini kara düşünceler kaplıyordu. Hem
annesini Cordova’da mutlaka bulabileceğinden emin miydi? Ya orada
değilse? Ya Los Artes sokağındaki bey yanıldıysa? Ya annesi öldüyse? Bütün
bunları düşünürken yeniden uyuyakaldı. Rüya gördü: Gece Cordova’ya
varmıştı, bütün pencerelerden ona: “Annen burada yok! Annen burada yok!”
diye bağırıyorlardı. Sıçrayarak uyandı, çok korkmuştu, ilerideki sıralarda,
sakallı, rengarenk şallara sarınmış, aralarında alçak sesle koşuşarak ona
bakan üç adam gördü. İçine bir şüphe düştü, belki de bu adamlar katildi ve
çantasını çalmak için onu öldüreceklerdi. Soğuğa, huzursuzluğa bir de korku
eklendi. Korkusu büyüdükçe hayali de genişliyordu, -adamlar ona bakmaya
devam ediyorlardı- içlerinden biri ayağa kalktı ve ona doğru ilerledi. Çocuk
korkudan kendini kaybetti ve ellerini yana doğru açıp ona doğru koşarken bir
yandan da bağırıyordu.
– “Hiçbir şeyim yok. Ben zavallı bir çocuğum. İtalya’dan geliyorum.
Annemi aramaya gidiyorum, tek başınayım; bana kötülük etmeyin!”
Adamlar çocuğun haline acıdılar, onu okşadılar ve çocuğun anlamadığı pek
çok söz söyleyerek onu yatıştırmaya çalıştılar. Soğuktan çenesinin titrediğini
görünce şallarından birini onun sırtına örttüler ve uyuyabilmesi için onu
sıralardan birine yatırdılar. Güneş batarken çocuk uyuyakaldı. Onu
uyandırdıklarında Cordova’ya varmıştı.
Oh, ne rahat bir soluk aldı ve trenden ne büyük sevinçle indi. İstasyon
memurlarından birine mühendis Mequinez’in evinin nerede olduğunu sordu.
O da kendisine bir kilisenin ismini söyledi; -ev kilisenin yanındaydı- çocuk
hızla oradan uzaklaştı. Gece olmuştu. Şehre girdi. İki tarafı tek katlı beyaz
evlerle süslü, başka uzun, düz caddelerin kestiği o dümdüz yolları görünce
yeniden Rasasio’ya girdiğini sandı. Ama, sokaklarda çok insan vardı, seyrek
yerleştirilmiş lambaların zayıf ışığında gördüğü yüzler de ona çok garip geldi;
şimdiye dek bu renkte yüz görmemişti, yeşille siyah arası bir renkti bu.
Zaman zaman başını kaldırdıkça da karanlıkta simsiyah, koskocaman
dikiliveren büyük binalar hiç görmediği garip bir mimari tarzda inşa
edilmişti. Ama, aştığı o ıssız çölden sonra burasını çok canlı buldu.
Karşılaştığı bir beye yolunu sordu, hemen evi buldu, titreyen bir elle çıngırağı
çaldı, öbür elini de heyecandan güm güm atan kalbinin üstüne koydu. Sanki
yüreği göğsünden dışarı fırlayacaktı.
Yaşlı bir kadın elinde lambayla geldi kapıyı açtı.
Çocuk hemen konuşamadı.
Kadın ona İspanyolca sordu:
– “Kimi arıyorsun?”
Marco:
– “Mühendis Mequinez’i” diyebildi.
Yaşlı kadın kollarını göğsünün üstünde birleştirdi ve başını sallayarak:
– “Demek senin de Mühendis Mequinez’i görmen gerekiyor! Bana öyle
geliyor ki artık buna bir son vermek lazım. Tam üç aydır rahatımız,
huzurumuz kalmadı. Bunu gazeteler bile yazdı. Tek çare çığırtkan tutup
sokaklarda dolaştırmak ve Bay Mequinez, Tucuman’a gitti diye şehre haber
vermek!” dedi.
Çocuk öyle büyük bir ümitsizliğe kapılmıştı ki ne diyeceğini şaşırdı. Sonra,
birden öfkeyle:
– “Bu işte bir uğursuzluk var! Annemi bulamadan yollarda öleceğim!
Delirdim, çıldırıyorum! Tanrım! O yerin adı nedir? Nerede? Buradan ne
kadar uzaklıkta?” diye haykırdı.
Çocuğun bu haline acıyan yaşlı kadın:
– “Zavallı çocukcağız, oraya varabilmek için dörtyüz, yada beşyüz millik
bir yol kat etmen, gerekiyor!” diye karşılık verdi:
Çocuk elleriyle yüzünü kapadı, sonra hıçkırarak sordu:
– “Peki şimdi... Ne yapacağım?”
Kadıncağız:
– “Zavallı evladım, ne yapmamı istiyorsun, ben de bilmiyorum ki!” diye
karşılık verdi.
Kadının aklına hemen bir fikir geldi, çocuğa aceleyle:
– “Dinle, şimdi aklıma geldi,” dedi. “yapabileceğin bir şey var. Geri dön,
sağdaki ilk sokağa sap, üçüncü bahçe kapısını çal. Orada bir capataz, bir
tüccar oturur, yarın sabah carretasları(arabaları) ve sığırlarıyla Tucuman’a
hareket edecek. Git sor bakalım, seni de beraberinde götürür mü, yol boyunca
ona yardım edeceğini de söylemeyi unutma sakın. Belki de arabalarından
birinde sana da bir yer bulur; hemen git.”
Çocuk torbasını yakaladı, kadıncağıza teşekkür etti ve birkaç dakika sonra
kendini lambaların aydınlattığı geniş bir bahçede buldu. Güçlü kuvvetli pek
çok adam kocaman kocaman arabalara buğday çuvalları yüklüyorlardı.
Yüksek tekerlekli, yuvarlak damlı bu arabalar gezginci soytarıların içinde
yolculuk ettikleri ve barındıkları arabalara benziyordu. Uzun boylu, bıyıklı,
siyah beyaz kareli bir pelerine sarınmış, uzun çizmeli bir adam işleri
yönetiyordu. Çocuk bu adama yaklaştı, İtalya’dan geldiğini, annesini
aramaya geldiğini söyleyerek, utangaç bir sesle adama derdini anlattı.
Capataz, bu kelime başkan, önder anlamına gelir (bu araba sürücülerine
öncülük ediyordu) çocuğu baştan aşağı süzdü ve kısaca:
– “Hiç yer yok.” dedi.
Çocuk yalvararak:
– “Yanımda onbeş liram var,” diye karşılık verdi. “Hepsini olduğu gibi size
veririm. Yol boyunca iş de görürüm. Hayvanlara su, ot taşırım, her türlü iş
görürüm. Bana biraz ekmek yeter. Beyim, arabanızda bana da bir yer verin.”
Capataz döndü ona baktı ve kibarca:
– “Yer yok... hem... Biz Tucuman’a gitmiyoruz, başka bir şehre, Şantiago
dell’Estere’ye gidiyoruz. Yolun bir yerinde seni indirmemiz gerekecek, geri
kalan o uzun yolu da yürüyeceksin” diye karşılık verdi.
Marco:
– “Ben yürümekten çekinmem!” diye atıldı. “Yürürüm, bunu düşünmeyin,
Allah rızası için arabada bana bir yer verin, Tanrı hakkına beni burada yalnız
bırakmayın!”
– “Ama, bu yolculuk tam yirmi gün sürecek!”
– “Önemi yok”
– “Zor bir yolculuk olacak!”
– “Her şeye katlanırım.”
– “Tek başına yolculuk edeceksin.”
– “Ben hiçbir şeyden korkmam, yeter ki annemi bulabileyim. Acıyın bana.”
Capataz, fenerlerden birini çocuğun yüzüne yaklaştırdı ve ona baktı. Sonra:
– “Peki, gel bakalım.” dedi.
Çocuk adamın elini öptü:
– “Bu gece arabalardan birinde uyursun.” diye ekledi, “Yarın sabah saat
dörtte seni uyandırırım. Buenas noches!”
Sabahleyin saat dörtte, yıldızların ışığında, uzun araba dizisi büyük bir
gürültüyle yola koyuldu. Her arabayı altı hayvan çekiyordu. Arkadan da
değiştirme hayvanları geliyordu. Uyandırılıp, arabalardan birinde çuvalların
üstüne yerleştirilen çocuk yeniden derin bir uykuya daldı. Uyandığı zaman
arabalar, güneş altında, ıssız bir yerde durmuştu, bütün adamlar da daire
şeklinde yere oturmuşlardı. Ortalarında ateş yakmışlardı. Hepsi birden yemek
yediler, uyudular, sonra yola koyuldular. Yolculuk, düzenli asker yürüyüşü
gibi sürüp gidiyordu. Her sabah saat beşte yola koyuluyorlar, dokuzda
duruyorlar, akşamın beşinde yeniden ilerlemeye başlıyorlar ve onda
yolculuklarına ara veriyorlardı. Peones’lar at sırtında gidiyorlar ve sığırları
ellerindeki uzun değneklerle yönetiyorlardı. Çocuk yemek pişirmek için ateş
yakıyor, hayvanlara yiyecek veriyor, lambaları temizliyor, içme suyu
getiriyordu. Aşmakta olduğu memleket gözlerinin önünde belirsiz bir şerit
gibi geçiyordu. Küçük kahverengi ağaçların meydana getirdiği geniş
ormanlar; tek tük evli köyler, bu evlerin yüzü mazgallıydı ve pembe
badanayla boyanmıştı; geniş düzlükler, bunlar belki de eskiden büyük tuz
gölü yataklarıydı, göz alabildiğine uzanan bütün alan tuzdan bembeyazdı; her
tarafta, daima düzlük, ıssızlık, sessizlik. Arada bir iki, üç atlı yolcuyla
karşılaşıyorlardı, peşlerinde eyersiz at sürüsüyle ilerleyen bu yolcular,
yanlarından dört nala geçiyorlardı. Denizdeki gibi burada da bütün günler
birbirine benziyordu; sıkıcı ve sonsuz. Ama, hava çok güzeldi. Sanki çocuk
onların uşağıymış gibi, peones’ler onu her gün biraz daha çok
çalıştırıyorlardı. İçlerinden bir kısmı ona karşı kötü davranıyor, tehdit
ediyordu; herkes onu kendi özel uşağı gibi kullanıyordu; ağır saman yüklerini
ona taşıtıyorlardı; su getirmesi için onu çok uzak yerlere yolluyorlardı; çocuk
yorgunluktan kırıldığı halde geceleri bile uyuyamıyordu, arabanın devamlı
sarsıntıları, tahta tekerleklerin gıcırtısı uyumasına engel oluyordu. Bütün
bunlar yetmiyormuş gibi bir de rüzgar çıkmıştı; ince, yapışkan, kızıl renkli
toprak her yere konuyor, arabanın içine süzülüyor, elbisesinin içine giriyor,
gözlerine, ağzına doluyor, görmesini, nefes almasını engelliyordu. Bu,
sonunda sıkıntı veren, dayanılmaz bir hal aldı. Yorgunluktan ve
uykusuzluktan bitkin düştü. Elbiseleri yırtılmış, üstü başı kirlenmişti,
arabacılar ona karşı çok kötü davranıyorlardı. Sabahtan akşama kadar
azarlıyorlardı. İyi huylarını her gün biraz daha kaybediyordu, öyle ki ara
sırada capataz da ona tatlı bir iki söz söylemese kötü ruhlu bir çocuk olup
çıkacaktı. Sık sık arabanın bir köşesine büzülüyor ve yüzünü torbasına
dayayıp kimseye görünmeden ağlıyordu, zaten çantasında da hırtı pırtıdan
başka bir şey kalmamıştı. Her sabah biraz daha zayıf, biraz daha cesareti
kırılmış olarak kalkıyordu. Etrafında uzanan kırlara bakıp da hep toprak
okyanusu gibi uçsuz bucaksız, değişmez düzlükleri görünce kendi kendine:
– “Ah! Dünyada geceye kadar yaşayamam, geceye kadar çıkamam! Artık
bugün yolda ölürüm!” diyordu.
Yorgunluğu artıyor, kötü davranışlar çoğalıyordu. Bir sabah, capataz’ın
yokluğundan yararlanan adamlardan biri, suyu biraz geç getirdi diye onu
dövdü. Sonunda bu bir alışkanlık haline geldi. Ona bir emir verdikleri zaman,
bir tokat atıyorlar ve:
– “Bunu da bir kenara koy, serseri çocuk! Bunu annene götür!” diyorlardı.
Yüreği bu kadar acıya dayanamadı, sonunda hastalandı: sırtında bir örtü, üç
gün arabada kaldı, ateşler içinde yanıyordu, gelip ona yiyecek bir şeyler
getiren ve nabzını yoklayan capataz’dan başka kimseyi görmüyordu. Artık
son günlerin yaklaştığını düşünüyor, ümitsizce annesini çağırıyordu:
– “Ah, anneciğim! Anneciğim! Bana yardım et! Yanıma gel, ölüyorum! Ah,
zavallı anneciğim, beni yolda ölü bulacaksın!.. Sonra ellerini açıyor ve dua
ediyordu. Capataz’ın bakımı sayesinde sağlığı düzelmeye başladı, sonunda da
bütünüyle iyileşti. Ama, nekahet devresiyle yolculuğunun en korkunç devresi
geldi çattı: Bundan böyle tek başına yolculuk edecekti. İki haftadan fazla bir
zamandır yoldaydı. Santiago dell’Estero yolunun Tucuma yolundan ayrıldığı
noktaya gelince capataz ona artık ayrılmaları gerektiğini söyledi. Yol
konusunda ona bazı açıklamalar yaptı, torbasını yürümesine engel olmayacak
şekilde omzuna yerleştirdi ve sanki kendisi de heyecanlanmaktan korkarmış
gibi kısa kesti ve onu selamladı. Çocuk onun bir kolunu öpebilecek zamanı
ancak bulabildi. Bütün yolculuk boyunca ona karşı o kadar insafsızca
davranmış olan adamlar bile, onun böyle tek başına kaldığını görünce haline
acıdılar ve uzaklaşırken ona ellerini sallayarak veda ettiler. Çocuk da eliyle
arabacıları selamladı, uzun araba dizisi düzlüğün kırmızı tozları arasında
gözden kayboluncaya dek baktı ve sonra dertli, yola koyuldu.
Yolculuğunun başlangıcından beri içini ferahlatan bir şey vardı. Bu
değişmeyen, uçsuz bucaksız düzlükte günlerdir ilerlerken, önünde tepeleri
karla kaplı, yüksek, boz dağlar zincirini görüyordu. Bu dağlar da ona Apenin
dağlarını hatırlatıyor, içinde, memleketine yaklaşıyormuş gibi bir his
uyanıyordu. Önünde uzanan bu dağlar Amerika Kıtasının belkemiğini
meydana getirir ve ateş ülkesinden kuzey kutbundaki buz denizine kadar
uzanır. Yüreğini ferahlatan başka bir şey de havanın gittikçe ısınmasıydı; bu
da şöyle oluyordu; kuzeye doğru gittikçe tropikal bölgeye yaklaşıyordu.
Uzun aralarla, bir iki dükkanlı küçük ev toplulukların rastlıyordu ve yiyecek
bir şeyler satın alıyordu. Atlı adamlarla karşılaşıyor, yol boyunca yerde
oturan kadınlar, çocuklar görüyordu. Bunlar hareketsiz, ciddi oturuyorlardı ve
toprak rengi yüzleri, çekik gözleri, elmacık kemikleri çıkık yüzleri ile çocuk
için yepyeni bir şeydi. Bu yerliler ona sabit gözlerle bakıyorlar, makine gibi
yavaş yavaş başlarını çevirerek bakışlarıyla onu izliyorlardı. Bunlar
Kızılderililerdi. İlk gün yürüyebildiği kadar yürüdü ve gece de bir ağacın
altında uyudu. Ertesi gün daha az yürüdü, gücü azalmaya başlıyordu.
Ayakkabıları delinmiş, kopmuştu, ayağının derisi soyulmuş, yara bere içinde
kalmıştı, doğru dürüst beslenemediği için de zayıf düşmüştü. Gece yaklaşınca
içini bir korku kaplıyordu. İtalya’dayken, şimdi bulunduğu bu ülkede çok
yılan olduğunu duymuştu. Onların hışırtılarını duyduğunu sanıyor ve
duruyordu, sonra bütün gücüyle koşmaya çalışıyordu, kemiklerine kadar
ürperiyordu. Bazen kendi haline acıyor, bir yandan yürürken, bir yandan da
sessizce ağlıyordu. Sonra, düşünüyordu:
– “Ah, böylesine çok korktuğumu bilse annem ne kadar üzülürdü!”
Bu düşünce onu yüreklendiriyordu. Sonra, korkudan sıyrılabilmek için
annesini düşünüyor, Cenova’dan hareket ederken söylediklerini, onu yatağa
yatırdığı zaman yorganını çenesine kadar örttüğünü, bebekken zaman zaman
onu kollarının arasına alıp da: “Birazcık yanımda dur” dediğini, aklından
geçiriyordu. Annesi uzun bir süre, başını onunkine dayayıp, düşünceli
duruyordu. Şimdi çocuk kendi kendine:
– “Sevgili anneciğim, seni bir gün görebilecek miyim? Anneciğim,
yolculuğumun sonuna kadar ulaşabilecek miyim?” diyordu.
Ve tanımadığı ağaçların, geniş şeker kamışı tarlaların, uçsuz bucaksız
meraların arasından geçerek yürüyordu. Sivri yüksek tepeleriyle sakin
gökyüzünü yaran o boz dağlar gene önünde uzayıp gidiyordu. Dört gün, beş
gün, bir hafta geçti. Her gün gücünü biraz daha yitiriyordu, ayakları
kanıyordu. Sonunda, bir akşam gün batarken ona:
– “Tucuman buradan yalnız beş mil uzaktadır.” dediler.
Çocuk bir sevinç çığlığı attı, sanki kaybettiği bütün gücünü bir anda
toplayıvermiş gibi hızlı adımlarla ilerlemeye devam etti. Ama, bu sevinci kısa
sürdü. Birden bütün gücü tükeniverdi ve bitkin, bir hendeğin kenarına düştü.
Ama, kalbi mutlulukla çarpıyordu. Yıldızların pırıl pırıl parıldadığı gökyüzü
şimdiye dek ona hiç böylesine güzel görünmemişti. Uyumak için otların
üstene uzanmış, bu güzelliği seyrediyordu. Annesinin de belki şu anda
gökyüzünü seyrettiğini düşünüyordu. Kendi kendine:
– “Ah, anneciğim, neredesin? Şu anda ne yapıyorsun? Oğlunu düşünüyor
musun? Bu kadar yakınında olan Marco’cuğunu düşünüyor musun?” diyordu.
Zavallı Marco’cuk şu anda annesinin ne halde olduğunu bilseydi biraz daha
önce onun yanına varabilmek için insanüstü bir güç harcardı. Mequinez
ailesinin oturduğu bir evin küçük bir odasında yatıyordu, hastaydı.
Maquinez’ler onu çok seviyorlar, yakından ilgileniyorlardı. Mühendis
Mequinez beklenmedik bir zamanda Buenos Aires’ten Cordova’ya giderken
kadıncağızın hastalığı başlamıştı bile ve Cordova’nın o sağlam havası
iyileşmesine yardımcı olamamıştı. Ama, yazdığı mektuplara ne kocasından,
ne de akrabasından bir karşılık gelmemesi, ailesinin başına bir felaket gelmiş
olması düşüncesi, yüreğini yiyip bitiren endişe, gitmek, ya da kalmak için
kesin bir karar verememek ve her gün ailesinden acı bir haber beklemek
sonunda hastalığını daha da ağırlaştırdı. Hastalığı çok ağırdı; ileri derecede
bağırsak fıtığı. On beş gündür yataktan kalkamıyordu. Hayatını kurtarmak
için onu ameliyat etmeleri gerekiyordu. Tam o sırada, sevgili Marco’cuğu
onu aklından geçirirken, Bay Mequinez’le karısı kadıncağızın yatağının
başında ameliyat olması için onu ikna etmeye çalışıyorlardı, çünkü
kadıncağız ağlayarak, ameliyat olmamakta inat ediyordu. Tucuman’ın ünlü
doktorlarından biri geçen hafta, çağırılmıştı ama, boş yere. Kadıncağız:
– “Hayır, sevgili efendilerim, hayır” diyordu. “Bu kadar eziyete değmez;
artık dayanacak gücüm kalmadı. Operatörün neşteri altında ölürüm. Bırakın
da böyle öleyim. Artık hayatın benim için önemi yok. Benim için her şey
bitti. Ailemin başına gelen felaketi öğrenmeden önce ölmem daha hayırlı
olur.”
Efendileriyse bunun gerçek olmadığını, biraz daha yürekli davranması
gerektiğini, doğrudan doğruya Cenova’ya yazılan son mektuplara mutlaka
karşılık geleceğini, ameliyata razı olmasını, bunu çocukları için kabul
etmesini söylüyorlardı. Ama, çocuklarının düşüncesi uzun zamandan beri
içini kemiren acıyı, ümitsizliği artırmaktan başka bir işe yaramıyordu. Bu
