Professional Documents
Culture Documents
HİKAYELER
HİKAYELER
"Kaba yaşıyor olabiliriz, ama hiç olmazsa tasamız yok. Siz bizden daha iyi
yaşıyorsunuz; gelgelelim ihtiyacınızdan fazla kazanmanıza rağmen herşeyinizi
kaybetme ihtimaliniz var. Atasözü ne der bilirsin, 'Kazanç ve kayıp ikiz kardeştir.'
Bugün zengin olanlar, bakıyorsun ertesi gün ekmek parası için dileniyor. Bizim
yolumuz daha güvenli. Köylü hayatı belki semiz değil, ama uzun bir yol. Hiç zengin
olmasak da yeterince yiyeceğimiz olacak."
"Ne farkeder ki?" diye cevapladı küçüğü. "Tamam, işimiz kaba ve zahmetli.
Ama, beri yandan da emin; başkasına ihtiyacımız yok. Ya siz? Şehirlerinizde etrafınız
insanı günaha teşvik edici şeylerle çevrilmiş; diyeli m ki bugün mesele yok, ama ya
yarın! Şeytan kumarla, şarapla veya kadınlarla kocanı baştan çıkarırsa? O zaman
herşey mahvolur. Bu tür şeyler sık sık olmuyor mu?"
Evin reisi Pahom, fırının üst tarafında uzanmış kadınların gevezeliklerini dinliyordu.
"Şimdi tamam," diye düşündü Şeytan. "Oyun başlıyor. Sana yeterli toprak
verip, bu toprak sayesinde seni hakimiyetim altına alacağım."
"Şu işe bak," diye geçirdi içinden, "toprağın tamamı satılıyor, bense tek
dönüm almayacağım." Sonra karısıyla konuştu.
Kafa kafaya verip toprağı nasıl satın alabileceklerini düşündüler. Bir kenarda
yüz rubleleri vardı. Taylarından birisini, arılarının yarısını sattılar. Oğullarını işçi
olarak çalışmaya gönderdiler; Pahom'un maaşlarını peşin olarak aldılar, paranın gerisi
için de Pahom'un kayınbiraderine borçlandılar, böylece toprak parasının yarısını zar
zor biraraya getirdiler. Parayı cebine koyan Pahom, arazilerin içinden bir kısmı ağaçlı
kırk dönümlük bir çiftliği seçti. Hanımefendiyle yaptıkları pazarlıkta anlaşmaya varıp
el sıkıştılar, Pahom hanımefendiye peşin olarak bir teminat ödedi. Sonra, şehre gidip
senetleri imzaladılar; Pahom, paranın yarısını şimdi, geriye kalanı da iki yıl içinde
ödeyecekti. Artık Pahom'un da kendisine ait toprağı vardı. Borçlanarak aldığı
tohumları yeni arazisine ekti. Hasat iyi geldi ve bir yıl içinde hem hanımefendiye,
hem de kayınbiraderine olan borçlarının tamamını ödedi. Artık bir toprak sahibi
olmuştu. Kendi top50 Tolstoy rağını sürüp ekiyor, kendi ağaçlarını kesiyor, sığırlarını
kendi çayırında otlatıyordu. Tarlalarını sürmeye, boy atan mısırlarına ya da otlaklarına
bakmaya gittiğinde yüreği sevinçle doluyordu. Orada büyüyen otlar ve açan çiçekler,
onun gözünde başka hiçbir yeıdekine benzemiyordu. Eskiden bu toprak parçasının
yanından geçerken, diğerlerinden farksız görünürdü. Ama şimdi tamamen farklıydı.
"Bunu görmezden gelip geçemem, yoksa neyim var neyim yok mahvederler.
Onlara bir ders vermeli."
Dersi onları dava ederek verdi, ardından bir daha dava etti, köylülerden birkaçı
para cezasına çarptırıldı. Bir müddet sonra, Pahom'un komşuları ona diş bilemeye
başladılar. Zaman zaman sığırlarını kasıtlı olarak onun arazisine soktular. Hatta, bir
köylü gece Pahom'un koruluğuna girip beş körpe ıhlamur ağacını kabukları için kesti.
Bir gün koruluğun yanından geçen Pahom'un gözüne beyaz birşey çarptı. Yaklaşınca,
ağaçların bulunduğu yerde köklerin kaldığını, biraz ötelerinde de kabukları soyulmuş
ağaç gövdelerinin yattığını gördü. Pahom öfkeden deliye döndü.
Tolstoy "Tek bir ağacı kesmiş olsa neyse," diye düşündü, "ama alçak adam
bir yığın ağaç kesmiş. Bunu yapanı bir bulursam, gününü gösteririm." Beynini
patlatırcasına bu işi kimin yapmış olabileceğini düşündü. Sonunda karar verdi:
"Simon olmalı; ondan başkası yapmış olamaz." Sonra, Simon'un çiftliğine göz atmaya
gitti, ama öfkeli bir manzaradan başka birşey bulamadı orada. Yine de, bunu
Simon'un yaptığından emindi. Bir şikayetname yazdı. Simon sorgu için çağrıldı. Dava
tekrar tekrar görüldü, aleyhinde delil bulunmayınca Simon sonunda beraat etti. Pahom
kendisini şimdi daha fazla haksızlığa uğramış hissettiği için, öfkesini İhtiyar Heyeti'ne
ve Yargıçlara boşalttı.
Pahom ailesiyle birlikte yaşayacakları yeni yere varır varmaz, büyük bir köyün
cemaatine kabul edilmeleri için başvurdu. İcrekli belgeleri İhtiyar Heyeti'ne sundu ve
onlardan belgeler .ildi. Kendisinin ve oğullarının kullanması için beş hisse cemaat
loprağı verildi; bu, cemaat otlağının yanısıra (farklı farklı tarlalarda olmak üzere) yüz
yirmi beş dönüm yapıyordu. Pahom, gerekli yapıları inşa etti. Yalnızca cemaat
arazisinden payına, eskisine göre üç kat fazla toprak düşmüştü. Üstelik toprak mısır
için çok elverişliydi. Eskisinden on kat iyi durumdaydı. Oldukça geniş otlakları ve
ekilebilir arazisi vardı. İstediği sayıda inek de besleyebiliyordu. Önceleri, bina yapımı
ve yerleşme telaşına düşen Pahom lıerşeyden memnunluk duyuyordu; fakat duruma
alıştıkça, burada da yeterince toprakları olmadığını düşünmeye başladı. İlk yıl, cemaat
arazisinden payına düşen kısma buğday ekti ve iyi mahsul aldı. Tekrar buğday ekmek
istiyordu, ama bunun için yeteri kadar cemaat arazisi yoktu. Aslında kullanmış olduğu
topraklar da buğdaya ayrılmamıştı. Çünkü o bölgede yalnızca bakir topraklara ve
nadas arazilerine buğday ekiliyordu. İki senede bir defa buğday ekilen topraklar, daha
sonra üzerlerinde büyük otlar yetişinceye kadar nadasa bırakılıyordu. Bu tür arazileri
isteyen çok sayıda kişi vardı, ama herkese yetecek kadar toprak yoktu. Bu yüzden
insanlar kavga ediyorlardı. Durumları iyi olanlar bu topraklan buğday yetiştirmek için
istiyor, fakirler ise bu toprakları tüccarlara satmayı, böylece vergilerini ödeyecekleri
parayı toplamayı istiyorlardı. Pahom daha fazla buğday ekmek isteyenlerdendi; bu
yüzden bir tüccardan bir yıllığına arazi kiraladı. Bol miktarda buğday ekti ve çok
güzel hasat aldı, gelgeldim bu arazi köyden çok uzaktı; buğdayların on milden uzak
mesafeden taşınması gerekiyordu. Bir süre sonra, Pahom bazı köylü tüccarların uzak
çiftliklerde yaşadıklarını ve zenginleştiklerini farketti. İçinden şöyle geçirdi;
"Mülkiyeti bana ait biraz toprak satın alsam, üstüne de bir çiftlik evi kondursam ne
kadar farklı olurdu. O zaman herşey güzel ve kusursuz hale gelirdi." Mülkiyeti
kendine ait toprak alma meselesi aklına defalarca geldi.
Üç yıl aynı halde yaşamaya devam etti; arazi kiralıyor ve buğday ekiyordu.
Hasat bereketli geliyor, iyi mahsul alıyordu; öyle ki bir kenara para ayırmaya başladı.
Belki halinden memnun yaşayabilirdi, ama her sene başkalarının toprağını
kiralamaktan ve bunun için itişip kakışmaktan bıkmıştı. Nerede satılık iyi arazi varsa
köylüler oraya üşüşüyor ve arazi ânında satılıyordu. Daha tez davranmazsanız, size
hiçbir şey kalmıyordu. Üçüncü sene, bir alıcıyla birlikte bazı köylülerden bir çayır
parçası kiraladılar; bir anlaşmazlık çıkıp da köylüler mahkemeye gittiğinde orasını
çoktan sürülüşlerdi. Davayı kaybettiler ve bütün emekleri boşa gitti. "Kendi toprağım
olsaydı," diye düşündü Pahom, "kimse işime karışmaz, bütün bu can sıkıcı şeyler de
başıma gelmezdi." Böylece Pahom satın alabileceği arazi aramaya koyuldu; binüçyüz
dönüm arazisi olan, ama para sıkıntısı çektiği için ucuza satmaya razı olan bir köylüye
rastladı. Pahom adamla sıkı bir pazarlığa girişti, sonunda bir kısmı peşin bir kısmı da
daha sonra ödenmek üzere, bin beş yüz ruble üzerinde anlaştılar. Herşeyi
konuşmuşlar, iş sözleşmenin yapılmasına kalmıştı. O günlerde, oradan geçen bir
yabancı tüccar atma yem vermek için Pa56 Tolstoy hom'lara uğradı. Pahom adamla
konuştuğunda onun çok uzaklardan, Başkır'dan dönmekte olduğunu, orada on üç bin
dönüm araziyi sadece bin rubleye satın aldığını öğrendi.
Pahom biraz daha bilgi almak için sorular sorunca adam şunları söyledi:
"Yapılması gereken tek şey, reislerle arkadaşlık kurmak. Ben yaklaşık yüz
rublelik kadın elbisesi, halı, bir teneke çayı gözden çıkardım, içki içenlere şarap
verdim; karşılığında toprağın dönümünü iki köpekten de ucuza aldım. Tapu
senetlerini Pahom'a gösteren adam devam etti: "Arazi bir nehrin kenarında ve her
karış toprağı çok verimli". Adam, kendisini soru yağmuruna tutan Pahom'a şöyle dedi:
"Orada, bir yıl yürüsen bile diğer ucuna varamayacağın kadar geniş topraklar var ve
hepsi de Başkırlar'a ait. Bir koyun kadar saflar. Toprağı sudan ucuza alabilirsin."
"Hadi bakalım," diye düşündü Pahom, "Bin rublemle neden buradan bin üç yüz
dönüm alıp, bir de borç altına gireyim? Halbuki bu parayla oradan on kat fazla toprak
alabilirim."
Başkırlar tartışırken, büyük tilki kürkü giyinmiş bir adam kapıda göründü.
Hepsi seslerini kesip ayağa kalktılar. Tercüman; "İşte Reis'imiz bu" dedi. Pahom
hemen ayağa kalktı ve en güzel kadın elbisesiyle iki kilo çayı getirip Reis'e sundu.
Reis hediyeleri kabul edip kendisini başköşeye oturttu. Başkırlar hemen ona birşey
anlatmaya başladılar. Reis bir süre dinledi, sonra başıyla susmalarını işaret etti ve
Pahom'a Rusça seslendi: "Pekâlâ, öyle olsun. Nereyi istersen orası senin olsun; bizde
nasıl olsa çok toprak var." "İstediğim kadar çok nasıl alabilirim?" diye düşündü
Pahom. "İşi sağlama bağlamak için tapusunu çıkartmalıyım, yoksa 'Burası senin'
deyip, sonra da elimden alabilirler." "Nazik sözleriniz için teşekkür ederim" diye
konuştu Pahom. "Sizin çok toprağınız var, benim istediğimse azıcık bir şey. Ama yine
de o küçücük parçanın bana ait öldüğünden emin olmalıyım. Ölçülüp sonra tapusu
verilemez mi? Hayat da ölüm de Allah'ın elinde. Siz iyi insanlar onu bana verirsiniz,
ama belki çocuklarınız geri almak ister." "Tamamen haklısın," dedi Reis. "Toprağı
tapusuyla vereceğiz sana." "Duydum ki, buraya bir tüccar gelmiş," diye devam etti
Pahom, "ve siz de ona biraz toprak vermiş, tapu senedi düzenlemişsiniz. Bana da aynı
şeyin yapılmasını isterdim."
Tolstoy Şef anlamıştı. "Tamam," dedi, "o iş kolay. Bir kâtibimiz var, seninle
birlikte şehre gidip mühürlü, tasdikli bir tapu alırız." "Peki fiyat ne olacak?" diye
sordu Pahom. "Fiyatımız hep aynıdır; günü bin ruble." Pahom anlamadı. "Günü mü?
Nasıl ölçüymüş o? Kaç dönüm yapar?" "Biz öyle hesap bilmeyiz," dedi Reis, "Biz
toprağı günle satarız. Bir günde yürüyerek etrafını çevirebildiğin kadarı senindir ve
bir günü bin rubledir." Pahom şaşırmıştı. "Ama insan bir günde büyük bir arazinin
etrafını çevirebilir," dedi. Reis kahkahalarla güldü. "O zaman hepsi senin olur!" dedi.
"Ama bir şartla; başladığın noktaya aynı gün dönmezsen paranı kaybedersin." "Peki
geçtiğim yerleri nasıl işaretleyeceğim?" "Nasıl mı? İstediğin bir noktaya gider orada
dururuz. Sen de o noktadan başlayıp, yanındaki belle daireni çizersin. Gerekli
gördüğün yerlere işaret koyarsın. Her dönüşte, bir çukur kazıp otları üstüste yığarsın;
sonra biz de çukurların arasını sabanla işaretleriz. Ne kadar istersen o kadar büyük bir
daire yap, ama güneş batmadan başladığın noktaya dönmen gerekiyor. Çevirdiğin
bütün arazi senin olacak." Pahom bu işi çok sevmişti. Ertesi sabah erkenden
başlamaya karar verdiler. Biraz daha konuştular, kımız içip yemek yediler. Artık gece
olmuştu. Başkırlar, Pahom'a kuştüyü bir yatak verdikten sonra, ertesi gün şafak
sökerken toplanıp, kararlaştırılan noktaya gitmek için sözleşerek yanından ayrıldılar.
Pahom kuştüyü yatağa uzandı, ama uyuyamadı. Aklında hep toprak vardı.
"Amma büyük bir araziyi işaretlerim!" diye düşünüyordu. "Bir günde rahatlıkla
otuzbeş mil gidebilirim. Günler şimdi uzun, otuzbeş millik bir dairenin içinde ne de
geniş toprak vardır! İşe yaramaz kısımlarını satar veya köylülere bırakırım; en iyi
kısmını kendime ayırıp işlerim. İki öküz alır ve iki işçi daha tutarım. Yüzelli
dönümlük toprağı sabanla sürer, geriye kalanı otlak yaparım." Pahom bütün gece
gözünü kırpmadı. Yalnız, şafak sökmeden biraz önce uykuya daldı. Gözlerini kapar
kapamaz bir rüya gördü. Rüyasında aynı çadırda uzanmış yatıyordu, derken dışar-da
birisinin kahkahalarla güldüğünü duydu. Kim olabilir diye merak edip kalktı ve dışarı
çıktı. Başkır Reisi'nin, çadırın önünde oturmuş böğrünü tuta tuta güldüğünü gördü.
Reis'in yanına giden Pahom; "Niye gülüyorsun?" diye sordu. Karşısındaki artık Reis
değil, daha önce evine uğrayan ve buradaki toprakları anlatan tüccar olmuştu. Pahom
tam ona; "Ne zamandır buradasın?" diye soracakken, adam tüccar olmaktan çıkıp,
uzun zaman önce Pahom'un eski evine gelen Volgalı adama dönüştü. Sonra gördü ki,
o, köylü de değil, tırnaklarıyla boynuzları olan şeytandı ve orada durmuş gülüyordu.
Şeytanın ayaklarının ucunda ise birisi yalınayak, üstünde sadece bir pantolon ve
gömlek, uzanmış yatı62 Tolstoy yordu. Ölmüş halde yatan o adam ise Pahom'un ta
kendisiydi. Dehşetle uyandı. "Bir rüyadan ne çıkar?" diye geçirdi içinden. Çadırın
açık kapısından baktı; şafak söküyordu. "Onları uyandırmanın zamanıdır" diye
düşündü. "Artık başlasak iyi olur." Başkırlar kalkıp toplandılar, Şef de geldi. Yine
kımız içmeye başladılar, Pahom'a da çay ikram ettiler, ama onun beklemeye sabrı
yoktu. "Gideceksek, haydi. Zaman geçiyor," dedi.
ACI
Kime anlatsam
kederimi?
Akşam karanlığı... Sulu, iri iri kar taneleri, henüz yakılmış fenerler etrafında
uçuşuyor, ince, yumuşak bir alçı tabakası gibi damları, atların sırtlarını, omuzlarını,
başlıklarını kaplıyor. Arabacı lona Potapov, bir hayalet gibi bembeyaz. Canlı bir vücut
ne kadar büzülebilirse o kadar büzülmüş, hiç kımıldamadan yerinde oturuyor. Üzerine
bir yığın kar düşse bile gene karı silkmek lüzumunu duymayacak. Beygiri de
bembeyaz, hareketsizdir. Hareketsizliğiyle, keskin köşeli biçimiyle, ayaklarının
sopaya benzeyişiyle o bir kapiğe satılan posta atlara benziyor. Herhalde düşünceye
dalmış. Sabandan, alıştığı o rahat manzaralardan alınıp da buraya, korkunç ışıklarıyla,
hiç kesilmeyen gürültüleriyle, öteye beriye koşuşan insanlarla dolu bu kargaşalık içine
düşen bir mahlûk, böyle uzun uzun düşünmez de ne yapar?
lona ile beygiri, çoktan beri yerinde kımıldamıyorlar. Avludan daha yemekten
önce çıkmışlardır, hâlâ siftah etmediler. İşte şehir üzerine akşam karanlığı basıyor.
Fener ışıklarının solgun alevleri, yeislerini daha canlı ışıklara bırakıyor. Sokağın
gürültüsü, daha da artıyor, lona birdenbire:
— Arabacı, Viborg tarafına, diye bir ses işitiyor. Arabacı... Şaşırıyor, karla birbirine
yapışan kirpikleri arasında, kaputla kukuleta giymiş bir subay görüyor. Subay:
lona, kabul işareti olarak dizginleri çekiyor. Bu çekişle, atın dizginleri, sırtı
üzerindeki karlar, alçı parçaları halinde düşüyor... Subay, kızağa oturur. Arabacı,
dudaklarını şapırdatır, boynunu, kuğu gibi uzatır, yerinden kalkar gibi davranır. Fazla
alışkanlık yüzünden kamçısını sallar. Beygir de boynunu uzatır, sopa biçimindeki
ayaklarını büker, kararsız kararsız yerinde kımıldar. Çok geçmeden, aşağı yukarı
giden karartılardan sesler işitir:
— Hepsi de ne aşağılık herifler değil mi? Sanki seninle çarpışmak yahut atın altına
düşmeye gayret ediyorlar. Birbiriyle sözleşmişler gibi, öyle değil mi?
Subay:
— Kim bilir? der. Herhalde hummadan... Hastanede üç gün yattı, öldü. Allah’tan işte.
Karanlık içinde:
Müşteri:
— Sür, sür, der. Bu gidişle sabaha kadar varamayız. Atı biraz sürsene!
Arabacı tekrar boynunu uzatır, yerinde bir davranır, ağır bir kibarlıkla
kırbacını şaklatır. Bundan sonra birkaç defa başını çevirir, müşteriye bakar. Ama o,
gözlerini kapar. Dinlemeye hiç de istekli olmadığı bellidir, lona, müşterisini Viborg
tarafına bıraktıktan sonra lokanta önünde durur. Gene büzülür, gene hareketsiz kalır.
Sulu kar, tekrar başlar. Onu da atını da gene beyaza boyamaya başlar. Bir saat böyle
geçer. Kendisi de, beygiri de gene bembeyaz kesilir. Bir saat, iki saat böylece geçer.
lona, dizgileri çeker, dudaklarını şapırdatır, yirmi kapik para değil ama ne
yapsın, artık fiyatı düşünmez. Ruble mi, beş kapik mi onca farkı yoktur. Yeter ki,
müşteri olsun. Gençler birbirine sövüp sayarak, itişe kakışa kızağa yaklaşır, üçü de
oturmaya çalışırlar. Kimin oturup, kimin ayakta kalacağını kararlaştırmaya çalışırlar.
Uzun tartışmalardan, karşılıklı alaylardan sonra en kısa boyluları kamburun ayakta
durmasına karar verilir. Kambur, yerini alarak lona'nın ensesine üfler:
— Haydi, sür, diye titrek bir sesle bağırır. Atı bir kırbaçla bakalım. Amma da şapkan
var, kardeş. Daha kötüsü Petersburg'da bulunmaz.
— E, böylesi, sürsene beygirini. Yol boyunca hep böyle mi gideceksin. Yoksa ense
köküne indiririm ha.
— Başım çatlıyor, der. Dün Dukmasov'larda Vaska ile birlikte dört şişe konyak içtik.
Kambur, kızarak:
— Allah cezanı versin moruk, der. Sürecek misin, sürmeyecek misin? Bu sanki
arabayla gitmek mi? Şunu bir kamçılasana. Hadi bakalım. Hah, işte öyle. Adamakıllı.
— Hepimiz öleceğiz, der. Hadi, sür, sür. Ben daha fazla böyle gidemem, imkânı yok.
Bu arabacı bizi ne zaman götürecek?
lona, ensesine inen tokatları pek duymaz, daha çok sesini işitir.
Uzun boylusu:
— Ben mi? hi hi hi, neşeli baylar. Şimdi bir tek karım var. Kara toprak... Ha ha ha,
mezar, mezar... Oğlum öldü de ben yaşıyorum. Şaşılacak şey. Ölüm, yanlış kapı çaldı.
Bana geleceğine oğluma geldi...
Arabacı, yirmi kapik aldıktan sonra karanlık bir giriş kapısı içinde kaybolan
hovarda gençlere uzun uzun bakar. Gene yalnız kalır. Gene içinde sessizlik başlar...
Bir zaman sönmüş olan acısı gene baş gösterir, daha büyük bir kuvvetle göğsünü ezer.
lona'nın gözleri kaygıyla, acıyla sokağın iki yanından geçen kalabalığa dikilir: gelip
geçen binlerce insandan onu dinleyecek biri var mı acaba? Ama kalabalık, ne onu ne
de acısını fark etmeden geçip gider. Acısı korkunçtur, sınırsızdır. Ona öyle geliyor ki,
göğsü patlayıp içinden acısı fışkırsa, bütün dünyayı kaplayacaktır, ama gene de bu acı
görünmez. O kadar küçük bir kabuğa sığınmıştır ki, gündüz ışık altında bile
görülmez...
lona, elinde zembil taşıyan bir kapıcı görür, onunla konuşmaya karar verir:
lona, birkaç adım uzaklaşır. Tekrar büzülür. Kendini acısına verir. Artık
insanlarla konuşmayı lüzumsuz sayar. Ama daha beş dakika geçmeden, eğilip kalkar,
sanki bir acı duymuş gibi başını sallar, dizginleri dürter. Artık daha fazla dayanamaz:
"hana gideyim" diye düşünür, hana.
Beygir, sanki düşüncesini anlamış gibi tırısa kalkıp koşmaya başlar. Bir buçuk saat
geçmeden büyük, pis bir tandır yanında oturur. Tandırda, döşemede, peyklerde
insanlar yatmışlar, horulduyorlar. Dumanlı, boğucu bir hava. lona, uyuyanlara bakar,
başını kaşır. Oraya bu kadar erken döndüğüne pişman olur. "Arpanın parasını bile
çıkaramadım, diye düşünür. Kederim hep bundan. İşini bilen, atını doyuran insan her
zaman rahattır." Genç bir arabacı, bir köşeden kalkar. Uyku sersemliğiyle yıkıla yıkıla
boğazını temizler. Su dolu kovaya uzanır, lona:
— Su mu içeceksin? der.
— Evet, su.
— Eh, afiyet olsun. Benimse kardeş oğlum öldü. Haberin var mı? Bu hafta,
hastanede... Olur şey değil.
( ANTON ÇEHOV)
NADAN
İstanbul üç gündür sis içindeydi. Topkapı Sarayı'nı, açık kül rengi kalın bir
bulut sarmış, sanki bütün dünyadan ayırmıştı. İhtiyar padişah, artık mermer havuzlu
küçük bahçenin lale tarhlarını bile göremiyor, gamsız zamanlarında yaptığı gibi
murassâ çerçeveli camlara hohlayıp parmağı ile "Çifte vav" yazamıyordu. Yeniçeriler
kazan devirmişler, sipâhî zorbaları zâbitlerini parçalamışlar, payitahtı yağmaya
hazırlanmışlardı. Serhatteki ordunun hali de perişandı. Ecelin gadriyle tecrübeli
vezirler kalmamış, fedakar beyler er meydanlarında can vermişlerdi. Bu korkunç
buhranın önünü alacak bir adam yoktu. Son ümit "Köse Vezir" deydi. Vaziyetin
fenalığını herkesten ziyâde kavrayan akıllı padişah, işte şimdi onu çağırtmıştı.
Mühürünü ona verecekti.
— Otur.
Dedi. Sonra, tahtın, sağ kolunu dayadığı altın koltuğuna bakarak ahvalin
fenalığını, devletin geçirdiği muhâtarayı, askerin fesadını, ordudaki perişanlığı anlattı.
Yavaş yavaş söylüyor, her kelimede başını sallıyordu. Bu zamanı ıslah etmek için
demir bir el lazımdı. Gayet doğru, irtikâp etmez, Allah'tan korkar, akıllı, dünyayı bilir,
her şeyden ziyâde devletini sever bir adam işleri düzeltebilirdi. Padişah:
—........
Padişahın soluk çehresi karardı. Elleri titredi. Tahtın gerisine çekildi. Yüzünü
buruşturarak:
— Kaldırın şunu!
Diye bağırdı.
Sırma perdenin arkasından birer hayal sessizliğiyle koşan hademeler, yere
basmıyor sanılacak derecede hafif adımlarla çabucak vezirin başına üşüştüler. Göz
açıp kapamadan dışarı çıkardılar.
Bu çıkış, mermer revâkında gece gündüz, keskin tığlı, karayağız cellatların
bağdaş kurup bekledikleri balıkhâneye doğruydu.
Hiddeti geçer gibi olan padişah, devletinin, tahtının üstünde bocaladığı fesat
tufanını tekrar hatırladı. Düşündü. Köse Vezir de ölürse, sözün, bir gün olup büsbütün
ayağa düşmesi ihtimali vardı. Fakat işte, bu küçücük adam, ölümü gözüne almıştı.
Kafası kesilince hakkın huzuruna gidecek, dünya gailesinden kurtulacaktı. Ne vakit
olsa, yüzlerce yıl yaşasa, yine ölümden kurtuluş olmadığını bilen, bu hakikati
unutmayan ariflerdendi. Bir gün sonranın, beş gün evvelin onca hiç ehemmiyeti
yoktu. Padişah huzurunda dîvân duran ağasına:
— Sarık odasına hapsetsinler. Yanına kitap, kalem, kağıt vermesinler.
Dedi. Ağa çıktı. Padişah mutlaka onu iş başına getirmeye azmetmişti. Bu
cesareti, muhakkak ölüm karşısındaki bu pervasızlığı, şahsiyetini, ahdını muhafaza
etmekteki bu inadı ne kıymetli bir hasletti!
Ancak böyle bir adam, müşkül zamanlarda büyük işler yapabilirdi. Padişah
bunu biliyordu. Gözünün önüne zamanenin paşaları, çelebileri geldi. Hepsi iki kat bir
rükû vaziyetinde,ölüm korkusuyla benizleri sararmış, yalnız hile, yalnız fesat, yalnız
fitne düşünüyorlar; şeytanların bile aldanacağı yalanlar, iftiralar uydurarak
birbirlerinin kanlarını içiyorlardı. Fakat Köse Vezir öyle değildi. Ârifti. Alimdi.
"Dünya ve mâfihâ"nın ne olduğunu sezmişti. Daima "zeval" uçurumuna giden "ikbal"
yolunda hakikati unutmaz, mağrurlanmaz, para, servet, ihtişam, saltanat gibi şeylere
de tenezzül bile etmezdi. Orta halli bir molla gibi yaşar, sandık sandık filoriler
toplayıp fani dünya evini baki sanan, haris gafillerin budalalıklarına şaşardı. Padişah,
böyle haktan başka hiçbir kuvvete baş eğmeyen bir adama mühürünü nasıl kabul
ettirecekti? İşte, ölümün onca hiç ehemmiyeti yoktu. Yine kalın kaşlarını çattı:
Bostancılar, tebdilağaları, bir hafta kadar bütün şehri, civar köyleri, kasabaları,
dağları, kırları dolaştılar. Nihayet Karamürsel meralarında, gayet cahil, gayet akılsız,
gayet aksi, hâsılı gayet nâdan bir çoban buldular. Bu, otuz beş kırk yaşlarında, çok
kuvvetli, hissiz, hayvan gibi bir adamdı. Köyünde kendisine "Eşek Hasan" diyorlardı.
Nâdan olduğu kadar inatçıydı da... Terbiye, hürmet, namaz, niyaz, ne olduğunu
bilmez; "Allah'ın kim?" dendiği zaman, "Ne bileyim ben ülen..." diye sırıtırdı.
