You are on page 1of 177

HİKAYELER

İNSANA NE KADAR TOPRAK LAZIM?


Abla, küçük kızkardeşini ziyarete gelmişti. Kendisi şehirde bir tüccarla,
kızkardeşi ise köyde bir köylüyle evliydi. Çay sohbetine oturduklarında, büyük kardeş
şehir hayatının nimetlerini övmeye başladı; orada ne kadar rahat yaşadıklarını, nasıl
güzel giyindiklerini, çocuklarının elbiselerinin ne kadar zarif olduğunu, ne güzel
şeyler yiyip içtiklerini ve tiyatroya, balolara ve eğlence yerlerine nasıl gittiklerini
ballandıra ballandıra anlattı. Gücenen küçük kardeş de, tüccar hayatını yerip köylü
hayatını övdü.

"Kendi hayat tarzımı sizinkiyle değiştirmem," dedi.

"Kaba yaşıyor olabiliriz, ama hiç olmazsa tasamız yok. Siz bizden daha iyi
yaşıyorsunuz; gelgelelim ihtiyacınızdan fazla kazanmanıza rağmen herşeyinizi
kaybetme ihtimaliniz var. Atasözü ne der bilirsin, 'Kazanç ve kayıp ikiz kardeştir.'
Bugün zengin olanlar, bakıyorsun ertesi gün ekmek parası için dileniyor. Bizim
yolumuz daha güvenli. Köylü hayatı belki semiz değil, ama uzun bir yol. Hiç zengin
olmasak da yeterince yiyeceğimiz olacak."

Büyük kardeş alaylı alaylı sordu:

"Yeterince mi? Eğer domuzlarla ve buzağılarla paylaşmayı istersen, belki. Sen


zerafeti ne bilirsin? Kocan köle gibi ne kadar çalışırsa çalışsın, siz de çocuklarınız da
gübre yığınının üstünde nasıl yaşıyorsanız, öyle öleceksiniz."

"Ne farkeder ki?" diye cevapladı küçüğü. "Tamam, işimiz kaba ve zahmetli.
Ama, beri yandan da emin; başkasına ihtiyacımız yok. Ya siz? Şehirlerinizde etrafınız
insanı günaha teşvik edici şeylerle çevrilmiş; diyeli m ki bugün mesele yok, ama ya
yarın! Şeytan kumarla, şarapla veya kadınlarla kocanı baştan çıkarırsa? O zaman
herşey mahvolur. Bu tür şeyler sık sık olmuyor mu?"

Evin reisi Pahom, fırının üst tarafında uzanmış kadınların gevezeliklerini dinliyordu.

"Tamamen doğru," diye düşündü.

"Biz köylüler, çocukluğumuzdan beri toprak anayı işlemekle o kadar


meşgulüz ki, kafamızda boş şeylere zaman kalmıyor. Tek endişemiz, yeterince
toprağımızın olmaması. Eğer şöyle bolca toprağım olsaydı, şeytandan bile
korkmazdım." Kadınlar çaylarını bitirince elbise dedikodusuna daldılar, sonra da
bardakları yıkayıp yattılar. Fakat, şeytan fırının yanında oturmuş, bütün konuşulanları
duymuştu. Köylünün karısının kocasını övmesinden ve adamın da, çokça toprağı olsa
şeytandan bile korkmayacağını söylemesinden memnun olmuştu.

"Şimdi tamam," diye düşündü Şeytan. "Oyun başlıyor. Sana yeterli toprak
verip, bu toprak sayesinde seni hakimiyetim altına alacağım."

Köyün yakınlarında, yaklaşık üç yüz dönümlük arazisi olan bir hanımefendi


oturuyordu. Bu hanımefendi köylülerle hep iyi geçinmişti, tâ ki eski bir askeri yanma
kâhya olarak alıncaya dek. Bu kâhya para cezalarıyla insanları canından bezdiriyordu.
Pahom ne kadar dikkatli olmaya çalışırsa çalışsın başına defalarca aynı şey geliyordu;
ya atı hanımefendinin yulaflarının içine dalıyor, ya bir ineği yolunu şaşırıp
hanımefendinin bahçesine giriyor, ya da buzağıları hanımefendinin çayırında otluyor;
o da her defasında para cezası ödemek zorunda kalıyordu. Pahom söylene söylene
parayı ödüyor, kafası bozuk gittiği evde hıncını ailesinden alıyordu. Bütün yaz kâhya
yüzünden Pahom'un başından dert eksik olmadı. Kış olunca sığırlar dışarı çıkamadı da
ancak o zaman rahat bir nefes aldı. Varsın otlakta ot kalmadığı için hayvanları kendisi
yemlemek zorunda kalsındı, hiç olmazsa onlardan yana gözü kulağı rahattı ya. Kışın
yayılan haberlere göre, hanımefendi toprağını satıyordu ve anayolun üzerindeki hanın
sahibi topraklar için pazarlık yapıyordu. Bunu duyan köylüler çok endişelendiler.

"Eğer han sahibi toprağı alırsa" diye düşünüyorlardı, "ödeteceği para


cezalarıyla, hanımefendinin kâhyasından da fazla canımıza okur. Hepimizin rızkı o
araziye bağlı."

O yüzden, köylüler cemaatlerinin namına gidip hanımefendiden toprağı hanın


sahibine satmamasını rica ettiler; ve yüksek bir fiyat önerdiler. Hanımefendi de
toprağı onlara bırakmayı kabul etti. Köylüler, daha sonra, cemaatin bütün araziyi satın
almasını sağlamaya çalıştılar, arazi böylece herşeyiyle ortaklaşa kullanılabilirdi.
Konuyu tartışmak için iki kez biraraya geldiler, fakat bir çözüme varamadılar; şeytan
aralarına anlaşmazlık tohumlan ektiğinden, bir türlü anlaşamadılar. En sonunda,
araziyi herbirinin kendi imkânları nisbetinde ayrı ayrı satın almasına karar verdiler.
Hanımefendi, diğerini kabul ettiği gibi bu teklifi de kabul etti. Bir müddet sonra,
Pahom bir komşusunun elli dönüm toprak satın aldığını, hanımefendinin paranın
yarısını peşin almaya, yarısı için de bir sene beklemeye razı olduğunu duydu. İçinde
kıskançlık duyguları kabardı.

"Şu işe bak," diye geçirdi içinden, "toprağın tamamı satılıyor, bense tek
dönüm almayacağım." Sonra karısıyla konuştu.

"Diğerleri alıyorlar," dedi, "biz de yirmi dönüm kadar almalıyız. Hayat


giderek zorlaşıyor. Bu kâhya verdiği para cezalarıyla canımızı çıkarıyor."

Kafa kafaya verip toprağı nasıl satın alabileceklerini düşündüler. Bir kenarda
yüz rubleleri vardı. Taylarından birisini, arılarının yarısını sattılar. Oğullarını işçi
olarak çalışmaya gönderdiler; Pahom'un maaşlarını peşin olarak aldılar, paranın gerisi
için de Pahom'un kayınbiraderine borçlandılar, böylece toprak parasının yarısını zar
zor biraraya getirdiler. Parayı cebine koyan Pahom, arazilerin içinden bir kısmı ağaçlı
kırk dönümlük bir çiftliği seçti. Hanımefendiyle yaptıkları pazarlıkta anlaşmaya varıp
el sıkıştılar, Pahom hanımefendiye peşin olarak bir teminat ödedi. Sonra, şehre gidip
senetleri imzaladılar; Pahom, paranın yarısını şimdi, geriye kalanı da iki yıl içinde
ödeyecekti. Artık Pahom'un da kendisine ait toprağı vardı. Borçlanarak aldığı
tohumları yeni arazisine ekti. Hasat iyi geldi ve bir yıl içinde hem hanımefendiye,
hem de kayınbiraderine olan borçlarının tamamını ödedi. Artık bir toprak sahibi
olmuştu. Kendi top50 Tolstoy rağını sürüp ekiyor, kendi ağaçlarını kesiyor, sığırlarını
kendi çayırında otlatıyordu. Tarlalarını sürmeye, boy atan mısırlarına ya da otlaklarına
bakmaya gittiğinde yüreği sevinçle doluyordu. Orada büyüyen otlar ve açan çiçekler,
onun gözünde başka hiçbir yeıdekine benzemiyordu. Eskiden bu toprak parçasının
yanından geçerken, diğerlerinden farksız görünürdü. Ama şimdi tamamen farklıydı.

Pahom hayatından memnundu. Bir de komşu köylüler onun mısır tarlasından


ve otlağından geçmeseler herşey tamam olacaktı. Onlara nazik dille kaç defa rica etti,
ne var ki onlar geçmeye devam ettiler. Şimdi de köylülerin çobanları köyün ineklerini
onun çayırına sokuyor, dahası, gece otlayan atlar onun mısır tarlasının içine giriyordu.
Pahom hayvanları defalarca dışarı çıkarmış, sahiplerini bağışlamış, kimsenin aleyhine
dava açmamak için kendisini tutmuştu. Ama en sonunda sabrı taştı ve Kaza
Mahkemesi'ne şikayette bulundu. Köylülerin toprağının olmadığını, bunun da
sıkıntıya yol açtığını, yaptıklarında görünür bir kasıt bulunmadığını biliyordu, ama
yine de şöyle düşünüyordu:

"Bunu görmezden gelip geçemem, yoksa neyim var neyim yok mahvederler.
Onlara bir ders vermeli."

Dersi onları dava ederek verdi, ardından bir daha dava etti, köylülerden birkaçı
para cezasına çarptırıldı. Bir müddet sonra, Pahom'un komşuları ona diş bilemeye
başladılar. Zaman zaman sığırlarını kasıtlı olarak onun arazisine soktular. Hatta, bir
köylü gece Pahom'un koruluğuna girip beş körpe ıhlamur ağacını kabukları için kesti.
Bir gün koruluğun yanından geçen Pahom'un gözüne beyaz birşey çarptı. Yaklaşınca,
ağaçların bulunduğu yerde köklerin kaldığını, biraz ötelerinde de kabukları soyulmuş
ağaç gövdelerinin yattığını gördü. Pahom öfkeden deliye döndü.

Tolstoy "Tek bir ağacı kesmiş olsa neyse," diye düşündü, "ama alçak adam
bir yığın ağaç kesmiş. Bunu yapanı bir bulursam, gününü gösteririm." Beynini
patlatırcasına bu işi kimin yapmış olabileceğini düşündü. Sonunda karar verdi:
"Simon olmalı; ondan başkası yapmış olamaz." Sonra, Simon'un çiftliğine göz atmaya
gitti, ama öfkeli bir manzaradan başka birşey bulamadı orada. Yine de, bunu
Simon'un yaptığından emindi. Bir şikayetname yazdı. Simon sorgu için çağrıldı. Dava
tekrar tekrar görüldü, aleyhinde delil bulunmayınca Simon sonunda beraat etti. Pahom
kendisini şimdi daha fazla haksızlığa uğramış hissettiği için, öfkesini İhtiyar Heyeti'ne
ve Yargıçlara boşalttı.

"Hırsızlardan rüşvet alıyorsunuz," dedi.

"İyi insanlar olsanız, bir hırsızı serbest bırakmazdınız." Pahom hem


Yargıçlarla, hem de komşularıyla kavga etti. Evini ateşe verecekleri tehditlerini
duymaya başladı. Pahom'un eline gittikçe daha fazla toprak geçmesine rağmen,
cemaat içindeki yeri eskisinden de kötüleşti. Gel zaman git zaman, birçok kişinin yeni
bölgelere taşındığı söylentileri çıktı. "Arazimi terketmeme gerek yok," diye düşündü
Pahom. "Belki başkaları köyümüzden gider de bize daha fazla yer kalır. Onların
topraklarını ben alır, arazimi büyütürüm. Hayatım daha kolaylaşır. Şu halimle daha
rahata ermiş değilim." Birgün Pahom evde otururken, köyden geçen bir rençber onlara
uğradı. Gece orada kalan köylüye akşam yemeği verdiler. Pahom bu köylüye nereli
olduğunu sordu. Yabancı, Volga'nm öbür tarafından geldiğini ve orada çalıştığını
söyledi. Bu söz Pahom'un dikkatini çekince, adam birçok insanın oraya göçüp
yerleştiğini anlatmaya başladı. Kendi köyünden de insanlar oraya göçmüş. Cemaate
katılmışlar ve kendilerine adam başına yirmi-beş dönüm toprak verilmiş. Toprak o
kadar verimliymiş ki, çavdarlar at boyu büyüyormuş. Ve çavdarlar o kadar kalınmış ki
beş tanesi bir deste yapıyormuş. Bir köylü sırtında bir gömlekten başka birşey
getirmemiş, ama şimdi altı atı ve kendine ait iki ineği varmış. Pahom'un kalbi hırsla
tutuştu. Kendi kendine düşündü: "Başka bir yerde böyle güzel yaşayabilecekken,
neden burada sıkıntı çekeyim? Buradaki toprağımı ve çiftliğimi satıp, o parayla orada
herşeye yeniden başlar ve herşeyin yenisini alırım. Bu kalabalık yerde, insanın başı
dertten kurtulmuyor. Ama önce oraya gidip herşeyi gözlerimle görmeliyim." Yaza
doğru hazırlandı ve yola çıktı. Bir vapurla Volga üzerinden Samara'ya indi, sonra
üçyüz millik bir yolu yayan yürüdü ve en sonunda o yere ulaştı. Herşey tıpkı
yabancının anlattığı gibiydi. Bütün köylülere yetecek kadar bol toprak vardı; her
köylü, kullanması için kendisine verilmiş yirmibeş dönüm cemaat toprağına sahipti.
Ayrıca, parası olanlar istedikleri kadar toprağı kendi mülkleri olarak ucuza
alabiliyordu. Öğrenmek istediği herşeyi öğrenen Pahom, güz yaklaşırken evine döndü
ve malını mülkünü satmaya başladı. Toprağı kârla sattı, çiftliğini ve bütün sığırlarını
elden çıkardı. Cemaat üyeliğinden ayrıldı. Bahara kadar bekleyip ailesiyle birlikte
yeni yurtlarına gitmek üzere yola çıktılar.

Pahom ailesiyle birlikte yaşayacakları yeni yere varır varmaz, büyük bir köyün
cemaatine kabul edilmeleri için başvurdu. İcrekli belgeleri İhtiyar Heyeti'ne sundu ve
onlardan belgeler .ildi. Kendisinin ve oğullarının kullanması için beş hisse cemaat
loprağı verildi; bu, cemaat otlağının yanısıra (farklı farklı tarlalarda olmak üzere) yüz
yirmi beş dönüm yapıyordu. Pahom, gerekli yapıları inşa etti. Yalnızca cemaat
arazisinden payına, eskisine göre üç kat fazla toprak düşmüştü. Üstelik toprak mısır
için çok elverişliydi. Eskisinden on kat iyi durumdaydı. Oldukça geniş otlakları ve
ekilebilir arazisi vardı. İstediği sayıda inek de besleyebiliyordu. Önceleri, bina yapımı
ve yerleşme telaşına düşen Pahom lıerşeyden memnunluk duyuyordu; fakat duruma
alıştıkça, burada da yeterince toprakları olmadığını düşünmeye başladı. İlk yıl, cemaat
arazisinden payına düşen kısma buğday ekti ve iyi mahsul aldı. Tekrar buğday ekmek
istiyordu, ama bunun için yeteri kadar cemaat arazisi yoktu. Aslında kullanmış olduğu
topraklar da buğdaya ayrılmamıştı. Çünkü o bölgede yalnızca bakir topraklara ve
nadas arazilerine buğday ekiliyordu. İki senede bir defa buğday ekilen topraklar, daha
sonra üzerlerinde büyük otlar yetişinceye kadar nadasa bırakılıyordu. Bu tür arazileri
isteyen çok sayıda kişi vardı, ama herkese yetecek kadar toprak yoktu. Bu yüzden
insanlar kavga ediyorlardı. Durumları iyi olanlar bu topraklan buğday yetiştirmek için
istiyor, fakirler ise bu toprakları tüccarlara satmayı, böylece vergilerini ödeyecekleri
parayı toplamayı istiyorlardı. Pahom daha fazla buğday ekmek isteyenlerdendi; bu
yüzden bir tüccardan bir yıllığına arazi kiraladı. Bol miktarda buğday ekti ve çok
güzel hasat aldı, gelgeldim bu arazi köyden çok uzaktı; buğdayların on milden uzak
mesafeden taşınması gerekiyordu. Bir süre sonra, Pahom bazı köylü tüccarların uzak
çiftliklerde yaşadıklarını ve zenginleştiklerini farketti. İçinden şöyle geçirdi;
"Mülkiyeti bana ait biraz toprak satın alsam, üstüne de bir çiftlik evi kondursam ne
kadar farklı olurdu. O zaman herşey güzel ve kusursuz hale gelirdi." Mülkiyeti
kendine ait toprak alma meselesi aklına defalarca geldi.

Üç yıl aynı halde yaşamaya devam etti; arazi kiralıyor ve buğday ekiyordu.
Hasat bereketli geliyor, iyi mahsul alıyordu; öyle ki bir kenara para ayırmaya başladı.
Belki halinden memnun yaşayabilirdi, ama her sene başkalarının toprağını
kiralamaktan ve bunun için itişip kakışmaktan bıkmıştı. Nerede satılık iyi arazi varsa
köylüler oraya üşüşüyor ve arazi ânında satılıyordu. Daha tez davranmazsanız, size
hiçbir şey kalmıyordu. Üçüncü sene, bir alıcıyla birlikte bazı köylülerden bir çayır
parçası kiraladılar; bir anlaşmazlık çıkıp da köylüler mahkemeye gittiğinde orasını
çoktan sürülüşlerdi. Davayı kaybettiler ve bütün emekleri boşa gitti. "Kendi toprağım
olsaydı," diye düşündü Pahom, "kimse işime karışmaz, bütün bu can sıkıcı şeyler de
başıma gelmezdi." Böylece Pahom satın alabileceği arazi aramaya koyuldu; binüçyüz
dönüm arazisi olan, ama para sıkıntısı çektiği için ucuza satmaya razı olan bir köylüye
rastladı. Pahom adamla sıkı bir pazarlığa girişti, sonunda bir kısmı peşin bir kısmı da
daha sonra ödenmek üzere, bin beş yüz ruble üzerinde anlaştılar. Herşeyi
konuşmuşlar, iş sözleşmenin yapılmasına kalmıştı. O günlerde, oradan geçen bir
yabancı tüccar atma yem vermek için Pa56 Tolstoy hom'lara uğradı. Pahom adamla
konuştuğunda onun çok uzaklardan, Başkır'dan dönmekte olduğunu, orada on üç bin
dönüm araziyi sadece bin rubleye satın aldığını öğrendi.

Pahom biraz daha bilgi almak için sorular sorunca adam şunları söyledi:

"Yapılması gereken tek şey, reislerle arkadaşlık kurmak. Ben yaklaşık yüz
rublelik kadın elbisesi, halı, bir teneke çayı gözden çıkardım, içki içenlere şarap
verdim; karşılığında toprağın dönümünü iki köpekten de ucuza aldım. Tapu
senetlerini Pahom'a gösteren adam devam etti: "Arazi bir nehrin kenarında ve her
karış toprağı çok verimli". Adam, kendisini soru yağmuruna tutan Pahom'a şöyle dedi:
"Orada, bir yıl yürüsen bile diğer ucuna varamayacağın kadar geniş topraklar var ve
hepsi de Başkırlar'a ait. Bir koyun kadar saflar. Toprağı sudan ucuza alabilirsin."
"Hadi bakalım," diye düşündü Pahom, "Bin rublemle neden buradan bin üç yüz
dönüm alıp, bir de borç altına gireyim? Halbuki bu parayla oradan on kat fazla toprak
alabilirim."

Pahom, o yere nasıl gidebileceğini sordu ve tüccar yanından ayrılır ayrılmaz


yola çıkmak üzere hazırlandı. Karısını çiftliğe gözkulak olması için evde bırakıp,
yanına uşağını alarak yola çıktı. Yolları üstünde bir kasabada durarak bir teneke çay,
biraz şarap ve tüccarın tavsiye ettiği diğer hediyeleri satın aldılar. Üç yüz milden fazla
yol gittiler. Yedinci gün, Başkırlar'ın çadırlarını kurdukları yere ulaştılar. Herşey
tüccarın anlattığı gibiydi. İnsanlar bozkırlarda, bir nehrin kenarındaki keçe çadırlarda
yaşıyorlardı. Ne çift sürüyorlar, ne de ekmek yiyorlardı. Sığırları ve atları sürüler
halinde bozkırda otluyordu. Taylar çadırların arkasında bağlı duruyor ve kısraklar
günde iki defa yanlarına götürülüyordu. Tayların sütü sağılarak bu sütten kımız
yapılıyordu. Kımızı hazırlayanlar, peyniri yapanlar kadınlardı. Erkeklerin bütün
yaptığı ise kımız ve çay içmek, koyun eti yemek ve kaval çalmaktı. Hepsi iriyarı,
neşeli insanlardı. Ve uzun yaz boyunca akıllarına iş yapmak gelmiyordu. Oldukça
cahillerdi, Rusça bilmiyorlar ama güleryüz gösteriyorlardı. Pahom'u görür görmez,
çadırlarından çıkıp misafirlerinin etrafını sardılar. Bir tercüman bulundu ve Pahom
biraz toprak almak için geldiğini söyledi. Başkırlar çok memnun olmuşa benziyordu;
Pahom'u en iyi çadırlarından birine, birkaç kişinin halının üzerindeki minderlere
oturduğu bir çadıra götürdüler. Pahom'a çay ve kımız verdiler, bir koyun keserek
kendisine ikram ettiler. Pahom da arabasından hediyeleri indirerek Başkırlar'a dağıttı.

Tolstoy Çayı aralarında bölüştürdü. Başkırlar sevindiler. Aralarında uzun uzun


konuşup tercümana tercüme etmesini söylediler. "Sana şunu söylemek istiyorlar:"
dedi tercüman, "seni sevmişler, misafirimizi memnun etmek ve verdiği hediyelerin
karşılığında hediye vermek adetimizdir. Sen bize hediyeler verdin, bizim sahip
olduğumuz şeylerin içinde hoşuna en çok ne gidiyorsa söyle, onu sana hediye
edelim." "Burada en çok hoşuma giden," diye cevap verdi Pahom, "toprağınız. Bizim
topraklarımız o kadar az, o kadar verimsiz ki; ama sizin uçsuz bucaksız ve verimli
topraklarınız var. Hiç böylesini görmemiştim." Tercüman Pahom'un sözlerini tercüme
etti. Başkırlar aralarında bir müddet konuştular. Neler konuştuklarını anlayamıyor,
ama fazlasıyla neşelendiklerini, bağrışıp güldüklerini görüyordu. Sonra susup,
tercüman konuşurken Pahom'a baktılar: "Hediyelerinin karşılığında, sana istediğin
kadar toprağı seve seve vereceklerini söylüyorlar. Sen yalnızca elinle nereyi istediğini
göster, orası senin olsun." Başkırlar bir süre daha aralarında konuştular ve tartışmaya
başladılar. Pahom neyi tartıştıklarını sorunca, tercüman bazılarının toprak meselesini
Reis'e sormaları, onsuz hareket etmemeleri gerektiği düşüncesinde olduğunu;
diğerlerinin ise Reis'in dönüşünü beklemeye gerek olmadığını söylediğini anlattı.

Başkırlar tartışırken, büyük tilki kürkü giyinmiş bir adam kapıda göründü.
Hepsi seslerini kesip ayağa kalktılar. Tercüman; "İşte Reis'imiz bu" dedi. Pahom
hemen ayağa kalktı ve en güzel kadın elbisesiyle iki kilo çayı getirip Reis'e sundu.
Reis hediyeleri kabul edip kendisini başköşeye oturttu. Başkırlar hemen ona birşey
anlatmaya başladılar. Reis bir süre dinledi, sonra başıyla susmalarını işaret etti ve
Pahom'a Rusça seslendi: "Pekâlâ, öyle olsun. Nereyi istersen orası senin olsun; bizde
nasıl olsa çok toprak var." "İstediğim kadar çok nasıl alabilirim?" diye düşündü
Pahom. "İşi sağlama bağlamak için tapusunu çıkartmalıyım, yoksa 'Burası senin'
deyip, sonra da elimden alabilirler." "Nazik sözleriniz için teşekkür ederim" diye
konuştu Pahom. "Sizin çok toprağınız var, benim istediğimse azıcık bir şey. Ama yine
de o küçücük parçanın bana ait öldüğünden emin olmalıyım. Ölçülüp sonra tapusu
verilemez mi? Hayat da ölüm de Allah'ın elinde. Siz iyi insanlar onu bana verirsiniz,
ama belki çocuklarınız geri almak ister." "Tamamen haklısın," dedi Reis. "Toprağı
tapusuyla vereceğiz sana." "Duydum ki, buraya bir tüccar gelmiş," diye devam etti
Pahom, "ve siz de ona biraz toprak vermiş, tapu senedi düzenlemişsiniz. Bana da aynı
şeyin yapılmasını isterdim."

Tolstoy Şef anlamıştı. "Tamam," dedi, "o iş kolay. Bir kâtibimiz var, seninle
birlikte şehre gidip mühürlü, tasdikli bir tapu alırız." "Peki fiyat ne olacak?" diye
sordu Pahom. "Fiyatımız hep aynıdır; günü bin ruble." Pahom anlamadı. "Günü mü?
Nasıl ölçüymüş o? Kaç dönüm yapar?" "Biz öyle hesap bilmeyiz," dedi Reis, "Biz
toprağı günle satarız. Bir günde yürüyerek etrafını çevirebildiğin kadarı senindir ve
bir günü bin rubledir." Pahom şaşırmıştı. "Ama insan bir günde büyük bir arazinin
etrafını çevirebilir," dedi. Reis kahkahalarla güldü. "O zaman hepsi senin olur!" dedi.
"Ama bir şartla; başladığın noktaya aynı gün dönmezsen paranı kaybedersin." "Peki
geçtiğim yerleri nasıl işaretleyeceğim?" "Nasıl mı? İstediğin bir noktaya gider orada
dururuz. Sen de o noktadan başlayıp, yanındaki belle daireni çizersin. Gerekli
gördüğün yerlere işaret koyarsın. Her dönüşte, bir çukur kazıp otları üstüste yığarsın;
sonra biz de çukurların arasını sabanla işaretleriz. Ne kadar istersen o kadar büyük bir
daire yap, ama güneş batmadan başladığın noktaya dönmen gerekiyor. Çevirdiğin
bütün arazi senin olacak." Pahom bu işi çok sevmişti. Ertesi sabah erkenden
başlamaya karar verdiler. Biraz daha konuştular, kımız içip yemek yediler. Artık gece
olmuştu. Başkırlar, Pahom'a kuştüyü bir yatak verdikten sonra, ertesi gün şafak
sökerken toplanıp, kararlaştırılan noktaya gitmek için sözleşerek yanından ayrıldılar.

Pahom kuştüyü yatağa uzandı, ama uyuyamadı. Aklında hep toprak vardı.
"Amma büyük bir araziyi işaretlerim!" diye düşünüyordu. "Bir günde rahatlıkla
otuzbeş mil gidebilirim. Günler şimdi uzun, otuzbeş millik bir dairenin içinde ne de
geniş toprak vardır! İşe yaramaz kısımlarını satar veya köylülere bırakırım; en iyi
kısmını kendime ayırıp işlerim. İki öküz alır ve iki işçi daha tutarım. Yüzelli
dönümlük toprağı sabanla sürer, geriye kalanı otlak yaparım." Pahom bütün gece
gözünü kırpmadı. Yalnız, şafak sökmeden biraz önce uykuya daldı. Gözlerini kapar
kapamaz bir rüya gördü. Rüyasında aynı çadırda uzanmış yatıyordu, derken dışar-da
birisinin kahkahalarla güldüğünü duydu. Kim olabilir diye merak edip kalktı ve dışarı
çıktı. Başkır Reisi'nin, çadırın önünde oturmuş böğrünü tuta tuta güldüğünü gördü.
Reis'in yanına giden Pahom; "Niye gülüyorsun?" diye sordu. Karşısındaki artık Reis
değil, daha önce evine uğrayan ve buradaki toprakları anlatan tüccar olmuştu. Pahom
tam ona; "Ne zamandır buradasın?" diye soracakken, adam tüccar olmaktan çıkıp,
uzun zaman önce Pahom'un eski evine gelen Volgalı adama dönüştü. Sonra gördü ki,
o, köylü de değil, tırnaklarıyla boynuzları olan şeytandı ve orada durmuş gülüyordu.
Şeytanın ayaklarının ucunda ise birisi yalınayak, üstünde sadece bir pantolon ve
gömlek, uzanmış yatı62 Tolstoy yordu. Ölmüş halde yatan o adam ise Pahom'un ta
kendisiydi. Dehşetle uyandı. "Bir rüyadan ne çıkar?" diye geçirdi içinden. Çadırın
açık kapısından baktı; şafak söküyordu. "Onları uyandırmanın zamanıdır" diye
düşündü. "Artık başlasak iyi olur." Başkırlar kalkıp toplandılar, Şef de geldi. Yine
kımız içmeye başladılar, Pahom'a da çay ikram ettiler, ama onun beklemeye sabrı
yoktu. "Gideceksek, haydi. Zaman geçiyor," dedi.

Başkırlar hazırlandılar ve hepsi yola çıktılar; bazıları at sırtında, bazıları


arabaların içindeydi. Pahom uşağıyla birlikte kendi küçük at arabasını sürüyordu.
Yanına bir de bel almıştı. Bozkıra vardıklarında gök kızarmaya başlamıştı. Başkırların
sınan dediği bir tepeye çıktılar. Atlarından ve arabalarından inerek bir noktada
toplandılar. Reis Pahom'un yanına gelip eliyle ovayı gösterdi. "Bak," dedi, "gözünün
uzanabildiği her yer bizim. İstediğin kısmını alabilirsin." Reis kalpağını çıkarıp yere
koydu ve şöyle dedi: "İşaret bu olsun. Buradan başlayıp yine buraya dön. Etrafını
dolaştığın bütün arazi senin olacak." Pahom parayı çıkarıp kalpağın üzerine koydu.
Paltosunu çıkardı, üzerinde bir tek iç ceketi kaldı. Kuşağını çıkarıp karnının altından
bağladı, yeleğinin koynuna küçük bir ekmek torbası, kuşağına da bir su matarası
koydu, çizmelerini bağladı, uşağından beli aldı. Artık yola çıkmaya hazırdı. Bir süre
hangi yoldan gitse daha iyi olur diye düşündü. Her yer cazip görünüyordu. "Hiç
farketmez," dedi sonunda, "güneşin doğduğu yöne doğru gideyim." Doğuya döndü,
gerinip güneşin görünmesini bekledi.

Tolstoy "Vakit kaybetmemeliyim," diye düşündü, "hava serinken yürümek


daha kolay." Güneş ışınları ufukta parlar parlamaz, Pahom omuzunda bir beliyle
bozkıra daldı. Yürümeye başladığında ne yavaş ne de hızlıydı. Bir kilo- 1 metre kadar
gittikten sonra durup bir çukur kazdı ve görünmesi için otları üst üste koydu. Sonra
yürümeye devam etti; mahmurluğu geçince adımlarım sıklaştırdı. Bir süre sonra bir
başka çukur kazdı. Pahom dönüp arkasına baktı. Tepeyi, üzerindeki insanları ve
parıldayan araba tekerleklerini güneş ışığının altında rahatça görebiliyordu. Yuvarlak
bir tahminle üç mil yürüdüğüne kanaat getirdi. Hava giderek ısınıyordu; iç ceketini
çıkarıp omzuna attı, sonra yürümesine devam etti. Hava oldukça ısınmıştı şimdi;
güneşe bakıp, kahvaltı zamanı geldi diye düşündü. "Dönmek için henüz erken. Şu
çizmelerimi çıkarıvere-yim," dedi kendi kendine. Oturdu, çizmelerini çıkarıp kuşağına
bağladı ve yürümeye devam etti. "Üç mil daha yürürüm," diye aklından geçirdi,
"sonra da sola dönerim. Şurası o kadar güzel ki, kaybedersem yazık olur. İnsan
yürüdükçe, arazi daha verimli görünüyor." Bir süre dosdoğru gitmeye devam etti,
dönüp baktığında tepe güçlükle, üstündeki insanlar ise siyah karıncalar gibi
görünüyordu. "Eyvah, bu yönde çok fazla gitmişim," diye düşündü. "Şimdi dönmeli.
Öyle de terledim ve susadım ki." ! Durdu, büyük bir çukur kazıp ot parçalarını üst
üste yığdı. Matarasını çıkarıp biraz su içti. Sonra, sola keskin bir dönüş yaptı. Yürüdü,
yürüdü; otların boyu yüksek, hava sıcaktı. Pahom yorulmaya başlamıştı; güneşe
bakınca vaktin öğle olduğunu gördü. İnsan Ne ile Yaşar? "Eh," diye içinden geçirdi,
"biraz dinleneyim." Oturdu; biraz ekmek yedi, biraz da su içti; uyuyakalabile-ceğini
düşünerek uzanmadı. Biraz oturduktan sonra tekrar yola koyuldu. Başlangıçta kolayca
yürüyordu: yemek ona güç vermişti; ama hava şimdi korkunç derecede ısınmıştı.
Uykusunun geldiğini hissetti; buna rağmen, şu sözü düşüne düşüne yoluna devam etti;
"Bir saat sıkıntı çek, bir ömür yaşa." Bu yönde de uzun bir yol katetti, artık tekrar sola
dönmek üzereydi ki bir derenin farkına vardı: "Bunu dışarda bırakırsam yazık olur,"
diye düşündü. "Burada iyi keten yetişir." Böylece dere kenarının da etrafını dolaştı ve
derenin öbür yanında bir çukur kazdı. Pahom tepeye doğru baktığında sıcaklık havayı
pus-landırmıştı, sanki havada birşeyler uçuşuyordu ve bu pustan tepenin üzerindeki
insanlar neredeyse görülmüyordu. "Off, iki kenarı da fazla uzun tuttum," diye
düşündü Pahom, "bari bunu kısa tutayım." Adımlarını sıklaştırarak üçüncü kenarı
yürümeye başladı. Güneşe baktı; güneş, ufka doğru yolunun yarısını tamamlamıştı,
oysa Pahom karenin üçüncü kenarında iki mil bile yürümemişti. Varacağı noktaya
daha on mili vardı. "Hayır," diye düşündü, "Arazim yamuk da olsa, dönüp dosdoğru
bir çizgide yürümeliyim artık. Bayağı uzağa gittim ve hayli büyük bir arazim oldu."
Pahom aceleyle bir çukur kazdı ve yönünü tam tepeye doğru çevirdi.

Pahom dosdoğru tepeye gidiyordu, ama şimdi zorlukla yürüyordu. Sıcaktan


bitap düşmüş; kesilen çıplak ayağı yara bere içinde kalmış; dizleri bükülmeye
başlamıştı. Dinlenmeyi çok istiyordu, ama eğer güneş batmadan dönmek istiyorsa bu
imkânsızdı. Güneş hiç kimseyi beklemezdi ve alçaldıkça alçalıyordu. "Aman
Allah'ım" diye düşündü, "keşke aptallık edip daha fazlası için çabalamasaydım! Ya
vaktinde yetişemezsem?" Tepeye ve güneşe doğru baktı. Hedeften hâlâ uzaktaydı.
Güneş ufka daha da yaklaşmıştı. Pahom yürüdü, yürüdü; gittikçe daha zor yürüyordu,
ama daha da hızlandı. Hızlandı ama, varacağı yerden hâlâ çok uzaktı. Koşmaya
başladı, paltosunu, çizmelerini, matarasını, başlığını yere fırlattı. Elinde yalnızca,
destek olarak kullandığı bel kaldı. "Şimdi ne yapacağım," diye düşündü tekrar,
"Haddinden fazla yer dolaştım, hepsine birden göz diktim. Güneş batmadan oraya
ulaşamayacağım." Bu korku onun nefesini daha da kesti. Pahom koşmaya devam etti,
fanilası ve pantolonları terden üstüne yapışmış, ağzı kurumuştu. Göğsü demirci
körüğü gibi inip kalkıyor, kalbi tokmak gibi vuruyor, artık kendisinin değilmiş gibi
hissettiği dizlerinin bağı çözülüyordu. Birden, bu gidişle öleceği korkusu sardı
Pahom'u. Ölüm korkusuna rağmen duramadı. "O kadar yolu koştuktan sonra şimdi
durursam, bana aptal derler," diye düşündü. Koştu, koştu; o kadar yaklaştı ki
Başkırlar'ın haykırışlarını ve kendisine bağırışlarını duydu, onların çığlıkları kalbini
daha da alevlendirdi. Son gücünü toplayıp koşmaya devam etti. Güneş yere
yaklaşmış, puslu havada kocaman ve kan kırmızısı bir renkte görünüyordu. Şimdi,
evet şimdi batacaktı! Güneş oldukça alçalmıştı, ama o da hedefine çok yaklaşmıştı.
Pa-hom tepenin üzerinde, acele etmesi için silahlarını kendisine sallayan insanları
artık görebiliyordu. Yerdeki tilki kürkünden kalpağı, onun üzerindeki parayı ve elleri
belinde duran Reis'i de görebiliyordu. Ve Pahom birden gece gördüğü rüyayı
hatırladı. "Bol bol toprak var," diye düşündü, "ama Allah beni o toprakların üstünde
yaşatacak mı? Hayatımı kaybettim, hayatımı kaybettim! Oraya asla ulaşamayacağım."
Pahom, yere inmiş olan güneşe baktı; bir ucu çoktan gözden kaybolmuştu. Artakalan
bütün gücüyle atıldı, gövdesini öne doğru eğdiğinden dizleri onu ayakta tutmakta
zorlanıyordu. Tepeye varmıştı ki hava aniden karardı. Baktı, güneş batmıştı. Bir çığlık
koyuverdi. "Bütün emeğim heba oldu," diye düşündü. Durmak üzereydi ki,
Başkırlar'ın hâlâ bağırdığını işitti, birden güneş aşağıda kendisine batmış gibi görünse
de, tepenin üstün-dekilerin güneşi görebildiklerini hatırladı. Uzun bir nefes aldı ve
tepeye çıktı. Orada hâlâ aydınlık vardı. Tepeye ulaştı ve kalpağı gördü. Reis kalpağın
önünde durmuş gülüyor ve iki yanını tutuyordu. Pahom rüyasını tekrar hatırladı ve bir
çığlık daha attı: dizleri artık tutmuyordu, yere yıkıldı, elleriyle kalpağa uzandı. "Vay,
ne hoş adam!" diye bağırdı Reis, "Bir sürü toprak kazandı." Uşağı koşarak geldi ve
onu kaldırmaya çalıştı, ama efendisinin ağzından kan akıyordu. Pahom ölmüştü!
Başkırlar'dan acıma ifade eden "cık cık" sesleri duyuluyordu. Uşağı beli alarak
Pahom'un sığabileceği büyüklükte bir çukur kazdı ve onu oraya gömdü. Onun şimdi
ihtiyaç duyduğu, topu topu iki metrelik bir topraktı.
( L.N TOLSTOY)

ACI
Kime anlatsam
kederimi?

Akşam karanlığı... Sulu, iri iri kar taneleri, henüz yakılmış fenerler etrafında
uçuşuyor, ince, yumuşak bir alçı tabakası gibi damları, atların sırtlarını, omuzlarını,
başlıklarını kaplıyor. Arabacı lona Potapov, bir hayalet gibi bembeyaz. Canlı bir vücut
ne kadar büzülebilirse o kadar büzülmüş, hiç kımıldamadan yerinde oturuyor. Üzerine
bir yığın kar düşse bile gene karı silkmek lüzumunu duymayacak. Beygiri de
bembeyaz, hareketsizdir. Hareketsizliğiyle, keskin köşeli biçimiyle, ayaklarının
sopaya benzeyişiyle o bir kapiğe satılan posta atlara benziyor. Herhalde düşünceye
dalmış. Sabandan, alıştığı o rahat manzaralardan alınıp da buraya, korkunç ışıklarıyla,
hiç kesilmeyen gürültüleriyle, öteye beriye koşuşan insanlarla dolu bu kargaşalık içine
düşen bir mahlûk, böyle uzun uzun düşünmez de ne yapar?

lona ile beygiri, çoktan beri yerinde kımıldamıyorlar. Avludan daha yemekten
önce çıkmışlardır, hâlâ siftah etmediler. İşte şehir üzerine akşam karanlığı basıyor.
Fener ışıklarının solgun alevleri, yeislerini daha canlı ışıklara bırakıyor. Sokağın
gürültüsü, daha da artıyor, lona birdenbire:

— Arabacı, Viborg tarafına, diye bir ses işitiyor. Arabacı... Şaşırıyor, karla birbirine
yapışan kirpikleri arasında, kaputla kukuleta giymiş bir subay görüyor. Subay:

— Viborg tarafına, diye tekrarlıyor. Uyuyor musun, nedir? Viborg a!

lona, kabul işareti olarak dizginleri çekiyor. Bu çekişle, atın dizginleri, sırtı
üzerindeki karlar, alçı parçaları halinde düşüyor... Subay, kızağa oturur. Arabacı,
dudaklarını şapırdatır, boynunu, kuğu gibi uzatır, yerinden kalkar gibi davranır. Fazla
alışkanlık yüzünden kamçısını sallar. Beygir de boynunu uzatır, sopa biçimindeki
ayaklarını büker, kararsız kararsız yerinde kımıldar. Çok geçmeden, aşağı yukarı
giden karartılardan sesler işitir:

— Nereye gidiyorsun ulan? Şeytan mı dürttü seni. Sağa al, sağa!

Kızaktaki subay kızarak:

— Sen daha kızak sürmesini bilmiyorsun, sağa gitsene, der.


Bir karose arabacısı küfreder, sokağı koşa koşa geçerken omzuyla atın ağzına
çarpan bir yolcu, lona'ya öfkeli öfkeli bakar, sonra kolundan karları silker, lona,
yerinde sanki iğne üzerinde oturuyormuş gibi kımıldar, dirseklerini geniş geniş açar,
sanki nerede olduğunu, niçin burada olduğunu anlamıyormuş gibi gözlerini fırıl fırıl
döndürür. Subay alaylı alaylı:

— Hepsi de ne aşağılık herifler değil mi? Sanki seninle çarpışmak yahut atın altına
düşmeye gayret ediyorlar. Birbiriyle sözleşmişler gibi, öyle değil mi?

lona, başını çevirip müşterisine bakar, dudaklarını kıpırdatır... Bir şey


söylemek istediği bellidir. Ama boğazından, kısık seslerden başka bir şey çıkmaz.

Subay:

— Ne var? diye sorar.

lona, gülümsüyormuş gibi ağzını çarpıtır, ıkınır, sıkınır, nihayet:

— Benim de beyefendi... bu hafta oğlum öldü.

— Hım... Neden öldü?

lona, bütün gövdesiyle müşterisine döner:

— Kim bilir? der. Herhalde hummadan... Hastanede üç gün yattı, öldü. Allah’tan işte.

Karanlık içinde:

— Yolunu değiştirsene herif... Ne o, köpoğlu köpek, görmüyor musun? sesleri işitilir.

Müşteri:

— Sür, sür, der. Bu gidişle sabaha kadar varamayız. Atı biraz sürsene!

Arabacı tekrar boynunu uzatır, yerinde bir davranır, ağır bir kibarlıkla
kırbacını şaklatır. Bundan sonra birkaç defa başını çevirir, müşteriye bakar. Ama o,
gözlerini kapar. Dinlemeye hiç de istekli olmadığı bellidir, lona, müşterisini Viborg
tarafına bıraktıktan sonra lokanta önünde durur. Gene büzülür, gene hareketsiz kalır.
Sulu kar, tekrar başlar. Onu da atını da gene beyaza boyamaya başlar. Bir saat böyle
geçer. Kendisi de, beygiri de gene bembeyaz kesilir. Bir saat, iki saat böylece geçer.

Kaldırımda yüksek sesle tartışıp lâstiklerini kuvvetle vurarak üç genç geçer,


ikisi uzun, ince boyludur, üçüncüsü kısa boylu, kamburdur. Titrek bir sesle:

— Arabacı, polis köprüsüne, diye bağırır. Üç kişi yirmi kapik.

lona, dizgileri çeker, dudaklarını şapırdatır, yirmi kapik para değil ama ne
yapsın, artık fiyatı düşünmez. Ruble mi, beş kapik mi onca farkı yoktur. Yeter ki,
müşteri olsun. Gençler birbirine sövüp sayarak, itişe kakışa kızağa yaklaşır, üçü de
oturmaya çalışırlar. Kimin oturup, kimin ayakta kalacağını kararlaştırmaya çalışırlar.
Uzun tartışmalardan, karşılıklı alaylardan sonra en kısa boyluları kamburun ayakta
durmasına karar verilir. Kambur, yerini alarak lona'nın ensesine üfler:

— Haydi, sür, diye titrek bir sesle bağırır. Atı bir kırbaçla bakalım. Amma da şapkan
var, kardeş. Daha kötüsü Petersburg'da bulunmaz.

lona, hi hi, diye güler:

— İşte böyle şapka.

— E, böylesi, sürsene beygirini. Yol boyunca hep böyle mi gideceksin. Yoksa ense
köküne indiririm ha.

Uzun boylulardan biri:

— Başım çatlıyor, der. Dün Dukmasov'larda Vaska ile birlikte dört şişe konyak içtik.

Öbür uzun boylusu da:

— Amma da atarsın sen, diye çıkışır.

— Vallahi doğru söylüyorum.

— Evet o kadar doğru ki, bitler bile güler.

lona, hi hi, diye güler:

— Baylarımın keyfi yerinde.

Kambur, kızarak:

— Allah cezanı versin moruk, der. Sürecek misin, sürmeyecek misin? Bu sanki
arabayla gitmek mi? Şunu bir kamçılasana. Hadi bakalım. Hah, işte öyle. Adamakıllı.

lona, sırtında bir vücudun kımıldadığını, kamburun sesini duyar. Kendisine


edilen küfürleri işitir, insanları görür, yalnızlık duygusu, yavaş yavaş ondan uzaklaşır.
Kambur, öyle yakası açılmadık uzun küfürlere başlar ki, bitirmeye nefesi yetmez,
öksürmeye başlar. İki uzun boylu genç, bir Nadejda Petrovna'nın sözünü etmeye
başlarlar. lona, onlara döner, kısa bir sessizliği fırsat bilerek başını biraz daha çevirip
der ki:

— Benim de bu hafta oğlum öldü.

Kambur, öksürdükten sonra dudaklarını silerek içini çeker:

— Hepimiz öleceğiz, der. Hadi, sür, sür. Ben daha fazla böyle gidemem, imkânı yok.
Bu arabacı bizi ne zaman götürecek?

— Sen de şöyle hafiften ensesine bir in de...


— Moruk, işitiyor musun? Ensene indireyim mi? Size nezaketli davranmaktansa
insan yürüsün daha iyi. İşitiyor musun? Eşek eşekoviç. Sözlerim vız geliyor galiba
sana.

lona, ensesine inen tokatları pek duymaz, daha çok sesini işitir.

— Hi hi, diye güler, neşeli baylar. Allah uzun ömür versin.

Uzun boylusu:

]— Arabacı evli misin? diye sorar.

— Ben mi? hi hi hi, neşeli baylar. Şimdi bir tek karım var. Kara toprak... Ha ha ha,
mezar, mezar... Oğlum öldü de ben yaşıyorum. Şaşılacak şey. Ölüm, yanlış kapı çaldı.
Bana geleceğine oğluma geldi...

lona, oğlunun nasıl öldüğünü anlatmak için başını çevirir.

Ama o anda kambur, hafifçe içini çeker:

— Hele şükür, gelebildik, der.

Arabacı, yirmi kapik aldıktan sonra karanlık bir giriş kapısı içinde kaybolan
hovarda gençlere uzun uzun bakar. Gene yalnız kalır. Gene içinde sessizlik başlar...
Bir zaman sönmüş olan acısı gene baş gösterir, daha büyük bir kuvvetle göğsünü ezer.
lona'nın gözleri kaygıyla, acıyla sokağın iki yanından geçen kalabalığa dikilir: gelip
geçen binlerce insandan onu dinleyecek biri var mı acaba? Ama kalabalık, ne onu ne
de acısını fark etmeden geçip gider. Acısı korkunçtur, sınırsızdır. Ona öyle geliyor ki,
göğsü patlayıp içinden acısı fışkırsa, bütün dünyayı kaplayacaktır, ama gene de bu acı
görünmez. O kadar küçük bir kabuğa sığınmıştır ki, gündüz ışık altında bile
görülmez...

lona, elinde zembil taşıyan bir kapıcı görür, onunla konuşmaya karar verir:

— Kuzum, saat kaç? diye sorar.

— Ona geliyor. Niye durdun burada? Yürüsene!

lona, birkaç adım uzaklaşır. Tekrar büzülür. Kendini acısına verir. Artık
insanlarla konuşmayı lüzumsuz sayar. Ama daha beş dakika geçmeden, eğilip kalkar,
sanki bir acı duymuş gibi başını sallar, dizginleri dürter. Artık daha fazla dayanamaz:
"hana gideyim" diye düşünür, hana.

Beygir, sanki düşüncesini anlamış gibi tırısa kalkıp koşmaya başlar. Bir buçuk saat
geçmeden büyük, pis bir tandır yanında oturur. Tandırda, döşemede, peyklerde
insanlar yatmışlar, horulduyorlar. Dumanlı, boğucu bir hava. lona, uyuyanlara bakar,
başını kaşır. Oraya bu kadar erken döndüğüne pişman olur. "Arpanın parasını bile
çıkaramadım, diye düşünür. Kederim hep bundan. İşini bilen, atını doyuran insan her
zaman rahattır." Genç bir arabacı, bir köşeden kalkar. Uyku sersemliğiyle yıkıla yıkıla
boğazını temizler. Su dolu kovaya uzanır, lona:

— Su mu içeceksin? der.

— Evet, su.

— Eh, afiyet olsun. Benimse kardeş oğlum öldü. Haberin var mı? Bu hafta,
hastanede... Olur şey değil.

lona, bu sözlerin ne tesir bırakacağına bakar. Ama hiçbir tesir bırakmadığını


görür. Genç arabacı kafasını yorganın altına sokup hemen uyur. İhtiyar, ah çeker,
başını kaşır... Genç arabacı nasıl su içmek isterse, o da öyle konuşmak ister. Oğlu
öleli nerde ise bir hafta olacak. O ise bu hikâyeyi daha kimseye gereği gibi
anlatamadı. İyice, rahat rahat anlatması lâzım. Oğlunun nasıl hastalandığını, nasıl acı
çektiğini, ölmeden önce neler söylediğini, nasıl öldüğünü anlatmak lâzım. Cenaze
merasimini, rahmetlinin elbiselerini almak için hastaneye gidişini anlatması lazım.
Köyde, kızı Anisa kaldı. Onun sözünü etmek lâzım. Daha anlatacak neler var, neler.
Dinleyen ah çekmeli, ohlamalı, puflamalı. Kadınlarla daha da iyi konuşulur.
Budaladırlar ama iki sözle ağlamaya başlarlar, lona: "Gidip beygire bakayım" diye
düşünür. Uyumak için her zaman vakit bulunur. Giyinir, beygirin bağlı olduğu ahıra
gider, arpayı, samanı, havayı düşünür. Yalnızken oğlunu düşünemez. Ancak başka
biri olduğu zaman konuşabilir. Ama kendi kendine düşünüp onu gözlerinin önüne
getirmek, kendine dayanılmaz bir acı verir, lona, beygirinin parlak gözlerini görünce:

— Yalanıyor musun? der. Yalan! yalan! Arpanın parasını çıkarmazsak saman


yiyeceğiz... Evet... Artık ihtiyarladım, arabayı sürecek takatim kalmadı. Arabacılık
etmek benim değil, oğlumun harcıydı... O tam arabacıydı... Ne olurdu yaşasaydı...
Kısa bir zaman sürer, sonra devam eder: öyle işte kardeşim kısrak... Kuzma loniç yok
artık... Allah rahmet eylesin... Boşu boşuna gitti işte... Düşün bir kere. Senin bir tayın
var, onun öz annesisin... Bir de bakıyorsun, birdenbire tay ölüveriyor... Acımaz
mısın?

Beygir yalanır, dinler, sahibinin ellerine doğru solur...

lona dalar, ona her şeyi anlatır...

( ANTON ÇEHOV)
NADAN

İstanbul üç gündür sis içindeydi. Topkapı Sarayı'nı, açık kül rengi kalın bir
bulut sarmış, sanki bütün dünyadan ayırmıştı. İhtiyar padişah, artık mermer havuzlu
küçük bahçenin lale tarhlarını bile göremiyor, gamsız zamanlarında yaptığı gibi
murassâ çerçeveli camlara hohlayıp parmağı ile "Çifte vav" yazamıyordu. Yeniçeriler
kazan devirmişler, sipâhî zorbaları zâbitlerini parçalamışlar, payitahtı yağmaya
hazırlanmışlardı. Serhatteki ordunun hali de perişandı. Ecelin gadriyle tecrübeli
vezirler kalmamış, fedakar beyler er meydanlarında can vermişlerdi. Bu korkunç
buhranın önünü alacak bir adam yoktu. Son ümit "Köse Vezir" deydi. Vaziyetin
fenalığını herkesten ziyâde kavrayan akıllı padişah, işte şimdi onu çağırtmıştı.
Mühürünü ona verecekti.

Tahtın karşısındaki sırmalı, büyük perde kımıldadı. Kocaman kavuklu, mini


mini, nahif bir ihtiyar, belirsiz, bir gölge gibi içeri girdi. Gözleri yerde, elpençe
yürüdü. Tahtın basamağına diz çöktü. Takbîl resminden sonra, padişah, asabi eliyle
soldaki erguvanî bir kumaştan yapılmış şilteyi gösterdi.

— Otur.

Dedi. Sonra, tahtın, sağ kolunu dayadığı altın koltuğuna bakarak ahvalin
fenalığını, devletin geçirdiği muhâtarayı, askerin fesadını, ordudaki perişanlığı anlattı.
Yavaş yavaş söylüyor, her kelimede başını sallıyordu. Bu zamanı ıslah etmek için
demir bir el lazımdı. Gayet doğru, irtikâp etmez, Allah'tan korkar, akıllı, dünyayı bilir,
her şeyden ziyâde devletini sever bir adam işleri düzeltebilirdi. Padişah:

— İşte bu adam sensin! Seni kendime vekil edeceğim.


Deyince, boynunu büküp efendisini dinleyen küçük ihtiyar doğruldu.
— Beni affedin padişahım, dedi, ben artık devlet işine karışmamaya ahdettim.
Sayenizde geri kalan birkaç günlük ömrümü ibadetle, duâ ile geçireceğim.
— Fakat...
... Padişah, mesuliyetsiz rahatın hayvanlarla ölülere yakışacağını, kulların, padişah
davetine icabet etmemelerinin bir küfür olduğunu, âyetlerden, hadislerden bürhanlar
getirerek tekrarladı. Haklı bir gazabın mehâbetini duyuran sert bir bakışla, kırlaşmış
uzun kirpikli, iri, şahane gözlerini, boynu bükük ihtiyara dikti. Bu bakışta sanki
Azrail'in kanatlarından aksetmiş ölüm kıvılcımları tutuşuyordu. Köse Vezir, ateş
içinde yanmayan bir semender gibi sakindi:
— Boynum kıldan incedir! Padişahım, dedi, çoluk çocuğumla veda ettim. Hakkın
huzuruna gitmek için iradenizi bekliyorum. Ben mihr-i şerifinizi almam!

—........
Padişahın soluk çehresi karardı. Elleri titredi. Tahtın gerisine çekildi. Yüzünü
buruşturarak:
— Kaldırın şunu!
Diye bağırdı.
Sırma perdenin arkasından birer hayal sessizliğiyle koşan hademeler, yere
basmıyor sanılacak derecede hafif adımlarla çabucak vezirin başına üşüştüler. Göz
açıp kapamadan dışarı çıkardılar.
Bu çıkış, mermer revâkında gece gündüz, keskin tığlı, karayağız cellatların
bağdaş kurup bekledikleri balıkhâneye doğruydu.
Hiddeti geçer gibi olan padişah, devletinin, tahtının üstünde bocaladığı fesat
tufanını tekrar hatırladı. Düşündü. Köse Vezir de ölürse, sözün, bir gün olup büsbütün
ayağa düşmesi ihtimali vardı. Fakat işte, bu küçücük adam, ölümü gözüne almıştı.
Kafası kesilince hakkın huzuruna gidecek, dünya gailesinden kurtulacaktı. Ne vakit
olsa, yüzlerce yıl yaşasa, yine ölümden kurtuluş olmadığını bilen, bu hakikati
unutmayan ariflerdendi. Bir gün sonranın, beş gün evvelin onca hiç ehemmiyeti
yoktu. Padişah huzurunda dîvân duran ağasına:
— Sarık odasına hapsetsinler. Yanına kitap, kalem, kağıt vermesinler.
Dedi. Ağa çıktı. Padişah mutlaka onu iş başına getirmeye azmetmişti. Bu
cesareti, muhakkak ölüm karşısındaki bu pervasızlığı, şahsiyetini, ahdını muhafaza
etmekteki bu inadı ne kıymetli bir hasletti!
Ancak böyle bir adam, müşkül zamanlarda büyük işler yapabilirdi. Padişah
bunu biliyordu. Gözünün önüne zamanenin paşaları, çelebileri geldi. Hepsi iki kat bir
rükû vaziyetinde,ölüm korkusuyla benizleri sararmış, yalnız hile, yalnız fesat, yalnız
fitne düşünüyorlar; şeytanların bile aldanacağı yalanlar, iftiralar uydurarak
birbirlerinin kanlarını içiyorlardı. Fakat Köse Vezir öyle değildi. Ârifti. Alimdi.
"Dünya ve mâfihâ"nın ne olduğunu sezmişti. Daima "zeval" uçurumuna giden "ikbal"
yolunda hakikati unutmaz, mağrurlanmaz, para, servet, ihtişam, saltanat gibi şeylere
de tenezzül bile etmezdi. Orta halli bir molla gibi yaşar, sandık sandık filoriler
toplayıp fani dünya evini baki sanan, haris gafillerin budalalıklarına şaşardı. Padişah,
böyle haktan başka hiçbir kuvvete baş eğmeyen bir adama mühürünü nasıl kabul
ettirecekti? İşte, ölümün onca hiç ehemmiyeti yoktu. Yine kalın kaşlarını çattı:

— Ölümden daha beter bir ceza...

