You are on page 1of 76

ANADOLU UYGARLIKLARI VE

İNANÇLARI
Hazırlayan; İLYAS KAPLAN
Bir önceki kitabımız "Mezopotamya Uygarlıkları ve İnançları" nda Mezopotamya
bölgesinde kurulmuş birçok uygarlığın inancından, toplumundan, hukukundan,
mimarisinden ve coğrafi konumundan bahsetmiştik.

" Mezopotamya Uygarlıkları ve İnançları " kitabımızı okumadı iseniz


ulaşabileceğiniz link;
https://yadi.sk/i/dN_L6kiOinCqJA?fbclid=IwAR0QrQ6034fEVg8pdyhiWcEj6xzvpRG
GqLc8v2iXYOUBCuFLsThCtG9qqg4

Anadolu Uygarlıklarına yavaş yavaş giriş yapalım, iyi okumalar.

İyonya

Anadolu'da bugünkü İzmir ve Aydın illerinin sahil şeridine Antik Çağ'da verilen
addır. Dor istilası sonucu Yunanistan'dan kaçan Akalar tarafından Milet, Efes, Foça
ve İzmir çevresinde kurulmuşlardır. Dünyanın yedi harikası arasında gösterilen Efes
Artemis Tapınağı İyonlar döneminde inşa edilmiştir.

İyonyalılar dönemlerindeki özgür ve halkın haklarını koruyan yönetimleri sayesinde


baskı altında kalmadan bilim, ticaret vb. şeylere yönelmişlerdir. Bu yaptıkları
şeylerle dönemlerinde gelişmiş bir devlet olmuş ve gelecekteki çoğu özgür devletin
kurucusu olmuşlardır. İyonya dönemlerinde halkı baskı altına almayan çok az
sayıdaki ülkeden biridir. Ayrıca devletin dini yoktu. Bu sayede çoğu bilim insanını
getirerek büyük ilerlemeler sağlamışlardır.

İlk Çağda, Anadolu’nun batı kıyılarına Yunanistan bölgesinden gelen Aiol ve Dorlar
gibi yerleşen İyonlar, yaşadıkları bölgeye adlarını vermişlerdir. İyonya, batıda Ege
Denizi; doğuda Lidya ve güneyde Karya ile Dor şehir devletleriyle çevrelenmiştir.

Bugün Yunanistan’ın bulunduğu bölgeden gelen İyon kavimleri burada


yerleşmişler. Yüksek bir uygarlık kurmuşlardı. Kıyı şehirleriyle Ege Denizi’ndeki
adaların bir kısmı İyonlara aitti. İyonlar 12 şehir devleti kurmuşlardır ve bu 12 İyon
şehrinin MÖ.1000 yılında kurulduğu tahmin ediliyor. Bu şehirler kısa bir süre içinde

gelişmiş, batının birer uygarlık merkezi hâline gelmişti. Bu şehirler Efes, Kolofon,
Milet, Mydnos, Priene, Teos, Erythrae, Klazomenai, Phokaia (Foça), Smyrna (İzmir),
Samos (Sisam) ile Khios (Sakız) şehirleridir. Bu şehirler içinde Efes ve Milet, devrin
bir kültür ve uygarlık merkezi olmuştur.

MÖ.700 yılında Lidya Kralı Giges, İzmir ve Milet şehirlerini istilâ etti, diğer şehirler
ise ekonomik açıdan Lidya’ya bağlandı. MÖ.560-545′te Lidya kralı Kresus, İyonya’yı
Lidya Krallığı’nın egemenliği altına aldı. Lidya Krallığı’nın Persler tarafından
yıkılması ile Perslerin egemenliğini kabul ettiler.

İyon nizamı, Grek mimarisinde Dor nizamından sonra ortaya çıkmış yapı nizamıdır.
İyon nizamında da karakteristik özellik sütunlarda toplanmıştır. Bu nizamla
yapılmış tapınak sütunları ince uzun sütunlardır. Bir kaide üzerinde yükselmekte ve
kıvrımlı başlık taşımaktadır. Sütunlar, taştan basamaklar üzerinde yer alır. Frizler
ince uzun bir şerit halinde olup, üzerleri kabartma resimlerle süslenmiştir.

İyonlar denizci insanlardı. Birçok Akdeniz limanlarına mal taşıyarak hayatlarını


kazanıyorlardı. MÖ. VIII.-VII. ve VI. yüzyıllarda en parlak devrini yaşayan İyon
uygarlığı, V. yüzyılda Atina uygarlığının doğmasında önemli rol oynamıştır. İyonya,
İyon felsefesinin beşiğidir. İyonya’da filozoflar, kendi aralarında bir İyon felsefesi
kurmuşlardı.
Bu filozofların başında Thales gelir. Thales doğada en üstün kuvvetin su olduğuna
inanmıştır. Thales’ten sonra Anaksimander ile Anaksimenes de her şeyin belirli bir
kudrete bağlı olduğunu söylemişlerdir. Anaksimenes en üstün kuvvetin hava
olduğunu söylemiştir.

İyonlar heykelcilikte, mimarlıkta da çok ilerlemişlerdi. Efes’teki Artemis Tapınağı,


Samos’taki Hera Tapınağı İyonya mimarlığının şaheserleridir.

Bölgede bulunan 12 bağımsız sahil kenti (Kuzeyden Güneye) Phokaia (Foça),


Klazomenai, Erythrae, Teos, Kolophon, Lebedos, Ephesos (Efes), Priene, Mydnos
ve Miletos (Milet) ile birlikte Khios (Sakız) ve Samos (Sisam) ada kentleri idi. Bu
kentler MÖ. 1000 dolayında Dorlardan kaçan Akalar tarafından kurulmuş 12
bağımsız şehir devletidir.

MÖ 7. 8. ve 6. yüzyıllarda İyon kentleri (özellikle bunların en önemlileri olan


Ephesos, Miletos ve Samos) tüm Akdeniz havzası üzerinde güçlü bir ticari
egemenlik kurdular; bilim, sanat ve felsefe alanında, daha sonra gelişen Yunan ve
Roma uygarlıklarının temeli olarak kabul edilen büyük başarılara imza attılar.
İyonya MÖ. 546 yılında Ahameniş İmparatorluğu egemenliğine girdi. MÖ. 502-496
yıllarındaki İyonya İsyanı'nın yenilgisinden sonra yıkıma uğrayarak önemini ve
gücünü kaybetti. MÖ. 133'ten sonra Efes ve Milet, Roma İmparatorluğu’nun “Asia”
eyaletinin önemli kentleri olarak yeniden kalkındılarsa da, MÖ. 6. yüzyıldaki
kültürel ve siyasi önemlerine tekrar kavuşamadılar.

Eski Farsça "İonan" adı, Perslerin İyonyalılara vediği isimdi. Farsça ve Arapçadan
Türkçeye Yunan biçiminde geçen bu ad, daha sonra Helen ulusunun tümü için
İslam kültürel dairesindeki ulusların kullandığı ad oldu.

Eski Yunan halkı arasında yaygın olan tanrılara ilişkin çeşitli inanç ve efsaneler ilk
kez M.Ö. 9. yüzyılda İyonyalı destan şairi (muhtemelen Sakızlı veya İzmirli)
Homeros tarafından derlenerek sistemleştirildi. Homeros'un sistemleştirdiği
mitoloji, Atina'nın egemenliği döneminde (MÖ 5. yüzyıl) tüm Helen dünyasının dinî
referans kaynağı olarak benimsendi. Yunan tanrıları insanlara benzerdi. Tanrılarla
insanlar arasındaki en önemli fark da insanların ölümlü, tanrıların ise ölümsüz
olmalarıydı. İyonyalılar birden fazla tanrıya inanıyorlardı.

Fenike Alfabesi'nden uyarlanan çeşitli Yunan Alfabeleri MÖ. 9. yüzyıldan itibaren


yaygınlık kazandı. Bunlar arasında soldan sağa yazılan İyon Alfabesi zamanla
diğerlerini tasfiye ederek tüm Helenler tarafından benimsendi. Hâlen Yunan
Alfabesi olarak bilinen alfabe, İyon Alfabesidir. Latin ve Kiril (Slav) alfabeleri Yunan
alfabesinden türemiştir.

Ahameniş İmparatorluğu

MÖ 6. yüzyılda Büyük Kiros tarafından kurulan Pers devleti.

MÖ 550'de Persler Büyük Kiros önderliğinde birleşerek kuzeydeki Medler'i yıkmış


ve bir devlet haline gelmişlerdir. Bundan sonra Kyros fetih hareketlerine
girişmiştir. Bu fetihlerde ise Babil, Fenike gibi zengin yerleri fethedip ülkeyi zengin
bir krallık haline getirmiştir. Urartu, Manna devletini, Lidya'yı ve Krezus'un
servetini ele geçirip tüm Anadolu'yu hâkimiyeti altında birleştirmiştir. Anadolu'yu
ele geçirdikten sonra Babil'e saldırmış ve orayı da fethedip kendini Babil kralı ilan
etmiştir. Bundan sonra ise Mısır'a saldırma hazırlıklarına başlamış, kuzeydoğuyu
sağlamlaştırmak için İskit-saka imparatorluğu ile savaş yapmış ve bu savaşların
birinde Kraliçe Tomris'in ordusuna mağlup olarak hayatını kaybetmiştir.

Yerine ise oğlu Kambis geçmiştir. Kambis devrinde Mısır fethedilmiş, Kartaca'ya
kadar Pers ordusu ilerlemiş ancak Kartacalıları geçememiştir. Kambis döneminde
İranlı kabileler ayaklanmışlardır, bunlar Gomata isimli bir Med rahibinin başını
çektiği Mecusilerdir.

Kambis Mısır dönüşü ölmüş, yerine ise ünlü Pers İmparatoru I. Darius geçmiştir. İlk
olarak kabile isyanlarını bastırmış ve çeşitli alanlarda devrim niteliğindeki
hareketlere girişmiştir. I. Darius da fetih hareketlerine girişmiş, İmparatorluk
sınırları doğuda Hindistan'a dayanmıştır. Kafkasya'ya doğru İskitlere karşı da sefer
yapmış ama başarısızlıkla sonuçlanmıştır. Daha sonra batıya yönelip, Trakya,
Makedonya ve Ege'ye saldırıp buraları ele geçirmiştir.

Bunun üzerine Spartalılar, Darius ve oğlu I. Serhas'e karşı Salamis Deniz Savaşı'nı
yapmışlardır. Salamis Deniz Savaşı'nda elde edilen ganimetlerin bütünü Büyük
İskender'in fethinde ele geçirilmiştir.

II. Artakserhas döneminde devlet hızla çözülmeye başlamış, İmparatorluk'ta


ayaklanmalar olmuş, Mısır bağımsızlığını ilan etmiştir. İsyanlar güçlükle bastırılmış
ama daha sonra III. Darius döneminde Pers İmparatorluğu'na Büyük İskender son
vermiştir.

Ahameniş imparatorluğu tarihte Ortadoğu'da kurulmuş olan en büyük


imparatorluklardan biridir. Ege'ye ve Hindistan'a uzanan, gerçek anlamda bir
imparatorluk gerçekleştirilmiştir.
Pers mimarisinin en güzel örneği, kalıntıları günümüze kadar ulaşan ve Susa'da yer
alan 100 sütunlu Kraliyet Sarayı'dır. I. Darius yazıtında, bu sarayın Mısırlı, İyonyalı,
Babilli, Lidyalı vb. tutsaklar tarafından yapıldığını anlatır. Persler hâkimiyeti
altındaki halklardan ilham alsalar da, mimari ve sanatları kendilerine özgüdür.

Persler çivi yazısı kullanmışlardır. Yazıyı daha çok resmi kraliyet yazışmaları için
kullanmışlar ve bu yazışmaların çoğunu da Arami dilinde yazmışlardır. Resmi
belgeler dışında günümüze ulaşan yazılı edebi eserleri yoktur.

Pers İmparatorluğunda bilim Mezopotamya kadar gelişmemiştir. Takvimleri Babil


etkisiyle geliştirilmişti. Dareikos denilen bir para birimi darp etmişlerdir.
Herodot’un anlattığına göre, Persler vergi geliri olarak diğer halklardan aldıkları
paraları eritip tekrar para olarak basıyorlardı.

Perslerin dininde gökyüzü, su, ateş ve toprağın önemli bir yeri vardı. Ahura Mazda
(ya da Hürmüz) adlı tanrıya tapılan Zerdüştlük (veya Mazdaizm) dininin dışında
yerel Hint-Avrupa dinleri de vardı. Bu din özellikle Pers soyluları arasında yaygındı.
Düalizm ilkesinin belirgin olduğu dinlerden biridir. Eşit iki güç arasındaki savaşa,
Hürmüz yani iyilik ve Ehrimen yani kötülük arasındaki savaşa, dayalı bir prensibi
vardır.
Birazda Anadolu’nun Işık halkından bahsedelim ..

Luvi Krallığı

Batı Anadolu'da kurulduğu ve başkenti Apasa (bugünkü Selçuk) olduğu düşünülen


Anadolu uygarlığı. Luvi Krallığı'nın köklerinin MÖ 2300 civarında Luviler'in Güney
Batı Anadolu'da yerleşik yaşama geçmeye başlamalarıyla atıldığı düşünülmektedir.
Hint-Avrupa Dil Ailesi'ne ait bir dil kullanan Luviler'in, Hitit Uygarlığı ile ilintili
olabileceği düşünülmektedir. Luvi tarihi hakkında yeterli kesin bilgiler
bulunmamaktadır. Bununla birlikte Luviler'in Pisidia bölgesinde Arzavalarla
yaşayıp; Luvi Krallığının MÖ 2. bin yılda Apasa'da kurulduğu tahmin edilmektedir.
Luviler, Bronz Çağı Anadolusunda Orta Anadolu’yu egemenlikleri altına alan
Hititlerle etkileşim içine girmiştir. Ayrıca, Batıda Ahhiyawalar ve Minoan Uygarlığı
ile olan ilişkilerin yanında; Doğu'da Babilliler ve Hurriler ile karşılaşmışlardır.
Arzavalarla yapılan mücadelelerde başarı gösteren Tarhuntadaru, Luvi tarihinin en
büyük kralı olarak kayıtlarda yer almıştır. Ancak Ege kıyılarında yaşanan bu güç
savaşıyla birlikte, MÖ 1900'lü yıllarda Luvi Krallığı'nın merkezi güneye taşınmış;
Adana ve çevresi Luvi yurdu haline gelmiştir. Güney Anadolu kıyılarında yaşayan
Luviler'le ilgili ilk kaynaklara Hitit yıllıklarında rastlanmaktadır. Hitit yazıtlarında
Luvilerden söz edilirken, bir çeşit ikinci sınıf insan muamelesi yapıldığı görülür.
Luviya veya Luvi Krallığı'nın tam olarak ne zaman yıkıldığı bilinmese de, güneyde
Luvi hâkimiyetinin bitmesiyle birlikte MÖ 1400'lerde Kizzuvatna devleti kurulmuş
ve ülke nüfusunun büyük bölümünü Luviler oluşturmuştur. Kizzuvatna'nın MÖ
1400 yıllarında kurulması Luvi Krallığı'nın da bu yıllarda yıkılmış olabileceği
gerçeğini ortaya koymaktadır.

Kimi kaynaklarca, Luviler'in Anadolu'nun en eski halkı olduğu iddiaları vardır.


Bununla birlikte Yunanların bu ırka Pelasgos olarak hitap ettiği; bugün bilinen
adları olan Luvi adını ise Hititlerin kendilerine söylediği bilinmektedir. Luvi Hititçe’
de ışık insanı anlamındadır. Yani Luvi Krallığı Işık İnsanı Krallığı anlamına gelir.

Luvi Devleti'nin Anadolu kültürüne en büyük katkılarından biri; hiyeroglif yazısıdır.


Asurlulardan çivi yazısını öğrenen Hititler için; bu yazı Anadolu'nun yerli bir
alternatifi olarak ortaya çıkmış; arkeolojik kazılarda Luvi hiyeroglif yazısıyla
hazırlanan Hitit yazıları bulunmuştur. Ayrıca, özellikle Güney Anadolu'daki Helen
asıllı yer adlarının kökeninin Luvice olup; Yunan telaffuzuyla türetildiği ortaya
çıkmıştır. Kibele, Afrodit, Apollon ve Artemis gibi Tanrı-Tanrıça adlarının birçoğu da
zamanının Anadolu'daki en yaygın dili olan Luvicedir. Luviler'in İlk Çağ
Anadolusuna inanç bakımından önemli tesirleri vardır. Luvi Tanrısı Men'i Frigler ve
Lidyalılar da Tanrı olarak kabul etmiştir.

Anadolu’nun en eski dillerinden biri olan Luvi dilinin ve lehçelerinin çözülmesi


kültürel gelişimin Mezopotamya’dan veya Yunan yarımadasından Anadolu’ya
değil, Anadolu’dan daha güneye ve batıya doğru yayıldığı tezini güçlendirmiştir.

Luvi diliyle yazılan Hitit hiyeroglif yazısı H.T. Bossert’in katkılarıyla 1946 yılında
çözülmeye başlanmış ve çözülme çalışması tam anlamıyla 1960'ta Emmanuel
Laroche tarafından tamamlanmış olduğundan, yer ve ilah adlarına ilişkin olarak,
Batı’da bu tarihten önceki etimolojik açıklama getiren yazılar geçerliğini yitirmeye
başlamıştır. Makedonyalı İskender döneminde Anadolu’nun Luvi ve Hitit kökenli
adları helenleştirilmeye çalışılmışsa da, esas yapılarını korumuşlardır. Anadolu ve
Trakya’daki Yunanca yer adlarının yüzde yüzü olmasa da çok büyük bir kısmınının
Luvi dilindeki adlarından türetildiği anlaşılmış bulunmaktadır. Ayrıca eski Yunanca
sanılan pek çok sözcüğün (dram, drama, tiyatro, komedya, tragedya vs.) Luvi
kökenli olduğu konusunda çeşitli görüşler bulunmaktadır.

Luvi sözcüğü Hitit dilinde “Işık İnsanı” anlamına gelir ki, Luvi dilinde "ışık, parıltı"
anlamına gelen “LU” kökü birçok dile “Işık” anlamında geçmiş olup, birçok dilde
halen kullanılmaktadır (Örneğin, ilah Apollon’un Likya’lı sıfatının kökeni Luvi
dilinde ışık anlamına gelen, KURT anlamındaki “LYK” ya da "LU" sözcüğüdür ki,
sözcük Latince’ de LUX biçimine dönüşmüştür. Ayrıca, Hellen dilinde hiçbir anlamı
bulunmayan Apollon adının kökeni de Luvi dilinde "su" anlamına gelen "apa"
sözcüğünden gelmekte olup, ilk yazılışı Luvice ap(a)-ull(a)-wana’dır; bu ilah, Etrüsk
dilinde Aplu, Apulu ya da Aplum biçimlerinde belirtilmiştir).

Günümüzde, Likçe denilen Likya dilinin Luvi dilinin bir türevi olduğu kabul
edilmektedir. Anadolu'da halen Işıkçılar, Işık Taifesi, Aleviler olarak kültürlerini
sürdürdükleri iddiaları da vardır.

Kizzuvatna Krallığı

MÖ 1400'lü yıllarda Hitit krallığı egemenliğine girmiş iç işlerinde bağımsız dini bu


krallıktan kızlar Hitit krallarınca eş olarak alınmıştır. Hitit krallarının bu tercihinin
sebebi bu dini gücü arkasına almaktır. MÖ 2. binyılında nüfus ağırlıklı olarak Luvi
ve Hurrilerden oluşmaktaydı.
Antik Hitit kaynaklarında öğrenildiği kadarıyla Kilikya bölgesinde bilinen ilk siyasi
varlık başkenti Kummani etrafında oluşan ülke Kizzuvatna (Adanya) idi. önce ".
Hitit Eski Krallık döneminde, görünüşe göre ikinci bir vasal devlet iken, MÖ 1500
yılında Hititlerin düşüşe geçtiği dönemde bağımsızlığını kazandı. İlk kralları
Pariyauvatri'nin oğlu İşputahşu (c. MÖ 1530-1500) döneminde tam bağımsızlığına
kavuştu. Bu dönemde komşuları olan Mitanni-Hurri ve Hitit kralları ile yayılmacılık
ile başa çıkmak için karşılıklı bir antlaşma imzaladı (Telepinus, MÖ 1525 - 1500).
Halefi olan Paddatishu devletin bağımsızlığını sürdürmeye devam etti. Ancak daha
sonra Mitanni - Hurri koalisyon ile başa çıkamadıklarından Kral Pilliya döneminde
Mitanni bölgesine ilhâk edilmeyi kabullenerek Mitanni krallığının himayesi altında
yaşamaya başladılar. MÖ 1460'de kralları olan Pilliya, İdrima ve Alalah antik
kentleri ile ittifak oluşturarak Mitanni kralı Barattarna himayesine girdiler.

