Professional Documents
Culture Documents
İNANÇLARI
Hazırlayan; İLYAS KAPLAN
Bir önceki kitabımız "Mezopotamya Uygarlıkları ve İnançları" nda Mezopotamya
bölgesinde kurulmuş birçok uygarlığın inancından, toplumundan, hukukundan,
mimarisinden ve coğrafi konumundan bahsetmiştik.
İyonya
Anadolu'da bugünkü İzmir ve Aydın illerinin sahil şeridine Antik Çağ'da verilen
addır. Dor istilası sonucu Yunanistan'dan kaçan Akalar tarafından Milet, Efes, Foça
ve İzmir çevresinde kurulmuşlardır. Dünyanın yedi harikası arasında gösterilen Efes
Artemis Tapınağı İyonlar döneminde inşa edilmiştir.
İlk Çağda, Anadolu’nun batı kıyılarına Yunanistan bölgesinden gelen Aiol ve Dorlar
gibi yerleşen İyonlar, yaşadıkları bölgeye adlarını vermişlerdir. İyonya, batıda Ege
Denizi; doğuda Lidya ve güneyde Karya ile Dor şehir devletleriyle çevrelenmiştir.
gelişmiş, batının birer uygarlık merkezi hâline gelmişti. Bu şehirler Efes, Kolofon,
Milet, Mydnos, Priene, Teos, Erythrae, Klazomenai, Phokaia (Foça), Smyrna (İzmir),
Samos (Sisam) ile Khios (Sakız) şehirleridir. Bu şehirler içinde Efes ve Milet, devrin
bir kültür ve uygarlık merkezi olmuştur.
MÖ.700 yılında Lidya Kralı Giges, İzmir ve Milet şehirlerini istilâ etti, diğer şehirler
ise ekonomik açıdan Lidya’ya bağlandı. MÖ.560-545′te Lidya kralı Kresus, İyonya’yı
Lidya Krallığı’nın egemenliği altına aldı. Lidya Krallığı’nın Persler tarafından
yıkılması ile Perslerin egemenliğini kabul ettiler.
İyon nizamı, Grek mimarisinde Dor nizamından sonra ortaya çıkmış yapı nizamıdır.
İyon nizamında da karakteristik özellik sütunlarda toplanmıştır. Bu nizamla
yapılmış tapınak sütunları ince uzun sütunlardır. Bir kaide üzerinde yükselmekte ve
kıvrımlı başlık taşımaktadır. Sütunlar, taştan basamaklar üzerinde yer alır. Frizler
ince uzun bir şerit halinde olup, üzerleri kabartma resimlerle süslenmiştir.
Eski Farsça "İonan" adı, Perslerin İyonyalılara vediği isimdi. Farsça ve Arapçadan
Türkçeye Yunan biçiminde geçen bu ad, daha sonra Helen ulusunun tümü için
İslam kültürel dairesindeki ulusların kullandığı ad oldu.
Eski Yunan halkı arasında yaygın olan tanrılara ilişkin çeşitli inanç ve efsaneler ilk
kez M.Ö. 9. yüzyılda İyonyalı destan şairi (muhtemelen Sakızlı veya İzmirli)
Homeros tarafından derlenerek sistemleştirildi. Homeros'un sistemleştirdiği
mitoloji, Atina'nın egemenliği döneminde (MÖ 5. yüzyıl) tüm Helen dünyasının dinî
referans kaynağı olarak benimsendi. Yunan tanrıları insanlara benzerdi. Tanrılarla
insanlar arasındaki en önemli fark da insanların ölümlü, tanrıların ise ölümsüz
olmalarıydı. İyonyalılar birden fazla tanrıya inanıyorlardı.
Ahameniş İmparatorluğu
Yerine ise oğlu Kambis geçmiştir. Kambis devrinde Mısır fethedilmiş, Kartaca'ya
kadar Pers ordusu ilerlemiş ancak Kartacalıları geçememiştir. Kambis döneminde
İranlı kabileler ayaklanmışlardır, bunlar Gomata isimli bir Med rahibinin başını
çektiği Mecusilerdir.
Kambis Mısır dönüşü ölmüş, yerine ise ünlü Pers İmparatoru I. Darius geçmiştir. İlk
olarak kabile isyanlarını bastırmış ve çeşitli alanlarda devrim niteliğindeki
hareketlere girişmiştir. I. Darius da fetih hareketlerine girişmiş, İmparatorluk
sınırları doğuda Hindistan'a dayanmıştır. Kafkasya'ya doğru İskitlere karşı da sefer
yapmış ama başarısızlıkla sonuçlanmıştır. Daha sonra batıya yönelip, Trakya,
Makedonya ve Ege'ye saldırıp buraları ele geçirmiştir.
Bunun üzerine Spartalılar, Darius ve oğlu I. Serhas'e karşı Salamis Deniz Savaşı'nı
yapmışlardır. Salamis Deniz Savaşı'nda elde edilen ganimetlerin bütünü Büyük
İskender'in fethinde ele geçirilmiştir.
Persler çivi yazısı kullanmışlardır. Yazıyı daha çok resmi kraliyet yazışmaları için
kullanmışlar ve bu yazışmaların çoğunu da Arami dilinde yazmışlardır. Resmi
belgeler dışında günümüze ulaşan yazılı edebi eserleri yoktur.
Perslerin dininde gökyüzü, su, ateş ve toprağın önemli bir yeri vardı. Ahura Mazda
(ya da Hürmüz) adlı tanrıya tapılan Zerdüştlük (veya Mazdaizm) dininin dışında
yerel Hint-Avrupa dinleri de vardı. Bu din özellikle Pers soyluları arasında yaygındı.
Düalizm ilkesinin belirgin olduğu dinlerden biridir. Eşit iki güç arasındaki savaşa,
Hürmüz yani iyilik ve Ehrimen yani kötülük arasındaki savaşa, dayalı bir prensibi
vardır.
Birazda Anadolu’nun Işık halkından bahsedelim ..
Luvi Krallığı
Luvi diliyle yazılan Hitit hiyeroglif yazısı H.T. Bossert’in katkılarıyla 1946 yılında
çözülmeye başlanmış ve çözülme çalışması tam anlamıyla 1960'ta Emmanuel
Laroche tarafından tamamlanmış olduğundan, yer ve ilah adlarına ilişkin olarak,
Batı’da bu tarihten önceki etimolojik açıklama getiren yazılar geçerliğini yitirmeye
başlamıştır. Makedonyalı İskender döneminde Anadolu’nun Luvi ve Hitit kökenli
adları helenleştirilmeye çalışılmışsa da, esas yapılarını korumuşlardır. Anadolu ve
Trakya’daki Yunanca yer adlarının yüzde yüzü olmasa da çok büyük bir kısmınının
Luvi dilindeki adlarından türetildiği anlaşılmış bulunmaktadır. Ayrıca eski Yunanca
sanılan pek çok sözcüğün (dram, drama, tiyatro, komedya, tragedya vs.) Luvi
kökenli olduğu konusunda çeşitli görüşler bulunmaktadır.
Luvi sözcüğü Hitit dilinde “Işık İnsanı” anlamına gelir ki, Luvi dilinde "ışık, parıltı"
anlamına gelen “LU” kökü birçok dile “Işık” anlamında geçmiş olup, birçok dilde
halen kullanılmaktadır (Örneğin, ilah Apollon’un Likya’lı sıfatının kökeni Luvi
dilinde ışık anlamına gelen, KURT anlamındaki “LYK” ya da "LU" sözcüğüdür ki,
sözcük Latince’ de LUX biçimine dönüşmüştür. Ayrıca, Hellen dilinde hiçbir anlamı
bulunmayan Apollon adının kökeni de Luvi dilinde "su" anlamına gelen "apa"
sözcüğünden gelmekte olup, ilk yazılışı Luvice ap(a)-ull(a)-wana’dır; bu ilah, Etrüsk
dilinde Aplu, Apulu ya da Aplum biçimlerinde belirtilmiştir).
Günümüzde, Likçe denilen Likya dilinin Luvi dilinin bir türevi olduğu kabul
edilmektedir. Anadolu'da halen Işıkçılar, Işık Taifesi, Aleviler olarak kültürlerini
sürdürdükleri iddiaları da vardır.
Kizzuvatna Krallığı
Hititlerin Hattuşa tabletlerini ilk okuyan filologlar hep bu tabire rastladıkları için,
bambaşka bir dil konuşan bu yeni kavme de Hatti adını taktılar. Oysa sonradan
yine tabletlerden Hint-Avrupalı bir kavim oldukları anlaşıldı. Kussar kentinde
yaşayan yönetici sınıfın bir araya getirdiği halk kendini Nesice konuşan Nesililer
olarak anıyordu. Ancak Hitit biçimindeki adlandırma, bilim çevrelerinde yayıldığı
için kalıcı oldu. Kaldı ki kendilerini Nesili olarak adlandıran bu grubun yanı sıra
Anadolu'da Luviler ve Palalar adı ile tanınan gruplar vardı.
Zaten filologlar Hatti sözcüğünü olduğu gibi almayıp, onun Ahd-i Atik'de zikredilen
"Heth" ve "Hittim" şeklinden esinlenerek Almanca Die Hethiter, İngilizce The
Hittities, Fransızca Les Hittities ve İtalyanca Gli Ittiti deyimlerini ürettiler. Türkçede
önceleri Eti sözcüğü kullanıldı, şimdi ise Hitit deyimi yerleşti. Burada yanlış
kullanılan bir adlandırmaya işaret etmek yerinde olacaktır. Birçok bilim insanı bir
zamanlar doğru olduğu sanılan, ancak şimdi isabetsiz olduğu anlaşılan "Proto-Hitit"
ya da "Proto-Hatti" deyimlerini alışkanlık sonucu hala kullanmaktadırlar. Hatti
yerine "Proto-Hitit" tabiri kullanıldığı takdirde, Hititlerin Hattilerden geldiği
izlenimi yaratılmış olur. Oysa söz konusu iki halk birbirinden dil ve ırk bakımından
tamamıyla ayrıdır. Hele adı Hatti olan kavmi "Proto-Hatti" diye anmak büsbütün
anlamsızdır. Ancak kültürel açıdan bakıldığına, Anadolu Hatti sanatının Hititler
tarafından alındığını ve köklü Hatti geleneğinin Hititlerde yaşadığını görürüz. Hatti
yer isimleri, şahıs isimleri, efsaneleri Hitit kültüründe yer bulmuştur. Gerek Alaca
Höyük gerekse son yıllarda yapılan arkeolojik kazılar Hatti kültürünün gücünü
ortaya koymaktadır. Anadolu'ya ne zaman geldikleri bilinmeyen, belki dağınık
gruplar halinde gelmiş olan Hititler bu gücün bir parçası olmuşlardır. Hitit
Krallığı'nın hâkim yönetici sınıfı olan ve Hatti geleneği taşıyan Hitit kralları
Anadolu'yu teokratik tabanlı, bir feodal yapı içinde yönetmişlerdir.
Anadolu'daki Hatti beylikleri bir Protohistorya (Ön tarih) uygarlığıdır. Başka bir
deyişle onlar henüz yazı kullanmadıkları için tarihsel sürece ait değildirler. Ancak
bu beyliklerin konuştuğu dil, inandıkları din, yaşattığı örf ve adetleri hakkında
Hititler yolu ile birçok bilgiye sahip bulunmaktayız. Bu nedenle Hatti beylikleri ön
tarih (Protohistorya) uygarlığının güzel bir örneğidir.
