Professional Documents
Culture Documents
Yazarlar
Prof.Dr. Özkul ÇOBANOĞLU (Ünite 1, 2, 3, 4)
Prof.Dr. Nimet YILDIRIM (Ünite 5)
Doç.Dr. Dursun Ali TÖKEL (Ünite 6)
Prof.Dr. Gönül TEKİN (Ünite 7, 8, 9)
Doç.Dr. Mehmet Can DOĞAN (Ünite 10)
Editörler
Prof.Dr. Ömür CEYLAN
Doç.Dr. Adem KOÇ
Bu kitabın basım, yayım ve satış hakları Anadolu Üniversitesine aittir.
“Uzaktan Öğretim” tekniğine uygun olarak hazırlanan bu kitabın bütün hakları saklıdır.
İlgili kuruluştan izin almadan kitabın tümü ya da bölümleri mekanik, elektronik, fotokopi, manyetik kayıt
veya başka şekillerde çoğaltılamaz, basılamaz ve dağıtılamaz.
Öğretim Tasarımcısı
Prof.Dr. Cemil Ulukan
Kapak Düzeni
Prof.Dr. Halit Turgay Ünalan
E-ISBN
978-975-06-3319-5
İçindekiler
Önsöz .................................................................................................................... ix
Önsöz
Sevgili öğrenciler,
Kültürlerin tarih öncesi macerasını anlatan mitoloji; çekici ama zor, ilginç ama teh-
likeli bilim dallarından biridir. Çekici ve ilginçtir çünkü yazı ile başlatılmak durumunda
olan tarih araştırmalarından çok daha eski dönemlere, varlığın bugün için bilimsel olarak
ispatlanamayan ilk evrelerine kadar, uçsuz bucaksız bir kronolojiyi ilgilisinin önüne serer.
Zor ve tehlikelidir zira insanlığın medeniyet adına üretebildiği her ne varsa, teknolojiden
sosyal bilimlere dek tüm üretim süreçlerine kılavuzluk eden “hayal gücü”nün serüveni-
ni, tarihin karanlık labirentlerinde tutarlı verilerle izlemeyi amaçlar. Mitoloji, modern
zamanlarda dilsel, kültürel ve siyasi sınırlarla düşünme zorunluluğu bulunan günümüz
insanını, tüm bu şartlanmışlıkları parçalayarak şaşkınlığa sürükleyebilir. Yeryüzünün ilk
andan itibaren bütün insanlığa eşit biçimde paylaştırdığı doğal hayat ve yaşam koşulları
etrafında örülmüş inanmalar, davranış kalıpları ve değer yargıları; insanlığın binlerce yıl-
lık uzun koşusu sırasında öylesine şaşılası bir gelişim gösterir ki her biri asırlar ifade eden
anlam katmanları ile oluşmuş “kültür külçeleri” halinde karşımıza çıkıverir.
Kültür ve sanatın tüm dalları gibi edebiyat da mitolojinin verimli vadisinden olabildi-
ğince beslenir. Dünyadaki köklü edebiyat geleneklerinin tamamı, doğup geliştikleri coğ-
rafyaların kültürel dinamikleri üzerine inşa edilmişlerdir. Hayatın form kazandığı başlıca
coğrafyalardan biri kabul edilen Orta Asya ve bir medeniyetler beşiği olduğu kuşku götür-
meyen Anadolu da üzerinde yaşayan insan topluluklarına her zaman cömert davranmıştır.
Türk Edebiyatının Mitolojik Kaynakları’nı eksiksiz biçimde bir araya getirmek her
ne kadar mümkün değilse de ana hatlarıyla ortaya koymaya çalıştığımız bu kitap, edebi-
yat eserlerimize farklı bir gözle bakabilme yetisi kazandırmayı hedeflemektedir. Kitapta
bulunan mit, mitoloji, edebiyat mitoloji ilişkisi; Türk mitolojisinin Orta Asya kökenleri;
mitolojik kültler ve çeşitlenmeleri; Türk halk kültürü ve mitoloji başlıklı ünitelerle Türk
mitolojisi hakkında teorik bir alt yapı kurulmaya çalışılmış, klâsik çağlar boyu alışveriş
içerisinde bulunduğumuz İran ve Yakın Doğu mitolojilerini ele alan ünitelerle de mitolo-
jinin klâsik edebiyat metinlerimize yansımalarından örnekler verilmiştir. Mitoloji ve mi-
toloji ilgisinin sürekliliğini ise Modern Türk edebiyatındaki mitolojik arayışları özetleyen
son ünitemiz somut biçimde ortaya koymaktadır.
Yararlı olması dileğiyle…
Editörler
Prof.Dr. Ömür CEYLAN
Doç.Dr. Adem KOÇ
1
TÜRK EDEBİYATININ MİTOLOJİK KAYNAKLARI
Amaçlarımız
Bu üniteyi tamamladıktan sonra;
Mit kavramını tanımlayabilecek,
Mitlerin özelliklerini açıklayabilecek,
Mitlerin çeşitlerini tanımlayabilecek,
Mitoloji kavramını açıklayabilecek,
Mitoloji çalışmalarındaki araştırma eğilimlerinin temel özelliklerini tanımlayabilecek,
Mitoloji ve edebiyat ilişkisini açıklayabilecek bilgi ve beceriler kazanabileceksiniz.
Anahtar Kavramlar
• Mit • Mi to lo ji ça lı ma la rı
• Mi to lo ji • Ede bi yat ve Mi to lo ji ili ki si
İçindekiler
• MİT NE DİR
• MİT LE RİN KAH RA MAN LA RI
• MİT LER DE ZA MAN KAV RA MI
• MİT LER DE ME KAN KAV RA MI
Türk Edebiyatının Mitolojik • MİT LE RİN İÇE Rİ Ğİ VE TAS Nİ Fİ
Mit, Mitoloji ve Edebiyat
Kaynakları • MİT LE RİN EK Lİ
• MİT LE RİN İ LE Vİ
• MİT LE RİN İC RA BAĞ LA MI
• MİTOLOJİ NEDİR
• Mİ TO LO Jİ VE EDE Bİ YAT İLİ Kİ Sİ
Mit, Mitoloji ve Edebiyat
MİT NEDİR?
Mit kelimesinin içeriği çok geniş bir alanı kapsayabilen niteliktedir. Mit terimi,
“basit”, “hayali” hatta “uydurma” ve “yalan” anlamına gelen bir içerikten “son de-
rece doğru” ve “kutsal bir öykü”ye kadar çok geniş bir alanı içermektedir. Mit sıra-
dan ve gündelik hayatta yer alan herhangi bir şeyden çok daha ağır ve ciddi olgu İlkel: Avrupa merkezci
ve konulara kadar pek çok şeyi kapsamaktadır. “Mit” (myht) kelimesinin kökeni, kültürel gelişme kuramına
göre okuma-yazması olmayan
Yunancada “anlatı” veya “hikâye” anlamına gelen “mythos”tur. İnsan davranışları topluluklar.
ve inanışları için model teşkil eden, hayata anlam ve önem kazandıran, dolayısıy-
Norm: Kıymet ölçüsü.
la insanın kendi hayatını ve etkinliklerini anlamlandırmasını sağlayan ve çoğu
zaman bir yaratılışın öyküsünü anlatan geleneksel olarak yaşadıkları toplumlarca Kült: Yüce ve kutsal olarak
bilinen varlıklara, nesnelere
“kutsal” ve “gerçek” kabul edilen anlatılara “mit” (myht) adı verilir. Mit kutsal bir karşı gösterilen saygı, onlara
öyküyü, başlangıçtaki yeryüzünün hatta kâinatin başlangıcını ve kökenini anlatır. tapınış, inanç örüntüsü.
Bu “tarih” olarak adlandırdığımız zamanın da ötesinde “her şeyin yaratıldığı” bir
ilk başlangıç zamanıdır. Mitler ya bütün kâinatın veya onun yalnızca küçük bir
parçasının, diyelim ki bir kuş veya ağaç cinsinin, bir insan davranışının, bir sosyal
kurumun nasıl oluştuğunu ve kökeninin ne olduğunu anlatır. Bir başka ifadey-
le, mitler çoğu zaman bir yaratılışın öyküsüdür. Bir şeyin nasıl yaratıldığını veya
nasıl var olmaya başladığını anlatırlar. Mitler ilkellerin evren ve dünya içindeki
yerlerini, davranış biçimlerini belirleme çabalarına yardımcı olurlar.
Mit, tanrıların bir hikayesi, dünyanın başlangıcının, yaratılışın, temel olayla-
rın dini bir öyküsüdür. Mitler, sonucunda konu edindiği bütün ilgili bölümlerle
doğanın ve kültürün yaratıldığı ve hâlâ devam eden düzeninin verildiği tanrıların
örnek ve model davranışlarıdır. Bu bağlamda, bir mit, bir toplumun dini değerle-
rini ve normlarını ifade etmekte ve doğrulamaktadır.
Mit örnek alınacak davranış şekillerini sunmakta, kullanışlı amaçlarıyla ritüe-
lin yararlılığına tanıklık etmekte ve kültün kutsallığını kurmaktadır.
MİTLERİN KAHRAMANLARI
Mitlerdeki kahramanlar veya kişiler olağanüstü özelliklere sahip tanrı, tanrıça, Kaos: Kargaşa.
yarıtanrı gibi tanrısal varlıklardır. Mitler, çoğunlukla bu olağanüstü ve tanrısal
Kozmos: Evren.
varlıkların kâinatın başlangıç zamanında yaratıcı etkinliklerini ortaya koyar. Bu
tanrısal olağanüstü güçlerin yaptıklarının kutsallığını veya doğaüstü olma özel-
liğini gözler önüne sererek kâinatın topyekün bir yokluk veya “kaos” denilen bir
“kargaşa” halinden nasıl bildik ve tanıdık “evren” düzenine (kozmos) dönüştüğü-
nü anlatırlar.
4 Türk Edebiyatının Mitolojik Kaynakları
Axis mundi: Evrenin ekseni Mekânı, kutsallıkla ilişkili olarak merkezî bir yapı içinde algılamaya “merkez
olduğu düşünülen hayali çizgi,
Türk mitolojisinde bu eksenin simgeciliği” adı verilir. Merkezî kutsal mekân anlayışı gök, yer ve yeraltının birleş-
yeryüzü ile Kutup yıldızı tiği kutsal yer anlamındadır. Merkezî kutsal anlayışı yerleşim yerlerinin ve tapı-
arasında olduğu düşünülür, nakların yapısında da ortaya çıkar. Meselâ, kutsal dağ, yeri ve göğü birleştirerek,
Altın Kazık veya bazen de
Demir Kazık olarak adlandırılır. dünyanın merkezini oluşturur. Bazen de tapınak, başkent, saray bu çerçevede kut-
sal mekân olarak merkezi oluştururlar ve bir anlamda da kutsal dağın yerini tu-
tarlar. Böylece, gök ve yer kutsal kentte ve tapınakta birleşirler; dünyanın eksenini
(axis mundi) de bunlar oluşturur.
ç. Takvim Mitleri
Varlık ve yokluk ancak zaman bağlamında bir anlam taşır. Zamansa harekete
bağlı olarak ölçülebilir. Bir mekan olarak Evren’in varlığı veya var edilişi bir ha-
reketi ve sonrasını dolayısıyla da zamanı beraberinde getirir. Zamanın ölçülmesi
insanlık tarihinin en eski zamanlarından beri zihinleri meşgul eden bir mesele
olarak karşımıza çıkar. Bu meseleye bağlı olarak zamanın ölçülmesi bağlamındaki
düşünceleri sembolik bir biçimde anlatan öyküler ortaya çıkmıştır. Bunlar takvim
mitleri olarak adlandırılır. Türk mitolojisinde “Oniki Hayvanlı Takvimin Yaratılışı
Miti” böyle bir takvim mitidir.
d. Antropogoni Mitleri
İnsanların nereden geldiklerini veya nasıl oluştuklarını konu edinen mitler-
dir. Türeyiş mitleri de denilen bu tür mitler, ilk insanın yaratılmasından, insan
topluluklarının, kabilelerin, soyların boyların ortaya çıkmasına kadar geniş bir
alanı içerir. İnsanın yaratılmasında takip edilen sıra çoğunlukla, Evren’in (koz-
mos), gök, yer, dağlar, bitkiler, ormanlar ve hayvanların yaratılmasından sonradır.
Mitler insanın yaratılmasını ya tanrı ya da tanrısal özelliğe sahip kültürel nesne ve
olguların ilk kurucuları olarak düşünülen ve mitolojide “demiurg” olarak adlan-
dırılan olağanüstü varlıklara bağlayarak anlatırlar.
e. Totem Mitleri
Bir boyun, soyun veya milletin yaratılışı ve kökenini bir bitki, bir hayvan gibi
canlı veya taş, kaya, dağ gibi bir cansız nesneye bağlayarak tanrı-atalar kültü iliş-
kisini bu tür bir olguda birleştirerek açıklamasına totem denilir. Bir topluluğun
var oluşunu ve kökenini izah eden bu tür mitlere de totem mitleri denilir. Totem
mitleri daha çok yaşam tarzları toplayıcılık ve ilkel avcılık, balıkçılık olan toplu-
luklarda görülür. Bu tür toplulukların temel özelliği aralarındaki akrabalığın kan
ve kemik akrabalığından ziyade totem akrabalığı olmasıdır. Totem akrabalığına
dayalı dünya görüşü totemizm olarak adlandırılır.
f. Kahramanlık Mitleri
İdealize edilen insan kahramanlar, bir misyon ile kendilerini toplumlarına
adayarak onları çeşitli felaketlerden kurtarmaları veya toplumlarındaki çeşitli
kültürel kurumları kuran veya çeşitli kültürel davranışlara model teşkil eden kül-
türel kahramanlar (cultural hero) olarak mitos (mitik anlatım) ve eposun (epik
anlatım) içiçe geçtiği anlatılarda yer alırlar. Kahramanlık mitleri doğrudan doğ-
ruya atalar kültüyle ilişkilidirler. Türk mitolojisinde Oğuz Kağan ve Dede Korkut
bu tür kahramalar olarak karşımıza çıkar.
Eskatoloji Mitleri
İnsan ve dünyanın geleceğini veya sonunu konu edinen mitlerdir. Tarihsel zaman
anlayışının ortaya çıkması geçmiş, şimdi ve gelecek algısına bağlı zaman tasarımı
ve kabulü beraberinde dünyanın sonu ve kıyamet anlayışını da getirmiştir. Çok
nadir olarak bazı ilkel kavimlerin mitolojisinde dünyanın sonu düşüncesini içe-
ren mitler yer almaz. Bu tür birkaç topluluk dışında evrensel olarak dünyanın
sonu ve bunun belirtileri, nedenleri gibi konuları içeren mitler hemen hemen her
kültürde yer alırlar.
En ana hatlarıyla mitlerin temel konuları şu şekilde sıralanabilir: Mitler, tanrı-
ların, evrenin ilk insanların yaratılış ve ortaya çıkışlarının yanısıra ilk günahı; ölü-
mün kökenini; tufan; tanrıların insanları nasıl cezalandırdıklarını; avcılığın baş-
langıcını; hayvancılığın ortaya çıkışını; bitkilerin ilk olarak nasıl ortaya çıktığını;
ateşin kökeni ve elde edilişini; cinsel hayatın başlangıcını; yeryüzünün ilk çiftini,
8 Türk Edebiyatının Mitolojik Kaynakları
MİTLERİN ŞEKLİ
Mit, şekli açıdan, kutsal kaynaklar hakkında bilinenlerin sözlü hikayesini sunan
bir anlatıdır. Bunun yanı sıra, mitlere ait kısa ifadeler, kinayeli dokundurmalar
veya telmihlerle mitsel semboller de bulunmaktadır. Hiç şüphesiz bunlar ancak
kesin ve belirli bir mit anlatısından kaynaklanıyorlarsa mit olarak anlaşılabilirler.
Mitsel prototipler yani ön modeller, örnek figürler ve karakterler ve tekrarlanan
kahramanlıklar veya yaratıcı davranışlar bir anlatı şeklinde sözle ifade edilir. Mit
bir törensel drama (canladırılan mit), içerisinde hem sözlü hem de sözsüz araçla-
rın (ilahiler, dualar, ibadetler, dînî danslar) kullanılabildiği ayinsel bir anlatı (an-
latılan mit) şeklinde meydana gelebilmektedir. Aynı şekilde mitler, dînî resimler
ve işaretler şeklinde dini sanatta da görülmektedir. Bu yazılı ve kayıtlı şekillere ek
olarak, mitin konuşma, düşünce, rüyalar ve benzeri davranış türleri yoluyla akta-
rılması da mümkündür.
Ancak, “mit”ler, “masal” (folktale), “epik destan” (epics) ve “halk hikâyesi” (ro-
mance) gibi göreceli olarak daha sabit özelliklere sahip anlatılara nazaran çok da-
ha değişken ve akışkan özelliklere sahiptirler. Biraz da bu nedenle, söz konusu
anlatı türleri gibi dış yapıya ait şekil özelliklerinden hareketle kolayca tanımlanıp
benzemezlerinden ayrılamazlar. Daha önce de işaret edildiği gibi, Yunancada “an-
latı” veya “hikâye” anlamına gelen “mythos” sözcüğü, sözlü kültür ve edebiyat üze-
rine çalışanlara hemen hemen ele aldıkları bütün türlerin genel özelliklerinden
başka hiçbir anlam ifade etmezler. Bu nedenle “mit” olarak tanımladığımız olgu,
günümüzde kendine has yapı ve şekil özelliklerine sahip bir anlatım türü (narra-
tive genre) değil, yukarıda sıraladığımız tematik özelliklere sahip bir inanış, dav-
ranış ve anlatım tutumudur. Bu anlatım tutumuyla oluşturulmuş sözlü edebiyatın
hemen her tür şekliyle meydana getirilmiş anlatılarda mitler yer alabilir. İçeriğine
göre bir efsane, epik destan, fıkra, türkü, bir kara hikaye, halk inancı büyüklük
veya küçüklüğündeki anlatım türleri mitsel bir anlatım tutumuyla meydana geti-
rebilir veya mit içerebilirler. Meselâ, masallarda mitleri oluşturan, insanüstü var-
lıkların efsanelerinin ve başlangıçlarının anlatılarıdır. Çeşitli hacim ve türlere ait
öyküler bu şekil özeliklerine göre mit olarak adlandırılabilirler.
Trickster: “aldatıcı”, “hilekâr”, Esasen mitlerin yaşadığı kültürlerde öyküler “gerçek” ve “doğru” sıfatlarıyla
“dalavereci” veya “üçkağıtçı”
özelliklere sahip karşı “mit”le ri, bunlar dışında kalan “kurgu”, “yalan” veya “yanlış” olarak adlandırlan
kahraman, birçok gelenekte öy kü ler se sözlü edebiyat olarak ayrılırlar. Örneğin, Kaddo dili konuşan bir Kuzey
“tilki”, Kızılderilelerde “kurt” Amerika yerli kabilesi, Pawneeler “yalan” veya “uydurma hikâyeleri”, “doğru” ve
olarak karşımıza çıkar.
Türk mitolojisinde önce “gerçek hikâyelerden” yani “mit”lerden ayırırlar. Pawneeler, “gerçek” hikâyeler ara-
“saksağan kuşu” daha sonraki sına ilk önce ya dünyanın başlangıcı ile ilgili olanlar veya ilahi, olağanüstü varlık-
dönemlerde “taz” yani “dazlak”
veya “kel” iken masallarda ların yer aldığı hikâyeleri alırlar. Sonra da halkını canavarlardan ve felaketlerden
“Keloğlan” tipine dönüşmüş kurtaran millî bir kahramanın büyüleyici maceralarını anlatan hikâyeler ele alı-
olarak karşımıza çıkar.
nırdı. Ve son olarak da insanüstü güçleri açıklayan ve tıpla ilgilenenlerin dünya-
sıyla ilgili neler yapılacağını anlatan hikâyelere yer verilir. “Uydurma” ve “yalan”
hikâyeler ise bir kurdun, Koyoto’nun (Coyoto) “aldatıcı”, “dalavereci” veya “üçka-
ğıtçı” denilebilecek olan “tirikstır” (trickster) bir kahraman olarak sömürülerini
ve maceralarını anlatan hikâyelerdir.
1. Ünite - Mit, Mitoloji ve Edebiyat 9
MİTLERİN İŞLEVİ
Mitler insan davranışları için örnek modeller olarak işlev görmektedir. Mitlerin Etiyolojik: Köken açıklayıcı.
temelinde tanrıların ve kültürel kahramanların yaratıcı, biçimlendirici etkinlik-
leri yatar. İlke olarak bütün insan faaliyetleri ve büyük başlangıç olaylarındaki
bütün algılanabilir etkinlikler için örnek ve model bulmak mümkündür. Mitlere
inanan bir kişinin buradaki payı bu örnekleri ezberleyip saklaması, davranışla-
rında onları izlemesi ve bu amaçla yapılan törenlerde onları tekrarlayarak kop-
yalaması gerçeğinde yatmaktadır. Mitlerin sayısız özel işlevleri vardır, fakat bir
genelleme yaparak onların davranış için kavramsal bir temel ve pratik davranış
örnekleri sunduklarını söyleyebiliriz. Buna bağlı olarak mitler bir dünya görüşü
şeklinde birleşir ve bütünleşirler. Her dünya görüşü veya mitsel sistem kendi ge-
leneksel değer ve kabulleri içinde kendine has bir mantıkla yaşamın ve evrenin
çok önemli yönlerini açıklamaktadırlar. Bu bağlamda, mitler, dünyanın, insanın,
diğer varlıkların, coğrafi şartların oluşumunu, kaynağını ve niteliklerini açıklar.
Dinsel törenleri, törensel araçların ayrıntılarını ya da tabuların neden incelenmesi
gerektiğini ortaya koyarlar. Köken açıklayıcı (etiyolojik) ögeler bu bağlamda mit-
lerin en işlevsel unsurları arasındadır.
Mitler sadece dünyanın, insanın, bitkilerin, hayvanların yaratılışını veya kö-
kenini değil aynı zamanda âdetlerin, kurumların, törenlerin de kökenini veya ya-
ratılışını da konu edinirler. Dahası, bu kurumların, âdetlerin, törenlerin kutsallı-
ğını, kutsal sayılan ilk zamana bağlayarak, gelenekseli destekler ve güçlendirirler.
10 Türk Edebiyatının Mitolojik Kaynakları
Bir başka ifadeyle, törenlerin, kurumların ve geleneklerin bir toplum için kutsal
sayılmaları ancak mitlerin onları doğrulamalarıyla mümkündür. Ayrıca mitler,
insanın yaşaması için gerekli olan temel bilgilerin, değerlerin ve tekniklerin de ilk
zamanlarda tanrılar ve tanrısal kahramanlar tarafından insan oğluna verildiğini
ya da öğretildiğini açıklarlar.
Bir başka ifadeyle, eski çağlarda da ham gözlemler yoluyla elde edilen bilgiler,
günümüz bilgilerinin teorik bir düşünceyle temellendirilmelerine benzer bir şekil-
de zamanın anlayış ve dünya görüşü içinde yorumlanıp, dinî ve mitolojik karakter-
deki sistemizasyona tabi tutularak, bir nevi teorik bir bilgi perspektifi içine yerleşti-
rilmişlerdir. Bu bir yönüyle günümüz insanının da, teknolojisi itibariyle daha yeni,
akılcılık açısından daha tutarlı, tecrübî olmak bakımından daha denetlenebilir ve
standartlaştırma açısından ölçülebilirlikleri nedeniyle “bilimsel” olarak adlandırdı-
ğı faaliyetlerinin neredeyse tamamını kapsayan zihni algılayış, arayış ve anlamlan-
dırış çalışması insanlık tarihinin en eski devirlerinden beri süregelmektedir.
Bu özelliğiyle de, mitler, ilkel ilmî düşüncenin ilk belirtileridir. Bugün mito-
lojinin çalışma sahası içinde yer alan bu anlatılar, insanlık tarihinde gerçek ve-
ya gerçeküstü olgu ve olayları kavramlaştırmış ve kendi içinde bir mantığa sahip
kuramsal bir yapıya oturtmuşlardır. Ayrıca mitler, sözün başta yazı olmak üzere
çeşitli kayıt teknolojileriyle kaydedilip saklanmasının henüz bilinmediği dönem-
lerden başlayarak sözlü kültür ortamında, söz konusu kavramlaştırmaları derle-
yip, koruyarak yeni kuşaklara aktaran sözel bir ansiklopedi işlevi görmüşlerdir.
Mitler insana, yapmaya hazırlandığı bir şeyin daha önce yapılmış olduğu ko-
nusunda güvence verir. Girişimin sonucuyla ilgili olarak kendisine yardımcı olur.
Mit her zaman ve sadece kendi içinde bir “iyilik” veya ahlak kuralı koyucu ve onu
koruyucu değildir. Mitin işlevi Dünya’ya, insanın varlığına ve davranışlarına bir
anlam verecek olan modeller koyup bunları açıklamaktır. Bu nedenle de mitlerin
insanın oluşumundaki rolü son derece önemlidir. Gerçeklik ve ona ait aşkın (tan-
rısal) değerler, fikirler yavaş yavaş mitler sayesinde ortaya çıkmıştır. Mitler saye-
sinde, Dünya, kaostan bildik kozmosa veya yeryüzüne dönüşmüş ve bütünleşmiş,
anlaşılır ve anlamlı bir hale gelmiştir. Bu sürece bağlı olarak mitler şeylerin nasıl
gerçekleştiğini anlatırken, bunların kimler tarafından, niçin ve nasıl, hangi şartlar
altında yapıldıklarını da açıklığa kavuşturur. Bu bağlamda, bütün bu “açıklama-
lar”, insanı az veya çok dolaysız bir biçimde bağımlı kılar. Çünkü tüm anlatılanlar
“kutsal bir tarih” oluşturmaktadır ve bunları dinleyen ve inanan insan bu kutsal
tarihin bir sonucu olarak varoluşunu idrak etmektedir. Bu idrak ve inanç bireye
bir davranış ve yaşayış modeli de telkin eder ve ondan o şekilde yaşamasını ister.
Bir başka ifadeyle, mitler yeryüzünde çok büyük olayların olup bittiğini ve bu
görkemli geçmişin belli bir oranda yakalanıp geri alınmaya elverişli olduğunu sü-
rekli bir biçimde hatırlatırlar. Kalıplaşmış törensel jestleri taklit etmenin bir olum-
lu yanı, insanın kendini aşmaya zorlamasıdır. Bu yolla insan, olağanüstü mitsel
kahramanların veya tanrıların yanında yer almak zorunda bırakılır. Bu zorlama-
dan amaç söz konusu tanrısal kahramanların eylemlerini insanın da yapabilme-
sini sağlamaktır. Bu bağlamda, mit insanın doğrudan doğruya veya dolaylı olarak
“yücelme”sini sağlar.
Dogma: Tartışmaya kapalı, Mit, anlatıldığı toplumda inanca uygundur, inancı oluşturan ve yönlendiren-
kesin ve mutlak kabul.
dir. O, inanılmak üzere anlatılır. Mit, inançsızlara, bilgisizlere ve şüphe etmeye
karşı cevaplarıyla birlikte kendini ortaya koyar. Mitler dogmanın temelidir ve ço-
ğunlukla kutsal ve törenlerle ilgilidir.
1. Ünite - Mit, Mitoloji ve Edebiyat 11
Miti bir sembol olarak değil, uzak geçmişte yaşanılan bir gerçeğin ifadesi ola-
rak düşünen bilim insanları da vardır. Onlara göre, mit uzak geçmişteki bir ger-
çekliğin anlatı biçiminde yeniden yaşanılmasıdır. Dahası, bu bilgi, derin ihtiyaç-
ların, ahlâki amaçların, toplumsal tabiliğin karşılanması için haklar, hatta pratik
gerekçeler nedeniyle verilir. Bu bağlamda, mitin ilkel kültürlerde vazgeçilmez bir
işlevi vardır. O da, inancın ifadesidir, onu derinleştirir ve erginler. Ahlâkı korur,
ona güç verir. Yapılan veya yapılacak olan âyinin üretkenliğine mitler kefil olur.
İnsanoğlu için örnek olacak pratik kuralları içerir. Buna göre, mit insan uygarlığı-
nın bir parçasıdır. O değersiz bir anlatı değil, zor elde edilen aktif bir güçtür. Mit-
ler, entelektüel bir açıklama veya sanatsal bir canlandırma olmayıp ilkel inancın
ve ahlâki bilgeliğin bir bildirgesi ve toplumsal yaşamın bir yönergesidir.
Vücudumuzla birlikte fiziki varlığımızın da dâhil olduğu dış dünyayı veya her
şeyi içine alacak şekilde eşyayı “var kılar” ve yine var olduğunu var/saydığımız/
inandığımız/ bildiğimiz “varlık hususiyetlerine” göre sınıflayıp “tasnif” ederken
“akıl” ve “dil”den başka hiçbir aracımız yoktur. Mitler işte böylesi bir dünyanın
çocukları ve ilkel yahut ilksel veya arkaik eskilikteki zamanların yeryüzünde vü-
cut bulan toplumlarının “kaosu” (kargaşayı) “kozmos”a (kâinata) dönüştüren dü-
şüncenin ilk ürünleridir.
Bir başka ifadeyle söyleyecek olursak, mit veya mitler, insanların toplumsal Kod: Şifre, ilke.
yaşamlarını belirleyen temel öğelerden biri, bu insanların içinde yaşadıkları top-
lumu ve dünyayı algılama şekilleridir. Bu bağlamda, her insan kendi toplumunun
içindeki diğer kişilerle ve özellikle yakın olduğu gruplarla bir “toplum haritası”
paylaşır. Kime, nerde, nasıl davranacağımızı bu toplum haritasına göre biliyor gi-
biyiz. Bu toplum içindeki insanlar böyle bir temel haritadan hareket ettikleri için
anlaşabilirler ve içinde yaşadıkları toplumun gereklerini yerine getirebilirler. Fa-
kat belleğimizde taşıdığımız bu “toplum haritası” gerçek bir haritada olduğu gibi
kesin çizgilerle çizilmemiştir. Bu nedenle de, “harita”nın taşıdığı anlamlar esnek-
tir ve “değişime” -az veya- çok açık bir “simge dağarcığı” yoluyla toplumdan insa-
na, kuşaktan kuşağa geçer. En genel anlamda “kültür” denilen bu simge sisteminin
çalışmasına yukarıda çizdiğimiz toplum profili ve mitler açısından bakıldığında,
mitler bir toplumun en eski geleneksel “toplumsal harita”ları; insana, hayata ve
tabiata dair asırlar ve nesiller boyunca işlenmiş “kültürel kodları”dır.
İnsanlık bugün ulaştığı bilgi seviyesiyle, dünyayı ve yakın uzayı bir bakkal
dükkânının raflarındaki nesnelerin varlığı ve tanzimi içinde bilmekte ve bu varlık
bilgisi, içinde doğulan kültürün eğitim şartlarına göre nesillerden nesillere akta-
rılmaktadır. Bu varlık bilgisine doğru en eski yola çıkışın ilk ürünleri mitlerdir.
Dış dünyamızda, etrafımızda var olan her şeyin adlandırılışı, sınıflandırılışı, an-
lamlandırılışı ve yüzyıllar hatta bin yıllar boyu devam eden tecrübelerin idrak
edilmesiyle ve bunların aktarılmasıyla oluşan ilkel bilim ve din, mitlerin temelini
teşkil eder. Bu bağlamda, hiçbir şekilde dikkatimizden kaçmaması gereken husus,
etrafımızdaki âlemi sınıflandırmadan yaşamamızın mümkün olmadığıdır. Bir an
için bir orman içinde toplayıcılıkla geçinen ilkel veya arkaik bir topluluğun bul-
duğu mantarları yiyerek geçinen bir ferdini düşündüğümüzde, bu konu daha iyi
anlaşılabilir. Bu fert yaşayabilmek için sadece mantar bulmak zorunda değildir. O
aynı zamanda “zehirsiz” olan yani “yenilebilen” mantarı bulmak zorundadır.
Bu bağlamda “zehirli” ve “zehirsiz mantar” kategorilerinin oluşabilmesi için
veya hangi mantarın zehirli olup olmadığının bilinebilmesi için ne kadar bir süre
ve ne kadar “denek” insanın bu ölümcül deneyin, yaşama mücadelesinin kurbanı
olduğunu düşünebilirsiniz. Bu örnekleri salt maddi boyutu olanlar için bile son-
12 Türk Edebiyatının Mitolojik Kaynakları
Determinist: Zorlayıcı, suz sayıda çoğaltmak mümkündür. Bu örneklerin çağrıştırdığı anlamlar içinde
zorunlu kılıcı.
önemli olan, insanlık tarihinin sosyal ve kültürel anlamda başlangıcında mitlerin
ortaya çıkış zeminindeki psiko-kültürel ve hatta biyolojik gereklilik zeminin nasıl
cebreden bir zorunluluk veya determinist özelliğe sahip olduğunun tartışmasız
bir biçimde anlaşılmasıdır.
Kısaca, “zehirli”, “zehirsiz”, “iyi”, “kötü”, bütün bu kelimeler dünyamızda birbi-
rinden ayrılması çok zor olan olguların doğal karışıklığını bir sıraya koyar ve sınıf-
landırır. Böylelikle yaşanılan tecrübe onları anlaşılabilir birer olay ve olgu haline
getirirler. Bu olaylar ve olgular kelimelerle “simge”leştirilirler. Yaşadığımız top-
lumda yaşayan ve sürekli kullanılan binlerce “hazır simge” vardır. Bir arada yaşa-
mak bir anlamda bu simgeleri kullanmak demektir. Topluma, toplum tarafından
aktarılmış ve dolayısıyla üretilmiş, kullanılmaya hazır olan bu simgeler arasında
en önemlisi “kelimeler”dir. “Dil” bir simge sistemi olarak bize dünyayı algılamayı
mümkün kılıyor. Bu bağlamda, mitler belki de en eski “simge dağarcıklarıdır” de-
nilebilir.
Mitler ifade ettikleri simgeler nedeniyle, içinde yaratıldıkları kültürün ideolo-
jisini oluşturan ilkel din ve bilimin ifadesidir. Her kültür sahibi topluluk veya mil-
let kendi varlığı da dâhil içinde yaşadığı yakın çevreyi ve yaşam sonrası hayatının
devam edeceği tasavvurî/sanal çevreyi anlamlandırıp oluşturduğunda, kültürel
ideolojisi veya dünya görüşü anlamında mitlerini ve bunların toplam ifadesi ola-
rak da mitolojisini oluşturmuş oluyordu. Bir başka ifadeyle bir toplumun kâinat
ve hayat karşısında aldığı olabildiğince yalın ve “kendi”ne ait düşünce ve davranış
tiplerini mitleri içerir ve yönlendirir, denilebilir. Mitlerle bir milletin varlık sah-
nesine çıkması ve ulusal kimliğini şekillendirmesi arasındaki ilişki bu bağlamda
daha rahatça görülebilir. Oluşmaya başlayan bir dil etrafında, “biz” zamiriyle bağ-
lanan bir klan veya kandaş topluluk, etrafındaki maddi veya manevi varlığı açık-
layan “mit”leriyle kendi toplumsal varlığını ve kimliğini idrak eder; bütün tematik
değişmelere rağmen dil ve dilin bağlayıcılığı içinde söz konusu topluluk “toplum-
Klan: Ortak bir atadan sal kimliği”ni sürdürür. Türkçedeki “tanrı” ve “kut” gibi kelimelerin binlerce yıl
geldiklerine inanan, kendi içinde onca din ve dünya görüşü değiştirmeye, yeri ve devrine göre pek çok farklı
aralarında evlenmeyen
birbirleriyle akraba birkaç tanımlanışlarına hatta farklı kelimelerle karşılanışlarına rağmen bir uçlarıyla bin-
büyük ailenin bir araya lerce yıl önceki anlamlarını sezdirişi sağlayan varlıkları, Türk toplumsal kimliği-
gelmesiyle oluşan toplumsal
birlik. nin adeta tarih ve tarih öncesine gömülü sınır taşları gibidir. Türklerin yaşadığı
her devirde onlara yükledikleri anlamları açabilen bir bilgi bir yanıyla Türk kültür
tarihini ortaya koyar ve onun kültürel katmanlarını izah ederken diğer yönüyle de
bilinebilen en eski dönemden günümüze kadar gelen kültürel süreklilikleri veya
ulusal kimlik inşa edici özellikleri ortaya koyacaktır.
İnsanlık tarihinin en eski devirlerinden beri, insan toplulukları “yüce” saydık-
ları kavram, olay ve olgulara ki, bunlar ataları, ölüleri, ölüm, doğum, efsane kahra-
manları başta olmak üzere “kutsal” olarak niteledikleri hayvanlara, dağ, kaya, su,
güneş, ay, yıldız vb. tabiî unsurlara karşı, özü itibariyle inançtan kaynaklanan ve
birbirleriyle gevşek de olsa ilişkili olarak bir davranışlar örgüsü oluşturan ve kült
olarak nitelendirilen inanç ve pratikler ortaya koymuşlardır. Bunların temelinde
yatan inançların işlevsel olarak yapısı, “kötü” olarak nitelendirilenlerden korun-
ma, “iyi” olarak nitelendirilen unsurlara yakınlaşma ve esirgenmeyi amaçlayan
inanç ve bağlılık göstermek esasına dayalı bir örnek üzerine kalıplaşmış, “ritüel”
veya “rit” karakterinde olmalarıdır.
Bu tür ritüellerin ve dolayısıyla mitlerin en yoğun olarak kullanıldıkları alan-
lardan birisi de çeşitli hastalıkların tedavisidir. Mitoloji ve halk hekimliğinin iç içe
1. Ünite - Mit, Mitoloji ve Edebiyat 13
geçtiği bu uygulamalar köken mitlerinin anlatılması ve bu yolla yaşamın yeniden Mandol: Hint mitolojisinde
yaratılması fikrine dayalıdır. Bu şekilde köken ve kozmogoni mitlerini anlatarak dünyanın, evrenin ve tanrıları
temsil eden sembolik ifade.
hastalıklara çare bulma inancı ve uygulaması pek çok kültürde yer alır. Bu tür
uygulamlara bir örnek vermek gerekirse, Hintli büyücüler hastanın yatağının ya-
nındaki yeri kötü ruhlardan arındırır ve mısır unuyla “mandol” resmi çizer. Man-
dolün çizimi esnasında kozmogonik mitler anlatılır. Bu yolla hasta başlangıca,
kökene o kutsal zamanın, yaratılışın enerjisine ulaştırlır. Çizilen, mandol resmi
hasta iyileşene kadar silinmez. Bu tür, tedavi amaçlı, törenin ve büyünün iç içe
geçtiği uygulamalarda, evrenin, dünyanın yaratılışı mitlerinin, tanrısal varlıkların
ortaya çıkışının, hastalıkların oluşmasının, bunlara karşı ilaç yapan eski şaman-
ların doğuşunun ve kötü ruhlarla şamanın savaşının anlatıldığı görülür. Bu yolla,
ilacın köken mitinin ve hastayı tedavi etmeye çalışan şamanın atasının ruhunun
büyüye ve tedaviye yardımcı olmasının sağlandığına inanılır. Bu bağlamda, mitsel
düşünce, hastalık ve benzeri yolla zedelenen yaşamın onarılamayacağı ancak kay-
nak ve kökenlere yapılacak bir geri dönüşle, eksiklik, yanlışlık ve hastalıklardan
kurtaracak olan yeniden yaratılmanın sağlanacağı şeklinde işlemektedir.
Söz konusu inançların özünü şüphesiz insan merkezli olarak, insanın ve yakın
çevresindeki gerçek ve gerçeküstü varlıkların kozmos içindeki yeri ve bütün bun-
ların üstünde yer alan yaratıcı veya yaratıcılarla ilişkilerini anlamlı kılmak oluş-
turmaktadır. Böylece insanlar içinde doğdukları kaosu veya kargaşayı, çevrelerin-
deki sosyo-kültürel şartlanmanın mantık düzleminde bir neden-sonuç ilişkisine
dayalı açıklamalarla anlamlı kılarak kozmosa yani bilinip anlamlandırılabilindiği
kadarıyla da olsa düzenlilik ifade eden anlamıyla, kâinata dönüştürmektedirler.
Mitler, onlara inanan toplumların özellikle dinsel hayatında son derece önemli
bir anlam taşırlar. Onlara göre dünyanın ve hayatın durumunun korunması, an-
cak mitlerde anlatılan ilk zamanlara ilişkin olayların ibadet ve törenlerde yenilen-
mesine bağlıdır.
Mitlerde anlatılan olayların onlara inanan birisi için doğru bir geçerliliği ve
gerçekliği vardır. Bu nedenle, mit teriminin günlük dilde kullanımı veya mit teri-
minin “doğru olmayan, hayali, uydurma, yanlış yola saptırıcı şeyler” için kullanıl-
ması gerek geleneksel ve gerekse bilimsel yönden hatalıdır.
Mitlerin icra bağlamı, yorumlama yolları Alan Dundes’in Sacred Narratives (Lon-
don: University of California Press. 1984) adlı kitaptan alınmıştır. Mit nedir, tanım
başta olmak üzere mitlerin tür, şekil, yapı ve işlevleriyle ilgili bilgilerin bir kısmı
Mircae Eliade’nin Mitlerin Özellikleri (İstanbul: Simavi yayınları 1993) adlı kitap-
tan alınmıştır. Bu kitaplarda, mitlerin tanım, tür, şekil ve tasnifiyle ilgili daha ayrın-
tılı bilgileri bulabilirsiniz.
Mitlerin icra bağlamı, bilimsel yorumlama yollarıyla ilgili bilgilerin bir kısmı Alan
Dundes’in Sacred Narratives (Los Angeles: University of California Press, 1984) adlı
kitabından alınmıştır. Mit nedir, tanımı başta olmak üzere mitlerin tür, şekil, yapı
ve işlevleriyle ilgili bilgilerin bir kısmı Mircae Eliade’nin Mitlerin Özellikleri (İs-
tanbul: Simavi Yayınları,1993) adlı kitabından alınmıştır. Bu kitaplarda, mitlerin
tanım, tür, şekil ve tasnifiyle ilgili daha ayrıntılı bilgileri bulabilirsiniz.
Özet
Mit nedir tanımlamak. Mitleri: İnsan ve dünyanın geleceğini veya sonu-
1
İnsan davranışları ve inanışları için model teşkil nu konu edinen mitlerdir.
eden, hayata anlam ve önem kazandıran, dola-
yısıyla insanın kendi hayatını ve etkinliklerini Mitoloji nedir açıklamak.
4
anlamlandırmasını sağlayan ve çoğu zaman bir Mitoloji veya “mitbilim” dünyanın en eski araş-
yaratılışın öyküsünü anlatan geleneksel olarak tırma alanlarından birisidir. İki bin yıldan da-
yaşadıkları toplumlarca “kutsal” ve “gerçek” ka- ha fazla bir zamandır, pek çok düşünür ve bil-
bul edilen anlatılara “mit” (myht) adı verilir. Mit gin mitlere yakın ilgi göstermekte ve bu evrensel
kutsal bir öyküyü başlangıçtaki, yeryüzünün olguyu anlamaya ve açıklamaya çalışmaktadır.
hatta kâinatin başlangıcını ve kökenini anlatır. Mitoloji (Myhthology) sözcüğü eski Yunanca
“mythos” ve “logos” sözcüklerinin birleştirilme-
Mitlerin özelliklerini açıklamak. siyle oluşturulmuştur.
2
Mit kutsal bir öyküyü başlangıçtaki, yeryüzünün
hatta kâinatin başlangıcını ve kökenini anlatır. Mitoloji çalışmalarındaki araştırma eğilimlerinin
Bu “tarih” olarak adlandırdığımız zamanın da 5 temel özelliklerini tanımlamak.
ötesinde “her şeyin yaratıldığı” bir ilk başlangıç Antik çağdan Ortaçağ’ın sonuna kadar geliştiri-
zamanıdır. Mitler ya bütün kâinatın veya onun len bakış açıları mitlerin antik çağdaki açıklama
yalnızca küçük bir parçası diyelim ki bir kuş ve- ve yorumlama yollarını, Aydınlanma dönemin-
ya ağaç cinsinin, bir insan davranışının, bir sos- den günümüze kadar geliştirilen mitleri anlama,
yal kurumun nasıl oluştuğunu ve kökeninin ne açıklama ve yorumlama yılları da modern mit
olduğunu anlatır. Mitler ilkellerin evren ve dün- kuramlarını oluşturur.
ya içindeki yerlerini, davranış biçimlerini belir-
leme çabalarına yardımcı olurlar. Mitoloji ve edebiyat ilişkisini açıklamak.
6
Mitoloji ve edebiyat ilişkisi iki temel gruba ayrı-
Mitlerin çeşitlerini tanımlamak. lır. Mitoloji ve Sözlü edebiyat ilişkisi inanılmaz
3
Konularına göre mitler “Köken” ve “Eskatoloji” hale gelen mitlerin sözlü edebiyat türlerine dö-
mitleri olarak iki temel gruba ve alt gruplara ay- nüşmesi ve bazı sözlü edebiyat eserlerinin mi-
rılırlar. A. Köken ve Yaratılış Mitleri: a. Etiyolo- tolojik unsurlar içermesi şeklindedir. Yazılı ede-
jik Mitler: Mitolojik zamanı aşamamış ve yaşam biyat ve mitoloji ilişkisindeyse yazar ve şairlerin
tarzı olarak ilkel topluluklarda çok yaygın olarak mitolojiyi eserlerinin ilham kaynağı olarak kul-
görülen mitlerdir. b. Teogoni Mitleri: Tanrıların lanmaları, bazı mitolojik unsurları eserlerinde
ve tanrısal varlıkların kökenini ve nereden gel- işlemeleri ve kendi kişisel mitlerini yaratmada
diklerini konu edinen mitlerdir. c. Kozmogoni mitolojiden yararlanma şeklinde özetleyebiliriz.
Mitleri: Evrenin, dünyanın ve özellikle de gök ve
gök cisimlerinin nasıl oluştuğununu konu edi-
nen mitlerdir. ç. Takvim Mitleri: Zamanın öl-
çülmesi bağlamındaki düşünceleri sembolik bir
biçimde anlatan öyküler ortaya çıkmıştır. Bun-
lar takvim mitleri olarak adlandırılır. d. Antro-
pogoni Mitleri: İnsanların nereden geldiklerini
veya nasıl oluştuklarını konu edinen mitlerdir.
e. Totem Mitleri: Bir topluluğun var oluşunu ve
kökenini toteme bağlı izah eden bu tür mitlere
de totem mitleri denilir. f. Kahramanlık Mitle-
ri: İdealize edilen insan kahramanlar, kurtarıcı
veya toplumlarındaki çeşitli kültürel kurumları
kurucu kahramanların mitleridir. B. Eskatoloji
26 Türk Edebiyatının Mitolojik Kaynakları
Kendimizi Sınayalım
1. “İnsan davranışları ve inanışları için ...... teşkil eden, 4. “Mitlerde olayları birbirleriyle “......” (senkronik)
hayata anlam ve önem kazandıran, dolayısıyla insanın olarak algılayan dolayısıyla hepsini “......” ye ve ...... za-
kendi hayatını ve etkinliklerini anlamlandırmasını sağ- mana bağlayarak açıklayan zaman yer alır.”
layan ve çoğu zaman bir ...... öyküsünü anlatan, gele- Mitlerin zaman bakımından özelliğini açıklayan yuka-
neksel olarak yaşadıkları toplumlarca “kutsal” ve “ger- rıdaki metinde yer alan boşluklara aşağıdaki sözcük-
çek” kabul edilen anlatılara “mit” (myht) adı verilir.” lerden hangileri getirilmelidir?
