You are on page 1of 179

RODERICH FELDES

ALTINCI BOYUT
insanın
RODERICK FELDES

Bilinmeyen
Gücü
GİRİŞ

'D.D. Home’un yan odaya geçip pencereyi yukarı kaldırarak açtığım


duyduk. Biraz sonra penceremizin önünde belirdi; pencereyi açıp içeri
girdi, bir yere oturup güldü. Bu arada polisin biri yukarı bakıp, bir adamın
duvara paralel havada süzülerek bir pencereden öbür pencereye uçtuğunu
görseydi, ne kadar hayret ederdi, diye bir düşünce geçmişti kafasından.
Bu uçuş, 13 Aralık 1968 yılında üç tanığın gözleri önünde cereyan
etti. Sahne, Dunraven’in Londra’daki evinin üçüncü katıydı.
Kölnlü adlî tıp uzmam ve psikiyatr Klaus Dietrich Stumpfe,
Münih’te, Uluslararası Adlî ve Sosyal Tıp Akademisİ’nİn 1976 Eylü-
lündeki kongresinde şu raporu sunuyordu:
"Genç bir Bantu kadım, erkeği tarafından misyon hastahanesi- ne
getirilmişti. Kadın, ailesinin bir kavga sonucunda büyücüye başvurup
kendisi için bir ölüm büyüsü yaptırdığını, bu yüzden Ölüme mahkûm
olduğunu iddia ediyordu. Doktorlar hiçbir hastalık belirtisi bulamadıkları
halde, kadm iki gün sonra öldü."
Laurens van der Post’un Kalahari’nin Kayıp Dünyası adlı kitabında,
kendisinin başardı bir av sonunda bir Buşmen grubuna şunları söylediğini
okuyoruz: "Kampa dönüp avda bir antilop vurduğumuzu anlattığınızda,
ne diyeceklerini merak ediyorum." Buşmenlerden Dobe, şöyle yanıtlıyor
onu: "Çoktan Öğrendiler zaten, telgrafla aldılar haberi." Telgraf
maniplesinin nerede olduğu sorulduğundaysa, Dobe göğsüne vurarak,
"İşte burada," diyor. Kampa dönüş yolunda, daha kamp ateşini
görmezden önce, kadınların antilop şarkısını söylediklerini duyuyorlar.
Dr. Kurt E. Koch, Okült’iin ABC’si adlı kitabının "Maji" başlığı
altında, şunlar anlatılmaktadır: "Kadının biri bana ailesinin öyküsünü
anlattı. Kadının annesi yedi yaşındayken kaz çobanlığı yaparmış. Kara
büyücü olarak tanınan bir adam, yanına gelip sormuş: ‘Maricik, kaç kazın
var senin?’ Çocuk kazlarının sayısını söyler. Adam da yoluna devam
eder. Birden, kazlar birbiri ardına yere yığılıp ölüverirler. Kız, eve koşup,
olayı anlatır. Babası hemen suyun yanına koşup, Musa’nın 6. ve 7.
kitabında öğrendiği bir tılsımlı sözü söyler. Kaz telefatı da sona erer.
Şimdi bu ailede durum nedir? Kazların bakıcısı olan kız, tüm yaşamı
boyunca depresyonlar içinde kalmış. Bu öyküyü anlatan, o tılsımlı sözleri
söyleyen adamın torunu olan kadmm, gözünün önünde suratlar
canlanıyormuş, inancından çok şey yitirmiş durumda. Onun oğlu, ruh
hastası, hezeyanlara kapılıyor ve üçüncü kez tımarhanelik olmuş. Maji,
her zaman kurban gerektiriyor. Majİk güçlerin bedeli her zaman pahalı
ödeniyor."
Eliphas Levi, "Yüksek Maji"nin Ritüeli"nde şunları yazıyor: "5.
Sixtus, sığır çobanlığı yaparken, haykırmıştı: Ben Papa olacağım. Sizler
dilencisiniz ve altın elde etmek İstiyorsunuz: Başlayın ve durmayın,
Yapabilmek için insanın yapabileceğine inanması ve bu inancın kesintisiz
olarak tüm davranışlarında bulunması gereklidir. Sebat edemeyen bir
6
insan, hiçbir zaman büyücü (majisyen) olamaz. Büyük eserler yaratmak
isteyen biri, kendinin mutlak hâkimi olmalı, zevkin, hırsın ve uykunun
çekiciliğine karşı koymalı, başarıya karşı da, hezimete karşı da duyarsız
olmalıdır. Yaşamı, tek bir fikir tarafından yönlendirilen ve tüm doğanın
desteklediği bir iradenin tezahürü olmalıdır ve bu irade tüm organlarına
ve onunla iletişim içinde bulunan tüm güçlere hükmetmelidir."
Bu örneklerin alındığı kaynakların gösterdiği gibi, daha Ham- let’in
zamanından bu yana bildiğimiz okul eğitimiyle, hayalini bile
kuramadığınız bazı bilimler vardır. Dİnbilimciler, etnologlar, parap-
sikologlar, teologlar, okült bilim izleyicileri ve -şimdiye kadar az sayıda
da olsa- fizikçiler, normal dışı olguları araştırmaktadır. Ve insandan
kaynaklanan bu güç, etkileme şekilleri şimdiye kadar kesin olarak tarif
edilemediği gibi, hem değişik tanımlamalara (Psi faktörü, orgon,
biyoenformasyon, maji vs. gibi) hem de değişik değerlendirmelere konu
olmuştur.
Etnologların çoğu majiyi gerçek, yani varolan bir olgu olarak
tanımlarken, teologlar majide olumsuz, kara bir ilke görmektedirler; bu
ilkenin sapkın âyinlerle serbest kılman gücü, insanın Tanrı’- dan
yabancılaşması sonucunu vermektedir.
Parapsikologlar ve fizikçiler, bu gücü nötralize etmektedir: Psi
faktörü, bilimsel, mütevazı, akıldışı fantazilere yol açmayan; şeytanî
ritlerden, mistik büyücü masalları kadar uzakta kalan bir şeydir.
Okültçüler ve okültbilimciler, majinin herkesin öğrenebileceği ve sürekli
alıştırmayla mucizevî olaylar yaratabilecek bir teknik olduğu görüşünü
savunmaktadırlar.
Ruhsal güçlere karşı duyulan ilginin artmasının nedenlerini
araştırırken ben de değişik olasılıkları ortaya koyarak majİnİn analizini
yapacağım.
Parapsikologlar, yalnızca paranormal (normaldışı) olayları ve
olguları araştırdıklarından, bu bilim dalı, diğer bilim alanları ve uy-
gulamalarından daha çok yer tutacaktır bu kitapta. Sonunda maji
kavramının bir özeti ve netleştirilmesi yer almaktadır; bu aynı zamanda
her birimiz için majinin ne anlama geldiğini ve hayatımızdaki değerinin
ne olduğunu göstermek amacım da taşımaktadır.

7
İÇE YOLCULUK

METRO KATI: SEMBOLİK BİR YER


Frankfurt, perşembe akşamı saat 17.30 ve ortalık kalabalık.
Mağazalar kapanmadan önce alışveriş yapabilmek için acele eden
sekreter bayanların dümen suyuna kapılmış olarak, merkez istasyonuna giden
taş döşeli yolda ilerliyorum.
B katına (metro) inen, yürüyen merdivenlerin başında genç bir Hintli
ayakta duruyor; giydiği panoramik resimlerle süslü ceketin ön tarafında bir
gazetenin gece baskısı göze çarpıyor: "Boeing 707 dağa çarptı: 129 ölü."
Ev kadınları ve kibar giyimli baylar tarafından İtilip kakılarak aşağıya
iniyorum.
Aşağıda, merdivenin alt ucunda kirli gri paltolu, önünde şapkasıyla bir
adam yatıyor; duvarın yanında çaprazlamasına uzanmış ve uyuyup gitmiş.
Adamın saman benzeri beyaz saçları yüzüne düşmüş. Hafifçe aralık ağzında
tek bîr diş kökü göze çarpıyor. Yakasında iki tane rozet var. Birinde "İsa
yaşıyor", ötekinde ise "Üç ayaklıyı seviyorum" yazıyor.
Birkaç metre ötede, hiç de modaya uygun giyinmemiş, yağmur- luklu ve
başörtülü hoş bir kadın var. Kendisi, tıpkı silah kuşanmış asker edasıyla,
Yehova Şahitlerinin dergisi olan Wachttiirm’u (Nöbetçi Kulesi) tutmakta.
Metro girişinin hemen yanında yer almış büyük siyah şapkalı, deri yelek
ve blucinlı iki genç, gitar ve ağız armonikasıyla Bob Dy- lan’ın şarkılarını
çalıyor. Bunların başucundaki bir plastik levhada, bahşişlere teşekkür edildiği
yazıh. t
At Pazarı5 nin o taraftan davul dümbelek çala çala koşar adım yedi kişi
geliyor; bunların hepsi de sarı giysiler içinde ve minicik bir at kuyruğu
dışında kafaları cascavlak. Bir yandan da şarkı söylemek- teler. "Hare Krışna,
Hare Hare, Hare Rama, Rama Rama." Sarhoşun biri onlara bağırıyor; "Sizler
de kafayı bulmuşsunuz. Rama, Sa- nella, uydurukçular siz de!" Bizim alkolik
o dâhice esprisine katılır- casına gülerken, Krişna bilincinin uluslararası
toplumuna dahil o rahipler de hoşgörüyle gülümseyerek Bockenheimer
Caddesine doğru koşuya devam ediyorlar.
Posta kutularmm orada yarı çıplak birkaç kişi oturuyor. Bir dövme
9 boylu
sanatçısının yılan ve alevli kılıçtan oluşan figürü koluna işlediği kısa
delikanlının kuzu postundan perçinli yeleğinde çetesinin adı yazılı:
Karanlığın Melekleri.
Saatin altında biri durmuş, herkesin sessiz olmasını rica ediyor; aksi
halde transa giremeyecek. Çevresine belk'ı de seksen kişi toplamış olan bu
gencin üst tarafı çıplak; vücudunun zayıf ve eğitimli olduğu görülüyor. Bir
süre sonra gözlerini kapayan bu kişi, dilini çengelli iğneyle deldikten sonra
İğneyi kapatıyor; daha sonra bir örgü şişini yanağına sokuyor ve bir teli soluk
borusuyla boyun omurları arasından geçiriyor. Derken, bir nişanı sol
memesinin üzerine öylece geçir iver iyor. Yanımda duran ufak tefek yaşlıca
adam bana fısıldayarak, onun adının Jean olduğunu ve lejyoner olarak altı yıl
Vietnam'da, Cezayir’de kaldığım söylüyor; bu işleri yapmayı Bağdatlı bir
dervişten öğrenmiş. Jean birkaç dakika sonra teli ve şişleri yerinden
çıkardığında, bir damla olsun kan akmıyor.
İzleyiciler dağılmaya başlamışken, birkaç adım sonra derli toplu
giyinmiş birinin çevresine yeniden toplanıyorlar; bu kişi de İncirden vaaz
etmekte: "İsa sizin ve sizin ve sizin için doğuyor." Bu sırada bir diğeri de
İngilizce konuşan arkadaşının çevirmenliğini yapıyor ve ilgili pasajları İşaret
ediyor. İkisinin de taktığı rozetlerde "İsa yaşıyor" yazılı.
Genç kızın biri elime bir kâğıt sıkıştırıyor. Rodezya’daki emperyalizmin
yenilmesine yardımcı olun, diye yazılı kâğıtta. Buna şöyle bir göz atarken,
neredeyse unuttuğum bîr sahne gözümde canlanıyor. On yıl kadar Önce,
buradan birkaç metre ötede, Şah’ı temsil eden bir kukla yakılmıştı. Bunun
için itfaiye koşturmuş, trafik birbirine girmişti. O zamanlar Danİel Cohn-
Bendİt yeni bir çağın başladığına işaret etmekteydi. Ama büyük devrim
gerçekleşmedi. Politikaya dalan ve daha birkaç yıl öncesine kadar kitle
hareketleri sergileyen gruplar büzülüp kaldı. Görünüşe bakılırsa, kişisel
kurtuluş, dünyayı faşizmden ve kapitalizmden kurtarmaktan daha fazla önem
kazanmış durumda.
En azından insan burada, borsalann, büyük bankaların on metre
altındaki bir tür sismograf olan metro katında bir şeyler duyuyor; duyulan bu
sesler giderek iz bırakmaya başlayan ve Batı için son derece yeni olan ruhsal
durumlarla ilgili.
Burada görülen kâhinler ve benzerleri uzun bir süredir gelişim ve
devrim taraftarlarıyla tümüyle yer değişmiş durumda. Ancak, saatle
ayarlanmış olarak metroya, tramvay duraklarına, Kaufhauslara koşturan ve
hareketli merdivenlerde bile durmayıp yürüyenler değişmemiş durumda ve
hâlâ çoğunluğu oluşturuyorlar.

BEYTÜLLEHEM YILDIZI BİR UFO MUYDU?


10
Yıllar yılı, kilise cemaatinin giderek azalmakta olduğundan yakınılır.
Yedi yıl önceki Die Zeit gazetesinde pazar günleri kiliseye gidenlerin
sayısında sürekli bir azalma olduğu ve Tanrı hizmetine ko- Şanlara çoğunluk
tarafından kuşkuyla bakılacağı günün pek de o kadar uzak olmadığı
yazıyordu.
Bu arada birkaç teoloğun vardığı görüşe göre, böyle bir azalmaya
yol açan başlıca faktör, Incil’de anlatılan şeylerin mitolojik kavramlarla
kesin ayrılık göstermesiydi.
17 Şubat 1975’te Salzburg’da düzenlenen parapsikoloji ve din
konusundaki açık tartışma sırasında, Kilise Tarihi ve Karşılaştırmalı Din
Bilimi Profesörü Ernst Benz şöyle diyordu: "Her ne kadar Hıristiyanlık
öğretisinin ana temalarını oluşturuyor olsa bile, bugün hangi rahip
vaazlarında öteki taraftan, Göksel Krallık’tan, Tanrı’- nm Katı’ndan söz
etmeye cesaret edebilir? Artık herkesin de yavaş yavaş fark etmeye başladığı
gibi, bizim o cenaze söylevleri ne kadar cılız şeylerdir! Rahiplerin habİre
sözünü edip durdukları Yeniden Doğuş’la ilgili geleneksel öğreti biçimleri
arasında ne garip aykırılıklar vardır. Bugün teoloji rasyonalist ve pozitivist bir
bilim çehresi kazanmıştır ve korktuğu şey, doğa bilimleri için uzun zamandır
sürdürülen eleştirilerle yüz yüze gelmektir."
Gerçekten de, Tanrı hizmetkârlarının sayısı iki yıldan beri az da olsa
artmaya başlamış olmakla birlikte, onları kiliseye çeken asıl nedenler,
mumlar, tütsüler, org müziği ve ilahiler gibi şeyler olup, bunlar o kişilere bir
cemaat duygusu aşılanmasını sağlamaktadır. Öte yandan pek çok Hıristiyan
için kilise, belli hizmetler için gerekli bir yer olup, orada düğün, çocuk
vaftizi, defin töreni gibi işler daha saygıdeğer çerçeveler içinde
gerçekleştirilmektedir.
İçinde yaşadığımız ortam, ticarete ve faydacılığa yönelik olduğundandır
ki, duygusal tepkiler için pek az olanak ortaya çıkmakta ve bir ruhsal denge
önceki yıllara kıyasla daha çok aranmaktadır.
Halbuki kilisenin sosyal-hümanist yapısı kurumuş durumdadır ve ancak
kâr toplumunun dışında kalan çocukları, yaşlıları kendine çekebilmektedir.
Öte yandan, ana okulları, huzurevleri ve tren garlarında sürdürülen
misyonlar, ruhun sürekli bir huzura karşı duyduğu gereksinmeyi
karşılamaktan uzaktır.
İşte böylece oluşan boşluğa da sürüyle dinsel grup ve tarikat akın
etmekte, Tanrı7yı yeniden aramıza getirmeye uğraşmaktadır. Bunlar gençliğe
yalnızca boş zamanları için yeni görünümler sunmakla kalmamakta, yeni bir
bilinç ve arada sonsuzluk, ruhsal serüvenler, kehanetler, liderler, takdisler,
mucizeler ve bu dünyada barış vaat etmektedir.
"Kutsal Işık Misyonu" nun dergisi olan Altın Çağ da şöyle denmekte:
"Bilmenizi istediğimiz, İnsanın gerçek yapısının uçurum ve karmaşa değil,
aksine ışık ve sevinç olduğudur." Guru Maharaj Ji diyor ki: "Dünyanın 11 tüm
köşe bucağını araştırın ve yanıtı bulamazsanız bana gelin. Sizden tüm
istediğim sevginizdir; ben de sîze asla kaybolmayacak olan huzuru
vereceğim."
Bu kadar basit işte.
Hare Krişna taraftarlarının ulaştırdıkları mesaj da benzer şekilde
basittir: "Bir çocuk bile olsa, bizim herkesten ricamız oturarak Hare Krişna
ilahilerini söylemeleri. Böylece, yavaş yavaş bilgi ortaya çıkacaktır. Kim bu
felsefeyi bilgi, mantık ve kitaplar aracılığıyla kavramak istiyorsa, biz buna da
hazırız. Fakat insanların büyük çoğunluğu İçin basit bir metot öneriyoruz:
Hare Krişna. Şunu söyleyin: Hare Krişna, Hare Krişna, Krişna Krişna, Hare
Hare, Hare Rama, Rama Rama, Hare Hare. Tüm bu gençlerin hiçbiri filozof
değil; bunlar çok da büğe olmamakla birlikte, sırf söyledikleri ilahilerle
bilgilerini geliştiriyorlar. Krişna Bilinci bu yüzden öylesine yücedir. O hem
en yüce âlimlere, hem de en saf çocuklara göredir ve bu yüzden de evrensel-
dir
Bu yeni dinsel birliklerin hemen hepsi mezheplerüstü birer girişim
niteliğinde olmakla birlikte, Doğu ve Batı’ya Özgü İnanç biçimlerinin birbiri
İçinde erimesiyle oluşmuş birtakım doktrinlere de sahiptir ve böylece bunlar,
uygarlık açısından hayal kırıklığına uğrayan, bozuk ekonomik şartlar altında
yetişmiş ve teknik gelişmenin daha iyi bir gelecek sağlayacağına artık inanç
duymayan gençler için çekicilik kazanmaktadır.
Her ne kadar, "Kutsal Işık Misyonu"nun lideri ve Mesih'i olan Guru
Maharaj Ji tutarsız yaşamı nedeniyle (kendisi lüks bir villada oturmakta,
limuzinlerle gezmekte ve sık sık gece kulüplerini ziyaret etmekteydi) annesi
tarafından bu görevden alınmış ve şimdi yalnızca zengin ve şişman bir
delikanlı ise de; her ne kadar Hare Krişna Hareketi’nİn birkaç lideri 2 yıl
önce izinsiz silah taşıdıkları ve çocuk kaçırdıkları iddiasıyla yakalanmışlar ve
onlara bağlı rahiplerin dilencilik ve bildiri dağıtmakla topladıkları 720.000
marka Frankfurt savcılığı el koymuşsa da ve yine her ne kadar gazetelerde
sık sık o zamanki tarikat liderlerinin kendilerine bağlı kişilerin paralarıyla
lüks bir yaşam sürdükleri, yazları zarif yatlarda güzel kızlarla gönül
eğlendirdikleri yazılmışsa da, tüm bunlar o grupların çekiciliğinden pek fazla
bir kayba uğramalarına yol açmamıştır.
Özellikle İyİ ailelerin kız ve erkek çocukları, yalnızca anlamlı bir yaşam
ve barış sözü etmekle kalmayıp, sevgi ve birlik de vaat eden bildirilere daha
yatkın durumdadırlar; bunlar genellikle evlerinde yoksun kaldıkları şeyler
için, ayrıca gelecek konusundaki korku ve güvensizlikten kurtulacakları
umuduyla otorite ve boyunduruk altına girivermektedirler.
Pek çok bilim adamı ve yazar, hızla kök salan yeni kültlerin temelinde,
yaşamın her alanında kendini gösteren doğa bilimlerine özgü metotları
12 bulmakta ve bunların birtakım kolaylıklar, çevreyle ilgili belirgin
değişiklikler yarattığına inanmaktadırlar. Ne var ki, bunlar insanın ruhsal
gelişmeyi nasıl başaracağına ilişkin bir yol göstermemektedir. Doğabilim
alanındaki bilgilerle bunlarm doğru ve akılcı kullanımı, insanın ahlaki ve
ruhsal gelişiminin teknik başarılara ayak uydurup uyduramayacağı
konularındaki tutarsızlık, iş dünyasının eşiğinde duran ve belli bir uzaklıktan
durumu hesap etmeye çalışan kişileri İlgilendirmektedir; bunlar, hiç kimsenin
doğru dürüst açıklayıp bir temele oturtamadığı bir sisteme doğru gitmenin
kendileri için ne demek olacağını, bunun nasıl bir anlam taşıyacağını
düşünmektedirler.
İnsanı anlamadığı şeyler büyüler.
Kurgubilim romanları boş zamanlarda en çok okunan eserler
arasındadır. Bu türün en sıradan ürünlerinde bile teknik gelişmelere karşı bir
kuşku havası vardır; çünkü onlarda yer alan bilgisayar ve robot masalları
adeta eski kovboy filmlerinin etkisini yaratmakta, ortalığı kırıp geçmekte ve
bu da körlerin renklerden söz etmesine benzemektedir. Gelecekten duyulan
korku giderek büyümektedir. Hammadde sıkıntısı, akarsuların biyolojik
ölümü, hava kirliliği, radyoaktif kirlenirse, şu sırada bile pek çok
gezegendeki yaşamı söndürmeye yetecek düzeye varmış olan silahlanmanın
daha da artmakta oluşu, uzayla ilgili birtakım yıkıcı fantezilerin doğmasına
neden olmaktadır;
Ama bizim düşünce şeklimizi kararlaştıran şeyler doğabilimle- rine
özgü araç ve metotlar olduğu ve yalnızca bu düşünce modeli genel olarak
kabul edildiği içindir ki, son yıllarda ortaya çıkan dinsel kökenli, sonumuzun
yaklaştığım bildiren birtakım hareketler bilimsellik iddiasında bulunmakta ve
öğretilerinin bu alan içinde yer aldığını ifade etmektedirler.
Bu tür "kilise"lerden biri kendisine bilimsel bir ad edinmiştir bile:
Scİentologie (yaklaşık anlamı, Ruhsal İrdeleme Sistemi).
Bunu kurmuş olan Lafayette Ronald Hubbard, Nebraskalı (ABD) biri
olup, kırklı yıllarda bilimkurgu yazarı olarak ortaya çıktı ve 1950 yılında
‘bestseller’ (çok satan) olan kitabında bir tür psikoterapi olan Dianetik’i
kaleme aldı.
Bu kişi, ruh doktorunun sözü çok edilen o malum koltuğu yerine kısaca
E-Metre dediği eiektropsikometreyi geçirdi; hasta ya da "Preclear-Onarmık"
denen kişi bu cihazın kutupları demek olan iki kulbu tutuyordu. Kişideki
terleme durumu veya herhangi bir basınç farklılığı, uygulanmakta olan
akımda değişmelere neden oluyor ve bu, bir göstergede okunuyordu.
Böyle bir seansın fiyatı 14 ile 20 dolar arasında değişiyordu. Uygulanan
bu tedavinin amacı engramlan (fiziksel acı veya bilinçsizlik dönemine ait
zihinsel resimler) çözebilmek ve Önarımğı "Arınık" duruma getirerek, saf ve
mükemmel insanlar oluşturabilmekti.
13
Bu Dianetik salgım Amerika Birleşik Devletleri’nde hafiflemeye yüz
tuttuğunda, bunun yaratıcısı olan L.R.Hubbard da çıkınını doldurmuş ve
uyguladığı tedaviyi bir dîn haline getirmişti.
Onun öğretisine göre, tüm zamanların başlangıcında ‘Söz’ değil,
yalnızca birkaç Thetan vardı. En Yüce Varlığa ait bu şeyler sonsuzluk içinde
sıkılmaya başladıklarından maddeyle karıştılar ve tüm canlılar içinde
gelişime uğrayarak sonunda İnsan’a kadar ulaştılar. İçimizdeki bu Thetan
parçacığı ölümsüzdür ve Öldüğümüzde kendisine yeni bir beden arar.
Terliksi hayvanlar, kabuklular ve yumuşakçalardan yola çıkarak uzun
bir yolculuk sonucu "Önarınık"a kadar varan Thetan parçacıklarında pek çok
travmatik özellik yer almaktadır.
R.L.Hubbard bu konuda bir örnek vererek, tütün dumanının çok eski
çağlardaki zorlu volkan patlamalarının dramatik anılarını çağrıştıran bir
engram olabileceğini ve yeryüzünün o karmakarışık günlerinden beri insanın
bir thetanik anımsama olarak bunu yanın- da sürüklediğini söylemektedir.
"Arınık" duruma geçmiş kişi, artık "hareket halindeki bir The- tan"dır.
Böyle biri, çağların başlangıcından beri Thetan’ı üzerinde bir yara gibi duran
tüm engramlardan temizlenmiştir.
Ve böyle bir "Arınık" asli nitelikli varlık olarak, tıpkı bir Tanrı gibi her
şeyi yaratabilir. Scientologie’nin (Ruhsal İrdeleme) asıl büyük hedefi de, tüm
insanları başlangıçtaki bu duruma götürebilmektir.
Her ne kadar olayla ilgili tıbbi dokümanlar mevcut değilse de, Denverli
H.R. "Kanat" Angell’de bu metot iyi iş görmüş gibi:
"Eğer isterse, insanın yeni dişlere sahip olabileceğini keşfettim. Ben
bunu yapmış durumdayım. Bu ufak bir şey. Benim için değeri olan şey dişler
değildi. Bu yalnızca bir deneydi ve başarıya ulaştı."
Bugün için Almanya’da yaklaşık 15.000 kadar Ruhsal İrdeleyi- ci
(Scientolog) var. Bunlarm tüm dünyadaki sayıları 10 milyon kadar olmalı.
Ruhsal rahatsızlıklar ve çatışmalardan uzak yaşam inancı elde etmek isteyen,
belirtilen tüm temizlik tedavilerine, itiraf toplantılarına katılan ve böylelikle
"Thetan’mı harekete geçirmek" isteyen bir kişiye bu 15.000 marka
patlıyormuş.
Eh, sağlam dişlere sahip olmak da ucuz bir iş değil doğrusu... "Kanat"
Angell gİbİ bir "Arınık" içinse dişlerinin yeniden çıkması ufak iş gibi
görünüyor.
Bu kilisenin başarıya ulaşmasına yol açan şey yalnızca zekice seçtiği ad
değil; aksine, E-Metre’nin bunda daha büyük katkısı var. Gerçi pek çok kişi
herhangi bir teknik gelişme karşısında kuşku göstermekte ve bunu, insandaki
ruhu öldüren materyalizmin kökü olarak görmekteyse de, yine bu kişiler tam
bir güvenilirlik ve kesinlikle parıldamakta olan kontrol tablolarındaki
14 ışıkların, gösterge ve şalterlerin çekim gücünden kendilerini kurtaramam
akta, bunları gerçekliğin sembolleri olarak görmektedirler.
Kişinin inançla ve şartsız olarak kendini teslim etmekte oluşu bu yeni
dinlerin belirgin işaretidir; fakat elde edilen sonuçların kişisel inançlardan
bağımsız cihaz ve metotlarla denetlenebilmesinin amaçlanması bu konuda
önemli bir nokta olup, bu durum milyonlarca taraftar kazanılmasını
sağlamaktadır.
Michael Fritzen şöyle diyor: "însan akılcı olarak, tümüyle açıklanamaz
şeylere özlem duyuyor olabilir. İnanç, eskiden olduğu gibi her yerde
bulunabilir. Onun sahip olduğuysa, yeni, başka ya da daha elverişli
objelerdir."
Böylece, 40 yıl önce panik yaratabilecek şeylerin bugün dîn haline
geldiğine pek de şaşmamak gerekiyor. 30 Ekim 1938 günü yaya, arabalı veya
motosikletli binlerce Amerikalı, ışın silahlarıyla tüm yaşamı sona erdirecek
olan Marslıların önünden kaçtılar. Bunlar, Orson Welles’in kusursuz bir
şekilde temsil edilen "Dünyalar Savaşı" adlı radyo oyununun kurbanı
olmuşlardı.
Ancak, Gezegenlerarası Parlamento’nun sesi demek olan George
Kings’in verdiği şu haberden sonra, uzaydaki bu komşumuzun kötü niyetli
bîr istilaya girişeceği pek sanılmıyor; George Kings’e göre, Samanyolu’nun
Öteki tarafında bulunan Garouche gezegenindeki çok zeki varlıkların
dünyamızı hava katmanından yoksun bırakma konusundaki planları, bize
karşı iyiniyetli davranan Marslılar sayesinde başarısızlığa uğramıştı.
George Kİngs’in yönetimi altında bulunan uzayla ilgili bu cemiyetin
dışarıyla ilgili haberleri yalnızca sevindirici şeylerle sınırlı değil. Buna göre,
eğer dünyamız oturulamayacak hale gelecek olursa, dünyadışı kardeşlerimiz
bizi çaresiz bırakmayacaklar, UFO’larına bindirerek sonunda yuvaya
götüreceklerdir.
Bu topluluğun kongreleri sırasında birkaç "seçilmiş" kişi de Ve-
nüslülerle yaşadıkları olayları aktarıyorlar, UFO’lara bindirilerek Venüs’e
götürülüp getirildiklerini anlattıktan sonra, uzaydaki zekâ türlerinin teknik ve
ahlaki yönden üstünlükleri konusunda derinden etkilendiklerini
bildiriyorlardı.
Bu tür ilişkilere giren "kontak" kişilerin açıklamaları sonucu, örneğin
Beytüllehem yıldızının gerçekte bir uzay gemisi olduğunu ve İsa’nın da bir
uzaylı olduğunu öğreniyoruz.
Böylece, gezegenlerde yaşayanlar bugünün tanrıları, ilişkiyi sağlayan
"kontak" kişiler ise onların peygamberleri olmaktadır.
UFO kongrelerinin birinde, o seçilmiş kişilerden bir tanesi trende
Venüs’ten gelme bir bayanla karşılaştığını anlattı. Kadın, aslında öğretmen
olarak işe girmek istiyordu, ama tarih kitaplarının düşük düzeyi onu bundan
alıkoymuştu. Böylece, ilgili kültür bakanlarından birinden bir red mektubu15
alarak hayal kırıklığına uğraması ihtimali de ortadan kalkmış oluyordu.
lum bilincinden tümüyle çıkmış olduğu halde, bir "Süperstar İsa" kavramıyla
şeytan da kendine yeniden bir yer kazanmıştır. Bizzat Papa VI. Paul, 1972’de
yaptığı halka açık konuşmada şöyle diyordu:
"Şeytan gerçekten mevcuttur. O, bir numaralı düşman, apaçık bîr
baştan çıkarıcıdır. Şeytan İnsanlık tarihi boyunca gizli bir düşman olarak
hep yanlışlıklara ve bahtsızlıklara yol açmıştır. O başlangıçtan beri bir katil,
Hıristiyanların verdiği adla yalanın babası olarak ğzli gizli duygıılanmıza
sokulmuş ve birtakım fantezilerin, hırsların, ütopik mantığn veya düzensiz
sosyal ilişkilerin nedeni olmuştur."
Gazeteleri dikkatle okumayan biri, Papa’nın bu söyledikleri karşısında
belki de başım sallayacak ve bu sözlerin yeniden karanlık çağlara dönüş
anlamına geldiğini düşünecektir. Halbuki şeytanın etkisine ilişkin haberler
giderek artmakta: Salzburg-Hamburg treniyle izinden dönmekte olan
hemşirelerden biri yanındaki arkadaşını boğma girişiminde bulunmuş ve
bunun nedenini de şöyle açıklamıştı: "Tanrı bana, onu öldürme görevini
verdi; çünkü arkadaşım şeytandır."
Lincolnshire Konlluğu’ndan (İngiltere) bir marangoz da dünyanın
sonunun yaklaştığına inanıyordu; yalnızca kendisi, karısı ve iki çocuğu
seçilmiş kişiler olarak yaşamayı sürdürecekler ve o yeni, muhteşem dünyayı
göreceklerdi. Adamın hâkime anlattığına göre, her nasılsa şeytan işin
kokusunu almış ve kızları Samantha yeni dünyaya ulaşamasın diye onun
içine girmişti. Marangoz bunu fark ettiğinde, eli otomatik olarak makasa
uzanmıştı. "ŞeytanT sırtından bıçakladım, ama onu Öldüremedim. Çok
kuvvetliydi. Bunun üzerine kızıma döndüm ve makası ona sapladım. Kızım
ölmediği için de makasla boynunu kestim. Benim güzel Samantha’m
Şeytan’a kapılmıştı." Marangozun karısı da şunu ekliyordu: "Biz, tüm ulusu
kurtarmak İçin Samantha’yı kurban ettik. Bunu yaptıran Tanrı sevgisiydi."
İddianamede belirtildiğine göre, karı koca cinayetten sonra tören yaparcasına
ellerini yıkamışlar ve yanlarındaki oğullarıyla banyoda dünyanın sonunu
beklemişlerdi.
Amerika Birleşik Devletleri’nin bellibaşlı üniversitelerinde bile şeytan,
cinler, büyü ve büyücülük konularında seminerler düzenlenmekte olduğunu
bu arada belirtelim; buna yol açan şey de, yetmişli yılların başından beri
büyüye ve şeytanla ilgili şeylere karşı hızla artan bir ilginin oluşmasıdır.
Peder McNally, 1972 Ocağında Fordham Üniversitesi’nde "üe-
vilology-Şeytanbilİm" konusunda bir konferans verdi. Buna gösterilen ilgi
beklenenin de ötesindeydi. Ancak, konferansın bir gün öncesinde Peder
18
McNally bir kalp krizi geçirdi.
Bir rastlantı mı? Belki de. Ama olay neredeyse bir efsanenin doğmasına
yol açtı.
Bu arada, şeytanın pek çok kişide "değişik" durumlar yarattığına da
işaret edelim.
Staffordlu biri elini usturayla keserek, bunu Şeytan’ın emrettiğini
söyledi. Wakefield’deki bir koca eşini canavarcasına öldürdü; nedeni,
kadının gözlerinde kötülüğü görmüş olmasıydı. Hesloup’da 49 yaşında bir
adam öldürüldü; onun kuraklığa, hayvan ölümlerine ve kanser hastalığına
sebep olduğu düşünülüyordu. Adamın katili de, hemen tüm köy halkı da
adamın Şeytan olduğunu iddia etmekteydiler.
Ancak durum böyle değil.
Zira bu konularda çığ gibi akan haberlere bakılırsa, şeytan İnsanın
yalnızca zayıf anlarında, haz veya benzeri yüce durumlar yaşadığı sıralarda
eline geçirerek ürkütücü şeyler yapmaya teşvik etmekte ve kendilerini ona
adayan müritlerin artması sonucu onlara başka şeyler öğretmektedir.
Batı dünyasındaki tüm ülkelerde şeytanla ilgili yeni kültler doğarken,
eskileri de çiçeklenmeye devam ediyor. Bunlar şeytanı patron kabul ederek
kendilerini ona adıyorlar, adına ayinler ve Kara Büyüler düzenliyorlar, iğrenç
nitelikte şehevî törenler yapıyorlar ve bu arada Hıristiyanlığın İnanç
formlarını saptırmak için hiçbir fırsatı kaçırmıyorlar.
Şeytan onlara, aslında kötü olan bir dünyada kötülüğün yardımı ile iyi
yaşanılabileceğini, ya da en azından kendisine hizmet ettikleri sürece bunun
mümkün olacağım öğretiyor. Buna göre İyinin anlamı, insanın duygularına,
arzu ve isteklerine kendini teslim etmesidir; kötü olan ise, çalışma sırasında
cinsel bir hazzın ortaya çıkmayacağım bile bile beklemek, boş zamanlarda ise
şehvetin yol açacağı güçlü anarşi karşısında korku duyan devlet, kilise ve
öteki otoriteler tarafından baskı altına alınmaya razı olmaktır.
Herschel Smith henüz okul öğrencisiyken bu kuralı kabul etmiş ve
şeytancılarla ilişki kurmuştu. On üç yaşma geldiğinde bir tavuğun canlı canlı
derisini yüzdü ve kanını içti. Daha sonraları bazı şeytan kültlerinin liderleri
onunla ilgilendiler; nedeni de, onun ka- zmmış el ve ayak derilerini yemeyi
sevmesiydi. Bu yüzden adı "Deri Yiyici"ye çıktı. Bunun ardından izlediği yol
sarp olmakla birlikte, yirmi yaşındayken kendi kurduğu kült*ün efendisi ve
sözcüsü oldu. Bundan birkaç yıl sonra ise, Hıristiyanlığa özgü inanç
formlarım kendi inancına dönüştürmek için malzeme toplamak amacıyla, İn-
cil’i öğretmek için yapılan bir toplantıya katıldığında, kendisi dönüverdi. Bu
kişi şu sıralar Kaliforniya’daki bir gençlik merkezini yönetiyor ve artık
gerçek kurtarıcı olarak kabul ettiği İsa için gençleri toparlamaya çalışıyor.
Münsterli birkaç teoloji öğrencisi ise bunun tümüyle aksi yoldaydılar:
Bunlar kilisenin birinde Kara Ayin düzenliyorlar, Haiti’deki Voodoo 19
kültünce kullanılan mihrabı kuruyorlar ve bunun üzerine açık saçık resimler,
boş içki şişeleri, yemek kalıntıları, hamursuz ekmekler ve katılma töreninde
yer alan üyelerin kusmuklarıyla dolu küçük hayvanlar yerleştiriyorlardı.
Bunlara niçin teoloji okudukları sorulduğunda, verdikleri yanıt şu oldu:
"Kiliseyi yıkmak için."
Her ne kadar sorgusu sırasında tanrısal varlığın ışığını yaymak İçin
Hindistan’dan gelmiş olduğunu defalarca söylemiş olması kuşku uyandırıyor
olsa da, Kutsal Işık Merkezi’nin lideri olan Swami Omkanaranda da böyle bir
amacı göz önünde bulundurmaktaydı. Onun 1966 yılında Winterthur’da
(İsviçre) bu amaçla kurduğu "Tanrısal Işık Merkezi"ne yüzlerce kişi
başvurdu; bunlar arasında, onun büyük araziler almasını sağlayan zengin ve
etkili İsviçreliler de bulunuyordu. Swami’nin önceleri öğrettiği şey,
materyalist zenginliğin dışında kalan bir toplumda sevginin vc bencillikten
uzak hizmetin üstünlüğüydü. Fakat toplumda bir karşı koyuş hissetmeye
başladığında, düşmanlarına karşı tüm gücüyle harekete geçti. Aldığı önlemler
sırasında artık hoşgörüden ya da benzeri bir duygudan söz edilemezdi; öyle
ki, zaman zaman zehir veya patlayıcı madde kullandığı bile oluyordu.
Önceleri o ve müritleri düşmanlarını kara büyü uygulayarak etkisiz hale
getirmeyi denememişlerdi. Bunlar ayinleri sırasında, diz çökmüş durumdaki
çıplak bîr kızın sırtına, kurban edilmiş tavuğun kanını fışkırtıyorlardı.
Törenin zirve noktasında ise, mihrabın önündeki kızın ırzına geçiliyordu.
Şeytanla ilgili kültler ve sözü edilen kara büyüler çağımıza özgü
buluşlar değildir. Dinler var olduğu sürece, resmi inanç formlarını ve
törenleri sapkınlığa yöneltmek isteyen gruplar, denemeler hiç eksik
olmamıştır.
Ortaçağlarda büyü törenleri ve kara ayinler köylülerin, serfle- rin ve
efendilere bağlı kölelerin protestosu niteliğindeydi; bu efendiler perhiz,
alçakgönüllülük, fedakârlık ve sadakat konularında vaaz etmekteydiler, ama
kendileri hiçbir haz, hiçbir aşk serüveni fırsatını kaçırmamaktaydılar. Bu
nedenledir ki, gün boyunca Tanrı aşkına efendiler İçİn çile çekenlerin,
geceleri birtakım kâfirce yerlerde toplanarak bu TamTyla alay etmeleri, onun
gözü önünde kötülüğe tapmaları, kara büyüler uygulamaları, alabildiğine
içerek cinselliğin her şeklini denemeleri pek de düşünülmesi zor şeyler
değildi.
Bu toplantılarda hâkim olan unsur kadındı. O, kötülüğün göv- deleşmesî
demek olup, aynı zamanda ateş, mihrap, kurban ve şeytan konularında
doruğu oluşturuyordu. Yasaklanan bir şeyi yapmaya dayanan şehvet ise bu
cinsel toplantılardaki hazzı daha da yükseltiyordu.
Bu tür ayin ve törenler birer boşalma aracıydı; bu cümbüşler sırasında
şahlanan cinsel çılgınlıklar, dünya ve ahretteki efendilikleri güya Tanrı
20 tarafından kararlaştırılmış olan kişilerin uyguladığı dayanılmaz baskıya karşı
bu kişilerin bir dereceye kadar dayanmalarını sağlıyordu.
13. yüzyılın sonuna doğru görülmeye başlayan ve giderek artan büyücü
takipleri, köylü isyanları, savaşlar, vatandaşlık kavramının güçlenmesi ve
aydınlanış döneminde kara büyüler, doğada olduğundan daha da fazla,
kitaplarda yer almaya başladı.
19. yüzyılın başlarında kara büyüler yeniden sık sık uygulanmaya
başladı. Ama şimdi bunu yapanlar, ezilmiş ve yağmalanmış olmaktan dolayı
efendilerinden Öç almak isteyenler değildi; aksine, bu tür törenlerden yeni tür
cinsel gıcıklanmalar ve heyecanlar uman züppe tabaka bunu uyguluyor,
içinde bulundukları uyuşuk durumdan birkaç saatliğine olsun kurtulmak ve
böylece gerçeklerden kopmak istiyorlardı.
Yakın zamanlara kadar da pek az değişiklik oldu. 1969 yılında korkunç
bir cinayet haberi tüm dünya gazetelerinde manşete çıktı. Sharon Tate ve dört
arkadaşı Hollywood'daki bir evde ölü bulundular. Olayla ilgili ilk haberler
sırasında bile, bu işin törensel bir cinayet olabileceğinden söz ediliyordu.
Olup bitenler milyonlarca kişinin ilgisini çekmişti. Sonuçta Sharon Tate,
Roman Polanski’nin karısıydı ve bu kişi yaptığı filmlerde, gerçekliğimizin ve
ruhlarımızın ilgili okült boyutlarına kamuoyunun dikkatini çekmişti. Cinayeti
işleyenler de kuşkuyu doğruladılar. Charles Manşon ve onun hippi ailesi
cinayet işlemek İçin çiftliklerinden yola çıkmışlardı. Fakat tüm dünyayı asıl
ürperten şey, işlenen cinayetlerin rastlantısal ya da kısa dönemli bir reaksiyon
sonucu olmadığı, son adıma kadar bunun hesaplanmış bulunmasıydı. Charles
Manşon yıllar boyu Uzakdoğu felsefesiyle, büyü ve ökültizm gibi şeylerle
uğraşmış, birer köle durumuna getirdiği grup üyeleriyle kara ayinler
düzenlemiş ve onlara, ancak tüm dünyaya kötülük taşıyacak kadar
kuvvetlenmeleri halinde o uygulamaların bir anlam kazanabileceğini
öğretmişti.
İşte bu gizemli cinayet olayından sonra şeytani şeylere duyulan ilgi her
yanda birdenbire arttı.
Kitle medyalarında gizli tophımlardan, şeytan ayinlerinden söz ediliyor,
Makumba dansçıları ve Voodoo kültü anlatılıyordu. Bu sıralarda pek çok
hippi şeytanın müridi oldu; bunlar Ölü kafaları, şeytan boku (çadıruşağı otu),
büyü kitapları, törensel giysiler satın aldılar ve çiçek çelenkleri kuruttular.
Yetmişli yıllarda sırf bir parti eğlencesi olsun diye başlatılan eş
değiştirme işi toplumsal bir hareket halini aldı ve bugün de çekiciliğini
sürdürüyor. Bu hareket bir saman alevi olmayıp, sürüyle insan tarafından
körüklenmiştir ve yeni sansasyonlarla sönüp gidecek de değildir. Bu olgu
aslında pek çok kişinin şeytanın yardımı ve yönetimi altında dayanma gücü
kazanabileceğini sandığı bir gerçekliğin ifadesidir. Bu, İsa’ya İman dalgasına
yol açan teslimiyetçiliğin oluşturduğu olumsuz bir sonuçtur.
İsa’ya iman konusunda karara varan biri, umut duyar, 21 gelecek
konusunda bir perspektife sahiptir. Onun gözünde İsa daha hakça, daha
barışçı bir toplum İçin uğraş vermiş bir savaşçıdır. Dünya ya da kendisi
ölecek olursa, İsa onu uzay gemisine, kendi dünyasına alacaktır. Yine İsa’nın
inandırdığı şey, bu kişinin yaşamının bir anlam taşımakta oluşudur.
Şeytana bağlanan biri de tıpkı İsa’nın müridi gibi bir şeyi bilmektedir:
Dünyada hüküm süren Teknik adlı iblise tek başına karşı koyacak güçte
değildir. Ama onun farklı olduğu yan, ne bir umuda, ne de bir görüşe sahip
olmasındadır. Bu kişi için tek bir amaç, tek bîr haz vardır kİ o da yıkmaktır.
Anarşistler için ilk örnek olan Şeytan hİçbîr yasa, kural ve dogma
tanımadığı gibi, taraftarlarını da otoritenin üzerine sürer. Bugün pek çok kişi
için Şeytan bir zamanki politikacıları temsil etmektedir; bunlarda kötülüğe
teslim oluş, yanıltıcı görüş açıları, sağduyunun saçmalığa dönüşümü ve
bunun yıkıcı gücü söz konusudur. Şey- tan’a tapanlar, Tanrı’nm uzun
zamandır terk ettiği bir gezegende
yaşamaktadırlar ve bunların duydukları tek haz bir çöküşe yöneliktir ve
hâlâ heyecan verici olan bu haz, kendi kendilerini mahvedecekleri anı ise
daha ilerideki bir döneme ertelemektedir.
Aynı paranın iki yüzü olan İsa müritleri ve Satanistler (Şeytan
taraftarları) bağlı bulundukları dini ya da kültü popüler kılmak için olanca
çabayı göstermektedirler.
Satanistler ve bunların sempatizanları için "Rolling Stones"
grubundan Mick Jagger "Sympathy for the Devil” (Şeytan’a sempati) adlı
şarkıyı söylerken, "Rattlers" grubu da " The Witch" (Cadı) adlı
parçalarıyla, buna bağlı olanların prototipini vermektedir. İşin tatlı yanmı
sevenler ve İsa’yı yeğleyenler İçin ise George Harrison "My Sweet Lord"
(Güzel Tanrım) adlı şarkıyı söylemektedir. Bu alanda daha da güzel olan
ve sallan-yuvarlan kültürünün transandantal bir ürünü olarak ortaya çıkan
"Jesus Christ Superstar’’ adlı rock operası veya John Lennon’un "Instant
Karma" (Anında Karma) adını taşıyan eseri tıpkı hazır kahve veya hazır
kek gibi ticari ürünler olmuştur.
Fakat yalnızca şirketler ve kitle iletişim araçları yeni kültleri
dükkanlara sokmuş olsalardı, bu en azından şeytanın âsi gençliğin güncel
bir sureti haline İndirgenmesi demek olacaktı. Halbuki büyük ve eski
kiliseler bunu önlemesini bilmişlerdir. İşin başından beri iblislere ve
cinayetlere dikkati çeken yalnızca Papa olmamıştır.
1976 yılında milyonlarca Alman, televizyonda şeytanın sesini
duyabildiler. Ses bandını dinleten Rahip Arnold Renz bunu, 23 yaşındaki
Annelİese Michel İçin yapılan bir şeytan çıkarma (egzor- sizm) celsesi
sırasında elde etmişti. Kızın gırtlaktan gelen tiz çığlıklar arasında
sıraladığı iğrenç sözleri dinletmekten hiç de gurur duymayan rahip, pek
çok izleyiciyi Şeytan’ın varlığına inandıramadı. Bunlar, asıl uğraşı
22 pedagoji olan Klingenbergli bir öğrenciye kilisenin egzorsizm İçin izin
vermesini ortaçağa bir dönüş olarak görüyorlardı; bugün ne kadar tıbbi
ilaç varsa, o zamanlar da o kadar cin ve şeytan vardı. Şeytan çıkarma
işlemine son derece coşkuyla girişen rahipler kıza ve ailesine, yalnızca
ruhsal yardımın yetmeyeceğini, işe bir psikiyatr veya doktorun karışması
gerektiğini açıklamış olsa-' lardı belki de Anneliese Michel hâlâ yaşıyor
olacaktı.
Kızın ailesi 1973 yılında, onun endişe verici ruhsal durumu yü-
zünden bir katolik ruhanisine başvurmuş ve o da bir süre sonra "kızın
içine şeytan girdiği" sonucuna varmıştı. 1975 Eylülünde Würzburg
Piskoposu’ndan egzorsizm izni alan Rahip Renz bunu Rİtuale
Romanımı’a göre yürütmeye başladı.
Anneliese Michel yemeğe karşı giderek artan bir isteksizlik
gösteriyordu. Ölüm tarihi olan 1 Temmuz 1976’dan önceki hafta içinde
hiçbir şey yİyîp içmedi. Olaydan bir yıl sonraki gazetelerde, başarısız
egzorsizm törenine katılan rahiplere ve kızın ebeveynine karşı, ihmal
yüzünden Ölüme sebep olma nedeniyle dava açıldığı bildiriliyordu. Piskopos
Stangî için açılan hazırlık soruşturması durduruldu; çünkü kendisi, şeytan
çıkarma dualarının yanı sıra doktor bakımının da sürdürüleceğine inanmış
olduğunu belirtti. Kızın ölümünden daha bir hafta önce resmi bilirkişi,
Anneliese Mİchel’in kurtarılabileceğini belirtiyordu.
Klingenberg’deki şeytan çıkarma olayı tek değildir. Pek çok ülkede bu
gibi şeyler sürdürülmekte ve sık sık da gazete okurlarının karşısına
çıkmaktadır.
Wakefield’de karısının boğazını kesmeden önce onun gözünü Çıkaran
adam, olay sırasında şeytan çıkarma görevini üstlenmiş bulunuyordu. 1973
yılında Allotting’deki bir Kapuçİn rahibi 35 yaşındaki bir kadından Pluto 1
adlı şeytanı çıkardı; bu iblis, mini eteğe tutkundu ve aslında tüm modern
şeyleri seviyordu: Komünyon, ritmik âyinler, ilerici rahipler; çünkü bunlar
kilisenin çöküşüne yol açacaktı.
Böylece, Şeytan, gerçekliğini, varlığını, artan popülerliğini ve kendine
bağlı olanların çoğalmasını ilk düşmanına borçlu olmaktadır: Kiliseye...

ÜTÜ YAPARKEN YOGA

"Şimdiye kadarki ortamı içinde ruhsal yeteneklerini geliştiremeyen bîr


öğrenciyi (müzik bilimi, germanistik) Yoga’yla ilgilenen hangi topluluk
kabul etmek ister"?
"Costa Brava’daki kapalı bir çevre içinde kurulup faaliyet gösterecek
Yoga okulu için genç uzman aranıyor. Yatak ve yemek bedava. Oradaki
herkes Almanca konuştuğu için, İspanyolca bilmek zorunlu değildir."
"Kahuna Büyüsü’yle kim ilgilenir? Bir Kahuna grubu oluşturmak 23 için
birkaç bay ve bayan arıyoruz. Yazılı başvurunun Bayan Müller-Müller’e
yapılması."
"Ezoterik (içrek) görüşlere sahip öğrenci, Essen’de ucuz, möbleli bir yer
arıyor; mümkünse, mutfak ve banyosunun bulunması."
Bunlar, aylar boyu Esotera dergisinde pek az değişikliklerle çıkmakta
olan küçük ilanlardan rastgele bir seçme.
Belki de o ezoterik görüşlü öğrenci bir yerden ipucu almış ve bu tür
görüşe sahip olmanın elverişli şartlarla yatacak yer bulmayı kolaylaştırdığını
öğrenmiştir. Onun yüzbinlerce Alman’dan biri olması ve ruhunu keşfederek,
yeni ya da eski kiliselerin, kültlerin dışında geliştirmeyi arzuladığı da
düşünülebilir.
"Kendinizi Yoga’yla biçimlendirin”. Ina Marx’a en çok satan yazar
niteliğini kazandıran ve sekiz haftalık eğitim kursları içeren kitabın başlığı
budur. Bunun tanıtma yazısı şöyle:
"Ina Marx, biçimlenme kavramım, "Yoga ile" diyerek tanımlıyor. Ve bu
da sözde kalmayıp, herkesin pratik şekilde yoga yapabilmesi için ilginç ve
kolay elde edilemeyen bilgiler veriliyor. Bu bir Hint mistisizmi veya
(
Lieschen-Müller Jimnastiği’ olmayıp, modem toplumun fertlerini bir araya
toplayarak onları geliştirecek olan yogadır. Artık saatler boyu terlemek ve
soluksuz kalma yok; yalnızca, günlük olarak uygulanacak ve dakikalarla
sınırlı kalacak anlamlı eğitimler. Çalışmaların her biri pek çok gereksinmeye
karşılık vennektedir. Günlük geri- limlere ve streslere nasıl dayanılacağı,
fazla kilolardan nasıl kurtulu- nacağı, sigaranın kesin olarak nasıl
bırakılacağı, insanın işinden, seks İlişkilerinden ve yaşamdan yeniden
sağlıklı bir haz almaya nasıl başlayacağı bunlar arasındadır."
Adeta ideal bir durum. Hiç de budalaca bir gevezelik gibi görünmüyor;
aksine, herkes için apaçık, belirgin ve pratik bir şey.
Ancak, Ina Marx’ın bize telkin ettiği şey yalnızca hafif bir jimnastikle
bir tür "ruh masajı"ndan başka bir şey olmayıp, bunun Yoga’yla ilişkisi de
isim benzerliğinden öteye gitmemektedir.
Çünkü bu bayanın mistisizm diye adlandırdığı şey, zorlu çalışmaların
ve farklı beden hareketlerinin temeli ve asıl özelliğidir. Bunlar birtakım
formlar olup, binlerce yıllık eski bilgilerden güç almakta ve ruhla bedeni tek
bir varlık içinde eritmeyi amaçlamaktadır. Bayan Marx’in önerdiği beden
eğitimleri, İsa’nın doğumundan daha iki bin yıl önce Patanjali tarafından
Sutraîara yazılan ve her İnsanın kendini geliştirme ve Mutlak’a yakîaşabilme
yeteneğine sahip olduğunu bize bildiren içsel kuramlardan öylesine uzaktır
ki, bunlarm yaşam sanatım Öğretebilmesi, üstelik psikosomatik (ruhsal kö-
24 kenli, fakat bedensel olarak dışavuran) bozuklukları düzeltebilmesi
düşünülemez bile. Yoga eğitiminin amacı Mutlak’İa bir olmaktır ve bunun
da ne büro stresleriyle ve ne de ev kadınlarının yıpratıcı sıkıntılarından
kurtulmalarıyla bir ilgisi vardır.
Bedensel ve ruhsal güce sahip olarak neredeyse tanrısal bir bilinç
durumuna varmış olan kadın ve erkek Hint yogileri bu yolu bulmak için
sayısız metottan yardım görmüşlerdi ve yalnızca bedenin eğitilmesi gibi tek
taraflı başarıyı kişilik gelişimi olarak pek de kabul etmezlerdi. Belirttiğim bu
şeyler belki hafif kalabilir; amacım, Ina Marx tarafından saldırıya uğrayan
yoga kavramını belirlemekti. Bununla ilgili olarak, düzenledikleri yoga
kitaplarını pazara çıkaran ve pek çok alıcı bulan Nancy Phelan, Michael
Volin, Indra Devi ve Kareen Zebroff u da belirtmek isterim. Kısa süreli bir
satış fırtınası oluşturan bu kitaplardan birkaçı şunlar:
Çocuklar için Yoga, 40’ın Üzerindekiler İçin Yoga, Yoga ile Sağlık■ ve
Gençlik, Bayanlar için Yoga, Sırt Ağrılarına Karşı Yoga, Seks ve Yoga,
Yoga'yla İnce ve Güzel Kalın, Yoga ile Yeni Bir Yaşam, Aile İçin Yoga, Genç
ve Yaşlılar için Yoga.
Tüm bu yayınların rahatsız ettiği bir şey var: "Yoga" kelimesi. Yazılan
bu eserler kent yaşamından zarar gören, gerilimden kurtulmak isteyen ve
sakin bir ormandan çok uzakta oturan insanları gevşetmekte ve
güçlendirmekte yararlı olabilir; ama bu metotlarla çalışan yoga öğrencilerinin
varabildikleri yer, dünyasal ve deneyüstünü (transandantal) birbirine
bağlayan Doğu’nun Bütünlük öğretisinin ilk basamakları oluyordu yalnızca.
Doğu’ya özgü şeylerin ve Batı’nm mezhepler üstü birliklerden kalan
tortusunun kaynaştığı bu yeni dinler, dünyada bir anlam arayanlara, gençlere
ve büyük bir iman arzusu içinde olanlara hitap etmekle birlikte, onların
mistik serüvenlere atılmak için duydukları hevesi giderememektedir. Oysa,
yogadan artakalanlar, daha etkin, başarılı olanlara yönelmektedir; bu insanlar
ki, varlıklarının anlamını daha dünyasal tezahürlerde, ölçülebilir ve
kavranılabilİr sonuçlarda görmeyi tercih ederken, Tibet ve Hint’ten
büyülercesine gelen transandantal esintiyle hoş bir ürperti duymaktadırlar.
Yoğun bir yoga eğitimiyle, yaşlanmanın durdurulabileceği; bugün tüm
modacıların önemle vurguladıkları şekilde altmış yaşındaki bir kişinin
otuzundaymış gibi görünebileceği; ayrıca insan sağlıklı, formda ve düzgün
bir ruh haline sahip olurken kalça ve bacaklardaki yağ tabakalarının da güneş
görmüş kar gibi eriyip gideceği umulmaktadır. En İleri yaşlarda bile dimdik
ayakta kalmabileceği düşü- nülıiıektedir. Öte yandan, bazı haberlerde 160
yaşındaki yogilerden söz edilerek bunların hâlâ çocuk yapabilir durumda
oldukları bildirildiği halde, gerçekte bunlar 50 yaşlarında olup, Çin-Japon
savaşıyla Taiping ayaklanmasını birbirine karıştırmış durumdadırlar.
Yogamn neredeyse majik ve deneyüstü Öğreti olanakları, Batılı
25
uygulayıcıları tarafından kuşkuyla karşılanmakta, hatta "kaba" kabul
edilmektedir, çünkü onlar Mutlak Bir’in parçası haline gelen birinin,
dünyanın işleyişi hakkında çıkar sağlayacak sezilere sahip olmasını
beklemektedirler. Ve böylece budanarak Batılı tüketicilere uygun hale
getirilen yoga da bir tür halk sporu olup çıkmaktadır.
Halk okullarında batik ve çanak çömlek kurslarının yanı sıra, yogayla
ilgili grup dinamiği veya meditasyon seminerleri de verilmektedir.
Modemen Mutti, Freien Stunde, Drogeriejoumal vb. dergilerde sık sık
güzel, ince yapılı ve gösterişli kadm resimleri yer almaktadır; uzun saçlı,
siyah jimnastik giysileri içindeki bu güzeller bacaklarını, sanki elleri
imİşçesine birbirine dolamışlardır ve alt tarafta şu yazılar vardır:
"Her ne kadar ütü ve çamaşırdan anlıyorsanız da, bilinçli soluk almayı
denemeniz gerekir. İşiniz bittikten sonra konsantrasyon yaparak kendinizi
güzel çiçeklerle dolu bir parkta ya da tatlı bir mayıs yağmuru altında
düşünün ve sert bir yerde beş dakika kadar Lotus oturuşu uygulayarak, size
tüm giin yetecek gücü kazanın."
Yoga’nin batılı biçemİnde hariç bırakılan (büyüsel) transandantal
boyutunun kendini soyutladığı anlaşılıyor.
Batı’da yoga patlamasının görülmesiyle birlikte, tüm büyük kentlerde
büyüsel ortamlar oluştu; buralarda kozmik bilinçle ilgili görüşler öğretiliyor,
toprağa gömülmüş kişiler kurtarılıyor, Hint ve Tibet’in gizli öğretileri
açıklanıyor, hatta "gerçek" Yoga sunuluyordu:
"Klasik Yoga eğitimiyle kendi kendini gerçekleştinnek Batı’da da
mümkündür. Her gün sürdürülen egzersizler sayesinde, en önemli çalışmalar
İçin gerekli ustalığa ulaşacaksınız. Kesin doğun tarihinizi de vererek 1 ve 2
yıllık yoğun kurslar için, Tucson’daki (ABD) Evren Üniversitesiyle bağlantılı
bulunan Paracelsus Akademisi’nde görevli Yoga öğreticisi ve Doktor
Reinhard Kunert’den yararlanmak üzere kaydınızı yaptırın/'
Ayrıca insanın evde tek başına çabalamasına da gerek yok:
Chalettes Laing’deki Ezoterik Yüksek Okulu maji, kabbalİstik vb. alanlarda
Almanca mektupla eğitim yapmaktadır.
Yine bir ilanda okuduğuma göre kozmik iyileştirici güçler uzaktan
büyüsel etkilerle bana da yardımcı olabilirmiş; ancak bu, bağış temeline
dayanmaktaymış. Yani bağış yoksa, temel de yok.
Amerika’daki Neotarian Koleji de benzer kurslar yürütmekte, metafizik
yasaların uygulanması sonucu yaşamın her alanında başa- rı kazanılacağını
vaat etmekte, üstelik kursun bitiminde, resmen onaylanmış Psikoloji,
Metafizik, Teoloji veya Felsefe dalında doktorluk diploması vereceğini
bildirmektedir.
Bir de, sayıları pek çok olan gizli ve özel çevreler var ki, bunlar
26 verdikleri küçük ilanlarla birtakım "Okültizm sapkınlıklarına" girişiyorlar:
"Bağımsız, kafasının estiğini yapabilen, ayrıca yüce şeylere ilgi duyan dişiler
arıyoruz".
Bir yoginin, rahibin ya da işi bilen birinin yönetimi altındaki bu kişiler
bir araya gelişin, kozmik gücün nabzını hissedişin ve ruhsal serüvenlerin
ardından birtakım bedensel işlere dalmaktadırlar. Bunlarm günahkârca
giysileri hemen daracık ve siyah deriden yapılmış giyeceklerle
değiştirilmekte ve çok geçmeden tapınağın gong sesleri, kırbaç şakırtıları ve
zincir sesleri arasında unutulup gitmektedir. İskandinav yapımı porno filmler
ve dergiler bu tür oturumların yansımasıdır. Burada iki dalga birbirine
karışıyor: Cinsellik ve okültizm. Bazı görüntülerine bakılacak olursa, sıkıntılı
"günlük yaşamın tek düzeliği"nİ "cazip" bir şekilde kırmak işlevini
görmektedirler belirgin bir şekilde.
Seks dalgası bugün için artık eski hikâye; okült dalga ise onu izliyor ve
yerine geçiyor. Doğu’nun gizemleri, yapay olarak oluşturulan gereksinmeleri
dindirmek İçin edinilen teknik bilgiden çok daha fazlasını vaat ediyor. Bunun
için de bunlara özlem duyuluyor.
Birtakım türbanlarla, önlüklerle ve bir deri bir kemik dolaşır, çivili
yataklarda yatar şekilde karİkatürize edilen o Swami’ler, Yo- gi’ler, Guru’lar
altmışlı yıllarda görülselerdİ, her şeyden önce şaka konusu olurlardı. Bugün
ise onlar Hamburg’un Rathaus’u Önünde, Münih’teki Stachus’ta göze
çarpıyor ve çevrelerine milyonlarca mürit topluyorlar.
Prana, Tantra, Hath a, Şakra, Karma, Raja gibi kelimeler büyülü
formüller halini almış durumda ve insanlar bunları birer anahtar olarak
kullanarak derin bilgilere varmayı, Astral dünyada, kozmik mekânda ruhsal
gezintilere çıkmayı umut ediyorlar.
Sanayi devletinin kuruluş döneminde iş hayatını, günlük yaşantıyı ve
eğlence şekillerini belirleyen sağduyu, akılcılık ve nesnel düşünme; tıpkı-
gerçekliğin bir prizmada kırılıp şekil değiştirmesi gibi ve giderek belirgin
şekilde büyüsel bir mistisizme dönüşüyor.
Büyük programlar ve projeler adeta durmuş bulunuyor. ’’Herkes herkes
için" sloganı inandırıcı gücünü kaybediyor, çünkü herkes hemen her şeyi
almış durumda. Uygarlığımızın ilerlemeye yönelik o ilk açlığı yatıştı artık.
Birtakım kesin hedefler, sözgelimi izin döneminde daha uzaklara yolculuk
etmek, daha büyük bir araba satın almak, daha konforlu yaşamak gibi şeyler
hayata bir anlam kazandırmak için yeterli olmuyor.
Batıklar bedenin dışında bir de ruhun olduğunu fark etmeye başlıyorlar.
Bunlar, vücutları hep taze kalsın, çalışmayı ve sayıları pek az olan ruhsal
hazları sağlayabilsin diye kendilerine bakıyor ve bedenlerini seviyorlar.
İstedikleri ise stereo müzik, sinema, tiyatro, dost toplantıları, kameralar,
dergiler ve kitaplar. Zaman zaman ruhlarım fark etmelerine gelince, bu 27ancak
hastalandıkları ya da sosyal davranışlardan büyük rahatsızlık duydukları
sıralar oluyor ve ancak o zamanlar güç, dürtü ve duyu sağlayan sağlığı
keşfediyorlar.
Bir işte çalışan pek çok kişi için işyerine duygusal bir bağla bağlanmak,
kendini oraya vermek pek de mümkün olmuyor. En çok arzulanan bazı
mesleklerin çekiciliğini kaybetmesi de, zaten sayıları az olan bu gibi işlere
fazla başvuru yapılmasıyla açıklanamaz.
Bugünkü orman memurlarına orman denetçisi deniyor ve bunlar
gerçekten öyledir. Bu kişilerin yeşil giysilerle ve tüfek omuzda olarak
ormanların derinliklerine dalmaları ve orada iz kovalamalarının zamanı artık
geçti. Bu gibiler artık kereste ve Noel ağaçları satıyorlar ve dinlenmek için
ormana gelenlerin taze fidanları ezmemelerine, ortalığı ateşe vermemelerine
dikkat ediyorlar. Pilotlar daha iyi kaliteli birer otobüs şoförü durumundalar.
Bir uçak kazasında yüzlerce kişi öldüğünden toplumsal yayın organları
bununla ilgileniyor. Normal ölümler ancak şok yarattığında biraz kalınca bir
başlıkla veriliyor.
Mesleğin, zamanı hoşça geçirmek için gerekli parayı kazanmaya
yarayan bir iş olarak düşünülmesi; ticaretin ve işlevselliğin gereklerine göre
biçimlendirilen kentlerin durumu, artık standart bir şekil almış olan tatil
olanakları, çevre kirlenmesi gibi şeyler ruhları da hırpalamaya başlıyor.
Yalnızca tek tük çiçek saksılarının ve ağaçların dışarıdaki bîtki yaşamını
ve ormanları anımsatabildiği beton-asfalt karışımı kentin boğucu havasındaki
kişi, kendini asıl dünyasından koparılmış gibi hissediyor; sanki Ay’daki bir
uzay İstasyonunda yaşamaktadır ve yaşamı için gerekli iklim şartlan yapay
olarak, ve şişeler içinde kendisine sunulmaktadır. Böylece bu kişi şunu fark
ediyor: Ruhun yıkımdan kurtulması, ancak doğanın da korunmasıyla
mümkündür.
Öte yandan, pek az kişi bu radikalce görüşleri uygulamaya koyarak, hâlâ
ilk durumlarını koruyormuş gibi görünen kırlık alanlara çekilmekte, komünler
oluşturmakta, kendi ekip biçtiklerini yemekte, yaptığı evlerde ve
sandalyelerde oturmakta ve uygarlığın bu büyük hicretinin babaları sayılan
Hermann Hesse ve Prentice Mul- ford’un eserlerini okumaktadır.
Buna karşılık, kendi yaratacakları serüvenlere aynı şekilde özlem duyan,
önceden hazırlanmış olarak sunulan birtakım oyalanmaları itici bulan, tıpkı
Heinrich von Ofterdingen’in mavi çiçeği aramasına benzer şekilde,
içlerindeki yumuşak bir sızıya uyarak deneyüs- tü şeylere hasret çekenler de
kendi içlerine dönmekte ve ruhlarındaki serüven umudunu
gerçekleştirebilmek için bazı yollar, metot ve öğretiler aramaktadırlar.
Bunlar da ruh ve doğa arasında bir bağlantı olduğunu görmekteler. Bu
28
gibi kişiler vejeteryen bir yaşam sürüyorlar, yiyeceklerini doğal olarak
gübrelenmiş şeylerden seçiyorlar, İçtikleri sütü şeker- kamışıyla
tatlandırıyorlar, içki ve sigara içmiyorlar, ama yine de kentlerde kalıyorlar;
çünkü ruhlarını güçlendirecek çevre oradadır. Dostları oradadır. Bu dostlarla
birlikte bazı büyüsel güçleri geliştirebilir, adam almayan caddeler, metrolar,
alış-veriş merkezlerinde duyulan yalnızlığa, yığınların emici gücüne ve ruhu
öldüren gelişmelere orada karşı koyabilirler. Yaşamlarını uygarlığın
ürünlerine ve ortamına uydurmuş, kendi bedensel yıkılışlarında dünyanın da
yıkılışını hisseden ve maddi olmayan her şeyi günlük düşüncelerinden
kovmuş olan kişiler için içe dönüş, toplumdan bir tür göç ediş anlamındadır.
İçe uzanan bu yol, ataların dünyasında yaşamayı sessiz bir şekilde
reddetmektir.
RUDİ DUTSCHKE’YE NEDEN ATEŞ EDEN YOK ARTIK?

