Professional Documents
Culture Documents
Edmondo de Amicis - Çocuk Kalbi
Edmondo de Amicis - Çocuk Kalbi
EDMONDO DE AMICIS
SİS YAYINCILIK
SİS YAYINCILIK - 14
ÇOCUK KALBİ
EDMONDO DE AMICIS
ISBN 978-975-6938-14-5
SİS YAYINCILIK
Merkez: Giyimkent Sitesi D 6 Blok / 59
No: 77-78 Esenler / İstanbul
Tel: (212) 659 58 61 -62
Fax: (212) 659 02 51
www.sisyayincilik.com
e-mail: info@sisyayincilik.com
ÇOCUK KALBİ
EDMONDO DE AMICIS
SİS YAYINCILIK
EKİM
17 Pazartesi
Bugün okulun ilk günü. Yazlıktaki üç aylık tatil bir rüya gibi geçti!
İlkokulun üçüncü sınıfına yazdırmak için, annem beni bu sabah Baretti
Okulu’na götürdü. Aklım yazlıktaydı ve istemeyerek gidiyordum. Bütün
sokaklar çocuklarla kaynıyordu. İki kitapçı dükkanı; çanta, kağıt ve defter
satın alan anne ve babalarla tıklım tıklımdı. Okulun önünde o kadar çok insan
birikmişti ki okul hademesiyle, belediye görevlisi girişi serbest bırakmak için
paralanıyorlardı. Giriş kapısında biri omzuma dokundu. İkinci sınıf
öğretmenimdi. Kızıl saçları darmadağınıkdı. Her zamanki neşesiyle bana:
– “Demek artık birbirimizden temelli olarak ayrıldık” dedi.
Bunu ben de pekala biliyordum ama, gene de bu sözler bana çok acı geldi.
Güçlükle içeri girebildik. Hanımlar, beyler, işçiler, subaylar, büyükanneler,
dadılar, bir ellerinde çocukları, diğerinde de kayıt kağıtları, holü ve
merdivenleri dolduruyorlardı. Tiyatro girişlerindekini andıran bir vızıltı
çıkarıyorlardı. Üç yıl süreyle, aşağı yukarı her gün geçtiğim, yedi sınıf
kapısının üzerine açıldığı o koskocaman odayı tekrar görünce çok sevindim.
Çok kalabalık vardı. Öğretmenler gidip geliyorlardı. Birinci sınıf öğretmenim
beni sınıfının kapısında selamladı ve:
– “Enrico, bu yıl yukarıdaki katta okuyacaksın, artık senin buradan
geçtiğini bile göremeyeceğim” dedi ve bana üzgün üzgün baktı.
Sınıflarda çocuklarına yer kalmayan endişeli, telaşlı hanımlar müdürün
etrafını çevirmişlerdi. Bana müdürün sakalı bu yıl biraz daha ağarmış gibi
geldi. Çocukları daha büyümüş, toplanmış gördüm. Giriş katında bütün
öğrenciler sınıflarına yerleştirilmişlerdi.
Birinci sınıfa yeni kaydolan çocuklar içeri girmek istemiyorlar ve inatçı
sıpalar gibi dikilip kalıyorlardı. Onları zorla çekip almak gerekiyordu.
Bazıları oturdukları sıralardan kaçıyorlardı. Diğerleri ana babalarının gittiğini
görünce ağlamaya başlıyorlar, berikiler de onları avutmak için geri
dönüyorlardı. Öğretmenler de umutsuzluğa kapılıyorlardı. Küçük erkek
kardeşim, öğretmen Delcati’nin sınıfındaydı; ben de öğretmen Perboni’nin
birinci kattaki sınıfındaydım. Saat onda hepimiz sınıftaydık. Tam elli dört
kişi. Çocukların on beş, on altısı ikinci sınıftan arkadaşımdı. Aralarında
daima sınıf birincisi olan Derossi de vardı. Yazı geçirdiğim ormanları, dağları
düşündükçe okul bana o kadar küçük, o kadar kasvetli görünüyordu ki!
Sonra, ikinci sınıftaki öğretmenimi de düşünüyordum. Öyle iyiydi ki, hep
bizlerle beraber gülerdi. O kadar da ufak tefekti ki arkadaşlarımızdan biri gibi
görünürdü. Darmadağınık kızıl saçlarıyla onu artık orada göremeyeceğimi
düşündükçe üzülüyordum. Bu yılki öğretmenimiz uzun boylu, sakalsız, uzun
kır saçlı, alnında da düz bir çizgisi var. Sesi oldukça kalın. Sanki içimizi
okumak istermiş gibi, her birimize teker teker sabit gözlerle bakıyor ve hiç
gülmüyor. Kendi kendime:
– “İşte ilk gün. Dokuz ay daha var. Ne kadar çalışma, ne kadar aylık sınav,
ne kadar yorgunluk!” diyordum.
Okul çıkışı annemi bulmaya ve koşup elini öpmeye gerçekten ihtiyacım
vardı. Bana:
“Gayret, Enrico! Beraber çalışacağız” dedi.
Ve eve döndüğümden de memnundum. Fakat, neşesi ve tatlı gülüşüyle
öğretmenim yoktu artık, okul da bana eskisi gibi güzel görünmüyordu.
ÖĞRETMENİMİZ
18 Salı
21 Cuma
CALABRIALI ÖĞRENCİ
22 Cumartesi
ARKADAŞLARIM
25 Salı
26 Çarşamba
27 Perşembe
28 Cuma
Dün akşam annem ve kız kardeşim Silvia’yla daha önce sözünü ettiğim o
yoksul kadıncağıza çamaşır götürdük. Ben paketi taşıyordum, Silvia da
kadıncağızın adı ve adresinin bulunduğu kağıdı. Yüksek bir evin, pek çok
kapılar açılan uzun bir koridorun bulunduğu çatı katına kadar çıktık. Annem
en sondaki kapıyı vurdu. Bize kapıyı açan sarışın ve sıska kadın henüz gençti.
Başındaki o aynı başörtü gözüme ilişince onu daha önce de görmüş
olduğumu hatırladım.
Annem;
– “Bu adreste oturan falanca hanım sizsiniz, değil mi?” diye sordu.
– “Evet, Hanımefendi, benim.”
– “İyi öyleyse, biz de size birkaç parça çamaşır getirdik.”
Zavallı kadıncağız aralıksız teşekkür kelimeleri ve hayır duaları sıralıyordu.
Bu sırada, boş ve karanlık odanın bir köşesinde, bir sandalyenin önünde
çömelmiş, sırtı bize dönük, yazı yazar gibi duran bir oğlan çocuk gördüm.
Gerçekten de yazı yazıyordu, kağıdı sandalyenin üzerinde, mürekkep hokkası
da yerde. Bu kadar karanlıkta nasıl yazabiliyordu? Kendi kendime bunları
düşünürken, birden Crossi’nin kızıl saçlarıyla o upuzun ceketini
tanıyıverdim. Sebze satıcısı kadının kolu felçli oğlu. Kadıncağız paketi
alırken ben de anneme Crossi’yi tanıdığımı söyledim.
Annem :
– “Sus!” diye karşılık verdi. “Annesine maddi yardımda bulunduğumuzu
görürse belki de utanır. Ona seslenme.”
Ama, tam o sırada Crossi arkasına döndü, ne yapacağımı şaşırdım,
gülümsedi. Bunun üzerine arkadaşımı öpmem için annem beni odanın içine
doğru itti. Onu öptüm, Crossi ayağa kalktı ve elimi tuttu.
Bu sırada annesi anneme:
– “İşte oğlumla burada yalnız başımıza yaşıyoruz. Kocam altı yıldır
Amerika’da. Ben de hastalandığım için sebze satıp birkaç kuruş
kazanamıyorum. Zavallı Luigino’mun ders çalışabileceği bir masamız bile
kalmadı. Aşağıdaki giriş kapısının yanında bir sıra bulunduğu sürece, hiç
olmazsa yazılarını orada yazabiliyordu. Şimdi onu da kaldırdılar. Gözlerini
mahvetmeden çalışabileceği bir ışığımız bile yok. Defter ve kitaplarını
Belediye veriyor da çocukcağızı okula yollayabiliyorum. Zavallı Luigino, ne
kadar çok çalışmak isterdi! Çok talihsizim!”
Annem çantasındaki bütün parayı anneye verdi, çocuğu da öptü. Oradan
ayrıldığımızda gözleri yaşlarla dolmuştu. Bana:
– “Bak ne zavallı çocuk, ne güç koşullar altında çalışıyor. Sense, her türlü
yeteneğin olduğu halde, çalışmak sana ne kadar güç geliyor! Ah,
Enrico’cuğum, onun bir günlük çalışmasındaki gayret senin bir yıllık
çalışmana eşit. Birincilikler öylelerine verilmeli!”
OKUL
28 Cuma
Evet, sevgili Enrico, annenin dediği gibi ders çalışmak sana çok zor geliyor.
Daha henüz senin okula dilediğin gibi, kararlı, güler yüzle gittiğini
görmedim. Hala isteksizsin. Ama, dinle; eğer okula gitmezsen günlerinin ne
kadar boş, sıkıcı olacağını düşün bir kere! Bir hafta sonra, can sıkıntısından
ve utançtan kıpkırmızı, eğlencelerinden, oyunlarından ve bu gayesiz
yaşantıdan bıkıp, okula tekrar dönebilmek için ellerini kavuşturup
yalvaracaksın. Enrico’cuğum, şimdi herkes ama, herkes çalışıyor. Bütün gün
işlerinde yorulduktan sonra gece okula giden işçileri düşün. Bütün hafta
boyunca çalıştıktan sonra Pazar günü okula giden kadınları, çocukları düşün.
Çalışmaktan bitkin düştükten sonra eline defter, kitap alan askerleri düşün.
Her şeye rağmen bir şeyler öğrenmeye çalışan dilsiz ve kör çocukları düşün.
Sonra, okuma yazma öğrenen tutukluları da hatırla. Sabahleyin, evden
çıkarken, o aynı anda, senin bulunduğun şehirde, senin gibi otuz bin çocuğun
çalışmak için üç saat boyunca bir odaya kapandığını düşün. Ama, ne! Bütün
ülkelerde, aşağı yukarı aynı saatte okula giden sayısız çocuğu düşün. Hayal
gücünü kullanarak onları gözünün önüne getir. Sakin köylerin küçücük,
daracık yollarından, gürültülü şehirlerin büyük caddelerinden, denizlerin,
göllerin kıyısından kızgın güneşin altında, kanalların kesiştiği ülkelerde, sis
içinde, kayıklarda, uçsuz bucaksız ovalarda at sırtında, kar içinde kızaklarda,
dağ, tepe aşarak, ormanlardan, sellerden geçip, dağların ıssız keçiyollarından,
tek başına, iki kişi grup halinde, ya da uzun bir kuyruk meydana getirerek,
bütün kitapları koltuklarında, bin bir çeşit kıyafette, bin bir dilde konuşan,
Rusya’nın buzlar arasında kaybolmuş en ücra okullarından Arabistan’da
palmiyelerin gölgelediği en ücra okullara kadar, milyonlarca ve milyonlarca
çocuk; hepsi de ayrı ayrı yollardan aynı şeyi öğrenmeye gidiyorlar. Yüz
millete ait çocuğun meydana getirdiği bu karınca yuvalarını, senin de bir
parçası olduğun o büyük hareketi gözünün önüne getir ve düşün; eğer bu
hareket durursa, insanlar barbarlık günlerine dönerler. Bu hareket insanlığın
ilerlemesi, ümidi ve zaferidir. Öyleyse cesaret, büyük ordunun küçük askeri.
Kitapların senin silahlarındır, sınıfın senin taburundur, savaş alanın bütün
yeryüzüdür ve zafer de uygar insanlığındır. Korkak bir asker olma,
Enrico’cuğum.
BABAN
Korkak bir asker olmayacağım, hayır; ama, eğer öğretmenimiz her gün bize
bu sabahkine benzer hikayeler anlatsaydı, okula daha büyük bir istekle
giderdim. Her ay, bir çocuğun başından geçen ve güzel bir olayı anlatan bir
hikayeyi bize yazılı olarak verecekmiş. Bu aykinin adı Padova’lı Küçük
Vatansever. İşte hikaye: Fransız bandıralı bir buharlı gemi İspanya’nın
Barselona şehrinden Cenova’ya gidiyormuş. Bu gemide Fransızlar,
İtalyanlar, İspanyollar ve İsviçreliler varmış. Bütün bu yolcuların arasında,
hırtı pırtı içinde, on bir yaşlarında bir oğlan çocuk da bulunuyormuş. Tek
başına yolculuk ediyormuş. Bir vahşi hayvan gibi herkesten uzakta
duruyordu. İki yıl önce Padova yakınlarındaki bir köyde oturan annesiyle
babası, onu bir soytarı topluluğa satmışlardı. Bu topluluğun başkanı çocuğa
tekme, yumruk atıp aç bırakarak pek çok marifet öğretmişti. Küçük
Padova’lıyı hep tartaklayıp aç bırakarak bütün Fransa’yı ve İspanya’yı bir
baştan bir başa dolaştırmışlardı. Çocukcağız acınacak bir hale gelmişti.
Barselona’ya varınca, açlığa ve kendisine yapılan eziyetlere dayanamayan
çocuk, zindancısının elinden kaçmış, yardım istemek için soluğu İtalyan
Konsolosluğu’nda almıştı. Çocuğun bu durumuna pek üzülen konsolos,
Cenova Polis Müdürlüğü’ne başvurması için çocuğa bir mektup vermiş ve
onu bu buharlı gemiye bindirmişti. Cenova Polis Müdürlüğü onu babasına
geri yollayacaktı, onu bir hayvan gibi satan ana babasına. Çocuk ikinci mevki
bir kamarada kalıyordu. Herkes ona bakıyordu. Yolculardan bazıları ona soru
soruyorlardı ama, o hiç cevap vermiyordu. O kadar çok ızdırap çekmiş, o
kadar çok sille yemişti ki artık her şeyden nefret eden, herkesi hor gören bir
hali vardı. Yalnız, yolculardan üçü çocuğu devamlı soru yağmuruna tutarak
sonunda dilini çözebilmişlerdi. Çocuk İtalyan, İspanyol ve Fransız dillerinin
birbirine karıştığı birkaç kaba kelimeyle hikayesini anlattı. Bu üç yolcu
İtalyan değildiler ama, çocuğun söyleyediklerini anladılar. Biraz, küçük
Padova’lıya acıdıklarından, biraz şarabı fazla kaçırdıklarından ve başka
şeyler de anlatması için, onunla şakalaşarak çocuğa para verdiler. O sırada
salona birkaç hanımın girdiğini görünce, üç yolcu, gösteriş yapmak için
çocuğa biraz daha para verdiler ve:
– “Bunu da al, bunu da al!” diye bağırarak paraları masanın üzerinde
şakırdattılar.
Oğlan kısık bir sesle teşekkür edip, o sert hareketiyle ama, ilk kez
gülümseyen ve şefkatli bakışlarıyla, verilen her şeyi cebine indiriyordu.
Sonra, kamarasındaki ranzasına tırmandı, perdeyi çekti ve sessizce kendi
işlerini düşünmeye koyuldu. İki yıldır çektiği açlıktan sonra, elindeki bu
parayla, gemide pekala lezzetli, nefis şeyler yiyebilirdi. İki yıl boyunca
paçavralar içinde gezdikten sonra da, Cenova’da vapurdan iner inmez
kendisine güzel bir ceket alabilirdi. Bu parayı saklayıp evine de götürebilirdi.
Çocuklarının cepleri dolu geldiğini gören annesiyle babası belki onu daha
insancıl bir şekilde karşılarlardı. Bu para onun için küçük bir servetti. O üç
yolcu ikinci mevki salonun ortasındaki yemek masasının başında çene
çalarken çocukcağız da, ranzasının perdesi arkasında, yüreği hafiflemiş,
düşünüyordu. Masanın başında oturan üç yolcu içiyorlar, yolculuklarından,
gördükleri ülkelerden söz ediyorlardı. Söz döndü dolaştı ve İtalya’ya geldi.
Biri otellerden yakındı, diğeri demiryollarından ve sonra da üçü birden İtalya
hakkında ileri geri konuşmaya başladılar. Biri Laponya’da yolculuk etmeyi
tercih ederdi; bir diğeri İtalya’da yalnızca hırsız ve haydut bulunduğunu
söyledi. Üçüncüsü, İtalyan memurların okuma yazma bilmediğini ileri sürdü.
– “Cahil bir millet” diye tekrarladı birincisi.
– “Pis, iğrenç” diye ekledi ikincisi.
– “Hır...” diye haykırdı üçüncüsü.
Hırsız demek istiyordu ama, kelimesini tamamlayamadı. Bir bozuk ve kağıt
para sağanağı başlarından, omuzlarından aşağı döküldü, korkunç bir sesle de
masanın üzerine ve yere saçıldı. Üçü birden öfkeyle yerlerinden kalktılar ve
yukarı doğru baktılar. Tam bu sırada başlarına bir avuç dolusu bozuk para
daha döküldü.
Ranzasının perdesinden başını dışarı uzatan çocuk;
– “Alın paralarınızı” dedi hoşgörüyle, “vatanıma hakaret edenlerin
sadakasına ihtiyacım yok!”
BACA TEMİZLEYİCİSİ
1 Kasım
2 Kasım
Bugün, ölüleri anma günüdür. Enrico, siz çocukların bugün hangi ölüleri
hatırlamanız gerektiğini biliyor musun? Sizler için, mini mini bebekler için
ölenleri. Bu uğurda kaç kişi öldü ve kaç kişi daha ölüyor! Kaç aile babasının
iş başında can verdiğini, kendi uğradıkları yokluklardan, sefaletten ve
eziyetlerden çocuklarını korumak için kaç annenin kara topraklara girdiğini
hiç düşündün mü? Evlatlarını sefalet ve felaket içinde görmeye dayanamayıp
ümitsizlik içinde kaç adamın kalbine hançer sapladığını, ne kadar kadının
kaybettikleri çocuklarının acısına dayanamayıp kendilerini astıklarını,
üzüntüden öldüklerini, yada delirdiklerini biliyor musun? Bugün, bütün
ölüleri düşün, Enrico. Küçük öğrencilerini çok sevip onlardan ayrılmaya
gönülleri elvermediği için, okul çalışmalarının yorgunluğuna dayanamayıp
vereme tutulan ve pek genç yaşta ölen öğretmenleri düşün. Küçük çocukları
tedavi etmek için kahramanca göğüs gerdikleri o bulaşıcı hastalıklara tutulup
ölen doktorları düşün. Deniz kazalarında, yangınlarda, kıtlıklarda, en tehlikeli
anlarda, hayatını kurtaracak olan son tahta parçasını, alevlerden kaçabileceği
son ipi, son ekmek lokmasını o masum çocuklara bırakan ve yaptıkları
fedakarlıktan mutlu ölenleri düşün. Bu ölüler sayısızdır, Enrico. Her
mezarlıkta eğer mezarlarından bir an kalkabilselerdi, gençliğin zevklerini,
yaşlılığın huzurunu, şefkatlerini, zekalarını, hayatlarını gözlerini kırpmadan
uğrunda feda ettikleri çocuğun adını haykıracak o kutsal yaratıklardan pek
çoğuna rastlanır. Hayatının baharında ölen gençler, seksenlik ihtiyarlar,
delikanlılar -çocukluğun kahraman ve bilinmeyen şehitleri- Ne yazık ki
toprak, bütün bu ölülerin mezarlarına koyabileceğimiz kadar çok, büyük ve
güzel çiçek veremiyor. Ah çocuklar, ne kadar sevildiğinizi bir bilseniz!
Bugün bütün bu ölüleri saygıyla an ve seni çok seven, senin için didinip
yorulanlara karşı daha iyi yürekli, daha şefkatli davran! Evladım, böyle bir
günde, daha arkasından yaş dökecek birisi olmadığı için ne kadar mutlusun!
ANNEN
KASIM
ARKADAŞIM GARRONE
4 Cuma
Bu iki günlük bir tatildi. Garrone’yi göremeden geçen bu iki gün bana çok
uzun geldi. Benim Garrone’yi çok iyi tanıdığım ve sevdiğim gibi herkes de
onu sever ve sayar. Kendisine bir şey belli etmezler ama, hain çocuklar onu
hiç sevmezler, çünkü Garrone etrafındakilere hainlik yapılmasına hiç göz
yummaz. Ne zaman büyük bir çocuk bir küçüğe el kaldıracak olsa, küçük
hemen:
– “Garrone!” diye bağırır, böylece büyük ona vuramaz.
Garrone’nin babası demiryollarında makinisttir. İki yıl boyunca hasta
yattığı için Garrone okula geç başlamış. Çok iyi kalpli bir çocuktur. Sınıfın
en uzun boylu ve en kuvvetli çocuğudur, tek eliyle bir sırayı kaldırır, hiç
durmadan da bir şeyler atıştırır. Kendisinden ne istenirse istensin, kalem,
silgi, kağıt, çakı, hemen verir. Okulda ne güler, ne de konuşur. Kendisi için
pek dar olan sırasında sırtını kamburlaştırır, başını omuzlarının içine çeker ve
hiç kımıldamadan oturur. Ona baktığım zaman da:
– “Seninle dostuz, değil mi, Enrico?” dermiş gibi yarı kapalı gözleriyle
bana gülümserdi.
İri ve şişman olduğu için ceketi, pantolonu, gömleği, her şey, ona çok dar
ve çok kısa gelirdi, bu da beni güldürürdü. Pek küçük olduğu için başında
doğru dürüst durmayan şapkası, tıraşlı başı, koskocaman ayakkabıları ve her
zaman ip gibi bükülmüş bir kravatı vardı. Sevgili Garrone, seni sevmek için
bir kez yüzüne bakmak yeter. Sınıfın bütün küçükleri onunla aynı sırada
oturmak isterlerdi. Aritmetiği çok iyi bilirdi. Kitaplarını kırmızı deri bir
kayışla tutturur ve omuzundan sallandırırdı. Sedef saplı bir bıçağı vardı, onu
geçen yıl askerlerin talim yaptığı meydanda bulmuştu. Bir gün bu bıçakla
oynarken parmağını kemiğe kadar kesti ama, okulda bundan kimsenin haberi
olmadı, evde de annesini, babasını üzmemek için hiçbir şey belli etmedi.
Bazen şaka yollu bir şey söyler ama, bundan kimse incinmez. Garrone bir
şeyin doğru, gerçek olduğunu açıklarken ona “yalan söylüyorsun” derlerse,
kıyameti koparır, gözleri ateş saçar ve olan gücüyle sırayı yumruklar.
Cumartesi sabahı, yol ortasında ağlayan birinci sınıftan bir çocuğa bir metelik
verdi, çünkü çocuk parasını elinden kaptırmıştı, bu yüzden de defter
alamıyordu.
Garrone üç gündür annesinin yaş günü için yazdığı sekiz sayfalık bir
mektubun kenarlarını boya kalemleriyle süslemekle meşguldü. Sık sık
okuldan oğlunu almaya gelen annesi de Garrone gibi, uzun boylu, şişman ve
oldukça sevimliydi. Öğretmen hep Garrone’ye bakar, yanından her geçişinde
de sakin bir boğa yavrusunu okşar gibi onun ensesini okşar. Onun erkek eli
gibi kocaman elini sıkmak çok hoşuma gider. Bir arkadaşının hayatını
kurtarmak için tehlikeye atılabileceğinden, onu korumak için kendini
öldürebileceğinden o kadar eminim ki. Zaten bu onun gözlerinden de
okunuyor. Sesi her zaman homurdanma gibi çıktığı halde, o ses merhametli,
yumuşak bir kalpten gelir.
7 Pazartesi
Dün sabah Carlo Nobis’in Betti’ye söylediği sözü, Garrone hiçbir zaman
ağzına bile almazdı. Carlo Nobis kibirlidir. Çünkü babası zengin, önemli bir
kişidir. Uzun boylu, siyah sakallı, çok ciddi bir beydir. Aşağı yukarı her
sabah okula kadar oğluna eşlik eder. Dün sabah Nobis Betti’yle kavga etti.
Bir kömürcünün oğlu olan Betti sınıfın en küçüklerinden biridir. Carlo haksız
olduğu için ne söyleyeceğini bilemiyordu. Betti’ye yüksek sesle:
– “Senin baban hırtı pırtı giyen bir dilenci!” diye bağırdı.
Betti saçlarının köküne kadar kızardı, bir şey söylemedi ama, gözleri
yaşardı. Eve dönünce de bu sözleri babasına tekrarladı. Bunun üzerine
kısacık boylu kapkara kömürcü adam, öğleden sonraki derste, oğlunun
elinden tutmuş, beliriverdi. Carlo Nobis’i öğretmene şikayet edecekti.
Kömürcü öğretmene derdini anlatırken ve bütün sınıf susmuşken, Carlo’nun
babası her zamanki gibi, kapının eşiğinde oğlunun mantosunu çıkarırken
adının söylendiğini duydu, içeri girdi ve adının ne sebeple geçtiğini sordu.
Öğretmen:
– “Bu işçi bana yakınmaya gelmiş, çünkü oğlunuz Carlo onun oğluna:
‘Senin baban hırtı pırtı giyen bir dilenci.’ demiş, diye açıkladı.
Nobis’in babası kaşlarını çattı, biraz da kızardı. Sonra da oğluna:
– “Sen bu sözü söyledin mi?” diye sordu.
Carlo, -sınıfın ortasında ayakta, küçük Betti’nin önünde, başı eğik- cevap
vermedi.
Bunun üzerine babası onu kolundan tuttu ve yüzü Betti’ye dönük, öne
doğru itti, öyle ki neredeyse iki çocuk birbirlerine değeceklerdi. Sonra da
oğluna:
– “Arkadaşından özür dile” dedi.
Kömürcü:
– “Hayır, hayır” diyerek araya girmek istedi ama, Bey ona aldırış etmedi ve
oğluna:
– “Arkadaşından özür dile” diye tekrarladı. “Sözlerimi tekrarla: Babamın
elini sıkmakla şeref duyacağı babana karşı söylediğim manasız, kaba, hakaret
edici söz için özür dilerim.”
Kömürcü:
– “İstemiyorum” demek ister gibi, kararlı bir hareket yaptı.
Carlo’nun babası bu hareketi dikkate bile almadı ve oğlu yavaşça, belli
belirsiz duyulabilen bir sesle, gözlerini yerden kaldırmadan:
– “Babamın... elini sıkmakla şeref duyacağı... babana karşı söylediğim...
manasız... kaba... hakaret edici... söz için... özür dilerim” dedi
Böylece Bay Nobis elini kömürcüye uzattı, o da bu eli kuvvetle sıktı. Sonra
da, oğlunu Carlo Nobis’in kollarının arasına itti.
Bay Nobis öğretmene:
– “Bu iki öğrenciyi yanyana oturtmak lütfunda bulunur musunuz?” dedi.
Öğretmen de Betti’yi Nobis’in sırasına oturttu. Çocuklar yerlerine
yerleşince Nobis’in babası selam verdi ve çıktı.
Kömürcü, bir süre, dalgın, yanyana oturan iki çocuğa baktı. Sonra sıraya
yaklaştı, ona bir şey söylemek istermiş gibi, şefkat ve pişmanlık dolu bir
ifadeyle Nobis’e baktı ama, bir şey söylemedi. Onu okşamak için elini uzattı
ama, buna cesaret edemedi. Yalnız, kalın parmaklarıyla alnına dokundu.
Sonra kapıya doğru ilerledi, birkaç kere daha arkasına dönüp baktı ve gözden
kayboldu.
Öğretmen:
– “Gözünüzün önüne geçen bu olayı hayatınız boyunca hatırlayın, çocuklar.
Bu yılın en güzel dersiydi.” dedi.
10 Perşembe
ANNEM
10 Kasım, Perşembe
BABAN
ARKADAŞIM CORETTI
13 Pazar
Babam beni affetti ama, ben hala biraz üzgünüm. Bunun üzerine annem
beni kapıcının büyük oğluyla, biraz gezmem için parka yolladı. Parka
yaklaşıyorduk. Bir dükkanın önünde duran bir arabanın yanından geçerken,
birisinin ismimle beni çağırdığını duydum, döndüm: Coretti’ydi, çikolata
renkli kazağı, kedi tüyünden şapkasıyla, ter içinde, neşeli, okuldaki sınıf
arkadaşım. Omuzunda büyük bir deste odun taşıyordu. Arabada ayakta duran
adam her defasında bir kucak dolusu odun uzatıyor, Coretti de bunları alıyor,
babasının dükkanına taşıyor ve orda onları alelacele istif ediyordu.
– “N’apıyorsun, Coretti?” diye ona sordum.
Yükü almak için kollarını uzatırken:
– “Görmüyor musun, dersimi tekrarlıyorum” dedi.
Güldüm. Ama, o ciddi konuşuyordu. Odun destesini yüklendikten sonra,
dersini tekrarlamaya başladı:
– “Çekim halindeki fiiller adede göre değişirler... adede ve şahsa göre...”
Sonra, odunları yere bırakıp onları istiflerken, başka bir odun destesini
almak için arabaya doğru giderken:
– “Eylemin yapılış şekline göre...”
Bu yarınki dilbilgisi dersimizdi.
– “Ne yaparsın” dedi, “zamandan yararlanıyorum. Babam bir iş için
çırağıyla beraber gitti. Annem hasta. Boşaltma işi bana kaldı. Ben de bu
zaman içinde dilbilgisini gözden geçiriyorum. Bugünkü zor bir dersti. Bir
türlü aklıma yerleştiremiyorum.”
Sonra arabadaki adama döndü ve:
– “Paranızı vermek için babam saat yedide burada olacak” dedi.
Araba gitti.
Coretti bana:
– “Birazcık dükkana gel” dedi.
Girdim. Burası odun yığınları, çıra demetleri bulunan kocaman bir odaydı.
Diğer tarafta bir başka büyük oda daha vardı.
– “Bugün çok yorulacağım” diye sözüne devam etti Coretti. “Dersimi parça
parça çalışıyorum. Tam cümleleri yazıyordum, bir müşteri geldi. Tekrar yazı
yazmaya koyuldum, bu kez de arabacı geldi. Zaten bu sabah iki defa Venedik
Meydanı’ndaki odun pazarına gidip alışveriş yaptım. Yorgunluktan
bacaklarım ağrıyor, ellerim de şişti. Eğer bir de resim ödevi olsaydı, artık
parmağımı kıpırdatacak halim kalmazdı.”
Hem konuşuyor, hem de elinde süpürge, yerdeki kuru yaprakları, dal
parçalarını topluyordu.
– “Peki ama, Coretti, dersini nerede çalışıyorsun?” diye sordum.
– “Elbette burada değil” diye karşılık verdi. “Gel de gör.”
Beni dükkanın arkasındaki büyük odaya götürdü. Bu odayı mutfak ve
yemek odası olarak kullanıyorlardı. Bir köşeye yerleştirilmiş masanın
üstünde kitapları, defterleri ve daha başlanmamış ödevi duruyordu.