sözleri duyunca hıçkırıklara boğuluyordu:
– “Ah, çocuklarım! Evlatlarım!” diye ellerini açarak haykırıyordu. “Belki
de artık hayatta değiller! Benim de ölmem yerinde bir şey olacak. Çok
teşekkür ederim, iyi kalpli efendilerim, size bütün kalbimle teşekkür
ediyorum. Ama, ölmem daha yerinde olur. Eminim, ameliyat olduktan sonra
da iyileşmeyeceğim. Bana gösterdiğiniz yakın ilgi için çok teşekkür ederim.
Doktorun öbür gün gelmesine de gerek yok. Ölmek istiyorum. Kader burada
ölmemi istiyor. Kararımı verdim.”
Berikiler onu inandırmaya, avutmaya çalışıyorlardı:
– “Hayır, hayır, böyle şeyler söylemeyin.” diyorlar ve ellerini tutuyorlar,
ameliyata evet demesi için ona yalvarıyorlardı.
Ama, o gözlerini kapıyor, göğüs geçiriyor ve bitkin yatıyordu, bilmeyen
onu ölü sanırdı. Efendiler bir süre daha küçük bir lambanın aydınlattığı odada
kalıyorlardı ve ailesini kurtarmak için vatanından altı bin mil uzaklaşan bu
zavallı, fedakar anaya hayranlıkla bakıyorlardı. Böylesine talihsiz, böylesine
iyi, böylesine namuslu bu zavallı kadıncağız o kadar acı çektikten sonra
burada ölecekti.
Ertesi gün, sabahın erken saatlerinde, torbası omzunda, iki kat olmuş ve
topallayarak ama, sevinçli, güçlü Marco, Tucuman şehrine giriyordu.
Tucuman, Arjantin Cumhuriyeti’nin en genç ve en verimli şehirlerinden
biriydi. Sanki Cordova’ya, Rosario’yu, Buenos Aires’i tekrar görüyormuş
gibi oldu; gene o aynı dümdüz, uzun sokaklar, o beyaz, tek katlı evler ama,
her tarafta yepyeni ve harika bir yeşillik örtüsü, çiçek kokulu bir hava, pırıl
pırıl ışık, İtalya’da bile göremediği kadar berrak bir gökyüzü. Sokaklarda
ilerlerken, Buenos Aires’te duyduğu o garip hissi gene duydu. Bütün evlerin
pencerelerine, kapılarına bakıyor; annesine rastlayabilmek ümidiyle geçen
bütün kadınları dikkatle inceliyordu. Herkesi durdurup bir şeyler sormak
istiyordu ama, kimseyi durdurmaya cesaret edemiyordu. Herkes, kapıdan,
pencereden başını uzatıyor ve çok uzaklardan geldiği belli olan, toz toprak
içindeki, elbiseleri delik deşik olmuş bu çocuğa bakıyordu. Gelip geçenlere
dikkatli bakıyor ve korktuğu o soruyu sorabileceği güvenilir bir yüz arıyordu;
tam o sırada gözünde bir dükkanın kapısındaki İtalyanca isim ilişti. İçeride
gözlüklü bir adam iki kadın vardı. Çocuk yavaşça kapıya yaklaştı, bütün
gücünü topladı ve:
– “Acaba Mequinez ailesinin nerede oturduğunu biliyor musunuz,
efendim?” diye sordu.
Dükkancı:
– “Mühendis Mequinez‘in mi?” diye sordu.
Çocuk, zorlukla duyulabilen bir sesle:
– “Mühendis Mequinez’in” diye karşılık verdi.
Dükkancı:
– “Mequinez ailesi Tucuman’da değil.” dedi.
Bıçaklanmış birinin ki gibi ümitsiz acı dolu bir çığlık dükkancının sözlerine
yankı yaptı.
Dükkancıyla kadınlar ayağa fırladılar, yakında bulunanlar koşuştular.
Çocuğu dükkanın içine çekip onu bir yere oturtan dükkancı:
– “Ne oluyor? Neyin var, oğlum?” diye sordu. “Ümitsizliğe kapılacak bir
şey yok, ne oluyorsun! Mequinez’ler burada değiller ama, buradan az uzakta,
Tucuman’dan birkaç mil uzaklıktaki bir yerde oturuyorlar!”
Birden dirilivermiş gibi Marco adamın üstüne doğru sıçradı ve:
– “Nerede? Nerede?” diye haykırdı.
Adam :
– “Buradan on beş mil uzaklıkta bir yer, Saladillo kıyısında. Büyük bir
şeker fabrikası inşa edilen alanda pek çok ev göreceksin, bunlardan biri Bay
Mequinez’e ait. Onu orada herkes bilir, birkaç saat sonra orada olursun!” diye
devam etti.
Çığlığı duyunca dükkana koşan bir delikanlı:
– “Bir ay önce ben oradaydım.” dedi.
Marco irileşen gözleriyle ona baktı ve birden sararak:
– “Bay Mequinez’in hizmetçisini gördünüz mü, o İtalyan kadını?” diye
sordu.
– “Cenovalı’yı mı? Gördüm.”
Marco birden hıçkırıklara boğuldu, hem sevinçten, hem de heyecandan
ağlıyordu. Sonra, birden kesin kararını vererek:
– “Oraya en kısa yoldan nasıl varılır, hemen gidiyorum, bana yol gösterin!”
dedi.
Dükkandakilerin hepsi bir ağızdan:
– “Oraya ulaşabilmek için bir bütün gün yürümen gerekecek, çok
yorgunsun, dinlenmelisin, yarın sabah gidersin.” dediler.
Çocuk:
– “İmkansız! İmkansız!” diye karşılık verdi. “Söyleyin, nereden gitmeliyim,
bekleyecek zamanım yok, hemen gidiyorum, yolda ölecek olsam bile
gideceğim!”
Onu kararından döndüremeyeceklerini anladılar ve diretmekten vazgeçtiler.
– “Tanrı yardımcın olsun” dediler. “Ormandaki yoldan geçerken dikkatli ol.
İyi yolculuklar, küçük İtalyan.”
Adamlardan biri onu şehrin dışına kadar götürdü, yolu gösterdi, yol
konusunda ona bazı açıklamalar yaptı ve bir süre de arkasından baktı. Birkaç
dakika sonra çocuk gözden kayboldu. Torbası omzunda, topallayarak yol
boyunca uzanan ağaçların arasından ilerliyordu.
Zavallı hasta geceyi çok ağır geçirdi. Öyle şiddetli ağrılar çekiyordu ki,
yürekleri paralayan çığlıklar atıyor, zaman zaman da kendini kaybedip
sayıklıyordu. Başında bekleyen kadınlar ne yapacaklarını şaşırıyorlardı.
Bayan Mequinez de hastanın başından hiç ayrılmıyordu. Herkesi korkutan bir
şey vardı: Kadıncağız ameliyat olmaya karar verse bile, ertesi sabah gelecek
olan doktor geç kalacaktı. Sayıklamadığı zamanlarda da en büyük acısının
barsağındaki fıtık değil beyni kemiren uzak ailesinin düşüncesi olduğu hemen
anlaşılıveriyordu. Solgun, bitkin, çizgileri değişmiş yüzüyle, ruhunu kasıp
kavuran ümitsizlikle ellerini başına götürüyor ve:
– “Tanrım! Tanrım! Bu kadar uzakta, onları bir daha göremeden ölmek!
Zavallı çocuklarım, anasız kalan yavrularım, kimsesiz çocuklarım! Daha çok
küçük olan, şu boydaki Marco’cuğum, ne kadar iyi, ne kadar şefkatli bir
çocuktur! Onun nasıl iyi bir çocuk olduğunu bilemezsiniz! Oradan ayrılırken
boynuma doladığı kollarını çözemiyordum, yürek paralayan bir şekilde iki
gözü iki çeşme, hıçkıra hıçkıra ağlıyordu. Benim zavallı çocuğum, sanki daha
o zaman anacığını bir daha göremeyeceğini biliyordu! Onun bu haline
yüreğim paralanıyordu! Ah, keşke o zaman ölseydim, bana veda ederken
ölseydim! Bu ani bir ölüm olurdu! Zavallı yavrucak, ah ihtiyacı vardı,
annesiz, yokluk içinde Marco’cuğum sürünecek. Aç kalan Marco’cuğum
diğerlerine el açacak! Ah! Ulu Tanrım! Hayır! Hayır, ölmek istemiyorum!
Doktor! Onu hemen çağırın! Gelsin beni kessin, yüreğimi paralasın, beni deli
etsin ama, hayatımı kurtarsın! İyileşmek istiyorum, yaşamak istiyorum,
gitmek, kaçmak, yarın, hemen! Doktor! İmdat! İmdat!” diye haykırıyordu.
Kadınlar onun ellerini tutuyorlar, ona dokunuyorlar, yalvarıyorlar,
Tanrıdan, ümitten söz ederek onu yavaş yavaş kendine getiriyorlardı.
Kadıncağız yeniden çırpınmaya başlıyor, ağlıyor, ellerini kurşuni saçlı başına
koyuyor, bebek gibi inliyor, zaman zaman mırıldanıyordu:
– “Ah benim Cenova’m! Evim! Bütün o deniz!.. Ah Marco’cuğum, benim
zavallı Marco’m! Zavallı yavrucak, kim bilir şimdi nerelerdedir!”
Gece yarısıydı; zavallı Marco’cuğu da, bir hendek kenarında birkaç saat
geçirdikten sonra, canını dişine takmış, son gücünü de harcayarak geniş bir
ormandan geçiyordu. Ormanın içi dev yapılı ağaçlarla, değişik bitkilerle,
tapınak sütunlarını andıran uzun ağaç gövdeleriyle doluydu. Bu ağaçların
yaprakları çok yukarılarda ay ışınlarının üstünde gümüş gibi parıldadığı
örgüler meydana getiriyordu. Bu alacakaranlıkta, çeşitli şekillerdeki yüzlerce
ağaç gövdesini şöyle böyle seçebiliyordu. Bunlar dik, eğik, çarpık, yamuk
yumuktular. Sanki kavga eder ya da tehdit eder gibi bir halleri vardı.
Bütünüyle devrilmiş kuleler gibi yerde yatan devrilmiş ağaçlar vardı, üzerleri
bir takım karışık, vahşi otlarla kaplıydı ve bunlar da sille tokat kavga eden
öfkeli insanların siluetlerini andırıyorlardı. Aralarında büyük ağaç
toplulukları da vardı ki bunlar, uçları bulutlara değen, bir araya bağlanmış
dev oklarına benziyorlardı. Şahane büyüklüğün, dev şekillerin cömert
karşılığı, doğanın şimdiye kadar ona göstermediği bu tanrısal, ürkütücü
güzellik bütün zenginliğiyle gözleri önünde seriliyordu. Zaman zaman
korkuya kapılıyordu. Ama, ruhu birden annesine doğru atılıyordu. Artık
bütün gücünü yitirmişti, ayakları kanıyordu, bu uçsuz bucaksız ormanda tek
başınaydı, orada uzak aralarla küçük evlere, barınaklara rastlıyordu, o
koskocaman ağaçların dibindeki bu evler karınca yuvalarını andırıyordu.
Bunlardan başka da arada sırada, yol boyunca uzanmış uyuyan yaban
öküzleriyle karşılaşıyordu. Hiç hali kalmamıştı ama, yorgunluk duymuyordu;
tek başınaydı ama, korkmuyordu. Ormanın büyüklüğü ruhunu
güçlendiriyordu. Annesinin yakınlığı ona gerekli gücü ve büyük insan
güvenliğini veriyordu. Aştığı okyanusu, duyduğu heyecanları, kendisine
ızdırap veren ve yendiği acıları, yorgunlukları, yenilmez cesaretini
hatırladıkça başını biraz daha gururla yukarı kaldırıyordu. Güçlü, asil
Cenovalı kanı kuvvetli bir gurur ve cesaret dalgasıyla kalbinden fışkırıyordu.
Benliğinde bir değişiklik olmuştu: Annesini görmeyeli iki yıl olmuştu, aradan
geçen bu süre içinde de annesinin, belleğinde kalan hayali soluklaşmış,
kararmaya başlamıştı ama, şu anda bu hayal her zamankinden daha parlak,
daha berrak olarak gözlerinin önünde canlanıveriyordu. Bu hatıra kendisine
yaklaşmıştı, parıldıyordu, konuşuyordu; gözlerinin, dudaklarının en ufak
hareketlerini bile görebiliyordu, bütün davranışlarını, bütün hareketlerini bile
görebiliyordu; bütün davranışlarını, bütün hareketlerini, bütün tasarılarını...
Bütün bu düşüncelerin ittiği çocuk, adımlarını sıklaştırıyordu. Yepyeni bir
sevgi dalgası, anlatılamaz bir şefkat duygusu yüreğinde gelişiyor, gelişiyor ve
yanaklarından aşağı sıcak, tatlı gözyaşları akıtıyordu. Bir yandan karanlıklar
içinde yürürken, bir yandan da onunla konuşuyor, az sonra kulağına
fısıldayacağı kelimeleri tekrarlıyordu:
– “Buradayım, anneciğim, işte burada. Artık senden hiç ayrılmayacağım.
Eve beraber döneceğiz, gemide hiç yanından ayrılmayacağım, sana yapışık
gibi duracağım, kimse beni senden ayıramayacak, ben yaşadıkça kimse seni
benden ayıramayacak!”
Dev yapılı ağaçların yaprakları üstündeki gümüş ay ışığının, yeni doğan
günün aydınlığı içinde kaybolduğunu fark etmiyordu bile.
O sabah saat sekizde Tucuman’lı doktor -genç bir Arjantinliydi- yanında
asistanıyla hastayı ameliyata ikna etmeye çalışıyordu. Mühendis Mequinez’le
karısı da doktorun sözlerini tekrarlayarak kadıncağızı ameliyata razı etmeye
uğraşıyordu. Ama, her şey boşunaydı. Kadıncağız artık bütün gücünü
yitirdiğini anladığından ameliyata güveni kalmamıştı. Hemen, ya da
şimdikinden kat kat daha şiddetli acılar çekeceğini ameliyattan birkaç saat
sonra öleceğine bütün kalbiyle inanıyordu. Doktor onu kararından
vazgeçirmeye çalışıyordu:
– “Ama, ameliyattan emin olmalısınız, kurtulup iyileşmemenize hiçbir
sebep yok, yeter ki biraz daha yürekli olun! Eğer ameliyat olmama kararında
ısrar ederseniz kısa zamanda öleceğiniz bir gerçektir!”
Bu sözler geri çevrildi. Kadıncağız, nefes gibi kısık bir sesle:
– “Hayır!” diye karşılık verdi. “Daha ölecek cesarete sahibim; ama, boş
yere azap çekecek gücüm kalmadı. Teşekkür ederim, doktor bey. Kaderim
böyleymiş. Bırakın da rahat öleyim.”
Cesareti kırılan, ümitsizliğe kapılan doktor sustu. Bundan böyle kimse tek
bir söz söylemedi. Kadıncağız yüzünü Bayan Mequinez’e doğru çevirdi ve
ölmek üzere olan birinin son isteklerini söyledi:
– “İyi kalpli, sevgili bayan Mequinez” diye hıçkırarak, büyük bir güçlükle
konuşmaya başladı. “Arkamdan kalan eşyalarla şu birkaç kuruşu aileme
yollarsanız... Bu işte Konsolos size yardımcı olur. Hepsinin hayatta olduğunu
sanıyorum. Ölmek üzere olduğum şu anda içime iyi şeyler doğuyor. Hep
onları düşündüğümü, hep onlar için çalıştığımı... yazabilirseniz... Çocuklarım
için çalıştığımı... Tek derdimin de onları bir daha görememek olduğunu
eklersiniz... Ama, cesaretimi kaybetmeden öldüğümü... Kadere boyun
eğdiğimi... Onları takdis ederek öldüğümü... En küçüğü, zavallı
Marco’cuğumu... Kocama ve büyük oğluma emanet ediyorum... Son anıma
kadar bu çocuğun hayaliyle yaşadığımı... ” Bütün içini bir anda boşalttıktan
sonra ellerini kavuşturarak bağırdı: “Marco’cuğum! Evladım! Hayatım!..”
Ama, yaşlı gözlerini odada dolaştırırken Bayan Mequinez’in orda
olmadığını gördü. Aceleyle onu çağırmaya gelmişlerdi. Bay Mequinez’i
aradı, o da yok olmuştu. Odada yalnız iki hemşireyle asistan kalmışlardı.
Bitişik odadan gelen hızlı hızlı yürüyen ayak sesleri, alçak sesle, çabuk çabuk
konuşmalar, tutulmaya çalışılan çığlıklar duydu. Hasta feri kaçmış gözlerini
kapıya dikti ve beklemeye başladı. Birkaç dakika sonra doktor göründü,
yüzünde garip bir ifade vardı. Arkasından Bay Mequinez’le karısı da odaya
girdiler, onların da yüzü değişmişti. Üçü birden hastaya garip garip baktılar
ve alçak sesle aralarında bir şeyler konuştular. Doktor Bayan Mequinez’e:
– “Hemen şimdi daha iyi.” der gibi geldi.
Hasta bir şey anlamadı.
Bayan Mequinez titreyen bir sesle:
– “Iosefa” dedi, “size verilecek çok iyi bir haberim var. Kendinizi iyi bir
habere hazırlayın!”
Kadıncağız ona dikkatle baktı. Gittikçe daha çok heyecanlanan Bayan
Mequinez:
– “Bir haber.” diye devam etti. “Sizi çok sevindirecek bir haber.”
Hasta gözlerini koskocaman açtı.
Bayan Mequinez:
– “Kendinizi hazırlayın.” diye devam etti, “Çok sevdiğiniz birini...
Görmeye hazırlanın.”
Kadın güçlü bir hareketle başını kaldırdı ve testekerlek açılmış gözleriyle,
acele bir Bayan Mequinez’e, bir kapıya bakmaya başladı.
Bayan Mequinez sarararak:
– “Şimdi biri geldi... Hiç beklemediğimiz bir anda.” diye ekledi.
Korkmuş bir kimseninkini andıran boğuk, garip bir sesle kadıncağız:
– “Kim?” diye bağırdı.
Birkaç saniye sonra daha keskin bir çığlık attı, yatağında oturabilmek için
doğrularak ve insanüstü bir görüntünün karşısındaymış gibi gözleri
yusyuvarlak açılmış, elleri şakaklarında, hareketsiz kalakaldı.
Kadıcağız üç defa haykırdı:
– “Tanırım! Tanırım! Tanrım!”
Marco öne doğru atıldı, annesi onu bir deri bir kemik kalmış kollarının
arasına aldı, bir dişi kaplan kuvvetiyle onu bağrına bastı, kahkahalarla
gülmeye başladı, sonra bir damla gözyaşı dökmeden hıçkırıklara boğuldu ve
halsiz, bitkin yastıkların üstüne devrildi.
Hemen kendine geldi ve çılgın bir sevinçle oğlunun başını öpücüklere
boğdu:
– “Buralara kadar nasıl geldin? Niçin? Sen misin? Ne kadar da
büyümüşsün! Seni buraya kadar kim getirdi? Yalnız mısın? Hasta değilsin
ya? Marco’cuğum, sensin, değil mi? Bu bir rüya değil! Tanrım! Konuş, bir
şeyler söyle!” Sonra sesinin tonunu birden değiştirerek: “Hayır! Sus! Bekle!”
diye bağırdı. Aceleyle doktora doğru dönerek: “Doktor, hemen şimdi,
çabucak. İyileşmek istiyorum. Hazırım. Bir saniye bile kaybetmeyin.
Marco’yu dışarı çıkarın, bir şey duymasın. Marco’cuğum korkulacak bir şey
yok. Sonra bana anlatırsın. Seni bir kere daha öpeyim. Git artık. Hazırım
doktor.”
Marco dışarı çıkarıldı. Bay ve Bayan Mequinez’le odadaki diğer kadınlar
aceleyle dışarı çıkarıldılar. Yalnız asistanla, doktor kaldılar ve kapıyı
kapadılar.
Bay Mequinez, Marco’yu uzak bir odaya götürmeye çalıştı; ama,
başaramadı. Olduğu yerde çakılı gibi kımıldamadan duruyordu.
– “Ne var?” diye sordu. “Annemin neyi var? Ona ne yapıyorlar?”
Bunun üstüne, Mequinez, yavaş yavaş onu oradan uzaklaştırmaya çalışarak:
– “Bak dinle” dedi. “Şimdi sana her şeyi anlatacağım. Annen hasta, küçük
bir ameliyat geçirmesi gerekiyor, benimle gel, sana her şeyi anlatacağım.”
Çocuk yerinden kıpırdamadan:
– “Hayır!” diye karşılık verdi. “Burada kalmak istiyorum. Bana her şeyi
burada açıklayın.”
Çocuğu kolundan çekmeye çalışırken de durmadan konuşuyordu. Çocuk
korkmaya, titremeye başladı.
Ağır derecede yaralı birininkini andıran keskin bir çığlık duyuldu ve bu
çığlık bütün evi çınlattı.
Çocuk bundan daha da tüyler ürpertici bir ümitsizlik çığlığı attı:
– “Annem öldü.”
Doktor eşikte belirdi ve:
– “Annen kurtuldu” dedi.
Çocuk bir süre ona baktı, sonra hıçkırarak kendini doktorun ayaklarına attı:
– “Teşekkür ederim, doktor!”
Ama, doktor onu kollarından tutup ayağa kaldırdı ve:
– “Ayağa kalk!... Kahraman çocuk, anneni sen kurtardın.” dedi.