11 Nisan 1968 günü saat 16.30’da Rudi Dutschke, Batı Berlin’de


vuruldu. Polis bir süre sonra silahlı çatışma sonunda, işin suçlusu olarak Josef
Erwin Bachmann’ı yakaladı. Bu kişi 24 Şubat 1970’te, hücrede kafasına
plastik bir torba geçirerek düğümledi ve boğularak öldü. Yaşamına son
vermeyi daha önce de beş kez denemişti zaten.
Kimdi bu Josef Bachmann? Onu Rudi Dutschke’ye ateş ettiren neydi?
Konkret dergisinin muhabiri olarak Josef Bachmann davasını izlemiş
bulunan Yaak Karsunke, "Edindiğim izlenim şuydu," diye yazıyor;
"Bachmann’ın kişiliği, sanki işlenmesi sırasında üzerinde bir sürü delik
açılmış olan fabrikasyon ürünlere benziyordu. Özürlü kişiler için özel okul,
çırak olarak sık sık değiştirilen işler, hırsızlık ve izinsiz silah taşımaktan
dolayı genç yaşta tutuklanma gibi şeyler onun yaşamını damgalamış, hep
haksızlığa uğramış biri haline getirmişti. Böylesine damgalanmış oluşu, onu
kızıllardan ve öğrencilerden nefret etmeye yöneltti. Bu İkincilere kızmasının
nedeni, gazetelerin hep yazdığı gİbİ habire bağırıp çağıran bu sürünün,
işsizler topluluğunun tek amacının terör ve anarşiyi yaymak İstemesiydi.
Duyduğu bu nefretin bedenleşmiş şekli de "SDS’nİn Şef İdeologu" olan Rudi
Dutschke’ydi. Onun kişiliğinde her türlü pisliği görüyor ve Merkezi
Komite’nin bir casusu olduğunu düşünüyordu."
Polisle göstericiler arasındaki sokak çatışmalarıyla geçen sıcak bir yazm
ardından, birkaç derginin köşe yazarı, polisin şu "bombok" işlerden ve
basınçlı su fışkırtmaktan vazgeçmediğini bildiriyorlardı.
Sosyal psikologların ileri sürdükleri görüş ise şuydu: "Rudi
Dutschke’nin öldürülme olayının gerisinde, öğrenci azınlığına yöneltilen
gizli bir kışkırtmaca vardır". Josef Bachmann konusunda bir basın
kampanyası oluşturan ve onda bilinmedik umutlar uyandıran Wolfgang Fritz
Haug şöyle diyordu: "O, Rudi’nin suratına kurşunu sıkarken, kendisine 29
verilmiş şifreli bîr görevi yerine getirmiş oluyor ve işi yapan yumruk olarak
ortaya çıkıyordu. Bachman giriştiği bu denemeyle, gücü ve çoğunluğu
bütünleştirecek olan düzeni sağlamak istiyordu." 2 Haziran 1967’de Şah’ın
Berlin’i ziyareti sırasında bir polis memurunun Benno Ohnesorg adlı
öğrenciyi öldürmüş olması zaten huzursuzluğa yol açmıştı; Rudi Dutschke
olayından son- rakı gösteriler ise, kısaca "egemen güçler" olarak tanımlanan
kuruluşlar, şirketler, hükümetler ve benzeri organlara karşı ayaklanmalar
niteliğindeydi.
Üyeleri yüz binlere varan APO, SDS gibi organizasyonlar devrimci
sosyalizme yönelmiş bulunuyorlar ya da en azından birlik halinde
kenetlenebiliyorlardı.
Wolf-Biermann’ın "Rudİ Dutschke’ye Üç Kurşun" adlı şarkısı, yukarıda
sözü edilen ortam ve kuruluşlara karşı duyulan kararlılığı ve dövüşme isteğini
tümüyle yansıtmakta olup, altmışlı yılların en çok tutulan sözlerine sahipti:
"Rudİ Dutschke’ye üç kurşun/ Bunlar yalnızca ona değil/ Eğer
kendimizi şimdi savunmazsak/ Hemen sonraki sen olacaksın/ Zaten çok kişiyi
öldürmüş olan efendiler/ Sizleri parçalayacak yerde/ Kendİ iktidarları
parçalanıyor!"
"Alet" durumundaki Bachmann aracılığıyla yapılan saldırıdan sonra ilk
olarak Springer Şİrketi’ne karşı girişilen eylemlerin amacı, tüm Alman
vatandaşlarının dikkatini politik durumlara çekmek olup, mayıs ve bunu
izleyen aylardaki huzursuzlukların kaynağı üniversite çevrelerindeki
politikaydı.
Çok geçmeden bu coşkunluk yatışmaya başladı; birlikte hareket edenler
geri kalmaya, isteksiz de olsa, aynen eskisi gibi günlük işlerine dalmaya
koyuldular. Devrim gerçekleşmemişti. Üğruna çaba gösterilen reformlar
durakladı. Artık eylemlerde plansızlık ve dağınıklık fark ediliyor, değişik
bölgelerdeki bu gibi şeyler yalnızca birer sinyal özelliği taşıyordu.
Rudi Dutschke, doktorluk unvanını kazanmak için Danimarka’daki
Aarhus’a taşındı.
Geri kalanlardan birkaç tanesi ise yeraltına indiler ve boşuna olsa bile,
bugüne kadar kundakçılık, banka soygunları, adam kaçırma ve bombah
saldırı gibi girişimlerle devrim için çalışmaya devam ettiler.
Bazıları da "Çiçek Gücünün Hippi Kâhini” Timothy Lear/yi izlediler; bu
kişi uyuşturucu aracılığıyla dünyanın değiştirileceğini öğretiyor ve görüşlerini
yayıyordu. Ona katılanlar topluma karşı protesto olarak uyuşturucu
kullanırken hem bir kaçış yolu buluyorlar, hem de bu kurtuluşu güzel
rüyalarla süslemiş oluyorlardı. Bunlar "alt kültür" denilen bir ortama dalmış,
Sexfront, Headcomix ve Sum- merhili gibi şeylerin arasında kendilerini keşfe
başlıyorlar ve büyük amaçlan kullandıkları günlük kelime haznesinden silip
atıyorlardı. Derken, SDS çöktü; bunun nedeni yalnızca yasaklar değildi.
30 Bunun yerini, Spartakus, SHB ve sayılan bayağı fazla olan, sınırlı ideolojiye
sahip komünist görüşlü öğrenci organizasyonları aldı. Yetmişli yıllarda
üniversitelerde Sponti diye adlandırılan gruplar ortaya çıktı; bunlar,
kendilerini gerçekleştirmelerini engelleyici nitelikteki bazı durumlara
kendiliğinden (spontane) tepki göstermekteydiler.
Zamanla bu gruplar da çözülmeye başlayarak, kentlerde ger-
çekleştirilmesi mümkün olan, otonom özellikli birtakım alternatif yaşam
şekillerini seçtiler. Bunlar kendi atelyelerİni, lokantalarını ve kendi yayın
organlarım kurdular. Bu işlere ilk başlayanlardan biri de, on yıl önce büyük
devrim için Rudi Dutschke ile yemin etmiş bulunan ve Pflasterstrand adlı
dergiyi çıkarmakta olan Daniel Cohn-Bendit’dir. Bugün o, alternatif grupların
kendilerini adlandırdıkları gibi bir "Kent yerlisi"dir, O da Kuzey Amerika’nın
rezerv alanlarında yaşamakta olan Kızılderililer gibi kentlerin orasında bu-
rasında şeriflerle çatışmakta, büyük kentlerin kapitalizmi için tehdit
oluşturmakta, izlenmekte ve egemen kültüre tam bir uyum sağlaması için
sıkıştırılmakta olduğunu hissetmektedir.
Zaman zaman SDS’de görülen coşma, saçmalama işi ve oyuna dökme
eğilimi doğal hale gelmiş ve politik hedeflerin üzerini örtmüştür. Kentlerdeki
bu yerli hareketi biraz da bundan kitlelere yeterince çekici gelmemektedir.
Alternatif yaşam biçimi, ancak toplumun çekim gücünden kaçan azınlıklara
özgüdür.
1967 yılında başlayan ve bugüne kadar gelişimini sürdüren öğrenci
hareketlerinde, yaşamın hemen tüm alanlarında yinelenen bir eğilim vardır.
Bu, başlangıçta gençlerin yüksek ve orta dereceli okulların çok ötesine varan
ve bugün bile mütevazi de olsa ürün veren politizasyonunun yerini, derin bir
teslimiyet duygusunun almış olmasıdır
Kuruyup giden yalnızca devrim değil, uğruna çabalar gösterilen ve
kısmen gerçekleştirilen reformlar da olmuştur. Bir zamanlar kesinlikle
yenildiklerine inanılan o eski otoriteler yeni bir güçle okullara, üniversitelere,
büro ve fabrikalara giriyor ve onların hâlâ o eski tavırları takınmasına hemen
kimse karşı çıkmıyor. Ekonomideki gerileme tutucu güçlere bir İstikrar
kazandırdı. Ekonomik yavaşlamanın insanları daha yüksek performans
göstermeye itmesi de, topluma uyum halini güçlendirmektedir.
Öğrenim alanlarının düzenlenmesi, radikallerin devlet hizmetine
alınmaması daha on yıl önce çok şiddetli tartışmalara yol açardı.
Günümüzün yeni bir öğretmenine şu, masal gibi gelebilir: Bundan daha
7 yıl önce Hessen Eyaleti Kültür Bakanı, eyaletin sınır bölgesinde sürekli
gerek duyulan öğretim kadrosunu sağlayabilmek için, oraya gitmeye hazır
olanlara ayrıca bir ek ödenek verilip verilmemesi üzerinde kafa yoruyordu;
amacı, az da olsa mahrumiyet bölgesindeki İşlere parasal bir çekicilik
kazandırabilmekti. Bugün ise sınav notlarının "çok iyi" olması, genellikle işe
girebilmek için yetmiyor. İşgücü sıkıntısı olan zamanlarda sağlanan ek
yararlar, şimdi yavaş yavaş yok edilmekte. Durumun daha da kötüleşmesin-
31
den korkan bir zamanların güçlü öğretmenler sendikası, şimdilerde en güçsüz
sendikalardan biri haline gelmiştir. Öteki akademik görevler, iş yöneticileri,
psikologlar, hâkimler ve matematikçiler İçin de durum aynı.
Bugün için "egemen güçlere karşı" deyimi tümüyle geçmişte kalan
dönemleri anımsatan bir şey olarak görülüyor.
Günümüzde kendini gerçekleştirme ve geride iz bırakma konusunda
duyulan istek artık çevreyi değiştirmeye yönelik değil; aksine, İnsanı ezen bu
çağda daha fazla yaşayabilmek amacıyla kuvvetli olmak için, kendi ruhunu
güçlendirme yolu tutuluyor.
Bir zamanlar büyümesi durmayacakmış gibi görünen kitle bugün küçük
gruplara parçalanmış bulunuyor.
Kitle denen şey sürekli olarak yeni fertleri içine emerek yaşar ve bu
emiş gücü kaybolduğunda ölür. Dışarıdaki yabancı dünyaya karşı üyelerinin
ruhsal gücünü arttırmaya yönelmiş olan ve benzeri kişilerden meydana gelen
küçük çevreler artık bugün, dünyayı değiştirmeyi amaçlamış olan o kitlelerin
yerine geçmiş bulunuyor.
Bir zamanlar çığ gibi büyüyerek tüm sınıfları kavrayan ve Batı
dünyasının üzerine çöken öğrenci hareketleri, ekonomik durumun
kötüleşmesinin ardından gelen baskıya dayanamamış ve ideolojik tarikatlar
oluşturacak şekilde bölünmüştür. Bir zamanın kızıl renkli genel politik
görüşü, şimdi çok renkli ama yine de genel bir teslimiyetçiliğe bırakmıştır
yerini.
Kimi kişi kendini duruma uydurmuş olarak, yalnızca sakın büro
saatlerinde bir zamanki mayıs ayının o sıcak günlerini düşünürken, başkaları
tıpkı bir duvaı; gibi önlerinde durmakta olan gerçeklikten korkmakta ve
dışarıdaki koşulları iradelerine uyduramadıkları içindir ki rüyalara, dehşete
ve kendi kendilerine tahribe doğru kaçarak, ruhları için tutunacak bir yer
aramaktadırlar. Bunlar, düzenin yeniden kurulmasıyla kapıldıldarı panik
sonucu tamamen kendi özel dünyalarına kapanıp politik etkilerini yitirme
tehlikesine düşmektedirler.
Her ne kadar öğrenci hareketlerinin tarihinde görülen eğilim sonucu
kitleler gruplara, politik etkinlik de bir baş eğmeye dönüşüyor olsa bile, bu
gelişimlerin genel nitelikli olduğu gözden kaçırılmamalıdır.
Ta derinlere yerleşmiş bu teslimiyet duygusu olmasaydı o İsacı- lar,
Hare Krişna üyeleri veya Satanistler hâlâ önemsiz birtakım gariplikler
olmaktan öteye gidemeyeceklerdi. "Yalnızca kendimi değil, çevremi de
değiştirebilirim" şeklindeki bilinç olmasaydı, yoga ve Uzakdoğu’ya Özgü
öteki meditasyon teknikleri böylesine bir yayılma gösteremezdi.
Pop müziği, gençlik başkaldırısının çoğaltıcılarından biriydi. Aslma
bakılırsa pek az yorumcu tarafından doğrudan ve işe yarar program ve
eyleme çağrı yapıldıysa da, Bob Dylan, Jimmy Hendrix ve Frank Zappa gibi
32 kişiler yeni ve gençliğin kendi oluşturduğu bir dünyanın bedensel
temsilcileriydiler. Bunların devrimci konuşmalar yapmalarına gerek yoktu.
Kendileri devrimdi çünkü. Frank Zap- ’yı aşağı indirilmiş pantolonuyla
çırılçıplak klozette oturur gösteren poster, bir ayaklanma habercisi olarak
milyonlarca odaya asıldı. Dünyayı hızlı bir değişime uğratarak bir sonraki
gün yenisini kuracağına inanan kitleler geçip gittiğinden beri, pop yıldızları
da yeni sesler ve deneyler gerçekleştirmek için gerekli olan güçten ve esinden
yoksun kaldıklarını hissediyorlar. Dinleyicilerle birlikte altmışlı yılların
görkemini anımsamakta olan bu sanatçılar sürekli olarak yeni varyasyonları
yineleyip duruyorlar. Rolling' Stones ya da Deep Purple gibi gruplar sahneye
çıkıyorlarsa da, 70’li yılların sonlarında bunlar geçmişe özlem duyan birer
canlı fosil durumundaydılar.
Bu konuyla bağlantılı olarak, 1977 yılında WDR Televizyonunun
eğlence programlan yöneticisiyle bir görüşme yapmış olan Hannes Hoff un
düşüncesine de yer vermek gerekiyor. Ona göre, kocaman salonları dolduran
ve oradaki kalabalıkları parlaklıklarıyla büyüleyen Hans-Joachim
Kulenkampff gibi eğlence uzmanları artık ölüp gitmekteydiler. Bunun asıl
nedeni de sanatçı yetişmemesi olmayıp, izleyicilerin daha küçük sahnelere,
kendilerine doğrudan seslenmeye olanak tanıyan daha küçük boyutlu seyirci
guruplarına yol açan bir eğilimde olmalarıydı.
Böylece, içindeki bireylerin tek tek belirlenebildiği, parolalara duyarlı
ve küçük birlikler halindeki kitleler bu şekilde bir çözüm yolu bulmuş
görünüyorlar.
• Bundan on yıl öncesinde Rudi Dutschke’yle Hans Joachim Kulenkampff
arasında önemli ortak noktalar olabileceğini pek kimse göremez ya da buna
inanamazdı.
SİNEMADA OTURUYOR VE ÖLMÜŞ OLMAYI
ARZULUYORUM

Politik görüşlere sahip birtakım kitlelerin sokaklara taştığı, be- lediye ve


üniversitelere daldığı, pankartların taşındığı ve bazı sloganların haykırılmaya
başlandığı sıralarda, o zamana kadar yazar, eleştirmen veya filozof olarak
beslenen kişilerin aklına, onları şaşırtan ve altüst etmeye başlayan ürkütücü
bir düşünce gelmeye başladı* Dışarıda ne oluyordu? Oysa onların zihninde,
bir günün ötekinden farklı olmadığı ve olan bitenin sonuçta önem de
taşımadığı fikri vardı.
"Bu güçlükler günün birinde devrimin ortamından çıkıp dost yazı
masamızın başına geçtiğimizde başladı. Yazdıklarımızın biraz önce
sokaklarda olup bitenle ne ilgisi vardı? Dolayısıyla ilk olarak yazmayı
bıraktık."1
Ama yine de yeni bir güçle yazmaya devam etmek için: Burjuvanın son
kalesi olan edebiyatın o sıralar kesinlikle Ölmekte oluşu ve bir sanat olarak
33

1 Reinhard Lettau: Eitle Überlegungen zur literarischen Situation, * Literatur- magazin 4,


Reinbek bei Hamburg 1975, s. 19.
edebiyatın sonunun gelmesi hakkında. Hüküm sürmekte olan şeyler el
ilanları, denemeler, belgeseller, röportajlar ve kolajlardı. Eğer biri edebî bir
denemeye girişecek olsa ya edebiyatın hammaddesi olan dil konusunu
irdeliyor ya da edebiyat ile gerçekliğin birbirinden kopması üzerine kafa
yoruyordu. Pek az kişi eskiden olduğu gibi öyküler anlatmaya cesaret
edebiliyordu.
Zaten birkaç eleştirmen, roman yazma alanının sonunda Ma- rıo
Simmel ve şirketinin özel alanı haline geldiğinden kuşkulanmaktaydılar;
şiirler, Bertold Brecht Coca Cola’mn halkla ilişkiler müdürüymüş gibi
dinleniyordu. Yazabilen herkesin kendini aydınlatan veya meşgul eden her
konuda yazması için olanak bulabileceği çalışma grupları oluşturulmuştu.
Kitlelerin parçalanması gibi, bunlara yönelik edebiyatta da hastalıklı bir
durum göze çarpıyordu. Cep kitabı yayımcıları politik-sos- yolojik görüşlü
dizilerini kesiyorlar ve toplumu eleştiren yayınları alabildiğine buduyorlardı.
Yıllarca önce çaresiz kalmış olan yazarlar yeniden düşünmeye
başlıyorlar ve sessiz sedasız kaleme almış oldukları yazıları yemden
çekmecelerden çıkarıyorlardı.
Yazarların, bu politik-kuramsal ara dönemden değişmemiş olarak
geçmeleri mümkün değildi. Bunlar da, tıpkı edebiyattan nasibi olmayan
sözcüler gibi daha iyi bir geleceğe razı olarak geri çekildiler ve kendileri,
yakın çevreleri, içinde yaşadıkları dönemler ve bunlarla ilgili tehditler
konusunda yazmaya başladılar. Peter Schneider, sembolizm ve
sübjektivizmin yeniden keşli olarak selamlanan, 1973 yılında yazdığı Lenz
(Bahar) adlı öyküsünde şöyle diyordu: "Ne zamandır, yatağının üstündeki
bilge Marx’m yüzüne artık dayanamıyordu; onun gözlerine bakarak
soruyordu; Yaşlı ukalâ, rüyaların, -geceleri gördüklerin demek istiyorum-
neydi? Aslında mutlu muydun?"
Politik ve devrimsel mesajların, insanın özel durumuyla, kendi
mutluluğu için duyduğu özlemle, yeni bir "Ben-Tutkusu", bir "Ben
Salgmı"yla, çatışması sanki herkese daha iyi bir gelecek için çok pratik
Önerilerimiz varmış gibi takındığımız tavırları bozmuştur. Artık kendi
benzerlerimize, ait olduğumuzu hissettiğimiz kümeye hitap ediyoruz. Artık
kitleler için mesajlar değil, analizler var. "Gelecek yoruldu / Kitaplarda
ütopyanın geveze programlarında yaşlandı /. Yaşayabilmek için uydurdu
kendini ortama. / İkİbüklüm ve titrek bir gölge izliyor bizi / Birkaç yıl önce /
bize vaat gibi gelen/ çok Şey / yeniden uyumlu şimdi."
Pek çok şey birbiriyle uyuşuyor. Bir zamanlar tezler, ajitasyon- lar,
34 devrim ve programlar olan şeylerin yerine duygular doluyor, öznellik ağır
basmaya, bazen de tatlı gelmeye başlıyor; dış dünya ise yalnızca içsel yapının
estetik kuruluşunda yararlanılacak bir malzeme durumuna geçiyor. Son
yılların edebi çalışmalarını belirleyen şeyler arasında, acı çeken dünya,
uysallık, umutsuzluk, taşkın üzüntüler yer alıyor. "Sinemanın en arkasında/
Tek başıma öylece oturuyor/ İki elim koltuğa dayalı ve gözlerimde yaşlarla/
Yıllar boyu ölmüş olmayı arzuluyorum."2
Joseph von Eichendorff, sinemada Wolf Wondratschek’in yanına
oturarak ona eski güzel çağlardan, zaman zaman göğsünü dolduran yumuşak
hüzünlerden ve hafif ürpertilerden söz etmiş olmasın?

EVDE TESLİM MEDİTASYON TAKIMI


Politik dalga birbirinden ayrılmış ve radikal eylemlere dönüşmüş
durumda. İdealist ütopyaların barışçı ve âdil bir dünya rüyalarının
başarısızlığı ortada. Savaşlar, diktatörler, ırk ayrımı, açlık, işkence,
ekonomiyle politikamn son derece biçimsiz şekilde birbirine karışmış olması
gibi durumlar giderek artan şekilde varlıklarım sürdürüyor ve bireyleri
eskisine kıyasla daha da bağımlı bir hale getiriyor. Tüm dünyaya egemen
durumda bulunan kapitalist sistemlerin öksürüğü bile devrimci moralini
bozmaya yetiyor.
Ne olduğu görülemeyen teknokratik bir sisteme dönülmekte olduğu
duygusu, geleceğe ilişkin güzel hayalleri kara bir yas örtüsü gibi kaplamakta.
Birkaç yıl önceki umut ve dinamizmin yerini, kendini başeğme gibi gösteren
bir korku almış bulunuyor ve bu geri çekiliş, özel dünyalara sığınma şeklinde
olduğu kadar, kendisiyle birlikte her şeyi mahveden anarşi kılığında da ortaya
çıkabiliyor.
İnsanlar dışarıda kaybettiklerini bugün içlerinde bulmayı deniyorlar.
Hare Krişna, Kutsal Işık Misyonu ve büyü çevreleri yanında, yazarların
insan konusundaki belirlemeleri, kendi yaşam ve duygularım ortaya
sermeleri, insamn belki de hiç istemediği halde nasıl olup da böyle bir
duruma geldiğini araştırması, benzer nitelikli birer kaçış hareketidir.
İlk coşku dalgasıyla bentleri aşan ve belirli bir süre için öteki tarafta
kalan sular şimdi yeniden denize akıyor.
Konformizm giderek artıyor. Günlük gerçekliklerden ruhun
gerçekliğine kaçış, politik değişikliklere gösterilen dikkatin de azalmasına
yol açıyor. Kurulu düzene karşı bir zamanlar kıyametleri koparan ve egemen
güçlerin konuşmalarını analiz ederek onların niyetini keşfetmek İsteyen bu
kitabın yazarı bile kendini geri çekmiş bulunuyor. Hâlâ dayanan ve yaptıkları
röportajlarla sistemi teşhire devam eden birkaç tanesi ise, bu rahat manzara
karşısında garip şekilde yaşlanmış görünüyorlar.
Bir zamanlar yaftalan süsleyen o eski tartışmalar unutulmuş değil;
yalnızca yol değiştirdi bunlar. Ayaklanmanın yerini reddetme aldı. 35

2 Wolf Wondratschek: Sinema


Bilimin gösterdiği genel üşengeçliği sona erdirmek amacıyla altmışlı
yıllarda sosyolojik ve polİtolojik bilgileri de fizikî bilimlerin içeriğiyle
kaynaştırma çabası, eğitim programlarının budanması dolayısıyla
başarısızlığa uğradı; öte yandan, yaşamın tümüyle bilimselleşmesi karşısında
duyulan korku da sürekli olarak artıyor.
Böyle bir gelişme kendini en belirgin şekilde tıp alanında gösteriyor.
Hastalar, çağdaş teşhis metotlarına, ışın cihazlarına ve ilaçla-
ra değil de, son derece eski tekniklere ve tedavi kürlerine bel bağlamaya
başladılar.
Akupunktur, bitki kökleri karışımı ve homoepatik araçlar giderek
daha tutulur hale geliyor. Manfred Köhnlechner’in İyileştirici Doğa
Bilğsi ve Etkili Mucizeler adlı eserleri en çok satan kitaplar listesinde.
Dr.Köhnlechner’in kitaplarında da yazılı olduğu gibi, onun tıp değil de
hukuk doktoru olduğu bilinecek olursa, hastaların kendilerini, bugün artık
her doktor tarafından kullanılmakta olan o soğuk elektronik cihazlara
değil de, doğaya ve ruhun uyarıcı gücüne emanet edişlerinin önemi daha
da iyi anlaşılacaktır.
Yabancılaştıran teknikten, uygarlıktan kaçarak, insanın kendi içinde
gelişebilen güçlere doğru yöneliş, yalnızca ak ruhban giysileri içinde
tanrılara sırt çevirenler değil; benliklerini yeniden keşfetmiş ve
meditasyon ve maji yoluyla güçlendirmek isteyen tüm gruplar tarafından
da önerilen yoldur.
Bu yeni eğilimin fark edilmesiyle birlikte, İş ve endüstri çevreleri de
yeni programlar geliştirip üretmeye ve Batı’nm içinde bulunduğu ruhsal
durumdan kazanç sağlamaya giriştiler. Sağlanan başarı ise hiç de az
değildir. Şimdilerde takılan adıyla bu "Okült dalga" en kıyı bucaktaki
ülkelere bile girmiş durumda.
Paranormal, büyüsel ve şeytani güçleri çoğunlukla iğrenç de olsa
realist bir açıdan sergilemeye başlayan "Egzorsist", "Kehanet",
"Büyücüler Günü" gibi filmler olağanüstü gişe kazançları sağladı. Si-
nemalar önünde yeniden kuyruklar oluşuyor.
Bu arada, sonradan görülen etkiler de eksik değil. Bundan iki yüz
yıl önce Johann Wolfgang von Goethe5nin Genç Wertherfin Acılan adlı
kitabım okumuş olan birkaç genç erkek kafalarına birer kurşun
sıkmışlardı. "Egzorsist"i görenlerden bazıları da Şeytan5 m kendilerine
geldiğini ve onları korkunç cinayetler işlemeye sevk ettiğini iddia
etmişlerdi.
Meditasyon yapan ve kendi içine dönmüş çevrelere ise eşsiz
36
teklifler yapılmaktadır:
"Pratik çantalar İçinde komple meditasyon donanımları; içinde Dr.
Rampa’nın sesinden bir meditasyon long play5!, meditasyon figürü ve
giysisi (küçük, orta veya büyük boydan hangisini seçtiğinizi lütfen
İşaretleyin) ayrıca Rampa meditasyon tütsüsü, bunların bulunduğu
kutular, Lobsang Rampa’mn orijinal duaları. Hepsi birden 37 dolar 50
sent."
Öte yandan bitki kökleri ticareti yapan Englert, her tür mistikl-
amaç için tütsü teslimatı yapmaktadır. Bay Vogel ise, üzerinde metal aksam
bulunmayan, at kılından yapılma somyalar önermektedir. Yalnızca
Amerika’da son birkaç yıl içinde yoga, büyü ve meditas- yon konularında
4000 kitap basılmış bulunuyor.
Almanya’daki akım da gözden kaçırılacak gibi değildir. Her büyük
yayınevi için Psi faktörü önemli yer tutuyor. Ağırlık merkezi parapsikoloji,
spiritizm ve okültizm olan kitaplar daha önceleri hiç bu kadar satılmamıştı.
Tüm bu konuların işlevi, içe doğru yapılacak yolculuklar için plan
hazırlamaktır.
Dieter Wellershofe göre uygarlığın son dönemindeki bu tür görüntülerin
anlamı, insanların yalnızlığa yol açan yabancılaşmadan kaçmasıdır.
"Yalnızlık içindeki insanlar kaçışıyor ve dünyayı kurtarmaya yönelik
ideolojik gruplara, dinsel birliklere katılıyorlar; bunlar endüstri çağı öncesi
büyük ailelerin yaşam şeklini deniyor, kırlarda basit bir hayat sürüyor ve
toplumlar oluşturuyorlar. Büyük kentlerimizin caddelerinde Hare-Krişna
gençleri dans ediyor ve ölmekte olan dinlerin tortularını yeni bir mantıksızlık
olarak İlan ediyorlar. Toplumsal süreçle bağlantılı olmaması halinde devam
edemeyecek birtakım kaçışlar ve gizli sürgünlüklerle gelecek kazanılamaz.
Bu gibi hallerde kişinin tarih boyunca kazanılmış bireysel otonomisi de tıpkı
ağır bir yük gibi yeniden terk edilmektedir."
Okült Dalga tarafından yakalananlar, "her tür mistik amaca uygun" tütsü
dumanlarıyla kendilerinden geçenler ve birtakım çevrelerde yarı karanlığa
gömülenlerin kişiliklerini terk etmeleri, majik girişimlere olanak sağlayan ruh
gücünden günlük yaşamlarında da yararlanmaları halinde başarılı
olabilecektir.
Boş zamanlarında kendilerini majik-mistik oyalanmalara terk eden
insanlar ve gruplar çok geçmeden ve de en geç yeni bazı dalgaların ortaya
çıkışıyla can sıkıntısına kapılacaklardır. Halbuki gerçek maji sosyal
niteliklidir ve ancak insanların onu tüm yaşamları boyunca kullanmayı
öğrenmek istemeleri halinde etkinlik gösterir.
DURGUNLAŞAN BİLİM

37

İnsan, gizli kalmış şeyleri bilmek için ne kadar çabalasa da, geriye
sayılamayacak kadar çok şey kalır kİ, hakkında ancak "sanıyorum" diye
konuşabilir.
Friedrich von Logan

ÖKÜLT DALGA’NIN BİR YILDIZI: PSİ FAKTÖRÜ

17 Ocak 1974 günü ZDF Televizyonu’nun o çok tutulan "3x9” programı


sırasında, on binlerce televizyon izleyicisi bozuk kol ve çalar saatlerini
ellerinde tutarak, ekranda son derece etkili görünen sempatik gencin
iddiasının gerçekleşip gerçekleşmeyeceğini beklediler. Sonuç, ertesi gün her
yerde bundan söz edilecek olmasıydı.
Konuşulup tartışılan şey, yalnızca yüzlerce saatin akıl almaz bir biçimde
-ve nasıl- yeniden çalışmaya başlaması değildi; yakışıklı ve sevimli bir pop
şarkıcısını andıran Uri Geller, yaptığı öteki gösteriler sırasında bir o kadar
çatal kaşığın eğilip büküldüğünü göstermişti. Genç Israilli’nin Karlstadt’da
yaptığı bir gösteri sırasında iş bir evdeki 56 tane çatal kaşığın lastikmiş gibi
kıvrılmasına varınca, evden polis çağırdılar. Gelen memurlar önceleri işe şaka
gözüyle baktılarsa da, sonuçta gözlerinin önünde yemek takımından 16 par-
çanın görünür bir neden olmaksızın büküldüğüne yeminli tanıklık edecek hale
geleceklerdi. Geller furyasının daha geniş çevrelere yayıldığı 21 Ocak 1974
tarihinde Bild gazetesi, okurlarını bir deneye davet etti. Zürih’teki otellerin
birinde kalmakta olan Uri Geller belli bir saatte, Bild gazetelerinin altında
veya üstünde durmakta olan saatlere ve çatal kaşıklara konsantre olacaktı.
Başarı muazzamdı. Gazetenin redaksiyon bölümüne gelen 1450
mektupta heyecanlı olaylar, tuhaf duygular dile getiriliyor, kol ve
bacaklardaki karıncalanmalar ve "Psi gönderimi" sırasında ısınmış olan
cımbızlar anlatılıyordu. Kadın okurlardan birinin tepkisi de öfkeli olmuştu:
"Sevgili Bild Gazetesi,
Sizin Uri Geller’iniz benim umurumda değil, ama aynı şey, eğip
büktüğü kaşıklarım için söylenemez.(...) Uri o şeytanlıklarını kendi ülkesinde
yapsın, bende değil. Umarım, birisi kaşıkları yine eski haline getirir de,
onlarla yeniden yemek yiyebiliriz."
Olup bitenleri yerinde görmek ve anlatılan olağanüstü şeyleri belirlemek
38 amacıyla, Freiburg’daki Psikoloji ve Psikohijyen Enstitüsü’nden Profesör
Doktor Hans Bender, ZDF tarafından bilirkişi olarak görevlendirildi.
Ancak, adamın bu konuda söyleyebildikleri birtakım belirsiz
tahminlerin ötesine geçemedi. Sözü edilen maddeler üzerinde psi- kokinetik
bir gücün etkİH olup olmadığını ortaya koyabilmek için deneyle ilgili şartlar
yeterli değildi. Zaten çok geçmeden birtakım kuşkulu eleştirmenler de olup
bitenlerin yalnızca bir hile ve sıradan el çabukluğu olduğunu söyleyip işin
içinden çıktılar. Kullanılan cisimler önceden hazırlanmıştı ve sıradan nitelikli
her gözbağcı benzer gösterileri inandırıcı kılmayı başarabilirdi.
Olayların paranormal olup olmadığı konusundaki ciddi tartışmalar
gazete ve dergilerde haftalarca sürdü.
İşe teologlar da karıştı ve bunlar böylesine güçlü medyumsal özelliklerin
kökeninin, atalarımızın büyü yaparak işledikleri günahlarda yer aldığına
işaret ederek, Uri Geller’in "dışarıdan gelen güç" şeklinde tanımladığı şeyden
kendini kurtarması için Tanrı’ya yakarmasını salık verdiler.
Kendini birdenbire milyonlarca kişinin izlediği bir sahnede bulan ve
kesin bilgiler istenen Hans Bender şöyle diyordu: "Psi denen şeyin varlığı
veya yokluğu, çatal kaşıkların bükülmesine bağlıymış gibi görünüyor."
Bender, her ne kadar İsrailli meslektaşı Heinz C.Berendt gibi olayı
hileyle açıklamaya eğilim duyuyorsa da, yine de kesin olarak bir şey söylemiş
değildir.
Bazı olgular bu tezi desteklemektedir:
Uri Geller bugüne kadar parapsikolog ve/veya sihirbazlık ustaları
tarafından,kontrol edilen bir seansta bulunmamıştır.
Başarıya ulaşamamaktan veya zorluklarla karşılaşacağından mı
korkuyordu?
Uri Geller iki yıl içinde yalnızca İsrail’de 800’ü aşkm gösteri yapmıştır.
Yalnız, Psi araştırıcılarının epeyce bir zamandır birleştikleri nokta,
psikokinetİk gücün çoğu zaman kendiliğinden, rastgele ortaya çıktığı ve
ancak nadir durumlarda birisinin iradesine bağlı olarak meydana
gelebildiğidir. Ayrıca Uri Geller de arasıra bazı hileler yaptığını kabul
etmektedir.
Her neyse, gösteri bitmiştir. Uri Geller tıpkı geçen yılın liste başı bir
şarkısı gibi neredeyse unutulup gitmekte. Parapsikologlar ise Bild gazetesinin
ve ZDF Televizyonu’nun sağladıkları malzemeyi incelemekteler; bunu
yaparken de, olup bitenlerin gerçek veya hile olup olmadığından ve olaylara
aşırı değerlendirmeler yakıştırabi- len heyecan ortamından bağımsız olarak
hareket ediyorlar. Çünkü söz konusu olan yalnızca Uri Geller değil.
İtalyanların deyimiyle sayıları yüzlere varan "Gellerini", ustalarının
gölgesinde aynı şekilde güçlü Psi yeteneklerine sahip olarak çatal kaşıkları
bükebiliyorlar. Üstelik bunlar her türlü kontrol şartına hazır olduklarım
39 da
belirtiyorlar ve bu yüzdendir ki bilim açısından o "Gezgin Yıldız"a kıyasla
daha değerliler.
Daha birkaç ay önce bir başka okült sansasyon, gazete başlıklarını işgal
etmişti. Giderek sıklaşan haberlerde Filipinler ve Brezilya’daki ruhsal
ameliyatlardan söz edilmekteydi.
Charter uçakları binlerce Orta Avrupalı hastayı, Tony Ag- paoa, Juanito
Flores ve öteki elli kişiye taşımaktaydı. Bu kişiler narkoz ve neşterden
yararlanmaksızın, genellikle elle yaptıkları kısa bir teşhisten sonra yine
çıplak elle vücutlara dalarak tümörleri söküp alıyor ve bunları yaparken de
yara bere açmıyorlardı.
Bugün bu ruhsal operatörlerin en tanınmışı Brezilyalı Lonrival de
Freitas’tır ve bu kişi, hastalarının rahatsızlık şekillerine göre, birbirinden
farklı kontrol ruhlarından bilgi ve öneriler almaktadır. Bunlar Neron’dan
tutun da Allan Kardec’e kadar değişmektedir. Ameliyatın yapıldığı salon kirli
ve dökük bir oda görünümündedir. Lonrival, ameliyatlardan önce genellikle
çok miktarda sert bir İçki almakta, karşısındakinin hastalık nedenini kısacık
bir bakışla teşhis ettikten sonra, hiç duraksamadan ve de anesteziye falan
gerek duymadan pis bir mutfak bıçağıyla operasyona girişmektedir. Bu sırada
asla kan akmamakta ve kesilen yerler de iz bırakmaksızın çabucak
iyileşmektedir.
Bu ruhsal operatörlerden bir diğeri, 1971 yılında bir araba kazasında
ölen Ze Arigo ya da asıl adıyla Jose Pedro de Freİtas, bir Amerikan tıp ekibi
tarafından incelenmişti. Dr. Andrİja Puha- rich’in kolundaki uru çıkaran da
bu adamdı. Bu operasyon sırasında lokal anestezi uygulanmadığı ve
dezenfekte edilmemiş bir bıçak kullanıldığı halde, Dr. Puharich hiçbir acı
duymamıştı. Herhangi bir tıbbi bilgiye sahip olmayan ve izinsiz tedavi
yaptığı için hapse atılmış olan Arigo’nun tanınması, akciğer kanseri olan
Senatör Lu- cio Bittencourt’la ilgili "operasyon mucizesi" sonucu olmuştu.
Sırf bir rastlantı sonucu, Ze Arigo’nun da kalmakta olduğu Be- lo
Horizonte’deki aynı otele inen senatör gece yarısı ruhsal operatörü odasında,
yatağının ayak ucunda elinde bir usturayla dururken gördü. Adam ona,
"Büyük bir tehlike içindesiniz" dedi ve bunun ardından senatör bayıldı.
Yeniden kendine geldiğinde, pijama ceketinin üzerinde küçük bir kan gölü
fark etti ve aynaya baktığında, göğüs kafesinin üzerinde yatay şekilde ince bir
kesik gördü. Daha sonra senatörü inceleyen bir uzman, başarılı akciğer
ameliyatı için onu kutladı.
Buna benzer öyküler, genelde katolik inançlara bağlı olan ruhsal
operatörlerin ünlerini perçinledi.
Duydukları sansasyonel haberlerle huzursuzluğa kapılan Batı
Avrupalılar,, pek çok tıp adamının sessiz redİyle karşılaştıktan sonra, giderek
40 artan ölçüde parapsikologlara yönelir oldular. Bunlar, Uri Geller olayından
sonra olduğu gibi, duydukları şeylerle ilgili açıklamalar ve kesin hükümler
arıyorlardı. Çağdaş tıp ve uygarlıktan yorgun düşen bu Batı Avrupalıların
yanı sıra Amerikalılar da o uzak kıyıların çekiciliğine kapılıyor ve cüzdanları
birkaç yüz dolar hafifledikten sonra ruhsal yönden rahatlamış, ama organik
açıdan hâlâ hasta olarak yurtlarına dönüyorlardı.
İşte bu nedenle Hans Bender yola koyuldu; Tony Agpaoa’yı çalışırken
izledi, yaptığı ameliyatları filme aldı. Sonuçta, birçok yüksek okul diplomalı
müşterisinin ve gözlemcinin aksine, işin aldatmacadan ibaret olduğu, derinin
altına geçilmediğİ, hastalarda görülen iyileşmenin psikojen (ruhsal kökenli)
nedenlere bağlı olduğu kanısına vardı.
Parapsikologlar, normal ve günlük yaşamın gerçekleri dışında birtakım
görüntüler ve olaylarla karşılaşan, akıl soran veya eleştiren vatandaşlar için
bir tür hakemlik görevini yüklenmiş bulunmaktadırlar. Bu vatandaşlar
onlardan açık bir tavır takınmalarını beklemektedir. Örneğin, Uri Geller’de
paranormal yetenekler var mıydı? Yoksa yaptıkları tümüyle aldatmaca
mıydı? Ya da, Tony Ag- paoa ameliyatlarında paranormal güçlerden
yararlanıyor muydu?

41
Frankfurt’ta bir gösteri yürüyüşü: Dünyayı değiştinnek için sokaklara dökülmek yeteıii
Hare Krişna, Frankfurt’ta. Dünyayı değiştirmek için, insanın kendi içine dönmesi yeterli
Maharişi Maheş Yogi, meditasyon esnasında. Onun önderliğinde, milyonlarca Batılı genç de,
betonla asfalt arasında, ruhlarını yeniden keşfe çalışıyorlar.
Ruh yoluyla tedavi uzmanı Harry Edwars. Mucize mi, psikolojik şartlarıma yoluyla iyileşme mi?
Psikologlar, meydana gelen olayın gerçekliğini onaylıyo/iar, ama kesin bir açıklama
yapamıyorlar.
Bugün Psi faktörü apaçık bir unsur haline gelmiş bulunuyor. Yersel ve
zamansal durugörü, düşünce nakli ve arada maddi bir ortam olmaksızın
objeler üstünde doğrudan etkide bulunabilen psiko- kinezi gibi şeyler
insanlık için denenmiş olanaklar sayılıyor. Kitle medyalarının sansasyon
haline getirdiği fenomenlerin sahiciliği hakkında duyulan kuşku, artık
paranormal diye bir olgunun varlığından şüphelenilmesini gerektirmiyor.
Bugün için okült dalganın üst noktalarında, Psi denen şey kanıtlanmış olarak
kabul ediliyor. Arthur Schopenhauer şöyle diyordu: "Bugün Hayvansal
Manyetizma (130 yıl kadar önce trans ve hipnoza takılan ad) gerçeğinden ve
bunun sağladığı durugörüden kuşku duyanlar inançsız değil, bilgisiz olarak
adlandırılmalıdır."
Birkaç kuşkucu hâlâ eski tutumu sürdürmekte ve bunların sadece
bilimsellik kisvesine bürünmüş batıl inançlar olduklarını, paranormal
olguların Dünya’nın mekanizmasına uymadığını ileri sürerek, yeryüzünün
yaşıyla kıyaslandıklarında genç sayılan doğa yasalarını sonsuza kadar
geçerli ve değiştirilemez olarak görmektedir. Oysa kendi bilimsel disiplinleri
içinde bile, on yıllardır uzay-zaman şemasının doğanın değil, insanlığın bir
yaratısı olduğu yolunda karşı tezler ileri sürülmektedir. Çoğu zaman akıl dışı
davranışlarda bulunan akılcıların dayandıkları temeller, Galileo Galilei’nin
teleskobun- dan bakmak istemeyen Floransalı bilim adamlarınınkine
benzemektedir. Bu kişiler eğer bakacak olsalardı, Jüpiter’in aylarını
görecekler ve bu da o zamanlar geçerli göksel yasalara uymayacak, yıldızla-
rın sabit durduğu cam küreyi paramparça edecekti. Halbuki kendisinden
alıntılar yaptıkları Aristo’ya elli misli büyüten bir teleskop verilmiş olsaydı,
varacağı sonuçlar da bambaşka olurdu.
Ancak, radikal görüşlü bu küçük grupların engelleyemediği bir şey
varsa o da, Psi faktörünün varlığına olan inancın giderek daha çok
yayılmakta olduğu ve insandan kaynaklanan mucizelerle ilgili olarak
parapsikologlarm baş tanıklık yapmaya devam etmeleridir.
Eğer durugörü, psikokinezi vb. türünden şeyler artık geçerli olarak
kabul ediliyorsa, yaşanılan veya sürdürülen Psi olaylarının sahici olup
olmadığını kesinlikle bilmek konusu o kadar önemli midir?
Öteki bilim dallarına tümüyle kapalı olan ya da içlerine zorlukla
girilebilen insani yetenekler çok sık olmasa bile, duygusal açıdan yüklü
birtakım sorular uyandırıyor. İnsan kural olarak bir şeyde payı olduğunda
sevinir ve sevinmek de onun hoşuna giden bir şeydir.
Bununla ilgili olarak Fuldalı yaşlı bir bayan biraz da şaşırtıcı olmakla
46
birlikte, inandırıcı bir yanıt vermiş oluyor:
Kadıncağız, Uri Geller’in gösterisinden sonra yaptığı açıklamada,
kendi evinde de Psi gücüne tamk olduğunu ve bir kaşığının kırıldığını
bildirmişti. Daha sonraki bir görüşmede ise, kaşığı kendisinin kırdığım itiraf
etti. Amacı, Uri Geller’İn haklı çıkmasıydı; çünkü bu işte "dinsel bir şeyler"
vardı.
Birkaç yıl öncesine kadar parapsikoloji kavramında kullanılan "Para"
kelimesinin İki anlamı vardı: Bu, yalnızca psikolojinin" yanı başında
"ilerleyen" ve bu bilimin "dışında kalan" şeyleri içeren bir araştırma alanı
olmakla kalmayıp, ayrıca "ikinci derecede" kabul edilmekteydi. O sıralar
pek az kişinin bildiği bir şey, Almanya’daki üniversitelerden birine bağlı
olan bir enstitünün, insan ruhunun gizli güçleriyle ilgili araştırmalarda
bulunduğuydu.
İlk olarak okült dalganın herkesçe görülebilecek bir şekilde ortaya
çıkmasıyla birlikte, parapsikoloji de kamuoyunun görüş alanına girdi.
İnsan ruhunun gücü konusunda düşünceye dalma işlemi yalnızca tek
tük kişiler tarafından yapılan bir iş olmaktan çıkıp da, milyonlarca kişiyi
kapsayan ve pek çok tarikata bölünmüş dinsel bir hareket niteliği
kazandığında, giderek daha çok sayıda insan, kendi içlerine dönmekle
yaratmak ve yaşamak istemeyi umdukları kozmik, majik mucizelerin
gerçekliği konusunda kanıtlar İstemeye başladılar.
Birkaç kişide harikulade bir şekilde ortaya çıkan ve son derece sıkı
kontrollü bilimsel testler sayesinde kanıtlanmış olan Psi faktörü sağladığı
şifacılık bilgisi yanında herkeste mevcut genel bir yetenek olarak tarif
edildiği için pek çoklarına da, büyük bir kuvveti kullanmak suretiyle
düşmanca bir dünyada insanca yaşayabilme konusunda sağlam umutlar
vermiştir.
Parapsikoloji, okült dalgayla sürüklenenler için mistik-majik bir dünya
görüşünün kuramsal parçası haline gelmiş bulunuyor.

PYTHİA’DAN RÜYA ORGANINA

Parapsikolojinin popüler oluşu gerçi birkaç yıl öncesine dayan-


maktaysa da, parapsikolojik görüntü olaylarına yaklaşmak ve bunların
doğasım araştırmak konusundaki ilk denemeler yüz yıldan daha
gerilere gider. Geçen yüzyılın yetmişli yıllarında, aralarında Sir William
Crookes gibi fizikçilerin de bulunduğu saygın İngiliz doğa bilimcileri sıkı
kontrol edilen şartlar altında ruhsal medyumların telepatik ve psikokinetik
başarılarını inceleyerek, tek ya da çoğul nitelikli materyalizasyon olaylarının
metotları üzerinde çalıştılar. Öyle ki, bu metotlar bugün de çok az 47
değiştirilmiş olarak uygulanma alanı bulmaktadır.
Şu da var ki, üç kuşağı aşkın zamandır artık bilimsel bir sisteme
oturması gereken görüntü olayları İnsanlığın kendisi kadar eskidir. Hiçbir
ırk, kültür ya da dönem yoktur ki, insanlık için normal sayılan sınırlan aşan
olayları anlatmasın veya bu tür şeyler kendilerine aktarılmış olmasın.
Şamanlar birtakım formülleri araç gibi kullanarak insanları
iyileştirebildikleri gibi, mırıldandıkları bir cümleyle onları öldürebilirler de.
Yogiler ve dervişler bazı özel durumlar yaratarak ateşe karşı koyabilir veya
yaralanmaz hale gelirler.
İnsanın normal olanaklarım aşan bu tür güç ve yetenekler, Tanrılar,
şeytanlar, fetiş ve totemler tarafından bağışlanan mucize, maji ve tılsım
olarak kabul edildiği gibi, kehanet veya keramet olarak da adlandırılmıştır.
Herodot tarihinin birinci kitabında şu olay anlatılmaktadır:
Genç Kir os’un Astiyag’a ait krallığı ele geçirmesi sonucu, Pers- ler
komşuları için tehlike oluşturacak şekilde genişlemeye başladığında,
efsanevi bir zenginliğe sahip olan Lidya Kralı Krezüs öteki ülkeler gibi
ayaklar altında ezilmeden önce bir saldırıya girişmek istedi. Ancak bu
konuda Yunanistan veya Lidya’daki kâhinlerin görüşünü almak
niyetindeydi. Fakat daha Önce, kehanetlerin güvenilirliğinden emin olmak
için bir "test" yapmaya karar verdi.
Her tarafa haberciler gönderdi; bunlar yolculuklarının tam yüzüncü
gününde kâhinlere, Krezüs’ün o anda ne yapmakta olduğunu soracaklardı.
Haberciler geri döndüklerinde, kâhinlerle yaptıkları konuşmaları en
ince detayına kadar ona anlattılar. Krezüs’ün vardığı sonuç, Delfi’deki
Pythia adlı kâhinenin dışında tüm ötekilerin birer şarlatan olduklarıydı.
Pythia şöyle demişti:
"Bak, ben kumları sayar, denizin uzaklıklarını bilir, sesler duyar ve
sessizliğin kendisini hissederim.
Şimdi algıladığım bir kokuya göre, kuzu ve kaplumbağa tunç bir kapta
bir arada pişiriliyor."
Kâhinenin söylediği tümüyle doğruydu. Krezüs o gün tunç bir kabm
içinde kuzu ve kaplumbağa etini birlikte pişirmişti.
Bu kral sonraları daha ünlü bir kehaneti körü körüne gerçekleştirmeye
çalıştığından, krallığını kaybetmiş ve Kiros'a tutsak olmuştu.
Aşağıdaki olay ise pek o kadar tanınmış değildir:
İnnsbruck yakınındaki Seefeld’de bulunan Aziz Oswald kilisesine 1384
yılında Oswald Mİlser adlı bir bay geldi. Mihrabın önünde ayine katılan bu
kişi, daha sonra kutsat ekmekten yemek İstedi. Halbuki ruhban sınıfından
olmayanlar bunu yapamazlardı. Rahip, Bay Milser’in kendisine ve kiliseye
48
yapmış olduğu yardımları göz önüne alarak ve de yasayı bozsa bile,
Roma’nın çok uzaklarda olduğunu düşünerek, onun bunu yapmasına göz
yumdu. Ama Oswald Milser daha ilk lokmayı ağzına atmıştı ki, birden
dizleri bükülerek taşların üzerine çöküverdi. O sırada tutunmak istediği
mihrap da, sanki bal- mumundan yapılmışçasına yumuşak bir hal almıştı.
Adam boğulmamak için ağzındakini tükürmek istediyse de, bunu
başaramadı. Rahip ona yardım etmek zorunda kaldı ve lokmayı güçbela
çıkarabildi. O sırada ikisi de ekmeğin bir et parçasına dönüşmüş olduğunu
ve bunun üzerinde mavi, kan oturmuş ısırık izlerinin bulunduğunu gördüler.
Bugün Seefeld’teki kilise mihrabının önündeki bir oyuğun üzerinde,
demir bir ayaklık tarafından bırakılmışa benzeyen bir pas izi görülür. 30
santim kadar büyüklükte olan ve zayıf bir ışıkla aydınlanan taşta iki küçük
ayak izi göze çarpar. Eğer bu noktadan öne doğru eğilecek olursanız, tam
mihrabın kıyısında, normal bir insan eli tarafından bırakılmışa benzeyen ve
sayısız sürtünmeler sonucu parlamış bulunan bir oyuğa rastlarsınız.
Bir zamanlar, çevremi inanmazlıkla bakan kişiler kuşatmış olarak bu
mihrabın önünde durduğum sıralarda içime bir kuşku düşerdi.
Kilisenin rahibi, Seefeld’de de birtakım mucizelerin gerçekleştiğini
göstermek ve meraklı hacıları oraya çekmek İçin geceleri gizlice çalışarak
taştaki izleri yapmış olmasındı? Niçin o zamanlar hiç kimse bu olay ve
bunun kadar önemli öteki mucizeler hakkında soru sormamıştır? Bunlar
arasında, yangınları hiç zarar görmeksizin atlatan bir sürü tabloyu, cesetleri
akıntı yukarı, kendi kiliselerine doğru yüzen azizleri, dua sırasında
havalanarak kutsal resimlerin önünde uçan, belirli günlerde vücutlarında
kutsal yaralar (Stigma) çıkan rahipleri sayabiliriz. Bir zamanlar içlerindeki
kötülüklere da- yanamadıkları İçin kendilerini suçlayan büyücülerin,
cincilerin, şeytan taraftarlarının ve kurt adamların sayısı, günümüz Batı
dünyasındaki nörotiklere ve psikopatlara eş sayıdaydı. Yaşanmış olan o mu-
cizeler, büyüler, şifacılık ve levitasyon olayları özel birer kitle psikozu
olamaz mıydı?
Bu tür ödünsüz katılıkta sorular köktenci (radikal) aydınlanmanın son
zamanlardaki sonuçlarındandır. Bu ekolun sözcüleri her bilmecenin prensip
olarak bir çözümü, ve tüm parapsişİk olguların bilinçli birer kandırmaca ya
da insanın kendi kendini aldatmasından ibaret olduğu görüşündedirler.
18. yüzyılın sonlarındaki katı akılcı kavramlarla açıklanamayan
birtakım şeyler, karanlık çağların damgasını taşıyan kocakarı masalları
olarak kabul ediliyordu. Son derece aşırılığa kaçan bir rasyonalizm, yeni
insanlık bilinciyle, dünya vatandaşlığıyla, özgürlük ve eşitliğin gerekleriyle
sıkı sıkıya bağlı görünüyordu. Bu nedenledir ki pek az bilim adamı veya
iktidar çevrelerini temsil eden sözcü, olayları gerçek olarak kabul ederek, 49
bunları doğal yasanın bir akışı şeklinde kabul edebiliyordu.
Tanrı ya da dünyadışı güçler tarafından gerçekleştirildiklerine inanılan
mucizeler ve parapsikolojik güçler, sıradan olaylarla bir çelişki
oluşturmamaktaydı. Aksine bunlar, gerçeği bütünleyen ayrılmaz parçalar,
alışılmış bir akışı olumlu veya olumsuz şekilde değiştirebilen olgular
şeklinde görülüyordu.
Ama rasyonalistler de binlerce yıllık bir geleneği kolayca ortadan
kaldırabilecek durumda değillerdi. Kentlerdeki vatandaşların mistİk-majik
nitelikli ruhsal serüvenlere duydukları gereksinme küçük çevrelerde ve gizli
cemiyetlerde giderilmekteydi.
Aydınlanma dönemi, Avrupa ülkelerindeki halkın yüzde doksanı
üzerinde pek az bir değişiklik oîuşturabildi. Kölelerin sayısında sürekli bir
azalma olduğu gerçekti, ama ruhsal düzeyde ancak önemsiz değişmeler
görüldü. Köylüler hâlâ, tüm çağlar için geçerli kılınan yasaların
kapsayamadığı birtakım etkenlere bağlı durumdaydılar. Onların ölçülüp
hesaplanamaz şeylere, havaya, hastalıklara, savaşlara ve öteki rizikolara
gösterdikleri bağımlılık ve eğilim, rasyonel metotların aksi yönde
gelişmekteydi.
18. yüzyılın sonuyla 19. yüzyılın başlarında sayısız maji kitabının
ortaya çıktığı ve eskilerinin de yeniden basıldığı belgelenmiş bir gerçektir.
Bunlar gezginci satıcıların kitap rafları arasına sıkışmış olarak dolaşıyor ve
yıllık panayırlarda öteki kitapların yanı sıra sergileniyordu.
Her gün eşitlik sözünün duyulduğu o dönemlerde yeni bîr eşitsizlik
başladı. Bu durum, bilinçaltında olsa bile bugün de mevcut. O zamanlar
vatandaşların pek çoğunda iki düşünce şekli vardı: Gerçekliğin; bir yandan
akılcı ve materyalist bir resmî yorumu; öbür yandan da özel, irrasyonel,
mistik-majik uygulama ve güçleri, varlığımızı tehdit eden tehlikelere karşı
koymakta tercih eden, gayri resmî yorumu yapılıyordu.
İşte bu nedenledir ki, Dr. Franz An ton Mesmer’in 18. yüzyılın sonuna
doğru başardığı şeyler, salonlarda yeni bir soluk alınmasını sağladı.
Mesmer’in manyetizma deneyleriyle oluşturduğu tezin yönelik olduğu şey,
her insanda bir akış durumunun bulunduğu ve gök cisimleri tarafından
etkilenebilen bu durumun kanıtlanabildiğiy- di. Mesmer ayrıca, hastalarım
hareketsiz hale getirip onları uyku benzeri hallere soktuğu sıralar, elleriyle
onların vücutları üstünde okşama hareketleri yaptığında, garip tepkiler
aldığını keşfetti.
Onun büyük ilgi uyandıran asıl keşfi ise, uyku benzeri durumdan
çıkarılan birkaç hastasındaki rahatsızlıkların tümüyle kaybolmuş olmasıydı.
Doktor bu olguya defalarca tanık olmuştu. Bu yüzdendir ki, nereye gidecek
50
olsa, kendisinin mucizevî şifacılık ünü daha önceden oraya varmış oluyordu.
Binlerce kişi çevresine toplanarak, onun Athanasius Kircher’den sonra,
açıkça, "hayvansal manyetizma" adım verdiği keşfiyle iyileşmek istiyorlardı.
Bu deyimin anlamı, etkilerin manyetizörden çıkan bir güçten kaynaklandığı
olup, bunun karşı tarafa aktarımının da fiziksel olmayan bir yolla gerçek-
leşmesiydi.
Franz Anton Mesmer’in bir öğrencisi olan Marki Armand Marie
Jacques de Puysegur bu metodu daha da geliştirdi. Kendisi, mucizevi şif
acılığa şimdi başka mucizeler de ekliyor, uzun zamandan beri unutulmuş
bulunan bazı okült tedavileri de uyguluyordu. Mar- ki’nin keşfettiği şey,
manyetize durumda bulunan birkaç kişinin yalnızca sağlıklarına kavuşmakla
kalmayıp, bunların konuşabildikleri, emirlere uydukları, telkinden
etkilenebildikleri ve düşünceleri okuyabildikleriydi. Bu kişi hipnoz
alanındaki keşfiyle, parapsikolojik olgulara da daha dünyasal bir nitelik
kazandırmış oldu.
Böylece, daha önceleri dünyadışı güçlerin yol açtığı düşünülen olgular
ve bu arada durugörü, doğrudan düşünce aktarımı türünden şeyler insanın
içine, ruhsal yapıya kaydırılmış oluyordu. Bu son derece önemli dönüşüm,
yan etkilerini aydın geçinen vatandaşlar üzerinde de göstermiş ve bunlar
toplumsal saygınlıklarından bir şey kaybetmeksizin, babalarının zamanında
mucize olarak kabul edilen olgularla uğraşabilme fırsatı bulmuşlardı. Artık
bu tür şeyler kör bir inançla ve Tanrısal bağışlar olarak karşılanmıyor;
insanlar uyku benzeri durumlara sokularak üzerlerinde bugün olduğu gibi
deneyler yapılıyor ve hiç değilse bilimsel açıdan yeterli bir sistem oluşturma
çabası güdülüyordu.
Parapsikolojik olgulara bilimsel bir yaklaşımda bulunmak isteyen pek
az kişiden biri de Arthur Schopenhauer’di.
Ona göre, durugörü ve İkinci Yüz gibi olağanüstü olgular dış âlemde
değil, kendisinin "Rüya Organı" olarak adlandırdığı, halüsi- natif nitelikli
Zaman-Mekân kavramlarına aracılık eden yerde gerçekleşmekteydi. Onun
Ruhu Anlama Üzerine Deneme adlı eserinde de belirttiği gibi, bu organın dış
dünyayla olan bağlantısı fiziksel değil metafiziksel olup, görüntü
olaylarından bağımsızdı. Bu tür olguların tümü onun aracılığıyla kendilerini
bildiriyorlar ve bu oluşuma da büyüsel etki deniyordu. Onun söylediği
şuydu: "Bu yol, nedenselliğin zincirine bağlı olarak zaman ve mekânın
içinden geçip gitmez; Nesne’nin kendi içinden geçip gider."
Schopenhauer’in "İrade" diye adlandırdığı bu nesne Zaman-Mekân
kavramının dışında yer almaktadır. "Böylece açıklanabilen bir konu da,
bireylerin mekânla ilgili uzaklık yakınlık durumundan bağımsız olarak
birbirlerini etkileyebilme olasılığı ve uykudaki kişilerde bilimsel olarak
51
belirlendiği üzere, Rüya Orgam’nın daha da artan görüş gücüdür; bunlar da,
uyurgezerlerin yakın çevreye gösterdikleri bilinci, kurulan özel iletişim
durumlarım, haberci rüyaları ve son olarak durugorüyü açıklayabilir
niteliktedir." Parapsikolojik olguları insanın içsel yapısına yerleştiren
Schopenhauer’in kitabı neredeyse bir nesil boyunca temel eser olma
özelliğini korumuştur.