Koyunlarının yanından ayrılmamak için hasekilere mukavemet etmiş; taşla,
sopayla birkaçını yaralamıştı. Saraya elleri bağlı getirdiler. Siyaset gününü tesbih
çekerek bekleyen Köse Vezir'in yanına koydular. Eşek Hasan, uğradığı haksızlığa
karşı üç gün uludu. İşitilmedik küfürler etti. Sonra sustu. Pembe ipek divanların
üstüne çarıklarıyla çıktı. Kuşağının arasından çıkardığı kavalı çalmaya başladı. Yalnız
başına ölümü bekleyen Köse Vezir'in huzuru, tevekkülü bozuldu. Ama yanına konan
bu garip mücrimle bir lakırdı olsun etmedi. Yüzünü pencereden tarafa çeviriyor,
odaya yemek içmek getiren hademelere bile gözünü kaçırmıyordu. On gün, yirmi gün
geçti. Kapının deliğinden içerisini gözetliyorlardı. Padişah, onun böyle nâdan bir
herifle yaşamak azabına da katlandığını görünce ümitsizleniyor, hasekiler çıkararak
daha nâdan mahluklar arattırıyor, fakat Eşek Hasan'dan beterini bulduramıyordu. Bir
ay geçti. Nâdan çoban kavalı da bıraktı. Hiç ses çıkarmıyor, zindan arkadaşı gibi
pinekliyor, susuyordu.
...Bir sabah, Köse Vezir, bu koca herifin hüngür hüngür ağladığını gördü.
Çocuk gibi hıçkırması içine dokundu. Zavallı kimbilir karısını, evini, köyünü mü
hatırlamıştı. Gayr-i ihtiyari sordu:
— Ne ağlıyorsun oğlum?
Bu, vezirin hapsedildiğinden beri söylediği ilk sözdü. Çoban gözyaşlarından
sırsıklam olan al yanaklarını kirli yenleriyle silerek ona baktı.
— Benim sürümde bir kösemenim* vardı. Senin yüzüne baktıkça o hatırıma geliyor
da... İşte onun için ağlıyorum.
—......
Derdini söyleyen Eşek Hasan, birdenbire ağlarken gülmeye, hıçkırıklara
kahkaha karıştırmaya başladı. "Tıpkı sakalı seninkine benziyordu." diye tafsilata bile
girişiyordu. Köse Vezir hiç cevap vermedi. Kalktı. Kapıyı vurdu. Başını içeri uzatan
sivri kavuklu nöbetçiye:
Bir sene sonra harp bitmiş, yeniçeriler terbiye edilmiş, sipâhîler nizama
konulmuş, hırsızlar, uğursuzlar temizlenmişti. Devlet yine, eski kuvvetini buldu.
Padişahın gamlı yüzü güldü. Artık neşesi tamamıyle yerine gelmişti. Yalnız
sadrazamına, o nâdan herifin yaptığı ölümden beter şeyin ne olduğunu bilmek
istiyordu. Bir gün bunu sordu. Geçirdiği kırk günlük azabı birden hatırlayınca, yeni
bir tokat yemiş gibi Köse Vezir'in yüzü kıpkırmızı oldu. Verecek bir cevap bulamadı.
Kekeleyerek:
(ÖMER SEYFETTİN)
DİYET
Dar kapısından başka aydınlık girecek hiçbir yeri olmayan dükkânında tek
başına, gece gündüz kıvılcımlar saçarak çalışan Koca Ali, tıpkı kafese konmuş
terbiyeli bir arslanı andırıyordu. Uzun boylu, iri pençeli, kalın pazılı, geniş omuzlu bir
pehlivandı. On yıldır bu karanlık in içinde ham demirden dövdüğü kılıç ve namluları
tüm Anadolu’da, tüm Rumeli’de sınır boylarında büyük bir ün kazanmıştı. Hatta
İstanbul’da bile yeniçeriler, satın alacakları kamaların, saldırmaların, yatağanların
üstünde “Ali Usta’nın işi” damgasını arıyorlardı. O, çeliğe çifte su vermesini
biliyordu. Uzun kılıçlar değil, yaptığı kısacık bıçaklar bile iki kat olur, kırılmazdı,
“Çifte su vermek” sanatının, yalnız ona özgü bir sırrı vardı. Yanına çırak almaz,
kimseyle çok konuşmaz, dükkânından dışarı çıkmaz, durmadan uğraşırdı. Bekârdı.
Hısımı, akrabası yoktu. Kentin yabancısıydı. Kılıçtan, demirden, çelikten, ateşten
başka söz bilmez, pazarlığa girişmez, müşterileri ne verirse alırdı. Yalnız savaş
zamanları ocağını söndürür, dükkânının kapısını kilitler, kaybolur, savaştan sonra
ortaya çıkardı. Kentte onunla ilgili birçok hikâye söylenirdi. Kimi “cellat elinden
kaçmış bir çelebi”, kimi “sevgilisi öldüğü için dünyadan elini eteğini vakitsiz çekmiş
garip” derdi. Siyah şahane gözlerinin mağrur bakışından, soylu davranışlarından,
gururlu suskunluğundan, düzgün sözlerinden onun öyle sıradan bir adam olmadığı
belliydi… Ama kimdi? Nereliydi? Nereden gelmişti? Bunları bilen yoktu. Halk onu
seviyordu. Kentte böyle tanınmış bir ustanın bulunması herkes için ayrı bir övünç
kaynağıydı.
– Bizim Ali…
– Bizim koca usta…
– Dünyada eşi yoktur…
– Zülfikâr’ın sırrı ondadır!.. derlerdi.
Koca Ali en kalın, en katı demirleri mısır yaprağı gibi incelten, kâğıt gibi
yumuşatan sanatını kimseden öğrenmemiş, kendi kendine bulmuştu. Daha on iki
yaşındayken, sert bir beylerbeyi olan babasının başı vurulmuş, öksüz kalmıştı. Amcası
çok zengindi. Gösterişe düşkün bir vezirdi. Onu yanına aldı. Okutmak istedi. Belki
devlet katında yetiştirecek, büyük görevlere çıkaracaktı. Ama Ali’nin yaratılışında
“başkasına gönül borcu olmak” gibi bir sızlanmaya yer yoktu. “Ben kimseye eyvallah
etmeyeceğim,” dedi. Bir gece amcasının konağından kaçtı. Başıboş bir adsız gibi
dağlar, tepeler, dereler aştı. Adını bilmediği ülkelerde dolaştı. Sonunda Erzurum’da
yaşlı bir demircinin yanına girdi. Otuz yaşına kadar Anadolu’da uğramadığı kent
kalmadı. Kimseye boyun eğmedi. Gönül borcu olmadı. Ekmeğini taştan çıkardı.
Alnının teriyle kazandı, içinde “kutsal ateş”ten bir alev bulunan her yaratıcı gibi, para
için değil, sanatı, sanatının zevki için çalışıyordu. “Çeliğe çifte su vermek” onun
aşkıydı. Gönüllü olarak savaşlara gittiği zamanlar yeniçerilerin, sipahilerin,
sekbanların arasında, Ali Usta, işinin övgüsünü duydukça tadı dille anlatılmaz bir
mutluluk duyardı. Ölünceye kadar böyle hiç durmadan çalışırsa daha birkaç bin
gaziye kırılmaz kılıçlar, kalkanlar parçalayan çelik yatağanlar, zırhlar, keskin ağır
saldırmalar yapacaktı. Bunu düşündükçe gülümser, tatlı tatlı yüreği çarpar, ruhundan
kopan bir atılımla örsünün üzerinde milyonlarca kıvılcım tutuştururdu.
– Tak!
– Tak, tak!…
– Tak, tak!
İşte bugün de sabah namazından beri durmadan on saat uğraşmıştı. Dövdüğü
eğri namluyu örsünün yanındaki su fıçısına daldırdı. Ocağının sönmeye başlayan
ateşine baktı. Çekici bırakan eliyle terini sildi. Kapıya döndü. Karşıki mescitte
dokunaklı dokunaklı akşam ezanı okunuyor, bacasının tepesindeki yuvada leylekler
sonu gelmez bir takırdı koparıyorlardı. İkindi abdesti daha duruyordu. Yalnız ellerini
yıkadı. Kuruladı. Yenlerini indirdi. Saltasını omzuna attı. Dışarıya çıktı. Kapısını
iyice çekti. Kilitlemeye gerek görmezdi. Uzun alandan mescite doğru yürüdü…
Kentin kenarındaki bu gösterişsiz tapınağa hep yoksular getirdi. Minaresi sokağa
bakan küçük bir pencereydi. Müezzin buradan başını çıkarır, ezanını okurdu.
Koca Ali mescide girince her zamankinden fazla kalabalık gördü. Hep üç
kandil yakılırken bu akşam ramazan gibi bütün kandiller yanmıştı. Daha namaz safları
dizilmemişti. Kapının yanına çöktü. Yanında alçak sesle konuşanların sözlerine
istemeye istemeye kulak kabarttı. Konya’dan iki garip dervişin geldiğini, yatsı
namazına kadar Mesnevi okuyacaklarını duydu.
Akşam namazı kılınıp, bittikten sonra mescittekilerin bir bölümü çıktı. Koca
Ali yerinden kımıldamadı. Zaten biraz başı ağrıyordu. “Mesnevi dinler, açılırım!”
dedi. Büyük bir gönül rahatlığı içinde, iki garip dervişin ruhu ürperten ezgileriyle
kendinden geçti. Her âşık gibi onun yüreğinde de sonsuz bir kendinden geçiş, bir
coşku, bir kaynaşma yeteneği vardı. En küçük bir nedenle coşardı. Anlamını
çıkaramadığı bir dilin gizemli uyumu, durgun kanını sular altında saklı derin bir su
çevrintisi gibi kaynattı. Her yanı nedensiz bir sarsıntıyla titriyor, sökülmez bir hıçkırık
boğazına düğümlenir gibi oluyordu. Yatsı namazını kıldıktan sonra mescitten çıkınca,
doğru dükkânına giremedi. Yürüdü. Uykusu yoktu. Ilık, yıldızlı bir yaz gecesiydi.
Samanyolu, sarı altın tozundan göz alabildiğine bir bulut gibi göğün bir yanından
öbür yanına uzanıyordu. Yürüdü, yürüdü. Kentten mandıralara giden yolun geçtiği
tahta köprüde durdu. Kenara dayandı. Geniş derenin dibine yansıyan yıldızlar, ışıktan
çakıltaşları gibi parlıyor, şırıldıyordu. Kenardaki karanlık top söğütlerde bülbüller
ötüyordu. Daldı, gitti. Saatlerce kımıldamadı. Dinlediği ezgilerin ruhunda kalan
uyumlarını işitiyor, tıpkı mescitteki gibi kendinden geçiyordu. Ansızın arkasından bir
ses:
– Kimdir o?… diye bağırdı.
Daldığı tatlı düşten uyandı. Döndü. Köprünün öbür yanında iki üç karaltı
ilerliyordu. Elinde olmadan karşılık verdi:
– Yabancı yok!
– Kimsin?
– Ali…
Gölgeler yaklaştı. Bir adım kalınca onu giyiminden tanıdılar:
– Koca Ali… Koca Ali, be!
– Sen misin, Ali Usta?
– Benim!
– Ne arıyorsun bu saatte buralarda?
– Hiç…
– Nasıl hiç? Suya çekicini mi düşürdün yoksa!…
Bunlar kent subaşısının adamları, bekçilerdi. Kol geziyorlardı. Ne diyeceğini
şaşırdı. Geceleri afyon yutan bu serseriler, namuslular gözünde hırsızlardan,
uğursuzlardan daha korkunçtu. Kendilerinden başka dışarıda bir gezeni yakaladılar
mı, dayaktan canını çıkartırlardı. Ama, ona kötü davranmadılar. Bekçibaşı:
– Ali Usta, sen deli mi oldun? dedi.
– Yok.
– Böyle gece yarısına yakın değil, hatta yatsıdan sonra sokakta, hele böyle kentin
kıyısında kimsenin dolaşmasına ağamızın izin vermediğini bilmiyor musun?
– Biliyorum.
– Ee, ne arıyorsun buralarda?
– Hiç…
– Nasıl hiç…
Koca Ali yine ses etmedi. Bekçiler onun namuslu bir adam olduğunu
biliyorlardı. Hırpalamadılar. Yalnız:
– Haydi yerine git, dolaşma… dediler.
Geldiği yollardan hızlı hızlı dönen Koca Ali, ruhunda demin dinlediği uyumu
tekrarlıyordu. Bülbüller keskin keskin ötüyor, uzaktan mandıraların köpekleri
havlıyorlardı. Sokakta hiç kimseye rastgelmedi. Dükkânının önüne gelince durdu.
Bacasının üstündeki leylek uyumamış, kefenli bir görüntü gibi ayakta duruyordu.
Kapısı aralıktı. Çıkarken sıkı sıkıya kapadığını hatırladı:
– Tuhaf, rüzgâr açmış olacak!… dedi.
İşine yaramazdı ki, hırsız aşırmak sıkıntısına girsin…
İçeriden kapıyı sürmeledi. Bekçilerin karışması canını sıkmıştı. İşte kentte
yaşamak da bir türlü tutsaklıktı. Öte yandan da dağ başında, köyde sanatı geçmezdi.
Birden ağır bir yorgunluk duydu. Kandilini yakmaya üşendi. Ocağın soluna gelen
alçak musandıraya el yordamıyla çıktı. Büyük bir ayı pöstekisinden oluşmuş
yatakçığına uzandı.
Sıçrayarak uyandı. Kapısı vuruluyordu. Uyku sersemliğiyle:
– Kim o? diye haykırdı.
– Aç çabuk.
Sabah olmuştu. Kapının aralıklarında bembeyaz ışık çizgileri parlıyordu. O hiç böyle
dalıp kalmaz, güneş doğmadan uyanırdı. Doğruldu. Musandıradan atladı.
Ayakkabılarını bulmadan yürüdü. Hızla sürmeyi çekti. Birdenbire açılan kapının
dükkânı dolduran aydınlığı içinde, palabıyıklı, yüksek kavuklu Bekçibaşı’yı gördü.
Arkasında keçe külâhlı, çifte hançerli genç yamakları da duruyorlardı. “Ne var?” der
gibi yüzlerine baktı. Bekçibaşı:
– Ali Usta, dükkânı arayacağız! dedi. Koca Ali şaşkınlıkla sordu:
– Niçin?…
– Bu gece Budak Bey’in mandırasında hırsızlık olmuş.
– Ee, bana ne?…
– Onun için işte dükkânı arayacağız.
– O hırsızlıktan bana ne?
– Hırsızlar çaldıkları bir kuzuyu köprünün altıda kesmişler. Meşin keselerin içindeki
paraları alarak bir tanesini oraya bırakmışlar.
– Bana ne?…
– O keselerden bir tanesini de bu sabah senin dükkânın önünde bulduk… Sonra… Şu
eşiğe bak. Kan lekeleri var!
Koca Ali, kamaşan gözleriyle kapısının temiz eşiğine bakh. Gerçekten el kadar
bir kan lekesi sürülmüştü. O, bu kırmızı lekeye dalgın dalgın bakarken, palabıyıklı
bekçi:
– Hem bu gece, geç saatte ben seni köprünün üstünde gördüm, orada ne arıyordun?
dedi.
Koca Ali yine verecek bir karşılık bulamadı. Önüne baktı:
– Arayın… diyerek geri çekildi. Bekçiyle yamakları dükkâna
girdiler. Örsün yanından geçen yamaklardan biri haykırdı:
– Ay! İşte, işte…
Koca Ali elinde olmadan, bekçinin baktığı yana gözlerini çevirdi. Yeni
yüzülmüş bir deri gördü. Şaşırdı. Yamaklar hemen deriyi yerden kaldırdılar. Açtılar.
Daha ıslaktı. Bir ağalarının, bir de suçlunun yüzüne bakıyorlardı. Bekçibaşı köpürerek
sordu:
– Çaldığın paraları nereye sakladın?
– Ben para çalmadım.
– İnkâr etme, işte kuzunun derisi dükkânında çıktı.
– Ya kim koydu?
– Bilmiyorum.
Koca Ali öyle uzun boylu konuşmazdı. Subaşının karşısına çıkartıldığı zaman
da, gece geç saatte köprünün üstünde ne aradığını anlatamadı. Bekçilerin bulduğu
bütün kanıtlar aleyhine çıkıyordu. Budak Bey’in yeni sattığı beş yüz koyunun parası
da mandıradan çalınmıştı. İki güçlü hırsız, bekçi çobanı sımsıkı bağlamışlardı. Sonra
canını çıkarıncaya kadar dövmüşler, hatta işkence için bir kolunu da kırmışlardı.
Ertesi gün yargıcın önünde bu çoban, hırsızın birini Koca Ali’ye benzettiğini söyledi.
Gece geç saate kadar dükkânına gelmemesi, derinin dükkânda, para keselerinden
birinin kapısı önünde bulunması, Koca Ali’nin suçlanmasına yetti. Ne kadar inkâr etse
hırsızlık suçunu silemiyordu. Üstelik nereden geldiği, nereli olduğu da belli değildi.
Sol kolunun kesilmesine karar verildi.
Koca Ali bu kararı duyunca, ömründe ilk kez sarardı. Dudaklarını ısırdı.
Karara boyun eğmekten başka yolu yoktu… Sendeleyerek ayağa kalktı. Yargıca dik
bir sesle:
– Kolumu bırakın, kafamı kesin! diye dilekte bulundu.
Bu, ömründe onun ilk dileğiydi. Ama yaşlı yargıç hak yemez biriydi.
– Hayır oğlum, dedi. Sen adam öldürmedin. Eğer çobanı öldürseydin, o zaman kafan
giderdi. Ceza suça göredir. Sen yalnız hırsızlık ettin. Kolun kesilecek Hak böyle
istiyor. Yasaların kestiği yer acımaz…
Koca Ali’nin kolu kafasından çok değerliydi. Çeliğe “çifte su”yu bu iki
koluyla veriyor, bu iki eliyle sınırlarda dövüşen binlerce gaziye çelik kalkanları kıran,
ağır zırhları yırtan, demir tolgaları ikiye biçen tüy gibi hafif kılıçlar yetiştiriyor, yok
pahasına, pir aşkına çalışıyordu.
Onu, Ağa kapısında bekçilerin odası altına kapattılar. Cezanın uygulanacağı
günü burada bekliyor, hiç sesini çıkarmıyor, çolak kalınca örsünün başında çekiç
vuramayacağını düşünerek, tanrısı ölen inançlı bir kişinin yasını duyuyordu. Kolunun
diyetini verecek on parası yoktu… Şimdiye kadar para için çalışmamıştı.
Bütün kent halkı, Koca Ali gibi büyük bir ustanın kolu kesileceğine acıdı. Bu
kadar yakışıklı, mert, çalışkan, güçlü, güzel bir adamın ölünceye kadar sakat
sürünmesine en duygusuz gönüller bile dayanamıyordu.
İşte herkes onu seviyordu.
Sipahiler onlara çok ucuza kılıç döven bu adamı kurtarmaya sözleştiler.
Kentin en büyük zengini Hacı Mehmet’e başvurdular; bu adam Karun kadar mal
sahibi olduğu halde son derece cimriydi. Hâlâ kentin pazar yerinde küçük bir
dükkânda kasaplık yapıyordu. Düşündü, taşındı; nazlandı. Suratını ekşitti. Başını
salladı: Ama sipahilerle iyi geçinmek gerekiyordu.
– Değil mi ki siz istiyorsunuz, dedi. Ben de onun kolu için diyet veririm. Ama bir
koşulum var.
– Ne gibi? diye sordular.
– Varın kendisine söyleyin. Eğer ben ölünceye kadar bana, hiç para almadan
hizmetçilik, çıraklık etmeye yanaşırsa…
– Pekâlâ, pekâlâ…
Sipahiler, Ağa kapısına koştular. Hacı Kasap’ın önerisini Koca Ali’ye
söylediler. O, önce “kasaplık bilmediğini” ortaya sürdü. Kabul etmek istemiyordu.
Sipahiler:
– Adam sen de! Kasaplık iş mi? O kadar savaş gördün. Kılıç salladın. Bağlı koyunu
yere yatırıp kesemez misin? diye üstelediler. “Kula kul olmak”, ölümlü dünyada
“birisine gönül borcu duymak” acıların en büyüğüydü.
O daha çok gençken, vezir amcasının kayırmasını bile çekememiş, gönül
borcu altında kalmamak için aile ocağından kaçmış, gurbet ellerine atılmıştı. Şimdi
kör talihi, onu bak kime köle edecekti? Sipahiler:
– Hacı’nın yaşı yetmişi aşmış… Zaten daha ne kadar yaşar ki… O ölünce yine sen
özgür kalır, bize kılıç yaparsın. Haydi, düşünme usta, düşünme! diyorlardı.
Hacı Kasap, kesilecek kolun diyetini yargıca saydığı gün Hoca Ali’yi arkasına
taktı. Dükkânına getirdi. Bu adam pek titiz, pek huysuz, oldukça çekilmez biriydi. Hiç
durmadan dırdır söylenirdi. Cimriliğinden şimdiye kadar bir hizmetçi, bir çırak
tutamamıştı. Koca Ali’yi eline geçirince hemen dükkânının köşesinde bir set
yerleştirdi. Üstüne bir şilte koydu. Geçti, oraya oturdu. Her şeyi ona yaptırmaya
başladı. Ama her şeyi… Sabah namazından beş saat önce kentten iki saat ötedeki
mandırasından o gün satılacak koyunları ona getirtiyor, ona kestiriyor, ona
yüzdürüyor, ona parçalatıyor, ona sattırıyor… ta akşam namazına kadar durmadan
buyruklar veriyordu. Zavallıya yedirdiği, içirdiği yalnız bulgur çorbasıydı. Bazen
kendi artıklarını köpeğe verir gibi önüne atardı. Geceleri dükkânı baştan aşağı
yıkatıyor, uykuya yatmadan ertesi sabah için koyun getirmek üzere mandırasına
yolluyordu. Odununu bile ormandan ona kestiriyor, suyunu ona taşıtıyor, her işi, her
işini ona gördürüyordu. Hatta evinin bahçesindeki lağım kuyusunu bile ona temizletti.
Koca Ali sade suya bulgur çorbasıyla bu kadar sıkıntıya yıllarca göğüs
gerebilecekti. Ama Hacı Kasap’ın ikide bir:
– Ulan Ali!… Kolunun diyetini ben verdim. Yoksa çolak kalacaktın!… diye yaptığı
iyiliği tekrarlamasına dayanamıyordu. Bir gün, iki, üç gün dişini sıktı. Durmadan
çalıştı. Gece uyumadı. Gündüz koştu. Efendisinin karşısında elpençe divan durdu.
Yine:
– Kolunun diyetini ben verdim.
–…
– Şimdi çolak kalacaktın, ha…
–…
– Benim sayemde kolun var.
–…
Hacı Kasap bu sözleri âdeta “aferin” dercesine diline dolamıştı. Her
buyruğunun yerine getirilmesinden sonra kır sakallı, çirkin, sıska yüzünü ekşiterek,
mavi çukur gözleriyle onu tepeden tırnağa kadar süzer, “Aklında tut, benim
tutsağımsın!” der gibi verdiği diyeti hatırlatırdı. Koca Ali susar, yüreğinin
parçalandığını, göğsüne sıcak sıcak bir şeyler yayıldığını, kilitlenen çenelerinin
çatırdadığını, şakaklarının attığını duyardı. Geceleri uyuyamıyor, gündüzleri
uğraşırken, mandıraya gidip gelirken, salhanede koyunları yüzerken, müşterilere et
keserken, “Ne yapacağım, ne yapacağım?” diye düşünüyor, hiçbir şeye karar
veremiyordu. Dünyada kimseye eyvallah etmeyerek azla yetinip, gururun mutluluğu
için yaşamak isterken başına gelen bu bela neydi?
Kaçmayı namusuna yediremiyordu. İşte o zaman gerçekten hırsızlık etmiş
olacaktı. Ama bu herifin ikide bir de yaptığını başa kakmasına dayanmak ölümden
pek güç, ölümden pek acı, ölümden pek ağırdı…
Hacı Kasap’a köle olduğunun tam haftasıydı. Günlerden cumaydı. Yine
erkenden mandıraya gitmiş, koyunları getirmiş, salhanede yüzmüş, dükkândaki
çengellere asmıştı. Tezgâhın solundaki büyük, yağlı siyah taşta satırları biliyor, yine
“Ne yapacağım, ne: yapacağım?” diye düşünüyor, dudaklarını ısırıyordu. Daha
efendisi gelmemişti. Satırları bitirince büyük bıçakları bilemeye başladı.
“Ne yapacağım, ne yapacağım?” diye düşünmeye öyle dalmıştı ki, kasabın
geldiğini duymadı. Ansızın uğursuzun boğuk sesi yüreğini ağzına getirdi:
– Ne yapıyorsun be?…
Döndü. Efendi köşesine oturmuş, çubuğunu tüttürüyordu:
– Bıçakları biliyorum, dedi.
– Hay tembel miskin hay!… Sabahtan beri ne yaptın?
Ses çıkarmadı. Kapakları çürümüş bu küçük, bu hain, bu yılan gözlere
kırpmadan baktı, baktı. İhtiyar beklemediği bu acı bakışa kızdı. Sordu:
– Ne bakıyorsun?
–…
Koca Ali sesini çıkarmıyor, bir hafta içinde belki beş yıllık hizmetini durup
dinlenmeden gördüğü halde onu yine “tembel, miskin” diye kötülemekten sıkılmayan
bu kötü insanı ezici bir bakışla süzüyordu. Yine yüreği parçalanır gibi oluyor,
göğsüne sıcak bir şeyler yayılıyor, çeneleri kilitleniyor, şakakları zonkluyordu. Bir
anda bu titreme durdu. Koca Ali gözlerini açtı. Bir hafta buna nasıl dayanmıştı?
Şaşırdı. Hacı Kasap çubuğu yanına bıraktı. Hizmetçisinin bu ağır bakışından
kurtuluvermiş gibi dırlandı:
– Kolunun diyetini benim verdiğimi unutuyorsun galiba! dedi. Ben olmasaydım şimdi
çolak kalacaktın…
Koca Ali yine karşılık vermedi. Acı acı gülümsedi. Kızardı. Sonra birden
sarardı. Hızla döndü. Bilediği satırların en büyüğünü kaptı. Sıvalı kolunu, yüksek
kıyma kütüğünün üstüne koydu. Kaldırdı, ağır satırı öyle bir indirdi ki… O anda
kopan kolunu tuttu. Gördüğü şeyin ürperticiliğinden gözleri dışarı fırlayan Hacı
Kasap’ın önüne:
– Al bakalım, şu diyetini verdiğin şeyi! diye hızla fırlattı. Sonra giysisinin kolsuz
kalan yenini sıkı bir düğüm yaptı. Dükkândan çıktı.
Onun bir zamanlar geldiği yer gibi, şimdi gittiği yeri de, kentte kimse
öğrenemedi. ( ÖMER SEYFETTİN)
KAŞAĞI
“Yapamazsın.”
“Neden?”
“Yapacağım.”
“Büyü de öyle.”
“Ne zaman?”
“…”
“Höyt…” diye sağrısına bir tokat indirir; sonra öteki atları tımara başlardı. Ben
bir gün tek başıma kaldım. Hasan’la Dadaruh dere kenarına inmişlerdi. İçimde bir
tımar etme hırsı uyandı. Kaşağıyı aradım; bulamadım. Ahırın köşesinde Dadaruh’un
penceresiz küçük bir odası vardı. Buraya girdim. Rafları aradım. Eyerlerin arasına
falan baktım. Yok! Yok! Yatağın altında yeşil tahtadan bir sandık duruyordu. Onu
açtım. Neredeyse sevincimden haykıracaktım. Annemin bir hafta önce İstanbul’dan
gönderdiği hediyeler içinden çıkan madeni kaşağı, pırıl pırıl parlıyordu. Hemen
kaptım. Tosun’un yanına koştum. Karnına sürtmek istedim. Rahat durmuyordu.
Gümüş gibi parlayan bu güzel kaşağının dişlerine baktım. Çok keskin, çok
sivriydi. Biraz körletmek için duvarın taşlarına sürtmeye başladım. Dişleri bozulunca
tekrar denedim. Yine atların hiçbiri durmuyordu. Kızdım. Öfkemi sanki kaşağıdan
çıkarmak istedim. On adım ilerdeki çeşmeye koştum. Kaşağıyı yalağın taşına
koydum. Yerden kaldırabileceğim en ağır taşı bularak üstüne hızlı hızlı indirmeye
başladım. İstanbul’dan gelen, Dadaruh’un kullanmaya kıyamadığı bu güzel kaşağıyı
ezdim, parçaladım. Sonra yalağın içine attım.
Babam her sabah dışarıya giderken bir kere ahıra uğrar, öte beriye bakardı.
Ben o gün yine ahırda yalnızdım. Hasan, evde hizmetçimiz Pervin’le kalmıştı. Babam
çeşmeye bakarken yalağın içinde kırılmış kaşağıyı gördü. Dadaruh’a bağırdı:
“Gel buraya!”
“…”
“Bilmiyorum”, dedi.
“Hasan”, dedim.
“Hasan mı?”
“Evet, dün Dadaruh uyurken odaya girdi. Sandıktan aldı, sonra yalağın taşında
ezdi.”
“Uyuyordu.”
Çitin kapısından geçtim. Gölgeli yoldan eve doğru koştum. Hasan’ı çağırdım.
Zavallının bir şeyden haberi yoktu. Koşarak arkamdan geldi. Babam çok sertti. Bir
bakışından ödümüz kopardı. Hasan’a dedi ki:
“Söylemem.”
Hasan, Dadaruh’un elinde duran alete şaşkın şaşkın baktı. Sonra sarı saçlı
başını sarsarak:
“Ben kırmadım. ”
“Götür bunu eve, sakın bir daha da buraya sokma. Hep Pervin’le otursun!,”
diye haykırdı. Dadaruh, ağlayan kardeşimi kucağına aldı. Çitin kapısına doğru
yürüdü.
Artık ahırda yalnız oynuyordum. Hasan, evde hapisti. Annem geldikten sonra
da affetmedi. Babam yeri geldiğinde “O, yalancı!”, derdi. Hasan yediği tokat aklına
geldikçe ağlamaya başlar, zar zor susardı. Zavallı anneciğim benim iftira atacağımı
hiç tahmin etmiyordu.
Ertesi yıl annem, yaz olunca yine İstanbul’a gitti. Biz yalnız kaldık. Hasan’a
ahır hala yasaktı. Geceleri yatakta atların ne yaptıklarını, tayların büyüyüp
büyümediğini bana sorardı. Bir gün aniden hastalandı. Kasabaya at gönderildi. Doktor
geldi. “Kuşpalazı” dedi. Çiftlikteki köylü kadınlar eve koştular. Birtakım tekir kuşları
getiriyorlar, kesip kardeşimin boynuna sarıyorlardı. Babam yatağının dibinden
ayrılmıyordu.