– “Doğru” dedi, “ikinci sorunun cevabını daha yazmadım; deriden
ayakkabı, kemer yapılır... bir de valizi ekleyeyim.”
Kalemi aldı ve o güzel yazısıyla yazmaya başladı.
Bu sırada dükkandan biri:
– “Kimse yok mu?” diye seslendi.
Bu çıra almaya gelen bir hanımdı.
Coretti:
– “Bakalım kimse gelmeden ödevimi bitirebilecek miyim” diyerek odaya
geri döndü ve yazmaya devam etti: “yolculuk, çantaları, asker çantaları.”
– “Ah, kahvem yanıyor!” diye birden bağırdı ve ocağa koşup cezveyi
ateşten çekti.
– “Bu annemin kahvesi” dedi. “Doğru dürüst kahve pişirmesini
öğrenmeliyim. Bekle de kahveyi anneme beraber götürelim. Böylece seni de
gömüş olur, hoşuna gider. Yedi gündür yatıyor... çekim halindeki fiiller! Bu
cezve de hep elimi yakar. Asker çantalarından daha ekleyebileceğim ne var?
Bir şeyler daha yazmak gerek ama, bulamıyorum. Gel, anneme gidelim.”
Bir kapıyı açtı, başka bir küçük odaya girdik. Büyük yatakta, Coretti’nin
annesi, başında beyaz bir örtüyle yatıyordu.
Coretti fincanı uzatarak:
– “Anne, işte kahven” dedi. “Bu da okul arkadaşım.”
Hanım bana:
– “Hoş geldiniz, küçük bey” dedi. “Hastaları yoklamaya geliyorsunuz, öyle
değil mi?”
Bu sırada Coretti, annesinin arkasına yastık yerleştiriyor, yorganı
düzeltiyor, ateşi canlandırıyor, komodinin altındaki kediyi kovuyordu. Sonra
kahve fincanını alırken:
– “Başka bir şeye ihtiyacın var mı, anne?” diye sordu. “Şurubundan iki
kaşık içtin mi? İlacın bitince eczaneye koşar alırım. Odunu yerleştirdim.
Dediğin gibi saat dörtte eti ateşe koyacağım. Yağcı kadın geldiği zaman da
sekiz meteliğini vereceğim. Her şey yolunda, endişelenme.”
Anne:
– “Teşekkür ederim, evladım” dedi. “ Zavallı çocuğum, git. O her şeyi
düşünür.”
Bir parça şeker almamı istedi, sonra da Coretti bana bir fotoğraf gösterdi.
Bu babasının asker üniformalı Prens Umberto’nun birliğinde savaşırken
66’da kazandığı madalyalı resmiydi. O neşeli gülümseme, ve o canlı
bakışlarla tıpkı Coretti’nin yüzüydü bu. Tekrar mutfağa döndük.
Coretti:
– “Aradığımı buldum” dedi ve defterine ekledi: “at koşumları da yapılır.”
Kalanıda bu akşam yaparım, biraz geç yatarım. Ne mutlu sana, ders çalışacak
zamanı bulduktan sonra, gezmeye de gidebiliyorsun!”
Hep neşeli ve çevik, dükkana dönünce, bir tezgahın üzerine odun parçaları
yerleştirdi ve onları ortasından kesmeye başladı. Bir yandan da:
– “Bu da jimnastik yerine geçiyor” dedi. “İstiyorum ki babam eve dönünce
bütün bu odunları kesilmiş bulsun. Yalnız, odun kestikten sonra yazdığım
t’lerle l’ler, öğretmenin dediği gibi, yılana benziyor. N’apayım? Kollarımı
yormak zorunda kaldığımı söylerim ona. Benim için önemli olan annemin bir
an önce iyileşmesi. Tanrıya şükür, bugün biraz daha iyi. Dilbilgisini yarın
sabah horoz öterken çalışırım. İşte kütük yüklü araba geldi. İş başına.”
Kütük yüklü bir araba dükkanın önünde durdu. Coretti adamla konuşmak
için dışarı koştu ve sonra döndü.
– “Kusura bakma, seninle oturamayacağım” dedi. “Yarın görüşürüz.
Geldiğine çok sevindim. İyi eğlenceler! Ne mutlu sana.”
Elimi sıktı, ilk kütüğü almaya gitti ve dükkanla araba arasında mekik
dokumaya başladı. Kedi tüyünden başlığının altında bir gül gibi renkli, canlı
yüzünü görmek insana zevk veriyordu.
Ne mutlu sana dedi. Hayır, Coretti, hayır. En mutlu olan sensin. Sensin,
çünkü daha çok çalışıyorsun, ana babana daha çok yardım ediyorsun, çünkü
sen daha iyi yüreklisin, benden yüz kere daha iyi, daha cesursun, sevgili
arkadaşım.
MÜDÜR
18 Cuma
22 Salı
23 Çarşamba
SINIFIN BİRİNCİSİ
25 Cuma
(Aylık Hikaye)
FAKİRLER
29 Çarşamba
Lombardiya’lı çocuk gibi vatanı için hayatını vermek, büyük bir fazilettir
ama, sen de küçük faziletleri ihmal etme, evladım. Bu sabah, okuldan
dönüşte, önümden yürürken, dizlerinin arasında solgun yüzlü, hastalıklı bir
çocuk olan ve senden sadaka isteyen bir fakir kadının yanından geçtin. Ona
baktın ve hiçbir şey vermedin, halbuki cebinde paran vardı. Dinle, oğlum.
Sana el açan sefaletin önünden, hele çocuğu için senden birkaç kuruş isteyen
bir annenin önünden ilgisizce geçmeye çalışma sakın. Belki de o çocuğun aç
olabileceğini, o zavallı annenin ızdırabını düşün. Bir gün annenin sana:
“Enrico, bugün sana kuru ekmek bile vermeyeceğim” derken çekeceği acıyı
düşün. Bir fakire sadaka verdiğim zaman o da bana: “Tanrı seni ve
sevdiklerini bağışlasın!” der. Bu fakirin duyduğu minnettarlığın, söylediği
sözlerin içimi ne kadar rahatlattığını anlayamazsın. O zaman bana öyle
geliyor ki, Tanrının yardımıyla uzun bir süre mutlu, sıhhatli yaşayabileceğim.
Böylece eve sevinçle dönüyorum ve: “Bu fakir bana benim ona verdiğimden
daha çok şey verdi!” diye düşünüyorum. Sen de başkalarına yardımcı ol da,
ben de senin için söylenen hayır duaları duyayım. Sen de cebinden zaman
zaman birkaç kuruş çıkar ve onu yoksul bir ihtiyarın, kuru ekmek bile
bulamayan bir annenin, anasız bir çocuğun avucuna bırak. Fakirler çocukların
verdikleri sadakaya daha çok sevinirler çünkü bu onları incitmez, çünkü her
şeye ihtiyacı olan çocuklar da onlara benzerler; işte hep bunun için fakirlere
daha çok okulların yakınında rastlanır. Büyük bir insan sadakayı acıdığı için
verir, ama, çocuğun verdiği sadakada merhamete şefkat de karışır, anlıyor
musun? Sanki çocuk parayla beraber bir demet çiçek veriyormuş gibi gelir
fakire. Düşün ki senin hiçbir eksiğin yok, onlarınsa hiçbir şeyleri yok. Sen
mutlu olmayı dilerken, onlara yalnız yaşamak bile yetiyor. Bütün bu büyük
evlerin, güzel arabaların, kadife elbiseli çocukların geçtiği yollarda aç
kadınların, çocukların bulunduğunu düşünmek ne acı! Yiyecek bir lokma
ekmeği olmamak, Tanrım! Senin gibi iyi, senin kadar akıllı çocukların,
koskoca bir şehrin ortasında, çöldeki vahşi hayvanlar gibi aç kalmaları ne
kadar acı! Bundan böyle, hiçbir zaman senden sadaka isteyen bir annenin
eline birkaç kuruş koymadan geçme!
ANNEN
ARALIK
TÜCCAR
1 Perşembe
Babam, her tatil gününde, bütün sınıfla dost olmam için ya arkadaşlarımdan
birini eve çağırmamı, ya da benim ona gitmemi istiyor. Pazar günü Votini’yle
gezmeye gideceğim. Hani her zaman iyi giyinen ve Derossi’yi çok kıskanan
o arkadaşımla.
Bu arada, dün bize Garoffi geldi. O uzun boylu, zayıf, baykuş burunlu,
küçücük gözlü, muzip bakışlı arkadaşım. Bir bakkalın oğludur. Kendine özgü
bir yaradılışı vardı. Daima cebindeki paraları sayar, parmak hesabını pek
çabuk yapar. Çarpım cetveline bakmadan uzun çarpmalar yapar. Para
biriktirmeyi pek sever, daha şimdiden bankada hesap açtırmış. Para
konusunda kimseye güveni yoktur, bir kuruş bile harcamaz, sıranın altına beş
kuruş düşürecek olsa onu bulmak için haftalarca arayabilir. Ne bulursa,
yontula yontula küçülmüş kalemler, kullanılmış pullar, iğneler, erimiş mum
parçaları, ne olursa toplar. İki yıldan fazla bir zamandır pul biriktiriyor, her
millete ait yüzlerce pulu var. Onları bir albümde saklıyor, albüm
tamamlanınca da bir kitapçıya satacak. Kitapçı boş pul albümlerini parasız
veriyor, çünkü böylece pek çok çocuğu dükkanına çekiyor. Okuldaki boş
zamanlarını ticaretle geçirir. Her gün bir şeyler satar, piyangolar düzenler,
değiş tokuş yapar, sonra da yaptığı değiş tokuşa pişman olur ve verdiği şeyi
geri ister. İkiye aldığını dörde satar. Misket oynar ve her zaman kazanır. Eski
gazeteleri tütüncüye satar. Bütün hesaplarını toplamalarla, çıkarmalarla dolu
bir deftere yazar. Okulda yalnız aritmetik çalışır, eğer ödül kazanmak isterse,
bu yalnız kukla tiyatrosuna para vermeden gidebilmek içindir. Benim hoşuma
gider, beni eğlendirir. Para kullanarak onunla pazarcılık oyunu oynadık. O
her şeyin kesin fiyatını biliyor, tartıdan anlıyor ve satıcılar gibi çok güzel
paketler yapıyor. Dediğine göre, okulu bitirir bitirmez, kendi icat ettiği
şekilde ticaret yapacakmış. Ona yabancı ülkelere ait pullar verdim, öyle
sevindi ki. Her bir pulun koleksiyondaki değerini bana uzun uzun anlattı.
Babam, gazete okur gibi yapıp onu dinliyor ve eğleniyordu. Cepleri daima
birtakım öteberiyle doludur ve bunları büyük bir siyah mantoyla örter; bunun
sonucu olarak da bir tüccar gibi daima meşguldür ve hep art düşünceleri
vardır. Ama, en çok önem verdiği şey pul koleksiyonudur. Bu onun en
kıymetli hazinesidir, sanki ondan bir servet kazanacakmış gibi, hep ondan söz
eder. Arkadaşları Garoffi’ye cimri, tefeci diye ad takarlar. Ben onun hakkında
ne düşünüyorum, bilemiyorum. Ben onu seviyorum, bana çok şey öğretiyor,
onu olgun bir insan gibi görüyorum. Odun satıcısının oğlu Coretti, annesinin
hayatını kurtarmak pahasına da olsa, pullarını kimseye veremezmiş. Babam
buna inanmıyor.
Bana:
– “Kesin karara varmadan önce biraz bekle” dedi. “Pulları için çıldırıyor
ama, onun altın gibi bir kalbi var.”
KENDİNİ BEĞENMİŞLİK
5 Pazartesi
10 Cumartesi
BABAN
11 Pazar
KAR TOPU
16 Cuma
Kar durmadan yağdı. Bunun sonucu da, bugün okuldan çıkarken çok çirkin
bir olay meydana geldi. Kalabalık bir çocuk topluluğu, meydana varır varmaz
kardan yaptıkları taş gibi sert ve ağır topları ona buna atmaya koyuldular.
Kaldırımlardan pek çok yaya geçiyordu.
Bir bey:
– “Durun bakalım, yumurcaklar!” diye bağırdı.
Tam bu sırada yolun öbür tarafından gelen keskin bir çığlık işitildi.
Şapkasını kaybetmiş, sendeleyen yaşlı bir bey yüzünü elleriyle kapamıştı,
yanındaki çocuk da:
– “İmdat, İmdat!” diye sesleniyordu.
Hemen, dört bir taraftan yardıma koştular. Atılan kar toplarından biri
adamın gözüne gelmişti. Meydandaki bütün çocuklar yıldırım gibi gözden
kayboldular. Ben kitapçı dükkanının önünde duruyordum, babam da içeride
alışveriş yapıyordu. Pek çok çocuk koşuşarak geldiler ve yanımda duran
diğerlerinin arasına karışıp, vitrine bakarmış gibi yaptılar. Cebinde parça
ekmeğiyle Garrone, Coretti, küçük duvarcı ustası ve pul meraklısı Garoffi de
oradaydılar. Bu zaman içinde yaşlı beyin etrafında büyük bir kalabalık
toplanmıştı. Polis ve yoldan geçenlerden birkaç kişi çocukları tehdit edip,
soruşturarak sağa sola koşuşuyorlardı.
– “Kim yaptı bunu?”
– “Kim yaptı bunu?”
– “Kimdi?”
– “Sen misin”
– “Söyleyin bunu kim yaptı!”
Böyle söylüyorlar ve acaba kardan ıslanmış mı diye de çocukların ellerine
bakıyorlardı. Garoffi benim yanımdaydı: Tir tir titriyordu ve yüzü ölü gibi
bembeyazdı.
– “Kim, bunu kim yaptı?” diye halk bağırmaya devam ediyordu.
Bunun üzerine Garrone Geroffi’ye yaklaşıp ve yavaşça:
– “Git de onlara suçlu olduğunu söyle boş yere bir başkasının suçlanmasına
sebep olmak çok kötü bir şey” dedi.
Yaprak gibi titreyen Garoffi:
– “Ama, ben isteyerek yapmadım ki!” diye karşılık verdi.
Garrone :
– “Önemi yok, sen görevini yap” diye tekrarladı.
– “Ama, benim o kadar cesaretim yok!”
– “Sen cesaretini toplamaya bak, ben de seninle geliyorum.”
Polisle diğerleri daha hızlı, yüksek sesle sesleniyorlardı.
– “Kim, bunu kim yaptı? Adamın gözünü çıkardılar! Onu kör ettiler!
Haydutlar!”
Garoffi olduğu yere yığılı verecek sandım. Garrone kararlı bir sesle:
– “Gel, ben seni savunacağım” dedi.
Onu kolundan tuttu ve öne doğru itti, Garoffi hasta gibi ona dayanmıştı.
Halk bunu gördü ve hemen anladı, içlerinden bazıları yumruklarını sıkıp
onlara doğru koştular. Ama, Garrone bağırarak durdu:
– “Bir çocuğa karşı on kişi mi saldıracaksınız?”
Bunun üzerine halk olduğu yerde kaldı, bir polis geldi, Garoffi’yi elinden
tuttu ve halkı yararak onu, yaralıyı taşımış oldukları yufkacı dükkanına
götürdü. Yaralıyı görür görmez tanıdım: Bizim evin dördüncü katında
yeğeniyle oturan yaşlı memurdu. Gözünde bir mendil, sandalyelerin üzerine
uzanmıştı.
Garoffi, korkudan yarı ölü, hıçkırarak:
– “İsteyerek yapmadım! İsteyerek yapmadım!” diyordu.
İki, üç kişi iteleyerek onu dükkana soktular ve:
– “Diz çök! Özür dile!” diye bağırdılar ve onu yere ittiler.
Ama, birden iki güçlü kol onu ayağa kaldırdı ve kararlı bir ses:
– “Hayır, beyler!” dedi.
Bu her şeyi görmüş olan müdürümüzdü.
– “Madem ki gelip suçunu itiraf etmek cesaretini gösterdi, kimsenin ona
hakaret etmeye hakkı yoktur!” diye ekledi.
Herkes sustu.
Müdür Garoff’ye
– “Özür dile” dedi.
Garoffi hıçkırıklara boğularak yaşlı adamın dizlerine kapanıyordu. Beriki
de elleriyle onun başını arıyor, saçlarını okşuyordu. Herkes:
– “Git, oğlum, git, evine dön!” dedi.
Babam beni kalabalığın arasından çekti ve yolda ilerlerken bana:
– “Enrico, böyle bir durum senin başına gelse, ödevini yapmak, gidip
suçunu itiraf etmek cesaretini gösterebilir miydin?” diye sordu.
Ona: “evet” dedim. O da bana:
– “Sana söz veriyorum, bakacağım!” dedi.
ÖĞRETMENLER
17 Cumartesi
YARALININ EVİNDE
18 Pazar
(Aylık Hikaye)
28 Çarşamba
ŞÜKRAN
31 Cumartesi
BABAN
OCAK
YARDIMCI ÖĞRETMEN
4 Çarşamba
STARDI’NİN KİTAPLIĞI
12 Perşembe
İşte benim için yılın en güzel perşembelerinden biri. Saat tam ikide kambur
Nelli’yle beraber Derossi ve Coretti geldiler. Babası Precossi’nin gelmesine
izin vermemiş. Derossi ile Coretti hala gülüşüyorlardı; yolda, sebze
satıcısının oğlu Crossi’yle karşılaşmışlardı, -hani kızıl saçlı, sakat kollu
arkadaşım- boyundan büyük bir karnabaharı satmaya gidiyordu, onun
parasıyla da kendine kalem alacakmış. Çok da sevinçliymiş, babasından
mektup almışlar, bugün yarın gelecekmiş. Birlikte geçirdiğimiz güzel o iki
saat! Derossi’yle Coretti sınıfın en neşeli iki çocuğudur. Babam onları çok
sevdi. Coretti her zamanki gibi çikolata rengi ceketiyle kedi tüyünden
şapkasını giymişti. O daima bir şeyler yapmak, hareket etmek, bir işe
yaramak isteyen sevimli bir şeytancıktır. Daha bu sabah erkenden bize yarım
arabalık odunu sırtında getirdi. Bütün evi dolaştı, her şeyi yakından inceledi,
durmadan konuştu, bir sincap gibi çevik, canlıydı. Odaları dolaşırken
mutfağa da uğramış ve ahçı kadına odunun on kilosunu kaça aldıklarını
sormuş ve babasının bunu kırk beş kuruşa sattığını söylemiş. Hep babasından
söz eder: Prens Umberto’nun kumandasında çarpıştığı Custoza savaşına 49.
Alayda görevli olduğunu anlatır. Arkadaşımın öyle sevimli davranışları
vardır ki! Odunların arasında doğup büyümesi hiç önemli değil, “kibarlık
onun ruhunda, kanında akıyor,” diyor babam.
Derossi de bizi çok eğlendirdi: Coğrafyayı öğretmen kadar iyi bilir;
gözlerini kapayıp: “İşte bütün İtalya’yı görüyorum, Akdeniz’e kadar uzanan
Apenin dağlarını, oraya buraya koşuşan akarsuları, beyaz şehirleri, körfezleri,
masmavi koyları, yemyeşil adaları. Sanki haritadan okuyormuş gibi bütün
isimleri çabucak, sırayla ve doğru olarak söylüyordu. Onu böyle başı
yukarıda, kıvırcık sarı saçlarıyla, kapalı mavi gözleriyle, koyu mavi elbisesi,
yaldızlı çizmeleriyle, bir heykel gibi dimdik ve güzel görenler ona hayran
kalıyorlardı. Öbür gün Kral Vittorio’nun ölüm yıldönümü dolayısıyla
okuyacağı üç sayfalık yazıyı bir saatte ezberlemişti. Nelli de o açık renk
gözlerini, melankolik bakışlarıyla, siyah kumaştan önlülüğünün kıvrımlarını
düzelterek Derossi’ye sevgi ve hayranlıkla bakıyordu.
Arkadaşların giderken arkalarından baktım. Güçlü kuvvetli Derossi ve
Garrone onun koluna girmişler, evine doğru götürüyorlardı. Zavallı Nelli’cik
de şimdiye kadar hiç böylesine gülmemişti. Yemek odasına döndüğümde
komik kambur Rigoletto’yu temsil eden resmin orada olmadığını fark ettim.
Nelli görmesin diye babam onu kaldırmıştı.
17 Ocak
21 Cumartesi
(Aylık Hikaye)
24 Salı
BABAN
KISKANÇLIK
23 Çarşamba
FRANTI’NİN ANNESİ
28 Cumartesi
Ama, Votini yola gelmez bir çocuk. Dün, bir ders yaparken müdür de geldi.
Öğretmen Derossi’ye “her nereye baksam, Tanrım yalnız seni görüyorum”
diye başlayan şiiri bilip bilmediğini sordu. Derossi bilmediğini söyledi,
Votini hemen gülümseyerek, Derossi’yi incitmek ister gibi:
– “Ben biliyorum!” dedi.
Ama, asıl kendisi incindi, çünkü tam şiiri okumaya başlayacağı sırada
Franti’nin annesi telaşla sınıftan içeri girdi. Soluk soluğa, üzgün, kır saçları
darma dağınık, yağan kardan sırılsıklam, sekiz günlüğüne okuldan kovulan
oğlunu önünde iteliyordu. Ne üzüntü verici bir sahneydi bu! Zavallı
kadıncağız müdürün önünde diz çöktü, ellerini kavuşturdu ve ona yalvardı:
– “Ah! Müdür Bey, oğlumun tekrar okula dönmesine izin verin! Üç gündür
evde, kimse görmesin diye onu bucak bucak saklıyorum ama, Allah korusun,
bir de babası onu evde görecek olursa, Franti’yi öldürür. Halimize acıyın, ne
yapacağımı bilemiyorum! Bütün kalbimle size yalvarıyorum!”
Müdür Franti’nin annesini dışarı çıkarmaya çalıştı ama, o direndi durmadan
yalvarıp ağlıyordu.
– “Bu çocuğun bana neler çektirdiğini bilseydiniz, bana acırdınız! Çok rica
ediyorum, beni geri çevirmeyin! Öyle sanıyorum ki artık bu tutumunu
değiştirecek. Zaten pek fazla yaşayacağımı sanmıyorum, müdür bey, yakında
öleceğim ama, ölmeden önce oğlumun değişip, iyi bir çocuk olduğunu
görmek istiyorum...” dedi ve hıçkırıklara boğuldu. “O benim çocuğum, onu
çok seviyorum, üzüntüden öleceğim. Ne olur, onu bir kez daha okula alın,
müdür bey, yoksa evde bir felakete sebep olacaksınız, zavallı bir kadıncağıza
acıyın da onu okula alın!”
Hıçkırarak, elleriyle yüzünü kapadı. Franti başını önüne eğmiş, hiç
kımıldamadan duruyordu müdür ona baktı, biraz düşündü, sonra:
– “Franti, yerine git, otur” dedi.
Bunları duyan kadıncağız ellerini yüzünden çekti, bütünüyle teselli
olmuştu, müdüre aralıksız teşekkür kelimeleri sıralıyordu, öyle ki müdür
ağzını açıp da bir kelime söyleyemedi. Gözlerini kurulayarak sınıfın kapısına
doğru ilerlerken, aceleyle oğluna:
– “Evlatçığım, sana güveniyorum. Hepsi çok iyi kalpli insanlar. Çok
teşekkür ederim müdür bey, büyük bir hayır işi yaptınız. Artık iyi bir çocuk
ol, Franti’ciğim. İyi günler, çocuklar. Teşekkür ederim, Allahaısmarladık, bay
öğretmen. Bu zavallı anneyi bağışlayın.”
Kapıya geldiğinde son bir defa daha döndü ve oğluna yalvaran gözlerle
baktı, sırtından kaymış olan atkısını düzeltti, solgun, sırtı kamburlaşmış, başı
titreyerek sınıftan çıktı. Onun merdivenlerde öksürdüğünü duyduk. Sınıftaki
sessizliğin ortasında müdür gözlerini kırpmadan Franti’ye baktı ve insanı
titreten bir sesle:
– “Franti sen anneni öldürüyorsun!” dedi.
Herkes döndü Franti’ye baktı. O alçak gülümsüyordu.
ÜMİT
29 Pazar
Okuldan döndükten sonra koşup annenin boynuna sarılman çok güzel bir
hareketti. Evet, öğretmen size oldukça yararlı, güzel sözler söylemiş. Tanrı
bizi birbirimizin kollarına attı, hiçbir zaman da bizi ayırmayacak. Ben ölünce,
baban ölünce bu acıklı, ümitsiz sözleri söylemeyeceğiz: Enrico, annen, baban
artık seni göremeyecek! Başka bir dünyada tekrar birbirimizi göreceğiz. Bu
dünyada acı çekmiş olanlar orada Tanrı tarafından mükafatlandırılacaklar. Bu
dünyada çok sevmiş olanlar orada sevdikleri ruhlara tekrar kavuşacaklar. O
dünyada günah, gözyaşı, ölüm diye bir şey yok. Ama, hepimiz bu dünyaya
layık olmaya çalışmalıyız. Dinle oğlum: Yaptığın her iyi hareket, seni
sevenlere karşı gösterdiğin sevgi, arkadaşlarına karşı gösterdiğin terbiye, iyi
kalplilik, her iyi niyetli düşünce seni o dünyaya doğru yükselten birer
basamaktır. O dünyaya doğru dertlerini, sıkıntılarını da yükseltmelisin, çünkü
her ızdırap bir günahın bağışlanması, her gözyaşı bir lekenin silinmesidir.
Her gün bir gün öncekinden daha iyi kalpli, daha merhametli olmaya çalış.
Her sabah kendi kendine: Bugün vicdanımı rahatlatacak, babamı memnun
edecek bir şey yapacağım; beni arkadaşlarıma, öğretmenime, kardeşime ve
diğerlerine sevdirecek bir şeyler yapmaya çalışacağım.” de. Bütün bunları
yerine getirip, gerçekleştirebilmek için de Tanrının sana yardım etmesini dile.
Tanrım, iyi, terbiyeli, yürekli, iyi kalpli, açık yürekli olmak istiyorum, bana
yardım et. Her akşam uyumadan önce annen seni son bir kez öperken ona: Bu
akşam dün gecekinden daha iyi kalpli daha terbiyeli bir çocuğu öpüyorsun,
diyebileyim. Öbür dünyada vicdan azabı çekmeyen, mutlu olabilecek
Enrico’yu hiçbir zaman aklından çıkarma. Ve dua et. Çocuğunu, ellerini
açmış dua ederken gören bir annenin ne kadar mutlu olabileceğini
düşünemezsin. Seni dua ederken gördüğüm zaman bunun içinden geldiğine
bütün kalbimle inanıyorum. Senin gerçekten iyi kalpli, açık yürekli olduğuna
inanıyorum ve seni daha çok seviyorum, daha büyük bir güçle çalışıyorum,
ızdıraplarım teselli buluyor, seni bütün yüreğimle bağışlıyorum ve ölümü hiç
korkmadan düşünüyorum. Tanrı ulu ve bağışlayıcıdır! Öldükten sonra
annemin sesini duymak, çocuklarıma kavuşmak, Enrico’cuğumu tekrar
görebilmek, ölümsüz ve kutsallaşmış Enrico’cuğumu, onu gene kollarımın
arasında bağrıma basıp öpebilmek ve artık ondan hiç ayrılmamak! Ah, dua et,
dua edelim, birbirimizi sevelim, iyi yürekli olalım, bu tanrısal ümidi
ruhumuzda taşıyalım, benim sevgili evladım.
ANNEN
ŞUBAT
4 Cumartesi
Bu sabah ödülleri vermek için okula Milli Eğitim Müdürü geldi, siyah
elbiseli, beyaz sakallı bir beydi. Dersin bitmesine az bir zaman kala müdürle
birlikte sınıfa girdi ve öğretmenin yanında oturdu. Birkaç kişiye sorular
sordu, sonra da Derossi’ye ilk ödülü verdi. İkincisini vermeden önce, bir süre
kendisine bir şeyler söyleyen öğretmenle müdürü dinledi, alçak sesle
konuşuyorlardı. Herkes birbirine soruyordu: ikinciyi kime verecek acaba?
Milli Eğitim Müdürü yüksek sesle;
– “Bu hafta ikinci ödülü ev ödevleri, sınıftaki çalışması, güzel el yazısı,
terbiyeli hareketleri, her şeyi bakımından öğrenci Pietro Precossi kazandı”
dedi.
Bütün sınıf döndü Precossi’ye baktı, herkes buna çok sevinmişti. Precossi
ayağı kalktı, o kadar heyecanlıydı ki ne yapacağını bilemiyordu.
Milli Eğitim Müdürü:
– “Buraya gel” dedi.
Precossi sıradan çıktı ve öğretmenin kürsüsünün yanına gitti. Milli Eğitim
Müdürü balmumu rengindeki bu yüze, zayıf, ufak tefek vücuduna bol gelen
yırtık pırtık elbiselerine, iyilik taşan hüzünlü gözlerine baktı; bu gözler
kendisininkilerden kaçıyorlardı ama, istemeden de olsa o acıklı hikayeyi
açığa vuruyorlardı. Milli Eğitim Müdürü Precossi’ye ödülünü verirken şefkat
dolu bir sesle:
– “Perossi, ikinci ödülü sana veriyorum. Bu sınıfta senden başka hiç kimse
bu ödüle hak kazanmamıştır. Bunu yalnız akıllı ve iyi niyetli olduğun için
vermiyoruz; bunu sana iyi yürekli, mert yaradılışlı bir çocuk olduğun için de
veriyoruz” dedi. Sınıfa doğru dönerek ekledi: “Bu iyi huyları için de ödülü
hak ettiği doğru değil mi?”
Herkes bir ağızdan:
– “Evet, evet.” dedi.
Precossi, sanki bir şeyi zorlukla yutmak istermiş gibi bir boyun hareketi
yaptı ve teşekkür eden iyilik dolu tatlı bakışlarını herkesin yüzünde gezdirdi.
Milli Eğitim Müdürü:
– “Haydi bakalım, sevgili çocuk, şimdi sırana git! Tanrı seni koruyacaktır!”
dedi.
Tam bu sırada zil çaldı. Bizim sınıf diğerlerinden önce çıktı. Sınıftan çıktık
ki... Bir de ne görelim? Precossi’nin babası, çilingir, her zamanki gibi soluk
yüzlü, allak bullak, saçları gözünün önüne düşmüş, beresini çarpık giymiş,
bacaklarının üstünde zorlukla durabiliyor. Öğretmen onu hemen gördü ve
Milli Eğitim Müdürünün kulağına bir şeyler söyledi. Beriki de hemen
Piecssi’yi aradı, onun elinden tuttu ve babasının yanına götürdü. Çocukcağız
titriyordu. Öğretmenle müdür de yaklaştılar, öğrenciler de etraflarında halka
olmuşlardı.
