You are on page 1of 28

Çağatay Hanlığı (1227-1347/1370)

Çağatay Hanlığı, Moğol hükümdarı Cengiz Han‘ın oğullarından Çağatay Han‘ın


adını taşıyan Türkleşmiş Moğol devletidir.

Cengiz Han ölmeden önce topraklarını oğulları arasında paylaştırmıştı. Bu dağıtımda


da yıktıkları Karahıtayların toprakları olan Kaşgar civarı ile Maveraünnehir’in büyük
bölümün Çağatay’ın payına düşmüştü. Çağatay bu topraklarda 1227’de Çağatay Hanlığı diye
bir devlet kurmuş ve devlet 1347’den itibaren dağılma sürecine girerek 1370’e kadar varlığını
devam ettirmiştir.

Önce ağabeyi Cuci Han’ın ve ardından da babası Cengiz Han’ın ölümü üzerine
Çağatay Han, ailenin en yaşlı üyesi oldu. Fakat büyük Moğol tahtına kardeşi Ögeday geçerek
Büyük Han olmuştu. Çağatay Han ise buna karşı çıkmamış ve topraklarını ona bağlı kalarak
yönetmişti. Hatta 1228’de toplanan kurultayda Çağatay Han, kardeşlerin en büyüğü olarak
Ögeday’ı elinden tutarak bizzat kendisi kağanlık makamına oturtmuştu.

Cengiz Han 1223 yılında Türkistan’ı terk etmeden önce, Ürgençli Mahmut Yalavaç
isminde bir Türk’ü genel vali olarak atamış ve kendi adına bütün Türkistan şehirlerini idare
etmek üzere görevlendirmişti. Bu vazife Ögeday Han zamanında da devam etmiş, bütün
Türkistan şehirlerinin idaresi, vergilerinin toplanması ve kağanlığa gönderilmesi onun
idaresine bağlanmıştı.

Çağatay Hanlığı topraklarındaki bütün şehirleri idare eden Mahmut Yalavaç, sadece
büyük kağana karşı hesap vermekle mükellefti. Bütün Türkistan şehirleri, ister mahalli
idareciler olsun ister merkezden gönderilen memurlar olsun hepsi genel vali Mahmut Yalavaç
vasıtasıyla doğrudan doğruya kağanlık makamına bağlıydı. Aslında böylece Çağatay
ülkesindeki şehirler, Çağatay Hanlığının hâkimiyeti dışında kalmaktaydı.

Çağatay Han bir ara 1239 yılında Buhara civarında gerçekleşen bir isyan sebebiyle
Mahmut Yalavaç’ı görevinden almıştı. Fakat bundan dolayı büyük kağan olan kardeşi
Ögeday’a hesap vermek ve haddini aştığını kabul etmek zorunda kalmıştı. Ögeday, abisinin
üzerine fazla gitmemiş, Mahmut Yalavaç’ı Çin’e vali tayin etmiş, ancak onun yerine oğlu
Mesut Yalavaç’ı aynı yetkilerle genel vali olarak görevlendirmişti.

Aslında bu konunun da kendilerine göre bir mantığı vardı. Moğollar için şehir hayatı
cazip değildi. Zaten hayvan sürüleri ve hayat tarzları onların şehirlerde oturmasına müsait
değildi. Böylece şehir hayatından uzak kalarak hem sürekli hareket halinde oldukları için

1
savaşçılık performansların koruyorlar hem de büyük nüfus içinde erimeyi önlemiş oluyorlardı.
Şehirlerin idaresine bu yüzden Moğol asilzadelerinden kimse verilmiyordu.

Bu dönemde değil şehirde oturmayı orada vali olmayı dahi Moğollar hakir bir vazife
olarak görüyorlardı. Bir ara Ögeday oğlu Kiyuk’a, Batu Han’a olan bir itaatsizliği yüzünden
çok kızmış ve onu şehirlere vali olarak göndermekle tehdit etmişti. Bu durumdan anlaşıldığına
göre şehre idareci olmak bir Moğol asilzadesi için hakaret manasına gelmekteydi. Hanların
dâhil bir kışlak ve yaylak başkentleri olur, oraya dönemine göre taşınırlar ve büyük hanın
otağının etrafına binlerce çadır kurulurdu. Bu durum hanın ordasını, yani yerleşim yerini
oluştururdu. Onlar da şehir dışında kırlarda yaşarlardı.

Ocak-Şubat 1242 yılında Ögeday Han’ın ölümünden birkaç ay sonra Çağatay Han da
ölmüştür. Böylece Çağatay Han’ın ölümü sonrası yerine geçen Kara Hülagü Han (1242-1247)
durumdan hoşnut olmamış ve merkezdeki Moğol Devletine bağlı kalmayı sürdürmek
istemeyerek bir mücadeleye girişmişti. Mücadelesi esnasında Büyük Moğol Kağanlığında han
seçilememiş, tahtta Ögeday’ın hanımı bulunuyordu. Fakat Kiyuk’un han seçilmesiyle birlikte
Kara Hülagu Han tahttan azledildi. 1251’de hanlığı iade edilse de han olmak için merkeze
doğru gelirken yolda ölmüş ve oğlu Mübarek-Şah henüz çocuk yaşta olduğu için 1251’den
1261’e kadar devletin idaresini Kara Hülagü Han’ın eşi Organa Hatun elinde bulundurmuştur.

Çağatay’ın torunu Algu Han (1261-1266), Kubilay Han ile Arık Böke arasındaki taht
mücadelesinin yol açtığı iktidar boşluğundan yararlanarak Harezmşahlar topraklarını, Batı
Türkistan’ı ve Afganistan’ı kendi devletine dâhil etti. Çağatay Devleti ve idarecileri
Şamanizm inancındaydılar. Fakat Algu Han’dan sonra 1266’da tahta kendiliğinden çıkan
Kara Hülagu Han’ın oğlu Mübarek-Şah, İslam dinini kabul eden ilk Çağatay hanı oldu. Fakat
tahta kendisinin çıkması Kubilay Han’ın hoşuna gitmedi ve Barak’ı tahta çıkmak üzere
Çağatay devletine gönderdi. Yumuşak huylu olan Mübarek-Şah, altı ay sonra tahtı
kendiliğinden bıraktı ve Barak Han’a tabi oldu.

Bazı tarihçilere göre Barak Han’ın oğlu Tuva zamanında Çağatay Devleti tamamen
Büyük Moğol Kağanlğından ayrılmıştır ve dolayısıyla Çağatay Devleti’nin asıl kurucusu
olarak görülmektedir. Tuva’nın oğlu İsen Buka zamanında ise, Çin’den gelen büyük ordular
Türkistan içlerine kadar ilerleyebilmiş, hanın Issık göl ve Talas havalisindeki yaylak ve
kışlaklarını yağmalamışlardır. Ancak Tuva’nın öteki oğlu Kebek’in 8 yıllık hanlığı zamanında
Çağatay Devleti yeniden birliğine kavuşmuş ve eski önemini kazanmıştır.

1318’de tahta geçen Kebek Han döneminde devlet, konar-göçer hayattan yerleşik
hayata geçmeye başladı. Kebek Han, Karesi’de bir saray yaptırarak orada oturmaya başladı.

2
Çağatay Hanlığı en parlak dönemini Kebek Han’ın yönetiminde (1318-1326) yaşamıştır. Bu
dönemde devletin ekonomisi gelişmiş ve ilk Çağatay parası ”Kebek“ basılmıştı. Yine bu
dönemde yerleşik hayatın başlamasıyla birlikte devlet genelinde şehirlileşmeler meydana
geldi. Kepek Han’ın adil bir insan olduğu ve özellikle Müslümanlara adaletli davrandığı ifade
edilir. Bundan dolayı ölümünden sonra kabri üzerine türbe yapılmıştır. Onun döneminde
İslamlaşma hızlanmış ve dil açısından da Türkçe tercih edilmiştir. Böylece devlet genelinde
İslamlaşmadan sonra Türkleşme de hızla yayılmaya başladı. Fakat bunun neticesinde boylar
arasındaki siyasi çatışmaların arttığı görülmektedir.

Aslında Çağatay Han döneminde İslam’ın dinî alışkanlıkları yasaklanmıştır.


Çağatay’dan sonra yerine Kara Hülagu tahta geçmişti. Kara Hülagu Han’dan sonra tahta çıkan
hanlar, Orta Asya‘nın çoğunluğunu oluşturan Müslümanlara karşı barışçıl bir politika
izlemek zorunda kaldılar. Mübarek-Şah müslüman olduysa da kendisinden sonraki Hanlar
Kebek Han’a kadar Budizm ya da Şamanizm’e inandılar. Moğol Hanların ciddi İslamlaşması
ise Kebek’ten sonra tahta çıkan Tarmaşirin‘nin (1326-1335) İslam’ı kabul etmesinden sonra
yaşanmıştır. Tarmaşirin Müslüman olduktan sonra Alâeddin adını da kullanmıştır.

Ne var ki Alâeddin Tarmaşirin’in devleti iyi idare edemediği görülmektedir. Doğu


eyaletlerini ihmal edip halkına iyi davranmadığı için bu yörelerin konar-göçer halkı
1333’lerde kendisine isyan etmişlerdir. 1338’lerden itibaren de devlet idaresi zayıflamış ve
Çağatay prensleri emirlerinin elinde kukla gibi ülkeyi idare etmeye başlamışlardır. Ancak
Tarmaşirin döneminde Müslüman olması sebebiyle Müslümanlarla ülkenin ticareti artmıştır.

Bu dönemde Maveraünnehir’de oturan ve kent kültürüne alışarak Türkleşmiş Batı


Çağatay Hanlığı bünyesindekiler kendilerine “Çağataylı” olarak hitap etmeye başlamışlardır.
Dince İslamlaşmış, dilce Türkçeleşmiş olan bu “Çağataylı”lar, Çağatay Türkleri ve
kullandıkları dil de Çağatayca olarak adlandırılmaktadır. Çağatay dili XIII ve XIV. asırlarda
Çağatay, İlhanlı ve Altınordu Devletlerinin arasında gelişmiş ve zenginleşmiştir. Timur
Devleti döneminde, XV. Asırda, Ali Şir Nevai (1441-1501) ile birlikte edebi özellik
kazanarak Türkistan’ın edebi lehçesi konumuna yükselmiştir. Bu dil ve edebiyata “ Çağatay
lehçesi” de denilmiştir.

Bu “Çağataylı”lara karşın doğuda İli vadisi ve Tanrıdağı kuzeyinde göçebe


hayvancılığını sürdürmüş boylar kendilerine “Moğol” olarak hitap ederek Moğol kültüründen
gururu duymaya devam etmişler ve Moğolluğunu yitirmiş “Çağataylı”ları “Karaunas
(Melez)” diyerek aşağılamıştır. “Çağataylı”lar da bu “Moğollara” “Çete” diyerek onları
aşağılamışlardır.

3
Böylece Tarmaşirin‘den sonraki Çağatay Hanlığı, Duva Han’ın oğullarının güç
mücadelesinin sahnesi olmuş ve 1340’tan sonra Pamir Dağlarının doğusunu yöneten Doğu
Çağatay Hanlığı ile batısını yöneten Batı Çağatay Hanlığı olmak üzere ikiye bölünmüştür.