“Kardeşin hasta.”
“İyi olacak.”
“Hayır, olmayacak. “
“Kardeşin ölecek!”
“Ölecek mi?”
“…”
Pervin’i uyandırdım.
“Neden?”
“Ne söyleyeceksin?”
“Hangi kaşağıyı?”
“Şimdi baban uyuyor, yarın sabah söylersin. Hasan da duyar. Onu öpersin,
ağlarsın, seni affeder.”
“Peki!”
“…”
( ÖMER SEYFETTİN)
YÜKSEK ÖKÇELER
Hatice Hanım, pek genç dul kalmış zengin bir hanımcağızdı. On üç yaşında
iken altmış yaşında bir kocaya vardığı için "izdivaç" denen şeyden nefret etmişti. İşte
hemen hemen on sene vardı ki, erkeğin hayali zihnine, romatizma, balgam, pamuk,
vandoz, tentürdiyot yığınlarından yapılmış pis, abus[1], lanet bir heyulâ şeklinde
gelirdi.
"Gençler başkadır!" diyenlere:
— Aman, aman! Onlar da bir gün olup ihtiyarlamazlar mı? Sonra dertlerini kim
çeker?
Diye haykırırdı.
Başlıca merakı temizlik ve namusluluktu. Göztepe'deki köşkünü, hizmetçi
Eleni ve evlatlığı Gülter'le her sabah beraber temizler, aşçısı Mehmet'i her gün tıraş
ettirir, zavallı Bolulu oğlanı tepeden tırnağa kadar beyazlar giymeye mecbur ederdi.
Eleni de, Gülter de son derece namusluydu. Kileri kitlemezdi, paraları meydanda
dururdu. Hele Mehmet'in namusuna diyecek yoktu. Konuşurken gözlerini kaldırıp
insanın yüzüne bile bakamazdı. Hatice Hanım, köşkten hiçbir yere çıkmadığı için işi
gücü adamlarını teftişti. Habire odaları dolaşır, tavan arasına çıkar, mutfağa inerdi.
Derdi ki:
— Benim gibi olun! Ben kimse ile görüşüyor muyum? Sakın siz de komşuların
hizmetçileriyle, uşaklarıyla konuşmayın. El, insanı azdırır!
Mehmet bile bu nasihati noktası noktasına tutmuştu. Arka bahçedeki
mutfağına değil misafir, hemşeri filan, hatta yabancı bir kedi bile girmiyordu. Hatice
Hanım, belki günde on defa iner, onu yapayalnız tenceresinin başında bulurdu. Hatice
Hanım'ın temizlik, namus merakından başka bir de yüksek ökçe merakı vardı.
Güzeldi, tombuldu, cıvıl cıvıl bir şeydi. Fakat boyu çok kısa olduğu için evin içinde
de bir karışa yakın ökçeli iskarpinler giyerdi. Âdeta bir cambaza dönmüştü.
Bu yüksek ökçelerle merdivenleri takır takır bir hamlede iner, ayağı
burkulmadan bir aşağı, bir yukarı koşar dururdu. Nihayet bir baş dönmesi geldi.
Çağırdığı doktor ilaç filan vermedi:
— Bütün rahatsızlığınıza sebep bu ökçelerdir, hanımefendi dedi, onları çıkarın. Rahat,
yünden, yumuşak bir terlik giyin. Hiçbir şeyiniz kalmaz.
Hatice Hanım, doktorun tavsiye ettiği bu yünden terlikleri aldırdı. Hakikaten
rahattı. İki gün içinde başının dönmesi filan geçti. Dizlerinde, baldırlarında sızı
kalmadı. Fakat böyle, tam vücudu rahat ettiği sırada, ruhu derin bir azap duydu.
Dokuz senelik adamlarının iki gün içinde birdenbire ahlakları bozulmuştu. Eleni'yi
kendi diş fırçasıyla dişini fırçalarken, Gülter'i kilerde reçel kavanozunu boşaltırken
görmüştü. Mehmet'i et günü olmadığı halde bol bir sahan külbastıyı yerken yakaladı.
— Ne oldu bunlara Yarabbim? Bunlara ne oldu?
Diyordu. Bir hafta içinde adamlarının on beşten fazla hırsızlığını,
yolsuzluğunu tuttu. Hele Mehmet'i, komşu paşanın neferleriyle koca bir lenger pirinç
pilavını atıştırırken görünce, hiddetinden ne yapacağını şaşırdı. O gün her tarafı kilit
kürek altına aldı.
— Bakalım şimdi ne çalacaklar?
Dedi. Hakikaten çalınacak hiçbir şey kalmamıştı. Ertesi gün biraz geç kalktı.
Aşağıya indi. Gülter'le Eleni meydanda yoktu. Yürüdü, mutfağa doğru gitti. Gözleri
aralık kapıya ilişince, az daha nefesi duracaktı. Mehmet, ocağın başındaki kısa
iskemleye çökmüş, bir dizine Eleni'yi, bir dizine Gülter'i oturtmuş, kalın kollarını
ikisinin bellerine halattan bir kemer gibi sarmıştı. Hatice Hanım, bu levhanın
rezaletini görmemek için hemen gözlerini kapadı. Fakat kulaklarının kapağı olmadığı
için, konuştuklarını duymamazlık edemedi.
Mehmet diyor ki:
— Ülen Gülter, artık sen şeker filan getirmeyon?
Gülter:
— Her taraf kitli, ne yapayım?
Diyordu. Mehmet, tuhaf bir şapırtı içinde Eleni'ye de:
— Ülen gece niçin gelmiyon? Sana helva yapıp saklayon!
Sualini soruyor, Eleni:
— Ya kalanazağiz vire! Sonra hanım bizi kovazak diye çırpınıyordu.
Aralarında çıtır pıtır bir hasbihal başladı. Hatice Hanım, gözünü açmıyor,
yüreği çarparak merakla dinliyordu. Gülter:
— Ah o terlikler! dedi, her işimizi bozdu. Hanımın geldiği hiç duyulmuyor. Ne
yapsak yakalanıyoruz. Eskiden ne iyiydi. Yüksek ökçelerin takırtısından evin en üst
katında kımıldadığını duyardık.
Hasbihal uzadıkça, kendi göremediği başka rezaletlerin
mufassal[2] hikâyelerini işitiyordu. Dayanamadı. Gözlerini açtı:
— Sizi alçak, hırsız, namussuzlar! Defolun şimdi evimden!
Diye haykırdı. Bu dokuz senelik sadık hizmetçilerini hemen kapı dışarı etti.
Aşçı, işçi, artık eve ne kadar adam aldıysa, hepsi arsız, hırsız, yüzsüz,
namussuz çıkıyordu. Tam iki sene bir adamakıllısına rastgelmedi. Malı mülkü varken,
hiçbir sıkıntısı yokken, bu hizmetçi üzüntüsünden zayıflıyor, sararıp soluyordu. Baktı
olmayacak! Yine yüksek ökçeli iskarpinlerini giydi. Hizmetçilerinin hırsızlıklarını,
uğursuzluklarını, namussuzluklarını göremez oldu.
Benzine kan geldi. Vâkıâ yine, başı dönmeye başladı. Fakat sesi işitilmeyen
ökçesiz terlik giydireceğini düşünerek doktora kendini göstermiyor:
— Hiç olmazsa şimdi yüreğim rahat ya, diyordu.
( ÖMER SEYFETTİN)
PRİMO TÜRK ÇOCUĞU
(ÖMER SEYFETTİN)
SEMAVER
- Sabah ezanı okundu. Kalk yavrum, işe geç kalacaksın. Ali nihayet iş
bulmuştu. Bir haftadır fabrikaya gidiyordu. Anası memnundu. Namazını kılmış,
duasını yapmıştı.
İçindeki Cenabı Hak'la beraber oğlunun odasına girince uzun boyu, geniş
vücudu ve çok genç çehresi ile rüyasında makineler, elektrik pilleri, ampuller gören,
makine yağlan sürünen ve bir dizel motoru homurtusu işiten oğlunu evvela
uyandırmaya kıyamadı. Ali işten çıkmış gibi terli ve pembe idi.Halıcıoğlu'ndaki
fabrikanın bacası kafasını kaldırmış, bir horoz vekarıyla sabaha, Kâğıthane sırtlarında
beliren fecri kâzibe bakıyordu. Neredeyse ötecekti.Ali nihayet uyandı. Anasını
kucakladı. Her sabah yaptığı gibi yorganı kafasına büsbütün çekti. Anası yorgandan
dışarıda kalan ayaklarını gıdıkladı. Yataktan bir hamlede fırlayan oğluyla beraber
tekrar yatağa düştükleri zaman bir genç kız kahkahasıyla gülen kadın mesut
sayılabilirdi. Mesutları çok az bir mahallenin çocukları değil miydiler? Anasının
çocuğundan, çocuğun anasından başka gelirleri var mıydı? Yemek odasına kucak
kucağa geçtiler. Odanın içini kızarmış bir ekmek kokusu doldurmuştu. Semaver, ne
güzel kaynardı. Ali semaveri, içinde ne ıstırap, ne grev, ne de kaza olan bir fabrikaya
benzetirdi. Ondan yalnız koku, buhar ve sabahın saadeti istihsal edilirdi.Sabahleyin
Ali'nin bir semaver, bir de fabrikanın önünde bekleyen salep güğümü hoşuna giderdi.
Sonra sesler. Halıcıoğlu'ndaki askeri mektebin borazanı, fabrikanın uzun ve bütün
Haliç'i çınlatan düdüğü, onda arzular uyandırır; arzular söndürürdü. Demek ki, Alimiz
biraz şairce idi. Büyük değirmende bir elektrik amelesi için hassasiyet, Halic'e büyük
transatlantikler sokmaya benzerse de, biz, Ali, Mehmet, Hasan biraz böyleyizdir.
Hepimizin gönlünde bir aslan yatar.Ali annesinin elini öptü. Sonra şekerli bir şey
yemiş gibi dudaklarını yaladı. Annesi gülüyordu. O annesini her öpüşte, böyle bir
defa yalanmayı âdet etmişti. Evin küçük bahçesindeki saksıların içinde fesleğenler
vardı. Ali birkaç fesleğen yaprağını parmaklarıyla ezerek avuçlarını koklaya koklaya
uzaklaştı.Sabah serin, Haliç sisli idi. Arkadaşlarım sandal iskelesinde buldu; hepsi de
dinç delikanlılardı. Beş kişi Halıcıoğlu'na geçtiler.Ali bütün gün zevkle, hırsla,
iştiyakla çalışacak. Fakat arkadaşlarından üstün görünmek istemeden. Onun için
dürüst, gösterişsiz işleyecek. Yoksa işinin fiyakasını da öğrenmiştir. Onun ustası
İstanbul'da bir tek elektrikçi idi. Bir Alman'dı. Ali'yi çok severdi, İşinin dalaveresini,
numarasını da öğretmişti. Kendi kadar usta ve becerikli olanlardan daha üstün
görünmenin esrarı çeviklikte, acelede, aşağı yukarı sporda, yani gençlikte idi.
Akşama, arkadaşlarına yeni bir dost, yeni bir kafadar, ustalarına sağlam bir
işçi kazandırdığına emin ve memnun evine döndü.Anasını kucakladıktan sonra karşı
kahveye, arkadaşlarının yanına koştu. Bir pastra oynadılar. Bir heyecanlı tavla partisi
seyretti. Sonra evinin yolunu tuttu. Anası yatsı namazını kılıyordu. Her zaman yaptığı
gibi anacığının önüne çömeldi. Seccadenin üzerinde taklalar attı. Dilini çıkardı.
Nihayet kadını güldürmeye muvaffak olduğu zaman, kadıncağız selam vermek üzere
idi.Anası:
— Ali be, günah be yavrum, dedi. Günah yavrucuğum, yapma!
Ali:
— Allah affeder ana, dedi.Sonra saf, masum sordu:
— Allah hiç gülmez mi?Yemekten sonra Ali, bir Natpinkerton romanı okumaya daldı.
Anası ona bir kazak örüyordu. Sonra yükün içinden lavanta çiçeği kokan şilteler serip
yattılar.Anası sabah namazı okunurken Ali'yi uyandırdı.Kızarmış ekmek kokan odada
semaver ne güzel kaynardı. Ali semaveri, içinde ne ıstırap, ne grev, ne de patron olan
bir fabrikaya benzetirdi. Onda yalnız koku, buhar ve sabahın saadeti istihsal
edilirdi.Ali'nin annesine ölüm, bir misafir, bir başörtülü, namazında niyazında bir
komşu hanım gelir gibi geldi. Sabahları oğlunun çayını, akşamları iki kap yemeğini
hazırlaya hazırlaya akşamı ediyordu. Fakat yüreğinin kenarında bir sızı hissediyor;
buruşuk ve tülbent kokan vücudunda akşamüstleri merdivenleri hızlı hızlı çıktığı
zaman bir kesiklik, bir ter, bir yumuşaklık duyuyordu.Bir sabah, daha Ali uyanmadan,
semaverin başında üzerine bir fenalık gelmiş; yakın sandalyeye çöküvermişti. Çöküş,
o çöküş.Ali annesinin kendisini bu sabah niçin uyandırmadığına hayret etmekle
beraber uzun zaman vaktin geciktiğini anlayamamıştı, Fabrikanın düdüğü, camların
içinden tizliğini, can koparıcılığını terk etmiş ve bir sünger içinden geçmiş gibi yumu-
şak, kulaklarına geldi. Fırladı. Yemek odasının kapısında durdu. Masaya elleri dayalı
uyuklar gibi vaziyetteki ölüyü seyretti. Onu uyuyor sanıyordu. Ağır ağır yürüdü.
Omuzlarından tuttu. Dudaklarım soğumaya başlamış yanaklara sürdüğü zaman
ürperdi.Ölümün karşısında, ne yapsak, muvaffak olmuş bir aktörden farkımız
olmayacak. O kadar, muvaffak olmuş bir aktör.Sarıldı. Onu kendi yatağına götürdü.
Yorganı üstlerine çekti; soğumaya başlayan vücudu ısıtmaya çalıştı. Vücudunu, ha-
yatiyetini bu soğuk insana aşılamaya uğraştı. Sonra, âciz, onu köşe minderinin üzerine
attı, Bütün arzusuna rağmen o gün ağlayamadı. Gözleri yandı, yandı, bir damla yaş
çıkarmadı. Aynaya baktı. En büyük kederin karşısında, bir gece uykusuz kalmış insan
çehresinden başka bir çehre almak kabil olmayacak mıydı?Ali birdenbire zayıflamak,
birdenbire saçlarını ağarmış görmek, birdenbire belinde müthiş bir ağrı ile iki kat
oluvermek, hemen yüz yaşma girmiş kadar ihtiyarlamak istiyordu. Sonra ölüye bir
daha baktı. Hiç de korkunç değildi.Bilakis çehre eskisi kadar müşfik, eskisi kadar
mülayimdi. Ölünün yarı kapalı gözlerini metin bir elle kapadı. Sokağa fırladı. Komşu
ihtiyar hanıma haber verdi. Komşular koşa koşa eve geldiler. O fabrikaya yollandı.
Yolda kayıkla giderken, ölüme alışmış gibi idi.Yan yana, kucak kucağa, aynı
yorganın içinde yatmışlardı. Ölüm munis, anasına girdiği gibi onun bütün
hassasiyetini, şefkatini, yumuşaklığını almıştı. Yalnız biraz soğuktu. Ölüm bildiğimiz
kadar korkunç bir şey değildi. Yalnız biraz soğuktu o kadar...Ali, günlerce evin boş
odalarında gezindi. Gece ışık yakmadan oturdu. Geceyi dinledi. Anasını düşündü.
Fakat ağlayamadı.
Bir sabah yemek odasında karşı karşıya geldiler. O, yemek masasının
muşambası üzerinde sakin ve parlaktı. Güneş sarı pirinç maddenin üzerinde
donakalmıştı. Onu kulplarından tutarak, gözlerinin göremeyeceği bir yere koydu.
Kendisi bir sandalyeye çöktü. Bol bol, sessiz bir yağmur gibi ağladı. Ve o evde o, bir
daha kalamadı.Bundan sonra Ali'nin hayatına bir salep güğümü girer.Kış Haliç
etrafında İstanbul'dakinden daha sert, daha sisli olur. Bozuk kaldırımların üzerinde
buz tutmuş çamur parçalarını kırarak erkenden işe gidenler; mektep hocaları, celepler
ve kasaplar fabrikanın önünde bir müddet dinlenirler, kocaman bir duvara sırtlarını
vererek üstüne zencefil ve tarçın serpilmiş salep içerlerdi.Yün eldivenlerin içinde
saklı kıymettar elleri salep fincanını kucaklayan burunları nezleli, kafaları grevli,
ıstıraplı pirinç bir semaver gibi tüten sarışın ameleler, mektep hocaları, celepler,
kasaplar ve bazan fakir mektep talebeleri kocaman fabrika duvarına sırtlarım verirler;
üstüne rüyalarının mabadi serpilmiş salepten yudum yudum içerlerdi.
Merhaba!
Yazın daha parça parça, lime lime, bohça bohça eşyalarıyla gitmek için fazla
telaş etmediği Ada’nın bu yakasında, hiçbir ev yoktur. Yalnız bir tek kır kahvesi
vardır.
Bir küçük koyun hemen beş-on metre yukarısında, bir apartman terası kadar
ufak bu kır kahvesinin tahta masaları üstünde, hâlâ karıncalar gezer. Hâlâ sinekler
kahve fincanının etrafına konarlar. Bütün sesler kesilmiştir. Kimi gökyüzünden bir
uçak homurtusu gelir. İçindeki, şimdi Yeşilköy’e inecek yolcuları düşündüğüm,
yalnız bu yazıyı yazarken oldu. Ondan evvel de uçaklar geçmişti. Ama hiç içindeki
Yeşilköy’e neredeyse ineceklerini, daha şu iki satırın sonunda inmiş bile olduklarını
düşünmemiştim.
Kahvecinin kendisi sevimsiz bir adamdır. Kahveciden çok, ters bir devlet
memuru hüviyeti taşır. Hastalıklı olmasa, doktorlar fazla yorulmamasını salık
vermemiş olsalar, dünyada kahveci olmazdı. Tersine, ben ömrümce iyi bir kahve
bulamadığım için, kahveci olmamışımdır. Bir kır kahvesi, bir köyün kahvesinin üç-
beş gediklisi… bundan güzel bir ömür mü olur, elli-altmış senelik yaşam, bundan
güzel.
Ağaçtan ağaca serilmiş beyaz çamaşırlar bu kadar durgun, güneşsiz, ıslak bir
şekilde ılık havada hiç kurumayacaklar. Bu kedi, tahta masanın üstüne çıkmış,
köpeğime durmadan homurdanacak mı? Sandalyenin üstündeki vişneçürüğü
rengindeki delik çoraplar… Asmanın yaprakları daha yemyeşil. Bizim bahçedeki
kurudu bile.
Bir başka uçağın sesi gelmeye başladı. Bizim Ada, uçakların geçtikleri bir yol
güzergâhı olmalı ki, hep ya üstümden, ya da solumdan geçip gidiyorlar. Kedi sustu.
Köpeğim gözünü kapadı. Karga sesleri geliyor şimdi de. Vaktiyle bu Ada’ya bu
zamanda kuşlar uğrardı. Cıvıl cıvıl öterlerdi. Küme küme bir ağaçtan ötekine
konarlardı.
Sonbahara doğru birtakım insanların çoluk çocuk ellerinde bir kafes, Ada’nın
tek tepesine doğru gittiklerini görürdüm. İçim cız ederdi.
Büyüklerin ellerinde birbirine yapışmış, pislik renginde acayip çomaklar vardı.
Bunlarla bir yeşil meydanın kenarına varır, bunları ufacık ağacın altına
çığırtkan kafesiyle bırakırlar, ağacın her dalına ökseleri bağlarlardı. Hür kuşlar,
kafesteki çığırtkan kuşun feryadına, dostluk, arkadaşlık, yalnızlık seslerine doğru bir
küme gelirler. Çayırlıkta bir başka ağacın gölgesinde birikmiş çoluklu çocuklu
kocaman, bir müddet bekleşirler. Sonra kuşların üşüştüğü ağaca doğru yavaş yavaş
yürürlerdi. Ökselerden kurtulmuş dört-beş kuş, bir başka ökseye doğru şimdilik uçup
giderken, birer damlacık etleriyle birer tabiat harikası olan kuşları toplarlar, hemen
dişleriyle oracıkta boğarlardı. Ve hemen canlı canlı yolarlardı.
Hele bir tanesi vardı, bir tanesi. Çocukları bu işe seferber eden de oydu.
Ökseleri cumartesi gecesinden hazırlayan da… Konstantin isminde bir herifti.
Galata’da yazıhanesi vardı. Zahire tüccarıydı. Kalın, tüylü bilekleri, geniş göğsü,
delikleri kapanıp açılan üstü kara kara benekli bir burnu, deriyi yırtmış da fırlamış
gibi saçları, kısa kısa yürümesi, kalın kalın bir gülmesi.
Hani sessiz, zenginliğini bile belli etmez, mütevazı adamdı da… Konu
komşusu da severdi hani. Hiçbir şeye, hiçbir dedikoduya karışmazdı. Sabahleyin işine
kısa kısa adımlarla koşarken, akşam filesini doldurmuş vapurdan çıkarken görseniz;
iriliğine, sallapatiliğine, Karamanlı ağzı konuşuşuna, basit ama hesaplı fikirlerine, iki
kadeh atmışsa yine basit, sevimli şakalarına karşı, hakkında kötü bir hüküm de
vermezdiniz. Kendi halinde, işi yolunda, hesaplı yaşayan bin bir tanesinden bir
tanesiydi.
Seneler var ki kuşlar gelmiyor. Daha doğrusu ben göremiyorum. Güzün güzel
günlerini pencereden görür görmez, Konstantin Efendi’nin bulunabileceği sırtları
hesaplayarak yollara çıkıyorum. Bir kuş cıvıltısı duysam kanım donuyor, yüreğim
atmıyor. Hâlbuki sonbahar kocayemişleri, beyaz esmer bulutları, yakmayan güneşi,
durgun maviliği, bol yeşili ile kuşlarla beraber olunca, insana, sulh, şiir, şair, edebiyat,
resim, musiki, mesut insanlarla dolu anlaşmış, sevişmiş, açsız, hırssız bir dünya
düşündürüyor. Her memlekette kıra çıkan her insan, kuş sesleriyle böyle düşünecektir.
Konstantin Efendi mani oluyor. Zaten kuşlar da pek gelmiyor artık. Belki birkaç
seneye kadar nesilleri de tükenecek. Her memlekette kaç tane Konsantin Efendi var
kim bilir? Kuşlardan sonra şimdi de milletin yeşilliğine musallat oldular. Geçen gün
yol kenarındaki yeşilliklere basmaya kıyamayarak yola çıkmıştım. Konstantin
Efendi’nin günlerinden bir gündü. Gökte hiç kuş gözükmüyordu. Evden çıkarken
isketemin kafesine bir incir yapıştırdım. İsketem tek gözünü verip bana dostlukla
bakmış, incir çekirdeğini kırmaya çalışıyordu.
Onu, ev duvarının bir kenarına çaktığım çiviye asmış, yola çıkmıştım. Kuşlar
yoktu şimdi havada ama yolun kenarında yeşillikler vardı ya… Baktım. Bu
yeşilliklerin bazı yerleri sökülmüş. Biraz ileride dört çocuğa rastladım. Yürüyorlar.
Yeşilliklerin en güzel yerlerinde duruyor, bir kaldırım taşı kadar büyük bir parçayı
belle söküyorlar, bir çuvala dolduruyorlardı:
- Ne yapacak bunları?
- Yukarıda deri tüccarı Hollandalı var ya hani, onun bahçesini düzeltiyorlar da…
- Bu daha mı iyi?
- İyi de laf mı? Bunun üstüne çimen mi olur? Hollandalı öyle demiş.
Karakola koştum. Polislere haber verdim. Güya menettiler. Gizli gizli, gene
çimenler yer yer söküldü. Mühendis Ahmet Bey’e ceza bile kesilmedi. Belediye
talimatnamesinde, yol kenarlarındaki çimenleri sökmek cezaya mucip olmuyormuş.
Kuşları boğdular, çimenleri söktüler, yollar çamur içinde kaldı.
SİNAĞRİT BABA
Cehennem nişanında beş sandaldık. Güzel bir ocak akşamı. Hava lodos.
Denize kırmızı rengin türlüsü yayılmış. Çok kaynamış ıhlamur rengindeki yayvan,
geniş, ölü dalgalar. Sandallar ağır ağır sallanıyor, oltalar bekliyor, insanlar susuyor...
Otuz sekiz kulaç suyun altındaki derin sessizliğe, dibindeki dallı budaklı
kayaların arasına yedi rengin en koyusu girer mi şimdi. Sinağrit Baba döner mi avdan.
Pırıl pırıl, eleğim sağma rengi pullarıyla ağır ağır, muhteşem, bir ilkçağ kralı gibi
zengin, cömert, asil ve zalim mantosu ile dolaşır mı kim bilir. Altını, zümrüdü, incisi,
mercanı, sedefi lacivertliğin içinde yanıp sönen sarayını özlemiş, acele mi ediyordu?
-Vay anasını be, Nikoli! –dedi -, iğneyi dümdüz etti Nikoli'nin oltasının
yemini kuyruğuyla sarsmakta olan Sinağrit Baba, Nikoli'nin bir kusurunu arıyordu.
Onda kusur mu yoktu. Evvela sarhoştu. Sonra ahlaksızdı, kendini düşünürdü ama,
cesurdu, cömertti, hiç kıskanç değildi. Fukaraydı. Kibirliydi de. Sinağrit Baba, kibirli
fukarayı severdi ama, Nikoli'nin kibrini beğenmiyordu. İnsanoğlunda o başka bir şey,
gurura pek benzeyen şey, yerinde, vaktinde bir gurur, o da değil, insanoğlunun
insanlığından, ta saçının dibinden, oltasını tutuşundan beliren, isteyerek olmayan, ama
pek istemeyerek de gelmeyen bir gurur isterdi. Öyle bir elin oltasını düzleyemez,
misinasını kesemez, bedeni fırdöndüsünden alıp gidemezdi. Beş sandalın beşini de
kokladı, beğenmedi.
O sırada büyük büyük ışıklar saçan bir olta aşağıya inmişti. Sinağrit Baba
ümitle koştu. Bu oltayı da kokladı. Hiç tanıdığı birisi değildi. Yemi ağzına aldığı
zaman bu olta sahibinin, tam aradığı adam olduğunu bir an sandı. Bu anda da
yakalandı. Kepçeden sandala düştüğü zaman, Sinağrit Baba, büyük gözleriyle
kendisini yakalayana sevinçle baktı. Sinağrit Baba, etrafı kırmızı, içi aydınlık siyah
gözleriyle bir daha baktı. Birdenbire ürperdi. Hiddetinden ayaklarını yere vuran bir
genç kız gibi sandalın döşemesini dövdü. Belki bizim bile bilemediğimiz bir işaret
görmüştü kendisini tutan oltanın sahibinde: Bu adam şimdiye kadar hiç imtihan
geçirmemişti. Ömrü boyunca, cesur, cömert, Sinağrit Baba'nın istediği şekilde mağrur
yaşamıştı. Ama Sinağrit Baba bu adamın ne korkunç bir iki yüzlü köpek olduğunu
bizim göremediğimiz bir yerinden anlayıvermişti. Bütün devirler ve seneler boyunca
kendisini tutan oltanın sahibi ne cesaretini, ne cömertliğini, ne gururunu bir tecrübeye,
bir imtihana tabi tutturmamış, her devirde talihi yaver gitmiş birisiydi. Kimdi, neydi?
Sinağrit Baba da bilemezdi. Ama belki de ölünceye kadar cömert, cesur, mağrur
yaşayacak olan bu adamın şu ana kadar bir defa bile bir imtihana sokulmadığını
anlamıştı. Belki de sonuna kadar bir imtihandan kurtulacaktı. Sinağrit Baba böylesine
hiç rastlamamıştı. Ölmeden evvel adama bir daha baktı. Namuslu, cesur, cömert
ölecek bu adamın hakikatte korkakların en korkağı, namussuzların en namussuzu
olduğunu alnından okuyordu. Bu adam o kadar talihliydi ki, daha ikiyüzlülüğünü
kendi kendisine bile duyacak fırsat düşmemişti. Yoksa Sinağrit Baba yakalanır mıydı?
Sinağrit Baba hırsından tekrar tepindi. Bağırmak ister gibi ağzını açtı. Kapadı.
Sinağrit Baba son nefesini böylece hiçbir insanlık imtihanı geçirmemişin sandalında
pişman ve mağlup verdi.
HİŞT HİŞT
Yürüyordum. Yürüdükçe de açılıyordum. Evden kızgın çıkmıştım. Belki de
tıraş bıçağına sinirlenmiştim. Olur, olur! Mutlak tıraş bıçağına sinirlenmiş olacağım.
Çikolata renginde bir yaprak, çağla bademi renkli bir keçi gördüm. Birisi
arkamdan:
— Hişt, dedi.
Dönüp baktım. Yolun kenarındaki daha boyunu posunu almamış taze deve
dikenleriyle karabaşlar, erik lezzetinde bana baktılar. Dişlerim kamaştı. Yolda
kimsecikler yoktu. Bir evin damım, uzakta uçan bir iki kuşu, yaprakların arasından
denizi gördüm. Yoluma devam ederken:
Yolun kenarına oturdum. Az ötemde bir eşek otluyor. Onun da ren¬gi çağla
bademi; ağzı, dişleri, kulakları, boynu ne güzel. Otluyor. Otları âdeta çatırdata
çatırdata yiyor. Belki de bu çıtırtılı, çatırtılı sesi «hişt hişt» diye duymuşumdur?
Eşeğin ot koparışının sesinden apayrı bir ses:
Hani bazı, kulağınızın dibinde çok tanıdığınız bir ses, isminizi çağırıverir.
Olur değil mi? Pek enderdir. Belki de kendi kafanızın içinden si¬zin sevdiğiniz,
hatırladığınız bir ses, ses olmadan sizi çağırmıştır. Olabilir.