Milli Eğitim Müdürü, sanki eski iki dostmuşlar gibi, tatlı bir dille çilingire
sordu:
– “Siz bu çocuğun babasısınız, değil mi?” ve cevabı beklemeden: “Onunla
iftihar ediyorum. Bakın: Elli dört çocuğun içinden yalnız o ikinci ödülü
kazandı. Bunu hem kompozisyondan, hem de aritmetikten, her şeyden
kazandı. Çok akıllı, iyi niyetli bir çocuk, ileride büyük adam olacak. Çok iyi
bir çocuk, bütün arkadaşları onu sevip, sayıyorlar onunla ne kadar övünseniz
azdır.”
Bütün bu söylenenleri ağzı açık dinleyen çilingir bir Milli Eğitim
Müdürüne, bir müdüre baktı, bir de titreyerek, gözleri yere eğik, önünde
duran oğluna baktı. Sanki şimdiye kadar zavallı küçüğe çektirdiği acıları,
onun iyiliğini, sessizce ızdırap çekişini şimdi ilk kez hatırlıyor ve anlıyormuş
gibi birden yüzü aydınlandı, gözlerinde büyük bir sevinç belirdi, sonra bütün
bu yaptıklarını hatırlamanın verdiği acı yüzünü kararttı, birden oğluna karşı
içinde büyük bir sevgi dalgası uyandı ve ani bir hareketle çocuğu başından
yakaladığı gibi bağrına bastırdı. Hepimiz sevinçten çılgına dönmüştük.
Perşembe günü Garrone ve Crossi’ye gelmesi için onu bize davet ettim;
diğerleri onu tebrik ediyorlar, bir kısmı onu okşuyor, bir kısmı da ödül olarak
verilen madalyasını elliyordu. Herkes ona tatlı bir iki söz söyledi. Baba da
hala hıçkırarak ağlayan çocuğunu bağrına bastırarak şaşkın gözlerle bize
bakıyordu.
KÜÇÜK TREN
10 Cuma
Dün Precossi, Garone’yle birlikte bizim eve geldi. Prens çocukları olsalardı
bundan daha büyük bir şenlikle karşılanamazlardı. Garrone bize ilk defa
geliyordu. Biraz yabani yaradılışlıdır, bir de koskocaman bir çocuk olduğu
halde hala üçüncü sınıfta olmaktan utanıyor. Kapı çalındığı zaman hepimiz
açmaya gittik. Grossi gelemedi, çünkü en sonunda altı yıllık bir ayrılıktan
sonra babası Amerika’dan döndü. Annem hemen Precossi’yi öptü, babam:
– “İşte bak, bu yalnız iyi kalpli bir çocuk değil, aynı zamanda kibar, efendi
bir delikanlı” diyerek Garrone’yi anneme tanıttı.
Garrone o kısacık saçlı kocaman başını önüne eğerek bıyık altından güldü.
Precossi kendisine ödül olarak verilen madalyasını takmıştı. Çok memnun,
çünkü babası beş gündür ağzına bir damla içki koymamış, oğlunun da
kendisiyle beraber işe gelip ona arkadaşlık etmesini istiyor, öyle değişmiş ki,
bambaşka bir insan olmuş. Oyun oynamaya koyulduk. Ne kadar oyuncağım
varsa hepsini çıkardım. Önünde kocaman bir lokomotifi olan ve kurulunca
kendi kendine yürüyen treni görünce Precossi çok şaşırdı. Şimdiye dek hiç
böyle bir şey görmemiş. Hayran gözlerle sarı, kırmızı vagoncuklara
bakıyordu. İstediği gibi oynasın diye treni kurmaya yarayan anahtarı ona
verdim. Diz çöküp:
– “Affedersiniz, beni bağışlayın” diyordu.
Fazla yaklaşıp da lokomotifi durdurmamamız için bize işaretler yapıyor,
sonra onları alıyor, sanki camdan yerlerine yerleştiriyor, onlar elindeyken
soluk almaya bile çekiniyor, onları parlatıyor, dört bir taraftan bakıyor, kendi
kendine gülümsüyordu. Biz hepimiz, ayakta, ona bakıyorduk, O incecik
boynuna, bazen kanadığını gördüğüm o küçücük kulaklarına, kollarını
dirseğine kadar kıvırdığı o kocaman ceketine, onların arasından çıkan ve kim
bilir kaç kere yüzünü darbelerden korumak için havaya kaldırdığı o cılız
kollarına bakıyorduk... Ah, o anda bütün oyuncaklarımı, bütün kitaplarımı
onun ayakları altına serebilirdim, son ekmek lokmasını ağzımdan çıkarıp ona
verebilirdim, onu giydirmek için bütün elbiselerimi ona verebilirdim, onun
ellerini öpebilmek için diz çökebilirdim. Hiç olmazsa ona trenimi vereyim
diye düşündüm ama, bunun için babamdan izin almam gerekiyordu. Tam o
sırada elime bir kağıt parçası sıkıştırıldığını hissettim; baktım. Babam kurşun
kalemle şöyle yazmıştı:
– Trenin Precossi’nin çok hoşuna gitti. Onun hiç oyuncağı yok. Şu anda
kalbinde hiçbir şey duymuyor musun?
Hemen lokomotifle vagoncukları yerden aldım ve Precossi’nin kolları
arasına bırakırken:
– “Al bunları, artık bunlar senin” dedim.
Şaşkın şaşkın baktı, hiçbir şey anlamamıştı.
– “Artık bunlar senin, sana hediye ediyorum.” dedim.
Bunun üzerine Precossi anneme ve babama baktı, sonra daha da şaşkın,
bana:
– “Peki ama, neden?” diye sordu.
Babam ona:
– “Enrico bunu sana hediye ediyor, çünkü o senin arkadaşın, seni seviyor...
ve ödülünü kutlamak için...” dedi.
Precossi utanarak:
– “Bunu... Evime götürebilir miyim?” diye sordu.
Hepimiz:
– “Elbette!” diye karşılık verdik.
Precossi eşikte duruyor ama, gitmeye cesaret edemiyordu. Çok mutluydu!
Gülen ve heyecandan titreyen ağzıyla özür diliyordu. Treni kutusuna
yerleştirmek üzere Precossi’ye yardım etmek için Garrone eğildi ve cebine
doldurduğu çörekleri yere düşürdü.
Çıkarken Precossi:
– “Bir gün dükkana gel de babamın nasıl çalıştığını gör. Sana çeşitli çiviler
veririm” dedi.
Annem, annesine götürmesi için Garone’nin yakalığına küçücük bir çiçek
demeti taktı.
Garrone o kalın sesiyle, gözlerini yerden kaldırmadan:
– “Teşekkür ederim” dedi. Gözlerinden asil, kibar ruhu yansıyordu.
KİBİR
11 Cumartesi
İŞTE YARALANANLAR
13 Pazar
TUTUKLU
27 Cuma
(Aylık Hikaye)
Yağmurlu bir mart sabahında, köylü kıyafetli bir çocuk, her yanı çamur
içinde, yağmurdan sırılsıklam olmuş, kolunun altında bir çamaşır paketiyle
Napoli’deki Pellegrini Hastanesi’nin kapıcısına gitti, ona bir mektup verdi ve
babasının sağlık durumunu sordu. Buğday rengi yüzü ovaldi, düşünceli
gözleri vardı ve bembeyaz dişleri görünen kalın dudakları yarı aralık
duruyordu. Napoli yakınlarındaki bir köyden geliyordu. Geçen yıl iş
bulabilmek için Fransa’ya giden babası birkaç gün önce Napoli’ye dönmüştü
ama, orada birden hastalanıvermişti. Fransa’dan döndüğünü ve hastaneye
yatacağını ailesine yazdığı birkaç satırla bildirmişti. Bu habere çok üzülen
karısı kalkıp Napoli’ye gelememişti, çünkü evde sakat bir çocuğu, bir de
kundakta bebeği olduğu için Napoli’ye büyük oğlunu yollamıştı, ona biraz
para vermiş ve babasıyla ilgilenmesini tembihlemişti. O bölgede denildiği
gibi Tata’sıyla ilgilenecekti. Çocuk köyünden Napoli’ye kadar on mil kat
etmişti.
Kapıcı mektuba bir göz attı, bir hastabakıcı çağırdı ve ona çocuğu babasının
yanına götürmesini söyledi.
Hastabakıcı:
– “Hangi baba?” diye sordu.
Çocuk, acı bir haberden korkup, titreyerek babasının ismini söyledi.
Hastabakıcı bu adı hatırlamıyordu.
– “Dışarıdan gelen yabancı bir işçi mi?” diye sordu.
Daha da üzülen o çocuk:
– “İşçi ama, o kadar yaşlı değil. Evet, dışarıdan geldi.” Dedi.
Hastabakıcı:
– “Hastaneye ne zaman girmiş?” diye sordu.
Çocuk mektuba şöyle bir gözünün ucuyla baktı ve:
– “Öyle sanıyorum ki beş gün önce” dedi.
Hastabakıcı bir süre düşündü; sonra birden hatırlamış gibi:
– “Ah! Evet” dedi. “Dördüncü koğuş, dipteki yatak.”
Çocuk endişeyle:
– “Babam çok mu hasta? Sağlık durumu nasıl?” diye sordu.
Hastabakıcı ona karşılık vermeden bir süre baktı. Sonra:
– “Benimle gel” dedi.
İki merdiven çıktılar, büyük bir koridoru geçtiler ve kapısı açık duran bir
koğuşun önüne geldiler. Bu koğuştaki yataklar iki sıra halinde uzanıyordu.
Hastabakıcı içeri girerken, çocuğa;
– “Gel” dedi.
Çocukcağız çok heyecanlandı ve onun peşinden koğuşa girdi. Sağa, sola,
hastaların soluk, zayıf yüzlerinde korkulu bakışlarını dolaştırıyordu.
Hastaların bir kısmının gözleri kapalıydı, ölüye benziyorlardı, diğerleri
korkmuş gibi, iri, sabit gözlerle havaya bakıyorlardı. Bazıları da küçük
çocuklar gibi inliyorlardı. Koğuş loştu, etrafı keskin ilaç kokuları
dolduruyordu. İki hemşire ellerinde ilaç şişeleriyle yatakların etrafında
dolanıyorlardı.
Koğuşun sonuna gelince bir yatağın başucunda durdu, yatağın perdelerini
açtı ve:
– “İşte baban” dedi.
Çocuk hıçkırıklara boğuldu, elindeki çamaşır paketini düşürdü, başını
hastanın omzuna dayadı ve örtülerin altında hareketsiz duran kolu bir eliyle
yakaladı. Hasta kıpırdamadı bile.
Çocuk doğruldu, babasına baktı ve yeniden hıçkırıklara boğuldu. Hasta ona
uzun uzun baktı ve onu tanır gibi oldu. Ama, dudakları kımıldamıyordu.
Zavallı Tata, ne kadar da değişmiş! Hastabakıcı söylemese oğlu onu hiç
tanıyamazdı. Saçları ağarmıştı, sakalı uzamıştı, yüzü şişmiş, koyu kırmızı bir
renk almıştı. Yüzünün derisi gerilmiş ve parlaklaşmıştı, gözleri küçülmüş;
dudakları kalınlaşmıştı, yüz ifadesi bütünüyle değişmişti, yalnız alnıyla,
kaşları değişmemişti. Zorlukla soluk alıyordu.
Çocuk:
– “Tata, tatacığım!” dedi.” Benim, beni tanımıyor musun? Ben
Ciccillo’yum, senin Ciccillo’n, memleketten buraya beni annem yolladı.
Bana iyi bak, beni tanımıyor musun? Bana bir şeyler söyle.”
Ama, hasta ona dikkatlice baktıktan sonra, gözlerini kapadı.
– “Tata! Tata! Neyin var? Ben senin oğlunum, senin Ciccillo’num.”
Bundan sonra hasta hiç kımıldamadı ve zorlukla soluk almaya devam etti.
Çocukcağız, hep ağlayarak, bir sandalye çekti, oturdu ve gözlerini
babasının yüzünden ayırmadan öyle oturup bekledi. “Elbette bir doktor
viziteye gelecek” diye düşünüyordu, “hiç olmazsa o bana bir şeyler
söyleyebilir.” Kendi kendine böyle söyledikten sonra acıklı şeyler düşünmeye
başladı: iyi kalpli babasını, onlardan ayrıldığı günü, bahçe parmaklığının
yanında onu son defa öpüşünü, ailenin bu yolculuk üstünde kurduğu
hayalleri, bu mektubu alınca annesinin duyduğu acıyı, sonra ölümü düşündü,
babası ölü olarak gözlerinin önüne geldi. Annesi karalar bağlamıştı, bütün
aile sefalet, yoksulluk içindeydi. Uzun süre böyle oturdu kaldı. Hafif bir el
omzuna dokununca birden kendine geldi; bu bir hemşireydi.
Hemen:
– “Babamın nesi var?” diye sordu.
Hemşire tatlı bir sesle:
– “Bu senin baban mı?” diye sordu.
– “Evet, o benim babam, ben geldim. Neyi var?”
Hemşire:
– “Cesaret çocuğum, doktor birazdan gelecek” dedi ve başka bir şey
eklemeden uzaklaştı.
Yarım saat sonra, bir çanın çaldığını duydu ve koğuşun kapısından yanında
asistanıyla doktorun içeri girdiğini gördü. Peşlerinden de iki hemşire
geliyordu. Her yatağın başında durarak viziteye başladılar. Bu bekleyiş
çocuğa çok uzun geldi, doktorun her adımında da heyecanı biraz daha
fazlalaşıyordu. En sonunda yanındaki yatağa geldiler. Doktor asık yüzlü,
uzun boylu, yaşlı bir adamdı. Daha doktor yandaki yataktan ayrılmadan
çocuk ayağa kalktı, doktor yaklaşınca da ağlamaya başladı.
Doktor ona baktı.
Hemşire:
– “Bu çocuk hastanın oğlu” dedi. “Memleketinden bu sabah geldi.” Doktor
bir elini çocuğun omzuna koydu, sonra hastaya doğru eğildi, nabzını dinledi,
alnını elledi ve hemşireye bazı şeyler sordu.
O da:
– “Yeni bir şey yok” dedi.
Doktor bir süre düşünceli durdu, sonra:
– “Eskisi gibi devam edin” dedi
Bunun üzerine çocuk bütün cesaretini topladı ve ağlamaklı bir sesle sordu:
– “Babamın neyi var?”
Doktor bir elini çocuğun omzuna koyarak:
– “Yürekli ol, çocuğum. Yılancık oldu. Ağır bir hastalık ama, daha
ümidimiz var. Onun başından sakın ayrılma. Senin burada bulunman onun
iyileşmesine yardımcı olabilir.”
Çocuk ümitsiz bir sesle:
– “Ama, beni tanımıyor!” dedi.
– “Belki de yarın... Seni tanıyabilir. Ümidini yitirme, yürekli ol.”
Çocuk daha başka şeyler de sormak isterdi ama, cesaret edemedi. Doktor da
çıkıp gitti. O andan itibaren de Cicillo hastabakıcılık hayatına başladı.
Elinden başka bir şey gelmediği için hastanın çarşaflarını düzeltiyor, sık sık
eline dokunuyor, sineklerini kovuyor, her inleyişinde üzerine eğiliyor,
hemşire içecek bir şey getirdiğinde kaşıkla bardağı elinden alıyor ve hastaya
kendisi içiriyordu. Hasta bazen ona bakıyordu ama, onu tanıdığını belirten
hiçbir işaret yapmıyordu. Yalnız çocuk ona uzun uzun bakıyordu. İlk gün
böyle geçti. Çocuk geceyi koğuşun bir köşesine yerleştirilen iki sandalyenin
üzerinde geçirdi, sabahleyin de bir gün önceki işine devam etti. O gün
hastanın bakışları biraz daha canlanmıştı. Çocuğun tatlı, yumuşak sesini
işittikçe bir an gözbebeklerinden bir parıltı geçiyordu, bir defasında da bir
şeyler söylemek ister gibi dudaklarını oynatmaya çalıştı. Her uyuklamadan
sonra gözünü açışında sanki küçük hastabakıcısını ararmış gibi bir hali vardı.
Doktor, ikinci viziteden sonra hastanın biraz olsun iyileşmeye yüz tuttuğunu
söyledi. Akşama doğru, bardağı hastanın dudaklarına yaklaştırırken, çocuk o
şiş dudaklarının üzerinden hafif bir gülümseme geçtiğini fark etti. İçi biraz
olsun rahatlamıştı, babasının iyileşebileceğine daha çok inanıyordu. Azıcık
da olsa babasının söylediklerini anlayabileceğini umarak onunla
konuşuyordu. Ona uzun uzun annesinden, küçük kız kardeşlerinden, eve
dönüşünden söz ediyor, sevgi dolu, tatlı sözlerle onun cesaretini arttırmaya
çalışıyordu. Bazen babasının onun söylediklerini anlamadığını seziyordu
ama, gene de konuşmaya devam ediyordu, çünkü anlamadığı halde onun o
hüzünle sevginin karıştığı sesini dinlemek hastanın hoşuna gidiyordu. İkinci,
üçüncü, dördüncü günler de böylece geçti. Hasta zaman zaman iyileşme
belirtileri gösteriyor, zaman zaman da hiç beklenmedik bir şekilde
ağırlaşıveriyordu. Çocuk hastabakıcılık işine kendini öylesine kaptırmıştı ki
bütün gün boyunca hemşirenin bir tepsi içinde getirdiği peynir ekmeği
yiyecek vakti ancak bulabiliyordu. Etrafında olup bitenlerin farkında bile
olmuyordu; başka bir zaman olsa onu pek çok üzebilecek, yüreğini
paralayabilecek olaylara: Ölüm halindeki hastaları, gece nöbetçilerinin telaşlı
koşuşmalarını, ümitsizlik ve gözyaşları içinde hastaneden çıkan ziyaretçileri,
hastane hayatının bütün o acıklı olaylarını görmüyordu bile. Saatler, günler
geçiyordu. O bütün dikkatiyle babasının başından ayrılmıyordu. Hastanın her
bakışında, her soluk alışında heyecanlanıyordu. Babasının birazcık iyileşir
gibi olduğunu görünce büyük bir sevinç dalgası içini kaplıyor, birden
ağırlaştığını görünce de derin bir üzüntü yüreğini sıkıştırıyordu.
Beşinci gün, hasta birden ağırlaşıverdi.
Fikri sorulan doktor, artık her şey bitti dercesine başını salladı. Çocuk
sandalyesinin üzerine yığıldı ve hıçkıra hıçkıra ağlamaya başladı. Ama, gene
de onu avutan bir şey vardı. Hastanın durumu ağılaştığı halde yavaş yavaş
daha canlandığını hissediyordu. Oğluna daha uzun uzun bakıyordu ve
bakışlarında bir yumuşaklık okunuyordu. Yalnız oğlunun elinden yiyip içmek
istiyordu ve o dudak hareketlerini şimdi daha sık tekrarlıyordu. Babasının
bazen ümitlenerek kaldırmaya çalıştığı kolunu şimdi daha sık sık indiriyor ve
sevinç taşan bir sesle:
– “Gayret, gayret, Tata, iyileşeceksin, buradan ayrılacağız, annemin bizi
beklediği o sıcak evimize döneceğiz, biraz daha gayret et.” diyordu.
Öğleden sonra saat dörttü, çocuk kendini ümit ve sevinç dalgasına
kaptırmıştı. Bu sırada koğuşun kapısından gelen ayak sesleriyle, gırtlağında
boğulan bir çığlıkla onu yerinden zıplattı ve:
– “Allahaısmarladık, hemşire hanım!” diyen kalın bir ses duydu.
Aynı anda da koğuşa elinde kocaman bir paketle bir adam girdi, peşinden
de bir hemşire geliyordu.
Çocuk keskin bir çığlık attı ve olduğu yerde çivilenmiş gibi kaldı.
Adam döndü, bir süre ona baktı ve o da bir çığlık attı:
– “Ciccillo!” ve çocuğa doğru atıldı.
Çocuk soluk soluğa babasının kolları arasına düştü.
Hemşireler, hastabakıcılar, asistan koşuşup geldiler ve hayretler içinde kala
kaldılar.
Heyecandan çocuğun sesi kısılmıştı.
Hastaya dikkatle baktıktan ve çocuğunu tekrar tekrar öptükten sonra baba:
– “Ah! Benim sevgili Ciccillo’m!” dedi. “Ciccillo, evladım, nasıl oldu bu
iş? Sana başkasının yatağını göstermişler. Ben de öyle meraklanmıştım ki,
çünkü annen mektubunda seni yolladığını söylüyordu. Zavallı Ciccillo! Kaç
gündür buradasın? Bu karışıklık nasıl meydana geldi? Biraz sıkıntı çektim
ama, şimdi çok iyiyim, bak! Concettella nasıl? Ya küçük bebek ne yapıyor?
Herkes iyi mi? Ben artık taburcu edildim. Haydi gidelim. Hey tanrım!
Söyleseler inanmazdım!”
Çocuk ailenin iyi olduğunu anlatmak için birkaç kelime geveledi.
– “Ah, ne kadar mutluyum!” diye kekeledi. “Ne kadar mutluyum! Ne acı
günler geçirdim!” diyor ve durmadan sarılıp babasını öpüyordu. Ama,
yerinden kımıldamıyordu.
Babası:
– “Haydi, gelsene” dedi. “Bu gece evimize varabiliriz. Gidelim!” dedi ve
çocuğunu kendine doğru çekti.
Çocuk döndü ve hastasına baktı.
Babası, şaşkın:
– “Geliyor musun... Gelmiyor musun?” diye sordu, gözlerini açmış ona
bakıyordu.
Bunun üzerine yüreğinin derininden gelen bir söz sesli ağzından boşandı:
– “Hayır, Tata, bekle... Ama... Gelemeyeceğim. Bu yaşlı adamcağız var.
Beş gündür başında bekliyorum. Hep bana bakıyor. Onu sen sanıyordum.
Onu da çok seviyorum. Bana bakıyor, ona ilaçlarını yemeğini ben veriyorum,
hep yanında olmamı istiyor, şimdi durumu çok ağır, sabırlı ol, onu burada
yalnız bırakacak cesaretim yok bilmiyorum, onun bu hali beni çok üzüyor,
ben eve yarın dönerim, bırak da biraz daha burada kalayım. Onu burada
yalnız bırakmam hiç de doğru olmayacak. Bana nasıl bakıyor, görüyor
musun. Kim olduğunu bilmiyorum ama, yanında olmamı istiyor, beni
seviyor, ben gidersem tek başına ölecek, sevgili Tata’cığım, ne olur ben
burada kalayım!”
Asistan; “Aferin sana küçük yumurcak” diye bağırdı. Baba ne diyeceğini,
ne yapacağını şaşırmıştı, oğluna baktı sonrada asistana “Kim bu adamcağız”
diye sordu.
– “Sizin gibi bir köylü” dedi. “Dışarıdan gelmiş, sizinle aynı gün hastaneye
geldi. Onu buraya getirdiklerinde kendini bilmiyor, tek kelime de
söyleyemiyordu. Belki uzak bir yerde ailesi, çocukları var ama, biz
bilmiyoruz. Oğlunuzu kendi çocuklarından bir sanıyor.”
Bu süre içinde hasta hep çocuğa bakıyordu.
Ciccillo’nun babası:
– “Kal bari.” dedi.
Asistan:
– “Burada uzun zaman kalması gerekmeyecek.” diye mırıldandı.
Baba:
– “Kal” diye tekrarladı. “Sen iyi kalpli bir çocuksun. Ben hemen eve gidip
anneni sevindireceğim. Bu parayı da al, ihtiyacın olur. Allahaısmarladık,
benim iyi kalpli çocuğum, allahaısmarladık.”
Onu öptü, bir süre baktı, tekrar alnından öptü ve gitti.
Çocuk gene yatağın yanına döndü, hasta ferahlamıştı. Ve Ciccillo yeniden
hastabakıcılık etmeye başladı ama, artık ağlamıyordu, yalnız eskisi gibi gene
endişeli, gene sabırlıydı. Ona ilaçlarını içirmeye, çarşaflarını düzeltmeye,
elini okşamaya, onu cesaretlendirmek için tatlı tatlı konuşmaya devam
ediyordu. Bütün gün, bütün gece ve ertesi gün de hastanın yanından hiç
ayrılmadı. Ama, hastanın durumu gittikçe ağırlaşıyordu. Yüzü morarmaya
başladı, zorlukla soluk alabiliyordu, çırpınmaları artıyor, belirsiz çığlıklar
atıyor, sayıklıyor, şişleri gittikçe artıyordu.
Akşam vizitesinde doktor, hastanın geceye kadar yaşayamayacağını
söyledi. Bunun üzerine Ciccillo hastaya daha büyük bir özenle bakmaya
başladı, bir an için olsun gözlerini ondan ayırmadı. Hasta ona bakıyor,
bakıyor ve zaman zaman dudaklarını bir şeyler söylemek istermiş gibi
güçlükle kımıldatıyordu, arada bir de gittikçe küçülen gözlerinden garip bir
durgunluk ifadesi geçiyordu. O gece günün ilk ışınları pencereye vurup,
hemşire gelinceye kadar çocuk hastanın başından ayrılmadı. Hemşire yatağa
yaklaştı, hastaya bir göz attı ve hızlı adımlarla oradan uzaklaştı. Kısa bir süre
sonra da lambayla, peşinde asistan doktor ve bir hastabakıcıyla yeniden
belirdi.
Doktor:
– “Son anlarını yaşıyor.” dedi.
Çocuk hastanın elini sıkıca yakaladı. Beriki gözlerini açtı, bir süre çocuğa
baktı ve tekrar gözlerini kapadı.
Tam o sırada çocuğa hasta elini sıkıyormuş gibi geldi ve:
– “Elimi sıktı!” diye bağırdı.
Doktor bir süre hastaya doğru eğildi, sonra doğruldu.
Çocuk:
– “Öldü!” diye bağırdı.
Doktor:
– “Sen git artık, çocuğum” dedi. “Kutsal ödevin bitti. Git ve hak ettiğin
talihin açık olsun. Tanrı seni koruyacaktır. Elveda.”
Bir süre uzaklaşmış olan hemşire pencerenin içinde duran bir bardaktan
küçük bir menekşe demeti aldı ve dönüp onu çocuğa verdi:
– “Sana verebilecek başka bir şeyim yok. Hastane hatırası olarak bunu
kabul et!” dedi.
Bir eliyle küçük demeti alıp diğeriyle de gözlerini kurulayan çocuk:
– “Teşekkür ederim.” dedi. “Ama, yolum çok uzun... Kuruyacaklar.” dedi.
Menekşeleri kokladıktan sonra hemşireye: “İzin verirseniz bunları ölen
zavallı hastama bırakmak istiyorum. Teşekkür ederim, hemşire hanım.
Teşekkür ederim, doktor bey” dedi.
Sonra ölüye doğru dönerek:
– “Elveda...” dedi. Ona verecek bir isim ararken, kalbinden dudaklarına, beş
gün boyunca bu adamcağıza vermiş olduğu o tatlı adı hatırladı ve:
– “Elveda, zavallı Tata’cığım!” dedi.
Bunları söyledikten sonra, çamaşır paketini kolunun altına aldı ve
yorgunluktan bitkin, ağır adımlarla uzaklaştı. Tanyeri ağarıyordu.
DEMİRCİ DÜKKANI
18 Cumartesi
Dün akşam Precossi bize uğradı, yarın için babasının demirci dükkânına
davet etti. Dükkan bizim sokağın öbür ucunda. Bu sabah babamla biraz
dolaşmaya çıktık, bu arada da Precossi’nin babasının dükkanına uğradık. Biz
dükkana yaklaşırken Garoffi’nin, elinde kocaman bir paket vardı. Garoffi o
uzun, geniş mantosunu rüzgarda estire estire koşuyordu. Karşılığında eski
gazete almak için sattığı demir tozunu nereden yürüttüğünü şimdi çok iyi
öğrendim! Ah, Garoffi, ah! Kapıdan içeri girdiğimizde Precossi, bir tuğla
yığınının üstüne oturmuş, kitabı dizlerinde, ders çalışıyordu. Hemen ayağa
kalktı ve bizi içeri buyur etti. Burası, kömür tozuyla kaplı, içinde her çeşit
çekiç, kerpeten, pense, çivi ve her şekil demir parçası bulunan büyükçe bir
odaydı. Bir köşede de bir çocuğun körüklediği harlı bir ateş yanıyordu.
Precossi’nin babası örsün yanında duruyordu, bir çırak da demir bir çubuğu
ateşte kızdırıyordu.
Demirci bizi görünce kasketini çıkararak:
– “A! Oğluma güzel oyuncaklar armağan eden o iyi kalpli çocuk geldi”
dedi. “Nasıl çalıştığımı görmeye geldin, değil mi? İşte şimdi görürsün.”
Bunları söylerken gülümsüyordu, sert çizgili haşin yüzü, ters ters bakan
gözleri bütünüyle değişmişti. Çırak, bir ucu ateşte beyazlaşmış demir çubuğu
demirciye verdi, o da bunu örse dayadı. Kıvrımlı çubuklardan kafesli teras
parmaklığı yapıyordu. Kocaman bir çekici kaldırdı ve demiri dövmeye
başladı. Demir çubuğu çevire çevire çeşitli yerlerinden dövüyordu. Çekicin
sert ve hızlı vuruşları altında demir eğriliyor, bükülüyor, yavaş yavaş bir
çiçek yaprağı gibi kıvrılıyor, elle, hamurdan yapılan bir çörek gibi pek
kolayca işleniyordu. Bütün bunlar pek hoş bir görüntü meydana getiriyordu.
Bu sırada küçük Preccossi de:
– “Görüyor musunuz, babam nasıl çalışıyor!” der gibi bizlere bakıyordu.
Demir çubuğa istediği şekli verip dövmeyi bitirdikten sonra onu bana doğru
uzatarak, demirci bana sordu:
– “Nasıl yapıldığını gördünüz mü, küçük bey?”
Sonra bu demir çubuğu bir kenara itti ve ateşten bir diğerini aldı.
Babam:
– “Gerçekten de pek güzel oldu” dedi ve “Demek ki artık iyi
çalışıyorsunuz, değil mi? Bütün iyi niyetinizle çalışıyorsunuz” diye ekledi.
İşçi terini silip, biraz da kızarak:
– “Evet, artık bütün iyi niyetimle çalışıyorum.” diye karşılık verdi. “Benim
yeniden böyle iyi bir işçi olmama kim ön ayak oldu, biliyor musunuz?”
Babam bunu anlamamış gibi göründü.
