Professional Documents
Culture Documents
Yirmi Birinci Yüzyılda Kapital - Thomas Pikkety
Yirmi Birinci Yüzyılda Kapital - Thomas Pikkety
Piketty
TÜRKİYE İŞ BANKASI
Teşekkür
Bu kitap servet ve gelirin tarihsel dinamiklerini anlamaya adanmış on beş
yıllık (1998-2013) bir araştırmaya dayanmaktadır. Bu araştırmanın büyük bir
kısmı başka akademisyenlerle ortak yürütülmüştür.
http://piketty.pse.ens.fr/capital21c
İnternet üzerindeki bu Teknik Ek, kitapta yer alan tablolarla birlikte grafikler
için kullanılan veri serilerini ve kullanılan kaynaklarla yöntemlerin ayrıntılı bir
tanımını içermektedir. Kitapta geçen bibliyografik referanslar ve kitabın sonunda
verilen notlar da aynı şekilde asgari düzeyde tutuldu ve Teknik Ek'te çok daha
ayrıntılı olarak sunuldular. Teknik Ek aynı zamanda kitapta yer almayan çok
sayıda başka tablo ve grafiği de içeriyor. Bunlara, kitabın notlar bölümünde
örneğin "bkz. Ek Grafikler S1.1, S1.2 ve S1.3 " şeklinde atıfta bulunuluyor.
Teknik Ek ve internet sitesi kitaba ek bir başvuru kaynağı ve farklı düzeylerde
okunabilecek bir kaynak olarak tasarlandı. Konuya ilgi duyan okurlar tüm
verileri (genelde Excel ya da Stata formatında), programları, formülleri ve
matematiksel formüllerin tamamıyla, ilk kaynaklara dair referansları ve bu
kitaba temel teşkil eden daha teknik çalışmaların internet adreslerini de bu
Teknik Ek'te bulabilirler. Amacımız bu kitabı özel bir teknik eğitim
gerektirmeden herkes için okunabilir kılmak, aynı zamanda kitap/teknik ekin
öğrenciler ve bu konularda uzman olan araştırmacılar için tatmin edici olmasını
sağlamaktı. İnternet üzerinde olması sayesinde, Teknik Ek'in, tabloların ve
grafiklerin gözden geçirilmiş ve güncellenmiş versiyonlarını yayımlama
imkânını da bulabileceğim. Kendi gözlemlerini ve kitaba dair eleştirilerini
aşağıdaki elektronik posta adresine iletecek okurlar ve internet kullanıcılarına da
şimdiden teşekkürlerimi sunarım (piketty@ens.fr).
"Toplumsal farklılıklar ancak ortak faydaya dayanabilir."
Birinci Madde
Giriş
Zenginliğin paylaşılması günümüzün en hararetli ve en çok tartışılan
sorunlarından biridir. Ancak onun uzun vadedeki evrimine dair tam olarak ne
biliyoruz? Özel sermayenin birikim dinamikleri, Marx'ın 19. yüzyılda inandığı
gibi, sermayenin kaçınılmaz olarak bir avuç zengin ve güç sahibinin elinde
yoğunlaşmasına mı yol açıyor? Yoksa büyüme, rekabet ve teknik ilerlemenin
dengeleyici güçleri, 20. yüzyılda Kuznets'in düşündüğü gibi, gelişmenin ileri
evrelerinde eşitsizliklerin azalmasına ve ahenkli bir istikrara mı yol açıyor? Gelir
ve sermaye paylaşımının 18. yüzyıldan bu yana geçirdiği evrime dair ne
biliyoruz ve 21. yüzyıl için bundan hangi dersleri çıkarabiliriz?
İngiltere ve Fransa'da 18. yüzyıl sonu ve 19. yüzyıl başında klasik ekonomi
politik doğduğunda, paylaşım problemi zaten tüm analizlerin merkezinde yer
alıyordu. Sürekli demografik artış -o güne dek bilinmiyordu-kente göçün
başlaması ve Sanayi Devrimi'nin gelip çatmasıyla birlikte radikal dönüşümlerin
başladığının herkes farkındaydı. Bunlar zenginliğin paylaşımı, toplumsal yapı ve
Avrupa toplumları arasındaki politik denge açısından ne gibi neticeler
doğurmuştur?
1798 yılında An Essay on the Principle of Population [Nüfus İlkesi Üzerine
Bir Deneme; bundan sonra Deneme] adlı eserini yayımlayan Thomas Malthus'a
göre, şu konuda şüpheye yer yoktur: Aşırı nüfus artışı en büyük tehdittir.1
Malthus, elindeki kaynaklar sınırlı olsa da, onları iyi bir şekilde kullanmıştı.
1787-1788 yıllarında, Fransız Devrimi'nden hemen önce Breton ve Franche-
Comté bölgelerinden geçerek Calais'den Pireneler'e Fransız krallığını baştan
başa dolaşıp, Fransız taşrasındaki sefaleti yazmış olan İngiliz ziraatçi Arthur
Young'ın yazılarından dikkat çekici biçimde etkilenmişti.
Aslında, bugün sahip olduğumuz tarihi verilerin tamamı, ancak 19. yüzyılın
ikinci yarısına -hatta son üçte birlik kısmına-gelindiğinde, ücretlerin satın alma
gücünde belirgin bir artış olduğunu gösteriyor. 1800-1810 yıllarından 1850-1860
yıllarına kadar işçi maaşları oldukça düşük bir seviyede -18. yüzyıl ve önceki
yüzyıllardaki seviyelere yakın, hatta bazı durumlarda daha düşük-kalmıştır.
Fransa'da olduğu gibi İngiltere'de de gözlemleyebildiğimiz ücretlerdeki bu uzun
durgunluk evresi, bu dönemde ekonomik büyümenin de hız kazanması nedeniyle
iyice dikkat çekici bir hal almaktadır. Sermayenin -kâr, toprak kirası, kentteki
bina kiraları-milli gelirden aldığı pay, bugün sahip olduğumuz eksik kaynaklarla
tahmin edebildiğimiz kadarıyla, 19. yüzyılın ilk yarısı boyunca iki ülkede çok
güçlü bir biçimde artmıştır.5 Bu büyüme, ücretlerin artışındaki gecikmelerin
kısmen telafi edildiği 19. yüzyılın son otuz yıllık döneminde nispeten azalmıştır.
Topladığımız verilere göre, Birinci Dünya Savaşı öncesinde, eşitsizlikte
herhangi bir yapısal azalma da yaşanmamıştır.1870-1914 döneminde, en iyi
ihtimalle eşitsizliklerin son derece yüksek bir seviyede durması gerçeğiyle ve
bazı açılardan, zenginliğin giderek yoğunlaşmasıyla dikkati çeken, durmak
bilmeyen bir eşitsizlik sarmalı ile karşılaşıyoruz. 1914-1918'deki patlamanın yol
açtığı büyük ekonomik ve politik şoklar olmasaydı bu gidişat nereye varırdı,
bunu söylemek oldukça zordur. Tarihsel analizin ışığında ve bugünden geçmişe
bakıldığında, bu şokların Sanayi Devrimi'nden bu yana eşitsizlikleri azaltan tek
güç olduğunu artık görebiliyoruz.
Gelir üzerinde vergi yokken bile, geçerli vergi dilimlerini yansıtan her türden
istatistiğin mevcut olduğunu (örneğin, 19. yüzyıl Fransa'sında konutlardaki kapı
ve pencere sayılarının bölgelere göre dağılımını gösteren istatistikler -ayrıca
gerçekten ilginç bir istatistik söz konusudur), ancak gelirler hakkında hiçbir şey
bulunmadığını görmek gerek. Diğer yandan, insanlar da, gelir beyanında
bulunmak zorunda olmadıkları dönemde, kendi gelirlerinin tam meblağını
genellikle bilmiyorlardı. Aynı durum şirket gelirleri ve servet üzerinden alınan
vergiler için de geçerliydi. Vergilendirme, kamu harcamalarının ve kamu
projelerinin finanse edilmesi için tüm yurttaşların katkıda bulunmasını zorunlu
kılmaktan ve bu vergi yükünü en makul şekilde bölüştürmekten ibaret bir işlem
değildir; aynı zamanda kategoriler, bilgi ve demokratik şeffaflık üretmenin de
bir yoludur.
Bu teoriye göre, eşitsizlik her yerde bir "çan eğrisi"ni izler, yani sanayileşme
ve ekonomik kalkınma sürecinde önce artar, sonra da düşer. Kuznets'e göre,
sanayileşmenin ilk aşamalarında görülen ve ABD'de kabaca 19. yüzyıla denk
gelen eşitsizlikteki doğal artışı, eşitsizliğin keskin bir şekilde düştüğü ve
Amerika'da 20. yüzyılın ilk yarısında başlayan evre izler.
Son olarak, dünyanın dört bir yanından otuza yakın araştırmacının ortak
çalışmaları üzerine kurulu World Top Incomes Database (WTID: Dünyanın En
Yüksek Gelirleri Veri Tabanı), gelir eşitsizliğinin geçirdiği değişim konusunda
günümüzün en büyük veri bankasıdır ve bu kitapta kullanılan tüm kaynakların
içinde ilk sırada yer almaktadır.24
Aslında ilk kez bu kitap çerçevesinde kullandığım ikinci önemli veri kümesi,
servet, servet paylaşımı ve servetin gelirle ilişkilerini kapsıyor. Servet gelir
yaratabildiğinden, ilk gruptaki kaynaklarda da önemli bir role sahipti. Gelirin her
zaman iki bileşenden oluştuğunu hatırlatmakta yarar var: Bir yanda emek geliri
(yevmiye, ücret, ikramiye, ücret dışı emek gelirleri vs. ve emekle ilişkilendirilen,
hukuki biçimi ne olursa olsun her türlü hakediş); diğer yanda sermaye geliri
(kira, kâr payı, faiz, kâr, artı değer, gayrimaddi hak ödemeleri -royalties- vs. ve
toprak, gayrimenkul, finansal ürünler, endüstriyel donanım vs. cinsinden ve yine
hukuki biçimi ne olursa olsun sahip olunan sermayeden elde edilen gelirler).
WTID'de yer alan veriler, 20. yüzyılda sermaye gelirlerinin geçirdiği evrim
hakkında çok fazla bilgi içeriyor. Yine de bu bilgileri, doğrudan servet
hakkındaki kaynaklarda yer alan bilgilerle tamamlamak gerekiyor. Burada,
birbirleri için tamamlayıcı nitelikteki üç tip tarihsel kaynak ve yöntemli
yaklaşımı diğerlerinden ayırmak isterim.25
Düşünce tarihinde teknolojiye abartılmış bir rol biçmek istemesem de, bana
öyle geliyor ki bu teknik sorunları tamamen göz ardı edemeyiz. Hacimli verileri
incelemek Kuznets'in zamanında nesnel olarak çok daha zordu ve bu durum
uzun bir süre, 1980-1990'lara dek devam etti. Alice Hanson Jones 1970'lerde
sömürgecilik dönemindeki ölüm kayıtlarını topladığında33 ya da Adeline
Daumard aynısını 19. yüzyıldan kalma veraset arşivlerinde yaptığında,34 bu
işlemin büyük bir kısmının elle, karton fişler üzerine yapıldığını düşünmek
gerekiyor. Bu dikkat çekici çalışmaları ya da François Simiand'ın 19. yüzyılda
ücretin değişimine dair çalışmalarını ya da Emest Labrousse'un 18. yüzyılda
fiyat ve gelirin tarihi hakkındaki çalışmasını ya da hatta Jean Bouvier ve
François Furet'nin 19. yüzyıldaki kâr hareketlerine dair çalışmalarını bugün
yeniden okuduğumuzda, bu araştırmacıların verilerini toplamak ve incelemek
için çok büyük maddi zorluklara katlandıklarını açık bir biçimde görürüz.35 Bu
teknik zorluklar genellikle onların enerjilerinin büyük bir kısmını tüketmiş, hatta
zaman zaman analiz ve yorumlamanın önüne geçmiş, en önemlisi de uluslar ve
zamanlar arasında karşılaştırmalar yapılması imkânını bariz biçimde
sınırlandırmıştır. Zenginliğin paylaşımının tarihini incelemek bugün geçmişe
kıyasla çok daha kolaydır. Bu kitap, araştırmacının çalışma koşullarındaki
değişimi de büyük ölçüde yansıtmaktadır.36
Tamamen teorik bir açıdan bakıldığında, daha büyük bir eşitlik yönünde etki
edebilecek başka potansiyel kuvvetler de vardır. Mesela üretim teknolojilerinin
tarih boyunca işgücünde ve onun becerilerinde ciddi bir artışa yol açtığı ve
gelirden iş gücüne düşen payın arttığı (ve bu sırada sermayeye düşen payın
azaldığı) düşünülebilir; bu varsayımı "beşeri sermayenin yükselişi" olarak
adlandırabiliriz. Diğer bir ifadeyle, teknolojik rasyonalitedeki ilerleme otomatik
olarak, beşeri sermayenin finansal sermayeye ve gayrimenkul sermayesine karşı,
yetenekli kadroların göbekli hissedarlara karşı, becerinin de şecereye karşı zafer
kazanmasını sağlayacaktır. Bunun sonucunda eşitsizlikler doğal olarak, tarihin
akışı içinde, daha meritokratik (liyakate dayalı) hale gelecek ve (mutlak
azalmasalar bile) bu derece katı olmayacaklardır: Ekonomik rasyonalite
otomatik olarak bir tür demokratik rasyonaliteye yol açacaktır.
Modern toplumlarımızda yayılmakta olan bir diğer iyimser inanışa göre de,
yaşam süresi uzadığından, "sınıf savaşı" yerini otomatik olarak "nesil savaşı"na
bırakacaktır (herkes sırasıyla genç ve yaşlı olacağı için, bu çatışma toplumda çok
daha az bölünmeye yol açar). Başka türlü ifade edecek olursak, servetin birikimi
ve paylaşımına günümüzde artık, rant sahiplerinin soyundan gelenler ile
işgücünden başka bir şeye sahip olmayanların soyundan gelenler arasındaki
engellenemez çatışma değil, yaşam döngüsünün tasarruf mantığı yön verecektir:
Herkes ihtiyarlık günleri için servet biriktirecektir. Böylece, tıptaki ilerleme ve
yaşam koşullarındaki iyileşme sermayenin doğasını tamamen dönüştürecektir.
Grafik I.l'de yer alan ilk değişim, ABD gelir hiyerarşisinin en üst %10'luk
diliminin 1910-2010 dönemindeki gidişatını gösteriyor. Bu grafik, Kuznets'in
1950'li yıllarda 1913-1948 dönemi için oluşturduğu tarihi serilerin genişletilmiş
halidir. Burada en üst %10'luk dilimin gelirden aldığı paydaki neredeyse on beş
puanlık düşüşü ve bu düşüşün eşitsizlikte yarattığı daralmayı görüyoruz. En üst
onda birlik dilim 1910-1920 döneminde milli gelirin %45-50'sini alırken,
1940'ların sonunda bu oran %30-35'e düşmüştür. Eşitsizlik, 1950-1970
döneminde bu seviyede durağan hale gelmiştir. Daha sonra, 1970-1980
döneminde çok hızlı bir artış yaşandığını, 2000-2010 döneminde de en üst
%10'luk kesimin milli gelirden aldığı payın yeniden %40-45 seviyesine
ulaştığını görüyoruz. Değişimin büyüklüğü oldukça çarpıcıdır. Böyle bir
eğilimin daha ne kadar süreceğini sormak da bir o kadar doğaldır.
Grafik I.1
Bu çok çarpıcı değişimin, geniş ölçüde, çok yüksek emek gelirlerindeki daha
önce eşi benzeri görülmemiş patlamaya tekabül ettiğini ve her şeyden önce
büyük şirketlerin üst düzey yöneticilerinin gelirlerindeki -diğer işgücünden bariz
biçimde kopmuştur-farklılaşmayı yansıttığını göreceğiz. Buna getirilebilecek
açıklamalardan biri, bu üst düzey kadroların beceri ve verimliliklerinin, diğer
ücretliler kitlesine kıyasla birdenbire artması olabilir. Bana daha makul gelen ve
gözlemlenen olgularla bariz biçimde daha çok örtüşen diğer açıklama da, bu
yönetici kadroların kendi ücretlerini bazen ölçüsüzlüğe varan düzeylerde ve
bireysel verimlilikleriyle hiç alakasız bir şekilde ayarlayabilecek konumda
olmalarıdır; zaten büyük ölçekli işletmelerde bireysel verimliliğin ölçülmesi çok
zordur. Bu olguyla başta ABD'de ve bir dereceye kadar da İngiltere'de
karşılaşıyoruz; bu durum, 20. yüzyıl boyunca bu iki ülkeye özgü sosyal
normların ve vergi normlarının tarihiyle açıklanabilir. Bu eğilim günümüzün
diğer zengin ülkelerinde (Japonya, Almanya, Fransa ve Kıta Avrupa'sındaki
diğer ülkelerde) oldukça sınırlıdır, ancak gidişat bu yöndedir. Konuyu tam bir
analizden geçirmeden, hadisenin her yerde ABD'deki boyutlara ulaşacağını ileri
sürmek oldukça riskli olur -erişilebilir verilerin sınırlılığı nedeniyle bu analizi
gerçekleştirmek de ne yazık ki pek kolay değildir.
Temel Iraksama Kuvveti: r > g
Grafik 1.2'de gösterilen ikinci değişim, bazı açılardan daha basit, daha şeffaf
ve şüphesiz zenginliğin paylaşımındaki uzun vadeli değişim açısından çok daha
belirleyici olan bir ıraksama mekanizmasını yansıtmaktadır. Grafik 1.2, 1870'li
yıllardan 2010'a dek İngiltere, Fransa ve Almanya'daki özel servetlerin toplam
değerinin (gayrimenkul, finansal sermaye ve iş sermayesi; borçlar düşüldükten
sonraki net miktar olarak) kaç yıllık milli gelire karşılık geldiklerini gösteriyor.
Öncelikle, 19. yüzyıl sonu ve Belle Époque Avrupa'sını karakterize eden çok
yüksek özel servet seviyesi fark ediliyor: Özel servetlerin değeri, altı-yedi yıllık
milli gelire karşılık geliyordu ki bu epey hatırı sayılır bir tutardır. Daha sonra
1914-1945 yıllarındaki şokların ardından hızlı bir düşüş yaşanıyor:
Sermaye/gelir oranı, milli gelirin iki-üç yılına karşılık gelecek kadar geriliyor
Ardından 1950'li yıllardan itibaren sürekli bir artış görüyoruz, öyle ki, 21.
yüzyılın başına geldiğimizde özel servetler Birinci Dünya Savaşı öncesindeki
tepe noktalarına geri dönmüş gibi görünüyorlar: Sermaye/gelir oranı 2000-2010
döneminde hem İngiltere'de hem de Fransa'da beş-altı yıllık milli gelire karşılık
gelen bir seviyededir (erişilen en düşük düzey Almanya'dadır, ama bu ülke için
başlangıç noktası zaten daha aşağıdadır, demek ki orada da yükselme eğilimi
aynı ölçüde nettir).
Bu çarpıcı "U eğrisi", geri dönüp ayrıntılı bir şekilde inceleme fırsatını
bulacağımız çok temel bir dönüşüme karşılık gelir. Özellikle, son dönemde
sermaye birikimi ile milli gelir akışı arasında yüksek oranlara geri dönüşün
büyük ölçüde, nispeten yavaş bir büyüme rejimine geri dönülmüş olmasıyla
açıklanabileceğini göreceğiz. Büyümenin yavaş olduğu ülkelerde, geçmişten
gelen servetler, doğal olarak orantısız bir önem kazanır, zira servet birikimini
sürekli ve esaslı bir biçimde artırmak için yeni tasarruflarda zayıf bir akış yeterli
olur.
Grafik I.2
r > g olarak ("r", kâr, kâr payı, faiz, kira ve diğer sermaye gelirlerini içeren
sermayenin yıllık ortalama getirisini yüzde olarak ifade ederken, gelir ve
üretimdeki yıllık artışa karşılık gelen "g" de ekonominin büyüme hızını gösterir)
ifade edeceğimiz bu temel eşitsizlik, bu kitapta önemli bir rol oynuyor. Bir
anlamda benim çıkardığım tüm sonuçların mantığını da özetliyor.
Vardığım sonuçlar (teorisi, örtük bir biçimde, uzun vadede verimlilikte sıfır
artışa dayanan) Marx'ın sonsuz birikim ve kalıcı ıraksama prensibinin işaret
ettiği kadar büyük bir kıyametin habercisi değildir. Önerdiğim modelde,
ıraksama kuvveti kalıcı değildir ve olası geleceklerden sadece birine işaret
etmektedir. Ancak, vardığım sonuçların pek iç açıcı oldukları da söylenemez.
Özellikle, r > g temel eşitsizliğinin -modelimizdeki temel ıraksama kuvvetinin-
piyasa rekabetindeki herhangi bir eksiklikle alakası olmadığının altını çizmek
gerekiyor, tam tersine: Sermaye piyasası ne kadar -ekonomistlerin deyişiyle-
"tam rekabet" piyasası olursa, bu eşitsizlik de kendini gerçekleştirmek için o
denli çok fırsat bulacaktır. Bu amansız mantığa karşı koymak isteyecek kurumlar
ve kamu politikaları hayal etmek mümkündür -sermayeden dünya genelinde
artan oranlı bir vergi alınması gibi. Ancak böyle kurumlar ve politikalar
üretmek, sağlam bir uluslararası eşgüdümü gerektirecektir. Üretilecek
çözümlerin pratikte daha mütevazı boyutlarda ve etkisiz kalması, örneğin çeşitli
milliyetçi içe kapanma biçimleriyle kendilerini göstermeleri ne yazık ki
muhtemeldir.
İngiltere ve Fransa'nın durumu özellikle dikkat çekicidir, zira uzun bir süreyi
kapsayan en eksiksiz tarihsel kaynakları bu iki ülkede buluyoruz. Özellikle,
Fransa ve İngiltere'deki milli servet ve onun yapısına dair 18. yüzyıl başına
kadar uzanan çok sayıda tahmin bulunmaktadır. Bu iki ülke öte yandan 19.
yüzyılda ve 20. yüzyıl başında en büyük iki sömürgeci ve finansal güçtür. Onları
detaylı bir biçimde ele almak, Sanayi Devrimi'nden bu yana zenginliğin küresel
paylaşım dinamiklerini analiz edebilmemiz açısından bariz bir önem
taşımaktadır. Özellikle de, sık sık "ilk" finansal ve ticari küreselleşme diye
adlandırılan ve 1970-1980 yıllarından beri yürürlükte olan "ikinci"
küreselleşmeyle derin benzerlikler taşıyan 1870-1914 dönemini
inceleyebilmemiz açısından, bu iki ülke önemli bir başlangıç noktası teşkil
ediyorlar. Hem büyüleyici, hem de inanılmaz derecede eşitsizlikçi bir dönem söz
konusudur. Elektrik ampulü, transatlantik seyahatler (Titanic 1912'de demir alır),
sinema ve radyo, otomobil ve uluslararası yatırımlar bu dönemde icat edilmiştir.
Örneğin zengin ülkelerde, Paris ve Londra'da 1900-1910 döneminde elde edilen
borsa kapitalizasyonu seviyesine -gayrisafi yurt içi hasılaya veya milli gelire
oranla-ancak 2000-2010 döneminde yeniden ulaşılabildiğini görüyoruz. Bu
karşılaştırmanın günümüz dünyasını kavramak açısından derslerle dolu
olduğunu göreceğiz.
Son bir söz daha: 1913'te Yirminci Yüzyılda Kapital isimli bir kitap
yayımlamak fazlasıyla cüretkâr bir hareket olurdu. Okurun, 2013'te Yirmi Birinci
Yüzyılda Kapital isimli bir kitap yayımlamış olmamı bağışlayacağını umuyorum.
Sermayenin 2063 ya da 2113 yıllarında nasıl şekil alacağını öngörmek
konusundaki aczimin fazlasıyla farkındayım. Daha önce söylemiş olduğum ve
ilerleyen sayfalarda sıklıkla göreceğimiz gibi, gelir ve servetin tarihi her zaman
derinlemesine politik, kaotik ve öngörülemez bir tarih olagelmiştir. Bu tarih,
farklı toplumların eşitsizlikleri nasıl algıladıkları ve onları ölçmek ya da şu veya
bu yönde dönüştürmek için ne türden politikalara ve kurumlara başvurduklarına
göre değişir. Gelecek yıllarda bu değişimlerin nasıl şekil alacağını kimse
öngöremez. Tarihten çıkardığımız dersler ise her durumda faydalı olmayı
sürdürür, çünkü bu yeni yüzyılda karşımıza çıkacak seçenekleri ve ne türden
dinamiklerin iş başında olacağını bir nebze daha iyi anlamamızı sağlarlar.
Mantıken Yirmi Birinci Yüzyılın Başında Kapital olarak adlandırılmış olması
gereken bu kitabın tek temel amacı, geçmiş yüzyılların tecrübesinden, geleceği
kestirmekte kullanılabilecek birkaç mütevazı anahtar çıkarmaya çalışmaktır.
Elbette, bu anahtarların gerçek faydasına dair aşırı hayaller kurulmamalıdır, zira
tarih her zaman kendi yolunu bulur.
I
GELİR VE SERMAYE
1 Gelir ve Üretim
16 Ağustos 2012'de Güney Afrika polisi, Johannesburg yakınlarındaki
Marikana platin madeni işçilerini Londra merkezli Lonmin şirketinin hissedarları
olan maden sahipleriyle karşı karşıya getiren çatışmaya müdahale etti. Güvenlik
kuvvetleri grevdeki işçilere gerçek mermiyle ateş açtı. Bilanço: Otuz dört maden
işçisi hayatını kaybetti.1 Bu tür durumlarda sıklıkla olduğu üzere, toplumsal
çatışma ücret sorununa yoğunlaşmıştı: Maden işçileri aylık ücretlerinin 500 avro
artırılarak 1.000 avroya yükseltilmesini talep ediyorlardı. Yaşanan trajediden
sonra şirket nihayet bir zam teklifi yapmaya karar verdi: Ücretleri ayda 75 avro
artıracaktı.2
Yakın zamanda meydana gelen bu olay bize, üretimin ücret ve kâr arasında,
emeğin geliri ve sermayenin geliri arasında nasıl bölüştürüleceği meselesinin
paylaşım sorununun daima en öncelikli boyutunu teşkil ettiğini hatırlatmaktadır.
Geleneksel toplumlardaki sosyal adaletsizlik ve tüm başkaldırıların temelinde de
toprak sahibi ile köylü arasındaki, toprağa sahip olan ile onu emeğiyle işleyen
arasındaki, topraktan kira alan ile toprağa kira ödeyen arasındaki zıtlık vardı.
Sanayi Devrimi sermaye-emek çatışmasını şiddetlendirmiş gibi görünmektedir,
bunun sebebi belki de eskiye kıyasla çok daha sermaye yoğun üretim şekillerinin
(makine, doğal kaynak vs.) ortaya çıkması ya da belki, çok daha adil bir gelir
dağılımı ve çok daha demokratik bir toplumsal düzen umudunun suya
düşürülmüş olmasıdır -bu konuya geri döneceğiz.
Her ne olursa olsun, Marikana'da meydana gelen trajik olaylar ister istemez
daha eski şiddet olaylarını akla getiriyor. Chicago'nun Haymarket Meydanı'nda 1
Mayıs 1886'da ve daha sonra, Fransa'nın kuzeyindeki Fourmies'de 1 Mayıs
1891'de güvenlik kuvvetleri ücretlerinin artırılmasını isteyen grevdeki işçilere
hedef gözeterek ateş açmış ve birçok işçiyi öldürmüşlerdi. Emek ve sermaye
arasındaki bu çatışma için geçmişte kaldı denilebilir mi, yoksa bu çatışma 21.
yüzyılda da büyük önem taşımaya devam mı edecek?
Daha açık olarak ifade edelim: Amacım burada sermaye sahiplerine karşı
işçilerin durumunu müdafaa etmekten ziyade, her birinin ne düşündüğünü
belirgin bir şekilde ortaya koymasına yardımcı olmak. Sermaye-emek arasındaki
eşitsizliğin sembolik açıdan oldukça şiddetli duygular uyandırdığına şüphe yok.
Neyin adil olduğu, neyin olmadığı hakkındaki yaygın kanaate şiddetli bir darbe
indiren bu eşitsizliğin, bazen fiziksel şiddete dönüşmesi de pek şaşırtıcı değildir.
Kendi emeğinden başka bir şeye sahip olmayan ve yaşamlarını mütevazı,
Marikana'daki madenciler veya 18. yüzyılın köylüleri gibi örneklerde ise aşırı
mütevazı koşullarda sürdürenlerin -sermayenin en azından bir bölümünü miras
yoluyla elde etmiş olan-sermaye sahiplerinin çalışmadan, işçinin emeğiyle
üretilen zenginlikten büyük bir pay almalarını kabul etmeleri kolay değildir.
Sermayenin aldığı pay çok ciddi seviyelerde olabilir, bu pay genellikle üretimin
(hasılanın) dörtte biri ile yarısı arasında değişir ve madencilik gibi sermaye
yoğun sektörlerde yarıyı da geçer; sermaye sahiplerinin yerel monopoller
sayesinde çok daha yüksek bir pay talep edebildiği durumlarda bu oran daha da
yükselebilir.
Ve elbette herkes, üretimin tamamının ücretlere ayrılması ve kâra hiçbir şey
bırakılmaması durumunda da, sermayenin yeni yatırımları finanse etmesinin, en
azından mevcut ekonomik düzende (elbette başka ekonomik düzenler de
düşünebilir) daha zor olacağını kabul edecektir. Dahası bu, başkalarından daha
çok tasarruf yapmayı tercih edenleri de ödülden yoksun bırakmayı haklı
çıkarmaz -tasarruftaki farklılıkların da servet eşitsizliğinin önemli sebeplerinden
biri olduğu varsayılırsa; bu konuyu da ele alacağız. "Sermaye getirisi" olarak
adlandırdığımız şeyin bir kısmının da "girişim" emeği için bir ödül olabileceğini
ve buna da şüphesiz diğer emek türleri gibi muamele edilmesi gerektiğini de
akıldan çıkarmamak gerekiyor. Bu klasik argümanın kendisi de daha ayrıntılı
incelenmeyi hak ediyor. Tüm bu unsurları dikkate aldığımızda, sermaye ve emek
arasındaki "doğru" bölüşüm seviyesi ne olacaktır? Piyasanın ve özel mülkiyetin
"serbest" işleyişine dayanan bir ekonominin her yerde ve her zaman optimal
seviyeye -âdeta bir mucize gibi-ulaşacağından emin olabilir miyiz? Sermaye ve
emek bölüşümünün ideal bir toplumda nasıl düzenlenmesi gerekirdi ve biz buna
yaklaşmak için ne yapmalıyız?
Diğer yandan, 20. yüzyılda yaşanmış bu iki dönemecin ötesine geçer ve çok
uzun vadeli bir perspektiften bakacak olursak, sermaye-emek arasındaki
paylaşımın tam bir istikrara sahip olduğu tezinin karşısında, sermayenin kendi
doğasının da (18. yüzyılın arazi ve toprak mülkiyeti biçimindeki sermayesinden
20. yüzyılın gayrimenkul biçimindeki sermaye, endüstriyel sermaye ve finansal
sermayesine) kökten değişmiş olduğu gerçeği ve ekonomistler arasında aynı
derecede kabul gören, modern büyümenin büyük ölçüde "beşeri sermaye"ye
dayandığı fikri ortaya çıkar. Bu fikir, ilk bakışta emeğin milli gelir içindeki
payında bir yükselmeyi gerektirecekmiş gibi görünmektedir. Çok uzun vadede
böyle bir eğilimden söz edilebileceğini, ama bu eğilimin mütevazı boyutlarda
etkili olduğunu göreceğiz. 21. yüzyılın başında (beşeri sermaye dışındaki)
sermayenin payı, 19. yüzyılın başındaki düzeyden olsa olsa biraz daha düşüktür.
Günümüzde zengin ülkelerde görülen yüksek servet kapitalizasyonu seviyeleri,
her şeyden evvel nüfus ve verimlilik artışının yavaşladığı bir rejime dönüşle
açıklanabilir -buna nesnel olarak özel sermayeyi koruyan bir siyasal rejime
dönülmesini de eklemek gerekir.
Ardından buna yurtdışından elde edilen net gelirlerin (net dış âlem faktör
gelirleri) eklenmesi gerekir (ya da her ülkenin kendi durumuna göre tam tersi
yapılır, yani yabancılara ödenen net gelir çıkarılır). Mesela şirketler ve sermaye
varlıkları yabancılara ait olan bir ülkede yurt içi hasıla yüksek olabilir, ancak kâr
ve kiralar düşüldükten sonra milli gelir net biçimde daha düşük çıkar. Buna
karşılık başka ülkelerin sermayesinde büyük bir dilime sahip olan bir ülke de,
yurt içi hasıladan çok daha büyük bir milli gelire sahip olacaktır.
Özetleyelim, bir ülkede milli gelir yurt içi hasıladan daha fazla ya da daha az
olabilir, bu yurtdışı net gelirlerin (net dış âlem faktör gelirleri) artı ya da eksi
olmasına bağlıdır.
Küresel seviyede ise, yurtdışı net gelirler ile yurtdışına ödenen gelirler eşit
olmalıdır, buradan hareketle de gelir, hasılaya eşit duruma gelir:
Sermaye Nedir?
Peki o zaman, sermaye nedir? Sınırları nedir, hangi şekilleri alır ve bileşimi
zaman içinde nasıl değişmiştir? İncelememiz açısından büyük önem taşıyan bu
soru gelecek bölümlerde ele alınacak. Ancak aşağıdaki noktaları şimdiden
netleştirmekte yarar var.
Sermaye ve Servet
Finansal piyasaların belli bir anda belli bir şirketin ya da sektörün tamamının
maddi olmayan sermayesine biçtikleri fiyatın büyük ölçüde ihtiyari ve muğlak
olduğuna kuşku yoktur; internet balonunun 2000 yılında patlaması, 2007-2008
yıllarındaki finansal kriz ve daha genel anlamda borsadaki muazzam oynaklık
bunu kanıtlamaktadır. Ancak şu aşamada bunun tüm sermaye biçimlerinin ortak
özelliği olduğunu anlamamız önem taşıyor. İster bir konut ya da bir şirket, ister
bir sanayi şirketi ya da bir hizmet şirketi söz konusu olsun, sermayeye fiyat
biçmek her zaman zordur. Bununla birlikte, belli bir aktife değil, bir ülkenin
sahip olduğu tüm servete karşılık gelen toplam milli servetin de belli yasalarla ve
belli düzenlemelerle uyumlu olması gerektiğini göreceğiz.
Son bir şeyi belirtelim: Milli servet, her ülkede yurt içi sermaye ve yabancı
sermaye olarak ayrıştırılarak aşağıdaki denklemle karşılanabilir:
Sermaye/Gelir Oranı
Gelir bir akıştır. Belli zamanda (süre olarak genellikle yılı baz alırız) üretilen
ve dağıtılan malların niceliğine karşılık gelir.
Sermaye bir birikimdir. Zaman içinde belli bir noktada sahip olunan
zenginliklerin toplam miktarına karşılık gelir. Bu birikim geçmiş yıllar boyunca
mülk edinilmiş veya istiflenmiş servetlerden kaynaklanır.
Mesela, bir ülkenin toplam sermayesinin değeri altı yıllık milli gelire eşitse,
ß = 6'dır (ya da ß = %600).
Aslında, 2010'lu yıllarda zengin ülkelerde kişi başına milli gelirin 30.000
avro seviyesinde olması (aylık bazda 2.500 avro), bu ülkelerdi herkesin eline bu
meblağın geçtiğini elbette göstermez. Tüm ortalamalar gibi, bu ortalama gelir de
muazzam dengesizliklerin üzerini örter: Pratikte birçok insan ayda 2.500 avro
civarında bir gelir elde ederken, bazıları bu meblağın onlarca katını
kazanmaktadır. Gelir dengesizlikleri, bir yandan emek gelirlerindeki
eşitsizlikten, diğer yandan, servetin aşırı yoğunlaşmasının bir sonucu olarak,
sermaye gelirlerindeki çok daha büyük eşitsizliklerden kaynaklanır. Kişi başına
ortalama milli gelir, üretim ve milli gelirin genel düzeyinde hiçbir değişiklik
yapmadan herkese eşit gelir dağıtılabilseydi, her bireyin eline ayda 2.500 avro
geçerdi, manasına gelir.11
Aynı şekilde, kişi başına özel servetin 180.000 avro ya da altı yıllık milli
gelir seviyesinde olması, herkesin böyle bir sermayeye sahip olduğu anlamına
gelmez. Birçok insan buna yakın bir sermayeye sahipken, bazıları da
milyonlarca ya da on milyonlarca avro sermayeye sahiptir. Nüfusun büyük
bölümü genellikle çok az servete, net olarak bir yıllık gelirden daha az bir
servete, mesela banka hesabında birkaç haftalık ya da bir aylık gelire denk
birkaç bin avroya sahiptir. Bazılarının serveti belki eksidedir, yani sahip
oldukları malların değeri, borçlu oldukları meblağdan daha düşüktür. Buna
karşılık, başkaları on ya da yirmi yıllık gelirlerine, hatta daha fazlasına karşılık
gelen hatırı sayılır bir varlığa sahiptirler. Bir ülkedeki sermaye/gelir oranı, bize o
ülkenin içindeki eşitsizliklere dair hiçbir şey söylemez. Ancak ß oranı bir
ülkenin sermayesinin toplam büyüklüğünü ölçer ve bu oranı analiz etmek,
eşitsizliğin incelenmesi için gerekli ilk adımdır. II. Kısım'ın ana amacı da
sermaye/gelir oranının ülkeler arasında ve tarih boyunca neden ve nasıl
farklılaştığını anlamaya çalışmaktır.
α = r x ß
Diğer bir deyişle, eğer belli bir ülkede servet altı yıllık milli gelire denkse ve
sermayenin ortalama getiri oranı yılda %5 ise, milli gelir içinde sermayenin payı
%30 olacaktır.
Tabii ki getiri oranı, hangi yatırım aracının kullanıldığına bağlı olarak büyük
farklar gösterebilir. Bazı işletmelerin getiri oranları yılda %10'un üstüne, hatta
daha da yukarı çıkar, diğer işletmeler ise (getiri oranı eksidir) zarar ederler.
Hisse senetlerinin getiri oranı, birçok ülkede uzun vadede %7-8 arasındadır.
Gayrimenkul ve tahvile yapılan yatırımların getirisi genellikle %3-4 ile sınırlı
kalır, kamu borçlanması üzerindeki reel faiz oranı bile bazen bundan çok daha
düşüktür.
Örneğin gelişmiş ülkelerde 2010'lu yıllarda, sermaye gelirleri (kâr, faiz, kâr
payı, kira vs.) genel olarak milli gelirin %30'u civarındadır. %600 seviyesindeki
bir servet/gelir oranı, sermayenin getiri oranının %5 olduğuna işaret eder.
Daha somut bir ifadeyle, bugün zengin ülkelerde geçerli olan 30.000 avro
civarındaki kişi başına milli gelir, aslında yaklaşık 21.000 avro emek geliri
(%70) ve 9.000 avro sermaye geliri (%30) olarak ayrışır. Ülkede yaşayan her
kişi yaklaşık 180.000 avro servete sahiptir ve yılda kişi başına düşen 9.000 avro
sermaye geliri, sermayenin yıllık getiri oranının %5 olduğunu gösterir.
Bir kez daha söyleyelim, bunlar ortalama oranlardır: Bazıları yılda 9.000
avro dan daha fazla kazanırken, ev sahiplerine kira ve alacaklılarına faiz ödeyen
başkalarının ise ellerine hiçbir şey geçmez. Bu durum ülkeden ülkeye de hatırı
sayılır farklılıklar gösterebilir. Ayrıca, sermaye getirisinin aldığı payı ölçmek
hem pratik hem de kavramsal açıdan zorluklar barındırır, zira genellikle emek ve
sermaye paylarını kolaylıkla ayrıştıramadığımız gelir kategorileri -özellikle
serbest meslek kazancı ya da "girişim" kazancı-vardır. Bazı durumlarda bu,
yapılan karşılaştırmayı yanıltıcı kılar. Bu şartlar altında, sermayenin gelirden
aldığı payı ölçmek için kullanılabilecek kusursuza en yakın yöntem, makul bir
getiri ortalamasını sermaye/gelir oranına uygulamaktır. Bu hassas ve temel
sorulara, kitabın devamında daha ayrıntılı bir biçimde geri döneceğiz. Şu
aşamada, yukarıda verdiğimiz (ß = %600, α = %30, r = %5) oranlar, yararlı
nirengi noktaları olarak kabul edilebilir.
Daha somut fikir oluşması için, tarım ülkelerinde toprağın ortalama getiri
oranının da tipik biçimde %4-5 seviyesinde olduğunu belirtmemiz gerek. Jane
Austen ve Honoré de Balzac'ın romanlarında, araziden elde edilen -ya da devlet
tahvilinden elde edilen-yıllık rantın yaklaşık olarak sermayenin %5'i civarında
olması ya da sermayenin değerinin yirmi yıllık ranta denk gelmesi çok
kanıksanmıştır, öyle ki bu çoğu zaman dile bile getirilmez. Dönemin her okuru,
yıllık 50.000 franklık rant elde etmek için, 1 milyonluk sermayeye sahip
olunması gerektiğini pekâlâ biliyordu. 19. yüzyıl romancılarına ve okurlarına
göre, servet ve yıllık rant arasındaki ilişki aşikârdı ve bu ölçekler yeri geldiğinde,
eşanlamlı sözcüklermiş ya da iki ayrı dilde birbirlerini karşılayan sözcüklermiş
gibi birbirlerinin yerine kullanılıyorlardı.
Daha küçük bir sermaye (3 milyon avro) kullanan bir şirket hayal edelim,
aynı büyüklükte (1 milyon avro) bir hasıla elde ediyor, ancak daha çok iş gücü
istihdam ediyor olsun (700.000 avro ücret ödemesi, 300.000 avro kâr). Bu şirket
için oranlar şöyle olacaktır: ß = 3, α = %30, r = %10. Bu şirket diğerine kıyasla
daha az sermaye yoğun üretim yapmaktadır, ancak çok daha kârlıdır
(Sermayenin getiri oranı bariz biçimde daha yüksektir).
Ancak milli servet tahminleri asıl 19. yüzyılda çoğalır. Robert Giffen,
İngiltere'nin milli sermaye birikimi hakkında yaptığı tahminleri 1870'li yıllardan
1900'lü yıllara kadar düzenli olarak güncelledi, bunları 1800-1810 yıllarında,
başta Colquhoun olmak üzere, diğer yazarların yaptığı tahminlerle karşılaştırdı.
Giffen, Napoléon savaşlarından bu yana İngiliz sanayi sermayesi kadar yabancı
varlık birikiminin ulaştığı ve bu savaşların yol açtığı tüm kamu borçlarını
kıyaslanamayacak bir şekilde aşan büyüklük karşısında şaşırmıştı.17 Aynı
dönemde Fransa'da Alfred de Foville ve onun ardından Clemenet Colson
tarafından "milli servet" ve "özel servet" tahminleri yayımlandı; bu iki yazar da
özel sermaye birikiminde 19. yüzyılda kaydedilen dikkat çekici büyüme
karşısında aynı şaşkınlığı yaşamışlardı. 1870-1914 arasında özel servetteki artış
herkes için gözle görülebilir durumdaydı. Bu dönemin ekonomistleri açısından
ise asıl problem bunu ölçmek, buna değer biçmek ve elbette bunu diğer
ülkelerdekiyle kıyaslamaktı -Fransa/İngiltere rekabeti hep gündemdeydi. Birinci
Dünya Savaşı'na dek servet birikimine dair tahminler, gelir ya da hasıla akışına
dair tahminlerden daha çok ilgi görmüştü ve İngiltere ile Fransa'da olduğu kadar,
Almanya, ABD ve endüstriyel güce sahip diğer ülkelerde de servet birikimi
tahminlerinin sayısı çok daha fazlaydı. Bu dönemde ekonomist olmak, her
şeyden önce ülkesinin milli sermayesini tahmin edebilmek demekti: Bu
neredeyse mesleğe giriş ayiniydi.
İki dünya savaşı arasındaki döneme gelinceye dek ulusal hesaplar yıllık
bazda düzenlenmedi. Eskiden, örneğin 19. yüzyılda İngiltere'nin milli
sermayesine dair Giffen'in yaptığı hesaplamalarda, genellikle aralarında on yıl
kadar mesafe bulunan münferit yıllar hakkında tahminlerde bulunulurdu. 1930-
1940 yıllarında temel istatistiki kaynakların iyileştirilmesi sayesinde, ilk yıllık
milli gelir serileri erişilebilir hale geldi; bunlar genellikle 20. yüzyılın başına
veya 19. yüzyıl sonuna dek uzanıyordu. Bu veriler, Kuznets ve Kendrick
tarafından ABD için; Bowley ve Clark tarafından İngiltere için; Duge ve
Bernonville tarafından da Fransa için düzenlenmişlerdi. Daha sonra, İkinci
Dünya Savaşı'nın ertesinde, araştırmacıların yerini devlet istatistik kurumlan aldı
ve bu kurumlar, gayrisafi yurt içi hasıla ve milli gelir verilerim resmi yıllık
seriler haline getirmeye ve yayımlamaya başladı. Bu resmi seriler günümüze dek
gelmiştir. Birinci Dünya Savaşı öncesi dönemle karşılaştırdığımızda, bu serilerin
odak noktasının tamamen değiştiğini görürüz. 1940-1950 yıllarından itibaren,
öncelikli mesele 1930'lu yıllardaki krizin (Büyük Buhran) yarattığı travmalara
çözüm bulmaktı; bu kriz sırasında, hükümetlerin elinde hasıla düzeyine dair
hiçbir güvenilir yıllık tahmin yoktu. Dolayısıyla ekonomik faaliyetlere az çok
kılavuzluk edecek ve -üretim ve gelir akışı hakkındaki serilerin yıllık, hatta üç
aylık olmasındaki ısrarın gerekçesi olarak-aynı felaketlerin yeniden ortaya
çıkmasını önleyecek istatistiki ve politik araçlara ihtiyaç duyuluyordu. 1914
yılına dek çok revaçta olan milli servet birikimi tahminleri artık ikinci planda
kalmıştı -ve özellikle de 1914-1945 arasındaki ekonomik ve politik kargaşa bu
tahminlerden sonuç çıkarmayı zorlaştırmıştı. Özellikle de, gayrimenkul ve
finansal aktiflerin fiyatları öyle düşük seviyelere inmişti ki özel sermaye
tamamen yok olmuş gibi görünüyordu. 1950-1970 arasında, yeniden yapılanma
döneminde ise asıl mesele, farklı sanayi kollarının üretiminde gerçekleşen
devasa büyümeyi ölçmekti.
18.yüzyıldan 20. yüzyıl başına kadar çeşitli yazarlar tarafından yapılmış milli
servet tahminlerini bir araya getirip titiz bir biçimde karşılaştırmak, tüm bunları
20. yüzyıl sonu ve 21. yüzyıl başına ait resmi servet hesaplarıyla ilişkilendirmek
suretiyle sermaye/gelir oranının tarih içindeki değişimine dair tutarlı bir analiz
gerçekleştirmenin mümkün olduğunu kitabın II. Kısmında da göreceğiz. Bu
tarihsel perspektif eksikliği dışında, resmi ulusal hesaplardaki önemli bir başka
kısıt da, bu hesapların yapıları itibarıyla paylaşım ve eşitsizlik konularıyla değil,
sadece toplam ve ortalama değerlerle ilgilenmeleridir (bu da kitabın III.
Kısmının konusunu teşkil ediyor). Dolayısıyla, servet ve eşitsizlikler konusunda
tarihsel anlamda eksikleri giderilen ulusal hesaplar, bu kitapta yer alan analizler
açısından temel mahiyetteki verileri teşkil ediyorlar.
En azından 19. yüzyıl başından bu yana hakkında nispeten çok şey bilinen,
üretimin küresel dağılımındaki değişimi incelemekle işe başlayalım. Daha
önceki dönemler için tahminler pek isabetli değildir, ancak özellikle Maddison'ın
tarihsel çalışmaları ve bu değişimin bütününün nispeten daha basit olması
sayesinde ana hatlarına yine de göz atabiliriz.20
Grafik 1.1
Grafik 1.2
Grafik 1.3
Diğer yandan, her iki kıta da çok eşitsiz iki alt bölgeye ayrılabilir: Aşırı
gelişmiş bir merkez ve daha az gelişmiş bir çevre bölge. Genel anlamda, küresel
eşitsizlik en doğru şekilde kıta düzeyinde değil, ancak bölge düzeyinde
incelenebilir. 2012 yılında dünya GSYH'sinin paylaşımını gösterdiğimiz Tablo
1.1'e bakıldığında bunun sebebi açıkça görülecektir. Tüm bu göstergeleri akılda
tutmanın pek bir faydası olmasa da, bu temel büyüklük seviyelerine alışmakta da
yarar var.
Tablo 1.1
Sahra altı Afrika, 900 milyon nüfus ve toplam 1,8 trilyon avroya karşılık
gelen bir GSYH (2 trilyon olan Fransa GSYH'sinden az) ile dünyanın ekonomik
açıdan en fakir bölgesini teşkil eder, kişi başına GSYH 2.000 avrodur.
Hindistan'ın geliri bunun biraz üstündedir. Kuzey Afrika'nın durumu biraz daha
iyidir, Çin ise daha da iyi durumdadır: 2012 yılında kişi başına 8.000 avroluk
yıllık gelir seviyesiyle Çin dünya ortalamasının çok da altında değildir.
Japonya'da kişi başına yıllık gelir; Avrupa'nın en zengin ülkelerindekiyle eşittir
(yaklaşık 30.000 avro), ancak nüfusu Asya'nın toplam nüfusu içinde o kadar az
kalmaktadır ki, Çin'in ortalamasına çok yakın olan kıta ortalaması üzerinde
herhangi bir etkisi olmamaktadır.24
Mesela, bu noktaya dek hep yaptığımız gibi satın alma gücü pariteleri yerine,
döviz kurlarını kullanmış olsaydık, dünyadaki eşitsizlik çok daha yüksek çıkardı.
Bu iki kavramı anlamak için, önce avro/dolar kurunu ele alalım. 2012 yılında 1
avro, döviz piyasalarında ortalama 1,30 Amerikan doları değerindeydi. Yani
1.000 avro geliri olan bir Avrupalı, bankaya gidip onun karşılığında 1.300
Amerikan doları alabilirdi. Eğer bu parayı harcamak için Amerika'ya giderse,
oradaki satın alma gücü de 1.300 Amerikan doları olacaktı. Ancak Avrupa'daki
fiyatların Amerika'daki fiyatlardan %10 daha yüksek olduğunu gösteren
"Uluslararası Karşılaştırma Programı" (ICP) araştırmaları neticesinde, eğer bu
Avrupalı parasını Avrupa'da harcamaya kalkarsa satın alma gücü 1.200
Amerikan dolarına karşılık gelecekti. O zaman, "satın alma gücü paritesi"nin 1,2
dolar/avro olduğu söylenir ve Tablo 1.1'de, Amerika'nın GSYH'si avroya
dönüştürülürken bu parite kullanılmıştır. Aynı şeyi tüm diğer ülkelere de
uyguladık. Böylece, farklı ülkelerin GSYH göstergeleri, bu ülkelerin -kazancını
yurtdışından ziyade yerleşik olduğu ülkede harcayan-kendi nüfuslarına gerçek
anlamda sağladıkları satın alma gücü temel alınarak karşılaştırılmış oldu.25
Satın alma gücü paritelerini kullanmanın diğer bir avantajı da prensipte döviz
kurları kadar oynak olmamalarıdır. Aslında döviz kurları yalnızca farklı
ülkelerin mal ve hizmet arzını ve talebini yansıtmaz, aynı zamanda uluslararası
yatırımcıların yatırım stratejilerindeki ani değişimleri ve o ülkedeki politik,
finansal istikrara yönelik değişken beklentileri de yansıtır; para politikasındaki
beklenmedik değişiklikler de işin çabasıdır. Döviz kurları bu nedenle fazlasıyla
oynak olabilir, bunu görmek için geçtiğimiz yirmi yıllık dönemde Amerikan
dolarındaki büyük dalgalanmalara şöyle bir göz atmak yeter. Dolar/avro paritesi
1990'larda 1,30 iken, 2001'de 0,90'ın da altına inmiş, 2008'de yaklaşık 1,50'ye
yükselmiş ve 2012 yılında yeniden 1,30'a gerilemiştir. Bu süre boyunca, satın
alma gücü paritesi kabaca artmış, 1990'ların başında yaklaşık 1 dolar/avro iken,
2010'lu yılların başında ise 1,20 dolar/avroya kadar yükselmiştir (bkz. Grafik
1.4),26
Grafik 1.4
2012 yılında geçerli olan döviz kuruna göre 1 avro 1,30 dolara karşılık
gelirken, avro/dolar satın alma gücü paritesi 1,20'ye karşılık geliyordu.
Daha yoksul ülkeler söz konusu olduğunda, satın alma gücü parkelerini
kullanmak çok büyük düzeltiler yapmayı gerektirir: Asya'da olduğu gibi
Afrika'da da fiyat seviyesi zengin ülkelerden iki kat daha düşüktür, öyle ki
karşılaştırmada döviz kuru yerine satın alma gücü paritesi kullanılırsa, GSYH
kabaca iki katına.çıkar. Bunun sebebi temelde, uluslararası olarak alınıp
satılmayan, yoksul ülkelerde üretilmesi daha kolay olan mal ve hizmetlerin
fiyatlarının düşük olmasından kaynaklanır, zira bu üretim (nispeten daha az
bulunan) nitelikli emek ve sermayeden çok, (bu ülkelerde daha kolay erişilen bir
üretim faktörü olan) niteliksiz emeğin yoğun olduğu bir üretimdir.28 Genel
olarak ülke yoksullaştıkça, düzelti de artar: 2012 yılında Çin için kullanılan
düzelti katsayısı 1,6, Hindistan için ise 2,5'ti.29 Şu anda döviz piyasalarında 1
avro, 8 yuan etmektedir, ancak satın alma gücü paritesi sadece 5 yuandır. Çin
büyüdükçe ve yuan yeniden değerlendikçe bu sapma küçülmektedir (bkz. Grafik
1.5). Maddison'ın da aralarında bulunduğu bazı yazarlar bunun yanı sıra,
sapmanın göründüğü kadar küçük olmayabileceğini ve resmi istatistiklerin Çin'in
GSYH'sini gerçekte olduğundan daha az gösterdiklerini de hesaba
katmışlardır.30
Grafik 1.5
En zengin ülkeleri bir kenara bırakıp, kıtaları birer bütün olarak incelemeye
başlarsak, her birinin durumunun dengeye oldukça yakın olduğunu görürüz.
Amerika'da ve Asya'da olduğu gibi Avrupa'da da en zengin ülkeler -genellikle
kıtanın kuzeyinde yer alırlar-sermayeden elde edilen artı bir nakit akışına
sahiptirler, ama bu, kısmen kıtadaki diğer ülkelerden -genellikle daha güney ya
da doğuda yer alırlar-dışarıya doğru ters yöndeki akışla sıfırlanır: Öyle ki kıta
düzeyinde, toplam gelir neredeyse toplam üretime eşittir, aralarındaki fark
genellikle %0,5'i geçmez.32
Denge durumunda olmayan tek kıta, yapısal olarak diğer kıtaların elindeki
Afrika'dır. Somut bir şekilde ifade edecek olursak, Birleşmiş Milletler ve diğer
uluslararası kuruluşlar (Dünya Bankası, Uluslararası Para Fonu) tarafından
1970'ten beri her yıl yayımlanan ödemeler dengesi verilerine göre, Afrika
kıtasında yaşayanların sahip olduğu milli geliri kıtanın üretiminden sistematik
olarak %5 oranında daha düşüktür (bazı ülkelerde bu oran %10'u geçer).33
Üretimde sermayenin payının %30 seviyesinde olması da, Afrika kıtasındaki
sermayenin neredeyse %20'sine yabancıların sahip olduğunu gösterir. Bu
bölümün başında söz ettiğimiz Marikana platin madenindeki Londralı
hissedarlar da bunun bir örneğidir.
İlk tespit, büyümede 18. yüzyılda başlayan hızlı artışın nispeten düşük yıllık
büyüme oranlarıyla ilerlediğidir; ikinci tespit ise, büyümenin demografik ve
ekonomik bileşenlerinin kabaca aynı oranlarda gerçekleştiğidir. Erişebildiğimiz
en isabetli tahminlere göre, dünya GSYH'sinin yıllık büyüme oranı 1700-2012
arasında ortalama %1,6'ydı, bunun %0,8'i nüfustaki artışı, kalan %0,8'i de kişi
başına üretimdeki artışı yansıtıyordu.
Aslında bu, 1700'den bu yana gerek kişi başına üretimde, gerekse nüfusta
gözlemlenen %1'e yakın yıllık büyüme ritminin -eğer uzun bir süre boyunca
tekrar ederse-gerçekte çok hızlı ve Sanayi Devrimi'nden önceki yüzyıllarda
karşılaştığımız sıfıra yakın büyümeyle kıyaslanamayacak bir büyümeye tekabül
ettiği anlamına gelir.
Tablo 2.1
Grafik 2.1
Tablo 2.2
Yıllık % 1 oranındaki bir büyüme, nesil başına %35 oranındaki kümülatif bir
büyümeye eşime, kümülatif oran yıllık büyüme oranının her 100 yıl için 2,7 ve
her 1.000 yıl için de 20.000 katına karşılık gelir.
Zaten bu kitabın başlıca savı da, sermayenin getiri oranı ile büyüme oranı
arasında ilk bakışta çok küçük gibi görülen bir farkın, uzun vadede verili bir
ülkedeki eşitsizliklerin yapısı ve dinamikleri üzerinde epey güçlü ve istikrar
bozucu sonuçlara yol açabileceğidir. Her şey bir anlamda kümülatif büyüme ve
kümülatif getiri yasalarından kaynaklanmaktadır, dolayısıyla bu kavramlarla
şimdiden tanışmakta yarar var.
Asya ve Afrika'da doğum oranı Avrupa'dakinden çok daha uzun süre yüksek
seviyede kalmayı başarmış, bu yüzden de 20. yüzyılda demografik büyüme baş
döndürücü seviyelere ulaşmıştır: Yılda % 1,5-2 oranındaki bir büyüme, yüz yıl
içinde nüfusun beş katına, hatta daha da fazlasına çıktığı anlamına gelir. Mısır'ın
20. yüzyıl başındaki nüfusu 10 milyonu biraz geçiyordu, bugün 80 milyonu
bulmuştur. Nijerya ve Pakistan'ın nüfusları 20. yüzyıl başında 20 milyondan
biraz fazlaydı, ancak bugün her birinin nüfusu 160 milyonu geçmiştir.
Tablo 2.3
Grafik 2.2
1950'den 2012'ye kadar dünya nüfusunun yıllık artış hızı %1'in üzerindeydi,
1950'den 2012'ye kadar dünya nüfusunun yıllık artış hızı %1'in üzerindeydi,
21. yüzyılın sonu itibarıyla yeniden %0 seviyesine dönmesi beklenmektedir.
Diğer yandan, 21. yüzyılın ikinci yarısı için öngörülen düşük demografik
büyümenin (2050 ve 2100 arasında beklenen %0,2 oranındaki artış) tamamen
Afrika kıtasından kaynaklanacağını da (yılda %1'lik büyüme) belirtmek gerek.
Diğer üç kıtada nüfus büyümesi ya duracak (Amerika'da %0) ya da nüfus
azalacaktır (Avrupa'da -%0,1 ve Asya'da -%0,2). Barış zamanında böyle bir
uzatmalı negatif büyüme durumu, tarihte ilk kez tecrübe edilmiş olacaktır (bkz.
Tablo 2.3).
Peki bunu, geleceğe yönelik daha büyük bir inançla, Kuzey Amerika'ya özgü
iyimserlikle, kendisinin ve çocuklarının daimi büyüme içindeki bir dünyada
yaşayacağına inanma temayülüyle açıklayabilir miyiz? Doğurganlık kararları
gibi karmaşık seçimler söz konusu olduğunda, hiçbir kültürel ya da psikolojik
açıklama devre dışı bırakılamaz. Ve hiçbir şey önceden belli olmaz: Amerika'nın
demografik büyümesindeki düşüş durmuş değildir ve Avrupa Birliği'ne yönelik
göçlerdeki artış sürerse ya da Avrupa'daki yaşam beklentisi Amerika'daki yaşam
beklentisiyle arayı açarsa, bu durum tersine dönebilir. Birleşmiş Milletler'in
öngörüleri kesinlik içermez.
Çok daha büyük bir ölçekte, Çin'in tek çocuk politikasının neticeleri herkese
malumdur (Çin'in az gelişmiş ülke statüsünden kurtulmayı başaramamaktan
korktuğu 1970'lerde alınan bu karar, günümüzde esnetilme evresindedir).
Günümüzde Hindistan'ın nüfusu Çin'in nüfusunu geçmek üzeredir, halbuki bu
radikal karar alındığında Çin'in nüfusu Hindistan'ın nüfusundan %50 oranında
daha fazlaydı. Birleşmiş Milletler'e göre, 2020-2100 arasında dünyanın en
kalabalık ülkesi Hindistan olacaktır. Ancak bu konuda da kesin bir şey söylemek
mümkün değildir: Nüfus tarihi her zaman bireysel seçimler, kalkınma stratejileri,
ülkenin psikolojik durumu, kişisel motivasyonlar ve güç istencinin bir karışımı
olacaktır. Hiç kimse 21. yüzyılda nüfusta meydana gelebilecek değişimleri
gerçekten öngörebildiğini söyleyemez.
Uzun vadeli tahminlere gelince, onlar çok daha büyük belirsizlikler taşırlar.
Bununla birlikte, eğer 1700-2012 arasında gözlemlediğimiz demografik büyüme
ritmi -yılda %0,8-gelecek üç yüzyıl boyunca sürse, dünya nüfusu da 2300
yılında 70 milyar seviyesine ulaşmış olurdu. Şüphesiz doğurganlıkla ilgili tavrın
değişebileceği, (şu anda hayal edemeyeceğimiz bir biçimde çevreyi daha az
kirleten bir büyümeyi sağlayabilecek, yok denilecek kadar az karbon izi bırakan
geri dönüşümlü enerjilerle doğada tamamen çözünebilecek mallar ve hizmetler
üretebilecek) teknolojik ilerlemelerin gerçekleşebileceği ihtimallerini göz ardı
edemeyiz. Ancak şu aşamada 70 milyarlık bir dünya nüfusunun ne makul ne de
arzu edilir bir şey olduğunu söylersek abartıya kaçmış olmayız. Gerçekleşmesi
en olası varsayım, dünya nüfusunun büyüme oranının gelecek yüzyıllarda net
olarak %0,8'in altında kalacağıdır. Demografik büyüme oranının uzun vadede
düşük ama artı bir seviyede -yılda %0,1 -0,2-olacağı yönündeki resmi tahmin ise
oldukça makul görünmektedir.
Uç bir örneği alırsak, herkesin on çocuğunun olduğu bir dünyada, mirasa pek
de güvenmemenin -genel bir kural olarak-çok daha doğru olacağı açıktır, çünkü
ailenin serveti her nesilde ona bölünecektir. Böyle bir toplumda mirasın genel
ağırlığı oldukça azalır ve kendi emeğine ya da kendi tasarruflarına güvenmek
daha gerçekçi bir davranış olur.