Başkenti Kummanni, Comana ya da Komona olarak geçmektedir. Kizzuvatna


önceleri kendi başına bir krallıkken MÖ 1400 yıllarında tamamen Hitit
İmparatorluğu’na bağlanmıştır.
Hattiler

MÖ 2500-2000/1700 yıllarında Anadolu'da yaşamış bir uygarlık. Anadolu


Yarımadası'nın bilinen en eski adı Hatti Ülkesidir. İlk defa Mezopotamya yazılı
kaynaklarında Akad sülalesi döneminde (MÖ 2350-2150) kullanılan bu adlandırma,
MÖ 7. yüzyıl Asur yıllıklarında görüldüğü üzere, MÖ 630 tarihlerine değin
süregelmiştir. Böylece Anadolu en az 1500 yıl boyunca Hatti Ülkesi olarak tanındı.
Bu ad o denli yerleşmişti ki Anadolu'da Hattilerden sonra yaşayan Hititler
yaşadıkları ülkeden söz ederlerken, Hatti Ülkesi deyimini kullandılar. Bu ve bazı
arkeolojik bulgular nedeniyle uzun yıllar boyunca Hititler ve Hattilerin aynı ırk ya
da akraba ırklar oldukları varsayıldı.

Hititlerin Hattuşa tabletlerini ilk okuyan filologlar hep bu tabire rastladıkları için,
bambaşka bir dil konuşan bu yeni kavme de Hatti adını taktılar. Oysa sonradan
yine tabletlerden Hint-Avrupalı bir kavim oldukları anlaşıldı. Kussar kentinde
yaşayan yönetici sınıfın bir araya getirdiği halk kendini Nesice konuşan Nesililer
olarak anıyordu. Ancak Hitit biçimindeki adlandırma, bilim çevrelerinde yayıldığı
için kalıcı oldu. Kaldı ki kendilerini Nesili olarak adlandıran bu grubun yanı sıra
Anadolu'da Luviler ve Palalar adı ile tanınan gruplar vardı.

Zaten filologlar Hatti sözcüğünü olduğu gibi almayıp, onun Ahd-i Atik'de zikredilen
"Heth" ve "Hittim" şeklinden esinlenerek Almanca Die Hethiter, İngilizce The
Hittities, Fransızca Les Hittities ve İtalyanca Gli Ittiti deyimlerini ürettiler. Türkçede
önceleri Eti sözcüğü kullanıldı, şimdi ise Hitit deyimi yerleşti. Burada yanlış
kullanılan bir adlandırmaya işaret etmek yerinde olacaktır. Birçok bilim insanı bir
zamanlar doğru olduğu sanılan, ancak şimdi isabetsiz olduğu anlaşılan "Proto-Hitit"
ya da "Proto-Hatti" deyimlerini alışkanlık sonucu hala kullanmaktadırlar. Hatti
yerine "Proto-Hitit" tabiri kullanıldığı takdirde, Hititlerin Hattilerden geldiği
izlenimi yaratılmış olur. Oysa söz konusu iki halk birbirinden dil ve ırk bakımından
tamamıyla ayrıdır. Hele adı Hatti olan kavmi "Proto-Hatti" diye anmak büsbütün
anlamsızdır. Ancak kültürel açıdan bakıldığına, Anadolu Hatti sanatının Hititler
tarafından alındığını ve köklü Hatti geleneğinin Hititlerde yaşadığını görürüz. Hatti
yer isimleri, şahıs isimleri, efsaneleri Hitit kültüründe yer bulmuştur. Gerek Alaca
Höyük gerekse son yıllarda yapılan arkeolojik kazılar Hatti kültürünün gücünü
ortaya koymaktadır. Anadolu'ya ne zaman geldikleri bilinmeyen, belki dağınık
gruplar halinde gelmiş olan Hititler bu gücün bir parçası olmuşlardır. Hitit
Krallığı'nın hâkim yönetici sınıfı olan ve Hatti geleneği taşıyan Hitit kralları
Anadolu'yu teokratik tabanlı, bir feodal yapı içinde yönetmişlerdir.

Anadolu'daki Hatti beylikleri bir Protohistorya (Ön tarih) uygarlığıdır. Başka bir
deyişle onlar henüz yazı kullanmadıkları için tarihsel sürece ait değildirler. Ancak
bu beyliklerin konuştuğu dil, inandıkları din, yaşattığı örf ve adetleri hakkında
Hititler yolu ile birçok bilgiye sahip bulunmaktayız. Bu nedenle Hatti beylikleri ön
tarih (Protohistorya) uygarlığının güzel bir örneğidir.
Hititler

Antik Çağ'da Anadolu coğrafyasında devlet kurmuş önemli uygarlıklardan biridir.


Kullandıkları dil Hint-Avrupa dil ailesi içinde yer almaktadır. MÖ 2000 yıllarında
Anadolu'ya göç ederek yerli Hatti beylikleri üzerinde hâkimiyet kurdukları
bilinmektedir. Başkentleri Hattuşaş'dır.Ve şu an Hattuşaş Boğazköy ve Boğazkale
olarak bilinmektedir.

(M.Ö. 1400'lerde Hitit Devleti (Mavi))

Hint-Avrupa dil ailesine mensup olduklarından dolayı genel kabul Avrupa kökenli
bir topluluk oldukları yönündedir. 1930'larda Mustafa Kemal Atatürk öncülüğünde
ortaya atılan Türk Tarih Tezi’ ne göre ise bir Türk medeniyetidir. Bilimsel
çevrelerde ise Türk Tarih Tezi; romantik ve milliyetçi yönlerinin olduğu savlarıyla
eleştirilmiştir. Tarihçi ve araştırmacı Sinan Meydan, Batının 19. yüzyıldaki
arkeolojik kazı çalışmalarından sonra Hititler gibi medeniyetleri Avrupa kökenli
kabul edip sahiplendiğini ve Hititlerin Türk olduğu tezinin Batı merkezli tarihe karşı
bir başkaldırış olduğunu belirtmiştir.

Anadolu Yarımadası'nın bugün için bilinen en eski adı Hattuşaş Ülkesi idi ve bu
topraklar 1500 yıl boyunca Hatti Ülkesi olarak bilindi. Bu isim o kadar yerleşmişti ki
Anadolu'yu istila eden Hititler bile yeni yurtlarından söz ederken Hatti Ülkesi ismini
kullanmışlardır. Oysa sonradan yine çivi yazılı tabletlerden öğrenildiğine göre, söz
konusu Hint-Avrupalı halk kendini Nesice konuşan Nesililer olarak anıyordu. Ancak
Hitit biçimindeki adlandırma, Eskiçağ tarihi çevrelerinde yaygın kabul gördüğü için
bu adlandırmayı değiştirmek hayli güç oldu. Zaten filologlar söz konusu
Hint-Avrupalı kavim için Hatti sözcüğünü olduğu gibi almayıp, onun Ahd-i Atik'de
zikredilen "Heth" ve "Hittim" şeklinden esinlenerek Almanca Die Hethiter, İngilizce
The Hittities, Fransızca Les Hittites ve İtalyanca Gli Ittiti deyimlerini türetmişlerdir.
Türkçede ise önceleri Eti sözcüğü kullanılmış, sonrasında ise Hitit deyimi
yerleşmiştir.

Anadolu'ya geliş yönleri hakkındaki teoriler arasında, Kafkasya üzerinden,


Çanakkale Boğazı'ndan ya da Karadeniz'den geldikleri yönünde görüşler
ağırlıktadır. Genel kabul edilen görüş, Kafkasya üzerinden Anadolu'ya geldikleri
yönündedir. İlk yerleşim yerleri ise Hattuşaş’ dır. Pithana'nın oğlu Anitta
zamanında başkentleri Neşa (Kaniş-Kültepe) olmuştur. Anitta, Hitit krallığının
başkenti olan Hattuşaş'ı (Boğazköy), çok büyük hazineleri olduğunu tahmin ederek
kuşatmış fakat şehirde herhangi bir şey bulamayınca kızarak şehri tamamen yakıp
yıkmış ve ünlü lanetini savurmuştur: “Geceleyin yaptığım bir saldırı ile şehri aldım.
Yerine yaban otu ektim. Benden sonra her kim kral olur ve Hattuşaş'ı yeniden
iskân ederse gökyüzünün (Fırtına Tanrısı'nın) laneti üzerinde olsun." Daha sonra
Anitta'nın soyundan gelen torunu Hattuşaş'ı bu kez Hitit krallığının başkenti
yapacak ve kendisine de "Hattuşili" adını verecektir. Hattuşaş antik kalıntıları
bugün UNESCO'nun Dünya Kültür Mirasları listesinde yer almaktadır. Hititler yerli
halkın ekonomik ve kültürel etkilerinden etkilenerek dil ve dinlerini benimsemiş ve
ırklarını Hatti ırkının içinde eritmişlerdir.

Hititler, Asurluların Anadolu'dan çıkmak zorunda kalmasıyla devlet idaresini


ellerine almışlardır. Anadolu'nun yerli halkıyla kaynaşıp Hitit Devleti'ni
kurmuşlardır. Bu devletin kurucusu Labarna'dır. Başkenti ise Hattuşaş'dır.
(Boğazkale). Hitit tarihi MÖ 1650 - MÖ 1450 Eski Krallık Devri ve MÖ 1450 - MÖ
1200 İmparatorluk Devri olmak üzere iki safhada incelenir. Hitit Devleti'nin
kuruluşundan itibaren, sanattaki Mezopotamyalı unsurlar kaybolarak,
Anadolu'nun yerli sanatıyla birleşmiştir. Sanatta, boyutları büyümüş anıtsal eserler
ortaya çıkmıştır. Mabetler, saraylar, sosyal yapılar, kaya kabartmaları ve
orthostatlarla (bina cephelerinde alt sırada yer alan kabartmalı taşlar) önceki
sanattan ayrılır. Hattiler'e ait olmasına rağmen Hitit Güneş Kursu olarak anılan
törensel nesne, Hititlerin sembolü kabul edilir.

MÖ 1800 yılları, Anadolu tarihinin başlangıcı yerli aglutinant dil grubuna ait
Hattiler ve Hint Avrupalı Hititler hakkında ilk bilgilerin edinildiği dönemdir. Bu çağ,
Hitit kültürünün başlangıç ve gelişme aşamalarının kaynağıdır. M.Ö 2500-2000
yılları arasında Kuzey Kapadokya ve Orta Karadeniz Bölümü’nde gelişmiş kültürün
temsilcisi Hattiler’di.

Şehir devletleri tarafından yönetilen bu bölgenin müstahkem şehirleri, kral


mezarları, hazineleri, Hatti kültürünün simgeleridir. MÖ 2000 yılları sonlarında
büyük savaşlar sonucunda çıkan yangınlarla sona eren bu çağı, Asur Ticaret
Kolonileri Çağı izler. Yazılı kaynaklardan Hititlerin, Anadolu'ya MÖ 3. binin son
yıllarında, 2. binin başında küçük gruplar halinde, girmeye başladıkları ihtimali
çıkmaktadır. Hititler'in Anadolu’ya Kuzey Karadeniz üzerinden veya kuzeydoğudan,
Kafkaslar üzerinden geldikleri ve Kızılırmak kavisinin kuzey kesimine yerleşmiş
oldukları değerlendirilmektedir.

Hitit Beylikler Dönemi

Birbirini izleyen akınlarla Orta Anadolu içlerine yayılan Hititler, zamanla etki
alanlarını genişletmişler, Hattili Prenslerin arazilerine hakim olmuşlardır. Asur
ticaret kolonilerinin geç evresinde (MÖ 1800- MÖ 1730) Kuşşara Kralı Pithana ve
oğlu Anitta tarih sahnesine çıktılar. Onlar Hitit diline Nesice adını veren
Kaniş/Neşa'yı zaptedip krallığın ilk merkezi yaptılar. MÖ 1700'lerde Kuşşara kralı
Anitta, Hatti Kralı Pijusti'yi yenip şehrini tahrip ettiğini anlatmaktadır: "Geceleyin
yaptığım bir saldırı ile şehri aldım. Yerine yaban otu ektim. Benden sonra her kim
kral olur ve Hattuş'u yeniden iskân ederse gökyüzünün (Fırtına Tanrısı'nın) laneti
üzerinde olsun."

Eski Krallık

Hattuşaş MÖ 17. yüzyılın ikinci yarısında, Hitit Kralı I. Hattuşili tarafından başkent
olarak seçildi. Eski Hitit Devleti'nin kurucusu I. Hattuşili Kızılırmak kavisi içindeki
çekirdek ülkede birliği sağladıktan sonra, Kuzey Suriye ve Yukarı Fırat bölgesinde
Hurri Ülkesi’ ne karşı yönettiği akınlarla, kendisini izleyecek Hitit krallarına bir
Dünya devleti olma amacının işaretini veriyordu. Murşili istilalara güneyde devam
ederek ve Suriye'deki şehir devletlerini devreden çıkartarak, Mezopotamya ticaret
yollarını kontrol altına aldı. Halep ele geçirildi ve ordu Babil'e kadar ilerleyerek
Hammurabi hanedanlığına son verdi. Ancak, I. Murşili'nin Hantili tarafından
öldürülmesi bir karışıklık dönemi getirir. Hantili idareyi ele aldıysa da o da
öldürüldü. Hantili’ den sonra tahta geçen I. Zidanta ve I. Huzziya’da Hantili ile aynı
kaderi paylaşarak öldürüldüler. Bu dönemde Hitit devleti, Torosların güneyindeki
ülkeleri, Güney ve Güneydoğu Anadolu Bölgesi'ndeki diğer bölgeleri yeniden
Mitanni Krallığı'na kaptırdı. Telipinu tahta geçince, saraydaki kan davalarını
durdurmayı başardı. Önceki kralların uzak bölgelere yaptıkları seferleri durdurarak,
Anadolu'yu kendi içinde tutarlı bir idari teşkilat altına almaya çalıştı. Bu amaçla
eyalet sistemini kurdu. Telipinu fermanı olarak bilinen fermanı yayınlayarak, taht
verasetini belli kurallara bağladı.

Orta Krallık

Geleneksel Hitit tarihi çağ ayrımına göre, Telipinu devrini Orta Krallık adı verilen
dönem izler. Aynı zamanda I. Tuthaliya Hititlerin kuzeydeki amansız düşmanı
Kaşkalar ile de baş etmek zorunda kalmıştır. Metinlerde Tuthaliya zamanında,
Fırat'ın yukarı yatağında kalan bölgelere ve Kuzey Mezopotamya'da Hurrilere karşı
yapılan askeri harekatlardan söz edilmektedir. Bu başarılarla I. Tuthaliya’nın Hatti
ülkesinde krallığın gücünü yeniden sağladığı anlaşılmaktadır. Ancak I. Tuthaliya'nın
hükümdarlık alanı genelde Anadolu ile sınırlı kalmıştır.
I. Şuppiluliuma tahta geçince, öncelikle Anadolu'daki hâkimiyetini
sağlamlaştırmıştır. Daha sonra Suriye ve Kuzey Mezopotamya'nın bazı bölgelerini
Hitit Krallığı'na katmıştır. Kaşkalar ile savaşmış, Ugarit Kralı II. Nigmedu ile bir
anlaşma yapmıştır. Şuppiluliuma Mısır'da Tutankhamon'un ölümünden sonra çıkan
çatışmaları fırsat bilmiş, Karkamış'ı alarak Mitanni Krallığı'na son vermiştir. II.
Murşili’nin, Anadolu’nun kuzeyindeki ve batısındaki seferleri, Hitit çekirdek
ülkesinde vebanın hüküm sürdüğü ve giderek artan Asur etkisiyle Suriye’de
huzursuzlukların yaşandığı bir döneme rastlamıştır.

Büyük Krallık Dönemi

I. Şuppiluliuma (MÖ 1350–1322) ve II. Murşili (MÖ 1321–1295) döneminde Hitit


İmparatorluğu'nun en geniş sınırları.

Babası Murşili'nin ardından fazla zorluk çekmeden tahta geçen XXI. Muvattalli,
yirmi yıldan fazla ’’Büyük Kral’’ olarak hüküm sürmüştür. Onun küçük kardeşi
Hattuşili, askeri birliklerin başı, saray memuru, kuzey sınırının sürekli huzursuz
bölgelerinde ve Hattuşa'da vali olarak hükümdara birçok alanda hizmet vermiştir.
Bu dönemde Muvattalli sarayını, Tanrı ve atalarının heykelleri ile birlikte
Hattuşa’dan Tarhuntaşşa'ya taşımıştır. Muvattalli zamanında Orta Suriye’deki
Amurru bölgesi nedeniyle, Hititler’in anlaşmazlığa düştüğü ülke Mısır'dı. Bu
anlaşmazlık Kadeş Savaşı'na yol açtı.(MÖ 1280)

Günümüzde Mısır'daki Abydos, Luksor, Abu Simbel'in duvarları ve Ramsesseum'un


pylonlarının üzerindeki kabartmalarda, Yakındoğu’nun geçmişindeki en ünlü
savaşlardan biri olan Kadeş Savaşı'nın tasviri görülmektedir. Kabartmalara II.
Ramses'in Hitit Kralı II. Muvattalli’yi yenerek elde ettiği zaferin kutlandığı hiyeroglif
metinler eşlik etmektedir. Firavun çok iyi hazırlanarak savaş alanında bizzat
bulunmasına rağmen, savaşın asıl galibi Hititler olmuştur. Amurru yeniden Hitit
yönetimi altına girmiş, ayrılıkçı yerel kral Benteşina ise Anadolu'ya sürülmüş, Kadeş
Kalesi Hitit denetiminde kalmıştır.
Büyük Kral II. Muvattalli öldüğünde, eski bir kurala uyulmuş ve imparatorluğun en
güçlü adamı olan kardeşi Hattuşili yerine, oğlu III. Murşili/Urhi-Teşup tahta
geçmiştir. O, başkenti Tarhuntaşşa’dan, yeniden Hattuşa’ya taşımıştır. Bölgede II.
Muvattalli döneminden ve Kadeş Savaşı’ndan bu yana II. Ramses hüküm
sürmekteydi. Hattuşili Asur ve Babil hükümdarları ile olduğu gibi, II. Ramses ile de
hükümdarlar arasındaki olağan ilişkilerini sürdürmüştür. I. Şuppiluliuma'dan beri
süregelen savaş durumunu sona erdirmiş ve Mısır ile barış antlaşmasını
imzalamıştır. Antlaşma Hattuşa'da ortaya çıkarılan ve günümüzde İstanbul
Arkeoloji Müzesi'nde bulunan kil tabletten anlaşılmaktadır. Akadca yazılmıştır.
Ayrıca Mısır-Karnak Ramesseum'da da Mısır hiyeroglifi ile kaleme alınmış kopyaları
görülmektedir. II. Ramses ile yapılan barış antlaşması, Hattuşili’ nin hükümdarlık
döneminde ulaştığı bir zirvedir. Bu başarı kendisinin rakipleri Asur ve Babil ile
Ege'deki rakibi Ahhiyava karşısındaki konumunu güçlendirmiştir.

Kurallara uygun olmaksızın tahta çıkmış olmasına rağmen, III. Hattuşili önemli
politik başarılar ve uluslararası takdir kazanmıştı; ancak Hattuşa'da tahtına çıkacak
kişi ile ilgili düzenlemeyi yapmak da kendisi için önemliydi. Önceden seçilen
varisten vazgeçilmiş ve yerine Prens IV. Tuthaliya seçilmişti. Tuthaliya tahta
çıktıktan sonra, Tarhuntaşşa Kralı Kurunta ile antlaşma yapmış ve Tarhuntaşşa
ülkesinin sınırları yeniden çizilmiştir. II. Muvattali'nin oğlu olarak hanedandan
gelen krala, imparatorluk hiyerarşisi içinde Karkamış Kralı ile aynı düzeyde yer
verilmiştir.

Hitit İmparatorluğu’nun bilinen son hükümdarı IV. Tuthaliya’nın oğlu II.


Şuppiluliuma, baş gösteren yiyecek sıkıntısıyla daha da gerginleşen duruma
rağmen bazı askeri başarılar elde etmiştir. Hattuşa'da bugün Güneykale olarak
adlandırılan kesimdeki bir yazıtta, II. Şuppiluliuma'nın askeri birliklerinin Orta ve
Güneybatı Anadolu'da başarıyla savaştığından, Tarhuntaşşa'da da hükümdarın
yeniden otorite kurduğundan söz edilir. Çivi yazılı belgeler de, Kargamış Kralı ve
doğrudan Büyük Kral tarafından denetlenen Alaşiya (Kıbrıs) ülkesiyle antlaşma
yapıldığı belirtilir.