Demirci, parmağıyla oğlunu göstererek:
– “Bu iyi yürekli çocuk, evet, bütün gayretiyle derslerine çalışan ve ona
karşı bir hayvan gibi davranan, onun burnundan getiren babasını... Mutlu
etmeye çalışan o iyi yürekli çocuk. Ödül olarak oğluma verilen o madalyayı
görünce... Ah! Benim asker gibi gururlu sevgili yumurcağım, biraz yanıma
gel de o sevimli suratını daha yakından göreyim.” Çocuk hemen koşup geldi,
demirci onu koltuklarından tutarak örsün üstüne çıkardı ve ona “Babanın o
kötü davranışlarla kirlenen alnını temizle, evladım” dedi.
Bunun üzerine Precossi kendi yüzü de simsiyah oluncaya dek babasının
kömürden, ateşten kabarmış yüzünü öpücüklerle kapladı.
Demirci:
– “Gerçekten de şimdi oldu, Precossi!” dedi.
Demirciyle oğluna hoşça kalın dedikten sonra dükkandan çıktık. Ben
dükkandan çıkarken Precossi yanıma yaklaştı ve:
– “Özür dileriz” dedi ve cebime bir çivi paketi indirdi. Ben de onu yarın
bizim evdeki eğlenceye davet ettim.
Yolda giderken babam bana:
– “Precossi’ye trenini hediye ettin, eğer o tren inci ve altınla dolu da olsaydı
gene o iyi yürekli çocuk için az olurdu, çünkü babasına yeniden çalışma
gücünü veren o çocuk oldu.” dedi.
KÜÇÜK PALYAÇO
20 Pazartesi
Bütün şehir karnaval yüzünden kaynıyor, zaten karnavalın son günleri. Her
meydanda oyuncakçı barakaları kuruluyor. Bizim evin yakınında da küçük
bir sirk kuruldu. Orada Venedikli bir topluluk, beş tane atla gösteriler
yapıyor. Sirk meydanın tam ortasında. Meydanın bir köşesinde de soytarıların
uyudukları,elbise değiştirdikleri üç büyük araba duruyor. Bunlar minicik
pencereleri, hiç durmadan dumanı tüten, tekerlekli küçücük evler. Bu
küçücük pencerelerden ufak çocuk başları görünür. Minik bir çocuğa süt
veren, yemeği hazırlayan ve sonra da ip üstünde dans eden bir kadıncağız
var. Zavallı insanlar. Soytarı kelimesi çoğunlukla hakaret olarak kullanılır.
Halbuki onlar herkesi eğlendirerek, namuslu bir şekilde hayatlarını
kazanırlar, nasıl da yoruluyorlar! Bütün gün boyunca, bu soğukta sırtlarında
bir tek kazakla sirkle arabaların arasında mekik dokuyorlar. Aceleyle, iki
gösteri arasında ayak üstü bir lokma bir şey yiyorlar. Bazen de, tam sirk
seyircilerle tıklım tıklım dolmuşken kuvvetli bir rüzgar çıkıyor, çadırları
yerinden oynatıyor, lambaları söndürüyor, elveda bütün gösteriler! Böyle
olunca aldıkları bilet paralarını geri veriyorlar ve çadırı düzeltebilmek için
bütün gece uğraşıyorlar. Sirkte çalışan iki de çocuk var. Geçen gün
meydandan geçerken babam onların en küçüğünü tanıdı: Bu sirk sahibinin
oğlu, geçen yıl Vittorio Emanuele Meydanı’nda kurulan sirkte at sırtında
çeşitli gösteriler yapmıştı. Bu yıl daha da büyümüş, sekiz yaşlarında olmalı,
pek sevimli bir çocuk. Yuvarlak, esmer bir yüzü var, kıvırcık kısa saçları da
koni biçimi başlığından dışarı taşıyor. Hep palyaço elbisesi giyiyor, siyah
işlemeli, uzun kollu, beyaz tulum gibi bir şey. Kumaştan da ayakkabıları var.
Pire gibi bir çocuk. Herkes onu seviyor. Her işi yapıyor. Onu, sabahleyin
erken saatlerde, bir şala sarınmış, küçük tahta evine süt götürürken
görüyoruz. Sonra Bertola Sokağı’ndaki ahıra gidip atları getiriyor. Küçük
bebeği koluna alıp gezdiriyor; çemberler, merdivenler, çubuklar, ipler taşıyor,
oturdukları küçük evleri temizliyor, ateş yakıyor, boş zamanlarında da
annesinin yanından hiç ayrılmıyor. Babam pencereden hep ona bakıyor, hep
ondan ve diğer soytarılılardan söz ediyor, onların çocuklarını seven iyi
insanlar olduklarını söylüyor. Bir akşam biz de sirke gittik. Hava soğuk
olduğu için pek seyirci yoktu. Ama, orada bulunanları eğlendirebilmek için
küçük palyaço elinden geleni yapıyordu. Çok tehlikeli cambazlıklar yapıyor,
atların iplerine asılıyor, bacakları havada yürüyor, tek başına şarkılar
söylüyor; bütün bunları o sevimli esmer yüzüyle, hep gülümseyerek
yapıyordu. Kırmızı elbiseli, beyaz pantolonlu, uzun çizmeli, elinde kamçısı
olan babası ona bakıyordu; ama, üzgündü. Babam ona çok acıdı ve ertesi gün
bize gelen ressam Delis’e de bundan söz etti. Bu zavallı insanlar diğerlerini
eğlendirmek için yorgunluktan ölüyorlar ve ne kötü şeyler yapıyorlar! O
zavallı çocukcağız, onun çok hoşuna gidiyordu. Onlar için ne yapılabilirdi?
Ressamın parlak bir fikri vardı. Babama:
– “Gazeteye bu konuyla ilgili güzel bir makale yolla, sen iyi ve rahat
yazarsın. Bu makalede sen küçük palyaçonun marifetlerinden söz edersin,
ben de onun resmini çizerim; gazeteyi herkes okur, böylece de belki bu sirke
biraz seyirci çekebiliriz” dedi.
Ve öyle yaptılar. Babam çok güzel ve ilginç bir makale yazdı; orada, her
gün gördüğümüz olayları yansıttı, küçük palyaçonun çok marifetli, çok
çalışkan olduğunu anlattı. Ressam da küçük palyaçoya oldukça benzeyen
sevimli, şirin bir portre çizdi ve hepsi Cumartesi günkü gazetede yayınlandı.
Beklenilen sonuç elde edildi, Pazar günü sirke büyük bir seyirci kalabalığı
geldi. Şöyle ilan etmişlerdi: Küçük palyaçonun yararına gösteri. Gazetede
yazıldığı gibi küçük palyaço demişlerdi. Biz de babamla gittik ve en öndeki
sıralardan birine yerleştik. Sirk tıklım tıklım doluydu. Giriş kapısının yanına
gazeteyi raptiyeyle tutturmuşlardı. Seyircilerin arasında pek çok tanıdığa
rastladık. Atların giriş kapısının yanında, ayakta, Garibaldi’nin idaresinde
savaşmış olan jimnastik öğretmeni duruyordu; karşımızdaki sıralardan
birinde de yuvarlak yüzüyle küçük duvarcı ustası o dev yapılı babasının
yanında oturuyordu... Beni görür görmez hemen yüzünü tavşan gibi
buruşturdu. Sağ tarafımızda Garoffi oturuyordu, seyircileri teker teker sayıyor
ve parmaklarıyla bugün idarenin ne kadar kazanmış olabileceğini
hesaplıyordu. Bizden epey uzakta, ön sıralardan birinde, tramvayın altından
bir çocuğu kurtaran Robertti’yi gördüm. Koltuk değneklerini dizlerinin
arasına almış, oturuyordu. Topçu yüzbaşısı olan babası bir elini onun omzuna
dayamıştı. Gösteri başladı. Küçük palyaço at sırtında, trapezde ve ip üstünde
çok tehlikeli hareketler yaptı. Her aşağı atlayışında bütün seyirciler onu
çılgınca alkışlıyorlardı, içlerinden bazıları da onun o kıvırcık saçlarını
çekiyordu. Kıyafetini değiştirdi ve daha pek çok değişik gösteriler yaptı.
Ama, çocuk çekildikten sonra halk da neşesini kaybetti. Bir ara, atların giriş
kapısının yanında duran jimnastik öğretmeninin sirk sahibinin kulağına bir
şeyler söylediğini gördüm. Bunun üzerine adamcağız da sanki seyirciler
arasında birini arıyormuş gibi dikkatle etrafına bakındı. Bakışları bizim
üzerimizde durdu. Babam olanları anladı. Jimnastik öğretmeni sirk sahibine
gazetedeki o makaleyi yazanın babam olduğunu söylemişti. Kendisine
teşekkür etmelerine fırsat vermemek için bana:
– “Sen kal, Enrico; seni dışarıda beklerim.” diyerek uzaklaştı.
Küçük palyaço babasıyla bir şeyler konuştuktan sonra bir gösteri daha
yaptı: Dört nala giden bir atın üzerinde dört defa kıyafet değiştirdi, yolcu,
denizci, asker ve akrobat kıyafetleri giyindi. Önümden her geçişinde bana
bakıyordu. Sonra, attan indi, palyaço şapkasını eline aldı ve seyircilerin
önünden dolaşmaya başladı. Herkes şapkanın içine para ve konfeti atıyordu.
Ben de iki metelik hazırladım; ama, tam benim karşıma gelince, şapkasını
uzatacağı yerde onu geri çekti, bana baktı ve ilerlemeye devam etti. Olduğum
yerde taş kesildim kaldım. Neden bana böyle hakaret etmişti? Gösteri bitince,
sirk sahibi bütün seyircilere teşekkür etti. Herkes kalktı ve kapıya doğru
atıldı. Kalabalığın arasında şaşkına dönmüştüm, tam çıkacağım sırada bir elin
omzuma dokunduğunu hissettim. Döndüm, sevimli esmer yüzlü, siyah
kıvırcık saçlarıyla küçük palyaço bana gülümsüyordu. Elleri konfeti doluydu.
Bana:
– “Bu palyaço konfetilerinden alır mıydınız!” dedi.
Evet anlamında başımı salladım ve konfetilerden iki, üç tane aldım.
– “Şey...” diye ekledi, “acaba sizi bir kerecik olsun öpebilir miyim?”
– “Beni iki kere bile öpebilirsin.” dedim ve yüzümü uzattım.
Elbisesinin koluyla unlu yüzünü temizledi, önce boynumdan, sonra da iki
yanağımdan öptü ve:
– “Bu öpücüklerden biri de baban içindi” dedi.
KARNAVALIN SON GÜNÜ
21 Salı
Bugün gerçekten çok acıklı bir olay meydana geldi! İyi sonuçlandı; ama,
sonu bir felakete de varabilirdi. Sarı, kırmızı, beyaz çiçeklerle süslenmiş olan
San Carlo Meydanı’nı büyük bir kalabalık doldurmuştu. Her renkten, her
çeşitten maske vardı. Bayraklarla donatılmış yaldızlı arabalar, geçiyordu.
Bunlar çadır, kukla tiyatrosu ve kayık biçimindeydiler; içlerinde de
hokkabazlar, savaşçılar, aşçılar, denizciler ve çoban kızlar vardı. İnsan
şaşkına dönüyor, ne yana bakacağını bilemiyordu. Boru seslerinin çıkardığı
gürültü kulakları sağır ediyordu. Bu süslü arabalardaki maskeli kişiler kadeh
tokuşturuyorlar, şarkılar söylüyorlar, gelip geçenlere sesleniyorlardı.
Pencerelerdeki halk da onlara konfetiler, portakallar atarak, avaz avaz
bağırarak karşılık veriyordu. Arabaların ve kalabalığın üstünden, göz
alabildiğine rüzgarda uçuşan bayraklar, parıldayan miğferler, başlıkların
ucunda titreşen tüyler, kımıldayan karton damlar, kocaman kocaman
başlıklar, upuzun borular, garip silahlar, dümbelekler, düdükler, kırmızı
başlıklar, şişeler görülüyordu. Herkes çılgın gibiydi. Bizim araba meydana
girdiği zaman önümüzden, yapma güllerle süslü, sırma işlemeli örtülere
bürünmüş dört atın çektiği çok güzel bir araba gidiyordu. Bu arabanın içinde
de Fransız asillerini canlandıran maskeler takmış, beyaz perukalı, ipek
elbiseler giyinmiş, kollarının altında tüylü şapkaları, bellerinde merasim
kılıçları, göğüslerinde de dantel ve kurdeleler bulunan on dört, on beş bey
vardı. Beylerin hepsi de birbirinden güzeldi. Hep bir ağızdan Fransızca bir
şarkı söylüyorlar ve halka şekerlemeler atıyorlardı, halk da bağırıyor, el
çırpıyordu. Birden solumuzda bir adam gördük, başı üstünden beş, altı
yaşlarında bir çocuğu havaya kaldırıyordu. Zavallıcık sanki bir çırpınmaya
tutulmuş gibi titreyerek kollarını sallıyor, ümitsizce ağlıyordu. Adam beylerin
arabasına doğru yaklaştı, beylerden biride eğildi, yerdeki adam ona yüksek
sesle:
– “Lütfen bu çocuğu alın, kalabalıkta annesini kaybetmiş, onu kollarınızın
arasında tutun; annesi pek uzaklarda olmasa gerek, onu hemen görebilir.
Yapılabilecek başka şey yok.” dedi.
Arabadaki bey çocuğu kollarına aldı, diğerleri de sustular, çocuk
haykırıyor, çırpınıyordu. Bey maskesini çıkardı, araba da yavaşça ilerlemeye
devam etti. Tam bu sırada da, sonra bize anlattıkları gibi, meydanın öbür
ucunda, zavallı bir kadıncağız, çılgına dönmüş, ağlayıp bağırarak kalabalığı
yarıyordu:
– “Maria! Maria! Maria! Kızcağızımı kaybettim! Onu benden çaldılar!
Zavallı evlatçığımı boğdular!”
Bir çeyrek saattir çırpınıyor, yakınıyor, oraya buraya koşuyor, ona yol
vermek için kımıldaşan halkın arasında sıkışıp kalıyordu. Arabadaki bey de,
bu sırada, çocuğu göğsündeki kurdelelerle dantellere yaslamış, gözlerini
meydanda dolaştırıyor, yüzünü elleriyle kapamış, nerede olduğunu bilmeden,
yürek paralayıcı bir şekilde hıçkıra hıçkıra ağlayan zavallı yaratığı avutmaya
çalışıyordu. Bey de çok üzülmüştü, çocuğun bu haline acıyordu, bu
çığlıkların ruhunun derinlerine kadar indiği görülüyordu. Arabada bulunan
diğer beyler çocuğa portakal ve konfeti veriyorlardı; ama, beriki her an biraz
daha korkup, biraz daha kuvvetli hıçkırarak bütün bunları reddediyordu.
Bey, halka:
– “Çocuğun annesini arayın! Çocuğun annesini arayın!” diye bağırıyordu.
Herkes sağa sola koşuşuyordu ama, anneyi bulamıyorlardı. En sonunda,
Roma caddesinin ağzına yaklaştıklarında, arabaya doğru çılgınca atılan bir
kadıncağız belirdi... Bunu hiçbir zaman unutmayacağım! Zavallı kadıncağız
insan kılığından çıkmıştı, saçı başı darma dağınıktı, yüzü allak bullak
olmuştu, elbiseleri delik deşikti. Öfkeden mi, neşeden mi, sıkıntıdan mı
olduğu anlaşılamayan bir çığlık atarak öne doğru atıldı ve kızını
yakalayabilmek için pençeyi andıran ellerini arabaya uzattı. Araba durdu.
Bey, çocuğu öptükten sonra:
– “İşte çocuğun annesi” dedi ve çocuğu, kendisini çılgın gibi bağrına
bastıran annesinin kolları arasına bıraktı... Ama, çocuğun küçücük elleri bir
süre daha arabadaki beyin elleri arasında kaldı ve bey:
– “Al, evlenirken bu da senin çeyizin olur.” diyerek kendi parmağından
pırlantalı altın bir yüzük çıkardı ve küçüğün parmaklarından birine geçirdi.
Çocuğun annesi şaşkın, öyle kalakalmıştı. Halk çılgınca alkışlıyordu, bey
yeniden maskesini taktı, arkadaşları şarkıya bıraktıkları yerden devam ettiler
ve araba da alkışlar, yaşa sesleri arasında yavaş yavaş ilerlemeye başladı.
KÖR ÇOCUKLAR
24 Perşembe
HASTA ÖĞRETMEN
25 Cumartesi
SOKAK
25 Cumartesi
GECE OKULLARI
2 Perşembe
DÖVÜŞ
5 Pazar
6 Pazartesi
Bugün öğleyin babası Stardi’yi almak için okula gelmişti, bir kere daha
Franti’ye rastlamasından korkuyordu. Ama dediklerine göre Franti bir daha
gelmeyecekmiş, çünkü bir daha böyle şeyler yaparsa onu hapse atacaklarmış.
Bugün pek çok ana baba gelmişti. Bunların arasında Coretti’nin babası olan
oduncu da vardı. Tıpkı oğluna benziyordu, uzun boylu, neşeliydi, sivri uçlu
bıyığı, ceketin düğmesinde de iki renkli bir kurdele bulunuyordu. Onu sık sık
gördüğümden diğer çocukların babaları gibi onu da tanıyorum. Bir de beli
bükülmüş, bembeyaz saçlı bir büyükanne vardır. İster yağmur yağsın, ister
kar, ister fırtına olsun o gene günde dört defa torununu okula getirir ve onu
almaya gelir. Torunu birinci sınıfa gidiyor. Mantosunu çıkarır, giydirir,
kravatını düzeltir, elbisenin tozlarını silker, saçlarını düzeltir, defterlerine
bakar. Ondan başka bir düşüncesi olmadığı, dünyada kimseyi ondan daha
güzel görmediği anlaşılıyor. Robertti’nin topçu binbaşısı olan babası da sık
sık okula gelir, hani bir çocuğu tramvayın altından kurtardığından beri koltuk
değnekleriyle yürüyen çocuk. Oğlunun arkadaşları onun yanından geçerken
onu selamlarlar o da bütün çocukları selamlar ve okşar hiç birini unutmaz.
Giyimleri pek iyi olmayan fakir çocukları daha büyük bir sevgiyle selamlar,
onlara gülümser. Bazen insan acıklı şeyler de görüyor. Bir oğlu öldüğü için
uzun zamanlar okul kapısında görünmeyen bir bey vardı, diğer oğlunu bir
uşak gelip alıyordu. Dün ilk kez okula geldi, ölen çocuğunun arkadaşlarını
görünce bir köşeye çekildi, yüzünü iki eliyle kapadı ve hıçkıra hıçkıra
ağlamaya başladı. Müdür onu kolundan tuttu ve kendi odasına götürdü. Bazı
ana babalar çocuklarının bütün arkadaşlarını adlarıyla biliyorlar. Kardeşlerini
beklemeye gelen liseliler, bitişik okulda okuyan kız çocuklar da oluyor. Yaşlı
bir bey var, bir zamanlar yüzbaşıymış, ne zaman bir çocuk sokakta kalemini,
yada defterini düşürecek olsa hemen eğilir onu yerden alır. Diğerleriyle okula
ait şeylerden söz eden iyi giyimli, başlarında örtüleri, kollarında sepetleriyle
gelen hanımlar da var:
– “Bu seferki problem doğrusu çok zordu!”
– “Bu sabahki dilbilgisi dersi de bitmek bilmiyordu!” diyorlar aralarında.
Bir sınıfta hasta bir öğrenci olsa, hepsi bunu biliyor; bir hasta biraz daha
iyileşti mi, hepsi seviniyor. Bugün sekiz, on tane ev hanımı, işçi kadın sebze
satıcılığı yapan Crossi’nin annesinin etrafında toplanmışlardı. Erkek
kardeşimle aynı sınıfta okuyan ve hayatı tehlikede olan bir küçük çocuğun
sağlık durumunun nasıl olduğunu soruyorlardı.
78 NUMARA
8 Çarşamba
Dün akşam çok acıklı bir olaya tanık oldum. Uzun bir zamandır sebze
satıcısı, Derosi’nin her yanından geçişinde ona şefkat, sevgi dolu bir ifadeyle
bakıyordu. 78 numaralı tutukluya mürekkep hokkasının sırrını
çözümlediğinden beri, Derossi, sebze satıcısının kızıl saçlı, sakat kollu oğlu
Crossi’yle yakından ilgileniyordu. Okulda derslerini yapmasına yardım
ediyor, cevapları ona fısıldıyor, ona kağıt, kalem, boya kalemleri veriyordu.
Ona karşı kendi öz kardeşiymiş gibi davranıyordu. Crossi’nin hiçbir şey
bilmediği, Derossi’yi çok üzen, babasının uğradığı felaketi unutturmak
istiyordu sanki. Sebze satıcısı uzun bir zamandır Derossi’ye bakıyordu, sanki
gözleri üzerinde kalacakmış gibi duruyordu, çünkü o yalnız oğlu için yaşayan
iyi yürekli bir kadıncağızdır. Oğluna yardım eden, ona karşı iyi davranan,
kibar bir ailenin çocuğu, sınıfın birincisi olan Derosi’yi bir kral, bir ilah gibi
görüyordu. Hep ona bakıyordu, ona bir şeyler söyleyecekmiş gibi bir hali
vardı ve utanıyordu. Ama, dün sabah, en sonunda, bütün cesaretini topladı,
büyük bir kapının önünde onu durdurdu ve ona:
– “Sizi rahatsız ettiğim için özür dilerim, küçük bey. Siz öyle iyi bir
insansınız ki, oğluma karşı öyle iyi davranıyorsunuz ki!.. Lütfen, zavallı bir
annenin bu küçücük hediyesini kabul edin.”
Bunları söyledikten sonra sebze sepetinden beyaz ve yaldızlı küçük bir
karton kutu çıkardı. Derossi kıpkırmızı oldu, şöyle diyerek bunu reddetti:
– “Bunu oğlunuza verin; ben hiçbir şey kabul etmiyorum!” dedi.
Kadıncağız neye uğradığını şaşırdı ve kekeleyerek özür diledi:
– “Size hakaret etmek aklımdan bile geçmiyordu... Bu kutunun içinde
yalnız karamela var.”
Ama, Derossi başını sallayarak, hediyeyi gene reddetti.
Bunun üzerine, kadıncağız, utanarak, sepetinden bir demet turp çıkardı ve:
– “Hiç olmazsa bunu alın, turplar daha çok taze, onları annenize
götürürsünüz.”
Derossi gülümsedi ve:
– “Hayır, teşekkür ederim, hiçbir şey istemiyorum. Her zaman Crossi için
elimden geleni yapacağım ama, hiçbir şey alamam, çok teşekkür ederim.”
dedi.
Kadıncağız, sıkılarak:
– “Bundan dolayı alınmadınız mı?” diye sordu.
Derossi gülümseyerek, hayır, hayır dedi ve yoluna devam etti.
Sebze satıcısı kadın arkasından bağırıyordu:
– “Ah! Ne iyi yürekli çocuk! Şimdiye kadar hiç bu kadar iyi, böylesine
güzel bir çocuk görmedim!”
Her şey bitmişe benziyordu. Ama, aynı günün akşamı, saat dörtte,
Crossi’nin annesinin yerine solgun, hüzünlü bir yüzü olan babası geldi.
Derossi’yi durdurdu. Bakışlarından Derossi’nin onun sırrını bildiğini
anlamıştı. Gözünü kırpmadan ona baktı ve hüzünlü, şefkat dolu bir sesle:
– “Siz oğlumu seviyorsunuz... Neden onu böyle seviyorsunuz?” diye sordu.
Derossi’nin yüzü kiraz gibi kızardı. Ona:
– “Onu seviyorum, çünkü o talihsiz bir çocuk. Çünkü, babası olan siz de
suçlu olmaktan çok talihsizsiniz, asil bir şekilde cezanızı çektiniz ve yürekli
bir insansınız!” diye karşılık vermek isterdi.
Bunu söylemeye cesaret edemiyordu, çünkü, sonunda, bir başkasının kanını
akıtan ve altı yıl hapiste kalan bu adamın karşışında endişe ediyor, biraz da
ondan korkuyordu. Ama, o her şeyi anlayıvermişti, sesini alçaltarak
Derossi’nin kulağına, titreyerek:
– “Çocuğu seviyorsun; ama, babayı hiç sevmiyorsun... Ona bir değer
vermiyorsun, değil mi?” dedi.
Derossi ruhunun derinlerinden gelen bir çığlıkla:
– “A, hayır! Hayır! Tam tersi!” diyerek haykırdı.
Bunun üzerine adamcağız kolunu onun boynuna dolamak ister gibi bir
hareket yapmak istedi; ama, buna cesaret edemedi ve iki parmağının arasına
sarı buklelerden birini aldı, onu parmağına doladı, sonra geri bıraktı. Sonra
elini ağzına götürdü, yaşlı gözlerle Derossi’ye bakarak avucunun içini öptü.
Sanki bakışlarıyla bu öpücüğün Derossi’ye ait olduğunu söylemek istiyordu.
Sonra oğlunu elinden tuttu ve hızlı adımlarla oradan uzaklaştı.
BİR KÜÇÜK ÖLÜ
13 Pazartesi
14 MART ARİFESİ
Bugün dünden daha neşeli bir gün oldu. On üç mart! Vittorio Emanuelle
Tiyatrosu’nda yapılacak ödül dağıtımından bir önceki gün, yılın en büyük, en
güzel şenliği. Ama, bu kez ödülleri dağıtacak beylere hediyeleri götürmek
için sahneye çıkacak çocuklara çok önem verilmişti. Bu sabah son derste
müdür sınıfa geldi ve:
– “Çocuklar, çok güzel bir haberim var” dedi ve “Coraci!” diye seslendi. Bu
Calabria’lı öğrenciydi. Calabria’lı ayağa kalktı.
– “Yarın tiyatroda, ödül verecek beylere hediyeleri taşıyan çocuklardan biri
olmak ister misin?”
Calabria’lı evet diye başını salladı.
Müdür:
– “Öyleyse iyi” dedi, “Böylece bir de Calabria temsilcisi bulunacak. Bu da
çok güzel bir şey. Bu yıl Belediye, hediyeleri taşıyacak olan on, on iki
çocuğun İtalya’nın dört bir tarafından gelmiş olmasını istiyor. Bölgemizde
yirmi tane okul var, yani yedi bin öğrenci. Böylesine büyük bir kalabalığın
içinden bile İtalya’nın her bölgesine ait bir çocuk bulmak bazen oldukça güç
oluyor. Torquato Tasso Okulu’nda adalardan gelen iki çocuk bulmuşlar; biri
Sardunya’lı, diğeri de Sicilya’lı. Boncompagni Okulu Floransa’lı bir küçük
buluyor, babası tahta üzerine oymalar yapıyormuş. Tommaseo Okulu’nda
Roma’da doğmuş Romalı bir çocuk var. Diğer okullardan da Venedik’li,
Lombardiya’lı çocuklar da bulmuşlar. Monviso Ookulu’nda Napoli’li varmış,
babası subaymış. Biz bir Cenovalıyla bir Calabrialı seçtik. Piemonteliyi de
ekleyince on iki kişi oluyor. Çok güzel, değil mi? Sizlere verilecek ödülleri
İtalya’nın dört bir yanından gelen bu çocuklar taşıyacak. Dikkat edin; on iki
çocuğun hepsi birden sahneye çıkacak. Onları çılgınca alkışlayarak
karşılayın. Onlar çocukturlar; ama, büyük insanlar gibi ülkelerini temsil
ediyorlar. Üç renkli küçük bir bayrak zaten kendisi de koskocaman bir bayrak
olan İtalya’yı temsil etmiyor mu? Onları hararetle alkışlayın. Kutsal
vatanınızı temsil edenlerin önünde sizin de küçük yüreklerinizin
alevlendiğini, on yaşındaki sizlerin de ruhunun vatan ateşiyle yandığını
onlara gösterin.”
Müdür bunları söyledikten sonra gitti, öğretmen de gülümseyerek:
– “Demek ki Coraci, sen Calabria’nın milletvekilisin!” dedi.
Bunu duyan herkes gülerek el çırptı. Sokağa çıktığımız zaman da,
Coraci’nin etrafını çevirdiler, onu bacaklarından yakaladılar, havaya
kaldırdılar ve:
– “Yaşasın Calabria’nın milletvekili!” diye bağırarak onu omuzlarında
taşımaya koyuldular.
Bunu sadece neşelenmek, Coraci’yi sevindirmek için yapıyorlardı, onunla
alay etmek kimsenin aklından bile geçmiyordu. Coraci’yi sınıfta herkes
sever. O da etrafındakilere gülümsemekten geri kalmıyordu. Onların bu halini
görüp gülmeye başlayan siyah sakallı beye rastlayıncaya kadar onu böyle
omuzlarında taşıdılar.
Calabrialı:
– “Bu benim babam” dedi.
Bunun üzerine çocuklar Coraci’yi babasının kolları arasına bıraktılar ve
koşarak dört bir yana dağılıverdiler.
ÖDÜLLERİN DAĞILIMI
14 Mart
Öğleden sonra saat ikiye doğru büyük tiyatro tıklım tıklım dolmuştu.
Koltuk, balkon, üst balkon, yan localar, her taraf, her taraf çocuklar, beyler,
öğretmenler, işçiler, hanımlar, bebeklerle doluydu. Baş, el hareketleri,
kıpırdayan kalemler, kurdeleler ve bukleler, hiç sonu gelmeyen neşeli
fısıltılar ayrı bir mutluluk havası yaratıyordu. Bütün tiyatro baştan başa
kırmızı, beyaz ve yeşil renklerle süslenmişti. Sahnenin iki ucuna iki küçük
merdiven yerleştirilmişti, ödül alacak çocuklar sağdaki merdivenden sahneye
çıkacaklar, ödüllerini aldıktan sonra da soldaki merdivenden ineceklerdi.
Sahnenin geri kısmına bir sıra kırmızı sandalye dizmişlerdi, arkalıklarının
ortasında oraya oturacak kişinin adı yazılıydı. Sahnenin gerisinde de değişik
şekillerde yerleştirilen bayraklar çok güzel bir görüntü meydana getiriyordu.
Sahnenin bir ucunda yeşil örtülü bir masa bulunuyordu, bunun üstüne üç
renkli kurdeleler bağlanmış, öğrencilere verilecek diplomalar duruyordu.
Şehir bandosu sahnenin önünde yerini almıştı. Birinci balkonun yarısını
öğretmenler dolduruyordu. Bunlar şarkı söyleyeceklerdi ve ellerinde
söyleyecekleri şarkıların yazılı bulunduğu birer kağıt vardı. Salonun en
arkasında ve dört bir yanda gidip gelen, koşuşan öğretmenler görülüyordu.
Bunlar ödül alacak çocukları sıraya sokuyorlardı, ana babalar da son bir defa
çocuklarının saçlarını tarıyorlar, yakalarını, kravatlarını düzeltiyorlardı.