İKİ DEFA EVET, ÜÇ DEFA HAYIR


Bay Michael Weakman bir gece telaşla uykusundan uyandı. Kapı
çalmıyordu. Ama daha sonra yanılmış olabileceğini düşündü, çünkü kapıda
kimse yoktu.
Adam, bu olayı izleyen haftalar boyunca nedenini anlayamadığı
gürültülerle sık sık karşılaştı. Daha sonra da evi hayaletlerin bastığına
inanarak, oradan taşındı.
New York eyaletine bağlı Hydesville’de bulunan o küçük ev kısa bir
süre sonra yeniden kiralandı. 1847’de oraya taşınan Fox ailesinin bir süre
sesi soluğu çıkmadıysa da, hayalet yeniden kendini belli etti. Eşyalar hareket
ediyor, tıkırtılar ve tahtaları gıcırdatan ayak sesleri duyuluyordu. Bazen bu
gürültüler o kadar artıyordu ki, aile geceleri uyuyamaz hale geliyordu.
31 Mart 1848 akşamı aile yeni yatağa girmişti ki, tıkırtılar yine başladı.
Ayrı bir odada yatmakta olan çocuklar duydukları bu sesleri taklit etmeyi
denediler. Yedi yaşındaki Kate bağırdı:
"Ey hayalet, benim yaptığımı yap." Bunu dedikten sonra da ellerini
çırptı. Karşı taraftan ses gelmişti. Daha sonra, kızın her el çırpışma karşılık
verildi.
Gürültüler zekice tepkiler verebilir miydi?
Aile korku içinde birbirini süzüyordu. Daha sonra ilk şoku atlatan
Bayan Fox karşıdakinden ricada bulunarak, çocukların yaşlarını vuruşlar
aracılığıyla bildirmesini istedi. Önce 10, sonra da 7 vuruş duyuldu. Derken,
bu iletişim hızla gelişti. İki vuruş evet, üç vuruş da hayır anlamına geliyordu.
Kendisinin bir ruh olup olmadığı sorusuna alınan yanıt iki vuruş olmuştu.
İşte bu vuruş sesleri çok geçmeden dünyanın en ücra köşelerine kadar
yayıldı; sonuç olarak oluşan eko (yansıma) İse bugün bile sona ermiş değil.
Duyulan o sesler yeni bir dinin, Sprİtİzma’nm başlangıcıydı. Çünkü Fox
ailesi hemen her gece yaşadıkları serüvenleri konu komşuya anlatır olmuştu.
Ruhla konuşan birinin bunu kendine saklaması mümkün müydü? Derken,
komşular da sökün etmeye ve o ruhu denemeye başladılar. Bunlar da
52
çocuklarının yaşını soruyor ve doğru yanıt alıyorlardı.
Ziyaretçilerden biri olan Isaak Post, karşı tarafla sürdürülen bu
konuşma yöntemini geliştirdi ve eksiksiz bir vuruş alfabesi oluşturdu. Bu
yeni metodun uygulanmaya başlamasının hemen ardından Öğrenilen şuydu:
Hydesville’deki küçük eve kök salmış olan hayalet daha önceleri Charles B.
Rosma adıyla orada oturmaktaydı. Tüccar olan bu kişi parasına tamahen
öldürülmüş ve evin altındaki bodruma gömülmüştü. Gerçekten de bodrum
kazıldığında, iskelet parçaları bulundu.
Artık gazeteler Hydesville’deki olayı veriyorlar ve ruhlarla iletişİm
olasılığından söz ediyorlardı. Fox ailesinin çocukları birer şov unsuru olup
çıkmışlardı; bunlar göründükleri her yerde, iletişimle ilgili buluşlarını
gösteriyorlar ve coşkulu taraftarlar buluyorlardı. Bu arada toplumun önemli
kişileri de yeni durumu kabul ederek, atalarının ruhlarıyla görüşme yolunu
tutmuşlardı. Artık ülkenin her yanından vuruş sesleri geliyor, ölmüş kişiler
geridekiîere haberler gönderiyorlardı. İletişim sistemi de kusursuzluğa
ulaşmıştı. Burayla öteki taraf arasında aracılık görevi yapan ve 1853 yılında
sayıları otuz bine varan medyumlar artık masaları tıkırdatma işini
bırakmışlar, spiritüel oturumlar diye adlandırılan celseler sırasında belirli
kodlar uygulamaya başlamışlardı.
Çok geçmeden ortaya çıkan okuma ve yazma medyumları genellikle
sıkıcı olan iletişim İşlemlerini daha da kısa hale soktular; bunlar transa
girerek otomatik yazı yazıyor ve konuşuyorlardı. Oturumlar sırasında bu
kişilerin sesleri ve yazı şekilleri sık sık değiştiği gibi, ruhların doğrudan
yanıtladıkları şeyler bunların bilgi alanı dışında kalıyordu.
1853 yılında Amerikalı gezginler ilk kez Almanca konuşulan bir yerde,
Bremen’de ruhsal bir oturum düzenlediler. Şu da var ki, bunun oluşturduğu
toplumsal çalkalanma kısa bir süre sonra sönüp gitti. Almanca konuşulan
ülkelerde spritizma konusu hiçbir zaman Amerika, İngiltere, Fransa ya da
Brezilya’daki kadar popüler olmamıştı. Kuşkusuz Alman ülkelerinde de
birtakım olağanüstü şeyler yaşanıyor ve öteki dünyayla ilgili yeni görüşler
beliriyordu; ama buralardaki önemli politikacıların, düşünürlerin ya da
sanatçıların spritizma alanına paldır küldür girmemeleri sonucu, bu işin
babaları sayılacak kişiler oluşmadı, dolayısıyla bununla ilgili uğraşlar da
sınırlı çevreler İçinde kaldı.
Halbuki, Amerika’nın ancak 40 yıl sonra spritizma adını taktığı şey,
Alman topraklarında büyük şeyler vaat edecek şekilde başlamış
bulunuyordu. Johann Heinrich Jung-Stİlling’in 1808 yılında Nürnberg’de
yayınlanan Ruhbİiim Kııramı adlı eserinde, Mesmer’in Hayvansal
Manyetizma’sıyla ruhlar arasında bir bağlantı kurulmuş bulunuyordu. Jung-
Stilling, insan yapısını üçe ayırıyordu: Beden, Sinirsel zihin ve Ruh. Buna 53
göre, sinirsel zihin insanın sınırlı bedeni aracılığıyla, yapısı gereği sınırsız ve
Tanrısal olan ruha bağlanıyordu. Manyetize durumdayken sinirsel zihin
dışarıda bırakılıyor ve bedensel eşi terk eden ruh serbest kalarak, başka
bedenlere bağlı olan veya olmayan öteki tarafın ruhlarıyla ilişki kuruyor ve
böyle ce, uyanık haldeyken öğrenilemeyen şeylerin algılanması
gerçekleşiyordu.
Bu arada, kuramların yam sıra, uygulamayla ilgili raporların da var
olduğunu belirtelim* 1829 yılında doktor ve ozan olan Justi- nus Kerner
Prevorst Kâh 'mesi adlı iki ciltlik eserini Stuttgart1 da yayınladı. Bunda,
Friederike Hauffe’nin yaşamı ve onun telepati, kehanet, psİkokinesİs
yetenekleri belirtildikten sonra, kadının ruhlar dünyasından aktardığı geniş
açıklamalara yer veriliyordu. Bu kâhine, öteki tarafla olan ilişkilerinde
Öylesine kendine güvenir ve rahattı ki, çorbasını bitirinceye kadar karşıdaki
ruhu bekletebiliyordu.
Ruhlar da sırf bu yakışıksız davranışları dolayısıyla ondan Öç almak
için, öteki tarafla ilgili açıklamalarında sürekli olarak hep ıvır zıvırdan söz
ediyor olmasınlardı?
Zaten çok geçmeden, parapsikolojik açıklamalar ve Öteki tarafla
kurulan ilişkiler yeniden kilisenin sıkı kontrolü altına girmişti ve bu tür
şeyler yüzyıllardan beridir İyi ve kötü güçler arasındaki sonsuz savaşın
örnekleri olarak görülmekteydi.
Bu savaşların belki de en ürpertici örneği, "Gottlİebin Ditto’un
Hastalığı ve İyileşme Öyküsü''dür. Mottlingen’deki rahip Johann Christoph
Blumhardt’ın 1844 yılında üstlerine göndermiş olduğu rapor, olayı en açık
şekliyle sergilemektedir. Rahip düzenlemiş olduğu raporunda, kilisesine
bağlı cemaat üyelerinden Gottlİebin Dittus’un 1842 Nisanında anlaşılmaz
bir hastalığa tutulduğunu ve bunun belirtilerinin de sürekli kanamayla
birtakım irinli yaralar olduğunu belirtiyordu. Rahibin anlattıklarına göre,
kadının evinden duyulan gürültü ve şamata o derece yüksekti ki, komşular
huzursuz- lanıyordu; ayrıca Gottlİebin de sık sık görüntülerle
karşılaştığından ve ölü çocuğunu kollarında tutan bir kadın katilin
hayaletinden yakınmaktaydı.
Rahibin dua ve çabalan başlangıçta durumu hafifletmişse de, çok
geçmeden son derece garip şeyler yeniden başlamıştı. Kadın, kum, taş
parçaları, ayakkabı tokaları, tahta çiviler kusuyordu. Kulaklarından parmak
uzunluğunda dikenli teller çıkıyordu. Rahip bir seferinde onun başma
dokunduğunda, oraya sanki İğneler saplanmış sandı. Bir başka gün de bir
kez iki, bir kez dört tane olmak üzere kadının gözlerinden altı tane toplu
iğne çıkardı. İş bununla da bitmiyor, hastanın ağzından canlı hayvanlar,
54
çekirgeler ve yarasalar Çıkıyordu.
Kadın küfrediyor, iğrenç çığlıklarla açık saçık şeyler haykırıyor,
kendini yerlere atarak spazmlar içinde kıvrılıp bükülüyordu. Birkaç kez de
canına kıymak istedi; bir bıçakla bağırsaklarım deşerek, öğütülmüş
yiyeceklerin fışkırmasını görmekten zevk alacağını haykırdı.
Sık sık da vücudundan akıl almaz miktarda kan akıyordu. Tüm evi
iğrenç bir kan kokusu sarmıştı. Üzerindeki giysiler çoğu zaman kandan
görünmez hale geliyordu. Kadının kulaklarından, burnundan ve başının orta
yerinden, sanki güçlü bir kaynaktan geliyormuş- çasına kan fışkırmaktaydı.
Fakat rahip teslim olmadı; sürekli dua ederek, Gottliebin’in vücudunu
eline geçirmiş olan şeytanın, onu tekrar serbest bırakması için uğraşmaya
devam etti.
"Sonunda, bizzat tanık olmayan birinin asla kavrayamayacağı en trajik
an geldi. Sabah saat ikide, kadının başını ve gövdesinin üst tarafını sedirden
aşağı sallandırdığı bir sırada şeytan, hiçbir insanın boğazından
gelemeyecek bir sesle böğirdü: İsa muzafferdir! İsa kazandıV Bu sözler pek
çok kişi tarafından duyuldu ve onlar üzerinde silinmez izler bıraktı."
Bu olayla ilgili pek çok raporda aynı şekilde belirtildiği gibi, Gottliebin
daha sonra çabucak İyileşti ve rahibin ev işlerine bakmaya başladı.
Gottliebin olayında hangi psikolojik faktörler (hastalık ve çılgınlığa
kaçarak, sayılan ve belki de sevilen rahibin dikkatini çekmek gibi) yer almış
olursa olsun, tam bir buçuk yıl süren bu olguyla ilgili tartışmalar belirsiz ve
varsayımsal olmaktan öteye gidememiştir.
Gottliebin’in başından geçenlerle kıyaslandıklarında, ruhlarla
karşılaşma, konuşma ve deneyler yapma türünden şeyler, normal, sıradan
olaylar gibi kalmaktadır. Ancak, Jung Stilling’in geliştirdiği ruhlar
kuramının ve Friederike Hauffe ile sürdürülen çalışmaların fazla başarı
kazanamamasınm nedeni bu değildi; çünkü spritizma ile uğraşanların
verdikleri haberler de fazla heyecan uyandırıcı sayılmazdı. Stilling ve
Kemer’in çalışmalarının Hydesville’dekine benzer bir kitle hareketine
dönüşmesini engelleyen iki unsur vardı.
Birincisi, ruhlarla iletişim kurma çabasına giren kişinin ille de seçilmiş
veya "kutsal'' biri olmasına ve de Özel yeteneklere sahip bulunmasına gerek
olmadığı bir gerçektir. Masalar, hemen herkesin bu tür çabaları sırasında
harekete geçebilmektedir.
İkinci de, spritizmamn, öteki tarafın hiyerarşik düzeniyle ilgili bir tür
din olarak, kişiye kendini İyileştirme ve daha iyi bir dünyasal yaşam
sürdürme olanağı sağlayabilmesidir.
185G yılı yeni bir din hareketi için elverişliydi.
Joachim G.Leithaeuser, "Buhar makinesinin bulunuşuyla rahatsız olan,
şaşırıp korkuya kapılan insanlar için spritizma belki de aranan yanıt 55
olmuştur," demektedir. Ona göre endüstri devrimi, İnsanları alışık oldukları
çevreden kopararak, madenlere ve iğrenç fabrikalara sürüklemekteydi.
Geleneksel kiliseler, kökünden koparılan insan yığınlarına hiçbir
avunma sunamıyordu; çünkü çoğu insanı sefalete iten devrimsel gelişmeler
bu kurumların gözleri önünde, hatta onların yardımıyla gerçekleşmişti.
Toplumu eskiden beri etkilemiş olan birtakım kavramlardan kopuş, giderek
güçlenen, her şeyin üstesinden gelen ve Charles Darwin’in kökenlerle ilgili
öğretisinde en parlak sonuca ulaşan materyalizmin yanı sıra, günleri ve
mevsimleri doğal çevreden koparılmış olma gibi durumlar, geleneksel
Hıristiyan dinlerinin güç kaybetmesine neden oluyordu.
Bu açıdan ele alındığında spritizma, zamana, kiliselere, dünyevi
sefalete, materyalizme ve vatansızlığa karşı bir hareket oluyordu.
Spritizmacıların öğretilerine göre ruhlar sırf kefaret ve düzelme amacıyla bir
süre için bedenle zorunlu bir birleşime girmekte ve milyonlarca insan yine
zorunlu olarak bir arada yaşamaktaydı.
Rudolf Tischner şöyle yazıyor: "Bir taraftan çağa karşı tepki olan bu
hareket, öte yandan tümüyle bu çağın çocuğudur: Çünkü eskiden olduğu
gibi, en uç noktadaki gizemlere artık inançla değil, deneyler sonucu elde
edilen kanıtlarla varılmak istenmektedir. Bu ise, Haeckelschen’in ‘Monizm’
dediği şeyin karşılığıdır ve bilgiye, deneye dayanan bir tür din olarak tarif
edilebilir.
Spritizma, aydınlanma döneminden de daha uzun sürmüş olan ve
mucizelere, parapsişik olgulara, mistisizme, ruhsal serüvenlere duyulan
arzuyu temsil eden çağdaş bir biçim niteliği taşımaktadır.

PERİSPRİ’NİN ZORUNLU KEŞFİ


Bir dinin kutsal yazıları, bir kuramı, güncel yaşamı düzenleyen ve
yaşam sonrasını da içeren birtakım inanç uygulamaları olmalıdır.
Ancak, spritizma henüz yaşam savaşı veren oldukça genç bir dindir ve
geleneksel kiliselerden hoşnut olmayanlar, bunların yerine mistik nitelikli
pop hareketlerine ve bazı uygarlık karşıtı dinsel cereyanlara yanaştıkları
içindir ki, herkes için geçerli bir İncil konusunda birleşme olmamıştır.
İngiliz-Amerikan çevrelerindeki ruhçu- lar, bir zamanlar dokumacılık ve
ayakkabıcılık yapan Andrew Jackson Davis’in 157 celse boyunca ruhlar
tarafından açıklanan şeyleri uyurgezer bir durumdayken dikte ettiği
Doğa’nın İlkeleri adlı esere üstünlük tanımaktadırlar. Latince’nin etkisini
sürdürdüğü Fransa ve Brezilya’da ise Hippolyte Leon Denizard Rİveil
56
tarafından derlenen Ruhlar Kitabı ve Medyumlar Kitabı adlı iki eser geçerli
sayılmaktadır. Bu kişi, daha Önceki yaşamında Bretanyalı bir köylü olarak
taşıdığına İnandığı adla, Allan Kardec olarak tanınmaktadır.
1964 yılında Brezilya Posta İdaresi Allan Kardec’in anısına bir pul
bastı. Nedeni de, bu kişinin yüzyıl önce kaleme aldığı Ruhlar Kitabı adlı
eserin Portekizce çevirisinin yalnızca Brezilya’da 220 binin üzerinde
satmasıydı.
Allan Kardec, 1804’te Lyon’da doğdu. Yverdon’daki (İsviçre)
Pestalozzi okuluna devam etti. 28 yaşındayken, Paris’te bir pedagoji
enstitüsü kurdu, birkaç okul kitabı yayınladı ve evinde parasız olarak kimya,
fizik, anatomi ve astronomi kursları vermeye başladı. Fox kardeşler
tarafından başlatılan spritizma hareketi 1850 yılından İtibaren Fransa’da da
popülerlik kazanmaya başladığında, ruhsal dünyaya uzanan bu yola büyük
bir coşkuyla atılan Kardec, 1869’da- kİ ölümüne kadar spritizmayla İlgili
bilimsel deneyler yaptı ve işin felsefesini oluşturdu. Daha sonraları Sokrat,
Swedenborg, Napol- yon, Augustinus, Martin Luther ve Blaise Pascal’ın
ruhlarıyla sürdürdüğü çalışmalar sonucu ortaya koyduğu birçok eser geniş
yankılar uyandırdı. Kendisinin Pere Lachaise’deki (Paris) ünlüler mezarında
bulunan menhirler dikkati çekmekte ve günümüzde pek çok ruhçu orayı
çiçeklerle süslemekte, dua ederek teselli bulmaktadır.
Kardec tarafından oluşturulan kuramın bildirisi demek olan Ruhlar
Kitabı bir tür konuşma oyunu şeklinde düzenlenmiş olup, Eflatun’un
filozofça diyaloglarından çok, Barok ozanı Georg Philipp Harsdörffer’in
yazdığı kadınlar için konuşma oyunlarım anımsatmaktadır. Allan Kardec
kitabında Tanrı ve dünya hakkında sorular sorar ve ruhlar da buna yanıt
verir.
Onun kitabında temel önerme (aksiyom) ve buna bağlı görüşler şöyle
Özetlenebilir: Ruh, bedenin ölümünden sonra da varlığını sürdürür. Ama
insan yalnızca ruh ve bedenden oluşmamıştır; bir üçüncü unsur daha vardır
ki o da bu iki varlığı birbirine bağlamaktadır. Bu bağm niteliği konusundaki
soruya ruhlardan biri şöyle yanıt verir;
"Ruh ve beden arasında yan maddesel olan bu şey, iki varlık ara-
sındaki bağlantı için gereklidir. Bu bağ aracıhğıyladır ki ruh, madde
üzerinde etki yapar ya da bunun tersi olur, Böylece, insan üç kısımdan
meydana gelmiş oluyor: 1. Hayvanlannkine benzer maddesel bir varlığa
sahip ve aynı yaşam ilkesine bağlı olan beden; 2. Enkame olan ve şimdiki
bedende ikamet eden ruh; 3. Ruhla bedeni birbirine bağlayan yan maddesel
oluşum, Perispri" 57
Perispri ve bunun oluşturduğu etki konusunda Allan Kardec’le onun
ruhsal önderi birkaç açıklamada bulunurlar: "Bu ruh kılıfı (Perispri) bizim
için dolaşan, sizin bedeninizle, Perispri’nizle ya da doğruca ruhunuzla ilişki
kurmamızı sağlayan aracı bir organdır. Bu sayededir ki, öteki tarafla sayısız
türde medyumsal bağlantı kurularak haberleşme sağlanır... Perisprinin
kendisi düşünmez. Beden insanlar için neyse, o da ruh için aynıdır. Bir
araçtır kısacası. Onun biçimi, insan biçimidir. Bize bir ruh göründüğünde, o
genel olarak, yaşam sırasında tanıdığımız birinin şeklindedir... Belki şu soru
sorulabilir: Böylesine ince ve duyarlı bir yapı nasıl oluyor da beden gibi ağır
ve yoğun bir yapıyı etkilemede ruha yardımcı olabiliyor? Ama görüyoruz ki,
hava akımı evleri yerinden sökebiliyor, buhar gücü muazzam yükleri taşıyor
ve patlayan barut kayaları uçuruyor. Ruhun da perispri aracılığıyla bir
masayı kaldırabileceği ve üstelik bu perisprinin görünür ve dokunulabilir
hale gelip bir beden gibi davranabileceğini düşünmekte yadırganacak ne
var?"
Hydesville’de hortlakvâri gürültülerle başlayan perisprinin keşfi
kuramsal bir bütünlüğe ulaşarak, spritizmaya olanak sağlar hale gelmiştir.
Bu ruhsal kılıf, öteki tarafla ilgili araştırmaların, bilinç dininin dönüm
noktasıdır. İmmanuel Kant ve Arthur Schopenhau- er’ın ruhsal görüntüler
konusunda yaptıkları itirazlara bir yanıttır. İki bilim adamı da, bu tür
olguların maddesel varlığa sahip olmayıştan yüzünden, içsel yapı içinde
cereyan eden şeyler olarak kabul edilmesi görüşündeydiler.
Allan Kardec, deneysel ruhçuluk üzerine bilgiler veren Medyumlar
Kitabi adlı eserinde, birkaç yıl önce uygulanmaya başlanmış olan Öğretisini
on cümle içinde toplar:
1* Spritüel olgular (parapsikolojik olgular da dahil olmak üzere), ruh
denilen beden dışı zekâlar aracılığıyla oluşturulur.
2. Ruhlar görünmez bir dünyada ve her yerdedirler.
3. Doğa güçlerinden olan ruhlar, fiziksel ve ahlakî dünya üzerinde
sonu gelmez etkilerde bulunurlar.
4. Ruhlar, yaradılışın dışında yer alan varlıklar olmayıp, bunlar
dünyamızda veya öteki gök cisimleri üzerinde, bedensel kılıflarından çıkmış
olarak yaşamaktadırlar. İnsanların içinde yer alan be- denleşmiş ruhlar,
bedenin ölümünden sonra yeniden serbest hale geçerler.
5. İyiden kötüye, bilgiden cahilliğe giden her basamakta ruhlar
vardır.
6. Bunların hepsi gelişme yasasma bağlıdır ve hepsi de kusursuzluğa
erişebilir. Ama bunlar özgür iradeye sahip olduklarından bu duruma
ulaşmak, gösterdikleri çabaya bağlı olarak uzun veya kısa sürebilir.
58
7. Ruhlar, geçmişteki yaşamlarına, işledikleri kötülüklere ve ilerleme
düzeylerine göre mutlu veya mutsuz olabilirler. Tam ve değişmez mutluluk,
ancak kusursuzluğun en üst derecesine varabilmiş olan ruhlara verilir.
8. Gereken durumlarda, tüm ruhlar insanlara açıklamada bulu-
nabilirler.
9. Ruhlar bu açıklamaları bir araç ve çevirmen olarak kullandıkları
medyumlar aracılığıyla gerçekleştirirler.
10. Ruhun konuşmasından, onun yüceliği veya düşüklüğü anlaşılır.
İyiler öğüt verir ve yalnızca iyilik konuşurlar. Kötülerse yalan söyler,
aldatırlar ve bunların tüm sözlerinde eksikliğin, cehaletin damgası görülür.
Ruhların bedenlerle tekrar tekrar birleşmesinin gerisinde yatan büyük
anlam, en sonunda Tanrı benzeri bir duruma varabilmektir: "Aklımız bize,
insan ve Tanrı arasmda daha pek çok basamağın bulunması gerektiğini
söylüyor... ve kusursuzluğa giden basamaklarda dolaşıp durmakta olanlar
da, insanların ruhlarından başka varlıklar olamaz." (Allan Karâec-Ruhlar
Kitabı). Doksan yıl önce İmma- nuel Kant ruhun değişik nitelikli ve sürekli
bir yaşam sürdüğüne ilişkin tezi uydurmaca diye adlandırıyor ve bunun,
doğal bilimler için gerekli bir kuram değeri taşımadığım belirtiyordu. Bugün
de, ruhun sonraki varlığım kanıtlayabilmek olanak dışıdır. (Wilhelm Peter
Muiacz),
Şu da var ki, tüm bu gerçekler ve kuşkucu itirazlar tümüyle isabetli
sayılmaz; çünkü bunlar sprîtİzmayı bir din değil de, bilim olarak
eleştirmekteler.
Ayrıca, başka dünyaların gizemlerine varmak için tüm çabalarını
harcayan ve bilgiye susamış bulunan kişilere Immanuel Kant'm "belki de en
iyisi, oraya gidinceye kadar sabretmeleridir" deyişi de yerinde değil; zira,
bilimden, materyalizmden ve onun ruhu Öldüren gelişme olanaklarından yüz
çevirmiş olanlar bile, artık eskisi gibi inanmak değil, aksine bilmek
istiyorlar. Bunun en emin yolu ise - bilimin tüm öğretilerine karşı çıkmak
pahasına - insanın kendi duygularından yararlanması ve bunları gerçek kabul
etmesidir.

"RENKLİ TELEVİZYONU ALDIĞIMDAN BERİ, FRANZ LİSZT,


BENİ DAHİ ÇOK ZİYARET EDİYOR"

Schorne/da (Oklahoma) yaşayan Richard Swink adlı gazete satıcısı,


Morey Bernstein’m Bridey Murphy)?İ Arayış adlı kitabını okuduktan sonra,
kafasına bir kurşun sıkıverdi. Kitapta, 19. yüzyılda bîr kez daha yaşamış
olduğu belirtilen Ruth Simmons adlı ev kadını ele alınmaktaydı. Richard 59
Swink geride bıraktığı veda mektubunda, yeniden doğuşun gerçekliğine
şahsen tanık olmak istediğini belirtmişti.
Bu kurşunun sıkıldığı 50’İi yıllar sırasında, Bridey Murphy humması
tüm Amerika’yı sarmış bulunuyordu; bu ad için şarkılar besteleniyor ve
dikkatini "içindeki" şeye çeviren herkes daha önceki birkaç yaşamından söz
etmek istiyordu.
Ama, ruhun bir başka bedende enkarne olduğu maziye yönelik bu
ammsayıştan daha da sık olarak rastlanan durum, yeniden bir bedene
girmeksizin dolaşmakta olan ruhlarla kurulan ilişkilerdir.
Spritizmanın ilk dönemlerinde, öteki taraftaki aile üyelerinin şöyle bir
dostça selam verdikten sonra çekip gitmeleri yeterli görülürken, daha
sonraları toplumun bu seanslara gösterdiği titizlik artmaya başladı.
Geçen asrın yetmişli yıllarında birtakım sıkıcı işlemlerle ruhların
adlarını heceleyen, otomatik yazı aracılığıyla ölmüş yazarların eksik kalmış
romanlarını, şiirlerini ve kuramsal yazılarım tamamlayan ve ruhlarla
görüşüp konuşan milyonlarca kişiden ayırt edilmek isteyen bir medyumun,
perisprilere ait el izlerini sıcak parafin içinde tesbit etmesi ve öteki tarafın
varlığına kanıt olarak bunları heyecanlı izleyicilere göstermesi gerekiyordu.
Pek çok medyum da evlerdeki ruhları gösterme yolunu tutuyor ve bu
arada türlü hileler uygulayarak saygıdeğer baylan istedikleri gibi
parmaklarında oynatıyorlardı. Bu arada gazetelerde sık sık görülen
haberlerde, medyumlardan birinin daha foyasının ortaya çıktığı
açıklanıyordu. Görüntü olayları arasında ancak pek azı açıklanamaz olarak
kalmıştır.
Bunlardan bir tanesi de, Rosemary Brown’m öteki taraftan müzik
algılayabilme yeteneğidir. Olaylar, bir gece vakti Franz Liszt’in ona
görünmesi ve kadım yumuşacık bir şekilde piyanonun başına götürmesiyle
başlamıştı. Rosemary’nin elleri tuşlar üzerinde kendiliğinden hareket ediyor
gibiydi. "Sanki o, bir çift eldivenmişçesine ellerimi sarıverdi," diyordu
kadın.
Rosemary daha sonraları, otomatik şekilde çalman müzik parçalarını
notaya almayı da öğrendi. Hatta televizyon kameralarının önündeyken bile,
ufak parçaları çabucak yazabiliyordu. Öte yandan, Ölüm sonrası eserleri ona
yazdıran yalnızca Franz Liszt olmadı; Chopin, Bach, Beethoven, Schubert ve
başkaları da işe karıştılar. Müzik uzmanlan, yazdırılan eserlerin o
bestecilerin stilleriyle aynı olduğunu kabul etmekteydiler.
Kadın yalnızca nota yazmakla kalmıyor, öte tarafla ilgili sohbetlere de
dalıyordu. Ona anlatılanlara göre, oradaki dağlar, çiçekler buradakinden çok
daha güzeldi; oradaki dostları resim ve beste yapıyor, başkalarıyla mümkün
60
olduğunca fazla sohbet edebilmek İçin yabancı diller öğreniyorlardı.
Bayan Brown’m bu konuşmalar sırasında öğrendiklerine göre,
Beethoven öteki tarafta da soğukluğunu sürdürdüğü halde, Chopİn Çok
neşeliydi ve Schubert de artık gözlük taşımıyordu. Ama bunların İçinde en
sevimlisi Franz Liszt idi. Kendisi, sayısız ziyaretleri boyunca 4000’den fazla
parça yazdırdığı gibi, onunla her konuda ko- nuşulabİliyordu. Evle İlgili
parasal sorunlar ve giysi konuları bunlar arasındaydı. Bayan Brown, onun
özellikle son zamanlarda sıklaşan ve pazar öğleden sonralarına rastlayan
ziyaretlerini, yeni almış olduğu renkli televizyona bağlıyordu; Franz Liszt
televizyondan çok hoşlanıyordu çünkü...
Kadın bazen de program aralarında, saat beşe doğru ona bir bardak çay
ikram ediyordu. Liszt’in çayı içip içmediğini ne yazık ki öğrenemedim.
Bundan birkaç yıl önce, uluslararası üne sahip bir plak firması,
Rosemary Brown tarafından yazılmış ve "Franz Liszt, Chopin ve öteki
ölülerce dikte ettirilmiş on yedi küçük parça"yı piyasaya çıkardı.
Bundan çıkacak telif hakkı sorunu hukuk davalarının en ilgincine konu
olabilir.
Parapsİkologlarca da onaylandığı gibi, öteki tarafın günlük
olaylarından söz etmese bile, Bayan Brown’ın başarıları yüksek bir düzeyde
bulunmaktadır. Kendisi, coşkulu açıklamalardan kaçındığı gibi, öteki
dünyayla ilgili herhangi bir ruhsal kurama da girişmemekte ve kökeni karşı
taraf olmadıkça, sıradan şeylerle pek ilgilenmemektedir.
Ruhsal bir oturumun genelde nasıl geçtiği ve kural olarak ne tür
açıklamaların yapıldığı konusunda Dr. Albert Moll bir seans tutanağında
şunları söylemektedir:
Oturuma katılanların orta hallice döşenmiş ve yan karanlık bir odada
dantelalı Örtülerle divan yastıktan arasında yerlerini almalann- dan sonra
bir tıkırtı duyulur.
"Geldiler!" diye haykınr biri. "Hemen başlayalım, yoksa ruhlar kızar.
’’
Herkes masadaki yerini alır ve bir zincir ohıştıınır. İnançsız bir
kuşkucunun ya da uygun olmayan bir masanın neden olduğu birkaç
zorluktan sonra başka bir masaya otundur ve eller daha şimdiden
sallanmaya başlamış olan masanın üzerine konur.
Pek çok yüzyıldan beri enkame olan ve yaşamakta olanlara karşı özlem
duyan Roswitha adlı ruh kendini belirtir. Büyükannenin se- lamlanm
getirmiştir ve bu sevinçle karşılanır. Derken, yavaş yavaş görüşme başlar.
"Anlaşıldığına göre başka mhlar da vardır. Bunlardan birkaçı zamanında
orada olabilmek için tramvayla gelmişlerdir. (A. Moll, Spritizma)
Roswitha’nın ruhu oturumu sona erdirirken Marİe teyzenin öteki 61
tarafta iyi olduğunu, yalnız biraz şişmanladığını bildirir.
Daha sonra, Baron von Vay aracılığıyla, bedensel engelden
kurtuluşunun ardından Merkür’ü araştırmaya girişen, kedi ve köpek
resimleri çizen Alexander von Humboldt’un oradan getirtilmesi gerekir.
Oranın kavurucu sıcağına dayanmanın nasıl bir şey olduğu konusunda ne
yazık ki bir açıklama yapılmamış bulunuyor.
Bu arada, daha önemsiz ruhların göründükleri de olur.
Bİr zamanlar hizmetçilik yapmış olan biri, dünyadaki zor ve kısa
yaşamını anlatır.
Allan Kar dec’in de uygulamış olduğu gibi, medyumlar öteki taraf
konusunda öğrendiklerini yayınlatmadan Önce, bunların "ruhların
denetiminden" geçtiğine ilişkin bir cümle de koyarlar. Önsözlerde şuna
benzer formüllerle sık sık karşılaşılır: "Sunulan her şey onların ifadeleridir
ve yayından önce kendileri tarafından kontrol edilmiştir." (Allan Kardec:
Ruhlar Kitabı).
Ama insan, okul kitaplarında geniş yer tutan Sokrat, Augustinus, von
Humboldt, Napolyon ve de öteki ünlülerin ruhlarının basbayağı şeyler
anlattıklarını okuduğunda vardığı kam, akıl ve anlayışın belki de bedene
bağlı kalmış olabileceği noktasında toplanmaktadır. Zira S okrat5 m özgür
ruhunun anlattıklarıyla belki ancak bir görgü kitabı oluşturabilir...
Daha yüzyıl önce Alexander Wiessner şöyle yazıyordu: "Öteki tarafa
ait olduğu söylenen tezahürlerin hiçbiri, insan ürünü fantezilerin dışına
taşamamış, dünyaya özgü olayların sağladığı malzemeden meydana gelen
görüntülerin dışında bir şey oluşturmamıştır."
Sprıtüel teze yöneltilen en ciddi itiraz medyumların nasd olup da ruhlar
dünyasından, burada enkarne olan ruhların kombinasyon yetenekleri ve
bilinçleri hakkında hiçbir bilgi elde edememiş olduklarıdır. Öteki tarafta
belki de hiç ruh bulunmadığına ilişkin görüşü, bugüne kadar ruhçular tam
olarak çürütebilmiş değillerdir.
Ayrıca bu gerekli de değildir; çünkü trans ya da otomatik yazı
aracılığıyla haberler alan medyumlar kendilerinden gayet emindirler. Teknik
bir çağın ortasındaki bu kişiler seçilmiş olduklarını, öteki taraf için megafon
görevi yaptıklarını, başka dünyalara açılan bir kapı niteliği taşıdıklarım
düşünmektedirler. Allan Kardec’in şu cümlesini de "evet öyledir" diye
destekleyeceklerdir:
"Gerçek ruhçu bu dünyayla ilgili şeyleri tümüyle yüce bir görüş
noktasından ele alır. Onu bekleyen büyük gelecek yanında, bunlar küçük ve
önemsiz görünürler. Bu kişinin gözünde yaşam Öyle kısacık ve geçicidir ki,
62
tüm çaba ve endişeler de bir yolculuk sırasındaki nahoş olaylar olmaktan
öteye gitmez. O, tüm sıkıntıların birer deneme olduğunu ve bunların ruhsal
gelişmesine hizmet ettiğini bilir."
Ruhçu ve elindeki güç... Buna göre medyumlar çelimsiz de olsalar,
Zerdüşt ve Çango karışımı bir görünüme bürünüyorlar; fakat tüm dünyevî
zorlukları gülünç denebilecek kadar önemsizleştiren, hayli nadir rastlanıp,
çok zor algılanan teslimiyet, ruh huzuru, iyilik ve bilgelik tezahürleri;
ruhçuların izleyicilerini tüm karşı tezlerden daha kolay ikna etmektedir,
Spritizma yalnızca bir din olsaydı, parapsikologlar yaklaşık 60 yıldan
beridir ruhsal olguları ve medyumları incelemez, açıklanan bildirileri
bilimsel kontrollere tabi tutmaz ve aldatmacalarla paranormal başarılan
birbirinden ayırt etme çabasına girİşmezlerdi. Bugün hiçbir bilim adamı,
rahibin yükseğe kaldırdığı ayin şarabının kana ya da kutsal ekmeğin ete
dönüşüp dönüşmediğini merak etmemektedir.
Şunu da belirtmeli ki, seanslar sırasında, kanıtlanabilir nitelikte görüntü
olayları hep olagelmiştir. Başlangıcından beri, bilimsel olarak çalışan,
kontroller yapan ve gördüklerine hemencecik inanmayan ruhçular hep
varolagelmiştir.
Ama onların gerçekleri ve görüntü olaylarını yanlış yorumladıklarını
gösteren çok şey vardır. Onlara göre öte yandan etki yayıp konuşan şey,
aslında insanın malüm olanakları ve yeteneklerinin ötesinde olan bir şeydi
yalnızca.

PSİ KAYDEDİCİ 70 VE PLETİSMOGRAF

Parapsikologların büyük bölümü, bilimlerinin başlangıç tarihi olarak


1882 yılını gösterir. O tarihte İngiltere’deki tanınmış birkaç bilim adamı bir
birlik kurma kararı verdiler; birliğin amacı, çalışmalarında bilimsel bir yol
izleyen kişileri bir araya getirmek ve bilinen doğal yasalarla açıklanamayan
tüm olguları elden geçirmekti. "Psikolojik Araştırma Derneği" adıyla
kurulan bu birlik, araştırma çalışmalarını şu konular üzerinde sürdürecekti:
- Düşünce aktarımı
- Somnambül (uyurgezer) durumlarda gözlenen hipnoz, duru- görü
ve öteki görüntü olguları
- Karl Freiherr von Reichenbach’ın tüm çabasıyla kanıtlamaya
çalıştığı kuramlar. Bu kişi, herkesten çıkmakta olan akışkan nitelikli bedenin
parapsikolojik bilgileri aldığı ve fark edebildiği inanandaydı.
- Düşünce aktarımı
- Somnambül (uyurgezer) durumlarda gözlenen hipnoz, duru- görü
ve öteki görüntü olguları 63
- Kari Freiherr von Reichenbach’m tüm çabasıyla kanıtlamaya
çalıştığı kuramlar. Bu kişi, herkesten çıkmakta olan akışkan nitelikli bedenin
-Od- parapsikolojik bilgileri aldığı ve fark edebildiği inanandaydı.
- Medyumsa! yetenekler
- Ruhsal görüntüler ve hortlak olayları
- Parapsikolojik olgular, ruhsal medyumlar
- Efsane, masal, tarihsel derlemeler ve geleneksel anlatılarda
rastlanan durugörü, mucize ve hayaletler türünden öteki paranormal olaylar.
Yukarıda sıralanan konular elli yıl boyunca pek çok ülkedeki
araştırmacı için geçerliliğini ve örnek olma niteliğini korudu. Bu arada
derneğin çıkardığı yayınlar, yüksek bilimsel düzey gösteren olayları bunlara
ekliyordu.
1882 yılından beri düzenli aralıklarla çıkan Proceedings of the Society
for Psychical Research adlı dergi kuramsal ve ayrıştırıcı görüşler sunmakta
ve bilimsel tartışmalar için bir forum niteliği taşımaktadır.
Derginin yayına başladığı ilk dönemlerde ele alman en önemli iki
eserden biri E. Gurney, F.W.H Myers ve F.Podmore tarafından çıkarılan
Yaşam Fantezisi, öteki de Profesör Sidgwick’in Halüsİnas- yonlann Sayımı
Üzerine Rapor adlı eseriydi. Bu iki kitap da paranormal olaylarla ilgili
raporları içeriyor, genelde birtakım soruların yansıması niteliğini taşıyordu.
Bu çalışmalar geride izler bıraktılar. Bu arada, kendiliğinden oluşan
parapsişik olayların analiz ve araştırılması için ayrılan zaman, yetenekli
medyumların deneysel girişimlerine ayrılan zamandan daha fazlaydı.
Gerçekte, bazı ilerlemeler söz konusuydu.
Enfraruj tuzakları, elektrikli dolaplar, flaşla alınan resimler, kontroller,
oturumlara katılan kişilerin hem önce, hem de sonra sıkı muayeneden
geçirilmeleri, ruhun göründüğü kabin loşluğunda bile her türlü aldatmaca
olanağım ortadan kaldırıyor ve ancak pek az sayıda medyum bu şartlar
altında ikna edici birtakım görüntü olayları yaratabiliyordu. Bu nedenledir
ki, bilim adamları kendiliğinden oluşan olaylara dönmek zorunda kaldılar ve
çok geçmeden de, geleceğin parapsikolojisi için son derece önemli
olabilecek bilgiler elde edildi. Şöyle ki, parapsişik potansiyel hemen
herkeste mevcut olduğu halde, ancak ender durumlarda beliriyor, ya da
çoğunda olduğu gibi hiç ortaya çıkmıyordu.
Bunun üzerine, parapsişik bilgi aktarımıyla ilgili alan daha da titizlikle
incelenmeye başlandı ve bu tür şeylerin çoğunlukla kriz benzeri durumlarda
ortaya çıktığı, sözgelimi, yakın bir dostun ya da akrabanın ölüm tehlikesiyle
karşılaşması halinde belirdiği anlaşıldı; yine de, bu olguların temel nedeni
konusunda tam bir görüş birliği sağlanamıyordu. Bazı araştırıcılar bu
64
olgulara neden olarak öteki taraftaki zekâları gösterirken, diğerleri de
ölçülemez nitelikli bu enerjiyi canlılardaki ruha bağlıyorlardı.
Yirmili yılların sonuna doğru parapsikologların büyük bölümü spritüel
tezleri, bir sonuca varmadığı nedeniyle reddetmeye başladılar; çünkü o
sıralar J.B.Rhine ve onunla birlikte çalışan W.McDo- ugall, H.Lundholm ve
K.E.Zener spritüel haberciliğin ruhların katkısı olmadan da
düşünülebileceğini kanıtlamışlardı. Buna göre, bir celse sırasında ulaşılan
duyu dışı algılama daha yakma gelmiş oluyordu.
J.B.Rhine ve arkadaşları, eğer bu başarıların kökeni insandaysa, o
halde pek çok kişinin de 1942 yılında B.P.Wiesner ve R.Tho- uless
tarafından kısaca "Psi" diye adlandırılan bu yeteneğe sahip bulunmaları
gerektiği sonucuna vardılar. Kari Zener, DDİ (duyu dışı idrak-algılama)
konusunda Durham’daki (Kuzey Karolina) Duke Üniversitesinde sürdürülen
deneysel ve sayısal istatiksel araştırmalar için temel oluşturmak üzere,
değişik semboller içeren 25 kartlık bir oyun geliştirdi.
Deney yapılan kişiler, ters çevrilmiş durumdaki kartlarda hangi
sembollerin olduğunu (durugörü testi), deneyi yürütenin hangi karta
baktığını (telepati testi) veya daha sonra hangi kartın geleceğini
(prekognisyon-Önceden bilme testi) bilmek zorundaydılar. Elde edilen
sonuçlar -on binde birlik olasılık durumu dikkate alındığında bile- dikkati
çekecek ölçüde paranormal olarak kabul edildi. Bunu İzleyen İlk yıl
boyunca da, sık sık astronomik sayılara varan sonuçlara varıldı. Daha
sonraları da bu başarılar sürüp gitti.
Pek çok kişinin Psİ yeteneğine sahip olduğu konusundaki tezi onaylar
nitelikteki bu deneylerden -bu arada, psikokineziyle ilgili kanıtlar için
zarlarla da çalışmalar yapılmıştı- daha da önemli olan şey, doğal ve ruhsal
bilimlere yaklaşılması, bunlarla ilişki kurulmasıydı. Her araştırıcı tarafmdan
her yerde yapılıp yinelenebilecek bu deneyler ve istatistiksel testler sonucu
parapsikoloji, spritizmanın karanlık ortamından başka bir yere taşındı;
halbuki onun daha önceleri bulunduğu yer, aydınlanma döneminin
materyalizmi ve pozitivizme damgasını vuran bilim adamları tarafından,
içinde korkuların, akıl dışının, istek, umut, rüya ve mitolojide gerçeklik
bulan bir yığın kalıntının yer aldığı, aklın ötesindeki eski bir sandık odası
olarak görülüyordu.
Bugün parapsikoloji, kabul edilmiş bir bilim olarak Utrecht, Freiburg,
Leningrad üniversitelerinin yanı sıra, Asya’da ve Ku- zey-Güney
Amerika’da da eğitime girmiştir.
Ona üniversitelerin kapılarını açan J.B.Rhİnes’in Zener kartlarıyla
yaptığı testler bu arada sayılamayacak kadar çok sayıda denenmiş ve
bunların değişik şekilleri uygulanmıştır.
Hans Bender, Freiburg’daki çalışmalarında, Darmstadt’daki Genel 65
Haberleşme Enstitüsü’nün meydana getirdiği Psİ Kaydedici 70’den
yararlanmaktadır. Bunda, Zener sembolleri bir rastlantı jeneratörü tarafından
seçilmekte, yanıtlar delikli şeritlere işlenmekte ve bir bilgisayarın yardımıyla
değerlendirilmektedir.
Bu arada, hayalet görülen evlere, çevresinde psikokmetik olayların
gerçekleştiği ortamlara videoteypler yerleştirilmekte ve bunlar kontrol
edilmektedir.
Bunların yanı sıra, tek tek bireylerin üstünde sürdürülen testlerin yerini
grup testleri alıyor. Deneyleri yürütenler, kişilerin değişik Psi faktörü
bağımlılığını gözlemek amacıyla duyusal gerilimler, bu arada rekabet hissi,
sevinç ve korku gibi durumlar yaratıyorlar. Doğu ve Batı’daki askeri
çevreler, uzayın aşırı zorlayıcı şartları altındaki acil durumlarda haber
aktarabilme amacıyla telepatiye ilgi duymaya başlıyorlar. Sovyetler’in
Batı’da çok fazla heyecan uyandıran yer ve uzay denemeleri, oluşturdukları
sonuçlar açısından öylesine önemsiz ki, onların düşünce casusluğu
yapmalarından, hatta A/ın arka yüzünden gönderilen haberleri
alabileceklerinden bile korkmaya gerek yok.
Altmışlı yıllarda Amerikalı birkaç bilim adamı, Psi faktörünü
pletismografla kanıtlamaya giriştiler; bu cihaz, farklı organlardaki kan akımı
değişimini belirlemektedir. Bunun kullanılmasıyla yapılan denemelerde
ilgili kişi bir kart ya da karşı tarafta heyecan uyandıran bir ad üzerinde
konsantre olduğunda, pletismograf bu ikisi- njn de damarlarında aynı anda
görülen bir daralma tespit etmekte ve buna bağlı olarak da beyne giden
kanda artış olmaktaydı. Olayla-

66
no çoğunda da telepatik sinyaller giremiyor, yalnızca vejetatif sinir
sistemini etkiliyordu. Bugün Psi faktörünün varlığı kanıtlanmış kabul
ediliyor. Bu yüzden de parapsikologların çoğu, telepati veya du- rugörünün
mümkün tek açıklama olduğunu gösteren denemeleri sürdürmeyi gereksiz
görüp, asıl sorunu oluşturan alanlara dönüyorlar: Tekinsiz evler ve
kendiliğinden gerçekleşen Psi olayları.
Öte yandan, DDİ ve psikokinezi de öteki bilimler tarafından,
parapsİkolojİnin temaları olarak kabul edilmiş bulunuyor.
D.Scolt Rogo şöyle diyor: "Numeroloji, Astroloji, el okuma ve ötekiler
okült sistemler olup, dünya ve insan yaşamı konusunda bilgi verirler.
Deneysel bir bilim olan parapsikolojı bu alanda pek az şey başarabilmiştir...
Öte yandan, son yıllarda pek çok yeni "bilim" ve araştırma alanı gelişmiştir
ve bunlar parapsİkolojiyle aynı kapta kaynatılmaya dünden hazırdırlar.
Bitkiler konusühda ilk olarak elde edilmeye başlanan bilgiler, akupunktur,
Kirlian fotoğrafları, hatta ufoîoji türünden şeyler parapsİkolojiyle yakın
ilişkiye sokulabilirdi. Günün birinde bu olabilir; ama artık söz konusu şey
parapsikolojik çalışmalar olmayacaktır, çünkü bu tür alanlar DDİ ve PK’yı
(p- sikokinezi) temel unsur olarak almamaktadırlar."

Durugörü
Duyudışı İdrak Telepati
(DDİ) Prekognisyon (Önceden bilme)

PSİ

Psikokinezi Şİfacıhk
(PK) Uzaktan etki Bitki, hayvan -
insan ve eşya üzerinde

Aşağıda, parapsikologların yüz yılı aşkın süredir tanımlayıp sı-


nırlamaya çalıştıkları Psi faktörüyle ilgili oluşumlar birer örnek olarak
veriliyor:
Dunıgörü
Kontrollü bir deney sırasında ışık görmemiş bir filmi alarak, karanlık
odada ve kırmızı ışık altında buna bivkaç kelime yazdım. Film ışık
geçirmeyen bir zarfa konduktan sonra zarf kapatıldı. Film saniyenin yüzde
biri kadar bir süre bile ışık almış olsaydı, banyo edildikten sonra bu açıkça
görülürdü. Doktor Chovvrİn filmi bana geri verdi; onu banyo ettiğimde,
zarfın açılmamış olduğunu anladım, çünkü en ufak bir ışık almamıştı.
Halbuki Sophia Alexandrov- na, filmin üzerine yazdığım şeyi gerçekten
"bilmeyi başardı. Filmde ŞU yazılıydı: Yangın, bir bina alevler İçinde, çok
korkuyorum."3

Telepati
19 Aralık 1974 gecesi saat 22.15 İle 22.40 arası ben ve karım telepatik
bir deney yaptık. Daha önceden belirlenen dakikalarda konsantre olarak,
birtakım resimleri aktarmaya çalıştık. İkimiz de ayrı odalarda oturuyorduk ve
aramızda görme ya da işitme bağlantısı yoktu. İlk deneme bîr sonuç vermedi.
O sırada göndericilik görevini karım yapıyordu; kafamda pek çok şekiller
oluşuyor, ama bunların hiçbirini tamyamıyordum.
İkinci denemede göndericiliği ben üstlendim. Bir masa lambasının
resmîni çizmeye başladım ve bunu yaparken de dış dünyayla ilgili tüm
bilgileri kafamdan çıkarmaya çalıştım; aklımda yalnızca masa lambasının
resmi vardı. Sonsuz genişlikteki bir alanın tam ortasında yer alan tek bir
masa lambası. Eşim, kararlaştırılan süre içinde bir masa lambası çizdi.
Onunla bu sonuç üzerinde konuştuktan sonra, denemeyi sürdürmeye karar
verdik. Şimdi de o göndericilik yapacaktı. Daha odama doğru yürüdüğüm
sırada, onun bir yıldız çizeceğini biliyordum. Odada başka sinyaller
bekledim; ama "Yıldız" kelimesi, sürekli yanıp sönen bir ışık sinyali gibi
çakıp durmaktaydı. Sonunda, bir yıldız resmî çizdim.
Eşim de bir yıldız resmi göndermişti; ama daha önce başka şeyler
düşünmüş, ancak birkaç dakika sonra yıldız sembolünde karar kılmıştı.
Bir yıl sonra eşimle yine benzer şartlar altında telepatik deneyler yaptık
ve aynı şekilde olumlu sonuçlar elde ettik.

68

3 Ludmilla Zielinski: Zarfın İçindekileri okuyabilen kadın; Martin Ebun, Psi in


der UdSSR, 1977 Münih/Viyana S.58-59
Prekognısyon (Önceden Bilme)
İngiltere’deki FC Barting adlı amatör futbol kulübünün kalecisi Ted
Brinkley, rüyasında bir aslanın saldırısına uğradığını ve onun pençe
darbeleriyle ağır yaralandığını gördü. Bir çığlık atarak uyanan adam ertesi
gün tam yedi gol yedi* Bunlardan beşini atan karşı taraf oyuncusunun adı
George Lion (Aslan) idi.4

69

4 Weizlaner Neue Zeiîung 13.4.77, s.6


Tekinsiz Ev (Poltergeist)
Bremen-Vahr’da market işleten biri 1965 Haziran'mda bin Mark’m
üzerinde bir zarara uğradı. Mağazanın alt katında satılmakta olan cam
eşyalar ve porselenler pek çok tanığın, bu arada polislerin gözleri önünde,
raflardan aşağı düşmeye ve kırılmaya başladılar. Herkes olup bitenler
karşısında çaresiz durumdaydı. Sonunda Bremenli bir vatandaşın önerisi
üzerine on dört yaşındaki bir öğrenci oradan uzaklaştırıldığında, patırdımn
arkası kesildi. Olayla ilgili olarak, uzakta bulunanlar "Bunu kuşkusuz o
yaptı" derlerken, tanıklar "Bunu o yapmış olamaz" diyorlardı. Daha sonraki
araştırmalarda bazı açıklanamaz etkilerle karşılaşıldı; bunlara o delikanlı yol
açmış olamazdı.5
İyileşme-şifacılık
On sekiz aylıkken iki bacağı da felç olan Annick Theurquevil- le,
Lourdes’daki mağarayı ziyaret ettikten sonra yeniden yürümeye başladı.
Normandİya’nın Bourgtheroulde köyünde yaşayan sekiz kişilik bir işçi
ailesinin kızı olan Annick, 7 Ekim günündeki ayine tekerlekli sandalyeyle
katıldı. Bunu izleyen gece birden uyanan kız, yaşamında ilk kez olarak
ayakları üstünde durmayı başardı. O günden beri kızı inceleyen 50'den fazla
doktor, bu ani İyileşme konusunda hiçbir açıklamada bulunamadılar.6

Bitki, Hayvan ve İnsanlara Uzaktan Etki


Roscha-Pİna’dakİ (İsrail) Sıtma Enstitüsü’nün yöneticisi olan Rudolf
Reutler, yalnızca varlığının bile çekirgelerde güçlü bir tepki yarattığına
dikkat etti. Bununla ilgili olarak şöyle yazıyordu: "Havadaki ısı veya nem
değişmesinin birtakım kasılmalara yol açmasını Önlemek için önlemler
alınmıştı. Çekirgelerin bağırsak kasları, onları mikroskop altında sakince
inceleyen deneycinin soluk hareketlerine bağlı olarak değişme
göstermekteydi. Bu kişi bir grup adaleyi sıkıca kastığında ya da bacağım
veya parmağını aniden büktüğünde, görülen etki son derece belirgin
oluyordu."7
Cisimler Üzerinde Uzaktan Etki
Nina Kulagina’nın üzerinde manyetik parçalar, yardımcı olabilecek
şeyler bulunup bulunmadığı dikkatle araştırıldı. Kendisi - erini iyice
yıkamıştı. Masada teller ve mekanik şeyler olmadığı yeniden kontrol edildi.