Örnek olarak en zengin ülkeleri ele alalım. Batı Avrupa, Kuzey Amerika ya
da Japonya'da ortalama gelir 1700 yılında kişi başına ayda 100 avronun çok az
üstündeyken, 2012 yılında 2.500 avroyu geçmiş, yani yirmi katından fazla
artmıştır.10 Gerçekte verimlilikteki, yani saat başına düşen üretimdeki artış
bundan çok daha yüksekti, zira kişi başına düşen çalışma saati günümüzde
büyük oranda azalmıştır: Tüm gelişmiş ülkeler zenginleştikçe, daha çok boş
zaman yaratmak için çalışma sürelerini kısaltma seçimini yapmışlardır (daha
kısa işgünü, daha uzun tatiller vs.).11
Ancak satın alma gücünün yirmi katına, on katına ya da altı katına çıkması
ne anlama geliyor? Bunun, 2012 yılının Avrupalılarının, 1913 yılında da
ürettikleri ve tükettikleri tüm mal ve hizmetleri nicelik olarak altı kat daha fazla
üretip, altı kat daha fazla tükettikleri anlamına gelmediği açıktır. Mesela, gıda
ürünlerinin ortalama tüketiminin altı katına çıkmış olmasına imkân yoktur.
Çıkması anlamsız olurdu, zira besin ihtiyacımız böyle bir artışa ulaşılmasına
gerek kalmadan zaten giderilmiş olurdu. Diğer tüm ülkelerde olduğu gibi
Avrupa'da da, satın alma gücünde ve yaşam kalitesinde uzun vadede görülen
yükselme, her şeyden önce tüketim kalıplarındaki dönüşüme bağlıdır:
Çoğunlukla gıda ürünlerinin bulunduğu bir tüketici mal sepetinden, endüstriyel
ürünleri ve hizmetleri içeren çok daha büyük bir çeşitlilik barındıran bir tüketim
sepetine geçtik.
Bu genel ayrım herkesin malumudur. Ana hatları tüm dünyada geçerlilik arz
etse de, daha da ayrıntılı bir biçimde ele alınmaları gerekir. Aslında her sektör
kendi içinde büyük bir çeşitlilik barındırır. Gıda ürünlerinin birçoğunun fiyatı
gerçekten de tüm fiyatların ortalamasıyla aynı oranda değişmiştir. Mesela
Fransa'da havucun kilosu, 1900-1910 ve 2000-2010 dönemlerinde fiyatlar genel
seviyesi ile aynı oranda değişmiştir, dolayısıyla havuç üzerinden ifade edilen
satın alma gücü de ortalama satın alma gücü ile aynı değişimi göstermiştir
(yaklaşık olarak altı katına çıkmıştır). 20. yüzyılda ortalama bir ücretlinin satın
alma gücü, günde 10 kilonun biraz altında havuç satın almaya yetiyordu ve
21.yüzyılın başında ise bu miktar yaklaşık 60 kiloya çıktı.14 Diğer gıda ürünleri,
mesela süt, tereyağı, yumurta gibi hayvansal ürünler, işleme, üretim, saklama vs.
gibi konularda önemli teknik gelişmelerden nasibini aldı, bu nedenle de nispi
fiyatlarda bir düşüş ve satın alma gücünde de altı kata ulaşan bir artış
gözlemledik. Aynı durum, taşıma maliyetlerindeki düşüşten yararlanan ürünler
için de geçerlidir: Bu yüzyılda bir Fransızın portakal satın alma gücü on kat, muz
satın alma gücü ise yirmi kat artmıştır. Buna karşılık, ekmek ya da et (kilo
olarak) satın alma gücü ise dört kattan daha az artmıştır; gerçi bu ürünlerde de
kalite ve çeşitlilik konusunda ciddi bir artış yaşanmıştır.
Tablo 2.4
Tablo 2.5'te her bir yüzyıl ve her bir kıtadaki ekonomik büyüme oranını
gösterdik. Avrupa'da kişi başına üretimdeki büyüme 1820-1913 arasında %1 ve
1913-2012 arasında da %1,9'dur. Amerika'da bu oran 1820-1913 arasında %1,5'e
ulaşmış ve 1913-2012 arasında yeniden % 1,5 seviyesini görmüştür.
Tablo 2.5
Meseleyi anlamanın en doğru yolu, bir kez daha ona nesiller üzerinden
bakmaktır. Yılda %1'lik bir büyüme, otuz yıllık bir zaman diliminde kümülatif
olarak %35 oranında büyümeye tekabül eder. Yılda %1,5 oranındaki bir büyüme
ise aynı sürede kümülatif olarak %50'nin üzerine çıkar. Pratikte bu, yaşam
tarzlarında ve istihdamda hatırı sayılır değişimlere yol açar. Daha somut bir
biçimde ifade edecek olursak, kişi başına üretimdeki büyüme Avrupa, Kuzey
Amerika ve Japonya'da geçtiğimiz otuz yıl boyunca yılda %1-1,5 arasında
seyretti ve yaşamlarımız büyük ölçüde dönüştü: 1980'lerin başında ne internet ne
de cep telefonu vardı, hava taşımacılığından nüfusun büyük bir kesimi
faydalanamıyordu, günümüzde tıpta yaygın olarak kullanılan ileri teknolojilerin
çoğu henüz bilinmiyordu ve nüfusun ancak azınlık denebilecek bir kısmı
yükseköğrenim görebiliyordu. İletişim, ulaşım, sağlık ve eğitim alanlarında
oldukça büyük değişimler yaşandı. Bu dönüşümler aynı zamanda istihdamın
yapısını da ciddi biçimde etkiledi: Kişi başına üretimin otuz yıllık bir zaman
diliminde %35 ilâ %50 oranında gelişmesi, bugün üretilenlerin -dörtte bir ile
üçte bir arasında-büyük bir kısmının otuz yıl önce mevcut dahi olmadığını
gösterir, dolayısıyla da bugün icra edilen mesleklerin ve görevlerin dörtte biri ilâ
üçte birinin otuz yıl önce mevcut olmadığını söyleyebiliriz.
Grafik 2.3
Grafik 2.4
Kişi Başına Üretimdeki Artış, ilkçağdan 2100'e
Grafik 2.5
Dünya Üretimindeki Artış, İlkçağdan 2100'e
Enflasyon Sorunu
18 .ve 19. yüzyıl romanında para her yerdedir; yalnızca soyut bir güç olarak
değil, aynı zamanda ve en önemlisi, hissedilir ve somut bir büyüklük olarak
karşımıza çıkar: Romancıların gelir ve servet seviyelerini sürekli olarak frank ya
da livre cinsinden tasvir etmelerinin sebebi, bize bilgi vermek değil, bu
niceliklerin okurun zihninde belirli toplumsal statüleri ve herkesin bildiği yaşam
seviyelerini sabitlemeye izin vermesidir.
Amerikan, Alman, İtalyan ve uzun süren parasal istikrarı tecrübe etmiş tüm
ülkelerin romanlarında bunun başka örnekleri kolayca bulunabilir. Birinci Dünya
Savaşı'na dek, paranın bir anlamı vardı ve romancılar da ondan faydalanmaktan,
onu keşfetmekten ve onu edebi bir bahse dönüştürmekten geri durmadılar.
1913-1950 arasında enflasyon Fransa'da yıllık %13'ü geçti (yani fiyatlar yüze
katlandı) ve Almanya'da %17'ye ulaştı (fiyatlar üç yüz katına çıktı). Bu
savaşlardan daha az etkilenmiş ve politik açıdan istikrarını o kadar kaybetmemiş
olan İngiltere ve ABD'de ise enflasyon oranı bariz biçimde daha düşüktü: 1913-
1950 arasında yılda %3'ün altındaydı. Ancak bu bile, önceki iki yüzyıl boyunca
hiç kıpırdamamış olan fiyatların üç katına çıktığını gösteriyordu.
Grafik 2.6
Aynı durum Sense and Sensibility'de [Akıl ve Tutku] John Dashwood'a miras
kalan muazzam Norland arazisi için de geçerlidir ve Dashwood çok geçmeden
üvey kardeşleri Elinor ve Marianne'ı kapı dışarı edecek, onlar da babalarının
bıraktığı devlet tahvilleri biçimindeki küçük sermayenin faizi ile yetinmek
zorunda kalacaklardır. 19. yüzyılın klasik romanında, servet genellikle
boyutundan ve sahibinin kimliğinden bağımsız olarak bu iki biçimi almaktadır:
Toprak veya devlet tahvili.
21. yüzyıldan bakınca, bu servet çeşitleri bize modası geçmiş gibi görünebilir
ve bunları, sermayenin daha "dinamik" olduğu günümüzün ekonomik ve sosyal
gerçekleriyle hiçbir ilgisi olmayan, uzak ve silinmiş tarihe göndermek cazip
gelebilir. Aslında, 19. yüzyıl romanlarının karakterlerinin çoğunlukla ilk rantiye
örneklerini, demokratik ve meritokratik modem çağımızın nefret edilen
figürlerini temsil ettiklerini söyleyebiliriz. Yine de sermayenin güvenli ve
düzenli bir gelir sağlamasını istemekten daha doğal ne olabilir? Bu aynı
zamanda ekonomistlerin deyişiyle "tam rekabetin olduğu" bir sermaye
piyasasının da amacıdır. Sermayenin 19. yüzyıldaki durumuna dair yapılacak
çalışmaların günümüz dünyasının anlaşılmasına hiçbir katkı sağlamayacağını
düşünmek düpedüz yanılgıdır.
Daha da önemli bir diğer sorun ise şudur: Sermayenin çoğunlukla "dinamik"
olan birçok farklı biçimi 1800'lerin dünyasında ve klasik romanda önemli bir rol
oynamıştır. Çalışma hayatına imalat işçisi olarak atılan Goriot Baba, makarna ve
buğday tüccarı olarak servet yapmıştır. Devrim ve Napoléon savaşları süresince,
en iyi unu üretmeyi, makarna üretimi tekniklerini mükemmelleştirmeyi, dağıtım
ağlarım ve depolamayı organize etmeyi ve bu şekilde en yüksek kalitedeki
ürünlerini doğru yere doğru zamanda ulaştırmayı başarmıştır. 21. yüzyılda start-
up kurucularının hisse opsiyonlarını kullanıp kazancını cebine atması gibi, o da
bir girişimci olarak servet sahibi haline geldikten sonra işlerdeki payını satmış ve
parasının tamamını daha sağlam ürünlere, sürekli rant sağlayan devlet
tahvillerine yeniden yatırmıştır. Bu sermaye, kızlarının dönemin Paris
sosyetesinin gözde şahsiyetleriyle evlilikler yapmasına yarayacaktır. Goriot
Baba 1821 yılında, Delphine ve Anastasie tarafından terk edilmiş bir halde ölüm
döşeğindeyken bile, Odessa'da makarna işine yapılacak kârlı yatırımları hayal
etmektedir.
Bir diğer Balzac karakteri Cesar Birotteau ise parfüm işinde servet yapmıştır.
Kendisi mucizevi güzellik ürünlerinin -Sultan Macunu, Karminatif Su vs.-
mucididir. Balzac'a göre bu ürünler imparatorluğun son döneminde ve
Restorasyon döneminde kapış kapış satılmaktadır. Ancak Cesar bununla
yetinmez: Emekli olma zamanı geldiğinde, servetini 1820-1830 yıllarında süratle
gelişmekte olan Madeleine bölgesindeki cesur bir gayrimenkul piyasası
spekülasyonuyla üçe katlamak ister. Eşinin, parfümeriden elde ettikleri paraları
Chinon bölgesi yakınlarındaki verimli tarım alanlarına ve birkaç devlet tahviline
yatırmak yönündeki bilgece önerilerini dinlemez. César sonunda iflas edecektir.
Jane Austen'ın kahramanları büyük toprak sahipleridir, ancak Balzac'ın
kahramanlarına kıyasla daha taşralıdırlar; görünüşe göre kararlan da Balzac'ın
kahramanlarının kararlarından daha bilgece değildir. Mansfield Park'ta,
Fanny'nin amcası Sir Thomas işlerini ve yatırımlarını düzene koymak amacıyla
büyük oğlunu da yanına alarak, Batı Hint Adaları'na bir yılı aşkın bir süre için
gitmek zorunda kalır. Mansfield'a geri dönse de bir an önce aylar boyunca
kalmak üzere adalara yeniden gitmek zorundadır: Tarım arazilerini binlerce
kilometre uzaktan yönetmek 1800-1810 yıllarında hiç de kolay değildir. Burada
toprak ve kamunun sağladığı güvenilir ranttan hâlâ uzağız.
Grafik 3.1
Ulusal sermaye, 1700 yılında İngiltere'de neredeyse yedi yıllık milli gelire
karşılık geliyordu (Tarım arazisi ise tek başına dört yıllık milli gelire karşılık
geliyordu).
Grafik 3.2
Fransa'da Sermaye, 1700-2010
Ulusal sermaye, 1910 yılında Fransa'da neredeyse yedi yıllık milli gelire
karşılık geliyordu (yurtdışı yatırımlar dâhil).
Görünüşe bakılırsa, 18. yüzyılın başında tarım arazileri, dört-beş yıllık milli
gelire karşılık gelen bir değere veya milli gelirin üçte ikisine tekabül etmekteydi.
Üç yüzyıl sonra, tarım arazileri Fransa ve İngiltere'de milli gelirin %10'undan
daha azına karşılık gelmektedir ve toplam varlıkların %2'sinden azını temsil
etmektedir. Bu etkileyici değişim çok da şaşırtıcı değildir: Tarım 18. yüzyılda
tüm ekonomik faaliyetlerin ve istihdamın yaklaşık dörtte üçünü oluşturmaktaydı,
bugün ise sadece birkaç puanlık bir yeri işgal etmektedir. Bu nedenle tarım
arazisinin sermayede işgal ettiği yerin de benzer bir evrim geçirmesi oldukça
doğaldır.
Tarım arazilerinin değerindeki -milli gelire ve ulusal sermayeye oranla-bu
düşüşü telafi eden kısmen konutların değerindeki yükseliş -konutların toplam
değeri 18. yüzyılda yaklaşık olarak bir yıllık milli gelire karşılık gelirken, bugün
üç yıllık milli gelirden daha fazlasına karşılık gelmektedir-ve diğer yurt içi
sermayelerin değerlerindeki artıştır. Bu konuda da büyük bir değişim yaşanmıştır
(aslında nispeten daha az: 18. yüzyılda 1,5 yıllık milli gelire karşılık gelirken,
bugün 3 yıllık milli gelirden daha azına karşılık gelmektedir).1 Bu çok uzun
vadeli yapısal dönüşüm, bir taraftan konutun ekonomik gelişim sürecindeki2
artan önemini (sadece büyüklük açısından değil, aynı zamanda kalite ve değer
açısından da) yansıtırken, diğer taraftan da Sanayi Devrimi'nden bu yana
şirketler ve kamu idareleri tarafından tüm tarım dışı mal ve hizmetlerin
üretiminde kullanılmış olan işyeri binalarının, teçhizatın, makinelerin, depoların,
büroların, araçların, maddi ve maddi olmayan sermaye biçimlerinde yaşanan
benzer şiddetteki bir gelişimi yansıtmaktadır.3 Sermayenin tabiatı değişmiş
(eskiden sadece araziydi, artık gayrimenkule, endüstriyel ve finansal sermayeye
dönüşmüştür), ancak öneminden hiçbir şey kaybetmemiştir.
Son üç yüz yılın en büyük iki sömürgeci gücü olmuş İngiltere ve Fransa'nın
sömürgecilik tarihi bağlamında, yabancı sermayenin tamamen kendine özgü bir
seyir izlediğini söyleyebiliriz. 18. ve 19. yüzyıllar boyunca bu iki ülkenin dünya
geri kalanında sahip olduğu aktifler sürekli artmış ve Birinci Dünya Savaşı
öncesinde son derece yüksek bir seviyeye ulaşmış, sonrasında ise, yani 1914-
1945 arasında tam manasıyla çökmüş ve Grafik 3.1-3.2'de görebileceğimiz
üzere, o günden bugüne de nispeten daha düşük bir seviyede dengeye
kavuşmuştur.
Diğer bir deyişle, eğer bu iki ülkenin devletleri tüm varlıkların satılması ve
bununla derhal borçların kapatılması kararını verselerdi, İngiltere'de geriye
hiçbir şey kalmayacak, Fransa'da ise geriye çok az varlık kalacaktı. Tahminlere
yüzde yüz doğru diye bakmamak gerektiğini bir kez daha hatırlatalım. Her ülke
Birleşmiş Milletler ve diğer uluslararası örgütler tarafından standart hale
getirilmiş fikir ve yöntemleri uygulamak için elinden geleni yapsa da, ulusal
muhasebe kesin bir bilim değildir ve hiçbir zaman da olmamıştır. Kamu borcu
veya kamunun finansal aktiflerinin toplamının hesaplanmasında fazla bir sorun
yoktur. Buna karşılık, kamu binalarının (okullar, hastaneler vs.) veya ulaşım
altyapılarının (özellikle demiryolu hatları ve otobanlar) piyasa değerlerini
doğruluk payı yüksek bir biçimde belirlemek, düzenli bir satışa konu olmadıkları
için pek de kolay değildir. Teorik açıdan değer hesaplamaları yakın geçmişte
gözlenen benzer satışların fiyatlarına bağlı olmalıdır, ancak piyasa fiyatları
sıklıkla, kimi zaman sert şekilde oynadığından, bu karşılaştırmalara her zaman
güvenilemez. Bu nedenle, yapılan tahminler matematiksel kesinlikler olarak
değil, büyüklük seviyeleri olarak düşünülmelidir.
Tablo 3.1
Her durumda, kamunun net varlıklarının bu iki ülkede çok düşük seviyelerde
olduğu, özel kesimin varlıklarına kıyasla oldukça önemsiz kaldığı konusunda
şüphe yoktur. Net kamu sermayesi İngiltere'de milli servetin % 1'ini, Fransa'da
yaklaşık %5'ini, hatta kamu aktiflerinin gerçek değerlerinden daha düşük
gösterildiklerini varsayarak, %10'unu temsil etse bile, bu oranlar bizim sözünü
etmekte olduğumuz konuda ancak sınırlı bir önem arz eder. Ölçümlerdeki
kusurlar ne olursa olsun, bizi burada asıl ilgilendiren olgu şudur: Özel kesimin
serveti 2010 yılının başında milli servetin neredeyse tamamını, mevcut son
değerlendirmelere göre İngiltere 'de %99'dan fazlasını, Fransa'da neredeyse
%95'ini meydana getirmektedir, yani her durumda %90'ın üzerindedir.
Bu durum temel, ama nispeten iyi bilinen bir olguyla bağlantılıdır: Fransa ve
İngiltere her zaman özel mülkiyet üzerine kurulu ülkeler olmuşlar ve hiçbir
zaman ulusal sermayenin kamu gücünün denetimi altına girdiği Sovyet tarzı bir
komünizmi tecrübe etmemişlerdir. Özel servetin hacminin daima kamu
servetinin hacminden büyük olması bu nedenle şaşırtıcı değildir. Diğer yandan,
bu iki ülkeden hiçbiri özel servetin büyüklüğünü kökten değiştirecek kadar
büyük miktarda kamu borcuna sahip olmamıştır.
Grafik 3.3
Kamu borcu 1950 yılında iki yıllık milli gelirin üzerindeydi (kamu aktiflerinin
toplamı ise bir yıllık milli gelire karşılık geliyordu).
toplamı ise bir yıllık milli gelire karşılık geliyordu).
Grafik 3.4
Fransa'da Özel Servet, 1700-2010
Grafik 3.5
Grafik 3.6
1950 yılında kamu sermayesi neredeyse bir yıllık milli gelire eşitken, özel
sermaye iki yıllık milli gelire karşılık geliyordu.
Somut bir örnek verelim: Yirmi yıl boyunca GSYH'sinin %5'i seviyesinde
açık veren bir devlet düşünelim; vergileri aynı miktarda artırmak zorunda
kalmadan, bu parayı 1795'den 1815 yılına kadar geçen sürede önemli bir asker
nüfusunun maaşlarını ödemekte kullanıyor olsun. Yirmi yılın sonunda biriken ek
kamu borcu bu ülkenin GSYH'sinin %100'üne eşit olacaktır. hükümetin
anaparayı ödemek telaşında olmadığını, her sene faizi ödemekle yetindiğini farz
edelim. Böyle bir durumda eğer faiz oranı %5 ise, her yıl GSYH'sinin %5'ini bu
ek kamu borcunun faizini ödemek için kullanacak ve bu sonsuza dek sürecektir.
19. yüzyıl İngiltere'sinde durum kabaca buydu. Bir asır boyunca, 1815'ten
1914'e dek, İngiliz bütçesi sistematik olarak, çok yüksek tutarlarda bir faiz dışı
fazla verdi, bu da toplanan vergilerin, harcamaları sistematik olarak geçtiği
anlamına geliyordu. GSYH üzerindeki bu birkaç puanlık fazla, örneğin bu
dönemdeki eğitim harcamalarının tamamını geçiyordu. Bu fazla sadece borç
tahvillerini elinde tutanlara verilen faizleri finanse etmeye yarıyordu, anaparayı
ödemeye yeterli değildi: İngiltere'nin kamu borcu nominal olarak tüm dönem
boyunca 1 milyar İngiliz sterlini civarında sabit kalmıştır. Bir yüzyıllık çilenin
ardından, İngiltere'nin -milli gelirin yüzdesi cinsinden ifade edilen-kamu
borcunun hızla azalmasını, sadece yurt içi hasıla ve milli gelirdeki büyümenin
hız kazanması sağlamıştır (1815-1914 arası %2,5'e yakındır).12
20. yüzyılda tamamen farklı bir bakış açısı gelişti: Borçlanma, kamu
harcamalarına dair bir politikaya ve daha mütevazı koşullarda yaşayanlar
yararına toplumsal bir yeniden dağılıma hizmet edecek bir araç olabilirdi. Bu iki
görüş arasındaki fark gayet basittir: 19. yüzyılda, borç yüksek bir bedelle geri
ödeniyordu, bu borç verenlerin çıkarmaydı ve özel servetin güçlenmesine
yarıyordu; 20. yüzyılda borç enflasyon selinin içinde kaldı ve âdeta geri
ödenmedi, vergileri artırılmadı, ama açıklar fiilen varlıklarını devlete borç
vermiş kişiler tarafından finanse edildi. Uzun süredir 19. yüzyıldakini
aratmayacak seviyelere inen enflasyonun paylaşımda ne etki yarattığı
belirsizliğini korurken, kamu borcuna yönelik bu "ilerici" bakış 21. yüzyılda
halen zihinlerden silinmemiş durumdadır. İlginç bir biçimde, Fransa'da
enflasyonun yeniden dağılıma yaptığı katkı, İngiltere'dekinden fazladır. Önceki
bölümde gördüğümüz gibi, Fransa 1913-1950 arasında yıllık ortalama %13
enflasyon oranıyla tanışmış, bu da fiyatların yüz katına çıkmasına yol açmıştır.
Proust 1913 yılında Du coté de chez Swann'ı [Swannların Tarafı]
yayımladığında, devlet rantı romancının yazlarını geçirdiği Cabourg Oteli kadar
sağlam görünüyordu. 1950'ye gelindiğinde bu rantların satın alma gücü %1'e
inmişti, öyle ki 1913'ün rantiyeleri ve onların ardından gelenler neredeyse hiçbir
şeye sahip değillerdi. Devlet açısından sonuç şu oldu: Devralınan büyük kamu
borcuna (1913'te milli gelirin %13'üne yakın) ve 1913-1950 dönemindeki -
özellikle savaş yılları boyunca-çok yüksek açıklara rağmen, Fransa'nın kamu
borcu 1950'de nispeten düşük (milli gelirin %30'u civarında) ve 1815
yılındakiyle aynı seviyedeydi. İkinci Dünya Savaşı'nın devasa açıkları üst üste
dört yıl boyunca -1945 ten 1948'e, oldukça yoğun bir siyasi atmosferde-yıllık
%50'den yüksek bir seviyede seyreden enflasyon sayesinde neredeyse anında
silinmiştir. Bu durum bir anlamda 1797'deki "üçte ikinin iflası"na eşdeğerdir:
Ülkeyi düşük bir kamu borcuyla yeniden inşa edebilmek için geçmişe ait
hesaplar kapatılmıştır (bkz. Grafik 3.4).
Varlıkların tarihi, borçların tarihine kıyasla çok daha gürültüsüz patırtısız bir
tarihtir.
Sadeleştirsek, kamu aktiflerinin toplam değerinin Fransa ve İngiltere'de uzun
vadede artış gösterdiğini, 18. ve 19. yüzyıllarda milli gelirin %50'sine karşılık
gelirken, 20. yüzyılın sonunda ve 21. yüzyılın başında milli gelirin %100'ü
seviyesine karşılık gelecek kadar yükseldiğini söyleyebiliriz (bkz. Grafik 3.3-
3.4).
Fransa'daki gidişatı kendine özgü kılan şey, kamu mülkiyetinin parlak geçen
1950-1970 döneminden sonra, 1980-1990 döneminden itibaren çok sığ sulara
geri dönerken, özel servetin -gayrimenkuller ve finansal varlıklar-
İngiltere'dekinden bile daha yüksek olmasıdır: 2010'lu yılların başında yaklaşık
altı yıllık milli gelire karşılık geliyordu ki bu kamu servetinin yirmi katından
fazladır. 1950'li yıllarda devlet kapitalizmini yaşayan Fransa, 21. yüzyılda yeni
özel servet kapitalizminin vaat edilmiş topraklarına dönüşmüştür.
Bu değişimi daha da çarpıcı kılan ise, kimsenin olan biteni olduğu gibi
kabullenmemesidir. Özelleştirme hareketi, ekonominin serbestleşmesi, finansal
piyasaların denetiminin en aza indirilmesi ve sermaye akışları 1980'li yıllardan
beri dünyayı bir bütün olarak etkilemiştir ve bunun çok sayıda karmaşık sebebi
vardır.
Grafik 4.1
Grafik 4.2
2010 yılında Almanya'da kamu borcu neredeyse bir yıllık milli gelire karşılık
geliyordu (aktiflerle aynı).
Grafik 4.3
Almanya'da Özel Sermaye, Kamu Sermayesi, 1870-2010
1970 yılında özel sermaye neredeyse bir yıllık milli gelire karşılık gelirken,
kamu sermayesi neredeyse iki yıllık milli gelirden fazlasına karşılık geliyordu.
Bunun ardından, savaşların sermayede (bina, fabrika, teçhizat vs.) yol açtığı
fiziksel yıkımın 1914-1945 döneminde gözlemlenen düşüşün ancak çok küçük
bir bölümünü açıklayabileceğinin üzerinde durmak gerekiyor. 1913 yılında
İngiltere, Fransa ve Almanya'daki ulusal sermayenin değeri 6,5-7 yıllık milli
gelire karşılık geliyordu, 1950'de ise 2,5 yıllık milli gelire karşılık gelen bir
seviyeye gerilemişti, bu neredeyse 4 yıllık milli gelirlik olağanüstü bir düşüştür
(bkz. Grafik 4.4-4.5).
Sermayenin uğradığı fiziksel yıkım, özellikle Birinci Dünya Savaşı boyunca
Fransa'da (ülkenin kuzeydoğusundaki cephe bölgeleri ciddi hasar görmüştü) ve
İkinci Dünya Savaşı süresince 1944-1945'deki yoğun bombardımanlar sebebiyle
de Fransa ve Almanya'da (çatışmalar 1914-1918'dekinden daha kısa sürmüştü,
ama kullanılan teknoloji çok daha yıkıcıydı) elbette çok ciddi boyutlardaydı.
Netice itibarıyla, bu yıkımların maliyeti Fransa'da bir yıllık milli gelire yakındır
(sermaye/ gelir oranında toplam 1/5,1/4 oranında bir gerileme) ve Almanya'da da
bir buçuk yıllık milli gelire karşılık gelmektedir (sermaye/gelir oranında toplam
1/3 oranında bir gerileme). Çok ciddi boyutlarda olmalarına rağmen savaşın yol
açtığı yıkımlar, çatışmalardan en doğrudan etkilenmiş bu iki ülkedeki düşüşün
ancak küçük bir kısmını açıklamaktadır. İngiltere'de yaşanan fiziksel yıkım
nispeten daha azdır -maliyeti Birinci Dünya Savaşı'nda sıfır, İkinci Dünya
Savaşı'nda ise Alman bombardımanı yüzünden milli gelirin %10 seviyesinin
biraz altındadır. Ama bu durum ulusal sermayenin dört yıllık milli gelire denk
gelecek bir oranda (fiziksel yıkımın kırk katı), yani Fransa ve Almanya'da
olduğu kadar düşmesinin önüne geçememiştir. Gerçekte, savaşların yol açtığı
bütçe şokları ve politik şokların sermaye üzerindeki etkisi, savaşların kendi
etkisinden daha büyük olmuştur. Fiziksel yıkımların dışında, sermaye/ gelir
oranının 1913-1950 arasındaki ölçüsüz düşüşünü açıklayan başlıca etmenler
şunlardır: Bir yandan, yabancı portföylerdeki aşırı düşüş ve dönemi karakterize
eden düşük tasarruf (yıkımlara ilave olarak bu iki etmen, düşüşün 2/3-3/4
kadarını açıklamaktadır), diğer yandan da, savaştan sonra karma ve düzenlenmiş
bir mülkiyetin oluşturduğu yeni politik bağlamda aktiflerde çok düşük bir fiyat
seviyesinin benimsenmesi (düşüşün 1/4-1/3 kadarını açıklamaktadır).
Grafik 4.5
Grafik 4.6
1770 yılında ABD'de ulusal sermaye, üç yıllık milli gelire karşılık geliyordu
(1,5 yıllık milli gelire karşılık gelen tarım arazileri dahil).
Asıl mesele, Kuzey Amerika'da kişi başına düşen arazi miktarının yaşlı
Avrupa'ya göre çok daha yüksek olmasıdır. Hacim olarak, kişi başına çok daha
fa/la sermaye düşmektedir. Ancak, arazilerin piyasa değerleri kesinlikle çok
düşük seviyelere inmiştir: Herkes çok geniş topraklara sahip olabilmektedir,
dolayısıyla toprak çok değerli değildir. Diğer bir ifadeyle, fiyat etkisi hacım
etkisini dengelemenin ötesine geçmiştir: Belli türde bir sermayenin hacmi belli
bir eşiği geçerse, fiyatı kaçınılmaz olarak çok düşer, öyle ki fiyat ve hacmin
çarpımıyla bulunan sermayenin değeri, daha küçük bir hacimdeki sermayenin
değerinin altına iner. 18. yüzyıl sonu ve 19. yüzyıl başında Yem Dünya ve
Avrupa'daki arazı fiyatları arasındaki dikkate değer fark, tarımsal arazi alım
satımlarına ve miraslara dair mevcut tüm tarihse! kaynaklar tarafından da ayrıca
doğrulanmaktadır.
Grafik 4.7
1950 yılında ABD'de kamu borcu bir yıllık milli gelire karşılık geliyordu
(neredeyse aktiflerin toplamı kadardı).
Grafik 4.8
ABD'de özel Sermaye, Kamu Sermayesi, 1770-2010
2010 yılında kamu sermayesi milli gelirin %20'sine karşılık gelirken, özel
sermaye milli gelirin %400'üne karşılık geliyordu
Yıllık gelir veya üretim cinsinden ifade edilen (kaç yıllık gelire ya da üretime
karşılık geldiği) sermaye, Amerika'da 20. yüzyılın başından itibaren istikrara
ulaşmış gibi görünmektedir -o kadar ki sabit sermaye/ gelir veya sermaye/üretim
oranı Amerikan ders kitaplarında kimi zaman evrensel bir yasa olarak geçer
(Paul Samuelson'ın kitabında olduğu gibi). Buna kıyasla, Avrupa'nın sermayeyle
ve bihassa özel sermayeyle ilişkisinin 20. yüzyılda epey kaotik olduğunu
görürüz: Avrupa, servetin âdeta kral olduğu Belle Époque dünyasından,
neredeyse kapitalizmin ortadan kaldırıldığının düşünüldüğü savaş sonrası
dünyasına geçmiş, daha sonra, yani 21. yüzyılın başında da görünüşe bakılırsa
Amerika'daki seviyeleri bir kez daha geride bırakan özel servetiyle, yeni bir
servete dayalı kapitalizme öncülük etmeye başlamıştır. Gelecek bölümde
göreceğimiz üzere, bu durum Avrupa'daki ekonomik ve özellikle demografik
büyümenin ABD'ye kıyasla düşük olmasının geçmişte biriktirilmiş servetin
etkisini otomatik olarak artırması gerçeğiyle pekâlâ açıklanabilir. Ancak ne
olursa olsun, geçtiğimiz yüzyılda Amerika, Avrupa'dakine kıyasla çok daha
istikrarlı bir sermaye/gelir oranına sahip olmuştur, bu da Amerikan kamuoyunun
kapitalizmle neden Avrupa'ya kıyasla daha barışık bir ilişki kurduğunu
açıklamaktadır.
ABD'nin mal varlıklarının pozisyonu 1980'li yılların akışı içinde biraz eksiye
iner ve 1990-2000*li yıllarda ticari açıklar biriktikçe bu eksi pozisyon daha da
derinleşir. Yine de, Amerikalıların yurtdışındaki yatırımları, borçlarının
maliyetinden çok daha yüksek bir getiri sağlamaktadır -bu ayrıcalığı dolara
duyulan güvene borçludurlar-ve bu durum Amerika'nın 1990'lı yıllarda milli
gelirinin %10'u civarında olan ve 2010'lu yılların başında hafifçe %20 seviyesini
geçen eksi pozisyonunun daha da kötüleşmesinin önüne geçmiştir (bu getiri
oranı dinamiğine geri döneceğiz). Sonuçta, güncel durum Birinci Dünya Savaşı
arifesindeki duruma oldukça yakındır. ABD'nin yurt içi sermayesi, ABD'nin
milli gelirinin %450'si civarındadır. Bu toplamda, yabancı yatırımcılar tarafından
sahip olunan aktifler (Amerikalı yatırımcıların sahip olduğu yabancı aktifler
düşüldükten sonra) milli gelirin %20'sine karşılık gelmektedir. Dolayısıyla
ABD'nin net milli serveti de, milli gelirinin yaklaşık %430'una karşılık
gelmektedir. Diğer bir ifadeyle, ABD'nin %95'inden fazlası Amerikalılara,
%5'ten azı ise yabancılara aittir.
Yurtiçi sermayenin çok Önemli bir kısmının -19. yüzyılın sonunda ve 20.
yüzyılın başında dörtte biri kadarının-özellikle doğal kaynaklar sektöründe
(bakır, çinko, alüminyum madenleri, hidrokarbon) başta İngilizler olmak üzere
yabancılara ait olduğu Kanada'daki gidişatın tamamen farklı olduğunu
gözlemliyoruz. 1910'da, Kanada'nın yurt içi sermayesi milli gelirinin yaklaşık
%530'una karşılık geliyordu. Bu toplamda, yabancı yatırımcılara ait aktifler
(Kanadalı yatırımcıların sahip olduğu yabancı aktifler düşüldükten sonra) milli
gelirin %120'sine, diğer bir ifadeyle toplamın 1/5-1/4'ü arasında bir seviyeye
karşılık geliyordu. Dolayısıyla Kanada'nın net milli serveti de milli gelirinin
yaklaşık %410'una eşitti (bkz. Grafik 4.9).11
Grafik 4.9
Graifk 4.10
1770 yılında kölelerin piyasa değeri 1,5 yıllık milli gelire karşılık geliyordu
(toprakla aynı).
Grafik 4.11
1770-1810 Döneminde Sermaye: Eski ve Yeni Dünya
Kölelerin piyasa değeri diğer servet kalemlerine eklenirse, toplam servet altı
yıllık milli geliri geride bırakır, bu da neredeyse İngiltere ve Fransa'daki
sermayenin toplam değerine karşılık gelir. Buna karşılık, neredeyse hiç köle
bulunmayan kuzey eyaletlerinde ise toplam servet gerçekten de çok düşük
seviyelerdedir: Ancak üç yıllık milli gelire, yani güneydekinin ve
Avrupa'dakinin yarısına karşılık gelir.
Göze çarpan ikinci bir olgu Avrupa ve Amerika arasındaki karşılaştırma ile
ilgilidir. Bekleneceği üzere, 1914-1945 dönemindeki şoklar Yaşlı Kıta'yı çok
daha derinden ve kalıcı şekilde etkilemiştir, Avrupa'daki sermaye/gelir oranı da
20. yüzyılın büyük bir bölümünde -1920'li yıllardan 1980'li yıllara kadar-
nispeten daha düşüktür. Ancak, savaş ve savaş sonrasından oluşan bu uzun
zaman dilimi hariç tutulursa, sermaye/gelir oranının Avrupa'da daima daha
yüksek olma eğilimi gösterdiği dikkat çeker. Bu durum 19. yüzyılın tamamı ve
20. yüzyıl başı için olduğu kadar (Avrupa'da %6-7, buna karşılık Amerika'da
%4-5 sermaye/gelir oranıyla), 20. yüzyıl sonu ve 21. yüzyıl başı için de
geçerlidir: Avrupa'daki özel servetin büyüklüğü, Amerika'daki özel servet
seviyesini 1990'lı yılların başında yine gerilerde bırakmıştı ve 2010'lu yıllarda
altı yıllık milli gelire karşılık gelmekteydi, buna karşılık Amerika'da ise özel
servet dört yıllık milli gelirden biraz fazlasına karşılık geliyordu (bkz. Grafik
5.1-5.2).1
Uzun vadede, sermaye/gelir oranı (ß), söz konusu ülkenin tasarruf oranı (s)
ve milli gelirinin büyüme oranı (g) arasındaki ilişkiyi gösteren şu formülle ifade
edilir:
ß = s/g
Diğer bir ifadeyle, eğer bir ülke her yıl milli gelirinin %12'si kadar tasarruf
ediyorsa ve milli gelirinin büyüme oranı yıllık %2 ise, sermaye/ gelir oranı uzun
vadede %600'e eşit olacaktır: Söz konusu ülke altı yıllık mili geliri karşılığı
sermaye biriktirecektir.
Grafik 5.1
Grafik 5.2
Ulusal sermaye( özel ve kamu sermayesi) 1910 yılında Avrupa'da 6.5 yıllık
milli gelire karşılık gelirken,ABD'de 4.5 yıllık milli gelire karşılık gelmektedir.
Kapitalizmin ikinci temel yasası olarak kabul edilebilecek bu formül, bariz
ama önemli bir gerçeği göstermektedir: Çok tasarruf eden ve yavaş büyüyen bir
ülke uzun vadede muazzam bir sermaye birikimine: sahip olur -bu durum, söz
konusu ülkenin toplumsal yapısı ve zenginlik paylaşımı açısından önemli
neticeler doğurabilir. Farklı bir şekilde söyleyelim: Neredeyse durgun olan bir
ekonomide, geçmişten gelen varlıklar doğal olarak aşırı önem kazanacaktır.
Örneğin, tasarruf oranını yine %12 olarak alırsak ve eğer yıllık büyüme oranı
da %1,5'e düşerse (%2 yerine), uzun vadeli sermaye/gelir oranı da (ß = s/g) sekiz
yıllık milli gelir seviyesine yükselir (altı yıl yerine). Eğer yıllık büyüme oranı
%1'e düşerse, bu durumda ß = s/g oranı da on iki senelik milli geliri geçer ya da
ülke %2 büyüme oranıyla olduğundan iki kat daha fazla sermaye yoğun bir ülke
olur. Diğer yandan, bu iyi bir haberdir: Sermaye potansiyel olarak tüm dünya
için faydalıdır, doğru şekilde organize edilmesi halinde bundan herkes
faydalanabilir. Ama diğer yandan da -verili bir dağılım içinde-sermayeyi elinde
tutanların, aslında zenginliklerin daha büyük bir kısmını kontrol ettikleri
anlamına gelmektedir, bu zenginlikler örneğin yıllık ortalama emek gelirleri
cinsinden ölçülebilir. Her durumda, böyle bir dönüşümün ekonomik, sosyal ve
politik hayatta önemli yankıları olacaktır.
Buna karşılık, eğer büyüme %3'e çıkarsa, bu durumda ß = s/g, dört yıllık
milli gelir seviyesine düşer. Eğer tasarruf oranı da eş zamanlı olarak hafifçe s =
%9 seviyesine gerilerse, sermaye/gelir oranı bu defa uzun vadede üç yıla kadar
iner.
Çünkü, her yıl gelirinin s oranında bir kısmını tasarrufa ayıran ve milli geliri
g oranında artan bir ülkede, ß = s/g tek istikrarlı sermaye/ gelir oranıdır.
Bu çok basit bir akıl yürütmenin sonucudur. Gelin neden bahsettiğimizi bir
örnekle açıklayalım. Somutlaştırırsak, eğer bir ülke her yıl gelirlerinin %12'sini
tasarrufa ayırıyorsa ve eğer başlangıç sermayesi altı yıllık gelire eşitse, bu
durumda sermaye birikimi yılda %2 hızla, yani tam olarak milli gelirle aynı
hızda artacak ve sermaye/gelir oranı sabit kalacaktır.4
Buna karşılık, eğer sermaye birikimi altı yıllık gelirden düşükse, gelirin
%12'sine eşit bir tasarruf, sermaye birikimin yıllık %2'den daha fazla artmasını
sağlayacaktır ve bu artış sermaye/gelir oranı denge noktasına ulaşana kadar da
devam edecektir.
Tersi durumda ise, yani eğer sermaye birikimi altı yıllık gelirden yüksekse,
%12'lik bir tasarruf oranı, sermaye birikiminde %2'den az bir artış anlamına
gelecektir, böyle bir durumda sermaye/gelir oranı da bulunduğu seviyede
tutunamaz ve bir denge noktasına doğru gerilemeye başlar.
Her durumda, sermaye/gelir oranı uzun vadede denge noktası (saf doğal
kaynakların etkisiyle yükselebilecek) olan ß = s/g'ye doğru ilerler; tabii bunun
koşulu, uzun dönemde aktiflerin ortalama fiyatının tüketici fiyatlarıyla aynı
oranda değişmesidir.5
Zengin ülkelerdeki özel sermaye 1970 yılında 3,5 yıllık milli gelire karşılık
gelirken, 2010 yılında bu oran dört ila yedi yıl arasındadır.
Sermayeyi fiyatlamak daima çok zordur, çünkü bir taraftan belli bir şirket
tarafından üretilen mal ve hizmetler için veya belli bir gayrimenkul için
gelecekteki talebi öngörmek ve bu şekilde söz konusu aktifin gelecekte
getireceği kârların, kâr paylarının, gayrimaddi hak ödemelerinin, kiraların vs.
akışlarını tahmin etmek gerçekten de oldukça karmaşık bir süreçtir; diğer
taraftan bir binanın veya bir şirketin güncel değeri sadece temel faktörlere değil,
ihtiyaç durumunda bu malların geri satılabileceğinin umulduğu fiyata, yani değer
kazancı veya değer kaybı beklentisine de bağlıdır.
Üzerinde durmak istediğimiz önemli bir husus da, aktiflerin kısa vadeli
fiyatlarında geçtiğimiz on yıllık dönemlerde büyüklüğü artmış gibi görünen bu
geçici ve öngörülemez değişimlerin ötesinde (bunun potansiyel sermaye/gelir
oranındaki bir artışla bağlantılı olduğunu göreceğiz), 1970-2010 döneminde tüm
zengin ülkelerde etkili olan uzun vadeli bir eğilimin daha varlığıdır (bkz. Grafik
5.3). 1970'li yılların başında, özel servetin toplam değeri -borçlardan arındırılmış
olarak-dünyanın tüm zengin ülkelerinde iki-üç yıllık milli gelir arasında
değişiyordu.6 Kırk yıl sonra, 2010'lu yılların başına gelindiğinde, incelediğimiz
tüm zengin ülkelerde özel servet dört ilâ yedi yıllık milli geliri temsil eder hale
gelmiştir.7 Genel değişimin ne yönde olduğuna dair şüpheye yer yoktur.
Piyasalardaki balonları bir yana bırakacak olursak, şahit olduğumuz tam olarak
şudur: özel sermaye 1970'li yıllardan başlayarak geri dönmüş ya da daha doğru
bir ifadeyle, yeni bir servet kapitalizmi ortaya çıkmıştır.
Tablo 5.2
Özel tasarrufların büyük bir kısmının kaynağı kurumsal yollarla elde edilmiş
gelirlerdir (dağıtılmamış kârlar).
Tablo 5.3
Zengin Ülkelerde Brüt ve Net Tasarruf, 1970-2010
Son olarak, hanehalkının yaptığı, mobilya, ev aletleri, taşıt gibi dayanıklı mal
alımlarını özel tasarruflarda -ve özel servetlerde-hesaba katmadığımızı
belirtelim. Bu konuda hanehalkının dayanıklı mal alımlarını, hızlı tüketim olarak
değerlendiren uluslararası muhasebe standartlarına uyuyoruz (buna karşılık aynı
mallar şirketler tarafından satın alındığında yatırım muamelesi görür ve bunlara
yıllık dönemler itibarıyla amortisman ayrılır). Ama bunun ele aldığımız konu
açısından önemi sınırlıdır, zira dayanıklı mallar toplam servetlere kıyasla her
zaman nispeten düşük bir tutarı temsil ederler ve bu tutar zaman içinde pek
değişmemiştir: Mevcut veriler, 1970-2010 döneminde tüm zengin ülkelerde
hanehalkının sahip olduğu dayanıklı tüketim mallarının toplam değerinin -artma
veya düşme yönünde belirgin bir eğilim olmaksızın-milli gelirin %30-50'si
arasında bir değere karşılık geldiğini göstermektedir.
Diğer bir ifadeyle, herkes ortalama olarak gelirinin üçte biri ya da yarısı
değerinde mobilya, buzdolabı, taşıt vs.den oluşan, 2010'lu yılların başında
30.000 avro düzeyindeki kişi başına milli gelir için 10.000-15.000 avro
değerinde bir varlığa sahiptir. Bu miktarlar elbette hiç de önemsiz değildir ve
kitabın III. Kısmında göreceğimiz üzere, nüfusun önemli bir bölümü için
zenginliğin temelini oluşturmaktadır. Ancak, özel servetlerin bütünü içinde -
dayanıklı mallar hariç-beş altı yıllık milli gelire karşılık geldiği, yani yarısı
gayrimenkul, diğer yarısı ise net finansal aktifler (borçlar düşüldükten sonra,
mevduat, hisse senedi, bono, çeşitli yatırımlar vs.) ve işle ilgili mallar olmak
üzere kişi başına yaklaşık 150.000-200.000 avroya tekabül ettiği
düşünüldüğünde, dayanıklı mallar olsa olsa küçük bir ilave oluşturmaktadırlar.
Somut bir ifadeyle, dayanıklı malları özel servete eklersek, bu sadece Grafik
5.3'teki eğrinin gösterdiği seviyenin milli gelirin %30-50'si kadar yükselmesine
yol açar ve genel evrimi dikkate değer bir biçimde etkilemez.13
Değerli mallar ve kıymetli nesnelerle ilgili olarak, uzun dönemde bir düşme
eğilimi olduğunu görüyoruz. Bu tip harcamalar, 19. yüzyılın sonunda ve 20.
yüzyılın başında milli gelirin %10-15'ine karşılık geliyordu, bugün ise %5-
10'una karşılık gelmektedir. Gregory King'e göre toplam değeri -madeni paralar
da dahil olmak üzere-1700'ler civarında milli gelirin %25-30'una ulaşıyordu. Her
durumda, bunların değeri krallığın birikmiş toplam servetine -tarım arazileri,
konut ve diğer sermaye malları (dükkân, fabrika, depo, canlı hayvan, gemi vs.
dahil) yedi yıllık milli gelire yakındır-kıyasla oldukça düşüktür, öyle ki King
kendini sevinmekten ve şaşırmaktan alıkoyamaz.15
Grafik 5.4
Her durumda tüzel kişilere ait söz konusu tutarların genel olarak gerçek
kişilerin sahip olduklarına kıyasla daha az olduğunun altını çizmemiz gerekiyor.
1970-2010 döneminde farklı zengin ülkelere dair tahminleri incelediğimizde,
vakıflar ve kâr amacı gütmeyen diğer kuruluşların toplam servet içindeki payı
konusunda ülkeler arasında ciddi farklar olduğunu -Fransa'da azami % 1,
Japonya'da %3-4 arası, ABD'de %6-7 arasında-ve bu payın belli bir eğilim
göstermeden genel olarak %10'un altında, çoğu ülkede de %5'in altında
olduğunu saptıyoruz. Elimizdeki veriler 18. yüzyıl Fransa'sında kilisenin sahip
olduğu malların toplam değerinin o dönemdeki toplam özel servetin %7-8'ine ve
milli gelirin de yaklaşık %50-60'ına karşılık geldiğini gösteriyor (çoğuna devrim
döneminde el koyulmuş ve bu mallar Ancien Régime'in borçlarını kapatmak için
satılmıştır).17 Diğer bir ifadeyle Ancien Régime dönemindeki kilise, zengin
Amerikan vakıflarının bugün sahip olduğundan -dönemin toplam özel servetine
kıyasla-daha büyük bir mal varlığına sahipti. Bu iki kurumun mal varlıklarının
yine de nispeten yakın olması ilginçtir.
Önce özelleştirmeyi ele alalım. Bir önceki bölümde, son dönemde özellikle
Fransa ve Almanya'da ulusal sermaye içindeki kamu sermayesinin payının sert
bir şekilde düştüğünden söz etmiştik; 1950-1970 döneminde bu iki ülkede milli
servetin dörtte birine -hatta üçte birine-tekabül eden kamu sermayesi bugün
yalnızca birkaç puanı temsil etmektedir (kamu aktifleri sadece borçları
dengelemeye yaramaktadır). Aslında zengin ülkelerin tamamını kapsayan çok
genel bir değişimden söz etmek mümkündür: Dünyanın en gelişmiş sekiz
ekonomisinde, 1970-2010 arasında, özel sermaye/milli gelir oranındaki
yükselmeye paralel olarak, kamu sermayesi/milli gelir oranında düşüş
yaşandığını görüyoruz (bkz. Grafik 5.5). Diğer bir ifadeyle, özel servetin geri
dönüşünün kısmen milli servetlerin özelleştirilmesi sürecinin bir neticesi
olduğunu söyleyebiliriz. Elbette, özel sermayedeki artış, tüm ülkelerde kamu
sermayesindeki düşüşten çok daha fazladır, bu nedenle de ulusal sermaye -
tekabül ettiği milli gelir yılı olarak-gerçek anlamda artmıştır. Ancak bu artış
özelleştirme süreci nedeniyle, özel sermayedeki artıştan daha yavaştır.
Grafik 5.5
Zengin Ülkelerde Özel Sermaye ve Kamu Sermayesi, 1970-2010
İtalya'da özel sermaye milli gelirin %240'ı iken, 1970 ve 2010 yılları
arasında %680'ine yükselmiştir, bu sırada kamu sermayesi de %20'den -%70
seviyesine düşmüştür.
Özellikle İtalya örneği oldukça açıktır. Net kamu serveti 1970'li yıllarda hafif
artıdaydı, daha sonra 1980-1990 döneminden itibaren, birikmiş devasa kamu
açıkları yüzünden net bir biçimde eksiye düştü. Neticede 1970-2010 döneminde,
kamu serveti bir yıllık milli gelire eşdeğer bir miktarda azaldı. Aynı zamanda,
1970 yılında yalnızca 2,5 yıllık milli gelire karşılık gelen özel servet de 2010
yılında 7 yıllık milli gelire karşılık geliyordu, bu da neredeyse 4,5 yıllık milli
gelir değerinde bir artışı ifade etmektedir. Diğer bir ifadeyle, kamu servetindeki
düşüş, özel servetteki yükselişin beşte biri ile dörtte biri arasındaki bir
noktadadır, bu oran göz ardı edilemeyecek kadar büyüktür.
İtalya'nın milli serveti elbette ciddi biçimde artmıştır -1970'te 2,5 yıllık milli
gelire karşılık gelirken, 2010 yılında yaklaşık 6 yıllık milli gelire karşılık
geliyordu-ancak yine de özel servetteki artışın gerisinde kalmıştır. Fakat özel
servetteki bu sıradışı artış bir açıdan aldatıcıdır, çünkü bu artışın dörtte biri,
İtalya'nın bir bölümünün diğer bölümüne borçlanmasına tekabül etmektedir.
İtalyanlar -ya da en azından imkânı olanlar-kamu bütçesini dengelemek için
vergi ödemek yerine, hazine bonosu ya da kamu aktiflerini satın almak suretiyle
devlete ödünç para vermişler, bu da onların -milli serveti artırmadan-kendi özel
servetlerini artırmalarını sağlamıştır.
Tablo 5.4
Özel tasarrufların büyük bir kısmı (ülkeler arasında değişik gösterse de)
kamu açıkları tarafından emilir, bu yüzden de ulusal tasarruf (özel + kamusal)
özel tasarruflardan azdır.
Neticede tüm zengin ülkelerde kamu tasarrufunun ekside olması ve bunun
kamu servetinde yol açtığı düşüş, özel servetteki artışın büyük bir bölümünü
teşkil etmektedir (ülkeye göre onda bir ile dörtte bir arasında değişir). Ana
açıklama bu değildir, ancak bu da önemsiz sayılmaz.
Son olarak, günümüzün kısa ve uzun vadeli balonları ve uzun vadedeki olası
yapısal ıraksamalar bir yana, sermayenin fiyatının her zaman toplumsal ve
politik bir kurgunun parçası olduğunu vurgulamamız gerekiyor: Sermayenin
fiyatı söz konusu toplumun mülkiyet algısını yansıtır ve toplumsal gruplar
arasındaki, özellikle de sermayesi olanlar ve olmayanlar arasındaki ilişkileri
düzenleyen politikalara ve kurumlara bağlıdır. Bu durum, örneğin ev sahipleri ve
kiracılar arasındaki ilişkileri düzenleyen ve kiraları kontrol eden yasalara bağlı
olan gayrimenkul fiyatlarına bariz bir biçimde yansır. Yasalar aynı zamanda,
Almanya'daki nispeten düşük borsa fiyatlarını anlatırken belirttiğimiz gibi, borsa
fiyatlarını da etkiler. Bu açıdan, ihtiyaç duyduğumuz verilere sahip ülkelerde
1970-2010 döneminde şirketlerin piyasa değerleri ile defter değerleri arasındaki
ilişkiyi incelemek, ilginç sonuçlara varmamızı sağlar (bkz. Grafik 5.6). Bu
konuları fazla teknik bulan okurlar, bu bölümü rahatlıkla atlayıp, doğrudan bir
sonraki bölüme geçebilirler.
Grafik 5.6
Eğer şirket 50 milyon avro kâr eder ve bunu 50 milyon avroluk yeni bir
yatırımı finanse etmek için dağıtılmamış kâr olarak tutmaya karar verirse de
durum değişmez: Borsa fiyatı aynı miktarda artar (çünkü herkes şirketin yeni
aktiflere sahip olduğunu bilir), bu sayede piyasa değeri de defter değeri gibi 150
milyon avroya yükselir.
Zorluk, bir şirketin hayatının hızla karmaşıklaşıp belirsizleşebilmesinden
kaynaklanır. Örneğin bir süre sonra hiç kimse, birkaç yıl önce yapılmış 50
milyon avro değerindeki yatırımın şirketin ekonomik faaliyetleri için gerçekten
kullanılıp kullanılmadığı hakkında yeterince bilgi edinemez. Sonrasında defter
değeri ve piyasa değeri birbirinden uzaklaşmaya başlar. Şirket, yatırımlarını ve
onların nasıl finanse edildiğini piyasa değerleriyle bilançosuna yansıtmayı
sürdürür -yeni işyeri, makine, altyapı, patent vs .-, dolayısıyla şirketin defter
değeri değişmeden kalır.22 Şirketin piyasa değeri, yani borsa değeri ise şirketin,
yaptığı yeni yatırımlarını iş ve kâr yaratmak için kullanma kabiliyeti hakkında
finansal piyasaların iyimser ya da karamsar tepkisine bağlı olarak yükselebilir ya
da düşebilir. Bu da pratikte şirketlerin piyasa değeri ile defter değeri arasındaki
devasa farkların nasıl oluştuğunu açıklar. "Tobin'in Q'su" olarak da bilinen (ilk
kez ekonomist James Tobin tarafından tanımlandığı için onun adını almıştır) bu
oran 2012 yılında CAC40'ta işlem gören (Paris Borsası'ndaki piyasa değeri en
yüksek 40 şirketi gösteren endeks) Fransız şirketleri için %20'den %340'a varan
bir oranda değişiklik gösterir.23
Kimi zaman, elbette ülkeye ve yıla bağlı olarak, hafif artıda, bazen de hafif
eksidedir, ancak ulusal sermayeye kıyasla genel olarak oldukça düşük
seviyelerdedir. Diğer bir ifadeyle, zengin ülkelerde ulusal sermayede yaşanan
güçlü yükseliş her şeyden evvel farklı ülkelerdeki iç sermayenin büyümesini
yansıtmaktadır ve ilk bakışta bunda net yabancı aktiflerin nispeten daha küçük
bir rol oynadığını düşünebiliriz (bkz. Grafik 5.7).
Ama bu abartılı bir sonuç olur. Zira Japonya ve Almanya'nın son yirmi, otuz
yılda ve özellikle de 2000'li yıllar boyunca önemli miktarda net yabancı aktif
biriktirdiğini gözlemliyoruz (büyük ölçüde ticari fazlalarının otomatik bir sonucu
olarak). 2010'lu yılların başında, Japonya'nın sahip olduğu net yabancı aktifler,
ülkenin milli gelirinin %70'i seviyesindeydi ve Almanya'nın net dış pozisyonu
da Alman milli gelirinin %50'sine yakındı. Elbette Birinci Dünya Savaşı
arifesinde İngiltere'nin -iki yıllık milli gelire yakın-ya da Fransa'nın -bir yıllık
milli gelirden fazla-sahip olduğu net yabancı aktiflerden çok daha düşük bir tutar
söz ' konusudur. Ancak bu birikim sürecinin hızını düşündüğümüzde, doğal
olarak bu değişimin ne yönde ilerleyeceğini merak edebiliriz.25 Sömürgecilik
döneminde karşılaştığımız kayda değer net yurtdışı pozisyonlarına geri
dönülecek mi, yoksa o seviyelerin de ötesine mi geçilecek?
Bu soruyu doğru bir biçimde ele alabilmek için, oldukça sınırlı tarihi veri
bulunan -bugüne dek çok daha az önem arz ettikleri için-ancak mevcut dönem
için çok daha tatmin edici kaynaklara sahip olduğumuz petrol ülkelerini ve
gelişmekte olan ülkeleri (başta Çin) analiz etmekle işe başlamamız gerekebilir.
Bunun yanında yalnızca ülkeler arasındaki değil, bireysel seviyedeki ve her bir
ülkenin kendi içindeki servet eşitsizliğini de hesaba katmamız gerekecektir.
Sermayenin dünya genelindeki bölüşümünün dinamikleri konusunu kitabın III.
Kısmında yeniden ele alacağız.
Grafik 5.7
Japonya ve Almanya'nın sahip olduğu net yabancı aktifler, 2010 yılında 0,5
ilâ 1 yıllık milli gelire karşılık geliyordu.
Bu aşamada sadece ß = s/g yasasının mantığının, Japonya örneğinin açıkça
gösterdiği gibi, servet pozisyonları açısından otomatik olarak muazzam
uluslararası dengesizliklere yol açabileceğini belirtelim. Aynı gelişmişlik
seviyesinde bulunan ülkelerin büyüme (özellikle demografik) ve tasarruf oranları
arasındaki küçük farklar bazı ülkelerin diğerlerinden daha yüksek bir
sermaye/gelir oranı potansiyeline sahip olmasını sağlayabilir; bu durumda
sermaye/gelir oranı daha yüksek olanların, diğerlerine büyük yatırımlar
yapmasını beklemek de doğaldır, ancak bu ciddi siyasi gerilimlere de yol
açabilir. Japonya örneği aynı zamanda sermaye/gelir oranının denge noktası ß =
s/g'nin çok yüksek bir seviyeye ulaşmasıyla ortaya çıkabilecek ikinci bir risk
türüne de işaret etmektedir. Eğer belli bir ülkenin vatandaşları özellikle yurt içi
aktifleri tercih ediyorsa -diyelim Japonya'daki gayrimenkulleri-bu durum tercih
edilen aktiflerin fiyatının rekor denilebilecek kadar yüksek seviyelere çıkmasına
yol açabilir. Bu açıdan bakıldığında, Japonların 1990 yılındaki rekorunun kısa
süre önce İspanya'da kırılması ilginçtir; 1990'da Japonya'daki toplam net özel
sermaye yedi yıllık milli gelire karşılık geliyordu; İspanya'da ise 2007-2008 krizi
öncesinde toplam net özel sermayenin milli gelir olarak karşılığı sekiz yılı
bulmuştu. 1990'ların başındaki Japon balonu gibi, İspanya'daki balon da 2010-
2011 döneminde hızla küçülmeye başladı.26 Potansiyel sermaye/gelir oranı ß =
s/g yeni rekorlara koştuğu sürece, büyük balonlarla gelecekte de karşılaşabiliriz.
Bu arada, sermaye/gelir oranının tarih içindeki değişimini bu şekilde ele almanın
ve ulusal hesaplardan birikim ve akış bahislerinde faydalanmanın ne denli yararlı
olduğunu da kaydedelim. Bu yaklaşım bariz aşırı değerlemelerin zamanında
saptanmasını ve söz konusu ülkelerdeki finansal kuruluşların spekülasyon
heveslerini yatıştıracak tedbirli politikalar ve finansal düzenlemeler
uygulanmasını sağlayabilir.27
Grafik 5.8
Özellikle de 20. yüzyıl sonu, 21. yüzyıl başındaki saf arazi değerleriyle kesin
bir karşılaştırma yapmak neredeyse imkânsızdır. Bugün asıl sorun kırsal arazi
değil, kentsel arazidir: Fransa ve İngiltere'deki tarım arazileri milli gelirin
%10'undan daha düşük bir değere karşılık gelir. Günümüzde tespit etmekte
zorlandığımız bir diğer husus da 18. yüzyıldaki saf tarım arazilerinin değeri gibi,
kentsel arazinin ilk değeridir, bu değeri yalnızca binalar ve yapılardan değil,
altyapı ve araziyi çekici kılan her türlü iyileştirmeden bağımsız olarak
belirlemek zordur. Tahminlerimize göre, son otuz, kırk yıllık dönemdeki yatırım
akışları, servetin -başta gayrimenkul-2010 yılında sahip olduğu değerin hemen
hemen tamamını açıklamaya yetmektedir. Diğer bir ifadeyle, sermaye/ gelir
oranındaki yükselişi, saf kentsel arazinin -ilk bakışta 18. yüzyıldaki saf tarım
arazilerinin değerine benzeyen-değerindeki artışla açıklayamayız, zira bu artış
yarım yıllık-bir yıllık milli gelire karşılık gelen bir seviyededir. Bununla birlikte
belirsizlik marjlarının büyük olduğunu da unutmamak gerek.
Eklenecek iki husus daha var. Bunlardan ilki şudur: Tasarruf ve yatırım
akışları, zengin ülkelerdeki servet -özellikle gayrimenkul-kapitalizasyonunun
ulaştığı toplam değeri pekâlâ açıklar, ama bu durum büyük başkentlerdeki gibi,
insan nüfusundaki yoğunlaşmayla bağlantılı değer artışlarından kaynaklanan
büyük yerel sermaye kazançlarını da dışlamaz. Champs-Èlysees'deki ya da genel
olarak Paris'teki gayrimenkullerin değerindeki artışın yalnızca yatırım akışlarının
artmasıyla açıklanabileceğini ileri sürmek pek bir anlam ifade etmez. Yine de
tahminlerimize göre, belli bölgelerdeki gayrimenkullerin getirdiği büyük
sermaye kazançları, büyük ölçüde daha küçük şehirler ya da popülerliğini
kaybetmiş mahalleler gibi, çekiciliğini yitirmiş başka bölgelerdeki sermaye
kayıplarıyla telafi edilmektedir.