YAZ

24 Çarşamba

Cenovalı Marco bu yıl tanıdığımız küçük kahramanların en


sonuncularından biri. En sonuncuyu da Haziran ayında tanıyacağız. Bundan
böyle yalnız iki aylık sınav, ders yapacağımız yirmialtı gün, altı Perşembe,
beş de Pazar kaldı. Yıl sonu havası şimdiden duyulmaya başladı. Bahçenin
yaprak ve çiçek içindeki ağaçları jimnastik araçlarının üstünde geniş, serin
gölgeler meydana getiriyor. Çocuklar daha şimdiden yazlık elbiselerini
giymeye başladılar bile. Şimdi çıkış saatlerinde bu çocukları görmek insana
ayrı bir neşe veriyor, geçen aylarla karşılaştırılacak olursa her şey öylesine
değişik ki. Omuzlara kadar inen o saçlar yok oluvermiş, herkesin saçları
kısacık kesilmiş. Çıplak boyunlar, çıplak bacaklar, her türden hasır şapka ve
bunların ucundan sırta kadar inen rengarenk kurdeleler, her renkten kravat,
gömlek göze çarpıyor. En küçüklerin giydiği kırmızı, mavi ceketlerin
yakasını, kollarını, yada ceplerini anneleri parlak renklerle işlemişlerdi.
Çocuklardan pek çoğu da evden kaçmış gibi okula şapkasız geliyorlardı.
İçlerinden bazıları da beyaz jimnastik kıyafetiyle geliyorlardı. Öğretmen
Delcati’nin bir öğrencisi var, baştan ayağa kıpkırmızı giyinen bu çocuk
pişmiş ıstakoza benziyor. Denizci kıyafetiyle okula gelenler de var. Ama,
içlerinde en şık olan küçük duvarcı ustası; başına kocaman bir hasır şapka
geçirmiş, üzerine abajur yerleştirilmiş yarım muma benziyor. Bu şapkanın
altında da yüzünü tavşan gibi buruşturunca herkes gülmekten katılıyor.
Coretti de o kedi tüyünden şapkasını çıkartmış yerine kurşuni ipekten bir
yolculuk şapkası giyiyor. Votini ekose kumaştan dapdaracık bir takım
giyiyor; Crossi’nin çıplak göğsü görünüyor; Precossi mavi renkli bol bir
demirci gömleğinin içinde yüzüyor. Ya Garoffi? Şimdi, bütün ticaretini
gizleyen o kocaman mantosunu çıkardığından, ceplerini dolduran
eskicilerden aldığı o hırtı pırtılar rahatlıkla görülüyor, düzenlediği piyango
listeleri de ceplerinden zaman zaman taşıyor. Şimdi artık kimin üzerinde ne
taşıdığı görülüyor: Yarım gazete kağıdından yapılmış yelpazeler, kamış
parçaları, kuşlara taş attıkları sapanlar, otlar. Ceplerden dışarı uğrayan mayıs
böcekleri ceketlerin üstünde yavaş yavaş yürüyorlar. Çocukların çoğu
öğretmenlerine demet demet çiçek getiriyorlar. Öğretmenler de iç açan açık
renkli kıyafetler giyiyorlar, tabii her zaman siyahlar giyen ‘rahibeden’ başka
herkes. Kırmızı kalemli öğretmen o kırmızı kalemini taşımaya devam ediyor,
bir de elbisenin yakasına pembe kurdelelerden yapılmış bir fiyonk takıyor.
Daima onu güldüren ve peşlerinden koşturan öğrencileri elleye elleye bu
fiyongu bumburuşuk etmişler. Şimdi kiraz, kelebek, yollarda şarkılar söyleme
ve kırlarda gezinme mevsimi. Daha şimdiden dördüncü sınıftan pek çok
çocuk okuldan kaçıp Po Irmağı’nda yıkanmaya gidiyor. Artık herkes tatili
düşünüyor. Her gün, bir gün öncekinden daha sevinçli, daha sabırsız okuldan
çıkıyoruz. Yalnız, matemdeki Garrone’yle eskisinden daha zayıf, daha solgun
olan ve daha çok öksüren birinci sınıf öğretmenimi gördükçe üzülüyorum.
Şimdi yürürken belini büküyor ve bana hüzünlü bir selam veriyor!
ŞİİR

26 Cuma

Enrico, artık okul hayatının şiir tarafını da anlamaya başlıyorsun; ama,


okulu şimdi yalnız içinden görebiliyorsun. Otuz yıl sonra çocuklarını
götürmek için oraya girince ve dışardan görünce, bugün benim gördüğüm
gibi, okulu çok daha güzel, çok daha şairane bulacaksın. Senin çıkmanı
beklerken okulun çevresindeki sessiz sokaklarda dolaşıyorum ve giriş
katındaki panjurları inik pencerelerden gelen seslere kulak kabartıyorum.
Pencerelerden birinden bir öğretmen şöyle diyor:
– “Ah sen ne garip çocuksun! Gitme, evladım! Sonra baban ne der?..”
Bitişikteki pencereden yavaş yavaş problem yazdıran öğretmenin kalın sesi
duyuluyor:
– “Elli metre kumaş alacağım... Metresi dört buçuk liradan... Ve onu...”
Daha ileride kırmızı kalemli öğretmen yüksek sesle okuyor:
– “Bunun üzerine Pietro Micco yanan kibritle...”
Daha da ilerideki bir sınıftan yüzlerce kuşun cıvıltısını andıran sesler
yükseliyor, demek ki bir süre için öğretmen sınıftan çıkmış. Biraz daha
ilerliyorum, bir şarkının yanlış söylenen nağmelerinde ağlayan bir öğrencinin
ve onu azarlayan, ya da avutmaya çalışan bir öğretmenin sesini duyuyorum.
Diğer pencerelerden gelen mısralar, iyi kalpli, büyük insan adları, cesareti,
vatan sevgisini, erdemi öğütleyen atasözleri duyuyorum. Sonra bir sessizlik
oluyor, insana sanki bütün bina bomboşmuş gibi geliyor ve içeride yediyüz
çocuğun bulunduğunu unutuyorsun bile. Birden neşeli bir öğretmenin yaptığı
şakanın doğurduğu çılgın kahkahalar yükseliveriyor... Yoldan geçenler biraz
durup içeriden gelen bu sesleri dinlemeye çalışıyorlar ve bu sevimli binaya
sevgi dolu gözlerle bakıyorlar. Buradan ümit, neşe ve gençlik taşıyor.
Sevinçli bir haberin yayıldığını belirten o sesler: Uğultu şeklinde yükselen bir
gürültü, kapatılıp çarpılan kitap, çanta sesleri, tepinmeler, en incesinden en
kalınına kadar duyulan vızıltılar. Sınıfları dolaşan okul hademesi, derslerin
bittiğini haber veriyordu. Bu ses üzerine kadınları, erkekleri, kız çocuklarını,
erkek kardeşlerini, torunlarını bekliyorlardı. Bu sırada, mantolarını,
başlıklarını, almak için sınıflarından fışkırır gibi büyük odaya koşuşan
küçükler kapı önlerinde karışıklık çıkarıyorlar, büyük odada sıçrayıp
zıplayarak dört dönüyorlardı. Sonunda hademe koşup geliyor ve onları teker
teker sınıflarına sokuyor. Sonra uzun sıralar halinde, ayaklarını vurarak
çıkıyorlar. Kapıda bekleşenler çocukları soru yağmuruna tutuyorlardı:
– “Dersini bildin mi? Ne kadar ödev verdi? Yarına ne dersiniz var? Aylık
sınav ne zaman?”
Okuma yazma bilmeyen zavallı anacıklar da defterleri açıyorlar,
problemlere bakıyorlar, aldıkları notları soruyorlardı:
– “Yalnız sekiz mi? Yıldızlı on mu? Dersten dokuz mu aldın?”
Tasalanıyorlar, seviniyorlar, öğretmenlerle dersten, programdan
konuşuyorlar. Bütün bunlar ne kadar güzel, ne kadar ulu ve dünyanın
geleceği için ne güzel vaat!