70 5 Hans Bender; Unser Sechster Sinn, Reinbek b. Hamburg, 1972 s.24/25


6 Esotera 1/76, s.81; bk. FAZ 15.10.75.S.8
7 Anita Gregory; Vücut hareketleri, telepatiyle etkilenebilir mi? Martin Ebun, Psi in der
UdSSR s.191/192
Nina Kulagina oturduktan sonra, Dr. Zdenek Rejdak ondan yerini almasını
rica etti. Görevi, pusula iğnesini önce sola, sonra da sağa hareket ettirmekti.
İğne on defadan fazla hareket ettikten sonra, pusulanın kendisi masanın
üzerinde harekete geçti; bir kibrit kutusu ve yaklaşık yirmi kibrit çöpüyle
birlikte, sanki görünmez iplerle çekiliyormuşçasına Nina’ya doğru ilerledi.
Bu sırada hiçbir hile belirlenmedi. Görünüşe göre Nina Kulagina sırf ruh
gücüyle cisimler üzerinde etkili olabiliyordu.8

PARANORMAL OLGULARIN NORMALLİĞİ VE


ŞİMDİKİ DURUM
Profesör Tenhoven bir parapsikoloji kongresinden yeni dönmüştür.
Asistanı, onun yokluğu sırasında olup bitenler, projeyle ilgili olaylar ve
sorular hakkında henüz rapor vermiştir. Profesör hafif bir bezginlikle okur:
"Wuppertal5de bir ütü evin bayanını izlemiş. Grossauheim’da yatağın
altından tıkırtılar geliyor. Wedern’deki biri nasıl olduğunu bilmeksizin Sâmi
dilinde konuşuyor ve Neustammheim’deki bir ev kadım da evlerindeki
şeytanı kovup kovam ayacağımızı soruyor.
"Bu olaylarla ilgili olarak kamuoyuna herhalde yeniden belirtmemiz
gerekiyor: Şimdilik, bu olgular konusunda hiçbir bilimsel ve rasyonel
açıklama yok. Bunlara neden olan şeylerin paranormal güçler olduğu
kanısındayız. Ama bunların nasıl işlediğini bilmiyoruz, çünkü bir adım bile
İlerlemiş değiliz. Ayrıca asıl anlamadığım şey, hiçbir şekilde normal
olmaması gereken paranormal olayların, fazlaca şaşırtma yaratmayarak
inanılmaz şekilde normal karşılanmalarıdır.
"Şuradan bir tıkırtı geliyor, orada bir çekiç, görünür neden olmaksızın
havada uçuyor. Bilim adamlarının, aydın ve aklı başındaki kadınları,
erkekleri son derece ciddi şekilde kontrol etmeleri, masadaki kibritlerin
mekanik bir şekilde harekete geçip geçmediğini ya da kartların işaretli
olmadığım iyice bilmeleri gerekiyor. Son zamanlarda beni iyice bezginliğe
düşüren nokta paranormal olayların son derece çocukça, tuhaf ve amaçsız
şeyler olduklarıdır."9
Profesör Tenhoven yalnızca benim kafamda var olan biri. Eleş-
tiricilerin parapsikolojiye yönelttikleri itirazlar ise gerçek temellere
dayanıyor. Bunlar, Psİ faktörünü işleyen testler ve çalışmaların yol açtığı
yoğun tartışmaların sonuçlarıdır.
Hâlâ hırslı bir enerjiyle savunulan rasyonalizmin görüş açısından,
71
8 Pİotr İvanov: Manyetik İnsan Nina, Martin Ebun, Psi in der UdSSR, s. 191/92
9 R. Feldes: Kaza Nedenleri, Hessen Radyosu, Frankfurt a.M. Mart 1976,
s.9-11 (daktilo)
ruhun gerçekliği cüretli bir spekülasyon ve ondan çıkan tarif edilemez güç
de, sağlıklı insan aklının kötü niyetli bir dejenerasyonu olarak kabul
ediliyor; buna göre Profesör Bender boş inançlı biri ve parapsikoloji de
saçmalıkların buluşma alanıdır. Bu alanda olup bitenler ise, simyanın
mutfağından aydınlanma dönemine ve oradan da çağımıza kaçırılan
şeylerdir.
Benim eleştirim Psi faktörüne karşı değil. Onun varlığım kimsenin
bana kanıtlamasına gerek yok; zira var olduğunu adım gibi biliyorum.
Milyonlarca kişi de bunu biliyor; çünkü onların başmdan da düşünce
aktarımı ya da gerçekleşen rüyalar türünden şeyler geçmiştir. Benim
takıldığım nokta, Psi biliminin kendisi.
Yıllardan beri kafamda ikî soru var: Parapsikolojideki paranormal
olgular niçin öylesine çocukça ve de tahmin edilebilecek kadar normal?
Her yıl birtakım kart sembolleri ve öteki önemsiz şeyler paranormal
nitelikli olgular olarak bildiriliyor, porselenler parçalanıyor, duvarlardaki
çiviler yerinden sökülüyor, yüzlerce kaşık eğilip bükülüyor ve yine de bu
alandaki veriler albümünü geliştirecek olaylara pek az rastlanıyor.
Amerika’da otuzlu yıllarda başlayan ve çok şeyler vaat eden o gelişim
neden sönükleşti?
Şimdilik verilebilecek yanıt şu: Parapsikoloji, işe yaramaz bir şey
olarak görülmesi ve bilimselliğin belirli bir şekilde tanımlanması nedeniyle,
duraklamaya ve sıradanlığa mahkûm oldu.
Ökült dalganın üst düzeyde bulunduğu günümüzde insanlar, es-
kisinden çok farklı olarak, parapsikolojinİn verdiği sonuçlara büyük ilgi
duymaktalar. Bu konuda parapsikoloji de elinden geleni yapıyor;
araştırmalar ve yayınlar bu arada gösterilebilir. Belirtilmesi gereken nokta,
bu alanın enine gelişmekte olduğudur. Psi’nİn geçerliliği kırk yıldır kabul
ediliyor; fakat Hans Bender şöyle yazmakta: "Parapsikolojik olaylar bilimin
dokusu içinde hâlâ ayn bir alan oluşturmaktadır. Bunlar eskiden olduğu
gibi, birer bilmece olmayı sürdürüyor... Bu olayların açıklanması konusunda
tek bir adım atılamamış olmakla birlikte, görüntü olaylarının araştırılması
ve ortaya çıkış şartlan gibi konularda bazı metodik gelişmeler sağ-
lanmıştır."10
Rüya testleri, pletsimograf ve Uri Geller’le yapılan çalışmalar, Hans
Bender’in eşsiz cihazlarla ve büyük zaman sarfıyla sürdürdüğü araştırmalar,
önceden bilinenlerin dışında farklı bir şey ortaya koyamamıştır; bu da,
hayalet (Poltergeist) vb. türünden olaylara neden olanların özellikle büluğ
çağındaki çocuklar olduğu ve bunların ruhsal gerilimler altında
72 bulunduklarıdır. Günümüzde ortam ve teknik bakımmdan son derece

10 H. Bender: Parapsychologie. thre Ergebnisse und Probleme, s.89


geliştirilmiş olarak sürdürülen laboratu- var çalışmalarının ortaya koyduğu
şeyleri, bundan bir buçuk yüzyıl önce J.B.Rhine ve kısmen de Marki
Armand Marie Jacques de Puysegur daha basit şekilde belirlemiş
bulunuyorlardı.
Son yıllardaki kitap yayınları da bu duraklamayı sergilemektedir.
Zaman elverişli. Paranormal olaylar üst düzeyde. Her büyük yayınevi
okült konularla İlgili şeyler sunuyor. Hemen her yayınevinin kısa aralıklarla
gerçekleştirdiği yayınlar okul bilgeliğinin dışında kalan alanlarda, yer ve
gök arasında olup bitenler konusunda bilgi vererek, okur kitlesinin duyduğu
gereksinimi karşılamaya çalışıyor. Ne var ki, insan bunlarda yeni bir şey
bulamıyor. Gösterişli başlıklarla sunulan ve yeni keşiflerden söz eden
kitapların daha birkaç sayfasını okumak bile, eski bilgilerin yeniden
ısıtılarak ortaya getirib dİğini anlamaya yetiyor.
Büyük şeyler vaat eden gelişmeler gerçekleşmediği ve durağanlığın
sürekli bir hal alması tehlikesi başgösterdiğinden, bu zamana kadar
ulaşılmış olan şeyler sürekli olarak farklı açılardan ele almıyor ve değişik
yayınlarla halka sunuluyor.
Ansiklopediler, araştırma konularını sınıflandırıyor. Belli temaları ve
sorunları açığa kavuşturmak amacıyla bir sürü yazı kaleme alınıyor. Bu
genç bilimin klasikleri sayılan eserler tekrar tekrar basılıyor, bilimin tarihi
yazılıyor. Parapsikolojiye giriş niteliğinde bir sürü eser olmakla birlikte,
okur bir yerde durmak zorunda kalıyor: Daha ileri gidiş yok!
Gerçİ, temel umutlar şeklinde tanımlanabilen birtakım istekler ve
çocukça nitelikli mutlak güç fantezileriyle sık sık karşılaşılmaktaysa da, bu
konudaki iyimserlik tümüyle kaybolmuş sayılmaz.
Werner Keller, "Eğer" kelimesinin üstüne basarak, "insan, Psi
yeteneklerini bilinçli şekilde kullanabilirse, bilinçaltında depolanmış ve
kullanılmaz durumdaki şeylere sahip çıkabilir ve okullarda geçen upuzun
yıllar birkaç aya indirilebilir", diyor. Görünüşte mantıksal olan bu düşünüş
şekli, ortaokuldayken okuduğum bir şeyi anımsatıyor bana: Üç duvarcı bir
evi iki yılda kurarsa, 3327 duvarcı ne kadar zamanda kurar? Bir de şu var:
Yüz binlerce işsiz öğretmen ne olacak? Werner Keller7 in buna da yanıtı
var: Bunlar da yetenek gösterdikleri başka meslekleri seçerler; zaten Psi
gücü de -Çıkmaz ayın son çarşambasında- buna olanak sağlayacaktır...
Werner Keller şöyle devam ediyor: "Tümüyle değişmiş, gelişmiş bir
bilinç ve ‘Ben’le ilgili yeni boyutlar dolayısıyla her kişinin yaşamı daha
zengin, daha mutlu ve gerçekçi olacaktır. Daha da ötesi, maddedışı ve 73
metafiziksel şeyler konusunda bilgi sahibi olan insan, evrenin güzellik ve
yüceliğiyle ilgili yepyeni bir görüş elde edecektir!"
Demek ki, bizlerdeki Psi yeteneklerinin yardımıyla yürütülecek
programlar ve rehberler de eksik değil.
"Gevşeyin" diyor Keller. "Sizdeki esinleri ve önsezileri izleyin.
İçinizdeki DDİ gücünü ne kadar çok kullanırsanız, Psi yetenekleriniz de o
ölçüde artacak.
"Diyelim ki, birinin sizi telefonla aramasını istiyorsunuz. Bu kişi
yanınızdaymış gibi onunla konuşun, adını yüksek sesle yineleyin. Onun
telefona doğru gittiğini, numaranızı aradığını, kulaklığı kaldırarak sizi
aradığını tasarlayın."
Günümüzün tüm öğretilerine karşı çıkan bu yetenekler, Psi eğitimi
aracılığıyla herkes tarafından öğrenilebilecek şeylerse, o zaman
parapsikolojiyi aşağıdaki ifadesiyle Öven Friedrich W.Doucef e hak vermek
gerekiyor: "Gelecek bin yılın bilimi, akla sığmaz bir yaratma potansiyelinin
kapılarını açacak ve psişik enerji üzerindeki hâkimiyet sonucu, bugün için
kavranamaz nitelikli olasılıklar gerçekleşecek."
Buna göre, Psi gücünden yararlanmaya en basit örnek olarak, kent
içinde arabaya bir park yeri bulmak ya da işle İlgili doğru kararlar vermek
gösterilebilir.11
Philip K.Dick’in Ubık adlı bilimkurgu romanında olumsuz gö-
rünümünü sergilediği, geleceğe ait bu hayalleri okuduğumda, bunların yakın
bir gelecekte gerçekleşmeyeceğinden, Psi’nin "Amerikan yaşam tarzı"nm
bir parçası ve parapsikolojinin de yöneticiler için bîr yardımcı bilim haline
gelmeyeceğinden sevinç duyuyorum. Çünkü şimdilik, Psi faktörü
konusundaki bilgilerle, bu konuda habİre yinelenip duran ütopyalar arasında
aşılamaz bir uçurum var ve bu durum da pek değişecek gibi görünmüyor.
Parapsikoloji olduğu yerde çakılı duruyor; zira onu bilim tapınağına
giden yola ulaştırmış bulunan metotlar, şimdiki durumda aynı şeyin değişik
görünümlerini sunmaktan başka bir şey yapamıyor. Bu yeni bilim, içinde
yer aldığı saygıdeğer salonlardan yeniden okül- tizmin karanlığına
atılmamak İçin, geçmişindeki bilimsel kavram ve kurallara sıkıca yapışmak
zorunda. Zaten Öteki birkaç bilim uzun zamandır bu kuşkulan duyuyor.
Arthur Koestler şunları yazıyor: "Parapsİkolojiye yöneltilen bilimsel
titizlikteki eleştiriler bir zamanlar kuantum fiziğine de yapılmış ve onun
negatif kütle, geriye akan zaman gibi "doğaüstü" kavramlarla uğraştığı ileri
sürülmüştü... Kuarkların peşinde geçen ko- vaîamacayla, mistiklerin
araştırdıkları son şeyler arasında yavaş yavaş benzerlikler ortaya çıkmaya
74 başlıyor... Artık, yirminci yüzyılın mekanik sonrası doğa bilimlerinden bir

11 Ostrander/Schroeder: Psi ile Önceden Bilme S. 236, 1975, Bern


şeyler öğrenmek, geçen yüzyılın materyalist görüşünün bızlere giydirdiği
deli gömleğinden ve dünya görüşünden sıyrılmanın zamanıdır.”12
Birkaç parapsikolog, bilimleriyle ilgili sınırı genişletmek için kuantum
fiziğiyle ilgili öğretileri ileri sürüyor, orada madde ve nedensellik olarak
belirlenen unsurların, bütün gerçeklik süreçleriyle her zaman
bağdaşmadıklarına işaret ediyorlar. Fakat en küçük parçacıkların evreninde
zaman kavramımıza aykırı olarak geçmişe doğru hareket eden ve
nedensellikle İlgisi olmayan şey; bir nesneyi oluşturan trilyonlarca atomun
arasında anlam taşımaz. Görünür neden olmaksızın harekete geçen ve tavla
zarlarını, kap kaçağı, duvardaki çivileri etkileyen psikokinetik olgular ise,
bizim mevcut dünya görüşümüze karşı çıkan kuantum fiziği kuramlarıyla
açıkîanamazlar.
Yine bu uzmanlar, bilimsel metot ve öğretileri parapsikolojıyle
bütünleştirmeyi yeterli bulmamakta, eğer içinde bulunulan duraklama
dönemi aşılmak isteniyorsa, özellikle Psi faktörü geliştirilen bilimsel
araştırma yollarının bulunması gerektiğine işaret etmektedirler.
Uzun zamandır biraz da korku içinde dikkat edilen nokta, tüm kurallara
uymak, mistisizm ya da akıldışılık kokan her türlü propagandadan
kaçınmak. Bununla güdülen amaç ise, üniversitelerde büyük zorluklarla
kazanılan yeri, ünü ve ciddi bir bilim olma niteliğini kaybetmemek.
Ernst Benz şöyle diyor; "Parapsikologların bu tür olguları araştırmak
amacıyla, etkili görünümlü bir yığın cihazı, elektroansefalog- raflar, sembol
göstergeleri, en karmaşık türde teypler, dalga ölçüm cihazları vb. çevrelerine
yığmış olmaları, bir yerde kısmen görünüşü kurtaracak bir tür koruma
duvarı oluşturmak içindir; bunun gerisinde yatan şey ise, bir bilim olarak
fazlaca ciddiye alınmama endişesidir."
Parapsikoloji tıpkı, Jakob Michael Reinhold Lenz’in Hofmeis- ter
(Başkahyâ) aynı adlı komedisindeki çiftlik kâhyasına benziyor. Adam,
yürürlükteki sisteme boyun eğdiğini göstermek için kendi kendini hadım
etmekte ve bunu belgelemektedir.

ESKİ KIYILARA YÖNELİŞ


Astrolog Johannes Stöffler, 1524 yılında bir tufan olacağı kehanetine
varmıştı. Bu sırada taşlar da yağacak ve "insanlar gizlenmek İçin
mağaralarla dağ yarıklarına kaçacaklar" idi. Bu haber büyük bir korku
75
12 A. Koestİer: Die Wurzeln des Zufalls (Tesadüfün Kökleri) Frankfurt o.j, s.7,143,144; s.82-
83
uyandırdı ve birkaç ay içinde, daha sonraki tufan kadar hızla yayıldı.
Zenginler yüksek yaylalara taşındılar. Fakirlerse artık çalışmak
islemiyorlardı. Büyük miktarda ürün bozulmaya bırakıldı. Arkadan gelen
açlık, 1525 yılındaki köylü ayaklanmasına neden oldu. Hatta Brandenburg
elektör-prensi I. Joachim bile hazırlıklara girişerek, tufandan kaçmak
amacıyla pek de yüksek olmayan Kreuz- berg5e gitti. Ama göğün savakları
açılmayıp, beklenen afet gerçekleşmeyince, Johannes Stöffler kehanetinin
tek kurbanı olmamak için, başını alıp kaçmak zorunda kaldı.
Johannes Kepler de, içinde hava tahminlerinin ve zayiçelerİn (yıldız
çizelgeleri) yer aldığı takvimler düzenliyordu. Onun 1595 yılında çıkan
Calendarium und Prognosticum adlı eseri 1591-1599 yıllarını
kapsamaktaydı. Kepler, daha sonraları yeniden gözden geçirdiği zayİçede,
General Wallenstein’m 70 yaşındayken huzur içinde Öleceğini bildirdi.
Adam 50 yaşındayken öldürülmemiş olsaydı bu belki de gerçekleşecekti.
Johannes Kepler için astroloji, işine gelen bir gelir kaynağı olmaktan
öteye gitmiyordu. O şöyle derdi: "Astronomi bilge anne, astroloji ise parayı
verene kendini satan ve yaptığı orospulukla annesine bakan deli kızdır."
Benzer bir ifade parapsikoloji enstitülerinin birinde kullanıldıy- sa bile,
benim bundan haberim olmadı. Ama burada da astroloji benzer bir rol
üstlenmiş gibi. Sanki parapsikolojiye hizmet ediyor.
Gerçekte, parapsikologlar zayİçe tutmazlar, ama uğraştıkları Psi
faktörünün doğasıyla ilgili yeni bilgiler bulmayı umut ederler. Her ne kadar
astronomi, yıldız göstericiliğe karşı sert tartışmalar oluşturmaktaysa da, beş
bin yıldır uygulaması yapılan bir şey de saçmalık ve aldatmaca olarak
kolayca bir tarafa bırakılamaz.
Astroloji alanında Babillİler, Mayalar ve Greklerin koyduğu yasalar
birbirinden oldukça farklıdır.
Astrologların yaptıkları hesaplamalar, kendi merkezli (jeosantrik) bir
dünya görüşünü temel alır. Güneş ve gezegenlerin hareketleri dünyayla
belirli açılar oluşturarak, bunlardan değişik anlamlar çıkarılmasına yol açar.
Bu işlemin bir şartı olarak, güneş ve ayın etkisi altında dünya
ekseninin yer değiştirmesi sonucu, ilkbahar noktası ortalama olarak 2140
yılda bir görülen değişmeyle, farklı bir burca girer. Bu nedenledir ki, iki bm
yılı aşkın zamandır astrolojik açıdan Koç burcunda bulunulduğu halde,
gerçekte bugün Balık burcundayız.
Frankfurter Aİlgemeine Zeitung, tüm dünyadaki afet ve bela ha-
76 berlerini toparladığı 4 Mart 1977 tarihli ve alaycılık kokan "O Halde?..."
başlıklı yazısında şunları yazıyordu: İngiliz psikoloji profesörü Hans
J.Eysneck iki bini aşkın kişiye anket formları göndererek bunlardan, tam
doğum tarihleriyle, kendilerince gözlenen karakter özelliklerini
bildirmelerini istedi. Bilgisayarın yaptığı değerlendirme, belli yıldızlar
altında doğan kişilerde yine belli karakter özelliklerine rastlandığını ortaya
koydu. Profesörün ortaya koyduğu bir başka nokta da, astrologların yaptığı
pek çok temel belirlemelerin ve bu arada Yengeç, Akrep ve Balık burcunda
bulunan kişilerin duygusal nitelikli oldukları görüşünün büyük ölçüde doğru
olduğuydu. Kendini beğenmiş bilim adamının astrolojiye karşı takındığı ta-
vır yakışıksızdı doğrusu.
Yukarıda belirtilen sonuçlar akılcı olarak tümüyle açıklanabilir.
Mevsimlerin etkisi altında kalanlar, yalnızca belirli aylar içinde doğmuş
olan insanlar değildir; kediler, tavşanlar ve fareler de doğum tarihlerine
bağlı olarak belirgin farklar göstermekteler.
Buraya kadar rasyonalistler de astrologları izleyebiliyor. Ancak,
parapsikologların somut ve kanıtlanabilir araştırmaları, ötekilere karşı güçlü
bir savunma tepkisi göstermelerine yol açıyor.
Viyana Teknik Üniversitesindeki bir seminere katılan, parapsi-
kolojinin temeli ve sorunlarıyla uğraşan Peter Urban, doğum tarihleri aynı
olmakla birlikte eğitim durumları farklı olan kişilerle ilgili bilgileri seçme
astrologlara vermiş ve sonuçları, psikologların tespit ettikleri bulgularla
karşılaştırmıştır.
Burada da şaşırtıcı uyumlar karşımıza çıkıyor. Denemeye katılan bir
astrolog, önündeki doğum tarihinin kime ait olduğunu bilmediği halde,
Charles Manson’un bayağı isabetli bir psikogramını çıkarmıştır.13
Denemelerin çoğunun olumlu geçmesine karşın, teste katılan
parapsikologlar yönünden apaçık bir şey vardı ki, o da, başka alanlardaki
bilim adamları tarafından eleştirilme korkusu değildi yalnızca. Başka bir
konuydu bu.
Çünkü, yeryüzü üzerindeki fiziksel etkileri tesbit edilemeyen
yıldızların bir insanın yaşam şeklini ve onun karakterini etkilediği nasıl
itiraf edilebilirdi?
Bu vicdani sorunun yanıtını, bundan birkaç yıl öncesinin okült
uygulamalar alanındaki etkili araştırıcısı ve büyücüsü Aleister Crowley
veriyor:
"En başarılı astrologlar, İşin matematiksel yönünü kılı kırk yarar-
casına araştıranlar değil, pek çok eğitim sonunda astrolojik verileri
anlamlandırmaktaki doğal yeteneklerini geliştimıiş olanlardır... Astrolog
77
13 Beverly Hills’te prodüktör Roman Polanski’nin evini basarak, Polanski’nin hamile eşi,
film yıldızı Sharon Tate ve birkaç konuğunu hunharca öldüren ünlü
Manşon Çetesi’nin reisi.
tüm horoskop (zayiçe) verilerini kendi hayal imbiğinde damıtır. İçindeki
dehanın sınır tanımaz akışı, toplanan verilerin oluşturduğu varır. Bu kişinin
elde ettiği her şey bentleri aşıp geçer ve uzak kıyılara yalnızca anlamlı ve
akıllıca olmakla kalmaz, ondaki yüce zekâ sayesinde daha da aydınlık bir
anlam kazanmış olur... Astrolog, ozan, ressam veya müzisyen gibi yaratıcı
bîr sanatçı olma iddiasındadır. Eğer bu kişi kendini sıkı geleneklerle ya da
kendi bildiklerinden kaynaklanan kurallarla bağlı hissediyorsa, mesleğinde
hiçbir zaman gerçek büyüklüğe ulaşamaz."
Aleister Crowley’nin astrolojik yazılarının yayıncısı olan Stephen
Skinner şuna da dikkati çekiyor:
"Gerçek sanat, mevcut figürlerden sezgisel yorumlar çıkarmadadır.
Gerçi yıldızların oluşturduğu gntplaşma, yanıtı bir dereceye kadar
oluşturabilir; ama onların sağladığı asıl anlam, bu işi yapan kişinin
algılama yeteneğiyle biiyük ölçüde bağlantı halindedir."
Parapsikologlar bu son derece önemli dönüşümü ancak birkaç on yıl
sonra uygular hale gelmişlerdir. Onlar artık şunu anlıyorlar: Astrologların
hazırladıkları tüm karmaşık grafikler, yıldız durumları ve açısal ilişkiler
birer hafıza tekniğidir; asıl olan, yaşama damgasını vuran unsurun gözden
uzak tutulmamasıdır.
Bizler için önemli olan arzu ve gerçek dünyaların, birtakım şartların,
düşüncelerin ve gerçekliklerin hepsinin on iki alan şeklinde karşımıza
çıkmasıdır.
İlk alandaki gezegenlerle açılar karakteri belirlerken, yedinci alan
evlilik ve bağlantıyı, on birincisi ise istekleri, umutları ve dostça İlişkileri
içerir.
Demek ki, isabet gösteren astrolojik kehanetler yıldızlardan değil,
bunlardan aldıkları işaretleri paranormal yetenekleriyle değerlendiren ve
sezgisel yorumlar kazandıran astrologlardan doğmaktadır.
El falına bakma ve kart açmayla ilgili başarılar da aynı şekilde
açıklanıyor; yoksa, kartların rastlantısal durumları ya da yapılan işler gereği
veya birtakım yaralanmalar sonucu elde oluşan İzler, bunlar aracılığıyla
bilgi edinmek isteyen kişiye neler söyleyebilirdi ki?
Horoskop (zayiçe), kristal küre ve açılan kartlar, paranormal
yetenekleri bulunan falcı veya kâhin için ’’bilinçaltmdakileri yukarı çeken
boru" görevi yapmakta ve bİÜncİn uyanık durumlarında normal olarak gizli
kalan materyeli ortaya çıkarmaktadır. Bu tür kişiler, çevreyle ilgili
78 algılamayı kesen konsantrasyon sayesinde, kendilerini yalnızca başvuran
kişiye odaklayabilm ektedirler.
Diğer okült bilimlerde de benzer araştırmalar yapılmıştır. Çubukla su
arayanlar, manyetizörler, pandül kullananlar da bu işleri başarmak için
birtakım teşhisler yapmakta ve bunlardan bîr bölümü başarılı olmaktadır.
1961 yılında farklı alanlardaki Kanadalı üç bilim adamı -kimyacı,
psikolog ve bir de matematikçi- bir deney yaptılar. Bunlar 300 tane farenin
sırt bölümünden küçük birer deri parçası aldılar ve hayvanları yüzerlik üç
gruba ayırdılar.
Birinci grupla ilgilenen, M.E. adlı bir şifacıydı; bu kişi her gün kafesi
eline alıyor ve farelere dokunmaksızm 15 dakika süreyle tutuyordu. İkinci
grup için de aynı şey yapılmakla birlikte, bunu yapanın şifacılık yeteneği
yoktu. Üçüncü grup İse öylece bırakıldı.
Daha sonra düzenlenen raporda şunlar yazıyordu: "Bay E’nın
ilgilendiği hayvanların sırtındaki yaralar 15 ve 16. günde, öteki gruplara
kıyasla görünür şekilde ufalmış bulunuyordu. Sonuç: Bay E. belirgin bir
etkide bulunarak iyileşme sürecinde bîr değişiklik meydana getirmiştir." 14
Tüm bu etkiler ve başarılar, "bilinçaltı borusu" aracılığıyla yukarı
çekilen paranormal bilgiler, canlı objeler üstündeki tesirler, pa-
rapsikologların büyük bölümünce gerçekten olağanüstü olarak kabul
edilmekle birlikte, yine de Psi faktörünün bilinen kategorileri olan PK
(psikokinezi) ve DDİ’ye atfedilmektedir. Dış şartlar, ilişki şekilleri farklı
olabilir, ama etki mekanizması ve bunun içeriği aym şekilde
sınıflandırılmaktadır. Astroloji, el falı, kristal küreyle görücülük, kart
okuma, değnekle su bulma bir tür kılıf, sezgisel yardımcı ve sembolik işlem
olup, paranormal bilgi ve etkilerin ortaya çıkışı bunlar sayesinde daha
kolaylaşmaktadır.
Yeni ülkelerin yolunu açmak üzere, çok şeyler vaat ederek işe
başlayan parapsikoloji, sonunda eski kıyılara doğru dümen kırmış
bulunuyor.

İHMAL EDİLEN SAĞLIK KURALLARI


Profesör Hans Bender tarafından yönetilmekte olan Parapsikoloji
Enstitüsünün resmi adı "Psikoloji ve Psikohijyen’in Sınırları Enstitüsü"dür.
Bu addan da anlaşılacağı üzere, orada yalnızca Psi faktörünün tesbit
edilebilen tüm dalları araştırılmakla kalmıyor, aynı zamanda halkın
aydınlanması da sağlanmış oluyor.
İnsanlar genel olarak, manyetizörlere, medyumsal teşhisçilere,
mucizevi şifacılara sınırsız bir güven duymamaları için uyarılmakta. Aym
79
14 Werner Keller: Daha Dün Mucize Denilenler.
14 Hans Benden Aziz Januarius’un Kan Mucizesi, (Verborgene Wirklichkeit) Gizli
Gerçekler adlı eserde, s.93-112.
durum kâhinler, astrologlar ve kart okuyucular için de söz konusu; çünkü
bunlardan ancak pek azı, bilinçaltının paranormal özellikleri konusunda
başarılı olabiliyor. Yine insanların uyarıldıkları bir başka konu da büyüsel
uygulamalar. Bu tür şeyler batıl inançlara sahip bir köyde yaşayan kişinin
toplumca dışlanmasına, hatta onun sosyal açıdan ölümüne yol açabiliyor.
Bir başka uyarı da, güya yeryüzü ışımalarını gösteren ya da hava tahminleri
sağlayan birtakım araçların satın alınması için yapılıyor. Çünkü bunlardan
kazançlı çıkanlar yalnızca üretici firmalar oluyor.
Pek çok yerde araştırması yapılan tekinsiz ev ve hayalet olaylarının
gerisinde, büluğ çağındaki çocukların bulunduğu anlaşılıyor. Şifacılar ve
medyumlar eğer paranormal yeteneklerini kabul ettirmek istiyorlarsa, çok
sıkı kontrollerden geçmek zorundalar.
Yine de, eskiden olduğu gibi bugün de yükselen sesler parapsi-
kologları habire taşlamada.
Parapsikologlarm en koyu düşmanlarından biri de Savcı Wolf
Wimmer. Zaten onun, "Parapsikoloji, Batıl İnanç ve Cürüm" başlıklı yazısı
da parapsikolojiyle okült inançlar arasında uğursuz bir bağlantı
bulunduğunu iddia ederek, konuyu bu açıdan ele alıyor. Yukarıdaki başlıkta
yer alan virgülü bir eşitlik işareti olarak düşünürseniz, bu anlaşılır.
Kendisi şunları yazıyor:
"Ellerinin gizemli gıicüyle 1972 yılında Odenwald’de büyük sansasyon
yaratan mucize doktor Reİnier H., ziyaretçileriyle birlikte suç masası
memurlarını da gördüğünde, Profesör Ha tıs Bender’İn kendisinin
paranormal yetenekleri konusunda onaylayıcı bir yazı yazmış olduğunu
biliyordu. Ama çok geçmeden, kendisindeki bu "Psi” inancına olan güveni
sarsılmaya başladı; çünkü aym gece oradan ayrılıp, bilinmeyen bir yere
gitti."
Parapsikologlar arasında giderek yaygınlaşan bir görüşe göre, DDİ’nin
ve organik etkiye sahip psişik durumların varlığına karşı çıkan Wolf
Wimmer bunları kesinlikle reddederek batıl inançlar olarak adlandırdığı
halde, bayağı iyi iş yapan şifacılar ve görücüler mevcuttur. Öte yandan,
bunların kendi istekleriyle katıldıkları testler sonucu, paranormal
yeteneklere sahip oldukları da ortaya çıkmış bulunmaktadır.
Gerekli şartlan belki de yerine getiremeyen ötekiler, iyi inançlardan
yararlanmakla birlikte, kötü niyetli olmadıkları ve de kandırmaya
yönelmedikleri için cezalandırılamıyorlar. Ama bunlar yine de kendilerine
80 çevre edinebilmekteler. Eğer şifacı şanslı biriyse ve karşısındaki kişi Psi
gücünün etkisine inandığı için psişik kökenli rahatsızlığından kurtulduysa,
hızla yayılan bu haber, resmi bir sertifikadan çok daha etkili oluyor.
Günümüzdeki ruhsal operasyonlar, öteki tarafla ilişkiler ve mucizevi
iyileşmeler konularında resimli haberler sunan popüler nitelikli yayınların
yanı sıra, ilaç almaya karşı duyulan isteksizlik sonucu, okült iyileştiricileri
arayıp bulma eğiliminde de bir artış görülüyor.
Wolf Wimmer bu durumu bayağı etkili bir şekilde formüle ediyor:
"Parapsikolojinin kurbanlardaki sahte inançları uyandırıp beslemesi
sonucu, bu durumda asıl beslenenler batıl inançları yaymak isteyen okült
uygulayıcıları oluyor; bunlar, tıpkı ‘vampirler’ gibi, ‘ruhsal dostlar’
sayesinde doygunluğa ulaşabiliyorlar."
Ama bu tür uyarılarda bulunanlar, parapsikologların işi halife alışları
ve olası sonuçlan düşünmeksizin hareket edişleri karşısında başlarını
sallayanlar yalnızca Wolf Wimmer ve suç danışmanı Herbert Schaefer
değil; folklorcu Peter Assion da aynı görüşleri paylaşıyor:
"Folklor alanı adına bugün Wolf Wimmer’e teşekkür borçluyuz;
kendisi, savcı olarak, parapsikolojinin vardığı kritik dunımun suçla ilgili
etkilerini ortaya koyarak, en azından bir noktayı açıklığa kavuşturmuş
bulunuyor: Parapsikoloji sırf kabul edilmek iddiasıyla bir ",aleni çalışma"
çabasına girişmiş olup, bunu ürkütücü bir kayıtsızlıkla sür- dümıektedir: Bu
hareketi ölçüsüz bir şekilde yürütmekte olan parapsikoloji gözden uzak
tutulamaz; aksi halde, o yalnızca kendi oluşturduğu etkileri düşünecek ve
bunun sonucu olarak oluşacak yeni tartışmalara aldırmayacaktır."
Aslına bakılırsa, parapsikologların gösterdiği davranış safça olarak
bile nitelenebilir; zira, Psi faktörünün onlar tarafından belirlenmiş
özellikleri bir motor gibi çalışmaya başlamamakta, aksine, bilinmeyen
birtakım şartlara bağlı olarak ve olağanüstü durumlarda işlemektedir. Öyle
ki, Psi’nin kendini belli etmesi, tam da o sırada gerekli görülen arzu ve
gereksinmelerle aynı ana rastlamaktadır.
Hans Bender tarafından denemeye tabi tutulan bir görücü ve

81
ya şifacımn yalnızca paranormal yeteneklerle açıklanabilecek birtakım
şeyleri amaçlaması mümkündür; fakat daha da büyük bir olasılık, hastaların
ya da çare arayanların böyle birine başvurdukları pek çok durumda, birtakım
Psi bilgilerinin gerçekten elde edilmiş gibi gösterilmesi sonucu ölümcül
tehlikelerin doğabileceğidir.
Jan Eric Hanussen’in pek çok izleyicisinden bir tanesi, kendisine
başvuranlara, "medyumsal" öğütler vermek ve bu kişilere kesinlikle kanser
olmayacaklarını söylemek adetindeydi. Zamanında kanser yoklaması
yaptırmaları halinde kurtarılabilecek olan kurbanların sayısını belirleyecek
istatistiksel rakamlar ne yazık ki yok.
Herbert Schaefer’in O kül t Uygulayıcıları adlı kitabında ileri sürdüğü
başlıca görüş, "okült atmosferde" mevcut karanlık şifrelerin, başka her
yerdekinden daha fazla olduğudur; kendilerine başvuranların gözünde
Tanrısal güçlerin kişileşmiş hali gibi görünen şifacılar veya görücüler için
hemen hiçbir kurban ihbarda bulunmamaktadır, Onlarca verilen haberlerden
veya birtakım etkilerden kuşku duymak -kanser korkusuyla muayene olmak
da bunların arasındadır- Tanrı’mn gücünden kuşkulanmak gibi bir şey
olacaktır.
Pek çok okültçü de kurnazca davranarak bu kanıyı güçlendirme yoluna
gitmekte, bürolarına ve bekleme salonlarına haçlar asarak, Tanrı’ nın
hizmetçileri ve onun gücünün aracıları olduklarım bu şekilde
vurgulamaktadırlar.
Mucizevi şifacı Bruno Gröning’in yazdığı şiirin kendisi bile iyileştirici
bir akım yayıyor sanki:
"Ben hiçbir şeyim, Tanrı her şeydir
İstediğim ne para, ne pul.
Dileğim ve yapabildiğim
tüm insanlara yardım ve onlara şifa.
Kim Tanrı’yı inkâr ederse ona
yardıma değmez.
Tüm insanların en büyük doktoru
Tanrı’dır ve öyle olacaktır."
Her ne kadar parapsikolojiye yöneltilen eleştiriler son derece aşırı ve
uzlaşmaz bir şekilde onun sahte bir bilim olduğunu, kesin ve sağlam
düşüncelerin yer aldığı bir çağda okültizm yönüne kaydığını İfade
etmekteyseler de, bunlar bir yerde haklı. Şöyle ki, şimdiki durum için
geçerli ifade veya raporlar, birtakım sorumsuzca davranışlarla genel
formüller haline getirilmekte.
Eğer parapsikologlar herkese etkin şekilde uyanda bulunarak, bazı
okült ve paranormal olgulann kandırmaca niteliği taşıdığını belirtecek
olurlarsa, bunun sonucu olarak da bir tür çağrı oluşturarak, birtakım Psi
bilgilerinin ve varılan teşhislerin değişik şekillerde incelemeden
geçirilmesine izin verebilirler. Bu da onların titiz davrandıklarım, yanlış
anlaşılmak istemediklerini göstereceği gibi, amaçladıkları hedefe daha
sağlıklı bir şekilde varmalarını da sağlayabilir. Ne var ki, onlar şimdilik
bundan çok uzaktalar.
Tarihsel geçmişi Aydınlanma dönemine, Franz Anton Mes- mer’e
kadar uzanan şey yalnızca parapsikoloji değil; bu bilime ve onun
öncülerine yapılan eleştiriler de o günlere kadar gidiyor.
Bavyera sarayının danışmanlığını yapan, aym zamanda hukukçu ve
arşiv görevlisi olan Kari von Eckartshausen (1752-1803) yaşamı boyunca
Maji (Büyü), Alşimi (Simya) ve sihir sanatları alanında araştırmalar
yapmış ve Büyücülüğün Keşfedilen Gizemleri adlı eserinde de,
günümüzde parapsikoloji içinde düşünülebilecek birtakım olguları doğal
nedenlere bağlamış ya da bunların foyasını meydana çıkarmıştır.
Onun örnek verdiği olaylardan biri de şudur:
Vaktiyle köylünün birini sıkıntıdan kurtaran kişi ona, her ne kadar
verdiği "büyü" değişik görünüyor olsa bile, tümüyle doğal şeylerden
hazırlandığını söyledi.
Yine bu kişi, komşusunun sırf kavga döğüşle geçen evliliğini de
düzene sokmuş ve bunu da doğal araçlar kullanarak yapmıştı.
O şöyle diyordu:
"Komşu kadının ağzının bozuk olduğunu ve kocasıyla tartıştığı
sürece, bunun dayakla noktalanacağım biliyordum. Eğer bu kadına,
kocasına baş eğmesini söyleseydim bunun bir yaran olmayacaktı, çünkü
onu tanıyordum. Bunun için bir şişeye taze çeşme suyu doldurarak
üzerine bir şeyler mınldandiktan sonra ona, kocasıyla kavgaya başlar
başlamaz bu büyülü sudan bir yudum almasını ve ne olursa olsun, adam
yeniden sakinleşinceye kadar bunu ağcında tutmasını söyledim. Kadın
dediğimi yaptı. Ancak bu arada asıl büyünün, ağzı dolu olduğu için
kocasına karşılık veremeyişinde olduğunu düşünmedi bile. Sonuç olarak
ne şamata, ne de dayak görüldü. Kadın bu büyü sayesinde tüm inatçılığı
bıraktığı için, bu ikisi mutluluk ve huzur içinde yaşamaya başladılar!"
Yüz yıl sonra ise Alexander Wiesner’in spritİzma ve bunun be-
lirtileri üzerindeki görüşü bayağı sertti. Onun spritüel temalar, öteki
tarafla olası ilişkiler konusundaki açıklamaları şu cümleyle özetle-,
83
nebilir;
"İnsanlığa bir şeyin açıklanması gerekiyor ki, bu da, nedensellik
yasalarından biri aracılığıyla yönetilmekte olan dünyanın, büyü kavramıyla
uzlaşmaz olduğudur. Ya büyü, ya da nedensellik. Yoksa bu ikisi bir arada
olamaz."
Alexander Wiesner’in kuramsal olarak ileri sürdüğü nokta, en büyük
sanatçılardan biri olan Harry Houdini (1874-1926) tarafından pratik olarak
uygulandı. Houdini, medyumların ipliğini pazara çıkarıyor, bu arada çok ün
kazanmış olan Bayan Cecil M.Cook’un yanı sıra, William ve Ira Erastus
Davenport gibi kişileri de dolandırıcı olarak niteliyordu. Bu kişi yalnızca
Los Angeles’de iki yıl boyunca sayıları yetmişi bulan hİIekâr medyumu
polise teslim etti.
Aym yıllarda Almanya’da da Dr. Albert Moll (1862-1934) yaptığı
açıklamalarla medyumların hilelerini ve bunların çoğu şeye paranormal
olgular şeklinde kulp takmalarını gözler Önüne seriyordu. Onun gerçek
olarak kabul ettiği başarılar yalnızca telkin ve hiperes- tezi (duyarlılığın
artması) için söz konusu olabilirdi.
Wilhelm Gubisch de otuz yıldan beridir düzenlediği beş bini aşkın
konferansta, durugörü, telepati ve psikokinetİk güçleri, Dr. Albert Moll’e
benzer şekilde normal yetenekler içinde düşünmektedir. Kendisi,
sürdürdüğü deneyler sonucunda, yaşamları sırasında paranormal
algılamalarda bulunan kişilerin ortalama yüzde yetmiş dolayında olduğunu
belirtmiştir. Deney kişilerinin arasında yer alan Gerard Croiset’nin
başarıları Hans Bender tarafından da paranormal olarak değerlendirilmiş
bulunuyor.
Wilhelm Gubisch deneyler sonucu elde edilen bu beklenmedik
yüzdeye neden olarak, kişilerin sonuç ve veriler üzerinde yorum yaparken,
durugörücülerin ifadelerine uyum gösterme eğilimlerini ileri sürüyor.
"...durugörünüm rastlantısal etkileri bayağı aşan başarılarının
açıklaması, inanç tutsağı durumundaki düşüncenin gizemli işleyişinde,
ilgisiz ya da benzer şeyleri seçme ve bunlara anlam yakıştırma konusundaki
İçsel zorlayışta yatmaktadır."
Zener kartlarından yararlanmaksızın da sürdürülen deneyler sırasında
görülen durugörü başarıları, paranormal yeteneklerin kanıtları olarak
değerlendirilmektedir.
Bir başka gelenekten kaynaklanan eleştiri de Dr. Kurt E.- Koch’dan
gelmektedir.
Sebastian Brandt’m ilk kez 1494 yılında Basel’de yayınladığı Çılgınlar
Gemisi adlı eserin "Yıldızların Gözlemi" başlığı altındaki bölümünde şu
84 dizeyi buluruz:
"Bir Hıristiyana yakışmaz
Kâfirce uğraşlara girmek.
Gezegenlerin yolunu İzleyip,
Günün ticarete,
Ekime, savaşa, evlilik Ve
dostluklara Uygunluğuna
Karar vermek.
Tüm sözümüz, işimiz ve de yaptıklarımızda Tanrı
adı ve hükmü olmalı O da güvenmez onlara,
Yıldıza güvenenlere."
Günümüzün Hıristiyan yazarı da benzer şekilde formüle ettiği sözlerle,
tüm okültizm ve ayrıca tüm parapsişik olgular için uyarıda bulunmaktadır:
"Eğer bir Hıristiyan medyumsal güçler kullanırsa, bu suçu için boşuna
af bekler... Eğer Tanrı geleceği bizlerden gizliyorsa, bu onun merhametli
oluşundandır. İleride başımıza neler geleceğini bi- lebilseydik, tek bir
anımız huzur içinde geçmezdi."
Böyle bir kişi tüm okültsel görünümlerin şeytan tarafından sağlanan
yetenekler olduğu gerçeğine inandığından, şu Öneride bulunmaktadır:
"Bir Hıristiyan kendinde medyumsal bir yetenek olduğunu keşfederse,
bunu geri alması için Tanrı’ya dua etsin." (Kurt E.Koch:Ö- kültizm’in
ABC’si).
Kilise tarihçisi ve karşılaştırmalı din bilimleri profesörü olan Ernst
Benz, her şeyden önce dinlerdeki okült ve paranormal olgulara ilgi
duymakta olup, insani bir yetenek olan Psi İle, Tanrı’dan gelen mucizeler
arasında bir fark görmektedir. O bir uyarıda bulunarak, her ne kadar görünüş
şekli olarak birbirinin aynı iseler de, parapsişik olgularla Tanrısal etkileri
çabucak karıştırmamalarını söyler. Psi, bencilce amaçlar uğruna kullanılan
bir güç sömürüsü halini alabileceği halde, bir Hıristiyanlık karizması
(Tanrısal bağış) olan mucize her zaman için Göksel Kralhk’tan kaynaklanır.
Parapsikologlar bu farklı eleştirilere nasıl bir tepki gösteriyorlar?
Hemen hemen hiç.
Ya da, pek az onaylanan bir iki kelime ve bunların ardından gelen bir
yığın azarlamayla.
Herbert Schaefer’in Okiilt Uygulayıcıları adlı kitabı hakkında Hans
Bender, orada saf inançlar ve tehlikeli aldatmacalar konusunda Önemli
materyelin yer almakta olduğunu, ama parapsikolojiye de hemencecik boş
inanç damgası vurmanın, boş inancın kendisi olduğunu söyler. Onun
Wilhelm Gubisch’in eleştirileri hakkındaki görüşü de benzer niteliktedir.
85
Parapsikologların mucizevi şifacıîar ve durugörücülerle olan
ilişkilerini ilgilendiren haklı iddiaları çözümlemekten, gerçeği araştıran bir
bilim olarak kabul edilmemek korkusuyla vazgeçilmektedir. İşte bu yüzden
de, "boş inanç" sözcüğü, kullanılmaksızın iade ediliyor.

BİLİM Mİ, DEĞİL Mİ?


Parapsikologların karşılaşmakta oldukları güçlükler, Goethe’- nin
baladındaki büyücü çırağınınkilere benziyor. Bunların yeni kıyılara
ulaştırmaları gereken şeyler habire açık denize doğru gidiyor. Psikokinezi
ve DDİ’yi akıldışı dokulardan ve okültizmden ayıran sabit sınırlar elek gibi
olmuş durumda. Yeni bilgiler kazamlmadığı gibi, bu gezintiler sırasında
belirgin hedef olması gereken şey de gözden kaybolmuş gibi. Bu hedefin
adı psİkohijyen.
Psi faktörü, eskiden olduğu gibi hâlâ ütopik bir kavram olarak
görülüyor. Önce bulunması, belirlenmesi gereken bir nesne için içi boş bir
kalıp gibi.
Yoksa parapsikoloji, onu eleştirenlerin uzun zamandan beri iddia
ettikleri gibi takma ad taşıyan bir bilim mi?
En azından parapsikologlar yarı-bİlimsel eğilimlerden kendilerini
soyutlamayı başarmış değiller.
Bu konulara ilgi duyan bir okur için parapsikolojik çalışmaları
fantastik ya da spritüel şeylerden ayırt edebilmek hemen hemen olanaksız
gibi; çünkü çıkan yayınlarda da bu ayırım yapılmıyor okült dalga tarafından
taşmıyor gibi görünen konular da aynı mizansenle sunuluyor. İşi daha da
zorlaştıran nokta, tüm yazarlar tarafından kullanılan, parapsikoloji, Psi,
rüyasal deney, önceden bilme şeklindeki göz alıcı kelimeler, O halde,
güvenilir araştırma sonuçlarıyla fantezi ürünlerini, okült kuramları
birbirinden ayırt etmek isteye i birinin daha önceden kesin bilgilere sahip
olması ve ancak hem terminoloji, hem de İçerik bakımından parapsikolojiye
uyum göstere: ; konuları ciddiye alması gerekiyor.
Bilimselliğin ötesine taşan pek çok birlik veya yayın organı için
parapsikoloji, kendi fikirlerini ve dünya görüşlerini aktarabilecekleri
elverişli bir taşıma aracı durumuna gelmiştir. Radyestezi yapanlar,
biyoritmciler, spiristler ve ufologlar, parapsikolojinin önceden belirlenmiş
kalıpları içine kendi görüşlerini aşılamaktalar.
Başkaları için ise Psi Bilimi, madde olmayan, ölçülemeyen, belli
tarifnameler dışında işlev gören olgulara duyulan özlemi simgelemektedir.
Bu şekliyle de, toplumca cezalandırılmaktan ürken, rasyonalizm yanlıları
86 tarafından alaya alınmaktan ve iflah olmaz bir hayalci olarak
damgalanmaktan çekinen herkese birtakım olanaklar sunmakta, bunların
mucizelerle, bilinmeyen güçlerle ve de kendi ruhlarıyla haşır neşir
olmalarına ortam hazırlamaktadır.
İşte yıllardır ay m yerde duraklamakta olan parapsikolojiyi giderek
daha popüler yapan neden de budur. Bu durum, serinkanlı bîr ciddiyet
havası, açık seçik bir gereklilik ve yararlı bir ilerleyiş havası veren bilimsel
ortam ve metotların içerisinde görüntülerle ilgilenmeye olanak tanımaktadır.
Daha üç yüz yıl önce, bu tür yeteneklere sahip olan ya da bunları geliştiren
kişiler büyücü diye tanımlanarak, ateşin temizleyici gücüne havale
edilmekteydiler.
Bu nedenledir ki, bazı kararlı eleştirmenler bir olasılıktan söz açarak,
bâtıl inançla mistisizm arasına yerleşmiş bulunan parapsikolojinin, pek de
bilim diye adlandmlamayacağım ileri sürüyorlar. Onlara göre, doğanın,
toplumun ve düşüncenin belirgin özelliklerini, nedensel bağlantılarım ve
düzenini konu alan bu bilim, bunları kavramlar, kategoriler, ölçüler, yasa ve
kuramlar şekline sokar; daha sonra, insan uğraşının temeli olarak doğal ve
sosyal çevre üzerinde egemenliğin artmasını sağlar ve uygulamada sürekli
sınanır bu kuramlar.
İyi de, nedensellik, çevre üzerinde artan egemenliğimiz, kuramlar
nerede?
Bilimsel çalışmaları belirleyen şey mantıksal düşünce olduğu halde,
bunların ille de mantıksal bir akışa, tümdengelimci bir niteliğe sahip
olmaları gerekmeyebilir. Bu çalışmaların, doğa bilimlerİnde olduğu gibi
tümevarıma yapıda olabilecekleri de düşünülürse, parapsikolojinin de en
azmdan şekil yönüyle bir bilim olduğu ortaya çıkar. Onda da gözlemler
yapılır, denemelerle ilgili protokoller düzenlenir ve varsayımlara gidilir. Ve
eğer bu varsayımlar doğruysa, bunlar aracılığıyla da var olmaları gereken
öteki olaylar kararlaştırılır. Doğrulanırlarsa, doğa yasası olarak
açıklanabilirler. Yasaların derlenmesi, kuramı doğurur.
Diyelim ki, Zener kartlarıyla deneme yapan bîr kişi sürekli olarak
rastlantısal değerlerin üstünde bir başarı gösteriyor. O sırada uygulanmakta
olan kontrol şartlan seçimliktir. Bu durumda, araştırmayı yürüten kişi ortada
bir durugörü olduğu varsayımına varır. Başka kişilerle de denemeler yapılır,
karşılaşılan sonuçları açıklayacak başka düşünceler üzerinde de durulur.
Yine de tek olası hipotezin durugörü olduğu ortadadır. Bunun üzerine kural
belirlenir: Durugörü var olan bir gerçektir. Bunun ardından başka kurallar da
aranır: İlaçlar durugörü yeteneğini etkilemektedir. Beynin alfa ritminin
paranormal bilgileri güçlendirdiği belirlendiğinde ise, geniş kapsamlı bir
kuram daha ortaya çıkmış demektir.
87
Parapsikoloji enstitülerinde her gün buna benzer çalışmalar
sürdürüldüğü için, şekil ve bilimsel kuramlar açısından yapılan itirazlar bir
temele dayanmamaktadır. Asıl önemli olan, onun içeriği ve metodolojisi
konusunda hoşnutsuz mırıltılar halinde duyulan ve pek azı doğru çıkan
düşüncelerdir.

AZİZ JANUARİUS’UN KANI

Januarius, aziz olmadan önce Benevent piskoposuydu. Diyok- lesyan


dönemindeki Hıristiyan kovalamacası sırasında, 305 yılında Napoli
yakınındaki Pozzuoli’de başı uçuruldu. Hükmün uygulanmasından hemen
sonra, şehidin kanından iki küçük şişeye koyan bir kadın, Januarius’un
kemiklerinin 313 yılında Napoli’ye taşınması sırasında bunu kiliseye teslim
etti. Şişelerdeki kanın sıvılaştığına ilişkin ilk efsane de o sırada doğdu.
Sonraları yeri birkaç kez değiştirilen kalıntılar 1646 yılında Napoli’de inşa
edilmiş olan "Del Tesoro di S.Gennaro" adlı Şapel’e getirildi ve bugün de
hâlâ orada korunuyor.
Kural olarak bu kan yılda üç kez sıvılaşıyor: Mayısın başında, şehidin
doğum günü olduğu sanılan 19 Eylül’de ve 16 Aralık’ta.

88
ATH
DEATH
Dört Tarot karti. Yüzyıllardır "Bilinçdışının dışarıya çıkmasına yarayan bir kanal" olarak
nitelenen oyun kağıtları, paranormcu bilginin algılanması için bir ortam olarak da kullanılmıştır.
Kötü hava şartlarım giderme uzmanı Josef Knoli Resimdeki elektron-kom- pensatörünün fişini
prize sokmakla, kara bulutlar dağılıveriyor iddiasında. Ne var ki Alman patent bürosu bu icat
konusunda pek ikna olmuş değil ki, patentini vermemiş. Aynca, Knoli tarafından "koruma altına
alınan binalara yıldırım düşmesi de, kompensatörün etkinliği konusunda şüphelere yol açmıştır.
SCHEMHAMPHORAS SCHEMHAMPHORAS.
x?ı. mx.

SenseptUaginteduojiimnadbminainZirigm
ffeimicetjden&font semperfymen (kipine k- faniur âprmcipû>Jın&/ \ pel
ad&ccfrisautsi.
C Kanfcrettr-O
c% ’erdene- Sente.)aDM^s=t=a
"Süleyman’ın anahtan"ndan Şemamforlar: Doğru bir şekilde yerleştirilmiş olursa, Tann’nın 72
adı, Majisyen ve Kabbalıstlene bakılırsa, mucizevi etkiler yaratabiliyor.
Bununla ilgili olarak Fııldalı yaşlı bir bayan biraz da şaşırtıcı ol-
makla birlikte, inandırıcı bir yanıt vermiş oluyor:
Kadıncağız, Uri Geller’in gösterisinden sonra yaptığı açıklamada,
kendi evinde de Psi gücüne tamk olduğunu ve bir kaşığının kırıldığını
bildirmişti* Daha sonraki bir görüşmede ise, kaşığı kendisinin kırdığını
itiraf etti. Amacı, Uri Geller’in haklı çıkmasıydı; çünkü bu işte "dinsel bir
şeyler" vardı.
Birkaç yıl Öncesine kadar parapsikoloji kavramında kullanılan
"Para" kelimesinin iki anlamı vardı: Bu, yalnızca psikolojinin" yanı
başında "ilerleyen" ve bu bilimin "dışında kalan" şeyleri içeren bir
araştırma alanı olmakla kalmayıp, ayrıca "ikinci derecede" kabul
edilmekteydi. O sıralar pek az kişinin bildiği bir şey, Almanya’daki
üniversitelerden birine bağlı olan bir enstitünün, insan ruhunun gizli
güçleriyle ilgili araştırmalarda bulunduğuydu.
İlk olarak okült dalganın herkesçe görülebilecek bir şekilde ortaya
çıkmasıyla birlikte, parapsikoloji de kamuoyunun görüş alanına girdi.
İnsan ruhunun gücü konusunda düşünceye dalma işlemi yalnızca tek
tük kişiler tarafından yapılan bir iş olmaktan çıkıp da, milyonlarca kişiyi
kapsayan ve pek çok tarikata bölünmüş dinsel bir hareket niteliği
kazandığında, giderek daha çok sayıda insan, kendi İçlerine dönmekle
yaratmak ve yaşamak istemeyi umdukları kozmik, majik mucizelerin
gerçekliği konusunda kanıtlar istemeye başladılar.
Birkaç kişide harikulade bir şekilde ortaya çıkan ve son derece sıkı
kontrollü bilimsel testler sayesinde kanıtlanmış olan Psi faktörü sağladığı
şifacılık bilgisi yanında herkeste mevcut genel bir yetenek olarak tarif
edildiği için pek çoklarına da, büyük bir kuvveti kullanmak suretiyle
düşmanca bir dünyada insanca yaşayabilme konusunda sağlam umutlar
vermiştir.
Parapsikoloji, okült dalgayla sürüklenenler için mistik-majik bir
dünya görüşünün kuramsal parçası haline gelmiş bulunuyor.

PYTHİA’DAN RÜYA ORGANINA

Parapsikolojinin popüler oluşu gerçi birkaç yıl öncesine dayan-


maktaysa da, parapsikolojik görüntü olaylarına yaklaşmak ve bunların
doğasım araştırmak konusundaki ilk denemeler yüz yıldan daha

50
m ^

Eberhard Holz’dan bir karikatür. Batıl itikat, ona inanan için bir
gerçekliktir. Ne var ki, gerçeklerin belirli bir şekilde yorumlanmasıyla
gerçekliğin yaratıldığı, bu arada unutulmaktadır.
Sfusepluagmtizdu&J)ımnaAi>mınainhinguaN/'inri-ca-idenaüsnt-srmpgrjloTrten
dei,siwü.funturaprmcıptûjzn&/\velfcd&rtrifauJtsi - wiffris:
su/ıi&ı/s. "top^n/isvir-ütüs.
■ iifca^iirı,, jb¥, ,maa^at^^^=a
C y+nisrtySeÜe.)
f -ffâttârtEfri)

"Süleyman’ın anahtan"ndan Şemamforlar. Doğu bir şekilde yerleştirilmiş olursa, Tantı’nın 72


adı, Majisyen ve Kabbaiıstlere bakılırsa, mucizevi etkiler yaratabiliyor.
Profesör Hans Bender olayın öyküsünü ve kan mucizesiyle ilgili
bu geleneği yerinde incelemiş, gerçek olduğu kanısına varmıştır. O,
bu olayla ilgili olarak, yörede sık rastlanan hayalet olgularıyla ve
"dokunaklı ortamla" bir paralellik kurmaktadır. Yazdığı makalede
de belirttiği gibi, inançlı insan grupları saatler boyu dua edip yalvar-
makla, gerçekliğinden kuşku edilmeyen birtakım görüntü olaylarına
neden olmaktadırlar. Ortada bir aldatmacanın olduğuna ilişkin tez,
bu tür olayların yüzyıllardan beri sürdüğü düşünülürse, kendiliğin-
den çürümektedir.1
Hans Bender’in Januarius olayıyla ilgili yazısı okunduğunda,
birkaç şey dikkati çekiyor:
Kendisi, kan mucizesinin gerçekliğine yöneltilen ve ta eskilere
uzanan itirazları ikinci elden veriyor; onun almtı yaptığı metinlerde,
mucize olayı kanıtlanmış bir gerçek olarak gösterilmektedir.
Hans Beııder’in olayı ele alış şekli, kan mucizesinin gerçekliğini
göstermek İstermiş gibi. Bir yandan, olayın doğruluğu konusunda
tanıklar gösterirken, yöneltilen eleştirileri niçin aym çerçeveye
sokmuyor? Kurumuş durumdaki kanın belki de doğal nedenlerle sı-
vılaşabileceği olasılığını neden bizzat araştırmıyor?
Onun, Halle, Wegleb, Rosenthal ve Eckartshausen gibi yazarlar
tarafından derlenmiş olan Eğlendirici Hünerler Üzerine Sohbet adlı
kitabı çürütme niyeti yok; yalnızca toptan reddediyor. Bu yazarlar
Napoli’deki kanın yapay olduğunu iddia etmekte, böyle bir maddenin
hazırlanabilmesi için tam bir formül vermekte ve sonuçta şuna dikkat
çekmektedirler:
"Bu madde, ısının düşmesiyle birlikte kurumuş kam andıran kırmızı
bir götünüm almakta ve örneğin ışıklann neden olduğu hafif bir ısı
artışında da stvılaşmaktadır."
Hans Bender görünüşe göre o kalıntıların gerçekliğine de inan-
mış durumda; çünkü yazısında bununla ilgili hiçbir kuşku sezilmedi-
ği gibi, kendisi de kalıntıların aslı astan konusunda bir araştırmaya
girişmiş değil, öte yandan, aziz kalıntılarının anlamı ve yaygınlığıyla
ilgili tarihsel şartlara da kendiliğinden bir inanmışhk gösteriyor.
Bu kan mucizesinin bir zamanlar gerçekleştiği noktasından yola
çıkılsa bile, o eski olayla şimdiki şekli arasmda geniş bir "ara ortam"
uzanıyor; bunun içinde yer alan şeyler ise inançlar, tahminler, kendi
kendine teikin ve ayrıca, şimdiki görüntü gerçeğini kesin şekilde etkilemiş
olabilen güdümlü davranış şekilleridir.
Folklor bilimcisi Peter Assion bu "Kısa Devre Metodu” üzerine
şunları yazıyor:
95
"Parapsikoloji basit bir yol uygulayarak bu ara ortam konusunda
oyalamaya kaçıyor: Olayın sonucuyla ilgili raporları ve bildirileri
birbirine uydurarak, işin içinde "duyudışı dürtiile?' bulunduğu izlenimini
yaratıyor; Halbuki, aldatmaca konusunda yapılan araştmnala- nn asıl
değerli yanı, olağanüstü sonuçlara ve varolmaları halinde, parapsişik
olgulara mevcut, geleneksel bir dünya görüşü içinde yer vererek,
bunlardan anlam çıkarmaktır.”
Werner Keller’e göre, bu Kısa Devre Metodu şaşılacak işler
başarmaktadır:
"Bunun yardımıyla hızlı ve güvenilir sonuçlara varılmakta ve bir tür
merkezi yönlendirme sonucu, el çabukluğu türünden şeyler, halka
psikokİnetik olgular şeklinde gösterilmektedir."
Bu tür metodik darbeler giderek daha da sık sergilendiğinden,
parapsikologlar, kendilerine yöneltilen sopanın günün birinde bir
bumerang haline dönüşerek, gelecekte -Erich von Dâniken’in de benzeri
şekilde formüle etmeye çalıştığı gibi- epey patırtı koparması karşısında
pek de şaşkınlığa kapılmayabilirler.