Grafik 6.1
19. yüzyıl boyunca milli gelirin %40'ı sermaye gelirine (kira, kâr, kâr payı, faiz
vs.), %60'ı da (ücret geliri ve ücret dışı gelirler dâhil olmak üzere) emek gelirine
gitmektedir.
Grafik 6.2
21. yüzyılda milli gelirin %30'u sermaye geliri (kira, kâr, kâr payı, faiz vs.),
%70'i de (ücret geliri ve ücret dışı gelirler dâhil olmak üzere) emek gelirine
gitmektedir.
Grafik 6.3
Sermayenin saf getiri oranı uzun vadede kabaca %4-5 seviyesinde sabit
kalmıştır.
Grafik 6.4
Gözlemlenen ortalama getiri oranındaki dalgalanmalar, 20. yüzyıl boyunca
sermayenin saf getiri oranındaki dalgalanmalardan daha büyük olmuştur.
Belirsizliklerin bir diğer önemli kaynağı da -bu belirsizlik bizi, Grafik 6.3 ve
6.4'teki ortalama getiri oranlarının gerçektekinden biraz daha yüksek olduğunu
düşünmeye, dolayısıyla da sermayenin "saf" getiri oranı denebilecek rakamlara
da yer vermeye sevk ediyor-ulusal hesapların şu gerçeği hesaba katmaya
yanaşmamasıdır: Bir sermaye yatırımı, sermaye sahibinin de asgari bir emek
veya en azından dikkat sarf etmesini gerektirir. Ortalama getiri oranı
hesaplanırken, elbette yönetim ve "resmi" finansal aracılık maliyetleri de hesaba
katılır -bir banka ya da resmi bir finans kuruluşunun sunduğu danışmanlık ya da
portföy yönetimi hizmetlerini kastediyoruz-ve sermaye gelirleri ile ortalama
getiri oranı hesaplanırken bunlar düşülür (buradaki oranlar bu şekilde
hesaplanmıştır). Ancak "gayriresmi" finansal aracılık için durum farklıdır: Her
yatırımcı kendi portföyünü, ilişkilerini yönetmek ve hangi yatırımların daha kârlı
olduğuna karar vermek için -bazen çok fazla-zaman harcar. Bu çaba belli
durumlarda girişimci emek ya da bir tür "iş adamı" emeğine benzetilebilir.
Ama bundan kesin emin olabilmek için gereken tarihsel uzaklıktan henüz
yoksunuz. Ülkelerin sermaye çekebilmek için giriştiği giderek şiddetlenen
rekabeti, çeşitlendirilmiş ve karmaşık portföyler aracılığıyla daha yüksek
getiriler sağlayabilmek için finansal piyasa ve kurumların giderek yetkinleştiğini
düşündüğümüzde, sermayenin saf getirisinin Önümüzdeki on yıllık dönemlerde
daha yukarılara tırmanma hazırlığı içinde olduğunu göz ardı edemeyiz. Her
durumda, sermayenin saf getirisinde uzun vadede gözlemlenen bu neredeyse
istikrarlı vaziyet -ya da bir ihtimal, 18. ve 19. yüzyıllardaki %4-5 seviyesinden
günümüzdeki %3-4'e 1/4 ya da 1/5'lik hafif bir düşüş-araştırmamız açısından
sıkça geri döneceğimiz, önemli bir hususu teşkil etmektedir.
Sermayenin saf getirisi (portföy yönetimi için harcanan zamanın değeri dahil
tüm yönetim ücretleri düşüldükten sonraki yıllık sermaye getirisi) nasıl tespit
edilir? Ayrıca, uzun zaman içinde biraz azalmasının, Balzac ve Austen
dönemindeki yaklaşık %4-5 seviyesinden günümüzdeki %3-4 seviyesine
inmesinin sebebi nedir? Bu soruları yanıtlamayı denemeden önce aydınlatılması
gereken önemli bir sorun var. Kendi yetersiz tasarruflarıyla kötü getiri elde eden
bazı okuyucular, 2010'lu yılların başında geçerli olan %3-4 seviyesindeki bir
ortalama sermaye getirisini fazla iyimser bulabilirler. Bu konuda birkaç hususu
belirtmemiz gerekiyor.
Öncelikle Grafik 6.3 ve 6.4'te yer verilen getiriler, vergi öncesi getirilerdir.
Diğer bir ifadeyle, (verili bir sermaye miktarı için) sermayeye ve onun
gelirlerine hiçbir vergi konmasaydı elde edilecek getirilerdir. Bu kitabın son
kısmında, ülkeler arası vergi rekabetini incelerken, verginin geçmişte oynadığı
ve gelecekte oynayacağı rolü ayrıntılı bir biçimde ele alacağız. Şu aşamada, 18.
ve 19. yüzyıllarda neredeyse hiçbir ağırlığı bulunmayan vergi baskısının, 20.
yüzyılda ve 21. yüzyıl başında arttığını, bu nedenle de uzun vadede vergi sonrası
ortalama sermaye getirisinin, vergi öncesi ortalama sermaye getirisinden bariz
biçimde daha düşük olduğunu söylemekle yetinelim. Bugün, doğru bir vergi
optimizasyonu stratejisi uygulamak suretiyle (hatta ikna kabiliyeti yüksek belli
yatırımcılar devlet desteği bile almayı başarmaktadır) sermaye ve sermayenin
gelirleri üzerindeki vergilerin seviyesi de elbette daha düşük olabilir, ancak çoğu
durumda verginin oranı yine de yüksektir, özellikle de gelir vergisinden başka
vergiler de bulunduğunu unutmamak gerekiyor: örneğin emlak vergisi,
gayrimenkul sermayesinin getirisini ve kurumlar vergisi de şirketlere yatırılan
finansal sermayenin getirisini ciddi biçimde azaltır. Ancak, vergilerin tamamı
ortadan kalkarsa -bir gün bu da olabilir, ama şu an bu noktadan epeyce uzağız-
sermaye sahiplerinin gerçekte elde ettiği getiri de Grafik 6.3-6.4'te gösterilen
seviyelere ulaşacaktır. Tüm vergileri hesaba kattığımızda, günümüzün zengin
ülkelerinin çoğunda sermaye gelirine uygulanan ortalama vergi oranının %30
seviyesinde olduğunu söyleyebiliriz. Sermayenin saf ekonomik getirisi ile söz
konusu bireylerin gerçekte eline geçen getiri arasında büyük bir fark olmasının
başlıca sebebi de budur.
Akılda tutmamız gereken ikinci bir husus da %3-4 seviyesindeki saf getirinin
içinde çok büyük bir çeşitliliği barındıran bir ortalama olmasıdır. Sahip olduğu
tek sermaye, mevduat hesabındaki küçük bakiye olan bireylerin elde ettiği getiri
sıfırın altındadır, zira bu bakiyelerin faiz getirisi yoktur ve enflasyon tarafından
emilirler. Birikim ve tasarruf hesapları ise genellikle enflasyon oranının biraz
üzerinde bir getiri sağlar.8 Ancak burada asıl önemli olan şudur: Bu bireyler
sayıca fazla olsa da, sahip oldukları varlıklar nispeten çok küçüktün Zengin
ülkelerde servetin neredeyse iki eşit (ya da karşılaştırılabilir) parçaya ayrıldığını
hatırlayalım: gayrimenkul ve finansal aktifler. Finansal aktiflerin neredeyse
tamamını hisse senetleri, iç borçlanma senetleri, yatırımlar, tasarruf planları,
uzun vadeli finansal sözleşmeler (örneğin hayat sigortası poliçesi ve emeklilik
fonu) oluşturur.
Açıklanması gereken üçüncü husus, Grafik 6.3 ve 6.4'te yer alan getiri
oranlarının mutlaka reel getiri olarak değerlendirilmesi gerektiğidir. Diğer bir
ifadeyle, bu getirilerden enflasyon oranını -günümüzde zengin ülkelerde
genellikle % l-2 seviyesindedir-düşmek hata olur.
Bu şartlar altında, sermayenin getirisinin yıllık akışını (kira, kâr payı, faiz,
kâr vs.) sermaye birikimine bölerek elde ettiğimiz, yani sermayenin kazançlarını
da zararlarını da hesaba katmadığımız sermayenin ortalama getiri oranlarını
(Grafik 6.3 ve 6.4) uzun vadedeki sermaye getirisine dair doğru bir tahmin
olarak göz önünde bulundurmak en mantıklı yaklaşım olacaktır.12 Bu elbette
belli bir aktifin getirisini incelerken, ona artı değer eklememek ya da sermaye
zararını düşmemek (ve nominal bir aktiften de enflasyonu düşmemek) gerektiği
anlamına gelmez. Ancak ortalamada enflasyonun etkisini artıracak olan sermaye
kazançlarını eklemeden tüm sermaye biçimlerinin getirisinden enflasyonu
düşmek de pek anlamlı olmayacaktır.
Elbette, 19. yüzyıldaki sıfır enflasyondan, 20. yüzyıl sonu ve 21. yüzyıl
başındaki %2 enflasyona geçiş sermayenin saf getirisinde hafif bir düşüşe yol
açmıştır, zira bugünün yatırımcıları aktiflerini çeşitlendirmek ya da en azından
en kârlı yatırım stratejisinin ne olabileceğine kafa yormak için daha çok zaman
harcamak zorundadır, oysa (fiyatlar artmadığı için, geçmişte birikmiş aktiflerin
değerinde azalma riski olmayan) sıfır enflasyon rejiminde rantiye olmak gayet
kolaydır. Ama yineleyelim, enflasyondan en çok en büyük servetlerin
etkilendiğini ve geçmişte biriktirilmiş servetin etkisini azaltmak için en doğru
çözümün enflasyon olduğunu kesin olarak söyleyemeyiz. Servetin ölçeğine göre
değişen etkin getiri oranları konusunu ele alacağımız III. Kısım'da ve
vergilendirmeyle enflasyon da dahil olmak üzere, servetin yeniden dağılımını
etkileyen çeşitli kurumlan ve politikaları karşılaştırdığımız IV. Kısım'da bu
temel soruna geri döneceğiz. Şu aşamada, enflasyonun öncelikle servet sahipleri
arasında -bazen olumlu, bazen olumsuz-bir yeniden dağılım rolü oynadığını;
enflasyonun sermayenin ortalama getirisi üzerindeki olası etkisinin nispeten
sınırlı, her durumda görünen "nominal" etkisinin altında olduğunu belirtmekle
yetinelim.13
Teknoloji doğal olarak önemli bir rol oynar. Sermaye bir üretim faktörü
olarak hiçbir işe yaramıyorsa, o zaman tanım gereği marjinal verimliliği de sıfır
olacaktır. Sermayenin üretime katkı sağlamadığını, hiçbir yatırımın arazinin
verimliliğini artırmaya yaramadığı, hiçbir araç ya da teçhizatın üretimi
artırmadığı ya da başını sokacak bir çatısı olmanın dışarıda uyumaya kıyasla
hiçbir ek konfor getirmediği bir toplumu hayal etmek teorik açıdan mümkündür.
Böyle bir toplumda sermaye, saf bir değer rezervi olarak önemli bir rol
oynayabilir: Örneğin, herkes gıda saklamayı seçebilir (saklama şartları
müsaitse), bunu bir kıtlık olasılığına karşı ya da tamamen estetik sebeplerden
yapabilir (o zaman gıdaya süs ve farklı aksesuarlar istiflenmesi de eklenecektir).
Teorik açıdan, sermaye/gelir oranının (ß) aşırı derecede yüksek, ancak
sermayenin getirisinin (r) kesinlikle sıfır olacağı bir toplumu düşünmenin
önünde hiçbir engel yoktur. Bu durumda sermayenin milli gelirdeki payı da, α =
r x ß, kesinlikle sıfır olacaktır. Böyle bir toplumda, milli gelir ve üretimin
tamamı emeğe gider.
Bunu elbette hayal edebiliriz, ancak en ilkel insan topluluklarında dahi işler
çok farklı bir yol izler. Tüm medeniyetlerde, sermayenin ekonomik açıdan iki
önemli işlevi vardır. Bunlardan ilki ikametgâh sağlamak, yani değeri konutların
kira değeriyle ölçülen "barınma hizmeti" üretmektir; bu değer dışarıda yaşamak
yerine bir çatının altında uyumanın ve yaşamanın sağladığı konfor değeridir.
İkincisi ise bir üretim faktörü olarak mal ve hizmet üretilmesini sağlamaktır
(üretim süreci, tarım arazisi, araç, bina, işyeri, makine, teçhizat, patent vs.
gerektirir). Tarihte, sermaye birikiminin ilk biçimleri hem araçları, hem arazi
ıslahını (çitleme, sulama, drenaj vs.), hem de ilkel meskenleri (mağara, çadır,
kulübe vs.) kapsıyordu, daha sonra daha gelişkin sermaye biçimleri olan endüstri
ve iş sermayesi, sürekli olarak iyileştirilen meskenler ortaya çıkmıştır.
Bu iki aşırı durum da gerçekte bir anlam ifade etmez: İlki hayal gücü
eksikliği, İkincisi de aşırı teknolojik iyimserlikle (veya insan türü konusundaki
karamsarlıktan, bakış açısına göre değişir) maluldür. Emek ve sermaye
arasındaki ikame esnekliği 1 'den düşük müdür yoksa yüksek midir, sorulması
gereken asıl soru budur. Eğer esneklik 0 ile 1 arasındaysa, o zaman
sermaye/gelir oranı (ß) marjinal verimlilikte öylesine kuvvetli bir düşüşe neden
olur ki sermayenin payı ( α = r x ß ) azalır (sermayenin getirisinin marjinal
verimliliğe eşit olduğu varsayımıyla).15 Eğer esneklik 1'den yüksekse, bu
durumda da sermaye/ gelir oranındaki (ß) artış önceki durumun aksine marjinal
verimlilikte sınırlı düşüşe neden olur, bu da sermayenin payında ( α = r x ß) artış
anlamına gelir.16
Esnekliğin 1'e eşit olduğu durumda ise, bu iki etki birbirini mükemmel bir
biçimde dengeler: Sermaye getirisi (r), sermaye/gelir oranındaki (ß) artışla aynı
oranda düşer, böylece sermayenin payı (α = r x ß) değişmeden kalır.
Grafik 6.5
Bu yorum haklı ise, çok ciddi bir dönüşümden söz ediyoruz demektir. Ama
temkinli olmakta fayda var. Bir taraftan, daha önce de belirttiğimiz gibi, araya
henüz yeterince zaman girmediği için sermayenin payının çok uzun vadede
geçirdiği değişimi tam değerlendiremiyoruz. Sermayenin payının önümüzdeki
dönemde, 19. yüzyıl başındaki yüksek seviyeye geri dönmesi çok büyük bir
olasılıktır. Bu iki nedenden ötürü gerçekleşebilir: Ya teknolojinin yapısal biçimi
-ve emek ile sermayenin nispi önemi-gerçekte değişmemiştir (değişen daha çok
emek ve sermayenin pazarlık güçleridir) ya da yapısal biçim biraz değişmiştir -
bu bize daha makul geliyor-ancak sermaye-emek ikame esnekliğinin uzun
vadede 1'in üzerinde olacağını düşünürsek, sermaye/gelir oranındaki yükseliş de
doğal olarak sermayenin payının tarihteki o tepe noktalara yönelmesine, hana o
seviyeleri dahi geçmesine yol açacaktır. Bu bilgi, araştırmamızdan şu aşamada
çıkarılabilecek en önemli bilgi olmaya adaydır: Modern teknoloji daima çok
fazla sermaye gerektirir ve sermayenin kullanım çeşitliliği de getirisini tamamen
yok etmeden muazzam miktarda sermaye biriktirilmesine olanak vermektedir.
Hu koşullar altında, teknoloji emeğin lehine denebilecek bir biçimde dönüşmüş
olsa da, sermayenin payının uzun vadede azalmasını sağlayacak doğal bir
sebepten söz edemeyiz.
Grafik 6.6
Şirketlerin brüt katma değerinden brüt kârların aldığı pay 1980 yılında %25 iken,
2010 yılında bu oran %33'e yükselmiştir; net kârların net katma değerden aldığı
pay ise %12'den %20'ye yükselmiştir.
Grafik 6.7
Fransa'da Konut Kiralarının Milli Gelir İçindeki Payı,1910-2010
Konut kiralarının (ikametgâhların kira değerinin) milli gelir içindeki payı 1948
yılında %2 iken, bu oran 2010 yılında %10'a yükselmiştir.
Grafik 6.8
Sermaye gelirlerinin (net kâr ve kira) milli gelir içindeki payı 1982 yılında
%15 iken, bu oran 2010 yılında %27'ye yükselmiştir.
Yine de 19. yüzyıl sonu ve 20. yüzyıl başındaki ulusal hesapların ve çeşitli
istatistiki malzemelerin, sermaye/gelir oranının dinamiğini doğru bir şekilde
incelemek için tamamen yetersiz olduğunun altını çizmek gerekir.
Teknolojinin Kaprisleri
Vautrin'in Söylevi
Vautrin'in Rastignac'a önerdiği sınıf atlama stratejisi buna kıyasla çok daha
etkilidir. Pansiyonda yaşayan ve gözü yakışıklı Eugene'den başka kimseyi
görmeyen silik genç kızla, Matmazel Victorine ile evlenerek, 1 milyon franklık
bir servete konacaktır. Bu onun daha 20 yaşındayken 50.000 franklık bir ranta
(sermayenin %5'i kadar) ve kraliyet savcılığının ancak uzun yıllar sonra
sağlayabileceği bir yaşam standardından on kat daha iyi bir yaşam standardına
(ve dönemin en zengin birkaç Parisli avukatının yıllar süren gayret ve
dalavereden sonra ancak 50 yaşında eriştiği bir seviyeye) ulaşmasına izin
verecektir.
İleride göreceğimiz gibi, 19. yüzyılda Fransa'da geçerli olan gelir ve servet
yapısı çerçevesinde, miras yoluyla edinilmiş servet hiyerarşisinin tepesine
yaklaştıkça, emek gelirlerinin hiyerarşisinin tepesinde yer alan gelirlerin
sağlayabildiğinden çok yüksek bir yaşam standardı ile karşılaşırız. Bu şartlar
altında, insan neden çalışmak ya da kısacası neden ahlaklı davranmak istesin ki?
Toplumsal eşitsizlik bütünü içinde ahlaksız ve gayrimeşru olduğuna göre,
sermaye elde etmek için ahlaksızlığın sonuna kadar neden gidilmesin ve neden
her yol mubah sayılmasın ki?
Elbette emek gelirleri her zaman eşit bir biçimde dağılmaz ve sosyal adalet
sorununu emek geliri ve miras yoluyla edinilmiş gelir arasındaki önem farkına
indirgemek de adil olmaz. Bununla beraber eşitsizliklerin daha çok kişisel emek
ve beceri üzerine kurulu olduğuna duyulan inanç veya en azından bu yönde bir
dönüşüm için beslenen umut, demokratik modernitemiz açısından kurucu
niteliktedir. Nitekim, Vautrin'in söylevinin 20. yüzyılda Avrupa toplumları için
en azından geçici bir süre geçerlililiğini yitirdiğini göreceğiz. Savaş sonrası
dönemlerde, miras geçmişteki önemini büyük ölçüde kaybetmiş ve tarihte belki
de ilk kez emek ve eğitim yükselmenin en emin yolu haline gelmişlerdir. Şu 21.
yüzyıl başında ise, her türden eşitsizlik yeniden baş gösterse ve toplumsal,
demokratik ilerleme hakkındaki birçok inanç sarsılsa da, Vautrin'in Rastignac'a
çektiği söylevden bu yana dünyanın kökten bir değişim geçirdiği konusunda hâlâ
yaygın ve hâkim bir izlenim mevcuttur. Bugün genç bir hukuk öğrencisine
eğitimini bırakıp, sınıf atlamak için eski mahkûmun stratejisini izlemesini kim
tavsiye edebilir? Gerçi bir mirasa el koymanın en iyi strateji olmaya devam ettiği
istisnai durumlar bulunabilir.4 Ama örneklerin ezici çoğunluğunda, eğitime,
emeğe ve mesleki başarıya yatırım yapmak, daha ahlaklı olması bir yana, daha
kârlı da değil midir?
Nitekim, emek gelirleri dağılımından daha eşitlikçi bir servet dağılımına yol
açacak mekanizmalar pekâlâ düşünülebilir. Örneğin, verili bir zamanda, emek
gelirlerinin yalnızca farklı işçi grupları arasında beceri seviyesinden, hiyerarşik
konumdan kaynaklanan kalıcı ücret eşitsizliklerini değil, ama aynı zamanda kısa
vadeli şokları da (örneğin, farklı iş kollarındaki ücret ve çalışma saatleri yıldan
yıla ve farklı bireysel güzergâhlara göre güçlü dalgalanmalar yaşayabilir)
yansıttığını düşünelim.
Böyle bir durumda emek eşitsizliği de kısa vadede çok yükselecektir, gerçi
bu kısmen yapay bir yükselme olur çünkü uzun vadeli ölçümlerde, örneğin bir
yılı (daha uzun süreli veriler bulunmadığı için genellikle yıllık ölçüm yapılır)
değil on yılı esas alan ölçümlerde azalır (bir yıl yerine on yıl, hatta bireyin ömrü
boyunca ölçülürse) azalır. Aslında Vautrin'in söz ettiği fırsat ve yazgı
eşitsizliklerini gerçekten incelemek için en ideali, bu eşitsizlikleri insanın ömrü
boyunca ölçmektir, ama bu da ne yazık ki çok güçtür.
Böyle bir dünyada, servet birikiminin asıl gerekçesi ihtiyat olabilir (gelecekte
olumsuz şoklar yaşanacağı beklentisiyle biriktirme), bu durumda servet
eşitsizliği de emek geliri eşitsizliğinden daha düşük olacaktır. Örneğin, servet
eşitsizliği, emek gelirlerindeki kalıcı (mesleki kariyerin tamamı boyunca
ölçülmüş) eşitsizlikle aynı seviyede ve emek gelirindeki anlık (zaman içinde
belli bir noktada ölçülmüş) eşitsizlikten net biçimde düşük olur. Tüm bunlar
olasıdır, ama servet eşitsizliği emek gelirlerindeki eşitsizlikten daima daha
yüksek olduğu için, bu olasılıkların gerçeği pek de yansıtmadığını söyleyebiliriz.
Kısa vadeli şok beklentisi nedeniyle ihtiyat birikimi yapılması gerçek dünyada
da karşımıza çıkan bir olgudur, ama servet birikimi ve paylaşımını anlamamızı
sağlayan asıl mekanizma bu değildir.
Bunun için, Tablo 7.1, 7.2 ve 7.3'te farklı ülkelerde ve farklı dönemlerde
gözlemlenen paylaşım Örneklerine yer verdik. Yer verilen rakamlar yaklaşıktır,
bilinçli olarak yuvarlanmıştır, ancak bu rakamlar bugün içinde yaşadığımız
dünyada ve tarihte, bir yandan emek gelirlerindeki, diğer yandan sermaye
mülkiyetindeki ve nihayetinde de emek ve sermaye gelirlerini toplayarak elde
ettiğimiz toplam gelirdeki eşitsizliklere dair bir ilk fikir edinmemize izin verirler.
Tablo 7.1
Tablo 7.2
Sermaye Mülkiyetindeki Eşitsizlik, Dönemlere ve Ülkelere Göre
Yetişkin nüfusu bir bütün olarak ele alırsak, en yüksek emek gelirini elde
eden %10'luk kesim, emek gelirleri toplamının (pratikte ücretlerin toplamı
kadar) %20'sini geçen bir pay almaktadır, en az ücret alan %50'lik kesimin aldığı
pay %35, ortada yer alan %40'lık kesimin payı da %45 seviyesindedir (bkz.
Tablo 7.1 ).5 Gerçi mükemmel bir eşitlik söz konusu değildir, çünkü o durumda
her kesimin nüfus içindeki payının karşılığını alması gerekirdi (en iyi maaş alan
%10 gelir toplamının tam olarak %10'unu ve en az ücret alan %50 toplamın
%50'sini almalıydı).
Tablo 7.3
Somut bir ifadeyle, en yüksek ücreti alan %10'luk kesim, ücret toplamının
%20'sini alıyorsa, bu durum tanım itibarıyla o kesime mensup herkesin ülkedeki
ortalama ücretin ortalama iki katı ücret aldığını gösterir. Aynı şekilde en düşük
ücreti alan %50'lik kesim toplam ücretin %35'ini alıyorsa, bu da otomatik olarak
bu kesimin, ortalama ücretin üçte ikisinden biraz fazla (yaklaşık %70'i) bir ücret
aldığını gösterir. Ve eğer, ortada yer alan %40'lık kesim, toplam ücretin %45'ini
alıyorsa, demek ki bu kesimin ücreti ortalama ücretin biraz üzerindedir.
Örneğin, söz konusu ülkede ortalama ücret aylık 2.000 avro ise, bu
paylaşıma göre en iyi ücret alan kişiler ayda ortalama 4.000, en az ücret alan
%50'lik kesim ortalama 1.400, aradaki %40'lık kesim ise ortalama 2.250 avro
kazanmaktadır.6 Bu açıdan bakınca, aradaki bu kesim, yaşam seviyesi ortalama
gelire yakın, geniş bir "orta sınıf" olarak değerlendirilebilir.
Bu konuya yer verdiğimiz Tablo 7.1-7.2'de kullanılan "halk sınıfı" (en alt
%50'lik kesim), "orta sınıf" (%50'lik alt kesimle %10'luk üst kesim arasında
kalan %40'lık kesim) ve "üst sınıf" (en üst %10'luk kesim) isimlerinin tamamen
keyfi ve tartışmaya açık terimler olduğunu belirtelim. Bunları sadece açıklayıcı
olması, somut bir fikir vermesi açısından kullanıyoruz, ancak gerçekte
analizimiz açısından bu terimlerin pratik bir işlevi yoktur ve bu toplumsal
kesimleri pekâlâ "A grubu", "B grubu" ve "C grubu" diye de adlandırabilirdik.
Kamusal tartışma alanında bu tür terminolojik sorunlar asla önemsiz diye
geçiştirilemez: Bu konularda tarafların verdikleri kararlar, genellikle şu veya bu
grubun gelir ve servet seviyelerinin gerekçelendirilmesine ve
meşrulaştırılmasına yönelik örtülü ya da açık tavırları yansıtır.
Çünkü, özünde tek amacımız şu: Zaman ve mekân içinde birbirinden çok
uzak, taban tabana zıt ve en önemlisi de kendilerini oluşturan toplumsal grupları
ifade etmek için tamamen farklı kelimeler ve kavramlar kullanan toplumlarda
yürürlükte olan eşitsizliklerin yapısını karşılaştırabilmek. Onda birlik ve yüzde
birlik kavramları biraz soyut kalıyor ve kesinlikle şiirsellikten yoksunlar. İnsanın
kendi devrinin kategorileriyle özdeşleşmesi haliyle daha kolay: köylüler ve
soylular, proleterler ve burjuvalar, işçiler ve üst düzey yöneticiler, hizmetçiler ve
tüccarlar. Ancak onda birlerin ve yüzde birlerin güzelliği şurada: Başka türlü
karşılaştırmanın mümkün olmadığı eşitsizlik seviyelerini ve dönemleri
ilişkilendirmemize ve herkesin anlayabileceği ortak bir dil yaratmamıza izin
veriyorlar.
Başlangıçta, en üst onda birlik kesimi iki alt gruba ayırmak daha açıklayıcı
olabilir: en üst %1'lik kesim (bu terimin diğerlerinden daha iyi olduğunu iddia
etmeden, sadece somutlaştırmak için bu kesime "hâkim sınıf" diyebiliriz) ve
geriye kalan %9 ("müreffeh sınıf"). Tablo 7.1'deki, emek gelirlerindeki
eşitsizliğin nispeten düşük olduğu -İskandinav ülkelerive en yüksek ücret alan
%10'luk kesimin toplam ücretin %20'sini aldığı örneği ele alacak olursak, en üst
%1'lik kesimin toplam ücretten aldığı payın %5 seviyesinde olduğunu görürüz.
Tanım itibarıyla bu durum, en yüksek ücreti alan %1'lik kesimin, ortalama
ücretin 5 katı ya da ortalama ücretin ayda 2.000 avro olduğu bir ülkede ayda
10.000 avro kazandığı anlamına gelir. Diğer bir ifadeyle, en yüksek ücreti alan
%10'luk kesim, ayda ortalama 4.000 avro kazanırken, en yüksek %1'lik kesim
ayda ortalama 10.000 avro kazanır (geriye kalan %9 ise yaklaşık olarak ortalama
3.330 avro kazanır). Bu ayrıştırmayı sürdürür ve en üst %1'lik kesimin içindeki
en üst binde birlik kesimi (%0,1) incelemeye kalkarsak, bu kesimde ayda on
binlerce avro kazananlar, hatta yüz binlerce avro kazanan birkaç kişi olduğunu
görürüz, buna 1970-1980 dönemi İskandinav ülkeleri de dâhildir. Ama şu var ki,
bu kişilerin sayısı az, emek gelirleri toplamındaki ağırlıkları da sınırlıdır.
Demek ki bir toplumdaki eşitsizliğe dair hüküm vermek için, bazı gelirlerin
çok yüksek olduğunu söylemek yetmez: Örneğin "ücret aralıkları 1'den 10'a
uzanıyor" ya da "1'den 100'e uzanıyor" demek gerçekte pek de bir anlam ifade
etmez. Bu seviyelerde gelir elde eden kişilerin sayısını da bilmek gerekir. Bu
açıdan bakınca, en üst %1'lik ya da en üst onda birlik kesimin gelirden -ya da
servetten-aldığı pay, bir toplumdaki eşitsizliğin derecesini anlamamızı sağlayan
bir gösterge olarak değerlendirilebilir, çünkü bu gösterge sadece aşırı gelir ve
servetlerin mevcudiyetini değil, bu yüksek tutarlara erişebilen kişi sayısını da
hesaba katar.
Somutlaştırmak için yine aynı örneği, aylık ortalama ücretin 2.000 avro
olduğu bir durumu alalım: En eşitlikçi İskandinav paylaşımına göre %10'luk
kesime aylık ortalama 4.000 avro (ve en yüksek ücretli %1'lik kesime aylık
10.000 avro), ortadaki %40'lık kesime 2.250 avro ve en düşük ücretli %50'lik
kesime ise aylık 1.400 avro ücret düşer. Günümüzde gözlemlenen en eşitsiz
paylaşıma sahip ABD'de ise hiyerarşi çok daha keskin çizgilerle çizilmektedir:
en üst %10'luk kesime 7.000 avro (en üst %1'lik kesime 24.000 avro), ortadaki
%40'lık kesime 2.000 avro, en düşük ücretli %50'lik kesime ise aylık yalnızca
1.000 avro.
Aynı ortalama ücrete uygulanan farklı emek geliri dağılımları, söz konusu
toplumsal kesimler açısından tamamen farklı toplumsal ve ekonomik
gerçeklikler, belli durumlarda da hiç de barışçıl olmayan eşitsizlikler doğurabilir.
Tüm bu nedenlerle, bir toplumdaki emek eşitsizliğinin derecesini belirleyen
ekonomik, toplumsal ve politik güçleri anlamak çok önemlidir.
Ama bu durum bizi aldatmasın: Gerçek bir "servet sahibi orta sınıf"ın ortaya
çıkışı, gelişmiş ülkelerdeki zenginlik paylaşımının 20. yüzyılda geçirdiği en
önemli yapısal dönüşümdür. Bir yüzyıl geriye, Belle Époque'a, 1900-1910
civarına geri dönelim. Tüm Avrupa ülkelerinde, sermaye yoğunlaşması bugün
olduğundan çok daha yüksekti. Tablo 7.2'de gösterdiğimiz büyüklük seviyelerini
akılda tutmakta yarar var. 1900-1910 dönemine doğru, Fransa, İngiltere veya
İsveç'te ve hakkında veriye sahip olduğumuz diğer tüm ülkelerde, en zengin
onda birlik kesim milli servetin neredeyse tamamını elde tutuyordu: Payı %90'a
ulaşmıştı. En üst %1'lik kesim ise toplam servetin %50'sine tek başına sahipti.
En üst %1'lik kesimin payı eşitsizliğin çok yüksek olduğu İngiltere gibi belli
ülkelerde de %60 seviyesindeydi. Buna karşılık ortada yer alan %40'lık kesim
milli servetten %5'in biraz üstünde pay alıyordu (ülkeye göre değişen oranlarla,
%5-10 arasında), yani en yoksul %50'lik kesimin bugün aldığı payın biraz
fazlasına sahipti.
Diğer bir ifadeyle, orta sınıf diye bir şey yoktu, ortada yer alan %40'lık
kesim servet bakımından neredeyse nüfusun en alttaki %50'lik kesimi kadar
yoksuldu. Sermaye dağılımı sonucunda, neredeyse hiçbir şeye sahip olmayan
büyük bir çoğunluk ve aktiflerin neredeyse tamamına sahip olan bir azınlık
ortaya çıkmıştı. Gerçi sayıca önemli bir azınlık söz konusuydu (en üst onda
birlik kesim, en üst %1'lik kesimden daha çok sayıda kişiyi kapsıyordu, ama
%1'lik kesim bile sayısal olarak azımsanamayacak bir gruptu), ancak yine de bir
azınlıktı. Tüm toplumlarda olduğu gibi, paylaşım eğrisi kesintisizdi. Ama bu
eğrinin eğimi en üst onda birlik ve en üst % 1 'lik kesimlere yaklaştığında ansızın
dikleşiyordu; bu ani çıkış, en yoksul %90'ın dünyasından (bugünün rakamlarıyla
herkesin servet namına en fazla birkaç on bin avroya sahip olduğu bir dünya), en
zengin %10'un ya da birkaç milyon avroluk, hatta onlarca milyon avroluk
servetlere sahip olanların dünyasına geçişi gösterir.19
Servet sahibi bir orta sınıfın ortaya çıkması tarihsel açıdan önemlidir, bu
büyük -ama kırılgan-tarihsel icadı hafife alırsak, hata ederiz. Elbette, servet
yoğunlaşmasının bugün de çok şiddetli olduğuna vurgu yapma arzusu
duyabiliriz: En üst onda birlik kesimin payı 21. yüzyılın başında %60'tır,
ABD'de ise %70'i geçmektedir. Nüfusun en yoksul yarısına gelince, bu kesim
geçmişteki kadar yoksuldur: 2010'da da, 1910'daki gibi toplam servetin ancak
%5'ine sahiptir. Esasen orta sınıf da ancak birkaç kırıntı kapabilmiştir: Avrupa'da
toplam servetin üçte birinden biraz fazlasını, ABD'de ise dörtte birini. Ortadaki
bu kesimin nüfusu, en üst onda birlik kesimden dört kat daha fazla, sahip olduğu
servetse en üst onda birlik kesimin payından iki-üç kat daha azdır. Hiçbir şeyin
değişmediği sonucuna da varılabilir: Sermayenin olduğu yerde her zaman aşırı
eşitsizlik söz konusudur (bkz. Tablo 7.2).
Somut bir ifadeyle, gelir hiyerarşisinin en üst onda birlik kesimi en eşitlikçi
toplumlarda -1970-1980 dönemi İskandinav ülkeleri-milli gelirin %25'ini alır (bu
oran o dönemde Almanya ve Fransa'da %30'du, bugün %35'tir). Ancien Regimé
ve Belle Époque dönemi Fransa'sı ya da İngiltere'si ve 2010'lu yılların ABD'si
gibi en eşitsiz toplumlarda ise bu pay %50'ye kadar çıkabilir (bunun %20'si en
üst %1'lik kesime gider).
Bununla birlikte, elimizde en üst onda birlik kesimin milli gelir içindeki
payının üst sınırının %50 olduğunu ya da bir ülke bu sembolik eşiği aşarsa
dünyanın yıkılacağını ileri sürmemize izin verecek bir dayanak yok. Doğruyu
söylemek gerekirse, elimizdeki tarihi veriler nispeten eksiktir ve bu sembolik
eşiğin çoktan geçilmiş olma ihtimalini de görmezden gelmemeliyiz. Özellikle
Ancien Régime boyunca ve Fransız Devrimi öncesinde veya daha genel olarak
tüm geleneksel kırsal toplumlarda, en üst onda birlik kesimin payının milli
gelirin %50'sini geçmiş ya da %60'ına yaklaşmış -hatta onu da geçmiş-olması
muhtemeldir. Gerçekte, eşitsizliklerin sürdürülebilir olup olmaması yalnızca
baskı aygıtlarının değil, aynı zamanda -belki de daha çok-meşrulaştırma
aygıtlarının tesirine bağlıdır. Eğer eşitsizlikler meşru olarak algılanırsa, örneğin
zenginlerin yoksullardan daha çok -ve daha verimli-çalışma tercihlerinin bir
neticesi olarak görülürse ya da zenginlerin daha fazla para kazanmalarını
engellemenin kaçınılmaz olarak en yoksullara zarar vereceği düşünülürse, gelir
yoğunlaşması tüm tarihi rekorları pekâlâ kırabilir. Bu nedenle Tablo 7.3'te
ABD'de emek gelirindeki eşitsizliğin -ve daha az bir derecede sermaye
mülkiyetindeki eşitsizliğin-son otuz yıllık dönemdeki eğilimi sürdürmesi
halinde, 2030 yılına doğru yeni bir rekora erişeceğini gösterdik. Çünkü böyle
giderse, netice itibarıyla, milli gelirden en üst onda birlik kesimin aldığı pay
%60'a çıkarken, nüfusun en yoksul yarısının aldığı pay ise %15'e düşecektir.
İlk yol klasik bir güzergâh izler ve "aşırı derecede servete dayalı toplum"un
(ya da "rantiye toplumu"), yani miras yoluyla edinilmiş servetin çok önemli
olduğu ve servette yoğunlaşmanın aşırı seviyelere ulaştığı bir toplumun (en üst
onda birlik kesim servetin %90'ına, en üst %1'lik kesim de tek başına %50'sine
sahiptir) ürünüdür. Toplam gelir hiyerarşisine de bu nedenle sermayenin,
özellikle de miras yoluyla edinilmiş sermayenin çok yüksek getirileri hükmeder.
Gerek Ancien Régime Fransa'sında, gerekse Belle Époque dönemi Avrupa
ülkelerinde bu şema karşımıza çıkar -belli farklılıklar olsa da, ortak noktalar
daha çoktur. Böylesi mülkiyet ve eşitsizlik yapılarının nasıl ortaya çıktıklarını,
varlıklarını nasıl sürdürdüklerini ve ne ölçüde geçmişte kaldıklarını ya da 21.
yüzyılda da karşımıza çıkıp çıkmayacaklarını anlamamız gerekecek.
İkinci yol ise, büyük ölçüde son otuz, kırk yıllık dönemde ABD tarafından
icat edilmiş yeni bir güzergâhı izler. Bu şemaya göre toplam gelirdeki aşırı
eşitsizlik "aşırı meritokratik toplum"un (ya da en azından hiyerarşinin tepesinde
bulunanların sevdiği terim budur) bir ürünüdür. Bu toplumu "süper starlar
toplumu" olarak da (ya da "süper yöneticiler" toplumu olarak; tabii bu biraz
farklıdır: Hangi nitelemenin daha doğru olduğunu göreceğiz) adlandırabiliriz.
Diğer bir ifadeyle, çok eşitsiz bir toplum söz konusudur, ama gelir hiyerarşisinin
zirvesini miras gelirleri değil, çok yüksek emek gelirleri işgal etmiştir. Şu
aşamada böyle bir toplumun "aşırı meritokratik" olarak değerlendirilmeyi hak
edip etmediği konusunda herhangi bir hüküm vermediğimizi de belirtelim. Böyle
bir toplumda kazananların toplumsal hiyerarşiyi bu şekilde tarif etmek istemesi
şaşırtıcı değildir, kaldı ki bazı kaybedenleri buna ikna etmekte başarılı oldukları
da aşikârdır. Ama bizim açımızdan bir varsayımın değil, olası -tam zıt yöndeki
bir sonuç kadar olası-bir sonucun söz konusu olması gerekir. ABD'de emek
geliri eşitsizliğindeki artışın "meritokratik" mantıkla ne derece örtüştüğünü
inceleyeceğiz (ve böylesine karmaşık, normatif bir soruya yanıt vermenin
mümkün olup olmadığını da görmüş olacağız).
Grafik 8.1'de iki evrimi gösterdik: ilki gelir hiyerarşisinin en üst onda birlik
kesiminin milli gelirden aldığı paydaki değişim, İkincisi de ücret
hiyerarşisindeki en üst onda birlik kesimin toplam ücretten aldığı paydaki
değişim. Üç olgu göze çarpıyor.
Her şeyden önce, Fransa'daki gelir eşitsizliği Belle Époque'tan sonra hızla
azalmıştır: En üst onda birlik kesimin milli gelirden aldığı pay Birinci Dünya
Savaşı arifesinde %45-50 seviyesindeydi, bugün ise %30-35 seviyesine inmiş
durumdadır.
Milli gelirden alınan paydaki düşüş 15 puana yakındır, bu da kayda değer bir
azalmadır: Bu durum en zengin %10'luk kesimin üretilen zenginlikten her yıl
aldığı payın üçte bir seviyesinde azaldığını ve nüfusun geri kalan %90'lık
kesiminin aldığı payın ise yaklaşık üçte bir oranında arttığını göstermektedir. İlk
bakışta bu artışın, en yoksul %50'lik kesimin Belle Époque'ta aldığı payın dörtte
üçüne ve günümüzde aldığı payın da yarısından fazlasına karşılık geldiğini fark
ediyoruz.1 Bu bölümde birincil gelirlerdeki (yani vergi ve transfer öncesi
gelirler) eşitsizliğin geçirdiği değişimi incelediğimizi de hatırlatalım. Gelecek
kısımda vergi ve transferlerin eşitsizliklerin azalmasına ne derece katkı
sağladığını göreceğiz. Eşitsizliklerdeki bu düşüş daha eşitlikçi bir toplumda
yaşadığımız anlamına gelmiyor: Öncelikle Belle Époque toplumunun aşırı eşitsiz
olduğunu, tarihte gelmiş geçmiş en eşitsiz toplumlardan biri olduğunu
gösteriyor; günümüzde böylesi bir eşitsizliğin büründüğü biçimlerin ve
kullandığı mantığın kabul edilmesi -sanıyorum ki-mümkün değildir. İkinci olgu,
eşitsizliklerde geçtiğimiz yüzyılda yaşanan düşüşün, tamamen sermayenin
yüksek getirisindeki düşüşe bağlı olmasıdır. Eğer sermaye gelirlerini bir kenara
bırakıp, sadece ücret eşitsizliğine yoğunlaşırsak, paylaşımın uzun vadede ne
denli istikrarlı olduğunu fark ederiz. 1900-1910 döneminde ve 2010'lu yıllarda,
ücret hiyerarşisinin en üst onda birlik dilimi toplam ücretlerin %25'ine yakınını
almaktadır. Elimizdeki kaynaklar, dağılımın alt kesimlerindeki eşitsizliğin de
uzun süre aynı kaldığını gösteriyor. Örneğin, en düşük ücretli %50'lik kesimin
toplam ücretlerden aldığı pay daima toplam ücretlerin %25-30'u seviyesinde
olmuştur (bu grup içindeki ortalama ücret, ücretliler toplamı içindeki ortalama
ücretin %50-60'ına karşılık gelmektedir) ve uzun vadede ne yönde bir değişme
olacağına ilişkin bir emare bulunmamaktadır.2 Aradan geçen yüz yılla birlikte
ücretlerin seviyesi, meslekler ve nitelikler elbette tamamen değişmiştir, ancak
ücret hiyerarşisi neredeyse hiç değişmemiştir. Yüksek sermaye gelirleri
düşmese, 20. yüzyılda gelir eşitsizliği azalmazdı.
Grafik 8.1
Grafik 8.2
Bu azalışın tek sebebi sermaye gelirindeki ciddi düşüştür (daha basit bir
ifadeyle, rantiyelerin çöküşüdür): Ücretlere yoğunlaşırsak, en üst %1'lik kesimin
payının uzun vadede, toplam ücretin %6-7'si seviyesinde tamamen sabit kaldığı
görülür. Birinci Dünya Savaşı arifesinde, gelir eşitsizliği -en üst %1'lik kesimin
payıyla ölçüldüğünde-ücret eşitsizliğinden üç kat daha fazladır; bugün ise
yalnızca üçte biri kadar fazladır ve ücret eşitsizliğine, sermaye gelirlerinin
neredeyse yok olduğunu düşünmemize -böyle düşünmek hata olur-sebep olacak
kadar yakındır (bkz. Grafik 8.2).
Grafik 8.1-8.2'nin işaret ettiği üçüncü önemli olgu ise eşitsizliklerin tarihinin
durgun akan bir nehir olmadığıdır. Sayısız dalgalanma söz konusudur ve "doğal"
bir denge durumuna yönelmiş, önüne geçilmez herhangi bir düzenli eğilim
taşımadığı kesindir. Fransa'da ve tüm diğer ülkelerde, eşitsizliğin tarihi daima,
sarsıcı toplumsal değişimlerin etkisi altında ve yalnızca ekonomik etmenlerin
değil, sayısız toplumsal, askeri ve kültürel olgunun şekillendirdiği kaotik ve
politik bir tarih olmuştur. Sosyo-ekonomik eşitsizlikler -toplumsal kesimler
arasındaki gelir ve servet uçurumları-her zaman başka alanlarda yaşanan
değişimlerin hem nedeni hem de sonucu olmuştur: Tüm bu boyutlar birbirlerine
ayrılmaz bir biçimde bağlı olagelmiştir. Bu nedenle zenginliğin paylaşımının
tarihi, bir ülkenin genel tarihinin gerçek bir okumasını sunar.
1932 yılında en yüksek gelirlerin en üst %0,5'lik diliminde ana gelir kaynağı
-ekonomik krize rağmen-hâlâ sermaye gelirleriydi (bkz. Grafik 8.3).5 Aynı
şekilde, 2000-2010 döneminde yüksek gelirlerin bileşimini ölçtüğümüzde,
gerçekliğin tamamen değiştiğini görüyoruz. Elbette dün olduğu gibi bugün de,
gelir hiyerarşisinde yukarılara çıkıldığında emek gelirleri kaybolur ve en üst
%1'lik ve binde birlik kesimlerin hâkim geliri sermaye gelirleridir: Bu yapısal
gerçek değişmemiştir. Ancak dün ve bugün arasındaki can alıcı fark şudur:
Sermaye gelirlerinin emek gelirleri karşısındaki tam hâkimiyetini görebilmek
için bugün toplumsal hiyerarşide çok daha yukarılara çıkmak zorundayız.
Mevcut durumda, sermaye gelirlerinin emek gelirlerine üstün geldiği nispeten
dar ve tek toplumsal kesim, en yüksek gelirlerin en üst %0,1'lik dilimidir (bkz.
Grafik 8.4). Bu kesim, 1932 yılında 5, Belle Époque'ta ise 10 katı daha
kalabalıktı.
Grafik 8.3
Fransa'da En Yüksek Gelirlerin Bileşimi, 1932
Grafik 8.4
En üst onda birlik kesimin daha yoksul olan yarısı, gerçekten de yöneticilerin
dünyasıdır: Ücretler genel olarak gelirler toplamının %80-90'ını temsil eder.7
Bunun üstündeki %4'lük kesimde ise ücretlerin payı hafifçe azalır, ancak yine
baskın bir görünüm sergilemeyi sürdürür: Bugün olduğu gibi, iki savaş arası
dönemde de gelirler toplamının %70-80'ini temsil eder (bkz. Grafik 8.3-8.4). Bu
geniş %9'luk kesimde (yani, en üst onda birlik kesimden en üst %1'lik kesimi
çıkardığımızda geri kalan grup), temel gelir kaynağı kendi ücreti olan kişilerle,
her şeyden önce özel şirketlerin yöneticileri ve mühendisleri ve de kamu
kesimindeki yöneticiler ve öğretmenlerle karşılaşırız. Söz konusu gruptaki
ücretler, ortalama ücretin iki üç katıdır; örneğin ortalama ücretin ayda 2.000 avro
olduğu bir toplumda, bu grubun ücretleri 4.000 ile 6.000 avro arasında değişir.
Özetleyelim: En üst onda birlik dilim birbirinden çok farklı iki dünyayı
içerir, biri emek gelirinin hüküm sürdüğü %9'luk kesimdir, diğeri ise yukarılara
çıktıkça sermaye gelirinin (döneme bağlı olarak çok ya da az) arttığı %1'lik
kesimdir. Bu dünyalar arasındaki geçişler her zaman aşamalıdır ve tüm sınırlar
geçirgendir, ancak aralarındaki farklar da bariz ve sistematiktir.
Buna karşılık, %1'lik kesimde yukarılara çıktıkça, emek gelirleri ilave bir
gelir türüne, sermaye gelirleri ise birincil gelir kaynağına dönüşmektedir.
Saptadığımız diğer bir ilginç örüntü de şudur: Eğer sermaye gelirlerini
gayrimenkul (kira) ve menkul (kâr payı, faiz) olarak ikiye ayırırsak, en üst
%1'lik kesimdeki sermaye gelirinin büyük bir kısmının menkul sermaye geliri
(özellikle de kâr payı) olduğunu görürüz.
Her şeyden önce, Grafik 8.3 ve 8.4'ün sadece gelir beyanlarında yer alan
sermaye gelirlerine dayandığını belirtelim. Dolayısıyla sermaye gelirleri
vergiden kaçınma eğiliminin (yatırım gelirlerini gizlemek ücretleri gizlemekten
daha kolaydır, örneğin vergi mükellefi ikamet ettiği ülkeyle vergi konusunda
işbirliği yapmayan bir ülkede yerleşik bir bankada hesap açıp, bu gelirleri orada
tutabilir) ve gelir vergisinden muaf çeşitli kategorilerin varlığı sebebiyle (bu
vergi ilk yaratıldığında Fransa'da ve diğer her yerde, her tür geliri kapsama
niyetindeydi), gerçekte olduğundan daha az görünmektedir. Sermaye gelirleri en
üst onda birlik kesimde baskın olduğuna göre, sermaye gelirlerinin eksik beyan
edilmesi, en üst onda birlik ve en üst %1'lik kesimlerin -Grafik 8.1 ve 8.2'de
gösterilen ve gerek Fransa gerekse inceleyeceğimiz tüm diğer ülkeler için sadece
beyan edilen gelirlere dayanan-paylarının gerçekte olduğundan daha düşük
değerlendirilmesini gerektirir. Sundukları büyüklük seviyeleri ilginç ve her
durumda yaklaşık olan bu paylar, gerçek gelir eşitsizliğinin düşük bir tahmini
olarak değerlendirilmelidir.
Eğer 1914-1945 dönemini bir bütün olarak ele alırsak, bu iki düşüşün tutarlı
olduğunu görürüz: En üst onda birlik kesimin payında 18 puan düşüş
yaşanmıştır, bunun 14 puanı en üst %1'lik kesime aittir.17 Diğer bir ifadeyle,
%1'lik kesimin payındaki düşüş, 1914-1945 döneminde eşitsizlikteki azalmanın
dörtte üçünü tek başına açıklarken, geriye kalan %9'un payındaki düşüş de
azalmanın geri kalan dörtte birini temsil etmektedir, %1'lik kesimdeki aşırı
sermaye yoğunlaşmasını ve onların genelde daha riskli ürünlere yatırım
yaptıklarını (buna ileride döneceğiz) hesaba katarsak bu sonuçta şaşırtıcı bir yan
yoktur.
Gerçekte, olaya biraz daha yakından, yıl yıl izleyerek bakıldığında, her
değişimin tam bir açıklaması olduğunu görüyoruz ve değişimlerin bütünü de,
toplumsal kesimler arasında şiddetli gerginliklerin yaşandığı iki savaş arası
dönemin yeniden değerlendirilmesi açısından aydınlatıcı oluyor. Tüm bunları
iyice kavrayabilmek için, %9'luk kesim ile %1'lik kesimin aynı gelirlerle
yaşamadıklarını akılda tutmak gerekiyor.
%1'lik kesim her şeyden evvel servetinden elde ettiği gelirlerle ve başta da
borçlanma senetlerine ya da hisse senetlerine sahip oldukları şirketlerden aldığı
faiz ve kâr payı ile yaşamını sürdürür: Hal böyle olunca da, en üst %1'lik
kesimin payının ekonomik faaliyetlerdeki daralmayla, şirket kârlarında düşüşle
veya iflaslar zinciriyle akıllarda yer etmiş 1929 krizi boyunca düşmesinden daha
doğal bir şey olamaz.
%9'luk kesimin sermaye gelirleri de -tipik örnek, genelde nominal olarak pek
değişmeyen kiralardır-deflasyondan istifade etmiş ve reel değerlerinde ciddi bir
artış gözlenmiştir, oysa %1'lik kesime ödenen kâr paylan tamamen dibe
vurmuştur.
Vadelerin Çarpışması
Şimdi derhal öne çıkan bir örneği, geçtiğimiz birkaç on yıllık dönem içinde
"üst düzey yönetici" toplumunun ilk kez ortaya çıktığı ABD örneğini ele alalım.
Evvela ABD için tarihi seriler oluştururken, bu serilerin Fransa'nınkilerle
karşılaştırılabilir olması konusunda elimizden geleni yaptığımızı belirtelim.
Özellikle Grafik 8.5-8.6'da ABD, Grafik 8.1-8.2'de Fransa için aynı serileri
sunduk: Çünkü bir yandan gelir hiyerarşisinin, diğer yandan da ücret
hiyerarşisinin en üst onda birlik ve en üst %1'lik dilimlerindeki değişimleri
karşılaştırmak istiyoruz. Gelir vergisinin ABD'de, yüksek mahkeme ile uzun bir
mücadele neticesinde 1913 yılında yürürlüğe girdiğini belirtelim.23 ABD'de gelir
beyanlarından elde ettiğimiz veriler, Fransa'ya dair -nispeten ayrıntılı olan-
verilerle karşılaştırılabilir durumdadır. Özellikle gelir beyanları üzerinden 1913
yılından bu yana toplam geliri hesaplayabiliyoruz, ama 1927 yılına dek emek
gelirlerini ayrı olarak göremiyoruz, bu nedenle de ABD'nin 1927 öncesindeki
ücret dağılımını gösteren seriler o kadar güvenilir değildir.24
Grafik 8.5
En üst onda birlik dilimde yer alan gelirler 1970'lerde toplam gelirin %35'ine
karşılık geliyordu, bu oran 2000'ler-2010'larda neredeyse %50'ye yükselmiştir.
Grafik 8.6
Burada işaret etmemiz gereken temel bir husus var: Bu olgular, bu türden bir
finansal krizin, ABD'deki eşitsizliklerde görülen yapısal artışı durduracağından
emin olamayacağımızı çok açık bir biçimde göstermektedir. Gerçi borsada
patlama yaşandığında eşitsizlikler nasıl artıyorsa, borsadaki bir çöküşün de ilk
anda eşitsizliklerdeki artışı yavaşlatacağına şüphe yoktur. Lehman Brothers'ın
iflasının hemen ardından gelen 2008-2009 dönemi ya da ilk internet balonunun
patlamasından hemen sonra gelen 2001-2002 dönemi borsadan artı değer
kazanmak için en doğru dönemler sayılmazlar. Aksine bu dönemlerde artı değer
neredeyse yok olmuştur. Ama bu kısa vadeli hareketler, nasıl işlediğini
anlatmamız gereken başka kuvvetlerin yönlendirdiği uzun vadeli eğilimde
herhangi bir değişikliğe yol açmazlar.
Grafik 8.8
ABD'de En Üst %1'lik Kesimde Yaşanan Dönüşüm
En üst %1'lik kesimde yer alan gelirlerde 1970'lerden bu yana gözlemlenen
yükseliş, en üst %1'lik kesimde yer alan ücretlerde yaşanan yükselişten
kaynaklanmaktadır.
Grafik 8.9
Gelir hiyerarşisinin en üst onda birlik dilimine doğru çıktıkça, emek geliri de
giderek daha önemsiz hale gelir.
Grafik 8.10
Bu teori iki hipotez üzerine kurulmuştur. Birincisine göre, belli bir ücretlinin
ücreti onun marjinal verimliliğine, yani çalıştığı şirketin ya da kurumun
üretimine yaptığı bireysel katkıya eşittir. İkincisine göre, bu verimlilik her
şeyden önce ücretlinin yeterliliğine ve söz konusu ülkede yeterliliğin arz-
talebine göre değişir. Örneğin, bir toplumda mühendislik için gerekli mesleki
yeterliliğe sahip çok az sayıda ücretli varsa (yani bu yeterliliğin "arz"ı düşükse)
ve mevcut teknoloji çok daha fazla sayıda mühendis talep ediyorsa (yani "talep"
yüksekse), o zaman düşük arz ile yüksek talebin bu buluşması mühendislere çok
yüksek (diğer ücretlilere kıyasla) ücretler ödenmesine ve dolayısıyla da ücretler
arasında ciddi bir eşitsizliğe yol açabilir.
Bu iki unsur da çok sayıda başka etmene bağlıdır. Eğitim sistemi öncelikle
bu alanda izlenen kamu politikalarına, farklı mesleki rotaların seçim kıstaslarına,
sistemin finansman yöntemine, öğrencilerle aileleri açısından eğitim maliyetinin
ne olduğuna ve mesleki yaşam boyunca sağlanan ilave eğitim imkânlarına
bağlıdır. Teknolojik ilerleme, icatlara ve bunların uygulamaya konma ritmine
bağlıdır. Genel olarak hep daha yüksek bir yeterlilik talebi yaratan teknolojik
ilerleme, bilginin ve ilgili mesleklerin sürekli kendini yenilemesini sağlar.
Eğitim ve teknoloji arasında ve toplumsal kesimler arasında süregiden bir yarış
olduğu düşüncesi buradan kaynaklanır: Yeterlilik arzı teknolojinin ihtiyaçlarıyla
aynı hızla artmazsa, o zaman yeterli eğitim almamış gruplar çok daha düşük
ücretlerle, daha değersiz iş kollarında çalışmak zorunda kalacak ve bu sebeple
emek eşitsizlikleri de artacaktır. Eşitsizliklerin artmasına engel olmak için,
eğitim sistemi artan eğitim ve yeterlilik talebini gereken süratle sunmak
zorundadır. Ve eşitsizliklerin azalmasını sağlamak için de, özellikle de daha az
eğitimli kesimler için, yeterlilik arzı çok daha süratle artırılmalıdır.
Fransa'daki ücret eşitsizliğini alalım. Ücret hiyerarşisinin uzun vadede
nispeten değişmeden kaldığını gördük. Ortalama ücrette 20. yüzyılın başından
beri muazzam bir artış yaşanmıştır, ancak ücretler arasındaki uçurumlar, örneğin
en yüksek ve en düşük ücretli onda birlik dilimler arasındaki farklar değişmeden
kalmıştır. Eğitim sisteminde geçtiğimiz yüzyılda gerçekleştirilen büyük çaplı
demokratikleştirmeye rağmen, bu farklar nasıl değişmeden kalmıştır? Buna
verilecek en doğal yanıt, tüm yeterlilik düzeylerinin aynı ritimle geliştiği, bunun
sonucunda da yukarıya çekilen ücret aralıkları içinde eşitsizliklerin aynı şekilde
sürdüğüdür. İlkokul mezunu olan en az eğitimli grup, eğitim basamaklarında bir
adım ileri gitmiş, önce ortaokul, sonra da bakalorya almıştır. Ama daha önce
bakalorya düzeyinde olanlar bakalorya + 3, sonra da bakalorya + 8'e
yönelmişlerdir. Diğer bir ifadeyle, sistemin demokratikleştirilmesi yeterlilikteki
eşitsizlikleri azaltmamış ve dolayısıyla da ücret eşitsizliklerinde de herhangi bir
düşüş yaratmamıştır. Ama eğer bu tırmanış olmasaydı ve yüz yıl öncesinin
ilkokul mezunlarının (o dönemde bir neslin dörtte üçü) torunları aynı eğitim
düzeyinde kalsaydı, o zaman emek ve ücret eşitsizlikleri de kuşkusuz çok daha
fazla artmış olacaktı.
Eğitim ve teknolojinin uzun dönemde çok önemli bir rol oynadığına şüphe
yoktur. Ücretin daima ücretlinin marjinal verimliliğine eşit ve her şeyden önce
ücretlinin mesleki yeterliliğine bağlı olduğunu ileri süren bu teorik model de
birçok açıdan sınırlıdır. Mesleki eğitime yatırım yapmanın her zaman yeterli
olmayacağı gerçeğini bir yana bırakalım: Mevcut teknoloji mesleki
yeterliliklerden faydalanmayı beceremeyebilir. Bu teorik modelin, en
basitleştirici haliyle, mesleki eğitime yönelik fazlasıyla araçsal ve faydacı bir
bakışa sahip olduğu gerçeğini de bir yana bırakalım. Sağlık sektörünün başlıca
hedefi nasıl ki diğer sektörlere sağlıklı iş gücü tedarik etmek değilse, eğitim
sisteminin başlıca hedefi de insanları diğer sektörlerdeki mesleklere hazırlamak
değildir. Tüm insan topluluklarında, sağlık ve eğitim öz itibarıyla değerlidir:
Ömrü sağlıklı geçirebilmek, bilimsel ve sanatsal bilgi ve kültüre erişebilmek
medeniyetin nesnel hedeflerini oluşturur.3 Tüm diğer vazifelerin neredeyse
tamamının otomatize edildiği, herkesin neredeyse tüm hayatını kendisi ve
başkaları için eğitime, kültüre ve sağlığa adadığı, herkesin öğretmen, yazar,
aktör ya da doktor olduğu ideal bir toplum düşünebiliriz. 2. Bölüm'de
belirttiğimiz gibi, gidilecek yön belli olmuştur: Modern büyümenin karakteristik
özelliklerinden biri eğitsel, kültürel, tıbbi faaliyetlerin üretilen zenginlikler ve
istihdamın yapısında daha belirleyici hale gelmesidir. Bu mutlu günü beklerken,
en azından ücret eşitsizliklerine dair kavrayışımız konusunda ilerleme
kaydetmeye çalışalım.