BABAN

SAĞIR-DİLSİZ

28 Pazar
Mayıs ayını bu sabah ki ziyaretten daha güzel bir şeyle tamamlayamazdık.
Kapı çalındı, hepimiz koştuk.
– “Giorgio, siz geldiniz demek?” denildiğini duydum.
Gelen Giorgio’ydu, Chieri’deki evimizin bahçıvanı. Şimdi ailesi
Cordove’de bulunuyor. Üç yıldır dışarıda demiryollarında çalışıyordu, önceki
gün Cenova’ya dönmüş. Elinde kocaman bir paket vardı. Biraz yaşlanmış
ama, yüzü her zamanki gibi genç ve sıhhatli.
Babam içeri girmesini istiyordu ama, o kabul etmedi ve birden yüzünü
ciddileştirerek sordu:
– “Ailem nasıl? Gigia nasıl?”
– “Birkaç gün öncesine kadar herkes çok iyiydi.” diye karşılık verdi.
Giorgio geniş bir nefes aldı:
– “Oh, Tanrıya şükürler olsun! Çocuğumun hakkında haber almadan önce
sağır-dilsizler okuluna gitmek istemiyordum. Paketimi burada bırakıp gidip
onu alayım. Zavallı kızcağızımı üç yıldır görmedim! Üç yıl boyunca
ailemden kimseyi görmedim!”
Babam bana:
– “Sen de Giorgio’yla git.” dedi.
Bahçıvan merdiven başında durdu ve:
– “Özür dilerim, bir şey daha soracaktım.” dedi.
Babam onun sözünü kesti:
– “Ya işlerin nasıl?”
– “Tanrıya şükür, iyi. Kazandığım parayı da beraberimde getirdim. Ama,
sormak istiyorum. Sağır-dilsiz kızım nasıl gidiyor, bu konuda bana bir şeyler
söyler misiniz. Ben onu bıraktığımda, zavallı yaratık küçük bir hayvan
yavrusundan farksızdı. Ben söylenenlere pek inanmıyordum. İşaretleri
yapmasını bilmedikten sonra onun konuşmayı öğrenmesi ne işe yarar diye
düşünüyordum. Zavallı yavrucak, bilmiyorum onunla nasıl anlaşabileceğiz.
Kendi aralarında konuşabilmeleri için yararlı ama, bizlerle nasıl olacak?
Durum nasıl? Ne yapıyor?”
Babam gülümsedi ve:
– “Size hiçbir şey söylemeyeceğim: Her şeyi kendi gözlerinizle görürsünüz.
Gidin, gidin; onun daha fazla zamanını çalmayın!” diye karşılık verdi.
Dışarı çıktık, okul eve çok yakındı. Yolda hızlı hızlı yürürken, bahçıvan
benimle konuşuyor, konuştukça da derdi artıyordu.
– “Ah! Zavallı Gigia’cığım! Böyle bir felaketle birlikte doğmak! Onun beni
baba diye çağırdığını daha duyamadım, o da benim kendisini kızım diye
çağırdığımı duymadı, şimdiye dek ne bir kelimeyi söyledi, ne de duydu!
Tanrıya şükür okul masrafını ödeyecek iyiliksever bir bey çıktı da... Ama,
sekiz yaşından önce oraya gidemedi. Üç yıldır evinden uzak, o okulda
kalıyor. Yakında onbir yaşında olacak. Epey büyüdü, değil mi, büyüdü?
Keyfi yerinde mi?”
Adımlarımı hızlandırarak:
– “Şimdi görürsünüz, şimdi görürsünüz.” dedim.
– “Peki, bu okul nerede?” diye sordu. “Karım onu okula getirdiğinde ben
gitmiştim. Bana öyle geliyor ki buralarda bir yerde olacak.”
Tam o sırada okula vardık. Hemen içeri girdik. Kapıcı bize doğru geldi.
Bahçıvan:
– “Ben Gigia Voggi’nin babasıyım, kızımı hemen görmek istiyorum.” dedi.
Kapıcı:
– “Şimdi teneffüsteler, gidip öğretmene haber vereyim.” dedi ve gözden
kayboldu.
Bahçıvan ne bir kelime söyleyebiliyor ne de yerinde rahat durabiliyordu.
Hiçbir şey görmeden çerçeve içindeki resimlere bakıyordu.
Kapı açıldı. Siyah elbiseli bir öğretmen göründü, bir kız çocuğunun elinden
tutuyordu.
Baba kız bir süre bakıştılar, sonra birbirlerinin kollarına atıldılar ve bir
çığlık attılar.
Kızcağız kırmızı beyaz kareli bir elbise giymişti, önünde de beyaz bir önlük
vardı. Benden daha uzun boyluydu. Ağlıyor ve babasının boynuna doladığı
iki koluyla ona sıkı sıkı sarılıyordu.
Babası zorlukla kendini kızının kolları arasından kurtarabildi ve gözleri
parıldayarak, saatlerce koşmuş gibi nefes nefese baştan ayağa kızına baktı ve:
– “Ah! Ne kadar da büyümüş! Nasıl da güzelleşmiş! Ah! Benim zavallı,
sevgili Gigia’m! Benim zavallı dilsiz çocuğum! Siz, bayan öğretmen? Ne
olur, söyler misiniz bana öğrendiği o işaretleri yapsın, belki de biraz bir
şeyler anlayabilirim. Ve sonra da yavaş yavaş onları öğrenmeye çalışırım.
Söyleyin, hareketlerle bana bir şeyler anlatmaya çalışsın.”
Öğretmen gülümsedi ve çocuğa yavaş sesle:
– “Seni görmeye gelen bu bey kim!” diye sordu.
Kızcağız dilimizi ilk kez konuşan bir vahşi gibi kalın, garip ve bağıran bir
sesle ama, kelimeleri teker teker söyleyip gülümseyerek:
– “Be-nim ba-bam “ diye karşılık verdi.
Bahçıvan bir adım geriledi ve deli gibi bir çığlık attı:
– “Konuşuyor! Demek doğruymuş! Demek doğruymuş! Konuşuyor!
Konuşuyorsun, benim sevgili bebeğim, konuşuyorsun! Bana bir şeyler söyle;
konuş!”
Gene kızını öpmeye koyuldu, onu alnından üç defa öptü. “İşaretler yaparak
konuşmuyor, parmak hareketleri yaparak konuşmuyor. Peki bu ne demek
oluyor”
Öğretmen karşılık verdi:
– “Hayır, Bay Voggi, hareketlerle konuşmuyor. O çok eski bir kuraldı.
Burada yeni kuralla konuşma öğretiliyor, sözlü olarak. Nasıl, bunu bilmiyor
muydunuz?”
Bahçıvan şaşkın şaşkın:
– “Ben hiçbir şey bilmiyordum.” diye karşılık verdi. “Üç yıldır dışarıdayım!
Bunu bana yazdılar ama, ben bir şey anlamadım. Ben odun kafalının biriyim.
Ah, sevgili kızım, söylediklerimi anlıyorsun, değil mi? Sesimi duyuyor
musun? Cevap ver bakayım: Söylediklerimi duyuyor musun? Beni
duyabiliyor musun?”
Öğretmen:
– “Hayır, hayır, efendim, sesi duymuyor, çünkü sağır. Söylediğiniz
kelimeleri ağız hareketinden anlıyor. İşte söylediklerinizi böyle anlayabiliyor.
Ne sizin söylediklerinizi, ne de kendi söylediklerini duyabiliyor.
Konuşabiliyor, çünkü bu kelimeleri söyleyebilmek için dilini, dudaklarını
nasıl hareket ettirmesi gerektiğini ona öğrettik, bu sesleri çıkarabilmek için
büyük bir güç harcıyor.” dedi.
Bahçıvan öğretmenin söylediklerinden pek bir şey anlamadı ve ağzı açık
kalakaldı. Duyduklarına inanamıyordu. Kızının kulağına doğru eğildi ve
şunları şöyleydi:
– “Söyle bakalım, Gigia, babanın döndüğüne sevindin mi?”
Başını kaldırdı ve karşılığını beklemeye başladı.
Çocukcağız düşünceli düşünceli ona baktı ve hiçbir şey söylemedi.
Baba şaşırmıştı.
Öğretmen güldü. Sonra:
– “Size cevap veremiyor, çünkü dudaklarınızın hareketini göremedi: Onun
kulağına konuştunuz! Onun karşısına geçin ve sorunuzu tekrarlayın!” dedi.
Baba, kızının yüzüne bakarak tekrarladı:
– “Babanın dönüşüne sevindin mi? Artık bir daha dışarı gitmeyeceğim”
– “Evet, dön-dü-ğüne, se-vi-niyorum, bir daha dışarı git-me-yeceğinede...
bir daha hiç.”
Babası onu heyecanla öptü, sonra aceleyle, duyduklarından iyicene emin
olabilmek için onu soru yağmuruna tuttu:
– “Annenin adı nedir”
– “An-tonia.”
– “Küçük kız kardeşinin adı nedir?”
– “A-de-laide.”
– “Bu okulun adı nedir?”
– “Sa-gır-dil-sizler o-ku-lu.”
– “İki kere on kaç eder?”
– “Yirmi.”
Biz onu sevinçten güleceğini beklerken o birden ağlamaya koyuldu. Ama,
bunlar sevinç gözyaşlarıydı.
Öğretmen:
– “Böyle yapmayın.” dedi. “Bu durum karşısında ağlamanız değil gülmeniz
gerek. Bakın, kızınızı da ağlatıyorsunuz. Memnunsunuz, değil mi?”
Bahçıvan öğretmenin elini yakaladı ve onu iki, üç kere öperek:
– “Teşekkür ederim, teşekkür ederim, yüz kere, bin kere teşekkür ederim,
sevgili öğretmen! Başka şeyler söylemesini beceremediğim için beni
bağışlayın!” dedi.
Öğretmen:
– “Kızınız yalnız konuşmuyor,” dedi, “yazmasını da biliyor. Hesap
yapmayı da öğrendi. Gerekli bütün eşyaların adını biliyor. Biraz tarih, biraz
da coğrafya öğrendi. Şimdi normal sınıfa devam ediyor. Diğer iki sınıfı da
okuyunca çok, pek çok şey öğrenecek. Okuldan çıktığı zaman bir meslek
sahibi bile olabilir. Şimdi dükkanlarda diğerleri gibi tezgahtarlık yapan eski
öğrencilerimiz var.”
Bahçıvan hiçbir şey söylemeden şaşkın şaşkın duruyordu. Zihni gene
karışmıştı. Kızına baktı ve alnını kaşıdı. Yüzünden bir şeyler daha sormak
istediği anlaşılıyordu.
Öğretmen kapıcıya döndü ve:
– “Hazırlık sınıfındaki çocuklardan birini daha getirin “dedi.
Kısa bir süre de kapıcı yanında sekiz, dokuz yaşlarında, okula yeni yazılmış
bir kız çocukla geri geldi.
Öğretmen:
– “Bu, en kolay şeyleri yeni öğrenmeye başlayan çocuklardan biri.” dedi.
“Bakın nasıl oluyor. Ona e harfini söyletmek istiyorum. Dikkatle bakın.”
Öğretmen e harfini söylerken yaptığımız gibi ağzını açtı ve çocuğa da
kendisi gibi yapması için işaret etti. Çocuk öğretmenin istediğini yaptı. Sonra
öğretmen bu sesi çıkarması için ona yeni bir işaret yaptı. Çocuk sesini çıkardı
ama, e yerine o dedi. Öğretmen:
– “Hayır, bu değil.” dedi.
Çocuğun iki elini tuttu ve çocuğun bir avcunu göğsüne, bir avcunu da
boğazına dayadı ve tekrarladı: “e”
Çocuk elleriyle öğretmenin göğsündeki ve boğazındaki hareketi hissettiği
için yeniden ağzını açtı ve çok düzgün bir şekilde e dedi. Aynı şekilde,
çocuğun elleri kendi göğsüne ve boğazına dayalı olarak, öğretmen ona c ve d
harflerini de söyletti. Sonra bahçıvana sordu:
– “Şimdi anladınız mı?”
Baba anlamıştı ama, anlamadığı zamankinden daha şaşkın duruyordu.
Birkaç dakika düşündükten sonra öğretmene:
– “Çocuklara konuşmayı böyle mi öğretiyorlar?” diye sordu. “Bu şekilde,
yavaş yavaş, hepsine teker teker konuşmayı öğretebilmek için çok sabırlı
olmaları gerek... Yıllar boyunca... Ama, bu insanlar evliya olmalı! Bunlar
cennetin kutsal melekleri! Söyleyecek bir şey bulamıyorum ki... Ah! Beni
kızımla biraz yalnız bırakabilir misiniz, yalnız beş dakika için.”
Baba kızını bir kenara çekip oturttu ve ona sorular sormaya başladı. Her
sorduğuna çocuk teker teker karşılık veriyordu. Sevinçten gözleri parıldayan
baba gülüyor, ellerini dizine vuruyor, kızının ellerini tutuyor, gökten inen
tanrısal bir sesi dinlermiş gibi mutlu, kızına bakıyordu. Sonra öğretmene
sordu:
– “Müdüre teşekkür edebilir miyim?”
– “Bu okulda müdür yok. Ama, teşekkür etmeniz gereken başka biri var.
Burada her küçük çocuğun kendisiyle bir abla, bir anne gibi uğraşan, o da
sağır-dilsiz olan bir büyük arkadaş vardır. Sizin kızınızla uğraşan da bir
fırıncının onsekiz yaşındaki kızıdır. Kendisi de sağır-dilsiz, çok iyi kalpli bir
kızcağız, kızınızı da çok seviyor. İki yıldır her sabah onun giyinmesine
yardım ediyor, saçlarını tarıyor, dikiş dikmesini öğretiyor, öteberisini
düzeltiyor, ona arkadaşlık ediyor. Luigia, okuldaki annenin adı nedir?”
Çocuk gülümsedi ve:
– “Ca-te-rina Gior-dano” dedi.
Baba:
– “A!. O iyi kalpli kız!” dedi ve kızcağızı okşamak için elini uzattı, sonra
birden geri çekti ve: “Ah! İyi kalpli çocuk, Tanrı seni takdis etsin, talihin
açık, gönlün daima ferah olsun. Tanrı seni ve aileni her zaman mutlu etsin, ne
kadar iyi kalpli bir çocuksun, benim zavallı Gigia’mla ne kadar
ilgileniyorsun. O güzel yüzün her zaman gülsün. Zavallı bir aile babası
bunları senin için bütün kalbiyle diliyor!”
Hep başını eğik tutup gülümseyerek büyük kız küçüğü okşuyordu.
Bahçıvan da kutsal bir resim seyreder gibi ona bakmaya devam ediyordu.
Öğretmen:
– “Dilerseniz, bugün kızınızı birlikte götürebilirsiniz.” dedi.
Bahçıvan:
– “Birlikte götürebilir miyim!” diye bir sevinç çığlığı attı. “Bugün onu
Cordove’ye götürür, yarın sabah da geri getiririm. Ah, benim sevgili kızım,
benimle geleceksin, değil mi?”
Kızcağız giyinmek için hemen odadan çıktı.
Bahçıvan:
– “Onu tam üç yıldır görmedim!” diye söze başladı. “Şimdi ne güzel
konuşuyor! Onu hemen Cordove’ye götüreceğim. Önce onu koluma alıp
biraz Torino’da dolaşacağım, herkes onu görsün. Sonra da onu ahbaplarıma
götüreceğim, nasıl konuştuğunu duysunlar! Ah! Ne güzel bir gün! Bu benim
için tam bir avuntu oldu! Gigia’cığım, babanın koluna gir!”
Şapkasıyla mantosunu giymiş olan kızcağız yanımıza dönmüştü bile.
Babasının koluna girdi.
Baba kapıda durdu ve:
– “Hepinize çok teşekkür ederim! Bütün kalbimle hepinize teşekkür
ederim! Dönüşte tekrar buraya uğrayıp hepinize ayrı ayrı teşekkür
edeceğim!” dedi.
Bir süre düşünceli durdu, sonra kızının kolunu bıraktı bir elini ceketinin
cebine sokarak geri döndü ve çılgın gibi haykırdı:
– “Ben zavallı bir adamım ama, okul için yirmi lira bırakıyorum, yepyeni
bir çil altın!”
Masalardan birine hızla çarparak bir altın bıraktı.
Duygulanan öğretmen:
– “Hayır, hayır, paranızı geri alın, iyi kalpli adam” dedi. Bunu kabul
edemem. Onu geri alın bunu ben alamam. Müdür döndüğü zaman gelirsiniz.
Ama, o da bunu kabul etmeyecek, emin olun. Zavallı adamcağız, bu parayı
kazanabilmek için çok güç sarf ettiniz. Bu parayı vermeseniz de biz gene
memnun oluruz.”
Bahçıvan, direnerek:
– “Hayır, ben bunu bırakıyorum.” diye karşılık verdi, “Sonra... Gerisini
düşünürüz.”
Ama, öğretmen adamcağıza itiraz edecek zaman bırakmadan parayı onun
cebine yerleştirdi.
Beriki de başını eğerek duruma razı oldu. Sonra, eliyle öğretmene ve büyük
kıza birer öpücük yollayarak kızının koluna girdi ve onunla kapıya doğru
ilerlerken:
– “Gel, gel, benim sevgili kızım, zavallı dilsiz çocuğum, benim bir tanem!”
diyordu.
Kızcağız da o kalın sesiyle:
– “Ah! Ne gü-zel güneş!” diye bir sevinç çığlığı attı.
HAZİRAN

GARIBALDI

3 Haziran, Yarın Milli Bayram

Bugün milli matem günü. Dün akşam Garibaldi öldü. Onun kim olduğunu
biliyor musun? On milyon İtalyanı Borboni’lerin tiranlığından o kurtardı.
Yetmişbeş yaşında öldü. Nizza’da doğdu, babası kaptandı; onüç yaşındayken
boğulmakta olan bir kayık dolusu arkadaşını kurtardı; yirmiyedi yaşında
Marsilya sularında boğulmakta olan bir delikanlıyı kurtardı; kırkbir yaşında
okyanusta bir geminin yanmasına engel oldu. Yabancı bir milletin özgürlüğü
için Amerika’da çarpıştı; Lombardiya ve Trentino’yu Avusturyalılardan
kurtarmak için üç savaşa katıldı: 1849’da Fransızları Roma’dan çıkarmak için
çarpıştı, 1860’da Palermo ve Napoli’yi özgürlüğüne kavuşturdu, 1867’de
Roma’nın özgürlüğü için yeniden çarpıştı, 1870’de Fransa’yı korumak için
Almanlarla savaştı. İçinde kahramanlık ateşi ve savaşçı dehası kaynıyordu.
Kırk savaşta çarpıştı ve otuz yedisini kazandı. Savaşmadığı zamanlarda da ya
yaşayabilmek için çalıştı ya da ıssız bir adaya çekilip tarımla uğraştı.
Öğretmenlik, denizcilik, işçilik, tüccarlık, askerlik, generallik, diktatörlük
yaptı. Büyüktü, alçak gönüllüydü, iyilikseverdi. Baskı yapanlardan nefret
ederdi, bütün milletleri sever, düşkünleri korurdu. İyilik yapmaktan başka bir
şey düşünmezdi, itibara önem vermez, ölümden korkmazdı, İtalya’ya
hayrandı, ona tapardı. Savaş narası attığı zaman erinden generaline kadar
herkes İtalya’nın dört bir yanından koşar, ona gelirdi: Beyler saraylarını,
işçiler atölyelerini, delikanlılar okullarını bırakırlar ve şan, şeref güneşinde
çarpışmaya koşarlardı. Savaşta kırmızı bir gömlek giyerdi. Gül yüzlüydü,
sarışındı, yakışıklıydı. Savaş alanlarında bir yıldırımı andırırdı, bir çocuk gibi
sever, bir aziz gibi ızdırap çekerdi. Binlerce İtalyan ölürken onun uzaktan
şan, şeref içinde geçtiğini gördüler ve mutlu öldüler. İçlerinden binlercesi
gözlerini kırpmadan onun için hayatlarını verirlerdi. Öldü. Bütün dünya onun
ölümüne ağladı. Şimdi onu anlayamazsın. Ama, hayatın boyunca onun
yaptıklarını okuyacak, ondan söz edildiğini duyacaksın. Zamanla sen
büyüdükçe onun hayali de önünde büyüyecek. İleride büyüdüğün zaman onu
dev gibi göreceksin. Sen bu dünyadan göçtükten sonra, çocuklarının
çocukları, onların çocukları da bu dünyadan gittikten sonra geriye kalanlar da
kazandığı zaferlerin adlarıyla donatılmış, yıldız çemberini andıran bir
çelengin onun o ışık saçan başını daima çevrelediğini göreceklerdir. Her
İtalyan onun adını andıkça mutlu olacak, gurur duyacaktır.