Diye söylendi. En korkunç işkenceler, dehşetleri nispetinde ölüme daha


yakındı.
Padişah saatlerce tahtında düşündü, taşındı. Saatlerce yalnız kaldı. Kılıçla
değil, asıl aklın kuvvetiyle galebe çalındığını bildirdi. Fakat aklına, ölümden
korkmayan bir adama baş eğdirecek bir vasıta gelmiyordu. Düşünürken tahayyül
etmeye başladı. Daldı gitti. Derin uykularda görülen rabıtasız rüyalar gibi şehzadeliği,
lalası gözünün önüne geldi. Otuz yıl evvel ölen lalası, hatırında kalan o ak sakallı
adama hiç benzemiyordu. Saray kendi sarayı değildi. Ders aldığı rahle, beyaz gül
ağacından mıydı? Lalası olduğunu bildiği halde sesini, simasını tanıyamadığı bu
müphem hayal, latifsiz bir lisanla: "Nâdanla sohbet etmek, âkile cehennem ateşinden
beterdir!..." diyordu. Bu söz bir şiirdi!... Padişah veznini ararken, daldığı derin
tahayyülünden uyandı. Başında bir ağırlık vardı. Hareme gidip yatmak için kalktı.
Evet, mademki nâdanla sohbet etmek cehennem ateşinden beterdi. Bu ateşte Köse
Vezir'i yakmalı, fakat öldürmemeliydi. Koltuğuna giren bendelerine:

— Çabuk bir nâdan buldurulsun. Onun yanına kapatılsın! dedi.

Bostancılar, tebdilağaları, bir hafta kadar bütün şehri, civar köyleri, kasabaları,
dağları, kırları dolaştılar. Nihayet Karamürsel meralarında, gayet cahil, gayet akılsız,
gayet aksi, hâsılı gayet nâdan bir çoban buldular. Bu, otuz beş kırk yaşlarında, çok
kuvvetli, hissiz, hayvan gibi bir adamdı. Köyünde kendisine "Eşek Hasan" diyorlardı.
Nâdan olduğu kadar inatçıydı da... Terbiye, hürmet, namaz, niyaz, ne olduğunu
bilmez; "Allah'ın kim?" dendiği zaman, "Ne bileyim ben ülen..." diye sırıtırdı.
Koyunlarının yanından ayrılmamak için hasekilere mukavemet etmiş; taşla,
sopayla birkaçını yaralamıştı. Saraya elleri bağlı getirdiler. Siyaset gününü tesbih
çekerek bekleyen Köse Vezir'in yanına koydular. Eşek Hasan, uğradığı haksızlığa
karşı üç gün uludu. İşitilmedik küfürler etti. Sonra sustu. Pembe ipek divanların
üstüne çarıklarıyla çıktı. Kuşağının arasından çıkardığı kavalı çalmaya başladı. Yalnız
başına ölümü bekleyen Köse Vezir'in huzuru, tevekkülü bozuldu. Ama yanına konan
bu garip mücrimle bir lakırdı olsun etmedi. Yüzünü pencereden tarafa çeviriyor,
odaya yemek içmek getiren hademelere bile gözünü kaçırmıyordu. On gün, yirmi gün
geçti. Kapının deliğinden içerisini gözetliyorlardı. Padişah, onun böyle nâdan bir
herifle yaşamak azabına da katlandığını görünce ümitsizleniyor, hasekiler çıkararak
daha nâdan mahluklar arattırıyor, fakat Eşek Hasan'dan beterini bulduramıyordu. Bir
ay geçti. Nâdan çoban kavalı da bıraktı. Hiç ses çıkarmıyor, zindan arkadaşı gibi
pinekliyor, susuyordu.
...Bir sabah, Köse Vezir, bu koca herifin hüngür hüngür ağladığını gördü.
Çocuk gibi hıçkırması içine dokundu. Zavallı kimbilir karısını, evini, köyünü mü
hatırlamıştı. Gayr-i ihtiyari sordu:
— Ne ağlıyorsun oğlum?
Bu, vezirin hapsedildiğinden beri söylediği ilk sözdü. Çoban gözyaşlarından
sırsıklam olan al yanaklarını kirli yenleriyle silerek ona baktı.

— Söylemem darılırsın... dedi.


— Söyle oğlum derdini bana, ne darılacağım?
— Vallahi darılırsın.
— Darılmam diyorum.
—......
Çoban derdini söylemiyor, daha ziyâde heyecana gelerek avazı çıktığı kadar
ağlıyordu. Köse Vezir, biraz düşündü. Başkasını ağlatan bir sebebe kendisi nasıl
darılabilirdi? Merak etti. Tekrar:
— Söyle oğlum. Senin derdinden bana ne?
— Darılırsın baba.
— Darılmam, söyle...

— Benim sürümde bir kösemenim* vardı. Senin yüzüne baktıkça o hatırıma geliyor
da... İşte onun için ağlıyorum.
—......
Derdini söyleyen Eşek Hasan, birdenbire ağlarken gülmeye, hıçkırıklara
kahkaha karıştırmaya başladı. "Tıpkı sakalı seninkine benziyordu." diye tafsilata bile
girişiyordu. Köse Vezir hiç cevap vermedi. Kalktı. Kapıyı vurdu. Başını içeri uzatan
sivri kavuklu nöbetçiye:

— Efendimize arzedin. Mühr-i hümâyunlarını kabul ettim... dedi.

Bir sene sonra harp bitmiş, yeniçeriler terbiye edilmiş, sipâhîler nizama
konulmuş, hırsızlar, uğursuzlar temizlenmişti. Devlet yine, eski kuvvetini buldu.
Padişahın gamlı yüzü güldü. Artık neşesi tamamıyle yerine gelmişti. Yalnız
sadrazamına, o nâdan herifin yaptığı ölümden beter şeyin ne olduğunu bilmek
istiyordu. Bir gün bunu sordu. Geçirdiği kırk günlük azabı birden hatırlayınca, yeni
bir tokat yemiş gibi Köse Vezir'in yüzü kıpkırmızı oldu. Verecek bir cevap bulamadı.
Kekeleyerek:

— Hiç Padişahım! dedi. Bu suçsuz köylünün benim için hapsedilmesine vicdanım


razı olmadı... Onu azaptan kurtarayım diye ahdimi bozdum.
.........

(ÖMER SEYFETTİN)

DİYET
Dar kapısından başka aydınlık girecek hiçbir yeri olmayan dükkânında tek
başına, gece gündüz kıvılcımlar saçarak çalışan Koca Ali, tıpkı kafese konmuş
terbiyeli bir arslanı andırıyordu. Uzun boylu, iri pençeli, kalın pazılı, geniş omuzlu bir
pehlivandı. On yıldır bu karanlık in içinde ham demirden dövdüğü kılıç ve namluları
tüm Anadolu’da, tüm Rumeli’de sınır boylarında büyük bir ün kazanmıştı. Hatta
İstanbul’da bile yeniçeriler, satın alacakları kamaların, saldırmaların, yatağanların
üstünde “Ali Usta’nın işi” damgasını arıyorlardı. O, çeliğe çifte su vermesini
biliyordu. Uzun kılıçlar değil, yaptığı kısacık bıçaklar bile iki kat olur, kırılmazdı,
“Çifte su vermek” sanatının, yalnız ona özgü bir sırrı vardı. Yanına çırak almaz,
kimseyle çok konuşmaz, dükkânından dışarı çıkmaz, durmadan uğraşırdı. Bekârdı.
Hısımı, akrabası yoktu. Kentin yabancısıydı. Kılıçtan, demirden, çelikten, ateşten
başka söz bilmez, pazarlığa girişmez, müşterileri ne verirse alırdı. Yalnız savaş
zamanları ocağını söndürür, dükkânının kapısını kilitler, kaybolur, savaştan sonra
ortaya çıkardı. Kentte onunla ilgili birçok hikâye söylenirdi. Kimi “cellat elinden
kaçmış bir çelebi”, kimi “sevgilisi öldüğü için dünyadan elini eteğini vakitsiz çekmiş
garip” derdi. Siyah şahane gözlerinin mağrur bakışından, soylu davranışlarından,
gururlu suskunluğundan, düzgün sözlerinden onun öyle sıradan bir adam olmadığı
belliydi… Ama kimdi? Nereliydi? Nereden gelmişti? Bunları bilen yoktu. Halk onu
seviyordu. Kentte böyle tanınmış bir ustanın bulunması herkes için ayrı bir övünç
kaynağıydı.
– Bizim Ali…
– Bizim koca usta…
– Dünyada eşi yoktur…
– Zülfikâr’ın sırrı ondadır!.. derlerdi.
Koca Ali en kalın, en katı demirleri mısır yaprağı gibi incelten, kâğıt gibi
yumuşatan sanatını kimseden öğrenmemiş, kendi kendine bulmuştu. Daha on iki
yaşındayken, sert bir beylerbeyi olan babasının başı vurulmuş, öksüz kalmıştı. Amcası
çok zengindi. Gösterişe düşkün bir vezirdi. Onu yanına aldı. Okutmak istedi. Belki
devlet katında yetiştirecek, büyük görevlere çıkaracaktı. Ama Ali’nin yaratılışında
“başkasına gönül borcu olmak” gibi bir sızlanmaya yer yoktu. “Ben kimseye eyvallah
etmeyeceğim,” dedi. Bir gece amcasının konağından kaçtı. Başıboş bir adsız gibi
dağlar, tepeler, dereler aştı. Adını bilmediği ülkelerde dolaştı. Sonunda Erzurum’da
yaşlı bir demircinin yanına girdi. Otuz yaşına kadar Anadolu’da uğramadığı kent
kalmadı. Kimseye boyun eğmedi. Gönül borcu olmadı. Ekmeğini taştan çıkardı.
Alnının teriyle kazandı, içinde “kutsal ateş”ten bir alev bulunan her yaratıcı gibi, para
için değil, sanatı, sanatının zevki için çalışıyordu. “Çeliğe çifte su vermek” onun
aşkıydı. Gönüllü olarak savaşlara gittiği zamanlar yeniçerilerin, sipahilerin,
sekbanların arasında, Ali Usta, işinin övgüsünü duydukça tadı dille anlatılmaz bir
mutluluk duyardı. Ölünceye kadar böyle hiç durmadan çalışırsa daha birkaç bin
gaziye kırılmaz kılıçlar, kalkanlar parçalayan çelik yatağanlar, zırhlar, keskin ağır
saldırmalar yapacaktı. Bunu düşündükçe gülümser, tatlı tatlı yüreği çarpar, ruhundan
kopan bir atılımla örsünün üzerinde milyonlarca kıvılcım tutuştururdu.
– Tak!
– Tak, tak!…
– Tak, tak!
İşte bugün de sabah namazından beri durmadan on saat uğraşmıştı. Dövdüğü
eğri namluyu örsünün yanındaki su fıçısına daldırdı. Ocağının sönmeye başlayan
ateşine baktı. Çekici bırakan eliyle terini sildi. Kapıya döndü. Karşıki mescitte
dokunaklı dokunaklı akşam ezanı okunuyor, bacasının tepesindeki yuvada leylekler
sonu gelmez bir takırdı koparıyorlardı. İkindi abdesti daha duruyordu. Yalnız ellerini
yıkadı. Kuruladı. Yenlerini indirdi. Saltasını omzuna attı. Dışarıya çıktı. Kapısını
iyice çekti. Kilitlemeye gerek görmezdi. Uzun alandan mescite doğru yürüdü…
Kentin kenarındaki bu gösterişsiz tapınağa hep yoksular getirdi. Minaresi sokağa
bakan küçük bir pencereydi. Müezzin buradan başını çıkarır, ezanını okurdu.
Koca Ali mescide girince her zamankinden fazla kalabalık gördü. Hep üç
kandil yakılırken bu akşam ramazan gibi bütün kandiller yanmıştı. Daha namaz safları
dizilmemişti. Kapının yanına çöktü. Yanında alçak sesle konuşanların sözlerine
istemeye istemeye kulak kabarttı. Konya’dan iki garip dervişin geldiğini, yatsı
namazına kadar Mesnevi okuyacaklarını duydu.
Akşam namazı kılınıp, bittikten sonra mescittekilerin bir bölümü çıktı. Koca
Ali yerinden kımıldamadı. Zaten biraz başı ağrıyordu. “Mesnevi dinler, açılırım!”
dedi. Büyük bir gönül rahatlığı içinde, iki garip dervişin ruhu ürperten ezgileriyle
kendinden geçti. Her âşık gibi onun yüreğinde de sonsuz bir kendinden geçiş, bir
coşku, bir kaynaşma yeteneği vardı. En küçük bir nedenle coşardı. Anlamını
çıkaramadığı bir dilin gizemli uyumu, durgun kanını sular altında saklı derin bir su
çevrintisi gibi kaynattı. Her yanı nedensiz bir sarsıntıyla titriyor, sökülmez bir hıçkırık
boğazına düğümlenir gibi oluyordu. Yatsı namazını kıldıktan sonra mescitten çıkınca,
doğru dükkânına giremedi. Yürüdü. Uykusu yoktu. Ilık, yıldızlı bir yaz gecesiydi.
Samanyolu, sarı altın tozundan göz alabildiğine bir bulut gibi göğün bir yanından
öbür yanına uzanıyordu. Yürüdü, yürüdü. Kentten mandıralara giden yolun geçtiği
tahta köprüde durdu. Kenara dayandı. Geniş derenin dibine yansıyan yıldızlar, ışıktan
çakıltaşları gibi parlıyor, şırıldıyordu. Kenardaki karanlık top söğütlerde bülbüller
ötüyordu. Daldı, gitti. Saatlerce kımıldamadı. Dinlediği ezgilerin ruhunda kalan
uyumlarını işitiyor, tıpkı mescitteki gibi kendinden geçiyordu. Ansızın arkasından bir
ses:
– Kimdir o?… diye bağırdı.
Daldığı tatlı düşten uyandı. Döndü. Köprünün öbür yanında iki üç karaltı
ilerliyordu. Elinde olmadan karşılık verdi:
– Yabancı yok!
– Kimsin?
– Ali…
Gölgeler yaklaştı. Bir adım kalınca onu giyiminden tanıdılar:
– Koca Ali… Koca Ali, be!
– Sen misin, Ali Usta?
– Benim!
– Ne arıyorsun bu saatte buralarda?
– Hiç…
– Nasıl hiç? Suya çekicini mi düşürdün yoksa!…
Bunlar kent subaşısının adamları, bekçilerdi. Kol geziyorlardı. Ne diyeceğini
şaşırdı. Geceleri afyon yutan bu serseriler, namuslular gözünde hırsızlardan,
uğursuzlardan daha korkunçtu. Kendilerinden başka dışarıda bir gezeni yakaladılar
mı, dayaktan canını çıkartırlardı. Ama, ona kötü davranmadılar. Bekçibaşı:
– Ali Usta, sen deli mi oldun? dedi.
– Yok.
– Böyle gece yarısına yakın değil, hatta yatsıdan sonra sokakta, hele böyle kentin
kıyısında kimsenin dolaşmasına ağamızın izin vermediğini bilmiyor musun?
– Biliyorum.
– Ee, ne arıyorsun buralarda?
– Hiç…
– Nasıl hiç…
Koca Ali yine ses etmedi. Bekçiler onun namuslu bir adam olduğunu
biliyorlardı. Hırpalamadılar. Yalnız:
– Haydi yerine git, dolaşma… dediler.
Geldiği yollardan hızlı hızlı dönen Koca Ali, ruhunda demin dinlediği uyumu
tekrarlıyordu. Bülbüller keskin keskin ötüyor, uzaktan mandıraların köpekleri
havlıyorlardı. Sokakta hiç kimseye rastgelmedi. Dükkânının önüne gelince durdu.
Bacasının üstündeki leylek uyumamış, kefenli bir görüntü gibi ayakta duruyordu.
Kapısı aralıktı. Çıkarken sıkı sıkıya kapadığını hatırladı:
– Tuhaf, rüzgâr açmış olacak!… dedi.
İşine yaramazdı ki, hırsız aşırmak sıkıntısına girsin…
İçeriden kapıyı sürmeledi. Bekçilerin karışması canını sıkmıştı. İşte kentte
yaşamak da bir türlü tutsaklıktı. Öte yandan da dağ başında, köyde sanatı geçmezdi.
Birden ağır bir yorgunluk duydu. Kandilini yakmaya üşendi. Ocağın soluna gelen
alçak musandıraya el yordamıyla çıktı. Büyük bir ayı pöstekisinden oluşmuş
yatakçığına uzandı.
Sıçrayarak uyandı. Kapısı vuruluyordu. Uyku sersemliğiyle:
– Kim o? diye haykırdı.
– Aç çabuk.
Sabah olmuştu. Kapının aralıklarında bembeyaz ışık çizgileri parlıyordu. O hiç böyle
dalıp kalmaz, güneş doğmadan uyanırdı. Doğruldu. Musandıradan atladı.
Ayakkabılarını bulmadan yürüdü. Hızla sürmeyi çekti. Birdenbire açılan kapının
dükkânı dolduran aydınlığı içinde, palabıyıklı, yüksek kavuklu Bekçibaşı’yı gördü.
Arkasında keçe külâhlı, çifte hançerli genç yamakları da duruyorlardı. “Ne var?” der
gibi yüzlerine baktı. Bekçibaşı:
– Ali Usta, dükkânı arayacağız! dedi. Koca Ali şaşkınlıkla sordu:
– Niçin?…
– Bu gece Budak Bey’in mandırasında hırsızlık olmuş.
– Ee, bana ne?…
– Onun için işte dükkânı arayacağız.
– O hırsızlıktan bana ne?
– Hırsızlar çaldıkları bir kuzuyu köprünün altıda kesmişler. Meşin keselerin içindeki
paraları alarak bir tanesini oraya bırakmışlar.
– Bana ne?…
– O keselerden bir tanesini de bu sabah senin dükkânın önünde bulduk… Sonra… Şu
eşiğe bak. Kan lekeleri var!
Koca Ali, kamaşan gözleriyle kapısının temiz eşiğine bakh. Gerçekten el kadar
bir kan lekesi sürülmüştü. O, bu kırmızı lekeye dalgın dalgın bakarken, palabıyıklı
bekçi:
– Hem bu gece, geç saatte ben seni köprünün üstünde gördüm, orada ne arıyordun?
dedi.
Koca Ali yine verecek bir karşılık bulamadı. Önüne baktı:
– Arayın… diyerek geri çekildi. Bekçiyle yamakları dükkâna
girdiler. Örsün yanından geçen yamaklardan biri haykırdı:
– Ay! İşte, işte…
Koca Ali elinde olmadan, bekçinin baktığı yana gözlerini çevirdi. Yeni
yüzülmüş bir deri gördü. Şaşırdı. Yamaklar hemen deriyi yerden kaldırdılar. Açtılar.
Daha ıslaktı. Bir ağalarının, bir de suçlunun yüzüne bakıyorlardı. Bekçibaşı köpürerek
sordu:
– Çaldığın paraları nereye sakladın?
– Ben para çalmadım.
– İnkâr etme, işte kuzunun derisi dükkânında çıktı.
– Ya kim koydu?
– Bilmiyorum.
Koca Ali öyle uzun boylu konuşmazdı. Subaşının karşısına çıkartıldığı zaman
da, gece geç saatte köprünün üstünde ne aradığını anlatamadı. Bekçilerin bulduğu
bütün kanıtlar aleyhine çıkıyordu. Budak Bey’in yeni sattığı beş yüz koyunun parası
da mandıradan çalınmıştı. İki güçlü hırsız, bekçi çobanı sımsıkı bağlamışlardı. Sonra
canını çıkarıncaya kadar dövmüşler, hatta işkence için bir kolunu da kırmışlardı.
Ertesi gün yargıcın önünde bu çoban, hırsızın birini Koca Ali’ye benzettiğini söyledi.
Gece geç saate kadar dükkânına gelmemesi, derinin dükkânda, para keselerinden
birinin kapısı önünde bulunması, Koca Ali’nin suçlanmasına yetti. Ne kadar inkâr etse
hırsızlık suçunu silemiyordu. Üstelik nereden geldiği, nereli olduğu da belli değildi.
Sol kolunun kesilmesine karar verildi.
Koca Ali bu kararı duyunca, ömründe ilk kez sarardı. Dudaklarını ısırdı.
Karara boyun eğmekten başka yolu yoktu… Sendeleyerek ayağa kalktı. Yargıca dik
bir sesle:
– Kolumu bırakın, kafamı kesin! diye dilekte bulundu.
Bu, ömründe onun ilk dileğiydi. Ama yaşlı yargıç hak yemez biriydi.
– Hayır oğlum, dedi. Sen adam öldürmedin. Eğer çobanı öldürseydin, o zaman kafan
giderdi. Ceza suça göredir. Sen yalnız hırsızlık ettin. Kolun kesilecek Hak böyle
istiyor. Yasaların kestiği yer acımaz…
Koca Ali’nin kolu kafasından çok değerliydi. Çeliğe “çifte su”yu bu iki
koluyla veriyor, bu iki eliyle sınırlarda dövüşen binlerce gaziye çelik kalkanları kıran,
ağır zırhları yırtan, demir tolgaları ikiye biçen tüy gibi hafif kılıçlar yetiştiriyor, yok
pahasına, pir aşkına çalışıyordu.
Onu, Ağa kapısında bekçilerin odası altına kapattılar. Cezanın uygulanacağı
günü burada bekliyor, hiç sesini çıkarmıyor, çolak kalınca örsünün başında çekiç
vuramayacağını düşünerek, tanrısı ölen inançlı bir kişinin yasını duyuyordu. Kolunun
diyetini verecek on parası yoktu… Şimdiye kadar para için çalışmamıştı.
Bütün kent halkı, Koca Ali gibi büyük bir ustanın kolu kesileceğine acıdı. Bu
kadar yakışıklı, mert, çalışkan, güçlü, güzel bir adamın ölünceye kadar sakat
sürünmesine en duygusuz gönüller bile dayanamıyordu.
İşte herkes onu seviyordu.
Sipahiler onlara çok ucuza kılıç döven bu adamı kurtarmaya sözleştiler.
Kentin en büyük zengini Hacı Mehmet’e başvurdular; bu adam Karun kadar mal
sahibi olduğu halde son derece cimriydi. Hâlâ kentin pazar yerinde küçük bir
dükkânda kasaplık yapıyordu. Düşündü, taşındı; nazlandı. Suratını ekşitti. Başını
salladı: Ama sipahilerle iyi geçinmek gerekiyordu.
– Değil mi ki siz istiyorsunuz, dedi. Ben de onun kolu için diyet veririm. Ama bir
koşulum var.
– Ne gibi? diye sordular.
– Varın kendisine söyleyin. Eğer ben ölünceye kadar bana, hiç para almadan
hizmetçilik, çıraklık etmeye yanaşırsa…
– Pekâlâ, pekâlâ…
Sipahiler, Ağa kapısına koştular. Hacı Kasap’ın önerisini Koca Ali’ye
söylediler. O, önce “kasaplık bilmediğini” ortaya sürdü. Kabul etmek istemiyordu.
Sipahiler:
– Adam sen de! Kasaplık iş mi? O kadar savaş gördün. Kılıç salladın. Bağlı koyunu
yere yatırıp kesemez misin? diye üstelediler. “Kula kul olmak”, ölümlü dünyada
“birisine gönül borcu duymak” acıların en büyüğüydü.
O daha çok gençken, vezir amcasının kayırmasını bile çekememiş, gönül
borcu altında kalmamak için aile ocağından kaçmış, gurbet ellerine atılmıştı. Şimdi
kör talihi, onu bak kime köle edecekti? Sipahiler:
– Hacı’nın yaşı yetmişi aşmış… Zaten daha ne kadar yaşar ki… O ölünce yine sen
özgür kalır, bize kılıç yaparsın. Haydi, düşünme usta, düşünme! diyorlardı.
Hacı Kasap, kesilecek kolun diyetini yargıca saydığı gün Hoca Ali’yi arkasına
taktı. Dükkânına getirdi. Bu adam pek titiz, pek huysuz, oldukça çekilmez biriydi. Hiç
durmadan dırdır söylenirdi. Cimriliğinden şimdiye kadar bir hizmetçi, bir çırak
tutamamıştı. Koca Ali’yi eline geçirince hemen dükkânının köşesinde bir set
yerleştirdi. Üstüne bir şilte koydu. Geçti, oraya oturdu. Her şeyi ona yaptırmaya
başladı. Ama her şeyi… Sabah namazından beş saat önce kentten iki saat ötedeki
mandırasından o gün satılacak koyunları ona getirtiyor, ona kestiriyor, ona
yüzdürüyor, ona parçalatıyor, ona sattırıyor… ta akşam namazına kadar durmadan
buyruklar veriyordu. Zavallıya yedirdiği, içirdiği yalnız bulgur çorbasıydı. Bazen
kendi artıklarını köpeğe verir gibi önüne atardı. Geceleri dükkânı baştan aşağı
yıkatıyor, uykuya yatmadan ertesi sabah için koyun getirmek üzere mandırasına
yolluyordu. Odununu bile ormandan ona kestiriyor, suyunu ona taşıtıyor, her işi, her
işini ona gördürüyordu. Hatta evinin bahçesindeki lağım kuyusunu bile ona temizletti.
Koca Ali sade suya bulgur çorbasıyla bu kadar sıkıntıya yıllarca göğüs
gerebilecekti. Ama Hacı Kasap’ın ikide bir:
– Ulan Ali!… Kolunun diyetini ben verdim. Yoksa çolak kalacaktın!… diye yaptığı
iyiliği tekrarlamasına dayanamıyordu. Bir gün, iki, üç gün dişini sıktı. Durmadan
çalıştı. Gece uyumadı. Gündüz koştu. Efendisinin karşısında elpençe divan durdu.
Yine:
– Kolunun diyetini ben verdim.
–…
– Şimdi çolak kalacaktın, ha…
–…
– Benim sayemde kolun var.
–…
Hacı Kasap bu sözleri âdeta “aferin” dercesine diline dolamıştı. Her
buyruğunun yerine getirilmesinden sonra kır sakallı, çirkin, sıska yüzünü ekşiterek,
mavi çukur gözleriyle onu tepeden tırnağa kadar süzer, “Aklında tut, benim
tutsağımsın!” der gibi verdiği diyeti hatırlatırdı. Koca Ali susar, yüreğinin
parçalandığını, göğsüne sıcak sıcak bir şeyler yayıldığını, kilitlenen çenelerinin
çatırdadığını, şakaklarının attığını duyardı. Geceleri uyuyamıyor, gündüzleri
uğraşırken, mandıraya gidip gelirken, salhanede koyunları yüzerken, müşterilere et
keserken, “Ne yapacağım, ne yapacağım?” diye düşünüyor, hiçbir şeye karar
veremiyordu. Dünyada kimseye eyvallah etmeyerek azla yetinip, gururun mutluluğu
için yaşamak isterken başına gelen bu bela neydi?
Kaçmayı namusuna yediremiyordu. İşte o zaman gerçekten hırsızlık etmiş
olacaktı. Ama bu herifin ikide bir de yaptığını başa kakmasına dayanmak ölümden
pek güç, ölümden pek acı, ölümden pek ağırdı…
Hacı Kasap’a köle olduğunun tam haftasıydı. Günlerden cumaydı. Yine
erkenden mandıraya gitmiş, koyunları getirmiş, salhanede yüzmüş, dükkândaki
çengellere asmıştı. Tezgâhın solundaki büyük, yağlı siyah taşta satırları biliyor, yine
“Ne yapacağım, ne: yapacağım?” diye düşünüyor, dudaklarını ısırıyordu. Daha
efendisi gelmemişti. Satırları bitirince büyük bıçakları bilemeye başladı.
“Ne yapacağım, ne yapacağım?” diye düşünmeye öyle dalmıştı ki, kasabın
geldiğini duymadı. Ansızın uğursuzun boğuk sesi yüreğini ağzına getirdi:
– Ne yapıyorsun be?…
Döndü. Efendi köşesine oturmuş, çubuğunu tüttürüyordu:
– Bıçakları biliyorum, dedi.
– Hay tembel miskin hay!… Sabahtan beri ne yaptın?
Ses çıkarmadı. Kapakları çürümüş bu küçük, bu hain, bu yılan gözlere
kırpmadan baktı, baktı. İhtiyar beklemediği bu acı bakışa kızdı. Sordu:
– Ne bakıyorsun?
–…
Koca Ali sesini çıkarmıyor, bir hafta içinde belki beş yıllık hizmetini durup
dinlenmeden gördüğü halde onu yine “tembel, miskin” diye kötülemekten sıkılmayan
bu kötü insanı ezici bir bakışla süzüyordu. Yine yüreği parçalanır gibi oluyor,
göğsüne sıcak bir şeyler yayılıyor, çeneleri kilitleniyor, şakakları zonkluyordu. Bir
anda bu titreme durdu. Koca Ali gözlerini açtı. Bir hafta buna nasıl dayanmıştı?
Şaşırdı. Hacı Kasap çubuğu yanına bıraktı. Hizmetçisinin bu ağır bakışından
kurtuluvermiş gibi dırlandı:
– Kolunun diyetini benim verdiğimi unutuyorsun galiba! dedi. Ben olmasaydım şimdi
çolak kalacaktın…
Koca Ali yine karşılık vermedi. Acı acı gülümsedi. Kızardı. Sonra birden
sarardı. Hızla döndü. Bilediği satırların en büyüğünü kaptı. Sıvalı kolunu, yüksek
kıyma kütüğünün üstüne koydu. Kaldırdı, ağır satırı öyle bir indirdi ki… O anda
kopan kolunu tuttu. Gördüğü şeyin ürperticiliğinden gözleri dışarı fırlayan Hacı
Kasap’ın önüne:
– Al bakalım, şu diyetini verdiğin şeyi! diye hızla fırlattı. Sonra giysisinin kolsuz
kalan yenini sıkı bir düğüm yaptı. Dükkândan çıktı.
Onun bir zamanlar geldiği yer gibi, şimdi gittiği yeri de, kentte kimse
öğrenemedi. ( ÖMER SEYFETTİN)
KAŞAĞI

Ahırın avlusunda oynarken aşağıda, gümüş söğütler altında görünmeyen


derenin hazin şırıltısını duyardık. Evimiz iç çitin büyük kestane ağaçları arkasında
kaybolmuş gibiydi. Annem İstanbul’a gittiği için benden bir yaş küçük kardeşim
Hasan’la artık Dadaruh’un yanından hiç ayrılmıyorduk. Bu, babamın seyisi yaşlı bir
adamdı. Sabahleyin erkenden ahıra koşuyorduk. En sevdiğimiz şey atlardı.
Dadaruh’la beraber onları suya götürmek, çıplak sırtlarına binmek ne doyulmaz bir
zevkti. Hasan korkar, yalnız binmezdi. Dadaruh, onu kendi önüne alırdı. Torbalara
arpa koymak, yemliklere ot doldurmak, ahırı süpürmek, gübreleri kaldırmak en
eğlenceli oyundan bile daha çok hoşumuza gidiyordu. Hele tımar… bu, en zevkli
şeydi. Dadaruh, eline kaşağıyı alıp işe başladı mı tıkı… tık… tık! Tıpkı bir saat gibi…
Yerimde duramaz:

“Ben de yapacağım”, diye tuttururdum. O zaman Dadaruh beni Tosun’un


sırtına koyar, elime kaşağıyı verir:

“Haydi yap”, derdi.

Bu demir aleti hayvanın üstüne sürer ama o ahenkli tıkırtıyı çıkaramazdım.

“Kuyruğunu sallıyor mu?”

“Sallıyor.” “Hani bakayım?”


Eğilirdim, uzanırdım. Ancak atın sağrısından kuyruğu görünmezdi.

Her sabah ahıra gelir gelmez:

“Dadaruh, tımarı ben yapacağım”, derdim.

“Yapamazsın.”

“Neden?”

“Daha küçüksün de ondan…”

“Yapacağım.”

“Büyü de öyle.”

“Ne zaman?”

“Boyun at kadar olunca”

“…”

At, ahır işlerinde sadece tımarı beceremiyordum. Boyum karnına bile


varmıyordu. Ama en keyifli, en eğlenceli şey buydu. Sanki kaşağının muntazam
tıkırtısı Tosun’un hoşuna gidiyor, kulaklarını kısıyor, kuyruğunu kocaman bir püskül
gibi sallıyordu. Tam tımar biteceğine yakın huysuzlanır, o zaman Dadaruh:

“Höyt…” diye sağrısına bir tokat indirir; sonra öteki atları tımara başlardı. Ben
bir gün tek başıma kaldım. Hasan’la Dadaruh dere kenarına inmişlerdi. İçimde bir
tımar etme hırsı uyandı. Kaşağıyı aradım; bulamadım. Ahırın köşesinde Dadaruh’un
penceresiz küçük bir odası vardı. Buraya girdim. Rafları aradım. Eyerlerin arasına
falan baktım. Yok! Yok! Yatağın altında yeşil tahtadan bir sandık duruyordu. Onu
açtım. Neredeyse sevincimden haykıracaktım. Annemin bir hafta önce İstanbul’dan
gönderdiği hediyeler içinden çıkan madeni kaşağı, pırıl pırıl parlıyordu. Hemen
kaptım. Tosun’un yanına koştum. Karnına sürtmek istedim. Rahat durmuyordu.

“Galiba acıtıyor”, dedim.

Gümüş gibi parlayan bu güzel kaşağının dişlerine baktım. Çok keskin, çok
sivriydi. Biraz körletmek için duvarın taşlarına sürtmeye başladım. Dişleri bozulunca
tekrar denedim. Yine atların hiçbiri durmuyordu. Kızdım. Öfkemi sanki kaşağıdan
çıkarmak istedim. On adım ilerdeki çeşmeye koştum. Kaşağıyı yalağın taşına
koydum. Yerden kaldırabileceğim en ağır taşı bularak üstüne hızlı hızlı indirmeye
başladım. İstanbul’dan gelen, Dadaruh’un kullanmaya kıyamadığı bu güzel kaşağıyı
ezdim, parçaladım. Sonra yalağın içine attım.

Babam her sabah dışarıya giderken bir kere ahıra uğrar, öte beriye bakardı.
Ben o gün yine ahırda yalnızdım. Hasan, evde hizmetçimiz Pervin’le kalmıştı. Babam
çeşmeye bakarken yalağın içinde kırılmış kaşağıyı gördü. Dadaruh’a bağırdı:
“Gel buraya!”

“…”

Nefesim kesilecekti. Bilmem neden, çok korkmuştum. Dadaruh şaşırdı.


Kırılmış kaşağı meydana çıkınca babam, bunu kimin yaptığını sordu. Dadaruh:

“Bilmiyorum”, dedi.

Babamın gözleri bana döndü, daha bir şey sormadan:

“Hasan”, dedim.

“Hasan mı?”

“Evet, dün Dadaruh uyurken odaya girdi. Sandıktan aldı, sonra yalağın taşında
ezdi.”

“Neden Dadaruh’a haber vermedin?”

“Uyuyordu.”

“Çağır şunu bakayım.”

Çitin kapısından geçtim. Gölgeli yoldan eve doğru koştum. Hasan’ı çağırdım.
Zavallının bir şeyden haberi yoktu. Koşarak arkamdan geldi. Babam çok sertti. Bir
bakışından ödümüz kopardı. Hasan’a dedi ki:

“Eğer yalan söylersen seni döverim!”

“Söylemem.”

“Peki bu kaşağıyı neden kırdın?”

Hasan, Dadaruh’un elinde duran alete şaşkın şaşkın baktı. Sonra sarı saçlı
başını sarsarak:

“Ben kırmadım”, dedi.

“Yalan söyleme diyorum.”

“Ben kırmadım. ”

Babam tekrar: “Doğru söyle, darılmayacağım. Yalan çok kötüdür”, dedi.


Hasan, inkârında inat etti. Babam sinirlendi. Üzerine yürüdü. “Utanmaz yalancı” diye
yüzüne bir tokat patlattı.

“Götür bunu eve, sakın bir daha da buraya sokma. Hep Pervin’le otursun!,”
diye haykırdı. Dadaruh, ağlayan kardeşimi kucağına aldı. Çitin kapısına doğru
yürüdü.
Artık ahırda yalnız oynuyordum. Hasan, evde hapisti. Annem geldikten sonra
da affetmedi. Babam yeri geldiğinde “O, yalancı!”, derdi. Hasan yediği tokat aklına
geldikçe ağlamaya başlar, zar zor susardı. Zavallı anneciğim benim iftira atacağımı
hiç tahmin etmiyordu.

“Aptal Dadaruh atlara ezdirmiş olmasın”, derdi.

Ertesi yıl annem, yaz olunca yine İstanbul’a gitti. Biz yalnız kaldık. Hasan’a
ahır hala yasaktı. Geceleri yatakta atların ne yaptıklarını, tayların büyüyüp
büyümediğini bana sorardı. Bir gün aniden hastalandı. Kasabaya at gönderildi. Doktor
geldi. “Kuşpalazı” dedi. Çiftlikteki köylü kadınlar eve koştular. Birtakım tekir kuşları
getiriyorlar, kesip kardeşimin boynuna sarıyorlardı. Babam yatağının dibinden
ayrılmıyordu.

Dadaruh çok durgundu. Pervin hüngür hüngür ağlıyordu.

“Neden ağlıyorsun?” diye sordum.

“Kardeşin hasta.”

“İyi olacak.”

“Hayır, olmayacak. “

“Ne olacak peki?”

“Kardeşin ölecek!”

“Ölecek mi?”

“…”

Ben de ağlamaya başladım. O hastalandığından beri, Pervin’in yanında


yatıyordum. O gece hiç uyuyamadım. Dalar dalmaz Hasan’ın hayali gözümün önüne
geliyor. “İftiracı! İftiracı!”, diye karşımda ağlıyordu.

Pervin’i uyandırdım.

“Ben Hasan’ın yanına gideceğim”, dedim.

“Neden?”

“Babama bir şey söyleyeceğim.”

“Ne söyleyeceksin?”

“Kaşağıyı ben kırmıştım.”

“Hangi kaşağıyı?”

“Geçen yılki. Hani babamın Hasan’a küstüğü…”


Cümlemi tamamlayamadım. Derin hıçkırıklar içinde boğuluyordum. Ağlaya
ağlaya Pervin’e anlattım. Şimdi babama söylersem Hasan da duyacak, belki beni
affedecekti…

“Yarın söylersin”, dedi.

“Hayır, şimdi söyleyeceğim.”

“Şimdi baban uyuyor, yarın sabah söylersin. Hasan da duyar. Onu öpersin,
ağlarsın, seni affeder.”

“Peki!”

“Hadi şimdi uyu!”

“…”

Sabaha kadar yine gözlerimi kapatamadım. Hava henüz ağarırken Pervin’i


uyandırdım. Kalktık. Ben içimdeki zehirli acıyı kusmak için acele ediyordum. Ne
yazık ki zavallı masum kardeşim o gece ölmüştü. Sofada çiftlik imamıyla Dadaruh’u
ağlarken gördük. Babamın dışarı çıkmasını bek

( ÖMER SEYFETTİN)
YÜKSEK ÖKÇELER

Hatice Hanım, pek genç dul kalmış zengin bir hanımcağızdı. On üç yaşında
iken altmış yaşında bir kocaya vardığı için "izdivaç" denen şeyden nefret etmişti. İşte
hemen hemen on sene vardı ki, erkeğin hayali zihnine, romatizma, balgam, pamuk,
vandoz, tentürdiyot yığınlarından yapılmış pis, abus[1], lanet bir heyulâ şeklinde
gelirdi.
"Gençler başkadır!" diyenlere:
— Aman, aman! Onlar da bir gün olup ihtiyarlamazlar mı? Sonra dertlerini kim
çeker?
Diye haykırırdı.
Başlıca merakı temizlik ve namusluluktu. Göztepe'deki köşkünü, hizmetçi
Eleni ve evlatlığı Gülter'le her sabah beraber temizler, aşçısı Mehmet'i her gün tıraş
ettirir, zavallı Bolulu oğlanı tepeden tırnağa kadar beyazlar giymeye mecbur ederdi.
Eleni de, Gülter de son derece namusluydu. Kileri kitlemezdi, paraları meydanda
dururdu. Hele Mehmet'in namusuna diyecek yoktu. Konuşurken gözlerini kaldırıp
insanın yüzüne bile bakamazdı. Hatice Hanım, köşkten hiçbir yere çıkmadığı için işi
gücü adamlarını teftişti. Habire odaları dolaşır, tavan arasına çıkar, mutfağa inerdi.
Derdi ki:
— Benim gibi olun! Ben kimse ile görüşüyor muyum? Sakın siz de komşuların
hizmetçileriyle, uşaklarıyla konuşmayın. El, insanı azdırır!
Mehmet bile bu nasihati noktası noktasına tutmuştu. Arka bahçedeki
mutfağına değil misafir, hemşeri filan, hatta yabancı bir kedi bile girmiyordu. Hatice
Hanım, belki günde on defa iner, onu yapayalnız tenceresinin başında bulurdu. Hatice
Hanım'ın temizlik, namus merakından başka bir de yüksek ökçe merakı vardı.
Güzeldi, tombuldu, cıvıl cıvıl bir şeydi. Fakat boyu çok kısa olduğu için evin içinde
de bir karışa yakın ökçeli iskarpinler giyerdi. Âdeta bir cambaza dönmüştü.
Bu yüksek ökçelerle merdivenleri takır takır bir hamlede iner, ayağı
burkulmadan bir aşağı, bir yukarı koşar dururdu. Nihayet bir baş dönmesi geldi.
Çağırdığı doktor ilaç filan vermedi:
— Bütün rahatsızlığınıza sebep bu ökçelerdir, hanımefendi dedi, onları çıkarın. Rahat,
yünden, yumuşak bir terlik giyin. Hiçbir şeyiniz kalmaz.
Hatice Hanım, doktorun tavsiye ettiği bu yünden terlikleri aldırdı. Hakikaten
rahattı. İki gün içinde başının dönmesi filan geçti. Dizlerinde, baldırlarında sızı
kalmadı. Fakat böyle, tam vücudu rahat ettiği sırada, ruhu derin bir azap duydu.
Dokuz senelik adamlarının iki gün içinde birdenbire ahlakları bozulmuştu. Eleni'yi
kendi diş fırçasıyla dişini fırçalarken, Gülter'i kilerde reçel kavanozunu boşaltırken
görmüştü. Mehmet'i et günü olmadığı halde bol bir sahan külbastıyı yerken yakaladı.
— Ne oldu bunlara Yarabbim? Bunlara ne oldu?
Diyordu. Bir hafta içinde adamlarının on beşten fazla hırsızlığını,
yolsuzluğunu tuttu. Hele Mehmet'i, komşu paşanın neferleriyle koca bir lenger pirinç
pilavını atıştırırken görünce, hiddetinden ne yapacağını şaşırdı. O gün her tarafı kilit
kürek altına aldı.
— Bakalım şimdi ne çalacaklar?
Dedi. Hakikaten çalınacak hiçbir şey kalmamıştı. Ertesi gün biraz geç kalktı.
Aşağıya indi. Gülter'le Eleni meydanda yoktu. Yürüdü, mutfağa doğru gitti. Gözleri
aralık kapıya ilişince, az daha nefesi duracaktı. Mehmet, ocağın başındaki kısa
iskemleye çökmüş, bir dizine Eleni'yi, bir dizine Gülter'i oturtmuş, kalın kollarını
ikisinin bellerine halattan bir kemer gibi sarmıştı. Hatice Hanım, bu levhanın
rezaletini görmemek için hemen gözlerini kapadı. Fakat kulaklarının kapağı olmadığı
için, konuştuklarını duymamazlık edemedi.
Mehmet diyor ki:
— Ülen Gülter, artık sen şeker filan getirmeyon?
Gülter:
— Her taraf kitli, ne yapayım?
Diyordu. Mehmet, tuhaf bir şapırtı içinde Eleni'ye de:
— Ülen gece niçin gelmiyon? Sana helva yapıp saklayon!
Sualini soruyor, Eleni:
— Ya kalanazağiz vire! Sonra hanım bizi kovazak diye çırpınıyordu.
Aralarında çıtır pıtır bir hasbihal başladı. Hatice Hanım, gözünü açmıyor,
yüreği çarparak merakla dinliyordu. Gülter:
— Ah o terlikler! dedi, her işimizi bozdu. Hanımın geldiği hiç duyulmuyor. Ne
yapsak yakalanıyoruz. Eskiden ne iyiydi. Yüksek ökçelerin takırtısından evin en üst
katında kımıldadığını duyardık.
Hasbihal uzadıkça, kendi göremediği başka rezaletlerin
mufassal[2] hikâyelerini işitiyordu. Dayanamadı. Gözlerini açtı:
— Sizi alçak, hırsız, namussuzlar! Defolun şimdi evimden!
Diye haykırdı. Bu dokuz senelik sadık hizmetçilerini hemen kapı dışarı etti.
Aşçı, işçi, artık eve ne kadar adam aldıysa, hepsi arsız, hırsız, yüzsüz,
namussuz çıkıyordu. Tam iki sene bir adamakıllısına rastgelmedi. Malı mülkü varken,
hiçbir sıkıntısı yokken, bu hizmetçi üzüntüsünden zayıflıyor, sararıp soluyordu. Baktı
olmayacak! Yine yüksek ökçeli iskarpinlerini giydi. Hizmetçilerinin hırsızlıklarını,
uğursuzluklarını, namussuzluklarını göremez oldu.
Benzine kan geldi. Vâkıâ yine, başı dönmeye başladı. Fakat sesi işitilmeyen
ökçesiz terlik giydireceğini düşünerek doktora kendini göstermiyor:
— Hiç olmazsa şimdi yüreğim rahat ya, diyordu.

( ÖMER SEYFETTİN)
PRİMO TÜRK ÇOCUĞU

Serin ve karanlık eylül gecesinin yıldızsız seması altında Selanik, sanki


gündüzkü heyecanlardan, gürültülerden yorulmuş gibi, baygın ve sakin uyumaktadır.
Rıhtım tenhadır. Olimpos Palas’ın, Kristal’in, Splandit Palas’ın, diğer küçük
gazinoların lambaları çoktan sönmüştür. Tramvay yolunu tamir için yığılmış parke
taşlarının ilersinde, denize inen küçük merdivenin başında, hareketsiz bir gölge
dimdik durmaktadır. Gölgenin sahibi tahsilini Paris’te bitirip daha sonra dolgun bir
maaşla İzmir’e giden ve orada aşık olduğu güzel bir İtalyan kızı olan Grazia ile
evlenen genç mühendis Kenan Bey’dir. Kenan Bey Türklüğe, yani medeniyetsizliğe
karşı olan garazi Avrupalılara, onların adetlerine, ananelerine, terbiyelerine,
cemiyetlerine hayran olan ve bunları uygulayan kişiliği ile tanınmaktadır. Nazik ve
şendir. savaşa tamamen karşıdır.
İşte bu gece Kemal Bey kırk sekiz saat boyunca işittikleri, gördükleri
gazetelerde okuduklarının etkisindedir. Son derece rahatsızdır. Çünkü savaş çıkmıştır.
İtalya Trablus’a saldırmıştır. Hayran olduğu, insaniyet hizmet ettiğine inandığı
Avrupalıların önceden önem vermediği hatta bazen çok doğal bulduğu hareketleri
aklına gelmektedir. İlk Fransa’yı hatırlar. Daima fazilete, insaniyete hizmet ettiğini
haykıran bu millet, yüz senedir Afrika’yı kana boyamakta, masum, silahsız insanları
öldürmekte onları esir edip hayatlarını, ruhlarını zaptetmektedir. Daha sonra
İngiliz’leri düşünür ve İspanyol’ları, Almanları hatta Belçika ve Portekiz’lileri en
sonunda da İtalyan’ları düşünür. Hepsi aynıdır. Kenan Bey yıllarca ruhunu zapteden
bu toplumun, Avrupalıların naçiz bir kulu, hizmetçisi olduğunu düşündükçe
kahrolmaktadır.
Düne gelinceye kadar kendisine bile Türküm demeye sıkıldığını ve bu
memlekette kendisi gibi tarihinin büyüklüğünü, mazisinin şerefini, dedelerinin şanını
bilmeyen, inkar eden, milliyetinden uzak ve hatta utanan ne kadar Avrupalılaşmış
renksiz olduğunu düşünerek yürür. Evine gitme düşüncesinden uzaktır. Şuursuz bir
şekilde Splandi Palas’ın önüne gelir. Bir odaya çıkar ve yatağa uzanır. Yaşadığı
olaylar onu şaşırtmış, mevcudiyetini perişan etmiştir. Hakaretin, tecavüzün, itisafın
şiddetinden ansızın uyanan millet, İtalyan mektebinin, acentesinin, hastanesinin, hatta
konsolosluğunun armalarını parçalamış, bayrak direklerini kırmış, sancaklarını
yırtmıştır.
Ne kadar İtalyan varsa şüphesiz kovulacaktır. İtalyan dostu görünecek
bir Türk şüphesiz lanetler, nefretler, içinde tahkir olunacak, memleketten dışarı
çıkarılacaktır. Başı ağrımakta başını arısından gözleri yaşarmaktadır. Yüzükoyun
döner, gözünün önüne zevcesi, çocuğu, evi gelir. O hiç böyle bir günü düşünmemiş
bu ana kadar mesut yaşamıştır. Avrupa’dan geldiği seneyi, gençlik ve bekarlık
günlerini hatırlar. Bir İtalyan’la izdivaç etmek, hayatını birleştirmek ona doğal
görünmüş, hatta iftihar edebilecek bir mümtazlık gibi gelmiştir. Gerçi Grazia ile
evlenmek istediğinde Grazia’nın babası Kenen Bey’in Türk oluşundan dolayı bir
barbar, bir medeniyet düşmanına kızını vermeyi şiddetle reddetmiştir. Daha sonra ise
gerek kişisel menfaatlerini gerekse kızıyla yaptığı bir konuşma sonrasında Kenen
Bey’i Rumeli ve Anadolu’da Türk namı altında yaşayan on yedi milyon Rum’dan biri
olarak değerlendirir. Zira ona göre Türkiye’de sultanın ailesinden başka Türk bir
familya yoktur. Bu düşünceler doğrultusunda Kenan Bey’i kızıyla birlikte
hayallerinde Rum olarak kabul eder ve bu evliliğe izin verir. Kenan Bey’le Grazi’nin
evliliklerinin ilk iki yılında iki erkek çocukları olmuştur. İtalyan adetlerini takip
ederek çocuklarını numara ile çağırırlar. ‘Primo! Sekundo!’ Sekundo hastalanır ve
ölür. Grazia’nın babası Mösyö Vitalis Meşrutiyetin ilanından sonra Türkiye’de işlerin
iyi gitmeyeceğini düşünerek İtalya’ya gider ve çiftlik alarak oraya yerleşir.

Kenen Bey babasının Grazia’yı ve kendisini İtalya’ya çağıracağını düşünür, ne


yapacaktır? Gitmeyeceği kesindir. Grazia’nın kendi tabiiyetini bırakmaya razı olup
olmayacağı aklına gelir. Çocukları ve mutlu bir evlilikleri vardır. Birbirlerini çok
sevmektedirler.
Şakaklarından soğuk terler akmaya başlar. Mendiliyle yüzünü siler. Sabah
olmaktadır, ayağa kalkar uyuyamamaktadır. Otelin kapısından çıkar, tramvaya biner
ve yalısına gelir. Kapıyı hizmetçi kız acar. Grazia ve Premo evde yoklardır. İki yol
sandığı dikkatini çeker. Grazia’nın yolculuğu düşündüğünü anlar. İlk defa
görüyormuşçasına duvarlara, perdelere, eşyalara bakar. Türk hayatına Türk  ruhuna
ait bir gölge bir çizgi yoktur, birden Bursa’daki çocukluğunun geçtiği baba evini
hatırlar. Merdiven başındaki, ceviz ağcından eski ve guguklu saati, yaldızlı kafesin
içindeki sürekli öten kanarya kuşunu ve babasının odasını düşünür. Alçak sedirler ve
kalın halılarla döşeli, vişne renginde perdeleri, duvarlarında asılı olan eğri ve altın
kakmalı kılıçları, kamaları düşünür ve en önemlisi bu odadaki baş sedirin üstündeki
etrafı ipekten ve sırmalı çevrelerle süslenmiş, mert bir Türk ruhundan saçılan iffet,
namus, metanet, istiğna tavsiye eden mısraların yazılı olduğu levhayı hatırlar.
Mısralardan bazıları aklına gelir.
‘Geçme namert köprüsünden, koparmasın seni!’
‘Korkma düşmandan, ki ateş olsa yandırmaz seni!’
‘Müstakim ol, Hazreti Allah utandırmaz seni!’
Babası ne kadar genç dururdu. Gelen misafirlerde, ağalarda ona benzerdi. Bu
levha güya kalplerin, ahlaklarının tercümesiydi. Başı yeşil örtülü annesiyle daima yere
bakan, omzunda hale gibi pembe bir atkı taşıyan mukaddes hemşiresini düşünür.
Tahsilde iken annesi ve babası ölmüş, amcasının yanına giden hemşiresi de oranın
yerlilerinden bir beyle evlenmiştir. Kendisi on senedir ne Bursa’ya gitmiş, ne
akrabalarını görmüş, hatta mallarını bile İstanbul’dan gönderdiği bir vekil vasıtasıyla
satmıştır. Kenan Bey düşünür, düşündükçe iki gündür farkına vardığı mevcudiyetinin
aşağılığını, sefaletini, adiliğini anlar, unuttuğu milliyetinin kıymetini takdir edemediği
esasları için acı bir matem duyar. Vicdan azapları içinde geçen yarım saat ona bir gün
gibi görünmüştür. Kapı zili çalar. Grazia gelmiştir. Ona sabah aldığı kararı nasıl
söyleyeceğinin sıkıntısı içindedir. Grazia Kenan Bey’e dün gece niye gelmediğini ve
onu çok merak ettiğini söyler. Kenan Bey işi olduğunu ve bir otelde kaldığını söyler.
Grazia ilan olunan harpten bahseder. Grazia sabah tercüman ile konuştuğunu hiç
kimsenin bilmediğini, gazetelerin yazmadığı havadisleri öğrendiğini söyler.
Avrupalılar aralarında Fransa’ya Fas’ı, Almanya’ya Anadolu’yu, İtalya’ya Trablus’u,
İngiltere ve Rusya’ya da Acemistan’ı taksim etmişlerdir.
Birkaç ay sonra Rumeli’nin her tarafında bombalar patlayacak, Girit
Yunanistan’a bağışlanacak, Arnavutluk’a, Makedonya’ya, Suriye’ye, Arabistan’a
muhtariyet verilecektir. Sultanlık Avrupalıların himayesine alınarak Türkiye’de de
‘Beynelmilel bir idare’ tesis olunacaktır. Avrupa’nın programı budur. Grazia bunları
çabuk anlatır, tercümanın korkularını tekrar eder. Şimdi hükümet genç Türklerin
elindedir. İki üç ay içinde Selanik’i terk edip İstanbul, İtalya ve yahut başka bir
Avrupa memleketine gidilmelidir, pasaportları bile hazırlatmıştır. Grazia Kenan Bey’e
ne zaman hareket edebileceklerini sorar. Kenan Bey buradan bir yere gitmeyeceğini
söyler. Grazia inanamaz. Peki ben diye sorar. Sen de…bu sırada Primo içeri girer,
yavaş yavaş yürümektedir. Annesi ona hiddetli ve sert bir tavırla önemli bir konu
konuştuklarını söyleyerek dışarı çıkarır. Oysa primo olayların farkındadır. Çünkü
sabah mektebe gitmemiş Rum çocuklarıyla rıhtımda balık tutmaya çalışırken mektep
arkadaşlarından Orhan’ı görmüş ve yanındaki biraz büyükçe olan bir Türk çocuğuyla
tanışmıştır. Bu bir Türk paşasının oğludur. Orhan Primo’ya sorar,
– Senin baban Türk değil mi?
– Primo biraz kızararak niçin soruyorsun der.
– Soruyorum, neye inkar ediyorsun? Senin baban Türk mühendisi değil mi?
– Evet…
– O halde sen de Türksün!…
Primo Türkçe bilmemektedir. Orhan Fransızca olarak elindeki Genç Türklerin
beyannamesini tercüme eder. İtalyan’larla Türklerin muharebe ettiğini anlatır.
Anlatırken en cesur, en asil, en kavi bir millet olduğunu asırlarca bütün Asya’ya
hakim olduklarını, Atilla’nın Avrupa’yı ezip, köpek gibi inlettiğini, dünyanın en
büyük hükümetini Cengiz’in kurduğunu anlatır. Bir kaç asır evvel Avrupa’yı terbiye
eden bu nesle, Osmanlı Türkleri’ne bütün Avrupalıların saldırdıklarını, mahvetmek
için uğraştıklarını ama başarılı olamayacaklarını söyler. Türklerin eski deniz
muharebelerinden vaktiyle Akdeniz’i bir Türk gölü yaptıklarını, büyük paşa
babasından, mülazım ağabeyinden duyduğu şeyleri oldukça büyüterek,
mübalağalaştırarak, uzun uzadıya hikaye etmektedir. Primo dinler ve o an kendisinin,
babasının Türk oluşundan derin bir iftihar duyar. Rıhtımdaki Rum çocukları onun
bir Türk çocuğu ile saatlerce konuşmasını kıskanırlar. Onu çağırırlar Primo aldırmaz.
Orhan bu sineklerin bir şey yapamayacaklarını ancak taciz etmesini
bildiklerini ve kendilerini rahat bırakmayacaklarını söyleyerek dışarı çıkmalarını
tavsiye eder. Bahçeden çıkarlar, ileride İttihat ve Terakki kulübü önünde dehşetli bir
kalabalık görürler. Kapının yanındaki parmaklık setine siyah esvaplı, sarı bıyıklı,
küçük fesli bir adam çıkmış, namussuz, alçak, korsan İtalyan’ların haberleri yokken,
araları iyiyken dostları iken birdenbire vatanlarına hücum ettiklerini anlatmaktadır.
Onların büyük ve kavi zırhlılarına karşılık, kendilerinin de mukaddes bir hakları
olduğunu bunun onların zırhlılarının karşısındaki kuvvetinden bahsetmektedir. Sonra
bir telgraf okunur. Orhan onu tercüme eder. İtalyan’ların Trablus’ta iki harp gemisi
kayalıklara çarparak batmıştır. Daha sonra nümayişçiler yukarılara doğru
çekilmişlerdir. Primo kapının dibinde bunları düşünür. Dünün hatırasını noktası
noktasına hayalinden geçirir ve göğsünün kabardığını hisseder.
Kapıya döner içeride şiddetli ve heyecanlı konuşma devam etmektedir.
Anahtar deliğinden içeriyi dinler. Annesi burada kalmayacağını söyler Kenan Bey ise
kalırsa artık İtalyan olarak değil Türk olarak kalacağını, gider ve İtalyan olarak kalırsa
aralarındaki münasebetin biteceğini, kendisini boşayacağını ve görüşmemek üzere
ayrılacaklarını söyler. Annesi yüz sene uzunluğunda geçen bir dakika sonunda
cevabını verir. On seneyi, sadakatimi sen düşünmezsen ben hiç düşünmem babamın
yanına gider orada rahibe olur kalırım der. Tek isteği Primo’yu da yanında
götürmektedir. Kenan Bey bu kararı Primo’nun vermesi gerektiğini söyler. Annesi
Primo’yu çağırır. Annesi içeri giren Primo’yu kucaklamak ister. Primo bunu dehşetli
bir ciddiyetle reddeder. Grazia birden bire değişen yavrusunun bu hareketi karşısında
donar. Primo büyük bir adam tavrıyla babasının yanındaki koltuğa oturur. Başını eline
dayar ve gayet garip bir şive ile Fransızca olarak beni niye çağırdınız der. İtalyanca
söylemiyordur. Her ikisi de şaşırırlar.
Kısa bir sessizlikten sonra Kenan Bey savaş çıktığını annesi ile tamamen
ayrılacaklarını ya kendisi ile kalıp Türk olacağını yada annesi ile gidip İtalyan
olacağını söyler ve bu konudaki kararını sorar. Primo oturduğu yerden şiddetle fırlar
Grazia ve Kenan Bey ne yapıyor diye birbirlerine bakarlar. Primo ellerini kalçalarına
dayar, heyecanlı tavrıyla annesini ve babasını süzer ve gayet bozuk bir Türkçe ile
‘Ben. Turko çoçuk. Ben yok İtalyano.. Ben burda… Ben çoçuk Türk.’ diye haykırır.
Grazia hayret ve teessüründen masanın yanındaki sandalyeye yığılır. Kenan Bey
gözlerine ve kulaklarına inanamamaktadır. Primo sonra seri bir hareketle kenardaki
hasır sandalyeyi kaparak kanepeye fırlar ve şiddetle Victor Emmanuel’in resmine
vurarak onu parçalar. Kenan Bey sevinçli ve şuursuz bir şekilde ayağa kalkar,
kanepenin üzerinde, yükseklerden kendisine bakan bu Türk çocuğunu kucaklar onu
göğsüne bastırır alnından öper, öper.