İdeal toplum tartışmasına göre kuşkusuz çok daha dar olan bu çerçevede,
marjinal verimlilik teorisinin en temel sorunu tarihsel evrimlerin ve uluslararası
tecrübelerin çeşitliliğini yansıtamamasıdır. Ancak, ücret eşitsizliğinin
dinamiklerini anlayabilmek için, tüm toplumlarda emek piyasasının işleyişine
rengini veren farklı etmenlere, yani kurumlara ve düzenlemelere de değinmek
zorundayız. Emek piyasası da diğer piyasalar gibi, hatta onlardan çok daha bariz
biçimde, tamamen doğal ve değişken mekanizmalar ve dizginlenemez teknolojik
etmenler tarafından belirlenen matematiksel bir soyutlamadan ibaret değildir: Bu
piyasa, düzenlemelere ve belli konulardaki uzlaşmalara dayanan toplumsal bir
yapıdır. Bir önceki bölümde, ücret hiyerarşilerinde görülen ve sadece farklı
seviyelerdeki mesleki yeterliliklerin arz ve talep işleyişiyle açıklanması zor olan,
önemli birçok daralma ve genişleme aşamasından söz etmiştik. Örneğin, Fransa
ve ABD'de ücret hiyerarşisinde iki dünya savaşı sırasında da meydana gelen
daralmanın, kamu sektöründe ya da özel sektörde ücretler hakkında süregiden
tartışmaların bir neticesi olduğunu ve ABD'de National War Labor Board gibi bu
konuda özel yetkiye sahip kurumlar bulunduğunu belirtmiştik. Fransa'da ücret
eşitsizliklerinin 1950'den bu yana geçirdiği değişimin anlaşılmasında asgari ücret
hareketlerinin de temel bir rol oynadığına işaret ettik ve ücret hiyerarşisinin
evriminde üç alt dönem tanımladık: asgari ücretin biraz artırıldığı ve ücret
hiyerarşisinin genişlediği 1950-1968 dönemi; asgari ücrette hızlı bir artışın ve
ücret eşitsizliğinde güçlü bir daralmanın yaşandığı 1968-1983 dönemi ve son
olarak, asgari ücretin nispeten yavaş arttığı ve ücret hiyerarşisinin genişlediği
1983-2012 dönemi.4 2013 yılı başında Fransa'da asgari ücret saat başına 9,43
avrodur.
Grafik 9.1
ABD'de asgari ücret uygulaması, Fransa'dan yaklaşık 20 yıl önce, yani 1933
yılında başlamıştır.5 Asgari ücretteki hareketlenmeler, Fransa'da olduğu gibi,
ABD'de de ücret eşitsizliklerinin evrimi üzerinde önemli bir rol oynamıştır. Satın
alma gücü cinsinden, ABD'de asgari ücretin en yüksek seviyesine yarım yüzyıl
önce, yani 1969 yılında ulaşılmıştı, buna göre saat başına ücret 1,60 dolardı
(1968-2013 dönemindeki enflasyonu hesaba katarsak bu tutar 2013 yılında 10,10
dolara karşılık gelir), bu dönemde işsizlik oranı da %4'ün altındaydı. 1980'den
1990 yılına kadar, Reagan ve baba Bush döneminde, asgari ücret 3,35 dolara
sabitlenmişti, enflasyonu hesaba katınca bu durum satın alma gücünde ciddi bir
azalma yaratmıştır. Daha sonra 1990'lı yıllarda, Clinton döneminde asgari ücret
5,25 doları geçmiştir, oğul Bush döneminde ise bu seviyede dondurulmuş, daha
sonra 2008 yılından itibaren Obama yönetimi tarafından yapılan birçok
düzeltmeyle yükseltilmiştir. 2013 yılının başında saat başına ücret ancak 7,25
dolardır (6 avroya karşılık gelir), yani 1980'li yılların başına kadar
Fransa'dakinden yüksek olan asgari ücret, bugün Fransa'dakinin üçte ikisinden
azdır (bkz. Grafik 9.1).6 Başkan Obama, Şubat 2013'te Temsilciler Meclisi'nde
yaptığı konuşmada, 2013-2016 döneminde saat başına ücretin seviyesini 9 dolara
çıkarmak istediğini beyan etmiştir.7
ABD'deki ücret dağılımının en altındaki eşitsizliklerin, asgari ücretteki
evrimi izlediğini görüyoruz: 1980'lerde en düşük ücretli %10'un ücreti ile
ortalama ücret arasındaki fark hızla büyümüş, daha sonra 1990'larda bariz
biçimde küçülmüş, 2000'lerde ise yeniden büyümeye başlamıştır. Yine de bu
dönemin tamamı boyunca dağılımın tepesindeki eşitsizliklerin de -örneğin en
yüksek ücretli %10'luk kesimin toplam ücretten aldığı payın-artmaya devam
ettiğini görmek ilginçtir. Açıkça görüldüğü üzere, asgari ücret dağılımın alt
kesimlerini etkilemiş, başka etmenlerin devrede olduğu üst kesimlere etkisi ise
sınırlı olmuştur.
Ücret aralıkları sorunu bir yana, özgül yatırım kavramı üzerine kurulu bu
argüman şirketin diğer yaşamsal kararlarına da uygulanabilir. Zaten (kimi
meselelere fazlasıyla kısa vadeli bir bakış açısıyla yaklaştıkları düşünülen)
hissedarların yetkilerini sınırlayarak, toplumsal bir mülkiyet kurulmasının ve II.
Kısım'da tartıştığımız "Ren kapitalizmi" modelinde olduğu gibi, çok daha geniş
bir grup olan "menfaat sahipleri" (işçiler dahil olmak üzere) ile yetki paylaşımına
gidilmesinin temel sebebi de budur. Ücret aralıklarının lehine en güçlü gerekçe
bu olsa gerek.
Daha genel olarak, işverenlerin pazarlık gücü işçilerden daha fazla olduğu
için ve en basit teorik modellerdeki "tam ve kusursuz" rekabet şartlarından
uzaklaştığımız hallerde, ücretlerle ilgili katı kurallar belirleyerek işverenlerin
güçlerini sınırlandırmak yerinde olabilir. Örneğin, eğer küçük bir işveren grubu
kendini yurt içi emek piyasasında monopson konumunda, yani emek talebinde
tekel kurmuş şirketler olarak bulursa (yerel işgücündeki hareketlilik düşük
olduğundan), o zaman bu işveren grubu konumlarının sağladığı avantajları
sonuna kadar kullanıp, ücretleri olabildiğince aşağıya, ücretlilerin marjinal
verimliliğinin altına çekmeye çalışacaklardır. Bu şartlar altında, asgari ücret
uygulaması sadece haklı bir uygulama değil, aynı zamanda, ücretlerdeki artışın
ekonomiyi rekabet dengesine yaklaştırması ve istihdamı artırması anlamında da
etkin bir uygulamadır. Tam rekabete dayalı bu teorik model, asgari ücretin
varlığını haklı çıkaracak en bariz gerekçeyi oluşturur: Bu sayede işveren
rekabetteki avantajını sadece belli sınırlar dâhilinde kullanabilir.
Tabii ki burada da her şey asgari ücretin seviyesine bağlıdır: Bu sınır, söz
konusu toplumda mesleki yeterliliklerin ve verimliliğin genel durumundan
bağımsız olarak mutlak bir biçimde sabitlenemez, ABD örneğinde, başta Card ve
Krueger tarafından yürütülen birçok çalışmaya göre, asgari ücret 1980-2000
döneminde öylesine düşük bir seviyeye gerilemişti ki, yükseltilmesi herhangi bir
istihdam kaybına yol açmadan düşük ücretlerin artırılmasını sağlayacaktı ya da
monopson modelinde olduğu gibi istihdam artışı bile yaratabilirdi.10 Bu
çalışmaları temel alırsak, ABD'nin günümüzde hedeflediği yaklaşık %25'lik bir
artış (saat başına 7,25 dolardan 9 dolara) istihdam kaybına yol açmayacak ya da
çok az istihdam kaybına yol açacak gibi görünmektedir. Bunun sonsuza dek
sürdürülemeyeceği açıktır: Asgari ücret arttıkça, istihdam seviyesi üzerindeki
olumsuz etkiler de aşamalı olarak artar. Eğer asgari ücret iki veya üç katına
çıkarsa, aynı şekilde katlanacak olan olumsuz etkilerin baskın gelmemesi
sahiden şaşırtıcı olur. Somut bir ifadeyle, asgari ücretin halihazırda ABD'dekine
kıyasla -ortalama ücrete ve işçi başına üretime göre-daha yüksek olduğu Fransa
gibi bir ülkede, asgari ücrette ciddi bir artışa gidilmesini gerekçelendirmek çok
daha zordur. Fransa'da mesleki yeterliliğin iyileştirilmesi ya da vergi reformu
gibi (bu iki araç birbirini tamamlar) başka araçları harekete geçirmek, ücretlerin
satın alma gücünü artırmak konusunda daha etkili olabilir. Yine de asgari ücreti
tamamen sabitlemek doğru değildir: Ücretleri, üretimden daha hızlı olarak
sürekli artırmak sorunludur, ama ücretleri -ya da ücretlerin önemli bir kısmını-
üretimden daha yavaş bir biçimde artırmak da o derece sağlıksızdır. Tüm bu
kurumların ve kamu politikalarının bu süreçte oynayacakları farklı roller vardır
ve her biri makul bir biçimde kullanılmalıdır.
Diğer bir ifadeyle son otuz, kırk yıllık dönem boyunca üst üste biriken pek
çok farklı hadise var: Bir yanda Goldin ve Katz'ın sözünü ettiği bir gerçeklik yer
alıyor, üniversite diploması olan kişilerle lise mezunları arasındaki ücret farkları
büyümüştür; diğer yanda %1'lik kesimin ücretlerinin uçarcasına yükselişi
(%0,1'lik kesimde daha yukarılara çıkmıştır) var. Ve bu tamamen kendine özgü
hadise, üniversite mezunları arasında, çoğunlukla aynı uzun ve seçkin eğitimden
geçmiş kişiler arasında yaşanıyor. Üstelik bu hadise, nicelik açısından ilkinden
çok daha büyüktür. Bir önceki bölümde ABD'deki en üst onda birlik kesimin
milli gelirden aldığı payda 1970'lerden bu yana gözlemlenen artışın büyük
ölçüde (neredeyse dörtte üç oranında) en üst %1'lik kesimin payındaki hızlı
artıştan kaynaklandığını görmüştük.12 Bu nedenle bu olguyu açıklamak
gerekiyor ve bunun yanıtlarını eğitimde aramak ilk bakışta pek de iyi bir fikir
gibi görünmüyor.
En üst %.1'lik kesimin toplam gelirden aldığı pay, 1970'lerden bu yana tüm
Anglosakson ülkelerde -farklı büyüklüklerde de olsa-artmıştır.
Bununla birlikte, bu genel benzerlik, hadisenin her ülkede farklı bir boyutta
yaşandığı gerçeğini maskelememelidir. Grafik 9.2'de bunu açıkça görüyoruz.
1970'lerde, en üst %1'lik kesimin milli gelirden aldığı pay her ülkede oldukça
benzer bir seviyedeydi. Sözünü ettiğimiz bu dört Anglosakson ülkede, bu pay
%6 ile %8 arasında değişiyor ve ABD bir istisna teşkil etmiyordu: Hatta ABD,
bu oranın %9 olduğu Kanada'nın biraz gerisinde bile kalmıştı; son sırada yer
alan Avustralya'da ise bu pay 1970'lerin sonu ve 1980'lerin başında milli gelirin
tam olarak %5'ine karşılık geliyordu. Otuz yıl sonra, 2010'lu yılların başında
durum tamamen farklıdır. En üst %1'lik kesimin milli gelirden aldığı pay
ABD'de %20, İngiltere ve Kanada'da % 14-15 seviyesinde, Avustralya'da ise
%9-10'un biraz altındadır (bkz. Grafik 9.2).13 İlk bakışta, ABD'deki artışın,
İngiltere ve Kanada'dakinin iki, Avustralya ve Yeni Zelanda'dakinin ise üç katı
kadar olduğunu söyleyebiliriz.14Üst düzey yöneticilerin yükselişi tamamen
teknolojik bir olgu olsaydı, birbirine bu denli benzer ülkeler arasındaki bu büyük
farkları açıklamak da pek mümkün olamazdı.15
Grafik 9.3
Kıta Avrupa'sı ve Japonya'da Gelir Eşitsizliği, 1910-2010
Grafik 9.4
Kuzey ve Güney Avrupa'da Gelir Eşitsizliği,1910-2010
Eğer diğer Avrupa ülkelerini incelersek, geçtiğimiz otuz yıl boyunca en üst
%1'lik kesimin milli gelirden aldığı payda hem Kuzey hem de Güney Avrupa'da
benzer bir değişim, 2-3 puanlık bir artış olduğunu görüyoruz. Diğer kuzey
ülkelerinde olduğu gibi Danimarka'da da en yüksek gelirlerin seviyesi daha
düşüktür, ancak benzer bir artış yaşanmıştır: En üst %1'lik kesim 1980'lerde
milli gelirin %5'inden biraz azını alırken, bu oran 2000-2010 döneminde %7
seviyesine yaklaşmıştır. İtalya ve İspanya'da da bu payın ulaştığı büyüklükler
Fransa'da gözlemlediklerimize yakındır: En üst %1'lik kesimin milli gelirden
aldığı pay aynı dönemler arasında %7'den %9'a yükselmiştir, bu da milli gelirin
2 puanına karşılık gelen bir artış demektir (Grafik 9.4). Eğer Kuzey Amerika'da
gözlemlediğimize yakın bir gidişatın olduğu İngiltere örneğini dışarıda tutarsak,
Avrupa kıtasında bu hususta neredeyse tam bir birlik olduğunu söyleyebiliriz.17
Grafik 9.5
Grafik 9.6
Gelir hiyerarşisindeki en üst binde birlik kesimin toplam gelirden aldığı pay
Kıta Avrupa'sı ve Japonya'da, Anglosakson ülkelere kıyasla az artmıştır.
Dolayısıyla aynı anda çok küçük bir azınlık (%1'lik kesimden on kat daha
küçük) olan, ama toplumsal ve politik hayattaki konumu göz ardı edilemeyecek
bir kesimle karşı karşıyayız demektir.20 Kıta Avrupa'sı ve Japonya dahil tüm
zengin ülkelerde tespit ettiğimiz asıl önemli husus, ortalama satın alma gücünün
durgun olduğu 1990-2000 döneminde bu kesimin satın alma gücünde olağanüstü
bir artış yaşanmış olmasıdır.
Gelir eşitsizliğinin, yalnızca (20. yüzyılın başında en üst onda birlik kesimin
milli gelirden %16-18 seviyesinde pay aldığı) ABD ve Kanada'da değil, ama asıl
(bu payın %11-12 seviyesinde olduğu) Avustralya ve Yeni Zelanda'da Avrupa'ya
kıyasla daha düşük olduğunu görmek ilginçtir. Dolayısıyla Belle Époque'ta Yeni
Dünya'nın tamamı -ve Yeni Dünya'nın yeni keşfedilmiş ve yeni iskâna açılmış
bölgeleri daha da baskın bir biçimde-Yaşlı Avrupa'dan çok daha eşitlikçi
görünmektedir.
Grafik 9.7
Avrupa ve ABD'de En Üst Onda Birlik Kesimin Aldığı Pay, 1900-2010
1950-1970 döneminde, en üst onda birlik dilimde yer alan gelirler, Avrupa
ve ABD'de toplam gelirin %30-35'i seviyesindeydi.
En üst onda birlik kesimin milli gelirden aldığı payın Birinci Dünya
Savaşı'nın arifesinde tüm Avrupa ülkelerinde %40-50 seviyesindeyken, ABD'de
%40'ın biraz üzerinde olduğunu tespit ediyoruz. Daha sonra, dünya savaşlarının
ertesinde, ABD'deki eşitsizlikler Avrupa'dakilerin biraz üzerine çıkmıştır: 1914-
1945 dönemi şokları ertesinde en üst onda birlik kesimin payı her iki kıtada da
azalmış, ancak bu düşüş Avrupa'da (Japonya'da da) çok daha gözle görülür
boyutlarda olmuştur, bu da doğal olarak servetlerin çok daha büyük şoklara
maruz kaldığını gözler önüne sermektedir. 1950-1970 dönemi boyunca, en üst
onda birlik kesimin payı oldukça istikrarlıdır, ABD ve Avrupa arasındaki fark
nispeten azalmıştır, ikisinde de milli gelirin %30-35'i seviyesinde
seyretmektedir. Sonrasında, 1970-1980 döneminde başlayan hızlı ıraksama şu
duruma yol açmıştır: 2000-2010 döneminde, en üst onda birlik kesimin milli
gelirden aldığı pay ABD'de %45-50 seviyesine ulaşmış, yani 1900-1910'da
Avrupa'dakiyle hemen hemen aynı seviyeye gelmiştir; Avrupa ülkelerinde de en
eşitlikçilerden (%30'un altında bir seviyeyle İsveç) en az eşitlikçi olanlara (en üst
onda birlik kesimin aldığı %40'lık payla İngiltere) ve arada yer alanlara
(Almanya ve Fransa, %35 civarında) uzanan büyük bir çeşitlilik olduğunu
görüyoruz.
Grafik 9.8
Gelir Eşitsizliği, Avrupa-ABD karşılaştırması, 1900-2010
Her ülkede farklı bir kronoloji izlese de iki dünya savaşı arasının hemen her
yerde çok fırtınalı ve kaotik bir dönem olduğunu belirtmekle yetinelim.
Almanya'da askeri yenilginin hemen ardından 1920'lerin hiperenflasyonu gelir,
küresel buhranın ülkeyi krize sürüklemesinden birkaç yıl sonra Naziler iktidara
gelir. Almanya'da en üst %1'lik kesimin payının, diğer ülkelerdeki gidişatın tam
tersine, 1933'ten 1938'e kadar hızla arttığını görmek ilginçtir: Bu olgu,
endüstriyel kârlardaki tırmanışı (devletin silah siparişlerindeki artış sayesinde)
ve daha genel olarak da Nazi döneminde gelir hiyerarşisinin yeniden
yapılandırılmasını yansıtmaktadır. Almanya'daki eşitsizliklerin genel seviyesi
çok farklı olmasa da, en üst %1'lik kesimin payının 1950'lerden bu yana diğer
Kıta Avrupa'sı ülkelerindekinden (özellikle Fransa'dan) ve Japonya'dakinden
daha yüksek -en üst binde birlik kesimde daha da yüksek-olduğunu görüyoruz.
Bu olgu, hangisinin daha doğru olacağına kolay karar verilemeyecek birkaç
farklı şekilde açıklanabilir (bu konuya geri döneceğiz).
Güney Afrika'nın belli alt dönemlerine ait verilerin izin verdiği kadarıyla, en
üst onda birlik kesimin payının en çok %50-55 seviyesine ulaştığını görüyoruz,
bu seviye eşitsizliğin zengin ülkelerde (örneğin 1900-1910 döneminde Avrupa
ya da 2000-2010 döneminde ABD) ulaştığı en yüksek seviyelere yakındır, hatta
onlardan da biraz yüksektir. Diğer yandan, 1990-2000 döneminden itibaren vergi
kayıtlarında belli bir bozulma olduğunu saptıyoruz. Bunun sebeplerinden biri
kayıtların bilgisayar ortamında tutulmaya başlamasıdır, zira vergi otoriteleri
geçmiş dönemlerde kendilerinin de ihtiyaç duyduğu ayrıntılı istatistikleri bugün
yayımlamaktan vazgeçebilmektedirler, bu da paradoksal olarak dijital çağda
olmamıza rağmen bilgi kaynaklarında bozulmaya yol açabilmektedir (aynı
durumla zengin ülkelerde de karşılaşıyoruz).31 Kaynaklardaki bu bozulma her
şeyden önce belli hükümetler ve uluslararası kuruluşların artan oranlı gelir
vergisine karşı duydukları genel antipatiyle açıklanabilir.32 Bu konuda simgesel
bir örnek olarak Hindistan'ı ele alabiliriz. Hindistan gelir beyanlarına dair
ayrıntılı verileri toplamayı ve yayımlamayı 2000'lerin başında tamamen
bırakmıştır; oysa ki bu veriler 1922 yılından 2000'lere dek kesintisiz toplanmış
ve yayımlanmıştı. Bunun tuhaf bir sonucu olarak, Hindistan'daki en yüksek
gelirlerin 21. yüzyıl başında geçirdiği evrimi incelemek, geçmişte geçirdiği
evrimi incelemekten daha zor hale gelmiştir.33
Ancak ilk bakışta fark edilmeyen asıl olgu, en üst %1'lik kesimin toplam
ücretlerden aldığı payın, 1970-1980 döneminde zengin ülkelerde gözlemlenen
değişimlerin yansıttığı gibi, ülkeden ülkeye ve dönemden döneme ciddi bir
çeşitlilik göstermesidir. Süper yönetici ücretlerindeki patlama elbette şirketin
ölçeğiyle ve bünyesindeki işlerin çeşitliliğiyle de ilişkilendirilebilir. Büyük
şirketlerde görülen nesnel olarak karmaşık bu kurumsal yönetim sorununun
ötesinde, bu patlama bir "meritokratik aşırılık" biçimi ile, yani modern
toplumların özellikle de Amerikan toplumunun, belli kişileri "kazanan" ilan edip,
geçmişten gelen avantajları değil de, kendilerine özgü becerileri dikkate alınarak
seçilmiş gibi görünen bu kişilere aşırı cömert ücretler sunma ihtiyacıyla
açıklanabilir. Bu konuya geri döneceğiz.
Bir kez daha yılda 10 milyar avro ciro yapan büyük bir şirketin finans
direktörünü düşünelim: Bir gün aniden bu direktörün marjinal verimliliğinin 1
milyar ya da 100 milyon avro olduğuna hükmedilmesi pek muhtemel değildir
(yoksa yönetim ekibinin geri kalanının maaşlarını ödeyecek para kalmaz zaten).
Buna karşılık, bazılarına göre kişilerin 1 milyon, 10 milyon, hatta 50 milyon
ücret almasında hiçbir tuhaflık yoktur (bireysel verimliliğin belirsizliği yüzünden
ücret konusunda da kesin bir üst sınır yoktur). ABD'de en üst %1'lik kesimin
toplam ücretten aldığı payın % 15-20, hatta %25-30 ve daha yüksek seviyelere
ulaşması pekâlâ mümkündür. 1970-1980 döneminden bu yana bu konuda zengin
ülkelerin farklı tecrübeler yaşaması bir yana, "kurumsal yönetim"in
başarısızlığını ve aşırı derecede yüksek üst düzey yönetici ücretlerini haklı
çıkaracak rasyonel bir verimlilik kıstası olmadığını kanıtlamak için
kullanabileceğimiz en ikna edici veriler şunlardır: Şirketlere ait verileri toplarsak
(bunu tüm zengin ülkelerde halka açık tüm şirketler için yapabiliriz), yönetici
ücretlerindeki çeşitliliği şirketin performansı ile ilişkilendirmenin ne denli zor
olduğunu görürüz. Daha kesin bir ifadeyle, belli sayıdaki performans göstergesi
için -şirketin satışlarındaki artış, kârlarındaki artış vs.- şirket dışı sebeplerden
kaynaklanan sapmalarla (örneğin, genel konjonktür, hammadde fiyatlarındaki
küresel şoklar, döviz kurundaki çeşitlilik ya da söz konusu sektörün ortalama
performansındaki değişim) şirket içi sebeplerden kaynaklanan sapmaları
birbirinden ayırabiliriz. Yalnızca bu ikinci grup sapma, şirket yöneticilerinin
kararlarından -en azından kısmen-etkilenebilir. Ücretler marjinal verimlilik
mantığına göre belirlenseydi, ücretlerin şirket dışı sebeplere değil, sadece -ya da
temelde-şirket içi sebeplere göre değişiklik göstermesi beklenecekti. Oysa
gözlemlediğimiz, bunun tam tersidir: Şirketin satışları ya da kârları şirket dışı
sebeplerden arttığı zaman, yöneticilerin ücretleri de daha hızlı bir biçimde
yükselmektedir. Amerikan şirketlerine baktığımızda durumun açıkça böyle
olduğunu görüyoruz: Bu Bertrand ve Mullainathan'ın "şans mükâfatı" ("pay for
luck")37 dediği şeydir.
Bu soruyu önemli kılan diğer bir husus da, sermaye/gelir oranının yükselme
ve büyümenin yavaşlama eğiliminde olduğu 21. yüzyılın başında, sermaye
mülkiyetindeki yoğunlaşmanın yeniden tırmanmaya başlamış olmasıdır. Servet
alanında giderek büyüyen ve uzun vadeli etkileri açısından çok sayıda soruyu
beraberinde getiren bu uçurum, günümüzde coğrafi açıdan sınırlı bir olgu olarak
kalan üst düzey yönetici ücretleri makasının açılmasından çok daha endişe verici
görünüyor.
Bu esef vericidir, zira Birinci Dünya Savaşı servet ve paylaşımına büyük bir
darbe indirmiştir. Fransa'yı incelememizin temel sebeplerinden biri, bu dönüm
noktasını çok daha uzun bir tarihsel perspektife yerleştirme olanağı vermesidir.
1791'den 1901 yılına kadar veraset ve intikal vergisi oranı kesinlikle sabittir:
Akrabalık derecesine göre oran değişir, ancak transfer edilen tutara göre
değişiklik göstermez ve genellikle oldukça düşüktür (genelde %1-2'nin
altındadır). 1901'de, meclisteki uzun kavgaların ardından, bu vergi kısmen artan
oranlı hale gelmiştir. 1820'li yıllardan beri veraset ve intikal akışına dair ayrıntılı
istatistikler yayımlamaya başlayan devlet, 1902 yılından itibaren miras
dilimlerine göre her türlü değişkenli taramayı da istatistiklere dahil etmiş ve bu
istatistikler 1950-1960 yıllarına dek sürekli yetkinleştirilmiştir (yaşa, miras
büyüklüğüne, mülk çeşidine vs. göre çapraz taramalar). 1970-1980 yıllarından
sonra, belli bir yıl boyunca Fransa'da verilmiş veraset ve intikal vergisi
beyannamelerinden temsili örnekleri içeren dijital dosyalar kullanıma açılmıştır;
bu sayede, söz konusu bu istatistiki taramalar 2000-2010 yıllarına dek
getirilebilmektedir. Geçtiğimiz iki yüzyıl boyunca doğrudan vergi idaresi
tarafından üretilmiş bu zengin kaynaklara ek olarak; 1800-1810 döneminden
2000-2010 dönemine kadar uzanan geniş çaplı örneklemler oluşturmak
amacıyla, devlet ve vilayet arşivlerinde günümüze dek düzgün bir biçimde
muhafaza edilmiş on binlerce bireysel beyannameyi de toplamış bulunuyoruz.
Sonuçta, Fransa'daki veraset kayıtları servetin birikimi ve paylaşımı hakkında iki
yüzyıllık bir dönemi kapsayan, eşine az rastlanır zenginlikte, ayrıntılı bir bakış
açısı sunmaktadır.4
Grafik 10.1
En üst onda birlik kesim (en büyük servete sahip %10'luk kesim) 1810-1910
yılında toplam servetin %80 ilâ %90'ına sahipti, bugün bu oran %60-65
civarındadır.
Grafik 10.2
Servet Eşitsizliği, Paris-Fransa Karşılaştırması, 1810-2010
En üst %1'lik kesim (en büyük servete sahip %1'lik kesim) Birinci Dünya
Savaşı arifesinde Paris'teki servet birikiminin %70'ine sahipti.
Grafik 10.3
En üst onda birlik kesim, 1810-1910 döneminde toplam servetin %80 ilâ
%90'ına sahiptir, bugün ise bu oran %70'tir.
Grafik 10.4
İsveç'e dair veriler ise 1910 yılına dek uzanıyor; oldukça zengin bu veriler
yakın zamanda Ohlsonn, Roine ve Waldenström tarafından kullanılmıştır, bu
konuda 1810 ve 1870 yıllan için yapılan tahminler de mevcuttur (başta Lee
Soltovv'un tahminleri). İsveç'e dair bu verilere baktığımızda, Fransa ve
İngiltere'de gözlemlediğimize çok yakın bir gidişatla karşılaşıyoruz (bkz. Grafik
10.4). Bu ülkenin veraset kayıtları, gelir beyanları sayesinde elde ettiğimiz
bilgileri onaylar niteliktedir: İsveç düşündüğümüz gibi yapısal olarak eşitlikçi bir
ülke değildir. Gerçi servetteki yoğunlaşma İsveç'te 1970-1980 döneminde tarihi
serilerde gözlemlediğimiz en düşük seviyeye inmiştir (en üst onda birlik dilimin
toplam servetten aldığı pay %50'den biraz fazlayken, en üst %1'lik dilimin payı
%15'i biraz geçer). Yine de yüksek bir eşitsizlik seviyesi söz konusudur ve 1980-
1990 döneminden beri ciddi bir artış göstermiştir (2010 yılında bu seviye
Fransa'nınkine kıyasla biraz düşüktür). Ama bu noktada vurgulamamız gereken
asıl husus şudur: İsveç'te 1900-1910 döneminde servet Fransa ve İngiltere'deki
kadar yoğunlaşmıştır. Belle Époque, tüm Avrupa ülkelerinde servette ciddi bir
yoğunlaşmanın olduğu bir dönemi ifade etmektedir. Bunun sebeplerini ve 20.
yüzyılda bu olgunun neden kökten bir dönüşüme uğradığını anlamamız bu
nedenle büyük önem taşıyor.
Bu bölümün devamında bizi meşgul edecek iki soru var: Servet eşitsizliğinin
Birinci Dünya Savaşı öncesinde bu denli aşırı olmasının sebebi nedir? Ve servet
21. yüzyıl başında bir kez daha -20. yüzyıl başında olduğu gibi-ciddi bir büyüme
gösterirken (sermaye/gelir oranındaki değişimin işaret ettiği gibi), servetteki
yoğunlaşma bugün neden tarihteki rekorlarının bariz bir biçimde altında
seyretmektedir ve bu sonuç yol açan nedenler nihai, geri döndürülemez olgular
şeklinde değerler dirilebilir mi?
Aslında Grafik 10.1'de yer alan verilerden kolaylıkla çıkarılacak ikinci bir
sonuç şudur: Gerek servetteki yoğunlaşma, gerekse servet gelirlerindeki
yoğunlaşma 1914-1945 döneminin yarattığı şokları asla tam olarak
atlatamamıştır. En üst onda birlik dilim, 1910'lu yıllarda toplam servetin %90'ına
sahipken, bu oran 1950-1970 döneminde %60-70 seviyesine düşmüştür; en üst
%1'lik dilimdeki düşüş ise daha serttir: Bu dilimin 1910'lu yıllarda %60'ı geçen
payı, 1950-1970 döneminde %20-30 seviyesine düşmüştür. Birinci Dünya
Savaşı'ndan önceki eğilimle karşılaştırıldığında, bu büyük kırılma net biçimde
görülür. 1980-1990'lı yıllardan beri servet eşitsizlikleri elbette yeniden artmaya
başlamıştır ve finansal küreselleşmenin, serveti ve dağılımını ulusal çerçevede
ölçmeyi giderek zorlaştırdığını göreceğiz: Servet eşitsizlikleri 21. yüzyılda
ulusal bir mesele olmaktan giderek çıkıp, küresel seviyede tartışılmak zorunda
kalacaktır. Tüm bu belirsizliklere rağmen, şüphe yok ki servet eşitsizlikleri
bugün, bir yüzyıl önceki seviyenin oldukça altındadır: En üst onda birlik dilimin
payı 2010'lu yıllarda %60-65 seviyesindedir; bu oran oldukça yüksek olsa da
Belle Époque'ta ulaşılan seviyeden düşüktür. İki yüzyıl arasındaki temel fark,
bugün servet sahibi bir orta sınıfın bulunmasıdır; bu sınıf milli servetin yaklaşık
üçte birine sahiptir -ki bu da kayda değer bir tutara karşılık gelir.
Diğer Avrupa ülkelerine dair mevcut veriler, bu durumun Avrupa genelinde
meydana gelmiş bir olguya tekabül ettiğini göstermektedir. İngiltere'de en üst
onda birlik dilimin payı Birinci Dünya Savaşı arifesinde %90'ın üzerindeyken,
1970'li yıllarda yaklaşık %60-65'e gerilemiştir; günümüzde de %70
seviyesindedir; en üst %1'lik dilimin payı, 20. yüzyılın başındaki şoklar
yüzünden kelimenin tam anlamıyla çökmüş, 1910'lu yıllarda %70'i geçerken,
1970'li yıllarda %20'ye gerilemiş, sonunda da 2010'lu yılların başında %25-30'a
yükselmiştir (bkz. Grafik 10.3). İsveç'te sermayenin yoğunlaşma seviyesi her
zaman İngiltere'dekinin altında olmuştur, ancak her ülkedeki genel gidişat
Grafik 10.5
En üst onda birlik kesim 1910 yılında toplam servetin %80'ine sahiptir, bu
oran bugün %75 seviyesindedir.
Grafik 10.6
ABD'de ise algı tamamen farklıdır. 19. yüzyılın başında ABD'de servet
sahibi (beyaz) bir orta sınıf halihazırda -bir dereceye kadar-mevcuttu. "Gilded
Age" boyunca gerilemişti, 20. yüzyılın ortasında gücünü geri kazandı ve 1970-
1980 döneminden sonra bir kez daha gerilemeye başladı. Bu "yoyo" Amerikalı,
vergilendirme tarihinde de yerini aldı. 20. yüzyıl ABD için sosyal adalet
konusunda ileriye doğru büyük bir sıçramanın yaşandığı bir yüzyıl değildir.
Gerçekte 21. yüzyılın başında ABD'deki servet eşitsizlikleri, 19. yüzyılın
başında olmadığı kadar büyüktür. Kayıp cennet, ABD'de bu yüzden ülkenin ilk
dönemleriyle ilişkilendirilir ve Otuz Altın Yıl ile o dönemde sermayenin
aşırılıklarını budamaya yönelik devlet müdahaleciliği için değil, Boston Tea
Party* için nostalji duyulur.
Grafik 10.7
Grafik 10.8
Her şeyden önce temel r > g eşitsizliğinin tarihsel bir gerçeklik olduğunu
inkâr edemeyiz. Bu iddiayla hayatında ilk kez karşılaşan çok sayıda kişi,
genellikle hayrete düşer ve böyle bir mantığın geçerliliğini sorgulamaya başlar.
Bu eşitsizliğin tarihsel bir gerçek olduğuna ikna olmanın en kolay yolu birazdan
söyleyeceklerimize kulak vermektir.
Grafik 10.9
Grafik 10.9'un gösterdiği gibi, sermayenin saf getirisi -genelde %4-5- tarih
boyunca büyüme oranından net bir biçimde daha yüksek olmuştur, ancak ikisi
arasındaki fark 20. yüzyılda, özellikle de dünyanın yıllık büyüme oranının %3,5-
4 seviyesine ulaştığı ikinci yarısında bariz biçimde azalmıştır. Görünüşe göre bu
fark, büyümenin (özellikle de demografik büyümenin) yavaşladığı 21. yüzyılda
bir kez daha artacaktır. Kitabın ilk kısmında sözünü ettiğimiz senaryoya göre,
dünyadaki büyüme 2050-2100 arasında %1,5, yani yaklaşık olarak 19.
yüzyıldaki seviyesinde olacak, r ve g arasındaki fark da Sanayi Devrimi
dönemindekine yakın bir seviyeye dönecektir.
Grafik 10.10
Sermayenin (vergi, zarar sonrası) getiri oranı 20. yüzyılda büyüme oranının
altına düşmüştür, ancak 21. yüzyılda yeniden büyüme oranının üstüne çıkabilir
Bu olası değişimi daha da açık bir şekilde ifade etmek için, Grafik 10.11'de
iki alt dönemi, yani 1913-1950 ve 1950-2012 dönemlerini 1913-2012 arasındaki
yüz yılın tek ortalaması halinde bir araya getirdim. Daha önce eşi görülmemiş
bir biçimde bu dönem boyunca, sermayenin net getiri oranı büyüme oranından
daha düşük olmuştur. Ayrıca 2012-2050 ve 2050-2100 dönemlerini de tek bir
dönem, yani 2012-2100 dönemi olarak gösterdim ve 21. yüzyılın ikinci
yarısındaki oranın 22.yüzyılda da aynı şekilde kalacağını varsaydım -bu elbette
kesinlik arz etmez. Grafik 10.11, en azından r-g karşılaştırması konusunda, 20.
yüzyılın istisnai -muhtemelen emsalsiz-karakterini görmemize olanak
vermektedir. Diğer yandan, dünyadaki büyümenin uzun vadede yıllık %1,5
seviyesinde seyredeceği varsayımı bazı gözlemciler tarafından aşırı iyimser
olarak değerlendirilmektedir. Dünyada kişi başına ortalama üretimin 1700-2012
döneminde %0,8 seviyesinde olduğunu ve demografik büyümede -son üç
yüzyılda o da yıllık ortalama %0,8 seviyesinde olmuştur-bugün ve 21. yüzyıl
arasında ciddi bir düşüş yaşanacağını ileri süren tahminleri de anımsayalım.
Bununla birlikte Grafik 10.11'deki temel sorun, gelecek iki yüzyıl boyunca
hiçbir önemli politik tepkinin kapitalizmin ve finansal küreselleşmenin gidişatını
değiştirmeyeceği varsayımına dayanmasıdır -geçtiğimiz yüzyılın çalkantılı tarihi
bu varsayımı şaibeli kılıyor ve bana kalırsa pek de inandırıcı değil, zira böyle bir
durum eşitsizlik açısından göz ardı edilemez neticeler doğuracaktır ve böyle bir
duruma sonsuza dek müsamaha gösterilmeyeceği açıktır (bu hassas sorunu
ayrıntılı bir biçimde ele alacağız).
Grafik 10.11
Tekrar edelim, r > g eşitsizliği her şeyden önce tarihsel bir gerçekliktir, bazı
dönemler ve politik konjonktürde ortaya çıkmıştır. Mantıksal açıdan -devlet
müdahalesi olmaksızın-büyüme oranının sermaye getiri oranından daha yüksek
olduğu bir ülkeyi hayal etmek olanaksız değildir. Bu bir yandan teknolojiye
(sermaye ne işe yarar?) ve diğer yandan da tasarruf ve mülkiyete nasıl
yaklaşıldığına (sermayeyi neden elde tutmak istiyoruz?) bağlıdır. II. Kısım'da
belirttiğimiz üzere, sermayenin hiçbir işe yaramayacağı (sermayenin yalnızca saf
bir değer rezervine indirgendiği ve getirisinin sıfıra eşit olduğu), bireylerin
diyelim ki gelecekte meydana gelmesi öngörülen bir felaket -ya da büyük bir
şölen-için ya da sırf çok sabırlı oldukları ve gelecek nesilleri düşündükleri için
büyük miktarlardaki sermayeyi elde tuttuğu bir ülkeyi hayal etmek hiç de zor
değildir. Böyle bir ülkede bir de verimlilikteki artış hızlıysa -bu ya ardı arkası
kesilmeyen yeni icatlar sayesindedir ya da ülke teknolojik açıdan daha ileri
ülkelerle arayı hızla kapatmaktadır-büyüme oranı da elbette sermayenin getiri
oranından net biçimde daha yüksek olabilir.
Benim nazarımda r > g eşitsizliği her şeyden önce mutlak ve mantıksal bir
gereklilik olarak değil, çeşitli mekanizmalara bağlı, tarihsel bir gerçeklik olarak
ele alınmalıdır. Bu eşitsizlik, her biri diğerinden bağımsız hareket eden
kuvvetlerin birleşmesinin bir neticesidir: Bir yanda büyüme oranı (g) yapısal
olarak nispeten düşük bir seyir izlerken (demografik geçiş tamamlandıktan ve
söz konusu ülke yeniliklerin ritminin nispeten düşük olduğu, teknolojik
ilerlemenin ön saflarına geçtikten sonra bu oran yıllık bazda % 1 seviyesini
geçmez), diğer yanda sermayenin getiri oranı (r) da teknolojik, psikolojik,
toplumsal, kültürel vs. sayısız parametreye bağlıdır, bu parametreler de bir araya
gelerek getiriyi genelde %4-5 seviyesinde (bu seviyede olmasa dahi her zaman
%1'den yüksek bir seviyede) konumlandırırlar.
Fransız Devrimi ve onun eseri olan Medeni Kanun, aile servetleri konusunda
iki temel dayanak üzerine otururlar: substitution héréditaire kurumunun
lağvedilmesi ve malların kız ve erkek kardeşler arasında eşit olarak
bölüştürülmesini temin için en büyük oğul önceliğinin lağvedilmesi. Bu prensip
1804'ten beri katı ve kesintisiz bir biçimde uygulanmıştır: Fransa'da "quotité
disponible" (mirasın, ebeveynin vasiyetnameyle dilediği gibi paylaştırmakta
özgür olduğu kısmı) üç ya da daha fazla çocuk sahibi olan ebeveynler için
toplam servetin dörtte birini geçemez20 ve bu kural ancak bazı istisnai hallerde -
mesela çocukların üvey annelerini öldürmeleri halinde-bozulup, çocuklar
mirastan mahrum edilebilir. Bu çifte lağvetmenin yalnızca eşitlik prensibi
üzerine değil (küçük çocuklar da en az büyük çocuklar kadar değerli kabul
ediliyor ve onları ebeveynlerinin kaprislerinden koruyordu), aynı zamanda
özgürlük ve ekonomik etkinlik prensiplerine de dayandığını anlamak büyük
önem taşıyor. Özellikle de Adam Smith'in hoşlanmadığı, Voltaire, Rousseau ve
Montesquieu'nün ise âdeta tiksindiği, aile malının satılmama koşuluyla miras
bırakılması (entails) sisteminin lağvedilmesi çok basit bir fikre dayanıyordu:
Malların serbest dolaşımına izin vermek ve artık hayatta olmayan ataların
düşünceleri ne olursa olsun, mülkün yaşayan neslin takdirine göre mümkün olan
en kullanışlı biçimde yeniden değerlendirilmesini olanaklı kılmak. İlginç bir
biçimde, Amerikan Devrimi'nin de uzun süren tartışmalar neticesinde aynı
hükme vardığını görüyoruz: Entails (Thomas Jefferson'ın "Dünya yaşayanlara
aittir" şeklindeki ünlü formülü uyarınca) güney eyaletlerinde bile yasaklanmış ve
mirasın kardeşler arasında eşit bölüştürülmesi hukuki açıdan genel esas haline
getirilmiştir -yani vasiyetnamede aksi bir koşul yoksa, mal paylaşımı bu esasla
yapılır (bu önemlidir, zira hem ABD'de hem de İngiltere'de vasiyetnamede mal
paylaşımının özgürce yapılabilmesine bugün dahi izin verilmektedir, ancak
pratikte mallar kardeşler arasında eşit biçimde paylaştırılmaktadır). Bu, 19.
yüzyıldan itibaren yaşayanlar arasında21 eşit bölüştürme prensibini uygulamaya
başlayan ABD ile Fransa arasındaki önemli bir farktır; diğer yandan İngiltere'de
malların bir bölümü, özellikle de tarım arazileri ve toprağa dayalı sermaye
konusunda 1925 yılına dek büyük oğulun önceliği prensibi korunmuştur.
Almanya'da ise entails'in Almanya'daki karşılığı olan sistemin lağvedilmesi,
1919'da Weimar Cumhuriyeti döneminde gerçekleşmiştir.22
Diğer bir ifadeyle, temel r > g eşitsizliği 19. yüzyıldaki sermaye eşitsizliğinin
ulaştığı yüksek seviyeye ve bir anlamda da Fransız Devrimi'nin başarısızlığına
açıklama getirebilir. Devrimci meclisler herkese uygulanacak bir vergi sistemi
kursalar da (bu sayede servet dağılımını ölçmek konusunda emsalsiz bir araç, bir
bilgi kaynağı edinmemizi sağladılar), aslında uygulanan bu verginin oranı öyle
düşüktü ki -19. yüzyıl boyunca doğrudan aktarılan servetler için, en büyükleri de
dahil, %l-2 seviyesindeydi-sermayenin getiri oranı ve büyüme arasındaki
uçurum üzerinde gözle görülür hiçbir etki yaratmamıştı. Bu şartlar altında 19.
yüzyıldaki ve hatta cumhuriyetçi Belle Époque dönemindeki servet eşitsizliğinin,
monarşiyle yönetilen İngiltere'dekinden farklı olmaması hiç de şaşırtıcı değildir.
Bu süreçte siyasi rejimin şekli, r > g eşitsizliği kadar etkili değildir.
Son olarak, r-g arasındaki fark belli bir eşiği geçerse, dengeli bir
paylaşımdan söz etmenin artık mümkün olmayacağını belirtelim: Servet
eşitsizlikleri sınır tanımaksızın artar ve dağılımın tepe noktası ile ortalama
arasındaki uçurum da sonsuza dek büyür. Bu eşiğin tam olarak hangi seviyeye
karşılık geldiği de tasarruf davranışlarına göre değişir: Iraksama kuvvetinin, en
büyük servetlerin sahiplerinin harcama yapmadığı ve getiriyi tasarrufa
dönüştürüp sermaye birikimine eklediği hallerde devreye girmesi çok daha
muhtemeldir. Les Aristochats bizim için bir kez daha doğru bir çıkış noktası
olabilir: Adélaide de Bonnefamille bariz biçimde yüksek bir getiri elde
etmektedir, Duchesse [ana kedi], Marie, Toulouse ve Berlioz'u [yavru kediler]
şımartmak için ne yapacağını bilemez ve kedilerin hayli sıkıldığı resim ve
piyano derslerine hesapsızca para harcar.29 Bir sonraki bölümde, bu kahramanın
durumunun Belle Epoque Fransa'sında -özellikle de Paris'te-servet
yoğunlaşmasındaki artışı çok güzel bir biçimde örneklediğini göreceğiz: Büyük
servetler genellikle sermaye getirisinin büyük bir kısmını tasarruf etmiş ve
sermayeleri bu nedenle ekonomiden daha hızlı büyüyen yaşlı bireylere aittir.
Belirttiğimiz üzere, böyle bir eşitsizlik teorik açıdan sonsuza dek süremez: Bir
noktada söz konusu tasarrufları yatırıma dönüştürecek bir mecra kalmaz ve
sonunda sermayenin küresel ölçekteki getirisi düşer; böylece yeni bir dağılım
dengesi sağlanır ve eşitsizlikler bir noktada istikrara kavuşur. Ancak bu uzun
zaman alabilir ve Paris'te en üst %1'lik dilimin 1913 yılında toplam servetten
aldığı pay %70 seviyesinde olduğuna göre, Birinci Dünya Savaşı yaşanmasaydı
kimbilir bu istikrar hangi seviyede oluşacaktı?
Ayrıca, bunun bir eğriler toplamı olduğunu ve tek bir eğriden oluşmadığını
da belirtelim: Her bir eğri, katsayılara ve parametrelere göre değişiklik gösterir.
Burada yer verdiğimiz servet eşitsizliğine dair veriler de dahil olmak üzere,
WTID'de toplanmış olan verilere bakılırsa, Pareto katsayıları tarih boyunca
büyük bir çeşitlilik göstermiştir. Bir zenginlik dağılım eğrisinin Pareto yasasına
uyduğunu söylersek, bir şey söylemiş olmayız. Bu dağılım, en üst onda birlik
dilimin toplam gelirden %20'den biraz daha fazla pay aldığı (1970-1980
döneminde İskandinavya'da olduğu gibi) ya da %50 pay aldığı (2000-2010
dönemi ABD örneğinde olduğu gibi) ya da %90'dan fazla pay aldığı (1900-1910
döneminde İngiltere ve Fransa'da olduğu gibi) bir dağılım olabilir. Her durumda
elimizdeki bir Pareto dağılımıdır, ancak katsayıları farklıdır. Bu dağılımlara
karşılık gelen farklı toplumsal, ekonomik ve politik değişkenler de birbirlerinden
tamamen farklıdır.32
Bugün bile bazıları, tıpkı Pareto gibi, servet dağılımının neredeyse ilahi bir
yasanın neticesi olarak tam bir istikrara kavuşmasını hayal ediyorlar. Aslında
bundan daha yanlış bir şey olamaz. Eşitsizliğe tarihsel bir perspektiften
yaklaştığımızda ele alınması ve açıklanması gereken asıl mesele dağılımın
istikrarı değil, zaman içinde meydana gelmiş dikkate değer değişikliklerdir.
Servetteki yoğunlaşma özelinde, tarih boyunca gözlemlediğimiz büyük
farklılıkların (ister Pareto katsayıları, isterse de en üst onda birlik ya da %1'lik
dilimin toplam servetten aldığı payın seviyesiyle ifade edilsin)
anlamlandırılmasını sağlayacak şeffaf bir mekanizma, ancak sermayenin getirisi
ve büyüme oranı arasındaki farka dayandırılabilir.
Şimdi asıl soruya geliyoruz: Servet eşitsizliği neden Belle Époque'ta ulaştığı
seviyelere dönmedi ve bunun geri dönüşü bulunmayan, kalıcı bir durum
olduğundan emin olabilir miyiz?
Tablo 10.1
Bütünü içinde özel servetler 21. yüzyıl başında eski zenginleşme eğilimlerini
yeniden yakalamış gibi gözüktükleri halde, 1914-1945 arasında, daha genel
anlamda da 20. yüzyılda yaşanan ve servet yoğunlaşmasının geçmişteki
seviyelere ulaşmasını engelleyen yapısal değişimler nelerdir? Bu soruya
verilecek en doğal ve en önemli yanıt, devletlerin 20. yüzyılda sermayeden ve
onun getirisinden kayda değer oranlarda vergi almaya başlamış olmasıdır.
Servette 1900-1910 döneminde gözlemlediğimiz yüksek yoğunlaşmanın, (en
azından 20. yüzyılın şiddetiyle kıyaslandığında) büyük bir savaş ya da felaketin
yaşanmadığı uzun bir tarihsel sürecin ve vergisiz ya da neredeyse vergisiz bir
dünyanın mahsulü olduğunu vurgulamamız gerekiyor. Birinci Dünya Savaşı'na
dek sermaye gelirinden ya da kurumsal kârdan vergi alınmıyordu. Bu tür vergiler
istisnai hallerde ortaya çıkıyor ve çok düşük oranlarla uygulanıyordu. Bu yüzden
koşullar büyük servetlerin birikimi, intikali ve böylesi servetlerin getirisi ile
sürdürülen yaşamlar için idealdi. 20. yüzyılda kâr payları, faiz, kâr ya da kira
üzerine çeşitli vergiler kondu ve vaziyet kökten değişti.
Mirasın yarattığı yıllık akışın (buna kimi zaman "miras anüitesi" de denir),
yani milli gelir yüzdesi olarak ifade edilen, bir yıl boyunca intikal eden miras ve
hibenin toplam değerinin uzun vadede nasıl evrildiğini incelemekle işe
başlamakta fayda var. Bu şekilde, her yıl intikal eden aktarılan değeri (geçmişten
gelen ve verili bir yıl boyunca miras yoluyla elde edilmesi mümkün olan
zenginliğin büyüklüğü), aynı yıl içinde üretimden ve çalışmadan elde edilen
toplam değerle karşılaştıracağız (emek gelirlerinin milli gelirin toplam üçte
ikisine karşılık geldiğini ve sermaye gelirlerinin bir kısmını da mirastan sağlanan
getirinin oluşturduğunu hatırlatalım).
Uzun vadede hakkında çok şey bildiğimiz Fransa'yı ele alacağız ve Fransa'da
gözlemlediğimiz değişimin -belli bir ölçüde-diğer Avrupa ülkeleri için de geçerli
olduğunu göreceğiz ve son olarak da dünya geneline dair neler
söyleyebileceğimize bakacağız.
Grafik 11.1
Milli Gelirin Bir Dilimi Olarak Yıllık Miras Akışı, Fransa, 1820-2010
Yıllık miras akışı 19. yüzyılda ve 1914'e dek yaklaşık olarak milli gelirin
%20-25'i kadardı, daha sonra 1950'li yıllarda bu oran %5'in de altına düştü ve
2010 yılında %15 seviyesine geri çıktı.
Genel anlamda, belli bir ülkedeki miras anüitesini (akışını) tahmin etmenin
iki yolu vardır. Gözlemlediğimiz miras ve hibe akışlarını doğrudan kullanabiliriz
(mesela vergiye dair verileri, bunu "vergi akışı" olarak adlandıralım) ya da özel
sermaye birikiminden yola çıkarak belli bir yıl boyunca gerçeklemiş servet
aktarımının olası bir akışını hesaplayabiliriz (buna da "ekonomik akış" adını
verelim). İki yöntemin de hem avantajları hem de dezavantajları vardır. İlk
yöntem çok daha dolaysızdır, ancak vergiye dair veriler bazı ülkelerde o denli
eksiktir ki sonuçlar da her zaman tatmin edici olmayacaktır. Fransa'da, daha
önce de belirttiğimiz gibi, miras ve hibelerin kayıt altına alınmasına çok erken
(devrim zamanında) başlanmıştır ve kullanılan sistem alışılmadık ölçüde sadedir
(teoride tüm intikalleri, vergi ödenmeyen ya da yok denecek kadar az vergi
ödenen durumları bile içerir, yine de bazı istisnalar vardır), bu da vergi akış
yöntemini Fransa için uygulayabileceğimiz anlamına gelir. Vergiye dair veriler,
beyan edilmesi gerekmemiş küçük hibelerin de hesaba katılması için elbette
düzeltilmelidir, ancak daha da önemlisi veraset vergisinden muaf tutulan belli
varlıkların değerlerinin tahmin edilerek hesaplamaya dahil edilmesidir -mesela
1970'lerden bu yana giderek yaygınlaşan hayat sigortası poliçeleri: Bu
poliçelerin değeri bugün Fransa'da toplam özel servetin neredeyse altıda birine
karşılık gelmektedir.
Genel anlamda ise, miras ve hibelerin milli gelirin bir dilimi olarak ifade
ettiğimiz ve " by" ile gösterdiğimiz yıllık ekonomik akışları üç kuvvetin
çarpımına eşittir:
by = µ x m x ß
ß sermaye/gelir oranına karşılık gelirken (ya da daha net bir ifadeyle, toplam
özel servetin -kamu aktiflerinin aksine sadece bu servet miras yoluyla intikal
edebilir-milli gelire oranıdır), m ölüm oranı ve µ ölüm anındaki ortalama
servetin yaşayanların sahip olduğu servete oranıdır.
Bu saf bir muhasebe eşitliğidir: Tanımı itibarıyla her zaman ve her yerde
geçerlidir. Grafik 11.1'de gösterilen ekonomik akışı tahmin ederken
kullandığımız formül de budur. Ekonomik akışı üç kuvvete ayırmak bir
totolojidir, ancak altında yatan mantık korkunç derecede karmaşık olmadığı
halde geçmişte çok kafa karıştırmış bir konuyu netleştirmemize izin vermesi
anlamında -bana kalırsa-faydalı bir totolojidir.
Bu üç kuvveti tek tek ele alalım. İlk kuvvet sermaye/gelir oranıdır (ß). Bu
kuvvet herkese malum bir şeyi ifade eder: Belli bir toplumda miras yoluyla elde
edilmiş servet akışının yüksek olması için, miras bırakılmaya müsait özel servet
birikiminin toplamının da büyük olması gerekir.
İkinci kuvvet, yani ölüm oranı (m) da eşit derecede tanıdık bir
mekanizmadır. Diğer her şeyin aynı olduğu bir durumda, ölüm oranı ne kadar
yüksekse miras akışı da o kadar yüksek olacaktır. Herkesin ölümsüz olduğu bir
dünyada ölüm oranı tam olarak sıfır olur ve miras diye bir şey kalmaz:
Sermaye/gelir oranı (ß) ne kadar büyük olursa olsun, miras akışı da (by) sıfıra
eşit olacaktır.
Ölme yaşına gelmiş kişilerin ortalama servetinin bir bütün olarak nüfusun
ortalama servetine eşit olduğunu düşünelim. Böyle bir durumda µ = 1 olacaktır
ve miras akışı (by) sadece ölüm oranı (m) ve sermaye/ gelir oranının (ß)
çarpımından oluşacaktır. Mesela, sermaye/gelir oranı %600 ise (yani, özel
sermaye birikimi altı yıllık milli gelire eşitse) ve yetişkin nüfusun ölüm oranı
yıllık %2 ise5, yıllık miras akışı otomatik olarak milli gelirin %12'sine eşit
olacaktır.
µ oranı servetin yaş profiline göre değişir. Ortalama servetin yaşla birlikte
artma eğilimi ne denli kuvvetliyse, µ de o oranda yükselir, dolayısıyla miras
akışı da o denli artar.
Grafik 11.2
Şimdi nesillerin hacminin yarattığı etkileri bir süreliğine unutalım -bu etkiler
önemlidir ancak uzun vadede gezegenin nüfusunun son derece hızlı ya da son
derece yavaş büyüyeceğini düşünmediğimiz sürece bu etkiler geçicidir-ve bunun
yerine meseleye daha uzun vadeli bir perspektiften bakmak için nesil
mevcutlarının sabit kaldığını varsayalım. Böyle bir toplumda yaşam beklentisi
artarsa, miras yoluyla elde edilmiş servet bundan nasıl etkilenir? Kuşkusuz çok
daha uzun bir yaşam beklentisi ölüm oranında yapısal bir azalma anlamına gelir.
21. yüzyılda yaşam beklentisinin 80-85 yıl olduğu Fransa'da yetişkin
nüfustaki ölüm oranı %1,5'in altında bir noktada istikrar kazanacaktır, yaşam
beklentisinin 60'ın biraz üstünde olduğu 19. yüzyılda bu oran %2,2'ydi. Ortalama
ölüm yaşındaki yükselme kaçınılmaz olarak vâris olma yaşında da benzer bir
yükselmeye yol açmaktadır. 19. yüzyılda insanlar ortalama 30 gibi erken bir
yaşta mirasa konuyorlardı, 21. yüzyılda ise ortalama vâris yaşı 50'ye çıkacak.
Grafik 11.3'ün de gösterdiği gibi, ortalama ölüm yaşı ile ortalama vâris yaşı
arasındaki fark her zaman 30 yıl civarında olmuştur ve bunun basit bir sebebi
vardır: Ortalama çocuk sahibi olma yaşı -genellikle "nesil süresi" olarak
adlandırılır-21. yüzyılın başındaki hafif artışa rağmen, uzun vadede 30 yaş
civarında nispeten sabitlenmiştir.
Peki insanların daha geç ölmesi ve daha geç yaşta mirasa konması miras
yoluyla edinilmiş servetin önemini kaybettiği anlamına mı geliyor? Her zaman
değil, bunun sebebi kısmen ileride de göreceğimiz gibi yaşayanlar arasındaki
hibelerin artan öneminin bu yaşlanma etkisini telafi etmesi, kısmen de vâris olma
yaşı geciktikçe mirasla elde edilen tutarların daha da büyük hale gelmesidir, zira
daha yaşlı bir toplumda servetin birikme süresi de uzamaktadır. Diğer bir
ifadeyle, yaşlı insanların servetindeki yapısal bir artış ölüm oranındaki -uzun
vadede kaçınılmaz-düşme eğilimini telafi edebilir, bu yüzden de µ x m
değişmeden kalabilir ya da her durumda düşünüldüğünden daha yavaş düşebilir.
Grafik 11.3
Grafik 11.4
Miras Akışı-Ölüm Oranı Karşılaştırması,Fransa, 1820-2010
Daha somut bir ifadeyle, tanım itibarıyla mirasın yıllık aktarım oranını (yani
toplam özel servetin yüzdesi olarak ifade edilmiş miras akışını) gösteren µ x m
çarpımı, Grafik 11.4'ün de gösterdiği ölüm oranındaki sürekli düşüşe rağmen
geçtiğimiz yıllarda bariz biçimde yükselmeye başlamıştır. 19. yüzyılda ve 20.
yüzyılın başında ekonomistlerin "veraset yoluyla intikal oranı " olarak
adlandırdığı servetin yıllık aktarım oranı, 1820'li yıllardan 1910'lu yıllara dek
%3,3-3,5 seviyesinde -1/30 oranında-nispeten değişmeden kalmıştır. Bu
dönemde ayrıca bir servetin ortalama her otuz yılda bir, yani her nesilde intikal
ettiğini söylemek âdettendi-, bu ifade, o anın gerçekliğine ilişkin basitleştirilmiş
-belki biraz fazla statik-ama kısmen haklı bir görüşü yansıtıyordu.10 Yıllık
aktarım oranı 1910-1950 döneminde sert bir düşüş yaşamış, 1950'li yıllarda
%2'nin altına gerilemiş, sonrasında istikrarlı biçimde yükselmeye devam
etmiştir; 2000-2010 dönemine geldiğimizde %2,5 seviyesinin üstüne çıktığını
görüyoruz.
Özetleyelim: Yaşlı bir toplumda mirası daha geç elde ederiz, ancak bu
bekleyiş süresince servet de yaşlanır ve bu gecikmeyi telafi eder. Bu anlamda
insanların daha geç bir yaşta öldüğü bir toplum, insanların ölmediği ve mirasın
tamamen ortadan kalktığı bir toplumdan farklıdır. Yükselen yaşam beklentisi
yaşamın önemli olaylarını ertelememize yol açar: Daha uzun süre eğitim alır,
çalışmaya daha geç başlar, mirasa daha geç konarız, daha geç emekli oluruz ve
daha geç ölürüz, ancak bu, miras yoluyla edinilmiş servetin ya da çalışmayla
kazanılmış gelirin önemini kaybettiği ya da insanların düşündüğü kadar büyük
bir oranda değiştiği anlamına gelmez. Miras yoluyla servete kavuşmanın daha
ileriki yaşlarda gerçekleşmesi, elbette meslek seçimini geçmişte olduğundan çok
daha zorunlu hale getirmiştir. Ancak bu gecikme miras kalan tutarlardaki artışla
telafi edildiği gibi, veraset yoluyla intikal vaktinden önce gerçekleştirilen hibeler
biçimine de bürünebilmektedir. Ne olursa olsun, bu durum bazen tahayyül
edildiği gibi medeniyetin niteliğindeki bir kırılmadan ziyade, bir derece
değişikliğine işaret eder.
Pratikte altsoya aktarılamayan, akışı ölümle birlikte sona eren emeklilik fonu
benzeri servet (annuitized wealth) biçimlerinin toplamı Fransa'daki özel servetin
%5'ini bile geçmez ve emeklilik fonlarının daha gelişmiş olduğu Anglosakson
ülkelerinde ise bu oran %15'tir. Bu göz ardı edilemeyecek bir seviyedir, ancak
bir sonraki nesle miras bırakma fikrinin servet birikiminin önemli saiklerinden
biri olduğu gerçeğini değiştirmeye yetmez (üstelik yaşam döngüsü servetinin
intikal eden servetin yerine geçebileceğine dair hiçbir işaret yoktur, ancak ona
ilave olabilir, bu konuya geri döneceğiz).11 Emeklilerin büyük bir kısmına,
savaşlardan sonra getirileri dibe vuran finansal varlıklara yatırılmış tasarrufların
sağlayabileceğinden daha güvenilir ve eşit bir yaşam standardı sağlayan kamusal
emeklilik sistemleri olmasa, 20. yüzyıldaki servet birikiminin yapısı ne denli
farklı olurdu? Bu soruya yanıt vermek kuşkusuz çok zor. Bu tür emeklilik
sistemlerinin olmadığı bir ortamda, servetin (sermaye/ gelir oranı ile ölçülen)
birikim seviyesinin 21. yüzyıldakinden daha yüksek olacağını söylemek
mümkündür.12 Her durumda sermaye/gelir oranı (daha düşük olan yaşam
beklentisinin emeklilik beklentisiyle tasarruf etme ihtiyacını büyük ölçüde
azalttığı) Belle Époque'takiyle aynı seviyededir ve akışı ölümle birlikte sona eren
emeklilik fonu toplam servet içinde yüz yıl öncekinden yalnızca bir nebze daha
büyük bir paya sahiptir.