Yukarıdaki parçada boş bırakılan yerlere aşağıdakiler- a. kardeş süremli/kardeşe/şimdiki
den hangileri getirilmelidir? b. karda eş/sürmeliye/şimdiki
a kazanç/uzaklaşım c. eş süremli/şimdi/şimdiki
b. düzen/kaçışın d. eş süremli/ geçmişe/şimdiki
c. model/sırıtışın e. eş süremli/sürmeliye/şimdiki
d. düzen/barışın
e. model / yaratılışın 5. Aşağıdakilerden hangisi bir mit çeşidi değildir?
a. Etiyolojik mitler
2. “Mit” (myht) kelimesinin kökeni olan “mythos”’un, b. Kozmogonik mitler
Yunanca’daki anlamı aşağıdakilerden hangisidir? c. Antrpogonik mitler
a. kaskatı ve duru d. Hijyenik mitler
b. atasözü ve deyim e. Eskatolojik mitler
c. kasımpatı ve kılıç
d. anlatı ve hikaye 6. “...... veya “......” dünyanın en eski araştırma alanla-
e. şiir ve inşa rından birisidir. ..... yıldan daha fazla bir zamandır, pek
çok düşünür ve bilgin mitlere yakın ilgi göstermekte ve
3. Aşağıdakilerden hangisi, mitlerin, yaşadıkları ve bu evrensel ...... anlamaya ve açıklamaya çalışmaktadır.
“gerçek hikâye” olduğuna inanıldıkları toplumlarda Yukarıdaki metinde yer alan boşluklara aşağıdaki söz-
gösterdikleri özelliklerden biri değildir? cüklerden hangileri getirilmelidir?
a. Mitlerde anlatılanlar tartışılmaz bir matematik a. Mitoloji/Mitterland/yüz bin/oyunu
dehasının çözmek istediği ama çözemediği bu b. Mitoloji/bitbilim/üç bin/olguyu
nedenle de yarına erteledikleri ve yine de çöze- c. Hemitoloji/yitbilim/on bin/olguyu
medikleridir. d. Semitoloji/kitbilim/on bin/oyunu
b. Mit, her zaman için bir “yaratılış” ve “köken”le e. Mitoloji/mitbilim/iki bin/olguyu
ilgilidir. Bir şeyin nasıl hayata geçtiği ya da bir
davranışın, bir kurumun, bir çalışma biçiminin 7. “......’un ...... adlı çalışmasında, tanrılar, kutsal ruhlar
nasıl yaratılmış olduğunu anlatır. ve bunların birbirleriyle ilişkileri, kısaca ...... ilgili ver-
c. İnsan, mitlerin anlattıklarını kanıtladığına ina- miş olduğu bilgiler, mitoloji çalışmalarının başlangıcı-
nılan ritüeller aracılığıyla, kendisine, yeniden nı oluşturmuştur.”
anımsatılan ve yeniden gerçekleşme aşamasına Yukarıdaki metinde yer alan boşluklara aşağıdaki söz-
getirilen olayların kutsal, coşku verici gücünün cüklerden hangileri getirilmelidir?
etkisine girmek amacıyla bu törenleri yaşar. a. Kesiodos/Keogoni/keogoniyle
d. Mit, tanrısal ve olağanüstü varlıkların eylemle- b. Hesidiodos/ Teogoni/teogoniyle
rinin öyküsüdür. c. Hasodios/ Taogoni/taogoni
e. Mitlerde anlatılan bu öykü, kesinlikle “gerçek” d. Kasadios/ Tasagoni/tasagoniyle
ve “kutsal” olarak kabul edilir. e. Tesiodos/ Tesiogoni/tesigoniyle
1. Ünite - Mit, Mitoloji ve Edebiyat 27
Okuma Parçası
8. “Mitograf ” ne demektir? Oğuz Kağan Destanı: Oğuz Türklerinin Türeyiş Miti
a. mitbilimci, mit inceleyen “Olsun dediler. Onun resmi budur. Bundan sonra se-
b. mitçi, mit gezdiren vindiler. Yine günlerden bir gün Ay Kağanın gözü par-
c. mitleri alıp satan ladı, doğum ağrıları başladı ve bir erkek çocuk doğur-
d. mitleri ezberleyen du. Bu çocuğun yüzü gök; ağzı ateş (gibi) kızıl; gözleri
e. mitleri yazıya geçiren ela; saçları ve kaşları kara idi. Perilerden daha güzeldi.
Bu çocuk anasının göğsünden ilk sütü emdi. ve bir da-
9. “19. yüzyılın başındaki ...... hareketi mitleri insan- ha emmedi. Çiğ et, çorba ve şarap istedi. Dile gelme-
ların en derin yaratıcı potansiyellerinin bir ifadesi ola- ye başladı; kırk gün sonra büyüdü, yürüdü ve oynadı.
rak algılamıştır.” Ayakları öküz ayağı gibi; beli kurt beli gibi; omuzları
Yukarıdaki metinde yer alan boşluğa aşağıdaki sözcük- samur omuzu gibi; göğsü ayı göğsü gibi idi. Vücudu
lerden hangisi getirilmelidir? baştan aşağı tüylü idi. At sürüleri güder, ata biner ve av
a. roman avlardı. Günlerden ve gecelerden sonra yiğit oldu. (ek-
b. aydınlanma sik ...) O çağda, orada büyük bir orman vardı; birçok
c. romantizm dereler ve ırmaklar vardı. Buraya gelen avlar ve uçan
d. antik kuşlar çoktu.
e. Fransız devrim Bu ormanın içinde bir gergedan vardı. At sürülerini ve
halkı yerdi. Büyük ve yaman bir canavardı. Ağır bir ezi-
10. Aşağıdakilerin hangisinde Homer’e ait eserler bira- yetle halkı ezmişti. Oğuz Kağan cesur bir adamdı. Bu
rada verilmiştir? gergedanı avlamak istedi. Günlerden bir gün ava çık-
a. Odessa ve İltalya tı. Kargı, yay, ok, kılıç ve kalkanla ava gitti. Bir geyik
b. Otessa ve İlyata ele geçirdi, onu söğüt dalı ile bir ağaca bağladı ve gitti.
c. Odissa ve Alyada Sonra sabah oldu. Tan ağarırken yine geldi ve gördü ki:
d. Odessa ve İlyasa gergedan geyiği almış. Sonra Oğuz Kağan bir ayı tuttu;
e. Odessa ve İlyada onu altın kuşağı ile ağaca bağladı, gitti. Yine sabah ol-
du. Tan ağarırken yine geldi ve gördü ki: gergedan ayı-
yı da almış. Bu sefer o ağacın dibinde (kendisi) durdu.
Gergedan geldi ve başı ile Oğuz’un kalkanına vurdu.
Oğuz kargı ile gergedanın başına vurdu ve onu öldür-
dü. Kılıcı ile başını kesti, aldı gitti. Tekrar geldiği za-
man gördü ki: bir ala doğan gergedanın bağırsaklarını
yemekteydi. Yay ve okla ala doğanı öldürdü ve başını
kesti. Ala doğanın resmi budur ( ... ). Sonra dedi ki:
(Gergedan) geyiği yedi, ayıyı yedi. Kargım onu öldür-
dü; demir olsa (olduğu için). Gergedanı ala doğan ye-
di. Yayım, okum onu öldürdü; bakır olsa (olduğu için)-
dedi, gitti. Gergedanın resmi budur (...).
Yine günlerden bir gün Oğuz Kağan bir yerde Tanrıya
yalvarmakta idi. Karanlık bastı. Gökten bir gök ışık in-
di. Güneşten ve aydan daha parlaktı. Oğuz Kağan ora-
ya yürüdü ve gördü ki: o ışığın içinde bir kız var, yalnız
oturuyor. Çok güzel bir kızdı. Başında (alnında ?) ateşli
ve parlak bir beni vardı, demir kazık (kutup yıldızı) gi-
bi idi. O kız öyle güzeldi ki, gülse, gök tanrı gülüyor;
ağlasa, gök tanrı ağlıyor (sanılırdı). Oğuz Kağan onu
görünce aklı gitti; sevdi, aldı. Onunla yattı ve istediğini
aldı. Kız gebe kaldı. Günler ve gecelerden sonra (gözle-
28 Türk Edebiyatının Mitolojik Kaynakları
ri) parladı ve üç erkek çocuk doğurdu. Birincisine Kün kurt çıktı. Gördü ki, askerin önünde gök tüylü ve gök
adını koydular; ikincisine Ay adını koydular; üçüncü- yeleli büyük bir erkek kurt yürümektedir ve kurdun ardı
süne Yulduz adını koydular. sıra ordu gelmektedir. Gök tüylü ve gök yeleli bu büyük
Yine bir gün Oğuz Kağan ava gitti. Önünde, bir göl or- erkek kurt birkaç gün sonra durdu. Oğuz Kağan da as-
tasında, bir ağaç gördü. Bu ağacın kovuğunda bir kız keri ile durdu. Burada İtil Müren adında bir deniz vardı.
vardı, yalnız oturuyordu. Çok güzel bir kızdı. Gözü Bu İtil Müren’in kenarında bir kara dağın önünde savaş
gökten daha gök idi: saçı ırmak gibi dalgalı idi; dişi in- başladı. Okla, kargı ile ve kılıçla vuruştular. Askerlerin
ci gibi idi. Öyle güzeldi ki, eğer yeryüzünün halkı onu arasında vuruşma çok oldu, halkın gönüllerinde kaygı
görse: Eyvah! Ölüyoruz! der ve (tatlı) süt (acı) kımız çok oldu. Boğuşma ve vuruşma öyle yaman oldu ki, İtil
olurdu. Oğuz Kağan onu görünce aklı gitti. Yüreğine Müren’in suyu zencefre gibi baştanbaşa kıpkırmızı oldu.
ateş düştü; onu sevdi, aldı. Onunla yattı ve dilediği- Oğuz Kağan yendi ve Urum Kağan kaçtı.
ni aldı. (Kız) gebe kaldı. Günler ve gecelerden sonra Oğuz Kağan Urum Kağan’ın hanlığını ve halkını aldı.
(gözleri) parladı ve üç erkek çocuk doğurdu. Birincisi- Onun ordugâhına pek çok cansız ve pek çok canlı gani-
ne Kök adını koydular; ikincisine Tağ adını koydular; met düştü. Urum Kağan’ın bir kardeşi vardı. Adı Uruz
üçüncüsüne Tengiz adını koydular. Beg idi. Bu Uruz Beg oğlunu dağ başında, derin ırmak
Sonra Oğuz Kağan büyük bir doy (ziyafet) verdi. Halka arasında iyi tahkim edilmiş bir şehre yolladı ve: “Şeh-
emir verdi ki...(Eksik) (Oğuz Kağan halkı) çağırınca, ri korumak gerek, sen şehri bizim için koru ve savaş-
ahali birbirine danıştı ve geldi. Oğuz Kağan kırk masa tan sonra bize gel- dedi.” Oğuz Kağan bu şehre yürüdü
ve kırk sıra yaptırdı. Türlü aşlar, türlü şaraplar, tatlılar Uruz Beg’in oğlu ona çok altın ve gümüş yolladı ve dedi
ve kımızlar yediler ve içtiler. ki: “ Ey ( Oğuz Kağan), sen benim kağanımsın; babam
Toydan sonra Oğuz Kağan beylere ve halka yarlık verdi bana bu şehri verdi ve: “Şehri korumak gerekir; sen
ve “Ben sizlere oldum Kağan; alalım yay ile kalkan; nişan de şehri benim için koru ve savaştan sonra gel” -dedi.
olsun bize buyan; kurt olsun (bize) uran (savaş bağırı- Babam (sana) kızdı ise, bu benim suçum mudur? Ben
şı); demir kargı olsun orman; av yerine yür(ü)sün kulan; senin emrini yerine getirmeye hazırım. Bizim saadeti-
daha deniz daha müren (ırmak); güneş bayrak, gök ku- miz senin saadetindir; bizim uruğumuz senin ağacının
rıkan, (çadır) dedi. Ondan sonra Oğuz Kağan dört yana (?) yemişindendir. Tanrı sana yer vermek lütfunda bu-
emirler yolladı; tebliğler yazdı ve elçilere verip gönderdi. lunmuş; ben sana başımı ve saadetimi veriyorum; sana
Bu tebliğlerde şöyle yazılmıştı: “Ben Uygurların kağanı- vergi veririm ve dostluktan çıkmam” - dedi. Oğuz Ka-
yım ve yeryüzünün dört köşesinin kağanı olsam gerekir. ğan yiğiti iyi gördü, sevindi, güldü ve “Sen bana çok
Sizden itaat dilerim. Kim benim emirlerime baş eğerse, altın yollamışsın ve şehri iyi korumuşsun”- dedi. Onun
hediyelerini kabul ederek, onu dost edinirim. Kim baş için ona Saklap adını koydu ve onunla dost oldu.
eğmezse, gazaba gelirim; düşman sayarak, ona karşı as- Sonra Oğuz Kağan askerleriyle İtil adındaki ırmağa
ker çıkartır ve derhal baskın: yapıp onu astırır ve yok geldi. İtil büyük bir ırmaktır. Oğuz Kağan onu gördü
ettiririm.” Yine o zamanlarda sağ yanda, Altun Kağan ve: “İtilin suyunu nasıl geçeriz?” - dedi. Asker arasında
adında bir kağan vardı. Bu Altun Kağan Oğuz Kağan’a iyi bir bey vardı. Onun adı Uluğ Ordu Beg idi. O akıllı
elçi gönderdi. Pek çok altın, gümüş takdim etti ve yakut ve ... bir erdi; gördü ki, bu yerde pek çok dal ve pek çok
taşları alıp, pek çok cevahir yollayarak, bunları Oğuz Ka- ağaç ağaç... O ağaçları... kesti ve bu ağaçlara yattı, geçti.
ğana saygı ile sundu. Ona itaat etti, eyi hediyelerle dost- Oğuz Kağan sevindi, güldü ve: “Sen burada bey ol; se-
luk temin etti ve onunla dost oldu. nin adın Kıpçak Beg olsun” - dedi. Yine ilerledi.
Sol yanında Urum adında bir kağan vardı. Bu kağanın Ondan sonra Oğuz Kağan yine gök tüylü ve gök ye-
askeri ve şehirleri pek çoktu. Bu Urum Kağan, Oğuz leli erkek kurdu gördü. O kurt Oğuz Kağan’a: “ Şimdi
Kağanın emirlerini dinlemezdi. Onun arkasından git- Oğuz, sen asker ile buradan yürüyerek, halkı ve beyleri
mezdi. “Ben onun sözünü tutmam” -diyerek emrine götür; ben önden sana yol gösteririm.” -dedi. Tan ağa-
bakmadı. Oğuz Kağan gazaba gelerek onun üzerine yü- rınca, Oğuz Kağan gördü ki, erkek kurt askerin önün-
rümek istedi; bayrağını açarak, asker ile ona karşı yü- de yürümektedir; sevindi ve ilerledi. Oğuz Kağan her
rüdü. Kırk gün sonra Muz Tağ adında bir dağın eteğine zaman bir alaca ata binerdi. O bu atı pek çok severdi.
geldi. Çadırını kurdurdu ve sessizce uyudu. Yolda bu at gözden kaybolup kaçtı. Burada büyük bir
Tan ağarınca Oğuz Kağan’ın çadırına güneş gibi bir ışık dağ vardı. Üstünde don ve buz vardı. Onun başı soğuk-
girdi. O ışıktan gök tüylü ve gök yeleli büyük bir erkek tan ap ak idi. Onun için adı Muz Tağ idi. Oğuz Kağan’ın
1. Ünite - Mit, Mitoloji ve Edebiyat 29
atı bu Muz Tağ’ın içine kaçtı, gitti. Oğuz Kağan bun- Onun dostları çok sevindiler, düşmanları çok üzüldü-
dan çok eziyet ve ıstırap çekti. Asker arasında bir kah- ler. Oğuz Kağan yendi. Sayısız eşya, at aldı ve yurdu-
raman bey vardı. Ne tanrıdan ne de şeytandan korkar na, evine doğru yola koyuldu, gitti. Yine söylenmeden
idi. Yürüyüşe ve soğuğa dayanıklı bir erdi. O bey dağ- kalmasın ve belli olsun ki, Oğuz Kağan’ın yanında ak
lara girdi, yürüdü. Dokuz gün sonra atı Oğuz Kağan’a sakallı, kır saçlı uzun tecrübeli bir ihtiyar vardı. O, an-
getirdi. Muz Tağda çok soğuk olduğundan, o bey kara layışlı ve asil bir adamdı. Oğuz Kağan’ın nazırı idi. Adı
sarılmıştı, bembeyazdı. Oğuz sevinçle güldü ve: “Sen Uluğ Türük idi. Günlerden bir gün uykuda bir altın yay
buradaki beylere baş ol ve senin adın ebediyen Karluk ve üç gümüş ok gördü. Bu altın yay gün doğusundan ta
olsun” - dedi. Ona çok mücevher bağışladı ve ilerledi. gün batısına kadar ulaşmıştı. ve üç gümüş ok ta şimale
Yolda büyük bir ev gördü. Bu evin duvarları altından, doğru gidiyordu. Uykudan uyanınca düşte gördüğü-
pencereleri gümüşten ve çatısı demirdendi. Kapalı idi nü Oğuz Kağan’a anlattı ve dedi ki: “Ey kağanım, senin
ve anahtarı yoktu. Asker arasında çok becerikli bir ömrün hoş olsun; ey kağanım, senin hayatın hoş olsun.
adam vardı. Adı Tömürdü Kağul idi. Ona buyurdu: Gök Tanrı düşümde verdiğini hakikate çıkarsın. Tanrı
“Sen burada kal ve çatıyı aç; açtıktan sonra orduya gel.” bütün dünyayı senin uruğuna bağışlasın!”
— Bunun üzerine ona Kalaç ( Kal! Aç!) adını koydu ve Oğuz Kağan Uluğ Türük’ün sözünü beğendi; onun
ilerledi. Yine bir gün gök tüylü ve gök yeleli erkek kurt öğüdünü diledi ve öğüdüne göre yaptı. Ondan sonra
durdu. Oğuz Kağan da durdu ve çadırını kurdurdu. sabah olunca büyük ve küçük oğullarını çağırttı ve:
Bu, tarlasız ve çorak bir yerdi. Buraya Çürçet diyorlar- “Benim gönlüm avlanmak istiyor. İhtiyar olduğum için
dı. Büyük bir yurt idi; atları çok, öküzleri ve buzağıları benim artık cesaretim yoktur: Kün, Ay ve Yulduz, doğu
çok, altın ve gümüşleri çok, cevahirleri çoktu. Burada tarafına sizler gidin: Kök, Tağ ve Tengiz, sizler de batı
Çürçet Kağan ve onun halkı Oğuz Kağan’a karşı geldi- tarafına gidin”-dedi. Ondan sonra üçü doğu tarafına,
ler. Vuruşma ve çarpışma başladı. Oklarla, kılıçlarla vu- üçü de batı tarafına gittiler. Kün, Ay ve Yultuz çok av ve
ruştular. Oğuz Kağan yendi, Çürçet Kağan’ı mağlup etti, çok kuş avladıktan sonra, yolda bir altın yay buldular;
öldürdü; başını kesti ve Çürçet halkını kendisine tabi onu aldılar ve babalarına verdiler. Oğuz Kağan sevindi,
kıldı. Vuruşmadan sonra Oğuz Kağan’ın askerlerine, güldü, yayı üçe böldü ve: “ Ey büyük (oğullarım), yay
maiyetine ve halkına öyle büyük bir ganimet düştü ki, sizlerin olsun; yay gibi okları göğe kadar atın” -dedi.
yüklenmek ve götürmek için at, katır ve öküz az geldi.
Kök, Tağ ve Tengiz çok av ve çok kuş avladıktan sonra,
Oğuz Kağan’ın askerleri arasında tecrübeli ve gayet be-
yolda üç gümüş ok buldular; aldılar ve babalarına ver-
cerikli bir adam vardı. Onun adı Barmaklığ Çosun Billiğ
diler. Oğuz Kağan sevindi, güldü, okları üçe üleştirdi
idi. Bu becerikli usta, bir araba yaptı. Arabaya cansız ga-
ve: “Ey küçük (oğullarım), oklar sizlerin olsun. Yay oku
nimetleri yükledi. Arabanın ön tarafına canlı ganimetle-
attı: sizler de ok gibi olun” -dedi. Ondan sonra Oğuz
ri koydu. Onlar çektiler, gittiler. Oğuz Kağan’ın mahiye-
Kağan büyük kurultay topladı. Maiyetini ve halkını ça-
ti ve halkı, hepsi bunu gördü ve şaşırdı. Onlar da araba
ğırttı. Onlar geldiler ve müşavere ettiler. Oğuz Kağan
yaptılar. Bunlar arabayı çekerken (durmadan) “Kanga!
büyük ordugâh ... sağ yanına kırk kulaç direk diktirdi:
kanga!”-diye bağırıyorlardı. Onun için onlara Kanğa
üstüne bir altın tavuk koydu; altına bir ak koyun bağla-
adını koydular. Oğuz Kağan arabaları gördü, güldü ve:
dı. Sol yanına kırk kulaç direk diktirdi. Üstüne bir gü-
“Kanğa kanğa ile canlı cansız yürütsün; sizin adınız Kan-
müş tavuk koydu; dibine bir kara koyun bağladı. Sağ
ğaluğ olsun ve (bunu) araba göstersin (?)” -dedi, gitti.
yanda Boz Ok’lar oturdu; sol yanda Üç Ok’lar oturdu.
Ondan sonra yine bu gök tüylü ve gök yeleli erkek kurtla
Kırk gün kırk gece yediler içtiler ve sevindiler.
Hint, Tankut ve Suriye taraflarına yürüdü. Pek çok vu-
Sonra Oğuz Kağan oğullarına yurdunu üleştirip verdi ve:
ruşmadan ve pek çok çarpışmadan sonra onları aldı ve
kendi yurduna kattı; onları yendi ve kendisine tabi kıldı. “Ey oğullarım, ben çok aştım; çok vuruşmalar gördüm;
Yine söylenmeden kalmasın ve belli olsun ki, cenupta çok kargı ve çok ok attım; atla çok yürüdüm; düşmanları
Barkan denilen bir yer vardır, çok zengin bir yurttur ve ağlattım; dostlarımı güldürdüm. Ben Gök Tanrıya (borcu-
çok sıcak bir yerdir. Burada çok av ve çok kuş vardır. Al- mu) ödedim. Şimdi yurdumu sizlere veriyorum” -dedi.
tını, gümüşü ve cevahiri çoktur. Halkının çehresi kapka-
radır. Bu yerin kağanı Masar adında bir kağandı. Oğuz Kaynak: Reşit Rahmeti Arat.(1987).“Oğuz Kağan Des-
Kağan onun üzerine yürüdü. Çok yaman bir vuruşma tanı” Makaleler I, (Ed. O.F. Sertkaya) C I, Ankara: Türk
oldu. Oğuz Kağan yendi, Masar Kağan kaçtı. Oğuz onu Kültürünü Araştırma Enstitüsü Yayınları, s. 605-72.
hükmü altına aldı, yurdunu ele geçirdi, gitti.
30 Türk Edebiyatının Mitolojik Kaynakları
Sıra Sizde 3
Mitler evrensel olgular olarak insan ruhunun ihtiyaç-
larını ve bu ihtiyaçlara yönelik kültüre özel tasarımları-
nı ortaya koyar. Bu bağlamda mitler şairler ve yazarlar
için, konu, kahraman ve motif bazında bir malzeme
deposudur. Şair ve yazarlara eserlerine ilham etmede
ve onları evrensel örneklemelerle birlikte tasarlamada
kaynaklık ederler.
1. Ünite - Mit, Mitoloji ve Edebiyat 31
Yararlanılan Kaynaklar
Arat, Reşit Rahmeti. (1987). “Oğuz Kağan Destanı”,
Makaleler I, (Ed. O.F.Sertkaya) C.I, Ankara: Türk
Kültürü Araştırmaları Yayınları, S.605-72.
Çobanoğlu, Özkul. (2001a). “Türk Mitolojisi”. Türk
Dünyası Ortak Edebiyat Tarihi, C.I, s.1-120.
Çobanoğlu, Özkul. (2001b). “Mitlerin Sözlü Kültür Or-
tamında Teşekkül Sürecinde Tematik Yapılanışları
ve Uygarlık Bakımından İşlevleri Üzerine Tespit-
ler”. Folklor ve Edebiyat, S. 25, 2001, s. 33-45.
Dundes, Alan. (1984). Sacred Narratives: Readings
in the Theory of Myth, Los Angeles: University of
California Press.
Eliade, Mircae. (1993). Mitlerin Özellikleri. (Çev. Ş.
Rıfat), İstanbul: Simavi Yayınları.
Honko, Lauri. (1984). “The Problem of Defining Myth”.
Sacred Narratives: Readings in the Theory of
Myth. (ed. A. Dundes), Los Angeles, s.41-52.
Kaya, Muharrem. (2007). Mitolojiden Efsaneye: Türk
Mitolojisinin Türkiye’deki Efsanelerde İzleri, İs-
tanbul: Bağlam Yayıncılık.
Malinowski, Broslav. (1984). “The Role of Myth in Li-
fe”. Sacred Narratives: Readings in the Theory of
Myth. (ed. A. Dundes), Los Angeles, s.193-205.
Pettazzonni, Raffaele. (1984). “The Truth of Myth”. Sac-
red Narratives: Readings in the Theory of Myth.
(ed. A. Dundes), Los Angeles, s.98-108.
Yılmaz, Levent. (2000). Mitolojiler Sözlüğü I-II, An-
kara: Dost Yayınevi.§
2
TÜRK EDEBİYATININ MİTOLOJİK KAYNAKLARI
Amaçlarımız
Bu üniteyi tamamladıktan sonra;
Bu üniteyi tamamladıktan sonra;
Türk Mitolojisinin yaratılış bağlamını açıklayabilecek,
Türk Mitolojisinin Anaerkil dönemini ve kültlerini tanımlayabilecek,
Türk Mitolojisinin Ataerkil dönemini ve kültlerini açıklayabilecek bilgi ve be-
ceriler kazanabileceksiniz.
Anahtar Kavramlar
• Türk Mi to lo ji si nin r ta s ya • Türk Mi to lo ji si nin na er kil
Kökeni Dönemi ve Kültleri
• Türk Mi to lo ji si nin Ya ra tı lı • Türk Mi to lo ji si nin ta er kil
Bağlamı Dönemi ve Kültleri
İçindekiler
Coğrafya Unsuru
Bir mitoloji geleneğinin doğuşunda yer alan faktörlerden birincisi “coğrafya”dır.
Coğrafya, bir topluluğun hayatında ve kültürünün oluşmasında mevcut şart ve
Toplayıcı: Doğadaki bitki imkanlarının iklim, göller, denizler, akarsular, bitki örtüsü, tarım ürünleri, or-
kökleri ve meyvelerle küçük man, madenler ve benzerlerinin toplayıcı, asalak, avcı, çobanlık, çiftçilik gibi ha-
sürüngenler gibi hayvanları yat tarzlarını, yerleşme ve göç hareketlerini, sanayi şekilleri gibi sosyal ve ekono-
toplayarak geçinen yaşam
tarzı. mik faaliyetleri ve dolayısıyla hukukî, dinî ve kültürel davranışları etkileyip büyük
bir ölçüde belirler.
Bu bağlamda, Türk mitolojisinin yaratılış bağlamında ortaya çıktığı coğrafyayı
ana hatlarıyla da olsa belirlemek yararlıdır. Türk mitolojisinin yaratılış bağlamın-
da tecelli ettiği coğrafî mekan konusunda yaygın kabuller arasında “Altay dağları”,
“Tanrı dağları-Kuzey batı Asya sahası”, “İrtiş-Urallar arası”, “Altay-Kırgız bozkır-
Kültürel ekoloji: Bir
kültürün doğal çevreyle ilgili ları arası”, “Baykal gölünün güney batısı”, “Altayların doğusu” veya “90. boylamın
değişimleri ve diğer kültürlerle doğusu” gibi çeşitli tespitler vardır. Ancak, -eksikliğinden şüphe etmeksizin- bun-
etkileşimleriyle birlikte lara bakarak coğrafî bir sınır çizebilmek, belirli bir coğrafî bölgeyi nihai karar
oluşturduğu sistematik.
olarak belirleyebilmek kolay değildir. Bunun en önemli nedeni Türklerin daha
ilk zamanlarından beri son derece geniş bir coğrafyaya yayılmış bulunmaları ve
zaman içinde de kültürlerini çok daha geniş bir coğrafî alana yayarak günümüzde
Türk dünyası: Türkçenin “Türk dünyası” olarak adlandırılan coğrafyada Türk kültürü veya uygarlığı adıy-
herhangi bir lehçe veya
şivesini konuşan toplulukların la yaşayan kültürel ekolojiyi yaratmalarıdır. Konumuzu oluşturan Türk mitolojisi
yaşadığı coğrafya. söz konusu kültür ekolojisinin, yeryüzü tarihinde kendini ilk idraki ve dışavuru-
mundan başka bir şey değildir.
İnsan Unsuru
Bir mitoloji geleneğinin ve dolayısıyla bir milletin doğuşunda yer alan faktörler-
den ikincisi olan “insan unsuru”nun, biri “bedenî” ve diğeri de “ruhî” olmak üzere
iki kısmı vardır. Bunlardan birincisinin, insanın biyolojik varlığının veya bedeni-
nin içinde yer aldığı “ırk” kavramının geçen yüzyıldaki bütün ideolojik iddialara
rağmen kültür yaratma ve kültür değerlerini benimsemede “etkin bir rol oynadığı”
veya “son derece önemli olduğu” gibi görüşler bugün hiçbir bilimsel değer taşı-
mamaktadır. Bu bağlamda, “üstün ırk, geri ırk ve kabiliyetsiz ırk” gibi bir tasnifin
ne kadar yanlış olduğu ortaya çıkmıştır. Bununla birlikte, ırk kavramıyla ilgili bu
ideolojik yaklaşımların geçersizliğini ortaya koyan söz konusu tespitler, bazı soy
Afanasyevo kültürü: Orta özelliklerinin babadan evlada geçtiği ve soylar arası karışmalarda, toplulukların
Asya’da M.Ö. 2500-1700 karakter değişikliğine uğradığı bilimsel gerçeğini de değiştirmemiştir.
yılları arasında oluşan Türk
kültür çevresi, bu arkeolojik O halde, kültür ve onun özünü ve başlangıcını oluşturan mitoloji konusunda
kalıntıları bulan arkeolog soydan gelen “millî seciye”ye de kuvvetli bir tesir payı tanınması icap eder. Buna
Afanasyevo’nun adıyla anılır.
Bu dönemi takip eden bir göre, Orta Asya’da, Kiselev ve Çernikov tarafından yapılan arkeolojik araştırmalar
başka Türk kültür çevresi de M.Ö. 2000’den daha önceki zamanlara ulaşan, Türk kültürünün ortaya çıkış zemin-
M.Ö. 1700-1200 aynı şekilde
arkeolog Adronovo’nun adını lerinden olan, Minusinsk bölgesindeki Afanasyevo kültürü (M.Ö. 2500-1700) ile
taşır. özellikle aynı bölgedeki Adronovo kültürünün (M.Ö. 1700-1200) temsilcileri olan
“brakisefal savaşçı beyaz ırk” Türk soyunun proto-tipi olarak kabul edilmektedir.
Mitolojinin ve dolayısıyla kültürün doğuşunda yer alan faktörlerden biri ola-
rak insan unsurunun maddi ihtiyaçlarıysa diğer yanını oluşturan “ruhî” bölüm
ise; şahsi davranış veya ferdî psikolojiyi içine almaktadır. Sosyal hayatın oluş ve gi-
dişinde çevredeki “biyolojik” tesirler rol oynar. Fakat asıl faktör insanın duyguları
ve iç-tepkileridir. Kültürün gelişmesinde zekanın son derece faal bir durumu var-
dır. Sosyal olaylar arzu, istek ve eğilimlere dayanan kişisel psikolojik faaliyetlerin,
2. Ünite - Türk Mitolojisinin Orta Asya Kökenleri 35
Toplum Unsuru
Mitolojinin ve kültürün doğuşunda yer alan faktörlerden üçüncüsü “toplum” dur.
Toplum unsurunun, her bir kültür elementinin ancak bir topluluk içinde ortak-
laşa değer vasfını kazanabilen ürün ve davranışları kapsadığı göz önünde bulun-
durulduğunda ne derece hayati bir öneme sahip olduğu daha iyi anlaşılabilir. Bir
başka ifadeyle, fertlerin ortaya koyduğu kültürel unsurların toplum tarafından
kabul edilmesi ve ortak değerler repertuarına kaydedilip kullanılması gereklidir.
Bu yönüyle kollektif bir varlık olarak toplumun; kültürlerin ve mitlerin doğup ge-
lişmesindeki etkisi açık bir biçimde ortaya çıkmaktadır.
36 Türk Edebiyatının Mitolojik Kaynakları
Bu iki yönlü ve karşılıklı bir iletişim ve etkileşim sürecidir. Bir yönüyle insan
içinde doğduğu sosyo-kültürel değerler doğrultusunda şartlanır. Dünya görüşünü
oluştururken diğer yönüyle benimseyip taşıdığı bu değerler doğrultusunda top-
lumu oluşturan diğer bireylerin kültürlenme süreçlerinde onlara toplumca “is-
tendik” olan söz konusu değerleri aktarır. Bu özellik mitler ve özellikle de onların
yaratılış bağlamları düşünüldüğünde daha da belirginleşir. Öncelikle, bütün in-
sanlar yaşamak için etraflarında olanları mantıklaştıran, tasnif eden veya kendi
mantığı içinde tutarlı örnekler veya modeller üzerinde kalıplaştıran ve bir anlam
bütünlüğüne ulaştıran bir çerçeveye muhtaçtırlar. Bu çerçeve, en yalın haliyle kül-
türün kendini ifade ettiği dünya görüşüdür. Nitelikleri bakımından, “soyut ya da
somut, kapsamlı ya da güdük, basit ya da incelikli” de olsa herhangi bir dünya gö-
rüşüne sahip olmayan kimse yoktur.
Ancak, insanlar kendi tarihleri içinde yarattıklarına bugün varmış oldukları
aşamadan baktıkları zaman tarihin bundan önceki devirlerinde “perspektif kısa-
lığı” dolayısıyla göremedikleri hususları seçebilirler; o zamanki durumlarını da-
ha mükemmel şekilde değerlendirebilirler. Böylece, insan kendi tarihine bakarak
tabiat ve toplum hakkında bir zamanlar beslediği veya beslenilen eksik ve yanlış
düşünceleri zamanla düzeltme imkanına kavuşabilmektedir. Bu durumun başka
Dünya görüşü: Bir insanın
dünyanın ve evrenin nasıl bir bir biçimde değerlendirilmesi de şöyle yapılmaktadır: “İnsan aklı insanın içinde
sistem halinde çalıştığına dair bulunduğu tarihsel şartları anlamasını sınırlandırmıştır. İnsan kendi durumunu
algısı.
ancak o andaki görüş imkanlarının sınırları içinde değerlendirebilir.” Hegel buna
Almanca’da “weltanschaung” yani “dünya görüşü” (world wiev) demektedir.
Cilalı taş dönemi: Neolitik,
Bu bağlamda, en eski Türk dünya görüşünün oluştuğu ve kendini mitlerinde
yeni taş devri. veya mitolojisinde dışa vurduğu geleneksel felsefî zemini ve kökenleri sorunsalına
dönebiliriz. Bu konuyu, kültürel evrim modeli içinde ele alarak ve bu modeli mi-
Eski taş devri: Paleotik,
insanın ortaya çıkışından tolojik, tarihsel ve arkeolojik verilerle desteklemek suretiyle, temel kavramlarını
taştan aletler yapmaya ve Türk mitolojisinin Orta Asya kökenlerini ortaya koyabiliriz.
başladığı ilk dönem.
Bugüne kadar yapılan çalışmaların büyük bir çoğunluğunda, Türk tarihinin,
Orta Asya’da en erken, M.Ö. 4. yüzyıllarda başladığı kabul edilmiştir; hal böyle
olunca, taş devrinden, M.Ö. 4. yüzyıla kadar, Orta Asya tarihsiz ve insansız bıra-
kılmaktadır. Oysa Besserat, Orta Asya’da Cilalı Taş döneminde, yerleşik kültürle-
rin varlığını kaydetmiştir. Aynı şekilde, V. A. Rano ise, Orta Asya yerleşik kültür
merkezlerinin eski taş (paleotik) devrinden itibaren var olduklarını ayrıntılı şekil-
de ortaya koymuş ve burada tarihi M.Ö. 850 binlerde başlatmıştır.
Böylesine eski bir yerleşim merkezi olduğu arkeolojik verilerle kanıtlanmış
Orta Asya’dan tarih sahnesine birdenbire evrensel (cihanülşumul) bir imparator-
luk kurarak çıkan bir toplumun, Türklerin Eski Taş (paleotik) ve Cilalı Taş (ne-
olotik) devirlerindeki oluşumu göz ardı edilmektedir. Bu konudaki arkeolojik
Tunç Devri: Bakır ve kalayı
karıştırarak elde edilen buluntuların yanı sıra Türk mitolojisinin verdiği deliller de söz konusu dönemi
tunçtan alet yapılan dönem. aydınlatacak mahiyettedir.
Mevcut verilerden hareketle Türk mitolojisini ortaya çıkaran sosyo-kültürel
toplumsal yapılanış; Toplayıcı-Avcı, Avcı-Çoban ve Çoban-Tarımcı dönemlerin-
den geçmiştir. Bir başka ifadeyle, Taş Devri’nin anaerkil karakterli bahçe tarımı ve
yerleşiklik yaşantısının ortaya çıkmasından sonra Tunç Devri’nde ataerkilliğe boy
veya klan düzenine yöneliş olmuş ve bunu demir çağıyla birlikte “kağanlık” ve ata-
erkil askerî bir demokrasi ile göçerevli hayat tarzının oluşumu izlemiştir.
2. Ünite - Türk Mitolojisinin Orta Asya Kökenleri 37
Türk Mitolojisinin yaratılış ve ilk icra bağlamı, yorumlama yollarına dair bilgiler
Özkul Çobanoğlu’nun Türk Mitolojisi (Ankara: Atatürk Kültür Merkezi Yayınla-
rı, 2001) adlı makalesinden alınmıştır. Bu makalede, Türk Mitolojisi’nin çalışılma
tarihi başta olmak üzere mitlerin tür, şekil, yapı ve işlevleriyle ilgili daha ayrıntı-
lı bilgiler bulabilirsiniz. Türk mit metinlerinin büyük bir kısmı Bahaeddin Ögel’in
Türk Mitolojisi I, II (Ankara: TTK Basınmevi, 1971, 1979) kitabından alınmıştır.
Bu kitapta, Türk Mitolojisi’nin temel kaynağı olan mit metinlerinin çok büyük bir
kısmını ve bunlara dair daha ayrıntılı bilgileri bulabilirsiniz.
asla toprağa gömmezler. Baltayla ağacı oyup yontarlar, kamın cesedini içine koyup
üzerini bir kapakla kapatırlar. Onu gömdükleri yere bir ağaç dikip o ağaca bütün
eşyalarını asma” larından da anlaşılacağı gibi yatırların etrafındaki ağacın kutsan-
masından, ağaçların dallarına çapıt, bez ve benzeri unsurları asarak onu kutsama
ve dilek dilemenin bir anlamda proto-tipinin nasıl oluştuğuna dair fikir edinmek
mümkündür.
Kutsal ağaç Türk mitolojisinde, yaratılış veya köken miti olarak “ana-ata”, koz-
mik “hayat ağacı” na dayalı evren imajı ve evrenin ekseni (axis mundi), “beslen-
me”, “barınma” ve tapınma mekanı “tapınak”, ruhları bulunduran ve bu nedenle Hayat Ağacı: İnanışa göre
üzerinde yaz kış yemyeşil
de kurban kesilen “sunak” ve bütün bu formların en gelişmiş hali olan tanrı veya yapraklar, açılmış çiçekler
tanrısal ruhlarla iletişim kanalı olmak gibi son derece önemli işlevlere ve kavram- ve olgun yemişler bulunan
ve yemişleri yiyenlere
sallaştırmalara sahip olarak karşımıza çıkmaktadır. ölümsüzlük veren ulu ve kutsal
Ağaç-orman kültünün Türk mitolojisindeki bu önemli yeri ve yaratılış mitle- ağaç. Bu ağacın Gök Tanrı’ya
kadar ulaştığına da inanılırdı.
rinin en yaygınlarından birisini oluşturmasının tarihsel dönemdeki kaynaklarda Kökleriyse kötü ruhların ve
da son derece yaygın olduğu bilinmektedir. J. P. Roux’un tespitleriyle de Uygurlar, cehennemin bulunduğu
Kıpçaklar ve Oğuzlar başta olmak üzere çok sayıda eski mit, büyük insanların do- yeraltı dünyasındaydı.
ğumunda ağaca bir rol verir, onu babaları ya da anaları yapar. Bazen ağaç ve insan
arasındaki akrabalık, onun çocuklarına verdiği öğütlerle vurgulanmaktadır.
Bu tür ağaçtan doğum veya yaratılış mitleri arasında belki de en yaygını “Uy-
gur Yaratılış Destanı” adıyla da bilinendir. Bu mit kısaca şu şekilde özetlenebilir:
Karakurum dağlarından çıkan Tolga ve Selenge ırmaklarının birleştiği “Kumlanço”
adında bir yer vardı. Burada iki ağaç bulunuyordu. Bunlardan birisi çam diğeri de
kayın ağacıydı. Bu ağaçlar dağ kadar büyüdüler. Bunlardan musikiye benzeyen ses-
ler çıkmaya başladı. O ağaçların üzerine her gece nur iniyordu. Günün birinde bir
kapı açıldı. Kapının içinde çadıra benzeyen bir ev vardı. Bunların içinde de birer ço-
cuk bulunuyordu. Ağızlarındaki borularla süt içiyorlardı. İnsanlar bu hali görünce
şaşırdı. En büyüğünden başlamak üzere beş çocuğa şu adları verdiler: Sungur Tekin,
Kotur Tekin, Tükel Tekin, Or Tekin, Bökü Tekin. Uygurlar bu çocukların tanrı tara-
fından gönderildiğine inandılar ve en küçüğünü kendilerine başkan olarak seçtiler.
Bu ağaçtan yaratılma veya köken mitinin 19. yüzyılda Hakasyalı Katanof tarafın-
dan Altay-Yenisey’den derlenen bir metinde, “İlk başta Ülgen atamızdan türediği-
miz zaman bu iki kayın ağacı Umay ana ile beraber (gökten) inmiştir” şeklindeki
ifadelerde yakın zamanlara kadar Türk dünyasının çeşitli kısımlarında yaşadığı
tespit edilmiştir.
Bu bağlamda değerlendirildiğinde, Kaşgarlı Mahmut’un Divanu Lügat it Türk’
te verdiği “Türkler büyük bir ağaç gibi göze büyük görünen her şeye ‘Tengri’ (tanrı)
adını verirler” şeklindeki bilgi Türk mitolojisinin “ağaç kültüne” bağlı oluşum ve
gelişimini son derece açık bir biçimde ortaya koyar. Aynı şekilde, daha sonraki
dönemlerdeki haliyle, İbni Fazlan Seyahatnamesi’ de yer alan, “eski zamanlarda
Başkurt Türkleri tanımadıkları bir adama rastladıkları zaman, onun kuşunun ve
ağacının ne olduklarını sormaları” nın nedeni de, doğrudan doğruya “ağaçtan ya-
ratılma” köken mitiyle ilişkilidir. Ötüken ormanlarının (Ötüken Yış) başta Gök-
türkler, Uygurlar devrinde olmak üzere bütün Türklerce kutsal sayıldığı bilinmek-
tedir. Daha önce de işaret edildiği gibi ağaç-orman kültü göreceli olarak diğer
kültlerden daha eskidir ve toplayıcı-avcılık ile ilkel bahçe tarımı dönemlerinin
eseridir. Ancak, Türk sosyo-kültürel yapısında meydana gelen değişme ve dönüş-
melere rağmen tamamen ortadan kalkmamış ve pek çok unsurlarıyla günümüze
kadar gelebilen bir süreklilik göstermiştir.
40 Türk Edebiyatının Mitolojik Kaynakları
Buna göre Türk mitolojisinindeki en eski köken mitlerinden birisi olan “ağaç-
ana” zaman içinde totemleşip bir kandaş topluluğun veya klanın totemini veya kol-
lektif üst kimliği anlamında “biz” ini oluşturmuştur. Zaman içinde de avcılıkla ilgili
uygulamalar, “kuş ata” kültünü ortaya çıkardığında ikisinin sentezinden meydana
gelen bir dünya görüşünün dışavurumu olarak kişilerin mensubiyeti büyük bir ihti-
malle “ağaç-ana” nın temsil ettiği “anne soyu” ile babanın veya erkeğin temsil edildi-
ği “kuş-ata”nın adlarının kimlik belirleyici unsurlar olarak kullanılmasının zaman
içinde aldığı şekil olarak yorumlanabilir. Ancak bu tür totem veya kollektif bilinci
oluşturan toplumsal büyü yahut sözel teknolojilerin geçirdiği değişim ve dönüşüm-
lerin sosyal-kültürel hayatla ilişkili olarak geçim tarzının değişim ve dönüşümlerine
daha yakından bakmak konuyu daha da açıklayıcı olacaktır.
Öncelikle, bitki toplayıcılığının ağır bastığı ve zamanla sebze ve diğer bitkileri
toplamak kadar onları yetiştirmenin de mümkün olduğunun keşfi kadınları daha
da üstün duruma getirir. Artık yalnız çocukları yapan veya doğuran değil yiyeceği
üreten de onlardır. Bu durum ekonomik ve toplumsal güç ve prestijin kadınlarda
toplanarak anaerkil yapının oluşmasını sağlamıştır. Türk kültüründe ateşin kulla-
nılışının da, kadınlar eliyle gerçekleşmesinin ve buna dayalı olarak oluşumu hızla-
nan ve pekişen anaerkil yapının pek çok izi, Türk mitolojisinin pek çok verisinde
yaşamaktadır. Türk kültür tarihinde, söz konusu toprağa ilk bağlanmanın ateşle
birlikte yaşanabilir ve korunabilir kılınan mağaralara yerleşme ve buna bağlı ola-
rak gezici veya yarı göçebe toplayıcılık ön plandadır. Bunlar ağırlıklı olarak ka-
dın etkinlikleri olarak karşımıza çıkmakta ve onun hakimiyetini pekiştirmektedir.
Dahası bu etkinlikler erkeklerin kadın kamların gözetimi olmaksızın yapabildiği
tek etkinlik olan avcılığı ikinci plana iten özelliklere sahiptir.
Türk kültürünün bu erken döneminde kadının veya ananın çocuklarıyla bir-
likte, “ocak ateşi” nin kutsallığının yanı sıra sosyal ve kültürel bir kurumu, “aile
ocağını” oluşturduğu ve erkeğin ikincil bir konumda olduğu görülür. Bu durumun
mahiyetini ele verir mitolojik bir inanışın izleri günümüz Altay ve Hakas Türkle-
ri arasında yaşamakta olan ocak ateşinin kadınlar eliyle sürdürülmesi ritüelinde
açıkça görülebilir. Altay Türklerinde ateş ruhunun dişi olması ve bu ruhun “ot
(od=ateş) ene” ismini taşıması hem ateşin kökeni hem de ruhunun niteliğini orta-
ya koyar. Aynı şekilde, Kırgızlarda ve Uygur Türklerinde, evin ocağında yaşadığı-
na inanılan periye verilen isim “Od ana” dır.
Ateşi kullanmazdan önce “ağaç-ana” miti etrafında, ağaçları kutsamaya da-
yanan ve belirli ağaçların toplanılan ve barınılan “kamp” ve “tapınak” olduğu
ağaçların, ateşle birlikte ve muhtemelen Orta Asya’nın maruz kaldığı son buzul
döneminde, ana soylu klanlar şeklindeki örgütlenmelerin ateşten istifadeyle ma-
ğaraları, “ayı” lar başta olmak üzere diğer vahşi hayvanlardan temizleyip ele geçir-
meyi ve oralara yerleşmeyi daha da önemlisi savunmayı sağlayarak kalıcı barınak
kılmaları Türk mitolojisi açısından son derece önemlidir.