Hititler
Hint-Avrupa dil ailesine mensup olduklarından dolayı genel kabul Avrupa kökenli
bir topluluk oldukları yönündedir. 1930'larda Mustafa Kemal Atatürk öncülüğünde
ortaya atılan Türk Tarih Tezi’ ne göre ise bir Türk medeniyetidir. Bilimsel
çevrelerde ise Türk Tarih Tezi; romantik ve milliyetçi yönlerinin olduğu savlarıyla
eleştirilmiştir. Tarihçi ve araştırmacı Sinan Meydan, Batının 19. yüzyıldaki
arkeolojik kazı çalışmalarından sonra Hititler gibi medeniyetleri Avrupa kökenli
kabul edip sahiplendiğini ve Hititlerin Türk olduğu tezinin Batı merkezli tarihe karşı
bir başkaldırış olduğunu belirtmiştir.
Anadolu Yarımadası'nın bugün için bilinen en eski adı Hattuşaş Ülkesi idi ve bu
topraklar 1500 yıl boyunca Hatti Ülkesi olarak bilindi. Bu isim o kadar yerleşmişti ki
Anadolu'yu istila eden Hititler bile yeni yurtlarından söz ederken Hatti Ülkesi ismini
kullanmışlardır. Oysa sonradan yine çivi yazılı tabletlerden öğrenildiğine göre, söz
konusu Hint-Avrupalı halk kendini Nesice konuşan Nesililer olarak anıyordu. Ancak
Hitit biçimindeki adlandırma, Eskiçağ tarihi çevrelerinde yaygın kabul gördüğü için
bu adlandırmayı değiştirmek hayli güç oldu. Zaten filologlar söz konusu
Hint-Avrupalı kavim için Hatti sözcüğünü olduğu gibi almayıp, onun Ahd-i Atik'de
zikredilen "Heth" ve "Hittim" şeklinden esinlenerek Almanca Die Hethiter, İngilizce
The Hittities, Fransızca Les Hittites ve İtalyanca Gli Ittiti deyimlerini türetmişlerdir.
Türkçede ise önceleri Eti sözcüğü kullanılmış, sonrasında ise Hitit deyimi
yerleşmiştir.
MÖ 1800 yılları, Anadolu tarihinin başlangıcı yerli aglutinant dil grubuna ait
Hattiler ve Hint Avrupalı Hititler hakkında ilk bilgilerin edinildiği dönemdir. Bu çağ,
Hitit kültürünün başlangıç ve gelişme aşamalarının kaynağıdır. M.Ö 2500-2000
yılları arasında Kuzey Kapadokya ve Orta Karadeniz Bölümü’nde gelişmiş kültürün
temsilcisi Hattiler’di.
Birbirini izleyen akınlarla Orta Anadolu içlerine yayılan Hititler, zamanla etki
alanlarını genişletmişler, Hattili Prenslerin arazilerine hakim olmuşlardır. Asur
ticaret kolonilerinin geç evresinde (MÖ 1800- MÖ 1730) Kuşşara Kralı Pithana ve
oğlu Anitta tarih sahnesine çıktılar. Onlar Hitit diline Nesice adını veren
Kaniş/Neşa'yı zaptedip krallığın ilk merkezi yaptılar. MÖ 1700'lerde Kuşşara kralı
Anitta, Hatti Kralı Pijusti'yi yenip şehrini tahrip ettiğini anlatmaktadır: "Geceleyin
yaptığım bir saldırı ile şehri aldım. Yerine yaban otu ektim. Benden sonra her kim
kral olur ve Hattuş'u yeniden iskân ederse gökyüzünün (Fırtına Tanrısı'nın) laneti
üzerinde olsun."
Eski Krallık
Hattuşaş MÖ 17. yüzyılın ikinci yarısında, Hitit Kralı I. Hattuşili tarafından başkent
olarak seçildi. Eski Hitit Devleti'nin kurucusu I. Hattuşili Kızılırmak kavisi içindeki
çekirdek ülkede birliği sağladıktan sonra, Kuzey Suriye ve Yukarı Fırat bölgesinde
Hurri Ülkesi’ ne karşı yönettiği akınlarla, kendisini izleyecek Hitit krallarına bir
Dünya devleti olma amacının işaretini veriyordu. Murşili istilalara güneyde devam
ederek ve Suriye'deki şehir devletlerini devreden çıkartarak, Mezopotamya ticaret
yollarını kontrol altına aldı. Halep ele geçirildi ve ordu Babil'e kadar ilerleyerek
Hammurabi hanedanlığına son verdi. Ancak, I. Murşili'nin Hantili tarafından
öldürülmesi bir karışıklık dönemi getirir. Hantili idareyi ele aldıysa da o da
öldürüldü. Hantili’ den sonra tahta geçen I. Zidanta ve I. Huzziya’da Hantili ile aynı
kaderi paylaşarak öldürüldüler. Bu dönemde Hitit devleti, Torosların güneyindeki
ülkeleri, Güney ve Güneydoğu Anadolu Bölgesi'ndeki diğer bölgeleri yeniden
Mitanni Krallığı'na kaptırdı. Telipinu tahta geçince, saraydaki kan davalarını
durdurmayı başardı. Önceki kralların uzak bölgelere yaptıkları seferleri durdurarak,
Anadolu'yu kendi içinde tutarlı bir idari teşkilat altına almaya çalıştı. Bu amaçla
eyalet sistemini kurdu. Telipinu fermanı olarak bilinen fermanı yayınlayarak, taht
verasetini belli kurallara bağladı.
Orta Krallık
Geleneksel Hitit tarihi çağ ayrımına göre, Telipinu devrini Orta Krallık adı verilen
dönem izler. Aynı zamanda I. Tuthaliya Hititlerin kuzeydeki amansız düşmanı
Kaşkalar ile de baş etmek zorunda kalmıştır. Metinlerde Tuthaliya zamanında,
Fırat'ın yukarı yatağında kalan bölgelere ve Kuzey Mezopotamya'da Hurrilere karşı
yapılan askeri harekatlardan söz edilmektedir. Bu başarılarla I. Tuthaliya’nın Hatti
ülkesinde krallığın gücünü yeniden sağladığı anlaşılmaktadır. Ancak I. Tuthaliya'nın
hükümdarlık alanı genelde Anadolu ile sınırlı kalmıştır.
I. Şuppiluliuma tahta geçince, öncelikle Anadolu'daki hâkimiyetini
sağlamlaştırmıştır. Daha sonra Suriye ve Kuzey Mezopotamya'nın bazı bölgelerini
Hitit Krallığı'na katmıştır. Kaşkalar ile savaşmış, Ugarit Kralı II. Nigmedu ile bir
anlaşma yapmıştır. Şuppiluliuma Mısır'da Tutankhamon'un ölümünden sonra çıkan
çatışmaları fırsat bilmiş, Karkamış'ı alarak Mitanni Krallığı'na son vermiştir. II.
Murşili’nin, Anadolu’nun kuzeyindeki ve batısındaki seferleri, Hitit çekirdek
ülkesinde vebanın hüküm sürdüğü ve giderek artan Asur etkisiyle Suriye’de
huzursuzlukların yaşandığı bir döneme rastlamıştır.
Babası Murşili'nin ardından fazla zorluk çekmeden tahta geçen XXI. Muvattalli,
yirmi yıldan fazla ’’Büyük Kral’’ olarak hüküm sürmüştür. Onun küçük kardeşi
Hattuşili, askeri birliklerin başı, saray memuru, kuzey sınırının sürekli huzursuz
bölgelerinde ve Hattuşa'da vali olarak hükümdara birçok alanda hizmet vermiştir.
Bu dönemde Muvattalli sarayını, Tanrı ve atalarının heykelleri ile birlikte
Hattuşa’dan Tarhuntaşşa'ya taşımıştır. Muvattalli zamanında Orta Suriye’deki
Amurru bölgesi nedeniyle, Hititler’in anlaşmazlığa düştüğü ülke Mısır'dı. Bu
anlaşmazlık Kadeş Savaşı'na yol açtı.(MÖ 1280)
Kurallara uygun olmaksızın tahta çıkmış olmasına rağmen, III. Hattuşili önemli
politik başarılar ve uluslararası takdir kazanmıştı; ancak Hattuşa'da tahtına çıkacak
kişi ile ilgili düzenlemeyi yapmak da kendisi için önemliydi. Önceden seçilen
varisten vazgeçilmiş ve yerine Prens IV. Tuthaliya seçilmişti. Tuthaliya tahta
çıktıktan sonra, Tarhuntaşşa Kralı Kurunta ile antlaşma yapmış ve Tarhuntaşşa
ülkesinin sınırları yeniden çizilmiştir. II. Muvattali'nin oğlu olarak hanedandan
gelen krala, imparatorluk hiyerarşisi içinde Karkamış Kralı ile aynı düzeyde yer
verilmiştir.
Hitit İmparatorluğu'nun MÖ 1200'den kısa bir süre sonra yıkılma nedeni halen tam
olarak anlaşılamamıştır. İmparatorluğun yıkılmasına çeşitli etkenlerin neden
olduğu değerlendirilmektedir. Son büyük kralın hüküm sürdüğü dönemde, halk
içinde huzursuzluklar ve Hitit aristokrasisinde giderek artan çatışmalar baş
göstermiştir. Hitit Devleti'nin ayakta olduğu son yıllara tarihlenen yazılı kaynaklar,
sefalet içinde olduğu belirtilen Anadolu’ya Suriye ve Mısır'dan büyük miktarlarda
tahıl sevk edildiğini kanıtlamaktadır. Aynı zamanda Anadolu'daki huzursuzluklar ve
Suriye üzerindeki Hitit etkisinin azalması da Hitit İmparatorluğu'nun yıkılmasında
neden ya da sonuç olarak değerlendirilmektedir. Çöküş konusundaki bir diğer
görüş de 1200 yıllarında batıdan gelen ve Deniz Kavimleri diye adlandırılan
toplulukların istilasıdır. İmparatorluk sonrası dönemde Hitit kültürü, beylikler ve
şehir devletleri tarafından bir süre daha devam ettirilmiştir.
Hitit Devleti, Kral ve üyeleri kraliyet ailesinden gelen kişilerden oluşan politik bir
kurumdu. Yönetimin politik organı Pankuş'tur (İmparatorluk Meclisi). Herhangi bir
politik sorun olduğunda Pankuş Kral tarafından çağırılmaktaydı. Pankuş kralı bile
denetleme yetkisine sahipti; yani Pankuş, kralın kararları hakkında söz sahibi bir
kurul ve böylelikle de onun mutlak hâkimiyetinin tek denetleyicisiydi. Pankuşlarda
yönetim hakkında kararlar alınıp oy birliğine sunulurdu. Pankuşlar ilk olarak
Hititlerde yapılan bir imparatorluk meclisidir. Pankuşlarda gerekli ağır gereksiz
hafif ceza verilmez. Pankuş yönetiminde (imparatorluk meclisinde) herkes eşit
haklara sahip olmaksızın her insan özgürce fikirlerini dile getirebilir. Pankuş ,
zamanla yetkileri kısıtlanarak danışma meclisi haline gelmiştir.