Annem, babam ve kardeşlerimle salona girdiğimde, arka kısımdaki
localardan birinde yanaklarındaki o güzel gamzeleriyle gülen kırmızı kalemli
öğretmeni, erkek kardeşimin, hep siyah elbiseler giydiği için herkesin
“rahibe” diye çağırdığı öğretmeni ve birinci sınıftaki o iyi kalpli öğretmenimi
gördüm; bu sonuncusunun yüzü öylesine soluktu ki, zavallıcık, öyle de fena
öksürüyordu ki, salonun öbür ucundan duyuluyordu. Koltuklarıdan birinde
oturan Garone’nin o sevimli yüzünü birden görüverdim, yanında da ona
iyicene sokulmuş olan Nelli oturuyordu. Biraz daha ileride baykuş burunlu
Garoffi gözüme ilişiverdi, üzerinde ödül alacakların adı bulunan basılmış
listeleri ele geçirebilmek için paralanıyordu, daha şimdiden kocaman bir
deste toplamıştı, kim bilir bunları ne yapacak... Bunu ancak yarın
öğrenebiliriz. Kapıya yakın bir yerde odun satıcısıyla karısı duruyordu,
yanlarında da bugün ödül alacak olan oğulları vardı, çok şık giyinmişlerdi.
Arkadaşımın üzerinde kedi tüyü başlığıyla, çikolata rengi yün ceketi
göremeyince şaşırdım, bugün bayramlıklarını giymişti. Bir an balkonda
Votini’yi gördüm sonra birden gözden kayboluverdi. Alt kattaki tıklım tıklım
dolu localardan birinde topçu yüzbaşısını gördüm, hani bir küçük çocuğu
tramvayın altından kurtardığından beri koltuk değnekleriyle yürüyen
Robertti’nin babası.
Saat tam ikiyi vurur vurmaz bando çalmaya başladı, aynı anda da vali,
belediye başkanı, vali yardımcısı ve daha bir çok bey sahnenin sağ
tarafındaki merdivenden sahneye çıktılar ve kendileri için yerleştirilmiş olan
kırmızı sandalyelere oturdular. Hepsi de siyahlar giymişti. Bando sustu.
Müzik okullarının müdürü elinde küçük değneğiyle ilerledi. Onun bir
hareketi üzerine koltukların önüne yerleştirilmiş sıralarda oturan bütün
çocuklar ayağa kalktılar, ikinci bir işarette de şarkı söylemeye başladılar.
Yedi yüz çocuk hep bir ağızdan çok güzel bir şarkıyı söylüyorlardı, bir
ağızdan şarkı söyleyen yedi yüz çocuk sesi, ne güzel şey! Herkes,
kıpırdamadan, dinliyordu. İnce, berrak saf çocuk seslerinin söylediği çok
güzel bir şarkıydı bu. Çocuklar susunca herkes çılgınca alkışladı, sonra
herkes sustu. Ödül dağıtımı başlamak üzereydi. Daha şimdiden, kızıl saçlı,
ışık saçan gözleriyle ikinci sınıf öğretmenim sahnenin bir köşesinde yerini
almıştı bile, ödül alacak çocuğun gelmesi bekleniyordu. Gazeteler bu on iki
öğrenciden birinin İtalya’nın ayrı bir bölgesinden gelmiş olduğunu daha
önceden yazmışlardı. Herkes bunu biliyor ve bekliyordu. Başta belediye
başkanıyla diğer beyler olmak üzere herkes on iki çocuğun salona gireceği
kapıya doğru merakla bakıyor ve bütün tiyatro susuyordu...
Birden on iki çocuk koşarak sahnenin yanına geldiler ve hiç kıpırdamadan,
gülümseyerek orada durdular. Bütün tiyatro, üç bin kişi, bir anda sessizliği
bozdu ve coşkunlukla alkışlamaya başladı, bu gök gürültüsüne benzer bir ses
oldu. Bunu duyan on iki çocuk şaşırdı, heyecanlandı. Ön sıralardan gelen bir
ses: “İşte bütün İtalya burada!” diye haykırdı. Bu on iki çocuğun arasından,
her zamanki gibi siyah elbiseler giymiş olan Calbrialı Coraci’yi hemen
tanıdım. Yanımızda oturan belediye meclisinden bir bey onların hepsini
tanıyordu, onları teker teker anneme gösterdi: Bu küçük sarışın Venezia
bölgesinden geliyor. Roma’dan gelen o uzun boylu, kıvırcık saçlı çocuk... Bu
çocuklardan iki, üç tanesi çok şık giyinmişti, geri kalanlar işçi çocuklarıydı
ama, hepsi de temiz, iyi giyimliydi. İçlerinde en küçükleri olan Floransalı’nın
belinde mavi bir kuşak vardı. Çocukların hepsi belediye başkanının önünden
geçtiler başkan onları teker teker alınlarından öpüyordu, bu sırada da bir
başka bey yavaş yavaş, gülümseyerek geldikleri şehirlerin adını söylüyordu:
Floransa, Napoli, Bolonya, Palermo... Sahneden geçen her çocuğu bütün
tiyatro alkışlıyordu. Sonra hepsi birden koşup yeşil masanın önünde durdular.
Çocuklara verilecek ödülleri götürmek için hazır bekliyorlardı. Öğretmen
okulları, sınıfları ve adları söyleyerek ödül alacak çocukların listesini
okumaya başladı. Çocuklar da sahneye çıkıp, ödüllerini almaya başladılar.
Daha henüz birkaç çocuk ödülünü almıştı ki, sahnenin arkasından çok hafif
bir keman sesi duyulmaya başladı ve uzun bir süre de devam etti. Son bir
defa daha çocuklara öğüt veren annelerin, öğretmelerin kısık, heyecanlı
sesleri de bu ince keman sesine karışıyordu. Bu süre içinde de çocuklar
birbirinin arkasından teker teker ilerliyorlar, sahnede oturan beylerin
kendilerine uzattıkları ödüllerini alıyorlardı. Bu beyler çocuklardan her birine
tatlı birkaç söz söylüyor, ya da onları okşuyordu. Koltukta ve balkonlarda
oturan çocuklar, çok küçük öğrenciler, giyimlerinden fakir oldukları anlaşılan
çocuklar, kıvır kıvır saçlılar, yada kırmızı beyaz elbiseli öğrenceler geçtikçe
heyecanla, coşkunlukla alkışlıyorlardı. Birinci sınıftaki öğrenciler sahneye
çıkınca ne yapacaklarını şaşırıyorlar, sağa sola bakıyorlardı, bunu gören
bütün tiyatro da kahkahadan kırılıyordu. Üç karış boyunda, sırtında pembe
kurdeleden kocaman fiyongu olan küçük güçlükle yürüyebiliyordu, ayağı
halıya takıldı ve düştü. Belediye başkanı onu ayağa kaldırdı ve herkes
kahkahalarla gülüp alkışladı. Bir başkası sahnenin sol tarafındaki küçük
merdivenden inerken düştü, bağrışmalar duyuldu ama, çocuğa bir şey olmadı.
Her çeşit çocuk geçiyordu, muzip yüzler, korkmuş yüzler, kiraz gibi kızarmış
yüzler, tombul yüzlü yumurcaklar, herkesin yüzüne karşı gülen afacanlar
geçiyordu. Sahneden iner inmez orada bekleyen ana babaları onları
kucaklayıp götürüyorlardı. Sıra benim okula gelince, işte o zaman eğlenmeye
başladım! Çocuklardan pek çoğunu tanıyordum. Baştan ayağa yepyeni
elbiseler giymiş, neşeyle gülerken beyaz dişlerini gösteren Coretti geçti: Kim
bilir sabahleyin kaç çeki odun taşımıştı! Belediye başkanı ona ödülünü
verirken bir elini Coretti’nin omzuna koymuş, alnındaki kırmızı işaretin ne
olduğunu soruyordu. Ben oturanlar arasında Coretti’nin annesiyle babasını
arıyordum, mutlulukla gülerken bir yandan da ağızlarını elleriyle
kapıyorlardı. Sonra Derosi geçti. Masmavi elbiseler, yaldızlı çizmeler
giymişti, kıvırcık, altın rengi bukleleri, dik gövdesi, rahat yürüyüşü, kalkık
alnıyla öyle güzel, öyle sevimliydi ki, içimden ona bir öpücük yollamak
geldi. Sahnedeki bütün beyler onunla konuştular ve teker teker elini sıktılar.
Sonra öğretmen seslendi:
– “Giulio Robertti!”
Bunun üzerine topçu yüzbaşısının koltuk değneklerinin yardımıyla ilerleyen
oğlu göründü. Yüzlerce çocuk olup biteni biliyordu, öğretmenin sesi kısa
zamanda duyulmaz oldu, kuvvetli bir alkış sesi yükseldi, bağrışmalar
duyuldu, bu sesler adeta tiyatroyu inletti, beyler ayağa kalktılar, hanımlar
mendillerini, eşarplarını sallamaya koyuldular. Zavallı çocukcağız sahnenin
ortasında duruverdi, ne yapacağını şaşırmış, titriyordu... Belediye başkanı
onu kendine doğru çekti, ödülünü verdi, onu öptü ve on iki çocuktan birinin
uzattığı defne tacını Robertti’nin başına yerleştirdi... Sonra onu sahnenin
solundaki küçük merdivene kadar götürdü, orada onu yüzbaşı olan babası
bekliyordu, onu kollarının arasına aldı ve yere indirdi, bu sırada yaşa, varol
çığlıkları bütün salonu dolduruyordu. Kemanların çıkardığı hafif, tatlı müzik
hala duyuluyordu, çocuklar da ödüllerini almak için sahneden geçmeye
devam ediyorlardı. Consolata Okulu’ndaki çocukların babası işçi;
Boncompagni Okulu’ndaki çocukların babası çiftçiydi; en son ödül alanlar
Rayneri Okulu’nun öğrencileri oldu. Ödül dağıtımı biter bitmez, en ön
sıradaki yedi yüz çocuk gene ayağa kalktı ve hep bir ağızdan başka güzel bir
şarkı söylediler. Belediye başkanından sonra vali yardımcısı de konuştu ve
sözlerini şöyle bitirdi:
– “...Ama, buradan çıkmadan önce sizler için o kadar yorulan, kalplerini,
akıllarının bütün gücünü sizler için kullanan, sizler için yaşayıp, sizler için
ölenlere bir selam göndermeyi sakın unutmayın. İşte oradalar!”
Bunları söyledikten sonra bütün öğretmenlerin toplu olarak oturdukları
birinci balkonu gösterdi. Koltuklardan, balkon sıralarından, localarda oturan
çocukların hepsi ayağa fırladı, bağrışarak ellerini öğretmenlerine doğru
uzattılar. Heyecanlı, dimdik ayakta duran öğretmenler de ellerini, şapkalarını,
mendillerini sallayarak onlara karşılık verdiler. Bando bir kere daha çalmaya
başladı. Sahnenin önünde sıraya dizilen, büyük bir çiçek yağmurunun altında,
elele vermiş duran ve İtalya’nın çeşitli bölgelerinden gelmiş olan bu on iki
çocuğu halk son bir kere daha çılgınca alkışladı.
KAVGA
20 Pazartesi
24 Cuma
ROMALI KANI
(Aylık Hikaye)
18 Salı
Zavallı küçük duvarcı ustası ağır hasta. Öğretmen gidip onu yoklamamızı
söyledi, biz de, Garrone, Derossi ve ben ona gitmeyi karar verdik. Stardi de
bizimle gelecekti ama, öğretmen ödev olarak Cavour Anıtının tasvirini verdi.
Tasviri doğru olarak yapabilmesi için Stardi’nin gidip onu yakından görmesi
gerektiğini söylüyor. O gururlu Nobis’i de bizimle gelmesi için çağırmayı
denedik. Nobis bize:
– “Hayır!” dedi.
Votini de gelemeyeceği için bizden özür diledi, her halde elbisesini kireçle
lekelemekten çekiniyor. Şakır şakır yağmur yağıyordu. Yolda yürürken
Garrone durdu ve ağzı ekmek dolu:
– “Ne satın alacağız?” derken cebindeki iki meteliği şakırdattı.
Hepimiz ikişer metelik verdik ve üç tane kocaman portakal satın aldık.
Tavan arasına çıktık. Kapının önünde Derossi ödül olarak verilen
madalyasını çıkardı ve cebine soktu. Bunu neden yaptığını sordum:
– “Bilmiyorum” diye karşılık verdi.” Garip bir hava yaratmamak için...
Odaya madalyasıyla girmek bana daha nazik görünüyor.”
Kapıyı çaldık, babası geldi açtı, dev yapılı bir adam. Yüzü dehşetten allak
bullak olmuştu.
– “Siz kimsiniz?” diye sordu.
Garrone:
– “Biz Antonio’nun okul arkadaşlarıyız, ona üç tane portakal getirdik!”
Duvarcı ustası başını sallayarak;
– “Zavallı Tonio!” diye iç geçirdi. “Sizin portakallarınızı artık
yiyememesinden korkuyorum!” Bunları söylerken elinin tersiyle gözlerini
kuruladı.
Bize yol gösterdi: Basık tavanlı küçük bir odaya girdik. “Küçük duvarcı
ustası” ufak bir demir karyolada uyuyordu. Annesi, yüzü ellerinin arasında,
yatağın üstüne kapanmıştı, bize bakmak için başını hafifçe çevirdi. Odanın
bir köşesinde badana fırçaları, bir kazma, bir de kireç eleği duruyordu. Küçük
hastanın ayaklarına duvarcının alçıdan bembeyaz olmuş ceketi örtülüydü.
Zavallı çocukcağız çok zayıflamıştı, yüzü kireç gibi bembeyazdı, burun
delikleri kısılmıştı zorlukla nefes alıyordu. Sevgili Tonino, benim iyi kalpli,
neşeli, küçük dostum, bu halin beni ne kadar üzüyor, senin yeniden yüzünü
tavşan gibi buruşturmanı görebilmek için neler yapmazdım ki, zavallı küçük
duvarcı ustası! Garrone yastığın üstüne, çocuğun yüzünün hemen yanına bir
portakal koydu. Koku onu uyandırdı ama, hemen portakalı almasıyla
bırakması bir oldu. Bir süre gözlerini kırpmadan Garrone’ye baktı.
Garrone:
– “Benim” dedi, “Garrone. Beni tanıyor musun?”
Antonio belli belirsiz gülümsedi; zayıf, küçük elini güçlükle kaldırdı ve
Garrone’ye doğru uzattı. Garrone bu küçük eli kendi ellerinin arasına aldı ve
yanağını bu ellere dayayarak;
– “Cesaret, cesaret, küçük duvarcı ustası! Yakında iyileşip okula
döneceksin. Öğretmen seni benim yanıma oturtacak, memnun musun?” dedi.
Ama, küçük duvarcı ustası cevap vermedi. Anne hıçkırıklara boğuldu:
– “Ah, zavallı Tonino’cuğum! Zavallı Tonino’cuğum! Ne kadar iyi, ne
kadar yürekli çocuk, ah, Tanrı onu bizden almak istiyor!”
Duvarcı ustası, ümitsizlikle:
– “Sus!” diye bağırdı, “sus, yoksa çıldıracağım.”
Sonra üzgün bir sesle bize:
– “Gidin, gidin, çocuklar. Çok teşekkür ederim, gidin. Burada kalıp ne
yapacaksınız ki! Teşekkür ederim, artık evinize dönün!” dedi.
Çocuk yeniden gözlerini kapamıştı ve ölüye benziyordu.
Garrone:
– “Size yardım edebilir miyiz?” diye sordu.
Duvarcı ustası:
– “Hayır, iyi kalpli çocuk, teşekkür ederim. Artık evlerinize dönün.” dedi.
Bizi kapıya kadar götürdü ve arkamızdan kapıyı kapadı. Daha merdivenin
yarısına gelmemiştik ki birisinin seslendiğini duyduk.
– “Garrone! Garrone!”
Üçümüz birden aceleyle geri çıktık. Birden değişiveren sesiyle duvarcı
ustası sesleniyordu.
“Garrone! Seni adınla çağırdı. İki gündür tek kelime bile söylemiyordu.
Seni iki kere çağırdı. Seni istiyor, hemen gel, ah, Tanrım, bu iyi bir belirti
olsa bari!”
Garrone bizlere:
– “Hoşça kalın, ben burada kalıyorum.” dedi ve babayla birlikte eve girdi.
Derossi’nin gözleri yaşlarla dolmuştu. Ona;
– “Küçük duvarcı ustası için mi ağlıyorsun?” dedim. “Konuştu, artık
iyileşecek”
Derossi:
– “Buna inanmıyorum” diye karşılık verdi, “Ama, ben onu
düşünmüyordum... Garrone’nin ne kadar iyi kalpli, temiz yürekli bir çocuk
olduğunu düşünüyordum!” diye ekledi.
KONT CAVOUR
29 Çarşamba
İLKBAHAR
1 Cumartesi
3 Pazartesi
ÇOCUK YUVASI
4 Salı
Annem, bana söz verdiği gibi dün kahvaltıdan sonra beni Corso
Valdoeo’daki çocuk yuvasına götürdü. Acaba Precossi’nin küçük kız
kardeşini de oraya alırlar mı diye annem yuvanın müdürüyle konuşacaktı.
Ben hiç çocuk yuvası görmemiştim. Oradaki çocuklar beni ne kadar
eğlendirdiler! Yuvada iki yüz kadar çocuk vardı. Bu çocuklar öyle ufaktılar
ki, bizim okulun birinci sınıfındaki öğrenciler bunların yanında kocaman
adam gibi dururlar. Biz yuvaya vardığımızda onlar sıra olmuşlar
yemekhaneye giriyorlardı. Yemekhanede iki büyük masa uzanıyordu; bu
masaların üstünde pek çok delik vardı, her yuvarlak deliğin içinde de çukur
bir siyah tabak duruyordu. Bu çukur tabaklara kuru fasulye pilav konmuştu,
yanlarında da birer tahta kaşık yerleştirilmişti. Bu sırada çocuklardan bir
kısmı bir elma ağacı dikiyordu, öğretmen gelip onları içeri çağırıncaya kadar
da orada kaldılar. Çocuklardan pek çoğu, kendi yerleri sanarak bir tabağın
önüne oturuyorlar ve hemen önlerindeki yiyecekten bir kaşık midelerine
indiriyorlardı. Peşlerinden öğretmen geliyor ve:
– “İlerleyin!” diyordu.
Bunun üzerine çocuklar oturdukları yerden kalkıyorlar, iki, üç adım sonra
başka bir tabağın önünde duruyorlar, gene bir kaşık fasulyeyi midelerine
indiriyorlardı, bu, kendi esas yerlerini buluncaya kadar böylece sürüp
gidiyordu. Yerlerine ulaşıncaya kadar pek çok tabaktaki yemeğin tadına
bakıyorlardı. Öğretmenler uzun bir süre çocukları yerlerine doğru ittikten,
onlara; “Çabuk olun. Çabuk olun!“ diye bağırdıktan sonra etraf sakinleşti,
herkes sakin sakin yemeğini yemeye koyuldu. Ah, bu ne sevimli bir
görüntüydü! Çocuklardan biri iki kaşıkla birden yiyor, diğeri elleriyle
yiyordu. İçlerinden bir kısmı da fasulyeleri teker teker alıp ceplerine
dolduruyordu; bazıları da tabaklarındaki fasulyeyi alıp önlüklerinin iki katı
arasına yerleştiriyorlar, sonra da iyicene ezerek onu hamur haline
getiriyorlardı. Sineklerin uçuşunu seyredebilmek için yemek yemeyenler bile
vardı, bazıları da öksürüyorlar ve çevrelerine bir pirinç yağmuru
yağdırıyorlardı. Yemekhane tam bir kümesi andırıyordu. Ama, her şeye
rağmen çok sevimli ve zarif bir kümesti. İki sıra meydana getiren kızlar pek
şirindiler; örgülü saçlarının ucuna kırmızı, yeşil, mavi kurdeleler bağlanmıştı.
Öğretmenlerden biri sekiz kız çocuğunun oturduğu masaya doğru döndü ve:
– “Pirinç nerede yetişir?” diye sordu.
Sekiz çocuğun hepsi yemek dolu ağızlarını fırın kapağı gibi açtılar ve hepsi
bir ağızdan, şarkı söyler gibi:
– “Su-da ye-ti-şir” diye karşılık verdiler.
Sonra öğretmen:
– “Ellerinizi yukarı kaldırın!” diye emretti.
Daha birkaç yıl önce kundakta duran bu çocukların havaya kalkan ellerini
görmek insana garip bir zevk veriyordu; durmadan oynattıkları o minicik
elleri de havalarda uçuşan pembe beyaz kelebekleri andırıyordu.
Sonra teneffüse çıktılar. Ama, önce, hepsi duvara asılı duran ve içinde
kendi kahvaltısı bulunan sepetlerini aldılar. Bahçeye çıktılar ve sepetlerinin
içindeki kahvaltılıkları teker teker çekip çıkararak dört bir yana dağıldılar.
Ekmek, kuru erik, bir dilim peynir, bir katı yumurta, bir avuç leblebi, bir
tavuk kanadı. Bir anda bütün bahçe yiyecek artıklarıyla doluverdi; ekmek
kırıntısı, et parçası, erik çekirdeği, sanki görülmeyen bir el kuş sürüsüne bir
avuç dolusu yem serpmişti. Bu yemekleri; akla gelebilecek en garip
şekillerde yiyorlardı, tavşan, kedi, sıçan gibi, yalayarak, emerek, kemirerek.
Ufak bir oğlan çocuk bir kırıkırağı göğsüne dayamış, onu kılıç parlatır gibi
bir muşmulayla ovuşturuyordu. Küçük kız çocuklar, yumuşak peynirleri
ellerine alıyorlardı; bunlar süt gibi parmaklarının arasından akıyor ve
elbiselerin kollarından içeri giriyordu, onlar bunun farkına bile varmıyorlardı.
Küçük köpek yavruları gibi ekmek parçalarını, armutları dişlerinin arasına
tutturup koşuşuyorlar, birbirlerini kovalıyorlardı. Çocuklardan üç tanesi bir
köşeye çekilmiş, incecik dal parçalarıyla, sanki hazine ararmış gibi bir katı
yumurtanın içini yiyorlardı. Oydukları kısımları yere dökülüyordu, onlar da
dört kat olup yere eğiliyorlar ve büyük bir sabırla inci tanesi toplar gibi o
kırıntıları topluyorlardı. Sepetlerinde görülmeğe değer şeyleri olanlar da,
sekiz, on kişi bir araya toplanmışlar, başlarını eğip, ayın kuyudaki gölgesine
bakar gibi sepetin içine bakıyorlardı. Hırtı pırtı giyinmiş, uzun boylu bir
çocukcağız elinde bir şeker kutusu tutuyordu. Bütün çocuklar merasimle o
şeker kutusuna ekmeklerini batırabilmek için uzun boylu çocuğun etrafında
halka oluşturmuşlardı. Bir kısmının ekmeğini şeker bulamasına izin
veriyordu ama, bir kısmına da, bütün yalvarmalarına rağmen, yalnız
parmaklarını şekere batırmak iznini veriyordu.
Bu sırada annem de bahçeye gelmiş ve çevresinde dolaşan çocukları sevip
okşuyordu. Pek çoğu onun yanına gidiyor, hatta ellerini tutuyorlar, üçüncü
kata bakar gibi başlarını yukarı kaldırıyorlar ve ağızlarını durmadan açıp
kapayarak onları öpmesini istiyorlardı. Çocuklardan biri anneme ucu
kemirilmiş bir dilim portakal verdi. Bir başkası bir parça kabuk ekmek bir
diğeri bir yaprak verdi. Küçük bir kız çocuğu geldi ve büyük bir ciddiyetle
işaret parmağının ucunu gösterdi; çok dikkatle bakılırsa, o minicik kabarcık
görülebiliyordu, bir gün önce parmağı mumun alevine değmiş. Çok önemli
şeyleri gibi minicik böcekler getirip anneme uzatıyorlardı, bu o kadar
küçüktü ki, onları nasıl görebilip yakalıyorlardı, anlamadım. Bunlardan başka
mantar tıpa parçaları, küçük gömlek düğmeleri, saksılardan kopardıkları
küçük çiçekler getiriyorlardı. Başı sarılı bir oğlan çocuk, ne pahasına olursa
olsun hep kendi sözünü duyurmak istiyordu. Nasıl düştüğünü anlatmak için
hikayeler geveledi ama, biz pek bir şey anlayamadık doğrusu. Çocukların
arasından bir başkası annemin ona doğru eğilmesini istedi ve kulağına:
– “Benim babam süpürgecidir” dedi.
Bu sırada bahçenin dört bir yanında öğretmenle oradan oraya koşuşturan bir
takım küçük olaylar meydana geliyordu: Mendillerinin kenarındaki düğümü
açamadıkları için ağlayanlar, iki elma çekirdeği için saç saça, baş başa
dövüşenler, devrilmiş bir sıranın üstüne yüzükoyun düşüp, yerinden
kımıldayamadan hıçkıra hıçkıra ağlayan ufak bir oğlan çocuk...
Oradan ayrılmadan önce annem üç, dört çocuğu kollarının arasına aldı ve
onları öptü. Bunun üzerine, yüzü portakal suyu, yumurta sarısıyla boyanmış
çocuklar bahçenin dört bir yanından koşup geldiler ve kendilerini de öpmesi
için annemin çevresinde toplandılar. Ellerini çekiştiriyorlar, yüzüğüne
bakmak için parmaklarını tutuyorlar, biri saatinin zincirini çekiyor, öbürü
saçlarına dokunmak istiyordu.
Öğretmenler:
– “Dikkat edin, elbisenizi kirletip yırtmasınlar!” diye sesleniyorlardı.
Ama, annemin elbisesine aldırdığı yoktu, çocukları öpmeye, onları
kucaklamaya devam ediyordu. Çocuklar da ona daha çok sokuluyorlardı. En
öndekiler sanki üzerine tırmanacaklarmış gibi kollarıyla ona sarılıyorlardı,
daha arkadakiler de ona yaklaşabilmek için önlerindekileri itekleyip
duruyorlardı. Hepsi bir ağızdan: “Güle güle! Güle güle!” diye bağrışıyorlardı.
Sonra hepsi birden onun geçtiğini görebilmek için bahçe parmaklığına
koşuştular. Onu selamlamak için parmaklıkların arasından o tombul
kolcuklarını uzatmışlardı, bir yanda da gene anneme ekmek parçaları,
muşmula artıkları, peynir kabuklarını uzatıyorlar ve bir ağızdan
bağırıyorlardı:
– “Güle, güle! Güle, güle! Güle, güle! Yarın gene gel! Bir başka sefer gene
gel!”
Annem aralarından güçlükle geçip sokağa çıkabildi ve son bir defa daha
ellerini o taze gül demetlerini andıran minik, pembe, tombul ellerin üzerinden
geçirdi. Sonunda sağ salim sokağa çıkabilmişti. Üstü, başı ekmek kırıntısı ve
leke içindeydi, elbisesi buruşmuş, saçı başı, darmadağınık olmuştu. Bir elinde
çocukların kendisine verdiği çiçekler vardı, gözleri yaşlardan şişmişti, bir
bayram yerinden uzaklaşır gibi mutluydu. Sürü halinde cıvıldaşan kuşlar gibi
bağıran çocukların sesi hala duyuluyordu.
– “Güle, güle! Güle, güle! Bizi gene görmeye gelin, efendim!”
JİMNASTİK DERSİ
5 Çarşamba
BABAMIN ÖĞRETMENİ
11 Salı
Dün babamla gezmeye gittik. Bakın nasıl geçti! Önceki akşam, yemekten
sonra gazetesini okurken babam birden bir sevinç çığlığı attı:
– “Hey Allah! Ben onu yirmi yıl önce öldü sanıyordum!” Sonra bizlere
döndü ve: “84 yaşındaki ilkokul öğretmenim Vincenzo Crosetti’nin hayatta
olduğunu biliyor muydunuz?” diye ekledi. “Gazetede resmini gördüm; milli
eğitim bakanı, altmış yıllık öğretmenlik hayatını mükafatlandırmak için ona
bir madalya vermiş. Altmış yıl, düşünebiliyor musunuz? Öğretmenlikten
ayrılalı yalnız iki yıl oluyormuş. Zavallı Crosetti! Trenle buradan bir saatlik
uzaklıkta olan Condove’de oturuyormuş, Chieri’deki evimizin eski
bahçıvanıyla aynı şehirde yaşıyor. Enrico, seninle gider onu ziyaret ederiz.”
Bütün gece boyunca yalnız eski öğretmeninden söz etti. İlkokul
öğretmeninin adı ona çocukluğuna ait pek çok şeyler hatırlatıyordu, ilkokul
arkadaşları, şimdi ölmüş olan annesi...
– “Crosetti!” diye haykırıyordu, “bize öğretmenlik ederken kırk
yaşlarındaydı. Hala gözümün önünde. Ufak tefek, açık renk gözlü, sakalsızdı.
Çok sertti ama, hain değildi, bizleri gerçek bir baba gibi severdi ama, hiçbir
suçumuzu bağışlamazdı. Köyünden gelmiş, bütün yokluklara rağmen
durmadan, yılmadan çalışmış, bir şehirli olmuştu. Annem onu çok severdi.
Babam da onu bir arkadaş gibi görürdü. Demek son günlerini Condeve’de,
Torino’da geçirmek istemiş. Öyle sanıyorum ki beni pek tanımayacak.
Aradan 48 yıl geçmiş! 48 yıl, Enrico; yarın onu görmeye gideriz.”
Dün sabah saat dokuzda Susa tren istasyonundaydık. Carrone’nin de bizle
beraber gelmesini istedim ama, annesi hasta. Çok güzel bir ilkbahar günüydü,
tren selvi ağaçlarının, yeşil çayırların arasından geçiyordu, trenin açık
pencerelerinden de taze ot ve kır çiçeklerinin kokusu giriyordu. Babam çok
sevinçliydi, durmadan beni öpüyor, kırlara, çayırlara bakarak benimle bir
arkadaş gibi konuşuyordu.
– “Zavallı Crosetti!” diyordu, “babamdan sonra beni çok seven ve hep bana
iyilik eden ilk insan odur. Onun vermiş olduğu öğütleri hiçbir zaman
unutmadım, hatta bazen söylediği acı sözleri de hatırlıyorum. Bu sözler beni
öyle üzerdi ki, sanki boğazıma bir şey tıkanırdı. Küçük, etli elleri vardı, okula
girişi gözümün önüne geliyor, bastonunu bir köşeye bırakır, paltosunu da
askıya asardı, hep aynı hareketleri tekrarlardı. Okula her gün aynı güler yüzle
gelirdi, ilk kez ders vermeye geliyormuş gibi dikkatli ve iyi niyetliydi.
Yüzüme bakarak söylediklerini şimdi gibi hatırlıyorum: ‘Bottini, hey,
Bottini! İşaret parmağınla orta parmağını böyle tutacaksın.’ Kim bilir kırk
yılda ne kadar değişmiştir!”