BABAN
ORDU

11 Pazar. Milli Bayram.


Garibaldi’nin Ölümü dolayısıyla bir hafta ertelendi.

Askerlerin geçit törenini görebilmek için Castello Meydanı’na gittik.


Askerler düzgün sıralar halinde Başkumandanın önünden ve yolun iki yanına
dizilmiş halkın arasından düzgün sıralar halinde geçtiler. Askerler bandonun
eşliğinde sırayla geçerlerken babam da şanlı bayrakların kazandıkları
zaferleri, bölükleri bana gösteriyordu. En önde Akademi öğrencileri
ilerliyordu; sayıları üçyüze yakındı. Bunlar geleceğin topçu, ya da piyade
subaylarıydılar. Üniformaları siyahtı. Öğrenci ve asker gururunun karıştığı
sevimli bir güçle ilerliyorlardı. Onların arkasından piyadeler geçtiler. Gioto
ve San Martino’da çarpışan Aosta birliği, Castelfidardo’da çarpışan Bergamo
birliği, dört alay, birbirinin ardı sıra bölükler ve binlerce kırmızı küçük
püsküller. Bu püskülcükler, iki ucundan gerilen ve sallanan, kan rengi
çiçeklerden yapılmış uzun çelenkleri andırıyorlar ve halkın arasında uzayıp
gidiyorlardı. Piyadelerin arkasından başlıklarında siyah tüylü sorguçları,
üniformalarında kırmızı şeritleriyle muhabere birliği geçiyordu. Topçular sıra
halinde önümüzden geçerlerken yüzlerce uzun dik tüy dikkatimizi çekti. Bize
doğru ilerliyorlardı. Bunlar Alplilerdi; İtalya kapılarının koruyucuları. Hepsi
de güçlü kuvvetli, iri yarı, kırmızı yanaklıydılar. Calabria biçimi şapkalar
giymişlerdi, üniformaları da yeşildi, dağlarında biten otların renginde. Daha
Alpliler geçerlerken, halk arasında bir kımıldanma oldu ve Bersaliyerler
göründü; bunlar ünlü onikinci kıt’ayı meydana getiriyorlardı. Porta Pia’daki
bir gedikten Roma’ya ilk girenler bu kıt’anın piyadeleriydiler. Hepsi de
esmer, çevik, canlıydılar. Havada dalgalanan sorguçlarıyla kara bir sel gibi
geçtiler. Bir yandan da ellerindeki borazanlarla meydanı çın çın çınlattılar, bu
gönüllerinden taşan bir sevinç çığlığını andırıyordu. Onların boru sesini
yaklaşmakta olan topçular bastırdı. Sırma kordonlu topçular üçyüz çift güçlü
atın çektiği topların üstünde gururla oturuyorlardı. Tunç ve çelik karışımı
uzun namlulu toplar haziran güneşinin altında parıldıyorlardı. Yolda
ilerlerken sarsılıyordu, uğulduyorlar ve yerleri sarsıyorlardı. Topçuların
peşinden de ağır, sakin ilerleyişleri, yorgun, sert görünüşleriyle, güçlü
kuvvetli askerleri, yağız katırlarıyla dağ topçuları belirdi. İnsan ayağının
ulaşabildiği her yere felaketi, ölümü taşıyabiliyorlardı. En sonunda, tulgaları
güneşte parıldayan, mızrakları dimdik, rüzgarda dalgalanan bayrakları, altın
ve gümüş pırıltıları içinde, havayı boru sesleri ve at kişnemeleriyle dolduran
süvariler dört nala atıldılar. Bu, Santa Lucia’dan Villafranca’ya kadar gözünü
budaktan esirgemeden dövüşen o yürekli Cenova süvari alayıydı.
– “Ah! Ne güzel!” diye haykırdım.
Ama, babam bu sözlerime kızdı ve bana:
– “Orduyu yalnız güzel bir görüntü olarak düşünme.” dedi. “Bütün bu
canlılık, hayat, ümit dolu gençler vatanımızı korumak için bir gün görev
başına çağırılabilirler. Birkaç saat içinde de top, ya da mermi yağmuru altında
hayatlarını kaybedebilirler. Ne zaman bir geçit resminde: Yaşasın ordu,
yaşasın İtalya, diye bağırıldığını duyacak olursan, önünden geçen bu alayların
arkasında ceset dolu, kanla sulanmış savaş alanlarını hatırla. O zaman yaşa
varol çığlığı kalbinin daha da derinlerinden çıkacak ve İtalya’nın hayali
gözlerinin önünde daha büyük, daha kutsal olarak belirecek.”

İTALYA

14 Salı
Bayram günlerinde vatanını böyle selamla: İtalya, vatanım benim, kutsal,
sevgili toprağım, anamın babamın doğduğu ve gömülecekleri, benim
üzerinde yaşamayı ve ölmeyi ümit ettiğim, çocuklarımın büyüyüp öleceği
toprak! Yüzyıllardır ulu, şanlı, güzel İtalya’m benim, ama yalnız birkaç yıldır
hürriyetine ve birliğine kavuşabildin. Bütün dünyaya parlak zeka saçtın, onun
uğruna yüzlerce değerli insan savaş alanlarında kaç kahraman da darağacında
son nefesini verdi! Üçyüz şehrin ve otuz milyon evladın kutsal anası. Daha
çocuğum, seni bütünüyle anlayamıyorum, tanıyamıyorum ama, seni bütün
kalbimle seviyorum, bütün benliğimle. Senden doğduğum ve senin oğlun
olduğum için gurur duyuyorum. Açık denizlerini, ulu Alplerini seviyorum,
muhteşem anıtlarını, ölümsüz hatıralarını seviyorum, şanını ve güzelliğini
seviyorum. İlk kez güneşi gördüğüm ve adını öğrendiğim o sevimli yer gibi
toprağının her yerinde seni seviyor ve sayıyorum. Bütün şehirlerini aynı
sevgi, aynı minnettarlıkla seviyorum. Değerli Torino, şahane Cenova, Bilgin
Bolonya, efsanevi Venedik, güçlü Milano, hepinizi, hepinizi çok seviyorum,
sevimli Floransa, yılmak bilmez Palermo, uçsuz bucaksız ve güzel Napoli,
şahane ve ölümsüz Roma. Seni seviyorum, kutsal vatanım! Bütün çocuklarını
kendi öz kardeşlerim gibi seveceğime söz veriyorum. Ünlü kişilerini, yüce
ölülerini ömrümce kalbimde yaşatacağım ve onlara karşı daima saygı
duyacağım. Namuslu, çalışkan bir vatandaş olacağım, sana layık olabilmek
için yılmadan bütün gücümle kendimi yükselteceğim. Bir gün yüzündeki
bütün sefalet, bilgisizlik, haksızlık, suç izlerini bütünüyle yok edebilmek için
bütün gücümü toplayıp sana hizmet edeceğim. Öyle ki günün birinde bütün
kudretin ve ihtişamınla hüküm sür. Sana söz veriyorum, bütün aklımla, bütün
kalbimle, kollarımın bütün gücüyle, yılmadan, yorulmadan sana yardım
edeceğim. Eğer bir gün senin için kanımı, canımı vermem gerekirse bir an
duraklamadan veririm. Senin kutsal adını gökyüzüne bağırarak ve son
öpücüğümü de şanlı bayrağına göndererek ölürüm.
32 DERECE

16 Cuma

Milli bayramdan bu yana beş gün geçti, bu beş gün içinde de sıcaklık üç
derece arttı. Bütünüyle yaza girdik. Bütün arkadaşlarım yorulmaya başladılar,
ilkbahardaki o güzel pembe renklerini de kaybettiler. Boyunlar ve bacaklar
inceldi, başlar sallanıyor, gözler kapanıyor. Yüzü sapsarı kesilen ve sıcağa
hiç dayanamayan Nelli’cik, birkaç kere defterinin üstüne kapanıp derin derin
uyudu. Ama, Garrone her zamanki gibi dikkati elden bırakmıyor, öğretmen
uyuduğunu görmesin diye önüne kocaman bir kitabı açıp dik tutuyor. Crossi
kırmızı başını öyle bir şekilde sıranın üstüne yerleştiriyor ki sanki
gövdesinden ayrılmış da oraya konuvermiş gibi duruyor. Nobis sınıfta çok
kalabalık olduğumuzdan ve onun ciğerlerine dolan havayı bozduğumuzdan
yakınıyor. Ah! Şimdi çalışabilmek için öyle büyük bir güç harcamak
gerekiyor ki! Evin penceresinden bakınca yerlerde koyu renk gölgeler çizen o
güzelim ağaçları görüyorum, oraya ne büyük bir istekle koşardım. Sıraların
arasına kapanıp ders çalışmam gerektiğini düşününce hem öfkeleniyorum,
hem de üzülüyorum. Ama, okuldan çıkarken kapıda iyi kalpli anneciğimi
görünce öyle seviniyorum ki, hemen, yüzüm sararmış mı diye bakıyor. Evde
okul ödevlerimi yaparken:
– “Çok yorulmadın ya?” diye soruyor. Her sabah altıda ders çalışmam için
beni uyandırırken de: “Gayret! Yalnız birkaç günün kaldı. Sonra serbest
olacaksın.” dedi.
BABAM

17 Cumartesi

Ne arkadaşın Coretti, ne de Garrone hiçbir zaman babalarına senin bu


akşam babana verdiğin karşılığı vermemişlerdir. Enrico! Bunu nasıl
yapabildin? Ben yaşadıkça böyle bir olayın bir daha meydana gelmeyeceğine
söz ver. Ne zaman babanın azarlamalarını duyduğunda dudaklarına kötü bir
karşılık gelse o kaçınılmaz günü hatırla; o zaman seni yatağının yanına
çağıracak ve:
– “Enrico, seni terk ediyorum!” diyecek.
Ah! Evlâtçığım, onun sesini son defa duyduğun zaman, hatta daha sonraları
bile, onun terkedilmiş odasında tek başına, onun artık bir daha açamayacağı o
kitapların arasında ağalarken, bazen ona karşı saygısızca davrandığını
hatırlayacaksın ve kendi kendine: ‘Ben bunu nasıl yapabildim?’ diye
soracaksın. Onun her zaman senin en yakın arkadaşın olduğunu, seni
cezalandırmak zorunda kaldığı zamanlarda onun senden çok üzüldüğünü,
yalnız iyiliğini istediği için seni ağlattığını anlayacaksın. Pişman olacaksın ve
üzerinde bu kadar çalıştığı, çocukları için hayatını yıprattığı o masayı
ağlayarak öpeceksin. Şimdi bunlardan pek bir şey anlamıyorsun. İyiliğinden
ve sevgisinden başka bütün duygularını senden saklıyor. Sen bilmiyorsun
ama, bazen yorgunluktan öyle bitkin bir hale geliyor ki çok kısa bir zaman
sonra ölüvereceğini sanıyor. O zamanlarda bile yalnız senden söz ediyor, seni
koruyucusuz ve parasız bırakmaktan başka hiçbir kaygısı yok! Çok kereler,
bütün bunları düşünürken, sen uyuduğun sırada, elinde lambayla odana gelip
uzun uzun seni seyreder ve bütün yorgunluğuna, üzüntüsüne rağmen bütün
gayretini toplar ve işinin başına döner! Sık sık seni aradığından ve seni
yanında görmek istediğinden haberin bile yok. Yeryüzündeki bütün insanlar
gibi içinde bir üzüntü duyuyor, canını sıkan olaylar meydana geliyor. O
zaman, derdini unutabilmek, biraz olsun avunabilmek için bir dost gibi seni
arıyor. Gerekli gayreti, ruh sakinliğini bulabilmek için senin sevgine ihtiyacı
var. Senden yakınlık beklediği bir anda senin soğukluğun, saygısızlığınla
karşılaşmak onu ne kadar üzüyor, düşün bir kere! Bunu korkunç nankörlükle
bir daha hiç lekeleme! Evliya gibi iyi kalpli de olsan onun durmadan senin
için yaptıklarını ödeyemeyeceğini düşün. Şunu da unutma: Hayatta hiçbir
şeye güvenilmez. Beklenmedik bir felaket seni daha çocuk yaşta babandan
ebediyen ayırabilir; iki yıl ya da üç ay sonra, belki de yarın. Ah! Zavallı
Enrico’cuğum, o zaman etrafındaki her şeyin nasıl birden değişiverdiğini
göreceksin. Matem giysileri içindeki annenle ev ne kadar boş, ne kadar
sıkıntılı görünecek! Haydi, oğulcuğum, babanın yanına git; şimdi çalışma
odasında. Ayaklarının ucuna basa basa git ki, içeri girdiğini duymasın. Git
alnını onun dizlerine daya ve ondan seni bağışlamasını iste.

ANNEN

KIRDA

20 Pazartesi

İyi kalpli babam bu kez de beni bağışladı ve Coretti’nin odun satıcısı


babasıyla Çarşamba günü yapmayı tasarladığımız kır gezisine katılmama izin
verdi. Hepimizin temiz kır havasına ihtiyacı vardı. Bu bizler için bir şenlik
oldu. Dün öğleden sonra saat ikide Statuto Meydanı’nda buluştuk: Derossi,
Garrone, Garoffi, Precossi, baba-oğul Corettiler ve ben. Sepetimde de meyve,
sucuk ve katı yumurta vardı. Yanımıza madeni bardaklar da almıştık. Garrone
bir matara dolusu kırmızı şarap taşıyordu, Coretti de babasının asker
matarasına kırmızı şarap doldurmuştu. Küçük Precossi de, çilingir
kıyafetiyle, koltuğunun altında iki kiloluk bir paket taşıyordu. Gran Madre di
Oio Meydanı’na kadar tramvayla gittik, sonra da tabana kuvvet kırlara doğru
yola koyulduk. Her taraf yemyeşildi, öyle bir serinlik, öyle bir gölge vardı ki!
Çayırlarda takla ata ata ilerliyorduk. Küçük su birikintilerinde yüzümüzü
yıkıyor, çalılıkların üstünden atlıyorduk. Baba Coretti, ceketi omuzlarında,
lületaşından piposunu içerek bizi uzaktan izliyordu. Zaman zaman işaret
parmağını sallıyor, Precossi ıslık çalıyordu; şimdiye dek onun ıslık çaldığını
hiç duymamıştım. Yol boyunca küçük Coretti’nin yapmadığı kalmadı,
parmak kadar çakısıyla neler de beceriyor bu çocuk! Herkesin yükünü
taşımak istiyordu, öylesine de yüklüydü ki, alnından şıpır şıpır ter
damlıyordu. Bütün bunlara rağmen bir keçi gibi çevikti. Derossi sık sık
duruyor ve böceklerin, otların adını söylüyordu. Bu kadar çok şeyi nasıl
öğrenebiliyor, anlayamıyorum. Garrone de sessiz sedasız ekmek yiyordu.
Zavallı Garrone’cik, annesini kaybettiğinden beri o eski şakalarından
hiçbirini yapamıyor. Bu çocuk ekmek gibi her zaman faydalıydı. İçimizden
biri bir hendekten atlamak için hamle edecek olsa, Garrone hemen diğer
taraftan yetişip ona elini uzatıyordu. Precossi çocukluğunda bir inek
tarafından kovalandığı için onlardan çok korkuyor. Ne zaman bir inekle
karşılaşsak, Garrone hemen korkmaması için Precossi’nin önüne geçiyordu.
Santa Margherita’ya kadar yürüdük. Sonra atlayıp zıplayarak, taklalar atarak,
ötemizi berimizi yırtıp sıyırarak tırmanmaya başladık. Yürürken Precossi bir
çalılığa takıldı ve gömleğini yırttı. Gömleğinin rüzgarda dalgalanan yırtık
parçalarıyla utangaç öyle durup duruyordu. Ama, hiçbir zaman iğnelerini
yanından eksik etmeyen Garrofi gömleğin yırtığını belirsizce tutturdu. Bu
sırada Precossi durmadan:
– “Özür dilerim, özür dilerim.” diye tekrarlıyordu... Sonra yeniden koşmaya
başladı.
Garrofi bir yandan yürürken, bir yandan bu zamanını değerlendirmeye
bakıyordu. Salata yapılabilecek otlar, sümüklüböcekler topluyordu. Azıcık da
olsa parıldayan bütün taşları cebine atıyordu, buralarda belki de altın, gümüş
bulunabileceğini umuyordu. Gölgede, güneşte, sağa, sola koşuşmaya, taklalar
atmaya, tırmanmaya devam ettik. Kan ter içinde, soluk soluğa bir tepeye
ulaşıncaya kadar bu böylece sürüp gitti. İkindi kahvaltısı etmek için otların
üstüne oturduk. Aşağıda geniş vadi, uzaklarda da tepeleri karla kaplı Alpler
uzanıyordu. Açlıktan karnımız zil çalıyordu. Baba Coretti asma yapraklarını
tabak yerine kullanarak kestiği sucuk parçalarını aramızda paylaştırdı. Hep
bir ağızdan konuşmaya başladık. Öğretmenlerden, geziye katılamamış olan
arkadaşlardan, sınavlardan söz ettik. Precossi yemek yemekten birazcık
utanıyordu, Garrone de tabağındaki en iyi parçaları zorla onun ağzına
atıveriyordu. Coretti babasının yanına bağdaş kurup oturmuştu: Baba oğuldan
çok iki erkek kardeşe benziyorlardı. Bembeyaz dişleri, kırmızı güler
yüzleriyle, yanyana oturmuş iki kardeş gibiydiler. Baba Coretti büyük bir
zevkle bardakları tokuşturuyor ve bizim yarım bıraktığımız şarapları da
midesine indiriyordu. Bir yandan da:
– “Ders çalışan çocuklara şarap pek iyi gelmez, o yalnız odun satıcılarına
yarar.” diyordu.
Arada sırada oğlunu burnundan yakalıyor ve sarsıyordu, bir yandan da:
– “Çocuklar, bunu sevin, bu çok iyi kalpli bir yaratıktır. Sözlerime
güvenin.” dedi.
Bu sözlere Garrone’den başka herkes gülüyordu. Baba Coretti yeniden
bardağını tokuşturarak:
– “Ne yazık! Şimdilik hepiniz berabersiniz, birbirine bağlı arkadaşlarsınız.
Kim bilir, belki de birkaç yıl sonra Enrico’yla Derrosi avukat yada öğretmen
olurlar, ne bileyim ben. Siz dördünüz de bir dükkanda yada başka bir işin
başında olursunuz, kim bilir nerede. Elveda, arkadaşlık!”
Derossi karşılık verdi:
– “Bu da ne demek oluyor! Garrone benim için her zaman Garrone’dir,
Precossi de her zaman Precossi’dir, diğerleri de öyle. Çin imparatoru da
olsam, gider onları oldukları yerde bulurum.”
Baba Coretti şişesini kaldırarak:
– “İşte bu konuşmayı çok beğendim doğrusu!” dedi, “haydi bardaklarımızı
tokuşturalım! Ailesi olanları da, olmayanları da tek bir aile gibi bağrında
toplayan okulun ve bütün arkadaşlarınızın şerefine içelim!”
Hepimiz bardaklarımızı onun şişesiyle tokuşturduk ve son bir kez daha
içtik. O ayağa kalkıp son yudumu da içerken:
– “Yaşasın 49’uncu birlik!” diye haykırdı. Sonra da ekledi: “Eğer bir gün
askerlik yaparken bir birlikte görev almanız gerekirse bizler gibi canla başla
çalışın, çocuklar!”
Saatler ilerlemişti. Şarkılar söyleyip konuşarak bayırdan aşağı inmeye
koyulduk. Düzlükte yürürken hepimiz kol kola girdik. Po’nun yakınına
ulaştığımızda hava kararmaya başlıyordu, binlerce ateş böceği etrafımızda
uçuşuyordu. Statuto Meydanı’na kadar hep beraber geldik ve gelecek pazara
hep beraber Vittorio Emanuele’ye gitmeyi kararlaştırıp ayrıldık. O gün gece,
okuluna devam edenlere ödülleri verilecekti. Ne güzel bir gündü! Zavallı
birinci sınıf öğretmenimle karşılaşmasam eve ne kadar neşeli dönecektim!
Ona bizim evin merdivenlerinde rastladım, aşağı iniyordu, etraf loştu. Beni
fark eder etmez iki elimi birden yakaladı ve kulağıma:
– “Elveda, Enrico, beni unutma!” dedi.
Ağlıyordu. Eve girdim ve anneme:
– “Öğretmenime rastladım.” dedim.
Gözleri kızarmış olan annem:
– “Evine, yatmaya gidiyordu.” dedi. Sonra, gözlerini kırpmadan bana
bakarak, büyük bir üzüntüyle: “Zavallı öğretmenin... Çok hasta.” diye ekledi.