Doğuda tahta çıkan Tuğluk Timur (1359-70) batı bölgesini ele geçirerek Çağatay
topraklarını yeniden birleştirdi. Fakat bu sırada Doğu Çağatay kökenli Barlas
boyundan Timur, hanlık için bir tehlike olarak belirmeye başlamıştı. Çağatay Hanlığına bağlı
Semerkant emirinin hizmetinde bulunan Timur, önce Semerkant‘ı, sonra Çağatay topraklarını
ele geçirdi.

Çağatay Hanlığı böylece tarih sahnesinden silinmiş oldu fakat Çağataylılar 17. yüzyıl
sonlarına kadar varlıklarını sürdürdüler.

Devlet Teşkilatı

Birçok ulusta devleti yöneten karar merciine kurultay denilirken, Çağatay Hanlığında
bu organa toy denilirdi. Aslında ikisi de aynı anlamı ifade etmesine rağmen Çağataylılar bu
organın Türkçesi’ni kullanmayı tercih etmişlerdir. İbn Battuta’nın ifadesiyle, bu meclis yılda
bir defa Almalık adı verilen yerde toplanır, hanedan üyeleri ve devletin diğer memurları bir
araya gelirlerdi. Bu toyda devletin önemli meseleleri üzerinde konuşulur ve bir karara
varılırdı. Aynı zamanda da bu toyda ziyafet verilirdi.

Yine bir seyyahın naklettiğine göre, Tarmaşirin Han dört yıl arka arkaya bu toya
katılmamış, örf-adetlere, yasaya karşı olmakla itham edilmiş ve bundan dolayı da hanlıktan
azledilmişti.

Diğer devletlerde olduğu gibi sürek avları burada önemliydi ve bu avları organize eden
bir devlet görevlisi bulunurdu. Günlerce süren ve büyük alanlarda gerçekleşen bu avlar,
aslında hem askeri talim mahiyetinde hem de et temini yapılmış olurdu. Cengiz Han’ın av
işlerini büyük oğlu Cuci, yasa işlerini de Çağatay idare ederdi. Oğullarını bu işlerle
görevlendirmesi bu vazifelerin önemini ortaya koymaktadır.

Askeri Teşkilât

Moğol toprakları Cengiz Han’ın oğulları arasında paylaşılınca, Çağatay Hanın emrine
dört binbaşı verilmiştir. Bunlar Çağatay ulusu sahasındaki Barlas, Celayir, Sulduz ve Arlat
binbaşılarıydı. Bunların en kıdemlisi Barlas Karaçar Noyandı, bu binbaşı başkomutan
durumundaydı. Bilindiği üzere Karaçar Noyan, Emir Timur’un büyük atasıdır.

Daha sonra bu binlikler tümen haline gelmişlerdir. Tabii binliklerin tümen haline
gelişinde Türkistan’daki bozkır Türklerinin onların bünyesine girmesinin de çok rolü

4
olmuştur. Bundan dolayı Çağataylıların Türkleşmelerinde bu olayın etkisi büyük olmuştur.
Cengiz Han zamanından beri Moğol ordusunda Hun devletinin Türk askeri sistemin
kullanılmıştır. Yani ordu onbaşı, yüzbaşı, binbaşı ve tümen başı şeklinde organize edilmiştir.
Bu sistem Çağatay ordusunda da aynı şekilde devam etmiştir. Orduların harekât halinde, Sağ-
Kol, Sol-Kol ve Ön-Kol (merkez) adlarıyla yerlerini almaktaydılar.

Devletin Mali İşleri

Çağatay Hanlığının mali işlerinin ve vergilerinin neler olduğuna dair kaynaklarda çok
az bilgi bulunmaktadır. Esas itibarıyla kır hayatına ve hayvancılığa dayanan ekonomisi
olduğundan dolayı vergilerin büyük bir kısmı hayvancılıktan sağlanmaktadır. Şehir
hayatından ve tarımdan yok denecek kadar vergi geliri sağlanmıştır. En önemli vergilerinden
birisi “galle” adı ile orduya erzak ve hayvan temini sağlayan vergiydi. Bu vergi çeşidi diğer
Türk devletlerinde de vardı.

Çağatay hanlarının ancak kuruluştan 90 yıl sonra para basmalarını farklı şekillerde
yorumlamak mümkündür. Öncelikle siyasi hâkimiyetlerinin rolünün olduğu kabul edilmeli.
Kendileri büyük Moğol Hanlığına bağlı durumdaydılar. Diğeri ise, bozkır hayatında çok fazla
paraya ihtiyaç duyulmaması olarak düşünülebilir. Vergiler de zaten para olarak alınmıyordu.
Paraya bozkırlarda yaşayan kitlelerden ziyade şehirlerde yaşayanların ihtiyaçları vardır.

Devletin Adli İşleri

Çağatay Hanlığında adli işlere “Yasa Emiri” başkanlık ederdi. Ancak yargı işlerini
“yargucu” adı ile bilinen hâkimler icra ederlerdi. Burada İbn Battuta’nın verdiği şu bilgiler
önemlidir, tabi bu bilgilerin Çağatay Hanlığının son dönemlerine rast geldiğini unutmamak
gerekir. “Her gün vazife görmek üzere kendilerine ait daireye giden kadı, yanında fakîh ve
kâibi ile birlikte bulunurken, yargucu da sekiz kişilik maiyetiyle yine bu dairede
bulunmaktaydı. Yargucu ümeradan bir zat idi. Muhakeme anında her iki heyet de birlikte
bulunurlar ve davanın şeriata ait olan kısmına kadı hükmeder, yasa ve töreye ait olan tarafına
yargucu hükmeder; neticede karar birleştirilirdi. Onların verdikleri hükümlerin metin ve adil
olduklarını gördüm” demektedir.

Posta İşleri

Cengiz Han’ın oğullarının kurduğu devletlerin, Moğolların yam adını verdikleri bir
posta teşkilatını kullandıkları bilinmektedir. Moğol Kağanlığında, başkent Karakurum ile
diğer uluslararasında haberleşme ve posta işlerinin 1240 yılında Ögeday Kağan’ın topladığı
son kurultayda yeniden düzenlendiğini görmekteyiz. Ögeday Han, bu hususların karara
bağlanışında abisi Çağatay Han’ın tasdik ve onayı ile belirli hükümlere bağlanmıştı. Aksayan
5
hususların giderilerek ulaşım, haberleşme ve posta işleri yam adındaki teşkilât ile
yürütülecekti. Bu yeni nizama göre, ulaklar fevkalade haller haricinde, katiyen gidilen
istikamet boyunca şehir, kasaba ve köylere uğramayacaklardı.

Böylelikle o zamana kadar meskûn yerler halkının mecbur oldukları mükellefiyet


ortadan kalkacak; hem de yiyecek, ikmal ve dinlenmeyi yapabilmek uğruna ulaklar, şehirlere
uğrayarak yolu uzatmayacaklardı. İmparatorluğun çeşitli istikametlerine, en kısa şekilde
ulaşabilecek yollar üzerinde posta menzilleri kurulacaktı. Her ulus kendi bölgesindeki menzil
teşkilatını kurmakla mükellefti. Her menzilde bulunması lazım gelen 20 ulak ve seyis bu
bölgelerin askeri birliklerinden temin edilecekti. Ayrıca bu posta menzillerine lazım olan
binek atları, yemek için koyunlar, sütünü içmek için kısraklar, gereğinde kullanılmak üzere
arabalar ve diğer levazımatın sayıları ve miktarları ayarlanmıştı.

Sonuç:

Cengiz soyundan gelen hanlar Çağatay ulusunda kendi adet ve törelerini Çin, İran ve
Kıpçak ülkesinde (Deşt-i Kıpçak) hüküm süren hanlardan daha iyi korumuşlardır. Mevcut
adetleri ve gelenekleri yaşatmaya önem vermelerinin yanında kendilerine gelir getiren
Maveraünnehir ve Kaşgarya halklarıyla yakından ilgilenmişlerdir. Fakat Moğolların
Şamanizm’e dayalı inancı ile Müslüman yaşantı tarzı, yasa ile şeriat ve göçebelerle yerleşik
halk arasında ortaya çıkan çatışmalar Çağatay ulusuna her bakımdan zarar vermiştir. Ne var
ki, bu çatışmalar ve zararlar, yağmalamalar ve baskılar çok sayıdaki olumsuzluklarının
yanında, Maveraünnehir’deki Müslüman halkın dini ve milli değerlere daha sıkı
bağlanmasına, ilme ve âlimlere daha çok saygı göstermesine sebep olmuştur.

Devletin adını aldığı Çağatay, Cengiz Han ile eşi Börte-Üci’nin ikinci oğludur.
Yasaları, adet ve töreleri çok iyi bilen bir devlet adamıydı ama İslam dinine ve Müslümanlara
bakışı olumsuz olmuştur. Babasının yanında Çin ve Haremzşah seferlerine katılmıştır. Ancak
babasının ölümünden sonra artık hiçbir sefere katılmamış, ölen hükümdarın hayatta kalan en
büyük oğlu olarak devlet işleriyle ilgilenmiştir. O yıllarda bazen Moğolistan’da kardeşinin
sarayında, bazen de Cengiz Han tarafından kendisine verilen bölgede bulunmuştur.

Babası Çağatay’a, doğuda Uygurlar ülkesinden itibaren batıda Buhara ve Semerkant’a


kadar olan bölgeleri vermişti. Ancak bu yerler çoğunlukla Çağatay değil, kağan adına idare
edilmiştir. Çağatay’ın Otrarlı Veziri Kutbeddin Habeş-Amid devlet idaresinde büyük söz
sahibi idi. Han’ın yanında da büyük itibar sahibi olup, oğullarından her biri Çağatay’ın bir
oğluna arkadaş olmuştur. Çağatay 11 Kasım 1241’de ölen kardeşi Erdağ’dan sonra ancak
birkaç ay yaşamış ve 1242 yılının başlarında ölmüştür.
6
Maveraünnehir’deki Türk veya Türkleşmiş göçebeler, 15’inci asra kadar Çağatay adı
ile anılmışlardır.

Delhi Türk Sultanlığı

(1206-1526)

Başkent: Delhi

Delhi Sultanlığı Hindistan’da kurulan bir Türk devletidir. 1206 senesinde Gurlu
komutanı Kutbeddin Aybeg tarafından kurulan bu devlet, 1526 yılında Babür Devleti
tarafından yıkılmıştır. Hindistan bölgesinin Müslümanlaşmasında bu devletin büyük katkısı
olmuştur. Moğol istilası sırasında özellikle Türkistan’dan buraya birçok âlim gelmiştir. Bu
âlimlerin hem devletin gelişmesinde hem de bölgenin İslamlaşmasında önemli katkıları
olmuştur.