Güney Sibirya ormanlarıyla Altay dağları arasındaki bölgede yer yer yerleşik
hayata geçen ve mağaralarda barınmaya başlayan, ana soyluluk esasına göre ortala-
ma 10-15 kişiden oluşan bu “kandaş” birliklerin ruhani lideri de doğum ve doğur-
ma nedeniyle “kutsal” ve “üstün” olarak kabul edilen kadın “kam” lardır (şaman).
Bir başka ifadeyle Türklerde kamlık önceleri tamamen kadınların tekelindedir.
Erkekler “kam” olabilecek yetenek ve güçte bir cins olarak kabul edilmemektedir.
Türk mitolojisinin en eski verimlerini oluşturan Türk Kamlık dininin temelleri bu
inanç sistematiği üzerine atılmıştır. Dahası, Türk mitolojisinde “mağarada yara-
tılışı” da içeren motif ve atalar kültüne tapınmayla yakın ilişkili mağara kültleri
2. Ünite - Türk Mitolojisinin Orta Asya Kökenleri 41
toplumun örgütselliğini açıklayan sosyal bir temeldir. Diğer bir ifadeyle, örgütsel-
lik ile kutsal planındaki yansıması olan kamlık, karşılıklı ve kaçınılmaz bir ilişki
içindedir. Kamlığın işleyişi yoluyla sürdürülen birliktelik ve kollektif eylem, top-
lumsal örgütlülüğün dayanağı olduğu gibi, bu örgütlülüğün sağladığı gelenek-gö-
renek platformu da Kamlığın işlevselliğini sürdürebilmesini mümkün kılmıştır.
Bunlardan daha da önemlisi, Türk kültüründeki özel adıyla “kam” lığın eski kan-
daş toplum inancı olması ve soy (gens) kaynağına dayanmasıdır.
Yukarıda söz konusu ettiğimiz, “toplumsal işbölümü” öncesindeki (Morgan’ın
“ilkel sürü” dediği) toplulukta filizlenen kamlık, biraz sonraki kabilesel kandaş
toplumlarda meydana gelen işbölümüne uygun ve paralel olarak gelişir ve de-
ğişir. İşbölümünün çeşitli alanlardaki biçimlenmesinin ve kamusallık doğrultu-
sunda işlemesinin de sosyal payandası olur. Bu demektir ki, toplum kutsallığının
bütünlüğü içerisinde, bu bütünlükten doğan ve onun eylem planında sürmesini
sağlayan inanç sistemi, geçerliliğini işbölümünün evrelerinde gösterir. Kam da,
Kam: Yaygın olarak “şaman”
adıyla bilinen olağanüstü bütünlüğü devam ettiren bir uzmanlaşma ürünü olarak görünür. Buna göre de,
güçlerle iletişime geçme Türk mitolojisinde uygarlaştırıcı ve kültürel kahramanlar olarak kadınların “kam”
yeteneği olduğuna inanılan
kişi. kimlikleriyle en eski formu oluştururlar. Kamlık, işbölümünün bir biçiminde ha-
yatiyet kazanır ve bir uzmanlaşma olurken, kam kişi aynı zamanda, kabile üye-
liğinin olağan işlerini de sürdürür. Kam, her şeyden önce kabilenin bir üyesidir.
Bu toplumsal yapı içinde, kandaş örgütlenme üretimin ön-şartıdır. Ayrı ayrı
veya karışık ve katışık biçimlerdeki bütün toplayıcılık, devşiricilik -gelgeç tarım,
avcılık ve daha sonraki aşamaları oluşturan ve aşağıda ele alacağımız, çobanlık ile
tarımın bütün aşamalarının (ve tabiatıyla sonrasının) teknik gelişkinliğinin araş-
tırılmasında “ilk kandaş örgütün ön şart oluşu” son derece önemlidir. Kuşakların
doğal bağlarla birbirine bağlanması ve başlangıçtan beri kandaşıyla cinsel ilişki
kurma yasağı, üretimdeki emeği, ana soy çizgisi ve ana erki erken dönemdeki ana-
erkil yapının oluşmasında en önemli rolü oynamış olmalıdır.
Bu oluşum çizgisi içinde, kadının büyüsel güç ve mucizelerinin evrenin kendi-
si kadar şaşırtıcı geliş nedenleri kendiliğinden ortaya çıkmaktadır. Nitekim kam-
lık dinine mensup pek çok kişinin günümüzde de ileri sürdüğü gibi, en kuvvetli
kamlar kadın kamlardır. Bundan daha başka pek çok delil de yine kamlığın esas
itibariyle oluşum veya kökeninde kadınların bulunduğunu göstermektedir. Günü-
Baksı: Müslümanlığı kabul
etmiş ancak şamanlık müzde kamlık dinine inanan Yakutlarda, erkek kamlar, özel cübbeleri bulunma-
uygulama ve inançlarını da dığı zaman, kadın entarisi ile âyin yaparlar. Ayrıca, özel kam cübbesinin göğsün-
devam ettiren kişi.
de kadın memelerini temsil eden yuvarlak madenî unsurlar bulunur. Genellikle
kamlar ve onların Müslümanlaşmış halleri olarak kabul edilen “baksı” lar uzun
saç bırakırlar. Kırgız-Kazakların şeriate uymayan âdetlerini tenkit eden Molla Ga-
zi’nin “Kımız içkeç kızın giyer külâhını/Ateşe yağ döküp tapar imdi” şeklindeki bir
beytinden, ateş ruhuna yağ atan (saçı yapan) erkeklerin, kızların giydikleri külâhı
başlarına geçirerek bu işi yaptıkları anlaşılmaktadır.
Bu bağlamda “rüya” olgusu ve onun “kamlık” la ilişkisi önemlidir. Günümüz
geleneksel Türk kültüründe bile “uykunun kimi zaman ‘geçici’ ölüm sayılması ve
de rüyanın ruhun serseri şekilde dolaşması veya başka bir ruhun ziyareti şeklinde
kabul edilmesi dolayısıyla, rüya tabiri veya düş yorumunun özünde” kamlık dini-
nin oluşumuyla yakından ilgili olduğu daha iyi anlaşılabilir. Nitekim, Manas Des-
tanı’nda rüya ile geleceği keşfedenlerin çoğu kadınlardır. Bu destanda zikredilen
iki kamdan birisi kadındır. Erkek kam (kara bakşı) ancak loğusaya yapılan bir
törende görüldüğü halde, kadın kam bütün ülkede cereyan edecek ve eden olay-
ları bilmektedir. Adı Karasaç olan bu kadın kam Müslüman kızıdır ve esir düştü-
2. Ünite - Türk Mitolojisinin Orta Asya Kökenleri 43
ğü “pis kokulu kâfir” lerin koynunda yatmamak için periye (ruhlara) dua eder ve
kurtarılmasını diler. Duası kabul olunca bir doğan kuşu donuna girer ve dünyayı
dolaşır. Kamlık dininin gelenekleri takip edenler arasında geleceği bildiren rüya-
ları daha çok kadınların gördükleri dikkati çekmektedir. Bütün bunlar kadınların
Türk mitolojisinin oluşum döneminden kalan özel güçlerinin devam edegelen te-
sirleri olarak düşünülebilir.
Rüyaların mitolojiyle ilişkisi olgusunu evrensel olarak gözleyen, J. Campbell’in
ifadesiyle, “Şafak ve düşler dünyasından uyanmak daima güneş ve onun doğuşuyla
ilişkilendirilmiş olmalı. Gecenin korkuları ve büyüleri ışık tarafından dağıtılır. Işığın
daima yukardan geldiği, kılavuzluk ve yer göstericilik yaptığı yaşanmıştır. O zaman
karanlık ve ağırlık, yerçekimi ve dünyanın karanlık içi, cangıl veya denizler, bazı
şiddetli korkular ve sevinçler; insan deneyiminde binlerce yıl boyunca, ölçülemez
yüksekliğiyle dünyayı uyandıran güneşin ışıklandırıcı seyriyle tezat halinde güçlü
bir sendrom oluşturmuş olmalıdır. Işık ve karanlık, yukarısı ve aşağısı, yer gösteri-
cilik ve kayboluş, güven ve korku kutuplaşmasının” ortaya çıkardığı felsefî zemin, Anasırı erbaa: Akdeniz
kamlık dinini ortaya çıkaran düşüncenin kurucu ilkelerinden birisidir. çevresi uygarlıklarında Kâinatı
Bu bağlamda, Türk mitolojisinin kozmogoni ile ilgili temalarının oluşumunda oluşturduğuna inanılan “su,
ateş, toprak ve hava”ya, dört
gece-gündüz farklılığı ve değişiminin bir uzantısı olarak da kabul edilecek bir baş- element anlamında verilen ad.
ka doğal olgu olarak karşımıza, Ay ve gökyüzünün gece görüntüsü ile, yıldızlar ve
Kağan: Türkleri yönetmek için
Samanyolu çıkmaktadır. Nitekim, Emel Esin’in ortaya koyduğu Türk mitolojisinin tanrı tarafından seçilen kutsal
mevcut verileri arasında bu konularla ilgili pek çok örneğin olduğu görülmektedir. Aşina/Asena ailesinin oğlu.
Öncelikle, bu ikili (düalist) anlayışın bir sonucu olarak, kâinatı oluşturan iki
ana unsurdan, yer karanlık “kararıg”, gök ise ışıklı veya parlak “yaruk” olarak sı-
fatlandırılmıştı. Buna istinaden bütün mevcudat aynı şekilde “kararıg” ve “yaruk”
olarak bir sınıflamaya tabi tutuluyordu. Ayrıca, “kararıg” ile “yaruk” umdelerinin,
anaya ve ataya teşbih edilen şekilleri, sekiz yönden esen yeller ile taşınarak beş aslî
unsurun doğduğuna inanılıyordu. Ortadoğu ve Akdeniz havzasındaki kültürlerde
“anasırı erbaa” “su, ateş, hava ve toprak” şeklindeki dört temel unsur olarak kabul
edilişinin tersine erken dönem Türk kültüründe beş aslî unsur vardı. Türk mito-
lojisine göre kâinatı oluşturan bu beş aslî unsur; “su, ateş, ağaç, maden ve toprak”
tan ibaretti. Yeryüzündeki canlı ve cansız varlıkların tamamı bu beş unsurdan bi-
rine mensup addediliyor ve gök cisimlerinden biri ile ilişkilendiriliyordu. Türkler
bu beş aslî unsuru ve bunların gökte ilişkilendirildikleri semavî cisimleri “kök”
sayıyordu. Bunlara “kök, ruh” veya Türkçe “töz, oguş” veyahut da “kut” gibi isim-
ler veriyordu. Özellikle “kut” kavramı hayatın özünü oluşturmak ve başarılı olup
yaşayabilmek için mutlaka elde edilmesi ve ondan sonra da “kaybetmemek” için
sahip olunması gereken “erdem” lerle ilişkilendirilmişti ve toplumsal yansıması
olan “töre” ile yapısal ve işlevsel süreklilikler içermekteydi. Kâinatın, “gökyüzü”,
“yeryüzü” ve “yeraltı” olarak üçe taksim ve tasnif edildiği daha sonraki dönemler-
de de, yeryüzünde olup biten ile gökyüzünün ilişkili olduğu ve birbiriyle sürekli
iletişim içinde olduğuna inanılmaktaydı. Kağan da bu ilişki ve iletişimi gerçekleş-
tiren en yüksek dini şahsiyet olarak kabul edilirdi.
Söz konusu unsurların ve irtibatlandırıldıkları gök cisimlerinin kâinat için-
deki yerini göstermek üzere bozkıra çıkış ve daha sonraki dönemlerde pusulalar
hazırlanmaktaydı. Türk kozmolojisini gösteren ve kuvvetle muhtemelen her biri
değişik efsanelere sahip, bu pusulalarda, yönler dört büyük yıldız grubuna göre
sınıflandırılıyordu;
44 Türk Edebiyatının Mitolojik Kaynakları
1. Gök Ejder “Kök-luu” denilen yıldız grubu ve Ağaç Yıldızı “Igaç Yulduz” ile
“Karakuş” denilen Müşteri Yıldızı ve Kuş Yıldız’ları, Doğu yönünü temsil
ediyorlar ve Ağaç unsuru ile ilişkilendiriliyorlardı. Doğu önceleri yeşil son-
ra mavi daha sonraları sarı renk ile sembolize ediliyordu.
2. Kızıl Saksagan “Kızıl Sakızgan” denilen yıldız grubu ve Ateş Yıldızı “Oot
Yultuz” denen Merih Yıldızı ve Sin Yıldızları, Güney yönünü temsil ediyor-
lar ve Ateş unsuru ile irtibatlandırılıyorlardı. Güney kırmızı renk ile sem-
bolize ediliyordu.
3. Ak Pars “Ak Bars” denen yıldız grubu ile “Erklig” denilen Zühre Yıldızı ile
Kara Alp Yıldız’ları, Batı yönünü temsil ediyorlar ve Maden unsuru ile iliş-
kilendiriliyorlardı. Batı ak (beyaz) renk ile sembolize ediliyordu.
4. Kara Yılan yıldız grubu ise Kuzey yönünü temsil ediyor ve Su unsuru ile
ilişkili kabul ediliyordu. Kuzey kara renk ile sembolize ediliyordu.
5. Bu dört yönü gösteren yıldız grupları ve irtibatlandıkları unsurlardan baş-
ka beşinci unsur olan “Toprak” unsuru merkez olarak kabul ediliyor ve Sarı
Bayraklı “Sarıg orunlug” ve “Sekentir” de denilen Zuhâl Yıldızı’yla ilişkilen-
diriliyordu. Merkez veya toprak sarı renk ile sembolize ediliyordu.
Bu yıldız grupları ayrıca doğuda gözüktüklerindeki mevsimin sembolü olarak
da kabul edilmekteydiler. Bir başka ifadeyle mevsimlerin başlangıcını ve sonunu
belirliyorlardı. Gök Ejder Yıldız grubu Bahar mevsiminin başında doğuda görün-
düğünde, Ak Pars batıda, Kızıl Saksağan güneyde, göğün zirvesindeydi ve inanca
göre Kara Yılan seyrinin en aşağı noktasında bulunuyordu. Mevsimlerin birbiri-
ni takip edişi bu sırayla belirlenmekteydi. Bu yıldız gruplarına ilâveten takvimin
belirlenişinde Kutup Yıldızı’nın etrafında dönmekte olan Yedi Hanlar “Yitiken”
(Yedihan) denilen “Büyük Ayı” yıldız grubu da yer alıyordu.
Türk kozmolojisinde yer alan yıldız gruplarının “ağaç”, “kuş”, “ayı” başta ol-
mak üzere Türk mitolojisinin belli başlı kültlerinin adlarını taşımakta oluşu, er-
ken döneminden itibaren çok varyantlı bir yapı üzerinde gelişen ve somuttan
soyuta basitten karmaşığa doğru gelişip şekilleniş sürecinde ilk formülasyonla-
rından itibaren sahip olduğu muhtevayı katmanlaşmalar halinde muhafaza ettiği
görülmektedir.
Nitekim, aşağıda ele alacağımız, erkek egemen toplum yapısının oluşmasından
ve ormandan bozkıra çıkış döneminde mütekâmil hale gelen, “Gök Tanrı” inancı-
nın esasını oluşturan, ‘Gök Tanrı’ nın makamı olarak ise, “Demir kazık” veya “Al-
tın Kazık” gibi de adlandırılan “Kutup Yıldızı” kabul ediliyordu. Kutup Yıldızı’nın
merkezini teşkil edecek şekilde dört ana ve dört ara yönlere ayrılarak her yönde
bir sarayın olduğu bir sınıflandırma vardı. Bu sekiz köşeli yıldız Gök Tanrı’yı sem-
bolize eden Güneşi simgeleyen bir yıldız olarak Osmanlı Devleti ve Azerbaycan
Cumhuriyeti bayraklarında yer alır; Türkiye Cumhuriyeti bayrağında ise stilize
edilerek beş köşeli yıldıza dönüşür. Kazakistan bayrağındaysa doğrudan doğruya
Güneş şeklindedir.
Gök Tanrı dünya görüşü döneminde ölümden sonra hayat inancının varlığını
gömülen kişilerin kişisel eşyasının da mezarlara konmasından bilmekteyiz. Ayrı-
ca, “Kağan soyundan kimselerin ruhunun göğe ya ‘Yitiken Yıldız’ grubuna veya Gök
Tanrı’nın da mekânı olduğuna inanılan Kutup yıldızı yönüne uçtuğu sanılıyordu”.
Nitekim, ölen kişilerin gökyüzüne ağıp, orada dirilmeleri fikrinin, daha sonraki
yüzyıllarda yazılan Türkçe kitâbelerde, S. Divitçioğlu’nun dikkati çektiği gibi “emin”
ve kat’i bir imanla “uçuverdiğiniz gökte dirildikçe” şeklinde yansıtıldığını görmekte-
yiz. Eski Türkçede “Uçmak” denilen cennetin de gökte olduğuna inanılırdı.
2. Ünite - Türk Mitolojisinin Orta Asya Kökenleri 45
Bütün bu yıldızların Gök Tanrı’nın mekânı kabul edilen Kutup Yıldızı’nın etra-
fında döndüğü ve bu yıldızların bir “Gök Çarkı” tarafından taşındığına inanılmak-
taydı. Gök Çarkı ile ilgili bir başka inanç ise bu çarkı ve zamanı çeviren bir “evren”
Evren: Genellikle sürüngen,
in varlığıydı. Bu kışın “Yer-su” yun derinliklerinde yaşayan, baharda ise kanat- yılan şeklinde olduğuna
lanıp uçan hem yer-su’ ya ve hem göğe mensup efsanevî bir ruh olarak tasavvur inanılan büyük ejderha
hayvan.
edilmekteydi. Türk mitolojisinde ve kültür tarihinde efsanevî kahramanlardan
sonraki sırayı alan atların, göl, ırmak veya denizden çıkan efsanevî veya kozmik
aygırdan kaynaklanmaları bu inanç ile ilişkili olmalıdır. Nitekim Türk kozmolo-
jisindeki “İki Boz At”, “Ak Aygır” ve “Arıktay” başta olmak üzere birtakım yıldız
adları da bu fikri destekler mahiyettedir.
Taş devri ve daha sonraki erken dönemle ilgili olarak daha önce de ifade etti-
ğimiz gibi toplayıcı, doğanın ortasında pasif bir rol oynamaktadır. Toplayıcılıktan
ilkel bahçe tarımına dayalı bitki yetiştiriciliğe geçiş ve ateşle birlikte mağaralara
yerleşmenin ve kandaş bir topluluk olarak ortaya çıkan işbölümünün yarattığı gü-
ven duygusuna ve göreceli aktifliğe rağmen kadın etkinliği ve erk kullanımının
dünya görüşünü oluşturmada ve erkeği ikincil planda tutmadan kaynaklanan bu
yapıdaki gerilim unsurlarını oluşturmuştur.
Toplayıcıdan, ilkel bahçe tarımına geçişte ve bitkileri evcilleştirmede, onları
doğa karşısında göreceli olarak aktif hale getiren ve güçlü kılan teknik ve aletler-
dir. Bu bağlamda en güçlü teknoloji kaynakları olan taş, ateş ve demiri kutsamaya
götürür. Yukarıda da işaret edildiği gibi mağaraları ısıtma, ayı başta olmak üzere
yabani hayvanlara karşı korumada ateşe bağlı ocak ve onun etrafında şekillenen
kandaş ailenin ve anaerkil yapının Türk mitolojisindeki izlerini görmek kolaydır.
Orman içindeki mağaralarda ve yakınlarındaki bahçelerdeki bu ilkel bitki ye-
tiştirici dönemin uzantıları olarak sonradan gittikçe zayıfladığını göreceğimiz or-
man kültü, toprak ana anlayışı ve yine onun uzantısı olarak kabul edilebilecek
olan “mukaddes yer ve sular” (ıduk yir sub) Türk kültüründe bu erken mitolojik
dönemin eseridir. Yer-su’ lar bir anlamda hem tekil hem çoğul olarak düşünülme-
lidir. Zira “yer-su” bir bütün olarak “iye” dir, yani “sahip” tir. Türk mitolojisinde,
orman, dağ, ırmak, göllerin adları yalnızca coğrafi isimler değillerdir. Bu adlar o
yerlerin sahiplerini, koruyucularını gösterir. Belirli bir dağ veya tepe, ırmak, göl,
pınar, ağaç hatta kaya, yer-su olarak kabul edilir. Dağlar, göller, ırmaklar (yer-su)
hep canlı nesnelerdir. Takdis ettikleri Alaş, Tannau, Hangay, Altay dağları, Aba-
kan, Kem (Yenisey), Katun, Bey, Sütgöl ırmak ve göller şamanistler için konuşan,
duyan, evlenen, çoluk, çocuk sahibi varlıklardır. Bir şamanistin dağlardan ve ır-
maklardan bahsettiğini dinlerken bunun gözle görülen dağlardan mı, yoksa bu
coğrafi isimleri taşıyan insanoğullarından mı bahsettiğini fark etmek güçtür; ruh
bizzat dağdır, dağ bizzat ruhtur. Şamanistlerin bu inanmalarında çok eski ve ilkel
animizm devrinin hatıraları yaşamaktadır.
Aynı şekilde, Emel Esin’in “Ana tanrıça” olarak adlandırdığı ve “tasavvurunun,
ana etrafındaki önceki aile düzenin mirası olduğu sanıl” dığına işaret ettiği, “umay”
da kökeni itibariyle, bu döneme ait olmalıdır. Bu bağlamda, “umay” kültünde
kadınlara has bir “umay töreni” olmalıdır. Kuvvetle muhtemelen, Kaşgarlı’nın
naklettiği “Umayka tapılsa oğlan doğar” atasözü bu törenlere işaret etmektedir.
Buna göre, “umay tapıncı” erkeklere kapalı, gizli bir kadın derneğinin kalıntısı-
dır. Toplum yapısının, avcı-çobanlığa dönüşmesi ve soy esasına bağlılığın daha
da genişleyerek boy birliklerinin ortaya çıktığı dönemde meydana gelen değişim
ve dönüşümlerden birisi olduğunu düşündüğümüz “Gök Tanrı” oluşumu içinde
ikincil ve hatta daha da geri konumlara düşmeğe ve işlevlerinde meydana gelen
46 Türk Edebiyatının Mitolojik Kaynakları
deyle, kadının bu kötü kadın ruhlara karşı güçsüzlüğünün veya erkekten korkan
bu kadın ruhlara karşı erkek üstünlüğünün meşruiyet zeminin felsefî kökenle-
rinden birisinin belki dönemi itibariyle en önemlisinin oluşturulmasından baş-
ka bir şey değildir. Nitekim “albastı” nın özellikle demircilerden ve ocaklılardan
korkması ve demirci ustalarının ve ocaklıların bir mendil veya külahının “albastı”
yı korkutmak için kâfi gelmesi ki, başında çocuk bile olsa bir erkeğin beklemesi
durumunda emin olunan yahut bıçak ve benzeri bir demir parçasıyla koruma-
yı sağlayan loğusalık ritlerinin altında da bu değişim ve dönüşümün uzantılarını
görmek mümkündür. Bu bir anlamda daha önce de işaret edildiği gibi, kadın ege-
menliğinin başlangıcı olan ve kadını olağanüstü bir konuma getiren “doğum” ve
“doğurma” konusunda bile, erkek kontrolünü geleneksel toplumsal yapılar düşü-
nüldüğünde günümüzde dahi “mutlak” hale getiren bir düşünce zemininin ortaya
çıkmasıdır. Türk mitolojisini ve ona ait metinleri söz konusu yapısal dönüşümü
anlamadan onun neden olduğu tematik değişim ve dönüşümleri, kolayca ve doğ-
ru bir biçimde okuyarak, izah edip anlamak mümkün değildir.
Bu bağlamda, erkek egemen veya ataerkil yapının oluşması sürecine tekrar ve
daha yakından bakabiliriz. Bu sürecin başlangıcında bir erkek kültü olan “dağ kül-
tü” vardır. Bilindiği gibi, dağlar da, Türk mitolojisinde özel bir yere sahip varlıklar
Oba Kültü: Dağların
olarak karşımıza çıkmaktadır. Dağların Türk mitolojisi içinde, yaratılış ve köken aşıldığı geçitlerde veya yol
mitine sahip olmalarının yanı sıra, kutsal kozmik dağ, tanrıya ulaşılan özel bir ayırımlarında geçen herkesin
bir taş atarak etrafında dokuz
mekân ve taş veya kayadan yaratılmayla birlikte taşların üst üste yığılmasıyla oluş- kere dolanmasının “uğurlu”
turulan “oba” inancıyla birlikte geniş bir kült meydana getirdiği görülmektedir. kabul edildiği kutsal taş yığını.
Bir başka ifadeyle, Türk mitolojisinde yer alan köken ve yaratılış mitlerinin
bir başkası da dağ mitleridir. Bu mitlere göre bazı dağlar belirli kabilelerin köke-
ni veya yaratıcısı sayılırlar. Böylece belli bir kabilenin kökeni yine belirli bir dağa
bağlanmış olur. Aynı şekilde bazı büyük kamların büyüsel ve sihirli kudretlerinin
kökeni de yine belirli dağlara dayanır. Fakat bu inançlardan daha yaygın olanı, oy-
mak veya boyların ataları olarak belli dağların anılmasıdır. Bazı Türk boylarının
bazı dağları kökenlerinin kaynağı sayarak kutsamaları inancı geçen yüzyıla kadar
da varlığını sürdürmüştür.
Dağ kültü, yukarıda da işaret edildiği gibi toplayıcılık ve ilkel bahçe tarımı dö-
neminde oluşan anaerkillik karşısında toplayıcı-avcılıkla geçinen erkeklerin, ma-
ğara da şekillenen “ana ocağı” ve “kadın kampı” na karşı, “ata ocağı” ve “erkekler
kampı” nı tesis ettikleri alternatif mekân olarak çıkmıştır. Kadınların “bitki kültü-
ne” karşı burada bir yandan “hayvan kültü” oluşurken diğer yandan da dağ kültü
etrafında şekillenen erkek derneğinin “atalar kültünü” ve “alplık derneğinin” ilk
teşekkül zeminini oluşturmuştur. Türk mitolojisinde Kuzey Sibirya ve Altay böl-
gelerinde yakın zamanlara kadar yaşayan “kuş ata” kam elbiselerinin ve özellikle
kartalla ilgili kültün, mağaralar çevresinde ilkel bahçe tarımı ve toplayıcılıkla ge-
çinen kadın kamplarının önce “ağaç-ana” ve daha sonra da “ayı-ata/ana” kültüne
karşılık bir anlamda erkeklerin ilk başkaldırılarının dışa vurumu olarak oluşum
zemininin dağ kültüyle birlikte başladığı söylenebilir. Bu durumun gelişimi de
kuşları, özellikle avcılıkta kullanılan avcı kuşları evcilleştirip kullanmağa başlama
etkinliğine bağlıdır.
Bir başka ifadeyle, Türk kültürünün en erken dönemlerinde, eski taş ve cilalı
taş devirlerinde kadın egemenliğini devam ettiren ve hatta “ateş-ocak” kültüyle
pekiştiren yalın “ateş” teknolojisidir. Buna karşılık daha sonraki dönemlerde bir
anlamda ateşin de katışık ve karışık olduğu “demire” bağlı kutsamanınsa erkek
etkinliği olarak ortaya çıktığı görülür. Dahası, bu gelişmelerle ortaya çıkan erkek
48 Türk Edebiyatının Mitolojik Kaynakları
egemenliği, avcılık kültürel gelişim çizgisinin ortaya çıkardığı ve onun da, hay-
vansal kaynakların kontrol altına alınması demek olan “hayvancılık” veya “çoban-
lık” ve buna dayalı göçerevli yaşam tarzı (göçebe) ve bozkıra çıkış safhasının ön
hazırlığı niteliğindedir.
Türk Mitolojisinin yaratılış ve ilk icra bağlamı, yorumlama yollarına dair bilgiler Öz-
kul Çobanoğlu’nun Türk Mitolojisi (Ankara: Atatürk Kültür Merkezi Yayınları, 2001)
adlı makalesinden alınmıştır. Bu makalede, Türk Mitolojisinin çalışılma tarihi başta
olmak üzere mitlerin tür, şekil, yapı ve işlevleriyle ilgili daha ayrıntılı bilgiler bulabi-
lirsiniz. Türk mit metinlerinin büyük bir kısmı Bahaeddin Ögel’in Türk Mitolojisi
I, II (Ankara: TTK Basınmevi, 1971, 1979) kitabından alınmıştır. Bu kitapta, Türk
Mitolojisinin temel kaynağı olan mit metinlerinin çok büyük bir kısmını ve bunlara
dair daha ayrıntılı bilgileri bulabilirsiniz. Türk kozmogoni mitleriyle ve yıldızlar başta
olmak üzere evren tasarımıyla ilgili bilgilerin bir kısmı Emel Esin’in Türk Kozmolo-
jisi’ne Giriş (İstanbul: Kabalcı, 2001) adlı eserinden alınmıştır. Türk kozmolojisi ve
kozmogoni mitleriyle ilgili daha detaylı bilgilere bu kitaptan ulaşabilirsiniz.
Türk mitolojisinde köken miti olarak ağaçtan yaratılma mitinin mitolojik geleneği-
2 mizde ortaya çıkış nedenlerini tartışınız.
yerde korkulan ve çekinilen büyücüler olarak tanınmışlardır. Bir başka ifadeyle ateş
kültünden güç alan zamanla başlı başına ayrı bir demir kültüne dönüşecek olan
demir ve onu üreten demircileri sıradışı veya olağanüstü özelliklere sahip insanlar
konumuna yükseltmiştir. Türk mitolojisindeki durumun da farklı olmadığı görül-
mektedir. Nitekim Yakutlar arasındaki anlayış “Demircilik uğraşı önem bakımından
şamanlık meslek ve görevinden hemen sonra gelir.” şeklindedir. Bu durumun muh-
temelen bir başka nedeni de, Türk kültür ekolojisinde son derece geniş kullanım
alanına ve gelenek çevresine sahip olarak yaşamakta olan “kurşun dökme” ile ilgili
kadın derneğinin veya ocağının kökenlerinin, erkeklerin bakır ve demiri eritmeyi
başarmalarından çok daha önce, kadın kamlar tarafından bir büyü ve fal yöntemi
olarak ortaya çıkmış olmasıdır. Bu ilk örnekten hareket eden erkekler zaman içinde
demir ve demirci kültünün oluşumunu gerçekleştirmiş olmalıdırlar.
Türk kültürünün henüz bir cenin halindeki bu erken döneminde avcıların
hayvanları evcilleştirmeye başlamasıyla toplum yapısında meydana gelen değişik-
liğin mitleri ve onlara kaynaklık eden dünya görüşünü etkilememesi düşünüle-
mez. Avcıların, kuşlar ve köpekle başlayan evcilleştirmeleri, bu nedenle olsa gerek
Türk mitolojisinde ve komşu Moğol mitolojisinde oldukça geniş ve etkili kuş ve
köpek kültlerinin oluşmasına neden olmuştur.
Köpeği takip eden evcilleştirmeler içinde yer alan keçi, koyun, ren geyiği ve
sığır gibi hayvanların ve nihayet atın evcilleştirilmesiyle yeni oluşum neredeyse
tamamlanır ve ormandan bozkıra yönelinir. Bu saydığımız unsurlar kendi kendine
yetebilen bir uygarlığın maddi kültürel temelleridir. Üretim araçlarında meydana
gelen bu değişme kadının egemenliğine son veren veya daha doğru bir ifadeyle er-
keğin önce eşitliğini daha sonra da meydana gelen başka toplumsal değişmeler neti-
cesinde üstünlüğünü veya egemenliğini tesis edeceği bir süreci de başlatır. Bu süreci
hızlandıran katalizör unsurların başında demir ile sembolize ettiğimiz metalürjik
keşiflerin özel bir yeri olmalıdır. Bu keşifler bir yandan onlara kendilerine koru-
maları için daha mükemmel silahlar yapmalarını sağlarken diğer yandan da, kadın
egemenliği döneminin adeta sembolü olan mağaralara da bağımlı olmaktan kurta-
rıyordu. Altay dağları demirin yeryüzünde kullanılmaya başladığı ilk üç merkezden
birisidir ve Türkler tarih sahnesine “Altaylı demirciler” sıfatıyla çıkarlar.
Bu dönemde önce yeraltında inşa edilen evler ortaya çıkar ve daha sonraki dö-
nemlerde toprak üstüne yapılan topraktan ve ağaç kütüklerinden yapılan hayvan
besleme nedeniyle genişliği 200 m2 kadar olabilen evler takip eder. Besin stoku
bakımından da bahçe tarımına dayalı bitki üreticiliğine nazaran daha geniş im-
kânlara sahip olan hayvancılık tercih edilir. Toplulukların nüfusları da yaklaşık
on kat artarak 150-200 kişiye ulaşır. Öte yandan, hayvancılığın bozkır tipi üretim
veya göçerevli kültür içinde de uygun yerlerde ilkel bahçe tarımı yakın zamanla-
ra kadar süregelmesi düşünülürse bunun hiçbir zaman ciddi bir ekonomik kayıp
olarak toplumsal yapıya yansımadığı görülür. Bu husus da söz konusu değişimin
gerçekleşmesini kolaylaştıran unsurlardan birisi olarak düşünülebilir. Bu bağlam-
da, yerleşiklerle göçebeler arasında başlayan yer-yurt çekişmelerine dayalı müca-
deleler, ata soyuna bağlı boy bütünlüğünde örgütlenmeye başlayan silahlı göçebe-
lerin zaferiyle son bulur. Bir başka ifadeyle, demirle bir yandan silahlanan diğer
yandan zırhlanan ve son derece dayanıklı araç ve gerece kavuşan kutsal bir kağanın
önderliğinde soy esasına göre örgütlenip ortaya çıkan evcilleşmiş ata, deveye ve kü-
çükbaş hayvan sürülerine sahip topluluk veya devletlerin ormanda barınabilmeleri
yapısal olarak gittikçe güçleşmiştir. Öte yandan, bozkırın uçsuz bucaksız otlakla-
rı pek çok araştırmacının da ittifak ettiği gibi dünyanın hayvancılık yapmak için
50 Türk Edebiyatının Mitolojik Kaynakları
en ideal bölgesidir. Sürüsünün peşinde göçebilen mükemmel “üy” (ev) veya “çadır”
(yurt) biçimindeki göçerevlerden müteşekkil göçen şehir hatta devlet, bozkır tipi
devletle birlikte, Hunlar başta olmak üzere Türkler tarih sahnesine çıkacakları süre-
ci bu sosyo-kültürel ve ekonomik şartlar altında başlatmıştırlar.
Bu bağlamda, Orta Asya’da Altay dağları ve Baykal gölü civarlarındaki or-
manlarda toplayıcı-avcılıktan hayvancılığa geçen avcı-çobanların toplumsal yapısı
içinde artık bir yanda zor avcılık maceraları diğer yandan beslenme ve döllenme
kaynaklarında artan düzenliliğin getirdiği nüfus artışının yanı sıra yeterli otlak için
bozkıra yönelen ailelerin kandaş soy esasından daha da genişleyen bir biçimde soy/
sülale birlikleri şeklinde örgütlenen boy esasına göre yeniden düzenlenmiştir. Bu da
beraberinde “kut bulma” yla, kutsanan “kutsal kağan” ları ortaya çıkarmış ve kağan-
lar şamanik yöntemlerle doğrudan iletişime geçtikleri gökteki “Gök Tanrı” nın yer-
yüzündeki temsilcileri olarak kabul edilip algılanmaya başlamışlardır. Zaman içinde
ve bozkırda teşekkül eden Gök Tanrı’ya ulaşan kutsal geçit “Ötüken ormanı” (Ötü-
ken Yış) kimin kontrolünde ise ancak o, Gök Tanrı’yla olan iletişim geçitini elinde
tutması dolayısıyla muzaffer olabildiği inancı yaygınlaşmıştır.
Yukarıda işaret edilen, demirin kullanılması ve kutsanmasıyla meydana ge-
len gelişmeler içinde, erkek kamların ortaya çıkışı da bir ölçüde kutsal demircilik
mesleğiyle ilişkilidir. Bu toplumsal işbölümünde kadınların yanı sıra erkek kam-
ların ortaya çıkması ve bunun inanç sistemi içinde meşruiyet zeminine sahip ol-
masının bir açıklamasıdır. Öte yandan, bitki merkezli ve “toprak ana” anlayışına
sahip “ağaçları kutsayan” ve hatta “ağaç ana” ları olan anaerkil yapının yanında
daha önce işaret edildiği gibi hayvan merkezli “hayvan ata” kültlerinin ortaya çı-
kışı da “kuş, ayı” ve “geyik” başta olmak üzere yine bu dönemin ürünleridir. Bu di-
şi olan “yer” unsuruna ve Umay tanrıçaya karşı eril olan “gök” unsurunun ve Gök
Tanrı’nın yüceltilmesi sürecidir. Bu süreçte başta kuşlar olmak üzere hayvanlar
da büyük ölçüde yer menşeli değil, gök kökenli olarak düşünülmüştür. Nitekim
daha önce kısmen de olsa değindiğimiz gibi Türk kozmolojisindeki hayvan adı
taşıyan yıldızlar tıpkı bitki adını taşıyan yıldızlar gibi bu değişim ve dönüşümlerin
bir sonucu olarak ortaya çıkmışlardır. Dahası, yukarıda işaret edildiği gibi, uzun
zamandan beri Türk mitolojisindeki bazı olguları açıklamada kullanılan, “totem”
ler ve bunların dışavurumlarını oluşturan anlatılar da köken bakımından yine bu
dönemin eseridir. Bu mitsel anlatılar da, söz konusu değişim nedeniyle yaşanan
çekişmelerin sonucunda çeşitlenmelere uğramıştır. Bazı kaynaklarda bir bitki
adıyla yer alan bir yıldızın başka kaynaklarda hayvan adını taşımakta oluşu sö-
zünü ettiğimiz değişimi son derece net bir biçimde açıklar mahiyettedir. Bitki ve
ağaç kültünden hayvan kültlerine doğru yönelen ve şekillenen hayvan kültlerinin
ortaya çıkışı hayat tarzı ve yaşanan fiziki çevrenin ormandan bozkıra dönüşmesi
sürecinde de kaçınılmaz bir biçimde yeniden şekillenmiştir.
Bunların başında da, daha önceki dönemde yaşadıkları ormanda ve bilhassa
mağara ve bahçelere verdiği zararlar itibariyle kutsanan, kültleşen ve “tabu” la-
şan ormanın en güçlü ve yırtıcı hayvanı “ayı” nın yerini “bozkurt” alır. Başka bir
ifadeyle, bozkıra yönelen ve yeni bir yapılanışla bozkırı hayat sahası olarak seçen
avcı-çoban kültüründe bozkırın canavarı “bozkurt” u kutsanır, kültleşir, totemle-
şir ve tabulaşır. Bozkurt zaman içinde yaratılıştaki “hayvan ata” veya “ana” yahut
köken miti olmadan, yol gösteren ve kılavuz kabul edilen kutsal mitolojik kimli-
ğine bürünür. Öte yandan, anaerkil yapıdan ataerkil yapıya dönüşen toplumsal
hayat içinde “ana ocağı” nın, “ataocağı” etrafında toplanışı sürecinin birden bire
gerçekleştiği düşünülmemelidir. Bu bağlamda, avcı-çobanlığa geçenlerin oluştur-
2. Ünite - Türk Mitolojisinin Orta Asya Kökenleri 51
kavram ifade edilir. Birincisi Türk dünya görüşünün üniversalizme veya cihan hâ-
kimiyeti fikrine ulaşmış olmasıdır. Diğeriyse, söz konusu dünya imajında yer alan
çadır şeklinde gök kubbe anlayışının Türk mitolojisindeki yeridir.
Evreni bu algılayış biçimi, kendi içinde sistematik bir anlayışa ve yorumlayı-
şa sahiptir. Buna göre, “Samanyolu çadırın dikiş yeri, yıldızlar da ışık gelsin diye
açılmış deliklerdir”. Saha (Yakut) Türklerine göre yıldızlar “dünyanın pencereleri”
dir. Göğün çeşitli katlarının (genellikle 9, fakat kimi yerlerde 12, 5, 7 kat) hava-
landırılması için açılmış deliklerdir. Zaman zaman tanrılar çadırın bir yerini açıp
içine bakarlar; göktaşları, akanyıldızlar (meteorlar) bunun belirtisidir. Gök kubbe
ayrıca bir kapak gibi de tasarlanır; bazen bu kapağın kenarlarının dünyanın ke-
narına tam oturmadığı olur; o zaman aralıklarından içeri şiddetli rüzgârlar girer.
Aynı şekilde kahramanlar ve kam olarak adlandırılan kimi ayrıcalıklı insanlar da
bu dar aralıktan süzülüp göğe girebilirler.
Göğün ortasında bu büyük çadırı bir orta direk gibi tutan Kutup Yıldızı parlar.
Daha önce de işaret edildiği gibi, Türk mitolojisinde, Kutup Yıldızı bir direk veya
kazık olarak tasarlanır ve bazı bölgelerde “Demirkazık” bazılarındaysa “Altınka-
zık” olarak adlandırılır. Tamamlayıcı bir mitsel imge de görünmez bir biçimde
Kutup Yıldızı’na bağlı olan yıldızlar imgesidir. Bu yıldızlar bir at sürüsü, Kutup
Yıldızı (Dünyanın Direği) da bu atların bağlandığı kazık olarak tasavvur edilir.
Yukarıda işaret ettiğimiz şekilde bir yönüyle evrimleşerek göçerevli olarak geli-
şen ve Anadolu ile Balkanlara kadar uzanan ve buralarda 1000 yıldır yerleşik hayata
geçen bu yapılanışın Türk mitolojisi ve kültürünün tek gelişme çizgisi olmadığı unu-
tulmamalıdır. Bu yapının yanında göreceli olarak daha az ve yavaş değişen toplayıcı,
avcı hatta toprağa yerleşik tarımcı topluluk yapılarının ve çeşitlenmelerinin yanyana
yakın zamanlara kadar yaşamış olduğunu göz önünde bulundurarak, Türk mitoloji-
si ve kültür tarihiyle ilgili tek gelişme çizgili bir hüküm vermenin ne kadar yanlış ve
eksik olabileceği daima göz önünde bulundurulmalıdır. Dahası, Türk boyları, günü-
müzde 300 milyonu aşan bir topluluk olarak, Avrupa büyüklüğünde devasa bir coğ-
rafyada binlerce yıldır bazen bir veya birkaç devlet çatısı altında birleşmekte bazen
de her biri kendi başına egemen bir devlete dönüşerek yaşamaktadırlar. Hatta bazı
Türk boyları zaman zaman egemenliklerini kaybederek başka millet ve devletlerin
boyunduruğu altında kalmaktadır. Bütün bu olumsuzluklara rağmen aralarındaki
dil ve kültür birliğini farklı dinlere inanmaları halinde bile devam ettiren en önemli
güç kaynağı Türk mitolojisi ve Türk mitolojisinin tarih öncesinden başlayarak Orta
Asya kökenleri üzerinde oluşup gelişmesi gerçeğidir.
Türk Mitolojisinin yaratılış ve ilk icra bağlamı, yorumlama yollarına dair bilgiler
Özkul Çobanoğlu’nun Türk Mitolojisi (Ankara: Atatürk Kültür Merkezi Yayınla-
rı, 2001) adlı makalesinden alınmıştır. Bu makalede, Türk Mitolojisinin çalışılma
tarihi başta olmak üzere mitlerin tür, şekil, yapı ve işlevleriyle ilgili daha ayrıntı-
lı bilgiler bulabilirsiniz. Türk mit metinlerinin büyük bir kısmı Bahaeddin Ögel’in
Türk Mitolojisi I,II (Ankara: TTK Basınmevi, 1971, 1979) kitabından alınmıştır.
Bu kitapta, Türk Mitolojisinin temel kaynağı olan mit metinlerinin çok büyük bir
kısmını ve bunlara dair daha ayrıntılı bilgileri bulabilirsiniz. Türk epik destanların-
daki “olağanüstü at miti” ve bunun Türk kahramanlık destanlarındaki yeri ve önemi
hakkında daha fazla bilgiyi Özkul Çobanoğlu, Türk Dünyası Epik Destan Gelene-
ği, (Ankara: Akçağ Yayınevi, 2003) adlı kitapta bulabilirsiniz.
Türk mitolojisinde kutsal dişi bozkurtun kağan soyunu başlatan olmasını ataerkil-
lik açısından tartışınız. 3
54 Türk Edebiyatının Mitolojik Kaynakları
Özet
Türk Mitolojisinin yaratılış bağlamını açıklamak, Türk Mitolojisinin Ataerkil dönemini ve kültlerini
1 Türk mitlerinin veya mitolojisinin kökenleri 3 açıklamak,
Orta Asya’dır. Türkler başlangıçta, Güney Sibir- Sadece avda kendi başlarına kalabilen erkeklerin
ya ormanlarıyla Altay dağları arasındaki bölge- geliştirdiği kutsal dağ ve kuş kültlerine bağlı ola-
de ortaya çıkıp daha sonraları bozkırlar dahil rak ortaya çıkan ve gelişen “gök” kutsallığı da-
Orta Asya’nın tamamına yayılmışlardır. Tarihi ha sonraları eril niteliklere sahip soyut bir “Gök
dönemde bu yayılma Çin, Hindistan, İran, Or- Tanrı” düşüncesine dönüşecektir. Kadınların
tadoğu, Anadolu, Balkan, Kuzey Afrika ve Ma- bitkileri evcileştirmesinden mülhem hayvanla-
caristana’a kadar Uralların batısını da içine al- rın evcileştirilmesini sağlayan ve “demirci”lerin
mıştır. Türkler son 3000 yıl içinde bu coğrafyada “kam” olabilmesiyle, kadınların “kamlık” teke-
yaşayan bütün kültürlerle temasa geçmiştir. Bu lini kırarlar. Erkeklerin hakim olduğu “ataerkil”
süre içinde kökeni bakımından kendi dinleri yapının oluşumuyla ortaya dağ, kuş, köpek, at,
olan “Kamlık Dini”nden (Türk Şamanizmi) baş- demir ve bozkurt gibi yeni kültler çıkar ve eski
ka Maniheizm, Budizm, Musevilik, Hristiyanlık kadın kültlerinin de yorumlanışı değişir.
ve İslâmiyet gibi bütün büyük dinleri tanımış ve
birinden sonra diğerini kabul etmişlerdir. Ancak
bu dinleri kabul ederken, kamlık veya şamaniz-
me dayalı kendi inanç ve mitolojilerini tamamen
terk etmeyerek ona ait unsurları yaşatmışlardır.
Kendimizi Sınayalım
1. Aşağıdakilerden hangisi Türk mitolojisinin ortaya 5. Türk mitolojisinde “kutsal ağaç” anlayışı aşağıdaki-
çıkıp geliştiği yerlerden birisi değildir? lerden hangisini kapsamaz?
a. Altay dağları a. kozmik hayat ağacı
b. Tanrı dağları-Kuzey batı Asya sahası b. evrenin ekseni
c. İrtiş-Urallar arası c. ruhlarla iletişim kanalı
d. Altay-Kırgız bozkırları arası d. tapınak, sunak
e. Alp dağları e. kozmik yakacak
Okuma Parçası
Ergenekon: Yeniden Türeyiş Miti Kışın mallarının etini yer, derisini giyer yazın sütünü
İlhan (Moğol) yurduna hâkim olunca (olduğu zaman) içerler demiştik. Bu yaşama onların sadece çoğalmala-
Tatar yurdunda da Sevinç Han hüküm sürerdi. İkisi de rını sağlıyor ama dedelerinin mutlu günlerinin özlemi-
aynı yaşta idiler. Aralarında vuruşmalar başladı. Hep ni yüreklerinden çıkarmıyorlardı.