Çöküş ve Geç Hitit Beylikler Dönemi

Hitit İmparatorluğu'nun MÖ 1200'den kısa bir süre sonra yıkılma nedeni halen tam
olarak anlaşılamamıştır. İmparatorluğun yıkılmasına çeşitli etkenlerin neden
olduğu değerlendirilmektedir. Son büyük kralın hüküm sürdüğü dönemde, halk
içinde huzursuzluklar ve Hitit aristokrasisinde giderek artan çatışmalar baş
göstermiştir. Hitit Devleti'nin ayakta olduğu son yıllara tarihlenen yazılı kaynaklar,
sefalet içinde olduğu belirtilen Anadolu’ya Suriye ve Mısır'dan büyük miktarlarda
tahıl sevk edildiğini kanıtlamaktadır. Aynı zamanda Anadolu'daki huzursuzluklar ve
Suriye üzerindeki Hitit etkisinin azalması da Hitit İmparatorluğu'nun yıkılmasında
neden ya da sonuç olarak değerlendirilmektedir. Çöküş konusundaki bir diğer
görüş de 1200 yıllarında batıdan gelen ve Deniz Kavimleri diye adlandırılan
toplulukların istilasıdır. İmparatorluk sonrası dönemde Hitit kültürü, beylikler ve
şehir devletleri tarafından bir süre daha devam ettirilmiştir.

Hitit İmparatorluğu'nun Yapısı

Hitit Devleti, Kral ve üyeleri kraliyet ailesinden gelen kişilerden oluşan politik bir
kurumdu. Yönetimin politik organı Pankuş'tur (İmparatorluk Meclisi). Herhangi bir
politik sorun olduğunda Pankuş Kral tarafından çağırılmaktaydı. Pankuş kralı bile
denetleme yetkisine sahipti; yani Pankuş, kralın kararları hakkında söz sahibi bir
kurul ve böylelikle de onun mutlak hâkimiyetinin tek denetleyicisiydi. Pankuşlarda
yönetim hakkında kararlar alınıp oy birliğine sunulurdu. Pankuşlar ilk olarak
Hititlerde yapılan bir imparatorluk meclisidir. Pankuşlarda gerekli ağır gereksiz
hafif ceza verilmez. Pankuş yönetiminde (imparatorluk meclisinde) herkes eşit
haklara sahip olmaksızın her insan özgürce fikirlerini dile getirebilir. Pankuş ,
zamanla yetkileri kısıtlanarak danışma meclisi haline gelmiştir.

Yazı ve Dil

Hititçe, bugüne kadar bilinen en eski Hint-Avrupa dilidir. Hitit İmparatorluğu'nda


bunun dışında Luvi ve Pala dillerinde olduğu gibi Hititçe ile az veya çok akraba olan
başka diller de kullanılmaktaydı. Luvice'nin dinsel konularda önemi vardı. Bu
dillerle beraber Hititçe, diğer Hint-Avrupa dillerinden kelime hazinesi açısından
kısmen farklı olan Hint-Avrupa dillerinin Anadolu kolunu oluşturmaktaydı.

Bunun yanında farklı yazılar da kullanımdaydı. Resmi diplomatik yazışmaları ve


saray arşivleri Asur (Akad) çivi yazısıyla yazılırken kayalardaki kabartmalar ve
yazıtlar için Anadolu hiyeroglifi denilen yazı kullanılırdı. Bugün, bu harflerle yazılan
dilin bir Luvice lehçesi olduğu bilinmektedir. Hurrice de önemli bir diplomatik
yazışma diliydi ve bilhassa Mittani İmparatorluğu'yla yapılan yazışmalarda
kullanılırdı. Hitit çivi yazısının dili Friedrich Hrozny tarafından 1915'te çözülmüş,
Anadolu hiyeroglif yazısının 1940'lı yıllarda başlayan çözülmesinde ise Helmuth
Theodor Bossert'in büyük katkısı olmuştur.

Hitit Dini

Hitit dini çok tanrılı bir dindir; panteonun (tanrılar ailesi) içinde binlerce tanrı ve
tanrıça vardır ve bunların pek çoğu diğer kavimlerin dinlerinden alınmıştır. Hititler’
de tanrılar, tıpkı insanlar gibidir. Fiziksel şekilleri insan gibi olduğu kadar ruhen de
onlarla aynı olup insanlar gibi yerler, içerler, kendilerine iyi bakıldığı sürece
insanlara iyilik ederler; ancak ihmal edildikleri zaman hemen intikam almaya,
insanları en acımasız yöntemlerle cezalandırmaya hazırdırlar. Bir Hitit metni,
insanlarla tanrıları birbirleriyle kıyaslamakta ve tanrı-insan ilişkilerini bey-hizmetçi
ilişkilerine benzetmektedir.
Hitit devletinin panteonu, Anadolu ve Suriye şehirlerinin çeşitli yerel
panteonlarının zamanla bir araya getirilip birleştirilmesinden oluşmuştur. Hitit
devletinin başlangıcından îtibâren baş tanrı, fırtına tanrısı Teşup'tur. Kozmik
dönemi (kâinatı) sağlayan, krallığı ve ülkenin düzenini koruyan O'dur. Kral, efendisi
adına ülkeyi yönetir.

Kadeş Savaşı ve Barış Antlaşması

MÖ 1274 tarihinde II. Ramses ile II. Muvatalli arasında Kadeş önünde büyük bir
meydan savaşı yapılmış ve Kadeş Antlaşması ile sonuçlanmıştır. Bu antlaşmaya
bağlı olarak II. Ramses savaştan önce aldığı yerleri boşaltmış, Kadeş şehri Hititlere
kalmıştır.

Kadeş Barış Antlaşması sırasında orduda çıkan bir isyanda, II. Muvatalli
öldürülmüştür. Antlaşma, onun yerine geçen III. Hattuşili tarafından imzalanmıştır.
(MÖ 1269) Bu antlaşma dünya tarihinde eşitlik ilkesine dayanan en eski
antlaşmadır. Antlaşma çivi yazısıyla gümüş plakalar üzerine Akadca olarak
yazılmıştır. Ayrıca Kralın mührünün yanında Kraliçenin (Tavananna) mührü de
vardır. Anlaşmaya Amor'un sevgilisi II. Ramses ve kralların büyüğü III. Hattuşili gibi
övgülerle başlar. Anlaşma müttefiklik, kardeşlik ve saldırmazlık anlaşmasıdır.
Anlaşmaya göre kaçakların öldürülmemesi karşılığında birbirlerine teslimine karar
verilmiştir. Anlaşmayı körükleyen ise Asur tehlikesinin gelişmesidir. Bu
antlaşmanın gümüş levhalara kazınmış olan asıl metinleri kayıptır. Mısır'da
tapınakların duvarlarına kazınan antlaşmanın bir nüshası da, Boğazköy (Boğazkale)
kazılarında kil tablet olarak bulunmuş olup İstanbul Arkeoloji Müzesinde
sergilenmektedir. Kadeş antlaşmasının Hattuşaş'da bulunan çivi yazılı tabletinin
büyütülmüş kopyası New York'ta Birleşmiş Milletler Binasında asılıdır.

Yönetim Merkezi

Anadolu'da ilk kez organize devlet kuran Hititlerin başkenti olan Boğazköy
(Hattuşaş), dağlık-engebeli bir arazi kurulmuş olup Çorum'a uzaklığı 82 km'dir.
Boğazköy'ün gerçek tarihi MÖ 1900'den az sonra başlar. Geç Hitit ve Asur
belgelerinden öğrendiğimize göre Boğazköy; Hattuştu ve Pijusti adlı krallarla son
bulan bir hanedanlığın merkezi idi. MÖ 19. ve 18. yüzyılda Hitit öncesindeki
dönemde Boğazköy'de, Hattiler ve Asurlu tüccarlar da konaklamaktaydılar. Şehirde
Asurlu tüccarların ticaret yaptıkları "karum" denilen bir pazar yeri bulunmaktaydı.

Boğazköy, MÖ 1200 yıllarına kadar Hititler'in başkenti olma özelliğini korumuştur.


İlk Hitit kralı olarak Hattuşaş’lı anlamına gelen Hattuşili'yi görüyoruz.

Kentin asıl merkezini büyük kale teşkil eder. Büyük kalenin kuzeybatı yamacında
Hitit İmparatorluk dönemine ait özel evler ile Büyük Mabed'in yer aldığı "aşağı
şehir" bulunmaktadır. Şehrin güney kısmını teşkil eden "yukarı şehir"; MÖ 13.
yüzyıl kralları tarafından yapılmış sandık şeklindeki surlarla çevrilmiştir. Bu surda
Kral Kapısı, Potern, Sfenskli Kapı, Aslanlı Kapı yer almaktadır. Yukarı şehir içinde
Yenice kale ve Sarıkale tahkim edilmiş olarak yapılmıştır.

Hitit Krallığı; MÖ 1200'deki Deniz Kavmi Göçleri sonunda Trak asıllı kavimlerin
baskıları sonucu yıkılmış olup, dolayısıyla Boğazköy de başkent olma özelliğini
kaybetmiştir. MÖ 750 yılında Friglerin yerleşimine sahne olmuştur. Hellenistik
çağda ise Boğazköy; büyükçe bir yerleşim alanı olmaktan öte gidememiştir. Bizans
çağında da iskân edildikten sonra Boğazköy’e 18. yüzyılda bugünkü sakinleri
yerleşmiştir.

Antik Hattuşa harabeleri ile Yazılıkaya Açık Hava Mabedi birer açık hava müzesi
olarak önem taşımakta olup, ayrıca; Milli Park projesi kapsamına alınmış ve Dünya
Kültür Mirası listesine dâhil edilmiştir.

Hitit kralları

Pithana - MÖ 18 ya da 17'nci yüzyıl.

Anitta -- Pithana'nın oğlu

Labarna -- Bilinen ilk Hitit kralı

I. Hattuşili -- Labarna'nın evlatlık oğlu

I. Murşili -- I. Hattuşili'nin büyük oğlu veya torunu

Hantili -- I. Murşili'nin kayınbiraderi

I. Zidanta -- Hantili'nin damadı


Ammuna -- Zidanta'nın oğlu

I. Huzziya -- Ammuna'nın oğlu

Telepinu -- I. Huzziya'nın kayınbiraderi

Tahurvaili

Alluvamna -- Telipinu'nun damadı

II. Hantili -- Alluvamna'nın oğlu

II. Zidanta

II. Huzziya

I. Muvatalli

I. Tuthaliya -- II. Huzziya'nın torunu

I. Arnuvanda -- I. Tuthaliya'nın damadı

II. Tuthaliya -- I. Arnuvanda'nın oğlu

Genç Tuthaliya -- II. Tuthaliya'nın oğlu

II. Hattuşili

I. Şuppiluliuma -- II. Tuthaliya'nın oğlu

II. Arnuvanda -- I. Şuppiluliuma'nın oğlu

Hitit mitolojisi

Mezopotamya kaynaklarından esinlenmiş olmakla beraber, Hatti ve Hurri etkisinde


kalmıştır. Hititler, ele geçirdikleri bölgelerde tapınılan tanrı ve tanrıçalara
gösterdikleri saygıdan ve onları da yerel ölçekte bile olsa tanımalarından dolayı
"bin tanrılı halk" adını almıştır.
Hitit mitolojisi ve buradan hareketle panteonunun odağında fırtına tanrısı bulunur.
Baş tanrı olan eril fırtına tanrısının dışındaki bir diğer temel ve önemli kavram ise,
Hitit öncesi ve sonrası Anadolu mitoloji ve kültürlerinde de rastlanan, dişil güneş
tanrıçasıdır ki bu tanrıça bir tür ana tanrıça karakteridir ve arz ile
özdeşleştirilmiştir. Bu kavramlarda köken araştırılmasına gidildiğinde varılan
sonuçlar genellikle fırtına tanrısının Avrupa-Hint kökenli olduğu, güneş tanrıçasının
ise bölgenin yerel halklarından Hattilerden alınmış olabileceğidir.

Hitit mitolojisi, Hititler öncesi Anadolu kavimlerinin inançlarından ve çevre


inançlarından etkilenmiş olsa da en önemli karakteristiklerinden birisi, özellikle
erken dönemlerde senkronizasyondan uzak olması ve hatta bir nevi bilinçli bir
şekilde senkronizasyondan kaçınmasıdır. Örneğin Hitit mitolojisinin ana karakteri
olan fırtına tanrısı aynı zamanda büyük oranda yerelleşmişti; yani farklı yörelerin
kendi yerel fırtına tanrıları vardı. Bu fırtına tanrısı kavramı odak alınarak millî veya
genel bir karakterin vurgulanmasının yanı sıra bunun yerelleştirilmesiyle yerel
karakterin de vurgulanmasını içerir.

Bununla birlikte Hitit İmparatorluğu'nun genişlemesiyle birlikte belirli bir noktadan


sonra senkronizasyon da görülmeye başlanmıştır. Bunun en bariz örneği, siyasî
yayılmayla birlikte kraliyet arşivlerinde bahsedilen tanrı ve tanrıça isimlerinde
Suriye ve Mezopotamya’da tapınılan tanrı ve tanrıçaların da isimlerine
rastlanmaya başlanmasıdır. Yine yapılan antlaşmalarda geçen (antlaşmaya) tanık
tanrıların listelerinde de Hatti ve Avrupa-Hint dışı kökenli, çevre mitolojilerde yer
alan tanrılar da rastlanmaktadır. MÖ 13. yüzyılda Hitit mitolojisinde
senkretizasyonun bir başka temsili olarak kabul edilebilecek bir yenilik daha
yaşanmıştır: tanrı ve tanrıçaların gruplaştırılması. Buna göre tanrı ve tanrıçalar
kaluti olarak anılan “daireler” içerisinde gruplaştırılmışlardır. Bugün Türkiye
topraklarında bulunan Yazılıkaya’daki rölyeflerde betimlemelerine rastlanan bu
olayın bir başka ilginç yönü de betimlemelerden Hatti kökenli olduğu anlaşılan
çoğu tanrı için Hurri dilinde isimlerin kullanılmasıdır ki bu senkretizasyonun en
bariz ve kalıcı örneğidir.

Bununla birlikte Hitit mitolojisinde sistematik bir senkretizasyondan veya herhangi


bir şekilde sistematik olarak kabul edilmiş bir mitik hiyerarşiden söz etmek pek
doğru olmaz, zira resmî anlamda diğerlerinden üstün görülen ve kabul edilen bir
mitik hiyerarşi bulunmamaktaydı.

Hititler birçok doğa olayını tanrılara bağlamakta, ancak onları, insan şekilli
(antropomorfik) olarak düşünmekteydiler. Buna göre bir tanrı canı isterse çekip
gidebiliyordu. Ancak tanrının gitmesiyle ona bağlı olan doğa olayları da
etkileniyordu.

Gök Tanrı/Fırtına Tanrısı

Gök tanrısı aynı zamanda fırtına tanrısı idi. Zaten Anadolu'nun iklimini göz önünde
bulundurursak -eskiden daha sıcak olduğu düşünülüyorsa da- fırtınaların ne kadar
önemli olduğu açıktır. Hatta bir fırtına sırasında kral II. Murşili'nin dilinin
tutulduğunu öğreniyoruz :

"Birden hava bozdu. Gök tanrısı korkunç bir şekilde gürledi ve ben ürktüm. O
zaman ağzında söz azaldı ve söz kesiklik yaparak yukarı doğru çıktı. Yıllar geçince
bu düşlerimde de kendini duyurmaya başladı. Bu düşlerden birinde tanrının eli
bana değdi ve konuşma gücümü bütünü ile yitirdim."

Bir Hitit metninde (II. Muwatalli'nin duası) şöyle geçmektedir:


Hatti'nin Fırtına Tanrısının önünde yürüyen boğa Şeri, efendim, benim dua olarak
bu sözlerimi tanrılara bildir! Efendiler, göğün ve yerin efendileri tanrılar bu
sözlerimi ve duamı işitsinler.

Tanrıça

Hititlerde tanrı kadar tanrıça da önemlidir. Zaten bunun izdüşümü olarak da Hitit
toplumuna kadın erkeğe eş değer konumdadır.

Hitit Tanrıçası, Hattilerde Vuruşemu, Hurrilerde Hepat diye adlandırılmış olan


tanrıçadır. Hititlerde "Arinna'nın güneş tanrıçası", geç Hititlerde Kubaba olarak da
geçmiştir. (Kybele de büyük olasılıkla aynı inancın devamıdır.)

Bu tanrıça isimleri tabletlerde farklı isimlerde geçseler de aynı özelliklere


sahiplerdir. Özellikle Hurri etkisiyle, Teşup'un panteona girmesiyle beraber
Teşup'un karısı tanrıça Hepat da önemli bir yer tutmaya başlamış, Hatta Arinna'nın
güneş tanrıçası ile eş bir konuma gelmiştir. Bir belgede şöyle denmektedir :
Bütün ülkelerin kraliçesi efendin, Arinna'nın güneş tanrıçası! Hatti ülkesinde sen
Arinna'nın güneş tanrıçası adını alırsın, sedir ağacı ülkelerinde ise Hepat adını
alırsın.

Liturji; Hitit dininde liturji büyük oranda büyü ile iç içeydi. Liturji özellikle günlük
hayatın ve tipik yaşam devrelerinin sorunlarıyla ilgiliydi. Örneğin kişinin yaşamının
bir devresini kapatıp bir diğerine başlaması, ergenlik dönemi veya doğum gibi,
çeşitli ritüellerle desteklenir ve geçişi kolaylaştırma amacı güdülürdü. Liturjinin
ilgilendiği sorunların hepsinin kaynağı ilahî olarak görülmezdi; bazıların kaynağı bir
tür “kirlilik” kavramıyla bağdaştırılırdı. Hitit kültüründe hastalıklar genellikle
ritüellerle tedavi edilirdi; bu hem bireysel anlamda (örneğin uykusuzluk tedavisine
rastlanmıştır) hem de daha toplumsal, kitlesel bir anlamda (örneğin salgınların
kovulmasına rastlanmıştır) geçerlidir.

Liturjide yer alan büyü ve ritüeller büyük oranda günlük köy yaşantısından
analojiler şeklindeydi.

Tapınaklar ve dinin idaresi

Kral ve yönetimi dinin imparatorluk topraklarındaki idaresi ve konumundan


sorumluydular ve bu tapınakların bakımı, liturjinin uygun şekilde yerine getirilmesi
gibi çeşitli görevleri içermekteydi. Başkentte fırtına tanrısı ve güneş tanrıçasına
tapınılan büyük tapınakların yanı sıra imparatorluk topraklarında birçok farklı
yerde irili ufaklı birçok farklı tanrı ve tanrıça için tapınaklar bulunmaktaydı.
Tapınaklarda yer alan put veya putların yapıldığı malzemeler, kalitesi (veya
kaliteleri), sunulan adakların özellikleri, tapınakla ilgilenen hizmetlilerin sayısı ve
nitelikleri gibi hususlar devletin sorumluluğu altındaydı.

Bir anlamda tapınakta, tapınağın adandığı tanrı (veya tanrıça) doyurulur ve


bakılırdı. Tanrıların ihtiyacı olduğuna inanılan şeyler o dönemlerin Hitit soylularının
ihtiyaçlarına benzerdi.

Tapınakların bakımının yanı sıra belirli dönemlerde farklı tanrılara şölenler


düzenlenirdi. Bu şölen ve kutlamaların çoğunluğu tarımsal takvime göre
gitmekteydi: örneğin sonbahar sezonunda gerçekleştirilen, depoların hasat edilen
ürünlerle dolmasını kutlayan ve bu odak etrafında gelişen şölenler gibi. Ayrıca
özellikle Yazılıkaya’daki ana galeriler Hattuşa’nın fırtına tanrısı için büyük bir yeni
yıl kutlamasının da gerçekleştirildiği fikrini doğurmuştur. Hitit festivallerine,
genellikle, kralın katılması şarttı; bu festivallerin zaman çizelgesini sık sık
etkilemiştir.

Çoğunlukla festivallerde yiyecek türünde adaklar sunulur, çeşitli eğlenceler


tertiplenirdi. Bunlara çeşitli atletik müsabakalar, at veya koşu yarışları, ve müzik
dinletileri dâhil. Bununla birlikte, festivallerin sergilediği eğlence kültürü hakkında
çok detaylı bilgilerin olduğu söylenemez; örneğin Hitit müziği hakkında çok az bilgi
bulunmaktadır.