Birdenbire güneşi, buluta benzemez garip ve sarı bir sis kapladı. Bir kirli el,
çağla bademi eşeğin sırtından bir kumaş çekip aldı. Her zaman¬ki kül rengi, yer yer
havı dökülmüş eski mantosunu giydirdi eşeğe. Yola indim. İstediği kadar «hişt» desin,
sahici sulu bir dost olsun. İsterse kimseler olmasın, kendi kendime kulağıma «hişt»
diyen bir divane olayım ben, aldırmayacağım.
Belki bir kuştur. Belki tosbağadır. Belki de kirpidir. Belki de yakın denizden
seslenen bir balık, bir canavardır. Karabataktır. Mihalâki ku¬şudur.
İyisi mi ben kendim «hişt hişt» derim. O zaman tamamı tamamına pek «hişt
hişt» seslenişine 'benzemeyen, benzemesin diye uğraştığım bir mırıldanmadır,
tutturdum.
Bir adam yer belliyordu. Belin demirine basıyor, kırmızıya çalan bir toprak
altını, üste aktarıyordu.
Tekrar işine daldı. «Hişt hişt» dedim. Aldırmadı. Bir daha «hişt» dedim. Yine
aldırmadı. Hızlı hızlı «hişt hişt hişt!»
Yüzünü göğe kaldırdı. Kuşlara baktı. Denize baktı. Dönüp şüphe ile bana
baktı.
- Benim de kulağıma bir hışırtı gelir amma, dedi. Ne taraftan gelir? Zati bu sırada şu
kulağım ağırlaştı.
- Yıkattın mı?
- Hişt hişt.
- Hişt hişt!
- Hişt hişt!
- Hişt hişt
Süt…
Senelerden beri yapmadığım şeyi yaptım: süt içtim. dükkânın içinde su buharı,
süt kokusu, insanı ağlatıp uyutacak, kırk sene evvelki bir beşik hatırasına kadar
sürüklüyordu... evet, senelerden beri ne erken uyanmış, ne de süt içmiştim. İşe sütle
başlıyorduk. ne haristi parmaklarımız anamızın göğsünde.
O ne dişsiz bir canavar ağzı idi memedeki. hiç hatırlamıyoruz o günleri. O süte
ağlayan gözlerimizin bulanık, hiç görmediği dünyayı...
Sütle başlayan şarapla bitirdiğimiz günler bu sabah ta ilk çığlığımdan, ilk
açıklamamdan beri olup bittiler. Onlardan hiçbir şey kalmadı. hepsi bu saati, bu
sabahı sütçü dükkânına girdiğim dakikaya kadar getirip kapıdan ayrıldılar.
İlk çığlığım, beşiğim, anamın sütü, aşkım, kinim, kendimi bilişim, şarap, rakı,
kumar, kadın, şehvet, bir dostla geçirdiğim güzel gün, o süt için ağlayan bilmediğim,
hiç bilmeyeceğim çocuk:
"İşte seni burada bırakıyoruz. süt mü içmek istiyordun? poh! biz sütten bıktık.
Ne adammışsın? Yazık! Haydi allahaısmarladık. Mademki şu dükkândan içeriye
girdin. her şey bitti aramızda..."
Dönüp:
Ellerim çatlak, rengim toprak rengi, mağrur ve hür; bu sefer beşikteki canavarı
yenmiş, ama yenerken sakalı da ağarmış bir insan çanağımdaki köpüklü sütü emer
gibi içeceğim.
Siz bana haber vermiştiniz ya! Kusura bakmayın! İnsan ara sıra böyle oluyor,
aldırmayın, affedin." "Sizi de gücendirdim değil mi?" diyecektim.
Sütçü, "bir bardak daha vereyim mi?" dedi. Bir süt daha içtim. hayır, artık
deminki tesirini yapamıyordu. Yağmurun içindeki her günkü dünya: "hadi çabuk ol.
yeter artık. Gel buraya. Bizimle beraber olman lazım. Böyle biteviye sütçü
dükkânında kalıp, yeniden doğmuş numarasıyla oturamazsın. Seni bekliyoruz. alıp
götüreceğiz. her şey, bütün insanlar seni bekliyor. Onların arasında oynadığın oyunu
bitirmeye mecbursun. Yeniden doğulmaz. doğsan bile n'olacak? Seni iki senede, iki
senede değil, iki günde aynı insan ederiz. aynı kendini düşünen, aynı haris, aynı
kıskanç, aynı kötü huylu, aynı sarhoş, aynı budala oluverirsin. Seni aynıhastalıkla
yıkmak için elimizde her şey var. Hem canım sen nasıl bir dünya istiyorsun?
Görülmemiş, işitilmemiş, tadılmamış, yazılmamış, yaşanmamış... Olur mu böyle şey?
Hadi gel. Dön her günkü hayatına. Akşam artık süt içmeyeceksin. Sana halis, içine su
ile ispirto karıştırılmış pekmez içireceğiz. öylesine hayattan hoşnut olacaksın ki
şimdiki gibi elle tutulamayan, gözle görülemeyen, yalnız işte böyle ara sıra sezeceğin
ümitlerle yapılmamış ama belli, göze görünür şarapla başlayan yalancı
kahramanlıklarla dolu ümitleri bulunca karşında, sabahki halinden utanacaksın.
Yarın sabah yine her sabahki gibi ağzın küflü, yapış yapış, bezgin
uyandıracağız seni."
Temmuz, öğle vakti. Komşuda bir kadın sesi... Nereye bağırdığı anlaşılmıyor.
Belki çocuğuna haykırıyor. Müezzin'in duvarlarından tahtaboşa bir kedi atladı. Birkaç
ev ötede, bir tavuk gıdaklıyor, bir horoz da ona yardım ediyor, sanki dem tutuyor!
Anası, aşağıda iki komşu hanımla oturmuş, her nedense ateşlenmiş, hızlı
konuşuyor. Belli ki dedikodu yapıyorlar. Tekir kedi, minderin üstüne uzanmış, dört
ayağını germiş, uyuyor. Eski kırık konsolun üstünde kırık fanusları ile anasının
gelinlik Saksonya lambaları, helezonlu, yaldızlı bir çift su bardağı, boncuk kapaklan
altında uyuyup duruyor. Köşede, kara örtü altında "Hilye-i Saadet"... Her şey yerli
yerinde, hayat her vakit olduğu gibi...
Hafız Nuri Efendi, kapının arkasından şemsiyesini aldı, yavaşça sokağa çıktı.
Neden? Bir işi mi var? Birini mi görecekti? Hiç bir işi yok. Hiç çıkmasa da olabilirdi.
Ancak çıkmış bulundu. Ayaklan onu dört yol ağzına doğru götürdü. Bir yanında
bakkal, bir yanda tekkenin mezarlık duvarı, karşısında iki evin arasında bir boş
arsadan demiryolu görünüyordu. Bu boş arsacıkta, yan yatırılmış bir bayram salıncağı
duruyor. Evlerden birinin kamburlaşmış belini üç uzun direkle desteklemişler. Sarı
tenekeden bir tramvay arabası titreyerek, sarsılarak, geçti; Yedikule tarafına gitti.
Sokaklar boş, derviş kılıklı inmeli bir adam, kolunun birini önüne doğru
sallandırarak, ayağının birini sürükleyerek, geçti. Sokak yeniden boş kaldı. Birdenbire
bir gürültü duyuldu. Tren geliyor. Edirne'den gelen bir yük treni, yerleri sarsarak
evleri sarsarak, hızla geçip gidiyor. Baş döndürücü bir geçiş. İki evin arasındaki dar
aralıktan, vagonların geçtiği görülüyor! Geçti, geçti, sonra birdenbire bitti. Oooooh!...
Nuri Efendi rahatsız olmuştu. Edirne'den İstanbul'a kadar gelmişsin. Sirkeci kaç
adımlık yer! Şöyle yavaş yavaş, kâmil kâmil gitse olmaz mı? Deli gibi, sanki kelle
götürüyor.
- Yoooook!
- Sen gidedur, ben sana yetişirim dedi, oradaki odun deposuna girdi.
Hafız Nuri Efendi yürüdü. Şemsiyesine dayanarak, iki yanda bostanlara,
marullara, salatalara bakarak yürüyor. Tren sesi işitince arkasını dönüp bekliyor,
sonra gene yola düzülüp şemsiyesini sallayarak yürüyor. Hava sıcak, arkasındaki
uzunca sako omuzlarına asılıyor, fesi terden yapışıyor ancak o aldırmıyor, yürüyordu.
Vakit erken ise de, Kumkapı deniz hamamları kalabalıktı. İki yazmacı, kenarda
kayaların üstünde yazmalarını sermiş, kurutuyorlar. Nuri Efendi yürüdü. Geçitten
geçerek mahalle içinden istasyonun arkasını dolaştı. Yeniden demiryoluna çıkacağı
yerde mahallelerinin kömürcüsü Halil ile karşılaştılar.
Halil sordu:
- Hangi Şükrü?
- Kavafın Şükrü!
Halil:
Kim bilir nereye takılmış, kalmıştır. Ben mahalleye gidiyorum, hadi, dön
gidelim. Nuri Efendi boynunu büktü, -Olur, dönelim, dedi. -Hadi, hadi. Yürü...
Nuri Efendi yürüdü. Geldiği yolu tutturup gene tek başına mahallelerinin
kahvesinin kapısı önüne kadar geldi.
İki kişi, ortada, alçak hasır iskemlelere karşılıklı oturmuş, tavla oynuyorlardı.
O da gitti, üçüncü boş iskemleye oturdu. Dirseklerini dizlerine dayadı, şemsiyesinin
sapını ağzına aldı, tavla seyretmeğe başladı. Oyunculardan biri, bir oyun kaybetti.
Gene o adam ikinci oyunu da kaybedip bir parti yenilmiş olunca, kızdı. Yenilmesini
Hafızın uğursuzluğuna verdi. "Geldi, zarımı kırdı" diye düşündü ise de açıkça
söylemek istemedi.
- Hafız, dedi. Şimdi oyun bitince, bir parti de seninle oynayacağım.
- Bilmem ya!..
Oyunda yenen, ikinci parti için pullarını düzeltip zarlan da eline alarak:
- Bu da tuhaf, dedi. On beş yaşından beri kahveye çıkıyorsun, bir tavla öğrenemedin
mi?
Oyuncular yeniden başladılar. Biraz önce yenilen adam, bir oyun daha
kaybedince, sabrı tükendi:
- Hafız, dedi, valla geldin, zarımı kırdın. Biraz git, ötede otur.
Hafız Nuri Efendi, buna kızar gibi oldu. "Benim sana ne ziyanım var"
diyecekti, demedi. Kalktı, kahve kapısına gitti, durdu. "Eve dönsem" diye düşündü.
Artık ikindi vakti. Akşam oluyor. Köşeden geçerken bakkaldan ekmeğini aldı, eve
gitti. Annesi kapının ipini çekti. Mangalda pişen yemeğin kokusu bütün evi
bürümüştü. Odasına çıktı, gecelik entarisini, şamhırkasını giydi, pencerenin önüne
oturdu. Akşam satıcıları geçiyor. Mahalleye akşam rengi çöküyordu. Sokağın
köşesinden bir çocuk:
Bir kız çocuk, elinde bir deste maydanoz, takunyalarını tıkırdatarak geçiyor.
Komşu Gaffar'ın oğlu, iki boş küfeyi bostan kapısından sokmağa uğraşıyor. İki
hanım, belli ki uzakça bir yere gitmiş ve geç kalmışlardı, hızlı hızlı eve dönüyorlar.
Mutfakta annesinin takunyalarla dolaştığı duyuluyor... "Hayat ne tatlı şey" diye
düşündü. İnsanın ömrü olmalı da yaşamalı...
- Gene uyanmazsan?
- Uyanmazsam iğne sok etime. Saçlarımı çek. Döv beni.
Soluk yüzlü, ince kadının kara gözleri sevinçli bir ışıltı içinde kaldı.
-Öldür beni.
Kadın var gücüyle çocuğu kucağına alıp, bağrına bastı. “Canın!” dedi.
Anası yeniden, aynı sevecenlikle, gözleri yaşararak onu bağrına basıp öptü.
Anasının elinden kurtuluyor, o hızla çardağa çıkıp yatağa giriyor. Bunaltıcı bir
yaz gecesi… Gökte tek tük soluk yıldızlar, kocaman, testekerlek bir ay… Yatak ekşi
ekşi ter kokuyor. Yanına yönüne dönüyor. Sonra bir karar : “Sabaha kadar uyumam.”
Seviniyor. Sabahleyin, anası “Osman,” der demez, hemen kalkıp boynuna sarılacak.
Nasıl da şaşacak bu işe anası! Yatağın içinde sevinçle hopluyor.
Sevinci bir an sönüverip, içine korku giriyor : “Ya uyursam.” Kendi kendine hep
yineliyor : “Uyumam. Uyumam, işte. Neden uyuyum? Ne var uyuyacak?”
Az sonra anası gelip yatağa, yanına uzanıyor. Okşuyor :
Osman hiç mi hiç ses çıkarmıyor. Anası kucaklayıp öpüyor. Osmanın içinden
ılık ılık bir sevgi, aşka, dostluğa benzer ağlatıcı bir şeyler geçiyor. Sabahı bekliyor.
Anası nasıl şaşacak. Aklı fikri, sabahleyin hemencecik uyanıp nasıl şaşırtacağında.
Gece yarısı, ay çoktan aşmış, ortalık gündüz gibi apaydınlık. Çardağın altında
yatan ineğin gevişi, dişlerinin gıcırtısı duyuluyor. Uyku iyiden iyiye bastırıyor.
Uyuyuverecek. Dişini sıkıyor. Kollarını ısırıyor. Ne yaparsa yapsın, uyku bir su gibi
dört yanını sarmış, boyuna yükseliyor. Kızıyor, sonra gülümsüyor. Kızıyor,
gülümsüyor.
Çocuğun başı yastıktan yana kaymış, boynu ipincecik, yüzü sarı. Çocuk soluk
bile almıyor. Küçücük yüzü, alacakaranlıkta hayal me-yal… Ana durup durup içini
çekiyor…
Çocuk bir ara bir kolunu çıkarıp dışarı atıverdi. Kol bir başparmak kalınlığında
ancak var. Derisi kemikten dökülecekmiş gibi kırış kırış… Ananın gözü kola takıldı
kaldı.
Kımıldadı. İki yanına sallandı. Çocuğun yanından kalktı. Ay, gölgesini huğun
sazlarının üstüne düşürüyordu. Ana hışımla, “uyandırmam” dedi. “Uyandırmam.
Acımızdan öleceksek de ölelim. Bir çocuğun çalışmasından ne olur?”
Gözleri incecik kolda. Şimdiye kadar, çocuğun bunca zayıf olduğunun farkına
neden varmadığına şaşıp kalıyor.
Kadın, okşar, yalvarır bir sesle : “Ne istersin çocuktan?” dedi. “Daha parmak
kadar. Kemikleri kırılacak, öyle ince işte…”
Koca huysuzlandı :
Kadın, mırıltı halinde, korka korka : “Kolu öyle ince ki…” dedi.
Çocuğun başına varıp durdu. Gönlü bu tüy gibi hafif çocuğu uyandırıp, bu
çatır çatır sıcakta, işe göndermeye razı olmuyordu.
Aşağıdaki huysuz ses : “Uyandır onu,” dedi. “At tokadı. Söz verdik Mustafa Ağalara.
Bu gece yarısı nereden çocuk bulurlar sonra?”
Kadın: “Herif,” dedi, “hiç yüreğim götürmüyor. Bir ince ki… Onun çalışması
bizi zengin mi edecek?”
Çocuk inledi. Yavaşça bir yandan bir yana döndü. Osmanım, yavrum! Gün
işiyor…”
Erkek sertçe merdivenlere atladı. Çardağa çıktı, hınçla çocuğun iki kolundan
tutup kaldırdı. Çocuk, bir tavşan yavrusu gibi, elinde asılı kaldı. Uyku sersemi
çırpınıyor, “ana ana” diye bağırıyordu. Adam çocuğu çardaktan aşağı indirip kadının
önüne atıverdi. Çocuk avlunun tozları içine serildi. Kadın çocuğuna baktı baktı:
“Allah kimsenin yavrusunu, kimsenin eline koymasın,” dedi. Çocuğu yerden hızla
kapıp bağrına bastı. Çocuğun gözleri kocaman kocaman açılmış, şaşkınlıkla
bakıyordu. Götürüp soğuk suyla yüzünü yıkadı.
“Can!”
“Osman…”
Osman koşa koşa gidip, arabaya atladı. Sevinçten taşıyor, türküler söylüyordu.
Ana, Mustafa Ağalara gündeliğe giden Zeynebi bir kenara çekip : “Kurban
olayım Zeynep, Osmanı kolla, çocuk… Bir deri bir kemik…” dedi.
Zeynep:
“Nasıl, Osman?”
“Yaşa, Osman!”
Osman seviniyor…
Derken, kıpkırmızı bir ateş yuvarlağını andıran güneş karşı dağların ardından
çıktı… Ekin saplarından, destelerden usul usul, incecik, gözle görülür görülmez bir
buğu yükseliyor. Gökte parça-parça ak bulutlar dönüyor…
Işıltılar iplik iplik sönüyor. Binlerce, yüz binlerce, birbirine dolanmış ışık
ipliği uçuşuyor. Destecilerin yüzleri toza bulanmış, yüzlerden oluk oluk ter süzülüyor.
Dört bucağa ateş düşmüş yanıyor.
Osman kararmış, yüzü biraz daha incelmiş, kocaman gözleri kısılmış…
Gömleğinden de ter fışkırmış…
Osman boyuna gökyüzüne bakıyor… Bir parça bulut… Bazen bir ak bulut
gölgesi, üstlerinde bir an kalıp geçiyor… Gözler bulut gölgesinin arkasında…
Canını dişine takmış Osman. Alttan yanıyor, tepeden yanıyor. Ciğerine kızgın
bir demiri sokuyorlar gibi…
Sıcak… Dünya kamaş kamaş… Göz açıp on metre ileriye bakılmıyor. Zeynep
deste yüklerken Osmana dönüp baktı. Baktı ki Osmanın bacakları zangır zangır
titriyor.
“Osman,” dedi. “Osman… Osmanım, böyle yaya gidip gelme. Seni atın üstüne
bindireyim.” Kaldırdı atın üstüne koydu. Osman atı sürdü. Daha bacaklarının
titremesi durmamıştı. At üstünde gitti geldi. Zeynep uzaklarda deste yapıyordu. Attan
atlayıp Zeynebe doğru yürüdü.
Zeynep :
“Bak,” dedi, “Zeynep teyze, ben büyürsem var ya, sana altın küpe alacağım.”
Sıcak boğucu… Yel esmiyor, ufacık bir fisilti bile yok. Atın üstünde Osmanın
bacakları ağrıdı. Tutmaz oldu. Neredeyse düşecek… Gözü dört bir yanı görmüyor.
Osman atı sürmüyor, at kendisi gidip geliyor. Derken öğle paydosu. Sıcağın altında
yemek… Kan gibi ılık su. Zeynebin tüm yalvarıp yakarmalarına karşın Osman ağzına
bir lokma ekmek bile koymadı. Boyuna su içti…
Zeynep akıl etti de başına bir kova su döktü. Çocuk ondan sonra artık
kendisine gelebildi. İşe kalkarlarken Zeynep: “Osmanım,” dedi, “sen git otur gayrı.
Atı başkası götürsün.”
Osman :
Sonra Zeynep gene su getirip başına döktü. Güneşe karşı durup gölge etti.
Osman neden sonra ayıldı. Akşama, iş paydos edilinceye kadar, Zeynebin koyduğu
destenin üstünde, bomboş gözlerle, bir topak olup çalışanlara baktı. Utancından başını
yerden kaldıramıyordu.
“Osmanım,” dedi, “bugün sen çok iyi çalıştın. Mustafa Ağa hakkını fazlasıyla
verecek…”
Osman canlanır gibi oldu. Tüm aile toplanmış, dışarda, kapının önünde yemek yiyor.
Ötede araba, arabaya bağlı atlar. Atlar başlarını taze ota sokmuş, hışırtıyla, sanki otu
sömürüyorlar. Ortalığı taze bir ot kokusu almış…
“Sen tarladan gelince eve gitmedin mi yoksa deli oğlan? Anan seni şimdi arar,
merak eder.
Mustafa Ağa: “Bakın hele şu bana, Osmanın hakkını vermeyi unutmuşum…” dedi,
kesesini çıkarıp Osmana bir yirmi beşlik uzattı. Osman kaşla göz arası parayı kaptı.
Bir “Aloooş…” çekip, fırladı.
“Al!..” dedi.
( YAŞAR KEMAL)
PARASIZ YATILI
- Sen çıkınca işin bitip, gene yürüyerek iner, Mısır Çarşısı'ndaki beğendiğimiz
börekçi var ya, kanarya kuşları olan, orda öğle yemeğimizi yeriz. N'olacak kırk yılda
bir ziyafet. Onun için Cağaloğlu'na yürüyerek gidip gelmekten yorulmayız, değil mi
benim kızım? İstersek tatlı bile yeriz. Köprü'den de eğlene güle döneriz.
Çocuk o zamanlar üçüncü sınıftaydı. Önlüğü ağarık bir kara olmuştu. Kış
basmıştı. Bu, köşedeki kömürcüden kömür alma günlerinin başlamasıydı. Mangal
yakmayı öğrenmişti. Kapıda ilk çırayı ateşleyip kömürleri dikine onların üzerine
yerleştiriyordu. Boruyu koyunca çıtırtılar başlıyor, küçük kıvılcımlar çevreye
saçılıyordu. Kömürler kızarıp ateş olmaya dönünce her şeyi -arka sırada oturmayı,
Kızılay Kolu'ndan yemek yemeyi, ulusal bayramlarda şiir okumamayı- ilk yalazların
maviliği bitene dek bekliyordu sokak kapısında. Odalarına mangalı aldığında ürktüğü
şeyler yok oluyor, eski ceviz masalarında -annesinin en onurlandığı eşyalarıydı-
çalışmaya oturuyordu. Mangalın o harlı halini çok seviyordu. Annesi korları
küllemenin gerektiğini, çünkü bununla ancak ertesi güne ısınacak ateşleri
kalabileceğini söylerdi. Külleri güzel, parlak korların üstüne kapayıp birini -en
kızılını, en mavi olanını açıkta bırakırdı-, derslerinden ara verip mangala baktığında
sıcacık duran tek kor, odanın sığınma olanağını artırırdı. İşte o, "hastabakıcı olursun"
dedikleri gün annesi kapıyı açıp girdiğinde birşey değişmişti. Çünkü annesi bilmediği,
görmediği haller içindeydi. Konuşmasıyla, dışarının arı havasıyle dolduruvermişti
odayı.
- Alıyorlar beni, bir iki güne kadar başlıyorum. Başhemşireye çıktım, iriyarı
bir kadın. Bir bir sordu. "Daha önce çalıştın mı? Kocan ne zaman öldü? Bu iş dur
durak bilmez, fazla marifetli olmak lazım değil, çalışkan olmak gerek, yatak
düzeltmeyi, tükürük hokkalarını dökmeyi, ördekleri temiz tutmayı becermek yeter.
Belki zamanla hastaların ateşini alacak kadarbaşarılı olursun. Haftada iki gün izinli
çıkarsın, pazar gecesi dönersin. Çocuğun var mı? Bırakacak kimsen yok ha? Kendini
yönetir, uslu diyorsun. Ama küçükmüş, hiç sınıfta kalmadı mı? Aferin ona. Genç
güzel kadınsın. Burada oluru olmazı bulunur. Ciddi ol. Birşey denirse senden bilirim.
Malum, kancık köpek kuyruk sallamadıkça hikayesi. Boya filan da istemez.
Kendinden mi yanağının, dudağının rengi. İşte bilmem artık. Doktorlardan, şundan
bundan yakınmak yok. Bir işte kalıcı olmak isteyen başta gelenlerine uyar. Uykun
hafif mi?" Düşün bir iş bulduk artık. İlk parayla bir çeki kömür alacağım. Sana da
lastik çizme. Belki izinli geldiğim günler sinemaya bile gideriz, hiç belli olmaz.
İşimizi iyi yaptıktan sonra kim ne diyebilir? Çıkıp ev sahibine haber vermeliyiz. Artık
akşamları yoğurt alırken sokak kapısını hızlı çarpmasın. Dedim ya biz çalıştıktan
sonra... Uykum da hafif. Bölük pörçük uyumaya alıştım yıllardır...
Annesi işe başlayınca onun ismi "bizim hastanedeki işimiz" oldu. İlk evden
ayrılacağı gece tahin helvası aldılar bakkaldan. Peynirle tükenmez yaptılar,
masalarına mavi çiçekli muşambalarını serdiler. Bu muşamba eve babasının yaşadığı
günlerdeki düzenden kalmış, ferahlığın, korkusuzluğun anısıydı. Niçin babasını hep
yaşayacak sanmışlardı? O da ölecek gibi görünmüyordu. Öyle dürüst öyle kesin bir
adamdı ki ölümün sinsiliği ona hiç gölge düşürmemişti. Evine her gece ekmek alıp
gelen bir erkeğin yokluğu, sessizlik olup yerleşmişti odalarına. "Yaşlı da değildi",
demişti annesi. Hiç sekiz yaşında bir çocuk babasız kalır mı? Muşambalarını annesi
gereksiz yere bir iki kez silmişti. Tükenmez tabağındaki peynirlerin cızırtısı
dinmemişti. Tahin helvasının şekeri gevşemiş, pürüzleniyordu.
Ev sahibiyle konuştum. Hiç korkma, geceleri oda kapısını kapa sıkıca uyu. O
sabah namaza kalktığında seni, kapıyı vurup uyandıracak. "Çocuktur", dedim. "Çocuk
uykusu doyumsuz olur, kalkamaz kendi kendine." Her sabah helvayla ekmek yersin.
Çay zaten sevmiyorsun. Elim yanıyor,diyorsun. Okuldan gelince mangalımızı yakar
sıcacık oturursun. Gece kapağı ört ateşe. Ha benim kızım, sakın unutma. Benim
aklımı evde bırakma. Sen akıllı kızsın. Geceleri hiç korkma. Dedim ya ev yalnız
değil. Sen korkak değilsindir. Bak sana neler alacağım.Ağır hastalara özel yemek
çıkarmış, onlardan kalan tavuklar falan olurmuş haşlanmış. Sarıveririm pakete, gizli
değil ha, zaten dökülüyormuş. Ziyafet çekeriz kendimize.
- Ben o yemekleri istemem anne. Yalnız hani, "Ördekleri temiz tutmak lazım",
demişti ya, o kadını, ördeklerini anlatırsın bana.
- Şort, lastik pabuç, soket çorap beyaz olacak. Beyaz fanila bluz gerek. İki tane
olursa daha iyi. Terleyince değişmel için. Yürüyüşte 23 Nisan, 29 Ekim herkes çiçek
gibi olmalı, düzenli, bakımlı. Ben, yapamadık anlamam. İstedikten sonra, istemek
yeter. Yardım kolundaki çocuklarımız için de düşündüklerimiz var tabii. Ama bunu
daha elzem giyim eşyalarına ayırmak kararındayız. Önlükle katılacaklar. Önlükler
gıcır gıcır ütülü. Kızlarda tafta kordela. Temiz, tertemiz olmalı herkes. Her Türk
çocuğunun görevidir temiz olmak. Ne diyorum size? Dişler hergün ovulmalı.
Kulaklarda sarı topak kirler görürsem ağrıdı, akıntı yaptı anlamam yersiniz cetveli.
Annesinin sırtına sarılmıştı. "Her dediğini yaparım anne, sen üzülme. Zaten
öğleleri okulda yemek yiyorum. Aklın bende kalmasın." Annesi hiç kıpırdamamıştı.
Uyumadığı belliydi. Bedeni rahat, gevşemiş değildi. Annesinin ısıtan kokusunu
duymak için iyice sokulmuştu sırtına. Geceyi dinlemişti uzun süre. Uyumak
istemiyordu. İlk kez gecenin uzunluğunu öğrenmeye başlamıştı.
Sabah kalktığında kapı vuruluyordu. Annesi yoktu. Okul önlüğü, kalın iplik
çorapları, yün hırkası düzenli iskemledeydi. Dışardan vurulan kapının sesiyle
uyandığını anlayınca kalkmış "Halida'nım teyze", diye seslenmişti. Ev sahibi kadın
helaya -aynı helayı kullanırlardı- kovayla su döküyordu. Giyinip masanın başına
oturmuştu. Kış aydınlığı patiska perdelerden geçip köşeli, üşütücü yayılmıştı. Okul
çantasını alıp odadan çıkarken -hiçbirşey yememişti o sabah- gerisin geri dönüp
iskemleye oturmuştu. Sonra da sessiz ağlamaya başlamıştı.
- Sen pekiyi ile bitirdin okulu. İlkokulu yoksul bir çocuğun pekiyiyle bitirmesi
kolay iş değil. Parasız yatılı okullarına alıyorlarmış sizleri. Öyle dediler bana.
Muhtarlıktan fakirlik ilmuhaberi çıkarırken tanımadığım bir kadın, "Ben de oğlumu
zabit okuluna sokacağım ama kefil istediklerini, bir malı rehin göstermek lazım
olduğunu söylediler, çaresizlendim hanımcığım", dedi. Mal kim? Biz kim? Malımız
olsa yüzsuyu döker miyiz el kapılarında? Bizim için olmaz öyle şey. O kadın doğru
bilmiyor. Halkağıdını aldığım gibi çıktım. Kimselere de danışmadım hiç. Zabit
okulları pahalıdır.Yok silahtı, yok zabit elbisesiydi di mi ya? Hem canım sormadım.
Gerekmez de. Sen gir bugün imtihana, her sorduklarını çatır çatır bileceksin. Gerçi
binlerce öğrenci katılıyormuş, aralarından yüz elli kişiyi alıyorlarmış. Gene de sen
kazanacaksın, gör bak... Benim akıllı uslu kızımsın. İsterlerse öyle mal mülk gibi
birşey, ben derim ki, ne gerek? Benim kızım kalmaz sınıfta. Devlet masrafına ziyan
vermez. Bunları okulun müdürüne, böyle bir bir anlatırım. Hemen anlar. Hem canım o
da bizim gibi bir insan. "Benim kızım yıllardır yalnız uyanır sabahları." derim. "Hiç
şımardığı olmamıştır kimseye. Bir gün bile çatırtısı duyulmamıştır", derim. "Sanki o
çocuk olmamıştır", derim.