Kutbeddin Aybeg, Gurlu hükümdarı Muizettin’in komutanı ve Delhi valisiydi. Aslında


Delhi’de bağımsızlık çalışmaları yapmasına rağmen Muizettin’in ölümüne kadar beklemiş ve
daha sonra bağımsızlığını ilan etmiştir. Bunda Muizettin’in hiç çocuğu olmaması da etkili
olmuştur. Zaten ondan sonra da 1210 senesinde Harezmşahlar hükümdarı Alâeddin
Muhammed 200 yıldan beri Horasan, Afganistan ve Kuzey Hindistan’da hüküm sürmüş olan
Gurlu Devleti’ni yenilgiye uğratarak ortadan kalkmasına sebep olmuştur.

Aybeg, kısa bir süre sonra Gazne’ye de hâkim olmuştur. Fakat burada kendini eğlence
hayatına kaptırmış ve dolayısıyla Gazne halkı tarafından çok sevilmemiştir. Muizzeddin’in
ölümünden sonra çocuğu olmaması sebebiyle Gurlular adına faaliyet gösteren ve varislik
peşinde koşan Muizzeddin’in emirlerinden birisi olan Taceddin Yıldız’ın engellemeleri
sonucu Aybeg Delhi’ye çekilmek zorunda kalmıştır. Aybeg, Delhi halkına karşı çok cömert
davranmış ve halk tarafından burada sevilmiştir.

7
Harezmşahların Gurlu hâkimiyetine son vermesi neticesinde Kuzey Hindistan
tamamen Aybeg’in hâkimiyeti altına girmiştir. Fakat Aybeg, aynı yıl bir cirit oyunu sırasında
atından düşerek hayatını kaybetmiştir.

Şemseddin İltutmuş Dönemi

Kutbeddin Aybeg’in ölümünden sonra onun yerine oğlu Aram Şah sultan ilan
edilmişti. Fakat Aram’da hükümdarlık yapacak kabiliyetin olmadığına karar veren devlet
adamları, Aybeg’in damadı, başyardımcısı ve ordu komutanı olan İltutmuş’u Delhi’ye 1211
yılında sultan ilan etmişlerdir. Aram Şah, İltutmuş’a karşı direnç göstermiş, fakat başarılı
olamamış ve bu mücadeleler esnasında öldürülmüştür. Daha sonra Aybeg’in Gazne’den
çıkmasına sebep olan ve oraya hâkim olan Taceddin Yıldız da ordusuyla Delhi’ye doğru
yürümüş ve İltutmuşla aralarında gerçekleşen savaş sonucunda esir alınarak 1215 senesinde
öldürülmüştür. Ayrıca Aybeg’in diğer damadı olan Kabaca da tahtta hak iddia etmiş ve
İltutmuş’a karşı ayaklanmıştır, fakat İltutmuş onu da yenilgiye uğratarak 1220 yılında devletin
birliğini sağlamıştır.

Fakat aynı sene içerisinde Cengiz Han’ın Türkistan’a karşı istila hareketi başlamıştı.
Moğolların istilasından kaçan Celaleddin Harezmşah ise sığınak olarak kendisine Delhi’yi
seçmişti. İltutmuş bundan haber alınca Celaleddin’i takip eden Moğol ordusunun Delhi’ye
gireceğini hesap etmiş ve olası bir Moğol istilasına maruz kalmamak için Celaleddin’i kendi
ülkesinde istememiştir. Celaleddin’e bir heyet göndererek ona, “Sizin gibi asil bir hükümdara
bu ülkenin iklimi yaramaz.” şeklinde bir mektup iletmiştir. İltutmuş, her şeye rağmen elçilik
heyetinin peşinden bir de ordu göndermiştir. Böylece Celaleddin, Delhi’ye kaçmaktan
vazgeçip başka bir bölgeye gitmiştir. İltutmuş haklıydı, Celaleddin’in peşinde bir Moğol
ordusu vardı ve Delhi’ye gelmiş olsaydı Moğol ordusu Delhi’ye de girerdi. Böylece İltutmuş
Delhi’yi Moğol istilasından korumayı başarmıştır.

İltutmuş, 18 Şubat 1229 tarihinde Abbasi Halifesi tarafından Hindistan’ın hâkimi


olarak tanınmış, böylece İltutmuşun otoritesi daha da artmıştır. İltutmuş Hindistan içerisinde
farklı bölgelere başarılı seferler gerçekleştirmiş, birçok yeri kendisine bağlamış ve Hindistan
coğrafyasında İslamiyet’in hızla yayılmasına sebep olmuştur. 1236 senesinde bir hastalığa
yakalanarak vefat etmiştir.

8
Sultan Raziye Dönemi

İltutmuş, oğullarından hiç memnun değildir. Onların eğlence hayatına daldıklarından


ve devleti yönetecek kabiliyetlerinin olmadığından hep yakınmıştır. Bunun üzerine ölmeden
yaklaşık 4 sene önce kendisinden sonra tahta geçmesi için kızı Raziye’yi veliaht ilan etmiştir.
O, kızında olan devlet yönetme kabiliyetini keşfetmiş ve hatta ilerisini düşünerek geleneklerin
dışına çıkmış ve onu evlendirmemiştir. Bazı melikler ve devlet adamları tahta geçebilecek
büyük yaşta bir erkek evlat olmasına rağmen kızını veliaht ilan etmesine karşı çıkmışlardır.
Savaşçı bir toplumun başına bir kadın hükümdarın geçmesini kabul etmek istememişlerdir.
Fakat İltutmuş, kızının tahta oğullarından daha fazla layık olduğunu, oğullarının hiç birisinin
sultanlık görevini yerine getiremeyeceğini, eğlenceden devlet işleriyle uğraşmaya fırsatlarının
olmayacağını, şayet kendisi öldükten sonra kızını tahta geçirmezlerse kısa zaman içerisinde
pişman olacaklarını söylemiştir.

İltutmuş’un ölümünden sonra devleti bir kadının yönetimine bırakmak istemeyen


devlet adamları, İltutmuşun kararına rağmen oy birliği ile onun oğullarından Rükneddin Firuz
Şah’ı tahta çıkartmışlardır. Rükneddin rakipsiz olmak için ilk iş olarak kardeşi Kutbeddin’i
öldürtmüştür. Fakat İltutmuş’un belirttiği gibi kısa zaman içerisinde hükümdarlığa
yakışmayacak hareketlerde bulunmaya başlamış ve kendisini eğlenceye kaptırmıştı.

Devlet işleriyle ilgilenmeyen Sultan’ın yerine annesi Türkan Hatun devleti idare eder
olmuş, o da kişisel hırslarının esiri olmuştur. İltutmuş’un ölmeden önce söylediği gibi çoğu
devlet adamı pişman olmuş ve yavaş yavaş Raziye’nin etrafında toplanmaya başlamışlardır.
İşlerin sürekli kötüye gitmesine göz yummak istemeyen halk ve devlet adamları isyan
çıkartmışlar Rükneddin’i tahttan indirerek İltutmuş’un ölümünden 6 ay gibi kısa bir süre
sonra Raziye’yi sultan ilan etmişlerdir. Raziye kısa bir zaman sonra kadın elbiselerini
çıkartmış ve savaşçı erkek elbiseleri giymiştir. Halk arasına çok sık çıkmış, hiçbir zaman
kılıcı ve yayı olmadan gezmemiştir.

Sultan Raziye’nin saltanatı dönemi birçok isyan meydana gelmiştir. Bu isyanların


bazıları devlet adamları tarafından da desteklenmiştir. Raziye’nin Sultan olmasından sonra ilk
isyan tarihe Nur-Türk İsyan’ı olarak geçecek olan dini bir isyandır. Hanefi ve Şafi
mezheplerine karşı olan bir grup Delhi’de bir camiye baskın yapmışlar ve camide bulunanları
öldürmüşlerdir. Bununla birlikte diğer isyanların çoğu da Sultan Raziye’nin uzlaşmacı
kişiliğiyle siyasi anlaşmalar yapması ve yerinde müdahale etmesiyle bastırılmıştır.

9
Bu isyanların en önemli sebeplerinden birisi de devleti bir kadının yönetmesiydi. Bu
isyanlardan birisi de Melik Altunay’ın başlattığı isyandır. Delhi devletinin önemli
mevkilerinde hep Türkler vardı. Sultan Raziye bununla birlikte devlet içerisinde Yakut
isminde bir Habeş’e önemli bir makam vermişti. Bunu da bahane eden Altunay adında bir
melik isyan etmişti. İsyan neticesinde Yakut öldürülmüş ve Sultan Raziye de Altunay
tarafından ele geçirilmişti.

Devlet başsız kalınca bazı emirler İltutmuş’un oğullarından Muizzeddin Behram Şah’ı
tahta çıkardılar. Raziye sultan bu durumdan kurtulmak için Altunay ile evlenmeye razı oldu.
Evlilikten sonra Altunay eşinden dolayı tahta çıkabileceğini düşündü ve 1240 yılında Behram
Şah’ın üzerine yürüdü. Başarısız olan bu girişimden sonra Altunay ve Raziye Sultan
kaçtıkları esnada Hindular tarafından yakalanarak öldürüldüler.

Behram Şah Dönemi

Behram Şah’ın saltanatı emirlerin kendi aralarındaki rekabetleri ya da kendisine karşı


olan mücadeleleriyle geçmiştir. Bu durumdan faydalanan Moğollar, Hindistan üzerine
ilerlemişler ve önemli bir bölge olan Lahor’u ele geçirmişlerdir.

1241 yılında, Moğolların ele geçirdiği Lahor’a gitmek üzere bir ordu tertip edilmiş ve
ordunun başına da Nizamülmülk Muhazzebeddin getirilmiştir. Aslında Muhazzebeddin,
Behram Şah’a karşı gizliden bir düşmanlık besliyordu. Lahor üzerine giderlerken
Muhazzebeddin, Sultan’a bir mektup göndererek ordudaki emirlerin rahat durmayacağını,
onların öldürülmediği takdirde Sultanı ortadan kaldırmak için harekete geçeceklerini belirtir.
Ayrıca emirlerin öldürülmesini emreden bir ferman göndermesi durumunda kendisinin bu işi
yapabileceğini de söylemiştir. Behram Şah panikleyerek istenen fermanı hızlıca
Muhazzebeddin’e göndermiştir. Muhazzebeddin bu kez gelen fermanı ordudaki emirlere
göstererek Sultan’ın onları öldürmek istediğini söyler. Lahor’a gitmekte olan ordu geri
dönerek Delhi’ye gelir ve 1242 yılında Behram Şah’ı yakalayarak öldürürler.

Sultan Mesut Dönemi

Behram Şah’ın ölümünden sonra emirlerden Balaban, kendini sultan ilan etmiştir fakat
devlet adamları buna karşı çıkıp bir şehzadenin bu makama gelmesini söyleyerek Fîrûz Şah’ın
oğlu Alaeddin Mesut’u tahta çıkartmışlardır. Bu süreçte Emir Muhazzebeddin, devlette hâkim
konumuna gelmiş, istediği gibi davranmaya başlamıştı. Sultan Mesut da onun tehlikeli birisi
olduğunu fark etmiş ve bazı Türk emirleriyle birlikte onu, devleti kötüye sürüklediği
gerekçesiyle öldürmüşlerdir. Böylece hile ile Behram Şah’ın ölümüne sebep olan ve Alaeddin
10
Mesut’un tahta geçmesinden sonra da başına buyruk hareket eden Muhazzebeddin ortadan
kaldırılmış.