Condove’ye varır varmaz, Chieri’deki eski bahçıvanımızı aramaya
koyulduk; ara sokaklardan birinde küçük bir dükkanı varmış. Dükkanına
vardığımızda çocuklarıyla beraberdi, bizi sevinçle karşıladı, kocasından
haberler verdi. Üç yıldır Fransa’da çalışıyormuş ama, yakında memleketine
dönecekmiş, büyük kızı Torino’daki sağırlar okuluna devam ediyormuş.
Sonra da bize yaşlı öğretmenin evini tarif etti, onu orada herkes tanırmış.
Şehirden çıktık ve iki tarafı yabani otlar, kır çiçekleriyle kaplı dik bir yolu
tırmanmaya koyulduk.
Babam artık konuşmuyordu, hatıralarına dalmıştı, zaman zaman
gülümsüyor, bazen de başını sallıyordu.
Birden duruverdi ve bana:
– “İşte!” dedi, “Eminim ki bu gelen ta kendisi:”
Yokuştan aşağı, bize doğru yaşlı biri geliyordu. Bembeyaz sakallı, ufak
tefek bir ihtiyardı, başında geniş bir şapkası vardı, iri bir bastona dayanarak
yürüyordu. Ayaklarını sürüklüyor, elleri titriyordu.
Babam, adımlarını hızlandırarak:
– “Evet, o” diye tekrarladı.
Yaşlı beyin yanına ulaşınca, durduk. İhtiyar da durdu ve babama baktı.
Yüzünün daha hala genç bir ifadesi vardı, gözleri açık renk ve canlıydı.
Babam şapkasını çıkararak:
– “Öğretmen Vincenzo Crosetti? Sizsiniz, değil mi?” diye sordu.
Yaşlı bey de şapkasını çıkardı ve titrek ama, canlı bir sesle:
– “Benim.” dedi.
Babam onun bir elini tutarak:
– “Öyleyse,” dedi, “eski bir öğrencinize izin verin de elinizi öpsün,
hatırınızı sorsun. Sizi görebilmek için Torino’dan geldim.”
Yaşlı bey şaşkın şaşkın babama baktı, sonra:
– “Bu benim için büyük bir şeref... Bilemiyorum... Ne zaman benim
öğrencim oldunuz? Özür dilerim. Adınız, lütfen.”
Babam adının Alberto Bottini olduğunu, hangi yıllarda, nerede onun
öğrencisi olduğunu söyledi ve ekledi:
– “Elbette siz beni hatırlamazsınız. Ama, ben sizi çok iyi hatırlıyorum.”
Öğretmen başını yere eğdi, bir süre düşündü, iki, üç kere babamın adını
mırıldandı. Bu sırada babam da gülümseyen gözlerle ona bakıyordu.
Birden öğretmen başını kaldırdı, gözlerini fal taşı gibi açtı ve ağır ağır:
– “Alberto Bottini? Mühendis Bottini’nin oğlu? Consolata Meydanı’nda
oturuyordunuz.” dedi.
Babam ellerini uzatarak:
– “Ta kendisi.” dedi.
Yaşlı öğretmen:
– “Öyleyse... İzin verin, sevgili öğrencim, izin verin.” diyerek babamı iki
yanağından öptü. Öğretmenin beyaz saçlı başı babamın ancak omzuna
ulaşabiliyordu. Babam yanağını onun alnına dayadı.
Öğretmen:
– “Ne olur, benimle beraber gelmek iyiliğini gösterin.” dedi.
Başka birşey söylemeden geri döndü ve evine doğru yürümeye başladı.
Birkaç dakika sonra bir düzlüğe vardık. Geride iki pencereli, küçük bir ev
vardı, çevresi de badanayla beyazlatılmış küçük bir duvarla çevriliydi.
Öğretmen kapıyı açtı ve bizi bir odaya aldı. Burası, duvarları beyaz
badanayla boyanmış bir odaydı. Bir köşede, üzerinde mavili beyazlı bir örtü
bulunan yatak duruyordu. Başka bir köşede üzerine kitaplar yerleştirilmiş
küçük bir masa vardı. Odanın orasına burasına üç dört sandalye
serpiştirilmişti. Duvarda da eski bir coğrafya haritası asılıydı. Odada çok
güzel bir elma kokusu vardı.
Üçümüz de oturduk. Bir süre öğretmenle babam hiç konuşmadan
birbirlerine baktılar.
Sonra öğretmen, güneşin kareler üzerinde değişik şekiller çizdiği döşemeye
gözlerini dikti ve:
– “Bottini!” dedi. “Evet, çok iyi hatırlıyorum. Anneniz ne kadar iyi bir
hanımdı! İlk yıl siz pencere tarafındaki ilk sırada oturdunuz bir süre. Biraz
daha hatırlamaya çalışayım. Kıvırcık saçlı başınız hala gözümün önünde.”
Bir süre düşünceye daldı. “Canlı, hayat dolu bir çocuktunuz, değil mi, hem de
çok canlıydınız. İkinci yıl kuşpalazına tutulmuştunuz. Okula döndüğünüzde
çok zayıflamıştınız, anneniz sizi kocaman bir atkıya sarmıştı. Aradan tam
kırk yıl geçti, değil mi? Zavallı öğretmeninizi hatırlamakla ne iyi ettiniz.
Geçen yıllarda da pek çok eski öğrencim beni görmeye geldi: Bir yüzbaşı, iki
din adamı, pek çok bey.”
Babama mesleğinin ne olduğunu sordu. Sonra:
– “Bütün kalbimle o kadar seviniyor, o kadar seviniyorum ki. Size çok
teşekkür ederim. Epey bir zamandır öğrencilerimden hiçbirini göremiyordum.
Sevgili çocuğum, sizin en sonuncu olmanızdan korkuyorum!” dedi.
Babam:
– “Neler söylüyorsunuz?” diye haykırdı. “Daha sıhhatiniz yerinde, oldukça
da dinç görünüyorsunuz. Böyle şeylerden söz etmemelisiniz.”
Öğretmen:
– “Yok, yok, bu titremeyi görüyor musunuz?” dedi ve ellerini gösterdi. “Bu
çok kötü bir işarettir. Bu üç yıl önce, daha öğretmenlik yaparken başladı. İlk
önceleri pek aldırış etmedim; kendiliğinden geçeceğini sanıyordum. Ama,
olduğu gibi kaldı, gittikçe de artıyor. Bir gün geldi ki artık yazı bile
yazamadım. Ah! O gün, öğrencilerimden birinin defterini ilk kez lekelediğim
o gün, sanki kalbime bir şey saplandı, bu benim için çok büyük bir darbe
oldu. Bu durumu bir zaman daha sürdürdüm ama, sonra okula, öğrencilere,
işe veda etmem gerekiyordu. Bu çok zor oldu, biliyor musunuz, çok zor.
Öğrencilerime verdiğim son dersten sonra bütün öğrencilerim beni evime
kadar getirdiler, benim için küçük bir şenlik düzenlediler. Ama, ben çok
üzgündüm, artık hayatımın bittiğini anlıyordum. Bir önceki yıl karımı ve tek
çocuğumu kaybetmiştim. İki köylü torunumla kala kalmıştım. Şimdi birkaç
yüz liralık emekli aylığımla geçiniyorum. Artık hiçbir şey yapmıyorum;
günler bana öyle uzun geliyor ki. Yaptığım tek şey, gördüğünüz gibi eski
okul kitaplarımı, eski okul gazetelerini, bana hediye ettikleri kitapları
karıştırmak oluyor”. Küçük kitaplığı göstererek: “işte” dedi, “bütün
hatıralarım, bütün geçmişim orada... Dünyada onlardan başka bir şeyim yok.”
Sonra, birden neşelenen bir sesle: “Sevgili Bay Bottini, size bir sürpriz
yapmak istiyorum!” dedi.
Ayağa kalktı, yazı masasına yaklaştı, içinde pek çok küçük paketler
bulunan uzun bir çekmeceyi açtı, bu paketlerin hepsi ince bir iple
bağlanmıştı, üzerlerinde de dört rakamlı bir tarih yazılıydı. Biraz aradıktan
sonra, paketçiklerden birini açtı, pek çok kağıdı karıştırdı, aralarından
sararmış bir kağıdı çekti aldı ve onu babama uzattı. Bu, kırk yıl önce yaptığı
okul ödeviydi! Kağıdın başında: Alberto Bottini, İmla, 3 Nisan 1883,
yazılıydı. Babam hemen o kocaman harflerle yazdığı çocuk yazısını tanıdı ve
gülerek okumaya koyuldu. Ama, birden gözleri yaşardı. Kalktım, neyi
olduğunu sordum.
O kolunu belime doladı ve beni kendine doğru çekerek:
– “Bu kağıda dikkatle bak. Görüyor musun? Bunlar zavallı anneciğimin
yaptığı düzeltmelerdi. Her zaman ‘o’ ve ‘sen’ kelimelerini düzeltirdi. Son
satırlardaki yazılar onun. Harfleri benim gibi yazmasını öğrenmişti,
yorulduğum, ya da uykum geldiği zaman ödevlerimi benim yerime o bitirirdi.
Ah, kutsal anam benim!”
Ve kağıdı öptü.
Öğretmen ona başka paketçikler de göstererek:
– “İşte” dedi, “bütün hatıralarım. Her yıl öğrencilerimden her birinin bir
ödevini kenara ayırırdım, şimdi burada hepsi isim ve numara sırasına göre
yerleştirilmiş duruyor. Bazen onları gözden geçiriyor, böylece de, oradan iki
satır, buradan bir satır okuyorum. Aklımda pek çok hayal canlanıyor, geçmişi
yaşar gibi oluyorum. Sevgili öğrencim, aradan ne uzun yıllar geçti. Gözlerimi
kapıyorum ve birbiri ardından yüzleri, sınıfları, yüzlerce ve yüzlerce çocuk
teker teker gözümün önünden geçiyor, belki bu çocukların içinde şimdi
ölmüş olanları da vardır. Pek çoğunu hatırlıyorum. İçlerinden en iyi kalpli
olanlarını, en kötülerini, beni çok mutlu edenleri ve bana sıkıntılı, üzüntülü
zamanlar geçirtenleri hatırlıyorum. Böylesine büyük bir sayının içinde
yılanlar da vardı, inanın! Ama, şimdi, aradan geçen bu kadar yıldan sonra
hepsini affediyor, bağışlıyorum.”
Tekrar sandalyesine oturdu ve ellerimden birini kendi ellerinin arasına aldı.
Babam gülümseyerek:
– “Ya benimkileri?” diye sordu, “Benim yaptığım yaramazlıkları hatırlıyor
musun?”
Yaşlı öğretmen de gülümseyerek:
– “Sizin mi?” diye sordu. “Şimdilik, hayır. Ama, bu hiçbir zaman
yaramazlık, haşarılık etmediniz demek değildir. Siz herkese karşı eşit
davranırdınız, yaşınız için fazla ciddiydiniz. Anneniz sizi ne kadar çok
severdi... Ama, beni görmeye gelmeniz çok çok iyi, çok nazik bir davranış!
Zavallı bir ihtiyar öğretmeni görmeye gitmek için işlerinizi nasıl
bırakabildiniz?”
Babam, heyecanla:
– “Dinleyin, Bay Crosetti,” dedi, “sevgili anneciğimin beni ilk kez
sınıfınıza getirdiği günü çok iyi hatırlıyorum. İlk defa olarak iki saatliğine
benden ayrılacaktı ve beni babamdan başka birisine emanet edecekti; bir
sözle, o güne kadar hiç tanımadığı birine emanet edecekti. Bu iyi kalpli
yaratık için benim okula başlayışım yeniden doğuş gibi bir şeydi. Bu gerekli
olduğu kadar da acıklı olan o pek çok ayrılığın ilkiydi; toplum, bir daha bütün
olarak kavuşturmamak üzere bizi birbirimizden ayırıyordu. O da, ben de çok
heyecanlıydık. Titreyen bir sesle beni size emanet etti ve sonra da sınıfın
kapsından çıkmadan önce son bir defa daha döndü, gözleri yaşlarla dolu,
bana elini salladı. Tam bu sırada siz de bir elinizi kalbinizin üstüne koyarak
diğeriyle ona bir işaret yaptınız, sanki ona “hanımefendi, bana güveniniz”
demek istiyordunuz. Yaptığınız bu hareketten, o bakışınızdan annemin bütün
duygularını, bütün düşüncelerini sezdiğinizi anladım. “Cesaret!” diyen o
bakışınızı, gerçek bir güven, sevgi ve anlayış belirten o hareketinizi hiç
unutmadım, her zaman kalbimdeki o yerini koruyacaktır. Beni Torino’dan
buraya getiren de o hatıradır. İşte tam kırk yıl sonra size: Teşekkür ederim,
sevgili öğretmenim demek için buradayım.”
Öğretmen karşılık vermedi. Bir eliyle saçlarımı okşuyordu ve eli titriyor,
titriyordu, saçlarımdan alnıma, alnımdan omzuma sıçrıyordu.
Bu sırada babam da bu çıplak duvarlara, bu zavallı yatağa, pencerenin
pervazındaki bir parça ekmekle küçük zeytinyağı şişesine bakıyordu, sanki:
“Zavallı öğretmenim, altmış yıllık çalışmadan sonra sana verilen bütün ödül
bu mu?” demek istiyordu.
Ama, iyi kalpli ihtiyarcık memnundu, daha hareketli bir şekilde ailemizden,
o yıllardaki diğer öğretmenlerden, babamın okul arkadaşlarından söz etmeye
başladı. Öğrencilerinden bazılarını hatırlıyor, diğerlerini hatırlamıyordu;
birbirlerine onun, ya da bunun haberlerini veriyorlardı. Sonunda babam
sözünü kesti ve şehre inip bizimle beraber yemek yemesi için öğretmenine
rica etti.
Öğretmen neşeyle karşılık verdi:
– “Teşekkür ederim, teşekkür ederim” diyordu ve kararsız görünüyordu.
Babam onun iki eline sarıldı ve ona yeniden rica etti.
Öğretmen:
– “İyi ama, böylesine titreyen ellerimle nasıl yemek yiyebilirim ki?” dedi.
“Bu diğerleri için de bir ceza olur!”
Babam:
– “Biz size yardım ederiz, öğretmenim” dedi.
Bunun üzerine öğretmen kabul etti ve gülümseyerek şapkasını aldı.
Sokak kapısını da kaparken:
– “Bugün hava çok güzel, çok güzel, sevgili bay Bottini!” dedi. “Emin olun
ki bunu yaşadıkça hatırlayacağım!”
Öğretmen babamın koluna girdi, beni de elimden tuttu, üçümüz de neşe
içinde kır yolundan şehre indik. Yolda, inekleri çayıra götüren yalın ayaklı iki
kız çocukla, sırtındaki ağır saman yüküyle koşarak ilerleyen küçük bir oğlan
çocuğuna rastladık. Öğretmenin dediğine göre bu çocukların üçü de ikinci
sınıfa gidiyormuş; öğleye kadar hayvanları yalın ayak çayıra götürüyorlarmış,
öğleden sonra da pabuçlarını giyip okula gidiyorlarmış. Saat on ikiye
yaklaşmıştı. Başka hiç kimseye rastlamadık. Birkaç dakika sonra lokantaya
vardık, büyük bir masaya oturduk, öğretmeni de aramıza aldık, hemen
yemeye başladık. Lokanta bir mabet gibi sessizdi. öğretmen çok neşeliydi,
heyecanı da ellerinin titremesini artırıyordu; öyle ki güçlükle yemek
yiyebiliyordu. Babam tabağındaki eti kesiyor, ekmeğini parçalıyor, yemeğine
tuz serpiyordu. İçebilmek için bardağını iki eliyle tutması gerekiyordu, gene
de dişlerine çarpıyordu. Her şeye rağmen konuşmasına devam ediyordu.
Gençliğindeki okuma kitaplarından, ders saatlerinden, üstlerinin kendisine
yaptıkları övgülerden, son yıllardaki program uygulamalarından heyecanla
söz ediyordu. Ama, yüzünün o sakin ifadesi hiç kaybolmuyordu, yalnız şimdi
biraz daha kızarmıştı. Sesi sevinçliydi, bir delikanlı neşesiyle gülüyordu.
Babam o şefkat, sevgi dolu gözleriyle öğretmenine bakıyor, bakıyordu, bazen
evde, başını yana eğip, kendi kendine gülümseyip düşünürken de bana böyle
baktığını hatırlıyorum. Öğretmen göğsüne şarap döktü; babam hemen kalktı
ve peçetesiyle temizledi.
– “Ama, hayır, efendim, hayır, izin vermiyorum!” diyor ve gülüyordu.
Latince bazı sözler de söylüyordu. Sonunda, ellerinin arasında titreyen
bardağını kaldırdı ve ciddi ciddi:
– “Sağlığınıza, sevgili bay mühendis, sizin ve çocuklarınızın sağlığına, iyi
kalpli annenizin hatırasına!” dedi.
Babam onun elini sıkarken:
– “Sizin de sağlığınıza, benim sevgili öğretmenim!” dedi.
Lokantanın bir köşesinde lokantacıyla diğerleri duruyorlar ve bize
bakıyorlardı. Onlar da sevinmiş gibi gülümsüyorlardı. Kendi memleketlerinin
ünlü öğretmenine yapılan bu küçük şenlik onları da sevindirmişti.
Saat iki buçuğa doğru lokantadan çıktık, öğretmen bizi istasyona kadar
götürmek istedi. Gene öğretmen babamın koluna girdi ve benim de elimi
tuttu, ben de onun bastonunu taşıyordum. Halk yolda durup bize bakıyordu,
çünkü şehirde herkes onu tanıyordu; içlerinden bazıları da onu selamlıyordu.
Sokağın bir yerine varınca, açık bir pencereden hep bir ağızdan ders okuyan
pek çok çocuk sesi duyduk. Yaşlı öğretmen durdu ve biraz hüzünlenir gibi
oldu.
– “İşte, sevgili bay Bottini, beni üzen tek şey bu!” dedi. “Okulda ders yapan
çocukların sesini duymak, artık orada olmamak ve yerinde bir başkasının
olduğunu düşünmek. Bu müziği altmış yıl boyunca dinledim ve onu bütün
kalbimle sevdim... Şimdi tek başıma, kimsesiz kaldım. Artık çocuklarım da
yok.”
Öğretmen, üzülerek:
– “Hayır, hayır” dedi, “artık sınıfım olmadığı için çocuğum da yok.
Çocuksuz da pek uzun bir zaman yaşayabileceğimi sanmıyorum. Öbür
dünyaya göçme saatim bir an önce çalmalı.”
Babam:
– “Böyle söylemeyin, öğretmenim, bunu düşünmeyin bile!” dedi. “Değişik
şekillerde ne kadar çok iyilik yaptınız! Hayatınızı öylesine asil bir şekilde
çalışarak geçirdiniz ki!”
Yaşlı öğretmen bir süre o beyaz saçlı başını babamın omzuna dayadı ve
benim de elimi kuvvetle sıktı.
İstasyona girdik. Tren hareket etmek üzereydi.
Babam, öğretmeninin iki yanağından öperek:
– “Allahaısmarladık, öğretmenim!” dedi.
Öğretmen bir eliyle babamın elini tutup onu kalbinin üstüne bastırırken:
– “Güle güle, teşekkür ederim, güle güle!” diye karşılık verdi.
Sonra ben de onu öptüm ve yüzünün yaşlarla ıslandığını gördüm. Babam
beni vagona itti ve vagonun basamaklarını çıkarken de, öğretmenin elindeki o
kaba bastonu el çabukluğuyla alıverdi ve yerine üzerinde isminin baş harfleri
bulunan gümüş saplı güzel bastonunu verdi.
– “Bunu benim hatırım için saklayın” diye ekledi.
Yaşlı öğretmen babama bastonunu geri verip kendi eski bastonunu almak
istedi ama, babam çoktan trene binmiş ve vagonun kapısını kapamıştı.
– “Allahaısmarladık, benim iyi kalpli öğretmenim.”
Tren hareket ederken öğretmen:
– “Güle güle, evladım, zavallı bir ihtiyara yeni bir avuntu getirdiğin için
Tanrı seni takdis etsin!” diye karşılık verdi.
Babam, heyecanlı bir sesle:
– “Gene görüşelim!” diye seslendi.
Ama, öğretmen: “Artık bir daha görüşemeyeceğiz” demek ister gibi başını
salladı.
Babam :
– “Evet, evet, tekrar görüşeceğiz!” diye tekrarladı.
Yaşlı öğretmen titreyen elini gökyüzüne doğru kaldırarak:
– “Yukarıda!” diye karşılık verdi.
Böylece, bir süre sonra, eli havada, gözden kayboldu.
İYİLEŞME DEVRESİ
20 Perşembe
İŞÇİ ARKADAŞLAR
26 Perşembe
Enrico, neden onları bir daha hiç göremeyeceğim, diyorsun? Bu bütünüyle
sana bağlı bir şey. İlkokulu bittirince sen orta okula gideceksin, onlar da işçi
olarak çalışmaya başlayacaklar. Belki de pek çok yıllar boyunca aynı şehirde
yaşayacaksınız. Peki, böyle olduktan sonra neden birbirinizi
göremeyeceksiniz? Liseye ya da üniversiteye devam ederken, çalıştıkları
dükkanlara, yada iş yerlerine gider onları görürsün. O zaman çalışan
koskocaman insanlar da olsalar çocukluk arkadaşlarını yeniden bulmak seni
çok sevindirecek. Nerede olurlarsa olsunlar gidip Coretti’yle Precossi’yi
görmek isteyeceksin. Onların çalıştıkları yerlere gideceksin, onların yanında
birkaç saat kalacaksın, hayatı, çevreni incelerken de o arkadaşlarından ne
kadar çok şey öğreneceksin! Onların sanatları, toplumları ve kendi ülken
hakkında öğreneceklerini kimse sana öğretmeyi başaramaz. Çocukken
edindiğin bu arkadaşlarını kaybetmemeye çalış, çünkü gelecekte, kendi
sosyal sınıfına ait olmayanlarla arkadaşlık kurman çok güç olacaktır, bu
yüzden de yalnız bir sınıfın içinde yaşamak zorunda kalacaksın, hep aynı
sınıfın içinde yaşayan insan da bütün hayatı boyunca sadece bir tek kitap
okuyan çalışkan gibidir. Ayrı ayrı sınıflara ait olduğunuz için ileride
ayrılacak da olsanız bu güzel, temiz arkadaşlığınızı bozmamaya çalış ve
şimdiden kendi kendine söz ver. Bak; yüksek sınıfın erkekleri subaylardır,
işçiler de çalışmanın askerleridirler, bunu hiçbir zaman unutma. Ama, orduda
olduğu gibi toplumda da hiçbir zaman nefer askerden daha az asil sayılmaz,
çünkü asalet kazanılan parada değil yapılan işte, rütbede değil ruh
yüceliğindedir. Ama, eğer bir çalışma üstünlüğü varsa bu, daima yaptığı işten
en az kendi yararlanan askere ve işçiye aittir. Bundan böyle, bütün
arkadaşlarının arasında en çok iş askerlerinin çocukları olan arkadaşlarına
saygı göster. Babalarının yorgunluklarına, fedakarlıklarına, onları daha çok
severek, daha çok değer vererek saygı göster. Yalnız bayağı insanların
sevgilerine ve terbiyelerini bunlara göre uyguladıkları serveti ve sosyal sınıf
farkını hiçbir zaman önemseme. Vatanımızın birliğini kurmak için en çok
çalışanların, ülkemizin topraklarını kutsal kanlarıyla sulayanların işçiler
olduğunu hiçbir zaman unutma. Gerrone’yi sev, Precossi’yi sev, Coretti’yi ve
“küçük duvarcı ustası”nı da sev; bütün bu küçük işçilerin içinde birer prens
kalbi bulunduğunu her zaman hatırla ve gelecekte hiçbir şeyin bu çocukluk
arkadaşlarının sevgisini ruhundan çıkarıp atamayacağına kendi kendine söz
ver. Kırk yıl sonra da olsa, bir tren istasyonundan geçerken eski püskü
mallarımızın, elbiselerinin içinde, yüzü kömürden kararmış yaşlı Garrone’ni
gördüğün zaman onu hemen tanıyacağına söz ver. Yok, yok, bana söz
vermene gerek yok; derhal lokomotife atlayıp, bir Kraliyet Senatörüyle
karşılaşmış gibi kollarını onun boynuna dolayacağından eminim.
BABAN
GARRONE’NİN ANNESİ
29 Cumartesi
Okula döner dönmez, üzücü bir haberle karşılaştım. Birkaç gündür Garrone
okula gelmiyordu, çünkü annesi ağır hastaymış. Cumartesi akşamı öldü. Dün
sabah, sınıfa girer girmez, öğretmen bize:
– “Zavallı Garrone’nin başına bir çocuğun başına gelebilecek felaketlerin
en büyüğü geldi. Annesi öldü. Garrone yarın okula dönecek. Çocuklar,
şimdiden size rica ediyorum. Onun ruhunu kasıp kavuran bu büyük acıya
saygı gösterin. Sınıfa girince onu sevgiyle, ciddiyetle karşılayın. Bir daha
tembih ediyorum, hiçbir şaka yapmayın, kimse gülmesin.” dedi.
Bu sabah, diğer öğrencilerden biraz sonra zavallı Garrone geldi. Onu öyle
görünce içimde bir şeyin burkulup sızladığını duydum. Yüzü solgun, gözleri
kıpkırmızıydı, bacaklarının üstünde güçlükle durabiliyordu. Sanki bir aydır
hasta yatıyormuş gibi bir hali vardı. Tanınmayacak bir hale gelmişti, baştan
ayağa siyahlar giyinmişti, onun o hali insana üzüntü veriyordu. Kimse soluk
bile almadı, herkes ona bakıyordu. Sınıfa girer girmez, sınıfı, annesinin aşağı
yukarı her gün onu almaya geldiği okulu, sınav günleri ona son tembihlerini
vermek için üzerine eğildiği sırayı görünce ve orada pek çok kez, bir an önce
koşup anasına kavuşmayı düşündüğünü hatırlayınca ümitsizce, hıçkırıklarla
boğula boğula ağlamaya başladı. Öğretmen onu kendine doğru çekti, onu
bağrına bastı ve:
– “Ağla, ağla, zavallı çocuğum; ama, cesaretini kaybetme. Annen artık bu
dünyada değil ama, seni görüyor, seni hala seviyor, hala senin yanında
yaşıyor ve bir gün onu göreceksin, çünkü sen de onun gibi iyi yürekli, temiz
kalpli bir çocuksun. Cesaretini kaybetme!” dedi.
Bunları söyledikten sonra onu benim yanımdaki sırasına kadar getirdi. Ona
bakmaya cesaret edemiyordum. Uzun zamandır elini bile sürmediği defterini,
kitabını çantasından çıkardı. Okuma kitabındaki bir anneyle elinden tuttuğu
çocuğunu gösteren resmi görünce yeniden hıçkıra hıçkıra ağlamaya başladı
ve başını koluna dayadı. Öğretmen onu öyle bırakmamızı işaret etti ve derse
başladı. Ona bir şeyler söylemek istiyordum ama, bilemiyordum. Bir elimi
kolunun üstüne koydum ve kulağına:
– “Ağlama Garrone.” dedim.
Hiçbir karşılık vermedi ve başını sıradan kaldırmadan, elini benimkinin
içine koydu, bir süre öyle durduk. Öğle vakti okuldan çıkarken kimse onunla
konuşmadı, herkes saygıyla, sessizce onun etrafında dolanıyordu. Beni
beklemekte olan annemi gördüm ve koşup onu öptüm. Ama, annem beni geri
itti, Garrone’ye bakıyordu. Önce annemin neden böyle davrandığını
anlayamadım ama, bir kenarda tek başına duran Garrone’nin bana baktığını
fark ettim. Anlatılamaz acı dolu gözlerle bana bakıyordu ve sanki şöyle
demek istiyordu:
– “Sen anneni öpüyorsun, ben onu bir daha öpemeyeceğim! Senin annen
daha hayatta, benimki öldü!”
Bunun üzerine annemin neden beni geri ittiğini anladım ve annemin elini
tutmadan okulun bahçesinden çıktım.
GIUSEPPE MAZZİNİ
29 Cumartesi
MADALYA
(Aylık Hikaye)
RAŞİTİK ÇOCUKLAR
5 Cuma
ANNEN
FEDAKARLIK
9 Salı
Annem çok iyi kalplidir, kız kardeşim Silvia da onun gibidir. O da onun
gibi iyi kalpli ve vicdanlıdır. Dün akşam aylık hikayenin -Apenin’lerden
And’lara- bir kısmını temize çekiyordum. Hikaye çok uzun olduğu için
öğretmen hepimizin biraz yazmasını istedi. Tam bu sırada Silvia ayaklarının
ucunda odaya girdi, çabucak, yavaş sesle şunları söyledi:
– “Benimle birlikte annemin yanına gel. Bu sabah babamla konuşuyorlardı:
babamın bir işi ters gitmiş, çok üzülüyor, annem de onu cesaretlendirmeye
çalışıyordu. Biraz para sıkıntısı çekeceğiz, anlıyor musun? Paramız
kalmamış. Babamın dediğine göre işlerini yoluna koyabilmek için bazı
fedakarlıklar yapmamız gerekiyormuş. Bizim de kendimize düşen
fedakarlıkları yapmamız gerekiyor, değil mi? Hazır mısın? Öyleyse, şimdi
ben annemle konuşacağım, sen de benim bütün söylediklerimi yerine
getireceğine şerefin üzerine söz vereceksin ve başınla da evet diyeceksin.”
Bunları söyledikten sonra beni elimden tuttu ve düşünceli düşünceli dikiş
dikmekte olan annemin yanına götürdü. Ben kanepenin bir ucunda oturdum,
Silvia da öbür ucuna ve hemen konuşmaya başladı:
– “Dinle, anne, sana söyleyeceklerim var. İkimizin de sana söyleyecekleri
var.”
Annem şaşkın şaşkın bizlere baktı. Silvia söze başladı:
– “Babamın hiç parası kalmadı, değil mi?”
Annem kızarak:
– “Neler söylüyorsun?” dedi. “Böyle bir şey yok! Sen ne biliyorsun? Bunu
sana kim söyledi?”
Silvia kararlı bir şekilde:
– “Ben biliyorum” dedi. “Öyleyse, dinle beni, anne; bizim de bazı
fedakarlıklar yapmamız gerekiyor. Mayıs sonunda bana bir yelpaze alacağını
söylemiştin, Enrico’ya da bir boya kutusu hediye edecektin. Artık hiçbir şey
istemiyoruz. Boşuna para harcamanı istemiyoruz. Biz gene de memnun
oluruz, anlıyor musun?” dedi.