Yazı ve Dil
Hitit Dini
Hitit dini çok tanrılı bir dindir; panteonun (tanrılar ailesi) içinde binlerce tanrı ve
tanrıça vardır ve bunların pek çoğu diğer kavimlerin dinlerinden alınmıştır. Hititler’
de tanrılar, tıpkı insanlar gibidir. Fiziksel şekilleri insan gibi olduğu kadar ruhen de
onlarla aynı olup insanlar gibi yerler, içerler, kendilerine iyi bakıldığı sürece
insanlara iyilik ederler; ancak ihmal edildikleri zaman hemen intikam almaya,
insanları en acımasız yöntemlerle cezalandırmaya hazırdırlar. Bir Hitit metni,
insanlarla tanrıları birbirleriyle kıyaslamakta ve tanrı-insan ilişkilerini bey-hizmetçi
ilişkilerine benzetmektedir.
Hitit devletinin panteonu, Anadolu ve Suriye şehirlerinin çeşitli yerel
panteonlarının zamanla bir araya getirilip birleştirilmesinden oluşmuştur. Hitit
devletinin başlangıcından îtibâren baş tanrı, fırtına tanrısı Teşup'tur. Kozmik
dönemi (kâinatı) sağlayan, krallığı ve ülkenin düzenini koruyan O'dur. Kral, efendisi
adına ülkeyi yönetir.
MÖ 1274 tarihinde II. Ramses ile II. Muvatalli arasında Kadeş önünde büyük bir
meydan savaşı yapılmış ve Kadeş Antlaşması ile sonuçlanmıştır. Bu antlaşmaya
bağlı olarak II. Ramses savaştan önce aldığı yerleri boşaltmış, Kadeş şehri Hititlere
kalmıştır.
Kadeş Barış Antlaşması sırasında orduda çıkan bir isyanda, II. Muvatalli
öldürülmüştür. Antlaşma, onun yerine geçen III. Hattuşili tarafından imzalanmıştır.
(MÖ 1269) Bu antlaşma dünya tarihinde eşitlik ilkesine dayanan en eski
antlaşmadır. Antlaşma çivi yazısıyla gümüş plakalar üzerine Akadca olarak
yazılmıştır. Ayrıca Kralın mührünün yanında Kraliçenin (Tavananna) mührü de
vardır. Anlaşmaya Amor'un sevgilisi II. Ramses ve kralların büyüğü III. Hattuşili gibi
övgülerle başlar. Anlaşma müttefiklik, kardeşlik ve saldırmazlık anlaşmasıdır.
Anlaşmaya göre kaçakların öldürülmemesi karşılığında birbirlerine teslimine karar
verilmiştir. Anlaşmayı körükleyen ise Asur tehlikesinin gelişmesidir. Bu
antlaşmanın gümüş levhalara kazınmış olan asıl metinleri kayıptır. Mısır'da
tapınakların duvarlarına kazınan antlaşmanın bir nüshası da, Boğazköy (Boğazkale)
kazılarında kil tablet olarak bulunmuş olup İstanbul Arkeoloji Müzesinde
sergilenmektedir. Kadeş antlaşmasının Hattuşaş'da bulunan çivi yazılı tabletinin
büyütülmüş kopyası New York'ta Birleşmiş Milletler Binasında asılıdır.
Yönetim Merkezi
Anadolu'da ilk kez organize devlet kuran Hititlerin başkenti olan Boğazköy
(Hattuşaş), dağlık-engebeli bir arazi kurulmuş olup Çorum'a uzaklığı 82 km'dir.
Boğazköy'ün gerçek tarihi MÖ 1900'den az sonra başlar. Geç Hitit ve Asur
belgelerinden öğrendiğimize göre Boğazköy; Hattuştu ve Pijusti adlı krallarla son
bulan bir hanedanlığın merkezi idi. MÖ 19. ve 18. yüzyılda Hitit öncesindeki
dönemde Boğazköy'de, Hattiler ve Asurlu tüccarlar da konaklamaktaydılar. Şehirde
Asurlu tüccarların ticaret yaptıkları "karum" denilen bir pazar yeri bulunmaktaydı.
Kentin asıl merkezini büyük kale teşkil eder. Büyük kalenin kuzeybatı yamacında
Hitit İmparatorluk dönemine ait özel evler ile Büyük Mabed'in yer aldığı "aşağı
şehir" bulunmaktadır. Şehrin güney kısmını teşkil eden "yukarı şehir"; MÖ 13.
yüzyıl kralları tarafından yapılmış sandık şeklindeki surlarla çevrilmiştir. Bu surda
Kral Kapısı, Potern, Sfenskli Kapı, Aslanlı Kapı yer almaktadır. Yukarı şehir içinde
Yenice kale ve Sarıkale tahkim edilmiş olarak yapılmıştır.
Hitit Krallığı; MÖ 1200'deki Deniz Kavmi Göçleri sonunda Trak asıllı kavimlerin
baskıları sonucu yıkılmış olup, dolayısıyla Boğazköy de başkent olma özelliğini
kaybetmiştir. MÖ 750 yılında Friglerin yerleşimine sahne olmuştur. Hellenistik
çağda ise Boğazköy; büyükçe bir yerleşim alanı olmaktan öte gidememiştir. Bizans
çağında da iskân edildikten sonra Boğazköy’e 18. yüzyılda bugünkü sakinleri
yerleşmiştir.
Antik Hattuşa harabeleri ile Yazılıkaya Açık Hava Mabedi birer açık hava müzesi
olarak önem taşımakta olup, ayrıca; Milli Park projesi kapsamına alınmış ve Dünya
Kültür Mirası listesine dâhil edilmiştir.
Hitit kralları
Tahurvaili
II. Zidanta
II. Huzziya
I. Muvatalli
II. Hattuşili
Hitit mitolojisi
Hititler birçok doğa olayını tanrılara bağlamakta, ancak onları, insan şekilli
(antropomorfik) olarak düşünmekteydiler. Buna göre bir tanrı canı isterse çekip
gidebiliyordu. Ancak tanrının gitmesiyle ona bağlı olan doğa olayları da
etkileniyordu.
Gök tanrısı aynı zamanda fırtına tanrısı idi. Zaten Anadolu'nun iklimini göz önünde
bulundurursak -eskiden daha sıcak olduğu düşünülüyorsa da- fırtınaların ne kadar
önemli olduğu açıktır. Hatta bir fırtına sırasında kral II. Murşili'nin dilinin
tutulduğunu öğreniyoruz :
"Birden hava bozdu. Gök tanrısı korkunç bir şekilde gürledi ve ben ürktüm. O
zaman ağzında söz azaldı ve söz kesiklik yaparak yukarı doğru çıktı. Yıllar geçince
bu düşlerimde de kendini duyurmaya başladı. Bu düşlerden birinde tanrının eli
bana değdi ve konuşma gücümü bütünü ile yitirdim."
Tanrıça
Hititlerde tanrı kadar tanrıça da önemlidir. Zaten bunun izdüşümü olarak da Hitit
toplumuna kadın erkeğe eş değer konumdadır.
Liturji; Hitit dininde liturji büyük oranda büyü ile iç içeydi. Liturji özellikle günlük
hayatın ve tipik yaşam devrelerinin sorunlarıyla ilgiliydi. Örneğin kişinin yaşamının
bir devresini kapatıp bir diğerine başlaması, ergenlik dönemi veya doğum gibi,
çeşitli ritüellerle desteklenir ve geçişi kolaylaştırma amacı güdülürdü. Liturjinin
ilgilendiği sorunların hepsinin kaynağı ilahî olarak görülmezdi; bazıların kaynağı bir
tür “kirlilik” kavramıyla bağdaştırılırdı. Hitit kültüründe hastalıklar genellikle
ritüellerle tedavi edilirdi; bu hem bireysel anlamda (örneğin uykusuzluk tedavisine
rastlanmıştır) hem de daha toplumsal, kitlesel bir anlamda (örneğin salgınların
kovulmasına rastlanmıştır) geçerlidir.
Liturjide yer alan büyü ve ritüeller büyük oranda günlük köy yaşantısından
analojiler şeklindeydi.
Hitit dili, Hititlerin veya tabletlerinde kendilerini adlandırdıkları gibi Neşalıların dili,
Hint-Avrupa Dillerinin Anadolu'nun alt grubuna dâhildir.
Dil, Çek bilim adamı Bedřich Hrozný'nin çalışmaları sonunda çözümlenmiş, kendisi
1917'de ilk Hitit gramerini yayınlamıştır.
Kaşkalar
Kaşkaların Anadolu'ya ne zaman geldikleri, buranın yerel halkı mı, yoksa sonradan
göç mü ettikleri hakkında bilgi yoktur. Hititlerin Anadolu'ya göç ettikten sonra
sivrilmeleri sonucu kuzeye çekilen Hattiler olabilirler. Ancak ilk defa gözüktükleri
Hitit Kralları III. Hattuşili ve IV. Tuthaliya dönemine ait belgelerde Hantili
döneminde (MÖ 1590-1560) Tiliura ve Nerik kentlerinin Kaşkaların eline geçtiğini
ve Kaşka-Hitit sınır bölgesinin Kummešmaha Nehri olduğunu biliyoruz.
Kaşkalar yarı göçebe yarı yerleşik bir yaşam tarzına sahip ve Anadolu'da yaygın
olan çobanlık ve dokumacılık mesleğini yaparlardı. Kaşkalar aynı zamanda üzüm
bağlarına da sahiplerdi. Hititler ele geçirdiği Kaşka bölgelerine kendilerine şarap
vermelerini zorunlu kılmıştı.
Kaşkalar zaman zaman Hititlere birçok kez saldırmış, III. Tuthaliya döneminde ise
Nensa (Niğde) şehrine kadar dayanmışlardı. Hitit hükümdarı III. Tuthaliya ölünce
yerine geçen oğlu Şuppiluliuma Kaşkalarla ciddi bir mücadeleye girişmiştir, ancak
bunlar da uzun süreli çözümler getirmemiştir.
Şuppiluliuma öldüğü vakit II. Arnuvanda tahta geçtiyse de çok fazla kalamadı. İİ.
Arnuvanda ölünce kardeşi II. Murşili tahta geçti. II. Murşili'nin gençliğinden istifade
ederek bir kez daha saldırıya geçen Kaşkalar ve Hititler arasında savaşlar, Talat
Mümtaz Yaman tarafından şu şekilde sınıflandırıldı:
I. Hattuşili'nin ilk seferlerini bu iki kente yapmış olması, bu kentlerin ele geçirilmesi
zorunlu bölgeler olduğuna işaret ediyor olabilir.
I. Hantili Dönemi
Kaşkaların tarih sahnesine çıkışları tam olarak belli olmamakla beraber, Hitit
belgelerinde Kaşkaların I. Hantili (MÖ.1590-1560) döneminde yaşadıklarından
bahsedilmektedir.
Yine I.Hantili devrinde Kaşkalar, Tiliura ve Nerik kentini ele geçirmiş, Nerik'te tam
300 yıl egemen olmuş, Kaşka-Hitit sınırı ise Kummešmaha nehri olmuştur.
Ammuna Dönemi
Ammuna dönemine ait bir kronikte, yine Kaşka isminden söz edilmemekle
beraber, Tipiya kentine yapılmış asker yerleştirmesinden söz edilmektedir. Bu
kent, imparatorluk döneminde II. Murşili'nin ''Kral gibi yönetiyor'' dediği Pinhuniya
adında bir beye sahip ve oldukça aktif bir Kaşka bölgesidir.
I. Arnuvanda Dönemi
Kaşkalar ile başa çıkamayan çift durumu Tanrılara iletip onlardan yardım dilemek
için bir dua metni hazırlamıştır. Bu metin, bize Kaşkalar hakkında bilgi sağlamakta.
"...Biz sizin ekmek ve şarap kurbanlarınızı besili sığır ve koyun kurbanlarınızı yine
vereceğiz. Siz tanrılar bizim tarafımızı tutun!.."