Grafik 11.5
İlginç bir biçimde, bu hibelerin çoğunun bugün de 19. yüzyılda olduğu gibi
gayrimenkul yatırımı görünümünde çocuklara verildiğini ve bu intikalin, hibe
edenin ölümünden ortalama on yıl önce gerçekleştiğini görüyoruz (bu on yıllık
mesafe zaman içinde pek değişmeden kalmıştır). Hibelerin 1970'lerden bu yana
artan önemi, hibe edilenin ortalama yaşının da düşmesine yol açmıştır: 2000-
2010 döneminde vâris yaşı 45-50 arasındayken, hibe edilenlerin yaşı 35-40
arasında değişmektedir, bu yüzden de 19. yüzyıl ve 20. yüzyıl başı ile günümüz
arasındaki fark Grafik 11.3'te görüldüğü kadar büyük değildir.13 Hibelerde 1970-
1980 döneminde -1990-2000 dönemindeki vergi teşviklerinden çok daha önce-
başlayan bu aşamalı ve artan oranlı yükselişe dair en ikna edici açıklama, imkân
sahibi ebeveynlerin yaşam beklentisindeki artış nedeniyle servetlerini
çocuklarıyla, onlar 45-50 hatta daha geç bir yaşlarında değil de, 35-40
yaşlarındayken paylaşmayı daha doğru bulmaları olabilir. Olası tüm bu
açıklamaların her birinin işlevi ne olursa olsun, gerçek şudur: Hibelerde
Almanya da dahil olmak üzere diğer tüm Avrupa ülkelerinde de yaşanan bu yeni
altın çağ, günümüzde yaşanmakta olan mirasın geri dönüşünün temel bir
bileşenidir.
Tablo 11.1
Servetteki bu çarpıcı gençleşmenin çok basit bir açıklaması var. II. Kısım'da
gördüğümüz gibi, tüm servetler 1914-1945 döneminde birçok şoka maruz
kalmıştı -yıkım, enflasyon, iflas, kamulaştırma vs.- ve sermaye/gelir oranı da sert
bir düşüş yaşamıştı. İlk bakışta tüm servet sahiplerinin yaştan bağımsız olarak
bundan aynı derecede etkilendiğini düşünebiliriz. Ancak kaybedecek çok şeyi
olmayan, daha genç nesiller bu savaş dönemi şoklarından sonra daha çabuk
toparlanmıştır. 1940 yılında 60 yaşında olan ve tüm servetini bir
bombardımanda, kamulaştırmayla ya da iflasla kaybetmiş birinin toparlanma
şansı pek de yoktu: Muhtemelen 1950-1960 döneminde 70 ya da 80 yaşında
ölmüş ve vârislerine hiçbir şey bırakamamıştı. Buna karşılık 1940 yılında 30
yaşında olan ve her şeyini kaybetmiş birinin (muhtemelen çok da bir şeyi yoktu)
savaştan sonra servet birikimi için yeterince zamanı olmuştu ve 1950'lerde 40
yaşına geldiğinde 70 yaşındakilerden daha zengin hale gelmiş olmalıydı. Savaş
tüm sayaçları sıfırladı ya da sıfıra yakın bir duruma getirdi, bu da kaçınılmaz
olarak servetin daha genç insanların elinde birikmesine yol açtı. Bu açıdan
bakınca, 20. yüzyılda yazgıları değiştiren ve kapitalizmin alt edildiği
yanılsamasını yaratan bu iki savaştır.
Grafik 11.6
Asıl önemli nokta, verili bir tasarruf alışkanlıkları yapısı içinde, sermayenin
getiri oranı yükselip, büyüme oranı düştükçe bu birikim sürecinin iyice hız
kazanıp eşitsizliğinin artmasıdır. Otuz Altın Yıl dönemindeki yüksek büyüme
oranı, 1950-1970 döneminde µ oranındaki ve dolayısıyla veraset akışındaki
nispeten yavaş artışa da kısmen açıklık getirir. Buna karşılık, büyümenin hızının
düşük olması da servetteki yaşlanmanın neden arttığını ve 1980'lerden sonra
miras yoluyla edinilen servetin neden yeniden önem kazandığını açıklar.
Sezgisel olarak bakarsak, büyüme hızlıysa, örneğin ücretler yılda %5 artarsa,
genç nesillerin servet biriktirmesi ve bu konuda yaşlılarla aşık atması daha kolay
olacaktır. Ücretlerdeki büyüme yılda %l-2 oranına gerilerse, servetteki büyüme
sermayenin getirisindeki büyümeyle aynı hızda olacağı için, yaşlılar servet
birikiminde yine öne geçecektir.22 Bu basit ancak önemli süreç, µ oranı ve miras
akışındaki değişimi, aynı zamanda da gözlemlenen ve simüle edilen serilerin
1820-2010 dönemi serileriyle neden bu kadar benzeştiğini hakkıyla
göstermektedir.23
Yıllık miras akışından miras yoluyla edinilen servet birikimine nasıl geçeriz?
Miras akışı hakkında ve vefat edenlerin, vârislerin, hibe edenlerin ve hibe
edilenlerin yaşlarına dair ayrıntılı veriler, 1820-2010 dönemindeki her bir yıl
için, o yıl hayatta olan (o yıldan önceki otuz yıl boyunca miras ya da hibe
yoluyla edinilmiş servetler toplanır; erken yaşta elde edilen miraslarda ya da
yaşam süresinin aşırı uzun olması durumunda bu otuz yıllık süre uzatılır, tam
tersi durumlarda ise kısaltılır) bireylerin toplam servetinin ne kadarının miras
yoluyla edinilmiş olduğunu tahmin etmemize ve dolayısıyla da toplam özel
servetin ne kadarının miras yoluyla edinilmiş olduğunu belirlememize izin
vermektedir. Bu yöntemle varılan başlıca sonuçlar, yukarıda tartıştığımız iki
senaryonun 2010-2100 dönemine ait simülasyonlarından elde edilen sonuçları da
yansıttığımız Grafik 11.7'de görülebilir.
Şunları akılda tutmamız gerekiyor: Yıllık miras akışının milli gelirin %20-
25'ine karşılık geldiği 19. yüzyılda ve erken 20. yüzyılda miras yoluyla edinilmiş
servet özel servetin neredeyse tamamına karşılık geliyordu, bu oran % 80-90
arasında bir yerdedir ve yükselme eğilimi taşır.
Grafik 11.7
Fransa, 1850-2100
Böylece 20. yüzyıl boyunca yıllık miras akışını (milli gelirin oranı olarak)
gösteren U şeklindeki eğriye, miras yoluyla edinilmiş servetin birikiminin
gözalıcı seviyesini (milli gelirin oranı olarak) gösteren U şeklindeki eğrinin eşlik
ettiğini görüyoruz. Bu iki eğri arasındaki bağlantıyı anlayabilmek için, miras
akışının seviyesini, II. Kısım'da milli gelirin %10'u civarında olduğunu
belirttiğimiz tasarruf seviyesiyle kıyaslayabiliriz. Miras akışının milli gelirin
%20-25'ine tekabül etmesi -19. yüzyılda durum buydu-her yıl miras ve
hibelerden elde edilen tutarların yeni tasarrufların iki katı olduğu anlamına gelir.
Buna miras kalmış sermayeden elde edilen gelirlerin sağladığı tasarrufları da
eklediğimizde (19. yüzyılda tasarrufun büyük bir kısmım bu oluşturuyordu),
miras yoluyla edinilmiş servetin tasarrufla elde edilenden daha fazla olması
kaçınılmaz hale gelir. Buna karşılık, miras akışı milli gelirin %5'ine ya da yeni
tasarrufların yarısına karşılık gelecek kadar azalırsa -1950-1960 döneminde
olduğu gibi-tasarrufla elde edilen sermayenin miras yoluyla elde edilenden
büyük olmasında şaşırtıcı bir yan yoktur. Asıl mesele şudur: Yıllık miras akışı
1980-1990 döneminde tasarruf seviyesini geçmiş ve 2000-2010 döneminde de
bu seviyenin çok daha üstüne çıkmıştır. Bugün (miras ve hibe toplamı) milli
gelirin neredeyse %15'ine karşılık gelmektedir.
Grafik 11.8
Söz konusu tutarlarla ilgili daha iyi fikir vermesi açısından hanehalkının
sahip olduğu (nakdi) gelirin Fransa gibi bir ülkede bugün milli gelirin %70-
75'ine karşılık geldiğini anımsamakta fayda var (büyük tutarlara karşılık gelen
ayni transferler, sağlık, eğitim, güvenlik, kamu hizmetleri vs. bu gelire dahil
edilmemiştir). Miras akışını, şimdiye dek yaptığımız gibi milli gelire oranlamak
yerine bu kullanılabilir gelire oranlamaya kalkarsak (bkz. Grafik 11.8), 2010'lu
yıllarda Fransa'daki hanehalkının
İnsanların hayatında mirasın neyi temsil ettiğine dair daha somut bir fikir
edinebilmek ve Vautrin'in dile getirdiği varoluşsal soruya (mirasla erişilebilecek
yaşam düzeyi/çalışarak erişilebilecek yaşam düzeyi) net bir yanıt verebilmek
için izlenecek en doğru yol kendimizi 19. yüzyılın başından bu yana Fransa'da
miras yoluyla servet edinmiş nesillerin yerine koymak ve onların yaşamları
boyunca erişebildikleri farklı kaynakları karşılaştırmak olacaktır. Mirasın
elimize her yıl geçen bir kaynak olmadığını doğru bir biçimde kavramamızı
yalnızca nesil merkezli ve yaşamı bir bütün olarak ele alan bu bakış açısı
sağlayabilir.26
Grafik 11.9
Rastignac İkilemi
Şu ana dek yalnızca ortalamaları ele aldık. Oysa miras yoluyla edinilmiş
servetin temel niteliklerinden biri büyük bir eşitsizlik içinde dağıtılmasıdır.
Önceki tahminlerin içine bir yandan mirastaki, diğer yandan emek gelirlerindeki
eşitsizlikleri ekleyerek, nihayet Vautrin'in karanlık söylevinin farklı dönemler
için ne denli geçerli olduğunu analiz edebileceğiz. Grafik 11.10, (Balzac'ın 1798
doğumlu karakteri) Eugéne de Rastignac'ın da mensup olduğu, 18. yüzyılın
sonunda ve 19. yüzyılda doğmuş nesillerin gerçekten de, eski kürek mahkûmu
tarafından tasvir edilen korkunç bir ikileme düştüklerini gösteriyor: Mirasa
konarak, eğitim ve çalışmanın sağlayabileceğinden çok daha yüksek bir yaşam
standardına erişmek mümkündür.
Grafik 11.10
Bu hiç de fena bir gelir değildir, ancak yine de çok daha düşük bir yaşam
standardı olduğu açıktır. Vautrin'in de gözlemlediği gibi böyle mesleklere sahip
olmak da pek kolay değildir: Bunun için hukuk fakültesinden başarıyla mezun
olmak yetmez, genelde uzun yıllar hiçbir ba-şan garantisi olmadan gizli saklı
işler kovalamayı gerektirir. Bu koşullar altında en üst %1'lik dilimden bir mirasa
konmak mümkünse, böyle bir fırsatın kaçmasına kuşkusuz izin vermemek
gerekirdi, en azından bir an durup düşünmeye değer bir seçenekti.
19. yüzyılın sonunda aynı türden bir parasal düzeni ve eşitsizlik yapısını
ABD'de de görebiliyoruz. Henry James'in 1881 yılında yayımlanan ve William
Wyler tarafından "The Heiress" [Miras] (1949) adıyla sinemaya muhteşem bir
biçimde uyarlanan Washington Square [Washington Meydanı] isimli romanında,
olaylar drahomanın tutarına dair bir kafa karışıklığının etrafında döner.
Rakamların acımasızlığını ve şakaya gelmediklerini keşfederiz. Catherine
Sloper'ın nişanlısı, drahoma rantının bel bağladığı gibi 30.000 değil, 10.000
dolar değerinde olduğunu (ortalama gelirin 60 katı yerine 20 katı) öğrenince
kaçar. Catherine'in otoriter, aşırı zengin dul babası, Savaş ve Barış'ta Prens
Bolkonski'nin Prenses Marie'nin karşısındaki halini andıran bir biçimde,
Catherine'e "Çok çirkinsin" der. Orson Welles de The Magnificent Ambersons
[Şahane Ambersonlar] filminde, bir zamanlar yıllık 60.000 dolar geliri varken
(ortalama gelirin 120 katı), 1900-1910 civarında otomobil devrimi yüzünden her
şeyini kaybedip, yıllık 350 dolardan az (ortalama gelirin altında) bir ücretle işe
giren ukala vâris George'un düşüşünü anlatır.
Özellikle Jane Austen 19. yüzyılın gündelik yaşamını ayrıntılı bir biçimde
tasvir eder ve bize yemeğin, mobilyaların, giysilerin ve seyahat etmenin ne
kadara patlayacağını anlatır. Elbette, modern teknolojinin olmadığı bir ortamda
her şey hem maddi hem de zaman açısından maliyetlidir ve hizmetlilerin
yardımını gerektirir. Yiyecek toplanması (muhafaza edilmesi o dönemde zordur)
ve yemek pişirilmesi için hizmetçilere ihtiyaç vardır. Giysiler bedava değildir:
En az süslü elbise bile birkaç aylık, hatta yıllık ortalama gelire bedel olabilir.
Seyahat etmek aşırı maliyetlidir. Atlara, at arabasına, onlara bakacak, onları
besleyecek personele vs. ihtiyaç vardır. Okur, böyle bir yaşamın ortalama gelirin
yalnızca 3-5 katını elde eden biri için çok zor olacağını nesnel olarak teslim
edecektir, çünkü aksi takdirde kişinin tüm zamanını gündelik yaşamın
ihtiyaçlarını karşılamak için harcaması gerekir. Kitaplar, müzik aletleri, takılar
ya da balo elbiseleri istiyorsanız, zamanın ortalama gelirinin 20-30 katı bir gelire
sahip olmaktan başka çareniz yoktur.
Uzun dönemler için satın alma gücünü karşılaştırmanın hem zor hem de
basitleştirici olduğunu kitabın 1. Kısmında belirtmiştik, zira tüketim
alışkanlıkları, fiyatlar, birçok açıdan ve tek bir endekse hapsedilemeyecek kadar
ciddi değişimler geçirmiştir. Buna rağmen resmi göstergelere göre, 1800 yılı
civarında İngiltere ve Fransa'daki kişi başına ortalama satın alma gücü 2010
yılındakinden on kat düşüktür. Diğer bir ifadeyle, 1800 yılında ortalama gelirin
20-30 katı bir gelirle sürdürülen bir yaşamın koşulları, bugün ortalama gelirin 2-
3 katıyla sürdürülen yaşamınkinden daha iyi değildir. 1800 yılında ortalama
gelirin 5-10 katı bir gelirin satın alma gücü, bugünün asgari ücreti ile ortalama
ücreti arasında bir yerlere tekabül eder.
Bazı karakterlerinin abartılı oluşunu bir yana bırakacak olursak, 19. yüzyıl
romancılarının eşitsizliğin belli bir açıdan gerekli olduğu bir dünyayı tasvir
ettiğini söyleyebiliriz: Yeterince zengin bir azınlık olmasaydı, hiç kimse hayatta
kalmak dışında bir şeyle ilgilenmezdi. Bu eşitsizlik yorumu kendisini en azından
meritokrasi ile tanımlamadığı için ilgiyi hak eder. Bir anlamda bir azınlığın diğer
herkes yerine yaşadığı bir dünyadır bu, ancak hiç kimse bu azınlığın daha
övgüye değer ya da erdemli olduğunu söylemeye kalkmamıştır. Bu evrende
onurlu bir yaşam sürmek ancak servete sahip olmakla mümkündü ve herkes bu
gerçeğin farkındaydı: Bir diplomaya ya da bir vasfa sahip olmak üretime
katılmaya ve dolayısıyla da ortalama gelirin 5-10 katı bir gelir elde etmeye
elbette izin verirdi, ancak daha fazlasına değil. Modern meritokratik
toplumlarda, özellikle ABD'de yaşam, altta kalanlar için çok daha zordur, zira
böyle toplumlar üstünlüğü adalet, erdem ve liyakat üzerinden, hatta altta
kalanların yeterince verimli olmaması üzerinden meşrulaştırmaktadır.47
Ancak mirasın toplam hacminin bir kez daha geçmişteki seviyeye ulaşması,
onun toplumsal açıdan aynı rolü oynadığı anlamına gelmez. Belirttiğimiz üzere,
servetteki yoğunlaşmanın kayda değer bir biçimde azalması (en üst %1'lik
dilimin payının bir yüzyıl içinde üç kat düşmesi, 1910-1920'lerde %60 iken,
2010'lu yılların başında %20'nin altına düşmesi) ve servet sahibi bir orta sınıfın
ortaya çıkması büyük servetlerin sayısının bugün, 19. yüzyıl ya da Belle
Époque'takilere kıyasla daha az olduğu anlamına gelir. Daha somut bir ifadeyle
Goriot Baba ya da Cesar Birotteau'nun kızları için gözden çıkardığı -yıllık
25.000 frank ya da o dönemde kişi başına ortalama yıllık gelirin 50 katına
karşılık gelen rant getiren-500.000 franklık drahoma günümüzde yılda 1,5
milyon avro seviyesinde (30.000 avroluk kişi başına ortalama yıllık gelirin 50
kan) bir faiz, kâr payı ya da rant sağlayan 30 milyon avroluk bir mirasa karşılık
gelir.53 Bu büyüklükteki servetler, hatta daha büyükleri bugün de var; ancak
servet ve mirasların toplam tutarı geçmişteki seviyelere ulaşsa da, bu servetler
19. yüzyıldakine kıyasla daha az sayıdadır.
Bana kalırsa asıl yanlış anlaşılma şuradadır: Bir kere mirasın sonu
gelmemiştir, sadece miras yoluyla edinilen servetin dağılımı değişmiştir, bu da
tamamen farklı bir şeydir. 21. yüzyılın başında Fransa'daki büyük servetlerin
sayısı elbette 19. yüzyıldakinden daha azdır-30 milyon, hatta 5 ya da 10 milyon
avroluk servetlerle bile daha az karşılaşırız. Ancak servetlerin toplam tutarı 19.
yüzyıldakine yakın bir seviyeye ulaştığına göre, orta ve orta-büyük ölçekte -
örneğin 200.000, 500.000, 1 milyon ya da 2 milyon avroluk-çok daha fazla
sayıda servet bulunması gerekir. Bu servetler, onlardan faydalananların kariyer
yaşamlarını tamamen bırakıp faiz kazancıyla yaşamalarına yetecek kadar büyük
olmayabilir, ancak, özellikle de nüfusun önemli bir kesiminin bir ömür boyu
çalışarak kazandığıyla kıyaslandığında, yine de hatırı sayılır tutarlardır. Diğer bir
ifadeyle, az sayıdaki çok zengin rantiyenin yaşadığı bir toplumdan, daha az
zengin ama daha çok sayıdaki rantiyenin yaşadığı bir topluma, bir bakıma küçük
rantiyeler toplumuna geçmiş bulunuyoruz.
Grafik 11.11
Grafik 11.12
Özellikle Almanya'ya dair ne yazık ki sınırlı sayıda yıl için mevcut olan
veriler, Almanya'daki miras akışının 1914-1945 dönemi şoklarından -
Fransa'dakine kıyasla-daha çok etkilendiğini, 1910 yılında milli gelirin %16'sına
karşılık gelirken, 1960'larda bu oranın %2 seviyesine düştüğünü göstermektedir.
Miras akışı o günden bu yana keskin ve sürekli bir çıkışı sürdürmektedir, 1980-
1990 döneminde de bu çıkış ivme kazanmıştır, 2000-2010 dönemine gelene dek
milli gelirin %10-11'i seviyesine ulaşmıştır. Bu oran Fransa'dakinden düşüktür
(2010 yılında Fransa'da miras akışı milli gelirin %15'i seviyesindeydi), ancak
1950-1960 döneminde çok daha düşük bir seviyeden başladığını düşünecek
olursak, Almanya'daki miras akışında daha güçlü bir geri dönüş yaşandığını
söyleyebiliriz. Öte yandan bu iki ülkenin miras akışları arasındaki farkın
tamamen sermaye/gelir oranları (ß etkisi, II. Kısım'da açıklanmıştı) arasındaki
farktan kaynaklandığının da altını çizmemiz gerekiyor: Eğer gelecekte toplam
özel servet, Almanya'da da Fransa'daki seviyeye yükselirse, miras akışı da
eşitlenecektir (diğer her şey eşit ise). Almanya'da miras akışının yeniden
tırmanışa geçmesinin sebebi hibelerdeki ciddi artıştır, Fransa'da da durum
böyledir. Alman otoritelerinin kayıtlarına göre hibelerin yıllık hacmi 1970-1980
döneminden önce mirasların toplam tutarının %10-20'sine eşittir; sonrasında da
artan oranlarla yükselmiş ve 2000-2010 yılında %60 seviyesine ulaşmıştır.
Neticede, Almanya'da 1910 yılına ait miras akışının daha düşük olması, Belle
Époque'ta Ren Nehri'nin diğer yakasında yaşanan hızlı demografik büyümenin
bir sonucudur (m etkisi). İlaveten günümüzde Almanya'daki demografik büyüme
durmuştur, miras akışı bu nedenle gelecek yıllarda Fransa'daki seviyeleri de
geçebilir.61 Diğer ülkelerdeki miras akışı konusunda geçmişe ait güvenilir
verilere sahip olmasak da, demografik durgunluk ve düşük doğum oranlarına
sahip İtalya ya da İspanya gibi diğer Avrupa ülkeleri için de aynı durumun
geçerli olacağını söyleyebiliriz.
Teorik açıdan buna çeşitli açıklamalar getirebiliriz. Özel servetin büyük bir
kısmının emeklilik fonlarında tutulması ve bu nedenle vârislere aktarılamaz
durumda olması, İngiltere'deki miras akışının neden daha düşük olduğunu
açıklayabilir. Bu yine de kısmi bir açıklamadır, çünkü emeklilik fonları
İngiltere'deki özel sermaye birikiminin yalnızca %15-20'sine tekabül eder.
Ayrıca, yaşam döngüsü servetinin aktarılabilir servetin yerini aldığını kesin
olarak söyleyemeyiz: Mantık çerçevesinde bakarsak, bu iki tip servet birikimini,
en azından belli bir ülke çerçevesinde toplamak gerekir. Mesela emekliliğin
finansmanı için daha çok emeklilik fonlarına güvenen bir ülkeyi düşünelim;
böyle bir ülkenin daha büyük bir özel servet birikimi elde edebilecek ve belki de
bunun bir kısmını başka ülkelerde yatırıma çevirebilecek durumda olması
gerekir.63
ABD hakkında erişebildiğimiz veraset kayıtları ise çok daha ciddi sorunlara
yol açmaktadır. 1916 yılında getirilen federal veraset vergisi servetlerin yalnızca
küçük bir kısmına uygulanmıştır (genellikle %2'sinden azına) ve hibelerdeki
beyan yükümlülüğü de aynı şekilde sınırlıdır, bu yüzden de bu vergiden elde
ettiğimiz istatistiki veriler fazlasıyla yetersizdir. Başka kaynakları kullanarak bu
eksiği telafi etmemiz de ne yazık ki mümkün değildir. Bilhassa tüm ülkelerde
istatistik kurumlan tarafından yapılan araştırmalarda miras ve hibeler herkesin
bildiği üzere gerçek değerlerinin altında gösterilmiştir. Bu konudaki bilgimiz bu
nedenle oldukça sınırlıdır, bu araştırmalara dayanan birçok çalışma bu gerçeği
gözden kaçırır. Örneğin Fransa'daki istatistiki araştırmalarda beyan edilen miras
ve hibelerin, vergi kaynaklarındakinin kabaca yarısı kadar olduğunu görüyoruz
(vergi kaynaklarındaki veriler de reel akışın sadece alt sınırını teşkil eder, zira
yaşam sigortası poliçeleri gibi aktifler de onun dışında kalmaktadır). Açıkça
görülüyor ki, bu araştırmalara konu olan kişiler ellerine gerçekte geçen tutarı ya
da servetlerinin gidişatını iyi niyetli bir biçimde beyan etmeyi ihmal etmişlerdir
(bu tavrın kendisi de modern toplumlardaki miras algısına dair ilginç bir
kanıttır).64 Birçok ülkede ve özellikle ABD'de araştırma sonuçlarını vergi
kaynakları ile karşılaştırmamız ne yazık ki mümkün değildir. Ancak Fransa'da
halkın mirasa bakışının en az ABD'deki kadar olumsuz olduğunu düşünecek
olursak, araştırmaya konu kişilerin aktiflerini gerçekte olduğundan daha az
değerde gösterme eğiliminin Fransa'da daha düşük olduğunu söylemek de
mümkün değildir.
Grafik 12.1
Grafik 12.2
1987-2013 yılları arasında 100 milyon kişiye düşen milyarder sayısı 5'ten 30'a ve
özel servetin toplamından aldıkları pay da %0,4'tn %1,5' yükselmiştir.
Tablo 12.1
(a) 1980'lerde 3 milyar kişiden 30'u ve 2010'lu yıllarda 4,5 milyar kişiden
45'i. (b) 1980'lerde 3 milyar kişiden 150'si ve 2010'lu yıllarda 4,5 milyar kişiden
225'i.
Grafik 12.3
Daha da ilerilere gitmek ve en üst onda birlik, yüzde birlik, binde birlik
kesimin dünya servetinden aldığı payı tahmin edebilmek için, 10. Bölüm'de
kullandığım türden vergi kayıtlarına ve istatistiki kaynaklara başvurmak
gerekiyor. O bölümde, servet eşitsizliğinin 1980-1990 yıllarından itibaren tüm
zengin ülkelerde (ABD ve Avrupa'da) yükselme eğiliminde olduğunu
göstermiştik, dolayısıyla aynı eğilimin dünya genelinde de saptanması şaşırtıcı
değildir. Ne yazık ki mevcut kaynaklarda kabaca yapılmış tahminlerden
kaynaklanan kusurlar bulunmaktadır (zengin ülkelerdeki eşitsizlik artışını
olduğundan daha düşük tahmin ediyor olabiliriz; gelişmekte olan ülkelerden
edinilen istatistikler de yetersizdir, zira bu ülkelerde artan oranlı vergilendirme
yoktur, dolayısıyla bunları kullanmak konusunda bazen tereddüde düşüyoruz).
Bu nedenle en üst onda birlik, yüzde birlik ve binde birlik kesimin dünya
servetinden aldıkları payın nasıl bir değişim geçirdiğini kesin olarak tespit etmek
oldukça zordur.
Diğer yandan kolektif algıda Bill Gates'den daha sempatik ve servetini daha
çok hak etmiş girişimciyi temsil eden Steve Jobs, 2011 yılında zaferinin
doruklarındayken ve Apple şirketinin hisseleri tavan yapmışken serveti yalnızca
8 milyar dolardı; bu servet Microsoft'un kurucusunun (birçok gözlemciye göre
Apple'ın kurucusu kadar yenilikçi değildir) servetinin altıda biri ve Liliane
Bettencourt'un servetinin ise üçte biri kadardır. Forbes listeleri, Jobs'ın sahip
olduğu servetten daha fazlasını miras yoluyla elde etmiş düzinelerce kişiyle
doludur. Görünen o ki servet yalnızca hak edilen bir şey değildir. Bunun basit bir
açıklaması var: Miras yoluyla edinilmiş sermaye, başlangıçta çok büyük ise, çok
yüksek seviyelerde getiri elde edilmesini sağlayabilir.
Ne olursa olsun, bence bir an önce kötü formüle edilmiş, liyakat ve servet
etrafında dönen bu komik tartışmanın ötesine geçmemiz gerekiyor. Hiç kimse
girişimin, icatların ve yeniliklerin bir toplum için önem taşıdığını inkâr etmiyor -
Belle Époque'ta da bugün olduğu gibi bunun örnekleri boldu: otomobil, sinema,
elektrik vs. Servet eşitsizliklerinin tamamını, ne denli aşırı olurlarsa olsunlar,
girişimcilik argümanıyla meşrulaştıramayız. Başlangıç sermayesinin ölçeğine
bağlı olarak getirilerde ortaya çıkan eşitsizlikle birleştiğinde etkisi iki katına
çıkan r > g eşitsizliği, genellikle servette aşırı ve sürekli bir yoğunlaşmaya yol
açar: Servet eşitsizlikleri başlangıçta nasıl meşrulaştırılmış olursa olsun,
servetler katlanır, bu artış tüm sınırları aşar ve kamu yararı bağlamındaki her tür
olası akılcı mazeretin ötesine geçer.
Girişimciler bu nedenle, yalnızca nesiller geçtikçe değil, tek bir ömrün
sınırları içinde dahi -hele ki yaşam beklentisi yükseliyorsa-rantiyelere dönüşme
eğilimindedir: Bir insanın kırk yaşındayken iyi fikirlere sahip olması, doksan
yaşına geldiğinde de iyi fikirlere sahip olacağı anlamına gelmez, çocuklarının iyi
fikirleri olacağı anlamına ise hiç gelmez. Ancak servet bir yere kaybolmaz; Bill
Gates ya da Liliane Bettencourt örneklerinde gördüğümüz gibi, bazı durumlarda
20 yıl içinde 10 katına çıkar. Dünya genelinde en büyük servetlere artan oranlı
yıllık bir vergi konmasını meşru kılan temel gerekçe budur; böyle bir vergi,
girişimci dinamizmi ve uluslararası ekonomik açıklığı korurken, patlamaya hazır
bu süreci demokratik olarak denetlemenin tek yoludur. Bu düşünce ve sınırları
kitabın IV. Kısmında ele alınacak.
Bill Gates'i geride bırakarak, 1987'den 1994 yılına dek Forbes listesinde ilk
sırada bulunan Japon milyarderlere (Yoshiaki Tsutşumi ve Taikichiro Mori)
gelince, Batılı ülkelerde bu kişilerin isimlerinin bile anılmaması yönünde bir
temayül oluşmuştu. Kuşkusuz, servetlerini o dönemde Yükselen Güneş
ülkesinde geçerli olan gayrimenkul ve borsa balonuna ya da pek parlak
sayılamayacak Asya tarzı üçkâğıtlara borçlu oldukları düşünülüyordu. Halbuki
1950'lerden 1980'lere dek Japonya'daki büyüme hızı dünya tarihinde görülmemiş
bir rekora imza atmıştı, 1990-2010 döneminde ABD'deki büyümeden bile daha
hızlı bir büyümeden söz ediyoruz ve bu süreçte girişimcilerin zaman zaman
olumlu bir rol oynadıkları da düşünülebilir.
Son ve daha da uç bir örneği ele alalım. 2012 yılının Şubat ayında bir Fransız
mahkemesi, Ekvator Ginesi'nin diktatörünün oğlu olan Teodorin Obiang'ın Foch
Caddesi'ndeki evinde bulunan, hacmi 200 metreküpü geçen (lüks otomobiller,
değerli tablolar vs.) bir mal varlığına el koyma kararı aldı. Talihsiz milyardere
acıdığımı söyleyemem: Ülkesindeki ormanları işleten şirketteki hisselerini
(gelirinin ana kaynağı) kirli yollardan ele geçirmiştir ve bu kaynaklar Ekvator
Ginesi'nde yaşayan halktan âdeta çalınmıştır. Bu dava hem örnek niteliğindedir,
hem de öğreticidir: Özel mülkiyetin sanıldığı kadar kutsal olmadığını ve
istenildiği takdirde, Teodorin Obiang'ın mallarını ve hisselerini idare ederken
kullandığı çok sayıda paravan şirketin karmaşık labirentlerinde dahi iz bulmanın
teknik açıdan mümkün olduğunu gösterir. Ama Paris ya da Londra'da doğal
kaynaklara el konarak elde edilmiş servetlere sahip başka bireyler bulmak
şüphesiz hiç de zor değildir -örneğin Rus oligarklar ya da Katarlı milyarderler.
Ancak petrol, gaz ya da alüminyum rezervlerinin kişilere tahsisi, Teodorin
Obiang'ın orman hırsızlığı kadar kolay saptanamayabilir ve belki de hırsızlık çok
yoksul bir ülkede yapılınca, hukuki müdahalenin de daha meşru hale geldiğini
düşünebiliriz.22 En azından okur, bunların süreklilik arz eden ve temelde
birbirinden farksız örnekler olduğu ve sahibinin ten rengi siyah ise servetin daha
şaibeli kabul edildiği konusunda bana katılacaktır. Her ne olursa olsun,
dünyadaki her haksız kazanç ve gayrimeşru servet sorununu mahkemeler
çözemez. Sermaye vergisi, bu sorunla baş etmek için çok daha sistematik ve
daha barışçıl bir araçtır.
Genel anlamda, asıl mesele şudur: Sermaye getirisi gerçek girişimci emeğini
(ekonomik kalkınma için olmazsa olmaz bir kuvvet), şans eseri köşeyi dönenleri
(doğru zamanda doğru şeyi iyi bir fiyattan alanlar) ve düpedüz hırsızlıkla zengin
olanları birbirinden ayırt edilemez bir hale getirmektedir. Servet birikimindeki
artışın rasgele karakteri, miras sorunundan çok daha kapsamlı bir olgudur.
Sermayenin getirisi doğası gereği değişken ve öngörülemezdir, yılların emek
gelirine denk bir kazancı (ya da zararı) çok kısa sürede getirebilir. Servet
hiyerarşisinin tepesinde bu etkilerin şiddeti artar. Bu her zaman böyle olmuştur.
Aleksey Tolstoy İbikus (1926) romanında kapitalizmin dehşetini tasvir eder.
1917 yılında St. Petersburg'da yaşayan Simon Nevzorov isimli muhasebeci
kendisine iş teklifinde bulunan bir antikacının kafatasını parçalar ve
dükkânından küçük çapta bir servet çalar. Antikacının kendisi de devrimden
kaçan aristokratların eşyalarını çok düşük fiyatlardan satın alarak zengin
olmuştur. Nevzorov başlangıç sermayesini kumar sayesinde altı ayda on katına
çıkarmayı başarır ve yeni arkadaşı Riteçev ile Moskova'ya kapağı atar. Nevzorov
ayaklı bir asalaktır, aşağılık adamın tekidir, bize sermayenin liyakatle hiçbir
alakası olmadığını gösterir: Başlangıç sermayesinin kaynağı hırsızlıksa,
sermayenin rasgele getirisi de başlangıçtaki suçu kolaylıkla devam ettirebilir.
Bugün ABD'de kendi vakıf fonlarını yöneten toplamda sekiz yüzden fazla
devlet üniversitesi ve özel üniversite vardır. Bu fonlar on milyonlarca dolardan
(mesela, North Iowa Community College 2012 yılında 11,5 milyon dolarlık
bağışla 785. sıradaydı) milyarca dolara ulaşabilir. Listede Harvard (2010'ların
başında yaklaşık 30 milyar dolar), Yale (20 milyar dolar) ve Princeton ile
Stanford (15 milyar dolardan fazla) değişmez bir biçimde ilk sıralarda yer alırlar.
Bunlardan sonra 10 milyar doların biraz altındaki bir bağışla MIT ve Columbia
gelir, bunları da 7 milyar dolarlık bağış tutarıyla Chicago ve Pennsylvania
üniversiteleri takip eder ve liste böyle uzayıp gider. Sekiz yüz üniversitenin
toplam aktiflerinin değeri 2010'lu yılların başında 400 milyar dolara yakındır
(medyan olarak 100 milyonun biraz altını alırsak, üniversite başına ortalama 500
milyonun biraz altında bir aktif değeri). Elbette bu ABD'deki hanehalkının
toplam özel servetinin %1'inden bile azdır, ancak önemsiz bir tutar da değildir,
zira bu bağışlar ABD üniversitelerine -en azından bazılarına-kayda değer bir
gelir sağlamaktadır.23 Bir kere -ki bizi asıl ilgilendiren de budur-ABD
üniversiteleri kabul ettikleri bağışlara dair düzenli, güvenilir ve ayrıntılı raporlar
yayımlamaktadırlar, bu raporlar her kurumun elde ettiği yıllık getirinin
hesaplanmasında kullanılabilir. Bu verilerin 1970'lerin sonundan bu yana
National Association of College and University Business Officers adı verilen,
1979 yılından bu yana her yıl hacimli istatistiksel araştırmalar yayımlayan
uzman bir kurum tarafından toplanması da ayrıca önemlidir.
Tablo 12.2
Tablo 12.2'de açıkça görülen ikinci sonuç, elde edilen getirinin fonun
büyüklüğüne bağlı olarak arttığıdır. Bağışlardan oluşan fonları 100 milyon
doların altında olan sekiz yüz elli üniversiteden beş yüzü 1980-2010 döneminde
%6,2 oranında getiri elde etmiştir (1990-2010 döneminde ise %5,1 oranında),
böyle bir getiri aynı dönemde toplam özel servetin elde ettiği ortalama getiriden
çok daha yüksek seviyededir.26 Fon büyüdükçe getiri de artar. 1 milyar dolardan
fazla bağış alan altmış üniversitenin 1980-2010 döneminde elde ettiği ortalama
getiri %8,8'e ulaşmıştır. 1980-2010 döneminde listenin başında yer alan ilk üç
üniversiteye baktığımızda, getirinin %10,2 seviyesine (1990-2010 döneminde
%10), yani daha az bağış alan üniversitelerin elde ettiği getirinin iki katından
fazlasına ulaştığını görürüz.27
Şimdi geçtiğimiz yıllarda özellikle petrol ihraç eden ülkelerde ciddi bir
gelişme gösteren devlet fonları konusuna gelelim. Bu fonların yatırım stratejileri
ve getirileri hakkındaki kamuya açık bilgiler, ne yazık ki üniversite fonları
hakkında erişebildiklerimiz kadar ayrıntılı ve sistematik değildir, bu alanda
dönen tutarların çok daha yüksek olduğu düşünülürse durum iyice esef verici bir
hal alır. 2013 yılında değeri tek başına 700 milyar avroyu geçen (ABD'deki
üniversite fonlarının toplamının iki katı değerindeki) Norveç devlet fonları en
ayrıntılı finansal raporları yayımlar. Yatırım stratejisi -en azından başlarda-
üniversite fonlarınınkinin yanında daha sıradan bir strateji gibi görünür, şüphesiz
kısmen de öyledir, çünkü kamu denetimine tabidir (Norveç halkı, hedge fonlar
ve borsaya kote olmayan hisse senetlerine devasa yatırımlar yapılması
konusunda Harvard'ın mütevelli heyetinden daha isteksiz olabilir) ve görünen o
ki pek yüksek getiriler de elde edememiştir.39 Fonun sorumluları geçtiğimiz
yıllarda alternatif yatırımlara (özellikle de uluslararası gayrimenkullere) daha
çok para yatırmak için gerekli izni almayı başardı ve getiri gelecekte
yükselebilir. Bu fonun yönetim masraflarının da yönetilen aktiflerin %0, Tinden
az olduğunu belirtelim (Harvard'ın %0,3'lük masrafına karşılık), ancak bu
fonların Harvard'ın sermayesinin 20 katı olduğu düşünülürse, doğru düzgün bir
yatırım danışmanlığı hizmetine de ödeme yapmaya yeterlidir. Diğer yandan
1970-2010 döneminde Norveç'in petrolden kazandığı paranın %60'ının da bu
fona yatırıldığını öğreniyoruz, geriye kalan %40 ise devlet harcamalarına
gitmiştir. Norveç hükümeti bize fonun uzun vadeli hedefinin ne olduğunu ya da
ülkenin yatırımdan elde ettiği getirileri tamamen ya da kısmen harcamaya ne
zaman başlayacağını henüz söylemiyor. Muhtemelen bu sorulara kendileri de
henüz yanıt veremiyorlar, zira her şey Norveç'in petrol rezervlerinin nasıl
evrileceği kadar, bir varil petrolün fiyatının ne olacağına ve elbette fonun
gelecekte elde edeceği getirilere de bağlıdır.
Suudi Arabistan başka bir yerden çok daha yüksek getiri elde edebilecekken
Amerikan hazine bonolarına yatırım yapmayı neden tercih etmiş olabilir? Hele
ki Amerikan üniversiteleri bile kendi sermayelerini kendi ülkelerinin bonolarına
yatırmayı çoktan bırakıp, hedge fonlara, borsaya kote olmayan şirketlerin hisse
senetlerine, emtiaya dayalı türev ürünlere yatırım yaparak dünya genelindeki bir
yüksek getiri arayışına girmişken, bu sorulmaya değer bir sorudur. Amerikan
hazine bonolarının istikrarsız bir dünyada sabit bir getiriyi garanti ettiği
muhakkaktır ve Suudi Arabistan halkı da alternatif yatırımlardan pek haz
etmiyor olabilir. Ancak bu seçimin politik ve askeri boyutunu da hesaba katmak
zorundayız. Hiçbir zaman açıkça ifade edilmese de, Suudi Arabistan'ın, kendisini
askeri açıdan koruyan ülkeye düşük faizle borç vermesinde mantıksız bir taraf
yoktur. Bildiğim kadarıyla, hiç kimse böyle bir yatırımın getirisinin tam ne
olabileceğini hesaplamış değil, ama fazlasıyla yüksek olduğu açıkça görülüyor.
ABD, diğer Batı ülkelerini de arkasına alarak, 1991 yılında Irak ordusunu
Kuveyt'ten çıkarmasaydı, Irak bir sonraki aşamada muhtemelen Suudi
Arabistan'ın petrol rezervlerine göz dikecekti ve İran gibi, bölgedeki diğer
ülkeler de bir vadede bölgedeki petrol rantını yeniden paylaşmak için savaşa
girebilirdi. Sermayenin küresel dağılımının dinamiği hem ekonomik, hem
politik, hem de askeri bir süreçtir. Sömürgecilik döneminde de durum buydu;
başta İngiltere ve Fransa olmak üzere zamanın büyük güçleri kendi yatırımlarını
korumak için her şeyi ateşe vermeye hazırdı. Açıkça görüldüğü üzere aynı
durum 21. yüzyıl için de, öngörülmesi zor, farklı jeopolitik biçimlerde geçerli
olacaktır.
Eğer böyle bir değişim yaşanırsa, Batılı devletlerin, kendi ülkelerinin büyük
bir kısmına petrol ülkelerine ait devlet fonlarının sahip olması fikrinden giderek
rahatsız olması ve bunun eninde sonunda, gayrimenkul ya da endüstriyel ve
finansal aktiflerin devlet fonlarıyla satın alınmasının önlenmesi, hatta kısmi ya
da toplu kamulaştırmalar gibi politik birtakım tepkileri tetiklemesi muhtemeldir.
Böyle bir tepki politik açıdan zekice olmayacağı gibi, ekonomik açıdan da etkili
olmayacaktır, ancak ulusal hükümetler, en küçük ülkelerde bile bu tür kararlar
verme yetkisine sahiptir. Diğer yandan petrol ihraç eden ülkelerin kendilerinin
de yabancı yatırımları sınırlandırdığını ve kendi ülkelerine müzeler, oteller,
üniversiteler, hatta kayak merkezleri inşa etmek için kimi zaman ekonomik ve
finansal akılcılığı aşan ölçekte yatırımlar yapmaya başladığını görüyoruz. Bu
davranışı, yurtiçindeki bir yatırımın kamulaştırılmasının daha zor olacağına dair
bir erken farkındalık olarak yorumlayabiliriz. Yine de bu sürecin daima barışçıl
olacağının garantisi yoktur: Bir ülkenin başka bir ülkeye sahip olması söz
konusu ise, aşılmaması gereken psikolojik ve politik sınırların tam olarak nerede
başladığını kimse bilemez.
Petrol ihraç etmeyen ülkelerin devlet fonları ise apayrı bir soruna yol
açmaktadır. Belli bir doğal kaynağa sahip olmayan bir ülke neden başka bir
ülkeyi satın almaktan söz etsin ki? İlk olasılık olarak akla, elbette bir yeni-
sömürgecilik hırsı, Avrupa sömürgeciliği devrindeki gibi bir hâkimiyet arzusu
geliyor. Ancak o dönemde bu nüfuzu garanti altına alan, Avrupa ülkelerinin
sahip olduğu teknolojik avantajdı. Çin ve petrol ihraç etmeyen diğer ülkeler çok
hızlı büyümektedir, buna şüphe yok, ancak elimizdeki veriler bu hızlı
büyümenin, verimlilik ve yaşam standardı konusunda lider konumdaki ülkelere
yetişildiği anda yavaşlayacağını gösteriyor. Bilgi ve üretim teknolojilerinin
yaygınlaşması temelden eşitleyici bir süreçtir: Az gelişmiş ülkeler, gelişmiş
ülkeleri yakaladığı anda, büyümelerinin hızı da düşecektir.
Grafik 12.4
Grafik 12.5
Grafik 12.6
2008 krizinin 1929 kadar ciddi bir depresyona yol açmamasının asıl sebebi,
gelişmiş ülkelerin hükümetlerinin ve merkez bankalarının finansal sistemin
çökmesine izin vermemeleri ve 1930'larda dünyayı uçurumun eşiğine götüren
banka iflaslarının önüne geçmek için gerekli likiditeyi yaratmak konusunda
uzlaşmalarıdır. Bu pragmatik para ve maliye politikası, 1929 krizinden sonra her
alana yayılan ortodoks "tasfiyecilik"in tersine (1929'daki Amerikan Başkanı
Herbert Hoover aksayan şirketlerin "tasfiye edilmesi" gerektiğini düşünüyordu;
1933 yılında Roosevelt iktidara gelene dek de bu yol izlenmişti), işlerin daha
kötüye gitmesine engel olmayı başarmıştır. Bu politikalar, dünyaya aynı
zamanda merkez bankalarının işlevinin eli kolu bağlı oturup, olan biteni izlemek
ve enflasyonu düşük tutmak olmadığını hatırlattı. Böyle finansal panik
durumlarında merkez bankaları nihai ödünç verme yetkisine sahip kurum olarak
vazgeçilmez bir rol oynar, acil durumlarda ekonominin ve ülkenin tamamen
çökmesinin önüne geçebilecek tek kamu kurumu da merkez bankasıdır. Bununla
birlikte, merkez bankaları dünyanın bütün sorunlarını çözecek araçlara sahip
değildir. 2008 krizinin ardından devreye sokulan pragmatik politikalar hiç şüphe
yok ki işlerin daha da kötüleşmesinin önüne geçmiştir, ancak krizin ortaya
çıkmasına neden olan yapısal problemlere, özellikle de finansal şeffaflık
yokluğuna ve eşitsizliklerdeki yükselişe gerçek anlamda kalıcı çözümler
üretememiştir. 2008 krizi, küreselleşmiş servet merkezli kapitalizmin 21.
yüzyılda geçirdiği ilk krizdir. Sonuncusu olacağını söylemek de mümkün
değildir.
Grafik 13.1
Bunu nispeten daha soyut bir şekilde ele alırsak, hak üzerine kurulu bu
yaklaşımın gerekçelerini birçok ulusal politik ve felsefi gelenekte bulabiliriz.
Amerika'nın 1776 tarihli Bağımsızlık Bildirgesi herkesin mutluluk peşinde
koşmaya eşit derecede hakkı olduğunu bildirerek başlar.19 Eğitim ve sağlığın
temel haklar olduğu şeklindeki modern inancımız, bunu anlamamız epey uzun
sürmüş olsa da, bir anlamda bu ifadeyle ilişkilendirilebilir. 1789 tarihli İnsan ve
Yurttaş Hakları Bildirgesi'nin ilk maddesi de şöyle der: "İnsanlar, haklar
bakımından özgür ve eşit doğar ve öyle yaşarlar." Bunu hemen şu sözler izler:
"Toplumsal farklılıklar ancak ortak faydaya dayanabilir." Bu önemli bir
eklemedir: İlk cümle mutlak bir eşitlik ilkesinden söz etse de, ikinci cümle
gerçek eşitsizliklerin varlığını zikreder. Haklar konusundaki her yaklaşımın
barındırdığı gerilim işte budur: Haklardaki eşitliğin sınırı nedir? Hakların eşitliği
yalnızca sözleşme serbestisini, Fransız Devrimi döneminde tam anlamıyla
devrimci görünen piyasada eşitliği mi garanti eder? Ve buna,
20. yüzyılda sosyal devletin gelişimiyle yapılmaya başlandığı gibi eğitim,
sağlık, emeklilik gibi haklardaki eşitliğin dahil edilmesinin ardından, günümüzde
de kültür, barınma ve seyahat haklarının da eklenmesi gerekir mi?
Ancak diğer yandan, sosyal devletin genişleme sürecinin gelecekte de, 1930-
1980 arasındaki ritimle sürmesi gerektiğini ileri süren herhangi bir belirleyici
teori de yoktur (bu, vergilerin 2050-2060'da milli gelirin %70-80'ine ulaşması
anlamına gelirdi). Vergilerin, şeffaf, etkin ve herkesin kabul ettiği bir biçimde
toplanma koşuluyla, milli gelirin üçte ikisine ya da dörtte üçüne denk geldiği,
eğitim, sağlık, kültür, temiz enerji ve sürdürülebilir kalkınma gibi öncelikli kabul
edilen ihtiyaçlar ve yatırımlar için kullanıldığı bir toplumu hayal etmek teorik
açıdan elbette olanaksız değildir. Vergilendirme kendi içinde olumlu ya da
olumsuz değildir: Bu, vergilerin nasıl toplandığına ve ne için kullanıldığına göre
değişir.25 Bununla birlikte, sosyal devletin bu denli güçlü bir biçimde
genişlemesinin -en azından yakın gelecekte-gerçekçi ya da arzu edilir olmadığını
düşünmek için iki sağlam gerekçemiz var.
Bununla birlikte, milli gelirin üçte ikisini ya da dörtte üçünü temsil eden
kamu finansmanını etkin bir biçimde örgütlemeyi öğrenmeden önce, günümüzde
milli gelirin pek de azımsanamayacak yaklaşık %50'lik dilimini (sosyal ödenek
ve transferler dahil) temsil eden kamu sektörünün örgütlenmesini ve işleyişini
iyileştirmekte yarar var. Almanya ve İtalya'da olduğu gibi Fransa'da da, İsveç'te
olduğu gibi İngiltere'de de sosyal devlet hakkındaki tartışmalar gelecek yıllarda
her şeyden önce örgütlenme, modernizasyon ve konsolidasyon sorunları
etrafında dönecek: Kamu gelir ve giderlerinin tamamının milli gelir içinde
tekabül ettiği oran aynı kalırsa (ya da ihtiyaçlar arttıkça çok az bir artış
görülürse), hastaneler ve kreşlerin işleyişini nasıl iyileştirebiliriz, doktorların ve
ilaçların ücretlerini nasıl karşılarız, üniversiteleri ve ilköğretim okullarını nasıl
ıslah ederiz, emeklilik ve işsizlik maaşlarını nasıl değişen yaşam beklentilerine
ve genç nesildeki işsizlik oranına uygun hale getiririz? Kamu harcamalarının
milli gelirin yarıya yakınına tekabül ettiği bir noktada tüm bu tartışmalar meşru
ve kaçınılmaz hale gelir. Sosyal hizmetleri toplumun ihtiyaçlarına nasıl
uyarlayacağımız hakkında sürekli düşünmekten imtina edersek, bu yüksek oranlı
vergilendirmeyi ve dolayısıyla da sosyal devleti destekleyen konsensüs sonsuza
dek sürmeyebilir.
7.yaşına gelene dek işlerini sürdürebilmeyi umarlar (bu tür beklentilere sahip
bireylerin toplam istihdamdaki payı da giderek artmaktadır). Ancak çalışmaya
erken yaşta başlamış, tatmin edicilikten uzak ve ağır işlerde çalışmış birçok
insan ise haklı olarak nispeten çok daha erken bir zamanda emekli olmayı arzu
ederler (yaşam beklentilerinin daha kalifiye kişilere göre düşük olması da bu
isteği artırır). Gelişmiş ülkelerde yakın geçmişte gerçekleştirilen bir reform,
bireysel durumlardaki bu farklılıkları doğru bir biçimde algılamamış, hatta bazı
durumlarda haklı olarak erken emeklilik isteyenlerin, diğerlerinden daha uzun
süre çalışmaları beklenmiştir ki bu da bu reformların neden ciddi itirazlara yol
açtığını açıklamaktadır.
19. yüzyıl ve 20. yüzyıl boyunca yararlı gördükleri zamanda ve yerim nasıl
dolduracaklarını da hesaplayarak, gümrük vergisi oranlarını kendilerine uygun
bir ritimle düşürürken, onlara ne yapmaları gerektiğini söyleyen birileri yoktu,
bu açıdan şanslıydılar.49 Bu dönem çok genel bir olguyu da gözler önüne
sermektedir: Zengin ülkeler daha az gelişmiş ülkeleri bir deneme tahtası olarak
kullanmış, kendi tarihsel tecrübelerinden doğru düzgün dersler
çıkaramamışlardır.50 Günümüzde yoksul ve gelişmekte olan ülkelerdeki
eğilimler büyük bir çeşitlilik arz etmektedir. Çin gibi bazı ülkelerde vergi
sisteminin modernizasyonu nispeten ileri aşamalardadır, nüfusun büyük bir
kısmına uygulanan ve önemli bir gelir getiren bir gelir vergisi mevcuttur.
Gelişmiş Avrupa, Amerika ve Asya ülkelerinde gözlemlediğimiz türde bir sosyal
devlet Çin'de de (kendine özgü nitelikleriyle, politik ve demokratik açıdan
taşıdığı büyük belirsizliklerle) gelişme aşamasındadır. Hindistan gibi diğer
ülkeler ise çok düşük bir vergi oranı üzerine kurulmuş dengenin dışına çıkmak
konusunda çok zorlanmaktadırlar.51 Her durumda, gelişmekte olan dünyada
vergiye dayalı ve sosyal bir devletin kurulması sorunu gezegenimizin geleceği
açısından azami önem taşımaktadır.
14 Artan Oranlı Gelir Vergisini Yeniden Düşünmek
Bir önceki bölümde sosyal ihtiyaçların doğasına ve bunlara yönelik sosyal
harcamalara (eğitim, sağlık, emeklilik vs.) odaklanıp, dünya genelinde
vergilendirme düzeyine ve geçirdiği değişime dair bilgileri veri olarak kabul
etmek suretiyle sosyal devletin kuruluşunu ve değişimini inceledik. Bu ve bir
sonraki bölümde ise bu dönüşümü mümkün kılan vergilendirme ve diğer kamu
gelirlerinin yapısını daha ayrıntılı olarak incelemeye ve bundan gelecek için
dersler çıkarmaya çalışacağız. 20. yüzyılda vergi alanında yapılan en büyük
icadın, gelire artan oranlı vergi konması ve bunun geliştirilmesi olduğunu
göreceğiz. Bu kurum geçtiğimiz yüzyılda eşitsizliklerin azaltılmasında önemli
bir rol oynamıştır, ama günümüzde hem ülkeler arasındaki vergi rekabetinin
tehdidi altındadır, hem de acil bir çözüm olarak düşünülüp, dayanakları
konusuna gerçek anlamda kafa yorulmasına fırsat kalmadan yürürlüğe
sokulduğu için birçok zaafı vardır. Aynı durum 20. yüzyılın ikinci büyük icadı
olan, miraslardan alınan artan oranlı vergi için de geçerlidir; bu vergi türü de son
yıllarda itirazlara konu olmaktadır. Ama buna geçmeden önce, bu iki aracı çok
daha genel bir çerçevede, artan oranlı vergi sistemi ve onun modern yeniden
dağılımdaki rolü çerçevesinde ele alacağız.
Vergi teknik bir mesele değildir. Her şeyden evvel politik ve felsefi bir
meseledir, belki de politik meselelerin en önemlisidir. Vergi olmazsa ortak yazgı
ve birlikte hareket etme kabiliyeti kalmaz. Bu hep böyle olagelmiştir. Her
önemli politik çalkantının temelinde bir vergi devrimi yatar. Ancien Régime,
devrimci meclis soylular ve ruhban sınıfının mali ayrıcalıklarını yürürlükten
kaldırıp, herkesin vergilendirildiği modern bir vergi sistemi kurmak için oy
verdiği anda yok olup gitti. Amerikan Devrimi, İngiliz kolonilerinde
yaşayanların kendi kaderlerini tayin etmeye karar verip, kendi vergilerini
düzenlemeye karar verdiklerinde gerçekleşti ("No taxation without
representation"/Temsil yoksa vergi de yok.) İki yüzyıl sonra bağlam büyük
ölçüde değişmiş, ancak meselenin özü aynı kalmıştır. Vatandaşların, eğitim,
sağlık, emeklilik, eşitsizlikler, istihdam, sürdürülebilir kalkınma vs. kendi ortak
amaçlarına ne kadar kaynak ayıracaklarına bizzat kendilerinin demokratik
biçimde karar vermesiyle ilgili bir sorundur bu. Mantıken, vergilerin aldığı
somut biçim tüm toplumlarda politik çatışmaların merkezinde yer alır. Amaç
kimin hangi ilkeler adına ne ödeyeceği konusunda bir mutabakata varmaktır,
insanlar birçok açıdan, başta da sahip oldukları gelir ve sermaye bakımından
birbirlerinden farklı olduğundan bunu başarmak pek de önemsiz bir iş sayılmaz.
Bir kere her toplumda yüksek emek geliri elde eden, ancak miras yoluyla elde
ettiği servet az olan kişiler vardır ya da bunun tam tersi de doğrudur: Bu farklı
durumlar arasında neyse ki tam bir bağ yoktur. İdeal vergi sistemi hakkındaki
görüşler de o denli çeşitlidir.
Genel ayrıma göre vergiyi gelir vergisi, servet vergisi ve tüketim vergisi
olarak üçe ayırırız. Bu üç vergi türünde de tüm devirlerde farklı oranlarla
karşılaşırız. Bu kategoriler de belirsizlik içerirler ve aralarındaki sınırlar da her
zaman belirgin değildir. Örneğin gelir vergisi teorik olarak, hem sermaye hem
emek gelirlerini kapsar: Dolayısıyla kısmen sermaye üzerine de konmuş bir
vergi söz konusudur. Sermaye üzerine konan vergilere genellikle sermaye
gelirlerinin akışından yapılan kesintiler (kurumsal gelir vergisi gibi), hem de
sermaye birikiminin değerinden alınan vergiler (örneğin emlâk vergisi, veraset
ve intikal vergisi vs.) dahil edilir. Modern çağda tüketim vergisi, katma değer
vergileri gibi, ithal mallar, içecekler, benzin, tütün ya da diğer hizmetler
üzerindeki vergileri kapsar. Her devirde böyle vergiler vardı, en nefret edilen ve
alt sınıflara en ağır gelen vergiler genellikle bunlardır: İnsanın aklına Ancien
Régime'in tuz vergisi geliyor. Bu vergilerin genellikle "dolaylı" olduklarını
söyleriz, bunun sebebi doğrudan bireyin geliri ya da sermayesi ile bağlantılı
olmamalarıdır: Bu vergiler idareye, alınan malın fiyatının bir parçası olarak,
dolaylı yoldan ödenir. Kuramsal açıdan tüketim üzerindeki verginin her bir
tüketicinin tükettiği miktara bağlı olarak doğrudan olmasını hayal edebiliriz,
ancak böyle bir vergi hiçbir zaman var olmamıştır.1
Artan oranlı verginin modern yeniden dağılımda yalnızca sınırlı bir rol
oynadığı sonucuna varmak yanlış olur. Her şeyden önce, vergi oranı genelde
nüfusun çoğunluğu açısından sabit bir orana yakın seyretse de, en yüksek gelirler
ve en büyük servetler üzerindeki vergi oranının hissedilir ölçüde artması -ya da
tam tersine düşmesi-eşitsizliğin yapısını ciddi biçimde etkileyecektir. Gelirler ve
miras yoluyla edinilmiş servetler hiyerarşisinin en tepesine uygulanan artan
oranlı vergilendirme, 1914-1945 yıllarının şoklarından sonra servet
yoğunlaşmasının neden Belle Époque döneminin astronomik seviyelerine geri
dönemediğine kısmen açıklık getirmektedir. Buna karşılık, savaş döneminde
yüksek gelirlere artan oranlı vergi uygulanması konusunda başı çeken ABD ve
İngiltere'de bu vergi oranlarında 1970-1980 döneminden bu yana gözlemlenen
düşüş, en yüksek gelirlerde gözlemlenen artışın büyük bir kısmına da şüphesiz
açıklama getirmektedir. Aynı zamanda son yıllardaki vergi rekabeti de,
sermayenin serbest dolaşımı bağlamında, birçok devletin sermaye gelirlerini
artan oranlı vergiden muaf tutmasına yol açtı. Bu daha çok, vergilendirme
konusunda bugüne dek asgari koordinasyonu bile sağlayamamış küçük
devletlerden oluşan Avrupa için geçerlidir. Sonu olmayan bu yarış, özellikle
kurumlar vergisi oranında indirim yapılması ve emek gelirleri vergiye tabi
tutulurken, faiz kazançları, kir paylan ve diğer finansal kazançların vergiden
muaf tutulması konularında sürüp gidiyor.
Son olarak bir şeyin daha altını çizmemiz gerekiyor: Ticari küreselleşmenin,
özellikle zengin ülkelerdeki en niteliksiz işçiler üzerinde baskı oluşturduğu
düşünülürse, daha büyük oranlarda artan bir vergilendirme kuramsal açıdan
savunulabilir, çünkü bu vergilendirmede aşağılara inildikçe durum daha da
karmaşık hale gelecektir. Gerçi zorunlu kesintilerin toplamda milli gelirin
yarısına tekabül eden oranını muhafaza etmenin bedeli, şüphesiz herkesin büyük
oranlarda vergi ödemesi anlamına gelir. Ancak daha dar aralıklarla artan oranlı
bir vergi (en üst dilimi hariç tutarsak) yerine, daha geniş aralıklarla artan bir
vergi düşünülebilir.9 Bu tüm sorunları çözmese de, niteliksiz işçilerin durumunu
gözle görülür şekilde iyileştirmek için yeterli olacaktır.10 Eğer vergi sisteminde
daha da büyük oranlarda artan bir vergi öngörülmezse, serbest ticaretten en az
fayda görenlerin buna karşı tavır alması da şaşırtıcı olmayacaktır. Artan oranlı
vergi, küreselleşmenin nimetlerinden herkesin faydalanmasını sağlamanın
vazgeçilmez bir yoludur ve onun giderek daha da gözle görülür hale gelen
yokluğu küresel ekonomiye verilen desteğin sonunu getirebilir. Bu konuya
gelecek bölümde geri döneceğiz.
Gerçi, artan oranlı vergi Birinci Dünya Savaşı patlak vermeden önce çok
sayıda ülkede uygulanmaktaydı. Fransa'da "genel gelir vergisi" savaş tehdidinin
finansal gereklerine bir yanıt olarak, 15 Temmuz 1914 tarihli yasayla yürürlüğe
girdi (yasa senatoda birkaç yıldır beklemekteydi, savaş ilanının eli kulağındaydı,
bu sayede senatodan geçti),11 ancak Fransa'nın durumu oldukça istisnaidir, diğer
ülkelerde bu mesele normal bir parlamenter süreç çerçevesinde "savaş kapıya
dayanmamışken", mesela İngiltere'de 1909'da, ABD'de ise 1913'te halledilmişti.
Avrupa'nın kuzeyinde, birçok Alman devletinde ve Japonya'da ise artan oranlı
gelir vergisi çok daha erken bir tarihte konmuştu: Danimarka'da 1870,
Japonya'da 1887, Prusya'da 1891, İsveç'te 1903. 1900-1910 yılları civarında
gelir vergisi tüm gelişmiş ülkelerde henüz uygulanmasa da, vergilendirmenin
artan oranlı olması ve gelirin tamamına uygulanması konusunda uluslararası bir
konsensüs oluşmaya başlamıştı (gelirin tamamı derken, ücret ve ücretdışı emek
gelirlerini ve kira, faiz, kâr payı, kâr ve bazı hallerde de artı değeri de kapsayan
her türden sermaye gelirini kastediyoruz).12 Bu sistem verginin
bölüştürülmesinde daha adil ve etkin bir yönteme sahip gibi görünüyordu.