Sultan Mesut 1240’lı yıllarda art arda gelen Moğol saldırılarını savuşturmayı bilmiş ve
onların Hindistan’ı terk ederek Horasan’a çekilmelerine sebep olmuştur. Zaman zaman
Moğollar bu topraklara gelip yağma yaptılarsa da özellikle Hülagü Han zamanında iç
karışıklıklarla uğraştıklarından dolayı Delhi üzerine büyük bir ordu göndermemişlerdir. Bu
şekilde Moğol tehlikesinin bölgede son bulduğunu söylemek mümkündür.

Moğol tehlikesinden sonra Sultan Mesud, çevresindekilerin de etkisiyle birçok Türk


emirini öldürtmüştür. Bu duruma daha fazla dayanamayan emirler, İltutmuş’un oğullarından
Nasîreddin Mahmud Şah’a mektup göndererek onu tahtta davet etmişler ve 10 Haziran 1246
tarihinde Sultan Mesut’u yakalayarak öldürmüşlerdir. Nasireddin Mahmud Şah 12 Haziran’da
Delhi’de tahta çıkmıştır.

Fakat kısa bir zaman sonra devletin gidişatına büyük etkisi olacak bir durum meydana
gelmiştir. Daha önce Behram Şah’ın ölümünden sonra kendisini sultan ilan eden, ancak
şehzade olmadığı için sultanlığı kabul edilmeyen Balaban, kızını Sultan Mahmud Şah’a
vermiş ve Sultan’ın kayınpederi olmuştur. Böylece Balaban önemli makamlara kendi
taraftarlarını yerleştirmiş ve yavaş yavaş devletin kontrolünü eline almaya başlamıştır.

Sultan Mahmud Şah’ın son yılları hakkında elimizde yeterli kayıt bulunmamaktadır.
Sultan Mahmut Şah, 18 Şubat 1266 tarihinde ölmüştür. Aslında Balaban’ın kızından bir oğlu
dünyaya gelmişti, fakat bu çocuk erken yaşta vefat etmişti. Yani Sultan Mahmud Şah’ın tahta
çıkacak çocuğu bulunmuyordu. Bu durumu Balaban kullanmış ve kayınpederi olduğu için
çevresindeki emirlerin de desteğini alarak tahta çıkmayı başarmıştı. Kendisine Uluğ Han
Balaban denmişti. Onun tahta çıkışı, Delhi Türk Sultanlığında yeni bir hanedanın yani
Balabanların devrini başlatmış oldu. 22 yıl tahtta kaldı.

Balabanlar Dönemi

22 yıl sürecek saltanatı esnasında devlet yeniden toparlamış ve sıkı disiplin


uygulamıştır. Uluğ Han Balaban, tahta geçtikten sonra Müslüman nüfusun Hindu nüfus
karşısında azınlık konumuna düşmemesi ve isyanların ortaya çıkmaması için Hinduların
olduğu bölgelere Müslümanları iskân etmiş, Hinduları daha da iç kesimlere doğru göçe
zorlamıştır. Ticarete önem vermesi neticesinde Delhi çevresindeki ormanlarda yaşayan hırsız
ve eşkıyaları temizlemek için de bir takım girişimlerde bulunmuş, bölgedeki tüccarları
rahatlatmıştır.
11
Her şeye şüpheyle yaklaşmış ve çok az kimseye güvenmiştir. Avlanmaya bile 1.000
kişiden oluşan bir askeri birlikle gittiği ifade edilmektedir. İlhanlı hükümdarı Hülâgû’nun,
Balaban için “Balaban akıllı bir hükümdar ve tecrübeli bir idareci… Dışarıdan avı çok
seviyor gibi görünüyor ama asıl gayesi birliklerinin talim üzerinde tutmak.” diye söylediği
belirtilir. Sefere çıkmadan önce büyük hazırlıklar yapar, maliye ve savaş bakanlıklarını bu
doğrultuda yönlendirir, ancak seferin ne zaman, nerede ve kime karşı yapılacağı konusunda
kimseye bilgi vermezdi. Bu bilgiler ancak seferin son aşamasında belli olurdu. Balaban’ın
hükümdarlık anlayışına göre bu görev kutsaldır ve ancak Allah tarafından tesis edilir. Bu
durum diğer Türk topluluklarında karşımıza çıkan Kut anlayışı ile de benzerlik
göstermektedir.

Moğollar üzerine saldırmadan ve daha önce elden çıkan toprakları almadan Balaban’ın
ordularını güçlendirdiği görülür. Kendi ülkesini tehlikeye atmadan sınırları içerisindeki
düzeni korumak ister. Bu durumun yeni yerler fethetmekten daha önemli olduğunu düşünür.

Balaban, özellikle Moğollara karşı savaşacak düzenli birlikler kurar ve birliklerin başına
da büyük oğlu ve veliahttı olan Muhammed’i geçirir. 1279 yılında Moğollarla meydana gelen
bir savaşta Delhi ordusu Moğolları yenilgiye uğratmıştır. Ancak valilerin ve komutanların
hepsi Balaban’a çok da sadık değillerdir. Uzun bir süre Balaban bunlarla uğraşmıştır. En
bilindik isyan da Bengal valisi Tuğrul’un isyanıdır. Üçüncü seferde isyan ancak bastırılmış ve
Tuğrul ile yandaşları şehir meydanında idam edilmişlerdir. Buraya oğlu Buğra’yı vali olarak
atamış ve oğluna dahi “olur ya günün birinde sana birileri Delhi padişahı ile bozuş, onun
emirlerine uyma derse, işte o zaman bu manzarayı hatırla!” diyerek gözdağı verdiği rivayet
edilir.

Veliaht Muhammed 1285 yılında yapılan bir Moğol savaşında ölmüştür. Bu durum
Balabanı çok üzmüş ve mecburen yerine oğlu Buğra’yı veliaht ilan etmiştir. Devlet
yöneticiliği vasıflarına sahip olmayan Buğra’nın eğlenceye düşkün olduğu ifade edilmektedir.
Bunu gören Balaban 80 yaşındayken istemeyerek Buğra’nın oğlu Muizzeddin Keykubad’ı
veliaht ilan etmişti ve kısa bir süre sonra da 1286/1287’de vefat etmiştir.

Muizzeddin Keykubad Dönemi

Keykubad tahta çıktığında 18 yaşında bulunuyordu. Aslında küçüklüğünden beri dedesi


Balaban’ın kontrolünde yetişmiş, sıkı disiplin altında kabiliyetli birisi olarak büyümüştü.
Fakat tahta çıktıktan sonra hızlı bir değişim geçirmiş, kendisini eğlenceye vermişti. Hatta

12
kendine yeni bir saray yaptırmış ve burada yakın adamlarıyla birlikte sürekli kadınlı
eğlenceler tertip etmiştir.

Bu durumdan şikâyetçi olan devlet adamları şehit olan veliaht Muhammed’in oğlu
Keyhüsrev’i tahta geçmek için ikna ettikleri bir zamanda, Keykubad’ın Melik Nizameddin
ismindeki bir devlet adamının (Naib’ül Mülk) çalışmaları ve sultanın da onayıyla Keyhüsrev
öldürülmüştür. Bir müddet sonra Keykubad’ın babasıyla (Buğra Han) arası açılmış fakat barış
sağlandıktan sonra babasının oğluna Nizameddin’in tehlikeli olduğu öğüdünü verdikten sonra
o da öldürülmüştür. Böylece sultanlık büyük bir sorundan kurtulmuş oldu, ancak bu durumlar
Keykubad’ı eğlenceden, içkiden ve kadınlardan ayırmadı. Kısa bir müddet sonra da
hastalanarak yatağa mahkûm odu.

Halacîler Dönemi

Melik Nizameddin’in yerine bir Türk kabilesi olan Halacîlerden Celaleddin Fîrûz Şah
Naib’ül Mülk makamına getirilmiştir. Celaleddin Fîrûz Şah’ın otoritesi saray içinde iyice
güçlenmişti ve fırsatını bulup 1290 yılında Sultan Keykubad’ı ve oğlunu öldürterek tahtı ele
geçirmiştir. Böylece Delhi Türk Sultanlığında yeni bir hanedan olan Halacîler dönemi
başlamış oldu (1290-1321). Firüz Şah 1296 yılında damadı ve aynı zamanda yeğeni olan
Alaeddin Halaci tarafından öldürüldü. Tahta Alaeddin Halaci çıktı. Onun dönemi de iç
isyanlar ve Moğol mücadelesiyle geçmiştir.

1315 yılında Alaeddin Halaci vefat etmiş ve sultanlıkta meydana gelen birçok taht
kavgası devletin gerilemesine sebep olmuştur. 1317 yılında Alaeddin’in oğlu Mübarek Şah
tahta çıkmayı başarabilmiştir. Mübarek Şah halkına adaletli de davransa saray içerisinde
görevli Hüsrev isminde bir Hintli tarafından öldürülmüştür.

Hüsrev, kısa süreliğine tahtta bulunmuş ve bu süre içerisinde saraya birçok Hintli
yerleştirmiştir. Hapislerde bulunan Hintlileri ve cariyeleri serbest bırakmıştır. Fakat bu
duruma bir dur demek isteyen Tuğluk isminde bir Türk komutan kendi birlikleriyle Hüsrev’e
saldırmış ve onu öldürerek tahta kendisi geçmiştir. Böylece 1320-1413 yılları arasında hüküm
sürecek Tuğluklar dönemi başlamıştır.

Tuğluk Hanedanlığı Dönemi (1320-1413)

Tuğluk Hanedanlığı döneminde sultanlığın toprakları en geniş sınırlarına ulaşmıştır.


Fakat bu beraberinde kontrol zorluğunu getirmiştir. Hızlı büyüme ve yayılma, merkezi

13
otoritenin zayıflamasına sebep olmuş, ortaya çıkan sorunlar yüzünden devlet zayıflamaya
başlamıştır.

Sultan Giyaseddin Tuğluk, saltanatı boyunca devletin yetkili organlarına yerleştirilen


ve isyan eden Hintlilerle mücadele etmiştir. Bu mücadele esnasında kendisine en çok oğlu
Muhammed Tuğluk yardımcı olmuş ve sonrası (1325) tahta o geçmiştir. Onun döneminde
devlet hem altın çağını yaşamış, hem de gerileme dönemine girmiştir.

Moğollar bu dönemde de Sultanlığı rahat bırakmamışlar ve vergiye bağlamışlardır.


Devlet Güney Hindistan’da kendilerine isyan eden Hintlilerin hakkından gelememiş ve
1350’ye gelmeden Güney Hindistan toprakları Sultanlığın elinden çıkmıştır.