Belgeye göre Kaşkalar; Nerikka, Huršama, Kaštama, Šeriša, Himuwa, Taggašta,
Kammama, Zalpuwa, Kapiruha, Huma, Dankuša, Tapašawa, Tarugga, Ilaluha,
Zihhana, Sipidduwa, Washaja, Patalliia şehirlerini ele geçirmişti.
Belgede Kaşkalar ile anlaşma yapıldığı ancak hemen ardından bu anlaşmaların yine
Kaşkalar tarafından bozulduğundan bahsedilmekte:
"...armağanları alırlar ayrıca ant içerler. Fakat oradan ayrılınca andı bozarlar..."
Bu dua metni dışında Kral ve Kraliçe, Kaşkalar ile uzlaşma çabasına girişmiştir. Bu
dönemde Hitit-Kaşka antlaşmalarının birden çoğaldığı gözlemlenmekte.
Genç kral tahta geçtiği dönemde sadece Kaşkalar değil, tüm düşman hudutları
ayaklanmaya başlamıştı. Aslında her taht değişiminde isyanlar çıkardı fakat bu
sefer kralın gençliğini kullanmanın peşindeydiler.
Ayrıca ülkesi de veba salgınından dolayı zayıf düşmüştü. Kaşka saldırıları da bazı
bölgelerde nüfus boşalmasına neden olmuştu. II. Murşili, bu bölgelere özellikle
Batı Anadolu'dan getirdiği sayısı 66.000'e yakın savaş tutsakları ile doldurdu.
İshupitta Harbi
Kaşkalar bu şehirlerin yağmalandığını haber alınca II. Murşili'ye savaş açtı. Ancak
Murşili onları da mağlup etti.
''...İlahe Arinna, Lordum Fırtına Tanrısı, Mezullas ve diğer tüm tanrılar bana yardım
etti...''
Bu savaştan sonra İshupitta ülkesindeki Kaşkalar bir süre II. Murşili'ye ordu
vermeye başlamışlardır. Ancak daha sonra isyan etmişlerdir.
''...İshupitta ülkesinin Kaşkaları bana karşı isyan etti. Bana birlik vermemeye
başladılar...''
Kaşkaların Dini
Kaşka dini hakkında bulunan bilgiler çok azdır. Kaşka Tanrılarının yine Hitit-Kaşka
antlaşmalarında şahitlik yaptıkları bilinmektedir. Bu tanrılar şunlardır:Fırtına
Tanrısı Hanupteni, Fırtına Tanrısı Kutpurruri, Güneş Tanrıçası Huatassi, Tanrı
Telepinu, Savaş Tanrısı Zababa.
Zababa'nın Hatti Tanrısı Wurunkatte olduğuna, Kaşka bölgesinde merkezi bir rol
oynadığına dair iddialar vardır. Yukarıda bahsedilen antlaşma metninin bir
bölümünde eğer Kaşkalar Hatti Ülkesine saldırırsa Tanrı Zababa'nın silahlarını geri
çevirip kendi kalplerini parçalamasına dair bir bölüm yer alır.
Tanrı Telepinu, Hatti kökenli bir bitki tanrısıdır. Eşi Hati/epuna, II. Murşili
döneminde Kaşkaların saygı duyduğu bir tanrıçadır.
Kaşkaların dili hakkında elimizde somut bilgi veren bir kaynak yoktur. Ancak
Kaşkalar iddia edildiği gibi Hatti kökenli bir halk ise, Kaşkalar Hattice ya da
Hattice'ye benzer bir dil konuşuyor olabilirlerdi.
Frigler
Anadolu’ya göç eden Balkan kökenli boylardan olup siyasi bir topluluk olarak ilk
defa MÖ 750’den sonra ortaya çıkmışlardır. Midas döneminde ise (MÖ
725-695/675) bütün Orta ve Güneydoğu Anadolu’ya egemen, güçlü bir krallık
İlk önce Bitinya adı verilen Karadeniz'in batı kıyılarına, daha sonra şimdiki Kütahya,
Eskişehir, Afyon, Ankara ve Sakarya vadilerini içine alan bir bölgede yerleşen
Frigler, ilerleyen zamanla daha geniş bir alana yayılmışlardır. Asurlar ile sürekli
savaş halinde olan Frigler, Midas'ın tahta geçmesiyle beraber Asurlarla barış
yaparak Güneydoğu sınırlarını güvence altına aldılar. Midas ardından Batı Anadolu
kentlerinden Kyme kralının kızıyla evlenerek batı ülkeleriyle dostça ilişkiler
kurmaya yönelir. Ayrıca Fildişi tahtını Yunanistan’daki Delfi Apollon Tapınağı’na
armağan ederek Kıta Yunanistan’ı ile ilişkileri güçlendirir. Gordion’da yapılan
kazılarda ele geçen Yunan çanak-çömlekleri bu ilişkilere ait diğer örneklerdir.
Dinî inanış
Frigler de Hititler gibi çok tanrıya inanırlardı en önemli tanrıçaları ise Kibele'dir.
Başlıca Frig tanrıları şunlardır;
Sabazios: Trakya kökenli veya Frig yerel tanrısı olduğu düşünülen tarım tanrısı.
Men: Ay tanrısı
Uygarlık
Tarım
Lidyalılar
Son kralları Krezüs dönemi Lidyanın en parlak zamanı oldu. Başkentleri Sard aynı
zamanda dönemin kültür ve sanat merkeziydi. Ancak bu durum uzun sürmedi.
Adalar (Ege) Denizi'ne çıkmak istemeyen Pers Kralı Kyros (Kirus), Mısır'la ittifak
yapan Lidya Kralı Krezus'u yenerek Lidya Krallığı'na son verdi (M.Ö. 546).
Lidyalıların parayı bulan ilk uygarlık olduğu iddiaları olmakla birlikte, para kullanımı
daha eski medeniyetler olan Sümerler'de ve Mısır'da da vardır. Resmi makamlarca
onaylanmış gümüş gibi değerli metallerin ve belirli ölçekteki arpa gibi tahılların
kullanımı ilk parasal ögeler sayılabilir. Ancak günümüzdeki anlamına yakın kullanım
Lidyalılara atfedilir. Herodot, Lidyalıların gümüş ve altın madeni parayı ilk defa
kullandığını yazar. Başka deyişle Lidyalılar zaten var olan para sisteminin aracı
olarak altın ve gümüşü tercih eden ilk uygarlıktır.
Lidyalılar tarihte ilk madeni parayı icat edenlerdir. Lidyalılar tarafından paraya
"sikke" deniliyordu. Sikke eski uygarlıklardan kalmış bir para türüdür. Altın, gümüş,
bakır, nikel, tunç ve alüminyum gibi metal alaşımların karışımları ile üretilmiş olup,
ilkel çağlarda ticarette kullanılan takas (değiş-tokuş) yöntemi yerine daha kullanışlı
bir değişim aracı arayışlarının sonucu olarak ortaya çıkmıştır.
Urartular
Başkenti Tuşpa (Van) idi. Urartu Devleti en güçlü döneminde (MÖ 8.-7. yüzyıl),
günümüzdeki Doğu Anadolu Bölgesi, Kuzeybatı İran, Irak'ın küçük bir bölümü ile
kuzeyde Aras Vadisi'ne egemendi.
Devletin başkenti Doğu Anadolu'da Van Gölü'nün doğu kıyısında yer almaktaydı;
daha geç dönemlerdeki adı 'Tosp', Urartucadaki "Tuşpa" adından türemiştir. Van
Gölü'nden 1625 metre yüksekte olup Urmiye Gölü'nden 336 metre daha yukarıda
yer almaktadır. 3400 ve 5000 km²'yi bulan alanlarıyla her iki göl de Anadolu-İran
bölgesinin en büyük gölleridir. "Deniz" olarak da değerlendirilirler. Asurlar (Aşurlar,
eski Asurlar)'ın coğrafi metinlerinde Van Gölü'nden "Nairi'nin Yukarı Denizi",
Urmiye Gölü'ndense "Nairi'nin Aşağı Denizi" olarak söz edilir. Bugün dahi Urumiye
Gölü'nün Farsçası "Deryaçe" yani "Küçük Deniz" anlamındadır. Urartu yerleşim
bölgesinin sınırlarını, batıda Karasu-Fırat, kuzeyde Kuzey Ermenistan dağları,
doğuda İran Azerbaycan'ındaki Savalan Dağları, güneyde ise Zagros Dağları'yla
birleşen Doğu Toroslar oluşturur. Efsanevi Ağrı Dağı bu dağlık bölgenin orta
noktasındadır. İncil'deki masoretik ünlüleştirmeden ötürü bu dağ, Urartu adının "R
R T" ünsüzleriyle yazılması sonucu "Ararat" adını almıştır. 5165 metrelik yüksekliği
ile Büyük Ağrı Dağı, Kafkasya'nın güneyindeki en yüksek dağdır. Küçük Ağrı Dağı,
Tendürek, Aladağ, Süphan Dağı ve Nemrut Dağı gibi genelde 3000 metreyi geçen
diğer dağların çoğu Van Gölü yakınlarında yer almaktadır.
I. Argişti devri
I. Argişti iktidarı döneminde Urartular askeri ve ekonomik açıdan tam bir zirve
noktasına eriştiler. Batıda ülkenin sınırları genişletilerek Asur ticaret yolları
üzerinde kurulmuş yerleşim birimleri ve Transkafkasya'daki Erebuni kalesi Urartu
topraklarına dâhil edildi. Geliştirdiği sulama kanalları ve yollardan Urartu Krallığı
sathında bir ağ inşa etti.
Argiştihinili
Tercüme: Menua oğlu Argişti konuşuyor. Heybetli bir kale inşa ettim ve ona
kendimden bir isim verdim: Argiştihinili. Arazi el değmemiş, bakımsız ve çoraktı.
Üzerinde hiçbir şey inşa edilmemişti. Üstünde akan ırmaklardan tam dört tane
kanal inşa ettim. Daha sonra üzerinde üzüm bağları ile meyve bahçeleri
birbirlerinden ayrıldılar. Orada pek çok cesaretli girişimlerde bulundum ve büyük
başarılar elde ettim...Menua oğlu Argişti, güçlü kral, yüce kral, Biainili kralı,
Tuşpa'nın hâkimi.
Urartuların kullandığı dil ile Hint-Avrupa dil ailesi (misal Ermenice, Zazaca, Kürtçe,
Farsça) ve Sami dil ailesi (Aramca, Arapça) arasında hiçbir bağ yoktur. Urartuların
konuştuğu dil Hurrice ile ayni kola ait olup büyük akrabalık içermekte ve en çok
Kuzeydoğu Kafkasya Dil ailesi (Çeçence) ile benzerlik göstermektedir. Ancak
akrabalık dereceleri daha kesinlik kazanmamıştır. Ata torun ilişkisinden bahsetmek
için henüz çok erkendir. Yaşayan diller arasında en çok ortak kelime Urartuca ile
Yazı olarak kendine özgün bazı karakteristik özellikler gösteren çivi yazısı ve bazı
anıtsal yapılarda ise hiyeroglif kullanmışlardır. Urartu Devleti çivi yazısını ve Hitit
hiyeroglif yazısını kullanmışlardır. Urartuların devletlerarası yazışmalarda Asur
dilini sıkça kullandıkları ele geçirilen çivi yazılı kraliyet metinlerinden
anlaşılmaktadır. MÖ 7. yüzyıla ait olup Kral II. Rusa tarafından bazı idari
yazışmalarda kullanılmış tabletler kale içinde yapılan kazılarda ortaya çıkarılmıştır.