(ÖMER SEYFETTİN)

SEMAVER
- Sabah ezanı okundu. Kalk yavrum, işe geç kalacaksın. Ali nihayet iş
bulmuştu. Bir haftadır fabrikaya gidiyordu. Anası memnundu. Namazını kılmış,
duasını yapmıştı.
İçindeki Cenabı Hak'la beraber oğlunun odasına girince uzun boyu, geniş
vücudu ve çok genç çehresi ile rüyasında makineler, elektrik pilleri, ampuller gören,
makine yağlan sürünen ve bir dizel motoru homurtusu işiten oğlunu evvela
uyandırmaya kıyamadı. Ali işten çıkmış gibi terli ve pembe idi.Halıcıoğlu'ndaki
fabrikanın bacası kafasını kaldırmış, bir horoz vekarıyla sabaha, Kâğıthane sırtlarında
beliren fecri kâzibe bakıyordu. Neredeyse ötecekti.Ali nihayet uyandı. Anasını
kucakladı. Her sabah yaptığı gibi yorganı kafasına büsbütün çekti. Anası yorgandan
dışarıda kalan ayaklarını gıdıkladı. Yataktan bir hamlede fırlayan oğluyla beraber
tekrar yatağa düştükleri zaman bir genç kız kahkahasıyla gülen kadın mesut
sayılabilirdi. Mesutları çok az bir mahallenin çocukları değil miydiler? Anasının
çocuğundan, çocuğun anasından başka gelirleri var mıydı? Yemek odasına kucak
kucağa geçtiler. Odanın içini kızarmış bir ekmek kokusu doldurmuştu. Semaver, ne
güzel kaynardı. Ali semaveri, içinde ne ıstırap, ne grev, ne de kaza olan bir fabrikaya
benzetirdi. Ondan yalnız koku, buhar ve sabahın saadeti istihsal edilirdi.Sabahleyin
Ali'nin bir semaver, bir de fabrikanın önünde bekleyen salep güğümü hoşuna giderdi.
Sonra sesler. Halıcıoğlu'ndaki askeri mektebin borazanı, fabrikanın uzun ve bütün
Haliç'i çınlatan düdüğü, onda arzular uyandırır; arzular söndürürdü. Demek ki, Alimiz
biraz şairce idi. Büyük değirmende bir elektrik amelesi için hassasiyet, Halic'e büyük
transatlantikler sokmaya benzerse de, biz, Ali, Mehmet, Hasan biraz böyleyizdir.
Hepimizin gönlünde bir aslan yatar.Ali annesinin elini öptü. Sonra şekerli bir şey
yemiş gibi dudaklarını yaladı. Annesi gülüyordu. O annesini her öpüşte, böyle bir
defa yalanmayı âdet etmişti. Evin küçük bahçesindeki saksıların içinde fesleğenler
vardı. Ali birkaç fesleğen yaprağını parmaklarıyla ezerek avuçlarını koklaya koklaya
uzaklaştı.Sabah serin, Haliç sisli idi. Arkadaşlarım sandal iskelesinde buldu; hepsi de
dinç delikanlılardı. Beş kişi Halıcıoğlu'na geçtiler.Ali bütün gün zevkle, hırsla,
iştiyakla çalışacak. Fakat arkadaşlarından üstün görünmek istemeden. Onun için
dürüst, gösterişsiz işleyecek. Yoksa işinin fiyakasını da öğrenmiştir. Onun ustası
İstanbul'da bir tek elektrikçi idi. Bir Alman'dı. Ali'yi çok severdi, İşinin dalaveresini,
numarasını da öğretmişti. Kendi kadar usta ve becerikli olanlardan daha üstün
görünmenin esrarı çeviklikte, acelede, aşağı yukarı sporda, yani gençlikte idi.
Akşama, arkadaşlarına yeni bir dost, yeni bir kafadar, ustalarına sağlam bir
işçi kazandırdığına emin ve memnun evine döndü.Anasını kucakladıktan sonra karşı
kahveye, arkadaşlarının yanına koştu. Bir pastra oynadılar. Bir heyecanlı tavla partisi
seyretti. Sonra evinin yolunu tuttu. Anası yatsı namazını kılıyordu. Her zaman yaptığı
gibi anacığının önüne çömeldi. Seccadenin üzerinde taklalar attı. Dilini çıkardı.
Nihayet kadını güldürmeye muvaffak olduğu zaman, kadıncağız selam vermek üzere
idi.Anası:
—  Ali be, günah be yavrum, dedi. Günah yavrucuğum, yapma!
Ali:
—  Allah affeder ana, dedi.Sonra saf, masum sordu:
— Allah hiç gülmez mi?Yemekten sonra Ali, bir Natpinkerton romanı okumaya daldı.
Anası ona bir kazak örüyordu. Sonra yükün içinden lavanta çiçeği kokan şilteler serip
yattılar.Anası sabah namazı okunurken Ali'yi uyandırdı.Kızarmış ekmek kokan odada
semaver ne güzel kaynardı. Ali semaveri, içinde ne ıstırap, ne grev, ne de patron olan
bir fabrikaya benzetirdi. Onda yalnız koku, buhar ve sabahın saadeti istihsal
edilirdi.Ali'nin annesine ölüm, bir misafir, bir başörtülü, namazında niyazında bir
komşu hanım gelir gibi geldi. Sabahları oğlunun çayını, akşamları iki kap yemeğini
hazırlaya hazırlaya akşamı ediyordu. Fakat yüreğinin kenarında bir sızı hissediyor;
buruşuk ve tülbent kokan vücudunda akşamüstleri merdivenleri hızlı hızlı çıktığı
zaman bir kesiklik, bir ter, bir yumuşaklık duyuyordu.Bir sabah, daha Ali uyanmadan,
semaverin başında üzerine bir fenalık gelmiş; yakın sandalyeye çöküvermişti. Çöküş,
o çöküş.Ali annesinin kendisini bu sabah niçin uyandırmadığına hayret etmekle
beraber uzun zaman vaktin geciktiğini anlayamamıştı, Fabrikanın düdüğü, camların
içinden tizliğini, can koparıcılığını terk etmiş ve bir sünger içinden geçmiş gibi yumu-
şak, kulaklarına geldi. Fırladı. Yemek odasının kapısında durdu. Masaya elleri dayalı
uyuklar gibi vaziyetteki ölüyü seyretti. Onu uyuyor sanıyordu. Ağır ağır yürüdü.
Omuzlarından tuttu. Dudaklarım soğumaya başlamış yanaklara sürdüğü zaman
ürperdi.Ölümün karşısında, ne yapsak, muvaffak olmuş bir aktörden farkımız
olmayacak. O kadar, muvaffak olmuş bir aktör.Sarıldı. Onu kendi yatağına götürdü.
Yorganı üstlerine çekti; soğumaya başlayan vücudu ısıtmaya çalıştı. Vücudunu, ha-
yatiyetini bu soğuk insana aşılamaya uğraştı. Sonra, âciz, onu köşe minderinin üzerine
attı, Bütün arzusuna rağmen o gün ağlayamadı. Gözleri yandı, yandı, bir damla yaş
çıkarmadı. Aynaya baktı. En büyük kederin karşısında, bir gece uykusuz kalmış insan
çehresinden başka bir çehre almak kabil olmayacak mıydı?Ali birdenbire zayıflamak,
birdenbire saçlarını ağarmış görmek, birdenbire belinde müthiş bir ağrı ile iki kat
oluvermek, hemen yüz yaşma girmiş kadar ihtiyarlamak istiyordu. Sonra ölüye bir
daha baktı. Hiç de korkunç değildi.Bilakis çehre eskisi kadar müşfik, eskisi kadar
mülayimdi. Ölünün yarı kapalı gözlerini metin bir elle kapadı. Sokağa fırladı. Komşu
ihtiyar hanıma haber verdi. Komşular koşa koşa eve geldiler. O fabrikaya yollandı.
Yolda kayıkla giderken, ölüme alışmış gibi idi.Yan yana, kucak kucağa, aynı
yorganın içinde yatmışlardı. Ölüm munis, anasına girdiği gibi onun bütün
hassasiyetini, şefkatini, yumuşaklığını almıştı. Yalnız biraz soğuktu. Ölüm bildiğimiz
kadar korkunç bir şey değildi. Yalnız biraz soğuktu o kadar...Ali, günlerce evin boş
odalarında gezindi. Gece ışık yakmadan oturdu. Geceyi dinledi. Anasını düşündü.
Fakat ağlayamadı.     
 Bir sabah yemek odasında karşı karşıya geldiler. O, yemek masasının
muşambası üzerinde sakin ve parlaktı. Güneş sarı pirinç maddenin üzerinde
donakalmıştı. Onu kulplarından tutarak, gözlerinin göremeyeceği bir yere koydu.
Kendisi bir sandalyeye çöktü. Bol bol, sessiz bir yağmur gibi ağladı. Ve o evde o, bir
daha kalamadı.Bundan sonra Ali'nin hayatına bir salep güğümü girer.Kış Haliç
etrafında İstanbul'dakinden daha sert, daha sisli olur. Bozuk kaldırımların üzerinde
buz tutmuş çamur parçalarını kırarak erkenden işe gidenler; mektep hocaları, celepler
ve kasaplar fabrikanın önünde bir müddet dinlenirler, kocaman bir duvara sırtlarını
vererek üstüne zencefil ve tarçın serpilmiş salep içerlerdi.Yün eldivenlerin içinde
saklı kıymettar elleri salep fincanını kucaklayan burunları nezleli, kafaları grevli,
ıstıraplı pirinç bir semaver gibi tüten sarışın ameleler, mektep hocaları, celepler,
kasaplar ve bazan fakir mektep talebeleri kocaman fabrika duvarına sırtlarım verirler;
üstüne rüyalarının mabadi serpilmiş salepten yudum yudum içerlerdi.

( SAİT FAİK ABASIYANIK)


SON KUŞLAR

Merhaba!

Kış, Ada’nın her tarafında yerleşebilmek için rüzgârlarını poyraz, yıldız


poyraz, maestro, dıramudana, gündoğusu, batı karayel, karayel halinde seferber ettiği
zaman; öteki yakada yaz, daha pılısını pırtısını toplamamış, bir kenara, oldukça
mahzun bir göçmen gibi oturmuştur. Gitmekle gitmemek arasında sallanır bir halde,
elinde bir pasaport, çıkınında üç beş altın, bekleyen bu güzel yüzlü göçmen tazeyi
benden başka bu Ada’da seven hemen hiç kimse yoktur, diyebilirim. –Övünmek için
değil-
Herkesin yeni başlayacak olan altı-yedi aylık soğuk hayata kendini şimdiden
alıştırmak ve hazırlamak için bir şeyler yapmaya çalıştığı öyle günlerde ben,
tembelliğim, hep kaçanı kovalama huyumla yazın, o güzel göçmenin peşine
düşmüşümdür. Nerede yakalarsam orada kucaklarım onu. Kimi bir çamın gölgesinde
durgun ve güneşsizdir. Kimi bir çalılığın kenarındaki çimenlikte bütün eski
ihtişamıyla daha yeni başlamıştır.

Yazın daha parça parça, lime lime, bohça bohça eşyalarıyla gitmek için fazla
telaş etmediği Ada’nın bu yakasında, hiçbir ev yoktur. Yalnız bir tek kır kahvesi
vardır.

Bir küçük koyun hemen beş-on metre yukarısında, bir apartman terası kadar
ufak bu kır kahvesinin tahta masaları üstünde, hâlâ karıncalar gezer. Hâlâ sinekler
kahve fincanının etrafına konarlar. Bütün sesler kesilmiştir. Kimi gökyüzünden bir
uçak homurtusu gelir. İçindeki, şimdi Yeşilköy’e inecek yolcuları düşündüğüm,
yalnız bu yazıyı yazarken oldu. Ondan evvel de uçaklar geçmişti. Ama hiç içindeki
Yeşilköy’e neredeyse ineceklerini, daha şu iki satırın sonunda inmiş bile olduklarını
düşünmemiştim.

Kahvecinin kendisi sevimsiz bir adamdır. Kahveciden çok, ters bir devlet
memuru hüviyeti taşır. Hastalıklı olmasa, doktorlar fazla yorulmamasını salık
vermemiş olsalar, dünyada kahveci olmazdı. Tersine, ben ömrümce iyi bir kahve
bulamadığım için, kahveci olmamışımdır. Bir kır kahvesi, bir köyün kahvesinin üç-
beş gediklisi… bundan güzel bir ömür mü olur, elli-altmış senelik yaşam, bundan
güzel.

Ağaçtan ağaca serilmiş beyaz çamaşırlar bu kadar durgun, güneşsiz, ıslak bir
şekilde ılık havada hiç kurumayacaklar. Bu kedi, tahta masanın üstüne çıkmış,
köpeğime durmadan homurdanacak mı? Sandalyenin üstündeki vişneçürüğü
rengindeki delik çoraplar… Asmanın yaprakları daha yemyeşil. Bizim bahçedeki
kurudu bile.

Deniz, Bozburun’a doğru başını almış gidiyor. Uzaklarda görünen, İstanbul’un


neresi kim bilir? Sesler neden gelmiyor?

Bir başka uçağın sesi gelmeye başladı. Bizim Ada, uçakların geçtikleri bir yol
güzergâhı olmalı ki, hep ya üstümden, ya da solumdan geçip gidiyorlar. Kedi sustu.
Köpeğim gözünü kapadı. Karga sesleri geliyor şimdi de. Vaktiyle bu Ada’ya bu
zamanda kuşlar uğrardı. Cıvıl cıvıl öterlerdi. Küme küme bir ağaçtan ötekine
konarlardı.

İki senedir gelmiyorlar.

Belki geliyorlar da ben farkına varmıyorum…

Sonbahara doğru birtakım insanların çoluk çocuk ellerinde bir kafes, Ada’nın
tek tepesine doğru gittiklerini görürdüm. İçim cız ederdi.
Büyüklerin ellerinde birbirine yapışmış, pislik renginde acayip çomaklar vardı.

Bunlarla bir yeşil meydanın kenarına varır, bunları ufacık ağacın altına
çığırtkan kafesiyle bırakırlar, ağacın her dalına ökseleri bağlarlardı. Hür kuşlar,
kafesteki çığırtkan kuşun feryadına, dostluk, arkadaşlık, yalnızlık seslerine doğru bir
küme gelirler. Çayırlıkta bir başka ağacın gölgesinde birikmiş çoluklu çocuklu
kocaman, bir müddet bekleşirler. Sonra kuşların üşüştüğü ağaca doğru yavaş yavaş
yürürlerdi. Ökselerden kurtulmuş dört-beş kuş, bir başka ökseye doğru şimdilik uçup
giderken, birer damlacık etleriyle birer tabiat harikası olan kuşları toplarlar, hemen
dişleriyle oracıkta boğarlardı. Ve hemen canlı canlı yolarlardı.

Hele bir tanesi vardı, bir tanesi. Çocukları bu işe seferber eden de oydu.
Ökseleri cumartesi gecesinden hazırlayan da… Konstantin isminde bir herifti.
Galata’da yazıhanesi vardı. Zahire tüccarıydı. Kalın, tüylü bilekleri, geniş göğsü,
delikleri kapanıp açılan üstü kara kara benekli bir burnu, deriyi yırtmış da fırlamış
gibi saçları, kısa kısa yürümesi, kalın kalın bir gülmesi.

O esmerle sarışın arası isketelerin bir damlacık etlerinden yapacağı pilavın


hazzıyla pırıl pırıl yanan krom dişleriyle nasıl koparırdı kuşun imiğini, bir
görseydiniz…

Hani sessiz, zenginliğini bile belli etmez, mütevazı adamdı da… Konu
komşusu da severdi hani. Hiçbir şeye, hiçbir dedikoduya karışmazdı. Sabahleyin işine
kısa kısa adımlarla koşarken, akşam filesini doldurmuş vapurdan çıkarken görseniz;
iriliğine, sallapatiliğine, Karamanlı ağzı konuşuşuna, basit ama hesaplı fikirlerine, iki
kadeh atmışsa yine basit, sevimli şakalarına karşı, hakkında kötü bir hüküm de
vermezdiniz. Kendi halinde, işi yolunda, hesaplı yaşayan bin bir tanesinden bir
tanesiydi.

Havada ve denizdeki tirşe maviliğin üstünde birtakım esmer damlacıklar


görünürdü. Sağa sola oynarlar, sonra bir istikamet tutturur, bu esmer lekecikler geçip
giderlerdi.

Konstantin Efendi onların çok uzaktan geçtiklerini görebilirdi. Gözlerini


kısardı. Esmer lekelerin Adalar istikametinde gittiklerini görür, etrafına bakar, bir
tanıdık görecek olursa gözünü kırpar, gökyüzüne bir işaret çakar:

- Bizim pilavlıklar geldi! derdi.

Kuşlar pek yakından geçmişse, seslerini taklit ederek kalın dudaklarıyla


dişlerinin arasından onlara seslenirdi. Kuşların çoğunca aldandıklarına, bu sesi
duyarak, dost sesi sanıp vapur etrafında bir dönüp uzaklaştıklarına şahit olmuşumdur

Havalar sertleşir, poyrazlar, lodoslar birbirini kovalar, günün birinde


teşrinlerin sonlarına doğru, ılık, hiç rüzgârsız parça parça oynamayan bulutlu, tatlı,
sümbülî günlerde, o, en çığırtkan kafes kuşunu nereden bulursa bulur, mahalle
çocuklarını çağırtır; bin tanesi iki yüz elli gram et vermeyen sakaları, isketeleri,
floryaları, aralarına karışmış serçeleri gökyüzünden birer birer toplardı.

Seneler var ki kuşlar gelmiyor. Daha doğrusu ben göremiyorum. Güzün güzel
günlerini pencereden görür görmez, Konstantin Efendi’nin bulunabileceği sırtları
hesaplayarak yollara çıkıyorum. Bir kuş cıvıltısı duysam kanım donuyor, yüreğim
atmıyor. Hâlbuki sonbahar kocayemişleri, beyaz esmer bulutları, yakmayan güneşi,
durgun maviliği, bol yeşili ile kuşlarla beraber olunca, insana, sulh, şiir, şair, edebiyat,
resim, musiki, mesut insanlarla dolu anlaşmış, sevişmiş, açsız, hırssız bir dünya
düşündürüyor. Her memlekette kıra çıkan her insan, kuş sesleriyle böyle düşünecektir.
Konstantin Efendi mani oluyor. Zaten kuşlar da pek gelmiyor artık. Belki birkaç
seneye kadar nesilleri de tükenecek. Her memlekette kaç tane Konsantin Efendi var
kim bilir? Kuşlardan sonra şimdi de milletin yeşilliğine musallat oldular. Geçen gün
yol kenarındaki yeşilliklere basmaya kıyamayarak yola çıkmıştım. Konstantin
Efendi’nin günlerinden bir gündü. Gökte hiç kuş gözükmüyordu. Evden çıkarken
isketemin kafesine bir incir yapıştırdım. İsketem tek gözünü verip bana dostlukla
bakmış, incir çekirdeğini kırmaya çalışıyordu.

Onu, ev duvarının bir kenarına çaktığım çiviye asmış, yola çıkmıştım. Kuşlar
yoktu şimdi havada ama yolun kenarında yeşillikler vardı ya… Baktım. Bu
yeşilliklerin bazı yerleri sökülmüş. Biraz ileride dört çocuğa rastladım. Yürüyorlar.
Yeşilliklerin en güzel yerlerinde duruyor, bir kaldırım taşı kadar büyük bir parçayı
belle söküyorlar, bir çuvala dolduruyorlardı:

- Ne yapıyorsunuz, yahu? dedim.

- Sana ne? dediler.

Fukara, üstleri yırtık pırtık yavrulardı.

- Canım, neden söküyorsunuz? dedim.

- Mühendis Ahmet Bey söktürüyor.

- Ne yapacak bunları?

- Yukarıda deri tüccarı Hollandalı var ya hani, onun bahçesini düzeltiyorlar da…

- İngiliz çimi alsın, eksin; mademki herif zengin…

- İngiliz çimiyle bu bir mi?

- Bu daha mı iyi?

- İyi de laf mı? Bunun üstüne çimen mi olur? Hollandalı öyle demiş.

Karakola koştum. Polislere haber verdim. Güya menettiler. Gizli gizli, gene
çimenler yer yer söküldü. Mühendis Ahmet Bey’e ceza bile kesilmedi. Belediye
talimatnamesinde, yol kenarlarındaki çimenleri sökmek cezaya mucip olmuyormuş.
Kuşları boğdular, çimenleri söktüler, yollar çamur içinde kaldı.

Dünya değişiyor dostlarım. Günün birinde gökyüzünde, güz mevsiminde artık


esmer lekeler göremeyeceksiniz. Günün birinde yol kenarlarında, toprak anamızın
koyu yeşil saçlarını göremeyeceksiniz. Bizim için değil ama çocuklar, sizin için kötü
olacak. Biz kuşları ve yeşillikleri çok gördük. Sizin içi kötü olacak. Benden hikâyesi.

(SAİT FAİK ABASIYANIK)

SİNAĞRİT BABA
Cehennem nişanında beş sandaldık. Güzel bir ocak akşamı. Hava lodos.
Denize kırmızı rengin türlüsü yayılmış. Çok kaynamış ıhlamur rengindeki yayvan,
geniş, ölü dalgalar. Sandallar ağır ağır sallanıyor, oltalar bekliyor, insanlar susuyor...

Otuz sekiz kulaç suyun altındaki derin sessizliğe, dibindeki dallı budaklı
kayaların arasına yedi rengin en koyusu girer mi şimdi. Sinağrit Baba döner mi avdan.
Pırıl pırıl, eleğim sağma rengi pullarıyla ağır ağır, muhteşem, bir ilkçağ kralı gibi
zengin, cömert, asil ve zalim mantosu ile dolaşır mı kim bilir. Altını, zümrüdü, incisi,
mercanı, sedefi lacivertliğin içinde yanıp sönen sarayını özlemiş, acele mi ediyordu?

Sinağrit Baba ömründe konuşmamış, ömrü boyunca evlenmemiş, ömrü


boyunca yalnız yaşamıştır. Onun kovuğundaki zümrüt pencereden ne facialar
seyretmiştir Sinağrit Baba, ne oltalar koparmıştır. Bu akşam kimin oltasını seçmeli de
artık bitirmeli bu yorucu ömrü. Daha her yeri pırıl pırılken, mantosu sırtında iken,
daha eti mayoneze gelirken bitirmeli bu ömrü. Sonra hesapta bir gün pis bir
"Vatos'un, bir sırtı renksiz, yapışkan ve parazitli bir canavarın dişine bir tarafını
kaptırmak var. İyisi mi, muhteşem bir sofraya kurulmalı, bir zaferle dolu ömrün
sonunu beyaz şarapla, suların üstündeki başka dünyada yaşayan bir akıllı mahluka
kendini teslim etmeli.

Sinağrit Baba oltalardan birini kokladı. Bu balıkçı Hristo'dur: kusurlu adam.


Gözü açtır onun. İçinden pazarlıklıdır. Evet, fukaradır ama, kibirli değildir. Sinağrit
baba fukaralıkta gururu sever. Öteki oltaya geçti. Kokladı. Bu balıkçı Hasan'dır. Geç!
Cart curt etmesine bakma! Korkaktır. Sinağrit Baba cesur insandan hoşlanır. Bir
başka oltaya başvurdu. Balıkçı Yakup iyidir, hoştur, sevimlidir, edepsizdir,
külhanidir. Ama kıskançtır. Kıskançları sevmez Sinağrit Baba, geç. Şu olta, hasisin
tuttuğu olta. Sinağrit Baba cömertten hoşlanır. Ama bu oltaya bir baş vurmaya değer.
Bir baş vurdu. Hasisin oltasının iğnesini dümdüz etti. Sinağrit Baba iğneden kopardığı
yarım kolyozu çiğnemeden yuttu. Hasis, oltasını hızla topladı:

-Vay anasını be, Nikoli! –dedi -, iğneyi dümdüz etti Nikoli'nin oltasının
yemini kuyruğuyla sarsmakta olan Sinağrit Baba, Nikoli'nin bir kusurunu arıyordu.
Onda kusur mu yoktu. Evvela sarhoştu. Sonra ahlaksızdı, kendini düşünürdü ama,
cesurdu, cömertti, hiç kıskanç değildi. Fukaraydı. Kibirliydi de. Sinağrit Baba, kibirli
fukarayı severdi ama, Nikoli'nin kibrini beğenmiyordu. İnsanoğlunda o başka bir şey,
gurura pek benzeyen şey, yerinde, vaktinde bir gurur, o da değil, insanoğlunun
insanlığından, ta saçının dibinden, oltasını tutuşundan beliren, isteyerek olmayan, ama
pek istemeyerek de gelmeyen bir gurur isterdi. Öyle bir elin oltasını düzleyemez,
misinasını kesemez, bedeni fırdöndüsünden alıp gidemezdi. Beş sandalın beşini de
kokladı, beğenmedi.

Sinağrit Baba, kayasının kenarında durmuş, lacivert alem içinde hafifçe


yakamozlanan oltalarla, civalı zokalardan aydınlanan saray meydanını seyrediyordu.
Sinağrit ve mercanlar şehrinin göbeğinde şimdi tatlı tatlı sallanan on beş tane fener
vardı. Öteki kovuklardan mercan balıkları çıkıyor, fenerlerden birine hücum ediyor,
budalaca yakalanıyorlardı. Gözleri büyümüş bir halde yukarı çıkarken dönüp tekrar
aşağıya kadar geliyor, yukarıdaki dünyayı görmeye bir türlü karar veremiyorlardı.
Sinağrit Babaya büyüyen gözleriyle, "Bizi kurtar şu lanetlemeden" der gibi
bakıyorlardı. Sinağrit Baba düşünüyordu. Gidip o yakamoz yapan ipe bir diş vurdu
muydu, tamamdı. Ama hiçbirini kurtarmıyor, hareketsiz duruyordu. Sinağrit Baba
onları kurtarmanın bu kadar kolay olduğunu biliyordu ama, bildiği bir şey daha vardı.
O da ister su, ister kara, ister hava, ister boşluk, ister hayvan, ister nebat aleminde
olsun, bir kişinin aklı ile hiçbir şeyin halledilemeyeceğini bilmesidir. Ancak bütün
balıklar oltaya tutulan hemcinslerini kurtarmanın tek çaresini koşup o yakamoz yapan
ipi koparmak olduğunu akıl ettikleri zaman, bir hareketin bir neticesi ve faydası
olabilirdi. Yoksa, gidip Sinağrit Baba oltayı kesmiş, biraz sonra Sinağrit Baba
tutulduğu zaman kim kesecek? Kim akıl edecek yakamozu dişlemeyi?..

O sırada büyük büyük ışıklar saçan bir olta aşağıya inmişti. Sinağrit Baba
ümitle koştu. Bu oltayı da kokladı. Hiç tanıdığı birisi değildi. Yemi ağzına aldığı
zaman bu olta sahibinin, tam aradığı adam olduğunu bir an sandı. Bu anda da
yakalandı. Kepçeden sandala düştüğü zaman, Sinağrit Baba, büyük gözleriyle
kendisini yakalayana sevinçle baktı. Sinağrit Baba, etrafı kırmızı, içi aydınlık siyah
gözleriyle bir daha baktı. Birdenbire ürperdi. Hiddetinden ayaklarını yere vuran bir
genç kız gibi sandalın döşemesini dövdü. Belki bizim bile bilemediğimiz bir işaret
görmüştü kendisini tutan oltanın sahibinde: Bu adam şimdiye kadar hiç imtihan
geçirmemişti. Ömrü boyunca, cesur, cömert, Sinağrit Baba'nın istediği şekilde mağrur
yaşamıştı. Ama Sinağrit Baba bu adamın ne korkunç bir iki yüzlü köpek olduğunu
bizim göremediğimiz bir yerinden anlayıvermişti. Bütün devirler ve seneler boyunca
kendisini tutan oltanın sahibi ne cesaretini, ne cömertliğini, ne gururunu bir tecrübeye,
bir imtihana tabi tutturmamış, her devirde talihi yaver gitmiş birisiydi. Kimdi, neydi?
Sinağrit Baba da bilemezdi. Ama belki de ölünceye kadar cömert, cesur, mağrur
yaşayacak olan bu adamın şu ana kadar bir defa bile bir imtihana sokulmadığını
anlamıştı. Belki de sonuna kadar bir imtihandan kurtulacaktı. Sinağrit Baba böylesine
hiç rastlamamıştı. Ölmeden evvel adama bir daha baktı. Namuslu, cesur, cömert
ölecek bu adamın hakikatte korkakların en korkağı, namussuzların en namussuzu
olduğunu alnından okuyordu. Bu adam o kadar talihliydi ki, daha ikiyüzlülüğünü
kendi kendisine bile duyacak fırsat düşmemişti. Yoksa Sinağrit Baba yakalanır mıydı?
Sinağrit Baba hırsından tekrar tepindi. Bağırmak ister gibi ağzını açtı. Kapadı.
Sinağrit Baba son nefesini böylece hiçbir insanlık imtihanı geçirmemişin sandalında
pişman ve mağlup verdi.

( SAİT FAİK ABASIYANIK)

HİŞT HİŞT
Yürüyordum. Yürüdükçe de açılıyordum. Evden kızgın çıkmıştım. Belki de
tıraş bıçağına sinirlenmiştim. Olur, olur! Mutlak tıraş bıçağına sinirlenmiş olacağım.

Otların yeşil olması, denizin mavi olması, gökyüzünün bulutsuz ol¬ması,


pekâlâ bir meseledir. Kim demiş mesele değildir, diye? Budalalık! Ya yağmur
yağsaydı... Ya otların yeşili mor, ya denizin mavisi kırmızı ol¬saydı... Olsaydı o
zaman mesele olurdu, işte.

Çikolata renginde bir yaprak, çağla bademi renkli bir keçi gördüm. Birisi
arkamdan:

— Hişt, dedi.

Dönüp baktım. Yolun kenarındaki daha boyunu posunu almamış taze deve
dikenleriyle karabaşlar, erik lezzetinde bana baktılar. Dişlerim kamaştı. Yolda
kimsecikler yoktu. Bir evin damım, uzakta uçan bir iki kuşu, yaprakların arasından
denizi gördüm. Yoluma devam ederken:

— Hişt hişt, dedi.

Dönüp bakmak istedim. Belki de çok istediğim için dönüp bakama¬dım.


Olabilir. Gökten bir kuş, hişt hişt ederek geçmiştir. Arkamdan yı¬lan, tosbağa, bir
kirpi geçmiştir. Bir böcek vardır belki, «hişt hişt» diyen.

— Hişt, dedi yine.

Bu sefer belki de isteksizlikten dönüp baktım, çalıların arasına bi¬risi


saklanıyormuş gibi geldi bana.

Yolun kenarına oturdum. Az ötemde bir eşek otluyor. Onun da ren¬gi çağla
bademi; ağzı, dişleri, kulakları, boynu ne güzel. Otluyor. Otları âdeta çatırdata
çatırdata yiyor. Belki de bu çıtırtılı, çatırtılı sesi «hişt hişt» diye duymuşumdur?
Eşeğin ot koparışının sesinden apayrı bir ses:

— Hişt hişt hişt, dedi.

Hani bazı, kulağınızın dibinde çok tanıdığınız bir ses, isminizi çağırıverir.
Olur değil mi? Pek enderdir. Belki de kendi kafanızın içinden si¬zin sevdiğiniz,
hatırladığınız bir ses, ses olmadan sizi çağırmıştır. Olabilir.

Birdenbire güneşi, buluta benzemez garip ve sarı bir sis kapladı. Bir kirli el,
çağla bademi eşeğin sırtından bir kumaş çekip aldı. Her zaman¬ki kül rengi, yer yer
havı dökülmüş eski mantosunu giydirdi eşeğe. Yola indim. İstediği kadar «hişt» desin,
sahici sulu bir dost olsun. İsterse kimseler olmasın, kendi kendime kulağıma «hişt»
diyen bir divane olayım ben, aldırmayacağım.
Belki bir kuştur. Belki tosbağadır. Belki de kirpidir. Belki de yakın denizden
seslenen bir balık, bir canavardır. Karabataktır. Mihalâki ku¬şudur.

İyisi mi ben kendim «hişt hişt» derim. O zaman tamamı tamamına pek «hişt
hişt» seslenişine 'benzemeyen, benzemesin diye uğraştığım bir mırıldanmadır,
tutturdum.

Birdenbire, önümde bir adamla bir kadın gördüm. Kalpazankaya yolunu


sordular. Üstündesiniz, dedim. Sanki yol hareket etti. Yürümedi¬ler. İki adımda
benden uzaklaştılar. Koyunların arasına yüzükoyun uzan¬mış papazın oğlunu
gördüm. Yüzünden aptal, çilli horoza benzer bir mahlûk kalktı. Ağzının salyasını
sildi. Kuzuyu bacaklarından tuttu. Kuzu ile yere yıkıldı. Kuzuyu burnundan öptü.
Papazın oğlu çirkin, aptal, otuz-birli bir yüzle baktı. Şimdi bir çiçek tarlasındaydım.
Bana «hişt hişt» di¬yen mutlak bir kuştu. Vardır böyle kuşlar. «Cık cık» demezler de,
«hişt hişt» derler. Kuştu, kuş.

Bir adam yer belliyordu. Belin demirine basıyor, kırmızıya çalan bir toprak
altını, üste aktarıyordu.

- Merhaba hemşerim, dedi.

- Ooo! Merhaba, dedim.

Tekrar işine daldı. «Hişt hişt» dedim. Aldırmadı. Bir daha «hişt» dedim. Yine
aldırmadı. Hızlı hızlı «hişt hişt hişt!»

- Buyur beğim, dedi.

- Bir şey söylemedim, dedim.

Küçük parmağını kulağına soktu. Kaşıdı. Çıkarıp parmağına baktı. Belin


sapına siler gibi yaptı.

— Hişt, hişt, dedim.

Yüzünü göğe kaldırdı. Kuşlara baktı. Denize baktı. Dönüp şüphe ile bana
baktı.

- Bu sene enginarlar nasıl, dedim.

- İyi değil, dedi.

- Baklayı ne zaman keseceksin?

- Daha ister, dedi.

Nefes alır gibi «hişt» dedim.


Yine şüphe ile denize, şüphe ile göğe, şüphe ile bana baktı.

- Kuşlar olmalı, dedim.

- Benim de kulağıma bir hışırtı gelir amma, dedi. Ne taraftan gelir? Zati bu sırada şu
kulağım ağırlaştı.

- Bir yıkatmak, dedim. Benim de geçenlerde ağırlaşmıştı...

- Yıkattın mı?

- Yıkatmadım, hacet kalmadı, doktora gittim. Alıverdi; pislikmiş.

- Çocuklar nasıl, diye sordum.

- İyiler, dedi. Dokuzdu sekiz kaldı. Biliyorsun dokuzuncunun macerasını ya...

- Sus, sus, dedim. Yürekler acısı. Haydi, Allaha ısmarladık!

- Haydi, güle güle. Biraz uzaklaşınca:

- Hişt hişt.

Bu sefer yakaladım. Bahçıvandı. Oydu oydu.

- Hadi, hadi, yakaladım bu sefer seni, dedim.

- Yok vallahi, dedi. Vallahi daha kesmedim bakla, senden ne diye

saklayayım, parasıyla değil mi?

-Sen değil misin «hişt hişt» diyen?

— Ben de duyarım bir ses, amma bulamam nereden gelir?

Nereden gelirse gelsin; dağlardan, kuşlardan, denizden, insandan, hayvandan,


ottan, böcekten, çiçekten… Gelsin de nereden gelirse gelsin!... Bir «hişt hişt» sesi
gelmedi mi fena. Geldikten sonra yaşasın çiçekler, bö¬cekler, insanoğulları...

- Hişt hişt!

- Hişt hişt!

- Hişt hişt

( SAİT FAİK ABASIYANIK)


SÜT

Süt…

Senelerden beri yapmadığım şeyi yaptım: süt içtim. dükkânın içinde su buharı,
süt kokusu, insanı ağlatıp uyutacak, kırk sene evvelki bir beşik hatırasına kadar
sürüklüyordu... evet, senelerden beri ne erken uyanmış, ne de süt içmiştim. İşe sütle
başlıyorduk. ne haristi parmaklarımız anamızın göğsünde.

O ne dişsiz bir canavar ağzı idi memedeki. hiç hatırlamıyoruz o günleri. O süte
ağlayan gözlerimizin bulanık, hiç görmediği dünyayı...
Sütle başlayan şarapla bitirdiğimiz günler bu sabah ta ilk çığlığımdan, ilk
açıklamamdan beri olup bittiler. Onlardan hiçbir şey kalmadı. hepsi bu saati, bu
sabahı sütçü dükkânına girdiğim dakikaya kadar getirip kapıdan ayrıldılar.

İlk çığlığım, beşiğim, anamın sütü, aşkım, kinim, kendimi bilişim, şarap, rakı,
kumar, kadın, şehvet, bir dostla geçirdiğim güzel gün, o süt için ağlayan bilmediğim,
hiç bilmeyeceğim çocuk:

"İşte seni burada bırakıyoruz. süt mü içmek istiyordun? poh! biz sütten bıktık.
Ne adammışsın? Yazık! Haydi allahaısmarladık. Mademki şu dükkândan içeriye
girdin. her şey bitti aramızda..."

Dönüp:

"Defolun!" diye bağırdım. Rüzgârın içinde birbirini ezer-cesine kaçıştılar.


Sütçü dükkânına yeni doğmuş gibi girdim. İçimden bir nara atmak geçiyordu. Sanki
yeni bir hayata başlıyordum şimdi böyle her sabah yeniden doğmuş gibi taze
uyanacak, burnumda o sıcak, köpüklü süt damlasının kokusunu, damarlarımda
yumuşak, beyaz bir rüya nezlesi gibi dolaştırıp yine burnuma getirecek, hapşıracağım.
anamdan emdiğim süt burnumdan gelecek. ekmeği, bir sütçü dükkânının köpürmüş
inek sütüyle dolu kâsesine doğrayacağım. yepyeni günler başlayacak. süt kokulu bir
dünyaya erişeceğim. genzimi yakan yanmış zeytin-yağ kokularından uzak sulh ve
hürriyet içinde bir sütlü dünyada kırk iki sene sonra da yeniden doğmuşçasına
yaşayacağım.

Ellerim çatlak, rengim toprak rengi, mağrur ve hür; bu sefer beşikteki canavarı
yenmiş, ama yenerken sakalı da ağarmış bir insan çanağımdaki köpüklü sütü emer
gibi içeceğim.

Dışarıda yağmur yağıyor. ben hâlâ sütçü dükkânındayım. tarihimi atmış,


rahatım. Artık geride özleyeceğim hiçbir şey yok. bütün bunları bana bir çanak süt
etti. Bu ne biçim, ne görülmedik bir kazma imiş ki her penceresinden ışık fışkıran
kocaman hatıralar konağını yıktı.

Dışarıda yağmur yağıyor. yağsın bakalım! Ne zamana kadar yağabilir.


hatırıma bir mısra geliyor:

"Hiç böyleliğin görmemişiz fasl-ı baharın".

İşte o zaman mısralardan, beyitlerden, romanlardan ve kitaplardan kurtulmam


lazım geldiğim düşündüm. yeni bir dünyaya başlıyordum. yepyeni şiirler isterdim.
Yeni romanlar okumalı, yeni resimler seyretmeli, yazmak için yeniden bir başka
türkçe öğrenmeliydim. yeni hisleri, yeni düşünceleri, yeni kitapları arayıp
bulmalıydım. Sütçü dükkânından çıkar çıkmaz demir kapıdan girerken kovduklarım
yeniden etrafımı mı alacaklardı? Yine hep birlikte kötü huylarımıza, itiyatlarımıza mı
dönecektik? Süt kokusu geçmiş zamanla gelecek günlerin zincirinde bir halka bile
değil miydi? Sokağa ve yağmura karıştığım dakikada yanımdan kaçışanlarla buluşup,
"şu sütçü dükkânında ne budalaydım.

Siz bana haber vermiştiniz ya! Kusura bakmayın! İnsan ara sıra böyle oluyor,
aldırmayın, affedin." "Sizi de gücendirdim değil mi?" diyecektim.

Sütçü, "bir bardak daha vereyim mi?" dedi. Bir süt daha içtim. hayır, artık
deminki tesirini yapamıyordu. Yağmurun içindeki her günkü dünya: "hadi çabuk ol.
yeter artık. Gel buraya. Bizimle beraber olman lazım. Böyle biteviye sütçü
dükkânında kalıp, yeniden doğmuş numarasıyla oturamazsın. Seni bekliyoruz. alıp
götüreceğiz. her şey, bütün insanlar seni bekliyor. Onların arasında oynadığın oyunu
bitirmeye mecbursun. Yeniden doğulmaz. doğsan bile n'olacak? Seni iki senede, iki
senede değil, iki günde aynı insan ederiz. aynı kendini düşünen, aynı haris, aynı
kıskanç, aynı kötü huylu, aynı sarhoş, aynı budala oluverirsin. Seni aynıhastalıkla
yıkmak için elimizde her şey var. Hem canım sen nasıl bir dünya istiyorsun?
Görülmemiş, işitilmemiş, tadılmamış, yazılmamış, yaşanmamış... Olur mu böyle şey?
Hadi gel. Dön her günkü hayatına. Akşam artık süt içmeyeceksin. Sana halis, içine su
ile ispirto karıştırılmış pekmez içireceğiz. öylesine hayattan hoşnut olacaksın ki
şimdiki gibi elle tutulamayan, gözle görülemeyen, yalnız işte böyle ara sıra sezeceğin
ümitlerle yapılmamış ama belli, göze görünür şarapla başlayan yalancı
kahramanlıklarla dolu ümitleri bulunca karşında, sabahki halinden utanacaksın.

Yarın sabah yine her sabahki gibi ağzın küflü, yapış yapış, bezgin
uyandıracağız seni."

Dükkânın içindeki köpürmüş süt kokusu duvarlardan rutubet gibi akıyordu


şimdi.

Şapkamı başıma attım. sokağa fırladım. defolun diye bağırdıklarım buhranı


geçmiş bir hastanın yanına yaklaşan doktorlar, hastabakıcılar, gardiyanlar gibi
temkinli, usturuplu yanıma yaklaştılar. Kollarıma girdiler. omzumu sıvadılar, sonra
birdenbire yakama yapıştılar. Birden her günkü hayatın deli gömleğini sırtımda
düğümlenmiş buldum.

Ah, iki bardak süt, sen bana neler ettin.

( SAİT FAİK ABASIYANIK)


HAYAT NE TATLI

Temmuz, öğle vakti. Komşuda bir kadın sesi... Nereye bağırdığı anlaşılmıyor.
Belki çocuğuna haykırıyor. Müezzin'in duvarlarından tahtaboşa bir kedi atladı. Birkaç
ev ötede, bir tavuk gıdaklıyor, bir horoz da ona yardım ediyor, sanki dem tutuyor!

Anası, aşağıda iki komşu hanımla oturmuş, her nedense ateşlenmiş, hızlı
konuşuyor. Belli ki dedikodu yapıyorlar. Tekir kedi, minderin üstüne uzanmış, dört
ayağını germiş, uyuyor. Eski kırık konsolun üstünde kırık fanusları ile anasının
gelinlik Saksonya lambaları, helezonlu, yaldızlı bir çift su bardağı, boncuk kapaklan
altında uyuyup duruyor. Köşede, kara örtü altında "Hilye-i Saadet"... Her şey yerli
yerinde, hayat her vakit olduğu gibi...

Hafız Nuri Efendi, kapının arkasından şemsiyesini aldı, yavaşça sokağa çıktı.
Neden? Bir işi mi var? Birini mi görecekti? Hiç bir işi yok. Hiç çıkmasa da olabilirdi.
Ancak çıkmış bulundu. Ayaklan onu dört yol ağzına doğru götürdü. Bir yanında
bakkal, bir yanda tekkenin mezarlık duvarı, karşısında iki evin arasında bir boş
arsadan demiryolu görünüyordu. Bu boş arsacıkta, yan yatırılmış bir bayram salıncağı
duruyor. Evlerden birinin kamburlaşmış belini üç uzun direkle desteklemişler. Sarı
tenekeden bir tramvay arabası titreyerek, sarsılarak, geçti; Yedikule tarafına gitti.

Sokaklar boş, derviş kılıklı inmeli bir adam, kolunun birini önüne doğru
sallandırarak, ayağının birini sürükleyerek, geçti. Sokak yeniden boş kaldı. Birdenbire
bir gürültü duyuldu. Tren geliyor. Edirne'den gelen bir yük treni, yerleri sarsarak
evleri sarsarak, hızla geçip gidiyor. Baş döndürücü bir geçiş. İki evin arasındaki dar
aralıktan, vagonların geçtiği görülüyor! Geçti, geçti, sonra birdenbire bitti. Oooooh!...
Nuri Efendi rahatsız olmuştu. Edirne'den İstanbul'a kadar gelmişsin. Sirkeci kaç
adımlık yer! Şöyle yavaş yavaş, kâmil kâmil gitse olmaz mı? Deli gibi, sanki kelle
götürüyor.

Hafız Nuri Efendi, köseye dayanmış duruyordu. Birdenbire yanında birini


gördü. Kavafın Şükrü... Arka sokaktan mı çıktı?... Nuri Efendiye:

- Birini mi bekliyorsun, diye sordu?

- Yoooook!

- E, duracak mısın, diye sordu?

- Bilmem, duruyorum işte...

- Yoksa, bir dalgan mı var?

- Yooook... Ne dalgam olacak!

- Olur a! İnsan bu...

Nuri sesini çıkarmadı. Biraz durduktan sonra gene Şükrü:

- E, duracak mısın, diye sordu?

- Duruyorum, bilmem, dedi...

- Gelirsen, gel. Seni Kumkapı'ya götüreyim.

Nuri boynunu büktü.

- Gidelim, dersen, gidelim, dedi.

- Yürü, gezmiş olursun.

Yürüdüler. Karşı kaldırıma geçtiler, sağa sokağa saptı¬lar, demiryoluna


çıktılar. Şükrü,

- Sen gidedur, ben sana yetişirim dedi, oradaki odun deposuna girdi.
Hafız Nuri Efendi yürüdü. Şemsiyesine dayanarak, iki yanda bostanlara,
marullara, salatalara bakarak yürüyor. Tren sesi işitince arkasını dönüp bekliyor,
sonra gene yola düzülüp şemsiyesini sallayarak yürüyor. Hava sıcak, arkasındaki
uzunca sako omuzlarına asılıyor, fesi terden yapışıyor ancak o aldırmıyor, yürüyordu.
Vakit erken ise de, Kumkapı deniz hamamları kalabalıktı. İki yazmacı, kenarda
kayaların üstünde yazmalarını sermiş, kurutuyorlar. Nuri Efendi yürüdü. Geçitten
geçerek mahalle içinden istasyonun arkasını dolaştı. Yeniden demiryoluna çıkacağı
yerde mahallelerinin kömürcüsü Halil ile karşılaştılar.

- Hayrola Nuri Efendi, nereye?

- Valla bilmem, işte öyle gidiyorum...

Arkasına dönüp bakarak:

- Şükrü gelecekti, gelmedi.

Halil sordu:

- Hangi Şükrü?

- Kavafın Şükrü!

- Bir yere mi gideceksiniz?

- Yooo, öyle, gidelim, dediydi de... Gelmedi.

Halil:

- Bırak canım, dedi. Şükrü'nün ipiyle kuyuya inilir mi!

Kim bilir nereye takılmış, kalmıştır. Ben mahalleye gidiyorum, hadi, dön
gidelim. Nuri Efendi boynunu büktü, -Olur, dönelim, dedi. -Hadi, hadi. Yürü...

Döndüler. Halil, kömür almağa gelip de pazarlığı yapamadığını anlatmağa


başlamış ve daha on beş adım atmamışlardı ki arkadan Halil'i çağırdılar. Bu
çağrılıştan bozulan pazarlığın düzeleceğini anlayan Halil döndü, Nuri Efendi'ye:

- Sen, dedi, gidedur. Ben yetişirim.

Nuri Efendi yürüdü. Geldiği yolu tutturup gene tek başına mahallelerinin
kahvesinin kapısı önüne kadar geldi.

İki kişi, ortada, alçak hasır iskemlelere karşılıklı oturmuş, tavla oynuyorlardı.
O da gitti, üçüncü boş iskemleye oturdu. Dirseklerini dizlerine dayadı, şemsiyesinin
sapını ağzına aldı, tavla seyretmeğe başladı. Oyunculardan biri, bir oyun kaybetti.
Gene o adam ikinci oyunu da kaybedip bir parti yenilmiş olunca, kızdı. Yenilmesini
Hafızın uğursuzluğuna verdi. "Geldi, zarımı kırdı" diye düşündü ise de açıkça
söylemek istemedi.
- Hafız, dedi. Şimdi oyun bitince, bir parti de seninle oynayacağım.

Hafız, şemsiye sapını ağzından çıkararak:

- Ben tavla bilmem ki, dedi.

- Tavla bilmez misin?

- Bilmem ya!..

- E, bilmezsin de deminden beri ne bakıp duruyorsun?

Hafız omuzlarını kaldırdı:

- Hiç, dedi, öyle bakıyorum...

Oyunda yenen, ikinci parti için pullarını düzeltip zarlan da eline alarak:

- Bu da tuhaf, dedi. On beş yaşından beri kahveye çıkıyorsun, bir tavla öğrenemedin
mi?

Oyuncular yeniden başladılar. Biraz önce yenilen adam, bir oyun daha
kaybedince, sabrı tükendi:

- Hafız, dedi, valla geldin, zarımı kırdın. Biraz git, ötede otur.

Hafız Nuri Efendi, buna kızar gibi oldu. "Benim sana ne ziyanım var"
diyecekti, demedi. Kalktı, kahve kapısına gitti, durdu. "Eve dönsem" diye düşündü.
Artık ikindi vakti. Akşam oluyor. Köşeden geçerken bakkaldan ekmeğini aldı, eve
gitti. Annesi kapının ipini çekti. Mangalda pişen yemeğin kokusu bütün evi
bürümüştü. Odasına çıktı, gecelik entarisini, şamhırkasını giydi, pencerenin önüne
oturdu. Akşam satıcıları geçiyor. Mahalleye akşam rengi çöküyordu. Sokağın
köşesinden bir çocuk:

- Hayriii, gel; annem seni çağırıyor! diye kardeşine sesleniyor.

Bir kız çocuk, elinde bir deste maydanoz, takunyalarını tıkırdatarak geçiyor.
Komşu Gaffar'ın oğlu, iki boş küfeyi bostan kapısından sokmağa uğraşıyor. İki
hanım, belli ki uzakça bir yere gitmiş ve geç kalmışlardı, hızlı hızlı eve dönüyorlar.
Mutfakta annesinin takunyalarla dolaştığı duyuluyor... "Hayat ne tatlı şey" diye
düşündü. İnsanın ömrü olmalı da yaşamalı...

( MEMDUH ŞEVKET ESENDAL)


SARI SICAK
Çocuk : “Anam,” dedi, “anam, yarın sabah gün ışımadan uyandır beni.”

- Gene uyanmazsan?
- Uyanmazsam iğne sok etime. Saçlarımı çek. Döv beni.

Soluk yüzlü, ince kadının kara gözleri sevinçli bir ışıltı içinde kaldı.

-Ya gene uyanmazsan?

-Öldür beni.

Kadın var gücüyle çocuğu kucağına alıp, bağrına bastı. “Canın!” dedi.

“Uyanmazsam…” Çocuk düşündü. Birden : “Ağzıma biber koy,” dedi.

Anası yeniden, aynı sevecenlikle, gözleri yaşararak onu bağrına basıp öptü.

Çocuk boyuna yineliyor : “Bak uyanmazsam ağzıma biber koy ha!..”

Ana : “Can!” diyor.

-Biber çok acı olsun.

Şımanyor, tepiniyor, ara vermeden boyuna haykırıyor :

-Acı biber, kırmızıbiber… Bir yaksın ki ağzımı… Bir yaksın ki…


Hemencecik… Hemencecik uyanayım.

Anasının elinden kurtuluyor, o hızla çardağa çıkıp yatağa giriyor. Bunaltıcı bir
yaz gecesi… Gökte tek tük soluk yıldızlar, kocaman, testekerlek bir ay… Yatak ekşi
ekşi ter kokuyor. Yanına yönüne dönüyor. Sonra bir karar : “Sabaha kadar uyumam.”
Seviniyor. Sabahleyin, anası “Osman,” der demez, hemen kalkıp boynuna sarılacak.
Nasıl da şaşacak bu işe anası! Yatağın içinde sevinçle hopluyor.

Sevinci bir an sönüverip, içine korku giriyor : “Ya uyursam.” Kendi kendine hep
yineliyor : “Uyumam. Uyumam, işte. Neden uyuyum? Ne var uyuyacak?”
Az sonra anası gelip yatağa, yanına uzanıyor. Okşuyor :

“Yavrum,” diyor, “uyudun mu?”

Osman hiç mi hiç ses çıkarmıyor. Anası kucaklayıp öpüyor. Osmanın içinden
ılık ılık bir sevgi, aşka, dostluğa benzer ağlatıcı bir şeyler geçiyor. Sabahı bekliyor.
Anası nasıl şaşacak. Aklı fikri, sabahleyin hemencecik uyanıp nasıl şaşırtacağında.

Ana uyumuş, Osman yatakta dönüyor. GÖzkapakları ağırlaşıyor. Osman


kendini öyle kolay kolay bırakmıyor. Bir an kalkıp derin derin soluk alan anasının
yüzüne bakıyor. Yüz, ay ışığında bembeyaz parlıyor. Örgülü gür saçlar, şimdi daha
kara görünüyor. Örgülü uzun saçlar, yastığın beyazlığında çöreklenmiş. Örgülerde
pırıltı. Uzun zaman saça, bembeyaz yüze bakıyor. Sonra başı ağırlaşıp yastığa
düşüyor.

Gece yarısı, ay çoktan aşmış, ortalık gündüz gibi apaydınlık. Çardağın altında
yatan ineğin gevişi, dişlerinin gıcırtısı duyuluyor. Uyku iyiden iyiye bastırıyor.
Uyuyuverecek. Dişini sıkıyor. Kollarını ısırıyor. Ne yaparsa yapsın, uyku bir su gibi
dört yanını sarmış, boyuna yükseliyor. Kızıyor, sonra gülümsüyor. Kızıyor,
gülümsüyor.

Sabahleyin anasının boynuna sarılıyor. Kolları anasının boynunda… Ay,


batıdaki ovaya doğru inmiş, bir ucu toprağa değecek gibi. Neredeyse kızarıp batacak.
Doğudaki dağların arkasından ince, ak bir ışık kümesi fışkırırca-sına usuldan usuldan
dağların tepeleri ağarıyor.

Köyün sığırları böğürmeye, köyde her şey canlanmaya başladı.

Ana diz çöküp çocuğun üstüne yumulmuş, kımıldamadan bakıyor.

Çocuğun başı yastıktan yana kaymış, boynu ipincecik, yüzü sarı. Çocuk soluk
bile almıyor. Küçücük yüzü, alacakaranlıkta hayal me-yal… Ana durup durup içini
çekiyor…

Çocuk bir ara bir kolunu çıkarıp dışarı atıverdi. Kol bir başparmak kalınlığında
ancak var. Derisi kemikten dökülecekmiş gibi kırış kırış… Ananın gözü kola takıldı
kaldı.

Sonra, derinden “Of!” dedi, “yavrum ooof…” ;

Kımıldadı. İki yanına sallandı. Çocuğun yanından kalktı. Ay, gölgesini huğun
sazlarının üstüne düşürüyordu. Ana hışımla, “uyandırmam” dedi. “Uyandırmam.
Acımızdan öleceksek de ölelim. Bir çocuğun çalışmasından ne olur?”

Gözleri incecik kolda. Şimdiye kadar, çocuğun bunca zayıf olduğunun farkına
neden varmadığına şaşıp kalıyor.

“Acımızdan öleceksek de ölelim.”


Uzun, örgülü saçını ağzına alıp hırsla çiğnedi.

Aşağıdan kocası bağırdı :

-Gene uyanmadı mı?

Kadın, okşar, yalvarır bir sesle : “Ne istersin çocuktan?” dedi. “Daha parmak
kadar. Kemikleri kırılacak, öyle ince işte…”

Koca huysuzlandı :

-Bugün mutlak uyanmalı. Uyanmalı diyorum sana! Çalışsın, alışmasın tembel.


Çocuklukta pişmeli.

Kadın, mırıltı halinde, korka korka : “Kolu öyle ince ki…” dedi.

Çocuğun başına varıp durdu. Gönlü bu tüy gibi hafif çocuğu uyandırıp, bu
çatır çatır sıcakta, işe göndermeye razı olmuyordu.

Aşağıdaki huysuz ses : “Uyandır onu,” dedi. “At tokadı. Söz verdik Mustafa Ağalara.
Bu gece yarısı nereden çocuk bulurlar sonra?”

Kadın: “Herif,” dedi, “hiç yüreğim götürmüyor. Bir ince ki… Onun çalışması
bizi zengin mi edecek?”

Erkek : “Şimdiden çalışmaya alışmazsa…” dedi.

Kadın çocuğun saçlarını okşadı. Usuldan : “Osmanım,” dedi, “Osmanım, kalk.


Yavru kalk. Gün ışıdı Osmanım.”

Çocuk inledi. Yavaşça bir yandan bir yana döndü. Osmanım, yavrum! Gün
işiyor…”

Çocuğu omuzlarından tutup kaldırdı. Öylesine yavaş tutuyordu ki… Sanki


kırılıp dökülecek… Yatağına geri yatırdı.

“Uyanmıyor işte, uyanmıyor. Öldürüyüm mü?”

Hızla çardaktan aşağı indi. Çardak beşik gibi sallandı.

Erkek köpürdü : “Allah senin de belanı versin, onun da… Uyanmıyormuş!”