Muhammed Tuğluk’un ölümünden sonra tahta yeğeni Firuz Şah Tuğluk geçmiştir
(1351). Firuz Şah, kayıtlara ülkesine barış ve zenginlik getiren dindar bir hükümdar olarak
geçmiştir. 1388 yılında 90 yaşındayken vefat etmiştir. Firuz Şah 38 yıl devleti idare etmiş
fakat onun ölümünden sonraki 10 sene içerisinde tahta altı sultan geçmiştir. Bu durum da
devlette istikrar sorunu oluşturmuştur.

Seyyid Hanedanlığı Dönemi (1414-1451)

Timur’un Hint seferi Tuğluk hanedanlığı dönemine denk gelmektedir. Timur


Hindistan’ın birçok bölgesini ele geçirmiş ve buraların yönetimini daha önce Tuğluklular
döneminde görevden alınan Hızır isminde bir valiye bırakmıştır. Hızır Han kendisinin Hz.
Muhammed (sav.)’in soyundan geldiğini iddia ediyordu, bu yüzden bu hanedanlığa Seyyid
Hanedanlığı denilmiştir. Kayıtlarda Timur’un generali olarak da geçen Hızır Han, 7 yıl tahtta
kalmış ve tamamen çıkan isyanları bastırmakla uğraşmıştır.

Sırasıyla yerine oğlu Mübarek Şah, daha sonra Muhammed Şah ve son olarak da
Alaeddin Alem Şah geçmiştir. Seyyid Hanedanlığı döneminde merkezi otorite kesin olarak
bitmiştir. Hükümdarların yetkisi sadece Delhi ve çevresinden yaklaşık 320 km2’lik bir
alandan ibaret olmuştur.

Ludi Hanedanlığı (1451-1526)

Ludi Hanedanlığı Delhi Sultanlığını yöneten son hanedanlıktır. Ludiler Afgan kökenli
bir hanedanlıktır. Daha önce devletin özellikle askeri kanadında önemli makamlara
getirilmişlerdi. Balabanlar döneminde de Hindulara karşı mücadele esnasında Ludiler sınır
boylarına iskân edilmişlerdi. Ludi hanedanlığı başa geçmeden 110 sene önce 1341’de Ludiler
ayaklanmışlar ve Kuzey Hindistan’ın etkili güçlerinden biri haline gelmişlerdi.

14
Seyyidlerden son sultan olan Alaeddin Alem Şah’ın veziri olan Hamid Han devlette
çok yetkiliydi ve aynı zamanda o dönemde Ludilerin lideri olan Behlül Ludi’nin de yakın
adamıydı. 1451 senesinde Hamid Han’ın faaliyetleriyle Behlül Ludi, Sultan Alaeddin Şah’ın
Delhi’de olmadığı bir dönemde gelip tahta oturdu ve böylece zaten çok güçsüz olan Alaeddin
Alem Şah tahtı terk etmek zorunda kaldı.

Behlül ilk iş olarak Delhi civarında bağımsız hareket eden Hindu ve Müslüman
grupları hâkimiyeti altına aldı. Timur’un 1398’deki saldırılarından beri kendini
toparlayamayan Delhi’yi imar etti ve burayı yeniden alimler, ve sanatkârlar için bir merkez
haline getirdi. Aynı zamanda hâkimiyeti altındaki topraklarda ekonomik refah ve istikrar
sağlayarak harap vaziyette bulunan pek çok yerleşim biriminin canlılık kazanmasını sağladı.

1489 yılında Behlül’ün ölümüyle yerine Nizam Han İskender Şah unvanıyla tahta
geçti. Behlülden devraldığı devlet topraklarını iki katına çıkaran İskender Şah, halkına adil
davranmasıyla bilinen bir sultandır. İhtiyaç sahipleri için çeşitli vakıflar kurmuş ve aş evleri
açmıştır. İlim adamları, şairler ve sanatkârlar teşvik edilip ödüllendirilmiştir. Şehirleşmede
büyük gelişmeler sağlanmıştır. Resmi dairelerde Farsçadan başka dil kullanılması
yasaklanarak Hindu memurlara kısa sürede bu dili öğrenmeleri mecburiyeti getirilmiştir.
Onun saltanatı sırasında istikrar ve ekonomik refahın yaygınlaştığı ve temel ihtiyaç
maddelerinin temininde güçlük çekilmediği kayıtlarda ifade edilmektedir.

İskender Şah’ın 1517’de ölümünden sonra tahta İbrahim-i Ludi geçmiştir. Fakat bu
dönemde yukarda anlatılan istikrar yok olmuş ve İbrahim-i dönemi kardeşi Celaleddin ile
toprak ve taht kavgalarıyla geçmiştir. Netice itibariyle 1526 yılında Babür ile yapılan savaşta
İbrahim-i yenilmiş ve Delhi Türk Sultanlığı tarih sahnesinden çekilmiştir. Böylece Kuzey
Hindistan’da Babür İmparatorluğu kurulmuştur. Bu savaşta Babür ordusu Kuzey Hindistan’da
ilk defa top kullanmıştır.

Aslında devlet, Ludiler döneminde yıkılmış olsa da, bu dönemde Hindistan tarihinde,
Timur’un bıraktığı dağınıklık ve düzensizliğin yavaş yavaş ortadan kalktığı kısmen bir istikrar
dönemi olduğu kabul edilmektedir.

15
Timur Devleti (İmparatorluğu): 1370-1405

Kurucusu: Emir Timur

Başkenti: Semerkant

Timur Han (Aksak Timur)

Tarihte Aksak Timur olarak da isimlendirilen Timur Han, aslında bir Moğol kabilesi
olan Barlas boyuna mensuptur. Ancak Barlas boyu, yoğun Türk kültürünün etkisiyle hem
kültürel olarak hem de halkın yoğun karışması sonucunda Türkleşmiş bir boydur. Bununla
birlikte Timur Han da kendisini Türk olarak kabul etmiş, Türklüğü ile iftihar etmiş ve
kendisini Türk Dünyasının en büyük hükümdarı ilan etmiştir. 1370 yılında kurduğu Timur
Devleti’nin sınırları kısa süre içerisinde Delhi’den Bursa’ya kadar uzanmıştır.

Aksak Timur, unvanından da anlaşılacağı üzere aksayarak yürümekteydi. Ancak bu


rahatsızlığına rağmen at sırtında kazandığı büyük savaşlarla bu kusurunu bir iftihara ve
unvana çevirmiştir. Timur Han’ın mezarını açan ve kemiklerini inceleyen Sovyet Antropolog
Mikhail Garasimov’un yaptığı tetkiklerde Timur Han’ın kalça incinmesi sebebiyle Aksak
yürüdüğü tespit edilmiş. Mikhail Garasimov’un yaptığı diğer tetkiklerde de Timur Han’ın
boyunun 1.73 metre olduğu, elmacık kemiklerinin çıkık ve göğüs kafesinin geniş olduğu gibi
bilgilere de ulaşılmıştır. Kimi kaynaklarda bir çarpışma esnasından ayağından yara aldığı ve
bundan dolayı topalladığı ifade edilmektedir. Farsça aksak anlamına gelen “Timur lenk” diye
anıldığı bundan dolayıdır. Timur, Cengiz Han’ın soyundan olan Emir Hüseyin’in kızıyla
evlenmişti. Bu yüzden Moğollar ona damat anlamına gelen “Gürgan” lakabını takmışlardır.

16
Timur Han, 8 Nisan 1336 yılında, Semerkant yakınlarında bulunan Keş şehrinde
dünyaya geldi. Bu bölge, 1300’lü yıllarda Moğol hâkimiyeti altındaydı. Bu bölge
Maveraünnehir ve Semerkant eşrafı, yerel Türk halkı ve Moğolların bir arada yaşadığı ve
kaynaştığı bir sosyal yapı ihtiva etmekteydi. Bu bölgede bulunan Moğollar başta olmak üzere
diğer gayri Müslimler Türk kültüründen fazlasıyla etkilenmişler, bölgedeki manevi atmosferin
tesiriyle İslamiyet’i kabul etmeye başlamışlardı. Böylece İslamlaşan Moğollarla Türklerin
karışımı sonucu ortaya Türk-Moğol karışımı bir sosyo-kültürel yapı meydana gelmişti. Timur
Han, tam da bu atmosferde bağlı bulunduğu Türkleşmiş ve Müslümanlaşmış Barlas
kabilesinin bir mensubu olarak dünyaya gelmiştir. Aslen baba tarafından Moğol, anne
tarafından ise Türk’tür.

Timur Han’ın babası Turagay, Çağatay Hanlığına bağlı olan Barlas boyunun beyiydi.
Babası kendisi tasavvufu sevdiği için oğlunun da öyle yetişmesini arzulamıştı. Timur 18
yaşına kadar medreselerde ilim tahsil etmiş, dini ve ahlaki olarak iyi birisi olarak yetişmiştir.
Babasının da nasihati doğrultusunda her zaman âlimlere, dervişlere ve şeyhlere hürmet
etmiştir. Timur Han’ın doğduğu Keş şehrinin idaresi Çağatay Emiri Kazgan’ın
yönetimindeydi. Timur, babasının nüfuzu ve kalabalık Barlas boyunun veliahdı olmasından
dolayı genç yaştan itibaren bulunduğu şehrin yönetiminde yer almıştır. Yetenekleriyle devlet
yönetim içerisindeki giderek yükselmesini bilmiştir.

Timur Devletinin Kuruluşu

Timur, 20’li yaşlarına geldiğinde Semerkant bölgesinde hanlar arasında hâkimiyet


mücadeleleri vardı. 1340 yılından itibaren bölgedeki hâkim güç olan Çağatay Hanlığı doğu ve
batı olmak üzere ikiye ayrılmıştı. Doğu Çağatay Devletinde tahta çıkan Tuğluk Timur (1359-
1370), Çağatay Han’ın altıncı kuşaktan torunuydu. Tuğluk Timur, bölgedeki karışıklıklara son
vermek için Semerkant’a gelmiş ve burada bulunan o dönemde Barlas Boyunun lideri olan
Timur’un yani Aksak Timur’un desteğini almış, Aksak Timur Tuğluk Timur’a bağlılığını
bildirmişti.

Tuğluk Timur, bölgedeki durumu düzene koyduktan sonra oğlu İlyas’ı


Maveraünnehir’e vali tayin etmiş, Timur’u da ona atabey yapmış ve bölgeden ayrılmıştı.
Fakat genç yaşta olan ve yönetim kabiliyeti olmayan İlyas, babasının Moğol Hükümdarı
olması sebebiyle şımarık bir yaşam sürüyor, bölgeyi zulüm ve baskıyla yönetiyordu.

Timur, Vali İlyas’ın uygulamalarından rahatsız olmuş ve ona karşı Maveraünnehir


emirlerinden Hüseyin ile ittifak kurarak bölgedeki Moğol yönetimine isyan etmiştir. Bu isyan
17
sonucunda Timur ile Emir Hüseyin Horasan’a girerek ve bölgeyi hâkimiyetleri altına
almışlardır. Ancak Horasan’ın idaresi ile ilgili bazı meselelerde anlaşmazlığa düşmüşlerdir.
İkisi de bölgeye tek başına hâkim olmak istemişler ve ikisinin orduları Belh’te karşı karşıya
gelmişlerdir. Timur, bu savaşta Emir Hüseyin’i yenilgiye uğratarak Horasan’dan çıkarmıştır.
Böylece Türk Tarihinin en önemli beldelerinden birisi olan Horasan’a tek başına hâkim olmuş
ve kendisini 1369 yılında Türk dünyasının hükümdarı olarak ilan etmiştir.