Hitit dili, Hititlerin veya tabletlerinde kendilerini adlandırdıkları gibi Neşalıların dili,
Hint-Avrupa Dillerinin Anadolu'nun alt grubuna dâhildir.

Bunun yanında farklı yazılar da kullanımdaydı. Resmî diplomatik yazışmaları ve


saray arşivleri Asur (Akad) çivi yazısıyla yazılırken kayalardaki kabartmalar ve
yazıtlar için Hiyeroglif denilen yazı kullanılırdı. Bugün, bu harflerle yazılan dilin bir
Luvca lehçesi olduğu bilinmektedir. Hurrice de önemli bir diplomatik yazışma
diliydi ve bilhassa Mittani İmparatorluğu'yla yapılan yazışmalarda kullanılırdı.

Dil, Çek bilim adamı Bedřich Hrozný'nin çalışmaları sonunda çözümlenmiş, kendisi
1917'de ilk Hitit gramerini yayınlamıştır.
Kaşkalar

Hititlerin Anadolu'da hüküm sürdükleri devirlerde, şarkın en kuvvetli milletleri


sayılan Mısırlılarla, Kaldelilerle, Suriyelilerle ve her zaman Hititler ile siyasi, ticari
münasebetlerde bulunmuş ve hatta uzun seneler onlarla kavga ederek milli varlık
ve kuvvetlerini onlara kabul ettirmiş bir kavimdir.

Kaşkaların Anadolu'ya ne zaman geldikleri, buranın yerel halkı mı, yoksa sonradan
göç mü ettikleri hakkında bilgi yoktur. Hititlerin Anadolu'ya göç ettikten sonra
sivrilmeleri sonucu kuzeye çekilen Hattiler olabilirler. Ancak ilk defa gözüktükleri
Hitit Kralları III. Hattuşili ve IV. Tuthaliya dönemine ait belgelerde Hantili
döneminde (MÖ 1590-1560) Tiliura ve Nerik kentlerinin Kaşkaların eline geçtiğini
ve Kaşka-Hitit sınır bölgesinin Kummešmaha Nehri olduğunu biliyoruz.

Kaşkaların kendi ellerinden çıkma maddi kalıntıları henüz bulunamamıştır. Buna


sebep olarak ise ağaç mimarisi kullandıkları öne sürülüyor. Herhangi bir kalıntı
bırakmadıkları için onlar hakkındaki bilgileri Hitit, Asur gibi devletlerin
kaynaklarından elde ediyoruz.

Hitit belgelerinde savaşçı, yağmacı, domuz çobanı, barbar ve kundakçı olarak


tanıtılmışlardır. Fakat bu sözlerin ırkçılık içerdiği düşünülüyor. III. Hattuşili'nin
Kaşkalar ile yapılan savaşlar sonucu yıkılan Tiliura kenti halkı ile yapmış olduğu
antlaşmada geçenlere göre hiçbir silahlı Kaşkalı kente giremeyecekti. Eğer bir
kimse Kaşka ülkesinde bir köle veya cariye edinmiş ise, onu dahi kente
sokamayacaktı; kent dışında bir ahırda yaşayacaklardı. Sığır ve koyun çobanları
Kaşkalar ile bir araya gelemeyecekti.

Kaşkalar yarı göçebe yarı yerleşik bir yaşam tarzına sahip ve Anadolu'da yaygın
olan çobanlık ve dokumacılık mesleğini yaparlardı. Kaşkalar aynı zamanda üzüm
bağlarına da sahiplerdi. Hititler ele geçirdiği Kaşka bölgelerine kendilerine şarap
vermelerini zorunlu kılmıştı.

Kaşkaların Kuzey Anadolu'da bulundukları bilinmektedir ve bu iddiayı ilk olarak


Hititolog Albretch Goetze ortaya atmıştır. Goetze bu iddiayı ortaya atarken
Kaşkaların Tuthaliya döneminde Hattuşaş'a kadar gelebildiğini, Güney ve
Güneydoğu Anadolu'da başka kavimler olduğu için orada olamayacaklarını, eğer
orada olsalardı Hititlerin Kuzey Suriye'ye geçişlerinin o kadar kolay olmayacağını,
bu yüzden de Doğu ve Kuzey Anadolu'nun kaldığını belirmiştir. Doğu'daki bölge
Harput ve Trabzon arasındaki bölgeyi kapsıyor fakat orada Azzi ve Hayasa
ülkelerinin bulunduğunu biliyoruz.

Kaşkalar zaman zaman Hititlere birçok kez saldırmış, III. Tuthaliya döneminde ise
Nensa (Niğde) şehrine kadar dayanmışlardı. Hitit hükümdarı III. Tuthaliya ölünce
yerine geçen oğlu Şuppiluliuma Kaşkalarla ciddi bir mücadeleye girişmiştir, ancak
bunlar da uzun süreli çözümler getirmemiştir.

Şuppiluliuma öldüğü vakit II. Arnuvanda tahta geçtiyse de çok fazla kalamadı. İİ.
Arnuvanda ölünce kardeşi II. Murşili tahta geçti. II. Murşili'nin gençliğinden istifade
ederek bir kez daha saldırıya geçen Kaşkalar ve Hititler arasında savaşlar, Talat
Mümtaz Yaman tarafından şu şekilde sınıflandırıldı:

1- Ishupitta Harbi (MÖ 1349-1345)

2- Pala yolları Harbi (MÖ 1345-1343)

3- Timhuala ve Dağğasta Harbi (MÖ 1337-1335)

4- Kalasma Harbi (MÖ 1334-132)

Bu savaşlardan sonra Kaşkaların hayvanları alınmış, kendileri köle yapılmıştır.


Ancak bu savaşlar yeterli bir çözüm olmamıştır. M.Ö 1200 yılları civarında Hitit
Devleti'nin sona ermesi ile birlikte Kaşkalar için güneye inme fırsatı doğdu. Yeni
Asur kaynaklarına göre Kaşkaların hüküm sürdüğü topraklar batıda Muşki'ye,
doğuda Urartu'ya ve güneyde Tabal'a uzanmaktaydı. Asur'un egemenliğine girmeyi
reddeden Kaşkalar, Urartu ve Muşki gibi krallıklar ile birlik olup Asur'a karşı
savaşmıştır fakat Asur karşısında tekrar onlara vergi vermekle yükümlü
olmuşlardır.
I. Hattuşili Dönemi

I. Hattuşili'nin askeri seferlerini anlattığı bir metinde, Kaşkaların adı geçmemekle


beraber, Kaşkaların hakimiyet alanında bulunan Sanahuitta ve Zalpa'ya sefer
düzenlendiği anlatılmaktadır.

I. Hattuşili'nin ilk seferlerini bu iki kente yapmış olması, bu kentlerin ele geçirilmesi
zorunlu bölgeler olduğuna işaret ediyor olabilir.

''...Zalpa'ya gittim ve onu mahvettim...''

Hattuşili, bu seferlerden sonra Anadolu'da siyasi birliği sağlamış ve nihayetinde


Kuzey Suriye'ye yönelebilmiştir.

I. Hantili Dönemi

Kaşkaların tarih sahnesine çıkışları tam olarak belli olmamakla beraber, Hitit
belgelerinde Kaşkaların I. Hantili (MÖ.1590-1560) döneminde yaşadıklarından
bahsedilmektedir.

I.Hantili döneminde Hattuşa şehri surlarla çevriliydi. Ancak bu surların yapılma


nedeni daha sonra, IV. Tuthaliya döneminden kalma annallerde (yıllık) kuzeyden
gelen Kaşka akınlarından korunmak için yapıldığı belirtiliyor.

Yine I.Hantili devrinde Kaşkalar, Tiliura ve Nerik kentini ele geçirmiş, Nerik'te tam
300 yıl egemen olmuş, Kaşka-Hitit sınırı ise Kummešmaha nehri olmuştur.

Ammuna Dönemi

Ammuna dönemine ait bir kronikte, yine Kaşka isminden söz edilmemekle
beraber, Tipiya kentine yapılmış asker yerleştirmesinden söz edilmektedir. Bu
kent, imparatorluk döneminde II. Murşili'nin ''Kral gibi yönetiyor'' dediği Pinhuniya
adında bir beye sahip ve oldukça aktif bir Kaşka bölgesidir.

Eski krallık dönemine ait belgeler, Kaşka isminden bahsetmemektedir. Bu isim,


büyük olasılıkla Hititler tarafından bölgenin yerlisine sonradan verilmiş bir isim
olmalıydı. Çünkü imparatorluk devrine ait belgelerde Kaşkaların tarih sahnesine
çıkış tarihi eski krallık dönemine dayandırılmaktadır.

I. Arnuvanda Dönemi

Kral Arnuwanda ve Kraliçe Aşmunikal'in Anadolu'da hüküm sürdüğü yıllarda


Kaşkalar, oldukça hareketli bir dönem geçirmiştir. I. Arnuwanda'nın seferlerinin
odak noktası Kaşkalardır. Öyle ki; seferlerin birinde yoğun Kaşkaların bitmek
bilmeyen oklu, mızraklı saldırılarına rağmen savaş arabasıyla Zuliya Irmağı (Bugün
ki Çekerek Irmağı) üzerindeki köprüyü tek başına geçmeyi deneyen, sonra da
ırmağa atlayıp yüzerek karşıya geçen ve düşmanlara saldıran komutan
Tuthaliya'nın kahramanlıkları ün salmıştır.

Kaşkalar ile başa çıkamayan çift durumu Tanrılara iletip onlardan yardım dilemek
için bir dua metni hazırlamıştır. Bu metin, bize Kaşkalar hakkında bilgi sağlamakta.

"...önünüzde onlardan davacı oluyoruz."

Belgede Kaşkaların durdurulmasının Tanrılar için daha iyi olacağı vurgulanıyordu.

"...Biz sizin ekmek ve şarap kurbanlarınızı besili sığır ve koyun kurbanlarınızı yine
vereceğiz. Siz tanrılar bizim tarafımızı tutun!.."
Belgeye göre Kaşkalar; Nerikka, Huršama, Kaštama, Šeriša, Himuwa, Taggašta,
Kammama, Zalpuwa, Kapiruha, Huma, Dankuša, Tapašawa, Tarugga, Ilaluha,
Zihhana, Sipidduwa, Washaja, Patalliia şehirlerini ele geçirmişti.

"...Kaşkalar bu ülkelerdeki tapınakları yıktılar ve ve heykelleri parçaladılar..."

Kaşkaların ayrıca Tuhaššuna ve Taharantiya adlı iki kente daha saldırdığı bu


belgede yazmakta:

"...Onlar Tuhaššuna kentini yendiler. Taharantiya kentine saldırdılar..."

Metnin şu kısmından anlaşılabileceği gibi Kaşkaların da bayramları vardı. Hititler


diğer halkların da tanrılarını benimsediğinden, Kaşkaların bayramlarına özen
gösteriyordu.

"...Biz tanrılara saygılı olduğumuzdan Kaška bayramlarına özellikle özen


gösteriyoruz..."

Belgede Kaşkalar ile anlaşma yapıldığı ancak hemen ardından bu anlaşmaların yine
Kaşkalar tarafından bozulduğundan bahsedilmekte:

"...armağanları alırlar ayrıca ant içerler. Fakat oradan ayrılınca andı bozarlar..."

Bu dua metni dışında Kral ve Kraliçe, Kaşkalar ile uzlaşma çabasına girişmiştir. Bu
dönemde Hitit-Kaşka antlaşmalarının birden çoğaldığı gözlemlenmekte.

Bu antlaşmalar normalde görülen Hitit antlaşma metinlerinden ziyade Kaşka ve


Hitit halkının birlikte yaşayabileceği, bazı şartlara bağlanması şeklinde farklılıklar
göstermektedir.

Yine normal antlaşmalardan farklı olarak; Kral değişikliği durumunda sadık


kalınması, gerektiği zamanlarda asker ihtiyacının sağlanması gibi şartlara antlaşma
metinlerinin hiçbirinde görülmemektedir.
II. Murşili Dönemi

Genç kral tahta geçtiği dönemde sadece Kaşkalar değil, tüm düşman hudutları
ayaklanmaya başlamıştı. Aslında her taht değişiminde isyanlar çıkardı fakat bu
sefer kralın gençliğini kullanmanın peşindeydiler.

Ayrıca ülkesi de veba salgınından dolayı zayıf düşmüştü. Kaşka saldırıları da bazı
bölgelerde nüfus boşalmasına neden olmuştu. II. Murşili, bu bölgelere özellikle
Batı Anadolu'dan getirdiği sayısı 66.000'e yakın savaş tutsakları ile doldurdu.

Murşili'nin Kaşkalarla yapmış olduğu savaşları yine Murşilinin annallerinden


öğreniyoruz. Talat Mümtaz Yaman'ın sınıflandırmasına göre:

İshupitta Harbi

Kaşkalar, Durmitta kentine saldırmak için ayaklanmışlardır.

''...Onlara karşı ben güneşle beraber yürüdüm...''

Murşili bunun üzerine Kaşkaların elinde bulunan Halilas ve Duddusgas şehirlerini


ele geçirmiş, yağmalamıştır.

''...Halilas ve Duddusgas şehirlerini yaktım...''

Kaşkalar bu şehirlerin yağmalandığını haber alınca II. Murşili'ye savaş açtı. Ancak
Murşili onları da mağlup etti.

''...İlahe Arinna, Lordum Fırtına Tanrısı, Mezullas ve diğer tüm tanrılar bana yardım
etti...''

Bu savaştan sonra İshupitta ülkesindeki Kaşkalar bir süre II. Murşili'ye ordu
vermeye başlamışlardır. Ancak daha sonra isyan etmişlerdir.

''...İshupitta ülkesinin Kaşkaları bana karşı isyan etti. Bana birlik vermemeye
başladılar...''

Ve yine Murşili bu savaştan da galibiyetle ayrılmıştır.


''...Aldığım esirleri, sığırları, koyunları Hattuşa'ya götürdüm. Şehri de yaktım.
İshupitta ülkesinin Kaşkalarına boyun eğdirdim. Tekrar bana birlik vermeye
başladılar. Bunları bir yılda başardım.''

Kaşkaların Dini

Kaşka dini hakkında bulunan bilgiler çok azdır. Kaşka Tanrılarının yine Hitit-Kaşka
antlaşmalarında şahitlik yaptıkları bilinmektedir. Bu tanrılar şunlardır:Fırtına
Tanrısı Hanupteni, Fırtına Tanrısı Kutpurruri, Güneş Tanrıçası Huatassi, Tanrı
Telepinu, Savaş Tanrısı Zababa.

Zababa'nın Hatti Tanrısı Wurunkatte olduğuna, Kaşka bölgesinde merkezi bir rol
oynadığına dair iddialar vardır. Yukarıda bahsedilen antlaşma metninin bir
bölümünde eğer Kaşkalar Hatti Ülkesine saldırırsa Tanrı Zababa'nın silahlarını geri
çevirip kendi kalplerini parçalamasına dair bir bölüm yer alır.

Ancak ilginç bir durumdur ki Kaşkaların, antlaşma metninde kendilerine beddua


eden tanrı Zababa'ya yemin ettikleri görülür. Yani bu tanrı Kaşka dininde önemli
bir rol üstlenmektedir.

Tanrı Telepinu, Hatti kökenli bir bitki tanrısıdır. Eşi Hati/epuna, II. Murşili
döneminde Kaşkaların saygı duyduğu bir tanrıçadır.

Hattilerin Ay tanrısı, Kašku adını taşımaktadır. Bu isim Kašk- kelime köküne -u


eklenmesiyle oluşturulmuştur. Kaşka isminin Ay tanrısından türediğini söylemek
mümkündür. Hitit metinlerinde Kaşkaların, ayın gökyüzünde yer aldığı gecelerde
baskın yaptığından bahsedilmesi ve bu durumun Hititleri korkutmuş olması, ya da
Ay tanrısının Hattilerle akraba yerli bir halka yardım ettiği düşüncesinden
hareketle Kuzeydeki yerli düşmanlara bu ismi vermiş olabilirler.
Kaşkaların Dili

Kaşkaların dili hakkında elimizde somut bilgi veren bir kaynak yoktur. Ancak
Kaşkalar iddia edildiği gibi Hatti kökenli bir halk ise, Kaşkalar Hattice ya da
Hattice'ye benzer bir dil konuşuyor olabilirlerdi.

Frigler

MÖ 1200'lerde Trakya ve Boğazlar üzerinden Anadolu'ya gelen ancak MÖ


750'lerde ortaya çıkan Hint-Avrupa kökenli bir topluluk. Anadolu'da Frigya adı
verilen coğrafyaya hâkim olmuşlardır.

Anadolu’ya göç eden Balkan kökenli boylardan olup siyasi bir topluluk olarak ilk
defa MÖ 750’den sonra ortaya çıkmışlardır. Midas döneminde ise (MÖ
725-695/675) bütün Orta ve Güneydoğu Anadolu’ya egemen, güçlü bir krallık

düzeyine ulaşmışlardır. Anadolu'ya yerleşmeye başladıkları dönem (MÖ 1200


dolayları), Bronz Çağı Çöküşü'nün yaşandığı dönemdir. Bu bağlamda Anadolu'ya
yerleşmeleri, söz konusu çöküşün nedenlerinden biri olarak öne sürülmektedir.
Tarihçi Herodot ile coğrafyacı Strabon’a göre Frigler, Avrupalı bir kavimdi ve
Anadolu’ya gelmelerinden önce “Brigler” olarak anılıyorlardı. Friglerin ilk kralı
ülkenin başkenti Gordion’a adını veren Gordias’tır. Tarihçi Arianos’a göre Gordias
Thelmessos’lu (Fethiye) bir kadınla evlenmiş ve Midas adını verdiği bir oğlu
olmuştur. Geçmiş dönemlerine ait kesin bilgiler bulunmayan Friglerin en çok
bilinen ve meşhur kralı Midas'tır. Ancak yapılan bazı araştırmalara göre
Frigyalıların bütün krallarına Midas adını verdiği de söylenmektedir.

İlk önce Bitinya adı verilen Karadeniz'in batı kıyılarına, daha sonra şimdiki Kütahya,
Eskişehir, Afyon, Ankara ve Sakarya vadilerini içine alan bir bölgede yerleşen
Frigler, ilerleyen zamanla daha geniş bir alana yayılmışlardır. Asurlar ile sürekli
savaş halinde olan Frigler, Midas'ın tahta geçmesiyle beraber Asurlarla barış
yaparak Güneydoğu sınırlarını güvence altına aldılar. Midas ardından Batı Anadolu
kentlerinden Kyme kralının kızıyla evlenerek batı ülkeleriyle dostça ilişkiler
kurmaya yönelir. Ayrıca Fildişi tahtını Yunanistan’daki Delfi Apollon Tapınağı’na
armağan ederek Kıta Yunanistan’ı ile ilişkileri güçlendirir. Gordion’da yapılan
kazılarda ele geçen Yunan çanak-çömlekleri bu ilişkilere ait diğer örneklerdir.

Ancak bu barış dönemi, MÖ 700 yıllarına doğru, Kafkaslar üzerinden Doğu


Anadolu’ya giren Kimmerler'in, önce bölgedeki Urartular’ı güçsüzleştirdikten sonra
Kızılırmak’a kadar gelmeleriyle bozulur. Frig-Kimmer savaşı sonunuda Frigya
tamamen tahrip olur. Kral Midas yaşanan bu hezimet üzerine yaşamına son verir
(MÖ 676). Batıya kaçan Frigler, küçük beylikler halinde bir süre daha varlıklarını
sürdürürlerse de Lidyalıların egemenliğine boyun eğerler.

Dinî inanış

Frigler de Hititler gibi çok tanrıya inanırlardı en önemli tanrıçaları ise Kibele'dir.
Başlıca Frig tanrıları şunlardır;

Kibele: Ana tanrıça, toprak ve üretim ile ilgilidir.

Attis: Kibele'nin sevgilisi, tanrısallaştırılan ölümlü Attis

Sabazios: Trakya kökenli veya Frig yerel tanrısı olduğu düşünülen tarım tanrısı.
Men: Ay tanrısı

Uygarlık

Hint-Avrupa kökenli olmalarına rağmen Helen ve Hitit etkileri altında kalarak


özgün ve Anadolu ağırlıklı bir kültür oluşturmuşlardır. Dilleri Frigcedir. Friglerin
maden ve ağaç işçiliğinde, dokumacılıkta ürettikleri eserler Helen piyasasında
beğeni kazanmış ve Helenli ustalar tarafından taklit edilmişlerdir. Ayrıca Frigler,
Helenleri müzik alanında da çok etkilemişlerdir. Tarihçi Kazım Mirşan, Friglerin
Hint-Avrupa kökenli bir kavim değil fakat Erken-Türk (Proto-Türk) asıllı bir kavim
olduğunu ve kullandıkları yazılarının Rusya'da ve Orta Asya'da bulunan Türk yazı
tipinde olduğunu belirtmektedir.