-Uyanmıyor işte napayım!

Erkek sertçe merdivenlere atladı. Çardağa çıktı, hınçla çocuğun iki kolundan
tutup kaldırdı. Çocuk, bir tavşan yavrusu gibi, elinde asılı kaldı. Uyku sersemi
çırpınıyor, “ana ana” diye bağırıyordu. Adam çocuğu çardaktan aşağı indirip kadının
önüne atıverdi. Çocuk avlunun tozları içine serildi. Kadın çocuğuna baktı baktı:
“Allah kimsenin yavrusunu, kimsenin eline koymasın,” dedi. Çocuğu yerden hızla
kapıp bağrına bastı. Çocuğun gözleri kocaman kocaman açılmış, şaşkınlıkla
bakıyordu. Götürüp soğuk suyla yüzünü yıkadı.

Kendine gelen çocuk : “Ana!” dedi.

“Can!”

“Ağzıma kırmızıbiber mi koydun?”

Bu sırada Mustafa Ağanın arabası gelip evlerinin önünde durdu.

“Osman…”

Osman koşa koşa gidip, arabaya atladı. Sevinçten taşıyor, türküler söylüyordu.

Ana, Mustafa Ağalara gündeliğe giden Zeynebi bir kenara çekip : “Kurban
olayım Zeynep, Osmanı kolla, çocuk… Bir deri bir kemik…” dedi.

Zeynep:

“Korkma bacı, Osmanı incitir miyim hiç?”

Tarlaya geldiler. Daha gün doğmamış… Orak makinesinin düzgün sıraladığı


desteler çiyli… Ot ve ıslak ekin kokusu… Kızağa atı koşup, desteleri yüklemeye
başladılar. Kızakta çift yerine tek at koşulu… Atın başını Osman çekiyor, kızak dolar
dolmaz, kuş gibi, harmana götürüp getiriyor…

Kızağı yükleyenler arada Osmana takılıyorlar.

“Nasıl, Osman?”

“Yaşa, Osman!”

Osman seviniyor…

Derken, kıpkırmızı bir ateş yuvarlağını andıran güneş karşı dağların ardından
çıktı… Ekin saplarından, destelerden usul usul, incecik, gözle görülür görülmez bir
buğu yükseliyor. Gökte parça-parça ak bulutlar dönüyor…

Osman, harmanla desteciler arasında mekik dokuyor. Osman canlı, dipdiri.


Zeynep, ikide bir : “Ha Osmanım. Aslan Osmanım…” diye Osmanı okşuyor.

Gün tepeye doğru yekindi. Ortalık ışığa boğulmuş… Topraktaki ekin


saplarına, destelere vuran gün şavkıyor…

Işıltılar iplik iplik sönüyor. Binlerce, yüz binlerce, birbirine dolanmış ışık
ipliği uçuşuyor. Destecilerin yüzleri toza bulanmış, yüzlerden oluk oluk ter süzülüyor.
Dört bucağa ateş düşmüş yanıyor.
Osman kararmış, yüzü biraz daha incelmiş, kocaman gözleri kısılmış…
Gömleğinden de ter fışkırmış…

Sabahki canlılık!.. Şimdi Osman yürürken ayakları birbirine dolaşıyor.


Neredeyse düşüp atın ayakları altında kalacak… Osman tutuyor kendisini. Toprak da
kızgın demir gibi. Osman her ayağını basışta bir sıçrıyor. Bu yüzden yürüyüşü bir
acayip. Kızak gelinceye kadar, desteci kadınlar, ağızları yukarı, destelerin üstüne,
güneşin alnına yatıp yorgunluklarını çıkarıyorlar.

Osman boyuna gökyüzüne bakıyor… Bir parça bulut… Bazen bir ak bulut
gölgesi, üstlerinde bir an kalıp geçiyor… Gözler bulut gölgesinin arkasında…

Gün tepede… Ekin sapları çatırdıyor. Yarılmış, kızgın toprak, Osmanın


ayaklarının altında… Osmanı habire hoplatıyor.

Canını dişine takmış Osman. Alttan yanıyor, tepeden yanıyor. Ciğerine kızgın
bir demiri sokuyorlar gibi…

Sıcak… Dünya kamaş kamaş… Göz açıp on metre ileriye bakılmıyor. Zeynep
deste yüklerken Osmana dönüp baktı. Baktı ki Osmanın bacakları zangır zangır
titriyor.

“Osman,” dedi. “Osman… Osmanım, böyle yaya gidip gelme. Seni atın üstüne
bindireyim.” Kaldırdı atın üstüne koydu. Osman atı sürdü. Daha bacaklarının
titremesi durmamıştı. At üstünde gitti geldi. Zeynep uzaklarda deste yapıyordu. Attan
atlayıp Zeynebe doğru yürüdü.

Zeynep :

“Neden atı bıraktın Osman? Ya kaçarsa?”

Osman yanına yaklaşıp elini tuttu :

“Bak,” dedi, “Zeynep teyze, ben büyürsem var ya, sana altın küpe alacağım.”

Koşa koşa atın başına döndü.

Sıcak boğucu… Yel esmiyor, ufacık bir fisilti bile yok. Atın üstünde Osmanın
bacakları ağrıdı. Tutmaz oldu. Neredeyse düşecek… Gözü dört bir yanı görmüyor.
Osman atı sürmüyor, at kendisi gidip geliyor. Derken öğle paydosu. Sıcağın altında
yemek… Kan gibi ılık su. Zeynebin tüm yalvarıp yakarmalarına karşın Osman ağzına
bir lokma ekmek bile koymadı. Boyuna su içti…

Zeynep akıl etti de başına bir kova su döktü. Çocuk ondan sonra artık
kendisine gelebildi. İşe kalkarlarken Zeynep: “Osmanım,” dedi, “sen git otur gayrı.
Atı başkası götürsün.”

Osman: “Olmaz, Zeynep teyze,” dedi, “ben götürürüm. Hiç yorulmadım.”


Atı elinden alınca Osman oturup hüngür hüngür ağlamaya, “Ben yorulmadım.
Vallahi yorulmadım,” demeye başladı.

Bir kocakarı : “Bindirin ata şunu… Düşsün de atın ayağının altında


parçalansın it eniği!” dedi.

Osman :

“Vallahi düşmem, billahi düşmem. Ben yorulmadım ki!” Bindirdiler.


Bindirdiler ya, Osmanın üç dönüşten sonra başı dönmeye başladı. Kendini sıkıyor. Bir
an geldi, atın üstüne boylu boyunca uzanıp yelesine ellerini doladı. Zeynep işin
farkına varıp atın üstünden Osmanı aldı. Osman kendinde değildi. Götürüp bir
destenin üstüne yatırdı. “Yavru,” dedi, “yavru. Ne de inatçı…”

Sonra Zeynep gene su getirip başına döktü. Güneşe karşı durup gölge etti.
Osman neden sonra ayıldı. Akşama, iş paydos edilinceye kadar, Zeynebin koyduğu
destenin üstünde, bomboş gözlerle, bir topak olup çalışanlara baktı. Utancından başını
yerden kaldıramıyordu.

Paydosta Zeynep Osmanın elinden tutup arabaya bindirdi. Çocuk yumuşacık


bir külçe gibiydi.

“Osmanım,” dedi, “bugün sen çok iyi çalıştın. Mustafa Ağa hakkını fazlasıyla
verecek…”

Osman şaşırarak : “Verir mi ki?” diye sordu.

“Sen çok çalıştın.”

Osman canlanır gibi oldu. Tüm aile toplanmış, dışarda, kapının önünde yemek yiyor.
Ötede araba, arabaya bağlı atlar. Atlar başlarını taze ota sokmuş, hışırtıyla, sanki otu
sömürüyorlar. Ortalığı taze bir ot kokusu almış…

Karanlık perde perde iniyor. Atların az ilerisinde de Osman. Tarladan


geldiğinden beri dikilmiş duruyor. Sabırsız, gözü yemek yiyenlerde. Yemek yiyenler
Osmanın farkında değiller. Osman bekliyor. En sonunda sabrı tükenip öksürüyor.
Osman dört dönüyor. Yerden bir çubuk alıp gürültüyle kırıyor. Yemek yiyenler oralı
değil. Sonra Osman kırdığı çubukla tozlara daireler, çizgiler çiziyor. Çubuğu olanca
gücüyle toprağa sürtüyor. Çubuğun toprağa sertçe sürtülmesinden çıkan sesler…
Osman muradına eremiyor.

Yemek yiyenler konuşup gülüşüyorlar. Osman sinirleniyor. Ha-bire çubuğu


toprağa sürtüyor. Yaptığı çizgileri ayaklarıyla geri kapatıyor. Çubuğun ucu toprakta…
Osman koşa koşa çubuğun etrafında dönüyor. Sonra yemek yiyenleri unutup kendini
salt oyununa kaptırıyor… Çiziyor, çiziyor, kapatıyor.

Birden bir ses… Çubuk elinden düştü. Donakaldı. Bırakıp kaçacak,


kaçamıyor.
Mustafa Ağanın karısı hayretle :

“Aman,” dedi, “Osman! Osman bu… Gel Osman!”

Osman yerinden kımıldamıyor.

“Gel Osmanım, otur da yemek ye!”

Osman aldırmıyor, susuyor.

“Seni anan mı gönderdi?”

Osmanın başı yerde. Kaldırmıyor.

“Sen tarladan gelince eve gitmedin mi yoksa deli oğlan? Anan seni şimdi arar,
merak eder.

Kocasına eğilip bir şeyler söyledi. Sofradakiler gülüştü. Osmanın içinden


boyuna kaçmak geçiyor. Geçiyor ya, yerine mıhlanmış gibi.

Mustafa Ağa: “Bakın hele şu bana, Osmanın hakkını vermeyi unutmuşum…” dedi,
kesesini çıkarıp Osmana bir yirmi beşlik uzattı. Osman kaşla göz arası parayı kaptı.
Bir “Aloooş…” çekip, fırladı.

Koşa koşa eve gelip soluk soluğa anasının boynuna atıldı.

“Al!..” dedi.

Ana, yirmi beşliği üç kez başında döndürüp dudağına götürdü.

( YAŞAR KEMAL)
PARASIZ YATILI

- Sen çıkınca işin bitip, gene yürüyerek iner, Mısır Çarşısı'ndaki beğendiğimiz
börekçi var ya, kanarya kuşları olan, orda öğle yemeğimizi yeriz. N'olacak kırk yılda
bir ziyafet. Onun için Cağaloğlu'na yürüyerek gidip gelmekten yorulmayız, değil mi
benim kızım? İstersek tatlı bile yeriz. Köprü'den de eğlene güle döneriz.

Anne-kız sabah kalabalığının arasında, yabancı, çabuk yürüyorlardı. Annesi


durmadan konuşuyordu. Böyle konuşkanlığının olduğu geçmişteki tek günü,
hastaneye hastabakıcı olarak aldıkları gündü.

Çocuk o zamanlar üçüncü sınıftaydı. Önlüğü ağarık bir kara olmuştu. Kış
basmıştı. Bu, köşedeki kömürcüden kömür alma günlerinin başlamasıydı. Mangal
yakmayı öğrenmişti. Kapıda ilk çırayı ateşleyip kömürleri dikine onların üzerine
yerleştiriyordu. Boruyu koyunca çıtırtılar başlıyor, küçük kıvılcımlar çevreye
saçılıyordu. Kömürler kızarıp ateş olmaya dönünce her şeyi -arka sırada oturmayı,
Kızılay Kolu'ndan yemek yemeyi, ulusal bayramlarda şiir okumamayı- ilk yalazların
maviliği bitene dek bekliyordu sokak kapısında. Odalarına mangalı aldığında ürktüğü
şeyler yok oluyor, eski ceviz masalarında -annesinin en onurlandığı eşyalarıydı-
çalışmaya oturuyordu. Mangalın o harlı halini çok seviyordu. Annesi korları
küllemenin gerektiğini, çünkü bununla ancak ertesi güne ısınacak ateşleri
kalabileceğini söylerdi. Külleri güzel, parlak korların üstüne kapayıp birini -en
kızılını, en mavi olanını açıkta bırakırdı-, derslerinden ara verip mangala baktığında
sıcacık duran tek kor, odanın sığınma olanağını artırırdı. İşte o, "hastabakıcı olursun"
dedikleri gün annesi kapıyı açıp girdiğinde birşey değişmişti. Çünkü annesi bilmediği,
görmediği haller içindeydi. Konuşmasıyla, dışarının arı havasıyle dolduruvermişti
odayı.

- Alıyorlar beni, bir iki güne kadar başlıyorum. Başhemşireye çıktım, iriyarı
bir kadın. Bir bir sordu. "Daha önce çalıştın mı? Kocan ne zaman öldü? Bu iş dur
durak bilmez, fazla marifetli olmak lazım değil, çalışkan olmak gerek, yatak
düzeltmeyi, tükürük hokkalarını dökmeyi, ördekleri temiz tutmayı becermek yeter.
Belki zamanla hastaların ateşini alacak kadarbaşarılı olursun. Haftada iki gün izinli
çıkarsın, pazar gecesi dönersin. Çocuğun var mı? Bırakacak kimsen yok ha? Kendini
yönetir, uslu diyorsun. Ama küçükmüş, hiç sınıfta kalmadı mı? Aferin ona. Genç
güzel kadınsın. Burada oluru olmazı bulunur. Ciddi ol. Birşey denirse senden bilirim.
Malum, kancık köpek kuyruk sallamadıkça hikayesi. Boya filan da istemez.
Kendinden mi yanağının, dudağının rengi. İşte bilmem artık. Doktorlardan, şundan
bundan yakınmak yok. Bir işte kalıcı olmak isteyen başta gelenlerine uyar. Uykun
hafif mi?" Düşün bir iş bulduk artık. İlk parayla bir çeki kömür alacağım. Sana da
lastik çizme. Belki izinli geldiğim günler sinemaya bile gideriz, hiç belli olmaz.
İşimizi iyi yaptıktan sonra kim ne diyebilir? Çıkıp ev sahibine haber vermeliyiz. Artık
akşamları yoğurt alırken sokak kapısını hızlı çarpmasın. Dedim ya biz çalıştıktan
sonra... Uykum da hafif. Bölük pörçük uyumaya alıştım yıllardır...

Annesi işe başlayınca onun ismi "bizim hastanedeki işimiz" oldu. İlk evden
ayrılacağı gece tahin helvası aldılar bakkaldan. Peynirle tükenmez yaptılar,
masalarına mavi çiçekli muşambalarını serdiler. Bu muşamba eve babasının yaşadığı
günlerdeki düzenden kalmış, ferahlığın, korkusuzluğun anısıydı. Niçin babasını hep
yaşayacak sanmışlardı? O da ölecek gibi görünmüyordu. Öyle dürüst öyle kesin bir
adamdı ki ölümün sinsiliği ona hiç gölge düşürmemişti. Evine her gece ekmek alıp
gelen bir erkeğin yokluğu, sessizlik olup yerleşmişti odalarına. "Yaşlı da değildi",
demişti annesi. Hiç sekiz yaşında bir çocuk babasız kalır mı? Muşambalarını annesi
gereksiz yere bir iki kez silmişti. Tükenmez tabağındaki peynirlerin cızırtısı
dinmemişti. Tahin helvasının şekeri gevşemiş, pürüzleniyordu.

Ev sahibiyle konuştum. Hiç korkma, geceleri oda kapısını kapa sıkıca uyu. O
sabah namaza kalktığında seni, kapıyı vurup uyandıracak. "Çocuktur", dedim. "Çocuk
uykusu doyumsuz olur, kalkamaz kendi kendine." Her sabah helvayla ekmek yersin.
Çay zaten sevmiyorsun. Elim yanıyor,diyorsun. Okuldan gelince mangalımızı yakar
sıcacık oturursun. Gece kapağı ört ateşe. Ha benim kızım, sakın unutma. Benim
aklımı evde bırakma. Sen akıllı kızsın. Geceleri hiç korkma. Dedim ya ev yalnız
değil. Sen korkak değilsindir. Bak sana neler alacağım.Ağır hastalara özel yemek
çıkarmış, onlardan kalan tavuklar falan olurmuş haşlanmış. Sarıveririm pakete, gizli
değil ha, zaten dökülüyormuş. Ziyafet çekeriz kendimize.

- Ben o yemekleri istemem anne. Yalnız hani, "Ördekleri temiz tutmak lazım",
demişti ya, o kadını, ördeklerini anlatırsın bana.

Annesi susmuştu. Tam dudaklarında duran birşeyleri söylemekten


vazgeçiverip. Gece yatağa girdiklerinde -beraber yatıyorlardı epeydir- yarınki
derslerden birinin beden eğitimi olduğunu bile unutmuştu. Oysa beden eğitimi dersine
o katılmazdı. Onun gibi katılmayanlarla, koridorlarda, hep açık kalmış alt kat
muslukların sesini dinleyerek, gölgeli ışıksız camlardan kışı, kentin yapılarını
seyrederlerdi.

- Şort, lastik pabuç, soket çorap beyaz olacak. Beyaz fanila bluz gerek. İki tane
olursa daha iyi. Terleyince değişmel için. Yürüyüşte 23 Nisan, 29 Ekim herkes çiçek
gibi olmalı, düzenli, bakımlı. Ben, yapamadık anlamam. İstedikten sonra, istemek
yeter. Yardım kolundaki çocuklarımız için de düşündüklerimiz var tabii. Ama bunu
daha elzem giyim eşyalarına ayırmak kararındayız. Önlükle katılacaklar. Önlükler
gıcır gıcır ütülü. Kızlarda tafta kordela. Temiz, tertemiz olmalı herkes. Her Türk
çocuğunun görevidir temiz olmak. Ne diyorum size? Dişler hergün ovulmalı.
Kulaklarda sarı topak kirler görürsem ağrıdı, akıntı yaptı anlamam yersiniz cetveli.

Alt kat muslukları hiç kapanmazdı nedense. Ders aralarında öğrenciler


muslukların başına doluşurdu. Hepsi su içerlerdi. Susayan da susamayan da. İtişmek,
suyun avuçtan süzülüp kol yenlerinden içeri girmesi, bahçede eğlenmenin gereği olan
bağrışların başlangıcıydı. Ders zili çalıncaya dek duyulmayan su sesleri, sınıflara
girilince öne geçerdi.

Annesinin sırtına sarılmıştı. "Her dediğini yaparım anne, sen üzülme. Zaten
öğleleri okulda yemek yiyorum. Aklın bende kalmasın." Annesi hiç kıpırdamamıştı.
Uyumadığı belliydi. Bedeni rahat, gevşemiş değildi. Annesinin ısıtan kokusunu
duymak için iyice sokulmuştu sırtına. Geceyi dinlemişti uzun süre. Uyumak
istemiyordu. İlk kez gecenin uzunluğunu öğrenmeye başlamıştı.

Sabah kalktığında kapı vuruluyordu. Annesi yoktu. Okul önlüğü, kalın iplik
çorapları, yün hırkası düzenli iskemledeydi. Dışardan vurulan kapının sesiyle
uyandığını anlayınca kalkmış "Halida'nım teyze", diye seslenmişti. Ev sahibi kadın
helaya -aynı helayı kullanırlardı- kovayla su döküyordu. Giyinip masanın başına
oturmuştu. Kış aydınlığı patiska perdelerden geçip köşeli, üşütücü yayılmıştı. Okul
çantasını alıp odadan çıkarken -hiçbirşey yememişti o sabah- gerisin geri dönüp
iskemleye oturmuştu. Sonra da sessiz ağlamaya başlamıştı.

- Sen pekiyi ile bitirdin okulu. İlkokulu yoksul bir çocuğun pekiyiyle bitirmesi
kolay iş değil. Parasız yatılı okullarına alıyorlarmış sizleri. Öyle dediler bana.
Muhtarlıktan fakirlik ilmuhaberi çıkarırken tanımadığım bir kadın, "Ben de oğlumu
zabit okuluna sokacağım ama kefil istediklerini, bir malı rehin göstermek lazım
olduğunu söylediler, çaresizlendim hanımcığım", dedi. Mal kim? Biz kim? Malımız
olsa yüzsuyu döker miyiz el kapılarında? Bizim için olmaz öyle şey. O kadın doğru
bilmiyor. Halkağıdını aldığım gibi çıktım. Kimselere de danışmadım hiç. Zabit
okulları pahalıdır.Yok silahtı, yok zabit elbisesiydi di mi ya? Hem canım sormadım.
Gerekmez de. Sen gir bugün imtihana, her sorduklarını çatır çatır bileceksin. Gerçi
binlerce öğrenci katılıyormuş, aralarından yüz elli kişiyi alıyorlarmış. Gene de sen
kazanacaksın, gör bak... Benim akıllı uslu kızımsın. İsterlerse öyle mal mülk gibi
birşey, ben derim ki, ne gerek? Benim kızım kalmaz sınıfta. Devlet masrafına ziyan
vermez. Bunları okulun müdürüne, böyle bir bir anlatırım. Hemen anlar. Hem canım o
da bizim gibi bir insan. "Benim kızım yıllardır yalnız uyanır sabahları." derim. "Hiç
şımardığı olmamıştır kimseye. Bir gün bile çatırtısı duyulmamıştır", derim. "Sanki o
çocuk olmamıştır", derim.

Yokuştan yukarı çıkarlarken sırt hamallarının yüklendiği kağıt topların üstüne


doğru yağmur çiselemeye başladı. Yumuşak bir haziran yağmuruydu. Kızla annesi
gecikmeden, karşıya geçmek için polisin arabaları durdurmasını bekliyorlardı.
Yağmurun yağışı hızlanmıştı. Anne boynuna ipek eşarp takmıştı, çocuk saçını ıslatıp
taşlı tokasıyla toplamıştı.

- Korkuyor musun? Hiç konuştuğun yok sabahtan beri. Hadi hadi


Salıpazarı'ndan bu taşlı tokanın eşini alacağım sana. Sonra bizi tayin edecekler. Sen
okulu bitirip öğretmen olunca, ben de çalışmam hastanede. Beraber çıkar gideriz.
Koltuklar alırız. Onlara çiçekli basma örtüler dikerim ben. Bir de kabul günümüz olur.
Konukları ağırlamak için, eğer unutmadımsa, anasonlu galeta yaparım. Masraf kapısı
olmaz. Belki, bir de küçük halı akırız. Hasta pisliği dökmeden, koridorlarda
koşuşturmaktan kurtulurum. Hele o lizol kokusu yok mu, içini üşütüyor insanın. Bir
de hep ölümü düşünmek. Şöyle bir dağın eteğinde olur gideceğimiz yer, benim kızım.
Herkes İstanbul'da kalalım dermiş. Hepsini sordum bilenlere, öğrendim iyicene.
Hükümet tabi seni alır. Biz İstanbul'u ne yapacağız. Bize bir ev, kışın
kömürlüğümüzde odun-kömür gerek. Bir de mutfağımız olur değil mi? Eğer kefil
falan derlerse, demezler ya, o kadının uydurması, oğluna güvenmemesi. Sormadım
ordan burdan o işi. Sade sen öğretmen olunca n'olacak, onları öğrendim. Biz nereye
tayin çıkarsa gideriz, di mi?

- Bu okulu kazanacakların hepsi de benim gibi yoksul çocukları mı, anne?


Onu da öğrendin mi?

- Öyle ya yoksul çocukları ki, parasız yatılı için imtihan oluyorlar.

- Öyleyse ben burayı kazanırım. Üzülme. Sınavı pekiyiyle bitiririm. Artık


burda, arkadaşlarım olur. Haftada iki gün sen hastaneden, ben okuldan çıkıp eve
döneriz. Sana da konuk günlerinde bakkal bisküvisi alırım.

Sınavların yapıldığı okul karşı yöne düşüyordu. Yeniden geçtiler caddeyi, ürke
ürke. Ara sokaktan yürüdüler. Yüksek bir duvarın yanındaki kapıda durdular. Okulun
öğrenci giriş kapısıydı bu. İçerden uğultular geliyordu. Yağmur taş duvarların
arasından çıkan aykırı yeşillikleri patlatmıştı.

- Bizden de erken gelenler olmuş. Geç meç kalmış olmayalım?

Hademe giyimli bir kadın onlara doğru yürüdü, taşlı yoldan. Bezgin, alışık
bakışlarıyle, anne-kızın üstünden dışarda bir şeye bakıyordu.

Anne, saygılı sordu:

- Geciktik mi acaba? Çocukların çoğu gelmiş.

Hademe kadın ilgisiz,

- Parasız yatılı imtihanların çocukları hep erken gelir. Hiç gecikmezler.

Çocuk annesinden ayrıldı. Kıyısı duvarlı taş yolda yürümeye başladı. Hademe
kadın, görmedikleri bir iskemleyi görmedikleri bir çatının oraya çekip oturmuş, yün
örmeye başlamıştı.

Çocuk dönemeçte arkasına baktı. Dış kapıda annesi yağmurun altında


gülümseyerek duruyordu.

(FİRUZAN)
BİR KAVAK VE İNSANLAR

"Kavağın altına" demişti. "Beni, o sahildeki kavağın altına gömün." Kavak


zaten kulübesinin uzağında değildi. Sahile bakan dik yamacın üstünde, dağ
çilekleriyle böğürtlenlerin sarmaş dolaş oldukları vahşi bir kırlığın ortasında idi.

İhtiyar, elinde tespihi, her akşam onun altında oturur, denizin aşağıda kumluğu
tatlı tatlı yalayışını seyrederdi. İşte şimdi mezarını o kavağın yaprakları gölgeleyecek,
yine dalgalar ayak ucunda o çok sevdiği besteyi söyleyecekti.

Böylece yaz geçti, güz geçti, kış geçti, bahar geçip de mayıs güneşi bir genç
kızınkine benzeyen ılık nefesini tabiata hohlayınca bademler birden beyazlara
büründü, kırlar kokularını süründü, deniz anide duruldu, o sakin mavisini yeniden
buldu. Bu arada ihtiyar kavak da tomurcuklanıp yaprak açmıştı.

Köylüler bu bahar onda tuhaf bir değişiklik keşfediyorlardı. Hayır, hayır, bu


sade yapraklanmaktan ileri gelen o her yılki mutat değişiklik değildi. Öyle kolay
kolay anlaşılamayan, kat'i olarak tespit edilemeyen ancak ve ancak sezilebilen bir
bambaşka, bir acayip gelişme idi.

Kavakta şimdi o nebatlara mahsus görünüşten fazla bir şey, âdetâ insanlara has
bir şey , nasıl söylemeli, sanki bir nev'i hüviyet belirmekte idi. Kadınlardan biri
"İhtiyar" diye haykırdı. "İhtiyara benziyor kavak."

Gerçekten de kavak, sanki altında yatan ihtiyarın bütün özünü kökleriyle emip
gövdesine geçirmişe benziyordu. Şekil itibariyle yine aynı ağaçtı belki, fakat insan
ona bakarken o uzun kametli, zayıf ihtiyarı görmüş gibi oluyordu.

Yapraklarıyla şimdi bir başka yeşil görünüyordu. Daha munis, daha sıcak,
âdetâ gülümseyen bir yeşil. Rüzgârdan hışırdayışları bile bir başka türlüydü. Ağaç,
yapraklarıyla dile gelmişti sanki. Durgun havalarda bir fısıldayış, rüzgârda mırıldanış,
fırtınada ise homurdanış halini alan bir şeyler anlatmak istiyor gibiydi. Ne söylediği
anlaşılamıyordu gerçi. Fakat onu tanıyanlar bu ısrarlı hışırtılarda ihtiyarın sesini,
konuşma tarzını, hatta cümle yapısını bile tanımakta güçlük çekmiyorlardı.

Tevekkeli orada gömülmek istememişti. Adam işte ne yapmış yapmış, ruhunu ağaca
verip kendini o çok sevdiği yer yüzüne atmanın bir yolunu bulmuştu. Hem böylece
tabiatı daha yakından, olanca haşmetiyle tadabilecekti artık. ;Nitekim şimdi sağlığında
iken yapamadıklarını yapıyor, nezle bronşit korkusu olmaksızın göğsünü yaz
yağmurunda ıslatıp rüzgârında kurutuyordu.

Eski dostlarının bu suretle tekrar aralarına karışması, sade köylüleri değil,


kuşları, bulutları velhasıl bütün tabiatı da sevinçlere garketti.

Kuşlar şimdi gelip yüzüne gözüne konuyor, bulutlar bazen alçalıp alnından
öpüyorlardı. Onun ölümünden beri boyunları bükük duran çiçeklerse başlarını otların
arasından çıkarıp yine eskisi gibi keyifli keyifli sallanmaya başladılar. Hatta öyle ki
deniz bile, o karada olup bitenlere bigane deniz bile, bu işe pek sevinmiş, şimdi
kumsalda beyaz köpüklerini göstere göstere gülüyordu. Fakat hangi saadet ebede
kadar sürmüş ki? Bir sabah yapraklarındaki çiğ damlalarını silkeleyip kurutan kavak,
az ötesinde birtakım insanların eğilip kalkıp yerleri ölçtüklerini gördü.

Adamlar öğle vakti gelip onun altında oturdular. Elindeki plânlardan mimar
olduğu anlaşılan bir tanesi, üç katlı ensesinden mal sahibi olduğu anlaşılan bir
başkasına: "Makine dairesi şurada olacak, labâratuvarlar beri yanda kurulacak,
lojmanlar ise garp cephesine rastlayacak." diye izahat veriyordu.

Kavak gerisini dinleyemedi. Bu duyduğu sözlerden yaprakları diken diken


olmuştu. Demek burada fabrika kuracaklardı. Demek bu cennet kıyıları, bu canım
yerleri makine uğultusuna, kurum kokusuna boğacaklardı. Dünyada başka yer mi
kalmamıştı ya rabbim?

Hayır, hayır bunu yapamazlardı. Bu kadar zevksiz, bu kadara vicdansız


olamazlardı. Fakat yaptılar işte. Onlar öyle renklerden, kokulardan, denizden,
tabiattan zevk alacak soydan değillerdi. Maliyet fiyatı diyor da gözleri başka bir şey
görmüyordu. Maliyet fiyatı ise bu sahilde çok düşük olacaktı binaenaleyh.

İlkin sahile bire iskele kurdular. Malzeme deniz yoluyla daha ucuza
nakledilebilecekti. Sonra bir mendirek inşa edip denizle sahilin alâsını kestiler.

Dalgalar artık suları tatlı tatlı okşamaz olmuşlardı. Mendireğin içinde kalan
miskin ölü sulara ise deniz demeye bin şahit isterdi. Sade deniz mi ya, çiçekler de
vaziyetten şekvacıydılar. Papatyalar kurumdan simsiyah oluyorlardı. Gelinciklerin
kırmızısı ise isli çatana bayraklarına dönmüştü.

Kuşların cıvıltısı, şantiyeden yükselen çekiç sesleri arasında güme gittiğinden


onlar da birleşip koro halinde ötmeyi denediler. Fakat bu gürültülü medeniyet konseri
ile baş edemeyeceklerini anlayınca akıbet onlar da küsüp ötmemeye karar verdiler.
Hem zaten pazarları gıcır gıcır çifteleriyle ava çıkan şantiye mühendisleri hayatı
onlara zehretmeye başlamışlardı.

Kuşlar küsüp, deniz susup, çiçekler de solunca kavak öksüze döndü. "Bir
yıldırım gelse de, beni de yok etse bari!" diye kötü kötü düşündüğü oluyordu. Fakat
yıldırıma hacet kalmadı. Bir sabah, daha uykuda iken belinde keskin bir testere sızısı
ile uyandı. Ve neye uğradığını anlamadan yan üstü böğürtlenlerin üzerine devriliverdi.

Ötede bir ses, fabrikatörün sesi: "Günah da ne demekmiş" diye bağırıyordu.


"Bize ağaç değil yer lâzım yer... Zaten neye benziyordu. Tek başına, sipsivri bir
ağaçtı." Sonra maiyetindeki mühendislere dönüp: "Bundan çok güzel telefon direği
olur." dedi. Ve ihtiyar kavak soyuldu, yontuldu. Bilcümle direkler gibi göztaşı
mahlulü ile muamele görüp toprağa girecek kısmı ziftlendi ve bu işler bitince, üzerine
bir parmak kalınlığında boya sürülüp tepesine de külah gibi çinko bir başlık
geçirildikten sonra ana şebekeyi fabrika santraline bağlayan yola, öbür direklerin
arasına dikildi.

Böylece yaz geçti, güz geçti, kış geçti, her yıl olduğu gibi bahar bir genç kız
misali etekliğini kaldırıp sıcak rayihası ile yine kırların üzerine çöküyordu. Gezici
kuşlar gittikleri yerlerden döndüler. Böceklerle kurtlar saklandıkları yerlerden çıktılar.
Papatyalar tavada yumurta gibi ortalığı sarı ile beyaza boyadı. Ve gelincikler bir yıl
evvel fabrika kurumundan solup giden cetlerine inat, kıpkırmızı açıyordular.

Bu arada kavaktan bozma direk de bütün vücuduna su yürüdüğünü hissediyor


ve gece gündüz çıtır çıtır tatlı bir bahar sarhoşluğu içinde gerinip duruyordu. Nihayet
bir gün evvelâ o kalın boya tabakasını pul pul kabartan sivilceler döktü. Sonra
orasında burasında beyaz beyaz körpe dallar sürdü ve bir sabah baştan aşağı yemyeşil
yapraklarla donandı.

Buna sade köylüler, kuşlar, çiçekler değil, tersine çevrilmiş kahve fincanlarına
benzeyen izolatörler bile şaştılar. Fakat fazla yağlarını eritmek için karısı ile yürüyüşe
çıkan fabrikatör onu bu halde görünce küplere bindi. "Vay namussuz" diye haykırdı.
"Bu, o devirdiğimiz kavaktan yapılan direk değil mi? Görüyor musun hanım, bana
inat yapıyor. İnan olsun bana inat yapıyor." Köylüler, her ne kadar "değildir beyim;
bu, o kavak değildir." dedilerse de fabrikatörü teskin edemediler. Adam fena halde
kızmıştı. "Yaprak açan telefon direği nerede görülmüş." diye feryat ediyordu. "Olacak
rezalet mi bu? Bari bundan sonra teller de meyve versin. Biz burada mesaiden iktisat
etmeye bakıyoruz. Bu direk kalkmış dal budak salıyor. Bütün direkler dal sürecek olsa
budamaya adam mı yeter?" Sonra maiyetindeki mühendislere dönüp: "Kesilsin" diye
ferman etti. Derhal merdivenli otomobil geldi. Adamlar tellerle izolatörleri bir başka
direğe aktarıp yapraklısını yere yıktılar.

Fabrikatör bir balta kapmış, direğin kök bağlamış ziftli kısmına, yaprak açmış
dallarına vuruyor, vuruyordu. Hırsını bununla da alamadı. direği adamlarına kuşbaşı
doğrattı. Bu parçaları dahi ortada bırakmaktan korkuyordu. Ne olur ne olmaz, bir
dahaki bahar yine kim bilir ne madik oynardı. Direğin enkazını orada, gözünün
önünde bir güzel yaktırdı ve külleri toplatıp denize attırdı. Gerçi ihtiyar kavak şimdi
de dalgalara karışıp sahile vurabilir, buhar olup yağmur tanesi şeklinde yine sevdiği
kırlara yağabilirdi. Fakat fabrikatörün aklı o kadar incesine pek ermiyordu. Bu itibarla
memnun ve mesrur ellerini yıkayıp dairesine mayonezli levrekle fasulye pilâkisini
yemeğe gitti.

O gece çiçekler sabaha kadar kan ağladılar. Kuşlara gelince , onlar da ilkin ah
ve vah ettiler ama sonra baş başa verip bu harekete bir misilleme çaresi aradılar.

Bir ağaçkakan: "İntikam!" diye bağırdı.

Serçelerin en yaşlısı: "Peki ama nasıl?" diye sordu.

Canı tatlı bir saksağan: "Herifler dişlerine kadar silâhlı!" dedi. "Toptan gitsek
hepimizi vururlar."

Tecrübeli baykuş: "Bir fedai seçeriz" diye teklif etti. "İçimizden biri."

Daha sözünü bitirmemişti ki ihtiyarın avucundan yem yemiş bir ibibik kuşu
"Ben giderim" diye atıldı. "Yarın zaten fabrikanın açılış töreni var. Ben hepinizin
intikamını alırım, icabederse bu uğurda seve seve ölürüm."

Ertesi gün, daha sabahın erken saatinden, fabrikada bir faaliyettir başladı. Her
pencereden bir bayrak sarkıyor, her tarafta allı morlu, yeşilli beyazlı kurdeleler
dalgalanıyordu. Bacalar bile gemi direkleri gibi flamalarla süslenmişti. Bir bando
durmadan marşlar çalarken, hususi otomobiller de davetlileri getirip getirip anfiteatr
şeklinde hazırlanmış tribünlere bırakıyordu.

Ne davetliler vardı, ne davetliler! Erkeklerin çoğu silindirli ve jaketalı idiler.


Kadınlar ise beyaz elbiseler, geniş kenarlı hasır şapkalar giymişlerdi.

Bir ara bando durdu, ses kesildi ve ön sırada oturan tıkız fabrikatörün ayağa
kalkıp önüne mikrofonlar yerleştirilmiş kürsüye doğru ilerlediği görüldü. Adam ağır
ağır basamağı çıktı. Notlarını önüne açıp "öhö öhö" diye sesini ayar etti, sonra: "Sayın
vekil Bey, muhterem davetliler" diye söylevine başladı.

Saklandığı pervazdan aşağısını gözleyen ibibik kuşu "İşte tarihi an geldi" diye
söylendi. Seke seke pervazın üzerinde ilerledi ve tam fabrikatörün dazlak başını nişan
alıp bir güzel pisledi. Gerçi, ibibik kuşu olmak sıfatıyla esasen çok kolay def'i hacet
ederdi fakat o, sadece bu kabiliyetiyle yetinmemiş, bu tarihi günün şerefine bir gece
evvelinden küf tutmuş kendir tohumu yiyip üzerine bol miktarda deniz suyu içmişti.
Bu itibarla sabah beri büyük sancılar bahasına katlandığı hamulesini şimdi durmadan
dinlenmeden aşağı boşaltıyordu.

Fabrikatör, çıplak başında şaplayan ilk damla üzerine gayr-i ihtiyari yukarı
baktığından ikinci üçüncü postaları yüzüne gözüne giydi.
Dinleyiciler ilkin bir şaşırdılar. Bir iki kadın davetli gülmesini tutamadı.
Cesaret alan öbürleri de makaraları koyuverdiler. Artık şimdi hepsi eğile kalka,
kasıklarını tuta tuta gülüyorlardı.Vekil Bey bile yüzü mosmor kesilmiş kahkahasını
mendilinde boğmaya çalışıyordu.

Fabrikatör, yüzüne çok defa pisletilmiş insanların pişkin tebessümü ile


mendilini çıkardı. yavaş yavaş, ağzını, yüzünü, gözlerini, çıplak başını silip sıvazladı
ve gürültünün kesilmesinden bilistifade: "Bayanlar, baylar!" dedi, "Bayanlar, baylar!
Şu mesut hadise dahî, tesislerimizin memleket için ne kadar hayırlı, ne kadar uğurlu
ve kademli olacağını bir fal-i hayr sayılmaz mı?" ve tıkız fabrikatör bu zaruri
girizgâhtan sonra tekrar notlarına dönüp imal edeceği termosifonların emsaline
faikıyetini izaha girişti.

( HALDUN TANER)

KOLTUK DEĞNEKLERİ
Bana telaşla, "Sen otur." dedi. "Bilet ve pasaport işini yapıp hemen
geleceğim." Terminal tenhaydı. Alanı iyice görebilecek bir koltuk seçtim. Karşımda
bir çift, ayakta duruyordu Adam uzun boylu ve çok zayıftı. İçine fazlaca Fransızca
sokuşturulmuş bir Yahudiceyle bazı şeyler anlatıyordu. Kadın yarı ilgisi onda,
çevresini inceliyor, sonra dürtülmüş gibi dönüyor, aynı ses tonlu bir kelime dizisi
gürültü ile başlıyor ve son buluyordu.

Bir ara gözleri bana takıldı. Bakışları; yüzümde, koltuk değneklerimde ve


dizlerimde ayrı ayrı durarak bir üçgen çizdi. Yağlı bir kremle parlıyordu yüzü. Dudak
boyası ağzının çevresine taşırılarak sürülmüştü. Siyah, yırtık, edepsiz gözleri vardı.
Dirseğiyle dürttü erkeği, çenesiyle beni gösterdi ve ilgisiz bir acımayla, esnermiş gibi,
"Malade" dedi. Çevreyi tarayan gözleri daha sonra bana tekrar takıldıysa da artık
ilgilenmedi.

Bir kısa süre için bile olsa, "Gitmesine üzülüyor muyum?" diye düşündüm.
Kesin bir cevap veremedim bu soruya. Yirmi yedi yıldır hareket etmeyen ayaklarımın
verdiği acıyla hissim doymuştu. Olan* la yetinmesini biliyordum. Ayrılmak zordu
ama ben bu uzun süre zarfında ümit etmemeyi de öğrenmişi tim. Bu, ancak
romanlarda bulunabilecek renkli ilişki bile bana ümit etmemek gerektiğini
unutturamamıştı. Zaman zaman, incecik ve derinden bir his, bir iğne acısıyla kendini
hissettiriyordu; ama düşüncem bu delişmen isteği daha yeşermeden yakalıyor,
yaşamasına, gelişmesine fırsat vermeden boğuyordu.

Dalmışım, bir elin omzuma değmesiyle sıçradım. Üniformalı, tanımadığım bir


adam "Avni Bey?" diye sordu. Tereddütle "Evet" diye cevap verdim. "İnci Hanım
gönderdi beni."dedi. "Gümrük kontrolünü hemen yaptırması gerektiği için buraya
gelemiyor. Lütfen, siz gideceksiniz.." koltuktan ağırca doğruldum, sonra durdum
birden. Peki, ama diye düşündüm, bu kadar insan arasında, böylesine kesinlikle nasıl
buldu bu adam beni? Ağır ve dolu bir tempoyla vurdu kalbim. Kanım, beraberinde
sivri bir şeyler sürükleyerek dolaştı. Tabii bulacaktı, diye düşündüm. Hem de kolayca.
Ben diğerlerinden daha fazla bir şeye, koltuk değneklerine sahibim.

Hâlbuki o benim sakatlığıma önem vermez görünmüştü. "Bana kalp gerek." Demişti.
Şiirler söylemiş, misaller vermiş, ruhu ve eti birbirine karıştıran basit insan
davranışıyla alay etmiş, "Ben" demişti "Hiç elmas bir küpeyi mahfazasıyla takan bir
kulak görmedim."
Nasıl engindi hisleri, nasıl şekle ve ete yer yoktu kalbinde.

Kendimi yorgun hissettim birden. Hava teneffüsü zor bir şeymiş gibi geldi.
Taşınmaz bir ağırlık vardı omuzlarımda. Gururumdan aldım yürüme gücünü. Ağır
ama kararlı, gümrük bölümünün aksi yönüne sürüklendim.

(BAHAEDDİN ÖZKİŞİ)

DÖNÜŞ
Yol boyu kavak ağaçları, köprü, yokuş yukarı dar sokak. Sokağın bitiminde
kediyi gördüm. Yıkık bahçe duvarından duta tırmandı, oradan da çatıya. Baktım baca
tütüyor. Rüzgarla savrulan külrengi, yoğun bir duman. Kedi dumana girdi çıktı,
kiremitlerin arasında kayboldu sonra. Bahçe kapısının önünde durdum. Girsem yol
bitecek. “Ömür biter yol bitmez” Kentlerin otellerin duvarlarında yazılıydı. Bir
geminin beyazında, trenlerin, uçakların alnında. Bekleme odalarında, gar saatlerinde,
kamyonların otobüslerin ön camlarında yazılıydı. Ya da tanıdık bir ses hep bu
cümleyi fısıldadı kulağıma: “Ömür biter yol bitmez”

Girsem Paris’te Figuier sokağındaki odamın kapısı çalınmayacak biri daha. Ne


telefon çalacak ne de Notre dame’in çanları. Gece lambamın ışığına üşüşmeyecek
Türkçe sözcükler… Bu sürgün bitecek… Girsem sofada sedirin üzerinde bulacağım
seni. Saçların ağarmış, yuvarlak beyaz yüzünde sabır.

- Döndün demek.

- Döndüm.

- Sen yokken ağaçlara sokak vurdu, çürüyüp gitti hepsi.

- Bizim duta bir şey olmamış ama

- Onun hali benim gibi. Devrildi devrilecek.

- Yok yok iyisin maşallah ! İyi gördüm seni.

- Kocadım artık. Bil ki takatim kalmadı. Bu son olsun!

- …….

- Bir gittin gidiş o gidiş.


- .........

- Nasibini almadın mı hayattan, hala doymadın mı dünyaya?

-……..

Doğru bu son olsun artık. Bir daha gitmem. Bunca yalnız kalacağını, böylesine
kocayacağını bilemezdim. İste çürüyüp gidiyor her şey. Ben buradayken de soğuk
vururdu ağaçlara. Bahçeyi ayrık otlar kaplar, sarnıcın suyu çekilirdi. Ama simdi ne
tuhaf… İlkyaz hiç gelmemiş gibi. Sanki kırkikindiler hiç yağmamış. Toprak kurumuş,
cılız yapraklarda belli belirsiz bir ürperme. Rüzgar yağmur getirmiyor anlaşılan.
Dallara su yürümüyor. Ne tuhaf… ev terkedilmiş gibi. Koltuk örtüleri kaldırılmamış,
sedirin ustu bir karış toz. Duvardaki musaffa da uzun suredir el değmemiş. Yani
başından hiç ayırmadığın çalar saat bile durmuş. Kirli duvarlar, odalar, bahçeye inen
merdiven, tahtaboşun sessizliği… her şey her şey bir eski zaman düşünde. Gözlerine
uzak bir yalnızlık inmiş. Yoksun sanki, oturduğun bana baktığın yerde değilsin.
Sevecenlikle bakmıyorsun. İlk kez, yıllardır ilk kez pencereden ayırıp oğluna
yönelttiğin bakışların donuk, yaşamsız. Biraz gülümsesen duvarların beyazı geri
gelecek yine. Saatin tik takları sofayı dolduracak. Sedirin, musafin tozu yok olacak bir
anda, dallara su yürüyecek . Ama gülümsemiyorsun.

- Seni çok bekledim. Günler geceler boyu.

- Geldim işte sonunda döndüm.

- Geldin ya, beklediğim sen değilmişsin.

Beklediğin ben değilmişim demek. Doğru sen bir başkasını bekledin. Bahçede
dutun gölgesinde dizlerine yatırıp salladığın, gece üzerini örtüp duasını karanlığa
üflediğin çocuğu, konuk odasının duvarındaki fotoğrafta gülümseyen delikanlıyı
bekledin. Çünkü yakınlarının, özellikle de kocanın ölümünden sonra, onunla
yapayalnız kalmıştın bu ahşap evde. Yaşamın, onun yaşamıydı, onun varlığından
ibaretti dünyan. Gün onunla başlıyor gece onunla bitiyordu..Oydu yaşadığın. Bir gün
ardından bakır maşrapayla su döküp Paris’e yolcu ettiğin delikanlıyı, seni bırakıp
giderken sarsılarak ağlayanı bekleyecektin elbet, yıllar sonar Alaaddin’in sihirli
lambasından çıkmış gibi karşında beliriveren , sakallı ve yorgun adamı değil.

Bilsen ne acılar, ne yalnızlıklar çekti o adam! Bir kentten bir başkasına


savruldu durdu. Dar odalarda, karanlık sokaklarda geçti yaşamı. Bilmediğin, düşünde
bile göremeyeceğin dev uçaklara binip okyanuslar aştı, uğultulu kentlerin
caddelerinde parklarında dolaştı. Yuvarlak beyaz yüzünün yakınlığını unutmadı ama.
Paris’te Marie Köprüsünün altından akıp giden Seine Irmağının bulanık suyunda,
Figuier sokağında lambasını yakınca beyaz kağıtlara vuran ışıkta seni gördü. Senin
ellerini, yüzünü, geniş alnını. Moskova’da Puşkin alanında kar yağarken sen vardın
aklında. New York’ta Gate Village’ın karanlık mahzenlerinden birinde de. Ve hiçbir
güneş, Akdeniz’in yakıp kavuran güneşi bile, senin varlığın kadar ısıtamadı içini.
Şimdi yıllar sonra karşında dikilen bu yorgun adamın, beklediğin kişi olmadığını
söylemekte haklısın. Ama o hep bu anı, döneceği bu günü bekledi. Anla artık.

-Tanımadın mı oğlunu ?. Beklediğin ben değil de bir başkası miydi?

-…….

- Döndüm işte. Bu son olsun . Bir daha gidersem yol bitmesin.

-…….

Bahçe kapısının önünde durdum. Girsem ardımdan sımsıkı kapanacak kapı.


Merdivenden sofaya çıktığımda Paris bitecek. Işıklı kalabalık bulvarlar, kahveler,
güzel kadınlar, her şey, her şey bitecek. Biterse bitsin! Burada bu ahşap evde seninle
yaşamanın sakin bir hayat sürmenin zamanı çoktan geldi bile. Evi onarır, bahçeyi
düzenleriz. Toprak canlanır, dallara su yürür yeniden. Bakarsın yapraklar da yeşerir.
Bir zamanlar gölgesinde uyuduğum dutun kalın iri yaprakları.

Kapıyı açıp bahçeye girdim. Umduğum kadar bakımsız değildi. Her şey eski
yerinde: dut ağacı, tas duvar, köşede kullanılmayan sarnıç. Toprak kokusunu içime
çekince heyecanım yatıştı biraz. Gövdem rahatlayıp gevşedi. Tam sırasıdır. Simdi
çıkmalıyım sofaya, hemen simdi. Kaç yıl oldu .. kaç yıl oldu seni görmeyeli, sofanın
tahta döşemesine ayak basmayalı kaç yıl oldu! Gece üzerimi örtmeye gelirken döşeme
ayaklarının altında gıcırdardı. Sarsıldığını duyardım evin. Duvarlar, pencere camları
titrer, karanlık çoğalırdı. Sen odaya girince ansızın duruverirdi her şey. Karanlık
uzaklaşır, yüzünde dünya ışırdı. En derin en güzel uykuyu sen duanı okuyup karanlığa
üfledikten sonar değil, bir yaz günü dizlerinde tattığımı söylemeliyim sana . Dutun
serin gölgesinde, sarnıç uğuldarken. Şimdiyse yaşadığım kentler uğulduyor içimde.
Sana bugün de söylemek isteyip de bir türlü söyleyemediklerimi ilk suçumu ilk
cezamı yaşamımdaki tüm “ilk”leri anlatmalıyım. Yanına varıp gördüğüm kentleri
tanıdığım kadınları her şeyi bir solukta söylemeliyim.

Bahçede fazla oyalanmadan yukarı çıkıp kapı tokmağını vurduğumda tuhaf bir
sessizlik oldu. Bir sure bekledim. Karşılık gelmeyince yeniden çaldım. Yine ses yok.
Yumuşak tüylü bir yaratığın ayak bileklerime süründüğünü duyumsadım o anda.
Baktım kedi. Kediyi görünce bacadan tüten dumanı anımsadım. Bu kez var gücümle
vurdum tokmağı. İçerde bir kıpırdanma oldu. Döşemenin gıcırdadığını duydum. Kapı
açıldı. Karşımda başörtülü yaşlı bir kadın.

- Kimi aradınız

- ……..

- Siz Nurhayat hanımın oğlu musunuz yoksa?

- …….
İçeri daldım, sedirin üstü bomboştu.

-Ben Nurhayat hanımın komşusuyum. Hacı’nın karısı. Paris’e çektiğimiz telgrafı


almadınız demek…! Anneniz sizlere ömür…

Sedire çöktüm. Yıllarca beni beklediğin pencereden vuran ışıkta sofa sessizdi.

( NEDİM GÜRSEL)

ESKİCİ
Vapur rıhtımdan kalkıp tâ Marmara'ya doğru uzaklaşmaya başlayınca yolcuyu
geçirmeye gelenler, üzerlerinden ağır bir yük kalkmış gibi ferahladılar:

-Çocukcağız Arabistan'da rahat eder.

Dediler, hayırlı bir iş yaptıklarına herkesi inandırmış olanların uydurma


neşesiyle, fakat gönülleri isli, evlerine döndüler.

Zaten babadan yetim kalan küçük Hasan, anası da ölünce uzak akrabaları ve
konu komşunun yardımıyle halasının yanına, Filistin'in ücra bir kasabasına
gönderiliyordu.

Hasan vapurda eğlendi; gırıl gırıl işleyen vinçlere, üstleri yazılı cankurtaran
simitlerine, kurutulacak çamaşırlar gibi iplere asılı sandallara, vardiya değiştirilirken
çalınan kampanaya bakarak çok eğlendi. Beş yaşında idi; peltek, şirin konuşmalarıyle
de güverte yolcularını epeyce eğlendirmişti. Fakat vapur, şuraya buraya uğrayıp bir
sürü yolcu bıraktıktan sonra sıcak memleketlere yaklaşınca kendisini bir durgunluk
aldı: Kalanlar bilmediği bir dilden konuşuyorlardı ve ona Istanbul'daki gibi:

-Hasan gel!

-Hasan git!

Demiyorlardı; ismi değişir gibi olmuştu. Hassen şekline girmişti:

-Taal hun ya Hassen, diyorlardı, yanlarına gidiyordu.

-Ruh ya Hassen...

Derlerse uzaklaşıyordu.

Hayfa'ya çıktılar ve onu bir trene koydular.

Artık anadili büsbütün işitilmez olmuştu. Hasan, köşeye büzüldü; bir şeyler
soran olsa da susuyordu, yanakları pençe pençe, al al olarak susuyordu. Portakal
bahçelerine dalmış, göğsünde bir katılık, gırtlağında lokmasını yutamamış gibi bir sert
düğüm, daima susuyordu.

Fakat hem pür nakıl çiçek açmış, hem yemişlerle donanmış güzel, ıslak
bahçeler de tükendi; zeytinlikler de seyrekleşti.

Yamaçlarında keçiler otlayan kuru, yalçın, çatlak dağlar arasından


geçiyorlardı. Bu keçiler kapkara, beneksiz kara idi; tüyleri yeni otomobil boyası gibi
aynamsı bir cila ile, kızgın güneş altında, pırıl pırıl yanıyordu.
Bunlar da bitti; göz alabildiğine uzanan bir düzlüğe çıkmışlardı; ne ağaç vardı,
ne dere, ne ev! Yalnız ara sıra kocaman kocaman hayvanlara rast geliyorlardı; çok
uzun bacaklı, çok uzun boylu, sırtları kabarık, kambur hayvanlar trene bakmıyorlardı
bile... Ağızlarında beyazımsı bir köpük çiğneyerek dalgın ve küskün arka arkaya, ağır
ağır, yumuşak yumuşak, iz bırakmadan ve toz çıkarmadan gidiyorlardı.

Çok sabretti, dayanamadı, yanındaki askere parmağıyla göstererek sordu; o


güldü:

-Gemel! Gemel! dedi.

Hasan'ı bir istasyonda indirdiler. Gerdanından, alnından, kollarından ve


kulaklarından biçim biçim, sürü sürü altınlar sallanan kara çarşaflı, kara çatık kaşlı,
kara iri benli bir kadın göğsüne bastırdı. Anasınınkine benzemeyen, tuhaf kokulu,
fazla yumuşak, içine gömülüverilen cansız bir göğüs...

-Ya habibi! Ya ayni!

Halasının yanındaki kadınlar da sarıldılar, öptüler, söyleştiler, gülüştüler.


Birçok çocuk da gelmişti; entarilerinin üstüne hırka yerine elbise ceket giymiş, saçları
perçemli, başları takkeli çocuklar...

Hasan durgun, tıkanıktı; susuyor, susuyordu.

Öyle haftalarca sustu.

Anlamaya başladığı Arapçayı, küçücük kafasında beliren bir inatla


konuşmayarak sustu. Daha büyük bir tehlikeden korkarak deniz altında nefes
almamaya çalışan bir adam gibi tıkandığını duyuyordu, yine susuyordu.

Hep sustu.

Şimdi onun da kuşaklı entarisi, ceketi, takkesi, kırmızı merkupları vardı.


Saçlarının ortası el ayası kadar sıfır makine ile kesilmiş, alnına perçemler uzatılmıştı.
Deri gibi sert, yayvan tandır ekmeğine alışmıştı; yer sofrasında bunu hem kaşık, hem
çatal yerine dürümleyerek kullanmayı beceriyordu.

Bir gün halası sokaktan bağırarak geçen bir satıcıyı çağırdı.

Evin avlusuna sırtında çuval kaplı bir yayvan torba, elinde bir ufacık iskemle
ve uzun bir demir parçası, dağınık kıyafetli bir adam girdi. Torbasından da mukavva
gibi bükülmüş bir tomar duruyordu. Konuştular, sonra önüne bir sürü patlak, sökük,
parça parça ayakkabı dizdiler. Satıcı iskemlesine oturdu. Hasan da merakla karşısına
geçti. Bu dört yanı duvarlı, tek kat, basık ve toprak evde öyle canı sıkılıyodu ki...
Şaşarak eğlenerek seyrediyordu: Mukavvaya benzettiği kalın deriyi iki tarafı keskin
incecik, sapsız bıçağıyle kesişine, ağzına bir avuç çivi dolduruşuna, sonra bunları
birer birer, Istanbul'da gördüğü maymun gibi avurdundan çıkarıp ayakkabıların altına
çabuk çabuk mıhlayışına, deri parçalarını, pis bir suya koyup ıslatışına, mundar
çanaktaki macuna parmağını daldırıp tabanlara sürüşüne, hepsine bakıyordu. Susuyor
ve bakıyordu.

Bir aralık nerede ve kimlerle olduğunu keyfinden unuttu, dalgınlığından


anadiliyle sordu:

-Çiviler ağzına batmaz mı senin?

Eskici başını hayretle işinden kaldırdı. Uzun uzun Hasan'ın yüzüne baktı:

-Türk çocuğu musun be?

-Istanbul'dan geldim.

-Ben de o taraflardan... İzmit'ten!

Eskicide saç sakal dağınık, göğüs bağır açık, pantalonu dizlerinden yamalı,
dişleri eksik ve suratı sarı, sapsarıydı; gözlerinin akına kadar sarıydı. Türkçe bildiği ve
Istanbul taraflarından geldiği için Hasan, şimdi onun sade işine değil, yüzüne de
dikkatle bakmıştı. Göğsünün ortasında, tıpkı çenesindeki sakalı andıran kırçıl, seyrek
bir tutam kıl vardı.

Dişsizlikten peltek çıkan bir sesle tekrar sordu:

-Ne diye düştün bu cehennemin bucağına sen?

Hasan anladığı kadar anlattı.

Sonra Kanlıca'daki evlerini tarif etti; komşusunun oğlu Mahmut'la balık


tuttuklarını, anası doktora giderken tünele bindiklerini, bir kere de kapıya beyaz
boyalı hasta otomobili geldiğini, içinde yataklar serili olduğunu söyledi. Bir aralık da
kendisi sordu?