Toplam gelir her bireyin vergi kapasitesini ölçüyor, artan oranlı vergilendirme
de mülkiyet haklarına, rekabet koşullarına saygı gösterirken endüstriyel
kapitalizmin yarattığı eşitsizlikleri dizginlemek için bir çözüm öneriyordu. O
dönemde yayımlanan çok sayıda rapor ve kitap da bu fikrin popüler hale
gelmesine ve siyasi elitlerle liberal ekonomistlerin kısmen ikna edilmesine katkı
sağlamıştı, yine de özellikle Fransa'da çok sayıda insan artan oranlı bir vergi
fikrinden hoşlanmamıştı.13
Grafik 14.1
Peki o zaman artan oranlı gelir vergisi demokrasi ve genel oy hakkının doğal
mahsulü müdür? Aslında durum daha karmaşıktır. Gerçekte Birinci Dünya
Savaşı'na dek uygulanan oranların, astronomik gelirler seviyesinde bile aşırı
derecede düşük olduğunu görüyoruz. Bu durum istisnasız her yerde aynıydı.
Savaşın yol açtığı politik şok ABD, İngiltere, Almanya ve Fransa'da uygulanan
en yüksek oranın (yani en yüksek gelirlere uygulanan oranın) 1900-2013
arasında geçirdiği değişimi gösteren Grafik 14.1'de açıkça görülebilir. En yüksek
oran 1914'e dek önemsiz sayılabilecek seviyelerde kaldıktan sonra, savaşın
patlak vermesiyle birlikte âdeta uçuşa geçmiştir. Bu gelişmeler, zengin ülkelerin
tamamında görülen gidişatı temsil edebilecek güçtedir.14
İlginç bir biçimde, artan oranlı gelir vergisinden sonra 20. yüzyılın
vergilendirme konusundaki ikinci önemli icadı olan ve 1914'e dek aynı şekilde
oldukça düşük seviyelerde kalan veraset ve intikal vergisi için de aynı durumun
geçerli olduğunu görüyoruz. III. Cumhuriyet Dönemi'nin Fransa'sında yaşanan
durum buna emsal teşkil eder: Fransa eşitlik düşüncesine gerçek bir tutkuyla
bağlı olması beklenen, erkekler için genel oy hakkının 1871 yılında yeniden
yürürlüğe girdiği bir ülkedir, ama neredeyse yarım yüzyıl boyunca artan oranlı
vergilendirme prensibini inatla reddetmiş, bu tavrı ancak Birinci Dünya Savaşı
değiştirebilmiştir. Elbette veraset vergisini getiren Fransız Devrimi'dir, 1791'den
1901 yılına dek katı bir biçimde sabit oranla uygulanan veraset vergisi, ancak 25
Şubat 1901 tarihli yasa ile artan oranlı hale getirilmiştir (bkz. Grafik 14.2).
Gerçekte bu pek bir şeyi değiştirmemişti: En yüksek oran 1902'den 1910'a dek
%5, daha sonra 1911'den 1914'e dek ise %6,5 oranında sabitlenmiş ve her yıl
birkaç düzine servete uygulanmıştı. Dönemin servet sahibi mükelleflerinin
gözünde bu oranlar aşırı yüksekti, bu kesimin gözünde, "babasının yerini alan
oğul" "kutsal bir görevi" yerine getirerek aile mülkünün devamını sağlıyordu ve
bu sadece mevcut bir mülkün devamı anlamına geldiği için, böyle bir servet
vergilendirilmemeliydi.19 Gerçekte ise bu vergi en büyük servetlerin bir nesilden
diğerine neredeyse eksilmeden geçmesine engel teşkil etmiyordu. En üst
yüzdelik dilimde yer alan miraslar için geçerli veraset vergisi oranı 1901
reformundan sonra ortalama %3'ü bile geçmiyordu (19. yüzyılın sabit oranlı
vergilendirme rejiminde bu oran %1'di). Bu durumu bugünden bakarak ele
aldığımızda, böyle bir reformun, o dönemde yaşayanlar ne düşünürse düşünsün,
birikim süreci ve servetteki aşırı yoğunlaşma üzerinde herhangi bir tesirde
bulunmadığını açıkça görürüz.
Grafik 14.2
Bunun yerine, Leroy-Beaulieu 1901 reformundan kısa bir süre sonra vergi
idaresi tarafından yayımlanan vasiyetname kayıtlarına başvurma zahmetini
gösterseydi, Belle Époque'ta Fransa cumhuriyetindeki servet yoğunlaşmasının
İngiltere monarşisindekinden pek de farklı olmadığını görecekti. 1907-1908
yıllarında parlamentodaki tartışmalarda, gelir vergisinin savunucuları sıklıkla bu
istatistiklere başvuruyorlardı.24 Bu ilginç örnek bize, düşük orandaki bir verginin
bile hem bilginin hem de demokratik şeffaflığın kaynağı olabileceğini
göstermektedir.
İki dünya savaşı arası dönemde tüm gelişmiş ülkeler çok yüksek vergi
oranları uygulamayı, istikrarsız bir biçimde olsa da denediler. Ancak 1919-1922
yıllarında gelir ve 1937-1939 yıllarında ise veraset vergisi oranını %70'in üzerine
çekmeye çalışan ilk ülke ABD'dir. Bir gelir ya da miras dilimine %70-80
oranında vergi uygulandığında, birincil amaç elbette kamu gelirlerini artırmak
değildir (nitekim bu dilimden asla yüksek bir hasılat sağlanmaz). Amaç daha
ziyade yasa koyucunun toplumsal açıdan aşırı ve ekonomik açıdan da atıl
olduğuna hükmettiği bu türden gelirlerin ve servetlerin sonunu getirmek, ya da
aynı düzeyde kalmalarını aşırı maliyetli hale sokup, bu durumu sürdürmek
isteyecekler üzerinde caydırıcı bir etki yapmaktır. Aynı zamanda bu bir mutlak
yasaklama ya da kamulaştırma da değildir. Artan oranlı vergilendirme
eşitsizliklerin azaltılması için kullanılan nispeten liberal bir yöntemdir, çünkü bu
kurum, özel teşvikleri nihayetinde radikal bir biçimde değiştirse de, bunu her
zaman hukuk devleti çerçevesinde önceden saptanmış ve demokratik biçimde
tartışılmış kurallara uyarak yaparken serbest rekabete ve özel mülkiyete saygılı
davranır. Artan oranlı vergilendirme bu nedenle sosyal adalet ve bireysel
özgürlük arasındaki ideal uzlaşmayı temsil eder. Tarih boyunca bireysel
özgürlüklere en çok bağlı kalmış ülkeler oldukları söylenebilecek Anglosakson
ülkelerin,
Bu bulgular üst marjinal vergi oranı ve arzu edilebilir seviyedeki artan oranlı
vergilendirme açısından önemli sonuçlar doğurmaktadır. Hem en üst gelir
diliminin vergi yükünü ağırlaştırmanın olanaklı olduğunu, hem de bunun en
yüksek gelirlerde gözlemlenen artışı dizginlemenin tek yolu olduğunu
göstermektedirler. Tahminlerimize göre, üst vergi oranının optimal seviyesi
gelişmiş ülkeler için muhtemelen %80'in üstündedir.50 Bu tahminin kesinliği bizi
yanıltmamalı: Hiçbir matematiksel formül ya da ekonometrik öngörü hangi
seviyedeki gelire hangi oranda vergi uygulanması gerektiğini bize söyleyemez.
Bu bilgiyi yalnızca ortaklaşa karar alma mekanizması ve demokratik deneyimler
verebilir. Kesin olan şudur, tahminlerimiz, en yüksek gelirlerin %1 ya da
%0,5'lik en üst dilimini hedeflemektedir. Görünen o ki yıllık 500.000 dolar ya da
1 milyon doların üstündeki gelirlere uygulanacak %80 seviyesindeki bir vergi
oranı, ABD ekonomisinin büyümesine zarar vermez, ama ekonomik açıdan
faydasız (harta zararlı) davranışları makul biçimde sınırlandırırken, büyümenin
nimetlerinin daha yaygın bir biçimde dağıtılmasına da izin verir. Açıkça
görülüyor ki bunu ABD ölçeğindeki bir ülkede uygulamak, komşularıyla vergi
konusunda pek de işbirliği yapmayan küçük bir Avrupa ülkesinde uygulamaktan
daha kolaydır. Bir sonraki bölümde uluslararası koordinasyon konusuna geri
döneceğiz. Şu aşamada yalnızca ABD'nin bu türden bir vergi politikasını etkin
bir biçimde uygulamaya yetecek büyüklükte olduğunu belirtmekle yetinelim.
ABD'deki tüm üst düzey yöneticilerin böyle bir durumda derhal Kanada ya da
Meksika'ya kaçacağı ve geriye ekonominin devamı için gerekli yetkinliği ve
motivasyonu sağlayacak kimsenin kalmayacağı düşüncesi ise yalnızca tarihsel
tecrübelerle değil, aynı zamanda elimizdeki şirket seviyesindeki verilerle de
çatışmaktadır, ayrıca sağduyudan da yoksundur. Yıllık 500.000 dolar ya da 1
milyon dolarlık bir gelirden %80 oranında vergi alınması, devlete gelir
anlamında pek bir şey getirmez, çünkü amacına çok kısa sürede ulaşır: ABD
ekonomisinin verimliliğini düşürmeden, bu seviyedeki ücretleri sert bir biçimde
azaltmak, daha alt kadrolardaki gelirin artmasını sağlar. ABD'nin sosyal
devletini geliştirmek ve (bütçe açığını azaltırken) eğitim, sağlık gibi konulara
yatırım yapmak üzere ihtiyaç duyduğu gelirleri elde edebilmesi için, vergilerin
daha düşük gelirlere de aynı şekilde (mesela 200.000 dolar üstü gelirlere %50 ya
da %60 oranında) uygulanması gerekirdi.51 Böyle bir sosyal politika ya da vergi
politikası ABD'de kusursuz bir biçimde uygulanabilir.
Sermayeden küresel bir vergi almak bir ütopyadır: Dünyadaki tüm ülkelerin
kısa vadede böyle bir vergi konusunda mutabakata varacağını, dünyadaki tüm
servetlere uygulanacak bir vergi tarifesi oluşturulacağını ve sonra da elde edilen
gelirlerin ülkeler arasında bölüşüleceğini hayal etmek zor. Ancak bu bence,
birçok sebepten ötürü, faydalı bir ütopyadır. Bir kere böyle ideal bir verginin
öngörülebilir bir gelecekte uygulanması mümkün olmasa bile, işe yarar bir
referans noktası, alternatif çözüm önerilerinin değerlendirilmesini sağlayacak bir
ölçüt olarak kullanılabilir. Böyle bir çözümün, yüksek ve şüphesiz pek de
gerçekçi olmayan bir düzeyde uluslararası bir eş güdüm gerektirdiğinin elbette
farkındayız, ama bölgesel seviyede başlayarak (mesela yeterli sayıda ülkenin
bulunduğu Avrupa'da) bunu uygulamak isteyen ülkelerde aşamalı olarak
gerçekleştirilmesi mümkündür; üstelik, böyle bir çözüm yoluna gidilmezse,
çeşitli ulusal içe kapanma biçimleri ağırlık kazanabilir. Örneğin korumacılık ve
sermaye kontrolünün çeşitli biçimleri, az çok eş güdüm içinde geri dönebilir. Bu
politikalar hiç şüphesiz hayal kırıklıklarına -zira etkin oldukları çok nadir
görülmüştür-ve ülkeler arasındaki gerilimlerin artmasına yol açacaklardır.
Korumacılık ve sermaye kontrolü gibi araçlar, sermayeden küresel vergi
alınması olarak ifade ettiğimiz ideal düzenlemenin pek de tatmin edici olmayan
ikamelerini oluştururlar; küresel vergi ideal bir düzenleme olarak gözüküyor,
çünkü küresel ekonomiyi düzenler ve kazançları ülkeler arasında adil bir
biçimde bölüştürürken, ekonomide dışa açıklığı da muhafaza etmeyi başarır.
Birçok insan, tıpkı vaktiyle, yüz yılı aşkın bir süre önce gelir vergisine yaptıkları
gibi, küresel sermaye vergisini de tehlikeli bir hayal olarak görecek ve
reddedeceklerdir. Ama dikkatle inceleyecek olursak, bu çözümün diğer alternatif
seçenekler kadar tehlikeli olmadığını görürüz.
Peki, böyle bir şeffaflık hedefini bu denli önemli kılan nedir? Sermaye
üzerinde çok düşük oranda, tüm varlıklara uygulanan %0,1 sabit oranlı bir
küresel vergi olduğunu düşünelim. Böyle bir vergiden elde edilecek kazanç,
yapısı itibarıyla oldukça sınırlı olacaktır: Özel sermayenin toplam küresel
birikimi beş yıllık toplam dünya geliri kadar ise, böyle bir vergi dünya gelirinin
yaklaşık %0,5'i seviyesinde bir gelir getirecek, tabii o ülkenin sermaye/gelir
oranına bağlı olarak (verginin varlığın bulunduğu ülkede değil, varlık sahibinin
yaşadığı ülkede toplandığını varsayacak olursak ki bu da hiç normal değildir;
buna, geri döneceğiz) ülkeden ülkeye küçük farklılıklar gösterecektir. Ama
böyle bir vergi bile epey fayda sağlardı.
%0,1 oranında bir sermaye vergisi, gerçek bir vergiden ziyade bir kayıt
harcına benzerdi. Herkes bildirdiği varlıkların -tüm avantajları ve
dezavantajlarıyla-yasal sahibi olarak tanınmak için, sahip olduğu tüm aktifleri
dünyadan sorumlu finans otoritelerine bildirmek zorunda kalırdı. Belirttiğimiz
üzere, Fransız Devrimi'nin zorunlu bildirim ve kadastro etütleri ile başardığı şey
tam da budur. Sermaye vergisi, dünyanın finansal açıdan kadastroya geçirilmesi
gibi bir şey olurdu -şu anda böyle bir şey mevcut değildir.3 Bir vergi her zaman
için bir vergiden fazla bir şeydir, bunu anlamakta yarar var: Bir vergi aynı
zamanda normlar, kategoriler belirlemek ve ekonomik faaliyeti hukuki bir
çerçeveye oturtmak anlamına da gelir. Bu, özellikle de en eski zamanlardan bu
yana, toprak mülkiyeti söz konusu ise daima böyle olmuştur.4 Modern çağda ise,
Birinci Dünya Savaşı civarında gelir, ücret ve kâr akışlarına getirilen vergiler
gelir, ücret ve kâr kavramlarının net bir biçimde tanımlanmasını sağlamıştır. Bu
mali yenilik, daha önce var olmayan muhasebe standartlarının gelişmesine
büyük katkı sağlamıştır. Sermayenin vergilendirilmesinin temel amaçlarından
birisi de bu nedenle çeşitli varlık türlerinin tanımlarını netleştirmek ve aktiflerin,
pasiflerin ve net varlığın değerleme kurallarını belirlemektir. Şu anda geçerli
olan özel muhasebe standartları, öngörülen prosedürler eksik ve genellikle
belirsizdir, 2000 yılından bu yana dünyanın yaşadığı büyük finansal skandallarda
bu aksaklıkların payı vardır.5
Böyle bir beyan sistemini tüm finansal aktifler (ve borçlar) için uygulamak
önemli ve gayet olanaklıdır. Gelişmiş ülkelerdeki bankalar, sigorta şirketleri ve
diğer aracı kurumlar yönettikleri banka hesaplan ve diğer varlıklar hakkında
otoriteleri bilgilendirmek konusunda zaten sorumlu olduklarından, yurt içi
yerleşik finansal kurumların kayıtlarındaki varlıklar ve borçlar söz konusu
olduğunda bu bilgileri edinmek oldukça kolaydır. Örneğin Fransa'da devlet
kimin 400.000 avro değerinde bir daire, 200.000 avro değerinde hisse senedi
portföyü ve 100.000 avro borcunun bulunduğunu bilir (ya da bilgiye dilediğinde
erişebilir). Bu sayede de vergi mükellefine tüm bu farklı unsurları içeren
(500.000 avro değerindeki net varlığını gösteren) bir beyanname gönderip
herhangi bir düzeltme ya da ekleme talep edip etmediğini sorabilir. İnsanların iyi
niyetine güvenerek varlıklarını beyan etmesinin talep edildiği çağdışı
uygulamadansa, her vatandaşın dahil edildiği bu türden otomatik bir sistem 21.
yüzyıla çok daha uygundur,8
Bugün böyle bir sisteme son vermenin en doğru yolu "FATCA" [Foreign
Account Tax Compliance Act/Yabancı Hesaplar Vergi Mevzuatına Uyum
Yasası] adı verilen ABD yasasıdır. 2010 yılında yayımlanan, 2014 ve 2015
yıllarında aşamalı olarak uygulamaya geçirilmesi planlanan bu yasa, tüm
yabancı bankalara dünyadaki tüm Amerikan vergi mükelleflerinin yurtdışındaki
banka hesapları, yatırımları, elde ettikleri getiri ve kazanca dair bilgileri
Amerikan Hazine Bakanlığı ile paylaşma yükümlülüğünü getirmektedir. Bu yasa
yabancı ülkelerdeki tasarruflar hakkında 2003 tarihli Avrupa Birliği
Direktifi'nden çok daha iddialı bir düzenlemedir, zira söz konusu AB direktifi
yalnızca banka mevduatları ve faiz adı altında kazanç getiren yatırımlar (hisse
senetleri kapsam dışı bırakılmıştır ki bu talihsiz bir karardır, zira önemli servetler
genellikle hisse senedi portföyü biçiminde tutulurlar, FATCA hisse senetlerini
de kapsar) ve paylaşım zorunluluğu da Avrupa'da yerleşik bankalarla sınırlı
tutulmuştur (FATCA'da ise tüm yabancı bankalar yükümlüdür). Bu çekingen ve
neredeyse anlamsız direktif üstelik doğru dürüst uygulanamamış, 2008 yılından
sonra doğan sayısız tartışma ve tadil önerisine rağmen, Lüksemburg ve
Avusturya, diğer AB üyelerini ikna ederek otomatik bilgi paylaşımı sisteminden
muaf kalmayı ve yalnızca resmi talep üzerine bilgi paylaşma hakkını elde etmeyi
başarmışlardır. İsviçre'ye ve AB dışındaki diğer ülkelere de uygulanacak böyle
bir sistemde,9 bilgi talep eden devletin kendi vatandaşlarının yurtdışı yerleşik bir
banka hesabına dair bilgi talebinde bulunabilmesi için, vergi dolandırıcılığı
şüphesini kanıtlayacak belgelere halihazırda sahip olması gerekmektedir. Bu da
açıkça görülebileceği üzere dolandırıcılığın tespit edilmesini ve denetlenmesini
sınırlandırmaktadır. 2013 yılında Lüksemburg ve İsviçre'nin FATCA'dan doğan
yükümlülüklerini yerine getireceklerini açıklamalarından hemen sonra,
Avrupa'da bu düzenlemelerin tamamının ya da bir kısmının kısmen yeni bir AB
direktifi kapsamına alınması konusunda yeni bir tartışma başladı. Bu
tartışmaların ne zaman nihayete ereceğini ve zorlayıcı bir hukuki düzenlemeye
ne zaman dönüşeceğini öngörmek ise ne yazık ki mümkün değildir.
Katkı payı mantığı oldukça basittir: Gelir kavramı uygulamada çok varlıklı
kişiler için pek de kesin tanımlanmamıştır ve büyük servetlerin sahiplerinin vergi
ödeme kapasitesinin doğru bir şekilde tespit edilmesini yalnızca dolaysız bir
sermaye vergisi sağlayabilir. Daha somut bir ifadeyle, serveti 10 milyar avro
değerinde olan birini düşünelim. Forbes'ın yaptığı sıralamaları incelediğimizde,
geçtiğimiz otuz yıllık dönemde bu seviyedeki servetlerin yıllık %6-7 gibi reel bir
oranda büyüdüğünü görüyoruz; hatta bu hiyerarşinin en tepesindekiler için
(Liliane Bettencourt ya da Bili Gates gibi) bu oran daha da yüksektir.12 Bu şu
anlama gelir: İlgili kişilerin, kâr payı, sermaye getirisi, genel olarak tüketimlerini
finanse etmek ve servetlerini artırmak için kullandıkları tüm yeni kaynakları
içeren ekonomik gelirleri (bu süre zarfında hemen hiçbir şey tüketmediklerini
varsayarsak) servetlerinin %6-7'sini bulmuştur.13 Daha da basitleştirip, her yıl 10
milyar avro değerindeki bir servetten %5 oranında gelir elde edildiğini
düşünelim, bu da yıllık 500 milyon avroya karşılık gelir. Bu kişinin gelir
beyanında böyle bir tutar bildirmesi pek de olası değildir. ABD'de olduğu gibi
Fransa'da da ve incelediğimiz tüm ülkelerde gelir vergisi çerçevesinde bildirilen
en büyük gelirler genellikle 100 milyon avroyu bile geçmez. Yıllardan beri
Fransa'daki en büyük servetin sahibi, L'Oreal'in vârisi Bettencourt'un vergiye
tabi yıllık gelir beyanı, basında çıkan bilgilere ya da kendisinin ödediği vergiye
ilişkin açıklamalarına göre 5 milyon avroyu, yani (şu anda 30 milyar avroyu
geçmiş olan) servetinin on binde birinden biraz fazlasını asla geçmemiştir. Bu
bireysel durumun taşıdığı belirsizliklerin ve ayrıntıların bir önemi yoktur, önemli
olan vergilendirilmek üzere beyan edilen gelirin, bu örnekte bile vergi
mükellefinin ekonomik gelirinin yüzde birine bile karşılık gelmemesidir.14
Bu örnekteki asıl dikkat çekici husus, herhangi bir vergi kaçırma hadisesiyle
ya da İsviçre'deki bir banka hesabıyla da karşı karşıya olmamamızdır (en
azından bildiğimiz kadarıyla). Bu zevk sahibi seçkin insan bile günlük
harcamalarını finanse etmek için yılda 500 milyon avro harcayamaz. Genelde
kâr payı olarak (ya da başka bir biçimde) birkaç milyon avro alınır ve geriye
kalan gelir, birikmek üzere bir aile holdingine ya da tek amacı bu ölçekteki bir
serveti yönetmek olan, üniversite vakıfları gibi işleyen tüzel bir kişiliğe bırakılır.
Bu durum hukuka uygundur ve herhangi bir soruna yol açmaz,15 ama vergi
sistemi açısından sorun teşkil eder. Bu kişilerin ekonomik gelirlerinin yalnızca
beyan ettikleri %1 ya da %10'luk bir kısmı vergilendiriliyorsa, asıl gelire kıyasla
çok daha küçük bir matraha %50, hatta %98 gibi yüksek bir vergi oranı
uygulamak hiçbir fayda sağlamaz. Sorun vergi sisteminin gelişmiş ülkelerde bu
şekilde işlemesidir. Bunun sonucu olarak da servet hiyerarşisinin tepesine
uygulanan efektif vergi oranları (ekonomik gelirin bir oranı olarak ifade edilir)
aşırı derecede düşük kalır. Bu bir problemdir, çünkü başlangıç sermayesiyle
birlikte getiri de arttığı için, bu durum servet kaynaklı eşitsizliklerin patlamaya
hazır karakterini güçlendirir. Oysa ki bir vergi sisteminin görevi bu dinamiği
hafifletmektir.
Bu sorunla baş etmenin çeşitli yolları vardır. Bunlardan biri gelir vergisinin
bireyin, trust fonlarda değerlendirdiği gelirler ya da ortağı olduğu tüm şirketlerin
gelirlerinden kendisine düşen pay da dahil olmak üzere, tüm gelirlerine
uygulanmasıdır. Daha basit diğer bir yöntem ise vergiyi gelirden değil servetten
almaktır. Sermayenin teorik açıdan sağlayabileceği geliri tahmin etmek için bir
baz getiri oranı (mesela yıllık %5) belirleyebilir ve buna karşılık gelen tutan
artan oranlı verginin matrahına ekleyebiliriz. Hollanda gibi bazı ülkeler bunu
denemiştir, ancak özellikle hangi aktiflerin dahil edileceği ve sermayenin getiri
oranının ne olacağı konularında bazı zorluklarla karşılaşılmıştır.16 Diğer bir
çözüm ise artan oranlı bir vergiyi bireyin toplam servetine uygulamaktadır. Bu
yaklaşımın sağladığı önemli bir avantaj, vergi oranını servetin büyüklüğüne
göre, özellikle de bu servet diliminde fiilen gözlemlenen getiri oranlarını dikkate
alarak ayarlama imkânı vermesidir.
Asıl vurgu yapmak istediğimiz önemli husus ise şudur: 21. yüzyılın başında
Avrupa'da özel servetlerin ulaştığı yüksek seviyeye bakıldığında, servete
uygulanacak artan oranlı bir verginin, oran düşük tutulsa dahi, ciddi bir gelir
getireceğini söyleyebiliriz. Değeri 1 milyon avronun altında olan servetlere %0,
1-5 milyon avro arasındakilere %1 ve 5 milyon avro üzerindekilere %2 oranında
servet vergisi uygulandığını düşünelim. Avrupa Birliği ülkelerinin hepsinde
uygulanacak ve nüfusun %2,5'lik bir diliminden alınacak böyle bir vergi her yıl
Avrupa'nın GSYH'sinin %2'si kadar bir gelir getirecektir.26 Bu yüksek gelir bizi
şaşırtmamalıdır: Bunun sebebi, Avrupa'daki özel servetlerin bugün Avrupa'nın
beş yıllık GSYH'sinden daha fazla olması ve bu servetin dağılımının da en üst
dilimde yoğunlaşmasıdır.27 Sermaye vergisi sosyal devleti finanse etmek için tek
başına yeterli olmayabilir, ama getireceği ilave kaynaklar da göz ardı edilemez.
Teorik açıdan, AB'ye üye her devlet böyle bir vergiyi kendisi uygulayarak da
benzer bir kazanç elde edebilir. Ancak hem AB ülkeleri arasında hem de AB
dışındaki ülkelerle (başta İsviçre ile) AB arasında banka hesap bilgilerinin
otomatik paylaşımı uygulaması benimsenmeden, servetlerin kaçırılması riski
oldukça yükselecektir. Bu durum, servet üzerinde bu tür vergi uygulayan
ülkelerin (önerdiğim tarife Fransa'da kullanılana epey benziyor) özellikle "iş
aktifleri" ve borsaya kote olan ya da olmayan şirketlerin en büyük hisselerinin
neredeyse tamamı için sayısız muafiyet getirdiklerini de kısmen açıklar. Böylece
sermaye vergisinin içi önemli ölçüde boşaltılır ve bu nedenle, elde edilen gelir
de burada bahsedilenin yanına bile yaklaşamaz.28 Avrupa ülkelerinin sermaye
vergisini tek başlarına uygulamaya çalıştıklarında karşılaştıkları sorunları iyi
yansıtan uç bir örnek, İtalya'da yaşananlardır. 2012 yılında İtalya ciddi borç
içindeydi (en yüksek kamu borcuna sahip Avrupa ülkesiydi) ve özel servet de
istisnai biçimde aşırı yüksek seviyelerdeydi (İspanya ile birlikte özel servetin en
yüksek olduğu Avrupa ülkesiydi),29 hükümet servete yeni bir vergi getirmeye
karar verdi. Ancak finansal aktiflerin ülkeden kaçıp İsviçre, Avusturya ya da
Fransa bankalarına gitmesinin önüne geçmek için verginin oranı gayrimenkuller
için %0,8 ve banka mevduatlarıyla (tamamen muaf tutulan hisse senetleri hariç)
diğer finansal aktifler için %0,1 oranında sabitlendi, artan oran esası
benimsenmedi. Bazı aktiflerin diğerlerinden neden sekiz kat daha düşük bir
oranla vergilendirildiğini açıklayacak ekonomik bir prensip bulmak zordur, ama
bunun dışında, bu sistemin servete azalan oranlı bir vergi uygulamak gibi talihsiz
bir neticesi oldu. Talihsiz diyoruz, zira en büyük servetler zaten büyük ölçüde
finansal aktiflerden (özellikle de hisse senetlerinden) oluşur. Bu sistem hiç
şüphesiz bu yeni verginin toplumsal kabulünü de zorlaştırdı, öyle ki 2013 yılı
seçimlerinde önemli bir konu haline geldi ve Avrupa'nın, uluslararası otoritelerin
alkışları arasında bu vergiyi önermiş olan aday seçimi büyük farkla kaybetti.
Asıl önemli nokta şudur: Her ülkenin, uyruklarının elinde bulundurduğu
varlıkları gösteren, önceden doldurulmuş beyannameler hazırlamasını
sağlayacak otomatik banka bilgileri paylaşımı sistemi tüm Avrupa'da hayata
geçirilmediği sürece, bir devletin tek başına sermayeye artan oranlı bir vergi
uygulaması çok zordur. Böyle olması özellikle esef vericidir; zira Avrupa'nın
mevcut durumuna en uygun araç tam da bu artan oranlı vergi uygulamasıdır.
Avrupa'da servete böyle bir vergi koymak gerçekçi midir? Böyle bir vergiyi
engelleyebilecek herhangi bir teknik gerekçe yok. 21. yüzyılın ekonomik
sorunlarına, özellikle de özel servetlerin Belle Époque'tan bu yana görmediğimiz
bir yoğunlaşma seviyesine ulaştığı Avrupa'da, çözüme yönelik en uygun araç
budur. Ülkeler arasında böyle bir işbirliği sağlanırsa, Avrupa'nın politik
kuramlarının da buna uyum sağlayacak şekilde değişmesi gerekecektir. Bugün
otorite sahibi tek kurum Avrupa Merkez Bankası'dır (ECB), bu önemlidir ancak
tek başına yeterli değildir. Gelecek bölümde, kamu borcu krizi sorununu ele
alırken bu konuya da geri döneceğiz. Ancak ondan önce, burada önerdiğimiz
sermaye vergisini bir de daha geniş bir tarihsel perspektiften ele alalım.
19. yüzyılda Karl Marx ve başka birçok sosyalist yazarın önerdiği ve 20.
yüzyılda Sovyetler Birliği'nde uygulanan çözüm bundan çok daha radikal ve en
azından çok daha tutarlıdır. Üretim araçlarındaki özel mülkiyetin, endüstriyel,
finansal her nevi sermayenin, toprak ve binaların mülkiyeti de dahil olmak üzere
(birkaç özel toprak parçası ve küçük kooperatifler hariç), tamamen ortadan
kaldırılması aynı zamanda özel sermayenin getirisinin de ortadan kaldırılması
anlamına geliyordu. Dolayısıyla faiz yasağı da genel bir niteliğe büründü:
Marx'a göre üretimin içinde kapitalistin el koyduğu payı gösteren sömürü oranı
ve onunla birlikte, özel getiri oranı da nihayet sıfıra inmişti. Sermayenin getirisi
sıfıra inince, insanlık ve işçi sonunda zincirlerini kırarak özgürleşmiş, servet
eşitsizlikleri geçmişte kalmıştı. Şimdi hakları iade ediliyordu, r > g eşitsizliği
artık kötü bir anıdan başka bir şey değildi, üstüne üstlük komünizm büyümeyi ve
teknolojik ilerlemeyi de seviyordu. Bu totaliter deneyimleri yaşamış ülkeler
açısından problem ne yazık ki şuydu: Özel mülkiyet ya da piyasa ekonomisinin
işlevi, emeğinden başka satabileceği hiçbir şeye sahip olmayan kişiler üzerinde
kapitalistlerin tahakkümünü tesis etmekten ibaret değildi; bu kurumlar aynı
zamanda milyonlarca bireyin eylemlerini koordine ederek yararlı bir rol de
oynuyorlardı ve onlardan tamamen vazgeçilmesi o kadar da kolay değildi.
Merkezi planlamanın yol açtığı felaketler bu durumu yeterince açık biçimde
örneklemektedir.
Artan oranlı vergi devrimi 20. yüzyıl ve iki dünya savaşı arası dönemde
gerçekleşti. Bu kırılma bir kaosun ortasında vuku buldu ve her şeyden önce artan
oranlı gelir ve veraset vergileri şeklinde tezahür etti. Bazı ülkelerde artan oranlı
vergi uygulaması 19. yüzyılın sonu ve 20. yüzyılın başı gibi çok daha erken
dönemlerde başlatılmıştı (başta Almanya ve İsveç olmak üzere). Ancak ABD,
İngiltere ve Fransa 1980'lere dek bu uygulamayı benimsemedi.37 Öte yandan
bazı ülkelerde uygulanan yıllık sermaye vergisinin oranı da nispeten düşük
olagelmiştir, bunun sebebi şüphesiz bu vergilerin bugünkünden farklı
bağlamlarda tasarlanmalarıdır. Ayrıca bu vergilerin karşı karşıya kaldığı asıl
teknik sorun aktiflerin karşılaştırmalı piyasa fiyatlarına göre, yıllık dönemler
itibarıyla güncellenen bir değerlemeyle değil, çok düzensiz bir biçimde gözden
geçirilen vergi ve kadastro değerlerinden hareketle saptanmalarıdır. Bu değerler
netice itibarıyla piyasa değerlerinden tamamen kopmuştur, bu nedenle onlar
üzerinden alınan vergiler de çok geçmeden işlevsiz ve faydasız hale gelmiştir.
Aynı sorunla Fransa'daki ve 1914-1945 döneminin enflasyonist şoklarına maruz
kalmış diğer ülkelerdeki emlak vergisinde de karşılaşıyoruz.38 Böyle bir sorun,
artan oranlı sermaye vergisi açısından telafisi mümkün olmayan sonuçlar
doğurabilir: Vergi eşiğini geçip geçmeme (ya da hangi vergi diliminde yer
alınacağı) az çok keyfi denebilecek değerlendirmelere, mesela söz konusu şehir
ya da mahallenin kadastro değerlerinin son gözden geçirilme tarihi gibi
faktörlere bağlıdır. Bu vergilere itirazlar, emlak ve borsa fiyatlarının hızla
yükseldiği 1960-1970'lerden sonra hızla artmış, itirazların önemli bir bölümü de
(vergi karşısında eşitlik ilkesinin ihlal edildiği gerekçesiyle) mahkemelere
taşınmıştır. Bu süreç, Almanya ve İsveç'te yıllık sermaye vergisinin 1990 ve
2000 yıllarında yürürlükten kaldırılmasına yol açmıştır. Bu değişiklik vergi
rekabetiyle ilgili değerlendirmelerden ziyade, verginin 19. yüzyıldan kalma
çağdışı niteliğiyle ilgilidir.39
Pekâlâ, sermaye vergisi dışında başka bir çıkış yok mu? Ben böyle bir şey
söylemiyorum. 21. yüzyılda servete dayalı kapitalizmi düzenleme altına almanın
farklı yolları var ve bunların bazıları dünyanın farklı bölgelerinde halihazırda
uygulanıyor. Yine de bu alternatif düzenlemeler sermaye vergisi kadar tatmin
edici değildir ve bazen çözdüklerinden daha büyük sorunlara yol açmaktadırlar.
Daha önce de belirtmiştik, tek başına bir devletin az da olsa ekonomik ve
finansal egemenlik kazanmasının en basit yolu ekonomik korumacılık ve
sermaye denetiminden geçer. Korumacılık, bir ülkede nispeten az gelişmiş
sektörler için (ulusal firmalar uluslararası rekabete hazır hale gelene dek) faydalı
bir koruma sağlar.42 Aynı zamanda (finansal şeffaflık, sağlık normları, insan
haklarına vs. saygı anlamında) kurallara saygı göstermeyen ülkelere karşı
kullanılabilecek önemli bir silahtır ve bu silahın bir ülkeye sağlayabileceği
faydalan göz ardı edemeyiz. Ancak korumacılık, yaygın ve kalıcı bir şekilde
uygulandığında refahın, zenginliğin kaynağı olmaktan çıkar. Tarihsel tecrübe, bu
yolu seçerek, halkına ücretlerde ve yaşam standartlarında güçlü bir yükselme
vadeden ülkelerin, muhtemelen büyük hayal kırıklıkları yaratacaklarını
göstermektedir. Öte yandan korumacılık, r > g eşitsizliğini ya da servetin giderek
nüfusun daha küçük bir diliminde birikme ve yoğunlaşma eğilimini düzenleme
altına almak konusunda hiçbir girişimde bulunmaz.
Bu ilk Körfez Savaşı'nı, 2003 yılında bir ikincisi izledi; İkincisinde Batılı
güçlerin koalisyonu o kadar kalabalık değildi. Bu olaylar 2010'lu yılların
dünyasında da merkezi bir rol oynamayı sürdürmektedirler.
Son olarak, daha adil ve şeffaf uluslararası bir vergi sisteminden en çok
fayda görecek olanların az gelişmiş ülkeler olacağının altını çizelim. Afrika'da,
kıtadan çıkan sermaye kıtaya giren uluslararası yardımlardan her zaman daha
büyük olmuştur. Birden çok zengin ülkede,
Yüksek seviyedeki kamu borçlanması ile baş etmenin yollarını ele alarak
başlayacağız. Buradan hareketle, sermayenin düzenlenmesi ve sermayenin
yeniden dağılımı konusunda merkez bankalarının üstlendiği farklı rolleri analiz
edeceğiz, diğer yandan vergilendirme ve borçlanma konularını fazlaca ihmal
ederek, para birimine odaklanmanın AB sürecinde ne tür çıkmazlara yol açtığını
ele alacağız. Son olarak da yavaş büyüme ve doğal kaynaklardaki daralma
bağlamında 21. yüzyılda kamu sermaye birikiminin optimal seviyesinin ne
olacağını ve özel sermaye ile nasıl eklemlenebileceğini araştıracağız.
Kamu Borcunu Azaltmak: Sermaye Vergisi, Enflasyon veya
Kemer Sıkma
Bu şartlar altında kamu borcunu nasıl sıfıra indirebiliriz? Bir çözüm, tüm
kamu aktiflerini özelleştirmek olabilir. Farklı Avrupa ülkelerinin ulusal
hesaplarına bakılacak olursa, tüm kamu binalarının, okulların, üniversitelerin,
hastanelerin, karakolların, çeşitli altyapı tesislerinin vs. tamamının satışından
elde edilecek tutar, bu kamu borcunun tamamını ödemeye ancak yetecektir.3
Avrupalı hanehalkının en varlıklı kesimi kamu borcunu finansal bir yatırım
olarak elde tutmak yerine (devlet tahvili, hazine bonosu vs.) doğrudan okulların,
hastanelerin, karakolların vs. sahibi durumuna gelecektir. Bu durumda herkes bu
aktifleri kullanmak ve bunlara bağlı kamu hizmetlerini üretmek için onlara kira
ödemek zorunda kalacaktır. Dünyada ciddi destekçileri olan bu çözüm bence
tamamen bir kenara atılmalıdır. Avrupa'nın sosyal devletleri ellerindeki bu kamu
aktiflerini muhafaza etmek zorundadırlar, zira ancak bu sayede özellikle eğitim,
sağlık ve güvenlik alanlarındaki vazifelerini doğru düzgün ve süreklilik arz
edecek bir biçimde yerine getirebilirler. Yine de devletleri ağır bir faiz yüküne
(kira yükü yerine) katlanmak zorunda bırakan mevcut durumun pek de farklı
olmadığını, zira bu faiz ödemelerinin kamunun mali kaynaklarını aynı derecede
ağır bir yükümlülük altına soktuğunu görmek gerekir.
Kamu borcunu azaltmak için kullanılabilecek daha tatmin edici bir başka
çözüm de özel sermayeden olağanüstü vergi alınmasıdır. Örneğin, tüm özel
servetlere uygulanacak sabit %15 oranındaki bir verginin getireceği tutar, bir
yıllık milli gelire eşittir, bu da tüm kamu borçlarının anında ödenebileceği
anlamına gelir. Devlet kendi aktiflerini elde tutmayı sürdürebilir, borç sıfıra iner,
dolayısıyla faiz ödeme derdi de ortadan kalkar.4 Bu çözüm, kamu borcunu
tanımama İle eşdeğerlidir, yine de arada iki temel fark vardır.5
Her durumda kamu borcunu bir çırpıda sıfıra indirmeye çalışmak aşırıya
kaçmak olur. Daha gerçekçi bir yaklaşımla, Avrupa devletlerinin borçları
GSYH'nin %20'si oranında azaltılırsa, şu anda GSYH'nin %90'ına karşılık gelen
borç seviyesi %70'e, yani şu anda yürürlükte olan AB anlaşmalarında borçlar
için belirlenmiş azami %60 seviyesine yakın bir noktaya indirilmiş olacaktır.6
Bir önceki bölümde belirttiğimiz gibi, net 1 milyon avroya kadar %0, 1-5 milyon
avro arasında %1 ve 5 milyon avronun üzerinde %2 oranında uygulanacak artan
oranlı bir sermaye vergisi, Avrupa GSYH'sinin yaklaşık %2'si oranında bir gelir
getirecektir. Bir seferde GSYH'nin %20'si kadar gelir getirebilmesi için, bir
kerelik uygulanacak olağanüstü bir vergiyle bu oranın on katına çıkarılması
yeterli olacaktır: 1 milyon avroya kadar %0,1-5 milyon avro arasında %10 ve 5
milyon avronun üzerinde %207 Fransa'nın kamu borçlarını ciddi anlamda
azaltmak için 1945 yılında sermayeye uyguladığı olağanüstü verginin de, ilginç
bir şekilde %0'dan %25'e uzanan artan oranlı bir vergi olduğunu görüyoruz.8
Aynı neticeyi on yıllık bir süre boyunca %0, %1 ve %2 oranında artan oranlı
bir vergi uygulamak ve bu vergilerden elde edilecek gelirleri, Alman hükümeti
nezdinde kurulmuş ekonomistler konseyinin 2011'de önerdiğine benzer bir
"kurtarma fonu" üzerinden borç ödemelerine tahsis etmek suretiyle de elde
edebiliriz. Avro bölgesinde yer alıp, GSYH'lerinin %60'ının üzerinde kamu
borcu olan ülkelerin (özellikle Almanya, Fransa, İtalya ve İspanya) kamu
borçlarının ortak bir havuzda birleştirilmesini, sonra da bu fonun aşamalı olarak
sıfıra indirilmesini amaçlayan bu öneride hatalı hususlar bulunduğunu
söyleyebiliriz. En önemlisi de Avrupa'da borcun ortak bir havuzda toplanmasını
sağlayacak demokratik ve katılımcı bir yönetim anlayışının bulunmamasıdır. Bu
yine de bir kereye mahsus olarak ya da on yıllık bir dönem boyunca alınacak bir
sermaye vergisiyle eş zamanlı olarak uygulanabilecek somut bir öneridir.9
Bugün bu yönteme en çok karşı çıkan merkez bankası olan Avrupa Merkez
Bankası'nı bir yana bırakacak olursak, diğer büyük merkez bankalarının -ABD,
Japonya ve İngiltere merkez bankaları-enflasyon hedeflerini neredeyse bariz
biçimde yükseltmeye çalışmaları ve "konvansiyonel olmayan" (buna geri
döneceğiz) diye nitelendirilen politikaları denemeleri tesadüf değildir. Bunda
başarılı olur ve enflasyon oranını yılda %2'den %5'e çekerlerse (bu garanti
değildir) bu ülkeler borç krizinden avro bölgesindeki ülkelere kıyasla daha hızlı
çıkacaklardır, çünkü ufukta avro bölgesinin borç krizinden çıkmasını sağlayacak
herhangi bir çözüm görünmüyor ve ülkeler, uzun vadede Avrupa'da vergi ve
bütçe birliği sağlanması konusunda net değiller; tüm bu sebeplerden Avrupa
ülkelerinin ekonomik beklentileri üzerinde âdeta kara bulutlar toplanmıştır
diyebiliriz.
Bunun tarihteki en ilginç örneği 19. yüzyıl İngiltere'sinde uzunca bir süreye
yayılan kemer sıkma dönemidir. II. Kısım'da (3. Bölüm) belirttiğimiz üzere,
Napoléon savaşlarının ardında bıraktığı muazzam borçlardan kurtulmak için yüz
yıl boyunca faiz dışı fazla verilmesi için uğraşmak gerekmiştir (1815'den 1914'e
dek ortalama olarak yıllık GSYH'nin %2-3'ü oranında bir bütçe fazlasından söz
ediyoruz). İngiltere bu dönemde faize, eğitimden daha çok para harcamıştır.
Böyle bir seçimden en çok istifade edenler elbette devlet tahvillerine yatırım
yapanlardır. Bunun toplumun geneline fayda sağladığını söylemek çok zordur. O
dönemde kamu borcu GSYH'nin (bugün olduğu gibi %100'üne değil)
%200'ünden fazlasına tekabül ediyordu ve 19. yüzyılda enflasyon sıfıra yakındı
(günümüzde genel kabul gören enflasyon hedefi %2'dir). Dolayısıyla
Avrupa'daki kemer sıkma halinin yüz yıl değil, (asgari) on ya da yirmi yıl
süreceğini umabiliriz. Bu yine de uzun bir süredir. Avrupa'nın birçok ülkesi
üniversitelere GSYH'sinin %1'inden azını harcarken, borcu yönetebilmek ve 21.
yüzyılın ekonomi dünyasındaki geleceğini hazırlamak için her yıl GSYH'sinin
birkaç puanını feda etmekten daha iyi bir çözümün bulunması şarttır.12
Şimdi de enflasyonun lehine olan bir argümana geçelim: Sermaye vergisi de,
her vergi gibi insanların faydalı bir şekilde (tüketim ya da yatırıma)
harcayabilecekleri kaynaklan daraltır; enflasyon ise, idealize edilmiş haliyle,
öncelikle parasıyla ne yapacağını bilmeyen, yani banka hesabında ya da yastık
altında çok fazla likidite tutanları cezalandırır. Elindeki her şeyi tüketime
harcamış ya da yatırıma harcayarak gerçek ekonomik aktiflere (gayrimenkule ya
da iş sermayesine) dönüştürmüş kişilere ve daha da iyisi borçlanmış olanlara
(enflasyon borcun nominal değerini düşürür, bu borçlu kişilerin daha kısa sürede
toparlanıp, yeni yatırımlar yapmasına imkân verir) zarar vermez. Bu idealist
bakışa göre, enflasyon bir açıdan atıl sermayeden alınan bir tür vergi, faal
sermaye için ise bir tür teşviktir. Bu düşüncede doğruluk payı vardır, bu yüzden
de tamamen ihmal edilmemesi gerekir.14 Sermayenin getirisindeki eşitsizliğin
başlangıç sermayesi ile ilişkisini incelerken gösterdiğimiz gibi, enflasyon, büyük
ve çeşitlilik barındıran portföylerin sahiplerinin -kişisel çabalardan bağımsız
olarak-sadece portföylerinin ölçekleri sayesinde yüksek getiriler elde etmesine
engel olamaz.15
Neticede gerçek şudur: Enflasyon nispeten daha ilkel ve daha muğlak bir
araçtır. Servetin yeniden dağılımı bazen doğru yönde ilerler, bazen de böyle
olmaz. Kuşkusuz eğer biraz daha yüksek bir enflasyon ile biraz daha kemer
sıkma arasında bir tercih yapmak gerekirse, enflasyonu seçmek daha doğru bir
hareket olacaktır. Fransa'da zaman zaman dile getirilen, enflasyonun yeniden
dağılım için neredeyse ideal bir araç olduğu düşüncesi (bunun "Alman
rantiyesi"nden kazanç elde etmenin ve Ren Nehri'nin diğer yakasındaki yaşlı
nüfusun Avrupa'nın geri kalanına karşı daha yardımsever olmasını sağlamanın
bir yolu olduğunu sıkça duyarız) naif ve mantık dışı bir düşüncedir. Uygulamada
ise, Avrupa'yı ele geçirecek enflasyonist bir dalga, servetin yeniden dağılımı
açısından arzu edilmez neticeler doğuracak, özellikle de Fransa'da, Almanya'da,
tüm ülkelerde mütevazı şartlarda yaşayan insanlara ciddi biçimde zararı
dokunacaktır. Buna karşılık, Ren'in iki yakasında ve her yerde gayrimenkul ya
da menkul kıymete yatırılmış büyük servetlerin sahipleri ise bu zararlardan
büyük ölçüde korunacaktır.16 Artan oranlı sermaye vergisi, servet eşitsizliklerini
kalıcı bir biçimde azaltmak yahut olağandışı büyüklükteki bir kamu borcundan
kurtulmak konusunda enflasyondan çok daha doğru bir araçtır.
Merkez bankalarının zayıflığı ise, kime, hangi tutarda, hangi vadeyle ödünç
vereceğini belirleme konusunda yetkilerinin sınırlı olmasından kaynaklanır,
bunun diğer bir sebebi de nihayetinde oluşan finansal portföyün yönetilmesinin
çok zor olmasıdır. Merkez bankası bilançosunun belli kalemleri için belli
sınırlamalar getirilmesi bunun neticelerinden yalnızca biridir. 2008'den sonra
ortaya çıkan yeni tip ödünç işlemleri ve diğer finansal yenilikler sebebiyle,
merkez bankalarının bilançosunun ölçeği iki katına çıkmıştır. Amerikan Merkez
Bankası ve İngiltere Merkez Bankası için finansal aktif ve pasiflerin toplamı
eskiden %10'una karşılık geldiği GSYH'nin %20'sine karşılık gelmeye
başlamıştır. Avrupa Merkez Bankası'nın aktif ve pasifleri ise GSYH'nin
%15'inden %30'una yükselmiştir. Bu olağanüstü bir değişime işaret eder. Ancak
gelişmiş ülkelerde genellikle GSYH'nin %500-600'üne tekabül eden toplam net
özel sermaye ile kıyaslandığında ise bu meblağların aslında çok küçük olduğunu
görüyoruz.22
Asıl şaşırtıcı olan, bu otoritelerin adil, şeffaf ve artan oranlı bir paylaşımı
hayata geçirmek için ihtiyaç duydukları araçları edinmek çabasında dahi
olmamasıdır. İyi haber şu: Kıbrıs tecrübesi, uluslararası otoritelere mevcut
araçlarının kısıtlarını göstermiştir. Bu otoritelere Kıbrıs vakasında önerilen
verginin neden tam anlamıyla artan oranlı olmadığını ve neden böylesine dar bir
kesime uygulanacak şekilde tasarlandığını soracak olursak, gerçek anlamda artan
oranlı bir vergi tarifesi uygulayabilmek için gerekli olan bankacılık bilgilerine
sahip olmadıkları yanıtını vereceklerdir.24 Kötü haber ise, bu sorunun teknik
çözümü ellerinin altında olsa dahi, otoritelerin bu sorunu çözmek konusunda pek
de acele etmemesidir. Şu durumda, artan oranlı sermaye vergisinin de,
üstesinden gelmenin uzun zaman alacağı bazı ideolojik engellerle karşılaşacağını
söyleyebiliriz.
Daha açık bir ifadeyle, merkez bankaları para yaratmak konusunda sınırsız
bir yetkiye sahiptir, bunu hesaba katacak olursak, merkez bankalarının
faaliyetlerinin katı düzenlemelere ve açık sınırlamalara tabi olmasının da
oldukça yerinde olduğunu görürüz. Nasıl ki hiç kimse bir devlet başkanına,
üniversite rektörlerini ya da profesörlerini (ya da ders müfredatını) dilediği gibi
değiştirme yetkisini vermek istemezse, parasal otoritelerle siyasi iktidarlar
arasındaki ilişkilerin de katı kısıtlayıcı önlemlere tabi kılınmasında hiçbir
şaşırtıcı yan yoktur. Ama merkez bankalarının bağımsızlığının sınırları da net
olmalıdır. Şu anki krizde, bildiğim kadarıyla hiç kimse merkez bankalarının
Birinci Dünya Savaşı öncesinde birçok ülkede ve 1945 yılına dek de bazı
yerlerde sahip olduğu özel statüsüne geri dönmesi gerektiğini
dillendirmemiştir.25 Somut bir ifadeyle, merkez bankalarının kamu kurumu
olması, başkanlarının da hükümetler, bazen de parlamento tarafından atandığı
anlamına gelir. Birçok ülkede hükümetlerin merkez bankası başkanlarını görev
süreleri boyunca (genellikle beş ya da altı yıl) azletme yetkisi yoktur, ancak bu
görev süresinin sonunda uyguladıkları politikaların yetersiz olduğuna
hükmedilirse görevden alınırlar, bu da merkez bankaları üzerinde politik bir
denetim olduğunu gösterir. Pratikte Amerikan, Japon ya da İngiliz merkez
bankalarının başkanlarının, ülkelerinin meşru, demokratik seçimle iktidara
gelmiş hükümetleriyle uyum içinde çalışması beklenir. Bu ülkelerin her birinde,
merkez bankaları zaten geçmişte de faiz oranlarının ve kamu borçlarının düşük
ve öngörülebilir seviyelerde tutulmasında önemli bir rol oynamıştır.
Avrupa Merkez Bankası, bugün birçok farklı sorunla karşı karşıyadır. Bir
kere Avrupa Merkez Bankası'nın yetkileri, bir ülke merkez bankasının
yetkilerinden daha dardır: Düşük enflasyon hedefi, büyüme ve tam istihdam
hedeflerine kıyasla çok daha önceliklidir, bu da Avrupa Merkez Bankası'nın
nasıl bir ideolojik bağlam içinde tasarlandığını göstermektedir. Ayrıca, Avrupa
Merkez Bankası yeni ihraç edilmiş iç borçlanma senetlerini satın alma yetkisine
sahip değildin Avrupa Merkez Bankası, ilk önce özel bankaların (yüksek
ihtimalle kendisinin özel bankalara uyguladığından çok daha yüksek bir faizle)
avro bölgesi ülkelerine ödünç vermesine izin verir, daha sonra da bu iç
borçlanma senetlerini ikincil piyasadan satın alır. Güney Avrupa'daki devlet
borçları için, uzun bir süre tereddüt ettikten sonra yaptığı da budur.26Daha genel
olarak ise, Avrupa Merkez Bankası'nın karşılaştığı asıl zorluk, on yedi farklı
ülkenin borcuyla ve on yedi farklı hükümetle aynı anda baş etmek zorunda
olmasıdır. Bir banka için böyle bir bağlamda istikrar sağlayıcı rolünü oynamak
hiç de kolay değildir. Amerikan Merkez Bankası, her sabah Wyoming'in mi,
California'nın mı, yoksa New York'un borçlarına odaklanması gerektiği
konusunda tercih yapmak, her piyasanın kendine has gerilimlerini
değerlendirerek, ülkenin her bir bölgesinin baskısı altında oranlara ya da
miktarlara karar vermek zorunda kalsa, tutarlı bir para politikası izlemekte hiç
şüphesiz zorlanırdı.
Avrupa'nın Birleşmesi
Avro bölgesi ülkeleri (en azından bunu ne olursa olsun yapmak isteyen
ülkeler) bu çelişkilerden, ancak borçlarını avro bölgesinin diğer ülkeleriyle
paylaşmak suretiyle kurtulabilirler. Almanya'nın daha önce sözünü ettiğimiz
"Kurtarma fonu" önerisi doğru bir çıkış noktasıdır, ancak bu öneri politik
içerikten yoksundur.27 Somut bir ifadeyle, "kurtarma" ritminin ne olacağına
yirmi yıl önceden karar vermek mümkün değildir -kurtarma ritmi derken,
havuzdaki borç birikiminin hedeflenen seviyeye ne kadar zaman içinde
indirilebileceğini kastediyoruz. Başta ekonomik konjonktür olmak üzere, sonuç
birçok parametreye bağlı olarak değişecektir. Geri ödeme ritminin ne olacağı,
yani avro bölgesinin borç taşıma sınırının ne olduğu konusunda ortak bir karara
varılabilmesi için, Avrupa bütçesinden sorumlu bir Avrupa parlamentosu
yaratmak gerekecektir. En doğru çözüm, bu parlamentonun ulusal
parlamentoların milletvekillerinden oluşmasıdır, bu sayede Avrupa
parlamentosunun egemenliği de demokratik yollarla seçilmiş milletvekillerinin
meşruiyeti üzerine kurulmuş olacaktır.28 Bu parlamento da, diğer tüm
parlamentolar gibi karşıt görüşleri de içeren kamusal tartışmalardan sonra,
kararlarını oy çoğunluğuyla almalıdır. Kısmen politik kısmen de ulusal bir zemin
üzerinde koalisyonlar oluşmalıdır. Böyle bir organın alacağı kararlar asla ideal
olmaz, ancak en azından neye, niçin -ki bu önemlidir-karar verildiği hakkında
fikir sahibi olabiliriz. Yirmi yedi ülkenin temsilcilerinden oluşan (bu ülkelerin
bir kısmı avro bölgesine üye değildir ve şu aşamada Avrupa ile entegrasyonu
daha da ileriye taşımak arzusunda değildir) mevcut Avrupa
Parlamentosu'ndansa, böyle bir yeni organ yaratmak bence çok daha faydalı
olabilir ve bu konuda mevcut parlamentoya bel bağlamak, ulusal parlamentoların
hareket kabiliyetini sınırlandırır ve ulusal bütçe açıklarını ilgilendiren kararlar
konusunda anlaşmazlıklara yol açar. Bu sebeple, ulusal parlamentoların Avrupa
Parlamentosu'na devrettiği yetkilerin kapsamının geçmişte fazlasıyla sınırlı
olduğunu, gelecekte uzun bir süre boyunca da bu durumun değişmeyeceğini
söyleyebiliriz. Bu gerçeği kabul edip, avro bölgesindeki birleşme arzusunu
(neticeleri tam kestirilememekle birlikte, parasal bağımsızlıktan feragat edilmesi
bu arzunun en açık ifadesidir) yansıtan yeni bir organ yaratmanın zamanı çoktan
gelmiştir.
Buna verilecek daha bariz bir diğer örnek ise kurumsal kârların
vergilendirilmesidir. Avrupa ülkeleri arasındaki vergi rekabeti bu açıdan
1990'ların başından bu yana epeyce kızışmış durumdadır. İrlanda ve Doğu
Avrupa ülkeleri başta olmak üzere birçok küçük ülkede, kurumsal kârdan alınan
verginin düşük olması, ekonomik kalkınma ve sermayeyi çekme stratejilerinde
önemli bir rol oynamaktadır. Teorik açıdan, tamamen güvenilir, banka hesap
bilgilerinin paylaşımı üzerine inşa edilmiş ideal bir vergi sisteminde,
kurumlardan alınan vergilerin oynadığı rol de oldukça sınırlı olurdu. Böyle bir
vergi, hissedarların ya da bireysel alacaklıların gelir vergisi (ya da sermaye
vergisi) üzerinden alınmış bir tür avans olurdu.32 Pratikte ise sorun şudur: Bu
vergi genellikle kurumlar tarafından ödenen tek vergidir. Çünkü ortakların
vergilendirilebilir geliri hesaplanırken, ortağı oldukları şirketin vergilendirilebilir
kâr olarak beyan ettiği gelirin büyük kısmı dikkate alınmaz -kurumlar vergisi
aracılığıyla kurumlardan kaynağında kesilen vergilerin yüksek olması bu
nedenle önemlidir.
Tüm bu öneriler ütopik mi? Devletsiz bir para birimi yaratma girişiminden
daha ütopik olduklarını sanmıyorum. Bir ülke parası üzerindeki egemenliğinden
feragat etmişse, o ülkenin ulus devletin hükmü dışına çıkmış konularda, örneğin
devlet tahvili faiz oranı, artan oranlı sermaye vergisi ya da çok uluslu şirketlerin
vergilendirilmesi konularında yeniden mali egemenlik kurabilmesine yardım
etmek gerekir. Avrupa ülkeleri bugün, servete dayalı kapitalizmi ve özel
sermayenin çıkarlarını tüm kıtada kontrol altına almayı sağlayacak ve Avrupa
modeli bir sosyal devleti 21. yüzyılda daha da ilerilere taşıyacak, kıtaya özgü bir
kamu gücünün yaratılması konusuna öncelik vermelidir; ulusal modeller
arasındaki küçük uyuşmazlıklar ikincil önemdedir, çünkü asıl sorun ortak
modelin hayatta kalıp kalamayacağıdır.35
İşin aslı, bu soru oldukça soyut kalıyor ve altın kural üzerinden verilen
yanıtın da pratik açıdan çok yararlı olduğunu söyleyemeyiz. Muhtemelen hiçbir
toplum bu seviyede bir sermaye birikimine sahip olamaz. Yine de, altın kuralın
altında yatan mantığa göz atmakta fayda var. Bu kuralı kısaca özetleyelim:40
Altın kural sağlanırsa (r = g), sermayenin milli gelirden uzun vadede aldığı pay
da tasarruf oranına eşit olacaktır α = s. Buna karşılık r, g'den büyük olduğu
sürece (r > g), sermayenin milli gelirden uzun vadede aldığı pay da tasarruf
oranından büyük olacaktır ( α > s).41 Diğer bir ifadeyle, altın kuralın sağlanması
için, sermaye birikiminin artık kazanç getirmeyecek bir seviyeye ulaşmış olması
gerekir. Ya da daha kesin bir ifadeyle, sermaye o denli birikmiştir Bu sermaye
birikimini aynı seviyede tutmak için (milli gelir içindeki pay olarak), yıllık
sermaye getirisinin tamamım yeniden yatırıma dönüştürmek gerekir, α = s
denkleminin anlamı şudur: Sermayenin tüm getirişi tasarruf olarak ayrılır ve
sermayeye geri eklenir. Ancak r > g denklemi sağlanırsa, sermaye uzun vadede
getiri elde eder, öyle ki sermaye getiri oranını aynı seviyede tutmak için
sermayenin tüm gelirlerini yeniden yatırıma dönüştürmek gerekmez.
Dolayısıyla altın kuralın bir tür "sermaye doygunluğu'' stratejisin den hareket
ettiği bariz biçimde görülüyor. Öyle çok sermaye birikmiştir ki rantiyenin
tüketebileceği bir şey kalmamıştır geriye; sermayesinin ekonomi ile aynı hızda
büyümesini istiyorsa, tüm getiriyi yeniden yatırıma dönüştürmek zorundadır,
toplumsal statüsünü ancak bu yolla muhafaza edebilir. Buna karşılık r'nin g'den
büyük olduğu bir durumda, getirinin büyüme oranına eşit bir orandaki kısmını
(g) yeniden yatırıma dönüştürmek yetecektir, geri kalanını ise tüketime
harcayacaktır (r-g). r > g eşitsizliği rantiye toplumlarının temelidir. Getiri oranını
büyüme oranı seviyesine indirmeye yetecek kadar sermaye biriktirmek de
rantiye saltanatının sonunu getirebilir.