Tarım

Friglerin en önemli geçim kaynakları hayvancılık ve tarımdı. Hatta bununla ilgili


kesin kanunlar koymuşlardır. Öküz kesmenin ve saban kırmanın cezası ölümdü.
Ayrıca ekili araziye zarar vermenin cezası da ağırdı. En büyük gelirleri tarımdan
olduğu için o konuya çok önem vermişlerdir.
Friglerden sonra aklıma para geldi, sahi kimdi bu parayı bulan Medeniyet?

Lidyalılar

Anadolu'nun batısında Gediz ve Menderes ırmakları arasında kalan bölgeye Antik


çağda Lidya, bu topraklarda yaşayanlara da Lidyalılar denilmiştir. Hint-Avrupa
kökenli bir kavim olan ve doğudan Anadolu'ya gelen Lidyalılar önce Hititler'in daha
sonra da Frigler'in egemenliği altında yaşadılar. Dilleri, Hitit dili ile benzerlik
göstermektedir.

Lidyalılar, Frigyalıların yıkılmasından sonra Kral Giges zamanında bağımsız bir


devlet kurdular (M.Ö. 687). Lidyalıların başkenti, dönemin en büyük ve zengin
kentlerinden olan Salihli yakınlarındaki Sardes (Sard)'dır. Giges, devletin sınırlarını
genişletti. Doğu sınırları Kızılırmak ırmağına kadar uzandı. Kimmerlere karşı
Asurlularla iş birliği yapmışlar ve bunun sonucunda Kral Yolu Asur'a kadar
uzanmıştır. Kral Alyattes zamanında Medlerle savaş yapıldı. MÖ 585 yılında barış
yapılarak, Kızılırmak iki devlet arasında sınır oldu.

Son kralları Krezüs dönemi Lidyanın en parlak zamanı oldu. Başkentleri Sard aynı
zamanda dönemin kültür ve sanat merkeziydi. Ancak bu durum uzun sürmedi.
Adalar (Ege) Denizi'ne çıkmak istemeyen Pers Kralı Kyros (Kirus), Mısır'la ittifak
yapan Lidya Kralı Krezus'u yenerek Lidya Krallığı'na son verdi (M.Ö. 546).

Lidyalıların parayı bulan ilk uygarlık olduğu iddiaları olmakla birlikte, para kullanımı
daha eski medeniyetler olan Sümerler'de ve Mısır'da da vardır. Resmi makamlarca
onaylanmış gümüş gibi değerli metallerin ve belirli ölçekteki arpa gibi tahılların
kullanımı ilk parasal ögeler sayılabilir. Ancak günümüzdeki anlamına yakın kullanım
Lidyalılara atfedilir. Herodot, Lidyalıların gümüş ve altın madeni parayı ilk defa
kullandığını yazar. Başka deyişle Lidyalılar zaten var olan para sisteminin aracı
olarak altın ve gümüşü tercih eden ilk uygarlıktır.

Lidyalılar tarihte ilk madeni parayı icat edenlerdir. Lidyalılar tarafından paraya
"sikke" deniliyordu. Sikke eski uygarlıklardan kalmış bir para türüdür. Altın, gümüş,
bakır, nikel, tunç ve alüminyum gibi metal alaşımların karışımları ile üretilmiş olup,
ilkel çağlarda ticarette kullanılan takas (değiş-tokuş) yöntemi yerine daha kullanışlı
bir değişim aracı arayışlarının sonucu olarak ortaya çıkmıştır.

Urartular

Başkenti Tuşpa (Van) idi. Urartu Devleti en güçlü döneminde (MÖ 8.-7. yüzyıl),
günümüzdeki Doğu Anadolu Bölgesi, Kuzeybatı İran, Irak'ın küçük bir bölümü ile
kuzeyde Aras Vadisi'ne egemendi.

Devletin başkenti Doğu Anadolu'da Van Gölü'nün doğu kıyısında yer almaktaydı;
daha geç dönemlerdeki adı 'Tosp', Urartucadaki "Tuşpa" adından türemiştir. Van
Gölü'nden 1625 metre yüksekte olup Urmiye Gölü'nden 336 metre daha yukarıda
yer almaktadır. 3400 ve 5000 km²'yi bulan alanlarıyla her iki göl de Anadolu-İran
bölgesinin en büyük gölleridir. "Deniz" olarak da değerlendirilirler. Asurlar (Aşurlar,
eski Asurlar)'ın coğrafi metinlerinde Van Gölü'nden "Nairi'nin Yukarı Denizi",
Urmiye Gölü'ndense "Nairi'nin Aşağı Denizi" olarak söz edilir. Bugün dahi Urumiye
Gölü'nün Farsçası "Deryaçe" yani "Küçük Deniz" anlamındadır. Urartu yerleşim
bölgesinin sınırlarını, batıda Karasu-Fırat, kuzeyde Kuzey Ermenistan dağları,
doğuda İran Azerbaycan'ındaki Savalan Dağları, güneyde ise Zagros Dağları'yla
birleşen Doğu Toroslar oluşturur. Efsanevi Ağrı Dağı bu dağlık bölgenin orta
noktasındadır. İncil'deki masoretik ünlüleştirmeden ötürü bu dağ, Urartu adının "R
R T" ünsüzleriyle yazılması sonucu "Ararat" adını almıştır. 5165 metrelik yüksekliği
ile Büyük Ağrı Dağı, Kafkasya'nın güneyindeki en yüksek dağdır. Küçük Ağrı Dağı,
Tendürek, Aladağ, Süphan Dağı ve Nemrut Dağı gibi genelde 3000 metreyi geçen
diğer dağların çoğu Van Gölü yakınlarında yer almaktadır.

Asur yazıtlarında Uruatri biçiminde rastlanır. Bu belgelerden anlaşıldığına göre MÖ


13-9. yüzyıllar arasında Uruatri ve Nairi gibi toplumlar Doğu Anadolu'da beylik ve
aşiretler halinde yaşamaktaydılar. MÖ 13. yüzyılda Urartuların tek bir devletten
oluşmadığı ve daha ziyade değişik kabilelerden oluşan bir konfederasyon şeklinde
yönetildikleri varsayımı kralların sözlerinden anlaşılmaktadır. Demir Çağı'na
girilmesiyle birlikte demir silahların askerî alanda kullanılmaya başlanılmasıyla
birlikte askerî başarılar hızlandı. Böylece yüzyıllardır süregelen birleşme süreci
neticesinde MÖ 858-856 yıllarında Asurluların Kral III. Şalmaneser komutasında
Urartu içlerine yaptığı akınlar neticesinde Urartu Aşiretleri arasındaki birleşme
süreci hızlandı ve yaklaşık MÖ 844 yılında Van Gölü kıyısında Tuşpe'de I.
Sarduri'nin idaresi altında birleşme gerçekleştirilerek Urartu Krallığı ortaya çıkmış
oldu. İlk Urartu yazıtı ve Van Kalesi'ndeki ilk anıtsal mimari bu krala aittir. MÖ 7.
yüzyıldaki en güçlü krallardan biri olan II. Rusa'dan sonra ise gittikçe zayıflamıştır.
MÖ 7. yüzyıldaki İskit ve Med akınları Urartu'ya büyük zarar vermiştir. Ayrıca
Babiller kaynaklarında da İskit akınlarının Urartuları zayıflattığı desteklenir. MÖ
612'den itibaren herhangi bir etki gösteremeyen Urartular, MÖ 590 yılında
İran'dan gelen Medler tarafından yıkıldı. Bölgenin adı, 6. yüzyılın sonlarıyla birlikte
Ahameniş kaynaklarında Urartu yerine "Armina" olarak geçer. Urartu krallarının
sıradüzeni ve tarihlendirilmesi, daha iyi belgelendirilmiş Asur kralları listesi ile
kurulabilen paralellikler yardımıyla sağlıklı hale getirilebilmektedir.

I. Argişti devri

I. Argişti iktidarı döneminde Urartular askeri ve ekonomik açıdan tam bir zirve
noktasına eriştiler. Batıda ülkenin sınırları genişletilerek Asur ticaret yolları
üzerinde kurulmuş yerleşim birimleri ve Transkafkasya'daki Erebuni kalesi Urartu
topraklarına dâhil edildi. Geliştirdiği sulama kanalları ve yollardan Urartu Krallığı
sathında bir ağ inşa etti.
Argiştihinili

Argishtihinili (Urartuca: URU AR-gi-iş-Ti-Ni-hi-Li), eski bir Urartu şehir devletidir.


MÖ 8-6. yüzyıllarda Urartuların Kafkaslara doğru yayıldığı I. Argişti döneminde
Urartu Devleti'nin başşehri olarak kuruldu ve I. Argişti'nin onuruna şehre
Argiştihinili adı verildi. Argiştihinili, Armavir Kentinin 15 kilometre güneybatısında
bulunan Argiştihinili Kalesi kalıntıları, Nor-Armavir ve Armavir-Merkez köyleri
arasında Aras nehrinin kıyısında Ermenistan'da yer almaktadır.

Tercüme: Menua oğlu Argişti konuşuyor. Heybetli bir kale inşa ettim ve ona
kendimden bir isim verdim: Argiştihinili. Arazi el değmemiş, bakımsız ve çoraktı.
Üzerinde hiçbir şey inşa edilmemişti. Üstünde akan ırmaklardan tam dört tane
kanal inşa ettim. Daha sonra üzerinde üzüm bağları ile meyve bahçeleri
birbirlerinden ayrıldılar. Orada pek çok cesaretli girişimlerde bulundum ve büyük
başarılar elde ettim...Menua oğlu Argişti, güçlü kral, yüce kral, Biainili kralı,
Tuşpa'nın hâkimi.

Urartuların kullandığı dil ile Hint-Avrupa dil ailesi (misal Ermenice, Zazaca, Kürtçe,
Farsça) ve Sami dil ailesi (Aramca, Arapça) arasında hiçbir bağ yoktur. Urartuların
konuştuğu dil Hurrice ile ayni kola ait olup büyük akrabalık içermekte ve en çok
Kuzeydoğu Kafkasya Dil ailesi (Çeçence) ile benzerlik göstermektedir. Ancak
akrabalık dereceleri daha kesinlik kazanmamıştır. Ata torun ilişkisinden bahsetmek
için henüz çok erkendir. Yaşayan diller arasında en çok ortak kelime Urartuca ile

Yazı olarak kendine özgün bazı karakteristik özellikler gösteren çivi yazısı ve bazı
anıtsal yapılarda ise hiyeroglif kullanmışlardır. Urartu Devleti çivi yazısını ve Hitit
hiyeroglif yazısını kullanmışlardır. Urartuların devletlerarası yazışmalarda Asur
dilini sıkça kullandıkları ele geçirilen çivi yazılı kraliyet metinlerinden
anlaşılmaktadır. MÖ 7. yüzyıla ait olup Kral II. Rusa tarafından bazı idari
yazışmalarda kullanılmış tabletler kale içinde yapılan kazılarda ortaya çıkarılmıştır.
Urartuca yazılı tabletler Alman dil bilgini Johannes Friedrich tarafından günümüze
tercüme edilmiştir.

Van / Mehr Kapısı (Mağara Tapınağı) anıtındaki yazıta göre Urartuların inandığı,
kutsadığı ve adlarına belirli dönemlerde kurban kestiği 79 tanrı, tanrıça ve tanrısal
özellik bulunmaktadır. Bunlardan ilk üç sırayı Haldi, Teişeba ve Şivini paylaşır. Haldi
- (Eşi Bagbartu / Bagmaştu / Arubani), Urartuların ana tanrısı idi. İsim olarak kökeni
M.Ö. 13. yüzyıl Asur yazıtlarına kadar inmektedir. En büyük tapınağı Musaşirin'de
idi. Teişeba (fırtına tanrısı) Hurri kökenlidir ve Hititlerde Teşup ile aynı tanrı
olmalıdır. Şivini de (Güneş tanrısı) olup Hurri kökenlidir. Hititler ‘deki Şimegi'nin
karşılığıdır. Urartular, büyük merkezlerde tanrıları için kule tipi tapınaklar ve açık
alanlardaki kayalara kapı görünümlü kutsal nişler yapmışlardı.
Urartu tanrıları için ritüeller eşliğinde kurbanlar kesilmesi esasına dayanmaktadır.
Kurbanlar koyun, inek, ve sığır olarak çeşitlilik arz eder ve Urartuların 79 tane
tanrılarından her bir tanesi için kaç tane koyun / sığır kesileceği belirlenmiştir.
Ayrıca devletin başkenti olan Tuşpa için de kurban kesilmekteydi. Kesilen
hayvanların kanlarının Van Kalesi'ndeki bir meydanda toplanması için drenaj
kanalları inşâ edilmişti. Araştırmacı bilim insanları benzer kanallardan diğer
yerleşim site ve şehirlerinde de keşfetmişlerdir. Kesilen hayvanların yaşlarının
ortalama iki günlük olacak kadar çok genç oldukları anlaşılmıştır. Blur-Karmir
(Kızıl-Tepe) mevkîinde yapılan araştırmalar sırasında dört binin üzerinde kurban
edilmiş hayvan külleri bulundu. Alman arkeologların Rusahinili (Toprak-Kale)
mevkîinde yürüttükleri araştırmalar neticesinde hayvan kemiklerinin arasında bazı
çocuk kemiklerininde bulunmasıyla insan kurban etme adetinin de Urartuların
gelenekleri arasında olduğu sonucuna vardı. Ḫaldi'nin onuruna çocukların nasıl
kurban edileceğini ve hangi ritüellerin uygulanacağını açıklayan bir kil tablet ele
geçirilmiştir.

Cenaze töreni bölgeler arasında farklılıklar göstermektedir. Araştırmacılar Urartu


kültürünün karakteristik bir cenaze töreni olmadığını ve defin törenlerinin
değişiklik arzetttiğini saptamışlardır. Mezarlar içinde yakılan cesetlerin küllerinin
yanı sıra bilezik, kemer, ve bronz eşyalar da bununmuştur. Bu bulgulardan
Urartuların ölümden sonra bir yaşama inandıkları sonucuna varılmıştır. Bir
yerleştirilen kül Cesetlerinin yakılması ardından Urn gibi yerlerde toprağa
gömüldükleri, bazen de, küllerin saksılar içine doldurulduktan sonra saklandığı
anlaşılmıştır. Urartularda şeklinde yaygın cenaze şekli cesetlerin yakılması idi. Bu
yöntem öncelikle saraylarda krallara yapılan törenlerde uygulanmaktaydı. Van
Kalesi-Tuşpa'da kral küllerinin saklandığı mağaralar bulunmuştur. Van Kalesi'nde
Kudüs ve Frig mezarlarına benzer kaya mezarlar ortaya çıkarıldı. Mısır antik
mezarların inşası ile benzerlikler cenaze törenlerinin çok kültürlülük arzettiğini
kanıtlar niteliktedir.

Urartu'da yakarak veya yakmadan gömü yapılmaktaydı. Yönetici kesim ve olasılıkla


aileleri büyük kale ve merkezlerin yakınındaki çok odalı kaya mezarlarına birlikte,
diğerleri ise sosyal statülerine göre toprak altına inşa edilen oda mezarlara, basit
toprak mezarlara veya yakılarak urne adı verilen küplere gömülmekteydiler.
Merkezde Van Kalesi, batıda Palu, Malazgirt ve Altıntepe'de, kuzeyde Aras
Nehri'nin güney bölgesinde, doğuda Şangar (İran'da Bastam'ın kuzeyi) gibi önemli
yönetim merkezlerinin yakınında çok odalı kaya mezarları bulunmaktadır. Dilkaya
Höyüğü, Karagündüz Höyüğü ve Yoncatepe Höyüğü'nde ise soyulmadan günümüze
ulaşmış, içinde birden çok gömü bulunan yeraltı oda mezarları incelenmiştir.
Ölümden sonraki yaşama inandıkları için ölülerin mezarlarına günlük yaşamda
kullandığı yastık, çanak, çömlek gibi eşyalar konulurdu.

Urartu tarihinin önemli bir bölümü güneydeki büyük düşman Asur ile mücadeleye
odaklanmıştır. Ayrıca Menua döneminden itibaren kuzeyde yerel Diauehi Krallığı
Erzurum çevresinde ve mahalli beylikler üzerine, güneybatıda Hate (Malatya
çevresi), güneydoğuda ise Kuzeybatı İran’a; I. Argişti döneminde Hate - Tabal
(Tuate'nin ülkesi); II. Sarduri Melitia, Qumaha (Adıyaman bölgesinde) ve kralı
Kuştaşpili; II. Rusa ise Hate, Halitu ve Muşki üzerine sefer yapmışlardır.

Urartu Krallığı'nda çivi yazısı, yıllık sefer yapma, ölçü sistemi, kralı unvanlar, stel
dikme, savaş taktikleri, nüfus nakilleri, resim, süsleme ve kabartma sanatı gibi
uygulamalar, Asur etkili olarak gelişmiştir. Mimari, sorguçlu miğferler, kazanlardaki
siren eklentileri, hiyeroglif yazısı, yakarak gömme, fildişi sanatı gibi dallar ise Kuzey
Suriye'den etkiler almıştır. Bronz levhalar üzerindeki bezemelerde Asur etkisi
yanında Geç Hitit izleri de görülmektedir. Bütün bu etkiler Urartu insanı ve zorlu
coğrafyasıyla bütünleşerek yeni biçimler almış ve Urartu sanatını oluşturmuştur.

Mezopotamya'da kültürlerinde popüler olan duvar resimlerine benzer bazı renkli


duvar resimleri Erivan-Erebuni Kalesi içerisinde korunarak günümüze dek ulaşmayı
başarmışlardır. Antik Yakın Doğu sanatının şaheserleri arasında yer alan bu
resimlerden bazıları Erivan'da Erebuni Müzesi'nde teşhir edilmişlerdir.
Arzava

İlk çağda Batı Anadolu’da Göller Bölgesi’nden Ege Denizi’ne uzanan bir kuşakta
kurulmuş olan bir devlettir. Doğusunda Hitit Krallığı, kuzeyinde hakkında çok az
bilgi bulunan Assuva federasyonu yer almaktaydı.

Devletin adı ve o dönem siyasi olayları içinde oynadığı rol bilinmekteyse de,
ülkenin sınırları tam olarak bilinmemektedir. Arzava Batı Anadolu’da kurulmuştu.
Başkenti Apasa veya Zippasla kentiydi. Bu kentlerden ilkinin Efes’in eski adı olduğu,
ikincisinin de Manisa’nın hemen doğusunda olduğu düşünülmektedir. Devletin
kuruluş tarihi belirsizdir. Anadolu’da yazılı belge döneminden önce çeşitli küçük
şehir devletleri vardı. Arzava’nın da bu küçük devletlerden biri olduğu, fakat Hitit
döneminde de varlığını sürdürdüğü düşünülebilir.

Arzava halkı Luvi kökenliydi ve Luvi dili Arzava bölgesinin belirleyici özelliğiydi.
Arzava bölgesi Hitit kaynaklarında, güzey Anadolu’da bir başka bölge ve küçük
devlet olan Kizuvatna (sonradan Kilikya ve Çukurova) ile birlikte Luvia olarak
adlandırılmaktadır.

Arzava Hitit krallığı kurulduktan kısa süre sonra Labarna (MÖ 1680-1650)
tarafından Hitit krallığına bağlanmıştı. Ama devletin tamamen ortadan
kaldırılmadığı ve Hititler’e bağlı olarak yaşamağa devam ettiği anlaşılmaktadır.

Arzava Krallığı gücünün doruğuna M.Ö. 15. ve 14. yüzyıllarda ulaştı. Eski krallık
döneminin sonuna doğru (MÖ 14. yüzyıl) Hititler’in Anadolu’daki egemenlik
sahaları iyice daralmıştı. Bu dönemde Arzava’nın bağımsızlık kazandığı
anlaşılmaktadır. Hititler çeşitli iç sorunlar içeresindeyken, Arzava 14. yüzyıl içinde
Anadolu’nun en önemli güçlerinden biri haline geldi. Bu dönemde Tarkhundaradu
adındaki Arzava kralı ile Mısır Firavunu III. Amenhotep (1386-1349) arasındaki
yazışmalardan, Mısırlılar’ın da o dönemde Arzava’yı Anadolu’nun egemen gücü
olarak gördükleri anlaşılmaktadır. Nitekim Mısır’da bulunan ve Mısır’ın diplomatik
ilişkilerinin anlatıldığı Amarna mektuplarının 31 ve 32 cileri Arzava’ya ilişkindir.