Urartuca yazılı tabletler Alman dil bilgini Johannes Friedrich tarafından günümüze
tercüme edilmiştir.
Van / Mehr Kapısı (Mağara Tapınağı) anıtındaki yazıta göre Urartuların inandığı,
kutsadığı ve adlarına belirli dönemlerde kurban kestiği 79 tanrı, tanrıça ve tanrısal
özellik bulunmaktadır. Bunlardan ilk üç sırayı Haldi, Teişeba ve Şivini paylaşır. Haldi
- (Eşi Bagbartu / Bagmaştu / Arubani), Urartuların ana tanrısı idi. İsim olarak kökeni
M.Ö. 13. yüzyıl Asur yazıtlarına kadar inmektedir. En büyük tapınağı Musaşirin'de
idi. Teişeba (fırtına tanrısı) Hurri kökenlidir ve Hititlerde Teşup ile aynı tanrı
olmalıdır. Şivini de (Güneş tanrısı) olup Hurri kökenlidir. Hititler ‘deki Şimegi'nin
karşılığıdır. Urartular, büyük merkezlerde tanrıları için kule tipi tapınaklar ve açık
alanlardaki kayalara kapı görünümlü kutsal nişler yapmışlardı.
Urartu tanrıları için ritüeller eşliğinde kurbanlar kesilmesi esasına dayanmaktadır.
Kurbanlar koyun, inek, ve sığır olarak çeşitlilik arz eder ve Urartuların 79 tane
tanrılarından her bir tanesi için kaç tane koyun / sığır kesileceği belirlenmiştir.
Ayrıca devletin başkenti olan Tuşpa için de kurban kesilmekteydi. Kesilen
hayvanların kanlarının Van Kalesi'ndeki bir meydanda toplanması için drenaj
kanalları inşâ edilmişti. Araştırmacı bilim insanları benzer kanallardan diğer
yerleşim site ve şehirlerinde de keşfetmişlerdir. Kesilen hayvanların yaşlarının
ortalama iki günlük olacak kadar çok genç oldukları anlaşılmıştır. Blur-Karmir
(Kızıl-Tepe) mevkîinde yapılan araştırmalar sırasında dört binin üzerinde kurban
edilmiş hayvan külleri bulundu. Alman arkeologların Rusahinili (Toprak-Kale)
mevkîinde yürüttükleri araştırmalar neticesinde hayvan kemiklerinin arasında bazı
çocuk kemiklerininde bulunmasıyla insan kurban etme adetinin de Urartuların
gelenekleri arasında olduğu sonucuna vardı. Ḫaldi'nin onuruna çocukların nasıl
kurban edileceğini ve hangi ritüellerin uygulanacağını açıklayan bir kil tablet ele
geçirilmiştir.
Urartu tarihinin önemli bir bölümü güneydeki büyük düşman Asur ile mücadeleye
odaklanmıştır. Ayrıca Menua döneminden itibaren kuzeyde yerel Diauehi Krallığı
Erzurum çevresinde ve mahalli beylikler üzerine, güneybatıda Hate (Malatya
çevresi), güneydoğuda ise Kuzeybatı İran’a; I. Argişti döneminde Hate - Tabal
(Tuate'nin ülkesi); II. Sarduri Melitia, Qumaha (Adıyaman bölgesinde) ve kralı
Kuştaşpili; II. Rusa ise Hate, Halitu ve Muşki üzerine sefer yapmışlardır.
Urartu Krallığı'nda çivi yazısı, yıllık sefer yapma, ölçü sistemi, kralı unvanlar, stel
dikme, savaş taktikleri, nüfus nakilleri, resim, süsleme ve kabartma sanatı gibi
uygulamalar, Asur etkili olarak gelişmiştir. Mimari, sorguçlu miğferler, kazanlardaki
siren eklentileri, hiyeroglif yazısı, yakarak gömme, fildişi sanatı gibi dallar ise Kuzey
Suriye'den etkiler almıştır. Bronz levhalar üzerindeki bezemelerde Asur etkisi
yanında Geç Hitit izleri de görülmektedir. Bütün bu etkiler Urartu insanı ve zorlu
coğrafyasıyla bütünleşerek yeni biçimler almış ve Urartu sanatını oluşturmuştur.
İlk çağda Batı Anadolu’da Göller Bölgesi’nden Ege Denizi’ne uzanan bir kuşakta
kurulmuş olan bir devlettir. Doğusunda Hitit Krallığı, kuzeyinde hakkında çok az
bilgi bulunan Assuva federasyonu yer almaktaydı.
Devletin adı ve o dönem siyasi olayları içinde oynadığı rol bilinmekteyse de,
ülkenin sınırları tam olarak bilinmemektedir. Arzava Batı Anadolu’da kurulmuştu.
Başkenti Apasa veya Zippasla kentiydi. Bu kentlerden ilkinin Efes’in eski adı olduğu,
ikincisinin de Manisa’nın hemen doğusunda olduğu düşünülmektedir. Devletin
kuruluş tarihi belirsizdir. Anadolu’da yazılı belge döneminden önce çeşitli küçük
şehir devletleri vardı. Arzava’nın da bu küçük devletlerden biri olduğu, fakat Hitit
döneminde de varlığını sürdürdüğü düşünülebilir.
Arzava halkı Luvi kökenliydi ve Luvi dili Arzava bölgesinin belirleyici özelliğiydi.
Arzava bölgesi Hitit kaynaklarında, güzey Anadolu’da bir başka bölge ve küçük
devlet olan Kizuvatna (sonradan Kilikya ve Çukurova) ile birlikte Luvia olarak
adlandırılmaktadır.
Arzava Hitit krallığı kurulduktan kısa süre sonra Labarna (MÖ 1680-1650)
tarafından Hitit krallığına bağlanmıştı. Ama devletin tamamen ortadan
kaldırılmadığı ve Hititler’e bağlı olarak yaşamağa devam ettiği anlaşılmaktadır.
Arzava Krallığı gücünün doruğuna M.Ö. 15. ve 14. yüzyıllarda ulaştı. Eski krallık
döneminin sonuna doğru (MÖ 14. yüzyıl) Hititler’in Anadolu’daki egemenlik
sahaları iyice daralmıştı. Bu dönemde Arzava’nın bağımsızlık kazandığı
anlaşılmaktadır. Hititler çeşitli iç sorunlar içeresindeyken, Arzava 14. yüzyıl içinde
Anadolu’nun en önemli güçlerinden biri haline geldi. Bu dönemde Tarkhundaradu
adındaki Arzava kralı ile Mısır Firavunu III. Amenhotep (1386-1349) arasındaki
yazışmalardan, Mısırlılar’ın da o dönemde Arzava’yı Anadolu’nun egemen gücü
olarak gördükleri anlaşılmaktadır. Nitekim Mısır’da bulunan ve Mısır’ın diplomatik
ilişkilerinin anlatıldığı Amarna mektuplarının 31 ve 32 cileri Arzava’ya ilişkindir.
Deniz halklarının saldırıları Hitit ve Truva gibi Arzava’nın da sonu oldu. Kentler
harabeye döndü. İnsanlar iç bölgelere kaçtılar. Zaman zaman adlarını duyuran
Mira, Seha ve Hanballa adlı küçük devletlerin Arzava’nın devamı olması
mümkündür. Kimi tarihçiler Hitit imparatorluğunun yıkılışından beş yüz yıl kadar
sonra ortaya çıkan Lidya’nın da Arzava’nın devamı olduğu görüşündedirler.
Kolhis ya da Kolkhis
Antik Çağ'da Kafkas kökenli Tzan (Laz-Megrel) kabilelerinin kurduğu krallık. Kolkhis
kültür alanı kuzeyde günümüz Rusya'sının Karadeniz kıyılarından, batıda tarihi
Canik Bölgesi'ne denk düşen Ordu ilini içine alarak, doğuda Gürcistan'ın İç Kartli
Bölgesi'nden güneyde Çoruh Nehri'nin güney kesimlerine dek uzanan coğrafyayı
kapsar. Günümüzde Gürcistan sınırları içinde kalan doğu kesimi verimli ovası,
gelişime ve etkileşime müsait konumuyla daha hızlı gelişirken, batıda günümüz
Türkiye’sinin Doğu ve Orta Karadeniz bölümlerinin bir kısmını kapsayan batı kesimi
dağlık, uçurumlarla dolu arazisi ve doğal sur görevi yapan sık ormanlık alanlar
sebebiyle herhangi bir merkezi otoritenin bölgeye ulaşması zorlaştığı için Trabzon,
Giresun, Ordu civarında yaşayan Kolkh kabileleri bağımsız, kısmen dış dünyadan
izole bir yaşam biçimi sürdürüp kabile şeflerinin yönetimi altında, kralsız
yaşamışlardır. Bu yüzden Kolkhis coğrafyası doğuda Fasis ve batıda Pontus da
denilen Türkiye'nin Doğu Karadeniz coğrafyası olmak üzere iki bölümde
incelenebilmektedir.
Antik Tzan inanışının temeli Güneş (Mjora) ve Ay (Tuta) idi. Güneş kültü inanışın
merkeziydi, Kolkhis Kralı Güneş'in soyundan geliyor, Güneş'in oğlu olarak kabul
ediliyordu. Pazar günü Kolkhis Dili'nde (Eski Lazca) Mjaçxa: “Güneş Günü”
anlamına geliyor, bu günde sadece Güneş'e ibadet ediliyordu. Kolkhis'te bu derece
gelişmiş olan Güneş Kültü ve bu diyarın zenginliği söylentileri Antik Yunanistan
halkını etkilemiş -ve Olimpos Tanrılarından biri olmayan- Güneş Helios, Kolkhis'le
özdeşleştirilmişti. Arkeolojik buluntularda da Azak Denizi'nin doğu kıyısında MÖ 5.
yüzyıla tarihlenen ve üzerinde “Ben Kolkhis'te bulunan Tanrı Apollon'un -Güneş'in-
kuluyum.” yazılı eserlere rastlanmıştır.
Antik Çağ'da güçlü bir devlet olarak tarih sahnesine çıkan Kolkhis'in gücü ve
zenginliği antik dünyanın dikkatini çekmiş ve bu zenginliği ele geçirmek isteyen
Yunanlarla, zenginliği vermek istemeyen Lazların mücadelesini anlatan
"Argonautika” Altın Post Efsanesi’ ne konu olmuştur. Kaynak olarak Apollonius
Rhodius'un işlediği, Valerius Flaccus'un geliştirerek aktardığı efsanenin pek çok
farklı versiyonu bulunmaktadır, efsanenin Kolkhisli kahramanları ve farklı bir
versiyonu aşağıda kısaca anlatılmaktadır.
Kolkhisli Kahramanlar
(Güneş soylu oldukları için Kolkhislilerin gözleri açık renkli ve parlaktır. Böylece
ömürlerinde birbirlerini görmemiş olsalar bile yabancı topraklarda
karşılaştıklarında gözlerindeki bu farklılıktan dolayı aynı kökenden geldiklerini
anlarlar.)
Aietes: Güneş'in oğlu kabul edilen Lazların efsanevi kralı. Yaşadığı çağda dünyanın
en güçlü kralıdır. Asırlar boyu Laz krallarının atası olarak kabul edilmiş, tarihi
kaynaklarda da Lazların başına geçen kralın Aietes soyundan olduğu belirtilmiştir.