HAÇI OLMAYAN DİN

Çin Halk Cumhuriyeti’nİn parti yayın organı olan Kızıl Bayrak, 1975
Ocak ayında bir yazı yayınladı. Bunda, Sovyetler Birliği’nin yöneticileri
suçlanarak, yürütülmekte olan parapsİkolojik araştırmaların, bir tür dinsel
mistisizme dönüş niteliği taşıdığı belirtilmekteydi. Dinîn artık havı
dökülmüş olduğu için, Sovyetler’in revizyonist bilim adamları, ruhu
kiliseden çıkararak bilim laboratuvarlarma taşıyacaklardı. Lenin’e hainlik
eden oğullar ve torunlar, haçı olmayan bu dini koruma altma almakla,
diyalektik materyalizmin gerçeklerini de bir kenara bırakmış olacaklardı.
Heinz C.Berendt, başkalarının yanı sıra Uri Geller tarafından da
gösterileri yapılmakta olan Psi olgularına karşı duyulan şimdiki ilginin
nedenini, çağın genel havasına ve tam bir antimateryalist akıma bağlıyor.
Aranmakta olan şey, içinde mistisizmin her türünün yer aldığı, yaşamın
yeni görünümleridir. O şöyle diyor: "Bilinen doğa yasalarım kıran, olası
ya da kanıtlanmış görünen bu öğretiler, atom çağında etkilerini kaybetmiş
olan pek çok dinsel yönün yerini alacaktır."
Fuldalı yaşlı bayanın dediği gibi, Uri Geller’in başarılarında dinsel
bir yan da bulunduğu için, bu tür mucizeler bir tür korunma görecektir.
Parapsıkologlar bu tür görüşlere karşı çıkıyorlar. Onlara göre, "Kızıl
Bayrak"ta belirtildiği üzere, Psi faktörüne İlgi duyulduğu konusu kısmen
doğru olmakla birlikte, bu ilgi parapsikolojİye yönelik değildir.
Heinz C.Berendt şunları yazıyor: "Her ne kadar okiilt görüntülerle
96 uğraş pek çok kişi için dinin yerini alacak şeyler gibi görünmekteyse
olan
de, parapsikolojinin böyle bir şeyi üstlenemeyeceği noktası da
vurgulanmaktadır; çünkü o, öteki tarafla ilgili problemleri yalnızca
bilimsel nitelikte ele almakta olup, açıklanamaz nitelikteki paranormal
olguları, bu arada telepati, durugörü, Önceden bilme ve tekinsizev gibi
durumlan deneysel çerçeveler içinde kanıtlama yoluna gitmektedir. Onun
çabası, bilinçdışı yanılmaları veya bilerek yapılan aldatmacaları, batıl
inançlı davranışları ortaya çıkarmak ve paranormal akışla ilgili bilg
eksikliğinden doğan bu tür şeylere karşı çıkmaktır."
Ruhçular sürdürdükleri araştırmaların, öteki tarafla kurulan
ilişkilerin bilime dayandığını, herkes tarafından kanıtlanabilir şeyler
olduğunu ve ayrıca insanlığın ilerlemesine de hizmet eden bu çalışmaların
sırf bu nedenle bilimsel sayılması gerektiği görüşündeler.
Kitabın daha önceki bölümlerinde de sözü edilen Scientologlar
(Dianetik uygulayıcıları) ruhlar dünyasıyla konuşabilme olanağı sun-
mamakta, aksine, Theta şeklinde bedenden sıyrılan Tanrı benzeri bir
olgunun kendisinde geleceği görmektedirler. Bunlar, bilimsel öğretileri
gereği, ruhun sıkıntılardan ve travmatik sonuçlardan kurtulup
aklanacağına ve bunun da bir tür yalan dedektörü (E-metre) sayesinde
belirlenebileceğine kesin olarak inanmaktalar.
Parapsikolojinin bu iki dinle de ortak yanları var.
Ruhçuların spritüel celseleri, hazırlanan protokollerdeki titizlik, öteki
tarafla ilgili usul ve metotların yeniden gözden geçirilmesine benzer
şeyler, parapsikolojide de görülüyor. Psi yeteneğine sahip kişiler üzerinde
sürdürülen deneyler ve çalışmalar bilimsel yeterlikte sayılıyor.
Scientoloji için E-metre neyse, parapsikoloji için de Psi kayde-

97
dici aynı şey. Bu iki cihaz da, başka gerçekliklerden kaynaklanan ruhsal
geçişleri gösteriyor.
Farapsikolojİnin Kızıl Bayrak tarafından, bu dünyaya yönelik bir din
şeklinde ifade edilişi gerçeğe bayağı yaklaşmış olmakla birlikte, bana tam
bir bilgi vermiyor. Psi kaydedici ve benzeri şeyler tıpta, kuantum fiziğinde
de kanıtlanabilir. Beni asıl etkileyen, bilinçsizce kullanılan dil, Incil’in
gezginci vaizlerine özgü o dinsel ifade.
Parapsikologlar sürdürdükleri kamtsal çalışmalarda ve tariflerde,
öteki alanlarda gerçeğe yaklaştırıcı olarak kabul edilmiş bulunan
örneklerden yararlanıyorlar.
Peter Ringger ParapsikolojvOkültizm’in Bilimi adlı kitabının giriş
bölümünde, Psi faktörüne ilgi duyanları üç gruba ayırıyor:
Safdillen Zaman zaman iç ve dış tehditler sonucu, denize düşen
yılana sarılır örneği, okültizmi yeğleyen grubun beklediği şey, bir inanç
ya da transandantal bir kazanç durumu olmayıp, aksine mucizeler ve de
bunlar sonucu oluşacak duygu gıdıklanmasıdır.
İnançsızlar: Bunlar, sıkı bir denetleme sonucu geriye kalan tek şeyin
okültizm olduğunu iddia ederler.
Tarafsızlar: Yazar, belki de kendi dinsel kökeni açısından fazla güçlü
görünen "İnançlı-mümin" ifadesini kullanmayarak yaptığı belirlemede
bunların, bilimin yanılmazlık dogmasının önemini bilen kişiler olarak,
yukarıdaki İki gruba da inanmadıklarını, kararlan kendilerinin verdiğini
ifade eder.
Bu arada, din değiştirenleri de gerçek inançlılar arasına sokmak
gerekiyor:
Sheila Ostrander ve Lynn Schroeder birlikte yazmış oldukları Psİ ile
Önceden Bilme adlı kitapta, pletsimografla yapılan biyoileti- şim
denemelerinin John Mihaleasky’nin din değiştirmesine yol açtığım
belirtirler.
Parapsikolojinin anekdot hâzinesinde buna benzer pek çok din
değiştirme olayı yer almaktadır. En ünlü parapsikologlann daha önceleri
inançsız kuşkucular olduklarım çok yerde okursunuz.
D.Scott Rogo, Cesare Lombroso’yla ilgili olarak şunları yazıyor:
"Lombroso, sonunda bîr denemeye çağrılıncaya kadar Psi konusunu
dikkate almadı; onun bu çağrıyı kabul edişi de isteksizceydi ve sırf
entellektüel dürüstlük hatırma bunu geri çeviremedi. Önyargılarım bir
tarafa bırakarak katıldığı birkaç deneme ve celse sonucunda ise, kısa bir
süre önce kabaca-İtelediği konunun savunucusu haline gelmişti."
Havariler tarihinde bu konudaki ilk öyküye göre, "İsa’nın hava-
rilerine karşı, burnundan soluyarak ölüm tehditleri yağdıran Sau- lus,
102
başrahibe çıkarak, Şam’a gitme ricasında bulundu." Ama oradan
döndüğünde artık Paulusc olmuştu.
Bugün de dinsel yazılarda ve Hıristiyanlık takvimlerinde Sau- lus-
Paulus öyküsüne benzer, katı yürekli krallarla ilgili öyküler yer almakta;
bu kişiler gerçek krallığın ne olduğunu bir anda anlamışlar, paralarım
fakirlere, kalplerini de Tanrı’ya bağışlamışlardır.
Rock’n Roll yıldızı Cliff Richard’ın Öyküsü de sevimlidir: 1957
yılında zirvede bulunan bu sanatçı "Şeytan’ın müziğini" bıraktı; gitarım
orgla değiştirdi ve küçük bir kilisede ilahiler çalmaya başladı. Nedeni, bir
yangında ölmek üzereyken, Tanrı’nm kendisini mucizevi bir şekilde
kurtarmış olmasıydı.
Din değiştiren ne kadar ünlü ve önceleri ne kadar kuşkucuysa, onun
verdiği bu örnek, kararsız yığınlar üzerinde o derece etkili olmaktadır.
New York Üniversitesi Kent Koleji’ nden Gertrude Sch- meidler, Psi
faktörü konusunda görüşe sahip olmanın, bu yeteneği etkileyip
etkilemediğini ortaya çıkarmak istedi. Üzerinde deney yapacağı kişileri
DDİ’ye İnananlar ve inanmayanlar diye ikiye ayırdı; bu İki grup Koyunlar
ve Keçiler diye adlandırılıyordu.
Sonuçta Keçiler, sonsuza kadar Araf ta dolaşacak olmamakla
birlikte, Koyunlarla kıyaslandıklarında, durugörü testlerinde bayağı düşük
düzeylerde kaldılar.
Kararsız ve kuşkucular üzerinde Saulus-Paulus öykülerinin yanı sıra,
farkında olmaksızın yapılan birtakım benzetişimler de etkili olabiliyor (O
kadar kral, akıllı ve bilge kişi bunu gerçek olarak kabul ettiklerine göre,
cahil, zavallı ve budala biri olan ben de en kısa yoldan doğru yolu
bulmalıyım). Bunlara ek olarak, Incil’den alman o çok tanınmış dekorlar
ve vaizlerin kanonik konuşmaları da, parap- sikolojik haberlerin
gerçekliğini gün ışığına çıkarmada yardımcı olu- yor.
Bilimsel denemeleri herkes için kontrol edilebilir şekle sokan şey
göz kamaştırıcı bir ışık değildir, aksine bu, kiliselerin, seansların, büyü
çevrelerinin günlük yaşama yansıyan ve başka şeyleri örten ılık
ışımalarıdır. Öte yandan, birtakım bilinçsiz benzetişimler de bilimsel
olmayıp büyüseldir vc bunlar, astrolojinin üniversitelerde ders olarak
okutulduğu, Mikro ve Makrokozmos, insan ve gökyüzü arasında köprü
kurulduğu eski çağlardan kalmadır.
Parapsikolojinin temsilcileri tarafından kullanılan dile göre hü

103
Profesör Hans Bender olayın öyküsünü ve kan mucizesiyle ilgili bu
geleneği yerinde incelemiş, gerçek olduğu kanısına varmıştır. O, bu olayla
ilgili olarak, yörede sık rastlanan hayalet olgularıyla ve "dokunaklı
ortamla" bir paralellik kurmaktadır. Yazdığı makalede de belirttiği gibi,
inançlı insan grupları saatler boyu dua edip yalvarmakla, gerçekliğinden
kuşku edilmeyen birtakım görüntü olaylarına neden olmaktadırlar. Ortada
bir aldatmacanın olduğuna ilişkin tez, bu tür olayların yüzyıllardan beri
sürdüğü düşünülürse, kendiliğinden çürümektedir.15
Hans Bender’in Januarius olayıyla ilgili yazısı okunduğunda, birkaç
şey dikkati çekiyor:
Kendisi, kan mucizesinin gerçekliğine yöneltilen ve ta eskilere
uzanan itirazları ikinci elden veriyor; onun almtı yaptığı metinlerde,
mucize olayı kanıtlanmış bir gerçek olarak gösterilmektedir.
Hans Beııder’in olayı ele alış şekli, kan mucizesinin gerçekliğini
göstermek İstermiş gibi. Bir yandan, olayın doğruluğu konusunda tanıklar
gösterirken, yöneltilen eleştirileri niçin aynı çerçeveye sokmuyor?
Kurumuş durumdaki kanın belki de doğal nedenlerle sıklaşabileceği
olasılığını neden bizzat araştırmıyor?
Onun, Halle, Wegleb, Rosenthal ve Eckartshausen gibi yazarlar
tarafından derlenmiş olan Eğlendirici Hünerler Üzerine Sohbet adlı kitabı
çürütme niyeti yok; yalnızca toptan reddediyor. Bu yazarlar Napoli’deki
kanın yapay olduğunu iddia etmekte, böyle bir maddenin hazırlanabilmesi
için tam bir formül vermekte ve sonuçta şuna dikkat çekmektedirler:
"Bu madde, ismin düşmesiyle birlikte kurumuş kam andıran kırmızı
bir götünüm almakta ve örneğin ışıklann neden olduğu hafif bir ısı
artışında da stvılaşmaktadır."
Hans Bender görünüşe göre o kalıntıların gerçekliğine de inanmış
durumda; çünkü yazısında bununla ilgili hiçbir kuşku sezilmedi- ği gibi,
kendisi de kalıntıların aslı astarı konusunda bir araştırmaya girişmiş değil,
öte yandan, aziz kalıntılarının anlamı ve yaygınlığıyla ilgili tarihsel
şartlara da kendiliğinden bir inanmıştık gösteriyor.
Bu kan mucizesinin bir zamanlar gerçekleştiği noktasından yola
çıkılsa bile, o eski olayla şimdiki şekli arasmda geniş bir "ara ortam"
uzanıyor; bunun içinde yer alan şeyler ise inançlar, tahminler,

99
15 Hans Benden Aziz Januarius’un Kan Mucizesi, (Verborgene Wirklichkeit) Gizli
Gerçekler adlı eserde, s.93-112.
küm vermek gerektiğinde, o bilimsel bir dindir. Onun koyduğu kural, Psi
faktörünün var oluşu, bir gerçek olarak her yerde geçerli ve bilimsel
olarak da kabul edilmiş durumda. Halbuki birtakım ütopyalar, açıklamalar,
kendini gerçekleştirmeyle ilgili umutlar ve ruhun gücü sayesinde elde
edilecek yeni boyutlar dinsel nitelikli görünüşlerdir; bunların başardığı tek
şey ise parapsikolojinin çekicilik ve popülerliğini arttırmak oluyor.

KÜMELEŞMELER VE 4. BOYUT
"Varşova’daki bir evin altıncı katından tepesine ölii kaz düşen adam,
beyin sarsıntısı geçirdi. Kazın soğutulmak için pencereye asılmış olduğu
belliydi. Hastanedeki kişi mesleği sorulduğunda şu yanıtı verdi: Tavuk
kızartıcısı."1.
Bîr rastlantı mı?
”34 yaşındaki Cenovalı bir memur, 80 yaşındaki annesini başına
İsa’nın dirilişini gösteren bir tabloyla vurarak öldürdü. An.leşiyle kavga
etmiş olan adam henüz yakalanmadı."
Bu olaylar yalnızca birer rastlantı olarak görülseydi, herlıalde
gazetelere geçmezdi.
Wilhelm von Scholz "rastlantı" kelimesini, kendini gösteren bir
bağlantıyı görmezden gelmek veya bunu kuşkuyla karşılayarak, yadsımak
şeklinde tanımlıyor. Ona göre rastlantı olarak adlandırılan durum,
birbirinden bağımsız iki veya daha fazla nedensel zincirin aym yer ve
zamanda birbiriyle kesişmesi olup, şaşırtıcı sonuçlara yol açan bu olguda
belli bir anlamın ya da oyunsal bir amacın görülüyor olması söz
konusudur. Kendisinin bu amaçla topladığı bîr yığın rastlantı örneği de
onun temel düşüncesini onaylar nitelikte.
Kısacası, dünyada olup bitenler de bizlerdeki tasavvurlarla aynı
yasaya tabi.
Bundan birkaç yıl Önce Paul Kammerer anlamlı rastlandlarla İlgili
bir kuram oluşturdu. Uzun zamandan beri iddia edilen onun da dikkatini
çekmişti: Sık sık yinelenen bazı olaylar, rastlantılar, diziler halinde ortaya
çıkmaktaydı.
Wilhelm von Scholz bir diziyi şöyle tarif ediyor: "Oradaki benzer
şeyler, olaylar, yer ve zaman yönünden düzenli yinelenişler şeklinde
belirmekte olup, bunların ancak titizce araştırmalarla odaya çıkanîabilen
detayları ise, aym olmayan, fakat birlikte etkide bulunabilen birtakım
nedenlere bağlanabilir."
Aynı kişinin, dizilerin gerçekleşmeleri konusunda verdiği şaşırtıcı
basitlikteki açıklama da, bu alanla ilgili görüşümüzde çok önemli bir
dönüşüme yol açıyor:
”Dünyada sergilenen çeşitlilik, sürekli olarak yinelenen, olası ni-
telikli her şeyin ve olayın kaçınabileceği ölçüde büyük değildir. Bunların
(1) FAZ, 11.12.76, s.7

104
hep görünmekte oluşu insana mucize gibi geliyor; halbuki görülmemeleri
mucize olurdu."
Scholz, genelde çok öğeli dizilerin nedenlerini süredurumda, bir güç
etkileyinceye kadar eşyanın hareketini belirleyen kuvvette görüyor. Bir
olayın doğumuna yol açan güçler, aynı Örneğe göre belirecek başka
olayları da etkilemekteler. "Yinelenen olaylar, bedeni ve onunla ilgili
güçleri meydana getiren aynı süredurum yasasından etkilenmedeler... Bir
insanın gücüyle kıyaslandıklarında, oran dışı bir kararlılık gösteren bu
kuvvet ve yasalar, aynı takımyıldızların ortaya çıkışı sırasmda onlara eşlik
eden durumları ve bu gibi şeylerin yüzyıllardan beri yinelenmekte oluşunu
açıklar nitelikte."
Carl Gustav Jung’un senkronizasyon ilkesine çok benzeyen ras- lantı
kuramı, anlamlı, fakat aralarında nedensel bağ bulunmayan olayların
çakışmasını açıklamak İddiasındadır.
Onun "tesadüfler" diye adlandırdığı şey iki öğelıdir. En derin
katmanda ona örnek olarak yer alan bir kavram -herkesin potansiyel ortağı
bulunduğu kolektif bilinçdışı- bilinç düzeyine yükselir ve dış dünya
olaylarıyla ilişkiye geçer. "Doğrudan veya dolaylı olarak dışarıdaki
objektif olayla ilgili beklenmedik bir içerik, alışılagelmiş psişik dummla
çakışır; ben buna senkronizasyon diyorum."
Heİmito von Doderer Şeytanlar adlı romanında, nedensellik dışı
kavramlarla gerçek olaylar arasındaki bağlantıya güzel bir örnek veriyor:
"Sözgelimi, yolda yürürken birini canlı şekilde düşünmeniz halinde,
birdenbire onu yolun kıyısında duruyor görebilirsiniz. Tam onu se-
lamlayacağınız sırada bir bakarsınız ki, bu kişi başka biri. Adamı ben-
zetmişsinizdir kısacası. Bana kalırsa, bu olay iki sokak sonra yeniden
tekrarlanabilir; öyledir de. Benim de başımdan birkaç dakika arayla
geçen olayın İkincisinde, gerçek kişiyle karşılaştım. Böyle bir durumda en
iyisi şunu söylemek olurdu: Evet bayım, işte buradasınız; yarım saattir
sizi bekliyordum! Aslında birine bunu söylemek olanaksız; ama en
azından bunda bir gerçek payı olacaktı."
İlk okuduğunuzda böylesine kuşkulu görünen kuramlar, kendi
aralarında da tutarsızlık gösteriyor. Arthur Schopenhauer "Fertlerin
kaderiyle ilgili kasıt unsuru üzerine transandantal düşünceler" ileri
sürerken, metafizik alandan ayrılmıyor ve bu çerçeve içinde de şu
tarife varıyor: "Rastlantının anlamı, nedenselliğe bağlı olmaksızın
zaman içinde bir buluşmadır." Paul Kammerer ve Carl Gustav Jung,
benzer bir kavrama varmak için, doğa bilimleri İle ilgili hedeflerden
ve alışkanlıklarından fedakârlık etme durumunda kalıyorlar. Bunlar,
nedensellik dışı bir ilkeyi nedensel kavramlarla tarif etme yolunu
105
tuttuklarından -Arthur Koestler’in de formüle ettiği şekilde- tıpkı
dinbilimcilere benzemekteler; çünkü onların da yaptığı şey, bir
yandan Tanrı’yı insani tasavvurlar dışında belirtirken, öte yandan
onu tarif etmeye çabalamak.
Parapsikologların bu tür çalışmalardaki durumları nasıl?
Hans Bender’in "Anlamlı Rastlantılar Üzerine" adlı konferansı
Schopenhauer, Scholz ve Jung’un kuramlarının dışına pek çıkma-
makta ve belirsiz bir kehanet havasıyla sona ermektedir: "Ruh ve
madde arasındaki Dekartçı uçurum kuşkulu bir durum almıştır."
Werner F.Bonin raslantıda, "nedenlere bağlı olmayan bir olayı"
da görmekte fakat von Karmerer ve Jung’un ileri sürdükleri ne-
densizlik kuramından açıkça ayrılmaktadır. "Eğer bu varsayım ka-
bul edilecek olursa, nedensel bir anlayışa olanak sağlayabilen Psi iş-
levi fazlalık gibi görünecektir."
Parapsikologlar şimdiye kadar rastlantılarla anlamlı olaylar
arasındaki farkı belİrleyemedikleri gibi, kendiliğinden beliren duyu-
lardışı algılamanın da rastlantısal veya paranormal olup olmadığım
söyleyebilecek durumda değiller. Bir paranın on kez havaya atılışı
sonucu hep tura gelmiş olması gerçekten İlginç bir dizi oluşturmakla
birlikte, burada ille de parayı atanın psikokinetik yeteneklerinden söz
edilmesi gerekmez. Paranın kendisi için geçmiş diye bir şey olmadığı
gibi, üst üste on kez tura geldiğini hatırlatacak bir hafızası da
bulunmamaktadır. Bu yüzden de on birinci atış, birincisinden farklı
değildir. Kısacası, tura gelme şansı 1/11 olmayıp, 50/50’dir.
Bizim görüşümüz budur. Bizler önce kafamızda bir zincir oluş-
tururuz; gerçekte halkaların birbiriyle bağlantısı yoktur. Rastlanan
diziler göreceli bir sıklık oluşturmakla birlikte, sayısal sonuçların bize
düşündürdüğünün aksine -Othmar Sterzinger’in daha 1911 yılında
gördüğü gibi- bunlar birtakım "yumaklardan" ve boş alanlardan
oluşmaktadır.
Öte yandan Wilhelm Gubisch’in durugörü deneyleriyle ilgili
olarak söylediği şey, rastlantısal isabetleri paranormal olgulardan
ayırt etmenin son derece zor, hatta olanaksız olduğudur.
Rastlantısal durugörünün şaşırtıcı bir örneğini, Jonathan
Swift’in Gülliver’in Yolculukları adlı eserinde görürüz. Onun üçüncü
kitabında Laputa diye adlandırılan yerdeki astronomlar, bu alanda
Avrupalı meslektaşlarından herhalde çok ileride olmalıydılar; çünkü
Mars’ın çevresinde iki küçük yıldız veya uydunun dönmekte
olduğunu söylüyorlardı.
Mars’m bu iki ayı, Phobos ve Deımos ancak yüz elli yıl sonra
A.Holl tarafından keşfedildi.
106Anlamlı rastlantıları Psi faktörüne bağlayarak, bunların neden-
sel olduğunu düzgün ve rasyonalist bir dünya görüşüyle kanıtlamak
şeklen başardı olmakla birlikte, içerik yönünden hep eksik kalmak-
tadır.
Psi kuramcıları için daha da sıkıntılı bîr durum, bunların zama-
nın yapısı ve niteliği üzerinde düşünmeye başlamalarında doğuyor.
Bu kişilerin yaptığı açıklamalar ve betimleme denemeleri sık sık bi-
limkurgu romanlarındaki pasajları anımsatmakta.
Profesör ZÖllner, medyum Henry Slade’in düğümlü ipler üze-
rinde sürdürülen çalışmalarda gösterdiği yeteneği ancak tek bir şeyle,
onun dördüncü boyut olan zamanı algılayabilmesiyle açıklıyordu.
Profesöre göre, medyum zaman içinde geriye giderek, iplerin henüz
düğümlenmediği duruma ulaşıyor ve sürekli nitelik taşıyan zaman
akımım ileriye, şimdiki yöne çeviriyordu.
Bugün de görülen önceden bilme olgularıyla ilgili olarak, kulağa
iyi gelen birtakım kuramsal görüler ileri sürülmekteyse de, aslında
bunların gerçek işlevi şu: Duyulan çaresizliği, etkileyici bir laf ka-
labalığı arkasında gizlemek. Paralel evrenler, kıvrılmış uzay, iki bo-
yutlu zaman ve üst uzaya açılan zaman tünelleri gibi şeyler sözü edi-
lenlerin birkaçı.
Anton Neuhâusler iki tür gerçeklik ileri sürüyor: Maddesel ve
fikirsel... Fikirsel olanı bir tür taslak olup, Psİ yetenekli biri tarafın-
dan algdanabilmekle birlikte, bunun ille de uygulamaya konması ge-
rekmez. Gerçeklikle ilgili birtakım şartların değişmesi halinde, bu tür
olgular da ortaya çıkmaz. Bu da, kötü bir şeyler olacağım sezerek
arabasını garajda bırakan kişinin durumuna benzer. Önceden bilme
denen şey de gerçek olaylarla ilgili değildir; zira bunlar engellenebilir.
Bu tanımlama daha çok, gerçek olayların gelecekte oluşturacağı
görünümle İlgilidir.
Charles A. Muses yaptığı fizik deneyleri sırasında akım kesme
sinyali verildiğinde, bozulmuş nitelikli elektromanyetik durumlar tespit
edildiğini ve iki "haberci dalga"nin bunu bildirdiğini söylüyordu. Kendisi,
bu olguları, bir okun hedefe uçmakta oluşuna benzetiyor. Onun önünde
giden "haberci dalgalar" hedefe varmaktadır. Ama okun kendisi, son anda
ortaya çıkan bir engel nedeniyle yon değiştirebilir.
Muses’in prekognisyon (önceden bilme) haberciliğiyle ilgili görüşü
aşağı yukarı böyle. Bilinç, haberci dalgalar sayesinde gelecekteki
olayların bir resmini elde edebilmekle birlikte, bu olayların ille de Önceki
resme uygun olmaları gerekmiyor, çünkü bu arada şartlar değişebilir.
Rastlantılar ve zaman kavramı, parapsikologlar için birer tökezleme
unsuru niteliğinde. Bunların kuramları da insana üfürükçülüğü
anımsatıyor: Büyücüler de güçlü, ama içerikten yoksun sözler aracılığıyla
bilinmez ve inatçı şeyleri kovmaya çalışırlar. 107
DDİ + PK = MAJİ Mİ?
Binlerce kitapta sözü edilen Psİ bilimi eleştirici bir bakışla gözden
geçirildiğinde, geriye pek az şey kalıyor. Bunlar da varsayımlar, inanca
dayanan bilgiler, bilimkurgu niteliğindeki kuramlar ve az sayıdaki
bilgiden üretilmiş birtakım çeşitlemeler. Eğer pek çok kİşİ bizzat
vardıkları parapsişik sonuçlar konusunda bilgi sahibi olmasalar ve Psi
faktörünün herkes için geçerli olduğunun bir kanıt gerektirmediğini
bilmeseler, halen mevcut bilgiler de tehlikeye girerdi.
DDİ ve PK için üst kavram niteliğindeki Psi’yi tarif etmek kolay ve
hemen tüm yazarlar da onu aym şekilde kullanıyor: Psi, tüm
parapsikolojik olguların, olayların ve düşünce içeriklerinin İşareti olup,
bir aracıya gerek kalmaksızın bilince girmekte veya maddeleri doğrudan
etkileyebilmektedir.
Psi’nİn çıkış nedenini belirlemek oldukça zor. Korku, ölüm tehlikesi,
çatışmalar, hastalık, aşk ilişkilerinin yıkılması, tehditler ve öteki yoğun
heyecanlar bazen bir gücü açığa çıkarıyor ve bu güç birtakım esinlere,
görüntülere ve hayallere neden olabildiği gibi, aynaları kırıp işleyen
saatleri de durdurabiliyor. Psi faktörünün kendiliğinden ve patlarcasına
ortaya çıkma özelliği, laboratuvarlarda ve celselerde karşılaşılan zayıf
paranormal performansı da açıklayabilmekte. Deney ortamında heyecan
düzeyi düşüktür ve etkili bir alan yaratarak, paranormal imdat çağrışım
yayınlayacak iç gereksinme eksiktir.
Pek çok parapsikolog ve yakın bilimlerin temsilcileri, ne kadar farklı
düzeyde veya görünümde olursa olsun, Psi yeteneğinin genel olduğunu,
ancak o varlığın Özelliğine göre değişme gösterdiğini kabul ediyorlar.
Sigmund Freud, bilgilerin psişik aktarımını, insanlığın ilk İletişim
olanağı olarak görmekteydi; ona göre, daha kesin nitelikli ses ve ışık
sinyalleri ancak uzun bir zaman sonra bunun yerini almıştı.
Öteki pek çok Psi kuramcısı da bu görüşü paylaşmakta, DDİ ve PK
yeteneklerinin, insamn henüz iç ve dış dünya arasındaki farkı
belirleyemedıği bir çağda daha uzun yaşamasını kolaylaştırdığına
inanmaktadırlar. Onlara göre, parapsişik olguların ender olarak
gerçekleşmelerinin temeli de budur. Çok eskilerdeki bir sistemin artık
kullanılmayan kalıntıları durumundaki bu olgular, rasyonel haberleşme
olanakları tarafından örtülmüş bulunuyor. Bu nedenledir kİ, bilinç
durumunun hafiflediği trans ve derin meditasyon halleri Psi* nin ortaya
çıkışım kolaylaştırmaktadır.
Bu tür görüşlere paldır küldür dalınacak olursa, Psi gücünün ne
şekilde etkide bulunduğuna ilişkin açıklama denemeleri de kuşkuyla
108
karşılanacaktır. Oldukça serüven kokan bir kuram da aşağıda yer almakta:
Münihli fizikçi J.Wüst’e göre, bazı hayalet olaylarında ve med-
yumsal celselerde duyulmakta olan gürültüler ve bazen de fırtına- mnkini
andırır sesler bir çekirdek patlamasından kaynaklanıyor olabilir.
Medyumdan çıkan nötronlar karşıdaki şeylere çarparak, bunların atom
yapılarında değişimlere yol açmakta ve bu emilme işlemi sırasında da bazı
sesler duyulmaktadır.
Bunu dilimize aktarırsak, şöyle demek gerek: Kesin bir şey bi-
linmiyor. Parapsikologlar Psi faktörünü gerçekten kanıtladılar ya da en
azından insanlıkla ilgili ve tümüyle gözden düşmüş bu kolaylığa dikkati
çekerek dünyayı etkilediler. Psİ’nİn nasıl işlediği ve günümüzde ne tür bir
işlev göstereceği konusu şimdiye kadar yetersiz ölçülerde görüşülmüş
bulunuyor. Amerika’daki Psi ütopyaları, sözgelimi bu gücün borsa
oyunlarında ya da arabaya park yeri bulmakta nasıl
kullanılabileceğine ilişkin görüşler neyse ki hâlâ birer hayal olarak
kalmakla birlikte, günümüz uygarlığının bu arkaik kalıntı için
hazırladığı yolu açıkça gösteriyor:
Sevgi kavramı, duygusal sorunlar yaratmayacak bir cinsellik
şeklinde değişime uğruyor. Yüksek güçlere duyulan inanç, başka
değerlere, tüm dünyayı kapsayan sosyal hümanizmaya yöneliyor. Haz
ve benzeri durumlar dejenere edilmiş olarak, organize bir görünüme
sahip toplumsal gösterilerde sergileniyor. Şov yıldızları ve sporcular,
bir zamanki şamanların toplumsal gücünü elde etmiş dürümdalar.
Kendinde yeterli gücü bulamayan ve toplum tarafından
sindirilemediğini hisseden bireyler bundan eziklik duyuyorlar.
; Samanımızda Psi gücü, onu evcilleştirmek ve bîr alet gibi kul-
lanmak isteyen her denemeye karşı koyuyor. Onu yeni bir doğa bilimi
şeKiıne sokma çabaları da pek az başarı kazanmış durumda. Bu
arada durmadan sözü edilen "Enerji”, "Güç", "Alan" ve "Psikokine-
zi" gibi kelimeler de, şöyle bir görüşe yol açmış olabilir: Duygulardan
ve büinçşiz reaksiyonlardan bağımsız bir yetenek, bir tür akü söz
konusudur ve, ancak doğru şekilde bağlandığında sorun çıkarmadan
işlemesi tnümkündür.
Parapsikoloji bana, iki sömestirde yazarlık ve ressamlık Öğrete-
ceğini vaat eden bazı enstitüleri anımsatıyor. Bu gibi yerler, yeterli
isteğe sahip olan herkese bu tür olasılıkları sunma iddiasındalar.
Evet, herkes okuyup yazmayı veya resim yapmayı Öğrenebilir, ama
pek az kişi sonraki yaşamlarım yazar ya da ressam olarak sürdürebi-
lir. Ötekilerde bunu başarabilmek için eksik olan tarafları saymak
gerekirse, yetenek noksanlığı, sayısız denemelerin sonucu olan be-
lirgin nitelikli eserleri meydana çıkarmayış, estetik, yenilik, eğlendi-
ricilik gibi unsurların yetersizliği, günlük realiteden kaçışa, şifa bul-109
maya veya akıl dışı düşünce modellerine duyulan gereksinime cevap
verememesi yüzünden alıcı bulamama gibi şeylerden söz edilebilir.
Aleister Crowley, büyücü ve astrolog olarak tanımladığı sezgi
sahibi kişilerin birer sanatçı olmaları gerektiği görüşündedir. Onun
bu ifadesi paranormal olgulara aktarılacak olursa, o zaman parapsi-
kolojinin, sanat eserlerinin ortaya çıkışıyla ilgili bir bilim ve bu işle
uğraşanların da birer sanatçı şeklinde belirlenmeleri gerekecektir. Bu
açıdan bakıldığında, o saygıdeğer Goethe, Beethoven, Schopen- hauer
ya da Bosch’un, çağlannm tipik belirtilerini sergileyen eserlerini
hangi etki ve dürtülerle yarattıklarını, bir çözüm anında ortaya çıkan
belli görüşlere ne zaman ve nasıl vardıklarım öğrenmeleri onlar İçin
gerçekten ilginç olurdu.
Ama şu da var ki, sezgiyle ilgili dolambaçlı yollan, bunların
akışını, kafamızdaki yerini araştırmaya yönelen, öte yandan her za-
man için tepkiye açık ve son derece duyarlı böyle bir alana herkesin
girebileceği sonucuna varan parapsikoloji gibi bir uğraşın tez za-
manda duraklamaya uğrayacağı da ortadaydı. Aslında olgunun ken-
disi tartışma konusu olmamakla birlikte, bununla ilgili pek çok ku-
ram kuşku uyandırmakta. Ayrıca tüm insanların gerçek sanatçı ola-
mayacağı da bellidir.
Paranormal olguların sanatsal başarıların aksine mistik-majik
bir gizem taşımaları, kozmik serüvenler, başka gerçeklikler ve güç-
lerle bağlantılı olmaları, toplumda etkisini sürdüren okült dalganın
daha da güçlenmesine ve Psi’ye duyulan ilginin de doğal olarak art-
masına yol açıyor. Bugün ruh gücü aracılığıyla çevreyi doğrudan et-
kileyebilme isteği, insanlara güzel bir dize yazmaktan çok daha çekici
geliyor. Bu nedenledir kİ, İnsanların çoğunluğu hayal kırıklığına
uğraymcaya, umutlarının kırıldığım fark edinceye kadar da parapsi-
koloji güncelliğini sürdürecek.
Buraya kadar ileri sürülen görüşlerden de anlaşdacağı üzere Psİ
faktörü, benim Maji (Büyü) şeklinde adlandırdığım şeyin yalnızca
küçük bir parçasıdır.
Psi denen şey, bir buzdağının deniz üzerinde görülebilen ucuna
benzer şekilde, bilincimize giren ve kendini onun aracılığıyla
açıklayan pek çok büyüsel yeteneğin küçük bir parçasını oluştur-
maktadır.

110
ALTINCI BOYUT
“Altıncı Boyut”, insanın
bilinmeyen gücünü gözler önürıe
seriyor. Konusunun “başucu”
kitaplarından biri olan “Altıncı
Boyut” yayınlandığından bü yana
konusuyla ilgili en çok satan
kitapların başında geliyor.
Maji sanatının tüm alanlarını ve
tarihsel köklerini kapsayan bir
eser olmasıyla yazın dünyasında
çok önemli bir yere sahip.
Batıl inancın, değişik biçimlerini
açıklarken; duyu dışı
algılamaları, büyüsel
uygulamaları,
PSİ alanında elde edilen başarıları
ve insanın bilinmeyen gücünü de
dile getirmektedir. Bilinçdışı bir
gücün ifadesi olarak, insana dost
olmayan ama dış dünyada yaşama
olanağı bulan ruhsal güçler *
hakkındaki yorumları da bu
kitapta bulabileceksiniz. Y
#. ■ /

ALTINCI BOYUT
İnsanın
Bilinmeyen •• ••
RODERICK FELDES

Gucu

THALER 13 NUMARAYI TAŞIYOR


2

"Geçen yıllar boyunca, halkın boş inançlarıyla ilgili nesneleri bana anımsatan ve bende
kısmen de duyularüstü etkiler oluşturan pek çok şey nedeniyle heyecana kapıldım. Aynı şekilde,
eski toplumlann mitolojik kavramlarını da öncekinden belirgin şekilde farklı bir ışık altında
görüyorum şimdi. Kanımca, tüm boş inançların altında bir gerçeklik tohumu ve temel olarak
kabul edilen duyularüstü bir önsezi yatmakta; bu, zamanın akışıyla büyük insan toplumlan
içinde erimiş, onlarca istemli olarak üretilen hayal gücü sonucu her yana yayılmış, ama gerçeğin
çekirdeği pek az ortaya çıkabilmiştir."

(Daniel Paul Schreber: Bir Sinir Hastasının Anıları)

"BENÎM ÖZGÜR OLMAYAN İRADEM


GERÇEKLEŞİYOR!"
"Çakmaktaşı bana yalnızca meslek yaşamımda şans getirmekle
kalmadı, ayrıca 15.936 mark kazandım. O zamanlar son derece kuşkucu
biriydim, ama daha 4 hafta sonra tüm kuşkularım dağıldı; çünkü yıllardır
beslediğim arzu birden gerçekleşivermîşti. Çakmaktaşın- da gerçekten var
olan büyüsel bir güç en büyük kuşkucuyu bile inandırabilecek niteliktedir."
Bu taşla ilgili olarak Duisburg5daki Amu- tex Limited Şirketi5ne bunları
yazan Bay Xaver W., ayrıca eklemede bulunuyor:
"İçinde bulunduğunuz kötümserlik ve korkudan kendinizi kurtararak,
cesaretsizlik ve başarısızlıkla savaşın." Buna göre, Ambrose Bierce5 in
George Thurston adlı Öyküsünde yazdığı gibi, iradeyi sembolize eden
birtakım objeler taşıyan muskalar "doğuştan gelen bir sıvışma eğilimini
yenmek" için midir? Yoksa Bay Xaver W., bundan yaklaşık 2300 yıl Önce
Theophrast’m Karakterler adlı eserinde, muska taşıyanların kural olarak
boş inançlı kişiler olduklarını belirtmesi gibi, hurafelere bağlı biri
görüntüsünü mü sergilemektedir?
"Boş inançlar doğal olarak, duyularüstü şeylere beslenen korku şeklinde
görülür; bu tür bîr kişi ise bir cenaze alayıyla karşılaştıktan sonra ellerini
yıkar, tapmakta kutsal su dökünür ve ağzına'bir defne yaprağı alarak gün
boyunca öyle dolaşın"
Xaver W. çakmaktaşı taşımamış olsaydı, arzusu yine de gerçekleşir
miydi?
Eğer İsteklerin yerine gelişi gerçekten de bir muska elde edip bunu
taşımaya bağlı bulunsaydı, bu durumda boş İnançların kapsadığı ortam da,
parapsikolojinin açıklamaya giriştiği büyüsel alan olabilir miydi?
Ben buna şimdi olumsuz şekilde yanıt verecek olursam, pek fazla bir
şey açıklamış olmam.
Fakat aslında boş inanç denen şey nedir kİ? Bu olgu nasıl ve hangi
temelden kaynaklanıyor?
7 Temmuz 1974, saat 16.00
Caddeler, bir bilimkurgu filmindeki kozmik afet sonrası gibi bomboş,
4
Alman milli futbol takımı Münih Olimpiyat Stadında dünya şampiyonluğu
finalini oynuyor. Tribünlerdeki 80.000 futbol düşkününün yanı sıra tüm
dünyada yaklaşık bir milyar kişi de televizyonlarının başında Sepp Maier’i,
Kaiser Franz’ı, Katsche, Holz ve oyuna son olarak giren sapsan Uli
Hoeness’i izlemekte. Saat 17.48’de Almanların çalıştırıcısı Helmut Schön
kollarını kaldırıyor: Takımı, Hollandayı 2-1 yenerek İkinci kez dünya
şampiyonu olmuştur.
Spor yazan Wolfgang Thiel, 1977 Eylül’ünde, genelde şanssız olan ve
sık sık da sakatlanan milli futbolcu Uli Hoeness’İe görüştü. Bu kişi verdiği
yanıtların birinde, arkadaşlarına şans getireceğine inandığı İçindir ki -
Münih’teki finalde olduğu gibi- takıma ne olursa olsun sonuncu olarak
katılmaya gayret gösterdiğini belirtti.
Bunun, Almanların ilk onbİrine ya da en azından Hoeness’in
kariyerine bir yararı oluyor muydu?
Biyoloji öğretmenimiz dersin birinde bize, kafesteki bir güvercinle
sürdürülen deneyi anlatmıştı. Hayvanın yiyecek elde edebilmesi için belli
bir tuşa basması gerekliydi. Güvercin bir süre sonra rastlantı sonucu
mekanizmayı keşfetti ve kafesin içine birkaç darı tanesi düştü. Bunları
yiyen hayvan hâlâ aç olduğundan, başka taneler elde etmeyi denedi. Ancak,
bunu başarmak için aym tuşa basmıyor, aksine o rastlantısal kazanç
durumundan önceki tutumunu sürdürüyordu.
Uli Hoeness ve güvercinin ortak bir yanlan var: Her ikisi de, ancak
kendileri İçin mevcut, ama gerçekte var olmayan birtakım bağlantılar
kurma peşindeler.
Güvercinin önünde, sürekli olarak yanlış davrandığı bir mekanizma
var. Peki, Uli Hoeness’in durumu ne? Yine benzer bir şey: Bilinen tüm
düzenlere aykırı olarak özgürce, bilinçli olarak sürdürülen ve adına boş
inanç denen şey.
Eğer o, başarısını yalnızca takıma sonuncu olarak katılmaya
bağlıyorsa, o zaman bir şartı kabul etmekte ve uyguladığı bu "hile" sonucu,
bu davranışın gerisindeki herhangi bir gücün harekete zorlanacağına veya
bu durumu hissederek istediğini gerçekleştireceğine inanmaktadır.
Boş inanç denen şeyin burada din kavramıyla karşılaştığı ve onunla
çatıştığı belli. Zira bu iki olgu da, bilinenlerin dışında daha yüksek bir
gücün varlığını kabul etmekle birlikte, bu güce karşı takındıkları tavırla
birbirinden ayrılmaktadır.
Dindar bir kişi isteklerinin yerine gelmesi ve güç kazanmak için
Tanrı’ya dua eder; isteklerini gizemli törenlere veya birtakım garip âdetlere
uyduran boş inançlılarsa belirli bir düzen uygulamaz sonsuz gücün o an 5
için kendilerine gerekli olan kısmını kullanmakla yetinirler. Böyle birinin
evrenine yön veren şey bir güç, bir düşünce ya da Tanrısal yardım görüşü
olmayıp, bu konuda karşılıklı etkileşen pek çok güçten söz etmek gerekir.
Birbiri içinde eriyen bu güçlere kader diyen o kişi, doğru araca sahip
olabilmesi halinde bunu etkileyebileceğine İnanır.
Böylece, boş inançlı kişinin kader diye adlandırdığı olgu da tıpkı
bızlerle ilgili gerçekliğin dışında kalan güçler gibi birbiri içine giren,
çevreyi etkileyen şey ve olaylardan meydana gelmekte ve bunlar doğaüstü
"ide"lerin birer görüntüsü olma niteliği taşımaktadır. Buna göre, birtakım
objeler ve olaylar arasında doğru bağlantılar kurulabilirse o zaman ideal
görüntüler ve güçler belli bir yöne çeki- lebilmekte ve istenen etkiler
sağlanmaktadır.
Yılancığı iyi etmek için kara hindiba ve civan perçemi gibi bitkilerin
kullanılması gerektiğine işaret eden kişi yalnızca hata etmektedir; ama
kırmızı bitki yapraklarını hastaların üzerine koyarak bunların oluşturduğu
renk benzeşimi sonucu kişinin sağlığını kazanacağım düşünen birinin
davranışı akıl dışıdır ve cahilce bir boş inançtır.
Aslında bu tür İnançlar tek tek tesbİt edilmiş ve akıldışı davranışları
sergileyen bir katalog halinde sıralanmış değil; aksine, tüm bu teknikler ve
davranış şekilleri çevreyle olan ilişkilerimizde sürekli olarak kendini
göstermekte ve değişime uğramaktadır.
Bizim "boş inanç" olarak belirlediğimiz pek çok kural ve formül eski
inanç sistemlerinden kaynaklanmakta olup, bunlar bir zamanlar dinsel bir
baskınlık göstermekteydi. Bu tür şeyler Hıristiyanlıkla ilgili açıklamaların
da orasma burasına sıkışmış durumdadır. Ateş önleyici muskalardaki
"Abrakadabra", hastalıkları uzaklaştıran beş köşeli yıldız, şans getireceğine
inanılan cam kırıkları vb. hep eski çağlardan, kargaların Odin’in omuzunda
oturduğu, kara kedilerin kutsal olduğu ve Freya tarafından çifte koşulduğu,
misyonerlerin bu hayvanları uğursuzluk habercileri olarak henüz ilan et-
medikleri dönemlerden kalmadır.
Her ne kadar boş inançlar resmi açıklamalarla püskürtülmeye
çalışılmaktaysa da, hemen her ortamda bunlar giderek daha çok yer
kazanıyor. Bir yandan boyalı basın -özellikle de okült dalgamn çıkışından
beri- okurlarına birtakım boş inanç reçeteleri vererek bunların gerçeklikten
kaçmalarını sağlarken, öte yandan "akıllı" görünen bazl kişiler de bilerek
veya bilmeyerek boş inanç uygulamalarına girİşmekteler. Bunlar günlük
yaşam için gerekli cesareti kazanmak için birtakım semboller taşıyorlar ve
yine bu gibi kişiler ayın 13’ üne rastlayan Cuma gününe korkuyla
bakıyorlar.
6
Pek çok sanatçının ve sporcunun sırf şans getirsin diye tahtaları
tıklattıkları bilinen bir şeydir; öte yandan başkaları da yine bu amaçla
yanlarında tavşan ayakları, dört yapraklı yoncalar taşımakta ve ilk adımı
solla atmamaya özen göstermektedirler.
Kilise temsilcileri de boş inançları eleştirmekteler:
Boş inançlı kişilerin "bilinmeyen Tanrı" şeklinde tanımlanabilecek
olan kaderle ilişkileri dindar kimselerin davranışlarından iki şekilde
farklılık gösterir: Birincisi, kader denen şey kördür, onda kişisellik yoktur
ve herhangi bir töresel boyuta girmeksizin mekanik bir şekilde İşler. Bunun
dinden ikinci farkı İse, sonsuz güce sahip olmaması ve onu boyunduruk
altına almak isteyen kişilerin birtakım formül, hile ve tekniklerle kendi
kişisel şanslarım yaratmak istemeleridir. Bunlar böylece bağımlı bir
duruma girerler.
Adolf Wuttke kader konusunda yazarken, boş inançlı kişilerce
kullanılan ve de kullanılabilecek bazı soğuk görünümlü güçlerle ilgili
olarak şöyle diyor: "...insanlar bunlardan sakınmanın yollarını gayet hünerli
bir şekilde uygulayarak kısmen kendi istek ve iradeleri için kullanmakta ve
şöyle demektedirler: Senin değil, benim İsteğim olsun* Bu açıdan
bakıldığında, böyle biri boş inançtan bağımsız durumdadır ve Hıristiyanlık
kavramındaki kadar özgürdür."
Şunu da belirtmeli ki, pek çok kişi kendi kaderlerini yönlendirmek
için yalnızca belirsiz metotlarla yetinmezler. Bunlar karmaşık sistemler
uygulayarak, mükemmel duruma getirilmiş birtakım yazılardan
yararlanarak, ne zaman, nasıl, hangi şartlar altında ve ne gibi maddelerden
muskalar yapılacağını kararlaştırır, ruhları ve karanlık güçleri bÖylece
zorlama yoluna giderler. Sistematik bir görünüme sahip bu tür boş inançlar,
genelde halkın ilgilendiği sıradan şeylerle bîr ayrılık gösterir. Etkinliği
bilinen bu tür kural ve reçeteler nesilden nesile aktarılırken "mistik bir
bilimin sapkınlığa yönelten sonuçları, hesap ve kuramları" olma niteliğini
de kazanmış olur.
Teoloji profesörü Adolf Wutte’nin görüşüne göre genel nitelikli boş
İnançların içeriğinde bir tür gerçeklik ve anlam bulunmakla birlikte, yapay
bir özellik taşıyan boş inançlar tümüyle anlamsızdır: "Ruhlarla ilgili alanın
en büyük saçmalığı halktan doğmuş değildir; aksine, bunları yaratanlar
bilgin ve alim geçinenlerdir. Bu nedenledir ki, halkın boş inançlarla ilgili
saçmalığı bir anlamda o "allame- ler" tarafından yaratılan şeylerden pek de
uzak sayılmamalıdır."
Boş inançla ilgili bu tanımlamalardan yola çıkıldığında, onun
körlemesine giden kaderi etkilemek, bu amaçla da eskiden kalma şeylerden
yararlanmak dinsel ve töresel kalıntıları kullanmak amacında olduğu 7
anlaşılır. Prapsikologlar boş inançların değişik formlarında, paranormal
sonuç ve tekniklerin bazı bilimsel açıklama çabalarım görüyorlar. Bu
kişiler daha önce de söz edildiği gibi, boş inançların olumlu bir eleştirisini
kendilerine amaç edinmiş bulunuyorlar;
Öte yandan, insanların büyük bölümü artık boş inançlı olmamakla
birlikte, Georg Christoph Lichtenberg’in ölümünden kısa bir süre önce
yazdığı şu tümcenin bu gibiler için geçerli olduğu söylenebilir: "Bu tür
şeylere ciddi olarak inanıyor değilim, ama çok ters gelmemeleri halinde
benim için hava hoş."

’ÇİÇEK İSTEMİYORUM"
15 Temmuz 1974 tarihli Frankfurter AUgemeine’nin spor sayfasında
şunlar yazıyordu: "Finiş fotoğraflarının değerlendirilmesi so

8
nucu, hakemin görüşünün aksine, Thaler Almanya kros şampiyonu oldu.
Yarışmaya batıl bir inanç sonucu 13 numarayla başlayan
1973 yılının 25 yaşındaki şampiyonu ve bu yılın dünya İkincisi so-
nunda şampiyonluğu ele geçirdi."
Demek ki, birine mutsuzluk getiren şey, bir diğerinin bunu bir
mutluluk aracına dönüştürebilmesi halinde başarının garantisi oluyor.
Alman futbolseverlerinin pek çok maçta umutlarını bağladıkları, takımın
santrforu ve de bombacı lakabıyla bilinen Gerd Müller
1974 yılına kadar 13 numaralı formayı taşımıştı. Kendisi, bir görüşme
sırasında, karşı tarafın kalecilerine bela getiren bu rakamın uğuruna
inandığını söylüyordu.
Wolfgang Overath on dört yıl boyunca boynunda bir haç taşıdı;
nedeni, bunun sayesinde ve daha profesyonelliğe geçtiği ilk yıl Köln
takımının şampiyon olmasıydı. Öte yandan, demir ayaklı savunma elemanı
Horst Dieter Höttges 400’üncü lig maçından önce verilen çiçekleri almadı;
çünkü daha iki hafta önce, hem de 34’üncü yaş gününde Saarbrücken’e
karşı oynanan maçta çiçek almış ve beklenmedik bir gol kaçırmıştı.
Kendisi şöyle diyordu: "Bu kez çiçek yok, ancak maçtan sonra eşime bir
buket götürebilirim."
Bir Peru takımının sahibinden aldığı hediye gerçekten ilginçti.
Antrenör Mendes şöyle diyordu: "Minik kafatasım aldığımızdan bu yana
bizim oyuncular çok daha iyi kafaya çıkıyorlar. Arada bir bağlantı var, ama
bunu hiç kimse açıklayamıyor."
İngiltere’deki pek çok futbol düşkünü, şimdi görevini bırakmış olan
milli takım çalıştırıcısı Sir Alf Ramsey’e hâlâ kızgındır. Bunun nedeni ise,
onun Kenyalı kabile doktoru Şerif Ebubekir Ömer’in önerisine karşılık
vermeyİşiydi. Bu büyücü, birtakım şans getirici şeylerden ve büyülü
formüllerden yararlanarak İngiltere’yi ikinci kez dünya şampiyonu
yapacağını garanti ediyordu. İleri sürdüğü tek şart, kendisiyle iki yıllık bir
anlaşma yapılmasıydı. Bu anlaşma gerçekleşmedi ve İngiltere daha ilk
turlarda Polonya’ya yenildiğinde, İngiliz futbolseverler için bunun asıl
nedeni belliydi.
Şu da var ki, birtakım garip uygulamalardan başarı umanlar yalnızca
futbolcular değildir; seyircileri ve hatta takımlar konusunda söz sahibi
kişileri de bunların arasına katmak gerekiyor.
Bu konudaki en iyi örnek, uzun yıllardan bu yana futbol takımının
başkanlığım yapmakta olan Dr. David Rothschild’dir. Bu tanınmış ve aklı
9
başında doktor, Bornheimlı takımı için bir başarısızlık tehlikesi
belirdiğinde en koyu türden boş inançlara kapılırdı. O zamanlar takımın
sahası Seckbacher Landstrasse’deydi ve genellikle yabana takımlar orada
maç alamıyorlardı. Bu yüzdendir ki, başkan oradan toprak aldı ve bunu, zor
bir maçın yapılacağı Aschaffen- burg’a götürdü. Oraya vardığında,
Bornheim’ın funda toprağım gizlice sahaya serpiverdi. Artık takım "kendi
toprağında" mücadele edecekti."16
Günümüzde pek çok Afrikalı kabile büyücüsü de David Rothschild’in
yaptığı uygulamayı andırır şekilde çalışmakta. Bunlar "düşman" toprakları
büyülüyor ve karşı tarafın sihirlerinden sakınmak için gizli birtakım keşif
yolculukları yapıyorlar. Bunlar da zor maçlardan önce futbolcuların
almlarına tavuk kanıyla gizli İşaretler yapıyor ve üfürükçülük duaları
mırıldanıyorlar. Hatta bunlar bizim futbol takımlarının çalıştırıcıları gibi
sürekli hizmet görüyor ve düzenli olarak aylık alıyorlar.
Bu birkaç örnekten de görülebileceği gibi, şans getireceğine
inanılarak taşınan pek çok şeyin yanı sıra, yapılan pek çok harekette de
törensel bir nitelik gizli (sözgelimi, Günther Netzer’in serbest vuruşlarının
kutlanışı); ancak bu arada hemen fark edilen bir şey, muska ya da benzeri
şeylerin yapıldığı maddenin ikinci derecede oluşudur. Karl Wehrhan "Şans
getirici her araç yalnızca, kişinin kendi gücüne olan sarsılmaz inancının
varlığıyla etkili olabilir," diyor. Böyle bir nesne kişiyi korkusuz hale
getirmekle birlikte, aynı zamanda onu bağımlı duruma da getirmektedir.
Maskotunu evde unutan bir sporcu yarışma sırasında pek de "şanslı"
olmayacaktır. Çünkü böyle bir şeyi taşımakla, rakiplerine kıyasla bir
fazlalığa sahip olmaktadır: Kendi ruhu.
Günümüzde muska ve madalyon taşıyanlar yalnızca futbolcular değil,
olimpik yüzme havuzlarında ve atletizm sahalarında da sporcuların starttan
önce tahta tıklattıklarını, hatta komik gelecek ama, başka bir şey
bulamazlarsa kendi kafalarına vurduklarını biliyoruz.
Boş inançlar sahne sanatçıları arasmda da özellikle yaygındır. Bir
sahne eserinin prömiyerinden önce rol alanların "başarı için" sembolik
şekilde "tu, tu, tu" diye yere tükürmeleri de bilinen bir şey olup, her türlü
uğursuzluğa karşı savunma niteliğindeki bu davranış da antik çağlara kadar
uzanmaktadır.
Cuy-metodu. Kobay hastayla temas ettirildiğinde, aym hastalık belirtilerini gösteriyor. Tedavici,
kobayın organlarına bakarak teşhisini koyuyor ve tedaviye başlıyor.

16 FAZ, 24.1.74; Rothschild, FSV Frankfurt kulübünün 1930’lardaki baş kanıydı.


Büyücü, kuklayı nefret yüklü bir
enerjiyle kaldırıp, kuıbamn
adını veriyor ve olumsuz
kuvvetlerin etkisini göstererek
hedefi tahrip etmesini diliyor.
Kuıbamn evinde, büyülü lesmi
yere gömülmüş durumdadır.
Öteki tüm mesleklere kıyasla sahne sanatçıları ve sporcular arasında
boş inançların daha yaygın olmasının nedeni ne olabilir? Bu iki grubu
birbirine bağlayan ortak nokta nedir?
Şöyle diyebiliriz: Bu iki grubun da bağımlı durumda bulundukları
unsurlar kendi vücutları, yetenekleri, uyandırdıkları sempati ve coşkudur.
Bunlar bir toplum önünde çaba göstermekte veya rol yapmaktadırlar.
Uğraşları sırasında da gerektiğinde güçlerinin son kırıntılarını kullanarak
yenmek ya da sahnede olduğu gibi izleyicileri büyüleyip inandırmak
zorundadırlar. Bir sporcunun üst baldır adalesindeki ufacık bir kasılma
onun yüz metre yarışını kaybetmesine yol açabilir. Faust veya Gretchen’i
oynayan biri sahnede aksıracak olursa, sergilenen trajedi bir komediye
dönüşebilir.
Büroda çalışan biri yanlış yazdığı şeyi düzeltebilir. Bir nakliye işini
üstlenmiş olan kişi sigortadan yararlanabilir. Öğretmenler dersi bir kez
daha anlatabilirler, hatta bir sınav yeniden yapılabilir.
Halbuki bir tiyatro eserindeki cümlenin ikinci kez ve daha iyi olarak
söylenmesi mümkün olmadığı gibi, serbest vuruş yapan bir futbolcunun
bunu yinelemesi de düşünülemez. Böyle durumlarda önemli bir hata
yapma tehlikesi hep var olduğundan -çoğu zaman bilinçsizce de olsa- bir
güven duygusu aranmaktadır; bunun sağladığı şey ise o kişinin bedensel,
ruhsal ve psikolojik durumunun sağlayabileceğinin ötesindedir. Bu
yüzdendir ki insanlar birtakım kural ve törenlere güvenmekte, haç
çıkarmakta ve maskot taşımaktadırlar.
Bu arada belirtmeli ki, muska ya da benzeri şeylerin yapısal özelliği
hiç de önemli değildir; bunların hepsinin de tüm şanssızlıkları defedici
nitelikte ek bir güce sahip oldukları kabul edilir. Ancak, kural olarak boş
İnançlı kişilerin önceden belirlenemez olaylara ve rastlantılara karşı daha
fazla bir bağımlılık gösterdikleri ortadadır ve bunlar daha önceleri şöyle
ya da böyle niteliklerini kanıtlamış olan nesnelere daha fazla bir güç
tanırlar. Shatter hand5 in kendini kızılderili reisi Winnetou’nun ölümcül
bir bıçak darbesinden kurtaran tütün kutusunu özenle saklaması gibi.
Buna benzer bir olay da, savaş sırasında kendini kör kaderin
kucağında hisseden ve keşif görevi yapmakta olan bir grup askerden
birinin anlattığıdır: "Ben ön sıradaydım ve bir siperden ötekine doğru
sürünerek ilerliyorduk. Birden göğsümde sert bir darbe ve yakıcı bir acı
hissettim. Ne olmuştu? Kendimi yokladığımda, her zaman yanımda
taşıdığım cep İncili5ne bir kurşunun saplandığını gördüm. İncil olmasaydı
doğruca kalbime girecekti. Göğsümdeki hafif berelenme kısa bir süre
sonra İyileşti."
Aslına bakılırsa, bir pornografik roman da aynı işi yapabilirdi; ancak
12
burada içerik konusuna bir ağırlık tanımak gerekiyor. Çünkü aynı kişi
şöyle diyordu: "Bu İncil benim hayatımı iki kez kurtardı. Birincisi, bana
Tanrısal yolu gösterdiğinde ve ikinci olarak da kurşuna kalkan
olduğunda."