İlhan üstün gelirdi. Sevinç Han Kırgız hakanına değerli İlhan’ın küçük oğlu olan Kıyan’ın anlamı “Dağdan
armağanlar gönderdi, onu kendi tarafına aldı. Dedi ki yıldırım hızı ile inen sel” demekti. İlhan küçük oğlu-
bu Moğolların (Türklerin) okunun ötmediği, kolunun na bu adı neden koymuştu bilinmez. Yalnız Kıyan ta-
yetmediği dünya yüzünde bir yer kalmadı. Biz onları şıdığı ada layık biri idi. Nököz ile Kıyan’ın evlatları o
yok etmezsek onlar bizi kırıp geçirecekler, el ele olalım, kadar çoğaldılar ki soy sopa göre onlara ayrı ayrı oy-
öç alalım. Kırgız Han öyle olsun dedi. Türkler üzerle- mak (Orok- Uruk) adı verilmek gerek idi. Daha sonra-
rine bütün düşmanlarının birden geldiklerini görün- ları Araplar Irk, Uruk kelimelerini Türklerin bu Orok
ce çadır ve sürülerini bir tarafa yığıp hendek kazdılar, (Uruğ) adından aldılar. Kıyan ve Nököz’ün dördüncü
beklediler. Sevinç Han geldi, vuruş başladı, on gün sa- kuşaktan sonraki oymak (oruk)ları birer büyük aile
vaş oldu, on günde Türkler üstün geldiler. Sevinç bu- haline geldiler. Büyük aile anlamında oymaklara ayrıl-
nun üzerine bütün han ve beylerini toplayıp dedi ki: dılar.
eğer hile ile bunları yenemezsek bizi bitirecekler, kaçış Aradan dört yüz yıl geçmişti öylesine çoğalmışlardı ki
oyunu yapalım. oralara sığmaz olmuşlardı. Yaşlılar bir araya geldiler ve
Malları olduğu gibi bırakıp tan ağarınca kaçışa başladı- dediler ki: “Atalarımızdan dinlerdik, çevresinde yaşa-
lar. İlhanın askerleri, malı bölüşe girince birden dönüp dığımız bu illerin ötesinde, bizim asıl yurtlarımız var-
savaşa başladılar. Türklerin ardını sardılar, çadırlar bir dır. Tatar baş olup cümle düşman üzerimize çullanmış,
arada olduğundan erkek, kadın, çocuk hiçbir Türk kur- bizi alt etmiş, kınmış, yurdumuzu almış. Tanrı’ya şükür
tulamadı. Böylelikle dünyada Türk kalmadığını sandı- şimdi çokluğuz, düşmandan korkup dağa kapanacak
lar. Sevinç Han Türkleri vurduktan sonra memleketine halde değiliz. Bir yol bulup bu dağdan göç edip çıka-
çekilmişti. İlhan’ın oğulları bu savaşta ölmüştü ancak lım. Bize dost olanla görüşür, düşman olanla güreşiriz.”
en küçüğü olan Kıyan kalmıştı. Kıyan o yıl evlenmişti. Herkes bu düşünceyi doğru buldu, kurultayın uygun
İlhan’ın kardeş oğlu olan Nöküz de Kıyan ile aynı yaşta gördüğü bu düşünceyi yürütmek için cümlesi yollara
idi. Nöküz de o yıl evlenmişti. Bunların her ikisinin de düştü. Ne çare ki bir yol bulamadılar. Bir demirci şöyle
karıları savaşın başladığı o gün en önde vuruşuyorlar- dedi.
dı. Sevinç Han’ın askerlerinin önüne düşmüşlerdi arka- “Bir yer bilirim, orada demir madeni var, eritir ken-
larındaki ezginliği (yenilgiyi) görünce dağlar arasında dimize yol açarız. Yeter ki bu ülkü yüreğimizi demiri
kimselerin gözünün göremeyeceği bir yer aradılar. eritecek kadar doldurmuş olsun”, dedi. Gözler ışıldadı,
Yaban koyunlarının çıkabildiği ince bir taş yoldan sarp herkes gücünün yettiği kadar odun topladı. Önce bu
dağların içine düştüler. Yalçın kayalı boğazlardan atla- odunlar dünya yüzüne o insanların buluşu olan kömür
ya atlaya ancak bir keçinin güçlükle geçebileceği yu- haline getirildi. Bir sıra odun bir sıra kömür konuldu.
karısı, başı dumanlı dağ; aşağısı, gürül gürül akan bir Dağın böğründeki yarıklara istif edildi. Dokuz yüz de-
boğazı yedi günde geçip yedi günde de tepelerden inip venin derisinden koskoca körükler yapıldı. Dağın sağı-
üzeri çeşitli otlarla kaplı, her türlü hayvanın yaşadığı, na ve soluna bu odun ve kömürler yığıldı. İhtiyarlar da
pınarların kaynaştığı, geniş, göz alabildiğine geniş bir ellerini açıp Yüce Tanrı’ya yalvardılar, en yaşlısı gözü
düzlüğe geldiler. Hemen yere kapanıp Tanrı’ya dua et- nemli, yüreği dertli odunu ateşledi.
tiler, şükürler kıldılar. Kışın mallarının etini yerler, de- Tanrı Türkü korumuş, demir erimeye başlamış, odun
rilerini giyerler, yazın sütünü içerlerdi. Oraya Ergene- kömür yığınları hep tazelenerek, bütün boylar başın-
kon adını verdiler. da nöbet tutarak, genç kızlar kurtuluş destanı okuyarak
“Ergene”nin anlamı “bir dağın kemeri” oturdukları yer. günler geçti. Demir bir devenin geçeceği kadar eridi,
“Kom” anlamı da “diklikti”. Bulundukları yer gerçek- sevinç dağı taşı inletti. Yol açılmıştı, o ayı, o günü, o
ten çevrenin en ünlü dağının en düzlüğü idi. Tanrının saati bellediler. Hala bu günü getiren her yıl Türk elin-
kendilerini ulaştırdığı yere en güzel adı bulmuşlar ve de anılır. Şöyle ki, her obada yaşlı bir kişi bir demir par-
koymuşlardı. çasını ateşle kızdırır, örsün üzerine kor, çekiçle vurur,
2. Ünite - Türk Mitolojisinin Orta Asya Kökenleri 57
Amaçlarımız
Bu üniteyi tamamladıktan sonra;
Kült nedir tanımlayacak,
Türk mitolojisinin teogonik mitlerini ve kültlerini açıklayabilecek,
Türk mitolojisinin kozmogonik mitlerini ve kültlerini tanımlayabilecek,
Türk mitolojisinin antropogonik mitlerini ve kültlerini açıklayabilecek,
Türk mitolojisinin eskatolojik mitlerini ve kültlerini tanımlayabilecek bilgi ve
beceriler kazanabileceksiniz.
Anahtar Kavramlar
• Kült • n tro o o nik Mit ler ve Kült le ri
• Te o o nik Mit ler ve Kült le ri • Es ka to lo jik Mit ler ve Kült le ri
• Ko mo o nik Mit ler ve Kült le ri
İçindekiler
Türk Edebiyatının Mitolojik Türk Mitolojisinin Kültleri ve Türk • TÜRK MİTOLOJİSİNİN KÜLTLERİ VE
Kaynakları Dünyasındaki Çeşitlenmeleri ÇE İTLENMELERİ
Türk Mitolojisinin Kültleri
ve Türk Dünyasındaki
Çeşitlenmeleri
Gök Tanrı
Göğün yüksekliği, ulaşılmazlığı insanlara göğün kutsallığını ve tanrısallığını da
beraberinde getirmiştir. İnsanın binlerce yıl ulaşamadığı yükseklik ve sonsuz uzay
boşluğu, göğe aşkın olma ve mutlak gerçeklik prestijini kazandırmıştır. Dahası,
buralara ancak ayrıcalıklı kişilerin ve bazı dinlerin anlayışına göre ölülerin ruhla-
rı gidebilmektedir. Bu şekilde bir anlayışla, yaratıcı tanrı ve tanrıların eseri olarak
görülen evren, gökyüzü ile insanlar üzerinde olağanüstü veya aşkın bir güç etkisi
uyandırmıştır. Göğün bu şekilde yüceltilişi ve kutsanması evrensel bir olgudur
ve pek çok mitoloji geleneğinde görülür. Pek çok mitoloji geleneğinde tanrıların
büyük bir kısmı gök kubbe, yükseklik ve meterolojik olaylarla ilişkilendirilerek
anılmaktadır. Dahası bu geleneklerin pek çoğunda tanrılar “gökyüzünün sahibi”,
“gökyüzünün sakini” veya “gökyüzünün hakimi” şeklinde adlandırılır. Bu anlayış
göğün animist bir anlayışla Gök Tanrı’yla özdeşleştirilmesi değildir. Tam tersine,
evreni yaratan Gök Tanrı’nın, göğü de yaratması ve göklerde oturması ve kendisi-
ni gök gürültüsü, fırtına, şimşek, meteorlar gibi meterolojik olaylarla belli etmesi
3. Ünite - Türk Mitolojisinin Kültleri ve Türk Dünyasındaki Çeşitlenmeleri 63
söz konusudur. Hiç şüphesiz bu zaman içinde evrilen ve değişen anlayışların aldı-
ğı son şekillerden birisidir.
Eski Türklerde Gök Tanrı, göğün zaman içinde evrilerek soyut bir yaratıcı güç
haline dönüşmesinin bir sonucu oluştuğu düşünülür. Gök Tanrı, gökte ve çoğu
zaman yaşam (kut) ve talihin (ülüğ) üleştiricisi veya paylaştırıcısıdır. Gök Tanrı,
kozmik düzenin veya evrenin olduğu kadar siyasal ve toplumsal düzenin de kefili
ve takipçisidir. Gök Tanrı’ya dua edilir; onun adına yılda iki kez takvime bağlı tö-
renler düzenlenir ve tercihen lekesiz sütbeyaz aygır at kurban edilir. Gök Tanrı’nın
kut vermesiyle gücünü ondan alan kağanlar keçe üzerinde dokuz kere yükseltile-
rek kararının Türk kavmi tarafından kabullenilişi gösterilir. Gök Tanrı, gökte otu-
ran ve dünyayı unutmuş tembel bir tanrı değildir. Gerektiğinde yeryüzündekileri
cezalandırır. Bu cezalandırma çoğu zaman yıldırım çarpması şeklindedir.
Orta Asya’da kurulan Hunlar, Tabgaçlar, Göktürkler ve ilk Uygur Kağanlığı
gibi Türk devletlerinde Gök Tanrı kültünün varlığı dönemin Çin kaynaklarında
da yer alır. Dahası, Çin’de önceleri sadece “gök kültü” şeklindeki anlayışın M.Ö.
Çin’i ilk defa fethedip orada yerleşen ve imparatorluk kuran Türk soylu Çu (chou)
hanedanı tarafından Gök Tanrı anlayışına göre değiştirilip şekillendirildiği kabul
edilir. Bazı araştırmacılara göre, Çinlilerin imparatorlarını “göğün oğlu” olarak ad-
landırmaları bu anlayışın devamıdır. Eğer kıtadan adalara götürmedilerse, muh-
temelen benzer inanışlar Japonya’ya da Çin’den geçmiş olmalıdır.
Ülgen
Altay Türklerinin kam alkış (dua) ve ilahilerinde “Ülgen”, en büyük yaratıcı tanrı
olarak yer alır. Ülgen sözcüğü “ulu” veya “büyük, yüce” anlamındadır. Şor, Teleüt
ve Güney Altay Türklerinin kam alkışlarında ise, Ülgen’e, “Kuday” (kut+ay) denil-
diği de görülür. “Kayrakan” da yine en büyük tanrı anlamında kullanılan bir sıfat-
tır, Erlik’e de verilir. Kam alkışlarında görülen “Kızagan” ve “Mergen”, Ülgen’nin
yardımcısı olan iyi ruhlardır.
Altay Türkleri arasında 19. yüzyılda halkbilimsel derlemeler yapan Anohin’in
tespitlerine göre Ülgen, ay ve güneşin arkasında, yıldızların üstünde yaşar ve iyilik
yapmayı sever bir tanrıdır. Kamlama ayini yaparak Ülgen’e ulaşmak isteyen bir ka-
mın yedi veya dokuz engeli/katı aşması gerekir. Altaylıların şamanist inanışlarına
göre bir kam ancak beşinci katta bulunan “Altın Kazık”a (Kutup Yıldızı) kadar gide-
bilir. Altay Türklerine göre, Ülgen ezeli ve ebedidir. Ülgen gök cisimlerini yönetir,
gök gürültüsü, yıldırım yaratır, yağmurları yağdırır. Ülgen gök kuşağını, insanları,
hayvanları, otlakları, yaylaları ve ateşi yaratmıştır. Bir insana benzediği düşünülen
Ülgen için “ak nur”, “nurlu hakan”, “fırtına koparan”, “şimşek çaktıran” ve “yakıcı”
gibi sıfatlar kullanılır. Ülgen’in yedi oğlu ve dokuz kızı vardır, bunlar ondan kop-
muş ama ona eşit olmayan çeşitli görevleri olan ruhlardır. Ülgen tanrıya üç, altı,
dokuz veya on iki yılda bir ayin (tören) düzenlenir; bahar, yaz veya sonbaharda
Kurban: Dinsel bir buyruğu boz renkli bir kısrak kurban edilir. Ülgen tanrı bazı araştırmacılara göre Gök Tanrı
yerine getirmek için kesilen inancının bozulmuş hali kabul edilirken bazı araştırmacılar daha eski ve asli olanın
belli özelliklere sahip hayvan.
Ülgen tanrı inancının olduğunu ve bozkıra çıkan Türklerin bu inanışı zamanla da-
ha soyut nitelikleri olan Gök Tanrı’ya dönüştürdüklerini ileri sürerler.
Yayık
Ülgen tanrı ile insanlar, kamlar arasındaki en önemli aracı ve yardımcı ruhtur.
Ülgen tanrı onu insanları kötülüklerden koruması ve canlılara yaşam vermesi için
gökten yeryüzüne göndermiştir. Ülgen tanrıya kamların ve insanların adadığı
kurbanları Yayık götürür. Kısrakların ilkbaharda sağılan ilk sütü yulafla karıştırı-
Saçı kurbanı: Doğanın larak Yayık’a “saçı kurbanı” olarak saçılır, ona dualar edilir. Yayık’a beyaz kumaşla
ve insanın taşıyıcısı tasvirler yapılır ve bu tasvirlere baş, kulak, kol, ayak, kuyruk eklenip ayaklarına
olduklarına inanılan yaşamın
kesintisizliğini simgeleyen, kırmızı şeritten kurdele dikilir. Bu şekilde hazırlanan Yayık tasvirleri beyaz kıl-
göksel güçler ya da yer/su dan örülen bir iple ayin yapılacak yerde bulunan iki kutsal kayın ağacının arasına
ruhları için sunulan serpme, asılır. Günümüzde Anadolu ve Balkanlar başta olmak üzere Türk dünyasının her
saçma ve benzeri biçimlerde
uygulanan süt, rakı, kımız, yerinde ve bütün Türk boylarında görülen ağaçlara asılan çaput ve bez parçalarıy-
yağ, buğday, darı vb. kansız la dilek dilemek başta olmak üzere çeşitli ritüel ve uygulamaların kaynağı bu tür
kurban. inanç örüntülerine dayanmaktadır.
Suyla
Suyla, gökyüzünde yaşar; güneş ve ayın bir parçası olarak kabul edilir. İnanışa
göre at gözlü olan Suyla çok iyi gören bir ruhtur ve insanın yeryüzündeki koruyu-
cusudur. İnsanların hayatını kontrol eder ve bir değişiklik olduğunda Ülgen’e bil-
dirir. Kamı kötülüklerden korur, ona gökyüzü ve yeraltına yaptığı yolculuklarda
eşlik eder. Suyla, Ülgen tanrıya adanan kurbanları ona Yayık ile birlikte götürür.
“Karlık” adlı tanrısal güçte Suyla ile aynı görevleri üstlenir ve kamın kurban kes-
me töreninde ona yardım eder.
3. Ünite - Türk Mitolojisinin Kültleri ve Türk Dünyasındaki Çeşitlenmeleri 65
Utkuuçı
Utkuuçı gökte yaşar ve Ülgen tanrının en yakın elçisidir. Ülgen’e ulaşmak isteyen
kamları beşinci katta Altınkazık (Kutup Yıldızı) bölgesine inerek karşılar. Kamın
getirdiği kurbanını alır ve tahtında oturan Ülgen’e götürür. Kam Altınkazık’ta Ut-
kuuçı’dan aldığı kazlara binerek yeryüzüne döner.
Eski Türkçenin en zengin metinleri arasında yer alan Orhun Yazıtları’nda kut-
sal varlıklar olarak karşımıza “Kök Tengri” (Gök Tanrı), Umay, “Yağız Yir”, “Iduk
Yir Sub” çıkar. Kül Tigin yazıtının doğu cephesinde evrenin yaratılışı, “Üze kök
tengri asra yagız yir kılındukda iki ara kişi oglı kılınmış” günümüz Türkçesiyle
“Üstte mavi gök, altta yağız (kara) yer kılındığında, ikisi arasında insan oğlu kılın-
mış/yaratılmış” şeklinde anlatılmaktadır. Bunları kılan veya yaratan yukarıda ele
alınan “Kök Tengri”/Gök Tanrı’dır. Ancak Tonyukuk Yazıtı’nda Gök Tanrı’nın yanı
sıra “Umay” ve “Iduk Yir Sub” şeklinde başka kutsal varlıklar yer almaktadır.
Özellikle, “kutsal yer-su” olarak günümüz Türkçesine aktarılan “Iduk yir-sub”
eski Türklerdeki “yer-su” kültünü ortaya koymaktadır. Eski Türkler ve günümüz-
de şamanist dünya görüşüne sahip pek çok Türk boyuna mensup kişiler, ırmak,
dere, göl, dağ, tepe gibi pek çok doğal ve coğrafi unsurlarda insanlara yardımcı
olan ruhların varlığına inanmaktadırlar. Bu tür ruh sahibi olduğuna inanılan su-
lar, dağ, taş, ağaç ve ormanlık alanlar doğal olarak “kutsal” yerler olarak kabul
edilmekte, çeşitli zamanlarda ziyaret edilerek ayinler yapılmakta, kurbanlar sunu-
lup dua edilen sunaklar olarak karşımıza çıkmaktadır. Hiç şüphesiz, gök cisimleri
nasıl yaratıcı Gök Tanrı’nın yanı sıra “yaratıcılar” olarak kabul edilmiyorsa, bu tür
yeryüzü unsurları da bir “put” veya “yaratıcı” olarak kabul edilmememektedir. Bu
tür yerler ve inançlar Museviliği, Hristiyanlığı ve İslâmiyeti kabul etmiş Türkler
arasında da evliya, ata ve aziz kültlerine bağlanarak ve bu dinlerin iman ve inanç
örüntüleriyle bağdaşarak yaşamaya devam etmektedirler. Bu durum tıpkı İslâm
öncesi bir kamlık uygulaması olan “kurşun dökme” inanç ve pratiğinin, Türklerin
Müslüman olmasından sonra üç İhlas ve bir Fatiha Suresi’nin okunmasının eklen-
mesi yoluyla İslâmileşmesine benzemektedir.
Nitekim Anohin’in verdiği bilgiye göre şamanist olan Altay Türkleri de dağ,
yer ve su ruhlarını Ülgen tanrı ve Erlik gibi inanışlarından ayrı düşünmektedirler.
Onlara göre dağ, yer, su ve buzul ruhları insanlara iyilik, sağlık ve mutluluk veren
koruyucular, “sahip”ler veya “iye”lerdir. Bu iye ruhlara saygısızlık yapılırsa insan-
lara hastalıklar göndererek onları cezalandıracağına inanırlar. Türk dünyasındaki
pek çok dağ, nehir, göl, kayalık gibi yer adları aynı zamanda oralarda yaşadığı-
na inanılan söz konusu ruhların adları olarak karşımıza çıkar. Birçok yerde bu
ruhların insanlara benzediğine, çocukları olduğuna dair efsaneler anlatılır. Altay
Türkleri her boyun bu tür koruyucusu olan dağ, nehir, orman, ağaç, kaya vb. yer-
lerin ruhuna inanır ve onların şerefine törenler yaparlar, kanlı ve kansız kurbanlar
adarlar. Kanlı kurban olarak kısrak kesme, kansız veya saçı kurbanı olarak süt,
yulaf unundan lapa yapılıp saçılıp serpilir.
Türk mitolojisinin yer veya yeryüzüyle ilgili kültleri ve bunları temsil eden iyi
ve kötü ruhları (demon) şu şekilde sıralayabiliriz:
candan ve tından ayrı ve bağımsız bir varlık olarak düşünülen bir insanın kimlik
ve kişiliğini oluşturan üçüncü ruhsal varlığıdır.
Saha (Yakut) Türklerindeyse “iye kııl” tabiriyle, bir kamın (şamanın) hayvan
şeklindeki canı anlaşılır. Kırgız ve Kazak Türklerinin “arvak-eş” dedikleri ruh, bir
insanın eşi olan ruh anlamındadır. Bunlar insan vücudundan çıkıp gezip dolaşa-
bilirler; kılık değiştirerek kuş, boğa, kurt, köpek, yılan gibi hayvanlar olarak gö-
rülebilirler. Kırgız ve Kazaklara göre sadece baksıların arvağı olmaz büyük insan-
ların da arvağı veya “eş ruhu” olur. Kazaklar “filanla konuşuyordum, itirazlarına
bir şey diyemedim. Çünkü arvağı bastı” diyerek bu varlığı ifade ederler. Kazakların
“arvak” dedikleriyle Saha Türklerinin “iye kııl” olarak adlandırdıkları kavram ve
ruhsal varlık aynıdır. Nitekim Müslüman Türkler arasında özellikle şeyh menkı-
belerinde de bu inanışın izleri görülür. Örneğin, Hacı Bektaş Veli’nin şahin, Hacı
Doğrul’un doğan kılığına girerek (don değiştirerek) uçmaları “arvak” ve “iye kııl”
kökenli bir anlayışın İslâmileşmiş bir şekilde devamıdır.
Yo Kan
Altay Türkleri arasında yeryüzündeki ruhların en güçlüsü olduğuna, dünyanın
merkezinde bulunan ve ucu Ülgen’in evine kadar ulaşan bir çam ağacının yanında
oturduğuna inanılır. Yo Kan’ın So Kan ve Temir Kan adlı iki oğlu olduğu ve bun-
ların insanların verdikleri şeyleri kabul ettikleri tasarlanır. Saha Türklerindeyse,
Aan Alahçın Hotun, büyük bir kayın ağacında oturur, tabiatı, insanları ve hay-
vanları korur. Onun kasırga şeklinde gezdiğine, insanların tabiatı tahrip etmesine
üzüldüğüne inanılır.
Talay Kan
Talay Kan’ın yeryüzündeki bütün suların, denizlerin hakimi, ölülerin koruyucusu
olduğuna inanılır. Talay Kan’ın evinin Altay Türklerinin Yayık adını verdiği on
yedi denizin birleştiği yerde olduğu tasarlanır. Saha Türklerindeyse Küah Bolloh
Toyon (Ukulaan Ayıı), su ruhu olarak kabul edilir. O, suyun temiz olmasını, balı-
ğın üremesini sağlar. Bu nedenle balıkçılar balık avına çıkmadan önce ondan “be-
reketli bir av” için ricada bulunurlar. Suyun kirletilmesini, göllerin kurutulmasını,
balığın ateşe atılmasını sevmez. Bunları yapanları suya çekerek boğar. Akrabası
ölen bir kişinin yedi gün içinde suya girip balık avlamasına, göl, nehir gibi bir su-
yu geçmesine, kışın göl veya nehir buzunun üstünde ateş yakılmasına da kızar ve
cezalandırır.
Umay
Tarihsel yazılı metinlerde ilk olarak karşımıza Orhun Yazıtları’nda, Kültigin kita-
besinin doğu yüzünde şu şekilde geçer: “Umay teg ögüm katun kutınga inim Kül
Tigin er boldı” bu ifade günümüz Türkçesinde “Umay gibi annem hatunun dev-
letine, küçük kardeşim Kül Tigin er adını aldı” şeklindedir. Burada Kül Tigin’in
yararlı bir iş, yiğitlik yapıp erginlik adını alıncaya kadar Umay tanrıça tarafından
korunması anlatılır. Bu ifadeden yola çıkarak araştırmacılar, Umay’ın insanın do-
ğumuyla ve büyümesiyle ilgilenen bir ruh olduğunu düşünürler. Umay’ı çocuk ve
hamile kadınların koruyucu ruhu olarak takdim ederler. Bu tür araştırmacılar,
Gök Tanrı inancının en başlangıcından beri, tarih öncesi dönemlerden itibaren
Türklerin inancı olduğunu ve bunun şamanizmle (kamlık) ilgili bir inanış olma-
dığını ileri sürerler. Hatta, günümüzde ve daha önceki devirlerde görülen şama-
nist anlayışın, Gök Tanrı Dini’nin bozulmuş hali olduğunu iddia ederler.
Bize göre durum farklıdır. Mevcut bilgi ve belgelere göre Türk şamanizmi yak-
laşık 40.000 yıllık bir zaman diliminin ürünüdür. Güney Sibirya ormanlarında
yaşanılan erken dönemde kadınların hakim olduğu anaerkil bir toplum yapısı
vardır. Umay bu dönemin yaratıcı, dişi tanrıçasıdır. Yukarıdaki ifadenin yazıldı-
ğı Göktürk dönemi ataerkil ve “atalar kültü”nün Gök Tanrı’ya, denk bir ağırlık
kazandığı zamandır. Böyle bir devirde Umay tanrıçanın tıpkı kadınların toplum
yapısında ikincil bir konuma düşmesi gibi bir “koruyucu ruh”a dönüşmesi son de-
rece normaldir. Nitekim İslâmiyet’in kabulünden sonra söz konusu koruyucu ruh
şeklindeki “umay kültü” de Hz. Fatma kültüyle birleşerek İslâmileşmiş bir biçimde
günümüzde yaşamaya devam etmektedir.
Türk mitolojisinde taş veya kaya ilk yaratılan nesnelerden birisi olarak karşı-
mıza çıkar. 19. yüzyılda Altay Türkleri arasından derlenmiş bir yaratılış mitinde,
uçsuz bucaksız deniz şeklinde evrende uçan Ülgen tanrı, denizden çıkan taşa otu-
runca rahatlar. Bu mitik anlatı, taşın yeryüzü, insanlar, hayvanlar, bitkiler yaratıl-
madan önce yaratılmış olmasıdır.
Türk mitolojisinde en yaygın olarak bilinen taş “Yada” taşıdır. Saha Türkle-
rinde “Yada”, “Sata”, Altay’da “Cada” Kırgızlarda “Caytaş” diğer Türk boylarında
“Yada” veya “Yat” diye adlandırılan taşın yağmur, kar yağdırdığına, fırtına çıkara-
bildiğine inanılır. Türklere has bir uygulama olarak bilinen bu inanç ve yada taşıy-
la ilgili Çin ve Arap kaynakları başta olmak üzere tarih boyunca pek çok kayıt yer
alır. Orta çağ Arap kaynakları Yada taşının Türklere, Allah tarafından Nuh Pey-
gambere, onun da oğlu Yafes aracılığıyla oğlu Türk’e ve ondan da oğulları Türklere
geçtiğini yazarak bu inanışı İslâmileştirdikleri görülmektedir. Yada taşıyla yağ-
mur, kar yağdıran Kaşgarlı Mahmut’un görgü tanıklığına göre her yanı saran bir
yangını söndüren bu taşla söz konusu işlemleri “yadacı” adı verilen kamlar yapar-
lardı. Günümüzde de Anadolu’da yağmur duası yapılırken taşlarla ilgili pek çok
uygulama bu eski yada taşı ile ilişkili olmalıdır.
Dağ Ruhu
Dağ veya dağlar sadece Türk mitolojisinde değil evrensel olarak bütün kültürlerde
hatta bütün semavi dinlerde bile kutsallığa sahip olarak karşımıza çıkarlar. Türk
mitolojisinde de dağların, taş yığınlarıyla oluşturulan obaların ve taş toprak yığını
olarak inşa edilen kurganların ruhu olduğuna inanılmaktadır. Bu tür yerle sadece
kendi ruhlarını değil, başka ruhları da barındıran yerler olarak karşımıza çıkmak-
tadır. Bu bağlamda boy, soy ve kabilelerin de birer kutsal dağı vardır ve her soyun
kendi atalarını dağ ruhuyla birleştirdiği görülür.
Alkış: Şaman/kam duası. Kam alkışlarında (şaman dualarında) dağların ruhuna dua edilir ve dağ ruhları
bu törenlerde yapılan kurban sunumları ve dualarla yüceltilirler. Bu dualarda dağın
ruhunun canlı ve her şeyi duyan yardım eden bir halde tasarımlandığı ve buna ina-
nıldığı görülür. Altaylı avcılar dağ ve ormanın koruyucu ruhuna ayin yaparlar ve
avın bolluk ve bereket içinde geçmesini dilerler. Saha Türkleri dağın ruhuna “Tıa
İççite” (dağın sahibi) derler ve dağın insanlara akraba olduğuna inanırlar.
Türk mitolojisinde dağın kutsallaştırılmasının en önemli nedenlerinden biri-
si göğe ve Gök Tanrı’ya yakın olmasıdır. Dahası düşman saldırılarından koru-
yuculuğu da hem fiziki hem de manevi anlamda dağa bir koruyuculuk anlamı
yüklemiş ve dağlar özgürlükle eşanlamlı hale gelmiştir. Bunları dağda, ormanda
avcılık yapan toplumların bet bereket arttırmaya yönelik uygulamaları takip et-
miştir. Daha önce de işaret edildiği gibi Türk mitolojisinde dağ kültü bir erkek
kültü olarak ortaya çıkar ve biraz da bu nedenle günümüzde bile pek çok Türk bo-
yunda kutsal dağda yapılan kanlı, kansız kurban törenlerine kadınların katılması
yasaktır. Dahası, tören yapılan bu kutsal dağa herhangi bir kadının herhangi bir
nedenle ayak basması sonucu bu dağın kirlenip kutsallığını yitireceğine inanılır.
Bu durum anaerkillik karşıtı ataerkil yapılanışın ilk olarak oluştuğu dağları kutsa-
ma ve savunmasının bir yansımasından başka bir şey değildir.
Ateş Ruhu
Evrensel olarak kutsal kabul edilen olgulardan birisi olan ateş, Türk mitolojisinde
de son derece önemli bir yere ve role sahiptir. Türk kültüründe ateş bir arındırıcı
ve kötü ruhları kovucu unsurdur. Bizans Devleti’nin M.S. 568 yılında batı Göktürk
3. Ünite - Türk Mitolojisinin Kültleri ve Türk Dünyasındaki Çeşitlenmeleri 71
Su Ruhu
Su evrensel olarak kutsanan bir olgudur. Türk mitolojisinde de su, evrenin yaratı-
lış anından beri var olan temel bir güç olarak karşımıza çıkmaktadır. Meselâ, Rad-
loff ’un 19. yüzyılda Altay Türklerinden derlediği evrenin yaratılış mitlerinden birin-
de başlangıçta sadece su vardır. Tanrı ve insan suyun üstünde uçmaktadırlar. Sonra,
yeryüzündeki unsurların tamamı suyun derinliklerinden çıkan kayanın üzerinde
gerçekleştirilmeye başlanılır. Su her şeyin başı ve anası konumundadır. Daha önce
de gördüğümüz kutsal yer-suların “ıduk yir-sub” bir iyesi veya sahibi konumunda
bir ruha sahip olduğu düşüncesi animizmle ilişkilidir. Aynı şekilde, yeraltı ruhları-
nın yeryüzüne çıkış kaynaklarından birisi de pınarlar ve benzeri su kaynaklarıdır.
Bu nedenlerle kutsal kabul edilen su kirletilmez. Ona pislik atılmaz ve saygısız-
lık edilmez. Hatta insan elbisesine ve vücuduna ancak belirli mevsim dönüşüm-
lerinde su dökülüp yıkanabilir. Bu şekilde bir yıkanmama yasağı doğrudan suyu
kutsal görmeyle ilişkilidir. Suyu bu şekilde kutsama onun tanrı görülmesi veya bir
“su tanrısı” fikrini ortaya koymaz. Sadece, Türk mitolojisinde göl, ırmak, göze, çay
ve pınarlarla ilgili bir su kültünün varlığını ortaya koyar.
Suların sahibi veya iyeleri vardır ve bunlar kızdırılmamalıdır. Bu nedenle su iye-
lerine muayyen zamanlarda kurban sunulur. Kaynaklarda, Çin’de hakimiyet kuran
Şato Türklerinin volkanik göllere kağıttan deve, at figürleri yapıp attıklarına dair bil-
giler yer alır. Dede Korkut’ta da Oğuzların çocuğu olmayan hanımların kuru çaylara
“sücü” (şarap/rakı benzeri alkollü içecek) döktüklerinden yani su kültüyle ilişkili
saçı kurbanı yaptıkları anlatılmaktadır. Yola çıkan bir kişinin ardından su dökme,
su falına bakma, büyü yapılmış kimseleri akarsu veya deniz gibi bir sudan geçirme
gibi inanç ve uygulamalar su kültünün izleri olarak yorumlanabilir.
72 Türk Edebiyatının Mitolojik Kaynakları
Ev Ruhları
Başta Kazan Tatarları, Başkurtlar ve Çuvaşlar gibi İdil (Volga) bölgesi Türkleri-
nin “öy üyesi” (ev iyesi/sahibi) dedikleri, evi koruyan ve ailenin mutluğunu, bet ve
bereketi sağlayan bir koruyucu ruh inancı bütün Türkler arasında yaygındır. Bu
evin koruyucu ruhu mutlu edilmediği veya kızdığı zamanlarda ev halkına hastalık
verdiğine inanılır. Bu nedenle pek çok Türk boyunda evin koruyucu ruhuna kur-
ban kesilir veya hazırlanan bulamaç saçı kurbanı olarak sunulur. İnanışa göre evin
koruyucu ruhu, evin eşiğinde veya kapının pervazında bulunur. Bu bağlamda,
kapının eşiğinin bütün Türk dünyasında kutsanması ve eşiğe basılmaması başta
olmak üzere “eşik”le ilgili inanış ve uygulamalar evin koruyucu ruhunun bulun-
duğu makama saygısızlık yapmamakla ilişkilidir.
Altay Türklerinde, Erlik’in oğulları “Karaş”, “Kerey”, “Kaan”, “Temir Kaan”, “Bay
Maatır” ve “Padış Biy”in eşiğin muhafızlığını yaptığına, bu nedenle de onlardan ve
gazaplarından korunmak için saygı göstermek gerektiğine inanırlar. Pay Maatır’ın
kızları da orada “kapıcı”dırlar ve kam dualarında “kara yılan”a benzetilirler.
Kafkaslar, Kırım, Anadolu, Kıbrıs, Balkanlar, Suriye ve Irak’ta yaşayan Müslü-
man Oğuz Türkleri arasında da evin koruyucu bir ruhu olduğuna, bunun “eşik”
veya “temel yılanı” denilen çoğunlukla kara bir yılan şeklinde görüldüğüne ina-
nılır. Dahası, evden bet bereket kaçmaması, aile halkının sağlık sıhhatli olması
gibi nedenlerle bu yılana dokunulmaz, öldürülmez; hatta pek çok yerde ona özel
ikramlar yapılarak beslendiği görülür.
Ata Ruhları
Daha önceki ünitelerde gördüğümüz gibi ataerkil toplum yapısının oluşmasından
sonra ortaya çıkan en önemli kültlerden birisi de “atalar kültü”dür. Atalar kül-
tü, ölmüş ataların yüceltilmesi, onlar için kutsal mağaralarda kurban kesilmesi ve
onların ruhunun kendilerine yardımcı olmasının dilenmesi amacıyla oluşturul-
muştur. Bu inanışın temelini, ataların ruhlarının öldükten sonra bile ruhları va-
sıtasıyla ailesini korumasıdır. Çin kaynakları, Göktürkler döneminde, Türklerin
yedinci ayın yedinci gününde yaşayan nesillerinin atalarına sundukları kurbanın
Gök Tanrı’ya sunulana eşit bir önemde olduğunu kaydetmektedir. Başka Çin kay-
naklarında da, Türklerin beşinci ve sekizinci aylarda kutsal ata mağarasında atala-
rın ruhuna kesilen kurbandan bahsetmektedir. Bu inanışın daha önceleri Asya ve
Avrupa Hunları arasında da yaygın olduğuna dair yazılı kayıtlar mevcuttur. Bütün
bu kayıtlar Hunlar ve Göktürkler dönemlerinde ata ruhlarına adanan kurban ri-
tüelini ve ilişkili olduğu ata kültünün Türkler arasındaki yerini ve önemini ortaya
koyan yazılı belgelerdir.
Bu bağlamda dikkat edilmesi gereken bir husus “ölüler kültü” ile “atalar kül-
tü”nün aynı olmadığıdır. Atalar kültünde bütün atalar deği; sadece bilgili, başarılı,
güçlü ve saygıdeğer ataların ruhunun kutsanması söz konusudur. Bu tür atalar
ailenin koruyucu ruhu olarak düşünülür ve onların ruhuna tören yapılıp kurban
sunulur. Altay Türklerine göre, insan öldüğünde, ruhu yeraltı dünyasına gider ve
onu, Erlik’in elçisi ölüm ruhu “Aldaçı” karşılar. Ölen her kişinin ruhu yeraltı dün-
Körmös: Altay Türklerinin yasında “körmös”e dönüşür. İnsanın canı olan “süne” ise Aldaçı ile birlikte ölen
mitolojik tasarımlarında akrabalarını dolaşır ve onlardan kurban ister. Bu süreç, ölen kişinin temsili bir
hastalıklara neden olduğuna
inanılan ölü ruhu, bir bakıma fetişi yapılıp bir kamın (şamanın) üzerine şarap vb. saçı kurbanları saçıp dualar
şeytan. okumasıyla sona erebilir ve ölenin ruhu sakinleşebilir.
3. Ünite - Türk Mitolojisinin Kültleri ve Türk Dünyasındaki Çeşitlenmeleri 73
Aynı şekilde, ölen ataya ait eşyalar da kutsal sayılır ve özenle korunurlar; bazı
hastalıkların sağaltılmasında kullanılırlar. Atalar kültüyle ilgili kutsamaların en
ilginç biçimlerinden biri, sancağa gösterilen saygıda görülebilir. Türklerde önce-
leri hakim boyun kökeni olduğu düşülen hayvanın, totemin ruhu kağanın sancağı
üzerinde bulunduğuna inanılırdı. Bu, Göktürkler dönemi başta olmak üzere Aşi-
na oğullarında bozkurttu. Daha sonraki dönemlerde doğrudan doğruya devleti
kuran atanın ruhunun sancakta bulunduğuna inanıldı. Bu tür sancaklara “tuğ” adı
verilir. Bir başka ifadeyle Türk kültür tarihinde “devletin ve milletin namusuyla” eş
bir öneme sahip sancağı doğrudan atalar kültüyle ilişkilidir.
Türk kültür ekolojinin bir ürünü olan, Cengiz Han’ın hazinesini içeren, sancak
anlamına gelen ve Moğol döneminde “tug sülte” ifadesinde kullanılan “sülte” söz-
cüğünün anlamına bakılırsa o “bir yol arkadaşı”ydı. İmparatorluğa yol gösteriyor
ve onu koruyordu. Minnettarlık ifadesi olarak ona kurban sunuluyordu. Cengiz
Han’ın sembolik olarak sancakta vücut bulması bu çok eski bir olguya özel bir
önem kazandırdı. Cengizlilerde, “sancak açma töreni” görkemli bir biçimde yapı-
lıyordu. Sancak açma töreninin o kadar büyük bir anlamı vardı ki Hindistan’daki
Babürlü Türk devletinde de 1850’lere kadar korunmuştur. Kısaca, bir kurt başı ile
süslü olan Göktürklerin sancağı, zamanla manda ya da at kuyrukları ile süslenmiş
“dokuz tuğ”a dönüşerek Osmanlılar dahil bütün Türk devletlerinde korunmuştur.
Günümüzde de Türk Ordu’sunun “sancak” ile ilgili son derece büyük bir titizlikle
devam eden uygulamalarının ardında da bu mitolojik geçmiş ve simgesel tem-
sil yatmaktadır. Sancak sadece bugün yaşamakta olan Türkleri temsil etmez. O,
atalar kültü bağlamında, bütün zamanları aşarak bu zaman zarfında yaşamış ve
yaşamakta olan bütün Türklüğü temsil eder. Sancak binlerce yıllık Türk varlığını
en somut biçimde sembolize eden bir simgedir.
Erlik
Altay Türklerinin kamlık (şamanlık) inanışlarına göre, Erlik yeraltı dünyasının
ruhlarının başıdır. Kam alkışlarında Erlik’in görünüşü şöyle tasvir edilir: Atletik
vücutlu, yaşlı bir adam, kömür gibi kara kaşlı, gözlü, dizlerine kadar uzamış ikiye
ayrık sakallı, köpeğin azı dişi gibi bıyıklı, tokmağa benzer çeneli, ağaç kökleri gibi
boynuzlu, kıvırcık saçlıdır. Kam alkışlarında Erlik’e “Kayrakan” da denilir. Kayra-
kan’ın anlamı keskin, sivri, kesici hakan, sürekli acı çektiren ve ölüm getirendir.
Erlik’in, güçlü anlamındaki “erklig” kelimesinden gelir. Erlik’in niteliği olan “ka-
ra” rengi de gaddar kuvvet, kararlı ve sabit anlamları taşır.
Erlik, yeraltında kara çamurdan veya duvarlarla çevrili kara demirden yapıl-
mış sarayında yaşar. Erlik’in sarayı insanların gözyaşlarının oluşturduğu dokuz
nehrin birleşerek “Doymadım (Toybodım) Nehri”nin oluştuğu yerde veya “abra
ve yutpa” denilen korkunç su canavarlarıyla dolu Bay Deniz’in kıyısındadır. Doy-
madım Nehri’nin üzerinde at kılından yapılmış bir köprü vardır. Yeraltından kaç-
maya çalışan insanlar bu köprüden geçerken Erlik köprüye basar ve onları nehre
düşürür, nehir de onları ona getirir. O, küreksiz kayıkla gezer, yağız rahvan ata
veya kel bir öküze biner. Erlik akşamları kanlı yemekler yer ve akciğer kanı içer.
Erlik, kendisine kurban adanıp verilmezse, insan ve hayvanlara hastalıklar, kor-
kunç felaketler getirir. Eğer bir insan ona kurban sunmazsa, onun canını alıp ye-
raltına indirir ve kendisinin hakim olduğu bir mahkemede yargılayıp onu kendisi-
ne hizmetçi yapar. Erlik emrinde hizmetçi olan ve “körmös” adı verilen bu ruhları
74 Türk Edebiyatının Mitolojik Kaynakları
bazen insanlara kötülük yapmak için yeryüzüne gönderir. Ayrıca, Erlik’i kızdıran
ve gazabına neden olan başka hususlar vardır. İnsanların onu kızdırmamak için
bunlara dikkat etmesi gerekir. Erlik, kendisine zayıf ve hasta hayvanların kurban
edilmesinden hoşlanmaz. İyi ruhlara kesilen kurbanın derilerini özel kazıklara as-
tıkları halde, insanların ona kurban ettikleri hayvanların derilerini asmayıp evlerine
götürmelerine kızar. Kurban kesilen yerin yapımında kullanılan ağacın kötü, kur-
banlığın asıldığı direğin ve kazıkların eğri büğrü veya eski olmasından hoşlanmaz.
Erlik, kendisine kurban sunma mekanlarının yaşanılan çadırdan uzakta ve en az
saygı duyulan kuzey (arka) tarafta çöp ve leşlerin atıldığı yerde olmasına kızar. Aynı
şekilde kesilen kurbanın Erlik’in korktuğu kuşburnu ve akdiken çalılarının yanında
olmasından hoşlanmaz. Böyle davrananları cezalandırır.
Erlik’in Kızları
Bazı kam alkışlarında Erlik’in kızlarından da
bahsedilir. Erlik’in bazı rivayetlerde “Sekiz
Gözlü Kiştey Ana” ve “Erke Soltan” (Nazlı Sul-
tan) adlı iki kızı bazı rivayetlerdeyse dokuz kızı
vardır. Bu kızlar kaygan sarı oyuk yerlerde veya
harman yeri olan düz yerlerde yaşarlar. Zaman-
larını oyun ve eğlenceyle geçirirler. Kamların ayin esnasında sunacağı kurbanı
kendilerine getirdiğine inandırmaya ve onu kandırmaya çalışırlar.
Bu bölümde anlatılan bilgilerin büyük bir kısmı Bahaeddin Ögel’in Türk Mitolojisi
(Ankara: TTK Yayınları 1979), Muharrem Kaya’nın Mitolojiden Efsaneye (İstanbul:
Bağlam Yaınları, 2007), Yaşar Çoruhlu’nun Türk Mitolojisinin Anahatları (İstanbul:
Kabalcı Yayınları, 2002) adlı kitaplarından alınmıştır. Yukarıda yer alan konu baş-
lıklarıyla ilgili daha detaylı bilgilere bu kaynaklardan ulaşabilirsiniz.
Türk mitolojisinde birbirine çok benzeyen fakat farklı adlara sahip varlığın nedeni-
1 ni tartışınız.
3. Ünite - Türk Mitolojisinin Kültleri ve Türk Dünyasındaki Çeşitlenmeleri 75
Gök
Türk mitolojisinde gök hem maddi hem de manevi varlığı bakımından çok önemli-
dir. Bu durum, yaşanan hayat ve dünya algısı bakımından da dikkat çekicidir. Tarım
ve çiftçilikle uğraşan toplumların toprağa dönük tavrının aksine göçerevli ve hay-
vancı, at üzerinde yaşayan bir toplumun bakışı göğe dönüktür. Göğün yükseklik ve
derinliği, bulutların renk ve şekillerinin daima değişirliği yerin bildik ve aşina var-
lıklarından daha dikkat çekici olduğu düşünülebilir. Maddi gök ve onun da üstün-
de bulunan yaratıcı bir Gök Tanrı ve onun sembolü olan Güneş, bozkırın evrensel
devletler kuran çocuklarına kendilerini özdeşleştirecekleri bir güç olarak görünmüş
olmalıdır. Dahası, Orhun Yazıtları’nda, Gök Tanrı doğrudan kendilerini ve insanla-
rı onun töresince düzenleme ve yönetme görevlerini veren bir “Türk tanrı”sı olarak
karşımıza çıkmaktadır. Gücünü ondan alan ve darda kalan insanlara yardım eden
ilahi bir ruh olarak “Gök Börü” de aynı şekilde, soyundan geldiklerine inandıkları
“bozkurt”un bir başka adından başka bir şey değildir ve çok açık bir biçimde gökle
ilişkilidir. Göktürk kağanlarının “gökte doğmuş” olduğuna inanılırdı.
76 Türk Edebiyatının Mitolojik Kaynakları
Gök Ejderi
Türk mitolojisinde dört anayönü simgeleyen dört büyük yıldız kümesinden Do-
ğu’yu belirleyen Ağaç Yıldız’ı veya Müşteri Yıldızı’nın biçimi olarak büyük bir ca-
navar olduğu düşünülürdü. Bu gök ejderinin göğün en altında yer alan ve bütün
gök cisimlerinin bağlı bulunduğu çarkı çevirdiğine inanılırdı.
Dünya’nın Şekli
Türk mitolojisinde dünyanın şekliyle ilgili düşünceler onun dörtgen olduğu yö-
nündedir. Bu kare şeklinde dünya, evrensel bir nehirle sınırlanmaktadır. Bir Türk
tarafından çizilen ve elimize geçmiş en eski dünya haritası olan Kaşgarlı Mah-
mut’un haritasında dünya İslâm kültürünün tesiriyle daire şeklindedir.