Timur’un Horasan merkezli kurmuş olduğu bu hâkimiyet, bir yıl içerisinde


teşkilatlanmak suretiyle tam anlamıyla bağımsız ve güçlü bir devlet haline dönüşmüştür.
Maveraünnehir’e hâkim olan Moğollar bölgeyi valiler ve emirler vasıtasıyla uzaktan
yönetiyorlardı. Timur bu durumu kendi lehine çevirmesini bilmiştir. Moğolların kontrolü
altındaki birçok kabile onlardan yıllardan beri şikâyetçiydiler, fakat başka çareleri olmadığı
için sessiz kalmak zorunda kalıyorlardı. Timur Han’ın bölgede alternatif bir güç olması birçok
kabilenin kısa zaman içerisinde ona bağlanmasına sebep olmuştur. Bu durumun sonucunda
Moğol Hanlığı olan Çağatay Hükümdarlığı güç kaybetmeye başlamıştır. Bu şekilde gücüne
güç katan Timur Han, birkaç yıl içerisinde Horasan ve Maveraünnehir’in tek hâkimi
konumuna gelmiş ve hâkimiyetini güçlendirmiştir.

Timur Han, Maveraünnehir bölgesinde hâkimiyetini pekiştirirken Doğu Avrupa’dan


Doğu Türkistan’a kadar uzanan coğrafyaya yayılmış olan Büyük Moğol Devleti, hem komşu
devletlerle hem de saltanat kavgalarıyla mücadele etmek zorunda kalmış ve bunun neticesinde
zayıflamıştır. Cengiz Han’ın torunları, dedelerinin fethettiği topraklara sahip çıkamamışlardır.
Moğolların Batı kanadını oluşturan Altın Orda Devleti de Kıpçaklar, Uzlar ve Peçenekleri
yıkmış ve bu devletlerin nüfusunu kendi bünyesine almıştı. Böylece az olan Moğol nüfus çok
olan bu Türk nüfusu içerisinde zamanla erimişti. Bunun sonucunda Altın Orda Devleti
Türkleşmeye başlamıştı. Yani özetle, zaten Kültürel bakımdan Türkleşmiş olan Moğollar,
yıkılan Türk Devletlerinin tebaalarını da bünyelerine katınca Devlet Teşkilatlanmasında
Türklerin ön plana çıkması ile Türk-Moğol Devletlerine dönüşmüşlerdi.

Timur döneminde, daha önce çok güçlü olan bu Türkleşen Moğol Devleti Altın Orda,
Avrupa’daki krallıkların güçlenmesi ve yaşanan saltanat mücadeleleri nedeniyle zor günler
geçiriyordu. Genel durum böyle iken 1375 senesinde Çağatay Devleti hükümdarı Tuğluk
Timur’un oğlu Toktamış, babasının öldürülmesi üzerine Timur Han’a sığındı. Timur Han,
Toktamış’ı himaye edip ona destek verdi. Toktamış, Timur Han’ın himayesi ve desteğiyle
güçlenerek Moğolların Batı kanadı olan Altın Orda Devletinin içerisinde bulunduğu iç
karışıklıklardan istifade ederek Altın Orda Devletinin doğu kanadı olan Ak Orda Devletine

18
taarruz etti (1375). Toktamış, Timur Han’dan aldığı destekle daha da güçlenerek Devletini ele
geçirdi ve Türk Moğol Devleti olan Altın Orda Devletinin hükümdarı oldu (1378).

Timur Han, Maveraünnehir’deki Moğol hâkimiyetine son vererek kendi devletini


kurmuş, batıda ise Moğolların kurmuş oldukları Türk Moğol devleti olan Altın Orda
Devleti’nin yeniden birleşmesini ve güçlenmesini sağlamıştı.

Timur’un Maveraünnehir’e hâkim olması neticesinde kısa süre içerisinde bu coğrafya


Moğol kimliğinden sıyrılarak Türk yurdu haline gelmiştir. Zaten daha öncesinden bir Moğol
devleti olan Çağatay Hanlığı da son dönemlerinde Türkleşmiş ve İslamlaşmıştı. 1380-1390
yılları arasında bölgeye Özbekler göç etmiş, böylece zaten nüfus olarak az olan Moğol
kabileleri Türk ya da Türkleşmiş kabileler arasında erimeye başlamıştı.

Nüfus olarak kalabalık ve askeri olarak güçlü olan Özbekler, Timur Han’a tabii oldular
ve Maveraünnehirdeki demografik yapıyı derinden etkilemişti. Böylece bölgede bulunan
Çağatay Moğolları, nüfus bakımından azınlık haline geldiler ve Müslüman kimliklerini
muhafaza eden Özbekler bölgedeki Karahanlı, Gazneli ve Selçuklu kalıntılarıyla büyük bir
kitle oluşturarak zaten kültürel olarak Türkleşmiş olan Semerkant bölgesini demografik olarak
da bir Türk Yurdu haline getirdi. Bu tarihten sonra Türk Timur Devleti İç Asya’nın en büyük
devletlerinden biri haline gelecek, bir cihan imparatorluğu olacaktır.

Timur Devletinin Yükseliş

Timur Devleti giderek güçlenmiş ve hâkimiyeti Maveraünnehir’e sığmayacak duruma


gelmişti. Timur Han, 1390 yılında Maveraünnehir dışına çıkarak yaptığı ilk seferini
Moğolların hâkimiyeti altındaki Harezm bölgesine yaptı ve bu bölgeyi de kendi topraklarına
dâhil etti. Evvelden beri bir Türk yurdu olan Harezm’i bu şekilde yeniden Türk hâkimiyeti
altına girmiştir. Timur Han’ın namı bu suretle başta Osmanlı Devleti olmak üzere bütün Türk
topluluklarına yayaılmıştır.

Harezm’in alınması ile Timur Devleti Altın Orda Devleti ile komşu olmuştu. Ancak
Timur Han’ın himaye ettiği ve verdiği destek ile Altın Orda Devletinin idaresini eline
geçirmesini sağladığı Toktamış, Timur’un Harezm’e girmesinden ve sınırlarına
dayanmasından rahatsız oldu. Üstelik Altın Orda Devletini ele geçirdikten sonra giderek
güçlenen Toktamış, büyük bir kibir ile hareket etmeye ve Timur’u hakir görmeye başlamıştı.

Timur Han, Harezm’i aldıktan sonra doğu sınırlarında kendisini rahatsız eden Çağatay
Moğol grupları üzerine bir sefer düzenlemiştir. Altın Orda hükümdarı olan Toktamış Han,
19
Timur ile sınır komşusu olmak istemiyordu. Hatta onun desteğini almasıyla tahta geçmesine
rağmen Timur’u basit bir hükümdar olarak görüyordu. Muhtemelen Timur’un başarılarını
kıskanıyor da olabilirdi. Ona eskiden atalarının hâkimiyeti altındaki topraklarda hüküm
sürmekte olan bir hükümdar gözüyle bakıyordu.

Böylece Toktamış Han’ın hırsına yenik düştüğünü görmekteyiz. Toktamış Han,


Timur’un Çağatay seferini fırsat bilerek Harezm’e girmiş ve şehri kuşatmıştır. Bu haberi alan
Timur Han, çok hiddetlenmiştir. Çünkü Toktamış Han, hükümdarlık makamını bile onun
yardımıyla alabilmişti. Şimdi ise kendisine nankörlük ediyordu. Çağatay kabileleri üzerine
gitmekten vazgeçerek ordularıyla birlikte geri dönmüş ve Harezm civarlarında Toktamış’ın
orduları ile karşı karşıya gelmiştir. Timur Han, 1391 yılında gerçekleşen bu savaşta
Toktamış’ı mağlup etmiş ve Harezm’i geri almıştır.

Timur Han’ın bu tarihten sonra cihan hâkimiyeti ülküsünü başlattığı görülmektedir.


Harezm’den sonra 1393 yılında önce İran’da bulunan Muzafferoğulları Devleti’ni yıkarak
İran’ı, sonra Celayirliler Devletini yıkarak Bağdat’ı hâkimiyeti altına almıştır. Timur Han
sınırlarını İran, Kafkasya ve Azerbaycan’a kadar genişletmiş. Timur artık hem Altın Orda
Devletini, hem Osmanlı Devletini hem de Doğu Türkistan’da bulunan Moğolları tehdit
ediyor, kendisini Türk dünyasının tek hâkimi ve hükümdarı ilan ederek tüm Türk devletlerinin
kendisine tabii olmasını istiyordu.

Toktamış, Harazm bölgesinde Timur’a mağlup olmuştu, fakat Timur’un Azerbaycan


ve Güney Hazar coğrafyasında bulunmasını kendisi için bir tehdit olarak görüyordu. Onun
faaliyetlerinden haberdar olan Timur Han, Altın Orda Devleti’ne karşı 1395 senesinde büyük
bir sefere çıktı ve Altın Orda’nın içlerine kadar ilerledi. Bu sefer neticesinde Azerbaycan ve
Kafkaslardaki Altın Orda toprakları Timur Devleti’ne dâhil edilmiş ve Altın Orda Devleti’nin
parçalanma süreci hızlanmıştır. Altın Orda Devleti’nde Timur mağlubiyetinden sonra taht
kavgaları baş göstermiş ve 1502 senesinde tarih sahnesinden çekilmiştir.

Timur, İran, Irak, Azerbaycan ve Kafkaslardaki büyük başarılarından sonra doğu


sınırlarına yönelmiştir. 1398 senesinde Hint yarımadasına kadar ilerleyerek Delhi’ye ulaşmış
ve Delhi Sultanlığı ile yaptığı savaşı kazanarak buradan elde ettiği pek çok savaş aracı, savaş
fili ve değerli ganimetlerle hazinesini doldurmuştur.

Timur Delhi seferindeyken Celayirliler kaybettikleri Bağdat’ı kuşatarak şehri tekrar


geri aldılar. Timur Han, bunun üzerine ikinci Bağdat seferine çıkarak Bağdat’ı yenide aldı.

20
Fakat bu kez bölgedeki diğer bir Türk Devleti olan Karakoyunluları yıkarak Güneydoğu ve
Doğu Anadolu hattını da hâkimiyeti altına aldı.

Yıkılan Celayirliler Devletinin hükümdarı Ahmet Han ve Karakoyunlu Devleti


hükümdarı Kara Yusuf Osmanlı Sultanı Beyazıt’e sığınmışlardı. Timur Han, Delhi’den
Anadolu’ya kadar olan toprakları hâkimiyeti altına almış ve bundan sonra kendisine hedef
olarak Anadolu’yu koymuştu.