-Sen niye burdasın?

Öteki başını ve elini şöyle salladı: Uzun iş manasına... ve mırıldandı:

-Bir kabahat işledik de kaçtık!

Asıl konuşan Hasan'dı, altı aydan beri susan Hasan... Durmadan, dinlenmeden,
nefes almadan, yanakları sevincinden pembe pembe, dudakları taze, gevrek, billur
sesiyle biteviye konuşuyordu. Aklına ne gelirse söylüyordu. Eskici hem çalışıyor,
hem de, ara sıra "Ha! Ya? Öyle mi?" gibi dinlediğini bildiren sözlerle onu
söyletiyordu; artık erişemeyeceği yurdunun bir deresini, bir rüzgarını, bir türküsünü
dinliyormuş gibi hem zevkli, hem yaslı dinliyordu; geçmiş günleri, kaybettiği yerleri
düşünerek benliği sarsıla sarsıla dinliyordu.

Daha çok dinlemek için de elini ağır tutuyordu.


Fakat, nihayet bütün ayakkabılar tamir edilmiş, iş bitmişti. Demirini topraktan
çekti, köselesini dürdü, çivi kutusunu kapadı, çiriş çanağını sarmaladı. Bunları hep
aheste aheste yaptı.

Hasan, yüreği burkularak sordu:

-Gidiyor musun?

-Gidiyorum ya, işimi tükettim.

O zaman gördü ki, küçük çocuk memleketlisi minimini yavru ağlıyor...


Sessizce, titreye titreye ağlıyor. Yanaklarından gözyaşları birbiri arkasına, temiz
vagon pencerelerindeki yağmur damlaları dışarının rengini geçilen manzaraları içine
alarak nasıl acele acele, sarsıla çarpışa dökülürse öyle, bağrının sarsıntılarıyle
yerlerinden oynayarak, vuruşarak içlerinde güneşli mavi gök, pırıl pırıl akıyor.

-Ağlama be! Ağlama be!

Eskici başka söz bulamamıştı. Bunu işiten çocuk hıçkıra hıçkıra katıla katıla
ağlamaktadır; bir daha Türkçe konuşacak adam bulamayacağına ağlamaktadır.

-Ağlama diyorum sana! Ağlama.

Bunları derken onun da katı, nasırlaşmış yüreği yumuşamış, şişmişti. Önüne


geçmeye çalıştı amma yapamadı, kendini tutamadı; gözlerinin dolduğunu ve
sakallarından kayan yaşların, Arabistan sıcağıyle yanan kızgın göğsüne bir pınar
sızıntısı kadar serin, ürpertici, döküldüğünü duydu.

(REFİK HALIT KARAY)


MESUT İNSANLAR FOTOĞRAFHANESİ

O akşam işimden erken çıkabilmiştim. Şöyle Beyoğlu'na kadar bir uzanayım,


dedim. Köprüden, saatlerdir pis hava ile dolmuş ciğerlerimin teneffüs hakkını vererek,
Haliç’i ve Boğaziçi’ni selamlayarak geçtim.

Bir zamanlar oturduğum semtlerin vapurları yine hep o hareket telaşı


içindeydiler. İşte Kadıköyü’ne kalkacak 6 vapurunun zili çalmaya başladı. İşte
Boğaz’ın Anadolu sahilini yapacak 6, 5... Bir zamanlar saniyeleri bile kıymetli olan
bu kâh küsurlu, kâh küsursuz rakamlar şimdi benim için eski ehemmiyetlerini ne
kadar kaybetmişler! Zil istediği kadar acılaşabilir, memur demir kapıyı kapamak
tehdidini istediği kadar ileri götürebilir; ben artık o vapurların yolcusu değilim, benim
oralarda artık kimsem kalmadı. Yüksekkaldırım'dan istediğim kadar oyalana oyalana
çıkabilirim. Tünel’e varınca tramvay bekliyormuş gibi üzüntülü bir hal alarak
tramvaya binenleri seyreder, sonra yayan gitmeye karar vermiş bir insan tavrıyla etrafı
seyrede ede Galatasaray'a, Taksim'e kadar yürüyebilirim.

Karşımdan insanlar geliyor, arkamdan insanlar geliyor. Arkamdan yürüyenler


nihayet beni geçiyorlar, karşımdan gelenlerin bazılarıyla bir an bakışıyoruz; bazıları
beni görmüyorlar, benim de görmediklerim oluyor, bana sürtünenler, çarpanlar
oluyor. Erkekler, kadınlar, uzun boylular, kısa boylular, yaşlılar, gençler, güzeller,
çirkinler, zenginler, fakirler... Kocalı kadınlar, henüz nişanlılar, yalnızlar, kolunda
sevgilisi olanlar, anneleri yanında yürüyen küçük çocuklar var. Cahit Sıtkı'nın, bir
şiirinde "gün hazinesi" dediği bacaklarını uzun konçlu şosonlarda hapsetmiş bir ömür
hazinesi genç kızlar var. Yalınayak çocuklar da var. Ayakları muhafazalıların arasında
seğirtip gazete satmaya çalışıyorlar. Fakat ayakları üşümüyor gibi, herhalde
alışmışlardır, diyorum. Hem onlar da kunduralılardan daha az mesut görünmüyorlar.
Onlardan gazete alan zenginler, verdikleri paranın gerisini istemiyorlar. Bu onların
sevincini bir kat daha artırıyor.

İki yanımda bu insanları, giydirmeye, doyurmaya, eğlendirmeye, bir kat daha


mesut etmeye mahsus dükkanlar, mağazalar, salonlar var. Onların camekanları
önünde durmaktan, hayale dalmaktan kendimi alamıyorum. Şu oda takımı ne güzel!
İnsan yemekten sonra şu geniş koltukta kimbilir ne kadar rahat eder! Şu abajur,
elindeki örgüsüne dalmış karısının yüzüne kimbilir ne tatlı bir pembelik verir. O
zaman koca, gazetesini bırakarak karısının seyrine dalar... Şu masa, karşıki mağazada
satılan radyolar için bilhassa yapılmış gibi, tam uygun gelecek. Radyonun üstüne de
şu ileride, antikacıdaki biblolardan biri... Şehrin en büyük mobilyacısı bütün bir yatak
odası takımı teşhir ediyor. İki kişilik karyola, atlas yorganı serilmiş, başucunda
komodinine, üstündeki gece lambasına, yerde küçük halısına, pencerelerdeki tül
perdelerine varıncaya kadar düşünülmüş, tam bir yatak odası... Perdeleri arasında da
bir kış dekoru gözüküyor. Bütün oda kızıl bir aydınlık içinde, sahiplerini beklemekten
sabırsızlanıyor gibi...

Fakat bütün bu eşyayı nereye taşımalı? Şu kat kat apartmanların hangi katı
benim olabilir? İlerliyorum...

Ya şu mağazadaki mavi kolye. Tanıdığım kızlardan şu en mavi gözlüsüne ne


kadar yaraşacak! Fakat o kız benim sevgilim değil ki!

Bir kunduracının camekanında yanlara doğru kaçışmış gibi duran, kimi kapalı,
kimi daha dekolte, bütün mahremiyetleri ile kadın terlikleri, bütün bir ev hayatını
hayal ettiren terlikler...

Ah şu kadın eşyaları, çamaşırları, elbiseleri satan mağazalar... Düşünüyorum


ki, bütün o çamaşırlardan, elbiselerden, tayyörlerden, mantolardan istediğim kadar
alacak param olsa da, onları kullanabilecek, onları giyebilecek, "bütün bunlar senin
için" diyebileceğim kimsem yok.

Sanki bütün bu mağazalar, bütün şu insanlara, saadet satıyorlar. Şu manavdaki


renk renk, türlü türlü yemişler, meselâ şu iri, sarı kabuklular portakal değil, bir sofra
saadetini tamamlayacak bir başka lezzet, koku ve serinlik saadetidir. Şu satıcılar avaz
avaz bağırarak, şu sattıklarımızdan da alın, daha çok mesut olun, demek istiyorlar.
Hele şu köşede, ta Vefa'dan getirilmiş boza şişeleri. Bu, yemekten birkaç saat sonra,
bir babanın, ailesi efradına, üzerine tarçın ekerek, leblebiler koyarak yudum yudum
tattıracağı bir nev'i şahsına münhasır saadet değil de nedir?
Bu caddeye ne kadar da çok fotoğrafçı toplanmış, şimdiye kadar kaç tanesinin
önünde resimleri seyre daldım. Bütün bu mesut insanlar buralara da saadetlerini tespit
ettirmek için koşuşmuş olacaklar. Bu resimlerde, yaşayacaklarından daha uzun zaman
tebessümleri devam edecek. Şu gelin, demin gördüğüm kocalı kadın değil mi? Şu
pembe yüzlü, çift örgülü saçlı küçük çocuk, daha demin sıçrayarak yanımdan geçen
genç kız değil mi? Belli belli! Bu fotoğrafhanelerde hiç ölülerin resmi yok. Zaten en
yakın mezarlık buraya kilometrelerce uzakta. Bu caddede ancak mesut dolaşılabilir.
Yalnız bu caddede bulunmak insanı mesut etmeye kafidir. Yaşadığımı, ben de
saadetimi düşünmeliyim. Şu kadar dükkanın içinde elbette beni de mesut, hiç olmazsa
memnun edebilecek şeyler satanlar da yok değil ya! Şuracıkta kunduralarımı
boyatabilirim. Şu kravatı pekala satın alabilirim. Yeni gelmiş şu şiir kitabı bana
pekala zevkli saatler geçirtebilir. Ben de pekala şu mesut insanların fotoğraflarını
çıkarttıkları fotoğrafhanelerden birine girebilir, ben de mesudum, benim de resmimi
çekebilirsiniz diyebilirim. Fotoğrafçı da itiraz edemez, sizin kimseniz yok, fotoğrafı
ne yapacaksınız, diyemez. Sorarsa, elbette günün birinde benim de bir sevgilim
olabilir. Sizin çekeceğiniz bu en güzel fotoğraf onun çantasının gizli bir köşesinde,
güzel kokular içinde yatabilir, derim.

Sonra, beni sevecek kimse çıkmasa bile, haberiniz yok mu, yeni bir şiir
kitabım intişar etti, bu kitap pekala bana şair dedirtebilir ve kimbilir, zaman gelir,
edebiyat tarihçisi, bu kitap intişar ettiği zamanki fotoğrafımı arayabilir. İstikbalin
nefis kağıtlı bir edebiyat tarihinin sayfaları arasından bütün gençliğimle tebessüm
edebilirim. Evet, evet, hiç olmazsa genç değil miyim, ağarmış saçlarımla, biraz bezgin
duruşuma bakmayın, nüfus tezkerem yanımda, buyurun, ben daha genç sayılırım. Ve
sırf genç olmam, benden isteyeceğiniz tebessümü dudaklarımda yaratabilir.

Bir fotoğrafhanenin önünde bir otomobil durmuş ve etrafında bir meraklı


kalabalığı hasıl olmuş. Yaklaşıyorum, otomobilin içi, camların kenarları bütün
çiçeklerle süslü. Demek gelinle güvey fotoğrafhanedeler. Ben de bu fotoğrafhaneye
girer, hem fotoğrafımı çıkartmış olur, hem de hayatlarının en mesut zamanlarından
birini yaşatmakta olan bu çifti, kapıdan çıkmak üzere iken olsun, bir defa selamlarım.

Bütün duvarları fotoğraflarla kaplı holde bekliyorum. Bütün fotoğraflardaki


insanlar tebessüm ediyorlar. İşte, yeni rütbesinin verdiği gurur ve emniyetle
istikbaline gülümseyen genç subay. Büyük bir lastik topu dünyanın en büyük hazinesi
imişçesine sıkı sıkı tutmuş, yanaklarından sıhhat fışkıran gürbüz çocuk. Bir fakültenin
mezunlar hatırası: Hocalar, memnunluk ve iftihar içinde; yeni mezunlar da
hocalarının etrafında, sırtlarından bir yükü atmış, uzun bir yolu bitirip bir ağaç altına
oturmuş insanların saadetiyle gülüyor, hep gülümsüyorlar.

Sonra, yeni evliler, yan yana dururlarken, sevinçten, hazdan titredikleri adeta
hissedilen, çiçekler içinde yeni evliler. Bütün şu delikanlılar hep evlenmişler, saadet
duymuşlar ve mekteplerini bitirdikleri zaman fotoğraflarını çekmiş olan fotoğrafçıya
koşup, işte evlendik, bu sefer de evlenme saadetini tadıyoruz, yeni fotoğrafımızı
çekin, demişler.
Sonra, pürüzsüz, uzun bir evlilik hayatının en güzel bir noktasında, belki bu
izdivacın bir senei devriyesinde, birkaç yaşına gelmiş çocukları ortalarında resim
çektiren eski evliler. Kadın biraz şişmanlamış, erkeğin alnından doğru saçları
seyrekleşmeye başlamış, karşı duvarda asılı bir yeni evliler fotoğrafına bakarak
gülümsüyorlar. Burada her şey, herkes birbirine gülümsüyor. Hiçbir ihtiyar, hiçbir
çirkin, hiçbir düşünceli insan resmi yok. Sanki bu fotoğrafhaneye sevinçsiz hiçbir
insan ayak atmamış. Yahut fotoğrafçı, bir muvaffakiyet sırrı olarak, makinesinin
karşısında candan gülümseyemeyecek müşterisinin fotoğrafını çekmemiş.

Ben böyle düşünürken, birden atölyenin kapısı açıldı, gelin, elindeki


çiçeklerden daha beyaz beyazlar içinde, yanında genç kocası, bir bahar havası
bırakarak, bir bahar rüzgarı gibi önümden geçtiler, kendilerini bekleyen otomobile
bindiler. Fotoğrafçı onları selametledikten sonra bir müddet daha eşikte kalarak
otomobili gözleriyle takip etti, sonra geri döndü, yarattığı eserden memnun bir
sanatkar haliyle kendi kendine gülümseyerek, beni görmeden bulunduğum tarafa
birkaç adım attı. Neden sonra varlığımı fark edip, tatlı bir rüyadan uyanır gibi,
bakışlarıyla ne istediğimi sordu.

- Fotoğrafımı çektirmek istiyorum. Güzel olmasını arzu ettiğim bir fotoğraf


çektirmek istiyorum, dedim. Ben konuşurken adam da beni baştan aşağı süzüyor,
yüzü deminki memnunluk halini yavaş yavaş kaybediyor, adeta endişeli bir ifade
alıyordu:

- Buyurun atölyeye, dedi.

Ben önde, o arkada, çiçek ve lavanta ile karışık bütün bir saadet kokusunun
dalgalandığı atölyeye girdik. Gösterdiği sandalyeye oturdum. Makinenin arkasına
geçti, örtünün altında yüzü kayboldu, yalnız ara sıra sesini işitiyorum:

- Tabii durun!

- Kendinizi sıkmayın!

- Buraya fotoğraf çektirmek üzere gelmiş olduğunuzu unutun!

- Güzel sevinçli şeyler düşünün!

Bunu ihtar etmesine hacet yoktu, ben buraya zaten sevinçli düşüncelerle
gelmiştim. Şimdi burada çekilecek fotoğrafı belki bir gün sevgilim çantasında
taşıyacak... Belki bu resim...

Birden fotoğrafçının sesi, bu sefer biraz daha asabi, yükseldi:

- Lütfen, zorla gülümsemeyin!

Evet, zorla tebessüm ne kadar çirkindir! Zaten benim zorla gülmeye ihtiyacım
yok. Şu adesenin arkasından bütün bir ebediyet bana bakıyor demektir, ben de bütün o
ebediyete, bana hayran kalacak bütün o müstakbel nesillere büyük bir şair gibi biraz
mağrur, biraz yüksekten, sadece tebessüm edebilirim.

Çok mu fazla kendini beğeniş? Çok büyük, hatta gülünç bir iddia mı? Doğru!
Benim esasen hayatta hiçbir iddiam olmadı ki!.. Bu çıkacak fotoğrafımın daha küçük,
daha mütevazı bir vazifesi olabilir. Belki, dinimin bana vaat ettiği en yüksek
mertebeye erişir, belki bir gün şehit düşerim. Belki o zaman bu fotoğrafımı, bazı
mecmualar, diğer şehitlerinkilerle beraber, basarlar. Belki mektebim, verdiği şehitler
arasında benim de bu resmimi müzesinin bir köşesine asar. Belki sadece ölüp giderim.
O zaman da bu fotoğrafım hayatta kalmış birkaç akrabamın, birkaç vefalı arkadaşın
beni anmalarına vesile olur. Onlara, şimdiden şükran ve dostluk tebessümlerimi
göndermeliyim.

Dışarıdan gelen şu hayat gürültüsüne dalarak, şu odaya sinmiş beyaz gelin


kokusunu teneffüs ederek, şu karşı binanın saçaklarında gagalarıyla öpüşen
güvercinleri gözümün önüne getirerek, o delikanlı mezunlardan biriymiş gibi, genç
subay gibi, bir gün şahadet mertebesine erişebileceğimi düşünerek, elimde sevgilimin
eli varmış gibi, ortalarında çocuklarıyla fotoğraf çektirmiş olan evlilerin o rahat
tebessümüyle... Fakat şimdi niçin böyle uğraşıp duruyorum? Niçin kendi kendimi
aldatmaya çalışıyorum? Benim asıl mesut zamanlarım ne oldu? Niçin asıl o zamanlar
resim üzerine resim çıkartmadım? Niçin her hafta fotoğrafçıya uğramadık? Neden
bugün buraya tek başıma geldim?

Fakat şimdi böyle şeyler düşünmenin de sırası mı ya! Dünyada her insan az
çok bir felakete uğramış olabilir. Bunun için büsbütün kötümser olunur mu?..
Felaketler yerine saadetleri, ölmüşler yerine doğacakları, geçmişler yerine gelecekleri
düşünmeliyim. Hem...

Birden, fotoğrafçı siyah örtüsünü başından atarak doğruldu. Yüzü hatta biraz
terlemişti, ümitsiz bir tavırla:

- Beyim mazur görün, sizin fotoğrafınızı çekemeyeceğim, dedi.

( ZİYA OSMAN SABA)


KOCA ÖKÜZÜN ÖLÜMÜ

Yusuf, titreyen elleriyle ılgınları araladı. Yarı kapalı, yumuk yumuk gözlerini,
büsbütün küçülterek nehrin iki kıyısını süzdü. Önünde bir bataklık, bulanık suların
ortasına doğru, bir yarımada şeklinde uzanıyordu. Yarımada, nehrin en derin bir
noktasına kadar yürümüştü. Yığın yığın sarı miller, yakıcı mayıs güneşinin altıda,
ıslak ıslak parlıyordu. Yusuf, bir zaman daha sulara, bataklığa baktı. Sonra birdenbire
kalbi durur gibi oldu. Bir an gözlerini yumdu. Açtığı vakit, iki damla, yaş, bembeyaz
sakalına yuvarlandı. Güçlükle iki üç adım daha attı; ılgınlardan kurtuldu. Sonra
dizlerinin bağı çözüldü. Oracığa, kumların üzerine çöküverdi. Titreyen ellerini
dizlerin dayadı. Ellerinin, dizlerinin sarsılması bir zaman sonra kesildi. Taştan bir
heykel gibi, nehrin bulanık sularına doğru uzanan bataklığa baktı kaldı.

Yusuf, koca öküzü üç gündür aramadık yer bırakmamıştı.


İlk aklına gelen, onun bir ziyana girip kolcular tarafından götürülüp tokata
kapatılması olmuştu. Fakat elin ekilmiş tarlasına ziyana girmek, koca öküzün âdeti
değildi. Bütün beraber yaşadıkları uzun senelerde ne Yusuf, ne de koca öküz, haram
mal yememişti. Yusuf’un ümidi boşa çıkmadı: Koca öküz, ziyana girmemişti. Yusuf,
üç gündür, köyüne yakın çiftlikleri, dağı bayırı dolaşmış, önüne gelene koca öküzü
sormuştu. Fakat bir türlü onun nehrin öte yakasına geçmeye niyetleneceğini hatırına
getirmemişti. Nihayet bu sabah, bu ihtimal zihnini kurcalamış; kalkmış, oğluna, “ Sen,
şu yakaya git” emrini vermiş, kendisi de nehrin bu yakasını tutmuştu.

Yusuf uzun zaman olduğu yerde, kılını bile kıpırdatmadan kaldı. Neden sonra
oğlu gelip yanına çökünce kendine geldi. Delikanlı, gözlerini dikmiş babasına
bakıyordu. Boğuk bir sesle:

“Bulamadım.” dedi. Baba da gözlerini dikmiş, bataklığın üzerinde dolaşan iki


kartala bakıyordu.

“Ben, buldum!” diye mırıldandı. Genç adam, babasının baktığı istikamete


döndü. Öfkeyle:

“Namussuz ne işi varmış suyun, batağın içinde?..” diye söylendi. Yusuf,


dönüp oğlunun yüzüne baktı:

“Karşı yakaya geçmeye niyetlenmiş bir hâlde..”

“Ne işi varmış o yakada?” Yusuf’un yüzünden acı bir tebessüm uçtu:

“Mübarek bu mevsimde işsizliği hiç sevmezdi. Canı sıkılmış olacak. Huyu sarı
öküze benzemezdi…”

Yusuf’un oğlu ayağa kalktı. Dikkatle nehrin çepçevre çevirdiği bataklığa


baktı.

“Hiç de boğulmuşa benzemiyor. Yoksa sular alır giderdi.”

“Boğulmamış ki… Karnına kadar çamura batmış.”

“Ölmüş ya…”

Yusuf, cahillik etme der gibi ters ters oğlunu süzdü.

“Ulan bunu diri diri çakallar yemiş işte.” Delikanlı heyecanlandı. Şaşkın
şaşkın etrafına bakınmaya başladı.

“Allah, Allah… Hiç de çakalların yediği öküz görmemiştim.

“Ben, çok gördüm. Karşı yakaya yüzüp geçerim sanır fukara… Gözüne suyun
en dar yerini kestirir. Bataklıktan yürümeye başlar. Yürüdükçe de batar. Çıkayım diye
uğraşır batar; çıkamaz, battıkça batar… Çakal bu, şaka mı, fırsat gözler. Sürüyle
çullanırlar öküzcazın üzerine. Diri, diri, bağıra bağıra; gece karanlığında zavallının
karnını deşerler. Kıpırdayamaz, kaçamaz, böğürür, böğürür… Ta karnı delik deşik
oluncaya kadar… Ta geberinceye kadar işkence ederler. Sonra çamurların içine yığılır
kalır. Etraf aydınlanınca, iş kartallara, gördüğün gibi leş kargalarına düşer.” Delikanlı,
büsbütün hayretle açılan gözlerini bir babasına, bir bataklığa Koca öküzün yattığı yere
çeviriyordu. Bir kere daha..

“ Hiç de çakalların yediği öküz görmemiştim…” diye, söylendi.

Yusuf, kızdı:

“Gör işte… Ben çok gördüm. Lâkin benim öküzü yediklerini görmemiştim.”

“Ne işi varmış karşıda?...”

“Canı sıkılmış, gezmeye çıkmış dedik ya…”

“Bırak Allah’ını seversen baba. Öküz gezer miymiş?...”

Yusuf, içini çekti. Sakalları titriyordu. Dolu dolu gözleri dumanlanmıştı:

“Belki de canından bezdi… Ben, bezmedim mi sanki… Öküz bu! Gitmiş, bile
bile çakallara teslim olmuştur…”

“Laf!...”

Bir zaman sustular. İlerde çamurların içinde yatan koca öküzün baş ucunda,
iki kartal, alçaktan dönüp dolaşıyordu. Hafiften esen rüzgar, leş kokusunu baba
oğulun burnuna kadar getiriyordu. İhtiyar toparlanır gibi oldu. Sakalını sıvazladı:

“Ne de olsa kötü ölüm bu.” diye mırıldandı, “ çamurlara yuvarlanıp batmak.
Çıkayım dedikçe batmak, çıkamamak… Düşmanlarına karşı kendini koruyamamak…
En sonunda gözlerine baka baka düşmanına kendini yedirmek… Hem de kime…
Çakal gibi ciğeri beş para etmez korkak bir düşmana! Tuh! Allah belâsını versin…
Bombok bir iş bu… Kırk yıldır ben de böyle battım ya… Başkalarının tarlalarında
işlemekten ben de bıktım. Koca öküz de… Hayvancağız benden akıllı, benden cesur
çıktı… Vazgeçti fukara, dünyasından…”

Delikanlı, gözlerini iri iri açmış, babasını dinliyordu. Heyecanlanmıştı. Göğsü


hızlı hızlı şişip iniyordu. Yumrukları sıkılmış, dişleri sıkılmıştı. Güçlükle konuştu:

“Ne yapacağız şimdi?...” Yusuf, oğlunun bu sualine omuzlarını silkti.


Doğruldu: “Benim yapacak hiçbir işim yok… Seni bilmem…” diye söylendi.
Dikkatle nehre doğru bataklıkta ilerlemeye başladı. Oğlu da onun arkasına düştü. Ölü
koca öküzün yanına kadar sokuldular. Yusuf, suların sürükleyip getirdiği kocaman
ağır bir ağaç yakaladı. Bir zaman bir eli ile burnunu tıkayıp koca öküze baktı: Karnı
deşilmiş, kaburgaları meydana çıkmıştı. Bir gözünü kurt yemiş, kalan öteki gözüyle
iri iri, boynuzlarının istikametinde gökyüzüne bakıyordu. Yusuf, elindeki ağaçla koca
öküzü, nehrin derin sularına doğru itti. Oğlu da ona yardım ediyordu. Uzunca, bir
çalışmadan sonra, koca öküz, sulara, bulanık sulara yuvarlandı. Bir zaman kayboldu.
Sonra suyun yüzüne çıktı. Bir müddet de kazanın ortasında döndü döndü.. Daha sonra
akıntıya kapılarak, Yusuf’tan uzaklaşmaya başladı. Baba oğul, uzun uzun koca
öküzün ardından baktılar. Yusuf, döndü: “Belki de bir yere takılmadan deryaya
kavuşur..” diye söylendi. “ O zaman kemiklerine varıncaya kadar balıklara yem olsa
bile, uçsuz bucaksız deryada hiç olmasa ruhu serbest kalır… Boyunduruktan kurtuldu
gayri…”

Bataklıktan yeşil ılgın ormanına doğru yürüdüler.

( SAMİM KOCAGÖZ)

HAVUÇLU PİLAV MESELESİ


Yağmur yağıyordu, pis pis yağıyordu. Bu havada ancak yapabilecek bir şey
bulanların, bulduklarını yapabilenlerin canı sıkılmazdı. Bense gazetenin bilmecesini
de çözmüş bulunuyordum. Bu kara gün pazar, başka türlü geçerdi.

Karımı düşünmek istedim. Henüz kendi, güzeldi, şimdi akşam yemeğini


hazırlamaya çalışıyor ve henüz mutfak işlerinden hoşlanıyordu. Epey çalışmama
rağmen onu duygularımda canlandıramadım. Bu fena bir haldi… Ne yapmalı?

Radyo’ya gittim uzun dalga bomboştu. Orta dalgada öyle… Uzun uzun
esnedim. Kısa dalganın parazitleri arasında bir mucize çıktı: Bu enfes bir kemandı ve
karımla, daha iki sevgiliyken dinlediğimiz bir…

Her şey canlanıverdi. İçimde kâinatı güzelleştiren, hayata mana veren o


büyülü o heyecan belirmeye başlamıştı. Seslendim

– Hürrem.

Görpecik seni işittim.

– Efendim!

-Gelsene biraz, dedim.

- Ne var? diye sordum.

Ne var diye niçin soruyordu sanki? Ben onu güzel ve tatlı şeyleri
paylaşmaktan başka ne için çağırırdım?

- Gel hele, dedim.

- Ama yemek yemek yetişmeyecek sonra.


Varsın yetişmesin, diyecektim fakat lüzum kalmadı. Keman susmuş bed bir
ses hiç sevmediğim bir dilde konuşmaya başlamıştı. Bana içim yeniden
boşalıverecekmiş gibi geldi. Mutfağa geçtim keman sesinin getirdiği iştiyak ile ılık
hatırayı kaybetmek istemiyordum.

O bir şeyler yapıyordu: başını bile çevirmeden, rastgele bir gülüşle:

- Ne var diye sordu.

-Hiç! Dedim. Hâlbuki aynı an içinde, saçlarını avuçlayıp yüzünü bu kadar geri
çevirmek ve ‘sen niçin o günkü gibi değilsin?’ diye bağırmak istiyordum.

Masanın üstü karmakarışıktı: bir tepside pirinç vardı; onu sabahleyin karşı
karşıya ikimiz ayıklamıştık. Sabah hava güzeldi, gezmeyi tasarlamıştık. Ötede
soyulmuş havuçlar duruyordu… Ve o bana bakmıyordu bile…

Umursamadan:

- Ne düşünüyorsun? dedi.

Dişlerimi sıktım, birdenbire başını çevirerek!

- Ne yapıyorsun orada? diye bağırdı.

Ekmek bıçağını almış, havuçlara hücum etmiştim. Ben bunun farkında


değildim fakat istifimi bozmadan:

-Hiç! dedim. Pilav için hazırlıyorum.

Bu esnada: demin ‘havuçlar benden mühim diye düşünüyordum.

– Delirdin mi sen, Allah aşkına.

İşime daha dikkatle devam ettim. Biraz hırçınlaştı:

Sonra bir işe yaramayacak havuçlar

Oralı olmadım. Sesini biraz daha yükseltti.

- Bırak artık, aklanmaksa bu kadar kâfi… Hayretle ona baktım. Sesim gayet
sakindi.

Sen bunu eğlence mi zannediyorsun?

Oda tıpkı benim gibi sakinleşiverdi.

Demek havuçlu pilav da oluyor?..

İzah ettim
- İnsanlar umumiyetle böyledir yavrum. Bilmedikleri şeyleri asla olmazmış
farz ederler. İlim zihniyeti işte bununla mücadele eder Tavada yağ cızırdıyor, o beni
ses çıkarmadan dinliyordu. Havuçların en güzelini seçerek devam ettim.

- Sen şimdiye kadar havuçlu pilav görmediğin için şimdi bunu olmaz
zannediyorsun.

- Peki, sen gördün mü? Diye sordu.

-Hayır! Dedim, fakat neden olmasın?

- Olsa ne çıkar? Sen bildiğimiz pilavı beğenmiyor musun?

- Anlayışsızlığa açıyormuş gibi güldüm.

-Beğeniyorum hem de çok beğeniyorum. Hatta daha da çok beğenebilirim.


Fakat bu ondan da daha çok beğenilecek pilavı arayışıma mani olabilir mi? Ben iktifa
etmenin fazilet olduğuna inanıyorum. İnsanlığı bu hale getiren bu fazilettir. İlmin
anası bu fazilettir. Benim istediğim, bu faziletin mutfağımıza da girmesidir.

– Bu mutfak sadece benimdir, yani demek istiyorum ki sen şimdi burada


fazlasın.

Açık ela rengi iri gözleri çakmak çakmaktı. Güzel kaşlarının arasında incecik
bir çizgi belirmişti. Kasılı dudakları hafifçe titriyordu. Sesine korkunç bir tatlılık
vererek ilave etti:

- Haydi sen odana git, kitap oku, esne veya uzan!

– Pilavı hazırlamadan nasıl giderim canım? dedim.

Ve mani olmasına fırsat vermeyecek kadar süratle, fakat sükûnetimi bozmadan


pirinci maltızın üstündeki suya salıverdim. Arkasından havuçları boca ettim. Atıldı,
fakat geç kalmıştı. Yanakları pençe pençe kızarmıştı. Bu haliyle ilk randevumuzdaki
kadar güzeldi. Ve bu hiddetini mağlup edebilmek bana ilk aşkı kadar tatlı gelecekti.
Birden bire kucakladım; öptürmedi. Üstelik iki tanede tokat attı.

*Sana ne oluyor böyle gözüm? dedi.

Fakat dinleyen kim?

- Çık buradan. Git diyorum sana! dedi.

- Şaşılacak şey! dedim. Buradan çıkarım da nereye gideyim o bana evin dünya
kadar geniş, uçsuz bucaksız olduğunu anlatmak istiyor; bense, belki de doğruluğunu
sezdiğim için, o da mutfaktan başka bir yer olabileceğini kabul etmek istemiyordu.

Demek beni evden kovuyorsun? dedim. Bunu da nereden çıkardın?

Fakat izaha lüzum gördüm:


-Mademki öyle istiyorsun, peki. Beni bu kadar anlayışsız mı zannediyorsun?
Zaten bu sabahtan belliydi. Sinemaya gidelim dedim, yağmuru bahane ettin. Tavla
oynayalım dedim. Okuyacağım dedin. Mademki istiyordun niçin şimdiye kadar
durdun. Seni tutan kim, hadi ne duruyorsun vakit kaybetme.

Ona gözlerimi kısarak bakarken bıçağı kuvvetle masaya sapladım ve dışarı


çıktım. Arkamdan tekrar:

- Git! diye bağırdı. Biran durakladım. Niye gidecekmişim sanki… Ona bir
galibiyet vesilesi olsun diye mi? Nasıl olsa geri döneceğimden emin, göğsünü gere
gere ‘git!’ diye meydan okuyor.

Fakat olmadı! Sandalyeleri devire devire gittim. Bu sırada ‘dönüşten dönüşe


fark var’ diye mırıldanıyordum.

Sokak kapısına vardığım zaman mutfağın eşiğine çıkarak:

- Pilavı berbat ettin şimdide gidiyorsun, dedi.

Caddeye çıktığım zaman içimde şu zıkkımı adam gibi içmeyi hala


öğrenemedim diyerek bir arkadaşa hasret vardı.

Pilavı berbat etmişim. Sesi kulağımda yeniden belirdi. Fakat bunu söylerken
bir tuhaftı. Ben arkadaş falan istemiyorum bir kurt gibi yalnız olmalıydım; yalnız ve
yepyeni bir yaylada

Yağmur ne güzel çiseliyordu. Fakat insanlar bana yabancı bana aldırış


etmeyen insanlar. Hâlbuki ben, meselâ şu kadını sevebilirim, şu adamla pekâlâ dost
olabilirim, ama onlar geçip gidiyorlardı. Rastgele bir meyhaneye girdim. Büfenin
ortasındaki taburelerden birine oturdum. Bir hamlede bütün şişeleri boşaltmak
istiyordum. Bir kadeh, bir kadeh daha, bir kadeh daha…

Yanımdakiler mesut insanlardı. Hele biri ki beni saadetten kolayca


tiksindirebilirdi, çocuklarından, karısından binlerce liradan bahsediyor. Hâlâ isimleri
sayıyordu. Büfeci ona votkasıyla birlikte bir parça da limon getirdi. Adam limonu
kadehe sıkmak için bir hayli uğraştı. Su yerine çekirdek sıkıyor ve beni
eğlendiriyordu. Alay etmek için mükemmel bir fırsattı.

Halinden anlamam ama beyefendi dedim. Şu elinizdekinin ilk görüşte limon


olduğunu söyleyebilirim. Adam bana tuhaf tuhaf bakarak;

Limoncu musun? Dedi.

O budala, bu sözdeki nükteyi asla kastetmemişti bana eminim. Fakat gene de


çileden çıktım.

– Evet, dedim. Ben limon üzerine ihtisas yaptım. İtalya’da, Tirino’da,


mektebin bahçesinde seksen yedi çeşit limon vardı!
Adamın gözleri hayretle açılmıştı:

-Seksen yedi çeşit mi?

– Pardon dedim, acele ile yanlış söyledim, sadece yetmiş sekiz çeşit. Bakın
istiyorsanız size isimlerini sayayım ama ne lüzum var değil mi? Çeşit çeşit limonlar,
renkleri ayrı sekilerli ayrı tatları ayrı limonlar.

Büfeci de beni dinliyordu:

- Tatları ayrı limonlar da var mı? Diye sordu.

Onu ‘sen işine bak’ der gibi şöyle süzerek:

- Siz bana bir porsiyon havuçlu pilav getirin! Dedim.

–Havuçlu pilav mı?

– Sahi dedim siz bilmezsiniz. Pilaki olsun!

Yanımdaki adam gözlerini bana dikmişti. Derin derin içimi çektim:

-Bu benim karımın, rahmetli karımın yemeğiydi.

–Rahmetli mi dediniz?

Dik dik baktım:,

- Bu şaşılacak bir şey mi?

Adam kekeledi:

- Hayır! Estağfurullah! Gençsiniz de!

- O benden gençti. Ve biz beş aylık evliydik.

Adam bana karşı bir kardeş kesilivermişti. Bu bana pek dokundu.

- Deli gibi severdik birbirimizi… Sonra havuçlu pilav…

Gözlerim yaşardı. Garson pilakiyi getirmişti. Fasulyelere kinle, nefretle


bakarak:

- Ben artık yemek yiyemem ki, dedim!

Artık ağlıyordum.

Borcumu o adam ödedi sokağa beraber çıktık. Beni gezdirmek, avundurmak


istiyor, ısrar ediyordu. Nihayet hüznüm onu mağlup etti ve ben yalnız kaldım. Oh
karıma doğru uçma istiyordum. İçimde vicdan azabına benzeyen fakat aynı zamanda
çılgın bir neşeyi müjdeleyen bir şey vardı. Bir taksiye atladım. Yatak odasına yıldırım
gibi girdim onu omuzlarından tutarak var kuvvetimle sardım. Saçları dalgalanıyordu,
kurtulmak için çırpınıyor fakat gülüyordu. Bıraktığım zaman:

-Sen çıldırmışsın dedi.

Öptüm, yüzünü buruşturdu.

- Sarhoş! dedi.

- Ben havuçlu pilav isterim, açım… dedim.

– Gel!.. dedi. Mutfağa geçtik tabağı getirdi, yarısından fazlasını yemişti.


Gülerek:

- Biraz daha itina edilse fena olmayacak, dedi. Vakit bırakmadın ki dedim.

( TARIK BUĞRA)
OĞLUMUZ

Karım, belirmeye başlayan pencerenin önünde oturuyordu: Bütün geceyi


orada geçirmişti.

— Sen hâla yatmayacak mısın? dedim.

Doğruldu. Kül rengi pencerenin önünde sadece bir gölgeden ibaretti. Fakat bu
gölgede, beraber geçirdiğimiz yirmi küsur yılın her gününden birşey vardı.

— Ezan okunuyor, diye mırıldandı.,

Sesi bana hüzün verdi. Odamız bu dünyadan, duyguların erişemeyeceği kadar


ötede gibiydi ve karım, Kur'an'la vaat edilen mutluluğunu, sanki asırlardan beri
boşuna bekliyordu.

Hareketlerinde ve yürüyüşünde, kabul edilmiş bir mağlubiyetin iç burkan


sessizliği vardı. Mutfağa geçti. Onu sanki rüyada görüyordum: Mangala ve semavere
kömür koydu; abdest aldı, sonra seccadesini sofaya sererek namaza durdu.

Pencere iyiden iyiye aydınlanmıştı.

Renksiz, sessiz ve serin kuşluk vakti: Yatağın ılıklığı, belirsiz duygu¬lar,


düşünceden kaçış... Dalmışım.
- Yahu...

- Ne var?

- Geldi..

-İyi ya işte...

Fakat mesele bu değildi: Karım beni kayıtsız buluyor ve üzülüyordu:

-Bir şey söylemeyecek misin; bu üçüncü oluyor... Ha yahu: Ne yapa¬ cağız?

Bilir miyim ben. Fakat ona:

-Yarın bir şeyler yaparım, diyorum.

Hangi yarın?. Gökyüzü tatlı maviliğini bulmuştu bile. Gün, katılmak zorunda
olduğumuz gün, başlıyordu. Karım haklı. Bunun üzerinde durmak lâzım. Oğlum
yatağına daha yeni giriyordu. Ona, bu yaptığının ümitsiz bir isyan olduğunu
anlatmalıydım. Yataktan, birdenbire fırladım. Karım tel⺬landı:

- Fazla sert davranma. Ne de olsa artık..

Devam edemedi. Ona baktım: Gözleri allak bullaktı. Ah benim saz benizli, kır
saçlı bebeğim.

Çıkarken, omuzlarıma hırkamı koydu.

Odası gündoğdu tarafındaydı. Pencereleri büyükçe bir bahçeye bakardı. Karşı


evden kurtulmak üzere olan güneş, duvarları hafifçe pembeleştirmişti.

Ve o, uyumuştu.

Elbiselerini masanın üzerine atıvermiş, pijamasının ceketini giyme¬mişti.


Yatağının yanındaki sandalyeye iliştim, İçim bir tuhaftı. Ona bakamı-yordum; fakat
onunla doluydum: Tıpkı, çok eskiden bir defa daha olduğu gibi: O zaman daha
küçüktü; tifoya tutulmuştu, ateşi vardı, sayıklıyordu. O, şimdi bunu hatırlamaz ki...

Karlı bir şubat gecesi doğmuştu. Babamın kucağına verirken bir tuhaftım..
İsim ararken kamus bana ne kadar boş gelmişti. Ona, ışıl ışıl, kâinat gibi mânalı bir
kelime bulmak istiyordum. Sonunda Ömer dedik. Bu da ona yakışmıştı. Onu, tarihe
girmiş bütün Ömer'lerin başarı ve üstünlükle¬rine lâyık görüyordum.

İlk gülüş... İlk diş, ilk kelime, annesine doğru, genç, güzel ve mutlu annesine
doğru ilk adım.

Sonra yedinci yaş,, okula götürdüğüm gün ne kadar ağlamıştı: Sanki varlığına
evden başka bir ortak kabul etmek istemiyordu. Fakat bu böyleydi işte: O da her oğul
gibi sokak, okul ve çarşı arasında, her gün biraz daha bölünüp gidecekti. Önlenemezdi
bu.
Ve on dördüncü yaş: Hırçınlıklar, iştahsızlıklar... Bize yeni bir ortak daha,
ortakların en yenilmezi.. Karımın mağrur telâşları ve benim ilk endi¬şem.

Liseyi, daha sonra fakülteyi bitirdi. Bu arada, onu biraz daha iyi yaşatabilmek
için, karım düğününden kalma üç beşibirliği bozdurdu.. Ve o, ilk aşkın rahatsızlığı ile
sarsıldı, bizi de perişan etti.

Böylece biz ona bütün bütün bağlanırken, dünyamız artık onunla


sınırlanırken...

"Sen bizden ayrılıverdin. Sevgimiz arttıkça sen biraz daha tedirgin oluyordun.
Ben bunu anlıyordum: Sen bunda biraz da hürriyetine tecavüz buluyordun. Fakat
annen...

Ben biliyorum: Sen, artık odaların bu döşeniş tarzını, hatta bu evi


beğenmiyorsun… Uçmayı öğrenmiş bir serçe yavrusu gibi, gözün başka dallarda.
Senin düşündüğün, kim bilir ne cici şeydir. Bizi misafir edeceğin odayı da
unutmamışsındır; buna eminim. Bu kadarı da bize…, bana yeter. Fakat annen. Bunu
sen de seziyor, arada sırada, hattâ sık sık kardeşlerini nasıl okutacağından, bizim için
neler tasavvur ettiğinden bahsediyorsun. Fakat birbirimizden niçin gizleyelim; sen
böyle konuşurken sesini titreten şeyde biraz vicdan burkulması ve daha çok
çaresizliğin acısı yok mu? Ama sen bunun için üzülme, senin elinden ne gelir; hayat
böyle işte, yapamazsın ki…

Ben senin içkiden ne umduğunu biliyorum; alışmayacağına da eminim... Fakat


annen...

Sonra ben senin dışarıda ne aradığını, evden niçin kaçtığını da biliyo¬rum.


Belki de küçük bir(...) Ben onlara düşman değilim; hattâ.., fakat annen.., kadıncağız
böyle birine kapılı ereceksin diye tir tir titriyor. Sen gecelerini böyle dışarıda
geçirince, kuruntuları, ışıl ışıl caddeleri ve gazinoları masal mağaralarına çeviriyor.

Fakat bütün bunlara ne lüzum var; sen sanki bunları bilmiyor musun? Ben
sanki bütün bu şeylerin senin kalbini nasıl sızlattığını bilmiyor muyum? Annen, ben..,
sen bize bakma. Bütün budalalık bizde. Biraz hasta olmanı bekler gibiyiz. Hâlâ bize
en çok ait olduğun günlerdeki gibi kalmanı istiyo¬ruz. Değişebileceğini aklımız
almıyor. İşte, gözlerimi bir türlü yüzüne çevire¬miyorum, sana bakamıyorum. Annen
de böyle. Şimdi biz, seni uyandıramayız. Çünkü düşünmeğe cesaret edemeden
biliyoruz ki, artık senin uykun da değişti. Eskiden bizi bekler gibi uyurdun. Evet, artık
uykun da değişti. Hattâ asıl değişiklik uykularında oldu; sen uykularında da bizden
uzaklaştın..."

Başımı çevirdim: Ona baktım. Bunu yaparken romatizmalı kolumu zorlar


gibiydim. Fakat içim birdenbire ferahladı: Sanki yıllardır aradığım bir arkadaşımı
bulmuştum. Islık çalmak istiyordum. Perdeleri indirdim; güneş onu rahatsız edecekti.
Benimkilere benzeyen sert ve siyah sakallı yüzünü hafifçe öperek dışarı çıktım.
Çayımızı içerken karım biraz dalgındı, Ben, küçük oğlumun çayını gizlice, hiç
sevmediği limonla doldurdum.

( TARIK BUĞRA)

KISMET
Sıcak temmuz güneşi, Ömer Dayı'nın alnındaki boncuk boncuk terleri
çoğaltıyordu. Ömer Dayı, sabahın köründen beri tarlasında buğday yoluyordu.
Elindeki orak ışıl ışıldı. Güneş vurdukça, şavkı gözlerini kamaştırıyordu. Arada sırada
doğruluyor, gerneşiyor, belini kütürdetiyordu. "Karnım da yeğin acıktı... Bizim avrat
nerede kaldı? Dönümü ağır soykanın... Oldu bitti beni hep böyle bekletir. Yolda
olsun, tarlada olsun, yatakta olsun..." Sol koluna yığdığı desteleri dağıtmadan usulca
yere indiriyordu. Boynu, kavurucu güneşin altında iyice kızarmıştı. Şalvarının kıvrım
yerlerindeki terler kuruyup tuz bağlamıştı. Çizgili, yakasız keten gömleğinin önü,
boydan boya açıktı. Terli göğsüne buğday kılçıkları yapışmıştı. Başını kaldırıp yola
doğru baktı: "Aha avrat geliyor!” diye rahat bir nefes aldı. "Bizim bildiğimiz, orakçı
azzığı kuşlukta ulaştırılır.. Neredeyse gün dönecek! Aç acına orak sallanır mı?
Yazıda, bizden başka kimsenin ekini kalmadı... Bre soyka, nerede kaldın? Ölsen de
kurtulsak!" diye homurdandı.

Döndü Kadın, boz eşeğe binmiş, ardındaki katırın yularını eşeğin semerine
dolamıştı. Azık çıkınını beline bağlamıştı. Bir elinde yular, diğerinde ayran sitili
vardı. "Deh! Çüş!” diye bağıra bağıra eşeği sürüyordu. Tarlanın takımına varınca,
eşekten indi. Haymanın altına doğru yürüdü. "Herif! Herif!" diye seslendi. "Gel hadi,
yemeğin hazır!”

Ömer Dayı orağını sapın üzerine attı. Elliklerini kuşağının arasına soktu.
Kolunun yeniyle alnına biriken terleri sildi. İki kolunu iyice yana doğru açtı. Gerneşip
belini kütürdetti. "Öff! Öff! Berk yorulmuşum tamam!” diyerek haymaya doğru
yürüdü.

— Nerede kaldın bre avrat? Az daha acımdan ölecektim! Konu komşu ne der?

— Ne der ki herif?

— Demez mi ki, bizim Ömer Dayı'nın uyuz Döndü'sü herifini gözden


çıkarmış... Sabah azzığını öğlende götürür...
— Başıma gelenleri heç sormuyon herif! Keyfimden mi geciktim.

Neymiş bakalım şu başına gelenler?

Heç sorma herif!...

— Bu ne tevir söz kele? Az önce "sor” dersin; az sonra da "heç sorma"


dersin...

— O sözün gelişi yahu... Bizim boz eşek var ya...

— Eee, nolmuş bizim boz eşeğe?

— Kıran giresice uşaklar, binip Karasuyun kıyısına götürmüşler...

— Eee, sonra?

— Sonrası var mı? Yayan yapıldak yollara düştüm.. Dağ taş demeden, eşşek
aradım...

Ömer Dayı sofraya oturdu. Ayran sitilini başına dikti. Bulgur pilâvının üzerine
kapatılan yufkaları dizine aldı. İri lokmalar yapıp pilâvı yemeye başladı. Döndü Kadın
ara vermeden konuşuyordu:

— Şu bayır senin, bu bayır benim... derken, Karasu'yacak yörüdüm...


Baktımkine, bizim eşek suyun kıyıcığında yayılıyo... Sövdüm... Saydım... Elime
geçeni uşakların başlarına fırlattım... Hele Mustafa'm askerden bir gelsin... Ben onlara
yapacağımı biliyom...

— Ne yapacaksın bre? Senin Mustafa'n da o yollardan geçti... Omuz kaldırıp


güler... Köylük yerin eşeği ortaklık! Killi bulursa o biner... Halil, gelini şehre götürdü
mü?

— Çok erkenden yola çıktılar... Uşak berk hasta. Ellâham kızamık çıkaracak.

— Allah vere de kızamık ola... Bilinmedik, görülmedik bir hastalık olursa,


nederik?

Döndü Kadın yerinden kalktı. "Ben sana taze su getireyim... Karpuz da ister
misin?” dedi. Ömer Dayı ağzındaki lokmayı aceleyle yuttu .

— Şimdi de elin bostanındaki karpuzlara mı göz diktin avrat? Haram olmaz


mı? Hem, daha karpuzlar kelek... Yetişmesine on beş gün var...

— Ben olmuşunu bulurum... Niye haram olsun? Komşu hakkı yok mu?
Koparıp da evimize götürmedikten sonra... Tarlabaşında yenen her şey helâl! Bunun
kanunu, töresi böyle! Sen, datlı canını sıkma!

— Kim koymuş bu kanunu bre?


— Adı güzel peygamber efendimiz koymuş: "Ye, iç; evine götürme! Tarlada
yenilen zekât yerine geçer...” buyurmuş.

— Eyi, eyi! Günahı da, sevabı da senin boynuna!...

Döndü Kadın, sallana sallana pınara doğru yürüdü. Uzun donunun malaklarına
pıtıraklar yapışıyordu. Başındaki kalpak, hafif yana eğikti. "Bahçelerde
pirpirim/Döşürdüm birim birim/Mustafa’yı everdim/Halil’e Allah kerim" diye bir
mani mırıldanıyordu. Sevinçliydi. Oğlu Mustafa, yakında izine gelecekti. Erzurum'da
askerdi. "Erzurum dağları karınan boran... diye derin bir of çekti. "Ah, Mustafa'm bir
gelse! Şöyle doya doya boynuna sarılıp koklasam! t Hoş geldin dal boylu Mustafa’m'
desem! ‘Bak, sen askerdeyken, nurtopu gibi bir oğlun oldu! Adını Ömer koyduk.
Babayın adı yitmedi...' Gelinimiz Fidan'ın gözleri ışılasa! Utana utana akşamdan, don
kazanına pınardan helkelerle su taşısa! Gece kalkıp, kaşla göz arasında Mustafa'mla
çimseler! Bizim morruk, iştahlanıp baldırıma bir çimdik atsa! 'Bak avrat, seninkiler iş
başındalar!' dese... 'Hös herif, hös! Sen heç mi genç olmadın? Böyük kısmı; sağır
gerek, kör gerek!' desem... Sabahınan erceden kalksam... Buharı üstünde, bol yağlı bir
bulgur aşı pişirsem... Bir sahan kaygana hazırlasam... Şööyle, üzerine samırsaklı
yoğurt döksem... Bir iki baş yeşil soğan soysam... Datlı Mustafa'mı sofraya buyur
etsem... Güle oynaya hep birlikte yemeğimizi yesek. Halil'imin evlenme işinden söz
açsak!.. Mustafa'm ağanın elini öpmeye getse... Kimsenin görmez yanından kesesine
iki ellilik koysam... 'Al oğlum, al! Gerek olur... Ağa kapısına eli boş gedilmez,'
desem."

Deri kalazını pınardan doldurdu. Ağzının tıkacını kapattı. Bostan tarlasına


yöneldi. Tarla, pınarla Karasu'yun arasında, güneye doğru uzuyordu... Bostan
tarlasına ürpererek girdi. Boz toprağın üstünde, incecik dalların arasında, karpuz
kelekleri uyukluyordu. 'Şu olmuş, şu olmamış!” diyerek epeyce yürüdü. Gözüne
kestirdiği irice bir karpuzu koparıp entarisine sardı. Eteğinin iki ucunu kuşağının
arasına soktu. Kıs kıs güldü. "Hırsızlık da datlı oluyor! Elimnen dikmiş gibi tarlaya
girip kopardım... Karnım, gebe avratların karnına döndü!" diye mırıldandı.
Yalınayaktı. Tarlanın sert kesekleri ayaklarının tabanlarını dişliyordu. Her adım atışta,
sıcak saca basmış gibi, hoplayıp duruyordu...

Tam karpuz tarlasından çıkarken, susuz arkta bir boz yılan peydahlandı.
Döndü Kadın "Hayırdır inşallah!" dedi. "Boz yılanı eyi saymazlar... Bre soyka,
yolumu ne deyi kesiyon?” Yerden koca bir taş aldı. Yılan, sıcak güneşin altında
sersemlemişti. Hışırdayarak ilerliyordu. Döndü Kadın elindeki taşı nişanlayıp fırlattı.
Birinci atışta vuramadı. ikinci atışta, taş yılanın belinin ortasına değdi. Yılan yerinde
kıvrandı. Karnının kirli sarı derisi göründü. "Bu yaradan onman gayri meret!" diye
bağırdı, Üçüncü taşı tam başına vurdu. Yılanın kuyruğu uzun süre titredi. Döndü
Kadın, "Bu murdarın eşi de olur!” diye düşündü. Yerlere korka korka basarak oradan
uzaklaştı...

Ömer Dayı yemeğini yemiş, haymanın seyrek gölgesine uzanmıştı. Kalın


sigarasından üst üste derin nefesler çekiyordu. İnce uzun bir yüzü vardı. Sakalı
uzamıştı. Bıyığının ucundaki ak kıllar, sigara dumanından sararmıştı. Ak, iri gözleri
donuk donuktu. "Geldin mi avrat?" diyerek doğruldu. Kadının eteğini şişkin görünce,
gülümsedi:

— Ulan avrat, yaşın elliye süllüm dayadı; daha akıllanmadın! Tecirli aptalı gibi nere
getsen, birşeyler toplarsın...

— Ee, deli morruk! Çok konuşma! Ben koparıp geldim; işine gelmiyorsa,
yeme!

— Yerim yavrım, yerim! Böyüklerimiz ne demiş?

— Ne demiş bakalım?

"Başa haram olan, ayağa helâl" demiş! Senin haram kazancın bize ana sütü
gibi helâl! Öte dünyada ceremesini sen çek, bize ne?

— Yaaa! Nerde bu yoğurdun bolluğu? Beni ataşlarda yak, sen köşeye çekil,
rezilliğime bak! Yağma yok, herif! Öte dünyada da yanındayım...

— Allah yazdıysa bozsun! Cennette onca huri melek varkene, sana kim bakar?

— Neyse, çok konuşma da, beni dinle: Sana bir sözüm var...

— Neymiş sözün bre?

— Seninle bahs tutuşak: Karpuzun nasıl olduğunu kim bilirse, onun dediği
olsun... Sence karpuz kelek mi, yoksa olgun mu?

— Bunu bilmeye ne var yavrım... Bu karpuz kelek...

— Bence de olgun... Ben karpuzdan anlarım. Bu karpuzu, koca tarladan


seçtim.

— Senin anladığın işte bu kadar... Karpuz, "ben keleğim, ben keleğim" diye
bar bar bağırıyor...

— Bak beni dinle: Eğer karpuz kelek çıkarsa, her ne dersen, yerine getiririm...
Eğer olgun çıkarsa, sen benim dediğimi yapacak mısın?

— Söyle bakalım, diyeceğin neymiş?

— Pekey: Yolma işimiz, şahra çekimimiz bir haftayacak biter mi?

— Biter diyelim...

— Harmana da on gün ayır!

— Ayırdık getti... Sen dilinin altındaki baklayı çıkar...


— Güz girimi bizim Halil’in düğününü yapak diyordum... Hazır, Mustafa da
gelmişkene... Kardaşının düğününde bulunmuş olur.

— Yahu, düğünün sırası mı? Bunca borç-harç varkene? Daha ağayla


hakkımızı bölüşmedik... Bakalım, sehmimize kaç kile buğday düşecek... Sağa-sola
epeyce borcumuz var... Oğlana izin dönüşünde para gerek... Gelinin düzenesi bozuk!
Daha, üstündeki fistanlık gelinliğinden kalma... Hısımlarımız ne der? "Gelin oldu,
üstüne bir basma alamadınız!” demezler mi?

— Zaten sen böylesin: Hep benim dediğimin tersini yaparsın... Hep önüme bir
kaya yuvarlarsın... Bir bahse girişek dedik... İştihamızı kursağımızda koydun... Ah,
benim kara yazgım ah!... Ne zaman sözüm tutuldu ki? . . .

— Yahu dur hele, hemen gözlerin sulanmasın... Nasıl olsa, bahsi


kaybedeceksin... Pekey, bahse tutuşak; fakat, benim de bir şartım var... Şöyle beri gel!
Kulağına diyeyim...

— Kim duyacak ki? Aşikâre desene. Hem, senin ne diyeceğin olacak? ya


"kölük aşı” istersin, ya da demli çay...

— Bu kez istediğim başka! Şöyle kulağını beri getır Hah şöyle...

Ömer Dayı, yaşlı karısının yüzüne doğru iyice eğildi. Buruşuk yanağını istekle
öptü. “Bu gece yatağımı ayrı sermek yok!" diye fısıldadı. Kadın :

— Tanrı canını ala! Bir ayağın mezarda, daha gözün oynaş kolluyor! diye
güldü. Sen nere, o işler nere? Geçmiş ola, geçmiş...

Öyle deme yahu avrat: "Sıfat kocar amma, gönül kocamaz” demiş Hak âşığı
Karacoğlan... Benim şartım da bu, yavrım... Razıysan, karpuzu kes...

— Pekey! Ahacık kesiyom...

Kadın ”bismillâh" dedi; karpuzu ortadan ikiye yardı. Rengi, çekirdekleri


bembeyazdı. Döndü Kadının yüzü asıldı: "Allah belânı versin karpuz!” diyerek
tarlaya fırlattı. Ömer Dayı kahkahayla gülüyordu :

— Gördün mü bre avrat? Karpuz da senin gibi ham çıktı. Temmuz ortasında
olgun karpuz olur mu? Ama, senin gözün aç! Amik gölüne girsen su çalmaya
kalkarsın.