Türk sözlü kültüründen geçmişte derlenen mitsel anlatılarda dünya her hare-
ketiyle depreme neden olan çeşitli hayvanların üzerinde durmaktadır. Bunlardan
birisi Altay dağlarının kuzeyinde yaşayan Teleüt Türklerinden derlenmiştir. Bu
anlatıya göre dünya dört tane öküzün üzerinde durmaktadır. Onların kıpırdan-
maları depreme yol açmaktadır. Kırgız Türklerinden derlenen bir başka anlatıya
göreyse, yerin altında bir okyanus vardır; onun üzerinde kalın bir bulut, bulutun
üzerinde büyük bir kaya, kayanın üstünde de bir boz öküz vardır ve dünya bu
öküzün boynuzları arasında durmaktadır. Altay Türkleri arasında dünya öküz-
lerin çektiği çadırlı bir araba gibidir düşüncesi tespit edilmiştir. Kırım Türkleri
arasından derlenen bir anlatıya göre, dünya bir boğanın boynuzları arasındadır.
Boğanın altında bir deniz, denizde ise büyük bir balık vardır. Balığın altındaysa
rüzgarlar ve karanlık bir dünya yer alır. Saha Türklerine göreyse, dünya Baykal
gölünde yaşayan bir balığın üzerindedir.
3. Ünite - Türk Mitolojisinin Kültleri ve Türk Dünyasındaki Çeşitlenmeleri 77
Dağ
Dağlar yükseklikleri nedeniyle Resim 3.2
gökteki tanrıya yakın kutsal me-
Şaman davulu
kanlar olarak düşünülmüştür. (Düngür).Yeraltı,
Ayrıca, her birinin kendi ruhu yer ve gökyüzünü
da olduğuna inanılan dağlar ata birleştiren Axis
ruhlarının toplandığı kutsal me- Mundi’yi (eksen)
kanlar olarak tasarlanır ve Gök gösteriyor.
Tanrı’ya gidilen bir merdiven ola-
rak kullanılır. Evrensel olarak gö-
rülen “merkezî kutsal mekan” an-
layışı Türk mitolojisinde yer alır
ve Ötüken dağıyla ilişkili olarak
karşımıza çıkar. Ötüken dikdört-
gen şeklinde düşünülen dünya-
nın merkezidir. Göğün katlarına
çıkılan Gök Tanrı’ya gidilen bir
geçidin altındadır. Bu kutsal mer-
kezi mekanın enerjisi buradan
insanlara yayılmaktadır. Bu aynı
zamanda burayı ele geçiren “kut-
lu” bir kağanın uçsuz bucaksız bozkıra dağılan insanlar üzerinde “merkezî” bir
devlet yapılanmasının dinsel ve düşünsel temellerini de sağlamış olmaktadır. Bu
inanışa ve tasarıma göre, yeraltı dünyasının merkezinden çıkan bir eksen, dünya-
nın merkezinden geçer ve göğün merkezindeki zirveye ulaşır. Yeraltı, yeryüzü ve
gökyüzünü birleştiren bu eksen bir dağ ve aynı zamanda bir ağaçtır, yurtun direği
gibi bir sırık veya kazıktır. Kam olacak kişi rüyasında bu dağa tırmanır. Dünya’nın
merkezini ziyaret etmiş olur. Kam buradan adeta bir merdiven gibi göğün üst
katlarına çıkarak Ülgen tanrıya kurban sunar. Dünya’nın merkezini ve eksenini
oluşturan bu dağ aynı zamanda gök kubbeyi ayakta tutan direk gibi de düşünülür.
Ağaç
Dünyanın merkezi olan kutsal mekan veya dağ simgeciliğinin bir başka şekli de,
göğün ve dünyanın birleştiği dünyanın göbeği, göğün göbeği veya “dünya ağacı”
anlayışıdır. Buna göre, ağacın kökleriyle yeraltına, gövdesiyle yeryüzüne, dallarıyla
gökyüzüne bağlı olması, onun bu üç dünya katmanını birleştiren bir eksen olduğu
tasarımına yol açmış olmalıdır. Dahası ağacın “hayat ağacı” inanışıyla insanın var
oluşunda önemli bir yere sahip olduğuna inanılır. Bu dünya ve hayat ağacının dalla-
rında, başı ve sonu olmayan yer anlamında Cennet’in yer aldığına inanılır.
Türk mitolojisinde dünya ağacı kavramı sırık şeklinde Kutup Yıldızı’na kadar
uzanan dünyanın ekseni olarak düşünülür. Bu ağacın çam veya kayın ağacı ol-
duğuna inanılır. Altay Türklerine göre bu ağaç çam ağacıdır ve göğü delip çıkar
ve üstünde de Ülgen tanrı oturur. Sibirya’da yaşayan Abakan Türklerine görey-
se, dünyanın ortasında göklere kadar uzanan bir demir dağ vardır ve bu dağın
üzerinde de yedi dallı bir kayın ağacı vardır. Bu kutsal kayın bazı Altay anlat-
malarında dokuz dallıdır. Sibirya Tatarlarına göre bu dünya ağacının bir eşi de
yeraltındadır. Saha Türklerine göre bu bir kayın ağacıdır ve en üstünde çift başlı
bir kartal yaşar ve işi gökleri korumaktır. Toprağın ruhunun da en yoğun olarak
kayın ağacında olduğuna inanılmıştır.
78 Türk Edebiyatının Mitolojik Kaynakları
Resim 3.3
Saha Türklerinde
kutsal ağaç.
Yeraltı
Türk mitolojisinde üç kozmik dünyadan birisini oluşturan yeraltı dünyası en az
yeryüzü ve gökyüzü dünyaları kadar önemlidir. Yeraltının varlığı, ölümle ve dini
hayatla ilişkili olarak Türk mitolojisinde yer alır. Yeraltı dünyası, bu dünyanın ter-
si olarak da düşünülür. Yeryüzünde geceyken orada gündüz olur. Av hayvanları
burada azalmışsa orada çoğaldığı düşünülür. Burada kırık olan orada sağlamlaşır,
burada eğik ve ters olan orada düzelir şeklinde inanılır. Bu nedenle kurganlarda
ölüye sunulan ve mezara konulan nesneler kırılarak konulur. Çünkü burada kırık
olan orada sağlam olacaktır.
Mağaralar başta olmak üzere her oyuk ve girinti yeraltı dünyasının kapısı ola-
rak düşünülmüştür. Aynı şekilde toprakta, suda, mağarada yaşayan bütün canlılar
yeraltı dünyasına ait olarak görülürler. Yeraltı dünyasının da yedi kat olduğuna
inanılır.
Bu bölümde anlatılan bilgilerin büyük bir kısmı Bahaeddin Ögel’in Türk Mitolojisi
(Ankara: TTK Yayınları 1979), Muharrem Kaya’nın Mitolojiden Efsaneye (İstanbul:
Bağlam Yaınları, 2007), Yaşar Çoruhlu’nun Türk Mitolojisinin Anahatları, (İstan-
bul: Kabalcı Yayınları, 2002), Celal Beydili’nin Türk Mitolojisi Ansiklopedik Sözlü-
ğü (Ankara: Yurt Yayınları, 2005) adlı kitaplarından alınmıştır. Yukarıda yer alan
konu başlıklarıyla ilgili daha detaylı bilgilere bu kaynaklardan ulaşabilirsiniz.
böyle bir ayırım ikisini de anlamsız kılar. Biraz da bu şekilde yürütülen mantık ge-
reği evrenin yaratılmasında kullanılan toprak, kil, ağaç gibi unsurların insanın yara-
tılmasında da kullanılması evrensel olarak mitlerde yer almaktadır.
Bu aynı zamanda insanın varoluşuyla ilgili olmalıdır. İnsan; düşünen, konuşan
ve kültür üreten bir varlık olarak tanrısal evren düzeninden çıkar ve akışından
koparken mitler vasıtasıyla kurguladığı evrenle bütünleşir. Başladığı doğaya ya-
bancılaşmayı mitler yoluyla örter. Mitler yoluyla hâlâ doğanın, aslî ve doğal bir
parçası olduğuna inanmak ister. Bu yolla “insan bedeni” ve “yaşam” da kutsallaş-
tırılmış olmaktadır.
Türk mitolojisinde farklı devirlerde farklı nedenlerle derlenmiş insanın türe-
yişini konu edinen pek çok mit vardır. Bu farklı türeyiş mitleri Türk mitolojisinin
söz konusu verimlerinin oluştuğu kültürel tabakaları ortaya koymak bakımından
büyük bir önem taşırlar.
Ağaç Ana/Ata
Türk mitolojisinde ağaçların yukarıda ele aldığımız dünyanın eksenini oluştur-
manın yanı sıra türeyiş mitlerinde de türenilen ana/ata olmak açısından da kutsal
kabul edildikleri görülür. Türklerin en kutsal bildikleri ağaç “kayın ağacı”dır. Ka-
yın ağacı kutsal olduğu için “bay (ulu, zengin, güçlü) kayın” olarak hitap edilir ve
bütün kam ayinlerinde yer alır. Kayın ağacı tanrıyla kulu arasında bir köprü gibi
düşünülür. Altay Türklerinin kamlarına göre, insanlar yaratıldıkları zaman ilk Ka-
yın ağacı da Umay Ana’yla birlikte yeryüzüne inmiştir. Kayın ağacının ilk insanı
doğurması motifi Türk mitolojisinde son derece yaygın olarak karşımıza çıkar.
Kayın ağacının insan doğurması motifinin bulunduğu anlatılardan birisi Uy-
gur Türklerinin türeyiş efsanesidir. Çin kaynaklarında yer alan bu efsane özetle şu
şekildedir: Barçuk At Tigin bir “Iduk-Kut”dur. Turfan’daki Uygur devletinin ka-
ğanlarına “Iduk Kut” derlerdi. Onların ataları da eski Uygurların yerlerinde oturu-
yorlardı. Uygurların bu eski yurtlarında Karakurum adlı bir dağ vardı. Bu dağdan
iki nehir çıkardı. Bu nehirlerden birine Selenga diğerine Tola adı verilirdi. Bir gece
bu iki nehir arasındaki bir ağaç üzerine kutsal bir ışık inmişti. Halk bu ışığı görün-
ce (hemen toplanmış) ve bu ağacı beklemeye başlamıştı. (Bu ışık indikten sonra)
ağaçta bir şişkinlik peyda olmuş ve ağacın gövdesi tıpkı gebe kadınların karnı gibi
şişmişti. Gökten ışık inmesi durmamış ve devamlı olarak her akşam (ağacın üze-
rine) inmeye başlamıştı. Dokuz ay on gün geçtikten sonra ağaçtaki bu şişkinlik
çatladı ve (ağaçtan) tıpkı dünyadakiler gibi beş çocuk doğdu.
Bu çocuklardan en küçüğünün adı Buğu Han idi. Kendisinin çok yüksek bir
kişiliği vardı. Memleketi çok iyi idare ediyor ve aynı zamanda ziraat işleri ile de
meşgul oluyordu. Bu suretle kendisi Uygurların Kağanı oldu. Kendisinden sonra
gelen otuzdan fazla soyu da Uygurların başında kaldılar.
Kayın ağacının “ölümsüzlük veren” veya “gençleştirip güçlendiren” özsuyuna sa-
hip tanrı tarafından görevlendirilmiş bir kadın ruh olarak da Türk mitolojisinde
karşımıza çıkar. Bu motiflere sahip, Saha Türkleri arasında yaygın olarak anlatılan
Er Sogotoh’un efsanesi özetle şu şekildedir: Er Sogotoh adlı biri vardı, gökten mi
indiği yerden mi çıktığı bilinmiyordu. Er Sogotoh’un evi bir düzlüğün ortasında-
dır. Bu düzlükte bir yaşam ağacı vardır, tepesi dokuzuncu gök katına, kökleri ölüler
diyarına uzanmaktadır. Bu ağacın kökünden fışkıran “yaşamsuyu”ndan içen ya da
dallarından, yapraklarından sızan özsuyunu yalayan hayvanlar ve insanlar gençleş-
mektedir. Er Sogotoh bu ağaca yaklaşır ve ağacın kovuğundan ya da yarığından bir
kadın ortaya çıkar ve ona insan soyunun babası olmak için yaratıldığını söyler.
80 Türk Edebiyatının Mitolojik Kaynakları
Hayvan Ata/Ana
Türk mitolojisinde türeyiş ve yaratılış efsaneleri arasında hayvan ana/ata inancı
ve bununla ilgili kült ve uygulamalar son derece yaygın olarak yer alır. Daha ön-
ce de üzerinde durulduğu gibi hayvandan türeme konusunda ilk sırayı kurt alır.
Kurt, hayvancılık ve avcılıkla geçinen bozkırlı Türk toplulukları arasında en çok
korkulan hayvandır. Kurda olağanüstü özellikler yükleyen Türkler, onu korkuyla
karışık bir saygıyla anarlar. Pek çok efsane ve anlatıda tanrısal ve kutsal bir varlık
olarak anlatılan kurt, Türklerin kendileriyle özleştirdiği ana veya ata kabul ettiği
bir hayvandır. Yerleşik toplulukları av, kendilerini kurt gibi gören Türkler bu rolle
de ilişkili olarak kendilerini kurtla özdeşleştirmişlerdir. Türk mitolojisinde kurt-
tan başka hayvan ana/ata olarak haklarında türeyiş mitleri anlatılan hayvanlar
arasında geyik, at, boz inek, şahin ve atmaca yer alır.
Dağ Ana/Ata
Türk mitolojisinde yaratılış veya türeyişle ilgili anlatılar arasında dağ ve mağara
unsurlarının birleşerek yer aldığı görülür. Bu bağlamda mağara adeta bir ana rah-
mi işlevi üstlenir ve dağ da doğurganlık özelliği kazanır.
3. Ünite - Türk Mitolojisinin Kültleri ve Türk Dünyasındaki Çeşitlenmeleri 81
Bu kısımda anlatılan bilgiler Bahaeddin Ögel’in Türk Mitolojisi (Ankara: TTK Ya-
yınları 1979), Muharrem Kaya’nın Mitolojiden Efsaneye (İstanbul: Bağlam Yayın-
ları, 2007), Yaşar Çoruhlu’nun Türk Mitolojisinin Anahatları (İstanbul: Kabalcı
Yayınları, 2002) adlı kitaplarından alınmıştır. Yukarıda yer alan konu başlıklarıyla
ilgili daha detaylı bilgilere bu kaynaklardan ulaşabilirsiniz.
çıkınca Ülgen’in kahramanları Mangdaşire ile May-tere gökten yere iner. Savaşırlar.
May-tere’nin kanı od (ateş) olup yeryüzünü kaplar. İşte o zaman Kalgançı Çak olur.
Altay Türklerinin bu anlatılarda semavi dinlerden etkilenmiş gibi görünen
inançlarına göre insanoğulları gün geçtikçe azacak, yazıktan (günahtan) çekin-
meyecek, kötülük alabildiğine çoğalacaktır. İyiliklerle dolu Ülgen tanrı, bu yazıklı
topluluktan uzaklaşacak, karanlık dünyanın kötü ruhu Erlik (Erklig) yeryüzüne
yaklaşacak. Erlik’in yardımcısı ve oğlu Karaş ondan önce yeryüzüne çıkacak. İn-
sanoğulları Ülgen’i unutacak. Kötü ruhlar ile iyi ruhlar, insanları kazanmak için
yeryüzünde savaşacak. Karanlık dünyanın varlıkları Erlik, Karaş ve Kerey insan-
ları karanlık dünyaya çekecek; Ülgen tanrı ve yardımcısı olan iyi ruhlar (Mang-
daşire, May-tere) ise insanları aydınlığa, iyiliğe çekecek. Bu savaşta iki taraftan da
ölenler olacaktır. En sonunda Ülgen tek başına kalacaktır. Ülgen: “Ölüler, kalkın!”
diye bağıracak ve bütün ölüler dirilecektir. Ölüler yerden, denizden, ateşten, ölüm
geldiğinde bulundukları yerden çıkacaklar. Dünyadaki ateş Erlik’le birlikte onun
taifesi olan bütün kötü kişileri yok edecektir.
Bu bölümde anlatılan bilgilerin büyük bir kısmı Bahaeddin Ögel’in Türk Mitolojisi
(Ankara: TTK Yayınları 1979), Muharrem Kaya’nın Mitolojiden Efsaneye (İstanbul:
Bağlam Yayınları, 2007), Yaşar Çoruhlu’nun Türk Mitolojisinin Anahatları (İstan-
bul: Kabalcı Yayınları, 2002) adlı kitaplarından alınmıştır. Yukarıda yer alan konu
başlıklarıyla ilgili daha detaylı bilgilere bu kaynaklardan ulaşabilirsiniz.
Özet
Kült nedir tanımlamak. Türk mitolojisinin kozmogonik mitlerini ve kült-
1 3
“Kült”, Türkçeye Fransızca “culte” sözcüğünden lerini tanımlamak.
gelmiştir. Mitoloji ve sosyal bilimlerde “kült” te- Türk mitolojisinde kozmogoni mitleri ve çe-
rimi, genel olarak tanrıya, tanrısal kabul edilen şitlenmeleri: Gök, Gök Ejderi, Yıldırım, Gök
şeylere veya doğaüstü güçlere sahip olduğuna Gürlemesi, Şimşek, Yer Ana, Yeryüzü, Dünyanı
inanılan şeylere saygı göstermek ve tapınmak Şekli, Dağ, Ağaç, ve Yeraltı başlıkları altında ele
anlamında kullanılır. Kült olarak adlandırılan alınmaktadır.
bir inanç örüntüsü, hakkında oluştuğu şeye veya
tanrısal güç sahibi kabul edilen nesneye bağlılığı Türk mitolojisinin antropogonik mitlerini ve kült-
ifade eden söz ve hareketlerde bulunmayı içerir. 4 lerini açıklamak.
Bu yönüyle kültler, büyü ve ayinle (tören) ilişki- İnsanın yaratılışı ve türeyişiyle ilgili antropogoni
lidir. Kısaca, bir kült, “iyi” yahut “kötü” olduğu- mitleri ve çeşitlenmeleri: Ağaç Ana/Ata, Hayvan
na inanılan tanrı ya da tanrısal güçlerle onlardan Ana/Ata, Dağ Ana/Ata başlıkları altında ele alı-
“kaçınma” veya “yakınlaşma”ya, “korunma” veya narak sahip oldukları özellikler açıklanmaktadır.
“yardım alma”ya yönelik ilişki içindeki bir gru-
bun inançları ve ayin (ritüel) gibi dini eylemle- Türk mitolojisinin eskatolojik mitlerini ve kültle-
rinin, bunlara ait simge ve düşüncelerinin tama- 5 rini tanımlamak.
mını ifade eder. Dünyanın sonunu anlatan mitlere, eskatoloji
mitleri denir. Türk mitolojisinde eskatoloji mit-
Türk mitolojisinin teogonik mitlerini ve kültlerini leri yok denecek kadar azdır. Araştırmacıların
2 açıklamak. bazıları bu azlığın nedenini kamlık düşüncesi ve
Teogoni tanrıların doğuşu ve oluşumunu anlatan bu düşüncedeki ölüp dirilme fikrine bağlarken
mitlerdir. Türk mitolojisinde farklı zamanlarda başka araştırmacılarsa, dünyanın sonu fikrinin
ve farklı Türk boylarından derlenmiş birbirinin eski Türkleri dünyanın yaratılışı kadar meşgul
varyantı olan ve birbiriyle doğrudan bir ilişki- etmediğini ileri sürmektedirler. Orhun Yazıt-
si saptanamamış pek çok teogoni mitleri vardır. ları’nda Gök Tanrı tarafından Türklere ve Türk
Ancak Türk teogoni mitlerini ve onlara ait kült- kağanlarına dünyayı onun töresince tutup dü-
lerini şamanlığın evreni “Gökyüzü”, “Yeryüzü” ve zenlemeleri görevi verilmiştir. Buna göre dün-
“Yeraltı” olarak üç katmana ayırmasından hare- yanın sonuyla ilgili her mit Türklerin görevini
ketle bu üç yerde bulunuşlarına göre tasnif etmek yapamamakla eşit anlam taşıyacaktır. Bir başka
mümkündür. A. Gökyüzünde Bulunan Tanrılar, ifadeyle Türkler, Gök Tanrı adına dünyayı onun
Kutsal Ruhlar ve Kültleri: Gök Tanrı, Güneş, Ay istediği anlamda düzenleyip yönetmekle görevli
ve Yıldız Kültleri, Ülgen, Yayık, Suyla, Utkuuçı, olarak kendilerini yaratılmış kabul ediyorlardı.
Ürün Aar Toyon B. Yeryüzünde Bulunan Tanrı- Buna göre bozulan, yok olan bir dünya fikri be-
lar, Kutsal Ruhlar ve Kültleri: Ruh, Kişioğlu, Ar- raberinde görevini yapamamış Türk düşüncesini
vak, Yo Han, Talay Han, Ak Ene, Ana Maygıl, de getiriyordu ki bu eski Türklere göre düşünül-
Umay, Albastı, Al Karısı, Albıs, Al Ruhu, Kasır- mesi bile imkansız olan bir düşünceydi. Türk
ga, Rüzgar, Yel Ruhu, Taş, Kaya Ruhu, Dağ Ru- mitolojisinde dünyanın bozulması ve sonuyla
hu, Ateş Ruhu, Su Ruhu, Ev Ruhları, Ata Ruhları ilgili mitlerin azlığının bir nedeni de budur. Bu-
C. Yeraltında Bulunan Tanrılar, Kutsal Ruhlar ve nunla birlikte eski Türkler kıyamete “uluğ gün”
Kültleri: Erlik, Erlik’in Oğulları, Erlik’in Kızları derlerdi; uluğ gün; deyimini Türkler, Müslüman
başlıkları altında ele alınmaktadır. olduktan sonra da kullanmışlardır. Altay Türk-
lerinden bir gün dünyanın sonunun geleceğine,
yani kıyamete dair anlatılar derlenmiştir. Altay
Türkleri, bu güne “Kalgançı Çak” (Kalacak Olan
Çağ) derler.
3. Ünite - Türk Mitolojisinin Kültleri ve Türk Dünyasındaki Çeşitlenmeleri 85
Kendimizi Sınayalım
1. Türk mitolojisine göre “yada” taşıyla ne yapılamaz? 6. Bir Türk tarafından çizilen ve ele geçmiş en eski
a. yağmur yağdırılır dünya haritası kimin eseridir ve şekli nasıldır?
b. kar yağdırılır a. Pirî Reis/dikdörtgen
c. yangın söndürülür b. Kaşgarlı Ahmet/daire
d. fırtına çıkarılır c. Kaşgarlı Mahmut/daire
e. ay tutulur d. Pirî Reis/daire
e. Kaşgarlı Mahmut/kare
2. Türk mitolojisine göre “Doymadım (Toybodım)
Nehri” nerededir? 7. İlk insanın yaratılışını, soyların türeyişini anlatan
a. Gökyüzünde mit türünün adı nedir?
b. Yeryüzünde a. Teogonik
c. Cennet’te b. Kozmogonik
d. Yeraltında c. Antroorganik
e. Gökte d. Antropologik
e. Antropogonik
3. “Erlik, kendisine kurban sunma mekanlarının ya-
şanılan çadırdan uzakta ve en az saygı duyulan ...... ta- 8. Türk-Memlük türeyiş anlatısında, Karacadağ’da bir
rafta çöp ve leşlerin atıldığı yerde olmasına kızar.” mağarada oluşup, yaratılmaları ve dağ tarafından do-
Yukarıdaki cümlede boş bırakılan yer aşağıdakilerin ğurulmaları anlatılan kahramanların adları nedir?
hangisiyle doğru olarak tamamlanabilir? a. Adem ve eşi Hav-Va
a. kuzey (arkada) b. Ay Atam ve eşi Ay-Va,
b. kuzey (önde) c. Atam ve eşi Ay-Vay
c. kuzey (sağda) d. Ay Atam ve eşi Havva
d. kuzey (solda) e. Ay Va ve eşi Ay-Va
e. kuzey (ortada)
9. “Er Sogotoh” ve “Ak Genç” hangi kültle ilgili anlatı-
4. Saha Türklerinde “Abası” denilen ruh, insanların larda görülmektedir?
...... çalan kötü ve obur bir ruhtur. a. Ay-Güneş Kültü
Yukarıdaki cümlede boş bırakılan yer aşağıdakilerin b. Yer-Su Kültü
hangisiyle doğru olarak tamamlanabilir? c. Ağaç Ana/Ata kültü
a. aykutunu d. Dağ-Mağara Kültü
b. kutusunu e. Kozmik Yıldız Kültü
c. kutunu
d. günkutunu 10. “Kalgançı Çak” adlı anlatı ne tür bir mittir ve hangi
e. kutnusunu Türk boylarından derlenmiştir?
a. Kozmoloji/Saha Türkleri
5. “Saha Türklerinde toprağın ruhunun en yoğun ola- b. Teoloji/Kıbrıs Türkleri
rak ...... olduğuna inanılmıştır.” c. Astroloji/Kafkas Türkleri
Bu cümlede boş bırakılan yer aşağıdakilerin hangisiyle d. Eskatoloji/Altay Türkleri
doğru olarak tamamlanabilir? e. Astronomi/Balkan Türkleri
a. çam ağacında
b. kayın ağacında
c. kayın gölgesinde
d. kayın yılanında
e. çam gölgesinde
86 Türk Edebiyatının Mitolojik Kaynakları
Okuma Parçası
Umay Ana, Ateş ve Kayın Ağacına Bir Kam Alkışı düğmeler çözülmesin! Önümüzde ay parlasın, çevre-
W. Radloff ’un Proben’ninde yer alan ve A. İnan’ın mizi güneş aydınlatsın: Köklerimizi şeytan koparma-
(1986: 68-70) naklettiği bu kam duasında (alkışında) sın! Büyük yaradan yakarışımızı kabul etsin!
Umay Ananın, ateş ananın ruhunun ve kayın ağacının Ey ateş anamız, sen, dokuz ırmağın kavşağında dokuz
kutsanışı açık bir biçimde görülebilir. köşeli bakır evde oturan ve ırmakların, denizlerin ha-
“Otuz dişli ateş anam, kırk dişli kayın anam, gündüz- tunu (melikesi) olan su tanrıçasıyla konuşuyorsun!
leri bizim için çalışıp çabalıyorsun, karanlık gecelerde Altmış türlü ırmakların ilk defa aktıkları, mübarek ka-
bizi kötü ruhlardan koruyorsun; gelenlerin başındasın, yın ağacının ilk defa kök salıverdiği, dokuz dağ sırala-
gidenlerin arkasındasın! ... Orağa benzeyen hilâl de- rında altın yapraklı kayın ağaçlarının ilk defa sallan-
ğişiyor, eski yıl gidiyor, yeni yıl geliyor. Ben de senin dıkları, temiz kurbanların sunulduğu, yağız yerin yedi
kurumuş ağzını (saçılarla) ıslatmağa geldim. Sen ka- kapısının ilk defa açıldığı yüksek Gök tanrının ilk defa
ranlık gecelerde, genç kızlar gibi saçlarını dalgalandı- gürlediği, yağız yer altmış türlü çiçekle ilk defa bezen-
rarak oynuyorsun, kırmızı ipekli kumaşlar sallayarak diği, altmış türlü hayvan sürülerinin ilk defa kişnediği
genç al kısrak üzerinde geziyorsun, aydın gecelerde ve melediği zaman sen yaratıldın!
masum çocuk suretine giriyorsun! Ulusun koruyucu- Irmakların ve denizlerin hâkimi olan ruhun bulundu-
su, sürülerimizin bekçisisin! Altın yapraklı mukaddes ğu yerde ak boz at üzerinde geziyorsun! Akar suyun
kayın ağacının gölgesinde dinleniyorsun! Siyah yanak- yanında biten altın yapraklı mübarek kayın ağacını
lı beyaz koç sana kurban olsun! Kuyruk yağının sağ (senin şerefine) diktik, altı ayaklı altın masayı (kurban
yanından kesilip dokuz tane şişte kızartılmış yağlarla sunmak için) kuruyoruz; mübarek kayın ağacını dola-
ağzını yağşıyorsun. Dokuz parça kırmızı beyaz şeritler, şıyor, kara yanaklı beyaz koçu kurban ediyoruz.”
paçavralar seni süslüyor. Koyunun göğsü sana kurban
olsun! Elbisen hakanlara mahsus zırhtır. Kızıl boya ile Kaynak: Abdülkadir İnan.(1986) Tarihte ve Bugün Şa-
boyanmış kiş (bir hayvan) tırnakları sana süs olsun! manizm, Ankara: TTK Yay., s. 68-70.
Altmış tane saç örgüsü arkanda, elli tane saç örgü-
sü omuzlarındadır. Önünde Abakan ırmağı, arkanda
Yenisey ırmağı kıvrıla kıvrıla akıyor. Eteklerinde sıra
dağlar uzanıyor, damarlarında büyük ırmaklar akıyor.
Yandığın yerde ot bitmez! Ülker yıldızı arkadaşın, bir
tanrıdan fermanlısın!
Göklere doğru sivrilen dağların ilk defa yaratıldığı, ka-
natlı kuşlar uçmak için ilk defa kanatlarını açtığı, sert
kayalar ilk defa meydana çıktığı, katı kara çelik ilk de-
fa dövülmeğe başladığı zaman altı dallı otların başla-
rı yanmağa başladı, altı hemşire dünyayı dolaşmağa
başladı. Kökleri altmış dal olan mukaddes kayın ağa-
cının ilk bittiği günden beri sen, ateş anamız, açları
doyurdun, üşüyenleri ısıttın, yemeklerimizi pişirmek
için sacayaklarımızı kurdun, üzerinde dokuz kulp-
lu tunç kazanımızı kaynattın! Göklerde yüzen ak bu-
Şaman-Tuva.
lutları ısıtıyorsun, kızartıyorsun! Umay anam, sana aş
veriyorum, ye! Geceleri bizi koruyor, gündüzleri bizi
bekliyorsun! Mukaddes ayın adını anarak beyaz ineğin
sütüyle seni besliyorum. Ellerin, masum kızların elle-
ri gibi temizdir, her gün seni takdis ediyoruz! Bizi sağ
avucunda oynat, sağ memenle besle! Beşik bağlarımızı
berk eyle! Küçük büyük kardeşler çoğalsın! Başımızın
altındaki yastıklarımız dağılmasın! Yakalarımızdaki
3. Ünite - Türk Mitolojisinin Kültleri ve Türk Dünyasındaki Çeşitlenmeleri 87
Sıra Sizde 3
Daha önceki ünitelerde, yaşanılan coğrafya ile mitlerin
ilişkisi üzerinde durulmuştu. Türklerin çok büyük bir
çoğunluğu son birkaç bin yıl içinde yaylak-kışlak ha-
yatı düzeninde hayvancılık yaparak göçerevli bir hayat
sürmüşlerdir. Bu tür bir hayat tarzı içinde doğal olarak
bitki merkezli kültlerin yerini hayvan kültleri almıştır.
Nitekim Türk mitolojisinde en sık rastlanılan hayvan
ana/ata kültünün bozkurt olması da bu durumu des-
tekler niteliktedir.
88 Türk Edebiyatının Mitolojik Kaynakları
Yararlanılan Kaynaklar
Sıra Sizde 4 Beydili, Celal. (2005). Türk Mitolojisi Sözlüğü. Ankara:
Türk mitolojisinde eskatoloji mitlerinin yok denecek Yurt Yayınları.
kadar az olmasını bazı araştırmacılar kamlık düşüncesi Çobanoğlu, Özkul. (2001a). “Türk Mitolojisi” Türk
ve bu düşüncedeki ölüp dirilme fikrine bağlarken baş- Dünyası Ortak Edebiyat Tarihi. C.I, s.1-120.
ka araştırmacılarsa, dünyanın sonu fikrinin eski Türk- Çoruhlu, Yaşar. (2002). Türk Mitolojisinin Anahatla-
leri dünyanın yaratılışı kadar meşgul etmediğini ileri rı. İstanbul: Kabalcı Yayınları.
sürmektedirler. Bu bağlamda gözden kaçan bir husus Karamağralı, Beyhan. (1984). Muhammed Siyah
Orhun Yazıtları gibi resmi devlet vesikalarında bile yer Kalem’e Atfedilen Minyatürler, Ankara: Kültür
alan Türklerin yeryüzündeki misyonu meselesidir. Or- Bakanlığı Yayınları.
hun Yazıtları’nda, “Türk Tanrısı” olarak da hitap edi- Kaya, Muharrem. (2007). Mitolojiden Efsaneye: Türk
len Gök Tanrı tarafından Türklere ve Türk kağanlarına Mitolojisinin Türkiye’deki Efsanelerde İzleri. İs-
dünyayı ve insanlığı onun töresince tutup düzenleme- tanbul: Bağlam Yayıncılık.
leri ve yaşatmaları görevi verilmiştir. Bu bir nevi Türk- Korkmaz, Esat. (2003). Eski Türk İnançları ve Şama-
lerin kendilerini “tanrının yardımcısı” saymalarına yol nizm Terimleri Sözlüğü. İstanbul: Anahtar Kitap-
açmış olmalıdır. Buna göre dünyanın sonuyla ilgili her lar Yayınevi.
mit Türklerin görevini yapamamalarıyla eşit anlam ta- Ögel, Bahaeddin. (1979). Türk Mitolojisi I, II. Ankara:
şıyacaktır. Bir başka ifadeyle Türkler Gök Tanrı adına TTK Yayınları.
dünyayı onun istediği anlamda düzenleyip yönetmekle Uraz, Murat. (1994). Türk Mitolojisi. İstanbul: Düşü-
görevli olarak kendilerini yaratılmış kabul ediyorlardı. nen Adam Yayınları.
Buna göre bozulan, yok olan bir dünya fikri beraberin-
de görevini yapamamış Türk düşüncesini de getiriyordu
ki bu eski Türklere göre düşünülmesi bile imkansız olan
bir düşünceydi. Türk mitolojisinde dünyanın bozulması
ve sonuyla ilgili mitlerin azlığının bir nedeni de budur.
4
TÜRK EDEBİYATININ MİTOLOJİK KAYNAKLARI
Amaçlarımız
Bu üniteyi tamamladıktan sonra;
Kültür nedir tanımlayabilecek,
Halk kültürü nedir açıklayabilecek,
Halk inancı nedir tanımlayabilecek,
Etiyolojik efsane nedir açıklayabilecek,
Memorat nedir açıklayabilecek,
Türk halk kültüründe yaşayan mitolojik unsurları tanımlayabilecek bilgi ve be-
ceriler kazanabileceksiniz.
Anahtar Kavramlar
• Kül tür • E s a ne ler
• alk Kül tü rü • Me mo rat lar
• alk İnan ı • alk Kül tü rü Mi to lo ji İli ki si
İçindekiler
• KÜLTÜR NEDİR
Türk Edebiyatının Mitolojik • HALK KÜLTÜRÜ NEDİR
Türk Halk Kültürü ve Mitoloji
Kaynakları • HALK İNANCI NEDİR
• EFSANE NEDİR
Türk Halk Kültürü
ve Mitoloji
KÜLTÜR NEDİR?
Kültürün kendine has özelliklere sahip bir alt tabakasını oluşturan “halk kültü-
rü”nü (folk culture) ele almazdan önce en yalın haliyle “kültür nedir” sorusunu
cevaplamak konuyu daha anlaşılır kılacaktır. Kültürün en basit ve yalın tanımı,
“bir toplumun topyekün hayat tarzı” şeklindedir. Biraz daha geniş bir tanımıyla
kültür; insanların biyolojik kalıtımlarının ötesindeki ihtiyaçlarının, doyumlarının
ve doyumsuzluklarının yarattığı, şekillendirdiği, içerik kazandırdığı ve insanların
öğrenme yoluyla edindiği, inşa ettiği maddi ve manevi birikimi, değerleri, yöne-
limleri, duygu ve düşünce dünyaları, sosyal davranışları, teknolojileri ve sanatla-
rının tamamını ifade eder. Kültür; insan tarafından meydana getirilerek başlangı-
cından bu yana doğaya (nature) eklenmiş yaratmalar, donatmalar bütünün adıdır.
Kısaca, kültür denilince bir toplumun her türlü kendini ifade edişleri ve her türlü
ihtiyacını karşılayan toplam hayat tarzı anlaşılmaktadır. Bu ifade edişler, davra-
nışlardan, alışkanlıklara, törelerden gelenek ve göreneklere, korkulara ve kokulara
kadar pek çok değişik şekillere sahip olabilir. Aynı şekilde sanat, müzik, mimarî,
düşünce, edebiyat gibi şuurlu inşa yolları da kültür içinde yer alır.
Bu bağlamda kültür, bireyin doğumundan itibaren kazanmaya başladığı alış-
kanlıklar, davranış biçimleri, tutum ve tavırlar bütünüdür. Kültür kalıtımsal değil-
dir. İnsan hangi millet içinde doğar ve büyürse, o toplumun kültürünü öğrenir. Bu
içinde büyüdüğü ve öğrendiği kültür, o bireyin ulusal kültürü olur. Kültür kuşak-
lar boyunca birinden diğerine aktarılarak biriktirilen yaşantı ve bilgi öğelerinden
oluşur. Kültür, bu özelliği ile insan yaşamını diğer canlılardan ayrı ve ayrıcalıklı
kılar. Çünkü öğrenme, yalnız insana özgü bir yetenek değildir; ancak, öğrendik-
lerini yavrusuna dil yoluyla aktarabilen tek canlı, insandır. Bundan dolayı, insa-
noğlunun öğrendikleri ve yarattıkları yalnız kendi yaşantıları ve yaşamı ile sınır-
lı değildir; başkalarıyla ve nesiller arasında paylaşılır, süreklidir. Her toplumda
bu sürekliliği sağlayan, bir toplumu kültürü ile diğer toplumların kültürlerinden
farklı kılan; töreleri, gelenekleri ve görenekleridir. Töreler, gelenekler ve görenek-
ler, insanın doğuştan var olan beslenme, korunma, cinsellik gibi temel güdü ve
eğilimlerini toplumsal yaşama ve kültüre göre biçimlendirir, sınırlandırır ve yön-
lendirir. Bu şekilde bir kültürün sürekliliğini sağlayan töreler, gelenekler ve göre-
nekler; aynı zamanda ait oldukları toplumun tarihî bir varlık olmasını, yani millî
tarihe sahip bir topluluk, bir millet durumuna yükselmesini sağlarlar.
92 Türk Edebiyatının Mitolojik Kaynakları
Hurâfe: Kitâbî veya resmî Halkbiliminin ilgilendiği ve kısaca “halk inançları” olarak adlandırılan araştır-
dinde olmayan, halk dininde ma alanı ise, yukarıda işaret edildiği gibi mitoloji başta olmak üzere eski dinlerden
bulunup resmî dine göre
yanlış ve boş inanç olan inanış aktarılanlarla resmî dinin inançlarının türlü nedenlerle geniş halk yığınları ara-
ve uygulamalar. sında çeşitlenerek aldığı yeni yorum ve inanış şekilleridir. Bunlar, “resmî” veya “ki-
tabî” din öğretisini temsil eden din adamları ve bilginlerince çoğunlukla, “yanlış”,
“sapık”, “hurâfe” veya “batıl inanç” (superstition) olarak adlandırılmak suretiyle
resmî dinin dışında oldukları vurgulanan, çoğu zaman mitolojiyle iç içe geçmiş
bir halde, halk dinine ait yaygın inanış şekilleri, yorum ve uygulamalardır.
Halkbilimi normatif bir bilim değildir. Bu nedenle ele aldığı herhangi bir ko-
nuda olduğu gibi mitoloji ve halk inanışları konusunda da bu inançların “iyi, kö-
tü” veya “doğru, yanlış” olup olmadıklarını araştırmaz. Bu iş, daha önce de vurgu-
ladığımız gibi, İlâhiyat biliminin işi ve araştırma sahasıdır. Halkbilimi geniş halk
yığınları arasında inanılan ve uygulanan sosyal ve kültürel olgular olarak, halk
inanışlarını ve mitolojik unsurları tespit eder ve onların içeriklerini, uygulanış
biçimlerini ve belli örnekler üzerine kalıplaşarak yapılanışlarını analiz eder. En
önemlisi de bütün bunları yaparken olay ve olgular karşısında nesnellikten ayrıl-
masına yol açabilecek herhangi bir şekilde değer hükmü belirtmez. Halk kültü-
ründe “mit”lerin yer aldığı türlerin başında “halk inançları” (folk beliefs) ve “efsa-
ne”ler (legends) gelir. Bunları diğer sözlü edebiyat türleri takip eder.
EFSANE NEDİR?
Birçok dilde “mit”le neredeyse aynı anlamda kullanılan “efsane” (legend) anlatım
türü Türk mitolojisinde de mitlerin en yoğun olarak yer aldığı sözlü kültür ürün-
leridir. Bir başka ifadeyle, efsaneler halk inançları ve halk dininin yansıtıldığı tür-
lerin başında gelir. Dahası efsaneler, halkbiliminin bağımsız bir disiplin olarak
ortaya çıktığından beri devamlı olarak halkbilimcilerin belki de “masal”dan sonra
en çok dikkatlerini çeken ve çalışılan türlerden birisi olmuştur. Şüphesiz, efsaneye
gösterilen bu ilginin ardında Batı Avrupa başta olmak üzere topyekûn Batı düşün-
ce geleneğinde “mit” türüne ve “mitoloji” alanına gösterilen özel ilgi yatmaktadır.
Bu nedenle de efsane türünün mitlerle olan iç içeliği, efsane çalışmalarına olan
ilgiyi arttırmıştır. Ancak söz konusu ilginin çokluğuna rağmen, tür analizine da-
yalı efsane araştırmalarında, tanım başta olmak üzere pek çok konuda henüz bir
neticeye varılamamıştır. Bununla birlikte yaygın olarak kabul gören bir tanım şu
şekildedir: “Efsane, yakın veya uzak geçmişte de olsa tarihî bir dönemde yer alan ve
anlatanla dinleyenin gerçek olduğuna inandığı bir hikâye veya anlatı”dır.
Efsanelerin konuları konusunda da bilimsel tartışmalar devam etmektedir. Bu
konuda da “International Society of Folk Narrative Research” adlı uluslararası halk-
bilimi kurumu tarafından 1963 yılında Budapeşte’deki toplantısında kabul edilen
şu konusal efsane tasnifi yaygın bir kullanıma kavuşmuştur. Mitolojiyle efsaneler
arasındaki çoğunlukla örtüşmelere dayanan ilişkiyi göstermesi bakımından son
derece açıklayıcı olan söz konusu efsane tasnifini veriyoruz:
I. Yaratılış ve Dünyanın Sonu ile İlgili Efsaneler
II. Tarihi Efsaneler ve Medeniyet Tarihi ile İlgili Efsaneler
A. Medeniyetle ilgili yerlerin ve şeylerin kaynağını anlatan efsaneler.
B. Belli yerlerle ilgili efsaneler.
C. İlk ve erken tarihle ilgili efsaneler.
Ç. Savaşlar ve felaketlerle ilgili efsaneler.
D. Belli ve seçkin şahsiyetlerle ilgili efsaneler.
E. İsyanlarla ilgili efsaneler.
4. Ünite - Türk Halk Kültürü ve Mitoloji 95
Bu bölümde anlatılan bilgilerin büyük bir kısmı Özkul Çobanoğlu’nun Türk Halk
Kültüründe Memoratlar ve Halk İnançları (Ankara: Akçağ Yayınları, 2003) adlı ki-
tabından alınmıştır. Yukarıda yer alan konu başlıklarıyla ilgili daha detaylı bilgilere
bu kaynaktan ulaşabilirsiniz.
Yıldızlar
Günümüzde de yaşayan bir inanışa göre her kişinin gökte bir yıldızı vardır. Bu
kişi ölünce gökteki yıldızı da kayar ve düşer. Yıldızları parmakla göstermek doğru
bir davranış sayılmaz. İnanışa göre yıldızlar parmakla gösterilirse ellerde ve yüzde
çeşitli çıbanlar çıkar ve hastalıklar oluşur.
özelliğini de kaybeder ve bir yönüyle çocuğun “eş” veya “son”u (plasenta) ile ilgili
halk inançlarında yaşarken diğer yönüyle de Hz. Fatma kültüyle birleşerek pek
çok bakımdan İslâmileşir. Hatta Hz. Fatma kültünün Türkler arasında aldığı şek-
lin oluşumunda Umay kültü son derece önemli bir rol oynamıştır. Aynı şekilde,
kutsal Sarıkız kültünün oluşum sürecinde de Umay Ana kültünün tesiri olmuştur.
Bu bağlamda en dikkat çekici süreklilik unsurlarının başında Gök Tanrı inancı
döneminde ve günümüzde kamlık dininin tesiri altında olan Türk toplulukların-
da yapılan geleneksel sağaltma ocaklarında ocaklıların kullandığı geleneksel sözlü
formülün “benim elim değil Umay Anamın eli” şeklinden “benim elim değil Hz.
Fatıma Anamın eli” haline dönüşmesidir. İslâmiyet’i göreceli olarak daha yakın
zamanlarda kabul eden Türk topluluklarından Kırgız ve Kazaklar da eski şeklin
İslâmî bir muhteva kazanarak devam ettiği görülür. Hakas Türkleri gibi şamanist
Türk topluluklarındaysa doğrudan doğruya Umay tanrıça kültünün ad ve işleviyle
devam etmektedir.
Umay’ın Gök Tanrı dininde aldığı çocuk ve hamile kadınları koruyucu ruh
halinin İslâmiyet’in kabulüyle birlikte ortadan kalkarak Divan-ü Lügat it Türk’te,
“umay” kelimesinin dar anlamıyla “rahim”, “döl yatağı” ya da daha yaygın olarak
doğum yaptıktan sonra kadının rahminden çıkan bir şey olan ve rahimdeki “çocu-
ğun eşi” veya “son” denilen “plasenta” olarak Kaşgarlı Mahmut tarafından kullanıl-
dığı görülür. Kaşgarlı Mahmut “Umay’a tapan kimse çocuk sahibi olur” (Umayqa
tapınsa ogul bulur) şeklindeki atasözünü de bu anlamda yorumlar. Zaten bir Müs-
lüman olarak başka bir anlamını düşünmesi de mümkün değildir.
Resim 4.1
Sabır, sadakat,
bereket ve şifanın
tılsımı kabul edilen
Fatma Ana Eli.
Fatma Ana otu da
anne karnındaki
çocuğu koruma
ve doğumu
kolaylaştırma için
kullanılır.
kötü ruhun uyuyan insanın göğsü üstüne çökerek ve boğazını sıkarak öldürdü-
ğüne inanılır. Geleneğe göre bu kötü ruhtan ancak ezan okunarak kurtulabilin-
mektedir.
kız doruğu gibi ardıç, çam, kayın ve meşe ağaçlarının bulunduğu yerlerde adak
kurbanları sunarlar, ilahiler ve dualar eşliğinde çeşitli dinî törenler yaparlar. Bu
şekilde kutsanan ululanan ve kurban ağaçlara “evliya ağaç” veya “ulu ağaç” adı
verilir. Çoğunlukla bir yatır veya ziyaret yeri kimliğindeki bu yerlerden ağaç ke-
silmesi veya en küçük bir nesne alınması bile hoş görülmez. Aksini yapanların
cezalandırılacağına inanılır ve bu tür durumlarla ilgili efsane ve memoratlar an-
latılır. Türk dünyasının hemen her yerinde olduğu gibi bu tür kutsal ağaçlara be-
yaz, sarı, yeşil, mavi ve kırmızı renkli bez çaputlar bağlanarak dilek dilenir. Bazı
yörelerde ise çeşitli renklerde çaput bağlamanın yanıcsıra bebek isteyenler “be-
şik”; ev, araba isteyenlerin küçük ev ve araba maketleri yaparak ağacın dallarına
asmak suretiyle dilek diledikleri yaygın olarak görülür. Ayrıca, bazı yörelerde bu
tür kutsal ağaçların özellikle de elma ağaçlarının altında bir gece dua ederek ve
yerde yuvarlanarak geçirmenin çocuğu olmayan kadınların çocuk sahibi olması-
nı sağlayacağına inanılır.