DERİNLİKTEKİ MUSA
Küçük bir çocukken, bir orman işçisinin, orman kolculuğu yapan
babamla konuşmasını dinlemiştim. Adam, yaşlı Hinnersche’- nin tıpkı
vebalıymış gibi kendisinden kaçtığım, zehirli bakışlar atmakla birlikte
artık bir şey yapamadığını söylüyordu.
Konuşulanlardan bir şey anlamadığım için, babamdan bir açıklama
yapmasını rica ettim. İhtiyar Hinnsersche biz çocuklara da hiç sevimli
gelmiyordu.
Babam şunları anlattı: Orman işçisi K. köyün hemen tüm erkekleri
gibi ek bir gelir sağlamak için ailesinin tarlada çalışmasına yardımcı
olmaktaydı. Birkaç gün önce eve dönüp de ahıra bîr göz attığında, ineğin
kaskatı durduğunu gördü; hayvanda bir damla süt yoktu. K. "gerçek"
durumu hemen anladı; zaten köydekiler de tekinsiz şeylerden söz
etmekteydiler. Adam ertesi akşam dağın yamacındaki Wıl- gersdorf adlı
köye gitti; orada kendisine yardım edebilecek biri vardı. Köye vardığında,
büyü kovucu bu kişi kendisini merdivenlerde beklemekteydi ve şöyle
diyordu: "Sonunda gelebildin, sabahtan beri seni bekliyordum." Adam
ineğin sütten kesildiğini biliyordu. K*yi içeri soktuktan sonra bir kovayı
suyla doldurdu ve onun üzerine bir şeyler mırıldandı. K. daha sonra onun
söylediklerinin Musa’nın 6. ve 7. kitaplarında yer aldığın öğrendi; bu
arada kulağna Zebeoth, Adonai, Ağla ve tetragrammaton ğbi kelimeler de
çalınmıştı. Büyü kovucu daha sonra kovayı onun önüne koydu ve buna
bakmasını söyledi. îneğ büyüleyen kişiyi orada görecekti. K. bir süre
boyunca su yüzeyindeki oynaşmaları izledikten sonra İhtiyar
Hinnersche’yi gördii. ”Onu tanıdım" dedi karşısındakine. Adam da bunun
üzerine, "Şimdi köye dön" dedi; "Onun kapısının üzerine bir haç yap ve
bundan sonra o sana ne sorarsa sorsun ‘evet’ diye yanıt verme." K. köye
döndüğünde tüm söylenenleri yerine getirdi. Yeniden ahıra ğttiğnde ineğn
süt vermekte olduğunu gördü.
Ben gözlerimi kocaman açmış olarak öylece dururken, babam tüm
bu olup bitenlerin en azından kendisi için saçma şeyler olduğunu söyledi.
Ama ben, masallarla büyümüş bir çocuk olarak bunlara inanıyordum ve
daha o zamanlar bana anlaşılmaz gelen bu davranış şekline karşı ilgi
duymaya başladım. Fakat köylüler bana kaçamaklı yanıtlar veriyorlar ve
söz Musa’nın 6.- 7. kitabma geldiğinde iyice suskunlaşarak, bunlardan13
bahsetmenin şeytanla bağlantı kurmak anlamına geleceğini söylüyorlardı.
Halbuki benim o bölümlerde bulduğum şeyler tehlikeli olmaktan çok
komik ve saçma geliyordu bana.
Bu büyülü kitaplarda yer alan konular arasında "soluğanlığa iyi
gelecek şeyler", "hafızayı kuvvetlendirme", "ur ve siğiller" ve "70 kötü
ruhu ve hayaleti bir insandan veya evden kovmak" hatta "ağır şekilde
baygın yatan kişiyi yeniden kendine getirmek" türünden şeyler yer
almaktaydı.
Bir bölümün başlığı da şuydu: "Hırsızın çaldığı şeyleri geri getirmesi
için." Bununla ilgili olarak şu talimat veriliyordu:
"Sabah erken saatte bir armut ağacının yanına git ve giderken yanına
üç tane tabut çivisi veya henüz kullanılmamış olan üç nal çivisi al; bu
çivileri doğan güneşe doğru tutarak şöyle de: Ey hırsız ilk çiviyle seni
bağlıyor ve kafanın derinliklerine kadar sokuyorum ki, çaldığın şeyleri
yine eski yerine götüresin."
Ayrıca, "sürekli kazanacak" kumarcılar için de güvenli bir ipucu
veriliyordu: "Bir yarasanın kalbini kırmızı ipek iplikle koluna bağla kİ her
attığında kazanabilesin."
Bu arada etkili kocakarı ilaçlarının da tarifi verilmekteydi: Ateşli
durumlarda soğuk örtülere sarmak, yaralanmaların oluşturduğu ateşi
gidermek için bunların üzerine sinirotu yaprakları yerleştirmek gibi
şeylerin yanı sıra, bîtki ve hayvanlara hastalık taşımak, iyileştirici büyüler
yapmak bunlar arasındaydı. "Soğuk ateşe" karşı ise şu önerilmekteydi:
Aşağıda gösterildiği şekilde, üzerine "Abraham Julita" yazılmış olan bir
kâğıt sırtta taşınacaktı:

ABRAHAM JULİTA
ABRAHAM JULİT
ABRAHAM JULİ
ABRAHAM JUL
ABRAHAM JU
ABRAHAM J
ABRAHAM
ABRA HA
ABRAH
ABRA
ABR
AB
A
14
Dokuz gün sonra bu kâğıdın bir akarsuya atılması ve bunu yaparken
de çevreye bakılmaması gerekiyordu.
Buradaki benzetişim şuydu: Kâğıdın üstündeki yazılar kayboldukça,
ateş de düşecek ve sonunda yok olacaktı.
Halkbilim (folklor) araştırıcıları tarafından "büyüsel ev literatürü"
sınıfına sokulmuş olan "Musa’nın Altıncı ve Yedinci Kitabı", "Claviculae
Salomonis", "Doktor Faust’un Cehennem Azabı", "Ro- manus
Kitapçıkları" ve öteki pek çok büyü kitabında tıp, büyü ve teoloji konulan
birbirinin üstüne yığılı şekilde yer almaktadır.
Bu kitapların en eski metinleri İbrani-Arap kökenli olup, bunlar sık
sık İspanya üzerinden Orta Avrupa’ya uzanmış ve 16. yüzyılda ilk parlak
dönemi yaşamışlardır. Bunlarda anlatılanlara bakılırsa Tanrı, Musa,
Süleyman ve öteki seçilmiş kişilerin tümüyle uyanık geçen geceler
boyunca güçlü ruhlar hakkında bunlara "açıklamalarda" bulunarak,
"hizmet edici ruhların çağrılmasını, ‘gizemlerin çekirdeğini5 açıklamaları
için bunların zorlanmalarını ve bu sırdaş kişilerin istediklerini tam anında
ve kesinlikle yerine getirmeleri için" gerekli yolları onlara göstermiştir.
Gerçek Cizvit-Cehennem Azabı adlı kitabın eski ve yeni bölümleri
vardır. Zorlayıcı nitelikteki formüller eski bölümü oluşturur. Oradaki
değişik İbranice ve Grekçe isimler, Latİnceyle birbirine girmiş
durumdadır. Şeytanın nasıl kendini göstereceğine ilişkin şartlar ise daha
yeni tarihlidir: "Dinle Tarafael! Ben N.N. yüce Tanrı’mn tüm güçleri ve
kutsal sözler adına sana başvuruyor ve diliyorum. Hel+ Helison+ Hela+
Tetragramaton + Saday+ Sother+ Emanuel + Alpha + et Omega + Primus
et Novissimus + Prinzipium et Finis + Agios + Ischiros-ı- o Theos-I-
Adanatos-f- Jehova+ Homousİ- on+ Ja+ Messias Eli... Tarafael ortalığı
birbirine katmaksızın ve çabucak kendini göster. Yeşiller giymiş 10
yaşındaki güzel bir oğlan çocuğunun görünümüyle ortaya çıkarak, bana
denizlerden 50.000 florinlik bir hazine ve yine oradan altın gümüş getir;
benim çizdiğim dairenin, önünde sakince ve itaatkâr olarak dur. Bunu
kutsal İsa adına sana emrediyorum. Amîn."
Uygulanan bu büyülerin yanı sıra, yine benzeri güçlere sahip
oldukları sayılan mühürler, işaretler, İsimler ve metal tabakalara ya da
kâğıda çizilmiş grup halindeki geometrik şekiller vardır ki, bunlar etkili
olmaları için ya bir yerlere gömülürler veya cepte taşınırlar.
Bir başka kaynak da, dua kitaplarından veya benzeri şeylerden
çıkarılan ve anlaşılmaz sözler haline getirilerek büyü formülleri olarak
kullanılan dualardır. Öteki pek çok reçetede ise "medyumsal yaşam
öğütleri" yer almakta olup, astrologların "kalple ilgili uğraşlar" olarak
15
düzenledikleri çizelgelere benzeyen bu şeylerin yanı sıra başka ruhsal
problemler de ele alınmaktadır. Ayrıca, diş ağrıları, hayvanlarla ilgili tüm
hastalıklar, kurt ve solucanlar aracılığıyla insanlara taşınan rahatsızlıkların
yanında kan durdurucu ve ateş kesici muskalar da bu arada sayılabilir. Bir
de "similİa similibus curantur" adıyla bilinen tedavi şekline göre, canlı bir
yengece kanser büyüsü uygulaması vardır ki, eğer hayvan ölecek olursa
güneşin doğuşundan önce gömülmesini öngörmektedir. Bu tür bilgiler
doğa tarihi ile ilgili ilk eserlerde yer almakta olup, Plinius, Hildegard von
Bingen, Konrad von Megenbutg ve Paracelsus’tan kaynaklanmakta veya
bunlar tarafından aktarılmaktadır. Köylüler ve esnaf tabakası tarafından
iyi bilinen bu tedavi yollan daha sonraları bitki, hayvan ve doktorlukla
ilgili kitaplarda bir araya toplanmıştır.
Günümüzde de hâlâ satılmakta olan Musa ve Albertus Magnus
kitapları, o sistematik büyü sanatının birer kalıntıları olarak içerik
yönünden tümüyle eskilerin aynıdır. Bunlarda da boş inanca dayanan
tezler ve her şeyi içeren birtakım reçeteler yer almaktadır.
Ellili yılların ortalarında Johann Kruse adlı emekli bir başöğretmen,
Braunschweig5 daki Planet Yayınevi’ne karşı bir dava açtı. Bu kişi, yeni
çağlardaki büyüsel kuruntuları araştırmaya yönelik Einmann Arşivi’nin
yöneticiliğini yapmaktaydı. Dava konusu da, bir zamanlar o kadar sefalete
yol açmış olan büyü konusuyla İlgili eski eserlerin yayınlanması sonucu
toplum sağlığının tehlikeye atılıyor olmasıydı.
Ancak adamın açtığı bu dava tümüyle aksi bir sonucun doğmasına
neden oldu. Braunschweig savcısı 1 Ocak 1973 günü ona yazdığı
mektupta, böyle bir dava açmakla çeşitli çevreler arasında hüküm süren
boş inançları engellemek istemesini; haklı bir görev ve çaba olarak kabul
ettiğini belirtmekle birlikte, bu arada onun atladığı bir şeye de dikkat
çekiyordu. Aleyhine dava açılan Masuch ve Schnell, Braunschweig
mahkemesinde yaptığı açıklamada, itiraz edilen kitaplardan (Musa’nın 6.
ve 7. kitabı) talep azlığı nedeniyle yalnızca 1000 adet bastığını bildirmişti.
Ancak davanın gidişi sırasında basının verdiği haberler sonucu halkın bu
kitaplara ilgisi öylesine artmıştı ki, yayınevi her biri binerlik olmak üzere
9-10 baskı daha yapabilecek hale gelmişti. Böylece, davadan amaçlananın
tam tersi gerçekleşmiş bulunuyordu.
Halkbilimci Klaus-Peter Wanderer de büyü kitaplarının yasak-
lanması gerektiği görüşündedir. Ona göre, bu anlamsız yayınlar kişilerde
yalnızca Özgürlük kaybına yol açmaktadır; çünkü hemen hiç kimse boş
inançlarla, bizlerle ilgili gerçekliği yansıtan ilginç araştırmalar ve belgeler
16
arasındaki kesin sınırı belirleyecek durumda değildir. Şöyle ki, bundan
daha birkaç yüzyıl önce Aristo’nun kitapları büyüsel şeyler içerdikleri
görüşüyle yasaklanmış bulunuyordu.
Önceki yıllarda bu tür kitapları alanların çoğunluğunu "aradığını
bulamamış" kişiler oluşturuyordu. Daha 1930 yılında yedi çocuk annesi
işsiz bir kadın, bu tür kitaplar yayınlayan birine başvurarak, altın
yapımıyla İlgili bir formül verilmesini rica etti; Musa’nın 6. ve 7.
kitaplarında bunu bulamamıştı. Öte yandan bir başka müşteri de "Dr.
Faust’un şimdiki adresini" istiyordu; bunun için üç kez Witten- berg’e
yazmış, ama yanıt alamamıştı!...
Bir de o zamanki büyü kitaplarında verilen bazı reçeteler vardı ki,
pek çok kişi bunların etkili olduğuna körlemesine inanmaktaydı. Halbuki
bu gibi şeyler ağır hastalıklara, hatta ölüme bile yol açabilmekteydi. Bir
aile babasının siyatiğe karşı solucan yiyerek ölmesi bu örneklerden
biriydi.
Ama bugün sırf bu nedenlerden dolayı Faust veya Musa’nın kitapları
gibi eserleri yasaklamaya gerek yok. Çünkü bu tür şeyleri alanlar bilim
adamları veya batık kültürlerle ilgilenen, doğaüstü şeyleri araştıran,
şeytan kültürüne ait ya da büyü benzeri alanlarla uğraşan kimseler. Ama
bu kötülük çocukları bile sözü edilen araçlardan yararlanarak yeşil giysili,
hoş görünümlü, fakat pis pis kokmayan ve insanı ürpertmeyen zayıf bir
şeytanı çağırabilecekleri inancındalar.
"OLSUN!" YA DA "VEYŞAK, VEGİD, GULAOOB"

"Biliyorum, hiçbir şey aym değil; bİzler sözlüklerimizde yapay


smıflamalara soktuğumuz kelimelerle ‘hah’ diyoruz, ‘bir fare’; her sözün
kötü bir kıyaslama olabileceği aklımıza gelmiyor". Konrad Bayer Altıncı
Duyu adlı romanında böyle yazıyor.
Deneysel edebiyatın en önemli düzyazı örneklerinden biri olan
eserin bu tümcesinde tılsımcıları, büyücüleri, şeytanın rahiplerini harekete
geçirecek ve onları zorlayıcı formüllere yöneltecek her şey yer almakta.
Kelimeler, işaretlenip etiketlenen şeyler değildir. Ludwig Witt-
genstein Felsefe Araştırmaları adlı eserinde şöyle diyor: "Bir şeyi ad-
landırmak, onu bir isim tablosu içinde hareketsiz kılmak... Bir konser
piyanosunun yalnızca tek bir tuşuna basmaya benzer."
İşte kelime ve bununla amaçlanan şey arasındaki farklılık, bu
sözcüğün dışında yer almakta olan gerçeklik, yanlış anlamaların, be-
lirsizliklerin ve de yalanların temel nedenidir.
Agrippa von Nettesheim’ın (1486-1535) savunduğu görüş, insanlarla
görüşen meleklerin konuşmadıkları, o kişiye "yalnızca konuşuyor 17
izlenimi verdikleri" idi. Yine ona göre, "cinler öylesine duyarlı bir ruhsal
bedene sahiptirler ki, bir medyuma gerek kalmaksızın her şeyi görür
duyarlar ve hiçbir şey onlara engel olamaz."
Bu kişinin açıkça formüle etmemekle birlikte düşündüğü bir başka
şey de, her kelimenin yalnızca kötü bir kıyaslama olduğu, başka bir
anlama geldiğidir; öte yandan, düşünülen ve tasarlananların dışında başka
bir gerçeklik boyutu bulunmaktadır. Kelime, düşünülen şeyin bir
görüntüsü olup, o şeyin gerçek varlığından farklıdır. Ama bu, Tanrı ve
onun gerçek melekleri için uygun sayılmaz; Çünkü onlar düşüncelerini
aktarmak için sözlerden yararlanmazlar. Bu varlıklar bir şey söylemek
istediklerinde bir kelimeyi "yaparlar". Vulgata’da (Katolik kilİsesince
kullanılan Incil’in Latince çevirisi. Ç.) bu böyledir: Verbumfacere.
Dilimize çevirirsek, bir hareketin tamamlanması diyebiliriz buna.
Genesis’in (Tekvin) ilk bölümünde şu vardır: "Ve Tanrı konuştu: Işık
olsun! Ve ışık oldu." Burada kelime, hareket olmuştu.
Bizler de her gün birer hareket demek olan kelimeleri kullanırız.
Ben, seni selamlarım, dediğimde birisi selamlanmış olmakta, ama bu
işlemin bir tarifi yapılmamaktadır. Aym şekilde, "koşuyo- rum"
dediğimde, bu olgu tarif edilmekte, fakat bunun "koşma" gerçeğiyle
doğrudan bir bağlantısı bulunmamaktadır.
Büyü sanatının sırdaşlarının da kullandığı bir kelime var ki o da
hemen anında bir "edim" yerine geçmektedir: "Senden diliyorum"
şeklindeki ifade bir tanımlama değil, dilemenin kendisidir.
James George Frazer yerlilerden söz ederken, onların bir inancını da
belirtir. Buna göre, "Hantalca hareket anlamına gelen bir ifadenin
yalnızca söylenişi bile, homeopatik -aşı benzeri- bir yol izleyerek
uzaklardaki düşmanın hareketlerini ağır, hantal bir hale getirebilir."
Kültürel gelişmeyle birlikte, kelimelerin etkinliğine olan İnanç ve
bunların kullanım yoğunluğu giderek gevşiyor gibi. Uzun zamandan
beridir çevremizde artık yalmzca "dilemek" yeterli olmuyor; eğer bir
ruhun gerçekten görünmesi isteniyorsa, onun adım vermek ve güçlü
birtakım formüllerle buna zorlamak gerekiyor.
Bu isim ve formüller ise çoğunlukla birbiri içine karışmış durumdaki
İbranice, Grekçe, Latince ve Kaide dilindeki tanrı adları ve öteki "güçlü"
kelimeler olup, kutsal yazılardan ve öteki gizli yorumlardan
kaynaklanmadır. Bugün bunlar sıkça ve de bilgisizce tanımlanmalarının
yarn sıra, çoğu zaman da tanınmaz derecede şekil bozukluklarına
uğramaktadır.
18
Tamdık kelimeler olan "Tanrı", "görünme" veya "benim irademi
izle" türünden ifadeler aydınlanmış dediğimiz bu dünyada güçlerini
kaybetmiş durumda; bunlardan yalnızca anlaşılmaz görünenler, karanlık
ve mistik bir anlam taşıyanlar bir zorlama ve hareket meydana getirmek
için elverişli gibi geliyorlar. Büyücülük uygulamasından yararlanarak bir
hırsızı bulmak isteyen kişi altı kelime söyler ki, bu konuda J.Scheİble Dos
Kloster (Manastır) adlı kitabında şöyle diyor: "Ne bu kişinin, ne de
başkalarının anladığı bu kelimeler şunlardır: Dies Mies Jeschet,
Benedoeffi, Dovvina, Enitemaus. Böylece cinler bir elek içine çağrılmış
olmaktadır." Büyüsel formüllerin yalnızca orijinal (özgün) kelime
kuruluşlarım korudukları sürece etkili olabilecekleri görüşü tarih kadar
eskidir. Eskinin seçme gizemcilerinin ikili formalar halinde yazarak
sonraki ustaların kullanımına sundukları eserlerin bazılarında belirgin bir
uyan yer almaktadır: "Yabana ulusların kelimelerim... Grekçe adlarla
değiştirmeyin; yoksa güçlerini hemen kaybederler."
Çoğu isimlerin artık bir aktarıma uğraması söz konusu olamaz.
"Şembalay, Veyşak, Vegid, Gulaoob" gibi kelimeler şimdi bir anlam
taşımasa bile, bunlar birtakım şeyleri araştırmak için gerekli araçlar olup,
tıpkı çiviyi çakan çekiç gibi kullanılmaktadır.
Bazı formüllerde de sık sık bir tür kullanma talimatıyla karşılaşırız;
buna göre, formülün normal okunuşuyla ruhlar görünecek, ters
okunduğunda da bunlar kaybolacaktır. Kelimelerin önemini vurgulayan
bu tür mekanik işlemler, çoğu zaman da yorulmak bilmez çabalar sonucu
ortaya çıkıyor, ancak bir engel oluşturuyordu.
Efsanemsi bir öyküde, Tiro İler’de hırsızlama avlanan ve büyüden de
anlayan birinin sözü edilir. Bu adam bir gün eve geldiğinde kapıyı
zorlukla açabildi, çünkü tüm evin İçi şeytanlarla doluydu. Çocuklar,
kendisi evde yokken bir büyü kitabım ele geçirmişler ve okumuşlardı.
Adam uzunca bir süre uğraşarak hangi sayfayı okuduklarım onlara
göstertti. Sonra da oradaki büyülü formülü tersinden okudu. Şeytanlar
geldikleri gibi birer birer kayboldular.
Bir de şu var: Büyülü formüllerin okunuşu sırasındaki en ufak bir
hata, kekeleme, hatta bir satırın atlanması büyücünün çabalarını ya da bir
şeytan kovma törenini etkisiz hale getirebilir. Ama görünüşe bakılırsa
ufak tefek şekil hataları kaçınılmaz olmalı ki, son yıllarda hemen hiç
kimse, uygulaması oldukça kolay görünen bu metottan yararlanarak
yardımsever ruhları çağırabilmiş ve onlardan bir hafta sonraki Loto
sonuçlarının ne olacağını öğrenebiltaıiş de-

19
HAVADAKİ İYON TAYFININ MANYETİK YAYILIMI
Wilhelm Gubisch, bir ışıma deneyiyle ilgili gösterisi için sahneye 20
kişi çağırıyor. Bunları bir "V" şekli oluşturacak düzende diziyor. V’nin
ağız kısmı kendisine doğru. Daha sonra, gelen bu grubu hazırlıyor. Onlara
kollarını yukarı kaldırmalarım rica edecek. Sah- nedekiler eğer
bedenlerinde kendilerine hoş gelmeyen birtakım duygular hissederler veya
kollarını aşağı indiremezlerse, bu durum, onun göndermekte olduğu
manyetik akımlardan kaynaklanıyor olacak. Derken deneme başlıyor.
Kollar yukarı kalkıyor. Wilhelm Gubisch, konsantre oluyor ve bir kolunu
gruba doğru uzatıyor. Sonuç, hayret edilecek kadar başarılı.
Gruptakilerden pek çoğu kollarım in- diremiyor ve bunlar vücutlarında da
rahatsız edici gıdıklanmalar duyuyorlar. Wilhelm Gubisch, birkaç kelime
mırıldanarak, oluşturduğu etkiyi çözüyor ve deneye katılanlar yeniden
harekete kavuşarak kendilerini iyi hissediyorlar.
Şimdi de deneyin ikinci bölümü başlıyor ve Gubisch’Ie ötekilerin
araşma engelleyici bir cihaz konuyor. Bu, yeryüzündeki antİ-rad- yasyon
uzmanlarınca önerilen bir cihazdır, ancak gücü biraz zayıf olduğu için
"V"nin uçlarında bulunanlar olumsuz ışımalardan etkilenebilirler.
Wilhelm Gubisch, yeniden konsantre oluyor. Ama bu kez ancak
kanatlarda bulunan birkaç kişi kolunu indiremez hale geliyor.
Daha sonra Wilhelm Gubisch o gizemli cihazın içini açarak iz-
leyicilere ve deney kişilerine bunun içinin tümüyle boş olduğunu
göstererek, kendisinin ne hipnoz uyguladığını ve ne de olumsuz ışınlar
gönderdiğini açıkladığında, birden kahkahalar yükseliyor, ama sonra
herkes sessizleşiyor. Durumda gülünecek ne var ki? Var olmayan ışımalar
mı? Yoksa kendilerini tehlikeye atarak bir okült uygulayıcısının, teknik
olarak hazırlanmış bir boş inanç düzmecesinin kurbanı olmaları mı?
Wilhelm Gubisch, 5000’i aşkın gösterisi sırasında bir kez olsun
teknik görünümlü bir boş İnanca kaymış değildir. Onun kullandığı Phylax
ve Raepax ya da öteki türden ışımadan koruyucu cihazlar bugün de
üretilip satılmakta.
Aslında her süpermarkette bu tür araçlar olmamakla birlikte,
istendiğinde kolayca bulunabilen şeyler bunlar.
Bir müşteri, yaşammdaki düzensizlikler nedeniyle bu tür bir şey
almaya karar veriyor ve sonunda cihaz kuruluyor.
Dİyelİm ki bir inek soğuk almış. Çiftçi kanserden ölüyor. Kadının
20
biri uyku bozukluğundan yakınmakta. Ya da bir taşınma sonrası çıkan
gerilim, evli bir çiftin aşk yaşamını kötü yönden etkiliyor. Doktorlara
başvuruluyor, ama bir yararı olmuyor. Derken, sırf bir rastlantı sonucu bir
kahvede, bir doktorun bekleme odasında ya da bir toplantıda
bulunduğunuz sırada yeryüzü ışımalarından, bunların sağlık ve de
özellikle sinirsel yapı üzerindeki olumsuz etkilerinden söz edildiğini
duyuyor ve bu arada bir radyestezistin adresini alıyorsunuz. Bunlar,
çubukla su arayanlara benzer şekilde, yeryüzü ışımaları konusunda bugün
uzmanlaşmış kişiler. Bunlardan biri pek de fazla sayılmayacak bir ücret
karşılığı evinize geliyor, elindeki çubuktan yararlanarak evlilik yatağının
altında bir ışın girdabı olduğunu tespit ediyor, evin altında ışın yaymakta
olan su damarları keşfediyor ve evin önünde öyle güçlü bir ışın yayınıyla
karşılaşıyor kİ, çubuk elinden gidecekmiş gibi oluyor. Adam bunun
üzerine size başka huzursuzluklardan kaçınmanız İçin bir anti-radyasyon
cihazı sipariş etmenizi salık veriyor; bu tür cihazların fiyatı 75 marktan
başlıyormuş. Daha ağır olaylar ve büyük binalar için geliştirilmiş 500
marklık başka cinsleri de varmış. Günümüzde pek çok ahırda, samanlar
altında gizlenmiş olarak veterinerin görmesine ne gerek var "Phylax" ve
"Raepax" denen ışın nöbetçileri durmakta. Bunların oralara konduğundan
beri arama çubukları artık oynamıyor. Işınlar geçemiyor oralardan.
Bilim adamları ve suç masası memurları bu cihazların gizemli
etkisiyle ilgilenmeye başladılar. Bu alanın tanınmış uzmanlarından
Freiherr von Pohl ışın cihazlarının etkisini göstermek için bilimsel bir
komisyon önünde deney yaptı. Elindeki çubukla, daha önceden bir cihaz
aracılığıyla maskelenmiş olan bir parmaklığa doğru yürüdü. Çubukta bir
oynama olmadı. Kontrolle görevli biri, cihazın şimdi kapatılacağını
bildirdi.
Hemen aynı anda da çubuk oynamaya başladı; hem de öyle ki,
Pohl’ün elinden fırlayıp gidecek gibiydi. ''Alnında ter taneleri beliren
adam çenelerini kilitledi; denemenin sonunda oldukça bitkin bir
durumdaydı. Gerçekte, ışın cihazı kapatılmamıştı; aksine, iddia edilen o
yeryüzü ışınlarına karşı "açık" pozisyonda duruyordu." (Joachim
G.Leithaeuser: Boş İnancın Yeni Kitabı)
Sık sık karşılaşılan bir durum, bir cihazın açık ya da kapalı olduğunu
radyestezistlerin belirleyemez oluşlarıdır. Çoğu zaman ileri sürülen iddia
da cihazın bozuk olduğudur. Pek de ender olmayan böyle durumlarda,
cihazın sahibi kendi huzuru için bir yenisini sipariş etmektedir. Ayrıca,
şimdiki bilimin bir türlü kavrayamadığı şekilde ve duyarlılıkta -
21bir
radyestezİstler bilim kelimesini hafif bir alaycılıkla kullanırlar- çalışan
cihazın sonsuza kadar aynı şekilde kalması gerekmez ki...
Böyle bir cihaz nasıl çalışır?
Elektronik mühendislerinin ve fizikçilerin görüşlerine göre: Ça-
lışmaz!
Bunlar cihazlarla ilgili uyarıya, bir kez açılması halinde çalışma
garantisi verilemeyeceğine aldırmayarak bunlardan bir tanesini açarak
şöyle bir incelediklerinde, o uyarıya kısmen hak verdiler. Çünkü rasgele
birbirine bağlanmış o teller, bobinler vesaireyi go- ren her elektrikçi
şaşkınlık içinde kafasını kaşımaya başlardı. Karşılarındaki şey
"düzenbazlık kutusunun" değişik bir şekliydi; üzerindeki şalterler,
akalalar ve minik lambalar tümüyle göstermelikti.
Daha önceki Phylax tiplerinin büyük bölümünde "açık" ve "kapalı"
İşaretleri yanlış konmuştu. O halde biri cihazı açıyorum derken
kapatıyordu. Ama bundan yakınan hiç olmadı. Zaten daha sonraki
cihazlarda açma-kapama kolu da yoktu.
Pek de reklam edilmeyen bu sonuçlardan sonra "Phylax-Ger a-
etebau GmbH" adlı şirketin yönetim kurulu, yeryüzü ışımalarıyla İlgili bir
araştırma için 100.000 mark harcamaya karar verdi; bu para doktorlar,
fizikçiler ve mahkemece görevlendirilen -bu arada bir iki dava açılmıştı-
bilirkişi arasında paylaştırılacaktı.
Böyle bir bağıştan sonra, bazı bilim adamları için yeryüzü ışı-
malarının ne olduğunu anlamak, bunlarla ilgili tehlikeyi ve Phylax
cihazlarının etkinliğini onaylamak mümkün oldu. Çalışmaların tümü
Dr.Wüst diye biri tarafından yürütülmekteydi. Aşağıda, yeryüzü
ışımalarının doğasım birtakım alt nedenlere bağlayan bu çalışmalarla
ilgili kısa bir açıklama yer almakta:
"Havadaki birbirinden farklı olan ve değişkenlik gösteren unsurlar
şöyle sıralanabilir: Yeryüziindeki elektrik akımlarının oluşturduğu
potansiyelin ve bunun aktarımının yol açtığı değişmeler, havanın elektrik
nakil gücü ve oradaki dikey akımlar, iyon tayflan, yumuşak ve sert
nitelikli radyoaktif yeryüzü ışımaları, dünyanın manyetik alanının yatay
ve dikey olarak gösterdiğ yoğınluk ve bunun inip çıkışı, ayrıca
mİkrosismik yeryüzü hareketleri nedeniyle oluşan rezonans ve ses
dalgalarının yol açtığı iyon salınımlan. Bunların dışında, havada gaz
şeklinde bulunan ve solunum yoluyla organizmaların içine giren yo- ğın
zerrecikler de vardır. Bunlara ömek olarak, radyoaktif artıklan,
ultraviyole ışınlann veya elektrik yüklenmelerinin neden olduğu azot ve
oksijen bileşimlerini, sinir sistemini, koku ve tat alma duyulannı etkileyen
22 bileşiklerini, aerosol artıklanm, toz ve dumanı verebiliriz."
ağr metal
Yukarıda verilen belirlemeler, Musa’nın 6. ve 7. kitaplarının yeni bir
düzenlemesinde yer alabilecek şeyler sanki. Bunlarda büyülü bir
formülün tüm özelliklerini görmek olası. İnsana tümüyle anlaşılmaz ve bu
yüzden de çekici gelen bilgileri veren kişi ise çift doktorluk unvanına
sahip bir bilim adamı olduğundan, herhalde ne söylediğini biliyor olmalı.
Şu da var ki, bu sözü edilen nedenler ve yüryüzü ışımaları türünden
şeyler boş inançların yedi kat mühürlü kitaplarından kaynaklanma bir şey.
Tüm İyilikler yukarıdan gelirken, daha önceleri şeytanın ortaya çıktığı
yeryüzünden de« birtakım ışımalar doğuyor:
Su arama çubuğuyla benzer görev yapan sarkaç da çok eski bir
kurala göre işlemektedir. Eğer salınma sağa doğruysa her şey yolundadır;
hareketler sola doğruysa bu bir yeryüzü ışımasını gösteriyor demektir.
Gösterdiği de yalnızca yer değildir.
Bazı sarkaç uzmanlan İçin, kendilerine gönderilen çizimler bile
yeterli olabilmektedir. Radyestezistlere göre her şeyde ve bu arada bir
kâğıt parçasında bile "Od" denen şey bulunmakta ve bu bir ışıma
yaymaktadır. Sonuç olarak, şeytanı çağırmak için cehennemin giriş
kapısına kadar gitmeye gerek kalmıyor.
Kozmik mantık denen bu görüşün damgaladığı boş inançlar yalnızca
bilim adamları tarafından değil, falcılar ve şifacılar tarafından da akıl dışı
olarak kabul ediliyor.
Günümüzde birtakım güçlere ve bazı formüllerin etkinliğine
İnanmış olmak artık yeterli görünmüyor. Bu alanda birtakım bilimsel
terimler üretilmiş durumda. Eskinin çubukla su arayanı, günümüzde
jeobiyoloji uzmanı oldu ve artık ona radyestezîst deniyor; böyle birinin
önerdiği cihazlar ise "Raepax nötralize edici", "Biyo re- zonatör",
"Kuzey-Güney doğrultmacı" ya da "Phylax".
Nomen est omen (her İsimde bir hayır vardır) mı diyelim? Pek de
öyle değil.
Işımalar, ancak bunların bîr araç sayesinde kendini göstereceğine
inanıldığında tespit edilebiliyor kİ, burada karşımıza çıkan şey Yeni
Ahit’teki şu deyim: "Sana inancın yardım etti." Böyle bir ifade, ışıma
cihazlarından daha da ucuz üstelik.
Radyestezistler konusunda olumlu düşünen, su ve maden da-
marlarım algılayabilecek bazı duyarlı kişilerin var olabileceğine inanan
bilim adamları bile, çubukların titreşmesini o kişinin iç yapısına, ondaki
bilînçdışı adale kasılmalarına bağlıyorlar.
Birtakım insanların, boş inancın damgaladığı bir dünya görüşüyle
hareket etmeleri, kendilerini bir güç alanının içinde gergin durumda 23
hissetmeleri ve tüm evrenin böyle bir alan sonucu dengede durduğunu
düşünmelerinin karşısında, ötekilerin ışıma cihazlarıyla uğraşmaları belki
de daha kolay bir yol; ama teknik yazılarda bununla ilgili bir açıklık yok.
İnsanların bu cihazları alırken, onların yalnızca varlıklarının bile etkili
olacağına İnanmalarında bir boş inanç sezmek olası. Bu cihazların
yayıldığı alan ise bayağı geniş. Hava iyonizatörlerinden tutun da, masaj
aletleri, siyah-beyaz televizyon görüntülerini renklendiren gözlükler,
anlaşılmaz hastalıkları yine anlaşılmaz şekilde ortadan kaldıran ve nasıl
işledikleri bilinmeyen başka birtakım araçlara kadar uzanıyor bu alan.
Kısaca, boş inançlara teknik bir boyut kazandıran, yaşadığı ruhsal
bozukluklar nedeniyle birtakım araçlardan fayda uman bir toplum için
üretiliyor bu cihazlar.
Gerçİ yapı olarak büyük ve her tarafa taşınamaz boyutlarda bu-
lunsalar bile, ışıma cihazları, iyonizatörler yine de birer fetiş, birer
muskadır ve o şekilde etki oluşturmaları beklenir. Bu etkilerse, dışarıdan
içeriye doğru gelen bilinmez iyon elektriklenmeleri, kısa ve dikey
yayılımlı ultramanyetik ses yollarıdır.

PSİ + BOŞ İNANÇ = BÜYÜ MÜ?


İngiltere Kraliçesi II. Elizabeth, 1965 yılında Federal Almanya’yı
ziyaret ettiğinde, Duisburg garının 13 numaralı peronu 12a adını aldı. Öte
yandan, pek çok otelde 13 numaralı oda bulunmadığı gibi, büyük
binalarda 13. kat, tiyatrolarda 13. sıra ve 13. koltuk da bulunmamaktadır.
Ayın on üçüne rastlayan Cuma günü pek çok insanda karmaşık duygular
uyandırır. Efsaneye göre Kral Peleus düğününe 13. Tanrı’yı davet
etmemiş ve o günden sonra da Truva’nın uğuru kaçmıştır. Son kutsal
yemekte Judas 13. kişiydi ve çok geçmeden yalnız 12 kişi kaldılar.
Kısacası, sonraki insan nesillerine 13 rakkamına dikkat etmeleri için bu
konuda pek çok uyarı yapılmıştır.
Ama şu da var ki, başka türlü düşünen öteki insanlar için bu bir
mantıksal hata, yanlış bir çağrışımdır. Evet, şurada burada birtakım
şanssızlıklar olmakta ve 13 rakamı bu arada göze çarpmaktadır; ama diğer
sayılarla kıyaslandığında, bunun sıklık oranı daha fazla değildir ki.
Uğursuzluk denen şeyle 13 arasında hiçbir temel bağlantı
bulunmamaktadır.
Hatta bazı kulüpler 13 sayısıyla ilgili görüşlere son vermek için,
toplantılarında masalara 13 kişi olarak oturur, tabut benzeri tuzluklardan
24 tuz döker, aynaları kırarlar. Amerikalı Louis
yerlere
Barr, 13’le ilgili değişik kuralları çiğnedikten sonra, 13’üncü paraşütle
atlayışını yapmak için, ayın 13’ünde saat 13’te ve 13’üncü olarak uçaktan
kendini attı. Yere de sapasağlam indi.
Ama tüm bu kanıtlar eksik gelebilir. Doğru olan şu: 13 rakamını ille
de uğursuzluğa bağlamak gerekmiyor; şu da var kİ bu akılcı görüş, 13’ün
olumsuz etkilerine inananlar için pek az yardımcı olabiliyor. Böyle biri,
her zaman için baskın durumda olan bir inancın etkisiyle hareket ediyor;
eğer bu kişi boş inançlarla ilgili bir kuralı bilerek çiğnediğinde bir dertle
karşılaşacak olursa, zaten böyle bir şey beklediği içindir ki, sahip olduğu
görüş de aynı şekilde sürüp gidiyor.
Aydın görüşlü biri sırf karşısındaki boş inançlı kişiyi ikna etmek için
sol ayağıyla yürümeye başlıyor ya da ayın 13’ünde bir anlaşma
imzalıyorsa, göstermek istediği şey, birtakım formüller, kurallar ve
davranışların hiçbir anlam taşımadığıdır. Ama böyle birinin atladığı
nokta, karşı çıktığı şeyin bir kuram olmayıp, belli bir dünya görüşü
niteliği taşıdığıdır. Karşısındaki kişinin muska, madalyon veya buna
benzer şeyler taşıdığım gören biri ona acımayla karışık gülmekte ve bu
davranışı ruhsal bir kusur kabul ederek bu yanlışlığa dikkat çekmektedir.
İnanılan, güvenilen o nesne değiştirilebilir bir şey olup, hiçbir Özel güce
sahip değildir. Bu açıdan bakıldığında boş inançların çeşitli şekillerinden
yararlanarak girişilen büyük yatırımların, anti-radyasyon cihazı türünden
şeylerin ve bunların satışının sıkı şekilde kontrol edilmesi gerekmektedir.
Öte yandan, kolaylıkla birer okült uygulayıcı durumuna düşebilecek olan
az sayıdaki şifacının, büyü çözücünün ve benzeri kişilerin, öteki tedavi ve
araştırma metotlarının uygulanmasıyla kaçmılabilecek olan ciddi birtakım
sağlık sorunlarına yol açmamaları için doktorlarla çalışmaları yerinde
olacaktır.
Ama ben niye durup dururken, üzerinde çakmak taşı bulunduran bir
kişiye, o taşın hiçbir etkiye sahip olmadığım belirteyim ki? Herkesin kara
kediler, 13 rakamı ve ayna kırılmaları konusunda İlle de doğru düşünmesi
mi gerekiyor?
Boş inançlara karşı ileri sürülebilecek ve inandırıcı nitelikteki tek
görüş şu: Bu.tür davranışlar kişileri bağımlı kılıyor ve onları, mümkün
olabilecek birtakım olasılıklardan saptırıyor. Birtakım kurallar içinde
şansım zorlamak isteyen kişi, aslında sonsuz bir güç olarak kabul
etmediği, ama yine de kendi olasılıklarını çok aşmış

26
görünen ve kişisel nitelik taşımayan bir kadere kendini teslim et-
mektedir. Öte yandan, tam anlamıyla başına buyruk olan bu güçten
korunmak ve bunu kendi yararına yöneltmek için de değişik formüller ve
hünerler uygulamaktadır. İşin garip olan yanı ise, insanlarla ilgili öteki
sistemlerin bunların ne olduğunu anlayamamasıdır.
Boş inanca dayanan uygulamaların etkisiz şeyler olduğunu gös-
termekle bu konudaki aydınlatma işi sona ermiş olmaz; böyle birine asıl
gösterilmesi gereken şey, kendi iradesinin ve içinde beslediği güçlü bir
güven duygusunun dışarıya doğru bir boşalma yapabileceğidir. Bir gücün
bu şekilde dışarıya akmasına ve aşımsal nitelikli bir diktatörlük
oluşturmasına İse ancak bir şekilde göz yumulabilir: İnciP deki tüm
yasalara saygı gösteriliyor olması. Böyle bir bağlılık söz konusu
olduğunda, o kişinin kendi şansını gıdıklayacak ufak tefek hilelere
girişmesine artık pek aldırılmaz.
Boş İnanç diye adlandırılan olgu olumlu amaçları hedefliyorsa,
bunun büyüyle ilgisi çok azdır, hatta ona karşıdır bile denebilir. Büyü
denen şey, insanın yapısında bir güç bulunduğu ve bunun günlük yaşamı
çekip çevirmede kullanılabileceği görüşünü engeller. Bedeninin verdiği
sinyalleri belİrleyebilen ve sahip olduğu gücü birtakım tekniklerle
depolamayı Öğrenen ve bunları kendi amacına göre şekillendiren biri,
zaman zaman onu tökezleten şeyin yalnızca 13 rakamı olmadığını, bazen
12 ya da 7’nin bile aynı ruhsal tökezlemeyi yaratabileceğini bilir.
Boş inanç dediğimiz şey mekanik bir tekniktir ve pek çok olayda
baskın durumda görülen bu olgu, kendi kendini etkileyiş şeklinde işliyor
denebilir.
Büyü ise içimizdeki canlı bir güç ve yetenek olup, birtakım teknikler
aracılığıyla geliştirilip güçîendirilebilir.
Olağanüstü başarılara yol açan Psi faktörü de, kendim etkileyiş
tekniği demek olan boş inanç da büyüye hiçbir katkıda bulunmaz.
Büyü, genel olmasının yanı sıra, çoğunlukla bilinçsiz bir güç
şeklinde ortaya çıkmakta, fakat bir kendini etkileyiş sistemi olarak
görünmemektedir. Onda tam bir bilgi ve göz kamaştırıcı başarılar da
yoktur. Gerçeğin özü, Bir Sinir Hastasının Anılan adlı eserin yazarı
Daniel Paul Schreiber tarafından da yapıldığı gibi, halkın boş inançlarla
ilgili kavramları içinde yatmaktadır. Ancak, öz diye adlandırdığımız ve
her yana yayılmış bu şey, insanın hayal gücüne dayanan birtakım eklenti
ve süslemelerden soyutlandığında, artık ”du- yularüstü sezgi" denen şeyle
pek az ilgisi kalmaktadır.
27
AK VE KARA BÜYÜ

"Elimde bir bıçak olduğunda, onunla bir Madonna figürü


yapabilirim; ama o bıçakla bir insanı da öldürebilirim. İyi
ya da kötü olan bıçağın kendisi değildir: Bir yardım veya
tehlike durumunda her şeyi kararlaştıran, onu kullananın
niyetidir. "
(Ebermut Rudolph: Gizemli Doktorlar)

OTELDEKİ CİNLER
Lozan Polisi bir çağrı aldı: Büyük otellerin birinin penceresinden
yürek parçalayıcı çığlıklar gelmekteydi. Bir devriye arabası sirene
yüklenip mavi ışıklar saçar ak oraya koşturdu. Daha arabadan İnerken
çığlıkları duyan memurlar fırtına gibi içeri dalarak yukarı
tırmandıklarında kapalı bir kapıyla karşılaştılar. Bunu omuz darbeleriyle
devirip içeri girdiklerinde ise, afallamış bir durumda kalakaldılar. Daha
sonraki raporda şunlar yazılıydı: "Bir Afrika elçiliğinde görevli koyu
siyah saçlı güzel bir kadın, kötü ruhları kovmak için çığlıklar atarak odada
dans etmekteydi."
Bununla ilgili haber Aus Aller Welt adlı gazetede çıktı. Bu gazete
trajik ve komik haberleri topluyor ve cinayet, aşk, ölüm, rekorlar,
şanssızlıklar, buluşlar türünden şeylere geniş yer veriyordu; verdiği bu
haberler de o yöredeki hiçbir yayın organında çıkmamış şeyler oluyordu.
Ama İsviçre otelindeki olay bu konuda bir ayrıcalık oluşturmuş, işin İçine
her ne kadar bir kan dökme veya seks unsuru karışmamış olsa bile, gazete
bunu yine de haber olarak vermişti.
O "koyu saçlı güzelin" yaptığı ruhlar dansı bizi niçin eğlendiriyor?
Bizim bıyık altından gülmemize yol açan şey, gazetedeki haberin alaycı
bir dille verilmiş olması mıdır?
Bunun yanıtı basit: Büyüsel uygulamalar bizlere saçma ve komik
geliyor, çünkü bu tür şeyler artık toplum tarafından ciddiye alınmamakta.
Dünyanın
28 gidişatı bilgi depolayan elektronik araçlarla ve ticari
hesaplamalarla düzenlendiği içindir kİ, böyle bir ortamda ruhlara yer
kalmıyor. Ama eğer biri yine de bu konularla ilgilenmek İsterse, "karanlık
çağlara dönüş" demek olan bu uğraştan dolayı parmakla gösterilip,
toplumca alay edilmeyi göze almak zorunda.
Ömürleri arabada, büroda ve manyetik bantların karşısında geçen
günümüzün pek çok insanı için büyü denen şey, insanlık tarihinin
mitolojik ambarında kalmış olan bir olgu.
Etnolog Sabine Hargous şöyle yazıyor:
"Artık böyle bir şeye inanmadığımız için günümüzün uygar top-
lumlarmda etkinliğini kaybeden büyüye karşı bilim ya da karşı büyü
giderek üstünlüğü ele geçirmekte ve ötekini bizim bilinç sınırlarımızın
dışına itmektedir; böylece bİzler "uygar” olarak niteleniyoruz."
Sabine Hargous’un inancına göre, büyünün son kalıntıları eski
şamanlann görevleri arasında yer alan müzik ve şiirde kendini sür-
dürecekti. Şamanlar, ruhlar dünyasıyla bağlantı kurmak için ve oraya
yapacakları yolculuklara bir hazırlık olmak üzere ritmik bir şekilde
davullar çalar, kahramanlık dizeleri okur ve kendisine yardımcı olabilecek
şarkılar söylerlerdi.
Şu da var ki, eskilerdeki yaşam şeklinin her alanına girmiş olan
büyü, uygarlığın ilk basamaklarını tırmanmakta olan toplum- larda da
kendini gösterdiği gibi, şimdi bile bazı bilimsel araştırmalar sırasında
istemeden de olsa zaman zaman karşımıza çıkmaktadır. Bu da gösterir kİ,
günlük yaşamımız henüz tümüyle mantıksal ve akılcı bir yön kazanmış
değildir.
Bir başka gazete haberinde de şunlar yazılıydı: "Pencereden gelen
çığlıkları duyan bir Nürnbergli, cinayet işleniyor sanarak polisi çağırdı.
Bunlar çabucak oraya geldiler ve çok geçmeden de adamı yatıştırdılar.
Çığlıklar atan kişiye psikoterapi uygulanmaktaydı ve o Çığlıklar tedavi
için yararlıydı."
Bu noktadan bakıldığında, "koyu saçlı güzel" ile, psikoterapi sı-
rasında çığlıklar atan o kişi arasındaki fark ne?
Birincide ruh ve bedenin kötülüklerden korunması amaçlanırken,
ikinci olayda zaten mevcut olan birtakım bozukluklar giderilmekte. İlk
kişi, bir tür tedavi sayılacak şekilde tehditler savurarak kötü ruhların
gitmesini isterken, ötekinde, zarar gören kişinin içindeki, ruh yapısındaki
bozukluğun nedeni tesbit edilmektedir.
Olayı dışarıdan İzleyen üçüncü bir kişi içinse görülen bu tepkiler
birbirine benziyor. İki olayda da polis çağrılıyor, çünkü olup bitenlerin
neyle bağlantılı olduğu bilinmiyor. Yalnızca sinyalleri alan ve aradaki
bağlantıyı kuramayan biri de büyüyle psikoterapi arasındaki 29 farkı
kesinlikle belirleyemez. Sözlük anlamı olarak bu iki olgu birbirinden
farklı olmakla birlikte, orada da ruh kovalama ve çığlıkla tedavi
arasındaki fark açıkça belirtilmiş değil.
Çığlığın da zaman zaman aynı işlevi gördüğü olur: Ruhsal dengeyi
ve psikolojik sağlığı tehdit eden unsurlara karşı savunma ve bunlardan
kurtulma isteği.
Bu kitapta Maji (Büyü) kelimesini yalnızca bolüm başlıklarında
değil, metin içinde de sık sık kullandım. Bu kelimeye eklenen "si- yah-
beyaz" ya da "ak-kara" gibi terimleri kullanırken ise, dinsel tarih
araştırmaları ve halk bilimleri alanlarında önemli çalışmalar yapmış olan
Mircea Elİade, Adolf Ellegard Jensen ve Serge Bramly5- nin
oluşturdukları kavramlardan yararlandım.
Serge Bramly’ye göre büyü denen şey bir sanat olup, bunun
aracılığıyla en yüce enerji olan "Mana" uyandırılıp yönlendirilmekte ve
doğrudan bu araç sayesinde -gücü uyandıran kişinin niyetine bağlı olarak-
insan ve doğa üzerinde iyi ya da kötü etkiler oluşturulabilmektedir.
Adolf Ellegard ise bu olguyu biraz daha netleştiriyor: "Büyü denen
şey birtakım görüntüler demek olup, insan bunlar aracılığıyla belirgin
yetenekler kazanmakta ve bunları bilinçli olarak kullanarak, sırf ruhsal
konsantrasyonla gerçekliğin akışını etkileyebilmektedir. Bu tür büyünün
gerçekten var olduğu, insan ve hayvanlar üzerinde yapılan telkin
çalışmalarının sonuçlarından da anlaşılabilir. Ruhsal birtakım hareketler
uygulayarak gerçeklikle ilgili akışm hangi boyutlarda etkilenebileceği
konusu ise o kişiye bağı bir şey olup, temelde hiçbir değişikliğe yol
açmamaktadır."
Adolf Ellegard’a göre ise, duyusal olarak algılanabilir görüntülerin
yanı sıra bazı ruhsal süreçler de mevcut olup, büyü denen olgu, bu ruhsal
süreçler üzerinde etkili olabilmek demektir. Bu tür yeteneğe sahip biri
yalnızca somut davranışlarla gerçekliğe müdahe- le etmekle kalmaz, buna
koşut olan ruhsal gidişatı da etki altına alabilir.
Yukarıdaki bilim adamlarının büyü başlığı altında anladıkları ve tarif
ettikleri olgu Psi faktörüyle, boş inançları İlgilendiren telkin gücünün
aralarında bir yerde kalıyor; bu konuyla ilğli açıklama çabalarında hep
telkin denen şey ele alındığ ve bu da yeterli olmadığ içindir ki, elde edilen
sonuçlar bulanık ve kayıtsızca şeyler gibi geliyor insana.
Bu alana çevrilmiş dikkatin ve somut verilerin yetersizliğ sonucu
oluşan hüküm, uygarlık çevremiz içindeki büyüsel çalışmaların
başarısızlığa uğradığıdır; çünkü gerçeklik denen kavram üzerinde etki
oluşturulabileceği görüşü toplumumuzca kabul edilmiyor. Halbuki öte
30
yandan Andlar’daki büyücü çevresine gerçek haberler veriyor* Bızlerse
onun bu yaptıklarım başka ve zavallı bir dünyanın akıldışı boş inançları
olarak görüyoruz.
SEÇİLMİŞ KİŞİLERİN YALNIZLIĞI
Mevsim kış, güneş ufkun üzerinde ancak şöyle bir görünebiliyor.
Tayga ve tundralarda esmekte olan buz gibi bir rüzgâr, karları toz
şeklinde göğe savuruyor. Tunguz erkeklerinden bir grup kabile reisinin
kulübesinde toplamyor. Günlerdir avcılar hiçbir şey yakalayamamış.
Geyikler çekip gitmiş ve kimse de onların izini bulamıyor. Toplantı
sonucunda, şamana başvurmaya karar veriliyor. Avcıların niçin bu kadar
şanssız olduklarım o bulsun artık. Bunun için gerekli şeyler kendisine
getiriliyor: Denizi geçmek için bir sal, kayaları delmek için bir mızrak,
tehlikeli yolculuğunda ona yoldaşlık edecek olan ayı ve domuz figürleri,
dört tane küçük balık, ruhsal yardımcı niteliği taşıyan fetiş ve törensel
nitelikli başka birkaç şey. Akşam üzeri hazırlanan şaman bir tür maske
demek olan giysiyi giyiyor; bir kuş şeklini andıran bu giysi onun tüm
vücudunu Örtmekte. Başındaki şapkada tüyler takılı ve giysiye dikilmiş
olan demir parçaları da bir kuşun iskeletini sembolize etmekte olup,
bunlar şamanın öfeki dünyaya uçuşunu kolaylaştıracak. Şaman aynasıyla
dünyaya bakıyor, davulunu çalarak ruhları çağırıyor, tütün içiyor ve o sı-
rada davulun tokmağım havaya fırlatırken birtakım dualar ediyor.
Tokmak sapın üzerine doğru düşüyor. İyi bir işaret bu.
Ertesi gün ruhlar için kurban kesiliyor. Şaman, kesilen ren geyiğinin
kanım kendisine getirilmiş olan eşyalara sürüyor ve bunları dışarı
bırakıyor. Kulübenin İçine uzun sırıklar getiriliyor; bunların ucu tepedeki
duman deliğinden dışarı çıkmakta. Bunlar uzun bir iplikle -ruhların yolu-
dışarıdaki eşyalara bağlanıyor. Daha sonra kulübenin içindeki Tunguz
grubu o sırada davul çalmakta olan şamanın çevresinde bir çember
oluştururken o da dans etmeye ve şarkı söylemeye başlıyor.
Çevresindekiler onun söylediklerinin bazı yerlerini tekrarlıyorlar. Şaman
arada bir durarak iki yudum içki ve biraz da tütün dumanı çektikten sonra,
yine dansa ve şarkıya devam ediyor. Dışarıda uğuldayan rüzgâr da sanki
ona eşlik eder gibi. Şama- mn dansı giderek hızlanıyor ve adam ortada
dönüp dururken, bîrden bayılarak yere yıkılıyor. Orada ölü gibi yatarken,
üzerine üç kez su serpiyorlar. Derken ayağa kalkan şaman bambaşka bir
sesle, kendisini ele geçirmiş olan ruhun sesiyle konuşmaya başlayarak,
şarkılarla sorulan soruları yanıtlamaya, geyiklerin niçin çekip gittiklerini
açıklamaya başlıyor: Tabular bozulmuş; eğer uygun bir kurban töreni
yapılacak olursa geyikler yakında yeniden ortaya çıkacaklarmış.
Bir süre sonra yeniden kendine gelen şaman, sanki uzun bir
31
yolculuktan dünmüşçesine sevinç içinde selamlanıyor. Oradakilerin
inancına göre, şamamn ruhu aşağıdaki dünyaya inmiş ve oradaki bir ruh
kendisine aktarılan soruları yanıtlamıştır.
Ölüler dünyasına yaptığı tehlikeli yolculuğun coşkunluğundan
sıyrılan şaman yardımseverlikleri için ruhlara teşekkür ediyor.
Daha ertesi gün avcılar, dua edilen yerin yakınlarında geyik izleriyle
karşılaşıyorlar, hatta birini de öldürüyorlar. Açlık tehlikesi defedilmiştir
artık.
Şamanizm yalnızca Kuzey Sibirya halklarına özgü olmayıp, dünya
çapında bir olgudur: Andlar’da, Eskimolar’da, Afrika’nın içlerinde,
Endonezya adalarında ve başka pek çok yerde büyücüler, kabile
doktorları, gizemli biliciler bulunmakta olup, bunlar göklerdeki ve
yeraltmdaki ruhlarla ilişki kurarlar.
Geçen yüzyıldaki bilim adamlarının büyük bolümü şamanlığı bir tür
ruhsal hastalık olarak görürdü. Ama Mircea Eliade’nin de yazdığı gibi:
"Şaman, sıradan bir hasta değil, kendini iyileştirebilen bir hastadır... O,
sahip olduğu güçleri epilepsi (sar’a) nöbetleriyle oluşan ortama değil,
aksine bu ortam üzerinde hâkimiyet kurabilmesine borçludur... Onun
kendinden geçmiş olarak yaptığı hareketler sırasında gösterdiği ustalık,
sahip olduğu harikulade bir sinir yapısını sergilemektedir. Bir şamanda
hiçbir zaman zihinsel bulanıklık görülmez. Onun hafıza gücü ve kendine
olan hâkimiyeti ortalamanın üstündedir." Bir şamanın hastalığı altetmesi
ve kendini iyileştirebilmesi, ondaki yapısal özelliğin ve sezgi gücünün en
önemli parçasıdır.
Şaman olabilmenin iki yolu vardır: Bu görev ya ana babadan ona
geçer, ya da onu bu görev için seçerler. Ancak iki durumda da şartlar
aynıdır: Şam anlık deneyinden başarıyla geçmek.
Geleceğin şamanları daha çocukken ötekilerden farklıdırlar.
Bunlar çoğunlukla tek başlarına oynar ve rüyalar görürler; görünüşleri
hasta gibi olup, hareketlerinde bir ağırbaşlılık sezilir. Bu çocukların
zaman zaman geçirdikleri sar’a nöbetleri, onların tanrılarla karşılaştıkları
şeklinde yorumlanır.
Böyle bir çocuk, büluğ dönemine girişinin hemen ardından ağır bir
kriz geçirir. Delice hareketlere başlar, bilincini kaybeder, ormanlara
kaçarak ağaç kabuklarıyla beslenir; bu arada kendini buz gibi sulara veya
ateşe atar, vücudunda bıçakla yaralar oluşturur, hayvanlan dişleriyle
yakalar. Çoğunlukla da on gün sonra üstü başı kan ve pislik içinde, yırtık
giysilerle köye döner. Bundan bir iki hafta sonra tutarsızca sözler
32
söylemeye başlar. Yaşlı bir şaman, çocuğu yakalamış olan ruhun adını
araştırır ve bunu öğrendiğinde, tören hazırlıkları başlar.
İhtiyar şamanın ilk olarak araştıracağı şey, adayın şamanlıkla ilgili
ilk şartları yerine getirip getirmediğidir. Bunlar, baygınlığa benzer
nöbetler sırasında ruhlardan bilgi edinmiş olma, onlarla görüşme, göğe ve
yeraltına yolculuk ve eski şamanların ruhlarıyla konuşmuş olmaktır.
İkinci şart, yaşlı şamanın yanında geçecek olan eğitim dönemidir; bu
dönem boyunca adaya mistik teknikler, mitoloji, büyülü şiirler ve o klana
aktarılmış olan öteki dinsel bilgiler öğretilir.
Genç şaman göreve başlamadan önce, yeteneklerini ve gücünü
sınamak için bir denemeden geçmelidir. İki şekilde uygulanan bu
denemeye göre, ya kızgın korların üstünden bir yara almaksızın yürüyüp
geçmeli, ya da kar ve buzun orta yerinde çırılçıplak oturarak, vücuduna
sarılmış olan ıslak bezleri kurutmalıdır.
Nöbetler sırasındaki serüvenleri yaşayan, yaşlı şamanın öğreti-
minden geçen ve denemeyi de atlatan aday artık ruhlarla uğraşacak güce
sahip biri olarak, köyünde şaman kabul edilir. Geçirdiği denemeler, ruhsal
yolculuklar, baygınlıklar ve tek başına geçirilen uzun sürelerden sonra,
genç şamana yiyecek götürülür, onunla konuşulur ve yürümesi sağlanır;
buradaki amaç, o zamana kadar süren yaşam şeklinin unutturulmasıdır.
Bir şamanın resmen böyle biri olarak kabul edilmesine yol açan
durum sıradan bir hastalık olmayıp, o zamana kadar sürdürülmüş olan
yaşam biçiminin tümüyle değişmesi anlamına gelen çok belirgin bir
olgudur. Şaman denen kişi bir trans uzmanı olup, böyle birinin ruhu, sırf
İçinde yaşadığı toplumun yararı için iradesel olarak yeryüzünü terk
edebilir. Şamanizmi, arkaik bir trans tekniği olarak gören Mircea Eliade
bunun kökenini ur ideolojiye (göğe yükselerek oradaki yüce varlıklarla
doğrudan ilişki kurulabileceği inancı) bağlıyor.
Şaman bir aracıdır. O, çalınmış ruhları geri getirerek toplum
fertlerinin sağlıklı kalmasını sağlar. Öte yandan, ölüler krallığına giden
ruhlara orada yol gösterir; Öteki taraftaki ruhlardan ren geyiklerinin
yerlerini ve bozulan tabular için hangi kurbanların adanması gerektiğini
de öğrenir.
Böyle biri yalnızca dünyalar arası değil, farklı zaman boyutlarına
ilişkin haberler de verir. Okuduğu şarkılarla geçmişteki kahramanlıkları
anlatır, dünyamızın ilk karanlık günlerinden, şİmdİ olduğu gibi o
zamanlar da birbirine girmiş olan tanrılardan ve ruhlardan söz eder. Ara
sıra yaptığı görüşmelerle, bazı uyuşmaz durumları dünyadan
uzaklaştırarak ruhları yeniden dengeye kavuşturur.
Toplum um uzda bir sürü mesleğin birbirinden ayrılmış olması ve 33 de
özellikle tıp alanında görüldüğü gibi branşlaşma yüzünden bir hastalığın
tüm olarak ele alınamaması sonucu, uzlaşmaz durumlarla
karşılaşmaktayız. Avcı ve göçebe kabilelerde bu tür şeyler tek bir kişide
birleşmiştir. Bir şaman aym zamanda doktor, müzisyen, meddah, kâhin,
psikiyatr, rahip ve burayla öteki taraftaki bağdaştıran bir aracıdır.
Öteki taraftaki güçlere yaklaşan biri, başka çare olmadığı İçin
buradaki çevresinden uzaklaşmak zorunda kalır. Bundan çıkan sonuç ise,
seçilmiş biri olduğu çok daha önceleri ortaya çıkmış bulunan bir şamanın
bu görevi sürdürdüğü sürece hep tek başına kalacağıdır.
Aralarında yaşadığı İnsanlar onun gücünden, ruhlar tarafından ona
bağışlanmış bulunan "Mana"dan fazla bir korku duymamakla birlikte, bu
kişinin olağanüstü bir ruhsal yaşam sürdürmesi, hep kutsal şeylerle ve
bunlara ilişkin açıklamalarla uğraşması, kendisini başka dünyalara
yaklaştırmaktadır.
Şamanlarla ilgili tüm haberlerin hemen hepsinde, bu kişilere verilmiş
olan güçlerden söz edilir.
Bununla birlikte Andlari da, steplerde, Sibirya ormanlarında yaşayan
yerlilerin ya da Eskimolar m uygar komşuları şamanların bu güçlerinden
kuşku duymakta, onların bir ruhu gerekli yere çağırabi- 1 e çekler in e
inanmamaktadırlar.
BİR KOBAY, AYYAŞ HALİNE GELEBİLİR Mİ?