Annem bir şeyler söylemeye çalıştı ama, Silvia:
– “Hayır, böyle olacak. Biz karar verdik. Babamın parası olmadığı sürece
de ne meyve, ne de başka bir şey istiyoruz. Çorba bize yeter, sabah
kahvaltısında da yalnız kuru ekmek yeriz. Böylece de yemek için daha az
para harcamış oluruz, zaten çok para harcıyoruz, bizi her zaman neşeli
göreceğine söz veriyoruz. Öyle değil mi, Enrico?”
“Evet.” diye karşılık verdim.
Silvia eliyle annemin ağzını kapayarak;
– “Her zaman neşeli görüneceğiz.” diye tekrarladı. “Yapmamız gereken
başka fedakarlıklar da olursa, onları da yerine getiririz. Giyimimizde, yada
başka bir şeyde, bunu gönül rızasıyla yaparız, bize verilen hediyeleri de
satalım. Ben her şeyimi veririm. Senin oda hizmetçiliğini ben yaparım, dışarı
iş de vermeyiz, bütün gün ben de seninle çalışırım, istediğin her işi yaparım,
her şeyi yapmaya hazırım! Her şey!” diye bağırarak kollarını annemin
boynuna doladı. “Yeter ki annemle babam üzülmesinler, ben de onları eskisi
gibi Silvia’larının ve Enrico’larının arasında sıkıntısız, rahat görebileyim.
Kardeşim ve ben sizleri o kadar seviyoruz ki, sizler için canımızı bile
veririz!”
Bu sözleri duyan annem şimdiye kadar hiç görmediğim derecede sevindi.
Bir şey söylemeden, hem gülüp, hem ağlayarak bizi hiç böyle alnımızdan
öpmemişti. Silvia’ya duyduklarını yanlış anladığını söyledi, mali durumumuz
onun sandığı kadar bozuk değilmiş. Bizlere belki yüz kere teşekkür etti.
Bütün gece annem çok neşeliydi, babam gelince de annem bütün bu olup
bitenleri teker teker ona anlattı. Zavallı babacığım, ağzını bile açmadı! Bu
sabah masaya otururken... Hem büyük bir sevinç duydum, hem de biraz
üzüldüm. Peçetemin altında boya kutum duruyordu, Silvia’nınkinin altında
da yeni yelpazesi yerleştirilmişti.
YANGIN
(Aylık Hikaye)
YAZ
24 Çarşamba
26 Cuma
BABAN
SAĞIR-DİLSİZ
28 Pazar
Mayıs ayını bu sabah ki ziyaretten daha güzel bir şeyle tamamlayamazdık.
Kapı çalındı, hepimiz koştuk.
– “Giorgio, siz geldiniz demek?” denildiğini duydum.
Gelen Giorgio’ydu, Chieri’deki evimizin bahçıvanı. Şimdi ailesi
Cordove’de bulunuyor. Üç yıldır dışarıda demiryollarında çalışıyordu, önceki
gün Cenova’ya dönmüş. Elinde kocaman bir paket vardı. Biraz yaşlanmış
ama, yüzü her zamanki gibi genç ve sıhhatli.
Babam içeri girmesini istiyordu ama, o kabul etmedi ve birden yüzünü
ciddileştirerek sordu:
– “Ailem nasıl? Gigia nasıl?”
– “Birkaç gün öncesine kadar herkes çok iyiydi.” diye karşılık verdi.
Giorgio geniş bir nefes aldı:
– “Oh, Tanrıya şükürler olsun! Çocuğumun hakkında haber almadan önce
sağır-dilsizler okuluna gitmek istemiyordum. Paketimi burada bırakıp gidip
onu alayım. Zavallı kızcağızımı üç yıldır görmedim! Üç yıl boyunca
ailemden kimseyi görmedim!”
Babam bana:
– “Sen de Giorgio’yla git.” dedi.
Bahçıvan merdiven başında durdu ve:
– “Özür dilerim, bir şey daha soracaktım.” dedi.
Babam onun sözünü kesti:
– “Ya işlerin nasıl?”
– “Tanrıya şükür, iyi. Kazandığım parayı da beraberimde getirdim. Ama,
sormak istiyorum. Sağır-dilsiz kızım nasıl gidiyor, bu konuda bana bir şeyler
söyler misiniz. Ben onu bıraktığımda, zavallı yaratık küçük bir hayvan
yavrusundan farksızdı. Ben söylenenlere pek inanmıyordum. İşaretleri
yapmasını bilmedikten sonra onun konuşmayı öğrenmesi ne işe yarar diye
düşünüyordum. Zavallı yavrucak, bilmiyorum onunla nasıl anlaşabileceğiz.
Kendi aralarında konuşabilmeleri için yararlı ama, bizlerle nasıl olacak?
Durum nasıl? Ne yapıyor?”
Babam gülümsedi ve:
– “Size hiçbir şey söylemeyeceğim: Her şeyi kendi gözlerinizle görürsünüz.
Gidin, gidin; onun daha fazla zamanını çalmayın!” diye karşılık verdi.
Dışarı çıktık, okul eve çok yakındı. Yolda hızlı hızlı yürürken, bahçıvan
benimle konuşuyor, konuştukça da derdi artıyordu.
– “Ah! Zavallı Gigia’cığım! Böyle bir felaketle birlikte doğmak! Onun beni
baba diye çağırdığını daha duyamadım, o da benim kendisini kızım diye
çağırdığımı duymadı, şimdiye dek ne bir kelimeyi söyledi, ne de duydu!
Tanrıya şükür okul masrafını ödeyecek iyiliksever bir bey çıktı da... Ama,
sekiz yaşından önce oraya gidemedi. Üç yıldır evinden uzak, o okulda
kalıyor. Yakında onbir yaşında olacak. Epey büyüdü, değil mi, büyüdü?
Keyfi yerinde mi?”
Adımlarımı hızlandırarak:
– “Şimdi görürsünüz, şimdi görürsünüz.” dedim.
– “Peki, bu okul nerede?” diye sordu. “Karım onu okula getirdiğinde ben
gitmiştim. Bana öyle geliyor ki buralarda bir yerde olacak.”
Tam o sırada okula vardık. Hemen içeri girdik. Kapıcı bize doğru geldi.
Bahçıvan:
– “Ben Gigia Voggi’nin babasıyım, kızımı hemen görmek istiyorum.” dedi.
Kapıcı:
– “Şimdi teneffüsteler, gidip öğretmene haber vereyim.” dedi ve gözden
kayboldu.
Bahçıvan ne bir kelime söyleyebiliyor ne de yerinde rahat durabiliyordu.
Hiçbir şey görmeden çerçeve içindeki resimlere bakıyordu.
Kapı açıldı. Siyah elbiseli bir öğretmen göründü, bir kız çocuğunun elinden
tutuyordu.
Baba kız bir süre bakıştılar, sonra birbirlerinin kollarına atıldılar ve bir
çığlık attılar.
Kızcağız kırmızı beyaz kareli bir elbise giymişti, önünde de beyaz bir önlük
vardı. Benden daha uzun boyluydu. Ağlıyor ve babasının boynuna doladığı
iki koluyla ona sıkı sıkı sarılıyordu.
Babası zorlukla kendini kızının kolları arasından kurtarabildi ve gözleri
parıldayarak, saatlerce koşmuş gibi nefes nefese baştan ayağa kızına baktı ve:
– “Ah! Ne kadar da büyümüş! Nasıl da güzelleşmiş! Ah! Benim zavallı,
sevgili Gigia’m! Benim zavallı dilsiz çocuğum! Siz, bayan öğretmen? Ne
olur, söyler misiniz bana öğrendiği o işaretleri yapsın, belki de biraz bir
şeyler anlayabilirim. Ve sonra da yavaş yavaş onları öğrenmeye çalışırım.
Söyleyin, hareketlerle bana bir şeyler anlatmaya çalışsın.”
Öğretmen gülümsedi ve çocuğa yavaş sesle:
– “Seni görmeye gelen bu bey kim!” diye sordu.
Kızcağız dilimizi ilk kez konuşan bir vahşi gibi kalın, garip ve bağıran bir
sesle ama, kelimeleri teker teker söyleyip gülümseyerek:
– “Be-nim ba-bam “ diye karşılık verdi.
Bahçıvan bir adım geriledi ve deli gibi bir çığlık attı:
– “Konuşuyor! Demek doğruymuş! Demek doğruymuş! Konuşuyor!
Konuşuyorsun, benim sevgili bebeğim, konuşuyorsun! Bana bir şeyler söyle;
konuş!”
Gene kızını öpmeye koyuldu, onu alnından üç defa öptü. “İşaretler yaparak
konuşmuyor, parmak hareketleri yaparak konuşmuyor. Peki bu ne demek
oluyor”
Öğretmen karşılık verdi:
– “Hayır, Bay Voggi, hareketlerle konuşmuyor. O çok eski bir kuraldı.
Burada yeni kuralla konuşma öğretiliyor, sözlü olarak. Nasıl, bunu bilmiyor
muydunuz?”
Bahçıvan şaşkın şaşkın:
– “Ben hiçbir şey bilmiyordum.” diye karşılık verdi. “Üç yıldır dışarıdayım!
Bunu bana yazdılar ama, ben bir şey anlamadım. Ben odun kafalının biriyim.
Ah, sevgili kızım, söylediklerimi anlıyorsun, değil mi? Sesimi duyuyor
musun? Cevap ver bakayım: Söylediklerimi duyuyor musun? Beni
duyabiliyor musun?”
Öğretmen:
– “Hayır, hayır, efendim, sesi duymuyor, çünkü sağır. Söylediğiniz
kelimeleri ağız hareketinden anlıyor. İşte söylediklerinizi böyle anlayabiliyor.
Ne sizin söylediklerinizi, ne de kendi söylediklerini duyabiliyor.
Konuşabiliyor, çünkü bu kelimeleri söyleyebilmek için dilini, dudaklarını
nasıl hareket ettirmesi gerektiğini ona öğrettik, bu sesleri çıkarabilmek için
büyük bir güç harcıyor.” dedi.
Bahçıvan öğretmenin söylediklerinden pek bir şey anlamadı ve ağzı açık
kalakaldı. Duyduklarına inanamıyordu. Kızının kulağına doğru eğildi ve
şunları şöyleydi:
– “Söyle bakalım, Gigia, babanın döndüğüne sevindin mi?”
Başını kaldırdı ve karşılığını beklemeye başladı.
Çocukcağız düşünceli düşünceli ona baktı ve hiçbir şey söylemedi.
Baba şaşırmıştı.
Öğretmen güldü. Sonra:
– “Size cevap veremiyor, çünkü dudaklarınızın hareketini göremedi: Onun
kulağına konuştunuz! Onun karşısına geçin ve sorunuzu tekrarlayın!” dedi.
Baba, kızının yüzüne bakarak tekrarladı:
– “Babanın dönüşüne sevindin mi? Artık bir daha dışarı gitmeyeceğim”
– “Evet, dön-dü-ğüne, se-vi-niyorum, bir daha dışarı git-me-yeceğinede...
bir daha hiç.”
Babası onu heyecanla öptü, sonra aceleyle, duyduklarından iyicene emin
olabilmek için onu soru yağmuruna tuttu:
– “Annenin adı nedir”
– “An-tonia.”
– “Küçük kız kardeşinin adı nedir?”
– “A-de-laide.”
– “Bu okulun adı nedir?”
– “Sa-gır-dil-sizler o-ku-lu.”
– “İki kere on kaç eder?”
– “Yirmi.”
Biz onu sevinçten güleceğini beklerken o birden ağlamaya koyuldu. Ama,
bunlar sevinç gözyaşlarıydı.
Öğretmen:
– “Böyle yapmayın.” dedi. “Bu durum karşısında ağlamanız değil gülmeniz
gerek. Bakın, kızınızı da ağlatıyorsunuz. Memnunsunuz, değil mi?”
Bahçıvan öğretmenin elini yakaladı ve onu iki, üç kere öperek:
– “Teşekkür ederim, teşekkür ederim, yüz kere, bin kere teşekkür ederim,
sevgili öğretmen! Başka şeyler söylemesini beceremediğim için beni
bağışlayın!” dedi.
Öğretmen:
– “Kızınız yalnız konuşmuyor,” dedi, “yazmasını da biliyor. Hesap
yapmayı da öğrendi. Gerekli bütün eşyaların adını biliyor. Biraz tarih, biraz
da coğrafya öğrendi. Şimdi normal sınıfa devam ediyor. Diğer iki sınıfı da
okuyunca çok, pek çok şey öğrenecek. Okuldan çıktığı zaman bir meslek
sahibi bile olabilir. Şimdi dükkanlarda diğerleri gibi tezgahtarlık yapan eski
öğrencilerimiz var.”
Bahçıvan hiçbir şey söylemeden şaşkın şaşkın duruyordu. Zihni gene
karışmıştı. Kızına baktı ve alnını kaşıdı. Yüzünden bir şeyler daha sormak
istediği anlaşılıyordu.
Öğretmen kapıcıya döndü ve:
– “Hazırlık sınıfındaki çocuklardan birini daha getirin “dedi.
Kısa bir süre de kapıcı yanında sekiz, dokuz yaşlarında, okula yeni yazılmış
bir kız çocukla geri geldi.
Öğretmen:
– “Bu, en kolay şeyleri yeni öğrenmeye başlayan çocuklardan biri.” dedi.
“Bakın nasıl oluyor. Ona e harfini söyletmek istiyorum. Dikkatle bakın.”
Öğretmen e harfini söylerken yaptığımız gibi ağzını açtı ve çocuğa da
kendisi gibi yapması için işaret etti. Çocuk öğretmenin istediğini yaptı. Sonra
öğretmen bu sesi çıkarması için ona yeni bir işaret yaptı. Çocuk sesini çıkardı
ama, e yerine o dedi. Öğretmen:
– “Hayır, bu değil.” dedi.
Çocuğun iki elini tuttu ve çocuğun bir avcunu göğsüne, bir avcunu da
boğazına dayadı ve tekrarladı: “e”
Çocuk elleriyle öğretmenin göğsündeki ve boğazındaki hareketi hissettiği
için yeniden ağzını açtı ve çok düzgün bir şekilde e dedi. Aynı şekilde,
çocuğun elleri kendi göğsüne ve boğazına dayalı olarak, öğretmen ona c ve d
harflerini de söyletti. Sonra bahçıvana sordu:
– “Şimdi anladınız mı?”
Baba anlamıştı ama, anlamadığı zamankinden daha şaşkın duruyordu.
Birkaç dakika düşündükten sonra öğretmene:
– “Çocuklara konuşmayı böyle mi öğretiyorlar?” diye sordu. “Bu şekilde,
yavaş yavaş, hepsine teker teker konuşmayı öğretebilmek için çok sabırlı
olmaları gerek... Yıllar boyunca... Ama, bu insanlar evliya olmalı! Bunlar
cennetin kutsal melekleri! Söyleyecek bir şey bulamıyorum ki... Ah! Beni
kızımla biraz yalnız bırakabilir misiniz, yalnız beş dakika için.”
Baba kızını bir kenara çekip oturttu ve ona sorular sormaya başladı. Her
sorduğuna çocuk teker teker karşılık veriyordu. Sevinçten gözleri parıldayan
baba gülüyor, ellerini dizine vuruyor, kızının ellerini tutuyor, gökten inen
tanrısal bir sesi dinlermiş gibi mutlu, kızına bakıyordu. Sonra öğretmene
sordu:
– “Müdüre teşekkür edebilir miyim?”
– “Bu okulda müdür yok. Ama, teşekkür etmeniz gereken başka biri var.
Burada her küçük çocuğun kendisiyle bir abla, bir anne gibi uğraşan, o da
sağır-dilsiz olan bir büyük arkadaş vardır. Sizin kızınızla uğraşan da bir
fırıncının onsekiz yaşındaki kızıdır. Kendisi de sağır-dilsiz, çok iyi kalpli bir
kızcağız, kızınızı da çok seviyor. İki yıldır her sabah onun giyinmesine
yardım ediyor, saçlarını tarıyor, dikiş dikmesini öğretiyor, öteberisini
düzeltiyor, ona arkadaşlık ediyor. Luigia, okuldaki annenin adı nedir?”
Çocuk gülümsedi ve:
– “Ca-te-rina Gior-dano” dedi.
Baba:
– “A!. O iyi kalpli kız!” dedi ve kızcağızı okşamak için elini uzattı, sonra
birden geri çekti ve: “Ah! İyi kalpli çocuk, Tanrı seni takdis etsin, talihin
açık, gönlün daima ferah olsun. Tanrı seni ve aileni her zaman mutlu etsin, ne
kadar iyi kalpli bir çocuksun, benim zavallı Gigia’mla ne kadar
ilgileniyorsun. O güzel yüzün her zaman gülsün. Zavallı bir aile babası
bunları senin için bütün kalbiyle diliyor!”
Hep başını eğik tutup gülümseyerek büyük kız küçüğü okşuyordu.
Bahçıvan da kutsal bir resim seyreder gibi ona bakmaya devam ediyordu.
Öğretmen:
– “Dilerseniz, bugün kızınızı birlikte götürebilirsiniz.” dedi.
Bahçıvan:
– “Birlikte götürebilir miyim!” diye bir sevinç çığlığı attı. “Bugün onu
Cordove’ye götürür, yarın sabah da geri getiririm. Ah, benim sevgili kızım,
benimle geleceksin, değil mi?”
Kızcağız giyinmek için hemen odadan çıktı.
Bahçıvan:
– “Onu tam üç yıldır görmedim!” diye söze başladı. “Şimdi ne güzel
konuşuyor! Onu hemen Cordove’ye götüreceğim. Önce onu koluma alıp
biraz Torino’da dolaşacağım, herkes onu görsün. Sonra da onu ahbaplarıma
götüreceğim, nasıl konuştuğunu duysunlar! Ah! Ne güzel bir gün! Bu benim
için tam bir avuntu oldu! Gigia’cığım, babanın koluna gir!”
Şapkasıyla mantosunu giymiş olan kızcağız yanımıza dönmüştü bile.
Babasının koluna girdi.
Baba kapıda durdu ve:
– “Hepinize çok teşekkür ederim! Bütün kalbimle hepinize teşekkür
ederim! Dönüşte tekrar buraya uğrayıp hepinize ayrı ayrı teşekkür
edeceğim!” dedi.
Bir süre düşünceli durdu, sonra kızının kolunu bıraktı bir elini ceketinin
cebine sokarak geri döndü ve çılgın gibi haykırdı:
– “Ben zavallı bir adamım ama, okul için yirmi lira bırakıyorum, yepyeni
bir çil altın!”
Masalardan birine hızla çarparak bir altın bıraktı.
Duygulanan öğretmen:
– “Hayır, hayır, paranızı geri alın, iyi kalpli adam” dedi. Bunu kabul
edemem. Onu geri alın bunu ben alamam. Müdür döndüğü zaman gelirsiniz.
Ama, o da bunu kabul etmeyecek, emin olun. Zavallı adamcağız, bu parayı
kazanabilmek için çok güç sarf ettiniz. Bu parayı vermeseniz de biz gene
memnun oluruz.”
Bahçıvan, direnerek:
– “Hayır, ben bunu bırakıyorum.” diye karşılık verdi, “Sonra... Gerisini
düşünürüz.”
Ama, öğretmen adamcağıza itiraz edecek zaman bırakmadan parayı onun
cebine yerleştirdi.
Beriki de başını eğerek duruma razı oldu. Sonra, eliyle öğretmene ve büyük
kıza birer öpücük yollayarak kızının koluna girdi ve onunla kapıya doğru
ilerlerken:
– “Gel, gel, benim sevgili kızım, zavallı dilsiz çocuğum, benim bir tanem!”
diyordu.
Kızcağız da o kalın sesiyle:
– “Ah! Ne gü-zel güneş!” diye bir sevinç çığlığı attı.
HAZİRAN
GARIBALDI
Bugün milli matem günü. Dün akşam Garibaldi öldü. Onun kim olduğunu
biliyor musun? On milyon İtalyanı Borboni’lerin tiranlığından o kurtardı.
Yetmişbeş yaşında öldü. Nizza’da doğdu, babası kaptandı; onüç yaşındayken
boğulmakta olan bir kayık dolusu arkadaşını kurtardı; yirmiyedi yaşında
Marsilya sularında boğulmakta olan bir delikanlıyı kurtardı; kırkbir yaşında
okyanusta bir geminin yanmasına engel oldu. Yabancı bir milletin özgürlüğü
için Amerika’da çarpıştı; Lombardiya ve Trentino’yu Avusturyalılardan
kurtarmak için üç savaşa katıldı: 1849’da Fransızları Roma’dan çıkarmak için
çarpıştı, 1860’da Palermo ve Napoli’yi özgürlüğüne kavuşturdu, 1867’de
Roma’nın özgürlüğü için yeniden çarpıştı, 1870’de Fransa’yı korumak için
Almanlarla savaştı. İçinde kahramanlık ateşi ve savaşçı dehası kaynıyordu.
Kırk savaşta çarpıştı ve otuz yedisini kazandı. Savaşmadığı zamanlarda da ya
yaşayabilmek için çalıştı ya da ıssız bir adaya çekilip tarımla uğraştı.
Öğretmenlik, denizcilik, işçilik, tüccarlık, askerlik, generallik, diktatörlük
yaptı. Büyüktü, alçak gönüllüydü, iyilikseverdi. Baskı yapanlardan nefret
ederdi, bütün milletleri sever, düşkünleri korurdu. İyilik yapmaktan başka bir
şey düşünmezdi, itibara önem vermez, ölümden korkmazdı, İtalya’ya
hayrandı, ona tapardı. Savaş narası attığı zaman erinden generaline kadar
herkes İtalya’nın dört bir yanından koşar, ona gelirdi: Beyler saraylarını,
işçiler atölyelerini, delikanlılar okullarını bırakırlar ve şan, şeref güneşinde
çarpışmaya koşarlardı. Savaşta kırmızı bir gömlek giyerdi. Gül yüzlüydü,
sarışındı, yakışıklıydı. Savaş alanlarında bir yıldırımı andırırdı, bir çocuk gibi
sever, bir aziz gibi ızdırap çekerdi. Binlerce İtalyan ölürken onun uzaktan
şan, şeref içinde geçtiğini gördüler ve mutlu öldüler. İçlerinden binlercesi
gözlerini kırpmadan onun için hayatlarını verirlerdi. Öldü. Bütün dünya onun
ölümüne ağladı. Şimdi onu anlayamazsın. Ama, hayatın boyunca onun
yaptıklarını okuyacak, ondan söz edildiğini duyacaksın. Zamanla sen
büyüdükçe onun hayali de önünde büyüyecek. İleride büyüdüğün zaman onu
dev gibi göreceksin. Sen bu dünyadan göçtükten sonra, çocuklarının
çocukları, onların çocukları da bu dünyadan gittikten sonra geriye kalanlar da
kazandığı zaferlerin adlarıyla donatılmış, yıldız çemberini andıran bir
çelengin onun o ışık saçan başını daima çevrelediğini göreceklerdir. Her
İtalyan onun adını andıkça mutlu olacak, gurur duyacaktır.
BABAN
ORDU
İTALYA
14 Salı
Bayram günlerinde vatanını böyle selamla: İtalya, vatanım benim, kutsal,
sevgili toprağım, anamın babamın doğduğu ve gömülecekleri, benim
üzerinde yaşamayı ve ölmeyi ümit ettiğim, çocuklarımın büyüyüp öleceği
toprak! Yüzyıllardır ulu, şanlı, güzel İtalya’m benim, ama yalnız birkaç yıldır
hürriyetine ve birliğine kavuşabildin. Bütün dünyaya parlak zeka saçtın, onun
uğruna yüzlerce değerli insan savaş alanlarında kaç kahraman da darağacında
son nefesini verdi! Üçyüz şehrin ve otuz milyon evladın kutsal anası. Daha
çocuğum, seni bütünüyle anlayamıyorum, tanıyamıyorum ama, seni bütün
kalbimle seviyorum, bütün benliğimle. Senden doğduğum ve senin oğlun
olduğum için gurur duyuyorum. Açık denizlerini, ulu Alplerini seviyorum,
muhteşem anıtlarını, ölümsüz hatıralarını seviyorum, şanını ve güzelliğini
seviyorum. İlk kez güneşi gördüğüm ve adını öğrendiğim o sevimli yer gibi
toprağının her yerinde seni seviyor ve sayıyorum. Bütün şehirlerini aynı
sevgi, aynı minnettarlıkla seviyorum. Değerli Torino, şahane Cenova, Bilgin
Bolonya, efsanevi Venedik, güçlü Milano, hepinizi, hepinizi çok seviyorum,
sevimli Floransa, yılmak bilmez Palermo, uçsuz bucaksız ve güzel Napoli,
şahane ve ölümsüz Roma. Seni seviyorum, kutsal vatanım! Bütün çocuklarını
kendi öz kardeşlerim gibi seveceğime söz veriyorum. Ünlü kişilerini, yüce
ölülerini ömrümce kalbimde yaşatacağım ve onlara karşı daima saygı
duyacağım. Namuslu, çalışkan bir vatandaş olacağım, sana layık olabilmek
için yılmadan bütün gücümle kendimi yükselteceğim. Bir gün yüzündeki
bütün sefalet, bilgisizlik, haksızlık, suç izlerini bütünüyle yok edebilmek için
bütün gücümü toplayıp sana hizmet edeceğim. Öyle ki günün birinde bütün
kudretin ve ihtişamınla hüküm sür. Sana söz veriyorum, bütün aklımla, bütün
kalbimle, kollarımın bütün gücüyle, yılmadan, yorulmadan sana yardım
edeceğim. Eğer bir gün senin için kanımı, canımı vermem gerekirse bir an
duraklamadan veririm. Senin kutsal adını gökyüzüne bağırarak ve son
öpücüğümü de şanlı bayrağına göndererek ölürüm.
32 DERECE
16 Cuma
Milli bayramdan bu yana beş gün geçti, bu beş gün içinde de sıcaklık üç
derece arttı. Bütünüyle yaza girdik. Bütün arkadaşlarım yorulmaya başladılar,
ilkbahardaki o güzel pembe renklerini de kaybettiler. Boyunlar ve bacaklar
inceldi, başlar sallanıyor, gözler kapanıyor. Yüzü sapsarı kesilen ve sıcağa
hiç dayanamayan Nelli’cik, birkaç kere defterinin üstüne kapanıp derin derin
uyudu. Ama, Garrone her zamanki gibi dikkati elden bırakmıyor, öğretmen
uyuduğunu görmesin diye önüne kocaman bir kitabı açıp dik tutuyor. Crossi
kırmızı başını öyle bir şekilde sıranın üstüne yerleştiriyor ki sanki
gövdesinden ayrılmış da oraya konuvermiş gibi duruyor. Nobis sınıfta çok
kalabalık olduğumuzdan ve onun ciğerlerine dolan havayı bozduğumuzdan
yakınıyor. Ah! Şimdi çalışabilmek için öyle büyük bir güç harcamak
gerekiyor ki! Evin penceresinden bakınca yerlerde koyu renk gölgeler çizen o
güzelim ağaçları görüyorum, oraya ne büyük bir istekle koşardım. Sıraların
arasına kapanıp ders çalışmam gerektiğini düşününce hem öfkeleniyorum,
hem de üzülüyorum. Ama, okuldan çıkarken kapıda iyi kalpli anneciğimi
görünce öyle seviniyorum ki, hemen, yüzüm sararmış mı diye bakıyor. Evde
okul ödevlerimi yaparken:
– “Çok yorulmadın ya?” diye soruyor. Her sabah altıda ders çalışmam için
beni uyandırırken de: “Gayret! Yalnız birkaç günün kaldı. Sonra serbest
olacaksın.” dedi.
BABAM
17 Cumartesi
ANNEN
KIRDA
20 Pazartesi
25 Pazar
TEŞEKKÜR
28 Çarşamba
Benim zavallı birinci sınıf öğretmenim ders yılının sonuna kadar ulaşmak
istedi. Ders bitiminden yalnız üç gün önce aramızdan ayrıldı. Öbür gün bir
defa daha okula gidip son aylık hikayeyi okuyacağız: Deniz kazası, sonra...
Her şey bitecek. Bir Temmuz, Cumartesi günü sınavlar başlayacak. Bu yıl da,
dördüncü sınıf, böylece bitti! Eğer birinci sınıf öğretmenim de ölmeseydi yıl
iyi geçmiş sayılırdı. Geçen ekim olanları tekrar düşünüyorum, bir de
şimdikileri, ne kadar çok yeni şey öğrenmişiz. Düşündüğümden de daha iyi
yazıp konuşabiliyorum. Aritmetiğim de oldukça kuvvetlendi, kendimden
büyüklere bile yardım edebilirim. Şimdi daha da çok şey anlıyorum, aşağı
yukarı okuduğum her şeyi anlıyorum. Çok sevinçliyim... Ama, bütün bunları
öğrenebilmem için kaç kişi beni destekledi, bana yardım etti, kimi bu yönden,
kimi şu yönden, evde, okulda, sokakta, gittiğim her yerde, bir şeyler
görebildiğim her yerde! Şimdi, herkese, her şeye teşekkür ediyorum. İlk önce
sana çok teşekkür ederim, benim iyi kalpli öğretmenim! Bana karşı ne kadar
anlayışlı, ne kadar şefkatli davrandın. Bana öğrettiğin her şey senin biraz
daha yorulmana sebep oluyordu; ama, bu yeni bilgiler beni çok sevindiriyor,
onlarla övünüyorum. Sana da çok teşekkür ederim, değerli arkadaşım
Derossi. Güler yüzle yaptığın devamlı açıklamaların pek çok zor şeyi
anlamama yardım etti, sınavlardaki çeşitli güçlükleri senin yardımınla
yenebildim. Sen de, Stardi, her şeyi başarmaya azimli demir iradenle bana
çok iyi bir örnek oldun. Sen de, iyi kalpli, cömert Garrone, bütün
etrafındakilerin kendin gibi iyi kalpli, cömert olmasına ne kadar yardımcı
oluyorsun. Sizler de Precossi ve Coretti, bana her zaman gayretin örneğini
gösterdiğiniz, insanın ancak çalışarak yükselip, rahata kavuşabileceğini
öğrettiniz. Sizlere, hepinize çok çok teşekkür ederim. Ama, herkesten çok
sana teşekkür ederim, babacığım, benim ilk öğretmenim, ilk dostum, bana o
kadar iyi öğütler veren, o kadar çok şey öğreten sen, benim için çalışırken
dertlerini benden gizlemeye çalışırdın. Çalışmamı kolaylaştırmak, hayatı
bana daha güzel göstermek için elinden geleni yaptın. Ya sen, yumuşak kalpli
anneciğim, benim kutsal meleğim, bütün neşeni benimle paylaştın, bütün
dertlerime, sıkıntılarıma ortak oldun. Benimle birlikte çalıştın, yoruldun,
ağladın, bir elinle alnımı okşuyor, diğeriyle de bana gökyüzünü
gösteriyordun. Önünüzde diz çöküyorum ve küçükken yaptığım gibi, sizlere
teşekkür ediyorum, on iki yıldır fedakarlıkla, sevgiyle kalbimi doldurmayı
başardınız, bütün gücümle sizlere teşekkür ediyorum.