Peki ama, bu amaca ulaşmak için en uygun yol bu mudur? Sermaye sahipleri
ya da bir bütün olarak toplum, neden bu kadar çok sermaye biriktirir? Gerçekte,
altın kuralı yaratan mantığın sadece bir üst limit getirdiğini, ancak bu limite
ulaşılmasını hiçbir şekilde meşrulaştırmadığını akılda tutmak gerekiyor.42
Pratikte ise, rantiyelerle mücadele etmenin, özellikle vergi ile yürütülebilecek
çok daha basit ve etkin başka yollan vardır: Birkaç nesli tüketimden yoksun
bırakacak, milli gelirin onlarca katı değerinde bir sermaye biriktirmenin lüzumu
yoktur.43 Meseleye teorik açıdan yaklaşırsak, her şeyin büyümenin kaynakları
prensibine bağlı olduğunu görürüz. Sermaye birikimini altın kuralın gerektirdiği
seviyeye taşımak, ancak verimliliğin artmadığı ve büyümenin kaynağının sadece
demografik olduğu bir durumda anlam ifade eder. Örneğin, nüfustaki büyümenin
sonsuza dek %1 seviyesinde olduğunu, insanların son derece sabırlı olduğunu ve
herkesin gelecek nesiller için fedakârlık yaptığını varsayalım: Böyle bir durumda
kişi başına tüketimi uzun vadede en üst düzeye çıkarmanın doğru yolu da getiri
oranını %1'e düşürecek kadar çok sermaye biriktirmek olacaktır. Ancak bu
mantığın sınırlarını derhal kavrıyoruz. Öncelikle, demografik büyümenin sonsuz
olduğunu varsaymak oldukça tuhaftır, zira gelecek nesillerin doğurganlık
tercihlerini bilemeyiz ve bu tercihler için nesilleri sorumlu tutamayız (gebeliği
önlemek için az gelişmiş bir tekniğin kullanıldığı bir dünya hayal etmiyorsak
elbette). Diğer yandan, demografik büyüme sıfırsa, insan sonsuz miktarda
sermaye biriktirebilir: Sermaye az da olsa kazanç getirdiği sürece, mevcut neslin
hiçbir şey tüketmeyip, mümkün olduğunca sermaye biriktirmesi gelecek
nesillerin lehine olacaktır. Üstü kapalı bir biçimde demografik büyümenin ve
verimlilik artışının sıfır olduğunu varsayan Marx'a göre, kapitalistlerin sonsuz
sermaye biriktirme arzusunun varacağı kaçınılmaz sonuç budur ve nihayetinde
de kapitalizmin çökmesine ve üretim araçlarının mülkiyetinin kolektif hale
gelmesine yol açar. O zaman kurulan Sovyet devleti de, ortak fayda adına
endüstriyel sermaye ve makineleşmede sınırsız bir birikime gider: Planlamadan
sorumlu otoritelerin hangi noktada durmaları gerektiğini ise kimse bilmez.44
Yargı ve Politika
Daha açık bir biçimde ifade edelim: Kamu borcundan özel bir haz alıyor
değilim, daha önce de birçok kez belirttiğim gibi, borç ters yönlü, yoksuldan
zengine, mütevazı tasarruflara sahip olanlardan devlete borç verebilecek
durumda olanlara (aslında devlete borç değil, vergi vermesi gerekenler) doğru
ilerleyen bir yeniden dağılımı teşvik eder. 20. yüzyılın ortasından ve savaş
sonrası dönemdeki borç tanımama (ya da enflasyonla borcun daralması)
vakalarından sonra, kamu borcu ve onun sunduğu toplumsal yeniden dağılım
olanakları konusunda bazı tehlikeli yanılsamalar ortaya çıkmıştır, bu
yanılsamalardan derhal kurtulmalıyız.
Son olarak, borç ve açıkların seviyesini, milli serveti etkileyen sayısız başka
faktörü hesaba katmadan belirlemenin doğru sonucu vermeyeceğinin de altını
çizmemiz gerekiyor. Bugün, erişebildiğimiz tüm veriler ışığında, Avrupa'nın
toplam servetinin daha önce hiç bulunmadığı kadar yüksek bir seviyede
olduğunu görüyoruz. Net kamu serveti, kamu borcunun varlığı sebebiyle sıfıra
yakın bir seviyede seyretmektedir, ancak net özel servet gerçekten çok yüksek
seviyededir, öyle ki bu ikisinin toplam tutarı yüz senedir hiç bu kadar büyük
olmamıştı. Dolayısıyla çocuklarımıza ve torunlarımıza miras olarak utanç verici
bir borç yükü bırakacağımız ve başımızı öne eğip bağışlanmak için yalvarmamız
gerektiği düşüncesinin hiçbir anlam ifade etmediğini söyleyebiliriz. Avrupa
ulusları bugüne dek asla bu denli zengin olmamıştı. Buna karşılık, kesin ve
yeterince utanç verici olan şudur: Bu muazzam sermaye kesinlikle eşit olmayan
bir biçimde dağıtılmıştır. Özel servet devletin yoksulluğunun sırtında
yükselmektedir ve bunun özellikle talihsiz bir başka neticesi daha vardır: Bugün
bu borçların faizine, yükseköğrenime harcadığımızdan daha çok para harcıyoruz.
Aslında yeni bir olay söz konusu değil: Büyüme 1970-1980'lerden bu yana
yavaşladığı için, kamu mâliyesinin sırtına korkunç bir borç yükünün bindiği bir
dönemden geçiyoruz.50 Borcun mümkün olan en kısa sürede, ideal çözüm olarak
bir kereye mahsus, artan oranlı bir özel sermaye vergisiyle ya da onun yerine
enflasyon aracılığıyla azaltılması da bu nedenle önem taşıyor. Her durumda bu
kararın, demokratik bir tartışmanın neticesinde bir parlamento tarafından
alınması gerekir.51
Daha genel anlamda, gelecek yılların en önemli meselesi sermaye için yeni
mülkiyet ve yeni demokratik denetim biçimlerinin geliştirilmesi olacak, bence
bunu özellikle vurgulamak gerekiyor. Bugün kamu sermayesi ile özel sermayeyi
birbirinden ayıran çizgi, Berlin Duvarı yıkıldıktan sonra tahayyül edildiği kadar
belirgin bir çizgi değildir. Belirttiğimiz üzere, eğitim, sağlık, kültür ve medya
gibi çeşitli iş kollarında, örgütlenmenin ve mülkiyetin hâkim biçimlerinin, saf
özel sermaye (tamamı hissedarlara ait anonim şirket modeline göre tasarlanmış)
ve saf kamu sermayesinin (tüm yatırım kararlarını idarenin verdiği benzer bir
top/down [yukarıdan aşağıya] mantığına dayalı) çift kutuplu zıt paradigmalarıyla
hiçbir ilgisi kalmamış alanlar mevcuttur. El altındaki bilgilerin de, her bir bireyin
kabiliyetlerinin de kullanılmasına izin veren çok sayıda ara örgütlenme biçimi
mevcuttur. Ortak kararlar almak söz konusu olduğunda, piyasa ve oy sandığı iki
zıt ucu oluştururlar. Yeni demokratik katılım biçimleri ve yeni yönetim
yöntemleri ise keşfedilmeyi beklemektedir.56
Araştırmamdan çıkan genel sonuç şudur: Özel mülkiyete dayanan bir piyasa
ekonomisinin dinamikleri -kendi haline bırakılırsa-özellikle bilgi ve becerilerin
yaygınlaşmasından kaynaklanan, önemli yakınsama kuvvetlerinin yanı sıra,
demokratik toplumlara ve bu toplumların temelinde yer alan sosyal adalet
değerlerine karşı potansiyel bir tehdit oluşturan, güçlü ıraksama kuvvetleri de
içermektedir.
İstikrar bozucu temel kuvvet, özel sermayenin getiri oranının (r), gelir ve
üretimdeki artış oranından (g) kuvvetle ve sürekli daha büyük olmasıdır.
Sorun, bu çözümün, yani artan oranlı sermaye vergisinin ileri düzeyde bir
uluslararası eşgüdümü ve bölgesel seviyede bir politik entegrasyonu
gerektirmesidir. Böyle bir vergi, önceki toplumsal uzlaşmaların şekillendirdiği
ulus-devletler tarafından hayata geçirilemez. Birçok kişi, daha geniş kapsamlı bir
eş güdüm ve politik entegrasyona doğru -örneğin AB bünyesinde-ilerlemenin
daha "tam" bir rekabete sahip büyük bir piyasa kurulması dışında hiçbir yenilik
getirmeyeceğinden ve böyle bir girişimin (20. yüzyıl şoklarının ardından birçok
Avrupa ülkesinde sabırla inşa edilen sosyal devlet başta olmak üzere) mevcut
kazanımların da temelini sarsacağından endişe duymaktadır. Oysa saf ve tam bir
rekabet r > g eşitsizliği konusunda hiçbir şeyi değiştiremez, zira r > g eşitsizliği
piyasanın "eksik rekabet" piyasası olmasının neticesi değildir, durum bunun tam
tersidir. Anılan risk mevcuttur, ama bu konuda alternatif bir çözüm bulunduğunu
sanmıyorum. Kapitalizmin kontrolünü yeniden ele geçirmek istiyorsak,
demokrasiyi özellikle de Avrupa ölçeğinde en uç noktaya taşımaktan başka bir
çare bulunmuyor. Daha büyük politik toplulukların, ABD'nin ya da Çin'in
seçenekleri daha çeşitlidir. Ancak dünya ekonomisi ölçeğinde yakında minicik
kalacak küçük Avrupa ülkeleri içe kapanmaya kalkarsa, bugün AB'nin
yarattıklarından daha büyük hayal kırıklıklarıyla karşılaşabilirler.
Furet gelecek vaat eden genç bir tarihçi olarak kariyerine başladığında,
çağdaş araştırmaların merkezinde yer aldığını düşündüğü bir konuyu seçmişti:
"Çağdaş toplumun çeşidi sınıflarının gelirleri." Kitap oldukça titiz bir çalışmanın
eseridir tüm önyargılardan özenle kaçınır ve her şeyden evvel veri toplamak ve
olguları ortaya koymak peşindedir. Ancak Furet'nin bu alandaki ilk ve son eseri
olmuştur. 1977 yılında yayımlanan, Jacques Ozouf ile birlikte yazdığı muhteşem
Lire et écrire [Okamak ve Yazmak] isimli kitabı "Calvin'den Jules Ferry'ye
Fransa'da okuryazarlık" konusunu ele almaktadır. Seriler oluşturmak isteğiyle bu
kitapta da karşılaşıyoruz, ancak bu kez endüstriyel kârlar değil, okuryazarlık
oranları, öğretmen sayısı ve eğitim masrafları söz konusudur. Ancak Furet esas
olarak Fransız Devrimi'nin politik ve kültürel tarihi hakkındaki çalışmalarıyla ün
kazanmıştır. Bu çalışmalarda "çağdaş toplumun farklı sınıflarının gelirleri"ne
dair izler bulmak mümkün değildir; Fransız Devrimi konusunda çalışan (o
dönem aşırı derecede dogmatik ve özellikle Sorbonne'da hâkim konumda olan)
Marksist tarihçilere karşı 1970'lere dek sürdürdüğü mücadeleyle meşgul olan bu
büyük tarihçinin her türlü ekonomik ve toplumsal tarih biçimini neredeyse
reddetme noktasına geldiği görülmektedir. Bu bence talihsizliktir, zira farklı
yaklaşımları bağdaştırmanın mümkün olduğuna inanıyorum. Politik ve düşünsel
yaşamın ekonomik ve toplumsal dönüşümler karşısında belirli bir özerk yapıları
olduğu kesindir. Parlamenter sistemin kurumlan ve hukuk devleti, Marksist
entelektüellerin Berlin Duvarı'nın yıkılmasından önce dillendirdikleri şekilde
burjuva kurumlan olmamışlardır. Ama şurası da açıktır ki fiyat ve ücrette, gelir
ve servetteki iniş çıkışlar politik algıların ve tavırların şekillenmesine yardımcı
olurlar ve bunun karşılığında da bu temsiller toplumsal ve ekonomik değişimleri
şekillendiren kurumlar, kurallar ve politikalar yaratırlar. Aynı anda hem
ekonomik hem politik, hem sosyal alana, hem de ücretlere ilişkin, hem toplumsal
hem de kültürel bir yaklaşım mümkün, hatta kaçınılmazdır. 1917-1989
döneminin iki kutuplu çatışmaları artık geçmişte kaldı. Komünizm ve kapitalizm
eksenli çatışmalar, tarihçiler ve ekonomistler kadar felsefeciler arasında da
sermaye ve eşitsizlikler üzerine çalışmaları canlandırmaktan ziyade
kısırlaştırmıştır.2 Geçmişteki ihtilafların izlerini hâlâ derinlemesine taşıdığını
düşündüğüm tarih araştırmaları da dahil olmak üzere, bunları aşmanın zamanı
çoktan geldi.
2. Elbette daha iyimser bir liberal ekol vardır: Adam Smith o ekole ait gibi
görünür ancak Smith servet paylaşımının uzun vadede daha da eşitsiz hale
gelebileceği olasılığını asla değerlendirmemiştir. Aynı durum, doğal ahenge
inanan Jean-Baptiste Say (1767-1832) için de geçerlidir.
3. Diğer bir olasılık kıt malların arzını artırmaktır, örneğin yeni petrol
rezervleri bulmak (ya da yeni enerji kaynakları bulmak, mümkünse petrolden
daha temiz bir enerjinin) daha yoğun bir kentsel çevreye doğru hareket etmek;
ancak bunlar da başka zorluklar doğuracaktır. Her durumda bunun gerçekleşmesi
de çok uzun zaman alır.
6. Açılış pasajı şöyle devam eder: "Yaşlı Avrupa'nın tüm güçleri bu hayaleti
kovmak için kutsal bir işbirliği içine girdi: Papa ve Çar, Metternich ve Guizot,
Fransız radikaller ve Alman polis casusları." Marx'ın bu muazzam etkisinde
şüphesiz edebi kabiliyetinin de payı vardır.
11. Bkz. Simon Kuznets, Shares of Upper Income Groups in Income and
Savings (Cambridge, MA: National Bureau of Economic Research, 1953).
Kuznets, 1901 yılında Ukrayna'da doğmuş, 1922 yılında ABD'ye yerleşmiş ve
Columbia Üniversitesi'nde eğitim aldıktan sonra Harvard'da öğretim görevlisi
olmuş Amerikalı ekonomist. 1985 yılında öldü. ABD'nin ilk ulusal hesaplarını
ve eşitsizlik hakkındaki tarihsel serileri yayımlamıştır.
13. Diğer bir deyişle, orta sınıf ve alt sınıflar ABD nüfusunun en yoksul
%90'Iık kesimidir, milli gelirden aldıkları pay 1910-1920 döneminde %50-55
oranındayken bu oran 1940'ların sonunda %65-70'e yükselmiştir.
14. Bkz. Kuznets, Shares of Upper Income Groups, 12-18. Kuznets eğrisine
bazen "İçbükey U Eğrisi" de denir. Kuznets giderek artan sayıda insanın tarım
sektöründen zengin bir endüstriyel sektöre geçmekte olduğunu ileri sürer.
Endüstri sektörünün sağladığı menfaatlerden önce yalnızca bir azınlık
faydalanabilir, dolayısıyla da eşitsizlik artar. Ancak nihayetinde bundan herkes
menfaat elde eder, dolayısıyla da eşitsizlik azalır. Bu fazlasıyla stilize
mekanizmanın genelleştirilebileceği açıktır. Mesela, endüstriyel sektörler ya da
çeşitli işkolları arasında ücret seviyesine göre iş gücü transferleri görülebilir.
16. Kuznets'in de söylediği gibi, "Bu bilginin belki de %5'i ampirik, %95'i de
spekülasyondur, bir kısmıda temenniden ibaret olabilir." Bkz. Kuznets, Shares of
Upper Income Groups, 24-26.
17. A.g.e.,26.
27. Bkz. öncü niteliğine sahip şu eserler: R. J. Lampman, The Share of Top
Wealth-Holders in National Wealth, 1922-1956 (Princeton: Princeton University
Press, 1962); Anthony Atkinson ve A. J. Harrison, Distribution of Personal
Wealth in Britain, 1923-1972 (Cambridge: Cambridge University Press, 1978).
1. "South African Police open Fire on Striking Miners," New York Times,
17.08.2012.
4. Grevci işçilere göre yıllık bir milyon avro (200 madencinin ücretine
eşittir). Ne yazık ki şirketin internet sayfasında bu konuda herhangi bir bilgi yer
almamaktadır.
5. Ücretler ve diğer emek gelirleri için yaklaşık %65-70, kâr, kira ve diğer
sermaye gelirleri için %30-35.
6. Milli gelir aynı zamanda "safi yurt içi hasıla" olarak da adlandırılır
(sermayenin yıpranma payının hesaba katıldığı "gayrisafi yurt içi hasıla"nın
(GSYH) zıttı olarak). Ben "milli gelir" ifadesini kullanacağım, bu hem daha basit
hem de daha anlaşılır. Yurtdışı net gelir, yurtdışından gelen gelirle yabancılara
ödenen gelirler arasındaki fark olarak tanımlanır. Bu karşıt yönlü akışlar
öncelikle sermaye gelirlerini içerir, ancak emek gelirlerini ve tek taraflı
transferleri (göçmen işçilerin vatanlarına gönderdikleri havaleleri) de kapsar.
Ayrıntılar için bkz. Teknik Ek.
10. Her bir ülkenin ayrıntılı rakamları için Teknik Ek'te yer alan tablolara
başvurulabilir.
11. Pratikte medyan gelir (nüfusun %50'sinin altında yer aldığı gelir
seviyesi) genellikle ortalama gelirin %20-30 altındadır. Bunun sebebi gelir
dağılımının daha üst diliminin, daha alt ya da orta dilimden çok daha geniş bir
alana yayılmasıdır ki bu da ortalamayı yükseltir (medyam yükseltmez). Ayrıca
"kişi başına milli gelir" vergi ve transferler öncesi ortalama geliri ifade eder,
bunu da belirtelim. Pratikte gelişmiş ülkelerin vatandaşları milli gelirlerinin üçte
birini ya da yarısını, kamu hizmetleri, altyapı hizmetlerini, sosyal güvenliği ve
sağlık ile eğitim vs. harcamalarının önemli bir bölümünü finanse etmeye yarayan
vergilere ve çeşitli kesintilere ayırmış durumdadırlar. Vergiler ve kamu
harcamaları konusunu IV. Kısım'da ele alacağız.
12. Nakit varlıklar (finansal aktifler de dahil olmak üzere) toplam servetin
yalnızca küçük bir parçasını oluşturur, kişi başına birkaç yüz avroya ya da eğer
altın, gümüş gibi değerli nesneleri de dahil edersek birkaç bin avroya, yani
toplam servetin % 1-2'lik bir dilimine karşılık gelirler Bkz. Teknik Ek. Ayrıca
kamu varlıkları bugün kamu borçlarına neredeyse eşittik dolayısıyla da
hanehalkının bunları kendi finansal varlıkları aracılığıyla ellerinde
bulundurduklarını söylemek tuhaf kaçmaz.
13. α = r x ß formülü " α eşittir r çarpı ß" olarak okunabilir. Ayrıca, "ß =
%600" ile "ß = 6", " α = %30" ile " α = 0.30" ve "r = %5" ile "r = 0.05" aynı
şeydir
15. Faiz sermayeden elde edilen gelirin çok özel bir biçimidir; örneğin kâr,
kira ve kâr payı kadar (bunlar sermayenin söz konusu tipik bileşiminde, faizden
daha büyük kazançlar sağlar) temsil değeri yoktur. "Faiz oranı" (ödünç alanın
kim olduğuna göre büyük bir çeşitlilik arz eder) bu nedenle sermayenin ortalama
getiri oranını temsil etmez ve genellikle ondan çok daha düşüktür. Kamu
borçlarını ele alırken bu düşüncenin faydalarını göreceğiz.
16. Burada sözünü ettiğim hasıla bazen şirketin "katma değeri" olarak
adlandırılan değere eşittir; "katma değer" şirketin mal ve hizmet satışından elde
ettiği kazanç ile ("brüt kazanç") diğer şirketlere mal ve hizmetler için ödediği
giderler ("ara tüketim") arasındaki farktır. Katma değer şirketin yurt içi hasılaya
yaptığı katkıyı ölçer. Tanım itibarıyla da şirketin üretimde kullanılan emek ve
sermayeye ödeyebileceği tutarı ölçer. Burada her ikisi de sermayenin yıpranma
payından arındırılmış (yani sermayeye ayrılan amortisman ve altyapı
harcamaları düşüldükten sonraki) katma değere ve kârlara atıfta bulunuyorum.
17. Özellikle bkz. Robert Giffen, The Growth of Capital (Londra: George
Bell and Sons, 1889). Daha ayrıntılı bibliyografik bilgi için Teknik Ek'e
başvurulabilir.
18. Milli servet ve milli gelir bir ülkenin zenginleşmesi hakkında bazı
açılardan fazla "verimlilik merkezli" GSYH'den çok daha dengeli bir bakış
sunar. Örneğin doğal bir afetin servetin büyük bir kısmına zarar verdiği bir
durumda, sermayedeki yıpranma milli gelirin de azalmasına yol açacak, ancak
GSYH yeniden inşa çabaları neticesinde artacaktır.
21. Burada sunulan seriler 1700 yılından başlıyor; Maddison'ın tahminleri ise
ilkçağa kadar uzanıyor. Onun vardığı sonuçlara göre Avrupa dünyanın geri
kalanına fark atmaya 1500 yılı gibi erken bir dönemde başlamıştır. Halbuki 1000
yılı civarında Asya ve Afrika (ve özellikle de Arap dünyası) bir nebze daha
gelişmiş durumdaydı. Bkz. Ek grafikler Sl.l, Sİ.2 ve S1.3 (internet sayfasından
erişilebilir).
30. Yakın döneme ait resmi tahminleri kullandım, ancak bir sonraki ICP
raporu Çin'in GSYH'sini yeniden değerleyebilir. Maddison/ ICP uyuşmazlığı
hakkında bkz. Teknik Ek.
34. Diğer bir ifadeyle, 1913 yılında Asya ve Afrika'nın dünya üretimindeki
payı %30'dan azdı ve dünya gelirinden aldıkları pay ise %25'e yakındı. Bkz.
Teknik Ek.
36. Yakın zamandaki bir çalışmaya göre, Hindistan ve Çin'in küresel ticarete
açılmasının getirdiği sabit kazançlar dünyanın genel GSYH'sinin yalnızca
%0,4'üne karşılık gelir; Çin'in GSYH'sine katkısı %3,5 iken, Hindistan'ın
GSYH'sine katkısı %1,6 seviyesindedir. Sektörler ve ülkelerde bu yeniden
dağılımın muazzam sonuçları (her ülkede çok sayıda kişi bundan zarar
görmüştür) karşısında, (bu ülkelerin her durumda bağlı kaldıkları) serbest
ticaretin yalnızca böyle kazançlardan hareketle meşrulaştırılması pek kolay
görünmüyor. Bkz. Teknik Ek.
2 BÜYÜME: YANILSAMALAR VE GERÇEKLER
1. Bkz. Ek Tablo S2.1, alt dönemlere dair ayrıntılı bilgi için internet
sayfasından erişilebilir.
4. Doğurganlık oranı kadın başına (sağ kalan) 1,8, yani yetişkin başına 0,9
çocuk olursa, nüfus her nesilde otomatik olarak %10, yani yılda %0,3 oranında
azalır. Buna karşılık eğer doğurganlık oranı kadın başına 2,2 çocuk ya da
yetişkin başına 1,1 çocuk olursa, nüfus her nesilde %10 oranında büyür (yıllık
%0,3 oranında). Kadın başına düşen çocuk 1,5 ise, nüfusun büyüme oranı -0,1
olacaktır, kadın başına düşen çocuk 2,5 ise büyüme oranı +%0,7 olacaktır.
9. 2012 yılında, Sahra altı Afrika'da kişi başına ortalama GSYH 2.000 avro
civarındaydı, bu da kişi başına düşen aylık ortalama gelirin 150 avro olduğu
anlamına gelir (bkz. 1. Bölüm, Tablo 1.1). Ancak en yoksul ülkelerde
(Kongo'nun Kinşasa bölgesi, Nijerya, Çad ve Etiyopya gibi) kişi başına ortalama
gelir bu seviyenin 1/3'üne ya da yarısına karşılık gelir, en zengin ülkelerde ise
(Güney Afrika) kişi başına ortalama gelir bundan üç kat daha fazladır (ve Kuzey
Afrika'daki seviyelere yakındır). Bkz. Teknik Ek.
10. Maddison'ın tahminlerine göre (bu dönem için zayıf tahminlerdir) Kuzey
Amerika ve Japonya'nın 1700 yılındaki başlangıç noktası daha düşüktür (Batı
Avrupa'dan çok dünya ortalamasına yakındır); bundan da 1700-2012 döneminde
ortalama gelirdeki topladı büyümenin de yirmi katından ziyade otuz katına daha
yakın olduğu anlamı çıkar.
11. Uzun vadede, kişi başına çalışma saati yaklaşık olarak yarıya düşmüştür;
bu yüzden de verimlilikteki artış kişi başına üretimdeki büyümenin kabaca iki
katına karşılık gelmektedir.
13. Daha fazlasını merak eden okurlar, 18. yüzyılın başından bu yana birçok
ülkede ortalama gelirin (günümüzdeki parasal karşılığıyla) nasıl değiştiğini
gösteren geçmişe ait serileri internet üzerinde yer alan Teknik Ek'te bulabilirler.
19. ve 20. yüzyıl Fransa'sındaki gıda, imalat ve hizmet ürünlerinin fiyatlarına
dair ayrıntılı (resmi göstergeler ve Jean Fou-rastié'nin yayımladığı fiyat
derlemeleri de dahil olmak üzere çok çeşitli tarihsel kaynaklardan edinilmiş)
örnekler ve fiyat değişimleri karşısında satmalına gücünün nasıl değiştiğini
gösteren analizler için bkz. Thomas Piketty, Les Hauts Revenus en France au
20e Siecle (Paris: Grasset, 2001), 80-92.
14. Elbette her şey havuçlarım nereden satın aldığına göre değişir. Ben
burada ortalama fiyattan söz ediyorum.
17. Fransa ve ABD başta olmak üzere, geç 19. yüzyıldan geç 20. yüzyıla dek
hizmet sektöründeki bu çeşitli katmanların yapılanmasına dair tarihsel bir analiz
için bkz. Thomas Piketty, "Les Creations d'emploi en France et aux Etats-Unis:
Services de proximite contre petits boulots?" Les Notes de la Fondation Saint-
Simon 93, 1997. Ayrıca bkz. "L'emploi dans les Services en France et aux Etats-
Unis: Une analyse structurelle sur longue periode," Economie et statistique 318,
no. 1 (1998): 73-99. Resmi istatistiklere bakarken, otomotiv ya da uçak
endüstrisinin, hizmet sektörünün taşımacılık vs. kategorisine değil, endüstri
sektörüne dahil edilmesi gibi, İlaç endüstrisinin de hizmet sektörünün sağlık
kategorisine değil, endüstri sektörüne dahil edildiğini akılda tutmamız gerekiyor.
Bu faaliyetleri nihai amaçlarına göre sınıflandırmak ve tarım/endüstri/hizmet
ayrımından kurtarmak kuşkusuz daha yerinde olurdu.
24. Sadece Sahra altı Afrika ve Hindistan biraz geride kalacaktır. Bkz.
Teknik Ek.
26. IV. Yıl 25 Germinal tarihli (14 Nisan 1796) yasa, frankın gümüş
paritesini onaylamıştı ve XI. Yıl 17 Germinal tarihli (7 Nisan 1803) yasa, çifte
pariteyi getirmişti: Frank 4,5 gram saf gümüş ve 0,29 gram altına eşitti
(altın/gümüş bileşim oranı=l/15,5). Bu para "franc germinal" namını, 1800
yılında Fransa Merkez Bankası'nın kurulmasından birkaç yıl sonra yürürlüğe
sokulan 1803 yasasına borçludur. Bkz. Teknik Ek.
27. 1816 yılından 1914 yılına dek gözlemlenen altın standardına göre, bir
pound sterlin 7,3 gram saf altına, yani tam olarak frankın altın paritesinin 25,2
katına karşılık geliyordu. Altın-gümüş karışımı, şu anda hakkında açıklama
yapmayacağım birçok sorunu da beraberinde getirmiştir.
28. 1971 yılına dek, pound sterlin 20 şiling, şiling de 12 pens ediyordu (yani
bir pound 240 pens ediyordu). Bir gine 21 şiling ya da 1,05 pound ediyordu.
Gine genellikle serbest meslekler ve şık mağazaların bazı tarifelerinde ve
gündelik konuşmalarda kullanılıyordu. 1795 yılındaki reforma dek Fransa'da ise,
livre tournois 20 denier ve 240 sou ediyordu. Daha sonra frank 100 santim oldu
(19. yüzyılda sou olarak adlandırıldığı da oluyordu). 18. yüzyıla geldiğimizde
altın louis, livre tournois'nın 20 katı değerindeydi ve yaklaşık bir pound sterlin
ediyordu. 1795 yılına dek ekü, 3 livre tournois ediyordu, 1795'den 1878'e kadar
ise 5 frank değerindeki gümüş paraydı. Romancıların bir para biriminden
diğerine nasıl geçiş yaptıklarına bakılırsa, dönemin okurlarının da bu ince
farkların tamamen farkında oldukları söylenebilir.
30. Fransa'daki yıllık ortalama gelir, 1850'lerde 700 800 frank, 1900-1910
döneminde ise 1300 1400 frank arasında değişiyordu. Bkz. Teknik Ek.
3 SERMAYENİN BİÇİM DEĞİŞTİRMESİ
1. Mevcut tahminlere göre (özellikle İngiltere için King ve Petty, Fransa için
Vauban ve Boisguillebert'in tahminleri), çiftlikler ve canlı hayvanlar 18.
yüzyılda "diğer yurt içi sermaye" olarak sınıflandırdığımız değerin yaklaşık
yarısını oluşturmaktadır. Endüstri ve hizmetlere odaklanmak için bu iki öğeyi bir
yana bırakırsak, tarımsal olmayan diğer yurt içi sermayelerdeki artışın
konutlardaki kadar güçlü (belki de daha güçlü) olduğunu görürüz.
7. 1950'den beri, iki ülkenin net yabancı aktifleri milli gelirin daima yaklaşık
%-10 ile +10'u arasında değişmiştir; yani Belle Époque'ta seviyenin onda biri ile
yirmide biri arasındadır. Günümüzde net yabancı aktiflerin ölçümünün zor
olması, bu gerçeği değiştirmez.
8. Daha kesin bir ifadeyle, 1700'de ortalama 30.000 avro gelir kazanmak
için, ortalama servet 210.000 avro düzeyinde olmalıydı (altı yerine yedi yıllık
gelir); bunun 150.000'i tarım arazisi (çiftlik binalarını ve canlı hay-varılan da
dahil edersek kabaca beş yıllık gelir), 30.000'i konut, 30.000'i diğer yurt içi
varlıklar.
9. Orada da, ortalama 30.000 avroluk yıllık gelir için, 1910'da ortalama
servet, 60.000 (iki yıllık gelir) yerine 90.000'e (üç yıllık) yakın yurt içi varlıklar
ile birlikte 210.000 avroya yakın olmalıydı (yedi yıllık milli gelir). Burada
verilmiş tüm rakamlar kasıtlı olarak sadeleştirilmiş ve yuvarlanmıştır. Ayrıntılar
için bkz. Teknik Ek.
10. Daha kesin bir ifadeyle, İngiltere'de kamusal aktifler milli gelirin
%93'üne ve kamu borcu %92'sine tekabül eder, net kamu varlığı milli gelirin
%1'idir. Fransa'da, kamusal aktifler milli gelirin %145'ine, borçlar %114'üne
tekabül eder; net kamu varlığı %31'dir. İki ülkenin detaylı yıllık seriler için bkz.
Teknik Ek.
13. Bu iki transfer serisi 19. yüzyılda Fransız kamu borcundaki artışın
çoğunu açıklar. Miktarlar ve kaynaklar için, bkz. Teknik Ek.
14. 1880-1914 arasında, Fransa, İngiltere'den fazla borç faizi ödemiştir. İki
ülkedeki bütçe açıklarının detaylı yıllık serileri için, bkz. Teknik Ek.
16. Bkz. Robert Barro "Are Government Bonds Net Wealth?" Journal of
Political F.conomy 82, no. 6 (1974): 1095-1117 ve "Government Spending,
Interest Rates, Prices, and Budget Deficits in the United Kingdom, 1701-1918,"
Journal of Monetary Economics 20, no. 2 (1987): 221-48.
2. 1913-1950 dönemi için yıllık ortalama %17 enflasyon rakamı 1923 yılını
hesaba katmamaktadır, o yıl fiyatlar 100 milyon katına çıkmıştır.
3. Her biri 2011'de 8 milyon civarı araç satışı yapan General Motors, Toyota
ve Renault-Nissan ile aşağı yukarı eşit konumdadır. Fransız devleti halen
Renault'nun sermayesinin %15'ine yakınım elinde tutmaktadır (Volksw3-gen ve
Peugeot'nun ardından Avrupa'nın en büyük üçüncü üreticisi).
11. 3.1-2, 4.1, 4.6, 4.9 numaralı grafiklerde, dünyanın geri kalanına kıyasla
artı pozisyonlar (net yabancı sermaye) açık renkle, eksi pozisyonlar ise (net
yabancı borcun artıda olduğu dönemler) koyu renkle gösterilmiştir. Bu grafikleri
oluşturmakta kullanılmış eksiksiz seriler Teknik Ek'te mevcuttur.
16. Eğer her bireye özne olarak muamele edilirse, bu durumda (kişiler
arasındaki borcun aşırı bir şekli olarak görülebilen) kölelik, herhangi diğer özel
veya kamusal borçlar gibi, milli serveti artırmaz (borçlar bazı kişiler için
yükümlülük, diğerleri için varlıktır, dolayısıyla birbirlerini götürürler).
19. Örneğin, eğer milli gelirin %70'i emek gelirinden ve %30'u sermaye
gelirinden oluşuyorsa ve bu gelirler %5 getiri sağlıyorsa, bu durumda beşeri
sermaye stoğunun toplam değeri 14 yıllık milli gelire, beşeri olmayan sermaye
stoğunun değeri 6 yıllık milli gelire ve toplamı 20 yıllık milli gelire eşit olur.
Milli gelirin %60-40 paylaşımıyla (ki bu 18. yüzyılda en azından Avrupa'da
gözlemlediğimize yakındır), yine toplam 20 yıl için sırasıyla 12 yıllık ve 8 yıllık
karşılıkları elde ederiz.
5 UZUN DÖNEMDE SERMAYE/GELİR ORANI
2. ß = s/g formülü "ß eşittir s bölü g" olarak okunur. "ß = %600"ün "ß =
6"ya, "s = 12%"nin "s = 0,12"ye ve "g = 2%"nin "g = 0,02"ye eşdeğer olduğunu
da hatırlayalım. Tasarruf oranı gerçekten yeni tasarrufların -sermayenin
yıpranması düşüldükten sonra-milli gelire bölünmesini temsil eder. Bu konuya
geri döneceğiz.
3. Bazen g kişi başına milli gelirin artış oranını ve n nüfusun artış oranını
ifade etmek için kullanılır, bu durumda formül ß = s (g + n) şeklinde yazılabilir.
ifadeyi basitleştirmek için, g'yi ekonominin bütününün büyüme oranı olarak
kullandık, dolayısıyla formülümüz ß = sg'dir.
6. 1970'de, Almanya'da 2,2 yıldan, Amerika'da 3,4 yıla. Tam seriler için bkz.
Teknik Ek'tekİ ek tablo S5.1.
10. Daha açık bir ifadeyle: Seriler özel sermaye/milli gelir oranının 1970'te
%299'dan, 2010'da %601'e yükseldiğini gösterir, halbuki kümülatif tasarruf
akışları %299'dan ta %616'ya yükselişi öngörmektedir. Bu nedenle hata payı,
%300 düzeyindeki bir artışta %15'i, yani ancak %5 düzeyindedir: Tasarruf
akışları Japonya'da 1970-2010 arasındaki özel sermaye/ milli gelir oranındaki
artışın %95'ini açıklamaktadır. Tüm ülkelere dair detaylı hesaplamalar için bkz.
Teknik Ek.
11. Bir şirket kendi hisse senetlerini satın aldığında, hisse sahiplerinin artı
değer elde etmelerini sağlar; genelde böylece, şirketin aynı miktarda parayı kâr
payı şeklinde dağıtması durumundakinden daha az vergi ödenir. Aynı durum bir
şirket başka bir şirketin hisse senetlerini satın aldığında da geçerlidir, şirketler
finansal ürünleri satın almak suretiyle kişilerin kazanç elde etmesini sağlarlar.
12. ß = s/g yasası, net tasarruf oranı yerine brüt tasarruf oranını ifade eden s
ile yazılabilir. Bu durumda, yasa ß = s (g + DELTA) olur (DELTA sermayedeki
yıpranmadır, sermaye birikiminin bir oranı olarak ifade edilir). Örneğin, eğer
tasarruf oranı s = %24 ise ve eğer sermaye birikiminin değer kaybetme oranı ß
= %2 ise, g = %2 büyüme oranı için, ß = s (g + DELTA) = %600 sermaye/gelir
oranı elde ederiz. Bkz. Teknik Ek.
13. g = %2'lik bir büyümeyle, "ß = s/g = milli gelirin %50'si"ne eşit
dayanıklı mal biriktirmek için, "s = milli gelirin %1'i" kadar net dayanıklı mal
harcaması olacaktır. Dayanıklı mallar sıklıkla yenilenmeye ihtiyaç duyar, bu
durumda brüt harcama dikkate değer şekilde yükselir. Örneğin, eğer ortalama
yenileme süresi beş yıl ise, sadece kullanılmış malları yenilemek için her yıl
milli gelirin %10'u kadar, yıllık net %1 harcama ve milli gelirin %50'sini
dengeleyecek bir birikim yapmak için yıllık % 11 brüt dayanıklı mala harcama
yapılması gerekmektedir (g = %2 büyüme). Bkz. Teknik Ek.
14. Dünya altın stoğunun toplam değeri uzun vadede azalmıştır (19. yüzyılda
toplam özel kesim servetinin %2-3'ü idi, 20. yüzyılın sonunda %0,5'ten azdır).
Yine de kriz dönemlerinde yükselme eğilimi gösterir, çünkü altın bir korunma
aracıdır; bu yüzden toplam özel servetin %1,5'ine karşılık gelir, bunun kabaca
beşte biri merkez bankaları tarafından tutulmaktadır. Bunlar etkileyici sermaye
biçimleridir, ancak sermaye birikiminin toplam değerine kıyasla küçüktür. Bkz.
Teknik Ek.
15. Çok fark etmese de, tutarlılık adına, 3. ve 4. Bölümlerde bahsedilen tarihi
seriler ve burada 1970-2010 dönemi için kullanılan seriler için aynı düzeni
kullandık: Dayanıklı mallar varlıkların dışında tutulmuştur, değerli mallar "diğer
yurt içi sermaye" sınıfına dahil edilmiştir.
18. Net kamu yatırımı tipik olarak oldukça düşüktür (genel olarak milli
gelirin %0,5-1'i civarında; brüt kamu yatırımı %l,5-2 ve kamu sermayesinin
amortismanı %0,5-l seviyesindedir), böylece eksi kamu tasarrufu sıklıkla
hükümet bütçe açıklarına oldukça yakın çıkar (yine de İstisnalar vardır: Kamu
yatırımı Japonya'da yüksektir, bu da kamu tasarrufunun, büyük bütçe açıklarına
rağmen neden hafif artıda olduğunu açıklar). Bkz. Teknik Ek.
21. Borsaya kote olmayan bir şirketin hisselerini satmak, işlemlerin az sayıda
olması sebebiyle zordur: İlgilenen bir alıcı bulmak uzun süre alır ve borsaya kote
olmuş, aynı gün içinde ilgilenen bir alıcı veya satıcı bulmanın her zaman
mümkün olduğu benzer bir şirketten %10-20 daha düşük değerlenebilir.
32. Örneğin, ABD'nİn ticari açığının önemli bir kısmı vergi cennetlerinde
yerleşik Amerikan şirketlerine yapılan, sonrasında yurtdışında elde edilen kârlar
şeklinde (ödemeler dengesini eski haline getiren) ülkeye geri gönderilen sahte
transferlerle alakalı olabilir. Açıkçası, bu türden muhasebe oyunları en temel
ekonomik olguların analizini saptırabilir.
1. Kamu borcunun faizi, milli gelirin parçası değildir (çünkü saf bir
transferdir) ve ulusal sermayeye dahil olmayan sermayeye gelir sağlar (çünkü
kamu borcu devlet tahviline sahip özel kesim için varlık, devlet içinse
yükümlülüktür) ve 6.1-6.4 numaralı grafiklere dahil edilmemiştir. Eğer dahil
edilseydi, gelirdeki sermaye payı, genel olarak 1-2 puan, hatta biraz daha fazla
(kamu borcunun aşırı yüksek olduğu dönemlerde 4-5 puan kadar) artardı.
Eksiksiz seriler için bkz. Teknik Ek.
2. Ücretsiz çalışanlara ücretli çalışanlar ile aynı emek gelirini veya ücretsiz
çalışanlar tarafından kullanılan işletme sermayesine diğer sermaye biçimleriyle
aynı ortalama getiriyi atfedebiliriz. Bkz. Teknik Ek.
8. Fransa'daki "livret A" (tasarruf hesabı) 2013 yılında ancak %2'lik nominal
faiz ödemiştir, reel getirisi ise sıfıra yakındır.
9. Bkz. Teknik Ek. Çoğu ülkede vadesiz mevduat hesapları da faiz getirisi
elde eder (ancak bu Fransa'da yasaktır).
15. Esnekliğin sıfır olduğu aşırı bir durumda, sermaye geliri ve dolayısıyla
da sermaye payı, en ufak sermaye aşımında dahi sıfıra düşer.
16. Esnekliğin sonsuz olduğu aşırı bir durumda, sermaye getirisi değişmez,
böylece sermayenin payı da sermaye/gelir oranıyla aynı oranda artar.
17. Cobb-Douglas üretim fonksiyonu matematiksel olarak şu şekli alır: Y = F
(K, L) = KuL1-u. Burada Y üretim, K sermaye, L emektir. İkame esnekliğinin
1'den daha yüksek veya daha düşük olduğu durumları ifade eden başka
matematiksel formüller de vardır. İkame esnekliğinin sonsuz olduğu bir durum
ise lineer üretim fonksiyonuna karşılık gelmektedir, buna göre üretim şöyle ifade
edilir: Y = F (K, L) = rK + vL. Diğer bir ifadeyle, sermayenin getirisi (r),
fonksiyona dahil olan sermaye ve emek miktarına hiçbir şekilde bağlı değildir,
hatta ücret oranına karşılık gelen emek getirisine (v) de bağlı değildir, ücret
oranı bu örnekte de sabittir. Bkz. Teknik Ek.
21. Bkz. Frederick Brown, "Labour and Wages," Economic History Review
9, no. 2 (5/1939): 215-17.
29. Bkz. A. Chabert, E,ssai sur les mouvements des prix et des revenus en
France de 1798 â 1820, 2 c. (Paris: Librairie de Medicis, 1945-49). Ayrıca bkz.
Gilles Postel-Vinay, "A la recherche de la revolution economique dans les
campagnes (1789-1815)," Revue economique, 1989.
30. Bir şirketin "katma değeri", şirketin sattığı mal ve hizmetlerden elde
ettiği kazanç (Fransız muhasebe sisteminde "chiffre d'affaires" [ticaret hacmi)
olarak, İngilizcede "sales revenue" [satış gelirleri) olarak adlandırılan yekûn) ile
diğer şirketlerden yaptığı alışlara ödediği tutar ("consommation intermediaire"
[ara tüketim)) arasındaki fark olarak tanımlanır. İsminin gösterdiği gibi, bu
yekûn, şirketin üretim sürecine kattığı değeri ölçer. Ücretler katma değerden ve
tanım itibarıyla şirketin kârından geriye kalandan ödenir. Sermaye-emek
bölüşümü genellikle ücret-kâr bölüşümü ile sınırlı kalır, kira dışarıda bırakılır.
31. Uzun vadede kalıcı ve sürekli nüfus artışı kavramı da açık değildi ve
gerçeği söylemek gerekirse, bugün de kafa karıştırıcı ve korkutucudur; dünya
nüfusunun dengeye ulaşması hipotezi bu nedenle genel kabul görmüştür. Bkz. 2.
Bölüm.
32. Sermaye gelirinin sıfıra doğru yönelmediği tek durum, sermaye ve emek
arasındaki ikame esnekliğinin sonsuz olduğu, "robotlaşmış" bir ekonomidir,
böylece üretimde eninde sonunda yalnızca sermaye kullanılır. Bkz. Teknik Ek.
2. Bkz. Balzac, Le Pere Goriot, 131. Gelir ve serveti ölçmek için, Balzac
çoğunlukla frank veya livre tournois (bir zaman tedavülde olan frank
"germinal"in eşdeğeri) ile birlikte ekü (19. yüzyılda 5 frank değerindeki gümüş
madeni para) ve daha nadiren "louis d'or" (bir louis, 20 frank değerindeki altın
madeni para; 20 frank Ancien Regime'de 20 livre değerindeydi) kullanmıştır. O
dönemde enflasyon olmadığından, bütün bu birimler o kadar sabitlerdi ki
okuyucular birinden ötekine kolayca geçebiliyorlardı. Bkz. 2. Bölüm. Balzac'ın
söz ettiği miktarları 11. Bölüm'de ayrıntılı olarak tartışacağız.
4. Basında yer aldığına göre, eski bir Fransa başkanının Paris'te hukuk
fakültesinde okuyan oğlu, kısa süre önce Darty mağaza zincirinin vârisi ile
evlenmiştir; eşiyle Vauquer Pansiyonu'nda tanışmadığına şüphe yoktur!
11. ABD'deki en üst onda birlik kesim, toplam servetin muhtemelen %75'ine
yakın bir kısmına sahiptir.
14. Eşitsizliğin Tablo 7.2*de tasvir ettiğimiz "ideal toplum"da bile yüksek
olduğunu görüyoruz (En üst onda birlik kesim, en yoksul %50'den daha fazla
sermayeye sahiptir, kaldı ki ikinci grup 5 kat daha kalabalıktır; en zengin %1'lik
kesimin ortalama serveti, en yoksul %50'nin servetinden 20 kat daha fazladır).
Daha hırslı olmak yasaklanamaz.
16. Bkz. 3.-5. Bölümler. Kesin rakamlar internetteki Teknik Ek'te yer
almaktadır.
18. Tam olarak 35/9 x 200.000 avro veya 777.778 avro. Bkz. Ek Tablo S7.2
(İnternet üzerinden erişilebilir).
22. Bu hesaplamalar gerçek Gini katsayılarını biraz hafife alır, çünkü (Tablo
7.1-7.3'te belirtilen) bu hesaplar belli sayıda sosyal kesimi dikkate alan bir
hipoteze dayanmaktadır, halbuki alttaki gerçek, sonu gelmeyen bir yeniden
paylaşımdır. Farklı sayıdaki toplumsal kesimler için varılan ayrıntılı sonuçlar
için bkz. Teknik Ek ve Ek Tablolar S7.4-6.
3. En üst onbinde bire kadar uzanan çeşitli %1'lik dilimlerin eksiksiz serileri
ve ayrıca genel değişimin ayrıntılı analizi için, bkz. Thomas Piketty, Les Hauts
Revenus en France au 20e Siecle (Paris: Grasset, 2001). Burada daha güncel
araştırmaları dikkate alarak, kendimi hikâyenin ana hatlarıyla sınırlandıracağım.
Güncellenmiş serilere WTID'nin internet sayfası üzerinden erişilebilir.
5.Grafik 8.3'te (ve onu izleyen aynı tip grafiklerde) gelir hiyerarşisinin çeşitli
"yüzde birlik bölümlerini" belirtmek için Les Hauts Revenus en France ve
WTID'deki gösterimin aynısını kullandık: P90-95 doksanıncı ve doksan beşinci
%1'lik dilimler arasındaki insanları (en zengin %10'un daha yoksul olan yarısı),
P95-99 doksan beşinci ve doksan dokuzuncu %1'lik dilimler arasındaki insanları
(bir öncekinin %4 üstünde yer alanlar), P99-99,5 bir sonraki %0,5'lik kesimi (en
üst % 1 'lik kesimin daha yoksul olan yarısı), bir sonraki %0,4'lik kesimi, P99-
99,99 bir sonraki %0,09'luk kesimi ve P99-100 ise en zengin %0,01'lik kesimi
(en üst on binde birlik kesim) gösteriyor.
8.Kamu çalışanlarına ait ücret aralıkları, uzun vadeli olarak en iyi bilinen
ücret hiyerarşileri arasındadır. Özellikle Fransa konusunda, 19. yüzyılın başına
kadar uzanan devlet bütçesi ve yasama raporlarından elde ettiğimiz ayrıntılı
bilgilere sahibiz, özel sektördeki ücretlerin durumu ise farklıdır, onlara
erişebilmek için vergi kayıtları üzerinden ilerlemek zorundayız, ama vergilerin
ilk kez konduğu 1914-1917 dönemine ait çok az şey biliyoruz. Kamu
sektöründeki ücretlerle ilgili veriler, 19. yüzyıldaki ücret hiyerarşisinin, hem en
üst onda birlik hem de en alt %50'lik kesim açısından 1910-2010 dönemine
kabaca benzediğini gösteriyor, yine de en üst %1'lik kesimin payı biraz daha
yüksek olabilir (özel sektöre dair güvenilir veriler olmaksızın, daha kesin
konuşmak mümkün değil). Bkz. Teknik Ek.
9. 2000-2010 arasında, toplam gelirden karma gelirlerin aldığı pay %20 -30
iken, P99-99,5 ve P99,5-99,9 parçalarındaki (en üst %1'lik kesimin 9/10'unu
kapsar) ücretlerin toplam gelirden aldığı pay %50-60 seviyelerine ulaşmıştır
(bkz. Grafik 8.4). Yüksek ücretlerin, yüksek karma gelirlere ağırlığı, iki dünya
savaşı arası dönemde de neredeyse aynıydı (bkz. Grafik 8.3).
10. Bir önceki bölümde yaptığımız gibi, burada yer verdiğimiz avro
rakamları da kasıtlı olarak yuvarlanmış ve yaklaşık hale getirilmiştir (bu
rakamların tek işlevi, belli bir büyüklük seviyesini işaret etmektedir). Farklı
%1'lik ve binde birlik dilimlerin yıllara göre eşiklerine internet üzerinden
erişilebilir.
12. Sermaye geliri, Grafik 8.4'teki %9'un gelirinin %10'undan azını temsil
eder gibi gözükmektedir, fakat bunun tek sebebi bu grafiklerin, en üst onda birlik
ve % 1 'lik kesim paylarına dair seriler gibi, sadece bireylerin, 1960 yılından
itibaren fiktif kiraların (yani kullanılabilir gelirin bir kısmını teşkil eden, kendi
mülkünde oturan kişilerin konutlarının değeri) hariç tutulduğu gelir beyanlarına
dayanmasıdır. Vergilendirilemeyen sermaye gelirini de dahil etmiş olsaydık
(fiktif kira gibi), %9'luk kesimin sermaye gelir içindeki payı 2000-2010 dönemi
için %20'nin biraz üzerinde çıkardı. Bkz. Teknik Ek.
14. Özellikle tüm ülkeler için, bazı gelir türleri aynı gelir vergisi tarifesine
tabi olmasa da, belli muafiyetler ve indirimlerden faydalansa da beyanlarda yer
alan kiraların, faizlerin ve kâr paylarının bütününü hesaba kattık.
16. Fransız vergi idaresinin, İkinci Dünya Savaşı yılları boyunca, hiçbir şey
değişmemiş gibi vergi beyannamesi toplamaya, kayıt oluşturmaya ve onlara
dayanan istatistikler düzenlemeye devam ettiğini belirtelim. Gerçekten de o
dönem otomatik veri işlemenin altın çağıydı (yeni teknolojiler fişlerin
sınıflandırılmasına ve hızla çapraz çizelgeler oluşturulmasına imkân vermiş,
eskiden elle yapılan bu işlerde büyük bir ilerleme kaydedilmişti), bu nedenle de
Fransız Maliye Bakanlığının savaş yıllarında yayımladığı istatistikler şimdiye
kadar hazırlanmış en zengin istatistikleri içermektedir.
17.En üst onda birlik kesimin milli gelirden aldığı pay %47'den %29'a, en üst
%1'lik kesimin payı da %21'den %7'ye düştü. Ayrıntılı tüm serilere internet
üzerinden erişilebilir.
18.Tüm bu değişimlerin, yıllara göre daha detaylı analizi için, bkz. Les Hauts
Revenus en France, özellikle 2. ve 3. Bölümler, 93-229.
27."Artı değer dahil" seriler artı değeri doğal olarak hem paya (en üst onda
birlik ve %1'lik dilimlerdeki gelirlere), hem de paydaya (milli gelirin toplamına)
dahil ederler; "artı değer hariç" seriler ise artı değeri her ikisinden de hariç
tutarlar. Bkz. Teknik Ek.
28.Şüphe uyandıran tek sıçrayış, bir grup büyük şirketin kârlarının kurumsal
olarak değil bireysel olarak vergilendirilmesini sağlamak için hukuki statü
değiştirdiği, Reagan döneminde yapılan 1986 tarihli büyük vergi reformu
dönemi civarında görülmektedir. Vergi kaynakları arasındaki bu transferin asıl
etkisi kısa vadeli olmuş (artı değer olarak daha geç oluşması beklenen gelirler
biraz daha erken edinilmiştir) ve uzun vadeli eğilimde ikincil bir rol oynamıştır.
Bkz. Teknik Ek.
32.Bu iddia giderek daha çok kabul görmektedir. Örneğin Michael Kumhof
ve Romain Ranciere tarafından savunulmaktadır ("Inequality, leverage and
crises", IMF, 2010). Ayrıca bkz. Raghuram G. Rajan, Fault Lines (Princeton,
NJ: Princeton University Press, 2010); ama Rajan gelir hiyerarşisinin en
tepesinde yer alanların ABD milli gelirinden aldığı paydaki ciddi artışı hafife
almaktadır.
41.Bkz. Steven N. Kaplan ve Joshua Rauh, "Wall Street and Main Street:
What Contributes to the rise of the highest incomes?" Review of Financial
Studies 2009.
42.Bkz. J. Bakija, A. Cole, B. Heim, "Jobs and income growth of top earners
and the causes of changing income inequality: evidence from U. S. tax return
data", Internal Revenue Service, 2010, Tablo 1. Diğer önemli meslek grupları
doktor, avukat (toplamın %10'u kadar) ve emlak danışmalarından (%5 kadar)
oluşur. Bununla birlikte, bu verilerin sınırlı olduğunun altını çizelim: Servetlerin
kaynağını (miras yoluyla kazanılıp kazanılmadığını) bilmiyoruz, en üst binde
birlik seviyede sermaye gelirlerinin payı, artı değeri dahil etmemiz halinde %50
(bkz. Grafik 8.10) ve hariç tutmamız halinde ise (bkz. S8.2, internet üzerinden
erişilebilir) çeyreğine karşılık gelir.
43.Bill Gates tipi "süper girişimciler"in sayısı çok az olduğu için, bu kategori
gelir analizine uygun değildir ve bu kategoriyi en iyi biçimde ancak servet ve
farklı servet sınıflarının evriminin analizi dâhilinde inceleyebiliriz. Bkz. 12.
Bölüm.
44.Somut bir ifadeyle, eğer bir yöneticiye 100 dolara şirketin hisse
senetlerini alma imkânı verilir ve bu yönetici opsiyonu kullanmaya karar verirse,
şirketin hisse senetlerinin satış fiyatı 200 dolar ise, o zaman bu iki fiyat
arasındaki fark -bu örnekte 100 dolar-yöneticinin opsiyonun kullanıldığı yıldaki
ücretinin bir bileşeni olarak değerlendirilir. Eğer daha sonra bu hisse senetlerini
daha yüksek fiyattan, diyelim 250 dolara satarsa, o zaman bu fark da -yani 50
dolar-bir artı değer olarak kaydedilir.
9 EMEK GELİRLERİNDEKİ EŞİTSİZLİK
6. Grafik 9.1'de, nominal asgari ücretleri 2013 yılındaki kura göre avro ve
dolar cinsine çevirdik. Nominal asgari ücretler için, bkz. Ek Grafik S9.1-2,
internet üzerinden erişilebilir.
7. 2013 yılında bazı eyaletler federal asgari düzeyin üstünde bir asgari ücret
seviyesine sahipti: Saat başı asgari ücret California ve Massachusetts'te 8
dolarken, Washington eyaletinde 9,19 dolardı.
8. 1 poundun 1,30 avro olduğu döviz kuruna göre. Pratikte İngiliz ve Fransız
asgari ücretleri arasındaki fark, işverenlerin sosyal güvenlik ödemeleri
arasındaki fark nedeniyle büyüktür (bunlar brüt ücrete eklenir). Bu konuya IV.
Kısım'da geri döneceğiz.
13. Grafik 9.2'deki eğriler ve onu izleyen diğer grafiklerin (farklı ülkeler de
kıyaslanabilir biçimde ölçülmeyen) artı değeri hesaba katmadığını belirtmemiz
gerekiyor. Artı değer özellikle ABD'de yüksek olduğundan (2000-2010 dönemi
için, artı değer dahil edildiğinde en üst %1'lik kesimin milli gelirden aldığı pay
%20'yi geçer), aradaki fark aslında Grafik 9.2'de gösterildiğinden daha büyüktür.
Örneğin bkz. Ek Grafik S9.3 (internet üzerinden erişilebilir).
14. Yeni Zelanda'daki gidişat, Avustralya'dakiyle hemen hemen aynıdır.
Bkz. Grafik 9.4 (internet üzerinden erişilebilir). Genel anlamda, grafikleri basit
tutmak amacıyla, yalnızca belli ülkelere ve belli serilere yer verdik. Serilerin
tamamıyla ilgilenen okurlar Teknik Ek'e ya da WTID'nin internet sayfasına
başvurabilirler.
16. İsveç'te 1990-2010 dönemi boyunca ciddi biçimde yükselen artı değeri
dahil edersek, milli gelirin %9'una ulaşır. Bkz. Teknik Ek.
17. WTID'de yer alan diğer tüm Avrupa ülkeleri, yani Hollanda, İsviçre,
Norveç, Finlandiya ve Portekiz, diğer Kıta Avrupa'sı ülkelerinde gözlemlenene
benzer bir değişim geçirmiştir. Güney Avrupa için mevcut verilerin nispeten tam
olduğunu belirtelim. İspanya hakkındaki seriler, gelir vergisinin ortaya çıktığı
1933 yılına kadar uzanır, ama aralarda bazı boşluklar vardır. İtalya'da gelir
vergisi 1923 yılında konmuştur, ancak 1974 yılına kadarki veriler tam değildir.
Bkz. Teknik Ek.
18. 2000-2010 döneminde ABD'deki en üst binde birlik kesimin payı -artı
değer hariç- %8'i geçmektedir; artı değeri dahil edersek bu pay %12'ye çıkar.
Bkz. Teknik Ek.
20. "%1"in ortalama geliri net bir biçimde daha düşüktür: En zengin %1'lik
kesimin milli gelirden %10 pay alması, formül itibarıyla bu kesimin ortalama
gelirinin, ortalama gelirden on kat daha yüksek olduğu anlamına gelir (ve
%20'lik bir pay da yirmi kat daha yüksek olur). Pareto katsayısı (10. Bölüm'de
geri döneceğiz) en üst onda birlik, yüzde birlik ve binde birlik kesimleri
ilişkilendirme imkânı verir: Nispeten eşitlikçi olan ülkelerde (örneğin 1970'lerin
İsveç'i), en üst %0,1'lik kesimde yer alanlar en üst %1'den ortalama iki kat daha
zengindi, en üst binde birlik kesimin milli gelirdeki payı da en üst %1'lik
kesimin payının yaklaşık beşte birini oluşturur. Eşitsizliğin daha yüksek olduğu
ülkelerde (2000-2010 dönemi ABD'sı), en üst binde birlik kesim 4-5 kat daha
zengindir, en üst %1'lik kesimin payının %40-50'sini oluşturur.
21. Artı değerleri dahil edip etmeyeceğimize bağlıdır. Tam seriler için bkz.
Teknik Ek.
24. Bir önceki bölümde Fransa ve ABD için sunduklarımıza benzer biçimde
(bkz. Grafik 8.3-8.4 ve 8.9-8.10), gelir seviyeleriyle bağlantılı gelir bileşimleri
hakkında veriye sahip olduğumuz tüm ülkelerde de aynı gerçekliği saptıyoruz.
25. Yıllık serileri kullanan aynı grafik için bkz. Ek Grafik S9.6, internet
üzerinden erişilebilir. Diğer ülkelere dair bilgiler içeren seriler de
benzeşmektedir, tüm bunlara internet üzerinden erişilebilir.
26. Grafik 9.8'de basit bir biçimde Grafik 9.7'de yer alan dört Avrupa
ülkesine ait ortalama hesaplamalara yer verdik. Bu dört ülke, Avrupa'daki
çeşitliliği başarıyla temsil etmektedir ve Kuzey Avrupa ile Güney Avrupa'daki
ülkeleri dahil etsek ya da her ülkenin milli gelirinin ağırlıklı ortalamasını alsak
da bu eğri çok değişmezdi. Bkz. Teknik Ek.
27. Merak eden okuyucular, 2007 ve 2010 yıllarında iki cilt halinde
yayımlanan, 23 ülkedeki benzer durumların incelendiği çalışmalarımıza göz
atabilirler: A. Atkİnson ve T. Piketty, Top Incomes over the Twentieth Century:
A Contrast Between Continental European and English-Speaking Countries
(Oxford: Oxford University Press, 2007) ve Top Incomes: A Global Perspective
(Oxford: Oxford University Press, 2010).
28. Almanya'daki eşitsizlik dinamiklerine dair ayrıntılı bir tarihsel analiz için
bkz. F. Dell, L'Allemagne inégale. Inégalités de revenus et de patrimoine en
Allemagne, dynamique d'accumulation du Capital et taxation de Bismarck a
Schröder 1870-2005, EHESS, 2008.
29. Kesin konuşmak gerekirse, 1980 yılından önce Çin'de gelir vergisi yoktu,
dolayısıyla gelir eşitsizliğinin 20. yüzyılın tamamında nasıl evrildiğini
incelememiz mümkün değildir (burada sunulan seriler 1986'dan başlıyor).
Kolombiya'ya gelince, şu ana dek toplayabildiğimiz vergi kayıtları 1995 yılına
dek uzanıyor, ama gelir vergisi bu tarihten önce de vardı ve nihayetinde daha
önceki dönemlere ait verilere de ulaşmamız kuvvetle muhtemeldir (vergi
kayıtlarının tutulduğu arşivler, Güney Amerika ülkelerinin bir kısmında çok kötü
düzenlenmiştir).
32. Gelir vergisi ne denli sabit oranlı olursa, farklı gelir dilimlerine dair
ayrıntılı bilgi ihtiyacı da o denli azalır. Vergilendirmenin kendisindeki
değişimlere IV. Kısım'da geri döneceğiz: Şimdilik sadece, bu değişimlerin
gözlem araçlarımızı etkilediğini anımsatalım.
33. 2010 yılına dair Grafik 9.9'da yer verilen bilgiler, şirket yöneticilerine
yapılan ödemelerle ilgili oldukça kusurlu verilere dayanmaktadır ve sadece
yaklaşık bir tahmin olarak değerlendirilmelidir. Bkz. Teknik Ek.
34. Bkz. Abhijit Banerjee ve Thomas Piketty, "Top Indian Incomes, 1922-
2000," WorId Bank Economic Review 19, no. 1 (2005): 1-20. Ayrıca bkz. A.
Banerjee ve T. Piketty, "Are the Rich Growing Richer? Evidence from Indian
Tax Data," Angus Deaton ve Valerie Kozel, ed., Data and Dogma: The Creat
Indian Poverty Debate içinde (Yeni Delhi: Macmillan India Ltd., 2005): 598-
611. "Kara delik", Hindistan'da 1990-2000 arasındaki büyümenin neredeyse
yarısını temsil eder: Kişi başına gelirdeki yıllık artış ulusal hesaplara göre %4,
hanehalkı araştırmalarına göre ise sadece %2'dir. Bu yüzden bu konu önemlidir.
5. Bu sonuçların ayrıntılı bir analizi için bkz. Thomas Piketty, Gilles Postel-
Vinay ve Jean-Laurent Rosenthal, "Wealth Concentration in a Developing
Economy: Paris and France, 1807-1994," American Economic Revieıv 96, no. 1
(2/2006): 236-56. Kitapta sunulanlar bu serilerin güncellenmiş halleridir. Grafik
10.1 ve onu izleyen diğer grafikler, dikkati uzun süreli değişimlere çekmek için
on yıllık dönemlere odaklanmıştır. Tüm yıllık serilere internet üzerinden
erişilebilir.