Pedro birkaç zamandır kendisini hiç iyi hissetmiyordu; asla açlık


duymuyor ve bir şey yiyecek olsa hemen çıkarıyordu. Üzülüyordu; ayrıca
üşüyor ve hiçbir şeyden zevk almıyordu. Tek istediği, pelerinine sarılarak
güneşin altında oturmak ve kendi haline bırakılmaktı. Bu arada
zayıflamaktaydı; tıraş olmayı ve yıkanmayı da bırakmış, kimseyle
konuşmuyordu. Gözleri bile eski parlaklığını yitirmişti. Her gün daha
fazla içki içtiği halde kendini rüzgârda savrulan kuru bir yaprak gibi
hissediyordu. Ama en kötüsü gecelerdi. Adam gerçekle hayalin o incecik
sınırını birbirinden ayırt edemiyor, üzerine karabasanlar çöküyor, gözleri
tekerlek gibi açılmış olarak ve soluk soluğa yataktan fırlıyordu. Artık kısa
bir süre sonra öleceğine inanmaktaydı; yaşamdan beklediği hiçbir şey
kalmamıştı ve vücudu da otomatik olarak işlev görüyordu Bu yüzdendir
ki, akrabaları onu bir arabaya atıp da "brujo-curanderoHya (sihirbaz şifa-
cı) götürmeye kalktıklarında buna karşı koymadı.
Peru’daki Quechua yerlilerinin "bilge" dedikleri bu şif acıya daha
önceden haber verildiği için hazırlıklar tamamlanmıştı. Akrabalar oraya
34
vardıklarında, hastanın çevresinde bir çember oluşturacak şekilde
oturdular ve şifacıyla birlikte kokain yaprakları çiğnemeye başladılar. Bu
arada dua etmekte olan curandero kurban edilecek olan kobayın üzerine
üfledi ve yerde yatmakta olan hastanın üzerinde bir haç çıkardı.
Daha sonra efsunlanan kobayı sırt tarafından yakalayan şifacı bunu
hastanın vücuduna sürtmeye başladı. Yalnız, bunu yaparken aynı vücut
bölgelerinin birbirine dokunmasına dikkat ediyordu. Göğüs göğüse, karın
karına temas etmekteydi. Şifacı bu işlemden sonra hayvanın kalbini
parçaladı. Kobay aynı anda öldü. Bu iyiye işaretti. Hayvan o sürtme
işlemi sırasında ölecek olsaydı, bunun anlamı, Pedro’nun hastalığı
atlatamayacağı olacaktı.
Curandero kobayın ölüsünü ağzıyla yakaladıktan sonra, yalnızca
tırnaklarından yararlanarak hayvanın postunu kulak hizalarına kadar yırttı
ve daha sonra tüm postu vücuttan ayırdı.
O sırada biri de kovayla su hazırlamıştı. Hayvanın kanı bunun içine
akıtıldıktan sonra su karıştırıldığında, bunun rengi gül pembesine dönüştü.
"Susto" diye fısıldayan şifacı hayvanın etine bakarak teşhiste
bulunmaktaydı: Hayvanın eti sarımsı renkte ve lifli bir görünümdeydi.
Hayvanın hem postunda, hem de kesilerek bir kaba doldurulmuş olan
organlarında sarı-gri renkler göze çarpmaktaydı. Tüm bunların tek bir
anlamı vardı: Susto.
"Yaşayacak mı?" diye sordu akrabalardan biri,
"Yaşayacak" dedi Curandero. Çevredekiler tütün ve içki içerek koka
yaprakları çiğnerken, o da hayvanın bağırsaklarını mısır bulamacı, sigara
İzmaritleri, ağızda çiğnenmiş koka yaprakları ve tahıl taneleriyle
dolduruyordu. O ana kadar sessizce yatmakta olan hasta bir şişe içki içti
ve kobayın kafatasına tükürdü. Aynı şeyi yapan şifa- cı, bu arada
Pedro’nun adlarını sıralıyordu. Daha sonra kobayın ölüsünü süslü bir
haçın üstüne yerleştiren bu kişi bunları bir gazete kâğıdına sardı ve orada
oturanlardan birine bunu vererek, gösterdiği yere götürüp gömmesini
söyledi; böylece, Pedro’nun ruhu da gövdesinden çıkacak, toprak onu
hemen yakalayacaktı.
Hastanın çevresinde oturanların artık keyifleri yerine gelmeye
başlamış ve bunlar dereden tepeden söz etmeye dalmışlardı. Çiçek ve
haçla birlikte kobayı da söylenen yere gömen Jacinto arkasına
bakmaksızın dönüp geldiğinde, Curandero hastaya bitkilerden hazırladığı
bir içki verdi. Daha sonra da Pedro’yu arabaya yükleyip evine götürdüler.
Aradan henüz birkaç gün geçmişti ki, Pedro içinde yeni bir güç
35
duymaya ve ruhunu hissetmeye başladı. Kendisine uygulanan o büyülü
tedavi, çalınan ruhunu tam zamanında yeniden ona kazandırmıştı.
Aslında avcı, toplayıcı ve göçebe toplumlarm üyeleri olan yerlilerde
görülen hastalıklar hiçbir şekilde doğal nedene dayanmaz. Bü- yüsel
güçlerin yol açtığı bu rahatsızlıklar onlarca birer ceza olarak düşünülür;
tabuların bozulması, dikkatsizlik, inançsızlık, yanlış davranışlar ve büyü
uygulamaları bu hastalıklara yol açan unsurlardır. Uygar toplumlarda
yaşayan hemen her bireyin "doğal" diye açıklayabileceği hastalıklar,
kazalar, soğuk algınlığı, kemik kırılmaları, grip ve enfeksiyon halleri
yerlilerin gözünde hemen her zaman için tanrısal birer cezadır.
Göreneksel nitelikteki kurumlar, yerlilerin yaşamında önemli rol
oynadığı için, bunlar yukarıda sözü edilen rahatsızlıkların kökeni olarak
yanlış bir davranış şeklinin varlığım araştırmakta ve bir doktora
gidecekleri yerde, babadan görme usulleri uygulayarak hastalıkları
giderme yolunu seçmektedirler.
Henüz doğadan kopmamış olan toplumlar için Pedro’dakİ "Susto"
ya da öteki hastalıklar gerçek etkiler oluşturmakla birlikte, görünür bir
nedene bağlanmazlar; bu gibi olgulara şeytanca güçler, ruhlar, Ölüler ya
da başka bedenlerden gelen kuvvetler yol açmakta, bunlar öbür bedene
girerek ondaki organik unsurları, yaşam gücünü, hatta ruhu
çalabilmektedirler. Eğer bir yerli, Moskova’yla San Fransisko arasında
yaşayan bizlerin "psİkosomatik" diye adlandırdığı o büyüsel kökenli
hastalıklardan kurtulmak istiyorsa, büyüden anlayan birine başvurması
gerekecektir. Bu kişi İse asıl nedeni araştıracak, yukarıda anlatılan kobay
metodunda olduğu gibi, aynı prensipten hareketle çıkış yolunu
gösterecektir. Bu prensip İse bir benzetişim sistemine dayanmakta olup,
hastalığı bitki ve hayvanlara aktarmak, sempati yoluyla tedavi, karşı büyü
uygulama, bedene girmiş olan şeyleri oradan çıkarmak ya da ruhu geri
getirmek şeklinde uygulanmaktadır.
Kötü ruhların yol açtığı hastalıklar dışarıdan gelen şeyler olmadığı,
aksine hastanın içinde oluşan bozukluklar olarak görüldüğü içindir ki,
bunları tedavi etmek amacıyla oraya girmek, bir daha barınacak beden
bulamamaları için bu gibi şeyleri oradan tümüyle söküp atmak
gerekecektir.
Yerliler ve Peru’daki melezler arasında bu tür tedavi şekilleri her
zaman geçerli olmuş ve çoğunlukla da hastanelerde uygulanan tedavi
şekillerine yeğlenmiştir. Varılan başarılı sonuçlar ise onlara hak
verdiriyor gibidir. Hastalığın ortaya çıkışının hemen ardından ya da
36 bir hastane tedavisinden sonra çağrılan şifacılar hemen her
başarısız
seferinde yardımcı olabilmekte, bazen kobay metodunu, bazen de ruh ve
bedenle ilgili öteki büyüsel tedavi şekillerini uygulayarak o kişideki temel
yapıyı yeniden oluşturabilmektedirler.
Sabine Hargous, büyüse! bir tedavinin inanılmaz sonuçlarını bize
şöyle aktarıyor:
"Bundan birkaç yıl önce Puno yöresinde yer alan Ilave’de korkunç
bir tifüs salgını çıktı. Bunun nedeni araştırıldığı sıralarda köylüler bir şey
anlattılar: Salgın, son derece güzel ve gösterişli bir ineğin köye girerek
her evin önünde durmasının hemen ardından, aynı gün başlamıştı. Bu
yabancı inek meyvelerle, değişik yiyeceklerle ve çeşitli nesnelerle
süslenmişti. Tanrısal bir hediye şeklinde köye gelen bu hay- van hemen
köy halkı arasında paylaşılarak yenilmiş ve bundan kısa süre sonra
başlayan hastalık sonucu büyük sayıda insan ölmüştü. Sağ kalanlar artık
işi öğrenmişlerse de, geç kalmışlardı. Yiyeceklerle yüklü o inek başka bir
yöreden gelmekte olup, töresel şekilde ve hastalıkları uzaklaştırmak için
öylesine süslenip gönderilmişti."
Büyüsel iyileştiriciler, şifacılar ve şamanlar yalnızca tanrılar katma
yükselerek iyiliğe yönelik ak büyüler yapmakla kalmaz, aynı şekilde
yeraltına da inerek şeytanca amaçlı kara büyüler de yaparlar. Bunlar
"Susto" denen hastalığı bir kobaya ve onun karaciğerine aktarırken bir tür
ak büyü uygulamaktadırlar. Hastalarını tanımakta, alkolün onlarda yaptığı
tahribatı bilmekte, bazen de dikkatsizlik sonucu bazı hastalıkların
kendilerine geçmesine engel olamamaktadırlar. Böyle bakıldığında, bu
kişiler sürekli olarak bir bıçak sırtında duruyor gibidirler.
Çoğu toplumlarda şamanlar, yeteneklerini kara büyü yaparak kabile
fertlerine karşı kullandıklarında Öldürülürler. Kara büyüye yalnızca,
düşmana karşı kullanılması ve bozulmuş dengenin yeniden kurulması için
izin verilir. Büyücü sırf birine düşmanlık duyduğu için kara büyüye
yönelemez.
Öte yandan, ak ve kara büyüleri birbirinden ayırt etmek gereksiz bir
çaba olacaktır. Pek çok dinsel törende uygulanmakta olan büyüsel güç ve
yetenekler birbiri içine girmiş durumdadır. Ancak bu tür güçlerin
sağladığı olasılıklar incelendiğinde şu görülür: Beyaz şamanlar sahip
oldukları büyüsel gücü arttırmak için yardımseverce davrandıkları halde,
kara şamanlar hep nefret tohumları ekerler.
Bir insanın yalnızca sevgi duyması ve çevresine bu duyguyu yay-
ması ender bir durum olduğundan, şamanlarm da kendi irade güçlerini
uygulamak için birbirinden son derece farklı duygulardan yarar-
îanışlarına şaşmamak gerekir. Burada göz ardı edilmemesi gereken 37 şey,
nefretin yalnızca düşmanlara yönelik olmasıdır.
Tüm dünyaya yayılmış kara büyü uygulamalarının sunduğu görüntü
şudur: Bir kimseyi büyü aracılığıyla uzaktan etkilemek. Quec- hua
yerlilerinden Juan büyücüye başvurarak, günlerden beri kendisine işkence
çektiren şeyleri bir çırpıda sıralar. Karısı, dağların yamacında oturan
herifin biriyle kaçmıştır. Ve bu herifin çenesi durmamakta, kaçırdığı
kadının hâlâ bakire olduğunu, Juan’ın bir erkek bile sayılamayacağını,
olsa olsa iğdiş edilmiş bir horoz sayılacağını sağda solda sayıp
dökmektedir.
Juan bunları anlatırken sinirden titremektedir. Bu ikisi öylesine
cezalandırılmalıdır ki, artık o iğrenç yalanlarını dinleyecek kimseyi
bulamasınlar ve karısını kaçıran adamda, onun sözde bakireliğini sona
erdirecek güç ve arzu kalmasın.
Juan’ın için dolduran korkunç nefretin yol açtığı enerjiyi fark eden
büyücü, elini onun omuzuna koyarak yardım edeceğine söz verir.
Sonuçta, fiyatta anlaşırlar ve ertesi Cuma günü akşamın tam altısında bir
tören yapılmasını kararlaştırırlar.
Bu süre içinde büyücü hazırlıklarını tamamlar. Juan, yapılacak
büyüsel tören için hain karısı Esmeralda’ya ait bir saç tutamı ve bir
kurdele getirmiştir. Büyücü bir tür trans durumuna girdiğinde, paçavradan
yapılmış bir kuklaya bunları yerleştirir. Kuklanın sırtını kamburlaştırır,
bir bacağını kısaltır ve ona kurbanın görüntüsünü verir. Daha sonra,
Juan’ın tüm nefretini o pis karıya, utanmaz orospuya yöneltmek için
gerekenleri yapar. Kadın korkunç baş ağrıları çeksin diye kuklanın başına
çelik iğneler saplar.
Kararlaştırılan saatte Juan gelir; yanında para, koka yaprakları,
sigara ve içki de getirmiştir. Büyücü hemen bir "mesa" (bir tür mihrap)
kurar ve oraya kuklayı, birtakım muskaları yerleştirir; konulan şeyler
arasında şişeler, değişik kabuklar, meyveler, üzeri boyanmış başka
cisimler, kitaplar ve taşlar da vardır. Daha sonra bu iki kişi yere çökerek
içki ve sigara içmeye, koka yapraklan çiğnemeye başlarlar; bununla
amaçlanan, yüksek bir konsantrasyon durumuna varmak ve bunu, büyüsel
yönden yüklenmiş olan tören malzemesine aktarabilmektir. Birden,
büyücü yerinden kalkar, dışarıya çıkarak çevredeki dağlan yardıma
çağrırır, üzerindeki mantonun eteklerini dalgalandırarak koka yapraklarını
havalandırır ve bunların hareketinden anlamlar çıkarır.
"Nasıl görünüyor Senyör?" diye sorar Juan.
"İyi" der büyücü, "Başaracağız."
Yeniden içki içmeye ve koka yaprağı çiğnemeye koyulurlar. Gece
38
on ikiye doğru kuklayı da yanlarına alarak dışarı çıkarlar ve dağa doğru
giderek, Esmeralda’nın ahlaksız sevgilisiyle yaşadığı kulübeye
yaklaşırlar. Büyücü sessizce avluyu geçer. Çevrede çıt yoktur. Kapıyı
büyük bir dikkatle açan adam karanlıkta el yordamıyla ilerleyerek ocağı
bulur, oradaki külleri bıçağıyla eşeledikten sonra kuklayı iyice dibe
yerleştirir ve üstünü örter. Artık orada çürüyüp gidecek olan kukla bu
arada Juan’ın nefret duygularını da yayacaktır.
Bu tür törenlerin etkinliği konusunda dünyanın her yanında belgeler
düzenlenmiştir. Delilik, hastalıklar, hatta Ölüm bile bu törenler
aracılığıyla sağlanabilir. Büyücü ve şamanların sahip olduğu güçlerin
birer gerçek olarak kabul edildiği yörelerde ruhun büyük bir kuvvete
sahip olduğuna inanılır; öyle ki, onun etkinliği birtakım
huzursuzluklardan tutun da, ölüme kadar geniş bir alanı kapsayabil-
mektedir.
Bebekler ve kuklalarla uygulanan büyü, düşmanı belirgin bir şekilde
etkilememiş olsa büe, yine de bu törenlerin başarısız kaldığı söylenemez.
Bu tür girişimler, büyücüye başvuran kişide bir üstünlük duygusu
oluşturmakta, içine düştüğü derin çöküntüden onu kurtarmakta ve bir
ölçüde kuvvetli kılmaktadır.
Kara büyüyü etkin bir şekilde uygulayanlar, sahip oldukları ye-
teneklerden dolayı seçilmiş birer'kişi olma niteliğini taşıyanlar sonuçta
yalnızlığa itilirler. İnsanlar, böylesine tehlikeli silahları kullanan kişilerle
ilişkiye girmekten çekinirler. Şamanlar konusunda anlatılan pek çok
inanılmaz öykünün arasında, bunların zaman zaman hayvan şekline
dönüşerek yolculara ya da tek başına avlananlara saldırdıkları da yer
almaktadır.
Liberya’dan Dr. Kurt E.Koch ilginç bir av serüveni anlatmakta:
Avcının biri, yanındaki zenci oğlanla birlikte cangılda dolaşırken bir
leopar gördü ve hemen tüfeğini omuzlayarak ateş etti. Tam o sırada ikisi
de bir kadın çığlığı duydular; "Katil" diye bağırıyordu bu ses. İkisi de
leoparı vurdukları yere koştuklarında, kanlar içinde bir kadının yerde
yatmakta olduğunu gördüler. Çabucak gerekli ilk yardımı yaparak kadını
köye götürdüler. Oradaki akrabalar avcıyı şikâyet ettilerse de, hâkim bu
konudaki kararını aşağıdaki şekilde bildirerek adamı serbest bıraktı:
"Avcının söylediklerinin gerçek olduğunu biliyorum. Bu kadın
benim ilk eşimdi. Onun bir leopar şekline geçebildiğim keşfettiğimde
kendisinden ayrıldım."
11 Eylül 1977’de DPA ve UPI ajansları, Darüsselam kaynaklı bir
haber geçtiler.
Başkent Tanzanya’nın yakınlarında bir aslan üç ay içinde sekiz
kişiyi öldürmüş, ayrıca dört kişiyi de yaralamıştı. Bunun üzerine 1000 39
asker, polis ve avcı araştırmaya girişti; bunlar on gün sonra başarıya
ulaştılar. Başlangıçta bu ava köylüler de katılmıştı; ama bunlar aslanın
yalnızca üç bacaklı olduğunu öğrendiklerinde, işin peşini bıraktılar.
Çünkü aslanın gerçekte bir kadın olduğuna ve bir büyücünün yanlış ilacı
sonucu bu şekle girdiğine inanıyorlardı.
Kara büyü uygulamaları her zaman için bir düşmana zarar vermeye
yönelik değildir; zaman zaman bununla büyüsel bir saldırıya karşılık
verildiği de olur.
Cuzco’daki bir köylü kendini bir belanın izlediği düşüncesin- deydi.
Hayvanları ölüyordu, evliliği yıkılmak üzereydi ve köydeki itibarı da
giderek kaybolmaktaydı. Adam, bir büyünün kurbanı olduğu inanandaydı.
Bu yüzden akrabalarının eline koka yapraklan, içki ve sigara tutuşturarak,
bunları bir büyücüye gönderdi. Büyücü bu gelenlere belli bir gün verdi. O
gün köylünün evine gelerek törensel bir temizlik İşlemi yaptı ve koka
yapraklarını "okuyarak" gerçekten bir büyünün söz konusu olduğunu
anladığında, "hechizo"yu aramaya başladı. (Olumsuz şekilde tılsımlanmış
nesnelere bu ad verilmekteydi.) Avluda yapılan birkaç araştırmadan, evin
içindeki incelemelerden sonra, suyun içine haç şekli oluşturacak şekilde
tüz taneleri döken büyücü gerçekten de "hechizo”yu bulmayı başardı.
Orada bulunan herkesi, büyünün kendilerine sıçramasına karşı güvenliğe
aldıktan sonra bunu topraktan çıkardı. Katrana bulanmış ve paçavradan
yapılma bir bebekti bu; İçine cam kırıkları, bir şişe mantarı, ayakkabı
topuğu, yünden bir ip ve birbirine girmiş saçlar doldurulmuştu. Yapılan
bu büyüyle köylü katran gibi kararacak, kör olacak, bir ayyaş durumuna
düşecek, evinin düzeni altüst olacak, sürekli ağrılar ve sonu gelmeyen
Öfke nöbetleri içinde yavaş yavaş ölecekti.
Büyücü, kuklayı ve onun çevresinden aldığı topraklan yardımcısına
verdi; bu kişi akarsuyun uzaklarında bir yerde bunları yakacak, külleri
suya dökecek ve bu sırada arkasına hiç bakmayacaktı.
Daha sonra büyücü, karşısındaki hastanın kaderini değiştirebilmek
amacıyla onun vücudunu birtakım meyveler, çiçekler ve yün ipliklerle
oğuşturdu ve yatmaya gönderdi. Kullanılan bu öteberi bir çıkın halinde
bağlanarak yardımcıya verildi; bunlar da dağlara, koruyucu ruhlara
götürülecekti. En son olarak hastaya elindeki çubukla üç kez oldukça
kuvvetli bir şekilde vuran büyücü, tedaviyi bitirmiş oldu.
Aradan henüz birkaç gün geçmişti ki, köylü içinde yeni bir güç ve
cesaret duymaya başladı. O zamana kadar kendisini etkilemiş olan büyü,
tıpkı bir yılanın değişen derisi gibi sıyrılıvermişti üzerinden.
Birkaç istisna dışında, Darwin, Benz ve Edison’un mirasçıları olan
40
bizler, büyüse! törenlerle sağlık kazanma konusunda tümüyle kabul
edilebilir nitelikteki açıklamalara sahibiz: Ruh bedeni etkilemektedir ve
sağlığını yeniden kazanmaya yönelik güçlü irade sinyalleri gönderecek
olursa, sonunda beden sağlığa kavuşmaktadır. Bu aslında basit
görünmekle birlikte, gerçek durum hiç de öyle değil. Şamanların ve
şifacıların uyguladıkları metotlar pek ender durumlarda bizler için etkili
olabiliyor. Bunun da iki nedeni var:
Yerliler İçin ruh denen şey neredeyse elle tutulabilir bir olgudur ve o,
gerektiğinde bedenden ayrı olarak da iyi ya da kötü bir varlık olarak
mevcudiyetini sürdürebilir. Ruh, bedenle olan ortakyaşarlığı sırasında bir
süre için ona yaşam gücü sağlar ve o beden sayesinde kendini deneyip
kanıtlama olanağı bulur.
Halbuki uygar kişilerin büyük bölümü için ruh denen şey bir tür
duygu olup, tıpkı vatan, sevgi ve Tanrı kavramlarına benzer şekilde
birtakım içsel titreşimlerle kendini belli etmekte, beyin kütlesiyle
kozalaksı bez arasındaki birkaç kimyasal işlemin toplam sonucu olarak
ortaya çıkmaktadır.
Öte yandan toplumumuzda eksik olan bir şey de, büyüsel törenleri,
uygulamaları ve bunların sonucu olarak meydana gelen değişmeleri birer
gerçek olarak kabule hazır olmayışımızdır. Pek çoğumuz, Alexander
Wiessner’in de yüz yıl önce belirttiği gibi, nedensellik kavramına bağlı
olduğumuzdan, büyüye karşı cephe almış durumdayız. Ruha, aynen beden
gibi özellikler yakıştıran yerlilerin büyüleri, yaşamımızda hiçbir rol
oynamıyor artık. Her ne kadar kendileri aksini iddia etmekteyseler de,
bugün doktorlar, rahipler, psikiyatrlar, oyuncular, yazar ve müzisyenler de
birer ruha sahipler; bu ruh, günlük yaşamın kargaşası içinden onları
çıkarıyor, rüya ve gerçeklik konularını düşünmekle geçen saatler boyunca
onlara yol göstererek bir anlamda bu kişileri üstü kapalı bir şekilde tedavi
etmiş oluyor.
Bizler, Andlar’da yaşayan büyücülerin uyguladıkları pek çok töreni
saçmalık diye damgalayıp bunlardan rahatsızlık duymaktayız; Çünkü bu
tür şeyler İçimizde en ufak bir değişim oluşturmamakta.
Halbuki oralarda yaşayan yerliler için büyü, hiçbir şekilde günlük
yaşamdan ayrı düşünülmez. Sabahleyin kalkış, işe başlama, öğle yemeği,
araç gerecin yapımı, akşam üzeri oynanan oyunlar hep birtakım törenlere
ve büyüsel unsurlara göre düzenlenir. Bu kişiler için büyü bir gerçektir ve
gerçekten de etkili olur. Cumartesi günleri çekilen Loto sayılarını
heyecanla, yürek çarpıntıları içinde beklemek bizlere nasıl normal
geliyorsa, Tunguzlar, Eskimolar ve Buş- menler için de büyü aynı şekilde
normal karşılanmaktadır.
Zaman zaman günlük yaşamımızda karşımıza çıkan ve pek ender 41
durumlarda kendilerine birer anlam yakıştırdığımız olguları yerliler apayrı
bir şekilde değerlendirir.
Pek çok araştırıcı, spiritüel celselerde ortaya çıkabilen düşünce
aktarımı, önceden bilme gibi konulardan söz etmiştir. Max Freedom Long
bir raporunda kadın şifacımn birinden söz etmektedir. Bu kadın, uyluk
kemiği kırık olan bir ziyaretçisini iyileştirmiş ve bu kişi hemen yürümeye
başlamıştı. Pater Trilles ise bir Pigme kâhinini anlatmakta ve onun, fil
avının tam olarak nereden başlayacağını, fili kimin öldüreceğini, hayvanın
ayaklan altında ezilecek olanları ve kimlerin tabanları yağlayıp kaçacağım
tam olarak bildiğini bizlere aktarır. (Ernesto Bozzanano : Doğal
Kavimlerde Duyularüstiİ Görüntüler)17
Ama bizlerce alışılmış çerçevelere uymayan, kabul etmektense
öfkelenmeyi yeğlediğimiz bu tür olgular yetenekli bilim adamları ve
parapsikologlarca uzun yıllardan beri ve de artık başarısız denebilecek
şekilde didiklenip duruyor. Halbuki yerliler açısından bu tür olgular hiçbir
şekilde onların dünya görüşüne ters düşmemekte, birtakım seçilmiş
kişilerin bu büyüsel İşlemlerin üstesinden gelmeleri doğal olarak onlardan
beklenmektedir; çünkü bu göreve atanan kişiler bilgi ve sürekli
çalışmanın da yardımıyla bu tür şeyleri başarabilecek durumdadırlar.
Doğal kavimler, başına bir "Para" hecesi eklenmiş olan, güya
bizlerden kaynaklanmayan, ama yine de bizleri etkileyen görüntü
olaylarıyla ilgilenen bir bilimi reddedeceklerdi. Onların büyüsü, yaşamın
görüntüleriyle İlgili "yan" bir etken olmadığı gibi, bunların "üstünde" yer
alan bir olgu da değildir: Yaşamın tümüyle içinde, onunla aynı haklara
sahiptir. Bir çingene "Kaku"su olan Pietro Har- tiss de aym görüşte:
"Büyü diye bir şey yoktur, tüm olup bitenler, nesnelerin doğal yapısı
gereğidir; insanların "mucize" diye adlandırdıkları şeyler yalnızca bir
kelime olup, onların cehaletini gizlemektedir."
METRODAKİ KAKU = BÜYÜSEL FOSİLLER

O gün oraya ilk gelen kendisi değildi. Landsberg’in yakınında,


Kaufering’ deki evin önünde daha şimdiden bir düzineye yakm ara- ba
durmaktaydı. Şimdİ oturmakta olduğu bekleme odası bir tür koridoru
andırıyordu. Bekleyenler birbirlerine ağrılardan, kas zayıflamalarından,
kemik çürümelerinden, verem ve kötürümlükten söz etmekteydiler. Hepsi
de tanınmış doktorlara gitmişler, kimi sonradan vazgeçmiş, kiminin de
yıllar süren tedavisi bırakın başarılı olmayı, durumu daha da
kötüleştirmişti. Bu kişiler bir süre önce Johann Forster’in adım, başardığı
42
17 Übersinnliche Erscheinungen bei Naturvötker, Freiburg, 1975 s,204,78.
17 Ostrander/Schröder Psi'yle Önceden Bilmek (Vorauswissen mit PSİ, s.15-37,
Bern, 1975.
mucizeleri ve dualarının etkinliğini duymuşlardı, şimdi de buradaydılar
işte. Adam kimseden para almıyor, herkese bedava bakıyordu; ama İlle de
bir şey vermek isterseniz bunu yapabilirdiniz. Verilen şey ister beş mark,
ister yüz mark ya da yalnızca güzel bir mum olsa bile durum
değişmiyordu; adam zaten paralıydı ve kendisine yapılan bağışlarla da iki
teoloji öğrencisi okutmaktaydı.
Yabancı orada öylece oturmuş, dinliyordu. İçinde yaşadığı çevrede,
kentin öteki yöresindeki insanlar, Kaufering’de geçmişteki bir yüzyılın
yaşandığına inanabilirlerdi.
Kapı açıldı. Sıra yabancınındı. Odaya girdiğinde, neredeyse seksen
yaşındaki şifacı ona divanı İşaret etti. Yerde siyah bir çoban köpeği
uzanmış, dikkatle kendisine bakmaktaydı. Yabancı çevresini şöyle bir
süzdü: Bir rafın üzeri sayısız mumlarla, Meryem ve İsa resimleriyle, eski
hastaların teşekkür niyetine verdikleri hediyelerle yüklüydü; duvarlarda
ise Incil’den alınma sözler, aziz resimleri, Papa XIII’üncü Johannes’in
fotoğrafları ve daha yaşadığı sıralar efsanevi bir şİfacı niteliği kazanan
San Giovanni Rotondolu Peder Pio’nun resimleri vardı. Bir köşede de
Meryem’in heykeli göze çarpmaktaydı.
Yabancı, karşısındakinin sorucu bakışları üzerine hiçbir şeyi ol-
madığım, aslında Federal Almanya’daki mucizevi iyileştirme konularını
araştıran bir rahip olduğunu belirttiğinde, Johann Forster’in yanıtı kısa
oldu: "Demek Öyle."
Başlangıçtaki kısa bir tutukluk anından sonra konuşma rayına
oturduğunda, Johann Forster karşısındaki rahibe her şeyin nasıl
başladığını ve belki de çok geçmeden nasıl sona ereceğini anlattı. Adam,
öteki şifacıların aksine olumsuz konuşmuyor, ne şeytandan, ne de
cinlerden söz ediyordu. Bu işi kırk yıl önce yaşlı bir rahipten devralmıştı;
bu işi yürütecek birinin kuvvetli olması, yardım için başvuran kişi can
düşmanı bile olsa ona kapıyı göstermemesi gerekiyordu. Kendisi de artık
yaşlandığı için -bundan sonraki her gününe teşekkür etmesi gerekirdi- bu
görevi bir başka rahibe devretmek istemiş, ama adam bu iş için gerekli
sinirlere sahip olmadığı için kısa bir süre sonra vazgeçmek zorunda
kalmış. Bunu başka birine devretmek istemiş, ama bu da olmamıştı.
Giderek ilgilenmeye başlayan rahip "bu" denen şeyin ne olduğunu
sordu. Johann Forster bunun bir dua olduğunu söyledikten sonra, yalnızca
hastaların adına ve hastalığa göre bunda değişiklik yapıldığını belirtti.
Bazı zararsız hastalıklar için, Albertus Magnus kitapçığmdakine benzer
43
ev reçeteleri yeterli oluyordu. Siğiller için, dolunaydan sonraki bir Cuma
günü saat on birde ufak bir et parçası o yere dokundurulurken "Babamız"
duası okunacak ve sonra et bir akarsuya atılacaktı. Bunun ardından
siğiller hemen geçiyordu. Nasırlar için yapılacak tek şey ise, sabahın
erken saatinde bunların üzerine tükürük sürmekti. Ateş, ağrı, türlü
yetersizlikler ve raşitizm için tek bir dua okuması yeterliydi; ama bu
duanın sözleri gizliydi ve yetkili olmayan birinin bunları duyması halinde
gücü kayboluyordu.
Kendisine ta Amerika’dan yazıp yardım istemişler ve saç telleri
yollamışlardı. Gerektiğinde yalnızca saçlara bakması bile yeterli oluyor,
bunlar aracılığıyla bedenleri görerek hastalıkla ilgili duaları okuyordu. Bu
arada, doktorların umut kestiği, doğuştan felçli bir Amerikalı çocuğu da
iyileştirmişti. Çünkü onun için durmamaksızın dua etmişti.
Rahip, tüm bunlar için nasıl bir açıklama getireceğini ondan sordu.
Açıklanacak pek bir şey yoktu. Olup bitenler kendisinin değil, Yüce
Tanrı’nm eseriydi.
Johann Forster 1975 Ocağında öldü; ölümü de tıpkı söylediği gibi
olmuştu.
Günümüz insanları ancak başka umut kalmadığında, duayla İyi-
leştirenlere ve benzeri şifacılara başvurmaktalar. Bu nedenle, başvurulan
kişiler toplum sağlığı için bir tehlike oluşturmamakta. Bir tehlike olarak
görülmesi gerekenler, sözümona bilimsel olarak çalışanlar, kadın
dergilerinde ve öteki yayın organlarında kendilerinden söz ettirenler, özel
kliniklerde bu işleri yürütenlerdir. Kanserliler ve doktorların umut kestiği
öteki hastalar bu tür kliniklere akın etmekte, oralarda okunan dualarla
acılarının azaldığını hissetmekte- ler; hatta bazıları da tümüyle iyileşiyor.
Ebermut Rudolph adlı rahip, kutsal şifacılık konusundaki araş-
tırmasını şöylece Özetliyor:
"Çok uzak mesafelerden kan durdurmalar, yanık ve haşlanmaları
iyileştirmeler, öteki acı dindirici girişim ler yalnızca telkin kuramına
bağlanamaz; çiinkii hastaların hiçbiri kendileri için ne tür bir çaba
gösterildiğini bitecek dunımda değildir. Belki de burada ele alınması
gereken olasılık, telepatik veya psikokinetik güçlerin etkinliğidir
Ancak şu da var ki, bu şifacılar ya da onların oğulları ve kızları,
akupunktur türünden yarı kabul edilmiş metotları yalnızca hasta bedenler
üzerinde uygulamakla kalmıyorlar. Bu kişiler evlilik çekişmeleri veya
çiftlerin anlaşmazlığı gibi konularda öneriler de ver- mekteler. Onlara
göre, beden ve ruh diye bir ayırım olamaz. İnsan çeşitli alanlara bölünmüş
bir yaratık değil, bir bütündür ve Tanrısal amaçlı bir evrende
yaşamaktadır.
44
Ama bugün en gizli köşelere bile girmiş olan uygarlık bu inancın
kökünü kazımakta; artık pek az kişi, bilim ve aklın "iyileşmez" dediği
durumlarda bîr duanın veya inanma gücünün etkinlik göstererek insana
sağlığını yeniden kazandırabileceğine inanıyor.
Sırf nedensellik kavramıyla yönlendirilen dünyamızda artık birer
fosil gözüyle görülen şifacılar, sırdaşlar, çingene kakuları, oluşturdukları
birliğin yıkıldığına tanıklık ediyorlar. Bir zamanlar çingenelerin hac yeri
sayılan Camargue’daki Sintes-Maries-de-la-Mer bugün hippilerin ve
turistlerin buluşma yeri. Çingene toplumu "Yaşamın kaynağı" dedikleri
ortamdan, hep ders alageldikleri doğal çevrelerden giderek kopmaktalar.
Bunların kentsel yaşama uyum amacıyla gösterdikleri zorlanış, kakuların
gücünü de yok etmekte. Bu çingene şifacıların iyileştirme metotları,
psikoterapik yetenekleri, yaşam bilgelikleri ve bakışlarındaki güç, ancak
ruh, beden, çevre ve yaşam şeklinin olumlu bir uyum teşkil ettiği,
geleneksel toplum yapısı ve dünya görüşünün ve de iradenin buna karşılık
verdiği hallerde etkin olabiliyor. Çingenelerin Gaço dedikleri bizlerin
dünyası ve uygarlığı, onların yeni nesillerini kendi içine emmekte. Son
kaku- lar da artık sessizliğe gömülmekteler. Bunların, şamanlar, kabile
doktorları ve şifacılarınkine benzer bilgi ve Öğretilerini devralarak
başkalarına aktaracak kişiler de hemen hemen yok gibi.
Madde ve organizmalar üzerindeki bilimsel olarak ölçülüp ka-
nıtlanamayan etkiler, parapsİkologların sandıkları gibi geçmiş çağların
arkaik bir kalıntısı değildir. Aksine bu etki ve yetenekler belli bir dünya
görüşüne ve bunu sağlamış olan bir uygarlığa bağlıdır.
Ancak bunları anlayabilmek için yaşamı parçalara bölmemek,
meslek, tatil, aile, bedensel sıkıntılar, ruhsal sorunlar ve nevrozlar
türünden çoğunlukla birbiriyle uyuşmaz bölünmeler yaratmamak
gerekecektir; kendisini ve çevreyi anlamlı bir birlik halinde görebilen kişi
bir zamanki insanların başarılarım anlar ve bunları yineleyebilir.
Sayısız etnolojik çalışma sonucu ortaya çıkarılan şamanlar, bü-
yücüler, şifacılar ve kabile doktorlarına ait yetenekler, parapsikolo- jiyle
boş inançlar arasında bir yere yerleştirilmiş olup, bu tür şeyler ille de
uygarlığı gerektirmeyen, nedensellikten uzak bir dünya görüşüne bağlıdır.
Bugün metrodaki bir kaku, araba tamir atölyesindeki bir kabile
doktoru ya da gökdelendeki bir şaman, çoktandır kaybolmuş bir dünyaya
ait trajik figürlerdir ve bunlardan ancak pek azının şans, güç veya inatçılık
sonucu kurtarıp bizlere aktardıkları şeylere ise büyüsel fosiller diye ve
tıpkı müzelerde sergilenen nesneler gibi hayret ve şaşkınlıkla -biraz da
gülerek- bakıyoruz.
45
BİLİNÇDIŞI GÜÇ

"Çünkü insan, kendi mekanizmasını harekete geçiren bir ma-


kinedir. O, durugörüye ya da acılarını hafifletebilme yeteneğine
sahip olabilir, ama bunun farkında değildir. Öte yandan, hem
bir makine, hem de bir teknisyen olduğunu bilmediği için,
giderek doğadan uzaklaşır ve yapay kavramlardan yardım umar.
Bu yapaylık onu ağır ağır mahvedeıken, doğal yasaları ve yaşam
denen hareketi yeniden keşfedip beliıieyen birine rastlayacak
olursa, ona büyücü der."

(Pıerre Derlon: Büyücü ve Efsuncutar Arasında.)

BİR KEZ DAHA PLETSİMOGRAF


John Mİhalasky aslında birazcık meraklıydı. Kendisinden, Douglas
Dean tarafından sürdürülen denemelere fakülte danışmanı olarak yardımcı
olması ve Newark Mühendislik Koleji ile burada yapılan Psi projesi
arasında bağlantı elemanı olarak hareket etmesi rica ediliyordu.
Mİhalasky’nin kanısı, "duyudışı algılama" olgusunun -tabii böyle bir
şey varsa- birtakım araçlar yardımıyla gözlemlenebilir hale getirilmesinin
pek de mümkün olmayacağıydı. Ama, Douglas Dean’m Psi faktörünü
araştırdığı yerden gelen haberler, bunun "işlediği" yolundaydı; bu yüzden
işi şöyle bir kurcalamaya karar verdi.
Kendisinin de bir teste katılması istendiğinde, bunu kabul etti.
Böylece, işbozan biri olarak görünmeksizin durumu kendi gözüyle
inceleyebilir, bir aldatmaca olasılığım, kastî olmasa bile varılan yanlış bir
sonucu gözler önüne serebilirdi.
Asistanlara, kendisi için duygusal anlamları olan beş tane ad verdi ve
bunlar fişlere İşlendi. Daha sonra Douglas Dean onu bir odaya götürerek,
kollukları da bulunan rahat bir koltuğa uzanmasını rica etti. Bu arada,
46 parmağının birine plastikten yapılma bir tür kılıf geçirildi; bundan çıkan
bir kablo, duvarın içinden öteki odaya uzanıyordu, öteki taraftan hiç ses
gelmemekteydi; ne bir cihaz gürültüsü, ne de kartların hışırtısı.
Douglas Dean’ın açıklamasına göre, parmaktan çıkan kablo yan
odadaki pletsimografa bağlıydı. Parmağın ve bunun üzerindeki kılıfın oda
ısısıyla aynı düzeye gelmesi için geçen on beş dakikalık bir süreden sonra
deney başladı. Asistanlar kartları karıştırdılar; hangi kartın çekileceğini
Douglas Dean da bilmiyordu. Çekilen kart boş olabileceği gibi, kendisi
veya John Mihalasky tarafından belirlenen, duygusal anlam taşıyan
kartlardan biri de olabilirdi. Test gereği onbeş kart ve bu arada beş tane de
boş çekilecekti. Testi uygulayan da, buna katılan da kartlardan yalnızca
beş tanesini tanımaktaydılar. Bunlar daha önceden seçilmişti; öteki
kartların neler olduğu bilinmemekteydi. Mihalasky kartlar üzerine
konsantre olurken, öteki odada tarafsız bir gözlemci de pletsimografa
dikkat edecekti. Deney süresi yaklaşık yirmi dakika olmakla birlikte, bu-
nun tam olarak başladığı ve bittiği an bildirİImeyecekti. Ayrıca isimler
üzerinde konsantre olmaya da gerek yoktu; gönderim işlemi düzensiz
aralıklarla olacaktı. Mihalasky’ye, zihnini boş bir hale getirmesi
önerilmemişti; bunu yapmak için daha da gerginleşebilirdi. Düşüncelerini
Öylece kendi haline bırakması yeterli olacaktı.
Douglas Dean odadan çıktı; bunu yaparken de ışığı ve kapıyı kapattı.
John Mihalasky ucu kılıflı parmağım bir yere dayamış, öylece
yatıyordu. Çevrede en ufak bir ses duyulmamaktaydı. Bu arada birtakım
düşüncelerle İlgili görüntüler kafasının içinde oynaşıp duruyordu. İşi,
kolejdeki gerilim, ailesine yeteri kadar zaman ayıramayı- şı. Bu arada
bazı korkular da duymuyor değildi. Ya burada temelli bırakılırsa? O
zaman tıpkı bir uzay kapsülünde tıkılı kalmış gibi olacaktı.
Aradan uzunca bir zaman geçmiş, düşünceleri bir yerde durmaksızın
oradan oraya sıçramıştı; tam da sonucun tümüyle başarısız olacağım
kafasından geçirdiği sırada odaya giren Douglas Dean, yeni bir dizi teste
katılmak isteyip istemediğini sordu. Mihalasky’ye kusursuz bir medyum
olduğunu söylüyordu. Daha sonra pletsimog- rafı gören Mihalasky,
birtakım uzun çizgilerin belli noktalarda ve aynı anda, farklı yükseklikte
eğriler çizmiş olduğunu gördü.
Eğrilerdeki yükseklik farkının nedeni, İsimlerin duygusal açıdan
değişik nitelik taşımalarıydı. Douglas Dean’ın adı yalnızca ufak bir beyin
İşlevine yol açarken, kendi adı, parmak ucundaki kan mik- tarmda
oldukça büyük bir azalmaya neden olmuştu. Boş kartlar ya da bunlarm
üstündeki rastlantısal isimler üzerindeki konsantrasyon sonuçlan da
benzer nitelikteydi. 47
John Mihalasky tüm bunların belli bir anlam taşıdığını biraz
şaşkınca da olsa kabul etmek zorundaydı. Bedeni, bir başkasının düşünce
içeriğine karşı tepki göstermişti. Bu ise, varlığına herkesin karşı çıktığı bir
gücün kendisini etkilemesi anlamına geliyordu.
Daha sonraki testlere hazır olduğunu bildirdi. Amaç, birbirine uyum
gösteren pek çok sonuçta yer alabilecek rastlantı faktörünü aradan
çıkarmaktı.
Bunun üzerine kendisine uygulanan kırk üç dizi testin otuz sekizinde
yoğun bir tepki gösterdi. Bu arada kendisine gönderilen isimlerin ne
olduğunu bilmiyordu bile; bunlarm arasında küçük kızı- nınkİnin yanı
sıra, hiç hoşlanmadığı bir meslektaşının adı da vardı. Bu arada, gönderim
işleminin yapıldığı anı bilmediği halde, hemen tam zamanında tepki
göstermekteydi. Denemeler daha da genişletildi. Douglas Dean’ın
belirlediği üzere, her dört deneyin birinde iyi sonuca varılıyordu. Ama o,
düşünce aktarımına gösterilen bu dörtte birlik tepkinin önemli olmadığını
yazıyordu. Belki de denemeler için başka göndericilerin kullanılması
yerinde olacaktı.
Testler daha zorlaştırılmış şartlar altında sürdürülürken, gönderici ve
alıcı arasındaki uzaklık da bin kilometreye çıkarıldı.
Bu denemelerin en ilginç olanlarından biri, suyun altındaki bir
dalma küresinden gerçekleştirilendi. Florida’da, on metre suyun altında
bulunan küredeki gönderici, Zürih’teki bir alıcıya İsimler gönderdi. Bu
İkisi arasında herhangi bir telsiz ilişkisi ya da benzeri bir bağlantı
kurulmuş olması söz konusu değildi. Buna karşın alıcı, tam da gönderim
işleminin yapıldığı anda bir tepki gösterdi. İki taraftaki pletsimograflar da
zaten beklenmekte olan o bildik işaretleri çizdi.
Douglas Dean’ın vardığı sonuçların açıklanışının hemen ardın- dan
bazı para psikolojik ütopyalar geliştirilmeye başlandı. Bu canlı iletişim
sisteminden yararlanarak, saniyenin çok kısa bir parçası içinde tüm
evrenle iletişim kurmak ya da Ay’ın arka yüzünden haberler elde
edebilmek gibi...
Amerikan pletsimograflarıyla ilgili bu hayaller, Sheila Ostrander ve
Lynn Schröder tarafından yayınlanan bir kitapla birden kesiliverdi. Bu
ikisi, kusursuz bir zamanlamayla, parapsikolojiye ve onun gelişmesine
duyulan ilgiden de yararlanarak, demir perde gerİsindeki Psi projelerini
konu alan kitaplarını piyasaya sürdüler. Kitapta, insanları ürkütecek
boyutlara varabilecek süper bir Psi güçten de söz edilmekteydi. Bu iki
yazara göre, Amerika'da henüz ütopya olarak görülen ve gelecek
48 nesillerin araştırıcıları için hedef diye belirlenen şeyler Sovyet Rusya'da
çoktan gerçekleştirilmiş bulunuyordu.
Ostrander ve Schröder, Sovyetler’in telepatik bir kod geliştirmiş
olduğunu bildirmekteydiler. Bu kod, uzay araçlarıyla yer istasyonu
arasındaki bağlantı kesilmelerinde, Ay ya da yakın gezegenlerle yapılacak
haberleşme aksamalarında veya tamirat için gerekli bilgilerin
aktarılmasında kullanılabilecekti.
Demir perdeden sızan ve iki yazarın kitabında yer almakta olan Psi
haberleri, giderek soluklaşan bir konuyu yeniden tazelendirirken, aradaki
soğuk savaşı da bir ölçüde arttırdı. Sovyetler’in psi- kokinetik yetenekli
medyumlar yetiştirmeleri, Psi laboratuvarların- da hazırlık çalışmaları
yapmaları, gizli askeri sırlar açısından son derece önemliydi. Bu
medyumların güçlerinin muazzam boyutlara varması halinde,
Amerika’daki tüm atom bombalarının parafizyolojik güller aracılığıyla
uzaktan ateşlenmesi her zaman mümkün olabilir-

Ancak, kurgubİlim romanlarına konu oluşturabilecek bir iletişim


sistemi ve iki yazarın sözünü ettikleri şeyler gerçek durumu yansıtmaktan
uzak. Bu iki yazarın yanı sıra, Douglas Dean ve öteki pa- rapsİkologlar
aşın derecede iyimserler ve araştırma sonuçlarını biçimsiz bir şekilde
değerlendiriyorlar.
Pletsimograf denemeleri, Psi denen şeyin varlığına bir kanıt; çünkü
bir düşünce olgusu, bir konsantrasyon hareketi, paranormal bir şekilde
öbür bedeni etkileyebilmekte. Biraz da psikokineziyi andıran bu durum,
gerçekte bilinçaltını etkileyen bir telepati.
Parapsikologların iyimserlikleri tam olarak kanıtlanamayan, ancak
pek de çürütülemeyen tahminlere ve henüz gelişme düzeyindeki bir
başlangıca dayanıyor. Bu, insan ruhunun gelişip mükemmelleşme
özelliğine sahip oluşudur. Bu açıdan bakıldığında pletsimograf
denemeleri, Psi faktörünü kontrol altına alma yolundaki bir ara istasyon
olmaktan öte gidemez. Onun verdiği kayıtlar sonucu, gönderici ve ahcıda
aynı anda görülen kan düzeyi değişmeleri, aşırı derecede yoğunluk
farklılaşmaları ve beyine giden kan akışında artış gözleniyor. Tüm bunlar
Psi faktörünün etkinliğine ilişkin işaretlerdir.
Bununla birlikte, parapsikologlarca kanıt olarak ileri sürülen bu
olguların iki küçük eksikliği var: Pletsimografın çizdiği İşaret ve örnekler,
sözü edilen gücün sinyalleri olmayıp, düşünce aktarımına veya bu gücün
oluşturduğu etkiye ilişkin ikinci derecedeki belirtilerdir. İkincisi de,
aktarılan şeylerin belli bir düşünce içeriği olarak görülemeyeceğidir.
Denemeye katılan kişiler neyin, nasıl ve ne zaman aktarıldığını 49
bilemiyorlar. Yalnızca birtakım sinyaller gönderilmekte ve bilinçaltının
yakaladığı sinyaller bir Psi gönderimi olarak işaretlenmekte. Ama bu tür
aktarımlarda telepatinin mi, yoksa duru- görü ve psikokinezinin mi söz
konusu olduğu belirlenemiyor.
Görünüşe bakılırsa, parapsikologlar bu tür sorularla pek kafa
yormuyorlar ya da en azından bu gibi şeyler onlara önemli gelmiyor.
Onlara göre, bilinçaltındaki Psi bilgileri yalnızca değişik bir duruma
geçmekte ve hipnoz, transkart okuma, kristal küreye bakma ya da rüya
türünden belirgin teknikler aracılığıyla yeniden bilinç düzeyine
yükselmektedir.
Ancak burada şunu belirtmek gerekiyor. Sözünü ettiğimiz olgular
öyle ender durumlarda gerçekleşiyor ki, parapsikologlar bile hep aynı
örnekleri göstermek zorunda kalıyorlar. Burada aklıma şu soru geliyor:
Bunun tersi olamaz mı? Bilinçli Psi olayları, kendiliğinden oluşan
görüntüler ve madde üzerinde oluşturulan etkiler en azından günümüz
için gereksiz şeyler olabilir mİ? Bugün parapsiko- logların Psi diye
adlandırdıkları şeyleri bılinçdışı bilgiler, insanda var olan yeteneklere
yönelmiş ve bilinç tarafından kaydedilmeyen çok ince nitelikli bedensel
değişimler olarak tanımlayabilir miyiz?
Pek çok kişi bu görüşte.

BÜYÜ - BİR YETENEĞİN TANIMLANIŞI


Parapsikolojiyle ilgili pek çok kitap, içerdikleri şeylerden çok daha
fazlasını vaat eden başlıklar taşır.
Hans Bender kitaplarından birine Bizlerdeki Altıncı Duygu başlığım
koymuştur. Ama orada sözü edilen Psi olayları incelendiğinde, böyle bir
olguyu "Bizim" diye adlandırmanın zor olacağım görüyoruz. Russel Targ
ve Harold Puthoff un araştırma raporlarını dilimize aktaran çevirmen
buna, "Herkes Altıncı Duyuya Sahiptir" başlığını yerleştirmiştir. Bu
"Herkes” deyimiyle, profesyonel Psi yıldızları amaçlanıyor olmalı...
Hans Holzer de şöyle diyor: "Duyularüstü denen şey apaçık var olan
bir olgudur. Siz de altıncı duyunuzu keşfedin." Ancak, bu alanda fakirler,
büyücüler, ruhlar ve değişik düşünceler öylesine baskın durumda ki, Psi
ile ilgilenen bir halk toplumuna yer bile kalmıyor.
Peter Andreas gibi öteki yazarlar "Günlük yaşamda Psi" gibi konulan
göz alıcı bir şekilde ortaya.koymaktalarsa da, sözü edilen bu "günlük
yaşam"m belli bir düzeyin üstündekilerle ilgili olduğu görülüyor.
50 Karşılaştığımız bu tutarsızlıkların temel nedeni, Psi’nin herkes için geçerli
genel bir yetenek olduğu görüşünde, tüm insanların buna elverişli olarak
kabul edilmesinde yatmaktadır. Fanny Moser daha 1935 yılında bir
noktaya değinerek, birtakım medyumların genel sayılabilecek bazı
paranormal güçlere sahip olduklarım belirtmişti: "Bunlar, bu tür güçlerin
insan organizmasının genel özelliği olduğunu kanıtlıyorlar. Ancak, böyle
kişiler herhangi bir nedenle diğerlerinden çok daha üstün bir düzeye
varmış dürümdalar ve çok dikkat çekici bir şekilde başkalarını
etkileyebiliyorlar. Başkaları da bu güce bir ölçüde sahip görünmekle
birlikte, bir medyumun oluşturduğu etki, dolu bir akümülatörünkine
benziyor ve bunu dolduran da orada bulunan kişiler."
Her medyumda belli bir potansiyelin var olduğu ve bu kişilerin belli
çevreler içinde paranormal etkinlikler gösterdikleri görüşüne prensip
olarak karşı çıkılmamakla birlikte, bu tür kişilerin neden oldukları
birtakım olaylar, bizlerin alışılmış düşünce şekillerinde kargaşalara yol
açıyor.
Varılan bu sonuç akla yakın olmakla birlikte, zayıf bir noktası da
yok değil. Yukarıdaki pek aydınlatıcı kurama karşın, pek az kişide
medyumluk niteliği görülüyor. O halde Psi gücünü kendinde depolamak
ve paranormal etkinlikler göstermek özel bir yetenek mi gerektirmekte?
En azından İsrail Parapsikoloji Derneği başkanı Heinz C.Be- rendt
bu görüşü desteklemekte. Ona göre, tüm insanlarda Psi yeteneği var
olmakla birlikte, bu farklı düzeydedir. Kendisi şöyle diyor: "Sıradan
kişilerle paragnostlax (Psi yetenekli kişiler) arasındaki temel fark,
birincilerin yalnızca rasgele nitelikli paranormal deneyler geçirmelerine
karşm, İyi bir paragnostun sürekli olarak veya sık sık paranormal
yeteneklerini gerçekleştirebilme özelliği göstermesidir.
Bu tür yeteneğe sahip biri dış dünyayla bağlantısını keserek, yabancı
nitelikli serüvenler yaşamakta ve bûnlarm oluşturduğu etkiyi ya apaçık ya
da semboller aracılığıyla çevresindekilere aktarmaktadır."
İşte bir tutarsızlık daha: Hem Psİ yeteneği için geneldir deniyor, hem
de ancak pek az kişi bundan yararlanabiliyor.
Ama burada şu soruyu soralım: Yararlanma nedir? Diyelim ki biri,
benim çocuğumun öldüğünü dakikasına kadar biliyor; bir başkası tabak
çanağı birbirine katıyor, poltergeist türünden gürültülere yol açıyor ya da
çatalları büküyor; bir diğeri de bir kömür madenindeki kaymayı görmekle
birlikte, bunun nerede, tam olarak hangi gün ve saatte olacağını
söyleyemiyor. Bunlarda bir yararlanmadan söz edilebilir mi?
Parapsikologlar, bilinçaltı düzeyden daha yukarıya çıkamayan, orada
saklı kalan ve olsa olsa birtakım bedensel tepkilere yol açan Psi
bilgilerine kayıp bilgiler gözüyle bakıyorlar; bunların tüm projeleri, amaç 51
ve ütopyaları bir noktaya yöneliktir: Psi faktörünü tıpkı bir virüs gibi
yalıtmak, onun yapısını etkinlik türünü tanımlamak. Böylece, artık
yalnızca seçilmiş kişiler değil, herkes o Psi bilgilerini bilinç katmanına
yükseltebilecektir.
Genelde pek az etkinliğe sahip birtakım paranormal bilgiler, bu
alanda uğraşanları yollarından çevirmiyor gibi; bu kişiler her yeni alanın
kendine özgü bazı zorlukları olacağı görüşündeler. Otomobil ve buhar
makinesi için de aynı şeyler olmamış mıydı?
Öte yandan parapsikologlar şimdilik kuşkulu durumda bulunan Psi
faktörünü kontrol altına alsalar, bunun sınırını ve işlevlerini tam olarak
tanımlasalar bile, sonucun ille de akılcı ve de yararlı olacağı söylenemez.
Eğer barut birtakım kötü ellere düşmemiş olsaydı, biz hâlâ onu yeni yıl
şenliklerinde gürültülü bir eğlence aracı olarak kullanıyor olabilirdik.
Çoğu zaman, yeteri kadar işaret var olduğu halde, hemen sonra
gelebilecek durumu görmemiz mümkün olmaz.
Felsefe profesörü C.D. Broad, 1949 yılında şunları yazıyordu:
"Paranormal bir algılama ve akış gerçekten varsa, bunların ender
durumlarda gerçekleşen ya da laboratuvarlarda deneysel olarak kanıtlanan
şeyler şeklinde kalmayacakları büyük bir olasılıktır. Çok olası bir başka
durum da, bu gibi olguların sürekli olarak bİzlerin günlük yaşammm
gerisinde birtakım etkinlikler sürdürdükleridir. Bİr kişiye karşı duyulan
sempati ya da antipati, birtakım işlere karşı beslediğimiz tutum ve
duygular, görünür bir neden olmaksızın ve birdenbire doğan fikirler, bazı
insanlara karşı kendiliğinden gösterilen tepkiler vb... Tüm bunların
paranormal bir akışım ve algılamayla kararlaştırılıyor olması
mümkündür,"
Ostrander ve Schröder de benzer tahminlerde bulunuyorlar:
"Bilinçsiz bir Psi belki de düşündüğümüzden daha sık bizlere yardımcı
oluyor: Bazı davranışlarımız, herhangi bir Psi bilgisi elde ettiğimizi fark
etmeksizin gerçekleşiyor. Sezgi duyumuzu uyandıran bazı önsezileri iyi
ruhlar olarak değerlendiriyoruz. Bunlar değişik düşünce modelleri
taşımakta, mantığımızı bütünlemekte, yaratıcılık cevherini ve doğru
kararları içermektedirler."
Öte yandan parapsikologlar, bu iyi ruhlar görüşünü kulak ardı
ederek, uzun zamandır aynı başarısızlığı sürdüren deneyler aracılığıyla
kusursuz bir Psİ sistemi geliştirmeye çalışıyorlar.
Bunlar basit bir soruyu ve bunun aynı derecedeki basit sonucunu
görmez gibiler. Son derece ender durumlarda gerçekleşen telepati,
52 durugörü, önceden bilme ya da psikokinezi türünden paranormal olgular
niçin ille de insan organizmasının sınırları içinde ve de onun gerekleri
olarak görülsün? Bizce fark edilmeksizin gönderilip alman, bedenimizi
etkileyen, iyi veya kötü duygular uyandıran, sevgiye ya da kaçınmaya yol
açan, bizi uyaran ya da coşturan, belli davranışlara yönelten Psi bilgilerini
bir yetenek olarak görmek ve onu tıpkı konuşmak, sevmek, sevinmek,
sosyal bir varlık olmak gibi biz- leri bir çöküşten korumaya yönelik öteki
yeteneklerle aynı kefeye koymak akla yakın olmaz mı?
Bugün parapsikoloji, doğa bilimleri metotlarının da uygulanmasıyla
üniversitelerde ders olarak okutuluyor. Bunun araştırma alanı da
kesinlikle belli: Psi. Bu kavram İse tüm parapsişık olguları, duyular
olmaksızın kavranan fikirleri ya da madde üzerindeki doğrudan etkileri
ele alıyor.
Böyle bir belirlemede bilinçdışı denen şeye yer yok. Bu şekilde ele
alındığında onu tasarımlar, metafizik, yaşam hüneri, dinsel veya mistik
öğretiler, bilgelik -ya da günümüzde ondan ne kalmışsa- alanında ele
almak gerekiyor.
Benim kanım da, bilinç içine girmemekte olan paranormal bilgilerin,
bir bilime konu oluşturmamaları gerektiğidir.
Bunlar insanın yetenekleriyle İlgili şeylerdir; her insan öğrenebilir,
resim ya da müzik yapabilir, sevgi, haz, korku, üzüntü hissedebilir. Yine
insan bunların yanı sıra bilinçaltınca yakalanan, farklı güçteki bilgileri
alıp aktarabilir, öte yandan bunlar önsezi, kendini kötü hissetme gibi
belirgin bedensel tepkiler şeklinde de ortaya çıkabilir.
Ama her insanda farklı olan birtakım yetenekleri bilim konusu
haline getirmek oldukça boş bir çaba sayılabilir.
Müzik olgusunu ele alalım. Hemen herkes ıslık çalıp şarkı söy-
leyebilir, pek çok kişi müzik aletlerini gayet ustaca çalabilir, hatta birkaç
tanesi de çok tutulan bazı müzik parçaları besteleyebilir.
Müzikalite kavramı belki de insanm kafasında yerleşik bir şeydir.
Bazı özel eğitim programlan izlenerek bunun geliştirilmesi de
mümkündür; ama çağımızda gerçek bir opera besteleyecek yetenekli
müzikçilere fazla rastlanmıyor. O halde bunun nedenini yalnızca bir
yeteneğin geliştirilmesinde aramamalıyız; böyle bir şey için bulunması
şart olan yeteneğin yanı sıra, çağma ve çevresine belli şekilde damgasını
vuracak son derece duyarlı bir kişilik yapısı da gereklidir.
Ben, yalnızca bilinçaltının yakalayabildiği paranormal bilgilerin elle
tutulur bîr nitelik taşım ayışlarının yanı sıra, bunlar konusundaki
başarıların da pek az kanıtlanabilir oluşu nedeniyle, bunları bir bilim
katalogu içine yerleştirmenin hatah olacağı görüşündeyim; çünkü 53
geleneksel yapıdaki bilimlerimizin insanla ilgili yetenekleri kesin,
güvenilir ve inandırıcı bîr şekilde tanımlayabileceklerini sanmıyorum. Bu
yetenekler mekanik bir şekilde işlemediği gibi, aym şartlar altında aym
sonuçlar da meydana gelmemektedir. Bunlar canlı bir nitelik göstermekte
ve her tür sistematikten sıyrılmaktadırlar.
Yukarıdaki müzik örneği, parapsikolojideki bir başka kuşkuya İşaret
ediyor. Psi denen şey yalnızca olağanüstü başarılar şeklinde belirmekte;
her ne kadar açıkça belirtilmese bile asıl amaçlanan, herkesin bu
olağanüstü başarıların üstesinden gelebilmesidir. Ama bu arada
parapsikolojinin gözardı ettiği nokta, daha az dikkat çekici başka
paranormal yeteneklerden de birer anlam çıkarılabileceğidir. Bu alanda
mutlaka bir Mozart, Paganini veya Caruso olmak önemli değil; insanın
melodiler ve ritmler yaratabilme, bunları yararlı ve dikkat çekici bir
şekilde sunma yeteneği uzun zamandan beri artık tartışılmıyor bile. Bazı
durumlarda söylenegelen kilise ilahileri, çalışırken söylenen şarkılar ve
folklor müziği, pedagogların müzikle tedavi denemeleri, hepimizde az
çok gelişmiş bir müzikalite olduğunu ortaya koymakta.
Benim maji diye adlandırdığım yetenek, parapsikologlar tarafından
yalnızca belli bir alan şeklinde ayrılmış görünüyor; kısaca "P- si" adı
verilen bu seçkin alanın dışında kalanlar tanınmadığı gibi tam bir
karmaşaya terk ediliyor.
Evet, Psi faktörü mevcut. Bizim için daha önemli olan ise Psi
alanının dışında kalan öteki ortamdır; burada zaman zaman bilinçli
paranormal olaylar yaşıyoruz.
"Maji" kavramı taban ve tavanı yeniden birleştirerek uyumlu bir
sinyal verme durumunda.
"Psi", büyüsel nitelikli bîr başarı anlamında.
"Maji" ise bana göre tüm paranormal tepkiler, başarılar ve öğretiler
için en uygun bir üst kavram görünümünde; çünkü birkaç bilimin, bu
arada Etnoloji, Psikoloji, Halkbilim, Sosyoloji ve Dinbili- min nedensel
bir açıklama getiremediği, insanlardan kaynaklanan olaylar için bu ad
kullanılmakta.
"Psi" gibi yapay bir kelime ya da onun yerini alacak bir başkası
bence pek yerine oturmayacak; çünkü zaten böyle bir kelime var. Ben
maji kelimesiyle, bu alandaki iki bin yıllık bir birikimi anlıyorum.
Halkbilim profesörü Wolfgang Brückner, Brockhaus-Ansiklo-
pedisİ’nde maji kavramını şöyle tanımlıyor: "Kıyas yoluyla İstenen hedefe
54 varmayı amaçlayan insani davranışlar kavramı; bunun gerisindeki
büyüsel düşünce formu; özel anlamda, doğal bilimlerce ele alınmayan,
gönden olgular konusunda ",doğaüstü" piçlerden söz eden, zorunlu
davranışlar niteliğindeki akılcı ve konvansiyonel bir sistem... Bununla
birlikte, büyüsel görüşler rasyonel düşüncenin tam aksi sayılmaz. Bu tür
davranışlann bir bölümünde kendi kendine telkin ve benzeri etkilerin
bulunduğuna kuşku yoktur; ancak, bunların etkinliklerini sürdürebilmesi
için birtakım nesnelere olan inancın devam etmesi gerekir."
Yukarıdaki üçlü açıklama bir yandan büyü kuramıyla ilgili tar-
tışmaların gerçek durumunu ortaya koyarken, öte yandan büyünün ne
anlama geldiğini de belirlemektedir; buna göre, insanın bilinçli bir çabası
sonucu -boş İnançla Psi arasında bir yerlerde bulunan- bir güç harekete
geçirilmekte, belli bir gerçeklik durumu oluşturulmaktadır.
Ama böyle bir açıklama sonucunda, birtakım noktalar karanlıkta
kalmış oluyor. Bunlar, günlük yaşamımız sırasında ortaya çıkan bilinçdışı
ve paranormal nitelikli bedensel tepkilerdir ve büyü kuramcıları bugüne
kadar bunları hep psikologların Önüne iteleyip durmuşlardır.
Görünüşe bakılırsa tabanla tavan, telkinle Psi, "şeytan kulağına
kurşun, tu, tu, tu" ile siyah ve kara büyü arasındaki boşluk yalnızca
kuramsal olarak mevcut olup, yine kuramsal olarak doldurulabilir. Her
şeyin bir ruh taşıdığına inanan ve sahip oldukları dünya görüşüyle bizim
6-7 yaşındaki çocuklarımıza eş olan yerlileri de göz önüne alırsak şu
sonuca varıyoruz: Psi’nin yalnız başına hiçbir işlevi yoktur. Bu şekliyle o,
kimsenin bir şey göremediği tabloları andıracaktır.
Bu konuda daha az kuramcı olmak, başka örnekler de vererek,
benim Maji dediğim o bilinçsiz gücün nasıl işlediğini araştırmak
gerekiyor; zaman zaman bir artma göstererek Psi ya da büyü adını alan bu
güç, nedensel olmayanı nedensel kılmaya meraklı bilim adamlarının
görüş alanına girmektedir.