— Eee, çok uzatma! Ne bileyim ben? İri görünce, olgun sandım... Okkaladım,
çok ağırdı. Zaten yolumu yılan kesince, anlamıştım... Uğursuz yaratık...

— Ulan, bunca yaş yaşadın. Hangi karpuz eyi olur, daha bilemiyon...
Karpuzun yeğniği, parlak kabuklusu, damarlısı eyi olur... Kavun ağır, karpuz yeğnik
gerek, demezler mi?
— Gelirkene yılan öldürdüm... Böğün tüm işlerim ters getti... Uğursuzluk
kimde acep? Sende mi, yoksa bende mi?..

— Niye bende olsun avrat? Sabahın köründe bismillâh deyip yatağımdan


çıktım... Gözelcene abdestimi alıp, namazımı kıldım... Gelip işime başladım... Eşeğini
yitiren sen... Yılanı öldüren sen... Öldürdüğün yılanı toprağa gömdün mü?

— Gömmedim... Korktum... Eşi beni sokar deyi hemen oradan kaçtım...

— Avratlara, boşuna "eksik” dememişler canım... Yahu, yıldızları görünce,


geri dirilir taman... Sinek konar, zehirlerini sağa sola bulaştırır... Hadi, get de göm...
Yarım akıllı seni!..

— Pekey, gömerim... Nolacak bizim Halil'in evlenme işi?

— Olacağı var mı bre yavrım? Karpuz olgun çıksaydı, belkim birşeyler


yapardık. Bahsi ben kazandım... Bu akşam, vaktine hazır ol, ey Acem Şahı...

— Cec zamanı onbeş-yirmi külek buğday ayırıp ağadan gizlesek... Remil mi


attı? Nereden bilecek? Tarlayı süren biz... Ekip böyüden biz... Bekleyip koruyan biz...
Biçip taşıyan biz... Dövüp savuran biz... Çuvallara doldurup ağanın kapısınacak
taşıyan biz... Üç ona, bir bize... Üç ona, bir bize... Allah'tan reva mı?

— Nankör olma avrat! Tarla-tohum, saban-koşum onun değil mi? Bize yol
verse, "Hadin başka kapıya!" dese, nederik? Tek dikili ağacımız yok taman! Sınırda
mayın bekçiliği mi yaparık? Ye iç de, hâline şükret...

— Amaaan... Sen de! Dirliğimiz it dirliği... Nesine şükredek? Köyün tümü


ağanın... Daş attı da kolu mu yoruldu? Nesi varsa, seferberlikte dağa çıkan babasından
kalma! Kışın Suriye'de oturur, yazın gelip fakir-fukaranın ensesinde! Herifin çifte
nüfus kâğıdı var... "Çift memeli Halep ineğine sahip" derler ya... Tıpkı öylesi: Hem
ötegeçedekileri sağar, hem de bu geçedekileri... Ahmaklık bizi hökümette... işin dibini
kurcalamaz...

— Kabahat sınırı çizenlerde... Ağanın toprağını ortadan ikiye bölmüşler... Ah


nolaydı olaydı da, Haleb'ecek bizim olaydı... O zaman sen göreydin bizim ağanın
forsunu... Sayesinde bize de eyi bir gün görürdük. Beni kâhya yapardı. Acı mı datlı mı
sağlardı. Üç-beş dönüm tarlanın tapusunu üzerime çıkarttırırdı. Mal dediğin tapulu
olacak! Tapusuz tarla, nikâhsız avrada benzer... Bak, şu tarlayı yirmi yıldır ekip
biçerik... "Bizim" diyebildik mi? Niye? Çünkü tapumuz yok! Aslında bizim... Bizim
amma, gel de sağa-sola anlat!.. Neyse... Hadi kalk da biraz deste topla! Akşamacak
harman yerine dört sefer yapman şart! Emeğimiz, yazıda kurda kuşa kısmet olmasın!..

— Harmandan çuval çuval ağanın evine taşınacağına, varsın kurda kuşa


kısmet olsun... Heç olmazsa sevabı bize yazılir... Üç evli ağayı doyurmak bize mi
kaldı? Görpe avratları ötegeçde. Bu yandakinden sıtkını sıyırmış... Ayda yılda bir-iki
kez uğrar... Alacağını mı toplasın? Uşaklarını mı sevsin? Karının koynunda mı yatsın?
— Hös ulan, hös! Senin kalbin cıfıt mezarlığı... işin gücün fitnecilik... Ben ne
dersem, sen tersini söylersin... O kadar çalıştım, çabaladım da, sana "Kırat”a irey
verdiremedim... Geldin gettin, "Altıok'ta sarıldın... Altıok gözüne saplansın! Hani,
bize toprak vereceklerdi? Noldu?

Kadın, "Gene başlama!” diyerek yerinden hırsla kalktı. Söylene söylene deste
toplamaya gitti. "Bir haftalık deste birikmiş... Şu hâlimle nasıl baş edeyim? Kara
kaderim... Avrat olacağıma, ağa kapısında it olaydım... itin yalı, bizim yediğimizden
yağlı... " diye söyleniyordu.

Ömer Dayı elliklerini parmaklarına geçirdi. Orağını eline alıp ekinin üstüne
yürüdü. Ilık bir garbi yeli esiyordu. Gün dönmüştü. Hışır hışır ses çıkaran altın sarısı
buğdaylara sevgiyle sarılıyordu... Batılda, Karasu ince bir ip gibi Suriye sınırına
doğru uzayıp gidiyordu... Az sonra, yazının sessizliğini Meydanıekber'e doğru düdük
çala çala koşuşan ”Bağdat Ekispresi" bozdu. Ömer Dayı, yorgun bakışlarını trene
çevirdi. "Get bakalım kara tren, get... Bizden, mübarek topraklara selâm söyle!” dedi.
"Şu bizim avradın sakat işleri... Oldu bitti gözü dar... Kıskancın eteği yamalıklı olur,
derler. Ne gözel söz... Aklı fikri elin yediğinde; elin geydiğinde...” diye düşündü.

Döndü Kadın homurdana homurdana desteleri haymanın yanına taşıyordu.


Eşekle katır, kulaklarını yana indirmiş, haymanın gölgesine sığınmışlardı. Döndü
Kadın, yeni bir desteyi almak için eğildi. Destenin altından kocaman bir torba çıkti.
Bu, siyah renkli, otuz kiloluk bir naylon çay torbasıydı. Sevinçle kucaklayıp
haymanaya doğru yürüdü.

— Herif, gel hele herif!... diye bağırdı. Sesi, konuşması değişmişti. Gözleri ışıl
ışıldı. Ömer Dayı yanına varınca, heyecanlandı:

— Kaçakçılar gizlemiş olacak, dedi. Acep gerisi var mı?

Koşup bütün sapları altüst ettiler. Üç torba daha buldular. Döndü Kadın,
keyfinden çibidik çalıp oynuyordu. "Oh, ohh! Halil'imin kısmeti... Otuzardan yüz
yirmi kilo eder... Her kilosu otuz beş liradan... Ahacık sana bir etek dolusu para...
Ağan da yerin dibine batsın, buğdayın da! Bu para bize yeter... Yüce Tanrım, beni
sana muhtaç etmedi...

Ömer Dayı bir suç işlemiş gibi başını önüne eğdi:

— Dur hele avrat, dur! Bu kadar sevinme! Aklımı da karıştırına! Şöyle oturak da,
karar verek... Şimdi, bunca çayı nederik? Gedip Tahtaköprü Karakol Komutanına
haber versek? Hı? Ne dersin?

— Deli misin herif? Elimize bir fırsat geçmiş... Destelerin altında bulmuşuk...
Bizim tarlamızda bulunan her şey bizim olur... Hayvanlara yükleyek... Üstlerine biraz
buğday atak... Doğru eve götürek...
— Karakola haber versek, üçte birinin parasını bize bulmacalık olarak
verirler... Gel, sen burda bekle; ben gedip jandarmalara haber vereyim;

— Hadi ordan... Ödlek herif! Elimize geçen fırsatı niye kaçırak? Jandarmalar
gizliden satar, parasını afiyetle yerler... Ben, senin gibi gözüküllü değilim...
Hayvanlara yükle, gerisine karışma! Eve taşımak, müşteri bulmak bana ait... Çay gibi
malın olsun herif... Kim olsa alır.

On dakika kadar çeneleştiler. Ömer Dayı yaşlı kadını bir türlü kandıramadı.
Söylene söylene ona yardım etti. Dört çuval çayı hayvanlara yüklediler. Üzerini
buğdayla örttüler. Döndü Kadın eline bir değnek alıp iki hayvanı önüne kattı. Ömer
Dayı arkasından bağırdı :

— Karııı!

— Buyur herif?

— Ben de geleyim mi?

— Olmaz! Komşular kuşkulanırlar: "Bu herif, bu saatte yolmayı niye


bırakmış?” derler. Ben torbaları eve saklar, hemen dönerim... Hatta eve bile
götürmem... Harmanın içine gömerim... Akşam olunca, sessizce ahıra taşırık...

Döndü Kadın, yarım saat sonra Kilis-İslâhiye şosesine vardı. Hayvanları


heyecanla sürüyordu. "Oğlumun kısmeti çıktı. Halil'imin kısmeti, oldu bitti boldur...
Güz girimi düğününü yaparık... Nişanlısı iki yıldır yol gözlüyor... Üç-beş kuruşunu da
Mustafa’ma harçlık olarak veririk... Herifin de üstübaşı eskidi... Hey kurban olduğum
adı gözel Allah’ım... Herifimi Osmanlıya paşa yapsaydın, böyle sevinmezdim. Otuzar
kiloluk dört torba çay... Kimin eline geçer? Kaçakçıların gözlerini seveyim... Bizim
için sapların altına gömmüşler. Bize, ana sütü gibi helâldır..." diye mırıldanıyordu.

Döndü Kadın, önde yürüyen eşeğe yavaşça vurdu: "Çüşşş! Doğru yürü
kızım... Hadi hatın anam... Yörü boz eşeğim... Bu akşam, yeminizi birer avuç fazla
vereceğim... Aman dikkatli yörüyün... Siz, cevahir taşıyonuz hatın kızlarım... Aman
yükünüzün ne olduğunu kimseye belli etmeyin! Dost var, düşman var... Hemen gedip
Kumandan Beyle ulaştırırlar... Bizim ahmak herife kalsaydı, jandarmalara haber
verecekti... Bir kişinin azığı, üç kişiyi aç koyar... Jandarmalar başka kapıdan yollarını
bulşunlar... Gözel Mevlâm bizi düşünmüş; çayları sapların altına gömdürmüş...
Kısmetinde varsa gelir Yemen'den... Kısmetinde yoksa ne gelir elden..."

Ağaçların sık olduğu dar boğazdan geçip bayıra doğru tırmanınca, karşıdan bir
jip göründü. Döndü Kadın, jipi hemen tanıdı: Askeriyeye aitti. Jipin önünde bir
teğmenle assubay oturuyordu. Şoför, acı acı kornaya basarak yol istiyordu. Jip, tam
yanlarına yaklaşınca, huysuz katır çifte atıp sağa kaçmak istedi. Yuları eşeğin
semerine bağlıydı. Geriye doğru çekilen eşek, dengesini kaybedip yana yıkıldı.
Tekme savuran katır, eşeğin çevresinde dönüp duruyordu. Acemi olan şoför, frene
basıp yolun sağına direksiyon kırdı. Hızla giden arabaya hâkim olamayınca, jip
şarampola yan yattı... Döndü Karıp üç beş saniye içinde olup bitenin farkına vardığı
zaman, iş işten geçmişti: Kaçak çay torbaları şosenin üzerine yuvarlanmıştı. Yularını
kıran katır, geriye dönerek, iniş aşağı kaçmaya başlamıştı. Semeri yan dönen eşek,
hâlâ yerde debeleniyordu...

Yaralanan şoför bayılmıştı. Teğmenle assubayın alınları ön cama çarpmıştı.


Assubayın şakağından kan sızıyordu. Türlü küfürler savurarak arabadan indiler...
Döndü Kadın'a doğru öfkeyle yaklaştılar. Döndü Kadın; yumruklarını sıkmış, çay
torbalarının başına, tunçtan bir heykel gibi dimdik duruyordu...

(ŞEVKET BULUT)

MENEVŞELER ÖLMEMELİ
Kar uyuşuk, isteksiz ve zevksiz yağıyordu. Hava, gökyüzü ile yeryüzünün
arasını dolduran boşlukta katılaşmış, zaman katılığında erimişti ve kar bu katılıkta,
ancak boğulmamak için uykuda ve düşsü, sallanıyordu. Gökle toprak arasında bir
bocalayıştı bu. Akşam oluyordu; şehir, bütün bu donmuşluk arasında ışıklarım
yakmış, bilmediği bir geceye hazırlanıyordu.

Şehrin, gidip gelen -bir geniş kaldırım üstünde gidip gelen— bunca İnsanın
içinde bir kişi vardı ki kara benziyordu. Ötekiler kendilerinden olmayan bu adamın
farkında bile değillerdi. Gidişlerinde kendileri, gelişlerinde yine kendileri vardı.

Adam, delikanlı sayılabilecek bir yaştaydı. Belki yılların aslında pek uzun
olmadığım yeni anlamıştı. Bir adımı, yılların kısalmağa başladığı çağa atılmıştı; öteki
adımı henüz uzun yılların çağındaydı. Adımlarının arasındaki boşluk pek uzun
değildi; dardı daha. Geniş yüzü yumuşak, bu yumuşaklık içinde derinleşen gözleri
bilinmeyen yollarda yitmiş çocuk gözleriydi. Kaşları, gözlerini büsbütün yalnız
bırakmıştı. Sanki gözlerden kaçıyordu kaşlar: burnuyla alnın birleştiği noktada
birbirini itiyor, sona doğru, yorgun düşüyordu.

Kar, kışın son karı olabilirdi; belki de gecenin sonunda güçlü ve güzel bir
ilkyaz fışkıracaktı. Akşam şehrin boğuculuğunu, şu gidip gelen kişilerin kötü
kendiliklerini biraz olsun güzelleştiriyorsa, sonunda sabaha dönerken getirebileceği
ilk yazdandı. Akşam karanlığının ve yağan karın isteksizliğinin arkasında, belli
belirsiz de olsa bu umut saklıydı.

Durdu adam. Niçin, neden olduğunu bile bilmeden durdu. İçinde birşey
durdurmuştu onu; ayaklarına asılmıştı. Dört bir yanından bir sürü geçiyordu. İster
istemez bu kalabalık yüzlere baktı. Bilinmeyen yollarda yitmiş çocuk gözleri bir garip
irileşiyordu. Sanki bütün bu kalabalığı içine alacaktı; yağan kan içine alacaktı; akşam
karanlığım, yanan Işıkları, şehrin yollarım ve evlerini... sonra gökyüzünü alacaktı.
Üşümemişti bunların hiçbiri, biliyordu ama ısıtacaktı; ısıtırken ısınacaktı. Nedense
küçüldü gözleri durup dururken; eskisinden de küçük küçüldü. Havı dökülmüş
paltosunun cebindeki elleri terledi. Terli elleri, kendiliğinden bükülüp yumruk oldu.
Kötü bir sıcaklık bütün bedenini sardı. Yüreği yerinde daralıp sıkıştı. Yumuşak geniş
yüzü de gerilmiş, kapkara bir deri olarak daralmıştı. Yüzler yabancıydı çe gözler
yabancıydı ve gülüşler büsbütün yabancıydı. Onun geldiği yerdeki insanların yüzleri
hiç böyle değildi... Onun geldiği yerdeki gözler böyle bakmaz, gülüşler böyle yaban
ve soğuk, yüzlere Yapışıp kalmazdı ve akşamlar böylesine merhametsiz bir
bencillikle şuraya buraya sıvamazdı. Onun geldiği yerde bir kadın vardı, şu geçen
kadınlar gibi karanlık ve karlı değildi; ilkyazdan uzak, kışa yakın gülümsemezdi.

Yüreği, gözleri, yüzü ve kaşlarıyla adam, bir kurtuluş umuduyla başım gelip
geçenlerden gökyüzüne doğru kaldırdı. Evlerin pencerelerinde; lığa karşı, pembeden
açık kırmızıya doğru ışıyan pencerelerinde bir kurtuluş umudu olabilirdi. Bulamadı.
Pencerelere ve perdelere de karanlık ve kar, yavaş yavaş sıvanıyordu.

O zaman kaçmağa başladı adam.

Gelip geçenler, az önce aralarında onlar gibi yavaş yavaş yürüyen, sonra
birdenbire durup kendilerine irileşmiş gözlerle bakan adamın nasıl farkında
olmadılarsa, kaçışını da fark etmediler. Hattâ bir ikisine çarptığı, bir kaçının
yürüyüşüne engel olduğu üstünde durup düşünmediler de, bu kalabalık içinde
böylesine yaban ve sersemcesine yürüyen bir adama ayakkabılarına bastığı,
yürüyüşlerine engel olduğu için kızdılar. Fakat bu kızış, sürekliliği ile olsun hiç
değilse, ilgilenmiş bir kızış değildi. Çok İz sürmüştü; hemen unutulmuştu.

Adam öylece şehrin son evlerine kadar kaçacaktı belki. Ta ki insanlarıyla,


evleriyle, hattâ havasında ve suyunda büyüdüğü için gerçekliklerini yitirip
insanlaşmış evleşmiş ağaçlarıyla şehir çok gerilerde kalıncaya kadar kaçacaktı.
Gökyüzü ile yeryüzünün arasını gerçek ağaçlardan, gerçek topraklardan başka bir
şeyin doldurmadığı bir yerde duracaktı. Işıkların yalan olmadığı, akşam karanlığının
yalan söylemediği, gökyüzünün ve yeryüzünün bütün açık yürekliliği ile sere serpe
göründüğü bir yerde ancak soluk alabileceğini, içinde biriken kiri ve tortuyu
dökebileceğini umuyordu. Bu umuş yarı yolda kaldı.

Bu dört yol ağzında -gelip geçenler azalmıştı— bir ses durdurdu onu bu defa.
Cılız, korkak, küçük bir ses. Ama cılızlığına, korkaklığına ve küçüklüğüne rağmen
gizli .bir umutla yiğitti. Adam elinde olmadan döndü. Gözleri çarpıntılı bir sevinişle
sesin geldiği yeri aradı. Tam köşede, sesi gibi cılız bir "ekçi büzülmüştü.
'Menevşeler!.. Mor menevşeler!. Üç demet kaldı.. Üç...' Adamın gözlerindeki
çarpıntılı seviniş yüreğine ve damarlarına geçmişti. Çiçekçiye doğru yaklaştı. Kar
durmuştu sanki; akşam sabaha dönmüş ve söz verdiği ilkyazı getirmişti.

Çiçekçi, hızla geçip giden adamın önce durduğunu, sonra dönüp; geldiğini
görünce, yarısı yırtık paltosuna sarınmağı da unutmuş, üç demet menevşeyi, epey
zamandır bir arada tutmaktan üşüyüp katılaşan ellerini adama doğru uzatmıştı. Sesi
daha çok umutlandığı için olacak, iyice yiğitleşmişe benziyordu: “İlkyazı getiriyor
menevşelerim beyim. Mor menevşelerim... Üç demet kaldı.”

Adam, yanına iyice yaklaşınca daha cesur: 'Üç demetle bir ilkyaz götürün
beyim. dedi; 'Bunlar çiçek değil güneştir.. Bakın!..»

Adama doğru uzatmıştı. 'Sıcaklıktır bunlar beyim. Hanımınızı sevindirir!


İlkyaz kokusudur bunlar...» Adam almazsa diye korkuyordu, belliydi; ben bunları
satamazsam, böyle beklersem bu köşede,. karanlık çökerse, diye korkumdu. Adamın
-ikircikli duruşundan, umutsuzlaşan sesinden menevşeleri satamayacağını sanmıştı.

Oysaki adam hiç de çiçekçiyi umutsuzlaştıracak gibi değildi. Ge yumuşamıştı


yine. Gözleri derinleşmemişti; Işıl ışıl bakıyordu. çeler kadar ısıtıcı idi. 'Kaç para
bunlar?
Bu sadece çiçekçiyi sevindirmemiş, uyuşuk yağan karı keyiflendirmiş, katı
karanlığı neşelendirmişti birden. Ve adamın menevşelere doğru çiçekçinin üşümüş
elini ısıtmıştı. Çiçekçi ya almadan giderse bu da?, korkusu içinde bir çırpıda “Beş lira
beyim” dedi. “Üçü beş lira, Bir ilkyaza beş lira çok mu?”

Adamın parmakları menevşelerdeydi.

Çiçekçi yorgun ve umutsuz “Ama siz ne verirseniz.. akşam. Son artık bunlar
da. Ne verirseniz...” diye menevşeleri bıraktı adamın ellerine.

Adam, menevşelerin morluklarım incitmekten korkarak okşarken konuşsun


istiyordu; daha çok konuşsun, bu konuşma daha da uzasın; yoruluncaya, kar
duruncaya, gece bitinceye kadar sürsün istiyordu. Ve o gelinceye kadar. O, uzakta
kalan şimdi; inanmadığı, güvenmediği için k le birlikte gelmeyen orda kalan kadın...
Ama çiçekçinin korkusunu tüsünü anlayınca, böyle bir şeyin olmayacağım; karın
durmasının, bitmesinin ve o kadının gelmesinin imkânsızlığını anladı. Üstelik çiçekçi
de hemen yorulacaktı; öyle görünüyordu.

Cebinde, deminden beri buruşan kâğıt parayı çıkarıp verdi çiçekçiye. Bütün
bir on liralıktı ve hemen hemen kalan son parasıydı. Menevşeleri, solar uçup gider
korkusuyla yavaşça aldı.

Gidiyordu.

Çiçekçi, “Beyim” dedi. Paranın üstü...”

Adam, yolun öte yanına geçmişti. Dönüp bakmadı bile. İçinde, bütün da
damarlarına yayılan hoş bir sıcaklık buğulanıyordu. Yüreği, eski yerinde ve o hoş
sıcaklık içinde alabildiğine genişlemişti. Menevşeler iki avucundaydı. Yüreğinin
üstüne doğru götürdü. Bir bu menevşeler vardı yeryüzünde şimdi; uzaklarda kalan bir
kadın gibi bakan ve gülümseyen bu menevşeler; bir de kendisi. Başka hiç bir şey
yoktu. Zaman silinmişti.

Ama uzun sürmedi bu da. Işığın altına gelince menevşeleri gözleriyle de


sevmek istedi. Korktu; içi titredi. Menevşeler pörsüyordu. Boyunları bükülmüştü.
Terlemişlerdi. Kıvrılıyorlardı.

Deli gibi döndü, geldiği yana adam. Kocaman, korkak gözleriyle delirmiş gibi
çiçekçiyi aradı.

Çiçekçi yerinde yoktu.

Menevşeler ölecekti neredeyse. Zaman kapkara bir gece ve canavarlaşmış bir


yalnızlıkla korkunçlaşıyordu.

Çiçekçiyi öteki yolda, yarısı yırtık paltosuna sarınmış ve büzülmüş giderken


gördü. Otomobillerin ölümsü hızım da hiçe sayarak koştu arkasından. Yetiştiğinde
çiçekçi suçlu “Ama ben arkanızdan bağırdım beyim” diye yalvardım. “Paranın üstü
için...”

İstemem kalsın paranın üstü. Ben para için gelmedim. Ama ne olur şu
menevşeleri; ölecekler...'

Çiçekçi, adamın konuşuşundan ve bakışından korktuğu için daha çok,


menevşeleri aldı. Adam, menevşelerin, çiçeklerin ellerinde birdenbire canlandığını
gördü şaşırarak, “Ama nasıl olur?. Ölüyordu bunlar...”

Çiçekçinin iyice korkan, yüzüne ve gözlerine aldırmadan rahat bir soluk aldı:
“Ne yana gidiş baba?.”

Çiçekçi şaşkın burnu ve çenesiyle, gideceği yeri gösterdi. Adam eben de dedi.
“Senin yanında azıcık yürüsem?. Sıkıldığın zaman söyle; dönerim"

Birlikte yürürlerken adam, çiçekçinin ellerinde canlanan menevşelere


bakıyordu. Gözleri buğulandı. “Benim elimde ölüyorlardı az daha” diye mırıldandı.
Çiçekçi, “Sana öyle gelmiş beyim” dedi. “Kimsenin elinde ölmez menevşeler.
Herkesi severler; ilkyaz çiçeğidirler.”

“'Benim elimde herşey ölüyor.” diye üsteledi adam; “Her şey... Onun için...”
Sustu. Soluk borusu tıkanır gibi olmuştu. Konuşmadılar.

Sonra adam sordu yine: «Evin var mı baba? »

“Var oğul.. bir gözcük işte. Gecekondu. Tee orda; tepede.” Şehrin dışını
gösteriyordu.

'Peki bekleyenin?. Bekleyenin var mı?

Işığın altındaydılar. Çiçekçi maviş maviş baktı adama. “Var” dedi. “Oğlan da
kız da koyup gitti bizi; ev bark kurdular. Ama biz kaldık. Geç oldu bugün; köroğlunun
gözü yollardadır.”

Adam sapsarı oldu; titredi. Döndü birden. Gittikçe kararan sapsarı yüzüyle
döndü. “Anladım” diye mırıldandı. Sesi bir yere takılmış gibiydi gırtlağında. 'Benim
avuçlarımda menevşeler niçin ölüyordu şimdi anladım..”

Çiçekçi ışığın altında kaldı.

Adam, karanlığa gidiyordu.

( MUSTAFA NECAT )
SON KUŞ

Güneş, sabahtan beri Diyarbakır'ın tepesine oturmuş, demir renkli dağları,


taşları yumuşatıyor, birbirine sokulmaktan korkan insanları, tere kesiyordu.
Güneşin bu eziyeti, daha saatlerce sürdü. Sonra gece, gündüzün ardına
bağlandı.
Zülküf, tahta çıktı. Yatağın içine girip, bakışlarını gök yüzüne verdi. Gök
parlaktı. Yıldızlar çok aşağılarda dolaşıyor, Tanrı’nın ışık bahçesinde dünyaya göz
kırpıyorlardı. Bu, sıcaktan avluda, damda yatan insanlara gök âleminin bir
armağanıydı.
Zülküf, okumaya gelmişti buraya. Bulunduğu şu ev amcasınındı.
Zülküf ağlıyordu. Fakat göz yaşlarına ses bulaşmıyordu. Çünkü az ötesindeki
tahtta amcası, karısı ve amca çocukları yatıyordu. 0, bu evi bırakıp kaçmak, okumaya,
kocaman bir çizgi çekip, köyüne dönmek istiyordu. Fakat amcasının ettikleri !...
Birkaç saat sonra, kendinden kopabildi ve ıslak yastığa, yanağını yapıştırıp
uyudu.
Horozlar ötmeden güneş doğdu.
Saatler, henüz sabahın beşine ulaşmadan insanlar uyandı. Çünkü herkes,
doğanın göğsünde yatmış, güneşin ilk ışıkları bedenlerine dokunmuştu.
Zülküf de kalktı.
Avlunun bir köşesinde, tek bir kuş vardı. Kuşların en güzeli, en kıymetlisi...
Haşim amca, bu kuşun yanına geldi. Başında, beyaz tüylerle süslenmiş bir
taç, ayaklarında bilezikleri olan kuşa elini  uzattı. Kuş, Haşim amcanın olduğu kadar
Diyarbakır'ın bile en  kıymetli kuşuydu. Hem adı da vardı: Sultan...
Haşim amca, işten çıkarılmadan önce, mutlu bir insandı. Akşamları evine
dönünce, hemen kuşlarını yemlerdi. Onlar, küçük adımlarını acelecilikleriyle örtbas
edip, ordan oraya yel gibi gider, kimi zaman da küçük uçuşlar yaparlardı. Ve kuşların,
böylesine oynaşması, Haşim amcaya mutlulukların en güzelini, en cömertini tattırırdı.
Birkaç ay önce köydeki kardeşinden bir mektup almıştı: ''Ağam Haşim,'' diye
başlıyordu mektup... ''Siye yegenin Zülküf'ü yollıyacağam. Onda akıl küplen. İstiyem
ki, bu oğlan diğerleri gibi heder olmasın. Ne deyisen ? Yanıya salım mı ?''
Haşim amca, altı aydan beri işsizdi. Karınlarını, kilerdeki un ve bulgurla
kandırıp, avutuyorlardı. Fakat buna rağmen ''Yok,'' diyemedi. ''Gelsin,'' dedi. ''Başım
üstüne...'' dedi. Zülküf, geldikten birkaç hafta sonra kilerin de eşiği çiğnenmez oldu.
Çuvalların dibine başları değmişti.
Zülküf tahttan indikten sonra, gidip yüzünü yıkadı. Sonra bir köşeye oturup,
kitaplarını açtı. Çalışmak, öğrenmek istiyordu. Fakat az ötesinde amcası Haşim'in
durumu ona çok dokunuyordu. İlk geldiğinde, amcasının elliye yakın kuşu vardı. Her
renkten, çok cinsten.
Amcası: ''Siye kurban olsunlar,'' demiş ve her öğün birisin boğazlayıp,
dokunmaya kıyamadığı kuşlarını, Zülküf'e yedirmişti: Niyeti, kardeşine karşı küçük
düşmemekti...
Haşim amca, Sultan'ın tüyden tacını sevdi. Bilezikleri, ince ayaklarında
çevirdi. Sonra başını göğe verip baktı. Görünürde bir sürü kuş vardı.
Zülküf, amcasına sordu:
  - Babamdan kaç yaş büyüksün emmi ?
Haşim amca gök yüzünden başını aldı:
- Sekiz on yıl yeğenim.
Zülküf, sözünü, istediği yöne çekmeden, amcası bir soru açtı.
 - Karnıy aç mıdır?
Zülküf utandı. Bıçaklanma sırası Sultan'a gelmişti. Başını kitabına yıktı.  
- Yok emmi... Bugün heç aç değilem. Ve de olmam...
Haşim amca, bu söze inanmadı. Başını tekrar göğe kaldırdı. Kuşlar hâlâ
uçuyordu.
Haşim amca, hayatının en büyük kumarını oynayacaktı. 0, bugüne dek
gökten çok kuş indirmişti: Önce en usta kuşunu seçer, iki ayaklarını birleştirip
kanatlarını uçuşa açık bırakırdı. Kuş havalanmak için çırpınır, fakat ayakları sahibinin
elinde kıskaçta olduğundan uçamazdı.
Bu sıra gökte uçuşan ve başkalarına ait kuşlar, tepesinde dönüp dururlardı.
Ama Haşim amca, elindeki kuşu hemen salıvermezdi. Onu indirip kaldırdıkça, kuş
uçmak için yekinir ve bu arzu onda kabardıkça kabarırdı. Sonunda kuş, Haşim amcayı
göğe çekecek kadar güçlendi mi, ayaklarını sıkan el çözülürdü.
Kuş, bir solukta kendisini, gök yüzünde dolanan arkadaşlarının yanına
çekerdi. Önce çevresinde gezer, sonra, aralarına karışırdı.

Böylesi zamanlarda, ya onlara karışır, başka evlere inip, önce konuk, sonra
tutsak olur ya da kendisi bir başkasını kandırıp, Haşim amcaya armağan ederdi.
Sultan, bugüne kadar hep yeni konuklarla geri dönmüş, hiç kanıp gitmemişti.
Haşim amcanın nedense, bugün Sultan'ı salmayı, yüreği tutmuyordu. Ya
dönmezse ? Sultan çırpınıyor, başının üstünde, kendisine meydan okuyan kuşlara ders
vermek istiyordu. Fakat sahibinin aklı, yeğeninin boş midesine takılıydı.
Zülküf, oturduğu yerden, her şeyi kestirebildi. Amcasının bu son ve en
kıymetli kuşuyla giriştiği savaşa, daha fazla tanık olmak istemedi. Yerinden kalkıp,
amcasının yanına geldi. On beş yaşın eşiğinde olan Zülküf'ün bıyıkları terlemiş ,
tavırlarına yiğitliğin her çeşidi bulaşmıştı. Amcasının eline yapıştı:
- Etme emmi, dedi. Kurbanım olam etme. Şu dar zamanında biye karşı
yaptığın emmiliğe dayanamıyam gayrı. Gel, hatırım için, Sultan'ı salma... Ve de biye
kesme...
Haşim amcanın canı, boğazına çökmüştü. Sesi hafifti.
           - Sen ne söylisen aslanım, dedi. Siye her bir kuşum kurban olsun. Feleğin gözü
kör ola ki, en amansız zamanımda ocağıma geldin. Senin emmin Haşim, gözü yassı
adam değildir ya, ne etmeli. Bir sefer, feleğin narına yanmışam babo !...
Zülküf, amcasının elini bıraktı. Şaşırmıştı. Fakat o her şeye rağmen bu işe bir
son vermek istiyordu:
- Bak emmi, dedi. Canım emmim. Şunu eyi bilesin ki, her kuş
boğazlandığında benim canım biraz daha eriy. Yani ki, sen biye kuşlarını yedirdikçe
ben senin kuşlarını yemiyem, sanki canımı yiyem. Sanki senin canını yiyem. Ver,
eliyi ayağını öpüm, sal beni. Gidim gayrı buralıktan. Ve de siye söz olsun, babama
senden yana, senin yoksulluğundan yana, heç bir şey demiyecağam. Bütün kabahati
kendi üstüme yıkacağam. Ben alçaklık ettim, ben namussuzluk ettim, diyecağam. Söz
olsun böyle...
Haşim amcanın yüzüne, sanki kül elendi. Elindeki Sultan'ı bıraktı.
Sultan kendini havalara çekti. Fakat her ikisi de, başlarını yukarı verip,
Sultan'ı izlemediler. Birbirlerinin yüzüne bakıyorlardı. Haşim amca başını iki yana
salladı. Sonra dokunaklı bir sesle Zülküf'e sızlandı:
-Heyvağ, yavrum, dedi. Heyvağ... Sen benimle böylesine pazarlığa
girecağına, alnımın çatına bir kurşun sıksaydın.
Az ötede, Haşim'in karısı, tezeği ateşlemeye çalışıyor, çocukları da yatağın
içinde, yeni bir güne kıpırdanıyorlardı.
Bu sıra Sultan, yanında iki kuşla evin üstünde dönmeye başladı. Haşim
amcanın kül renkli yüzü sevinçle ışıldadı.
Sultan birkaç turdan sonra, iki kuşla birlikte Haşim amcanın ayaklarının
dibine kondu. Başarısı küçük gözlerinde kocamandı.
Haşim amcaya, Sultan'ın bu başarısı, yeni bir umut kapısı açmıştı. Zülküf'e
döndü:
-Hele yeğenim, dedi. Birkaç gün daha kal...

( BEKİR YILDIZ)
AYRAN

Köyden istasyona giden yol, eriyen karlarla diz boyu çamurdu. İki mızrak
boyu yükselen güneş, tarlaları hala örten karların üzerinde pırıltılarla ve göz
kamaştırarak yanıyor, fakat yoldaki pis su birikintilerine vurunca donuk sarı bir renk
alıp boğuluyordu.

Kocaman ve altı çivili kunduralarını çıplak ayaklarına geçirmiş olan küçük


Hasan, sağ koluna aldığı güğümü, ara sıra dinlenerek sürüklemeye çalışmaktaydı.
Bazan sol elindeki çinko maşrapayı yere bırakarak ağır yükünü vücuduna daha az ağrı
verecek bir şekilde kavramak istiyordu. Ağzına kadar ayranla dolu olan güğümün alt
kenarı her adım atışında dizlerine vurmakta ve dirseğine kadar geçirdiği sapı,
kolundan kurtulup önüne yuvarlanmak ister gibi, ileri hamleler yapmakta idi.
Kunduralarının arka tarafı o kadar dışarı doğru eğilmişti ki, çocuğun topukları
ayakkabının ökçesine değil, doğrudan doğruya çamura basıyordu.

Yaz kış, her gün gitmeye mecbur olduğu bu iki saatlik yol bu sefer daha
uzamış gibiydi. Tam yarı yolda bulunan küçük ve kuru söğüt ağacı henüz ufukta ve
sisler içindeydi.

Küçük Hasan senelerden beri gördüğü şeylere alakasız gözlerle bakıyordu.


Kuru sazların arasında çorak ovayı oyarak geçen ve ta yanına gelmeden farkına
varılmayan dört adım genişliğindeki küçük derenin, yan yana uzatılmış üç kalastan
ibaret köprüsü artık çökecek kadar sallanmaya başlamıştı.

Biraz daha yukarda, küçük bir sırta dayanarak ovaya bakan değirmenin
uğultusu duyulmuyordu. Bu kış günlerinde üç gün işlerse beş gün işlemiyor, kapısının
önündeki, yaprakları dökülmüş, üç söğütle tamamen terk edilmiş bir viraneyi
andırıyordu.

Küçük Hasan hiçbir şey düşünmeden ilerliyordu. Ne evde kendisinin


dönmesini bekleyen iki küçük kardeşi, ne de dört saat uzaktaki nahiye merkezinde
hizmetçilik yapan anası bu anda aklında değildi. Ayranını satıp satamayacağını da
düşünmüyordu. Kafasında yalnız bir şey vardı: Bu yolu tekrar yürümek, geri dönmek
mecburiyeti…

Uzun bir ağlamanın sonundaymış gibi içini çekti. Maşrapayı tuttuğu sol elinin
çatlaklarla örtülü üst tarafı ile burnunu sildi. Gözlerini ileri çevirince istasyona
yaklaştığıni gördü.

İki tarafı çıplak dağlarla çevrilen bu upuzun ovanın tam orta yerinde
yapayalnız duran ve etrafındaki yapraksız akasyalarla daha zavallı görünen bu soğuk
bina, oraya rastgele atılmış bir taş parçasını andırıyordu. Günde iki defa geçen posta
treni bile, ne diye bu manasız yerde duruyorum diye hayret eder gibiydi ve birkaç
dakika durduktan sonra kalkarken, çaldığı düdükte keyifli bir ıslık edası vardı.

Küçük Hasan, istasyonun tahta parmaklıkla ayrılan hududuna gelince biraz


dinlendi, sonra yine tahta parmaklıklı kapıyı aralayarak içeri süzüldü.

İstasyon binasıyla raylar arasında kalan dört beş adım genişliğindeki yerde,
heybelerinin üstünde oturan iki köylü ile, kaputunun içinde büzülmüş gibi duvara
dayanan bir jandarmadan başka kimse yoktu. Burası öyle tren zamanı çeşit çeşit
kebapçılar, gazozcular, yemişçilerle dolan büyük istasyonlardan değildi. Ancak yazın
civar köylerden kara üzüm, kavun, karpuz getiren beş on köylü burasını canlandırırdı.
Kışın ise küçük Hasan’la üç dört günde bir küçük bir küfe kış armudu getiren topal ve
ihtiyar bir köylüden başka kimse ortalıkta görünmezdi. Tren geldikçe rahatsız edilmiş
bir suratla ortaya çıkan istasyon memuru, işi biter bitmez derhal odasına çekilir, bütün
gününü, on senelik akümülatörlü radyosundan bir ses çıkarabilmek için asla yeis
getirmeden uğraşmakla geçirirdi.

Bugün, kış armudunu satan köylü de ortada yoktu. Küçük Hasan güğümü
yerin ıslak kumları üzerine bırakarak rayları seyre daldı. Her gün yüzlerce adamı
bilmediği bir yerden alıp bilmediği bir yere götüren bu upuzun ve sonu olmayan
demirlerin arasında, gelip geçen lokomotiflerin bıraktığı siyah yağ lekeleri
görülüyordu.

Keskin bir düdük sesi ile irkildi. İstasyona gelen tren, kendini haber veriyordu.
Lokomotif tam yağ lekelerinin üstüne geldi ve durdu.
Küçük Hasan, kurulu bir makine gibi, güğümü ve maşrapayı yakalayarak
trenin boyunca koşmaya ve başını pencerelere kaldırarak:

-Ayran, ayran, temiz ayran!- diye bağırmaya başladı.

Yazın -buz gibi!- diye bağırırdı; şimdi, bu soğuk havada, sanki her ayran
kelimesinin başında hala o -buz gibi- sıfatı vardı. Kimse başını çevirip bakmıyordu
bile. Trenin hemen hemen bütün camları kapalıydı, açık olan bir iki tanesinde de
boyalı saçlı, yün bluzlu kadınlar duruyordu.

Küçük Hasan’ın gözleri, delecekmiş gibi, kapalı camlara dikiliyor ve bunların


arkasında teneke maşrapadan ayran içebilecek insanlar; hali vakti yerinde köylüler,
boyunbağsız esnaflar, izinli giden askerler, hasılı susamış kimseler arıyordu.

Bir baştan bir başa üç kere koştu. Güğümün keskin kenarlı dibi ince
bacaklarına çarpıp acıtıyor, fakat o, azıcık yüzünü buruşturarak:

-Ayran, temiz ayran!..- demeye devam ediyordu.

Dört bardak, hiç olmazsa dört bardak satabilseydi. Buna mukabil alacağı on
kuruşla eve bir kara ekmek götürebilirdi. Onun gelmesini, aç bir uyuşukluk içinde
dört gözle bekleyen iki küçük kardeşinin hayali gözünden şimşek gibi gelip geçiyor
ve o hep bağırıyordu:

-Temiz ayran… Temiz…-

Annesi hizmetçi bulunduğu yerden haftada bir kere, birkaç saat için geliyor,
yanında biraz yufka, birkaç soğan, bazan da yarım desti pekmez getiriyordu. Fakat
bunlar, üç tane aç mideye iki gün bile yetmiyordu… Ondan sonra iki kardeşi
beslemek vazifesi küçük Hasan’a düşüyordu. Biri iki, öteki beş yaşında olan bu sıska
çocukların bütün işleri, basık tavanlı bir damdan ibaret olan evde ellerine ne geçerse
yemekten ibaret gibiydi. Küçük Hasan hergün yoğurt çalmak için kendisine lazım
olan mayayı onların yetişemeyeceği ve bulamayacağı bir yere –tavan direklerinin
duvarla birleştiği köşeye– saklamaya mecbur oluyor ve her gün, istasyonda
bulunduğu sırada, bu iki aç midenin, kendileriyle aynı çatı altında aynı açlığı çeken
ihtiyar keçiyi bile yiyeceklerinden korkuyordu.

Çok akşamlar, koltuğunun altında getirdiği ekmeği ortaya koyarak ayran


boşaltmak için bir toprak çanak getirmek üzere ocağın yanındaki köşeye gider, sofra
başına döndüğü zaman o balçık gibi ekmekten ortada bir şey kalmadığını dehşetle
görürdü. O zaman kendisi bir çanak ayran içer, açlığa alışmış olan midesinin hafif
ezilmelerine kulak asmadan, eski bir pösteki üzerinde yatan kardeşlerinin yanına,
delik deşik ve yağlı bir yorganın altına sokulurdu.

Onu asıl dehşete düşüren, kardeşlerinin bu kuyu gibi daima yutan ve hiç
doymayan mideleri değildi; eli boş olarak eve döndüğü zaman, bu iki sıska mahlukun
kendisine nasıl parlak ve büyümüş gözlerle ve nasıl sonsuz bir kinle baktığını
hatırlayınca tüyleri ürperiyordu. Şimdi de bu korkuyla avazı çıktığı kadar bağırdı:

-Ayran… Ayran!..-

Trenin üçüncü mevki vagonlarından birinin penceresi indirildi. Uzun boyunlu,


kasketli, kır bıyıklı bir baş uzanarak:

-Ver bakalım bir tane!- diye seslendi.

Küçük Hasan maşrapayı titreyerek uzattı. Adam minimini gözlerini


maşrapanın içine dikerek sindire sindire içiyor ve sulu ayranı bıyıklarının ucundan
yakalıksız gömleğine damlatıyordu.

Maşrapayı uzatarak:

-Doldur bir daha!..- dedi.

Onu da içtikten sonra yeleğinin cebinden bir onluk alıp aşağı attı:

-Ver beş kuruş!..-

Küçük Hasan:

-Yok ki!- dedi ve etrafına bakındı. Ortalıkta istasyon memurundan başka


kimse kalmamıştı. O da, hafiften kar çiselemeye başladığı için, boynunu içeri çekmiş,
trenin kalkmasını bekliyordu. Çocuk güğümünü olduğu yerde bırakarak ona koştu,
parayı uzattı:

-Şunu iki çeyrek yapsana!..- dedi.

Memur cevap vermeden arkasını döndü ve hareket kampanasını çaldı.

Trenin penceresindeki uzun boyunlu adam eliyle işaret ediyor:

-Gelsene ulan!- diye bağırıyordu. Küçük Hasan o tarafa koştu. Penceredeki:

-Ver on kuruşu!..- dedi.

Çocuk derhal parayı uzattı. Tren yavaşça harekete geçmişti. Adam parayı yine
yeleğinin cebine koyduktan sonra, çaresiz bir eda ile:

-Yok çeyreğim, ne yapalım!- dedi.

Vagon küçük Hasan’dan beş altı adım uzaklaşmıştı. Uzun boyunlu adam,
pencereden sarkarak:

-Hey, çocuk, hakkını helal et!- diye bağırdı. Küçük Hasan hiçbir şey
anlamıyormuş gibi bakakalmıştı. Tren hızlanıp uzaklaşıyordu. Tekerleklerin gürültüsü
arasında adamın sesi tekrar duyuldu:
-Helal et bakayım, helal et!.. Hadi!-

Küçük Hasan bir şeyler mırıldandı. Sonra güğümünü alarak istasyon duvarının
kar tutmayan bir kenarına çömeldi.

Kar adamakıllı serpiştirmeye başlamıştı. Küçük Hasan eve eli boş


dönmektense akşam trenine kadar beklemeye karar verdi.

Soğuktan donan ellerini ovuşturuyor ve annesinin keçi kırptıkları makasla


kestiği kertikli saçlarını kaşıyordu. Rüzgardan gözleri yaşarıyor ve mavi gözlerini
saran kirpikleri çapaklanıyordu.

Akşama kadar bu köşede bekledi. Ara sıra ayağa kalkıp dizlerini ovuşturuyor,
sonra tekrar çömelerek kafasının içindeki sisli boşluğa gözlerini çeviriyordu.
Düşünmesi ve tahayyül etmesi kendisine hoş gelecek hiçbir şey mevcut olmadığı için,
bu boşluk ona bir dinlenme gibi geliyordu. Birkaç kere anası aklına geldi. Onun
ağlamaklı yüzünü görür gibi oldu. Üç küçük çocuğunu toprak bir damda bırakarak
başka köylerde ve el yanında birkaç lokma için didinen bu kadına karşı garip bir
merhamet duyuyordu. Bunda, biraz da, kardeşlerine karşı anasıyla aynı vaziyette
bulunmasının tesiri vardı. Evdeki iki aç mahluk haftada bir gelen zavallı kadını da hep
o kin dolu bakışlarla karşılarlardı. Kadıncağız, getirdiği bulgurdan yağsız bir çorba
yaparken, kuru kuru hıçkırıklarla iktifa eder, (yetinir) evi bir parça düzeltmeye çalışır,
akşama kadar kaldıktan sonra, bazen bir kelime bile konuşmadan çıkar giderdi. Küçük
Hasan onun ağzından babasına veya herhangi bir akrabaya dair bir kelime bile
duymamıştı. Zaten kendini bildiğinden beri bir an bile bunları merak etmiş değildi.
Hayatı istasyonda ayran satmaktan ve küçük kardeşlerini beslemekten ibaret
sanıyordu. Bunun için de bir tek korkusu vardı: Ya anam yine günün birinde eve gelip
birkaç gün yatar, iniltiler içinde ve kendi kendine bir çocuk daha doğurur, beş on gün
sonra onu da başıma bırakarak giderse, diyordu… Bu yeni misafiri de doyurmak
kendisine düşecekti. Köylü de onların evinden nedense uzak kalmayı tercih ediyordu.
Kapılarını bir gün bir insanın açtığı görülmemişti. Hayat eskisinden daha feci olarak
devam edecek ve Hasan, günden güne sütü azalan ihtiyar keçinin yardımıyla bu
müthiş mücadeleyi başarmaya çalışacaktı. Gününün boş zamanlarını keçiyi otlatmak,
karlı havalarda ise dere boyunda, bir karıştan kısa, kuru otlar bulup hayvana
getirmekle geçirecekti.

Yazın işleri o kadar fena değildi. Sabahleyin serinde yola çıkarsa istasyona
yorulmadan varıyor, hemen hemen bütün güğümü satıyordu. Cebine doldurduğu ufak
paralar kadar, belki de daha fazla onu sevindiren bir şey de, köye dönerken yükünün
hafif olacağı düşüncesiydi.

Sabah treninde bütün ayranı satamasa bile, akşam trenine kalıyor, fakat
istasyona ekin getiren köylüler öğleyin ekmek yerken çok kere bütün güğümü
haklıyordu.
Akşam treni saat dört buçukta geldiği için yazın ortalık kararmadan köye
dönebiliyordu. Fakat bugün daha trene yarım saat kala istasyon korkutucu bir
alacakanlığa gömülmüştü.

Ayazda ve karanlıkta kalkıp geri döneceğini düşünerek titredi ve hemen


gitmek istedi. Fakat bu sırada odasından dışarı çıkan istasyon memuru trenin yakın
olduğunu anlattı. Trenin istasyonda durmasıyla kalkması bir oldu. Küçük Hasan
kapalı ve puslu pencerelerin arkasında hayal meyal belli olan insan şekillerine
bakarak trenin bir başından öbür başına koştu ve -Ayran, temiz ayran!- diye bağırdı,
kocaman kunduraları ıslak kumlarda gıcırtılar yapıyor, karlar bağırmak için açtığı
ağzına doluyordu.

Vagonların pencerelerinden dökülüp yerdeki su birikintilerine yayılan soluk


muştatil (dikdörtgen biçimindeki) ışıklar sıçraya sıçraya uzaklaşırken küçük Hasan
güğümünü kavradı ve tahta parmaklıklı kapıyı iterek köyün yolunu tuttu.

Henüz karanlığa alışmayan gözlerine kar parçaları vuruyordu. Güğümün


içindeki ayran her adımda çalkalanıyor ve garip sesler çıkarıyordu. Yavaş yavaş
sırtından içeri işleyen rutubet onu titretmeye başlamıştı.

Hiçbir şey düşünmeden, hiçbir şey hissetmeden ve bir hayvan gibi yolunu
alışkanlıkla bularak yürüyordu. Ovanın içerisine doğru daldıkça pabuçlarının ve
güğümdeki ayranın sesine başka sesler de karıştı. Uzaklarda birtakım hayvanlar
bağrışıyordu.

Müthiş bir korku ile zangır zangır titremeye başladı. Adımlarını daha hızlı
atmaya çalışıyor, fakat ayakları birbirine dolaşıyordu. Soğuktan uyuşan bacaklarında,
güğümün her çarptığı yer dakikalarca sızlıyordu.

Karanlıktan, yüzünü kamçılayan kar ve rüzgardan, dizlerine sıçrayan


çamurdan ve duyduğu seslerden korkuyordu. Açlığı, sıska kardeşlerinin korkunç
gözlerini, yorgunluğunu unutmuştu. Bir an evvel köye varmak, ocakta küllenen bir
odun parçasıyla aydınlanan toprak dama girmek ve bir köşede saklanmak istiyordu.
Ne yatmak, ne dinlenmek, sadece bir dört duvar arasında bulunmak… Bu geniş
karanlıktan, bu seslerden kaçmak…

Ayakkabıları çamurda saplanıp kalmıştı. Yalınayak koşuyordu. Savrulan


güğümden üstüne başına ve yerlere ayranlar saçılıyordu. Birbirine vuran dişlerinin
arasından manasız korku sesleri fırlıyordu. Uzaklardaki hayvan sesleri gitgide
yaklaşıyor gibiydi. Halbuki yarı yoldaki kuru söğüt ağacını daha yeni geçmişti.
Çapaklı gözlerini karanlığı delmek ister gibi açarak ilerilere baktı. Hiçbir şeyler
göremedi. Havanın güzel olduğu gecelerde bile ışıkları ta kenarına gelmedikçe
görünmeyen köy ona, varılması imkanı olmayan bir yer gibi geldi. Bir yere
sıkıştırıldığını ve kaçacak yer olmadığını anlayan bir hayvan gibi vahşi ve nihayetsiz
bir korku duydu. Elinden ayran güğümünü ve maşrapayı fırlatarak koşmaya ve
gırtlağından anlaşılmaz sesler fırlatmaya başladı. Bunlar bazan -Ana… Ana!- der gibi
oluyor, bazan da -A…A…Aaah- -A…A…Aaah- halinde karanlığa yayılıyordu.
Hayvan sesleri daha yakınlaşmış, yolun ilerisinde, karların arasında, birtakım
karaltılar belirip tekrar kaybolmaya başlamıştı. Küçük Hasan dizlerinin artık kendisini
taşıyamayacağını hissetti. Korku her tarafını bağlamıştı. Çıplak ayaklarının cıvık
çamura her basışında çıkardığı ezik ses, sırtına bir kamçı gibi iniyor ve korkusunu
birkaç misli artırıyordu. Boğazına bir şeyler tıkanmıştı. Çatlak elleriyle gözlerini
silerek ileri bakmak isterken dizlerinin üstüne yuvarlandı. Kalktı, fakat beş altı adım
sonra tekrar düştü. Boğazından fırlayan sesler daha vahşi bir şekil almıştı.

-Ana…Ana!- derken sesi, gitgide yaklaşan ve kar üzerinde kayıyormuş gibi


süratli adımlarla etrafında daireler çizen hayvanların bağırışından farksız
oluyordu.Büzülmüş bir halde yolun çamurları üzerine uzanan vücudunu kar örtmeye
çalışırken o hala birbirine vuran dişlerinin arasından:

-Ana… Anacığım… Ana!- diye mırıldanmaya çalışıyordu. Bu sırada, birkaç


yüz metre ötede, evlerinin tahta kapısı arkasında rüzgarın sesini dinleyerek küçük
Hasan’ı bekleyen iki kardeş, onunkine pek benzeyen bir korku ile titriyorlar ve köyün
etrafında dolaşan kurtların sesini duydukça, birbirlerine sokularak ağlaşıyorlardı.

( SABAHATTİN ALİ)

ISITMAK İÇİN
Konya’da Küllükbaşı dedikleri bir çöplüğün civarında, bir Ermeni kadının
evinde oturuyordum. -Mobilyalı- ismi altında kiraya verilen odamda eşya namına bir
siyah demir karyola, bir eski ve çekmeceli masa, iki de portatif demir iskemle vardı.
Kış adamakıllı başlayınca küçük bir sac soba bunlara katıldı.

Ev sahibim elli beşlik, ufak tefek, daima siyah ve yere kadar uzun bir etek
giyen ve siyah yünden örülmüş eski bir atkıyı asla omuzlarından eksik etmeyen bir
kadındı. Az konuşur, odama ben gittikten sonra yatağı düzeltmek, akşamları da, erken
gelir ve çalışmak istersem, soba yakmak için girerdi.

Her gün, muntazaman, lambamdan gaz ve bodrumdan bana ait olan odunları
çalıyordu. Akşamları birer saat bile yakmadığım beş numara lambanın iki günde
yarım kilo gaz harcadığına beni inandırmaya çalışıyor, yine akşamları birer kere
yanan sobanın beş yüz kilo odunu iki ayda bitirip beni kış ortasında iki misli fiyatla
yeniden odun almaya mecbur etmesini gayet tabii buluyordu.

Bunlara ses çıkardığım yoktu. Sabahları yüzümü yıkamak için odama bıraktığı
yarım gaz tenekesi suyun içinde, bütün ricalarıma rağmen, yine saç parçaları ve
saman çöpleri yüzmekte devam ederdi. Buna da katlanıyordum. Nedense hayatta
hiçbir şey bana yer değiştirmek kadar güç gelmemiştir. Dolaşmayı çok sevdiğim
halde, bir evden başka bir eve, sırf hoşuma gitmediği için taşınmak, beni her zaman
ürkütmüştür. Odanın bir köşesine yığdığım kitapları taşımak derdi kadar, bunda
manasız bir hicabın da tesiri vardı. -Madam, senin evinde rahat edemiyorum,
üzülüyorum, çıkacağım!- demeye utanıyordum. Bazan, geceleri yatağıma uzanıp,
sobanın gürültüsünü dinleyerek okumaya dalardım. Vücudumu tatlı bir rehavet
sarmaya başladığı sıralarda madam kapıyı vurarak içeri girer, bir elinde kocaman bir
kürek, öbür elinin tersiyle daima çapaklı gözlerini silerek:

-Beyim, müsaden olursa bir tava ateş alayım- der, benim evet makamında
başımı sallamamı bile beklemeden sobayı açarak içinde ne varsa küreğine doldurur ve
götürürdü.

İnsan ne garip şeydir! Bu anda içimden, ona avaz avaz bağırarak beni rahat
bırakmasını söylemek, hatta kalkıp sobanın kenarındaki odunlardan birini kafasına
indirmek ve her akşam, aynı saatte tekrar eden bu sahneye bir son vermek geçerken
yüzüm onun:

-Allah rahatlık versin, beyim- sözüne sinirli bir tebüssümle mukabele ederdi.

Hayatım tasavvur edilemeyecek kadar manasız ve boş geçiyordu. Sabahları


erkenden işime gider, öğle ve akşam yemeklerini küçük bir aşçı dükkanında veresiye
yer ve akşamları, eğer kahvede kağıt oynayanları aptalca seyre dalmazsam, erkenden
eve dönerdim. Ruhum kütleşmişti, gazeteleri merak etmez, konuşmaktan hoşlanmaz,
basık tavanlı bir meyhanede bir arkadaşla birkaç kadeh içip gevezelik etmekten zevk
almaz olmuştum. Sokakta, pek nadir olarak geçen, güzelce kadınlara genç gözlerim
yapışıp kalmıyor, muhayyelem başka türlü, daha canlı, daha manalı, daha dolu bir
hayat bulunduğunu hatırlatıp sinirlerimi kamçılamıyordu. En boşaldığım zamanlarda
bile benim için ehemmiyetlerini kaybetmeyen kitaplarıma, sadece alışkanlık
yüzünden ve biraz da nefsimden utandığım için el uzatıyordum. Ama, artık onlarda da
beni heyecana düşürecek, düşüncelere daldıracak, harekete sürükleyecek ateşin
kalmadığını, hiç üzüntü duymadan tespit ediyordum. Hayat sanki sadece gözlerimin
eriştiği yerlerden, içinde yaşadığım zamandan ibaretti. Sanki dünyada, beni işime
götüren tozlu veya çamurlu yoldan, kerpiç duvarlardan ve ne söylediklerini yarım saat
sonra bile hatırlamaya imkan olmayan birkaç iyi kalpli arkadaştan başka bir şey
mevcut değildi…

Bu sıralarda bir hadise beni, derin uykulara dalan bir adamı korkunç bir feryat
nasıl yerinden fırlatırsa, manevi miskinliğimden öylece çekip ayırdı.