İŞÇİLERE ÖDÜLLERİN DAĞITILIŞI

25 Pazar

Kararlaştırdığımız gibi hepimiz Vittorio Emanuele Tiyatrosu’na gittik, gece


okuluna devam eden işçilere ödülleri verilecek. Tiyatro 14 marttaki gibi
tıklım tıklım doluydu. Bunların çoğu işçi ailesiydi, en ön sıralarda da müzik
okulunun öğrencileri oturuyorlardı. Kırım’da ölenlerin hatırasına öyle güzel
bir şarkı söylediler ki herkes ayakta alkışladı ve şarkıyı tekrarlamak zorunda
kaldılar. Hemen bunun ardından da kitap, albüm, diploma ve madalya alacak
olan işçiler Valinin, Belediye Başkanının ve diğerlerinin önünden geçmeye
başladılar. Ön koltukların bir köşesinde annesinin yanında oturan küçük
duvarcı ustasını, bir başka yerde müdürü, onun arkasında da kırmızı saçlı
ikinci sınıf öğretmenimi gördüm. İlk önce akşam sanat okullarına gidenler
ödüllerini aldılar; bunların arasında kuyumcular, taş yontucuları, taş basması
yapan işçiler, hatta marangozlar ve duvarcılar da vardı. Arkadan ticaret
okuluna gidenler, sonra müzik lisesine devam edenler ödüllerini almak için
sahneye çıktılar. Bu sonuncuların çoğunluğunu kadın işçiler meydana
getiriyordu. Hepsi de çok şık giyinmişlerdi, çılgınca alkışlandılar. Bu da
onları pek sevindirdi. Sonra, gece ilkokuluna gidenler teker teker sahneye
çıkmaya koyuldular. Aralarında her yaştan, her meslekten, değişik kıyafetler
giymiş olanlar vardı: Kır saçlı adamlar, fabrikalarda çalışan çocuklar, uzun
siyah sakallı işçiler. Küçükler rahat, serbest hareket ediyorlardı, büyüklerinse
biraz sıkılgan bir halleri vardı. Halk en yaşlılarla en gençleri çılgınca
alkışlıyordu. Bizim şenliğimizde olduğu gibi seyircilerin arasında kimse
gülmüyordu. Herkes ciddi ve dikkatli seyrediyordu. Ödül alanlardan pek
çoğunun eşleri ve çocukları ön sıralarda oturuyorlardı. Bu çocukların bir
kısmı babalarının sahneye çıktığını görünce onu yüksek sesle adıyla
çağırıyorlardı, elleriyle gösteriyorlar ve gürültüyle gülüyorlardı. Köylüler,
hamallar geçti: Bunlar Buoncompagni okulundandılar. Cittadella okulundan
babamın tanıdığı bir ayakkabı boyacısı geçti; vali ona diploma verdi. Onun
arkasından dev yapılı biri belirdi, bu adamı daha önce birkaç defa
görmüştüm... Bu küçük duvarcı ustasının babasıydı, ikincilik ödülünü
alıyordu! Onu tavan arasındaki odada, hasta oğlunun yatağının başında
görmüştüm. Hemen gözlerimle ön sıralardaki oğlunu aradım. Zavallı küçük
duvarcı ustası! Sevinçten pırıldayan gözlerle babasına bakıyordu; heyecanını
saklamak için de yüzünü tavşan gibi buruşturuyordu. Tam o sırada bir alkış
sağanağı duydum, sahneye baktım; küçük bir baca temizleyicisini gördüm.
Yüzünü gözünü yıkamıştı ama, iş elbiseleriyle gelmişti. Belediye Başkanı
elinden tutmuş onunla uzun uzun konuşuyordu. Baca temizleyicisinden sonra
bir ahçı çıktı sahneye. Onların ardından da Raineri Okulu’ndan bir belediye
çöpçüsüne madalya verildi. İçimde bir şeyler hissediyordum; bu insanlara
karşı derin bir sevgi, derin bir saygı duyuyordum. Bütün bu işçilerin hepsi
ödül almaya hak kazanmışlardı. Hepsi de aile babasıydı, bin bir türlü düşünce
belleklerini kurcalıyordu, bütün gün boyunca ne kadar da yoruluyorlardı.
Dinlenmeye o kadar ihtiyaçları olduğu halde derslere devam edebilmek için
uykularının bir kısmını feda ediyorlardı. Çalışmaya alışık olmayan akılları,
işten kabalaşmış, çatlamış kocaman elleriyle ne kadar güç harcıyorlardı!
Fabrikada işçi olduğu anlaşılan bir delikanlı geçti, belli ki bu önemli gün için
babasının ceketini ödünç giymişti. Ceketin kolları çok uzundu, sahneye
çıktığında ödülünü alabilmek için kollarını bir kere daha kıvırmak zorunda
kaldı. Bunu gören pek çok seyirci güldü ama, bu gülüş hemen alkış sesleriyle
boğuldu. Daha sonra sahneye saçsız başı, beyaz sakalıyla bir ihtiyar çıktı.
Arkadan piyade neferleri göründüler, bunlar bizim okuldaki gece kurslarına
devam ediyorlardı. Sonra, bekçiler, belediye zabıtaları geçti. En sonunda gece
okulu öğrencileri hep bir ağızdan gene Kırım’da ölenlerin anısına söyledikleri
o şarkıyı tekrarladılar; ama, bu kez öyle bir coşkunlukla, ruhlarının
derinliklerinden gelen bir istekle söylediler ki sormayın. Bütün salon alkıştan
inledi. Herkes çok heyecanlanmıştı, ağır ağır, sessizce salondan çıkıldı. Kısa
bir süre sonra kaldırımlarda adım atacak yer kalmamıştı. Tiyatronun kapısı
önünde küçük baca temizleyicisini tekrar gördük. Ödül olarak aldığı kırmızı
kurdeleli kitabını sıkı sıkı tutuyordu. Birçok bey etrafını almış, onunla
konuşuyorlardı. Pek çok kişi kaldırımlardan birbirlerini selamlıyorlardı:
İşçiler, çocuklar, bekçiler, öğretmenler... İkinci sınıf öğretmenim iki topçu
erinin arasından çıktı. Çocuklarını kucaklarında taşıyan pek çok işçi hanımı
görülüyordu. Bu çocuklar sevinçten sarhoş, küçük elciklerinde babalarının
diplomalarını tutuyorlardı.

BİRİNCİ SINIF ÖĞRETMENİM ÖLDÜ


27 Salı

Biz Vittorio Emanuelle Tiyatrosundayken zavallı birinci sınıf öğretmenim


ölmüş. Saat ikide ölmüş, annemi görmeye geldikten tam yedi gün sonra. Dün
sabah okulda müdür sınıfa geldi ve bu acı haberi bize iletti.
– “İçinizde onun öğrencisi olmuş olanlar onun ne kadar iyi kalpli bir insan
olduğunu, çocukları nasıl sevdiğini pek iyi bilirler.” dedi. “Bütün
öğrencilerine karşı tam bir anne gibi davranırdı. Şimdi artık yok. Korkunç bir
hastalık uzun zamandan beri onu kemirip duruyordu. Hayatını kazanmak için
çalışmak zorunda olmasaydı kendine bakıp tedavi olabilirdi, belki de
bütünüyle iyileşebilirdi. Hiç olmazsa arada biraz dinlenseydi, hayatını birkaç
ay için olsun uzatabilirdi. Ama, o son gününe kadar öğrencilerinin arasında
kalmak istedi. 17 Haziran, Cumartesi akşamı öğrencileriyle vedalaştı, onları
bir daha göremeyeceğinden emindi, çocuklara gene öğütler verdi, hepsini
teker teker öptü ve hıçkırarak okuldan çıktı. Artık onu hiç kimse
göremeyecek. Çocuklar onu daima hatırlayın.”
Küçük Precossi birinci sınıfı o öğretmenle okumuştu, başını sıranın üstüne
eğdi ve ağlamaya başladı.
Dün akşamüstü, okuldan çıktıktan sonra ölünün evine gittik; onu son
istirahatgahına kadar izleyecektik. Eve girerken kapının önünde bekleyen iki
atlı bir cenaze arabası gördük. Pek çok kişi kapının önüne toplanmış, yavaş
sesle konuşuyordu. Müdür, bizim okulun bütün öğretmenleri oradaydılar,
başka okullardan da gelen öğretmenler vardı, çünkü bu öğretmen daha
önceleri başka okullarda da dersler vermiş. Aşağı yukarı sınıfının bütün
öğrencileri oradaydılar, annelerinin elinden tutuyorlardı. Diğer sınıflardan da
çok sayıda öğrenci gelmişti, kiminin elinde küçük çelenkler, kimininkinde de
gül demetleri görülüyordu. Cenaze arabasına daha şimdiden pek çok çiçek
demeti yerleştirilmişti, arabanın ön tarafına da pembe güllerden hazırlanmış
ve üzerine siyah harflerle: “Eski Dördüncü Sınıf Öğrencilerinden
Öğretmenlerine” yazılı kocaman bir çelenk asılmıştı. Kocaman çelengin
altına küçük bir tane asılmıştı, bunu da kendi öğrencileri getirmişler. Cenaze
alayına öğrencilerden başka pek çok da ana baba katılmıştı. Herkes kapının
önünde birikmişti. Kız öğrencilerden pek çoğu göz yaşlarını kuruluyorlardı.
Sessizlik içinde bir süre bekledik. Sonunda tabutu aşağı indirdiler. Tabutun
arabaya yerleştirildiğini görünce çocukların çoğu hızlı hızlı ağlamaya
başladılar, içlerinden biri de öyle keskin bir çığlık attı ki; sanki öğretmenin
öldüğünü ancak şimdi anlayabilmişti. Hıçkırık krizine tutulmuştu, onu oradan
uzaklaştırmak zorunda kaldılar. Halk yavaş yavaş sıraya girdi ve alay
ilerlemeye başladı. En önde kız öğrenciler, arkadan din adamları, arabanın
arkasından da öğretmenler ve diğer öğrenciler geliyordu, en arkada da halk.
Yol boyunca meraklılar kapılara, pencerelere koşuşuyorlar ve ağlayan bütün
bu çocuklarla çelenkleri görünce de:
– “Bir öğretmen ölmüş!” diyorlardı.
Çocuklarıyla birlikte gelen beylerin arasında da ağlayanlar vardı. Mezarlığa
ulaşınca tabutu arabadan çıkardılar, öğretmenler tabutun üstüne çelenkleri
yerleştirdiler, çocuklar da ellerindeki demetleri. Sonunda öğretmeni tek
başına mezarlıkta bırakarak oradan uzaklaştık. Zavallı öğretmen, bana karşı
ne kadar iyi davranırdı, ne kadar sabırlıydı, yıllardır öğrencileri için ne kadar
yoruluyordu! Zaten pek az olan kitaplarını küçük öğrencilerine bıraktı; birine
bir kalem kutusu, diğerine bir mürekkep hokkası. Ölmeden iki gün önce de
müdüre okulun en küçük öğrencilerinin gelmelerini istemediğini söylemiş,
çünkü onların ağlamalarını istemiyormuş. Hayatı boyunca iyilik yaptı, ızdırap
çekti, öldü. Zavallı öğretmen, uçsuz bucaksız mezarlıkta tek başına kaldı!
Elveda! Elveda! Ebediyen elveda, benim iyi kalpli dostum, çocukluğumun
tatlı ve acıklı anısı!

TEŞEKKÜR
28 Çarşamba

Benim zavallı birinci sınıf öğretmenim ders yılının sonuna kadar ulaşmak
istedi. Ders bitiminden yalnız üç gün önce aramızdan ayrıldı. Öbür gün bir
defa daha okula gidip son aylık hikayeyi okuyacağız: Deniz kazası, sonra...
Her şey bitecek. Bir Temmuz, Cumartesi günü sınavlar başlayacak. Bu yıl da,
dördüncü sınıf, böylece bitti! Eğer birinci sınıf öğretmenim de ölmeseydi yıl
iyi geçmiş sayılırdı. Geçen ekim olanları tekrar düşünüyorum, bir de
şimdikileri, ne kadar çok yeni şey öğrenmişiz. Düşündüğümden de daha iyi
yazıp konuşabiliyorum. Aritmetiğim de oldukça kuvvetlendi, kendimden
büyüklere bile yardım edebilirim. Şimdi daha da çok şey anlıyorum, aşağı
yukarı okuduğum her şeyi anlıyorum. Çok sevinçliyim... Ama, bütün bunları
öğrenebilmem için kaç kişi beni destekledi, bana yardım etti, kimi bu yönden,
kimi şu yönden, evde, okulda, sokakta, gittiğim her yerde, bir şeyler
görebildiğim her yerde! Şimdi, herkese, her şeye teşekkür ediyorum. İlk önce
sana çok teşekkür ederim, benim iyi kalpli öğretmenim! Bana karşı ne kadar
anlayışlı, ne kadar şefkatli davrandın. Bana öğrettiğin her şey senin biraz
daha yorulmana sebep oluyordu; ama, bu yeni bilgiler beni çok sevindiriyor,
onlarla övünüyorum. Sana da çok teşekkür ederim, değerli arkadaşım
Derossi. Güler yüzle yaptığın devamlı açıklamaların pek çok zor şeyi
anlamama yardım etti, sınavlardaki çeşitli güçlükleri senin yardımınla
yenebildim. Sen de, Stardi, her şeyi başarmaya azimli demir iradenle bana
çok iyi bir örnek oldun. Sen de, iyi kalpli, cömert Garrone, bütün
etrafındakilerin kendin gibi iyi kalpli, cömert olmasına ne kadar yardımcı
oluyorsun. Sizler de Precossi ve Coretti, bana her zaman gayretin örneğini
gösterdiğiniz, insanın ancak çalışarak yükselip, rahata kavuşabileceğini
öğrettiniz. Sizlere, hepinize çok çok teşekkür ederim. Ama, herkesten çok
sana teşekkür ederim, babacığım, benim ilk öğretmenim, ilk dostum, bana o
kadar iyi öğütler veren, o kadar çok şey öğreten sen, benim için çalışırken
dertlerini benden gizlemeye çalışırdın. Çalışmamı kolaylaştırmak, hayatı
bana daha güzel göstermek için elinden geleni yaptın. Ya sen, yumuşak kalpli
anneciğim, benim kutsal meleğim, bütün neşeni benimle paylaştın, bütün
dertlerime, sıkıntılarıma ortak oldun. Benimle birlikte çalıştın, yoruldun,
ağladın, bir elinle alnımı okşuyor, diğeriyle de bana gökyüzünü
gösteriyordun. Önünüzde diz çöküyorum ve küçükken yaptığım gibi, sizlere
teşekkür ediyorum, on iki yıldır fedakarlıkla, sevgiyle kalbimi doldurmayı
başardınız, bütün gücümle sizlere teşekkür ediyorum.