KISA BİR PATLAMANIN UZUN SÜREN YANKISI


Amerikalı teknisyen Elias Howe ilk dikiş makinesini 1846 yılında
yaptı ve dört yıl sonra LM.Singer ufak bir düzeltmeyle bunun seri
üretimine başladı. Ancak daha Önceleri bir sorun, Elias Howe’u
haftalarca uğraştırın ıştı: İğneyi yerinden ayırmaksızın kumaşın içinden
nasıl geçirecekti?
Bir gece rüya gördü. Yamyamlar kendisini yakalamışlardı ve tehdit
etmekteydiler: "Eğer yirmi dört saat içinde dikiş makinesini icat etmezsen
seni yiyeceğiz."
Howe habire kafa patlatıyordu. Zaman geçiyor, durumu gittikçe 55
umutsuz bir hal alıyordu. Çevresinde davullar gümbürdüyor, yamyamlar
dans ediyor ve ateşin üzerine koca bir kazan konuyordu. Bir ara gözü
reisin mızrağına ilişti; bunun uç tarafında bir delik vardı.
Elias Howe birden uyandı; çözümü bulmuştu: Dikiş makinesinin
iğnesindeki delik, öteki iğnelerin aksine, uç tarafta olacaktı.
Bir yönetici, her sabah olduğu gibi arabasıyla bürosuna gidiyordu.
Yolda birden midesi sancımaya başladı. Adam arabayı durdurdu ve geri
döndü. Ağrı da yavaş yavaş azaldı. Bunun üzerine arabayı yeniden
durduran adam bir süre bekledi; ağrı falan kalmamışti. Yeniden büroya
gitmeye karar vererek dönüşünden bir süre sonra ağrılar yeniden başladı
ve adam sonunda evine gitti.
Kapıyı açtığında, karısının yolculuğa çıkmak üzere koridorda
olduğunu gördü. Kadın onu terk etmeyi düşünmüştü ve arabadaki ağrılar
başladığında, o da hazırlığını tamamlamış bulunuyordu.
New York’ta bir oyuncak fabrikası olan Herbert Raiffe, daha sonra
bir gazeteciye de açıkladığı gibi, 1971 yılında sırf bir önsezinin etkisiyle
siyah Panda ayılarının üretimini büyük ölçüde arttırdı. 1972 Şubatında, o
zamanki Başkan Nixon, Çin’e bir ziyaret yaptığında Mao Tse Tung pjna
iki tane Panda ayısı hediye etti. Bununla ilgili resimler Batı gazetelerinin
hemen hepsinde yer almıştı.
Bunun ardından, peluştan yapılma ayı kardeşlere olan istek de büyük
bir hızla artıverdi. Herbert Raiffe İse hazırlıklıydı ve hayatının işini yaptı.
İki yıl önce bir tamdık bana şu öyküyü anlattığında, bunu yazmasını
ondan rica ettim:
"1974 Nisam, bir Cuma günü.
Güney Fransa’daki üç haftalık kamp tatilimiz sona ermişti ve
bir kez daha benim Fransız mektup arkadaşımın ebeveyni
tarafından davet edilmiştik. Dört kişiydik: Hans-Peter Hain,
Volkmar Geil, ve ben Gemot Stenger. Hans sınıf arkadaşımdı ve
onunla çok içtendik. Volkmar’la da yıllardır dostça ilişkiler
içindeydik, ikimiz de hentbol oynuyorduk. Ama Volkmafla Hans
birbirlerini pek az tanıyorlardı. O akşam kendisine veda ettiğimiz
Bay Mereİer hepimize birer şişe kırmızı şarap hediye etti; 1967
damgalı bu şarap bayağı da pahalıydı.
Ertesi gün dönüş yolculuğuna çıktığımızda bir karar verdik:
Bu güzel şarabı gerçekten uygun bir an için saklayacaktık.
Pazar günü eve vardık ve ertesi gün okul yolunda birbiri-
mizle karşılaştık. Ortaya çıkan durum şuydu: Herkes Pazar günü
eve vardığnda birbirinden habersiz olarak şarap şişelerini açmış
56 ve öğleyemeğnde bir miktar İçmişti; hepimizin şişelerinden eksilen
aynıydı: Üç çeyrek.
Bu anlatılanların doğu olduğuna tanıklık ederim: Ger- nod
Stenger."
"On iki yıl önce bir kış sabahı, canım yataktan kalkmayı bir türlü
istemedi. Ne hastaydım, ne de okuldaki dersi kaçırmam için -o zamanlar
lise sondaydım- bir neden vardı. Annem birkaç kez beni kaldırmaya
niyetlendiyse de, sonunda 4Sen bilirsin’diyerek vazgeçti.
Bilmiyordum işte. Tembel biri olmadığm, kendimi yorgun da
hissetmediğim halde öylece yatıyordum. Tüm vücudum ağırlaşmış ve
uyuşmuş gibiydi. Kendimi garip bulmaya başladım. Evet, ortalık ay-
dınlanmadan kalkmayı bir türlü canım çekmezdi; ama bugün okula gitmek
istemeyişimin nedenini bir türlü açıklayamıyordum.
Hava aydınlandığında, annemle kahvaltı etmekteydim. O sırada
postacı kadın kapıyı çaldı ve annem kapı aralığnda onunla bir süre
konuşta. İçeri geldiğinde tek söylediği şu oldu: ‘Saat yedi buçukta is-
tasyondaki mazot kazam patlamış; bekleme salonu yanmış, ama yaralı
yokmuş.’
Ben, normal olarak saat yedi buçuk dolayında ısınmak için bu
kazanın önünde dururdum.
Size beş olay verdim. İnsanı bilinçsiz davranışlara yönelten bu
olaylarda birtakım büyüsel tepkiler göze çarpıyor.
Ender de olsa gerçekleşen bu beş olayda, içimizdeki bilinç dışı güç,
objektif olaylar aracılığıyla kendini dış dünyaya bildiriyor.
Parapsikologların çoğunluğu bu beş paranormal olay için, bilince
giremeyecek kadar zayıf yapıdaki Psi bilgileri şeklinde söz edeceklerdi.
Eğer Herbert 1971 Haziranında Nixon’la birlikte Panda ayıları
görseydi, Elias Howe mızrak yerine bir iğne fark etseydi, ya da ben mazot
kazanının patladığını bilseydim, bununla ne değişirdi ki? Belki bu
görüntüler tersine etki yapacak ya da bu bile olmayacaktı.
Bizler, kafamızın içinde titreşen resimleri okumaya alışık değiliz.
Yine bîzîer, davranışlarımızı etkilediklerini fark etmeksizin, Psi
bilgilerine sürekli ve bilinçsiz bir tepki göstermekteyiz. İçimizde sürekli
yükselip duran bu resimler bizim için olası durumları göstermekle
birlikte, bunların sırf rastlantı eseri de olsa gerçeğin bir yansıması olup
olmadıklarım güvenilir ölçüde bilemediğimizden, verdiğimiz kararlarda
bunlara bağlı kalamıyoruz. Yukarıdaki beş olayda sergilenen Psi bilgileri
gözardı edilselerdi, bunların hiçbir anlamı kalmayacaktı. Halbuki Öyle
düşünce şekilleri var ki bunlar, Psi faktörünün sınırlarını belirlemeye
çalışan bilim adamlarınca ele alınmıyor bile.
Bilinçsiz olan, aynı zamanda tanımlanamayan anlamındadır. Bu 57
nedenle, parapsikologların görüşüne göre, varoldukları konusu
pletsimograflarla kanıtlanan Psi güçlerinin de bilincin içine doğru
yükseliyor olmaları gerekir.
Öte yandan, paranormal olguları bilinçdışı düzenleyiciler ya da daha
çok dünyasal nitelikli koruyucu melekler olarak görmek bazı

58
larına yetmiyor; bunlar bu defineyi daha da kolay İnanılır bir şekle
sokma çabasmdalar. Böylece Psi’nin altın çağı gelmiş olacaktır. İnsanlar
artık kararlarını buna göre vereceklerinden, parasal kayıplara
uğramayacaklar veya boş park yeri bulma işi kolaylaşacaktır.
Beklenen bu çağ, çıkmaz ayın son çarşambasına kalmasın dîye
birtakım eğitim programları sürdürülüyor ve bilinçaltındaki zayıf etkilerin
güçlendirilmesi, bunların bilinç alanına sokulması amaçlanıyor. Ne var ki,
hiç de yeni olmayan bu teknikler, manastırlarda bin yıldır sürdürülen
pratiklere çok benzemekte. Onların amaçladığı durum, sağlam bir inanç,
belli amaca yönelik bir konsantrasyon ve özgür kılıcı bir gevşeme
sağlamaktı. Şimdiyse değişen tek şey, Tanrı’- mn yerini Psi’nin almış
olmasıdır.
Psi aracılığıyla boş park yeri bulmadan tutun da, borsa oyunlarında
başarı kazanmaya kadar uzanan beklentilerin kökü araştırıldığında
karşımıza çıkan şeyin, tüm dünyayı kaplamış olan "Amerikan şekli
yaşam"ın bir parçası olduğunu görüyoruz.
Ama biz insanlar, düzenli çalışabilmesi için yalnızca programı eksik
bir bilgisayar durumunda olmadığımız, kendimizi İçten ve dıştan gelen
duyu, algılama, düşünce ve haberlere karşı yalıtamadığı- mız İçindir ki şu
sonuca varıyorum: İnsanlığın son serüveni demek olan rüyalar ve sezgiler
konusunu açıklığa kavuşturacak olan bir bilinçdışı planının tamamlanması
daha uzun zaman alacak.
Mazot kazanındaki patlamanın yankısını ben ancak birkaç yıl sonra
hissedebildim.
Henüz öğrenci olduğum o sıralar, tıpkı And dağlarındaki büyü-
cülerin yakalayıp kovduklarına benzer bir yabancı varlığın beni huzursuz
kıldığını hissetmiştim.
Bugün bildiğim, o zamanki olayın bende belli bir düşünce reak-
siyonu başlatmış olmasıdır. Psi ve nedensellik arasında inançsızca gidip
gelen görüşlerim beni sonuçta şuna ulaştırdı: Bilinçsiz bir güç olan maji
(büyü), kendini bir içerik veya hareket olarak sunduğu ender durumlarda
belirgin bir hal alır. Yine maji, insana özgü bir yetenek olup, paranormal
sinyalleri yakalamayı ve bunları bedensel reaksiyonlar şekline sokmayı
sağlar.

AKILDAKİ BALIK-TAVUK VEYA I XT LAN


Eliphas Levi, Yüksek Büyü Törenleri adlı kitabında şöyle yazıyor:
"Hımbıl birinden büyücü olmaz. Büyü, hiç ara verilmeyen sürekli bir
çalışma ve eğitim gerektirir."

6l
Kendisi de "hımbıl biri” olmadığından, geride iki yüzü aşkm ve Çok
önemli eser bırakmıştır. Öyle ki, okült yazarların pek çoğu bunlardan
alıntı yapmış ve çoğu da bu kaynakları göstermek zahmetine bile
katlanmamıştır.
Helena Petrowna Blavatsky "Gizlİ Öğretiler" adlı birkaç ciltlik
eserinin bazı bölümlerinde Eliphas Levi’nin yazılarının etkisinde
kalmıştır. Öte yandan General Albert Pİke "Morals and Dogma of the
ASSR" adlı başyapıtını hazırlarken yine aynı kaynaktan yararlanmıştır.
Elİphas Levi 8 Şubat 1810’da Alphons-Louis Constant adıyla
Paris’te doğdu.
Ayakkabıcı olan babası bu zeki çocuğu Saint Sulpice Seminerine
gönderdi. Burayı bitiren Alphons, daha rahipliğin ilk yılında Hıristiyanlık
dışı kabul edilen alanlara ilgi duymaya başladı. Okült uğraşlara giriyor,
dinsizce yazılar üzerinde çalışıyor, Guillaume Pos- tel, Raimundus Lullus,
Agrippa von Nettesheim ve Martin Del- rio’nun eserlerini okuyordu.
Bilgin bir cizvit rahibi olan bu sonuncusu onu özellikle etkiliyordu.
Bu arada simya, majl, tslsımcılık gibi şeylere de kendini kaptırmıştı.
Onun ruhsal alanla ilgili bu çalışmalarına, pek de saf olmayan
bedensel birtakım uğraşların eşlik ettiği de oluyordu. On altı yaşında bir
kızla aşk İlişkisine girişmiş ve ondan iki çocuğu olmuştu. Daha sonraları,
yaşadığı bazı iç ve dış kavgalar sonucunda katolik kilisesinden ayrıldı;
yine de yaşamı boyunca bir rahip olarak kabul edildi.
Yazdığı eserlerin bir bölümü gerçek olayları yansıtmakta, ötekiler de
törensel kuramları işlemekteydi. Yazarlıkla ilgili olarak seçtiği ad, kendi
isminin İbranice karşılığıydı: Eliphas Levi.
Sistematik bir gizemli öğreti niteliğindeki Kabbala onu etkiliyordu.
Bunda metafiziksel kuramların yanı sıra uygulama da eksik değildi. Bir
başka araştırı dalı, çok daha eskilere uzanan gerçeklik ve sonsuzluğun
yorulmaz araştırıcısı Ahasver ise içinde bir sistem barındırmakta olup,
antik çağların sembolü Sfenks’in gizemli bilgilerinden ve Hıristiyanlık
haçının bir tür büyü etkisi oluşturabileceği noktasından yola çıkıyordu.
Eliphas Levİ’nİn büyüsel sistemi iki sütun üzerinde yükselmekteydi:
Eskilerin gizemli bilgileri ile Hıristiyanlık inancında sembolize edilen
sonsuz sevgi ve kurtuluş duygusu.
62
Bu kişi çok geçmeden Fransa'nm en önde gelen okültisti olup Çıktı.
Dostlan arasında Jean-Marie Wronski ve ünlü ezoterik Je- an-Marie
Ragon da bulunuyordu. Bu arada ünü İngiltere’ye de ulaşmıştı. Ünlü
roman yazarı Lord George Earl Bulwer-Lytton onu 1854’te Londra’ya
davet etti ve Gül-Haç tarikatına soktu. Eliphas Levi de bir anlamda buna
teşekkür etmek üzere, Francois Patrici- us’un Magia Phitisophica adlı
kitabından esinlenerek hazırladığı çok tanınmış eserinde ona bilgin bir
büyücü kişiliği tamdı: Apollonius von Tyana.
Kendisi 31 Mayıs 1875’te Paris’te öldü.
Onun Yüksek Majİ’nin Dogrna ve Törenleri ile Büyünün Tarihi adlı
eserleri günümüzde de hâlâ basılıp yayınlanmakta; çünkü bunlar daha
sonraki okültist ve ezoterik eserlere kıyasla çok daha ustaca kaleme
alınmıştır. Bunlarda rastlanan şaşırtıcı dönüşümler, konuşma ustalıkları,
espri, hayal gücü ve hiç de olumsuz olmayıp inandırıcılığa yönelik
bulunan hafif bir alaycılık, bu kişinin ölümünden yüz yıl sonra bile
okunmasını sağlamaktadır.
Eliphas Levi büyüyü şöyle tanımlıyor: "Doğadan ve büyücülerden
kaynaklanan gizemlerin aktarılmış olan şekilleri. Bu tür bilgiler, konudan
anlayan birine belli bir güç sağlamakta ve insandan yükselen güç üzerinde
İnsanüstü etkinlikler kurmasına olanak tanımaktadır."
Daha sonra da "insanüstü" deyimini açıklıyor: "Büyünün tüm
mucizesi buradadır; acemilerin fark etmediği, ama ustalarca yararlanılan
birtakım yasalar mevcuttur. Sanat ya da yetenekle birleşen bu yasalar
yaratıcı nitelikli, ama hiç de doğaüstü olmayan güçler sayesinde, insani
kavrayışı aşan harikülade işleri başarabilir." Martin Deirio da 250 yıl önce
benzer görüşler ileri sürerek, daha sonraki büyücüler için bunların geçerli
olacağım belirtiyordu.
Eliphas Levi kendisinin mucizeler yaratıp yaratmadığı sorusuna da
şöyle yanıt veriyordu: "Mucize deyimiyle, doğaya karşı çıkan ya da
ondan kaynaklanmayan etkileri amaçlıyorsanız, hayır; ben ne mucize
yaratırım, ne de bunu öğretebilirim. Mucize yalnızca cahiller için vardır,"
Buna göre, büyü denen şey bir tür yetenek ve potansiyel görü-
nümünde; ancak birinin bunu kullanabilmesi için bizzat yarattığı bilgi,
güç ve kendi gerçek yapısını tanımanın yanı sıra, Sfenks, Haç ve
Ahasver’in de bir araya gelmesi, bir bütünlük oluşturması gerekiyor.

63
"Büyücü, bir anlamda mikroskop ya da küçük dünyamn yaratıcısıdır.
Büyü konusundaki ilk bilgi kendini tanıma olduğu için, bununla İlgili tüm
çalışmalar da -bunların hepsi büyük bir işin temelinde birleşir- kendini
yaratmaya yönelik olmalıdır."
Böyle bir yaratma için de dört şart kaçınılmazdır: "Çalışmayla
aydınlanan bir zekâ, sarsılmaz derecede cesur olma, sapasağlam bir irade,
kayıtsız şartsız bir suskunluk. Yani, bilmek, cesaret etmek, istemek,
susmak...Büyücünün dört şartı budur."
Bir Stoisyen diye tanımlayabileceğimiz büyücü dış dünyadan ra-
hatsız olmaz; çünkü onun varlığında yalnızca bir parıltı görmektedir,
yoksa kör edici bir aydınlık ya da göz alıcı bir yaşam şekli değil. Bu
nedenle, Öğrencilerine güçle ilgili formülleri Öğretirken gösterdiği tüm
çaba şunları telkin edebilmektir: "Sen, sırdaş olmak isteyen kişi, Faust
kadar bilge misin? Kalbin Hiob kadar katı mı? Değil ha? Ama istersen
olabilirsin. Girdaplar oluşturup düşüncelerin üzerine çıkabildin mi?
Kararsızlık ve geçici heveslerden sıyrılmış durumda mısın? Kendini
şehvet duygusuna ancak istediğinde ve öyle olması gerektiğinde terk etme
gücüne sahip misin? Değilsin öyle mi? -Zaten hep öyle olmamış mıdır?-
Ama eğer istersen bu da olabilir." Bir büyücü ancak bu uzlaşmayı
sağladığı, tohum için tarlayı hazırlayabildiği takdirde güç konusundaki
Öğretilere girebilir. Böyle- ce, aklın içinde erimiş bulunan dehanın yol
açtığı tüm doğal mucizeler etkinlik göstermeye başlar. Eliphas Levi,
gerekli uyumu sağlayacak araçlar konusunda da şöyle diyor:
"Birer yardımcı güç ve araç niteliğindeki zekâyla irade aslında çok
az tanınıyor olmakla birlikte, büyünün en Önemli unsurlarıdır. Burada
benim kastettiğim hayal gücüdür... Bu yeteneğe ruhun gözü olarak
bakabiliriz. Her tür biçim ruh tarafından belirlenip saklanır ve biz onlar
aracılığıyla görünmeyen dünyayı seyrederiz; karşımıza çıkan görüntüler
ise bir tür ayna ve büyüsel yaşamın araç gerecidir. Biz bunlardan
yararlanarak hastalıkları iyileştirir, mevsimleri etkiler, ölümü canlılardan
uzak tutar, hatta Ölüleri uyandırırız; çünkü ruh iradeyi geliştirip
yüceltmekte ve ona evrensel bir hareket gücü kazandırmaktadır."
Eliphas Levi, bu alanda bilgi sahibi öteki yazarlarca da kabul edilen
hayal gücü ve bunun önemi konusunda kanıt olmak üzere Theophrastus
Paracelsus1 dan bir örnek verir; "Kendini tehlikeli bir savaştaymış gibi
64 düşün ve ona göre davran; tıpkı Aşil gibi yaralanmaz biri olduğunu
tasarla, gerçekte de Öyle olduğunu göreceksin.
Korku, mermileri sana doğru çeker, cesaret ise bunları karşıya yansıtır."
Bu kişi, insanın hayal gücünü güvenilir bir şekilde nasıl kullana-
bileceği yolundaki soruya şu yanıtı veriyor: "Bunu yapabileceğine
inanmak, sonra da harekete geçmek! Bu nasıl mı olacak? Her gün er-
kenden ve aynı saatte kalkmak, her sabah soğuk suyla yıkanmak, asla
kirli giysiler taşımamak, kendini temiz tutmak, birtakım zorunlu du-
rumlara daha kolay dayanabilmek için bazı şeylerden el etek çekmek,
büyük görevin gerçekleştirilmesiyle ilgisi olmayan her isteği sessizce
bastımıak... Biiyiik işi başarmak isteyen birinin, hazlann çekiciliğinden
kendini kesinlikle koruması, hırs ve uykunun üstesinden gelmesi, başarıya
karşı sanki bu bir ayıpmış gibi tam bir duyarsızlık göstermesi
gerekecektir. Bu kişinin yaşamını tek bir düşünce ve doğaya hizmete
yönelik tek bir irade yönlendirmeli, böyle biri tüm organlarına ve ilişkide
bulunduğu güçlere boyun eğdirebilir hale gelmelidir. Ruhunu ciddi
şekilde ğiçlendirerek bunu her tür tehlikeye karşı ileri sürmek, maji
uygulamalarına adamak isteyen kişinin kırk gün boyunca iç ve dış yönden
bir temizlik dönemi geçirmesi gerekir... Her pislik bir ihmal anlamına
gelir ki, bu da büyü için Ölümcül bir şeydir."
Bir büyücü, kendilerini kentsel yaşama kaptırmış olan kişilerden,
yeteneği, zekâsı ve mükemmel derecede geliştirdiği iradesiyle ayırt edilir.
O, bedenine hükmedebilmektedİr. Böyle biri için acılar, istekler, dürtüler
ve nefret duygulan kişiyi bir anda zayıflatıp parçalayabilecek olgular
durumundan çıkmış, aksine ruhu güçlendirecek unsurlar haline
gelmişlerdir. Bir büyücü, sahip olduğu güçleri son derece arttırmış ve
çevresinde görünmez bir duvar oluşturmuştur; öyle ki, kendisi
istemedikçe dış dünyaya ait bilgiler ve oluşumlar onun iradesini asla
etkileyemez. Bu arada, insanların mucize diye adlandırdıkları şeylerin
çoğu zaman, bir büyücünün bu kişilerin hayal güçlerinde değişimler
yaratması olduğunu da belirtelim.
Eliphas Levi, transmutasyonları ve simyacıların giriştikleri çabaları
ruhsal işlemlerin bir aynası olarak niteledikten sonra, gerçekliğin
algılanışıyla ilgili olarak -zaman zaman da göz kırparak- şunları
belirtiyor:
"Aslında büyüsel anlamıyla asa da, sihirli yüzük de iradenin ta
kendisi, bunun gelişip güçlenmiş şeklidir... O halde, görünmezliğin gi-
zemleri şu şekilde tanımlanabilecek bir gücün alanı İçine germektedir:
Dikkati belli bir ölçüde saptırma ya da bunu tümüyle işlemez hale ge- 65
tirme gücü; öyle ki, görme organına düşen ışık rııhun gözünü harekete
geçirmesin."
Bazı durumlarda kullanılan kelimeler öyle bir güce sahip olurlar ki,
bunların birtakım algılama değişiklikleri yaratması bile söz konusu
olabilir.
Daha sonraları "Macaristanlı Azize Elisabeth" adım alacak olan
kadının kocası ona sık sık ve ısrarla emrederek, fakirlere şatodan ekmek
vermemesini söylemişti. Bir seferinde onu kolunda sepetle gördüğünde,
biraz da öfkeyle bunun içinde ne olduğunu sordu. Elisabeth kendinden
emin olarak karşılık verdi: "Güller var." Ve Kont Ludwig von Thüringen
Örtünün altında gerçekten de güllerin olduğunu gördü.
Hayal gücüne sahip olan ve bir büyü yapabilecek durumda bulunan
kişi, kullandığı sözler aracılığıyla belli bir şekli ve öz yapıyı belirleyebilir.
Eliphas Levi’nin bu değişimler konusunda bize verdiği örnek, yalnızca bir
fıkra olmaktan farklı şekilde değerlendirilebilir:
"Bir başka öyküde azizlerden biri -adı şimdi aklımda değil- perhizler
sırasında ya da Cuma günleri hep tavuk eti yemekten bıktığı için, bunun
balık eti olmasını emretti ve o balık oldu."
Kendini yaratmak ve daha sonra da dış dünyayı etkilemek bir
büyücünün amacı ve görevidir. Her insanda mevcut birtakım şartlar veya
olasılıklar değişik uygulamalarla güçlendirilerek böyle bir duruma
varılabilir. Uzakdoğu’ya özgü Zen ve Yoga tekniklerinin öngürdüğü amaç
da, aşılmaz olarak düşünülen yasaları aşmaktır. Bu yasalar ise dış
dünyamızda cereyan eden, etkilerini sürekli algıladığımız her tür olgudur.
Eliphas Levi yalnızca Plinius zamanından beri yeni yeni değişimlerle
önümüze sunulan büyüsel kuramları ele alıp geliştirmekle kalmamış,
Simya, Kabbala, Nekromansi (Ölüler aracılığıyla bilgi edinme uğraşı) ve
öteki geleneksel büyü sanatlarını Johann Valentin Andreae veya
Paracelsus’tan çok daha kapsamlı şekilde işlemiştir. O, büyünün yeri
olarak ruhu işaret etmektedir. Büyü ise yalnızca bir bilgi olmakla
kalmayıp iradeyle birleşmiş durumdadır; böyle- ce insanın kendini
yaratması, tanıması ve, büyü denen şeyin içinde gerçekleştiği, ruhu; bu
son kaleyi, her türlü afete karşı güçlendirip koruması mümkün
olabilecektir.
Gerçi Eliphas Levi kadar inandırıcı olamasalar bile, pek çok yazar
büyüyü akıl ve iradeyle ilgili bir öğreti olarak kabul etmektedirler.
Meditasyon, Tanlrizm, Zen ve Yoga’yİ a ilgili öğretilerle kuramların yanı
sıra, Rudolf Steiner’in eserlerinde ya da Aleister Crowley’nin
66 çalışmalarında en belirgin şeklini alan geleneksel maji bilgileri son
yıllarda büyük bir yaygınlık kazanmış bulunuyor. Konu ile ilgili eserlerde
ileri sürülen şey, büyü denen olgunun hemen her insan için
genelleştirilebilecek bir yetenek olduğu, ama bunun ancak uygar bir
çevrenin dışında, insanın doğaya ait önemsiz bir parça olma niteliğini
kabul etmesi ve böyle davranması durumunda geliştirilebileceğidir.
Uygarlıkla doğa arasındaki büyüsel farklılık konusunu işleyen
kitapların belki de en tanınmış ve başarılı örnekleri -bunlar dört tanedir-
Amerikalı antropolog Carlos Castaneda tarafından yazılmış olanlardır. Bu
kişinin rehberi ve aydınlatıcısı durumundaki Don Juan Matsus, Meksika
çölünün kıyısındaki bir ağaç kulübede yaşayan Yaqui Kızılderilisidir; bir
tür kabile doktoru olan Don Juan’ı Güney Amerika yerlilerinin
büyücülerine benzetmek mümkündür.
İçinde yaşadığı uygar çevreden çıkarak yollara düzülen Amerikalı
bilim adamının asıl amacı, yerliler tarafından kurutulmuş olarak çiğnenen
Peyote kaktüsünün törensel nitelikli kullanılışım araştırmaktı. Bu bitkiyi
çiğneyerek bir tür sarhoşluk durumuna giren yerliler "Tanrılarla
konuşabiliyorlardı". Halbuki Don Juan ona yaptığı açıklamada peyoteyi
gerektiği gibi kullanabilmek için o kişinin bir savaşçı olması, dünyayı
durdurmayı öğrenmesi, yalnızca bakmayı değil, görebilmeyi de bilmesi
gerekiyordu. Görme işi ise çevremizdeki dünyanın, gerçeklik denen şeyin,
pek çok olasılıkların yalnızca bir belirlemesi olduğunu tanımakla
başlıyordu; bizler içinse tek bir olasılık vardı ve bu da doğumumuzdan
beri geçerliğini koruyordu. Bu açıdan bakıldığında gerçeklik denen olgu
sonsuz bir şekilde akıp duran algılama yorumlarından ibaret oluyordu;
bunların bir- biriyle uyumlu görünmesinin nedeni ise bizlerin yalnızca tek
bir görüş açısına sahip olmamızdandı. Böyle olunca da dünyanın o şekilde
olduğuna inanmaktan ve ona yalnızca öğrendiğimiz şekilde bakmaktan
öte bir şey yapmıyorduk.
Carlos Castaneda o yerliyle ilişki kurduğu ilk yıllarda onun an-
lattıklarını birtakım tanımlamalar, gizemli benzetişimler ve bilinç
içerikleri olarak kabul edip, bunları elle tutulur birer davranış şeklinde
değerlendirmediyse de, Öğrencilik döneminin sonunda sonsuzluğun ve
"dünyayı durdurma"nın ne anlama geldiğini öğrendi. Bu, eskiden beri
alışılagelen bakış alışkanlıklarından vazgeçmek, Önceleri masal ya da
yalan gözüyle bakılan ve haklarmda ancak göreceli bir bilgiye sahip
olduğumuz olay ve gerçeklere eşit hak tanımakla gerçekleşebilecek bir
şeydi.
Don Juan çok usta bir öğreticiydi; öğrencisini bilerek aldatıyor,
açmaza sokuyor, şaşırtıp meraklandırıyor, öğrettiği sırada küçük 67
serüvenler sahneleyerek bir noktayı iyice vurgulamak istiyordu. Yaqui
yerlilerinin dünyasında kuramsal ve uygulamalı eğitimin birbirinden
ayrılması diye bir şey söz konusu olamazdı.
Öte yandan öğretilerin gizliliğine de bağlı kalarak, bunları kar-
şısındakine minicik haplar şeklinde veriyor, böylece öğrencisini ür-
kütmeden onun belli bir bilgiye, aslında pek çok gerçeğin var olduğu
görüşüne varmasını sağlamak İstiyordu.
Don Juan ona ayrıca, ancak bilge bir kişinin, kendini doğaya
uydurabilen, benlik duygusunun önemini bir kenara bırakan, başka
şeylerin ardına gizlenmeksizin yaptıklarının sorumluluğunu üstlenebilen
ve bu davranışları ara vermeksizin sürdüren birinin böyle bir düzeye
ulaşabileceğini öğretiyordu.
Öğrettiği bir başka şey de, güçleri mümkün olduğunca depolamak,
bunları akılcı bir şekilde kullanmak ve girişilen her davranışı bir tür saldın
şeklinde sürdürürken, bunu dünyadaki son işmiş gibi ele almaktı. Bu
arada Carlos Castaneda her tür hayvanı birbirinden ayırt etmeyi,
kendisine güç veren veya içindeki gücü çekip alan bu yaratıkları tanımayı,
gerek duyduğu bitki ve hayvanları elde etmeyi öğreniyordu. Tüm bunların
gerisindeki amaç hem dışarıdaki hem de kendi iç yapısındaki dengeyi
sürdürebilmekti.
Carlos Castaneda izlediği düşünce yolunda sık sık kayıp tökez-
liyorsa da, yine de çok çabuk kavrayan bir öğrenciydi. Günün birinde
çakalların kendi aralarında konuştuklarını duyduğunda, nedenselliğe
dayanan dünya görüşünden kurtulmaya başladı.
Ama öte yandan kent yaşamma da öylesine bağlıydı ki, bilimin
gelişip ilerlediği, nesnelerin yalnızca tek bir görünüşlerinin ele alındığı
okuma ve konferans salonlarından bir türlü kopamıyordu. Sonunda yine
uygarlığa döndü; çünkü Don Juan’m yardımıyla uğraşlar verdiği,
gerçekliğin pek çok yüzüyle ilgili formüller konusunda bilgi sahibi
olduğu o gizemli yöre, Ixtlan, onun yalnızca kafasını etkilemiş, ruhunun
derinliklerine dalamamıştı.
Don Juan’ın büyüsel nitelikli antiuygarlık programıyla, Eliphas
Levi’nin bilimsel büyüsünün çıkış noktası Batı uygarlığıdır ve bu İkisi
arasında ortak noktalar bulunmaktadır. Bunlar, büyünün insanlardaki
genel bir yetenek olduğu ve bunun uygulamalarla arttırılabi- leceği
görüşüyle, insan yığınlarından yöresel veya görüş olarak uzaklaşma, öteki
gerçekliğin nedensellik prensibinden uzak olduğunun kabulü gibi düşünce
şekilleridir.
68 Bununla birlikte, büyü konusundaki çıkış noktalarının birbirinden
farklı oluşu, çeşitli kuram ve Öğretilerin bu konudaki parlak yorumları
aslında kişisel bilgilerin oluşturduğu raporlardan öteye gitmemektedir.
Büyü, insanlardaki genel bir yetenektir. Herkeste farklı şekilde
kendini gösteren bu yetenek değişik şartlar altında keşfedilip
güçlendirilmektedir.
Carlos Castaneda’mn Transandantal Büyü ve Ixtlan’a Yolculuk gibi
eserleri birer duyuru, büyüsel yeteneklerin keşfi konusunda ce-
saretlendirici birer belge olmaktan ileri gitmiyor. Bu kitaplarla verilen
mesaj şöylece toparlanabilir: Çoğu zaman bilinçsiz bir gücün alanına
giren sinyalleri günlük yaşama aktarmak suretiyle insanın kendini
bulması, kişilik dediğimiz şeyin çalışan kişi, müşteri, tüketici, izin yapan
öğrenci, anne, araba sürücüsü vb. şekillerde bir parçalanma değil, bir
uyum göstermesi gerektiğidir. Böyle bir uyum göstermeyenler terk
edilecektir.
Burada, kentlerin orta yerinde yaşamını sürdürmek isteyenler hiçbir
şekilde bilgeliğe erişemeyecekler, aksine başarısızlığa uğrayacaklardır.
Ancak, sahip olduğu büyüsel yeteneklerle, İçinde yaşadığı özel ortamı
birbiriyle uyum haline getirebilen kişi tıpkı Kakular ya da şifacılar gibi
çevresini etkileyebilecek ve bilinçdışı sinyalleri yakalayabilecektir.
Ama, büyüsel kuramlara kafa yoran yazarlar ve varılan sonuçlarla
ilgili raporları düzenleyenler bir noktada yanılıyorlar. Şöyle ki,
insanlardan ancak pek azı bilinçdışı güçleri geliştirerek bir büyü düzeyine
varmayı başarabiliyor. Don Juan Matsus gibi bir Yaqui büyücüsü, Eliphas
Levi veya Aleister Crowley gibi gizem araştırıcıları, Johann Forster
türünden bir şifacı ya da D.D,Home gibi bir medyum, tıpkı büyük
ressamlar, ozan veya müzisyenler gibi ender rastlanan kişilerdendir.
"Hİ! HA! HO!" VE AKINTIDAKİ SABİT NOKTA

Eİntracht takımı Bayern’e karşı maçı 2-1 önde götürüyor. Stadın


kuzey yanındaki taraftarlar kartallı bayrakları sallayarak şarkılar
sÖylemedeler: "Böyle bir gün, bugünkü kadar harika..."
Bundan sonrası gelmiyor; ama susmalarına neden, şarkının sözlerini
unutmuş olmaları değil: Bombacı Müller tehlikeli bir pozisyonda, ama
Neuberger birden ileri atılıyor ve eşitlik şansı kayboluyor. Binlerce ağız
halindeki taraftarlar yeniden şarkıya başlıyorlar. Aşağıda orta alanda
Eİntracht "büyülercesine" oynuyor. Seyirciler başka bir türkü
tutturmuşlar: "Hi! ha! ho! Bayern K.O." (nakavt anlamında). Bunun
üçüncü yinelenişinde, artık takımın elli bin taraftan sanki büyülü bir
formül okuyormuşçasma buna katılmış, tek bir arzuyu ve gerçekliği dile 69
getirmek istercesine haykırıp dur- madalar. "Hi! ha! ho!" Bu haykırış tüm
statta nabız gibi atıyor. Eİntracht fırtına gibi eserken, Bayern habire
tökezliyor. Kaleye hücumlar giderek sıklaşmış. Eİntracht oyuncuları
yepyeni bir güç kazanırken, Bayern de iyice serilmiş durumda. Skorun 3-
1 olması yalnızca bir zaman işi. "Hi! ha! ho!" sesi neredeyse güçlü bir
tokat gibi gümbürdüyor." (Roderich Feldes : Araç Olarak Sözcük),
Freiburg’daki Psikolojinin Sınır Bölgeleri Araştırma Enstitüsü’nden
Prof. Hans Bender, Dr. Kari Zener tarafından geliştirilen sembol
kartlarıyla ilgili raporunda, varılan isabet yüzdesinde etkin olan
unsurların, heyecan durumundaki gevşeme ve bunun hemen ardından
gelen can sıkıntısı olduğu belirtilmektedir. İnsan, birbiri ardından çekilen
yirmi beş kartı Önceleri bilse ve buna çok ilgi gösterse bile, daha sonra
bunu budalaca bulmaya başlamaktadır. Hans Bender durugörü ve önceden
bilme çalışmalarını yalıtılmış çabalar olmaktan çıkarıp grup testleri haline
getirdiğinde ve bunları bir tür oyun ve yarışma şekline soktuğunda, son
derece yüksek isabet oranları elde edilmiştir.
Denemeleri yöneten kişi, tahmine dayanan bu çalışmalara baş-
lamadan önce yinelenen darbeler şeklinde sinyaller veriyordu. Profesör
Bender, bu ritmik vuruşlar sırasında çok yüksek isabetler elde edildiğini
sırf rastlantı sonucu keşfetti.
Bunun üzerine, hangi aralıklarla yapılan darbelerin daha uygun
olduğunu araştırdı. Önceden kararlaştırılmış ritmden sapma gösteren
vuruşlar olumsuz etki yapıyor ve isabet yüzdesi düşüyordu.
Bundan çıkarılabilecek sonuç şuydu: 2000 yılma şu kadarcık bir
zaman kalmışken, Freiburg Üniversitesi’ne bağlı bir enstitüdeki kişiler ve
spor arenalarında kendilerini gösteren Yeni Çağ’ın kahramanları hâlâ
şamanların davul seslerini duymaya devam ediyorlar. Parapsikolojik
denemeler sırasında oluşturulan darbe sesleri, deneye katılan kişilerin
bedensel ritmlerine bir tür karşılık oluyor, psişik ve ruhsal bir uyum
oluşturan bu İşaretler sonucunda paranormal bilgileri yakalama yeteneği
daha da yükseliyor.
Böyle bakıldığında, stattaki on binlerce seyircinin bir ağızdan
söylediği şarkılar, oyuncuları bir trans ve sarhoşluk durumuna sokmakta;
bunlar, kendilerine doğru akan psişik gücün etkisiyle bitkinlikten
sıyrılıyor ve rakiplerinin karşısına kaya gibi dikiliyorlar.
Şamanların çevresinde toplanarak şarkı, haykırış ve tekme sesleriyle
ona yardım eden, bu kişinin Tanrılara ya da yeraltına uzanan yolculuğu
70
için onunla birlikte çaba gösteren kabile fertlerinin bu yaptıkları bizim
açımızdan başka bir boyuta girmekle birlikte, sonuçtaki işlev aynıdır.
Her futbol fanatiği takımının zaferi için elinden geleni yapar. Onun
gerçek bir taraftar olabilmesi için "takımını" sahadaki savaşta
desteklemesi, sesi kısılıncaya kadar bağırması gerekir. Takımın galip
gelmesi onun için de kişisel bir zafer, günlük yaşamdaki rakiplerin alt
edilmesi anlamındadır.
Statlara doluşan binbir renkli giysi içindeki insanların çıkardığı,
şamanlarmkine benzer gürültüyü duymuş olanlar, bunu hep du-
yacaklardır.
Bir başka benzer durum da pop konserleridir. Burada bas gitarın ve
baterinin düzenli aralıklarla oluşturduğu altyapı seslerinin yanında asıl
melodi çoğu zaman kaynayıp gitmektedir. Bu konserler sırasında ritmin
de etkisiyle harekete geçen izleyiciler, dinlediklerinin sonucunda yüzeysel
veya derin bir trans haline girmektedirler.
Şamanların artık kılık değiştirmiş olan davulları bilinçdışı güçleri
harekete geçirmekte ve şarkıcıyla dinleyici, oyuncuyla izleyici arasında
gerçek bir temas kurulduğunda, bu bağ kolay kolay kop- mamaktadır. Pop
festivalleri, açık hava konserleri buna birer kanıttır.
Bu alanda Woodstock bir mitos haline gelmiştir. Woodstock
Festivali, özgürlük, kardeşlik, yeni bir toplum seçeneği ve ütopyaların
gerçekleşmesi için bir şifre niteliğine sahiptir. Şimdiki durgunluk dönemi
için bir avuntu ve umut olarak görülen Woodstock’ta üç gün boyunca
günümüz pop-şamanlarının davulları gümbürder, onları İzleyenler dans
eder, haykırır, nabız gibi atan bir gücün etkisiyle rüyalara dalarlar.
Kendiliğinden oluşan bu ortam yalnızca sanatçılara inanılmaz bir başarı
yeteneği sağlamakla kalmaz, bu izleyenleri de etkileyerek bir sıcaklık,
iyimserlik ve insanlığın geleceğine ilişkin bir inancın yayılmasına yol
açar; öyle ki, oradaki sonsuz araba kuyrukları yok olduktan, gerideki bira
ve kola kutulan çürümeye başladıktan çok sonraları bile bu duygular etkili
olmaya devam eder.
Günümüzde büyüsel etkisini sürdüren bir başka şey de marşlardır.
Bu tür müzik, eski askerlerin bacaklarını gıdıklamakta, onları yapay
olarak yaratılmış bir düşman karşısında uygun adım yürümeye
zorlamaktadır adeta. Çingara bum bum, diye öten zil sesleri insanı bazı
anılar üzerinde odaklaştırmakta, moral vermekte, yeni bîr güç
oluşturmaktadır.
Bu örneklerin ortaya koyduğu şey bir şaman davulunun etki alanı
içinde bulunduğumuzda İçimizdeki bilinçdışı gücün giderek nasıl arttığı 71
ve aklımızla ne derece önemli bir bağlantı meydana getirdiğidir. Ben,
parapsikologlar gibi paranormal haber ve bilgileri ille de bilinç düzeyine
yükseltelim demiyorum. Bilmemiz gereken, nasıl sİyah-beyaz şamanlar
varsa, aynı şekilde siyah-beyaz şaman davullarının da var olabileceğidir.
Davul seslerini duyduğumuz her seferinde kendimize sormamız gereken
soru, bilinçdışım ve çoğu zaman da bilinci etkileyerek bizi harekete
geçiren, sahip olduğumuz fikir ve kavramlar arasında bir uyum oluşturan
bu kaynağın, bu telkin gücünün etkisi geçtikten sonra da aynı şekilde
davranmayı sürdürüp sürdürmeyeceğimizdir.
Festivallerde, spor alanlarında görülen bu güç yayılması herkesi belli
bir yöne çekmekle kalmamakta, oyuncuları olduğu kadar İzleyicileri de
etkisi altına almaktadır. Buna kısaca DDA (duyulardışı algılama) deniyor.
Psi ve maji’yi saçmalık olarak gören ötekilerin gözünde ise böyle bir şey
var olamaz, çünkü bu materyalist öğretilerle uyuşmamaktadır.
(Doğu) Almanya’da yayınlanan Sâchsİsche Zeitııng’nn belirle-
mesine göre, bir futbol takımının galip gelmesi, onu tutanların çahş- ma
düzeylerinde bir artışa yol açmaktadır. Gazete, iyi biten bir maç sonunda
işçi, ustabaşı ve iş yöneticilerinin üretime dönük çalışmalarında bir
"dürtü" görüldüğünü bir yenilgi durumunda ise çalışmalarda tutukluk ve
üretimi olumsuz yönde etkileyen tartışmaların doğduğuna işaret
etmektedir.
Bu tür olumlu etkileri oluşturanlar yalnızca toplumsal gösteriler
değildir; kişiye günlük işlerinin üstesinden gelme gücünü sağlayan akıl ve
bilinçdışının birbirine uyum göstermesi de bunu sağlayabilir. Takımı
galip gelen, huzur dolu bir gelecek bekleyen ve buna güvenen biri
yalnızca beklemekle yetinmeyerek kendini keşfedip geliştirmeye de
başlayacak, birtakım bedensel reaksiyonlarına ve bunlara yol açan
olaylara daha da bir dikkat edecektir.
Yalnızca statlar, kiliseler, salonlar, parlamentolar değil, daha küçük
çevreler de bizdeki bilİnçdışı güçleri arttırmayı ve her tür duygu ve
eğilimi daha kapsamlı şekilde algılamamızı sağlayabilir. Böylece, çeşitli
algılamalarla bilinçli davranışlar arasında bir uyum meydana getirilmiş
olacaktır. Her türlü ruhsal seans, meditasyon grupları, konsantrasyon
çalışmaları bu arada sayılabilir.
Bu gerçeğe kulaklarını tıkamayan her grup üyesi, tıpkı bir elektrik
akımına benzer bir güçten payım alacak ve ruhsal yönden
kuvvetlenecektir. Öte yandan tek tek fertler de büyüsel yeteneklerini
geliştirebilirler. Eüphas Levi ve Carlos Castaneda bunun yolunu
72 göstermişlerdir. Fakirler ve dervişlerce sergilendiği üzere, insanı tam bir
bedensel egemenliğe götüren ağır eğitimler, perhiz, bağımsızlık,
meditasyon gibi şeylerin yanı sıra, bilerek girilen trans benzeri durumlar,
insandaki büyüsel potansiyeli maksimum ölçüde ortaya çıkarır. Bunların
yanı sıra bilinçli bir şekilde uygulanan düşünce boşaltma işlemi, yani
parapsikologlarca çok önem verilen Alfa dalgaları durumu da, bilinçdışı
bedensel sinyallerin yakalanmasında son derece etkili olmaktadır. Ender
olarak gerçekleşen ve zor tanınabilen bu sinyaller bilince girmekte ve
bedensel reaksiyonların nedenini açıklayabilmektedir. Ancak bu alanda
bilgi sahibi olabilmek için yaşamımızdaki olayları yıllar boyu incelemek,
bedensel tepkileri, bunlara yol açan durumları İnceden inceye araştırmak,
zekâyla İlgili yeteneklerimize hangi Ölçüde hâkim olabileceğimizi
saptamak gerekecektir.
Şu da var ki, Borussıa Mönchengladbach’ın liberosu Jürgen
Wittkamp gibi bazı kişiler bazen ters sonuçlar veriyor olsa bile, uzun
gözlemler yerine sezgiyle hareket etmeyi yeğlemektedirler. Bu futbolcu
şöyle diyor:
"Topa vurmadan önce düşüneyim dediğimde, hep işler ters gi-
diyordu."
Halbuki aynı kişi topu ele geçirdiği bir başka seferinde hiç de
düşünmeden yaptığı bir kafa vuruşu sonunda bunu Dinamo Kiev ağlarına
göndermiş ve takımı 2-0 galip gelmişti.
Büyüsel güce sahip bir insanın bunu alet gibi kullanabilmesi için
yalnızca bedensel açıdan bir kusursuzluğa varmış olması yetmez, bunun
için ortalamanın üstünde bir büyü yeteneği de gereklidir.
Birkaç çingene Kakusu uzun yıllar süren çalışmalar sonunda bakış
tekniklerini öylesine geliştirmişlerdir ki, gözlerini birine diktiklerinde
kendileri tümüyle ilgisiz kalmakla birlikte, karşıdakinin duygu ve
heyecanlarını okuyabilmektedirler. Bunlar, bu yeteneği yardım amacıyla
kullanırlar. Bir anlamda bu bakışla teşhiste bulunduktan sonra, tedaviye
girişirler.
Ancak bu tür yeteneklere ender rastlanıyor; bu nedenle, herkesin
uzun yıllar uğraşarak büyüsel güçlerini geliştirmelerini önermek bazen de
anlamsız olacaktır. Bu tür kişiler gerekli tekniği öğrenseler bile, sahip
oldukları güç otomatik olarak ve aynı oranda artmayacaktır.
İnsanın kendisiyle ilgili bilinçdışı güç konusunda asıl bilmesi ge-
reken, kendi içine kulak vermektir.
Amerikalı bilim adamları Douglas Dean ve John Mihalasky’- nin
bilinçdışı sinyalleri belirleme konusunda düşündükleri formül şudur:
İnanç, konsantrasyon, gevşeme. Böylece, bedenini istek ve
gereksinmelerin yalnızca bir aktarım aracı olarak görmeyen herkes çeşitli 73
bedensel tepkileri tanıyabilecektir. Çünkü bunlar bilinçli işlemlerle uyum
göstermemekte, bu yüzden dikkat çekmektedirler.
Yukarıdaki formülü uygulamak için yapılacak şey, öncelikle pa-
ranormal olguların var olduğuna İnanmak ve sonra, bilinçdışı örneklere
konsantre olmak, bunları ayıklamak, gerektiğinde önsezilere ve duygulara
kendini bırakmak, bazen de bunu yapmamaktır. Daha sonra da, üzerinde
konsantre olunan bu şeylerin analizi yapılacak ve gevşeme durumuna
geçilecektir.
Gevşeme denen olgu ise yeni bilgilere kendini açmak, beden— ruh
ve bilinç-bılinçdışı arasında hiçbir akılcı engel meydana getirmemektir.
Bu konuda daha az kuramcı bir dil kullanarak şöyle diyelim;
Bedensel tepkilerinize dikkat edin. Araba sürerken ayağınızı gaz pe-
dalından ne kadar sık çekiyorsunuz? Bir topun arabanızın önüne yu-
varlanması ya da kapalı bir virajdan bir traktörün çıkıvermesi ne derece
sık gerçekleşiyor? Aklınızdan birini geçirdiğinizde onu hemen karşınızda
bulduğunuz oluyor mu? Bu arada, aslında hiç de sanıldığı gibi rastlantı
olmayan birtakım olaylara da dikkat edin.
1976 yılında şöyle bir başlık çıkmıştı: "Rastlantı, insanın onu
düşünmediği şeydir." Bunu biraz daha açarsak: Rastlantı bizce bilin-
meyen, ama pek çok olayda bedenimizin tepki göstererek işaretler verdiği
İnsanlar ve olaylar arasmdaki bağlantılardır. Ancak bu gibi şeyler normal
yolla değil, paranormal bir şekilde bizlere ulaşmaktadır.
Bilinçli olarak algılanamayan, kendilerini ortaya koyamayan ve bu
yüzden de rastlantı diye adlandırdığımız pek çok olay vardır ki, bunların
ortaya çıkışı tıpkı bir akıntıda sürüklenen eski pabucun gidip de bir tahta
parçasıyla buluşmasına benzer; üstelik bu akıntılı suda bir de sabit rotalı
gemilerin gidip geldiğini düşünelim. Bu tür bir örneğin bize gösterdiği şu
olacaktır: Eğer bizler bu akıntıdaki bilinçdışı bağlantıları sabit noktalar
olarak görür onları hareketsiz kılabilirsek, artık bedenlerimizdeki bir anlık
düzensizlikler için ilaçlara başvurmaya gerek duymaz, aksine bunların
kökenini, belirme şekillerini ve bizler için taşıdıkları anlamı araştırmaya
girişiriz.

BÜYÜ BÖLÜNEMEZ
Büyü bir yetenektir; Gül-Haç tarikatından tutun da Don Ju- an’a
varıncaya kadar o hiçbir zaman bir bilim, bir din, standartlaşmış bir öğreti
durumuna girmemiştir. Kendini geliştirmek İsteyen, kişilik ve yeteneğini
74 kavramaya yönelen biri onu hiçbir zaman kapalı bir sistem şeklinde ele
alarak tarif ya da açıklama yoluna gidemez. Öte yandan kişiye belirli
tekniklerin öğretilmesi, ondaki büyüsel yeteneklerin uyandırılıp
güçlendirilmesi ve günlük yaşamında bunlardan yarar sağlaması
gösterilebilir. Bizlerin bunu başarabilmesi ise, dünyanın onca gümbürtüsü
arasında neredeyse kaynayıp giden zayıf sinyallere dikkat etmek ve kendi
içimize kulak kabartmakla olur.
Büyü asla bir ideoloji, akılcı görüşler ve tartışmalardan süzülüp
çıkarılan ütopik bir iddia değildir. Büyü bir yetenektir; tıpkı sev- roek,
sevinç duymak, üzülmek, nefret etmek, kendini açıklamak, şarkı
söylemek, yazmak, resim yapmak gibi. Bu da aynen öteki yetenekler gibi
herkeste farklı ölçüde kendini gösterir. Ancak üstün yetenekli birinin payı
ötekilere kıyasla daha fazla olmayacaktır.
İnsan yeteneğini iyi değerlendirebilirse, bunun faizini alır; ama bu,
onun tefecilik yapabileceği anlamına gelmez. Adamm bİrİ kaim bir kitap
yazabilir ama okur bulup bulamaması bu alandaki yeteneğine bağlıdır.
Herhangi bir kişinin paranormal bilgileri alması ya da gönderebilmesi
ondaki yeteneğin gücüyle ilgilidir. Kısaca, öğretilebilir bir teknik değildir
bu.
Büyüsel yetenek deyince üstün başarılar düşünülmemelidir; 100
metreyi 9,9 saniyede koşmak da insanlık açısından pek önemli bir şey
değildir herhalde. Büyüsel yetenek bizler için bir yardımcıdır; onu kabul
eder ve varlığından yararlanabilirsek günlük yaşamımızdaki pek çok
şeyin üstesinden gelebiliriz.
Bilinçli olarak kontrol edilemeyen ve hiçbir bilimsel sisteme
girmeyen büyüsel güç aracılığıyla ve paranormal yollardan yararlanarak
ilişkiler, kavramlar oluşturmak, bilinç ufkunda belki de hiç
rastlamadığımız duyu ve sezgilerin sinyallerini elde etmek mümkün
olabilir.
Sözü edilen bilinçdışı güç bir gölge varlık durumundadır. Onun
paranormal nitelikli birtakım bedensel tepkiler şeklinde kendini belli
ettiğini kabul etmek yeterli olmayacaktır. Bundan yararlanmak isteyen
kişi günlük yaşamında da bu olguya yer vermelidir.
Söylemesi kolay, ama uygulaması zor.
Doğal bir yaşam süren toplumlarda iç ve dış diye kesin bir ayırım
yoktur. Bunlarda hiçbir davranış yoktur ki, içinde büyüsel nitelikli
törenler yer almasın.
Bizim günlük yaşamımız ise farklı görünüyor. Hemen hiçbirimiz -
daha sonra isabetli oldukları ortaya çıkmış olsa bile- işimizle ilgili
şeylerde önsezilerden yararlanmayız. Tatil ve izin zamanlarımız bile belli 75
bir plana göredir; bunun için bir dinlenme arzusu doğmasını beklemeyiz
bile. Halbuki aslında böyle bir tatil için çalışmaktayız. Yaşadığımız yöre
de çoğu zaman akılcı bir düşüncenin etkisiyle seçilmiştir: İşyerine yakın
olabilmek.
Zaman zaman akıldan ayrı olarak birer ruha da sahip olduğumuzu
fark ettiğimizde ise, mümkün olduğunca çabuk bir şekilde kendimizden
kopmak, tüketim ve eğlenceyle oyalanmak isteriz.
İçinde yaşamakta olduğumuz uygarca ortam, akılcı davranışla ruhu
birbirinden ayırmış bulunuyor. Günlük yaşam sırasında duyular, sezgiler
gibi şeylerin yanı sıra, bedenimizin verdiği beklenmedik ve bilinçdışı
tepkilerden de yararlanmıyor, belli gerçekliklerle ters düşmesinler diye
bunları görmezlikten geliyoruz. Öte yandan, günlük yaşam biçiminin
doğruluğundan hiç kuşku duymamaktayız; böyle olunca da, kendi içimize
kulak vermek düşüncesi eski karanlık çağlara dönmek şeklinde
yorumlanıyor. Sonuç: Nedensellik kavramına uymayan her şey saçmalık
ve boş inanç olarak damgalanıyor.
Franz Werfel şöyle demekte: "Şu bizim emektar realizm, mucize
denen gerçekliğin var olmadığım kanıtlamayı ille de kafasına takmış."
Zaten artık mucizeler olmayabilir de; çünkü yaşam planlarını
nedenselliğe göre oluşturmuş çoğu insanlar buna kuşkuyla bakmak- talar.
Bilinçdışı gücü yaşamımızdan söküp attığımız için, bunun yerini
doldurabilmek amacıyla parapsikologların bilimsel olarak araştırmaya
giriştikleri Psi olguları genelde anlamsız ve tuhaf geliyor. Bu araştırıcılar
bir temelden yoksunlar. Onlar karşılaştıkları şeyleri insanlığın gelecekte
kazanacağı bir özellik ya da onların ağaçlarda yaşadıkları dönemlerden
kalma arkaik bir kalıntı şeklinde değerlendirirlerken, ben görünen o
şeylerin bir aysbergin ucuna benzetilebile- ceğini savunuyorum.
Psi denen olgu "paranormal" diye tanımlanıyor. Bu kelime pek çok
kişinin gözünde "anormal" deyiminden pek de uzak değildir. Bilim
adamları, oluşturdukları sistemle yaşamımızı damgalamış ve bunu
parçalara ayırmış dürümdalar. Günümüzde akılcı görünen şeyler kabul
ediliyor. Bunlarm dışında kalanlarsa insanlığın ük çağlarından kalma
karanlık nitelikli patlamaları olarak değerlendiriliyor. Benim "bilinçdışı
güç" dediğim büyüsel yeteneği onlar rastlantısal olayların aşırı bir
yorumu şeklinde görüyor, en azından bunlarm arasında benim ileri
sürdüklerime benzer bir bağlantı kurmuyorlar. Biraz daha genişçe ifade
etmek gerekirse, 2x2 = 4 onlar için bir gerçek, geriye kalanlarm hepsi de
spekülatif, metafizik görüşlerdir. Belki bunlar boş zamanlar için ilginç
olabilir, ama kesinlikle bilim adamlarına göre değildir.
76 Böyle düşünmek ne kadar kolay. Bu durumda İnsan yalnızca
gerçeklikle ilgili resmi yorumlara bağlı kalıyor. Önceleri de böyley-
di. Katolik Kilisesi’nin İncil yorumuyla uyum gösteren, gerçek
sayılıyordu. Büluğ çağının hemen eşiğindeki çocukluk döneminde bulu-
nanlar belli bir formülle ileri sürülen ve kanıtlanabilen şeyleri kabule
hazırdırlar. Ama aradan birkaç yıl geçtiğinde, bunlar yaşam konusunda
birtakım tutarsızlıklar keşfetmeye başlarlar. Yalnızca nedensellik
gösterenlerin gerçek olarak kabul edilişi gibi. Artık bastıkları yer
esnemekte ve bu gençler gerçeklik konusundaki bir boş İnançla
yaşamaktadırlar.
Bizim büyüyle ilgili yeteneklerimiz bilinç alanımız içinde yalnızca
sivri uçlarını ortaya koyarlar. Tümüyle kişisel, başkasına aktarılamaz,
kesin olarak tarif edilemez ve yinelenemez nitelikli bu özellikler
bilimsellikle ilgisi olmayan bir kişiliği oluşturur.
Aşk, duyarlılık, sevinç ve nefret gibi şeyler pek bir sorun çıkar-
maksızın mekanik bir indirgemeye tabi tutularak, cinsellik, moda ve
ruhun resimli bir tasviriyle -tıpkı elektronik bir cihazın şeması gibi-
ortaya konabilir. Böyle bir durumda nedenselliğe dayanan dünya görüşü
de pek sıkıcı gelmez.
Sevmek, resim yapmak, müzik bestelemek ve hayal kurmak gibi
şeyler birer gereksinme olup, bunların yeri işten sonradır. Büyü ise ne geri
çağrılabilir, ne de bir yerde depolanması mümkündür. O yalnızca
görmezlikten gelinir, uzaklaştırılır ya da bir bakarsınız tam iş sırasında
kabul edİlİverir. Onun en dikkat çekici özelliği, öteki yeteneklerin aksine
tümüyle gayri nedensel oluşudur.
Bu yeni dinlerde de, doğaya kaçışa yönelik ideolojilerde de,
dindarlarda olduğu kadar konuşkan olmayan kent sakinlerinde de
böyledir. O, bu tür kişiler için daha da bir belirgindir; çünkü bunlarda ruh-
beden, bilinç-bilinçdışı akıl ve duygu tek bir bütün halindedir, Bunların
birbirinden ayrılması bir sakatlık olarak düşünülür; üstelik böyle bir
durum dengeyi bozup mahvetmekle kalmayacak, insanları birbirine
yabancı bir robot kalabalığı haline sokarak içinde yaşadığımız çevreyi de
yabancılaş tır acaktır.
Doğal toplumlarda birbiri içinde erimiş bulunan unsurlar biz- lerde
ayrılmış bir halde yaşamakta. Günlük yaşamın mantıksal düşünceyle
belirlenmiş olan gri rengi, ruhun paydos saatleri için belirlediği renk
cümbüşünden sıkı sıkıya ayrılmış bulunuyor.
Büyü,
77 bilinçdışı güç, kazandığı başarılar yönünden bizim için pek
önemli olmayabilir; zaten bu başarılar da ender durumlarda gösterişli
olur. Ancak, bunları kabul etmeyi öğrenecek olursak, o zaman nedensel
ve paranormal olguları eşdeğerde ve birbirinden ayrılmaz olasılıklar
şeklinde görüp, bunların tüm çevremizde yer almakta olduklarını kabule
zorlanırız. Sanatsal olduğu kadar bilimsel çalışmalarda da sezgiye sık
rastlanmakladır ve bu konuda Thales’- ten Einstein’e kadar uzanan bir
sürü anekdot vardır. Sessizce kabul ediliveren bu sezgi olgusu,
paranormal bilgilerin aktarılışı kadar açıklanabilin iştir ancak.
Vereceğim mesajın küçük olduğunu biliyorum: İnsanın kendi içine
kulak vermesi; ruh ve bedeni bir bütün haline getirmesi; büyüsel
yeteneğini uyandırıp güçlendirmek için bir yol bulması; bu konuda ille de
önceki yollara bağlı kalması gerekmediği, kendi yolunu kendinin de
bulabileceği; boş inanç, Psi ve geleneksel nitelikli büyüyü bir arada
düşünmesi. Tüm bu söylediklerim bu kitapta geçen, sevindirici bir tezle
kıyaslandığında -"duyularüstü şeyler kavranabilir: altıncı duyunuzu
keşfedin"- oldukça kısır ve de zor görünüyor. Ama bu tür kitaplar
dikkatlice okunduğunda bunların kuyruklu yıldızlara benzedikleri
görülecektir: Bu tür gök cisimleri dünyaya yaklaştıkça parlaklıklarım
kaybetmekte, sonunda bir yerlerde kaybolup gitmektedirler. Kısa yoldan
durugörü gücüne ulaşacağını sanan biri pek kötü bir hayal kırıklığına
uğrar.
Benim sözünü ettiğim büyü ise genel bir yetenek olup, belki de bu
yüzden bîr serüven olmaktan uzaktır. O bizi etkileyip yönlendirmekte,
rasyonel bir açıklama getiremediğimiz birtakım paranormal olgular
aracılığıyla davranışlarımıza girmektedir. O, kural olarak sabit bir görüntü
şeklinde bilincimizde yer almamakta, daha çok his, sezgi, huzursuzluk,
korku, güven ve sempati biçiminde yükselmektedir. Çok ender
durumlarda onun belirli bilgiler verdiği de olur. Büyü denen şey bizleri
uyarıp bağlamakta, akıl vermekte, öteki yetenekler gibi yardımcı olarak
sosyal varlıklar olduğumuzu, birbirimizi koruyup desteklemek gerektiğini
belirgin şekilde göstermektedir.
Hâlâ beslemekte olduğum umut, birkaç okurun bilinçdışı güçleri
kullanmayı Öğreneceği, beden, ruh ve aklı iş-dinlenme saatleri diye
birbirinden ayırmayarak birbirine kaynaştıracağıdır. Böyle yaşamayı
deneyen biri en azından şu noktada Yaqui Kızılderilisi Don Juan’la
birleşmiş olacak: Her şeye, yaşamın sanki son işiymiş gibi girişmek, öte
yandan bir uğraş veya görevi, ölüm bize hiç ulaşamayacakmış gibi
sürdürmek.
ALTINCI BOYUT
“Hâlâ besİemekteU»lduğuriı umiıt,
okurun bilinçdışı güçleri kullanmayı
*
öğreneceği, beden, ruh» ve
aklı Iş-dinlen me saatleri diyçfc*
birbirinden ayıi%nâyap^:
bfrbirine kaynaştıracağıdır.
Böyle yaşamayı deneyen biri
en azından şu noktada Yaqui +
Kızdderilisi Don Juan’la
birleşmiş olacak: Her şeye,
Vaşamın sanki son işiymiş
gibi girişmek, öte yandan bir
uğraş veya görevi, ölüm bize *
* % hiç
ulaşamayacakmış gibi
sürdürmek.”
* Franz WERftl*.

79

You might also like