Sınavların yapıldığı okul karşı yöne düşüyordu. Yeniden geçtiler caddeyi, ürke
ürke. Ara sokaktan yürüdüler. Yüksek bir duvarın yanındaki kapıda durdular. Okulun
öğrenci giriş kapısıydı bu. İçerden uğultular geliyordu. Yağmur taş duvarların
arasından çıkan aykırı yeşillikleri patlatmıştı.
Hademe giyimli bir kadın onlara doğru yürüdü, taşlı yoldan. Bezgin, alışık
bakışlarıyle, anne-kızın üstünden dışarda bir şeye bakıyordu.
Çocuk annesinden ayrıldı. Kıyısı duvarlı taş yolda yürümeye başladı. Hademe
kadın, görmedikleri bir iskemleyi görmedikleri bir çatının oraya çekip oturmuş, yün
örmeye başlamıştı.
(FİRUZAN)
BİR KAVAK VE İNSANLAR
İhtiyar, elinde tespihi, her akşam onun altında oturur, denizin aşağıda kumluğu
tatlı tatlı yalayışını seyrederdi. İşte şimdi mezarını o kavağın yaprakları gölgeleyecek,
yine dalgalar ayak ucunda o çok sevdiği besteyi söyleyecekti.
Böylece yaz geçti, güz geçti, kış geçti, bahar geçip de mayıs güneşi bir genç
kızınkine benzeyen ılık nefesini tabiata hohlayınca bademler birden beyazlara
büründü, kırlar kokularını süründü, deniz anide duruldu, o sakin mavisini yeniden
buldu. Bu arada ihtiyar kavak da tomurcuklanıp yaprak açmıştı.
Kavakta şimdi o nebatlara mahsus görünüşten fazla bir şey, âdetâ insanlara has
bir şey , nasıl söylemeli, sanki bir nev'i hüviyet belirmekte idi. Kadınlardan biri
"İhtiyar" diye haykırdı. "İhtiyara benziyor kavak."
Gerçekten de kavak, sanki altında yatan ihtiyarın bütün özünü kökleriyle emip
gövdesine geçirmişe benziyordu. Şekil itibariyle yine aynı ağaçtı belki, fakat insan
ona bakarken o uzun kametli, zayıf ihtiyarı görmüş gibi oluyordu.
Yapraklarıyla şimdi bir başka yeşil görünüyordu. Daha munis, daha sıcak,
âdetâ gülümseyen bir yeşil. Rüzgârdan hışırdayışları bile bir başka türlüydü. Ağaç,
yapraklarıyla dile gelmişti sanki. Durgun havalarda bir fısıldayış, rüzgârda mırıldanış,
fırtınada ise homurdanış halini alan bir şeyler anlatmak istiyor gibiydi. Ne söylediği
anlaşılamıyordu gerçi. Fakat onu tanıyanlar bu ısrarlı hışırtılarda ihtiyarın sesini,
konuşma tarzını, hatta cümle yapısını bile tanımakta güçlük çekmiyorlardı.
Tevekkeli orada gömülmek istememişti. Adam işte ne yapmış yapmış, ruhunu ağaca
verip kendini o çok sevdiği yer yüzüne atmanın bir yolunu bulmuştu. Hem böylece
tabiatı daha yakından, olanca haşmetiyle tadabilecekti artık. ;Nitekim şimdi sağlığında
iken yapamadıklarını yapıyor, nezle bronşit korkusu olmaksızın göğsünü yaz
yağmurunda ıslatıp rüzgârında kurutuyordu.
Kuşlar şimdi gelip yüzüne gözüne konuyor, bulutlar bazen alçalıp alnından
öpüyorlardı. Onun ölümünden beri boyunları bükük duran çiçeklerse başlarını otların
arasından çıkarıp yine eskisi gibi keyifli keyifli sallanmaya başladılar. Hatta öyle ki
deniz bile, o karada olup bitenlere bigane deniz bile, bu işe pek sevinmiş, şimdi
kumsalda beyaz köpüklerini göstere göstere gülüyordu. Fakat hangi saadet ebede
kadar sürmüş ki? Bir sabah yapraklarındaki çiğ damlalarını silkeleyip kurutan kavak,
az ötesinde birtakım insanların eğilip kalkıp yerleri ölçtüklerini gördü.
Adamlar öğle vakti gelip onun altında oturdular. Elindeki plânlardan mimar
olduğu anlaşılan bir tanesi, üç katlı ensesinden mal sahibi olduğu anlaşılan bir
başkasına: "Makine dairesi şurada olacak, labâratuvarlar beri yanda kurulacak,
lojmanlar ise garp cephesine rastlayacak." diye izahat veriyordu.
İlkin sahile bire iskele kurdular. Malzeme deniz yoluyla daha ucuza
nakledilebilecekti. Sonra bir mendirek inşa edip denizle sahilin alâsını kestiler.
Dalgalar artık suları tatlı tatlı okşamaz olmuşlardı. Mendireğin içinde kalan
miskin ölü sulara ise deniz demeye bin şahit isterdi. Sade deniz mi ya, çiçekler de
vaziyetten şekvacıydılar. Papatyalar kurumdan simsiyah oluyorlardı. Gelinciklerin
kırmızısı ise isli çatana bayraklarına dönmüştü.
Kuşlar küsüp, deniz susup, çiçekler de solunca kavak öksüze döndü. "Bir
yıldırım gelse de, beni de yok etse bari!" diye kötü kötü düşündüğü oluyordu. Fakat
yıldırıma hacet kalmadı. Bir sabah, daha uykuda iken belinde keskin bir testere sızısı
ile uyandı. Ve neye uğradığını anlamadan yan üstü böğürtlenlerin üzerine devriliverdi.
Böylece yaz geçti, güz geçti, kış geçti, her yıl olduğu gibi bahar bir genç kız
misali etekliğini kaldırıp sıcak rayihası ile yine kırların üzerine çöküyordu. Gezici
kuşlar gittikleri yerlerden döndüler. Böceklerle kurtlar saklandıkları yerlerden çıktılar.
Papatyalar tavada yumurta gibi ortalığı sarı ile beyaza boyadı. Ve gelincikler bir yıl
evvel fabrika kurumundan solup giden cetlerine inat, kıpkırmızı açıyordular.
Buna sade köylüler, kuşlar, çiçekler değil, tersine çevrilmiş kahve fincanlarına
benzeyen izolatörler bile şaştılar. Fakat fazla yağlarını eritmek için karısı ile yürüyüşe
çıkan fabrikatör onu bu halde görünce küplere bindi. "Vay namussuz" diye haykırdı.
"Bu, o devirdiğimiz kavaktan yapılan direk değil mi? Görüyor musun hanım, bana
inat yapıyor. İnan olsun bana inat yapıyor." Köylüler, her ne kadar "değildir beyim;
bu, o kavak değildir." dedilerse de fabrikatörü teskin edemediler. Adam fena halde
kızmıştı. "Yaprak açan telefon direği nerede görülmüş." diye feryat ediyordu. "Olacak
rezalet mi bu? Bari bundan sonra teller de meyve versin. Biz burada mesaiden iktisat
etmeye bakıyoruz. Bu direk kalkmış dal budak salıyor. Bütün direkler dal sürecek olsa
budamaya adam mı yeter?" Sonra maiyetindeki mühendislere dönüp: "Kesilsin" diye
ferman etti. Derhal merdivenli otomobil geldi. Adamlar tellerle izolatörleri bir başka
direğe aktarıp yapraklısını yere yıktılar.
Fabrikatör bir balta kapmış, direğin kök bağlamış ziftli kısmına, yaprak açmış
dallarına vuruyor, vuruyordu. Hırsını bununla da alamadı. direği adamlarına kuşbaşı
doğrattı. Bu parçaları dahi ortada bırakmaktan korkuyordu. Ne olur ne olmaz, bir
dahaki bahar yine kim bilir ne madik oynardı. Direğin enkazını orada, gözünün
önünde bir güzel yaktırdı ve külleri toplatıp denize attırdı. Gerçi ihtiyar kavak şimdi
de dalgalara karışıp sahile vurabilir, buhar olup yağmur tanesi şeklinde yine sevdiği
kırlara yağabilirdi. Fakat fabrikatörün aklı o kadar incesine pek ermiyordu. Bu itibarla
memnun ve mesrur ellerini yıkayıp dairesine mayonezli levrekle fasulye pilâkisini
yemeğe gitti.
O gece çiçekler sabaha kadar kan ağladılar. Kuşlara gelince , onlar da ilkin ah
ve vah ettiler ama sonra baş başa verip bu harekete bir misilleme çaresi aradılar.
Canı tatlı bir saksağan: "Herifler dişlerine kadar silâhlı!" dedi. "Toptan gitsek
hepimizi vururlar."
Tecrübeli baykuş: "Bir fedai seçeriz" diye teklif etti. "İçimizden biri."
Daha sözünü bitirmemişti ki ihtiyarın avucundan yem yemiş bir ibibik kuşu
"Ben giderim" diye atıldı. "Yarın zaten fabrikanın açılış töreni var. Ben hepinizin
intikamını alırım, icabederse bu uğurda seve seve ölürüm."
Ertesi gün, daha sabahın erken saatinden, fabrikada bir faaliyettir başladı. Her
pencereden bir bayrak sarkıyor, her tarafta allı morlu, yeşilli beyazlı kurdeleler
dalgalanıyordu. Bacalar bile gemi direkleri gibi flamalarla süslenmişti. Bir bando
durmadan marşlar çalarken, hususi otomobiller de davetlileri getirip getirip anfiteatr
şeklinde hazırlanmış tribünlere bırakıyordu.
Bir ara bando durdu, ses kesildi ve ön sırada oturan tıkız fabrikatörün ayağa
kalkıp önüne mikrofonlar yerleştirilmiş kürsüye doğru ilerlediği görüldü. Adam ağır
ağır basamağı çıktı. Notlarını önüne açıp "öhö öhö" diye sesini ayar etti, sonra: "Sayın
vekil Bey, muhterem davetliler" diye söylevine başladı.
Saklandığı pervazdan aşağısını gözleyen ibibik kuşu "İşte tarihi an geldi" diye
söylendi. Seke seke pervazın üzerinde ilerledi ve tam fabrikatörün dazlak başını nişan
alıp bir güzel pisledi. Gerçi, ibibik kuşu olmak sıfatıyla esasen çok kolay def'i hacet
ederdi fakat o, sadece bu kabiliyetiyle yetinmemiş, bu tarihi günün şerefine bir gece
evvelinden küf tutmuş kendir tohumu yiyip üzerine bol miktarda deniz suyu içmişti.
Bu itibarla sabah beri büyük sancılar bahasına katlandığı hamulesini şimdi durmadan
dinlenmeden aşağı boşaltıyordu.
Fabrikatör, çıplak başında şaplayan ilk damla üzerine gayr-i ihtiyari yukarı
baktığından ikinci üçüncü postaları yüzüne gözüne giydi.
Dinleyiciler ilkin bir şaşırdılar. Bir iki kadın davetli gülmesini tutamadı.
Cesaret alan öbürleri de makaraları koyuverdiler. Artık şimdi hepsi eğile kalka,
kasıklarını tuta tuta gülüyorlardı.Vekil Bey bile yüzü mosmor kesilmiş kahkahasını
mendilinde boğmaya çalışıyordu.
( HALDUN TANER)
KOLTUK DEĞNEKLERİ
Bana telaşla, "Sen otur." dedi. "Bilet ve pasaport işini yapıp hemen
geleceğim." Terminal tenhaydı. Alanı iyice görebilecek bir koltuk seçtim. Karşımda
bir çift, ayakta duruyordu Adam uzun boylu ve çok zayıftı. İçine fazlaca Fransızca
sokuşturulmuş bir Yahudiceyle bazı şeyler anlatıyordu. Kadın yarı ilgisi onda,
çevresini inceliyor, sonra dürtülmüş gibi dönüyor, aynı ses tonlu bir kelime dizisi
gürültü ile başlıyor ve son buluyordu.
Bir kısa süre için bile olsa, "Gitmesine üzülüyor muyum?" diye düşündüm.
Kesin bir cevap veremedim bu soruya. Yirmi yedi yıldır hareket etmeyen ayaklarımın
verdiği acıyla hissim doymuştu. Olan* la yetinmesini biliyordum. Ayrılmak zordu
ama ben bu uzun süre zarfında ümit etmemeyi de öğrenmişi tim. Bu, ancak
romanlarda bulunabilecek renkli ilişki bile bana ümit etmemek gerektiğini
unutturamamıştı. Zaman zaman, incecik ve derinden bir his, bir iğne acısıyla kendini
hissettiriyordu; ama düşüncem bu delişmen isteği daha yeşermeden yakalıyor,
yaşamasına, gelişmesine fırsat vermeden boğuyordu.
Hâlbuki o benim sakatlığıma önem vermez görünmüştü. "Bana kalp gerek." Demişti.
Şiirler söylemiş, misaller vermiş, ruhu ve eti birbirine karıştıran basit insan
davranışıyla alay etmiş, "Ben" demişti "Hiç elmas bir küpeyi mahfazasıyla takan bir
kulak görmedim."
Nasıl engindi hisleri, nasıl şekle ve ete yer yoktu kalbinde.
Kendimi yorgun hissettim birden. Hava teneffüsü zor bir şeymiş gibi geldi.
Taşınmaz bir ağırlık vardı omuzlarımda. Gururumdan aldım yürüme gücünü. Ağır
ama kararlı, gümrük bölümünün aksi yönüne sürüklendim.
(BAHAEDDİN ÖZKİŞİ)
DÖNÜŞ
Yol boyu kavak ağaçları, köprü, yokuş yukarı dar sokak. Sokağın bitiminde
kediyi gördüm. Yıkık bahçe duvarından duta tırmandı, oradan da çatıya. Baktım baca
tütüyor. Rüzgarla savrulan külrengi, yoğun bir duman. Kedi dumana girdi çıktı,
kiremitlerin arasında kayboldu sonra. Bahçe kapısının önünde durdum. Girsem yol
bitecek. “Ömür biter yol bitmez” Kentlerin otellerin duvarlarında yazılıydı. Bir
geminin beyazında, trenlerin, uçakların alnında. Bekleme odalarında, gar saatlerinde,
kamyonların otobüslerin ön camlarında yazılıydı. Ya da tanıdık bir ses hep bu
cümleyi fısıldadı kulağıma: “Ömür biter yol bitmez”
- Döndün demek.
- Döndüm.
- …….
-……..
Doğru bu son olsun artık. Bir daha gitmem. Bunca yalnız kalacağını, böylesine
kocayacağını bilemezdim. İste çürüyüp gidiyor her şey. Ben buradayken de soğuk
vururdu ağaçlara. Bahçeyi ayrık otlar kaplar, sarnıcın suyu çekilirdi. Ama simdi ne
tuhaf… İlkyaz hiç gelmemiş gibi. Sanki kırkikindiler hiç yağmamış. Toprak kurumuş,
cılız yapraklarda belli belirsiz bir ürperme. Rüzgar yağmur getirmiyor anlaşılan.
Dallara su yürümüyor. Ne tuhaf… ev terkedilmiş gibi. Koltuk örtüleri kaldırılmamış,
sedirin ustu bir karış toz. Duvardaki musaffa da uzun suredir el değmemiş. Yani
başından hiç ayırmadığın çalar saat bile durmuş. Kirli duvarlar, odalar, bahçeye inen
merdiven, tahtaboşun sessizliği… her şey her şey bir eski zaman düşünde. Gözlerine
uzak bir yalnızlık inmiş. Yoksun sanki, oturduğun bana baktığın yerde değilsin.
Sevecenlikle bakmıyorsun. İlk kez, yıllardır ilk kez pencereden ayırıp oğluna
yönelttiğin bakışların donuk, yaşamsız. Biraz gülümsesen duvarların beyazı geri
gelecek yine. Saatin tik takları sofayı dolduracak. Sedirin, musafin tozu yok olacak bir
anda, dallara su yürüyecek . Ama gülümsemiyorsun.
Beklediğin ben değilmişim demek. Doğru sen bir başkasını bekledin. Bahçede
dutun gölgesinde dizlerine yatırıp salladığın, gece üzerini örtüp duasını karanlığa
üflediğin çocuğu, konuk odasının duvarındaki fotoğrafta gülümseyen delikanlıyı
bekledin. Çünkü yakınlarının, özellikle de kocanın ölümünden sonra, onunla
yapayalnız kalmıştın bu ahşap evde. Yaşamın, onun yaşamıydı, onun varlığından
ibaretti dünyan. Gün onunla başlıyor gece onunla bitiyordu..Oydu yaşadığın. Bir gün
ardından bakır maşrapayla su döküp Paris’e yolcu ettiğin delikanlıyı, seni bırakıp
giderken sarsılarak ağlayanı bekleyecektin elbet, yıllar sonar Alaaddin’in sihirli
lambasından çıkmış gibi karşında beliriveren , sakallı ve yorgun adamı değil.
-…….
-…….
Kapıyı açıp bahçeye girdim. Umduğum kadar bakımsız değildi. Her şey eski
yerinde: dut ağacı, tas duvar, köşede kullanılmayan sarnıç. Toprak kokusunu içime
çekince heyecanım yatıştı biraz. Gövdem rahatlayıp gevşedi. Tam sırasıdır. Simdi
çıkmalıyım sofaya, hemen simdi. Kaç yıl oldu .. kaç yıl oldu seni görmeyeli, sofanın
tahta döşemesine ayak basmayalı kaç yıl oldu! Gece üzerimi örtmeye gelirken döşeme
ayaklarının altında gıcırdardı. Sarsıldığını duyardım evin. Duvarlar, pencere camları
titrer, karanlık çoğalırdı. Sen odaya girince ansızın duruverirdi her şey. Karanlık
uzaklaşır, yüzünde dünya ışırdı. En derin en güzel uykuyu sen duanı okuyup karanlığa
üfledikten sonar değil, bir yaz günü dizlerinde tattığımı söylemeliyim sana . Dutun
serin gölgesinde, sarnıç uğuldarken. Şimdiyse yaşadığım kentler uğulduyor içimde.
Sana bugün de söylemek isteyip de bir türlü söyleyemediklerimi ilk suçumu ilk
cezamı yaşamımdaki tüm “ilk”leri anlatmalıyım. Yanına varıp gördüğüm kentleri
tanıdığım kadınları her şeyi bir solukta söylemeliyim.
Bahçede fazla oyalanmadan yukarı çıkıp kapı tokmağını vurduğumda tuhaf bir
sessizlik oldu. Bir sure bekledim. Karşılık gelmeyince yeniden çaldım. Yine ses yok.
Yumuşak tüylü bir yaratığın ayak bileklerime süründüğünü duyumsadım o anda.
Baktım kedi. Kediyi görünce bacadan tüten dumanı anımsadım. Bu kez var gücümle
vurdum tokmağı. İçerde bir kıpırdanma oldu. Döşemenin gıcırdadığını duydum. Kapı
açıldı. Karşımda başörtülü yaşlı bir kadın.
- Kimi aradınız
- ……..
- …….
İçeri daldım, sedirin üstü bomboştu.
Sedire çöktüm. Yıllarca beni beklediğin pencereden vuran ışıkta sofa sessizdi.
( NEDİM GÜRSEL)
ESKİCİ
Vapur rıhtımdan kalkıp tâ Marmara'ya doğru uzaklaşmaya başlayınca yolcuyu
geçirmeye gelenler, üzerlerinden ağır bir yük kalkmış gibi ferahladılar:
Zaten babadan yetim kalan küçük Hasan, anası da ölünce uzak akrabaları ve
konu komşunun yardımıyle halasının yanına, Filistin'in ücra bir kasabasına
gönderiliyordu.
Hasan vapurda eğlendi; gırıl gırıl işleyen vinçlere, üstleri yazılı cankurtaran
simitlerine, kurutulacak çamaşırlar gibi iplere asılı sandallara, vardiya değiştirilirken
çalınan kampanaya bakarak çok eğlendi. Beş yaşında idi; peltek, şirin konuşmalarıyle
de güverte yolcularını epeyce eğlendirmişti. Fakat vapur, şuraya buraya uğrayıp bir
sürü yolcu bıraktıktan sonra sıcak memleketlere yaklaşınca kendisini bir durgunluk
aldı: Kalanlar bilmediği bir dilden konuşuyorlardı ve ona Istanbul'daki gibi:
-Hasan gel!
-Hasan git!
-Ruh ya Hassen...
Derlerse uzaklaşıyordu.
Artık anadili büsbütün işitilmez olmuştu. Hasan, köşeye büzüldü; bir şeyler
soran olsa da susuyordu, yanakları pençe pençe, al al olarak susuyordu. Portakal
bahçelerine dalmış, göğsünde bir katılık, gırtlağında lokmasını yutamamış gibi bir sert
düğüm, daima susuyordu.
Fakat hem pür nakıl çiçek açmış, hem yemişlerle donanmış güzel, ıslak
bahçeler de tükendi; zeytinlikler de seyrekleşti.
Hep sustu.
Evin avlusuna sırtında çuval kaplı bir yayvan torba, elinde bir ufacık iskemle
ve uzun bir demir parçası, dağınık kıyafetli bir adam girdi. Torbasından da mukavva
gibi bükülmüş bir tomar duruyordu. Konuştular, sonra önüne bir sürü patlak, sökük,
parça parça ayakkabı dizdiler. Satıcı iskemlesine oturdu. Hasan da merakla karşısına
geçti. Bu dört yanı duvarlı, tek kat, basık ve toprak evde öyle canı sıkılıyodu ki...
Şaşarak eğlenerek seyrediyordu: Mukavvaya benzettiği kalın deriyi iki tarafı keskin
incecik, sapsız bıçağıyle kesişine, ağzına bir avuç çivi dolduruşuna, sonra bunları
birer birer, Istanbul'da gördüğü maymun gibi avurdundan çıkarıp ayakkabıların altına
çabuk çabuk mıhlayışına, deri parçalarını, pis bir suya koyup ıslatışına, mundar
çanaktaki macuna parmağını daldırıp tabanlara sürüşüne, hepsine bakıyordu. Susuyor
ve bakıyordu.
Eskici başını hayretle işinden kaldırdı. Uzun uzun Hasan'ın yüzüne baktı:
-Istanbul'dan geldim.
Eskicide saç sakal dağınık, göğüs bağır açık, pantalonu dizlerinden yamalı,
dişleri eksik ve suratı sarı, sapsarıydı; gözlerinin akına kadar sarıydı. Türkçe bildiği ve
Istanbul taraflarından geldiği için Hasan, şimdi onun sade işine değil, yüzüne de
dikkatle bakmıştı. Göğsünün ortasında, tıpkı çenesindeki sakalı andıran kırçıl, seyrek
bir tutam kıl vardı.
Asıl konuşan Hasan'dı, altı aydan beri susan Hasan... Durmadan, dinlenmeden,
nefes almadan, yanakları sevincinden pembe pembe, dudakları taze, gevrek, billur
sesiyle biteviye konuşuyordu. Aklına ne gelirse söylüyordu. Eskici hem çalışıyor,
hem de, ara sıra "Ha! Ya? Öyle mi?" gibi dinlediğini bildiren sözlerle onu
söyletiyordu; artık erişemeyeceği yurdunun bir deresini, bir rüzgarını, bir türküsünü
dinliyormuş gibi hem zevkli, hem yaslı dinliyordu; geçmiş günleri, kaybettiği yerleri
düşünerek benliği sarsıla sarsıla dinliyordu.
-Gidiyor musun?
Eskici başka söz bulamamıştı. Bunu işiten çocuk hıçkıra hıçkıra katıla katıla
ağlamaktadır; bir daha Türkçe konuşacak adam bulamayacağına ağlamaktadır.
Fakat bütün bu eşyayı nereye taşımalı? Şu kat kat apartmanların hangi katı
benim olabilir? İlerliyorum...
Bir kunduracının camekanında yanlara doğru kaçışmış gibi duran, kimi kapalı,
kimi daha dekolte, bütün mahremiyetleri ile kadın terlikleri, bütün bir ev hayatını
hayal ettiren terlikler...
Sonra, beni sevecek kimse çıkmasa bile, haberiniz yok mu, yeni bir şiir
kitabım intişar etti, bu kitap pekala bana şair dedirtebilir ve kimbilir, zaman gelir,
edebiyat tarihçisi, bu kitap intişar ettiği zamanki fotoğrafımı arayabilir. İstikbalin
nefis kağıtlı bir edebiyat tarihinin sayfaları arasından bütün gençliğimle tebessüm
edebilirim. Evet, evet, hiç olmazsa genç değil miyim, ağarmış saçlarımla, biraz bezgin
duruşuma bakmayın, nüfus tezkerem yanımda, buyurun, ben daha genç sayılırım. Ve
sırf genç olmam, benden isteyeceğiniz tebessümü dudaklarımda yaratabilir.
Sonra, yeni evliler, yan yana dururlarken, sevinçten, hazdan titredikleri adeta
hissedilen, çiçekler içinde yeni evliler. Bütün şu delikanlılar hep evlenmişler, saadet
duymuşlar ve mekteplerini bitirdikleri zaman fotoğraflarını çekmiş olan fotoğrafçıya
koşup, işte evlendik, bu sefer de evlenme saadetini tadıyoruz, yeni fotoğrafımızı
çekin, demişler.
Sonra, pürüzsüz, uzun bir evlilik hayatının en güzel bir noktasında, belki bu
izdivacın bir senei devriyesinde, birkaç yaşına gelmiş çocukları ortalarında resim
çektiren eski evliler. Kadın biraz şişmanlamış, erkeğin alnından doğru saçları
seyrekleşmeye başlamış, karşı duvarda asılı bir yeni evliler fotoğrafına bakarak
gülümsüyorlar. Burada her şey, herkes birbirine gülümsüyor. Hiçbir ihtiyar, hiçbir
çirkin, hiçbir düşünceli insan resmi yok. Sanki bu fotoğrafhaneye sevinçsiz hiçbir
insan ayak atmamış. Yahut fotoğrafçı, bir muvaffakiyet sırrı olarak, makinesinin
karşısında candan gülümseyemeyecek müşterisinin fotoğrafını çekmemiş.
Ben önde, o arkada, çiçek ve lavanta ile karışık bütün bir saadet kokusunun
dalgalandığı atölyeye girdik. Gösterdiği sandalyeye oturdum. Makinenin arkasına
geçti, örtünün altında yüzü kayboldu, yalnız ara sıra sesini işitiyorum:
- Tabii durun!
- Kendinizi sıkmayın!
Bunu ihtar etmesine hacet yoktu, ben buraya zaten sevinçli düşüncelerle
gelmiştim. Şimdi burada çekilecek fotoğrafı belki bir gün sevgilim çantasında
taşıyacak... Belki bu resim...
Evet, zorla tebessüm ne kadar çirkindir! Zaten benim zorla gülmeye ihtiyacım
yok. Şu adesenin arkasından bütün bir ebediyet bana bakıyor demektir, ben de bütün o
ebediyete, bana hayran kalacak bütün o müstakbel nesillere büyük bir şair gibi biraz
mağrur, biraz yüksekten, sadece tebessüm edebilirim.
Çok mu fazla kendini beğeniş? Çok büyük, hatta gülünç bir iddia mı? Doğru!
Benim esasen hayatta hiçbir iddiam olmadı ki!.. Bu çıkacak fotoğrafımın daha küçük,
daha mütevazı bir vazifesi olabilir. Belki, dinimin bana vaat ettiği en yüksek
mertebeye erişir, belki bir gün şehit düşerim. Belki o zaman bu fotoğrafımı, bazı
mecmualar, diğer şehitlerinkilerle beraber, basarlar. Belki mektebim, verdiği şehitler
arasında benim de bu resmimi müzesinin bir köşesine asar. Belki sadece ölüp giderim.
O zaman da bu fotoğrafım hayatta kalmış birkaç akrabamın, birkaç vefalı arkadaşın
beni anmalarına vesile olur. Onlara, şimdiden şükran ve dostluk tebessümlerimi
göndermeliyim.
Fakat şimdi böyle şeyler düşünmenin de sırası mı ya! Dünyada her insan az
çok bir felakete uğramış olabilir. Bunun için büsbütün kötümser olunur mu?..
Felaketler yerine saadetleri, ölmüşler yerine doğacakları, geçmişler yerine gelecekleri
düşünmeliyim. Hem...
Birden, fotoğrafçı siyah örtüsünü başından atarak doğruldu. Yüzü hatta biraz
terlemişti, ümitsiz bir tavırla:
Yusuf, titreyen elleriyle ılgınları araladı. Yarı kapalı, yumuk yumuk gözlerini,
büsbütün küçülterek nehrin iki kıyısını süzdü. Önünde bir bataklık, bulanık suların
ortasına doğru, bir yarımada şeklinde uzanıyordu. Yarımada, nehrin en derin bir
noktasına kadar yürümüştü. Yığın yığın sarı miller, yakıcı mayıs güneşinin altıda,
ıslak ıslak parlıyordu. Yusuf, bir zaman daha sulara, bataklığa baktı. Sonra birdenbire
kalbi durur gibi oldu. Bir an gözlerini yumdu. Açtığı vakit, iki damla, yaş, bembeyaz
sakalına yuvarlandı. Güçlükle iki üç adım daha attı; ılgınlardan kurtuldu. Sonra
dizlerinin bağı çözüldü. Oracığa, kumların üzerine çöküverdi. Titreyen ellerini
dizlerin dayadı. Ellerinin, dizlerinin sarsılması bir zaman sonra kesildi. Taştan bir
heykel gibi, nehrin bulanık sularına doğru uzanan bataklığa baktı kaldı.
Yusuf uzun zaman olduğu yerde, kılını bile kıpırdatmadan kaldı. Neden sonra
oğlu gelip yanına çökünce kendine geldi. Delikanlı, gözlerini dikmiş babasına
bakıyordu. Boğuk bir sesle:
“Ne işi varmış o yakada?” Yusuf’un yüzünden acı bir tebessüm uçtu:
“Mübarek bu mevsimde işsizliği hiç sevmezdi. Canı sıkılmış olacak. Huyu sarı
öküze benzemezdi…”
“Ölmüş ya…”
“Ulan bunu diri diri çakallar yemiş işte.” Delikanlı heyecanlandı. Şaşkın
şaşkın etrafına bakınmaya başladı.