DENİZ KAZASI

(Son Aylık Hikaye)

Uzun yıllar önce, bir Aralık ayı sabahında Liverpool Limanı’ndan kocaman
bir buharlı gemi hareket etti. Gemide ikiyüzden çok yolcu vardı, bunlardan
yalnız yetmişi gemide görevliydi. Kaptan ve tayfaların çoğu İngiliz’di.
Yolcuların arasında da çok sayıda İtalyan vardı: Üç bey, bir din adamı, bir
çalgıcılar topluluğu... Buharlı gemi Malta Adasına gidecekti. Hava kapalıydı.
Güvertedeki üçüncü mevki yolcularının arasında on, oniki yaşlarında bir
İtalyan çocuk vardı. Yaşına göre küçük görünüyordu ama, oldukça
kuvvetliydi. Ciddi ve cüretkar bir Sicilyalı yüzü vardı. Seren direğinin
yanında tek başına duruyordu ve eski valizinin yanı başında bir halat
parçasının üstünde oturuyordu. Bütün eşyaları bu valizin içindeydi; onun için
bir elini, daima onun üstünde tutuyordu. Yüzü esmerdi, siyah, dalgalı saçları
omuzlarına kadar iniyordu. Kıyafeti oldukça yoksuldu, sırtında eski püskü bir
şal, omuzunda da uzun saplı deri bir torba vardı. Düşünceli düşünceli
çevresine bakınıyordu; yolculara, gemiye, koşarak geçen denizcilere, dalgalı
denize... Büyük bir aile felaketine henüz uğramış bir çocuk hali vardı. Çocuk
yüzünde endişeli bir insan ifadesi okunuyordu.
Geminin hareketinden bir süre sonra, gemi görevlilerinden biri, kır saçlı bir
İtalyan, güvertede beliriverdi. Küçük bir kız çocuğunun elinden tutmuştu.
Küçük Sicilyalının önüne gelince durdu ve şunları söyledi:
– “Mario, işte sana bir yolculuk arkadaşı.”
Sonra gitti.
Kızcağız da halatın üstüne, çocuğun yanına oturdu.
Bakıştılar.
Sicilyalı:
– “Nereye gidiyorsun?” diye sordu.
Kızcağız karşılık verdi:
– “Napoli’ye geçmek için Malta’ya.” Sonra ekledi: “Annemle babamın
yanına gidiyorum, beni bekliyorlar. Adım Giulietta Faggiani.”
Küçük oğlan hiçbir şey söylemedi.
Birkaç dakika sonra çantasından ekmekle kuru yemişler çıkardı; kızcağızın
da bisküvileri vardı; birlikte yediler.
İtalyan gemici hızla geçerken:
– “Oh! Tamam, asıl şenlik şimdi başlıyor” dedi.
Rüzgar gittikçe kuvvetleniyordu, gemi sert yalpalar vurarak ilerliyordu.
Ama, deniz tutmayan iki çocuğun buna pek aldırdıkları yoktu. Kızcağız
gülümsüyordu. O da aşağı yukarı yol arkadaşının yaşındaydı, ama, o biraz
daha uzun boyluydu. Esmerdi, çevikti, endişeli bir yüzü vardı, o da oldukça
yoksul giyimliydi. Kıvırcık saçları kısa kesilmişti. Kulaklarında gümüş
küpeler, başında da kırmızı bir örtü vardı.
Bir yandan yemek yerken bir yandan da birbirlerine başlarından geçenleri
anlatıyorlardı. Oğlancığın ne annesi, ne de babası vardı. İşçi olan babası
birkaç gün önce Livorpool’de ölmüştü, çocuk da tek başına kalmıştı. İtalyan
konsolosu da onu memleketi olan Palermo’ya gönderiyordu, orada birkaç
uzak akrabası varmış. Kızcağız da, geçen yıl dul bir teyze tarafından
Londra’ya götürülmüş; bu teyze kızcağızı çok severdi, yoksul olan ana babası
da belki mirasını kızlarına bırakır diye yaşlı kadıncağızın kızlarını bir süre
yanında alıkoymasına göz yummuşlardı. Ama, Londra’ya varışlarından
birkaç ay sonra teyze bir tramvayın altında kalarak ezilmişti, kızcağıza da bir
kuruş bile bırakmamıştı. O da arkadaşı gibi konsolosa başvurmuştu, o da
kendisini bu gemiye bindirmişti. Çocukların ikisi de İtalyan gemiciye emanet
edilmişlerdi.
Kızcağız:
– “Ya, işte böyle” diye ekledi, “annemle babam zengin olarak döneceğimi
sanıyorlardı ama, eskisinden de daha yoksul olarak dönüyorum. Her şeye
rağmen annemle babam beni çok severler. Dört erkek kardeşim de beni çok
severler. Tam dört tane erkek kardeşim var, hepsi de benden küçük. Ben
kardeşlerin en büyüğüyüm. Döndüğümü görünce çok sevinecekler. Eve
ayaklarımın ucunda gireceğim... Deniz de çok dalgalı.” Sonra yol arkadaşına
sordu: “Peki sen, akrabalarının yanında mı kalacaksın?”
– “Evet... Eğer yanlarında kalmamı isterlerse.” diye karşılık verdi.
– “Onlar seni sevmiyorlar mı?”
– “Bilmiyorum.”
Kız ekledi:
– “Bu yılbaşında tam on üç yaşında olacağım.”
Sonra denizden ve çevrelerindeki yolculardan söz etmeye koyuldular.
Bütün gün boyunca yan yana oturdular, arada sırada birbirlerine bir çift söz
söylüyorlardı. Yolcular onları kardeş sanıyorlardı. Kızcağız yün örüyordu,
oğlan da düşünüyordu. Deniz durmadan kabarıyordu. Akşam, yataklarına
gitmek üzere birbirinden ayrılırken, kızcağız Mario’ya:
– “İyi uykular.” dedi.
Kaptanın çağırttığı İtalyan gemici koşarak yanlarından geçerken:
– “Zavallı çocuklar, bu gece kimse uyuyamayacak!” diye seslendi.
Oğlancık tam arkadaşına:
– “İyi geceler.” diyeceği sırada beklenmedik bir dalga geldi, çocuğu hızla
yakaladığı gibi sıralardan birine çarptı.
Kızcağız Mario’nun üstüne atılırken:
– “Anneciğim, kanıyor!” diye haykırdı.
İçeri girmekte olan yolcular buna aldırış bile etmediler. Kızcağız Mario’nun
yanına diz çöktü, oğlancık düşerken başını çarpmıştı. Giulietta onun kanayan
alnını temizledi, başındaki kırmızı örtüyü çıkardı ve onu Mario’nun başına
sardı. Sonra, örtünün uçlarını düğümleyebilmek için çocuğun başını göğsüne
dayadı, böylece de sarı elbisesinin kuşağı üstünde bir kan lekesi meydana
geldi. Mario şöyle bir sallandı ve ayağa kalktı.
Kızcağız:
– “Kendini biraz daha iyi hissediyorsun ya?” diye sordu.
– “Hiçbir şeyim kalmadı.”
– “İyi geceler!”
Yanyana duran iki merdivenden uyuyacakları odalara indiler.
İtalyan gemici olacakları önceden doğru tahmin etmişti. Daha henüz
uyumamışlardı ki korkunç bir fırtına patlak verdi. Birkaç dakikada ağaçları
yerinden oynatan ve yaprakları koparıp götüren gemi azıya almış kızgın atlar
gibi korkunç dalgalara güvertede asılı duran sandallardan üç tanesiyle dört
sığırı alıp götürdü. Geminin içinde korkunun yönettiği bir karışıklık meydana
geldi. Dört bir yandan duyulan çatırtılar, korku çığlıkları, ağlamalar, dualar
insanın tüylerini diken diken ediyordu. Bütün gece fırtına daha da arttı.
Güneş doğarken daha da azıttı. Korkunç dalgalar buharlı gemiye hızla
çarpıyorlar, silip süpürüyorlar ve beraberlerinde denize sürüklüyorlardı.
Makine dairesinin tavanı delindi ve su büyük bir gümbürtüyle bu bölümü
kapladı; kazanlardaki ateş söndü, makinistler kaçıştılar. Koca koca dalgalar
dört bir yandan gemiye dolmaya başladılar.
Kükreyen bir ses duyuldu:
– “Tulumbaların başına!”
Birden yükseliveren dev dalgalar geminin arka tarafından hızla çarparak,
korkulukları, kapıları kırdı ve o hızla geminin içine daldılar. Canlıdan çok
ölüyü andıran yolcuların hepsi büyük salona sığınmışlardı.
Bir ara kaptan belirdi. Herkes bir ağızdan:
– “Kaptan! Kaptan! N’oluyor? Bizim halimiz ne olacak? Ümit var mı?
Kurtulabilecek miyiz?” diye haykırdılar.
Kaptan herkesin susmasını bekledi ve sakin bir halde:
– “Kaderimize boğun eğelim!” dedi.
Bir kadının çığlığı duyuldu:
– “Merhamet edin!”
Başka hiç kimse bir şey söylemedi. Korku bütün yolcuları dondurmuştu. Bu
mezar sessizliği içinde uzun bir süre kaldılar. Herkes, bembeyaz yüzlerle
birbirine bakıyordu. Deniz durmadan kabarıyor, fırtına artıyordu. Gemi
güçlükle ilerliyordu. Bir ara kaptan denize bir kurtarma sandalı indirmeyi
denedi: Beş denizci sandala bindiler ve sandal denize indirildi; ama, dalgalar
onu alabora ettiler ve iki gemici boğuldu, içlerinden biri de İtalyan’dı.
Diğerleri güçlükle iplere sarıldılar ve gemiye çıkabildiler.
Bundan sonra gemiciler de cesaretlerini kaybettiler. İki saat sonra, gemi
güverte seviyesine kadar sulara gömülmüştü.
Geminin içindeki görüntü de oldukça acıklıydı. Analar ümitsizlikle
çocuklarını bağırlarına bastırıyorlar, dostlar birbirlerine sarılıp
vedalaşıyorlardı. Bir kısım yolcular denizi görmeden ölmek için aşağı,
kamaralarına iniyorlardı. Yolculardan biri de silahını şakağına dayayıp ateş
etti, aşağı kata inen merdivenlerden birine yıkıldı ve orada son nefesini verdi.
Pek çoğu birbirlerine sokuluyorlar, kadınlar titreşiyorlardı. Bazıları bir araya
toplanmışlar aralarında dua ediyorlardı. Hıçkırıklar, inleyen çocuk sesleri,
garip, keskin çığlıklar duyuluyor, orada burada, heykel gibi hareketsiz,
korkudan taş kesilmiş, şaşkın, fal taşı gibi açılmış gözleri ve boş bakışlarıyla
duran insanlar görülüyordu. İnsan bunları ölü ya da deli sanırdı. İki çocuk da,
Mario’yla Giulietta, güvertedeki bir seren direğine tutunmuş, gözlerini
kırpmadan denize bakıyorlardı, sanki bütün duygularını yitirmişlerdi.
Deniz biraz olsun sakinleşmişti; ama, gemi, yavaş yavaş batıyordu. Yalnız
birkaç dakikaları kalmıştı.
Kaptan:
– “Kurtarma sandalını denize indirin!” diye bağırdı.
Bir kurtarma sandalı -bu ellerinde kalan sonuncuydu- denize indirildi ve on
dört denizciyle üç yolcu içine bindiler.
Kaptan gemide kaldı.
Aşağıdan:
– “Siz de bizimle gelin!” diye seslendiler.
Kaptan:
– “Ben yerimde ölmeliyim.” diye karşılık verdi.
Denizciler:
– “Bir gemiye rastlar, hayatımızı kurtarabiliriz. İnin, yoksa öleceksiniz!”
diye tekrar bağırdılar.
– “Ben kalıyorum.”
Gemiciler diğer yolcular dönerek:
– “Bir kişilik daha yer var! Bir kadın gelsin!” diye seslendi.
Kaptanın yardım ettiği bir kadıncağız ilerledi; ama, gemiyle sandal
arasındaki uzaklığı görünce, aşağı atlayacak gücü kendinde bulamadı ve
yeniden büyük salona indi. Diğer kadınlar da yarı baygın, ölü gibi
duruyorlardı.
Gemiciler:
– “Bir çocuk!” diye bağırdılar.
Bu sesleniş üzerine, o zamana kadar korkudan taş kesilmiş gibi güvertenin
ortasında durmakta olan Sicilyalı çocukla kız arkadaşı birden büyük bir
yaşama isteğine kapılarak, dayalı durdukları seren direğinden ok gibi
fırladılar ve parmaklığa doğru atıldılar. Bir ağızdan:
– “Ben!” diye bağırdılar. Sanki bu uğursuz gemiden bir an önce uzaklaşmak
istiyorlardı.
– “İçinizden hangisi en küçükse o gelsin!” diye seslendiler. “Sandal
fazlasıyla dolu! En küçüğünüz gelsin!”
Bunları duyan kızcağız yıldırım çarpmış gibi kalakaldı, kımıldamadan,
ölgün gözlerle Mario’ya bakarak öyle durdu.
Mario bir süre kızcağıza baktı göğsündeki kan lekesini gördü, hatırladı ve
aklından şimşek gibi bir fikir geçti.
Gemiciler bir ağızdan, gittikçe artan bir sabırsızlıkla:
– “En küçük hanginizse gelsin!” diye bağırdılar.
– “Artık gidiyoruz!”
Bunun üstüne Mario, boyundan büyük bir sesle bağırdı:
– “Sen benden daha hafifsin. Haydi, Giulietta! Senin anan baban var! Ben
tek başınayım! Yerimi sana veriyorum. Aşağı in!”
Gemiciler:
– “At onu aşağı!” diye seslendiler.
Mario, Giulietta’yı belinden yakaladı ve denize fırlattı.
Kızcağız bir çığlık attı ve pluff diye bir ses duyuldu. Denizcilerden biri onu
kolundan yakaladı ve sandala çekti.
Mario, güvertenin parmaklığına dayanmış dimdik duruyordu. Başı dikti,
saçları rüzgarda dalgalanıyordu. Hareketsiz, sakin kendinden geçmiş öyle
duruyordu.
Sandal hareket etti ve tam zamanında gemiden uzaklaştı, yoksa batmakta
olan geminin meydana getirdiği dalgalar onu alabora edebilirdi.
O zamana kadar kendini bilmeden duran kızcağız gözlerini Mario’ya doğru
kaldırdı ve hıçkırıklara boğuldu.
Kollarını ona doğru uzatarak, hıçkırıklarının arasından:
– “Elveda, Mario!” diye seslendi.
Çocuk da elini havaya kaldırarak:
– “Elveda!” diye karşılık verdi.
Kara bulutların altında, dev dalgaların arasında sandal hızla uzaklaşıyordu.
Gemide artık kimse bağırmıyordu. Su bütün güverteyi de kaplamıştı.
Birden Mario ellerini kavuşturup gözlerini gökyüzüne dikerek diz üstü
çöktü.
Kızcağız yüzünü kapadı.
Başını kaldırınca, denize bir göz attı: gemi gözden kaybolmuştu.
TEMMUZ

ANNEMİN SON SAYFASI

1 Cumartesi

İşte bir ders yılı daha böylece bitti, Enrico. Son günün hatırası olarak da
arkadaşı için hayatını veren bir çocuğun hayali kalması çok güzel bir şey.
Birkaç güne kadar öğretmenlerinden, arkadaşlarından ayrılacaksın, benim de
sana verilecek üzüntülü bir haberim var. Bu ayrılık yalnız üç ay sürmeyecek,
devamlı olacak. İşleri yüzünden baban Torino’dan gitmek zorunda, tabii biz
de onunla birlikte gideceğiz. Buradan gelecek sonbaharda gideceğiz.
Dördüncü sınıfa yeni bir okulda devam edeceksin. Bu seni üzüyor, değil mi?
Eminim ki bu yaşlı, eski okulunu çok seviyorsun. Üç yıl boyunca, günde iki
defa çalışmanın zevkini orada duydun, o kadar zamandır, o aynı saatlerde
aynı arkadaşlarını, aynı öğretmenleri, aynı ana babaları ve güler yüzle seni
bekleyen anneni ya da babanı gene hep orada gördün. Belleğin bu yaşlı
okulda gelişti. Orada o kadar çok iyi arkadaş edindin, orada işittiğin her
sözün gayesi senin daha iyi bir çocuk olmana yardım etmekti. Karşılaştığın
bütün zorluklar da senin için gerekliydi! Bu okula karşı duyduğun sevgiyi
daima kalbinde taşı, bütün kalbinle de arkadaşlarına veda et. İçlerinden
bazıları büyük acılara uğrayabilirler, küçük yaşta annelerini, babalarını
kaybedebilirler. Bazıları çok genç yaşta ölebilirler. Belki içlerinden bir kısmı
da asil bir şekilde kanlarını vatan uğruna akıtabilirler. Pek çoğu namuslu,
çalışkan işçi olurlar, kendileri gibi çalışkan, namuslu aileleriyle birlikte
yaşarlar. Kim bilir, belki de memlekete büyük yararlılıkta bulunup ün
kazananlar da çıkabilir. Onlardan sevgi duyguları içinde ayrıl. Bu büyük
aileye kendinden bir şeyler bırak. Bu kalabalık aileye katıldığında küçücük
bir çocuktun, şimdi neredeyse bir delikanlı olacaksın. Annenle baban da
orasını çok seviyorlardı, çünkü sen orada seviliyordun. Enrico’cuğum, okul
bir annedir. Daha henüz konuşmaya başladığın bir sırada seni benim
kollarımdan aldı ve şimdi bana büyümüş, kuvvetli, iyi kalpli, çalışkan bir
çocuk olarak seni bana geri veriyor. Onun hatırasını her zaman kalbinde
yaşat, oğulcuğum. Ah! Evladım, onu unutabilmen imkansız bir şey.
Gelecekte, büyüyeceksin, dünyayı gezeceksin, büyük şehirler, pek güzel
anıtlar göreceksin ve zamanla bunların bir kısmını unutacaksın; ama,
panjurları kapalı bu beyaz, sade binayı, zeka çiçeğinin ilk kez açılmaya
başladığı bu küçük bahçeyi ömrünün sonuna kadar hatıranda canlı olarak
yaşatacaksın; benim de senin sesini ilk defa duyduğum o evin hatırası gibi.
SINAVLAR