On beş yirmi günde bir gelip çamaşırlarımı yıkayan yaşlıca bir kadın vardı.
Yaşlılık daha ziyade onun görünüşündeydi. Hakikatte çok daha genç, otuz otuz beş
olabilirdi, fakat kavrulup büzülmüş hissini veren minimini vücudu, örümcek ayakları
gibi uzun, ince, sarı elleri, bir ölününki gibi derinlere kaçmış kara gözleriyle ihtiyar,
yaşı sayılamayacak kadar ihtiyar bir insan tesiri yapıyordu. Ağzında hiç dişi yoktu.
Dudakları bir torba ağzı gibi buruşuklar içindeydi. Kahverengi yeldirmesinin altından
fırlayan değnek gibi iki bacak, iri ve bağları kopmuş bir çift erkek ayakkabısının
içinde kayboluyordu.

Onu bana ev sahibi madam buluvermişti. Beş on parçadan ibaret çamaşırımı


yirmi beş kuruşa yıkıyordu. Bir gün, akşamüzeri, eve gelince onun hala işini
bitirmemiş olduğunu gördüm. Hava kapalı olduğu için çamaşırları sofaya gerilen
iplere seriyordu. Bunların arasında bana ait olmayan birtakım yatak çarşafları,
entariler de vardı. Kadına sorduğum zaman madamın kendi çamaşırlarını da
benimkilerin arasına katıp ona yıkattığını öğrendim. İlk duyduğum his biraz tiksinme
oldu. Canım sıkıldı. Benim yüzümden haksızlığa uğrayan zavallı kadını odama
çağırıp gönlünü almak aklımdan geçti. Sonra kendi kendime: -Herhalde aralarında
anlaşmışlardır. Zorla getirmiyoruz ya- dedim. Cebimden bir yirmi beş kuruşluk
çıkardım. Biraz tereddütten sonra buna bir de on kuruşluk kattım, ona verdim. Odama
girerek kapıyı arkamdan kapadım.

Ertesi gün madama bu çamaşırcı kadının kim olduğunu sordum. Dağlar gibi
çamaşırını ona bedava yıkatmaktan çekinmeyen yufka yürekli ev sahibim gözleri
yaşararak:

-Pek fıkaradır, pek!- dedi. Uzun uzadıya anlattı, fakat ben bu laflardan
çamaşırcı kadının -pek fıkara- olduğundan ve bu civarda şuna buna çamaşıra
geldiğinden başka bir şey öğrenemedim. Dört beş günde bir iş bulup alacağı yirmi
otuz kuruşla nasıl yaşıyordu? Kimi kimsesi var mıydı? Nereli ydi? Birdenbire
bütün bu ve buna benzer sualler kafamda belirdi. İnsanlara karşı kaybolmaya başlayan
alakam sanki bu kadını düşünürken yeniden canlanıyordu. Onun, soğuktan daima
mosmor olan sivri burnunu, çamaşır leğeninin başında sabahtan akşama kadar iki kat
bükülen vücudunu, buruşuk dudaklarının arasından nefes gibi ve titreyerek çıkan
sesini hatırladım.

İki gün sonra akşamüzeri eve dönerken kapının önünde ona rastladım.
Soğuktan yakamı kaldırdığım için gözlüklerim buğulanmıştı. Eşiğin bir kenarına
büzülen kadını ancak kilide anahtarı sokarken fark ettim.

-Ne o? Ne arıyorsun?- diye sordum.

Saatlerce koştuktan sonra nefes almakta güçlük çeken bir insanın sesiyle,
çabuk çabuk, kesik kesik:

-Hiç… Hiç!- dedi. Sonra mırıldanır gibi ilave etti:

-Mahalleyi dolaştım. Bir işe çağıran olur mu diye!..-

Tavrında pek saklayamadığı bir telaş, sesinde neredeyse ağlayacakmış gibi bir
titreme vardı. Ağzını birkaç kere bir şey söylemek istiyormuş gibi açtı, sonra tekrar
kapadı.

-Sen nerede oturuyorsun?- diye sordum.

Çenesiyle işaret ederek:

-Tee ötede, Araplar Mahallesi’nde!- dedi.

-Kimsen var mı?-

Kısaca içini çekti. Gözlerini birçok defalar kırptı, önüne bakarak:

-Bir kızcağızım var…- dedi. -Evde yatar durur!-

-Hasta mı?-

-Hasta ya… Hasta… Çok hasta…-

Kapının önündeki donmuş sular ayaklarımı üşütüyordu. Sokağın kirli karlarını


süpürüp yüzüme çarpan bir rüzgar gözlerimi acıttı. Soğuk, merakımı yenmek
üzereydi.

-Kaç yaşında?- diye sordum ve anahtarı çevirdim. Kapı hafifçe aralandı. Kadın tekrar
acele bir şey söyleyecekmiş gibi başını uzattı, sonra eski haline dönerek:

-Sekiz on yaşında var!- dedi.

Bu saatte benim kapımın önünde beklemesinde herhalde bir maksadı olacaktı.


Fakat soğukta daha fazla durmak ve onu söyletmek bana güç geldi.

İçimde, kendime de izah edemediğim karışık ve üzücü birtakım hisler


belirmişti. Onun söyleyeceklerinin hoş şeyler olmayacağını, belki de beni
utandıracağını tahmin eder gibiydim. Körleşen ruhum, rahatının ve muvazenesinin
bozulmasından korkuyordu. İnsanlığımın üzerini kaplayan miskinlik ve alakasızlık
kabuğu parçalanmak tehlikesindeydi. Hodbin bir kuvvet beni içeri çekti. Buna
mukavemet etmek itiyadını kaybettiğim için kapıyı açıp taşlığa girdim.

Kadın her uğradığı yerde gördüğünden farklı olmayan bu kaçışı hayretle değil,
fakat yüzünde birdenbire müthiş bir ifade alan tasvir edilmez bir yeisle karşıladı.
Bütün uzuvları dehşet içinde titriyor gibiydi. Köşe başındaki elektrik lambasının
sönük ışığı onun sokağın loşluğuna serilen gölgesiyle birlikte titriyordu.

İşitilir, işitilmez bir sesle:

-Beyefendi!- diye mırıldandı: -Beyefendi… Yıkatacak çamaşırın yok mu?-

-Yok!- dedim.

Şu anda kaçmaktan, odama gitmekten başka bir şey düşünmüyordum. Onun


için kadının bu sualine dikkat bile etmeden -yok!- cevabını vermiştim. Kadın arkasını
döndü, ben kapıyı kapamak üzere iken, hiç düşünmeden ona seslendim:

-Teyze… sen yarından sonra bir uğra… Galiba gömleğim kalmamış. Ne varsa
yıkarsın!..-

O aynı hafif sesiyle, başını bile çevirmeden -Olur, olur!- diyerek uzaklaştı.
Ben iki üç ayak merdiveni çıkarak odama girdim.

Derhal yatağın üzerine oturarak yüzümü ellerimle kapadım. Düşünceler


kafama bir sel gibi hücum ediyordu:

Bu kadın kapıya bir şey söylemek için gelmişti. Müthiş ayazda belki saatlerce
beklemişti… İki gün evvel çamaşırımı yıkadığı halde bana çamaşırım olup olmadığını
sordu… Maksadı meydanda idi. Kadını böyle açıkça dilenecek hale getirdiğim halde
aptal gibi hiçbir şey anlamamıştım. Daha doğrusu kafamı bir şey anlamaktan
menetmiştim. Rahatımın kaçacağından korkarak bir sersemlik zırhının içine
saklanmıştım. Artık kendi kendimden utanıyordum. Birkaç kere ayağa kalktım.
Aynaya bakmak, orada göreceğim zavallı çehreye tükürmek istedim. Bu kadarına
cesaret edemedim. Kendi kendime: -Ne yapabilirdim? Elimden ne gelirdi? Ben kimim
ki?- diyor, fakat yine kendim: -Hiç olmazsa kaçmazdın… Hiç olmazsa dinlerdin. Kim
olursan ol… Dünyada kendisi için hiçbir şeyi olmayan bir insanın bile başkalarına
yardım edecek bir şeyi vardır… Hiç olmazsa bir tek sözü…- diye cevap veriyordum.

Bütün gün kafam böyle şeylerle uğraştı. Kadından ve çocuğundan ziyade


kendi zavallılığımla meşguldüm. Aylardan beri içinde boğulduğum rahat alakasızlık
bir anda süprülüp gitmişti. Bütün insanlar gibi, ıstıraba karşı zayıf olan bir insandım;
merhamet, aciz ve korkudan mürekkep bir insan…

Soğuk odamdaki karyolada sabaha karşı soyunmadan uyuyakalmışım…


Bu vakadan iki gün sonra madama çamaşırcı kadının geleceğini söyledim.
-Sakın beni görmeden gitmesin!- dedim. Birkaç parçadan ibaret çamaşırları kapının
arkasına yığdım. Madam: -Daha kaç gün oldu ki?- diye soracak oldu. -Lazım,
lazım…- diye sözünü kestim.

Akşam işten çıkar çıkmaz eve döndüm. Madam gülümseyerek:

-Çamaşırcı gelmedi beyim!- dedi.

Belki günü yanlış anlamıştı… Belki başka yerde bir iş çıkmıştı. -Gelir elbette!-
diye mırıldandım. Fakat içimde sebepsiz bir endişe vardı. Onu sabırsızlıkla
bekliyordum. Kendisini kapımın önünden eli boş çevirdiğim akşamın kefaretini
vermek, ruhumu ağır bir yükten kurtarmak için onu bekliyordum. Halbuki ertesi gün
de gelmedi. O zaman kararımı verdim. Gidip arayacaktım. Madam evini bilmiyordu:

-Gazyağı aldığımız bakkalın çırağı onun komşusudur, mahalleli, lazım


oldukça onunla haber salar!- dedi.

Çırağı bulup evi tarif ettirdim, sonra çarşıya giderek kahvedeki arkadaşlardan
birinden iki lira borç aldım. Araplar Mahallesi’nin yolunu tuttum.

Daha akşama yarım saat kadar vardı.

İki tarafında yüksek bahçe duvarları uzanıp giden dar, tozlu yollarda epeyce
ilerledikten sonra şehrin kenarına geldim. Bir adam boyunu pek aşmayan alçak
evleriyle Araplar Mahallesi başlamıştı. Mısırlı İbrahim Paşa ordusundan Konya’da
kalanların kurduğu bu köy artık şehirle birleşmiş ve en fıkaraların oturduğu semt
olmuştu. Bozkırın rüzgarlarına tamamen açık olan sokaklarında kıvrıla kıvrıla dolaşan
dondurucu bir hava yerin tozlarını, zerreler halinde donmuş olan karlarla karıştırarak,
gökyüzüne kadar savuruyordu.

Sırtımdaki paltoya ve içimdeki yün fanilalara rağmen titriyordum.


Alacakaranlık bastırdığı için sokaklarda kimse kalmamıştı. Ara sıra sıska bir köpek
yolun bir kenarından öbür kenarına geçerek kendine daha kuytu bir yer arıyordu.

Evi sorduğum çırak bana bu civardaki bir bakkalı tarif etmiş ve: -Ona sor,
gösterir!- demişti.

Biraz ilerdeki köşede, yarı kapalı kepenklerin arasında hafif bir ışık vardı.
Yaklaştığım zaman, arkasında birkaç sucuk demeti, iki kalıp sabun, kavanoz içinde
halka şekeri ve leblebi şekeri bulunan bir camekan gördüm. Kapıyı itip içeri girince,
teneke mangaldaki birkaç ateşi kurcalayan seyrek sakallı bir adam hayretle başını
kaldırıp yüzüme baktı. Dükkanda camekanda gördüklerimden başka bir şey yok
gibiydi. Bir kenarda duran musluklu bir gaz tenekesiyle birkaç ölçü, kurumuş ve
tozlanmıştı.

Homurdanır gibi bir sesle:


-Ne istedin?- dedi.

Evi sordum. Yerinden kalkmadan birkaç kelime ile tarif etti. Aynı homurtulu
sesiyle:

-Çamaşır mı yıkattın? Bir şeyini mi çaldı?- diye sordu.

-Hayır- dedim, -çamaşıra gelecekti, gelmedi. Merak ettim!-

İnanmadığını gösterir bir tavırla omuzlarını silkti.

-Ortalıkta göründüğü yok!- dedi. Sonra daha ziyade kendi kendine


söyleniyormuş gibi ilave etti: -Zaten bu mahallede kimsenin kimseyi gördüğü yok
ya!..-

Dükkandan çıktım. Üç beş adım ötede ve karşı sıradaki evin kapısını


yumruğumla çaldım. Açan olmadı. Biraz bekledim. İyice akşam olmuş, ufukta ay
yükselmeye başlamıştı. Biraz ilerdeki küçük pencereye giderek içeri baktım. Hiçbir
şey görünmüyordu. Eni ve boyu iki karış kadar olan pencerenin camına parmağımla
vurdum. İçerde bir kıpırdama oldu. Tekrar kapıya döndüm. Biraz sonra taşların
üzerinde çıplak ayak sesleri duyuldu ve küçük kapı hafifçe aralandı.

Ayın ışığı, kapı arasında duran kadının yüzüne vurmuş ve yarısını


aydınlatmıştı. Her tarafım titremeye başladı. Karşımda kımıldamadan duran bu
çehrenin bir ölüden farkı yoktu. Çukurdaki gözleri büsbütün kaybolmuş, dişsiz
ağzının etrafındaki dudakları daha çok incelmiş ve buruşmuştu. Aklımdan derhal iki
lirayı eline sıkıştırarak oradan kaçmak geçti. Kaçmak, her zamanki gibi, her şeyden
kaçmak… Görmekten, duymaktan ve beraber ıstırap çekmekten kaçmak.

İçimde buna isyan eden bir şey vardı. Başımı kadına doğru uzatarak:

-Niçin gelmedin? Merak ettim! Çocuğun nasıl?- dedim.

Kadın belki soğuktan, belki başka bir şeyden titriyordu. Çıplak ayakları,
benim kunduralarımdan içeri işleyerek parmaklarımı donduran soğuk taşlar
üzerindeydi.

Bir şey söylemek için birkaç kere ağzını açtı, fakat çenesi korkunç bir titreme
ile tekrar kapandı.

-Üşüyorsun, haydi içeri girelim!- dedim.

Önüme düştü, dört adım genişliğindeki taş döşeli bahçeyi geçerek soldaki
kapıdan girdik.

Biraz evvel çaldığım pencereden odanın ortasına dört köşe ve soluk bir ışık
düşüyordu.
Kapıyı arkamdan kapadım. Bir müddet ikimiz de kımıldamadan bekleştik.
Gözlerim karanlığa alışınca odanın bir kenarında yatak kılıklı bir şey gördüm. Parça
parça olduğu fark edilen bir yorgan, bir kenara yığılmış gibi duruyordu.

Hasta çocuğu uyandırmaktan korkuyormuş gibi yavaş bir sesle tekrar sordum:

-Çocuk nasıl?-

Önümde ayakta duran kadın aynı yavaş sesle, yalvarır gibi:

-Kusura bakma… Gelemedim- dedi, -Çok ağladı. Zaten aylardan beri durmaz
ağlardı ya, bu sefer çok ağladı. Eskisi gibi açlıktan değil, bu sefer soğuktan ağladı.
Anacığım üşüyorum! diye arkamdan bağırdıkça divaneye dönerdim. Odunun okkası
doksan para, nereden alayım? Haftada bir çamaşıra, temizliğe gidip yirmi beş kuruş
alsam onu da yağa, pirince verir, bir sıcak çorba yapayım da yüreğine can gelsin
derdim. Oduna para verecek halimiz mi var?-

Soğuktan mı, başka şeyden mi olduğunu fark edemediğim titreme, sesini


tekrar kaplamıştı. İyice göremediğim gözlerinden yanaklarına doğru yaşlar
süzüldüğünü zannediyordum.

-Ama bir haftadır boğazından çorba da geçmez oldu- diye devam etti.
-Donuyorum anacığım, donuyorum! diye söylendikçe dört yana saldım. Çırpı toplayıp
ocakta ateşledim, bir parlayıp bir söndü, kızımın gözünü bile ısıtmadı. Beş on okka
odun parası bulayım diye her bir yanı dolaştım, Allah rızkımızı kapamış, kapısını açan
olmadı. Eve geldim ki kızım hala seslenir: Ana nerede kaldın, elim kolum dondu,
gayrı soğuk yüreğime varıyor! diye yalvarır. Sesi de artık çıkmaz olmuştu. Hani yavru
kedi gibi vızlanırdı. Girdim yanına yattım. Dünyada varıp halimi dökecek kimsem
yoktu, kimselerden bir umudum kalmamıştı. Elim ayağımla kızcağızımı sardım. Bir
daha yanından çıkmadım. Yavrumun her yanı buz olmuştu. Ben ona sokuldukça:
Aman ana, daha sarıl, daha sarıl, içim çekiliyor, diye yalvardı. Isıtacak yeri
kalmamıştı ki, her bir tarafı kuru kemikti. Ama ne de olsa biraz sesi kesildi. Birkaç
kere uyur gibi oldu. Ondan sonra aralıkta uyanıp: Aman ana, ısıt beni! dedi, hemen
uykuya daldı. Ne yiyecek istedi, ne içecek istedi; uyudu, uyandı, ısıt beni dedi. Ben
ondan kuru, nesini ısıtayım ki… Ama kızım rahat etti. Artık bilemiyorum, üç gün mü
oldu, dört gün mü, hep sarılıp yattık. O gözünü açtıkça ben sarıldım. Başcağızını
bağrıma bastım, ayaklarını bacaklarımın arasına aldım, onu gene uyuttum. Bugün
öğleye doğru bir daha gözlerini açar gibi oldu. Garip garip yüzüme baktı… Bir daha
da gözlerini kapamadı.-

Kadın olduğu gibi oraya çöküverdi. Şimdi odanın ortasında dizlerinin üzerine
oturmuş sallanıyor, duyulur duyulmaz hıçkırıklarla ağlıyordu.

-Ne diyelim… Allah ona daha çok çektirmedi… Bana ne diye çektirir
bilmem…- dedi. -Ne edeceğimi ben de şaşırdım gayrı… Kime yarayım, kimden akıl
danışayım… Vah kızım vah…-
Deli gibi olmuştum. Kafamın içi uğultular, zonklamalarla doluydu. Yatağın bir
kenarına yığılmış duran yorganı çekerek orada yatan çocuğu kucağıma almak ve
öpmek; önümde dizleri üzerinde sallanan kadının boynuna sarılarak beraber ağlamak
istiyordum.

Sonra aklımı başıma toplamaya çalıştım. Boğazımda düğümlenen bir sesle:

-Sen burada bekle, ben lazım gelenlere haber verir ve yine gelirim!- dedim.
Evden dışarı fırladım. Biraz daha yükselen ayın yarı aydınlattığı sokaklarda bütün
kuvvetimle koşuyordum. Gözlerimden süzülen yaşlar rüzgarın yüzüme savurduğu
tozlarla karışarak çamur oluyor ve yanaklarımda donuyordu. Ben, içimde dayanılmaz
bir acı ile ve önüme çıkacak bütün insanları yakalarından tutup oraya götürmek
arzusuyla, artık uyumaya hazırlanan şehrin ortasına doğru koşuyordum.

(SABAHATTİN ALİ)
ASFALT YOL

-Bir köy öğretmeninin notlarından-

İstasyondan kalkıp vilayet merkezine giden kamyon, iki saat kadar sarstıktan
sonra, beni gideceğim köye ayrılan yolun başında bıraktı. İki adım bile atacak halim
yoktu. Çantamı yanıma koyarak, kenarlarından otlar fırlayan bir taşın üstüne oturdum.
Kafamdaki uğultuyu dinlemeye başladım.

İçi tozla karışık ter kokan kamyon dünyanın bu en bozuk yolunda bizi
birbirimize vura vura sersem etmişti. Birdenbire duraklamalar, bir çukura yuvarlanır
gibi sarsıntılar, bana nerede olduğumu bile unutturmuş ve beni karanlık bir rüya
dünyasına atmıştı. Şimdi oturduğum taşın üzerinde bu rüyadan silkinmeye
çalışıyordum.

Gideceğim köyü şoför göstermişti. Burası oturduğum yerden yarım saat kadar
uzakta, külrengi bir kerpiç yığını idi. Bir kenarda ince ince yükselen yine külrengi
birkaç kavak, orada, ufacık da olsa, bir su bulunduğunu anlatıyordu.

Belki bir saat oturduğum yerde kaldıktan sonra yavaşça ve sallanarak


doğruldum. Küçük çantamı yerden alıp yürümeye başladım. Kendim köylü olduğum
ve bizim köylülerimizi iyi tanıdığım için içimde yabancı bir yere gidiyorum hissi
yoktu. İlk vazifemde muvaffak olacağıma emindim.

Akşam olmaya başlamıştı. Köye yaklaşınca ortalığı büsbütün bir kızıllık


kapladı. Kırmızı bir deniz gibi parlayıp kımıldayan bu bir karış boyundaki kuru bozkır
otlarının üzerinde upuzun gölgem yatıyor ve gölgemin başı, ileride, aralarından yer
yer çekirgeler fırlayan bu otların arasında kayboluyordu.

Köyün kenarındaki birkaç evin önüne gelince burnuma yanmakta olan tezek
kokusu geldi. Gözümün önünde, saç üzerinde yufka pişirilen bir ocak ve bekleşen
yalınayak çocuklar canlandı.

Sokaklarda daha evlerini bulamamış birkaç inek kuyruklarını kalçalarına


çarparak yürüyor ve ara sıra böğürüyordu. Bu öyle bir böğürüştü ki, uzun uzun
düşündükten sonra söylenen derin manalı bir söze benziyordu.

Gitgide daha kuvvetlenen keskin bir gübre kokusu beni daha çok buraya
yaklaştırdı. Köy yaşayan, çalışan bir mahluktur ve bu koku onun ter kokusudur.
Dünyada hiçbir koku beni bu kadar saramamış, kafamdan birbiri arkasına bu kadar
çok hatıralar yuvarlayıp geçirmemiştir.

Kahvenin önünde birkaç ihtiyardan başka kimse kalmamıştı. Beni görünce


yerlerinden kalkmadan baktılar. Yanlarına gidip oturdum; kim olduğumu anlattım.
İçlerinden biri muhtarmış. Benden önceki öğretmen gideli altı ayı geçtiğini, o
zamandan beri okulun kapalı durduğunu söyledi:

-Daha harmanların hepsi kaldırılmadı. Çocuklar okula falan gelmezler. Beş on


gün oturup dinlenirsin!- dedi.

Çocukları toplamak, dersleri yoluna koymak pek güç olmadı. Köylüler kendi
dilleriyle konuşanları anlamakta gecikmiyorlar. Şimdilik hiçbir şeyden şikayetçi
değilim. Yalnız bir yol meselesi var ki, bunu kendime iş edindim ve aylardır
uğraşıyorum. İlk geldiğim gün kamyonda canımı çıkaran o yol, meğer bütün vilayetin
en büyük derdiymiş. Herkes mahsulünü, yolcusunu bunun üzerinden geçirmeye
mecbur. Başka yol yok ve buna da yol demek için pek bol keseden atmak lazım. İşin
garibi, vilayet merkezini altmış kilometre uzaktaki demiryoluna bağlayan yol da bu!..
Herhalde daha mühim işler bunun yapılmasını bu kadar geri bırakmış. Ben, hem
bizim köyden, hem de başka köylerden vilayete müracaat ettirdim; yolun
yaptırılmasının ne kadar lazım olduğunu dilim döndüğü kadar anlattım. Uzun
istidaları hükümet memurları pek okumazlar diye, her fikrimi ayrı bir istidaya yazarak
bunları ayrı ayrı köylerden verdirdim. Böylece hepsi okunmuş olacak. Yolun
yapılmasında köylünün nasıl yardımı olacağına dair de birçok fikirler ileri sürdüm.
Geçenlerde şehre gittiğim zaman maarif müdürü bana biraz tuhaf muamele
etti. Kızıyor da kızdığını belli etmeyip alay etmeyi tercih ediyor gibiydi. Neden diye
merak ettim. Sonra laf arasında:

-Siz okul dışındaki işlerle de uğraşacak vakit bulabiliyorsunuz galiba,


talebeniz pek mi az?- dedi.

-Az değil ama, o da vazifem değil mi?- diye cevap verdim. Alaycı gözlerini
üstümde gezdirdi. Bir şey söylemedi. Sonra dışarıda, kahvede arkadaşlardan duydum.
Maarif müdürü bana kızgınmış. Ben köylülere Teşkilatı Esasiye Kanunu’nu
(Anayasa) okumuş, anlatmıştım. Kadastro’da işi olan bir köylü bir istida vermiş, bir
müddet sonra da cevap istemiş. Ne cevabı, denince: -Basbayağı cevap vereceksiniz!
Mecbursunuz! Kanun var!- diye dayatmış. Sormuşlar, araştırmışlar, kanunu benden
öğrendiğini anlayınca maarif müdürüne şikayet etmişler.

Hele bu yol işiyle bu kadar uğraştığıma kızanlar pek çok. Bir alakaları
olduğundan değil, iş olsun diye kızıyorlar. Benim öğretmen olduğum köyde oldukça
zengin bir Rüstem Ağa var. Şehirde arabacı dükkanı işletiyor, yaylıları, kağnıları
tamir ediyor. Bunun istida veren köylere gidip benim aleyhime sözler söylediğini
duydum. Pek şaşmadım. Bütün teşebbüslerden henüz bir şey çıkmadı. Ara sıra bu işin
arkasını bırakacak oluyorum. (Çünkü hükümetteki, hele nafıadaki (Eskiden Nafıa
(Bayındırlık) Vekaleti’nin kentteki yönetim birimi.) memurlar benimle açıktan açığa
alay ediyorlar.) Fakat akşamları köyde, istasyondan dönen arabaların, kağnıların ve
zavallı hayvanların halini görünce içim acıyor. Kendi kendime: -Başladığın işi yarıda
bırakma iki gözüm, sana yakışmaz!- diyorum.

Ne de uzun muameleleri varmış böyle şeylerin. Vilayet konağında bizim


istidaların girip çıkmadığı oda kalmadı. Köylüler bile benim bu gayretime şaşıyorlar.
Onlarda da bu işin sonu çıkacağına dair bir ümit yok.

Hala bir şey çıkmadı… Galiba bu yolu yapmayacaklar. Köylü de bana yardım
etmiyor. Pek ölü mahluklar… Belki de pek akıllı mahluklar da, boşuna yere uğraşmak
istemiyorlar. İçimde hiç şevk kalmadı. İnsana birkaç kelime ile cevap verseler yine
neyse, fakat ne evet, ne hayır!… Sanki bu istidaları ses vermez bir derin kuyuya
atmışız…

Akşamları köyün yanı başındaki sırta çıkarak uzakta tozlara bulanıp uzanan
yolu seyrediyorum. Bazan tozdan bembeyaz olmuş ve üstüne sepetlerle denkler
sarılmış bir kamyon görünüyor, bir bataklıkta dizlerini kaldırıp indirerek yürüyen bir
insan gibi ileri geri sallanarak, yıkılacak gibi olarak, ağır ağır ilerliyor. Bu o kadar
üzücü bir manzara ki, tekniğin en son ifadelerinden biri olan bu makine ile dünyanın
bu en iptidai yolunun mücadelesini görmemek için insan gözlerini kapıyor. Bazan
koşup yolu avuçlarımla düzeltmek, orada hiç olmazsa beş on metrelik bir yeri bir
-yol- haline koyarak kendi hisseme düşen vazifeyi yapmış olmak istiyorum.
Bizim iş birdenbire canlandı. Geçenlerde şehre büyüklerimizden biri gelmiş.
Otomobili ne kadar rahat da olsa bu yol yine kendini hissettirmiş olacak ki, bir laf
arasında valiye bundan bahsetmiş, vali de hemen atılarak: -İlk düşündüğümüz
şeylerden biri de budur, hemen bu sene yaptırmak istiyoruz, projeleri hazırlanıyor.
Hatta asfalt yaptırmayı bile düşünüyörüz… Acaba bu yol asfalt olsa şehrimizi sık sık
şereflendirir misiniz?- demiş.

O büyük zat da:

-Gelirim tabii…- diye cevap vermiş.

Bunun üzerine asfalt meselesi aldı yürüdü. Ben meğer uykudaymışım, vali
projelerden bahsediyor… Demek zannettiğim kadar bu işe lakayt değillermiş, yalnız
gürültüsüz, şatafatsız bir şekilde halka hizmet etmeyi daha uygun buluyorlarmış.

Fakat bu sessizliğin aksine olarak bu sefer de iş pek yaygaraya verildi.


Vilayetin, yemek listesi büyüklüğünde haftalık gazetesinin yarısını asfalt şose
havadisleri dolduruyor. Köyde de itibarım artar gibi oldu. Bizim köylülerin insana
muamele edişleri zaten barometre gibi.

Bence bu yolu asfalt yapmaya şimdilik hiç lüzum yoktu. Üç dört misli fazla
masraf edileceğine, bu para daha lüzumlu yerlere harcanabilir ve buraya, kendimize
göre bir yol, temiz bir şose yeterdi. Fakat belki başka bir düşündükleri var. Belki her
şeyin son derece mükemmel olmasını istiyorlar. Bu kadar büyük işlere aklım ermez.
Bir yol olsun da, paramız varsa isterse halı da döşetilsin…

Vali Ankara’ya gitmiş. Tetkikat yapan mühendisler yolun yarım milyona


çıkacağını söylemişler, halbuki vilayet bütçesi 350 bin lira… Bu parayı bulmak için
bankalara müracaat edilmiş, onlar da Maliye Vekaleti’nin kefaleti olmadan para
vermemişler, Maliye Vekaleti de Meclis’ten izin almadan kefil olamazmış, hulasa
karışık işler vesselam. Vali bütün bunları yoluna koymak için gitmiş… Adamcağız bu
yol meselesini kendine iş edindi. Meclisi Umumi’den tahsisat almak için bir nutuk
vermiş, vilayet gazetesinde okudum. Bir belagat numunesi. Kendisini bu yol işine dört
elle sarılmaya sevk eden, o büyük zatın işareti olduğunu söylüyor ve onun yol
yapıldıktan sonra daima geleceğini vaat ettiğini hatırlatıyor. Hakikaten büyüklerimiz
her şeyi görüyorlar ve bir işaretleriyle uyuyanları uyandırıyorlar. Yalnız vali bu yol
için halkın da birçok müracaatları olduğundan hiç bahsetmiyor, yolun köylüye ne
kadar faydası olacağını da söylemiyor. Belki bunlar herkesin bildiği şeyler de onun
için. Her ne ise, bu yol işinde bir damlacık tesirim olduysa ne mutlu bana…

Yolun yapılmasına başlandı bile. Bankalardan borç alınmış, bilmem kaç


senede ödenecekmiş. Borç taksitlerine karşılık olmak üzere hastane tahsisatından
biraz kırpılmış ve önümüzdeki sene maarif kadrosu biraz kısılacakmış. İşin buraya
varacağını hiç düşünmemiştim. Fakat daha ortada bir şey yok. Vakitsiz telaş
etmeyelim. Para bulmak isteyince maariften önce akla gelecek çok şeyler var. Mesela
vali çok alakadar olduğu bu yol meselesi için şimdilik vali konağı yaptırmaktan
vazgeçebilir…

Yol ilerliyor, bizim köye ayrılan köşede de hararetli çalışmalar var. Silindirler
gelip gidiyor ve alacalı bulacalı bir sürü köylü amele karıncalar gibi çalışıyor. Bu
çalışma akşam geç vakte kadar sürüyor, sonra kenardaki çadırlara çekilip yatıyorlar.
Amelenin çoğu açıkta yatıyor. Müteahhit çadır yetiştirememiş. Şafakla beraber tekrar
faaliyet başlıyor. Bizim köyden de amele yazılanlar var. Beş on kuruş kazanıp vergi
borcunu ödeyecekler. Bunlar geceleri köye dönüyorlar; ama pek bitkin bir halde.
Müteahhidin başlarına diktiği memur ekmek yemek için bile on dakika zor izin
veriyormuş.

Bizim köylü önceleri pek lakayttı, fakat taş döşenip asfalt işi başlayınca
hepsini bir merak sardı. Kocaman kazanlarda kaynatılıp sonra yerlere dökülen bu kara
şeyin üzerinde yürünebileceğini, hele kamyonların ve arabaların geçeceğini pek kabul
edemiyorlar. Tarlaları bu tarafta olanlar akşamları dönerken yolun kenarındaki
hendeğe çömelip sigaralarını tüttürerek silindirin ileri geri gidişine bakıyorlar ve
tanıdıkları amelelerle aldıkları yevmiyeler hakkında konuşuyorlar.

Yol bitti. Birkaç gün sonra açılış töreni olacak. Köyün yanındaki tepeye çıkıp
bakınca, uzakta kara bir yılan gibi parlıyor. İki tarafına ağaç da dikeceklermiş. Enfes
bir şey doğrusu. Bütün Vilayet halkının buradan nasıl akın akın geçeceğini, nasıl
kolaylıkla, kayar gibi istasyona varacağını düşündükçe içimde bir şey hopluyor.
Yolun sağlamlığı hakkında dedikodular var… Müteahhit adamakıllı vurdu diyorlar.
Fakat herhalde dedikodudan ibaret. Bu dehşetli güzel manzaranın karşısında insana
nasıl fena düşünceler gelebilir, şaşıyorum.

Bugün ömrümün en mesut günü idi. Şehrin kenarında taklar kurulmuştu, bütün
memurlar resmi elbiselerini giyip gelmişler. Hususi muhasebe müdürü bile, bej
pardösüsünün üstüne silindir şapkayı oturtmuş, -1.55- boyu ile ön tarafta yer almış.
Ben de bir kat elbisemi silip ütüledim ve öyle geldim. Maarif müdürü ters ters bakıyor
ama, ne derse desin, bir gün köyden ayrılmakla kıyamet kopmaz ya… Bu yol bir
parça benim eserim demektir… Halk ve köylü uzaktan seyrediyorlardı, yanlarına
gittim, konuştum, sevincimden herkesi kucaklayacağım geliyor. Yerime döndükten
sonra aklıma geldi, köylülere, yakına gelmeleri için işaret ettim. Bu yol herkesten
evvel onların demektir. Birkaç tanesi ilerleyecek oldu, jandarmalar bırakmadı, ben de
sesimi çıkarmadım ama neşemin yarısı kaçtı.

Vali uzunca bir nutuk verdi, sesi pek gür olmadığı için iyi işitemedim, yalnız
kulağıma: -Cumhuriyet, bayındırlık… Rehberlerimiz… Her şey halk için…- sözleri
geldi. Birkaç kişi daha, kısa sözler söylediler. Kordele kesildi, önde valininki olmak
üzere, bir otomobil kafilesi hızla ileri atıldı. Arkasından memurlar beş on adım
yürüdüler, herkes ayağını asfalta alıştırır gibiydi. Köylüler belki acemiliklerinden,
belki de bir şey söylerler diye çekindikleri için, asfalta basmaya cesaret edemeyerek
yolun iki kenarındaki toprak kısımda yürüyorlar ve büyük gözlerle ortaya, üzerinde
taze otomobil lastiği izleri ıslak ıslak parlayan asfalta bakıyorlardı.

Her şeye rağmen köye muzaffer bir kumandan gibi döndüm.

Yolun açılışının onuncu günü nafıanın fen memurları vilayete bir rapor
vermişler. Kağnıların ve öküz arabalarının, hatta diğer arabaların da asfaltı şiddetle
tahrip ettiğini bildirmişler. Bunda yolun pek sağlam olmamasının de tesiri olacağını
hiç ağızlarına almamışlar, halbuki yalnız kağnıların değil, biraz yüklüce kamyonların
geçtiği yerlerde bile çukurlar kalıyor ve yer yer bozukluklar görülüyordu.

Vilayetçe telaşa düşmüşler. Daha parası ödenmeyen yolun, o büyük zat şehri
bir kere bile şereflendirmeden on beş gün içinde eski haline dönmesi tehlikesi
karşısında hemen toplanmışlar ve lastik tekerlekli olmayan nakil vasıtalarının asfalt
yoldan geçmelerini menetmeye karar vermişler.

Köyde bu havadise kimse inanmak istemedi, fakat birkaç köylü jandarmalar


tarafından durdurulup kağnılarını yoldan çıkarmaya, çamurlu tarlalardan geri
dönmeye mecbur edilince, herkes işin ciddi olduğunu anladı.

Bu yasak pek ağırdı. Yol iki dağ arasındaki bir boğazdan geçtiği için, şimdi
istasyona gitmek isteyenler bu dağı dolaşacaklar ve tam altı saat ziyan edeceklerdi.
Bir yere toplanıp bir çare düşündüler, fakat ne jandarmalara karşı koymaya, ne de
kağnılara lastik tekerlek taktırmaya, şimdilik imkan yoktu.

Altı saat daha fazla süren ve eskisinden birkaç defa daha berbat olan bir
yoldan gidecekler, dağın arkasından dolaşacaklardı…

Hiçbirisi artık benimle konuşmuyor, hepsi bana düşman gözlerle bakıyordu.


Bir gün akşamüstü muhtar geldi:

-Oğlum- dedi, -biz senden şikayetçi değildik ama, bu yol meselesi işi
değiştirdi. Köylü başımıza gelen bu derdi senden biliyor ve söz dinlemiyor. Birkaç
keredir seni dövmeye, hatta daha ileri gitmeye kalktılar, ben önüne zor geçtim…
Başka köylerde de senin düşmanların çoğalıyor. Bir gün başına bir iş gelir. İyisi mi,
güzellikle buradan git. Darılma, gücenme, hakkını helal et!-

Ben de bunu düşünmüyor değildim. Köylünün bana karşı aldığı tavırdan


hayırlı mana çıkaramazdım. Birkaç parça eşyamı çantama doldurdum, artanını bir
bohça yaptım; bu köye geldiğim gibi yine bir akşam vakti, güneş sarı otlara uzanır ve
rüzgar bunları kızıl bir deniz gibi dalgalandırırken, keskin gübre kokularını ve tezek
dumanlarını arkamda bırakarak, çıktım yürüdüm.

( SABAHATTİN ALİ)
YARAYI KANATAN
Eve gelince masamın üstünde şu notu buldum:

“Bu akşam bize buyur. Tatlı sesler işiteceksin. Güler yüzler göreceksin,
güleceksin, ağlayacaksın. Her halde memnun olacaksın.

Turgut”

Bu merak verici notu yazan Turgut Bey’in evime pek yakın olan evinin
kapısını çalarken içeriden çalgı sesleri geliyordu.

Salona girince ortada, büyük kanepenin üstünde uzun hırkasıyla, oyalı


başörtüsüyle, esmer, yuvarlak yüzlü, şişman, kısa boylu, elli yaşında kadar bir
hanımın henüz son darbenin tesiriyle zilleri titreyen elindeki defe dayanarak bana
selam verdiğini görür görmez irkildim. Odaya girmekte tereddüt ettim. Ev sahibi
“buyurun, buyurun” diye cesaret vererek:

-Pembe Hanım bizim ninemizdir; ruhumuzun ninesidir, dedi.

Pembe Hanım, “güngörmüş, yaş yaşamış” bir nezaketle Turgut’un bu samimi


sözlerine alçak gönüllülük göstererek karşılık verdi.

Defi okşarken boynunu büktü. Akçıl saçlarına rağmen işveli bir tavır aldı.
Gözleri yarı kapalı olduğu halde beyaz dişlerine çarparken dalgalanıp iri dudaklarının
titreyişiyle birlikte titreyen gür ve gürbüz, tatlı ve yanık, düşündürücü ve uyuşturucu
bir ses nazlı nazlı başlayarak, perde perde yükselerek, ruhların en karanlık köşelerine
kadar süzülerek, zaman zaman kemanın inleyen ahengiyle dudak dudağa geliyor; bir
kumru sevişmesi yumuşaklığıyla gözlerde bulut şeklinde ümit ve hayal kümeleri hâsıl
ediyordu.

“Ey âh söyle! Zahm-ı dilimden zebanım ol

Ey çâk-i sîne! Nüsha-i şerh-i beyânım ol

Ey eşk-i dîde! Ben diyemem yâre derdimi

Sen rûy-i zerdem üzre gelip tercümânım ol”

(Ey ah söyle! Gönül yaramdan (bahseden) dilim ol. Ey bağrımın yarası!


Söylediklerimi açıklayan yazı ol. Ey gözyaşı! Ben yâre derdimi diyemem. Sen sararan
yüzüme gelip tercümanım ol.)

Köşedeki kanepenin üstüne bağdaş kurmuş, uçuk benizli, süzgün gözlü, ince
boyunlu, karışık saçlı, redingotlu zayıf bir beyefendi elinde tuttuğu bir küçük gonca
gülü koklarken gözlerini sıkınca onun sarı yapracıkları arasına iki damla yaş damladı.
Yüreğinin gizlilikleri musikinin ateşi karşısında erimişti.
Şimdi aşkın bunaltıcı ateşlerinin, özlemenin en acı dakikalarını kemanın
yanık titreyişleri, inleyişleri yüreklere tattırdıktan sonra; arzuların, hayallerin hiçlikleri
kıvrıla kıvrıla birbirinden zayıf, birbirinden ince bir iki damla nağmede toplanıyor;
uçuyor, sendeliyor, düşüyor… Kayboluyordu.

Artık gözlerin önünde görünmeyen, yalnız duyulan bir takım dağınık saçlar…
yumuşak eller… yaşlar… gülüşler… uzun kirpikler… ateşli gözler… öpen dudaklar
karmakarışık uçuşuyor ve ıraklara dalan nazarlar, kendilerine ait bir hayalin
karşısında titreyerek yalvarıyordu.

Usta bir elde çarpan mızrabın darbeleriyle ağlayan udun göğsünden gelen
iniltilerden teşekkül eden bir suzinak taksimi, zaten açılan yüreklerin esrarını
çehrelere daha ziyade aksettiriyordu. Eller çitişmiş, gözler dalmış, boyunlar
bükülmüştü.

Bu sükûnet içinde yalnız kanepenin köşesinde dizlerini birbiri üstüne koymuş,


bıyığı ve sakalı tıraşlı, saçları ortadan ayrılmış bir genç, “Doktor Pertev Bey”,
gömleğinin kolalı kollukları arasından çıkardığı ince keten mendiliyle yüzünü silerken
sıkıldığını anlatırcasına sırıtıyor; musikinin bu meclise verdiği tesire karşı hayret
ettiğini gösteriyordu.

Suzinak faslının eski, yeni şarkıları birbirini takip ederken bu hale gülen
doktor, gezinmeğe başladı. Sanıyordum ki bana bir şeyler söylemek istiyordu.

Fasıl bitmişti. Lakin Pembe Hanım’ın neşesi bitmek bilmiyordu. O demin


ağlayan zayıf efendinin elindeki gülü görmüştü. Yan gözle onu diğerlerine işaret etti.
Ve kemancı Suzi Bey’e usulca: “Nihavent yap” dedi ve eline çiçeklikten bir pembe
gül aldı. Uzun bir “ah” çekti; yanık bir “medet” dedi. Gözlerini süzdü ve derin bir aşk
ile okudu:

“Gülüm şöyle, gülüm böyle demektir yâre mutadım

Sever canım seni ey gül ki canana hitabımsın”

(Ben yârime seslenirken “gülüm şöyle, gülüm böyle” demeyi alışkanlık haline
getirdim. Ey Gül! Benim canım seni sever. Çünkü sen benim yâre hitabımsın.)

Zayıf efendi yerinden fırladı. Sağ kolunu havaya kaldırıp indirerek


bağırıyordu: “Yaşa Pembe! Var ol Pembe! Nur ol Pembe! Dert görme Pembe!”

Pembe Hanım bu alkıştan memnun oldu. Başörtüsünün çenesinin altına gelen


katmerlerini düzeltti, örtünün uçlarını cilvelerle arkaya attı. Neşesinin tesiriyle sesi
titredi. Dudaklarıyla, gözleriyle gülerek küçük bir selamlama hareketi ile “teşekkür
ederim” dedi.

Şarkıcı Pembe Hanım İstanbul’un zevk âlemlerinde meşhur bir simadır.


Yenibahçe’deki evinin kapısı gün geçmez ki kendisini bir eğlentiye davet için
çalınmasın. Davudi sesi, neşesi, terbiyesi kendisini hem kadınlara hem erkeklere
sevdirmişti. Pembe, tazeliğinde de güzel değildi. Bazen itiraf ederdi, sesindeki
güzellik yüzünde de olaydı, sesiyle ağlattığı kadar gözleriyle de ağlatabilirdi.

Doktor Pertev Bey bir iskemle çekti. Yanıma geldi. “Bizim musiki hakkındaki
fikriniz nedir?” dedi.

-Musikimiz, bizim durgun ruhumuzun, sakin düşüncelerimizin, uçuk


benzimizin tercümanıdır.

-Musikimizi sever misiniz?

- Severim.

-Batı musikisini?

-Onu da severim. Birini duyduğum, diğerini anladığım için beğenirim.

-Ben musikimizi sevmem. Çünkü hissettirdiği mana daima birdir:


Karamsarlık… Şarkın bütün makamlarında, fasıllarında bir ikinci mana aramak
boşunadır. Perde perde kara bir karamsarlık. Nağme nağme akan bir yaş. Fakat ben
daima ne karamsar olurum, ne de âşık… Aşkın bile umudu var; kavuşması, ayrılığı
var. Çiçeklerin, fırtınaların, kelebeklerin, arslanların, zelzelelerin, şafakların,
hiddetlerin, yalvarmaların da musikisi olabilir. Bütün bunların fırça ile resminin
yapılması, kalem ile anlatılması mümkün olduğu gibi musiki ile de çalınıp söylenmesi
olmalıdır. Doğu musikisi bunlardan bahsedemiyor. Bana ne bir saadet kokusu
koklatabiliyor, ne de hiddet ateşi gösteriyor. Ben musikimizle ne göğsümü gererim, ne
kollarımı sallayabilirim, ne de zihnim açılır. Yalnız boynumu bükerim, benim
örümceklenir. Musikimizin verdiği umutsuzluk o derece keskindir ki bazen bizi ya
intihara veya cinayete sevk eder. Köylerde karı yüzünden çıkan kavgaların sebeplerini
görgüsüzlükte, alkolde aradığımız kadar, musikimizin tesirinde de aramalıyız.

Doktorun bu iddiaları başta Pembe Hanım olduğu halde keman çalan, ut çalan,
tanbur çalan beylerin cümlesini birden coşturdu. Artık itirazlar, birbirini cahillikle
suçlamalar, alay etmeler, hiddetler birbirini takip ediyordu.

-Siz musikimizi bilmiyorsunuz.

-Birkaç gün Fransa’da kalmakla kendi vatanındaki güzellikleri görememek


körlüktür, nankörlükt

-Batı musikisi sunidir, kalpten gelmez.

-Vagner bir koca davul, Bethofen bir boş tenekedir.

-Nihaventten pek güzel opera olur.

-Doğu nağmelerinin inceliklerini piyanoda bulamazsınız.

-Karcığardan, çıkan mana da karamsarlık mıdır?


Şimdiye kadar ancak fikrine sahip olanlarda görülen bir ılımlılıkla ile susmayı
tercih eden Pertev Bey: “Hayır, dedi, bizde raks da yoktur.”

Bu inkâr, odadakileri yine harekete getirdi. Demin gül koklayan zayıf efendi
de işe karıştı:

-Ah, dedi, ah, Gülistan burada olmalıydı. O zaman sizde raksı, musikiyi inkâra
mecal kalır mıydı?

Pembe Hanım da atıldı: “Ben sizin yerinizde olsam şimdi Gülistan’ı bulur, bu
dinsiz doktoru imana getirmeği ona bırakırdım” diyordu. Karar verilmişti. Gülistan
çağırılacaktı. Ut ve tambur çalan beyler bu işte görevlendirildiler. Ve hemen
paltolarım giyip çıktılar. Ev sahibi dava vekili Turgut Bey de bu sırada kolları
arasındaki bir kucak elbiseyi ortaya bıraktı. Bunlar yelekleri, dizlikleri, dolakları,
sırmalı cepkenleri, hilali gömlekleri, pullu başlıkları, ipekli şalvarları, işleme
pabuçları ile kadın erkek zeybek giysileri idi. Bunları Aydınlı Yavuz Bey’le Sirozlu*
Gülistan giyeceklerdi.

Doktor Pertev Bey’e sordum:

-Eski eserler araştırılıp gezilerle incelenirse elde edilecek sonuçları musiki


ilminde uygulayarak musikimizi ıslah etmek mümkün değil midir?’

-Hayır değildir. Bu incelemelerinizden de bir şey çıkmayacaktır. Çünkü


Türkler hiç bir vakit şahsi dehalarını gösterir ne bir hüner, ne bir felsefe, ne bir
edebiyat ortaya koymamışlardır. Hep taklitle vakit geçirmişlerdir. Bunun sebebi:
Bunların hakiki dehaları durup düşünmekte değil, çarpışıp iş görmekte idi. Bunlar
maddi ilerlemekten manevi yükselmeğe zaman bulamamışlar. Turaniler her şeyden
evvel askerdiler. İslamiyet’ten önce teşekkül eden Türk toplulukları da yalnız
savaşmak için Asya’nın ücra bucaklarından toplanırlardı. Muharebe bitince göçebe
uluslar, Yörük oymaklar yine dağılırlardı. Toplu yaşamaları süreksizdi. Bu sebeple
düşünceleri birlik, fikirleri de yerleşik olmadığından ne musikiye, ne edebiyata, ne
mimariye dair şahsi ve temelli eserler bırakmamışlardır.

Ev sahibi Turgut Bey fesini başından atarak bir avukat şiddeti, fesahatiyle
cevap verdi:

- Affedersiniz Doktor Bey; Fransa’nın birçok büyük şehirlerini gezdiniz değil


mi? Acaba Anadolu’da, Türkistan’da seyahat ettiniz mi?

-Hayır.

-Öyle ise Sivas’ta, Konya’da, Bursa’da, mimarlığa ait incelemelerde


bulunanlara sorunuz. Oralardaki eski binaların manevi bir ruhu, bir başkalığı, ilmi,
sanat açısından bir değer var mıdır, yok mudur? Emin olun ki Konya’daki
Selçuklulardan kalma eserler Atina’nın Akropol harabelerine eş değerdedir...
Gülmeyiniz. Bunu Konya üzerine Almanca ve Fransızca yazılmış eserleri okur ve
yerinde inceleme yaparsanız anlarsınız.

-Bunlar altı yedi yüz senelik, diğerlerine göre yeni şeylerdir. Ben daha eski
zamanlara ait medeniyet izleri arıyorum.

-Bundan iki yıl evvel Sibirya’nın güney doğusunda bulunan Turfan


harabelerinde yapılan kazıda çıkan heykelleri görürseniz bunları ya “Praksitel”lerin
veya “Fidyas”ların ellerinden çıkma zannedersiniz.

Bu anda doktorun yüzünde ortaya çıkan güvensizlik üzerine Turgut Bey


kütüphanesine koştu; elinde birkaç resimli kitapçıkla geri döndü. Herkes bir meraka
düşmüş ve ev sahibinin başına üşüşmüştü. Doktor kibir dolu bir inatla: “Belki,
olabilir; fakat bu kadarı yeter mi?” diyordu ve ilave ediyordu:

-Biz muhafazakâr adamlarız ve yeniliklere düşmanız. Mesela din bahsi...

Bu korkunç başlangıç üzerine herkes sinirleri daha gerilmiş, gözleri daha


açılmış, yumrukları daha sıkılmış olduğu halde harekete gelmişti. Artık ut tombul
karnıyla yerde yorgunluktan uzanmış, keman ince beliyle koltuğun bir kenarına
yorgun dayanmış, tambur uzun boynunu üzgün bir halde uzatarak bir köşeye serilmiş
yatarken sıkıntıdan çatırtı ile kopan bir teli gerdanına sarılıvermişti. Zavallı Pembe
Hanım ise çoktan esneyerek ortadan kaybolmuştu.

-Mesela din bahsi: Evet Türkler müdafaa için kucakladıkları İslamiyet’i


kırılmak bilmeyen bir cesaret, tereddüde uğramayan bir sadakatle müdafaa ettiler.
Fakat bu hususta tenkide ve münakaşaya girişmediler, girişemediler. İşte mesele
burada... Hâlbuki Araplar Rafızilik, Mutezilelik, Vehhabilik3 gibi münakaşa
neticesinde mezhepler buldular. Hâlbuki İranlılar Bahailik, Şiilik, Babilik gibi yollar
ortaya koydular. Biz hiç, hiç düşünmedik, aramadık, yorulmadık, üşendik. Ne
bulduksa ona kandık, ne dedilerse ona razı olduk.

Azizim Doktor, siz bunları bir kitapta okumuşa benziyorsunuz. Biraz kendiniz
inceleme yapsanız. Aslen Türk olan Simavnalı Bedreddin Simavi ve Şeytankulu4 gibi
âlimlerin içtihatlarını veya Torlak Kemal gibi kişilerin dini felsefelerini, Bektaşiliği,
Mevleviliği incelemeliydiniz.

Eğlenceyle ile musiki ile başlayan bu meclis şimdi ciddi bir renge girmiş,
davetlilerde büyük bir sıkıntıyı örtmeğe çalışan küçük bir bilgicilik tavrı uyanmıştı.
Herkes gizli bir bekleyiş içinde gözlerini ara sıra kapıya çeviriyor, Gülistan’ı
bekliyordu. Vehhabiliği Gülistan tenkit edecek, Simavnalı Bedreddin’in felsefesini
Gülistan açıklayacak sanılırdı.

Zayıf efendi kendi kendisine söyleniyordu:

-Türkiye yıpranmış, tozlu, ciltsiz lakin mühim, faydalı bir kitaptır. Onu
okumak, düzeltmeler yapıp yeniden basmak sabır ve merak ister.
Öteden Kemancı Suzi Bey atıldı. Dargın bir tavırla:

-Bu memleketin güzelliklerine görmeyerek bakıyorsunuz, şiirlerini


anlamayarak dinliyorsunuz, dedi.

-Şiir mi? Hele şiir bu memleket için değildir. Şiirin varlığı aşka, kadına
bunların varlığına bağlıdır. Bizim kadınların daima sedirlerde, minderlerde,
kanepelerde oturmaları hareketlerinde hiç bir güzellik bırakmamıştır. Yoksa siyah
çarşafları altında ördekvari yürüyen hanımları görmüyor musunuz?

Bütün dinleyenler birden bağırdılar:

- O! O! Ördek gibi mi? Sizde hiç zevk yok. Güvercin gibi, kumru gibi.

-Evet, hapis hayatı hanımların hem bacaklarını, hem zihinlerini faaliyetten


mahrum bırakmıştır. Bin bir gece masallarına benzeyen romanlara aldanıp da
Türkiye’yi sevişen insanların memleketi sananlar aldanırlar. Burası sevmek, sevilmek
hislerine müsait bir zemin değildir. Sevda için kadınlarda istek ve kabiliyet olmadığı
gibi erkekler için de imkân yoktur. Bu memlekette genel olarak var olan duygu sevgi
ve meyletme değil, nefret ve hükmetmedir. Burada erkekler kendine tapan, kadınlar
kendini beğenmiş insanlardır.

Bu defa da odayı her ağızdan itiraz gürültüleri kapladı. Artık kimse kimsenin
ne dediğini işitmiyor, anlamıyor... Yumruklar havaya kalkıyor. Fesler başlardan
fırlıyor. Sigara dumanları hiddet ve süratle üfleniyor. Bir hay huydur gidiyor. Pertev
Bey ise fikrinde, isyanında inat ederek son itirafını fırlatmaktan çekinmiyordu.

-Ben vatanımı beğenmiyorum. Ne yapayım, beğenmiyorum çünkü bana


memleketimi beğendirecek etrafımda ne bir vaka, ne bir manzara görebiliyorum. Ben
belki bir vatansızım!..

Artık doktor için bastonunu alıp davetli olduğu bu evden çıkmaktan ve


arkadaşları için kendisini sessizce uğurlamaktan başka yapacak şey kalmamıştı ki
dışardaki bir araba gürültüsüyle beraber kapının çıngırağının sesi evi doldurdu. Bir
dakika sonra gevrek kahkahalarıyla, başına uzun bir başörtüsü almış, sırtına bol bir
manto giymiş Gülistan içeriye girdi. Sanki bu kadın bir güneşti. Bütün bir fırtınalı
gecenin karanlığını birden sıyırdı, attı. Herkes bir dakika evvelki hırsı, gücenmeleri
unutmuş, çehreler yerine gelmiş, sigara dumanları dağılmıştı.

Suzi Bey Gülistan’a köşedeki kanepeyi gösterirken Pembe Hanım da: “Bu
kâfir doktor hala imana gelmedi mi?” diyerek Pertev Bey’e serzenişlerle odaya girdi.

Ev sahibi Turgut bir iskemle çekti. Gülistan’ın karşısına oturdu. Niçin onu
rahatsız ettiklerini anlatıyordu:

-Burada çılgın bir adam var. Memleketimizin güzelliklerini inkâr ediyor...


Musikimiz ağlarmış, raksımız gerinirmiş, kadınlarımız yatalakmış, erkeklerimiz alık...
Anladın mı şimdi... Artık şu zavallıya memleketini sevdirmek için senin lütfuna
sığınmağa mecbur olduk.

-Doktor haksızdır. Evvelki gün Çamlıca’da Şatır Paşa’nın düğününde idim. O


gece, bir müddet biz bize kaldık. Hanımlarla o kadar güzel raks ettik ki ben de
bayıldım.

Pembe Hanım gülerek ilave etti:

-Göreydi o da bayılırdı.

Udu bu defa Pembe Hanım aldı ve defi Gülistan’a verdi. Suzi Bey bir Hüseyni
taksimi yapıyor ve bütün ruhunu, bütün hünerini yayına verirken nağmelerinin
hazzıyla doktoru büyülemek için ne derece zorlandığı dudaklarının büzülüşünden,
kaşlarının gerilişinden anlaşılıyordu. Şimdi herkes dini bir coşku ile dinliyordu.
Doktor Pertev Bey bu özenerek yapılanların hep kendi için olduğunu anlıyor ve
duygusuz bir tavır alarak saatinin kösteğiyle oynuyordu.

Gülistan dirseğini koltuğun koluna dayamış, elini yanağına koymuş gönlünden


kopan tatlı, pürüzsüz, içten gelen ruhani bir sesle okumağa başlamıştı. Sesinin havada
dönen, kıvrılan her nağmesinden bir peri ruhu doğuyor, yükselip büyüyerek
kanatlanıyor; dinleyenlerin yanaklarını öpüyor; göğüslerini okşuyordu. Gözlerin
önündeki perde perde karanlığı sıyırıyor, yerine zerre zerre ışıklar damlatıyordu.

Pertev Bey parmağına sarıp çözdüğü kösteğini usulca yeleğinin cebine koydu.
Elini yanağına dayadı. Gözlerini kapadı...

Artık odadaki her şey musikinin tesiriyle şeklini değiştirmişti. Keçeler,


kilimler çimenliğe; vize mumlarıyla bir lale bahçesine benzemişti. Duvardaki
levhaların manzaralarına tabii bir büyüklük, bir renk, bir can, bir hareket gelmişti.
Gülistan’ın dudağından uçan ruhlar, nağmelerin ruhları, perilerin ruhları herkesin
kulağına mazinin hayallerine, istikbalin umutlarına dair bir şeyler fısıldıyordu.