Selçuklu Devletinin yıkılmasından sonra küçük devletler ve beyliklerle idare edilen


Anadolu coğrafyası henüz tam anlamıyla bir Türk birliği içerisine girmemişti. Timur,
Karakoyunlu Devletini yıktıktan sonra bölgedeki Anadolu Beyliklerini kendisine bağlamış,
Osmanlı Devletini de kendisine tabi kılmak için Anadolu içlerine hücum etmeye başlamıştı.
Böylece1400 yılında Osmanlı topraklarına ilk seferini yaptı ve Doğu Anadolu hattında
Sivas’a kadar vardı. Fakat Memlukluların iç karışıklıklar yaşaması ve zayıflaması üzerine
buradan geriye dönerek Suriye üzerine yürüdü, Halep, Hama, Humus ve Şam’ı fethetti.

Timur Han Suriye seferinden sonra Tebriz’e dönmekteyken Osmanlı Sultanı I.


Beyazıt, kaybettiği Sivas topraklarına sefere çıkarak Sivas ve Erzurum’u geri aldı. Bunun
üzerine Timur, Sultan Beyazıt’a bir mektup göndererek Sivas, Erzurum ve Anadolu’daki
diğer şehirlerin kendisine bağlılığını bildirmiş olan beyliklere bırakılmasını, Celayir ve
Karakoyunlu hükümdarlarının da kendisine verilmesin istedi. Ayrıca Osmanlı Devleti’nin
kendi hükümdarlığını tanımasını ve kendisine tabi olmasını, bu anlaşmaya bağlı kalma şartı
olarak da Beyazıt’ın oğlunun kendisine rehin olarak gönderilmesini emreder bir üslupla
Beyazıt’a bildirdi. Beyazıt da Timur’a mektup yazdı ve bu mektuplaşmalarda karşılıklı
tehditler, ağır hakaretler ve meydan okumalar olunca Temmuz 1402’de Timur, ordusunun
başına geçerek Osmanlı üzerine sefere çıktı.

Ankara Savaşı

Timur’un 140 bin kişilik bir ordu hazırladığı ifade edilmektedir. Bu orduda Timur’a
destek veren irili ufaklı 20 beylikten askerler ve Hindistan’dan getirdiği savaş filleri
bulunuyordu. Buna karşın Beyazıt’ın ordusu sayıca çok azdı. Kendi güçleri yetersiz kalınca
Sırplardan asker desteği alarak ordusunun nüfusunu 80 bin civarında askere çıkarttı.

21
Beyazıt, Ankara’ya ulaştığında Timur’un Tokat tarafına yöneldiği haberini aldı.
Bunun üzerine zaten sayıca az olan ordusunu bölmek zorunda kaldı ve yaya güçlerini dağlık
bölgelerdeki stratejik noktalara yerleştirerek süvarilerden oluşan güçlerle ormanlık araziye
konuşlandı. Bu hareket Timur için büyük bir avantaj sağladı. Beyazıt’ın hareket düzenini ve
savaş tertibatını öğrenen Timur, şaşırtmak amacıyla güçlerini güneye, Kayseri’ye doğru
kaydırdı. Beyazıt, Timur’u Tokat ve Sivas istikametinden beklerken, Timur Kayseri üzerinden
Ankara’ya doğru ilerleyip şehri kuşattı. Timur’un Ankara’yı kuşattığını öğrenen Beyazıt,
savunma savaşı yapacakken taarruz etmek zorunda kaldı ve büyük bir hata yaparak Temmuz
ayı sıcağında ordusunu Ankara’ya yürüttü. Hem sayıca az olan hem de Temmuz sıcağında
yorgun düşen Osmanlı ordusu, Ankara’ya ulaştığında, Timur aniden kuşatmayı kaldırarak
daha kuzeye, Ankara Savaşı’nın gerçekleşeceği Çubuk Ovası’na çekildi.

Ardından Beyazıt da Timur’u takip etmiş ve her iki ordu da 28 Temmuz sabah
namazından sonra savaş düzeni aldılar. Beyazıt, Niğbolu savaşında kullandığı Kurt Kapanı
(Hilal) taktiğini uygulamak için ordunun en önünde yer aldı. Beyazıt, kendisine bağlı
Azaplarla birlikte çalılık ve otluk bir düzlük üzerinden hücum ederek ilk taarruzu başlattı.
Ancak bodur ağaçlar ve çalılıklar, ileri taarruz için hızı yavaşlatan bir etkendi. Öncü
kuvvetlerin taarruza kalktığını gören Timur, ilk karşılığı okçularla verdi. Timur’un
ordusundan gelen yoğun oklar, çalılıklar ve otluklar sebebiyle yavaşlayan Azaplar üzerinde
etkili olunca Azaplar, ağır kayıplar vererek geri çekilmek zorunda kaldı. İlk hamlesi başarılı
olmayan Beyazıt, Yeniçeriler ve Sipahilerden oluşan güçlerine taarruz emri verdi. Timur,

22
ilerleyen yaya kuvvetlerine karşı savaşçı fillerini ve ormanlık alan içerisinde gizlenen
süvarileri görevlendirince avantaj yine Timur’un güçlerinin eline geçti.

Timur karşısında yenilen birliklere merkezde yer alan yeniçeriler yardıma gitti. Sayıca
az olan Osmanlı ordusu, yeniçerilerin de merkezden ayrılmasıyla ikiye bölündü. Bunun
üzerine Timur filleri biraz daha ileri sürdü. Osmanlı ordusu savaşan fillerle ilk kez
karşılaşmıştı. Fillere karşı nasıl bir taktik izleyeceklerini bilmeyen Osmanlı askerleri fillerin
taarruzları karşısında disiplin ve düzenini kaybetmeye başladı.

Bir ara yeniçerilerin ok atışları ve sipahilerin başarılı taarruzlarıyla Filler etkisiz hale
getirilmişti, ancak hem sipahiler hem de yeniçeriler ağır kayıplar vermişlerdi. Fillerinin devre
dışı kaldığını gören Timur, Şeyh Ömer Mirza komutasındaki birliklerini yeniçerilerin üzerine
gönderdi. Beyazıt, bu hamleye karşılık olarak Anadolu beyliklerinden toplanan askerleri ve
Kara Tatarları öne sürdü. Ancak Kara Tatarlar, Timur ile savaş öncesinde anlaşmışlardı.
Yeniçerilerin yanına giderek onlara destek vermek yerine Rumeli ve Sırp askerlerinin arka
cephesinden onlara ok atışlarıyla arkadan saldırdılar. Bununla birlikte Timur’un ordusuna
bağlı Anadolu Beylikleri kendi bayraklarını açınca Beyazıt’a bağlı Anadolu Beylikleri de
Timur’un ordusundaki Anadolu Beyliklerinin safına geçti. Böylece Osmanlı ordusundaki
dengeler tam manasıyla bozuldu. Yeniçeriler ve Rumeli birlikleri, önce Kara Tatarlar,
sonrasında Anadolu Beyliklerinin Timur’un safına geçmesiyle ağır kayıplar vermeye
başladılar. Rumeli ve Sırp birlikleriyle yeniçeriler dışındaki güçlerin kendilerine sırt çevirip
Timur’un tarafına geçmesiyle Beyazıt tam bir hayal kırıklığına uğradı. Osmanlı ordusunda,
yalnızca yeniçeriler ve Rumeli-Sırp birlikler Beyazıt’a sırt çevirmemiş ve savaşın sonuna
kadar mücadele etmişlerdi.

Adım adım mücadeleyi kaybeden Osmanlı ordusu, mağlup olunan cephelerden


çekilmeye başladı. Timur, son emrini vererek Beyazıt’ın sağ ele geçirilmesini emredince
sonuç almak için son taarruz başladı. Vezirler İsa Çelebi, Süleyman Çelebi, Mustafa Çelebi ve
Mehmet Çelebi, kuşatmayı yararak kaçmayı başardılar. Şehzadelerin kaçtığını fark eden Sırp
birliklerinin komutanı ve Beyazıt’ın kayınbiraderi olan Stefan Lazareviç, Beyazıt’a çekilmesi
için tavsiyede bulunsa da, Beyazıt mücadele etmeye devam etti. Neticede 300 kişilik askeriyle
atının sırtında çarpışarak Timur’un ordusu tarafından esir edildi. Ankara Savaşı diye anılan bu
savaş, Osmanlı Devleti için büyük bir hezimet olarak tarihe geçti.

Timur Devletinin Zayıflaması

23
İç Asya’daki tüm Türk toplulukları Timur Han’ın hâkimiyeti altına girmiş, tüm Türk
yurtları Timur Devleti’ne tabi olmuş, Asya’da kendisine meydan okuyabilecek bir güç
kalmamıştı. Kendisine tabi olmayan tek Türk toplumu ve Devleti olan Osmanlı Devleti de
ağır bir yenilgiye uğratılmıştı. Bundan sonra kendisine hedef olarak Türklerin en eski düşmanı
olan Çin’i belirlemişti.

Timur, Çin seferine hazırlanmak üzere Semerkant’a geçerek uzun sürecek savaş
hazırlıklarına başladı. Timur’un en büyük hayali olarak ifade ettiği Çin Seferinin hazırlıkları
tamamlanmak üzereyken 69 yaşında, 1405 senesinde Otrar şehrinde vefat etti. Öldüğünde
devletinin sınırları Delhi’den Bursa’ya, Arap yarımadasından İrtiş Nehrine kadar uzanan
muazzam bir coğrafyayı kaplamış durumdaydı.

Timur Han’ın ölümü üzerine hemen hemen bütün Türk devletlerinde meydana geldiği
gibi saltanat mücadeleleri baş gösterdi. Timur Han, ölmeden önce ölen oğlu Cihangir’den
olan torunu Pir Muhammed’i veliaht tayin etmişti. Ancak oğulları Miranşah, Şahruh ve diğer
torunları Pir Muhammed’in hâkimiyetini tanımayarak saltanat makamına geçebilmek için
büyük mücadelelere giriştiler. Bu mücadeleler neticesinde tek bir hükümdar etrafında
toplanamayan saltanat makamı bölündü. Timur’un Muhammed isminde başka bir torunu

24
Semerkant’ta, esas veliaht Pir Muhammed ve diğer torunu İskender İran’da, Miranşah Bağdat
ve Azerbaycan’da, Şahruh ise Horasan’da tahta çıktılar.

Veliahtların bu mücadelesi büyük Timur Devletini tek merkezli bir otorite olmaktan
çıkartarak parçalı ve birbirleri ile mücadele eden parçalardan oluşan yönetimler şeklinde
bölmüştü. Timur Han’ın 34 yıl boyunca verdiği mücadele ve elde ettiği başarılar oğulları ve
torunları tarafından ziyan edilmişti. Bu tarihten sonra bölünüp parçalanan Türk toplumları
varlıklarını uzun süre devam ettiremeyerek yıkıldılar ve tarih sahnesinden silindiler.

Şahruh Dönemi (1405 – 1447)

Büyük Timur Devletinin ardıllarından varlığını en uzun sürdürebilen veliaht Şahruh


olmuştur. Diğer veliahtlar makam ve saltanat için giriştikleri ayrılık hareketleri neticesinde
hüsrana uğrayarak tarih sahnesinden silinmişlerdir. Şahruh, Horasan’daki hâkimiyetini
koruyabilen tek veliaht olmuştur. Şahruh, diğer varislerin idare ettiği coğrafyaların bir
bölümünü tekrar hâkimiyeti altına almayı başarmış ve devleti yeniden güçlendirmeye
çalışmıştır. Çabalarıyla Timur Devleti’nin zayıflamasını yavaşlatsa da devleti yıkılma
sürecinden kurtaramamıştır.