4 Salı

İşte en sonunda sınavlar da geldi çattı. Okul çevresindeki bütün sokaklarda,


çocuklar, analar, babalar, dayılara kadar herkes yalnız sınavdan, alınan
notlardan, kompozisyonlardan, ortalamalardan, okuldan kovulmalardan, sınıf
geçmelerden söz ediyor. Herkes aynı şeyleri söylüyor. Dün sabah
kompozisyon sınavına girdik, bugün de aritmetikten gireceğiz. Ana babaların
çocuklarını okula getirişlerini görmek insanı çok heyecanlandırıyor. Yolda
yürürken çocuklara son öğütleri vermeyi de unutmuyorlar. Pek çok anne
çocuklarını sınıftaki sıralarına kadar izliyor. Yeterli mürekkep var mı diye
hokkalara bakıyorlar, kalemin ucunun iyi yazıp yazmadığını kontrol ediyorlar
ve sınıftan çıkmadan önce son bir kez daha dönüp sesleniyorlar:
– “Gayret, çocuğum! Dikkatli ol! Söylediklerimi unutma!”
Bizim mümeyyizimiz Coatti, hani siyah sakallı, aslan gibi kükreyen ve
hiçbir zaman kimseyi cezalandırmayan o öğretmen. Çocukların bir kısmı
korkudan bembeyaz olmuşlardı. Bu sabah, öğretmen Milli Eğitim
Müdürlüğü’nden gelen mühürlü mektubu açıp içinden problemi çıkarırken
kimse soluk bile almıyordu. Yüksek sesle okuyarak problemi bize yazdırdı,
zaman zaman ürkütücü gözleriyle bizlere bakıyordu. Bizi daha da çok
heyecanlandırmamak için sonucu yazdırmak elinden gelebilseydi bundan
büyük bir zevk duyacağı kolayca anlaşılıyordu. Bir saat boyunca çalıştıktan
sonra, çocuklardan pek çoğu problemin zorluğundan yakınmaya
başlıyorlardı! Biri ağlıyordu. Crossi kafasını yumrukluyordu. Çocuklardan
çoğu problemi çözememekte haklılar, zavallı çocuklar, çalışacak pek zaman
bulamadılar, ana babalarına yardım etmekten. Ama, kader onlara yardımcı
oluyordu. Bu sırada Derossi’yi görmeliydiniz. Yakayı ele vermeden bir
rakam geçirebilmek, bir çözüm yolunu hatırlatabilmek için paralanıyordu.
Bütün gücüyle çabalıyordu. Aritmetikten kuvvetli olan Garrone da bütün
yakınında oturanlara yardım ediyordu. Nobis bile ondan yardım istedi.
Problemin bir bölümünü çözemediği için kibarca Garrone’den yardım
istemiş. Stardi, yumrukları şakaklarında, gözleri problemin üstünde, bir
saatten uzun bir zaman öyle durdu, sonra beş dakikanın içinde bütün
problemi bitiriverdi.
Öğretmen:
– “Sakin olun! Sakin olun!” diyerek sıraların arasında dolaşıyordu.
Ümitsizliğe kapılmış birini görünce de, onu güldürmek, gayrete getirmek
için, sanki onu yutuverecekmiş gibi bir aslanı taklit ederek ağzını fırın kapağı
gibi açıyordu. Saat on bire doğru, panjurların arasından aşağı bakarken,
sabırsızlıkla sokakta bir aşağı bir yukarı dolaşan velileri gördüm. Bunların
arasında mavi iş gömleğiyle gelmiş olan Precossi’nin babası da vardı,
doğruca dükkanından çıkıp geldiği için yüzü kapkaraydı. Crossi’nin sebze
satıcısı annesi de gelmişti; Nelli’nin siyahlar giyinmiş annesi yerinde
duramıyordu. Öğleden az önce babam geldi ve gözlerini benim pencereme
doğru kaldırdı. Benim sevgili babacığım! Tam on ikide herkes problemini
bitirmişti. Kapının önünde bizleri görmek lazımdı. Herkes çocukların yanına
koşuşuyor, soruluyor, defterler karıştırılıyor, arkadaşların yaptıklarıyla
karşılaştırılıyor.
– “Sende sonuç kaç çıktı? Toplam ne ediyor? Ya çıkarma? Sonuç? Ondalık
sayıların virgülünü unutmadın ya?”
Dört bir yandan çağrılan öğretmenler bir oraya koşuyorlar, bir buraya.
Babam hemen elimden müsveddeyi kaptı, bir süre baktı ve:
– “Doğru.” dedi.
Bizim yanımızda duran Precossi’nin babası da oğlunun yaptığı ödevi
inceliyordu, biraz endişeliydi, gördüklerini toparlayamıyordu. Babama döndü
ve:
– “Lütfen bana toplamı söyleyebilir misiniz?” dedi.
Babam sayıları okudu. Bu sırada çilingir de oğlunun müsveddesine
bakıyordu, sonunda babamla çilingir bir süre bakıştılar, bir yandan da iki dost
gibi birbirlerine gülümsüyorlardı. Babam ona elini uzattı, o da bu eli sıktı.
Birbirlerinden ayrılırlarken de:
– “Gelecek sınavda görüşürüz.” dediler.
Birkaç adım atmıştık ki şarkılar mırıldanan kısık bir ses duyduk ve başımızı
çevirdik: Precossi’nin babası şarkı söylüyordu.
SON SINAV

7 Cuma

Bu sabah sözlü sınav yapılacak. Saat tam sekizde hepimiz sınıftaydık, saat
sekizi çeyrek geçe de bizleri dörder dörder çağırmaya başladılar. Büyük
salona üzerinde yeşil bir örtü bulunan uzun bir masa yerleştirmişlerdi,
masanın çevresinde de müdür, diğer öğretmenler ve bizimki oturuyorlardı.
Ben ilk çağırılanların arasındaydım. Zavallı öğretmen! Bu sabah, bizleri
gerçekten de çok sevdiğini anladım. Diğer öğretmenler bize sorular
sorarlarken, o gözlerini kırpmadan bizlere bakıyordu. Verdiğimiz
karşılıklardan emin olduğumuz zaman da derin bir soluk alıyordu. Her şeyi
hissediyordu ve:
– “İyi, hayır, dikkatli ol, daha yavaş, gayret” demek için bize elleriyle,
başıyla binlerce işaret yapıyordu. Eğer konuşabilseydi bize pek çok şeyi
fısıldayacaktı. Öğretmenin yerinde sınava giren çocukların babaları otursaydı
bundan daha fazla yararları dokunamazdı. Herkesin önünde, belki on defa,
teşekkür ederim, öğretmenim, diye bağırmak geldi içimden.
Öğretmenler bana:
– “Tamam, gidebilirsiniz.” dedikleri zaman bizim öğretmenin gözleri
sevinçten parıldadı.
Hemen sınıfa döndüm ve babamı beklemeye koyuldum. Arkadaşlarımın
çoğu daha sınıfta bekliyorlardı. Garrone’nin yanına oturdum. Hiç de neşeli
değildim. Bunun, Garrone’nin yanında son oturuşum olduğunu
düşünüyordum! Garrone’ye daha bir şey söylememiştim: Dördüncü sınıfı
onunla birlikte okumayacağımı ve babamla birlikte Torino’dan gitmek
zorunda olduğumu. O daha hiçbir şey bilmiyordu. İki kat olmuş, öyle
duruyordu. Kocaman başını sıranın üstüne eğmiş babasının bir fotoğrafının
kenarına süsler yapıyordu. Babası resimde makinist elbisesiyle görülüyordu,
uzun boylu, iri yarı bir adamdı. Boynu bir boğanınki gibi kalındı. Oğlu gibi
onun da ciddi, namuslu bir insan yüzü vardı. Böyle eğilmiş dururken, yakası
biraz açılmış olan gömleğinin arasından sağlam, çıplak göğsü ve oğluna
yardım ettiğini öğrendiği zaman Nelli’nin annesinin ona hediye ettiği zincir
görülüyordu. Ama, artık Torino’dan gideceğimi ona söylemeliydim. Ona:
– “Garrrone, bu sonbaharda babam temelli olarak Torino’dan gidecek.”
dedim.
Benim de babamla birlikte gidip gitmeyeceğimi sordu, “evet,” dedim.
Bana:
– “Dördüncü sınıfı bizlerle birlikte okumayacak mısın?” diye sordu.
Hayır, diye karşılık verdim. Bir süre resim yapmaya devam ederek
konuşmadan durdu. Sonra, başını kaldırmadan sordu:
– “İleride üçüncü sınıf arkadaşlarını hatırlayacak mısın?” diye sordu.
– “Evet,” dedim, “hepsini hatırlayacağım; ama seni... Hepsinden, daha çok.
Seni kim unutabilir ki?”
Pek çok şey anlatan ciddi, sabit gözlerle bana baktı, bir şey söylemedi,
yalnız diğer eliyle resim yapmaya devam ediyormuş gibi sol elini bana uzattı.
Ben de bu güçlü, şerefli eli iki elimin arasına aldım ve içtenlikle sıktım. O
sırada aceleyle sınıf öğretmenimiz içeri girdi, yüzü kıpkırmızıydı. Çabuk
çabuk konuşarak, alçak sesle bizlere:
– “Aferin, çocuklar, şimdiye kadar her şey çok iyi gitti, öyle sanıyorum ki,
sona kalanlar da derslerini böyle iyi bilecekler! Gayret, çocuklar! Çok
memnunum!” dedi. Sesinden ne kadar sevinçli olduğu anlaşılıyordu.
Sevincini belirtmek ve bizleri neşelendirmek için aceleyle sınıftan çıkarken
ayağı takılmış gibi yaptı ve düşmemek için duvara tutundu. Şimdiye dek
onun güldüğünü hiç görmemiştik! Bu olay bize o kadar garip geldi ki,
gülecek yerde hepimiz şaşkın şaşkın bakakaldık. Herkes gülümsedi, kimse
gülmedi. Neden olduğunu ben de bilmiyorum ama, bu saf çocuk neşesi beni
hem üzdü, hem de sevindirdi. Bu neşe anı, iyilikle, sabırla, çeşitli sıkıntılarla
geçirdiği dokuz ayın ödülü, karşılığıydı! Bazı zamanlar ne kadar çok
yoruluyordu, kaç kere de hasta hasta gelip bize ders yaptırmıştı, zavallı
öğretmen! Bütün ders yılı boyunca bize gösterdiği sevginin, ilginin karşılığı
olarak yalnız, ama yalnız bunu bekliyordu! Öyle sanıyorum ki, onu her
hatırlayışımda bu hareketi yaparken göreceğim, aradan çok uzun yıllar geçse
bile. Ben büyüyüp adam olduğum zaman, o da hayatta olursa, karşılaşırsak
yaptığı bu sevinç hareketini hiç unutmayıp kalbimde taşıdığımı ona
söyleyeceğim ve onu ak saçlı başından öpeceğim.
VEDA

10 Pazartesi

Saat tam birde son defa olarak okulda toplandık. Sınav sonuçlarını
öğrenecek ve karnelerimizi alacaktık. Sokak ana babalarla dolmuştu. Bunlar
büyük salona giriyorlar, sınıflara yerleşiyorlardı, içlerinden bir kısmı da
öğretmen kürsüsüne kadar yaklaşıyordu. Bizim sınıftakiler duvarla ön sıralar
arasında kalan boşluğu dolduruyorlardı. Bunların içinde Garrone’nin babası,
Derossi’nin annesi, çilingir Precossi, Baba Coretti, Bayan Nelli, sebze
satıcısı, küçük duvarcı ustasının babası, Stardi’nin babası ve şimdiye dek hiç
görmediğim daha pek çoğu vardı. Dört bir yandan fısıltılar, hışırtılar,
mırıltılar duyuluyordu. Öğretmen girdi; birden herkes sustu. Elinde sınıf
listesi vardı, hemen okumaya başladı:
– “Abatucci, geçti, yetmiş üstünden altmış; Archini, geçti, yetmiş üstünden
elli beş.”
Küçük duvarcı ustası da, Crossi de geçmişlerdi.
Öğretmen yüksek sesle okumaya devam ediyordu.
– “Derossi Ernesto, geçti, yetmiş üstünden yetmiş ve birincilik ödülünü
kazandı.”
Orada bulunan ve onu tanıyan bütün ana babalar, bir ağızdan:
– “Aferin, aferin, Derossi!” dediler.
O da kıvırcık sarı saçlı başını sallayarak, o rahat, sevimli gülümseyişiyle
annesine baktı, o da oğluna elini salladı Garoffi, Garrone, Calabrialı da
geçmişlerdi. Daha sonra adları okunan üç, dört çocuk sınıfta kalmışlardı,
içlerinden biri de ağlamaya başladı, çünkü kapıda duran babası ona tehdit
işareti yapmıştı. Ama, öğretmen o çocuğun babasına:
– “Hayır, efendim, çocuğu böyle korkutmayın. Çocuklar her zaman kendi
kabahatleri yüzünden sınıfta kalmazlar, bazen de talihsizlik rol oynar.
Oğlunuzun durumu da böyle” dedi. Sonra, yeniden okumaya devam etti:
“Nelli, geçti, yetmiş üstünden altmış iki.”
Annesi elindeki yelpazeyle ona bir öpücük yolladı. Stardi de yetmiş
üstünden altmış yedi alarak geçmişti ama, bu güzel sonucu duyunca ne
gülümsedi, ne de yumruklarını şakaklarına dayadı. Adı en son okunan Votini
oldu, her zamanki gibi tertemiz giyinmiş, saçların itinayla taramıştı. O da
sınıfını geçmişti. En sonuncuyu da okuduktan sonra öğretmen ayağa kalktı
ve:
– “Çocuklar, bu son defa bir arada bulunuşumuz. Bütün bir ders yılı
boyunca bir aradaydık, şimdi birbirimizi candan seven dostlar olarak
ayrılıyoruz, değil mi? Sevgili çocuklar, sizlerden ayrılmak bana çok acı
geliyor” dedi ve sözlerine bir süre ara verdi. Sonra yeniden konuşmaya
başladı: “Eğer sabrımın taştığı zamanlar olduysa, istemeyerek sizlere karşı
haksızlık ettimse, çok sert davrandımsa, beni bağışlayın.”
Ana babalarla pek çok öğrenci:
– “Hayır!” dediler. “Hayır, Bay öğretmen, hiçbir zaman böyle bir şey
olmadı.”
Öğretmen tekrarladı:
– “Beni bağışlayın ve sevin. Gelecek yıl artık benim sınıfımda
olmayacaksınız, ama, sizleri gene görebileceğim, daima da benim kalbimde
yaşayacaksınız. Hoşça kalın, çocuklar!”
Bunları söyledikten sonra bizlere doğru ilerledi, herkes sırasından kalkarak
ellerini ona doğru uzattı, onu kollarından ve ceketinin eteklerinden
yakaladılar. Çocuklardan pek çoğu onu öptü. Elli ses bir ağızdan:
– “Hoşça kalın, Bay öğretmen! Teşekkürler ederiz. Bay öğretmen!
Esenlikle kalın! Bizleri unutmayın!” dedi.
Sınıftan çıkarken çok heyecanlıydı. Sınıftan karma karışık çıktık. Her
sınıftan oluk oluk öğrenciler çıkıyordu. Aralarında selamlaşan ve
öğretmenlerle vedalaşan öğrenciler, ana babalar, karışıklık, büyük bir gürültü
meydana getiriyorlardı. Kırmızı kalemli öğretmenin kucağında dört, beş
çocuk vardı, yirmi kadarı da çevresini sarmışlardı, kadıncağız zorlukla soluk
alabiliyordu. “Rahibe” takma adı verilen öğretmenin de saçı başı
darmadağınık olmuştu, siyah elbisesinin ceplerine bir düzine çiçek demeti
doldurmuşlardı. Çocukların çoğu Robertti’ye gösteri yapıyorlardı, çünkü
çocukcağız ancak bugün koltuk değneklerini bırakıp yürümeye
başlayabilmişti. Dört bir yandan yalnız şu sözler duyuluyordu:
– “Gelecek yıla! Yirmi Ekime! Bayramda görüşürüz!”
Biz de selamlıyorduk. Ah! İnsan o anda bütün tatsızlıkları nasıl da
unutuveriyor! Derossi’ye karşı o kadar kıskanç davranmış olan Votini
kollarını iki yana açıp tebrik etmek için Derossi’yi ilk öpenlerden biri oldu.
Küçük duvarcı ustasıyla vedalaştım ve sevgili çocuk tam bana son kez tavşan
gibi yüzünü buruştururken öptün onu! Precossi’yle, Garoffi’yle vedalaştım.
Kedi gibi Garrone’nin yanına sokulan Nelli çok sevimli bir görüntü meydana
getiriyordu. Bunu gören kötü niyetli çocuklar da ona yaklaşmaya cesaret
edemiyorlardı. Herkes Garrone’nin etrafına toplanmıştı. Allahaısmarladık,
Garrone, hoşçakal, gelecek yıla görüşürüz, diyorlardı.
Bu iyi kalpli, fedakar çocuğa sarılıyorlar, onu okşuyorlardı. Gülümseyerek
bakan babası da şaşkına dönmüştü. Sokakta son öptüğüm Garrone oldu.
Boğazımı tıkayan hıçkırıklarım onun göğsünde boğuldu, o da beni alnımdan
öptü. Sonra annemle babamı da selamladı.
Babam bana:
– “Bütün arkadaşlarınla vedalaştın mı?” diye sordu.
– “Evet.” dedim.
– “Arkadaşlardan birine karşı bir kabahat işledinse, şimdi git ondan özür
dile. Seni bağışlasın. Böyle kimse var mı?”
– “Hayır, hiç kimse yok.”
Babam son bir kez okula bakarak, heyecanlı bir sesle:
– “Öyleyse, elveda!” dedi.
Annem de tekrarladı:
– “Elveda!”
Ben hiçbir şey söylemedim.

You might also like