Resim 4.2
Geleneksel Hakas
(Güney Sibirya)
totemine çeşitli
renklerde bezler
bağlanarak dilek
tutulur.
la dağlardan inen Dağ Ermişi’yle büyük bir beyaz kayanın dibinde buluşur. Dağ
Ermişi cebinden bir kar topu çıkarır, Deniz Ermişi de bir beyaz balığı kayanın
üstünde bırakır. Tam bu esnada şimşekler çakar, bulutlar kaynaşır, fırtınalar çıkar.
Ağustos’un ikinci haftasında bu yörede oluşan gürültüünün sebebi buymuş. Yedi
gün süren görüşmenin ardından Deniz Ermişi kayanın üstüne koyduğu balığı su-
ya atar, balık canlanır ve yüzer. Dağ Ermişi’nin kayadaki kartopu ise hiç erimeden
tekrar çıktığı cebe girer. Bu iki ermiş geldikleri yerlere aynı şekilde yolculuk ede-
rek dönerler. Bu her yıl tekrarlanırmış. Bu iki ermişin buluşamaması, kışın şid-
detli yazın kurak olmasına neden olurmuş. Bu efsanede dağ ve deniz ruhunun bir
araya gelip görüşmesi neredeyse mevsim dönüşümünün sebebi olarak anlatılır.
Halk Kültüründe Evin veya Bir Yerin İşgalci Kötü Ruhu, Peri ve
Sahiplenme
Halk arasında bazı evlerin veya yerlerin iyi niyetli olmayan bazı ruhlar tarafından
sahiplenildiğine ve bunların buralara yerleşenleri çeşitli şekillerde rahatsız ederek
kaçırttığına inanılır. Bu ruhların kökenleri geleneksel olarak orada öldürülmüş
insanlardan, peri ve cinlere kadar geniş bir çeşitlilik içinde açıklanır. Ancak son
zamanlarda cin inancı gittikçe yaygınlık ve ağırlık kazanarak bu tür olağanüstü
varlıkların tamamının kaynağı olarak inanılmaya dönüşmek üzeredir.
Şanlıurfa yöresinde inanılan Şubat karısı, bütün Türkiye’de yaygın olarak inanılan
ve korunmak için pek çok uygulama ve kaçınmalar yapılan hazine veya gömü iye-
si olarak adlandırabileceğimiz hazineyi koruyucu ruhlar belli başlılarıdır.
Sizce, Türk halk kültüründe binlerce yıl “Albastı, Karabasan, Ağırlık”, “Demirkıy-
2 nak” gibi adlar, farklı kılık ve kişilikler olarak inanılan olağanüstü varlıklar niçin
gittikçe İslâmileşerek tek tip bir “cin” anlayış ve yorumlayışı içinde asimile edilerek
yok olmaktadır?
Sivas civarından derlenen bir efsanede ay erkek, güneş kızdır. Birbirlerine âşık-
tırlar. Evlenmeye karar verirler. Onların birbirlerini sevmelerini çekemeyen bir
“cazı karısı” (cadı kadın) ay hakkında yalan yanlış bilgiler vererek güneşi ondan
soğutur. Ay ise olan bitenden habersiz güneşin etrafında dolanıp durmaya devam
eder. Bir gün güneş, aya boşuna peşinden dolanmamasını, onunla evlenmeyece-
ğini söyler. Ay güneşin bu sözlerine bir anlam veremez ve güneşe, kıyamete dek
ümidini yitirmeyeceğini bir gün kendisinin suçsuz olduğunu anlayacağını söy-
ler. Güneşle ayın ilişkileri bu şekilde sona ermiş. Fakat ay, güneşi her “onbeşle-
mesi”nde hasretle görmek istermiş. Güneş de ayın gözüne parmaklarını uzatarak
kendisini görmesini engellermiş. İnsanların güneşe bakamamalarının nedeni de
buymuş. Güzeller güzeli bir kız olan güneş kendisini göstermemek için insanların
gözüne ışıktan parmaklarını uzatırmış. Türk halk kültüründen sözlü kaynaklar-
dan derlenen bu efsanelerin tamamında ay ve güneşin insan kökenli olarak izah
edildiği görülmektedir.
raya gelip yerleşmesi fikri son derece dikkat çekicidir. Çünkü, Esadiye Köyü’nün
kurulduğu yer, yerin ve göğün birleştiği yer olarak mitolojik bir önem arz eder. Bu
düşünce adeta Türk mitolojisindeki yerden göğe yükselen eksen veya Altınkazık
fikrinin devamı niteliğindedir. Gün Ata ve Yer Ana’nın oğlu olan yiğidin ilk ko-
nakladığı yere daha sonra köyün camisi yapılır. Hem bu yerin kutsallığını hem de
oraya yapılan caminin kutsallığını arttıran ve İslâmileştiren bu mitolojik motifler,
eski Türk mitolojisine ait unsurların Türk halk kültüründeki geçirdikleri değişim
ve dönüşümleri aksettiren güzel bir model olarak da ayrı bir önemi taşımaktadır.
Osman Turan. 2004. On İki Hayvanlı Türk Takvimi, İstanbul: Ötüken Yayınları. Bu
eserden bahsi geçen Türk takvimi hakkında detaylı bilgiye sahip olabilirsiniz.
4. Ünite - Türk Halk Kültürü ve Mitoloji 109
Resim 4.3
On İki Hayvanlı
Türk Takvimi
Ali avad dikenlerinin çok olmasını diler. Bu duadan sonra avad dikenleri uzarlar
ve her tarafa yayılırlar. Bu efsaneyle Doğu Karadeniz’de çok yaygın olan ve halk
tıbbında kullanılan bu bitkilerin çokluk nedeni kutsal bir kişi olan Hz. Ali’ye da-
yandırılır.
Aynı şekilde “çam sakızı”nın kökeni de halk kültürümüzde bir mitsel efsanede
Hz. Muhammed ile ilişkilendirilerek anlatılır. Bu efsaneye göre, Hz. Muhammed
terleyince alnındaki teri sıyırıp çam ağacına doğru atmış. Bu olaydan sonra çam
ağacından sakız akmaya başlamıştır. Bu nedenle de çam sakızı her derde deva bir
ilaç olarak halk tıbbında (folk medicine) kullanılmaktadır. Halk dininde “gerçek”
olarak inanılan bu inaç ve onun kökenini izah eden bu mitsel efsane Hz. Peygam-
bere dayandırılarak aynı zamanda İslâmileştirilmektedir.
Adana civarından derlenen bir efsaneyse çayın kökenini açıklamaktadır. Bu
efsaneye göre bir derebeyi çaresiz bir hastalığa tutulur. Ağlamaktan göz kapakları
şişer yaşama isteği kalmayan derebeyi şişen göz kapaklarını kesip atar. Bunlardan
da çay bitkisi oluşur. Çayın verdiği kırmızı renk ile gözün ağlamaktan kırmızı
oluşu, göz kapaklarının kesilip atılmasıyla oluşan kan kırmızısı arasındaki ben-
zerliklerle bir ilişki kurulmuştur.
Halk kültürümüzde bitkilerin kökenleriyle ilgili bir efsane de, “kendir otu”yla
ilgilidir. Bu efsanede eşinin isteği üzerine annesini öldüren bir adamın, annesinin
yüreğinin dile gelmesiyle, pişman olması ve Allah’tan kendisine ceza vermesini
istemesi bunun üzerine adamın ölmesi ve öldüğü yerde “kendir otu”nun bitmesi
anlatılır. O günden sonra da kendir otunun başından tokmak hiç eksik olmamış-
tır, denilerek ip yapılmak üzere bu otun tokmakla dövülmesi işlemi de hem bir
ceza olarak açıklanmakta hem de bu işlemin kökeni açıklanmaktadır. Bir başka
ifadeyle, bu efsanede, anneyi öldürmenin ne kadar büyük bir suç olduğu ortaya
konulmaktadır. Annesini öldüren bir bitkiye dönüştürülmekte ve sürekli tokmak-
la dövülmektedir. Ana katili oğulun ruhu bir bitkiye dönüştürülerek varlığını sür-
dürür ve sürekli olarak dövülerek ebedî bir ilahi cezaya çarptırılmış olmaktadır.
bir nesneyle beslenmesini konu edinen bu efsane kurt ve göğün Türk mitoloji-
sindeki olağanüstü yer ve anlamlarıyla ilişkili ve süreklilik taşıyan bir niteliktedir.
Halk kültüründe köpek: Köpeğin yaratılışıyla ilgili halk kültürümüzde pek çok
efsane vardır. Bunlardan birisine göre, bir gün şeytan kendi cinsiyle birlikte gezer-
ken bir düzlüğe rast gelir. Orada çamurdan yapılmış insan şeklinde içi boş bir küp
görür. Şeytan bunun ileride başına bela olacağını söyleyerek üzerine türür. Allah
Teâla Cebrâil’i göndererek şeytanın tükürdüğü yeri temizletir. Cebrâil şeytanın
tükürüğünü atar o tükrük bir köpek olur. Bugünkü köpekler onun yavrularıdır.
Onun için hayvanlar içinde insana en yakın olan köpeklerdir.
Halk kültüründe baykuş, karga, serçe: Efsaneye göre, Hz. Süleyman karısına
kuş tüyünden yatak yapmak için kuşlara haber gönderir ve onların tüylerini gelip
dökmelerini ister. Kuşlar içinde sadece baykuş karısının sözüne uyup kuşları tüy-
süz ve korumasız bırakacağı için Hz. Süleyman’ı ayıplar. Serçe ve karga da davete
geç geldikleri için ayakları bıkagılanır. Bu yüzden de sekerek yürürler. Hatasını
anlayıp kabul eden Hz. Süleyman baykuşun günde bir serçe yeme isteğini geri
çevirmez.
Halk kültüründe yarasa: Yarasanın tüysüz olması aldığı bir bedduaya bağlanır.
Efsaneye göre Hz. Süleyman kuş tüyünden bir saray yapmak ister. Fakat yarasa işi-
ni bahane ederek tüylerini vermeye gitmez. Bunun üzerine Hz. Süleyman beddua
edince yarasanın tüyleri dökülür.
Halk kültüründe keklik: Kekliğin ayaklarının ve gagasının kırmızı oluşu bir ef-
sanede şöyle açıklanır. Efsaneye göre, Hz. Zekeriya kendisine isyan eden ümme-
tinden kaçarken kavak ağacı ikiye ayrılır ve onu içinde saklar. Fakat keklik “gak
kavak gak kavak, gak kavak” diyerek onun yerini belli eder. Düşmanları kavağı
biçip Hz. Zekeriya’yı öldürürler. Keklik Zekeriya peygamberin kanını içtiği için
ağzı ve ayakları kırmızı olmuştur.
Halk kültüründe yusufçuk: Halk kültürümüzde Yusufçuk kuşuyla ilgili pek çok
efsane anlatılmaktadır. Muğla yöresinden derlenen bir efsanede Nasuh ve Yusuf
adlı iki kardeşin önce üvey anne, sonra devden kaçması, teyzelerinin verdiği tarak,
çakı ve iğneyi kullanarak devden kurtulma çabalarının sonuçsuz kalması anlatılır.
Kardeşler çaresiz kalırlar. Allah’a ya taş ya da kuş olmak üzere dua eden kardeşler,
kuş olurlar ve birbirlerini “Yusuf koyunları buldun mu?” ve “Nasuh koyunları bul-
dun mu?” diye ararlar. Kuşların ötüşlerinde çıkardıkları sesleri benzeterek köken-
lerini açıklayan bu efsane onların yaratılışlarını da ortaya koymaktadır.
Halk kültüründe pepuk kuşu: Elazığ civarından derlenen bir efsaneye göre bu
kuşun aslında biri erkek diğeri kız, iki kardeş olduğu anlatılır. Bunlar dağdan ken-
ger toplamaya giderler. Erkek kardeş kız kardeşin torbasının delik olmasını bilme-
den topladıkları kengerlerin torbada olmamasının suçunu kız kardeşe atarak onu
vurup öldürür. Çünkü üvey annelerinden korkmaktadırlar. Fakat torbanın delik ol-
duğunu görünce utancından Allah’a dua ederek kendisini kuşa dönüştürmesini is-
ter. Böylece kuş olan erkek kardeş “pepu, pepu, pepu” diye öterek kız kardeşini arar.
Halk kültüründe çürük çaylak: Ağasının atını suya götürüp ata su içirtmeden
geri getiren at bakıcısına ağası beddua eder: “Hayvanımı susuzluktan yakıp ku-
ruttun. Allah da seni bir çürük çaylak eylesin, susuzluktan yanıp kuruyasın. Kıya-
mete kadar dağda bayırda, havada, ovada “Su, su!” diye bağır dur. Ağasının duası
kabul olunca, at bakısıcısı çürük çaylak olur ve “Su, su!” diye bağırır durur.
Halk kültüründe güvercin: Efsaneye göre, güvercin torunlarından eziyet gören
bir ninedir. Tanrı’dan kendisini kuş kılmasını diler. Duası kabul olunur. Bu neden-
le güvercin ötmesi ninenin “Büyüğü dövdü, ortanca sövdü, küçüğü kovdu.” şek-
112 Türk Edebiyatının Mitolojik Kaynakları
Bu bölümde anlatılan bilgilerin büyük bir kısmı Muharrem Kaya’nın Mitolojiden Ef-
saneye (İstanbul: Bağlam Yayınları, 2007), Celal Beydili’nin Türk Mitolojisi Ansiklo-
pedik Sözlük (Ankara: Yurt Yayınları, 2005) adlı kitaplarından alınmıştır. Yukarıda
yer alan konu başlıklarıyla ilgili daha detaylı bilgilere bu kaynaklardan ulaşabilirsiniz.
Türk halk kültüründeki kozmolojik unsurların büyük bir çoğunluğunun İslâm dini-
3 nin büyük şahsiyetlerine bağlanmasının sizce nedeni ne olabilir?
Sizce, Türk halk kültüründe eskatolojik mitlerin sadece Kıyamet ile ilgili olmasının
5 nedeni nedir?
4. Ünite - Türk Halk Kültürü ve Mitoloji 117
Özet
Kültür Nedir? sözlü kültür ürünleridir. Bir başka ifadeyle, efsa-
1
Kültürün en basit ve yalın tanımı, “bir toplu- neler halk inançları ve halk dininin yansıtıldığı
mun topyekün hayat tarzı” şeklindedir. Biraz türlerin başında gelir. Efsane “yakın veya uzak
daha geniş bir tanımıyla kültür, insanların bi- geçmişte de olsa tarihî bir dönemde yer alan ve
yolojik kalıtımlarının ötesindeki ihtiyaçlarının, anlatanla dinleyenin gerçek olduğuna inandığı
doyumlarının ve doyumsuzluklarının yarattığı, bir hikâye veya anlatı”dır.
şekillendirdiği, içerik kazandırdığı ve insanların
öğrenme yoluyla edindiği, inşa ettiği maddi ve Türk Halk Kültüründe Teogonik Unsurlar Nelerdir?
5
manevi birikimi, değerleri, yönelimleri, duygu Mitlerin, tanrıların veya benzer olağanüstü güç-
ve düşünce dünyaları, sosyal davranışları, tek- lerin doğuşu ve oluşumu konu çeşidine “teogoni
nolojileri ve sanatlarının tamamını ifade eder. mitleri” denir. Türk halk kültüründe yer alan te-
Kültür insan tarafından meydana getirilerek ogonik unsurların gökyüzünde bulunanları Gü-
başlangıcından bu yana, doğaya (nature) eklen- neş, Ay ve yıldızlardır. Yeryüzünde bulunan tan-
miş yaratmalar, donatmalar bütünün adıdır. rılar, olağanüstü güçler veya kutsal ruhlar olarak
karşımıza Umay, çocuğun eşi, Albastı, Karabasan,
Halk Kültürü Nedir? Kara Koncolos, Karakura, Erkebit, Hırtik Murtik,
2
Gündelik bilgi veya halkbilimsel bilgi, duyum ve Demirkıynak, Sarıkız, Kul, Çarşamba Karısı, Yol
algıya dayanan, deneme-yanılma ile elde edilen, Azdıran, Şubat Karısı, Kapoz, Mayısa, Arap, Hı-
bilen (suje)-bilinen (obje) ilişkisinin sezgi yo- zır, Bozatlı İhtiyar, ağaç ruhu, su ruhu, dağ ruhu
luyla oluşan sezgisel ve empirik (deneyimsel) bir diye adlandırılan varlıklar olarak çıkmaktadır.
bilgidir. Örneğin romatizmalı bir insanın, yağ- Yeraltındaysa Hortlak, Şubat Karısı, Hazine veya
murun yağması ile romatizma ağrısı arasındaki Gömü iyeleri gibi teogonik unsurlar yer alır.
neden-sonuç ilişkisini bilmeden yağmurun ya-
ğacağını söylemesi bu tür bir bilgidir. Zamanla Türk Halk Kültüründe Kozmogonik Unsurlar Ne-
eskiyen bilimsel bilgiler ve onlara dayalı gelişti- 6 lerdir?
rilmiş eski teknolojiler de popülerleşip yaygın- Gökyüzü başta olmak üzere evrenin veya tek tek
laşarak gündelik bilgi veya halkbilimsel bilgiye nesnelerin oluşumuyla ilgili mitlere “kozmoloji
dönüşebilir. İşte, bir kültürde bu tür bilginin ve mitleri” denir.Türk Halk kültüründe kozmoloji
ona dayalı yaşantıların oluşturduğu tabakaya mitleriyle ilgili olarak yaşamakta olan unsurlar
“halk kültürü” adı verilir. samanyolu, güneş, ay, dünyanın şekli, deprem,
yerleşim yeri köken, tekrarlanan zaman, ateşin
Halk İnancı Nedir? kökeni, bitkiler ve hayvanlarla ilgili mitlerdir.
3
Halk inançları, mitoloji başta olmak üzere eski
dinlerden aktarılanlarla resmi dinin inançlarının Türk Halk Kültüründe Antropogonik Unsurlar
türlü nedenlerle geniş halk yığınları arasında çe- 7 Nelerdir?
şitlenerek aldığı yeni yorum ve inanış şekilleridir. İnsanın yaratılışı ve türeyişini konu edinen mit-
Bunlar, “resmî” veya “kitabî” din öğretisini temsil lere antropogonik mitler denir. Türk halk kültü-
eden din adamları ve bilginlerince çoğunlukla, ründe insanın yaratılışı ve türeyişi, ağaç ana/ata
“yanlış”, “sapık”, “hurâfe” veya “batıl inanç” ola- ve hayvan ana/ata başlıkları altında toplanabile-
rak adlandırılmak suretiyle resmi dinin dışında cek antropogonik unsurların yaşamaktadır.
oldukları vurgulanan, çoğu zaman mitolojiyle iç
içe geçmiş bir halde, halk dinine ait yaygın inanış Türk Halk Kültüründe Eskatolojik Unsurlar Ne-
şekilleri, yorum ve uygulamalardır. 8 lerdir?
Dünyanın ve evrenin sonunu konu edinen mit-
Efsane Nedir? lere “eskatoloji mitleri” adı verilir. Türk halk kül-
4
Birçok dilde “mit”le neredeyse aynı anlamda kul- türünde Kıyamet inancının sözlü kaynaklardan
lanılan “efsane” (legend) anlatım türü Türk mito- derlenmiş ve mitolojik motifler taşıyan çeşitlen-
lojisinde de mitlerin en yoğun olarak yer aldığı meleri vardır.
118 Türk Edebiyatının Mitolojik Kaynakları
Kendimizi Sınayalım
1. Halk kültüründe “mit”lerin yer aldığı türlerin ba- 6. Bu tür simgesel değişimlerle dünyanın ve evrenin
şında ...... ve ...... gelir. Bunları diğer sözlü edebiyat tür- sonunun geldiğinin anlatılmasındaki en büyük yer ve
leri takip eder. rol ...... aittir.
Yukarıdaki cümlede boş bırakılan yerler aşağıdakilerin Bu cümlede boş bırakılan yer aşağıdakilerin hangisiyle
hangisiyle doğru olarak tamamlanabilir? doğru olarak tamamlanabilir?
a. halk inançları/masallar a. Dolunay’a
b. halk inançları/destanlar b. Ay’a
c. halk inançları/meseller c. Kardeş’e
d. halk inançları/fıkralar d. Güneş’e
e. halk inançları/efsaneler e. Samanyolu’na
Okuma Parçası
Altay Yaratılış Destanı Onun başı az düşse, tufanlar başlar imiş,
Dünya bir deniz idi, ne gök vardı, ne bir yer, Tufanda taşan sular, dünyayı kaplar imiş,
Uçsuz bucaksız, sonsuz sular içindeydi her yer! Başı zincirler ile bu yüzden bağlanmıştı,
Tanrı Ülgen uçuyordu, yoktu bir yer konacak, Başın oynamaması, bu yolla sağlanmıştı,
Uçuyordu, arıyordu, katı bir yer, bir bucak Zincirler bağlanmışmış, ortadaki direğe,
Kutsal bir ilham ile, nasılsa gönlü doldu, Balık n’olur, ne olmaz, kımıldamasın diye!
Kayıptan gelen bu ün, ona bir çare buldu. Tanrı balık işini, verdi Mandı-Şire’ye
Göklerden gelen bir ses, Ülgen’e buyruk verdi: Mandı-Şire düzeltti, başı dönse nereye,
- Tut önündeki şeyi hemen yakala! dedi. Günlerden bir gün yine yer suya gömülmüştü,
Ülgen bu emre uydu, uzattı ellerini, Çünkü balığın başı aşağıya düşmüştü,
İçinden tekrarladı, Semanın sözlerini. Dünya yaratılınca, Tanrı rahatı seçti,
Denizden çıkan bir taş, fırladı çıktı yüze, Oturmak için yine, Altın-Dağ’ına geçti.
Hemence taşı tuttu, bindi taşın üstüne! Çok büyük bir dağ idi, Altın-Dağ dedikleri,
Artık Ülgen memnundu, rahatı bulmuş idi, Ayla Güneşe değer, gökteydi delikleri.
Üzerinde duracak bir yeri olmuş idi. Bulunurdu Altın-Dağ, gökle yer arasında,
Göklerin emri ile, bulunca Ülgen durak, Ülgen de otururdu, bu dağın ta başında!
Artık vakit gelmişti, gökleri yaşatacak! Dağın etekleriyse, dünyaya değmez idi,
Ülgen hep düşünmüştü, ta göklere bakarak: Bir adam boyu kadar durur da düşmez idi,
- Bir dünya istiyorum, bir soyla yaratayım! Dünya yaratılışı altı günde olmuştu.
Bu dünya nasıl olsun, ne boyla yaratayım! Yedinci günde ise, Bay-Ülgen uyumuştu,
Ülgen hep düşünmüştü, ta göklere bakarak: Bir gün yattıktan sonra, Bay-Ülgen kalktı yine,
- Bunun çaresi nedir, ne yolla yaratayım! Etrafına bakındı, neler yarattım diye,
Bir Ak-Ana var idi, yaşardı su içinde, Bizimkinden başkaydı, kendine eş dünyası,
Ülgen’e şöyle dedi, göründü su yüzünde: Onun eğildi yalnız, Ay ile Güneş dünyası,
- Yaratmak istiyorsan, sen de bir şeyler Ülgen, Dokuz ayrı dünya da fazla yaratılmıştı,
Yaratıcı olarak, şu kutsal sözü öğren! Birer cehennem ile bir de yer katılmıştı.
De ki hep, “Yaptım oldu! Başka bir şey söyleme! Dünyaların büyüğü, Han-Kurbustan-Tengere,
Hele yaratır iken, “Yaptım olmadı! Deme!” Bu dünyalar içinde, yok o dünyadan üzre!
Ak-Ana bunu dedi, sonra kayboluverdi, Ülgen bu dünyasına, verdi yardımcı bir Han,
Denize dalıp gitti, bilinmez oluverdi. Bu Han’ın adı idi, Mangızın-Matmas-Burkan,
Ülgen’in kulağından bu buyruk hiç çıkmadı, Tanrılar barınağı, Han-Kurbustan-Tengere,
İnsana bu öğüdü iletmekten bıkmadı: Cehennemi yaparken Tanrı hiç boş durmamış,
- Dinleyin ey insanlar! Var’ı yok demeyiniz! Matman-Kara adıyla, bir de mühür atamış,
Varlığı yok deyip de yok olup gitmeyiniz! Doksan dokuz dünyanın ortancalar ortası,
Ülgen yere bakarak: - Yaratılsın Gök! Demiş. Adı Ezre-Kurbustan, Tengere, Gök dünyası.
Bu buyruk üzerine, üstünü Gök bezemiş! Bu dünya müdürünün kendisi de idi Han,
Tanrı Ülgen durmamış, ayrıca vermiş salık, Belgein-Keratlu, Türün-Musıkay Burkan,
Bu dünyanın yanına, yaratılmış üç balık. Kurulduğu yer ise, Altın-Şarka adlı yer,
Bu büyük balıkların, üstüne dünya konmuş, Cehennemine herkes Tüpken-Kara-Tamu der.
Balıklar çok büyümüş, dünyaya destek olmuş. Biri bu cehennemi idare eder baştan,
Dünyanın yanlarına iki de balık konmuş, Bu da kutsal ruhlardan, bir Matman-Karakçı Han,
Dünya gezer olmamış, bir yerde kalıp donmuş. Dünyamıza gelince, dünyalar düzeninde,
Bir başka balık ise, yere gerilmiş imiş, En küçük olanıdır, insan yaşar içinde,
Kapkaranlık kuzeye, başı çevrilmiş imiş, İnsan’ın Dünya’sına derler Kara-Tengere,
Ortadaki balığın başı tam kuzeydeymiş, İdare eder onu, kutsal büyük May-Tere.
Tufan hemen başlamış, yönü az değişseymiş. Dünya cehennemine, toptan Kara-Taş derler,
Onun başı her zaman tam yönde durmalıymış, Kerey-Han adlı biri, onu idare eder.
Bu yön hiç değişmeden, kuzeyde olmalıymış, Sanma ki bizim dünya, dünyalar içre tektir,
120 Türk Edebiyatının Mitolojik Kaynakları
Sıra Sizde 4
Modern çağın akılcı ve olgucu mantığı karşısında mitler
ve efsaneler inandırıcılıklarını yitirmektedirler. Bu şekil-
de inandırıcılıklarını yitiren mitolojik efsanelerin bazı
motif ve unsurlarının değiştirilip akla ve mantığa uygun
hale getirilerek güncellenmeleri onları inanılır kılmanın
ve yaşamalarını sağlamanın en yaygın yoludur.
Sıra Sizde 5
Türk toplumunun neredeyse tamamı Müslümandır.
Evrenin sonunu konu edinen efsanelerin kitabî İs-
lâm’ın temel kabulleri arasında yer alan Kıyamet anla-
yışı etrafında oluşturulmasının en önemli nedeni İslâm
dini ve onun etkileridir.
5
TÜRK EDEBIYATININ MITOLOJIK KAYNAKLARI
Amaçlarımız
Bu üniteyi tamamladıktan sonra;
İran mitolojisi ve ana temalarını tanımlayabilecek;
İran mitolojisinin kökenleri ve gelişimini açıklayabilecek;
Mitolojik değerleri kavrayıp toplum bilimi açısından tanımlayabilecek;
Mitolojik değerlerin edebiyattaki yansımalarını değerlendirebilecek;
Mitolojik değerlerin edebiyat ve diğer dallardaki etkilerini açıklayabilecek bilgi
ve beceriler kazanabileceksiniz.
Anahtar Kavramlar
• İran Ede bi ya tı • Mi to lo ji
• İran Mi to lo ji si • İran mi to lo ji si ve Ede bi yat
İçindekiler
İRAN MİTOLOJİSİ
İran mitolojisi ve İran efsaneleriyle ilgili en eski bilgiler MÖ. XV. yüzyıla aittir.
Arkeolojik verilerin yanı sıra İran ulusal tarihi ve tarihsel kişilikleri konusunda
en eski işaretler Hintliler ve İranlıların Rig Veda ve Avesta kutsal metinlerinde yer
almaktadır. Değişik tarihlerde kaleme alınmış Avesta’nın en eski bölümü Gatalar,
Peygamber Zerdüşt’ün ilahileridir. Araştırmacıların çoğu söz konusu ilahilerin
M.Ö. VI. yüzyılda yazılmış olduğu kanısını taşırlar. Ancak birtakım araştırma-
cılar bu bölümlerin yazılış tarihi olarak çok daha eskilere gitmekte, Zerdüşt’ün
yaşadığı dönemlerin M.Ö. 1100-1500-1700’lü yıllar olduğunu söylemektedirler.
İran kahramanlık hikâyeleriyle efsanelerinin tarihi, Aryaların İran toprakla-
rına geldikleri günlerden başlar. İran kavmi, İndo-Europeenne/Hind-Avrupa ka-
vimlerinden biridir. Aşamalı olarak Asya’nın orta kesimlerinden Atlas Okyanusu
kıyılarına kadar yayılmış ve yenidünyanın keşfiyle birlikte dünyanın birçok bölge-
sine de gidip yerleşmişlerdir. Bu ırkın kollarından biri, tarihin çok eski dönemle-
rinden beri diğer kollara oranla çok daha fazla önem kazanmış, onun oluşturduğu
medeniyet, edebiyat ve kültür, Hind-Avrupa ırkının diğer kollarından daha etkili
olmuştur. Bu kol İndo-İranienne/Hind-İran koludur. Tesbitlere göre MÖ. 3000
yıllarında Hint-Avrupa grubundan ayrılıp Hint ve İran ırkları olarak iki ayrı kola
bölünmeden önce bunlar, Orta Asya bölgesinde yaşamakta; ortak din, dil, inanç
ve mitolojilere sahip olup kendilerini “Arya: şerefli” nitelemesiyle ifade etmekte-
dirler. Sonraki dönemlerde birbirlerinden ayrılarak Hindistan ve İran adlı ülkele-
rine yerleştiklerinde bu ismi her biri kendisi için kullanmıştır.
Ulusal rivayetler, dinsel efsaneler, tarihsel gerçekler, İran kahramanlarının ma-
ceraları, göç öncesi ve orta Asya topraklarında yaşadıkları dönemlerden kalma
hatıralar ve efsaneler, ordu sevki ve savaşlar, savunma amaçlı mücadeleler, çeşitli
bölgelerde sanatsal gösteriler ve kahramanlık sergilemeler, Arya ırkının gurur ve
kibirliliği, İranlıların yeni inanışlarına, tanrılarına ve hepsinin İran ve İran halkının
destekçileri olduklarına inandıkları “kutsal ölümsüzler” adını verdikleri melekle-
re bağlılıkları, İran’ın doğu bölgelerinden çıkan ve bağımsız hükümetlerin oluşu-
munda gayret göstermiş sultanlar ve emirlerin tarihleri ve daha başka konuların
karışımıyla düzenli ve bütünlük içerisinde derlenen efsaneler ile hikâyeler ortaya
çıktı. Söz konusu anlatımların temellerini oluşturan tarihsel gelişmeler, efsaneler ve
dinsel rivayetlerin birtakım örnekleri de Avestâ’da görülmektedir. Bu rivayetler da-
ha sonraki dönemlerde oluşan İran efsanelerine de kaynaklık etmiş, diğer uluslarda
124 Türk Edebiyatının Mitolojik Kaynakları
İran mitolojisi ve İran efsaneleriyle ilgili en eski bilgiler hangi kaynaklarda yer al-
1 maktadır?
Ahura Mazda
Zerdüşt’ün, Avestâ’daki en büyük tanrısı Ahura Mazda, Fars edebiyatında genel-
likle “Ahura Mazda”, “Hurmuzd” ve “Hormez” şekillerinde geçer Farsça sözlük-
lerde bu kelimenin “tanrı” karşılığı dışında “müşteri gezegeni” anlamı da yer alır.
Mazdeist inanışta ve İrano-Aryanlar’da tek iyilik tanrısıdır. Her şeyi bilen ve her
şeye gücü yeten Ahura Mazda’nın düşmanı ise, tümüyle kötü güçlerdir. Farsça’da
“serveri dânâ: bilge önder, bilge efendi” anlamıyla da bilinen Ahura Mazda, diğer
Arya tanrılarının tamamını gerçek dışı tanrılar olarak niteleyen Zerdüşt’ün Aves-
tâ’daki tanrısı, iyilikler ve güzelliklerin yaratıcısıdır.
Ahâmeniş hükümdarları büyük tanrıya “Ahura Mazda” adını verirler. Eski
Fars kitabeleri de bu gerçeği onaylar. Buradan hareketle İranlıların ortak tanrı-
sının Zerdüşt’ün Ahura Mazda’sı olduğu sonucuna gidilemediği gibi, Ahâmeniş-
ler’in tamamıyla Zerdüşt inanışına bağlı oldukları yargısına da varılamaz. Ancak
zamanla Ahura Mazda, Zerdüşt’ün çabalarıyla bütün İranlıların tek tanrısı haline
gelmiştir. Yüce tanrı Ahura Mazda’dır. Büyük melekler onun tarafından yaratıl-
mıştır. O en büyük yaratıcı ve bütün hayırların kaynağıdır.
Asumân: Gök
Asumân aynı zamanda feleği koruyan tanrının da adıdır. Şiirde “çerh”, “semâ”, “fe-
lek” gibi kelimelerle de anılır ve yerler gibi onun da yedi kat olduğu kabul edilir.
Gökyüzü, kutsallığın en eski tecellîlerinden biri, dinsel mitolojik değerlerle dop-
dolu, ilahi gücün egemenlik alanı, sonsuz yüceliği ve genişliğiyle tanrıların ülkesi,
yücelere yükseliş makamıdır. Dinsel inanışlarda yücelerde ve yükseklerde bulu-
nanlar, yüceliğin ve üstünlüğün simgesi olarak algılanmaktadır. Bu yüzden Moğol-
lar en büyük ilahlarını “gökyüzü” anlamındaki “Tengri” kelimesiyle adlandırmış-
lardır. Tevrat’ta da, aynı anlamda ayetler yer alır, Allah’ın göklerde bulunduğu ve
oradan insanlara seslendiği aktarılır. Fars edebî metinlerinde de; gökyüzünün Al-
lah’ın makamı olduğu ifade edilir. Mazdeist inanışta; gökler övgülere konu olmuş,
kutsanmış ve Ahura Mazda’nın ikametgâhı olarak nitelenmiştir. Aynı zamanda
126 Türk Edebiyatının Mitolojik Kaynakları
Fars edebiyatında gökler ve yedi feleğin övülmeleri yanında, yemin edilerek kut-
sanmaları da dikkat çeker. Bu, aynı zamanda eski inanışlarda göklerin kutsandığı-
nın göstergesidir. Bütün bunların yanı sıra dinlerde ilk cezbe hali, ruhun göklere
yükselmesi ya da yer yüzünü seyahate çıkmasıdır. Yine tasavvufta; iç dünyadaki
seyahatler ve yükselişler hep göklere doğru kanatlanma şeklinde olmaktadır.
Ateş
Çeşitli dinlerde kutsallaştırılan, manevi temizlenme veya ceza unsuru olarak kabul
edilen, sembolik anlatımlar için kullanılan bir kavram olan, en eski dönemlerden
beri dört temel unsur olarak bilinen su, rüzgâr, toprak ve ateş grubundan biri olan
ateşin kaynağı hakkında pek çok efsane/mitos ortaya atılmıştır. Birbirinden olduk-
ça farklı bu efsanelere göre ateş, bir kahraman tarafından yeryüzüne getirilmiştir.
Ateşi insanlara veren tanrılardır. Yahut insanlar onu tanrılardan çalmışlardır. Ateş;
tanrı, tanrıça yahut da tanrının gücünün simgesidir. Bütün bu efsanelerde ortak
nokta, ateşte insanüstü bir mahiyet ve özellik görülmesidir. Ateşin kıvılcımı, közü,
dumanı, rengi, yanarken çıkardığı ses, türlü efsanevî anlatımlara neden olmuş, bu
nitelikleriyle ateş, falcılık ve büyücülük için bir araç olarak da kullanılmıştır.
Eski İran halklarının inanışlarına göre ateş, ilk olarak Hûşeng tarafından bu-
lunmuştur. Şahnâme’nin rivayetine göre; Hûşeng bir gün ava çıkmış, yolda bir
yılanla karşılaşmış, bu yaratığı o güne kadar tanımamış olduğundan dolayı öldür-
mek istemiş ve bir taş alarak ona doğru fırlatmıştır. Ancak yılan ölmemiş, o atı-
lan taştan kıvılcımlar ve ateş meydana gelmiştir. Hûşeng, bu aydınlığa şükretmek
amacıyla o günü bayram olarak ilan etmiş ve ondan sonra o gün ve gecesi, İran
geleneklerinde törenlerle kutlanan bir bayram olarak yer almıştır.
Ateşin etkisinin en eski devirlerden bu yana devam ettiği bilinen ülkelerden
biri de İran’dır. Zerdüşt, bu çok eski ve ayrıntılı kültü yasaklamış olmasına rağmen
daha sonra yeniden ortaya çıktı. Bazı kaynakların, Hz. Muhammed’in doğumu
sırasında söndüğünü yazdıkları ateş, resmî dini Mazdeizm olan Sasanîlerin sön-
meyen ateşidir.
Fars edebiyatında Zerdüşt ve inanırlarının, ateşi kutsaması ve ona saygı duy-
masından çokça söz edilir. Bu yüzden Fars edebiyatında “Zerdüşt’ün ateşi” bir de-
yim halini almış, aydınlık ve ışığıyla âteşkedelerin ateşine benzetilmiştir.
Ebrû-yı anberîn ile mihrâb-ı dînidir
Ruhsar-ı âteşîn ile ol kıble-i Mecûs
(Bâkî G. 212/5)
Ateşkede
Terim olarak; “Zerdüşt dini bağlılarının kutsadıkları ateşi içerisinde koruyup sak-
ladıkları yerlerin özel adı” olarak kullanılmıştır. Zerdüşt inanışının kutsal mekân-
ları ve tapınakları olan ateşkedelerde hiç söndürülmeden yakılan ateş, bu inanışta
tanrısal gücü simgeler. Ateşkedelerin yapılış tarzları, şekilleri ve iç bölümleri he-
men her yerde aynı olarak tasarlanmıştır. Genellikle her ateşkede; sekiz kapılıdır
ve sekiz köşeli birkaç odadan oluşmaktadır. İçerisinde kutsal ateşin hiç söndürül-
meden yakıldığı “ateşdân: ateşlik” söz konusu kompleks yapının ortasında yer alır.
Ateşkedelerin sayısı oldukça fazladır, ancak büyük ateşkedeler üç tanedir. Zerdüşt
inanırları, ateşkedeye; “şefkat kapısı” adını da verirler.
Ateşkedelerde her zaman güzel kokular bulundurulur, din adamlarından biri,
nefesiyle kutsal ateşi kirletmemek için bir perdeyle ağzını kapatır ve dinsel tören-
lerde temizlenmiş odunlarla ateşi sürekli yanar halde tutar, birtakım dualar okur.
5. Ünite - İran Mitolojisi ve Ana Temaları 127
Câm-i Cem
İran hükümdarlarından Cemşîd ile Keyhusrev’e, aynı zamanda Süleyman Pey-
gamber ve Büyük İskender’e ait olduğu kabul edilen sihirli kadeh. İçine bakıldı-
ğında, dünyada olup biten her şeyin görüldüğüne inanılan bu kadeh, İran ve Türk
edebiyatlarında; “Âyîne-yi Süleyman: Süleyman’ın aynası”, “Âyîne-yi Sikender: İs-
kender’i aynası”, “Piyâle-yi Cem: Cem’in kadehi” adlarıyla da anılır.
Şarabın Cemşîd döneminde ortaya çıkmış olmasına bakılarak “Câm-i Cem:
Cem’e ait kadeh”, gizlilikleri keşfeden özelliğinin yanı sıra “şarap kadehi” için de
kullanılır. Fars edebiyatında şarap kadehi de Cem’e nisbet edilir. Firdevsî’nin riva-
yetine göre; Keyhusrev, buna bakarak Bîjen’in kaldığı zindanı görmüş ve bunun
üzerine Rüstem’i onu aramaya göndermiştir.
Cemşîd, dünyadaki gelişmeleri Câm-i Cem’den izlemiştir. Cemşîd’ten sonra
bu kadeh Keyhusrev’e, ondan sonra da Dârâ’ya miras kalmıştır. Cemşîd’in şara-
bı ve Câm-i Cem’i icadından dolayı, tasavvuf edebiyatında şarap kadehi ve şarap
içme, bütün varlık sırlarını gösteren “câm-i cihânnumâ” gibi bütün sırları insa-
na açıklayan, bildiren bir iksir olarak kabul edilmektedir. Mutasavvıflar genellikle
“Câm-i Cem” ya da “câm-i cihânnumâ”yı “gönül”e benzetirler.
128 Türk Edebiyatının Mitolojik Kaynakları
Câm-i Cem: “bütün evrendeki durumu, yedi feleğin sırrını, açık ve ayrıntılı bir
şekilde gösteren bir kadehtir.” Gizemli özellikler taşımakta olan Câm-i Cem’de, yer-
kürenin en uzak noktalarında bile gerçekleşen olaylar da yansımaktadır. Bazıları
onu Cemşîd zamanında şarabın ilk kullanılmaya başlandığında onun şarap içtiği
kadeh olarak tanıtırlar.
Özellikle Sufî çevrelerin yükledikleri mistik ifadeler ya da sembolik ve meca-
zî anlamlarıyla Câm-i Cem ile âb-i hayat arasında da ilgi kurulmuş, Câm-i Cem,
bazı şiirlerde “Câm-i Hızr” olarak da kabul edilmiş, tasavvufta, birbirinden farklı
şekillerde geçmiştir.
Tâc-ı Dârâ’da olan gevheri biz neyleyelüm
Câm-ı Cem’de konılan la`l-i müzâb olsa bize
(Şeyhülislam Yahya G. 298/2)
Ehrimen
Ehrimen “kötü akıl”, “şeytan” anlamlarında kullanılmıştır. Ahura Mazda’nın kar-
şısında Ehrimen vardır. Ancak çok sayıda değerlendirme, Mazdeist inanışının
temel özellikleri arasında yaygın olarak yer alan inanışa göre; Ahura Mazda ile
Ehrimen’in on iki bin yıl boyunca savaş halindedirler. Bu mücadelenin sonunda
Ehrimen’in yenileceği, daha sonra da kıyametin kopacağı kabul edilir. Yerde ve
gökte bulunan her şeyin; iyiler ve kötüler olarak iki gruba ayrıldığı, inanırlarının
Ahura Mazda’yı destekledikleri onun Ehrimen’e galip gelmesi için çalıştıkları da
yine bu inanışın özelliklerindendir. Ehrimen, iyilik güçlerinin karşısında sonsuza
kadar dayanamaz. Tanrı Îzed’in gürzünden korkar. Zerdüşt’ün doğumuyla birlik-
te yeryüzünden kaçar.
Fars edebiyatında; kötülük simgesi olarak “tanrılar karşısında” bazen de, Sâmî
rivayetlerden etkilenilerek “İblîs” yerine “meleklerin karşısında” bir güç” olarak yer
alır. Çok sayıda şairin dizelerinde yer alan ifadelerden de anlaşıldığı kadarıyla; İslâm
kültüründe Ehrimen, “Şeytan” ve “İblîs” kelimelerinin karşılığı olarak kabul edilir.
Bin yılın Ehremen’in mev’iza-i ma’rifeti
Kâbil-i dîn kılur nâil-i îmân eyler
(Fuzûlî, Onay 131)
Elburz
Mitolojik bir dağ olan ve günümüzde adı, Elburz Sıradağları olarak bilinen dağ.
Mitolojik rivayetlerde Ehrimen, Ahura Mazda’nın yaratılışına muhalefetinden
dolayı yerküreyi yararak tam ortasına girmiş, o anda şiddetli bir sarsıntıyla Elburz
Dağı yerden yükselmiş, ardından da diğer dağlar Elburz’un köklerinden ortaya
çıkarak yeryüzünde yerleşmişlerdir. Güneş, Ay ve yıldızlar hep Elburz’un üzerin-
de döner dururlar. Elburz’un zirvesinde; karanlık, gece, sıcak ve soğuk rüzgarlar
bulunmaz.
Cem, Elburz’da görkemli bir saray yaptırmış; Kavûs, orada çok güçlü bir kale
kurmuş; Feridûn, çocukluğunu bu dağda geçirmiştir. Şahnâme’ye göre Feridûn
on altı yaşına geldiğinde bu dağı terk etmiştir. Surûş’un bin sütunlu sarayı Elburz
zirvesinde bulunur. Ayinlerde suyu çıkartılıp içilen ve kutsanan içecekler arasında
yer alan “hûm” bitkisi bu dağın tepelerinde yetişir.
Bazılarınca; Elburz’un dünyanın etrafını çevreleyen mitolojik Kâf Dağı’yla ay-
nı olduğu ifade edilir. Bu dağın; coğrafî bir bölge olmasından önce mitolojik ve
manevî özellikleri bulunan bir bölge oluşu daha önemlidir. Fars şiirinde özellikle;
5. Ünite - İran Mitolojisi ve Ana Temaları 129
Heft: Yedi
Heft: yedi, çok eski devirlerden beri hemen bütün milletlerin dikkatlerini çekmiş
ve tanrısal içerikler ile fizik ötesi anlamlar yüklenerek daha çok iyi ve bazen de
kötü anlamlarda kullanılmıştır. Birtakım sayıların kutsallığına çeşitli milletler ta-
rafından inanılmasıyla birlikte bunlar arasında ön planda “üç”, “dört”, “altı”, “yedi”,
“on iki”, ve “kırk” sayıları yer alırken, bu seçme rakamlar içerisinde de “yedi” ve
“kırk” sayıları çok önemsenmiş, son derece değer verilen, kutsanan sayılar olarak
kabul edile gelmişlerdir. Yedi rakamına özel önem veren, ona değişik anlamlar
yükleyen ve daha sonra da o “simgesel” nesneleri “tanrı” olarak algılayıp tapan
ilk kavim Sümerler’dir. Klasik dönemlerde birtakım doğa unsurları, eski dünyada
tesbit edilmiş gezegenlerin, asıl renklerin sayıları ve aynı şekilde diğer bazı nesne-
ler ve olayların bu sayı miktarında bulunması bu sayının fizik ötesi yönünün daha
çok ön plana çıkarılmasını sağlamıştır.
Tarihlerindeki birçok olay, dinsel inanışları, ayinleri, “gezegenlerin sayısı”, “gök
ve yer katmanları”, “Babil Asma Bahçeleri”nin sayısının yedi oluşu... bütün bu say-
gı, gizem ve fizik ötesiliğin sebepleridir. Allah’a en yakın meleklerin sayısının ye-
di oluşu gibi. Araplar da bu gelenekleri devam ettirmiş, bu sayıyı kutsamışlardır.
“Ka’be’nin yedi kez tavaf edilmesi”, “Ka’be’nin duvarına asılan seçkin şiirlerden
oluşan yedi askı”, “yedi kez taş atma”, “Safâ ile Merve arasını yedi kez koşma” vb.
Eski İran peygamberi Zerdüşt zamanında tanrının “yedi meleği” olarak kabul edi-
len kutsal ölümsüzler ebedîlik ve temizlik sembolleri olarak kutsanmışlardır.