Euryale, Harpe, Lyke, Menippe, Thoe gibi pek çok Amazon onun uğruna çarpışarak
ölmüştür.
Medea: Güneş soylu, Lazların Kralı Aietes'in kızı, Kolkhis prensesi, Ay rahibesidir;
hatta “Ay” onun lakaplarından biridir. Büyü, zehir ve ilaç yapımı konusunda
ustadır. Doğu Karadeniz'deki kadının etkili olduğu toplum yapısını yermek için,
hayatı manipüle edilip çarpıtılmıştır.
Kirke: Güneş soylu, Aietes'in kız kardeşi, büyü tanrıçasıdır. Aiaia Adası'nda
yaşamaktadır. Kolkhis orijinli büyücü de yeğeni Medea gibi karanlık bir karakter
olarak yansıtılmıştır.
Perses: Güneş soylu, Aietes'in erkek kardeşi, Laz Kralıdır. Taht için Aietes ile
mücadeleye girmiş bu yüzden pek çok Amazonu karşısına almıştır.
Paflagon: Aietes'in yeğeni, Kirke'nin oğlu. Antik Çağ'da Sinop yöresini kapsayan
Paflagonya Bölgesi adını bu kahramandan almıştır.
Absyrtos: Güneş soylu, Aietes'in oğlu, Kolkhis prensi. Altın Post'un çalınması
sonrasında canından olmuştur. Fakat ölümüyle ilgili pek çok farklı anlatım
mevcuttur. Karadeniz'de akarsulara ve kentlere onun adı verilmiştir: Apsaros.
Medus: Laz Kralı Aietes'in torunu, Medea'nın oğludur. Kolkhis'ten, Orta Doğu'ya
gelmiş burada atalarının Güneş kültünü yayarak yörede kurulacak Med
İmparatorluğu'nun temelini atmış ve bu imparatorluğa adını vermiştir.
Efsane Yunanistan'da bir şehir olan Aiolkhos'un kralı Pelias ile tahtın kendi hakkı
olduğunu iddia eden İason arasında başlar. İason, Kral Pelias'tan, kendi hakkı olan
tahtı talep eder, Pelias da tahtı bir şartla kendisine bırakacağını, eğer güneşin
doğduğu diyar olan Kolkhis'e gidip, Güneş'in oğlu Kral Aietes'ten altın postu alıp
getirirse kral olabileceğini söyler. Fakat İason, pek çok gemiyi batırmakla ün
yapmış Karadeniz dalgaları, kıyılarında yaşayan savaşçı kabilelerin varlığı ve
erkekler gibi savaşan Amazon kadınlarından dolayı Kolkhis topraklarına tek başına
gidemeyeceğinin farkındadır. Bu yüzden Yunanistan'ın her bir tarafından
aralarında dünyanın en güçlü erkeği Herkül (Herakles), Peleus (Aşil'in babası),
Argos, Orpheus gibi pek çok kahramanın da katıldığı ordusuyla birlikte Kolkhis'e
doğru yola çıkar. O zamana kadar Ege ve Akdeniz'in sakin sularında yelken açan
Yunanlar Karadeniz'in devasa dalgalarına, korkutucu fırtınalarına şahit olurlar.
Sinop kıyılarını geçince Karadeniz'in savaşçı kabileleriyle, savaşçı Amazonların
topraklarını, ailenin geçimini sağlayan erkek gücüyle yapılabilen işleri yapabilen
Karadeniz kadınlarını görürler. Çok geçmeden başkent Aia'ya varırlar. Ardından
Hephaistos'un inşa ettiği Kolkhis krallarının muhteşem sarayını görürler.
Lazların kralı Aietes, Yunanları karşısında görünce hiç de sevinmez çünkü Truva
Kralı Laomedon (Truva savaşlarındaki Hektor ve Paris'in büyükbabası) Karadeniz'e
hiçbir Yunanın geçmesine izin vermeyeceğine dair Aietes'e söz vermiştir. Kral
Aietes, Yunanlara gelme niyetlerini sorar. İason, tahtını geri alabilmesi için altın
posta ihtiyacı olduğunu eğer bu isteğini yerine getirirse Aietes'e minnettar
kalacağını anlatır. Bunun üzerine Lazların Kralı öfkeyle, ellerini ve dillerini
kesmeden önce Yunanların ülkesini terk etmesini söyler. Tahtın kendi hakkı olduğu
ve altın postu almak için haklı olduğu konusunda Kral Aietes'e dil döken İason,
uzun uğraşları sonunda kralı anlaşma konusunda ikna eder. Aietes de kendisine
ancak ve ancak Kolkhis'in ateş püsküren boğalarını boyunduruk altına alıp, bu
boğalarla Savaş Tanrısının tarlalarını sürerse, ardından bir ejderhanın dişlerini
toprağa ekip bu dişlerden çıkacak savaşçıları yenerse altın postu vereceğini söyler.
Elbette bunları Güneş Tanrısı'nın oğlu olan Kral Aietes'ten başka bir kimsenin
yapabilmesi mümkün değildir. Kendisi de bunun farkında olan İason bu görevleri
nasıl yerine getireceğini düşündüğü sırada Olimpos Tanrılarının yardımı ulaşır. Aşk
Tanrısı Eros oku ile Kolkhis Prensesi Medea'yı kalbinden vurur ve İason'a aşık eder.
İason'a aşık olan prenses, kendisine altın postu ele geçirmek için yardım edeceğini
ama karşılığında onu da kendisiyle birlikte Yunanistan'a götürmeye söz vermesini
ister. İason, prensesin teklifini kabul eder. Medea vücuda sürüldüğünde ne ateşin,
ne bir mızrağın, ne de okun vücuda zarar veremeyeceği bir ilacı, İason'a gönderir.
İason hemen ilacı vücuduna sürerek görevleri yapmaya koyulur. Ateş püskürten
boğalara boyun eğdirir, bunlarla Savaş Tanrısı Ares Ovası'nı sürer ve toprağa
ektiğinde çıkan savaşçıları da yener. Hileyle bunları yaptıktan sonra sanki bunları
kendi bileğinin gücüyle yapmış gibi Kral Aietes'in karşısına çıkıp altın postu
isteyince Kral Aietes, İason'a kendi kızı Prenses Medea'nın yardım ettiğini anlar,
sinirlenir ve Yunan kahraman ordusuna dönerek hepsini öldüreceğini geldikleri
gemiyi de Karadeniz'in dibine göndereceğini söyler. Bunun üzerine Yunanlar altın
postu gizlice çalarak bir an önce Kolkhis'ten kaçmaya karar verirler. Medea
Yunanlara altın postun saklandığı Ares'in Kutsal Korusu'nun yolunu gösterir. Fakat
bu sefer aşılması gereken daha da büyük bir engel karşılarına çıkar. Ares
Korusu'nda altın postu koruyan ateş saçan devasa bir ejderha vardır. Medea
ejderhayı da yaptığı bir ilaçla uyutur. İason da meşe ağacında asılı duran postu alır
ve hemen Kolkhis'ten kaçmaya başlarlar. Fakat durumu fark eden savaş tanrısının
rahipleri hemen krala haber gönderirler. Güneşin oğlu Aietes hemen bir ordu
hazırlar, komutan olarak da oğullarından birini görevlendirir ve Yunanların
peşinden gönderir. Tuna Nehri ağzında Lazlar, Yunanları yakalasalar da, bir
anlaşmaya varılacağı sırada Yunan İason, Laz prensini sırtından hançerler ve
öldürür. Sonrasında Yunanların kaçışı devam eder ve neticesinde Yunanistan'a
varırlar. Ülkelerine ve krallarına eli boş dönmekten utanan Laz ordusu da bugünkü
Hırvatistan İstria kıyılarına yerleşerek burada çoğalırlar ve Pula adı verilen şehri
kurarlar...
Herodot, Colchians'ı Eski Mısır ırkı olarak görüyordu. Herodot, eski Mısırlılar ve
Etiyopyalılarla birlikte olan Colchian'ların, slavya uygulayan ilk sünnet olduğunu,
Colchianların Firavun Sesostris ordusunun kalıntılarından miras aldığını iddia ettiği
bir gelenek olduğunu belirtmektedir (III Senusret). Herodot şöyle yazıyor: “Çünkü,
Colchian'ların Mısırlı olduğunu görmek çok açık; ve söylediklerim, başkalarından
duymadan önce kendimden bahsetmiştim. Başıma geldiğinde, iki halkı da sordum
ve Colchians Mısırlıları daha iyi hatırladı. Mısırlılar, Colchians'ı hatırladığından daha
fazla, Mısırlılar, Colostyalıları Sesostris ordusunun bir parçası olarak gördüklerini
söylediler. Ben kendimi, kısmen koyu tenli ve yünlü tüylü olduklarından, aslında
başka hiçbir şeyden sayılmadığı halde saymıştım. halklar da, ancak benim en iyi
kanıtım, ilk uygulamalı sünnete sahip olan tek ülke olan Colchians ve Egyptians and
Ethiopians. ”
Kolkhis ile ilgili ilk yazılı kaynaklar MÖ 8. yüzyıla tarihlenen Urartu Kralı II. Sarduri
dönemine ait kitabelerdir. Bu kitabelerde Urartu Krallığı'nın, Kolkhis sınır
kabileleriyle giriştiği savaşlar anlatılmaktadır. Aynı yüzyıla ait bir başka kayıt ise
Yunan şair Eumelos'a aittir; Eumelos yazılarında Kolkhis ülkesinden söz
etmektedir. MÖ 8. yüzyılın sonlarına doğru ise Urartu, Frigya, Lidya ve İyonya'ya
ciddi zararlar veren Kimmerler, Kolkhis'in de parçalanmasına sebep olmuşlardır. Bu
parçalanma Kolkhis Krallığı'nın egemenlik alanını daraltmış MÖ 7. yüzyıldan
itibaren Büyük ve Küçük Kafkaslarla sınırlandırmıştır. Batıda Rize, Trabzon, Giresun
ve Gümüşhane'deki kabileler krallıktan, kralın otoritesinden bağımsız
yaşamışlardır. MÖ 6. yüzyılda bu kabileler Pers egemenliğine girseler de Pers işgali
bu dağlık, ormanlık ve izole yerlerde çok fazla hissedilmemiştir.
Kolkhis ile ilgili MÖ 5. yüzyıla ait kayıtlar ise Tarihin babası Herodot ve Tıbbın
babası Hipokrat'tan gelmektedir. Herodot Kolkhis'teki ileri keten dokumacılığından
ve silahlarından bahsederken, Hipokrat da soluk benizli (beyaz tenli) ve kalın sesli
olduklarından bahsetmiştir. MÖ 5. yüzyılın sonlarında ise Anadolu'nun kuzeydoğu
kıyılarında(Ordu, Giresun, Trabzon) yaşayan bağımsız kabilelerle ilgili en önemli
tarihi kaynak Ksenofon'un “Anabasis” (Sefer/On binlerin dönüşü) isimli eseridir.
Babil yakınlarında Pers kralıyla savaştıktan sonra Karadeniz üzerinden Yunanistan'a
dönmeyi planlayan askerler yeterli gemi ve teçhizat tedarik edilene kadar
Karadeniz Bölgesi'nde konaklamışlardır. Ksenofon da bu süre zarfında yerel
kabilerle ilgili gözlemlerini kaleme almış; yörede tüketilen ürünleri, savaştığı
kabileleri, bu kabilelerin adetlerini ve dış görünüşlerini aktarmıştır. Ksenofon'un
aktarımına göre Gümüşhane'deki Dril kabilesiyle, Trabzon ve Giresun'daki
kabilelerle savaşlar yapılmıştır. Ksenofon bu bölgeleri Kolkhis (Laz) Krallığı'nın
yönetimi dışında bağımsız yaşayan; fakat etnik olarak Kolkhi (Laz) olan kabileler
olduklarını aktarmıştır. Merkezi Kafkasya'da bulunan krallığın zenginliği ve gücüyle
ilgili söylentiler de duyan Ksenofon, Fasis Bölgesi'ne saldırmayı önermiş fakat
askerlerini buna ikna edememiştir.