“Ben, çok gördüm. Karşı yakaya yüzüp geçerim sanır fukara… Gözüne suyun
en dar yerini kestirir. Bataklıktan yürümeye başlar. Yürüdükçe de batar. Çıkayım diye
uğraşır batar; çıkamaz, battıkça batar… Çakal bu, şaka mı, fırsat gözler. Sürüyle
çullanırlar öküzcazın üzerine. Diri, diri, bağıra bağıra; gece karanlığında zavallının
karnını deşerler. Kıpırdayamaz, kaçamaz, böğürür, böğürür… Ta karnı delik deşik
oluncaya kadar… Ta geberinceye kadar işkence ederler. Sonra çamurların içine yığılır
kalır. Etraf aydınlanınca, iş kartallara, gördüğün gibi leş kargalarına düşer.” Delikanlı,
büsbütün hayretle açılan gözlerini bir babasına, bir bataklığa Koca öküzün yattığı yere
çeviriyordu. Bir kere daha..
Yusuf, kızdı:
“Gör işte… Ben çok gördüm. Lâkin benim öküzü yediklerini görmemiştim.”
“Belki de canından bezdi… Ben, bezmedim mi sanki… Öküz bu! Gitmiş, bile
bile çakallara teslim olmuştur…”
“Laf!...”
Bir zaman sustular. İlerde çamurların içinde yatan koca öküzün baş ucunda,
iki kartal, alçaktan dönüp dolaşıyordu. Hafiften esen rüzgar, leş kokusunu baba
oğulun burnuna kadar getiriyordu. İhtiyar toparlanır gibi oldu. Sakalını sıvazladı:
“Ne de olsa kötü ölüm bu.” diye mırıldandı, “ çamurlara yuvarlanıp batmak.
Çıkayım dedikçe batmak, çıkamamak… Düşmanlarına karşı kendini koruyamamak…
En sonunda gözlerine baka baka düşmanına kendini yedirmek… Hem de kime…
Çakal gibi ciğeri beş para etmez korkak bir düşmana! Tuh! Allah belâsını versin…
Bombok bir iş bu… Kırk yıldır ben de böyle battım ya… Başkalarının tarlalarında
işlemekten ben de bıktım. Koca öküz de… Hayvancağız benden akıllı, benden cesur
çıktı… Vazgeçti fukara, dünyasından…”
( SAMİM KOCAGÖZ)
Radyo’ya gittim uzun dalga bomboştu. Orta dalgada öyle… Uzun uzun
esnedim. Kısa dalganın parazitleri arasında bir mucize çıktı: Bu enfes bir kemandı ve
karımla, daha iki sevgiliyken dinlediğimiz bir…
– Hürrem.
– Efendim!
Ne var diye niçin soruyordu sanki? Ben onu güzel ve tatlı şeyleri
paylaşmaktan başka ne için çağırırdım?
-Hiç! Dedim. Hâlbuki aynı an içinde, saçlarını avuçlayıp yüzünü bu kadar geri
çevirmek ve ‘sen niçin o günkü gibi değilsin?’ diye bağırmak istiyordum.
Masanın üstü karmakarışıktı: bir tepside pirinç vardı; onu sabahleyin karşı
karşıya ikimiz ayıklamıştık. Sabah hava güzeldi, gezmeyi tasarlamıştık. Ötede
soyulmuş havuçlar duruyordu… Ve o bana bakmıyordu bile…
Umursamadan:
- Ne düşünüyorsun? dedi.
- Bırak artık, aklanmaksa bu kadar kâfi… Hayretle ona baktım. Sesim gayet
sakindi.
İzah ettim
- İnsanlar umumiyetle böyledir yavrum. Bilmedikleri şeyleri asla olmazmış
farz ederler. İlim zihniyeti işte bununla mücadele eder Tavada yağ cızırdıyor, o beni
ses çıkarmadan dinliyordu. Havuçların en güzelini seçerek devam ettim.
- Sen şimdiye kadar havuçlu pilav görmediğin için şimdi bunu olmaz
zannediyorsun.
Açık ela rengi iri gözleri çakmak çakmaktı. Güzel kaşlarının arasında incecik
bir çizgi belirmişti. Kasılı dudakları hafifçe titriyordu. Sesine korkunç bir tatlılık
vererek ilave etti:
- Şaşılacak şey! dedim. Buradan çıkarım da nereye gideyim o bana evin dünya
kadar geniş, uçsuz bucaksız olduğunu anlatmak istiyor; bense, belki de doğruluğunu
sezdiğim için, o da mutfaktan başka bir yer olabileceğini kabul etmek istemiyordu.
- Git! diye bağırdı. Biran durakladım. Niye gidecekmişim sanki… Ona bir
galibiyet vesilesi olsun diye mi? Nasıl olsa geri döneceğimden emin, göğsünü gere
gere ‘git!’ diye meydan okuyor.
Pilavı berbat etmişim. Sesi kulağımda yeniden belirdi. Fakat bunu söylerken
bir tuhaftı. Ben arkadaş falan istemiyorum bir kurt gibi yalnız olmalıydım; yalnız ve
yepyeni bir yaylada
– Pardon dedim, acele ile yanlış söyledim, sadece yetmiş sekiz çeşit. Bakın
istiyorsanız size isimlerini sayayım ama ne lüzum var değil mi? Çeşit çeşit limonlar,
renkleri ayrı sekilerli ayrı tatları ayrı limonlar.
–Rahmetli mi dediniz?
Adam kekeledi:
Artık ağlıyordum.
- Sarhoş! dedi.
- Biraz daha itina edilse fena olmayacak, dedi. Vakit bırakmadın ki dedim.
( TARIK BUĞRA)
OĞLUMUZ
Doğruldu. Kül rengi pencerenin önünde sadece bir gölgeden ibaretti. Fakat bu
gölgede, beraber geçirdiğimiz yirmi küsur yılın her gününden birşey vardı.
- Ne var?
- Geldi..
-İyi ya işte...
Hangi yarın?. Gökyüzü tatlı maviliğini bulmuştu bile. Gün, katılmak zorunda
olduğumuz gün, başlıyordu. Karım haklı. Bunun üzerinde durmak lâzım. Oğlum
yatağına daha yeni giriyordu. Ona, bu yaptığının ümitsiz bir isyan olduğunu
anlatmalıydım. Yataktan, birdenbire fırladım. Karım tel⺬landı:
Devam edemedi. Ona baktım: Gözleri allak bullaktı. Ah benim saz benizli, kır
saçlı bebeğim.
Ve o, uyumuştu.
Karlı bir şubat gecesi doğmuştu. Babamın kucağına verirken bir tuhaftım..
İsim ararken kamus bana ne kadar boş gelmişti. Ona, ışıl ışıl, kâinat gibi mânalı bir
kelime bulmak istiyordum. Sonunda Ömer dedik. Bu da ona yakışmıştı. Onu, tarihe
girmiş bütün Ömer'lerin başarı ve üstünlükle¬rine lâyık görüyordum.
İlk gülüş... İlk diş, ilk kelime, annesine doğru, genç, güzel ve mutlu annesine
doğru ilk adım.
Sonra yedinci yaş,, okula götürdüğüm gün ne kadar ağlamıştı: Sanki varlığına
evden başka bir ortak kabul etmek istemiyordu. Fakat bu böyleydi işte: O da her oğul
gibi sokak, okul ve çarşı arasında, her gün biraz daha bölünüp gidecekti. Önlenemezdi
bu.
Ve on dördüncü yaş: Hırçınlıklar, iştahsızlıklar... Bize yeni bir ortak daha,
ortakların en yenilmezi.. Karımın mağrur telâşları ve benim ilk endi¬şem.
Liseyi, daha sonra fakülteyi bitirdi. Bu arada, onu biraz daha iyi yaşatabilmek
için, karım düğününden kalma üç beşibirliği bozdurdu.. Ve o, ilk aşkın rahatsızlığı ile
sarsıldı, bizi de perişan etti.
"Sen bizden ayrılıverdin. Sevgimiz arttıkça sen biraz daha tedirgin oluyordun.
Ben bunu anlıyordum: Sen bunda biraz da hürriyetine tecavüz buluyordun. Fakat
annen...
Fakat bütün bunlara ne lüzum var; sen sanki bunları bilmiyor musun? Ben
sanki bütün bu şeylerin senin kalbini nasıl sızlattığını bilmiyor muyum? Annen, ben..,
sen bize bakma. Bütün budalalık bizde. Biraz hasta olmanı bekler gibiyiz. Hâlâ bize
en çok ait olduğun günlerdeki gibi kalmanı istiyo¬ruz. Değişebileceğini aklımız
almıyor. İşte, gözlerimi bir türlü yüzüne çevire¬miyorum, sana bakamıyorum. Annen
de böyle. Şimdi biz, seni uyandıramayız. Çünkü düşünmeğe cesaret edemeden
biliyoruz ki, artık senin uykun da değişti. Eskiden bizi bekler gibi uyurdun. Evet, artık
uykun da değişti. Hattâ asıl değişiklik uykularında oldu; sen uykularında da bizden
uzaklaştın..."
( TARIK BUĞRA)
KISMET
Sıcak temmuz güneşi, Ömer Dayı'nın alnındaki boncuk boncuk terleri
çoğaltıyordu. Ömer Dayı, sabahın köründen beri tarlasında buğday yoluyordu.
Elindeki orak ışıl ışıldı. Güneş vurdukça, şavkı gözlerini kamaştırıyordu. Arada sırada
doğruluyor, gerneşiyor, belini kütürdetiyordu. "Karnım da yeğin acıktı... Bizim avrat
nerede kaldı? Dönümü ağır soykanın... Oldu bitti beni hep böyle bekletir. Yolda
olsun, tarlada olsun, yatakta olsun..." Sol koluna yığdığı desteleri dağıtmadan usulca
yere indiriyordu. Boynu, kavurucu güneşin altında iyice kızarmıştı. Şalvarının kıvrım
yerlerindeki terler kuruyup tuz bağlamıştı. Çizgili, yakasız keten gömleğinin önü,
boydan boya açıktı. Terli göğsüne buğday kılçıkları yapışmıştı. Başını kaldırıp yola
doğru baktı: "Aha avrat geliyor!” diye rahat bir nefes aldı. "Bizim bildiğimiz, orakçı
azzığı kuşlukta ulaştırılır.. Neredeyse gün dönecek! Aç acına orak sallanır mı?
Yazıda, bizden başka kimsenin ekini kalmadı... Bre soyka, nerede kaldın? Ölsen de
kurtulsak!" diye homurdandı.
Döndü Kadın, boz eşeğe binmiş, ardındaki katırın yularını eşeğin semerine
dolamıştı. Azık çıkınını beline bağlamıştı. Bir elinde yular, diğerinde ayran sitili
vardı. "Deh! Çüş!” diye bağıra bağıra eşeği sürüyordu. Tarlanın takımına varınca,
eşekten indi. Haymanın altına doğru yürüdü. "Herif! Herif!" diye seslendi. "Gel hadi,
yemeğin hazır!”
Ömer Dayı orağını sapın üzerine attı. Elliklerini kuşağının arasına soktu.
Kolunun yeniyle alnına biriken terleri sildi. İki kolunu iyice yana doğru açtı. Gerneşip
belini kütürdetti. "Öff! Öff! Berk yorulmuşum tamam!” diyerek haymaya doğru
yürüdü.
— Nerede kaldın bre avrat? Az daha acımdan ölecektim! Konu komşu ne der?
— Ne der ki herif?
— Eee, sonra?
— Sonrası var mı? Yayan yapıldak yollara düştüm.. Dağ taş demeden, eşşek
aradım...
Ömer Dayı sofraya oturdu. Ayran sitilini başına dikti. Bulgur pilâvının üzerine
kapatılan yufkaları dizine aldı. İri lokmalar yapıp pilâvı yemeye başladı. Döndü Kadın
ara vermeden konuşuyordu:
— Çok erkenden yola çıktılar... Uşak berk hasta. Ellâham kızamık çıkaracak.
Döndü Kadın yerinden kalktı. "Ben sana taze su getireyim... Karpuz da ister
misin?” dedi. Ömer Dayı ağzındaki lokmayı aceleyle yuttu .
— Ben olmuşunu bulurum... Niye haram olsun? Komşu hakkı yok mu?
Koparıp da evimize götürmedikten sonra... Tarlabaşında yenen her şey helâl! Bunun
kanunu, töresi böyle! Sen, datlı canını sıkma!
Döndü Kadın, sallana sallana pınara doğru yürüdü. Uzun donunun malaklarına
pıtıraklar yapışıyordu. Başındaki kalpak, hafif yana eğikti. "Bahçelerde
pirpirim/Döşürdüm birim birim/Mustafa’yı everdim/Halil’e Allah kerim" diye bir
mani mırıldanıyordu. Sevinçliydi. Oğlu Mustafa, yakında izine gelecekti. Erzurum'da
askerdi. "Erzurum dağları karınan boran... diye derin bir of çekti. "Ah, Mustafa'm bir
gelse! Şöyle doya doya boynuna sarılıp koklasam! t Hoş geldin dal boylu Mustafa’m'
desem! ‘Bak, sen askerdeyken, nurtopu gibi bir oğlun oldu! Adını Ömer koyduk.
Babayın adı yitmedi...' Gelinimiz Fidan'ın gözleri ışılasa! Utana utana akşamdan, don
kazanına pınardan helkelerle su taşısa! Gece kalkıp, kaşla göz arasında Mustafa'mla
çimseler! Bizim morruk, iştahlanıp baldırıma bir çimdik atsa! 'Bak avrat, seninkiler iş
başındalar!' dese... 'Hös herif, hös! Sen heç mi genç olmadın? Böyük kısmı; sağır
gerek, kör gerek!' desem... Sabahınan erceden kalksam... Buharı üstünde, bol yağlı bir
bulgur aşı pişirsem... Bir sahan kaygana hazırlasam... Şööyle, üzerine samırsaklı
yoğurt döksem... Bir iki baş yeşil soğan soysam... Datlı Mustafa'mı sofraya buyur
etsem... Güle oynaya hep birlikte yemeğimizi yesek. Halil'imin evlenme işinden söz
açsak!.. Mustafa'm ağanın elini öpmeye getse... Kimsenin görmez yanından kesesine
iki ellilik koysam... 'Al oğlum, al! Gerek olur... Ağa kapısına eli boş gedilmez,'
desem."
Tam karpuz tarlasından çıkarken, susuz arkta bir boz yılan peydahlandı.
Döndü Kadın "Hayırdır inşallah!" dedi. "Boz yılanı eyi saymazlar... Bre soyka,
yolumu ne deyi kesiyon?” Yerden koca bir taş aldı. Yılan, sıcak güneşin altında
sersemlemişti. Hışırdayarak ilerliyordu. Döndü Kadın elindeki taşı nişanlayıp fırlattı.
Birinci atışta vuramadı. ikinci atışta, taş yılanın belinin ortasına değdi. Yılan yerinde
kıvrandı. Karnının kirli sarı derisi göründü. "Bu yaradan onman gayri meret!" diye
bağırdı, Üçüncü taşı tam başına vurdu. Yılanın kuyruğu uzun süre titredi. Döndü
Kadın, "Bu murdarın eşi de olur!” diye düşündü. Yerlere korka korka basarak oradan
uzaklaştı...
— Ulan avrat, yaşın elliye süllüm dayadı; daha akıllanmadın! Tecirli aptalı gibi nere
getsen, birşeyler toplarsın...
— Ee, deli morruk! Çok konuşma! Ben koparıp geldim; işine gelmiyorsa,
yeme!
— Ne demiş bakalım?
"Başa haram olan, ayağa helâl" demiş! Senin haram kazancın bize ana sütü
gibi helâl! Öte dünyada ceremesini sen çek, bize ne?
— Yaaa! Nerde bu yoğurdun bolluğu? Beni ataşlarda yak, sen köşeye çekil,
rezilliğime bak! Yağma yok, herif! Öte dünyada da yanındayım...
— Allah yazdıysa bozsun! Cennette onca huri melek varkene, sana kim bakar?
— Neyse, çok konuşma da, beni dinle: Sana bir sözüm var...
— Seninle bahs tutuşak: Karpuzun nasıl olduğunu kim bilirse, onun dediği
olsun... Sence karpuz kelek mi, yoksa olgun mu?
— Senin anladığın işte bu kadar... Karpuz, "ben keleğim, ben keleğim" diye
bar bar bağırıyor...
— Bak beni dinle: Eğer karpuz kelek çıkarsa, her ne dersen, yerine getiririm...
Eğer olgun çıkarsa, sen benim dediğimi yapacak mısın?
— Biter diyelim...
— Zaten sen böylesin: Hep benim dediğimin tersini yaparsın... Hep önüme bir
kaya yuvarlarsın... Bir bahse girişek dedik... İştihamızı kursağımızda koydun... Ah,
benim kara yazgım ah!... Ne zaman sözüm tutuldu ki? . . .
Ömer Dayı, yaşlı karısının yüzüne doğru iyice eğildi. Buruşuk yanağını istekle
öptü. “Bu gece yatağımı ayrı sermek yok!" diye fısıldadı. Kadın :
— Tanrı canını ala! Bir ayağın mezarda, daha gözün oynaş kolluyor! diye
güldü. Sen nere, o işler nere? Geçmiş ola, geçmiş...
Öyle deme yahu avrat: "Sıfat kocar amma, gönül kocamaz” demiş Hak âşığı
Karacoğlan... Benim şartım da bu, yavrım... Razıysan, karpuzu kes...
— Gördün mü bre avrat? Karpuz da senin gibi ham çıktı. Temmuz ortasında
olgun karpuz olur mu? Ama, senin gözün aç! Amik gölüne girsen su çalmaya
kalkarsın.
— Eee, çok uzatma! Ne bileyim ben? İri görünce, olgun sandım... Okkaladım,
çok ağırdı. Zaten yolumu yılan kesince, anlamıştım... Uğursuz yaratık...
— Ulan, bunca yaş yaşadın. Hangi karpuz eyi olur, daha bilemiyon...
Karpuzun yeğniği, parlak kabuklusu, damarlısı eyi olur... Kavun ağır, karpuz yeğnik
gerek, demezler mi?
— Gelirkene yılan öldürdüm... Böğün tüm işlerim ters getti... Uğursuzluk
kimde acep? Sende mi, yoksa bende mi?..
— Nankör olma avrat! Tarla-tohum, saban-koşum onun değil mi? Bize yol
verse, "Hadin başka kapıya!" dese, nederik? Tek dikili ağacımız yok taman! Sınırda
mayın bekçiliği mi yaparık? Ye iç de, hâline şükret...
Kadın, "Gene başlama!” diyerek yerinden hırsla kalktı. Söylene söylene deste
toplamaya gitti. "Bir haftalık deste birikmiş... Şu hâlimle nasıl baş edeyim? Kara
kaderim... Avrat olacağıma, ağa kapısında it olaydım... itin yalı, bizim yediğimizden
yağlı... " diye söyleniyordu.
Ömer Dayı elliklerini parmaklarına geçirdi. Orağını eline alıp ekinin üstüne
yürüdü. Ilık bir garbi yeli esiyordu. Gün dönmüştü. Hışır hışır ses çıkaran altın sarısı
buğdaylara sevgiyle sarılıyordu... Batılda, Karasu ince bir ip gibi Suriye sınırına
doğru uzayıp gidiyordu... Az sonra, yazının sessizliğini Meydanıekber'e doğru düdük
çala çala koşuşan ”Bağdat Ekispresi" bozdu. Ömer Dayı, yorgun bakışlarını trene
çevirdi. "Get bakalım kara tren, get... Bizden, mübarek topraklara selâm söyle!” dedi.
"Şu bizim avradın sakat işleri... Oldu bitti gözü dar... Kıskancın eteği yamalıklı olur,
derler. Ne gözel söz... Aklı fikri elin yediğinde; elin geydiğinde...” diye düşündü.
— Herif, gel hele herif!... diye bağırdı. Sesi, konuşması değişmişti. Gözleri ışıl
ışıldı. Ömer Dayı yanına varınca, heyecanlandı:
Koşup bütün sapları altüst ettiler. Üç torba daha buldular. Döndü Kadın,
keyfinden çibidik çalıp oynuyordu. "Oh, ohh! Halil'imin kısmeti... Otuzardan yüz
yirmi kilo eder... Her kilosu otuz beş liradan... Ahacık sana bir etek dolusu para...
Ağan da yerin dibine batsın, buğdayın da! Bu para bize yeter... Yüce Tanrım, beni
sana muhtaç etmedi...
— Dur hele avrat, dur! Bu kadar sevinme! Aklımı da karıştırına! Şöyle oturak da,
karar verek... Şimdi, bunca çayı nederik? Gedip Tahtaköprü Karakol Komutanına
haber versek? Hı? Ne dersin?
— Deli misin herif? Elimize bir fırsat geçmiş... Destelerin altında bulmuşuk...
Bizim tarlamızda bulunan her şey bizim olur... Hayvanlara yükleyek... Üstlerine biraz
buğday atak... Doğru eve götürek...
— Karakola haber versek, üçte birinin parasını bize bulmacalık olarak
verirler... Gel, sen burda bekle; ben gedip jandarmalara haber vereyim;
— Hadi ordan... Ödlek herif! Elimize geçen fırsatı niye kaçırak? Jandarmalar
gizliden satar, parasını afiyetle yerler... Ben, senin gibi gözüküllü değilim...
Hayvanlara yükle, gerisine karışma! Eve taşımak, müşteri bulmak bana ait... Çay gibi
malın olsun herif... Kim olsa alır.
On dakika kadar çeneleştiler. Ömer Dayı yaşlı kadını bir türlü kandıramadı.
Söylene söylene ona yardım etti. Dört çuval çayı hayvanlara yüklediler. Üzerini
buğdayla örttüler. Döndü Kadın eline bir değnek alıp iki hayvanı önüne kattı. Ömer
Dayı arkasından bağırdı :
— Karııı!
— Buyur herif?
Döndü Kadın, önde yürüyen eşeğe yavaşça vurdu: "Çüşşş! Doğru yürü
kızım... Hadi hatın anam... Yörü boz eşeğim... Bu akşam, yeminizi birer avuç fazla
vereceğim... Aman dikkatli yörüyün... Siz, cevahir taşıyonuz hatın kızlarım... Aman
yükünüzün ne olduğunu kimseye belli etmeyin! Dost var, düşman var... Hemen gedip
Kumandan Beyle ulaştırırlar... Bizim ahmak herife kalsaydı, jandarmalara haber
verecekti... Bir kişinin azığı, üç kişiyi aç koyar... Jandarmalar başka kapıdan yollarını
bulşunlar... Gözel Mevlâm bizi düşünmüş; çayları sapların altına gömdürmüş...
Kısmetinde varsa gelir Yemen'den... Kısmetinde yoksa ne gelir elden..."
Ağaçların sık olduğu dar boğazdan geçip bayıra doğru tırmanınca, karşıdan bir
jip göründü. Döndü Kadın, jipi hemen tanıdı: Askeriyeye aitti. Jipin önünde bir
teğmenle assubay oturuyordu. Şoför, acı acı kornaya basarak yol istiyordu. Jip, tam
yanlarına yaklaşınca, huysuz katır çifte atıp sağa kaçmak istedi. Yuları eşeğin
semerine bağlıydı. Geriye doğru çekilen eşek, dengesini kaybedip yana yıkıldı.
Tekme savuran katır, eşeğin çevresinde dönüp duruyordu. Acemi olan şoför, frene
basıp yolun sağına direksiyon kırdı. Hızla giden arabaya hâkim olamayınca, jip
şarampola yan yattı... Döndü Karıp üç beş saniye içinde olup bitenin farkına vardığı
zaman, iş işten geçmişti: Kaçak çay torbaları şosenin üzerine yuvarlanmıştı. Yularını
kıran katır, geriye dönerek, iniş aşağı kaçmaya başlamıştı. Semeri yan dönen eşek,
hâlâ yerde debeleniyordu...
(ŞEVKET BULUT)
MENEVŞELER ÖLMEMELİ
Kar uyuşuk, isteksiz ve zevksiz yağıyordu. Hava, gökyüzü ile yeryüzünün
arasını dolduran boşlukta katılaşmış, zaman katılığında erimişti ve kar bu katılıkta,
ancak boğulmamak için uykuda ve düşsü, sallanıyordu. Gökle toprak arasında bir
bocalayıştı bu. Akşam oluyordu; şehir, bütün bu donmuşluk arasında ışıklarım
yakmış, bilmediği bir geceye hazırlanıyordu.
Şehrin, gidip gelen -bir geniş kaldırım üstünde gidip gelen— bunca İnsanın
içinde bir kişi vardı ki kara benziyordu. Ötekiler kendilerinden olmayan bu adamın
farkında bile değillerdi. Gidişlerinde kendileri, gelişlerinde yine kendileri vardı.
Adam, delikanlı sayılabilecek bir yaştaydı. Belki yılların aslında pek uzun
olmadığım yeni anlamıştı. Bir adımı, yılların kısalmağa başladığı çağa atılmıştı; öteki
adımı henüz uzun yılların çağındaydı. Adımlarının arasındaki boşluk pek uzun
değildi; dardı daha. Geniş yüzü yumuşak, bu yumuşaklık içinde derinleşen gözleri
bilinmeyen yollarda yitmiş çocuk gözleriydi. Kaşları, gözlerini büsbütün yalnız
bırakmıştı. Sanki gözlerden kaçıyordu kaşlar: burnuyla alnın birleştiği noktada
birbirini itiyor, sona doğru, yorgun düşüyordu.
Kar, kışın son karı olabilirdi; belki de gecenin sonunda güçlü ve güzel bir
ilkyaz fışkıracaktı. Akşam şehrin boğuculuğunu, şu gidip gelen kişilerin kötü
kendiliklerini biraz olsun güzelleştiriyorsa, sonunda sabaha dönerken getirebileceği
ilk yazdandı. Akşam karanlığının ve yağan karın isteksizliğinin arkasında, belli
belirsiz de olsa bu umut saklıydı.
Durdu adam. Niçin, neden olduğunu bile bilmeden durdu. İçinde birşey
durdurmuştu onu; ayaklarına asılmıştı. Dört bir yanından bir sürü geçiyordu. İster
istemez bu kalabalık yüzlere baktı. Bilinmeyen yollarda yitmiş çocuk gözleri bir garip
irileşiyordu. Sanki bütün bu kalabalığı içine alacaktı; yağan kan içine alacaktı; akşam
karanlığım, yanan Işıkları, şehrin yollarım ve evlerini... sonra gökyüzünü alacaktı.
Üşümemişti bunların hiçbiri, biliyordu ama ısıtacaktı; ısıtırken ısınacaktı. Nedense
küçüldü gözleri durup dururken; eskisinden de küçük küçüldü. Havı dökülmüş
paltosunun cebindeki elleri terledi. Terli elleri, kendiliğinden bükülüp yumruk oldu.
Kötü bir sıcaklık bütün bedenini sardı. Yüreği yerinde daralıp sıkıştı. Yumuşak geniş
yüzü de gerilmiş, kapkara bir deri olarak daralmıştı. Yüzler yabancıydı çe gözler
yabancıydı ve gülüşler büsbütün yabancıydı. Onun geldiği yerdeki insanların yüzleri
hiç böyle değildi... Onun geldiği yerdeki gözler böyle bakmaz, gülüşler böyle yaban
ve soğuk, yüzlere Yapışıp kalmazdı ve akşamlar böylesine merhametsiz bir
bencillikle şuraya buraya sıvamazdı. Onun geldiği yerde bir kadın vardı, şu geçen
kadınlar gibi karanlık ve karlı değildi; ilkyazdan uzak, kışa yakın gülümsemezdi.
Yüreği, gözleri, yüzü ve kaşlarıyla adam, bir kurtuluş umuduyla başım gelip
geçenlerden gökyüzüne doğru kaldırdı. Evlerin pencerelerinde; lığa karşı, pembeden
açık kırmızıya doğru ışıyan pencerelerinde bir kurtuluş umudu olabilirdi. Bulamadı.
Pencerelere ve perdelere de karanlık ve kar, yavaş yavaş sıvanıyordu.
Gelip geçenler, az önce aralarında onlar gibi yavaş yavaş yürüyen, sonra
birdenbire durup kendilerine irileşmiş gözlerle bakan adamın nasıl farkında
olmadılarsa, kaçışını da fark etmediler. Hattâ bir ikisine çarptığı, bir kaçının
yürüyüşüne engel olduğu üstünde durup düşünmediler de, bu kalabalık içinde
böylesine yaban ve sersemcesine yürüyen bir adama ayakkabılarına bastığı,
yürüyüşlerine engel olduğu için kızdılar. Fakat bu kızış, sürekliliği ile olsun hiç
değilse, ilgilenmiş bir kızış değildi. Çok İz sürmüştü; hemen unutulmuştu.
Bu dört yol ağzında -gelip geçenler azalmıştı— bir ses durdurdu onu bu defa.
Cılız, korkak, küçük bir ses. Ama cılızlığına, korkaklığına ve küçüklüğüne rağmen
gizli .bir umutla yiğitti. Adam elinde olmadan döndü. Gözleri çarpıntılı bir sevinişle
sesin geldiği yeri aradı. Tam köşede, sesi gibi cılız bir "ekçi büzülmüştü.
'Menevşeler!.. Mor menevşeler!. Üç demet kaldı.. Üç...' Adamın gözlerindeki
çarpıntılı seviniş yüreğine ve damarlarına geçmişti. Çiçekçiye doğru yaklaştı. Kar
durmuştu sanki; akşam sabaha dönmüş ve söz verdiği ilkyazı getirmişti.
Çiçekçi, hızla geçip giden adamın önce durduğunu, sonra dönüp; geldiğini
görünce, yarısı yırtık paltosuna sarınmağı da unutmuş, üç demet menevşeyi, epey
zamandır bir arada tutmaktan üşüyüp katılaşan ellerini adama doğru uzatmıştı. Sesi
daha çok umutlandığı için olacak, iyice yiğitleşmişe benziyordu: “İlkyazı getiriyor
menevşelerim beyim. Mor menevşelerim... Üç demet kaldı.”
Adam, yanına iyice yaklaşınca daha cesur: 'Üç demetle bir ilkyaz götürün
beyim. dedi; 'Bunlar çiçek değil güneştir.. Bakın!..»