Bu dönemde Hititler’in vasalı olan Güney Batı Ege sahilleri Attarisiyas


yönetimindeki Akalar’ın saldırılarına uğruyordu. Hitit kralı II. Tuthaliya (1360-1344)
bir ordu göndererek Aka saldırılarını püskürtüp, Siyanti nehri dolaylarını
Maddutuvata adlı bir vasalına bıraktı. (Bu nehir büyük ihtimalle Büyük Menderes
nehridir.) Tuthaliya verdiği bu desteğe karşılık, Maddutuvata’nın Arzava’yı
denetlemesini istiyordu. Ancak Maddutuvata kendisine yardım için gönderilmiş
Hitit ordusunu arkadan vurup, Arzava ile anlaştı. Arzava kralının kızı ile evlenip,
Arzava’nın kralı oldu. Zayıflama dönemine girmiş olan Hititler de uzun süre bu
bölge ile ilgilenemediler. Maddutuvata bir süre için Batı Anadolu’nun büyük
bölümüne hakim oldu.

Fakat Hititler toparlandılar ve imparatorluk çağında I. Şuppiluliuma (MÖ


1344-1322) Arzava’nın gücünü kırdı. Şuppiluliuma’nın ölümü ve Hitit ülkesindeki
veba salgını sayesinde Arzava bir süre daha bağımsızlığını koruyabildiyse de, yeni
Hitit imparatoru II. Murşili (MÖ 1321-1295) 1320 yılında Arzava’yı yeniden
Hititler’e bağladı. Hitit belgelerinde savaş sonunda Hititlerin 62 000 esir aldıkları
kayda geçmiştir.

Arzava, Mira Krallığı, Hapalla (çeşitli kaynaklarda farklı transkripsiyonlar yer


almaktadır) , "Seha Nehri ülkesi" (muhtemelen günümüzdeki Gediz Nehri veya
Bakırçay veya her ikisi) ve Vilusa (sonradan, Truva merkezli İlion veya Troad) gibi
yarı özerk yerel krallıklara bölündü. Bu krallıkların Arzava Krallığı'nın varlığı süresi
boyunca da Arzava çatısı altında mevcudiyet göstermiş olmaları mümkündür.

Deniz halklarının saldırıları Hitit ve Truva gibi Arzava’nın da sonu oldu. Kentler
harabeye döndü. İnsanlar iç bölgelere kaçtılar. Zaman zaman adlarını duyuran
Mira, Seha ve Hanballa adlı küçük devletlerin Arzava’nın devamı olması
mümkündür. Kimi tarihçiler Hitit imparatorluğunun yıkılışından beş yüz yıl kadar
sonra ortaya çıkan Lidya’nın da Arzava’nın devamı olduğu görüşündedirler.

Kolhis ya da Kolkhis

Antik Çağ'da Kafkas kökenli Tzan (Laz-Megrel) kabilelerinin kurduğu krallık. Kolkhis
kültür alanı kuzeyde günümüz Rusya'sının Karadeniz kıyılarından, batıda tarihi
Canik Bölgesi'ne denk düşen Ordu ilini içine alarak, doğuda Gürcistan'ın İç Kartli
Bölgesi'nden güneyde Çoruh Nehri'nin güney kesimlerine dek uzanan coğrafyayı
kapsar. Günümüzde Gürcistan sınırları içinde kalan doğu kesimi verimli ovası,
gelişime ve etkileşime müsait konumuyla daha hızlı gelişirken, batıda günümüz
Türkiye’sinin Doğu ve Orta Karadeniz bölümlerinin bir kısmını kapsayan batı kesimi
dağlık, uçurumlarla dolu arazisi ve doğal sur görevi yapan sık ormanlık alanlar
sebebiyle herhangi bir merkezi otoritenin bölgeye ulaşması zorlaştığı için Trabzon,
Giresun, Ordu civarında yaşayan Kolkh kabileleri bağımsız, kısmen dış dünyadan
izole bir yaşam biçimi sürdürüp kabile şeflerinin yönetimi altında, kralsız
yaşamışlardır. Bu yüzden Kolkhis coğrafyası doğuda Fasis ve batıda Pontus da
denilen Türkiye'nin Doğu Karadeniz coğrafyası olmak üzere iki bölümde
incelenebilmektedir.

Ulaşılmaz coğrafi konumu ve gücü Kolkhis'i antik dünyanın efsanelerinin odak


noktası haline getirmiştir. Mitolojide Kolkhis diyarı kuzeyde, antik dünyanın sonu
olarak bilinen Kafkas Dağları ile sınırlanıyordu. Bu dağlar Ortadoğu mitolojilerinin
efsanevi dağı olan Kaf Dağı'nı bünyesinde barındırıyordu. Dünyayı taşıyan
sütunlardan olan bu dağlar, yanarak küle dönüşen ve küllerinden yeniden dirilen
efsanevi Anka Kuşu'nun yurdu olarak biliniyordu. Ayrıca Yunan mitolojisinde
Kolkhis, Güneş'in doğduğu diyardı ve Helios muhteşem gündoğumu sarayını bu
ülkede kurmuştu. Adına Antik Dünya'nın Yedi Harikası'ndan biri “Rodos Heykeli”
dikilmiş olan Güneş Titan Helios, Kolkhis'in Laz krallarının atası kabul ediliyordu.
Helios 4 atın çektiği savaş arabasıyla gökyüzündeki yolculuğuna Kolkhis'ten
başlıyordu.
Ve insanoğlunun dostu, Güneş'ten ateşi çalarak insanoğluna verdiği için
cezalandırılan Prometheus, Kafkas Dağları'nda zincire vurulmuştu. Ve
Prometheus'un acı çekmesi için her gün karaciğerini parçalayan kartal aynı
zamanda Kolkhis'in gücünün simgesi olan Altın Post'u koruyan Kolkhis
Ejderhası'nın da kardeşiydi.

Antik Tzan inanışının temeli Güneş (Mjora) ve Ay (Tuta) idi. Güneş kültü inanışın
merkeziydi, Kolkhis Kralı Güneş'in soyundan geliyor, Güneş'in oğlu olarak kabul
ediliyordu. Pazar günü Kolkhis Dili'nde (Eski Lazca) Mjaçxa: “Güneş Günü”
anlamına geliyor, bu günde sadece Güneş'e ibadet ediliyordu. Kolkhis'te bu derece
gelişmiş olan Güneş Kültü ve bu diyarın zenginliği söylentileri Antik Yunanistan
halkını etkilemiş -ve Olimpos Tanrılarından biri olmayan- Güneş Helios, Kolkhis'le
özdeşleştirilmişti. Arkeolojik buluntularda da Azak Denizi'nin doğu kıyısında MÖ 5.
yüzyıla tarihlenen ve üzerinde “Ben Kolkhis'te bulunan Tanrı Apollon'un -Güneş'in-
kuluyum.” yazılı eserlere rastlanmıştır.

Yine Kolkhis Ay kültüne ithafen Laz prensesi Medea, mitolojide Ay Tanrıçası


Hekate'nin rahibesidir. Hatta farklı kaynaklarda Medea, bizzat Ay Tanrıçası Hekate
ile Güneş'in oğlu Aietes'in kızıdır. Kolkhis Kralı Aietes'in kız kardeşi Büyü Tanrıçası
Kirke'nin de, Kolkhis'te -Ay Tanrıçası için kutsal sayılan- söğüt koruluğunda bir
mezarlığı vardır. Efsanevi kadın savaşçılar olarak bilinen -bazı mitologların Kolkhisli
Ares olarak andığı- Savaş Tanrısı'nın kızları ve Ay Tanrıçasının rahibeleri Karadenizli
Amazonlar da bu topraklardandır.

Antik Çağ'da güçlü bir devlet olarak tarih sahnesine çıkan Kolkhis'in gücü ve
zenginliği antik dünyanın dikkatini çekmiş ve bu zenginliği ele geçirmek isteyen
Yunanlarla, zenginliği vermek istemeyen Lazların mücadelesini anlatan
"Argonautika” Altın Post Efsanesi’ ne konu olmuştur. Kaynak olarak Apollonius
Rhodius'un işlediği, Valerius Flaccus'un geliştirerek aktardığı efsanenin pek çok
farklı versiyonu bulunmaktadır, efsanenin Kolkhisli kahramanları ve farklı bir
versiyonu aşağıda kısaca anlatılmaktadır.

Kolkhisli Kahramanlar

(Güneş soylu oldukları için Kolkhislilerin gözleri açık renkli ve parlaktır. Böylece
ömürlerinde birbirlerini görmemiş olsalar bile yabancı topraklarda
karşılaştıklarında gözlerindeki bu farklılıktan dolayı aynı kökenden geldiklerini
anlarlar.)

Aietes: Güneş'in oğlu kabul edilen Lazların efsanevi kralı. Yaşadığı çağda dünyanın
en güçlü kralıdır. Asırlar boyu Laz krallarının atası olarak kabul edilmiş, tarihi
kaynaklarda da Lazların başına geçen kralın Aietes soyundan olduğu belirtilmiştir.
Euryale, Harpe, Lyke, Menippe, Thoe gibi pek çok Amazon onun uğruna çarpışarak
ölmüştür.

Medea: Güneş soylu, Lazların Kralı Aietes'in kızı, Kolkhis prensesi, Ay rahibesidir;
hatta “Ay” onun lakaplarından biridir. Büyü, zehir ve ilaç yapımı konusunda
ustadır. Doğu Karadeniz'deki kadının etkili olduğu toplum yapısını yermek için,
hayatı manipüle edilip çarpıtılmıştır.

Kirke: Güneş soylu, Aietes'in kız kardeşi, büyü tanrıçasıdır. Aiaia Adası'nda
yaşamaktadır. Kolkhis orijinli büyücü de yeğeni Medea gibi karanlık bir karakter
olarak yansıtılmıştır.
Perses: Güneş soylu, Aietes'in erkek kardeşi, Laz Kralıdır. Taht için Aietes ile
mücadeleye girmiş bu yüzden pek çok Amazonu karşısına almıştır.

Paflagon: Aietes'in yeğeni, Kirke'nin oğlu. Antik Çağ'da Sinop yöresini kapsayan
Paflagonya Bölgesi adını bu kahramandan almıştır.

Absyrtos: Güneş soylu, Aietes'in oğlu, Kolkhis prensi. Altın Post'un çalınması
sonrasında canından olmuştur. Fakat ölümüyle ilgili pek çok farklı anlatım
mevcuttur. Karadeniz'de akarsulara ve kentlere onun adı verilmiştir: Apsaros.

Khalkiope: Güneş soylu, Aietes'in kızı, Kolkhis prensesi.

Medus: Laz Kralı Aietes'in torunu, Medea'nın oğludur. Kolkhis'ten, Orta Doğu'ya
gelmiş burada atalarının Güneş kültünü yayarak yörede kurulacak Med
İmparatorluğu'nun temelini atmış ve bu imparatorluğa adını vermiştir.

Altın Post Efsanesi

Efsane Yunanistan'da bir şehir olan Aiolkhos'un kralı Pelias ile tahtın kendi hakkı
olduğunu iddia eden İason arasında başlar. İason, Kral Pelias'tan, kendi hakkı olan
tahtı talep eder, Pelias da tahtı bir şartla kendisine bırakacağını, eğer güneşin
doğduğu diyar olan Kolkhis'e gidip, Güneş'in oğlu Kral Aietes'ten altın postu alıp
getirirse kral olabileceğini söyler. Fakat İason, pek çok gemiyi batırmakla ün
yapmış Karadeniz dalgaları, kıyılarında yaşayan savaşçı kabilelerin varlığı ve
erkekler gibi savaşan Amazon kadınlarından dolayı Kolkhis topraklarına tek başına
gidemeyeceğinin farkındadır. Bu yüzden Yunanistan'ın her bir tarafından
aralarında dünyanın en güçlü erkeği Herkül (Herakles), Peleus (Aşil'in babası),
Argos, Orpheus gibi pek çok kahramanın da katıldığı ordusuyla birlikte Kolkhis'e
doğru yola çıkar. O zamana kadar Ege ve Akdeniz'in sakin sularında yelken açan
Yunanlar Karadeniz'in devasa dalgalarına, korkutucu fırtınalarına şahit olurlar.
Sinop kıyılarını geçince Karadeniz'in savaşçı kabileleriyle, savaşçı Amazonların
topraklarını, ailenin geçimini sağlayan erkek gücüyle yapılabilen işleri yapabilen
Karadeniz kadınlarını görürler. Çok geçmeden başkent Aia'ya varırlar. Ardından
Hephaistos'un inşa ettiği Kolkhis krallarının muhteşem sarayını görürler.
Lazların kralı Aietes, Yunanları karşısında görünce hiç de sevinmez çünkü Truva
Kralı Laomedon (Truva savaşlarındaki Hektor ve Paris'in büyükbabası) Karadeniz'e
hiçbir Yunanın geçmesine izin vermeyeceğine dair Aietes'e söz vermiştir. Kral
Aietes, Yunanlara gelme niyetlerini sorar. İason, tahtını geri alabilmesi için altın
posta ihtiyacı olduğunu eğer bu isteğini yerine getirirse Aietes'e minnettar
kalacağını anlatır. Bunun üzerine Lazların Kralı öfkeyle, ellerini ve dillerini
kesmeden önce Yunanların ülkesini terk etmesini söyler. Tahtın kendi hakkı olduğu
ve altın postu almak için haklı olduğu konusunda Kral Aietes'e dil döken İason,
uzun uğraşları sonunda kralı anlaşma konusunda ikna eder. Aietes de kendisine
ancak ve ancak Kolkhis'in ateş püsküren boğalarını boyunduruk altına alıp, bu
boğalarla Savaş Tanrısının tarlalarını sürerse, ardından bir ejderhanın dişlerini
toprağa ekip bu dişlerden çıkacak savaşçıları yenerse altın postu vereceğini söyler.
Elbette bunları Güneş Tanrısı'nın oğlu olan Kral Aietes'ten başka bir kimsenin
yapabilmesi mümkün değildir. Kendisi de bunun farkında olan İason bu görevleri
nasıl yerine getireceğini düşündüğü sırada Olimpos Tanrılarının yardımı ulaşır. Aşk
Tanrısı Eros oku ile Kolkhis Prensesi Medea'yı kalbinden vurur ve İason'a aşık eder.
İason'a aşık olan prenses, kendisine altın postu ele geçirmek için yardım edeceğini
ama karşılığında onu da kendisiyle birlikte Yunanistan'a götürmeye söz vermesini
ister. İason, prensesin teklifini kabul eder. Medea vücuda sürüldüğünde ne ateşin,
ne bir mızrağın, ne de okun vücuda zarar veremeyeceği bir ilacı, İason'a gönderir.
İason hemen ilacı vücuduna sürerek görevleri yapmaya koyulur. Ateş püskürten
boğalara boyun eğdirir, bunlarla Savaş Tanrısı Ares Ovası'nı sürer ve toprağa
ektiğinde çıkan savaşçıları da yener. Hileyle bunları yaptıktan sonra sanki bunları
kendi bileğinin gücüyle yapmış gibi Kral Aietes'in karşısına çıkıp altın postu
isteyince Kral Aietes, İason'a kendi kızı Prenses Medea'nın yardım ettiğini anlar,
sinirlenir ve Yunan kahraman ordusuna dönerek hepsini öldüreceğini geldikleri
gemiyi de Karadeniz'in dibine göndereceğini söyler. Bunun üzerine Yunanlar altın
postu gizlice çalarak bir an önce Kolkhis'ten kaçmaya karar verirler. Medea
Yunanlara altın postun saklandığı Ares'in Kutsal Korusu'nun yolunu gösterir. Fakat
bu sefer aşılması gereken daha da büyük bir engel karşılarına çıkar. Ares
Korusu'nda altın postu koruyan ateş saçan devasa bir ejderha vardır. Medea
ejderhayı da yaptığı bir ilaçla uyutur. İason da meşe ağacında asılı duran postu alır
ve hemen Kolkhis'ten kaçmaya başlarlar. Fakat durumu fark eden savaş tanrısının
rahipleri hemen krala haber gönderirler. Güneşin oğlu Aietes hemen bir ordu
hazırlar, komutan olarak da oğullarından birini görevlendirir ve Yunanların
peşinden gönderir. Tuna Nehri ağzında Lazlar, Yunanları yakalasalar da, bir
anlaşmaya varılacağı sırada Yunan İason, Laz prensini sırtından hançerler ve
öldürür. Sonrasında Yunanların kaçışı devam eder ve neticesinde Yunanistan'a
varırlar. Ülkelerine ve krallarına eli boş dönmekten utanan Laz ordusu da bugünkü
Hırvatistan İstria kıyılarına yerleşerek burada çoğalırlar ve Pula adı verilen şehri
kurarlar...

Herodot, Colchians'ı Eski Mısır ırkı olarak görüyordu. Herodot, eski Mısırlılar ve
Etiyopyalılarla birlikte olan Colchian'ların, slavya uygulayan ilk sünnet olduğunu,
Colchianların Firavun Sesostris ordusunun kalıntılarından miras aldığını iddia ettiği
bir gelenek olduğunu belirtmektedir (III Senusret). Herodot şöyle yazıyor: “Çünkü,
Colchian'ların Mısırlı olduğunu görmek çok açık; ve söylediklerim, başkalarından
duymadan önce kendimden bahsetmiştim. Başıma geldiğinde, iki halkı da sordum
ve Colchians Mısırlıları daha iyi hatırladı. Mısırlılar, Colchians'ı hatırladığından daha
fazla, Mısırlılar, Colostyalıları Sesostris ordusunun bir parçası olarak gördüklerini
söylediler. Ben kendimi, kısmen koyu tenli ve yünlü tüylü olduklarından, aslında
başka hiçbir şeyden sayılmadığı halde saymıştım. halklar da, ancak benim en iyi
kanıtım, ilk uygulamalı sünnete sahip olan tek ülke olan Colchians ve Egyptians and
Ethiopians. ”

Kolkhis ile ilgili ilk yazılı kaynaklar MÖ 8. yüzyıla tarihlenen Urartu Kralı II. Sarduri
dönemine ait kitabelerdir. Bu kitabelerde Urartu Krallığı'nın, Kolkhis sınır
kabileleriyle giriştiği savaşlar anlatılmaktadır. Aynı yüzyıla ait bir başka kayıt ise
Yunan şair Eumelos'a aittir; Eumelos yazılarında Kolkhis ülkesinden söz
etmektedir. MÖ 8. yüzyılın sonlarına doğru ise Urartu, Frigya, Lidya ve İyonya'ya
ciddi zararlar veren Kimmerler, Kolkhis'in de parçalanmasına sebep olmuşlardır. Bu
parçalanma Kolkhis Krallığı'nın egemenlik alanını daraltmış MÖ 7. yüzyıldan
itibaren Büyük ve Küçük Kafkaslarla sınırlandırmıştır. Batıda Rize, Trabzon, Giresun
ve Gümüşhane'deki kabileler krallıktan, kralın otoritesinden bağımsız
yaşamışlardır. MÖ 6. yüzyılda bu kabileler Pers egemenliğine girseler de Pers işgali
bu dağlık, ormanlık ve izole yerlerde çok fazla hissedilmemiştir.

Kolkhis ile ilgili MÖ 5. yüzyıla ait kayıtlar ise Tarihin babası Herodot ve Tıbbın
babası Hipokrat'tan gelmektedir. Herodot Kolkhis'teki ileri keten dokumacılığından
ve silahlarından bahsederken, Hipokrat da soluk benizli (beyaz tenli) ve kalın sesli
olduklarından bahsetmiştir. MÖ 5. yüzyılın sonlarında ise Anadolu'nun kuzeydoğu
kıyılarında(Ordu, Giresun, Trabzon) yaşayan bağımsız kabilelerle ilgili en önemli
tarihi kaynak Ksenofon'un “Anabasis” (Sefer/On binlerin dönüşü) isimli eseridir.
Babil yakınlarında Pers kralıyla savaştıktan sonra Karadeniz üzerinden Yunanistan'a
dönmeyi planlayan askerler yeterli gemi ve teçhizat tedarik edilene kadar
Karadeniz Bölgesi'nde konaklamışlardır. Ksenofon da bu süre zarfında yerel
kabilerle ilgili gözlemlerini kaleme almış; yörede tüketilen ürünleri, savaştığı
kabileleri, bu kabilelerin adetlerini ve dış görünüşlerini aktarmıştır. Ksenofon'un
aktarımına göre Gümüşhane'deki Dril kabilesiyle, Trabzon ve Giresun'daki
kabilelerle savaşlar yapılmıştır. Ksenofon bu bölgeleri Kolkhis (Laz) Krallığı'nın
yönetimi dışında bağımsız yaşayan; fakat etnik olarak Kolkhi (Laz) olan kabileler
olduklarını aktarmıştır. Merkezi Kafkasya'da bulunan krallığın zenginliği ve gücüyle
ilgili söylentiler de duyan Ksenofon, Fasis Bölgesi'ne saldırmayı önermiş fakat
askerlerini buna ikna edememiştir.
MÖ 4. yüzyıla gelindiğinde Makedon kral Büyük İskender'in Pers İmparatorluğu'na
son vermesiyle zaten yarı bağımsız olan kabileler tam bağımsızlıklarına
kavuşmuşlardır. Hatta İskender'in ölümünden sonra Kolkhis'te pek çok sahte
Makedonya sikkesi basılarak Orta Avrupa'ya kadar piyasaya sürüldüğü
bilinmektedir.