10. Toprak dağılımı hakkında ilgi çekici veriler için örneğin bkz. Roger S.
Bagnall, "Landholding in Late Roman Egypt: The Distribution of Wealth,"
Journal of Roman Studies 82 (11/1992): 128-49. Bu türden diğer çalışmalar da
benzer sonuçlar içerir. Bkz. Teknik Ek.
12. Bazı tahminlere göre, ABD'deki en üst %1'lik dilimde yer alan nüfusun
toplamı, 1800 yılı civarında toplam milli servetin %15'inden azına sahiptir, ama
bu bulguya tamamen özgür bireylere yoğunlaşmak kararıyla varılmıştır ki bu çok
tartışmalı bir tercihtir. Burada sunulan tahminler tüm nüfusu (özgür bireyler ve
köleler) içermektedir. Bkz. Teknik Ek.
13. Bkz. Willford I. King, The Wealth and Income of the People of the
United States (New York: MacMillan, 1915). King, Wisconsin Üniversitesi'nde
istatistik ve ekonomi dersleri veriyordu, ABD'nin birçok eyaleti hakkındaki, tam
olmasa da fikir veren verileri kullanmış ve bunları genellikle Prusya vergi
istatistiklerinden elde ettiği Avrupa'ya dair verilerle karşılaştırmıştır. King, ABD
ve Avrupa arasındaki farkların ilk başta düşündüğünden daha küçük olduğunu
görmüştür.
15. Grafik 10.6'da yer alan Avrupa ortalaması Fransa, İngiltere ve İsveç'e
(temsili bir görünüm sergileyen ülkeler) ait rakamlar kullanılarak hesaplanmıştır.
Bkz. Teknik Ek.
19. Formülle ifade edecek olursak, klasik sonsuz ufuk modelinde, getirinin
denge oranı şu formülle ifade edilir: r = θ +γ x g (θ zaman tercihi oranını,γ fayda
fonksiyonunun içbükeyliğini gösterir), γ 'nın genellikle 1,5-2,5 arasında olduğu
tahmin edilir. Örneğin, θ = %5,γ = 2 ise, o zaman r = %5 olursa g = %0, r= %9
olursa g = %2. Yani, büyüme oranı %0'dan %2'ye çıktığında, r-g farkı da %5'ten
%7'ye çıkar. Bkz. Teknik Ek.
20. İki çocuklu çiftler için üçte bir ve tek çocuklu çiftler için yarısı.
24.Bkz. Pierre Rosanvallon, La société des égaux (Paris: Le Seuil, 2011), 50.
25. Pareto çarpanını r-g farkıyla ilişkilendiren denkleme Teknik Ek'te yer
verilmiştir.
26. Açıkça görüldüğü üzere bu, r>g mantığının etki eden tek kuvvet
olmasını gerektirmez. Model ve onunla bağlantılı hesaplamalar gerçekliğin
basitleştirilmiş bir halini sunar ve her mekanizmanın oynadığı rolü betimlemek
iddiası taşımazlar (zıt kuvvetler birbirlerini dengeleyebilir). Yine de bu, r > g
mantığının yoğunlaşmada gözlemlediğimiz seviyeyi açıklamaya yettiğini
göstermektedir. Bkz. Teknik Ek.
27. İsveç ilginç bir örnektir, çünkü birbirini dengeler gibi görünen birçok
karşıt güç bir araya gelmiştir: Öncelikle 19. yüzyılda ve erken 20. yüzyıldaki
sermaye/gelir oranı Fransa ya da İngiltere'dekinden daha düşüktür (toprağın
değeri daha düşüktü ve yerel sermaye kısmen yabancılara aitti - İsveç bu açıdan
Kanada'ya benziyordu) ve ikinci olarak, mirasın en büyük çocuğa kalması kuralı
19. yüzyıl sonuna dek yürürlükte kalmıştı, İsveç'teki bazı hanedan tarzı büyük
servetlerde bu şarta bağlı miras geleneğinin bugün dahi sürdüğünü
gözlemliyoruz. Netice itibarıyla İsveç'te servet 1900-1910 yıllarında
İngiltere'deki yoğunlaşmış değildi ve yoğunlaşma seviyesi Fransa'dakine
yakındı. Bkz. Grafik 10.1 ve Grafik 10.4. Ayrıca bkz. Henry Ohlsson, Jesper
Roine ve Daniel Waldenström'ün çalışmaları.
30. Pareto'nun verilerinin bir analizi için bkz. Thomas Piketty, Les Hauts
Revenus en France au 20e Siecle (Paris: Grasset, 2001), 527-30.
37. Özellikle bkz. Thomas Piketty, Les Hauts Revenus en France, 396-403.
Ayrıca bkz. Piketty, "Income Inequality in France, 1901-1998 "Journal of
Political Economy 111, no. 5 (2003): 1004-42.
5.Yani her yıl elli yetişkinden biri ölüyorsa. Reşit olmayanların genellikle
daha az sermayeye sahip oldukları düşünüldüğünde, yetişkinlerin ölüm oranını
ayrıştırarak yazmak (ve µ terimini yalnızca yetişkinler bağlamında tanımlamak)
konuyu daha anlaşılır kılacaktır. Daha sonra reşit olmayanların servetini hesaba
katmak için ufak bir düzeltme yapılması şarttır. Bkz. Teknik Ek.
11. Pratikte, servetin bu iki türüyle genellikle aynı finansal ürünler içinde
karşılaşırız (bu da tasarruf edenin karmaşık beklentilerini yansıtır). Fransa'da
hayat sigortası poliçelerinin bazıları çocuklara ya da başkalarına bırakılan bir
sermaye payının yanı sıra, bir tür yıllık ranta tekabül eder ve genelde epey küçük
olan (poliçe sahibinin ölümüyle sona eren bir anüite). Bir sermaye payı da
içerirler. İngiltere ve ABD'de emeklilik fonları ve emeklilik planları giderek
aktarılabilir bir bileşen barındırır hale gelmektedir.
17. %3'lük net sermaye getirisi beklentisi, sermayenin milli gelirden aldığı
payın 1980-2010 dönemindeki ortalama seviyede kalmaya devam edeceğini ve
mevcut vergi sisteminin de değişmeyeceğini varsayar. Bkz. Teknik Ek.
26. Özellikle, miras akışının kullanılabilir gelirin %20'sine eşit bir seviyeyi
temsil etmesi, herkesin her yıl düzenli bir miras ve hibe akışı sayesinde, %20'lik
ek bir gelire sahip olduğu anlamına gelmez. Bu daha ziyade bir insanın
hayatındaki belli anlarda gerçekleşir (tipik olarak ebeveynlerin ölümü ve bazı
durumlarda da hibeler şeklinde), çok büyük, birkaç yıllık gelire de karşılık
gelecek büyüklükte tutarlar transfer edilebilir ve nihayetinde bu miras ve hibeler
tüm hanehalktnın kullanılabilir gelirinin %20'sini temsil eder.
28. Tüm kaynaklar elli yaş döneminde yatırıma dönüştürülmüş olarak kabul
edilmiştir; ancak farklı kaynaklan yatırıma dönüştürmek için aynı getiri oranı
kullanılırsa, toplam içinde mirasın ve çalışarak kazanılmış gelirin paylarının
hesaplanmasında ne olduğu hesabı açısından referans aldığımız yaşın kaç olduğu
pek de önem arz etmez. Sermaye getirisindeki eşitsizlik konusunu gelecek
bölümde ele alacağız.
29. Bu farklı oranlar arasındaki ilişkilerin eksiksiz bir analizi için bkz.
Teknik Ek. Miras akışı (milli gelirin %20-25'i) ve sermaye gelirinin (tipik olarak
milli gelirin %25-35'i) kimi zaman yakın seviyelerde seyretmesi, belli
demografik ve teknik parametrelerin yol açtığı tesadüfi bir durum olarak
değerlendirilmelidir (miras akışı denkleminin sonucu by = ß H sermayegelir
oranına ve bir neslin kaç yıl sürdüğüne bağlı olarak değişir; sermayenin payını
gösteren denklemin sonucu ( α ) da üretim fonksiyonuna bağlıdır).
30. Genel bir kural olarak, emek gelirleri hiyerarşisinin en alt %50'lik kesimi
toplam emek gelirlerinin, yaklaşık %30'unu alır (bkz. Tablo 7.1) ve bu nedenle
bireysel olarak da ortalama ücretin %60'ını kazanır (ya da emek gelirinin
genellikle milli gelirin %65-75'ine karşılık geldiğini hesaba karacak olursak, kişi
başına ortalama milli gelirin %40-50' sini). Örneğin bugün Fransa'da en düşük
ücretle çalışan %50'lik kesimin geliri asgari ücret ile asgari ücretin 1,5 katı
arasında değişir ve yıllık ortalama kazançları 15.000 avrodur (aylık 1.250 avro);
halbuki kişi başına ortalama milli gelir yıllık 30.000 avrodur (aylık 2.500 avro).
31. En üst %1'lik kesimin toplam ücret hacmi içindeki payının %6-7 olması,
bu kesime mensup her bir kişinin ortalama ücretin ortalama 6-7 katı kadar ya da
en düşük ücretle çalışan %50'lik kesimin aldığı ortalama ücretin 10-12 katı kadar
kazandığı anlamına gelir. Bkz. 7. Bölüm ve 8. Bölüm.
32. Grafik 11.10'da gösterilene benzer değişimler, en üst %1'lik kesim yerine
en üst onda birlik ya da en üst binde birlik kesim dikkate alındığında da
gözlemlenebilir (ben yine de %1'lik kesimin inceleme açısından en anlamlı
kesim olduğuna inanıyorum). Bkz. Ek Grafikler S11.9 ve S11.10, internet
üzerinden erişilebilir.
34. Miras yoluyla edinilmiş servetin toplam değeri 19. yüzyıldaki seviyesinin
pek de altında değildir, ancak bireylerin alt sınıfın yaşam standardından onlarca
kat daha iyi şartlardaki bir yaşam tarzını çalışmak zorunda olmadan finanse
edebilecek kadar büyük miraslara konması çok daha nadiren görülmektedir.
35. 18. ve 19. yüzyıllarda da 21. yüzyılda olduğu gibi (emek gelirinin toplam
kaynakların yaklaşık olarak dörtte üçüne ve miras yoluyla edinilmiş servetten
elde edilen gelirin de toplam kaynakların dörtte birine karşılık geldiği dönemde)
kabaca 3 kat ve 20. yüzyılda da (emek gelirinin toplam kaynakların onda
dokuzuna ve miras yoluyla edinilmiş servet gelirlerinin de toplam kaynakların
onda birine karşılık geldiği dönemde) 10 kat büyük olmuştur. Bkz. Grafik 11.9.
36. 18. ve 19. yüzyıllarda da 21. yüzyılda olduğu gibi kabaca 3 kat ve 20.
yüzyılda da yaklaşık 10 kat fazla. Aynı durum en üst %10'luk, %0,1'lik, vs.
kesimler için de geçerlidir.
37. Rantiyelerin yöneticilere baskın geldiğine (ya da tam tersine) işaret eden
çeşitli dağılımların matematiksel koşullarının bir analizi için bkz. Teknik Ek.
38. Miras yoluyla edinilmiş servetlerin en üst %1'lik diliminin yaşam
standartları, 19. yüzyılda nüfusun en alt %50'lik kesiminin şartlarından 25-30 kat
daha iyiydi (bkz. Grafik 11.10), başka bir ifadeyle, kişi başına ortalama milli
gelirin 12-15 katıydı. En üst %0,1'lik dilim ise bundan 5 kat daha zengindi
(Pareto çarpanları için bkz. 10. Bölüm) ya da ortalama gelirin 60-75 katı kazanç
elde ediyorlardı. Balzac ve Austen tarafından seçilen eşik, ortalama gelirin 20-30
katıdır, bu da miras hiyerarşisinin en üst %0,5'lik kesiminin ortalama gelirine
karşılık gelir (bu kesim, 1820-1830 döneminde 20 milyonluk yetişkin nüfusa
sahip Fransa'da 100.000 kişiye ya da 1800-1810 döneminde 10 milyonluk
yetişkin nüfusa sahip İngiltere'de 50.000 kişiye karşılık gelir). Dolayısıyla hem
Balzac hem de Austen açısından karakter seçimlerini yaparken
kullanabilecekleri geniş bir yelpaze mevcuttu.
39. 19. yüzyılda ücret hiyerarşisinin en üst %1'lik diliminde yer alan
meslekler, alt sınıfın yaşam standardının 10 katı kadar iyi koşullar sunuyordu
(bkz. Grafik 11.10), diğer bir ifadeyle bu ücretler ortalama gelirin 5 katıydı.
Yalnızca en yüksek ücret alan %0,01'lik kesim (yani 20 milyon kişiden en fazla
2.000'i) dönemin ortalama gelirinden ortalama 20-30 kat daha yüksek bir kazanç
elde ediyordu. Paris'te yılda 50.000 franktan daha fazla (ya da ortalama gelirin
100 katı) kazanan avukat sayısının beşi geçmeyeceğini söylerken Vautrin
kuşkusuz yanılmıyordu. Bkz. Teknik Ek.
40. 2. Bölüm'deki gibi, burada sözü edilen ortalama gelirler, kişi başına
ortalama milli gelir cinsinden ifade edilmiştir. 1810-1820 döneminde, Fransa'da
ortalama gelir yılda 400-500 franka karşılık geliyordu ve Paris'te bu tutar
muhtemelen 500 frankın biraz üzerindeydi. Ev hizmetçilerinin ücretleri de bunun
üçte biri ve ikide biri civarındaydı.
41. Pound sterlinin 19. yüzyılda, 1914'e kadar 25 frank değerinde olduğunu
hatırlayalım.
42. İÜ. George'un yakınlarından biri, 1770'lerde, yani otuz yıl önce Barry
Lyndon'a 30.000 poundluk bir sermayeye sahip olan herkesin şövalye ilan
edilmesi gerektiğini söylememiş miydi? Redmond Barry, İngiliz ordusunda yılda
kazandığı 15 poundluk gelirden (günlük 1 şilin ya da 1750-1760 döneminde
İngiltere'deki ortalama gelirin neredeyse yarısı) bu aşamaya gelene dek epeyce
yol katetmişti. Düşüş kaçınılmazdı. 19. yüzyılın meşhur İngiliz romanından
[William M. Thackeray, The Luck of Barry Lyndon/ Barry Lyndon'ın Talihi]
ilham alan Stanley Kubrick de (Barry Lyndon filminde) tutarlar konusunda en az
Jane Austen kadar kesindir.
43. Jane Austen, Sense and Sensibility (Cambridge, MA: Belknap Press,
2013), 405.
51. Michele Lamont, Money, Morals and Manners: The Culture of the
French and the American Upper-Middle Class (Chicago: Universify of Chicago
Press, 1992). Lamont'un görüştüğü bireyler kuşkusuz, gelir hiyerarşisinin %1'lik
basamaklar sıralamasında 60. veya 70. basamaktan ziyade, 90. veya 95.
basamağa (hatta bazıları 98. veya 99. basamağa) daha yakındılar. Ayrıca bkz. J.
Naudet, Entrer dans l'elite: Parcours de reussite en France, aux Etats-Unis et en
Inde (Paris: Presses Universitaires de France, 2012).
52. Fazla karanlık bir tablo çizmekten kaçınmak İçin Grafik 11.9-11.11 'de
yalnızca asıl senaryonun sonuçlarına yer verdik. Alternatif senaryonun işaret
ettiği neticeler çok daha endişe vericidir, bu neticelere internet üzerinden
ulaşılabilir (bkz. Ek grafikler S11.9 - S11.11). Miras akışının milli gelirdeki payı
19. yüzyıldaki seviyeleri bulmazken, mirasın toplam kaynaklar içindeki payının
19. yüzyıldaki seviyeleri hangi sebeple geçebileceği vergi sistemindeki
değişimle açıklanabilir. Emek gelirlerinden bugün yüksek oranda vergi
kesilmektedir (ortalama %30, emeklilik ve işsizlik sigortası kesintileri hariç
olmak üzere), miras üzerindeki geçerli, ortalama vergi oranı ise %5'in bile
altındadır (üstüne üstlük miras, vergilerle finanse edilen -eğitim, sağlık, güvenlik
vs.- hizmetler konusunda emek geliriyle aynı hakları sağlar). Vergi konusunu
IV. Kısım'da ele alacağız.
53. Aynı durum, kişi başına ortalama gelirin yıllık 30 pound civarında
olduğu bir dünyada Jane Austen'ın sözünü ettiği 30.000 pound değerindeki
araziler için de geçerlidir.
12. Dünyada gelir dağılımı açısından, en üst %1'lik kesimin aldığı payda
(sadece bazı ülkelerde) hızlı artış, Gini çarpanının küresel anlamda düşmesine
engel olamamıştır (başta Çin olmak üzere belli ülkelerdeki eşitsizlik
ölçümlerinde ciddi belirsizlikler olsa da). Dünyada servet dağılımı, en üst
dilimlerde çok daha yoğun olduğu için, en üst %1'lik dilimin aldığı paydaki artış
çok daha büyük olabilir. Bkz. Teknik Ek.
13. En üst on binde birlik dilimin (45 milyarlık bir nüfusta yetişkin
4.500.000 kişi) ortalama serveti 50 milyon avro civarındadır ve kişi başına
ortalama servetin yaklaşık bin katıdır; böyle bir kesimin dünyanın toplam
servetinden aldığı pay %10'a yakındır.
14. Bill Gates, yerini 2008-2009 yıllarında Warren Buffet'e ve daha sonra da
2010-2013 döneminde Carlos Slim'e kaptırmadan önce, 1995'ten 2007'ye dek
Forbes listesinde ilk sırada yer almıştır.
15. 1907 yılında icat edilen ilk saç boyasına dönemin moda saç modelinden
esinlenen ve hale sözcüğünü anımsatan "L'Auréale" ismi verilmişti, bu icat 1909
yılında "la Société française de teintures inoffensives pour cheveux"nün
[Zararsız Saç Boyası Şirketi] kurulmasını sağladı, bu da birçok başka markanın
(1920 yılında Monsavon) yaratılmasının ardından, 1936 yılında L'Oreal'e
dönüştü. Balzac'ın, servetini 19. yüzyılın başındaki L'Eau Carminative"
[karminatif su] ve "La Pâte des Sultanes" [sultan macunu] isimli icatlarına borçlu
olan Cesar Birotteau karakterinin kariyeriyle L'Oreal arasındaki benzerlik
çarpıcıdır.
16. 10 milyon avroluk yıllık bir tüketimi finanse ermek için 10 milyar avro
değerindeki bir sermayenin %0,1'i yeterlidir. Sermayenin getiri oranı %5 ise,
bunun %98'ı de tasarrufa dönüştürülebilir. Getiri oranı %10 ise, %99'u tasarrufa
dönüştürülebilir. Her durumda tüketim, bu getirinin yanında önemsiz kalır.
21.örneğin bkz. Capital dergisi, sayı: 255, 3.12.2012: "180 milyon avro...
firmanın başındaki Lakshmi Mittal'ın yakın zamanda Londra'da oluşturduğu ve
bu tutarın üç katını bulan gayrimenkul cinsinden servetin yanında oldukça sönük
kalıyor. Bu iş adamı yakın zamanda muhtemelen kızı Vanisha için Filipinler'in
eski büyükelçilik binasını satın aldı (70 milyon pounda ya da 86 milyon avroya).
Bundan kısa bir süre önce de oğlu Aditya'ya cömertçe, 117 milyon pound (144
milyon avro) değerinde bir ev hediye etmişti. Bu iki gayrimenkul de milyarderler
semti olarak bilinen Kensington Palace Gardens'da, babalarının sarayına oldukça
yakın bir konumda bulunuyor. Lakshmi Mittal'ın konutunun ‘dünyadaki en
pahalı konut' olduğu söyleniyor ve içinde Türk hamamı, mücevherlerle süslü bir
havuz, Tac Mahal'dekiyle aynı, mermerden yapılmış bir ocak ve hizmetçi
yatakhanesi bulunuyor... Neticede bu üç evin toplam değeri 542 milyon avro,
yani Florange'a yapılan 180 milyon avroluk yatırımın üç katıdır."
25.Alt dönemlere dair sonuçlar için bkz. Teknik Ek. Bkz. Ek Tablo S12.2,
internet üzerinden erişilebilir.
27.Tablo 12.2'de parantez içinde gösterilen her bir kategoride yer alan
üniversite sayısı 2010 yılına ait verilere dayanmaktadır, ancak bu sonuçları
saptırmamak için, getirileri hesaplarken, üniversitelerin her bir on yıllık dönemin
başındaki mal varlığına göre yapılan sıralamayı dikkate aldık. Ayrıntılı bilgi için
bkz. Teknik Ek. Özellikle bkz. Ek Tablo S12.2, internet üzerinden erişilebilir.
29.İlgili sıralamaların 1980-2010 döneminde, yani otuz yıldan uzun bir süre
boyunca değişmemesi bu söylediğimizi tasdik etmektedir. Üniversitelerin mal
varlığı sıralaması neredeyse değişmeden kalmıştır.
35.ABD hakkında tam olmayan bir tahmin için bkz. Teknik Ek.
36.Bkz. 5. Bölüm.
38.Bkz. 5. Bölüm.
48.Avrupa ve ABD sermayesinin dörtte biri ile yarısı arasında (hatta çeşitli
varsayımlara göre daha fazlası). Bkz. Teknik Ek.
56.2012 yılında James Henry tarafından Tax Justice Network için yapılmış
olan yüksek tahminler ile 2010 yılında Ronen Palan, Richard Murphy ve
Christian Chavagneux tarafından yapılmış orta derece tahminlere dair tartışmalar
için bkz. Teknik Ek.
57.Grafik 12.6'da kullanılan veriler için bkz. Gabriel Zucman, "The Missing
Wealth of Nations: Are Europe and the U.S. Net Debtors or Net Creditors?,"
Quarterly Journal of Economics 128, no. 3 (2013): 1321-64.
1. Her zaman olduğu gibi, vergi gelirlerine herkesin ödemek zorunda olduğu
tüm vergileri, harçları, sosyal kesintileri ve diğer ödemeleri dahil ediyorum.
Ödemeler, özellikle de vergiler ve sosyal güvenlik kesintileri arasındaki ayrım
her zaman çok net değildir ve her ülkede de aynı şeyi ifade etmezler. Tarihsel ve
uluslararası karşılaştırma yapabilmek için, merkezi yönetime, yerel yönetimlere
ya da kamu kurumlarına (örn. sosyal güvenlik kurumuna vs.) yapılan tüm
ödemeleri dikkate almak gerekir. Tartışmayı sadeleştirmek için arada sırada
"vergiler" sözcüğünü kullanıyorum, ancak aksi belirtilmediği sürece buna her
zaman zorunlu ödemelerin tamamını dahil ediyorum. Bkz. Teknik Ek.
4. Zorunlu ödemeler burada milli gelirin bir oranı olarak ifade edilmiştir
(milli gelir, sermayedeki yıpranma için ayrılan %10'un düşülmesinden sonra
genellikle GSYH'nin yaklaşık %90'una karşılık gelir). Bu bana daha doğru
gözüküyor, çünkü sermayedeki yıpranmaya ayrılan pay kimsenin geliri değildir
(bkz. 1. Bölüm), ödemeleri GSYH'nin yüzdesi olarak ifade edersek, söz konusu
paylar formül gereği %10'dan daha küçük olacaklardır (örneğin milli gelirin
%50'si yerine GSYH'nin %45'ine karşılık gelecektir).
11. Genellikle eğitim için %5-6 ve sağlık için de %8-9. Bkz. Teknik Ek.
12. 1948 yılında kurulan The National Health Service (Ulusal Sağlık
Hizmetleri) İngiltere'nin ulusal kimliğinin o denli Önemli bir parçasıdır ki 2012
Olimpiyatları'nın açılış töreninde, Sanayi Devrimi ve 1960'ların rock müziği
gruplarının ortaya çıkışının yanı sıra, bu kurumun kuruluşu da canlandırılmıştır.
14. Tam aksine, eğitim ve sağlık için yapılan kamu harcamalarının artması,
hanehalkının kullanılabilir (parasal) gelirini azaltır, bu da 20. yüzyılın başında
milli gelirin %90'una karşılık gelen kullanılabilir gelirin, bugün %70-80
seviyelerine neden gerilediğini açıklamaktadır. Bkz. 5. Bölüm.
15. Bu sistemi genellikle "Beveridge modeli" olarak adlandırıyoruz
(İngiltere'de olduğu gibi herkesin aynı sabit emeklilik maaşım aldığı aşırı bir
örnek); Fransa'da bunun tam karşısında ise nüfusun büyük bir kısmı için
emeklilik maaşlarının ücretlerle doğru orantılı olduğu "Bismarck", "İskandinav"
ve "Latin" modelleri yer alır (Fransa'da bu nüfusun neredeyse tamamını kapsar
ve tavan aşırı derecede yüksektir; birçok ülkede 2-3 katıyken, Fransa'da ortalama
ücretin sekiz katıdır).
17. İki kıta arasındaki önemli farklardan biri, ABD'deki gelir yardımı
programlarının her zaman çocuk sahibi kişilerle sınırlandırılmasıdır. Çocuk
sahibi olmayan bireyler için refah devletinin işlevini bazen hapishane devleti
üstlenir (özellikle de siyahi genç erkekler için). 2013 yılında ABD'nin yetişkin
nüfusunun %1'i parmaklıkların ardındadır. Bu oran dünyadaki en yüksek
kapatma (hapis) oranıdır (Rusya'dakinden biraz, Çin'dekinden ise çok daha
yüksektir). Hapsedilme oranı yetişkin siyahi erkeklerde (her yaştan) %5'in
üstündedir. Bkz. Teknik Ek. ABD'ye özgü diğer bir uygulama da Food Stamps
[Gıda Pulu] uygulamasıdır (bunun amacı refah yardımının içki ya da başka
şeyler yerine gıdaya harcandığından emin olmaktır), bu uygulama ABD
vatandaşlarına atfedilen liberal dünya görüşüne uymadığından, ABD'nin
fakirlere karşı duyduğu ve Avrupalılarınkinden önyargılarından çok daha katı
gibi görünen önyargıların bir işaretidir, Avrupa'dakinden daha katı olmalarının
sebebi, ırkçı önyargılar tarafından desteklenmeleridir.
19. "We hold these truths to be self-evident, that all men are created equal,
that they are endowed by their Creator with certain inalienable Rights, that
among these are Life, Liberty and the pursuit of Happiness; that to secure these
rights, Governments are instituted among Men, deriving their just powers from
the consent of the governed." ["Şu gerçeklerin aşikâr olduğunu kabul ediyoruz:
Tüm insanlar eşit yaratılmışlardır. Yaradanları tarafından kendilerine
devredilmez haklar verilmiştir, bu haklar arasında Yaşam, Özgürlük ve
Mutluluğu arama hakları yer alır; bu hakları güvence altına almak için de
insanlar arasında, adil güçlerini yönetilenlerin rızasından alan hükümetler
kurulur."]
22. "Socialandeconomicinequalities...arejustonlyiftheyresultincompensating
benefits for everyone, and in particular for the least advantaged members of
society" ["Toplumsal ve ekonomik eşitsizlikler... ancak herkese, özellikle de
toplumun en dezavantajlı üyelerine yarar sağladıkları sürece adildir."] (John
Rawls, A Theory of justice [Cambridge, MA: Belknap Press, 15]). 1971 yılına ait
bu formül, 1993 yılında yayımlanan Political Liberalism İsimli eserde yinelenir.
24. ABD'de durum farklıdır; azınlıkta olan ancak önem taşıyan belli gruplar,
radikal bir biçimde sosyal devletin programının, her nevi sosyal programın
meşruiyetini sorgular. Bir kez daha, ırkçı önyargıların bununla ilgili olduğunu
görüyoruz (Obama yönetiminin yürürlüğe soktuğu sağlık hizmetleri reformuna
dair tartışmaların örneklediği gibi).
32. Bkz. Jonathan Meer ve Harvey S. Rosen, "Altruism and the Child Cycle
of Alumni Donations," American Economic Journal: Economic Policy 1, no. 1
(2009): 258-86.
36. Bavyera ve Aşağı Saksonya 2013 yılının başında sömestr başına 500
avro üniversite harcı alınması uygulamasını kaldırıp, yükseköğrenimin
Almanya'nın geri kalanında olduğu gibi ücretsiz hale getirilmesine karar verdi.
İskandinav ülkelerinde, Fransa'da da olduğu gibi, üniversite harcı birkaç yüz
avroyu geçmez.
39. Çok iyi bilinen Şangay sıralamalarına göre, dünyanın en iyi 100
üniversitesinden 53'ü ABD'de, 31'i Avrupa'dadır (9'u İngiltere'de). Ancak en iyi
500 üniversiteye baktığımızda sıralama tersine döner, (150'si ABD'de, 202'si
Avrupa'da ve 38'i de İngiltere'dedir). Bu da 800 Amerikan üniversitesi arasındaki
büyük eşitsizliği yansıtır (bkz. 12. Bölüm).
41. Siyasal Bilimler'in öğrenim harcı en düşük gelire sahip ebeveynler için
sıfır, geliri 200.000 avronun üzerinde olan ebeveynler için yıllık 10.000 avrodur.
Bu sistem ebeveyn geliri hakkında veri üretmeyi sağlar (ne yazık ki bu konu
üzerinde çok az çalışılmıştır). İskandinav tarzı kamu finansmanında ise böyle bir
sistem artan oranlı gelir vergisinin kullanımını özelleştirmek anlamına gelir:
Varlıklı ebeveynler tarafından ödenen ek tutarlar, başkalarının değil bu
ebeveynlerin kendi çocukları için harcanır. Kamunun değil bu ebeveynlerin
çıkarı söz konusudur.
43. Emile Boutmy, Quelques idees sur la création d'une Faculte libre
d'enseignement superieur (Paris, 1871). Ayrıca bkz. P. Favre, "Les Sciences
d'Etat entre determinisme et liberalisme: Emile Boutmy (1835-1906) et ta
creation de l'Ecole libre des Sciences politiques," Revue française de sociologie
22 (1981).
48. Emeklilik sistemine ek olarak mütevazı tasarruflara risksiz bir getiri elde
etme fırsatını da sunacak tek bir emeklilik modeli düşünebiliriz. Bir önceki
bölümde gösterdiğimiz gibi, mütevazı bir varlığa sahip olanların ortalama
sermaye getirisini elde etmeleri (ve hatta herhangi bir getiri elde etmeleri dahi)
genelde çok zordur. Bazı açılardan, İsveç'teki sistem (küçük) bir kısmını
yatırıma ayırmak suretiyle bunu yapmaktadır.
51. Bkz. Thomas Piketty ve Nancy Qian, "Income Inequality and Progressive
Income Taxation in China and India: 1986-2015," American Economic Journal:
Applied Economics 1, no. 2 (04/2009): 53-63. İki ülke arasındaki fark, Çin'de
ücretli işçilerin sayısının çok daha fazla olmasıdır. Tarih, vergiye dayalı ve
sosyal bir devletin inşası ile ücretli işçi statüsünün inşasının genellikle eş
zamanlı olarak gerçekleştiğini gösteriyor.
14 ARTAN ORANLI GELİR VERGİSİNİ YENİDEN DÜŞÜNMEK
9. Örneğin, en alt %50'lik kesimi %40-45, ondan sonra gelen %40'lık kesimi
%45-50 oranıyla vergilendirmek yerine, en alt kesimi %30-35 oranıyla ve ondan
sonra gelen kesimi de %50-55 oranıyla vergilendirmek.
11. Bu yasanın yarattığı "genel gelir vergisi" (impot general sur le revenu,
IGR), toplam gelirden alınan artan oranlı bir vergidir. Bu vergi, günümüzdeki
gelir vergilerinin atasıdır. 31 Temmuz 1917 tarihli yasa cédulaire vergiyi
yaratarak (geliri farklı kategorilere ayırarak vergilendirme, örneğin kurumsal
kârlar ve ücretler ayrı vergilendiriliyordu), IGR'yi değiştirdi. Bu yasa,
günümüzdeki kurumlar vergisinin atasıdır. Fransa'daki gelir vergisinin 1914-
1917 gibi temel reformlardan bugüne uzanan çalkantılı tarihi için bkz. Thomas
Piketty, Les hauts revenus en Fraıtce au 20e siecle: Inegalites et redistribution
1901-1998 (Paris: Grasset, 2001), 233-334.
15. Grafik 14.1'de gösterilen en yüksek vergi oranları 1920 yılında çocuksuz
bekâr mükellefler ve "iki yıllık evlilikten sonra halâ çocuk sahibi olmamış" evli
mükelleflerin ödediği vergilerde yapılan %25'lik artışı kapsamamaktadır (Eğer
bunları da dahil edersek, en yüksek vergi oranı 1920 yılı için ve 1925 yılı için de
%90 olacaktır). Bu ilginç tadil -Fransızları doğum oranın düşmesi konusunda
yaşadıkları travmanın gücünü ve bir ülkenin umut ve korkularını vergi oranı
aracılığıyla ifade etmek konusunda vergi koyucunun sahip olduğu sınırsız hayal
gücünü göstermektedir-daha sonra, 1939'dan 1944'e dek geçen süre içinde "taxe
de compensation ale" (asgari geçim indirimi) ile yeniden kutsanmış, 1945'ten
1951 yılına dek aile katsayısı sistemi aracılığıyla genişletilmeye başlanmıştır
(normalde 2 katsayısı uygun görülen evli ve çocuksuz çiftlerin katsayısı, "üç
yıllık bir evlilik"ten sonra hâlâ çocukları yoksa1,5'e düşürülüyordu)1945 yılının
kurucu meclisi, 1920 yılında Ulusal Blok tarafından belirlenmiş bu mühleti bir
yıl uzatmıştır. Bkz.Les hauts revenus en France, 233-554.
18. Duran varlıklar ve sermaye başka bir vergiye tabiydi: patente [patent]
kesintisi. Quatre vieilles (servet vergisinin yanında 1791-1792 döneminde
yaratılan vergi sisteminin özünü meydana getiren dört dolaysız vergi) sistemi
için bkz. Les hauts revenus en France, 234-239.
19. 19. yüzyılda artan oranlı bir servet vergisine karşı çıkan birçok meclis
komitesinden biri şunları dile getirmiştir: "Medeni Kanun'un yazarlarına göre,
eğer erkek çocuk babasının yerine geçerse, hiçbir suretle mülkün intikalinden
söz edemeyiz, bu ancak yararlanmanın devam ettiği anlamına gelir. Eğer bu
doktrini mutlak olarak kabul edeceksek, o zaman birinci dereceden vârislere
geçen miras bu düzenlemenin dışında kalacaktır. Her durumda, çok düşük bir
vergi oranı belirlenmesini zorunlu kılacaktır." Bkz. a.g.e., 245.
22. İnsan bazen HSBC'nin birkaç yıl önce tüm havaalanı duvarlarını
kaplayan şu reklamını da onun yazdığı izlenimine kapılıyor: " We see a world of
opportunities. Do you?" [Biz bir fırsatlar dünyası görüyoruz. Peki ya siz?].
25. Almanya'daki tartışmalar için bkz. Jens Beckert, çev. Thomas Dunlap,
Inherited Wealth, (Princeton: Princeton University Press, 2008), 220-35. Grafik
14.2'de yer alan oranlar, ilk dereceden vârislere (anne babadan çocuklara)
İntikalleri içermektedir. Diğer intikal oranları Fransa ve Almanya'da her zaman
daha yüksek olmuştur. ABD ve İngiltere'de ise bu oranlar, vârisin yakınlık
derecesine bağlı olarak değişmez.
26. Servet vergisine karşı tavırların değişmesinde savaşın oynadığı rol için
bkz. Kenneth Scheve ve David Stasavadge, "Democracy, War, and Wealth;
Evidence of Two Centuries of Inheritance Taxation," American Political Science
Review 106, no. 1 (2/2012): 81-102.
27. Daha uç bir örneği ele alalım: Sovyetler Birliği aşırı yüksek gelirler ve
aşırı büyük servetlerden asla aşırı yüksek bir vergi almak ihtiyacını duymamıştır,
çünkü bu sistem gereği, birincil gelirlerin dağılımı ve neredeyse tamamen
yasadışı kabul edilen özel mülkiyet üzerinde doğrudan denetim kurulmuştu
(bunun hukuka saygılı bir şekilde yapıldığı pek söylenemez). Gelir vergisi
Sovyetler Birliği'nde de zaman zaman uygulanmıştır, ancak bu vergi en yüksek
oranların hayli düşük olduğu nispeten önemsiz bir vergiydi. Aynı durum Çin için
de geçerlidir. Bu konuya gelecek bölümde geri döneceğiz.
33. Rekor seviye %98'di ve bu oran İngiltere'de 1941'den 1952 yılına dek
yürürlükte kalmış, daha sonra 1974'den 1978'e kadar bir kez daha yürürlüğe
sokulmuştur. Eksiksiz seriler için bkz. Teknik Ek. ABD'de 1972 yılındaki
başkanlık kampanyası süresince, demokrat aday George McGovern güvence
altına alınmış bir asgari gelir düzenlemesi yapma planının bir parçası olarak en
büyük miraslara uygulanan (o sırada %77 idi) vergi oranının %100 olmasını
teklif edecek kadar ileri gitmiştir. McGovern'ın Nixon karşısındaki mağlubiyeti
ABD'nin yeniden dağılım konusundaki şevkinin de sonuna işaret eder. Bkz.
Beckert, Inherited Wealth, 196.
35. John Stuart Mill gibi İngiliz düşünürler miras üzerinde düşünmeye 19.
yüzyılda başlamışlardı. Bu düşünce çabası iki savaş arası dönemde çok daha
ayrıntılı vasiyetname verilerinin erişilebilir duruma gelmesiyle daha da
yoğunlaştı. Savaştan sonra, daha önce atıfta bulunduğum James Meade ve
Anthony Atkinson'ın çalışmalarıyla sürdürüldü. Nicholas Kaldor'un tüketimden
(bu esasen bir tür lüks tüketim vergisiydi) artan oranlı vergi alınması yönündeki
ilginç önerisinden de söz etmek gerekir ve bu önerisi doğrudan, kendisi gibi gelir
vergisini mecburen ödeyen bir üniversite profesöründen farklı olarak, hem servet
hem de gelir üzerindeki artan oranlı vergiden trust fonları kullanmak suretiyle
kaçındıklarından şüphelendiği, çalışmadan yaşamını sürdüren rantiyelerden daha
çok vergi alınması arzusundan kaynaklanıyordu. Bkz. Nicholas Kaldor, An
Expenditure Tax (Londra: Ailen and Unvvin, 1955).
38. Bu durum yalnızca ABD ve İngiltere (birinci grup) ile Almanya, Fransa
ve Japonya (İkinci grup) için değil, 18 OECD ülkesi için de geçerlidir (WTID bu
konuyu incelememize İzin veriyor, WTID'nin veri bankasında bu 18 ülkeye ait
veriler de yer alıyor). Bkz. Thomas Pİketty, Emmanuel Saez ve Stefanie
Stantcheva, "Optimal Taxation of Top Labor Incomes: A Tale of Three
Elasticities," American Economic Journal: Economic Policy, 2013 (Grafik 3).
Ayrıca bkz. Teknik Ek.
40. 0,1-0,2'den büyük olan emek arzı esnekliğini dışarıda bırakıp, tarif
ettiğimiz en uygun marjinal gelir vergisi oranını doğrulayabiliriz. Teorik
argümanın tüm ayrıntıları ve varılan sonuçlar için bkz. a.g.e. Özetleri için bkz.
Teknik Ek.
49. Genel kabul gören, ancak bilimsel olarak onaylanmamış bir fikrin tersine
1950-1980 döneminde yönetici kadrolarının ücretlerinin düşük olmasının özel
uçak, gösterişli ofisler vs. gibi imkânlarla telafi edildiğini gösteren bir kanıt
yoktur. Aksine, tüm kanıtlar bu türden ayrıcalıkların 1980 yılından bu yana
artmakta olduğunu göstermektedir.
50. Kesin bir rakam verirsek, %82. Bkz. Thomas Piketty, Emmanuel Saez ve
Stefanie Stantcheva, "Optimal Taxation of Top Labor Incomes: A Tale of Three
Elasticities," American Economic Journal: Economic Policy, 2013. (Tablo 5).
53. Bkz. Claudia Goldİn ve Lawrence F. Katz, The Race between Education
and Technology: The Evolution of US. Educational Wage Differentials, 1890-
2005 (Cambridge, MA: Belknap Press and NBER, 2010), Rebecca M. Blank,
Changİng lnequality (Berkeley: University of California Press, 2011), Raghuram
G. Rajan, Fault Lines (Princeton: Princeton University Press, 2010).
3. Her bir kıta, çeşitli türdeki aktiflerin mülkiyetini kayıt altına almayı
amaçlayan merkezler (takas ve saklama bankaları) olarak hareket eden özel bir
uzmanlık alanına sahip finansal kurumlara sahiptir. Ancak bu özel kuruluşların
işlevi söz konusu finansal ürünleri çıkaran şirketlere hizmet etmektir, belli bir
bireyin sahip olduğu tüm aktiflerin kaydını tutmak değildir. Bu kurumlar
hakkında bkz. Gabriel Zucman, "The Missing Wealth of Nations: Are Europe
and the U.S. Net Debtors or Net Creditors?" Quarterly Journal of Economics
128, no. 3 (2013): 1321-64.
8. Tuhaf olan şu ki, Fransız devleti 2013 yılında kendi bakanlarının mali
varlıklarına dair bilgi edinebilmek için bu arkaik yönteme geri dönmüştür.
Gösterilen resmi gerekçe bakanlardan birinin sahip olduğu servetin vergisinden
kaçınmak için yalan söylerken yakalanmasından sonra yeniden güven tesis
etmektir.
11. Sosyal güvenlik kesintileri de bir tür gelir vergisidir (ve bazı ülkelerde
gelir vergisine dahil edilmişlerdir, bkz. 13. Bölüm).
13. İngiliz ekonomist John Hicks'in yaptığı, ekonomik anlamda gelirin klasik
tanımını hatırlayalım: "Bir kişi ya da bir grubun geliri, belli bir dönemin sonunda
da başındaki varlığını korurken, bu dönem boyunca yaptığı azami tüketimin
değeridir."
15. Fransa'nın en büyük serveti olan Bettencourt serveti açısından bir sorun
daha vardı: Aile holdingi bütçeden sorumlu bakanın karısı tarafından
yönetiliyordu, bu bakan aynı zamanda Bettencourt'dan büyük bağışlar almış
siyasi partinin de hâzineden sorumlu üyesiydi. Aynı parti iktidardayken servet
vergisini üçte birine indirdiği için, bu hikâye de Fransa'da doğal olarak ciddi
tepkilere yol açtı. Bir önceki bölümde gösterdiğimiz gibi, servet sahiplerinin
politikayı etkileyebildiği tek ülke ABD değildir. Diğer yandan az önce sözünü
ettiğimiz bütçeden sorumlu bakanın yerine geçen bakanın da İsviçre'de gizli bir
banka hesabı bulunduğu ortaya çıkınca istifa ettiğini belirtelim. Yani Fransa'da
da yolsuzluk, siyasi ayrılıkları aşan bir sorundur.
17. Gelir vergisi tarifesini sermaye vergisi tarifesiyle tutarlı hale getirmenin
en mantıklı yolu bu eksikliği, servetin her ayrı kategorisinde gözlemlenen
ortalama getiri oranını temel alarak yapılacak bir ölçümle gidermektir. Asgari ve
azami vergi oranları da sermaye gelirinin bir fonksiyonu olarak
değerlendirilebilir. Bkz. Teknik Ek.
19. Aynı durum yüksek bir emlak vergisini ödemeye devam etmek zorunda
kalmış işsiz biri için de geçerlidir (hele ki kredi ödemelerinin indirilebilir
olmadığı hallerde. Aşırı derece borçlanmış hanehalkı trajik neticelere katlanmak
zorunda kalabilir).
21. Çünkü mükellefin elde ettiği mirasın bir yaşam boyunca yatırıma
dönüştürülmüş değerinin ne olacağı, intikal anında bilinemez. Paris'te 1972
yılında 100.000 frank eden bir apartman dairesi vârise geçtiğinde, hiç kimse bu
dairenin 2013 yılında bir milyon avro edeceğini ve yılda 40.000 avro kira
getireceğini bilmiyordu. 1972 yılında ağır bir servet vergisi uygulamaktansa,
intikal sırasında az oranda vergi almak, yıllık bir emlak vergisi ödenmesini
sağlamak, kiradan vergi almak ve belki de mülkün değeri ve getirisi zaman
içinde arttıkça servet vergisi almak daha etkin bir vergilendirme yöntemi
olabilir.
22. Bkz. Piketty ve Saez, "Theory of Optimal Capital Taxation"; ayrıca bkz.
Teknik Ek.
25. Örneğin 500.000 avro değerindeki bir gayrimenkulden alınan yıllık vergi
2.500-5.000 avro arasında olacak ve mülkün kira değeri de yıllık 20.000 avro
olacaktır. Tüm sermayeden yılda bir kez alınacak %4-5 oranındaki bir vergi,
sermaye gelirlerinin milli gelir içindeki payını tamamen almak anlamına gelir.
Ama sermaye gelirleri ayrıca vergilendirildiği için, bu oran adil olmadığı gibi,
gerçekçi de değildir.
27. En üst %1'iik dilim toplam servetin %25'ine, yani Avrupa GSYH'sinin
%125'ine sahiptir. En zengin %2,5'lik dilim ise toplam servetin yaklaşık
%40'ına, yani Avrupa GSYH'sinin %200'üne sahiptir. Bu yüzden marji nal oranı
%l-2 olan böyle bir verginin GSYH'nin %2'si kadar gelir getirmesi şaşırtıcı
değildir. Bu oranlar yalnızca eşiklerin üstündeki dilimlere değil de tüm
servetlere uygulanırsa elde edilecek gelir çok daha yüksek olacaktır.
29. Özellikle bkz. 5. Bölüm, Grafik 5.4 ve onu izleyen diğer grafikler.
30. Artan oranlı sermaye vergisi böyle bir durumda GSYH'nin %3-4'ü kadar
gelir getirir, bunun 1-2 puanı da yerine geçtiği emlak vergisinden gelmektedir.
Bkz. Teknik Ek.
31. Örneğin servet vergisinin en üst oranında yakın zamanda meydana gelen
düşüşü haklı çıkarmak için (%1,8'den %1,5'e indirildi).
32. Bkz. P. Judet de la Combe, "Le jour oü Solon a aboli la dette des
Athéniens," Liberation, 31.05.2010.
35. En uygun sermaye vergisi oranı elbette sermayenin getirisi (r) ve büyüme
oranı (g) arasındaki farkın ne denli büyük olduğuna göre değişecektir, r > g'nin
etkilerini sınırlandırmayı düşünerek hareket edilmelidir. Mesela, bazı
hipotezlerde optimal servet vergisi oranı t= l-G/R formüyle ifade edilir; G
nesiller arası büyüme oranı ve R de sermayenin nesiller arası getirisini gösterir
(yani büyüme, sermayenin getirisine kıyasla fazla düşükse verginin oranı %100'e
yaklaşır, büyüme oranı sermayenin getiri oranina yakınsa vergi oranı bu kez
%0'a yaklaşır). Genel olarak, mesele bu kadar basit değildir, çünkü ideal bir
sistem sermayeden artan oranlı yıllık bir vergi alınmasını gerektirir. Temel
optimal vergi oranı formülleri ve bu formüllerin açıklamaları için Teknik Ek'e
başvurulabilir (birden çok etken olduğunu ve her bir etkenin yarattığı etkiyi
kesin olarak ölçmenin zorluğunu düşünecek olursak, ancak tartışmayı
netleştirmek ve hazır sonuçlarla yetinmemek için).
40. Servet vergisi (büyük servetlerden alınan) Fransa'da 1981 yılında getirildi
ve 1986 yılında yürürlükten kaldırıldı, daha sonra 1988 yılında "servetten alınan
dayanışma vergisi" adıyla yeniden yürürlüğe sokuldu. Piyasa değeri aniden
değişebilir ve görünüşe bakılırsa bu da servet vergisindeki gelişigüzel öğeyi
oluşturur; ancak piyasa değerinin dikkate alınması, o verginin matrahını nesnel
ve evrensel olarak kabul edilebilir kılan tek şeydir. Yine de, oranlar ve vergi
dilimleri düzenli olarak gözden geçirilmelidir ve gayrimenkul fiyatları arttıkça
vergilerin de artmasının önüne geçmek için bu önlemin alınması zorunludur,
aksi takdirde bu durum vergiye karşı ayaklanmaları tetikleyebilir -1978 yılında
California'da yürürlüğe giren, gayrimenkul fiyatlarındaki artışı sınırlandıran ünlü
Proposition 13 (13 sayılı Teklif] böyle bir durumun neticesidir.
42. Ya da yabancı bir rakibin kalkınmasına engel olmak için (19. yüzyılın
başında Hindistan'ın çiçeği burnunda tekstil endüstrisinin sömürgeci İngiltere
tarafından yok edilmesi Hint halkında derin izler bırakmıştır). Bunun yaratacağı
etkiler kalıcı olabilir.
46. Avrupa'nın, Çin karşısında bir engel teşkil edene dek, uzun zaman
boyunca parçalı yapısından (yenilikler, özellikle de askeri teknoloji konusunda
devletler arasında rekabeti teşvik ettiği için) istifade ettiğini ileri süren, çok uzun
bir zaman dilimini ele alan bir çalışma için bkz. Jean-Laurent Rosenthal ve R.
Bin Wong, Before and Beyond Divergence: The Politics of Economic Change in
China and Europe (Cambridge, MA: Harvard University Press, 2011).
48. 2000-2010 döneminde kalıcı nitelikteki göç oranı (göç edilen ülkenin
nüfusunun yüzdesi olarak ifade edilir) bazı Avrupa ülkelerinde (İtalya, İspanya,
İsveç ve İngiltere) yıllık %0,6-0,7 seviyesine ulaşmışken, bu oran ABD'de %0,4,
Fransa ve Almanya'da ise %0,2-0,3 seviyesinde kalmıştır. Bkz. Teknik Ek.
Krizden bu yana bu nüfus akışı özellikle de Güney Avrupa ve Almanya arasında
tersine dönmeye başlamıştır. Bir bütün olarak ele alacak olursak, 2000-2010
döneminde Avrupa ve Kuzey Amerika'nın kalıcı göç seviyelerinin birbirlerine
oldukça yakın olduğunu söyleyebiliriz. Yine de Kuzey Amerika'daki
doğurganlık oranı Avrupa'dakinden daha yüksek olmayı sürdürmektedir.
16 KAMU BORÇLARI SORUNU
5. Eşitliği tamamlamak için, servet sahibinin ikamet ettiği yere göre değil,
gayrimenkulün bulunduğu ve finansal aktiflerin piyasaya çıkarıldığı yere göre
(Avrupa'da tedavüle çıkan devlet fonları dahil olmak üzere) vergilendirilmesi
gerekir. Bu konuya daha sonra geri döneceğiz.
12. Bir kereye mahsus ya da on yılda bir alınan bir özel sermaye vergisi,
borcu azaltmak için faiz dışı fazlayı kullanmanın bir yolu olarak düşünülebilir.
Bu vergi diğer vergilerden farklıdır, bunun sebebi nüfusun çoğunluğuna yük
getirmeyecek ve devletin bütçesinin geri kalanına müdahale etmeyecek yeni bir
kaynak olmasıdır. Pratikte, her bir çözümden (sermaye vergisi, enflasyon, kemer
sıkma) bir parça İçerir; her şey bunun dozajına ve farklı toplumsal gruplar
arasında bu düzenlemenin yükünün nasıl paylaştınldığına bağlıdır. Sermaye
vergisi neredeyse tüm yükü en zenginlerin sırtına yükler, kemer sıkma
politikaları ise genellikle en zenginleri kayırır.
16. Avro bölgesinden çıkılması halinde de aynısı olur. Kamu borcunu para
basarak ya da enflasyon yaratarak azaltmak her zaman mümkündür, ancak böyle
bir krizin -ister avro, ister frank, ister mark, isterse de liretle olsun-yaratacağı
sonuçların toplumsal kesimlere nasıl dağılacağını kontrol etmek zordur.
20. "Para basan matbaa" diye bir şey, en azından şu anlamda yoktur: Bir
merkez bankası devlete ödünç verebilmek için para yarattığında, bu ödünç işlemi
merkez bankasının hesaplarına kaydedilir. Fransa'nın 1944-1948 dönemi gibi
kaotik dönemlerde dahi bu süreç böyle işler. Para, devlete hibe edilmez. Her şey
yine bir sonraki adımda ne olacağına bağlıdır: Paranın yaratılmış olması
enflasyonu yükseltirse, servetin yeniden dağılımı elle tutulur hale gelir (örneğin
kamu borcunun reel değeri ciddi biçimde azaltılabilir, bu özel kesimin
aktiflerinin nominal değerine zarar verir). Bunun milli gelir ve ulusal sermaye
üzerindeki nihai etkisi ise, ülkenin ekonomik etkinliğinin seviyesinde söz konusu
politikanın nasıl bir etki yapacağına bağlıdır. Teorik açıdan bu etki, tıpkı özel
aktörlere verilen borçlarda olduğu gibi olumlu ya da olumsuz olabilir. Merkez
bankaları parasal serveti yeniden dağıtabilirler, ancak doğrudan yeni bir servet
yaratmak kabiliyetine sahip değillerdir.
21. Buna karşılık, daha az güvenilir olduğu düşünülen ülkelerden talep edilen
faiz oranları 2011-2012 döneminde aşırı yüksek seviyelere ulaşmıştır (İtalya ve
İspanya'da %6-7, Yunanistan'da %15). Bu da yatırımcıların yakın gelecek
hakkında tedirgin ve kararsız olduğuna işaret eder.
24. Özellikle geniş aralıklarla artan, artan oranlı bir vergi, tek bir bireyin
farklı hesaplar ve farklı bankalarda (ideal olarak sadece Kıbrıs'taki bankalarda
değil, AB genelinde) tuttuğu tüm aktiflere dair bilgilerin tamamına ihtiyaç duyar.
Daha dar aralıklarla artan, artan oranlı bir verginin avantajı her bir bankaya
bağımsız olarak uygulanabilmesidir.
27. "Kurtarma fonu"nun daha teknik diğer bir kısıtı ise, "roll over"ın (borcun
süresini, borcu daha uzun vadeli bir işleme dönüştürmek suretiyle uzatmak)
büyüklüğüdür; (büyük borçların geri ödenmesine birkaç yıl kala, borcun yeniden
"roll over" edilmesi gerekir, özellikle İtalya'da), "roll over "ın sınırı GSYH'nin
%60'ıdır ve bu sınıra birkaç yıl içinde ulaşılmış olacak, bu yüzden de
nihayetinde tüm kamu borcunun ülkeler arasında eşit olarak bölüştürülmesi
gerekecek.
29. Gerçekte olan ise şudur: Mevduatlara neredeyse sabit oranlı bir vergi
uygulanması, (Güney] Kıbrıs cumhurbaşkanı tarafından talep edilmiştir, zira
söylentilere bakılırsa [Güney] Kıbrıs cumhurbaşkanı büyük mevduatların
kaçmasına engel olmak için küçük mevduatlara ağır bir vergi getirilmesini
istiyordu. Kuşkusuz bunda gerçeklik payı vardır: Kriz, küçük ülkelerin
küreselleşmiş bir ekonomide atlatmak zorunda kaldıkları badirelerin bir
örneğidir: Ekonomide kendilerine yer edinene kadar, en itibarsız kaynaklardan
dahi gelse, sermayeyi çekmek için acımasız bir vergi rekabetine girişmeye
hazırlıklı olabilirler. Sorun şu ki Kıbrıs'ta gerçekte ne olduğunu asla
bilemeyeceğiz, zira tüm pazarlıklar kapalı kapılar ardında yapılmıştır.
32. Artan oranlı gelir ve sermaye vergileri, kurumlar (gelir) vergisinden daha
ağırdır, çünkü kurumlar vergisi aynı seviyedeki tüm kurumsal kârlardan, benzer
şartlardaki büyük ya da küçük hissedarları etkileyecek bir biçimde alınır, halbuki
artan oranlı vergiler, her bir mükellefin gelir ya da sermayesine uygun bir oran
belirlenmesine izin verir.
36. 2006 yılında Belçika'da yürürlüğe giren "allowance for corporate equity"
sistemi, vergilendirilebilir kurumsal kârlardan, hisse senedinin (normal)
getirisine eşit bir tutarın indirilmesine izin verir. Bu indirimin, kurumsal borcun
faizindeki indirime eşit olduğu söylenir ve borç ile özkaynağın vergi statüsünü
eşitlemesi beklenir. Ancak Almanya'da ve daha yakın dönemde Fransa'da farklı
bir yöntem izlenmiştir: Faiz indirimlerini sınırlandırma. Bu tartışmanın
taraflarından bazıları, örneğin IMF ve bir dereceye kadar da Avrupa Komisyonu,
bu iki çözümün, eşdeğer olduğuna inanır gibi gözükmektedir ama aslında öyle
değildir: Hem borcun hem de özkaynağın "normal" getirisinde indirime gidilirse,
kurumlar vergisinin de ortadan kalkması oldukça muhtemeldir.
39. Bkz. Grafik 10.9, 10.11. Altın kuralı değerlendirebilmek için, sermayenin
vergi öncesi getirisini (bunun da sermayenin marjinal verimliliğine eşit olduğu
varsayılır) kullanmak gerekir.
40. Bir hikâye biçiminde belli bir ironik mesafeyle yazılmış olan asıl makale
okunmayı hak eder: Edmund Phelps, "The Golden Rule of Accumulation: A
Fable for Growthmen," American Economic Review 51, no. 4 (9/1961): 638-43.
Benzer bir fikir çok daha belirsiz bir biçimde ve altın kurala gönderme
yapmadan Maurice Allais tarafından dile getirilmiştir. Bkz. Economie et interet
(Paris: Librairie des Publications Officielles, 1947), ayrıca Von Neumann (1945)
ve Malinvaud'nun (1953) makaleleri. Tüm bu çalışmaların (Phelps'in makalesi
dahil olmak üzere) tamamen teorik olduklarını ve r'yi g'ye eşit kılmak için
sermaye birikiminin hangi seviyede olması gerektiğini tartışmadıklarını
belirtelim. Bkz. Teknik Ek.
42. Altın kuralın neden daha yüksek bir sınır belirlediğine dair ayrıntılı
açıklama için bkz. Teknik Ek. Temel öngörüsü şudur: Altın kurala göre,
sermayenin getirisinin büyüme oranının altına indiği sermaye birikimi
seviyesinin ötesine geçildiğinde, sermayenin uzun vadede aldığı pay da tasarruf
oranından daha düşük olacaktır. Bu toplumsal açıdan anlamsızdır, zira sermaye
birikimini bu seviyede tutmak, sermayenin getirisini belli bir seviyede tutmaktan
daha çok zaman alacaktır. Bu türden bir "dinamik etkinlik" ancak bireylerin
getiri oranına dair kaygı duymadan tasarruf etmeye devam etmeleri durumunda
hasıl olur: Örneğin, yaşlılıkları için tasarruf ediyorlarsa ve yaşam beklentileri
yüksekse, böyle bir durumda etkinlik politikası devletin, örneğin tedavüle iç
borçlanma senedi (potansiyel olarak çok yüksek bir tutarda) çıkarmak,
dolayısıyla da yatırıma dayanan bir emeklilik sisteminin yerine paylaşıma
dayanan bir emeklilik sistemini geçirmek suretiyle sermaye birikimini
azaltmasını gerektirir. Bu teorik politika uygulanabilir gibi görünmemektedir,
yine de tüm toplumlarda sermayenin getiri oranı her zaman büyüme oranından
yüksek olagelmiştir.
44. Sovyetler Birliği'nin altın kural yorumu, bir anlamda kapitaliste atfedilen
sınırsız biriktirme arzusunu toplumun kolektif arzusuna dönüştürmüştür.
"Rantiyenin ötenazisinden söz ettiği The General Theory of Employment,
Interest, and Money (1936) eserinin 16. ve 24. bölümlerinde Keynes, "sermaye
doygunluğu"na yakın bir düşünce geliştirir: Rantiye getirinin yok olduğu bir
seviyeye dek sermaye biriktirdiği için ötenaziye uğrayacaktır. Ancak Keynes bu
seviyenin ne olacağı konusunda net değildir (r=g eşitliğinden de söz etmez) ve
kamunun birikimini de açık bir biçimde ele almaz.
49. 19. yüzyıl sonu ve 20. yüzyıl başında ABD'deki yüksek mahkeme federal
bir gelir vergisi getirme girişimlerine engel olmuş ve daha sonra da 1930'larda
asgari ücret düzenlemesinin önünü tıkamıştır. Bunları yaparken diğer yandan da
neredeyse iki yüz yıl boyunca önce köleliğin, sonra da ırk ayrımcılığının temel
anayasal haklarla tamamen uyumlu olduğuna hükmetmiştir. Daha yakın bir
zamanda Fransa'nın anayasa mahkemesi de anayasayla bağdaşacak en yüksek
gelir vergisi oranının ne olabileceği konusunda bir teori ileri sürmüştür. Üst
kademelerde sürdürülen gizli kapaklı müzakereler sonucunda mahkeme %65 ile
%67 oranları arasında tereddütte kalmış ve bu oranın karbon salınımı vergisini
içermesi gerekip gerekmediği üzerine kafa yormuştur.
58. Bazen başka bir çare kalmadığı için güven telkin etmek amacıyla
kullanılır: 1789-1790 döneminin devrimci meclisinin ilk icraatlarından biri
"maaşlar icmali" yayımlamak olmuştu. Bu icmalde çeşitli bireylerin isimleri ve
onlara krallık hükümeti tarafından ödenen tutarların bir listesi yer alıyordu
(borçların geri ödemeleri, eski memurlara ödenen maaşlar ve bir kereye mahsus
olan yardımlar vs. hakkındaki bilgiler dahil olmak üzere). Bu 1600 sayfalık
icmal, 23.000 isim ve ellerine geçen tutarlar, ilgili bakanın ismi, kişinin yaşı,
ödemenin son kez yapıldığı yıl, ödemenin gerekçesi vs. gibi konularda ayrıntılı
bilgiler içeriyordu. Nisan 1790'da yayımlandı. Bu ilginç belge hakkında bkz.
Teknik Ek.
59. Bunun sebebi temelde ücretlerin genellikle diğer ara girdilerle (diğer
firmalardan satın alınanlarla, bunlar hem emek, hem de sermayenin bedelidir)
aynı kalemde toplanmasıdır. Bu nedenle mali tablolar asla kârlar ve ücretler
arasındaki ayrımı göstermezler, ara girdilerin (yönetici kadroların ve
hissedarların yaşam standartlarının kayda değer bir biçimde yükseltilmesinin bir
yolu olabilir) istismar edilip edilmediğini görmemize de izin vermezler. Bir
örnek olarak, Lonmin şirketi ve Marikana madeninin mali tabloları için bkz.
Teknik Ek.
60. Jacques Ranciere gibi bir filozofun demokrasi konusundaki dayatıcı tavrı
bu konuda elzemdir. Özellikle bkz. La haine de la démocratie (Paris: La
Fabrique, 2005).
SONUÇ
1. Mantıken, büyüme oranındaki (g) bir artışın sermaye getirisinde (r) de bir
artışa yol açacağı ve bu yüzden de r-g farkını azaltmayacağı pekâlâ
düşünülebilir. Bkz. 10. Bölüm.