Şimdi Hüseyni peşrevi, semaisi bitmiş, seçilen şarkılardan birkaçı da okunmuştu.

Doktor Pertev Bey tatlı bir rüyadan uyanırcasına yanında oturan Turgut Bey’e
“Evet, ne kadar da olsa milli şeylerde insan bazen güzellik buluyor. Bu soydan gelen
bir gaflet olsa gerek.” dedi.

Ah sihirbaz Gülistan!..

Turgut ciddiyetle Gülistan’ın yanına gitti. Bir şeyler söyledi. Odadan çıktılar.

Bu sessizlikten istifade eden zayıf efendi elindeki solgun, sapı yumuşayan


gülü masanın kenarına bırakarak vakur bir hâkim vaziyeti aldı ve dedi ki:

-Doktor Bey, her milletin yaratılıştan gelen, tabii yerli ve ayrı bir medeniyeti
vardır. Her memleket başkalarının yeniliklerini taklit ile başladığı düzenine kendisinin
eskiliklerini araştırarak son verir. Bu halde bir zamanki taklitçiler sonra araştırmacı
olurlar. Her milletin medeniyeti zekâsının, üretim biçiminin, tarihinin, ananesinin,
coğrafi mevkiinin tesiri altındadır. Medeniyet denen olgu umumidir. Lakin onu
uygulamadaki tarz başkadır. Fikirler birbirine karşı olmasa bile farklıdır. O halde
fikirlerin gelişmesinin de farklı olması gerekmez mi? Dünyanın maksadı refahı,
düzeni yaymaktır. Daha doğrusu iyiliği, güzelliği elde etmektir lakin bu maksada her
toplum bir başka yoldan varmağa çalışır. Milletlerin kendi samimi duygularına,
şiirine, musikisine, resmine, raksına, mimarisine, yemesine, giymesine, kendi üretim
tarzından, kendi özelliklerinden bir çeşni verdiği inkâr olunur mu? Hollanda resim
sanatıyla İtalya ressamları bir zevk mi takip eder? Alman yemekleriyle, Fransız
mutfağı bir örnek midir? İsveç edebiyatı ile Japon şiirleri aynı mıdır? Rusya’daki
evlerin biçimiyle İspanya binalarının arasında bir fark yok mudur?

Pertev Bey’e cevap vermeğe imkân kalmadı. Gülistan’la Yavuz kıyafetlerini


değiştirmiş oldukları halde içeri girdiler. Bu defa Pertev Bey bile ellerini çırpıyordu.

Gülistan, altın sikkelerle süslenmiş küçük bir al fesin üstüne geniş, koyu
kırmızı, kenarları sırma oyalı bir tül almış, vücuduna geçirdiği pembe, ipekli hilali
gömleğin üstüne sırma dallarla işlenmiş, koyu güvez kadife yelek ve altına aynı renk
kumaştan işlemeli bol şalvar giymiş, beline o örnek bir yağlığı sarkıtarak sarmıştı.
Altın pullu kırmızı pabuçlarının içinde ince güvez çoraplara bürünmüş ayaklarının
narinlikleri gözüküyordu.

Yavuz, içi dolu, oyalı yemenilerle bezenmiş, yüksek, uzun püsküllü fesi; geniş
sinesini ve çevik belini örtemeyen ipekli çizgili Şam kumaşı mintanı ve açık mavi
işlemeli çuhadan dar cepkeni; aynı renkte kısa ve katmer katmer dizliği; iri
baldırlarına geçirdiği o tür kumaştan tozluğu ve kızıl yemenileriyle daha erkek, daha
yüksek, daha korkunç gözüküyordu.

Bu giysiler altında ikisinin de yürümeleri, tavırları değişmişti. Biri çalımı ve


mehabetiyle tam bir kuvvet, tam bir erkek, diğeri yumuşaklığı ve görkemiyle
mükemmel bir kadın, bir şiirdi.

Sazendeler bütün maharetleriyle telleri titretirken kadın, erkek bu iki vücut


tekmil zarafetleriyle, havada kıvrıla kıvrıla dönen nağmelerle aynı ahenkte kıvrılıyor,
doğruluyor. Hafif ve parlak pabuçların, yemenilerin içindeki ayaklar ölçülü bir şiir
düzgünlüğünde keçenin üstüne konup kalktıkça göze çimende oynaşan bir çift
kelebeğin ahenktar tavırlarını hatırlatıyordu.

Kadın, başının üstünde uçan al tülün iki ucunu elleriyle tutarak yüzüne örtüp
naz ve nazlanırken, erkeğin bu anda bir kartal süzülüşüyle, ölçülü adımlarla etrafında
dolaşması ve bu sertlik içindeki yakarışlar, hayatın bütün gizliliklerini raks ve ahenk
güzelliğinde gözlerde parlatıyordu. Derken iki vücut, biri kuvveti, diğeri işvesiyle bir
çatışmaya girişince bir saniye içinde kâh kuvvetin mağlup işvenin muzaffer, kâh
sertliğin muvaffak yumuşaklığın bitkin olarak savaşması yürekleri hoplatıyordu.

Bu sırada baygın bir vaziyetin çevik bir nağme ile canlanışı, sert bir perdeden
yumuşak bir dönüşe bürünürken yumuşayışı; bu değişiklik kalbe derin bir ferahlık
veriyordu.

Bu tabii hareketlerin ahenkleri, şiirleri, koca bir milletin tarihini, Kosova,


Çaldıran, Plevne kahramanlıklarını erkekte; bütün saray entrikalarını, Kösemleri,
Roksalanları, o iktidarların esrarını kadında tasvir ederken bu birkaç dakika içinde
asırların samimiyetlerini ruh tadıyordu.

Pertev Bey yarım saatten beri kendi üzerine dönen sorgulayıcı bakışların
altında ezilircesine perişanlığından “ben göbek atmak rezaletini bekliyordum”
diyordu. Bu küstahlık da Gülistan’ın dargın bir bakışıyla cezasını çekti.

Ufak bir istirahatten sonra oyuncular birinci başarının tesiriyle ikinci bir raksa
başladılar.

Pertev gittikçe artan bir dikkatle hareketlerdeki ahengi, tavırlardaki asaleti,


adımlardaki ölçüyü, dönüşleri, kırıtışları, süzülüşleri takip ederken ruhundan kopan
samimi neşe gözlerinden belli oluyordu:

-Tuhaf, ben bu kadar düzgün ve ahenktar bir raksın bizde var olabileceğine
ihtimal veremezdim.

Zayıf Efendi ciddi bir karamsarlıkla Muhyi’nin* meşhur kıtasını usul usul
okudu:

“Sayılmaz parmak ile

Tükenmez kırmak ile

Taşramızdan sormak ile

Kimse bilmez halimizi.”

Doktor, gittikçe artan bir hayretle “lakin bu oyunların şekilleri niye kayıtlara
geçirilmiyor? Niye öğretilmiyor? Neye yaygınlaştırılmıyor?” diye teessüf ede ede,
yavaşça oturduğu iskemleden aşağı kaydı; yere bağdaş kurdu. Samimi ve çaresizce bir
takdirle bir taraftan bu iki rakkasa daha ziyade yaklaşıyor, yaklaşıyordu. Pertev Bey
bunalım içindeydi. Bir dakika oldu ki kendisini kaybetti. Kalktı Gülistan’ın, Yavuz’un
ellerinden kavradı ve onları yürekten gelen bir şevkle öptü, öptü, öptü.

-Teşekkür ederim, diyordu. Tatmadığım bir lezzeti tattırdınız.


Görgüsüzlüğümü bana anlattınız.
Doktor kibrini kırınca daha insaflı, daha sevimli olmuştu, artık herkes etrafına
toplanmış, ona Türklük âleminin sevimliliklerini, cazibelerini bin itinalar, bin
mübalağalarla söyleye söyleye bitiremiyorlardı.

Zayıf Efendi deminki vakar ve karamsarlıkla dedi ki: “Memleket


düşünülmemekten, unutulmaktan, ihmal olunmaktan bıktı. Ona itimat ettiğinizi, onu
saydığınızı, ona güvendiğinizi âlem duysun... Sanatlarıyla, musikisiyle, raksıyla,
edebiyatıyla, güzellikleriyle, onu âlem görsün. Cananınızı bırakıp ta ellerin peşinde
dolaşmayınız. Gönlünüzde sevgilinizin aşkı, kolunuzda sevgilinizin bilekleri olsun!..”

Artık bu hay huya ben de karışmıştım. “Size bir Macar masalı söyleyeyim”,
dedim:

-Macaristan’da bir inanış varmış. Katili bulunamayan maktullerin cesetleri


önünden zanlıları geçirirlermiş. Eğer suçlu bunların arasında ise yaralayan tam
maktulün hizasına gelince cesedin yarası kanarmış. Vaktiyle bir Macar asilzadesinin
cesedini kalbinin üstünde küçük bir hançer olduğu halde bulurlar. Sarayına getirirler.
Babası bu gencin bütün düşmanlarını arar. Yatağının önünden geçirir. Fakat yara
açılmaz. Dostlar geçer, yara kanamaz. Sonra saray halkı, bütün şehir erkekleri geçer,
yara yine kanamaz. Nihayet gencin sevdiği kız ağlayarak gelir ve bakışıyla yaraya
sanki bir hançer daha saplar. Yara hemen açılır ve kan tekrar boşanır. Babası der ki:
“Söyle çocuğumu sen mi öldürdün?” Kız der ki: “Hayır ben öldürmedim; lakin
hançeri ben verdim. O benim gönlümün sahibiydi. Fakat bununla yetinmiyordu.
İstiyordu ki beni sevdiğini herkes bilsin, benimle daima beraber bulunsun. Ben razı
olmadım. Çünkü bazı kusurları vardı. Onları düzelt, dedim. Buna razı olmazsan
kendimi öldürürüm, dedi. Ben inanmadım. Hançeri verdim, kalbine sapladı...”

Zayıf Efendi yine söyleniyor:

-Evet, bu zavallı vatanın, yarasını kanatan sizsiniz, sizin gibi onu


beğenmeyenler, ona itimat etmeyenler, daima onun kusurunu gören onun
sevgilileridir…

(AHMET HİKMET MÜFTİOĞLU)


TURHAN NASIL ÇILDIRDI
Turhan'ın İskenderiye'den Dersaadet'e getiren vapur Adalar
Denizi'nin lacivert suları üstünde kayıyordu… Nisanın mehtaplı bir
gecesi… Akşam yemeğinden sonra yolcular yemek salonundan birer
ikişer güverteye çıkıyorlar, kadınlarla beraber onlar konuşuyorlar,
gülüşüyorlar. Bekar erkekler, kafeste aslanlar gibi aşağı, yukarı
geziniyorlardı. Yalnız seyahat eden kadınlar katlanan iskemlelere
uzanmış uzaktan, uçan bulutlara, süzülen aya bakıyorlardı.Turhan
da o gece bir hayli gezindikten sonra dümencinin kamarasına
arkasını dayamış, üstüne koyu şeffaf tül çekilmiş, durgun göğe,
ıraklardan, altun gözlerini etrafındaki sırma kirpiklerini kırparak,
deniz beyaz gömlekli dalgalarıyla cilveleşen yıldızlara bakıyor.
Gözleri Akdeniz'in alaca karanlığı arasında dalıyordu. Bir saat kadar
böyle kaldı. Artık yavaş yavaş herkes kamarasına çekiliyordu. O da
indi. Beş dakika sonra arkasına kalın paltosunu geçirmiş olduğu
halde tekrar göründü. Elektrik fenerinin altındaki iskemleye uzandı.
Cebinden çıkardığı ufak defteri, günlük hatıralarını açtı. Birkaç gün
evvel yazdığı satırları okudu… içini çekti. Sahifeyi çevirdi. Ortaya:

Cuma 18 Nisan 1327

Tarihini attı,yazmaya devam etti:

''Üç gündür Akdeniz'de dolaşıyorum.Türk bayrağını çekmiş bir


gemiye rastgelmedim. Yunan bayrağı, İngiliz bayrağı, İtalyan
bayrağı, Fransız bayrağı… nerede oruç gaziler, Turgud reisler?...
Barbaroslar, piyaleler nerede?...

''Napolyon bir zaman Akka'da 'Asya bir adam bekliyor…' diye


ayağını yere vurmuş,''O adam! Hani?... O adam,o adam ben
olacağım!... Bu poladı ben cilalayacağım.

Bu peygamberler yurdunda, bu kahramanlar diyarında, alimler,


mucidler, zenginler yetiştireceğim!''

''İlim ve intizam… Bu iki çakmaktan bir ışık çıkaracağım.''

''Asya!... insaniyetin ninesi Asya, Türk!... İnsaniyetin babası türk,


evladının menfuru olamaz. Asya'ya nur, Türk'ün meşalesinden
uçacak. Afrika'ya medeniyet, makam- Hilafetin medreselerinden
geçecek… dersaadet'ten Tebriz'e bir şubesi Bakü'ya, Tiflis'e
uzanmak üzere, çifte hatlı bir demiryol te'siz olunacak… İran'ın,
Türkeli' nin halıları Avrupa'ya yayılacak, Kafdağı'ndan akan ateşler
denizleri aşacak … El'ariş'ten Akabe'ye açılacak bir ikinci kanala
Bahr-i Ahmer'e başka bir geçit bulunacak. Bu kanal yalnız Türklerin
malı kalacak., Havran'ın buğdayları, Irak'ın petrolleri, dört hatlı bir
demiryolla Basra'dab İskenderun'a dökülecek…"

"Türkeli'nin her bucağında ahalinin isti'dadına, ihtiyacına göre


mektepler, medreseler, müesseseler açılacak: Trabzon'a Ticaret
Kaptan Mektebi, Diyarıbekir'e Ayıntap'a ilahiyat medreseleri,
Erzurum'a Askeri mektebi, Bursa'ya, Sivas'a, Uşak'a sanayi-i,
nesciye, Kastomonu'ya, Tıbbiye, İzmir'e, Kayseri'ye Ticaret,
Adana'ya Ziraat mektepleri, Bolu'ya şçılık, Erzurum'a demircilik
müesseseleri açtıracağım. İzmit'te, İskenderun'da gemi
i'malathaneleri te'sis edeceğim."

"Her vilayetin iklimine nazaran, köyler için birer ikişer odalı kargir
evlerin planlarını yaptırıp suret-i inşasının tarifleriyle beraber liva,
kaza merkezlerine göndereceğim. İnsanlara temiz yuva, sıhhat ve
uluvvücenap verir. Mimar müfettişler gezdirerek bir iki sene kadar
Türkeli'nde telkinatta bulunacağım. Haydutları, hayvan hırsızlarını
astıracağım."

"Makam-ı Hilafeti ikinci bir İslam Kabe'si yapacağım. Bab-ı


Meşihat'ta, Mısırlı, Faslı, Hindli, Çinli, Cavalı, Cezayirli, İranlı,
Rusyalı, Kafkasyalı Müslümanların en alim ve nafiz imamlarından
mürekkep bir dini şura tesis edeceğim. Onlara şeriat ahkamını
tanzim ettireceğim. Bu sayede muttarit, muntazam dini bir mecelle
vucude getireceğim."

"Asya'daki Türkelleri'ne ilmi bir hey'et göndereceğim. Onların


tarihini, adetlerini, ziraatini, san'atlarını, dillerini tedkik ederek, bir
Türk müzesi te'sis, bir Türk muhitu'l- maarifi neşredeceğim."

" Dersaadet'i, bir İslam medeniyeti nümunegahı yapacağım.


Payitahta bir İslam ve Türk kisvesi giydireceğim: Burasını
medreseleriyle, bahçeleriyle, şadırvanlarıyla, sebilleriyle,
hamamlarıyla; saçaklı, füruşlu, dehlizli kargir binalarıyla; yarış, ok,
cündi meydanlarıyla; güreş, idman, nişan yurdlarıyle; muttarit
yazısıyle; encümen-i danişiyle, matbaalarıyle ve mu'temer (kongre)
salonlarıyla İslam dünyasının her tarafından gelecek talebenin
yurtlarıyle, hastaneleriyle, temaşahanelerıyle, İslam ve Türk
kavimlerine aid müzeleriyle bir İslam ve Türk feyiz merkezi
yapacağım."

"Milletim, o dünkü boğa, bugün bir kaplumbağa olmuş. Onu


mahbesinden, eğreti mahbesinden, yeis ve cehalet mahbesinden
kurtaracağım. Ona benliğini, ümidini, gururunu, efendiliğini,
hakanlığını, ma'budluğunu iade edeceğim."

"Habibullah'ın mübarek hırkasına sarınmış, kudsi sancağına


bürünmüş, ömerü!l-Faruk'un adalet kılıcına dayanmış, fatih,
mütefennin, cesur, mütevazi bir halifeye dört yüz milyon İslam
özlerini, gözlerini diksinler, onun irşadiyle onun ışığıyle, sulh
yolunda, hayat yolunda ilerlesinler, zenginleşsinler, mutlu ve kutlu
olsunlar. Halifenin mukaddes adını anarak camilerde okunacak bir
hutbenin meali tekmil İslam dünyasını dolaşmalı ve bütün
muvahhidlere ulaşmalıdır."

Artık güvertede kimse kalmamış, herkes birer ikişer kamaralarına


çekilmişti. Gecenin ıssızlığıyle daha gür yükselen çarkların
gürültüsü, daha tizleşen denizin hışırtısı arasında Turhan gizli
benliği, gizli hayalleriyle karşı karşıya kalmıştı. Başının sandalyenin
arkasına dayamış, gözlerini, şimdi kendisine pek yaklaşan koyu
kurşuni göğe, şimdi kendisine pek alışkan ve yılışkan oynak
yıldızlara dikilmiş ve dalmış gitmişti. Rüyasında Yavuz Sultan
Selim'i gördü. Cuma namazını beraber kıldı. Büyük Hakanın
huzuruna çıktı. "Yazık ki cihan bir padişaha kifayet edecek kadar
büyük değildir." Sözünü tekrar işitti. Titredi.

Turhan'ın babası Kara Memişoğlu Süleyman, Manisalı idi. Kardeşi


Osman Çavuş'la 93 Moskof muharebesine iştirak etmişlerdi. Biri
Kafkas cephesinde, diğeri Eski Zağra'da bulunmuşlardı. Süleyman
Kafkas'da Ruslara esir düşmüş ve tüfekçi ustası Osman Çavuş
harpten sonra köyüne dönmüştü. Süleyman ve Osman'ın Manisa'da
kalan babaları Kara Memişoğlu Selim Ağa ile nineleri Zehra Kadın
vefat ettiklerinden Osman Çavuş mirasını hemşiresine ferağ ederek
Mısır'a hicret etmişti. İskenderiye'de bir pirinç ve pamuk ticarinin
yanına girmişti. İşleri öğrenerek ticarethane sahibinin emniyetini
kazandığından efendisi, Osman'ı kahve, biber, baharat mübayaası
için Batavya'ya göndermişti. Osman Çavuş, okuyup yazması bilmesi
ve zekaveti yüzünden efendisine faydalı hizmetlerde bulundu. Alış
veriş maksadıyla Cana Adası'nın içerisine kadar gitti. "Salamat"
şehri civarında sakin küçük İslam hükümdarlarından biriyle ticari
münasebette bulundu. Bu sırada Emirin eski tüfeklerini tamir etti.
Askerlerine talim ve usul-u harbi öğretti. Hükümdarın takdirini
kazandı. Osman Çavuş gürbüz, yakışıklı bir Zeybekti. Emir ona
kızını verdi. Kendisine de veliaht etti. Osman'ın kaynatası iki sene
daha yaşadıktan sonra öldü. Yerine Manisalı Kara Memişoğlu
Osman Çavuş hükümdarlık tahtına geçti. Küçük, harap memleketi
büyüttü. İmar etti. Nizam koydu. Mahkemeler açtı. İstanbul'a talebe
yolladı. Buradan muhtasar fen kitapları getirtti. Tercüme ettirdi.
Herkesin muhabbetini, hatta oralara hakim olan Felemenk
hükümetini bile hürmetini kazandı.

Kafkasya'da esir düşen Süleyman, Rusya'a hastalandığından


arkadaşlarıyla beraber memleketine avdet edemedi. Evvela
Moskova'ya, sonra Kazan'a gitti. Orada Hemşinli bir emekçinin
yanında çalıştı. Manisa'da baba ocağındaki hissesini sattı. Ekmekçi
ile ortak oldu. İşleri yolunda gitti. Birkaç sene sonra ayrı bir fırın
açtı. Bununla da iktifa etmedi. Bir debbağ ile şerik oldu. Deri
işleriyle de uğraştı. Bir otel satın aldı. Büyük şirketlere hissedar
oldu. Zengin bir Tatar'ın kızıyla evlendi. Biri kız diğeri erkek iki
çocuğu oldu. Çocukların tahsiline dikkat etti. Erkeğin adı Turhan'dı.
Babası oğlunun isti'dad ve hevesini görerek onu ulum-i hukukiye ve
ictimaiye tahsili için Paris'e gönderdi. Turhan Paris'te tahsilini ikmal
ile basının yanına avdet etti. Turhan büyük sözlü, büyük fikirli,
hırslı bir gençti. Babası, oğlunu bir tacir, bir iş adamı yapmak
istiyordu. Genci kandırmak için sarfettiği emekler heba oldu.
Turhan'ın arzusu siyasetle uğraşmaktı. Millet için, İslamiyet için
yaşamak, çalışmak istiyordu. Büyük bir nam bırakmak emelinde idi.
Bu ümid ateşi, bu iman nuru daima yüreğini, dimağını yakar,
geceleri uykusunu kaçırır. Gündüzleri elinde kitap, harita, satlerce
çalışır, saatlerce düşünürdü. İslamlar, Türkler, tatarlar hakkında
Fransızca, Rusçada, Türkçe de ne kadar kitaplar yazılmış ise okudu.
Tatarların, Türklerin, hatta Müslümanların geçmişteki kuvvetlerinin
ve bugünkü düşkünlüklerinin sebeplerini öğrendi. Rusya'nın
idaresindeki Tatarların milliyetlerini, dinlerini yavaş yavaş
unuttuklarını gördü. Kazan'da çalışmanın neticesiz bir gayret
olduğunu anladı. Cava'da hükümdar olan amcası Kara Memişoğlu
Osman Sultan nisbeten bir cahil olduğundan ikbali tesadüf
neticesiydi. İslam'a, istediği gibi, hizmet edemeyecekti. Onunla
muhabereye başladı. Amcası Tyrhan'ı davet etti. Bu davetten bi'l-
istifade Avrupa'nın payitahtlarını ve mühim şehirlerini gezdi.

Buraların müzelerinde, saraylarında, mabedlerinde İslamlara ve


Türklere aid tesadüf ettiği levhaları, heykelleri, binaları kalbinde
gittikçe alevlenen bir ateşle tetebbu'etti:

Rusların 1293 muharebesinde Kars ve Plevne'den aldıkları


topraklarımızdan Petrogard'da "Varşavski Vagzai" demiryolu
istasyonu civarında inşa ettikleri kule, daima bir heykel-i kin halinde
Turhan'ın karşısında dikilirdi.
Viyana'da "Stefan Kilisesi'ne" kadar girmiş olan İslam düşmanlarını
gösteren ve intikam hissini uyandıran kabartma taş levhaya nefretle
baktı. Şehremaneti Müzesi'nde Kara Mustafa Paşa'nın resmini ve
bedbaht kumandana nisbet edilen kesik kelleyi ve göleği gördü.
Diğer müzede Bosna Hersek fatihi Kasım Bey'İn kılıcını, Sokulu
Mehmed Paşa'nın üstünde esma-i hünsa hakkedilmiş tulgasını, Türk
Bayraklarını, Siget, Petervaradin, Zanta muharebeleri levhalarını
tedkik etti.

Avusturya'da siyah şarapla şampanyayı karıştırarak "Türk Kanı"


namı verdikleri içkiyi içenlerin keyfine adavetle baktı.

Macarların mukaddesle addetdikleri Sent Etiyen = Sent i ştvan


taçını iç tarafında Türk Kralı Geza yazılı olduğunu ve hicretin
beşinci asrından beri Şark İmparatorları tarafından dahi Macarların
Türk oldukları kabul edildiğine vakıf oldu. Peşte'deki Macar
Müzesinde, Mohaç muharebesi esnasında Macar Kralı Layoş'un
vefatını, Belgrad muhasarasını musavver levhaları, Peşte'de ki Körüt
meydanına ve Zigetvar kasabasındaki Zrinyi namına dikilen
heykellerde Osmanlı Bayraklarının muhakkar vaziyetini gördü.

Roma'da Sigistin Kilisesi'nde Ehl-i Salip muharebelerini gösteriri


levhaları adem-i tenezzül ile temaşe etti. Floransa'da Galeri Ofis ve
Galeri Pitti'deki padişahlarımızın, serdarlarımızın yirmi kadar
tasvirlerini tedkik eyledi. Venedik'te Doj'la sarayında ve tersane
müzesindeki deniz muharebelerimize aid tablolar karşısında
saatlerde daldı.

Paris'te Lüksemburg Müzesi'nde "Şerifin adaleti" namıyla bir sarıklı


herifin dört kadını kestiğini musavver ressam Benjamin Constan'ın
levhasını temaşa ederken bu garezkar hayal mukabelesinde titredi:
"Envalid" kapısının önündeki Hamid-i Evvel zamanında dökülüp
Cezayir'den Fransızların iğtinam eyledikleri topları görmek
istemedi. Versailles Müzesindeki Kırım ve Cezayir muharebelerine
dair resimler ve eski elçilerimizin Paris'te kabullerine dair resimler
ve eski içlilerimizin Paris'te aid levhalar müvacehesinde düşündü.

Almanya'da Heilbron şehrinde iki buçuk asırdan beri her akşam saat
beşte, ahaliyi Türk hücumuna karşı ikaz için kiliselerde çalınan ve
"Türk çanı" denilen çan sadasını dinledi.

Sekiz yüz sene İslam nurunun parıldadığı İspanya'ya geçti. Endülüs


hükümdarı Abdurrahman- Evvel tarafından inşa edilen ve bugün
kiliseye tahvil edildiği cihetle menendsiz ziynetlerinin, oymalarının
ve nefis hatlı Kur'aniye'nin üstüne badanalar sürülen 1093 mermer
sütunlu ve 19 kapılı Kurtuba Camii'nin harabesini ziyaret ve nasılsa
mahfuz kalan mikrabının ihtişamı ve ruhaniyeti önünde secde etti.

İşbiliye'de tahrip edilen Elmansur Camii'nin vahdetten bir nişane


gibi kalan minaresine; "Elkazar" yani Elkasar denilen Arap
sarayından harem ve elçiler dairelerinin gözler kamaştıran darat ve
zarafetine hayran oldu.

Gırnata'da, Siyera Nevada dağları eteğinde, mütevazi ve sade bir


cephe altında, İslam medeniyetinin feyzini, şa'şaasını irade eden
lacivertli, kırmızılı ve altın yaldızlı ziynetlerinin, güneşin in'ikasıyle,
bir cennet güzelliği halinde parladığı Kaletü'l-hamra veya sadece
Elhamra denilen saraya hayran oldu. Dört yüz sene evvel,
divanhanelerinde, cihanın en derin alimlerinin, en yüksek
şairlerinin, ne büyük feylesoflarını -ki hep Müslim, muvahhid idiler,
İslam hükümdarı tarafından ne derece tebcil edildiklerini bir daha
yadetti. Sarayın arslanlar, ki hemşire, İbni Sarac, adalet dairelerini
ziyaret etti. Arslanlar avlusunda "Elbereke" denilen havuz başında
daldı. Bu havuzun etrafında İbni Sarac ailesinden, İspanyolların
boğazladıkları otuzaltı kişinin kanlı başlarının bu havuz içine
atıldıklarını gözünün önüne getirdi. İslam müsaadekarlığı
müvacehesinde Hıristiyan taassubunun ne cehennemi bir çirkinliği
olduğunu bir kere daha anladı. Sarayın evvel emirde mermerden
zannettiği kabartma ziynetlerinin alçıdan imal edildiğini öğrenince
bunların beş buçuk asır beka bulması için, hin-i inşada İslam
Mimarlarının ne gibi terkiplere müracaat ettiklerini anlayamadı.
Eski müzeyyenatın zarafeti, inceliğiyle, son zamanda İspanyollar
tarafından yapılan tamiratın kabalığı nazar-ı dikkatini celbetti.
Cihanda güzellikle eşi bulunmayan bu zarafet mihrabının pirinçten
kapısının okka ile satıldığını, İbni Sarac dairesinin oymalı ebvabının
odun diye yakıldığını ve bu süslerin kireçle nasıl kıyılmadan
badanalandığını Katoliklerin kadir na-şinaslığını düşündü ve kan
ağladı.

Kastilya Kıralı zalim lakabiyle yad olunan "Don Pedro" sarayına


davet ettiği Gırnata hakimi "Ebu Sadi"i üstündeki mücevherlere
tamen şehid eylediğini, bu İslam emirinden çalıp, bir müddet sonra
bir İngiliz prensine verdiği yakuttan İngiltere Kraliçeleri tacını
tezyin etmekte olduğunu öğrendi. Elyevm İngiliz rumuz-i
hükümdarısının bir cüz'ü yakutta bir damla İslam kanının parlayan
ve titreyen ebedi ye'sini duydu.
Avrupa'dan sonra Fas'a, Cezayir'e, Tunus'a, Mısır'a gitti. Millet-i
galibe tarafından "Boriko" yani eşek sıpası yad olunan bir kısım
Arabların zilletini gördü. İskenderiye'den Bomboy'a geçti. Hindli
ehl-i İslamı tedkik etti. Batavya'ya amcasının yanına vasıl oldu.
Onunla günlerce müzakereler etti. Osman Çavuş Sultan vakıa cahil
idi. Fakat geçirdiği tecrübeler, sergüzeştler onu kamil bir insan
yapmıştı. Parlak zekası, doğru muhakemesi vardı:

- Oğlum, dedi, İslam cemiyetleri arasında Türkiye'den başka


müstakil hükümet, Türklerden gayri faal bir millet kalmadı. Dinin
temeli, İslamın hamisi Türklerdir. İstanbul'a git, yine millet
taşlarınla çalış! İstediğin feyzi orada bulursun!

Amcasıyla dört ay kaldı.yine Mısır tarikiyle Dersaadet'e gitmeye


karar verdi.

Vapur Beyrut'a uğradı. Orada kayıkçıların bile Fransızca


konuştuğuna şaştı. İzmir'de Kordonboyu'ndaki şapkalılardan nefret
etti. Geminin altı saat tevakkufundan istifade ile bu şehrin içeri
taraflarını araba ile gezdi. Servetiyle, camileriyle, çeşmeleriyle,
tezgahlarıyle halis bir Türk yurdu olduğunu anladı. O halde deniz
kıyısına yığılan bu süprüntülerin ne lüzumu vardı? Beyrut'tan,
İzmir'den payitaht cerideleri almıştı. Meclis-i Meb'usan
müzakerelerini okudu. Hükümete karşı şiddetli bir muhalefet vardı.
Muhaliflerin içinde din ulemasının adlarını gördü. Henüz Türk
eline, Dersaadet'e gelmemişti. Kimseyi tanımıyordu. Osmanlı
tarihinin kendisini aldattığına zahip oldu. Fakat bu şahısların
meclisteki sözlerini tekrar tekrar okudu. "Bunlar ya akılsız, ya
imansız veyahut vatansız adamlardır." Dedi. Acaba "hoca" unvanı
hafız-ı İslamiyet mesleğini göstermiyor muydu? Bunlar imam ve
molla iseler Türk ve İslamın gayrı unsurlarıyle aynı fikre nasıl
hizmet ediyorlardı? Her memlekette olduğu gibi, Türkiye'de de
Türk'ün, İslam'ın gayr-ı cezri muhaliflerin mevcudiyeti pek tabii, ve
pek siyasi iken bunlar başlarında sarıkları, ellerinde tesbihleri,
sırtlarında binişleriyle siyasi komedyalarda maskara olamaya nasıl
tenezzül ediyorladı? Bunlar adalete susamış zevat ise büyük ve
medeni hükümetlerin hangi birinde memleketin bekasına aid siyasi
işlerde adaletin vücudunu hissetmişlerdi. Me'kumatlı ve kuvvetli bir
vükela heyeti zalim olmaz. Muhalifler fazıl ve muktedir meb'us
iseler Sadrıazama, nazırlara elbette ve elbette söz geçirebilirlerdi.
Memleketi parçalayacak fıkralara giremeye vicdanları, imanları,
irfanları mani olurdu.
Bu mahkemelerden sonra birden bağırdı:

- Ben bunları ıslah edeceğim!...

Turhan'ın bindiği Hidiviye vapuru, seher vakti Dersaadet limanına


girdi. Gümüşi

sisten tüller altındaki mualla minareleriyle, muazzam kubbeleriyle


İslamiyetin payitahtı birden göründü. Tereddütler içinde bir hak
hakikat gibi…

Ahırkapı fenerinin önündne gemi yavaşca ilerlerken, Turhan


güvertede seyirtiyor. İşte Padişahımın sarayı, işte Sultanahmet, işte
Süleymaniye diyordu. Ayasofya tarafına bakmak, onun namını
anmak istemedi. Moskova'da tanıdığı bir kahbe karının da ismi
"Sofya" idi. Onun adını "Hidayet Camii" koyuyor. Bu ismi
beğenmiyor. "Muhammediye Camii" bu namı daha manalı
buluyordu.

Rusya'da, Paris'te tanıdığı Türklerden Dersaadet'i, Beyoğlu'nu,


Boğaz'ı öğrenmişti. Türkler hakkında yazılan bildiği dillerde eski ve
yeni kitapları okumuştu.

Rıhtıma çıktığı sırada, bu İslam payitahtının yerden bir avuç


toğrağını aldı. Ahdetmişti. Öptü. Yüzüne, Gözüne sürdü.gümrükten
çıktı . bir arabaya bineceği sırada rıhtımda boynu boyuna
kahvelerdeki, meyhanelerdeki şapkalı palikaryaların gördü.
Şaşaladı. Utanmasaydı: Yanlış olmasın, burası Dersaadet midir?
Burası merkez-i hilafet midir? Burası Türk Payitahttı mıdır? … diye
arabacıya soracaktı." Sadet Oteli'ne çek" dedi. Oteli beğenmedi.
İntizamsız, kirli idi. Azmetmişti. Beyoğlu'nda oturmayacaktı.

O gün Miraç Kandili'nin ertesiydi.Küçüklüğünden beri dini bir


hürmetle icraatının hayranı olduğu Yavuz'un türbesini, bugün
öğlende sonra, ziyaret etmek istedi. Abdest aldı. Mini mini En'am-ı
Şerif'ini cebine koydu. Bir araba ile Sultan Selim Camii'ine
gitti.Camii'in güzel ve yüksek avlusunu ötesine, berisine yıkılan
toprak ve taş kümelerine, bu ihmale canı sıkıldı. Selim'i, Hülafa-yı
Raşidin'den sonra, İslam'ın en büyük hadimi olan, o büyük Selim'in
camii böyle bakımsız mı olmalıydı. Avlunun Kenar setlerine
dayandı. Turhan'ın Haliç'e, Eyüb'e, Sarayburnu'na doğru süzülen
nazarları dolaştı, döndü. Yavuz'un Türbesi eşiği önünde titredi ve
yükseldi. Kahraman hünkar ezeli tahtını bir Tuğrul mehabetiyle bu
tepeye kurmuş, fikir gibi göklere yakın yatıyordu.

Ruhanı bir cazibe Turhan'a türbeye çekti. Yüreği çarparak kapıyı


itti. Kapalı idi. Türbedarı aradı. Bulamadı. Düşündü:

-Garip! Kandil günü, Miraç günü bu ziyaret edilmez mi?İslamları


birleştirmek için perişan olmakla iftihar eden halife-i İslam'a hürmet
bu mudur? Hadimü'l-Haremeyn'e hizmet bu mudur?...

Naçar pencereye başını dayadı. Tozlanmış camların arkasından


secde eden ruhiyle merkadi tebcile başladı. Büyük, mehib, beyaz
örtülü sandukanın etrafına sedef kakmalı bir parmaklık çevrilmişti.
Sedefpareler dargın birer göz gibi pırıldıyordu. Bu sedelikte azamet
vardı. Baş taraftaki uzun kavuğun üstüne burmalı bir sarık sarılmış
ve ucu yan tarafa sarkıtılmış, destarın üstünden kavuğun al tepesi bir
şu'le kızıllığında fırlatmıştı.

Baş ve ayak uçlarına tesadüf eden büyük iki pirinç şamdanın


mumlarının üstüne geçirilen yaldızlı külahların üzerinden kayarak
kubbeye asılı avizenin billurlarına aksedip ayrılan ikindi güneşi
titreyen, dönen, uçan yine konan yeşil, sarı mor damla damla
ışıklarıyle bu sayede, tekellüfsüz türbüye uhrevi bir feyiz, cenneti
bir ihtişam veriyordu. Burası sade ve mağrur milletin, sade ve
mağrur vicdanının timsali idi.

Turhan türbeye baktı. Feyze baktı. Nura baktı. Büyük Hakanın,


büyük şairin:

Ateş kesilir geçse saba gülşenimizden

Mısraının ihtişamını bir kere daha anladı. Bu kahraman-ı İslamın:

Ey nur-i zatı lem'a-i ca'-ı muvahhidin!

Ey Mushaf-ı muhabbet-i canan-ı mü'minin!

Maksad, senin rıza-yı şerifindir. Ey Şefi!


Diğer tarika kılmadım it!abı müslümin!...

Eyle Selim-i bendede şefkat, şefaat et!

Ey şafi-i güruh-i günahkar u müzribin.

Nat't-ı şerifini hatırladı. Resullullah'a karşı bu mülukane ubudiyetin,


bu azametli yalvarmanın huzurunda Turhan erimiş gitmişti.
Türbenin, lacivert zemin üstüne kırmızı beyaz çiçekli halısına
gözleriyle, ruhiyle yüz sürdü. En'am'ını çıkardı. Yavuz'un mübarek
ruhuna bir Sure-i Feth tilavet etti. Sandukanın etrafındaki rahleler
üstünde açık duran birkaç Kur'an-ı Kerim'i, o mübarek ruhun
açılmış kanatları sandı. Ta'zim ile türbenin demir parmaklıklarını
öperken, milletin sukutunu, ibtizalini düşündü. Kalben feryad etti:
Selim, Selim!..

Çekip kılıcını yüksel mezar-ı pakindne

Nezare sal yine bu safiline bir nevbet!...

Dedi ve çıktı.

Sultan Selim Camii'nde ikindi namazını kıldı. Kalbi mağrur, dimağı


münevver olduğu halde otele avdet ettiği zaman "bu hasta adam
varislerinin birer birer kakırdadıklarını görecek ve ondan sonra…
yine yaşayacak…" dedi.

Turhan Dersaadet'te ilk tatil gününü Halifenin Cuma alaylarını


seyretmeye hasreyledi. Bu manzaradn, bu ihtişamdan gönlü gurur ve
sürurla doldu.

Turhan, artık Türkocağı'nda dostlar perda etmeye; muallimlerle


mübahaseye; ceride idarehanelerine girip çıkmaya; İslamlık,
Türklük hakkındaki fikirlerine dair payitahtın ileri gelen alimleri,
memurları ile görüşmeye, çekişmeye başlamıştı.
Fikren kendisine muvafık olanlarla gayret göremiyordu. Gayretli
olanlar da onun ateşini yakıcı ve muzır buluyorlar ve:"Daha vakt-i
merhunu gelmedi!" diyorlardı!

O şimdi her şeye karşı köpürüyordu. Bankalarda, şirketlerde


Fransızca mıameleye, zabitlerde Almanca tekerlemelere,
bahriyelilerde İngiliz tavırlara, tekkelerde Farisi müracaatlara,
mübedlerde Arapça dualara karşı isyan ediyordu.

Dikkat etti: Bu Türk payitahtında, ticaret aleminde, yalnız Türkçe


Bilen Türk iş bulamıyor, aç kalıyor. Yalnız Fransızca bile bir ecnebi
ise her zaman muvaffak oluyor ve müreffeh yaşıyor.

Turhan'ın dostlarından biri Türk, Düyun-ı Umumiye'de, girdiği bir


müsabakayı emsalsiz bir muvaffakiyetle kazanmıştı. Herkes
kendisini tebrik etmişti. Neticede yerine şapkalı alındı. Büyük
memurlardan biri kendisine bu mahrubiyetin sırrını ifşa etti…

Avrupa'da tahsilini ikmal eden bir diğer refiki hükümetin resmi


bankasına gitmke istemiş ve Rumca bilmediğinden rededilmişti.
Halbuki aynı bankada Türkçe konuşmayan pek çok memur ve
memure vardı.

Turhan sokakta, duvarlarda ve cemakanlardaki, dükkanların


üstlerindeki Fransızca, İngilizce, Almanca, İtalyanca hatta Rusça
ilanlara, yaftalara, reklamlara bakar: "Yarabbi! BU memlekette bir
zabıta, bir şehremaneti, bir matbuat nizamnamesi yok mu?" diye
feryad ederdi. Çünkü Avrupa'nın hiçbir tarafında yerlilerin
lisanından başka bir dil, bir yazı ile sokaklarda ilan , yafta
görmemişti. Burası Babil Kulesi miydi?

Paris'te, Londra'da, New York'ta Dersaadet'ten pek çok ecnebi


mevcut olduğu halde İngiltere'de, Amerika'da, İngilizce'den gayrı
sokaklarda bir yazı görülmezdi.

Erkesi kahvehanelerde "ena isketo", lokantalarda "ona kutleta",


iskelelerde "ena pdi" çığlıkları biçare resmi lisan? …. Bu nasıl
memleket?... Bu ne kayıtsız, duygusuz Millet? dedi.

Genç tasavvurunun, tahammülünün fevkindeki bu hallere karşı


daima isyan ederdi. Kalın bastonunu kavrar, koca fesini asardı. Polis
müdürüne, matbuat müdürüne gider, baştan savulurdu. Ceridelere
makaleler yazar, sansür çıkarırdı. Büyük makamlara layihalar
takdim eder. "hıfz" işaretiyle evrak odalarına gönderilirdi. Bu
suretle muvaffak olamayınca, yeni ve ateşli bir nesil yetiştirmek için
evvela hususi bir mektebe fahri, sonra ali mekteplerden birine
muvazzaf muallim oldu. Bir müddet geçti. Talebeyi dersten başka
şeylerle işgal töhmetiyle tevbiha maruz kaldı. İstifaya mecbur oldu.

Nihayet son bir tecrübeye daha kalkıştı. Babasına, Rusya'daki


emlakini satarak, muamelatını tasfiye eyleyerek elde edeceği
külliyetli nakit ile Dersaadet'e gelmesini yazdı. Bu sermaye ile asrı
ve ulvi bir mektep açıp talebeye dini ve milli terbiye, siani ve ameli
tahsil vererek teşebbüs ve kiyafet sahibi imanlı ve becerikli, yılmaz
ve yorulmaz gençler yetiştirecek, aynı zamanda bir şirket teşkiliyle
memleketini, millettaşlarını yuvarlamak üzere oldukları uçurumun
derinliğinden haberdar eylemek için büyük bir ceride neşredecekti.
Bu gazetenin idarehanesinden bir konferans, bir konser, bir de
mütalaa salonu te'sis eylecekti.

Dilimizin, imlamızın sakatlığına, kusurlarına mektebiyle, ceridesiyle


çareler bulacaktı. ''Türkçede bir' imla meselesi' yoktur, yalnız harf
meselesi vardır'' derdi. Harflerimizin düzelip dilimizdeki bütün
sadaları eda edecek Saitleri şekilleri bulunduktan sonra, imla
cihetini, lisanını iyi bilen bir idadi sarf hocasının altı ayda ıslah
eyleyeceğine kani idi. Yirmi ciltten mürekkep bir Mühitü'l-maarif
neşretmek de en ateşli emeli idi. Bundan sonra, Türk ilinde
Muhammedinin, musevini, isevinin bir terbiyesi, bir tahsili, bir dili,
bir şiiri, bir müsikisi olcaktı.

Turhan iki seneden beri, Fazlıpaşa'da tuttuğu kargir bir evi sedirler,
divanlar, kavuklarla süslenmiş. Hereke, Bursa kumaşlarıyla
döşemişti. Duvarlara İslam ve Türk hakanlarının ve ulularının
resimlerini, ayetlerini, hadisleri ve Türk şairlerinin şiirlerini muhtevi
levhaları asmış; Kütahya'nın çini avanisiyle odalarını tezyin
eylemişti.

Yazı odasının kapısının üstüne:

''Ey iman edenler, sabır ediniz, düşmanlara metanet gösteriniz,


birleşiniz ve Tanrı'dan korkunuz ki, felah bulasınız.''

Ve büyük kütüphanesinin balasına;

''Yaradanının adını anarak oku. Tanrı insanı alaka (kan pıhtısı) ve


muhabbet katrasından yarattı. Oku! Pek kerim olan Rabbin insana
bilmediğini kalemle bildirdi.'' Ayetlerini, yazı masasının üstüne
Sami'nin:
Bil! Geldiğini mülk-i vücüda ne içindir?

Sa'y et olasın padişah-i kişver-i irfan!

Beytini ve duvara:

''Benim ümmetim tek vücüd gibidir.''

Ve:

''Mü'minler gerçek kardeştirler ve aralarındaki kardeşliği islah


etmelidirler.''

Hadislerini ve diğer tarafta Rühi'nin:

Mar ise adüv, biz, yed'i Beyza-yi kelim'iz

Tufan ise, dünya gamı, biz keşti-i nuh'uz

Beytini havi levhalar ve sedirin arka tarafındaki duvara, üstüne talik


yazı ile:

Vatan ne Türkiye'dir; Türkler'e, ne Türkistan;

Vatan büyük ve müebbed bir ülkedir: Türan!....

Beyti işlenmiş bir hereke seccadesi ve yatak odasında karyolasının


başucunda asılı ve yeşil ipekli atlasa sarılmış olan Mushaf-ı Şerif'in
durduğu sedefli rafın karşısında:

Uyandır çesm-i canı hab-ı gafletten sihir-hız ol!

Çemen bülbülleriyle subh-den zikr eyle Mevla'yı!

Havi bir levha talik etmişti.

Salonun köşesindeki rafın üstünde kenarları müzehhep bir çerçeve


içinde güzel bir rik'a ile merhum Namık Kemal'in Vaveyle'sı
yazılmış duruyordu.

Bir mayıs gecesi… Turhan başını açmış, göğsünü açmış masasına


dayanmış, öüne kitapları yığmış, defteri bir şeyler kaydediyordu.
Kapı çalındı. Pek sevdiği refiki Selimpaşazade Kamil Bey girdi.

-Neye bir haftadan beri Ocak'ta görünmedin? Son konferansından


sonra seni herkes arıyor. Nerdesin?

-Rahatsızdım. Birçok da yazılarım vardı.


-Birçok da kederin…

-Daima!

-Zehra nikah olmuş…

-Evet!

-Rahatsızlığının bir sebebi de budur. Benden saklama, Turhan sen


Zehra'yı pek seviyordun! Hatta bu muhabbetine sen de şaşıyordun.
Bana daima ondan behsediyordun. Onu bütün hayatına, bütün
fikirlerine iştirak ettireceğini söylüyordun.

-İştirak ettiremedim. felaket de bundan çıktı. Bu, hem benim


felaketim, hem milletin talihsizliği… Bu memlekette ne kızlar, ne
erkekler, şimdi ne dini ne milli terbiye görüyorlar; cahil, nümayişkar
analar, görgüsüz, duygusuz babalar kendilerin göreneğe
kaptırmışlar, an'neyi unutmuşlar, ciğerparelerini hissen dinen, ırken,
menfaaten ayrı, yabancı ellere, muhitlere emanet ediyorlar. Kediye
ciğer emanet edilir mi? İtalyan mektebinde okuyanlar İtalyan,
İngiliz kolejinden tahsil edenler İngiliz, Fransız terbiyesi görenler
Fransız oluyorlar… her biri diğerine yabancı terbiye ve tahsile
maruz olanlar birbirlerine yabancı hatta düşman vaziyeti alıyorlar…
Zehra'nın tahsili de bir ecnebi mektebinde idi.

- Bunu evvelce tahmin edemedin mi?

-Hayır, çünkü konferanslarıma en muntazam devam ve en çok


dikkat eden o idi. Bu hal beni aldattı. Zehra'nın aklına, irfanına
i'timad ettim. Terbiyenin zekaya galebe edeceğine ihtimal
vermedim. Bu kızı fikrime ortak, emeline ortak olacak sandım.
Aldandım. Çünkü onu seviyordum. Kamil kardeşim! Hep pek
seviyordum.

Turhan bunları i'tiraf ederken ağlama başladı. Bu za'fından kendi de


utandı. Kalktı. Odada gezinmeye başladı. Yaşlarını sildi. Bir sigara
yaktı.

-Beis yok, Kamil! Beis yok. Ben onu fikrime, milletime feda ettim.

-Galiba o seni feda etti.

-Hayır, işte ona yazdığım mektup… onu ben reddttim.


İzdivacımızdan sonra kazalarda, nahiyelerde beraberce konferanslar
vermek için bir iki sene kadar Anadolu'da gezmek istediğimi
söyledim. Evvela kabul etti. Sonra bu seyahatten evvel Avrupa'yı
görmek istediğini i'tiraf eyledi. Kendisine kaybedecek vaktimiz
olmadığınırdımaa, vatanın fedakar, azimkar gençlere muhtaç
olduğunu anlattım. Yalvardım, yakardım. ''Sen bozmuşsun'' dedi.
Ertesi gün vaidlerimden, emellerimden hülyalaramızdan ona tekrar
bahsettim. Tekrar yakardım. O gün Türkocagı'ndan birlikte çıktık.
Fikrini tahriren bildireceği söyledi. Ve benden ayrılmak istedi.
Nereye gideceğini sordum. Beyoğlu'na çıkıp beyaz patiska vesaire
alacağını anlattı. Böyle şeyleri Tübentçi Muhiddin Efendiden almak
mümkün iken Beyoğlu'na çıkmanın günah olduğunu söyledim. Bu
haklı serzenişime karşı:

-Sen böyle küçük şeylerle uğraşma, uğraşa, uğraşa çıldıracaksın,


Turhan!

Dedi. Hışımla yanımdan çekildi. Küçük şeyler… fakat asırlardan


beri böyle küçük şeyler bir araya toplana pek büyük bir şey oldu.
başımıza çöktü. Bizi ezdi. Değil mi, Kamil?!... o gece kendisine son
mektubumu yazdım. Türklüğünün düşmanı olan bir kızdan nefret
ettiğimi ve Zehra gibilerinin yaşamalarından, gebermeleri evla
olduğunu yazdım.

-Fena etmişsin. İkna ve ıslah edebilirdin.

-Hayır, hayır! Bundan sonra artık herkese karşı isyan edeceğim. Bu


yolda yükselmek, çalışmak isteyen herkese, arkadaşlarıma,
amirlerime isyan edeceğim… Kürre-i arzı durduracağım! Güneşi
söndüreceğim! Denizleri kurutacağım! Kubbeleri kalkan, minareleri
süngü yapacağım! Kainatı altüst edeceğim.

Gerçi düşvar nümayed, betü, asani-i ma

Bak!... pencereden dışarı başını çıkar, şu evlerin yapılışlarındaki


duygusuzluğa, milletsizliğe, biçimsizliğe bak! Benliksizliğe bak!
Artık yetişir! Herkese benliğini öğreteceğim. Benlik olmayınca
varlık olmaz. Millet san'atkar olacak, san'atında Türk damgasını,
Türk usülünü, benliğini gösterecek!... Milet tezgahtar olacak,
mamulatında Türk düşünüşünü, Türk benliğini satacak!... Millet
zengin olacak, çalışmasında benliğini rehber edecek!... Dağlardan,
yaylalardan, derelerden, denizlerden, sokaklardan, saraylardan,
konaklardan, evden, kulübelerden, döşemelerden, halılardan,
libaslardan, yüzlerde, bir Türk benliği, İslam benliği parlayacak. Bir
İslam-Türk san'atı, medeniyeti taşacak, bir İslam-Türk ruhu, zihni
görünecek. Anladın mı? Bunları hep ben yapacağım! Yahut bu
duygusuz, gönülsüz, hasiyetsiz, muhabbetsiz, vatansız sürü arasında
yaşayanayacağım. Öleceğim!...

Kara Memişoğlu Turhan köpürmüş, bağırırken elini göğsüne, alnına


vuruyor. Kalkıyor, oturuyordu. Gözleri fırlamış, dudakalrı
morarmıştı, elleri titriyordu, sadası titriyordu.

Kamil bey Turhan'ın bugünkü şiddetinin tabii olmadığına, biçarenin


sinirlerinde, zihninde bir bozukluk bulunduğuna kail oldu. çekinerek
refikine dedi ki:

-Turhan, bu bir gaye-i kemaldir: bu mertebeye kolay erilmez.


Sanırım ki henüz hiçbir millet de ermemiştir.

-Hayır, Kamil, hayır! Fransızlar, İngilizler, Almanlar ermişlerdir.


İtalyanlar, Japonlar, İspanyollar ermemişlerdir. Hatta Sırplar,
Ulahlar, Bulgarlar ermişlerdir. Yalnız İslam memleketleri bu gayeye
ermemişlerdir. Eflak şahid olsun!... Onlar da ereceklerdir.

Kamil arkadaşını bir parça gezdirmek, parka veya Beyoğlu'na kadar


götürmek istedi. Turhan:

-Çıkmam, çıkarsam bütün erkeklerin, kadınların yüzlerine


tükürürüm. Dedi.

Kamil odadan, yavaşça çıkarken:

-Zavallı genç, talihsiz memleket…. Diyordu.

Turhan mütemediyen babasına, amucasına mektuplar yağdırıyor.


Birinin ticareti, diğerinin hükümetini bırakarak İstanbul'a
gelmelerini istiyor. Kendisiyle beraber ya Dersaadet'te veya Türk
ilinin bir köşesinde sinai ve ilmi mektep açmak, hususi bir encümen-
i Daniş te'sis eyleyerek, emel edindiği cerideyi, lugatnameyi
neşretmek ve zengin ailesine Türkiye'de fabrikalar açtırmak için
çırpınıyordu. Mektuplar hükümetin ihmasıklaştıkça Turhan'ın
velilerine karşı yazıları da şiddetleniyordu. Gencin ruhundaki
galeyan mektuplarından anlaşıldığından babası ona hemen Rusya'ya
avdetini yazıyor, amucası nasihatler veriyordu.

Turhan milletin uyuşukluğundan, hükümetin ihmalinden, dini ve


milli terbiyeye itina edilmemesinden şikayeti muhtevi pek şiddetli
bir konfer. ans verdi. Ertesi gün, beş sivil polis gencin evini bastılar.
Turhan serkeşlik etti. Bu sırada Boşnak bir polisten bir de tokat
yedi. Kitaplarını, sandıklarını karıştırdılar, kağıtlarını aldılar.
Kendisini de bir hafta tevkif ettiler.
Bu darbe, bu ateşin ruhu bütün bütün alevlendirmişti.

Tevkifhaneden evine döndüğü vakit penceresini açtı.

Bahar ner tarafı renklere, kokulara bürümüştü. Pencereden başını


çıkardı. Karşıki bahçede, erik, kiraz, elma ağaçlarını beyaz, pembe
çiçeklerini açmış, serçeler cıvıldayarak uçuşuyorlardı. Birden feryad
etti:

-Leylek gelmeyin, serçeler uçmayın, çiçekler açmayın! Burada


bahar yoktur. Güneş sarı bir gölgedir. Yeşil otlar toprağın küfüdür.
Sıcak rüzgar Cehennemin nefesidir. Şu mavi Boğaz, bir çirkef
ırmağıdır… Kelebekler çimen, çicek arar. Burası çürüklüktür;
kemik, kadid vardır. Fikir genişlik, yükseklik arar. Burası çamurdan
bir izbeliktir. Çıyanlar, solucanlar barınır…

Kırlıngıçlar! Hangi evin saçağına konsanız oradakilerin eninlerini


işiteceksiniz! Hangi ocağın üstünde tüneseniz onu sönmüş
bulacaksınız… her tarafta kara hayaletler taklak atıyor. Her tarafta
kara dişler sırıtıyor…! Her küfür, hep ihanet, hep yumruk…

Ya Rab! Ya Rab!... Yurdumu ahrette olsun bana düşmansız


göster!...

Turhan, artık kimse ile görüşmüyor. Gündüzleri sokağa çıkmıyor.


Yemiyor. Uyumuyor. Eriyor.

Sakalı uzamış, saçları yağlanmış, geceleri karanlıklarda tenha


sokaklarda geziyor. En ziyade sevdiği, loş Yer altı Camii'ne gidiyor.
Orada saatlerce mu'tekif düşünüyor. Kendi kendine söyleniyor.
Duvarlarda gördüğü ecnebi lisanlarındaki ilanları sıyırıp yırtıyor,
yere atıyor. Üstünde tepiniyor. Yolda bir yabancı diliyle konuşan
erkek, kadın yurddaşlarına çatıyor, omuz vuruyor. Bir gün
Bonmarşe'de, satıcı Rum ile Fransızca görüşen hanımın yüzüne
tükürdü. Arkasındaki zenci dadıdan başına iki şemsiye darbesi yedi.
Bir rezalet çıkacaktı. Fakat Turhan'ın yerine hanımlar korktular.
Kaçtılar.

Genç, bu gece sabaha kadar sokaklarda hayalet gibi gezindi. Ortalık


ağarırken kendisini Sultan Selim Camii'nin avlusunda buldu.
Yüksekten, alaca karanlıklarda bir haydut gibi kuşkular, ürpermeler
içinde uyuyan Fener'e, Beyoğlu'na baktı. Titredi… Türbenin dışında
durdu, düşündü… Camiin etrafını dolaştı, inledi… Bir küçük kapıyı
itti. Minarenin merdivenleri gözüktü. Ağır ağır çıktı. Son şerefeye
gelmişti. Etrafı, karanlık derinlikleri dinledi. Yüksek ıraklarda birer
ikişer yıldızlar söndükçe, kuytuluklarda horoz sesleri ağlıyordu!
Boğaz'ı, Çamlıca'yı, Sarayburnu'nu, Kağıthane sırtlarını, Eyüp
serviliklerini süzdü, süzdü. Onları titremeden gözleriyle, ruhuyla
veda etti. Şerefenin korkuluğunun üstüne çıktı. Bir kartal gibi
göğsünü gerdi, kollarını açar açmaz boşluğa yuvarlandı. Civar halk
sabah namazına geldikleri zaman şadırvanın önünde kafatası
patlamış, kol ve bacakları kırılmış kan içinde bir cesed buldular.
Hüviyeti anlaşılmak üzere ceplerini aradılar. Şöyle bir kağıt çıktı:

''Ey Yavuz! Milletimin selametine yalvaracaktım. Ayaklarına


kapanmak için sana yükselmek istedim. Yarı yolda gözlerim
karardı. Sendeledim ve düştüm. Allah günahımı affetsin!''

( AHMET HİKMET MÜFTÜOĞLU)

You might also like