Timur’un elde ettiği topraklar, eski sahipleri tarafından yeniden alınmak isteniyordu.
Kafkaslar Moğol Ardılları ve Slavların desteklediği Gürcüler tarafından taarruzlara maruz
kalıyordu. Osmanlı’nın dostluğunu ve desteğini kazanan Celayirliler Bağdat’ı,
Karakoyunlular ve Akkoyunlular Doğu Anadolu hattını geri almak için mücadele ediyorlardı.
Memluklardan alınan Suriye toprakları kaybedilmişti. Çağatay Moğolları ise giderek
güçleniyor ve önemli bir tehdit unsuru haline geliyorlardı.

Şahruh, tüm zorluklara rağmen 42 yıllık tahtta kalarak devletini ayakta tutmayı
başardı. Ancak Timur Han dönemindeki gücünü yeniden toparlaması mümkün olamadı.
Şahruh, 1447 yılında vefat edince Timur Devletinin sonunu hazırlayan Saltanat mücadeleleri
yeniden ortaya çıktı.

Uluğ Bey Dönemi (1447 – 1449)

Şahruh’dan sonra taht kavgalarının kazananı oğlu Uluğ Bey olmuş ve tahta o
geçmiştir. Fakat taht her zaman tehlike içerisinde olmuş ve istikrarsızlık devletin daha da çok
zayıflamasına ve güç kaybetmesine neden olmuştur. İç işleriyle uğraşmak zorunda kalan Uluğ
Bey, ülkenin batı sınırlarında tehdit oluşturan Akkoyunnular ve Karakoyunlular’la mücadele
edemez olmuştur. Bunun yanında ülkenin doğuda güçlenen Çağataylar, Maveraünnehir’e
25
yeniden hâkim olabilmek için taarruzlara girişiyor ve önemli bir tehdit unsuru
oluşturuyorlardı. Tüm bu dış tehditlere karşı koyamayan Uluğ Bey, yükselen iç tehditler
neticesinde 1449 yılında saltanat makamını kaybetti ve yerine kardeşi Ebu Said saltanat
makamına geçti.

Ebu Said Dönemi (1449 – 1469)

Ebu Said döneminde Timur Devleti tam anlamıyla çözülme sürecine girmiştir.
Anadolu toprakları kaybedilmiş ve Kafkaslardaki Timur Devleti hâkimiyeti ortadan
kalkmıştır. Özbek kabileleri, Timur Han döneminde başlayan göç hareketlerini bu dönemde
hızlandırarak kalabalık kitleler halinde Maveraünnehir’e yerleşmişlerdir. Özbekler, devlet ve
ordu idaresinde giderek daha çok söz sahibi olmayan başladılar.

Ebu Said, Maveraünnehir ve Horasan bölgelerinde sarsılan hâkimiyetini


sağlamlaştırmak amacıyla son bir hamle yaptı ve batı sınırlarındaki Akkoyunlular ile
Karakoyunlular üzerine bir sefere çıktı. Bu iki tehlikeye bertaraf edebilirse merkezi otoritesini
sağlamlaştırabilecekti. Lakin bu sefer umduğu gibi sonuçlanmadı. Akkoyunlu Hükümdarı
Uzun Hasan ile Herat’da yaptığı savaşı kaybeden Ebu Said’in itibarı daha çok sarsıldı. Bu
durumdan istifade eden Timur’un torunu Mirza Baykara’nın oğlu Hüseyin Baykara, 1469
senesinde Herat’ı ele geçirerek tahta oturdu. Ebu Said de bu mağlubiyetten kısa bir süre sonra
vefat etti.

Hüseyin Baykara Dönemi (1469 – 1507)

Hüseyin Baykara, hem zeki hem de yetenekli bir hükümdardı. Aynı zamanda şairdi de.
Çok iyi bir öğrenim görmüş ve genç yaşta devlet farklı kurumlarında görevlerde bulunmuştu.
Bunun üzerine bir de Merv Emiri Muizüddin Sencer’in kızı ile evlenerek nüfuz sahibi
olmuştu.

Yukarıda da ifade edildiği gibi Hüseyin Baykara, Ebu Said’in Akkoyunlular üzerine
taarruza geçip Herat’ta yenilmesini fırsata çevirmiş Timur Devletinin tahtına oturmuştu.

Hüseyin Baykara, saltanat makamına geçtikten hemen sonra Ebu Said’in oğlu Yadigâr
Mirza ile mücadeleye girişti. Yadigâr Mirza, babasının saltanatı kaybetmesine sebep olan
savaşın tarafı Akkoyunlular ile ittifak kurarak Herat’a girdi. Temmuz 1470’de Hüseyin
Baykara, bu taarruz karşısında zor duruma düştüyse de tahtını koruyabilmişti. Ancak Timur
Devleti topraklarının büyük bir bölümünü kaybederek küçülmüş, toprakları Horasan ve Doğu
İran coğrafyasından ibaret kalmıştı. Hüseyin Baykara’nın askeri ve idari yetenekleri Timur
26
Devletini en zor zamanında yıkılmaktan kurtarmıştı. Saltanat makamı için en büyük tehdit
unsuru olan Özbekler bastırılmış, Anadolu hattından vazgeçilmiş olsa da Maveraünnehir
bölgesindeki hâkimiyet güçlenmişti.

Hüseyin Baykara yıkılmak üzere olan devletini 38 yıl idare etme yeteneği göstermiştir.
İlme ve sanata önem veren Hüseyin Baykara, 1480’li yıllarda Timur Devleti’ni bir kültür ve
medeniyet merkezi haline getirmiştir.

Hüseyin Baykara bir şairdi. O şiirlerini Türkçe kaleme almıştır. Oysa söz konusu
dönemde Türk Edebiyatı’nın en merkezi yeri olan Osmanlı’da edebiyat akımları Farsçanın ve
Fars kültürünün etkisi altındaydı. Hüseyin Baykara döneminde Herat’a tam anlamıyla Türk
kültürü hâkim olmuştur. Bilim adamları, şairler, sanatçılar ve din adamları için Herat bir ilim
ve medeniyet merkezi haline gelmişti.

Yıkılmak üzere olan Timur Devletini yeniden ayağa kaldıran Hüseyin Baykara, dış ve
iç tehditleri bertaraf etmeyi başarmıştır. Ülkenin idaresini valiler olarak atadığı oğulları
üzerinden gerçekleştirmiştir. Hüseyin Baykara edebiyata ve sanata önem vermiştir. 1400’lü
yılların sonuna doğru gelindiğinde yaşı ilerlemiş olan Hüseyin Baykara, devletin idaresini
teslim ettiği oğulları ile anlaşmazlıklar yaşamaya başlamıştır.

En büyük oğlu olan Bediüzzaman, tahta geçmek için babasının ölümünü beklemeden
harekete geçti. 1499 yılında Herat’ı kuşatarak babasını tahttan indirmeye teşebbüs etti.
Bediüzzaman’ın bu girişimi sonuçsuz kaldı, ancak saltanatın otoritesi de sarsılmıştı. Bunun
sonucunda uzun yıllardır devlet için bir tehdit unsuru olan ve kontrol altında tutulan Özbekler,
iç karışıklıkların çıkması üzerine yeniden ortaya çıktılar ve isyan hareketleri içerisine
giriştiler.

Hüseyin Baykara, uzun yıllardır devam eden huzur ortamını bozan iç karışıklıkları ve
bu iç karışıklıkları fırsat olarak değerlendirip ortaya çıkan Özbekleri bastırmak ve yeniden
itaat altına almak amacıyla 1506’da sefere çıktı. Ancak ilerleyen yaşı hasebiyle bu seferi
tamamlayamayarak sefer yolculuğu esnasında vefat etti.

Timur Devletinin Yıkılması (1507)

Hüseyin Baykara’nın ölümü üzerine yerine büyük oğlu Bediüzzaman geçti. Kardeşi
Babür ile güçlerini birleştirerek yarım kalan Özbek seferini tamamlamak için uğraştılar, ancak
başarılı olamadılar. Bunun üzerine Özbekler Herat’a girdiler ve şehrin hâkimiyetini ele

27
geçirdiler. Bediüzzaman ve Babür ise ordularını dağıtarak mağlubiyeti kabul ettiler (1507).
Böylece Timur Devleti de tarih sahnesinden çekilmiş oldu.

Şüphesiz Timur çok mühim bir komutan idi. Fakat kendinden sonraki nesillerini
mirasını iyi bir şekilde aktaramadı. Sonraki hükümdarlar Timur gibi sert ve savaşçı
olamadıkları için hanedanlık çok uzun sürmedi. Timur ve İmparatorluğunun, Türkiye
Cumhuriyeti, Cumhurbaşkanlığı forsundaki 16 yıldızdan birini simgelemesi, Türkiye için
önemini açıkça göstermektedir. Timur genellikle Osmanlı'ya darbe vurduğu için Türkiye'de
kötü birisi olarak tanınmıştır. Eski Osmanlı tarihi yazınlarında Timur iyi birisi olarak
anlatılmaz.

Not: Bu metin bir akademik çalışma değildir. Farklı kaynaklardan derlenen ders notlarıdır.
Kaynaklar
- Cihan Alkan, Türkistan Tarihi ve Medeniyeti.
- Hava Selçuk, Türk Tarihinde Kadın ve Savaş.
- Orhan F. Köprülü, İslam Ansiklopedisi, Balaban Hanedanlığı Maddesi, Cilt 5, s.3.
- S. Haluk Kortel, İslam Ansiklopedisi, Seyyidler Hanedanlığı Maddesi, Cilt 37, ss.77-78.
- Iqtıdar Husaın Sıddıquı, İslam Ansiklopedisi, Ludiler Maddesi, Cilt 27, ss.217-218.
- Türkler Ansiklopedisi, 8.Cild, Çağatay Devleti Maddesi.
- W. Barthold, Türkistan Halklarının Tarihi, Astana Yayınları, İstanbul 2018.
- Samet Durmaz, “Çağatay Hanı Barak İle İlhan Abaka Arasındaki Mücadeleler”, Genel Türk Tarihi
Araştırmaları Dergisi, Cilt 1, Sayı2, 2019, ss.209-220.
- Neslihan Aksoycuk, Emir Timur, Kişisel Özellikleri ve Asker Dehası, Ankara Üniversitesi Sosyal Bilimler
Dergisi, 2019.
- İsmail Aka, Timur ve Devleti, Ankara 1991.
- Justin Marozzi, Timurlenk- İslamın Kılıcı-Cihan Fatihi, Çev. Hülya Kocaoluk, İstanbul 2006.
- Yalçın Kayalı, Timur’un Hindistan Seferi, Iğdır Üniversitesi Sosyal Bilimler Dergisi,

Haz.: Öğr. Gör. Dr. Fatih ÇOLAK

28

You might also like