Çiçekçi yorgun ve umutsuz “Ama siz ne verirseniz.. akşam. Son artık bunlar
da. Ne verirseniz...” diye menevşeleri bıraktı adamın ellerine.
Cebinde, deminden beri buruşan kâğıt parayı çıkarıp verdi çiçekçiye. Bütün
bir on liralıktı ve hemen hemen kalan son parasıydı. Menevşeleri, solar uçup gider
korkusuyla yavaşça aldı.
Gidiyordu.
Adam, yolun öte yanına geçmişti. Dönüp bakmadı bile. İçinde, bütün da
damarlarına yayılan hoş bir sıcaklık buğulanıyordu. Yüreği, eski yerinde ve o hoş
sıcaklık içinde alabildiğine genişlemişti. Menevşeler iki avucundaydı. Yüreğinin
üstüne doğru götürdü. Bir bu menevşeler vardı yeryüzünde şimdi; uzaklarda kalan bir
kadın gibi bakan ve gülümseyen bu menevşeler; bir de kendisi. Başka hiç bir şey
yoktu. Zaman silinmişti.
Deli gibi döndü, geldiği yana adam. Kocaman, korkak gözleriyle delirmiş gibi
çiçekçiyi aradı.
İstemem kalsın paranın üstü. Ben para için gelmedim. Ama ne olur şu
menevşeleri; ölecekler...'
Çiçekçinin iyice korkan, yüzüne ve gözlerine aldırmadan rahat bir soluk aldı:
“Ne yana gidiş baba?.”
Çiçekçi şaşkın burnu ve çenesiyle, gideceği yeri gösterdi. Adam eben de dedi.
“Senin yanında azıcık yürüsem?. Sıkıldığın zaman söyle; dönerim"
“'Benim elimde herşey ölüyor.” diye üsteledi adam; “Her şey... Onun için...”
Sustu. Soluk borusu tıkanır gibi olmuştu. Konuşmadılar.
“Var oğul.. bir gözcük işte. Gecekondu. Tee orda; tepede.” Şehrin dışını
gösteriyordu.
Işığın altındaydılar. Çiçekçi maviş maviş baktı adama. “Var” dedi. “Oğlan da
kız da koyup gitti bizi; ev bark kurdular. Ama biz kaldık. Geç oldu bugün; köroğlunun
gözü yollardadır.”
Adam sapsarı oldu; titredi. Döndü birden. Gittikçe kararan sapsarı yüzüyle
döndü. “Anladım” diye mırıldandı. Sesi bir yere takılmış gibiydi gırtlağında. 'Benim
avuçlarımda menevşeler niçin ölüyordu şimdi anladım..”
( MUSTAFA NECAT )
SON KUŞ
Böylesi zamanlarda, ya onlara karışır, başka evlere inip, önce konuk, sonra
tutsak olur ya da kendisi bir başkasını kandırıp, Haşim amcaya armağan ederdi.
Sultan, bugüne kadar hep yeni konuklarla geri dönmüş, hiç kanıp gitmemişti.
Haşim amcanın nedense, bugün Sultan'ı salmayı, yüreği tutmuyordu. Ya
dönmezse ? Sultan çırpınıyor, başının üstünde, kendisine meydan okuyan kuşlara ders
vermek istiyordu. Fakat sahibinin aklı, yeğeninin boş midesine takılıydı.
Zülküf, oturduğu yerden, her şeyi kestirebildi. Amcasının bu son ve en
kıymetli kuşuyla giriştiği savaşa, daha fazla tanık olmak istemedi. Yerinden kalkıp,
amcasının yanına geldi. On beş yaşın eşiğinde olan Zülküf'ün bıyıkları terlemiş ,
tavırlarına yiğitliğin her çeşidi bulaşmıştı. Amcasının eline yapıştı:
- Etme emmi, dedi. Kurbanım olam etme. Şu dar zamanında biye karşı
yaptığın emmiliğe dayanamıyam gayrı. Gel, hatırım için, Sultan'ı salma... Ve de biye
kesme...
Haşim amcanın canı, boğazına çökmüştü. Sesi hafifti.
- Sen ne söylisen aslanım, dedi. Siye her bir kuşum kurban olsun. Feleğin gözü
kör ola ki, en amansız zamanımda ocağıma geldin. Senin emmin Haşim, gözü yassı
adam değildir ya, ne etmeli. Bir sefer, feleğin narına yanmışam babo !...
Zülküf, amcasının elini bıraktı. Şaşırmıştı. Fakat o her şeye rağmen bu işe bir
son vermek istiyordu:
- Bak emmi, dedi. Canım emmim. Şunu eyi bilesin ki, her kuş
boğazlandığında benim canım biraz daha eriy. Yani ki, sen biye kuşlarını yedirdikçe
ben senin kuşlarını yemiyem, sanki canımı yiyem. Sanki senin canını yiyem. Ver,
eliyi ayağını öpüm, sal beni. Gidim gayrı buralıktan. Ve de siye söz olsun, babama
senden yana, senin yoksulluğundan yana, heç bir şey demiyecağam. Bütün kabahati
kendi üstüme yıkacağam. Ben alçaklık ettim, ben namussuzluk ettim, diyecağam. Söz
olsun böyle...
Haşim amcanın yüzüne, sanki kül elendi. Elindeki Sultan'ı bıraktı.
Sultan kendini havalara çekti. Fakat her ikisi de, başlarını yukarı verip,
Sultan'ı izlemediler. Birbirlerinin yüzüne bakıyorlardı. Haşim amca başını iki yana
salladı. Sonra dokunaklı bir sesle Zülküf'e sızlandı:
-Heyvağ, yavrum, dedi. Heyvağ... Sen benimle böylesine pazarlığa
girecağına, alnımın çatına bir kurşun sıksaydın.
Az ötede, Haşim'in karısı, tezeği ateşlemeye çalışıyor, çocukları da yatağın
içinde, yeni bir güne kıpırdanıyorlardı.
Bu sıra Sultan, yanında iki kuşla evin üstünde dönmeye başladı. Haşim
amcanın kül renkli yüzü sevinçle ışıldadı.
Sultan birkaç turdan sonra, iki kuşla birlikte Haşim amcanın ayaklarının
dibine kondu. Başarısı küçük gözlerinde kocamandı.
Haşim amcaya, Sultan'ın bu başarısı, yeni bir umut kapısı açmıştı. Zülküf'e
döndü:
-Hele yeğenim, dedi. Birkaç gün daha kal...
( BEKİR YILDIZ)
AYRAN
Köyden istasyona giden yol, eriyen karlarla diz boyu çamurdu. İki mızrak
boyu yükselen güneş, tarlaları hala örten karların üzerinde pırıltılarla ve göz
kamaştırarak yanıyor, fakat yoldaki pis su birikintilerine vurunca donuk sarı bir renk
alıp boğuluyordu.
Yaz kış, her gün gitmeye mecbur olduğu bu iki saatlik yol bu sefer daha
uzamış gibiydi. Tam yarı yolda bulunan küçük ve kuru söğüt ağacı henüz ufukta ve
sisler içindeydi.
Biraz daha yukarda, küçük bir sırta dayanarak ovaya bakan değirmenin
uğultusu duyulmuyordu. Bu kış günlerinde üç gün işlerse beş gün işlemiyor, kapısının
önündeki, yaprakları dökülmüş, üç söğütle tamamen terk edilmiş bir viraneyi
andırıyordu.
Uzun bir ağlamanın sonundaymış gibi içini çekti. Maşrapayı tuttuğu sol elinin
çatlaklarla örtülü üst tarafı ile burnunu sildi. Gözlerini ileri çevirince istasyona
yaklaştığıni gördü.
İki tarafı çıplak dağlarla çevrilen bu upuzun ovanın tam orta yerinde
yapayalnız duran ve etrafındaki yapraksız akasyalarla daha zavallı görünen bu soğuk
bina, oraya rastgele atılmış bir taş parçasını andırıyordu. Günde iki defa geçen posta
treni bile, ne diye bu manasız yerde duruyorum diye hayret eder gibiydi ve birkaç
dakika durduktan sonra kalkarken, çaldığı düdükte keyifli bir ıslık edası vardı.
İstasyon binasıyla raylar arasında kalan dört beş adım genişliğindeki yerde,
heybelerinin üstünde oturan iki köylü ile, kaputunun içinde büzülmüş gibi duvara
dayanan bir jandarmadan başka kimse yoktu. Burası öyle tren zamanı çeşit çeşit
kebapçılar, gazozcular, yemişçilerle dolan büyük istasyonlardan değildi. Ancak yazın
civar köylerden kara üzüm, kavun, karpuz getiren beş on köylü burasını canlandırırdı.
Kışın ise küçük Hasan’la üç dört günde bir küçük bir küfe kış armudu getiren topal ve
ihtiyar bir köylüden başka kimse ortalıkta görünmezdi. Tren geldikçe rahatsız edilmiş
bir suratla ortaya çıkan istasyon memuru, işi biter bitmez derhal odasına çekilir, bütün
gününü, on senelik akümülatörlü radyosundan bir ses çıkarabilmek için asla yeis
getirmeden uğraşmakla geçirirdi.
Bugün, kış armudunu satan köylü de ortada yoktu. Küçük Hasan güğümü
yerin ıslak kumları üzerine bırakarak rayları seyre daldı. Her gün yüzlerce adamı
bilmediği bir yerden alıp bilmediği bir yere götüren bu upuzun ve sonu olmayan
demirlerin arasında, gelip geçen lokomotiflerin bıraktığı siyah yağ lekeleri
görülüyordu.
Keskin bir düdük sesi ile irkildi. İstasyona gelen tren, kendini haber veriyordu.
Lokomotif tam yağ lekelerinin üstüne geldi ve durdu.
Küçük Hasan, kurulu bir makine gibi, güğümü ve maşrapayı yakalayarak
trenin boyunca koşmaya ve başını pencerelere kaldırarak:
Yazın -buz gibi!- diye bağırırdı; şimdi, bu soğuk havada, sanki her ayran
kelimesinin başında hala o -buz gibi- sıfatı vardı. Kimse başını çevirip bakmıyordu
bile. Trenin hemen hemen bütün camları kapalıydı, açık olan bir iki tanesinde de
boyalı saçlı, yün bluzlu kadınlar duruyordu.
Bir baştan bir başa üç kere koştu. Güğümün keskin kenarlı dibi ince
bacaklarına çarpıp acıtıyor, fakat o, azıcık yüzünü buruşturarak:
Dört bardak, hiç olmazsa dört bardak satabilseydi. Buna mukabil alacağı on
kuruşla eve bir kara ekmek götürebilirdi. Onun gelmesini, aç bir uyuşukluk içinde
dört gözle bekleyen iki küçük kardeşinin hayali gözünden şimşek gibi gelip geçiyor
ve o hep bağırıyordu:
Annesi hizmetçi bulunduğu yerden haftada bir kere, birkaç saat için geliyor,
yanında biraz yufka, birkaç soğan, bazan da yarım desti pekmez getiriyordu. Fakat
bunlar, üç tane aç mideye iki gün bile yetmiyordu… Ondan sonra iki kardeşi
beslemek vazifesi küçük Hasan’a düşüyordu. Biri iki, öteki beş yaşında olan bu sıska
çocukların bütün işleri, basık tavanlı bir damdan ibaret olan evde ellerine ne geçerse
yemekten ibaret gibiydi. Küçük Hasan hergün yoğurt çalmak için kendisine lazım
olan mayayı onların yetişemeyeceği ve bulamayacağı bir yere –tavan direklerinin
duvarla birleştiği köşeye– saklamaya mecbur oluyor ve her gün, istasyonda
bulunduğu sırada, bu iki aç midenin, kendileriyle aynı çatı altında aynı açlığı çeken
ihtiyar keçiyi bile yiyeceklerinden korkuyordu.
Onu asıl dehşete düşüren, kardeşlerinin bu kuyu gibi daima yutan ve hiç
doymayan mideleri değildi; eli boş olarak eve döndüğü zaman, bu iki sıska mahlukun
kendisine nasıl parlak ve büyümüş gözlerle ve nasıl sonsuz bir kinle baktığını
hatırlayınca tüyleri ürperiyordu. Şimdi de bu korkuyla avazı çıktığı kadar bağırdı:
-Ayran… Ayran!..-
Maşrapayı uzatarak:
Onu da içtikten sonra yeleğinin cebinden bir onluk alıp aşağı attı:
Küçük Hasan:
Çocuk derhal parayı uzattı. Tren yavaşça harekete geçmişti. Adam parayı yine
yeleğinin cebine koyduktan sonra, çaresiz bir eda ile:
Vagon küçük Hasan’dan beş altı adım uzaklaşmıştı. Uzun boyunlu adam,
pencereden sarkarak:
-Hey, çocuk, hakkını helal et!- diye bağırdı. Küçük Hasan hiçbir şey
anlamıyormuş gibi bakakalmıştı. Tren hızlanıp uzaklaşıyordu. Tekerleklerin gürültüsü
arasında adamın sesi tekrar duyuldu:
-Helal et bakayım, helal et!.. Hadi!-
Küçük Hasan bir şeyler mırıldandı. Sonra güğümünü alarak istasyon duvarının
kar tutmayan bir kenarına çömeldi.
Akşama kadar bu köşede bekledi. Ara sıra ayağa kalkıp dizlerini ovuşturuyor,
sonra tekrar çömelerek kafasının içindeki sisli boşluğa gözlerini çeviriyordu.
Düşünmesi ve tahayyül etmesi kendisine hoş gelecek hiçbir şey mevcut olmadığı için,
bu boşluk ona bir dinlenme gibi geliyordu. Birkaç kere anası aklına geldi. Onun
ağlamaklı yüzünü görür gibi oldu. Üç küçük çocuğunu toprak bir damda bırakarak
başka köylerde ve el yanında birkaç lokma için didinen bu kadına karşı garip bir
merhamet duyuyordu. Bunda, biraz da, kardeşlerine karşı anasıyla aynı vaziyette
bulunmasının tesiri vardı. Evdeki iki aç mahluk haftada bir gelen zavallı kadını da hep
o kin dolu bakışlarla karşılarlardı. Kadıncağız, getirdiği bulgurdan yağsız bir çorba
yaparken, kuru kuru hıçkırıklarla iktifa eder, (yetinir) evi bir parça düzeltmeye çalışır,
akşama kadar kaldıktan sonra, bazen bir kelime bile konuşmadan çıkar giderdi. Küçük
Hasan onun ağzından babasına veya herhangi bir akrabaya dair bir kelime bile
duymamıştı. Zaten kendini bildiğinden beri bir an bile bunları merak etmiş değildi.
Hayatı istasyonda ayran satmaktan ve küçük kardeşlerini beslemekten ibaret
sanıyordu. Bunun için de bir tek korkusu vardı: Ya anam yine günün birinde eve gelip
birkaç gün yatar, iniltiler içinde ve kendi kendine bir çocuk daha doğurur, beş on gün
sonra onu da başıma bırakarak giderse, diyordu… Bu yeni misafiri de doyurmak
kendisine düşecekti. Köylü de onların evinden nedense uzak kalmayı tercih ediyordu.
Kapılarını bir gün bir insanın açtığı görülmemişti. Hayat eskisinden daha feci olarak
devam edecek ve Hasan, günden güne sütü azalan ihtiyar keçinin yardımıyla bu
müthiş mücadeleyi başarmaya çalışacaktı. Gününün boş zamanlarını keçiyi otlatmak,
karlı havalarda ise dere boyunda, bir karıştan kısa, kuru otlar bulup hayvana
getirmekle geçirecekti.
Yazın işleri o kadar fena değildi. Sabahleyin serinde yola çıkarsa istasyona
yorulmadan varıyor, hemen hemen bütün güğümü satıyordu. Cebine doldurduğu ufak
paralar kadar, belki de daha fazla onu sevindiren bir şey de, köye dönerken yükünün
hafif olacağı düşüncesiydi.
Sabah treninde bütün ayranı satamasa bile, akşam trenine kalıyor, fakat
istasyona ekin getiren köylüler öğleyin ekmek yerken çok kere bütün güğümü
haklıyordu.
Akşam treni saat dört buçukta geldiği için yazın ortalık kararmadan köye
dönebiliyordu. Fakat bugün daha trene yarım saat kala istasyon korkutucu bir
alacakanlığa gömülmüştü.
Hiçbir şey düşünmeden, hiçbir şey hissetmeden ve bir hayvan gibi yolunu
alışkanlıkla bularak yürüyordu. Ovanın içerisine doğru daldıkça pabuçlarının ve
güğümdeki ayranın sesine başka sesler de karıştı. Uzaklarda birtakım hayvanlar
bağrışıyordu.
Müthiş bir korku ile zangır zangır titremeye başladı. Adımlarını daha hızlı
atmaya çalışıyor, fakat ayakları birbirine dolaşıyordu. Soğuktan uyuşan bacaklarında,
güğümün her çarptığı yer dakikalarca sızlıyordu.
( SABAHATTİN ALİ)
ISITMAK İÇİN
Konya’da Küllükbaşı dedikleri bir çöplüğün civarında, bir Ermeni kadının
evinde oturuyordum. -Mobilyalı- ismi altında kiraya verilen odamda eşya namına bir
siyah demir karyola, bir eski ve çekmeceli masa, iki de portatif demir iskemle vardı.
Kış adamakıllı başlayınca küçük bir sac soba bunlara katıldı.
Ev sahibim elli beşlik, ufak tefek, daima siyah ve yere kadar uzun bir etek
giyen ve siyah yünden örülmüş eski bir atkıyı asla omuzlarından eksik etmeyen bir
kadındı. Az konuşur, odama ben gittikten sonra yatağı düzeltmek, akşamları da, erken
gelir ve çalışmak istersem, soba yakmak için girerdi.
Her gün, muntazaman, lambamdan gaz ve bodrumdan bana ait olan odunları
çalıyordu. Akşamları birer saat bile yakmadığım beş numara lambanın iki günde
yarım kilo gaz harcadığına beni inandırmaya çalışıyor, yine akşamları birer kere
yanan sobanın beş yüz kilo odunu iki ayda bitirip beni kış ortasında iki misli fiyatla
yeniden odun almaya mecbur etmesini gayet tabii buluyordu.
Bunlara ses çıkardığım yoktu. Sabahları yüzümü yıkamak için odama bıraktığı
yarım gaz tenekesi suyun içinde, bütün ricalarıma rağmen, yine saç parçaları ve
saman çöpleri yüzmekte devam ederdi. Buna da katlanıyordum. Nedense hayatta
hiçbir şey bana yer değiştirmek kadar güç gelmemiştir. Dolaşmayı çok sevdiğim
halde, bir evden başka bir eve, sırf hoşuma gitmediği için taşınmak, beni her zaman
ürkütmüştür. Odanın bir köşesine yığdığım kitapları taşımak derdi kadar, bunda
manasız bir hicabın da tesiri vardı. -Madam, senin evinde rahat edemiyorum,
üzülüyorum, çıkacağım!- demeye utanıyordum. Bazan, geceleri yatağıma uzanıp,
sobanın gürültüsünü dinleyerek okumaya dalardım. Vücudumu tatlı bir rehavet
sarmaya başladığı sıralarda madam kapıyı vurarak içeri girer, bir elinde kocaman bir
kürek, öbür elinin tersiyle daima çapaklı gözlerini silerek:
-Beyim, müsaden olursa bir tava ateş alayım- der, benim evet makamında
başımı sallamamı bile beklemeden sobayı açarak içinde ne varsa küreğine doldurur ve
götürürdü.
İnsan ne garip şeydir! Bu anda içimden, ona avaz avaz bağırarak beni rahat
bırakmasını söylemek, hatta kalkıp sobanın kenarındaki odunlardan birini kafasına
indirmek ve her akşam, aynı saatte tekrar eden bu sahneye bir son vermek geçerken
yüzüm onun:
-Allah rahatlık versin, beyim- sözüne sinirli bir tebüssümle mukabele ederdi.
Bu sıralarda bir hadise beni, derin uykulara dalan bir adamı korkunç bir feryat
nasıl yerinden fırlatırsa, manevi miskinliğimden öylece çekip ayırdı.
On beş yirmi günde bir gelip çamaşırlarımı yıkayan yaşlıca bir kadın vardı.
Yaşlılık daha ziyade onun görünüşündeydi. Hakikatte çok daha genç, otuz otuz beş
olabilirdi, fakat kavrulup büzülmüş hissini veren minimini vücudu, örümcek ayakları
gibi uzun, ince, sarı elleri, bir ölününki gibi derinlere kaçmış kara gözleriyle ihtiyar,
yaşı sayılamayacak kadar ihtiyar bir insan tesiri yapıyordu. Ağzında hiç dişi yoktu.
Dudakları bir torba ağzı gibi buruşuklar içindeydi. Kahverengi yeldirmesinin altından
fırlayan değnek gibi iki bacak, iri ve bağları kopmuş bir çift erkek ayakkabısının
içinde kayboluyordu.
Ertesi gün madama bu çamaşırcı kadının kim olduğunu sordum. Dağlar gibi
çamaşırını ona bedava yıkatmaktan çekinmeyen yufka yürekli ev sahibim gözleri
yaşararak:
-Pek fıkaradır, pek!- dedi. Uzun uzadıya anlattı, fakat ben bu laflardan
çamaşırcı kadının -pek fıkara- olduğundan ve bu civarda şuna buna çamaşıra
geldiğinden başka bir şey öğrenemedim. Dört beş günde bir iş bulup alacağı yirmi
otuz kuruşla nasıl yaşıyordu? Kimi kimsesi var mıydı? Nereli ydi? Birdenbire
bütün bu ve buna benzer sualler kafamda belirdi. İnsanlara karşı kaybolmaya başlayan
alakam sanki bu kadını düşünürken yeniden canlanıyordu. Onun, soğuktan daima
mosmor olan sivri burnunu, çamaşır leğeninin başında sabahtan akşama kadar iki kat
bükülen vücudunu, buruşuk dudaklarının arasından nefes gibi ve titreyerek çıkan
sesini hatırladım.
İki gün sonra akşamüzeri eve dönerken kapının önünde ona rastladım.
Soğuktan yakamı kaldırdığım için gözlüklerim buğulanmıştı. Eşiğin bir kenarına
büzülen kadını ancak kilide anahtarı sokarken fark ettim.
Saatlerce koştuktan sonra nefes almakta güçlük çeken bir insanın sesiyle,
çabuk çabuk, kesik kesik:
Tavrında pek saklayamadığı bir telaş, sesinde neredeyse ağlayacakmış gibi bir
titreme vardı. Ağzını birkaç kere bir şey söylemek istiyormuş gibi açtı, sonra tekrar
kapadı.
-Hasta mı?-
-Kaç yaşında?- diye sordum ve anahtarı çevirdim. Kapı hafifçe aralandı. Kadın tekrar
acele bir şey söyleyecekmiş gibi başını uzattı, sonra eski haline dönerek:
Kadın her uğradığı yerde gördüğünden farklı olmayan bu kaçışı hayretle değil,
fakat yüzünde birdenbire müthiş bir ifade alan tasvir edilmez bir yeisle karşıladı.
Bütün uzuvları dehşet içinde titriyor gibiydi. Köşe başındaki elektrik lambasının
sönük ışığı onun sokağın loşluğuna serilen gölgesiyle birlikte titriyordu.
-Yok!- dedim.
-Teyze… sen yarından sonra bir uğra… Galiba gömleğim kalmamış. Ne varsa
yıkarsın!..-
O aynı hafif sesiyle, başını bile çevirmeden -Olur, olur!- diyerek uzaklaştı.
Ben iki üç ayak merdiveni çıkarak odama girdim.
Bu kadın kapıya bir şey söylemek için gelmişti. Müthiş ayazda belki saatlerce
beklemişti… İki gün evvel çamaşırımı yıkadığı halde bana çamaşırım olup olmadığını
sordu… Maksadı meydanda idi. Kadını böyle açıkça dilenecek hale getirdiğim halde
aptal gibi hiçbir şey anlamamıştım. Daha doğrusu kafamı bir şey anlamaktan
menetmiştim. Rahatımın kaçacağından korkarak bir sersemlik zırhının içine
saklanmıştım. Artık kendi kendimden utanıyordum. Birkaç kere ayağa kalktım.
Aynaya bakmak, orada göreceğim zavallı çehreye tükürmek istedim. Bu kadarına
cesaret edemedim. Kendi kendime: -Ne yapabilirdim? Elimden ne gelirdi? Ben kimim
ki?- diyor, fakat yine kendim: -Hiç olmazsa kaçmazdın… Hiç olmazsa dinlerdin. Kim
olursan ol… Dünyada kendisi için hiçbir şeyi olmayan bir insanın bile başkalarına
yardım edecek bir şeyi vardır… Hiç olmazsa bir tek sözü…- diye cevap veriyordum.
Belki günü yanlış anlamıştı… Belki başka yerde bir iş çıkmıştı. -Gelir elbette!-
diye mırıldandım. Fakat içimde sebepsiz bir endişe vardı. Onu sabırsızlıkla
bekliyordum. Kendisini kapımın önünden eli boş çevirdiğim akşamın kefaretini
vermek, ruhumu ağır bir yükten kurtarmak için onu bekliyordum. Halbuki ertesi gün
de gelmedi. O zaman kararımı verdim. Gidip arayacaktım. Madam evini bilmiyordu:
Çırağı bulup evi tarif ettirdim, sonra çarşıya giderek kahvedeki arkadaşlardan
birinden iki lira borç aldım. Araplar Mahallesi’nin yolunu tuttum.
İki tarafında yüksek bahçe duvarları uzanıp giden dar, tozlu yollarda epeyce
ilerledikten sonra şehrin kenarına geldim. Bir adam boyunu pek aşmayan alçak
evleriyle Araplar Mahallesi başlamıştı. Mısırlı İbrahim Paşa ordusundan Konya’da
kalanların kurduğu bu köy artık şehirle birleşmiş ve en fıkaraların oturduğu semt
olmuştu. Bozkırın rüzgarlarına tamamen açık olan sokaklarında kıvrıla kıvrıla dolaşan
dondurucu bir hava yerin tozlarını, zerreler halinde donmuş olan karlarla karıştırarak,
gökyüzüne kadar savuruyordu.
Evi sorduğum çırak bana bu civardaki bir bakkalı tarif etmiş ve: -Ona sor,
gösterir!- demişti.
Biraz ilerdeki köşede, yarı kapalı kepenklerin arasında hafif bir ışık vardı.
Yaklaştığım zaman, arkasında birkaç sucuk demeti, iki kalıp sabun, kavanoz içinde
halka şekeri ve leblebi şekeri bulunan bir camekan gördüm. Kapıyı itip içeri girince,
teneke mangaldaki birkaç ateşi kurcalayan seyrek sakallı bir adam hayretle başını
kaldırıp yüzüme baktı. Dükkanda camekanda gördüklerimden başka bir şey yok
gibiydi. Bir kenarda duran musluklu bir gaz tenekesiyle birkaç ölçü, kurumuş ve
tozlanmıştı.
Evi sordum. Yerinden kalkmadan birkaç kelime ile tarif etti. Aynı homurtulu
sesiyle:
İçimde buna isyan eden bir şey vardı. Başımı kadına doğru uzatarak:
Kadın belki soğuktan, belki başka bir şeyden titriyordu. Çıplak ayakları,
benim kunduralarımdan içeri işleyerek parmaklarımı donduran soğuk taşlar
üzerindeydi.
Bir şey söylemek için birkaç kere ağzını açtı, fakat çenesi korkunç bir titreme
ile tekrar kapandı.
Önüme düştü, dört adım genişliğindeki taş döşeli bahçeyi geçerek soldaki
kapıdan girdik.
Biraz evvel çaldığım pencereden odanın ortasına dört köşe ve soluk bir ışık
düşüyordu.
Kapıyı arkamdan kapadım. Bir müddet ikimiz de kımıldamadan bekleştik.
Gözlerim karanlığa alışınca odanın bir kenarında yatak kılıklı bir şey gördüm. Parça
parça olduğu fark edilen bir yorgan, bir kenara yığılmış gibi duruyordu.
Hasta çocuğu uyandırmaktan korkuyormuş gibi yavaş bir sesle tekrar sordum:
-Çocuk nasıl?-
-Kusura bakma… Gelemedim- dedi, -Çok ağladı. Zaten aylardan beri durmaz
ağlardı ya, bu sefer çok ağladı. Eskisi gibi açlıktan değil, bu sefer soğuktan ağladı.
Anacığım üşüyorum! diye arkamdan bağırdıkça divaneye dönerdim. Odunun okkası
doksan para, nereden alayım? Haftada bir çamaşıra, temizliğe gidip yirmi beş kuruş
alsam onu da yağa, pirince verir, bir sıcak çorba yapayım da yüreğine can gelsin
derdim. Oduna para verecek halimiz mi var?-
-Ama bir haftadır boğazından çorba da geçmez oldu- diye devam etti.
-Donuyorum anacığım, donuyorum! diye söylendikçe dört yana saldım. Çırpı toplayıp
ocakta ateşledim, bir parlayıp bir söndü, kızımın gözünü bile ısıtmadı. Beş on okka
odun parası bulayım diye her bir yanı dolaştım, Allah rızkımızı kapamış, kapısını açan
olmadı. Eve geldim ki kızım hala seslenir: Ana nerede kaldın, elim kolum dondu,
gayrı soğuk yüreğime varıyor! diye yalvarır. Sesi de artık çıkmaz olmuştu. Hani yavru
kedi gibi vızlanırdı. Girdim yanına yattım. Dünyada varıp halimi dökecek kimsem
yoktu, kimselerden bir umudum kalmamıştı. Elim ayağımla kızcağızımı sardım. Bir
daha yanından çıkmadım. Yavrumun her yanı buz olmuştu. Ben ona sokuldukça:
Aman ana, daha sarıl, daha sarıl, içim çekiliyor, diye yalvardı. Isıtacak yeri
kalmamıştı ki, her bir tarafı kuru kemikti. Ama ne de olsa biraz sesi kesildi. Birkaç
kere uyur gibi oldu. Ondan sonra aralıkta uyanıp: Aman ana, ısıt beni! dedi, hemen
uykuya daldı. Ne yiyecek istedi, ne içecek istedi; uyudu, uyandı, ısıt beni dedi. Ben
ondan kuru, nesini ısıtayım ki… Ama kızım rahat etti. Artık bilemiyorum, üç gün mü
oldu, dört gün mü, hep sarılıp yattık. O gözünü açtıkça ben sarıldım. Başcağızını
bağrıma bastım, ayaklarını bacaklarımın arasına aldım, onu gene uyuttum. Bugün
öğleye doğru bir daha gözlerini açar gibi oldu. Garip garip yüzüme baktı… Bir daha
da gözlerini kapamadı.-
Kadın olduğu gibi oraya çöküverdi. Şimdi odanın ortasında dizlerinin üzerine
oturmuş sallanıyor, duyulur duyulmaz hıçkırıklarla ağlıyordu.