Yedi rakamına bu şekilde özel anlamlar yüklenmesinin önemli gerekçelerin-
den biri de, söz konusu sayının birçok yerde alabildiğince geniş bir kullanım ala-
nına sahip olmasıdır. Örneğin; “yerin yedi tabakası”, “göklerin yedi katı”, “haftanın
yedi günü”, “İsrailoğulları’nın yedi büyük meleği”, “Araplarda cahiliye döneminde
Ka’be’nin yedi kez tavaf edilmesi”, “eski Hintlilerde yedi Arya tanrısı”, “Zerdüşt
dininde yedi melek”, “Dünyanın yedi bölgesi”, “Mitra inanışında yedi rakamının
kutsallığı”, “Manî dininde yedi tanrı”, “Kur’ân’da cehennemin yedi tabakası”, “Âd
kavmine verilen yedi gün yedi gecelik ceza”, “Firavun’un rüyasında gördüğü ye-
di zayıf ve yedi şişman sığır”, “secde esnasında yere temas etmesi gereken yedi
uzuv”, “dince kirli olduğu kabul edilen nesnelerin yedi kez yıkamakla temizlenme-
si”, “İsmailiyye mezhebinde yedili aşamalar”, “aşkın yedi şehri”, “aşkın yedi vadisi”,
“Kur’ân’ın yedi harf üzere inmesi”, “yedi kıraat şekliyle okunması”, “Kur’ân’da yedi
kez selam kelimesinin geçmesi/yedi selam”, “yedi yiğitler (Peygamber, dört halife,
Hasan ile Hüseyin)”, “Fatiha sûresinin yedi ayet oluşu”, “Sasanîler döneminde söz
sahibi yedi kabile”, “yedi başlı ejderhalar”, “Gerşâsp’ın yedi oğlu”, “yedi tür meyve
veren ağaç”, “Rüstem’in hefthân’ı”, “Keykâvûs döneminin yedi kahramanı”, “Rüs-
tem’in yedi yıl hükümdarlığı”, “yedi yıl kıtlık”, “İsfendiyâr’ın hefthân’ı”, “İran millî
hikâyelerinde yedi güçlü hükümdar”, “yedi renkli balık”, “yedi gerdanlık”, “yedi
katlı tapınaklar”, “Hemedân’ın yedi hisarı”, “Kûruş’un kabri”, “Babil’in Asma Bah-
çeleri”, “dünyanın yedi harikası”...
İranvîc
İranlıların anayurtları, ataları Aryaların topraklarının adı olarak kabul edilen
İranvîc, Avestâ’da; “Airyanvaeja” şeklinde geçer. Aryaların daha sonra göç ettikleri
ve dünyanın değişik yerlerine dağıldıkları bu bölge, Aryaların İranlılar ve Hint-
liler olarak iki ayrı gruba ayrılarak İran çöllerine yayılmalarından önce onlardan
bir grup Avestâ’da İranlıların anayurdu olarak bilinen bu bölgeye yerleştiler. Bura-
nın, tarihçilerin bir kısmına göre Hârizm ya da Hîve olduğu söylenir. İran: Arya-
ların ülkesi” bu kelimeden alınmıştır. İran adı, Eski Yunan coğrafyacılarından bir
kısmı tarafından “Aryanâ” olarak kaydedilmektedir.
Îzed: Tanrı
Farsça’da; “Allah” anlamındaki isimlerden “Îzed” ya da Avestâ’daki şekliyle “Yaza-
ta”, “yeze” kökünden gelen ve “tapınmak” anlamını veren bir kelimedir. Sanskrit
dilinde “yacata” bir niteleme olarak “övgüye yaraşan” anlamındadır. Pehlevice’de
Îzed; “Yazat” ve “Yezed” şekilleriyle “övgü”, “yalvarış”, “övgüye yaraşan”, “övülme-
ğe layık” anlamlarıyla da imşâspendlerden daha az yetenekli, onlardan daha alt
makam ve mertebelerde bulunan melekler için de kullanılır. İranlıların inanışla-
rına göre gökyüzü bu meleklerle doludur. Avestâ’da çoğu yerde bu kelime bütün
tanrıları da gösterir. Ancak Pehlevice’de bu çoğul, tekil olarak “Tanrı” anlamında
kullanılır.
Bu tanrılardan her biri, bir farklı görünümde kabul edilerek özgün ilahiler ile
övülmektedir. Onlara hediyeler göndermek, toprağa şarap ve kokulu bitkilerden
elde edilen şıraları dökmek, sığır, deve, at ve koyun gibi hayvanları onlar için kur-
ban etmek, bu tanrılar için düzenlenen törenlerde yapılan etkinlikler arasında yer
almaktadır. Mazdâ ayinlerinde tanrılar, erkek ve dişi görünümde tasavvur edilir
ve öyle tanınır. Örneğin gök tanrısı ve ateş tanrısı, “eril”; gündüz tanrısı, “dişil”
olarak kabul edilmektedir. Eski İran tanrıları, Fars edebiyatında daha çok özgün
adlarıyla ve tanrısal olmayan görüntülerde tasavvur edilirlerdi.
132 Türk Edebiyatının Mitolojik Kaynakları
Kâve
Dahhâk’ın baskıları zirveye ulaştığında, şehrin demircisi Kâve’nin, on sekiz oğ-
lundan geriye kalan sonuncusunun beynini çıkartarak yılanlarına sunmak için
Dahhâk’a götürdüler. Bunun üzerine Kâve, son derece kızgın olarak Dahhâk’ın
makamına çıktı. İleri gelenlerin de huzurunda peştamal olarak kullandığı deriyi
de mızrağının ucuna takarak halkı kendisine destek vermeye ve zulme karşı dire-
nişe çağırdı. Kendisini destekleyenlerle birlikte Feridûn’u tahta çıkardılar. Feridûn
da, bu günün hatırasına söz konusu deri parçasını uğurlu kabul ederek değerli
mücevherlerle süsleyip sancak olarak kullanmaya başladı. Fars mitolojisinde ve
daha sonraları da Fars edebiyatında söz konusu sancak, zulme uğramış, yoksul
halkın despot yönetimlere kaşı ayaklanmalarını, haklarını aramalarını simgeleyen
güç ve azamet simgesi haline gelmiştir.
Kâve’nin bu haklı direnişi, İran mitolojik tarihinin yanı sıra uluslararası benze-
ri görülmeyen bir direniş olarak nitelendirilmekte, Musa Peygamber’in Firavuna
karşı direnişi de buna benzetilmektedir.
Kâve, Yunan mitolojisindeki ünlü kişiliklerden Prometheus’nin sahip olduğu
makam ve özelliklere benzer bir konumda bulunur. Bu iki kişiliğin ayaklanma-
ları, boyutları gerekçe ve sonuçları arasında görünürde bir benzerlik olmasa da,
büyüklük ve kapsam açısından benzer özellikler gösterir. Her ikisi de, yaşadıkları
çağın en büyük güçlerine karşı insanlık yararına ayaklanıyorlar, ancak araların-
daki fark Kâve’nin mücadeleleri sonucunda başarıya ulaşması, diğerinin yenilgiye
uğramamış olsa bile çalışmalarından bir sonuç alamamış olmasıdır.
Keyûmers
Keyûmers, yaşadığı çağın en büyük kişiliği, İranlılar tarafından ilk insan ve yeryü-
zünün ilk hükümdarı olarak bilinir. İnsanlar, birlikte yaşarlarken aralarında çıkan
anlaşmazlıkları çözecek, bireyler arasında adaleti sağlayacak büyük ve güç sahibi
birini aramış ve Keyûmers’in huzuruna çıkarak bu isteklerini dile getirmiş: “Bi-
zim en büyüğümüz, en üstünümüz, en yeteneklimiz sensin. Atalarımızdan yadigar
kalan da sensin. Bu devirde senin eşin ve bezerin de yoktur. Al artık bütün işlerimizi
eline, geç başımıza, liderimiz, hükümdarımız ol. Emrine amâdeyiz. Bütün ihtiyaç-
larımızı senin huzuruna getirelim” demişler, Keyûmers, bütün bu istek ve arzuları
dinledikten sonra, onlardan, dediklerini yapacakları konusunda kesin sözler ala-
rak dileklerini kabul etmiş, ondan sonra da taç giymiştir. Yeryüzünde taç giyen ilk
kişi odur. Yönetimde bulunduğu dönemlerde insanların mutluluk ve huzur dolu
günler geçirdiği Keyûmers, Istahr bölgesinde hükümdarlık yapmış ve kırk yıl ya
da daha az bir süre egemenlik sürmüştür.
Bazı tarihçilerce, Âdem ve ilk hükümdar olarak kabul edilen Keyûmers, ön-
celeri mağaralarda yaşar, hayvan postu giyerdi. Hayatının son devirlerinde ev-
ler yapmış, köy ve şehirler kurmuştur. Siyâmek adında bir oğlu olmuş, Siyâmek
devler üzerinde egemenlik kurmaya çalışınca, onlar Siyâmek’i öldürmüşler, ancak
oğlu Hûşeng büyüyünce onun yerini almıştır.
Şahnâme’ye göre Keyûmers ilk hükümdardır. Taht ve tacı ilk icad eden, ilk taç
giyen ve tahta çıkan odur. Otuz yıl hükümdarlık yapmıştır. Kaplan postundan
giysiler giymiş, sade yemiş, içmiş ve sade yaşamıştır. Tarımı, çeşitli meslekleri,
yiyecekler ve giyecekleri insanlara öğreten yine odur. Şahnâme ve Şahnâme’ye da-
yanılarak kaleme alınmış eserlerde Keyûmers, dinsel ya da mitolojik rivayetlerde-
kinden farklı olarak sadece ilk insan değil ilk hükümdar olarak da bilinir.
134 Türk Edebiyatının Mitolojik Kaynakları
Silah (ok ve yay) yapımı, hayvan besleme, elbise dikme, yazı, ölüleri defnetme,
yılın on iki aya bölünmesi, baykuşun uğursuz sayılması, Nevrûz ve kutlamaları, şehir
kurma, bayındırlık gibi medeniyet gerekleri onun tarafından insanlara öğretilmiştir.
Mitra, eski İran’da aydınlık, doğruluk, adalet ve iyilik tanrısı olarak, ruhları
kurtarıcı güç, yaratan kuvvet, Allah ile insanlar arasında bir araçtır. Karşısında
hiçbir şeyin direnişini kabul etmeyen, ışığı bütün evreni kaplayan ve evrenin ta-
mamına egemen olan bir ateş şeklinde karanlıkları silip yok etmekte, kötülükle-
re son vermektedir. Mihr inanışa göre; bazen yaratıcı, bazen yaratılan, çoğu za-
manda tanrı ile insan arasında haberci konumundadır. Bazı bölgelerde insanüstü
birtakım nitelikler verilmesinden hareketle Hz. Ali, kutsal bir kimliğe büründü-
rülmekte ve Allah ile insanlar arasında bir aracı olarak kabul edilmektedir. Bir ba-
kıma ona, Eski İran inanışlarındaki Mihr’in rolü yüklenmektedir. Ancak burada
her grup özgün zevki ve inanışlarıyla orantılı olarak ona kutsanan bir makam ön-
görmektedirler. Mihr, eski İran mistisizminin rumuzlarının anahtarı, Ali ise, yeni
İran’da İslâm tasavvufunun ve İran kültürünün gerçek simgesi, “insân-ı kâmil”
sembolüdür. Bu iki kelimenin yan yana duruşu sadece Ali’ye olan dostluk ve aşk
gibi kavramları çağrıştırmaz, daha da ileri boyutlarda eki İran kültürünün göster-
gesi olarak ortaya çıkar. Bu iki kelimenin “Mihr Ali” şeklindeki bileşiği ise, eski
İran ile Müslüman/Şiî İran arasındaki bağların ne denli sıkı olduğunu gösterir.
Muğ
“Ateşe tapan”, “Zerdüşt inanırlarından bir gurp”, “Zerdüşt dini önderi” anlamın-
daki muğ (çoğulu, muğân) kelimesi, eski İran’da bir hanedan adıdır. Bu aile, hem
Zerdüşt öncesi ve hem de Zerdüşt sonrası dönemde her zaman din adamları ve
dinî liderler yetiştirmiştir. Muğlar, gizemli kişiliklere sahip olarak birtakım gizli
bilimlerle de uğraşmışlar, bu uğraşları sonucu elde ettikleri bilgiler, insanlara il-
ginç ve büyüleyici özellikleriyle yansımıştır. Bütün bunların yanı sıra “muğ”, aynı
zamanda bazı yazarlarca “Zerdüşt inanırlarının kıblesi ve tanrıları” olarak da tanı-
tılır. Öte yandan “şarap” ve “mey” kelimeleriyle de yakın ilişkili olarak kullanılır.
Bel’âmî’ye göre, şarap içmek Zerdüşt bağlılarının gelenekleri arasında yer alır.
Zerdüşt inancı, İran’ın batı ve güney bölgelerinde, bir diğer ifadeyle, Med İm-
paratorluğu’nun egemen olduğu yörelerde yaygınlaşmaya başladığında, muğlar
yeni dinin öncüleri konumunu elde ederek o alanda ilerlemeğe başladılar. Aves-
tâ’da; “din adamları ya da ruhaniler sınıfı” yine o eski isimleriyle “Athravan” ke-
limesiyle ifade edilirken, Eşkânîler ve Sasanîler dönemlerinde bu tabakada yer
alan din adamlarına genellikle “muğ/muğân” adı verilmiştir. Daha eski şekli “me-
ğûbet” olan “mubed” kelimesi ise, günümüze kadar “Zerdüşt din öncüleri ve din
adamlarının adı” olarak kullanılmıştır.
İranlılar rahiplerine “magi” diyor, onlara halk ile tanrılar arasındaki aracılar
gözüyle bakıyor, gittikleri savaşları kazanabilmek için rahipler ile en gözde putla-
rını beraberlerinde götürüyorlardı. Magi, savaşın kazanılması için tanrılara tesir
edebildiğine göre, ineklerin daha fazla süt vermesi, tarlalardan daha fazla ürün
alınabilmesi ve koyunların sırtındaki yünlerin artması için de tanrıları etkileyebi-
lirdi. Halkın yorumu bu anlamdaydı.
Bir başka önemli konu da, muğların şarap ve meyhane ile sıkı sıkıya ilişkili
olduklarıdır. Fars edebiyatında “muğ”, “muğkede”, “muğbeççe” kelimeleri, birer
terim olarak; “şarap içen”, “meyhane” ve “sâkî” anlamlarında kullanılır. Diğer taraf-
tan muğ kelimesi, Zerdüşt inancını taşıyan kişilerin genel adı olarak bilinir.
Fars şiirinde özellikle Hâfız gibi bazı şairlerin dizelerinde “muğ”, “muğbeççe”
vb. kelimelerin, şarap ve meyhane ilgileriyle geçmesi doğal bir sonuç olarak orta-
ya çıkar.
136 Türk Edebiyatının Mitolojik Kaynakları
Nahîd
Nahîd/Anahita, Eski İran’da büyük tanrıçalardan biri olarak dinsel ayinlerinde
çok özel bir yere ve öneme sahiptir. Onun İran tarihindeki geçmişi çok eskilere,
Zerdüşt öncesi dönemlere kadar gider.
Anahita, dört temel öge arasında yer alan suyun koruyucusu ve sorumlusu
meleğin adıdır. “Suyu bol ve temiz nehir”, “gür ve duru su” anlamlarını ifade eder.
Avestâ’da nitelendiği gibi bu su cennet suları arasında yer almakta, bütün dünya
suları büyüklüğünde olarak yedi ülkeyi sulamakta ve Ferâhkert Denizi’ne dökül-
mektedir. Nahîd, aynı zamanda Zühre/Venüs’ün bir diğer adıdır.
Birçok din ve inanışta hayatın başlangıcı ve doğuşun temeli hep dişi yaratıklar-
la ilişkilendirilir. İran’da Anahita, suyu bol ve duru ırmakların, yeryüzünün bütün
suları ve bütün üretkenliklerin kaynağı, annelerin memelerindeki sütlerin temiz-
leyicisi, güç, parlaklık, duruluk ve arılık simgesi, uzun boylu, alabildiğine güzel,
özgür, başında yıldızlarla donanmış altın taç, teninde altın elbiseler ve altından
çok değerli gerdanlıklarla süslenmiş bir tanrıça olarak nitelenir.
Avestâ’da, bu tanrıça çok güzel, uzun boylu ve alabildiğine alımlı bir genç kız
nitelemesiyle anılır. Fars kitabeleri ve tarihçilerin verdikleri bilgilere göre Anahi-
ta, çok eski devirlerden beri yaygın olarak övgülere konu olmakta, ona özel tapı-
naklar yapılmakta, Anahita tapınakları, İranlı rahibeler için de birer sakınma ve
tanrıya yaklaşma yerleri olarak kabul edilmektedir. Söz konusu tapınaklar arasın-
da en önemli ve en görkemli olanlar Hemedân, Şûş ve Kengâver tapınaklarıdır. Bu
yapılar Husrev-i Pervîz dönemine ait olup Şirin’in yaşadığı binalar olarak nitelen-
mektedir. İran ve çevre ülkelerde bulunan Anahita tapınakları, genellikle yörenin
suyu bol, büyük ırmaklarının kıyılarında inşa edilmiştir.
Nahîd, yıldıza dönüşmeden önce Babil’de yaşayan çok güzel ve alımlı bir ka-
dındı. Hârût ve Marût, sınanmak için yeryüzüne gönderildiklerinde onun evine
gitmiş ve onun güzelliğinin büyüsüne kapılıp aldanarak günahlara dalmışlardır.
Nahîd, onlardan ism-i a’zâm’ı öğrenmiş, göklere yükselmiş ve Allah tarafından
yıldıza dönüştürülmüştür.
Anahita’nın, dört beyaz atın çektiği bir arabası vardır. Atları; bulut, yağmur, kar
ve doludur. Göklerin en yüce katında yaşar. Her gölün her ırmağın ve her denizin
kıyısında yüz pencereli, bin sütunlu, dayalı döşeli çok süslü evi vardır. O, Ahura
Mazda’nın emriyle göklerden, bulutların üstünden yağmur, kar ve dolu gönderir.
Nevrûz
Eski dünya milletleri, mitolojik ya da tarihî çağlarda birbirlerinden farklı sosyo-
kültürel yapılanmalar içerisinde olsalar da, tamamı “yenilenme”, “yeni gün”, “ye-
ni yıl” gibi kavramlarla tanışıklardı. Mitolojik çağların insanları, evrenin yaratılış
modeli ya da yaratılış efsanesine uygun olarak hey yıl ya da belli dönemlerde bir
kez yenilendiği inancını taşırlardı. Bu yenileşme gerçekte; yaratılışın bir tür yeni-
lenmesi, evrenin yeniden düzenlenmesi anlamlarında algılanmaktaydı. Yaratılış
konusundaki mitolojik aktarımlar, M. Eliade’nin ifadeleriyle; “insanların akılları-
na evrenin ve içerisindeki bütün varlıkların nasıl ortaya çıktıkları ve ne şekilde var
edildikleri konuların içeren köken ve yaratılış mitlerini getirmektedir.”
İran takviminde yılın başlangıcına denk gelen bayramın adı olan Nevrûz, Ferver-
dîn ayının (21 Mart) ilk günü kutlanmaya başlanır. Pehlevice’de; “n_gr_z” diye bi-
linen nevrûz, İranlıların büyük ve çok eski dinî bayramlarından biridir. Nevrûzda
gerçekte iki bayram birlikte kutlanır. Bunlardan biri yılın başlangıcı, dünyanın
5. Ünite - İran Mitolojisi ve Ana Temaları 137
yeniden canlanması ve dirilişi kutlamaları olan Nevrûz törenleri, diğeri de dinî bir
bayram olan Ferverdigân kutlamalarıdır.
Nevrûz, İranlıların İslâm öncesi çağlarından çok eski dünyalarına ait millî bay-
ramlarından biri olsa da, şüphesiz İranlıların geçmişi, Hint-İranlılar dönemlerine
M.Ö. ilk binli yıllara kadar uzanan en eski ve en büyük bayramlarından biridir. El-
bette bu, nevrûz’un sadece İranlılara ait olduğu, diğer milletlerin bayramı olmadı-
ğı anlamına gelmez. Yeni yıla giriş kutlamalarının çok eski çağlardan beri Sümer,
Mısır, Mezopotamya, Babil, Hindistan ve daha başka ülkelerde törenlerle kutlan-
dığı bilinmektedir. Ancak İranlılar bu törenlere çok özel önem vermiş ve çok bo-
yutlu anlamlar yüklemiş ve günümüze kadar yaşatmışlardır. Birçok kaynakta bu
günün bayram olarak kutlanmasının Cemşîd zamanında, onun tarafından baş-
latıldığı aktarılır. Bu da onun sevimli kişiliği, egemenlik sürdüğü çağların refah
ve bolluk dönemleri olması, hastalık, yaşlılık ve ölümün, onun egemen olduğu
bölgelerde bulunmaması ve daha birçok mitolojik inanıştan kaynaklanmaktadır.
Nevrûz ile birlikte her yıl; zamanın eskimişliği, dünyanın yaşlanmışlığı hafızalar-
dan silinerek yerine, her şey yepyeni şekilleriyle insanların hafızalarında taptaze
ve genç imajlarıyla yer almaya başlamaktadır. Bitkilerin yeşermesi, tohumların,
silkelenerek üzerlerindeki toprakları atmaları ve yeni bir hayata filizlenmeleri, bit-
kilerin yeşil damarlarında hayat kaynağı canlarının dolaşmaya başlaması ve da-
ha yüzlerce diriliş göstergesi gelişme, insanoğlunun bedenine yeni bir ruh, yeni
bir heyecan salmaktadır. Evrenin ilk yaratılışı, insanoğlunun zihninde her zaman
kaybolmuş bir cennet olarak yerleşip kalmış ve de o şekilde hatırlanmaktadır. Do-
layısıyla bütün insanların zihninde, bu “ezelî kaybolmuş cennet”e dönme arzusu
yer almaktadır. Bu yüzden bütün milletler her dönemin, her yılın ilk günlerini, bir
kısım dinî renklerle de zenginleştirdikleri kutlama törenleriyle geçirirler.
Nevrûz kutlamalarında İranlılar eski çağlardan beri özel törenler düzenlemekte-
dirler. Bu törenlerin önemli bir kısmı günümüze kadar gelmiştir. Bu törenler için
evler temizlenir. Nevrûz kutlamalarının yapılacağı oda, özel olarak donatılır. Bir
masa üzerine bir testi su ve bir vazo içerisinde çiçekler konulur. Bir kap içerisinde
ateş de bulundurulur. Ateşe güzel kokulu ağaçlar atılır, yanarken etrafa hoş koku
yayması sağlanır. Ateşe odun koyan kişi yakınlarından ölmüş olanların adlarını
da o esnada söyler. Bu günlerde ölülerin ruhlarının evlerine ve akrabalarının ev-
lerine dönerek bu ateşlerin aydınlığından yararlandıklarına inanılır. Nevrûz gün-
lerinde ateş yakma geleneği, Abbâsîler dönemine kadar Mezopotamya bölgesinde
devam etmiştir. Bu durum İranlıların ateşe olan ilgi ve saygılarını göstermektedir.
Nevrûz gününün sabahı yıkanmak, birbirlerinin üzerine su serpmek, yeni giysiler
giymek, “heft sin: ilk harfleri sin: s harfiyle başlayan yedi tahıl türü” bulundurmak,
yeşillik ekmek... bu güne ait geleneklerden bir kısmıdır. Bunlar, İran köylerinde
günümüzde de devam ettirilmektedir.
Persepolis saraylarının merdivenlerinin duvarları, söz konusu hediye sunu tören-
lerini yansıtmaktadır. Birtakım mızraklı kişiler, kurbanlık olarak getirilen sığırlar
ve atlarla birlikte meydana çıkar, kurbanlar kesilir at yarışları düzenlenirdi.
Iyd-ı nevrûzu görüp gül defterinden andelîb
Hoş du’â vü medh okur şâh-ı zâfer-yâb üstüne
(Ahmet Paşa, Onay 298)
138 Türk Edebiyatının Mitolojik Kaynakları
Pîr-i Muğân
Tasavvufta; “mürşid-i kâmil”. Başlangıçta, pîr-i muğân; “şarap satıcısı”, “meyha-
nenin aksakallısı” anlamlarında kullanılırdı. Ancak daha sonraları Sufîlerin kul-
lanımında değişik mistik anlamlar da yüklenmiştir. Tasavvuf terimi olarak; “seyr
u sulûk aşamalarını başarıyla geçmiş; Sufîler ve müritlere yol gösteren, onlara kı-
lavuzluk eden sâlikler ve müritlere, aşka, ezelî ve ebedî sarhoşluğa, hedefledikleri
menzile ulaşmada yol gösteren bilge yaşlı, kılavuz, mürşid” anlamlarında kullanılır.
Bu terim daha çok Hâfız’ın gazellerinde görülür. Birtakım çevrelerin etkisinde
bulunan ya da genel anlamıyla resmî tasavvufa, onların temsilcileri ve bağlılarına,
dergah şeyhlerine inanmayan Hâfız, idealindeki piri, efsanevî mürşidi yaratmış
ve ona “pîr-i muğân” adını vermiştir. Söz konusu pîr, bazen “olgunluk” sembolü,
bazen de “sevgiliye sıkı sıkıya bağlılığın” simgesidir. Zaman zaman Hâfız’ın şaibesiz
duygularını, keskin görüşlerini, temiz, pırıl pırıl kalbini, şarapla, aşkla yoğrulmuş
yaratılışını ifade eder. Bazen de pir, onu hedeflediği makamlara eriştirmektedir.
“Pîr” ya da pîr kelimesinin içerisinde yer aldığı, “pîr-i muğân”, “pîr-i harâbat”,
“pîr-i gulreng”... vb. tamlamaların ilk olarak Hâfız-i Şîrâzî tarafından kullanıldı-
ğı kanısının yaygınlığına rağmen, başta “pîr” ve “pîr-i muğân” olmak üzere söz
konusu mazmûnlar ve tamlamalar Hâfız’dan önce de Fars şiirinde özellikle ga-
zellerde yer almıştır. Örneğin Hâcû-yi Kirmânî (ö. 753/1353) “pîr-i muğân”a ga-
zellerinde yer verir.
Söz konusu pîr tasavvuf edebiyatında Hızır ile yakın ilişki içerisindedir. Sâ-
liklerin görünmeyen kılavuzlarıdır. Hâfız, ondan defalarca bir “yol gösterici” ve
“kılavuz” olarak söz etmiştir. Pîr-i muğân ile birlikte yine Hâfız ve diğer şairlerin
dizelerinde birtakım kavramlar ve mazmûnlar yer alır. Hâfız ve aynı tarzda şi-
ir söyleyen şairlerin dizelerinde sözü edilen “pîr”in elinden içilen şarap, içenleri
gençleştirir, onlara canlılık ve yenilik kazandırır. Burada sözü edilen “harâbât”,
Hâfız’ın içerisinde ilahî nurları seyrettiği ortamdır.
Tasavvufta pîr; “sâlikin o olmadan, tek başına hakka erişemeyeceği önder ve kı-
lavuz” anlamlarını ifade eder. Sufî literatürdeki “kutb”, “şeyh”, “veli”, “kavs” gibi
terimler de hep bu anlamda kullanılır. Mürşidler ve velilerin eğitimlerinden geç-
miş müritlerin ruhları, olgunluğa erişme yoluna girer, temiz canların ve aydınlık
iç dünyaların ikinci doğuşları ancak bu kişiliklerin ellerinde gerçekleşebilir. Her
canlı dünyaya bir kez gelir ve ölüm yoluyla bir kez gider. Ancak bütün yaratıklar
içerisinde sadece insanlar, insanlar arasında da sadece sayıları az bir grup, bu ol-
gunluk derecesine erişir, yeniden başka bir doğuş yaşar ve hayvansal karanlıklar-
dan kurtulur.
Sîmorğ
Arapça karşılığı “ankâ: uzun boyunlu”, Sîmorğ hiç kimse tarafından görülmemiş
bir kuştur. Fars edebiyatında değişik görünümleriyle yer alan, oldukça dikkat çeki-
ci mitolojik ögelerden biridir. Kendisine verilen üstün nitelikler dolayısıyla şairle-
rin değişik yorumlamalarına ve zengin nitelemelerine neden olmuştur. Bu efsane-
vî kuşun İran kültüründe yer alması bakımından geçmişi İslâm öncesi dönemlere
kadar uzanır. Avestâ, Pehlevice kaynaklar ve genel bir ifadeyle İslâm öncesi İran
kültüründen anlaşıldığı kadarıyla Sîmorğ, geniş ve yaygın kanatlarıyla bilinir. Üze-
rinde yuva kurduğu ağaç bütün bitkilerin tohumlarını bünyesinde bulunduran,
çeşitli hastalıklara ilaç olan bir ağaçtır. Avestâ’daki bilgilere göre; söz konusu ağaç
Ferâhkert Denizi’ndedir. Sîmorğ ile yakınlığından dolayı İran mitolojik rivayetleri-
5. Ünite - İran Mitolojisi ve Ana Temaları 139
ne girmiş olan bu ağaç, Sîmorğ ile deniz arasında bir araç görevi yapar. Fars mito-
lojisi ve Fars edebiyatındaki özelliklerinden anlaşıldığı kadarıyla eski devirlerden
beri İran toplumunda kutsanan bir yaratık olan Sîmorğ, Şahnâme’ye de mitolojik,
efsanevî özellikler taşıyan metafizik özellikleri bulunan bir öge olarak girmiş, bu
niteliklerinden dolayı da millî kahramanların kaderlerinde, mitolojik olaylarda
etkin rol oynamıştır.
Sîmorğ ya da Anka, halk arasında Zümrüdüanka adlarıyla anılan efsanevî,
tanrısal güç özellikleri de taşıyan, Şahnâme’de efsanevî bir yaratık olarak kabul
edilen, Elburz Dağı’nda yaşayan bir kuştur. Eski İranlıların, Avestâ’dan da kay-
naklanan inanışlarına göre Sîmorğ’un tüylerinden ya da kemiklerinden bir par-
çayı beraberinde bulunduranlar hiç kimseden zarar görmezler. Sıkıntıyla yüz yü-
ze geldikleri an, tüyünü ateşte yaktıklarında, o gelir ve onları sıkıntıdan kurtarır.
Sîmorğ’un dalına konduğu ağaç ilaç etkisi gösterir. Gıdasının ateş olduğu, seher
yelinin onun nefesi olduğu, yaşadığı yerin de, Kâf Dağı olduğuna inanılır. Fars
edebiyatında Sîmorğ ile ilgili birçok efsane vardır.
Sîmorğ’un Zâl hikâyesindeki etkin rolü özetle şöyledir: Sâm’ın ak saçlı bir ço-
cuğu olur. Oğlunun beyaz saçlı olduğun görünce, çocuğu bu haliyle görenlerin
kendisini alaya alacaklarını düşünerek Sâm, bu çocuğun çok uzaklarda bir da-
ğa bırakılmasını emreder. Emir yerine getirilir. Sîmorğ, yavrularına yem bulmak
için dolaşırken onu acınacak halde bulur ve alarak yuvasına götürür. Ancak yü-
celerden ilahî bir ses ona; bu çocuğu korumasını, besleyip büyütmesini, çünkü
bunun büyük bir adam olacağını söyler. Sîmorğ çocuğu besler ve büyütür. Deli-
kanlı olduğunda adı sanı her tarafa yayılır. Bir gece babası Sâm, rüyasında bütün
heybetiyle oğlunu görür: Zâl, babasına sitem etmektedir. Bunun üzerine babası
yola koyulur ve Elburz Dağı’na gider. Orada Sîmorğ’u bulur ve oğlunu teslim alır.
Rivayetlerdeki anlatımlara göre Zâl, daha sonra iki kez daha Sîmorğ’dan yardım
ister. Sıkıntıda kaldığı anlarda Sîmorğ kendisine görünür, olağanüstü gücü ve giz-
li yetenekleriyle çözemediği problemleri ortadan kaldırmada kendisine yardımcı
olur. Eşi Rûdâbe’nin, Rüstem’i doğurması esnasında çok sıkıntılı bir anda yardıma
koşar. Rüstem-İsfendiyâr savaşında Rüstem’in yanında yer alır.
Fars tasavvuf edebiyatında Sîmorğ; efsanevî, nerede olduğu bilinmeyen bir ya-
ratıktır. Mecazî anlamda da çoğu zaman gözlerden uzak “insân-i kâmil”, “veliler”
ve “pir”i simgeler. Attâr’ın Mantıku’t-tayr’ında Sîmorğ, görüntüsü olmayan, hakkı
simgeleyen metafizik bir varlıktır. Aynı zamanda kendisini görmeği arzulayanlar
(Sîmorğ) dışında bir şey değildir o.
Zâl’ın bilge kılavuzu, dünya pehlivanı Rüstem’in destekçisi kutlu Sîmorğ, Fars
tasavvuf edebiyatında ve özellikle de Ferîduddîn-i Attâr’ın Mantıku’t-tayr’ında
“Allah”ı ya da “insân-i kâmil”i simgeler ve kuşların hükümdarı olarak tanıtılır.
Olgunluk vadisinin yolcuları olan sâlikleri simgeleyen kuşlar, bilge Hüdhüd ön-
cülüğünde gerçeklik Kâf ’ında bulunan hükümdarlarına erişmek için yedi vadiyi
aşarlar. Sonuçta bu zorlu seferde sadece otuz kuş tehlikeli vadileri aşarak yolculu-
ğu tamamlayıp Kâf ’a, Sîmorğ’un makamına erişir. Gerçekte bir tür tasavvufî kah-
ramanlık anlatısı olan bu mesnevide; sâlikin çıktığı zorlu yolculukta karşılaşacağı
tehlikeler ve sıkıntılar dile getirilmeğe çalışılır.
Zerdüşt dini mevûdlarından olan Soşyânt, Zerdüşt’ün soyundan gelmektedir.
Kıyametin ilk anlarında dünyaya gelir ve ölüleri tamamıyla aydınlık ve temizlik
dolu ölüm sonrası hayata hazırlar. Mazdeizm’de, üç Soşyânt vardır. Bunlardan her
biri, diğerinden bin yıl sonra ortaya çıkar. Tekil olarak kullanıldığında en sonuncu-
su kastedilir. On ikinci bin yılın sonunda Ahura Mazda’nın en son yaratıkları olan
140 Türk Edebiyatının Mitolojik Kaynakları
Soşyânt, dünyaya gelecektir. Onun ortaya çıkışıyla da Ehrimen yok olacaktır. Soş-
yânt, kötüleri cezalandırır, bütün kötülük ve şer kaynaklarının yok edilmesi için
dualarda bulunur. Dünyada, kötülükler ortadan kalktıktan sonra, ölülerin diriltil-
mesi için harekete geçer. Bütün ölüler dirilerek Mihr, Surûş ve Reşn’in huzurunda
yargılandıktan sonra Çînvâd Köprüsü’nden geçerler.
Surûş
Zerdüşt inanışının en sevimli çehrelerinden Surûş, bütün dinsel ayinlerde hazır
bulunur. Bu tanrının asıl görevi, insanlara kulluğu nasıl yapmaları gerektiğini öğ-
retmek, tanrıya karşı görevlerini yerine getirmelerini sağlamaktır. Surûş, Zerdüşt
inanışında; Ahura Mazda’nın emirlerini, kutsal mesajlarını taşıyan bir sembol ola-
rak kabul edilir. Şahnâme’nin bazı bölümlerinde o, tanrının mesajlarını insanlara
ulaştıran bir ulaktır.
Avestâ’nın özellikle eski bölümlerinde Surûş bir melek olarak nitelenir. Kıya-
met gününde hesap ve ölçü tartı işleri onun tarafından yapılacaktır. Surûş’un asıl
görevi, dünyanın düzenini korumaktır. Her gece üç kez insanların arasına girer
ve onları şeytanların kötülüklerinden korur. Ölümlerinden sonra da o, ruhların
beraberinde bulunur. Farsça kitaplarda o, Cebrail ile aynı melek olarak da ifade
edilir.
Surûş, yüceler meclisine girebilen güçlerden ve bazen de yedi ölümsüzden bi-
ri olarak kabul edilir. Bütün melekler arasında, cinler ve sihirle uğraşanlara daha
düşmandır. Seher vakti öten horozlar Surûş’un emrindedirler ve o, kendilerine
insanları sabahleyin uyandırarak tanrıya şükretmelerini sağlamalarını emretmek-
tedir. İslâm kültüründe ve buna bağımlı olarak da Fars edebiyatında, bu anlamda
Cebrail ile benzeşmektedir. Şahnâme’ye göre o, Feridûn’un yardımcıdır. Tanrısal
gücüyle onun, Dahhâk’ı yenmesini sağlamıştır.
Şebdîz
Şebdîz; “gece rengi”, “siyah” anlamlarını ifade eder. “Şebreng: gece rengi”, şekliy-
le de bilinen Şebdîz, Sasanî hükümdarı Husrev-i Pervîz’in ünlü atının adıdır. Si-
yah renkli oluşundan dolayı bu isimle anılır. Rivayetlere göre; diğer atlardan daha
yüksek ve daha irice bir yapıya sahip olan Şebdîz’in nalları, ayaklarına ancak on
çiviyle çakılabiliyordu. Nizâmî-yi Gencevî’ye göre Şebdîz, aslında sevgilisi Şirin’in
atı iken daha sonra Husrev’in malı olmuştur. Hint kralının Husrev-i Pervîz’e hedi-
ye ettiği, Şebdîz’in doğuşu da, gizemli ve efsanevî ifadelerle anlatılır.
Husrev, bu atı çok sever ve yediği her şeyden ona da yedirirdi. Şebdîz’in ölüm
haberini getireni bile öldüreceğine yemin etmişti. Şebdîz öldüğünde, ünlü çalgıcı
Bârbed, bir yolunu bulup Şebdîz’in bakıcısını kurtarmak amacıyla çok hüzünlü
bir hava çalmaya başladı. Husrev, bu üzüntülü nağmeleri duyunca üzüntüye bo-
ğuldu ve “Yoksa Şebdîz mi öldü?” dedi. Bârbed, “Bunu hükümdarın kendisi söylü-
yor” diyerek atın ölüm haberini bir sıkıntıya yol açmadan Husrev’e iletmiş oldu.
Husrev’in emriyle Şebdîz’in resmi, bir kayalık üzerine işlendi, daha sonra da cese-
di kefenlenip gömüldü. Husrev, o resme her baktığında ağlardı.
Şebdîz, aynı zamanda musikide bir makam adı, Bârbed’in otuz makamından
Şebdîz için oluşturduğu makamın da adıdır. Şebdîz efsanesi, Nizâmî-yi Gence-
vî’den önce de bilinmekte ve dilden dile dolaşmaktaydı. Şairler, çoğu zaman mem-
dûhlarının atlarını Şebdîz’e benzetirler.
5. Ünite - İran Mitolojisi ve Ana Temaları 141
Yeldâ
“Şeb-i Yeldâ” diye de bilinen, Farsça sözlüklerin önemli bir kısmında belirtildi-
ği gibi, Süryanice’den Farsça’ya geçmiş bir kelime olan yeldâ: Arapça’da “mîlâd:
doğum” anlamındadır. “Şebi yeldâ”, Mesîh’in doğduğu zamanla örtüştürülmeğe
çalışıldığından bu adla anılmıştır. İranlılar, bu gecenin Mitra’nın doğum gecesi
olduğuna inanmaları gerekçesiyle onu Süryanice telaffuzuyla kabul etmişlerdir.
Gerçekte Yeldâ, Avrupalıların, 25 Aralık’ta kutladıkları Noel ile aynı tarihe rastlar.
Böylelikle Avrupalıların Noel’i, İranlıların “şeb-i yeldâ”ları aynı güne rastlar.
Yeldâ, yılın en uzun gecesidir. Bu ge-
Şekil 5.1
ceden itibaren günler yavaş yavaş uzama-
ya başlar. Yılın bu en uzun gecesi, İran- İlk insan ve
lılar tarafından uğursuz kabul edilir. Bu ilk hükümdar
gecenin uğursuz sayılmasının nedenleri Keyumers
arasında, kışın şiddetli soğuğuyla birlik-
te karanlıklar Ehrimen’inin saldırılarının
sürmesi de yer alır. İranlılar, bu gecenin
uğursuzluklarından korunmak için sa-
bah güneş doğuncaya kadar ateşler yaka-
rak çevresinde eğlenir, sofralar kurar ve
meyezd dağıtırlardı. Bu tören, farklılık-
larla da olsa günümüze kadar gelmiştir.
Fars edebiyatında sevgilinin zülfü ve
ayrılık günleri karanlık, siyah ve uzun
oluşları nedeniyle şeb-i yeldâ’ya benzeti-
lir. Söz konusu gecenin en uzun ve dola-
yısıyla en karanlık gece olması gerekçe-
siyle derin ve karanlık özellikleriyle kuyu
da bazen şiirde bu gecenin karanlığı ve
derinliğine benzetilerek “çah-i yeldâ” ni-
telemesiyle anılır.
www.avesta.org, www.doguedebiyati.com/doguarastirmalari.htm,
142 Türk Edebiyatının Mitolojik Kaynakları
Özet
İran mitolojisinin ana temalarının tanımlandığı bu
ünitede, İran mitolojisinin kökenleri ve gelişimi üze-
rinde durulmuştur. Mitolojik değerlerin edebiyattaki
yansımalarını ve toplum bilimi açısından öneminin
ortaya konulduğu ünitede, İran mitolojisinin ana te-
maları üzerinde durulmuştur. Alt başlıklar halinde
irdelenen temalar çerçevesinde, mitolojik değerlerin
edebiyat ve diğer dallarla olan etkileşimi ortaya konul-
maya çalışılmıştır.
5. Ünite - İran Mitolojisi ve Ana Temaları 143
Kendimizi Sınayalım
1. Zerdüşt din adamlarına ne ad verilir? 6. İranlıların ataları Aryaların anayurtları aşağıdaki-
a. ruhban lerden hangisidir?
b. keşiş a. Aturpatagan
c. mubed b. Azerbaycan
d. rahip c. İranvic
e. atravan d. Belh
e. Bactria
2. Aşağıdakilerden hangisi hayat suyuna erişip ondan
içerek ölümsüzlüğe kavuşmuştur 7. Demirci Kave hangi hükümdara baş kaldırmıştır?
a. İskender a. Keyumers
b. Hızır b. Goştasp
c. Eyyüp c. Rüstem
d. Zerdüşt d. Feridun
e. Gılgamış e. Dahhak
3. Mazdeist İranlılara göre ilk insan ve ilk hükümdar 8. Aşağıdakilerden hangisi Zerdüşt’ün kutsal kitabıdır?
aşağıdakilerden hangisidir? a. Zebur
a. Adem b. Avesta
b. İdris c. Zend
c. Keyumers d. Şahname
d. Huşeng e. Rig Veda
e. Nuh
9. Zerdüşt’ün getirdiği dini ilk kabul eden kral aşağı-
4. Ahura Mazda’dan Zerdüşt’e vahiy getiren melek dakilerden hangisidir?
aşağıdakilerden hangisidir? a. Feridun
a. İsrafil b. Keyhüsrev
b. Behmen c. Goştasp
c. Hordad d. Gerşasp
d. Suruş e. Huşeng
e. Simorg
10. Simorg, İranlı hangi kahramanı yavrularıyla birlik-
5. Aşağıdakilerden hangisi Mazdeizm inanışında ta- te büyütmüştür?
pınaklara verilen addır? a. Rüstem
a. Aturban b. Zal
b. Ateşdan c. Sam
c. Ateşkede d. Keykavus
d. Deyr-i Muğan e. Suruş
e. Ateşperest
144 Türk Edebiyatının Mitolojik Kaynakları
Amaçlarımız
Bu üniteyi tamamladıktan sonra;
Metin çözmede mitolojik kişi ve şâirin niyeti arasında ilişkiyi ifade edebilecek,
Eski Türk Edebiyatı ve mitolojik kişiler ilişkisini tanımlayabilecek;
Eski Türk edebiyatındaki önemli mitolojik kişileri ayırt edebilecek,
Mitolojik kişilerin eski şiirimizdeki sembolik önemini açıklayabilecek
bilgi ve beceriler kazanabileceksiniz.
Anahtar Kavramlar
• Es ki Türk Ede bi ya tı • Mi to lo jik Ki i ler
• i ir ve Mi to lo ji • Mi to lo jik Ki i ve em bol
İçindekiler
Divan şâirlerinin, Şehnâme’yi esas kaynak olarak kullanması meselesi ise ayrı
bir inceleme konusudur. Divan şiirinde bazı mazmun, telmih vb. atıflarda kaynak
olarak Şehnâme gösterilmesine rağmen, bu atıfların çoğunu Şehnâme’de bulmak
mümkün olmamaktadır. Mesela, Cem’in şarabı bulması hikâyesi Şehnâme’de yok-
Câm-ı cihan-nüma veya tur. Câm-ı cihan-nümâ klasik şiirimizde her zaman Cem’e ait olarak gösterilir,
diğer adıyla Câm-ı kitî- oysa bu sihirli obje Şehnâme’de Keyhüsrev’e ait olarak anlatılır. Şehnâme’de Kah-
nüma: Cemşid’e ait olduğu
söylenen, fakat Şehnâme’de raman adında bir kahramandan bahsedilmez vb. Bu durumda Divan şiirinin mi-
Keyhüsrev’in sahip olduğu, tolojik arka planı için başka kaynaklara müracaat gerekmektedir. Bu kaynakların
yedi değişik madenden en önemlilerinin başında da Taberî Tarihi (Tarih-i Taberî) gelmektedir. Taberî,
yapılmış sihirli kadeh.
Bunun içine bakıldığında Şehnâme’nin anlattığı pek çok hikâyeyi anlatmakta fakat farklılıklar görülmek-
dünyada istenilen her yer tedir. Divan şiirinin mitolojik karakteri için bu eserin ayrıca incelenmesi önemli
görülebilirmiş. sonuçlar ortaya çıkaracaktır.
Burada, adı en çok geçen İran hükümdâr ve kahramanlarının genel kullanım
tarzlarına değinmek istiyoruz. Toplam altı madde altında topladığımız bu tasnifte,
bu şahısların Divan şiirinde nasıl yer aldıklarına göz gezdirmiş olacağız.
9 ve 10. yüzyıllar içinde a. İnsanlık tarihine ün salmış büyük birer cihangir olan bu pâdişahlar, meş-
yaşayan Taberî, “tarihin
babası” unvanıyla da
hur oldukları sıfatlarıyla anılırlardı. Şairler, bu sıfatların fazlasıyla övdüğü
anılan büyük tarihçilerden kişide de olduğunu söyler, övdüğü kişileri, İran hükümdârlarıyla kıyaslaya-
biridir. Eserinde yaratılışın rak yüceltirlerdi:
başlangıcından halifeler Fuzûlî, Kanunî’yi övdüğü bir kasidesinde Cemşid, Dârâ, İskender, Hüsrev,
çağına kadar insanlık tarihini
yazmıştır. Firdevsî’nin Keyhüsrev gibi büyük İran hükümdârlarının bütün özelliklerinin Kanû-
anlatılarının hemen nî’de de olduğunu söylemektedir:
hepsi onda da vardır. Bu
hikâyeler bizim şiirimizdeki Ser-ver-i Cemşid-şân Dârâ-yı İskender-nişân
göndermelere daha yakındır. Husrev-i sâhib-kırân Keyhüsrev-i nusret-karîn
b. Divan şiirinde bu şahıslar genellikle karşılaştırmalar yapmak amacıyla zik-
redilmişlerdir. Divan şiirinde İran hükümdârlarının bir kıyas malzemesi
olarak kullanışı büyük bir çoğunlukla bu kategoriye girmektedir. Tabii bu
beyitleri okur ve yorumlarken; İran ve Turan gibi iki ezelî rakibi göz önüne
almak gerekmektedir. Şehnâme’nin yarısından fazlası Turan ve İran savaş-
larına ayrılmıştır. Bu iki millet arasındaki o büyük rekabet Şehnâme’nin her
satırında hissedilir. İslam’dan sonra ise Türkler bu sefer İran’ın batısına geç-
miş (Anadolu’ya) bu sefer iki millet (veya devlet) arasındaki rekâbet başka
alanlara kaymıştır. Şâirlerin bu rekabette tarafgir oldukları açıktır. Bu tür
kıyaslamalarda, Türk şâiri Türk hükümdarını destekler ve artık cihan hü-
kümdarlığının kendilerine geçtiği söyler ve kendi padişahını İran şahlarını
küçümseyerek yüceltmiş olur. Bâkî, bir beytinde, Kanûnî’yi birinci mısrada
İran hükümdârlarının sahip olduğu sıfatlarla överken, ikinci mısrada bu
hükümdarları Kanûnî yanında olabildiğince aşağılar ve Kanuni’nin en aciz
kulunun bile Cem, en basit bir kölesinin bile Hakan olduğunu söyler:
6. Ünite - Eski Türk Edebiyatında Mitolojik ve Efsanevî Kişiler 149
Vezin gereği İskender kelimesi bazen Skender olarak yazılır; İstanbul’un bazen
Stanbul yazılması gibi. Bunlar farklı bir kelime sanılmamalıdır.