MÖ 2. yüzyılda Trabzon'da adına bastırılmış sikkeler bulunan “Akos” isimli bir


Kolkhis kralından bahsedilse de bu dönemle ilgili detaylı bilgi yoktur. Bu ve takip
eden yüzyılda Kolkhis Krallığı'nın merkezi otoritesi zayıflamış neticede yerini daha
batıda Halys (Kızılırmak) havzasında Canik (Tzanika) civarında filizlenen yeni bir güç
olan Pontus Krallığı'na bırakmıştır. Yine Antik Kolkhis kralları gibi Mithra
(Güneş'ten) ismini alan Mithradates Eupator ile Tzan kabileleri tek bayrak altında
birleşmiş ve Roma'ya karşı çıkılan seferler Karadeniz kabilelerini antik
Yunanistan'ın fethine kadar götürmüştür. Böylece çoğu Roma İmparatorluğu'na ait
olmak üzere 1.000.000 kilometrekarelik alan kontrol altına alınmış ve yarım
milyona yakın insanın ölümüne sebep olacak savaşlar yaşanmıştır. MÖ 67 yılında
Pompey, Karadeniz ordusunu yenilgiye uğratmış ve bu son savaşta Roma'ya karşı
savaşmayan Kolkh ülkesindeki Trabzon şehrine serbest şehir statüsü verilmiştir.
Mithradates de bu son yenilgisiyle Kolkhis'e (Fasis Bölgesi) sığınmıştır. MÖ 65
yılında İberya (Gürcistan) üzerinden Kolkhis'e gelen Pompey, burada kendisine
direnen Laz lider Oltak'ı yenerek esir almış fakat yerlilerin davranışlarından
çekindiği için Karadeniz'de kalmayarak güneye doğru yoluna devam etmiştir. MÖ
47 yılında ise Jül Sezar, Zela'da Karadeniz kabilelerini son kez yenilgiye uğratmış ve
“Geldim, gördüm, yendim...” sözleriyle Karadeniz'deki Roma hâkimiyetini
kesinleştirmiştir. Böylece Ordu, Giresun, Trabzon, Rize gibi şehirler 1300 yıl
sürecek Roma hakimiyetine girmiş, Kolkhis de bir daha hiçbir zaman bu toprakları
kontrolü altına alamamıştır. “Divide et İmpera”: Böl ve yönet politikasını çok iyi
uygulayan Roma İmparatorluğu ve daha sonra Doğu Roma İmparatorluğu,
Karadeniz kabilelerini kendi dinlerine çekerek kontrol altında tutmak için kaleler ve
kiliseler yapmış, neticede 1300 yıllık bu Roma hâkimiyeti yerli kabilelerin
Romalılaşması (Rumlaşması) sonucunu doğurmuştur. Kolkhis ise MS 100'lü yıllarda
yerini ardılı olan Lazika Krallığı'na bırakmıştır.
Antik Kolkhis toplumunda yerel soylu sınıfın yönetimi altında kabileler federasyonu
şeklinde örgütlenen bir ulus yapısı vardı. Büyük ailelerden oluşan kabileler, asa
taşıyanlar “Skeptukhi”ler (şef) tarafından yönetiliyordu. Skeptukhi denilen bu yerel
şefler bazen kabileler birliğini sağlayan bir “Mapa”nın (Kral) yönetimi altında
birleşiyor, bazen de bir krala bağlı olmadan kendi kabile topraklarında hüküm
sürüyorlardı. Hükümdar (Mapa) kabileler birliğini sağladığından yüce bir makamla
özdeşleştiriliyor ve Kolkhis soyunun en yüksek rütbesi olan “Güneş'in Oğlu” olarak
görülüyordu. Kabile şefleri de kendi yönetimleri altındaki topraklarda hem
korunaklı olduğu için, hem de Güneş'e daha yakın olabilmek için tepeler üzerinde,
kulelerde, yüksek yerlerde yaşıyorlar bu şekilde bir çeşit “Güneş Rahibi” sıfatıyla
yöneticilik yapıyorlardı.

Halk, pek çok kabileden oluştuğu ve her kabile de kendi şefi tarafından yönetildiği
için, kabile statüleri özerklik hatta bazen bağımsızlık arz ediyor, bir kabilenin aldığı
karar bir diğer kabileyi bağlamayabiliyordu. Zira Driller, Makhoroniler ve kıyıda
yaşayıp adı bilinmeyen diğer Kolkhi topluluklar gibi Tzan kabilelerinin krallıktan
bağımsız şekilde yaşamaları bu duruma örnek teşkil etmektedir.

Tzanlar (Kolkhisliler) toplum olarak doğudaki İberler (Gürcüler) ve kuzeydeki Kuban


(Kuzey Kafkasya) Abhaz, Çerkes ve Çeçen topluluklar ile akrabadır.

Dış görünüş olarak ise Antik Çağ'ın Tzanları (Lazlar), soluk benizli(beyaz tenli),
vücutlarına çeşitli motiflerle dövmeler yapılmış şekilde tasvir edilmişlerdir. Ayrıca
Tzanlar keten kumaşından giysiler giyiyorlar, savaş halinde de ağaç ya da deri
başlıklar takıyorlar, ağaç ya da tabaklanmamış deriden kalkanlar, tek ya da çift
ağızlı baltalar, kılıçlar, kısa ya da Ksenofon'un tasvirine göre ancak çok kuvvetli
insanların taşıyabileceği uzunlukta mızraklar taşıyorlardı. Anabasis'te bu kabilelerin
öldürdükleri düşmanlarının kafalarını keserek farklı ritüeller içeren bir savaş dansı
yaptıklarından ve bir antlaşma yapacakları zaman da kendilerinden bir eşya verip
karşılığında bir eşya alarak tanrıların huzurunda anlaştıkları bir adetten
bahsetmektedir.

Kolkhis aile yapısında kadın önemli bir yere sahipti. Karadeniz kadınının ailedeki bu
konumu Altın Post Efsanesi'ne yansımış, efsanede erkek gibi güçlü Karadeniz
kadınının ailenin geçimini sağlamak için tüm gücüyle çalıştığından bahsedilmiştir.
Karadeniz kadınlarını baz alan Amazon savaşçılar efsanesi hatta bu savaşçıların Laz
Krallığı'nda çıkan bir iç savaşta ordularıyla Kral Aietes'in tarafını tutmaları,
Kolkhis'teki arkeolojik buluntular arasında “Büyük Ana” motifli pek çok buluntuya
rastlanılması ve paralardan heykelciklere kadar pek çok eser motifinde kadının ön
planda olması bölgede kadının öneminin ve Ana Tanrıça kültünün göstergeleridir.
Ve Yunan mitolojisinde de Laz Prensesi Medea'nın bazen bir tanrıça bazen de -tıpkı
Amazonlar gibi- Ay rahibesi rolünde ve karanlık bir büyücü olarak karşımıza
çıkması ve karakterinin abartılı bir şekilde karanlık gösterilmesi, hatta Medea'nın
da Amazonların da çocuklarını öldüren gaddar “Anneler” olarak gösterilmeleri,
Karadeniz'de Samsun, Ordu, Giresun...da yaşayan Amazonların antik dünyanın pek
çok bölgesine saldırarak buraları ele geçirmeye çalışmaları (anaerkil) sonraları ise
tek bir erkeğin gelerek (Herakles, Theseus) onları yenebilmesi (ataerki), yine
Medea'nın halası olan Kolkhisli Kirke'nin de karanlık bir karaktere dönüştürülmesi,
hatta Kolkhisli büyücünün (anaerkinin temsili olarak) erkekleri domuza çevirdiği
için sonunda bir erkeğin (Odysseus) çıkıp buna bir son vermesi (ataerki), Ay temsili
tanrıçanın Güneş Arabası'na Helios'tan önce binerek Laz krallarının atası Helios'u
-idare için- arabaya davet etmesi (anaerkil) sonrasında ise Helios'un arabayı tek
başına sürmesi (ataerkile geçiş) ve tarihi bir gerçeklik olarak Antik Yunan
yazarlarının, Doğu Karadeniz kabilelerinin yaşam tarzını yadırgaması onları Yunan
kültüründen uzak görmesi; ataerkil yaşama geçişini tamamlamış Yunanların bir
kısım anaerkil adetleri barındıran Karadeniz kabilelerini eleştirisi ve bu adetleri
köreltmek istemesinin mitoloji ve tarihe yansıması olarak görülmektedir.

Antik Kolkhis toplumu Kafkas Dil Ailesi'nin, Güney Kafkas koluna ait bugünkü Lazca
ve Megrelce'nin atası olan Tzan Dili'ni konuşuyorlardı. Fakat günümüze dek ortaya
çıkarılan arkeolojik bulgularda paralar ve diğer eserler dışında yazılı kaynaklara
rastlanmamıştır.
Karyalılar

MÖ 2. binyılının sonlarından itibaren güneybatı Anadolu'da varlıkları bilinen ve


Karya uygarlığını kurmuş kavim. Başkentleri başlangıçta Mylasa'da (Milas) iken,
MÖ 4. yüzyılda Mausolus tarafından Halikarnas'a taşınmış, ancak Mylasa önemini
korumuştur. Yaklaşık olarak Büyük Menderes Nehri ile Dalaman Çayı arasındaki
bölgeye denk gelen yayılma alanlarında çok sayıda köy ve mezra türü yerleşimin
bir araya gelerek oluşturduğu federasyonlar etrafında örgütlenmişlerdir.

En önemli kült merkezlerinden biri olan ve Zeus adı ile anılmakta birlikte yerli
özelliklere sahip tanrılarından biri olan Mylasa'daki "Karyalı Zeus"un tapınağına
Karyalıların yanı sıra sadece kuzey komşuları Lidyalılar ve Misyalıların kabul
edilmesi geleneğinin işaret ettiği, anılan halklarla akrabalık bağları bulunduğuna
dayalı inançları MÖ 1. binyıl boyunca canlı kalmış, günümüz bulgularıyla da
doğrulanır niteliktedir. Nitekim, Karyalılarla ilgili ilk tarihi kayıtlardan biri, Mylasalı
Arselis adlı bir Karya beyinin MÖ 7. yüzyılın başlarında Kral Gyges'in Sard'daki Lidya
tahtını ele geçirmesine yardım etmesi ile ilgilidir. Diğer önde gelen tanrıları
arasında, Arselis'in Lidya'dan getirdiği çifte baltayı (labrys) taşıdığı tasvir edilen
"Labrandalı Zeus" ve ana tapınağı yine Mylasa'da bulunan "Zeus Osogoa"
(başlangıçta sadece "Osogoa") bulunmaktaydı.
Homeros, İlyada Destanı'nda, sonradan bir İyonya kenti haline gelen Milet'in
(Miletos; Balat) Troya Savaşları zamanında bir Karya kenti olduğunu
belirtmektedir. Bizzat Karyalıların, Anadolu'nun daha eski bir halkı (Hint-Avrupa
kavimleri öncesi) olan Lelegler ile henüz tabiatı tam olarak belirginleştirilememiş
bir ilişkileri olduğuna dair işaretler bulunmaktadır. Karyalıların Ege Adalarına
yayıldıkları ilk yüzyıllarında hâkimiyetleri altına girmiş bir yerli halk olduğu
düşünülen ve Yunanistan'ın en eski sakinleri olan Pelasgların ardılı olabilecek
Lelegler hakkında Strabo, Karyalıların ve Leleglerin aralarında birbirlerini ayırt
edemeyecek ölçüde karışmış olduklarını yazmaktadır. Buna göre eski Yunanların
yayılmasıyla Karyalılar ve Lelegler bir arada Anadolu'ya çekilmişlerdir. Yine de,
Leleglerin en azından bir kısmının uzun süre özgün bir kimlik taşıdıkları,
Mausolus'un Halikarnas'ı başkent edindikten sonra çevredeki isimleri bilinen 8
Leleg yerleşiminin nüfusunu yeni başkentinde iskan etmiş olmasından
anlaşılmaktadır. Ayrıca Karya ülkesi içinde, Likya sınırlarında yer alan Kaunos
(Dalyan) şehrinin halkı, Girit adası ile ilişkili olması muhtemel özgün bir etnik
kimliği Karya tarihi boyunca korumuştur.
Karya sözcüğü, Luvi dilinde "uç ülke, sarp ülke" anlamına gelen "karuwa"
sözcüğünün eski Yunanca'ya geçmiş şeklidir.

Karyalılar, Homeros, Herodot ve Strabo'nun yanı sıra, Tevrat'ta ve Mısır hiyeroglif


yazıtlarında da anılmaktadır. Bu dönemde özellikle paralı askerlik yaptıkları
anlaşılmaktadır. Karya veya Karyalılar Hitit metinlerinde Karkiya, Babillilerce Karsa,
Elami ve eski Pers dilinde Kurka olarak anılmaktadır.

Arselis ile ilgili anılan ilk kesin tarihi kaydın kısa bir süre öncesine kadar (MÖ 8.
yüzyıl) sürdüğü varsayılan bir dönemde Karyalıların Ege Denizi'ne yayılmış bir deniz
kavmi olduklarını düşündüren eski Yunan kaynaklarına dayalı bir anlatı geleneği de
bulunmaktadır. Daha da öncesinde Homeros'ta ise Karyalılar Truva Savaşı'nda
Truvalıların müttefikleri arasında sayılmaktadır ve bölgeleri Milet (Balat) ve
Mykale'yi (Dilek Yarımadası) de kapsayacak şekilde daha da kuzeye uzanır şekilde
belirtilmektedir. Aynı dönemler Karya iç bölgeleri de yoğun ve özgün üretim
tarzları ile arkeolojinin dikkatini çekmiştir.

Batı Anadolu sahil şeridine yönelik üç eski Yunan kolonizasyon dalgasının


sonuncusunu ve en geç tarihlisini oluşturan Dorların kıyılarda koloniler
kurmalarıyla Karyalılar iç bölgelerde egemenliklerini sürdürmüşler ve bu dönemde
Mylasa, Alabanda (Çine), Alinda (Karpuzlu), Idrias (Eskihisar), Idyma (Akyaka),
Garga (İncekemer), sonradan Afrodisias adını alacak mermercilik merkezi (Geyre)
gibi gerçek anlamda Karya kentleri, yine Mylasa, Labranda, Kyramus, Hylimus gibi
Karya kült merkezleri ortaya çıkmıştır. MÖ 7. ve 6. yıllarda Mernmnadlar
hanedanının Lidya kralları Anadolu'nun önemli bir kısmı gibi Karya Dor kentlerini
de ele geçirdiler. MÖ 546'da Lidyalıların Perslere yenilmesinden itibaren ise,
Karyalılar da Pers İmparatorluğu'nun yönetimi altına girdiler. Karyalıların
bölgelerinde Perslere karşı kayda değer direniş örnekleri sergiledikleri ve Atina
merkezli olarak kurulan Attik Delos Birliği'ne bir süre üye oldukları anlaşılmaktadır.
Mylasalı Hetakomnidler hanedanı ve özellikle de Mausolus döneminde fiilen
bağımsız politikalar izlemişler, ancak Helenizmin iç bölgelere de nüfuz etmesi ve
eski Yunanca'nın resmi dil olarak yerleşmesi de bu dönemde başlamış, Karya dili
muhtemelen Milattan kısa bir süre öncesinde veya sonrasında tarihe karışmıştır.
Karya ülkesi Büyük İskender'in generalleri tarafından kurulan devletler ve
sonrasında Roma İmparatorluğu içindeki çekişmelerden en çok zarar gören
bölgelerden biri olmuş, MÖ 27'de Augustus'un Roma İmparatorluğu'nu kurmasıyla
refaha kavuşmuştur. Karyalılar Anadolu'da içlerinde çoktanrıcı inançların en uzun
ömürlü kaldığı halklardan biri olarak da dikkati çekmiştir. I. Konstantin saltanatında
Doğu Roma İmparatorluğu'nun Hristiyanlık dinine geçmeye başlamasına kadar (4.
yüzyıl) bu yeni din Karyalılar arasında fazla ilerleme kaydedemiştir. Bölge 13. yüzyıl
ortalarından itibaren Menteşe Beyliği hakimiyetine geçmiştir.

Anadolu Selçuklu Devleti

Rum Selçuklu Sultanlığı veya Türkiye Selçuklu Devleti, Selçuklu Türklerinden


Kutalmış'ın oğlu Süleyman Şah tarafından Anadolu’da, 1075 yılında kurulmuş olan,
Türk-İran geleneğine mensup bir Sünni İslam devletidir.

Türkler çeşitli sebeplerden ötürü anavatanları olan Orta Asya'dan göç etmek
zorunda kalmışlar ve kendilerine yeni bir vatan aramaya başlamışlardır. Bu yüzden
Büyük Selçuklular; çevre bölgelere akınlar düzenlemeye başlamışlardır. Örneğin
Anadolu'ya yapılan ilk akınlar 1015-1018 yılları arasında gerçekleşmiştir. Büyük
Selçuklular; 1040 Dandanakan Muharebesi ile Gazneliler'i mağlup etmiş ve
bağımsız olmuşlardır. Selçuklular'ın bağımsız olmasıyla beraber çevre bölgelere
yapılan akınlar daha sistemli hale gelmiştir. Nitekim bu akınlar sonucunda
Anadolu'nun uygun bir bölge olduğu anlaşılmıştır. Anadolu hâkimiyeti için Büyük
Selçuklular'la Anadolu'yu elinde bulunduran Bizans İmparatorluğu arasındaki ilk
savaş, 1048 yılında gerçekleşmiş ve Pasinler Muharebesi olarak bilinen bu savaşla
beraber Anadolu hâkimiyeti için gerçekleştirilen ilk savaş Selçuklu zaferiyle
noktalanmıştır.
Büyük Selçuklu sultanı Tuğrul Bey ve Tuğrul Bey'in kardeşi, aynı zamanda Selçuklu
ordusunun komutanı olan Çağrı Bey'in vefatı ardından Alp Arslan Büyük Selçuklu
tahtına oturmuş ve Anadolu üzerine yapılan akınları hızlandırmıştır. Bu dönemde
Bizans imparatoru olan Romen Diyojen ise; Anadolu toprakları için oluşan bu
büyük tehlikeyi bertaraf etmek için 200.000 kişilik ordusuyla başkenti
Konstantinopolis'ten ayrılmış ve Doğu Anadolu Bölgesi'ne doğru ilerlemeye
başlamıştır. Sultan Alp Arslan; Bizans'ın büyük bir orduyla Doğu Anadolu'ya
geldiğinin öğrenince bu orduyu karşılamak için aynı bölgeye bir orduyla
ilerlemiştir. Daha sonra iki ordu 26 Ağustos 1071 tarihinde Malazgirt'te karşılaşmış
ve Malazgirt Meydan Muharebesi kesin Selçuklu zaferiyle sonuçlanmıştı. Bu zaferle
beraber İran, Azerbaycan, Horasan gibi bölgelerde bulunan Türkler kitleler halinde
Anadolu'ya göç etmeye başlamıştır. Selçuklu hanedanından Kutalmışoğlu
Süleyman Şah Marmara Bölgesi’ndeki askeri faaliyetleri sonunda İznik’i alarak
Anadolu Selçuklu Devleti’ni 1075 yılında kurmuştur. I. Haçlı Seferi başlarında
İznik’in düşmesi üzerine Anadolu Selçuklu Anadolu içlerine çekilmiş ve sonunda
Konya başkent olmak üzere ayakta kalmayı başarmıştır. 13. Yüzyıl başlarında
Anadolu’nun en güçlü devleti haline gelen Anadolu Selçuklu, 1243 yılındaki
Kösedağ Muharebesi’nde yenilgiyle beraber İlhanlılar’a yıllık haraç ödeyen tabi bir
devlet haline gelmiş, Moğolların devlet yönetimine zaman içinde artan
müdahalesiyle, son Anadolu Selçuklu sultanı II. Mesud’un ölümüyle birlikte
dağılmıştır.