-Ne diyelim… Allah ona daha çok çektirmedi… Bana ne diye çektirir
bilmem…- dedi. -Ne edeceğimi ben de şaşırdım gayrı… Kime yarayım, kimden akıl
danışayım… Vah kızım vah…-
Deli gibi olmuştum. Kafamın içi uğultular, zonklamalarla doluydu. Yatağın bir
kenarına yığılmış duran yorganı çekerek orada yatan çocuğu kucağıma almak ve
öpmek; önümde dizleri üzerinde sallanan kadının boynuna sarılarak beraber ağlamak
istiyordum.
-Sen burada bekle, ben lazım gelenlere haber verir ve yine gelirim!- dedim.
Evden dışarı fırladım. Biraz daha yükselen ayın yarı aydınlattığı sokaklarda bütün
kuvvetimle koşuyordum. Gözlerimden süzülen yaşlar rüzgarın yüzüme savurduğu
tozlarla karışarak çamur oluyor ve yanaklarımda donuyordu. Ben, içimde dayanılmaz
bir acı ile ve önüme çıkacak bütün insanları yakalarından tutup oraya götürmek
arzusuyla, artık uyumaya hazırlanan şehrin ortasına doğru koşuyordum.
(SABAHATTİN ALİ)
ASFALT YOL
İstasyondan kalkıp vilayet merkezine giden kamyon, iki saat kadar sarstıktan
sonra, beni gideceğim köye ayrılan yolun başında bıraktı. İki adım bile atacak halim
yoktu. Çantamı yanıma koyarak, kenarlarından otlar fırlayan bir taşın üstüne oturdum.
Kafamdaki uğultuyu dinlemeye başladım.
İçi tozla karışık ter kokan kamyon dünyanın bu en bozuk yolunda bizi
birbirimize vura vura sersem etmişti. Birdenbire duraklamalar, bir çukura yuvarlanır
gibi sarsıntılar, bana nerede olduğumu bile unutturmuş ve beni karanlık bir rüya
dünyasına atmıştı. Şimdi oturduğum taşın üzerinde bu rüyadan silkinmeye
çalışıyordum.
Gideceğim köyü şoför göstermişti. Burası oturduğum yerden yarım saat kadar
uzakta, külrengi bir kerpiç yığını idi. Bir kenarda ince ince yükselen yine külrengi
birkaç kavak, orada, ufacık da olsa, bir su bulunduğunu anlatıyordu.
Köyün kenarındaki birkaç evin önüne gelince burnuma yanmakta olan tezek
kokusu geldi. Gözümün önünde, saç üzerinde yufka pişirilen bir ocak ve bekleşen
yalınayak çocuklar canlandı.
Gitgide daha kuvvetlenen keskin bir gübre kokusu beni daha çok buraya
yaklaştırdı. Köy yaşayan, çalışan bir mahluktur ve bu koku onun ter kokusudur.
Dünyada hiçbir koku beni bu kadar saramamış, kafamdan birbiri arkasına bu kadar
çok hatıralar yuvarlayıp geçirmemiştir.
Çocukları toplamak, dersleri yoluna koymak pek güç olmadı. Köylüler kendi
dilleriyle konuşanları anlamakta gecikmiyorlar. Şimdilik hiçbir şeyden şikayetçi
değilim. Yalnız bir yol meselesi var ki, bunu kendime iş edindim ve aylardır
uğraşıyorum. İlk geldiğim gün kamyonda canımı çıkaran o yol, meğer bütün vilayetin
en büyük derdiymiş. Herkes mahsulünü, yolcusunu bunun üzerinden geçirmeye
mecbur. Başka yol yok ve buna da yol demek için pek bol keseden atmak lazım. İşin
garibi, vilayet merkezini altmış kilometre uzaktaki demiryoluna bağlayan yol da bu!..
Herhalde daha mühim işler bunun yapılmasını bu kadar geri bırakmış. Ben, hem
bizim köyden, hem de başka köylerden vilayete müracaat ettirdim; yolun
yaptırılmasının ne kadar lazım olduğunu dilim döndüğü kadar anlattım. Uzun
istidaları hükümet memurları pek okumazlar diye, her fikrimi ayrı bir istidaya yazarak
bunları ayrı ayrı köylerden verdirdim. Böylece hepsi okunmuş olacak. Yolun
yapılmasında köylünün nasıl yardımı olacağına dair de birçok fikirler ileri sürdüm.
Geçenlerde şehre gittiğim zaman maarif müdürü bana biraz tuhaf muamele
etti. Kızıyor da kızdığını belli etmeyip alay etmeyi tercih ediyor gibiydi. Neden diye
merak ettim. Sonra laf arasında:
-Az değil ama, o da vazifem değil mi?- diye cevap verdim. Alaycı gözlerini
üstümde gezdirdi. Bir şey söylemedi. Sonra dışarıda, kahvede arkadaşlardan duydum.
Maarif müdürü bana kızgınmış. Ben köylülere Teşkilatı Esasiye Kanunu’nu
(Anayasa) okumuş, anlatmıştım. Kadastro’da işi olan bir köylü bir istida vermiş, bir
müddet sonra da cevap istemiş. Ne cevabı, denince: -Basbayağı cevap vereceksiniz!
Mecbursunuz! Kanun var!- diye dayatmış. Sormuşlar, araştırmışlar, kanunu benden
öğrendiğini anlayınca maarif müdürüne şikayet etmişler.
Hele bu yol işiyle bu kadar uğraştığıma kızanlar pek çok. Bir alakaları
olduğundan değil, iş olsun diye kızıyorlar. Benim öğretmen olduğum köyde oldukça
zengin bir Rüstem Ağa var. Şehirde arabacı dükkanı işletiyor, yaylıları, kağnıları
tamir ediyor. Bunun istida veren köylere gidip benim aleyhime sözler söylediğini
duydum. Pek şaşmadım. Bütün teşebbüslerden henüz bir şey çıkmadı. Ara sıra bu işin
arkasını bırakacak oluyorum. (Çünkü hükümetteki, hele nafıadaki (Eskiden Nafıa
(Bayındırlık) Vekaleti’nin kentteki yönetim birimi.) memurlar benimle açıktan açığa
alay ediyorlar.) Fakat akşamları köyde, istasyondan dönen arabaların, kağnıların ve
zavallı hayvanların halini görünce içim acıyor. Kendi kendime: -Başladığın işi yarıda
bırakma iki gözüm, sana yakışmaz!- diyorum.
Hala bir şey çıkmadı… Galiba bu yolu yapmayacaklar. Köylü de bana yardım
etmiyor. Pek ölü mahluklar… Belki de pek akıllı mahluklar da, boşuna yere uğraşmak
istemiyorlar. İçimde hiç şevk kalmadı. İnsana birkaç kelime ile cevap verseler yine
neyse, fakat ne evet, ne hayır!… Sanki bu istidaları ses vermez bir derin kuyuya
atmışız…
Akşamları köyün yanı başındaki sırta çıkarak uzakta tozlara bulanıp uzanan
yolu seyrediyorum. Bazan tozdan bembeyaz olmuş ve üstüne sepetlerle denkler
sarılmış bir kamyon görünüyor, bir bataklıkta dizlerini kaldırıp indirerek yürüyen bir
insan gibi ileri geri sallanarak, yıkılacak gibi olarak, ağır ağır ilerliyor. Bu o kadar
üzücü bir manzara ki, tekniğin en son ifadelerinden biri olan bu makine ile dünyanın
bu en iptidai yolunun mücadelesini görmemek için insan gözlerini kapıyor. Bazan
koşup yolu avuçlarımla düzeltmek, orada hiç olmazsa beş on metrelik bir yeri bir
-yol- haline koyarak kendi hisseme düşen vazifeyi yapmış olmak istiyorum.
Bizim iş birdenbire canlandı. Geçenlerde şehre büyüklerimizden biri gelmiş.
Otomobili ne kadar rahat da olsa bu yol yine kendini hissettirmiş olacak ki, bir laf
arasında valiye bundan bahsetmiş, vali de hemen atılarak: -İlk düşündüğümüz
şeylerden biri de budur, hemen bu sene yaptırmak istiyoruz, projeleri hazırlanıyor.
Hatta asfalt yaptırmayı bile düşünüyörüz… Acaba bu yol asfalt olsa şehrimizi sık sık
şereflendirir misiniz?- demiş.
Bunun üzerine asfalt meselesi aldı yürüdü. Ben meğer uykudaymışım, vali
projelerden bahsediyor… Demek zannettiğim kadar bu işe lakayt değillermiş, yalnız
gürültüsüz, şatafatsız bir şekilde halka hizmet etmeyi daha uygun buluyorlarmış.
Bence bu yolu asfalt yapmaya şimdilik hiç lüzum yoktu. Üç dört misli fazla
masraf edileceğine, bu para daha lüzumlu yerlere harcanabilir ve buraya, kendimize
göre bir yol, temiz bir şose yeterdi. Fakat belki başka bir düşündükleri var. Belki her
şeyin son derece mükemmel olmasını istiyorlar. Bu kadar büyük işlere aklım ermez.
Bir yol olsun da, paramız varsa isterse halı da döşetilsin…
Yol ilerliyor, bizim köye ayrılan köşede de hararetli çalışmalar var. Silindirler
gelip gidiyor ve alacalı bulacalı bir sürü köylü amele karıncalar gibi çalışıyor. Bu
çalışma akşam geç vakte kadar sürüyor, sonra kenardaki çadırlara çekilip yatıyorlar.
Amelenin çoğu açıkta yatıyor. Müteahhit çadır yetiştirememiş. Şafakla beraber tekrar
faaliyet başlıyor. Bizim köyden de amele yazılanlar var. Beş on kuruş kazanıp vergi
borcunu ödeyecekler. Bunlar geceleri köye dönüyorlar; ama pek bitkin bir halde.
Müteahhidin başlarına diktiği memur ekmek yemek için bile on dakika zor izin
veriyormuş.
Bizim köylü önceleri pek lakayttı, fakat taş döşenip asfalt işi başlayınca
hepsini bir merak sardı. Kocaman kazanlarda kaynatılıp sonra yerlere dökülen bu kara
şeyin üzerinde yürünebileceğini, hele kamyonların ve arabaların geçeceğini pek kabul
edemiyorlar. Tarlaları bu tarafta olanlar akşamları dönerken yolun kenarındaki
hendeğe çömelip sigaralarını tüttürerek silindirin ileri geri gidişine bakıyorlar ve
tanıdıkları amelelerle aldıkları yevmiyeler hakkında konuşuyorlar.
Yol bitti. Birkaç gün sonra açılış töreni olacak. Köyün yanındaki tepeye çıkıp
bakınca, uzakta kara bir yılan gibi parlıyor. İki tarafına ağaç da dikeceklermiş. Enfes
bir şey doğrusu. Bütün Vilayet halkının buradan nasıl akın akın geçeceğini, nasıl
kolaylıkla, kayar gibi istasyona varacağını düşündükçe içimde bir şey hopluyor.
Yolun sağlamlığı hakkında dedikodular var… Müteahhit adamakıllı vurdu diyorlar.
Fakat herhalde dedikodudan ibaret. Bu dehşetli güzel manzaranın karşısında insana
nasıl fena düşünceler gelebilir, şaşıyorum.
Bugün ömrümün en mesut günü idi. Şehrin kenarında taklar kurulmuştu, bütün
memurlar resmi elbiselerini giyip gelmişler. Hususi muhasebe müdürü bile, bej
pardösüsünün üstüne silindir şapkayı oturtmuş, -1.55- boyu ile ön tarafta yer almış.
Ben de bir kat elbisemi silip ütüledim ve öyle geldim. Maarif müdürü ters ters bakıyor
ama, ne derse desin, bir gün köyden ayrılmakla kıyamet kopmaz ya… Bu yol bir
parça benim eserim demektir… Halk ve köylü uzaktan seyrediyorlardı, yanlarına
gittim, konuştum, sevincimden herkesi kucaklayacağım geliyor. Yerime döndükten
sonra aklıma geldi, köylülere, yakına gelmeleri için işaret ettim. Bu yol herkesten
evvel onların demektir. Birkaç tanesi ilerleyecek oldu, jandarmalar bırakmadı, ben de
sesimi çıkarmadım ama neşemin yarısı kaçtı.
Vali uzunca bir nutuk verdi, sesi pek gür olmadığı için iyi işitemedim, yalnız
kulağıma: -Cumhuriyet, bayındırlık… Rehberlerimiz… Her şey halk için…- sözleri
geldi. Birkaç kişi daha, kısa sözler söylediler. Kordele kesildi, önde valininki olmak
üzere, bir otomobil kafilesi hızla ileri atıldı. Arkasından memurlar beş on adım
yürüdüler, herkes ayağını asfalta alıştırır gibiydi. Köylüler belki acemiliklerinden,
belki de bir şey söylerler diye çekindikleri için, asfalta basmaya cesaret edemeyerek
yolun iki kenarındaki toprak kısımda yürüyorlar ve büyük gözlerle ortaya, üzerinde
taze otomobil lastiği izleri ıslak ıslak parlayan asfalta bakıyorlardı.
Yolun açılışının onuncu günü nafıanın fen memurları vilayete bir rapor
vermişler. Kağnıların ve öküz arabalarının, hatta diğer arabaların da asfaltı şiddetle
tahrip ettiğini bildirmişler. Bunda yolun pek sağlam olmamasının de tesiri olacağını
hiç ağızlarına almamışlar, halbuki yalnız kağnıların değil, biraz yüklüce kamyonların
geçtiği yerlerde bile çukurlar kalıyor ve yer yer bozukluklar görülüyordu.
Vilayetçe telaşa düşmüşler. Daha parası ödenmeyen yolun, o büyük zat şehri
bir kere bile şereflendirmeden on beş gün içinde eski haline dönmesi tehlikesi
karşısında hemen toplanmışlar ve lastik tekerlekli olmayan nakil vasıtalarının asfalt
yoldan geçmelerini menetmeye karar vermişler.
Bu yasak pek ağırdı. Yol iki dağ arasındaki bir boğazdan geçtiği için, şimdi
istasyona gitmek isteyenler bu dağı dolaşacaklar ve tam altı saat ziyan edeceklerdi.
Bir yere toplanıp bir çare düşündüler, fakat ne jandarmalara karşı koymaya, ne de
kağnılara lastik tekerlek taktırmaya, şimdilik imkan yoktu.
Altı saat daha fazla süren ve eskisinden birkaç defa daha berbat olan bir
yoldan gidecekler, dağın arkasından dolaşacaklardı…
-Oğlum- dedi, -biz senden şikayetçi değildik ama, bu yol meselesi işi
değiştirdi. Köylü başımıza gelen bu derdi senden biliyor ve söz dinlemiyor. Birkaç
keredir seni dövmeye, hatta daha ileri gitmeye kalktılar, ben önüne zor geçtim…
Başka köylerde de senin düşmanların çoğalıyor. Bir gün başına bir iş gelir. İyisi mi,
güzellikle buradan git. Darılma, gücenme, hakkını helal et!-
( SABAHATTİN ALİ)
YARAYI KANATAN
Eve gelince masamın üstünde şu notu buldum:
“Bu akşam bize buyur. Tatlı sesler işiteceksin. Güler yüzler göreceksin,
güleceksin, ağlayacaksın. Her halde memnun olacaksın.
Turgut”
Bu merak verici notu yazan Turgut Bey’in evime pek yakın olan evinin
kapısını çalarken içeriden çalgı sesleri geliyordu.
Defi okşarken boynunu büktü. Akçıl saçlarına rağmen işveli bir tavır aldı.
Gözleri yarı kapalı olduğu halde beyaz dişlerine çarparken dalgalanıp iri dudaklarının
titreyişiyle birlikte titreyen gür ve gürbüz, tatlı ve yanık, düşündürücü ve uyuşturucu
bir ses nazlı nazlı başlayarak, perde perde yükselerek, ruhların en karanlık köşelerine
kadar süzülerek, zaman zaman kemanın inleyen ahengiyle dudak dudağa geliyor; bir
kumru sevişmesi yumuşaklığıyla gözlerde bulut şeklinde ümit ve hayal kümeleri hâsıl
ediyordu.
Köşedeki kanepenin üstüne bağdaş kurmuş, uçuk benizli, süzgün gözlü, ince
boyunlu, karışık saçlı, redingotlu zayıf bir beyefendi elinde tuttuğu bir küçük gonca
gülü koklarken gözlerini sıkınca onun sarı yapracıkları arasına iki damla yaş damladı.
Yüreğinin gizlilikleri musikinin ateşi karşısında erimişti.
Şimdi aşkın bunaltıcı ateşlerinin, özlemenin en acı dakikalarını kemanın
yanık titreyişleri, inleyişleri yüreklere tattırdıktan sonra; arzuların, hayallerin hiçlikleri
kıvrıla kıvrıla birbirinden zayıf, birbirinden ince bir iki damla nağmede toplanıyor;
uçuyor, sendeliyor, düşüyor… Kayboluyordu.
Artık gözlerin önünde görünmeyen, yalnız duyulan bir takım dağınık saçlar…
yumuşak eller… yaşlar… gülüşler… uzun kirpikler… ateşli gözler… öpen dudaklar
karmakarışık uçuşuyor ve ıraklara dalan nazarlar, kendilerine ait bir hayalin
karşısında titreyerek yalvarıyordu.
Usta bir elde çarpan mızrabın darbeleriyle ağlayan udun göğsünden gelen
iniltilerden teşekkül eden bir suzinak taksimi, zaten açılan yüreklerin esrarını
çehrelere daha ziyade aksettiriyordu. Eller çitişmiş, gözler dalmış, boyunlar
bükülmüştü.
Suzinak faslının eski, yeni şarkıları birbirini takip ederken bu hale gülen
doktor, gezinmeğe başladı. Sanıyordum ki bana bir şeyler söylemek istiyordu.
(Ben yârime seslenirken “gülüm şöyle, gülüm böyle” demeyi alışkanlık haline
getirdim. Ey Gül! Benim canım seni sever. Çünkü sen benim yâre hitabımsın.)
Doktor Pertev Bey bir iskemle çekti. Yanıma geldi. “Bizim musiki hakkındaki
fikriniz nedir?” dedi.
- Severim.
-Batı musikisini?
Doktorun bu iddiaları başta Pembe Hanım olduğu halde keman çalan, ut çalan,
tanbur çalan beylerin cümlesini birden coşturdu. Artık itirazlar, birbirini cahillikle
suçlamalar, alay etmeler, hiddetler birbirini takip ediyordu.
Bu inkâr, odadakileri yine harekete getirdi. Demin gül koklayan zayıf efendi
de işe karıştı:
-Ah, dedi, ah, Gülistan burada olmalıydı. O zaman sizde raksı, musikiyi inkâra
mecal kalır mıydı?
Pembe Hanım da atıldı: “Ben sizin yerinizde olsam şimdi Gülistan’ı bulur, bu
dinsiz doktoru imana getirmeği ona bırakırdım” diyordu. Karar verilmişti. Gülistan
çağırılacaktı. Ut ve tambur çalan beyler bu işte görevlendirildiler. Ve hemen
paltolarım giyip çıktılar. Ev sahibi dava vekili Turgut Bey de bu sırada kolları
arasındaki bir kucak elbiseyi ortaya bıraktı. Bunlar yelekleri, dizlikleri, dolakları,
sırmalı cepkenleri, hilali gömlekleri, pullu başlıkları, ipekli şalvarları, işleme
pabuçları ile kadın erkek zeybek giysileri idi. Bunları Aydınlı Yavuz Bey’le Sirozlu*
Gülistan giyeceklerdi.
Ev sahibi Turgut Bey fesini başından atarak bir avukat şiddeti, fesahatiyle
cevap verdi:
-Hayır.
-Bunlar altı yedi yüz senelik, diğerlerine göre yeni şeylerdir. Ben daha eski
zamanlara ait medeniyet izleri arıyorum.
Azizim Doktor, siz bunları bir kitapta okumuşa benziyorsunuz. Biraz kendiniz
inceleme yapsanız. Aslen Türk olan Simavnalı Bedreddin Simavi ve Şeytankulu4 gibi
âlimlerin içtihatlarını veya Torlak Kemal gibi kişilerin dini felsefelerini, Bektaşiliği,
Mevleviliği incelemeliydiniz.
Eğlenceyle ile musiki ile başlayan bu meclis şimdi ciddi bir renge girmiş,
davetlilerde büyük bir sıkıntıyı örtmeğe çalışan küçük bir bilgicilik tavrı uyanmıştı.
Herkes gizli bir bekleyiş içinde gözlerini ara sıra kapıya çeviriyor, Gülistan’ı
bekliyordu. Vehhabiliği Gülistan tenkit edecek, Simavnalı Bedreddin’in felsefesini
Gülistan açıklayacak sanılırdı.
-Türkiye yıpranmış, tozlu, ciltsiz lakin mühim, faydalı bir kitaptır. Onu
okumak, düzeltmeler yapıp yeniden basmak sabır ve merak ister.
Öteden Kemancı Suzi Bey atıldı. Dargın bir tavırla:
-Şiir mi? Hele şiir bu memleket için değildir. Şiirin varlığı aşka, kadına
bunların varlığına bağlıdır. Bizim kadınların daima sedirlerde, minderlerde,
kanepelerde oturmaları hareketlerinde hiç bir güzellik bırakmamıştır. Yoksa siyah
çarşafları altında ördekvari yürüyen hanımları görmüyor musunuz?
- O! O! Ördek gibi mi? Sizde hiç zevk yok. Güvercin gibi, kumru gibi.
Bu defa da odayı her ağızdan itiraz gürültüleri kapladı. Artık kimse kimsenin
ne dediğini işitmiyor, anlamıyor... Yumruklar havaya kalkıyor. Fesler başlardan
fırlıyor. Sigara dumanları hiddet ve süratle üfleniyor. Bir hay huydur gidiyor. Pertev
Bey ise fikrinde, isyanında inat ederek son itirafını fırlatmaktan çekinmiyordu.
Suzi Bey Gülistan’a köşedeki kanepeyi gösterirken Pembe Hanım da: “Bu
kâfir doktor hala imana gelmedi mi?” diyerek Pertev Bey’e serzenişlerle odaya girdi.
Ev sahibi Turgut bir iskemle çekti. Gülistan’ın karşısına oturdu. Niçin onu
rahatsız ettiklerini anlatıyordu:
-Göreydi o da bayılırdı.
Udu bu defa Pembe Hanım aldı ve defi Gülistan’a verdi. Suzi Bey bir Hüseyni
taksimi yapıyor ve bütün ruhunu, bütün hünerini yayına verirken nağmelerinin
hazzıyla doktoru büyülemek için ne derece zorlandığı dudaklarının büzülüşünden,
kaşlarının gerilişinden anlaşılıyordu. Şimdi herkes dini bir coşku ile dinliyordu.
Doktor Pertev Bey bu özenerek yapılanların hep kendi için olduğunu anlıyor ve
duygusuz bir tavır alarak saatinin kösteğiyle oynuyordu.
Pertev Bey parmağına sarıp çözdüğü kösteğini usulca yeleğinin cebine koydu.
Elini yanağına dayadı. Gözlerini kapadı...
Doktor Pertev Bey tatlı bir rüyadan uyanırcasına yanında oturan Turgut Bey’e
“Evet, ne kadar da olsa milli şeylerde insan bazen güzellik buluyor. Bu soydan gelen
bir gaflet olsa gerek.” dedi.
Ah sihirbaz Gülistan!..
Turgut ciddiyetle Gülistan’ın yanına gitti. Bir şeyler söyledi. Odadan çıktılar.
-Doktor Bey, her milletin yaratılıştan gelen, tabii yerli ve ayrı bir medeniyeti
vardır. Her memleket başkalarının yeniliklerini taklit ile başladığı düzenine kendisinin
eskiliklerini araştırarak son verir. Bu halde bir zamanki taklitçiler sonra araştırmacı
olurlar. Her milletin medeniyeti zekâsının, üretim biçiminin, tarihinin, ananesinin,
coğrafi mevkiinin tesiri altındadır. Medeniyet denen olgu umumidir. Lakin onu
uygulamadaki tarz başkadır. Fikirler birbirine karşı olmasa bile farklıdır. O halde
fikirlerin gelişmesinin de farklı olması gerekmez mi? Dünyanın maksadı refahı,
düzeni yaymaktır. Daha doğrusu iyiliği, güzelliği elde etmektir lakin bu maksada her
toplum bir başka yoldan varmağa çalışır. Milletlerin kendi samimi duygularına,
şiirine, musikisine, resmine, raksına, mimarisine, yemesine, giymesine, kendi üretim
tarzından, kendi özelliklerinden bir çeşni verdiği inkâr olunur mu? Hollanda resim
sanatıyla İtalya ressamları bir zevk mi takip eder? Alman yemekleriyle, Fransız
mutfağı bir örnek midir? İsveç edebiyatı ile Japon şiirleri aynı mıdır? Rusya’daki
evlerin biçimiyle İspanya binalarının arasında bir fark yok mudur?
Gülistan, altın sikkelerle süslenmiş küçük bir al fesin üstüne geniş, koyu
kırmızı, kenarları sırma oyalı bir tül almış, vücuduna geçirdiği pembe, ipekli hilali
gömleğin üstüne sırma dallarla işlenmiş, koyu güvez kadife yelek ve altına aynı renk
kumaştan işlemeli bol şalvar giymiş, beline o örnek bir yağlığı sarkıtarak sarmıştı.
Altın pullu kırmızı pabuçlarının içinde ince güvez çoraplara bürünmüş ayaklarının
narinlikleri gözüküyordu.
Yavuz, içi dolu, oyalı yemenilerle bezenmiş, yüksek, uzun püsküllü fesi; geniş
sinesini ve çevik belini örtemeyen ipekli çizgili Şam kumaşı mintanı ve açık mavi
işlemeli çuhadan dar cepkeni; aynı renkte kısa ve katmer katmer dizliği; iri
baldırlarına geçirdiği o tür kumaştan tozluğu ve kızıl yemenileriyle daha erkek, daha
yüksek, daha korkunç gözüküyordu.
Kadın, başının üstünde uçan al tülün iki ucunu elleriyle tutarak yüzüne örtüp
naz ve nazlanırken, erkeğin bu anda bir kartal süzülüşüyle, ölçülü adımlarla etrafında
dolaşması ve bu sertlik içindeki yakarışlar, hayatın bütün gizliliklerini raks ve ahenk
güzelliğinde gözlerde parlatıyordu. Derken iki vücut, biri kuvveti, diğeri işvesiyle bir
çatışmaya girişince bir saniye içinde kâh kuvvetin mağlup işvenin muzaffer, kâh
sertliğin muvaffak yumuşaklığın bitkin olarak savaşması yürekleri hoplatıyordu.
Bu sırada baygın bir vaziyetin çevik bir nağme ile canlanışı, sert bir perdeden
yumuşak bir dönüşe bürünürken yumuşayışı; bu değişiklik kalbe derin bir ferahlık
veriyordu.
Pertev Bey yarım saatten beri kendi üzerine dönen sorgulayıcı bakışların
altında ezilircesine perişanlığından “ben göbek atmak rezaletini bekliyordum”
diyordu. Bu küstahlık da Gülistan’ın dargın bir bakışıyla cezasını çekti.
Ufak bir istirahatten sonra oyuncular birinci başarının tesiriyle ikinci bir raksa
başladılar.
-Tuhaf, ben bu kadar düzgün ve ahenktar bir raksın bizde var olabileceğine
ihtimal veremezdim.
Zayıf Efendi ciddi bir karamsarlıkla Muhyi’nin* meşhur kıtasını usul usul
okudu:
Doktor, gittikçe artan bir hayretle “lakin bu oyunların şekilleri niye kayıtlara
geçirilmiyor? Niye öğretilmiyor? Neye yaygınlaştırılmıyor?” diye teessüf ede ede,
yavaşça oturduğu iskemleden aşağı kaydı; yere bağdaş kurdu. Samimi ve çaresizce bir
takdirle bir taraftan bu iki rakkasa daha ziyade yaklaşıyor, yaklaşıyordu. Pertev Bey
bunalım içindeydi. Bir dakika oldu ki kendisini kaybetti. Kalktı Gülistan’ın, Yavuz’un
ellerinden kavradı ve onları yürekten gelen bir şevkle öptü, öptü, öptü.
Artık bu hay huya ben de karışmıştım. “Size bir Macar masalı söyleyeyim”,
dedim:
"Her vilayetin iklimine nazaran, köyler için birer ikişer odalı kargir
evlerin planlarını yaptırıp suret-i inşasının tarifleriyle beraber liva,
kaza merkezlerine göndereceğim. İnsanlara temiz yuva, sıhhat ve
uluvvücenap verir. Mimar müfettişler gezdirerek bir iki sene kadar
Türkeli'nde telkinatta bulunacağım. Haydutları, hayvan hırsızlarını
astıracağım."
Almanya'da Heilbron şehrinde iki buçuk asırdan beri her akşam saat
beşte, ahaliyi Türk hücumuna karşı ikaz için kiliselerde çalınan ve
"Türk çanı" denilen çan sadasını dinledi.
Dedi ve çıktı.
Turhan iki seneden beri, Fazlıpaşa'da tuttuğu kargir bir evi sedirler,
divanlar, kavuklarla süslenmiş. Hereke, Bursa kumaşlarıyla
döşemişti. Duvarlara İslam ve Türk hakanlarının ve ulularının
resimlerini, ayetlerini, hadisleri ve Türk şairlerinin şiirlerini muhtevi
levhaları asmış; Kütahya'nın çini avanisiyle odalarını tezyin
eylemişti.
Beytini ve duvara:
Ve:
-Daima!
-Evet!
-Beis yok, Kamil! Beis yok. Ben onu fikrime, milletime feda ettim.