MÖ 4. yüzyıla gelindiğinde Makedon kral Büyük İskender'in Pers İmparatorluğu'na
son vermesiyle zaten yarı bağımsız olan kabileler tam bağımsızlıklarına
kavuşmuşlardır. Hatta İskender'in ölümünden sonra Kolkhis'te pek çok sahte
Makedonya sikkesi basılarak Orta Avrupa'ya kadar piyasaya sürüldüğü
bilinmektedir.
Halk, pek çok kabileden oluştuğu ve her kabile de kendi şefi tarafından yönetildiği
için, kabile statüleri özerklik hatta bazen bağımsızlık arz ediyor, bir kabilenin aldığı
karar bir diğer kabileyi bağlamayabiliyordu. Zira Driller, Makhoroniler ve kıyıda
yaşayıp adı bilinmeyen diğer Kolkhi topluluklar gibi Tzan kabilelerinin krallıktan
bağımsız şekilde yaşamaları bu duruma örnek teşkil etmektedir.
Dış görünüş olarak ise Antik Çağ'ın Tzanları (Lazlar), soluk benizli(beyaz tenli),
vücutlarına çeşitli motiflerle dövmeler yapılmış şekilde tasvir edilmişlerdir. Ayrıca
Tzanlar keten kumaşından giysiler giyiyorlar, savaş halinde de ağaç ya da deri
başlıklar takıyorlar, ağaç ya da tabaklanmamış deriden kalkanlar, tek ya da çift
ağızlı baltalar, kılıçlar, kısa ya da Ksenofon'un tasvirine göre ancak çok kuvvetli
insanların taşıyabileceği uzunlukta mızraklar taşıyorlardı. Anabasis'te bu kabilelerin
öldürdükleri düşmanlarının kafalarını keserek farklı ritüeller içeren bir savaş dansı
yaptıklarından ve bir antlaşma yapacakları zaman da kendilerinden bir eşya verip
karşılığında bir eşya alarak tanrıların huzurunda anlaştıkları bir adetten
bahsetmektedir.
Kolkhis aile yapısında kadın önemli bir yere sahipti. Karadeniz kadınının ailedeki bu
konumu Altın Post Efsanesi'ne yansımış, efsanede erkek gibi güçlü Karadeniz
kadınının ailenin geçimini sağlamak için tüm gücüyle çalıştığından bahsedilmiştir.
Karadeniz kadınlarını baz alan Amazon savaşçılar efsanesi hatta bu savaşçıların Laz
Krallığı'nda çıkan bir iç savaşta ordularıyla Kral Aietes'in tarafını tutmaları,
Kolkhis'teki arkeolojik buluntular arasında “Büyük Ana” motifli pek çok buluntuya
rastlanılması ve paralardan heykelciklere kadar pek çok eser motifinde kadının ön
planda olması bölgede kadının öneminin ve Ana Tanrıça kültünün göstergeleridir.
Ve Yunan mitolojisinde de Laz Prensesi Medea'nın bazen bir tanrıça bazen de -tıpkı
Amazonlar gibi- Ay rahibesi rolünde ve karanlık bir büyücü olarak karşımıza
çıkması ve karakterinin abartılı bir şekilde karanlık gösterilmesi, hatta Medea'nın
da Amazonların da çocuklarını öldüren gaddar “Anneler” olarak gösterilmeleri,
Karadeniz'de Samsun, Ordu, Giresun...da yaşayan Amazonların antik dünyanın pek
çok bölgesine saldırarak buraları ele geçirmeye çalışmaları (anaerkil) sonraları ise
tek bir erkeğin gelerek (Herakles, Theseus) onları yenebilmesi (ataerki), yine
Medea'nın halası olan Kolkhisli Kirke'nin de karanlık bir karaktere dönüştürülmesi,
hatta Kolkhisli büyücünün (anaerkinin temsili olarak) erkekleri domuza çevirdiği
için sonunda bir erkeğin (Odysseus) çıkıp buna bir son vermesi (ataerki), Ay temsili
tanrıçanın Güneş Arabası'na Helios'tan önce binerek Laz krallarının atası Helios'u
-idare için- arabaya davet etmesi (anaerkil) sonrasında ise Helios'un arabayı tek
başına sürmesi (ataerkile geçiş) ve tarihi bir gerçeklik olarak Antik Yunan
yazarlarının, Doğu Karadeniz kabilelerinin yaşam tarzını yadırgaması onları Yunan
kültüründen uzak görmesi; ataerkil yaşama geçişini tamamlamış Yunanların bir
kısım anaerkil adetleri barındıran Karadeniz kabilelerini eleştirisi ve bu adetleri
köreltmek istemesinin mitoloji ve tarihe yansıması olarak görülmektedir.
Antik Kolkhis toplumu Kafkas Dil Ailesi'nin, Güney Kafkas koluna ait bugünkü Lazca
ve Megrelce'nin atası olan Tzan Dili'ni konuşuyorlardı. Fakat günümüze dek ortaya
çıkarılan arkeolojik bulgularda paralar ve diğer eserler dışında yazılı kaynaklara
rastlanmamıştır.
Karyalılar
En önemli kült merkezlerinden biri olan ve Zeus adı ile anılmakta birlikte yerli
özelliklere sahip tanrılarından biri olan Mylasa'daki "Karyalı Zeus"un tapınağına
Karyalıların yanı sıra sadece kuzey komşuları Lidyalılar ve Misyalıların kabul
edilmesi geleneğinin işaret ettiği, anılan halklarla akrabalık bağları bulunduğuna
dayalı inançları MÖ 1. binyıl boyunca canlı kalmış, günümüz bulgularıyla da
doğrulanır niteliktedir. Nitekim, Karyalılarla ilgili ilk tarihi kayıtlardan biri, Mylasalı
Arselis adlı bir Karya beyinin MÖ 7. yüzyılın başlarında Kral Gyges'in Sard'daki Lidya
tahtını ele geçirmesine yardım etmesi ile ilgilidir. Diğer önde gelen tanrıları
arasında, Arselis'in Lidya'dan getirdiği çifte baltayı (labrys) taşıdığı tasvir edilen
"Labrandalı Zeus" ve ana tapınağı yine Mylasa'da bulunan "Zeus Osogoa"
(başlangıçta sadece "Osogoa") bulunmaktaydı.
Homeros, İlyada Destanı'nda, sonradan bir İyonya kenti haline gelen Milet'in
(Miletos; Balat) Troya Savaşları zamanında bir Karya kenti olduğunu
belirtmektedir. Bizzat Karyalıların, Anadolu'nun daha eski bir halkı (Hint-Avrupa
kavimleri öncesi) olan Lelegler ile henüz tabiatı tam olarak belirginleştirilememiş
bir ilişkileri olduğuna dair işaretler bulunmaktadır. Karyalıların Ege Adalarına
yayıldıkları ilk yüzyıllarında hâkimiyetleri altına girmiş bir yerli halk olduğu
düşünülen ve Yunanistan'ın en eski sakinleri olan Pelasgların ardılı olabilecek
Lelegler hakkında Strabo, Karyalıların ve Leleglerin aralarında birbirlerini ayırt
edemeyecek ölçüde karışmış olduklarını yazmaktadır. Buna göre eski Yunanların
yayılmasıyla Karyalılar ve Lelegler bir arada Anadolu'ya çekilmişlerdir. Yine de,
Leleglerin en azından bir kısmının uzun süre özgün bir kimlik taşıdıkları,
Mausolus'un Halikarnas'ı başkent edindikten sonra çevredeki isimleri bilinen 8
Leleg yerleşiminin nüfusunu yeni başkentinde iskan etmiş olmasından
anlaşılmaktadır. Ayrıca Karya ülkesi içinde, Likya sınırlarında yer alan Kaunos
(Dalyan) şehrinin halkı, Girit adası ile ilişkili olması muhtemel özgün bir etnik
kimliği Karya tarihi boyunca korumuştur.
Karya sözcüğü, Luvi dilinde "uç ülke, sarp ülke" anlamına gelen "karuwa"
sözcüğünün eski Yunanca'ya geçmiş şeklidir.
Arselis ile ilgili anılan ilk kesin tarihi kaydın kısa bir süre öncesine kadar (MÖ 8.
yüzyıl) sürdüğü varsayılan bir dönemde Karyalıların Ege Denizi'ne yayılmış bir deniz
kavmi olduklarını düşündüren eski Yunan kaynaklarına dayalı bir anlatı geleneği de
bulunmaktadır. Daha da öncesinde Homeros'ta ise Karyalılar Truva Savaşı'nda
Truvalıların müttefikleri arasında sayılmaktadır ve bölgeleri Milet (Balat) ve
Mykale'yi (Dilek Yarımadası) de kapsayacak şekilde daha da kuzeye uzanır şekilde
belirtilmektedir. Aynı dönemler Karya iç bölgeleri de yoğun ve özgün üretim
tarzları ile arkeolojinin dikkatini çekmiştir.
Türkler çeşitli sebeplerden ötürü anavatanları olan Orta Asya'dan göç etmek
zorunda kalmışlar ve kendilerine yeni bir vatan aramaya başlamışlardır. Bu yüzden
Büyük Selçuklular; çevre bölgelere akınlar düzenlemeye başlamışlardır. Örneğin
Anadolu'ya yapılan ilk akınlar 1015-1018 yılları arasında gerçekleşmiştir. Büyük
Selçuklular; 1040 Dandanakan Muharebesi ile Gazneliler'i mağlup etmiş ve
bağımsız olmuşlardır. Selçuklular'ın bağımsız olmasıyla beraber çevre bölgelere
yapılan akınlar daha sistemli hale gelmiştir. Nitekim bu akınlar sonucunda
Anadolu'nun uygun bir bölge olduğu anlaşılmıştır. Anadolu hâkimiyeti için Büyük
Selçuklular'la Anadolu'yu elinde bulunduran Bizans İmparatorluğu arasındaki ilk
savaş, 1048 yılında gerçekleşmiş ve Pasinler Muharebesi olarak bilinen bu savaşla
beraber Anadolu hâkimiyeti için gerçekleştirilen ilk savaş Selçuklu zaferiyle
noktalanmıştır.