Anadolu Selçuklu Devleti’nde kültürel yapı, iki yüzyıl süreye yayılan Oğuz
göçleriyle, Orta Asya Türk kültürünün, sıkı, ya da gevşek bir İslam anlayışı
süzgecinden geçmiş yapıları, İran kültürü ve yerli Bizans kültürünün bir bileşkesi
olarak şekillenmiştir. Sonuçta ortaya çıkan, orijinal, benzersiz bir kültürel sentezdir.
Doğal olarak Anadolu’nun bütününde aynı kültürel yapıların görülmesi
beklenemez. Orta Asya ve Horasan’dan gelen göçebe – sürücü Türkmen
topluluklarının yoğun olduğu Danişmend illeri olan Tokat, Niksar, Sivas ve Kayseri
bölgelerinde Orta Asya kültürünün, Artuklu bölgesinde İslam önce Iran kültürünün,
siyasi merkez olan Konya ve çevresi açılımında ise Orta Asya birikiminden kopuk,
Bizans – İslam sentezlemesi denilebilecek bir kültürel yapılanış görülmektedir. Öyle
ki bu durum oğullara verilen adlarda belirtin olarak izlenmektedir. Hanedan ailesi,
eski Türk adlarını kısa sürede terk ederek oğullarına Keykavus, Keykubat,
Keyhüsrev gibi tarihi İran efsanevi kahraman ya da hükümdar adları vermeyi
yeğlemiştir. Türkler yönünden ise, henüz Orta Asya yaşam biçimini, kültürel
ögelerini ve inançlarını taşımaya devam eden, İslam kültür ve inançlarını
bütünleştirememiş görünüm vardır. Köy ya da kente yerleşenler İran ve İslam
kültürlerinin etkisine girerken, halen yarı göçebe geçim ekonomisini sürdüren
gruplar ise yerleşim yerlerinde uzak, bol yağış alan bölgeleri, ya da “uçları” tercih
etmişlerdir.

Anadolu'nun yeni sahipleri Oğuzlar, 11. ve 12. yüzyıllarda Türkçeyi sadece


konuşma dilinde ve sözlü edebiyat geleneklerinde yaşatmaktaydılar. Bu döneme
ait Anadolu'da Türkçe yazılmış hiçbir eserin olmayışı, bize Oğuzların yazı dillerinin
bulunmadığını, hatta Kutadgu Bilig gibi dev bir eserin dilini, yani Türkistan yazı
dilini bilmediklerini düşündürmektedir. Büyük Selçuklu Devletine hâkim olan dil
anlayışı, Anadolu'da da değişmemiş ve iki yüz yıl, yazı dili ihtiyacına Arapça ve
Farsça cevap vermiştir. Bu süre içinde Anadolu Selçuklularının resmi ve edebi dili
Farsça, ilim dili Arapçadır. İbn Bibi, Anadolu Selçuklu döneminde Anadolu’da beş
dil konuşulduğunu belirtmektedir. Bunlar muhtemelen Rumca, Türkçe, Farsça,
Ermenice ve Süryanice’dir.

Anadolu Selçukluları ülkenin pek çok yerinde cami, han, kervansaray, imaret,
köprü, çeşme ve medreseler yaptırdılar. Beyşehir'deki Eşrefoğlu Camisi (1296),
Anadolu Selçuklu mimarisinin özelliklerini taşıyan en önemli örneklerden biridir.
Ağaç direkler üzerine kurulan, içi çini mozaik ve ağaç oyma işleriyle süslenen tip
camilerin başka örnekleri de vardır.
Anadolu Selçuklu sultanları adına yapılan kervansaraylar "Sultan Han" ya da "Han"
olarak adlandırılırdı. Hanlar çok büyük boyutlu yapılardı, bir bakıma sultanın
ihtişamını yansıtmaktaydılar.
Osmanlı İmparatorluğu veya Osmanlı Devleti

1299-1922 yılları arasında varlığını sürdürmüş bir devlet. Doğu Avrupa, Güneybatı
Asya ve Kuzey Afrika'ya kadar topraklarını genişletmiş ve 16. yüzyılda dünyanın en
güçlü imparatorluğu halini almıştır. En geniş sınırlarına 1683 yılında ulaşmıştır.

Devletin kurucusu ve Osmanlı Hanedanı'nın atası olan Osman Gazi, Oğuz


Türklerindendir. Devlet, Bilecik ilinin Söğüt ilçesinde kurulmuştur. Osmanlı
Devleti'nin bağımsız bir devlet olarak tarih sahnesine çıkması yaygın kabule göre
1299 yılında olmuştur. Ancak Prof. Dr. Halil İnalcık ve bazı diğer akademisyenler,
Osmanlı Devleti'nin 1299'da Söğüt'te değil 1302'de Yalova'da Bizans'a karşı yaptığı
Koyunhisar Muharebesi sonrasında devlet niteliğini kazandığını iddia ederler.
İstanbul ile sınırlı bir şehir devletine dönüşmüş olan Doğu Roma (Bizans)
İmparatorluğu'nu yıkmış, bazı tarihçilere göre bu Yeni Çağ'ı başlatan olay olmuştur.
Osmanlı İmparatorluğu gücünün doruğunda olduğu 16. ve 17. yüzyıllarda üç kıtaya
yayılmış ve Güneydoğu Avrupa, Orta Doğu ve Kuzey Afrika'nın büyük bölümünü
egemenliği altında tutmuştur. Ülkenin sınırları batıda Cebelitarık Boğazı ve 1553'te
Fas kıyılarına, doğuda Hazar Denizi ve Basra Körfezi'ne, kuzeyde Avusturya,
Macaristan ve Ukrayna'nın bir bölümüne ve güneyde Sudan, Eritre, Somali ve
Yemen'e uzanmaktaydı. Osmanlı İmparatorluğu 29 eyaletten ve özerklik tanınmış
olan Boğdan, Erdel ve Eflak prensliklerinden oluşmaktaydı. Devlet zaman zaman
denizaşırı topraklarda da söz sahibi olmuştur. Atlantik Okyanusu'ndaki kısa süreli
toprak kazanımları Lanzarote (1585), Madeira (1617), Vestmannaeyjar (1627) ve
Lundy (1655) bu duruma örnek olarak gösterilebilir.
Devlet altı yüzyıl boyunca Doğu dünyası ile Batı dünyası arasında bir köprü işlevi
görmüştür. Hâkimiyeti altında bulunan topraklarda yaşayan halklar zaman zaman,
toplu ya da yerel ayaklanmalar ile Osmanlı iktidarına karşı çıkmışlardır. Genel
olarak din, dil ve ırk ayrımından uzak durduğu için yüzyıllarca birçok devleti ve
milleti hâkimiyeti altında tutmayı başarmıştır. Osmanlı İmparatorluğu, eski Türk örf
ve adetlerinin ve İslam kültürünün yükümlülüklerinin doğrultusunda bir yönetim
şekli belirlemiştir. Osmanlı İmparatorluğu'nun siyasi yapısında ve hukuk
kurallarının oluşumunda İslam dininin belirleyici bir rol oynaması, Osmanlı
İmparatorluğu'nun "İslam devleti", dolayısıyla bir "din devleti" olarak
nitelenmesine neden olmuştur.

Osmanlı İmparatorluğu dönemi bazı tarih uzmanlarınca Osmanlı Hanedanı'nın ve


saray erkanının, Rum kadınlarla ve diğer Slav Hristiyan halklardan (Sırplar,
Bulgarlar, Arnavutlar gibi) kadınlarla evlilik yapması, iskan politikası sebebiyle
devşirilen Hıristiyan çocukların Türk-İslam örf ve gelenekleri ile yetiştirilip yeniçeri
ordusuna ve devlet kurumlarına alınmasıyla beraber, Türk tarihinin Roma-Doğu
Roma tarihi ile kaynaştığı dönem olarak görülür. Arnold Joseph Toynbee gibi bazı
tarihçiler Türkiye'nin tek ardıl devlet sayılması gerektiğini savunurlar.

Toplum asker ve reaya olmak üzere iki farklı tabakadan oluşmaktaydı. Asker
dışındaki halk, "reaya", devlete vergi ödemekteydi. Osmanlı siyasal uygulamasında
asker ve reaya kesin kurallarla ayrılmıştı. Toplumsal köken, yetişme koşulları ve
resmi görev bakımından askeri sınıf: kılıç ve kalem ehli olarak ikiye ayrılmaktaydı.
Halk ise Müslüman ve Müslüman olmayan "milletlerden” oluşuyordu. Gayri
Müslimler ayrıca "cizye" vergisi ödemek dışında toplumdan bir ayrıma tabi değildi.
Müslüman toplumun yaşantısı şeriat ile şekillenirken farklı milletlerin din ve
örflerine göre mahalli yaşam tarzlarını koruma imkânı vardı.

Osmanlı'da merkezi otoritenin her yerde etkin olmasını sağlayan, devlet


hazinesinden para harcanmadan asker yetiştirilen ve toprağın işlenmesini de
sağlarken en uç beylere kadar güvenliği taşıyabilen bir sistem vardı. Buna Tımar
sistemi deniyordu. Reayaya verilen toprakları 3 yıl bekletmeksizin işlemesi ve
kazancından bir kısmıyla da tımarlı sipahileri yetiştirmesi gerekiyordu. Böylece
devlet hazinesi de azalmıyor, üstüne üstlük her an savaşa hazır asker yetişmiş
oluyordu.

Erken dönem mimarisinde, yapılar ağırlıklı olarak İznik, Bursa ve Edirne


şehirlerinde yer aldı. Yapılar daha çok Bizans mimarisi ve Selçuklu mimarisi
etkilerini taşısa da, bu dönemde bir sonraki döneme dayanak oluşturacak fikirlerin
ilk uygulamaları gerçekleşti. Bu uygulamalardan birisi, yapılarda kubbe kullanılması
pratiğidir.

İstanbul'un Fethi'den itibaren, mimari eserler İstanbul'da yoğunlaşmaya başladı.


Bu dönemde daha çok yüksek ve görkemli yapılar inşa edildi. Bu yapılar daha çok
dinî yapılar ve kamu binalarıydı.

Lâle Devri'yle beraber, Batılılaşmanın etkisiyle Batılı tarzda binalar yapılmaya


başlandı. Bu dönemde Boğaz kıyısına köşk yapma modası ortaya çıktı.
Türkiye Cumhuriyeti

Topraklarının büyük bölümü Anadolu'ya, küçük bir bölümü ise Balkanlar'ın uzantısı
olan Trakya'ya yayılmış bir ülke. Kuzeybatıda Bulgaristan, batıda Yunanistan,
kuzeydoğuda Gürcistan, doğuda Ermenistan, İran ve Azerbaycan'ın ekslav toprağı
Nahçıvan, güneydoğuda ise Irak ve Suriye komşusudur. Güneyini Akdeniz, batısını
Ege Denizi ve kuzeyini Karadeniz çevreler. Marmara Denizi ise İstanbul Boğazı ve
Çanakkale Boğazı ile birlikte Anadolu'yu Trakya'dan yani Asya'yı Avrupa'dan ayırır.

Türkiye, Avrupa ve Asya'nın kavşak noktasında yer alması sayesinde önemli bir
jeostratejik güce sahiptir.

Türkiye, başkanlık sistemiyle yönetilen demokratik, laik ve üniter bir anayasal


cumhuriyettir. Resmî dili, nüfusun %85'inin anadili olan Türkçedir. Ülkenin
%70-80'ini Türkler, geriye kalanını Lozan'a göre yasal olarak tanınan (Ermeniler,
Rumlar ile Yahudiler) ve yasal olarak tanınmayan (Arnavutlar, Boşnaklar, Çerkesler,
Gürcüler ile Kürtler vb.) halklar oluşturmaktadır. Nüfusunun büyük bölümü
Müslümandır. Avrupa Konseyi, NATO, OECD, AGİT ve G-20 topluluklarına üye olan
Türkiye, Batı dünyasıyla bütünleşmiştir. 1963'te Avrupa Ekonomik Topluluğu ortak
üyesi olmuş, 1995'te AB Gümrük Birliği'ne katılmış ve Avrupa Birliği'ne tam üyelik
müzakerelerine 2005'te başlamıştır. Ülke ayrıca Türk Keneşi, Uluslararası Türk
Kültürü Teşkilatı, İslam İşbirliği Teşkilatı ve Ekonomik İşbirliği Teşkilatı gibi
örgütlere de üyedir. Günümüzde Türkiye, büyüyen ekonomisi ve diplomatik
girişimleri sayesinde bölgesel güç olarak kabul edilmektedir.

Türkiye'nin adı Türk etnik kimliğinin adından gelir. Sözcüğün günümüzdeki hâlinin
orijinali bu günkü Türkiye toprakları için ilk kez 12. yüzyılda İtalyanlar tarafından
Ortaçağ Latincesi kullanılarak Turchia veya Turcmenia şekillerinde oluşturuldu.
Bunların yanı sıra Orta Çağ'ın Alman seyyahları bölgeyi Turkei veya Tirkenland
şeklinde, Fransızlar ise Turquie şeklinde andı.

Sözcüğün Yunanca soydaşı Tourkia, Bizans imparatoru ve bilgini VII. Konstantinos


Porfirogennetos tarafından De Administrando Imperio kitabında kullanıldı..
Osmanlı İmparatorluğu ise kendi çağdaşı olan diğer ülkeler tarafından zaman
zaman Türkiye veya Türk İmparatorluğu şeklinde tanınırdı.

I. Dünya Savaşı bitiminde imzalanan Mondros'tan sonra İtilaf Devletleri tarafından


İstanbul, İzmir ve diğer Osmanlı topraklarının işgali, Türk Ulusal Hareketi'ni ortaya
çıkardı. Çanakkale Savaşı'nın öne çıkan isimlerinden biri olan Mustafa Kemal
Paşa'nın, 19 Mayıs 1919'da Samsun'a çıkışı ile Sevr Antlaşması'nın getirdiği şartları
iptal edip Mîsâk-ı Millî sınırları içinde kalan ülke topraklarının bütünlüğünü
korumayı amaçlayan Türk Kurtuluş Savaşı başlatıldı.

18 Eylül 1922 itibarıyla ülkedeki tüm düşman kuvvetleri kovuldu ve Nisan 1920'den
beri kendisini ülkenin meşru hükûmeti ilan eden Ankara merkezli Türk rejimi, eski
Osmanlı'dan gelen sistemi yasallaştırarak yeni cumhuriyetçi siyasi sisteme
geçmeye başladı. 1 Kasım'da Türkiye Büyük Millet Meclisi, saltanatı kaldırdı ve 623
yıllık monarşik Osmanlı resmen tarih sahnesinden silindi. 24 Temmuz 1923'te
imzalanan Lozan Antlaşması, Osmanlı İmparatorluğu'nun devamı niteliğindeki yeni
Türkiye Cumhuriyeti'nin uluslararası alanda tanınmasını sağladı ve 29 Ekim 1923'te
yeni başkent Ankara'da resmen cumhuriyet ilan edildi. Lozan sonrasında antlaşma
maddeleri gereğince yapılan Türkiye-Yunanistan nüfus mübadelesi kapsamında
Türkiye'deki 1,1 milyon Rum ile Yunanistan'daki 380 bin Türk yer değiştirdi.

Türkiye Cumhuriyeti'nin kurucusu ve ilk cumhurbaşkanı olan Mustafa Kemal, eski


Osmanlı-Türk devletini yeni bir laik cumhuriyete dönüştürme amacı içeren birçok
devrim yaptı. Türkiye Büyük Millet Meclisi, 1934 yılında çıkan Soyadı Kanunu ile
kendisine "Atatürk" soyadını verdi.

II. Dünya Savaşı'nda Türkiye, uzun süre tarafsızlığını korudu ancak savaşın son
aylarında, 23 Şubat 1945'te Müttefik Devletler’ in yanında yer aldı. 26 Haziran
1945'te ise Birleşmiş Milletler’ in kurucu üyelerinden biri oldu. II. Dünya
Savaşı'ndan sonra Yunanistan'da çıkan komünist isyanının bastırılmasında
karşılaşılan zorluklar ve Sovyetler Birliği'nin Türk Boğazlarında askeri üs talep
etmesi, Amerika Birleşik Devletleri'nin 1947'de Truman Doktrini'ni ilanıyla
sonuçlandı. Doktrin, Türkiye ve Yunanistan güvenliğini sağlamayı amaçlayarak
askeri ve ekonomik destek sağladı. Her iki ülke de 1948 yılında Avrupa
ekonomisinin yeniden inşası için Marshall Planı ve OEEC'ye dâhil edildi, daha sonra
1961 yılında OECD'nin kurucu üyesi haline geldi.

İletişim;

Facebook; https://www.facebook.com/ilyas.kaplan.7545708
KAYNAKÇALAR;
Lissner, Ivar (çev.: Adli Moran), (2006), Uygarlık Tarihi, İstanbul: Nokta Yayınları

Eshat Ayata, Zerdüşt Avesta Bölümler - Kora Yayın, Ocak 1998

Türkiye’deki Tarihsel Adlar, Bilge Umar.

Kayıp Yazılar ve Diller, Johannes Friedrich.

Luviler: Anadolu'nun Gizemli Halkı, H. Craig Melehert, Ç:Barış Baysal-Çiğdem Çidamlı, Kalkedon
Yayınları.

G. M. Beckman, Hittite Diplomatic Texts, GM Beckman, (Hitit Diplomatik Metinleri) , Atlanta,


1996

A. Götze, Kizzuwatna and the problem of Hittite geography (Kizzuvatna ve Hitit coğrafya Sorunu)
, New Haven, 1940;

V. Haas, Hurritische und aus luwische Riten Kizzuwatna , Kevelaer, 1974

E. John S. ve AM Dinçol Durugönül (ed.), La Cilicie: espaces et pouvoirs locaux (2ème millénaire
av. J. -C. - IVe siècle ap. J. -C.), Actes de la Table ronde internationale d’Istanbul, (Kilikia: Yerel
alanlarda ve (MÖ 2. binyıl -MÖ 4. yüzyıl) İstanbul, 2-5 Uluslararası Yuvarlak Masa Bildirileri), 2-5
Kasım 1999, Paris, 2001;

J. Freu, Histoire du Mitanni, (Mitanni tarihçesi) , Paris, 2003;

Aksamaz, Ali İhsan ; Dil – Tarih – Kültür – Gelenekleriyle Lazlar. Sorun Yayınları. İstanbul, 2000

Bryer, Anthony ; Some notes on the Laz and Tzan. In: Bedi Kartlisa, 21/22: 174-185 (I),Paris,
1966-67

Işık, Adem ; Antik Kaynaklarda Karadeniz Bölgesi. Türk Tarih Kurumu. Ankara, 2001

Zehiroğlu, A.M.; Antik Çağlarda Doğu Karadeniz Çivi Yazıları Yayınevi, İstanbul, 2000

George E. Bean (1971). Turkey beyond the Maeander ISBN 0-87471-038-3 (İngilizce). Frederick
A. Praeger, Londra.

Charles Thomas Newton, Richard Popplewell Pullan (1863). A History of Discoveries at


Halicarnassus, Cnidus and Branchidæ (İngilizce).

Refik Turan, “Türkiye Selçukluları ve Anadolu Beylikleri Döneminde Kültür ve Medeniyet” –


Genel Türk Tarihi, cilt 4
Fazlı Konuş, (2006) Selçuklular Bibliyografyası (Temel kaynakların Açıklaması ile Beraber), Erciyeş
Üniversitesi (Yüksek Lisans Tezi) Konya: Çizgi Kitabevi

Özden Süslü, (1989) Tasvirlere Göre Anadolu Selçuklu Kıyafetleri, Ankara: Atatürk Kültür Merkezi
Yayını, Ankara

Ülker Erginsoy, (1988) Anadolu Selçuklu Mimari Süslemesi ve El Sanatları, Ankara: İş Bankası
Kültür Yayınları

Atatürk, Mustafa Kemal (1927). 'Nutuk, Cilt 1-2-3, Türk Devrim Tarihi Enstitüsü, İstanbul 1970.

De Lamartine, Alphonse. Osmanlı Tarihi, Cilt 1, Sabah Yayıncılık, İstanbul 1991.

Öztürk, Kazım (1992). Atatürk'ün TBMM Açık ve Gizli Oturumlarındaki Konuşmaları, Cilt 1-2,
Kültür Bakanlığı-Atatürk Dizisi.

Meydan Larousse, Meydan Yayıncılık, 1988, Cilt 12, Sh. 357-388, Türkiye Cumhuriyeti.

Türklerin ve Türkiye'nin Tarihi Ansiklopedisi, Milliyet Yayınları, 1982.

You might also like