DENİZ KAZASI
Uzun yıllar önce, bir Aralık ayı sabahında Liverpool Limanı’ndan kocaman
bir buharlı gemi hareket etti. Gemide ikiyüzden çok yolcu vardı, bunlardan
yalnız yetmişi gemide görevliydi. Kaptan ve tayfaların çoğu İngiliz’di.
Yolcuların arasında da çok sayıda İtalyan vardı: Üç bey, bir din adamı, bir
çalgıcılar topluluğu... Buharlı gemi Malta Adasına gidecekti. Hava kapalıydı.
Güvertedeki üçüncü mevki yolcularının arasında on, oniki yaşlarında bir
İtalyan çocuk vardı. Yaşına göre küçük görünüyordu ama, oldukça
kuvvetliydi. Ciddi ve cüretkar bir Sicilyalı yüzü vardı. Seren direğinin
yanında tek başına duruyordu ve eski valizinin yanı başında bir halat
parçasının üstünde oturuyordu. Bütün eşyaları bu valizin içindeydi; onun için
bir elini, daima onun üstünde tutuyordu. Yüzü esmerdi, siyah, dalgalı saçları
omuzlarına kadar iniyordu. Kıyafeti oldukça yoksuldu, sırtında eski püskü bir
şal, omuzunda da uzun saplı deri bir torba vardı. Düşünceli düşünceli
çevresine bakınıyordu; yolculara, gemiye, koşarak geçen denizcilere, dalgalı
denize... Büyük bir aile felaketine henüz uğramış bir çocuk hali vardı. Çocuk
yüzünde endişeli bir insan ifadesi okunuyordu.
Geminin hareketinden bir süre sonra, gemi görevlilerinden biri, kır saçlı bir
İtalyan, güvertede beliriverdi. Küçük bir kız çocuğunun elinden tutmuştu.
Küçük Sicilyalının önüne gelince durdu ve şunları söyledi:
– “Mario, işte sana bir yolculuk arkadaşı.”
Sonra gitti.
Kızcağız da halatın üstüne, çocuğun yanına oturdu.
Bakıştılar.
Sicilyalı:
– “Nereye gidiyorsun?” diye sordu.
Kızcağız karşılık verdi:
– “Napoli’ye geçmek için Malta’ya.” Sonra ekledi: “Annemle babamın
yanına gidiyorum, beni bekliyorlar. Adım Giulietta Faggiani.”
Küçük oğlan hiçbir şey söylemedi.
Birkaç dakika sonra çantasından ekmekle kuru yemişler çıkardı; kızcağızın
da bisküvileri vardı; birlikte yediler.
İtalyan gemici hızla geçerken:
– “Oh! Tamam, asıl şenlik şimdi başlıyor” dedi.
Rüzgar gittikçe kuvvetleniyordu, gemi sert yalpalar vurarak ilerliyordu.
Ama, deniz tutmayan iki çocuğun buna pek aldırdıkları yoktu. Kızcağız
gülümsüyordu. O da aşağı yukarı yol arkadaşının yaşındaydı, ama, o biraz
daha uzun boyluydu. Esmerdi, çevikti, endişeli bir yüzü vardı, o da oldukça
yoksul giyimliydi. Kıvırcık saçları kısa kesilmişti. Kulaklarında gümüş
küpeler, başında da kırmızı bir örtü vardı.
Bir yandan yemek yerken bir yandan da birbirlerine başlarından geçenleri
anlatıyorlardı. Oğlancığın ne annesi, ne de babası vardı. İşçi olan babası
birkaç gün önce Livorpool’de ölmüştü, çocuk da tek başına kalmıştı. İtalyan
konsolosu da onu memleketi olan Palermo’ya gönderiyordu, orada birkaç
uzak akrabası varmış. Kızcağız da, geçen yıl dul bir teyze tarafından
Londra’ya götürülmüş; bu teyze kızcağızı çok severdi, yoksul olan ana babası
da belki mirasını kızlarına bırakır diye yaşlı kadıncağızın kızlarını bir süre
yanında alıkoymasına göz yummuşlardı. Ama, Londra’ya varışlarından
birkaç ay sonra teyze bir tramvayın altında kalarak ezilmişti, kızcağıza da bir
kuruş bile bırakmamıştı. O da arkadaşı gibi konsolosa başvurmuştu, o da
kendisini bu gemiye bindirmişti. Çocukların ikisi de İtalyan gemiciye emanet
edilmişlerdi.
Kızcağız:
– “Ya, işte böyle” diye ekledi, “annemle babam zengin olarak döneceğimi
sanıyorlardı ama, eskisinden de daha yoksul olarak dönüyorum. Her şeye
rağmen annemle babam beni çok severler. Dört erkek kardeşim de beni çok
severler. Tam dört tane erkek kardeşim var, hepsi de benden küçük. Ben
kardeşlerin en büyüğüyüm. Döndüğümü görünce çok sevinecekler. Eve
ayaklarımın ucunda gireceğim... Deniz de çok dalgalı.” Sonra yol arkadaşına
sordu: “Peki sen, akrabalarının yanında mı kalacaksın?”
– “Evet... Eğer yanlarında kalmamı isterlerse.” diye karşılık verdi.
– “Onlar seni sevmiyorlar mı?”
– “Bilmiyorum.”
Kız ekledi:
– “Bu yılbaşında tam on üç yaşında olacağım.”
Sonra denizden ve çevrelerindeki yolculardan söz etmeye koyuldular.
Bütün gün boyunca yan yana oturdular, arada sırada birbirlerine bir çift söz
söylüyorlardı. Yolcular onları kardeş sanıyorlardı. Kızcağız yün örüyordu,
oğlan da düşünüyordu. Deniz durmadan kabarıyordu. Akşam, yataklarına
gitmek üzere birbirinden ayrılırken, kızcağız Mario’ya:
– “İyi uykular.” dedi.
Kaptanın çağırttığı İtalyan gemici koşarak yanlarından geçerken:
– “Zavallı çocuklar, bu gece kimse uyuyamayacak!” diye seslendi.
Oğlancık tam arkadaşına:
– “İyi geceler.” diyeceği sırada beklenmedik bir dalga geldi, çocuğu hızla
yakaladığı gibi sıralardan birine çarptı.
Kızcağız Mario’nun üstüne atılırken:
– “Anneciğim, kanıyor!” diye haykırdı.
İçeri girmekte olan yolcular buna aldırış bile etmediler. Kızcağız Mario’nun
yanına diz çöktü, oğlancık düşerken başını çarpmıştı. Giulietta onun kanayan
alnını temizledi, başındaki kırmızı örtüyü çıkardı ve onu Mario’nun başına
sardı. Sonra, örtünün uçlarını düğümleyebilmek için çocuğun başını göğsüne
dayadı, böylece de sarı elbisesinin kuşağı üstünde bir kan lekesi meydana
geldi. Mario şöyle bir sallandı ve ayağa kalktı.
Kızcağız:
– “Kendini biraz daha iyi hissediyorsun ya?” diye sordu.
– “Hiçbir şeyim kalmadı.”
– “İyi geceler!”
Yanyana duran iki merdivenden uyuyacakları odalara indiler.
İtalyan gemici olacakları önceden doğru tahmin etmişti. Daha henüz
uyumamışlardı ki korkunç bir fırtına patlak verdi. Birkaç dakikada ağaçları
yerinden oynatan ve yaprakları koparıp götüren gemi azıya almış kızgın atlar
gibi korkunç dalgalara güvertede asılı duran sandallardan üç tanesiyle dört
sığırı alıp götürdü. Geminin içinde korkunun yönettiği bir karışıklık meydana
geldi. Dört bir yandan duyulan çatırtılar, korku çığlıkları, ağlamalar, dualar
insanın tüylerini diken diken ediyordu. Bütün gece fırtına daha da arttı.
Güneş doğarken daha da azıttı. Korkunç dalgalar buharlı gemiye hızla
çarpıyorlar, silip süpürüyorlar ve beraberlerinde denize sürüklüyorlardı.
Makine dairesinin tavanı delindi ve su büyük bir gümbürtüyle bu bölümü
kapladı; kazanlardaki ateş söndü, makinistler kaçıştılar. Koca koca dalgalar
dört bir yandan gemiye dolmaya başladılar.
Kükreyen bir ses duyuldu:
– “Tulumbaların başına!”
Birden yükseliveren dev dalgalar geminin arka tarafından hızla çarparak,
korkulukları, kapıları kırdı ve o hızla geminin içine daldılar. Canlıdan çok
ölüyü andıran yolcuların hepsi büyük salona sığınmışlardı.
Bir ara kaptan belirdi. Herkes bir ağızdan:
– “Kaptan! Kaptan! N’oluyor? Bizim halimiz ne olacak? Ümit var mı?
Kurtulabilecek miyiz?” diye haykırdılar.
Kaptan herkesin susmasını bekledi ve sakin bir halde:
– “Kaderimize boğun eğelim!” dedi.
Bir kadının çığlığı duyuldu:
– “Merhamet edin!”
Başka hiç kimse bir şey söylemedi. Korku bütün yolcuları dondurmuştu. Bu
mezar sessizliği içinde uzun bir süre kaldılar. Herkes, bembeyaz yüzlerle
birbirine bakıyordu. Deniz durmadan kabarıyor, fırtına artıyordu. Gemi
güçlükle ilerliyordu. Bir ara kaptan denize bir kurtarma sandalı indirmeyi
denedi: Beş denizci sandala bindiler ve sandal denize indirildi; ama, dalgalar
onu alabora ettiler ve iki gemici boğuldu, içlerinden biri de İtalyan’dı.
Diğerleri güçlükle iplere sarıldılar ve gemiye çıkabildiler.
Bundan sonra gemiciler de cesaretlerini kaybettiler. İki saat sonra, gemi
güverte seviyesine kadar sulara gömülmüştü.
Geminin içindeki görüntü de oldukça acıklıydı. Analar ümitsizlikle
çocuklarını bağırlarına bastırıyorlar, dostlar birbirlerine sarılıp
vedalaşıyorlardı. Bir kısım yolcular denizi görmeden ölmek için aşağı,
kamaralarına iniyorlardı. Yolculardan biri de silahını şakağına dayayıp ateş
etti, aşağı kata inen merdivenlerden birine yıkıldı ve orada son nefesini verdi.
Pek çoğu birbirlerine sokuluyorlar, kadınlar titreşiyorlardı. Bazıları bir araya
toplanmışlar aralarında dua ediyorlardı. Hıçkırıklar, inleyen çocuk sesleri,
garip, keskin çığlıklar duyuluyor, orada burada, heykel gibi hareketsiz,
korkudan taş kesilmiş, şaşkın, fal taşı gibi açılmış gözleri ve boş bakışlarıyla
duran insanlar görülüyordu. İnsan bunları ölü ya da deli sanırdı. İki çocuk da,
Mario’yla Giulietta, güvertedeki bir seren direğine tutunmuş, gözlerini
kırpmadan denize bakıyorlardı, sanki bütün duygularını yitirmişlerdi.
Deniz biraz olsun sakinleşmişti; ama, gemi, yavaş yavaş batıyordu. Yalnız
birkaç dakikaları kalmıştı.
Kaptan:
– “Kurtarma sandalını denize indirin!” diye bağırdı.
Bir kurtarma sandalı -bu ellerinde kalan sonuncuydu- denize indirildi ve on
dört denizciyle üç yolcu içine bindiler.
Kaptan gemide kaldı.
Aşağıdan:
– “Siz de bizimle gelin!” diye seslendiler.
Kaptan:
– “Ben yerimde ölmeliyim.” diye karşılık verdi.
Denizciler:
– “Bir gemiye rastlar, hayatımızı kurtarabiliriz. İnin, yoksa öleceksiniz!”
diye tekrar bağırdılar.
– “Ben kalıyorum.”
Gemiciler diğer yolcular dönerek:
– “Bir kişilik daha yer var! Bir kadın gelsin!” diye seslendi.
Kaptanın yardım ettiği bir kadıncağız ilerledi; ama, gemiyle sandal
arasındaki uzaklığı görünce, aşağı atlayacak gücü kendinde bulamadı ve
yeniden büyük salona indi. Diğer kadınlar da yarı baygın, ölü gibi
duruyorlardı.
Gemiciler:
– “Bir çocuk!” diye bağırdılar.
Bu sesleniş üzerine, o zamana kadar korkudan taş kesilmiş gibi güvertenin
ortasında durmakta olan Sicilyalı çocukla kız arkadaşı birden büyük bir
yaşama isteğine kapılarak, dayalı durdukları seren direğinden ok gibi
fırladılar ve parmaklığa doğru atıldılar. Bir ağızdan:
– “Ben!” diye bağırdılar. Sanki bu uğursuz gemiden bir an önce uzaklaşmak
istiyorlardı.
– “İçinizden hangisi en küçükse o gelsin!” diye seslendiler. “Sandal
fazlasıyla dolu! En küçüğünüz gelsin!”
Bunları duyan kızcağız yıldırım çarpmış gibi kalakaldı, kımıldamadan,
ölgün gözlerle Mario’ya bakarak öyle durdu.
Mario bir süre kızcağıza baktı göğsündeki kan lekesini gördü, hatırladı ve
aklından şimşek gibi bir fikir geçti.
Gemiciler bir ağızdan, gittikçe artan bir sabırsızlıkla:
– “En küçük hanginizse gelsin!” diye bağırdılar.
– “Artık gidiyoruz!”
Bunun üstüne Mario, boyundan büyük bir sesle bağırdı:
– “Sen benden daha hafifsin. Haydi, Giulietta! Senin anan baban var! Ben
tek başınayım! Yerimi sana veriyorum. Aşağı in!”
Gemiciler:
– “At onu aşağı!” diye seslendiler.
Mario, Giulietta’yı belinden yakaladı ve denize fırlattı.
Kızcağız bir çığlık attı ve pluff diye bir ses duyuldu. Denizcilerden biri onu
kolundan yakaladı ve sandala çekti.
Mario, güvertenin parmaklığına dayanmış dimdik duruyordu. Başı dikti,
saçları rüzgarda dalgalanıyordu. Hareketsiz, sakin kendinden geçmiş öyle
duruyordu.
Sandal hareket etti ve tam zamanında gemiden uzaklaştı, yoksa batmakta
olan geminin meydana getirdiği dalgalar onu alabora edebilirdi.
O zamana kadar kendini bilmeden duran kızcağız gözlerini Mario’ya doğru
kaldırdı ve hıçkırıklara boğuldu.
Kollarını ona doğru uzatarak, hıçkırıklarının arasından:
– “Elveda, Mario!” diye seslendi.
Çocuk da elini havaya kaldırarak:
– “Elveda!” diye karşılık verdi.
Kara bulutların altında, dev dalgaların arasında sandal hızla uzaklaşıyordu.
Gemide artık kimse bağırmıyordu. Su bütün güverteyi de kaplamıştı.
Birden Mario ellerini kavuşturup gözlerini gökyüzüne dikerek diz üstü
çöktü.
Kızcağız yüzünü kapadı.
Başını kaldırınca, denize bir göz attı: gemi gözden kaybolmuştu.
TEMMUZ
1 Cumartesi
İşte bir ders yılı daha böylece bitti, Enrico. Son günün hatırası olarak da
arkadaşı için hayatını veren bir çocuğun hayali kalması çok güzel bir şey.
Birkaç güne kadar öğretmenlerinden, arkadaşlarından ayrılacaksın, benim de
sana verilecek üzüntülü bir haberim var. Bu ayrılık yalnız üç ay sürmeyecek,
devamlı olacak. İşleri yüzünden baban Torino’dan gitmek zorunda, tabii biz
de onunla birlikte gideceğiz. Buradan gelecek sonbaharda gideceğiz.
Dördüncü sınıfa yeni bir okulda devam edeceksin. Bu seni üzüyor, değil mi?
Eminim ki bu yaşlı, eski okulunu çok seviyorsun. Üç yıl boyunca, günde iki
defa çalışmanın zevkini orada duydun, o kadar zamandır, o aynı saatlerde
aynı arkadaşlarını, aynı öğretmenleri, aynı ana babaları ve güler yüzle seni
bekleyen anneni ya da babanı gene hep orada gördün. Belleğin bu yaşlı
okulda gelişti. Orada o kadar çok iyi arkadaş edindin, orada işittiğin her
sözün gayesi senin daha iyi bir çocuk olmana yardım etmekti. Karşılaştığın
bütün zorluklar da senin için gerekliydi! Bu okula karşı duyduğun sevgiyi
daima kalbinde taşı, bütün kalbinle de arkadaşlarına veda et. İçlerinden
bazıları büyük acılara uğrayabilirler, küçük yaşta annelerini, babalarını
kaybedebilirler. Bazıları çok genç yaşta ölebilirler. Belki içlerinden bir kısmı
da asil bir şekilde kanlarını vatan uğruna akıtabilirler. Pek çoğu namuslu,
çalışkan işçi olurlar, kendileri gibi çalışkan, namuslu aileleriyle birlikte
yaşarlar. Kim bilir, belki de memlekete büyük yararlılıkta bulunup ün
kazananlar da çıkabilir. Onlardan sevgi duyguları içinde ayrıl. Bu büyük
aileye kendinden bir şeyler bırak. Bu kalabalık aileye katıldığında küçücük
bir çocuktun, şimdi neredeyse bir delikanlı olacaksın. Annenle baban da
orasını çok seviyorlardı, çünkü sen orada seviliyordun. Enrico’cuğum, okul
bir annedir. Daha henüz konuşmaya başladığın bir sırada seni benim
kollarımdan aldı ve şimdi bana büyümüş, kuvvetli, iyi kalpli, çalışkan bir
çocuk olarak seni bana geri veriyor. Onun hatırasını her zaman kalbinde
yaşat, oğulcuğum. Ah! Evladım, onu unutabilmen imkansız bir şey.
Gelecekte, büyüyeceksin, dünyayı gezeceksin, büyük şehirler, pek güzel
anıtlar göreceksin ve zamanla bunların bir kısmını unutacaksın; ama,
panjurları kapalı bu beyaz, sade binayı, zeka çiçeğinin ilk kez açılmaya
başladığı bu küçük bahçeyi ömrünün sonuna kadar hatıranda canlı olarak
yaşatacaksın; benim de senin sesini ilk defa duyduğum o evin hatırası gibi.
SINAVLAR
4 Salı
7 Cuma
Bu sabah sözlü sınav yapılacak. Saat tam sekizde hepimiz sınıftaydık, saat
sekizi çeyrek geçe de bizleri dörder dörder çağırmaya başladılar. Büyük
salona üzerinde yeşil bir örtü bulunan uzun bir masa yerleştirmişlerdi,
masanın çevresinde de müdür, diğer öğretmenler ve bizimki oturuyorlardı.
Ben ilk çağırılanların arasındaydım. Zavallı öğretmen! Bu sabah, bizleri
gerçekten de çok sevdiğini anladım. Diğer öğretmenler bize sorular
sorarlarken, o gözlerini kırpmadan bizlere bakıyordu. Verdiğimiz
karşılıklardan emin olduğumuz zaman da derin bir soluk alıyordu. Her şeyi
hissediyordu ve:
– “İyi, hayır, dikkatli ol, daha yavaş, gayret” demek için bize elleriyle,
başıyla binlerce işaret yapıyordu. Eğer konuşabilseydi bize pek çok şeyi
fısıldayacaktı. Öğretmenin yerinde sınava giren çocukların babaları otursaydı
bundan daha fazla yararları dokunamazdı. Herkesin önünde, belki on defa,
teşekkür ederim, öğretmenim, diye bağırmak geldi içimden.
Öğretmenler bana:
– “Tamam, gidebilirsiniz.” dedikleri zaman bizim öğretmenin gözleri
sevinçten parıldadı.
Hemen sınıfa döndüm ve babamı beklemeye koyuldum. Arkadaşlarımın
çoğu daha sınıfta bekliyorlardı. Garrone’nin yanına oturdum. Hiç de neşeli
değildim. Bunun, Garrone’nin yanında son oturuşum olduğunu
düşünüyordum! Garrone’ye daha bir şey söylememiştim: Dördüncü sınıfı
onunla birlikte okumayacağımı ve babamla birlikte Torino’dan gitmek
zorunda olduğumu. O daha hiçbir şey bilmiyordu. İki kat olmuş, öyle
duruyordu. Kocaman başını sıranın üstüne eğmiş babasının bir fotoğrafının
kenarına süsler yapıyordu. Babası resimde makinist elbisesiyle görülüyordu,
uzun boylu, iri yarı bir adamdı. Boynu bir boğanınki gibi kalındı. Oğlu gibi
onun da ciddi, namuslu bir insan yüzü vardı. Böyle eğilmiş dururken, yakası
biraz açılmış olan gömleğinin arasından sağlam, çıplak göğsü ve oğluna
yardım ettiğini öğrendiği zaman Nelli’nin annesinin ona hediye ettiği zincir
görülüyordu. Ama, artık Torino’dan gideceğimi ona söylemeliydim. Ona:
– “Garrrone, bu sonbaharda babam temelli olarak Torino’dan gidecek.”
dedim.
Benim de babamla birlikte gidip gitmeyeceğimi sordu, “evet,” dedim.
Bana:
– “Dördüncü sınıfı bizlerle birlikte okumayacak mısın?” diye sordu.
Hayır, diye karşılık verdim. Bir süre resim yapmaya devam ederek
konuşmadan durdu. Sonra, başını kaldırmadan sordu:
– “İleride üçüncü sınıf arkadaşlarını hatırlayacak mısın?” diye sordu.
– “Evet,” dedim, “hepsini hatırlayacağım; ama seni... Hepsinden, daha çok.
Seni kim unutabilir ki?”
Pek çok şey anlatan ciddi, sabit gözlerle bana baktı, bir şey söylemedi,
yalnız diğer eliyle resim yapmaya devam ediyormuş gibi sol elini bana uzattı.
Ben de bu güçlü, şerefli eli iki elimin arasına aldım ve içtenlikle sıktım. O
sırada aceleyle sınıf öğretmenimiz içeri girdi, yüzü kıpkırmızıydı. Çabuk
çabuk konuşarak, alçak sesle bizlere:
– “Aferin, çocuklar, şimdiye kadar her şey çok iyi gitti, öyle sanıyorum ki,
sona kalanlar da derslerini böyle iyi bilecekler! Gayret, çocuklar! Çok
memnunum!” dedi. Sesinden ne kadar sevinçli olduğu anlaşılıyordu.
Sevincini belirtmek ve bizleri neşelendirmek için aceleyle sınıftan çıkarken
ayağı takılmış gibi yaptı ve düşmemek için duvara tutundu. Şimdiye dek
onun güldüğünü hiç görmemiştik! Bu olay bize o kadar garip geldi ki,
gülecek yerde hepimiz şaşkın şaşkın bakakaldık. Herkes gülümsedi, kimse
gülmedi. Neden olduğunu ben de bilmiyorum ama, bu saf çocuk neşesi beni
hem üzdü, hem de sevindirdi. Bu neşe anı, iyilikle, sabırla, çeşitli sıkıntılarla
geçirdiği dokuz ayın ödülü, karşılığıydı! Bazı zamanlar ne kadar çok
yoruluyordu, kaç kere de hasta hasta gelip bize ders yaptırmıştı, zavallı
öğretmen! Bütün ders yılı boyunca bize gösterdiği sevginin, ilginin karşılığı
olarak yalnız, ama yalnız bunu bekliyordu! Öyle sanıyorum ki, onu her
hatırlayışımda bu hareketi yaparken göreceğim, aradan çok uzun yıllar geçse
bile. Ben büyüyüp adam olduğum zaman, o da hayatta olursa, karşılaşırsak
yaptığı bu sevinç hareketini hiç unutmayıp kalbimde taşıdığımı ona
söyleyeceğim ve onu ak saçlı başından öpeceğim.
VEDA
10 Pazartesi
Saat tam birde son defa olarak okulda toplandık. Sınav sonuçlarını
öğrenecek ve karnelerimizi alacaktık. Sokak ana babalarla dolmuştu. Bunlar
büyük salona giriyorlar, sınıflara yerleşiyorlardı, içlerinden bir kısmı da
öğretmen kürsüsüne kadar yaklaşıyordu. Bizim sınıftakiler duvarla ön sıralar
arasında kalan boşluğu dolduruyorlardı. Bunların içinde Garrone’nin babası,
Derossi’nin annesi, çilingir Precossi, Baba Coretti, Bayan Nelli, sebze
satıcısı, küçük duvarcı ustasının babası, Stardi’nin babası ve şimdiye dek hiç
görmediğim daha pek çoğu vardı. Dört bir yandan fısıltılar, hışırtılar,
mırıltılar duyuluyordu. Öğretmen girdi; birden herkes sustu. Elinde sınıf
listesi vardı, hemen okumaya başladı:
– “Abatucci, geçti, yetmiş üstünden altmış; Archini, geçti, yetmiş üstünden
elli beş.”
Küçük duvarcı ustası da, Crossi de geçmişlerdi.
Öğretmen yüksek sesle okumaya devam ediyordu.
– “Derossi Ernesto, geçti, yetmiş üstünden yetmiş ve birincilik ödülünü
kazandı.”
Orada bulunan ve onu tanıyan bütün ana babalar, bir ağızdan:
– “Aferin, aferin, Derossi!” dediler.
O da kıvırcık sarı saçlı başını sallayarak, o rahat, sevimli gülümseyişiyle
annesine baktı, o da oğluna elini salladı Garoffi, Garrone, Calabrialı da
geçmişlerdi. Daha sonra adları okunan üç, dört çocuk sınıfta kalmışlardı,
içlerinden biri de ağlamaya başladı, çünkü kapıda duran babası ona tehdit
işareti yapmıştı. Ama, öğretmen o çocuğun babasına:
– “Hayır, efendim, çocuğu böyle korkutmayın. Çocuklar her zaman kendi
kabahatleri yüzünden sınıfta kalmazlar, bazen de talihsizlik rol oynar.
Oğlunuzun durumu da böyle” dedi. Sonra, yeniden okumaya devam etti:
“Nelli, geçti, yetmiş üstünden altmış iki.”
Annesi elindeki yelpazeyle ona bir öpücük yolladı. Stardi de yetmiş
üstünden altmış yedi alarak geçmişti ama, bu güzel sonucu duyunca ne
gülümsedi, ne de yumruklarını şakaklarına dayadı. Adı en son okunan Votini
oldu, her zamanki gibi tertemiz giyinmiş, saçların itinayla taramıştı. O da
sınıfını geçmişti. En sonuncuyu da okuduktan sonra öğretmen ayağa kalktı
ve:
– “Çocuklar, bu son defa bir arada bulunuşumuz. Bütün bir ders yılı
boyunca bir aradaydık, şimdi birbirimizi candan seven dostlar olarak
ayrılıyoruz, değil mi? Sevgili çocuklar, sizlerden ayrılmak bana çok acı
geliyor” dedi ve sözlerine bir süre ara verdi. Sonra yeniden konuşmaya
başladı: “Eğer sabrımın taştığı zamanlar olduysa, istemeyerek sizlere karşı
haksızlık ettimse, çok sert davrandımsa, beni bağışlayın.”
Ana babalarla pek çok öğrenci:
– “Hayır!” dediler. “Hayır, Bay öğretmen, hiçbir zaman böyle bir şey
olmadı.”
Öğretmen tekrarladı:
– “Beni bağışlayın ve sevin. Gelecek yıl artık benim sınıfımda
olmayacaksınız, ama, sizleri gene görebileceğim, daima da benim kalbimde
yaşayacaksınız. Hoşça kalın, çocuklar!”
Bunları söyledikten sonra bizlere doğru ilerledi, herkes sırasından kalkarak
ellerini ona doğru uzattı, onu kollarından ve ceketinin eteklerinden
yakaladılar. Çocuklardan pek çoğu onu öptü. Elli ses bir ağızdan:
– “Hoşça kalın, Bay öğretmen! Teşekkürler ederiz. Bay öğretmen!
Esenlikle kalın! Bizleri unutmayın!” dedi.
Sınıftan çıkarken çok heyecanlıydı. Sınıftan karma karışık çıktık. Her
sınıftan oluk oluk öğrenciler çıkıyordu. Aralarında selamlaşan ve
öğretmenlerle vedalaşan öğrenciler, ana babalar, karışıklık, büyük bir gürültü
meydana getiriyorlardı. Kırmızı kalemli öğretmenin kucağında dört, beş
çocuk vardı, yirmi kadarı da çevresini sarmışlardı, kadıncağız zorlukla soluk
alabiliyordu. “Rahibe” takma adı verilen öğretmenin de saçı başı
darmadağınık olmuştu, siyah elbisesinin ceplerine bir düzine çiçek demeti
doldurmuşlardı. Çocukların çoğu Robertti’ye gösteri yapıyorlardı, çünkü
çocukcağız ancak bugün koltuk değneklerini bırakıp yürümeye
başlayabilmişti. Dört bir yandan yalnız şu sözler duyuluyordu:
– “Gelecek yıla! Yirmi Ekime! Bayramda görüşürüz!”
Biz de selamlıyorduk. Ah! İnsan o anda bütün tatsızlıkları nasıl da
unutuveriyor! Derossi’ye karşı o kadar kıskanç davranmış olan Votini
kollarını iki yana açıp tebrik etmek için Derossi’yi ilk öpenlerden biri oldu.
Küçük duvarcı ustasıyla vedalaştım ve sevgili çocuk tam bana son kez tavşan
gibi yüzünü buruştururken öptün onu! Precossi’yle, Garoffi’yle vedalaştım.
Kedi gibi Garrone’nin yanına sokulan Nelli çok sevimli bir görüntü meydana
getiriyordu. Bunu gören kötü niyetli çocuklar da ona yaklaşmaya cesaret
edemiyorlardı. Herkes Garrone’nin etrafına toplanmıştı. Allahaısmarladık,
Garrone, hoşçakal, gelecek yıla görüşürüz, diyorlardı.
Bu iyi kalpli, fedakar çocuğa sarılıyorlar, onu okşuyorlardı. Gülümseyerek
bakan babası da şaşkına dönmüştü. Sokakta son öptüğüm Garrone oldu.
Boğazımı tıkayan hıçkırıklarım onun göğsünde boğuldu, o da beni alnımdan
öptü. Sonra annemle babamı da selamladı.
Babam bana:
– “Bütün arkadaşlarınla vedalaştın mı?” diye sordu.
– “Evet.” dedim.
– “Arkadaşlardan birine karşı bir kabahat işledinse, şimdi git ondan özür
dile. Seni bağışlasın. Böyle kimse var mı?”
– “Hayır, hiç kimse yok.”
Babam son bir kez okula bakarak, heyecanlı bir sesle:
– “Öyleyse, elveda!” dedi.
Annem de tekrarladı:
– “Elveda!”
Ben hiçbir şey söylemedim.