Büyük Selçuklu sultanı Tuğrul Bey ve Tuğrul Bey'in kardeşi, aynı zamanda Selçuklu
ordusunun komutanı olan Çağrı Bey'in vefatı ardından Alp Arslan Büyük Selçuklu
tahtına oturmuş ve Anadolu üzerine yapılan akınları hızlandırmıştır. Bu dönemde
Bizans imparatoru olan Romen Diyojen ise; Anadolu toprakları için oluşan bu
büyük tehlikeyi bertaraf etmek için 200.000 kişilik ordusuyla başkenti
Konstantinopolis'ten ayrılmış ve Doğu Anadolu Bölgesi'ne doğru ilerlemeye
başlamıştır. Sultan Alp Arslan; Bizans'ın büyük bir orduyla Doğu Anadolu'ya
geldiğinin öğrenince bu orduyu karşılamak için aynı bölgeye bir orduyla
ilerlemiştir. Daha sonra iki ordu 26 Ağustos 1071 tarihinde Malazgirt'te karşılaşmış
ve Malazgirt Meydan Muharebesi kesin Selçuklu zaferiyle sonuçlanmıştı. Bu zaferle
beraber İran, Azerbaycan, Horasan gibi bölgelerde bulunan Türkler kitleler halinde
Anadolu'ya göç etmeye başlamıştır. Selçuklu hanedanından Kutalmışoğlu
Süleyman Şah Marmara Bölgesi’ndeki askeri faaliyetleri sonunda İznik’i alarak
Anadolu Selçuklu Devleti’ni 1075 yılında kurmuştur. I. Haçlı Seferi başlarında
İznik’in düşmesi üzerine Anadolu Selçuklu Anadolu içlerine çekilmiş ve sonunda
Konya başkent olmak üzere ayakta kalmayı başarmıştır. 13. Yüzyıl başlarında
Anadolu’nun en güçlü devleti haline gelen Anadolu Selçuklu, 1243 yılındaki
Kösedağ Muharebesi’nde yenilgiyle beraber İlhanlılar’a yıllık haraç ödeyen tabi bir
devlet haline gelmiş, Moğolların devlet yönetimine zaman içinde artan
müdahalesiyle, son Anadolu Selçuklu sultanı II. Mesud’un ölümüyle birlikte
dağılmıştır.
Anadolu Selçuklu Devleti’nde kültürel yapı, iki yüzyıl süreye yayılan Oğuz
göçleriyle, Orta Asya Türk kültürünün, sıkı, ya da gevşek bir İslam anlayışı
süzgecinden geçmiş yapıları, İran kültürü ve yerli Bizans kültürünün bir bileşkesi
olarak şekillenmiştir. Sonuçta ortaya çıkan, orijinal, benzersiz bir kültürel sentezdir.
Doğal olarak Anadolu’nun bütününde aynı kültürel yapıların görülmesi
beklenemez. Orta Asya ve Horasan’dan gelen göçebe – sürücü Türkmen
topluluklarının yoğun olduğu Danişmend illeri olan Tokat, Niksar, Sivas ve Kayseri
bölgelerinde Orta Asya kültürünün, Artuklu bölgesinde İslam önce Iran kültürünün,
siyasi merkez olan Konya ve çevresi açılımında ise Orta Asya birikiminden kopuk,
Bizans – İslam sentezlemesi denilebilecek bir kültürel yapılanış görülmektedir. Öyle
ki bu durum oğullara verilen adlarda belirtin olarak izlenmektedir. Hanedan ailesi,
eski Türk adlarını kısa sürede terk ederek oğullarına Keykavus, Keykubat,
Keyhüsrev gibi tarihi İran efsanevi kahraman ya da hükümdar adları vermeyi
yeğlemiştir. Türkler yönünden ise, henüz Orta Asya yaşam biçimini, kültürel
ögelerini ve inançlarını taşımaya devam eden, İslam kültür ve inançlarını
bütünleştirememiş görünüm vardır. Köy ya da kente yerleşenler İran ve İslam
kültürlerinin etkisine girerken, halen yarı göçebe geçim ekonomisini sürdüren
gruplar ise yerleşim yerlerinde uzak, bol yağış alan bölgeleri, ya da “uçları” tercih
etmişlerdir.
Anadolu Selçukluları ülkenin pek çok yerinde cami, han, kervansaray, imaret,
köprü, çeşme ve medreseler yaptırdılar. Beyşehir'deki Eşrefoğlu Camisi (1296),
Anadolu Selçuklu mimarisinin özelliklerini taşıyan en önemli örneklerden biridir.
Ağaç direkler üzerine kurulan, içi çini mozaik ve ağaç oyma işleriyle süslenen tip
camilerin başka örnekleri de vardır.
Anadolu Selçuklu sultanları adına yapılan kervansaraylar "Sultan Han" ya da "Han"
olarak adlandırılırdı. Hanlar çok büyük boyutlu yapılardı, bir bakıma sultanın
ihtişamını yansıtmaktaydılar.
Osmanlı İmparatorluğu veya Osmanlı Devleti
1299-1922 yılları arasında varlığını sürdürmüş bir devlet. Doğu Avrupa, Güneybatı
Asya ve Kuzey Afrika'ya kadar topraklarını genişletmiş ve 16. yüzyılda dünyanın en
güçlü imparatorluğu halini almıştır. En geniş sınırlarına 1683 yılında ulaşmıştır.
Toplum asker ve reaya olmak üzere iki farklı tabakadan oluşmaktaydı. Asker
dışındaki halk, "reaya", devlete vergi ödemekteydi. Osmanlı siyasal uygulamasında
asker ve reaya kesin kurallarla ayrılmıştı. Toplumsal köken, yetişme koşulları ve
resmi görev bakımından askeri sınıf: kılıç ve kalem ehli olarak ikiye ayrılmaktaydı.
Halk ise Müslüman ve Müslüman olmayan "milletlerden” oluşuyordu. Gayri
Müslimler ayrıca "cizye" vergisi ödemek dışında toplumdan bir ayrıma tabi değildi.
Müslüman toplumun yaşantısı şeriat ile şekillenirken farklı milletlerin din ve
örflerine göre mahalli yaşam tarzlarını koruma imkânı vardı.
Topraklarının büyük bölümü Anadolu'ya, küçük bir bölümü ise Balkanlar'ın uzantısı
olan Trakya'ya yayılmış bir ülke. Kuzeybatıda Bulgaristan, batıda Yunanistan,
kuzeydoğuda Gürcistan, doğuda Ermenistan, İran ve Azerbaycan'ın ekslav toprağı
Nahçıvan, güneydoğuda ise Irak ve Suriye komşusudur. Güneyini Akdeniz, batısını
Ege Denizi ve kuzeyini Karadeniz çevreler. Marmara Denizi ise İstanbul Boğazı ve
Çanakkale Boğazı ile birlikte Anadolu'yu Trakya'dan yani Asya'yı Avrupa'dan ayırır.
Türkiye, Avrupa ve Asya'nın kavşak noktasında yer alması sayesinde önemli bir
jeostratejik güce sahiptir.
Türkiye'nin adı Türk etnik kimliğinin adından gelir. Sözcüğün günümüzdeki hâlinin
orijinali bu günkü Türkiye toprakları için ilk kez 12. yüzyılda İtalyanlar tarafından
Ortaçağ Latincesi kullanılarak Turchia veya Turcmenia şekillerinde oluşturuldu.
Bunların yanı sıra Orta Çağ'ın Alman seyyahları bölgeyi Turkei veya Tirkenland
şeklinde, Fransızlar ise Turquie şeklinde andı.
18 Eylül 1922 itibarıyla ülkedeki tüm düşman kuvvetleri kovuldu ve Nisan 1920'den
beri kendisini ülkenin meşru hükûmeti ilan eden Ankara merkezli Türk rejimi, eski
Osmanlı'dan gelen sistemi yasallaştırarak yeni cumhuriyetçi siyasi sisteme
geçmeye başladı. 1 Kasım'da Türkiye Büyük Millet Meclisi, saltanatı kaldırdı ve 623
yıllık monarşik Osmanlı resmen tarih sahnesinden silindi. 24 Temmuz 1923'te
imzalanan Lozan Antlaşması, Osmanlı İmparatorluğu'nun devamı niteliğindeki yeni
Türkiye Cumhuriyeti'nin uluslararası alanda tanınmasını sağladı ve 29 Ekim 1923'te
yeni başkent Ankara'da resmen cumhuriyet ilan edildi. Lozan sonrasında antlaşma
maddeleri gereğince yapılan Türkiye-Yunanistan nüfus mübadelesi kapsamında
Türkiye'deki 1,1 milyon Rum ile Yunanistan'daki 380 bin Türk yer değiştirdi.
II. Dünya Savaşı'nda Türkiye, uzun süre tarafsızlığını korudu ancak savaşın son
aylarında, 23 Şubat 1945'te Müttefik Devletler’ in yanında yer aldı. 26 Haziran
1945'te ise Birleşmiş Milletler’ in kurucu üyelerinden biri oldu. II. Dünya
Savaşı'ndan sonra Yunanistan'da çıkan komünist isyanının bastırılmasında
karşılaşılan zorluklar ve Sovyetler Birliği'nin Türk Boğazlarında askeri üs talep
etmesi, Amerika Birleşik Devletleri'nin 1947'de Truman Doktrini'ni ilanıyla
sonuçlandı. Doktrin, Türkiye ve Yunanistan güvenliğini sağlamayı amaçlayarak
askeri ve ekonomik destek sağladı. Her iki ülke de 1948 yılında Avrupa
ekonomisinin yeniden inşası için Marshall Planı ve OEEC'ye dâhil edildi, daha sonra
1961 yılında OECD'nin kurucu üyesi haline geldi.
İletişim;
Facebook; https://www.facebook.com/ilyas.kaplan.7545708
KAYNAKÇALAR;
Lissner, Ivar (çev.: Adli Moran), (2006), Uygarlık Tarihi, İstanbul: Nokta Yayınları
Luviler: Anadolu'nun Gizemli Halkı, H. Craig Melehert, Ç:Barış Baysal-Çiğdem Çidamlı, Kalkedon
Yayınları.
A. Götze, Kizzuwatna and the problem of Hittite geography (Kizzuvatna ve Hitit coğrafya Sorunu)
, New Haven, 1940;
E. John S. ve AM Dinçol Durugönül (ed.), La Cilicie: espaces et pouvoirs locaux (2ème millénaire
av. J. -C. - IVe siècle ap. J. -C.), Actes de la Table ronde internationale d’Istanbul, (Kilikia: Yerel
alanlarda ve (MÖ 2. binyıl -MÖ 4. yüzyıl) İstanbul, 2-5 Uluslararası Yuvarlak Masa Bildirileri), 2-5
Kasım 1999, Paris, 2001;
Aksamaz, Ali İhsan ; Dil – Tarih – Kültür – Gelenekleriyle Lazlar. Sorun Yayınları. İstanbul, 2000
Bryer, Anthony ; Some notes on the Laz and Tzan. In: Bedi Kartlisa, 21/22: 174-185 (I),Paris,
1966-67
Işık, Adem ; Antik Kaynaklarda Karadeniz Bölgesi. Türk Tarih Kurumu. Ankara, 2001
Zehiroğlu, A.M.; Antik Çağlarda Doğu Karadeniz Çivi Yazıları Yayınevi, İstanbul, 2000
George E. Bean (1971). Turkey beyond the Maeander ISBN 0-87471-038-3 (İngilizce). Frederick
A. Praeger, Londra.
Özden Süslü, (1989) Tasvirlere Göre Anadolu Selçuklu Kıyafetleri, Ankara: Atatürk Kültür Merkezi
Yayını, Ankara
Ülker Erginsoy, (1988) Anadolu Selçuklu Mimari Süslemesi ve El Sanatları, Ankara: İş Bankası
Kültür Yayınları
Atatürk, Mustafa Kemal (1927). 'Nutuk, Cilt 1-2-3, Türk Devrim Tarihi Enstitüsü, İstanbul 1970.
Öztürk, Kazım (1992). Atatürk'ün TBMM Açık ve Gizli Oturumlarındaki Konuşmaları, Cilt 1-2,
Kültür Bakanlığı-Atatürk Dizisi.
Meydan Larousse, Meydan Yayıncılık, 1988, Cilt 12, Sh. 357-388, Türkiye Cumhuriyeti.