Divan şiirinde İran mitolojik şahıslarının kullanılmasıyla ilgili daha geniş bir bilgi
için şu kaynağa bakınız: http://www.dalitokel.com/read.asp?44
Bijen
Şehnâme’de mâcerâları anlatılan büyük kahramanlardan Giv’in oğlu, Rüstem’in
torunudur. Bijen, bir kahramanlık sembolüdür ve daha ziyade Efrasiyab tarafın-
dan içine atıldığı kuyuyla birlikte anılır (Çâh-ı Bîjen). Bu durumda, sevgilinin
çene çukuru (zenehdân) Çah-ı Bijen olarak anılır, zaman zaman bu kuyu ile Hârut
- Marut’un hapsedildiği kuyu birbirine karıştırılır. Cem Sultan, aşağıdaki beyitte
Bîjen’i kuyu motifiyle beraber kullanmakta ve sevgilinin çene çukuru için çâh-ı
Bîjen benzetmesini yapmaktadır:
Mümkin olursa zenahdânı çehinden geç gönül
Niçe Rüstem’ler düşüpdür işbu çâh-ı Bîjen’e
(Cem Sultan)
Pek çok kültürde, anlatılarda bir “kuyu” motifine rastlanır. Bunlardan hatırlayabil-
1 dikleriniz nelerdir?
Cemşîd
İran’ın mitolojik şahlarındandır. Bir gün, başına muazzam bir tac takarak büyük
bir tahta oturuyor. O günü Nevruz adıyla bayram günü ilan ediyorlar. Bir riva-
yete göre şarab’ın mucidi Cemşid’di. Sarayda sürekli baş ağrısından şikayet eden,
-başka rivayette de Cem’in kendisine kızarak öldürmek için üzüm sularının bi-
riktirildiği depoya atılmış- bir cariye varmış. Cariye bu zehirli suyu içerek ölmeye
karar vermiş ve içmiş. Tabi içer içmez de uykuya dalmış. Uyandığında ne başı ağ-
rıyormuş ne de üzerinde bir ağırlık görmüş. Aksine şen, mutlu ve huzurluymuş.
Durumu Cem’e iletmişler ve böylece şarap bulunmuş. Şarabın mucidinin Cem ol-
duğunun söylenmesine rağmen Şehname’de böyle bir anlatı yoktur. Yine Cemşid’e
nisbet edilen sihirli bir alet de vardı ki adına Câm-ı Cihan-nümâ denirdi. İnanışa
göre, bakıldığında dünyanın dört bir tarafı bu aletten görülebilirdi. Rivâyete göre
bu kadeh, temsilî yedi madenden yapılmıştır. Divan edebiyatında Câm-ı kîtî-nü-
mâ adıyla da anılır. Cem kelimesi; Hüdhüd, Âsaf, mûr kelimeleriyle beraber kul-
lanıldığında Süleymân Peygamber kastedilmiş olurdu. Hüdhüd, Âsâf, mûr kelime-
leriyle kullanıldığından ve Süleymân peygamberle ilgili atıflara bulunduğundan
dolayı aşağıda Şeyhî’nin beyitinde geçen Cem kelimesi, Süleymân mânâsınadır:
6. Ünite - Eski Türk Edebiyatında Mitolojik ve Efsanevî Kişiler 151
Arapça “toplamak-toplanmak” anlamına gelen cem’ ile Farsça kişi ismi olan
Cem birbirine karıştırılmamalıdır.
Dahhâk
Cemşid’i öldürerek saltanat tahtına oturan efsanevî İran hükümdârı. Şehname’ye
göre Dahhak’a birgün şeytan yaklaşır ve omuzlarını öper, bunun üzerine Dah-
hak’ın omuzlarında iki yılan çıkar, ne yapsalar bu yılanları öldüremezler. Şeytan
bu sefer aşçı kılığında Dahhak’ın yanına gelerek, bu yılanları hergün iki insan
beyni yedirmek suretiyle sakinleştirebileceğini, aksi takdirde yılanların ona azap
edeceğini söyler. Bunun üzerine yılanları teskin için her gün iki insan boğazlanır
ve beyinleri yılanlara yedirilir. Dahhâk, Gâve adlı bri demircinin başını çektiği bir
isyanda tahtan indirilmiştir. Klâsik edebiyatımızda Dahhâk, büyük bir hükümdâr
olması, zalimliği, Feridun tarafından yok edilmesi ve özellikle de omuzlarındaki
iki yılan sebebiyle zikredilmiş ve onun kıssasına atıfta bulunulan değişik beyitler
ortaya konulmuştur. Aşk meydanında sevgilisinden zulümler gören âşıkın hâlini
ifadede sevgili zaman zaman Dahhâk olarak tasavvur edilmiştir. Sevgilinin omuz-
lara dökülen saçları, Dahhak’ın iki omuzundaki yılanlara benzetilmiş, bazen de
rakibe Dahhak denilmiştir. Şâir, aşağıdaki beyitte, sevgilinin saçlarının Dahhak’ın
yılanlarına, sevgilinin dudağının Cem’in kadehine, yüzünün ise güneşe benzedi-
ğini söylemektedir:
Gîsûsı mâr-ı Dahhâk dudagı câm-ı Cemşîd
Zülfi içinde haddi şeb perdesinde hurşîd
(İbn-i Kemâl)
Yılan ve tehlike arasında daima yakın bir ilişki kurulmuştur. Başka kültürlerden
böyle hikâyeler veya varlıklar hatırlıyor musunuz? 2
Dârâ
Şehnâme’nin ünlü şahlarındandır. Rivâyetlere göre Dârâ, İskender’le yapmış olduğu
bir savaşta İskender tarafından öldürülmüştür, bir başka rivâyete göre ise savaştan
kaçarken öldürülmüştür. Dârâ, Klâsik edebiyatımızda adı en çok geçen İran hü-
kümdârlarından birisidir. Büyük bir saltanat ve şa’şaaya malik olması, İskender’le
olan Efsânevî savaşları, taç ve tahtıyla dillere destan olmuş bir hükümdâr olması,
hem İran, hem de Türk şiirinde adından çokça bahsedilmesine sebep olmuştur.
Dârâ, Klâsik edebiyatımızda, bir ululuk, azâmet ve şa’şaa sembolüdür. Genellikle,
152 Türk Edebiyatının Mitolojik Kaynakları
memdûh övülürken onun üstünlüğünü ifade için kullanılmışsa da, bazen de dün-
ya hayatının geçiciliğini ve şâirlerin istiğna hallerini ifade etmek için zikredildiği
olmuştur. Aşağıdaki beyitte şâir, övdüğü kişinin ordusundan bahsederken, bu mü-
kemmel orduyu Tanrı’nın ne Feridun’a ne de Dârâ’ya vermediğini söylemektedir.
Sana ol asker-i mansurı verdi Hak Teâlâ kim
Müyesser olmamışdur ne Feridun’a ne Dârâ’ya
(Aşık Çelebi)
Efrâsiyâb
Biz her ne kadar Efrâsiyâb için Efrâsiyâb, Şehnâme’de geçen olağanüstü kahramanlardan biridir. Efrâsiyâb adı
Turan hükümdarı diyorsak
da, Firdevsî, Turan’lıları ayrı
Divan-ı Lügati’t-Türk’te de geçer. Kaşgarlı Mahmud’a göre Efrâsiyâb Türklerin bü-
bir ırk kabul etmez: Ona yük hakanıdır. Asıl adı Tonga Alp Er’dir (Alp Er Tunga). Bebür (kaplan cinsi bir
göre, Turanlılar Efsanevî İran hayvan) gibi kuvvetli, yiğit bir adam demektir. Efrâsiyâb da kahramanlık, hüküm-
şahı Feridun’un oğlu Tur’un dârlık ve saltanat sembolü şahsiyetlerden birisidir. Efrâsiyâb, genellikle, memdûh
soyundan gelirler.
övülürken, memdûhun üstünlüğünü belirtmek için bir kıyas malzemesi olarak
kullanılırdı. Şâir aşağıdaki beyitte, padişâhı överken, onun yaptığı kahramanlıkla-
rın Keyhüsrev ve Efrâsiyab’ın kahramanlıklarını unutturduğunu ifade etmektedir:
Unutdur nâmını Keyhüsrev’in Efrâsiyâb’ın hem
İki kemter kulun zapt eyledi İran u Turan’ı
(Âlî)
Efrâsiyâb bir Türk hükümdarı ve kahramanı olduğu halde bizler onun maceralarını
3 bize ait eserlerden değil de neden Şehnâme’den okumaktayız?
Feridun
Feridun bütün Şehnâme boyunca en çok ismi geçen pâdişâhlardan birisi ve hat-
ta en önemlisidir denilebilir. Dünyayı üç oğluna paylaştırmıştır. Feridun, pek çok
efsanevî motifin iç içe geçtiği epizotlarla örülü mitolojik bir şahsiyettir. Feridun
Avesta’da, Thraetaonas (Fırdusis), Thaetaone (Fretun) adlarıyla, “ele geçirmezi ele
geçirmeye çalışan” üç başlı ejderhâ Dahhak’ı öldüren kahraman olarak geçer. Feri-
dun edebiyatta, adalet, iyilik ve uzun ömürlülüğüyle anılırken, bilhassa kasidelerde,
memdûha Feridun’la ilgili çeşitli sıfatlar verilir ve böylece övülmüş olur. Hayâlî, bir
beytinde, Feridun’un tacını küçümseyerek kendisini istiğna makamına çekmek-
te ve rintliği ön plana çıkararak, o debdebelere ihtiyacı olmadığını söylemektedir:
Kem habâbın bâdenin vermez Feridun tâcına
Gûşe-i kûy-ı harâbât içre bir efgâr mest
(Hayâlî)
Hızır
Rivâyetlere göre âb-ı hayâtı içerek ölmezlik sırrına erişen, peygamber veya veli ol-
duğu tartışmalı olan kutsal bir kişi. Araştırmacıların ortak fikrine göre, Batı’da ve
Doğu’da ortaya çıkan Hızır-İskender kıssaların, evrensel-mitolojik yanları bulun-
maktadır. Hızır, şahıs, kavram ve sembolik bir unsur olarak Divan şiirinde çok deği-
şik benzetmeye konu olmuştur. Hz. Musa ile olan yolculuğu, bu yolculuk akabinde
ayrılışları, İskender’le olan âb-ı hayatı arama maceraları, âb-ı hayâtı İskender’in
içememesi fakat Hızır’ın içmesi, Hızır kelimesinin yeşil anlamına gelmesi, kıyame-
te kadar yaşayacak olması, denizde darda kalanlara yardım ettiği inancı vesilele-
6. Ünite - Eski Türk Edebiyatında Mitolojik ve Efsanevî Kişiler 153
riyle pek çok değişik suretle Divan şiirinde söz konusu edilmiştir. Hızır ile birlikte
anıldığında âb-ı hayâta göndermede bulunulur. Hızır kelimesi en çok sevgilinin,
dudakları, ağzı, hat (ayva tüyleri) için kullanılan bir benzetme unsuru olurdu. Hı-
zır kelimesinin yeşillik anlamından yola çıkan şâirlerimiz, bu benzerliği çok deği-
şik münasebetlerle söz konusu ederlerdi. Hattın Hızır olması durumunda, sevgili-
nin dudakları veya ağız suyu yahut sözleri âb-ı hayât, saçları zülumât, yanaklar (su
ilgisiyle) deryâ olurdu.
Âb-ı hayât u Hızr sözün çoğ işitmişiz
Sun la’lini ki çeşme-i hayvânımız gerek
(Şeyhî)
Türkçede bengisu, Farsça âb-ı hayât Arapçada mâü’l-hayât denilen bu sihirli nesne-
nin diğer kültürlerdeki varlığı hakkında neler biliyorsunuz? 4
Hüsrev
Hüsrev u Şirin mesnevisinin erkek kahramanı. Hüsrev, Şirin’e olan aşkı yüzünden Bizde Ferhad ile Şirin
dillere destan olmuş, tarihî kişiliği ortadan kalkarak tamamen efsânevî bir karak- hikâyesi olarak bilinen
hikâye İranlılarda Hüsrev u
tere bürünmüştür. Divan edebiyatında da bu kimliğiyle karşımıza çıkar. Hüsrevle Şirin olarak bilinir. Bu hikâye
ilgili en önemli efsânelerden birisi onun yaptırmış olduğu sarayla ilgilidir. Yine içinde adı geçen ve önemli
Hüsrev’in sahip olduğu hazineler dillere destan olmuştur. Efsânevî kişiliği, tari- bir süsleme ustası olan
Ferhad Türk anlatılarında
hi kişiliği silen bu şahsın aynı zaman da çok da trajik bir hayatı vardır. Aşağısadi ön plana çıkmış, Hüsrev
beyitte şâir, “eğer Hüsrev senin tasvişrini görseydi, Ferhad gibi canından geçer” unutulmuş hatta olay
demektedir. İran’dan çıkıp Amasya civarına
nakledilmiştir. Metinleri
Cân-ı şirinden geçe Husrev dahi Ferhâd-veş anlamada kültürler arası
geçişlere dikkat etmek gerekir.
Ger nihâl-i kaddün üzre göre tasvîrün senün
(Mesîhî)
İskender
Eski kültürümüzün hemen hemen bütün alanlarına girmiş, tarihî-efsânevî bir
şahsiyet olan İskender; İslâm tarihindeki -Kur’an’da da kıssası anlatılan, peygam-
ber olup olmadığı hususunda ihtilaflar olan- Zü’l-Karneyn, Yunan (Makedon)
tarihinde ismi zikredilen Büyük İskender (Alexander The Great) ve bunların ka-
rıştırılmasıyla meydana gelmiş olan âb-ı hayatı arayan İskender olmak üzere üç
farklı kimlikle karşımıza çıkmaktadır. Meşhur hikâyeye göre İskender’le Hızır
âb-ı hayat’ı aramak üzere zulumat ülkesine girerler. Uzun ve meşakkatli bir yol-
culuğun sonunda Hızır, âb-ı hayatı bularak kayıplara karışır. İskender, âb-ı hayât’ı
kaybettiğini anlayınca derin üzüntülere düşer ve bu üzüntünün akabinde de ölür.
İskender’le birlikte zikri geçen efsanevî unsurlardan biri de âyine-i İsken-
der’dir. İskender, Mısır’ı fethinden sonra, İskenderiye limanına büyük bir ayna
yaptırmıştı. Bu aynadan bakıldığında çok uzak mesafeler görülürmüş. İskender,
Divan şiirinde en çok kullanılan şahıslardandır. Büyük bir cihangir, yenilmez bir
kahraman, dünyayı dolaşan bir hükümdâr olması, Hızır’la beraber âb-ı hayâtı ara-
ması ve fakat bulamadan geri dönmesi, deniz üzerine çok büyük bir ayna yap-
tırması, Yecüc Mecüc kavminin zulümlerini engellemek için bir set inşa etmesi,
Dârâ ile yıllarca süren savaşları vs. özellikleriyle şâirlerin adından bahsettikleri
en önemli şahıslardan biri olmuştur. İskender’in (Kur’an’da Zülkarneyn’in) Ye’cûc-
Me’cûc için bir set yaptırması kıssası, şairlerin hayal dünyasında çok değişik bir ta-
savvurlara yol açar ve sevgilinin yüzü (yanağı, hadd’i) İskender’e, hiç durmaksızın
154 Türk Edebiyatının Mitolojik Kaynakları
Kimine göre İskender’in Aynası bu yüzü arzulayan, ona kavuşmak için can atan âşıkın gönlü Ye’cûc’a (tabi gönülün
(âine-i İskender) ile Cem’in Ye’cûc oluşu sevgilinin bakışıyladır), sevgilinin yüzündeki ayva tüyleri ise sedd-i
kadehi aynı şeye gönderme
yapmaktadır. Zira ikisi de çok İskender’e benzetilmektedir. Sevgili bu setle, gözünde bir Ye’cûc olan âşıkın kendi-
uzak mesafeleri gösteren birer sine yaklaşmasını engellemektedir:
esrarengiz nesnedir. Tasavvufi
literatürde bu ikisi gönülü Hüsnünde mâni’ olmaga cânâ bu dil Ye’cûcına
sembolize eder. Kimine İskender-i haddün yapar tozdan havâ üstinde sed
göre de bu ayna, dünyanın
yedi harikasından biri olan (Mesîhî)
İskenderiye feneridir.
Kahraman
Mitolojik şahsiyetlerden biri olan Kahraman, Divan şiirinde bir kahramanlık ve
yiğitlik sembolüdür. Kahraman-ı Kâtil olarak da anılır. Bazen Kahraman-ı Kâtil
olarak anılır. Âşık’ın sevgiliyle olan mücadelesinden, tesiri ve öldürücülüğünden
dolayı sevgilinin gözleri Kahraman olarak nitelendirilmiştir:
Olursam şöyle bî-tâkat aceb mi çün basar hayret
Kıya tutsa nazar kılsa bana ol Kahramân gözler
(Muhibbî)
Keyhüsrev
Keykavus’tan sonra İran tahtına geçen, Şehname’nin olağanüstü hükümdar-kah-
ramanlarından birisidir. Bazılarına göre Keyhüsrev dedikleri İskender’dir, bazıları
Süleyman’dır ve bazıları da Mûsâ Peygamber derken kimilerine göre ise Afrâsi-
yâb’tır. Keyhüsrev, Divan şâirleri tarafından bir kıyas malzemesi olarak kullanılan
iktidar, saltanat, kudret ve ihtişam sembolü şahsiyetlerden biridir.
Genellikle kasidelerde memdûhu överken bir kıyas olarak kullanılır ve mem-
dûhun Keyhüsrev-i Sânî (İkinci Keyhüsrev) olduğu söylenir. Şâir, övdüğü kişinin
yüceliğinin, kahramanlığının artık Keyhüsrev’i unutturduğunu söylemektedir:
Unutdur nâmını Keyhüsrev’in Afrasiyab’ın hem
İki kemter kulun zapt eyledi İran u Turan’ı
(Gelibolulu Âlî)
Nemrud
İbrahim peygamber döneminin, tanrılık iddia eden Bâbil kralı. İbrahim’i ateşe at-
tırması, tanrıyı görmek amacıyla göklere çıkmak için bir kule yaptırması ve aciz,
topal bir sivrisinek tarafından beyni kemirilerek öldürülmesi yönüyle meşhurdur.
Tanrılık iddia ederek insanları kendisine tapmaya zorlayan, İbrahim Peygam-
beri ateşe atarak yok etmek isteyen, tarihteki en meşhur zalim ve inatçı münkir-
lerden biri olan Nemrud, Divan şiirinde daha çok, zulm ve cevr u cefâ vermenin
bir sembolü olarak kullanılmıştır.
Divan şiirinde sevgilinin âşıka yaptığı zulüm ve işkence, daha çok Nemrud
zulmü olarak tavsif olunmuştur. Hatta onun verdiği eziyetler Nemrud’unkini bile
geçmiştir. Ayrılık ve ısdıraptan dolayı ateşler içinde yanan âşık sevgilisine Halil
olarak seslenir ve ondan yardım diler:
Yandım belâ-yı hecr ile Nemrûd nârından beter
Gel ey Halîlim bir kadem tâze gülistân et beni
(Ahmed Paşa)
6. Ünite - Eski Türk Edebiyatında Mitolojik ve Efsanevî Kişiler 155
Nûşirevân
M.S. 531 ila 579 yılları arasında hükümdârlık yapan, İran’ın Sâsânî sülalesinden,
adaletiyle ün salmış bir hükümdârdır. Rivâyetlere göre, Kisra lakabı ilk defa bu
kişiye verilmiştir. Adaletiyle efsanelere karışmış büyük bir hükümdâr olan Nûşi-
revân, hem adaleti hem de yaptırmış olduğu ünlü saraylar ve bu sarayların tâkla-
rıyla meşhur olmuş bir hükümdârdı. Divan şiirinde de daha çok adaletiyle bahis
konusu edilirdi. Nûşirevân, Tâk-ı Kisrâ veya Eyvân-ı Kisrâ adıyla anılan ünlü sa-
rayının tâkına bir çan astırmış ve bu çanın ucuna da bir zincir bağlatmıştı. İhtiyacı
olan bu zinciri çekerek Nûşirevân haberdar eder ve o da bu kişiyle ilgilenirdi. Bu
zincire âdalet zinciri denirdi. Şâir aşağıdaki beytinde sevgilinin saçlarını adalet
zinciri olarak tasvir eder:
Gözünden güç göricek dil yapışsa nola zülfüne
Ki oldur adl zinciri asılmış tâk-ı Kisrâ’dan
(İbn-i Kemal)
Divan şiirinde Nûşirevân daha çok bu haliyle gerçekleştirdiği adalet anlayışıyla Hz. Muhammed Nûşirevân
bahis konusu edilirdi. Bazı şâirler tarafından onun adalet anlayışı övülmüştür. Zâ- devrinde doğmuştur. Pek de
doğru kabul edilmeyen bir
tî onu şu övücü sıfatlarla anar: Nûşirevân ölüp girmiştir ama adı hâlâ bütün can- hadise göre Hz.Peygamber:
lılığıyla yaşamaktadır zira o, adalet ve doğruluk gibi iki ölmez oğul bırakmıştır: “Ben âdil bir hükümdar
devrinde doğmakla iftihar
Velî Nûşirevân gitdi cihânda zindedür adı ederim” demiştir.
İki ölmez ogullar idinipdür adli vü dâdı
(Zâtî)
Rüstem
İranlıların, Şehname’de adı en fazla zikredilen efsanevî kahramanıdır. Rüstem,
yine kendisi gibi adı ve kahramanlıkları efsanelere karışmış ünlü Şehname kah-
ramanı Zal’in oğludur. Daha küçüklüğünde kimsenin başedemediği devler ve
diğer korkunç yaratıklarla savaşmış mitolojik bir kişidir. Şehname için bir nevi
Rüstem’in maceraları dense yeridir. Zira, hemen hemen bütün şahların macera-
larında öyle veya böyle Rüstem’in etkileri vardır. İran orduları ne zaman sıkışsa
veya mağlubiyetle yüz yüze gelse Rüstem faktörü devreye girdiğinde savaşın ka-
deri değişir. Efsanevî İran şahı Keykavus’u esir olduğu devlerin elinden kurtaran
ve bu macerasında Heft-han adı verilen yedi aşılmaz engeli aşarak, Mazenderan
seferiyle devleri mağlup eden odur. İran’ın ünlü kahramanı Bijen’i tutsak olduğu
Efrâsiyâb’ın elinden kurtaran da odur. Rüstem, daha ziyade memdûh için bir kıyas
malzemesi olur. Şâir övdüğü kişinin kahramanlık ve yiğitliğinden bahsederken,
Rüstem’in de adını anar ve Rüstem’in övdüğü kişi yanında zavallı bir kişi oldu-
ğunu söyler. Bu tür beyitlerde memdûh dâimâ Rüstem’den daha üstündür veya
onunla denktir. Aşağıdaki beyitte şâir, eğer Rüstem benim övdüğüm kişinin as-
kerlerini ve savaş sırlarını görseydi kılıcıyla hiç övünmezdi demektedir:
Görüp sipahını olsaydı vâkıf-ı rezmin
Tefâhur etmez idi darb-ı tîğ ile Rüstem
(Fuzûlî)
Rüstem, bazı şâirlerce aşkın çeşitli maceralarını anlatmada da kullanılmıştır. Bu
durumda genelde sevgilinin kirpikleri öldürücülüğü, acımasızlığı yönünden Rüs-
tem’in yayına benzetilmiştir. Rüstem’in sıfatı olan dâstân kelimesi aynı zamanda
156 Türk Edebiyatının Mitolojik Kaynakları
Şehnâme’de Rüstem kelimesinin hile anlamına da geldiğinden, şâirler sevgilinin kaş, göz, kirpik, gamze vs. unsur-
“kurtuldum” anlamına geldiği larını Rüstem’le beraber kullanmışlardır. Nesîmî, sevgilinin kaş, göz ve kirpiğine
yazılıdır. Çok geç doğan Rüstem
için annesi doğum sonrası bu Rüstem-i Destan dediğini söylemektedir:
sözü söylemiş. Oğuz Han’da
da olduğu gibi bütün mitsel Çün Nesîmîyim anun kaş u göz ü kirpiğine
kahramanlar geç doğarlar ve Merdüm-i kalp-şiken Rüstem-i destân demişim
hemen daima kanlıdırlar. Bunlar (Nesîmî)
sıradan olmayışın söylemleridir.
Siyavuş
Siyavuş, tıpkı İsfendiyar gibi İran mitolojik tarihinin bahtsız kahramanlarından
biridir. Siyavuş’un hikayesi Şehname’nin en acıklı ve tesirli anlatılarının başında
geliyor. Üvey annesi Siyavuş’a aşık olmuş, bunu öğrenen Siyavuş Afrasiyab’ın ül-
kesine kaçmış ve orada feci şekilde öldürülmüştü. Firdevsî’nin, Sudabe-Siyavuş
arasındaki karşılıksız aşk ilişkisini anlatırken başka kaynaklara müracaat ettiği
anlaşılıyor. Şehnâmedeki bu aşk hikayesi ile Yusuf ile Züleyha hikayesi arasında
pek çok benzerlikler hemen göze çarpmaktadır. Siyavuş, Klâsik edebiyatımızda
bir kıyas malzemesi olarak kullanılırdı.
Nev’î, memdûhunu övdüğü bir beytinde Siyavuş’u da zikretmektedir:
Baglamışdur rişte-i re’yün nice Dârâları
Lâle gibi dagdârındur Siyavuş-ı Keyân
(Nev’î)
Zâl
Zal, Şehname boyunca adından sık sık söz edilen efsanevî ve olağanüstü özellik
kahramanlardan biridir ve Rüstem’in babasıdır. Doğduğunda saçları bembeyaz-
dır. Bu durumdan korkan babası onun bir dağın başına atarak geri döner. Efsane-
vî kuş Simurg, Zâl’i büyük bir ihtimam ve dikkatle büyütür.
Saç, kirpik ve kaşları bembeyaz olarak doğduğundan, yaşlı bir insan olarak ta-
savvur edilen Zal, Divan şiirinde pek çok mazmun ve telmihin konusu olmuştur.
Şâirlerimiz dehri, çarhı, feleği ak saçlı kadın tahayyül ederek birçok mazmunlar
yapmışlardır. Çünkü Zal’in bir mânâsı da kocakarı demektir:
Fuzûlî bir beytinde Feleği Zal’e benzeterek, onu kahbe bir kadın olarak tasav-
vur etmektedir.
Ey Fuzûlî dehr Zal’inin firibinden sakın
Olma gâfil er kimi depren işin merdâne tut
(Fuzûlî)
Bütün bu şahıslar ve burada adları anılmayan diğer mitolojik kişiler için şu kitapta
ayrıntılı bilgiler bulunmaktadır: Dursun Ali Tökel; Divan Şiirinde Mitolojik Unsur-
lar. Şahıslar Mitolojisi, Akçağ Yay., Ankara 2000.
6. Ünite - Eski Türk Edebiyatında Mitolojik ve Efsanevî Kişiler 157
Özet
Metin çözmede mitolojik kişi ve şâirin niyeti ara- Eski Türk edebiyatındaki önemli mitolojik kişileri
1 sında ilişkiyi söyleyecek. 3 tanımak.
Genel olarak mitoloji, özelde mitolojik kişiler Eski Türk edebiyatında pek çok mitolojik kişinin
şâirin şiir kurarken başvurduğu kaynaklardan adı zikredilmektedir. Burada bir kısmından bah-
sadece birisidir. Şâirler bir kaynağı sadece o kay- sedilmiştir. Bu kişiler, tarihi, efsanevî, mitolojik,
nağı anmak için şiirinde kullanmaz; bu varlıklar sembolik kimlikleriyle, ayrıntılı bir şekilde bilin-
genellikle birer gösteren olarak şiirde yer alırlar ve melidir; aksi takdirde şâirin yapmış olduğu gön-
şâirin niyeti doğrultusunda bir şeyleri gösterir- derme çözülemez, metnin anlamına inilemez..
ler. Divan şiirinde bilhassa İran mitolojik şah- Ünitemizde bunların bir kısmına değinilmiştir.
sılarının kullanılması sadece İran edebiyatına
bir öykünme amacıyla olduğu söylenemez. Ta- Mitolojik kişilerin eski şiirimizdeki sembolik de-
rih boyunca hep bir rekabet içinde olan Turan 4 ğerlerini tanımlayabilmek.
(Türk) ve İran devletlerinin bu rekabeti siyasi Mitolojik her karakterin şâirin dünyasında bir
arenada olduğu kadar edebiyat dünyasında da yansıması vardır. Bu yüzden bu mitolojik figür-
bir yer bulmuştur. Şâirler kendi hükümdarları- lerin sembol değerleri iyi bilinmelidir. Mese-
nı desteklemek amacıyla genellikle rakip şahları la Cem; şarap-kadeh-içki meclisi; Nuşinrevan,
küçümsemişler ve bunları da şiirlerinde açık- adalet; Rüstem, kahramanlık ve yiğitlik; Nem-
ça zikretmişlerdir. Bu yüzden Divan şâiri, ken- rut, zulüm; Bijen, daha çok kuyu motifleriyle
di hükümdarını yüceltirken, eski İran şahlarını birlikte zikredilir. Bu sembolleri ve detayları bil-
daima küçümsemiştir. Ayrıca daha önce dünya- mek için de hem şiiri hem de şâirin gönderme
ya hükümran olmuş efsanevî hükümdarlar, Di- de bulunduğu mitolojik varlığı çok iyi bilmek
van şâirinin bir kıyas malzemesi olmuştur: onlar gerekmektedir. Bu ünitede bu sembollerin neler
dünyayı fethettiyse Osmanlı padişahı niçin fet- olduğu hususunda bilgi verilmiştir.
hedemesin? İşte bu ve benzeri sebeplerle mitolo-
jik ve efsanevi şahıslarla şâirlerin niyeti önemli
ilişkiler vardır. Bu ünitede bunlar üzerinde du-
rulmaya çalışılmıştır.
Kendimizi Sınayalım
1. Cem kelimesi, mur, hüdhüd ve Âsâf ’la birlikte kul- 6. Aşağıdakilerden hangisi divan şiirinde bir zulüm
lanıldığında aşağıdaki şahıslardan hangisine gönder- sembolüdür?
mede bulunulur? a. Nûşirevân
a. Keyhüsrev b. Nemrud
b. Cemşîd c. Neriman
c. Süleyman d. Cemşîd
d. Feridûn e. Bîjen
e. Dahhâk
7. Divan şiirinde sık sık adı geçen adâlet zinciri tam-
2. Hızır kelimesi hangi anlama gelmektedir? laması hangi şahısla birlikte zikredilir?
a. Deniz a. Cemşîd
b. Kurtarıcı b. Nerîman
c. Sevgili c. Keykâvus
d. Yeşil d. Nûşirevân
e. Yardımcı e. Nemrûd
3. Divan şiirinde adı anıldığında daha çok sevgilinin 8. Aşağıdaki şahıslardan hangisi Divan şiirinde yaşlı-
çene çukuru (zenehdan) kastedilen mitolojik karakter lığı temsilen kullanılır?
aşağıdakilerden hangisidir? a. Sührâb
a. Bîjen b. Gîv
b. Hûşeng c. Zâl
c. Hüsrev d. Hızır
d. Keykâvus e. Rüstem
e. İsfendiyar
9. Divan şiirinde dâstân sıfatıyla da anılan, güç ve
4. Hikâyesi Yusuf peygamberin öyküsüne benzeyen kudret sembolü mitolojik karakter aşağıdakilerden
İran’ın mitolojik kahramanı hangisidir? hangisidir?
a. Hüsrev a. Behzâd
b. Feridûn b. Rüstem
c. İsfendiyar c. Hızır
d. Gîv d. Siyavuş
e. Siyavuş e. Minuçihr
5. Mitolojik bir kişi olan Kahraman, Divan şiirinde 10. Divan şiirinde İskender-Hızır isimleri bir arada
aşağıdaki sevgili unsurlarından hangisi için bir benzet- zikredildiğinde hangi varlığa veya kavrama gönderme-
me amacıyla kullanılmıştır? de bulunulur?
a. Ağız a. Kahramanlık
b. Diş b. Saltanat
c. Boy c. Kavuşma
d. Göz d. Âb-ı hayat
e. Yanak e. Sağlık
6. Ünite - Eski Türk Edebiyatında Mitolojik ve Efsanevî Kişiler 159
Okuma Parçası
Neden İran Mitolojik Kahramanları tanların çok hoşuna gitmişti. İskender’in hayat öyküsü
Osmanlı şâirlerinin kendi hükümdarlarının kahra- II. Mehmet ve I.Selim’e büyük zevk verirdi.” D’istria’nın
manlıklarını ve cihangirliklerini anlatırken benzetme Osmanlı şiirinin bu cihan hâkimiyeti ideali üzerine
unsuru olarak Şehnâme kahramanlarını kullanmala- yapmış olduğu değerlendirmelerini sadece bir fantezi
rı pek çok kişi tarafından eleştirilmiş ve şöyle söylen- olarak görmek mümkün değil. Onun Osmanlı şiirinin
miştir: “Efendim Divan şâirleri Türk hükümdarlarını; bu şekilde değerlendirmeleri bir hayli uzundur. Belki
Oğuz Han, Mete Han vb. Türk kahramanlara benzet- bir gün bizim de şiirimize bu açıdan bakacağımız gün-
mediler de neden İranlıların eski şahlarına kıyasladılar. ler gelecek.
Bu da gösteriyor ki şâirlerimiz birer İran kopyacısı ol-
maktan öte gidememişlerdir.” Osmanlı şâirleri, İran’la Kaynak: Dursun Ali Tökel Şehnâme’den Turan’a, Di-
ezelî mücadelede taraftır. Yeryüzünü bir zamanlar İran van Şiirinden Şehnâme’ye Bakmak-2006
şahları idare etmiştir, ama şimdi yeryüzü hükümdar-
lığı kendi hükümdarına geçmiştir. Dolayısıyla bir za-
manların Dârâ’sı kimse bugünün Yavuz veya Fatih’i de
odur. Bu benzetmelerde dikkati çeken husus, benzeyen
daima yüceltilirken kendisine benzetilen çoğunluk-
la aşağılanmıştır. Yani Türk şâiri kendi hükümdarını Kendimizi Sınayalım Yanıt Anahtarı
överken genellikle benzettiği İran şahlarını onların 1. c Yanıtınız yanlış ise “Cem” konusunu yeniden
yanında küçük göstermiştir. Bunun şiir ve sanat pla- gözden geçiriniz.
nında bir savaş olmadığını kimse söyleyemez. Şairimiz 2. d Yanıtınız yanlış ise “Hızır” konusunu yeniden
Osmanlı sultanıyla bir Acem şahını kıyasladığı zaman gözden geçiriniz.
onları asla bir birine denk tutmaz. Divanlar incelen- 3. a Yanıtınız yanlış ise “Bîjen” konusunu yeniden
diğinde görülecektir ki umumiyetle bu karşılaştırma- gözden geçiriniz.
larda Acem Şahı küçük gösterilir, hakir görülür. Yani 4. e Yanıtınız yanlış ise “Siyavuş” konusunu yeni-
şaire göre kendi sultanı yanında Feridunlar, Cemler, İs- den gözden geçiriniz.
kenderler kapıcı bile olamazlar. Bu ifadelerdeki abartı 5. d Yanıtınız yanlış ise “Kahraman” konusunu ye-
göz ardı edilemez, işin hakikati sorgulandığında öyle niden gözden geçiriniz.
olduğu veya olmadığı iddia edilemez, ama bu benzet- 6. b Yanıtınız yanlış ise “Nemrud” konusunu yeni-
melerde Türk hükümdarlarına birer övgü varken Acem den gözden geçiriniz.
şahlarına da hatırı sayılır yergiler vardır. Aynı benzet- 7. d Yanıtınız yanlış ise “Nûşirevân” konusunu ye-
melerin Mete veya Oğuz Han için yapılması ne anlama niden gözden geçiriniz.
gelirdi ki? Bizim kendisiyle hâkimiyet mücadelesinde 8. c Yanıtınız yanlış ise “Zal” konusunu yeniden
olduğumuz tarihi rakibimiz Oğuz veya Mete değildi, gözden geçiriniz.
şarkın mağrur şahlarını yetiştiren Acemlerdi ve haliy- 9. b Yanıtınız yanlış ise “Rüstem” konusunu yeni-
le kıyas unsurunda da onlar yer alıyordu. Osmanlılar den gözden geçiriniz.
dönemi Türk şiiri üzerine değerli bir araştırma yapan 10. d Yanıtınız yanlış ise “Hızır” konusunu yeniden
Dora D’İstria eserinin büyük bir bölümünde bu tema gözden geçiriniz.
üzerinde durmakta ve şairlerin bu cihetini hep ön pla-
na çıkarmaktadır. D’İstria kasidelerde çokça isimleri
geçen Süleyman ve İskender efsanelerinin alelade bir
övgü maksadıyla kullanılmadığını söyler. “Barbar bir
dünyayı evrenin bilinebilen en uç noktalarına kadar
süren ve gece ülkelerine giren, ölümsüzlüğü bulmak
için orada bin yıl yürüyen İskender, ürkütücü Asya’ya
bir avuç kahramanla giren ve dünyayı üstünde eğilme-
ye zorlayan kişiye yaraşır bir seleftir. “Ahmet Dâî’nin
İskendernâme’si evrensel hükümdarlık besleyen sul-
160 Türk Edebiyatının Mitolojik Kaynakları
Sıra Sizde 3
Firdevsi, Şehnâme’yi tam otuz yılda bütün eski hikâ-
yeleri derleyerek yazmıştır. Daha önce pek çok kişi
teşebbüs etmesine rağmen Şehnâme’yi yazamamış-
tır. Fakat bir Türk hükümdarı olan Gazneli Mahmut,
Firdevsî’ye, kimseye sunmadığı olağanüstü imkanlar
sunmuş ve Firdevsî o rahatlık sayesinde Şehnâme’yi
yazabilmiştir. Eğer Kaşgarlı Mahmut gibi bir bilgin-
yazar-şâirimiz de Türk coğrafyasını gezip eski hikâye-
leri derleseydi bugün olağanüstü mitsel anlatılarımız
olurdu. Şöyle bir espri vardır: Türkler kahramanlık
yapmaktan, kahramanlıkları yazmaya fırsat bulama-
mışlardır! Yazmakla aramızdaki soğukluk ancak bu
kadar güzel geçiştirilebilir!
6. Ünite - Eski Türk Edebiyatında Mitolojik ve Efsanevî Kişiler 161
Yararlanılan Kaynaklar
Bratton, Fred Gladstone. (1995). Yakın Doğu Mitoloji- Ömer Ferit Kam. (1998). Âsâr-ı Edebiye Tedkikatı,
si, (Çev: Nejat Muallimoğlu), İstanbul: M.Ü.İ.F.Yay. (Haz: Halil Çeltik), Ankara: Kültür Bakanlığı Ya-
Campbell, Joseph. (1993). Doğu Mitolojisi, (Çev: yınları.
Kudret Emiroğlu), Ankara: İmge Yay. Pala, İskender. (2010). Ansiklopedik Divan Şiiri Söz-
Demirci, Kürşat. (1991). Hinduizmin Kutsal Metinle- lüğü, İstanbul: Kapı Yay.
ri Vedalar, İstanbul: İşaret Yay. Ritter, Hellmut. (2011). Doğu Mitolojisinin Edebiyata
D’istria, Dora, (1982). Osmanlılarda Şiir, (Çev. Semay Etkisi, (Haz: Mehmet Kanar), İstanbul: Ayrıntı Yay.
Taneri) İstanbul: Havas Yay. Şemsettin Sami. (2004). Esâtir: Dünya Mitolojisinden
Firdevsî. (1994). Şehnâme, C.I,II,III,IV.(Çev: Necati Örnekler, (Haz: Cengiz Batuk), İstanbul: İnsan Yay.
Lügal), İstanbul: M.E.B. Yay. Taberî. (2007). Târih-i Taberî, (Çev: M.Faruk Gürtun-
Günaltay, Şemsettin. (1987). İran Tarihi -En Eski Çağ- ca), C.I, II, III, IV, İstanbul: Sağlam Yay.
lardan İskender’in Asya Seferine Kadar, Ankara: Tahir’ül-Mevlevî. (1973). Edebiyat Lügati, (Neşre Haz:
T.T.K. Yay. Kemâl Edip Kürkçüoğlu), İstanbul: Enderun Kita-
Hook, S.H., (1993). Ortadoğu Mitolojisi, (Çev: Alâed- bevi.
din Şener), İstanbul: İmge Yay. Tarlan, Ali Nihat, (2004). Şeyhî Dîvânını Tetkik, An-
Levend, Agâh Sırrı. (1980). Divan Edebiyatı -Kelime- kara: Akçağ Yay.
ler ve Remizler, Mazmunlar ve Mefhumlar, İstan- Tarlan, Ali Nihat. (1935). Zerdüşt’ün Gataları -Zer-
bul: Enderun Kitabevi. düşt’ün Öz Şiirleri, İstanbul: Suhulet Matbaası.
Mütercim Âsım Efendi.(2009). Burhân-ı Katı, (Hz: Tökel, Dursun Ali. (2000). Divan Şiirinde Mitolojik
Prof. Dr. Mürsel ÖZTÜRK, Dr. Derya ÖRS), İstan- Unsurlar: Şahıslar Mitolojisi, Ankara: Akçağ Yay.
bul: TDK. Yay. Dursun Ali Tökel (2006). “Şehnâme’den Turan’a, Di-
Onay, Ahmet Talât. (1992). Eski Türk Edebiyatında van Şiirinden Şehnâme’ye Bakmak”, Türk Edebiyatı
Mazmunlar, (Haz: Cemal Kurnaz), Ankara: T.D.V. Dergisi, S: 392, ss. 55-59.
Yay. Yıldırım, Nimet.(2008). Fars Mitolojisi Sözlüğü, İs-
Ögel, Bahaeddin. (1993). Türk Mitolojisi, C.I, Ankara: tanbul: Kabalcı Yay.
T.T.K. Yay.
7
TÜRK EDEBİYATININ MİTOLOJİK KAYNAKLARI
Amaçlarımız
Bu üniteyi tamamladıktan sonra;
Divan edebiyatı bağlamında İslâmi gelenek ve Yakındoğu kültürünün etkileşimini
açıklayabilecek,
Divan şiirinin temellerini ve imaj dünyasını İslâm medeniyeti yanısıra Hıristiyan-
lık öncesi Yakındoğu kültürü bağlamında değerlendirebilecek,
Yakındoğu medeniyetlerine ait efsanelerin ve timsallerin İslâmi edebiyat geleneğinde
nasıl dönüşerek şekillendiğini takip edebilecek bilgi ve beceriler kazanabileceksiniz.
Anahtar Kavramlar
• Di van Ede bi ya tı • ey l
• Ya kın do ğu Mi to lo ji si • ül /Yı lan/ mür
• İs lâm Kül tü rü
İçindekiler
Leylî
Leylâ: Leylâ ile Mecnûn Klâsik İslâm edebiyatındaki romans kahramanı Leylî; İştar, Astarte, Afrodit, Ve-
Mesnevisi’nin kadın
kahramanı. Leylî diye de nüs, Beltis, Mylitta Atargatis (Yunanca: Derketo), Artemis gibi çeşitli adlarla anı-
bilinir. Benî Âmir kabilesinden lan aşk ve savaş tanrıçasının yüzyılları aşarak klâsik Yakındoğu edebiyatına ulaş-
olup Kays (Mecnun)’ın
akrabalarından biridir. mış temsilcilerinden en önemlisidir.
Resim 7.1
Savaş Tanrıçası
Venüs, Yıldız
Sembolü ile. (Asur
Damgası)
Eski Babil, Asur devletlerine ait mitolojik hikâyelerde geçen bazı mitolojik mo- Kaplan, mitoloji ve Yakındoğu
edebiyatında sadece aşk
tifleri daha iyi anlamak için Babil ve Asur’da kullanılan silindir mühürlerdeki ve ve savaş tanrıçasıyla ilgili
bazı rölyeflerdeki sembollerin fotoğraflarını gözden geçirmek gerekir. Bu silindir bir sembol değildir. O, aynı
zamanda karanlığın ve
mühürlerin bazılarında sembolü Venüs yıldızı olan Sümer’in aşk ve savaş tanrıça- gecenin de sembolüdür.
sı İnanna (Semitik, İştar) da resmedilmiştir. İnanna daha sonraki yüzyıllarda aynı Karanlığı, geceyi, aşk ve savaş
mahiyetteki Semitik tanrıça İştar ile aynîleşince hem aşk hem de savaş tanrıçası tanrıçasını ve dolayısıyla
kadını, doğumu, çoğalmayı,
olmuştur. İnanna/İştar’ın savaş sırasında uyandırdığı korku ve dehşet, Mezopo- hayatı ve ölümü temsil eden
tamya’da aslan ve kaplan sembolleriyle ifade edilmiştir. Ayrıca kaplan, renginin kaplanın derisi bir sembol
haline gelmiş, özellikle
siyahlığı dolayısıyla geceyi ve gece gökyüzünü sembolize etmesi yönünden İnan- insanların maddeye yönelik
na’nın sembolü olmuştur. arzuları ve isteklerine
yenilmeyen, yani nefsinin
Yakındoğu ve bizim klâsik edebiyatımızda kaplan hem geceyi, hem de gök- heveslerine kapılmayan,
yüzünde görünen aşk tanrıçasının yıldızı olan Venüs yıldızıyla ilişkili olmuştur. böylece maddeden
uzaklaşarak ilahiliğe ulaşan
Genel olarak geceye ait olan unsurlar, Ay ve Venüs yıldızı, hem aşk tanrıçasının insan iradesini temsil etmiştir.
sembolü olmuş hem de klâsik İslâm edebiyatındaki aşk hikâyelerinden biri olan Kaplanın bu özelliği bizim
Leylî’de simgeleşmiştir. İslâm edebiyatındaki romans kahramanı olan Leylî, ken- edebiyatımızda önemli bir yer
tutmakta, şiirsel söylemlerin
di adıyla müsemma olmak üzere leyl “gece” kelimesinin bir türevidir. Doğudaki arka planını meydana
ideal kadın güzelliği imajına uygun olarak güzelliği, güzel kadını ve sevgiliyi tem- getirmektedir. Meselâ şairler,
ıstırap içinde kendi vücudunu
sil etmektedir. Divan edebiyatında onun güzelliği çoğu kez Aya, Venüs yıldızına döverek mor ve siyah lekelerle
benzetilerek ifade edilmiştir. Yine bu bağlamda, Ay ve Venüs yıldızı gibi karanlık dolduran âşığı, kaplanın/
leoparın (peleng) derisindeki
gökyüzünü temsil etmesi bakımından kaplan, Leylî ile birlikte divan edebiyatında siyah lekelere çağrışım
bulunan motiflerdendir. yaparak betimlemişler; âşığın
böylece maddi arzularından
Bereket, aşk ve savaş tanrıçasının daha başka simgeleri de vardır. Mesela İştar sıyrılarak ilâhi bir mertebeye
bir röliyefde Anat olarak bir aslanın üstünde ayakta durmakta, bir elinde hayatın ulaşmış olduğunu bu imajla
sembolü olan yılanı, bir elinde de aşkın sembolü olan lotus çiçeğini tutmaktadır. anlatmışlardır.
Fakat o, her zaman hayatın ve aşkın tanrıçası değildir; o, aynı zamanda savaşın, Venüs: Divan şiirinde Zühre
karanlığın ve tehlikenin de tanrıçasıdır. Meselâ bir Kenan mitinde İştar, “pence- ve Nâhid ismiyle yer alan
Venüs, efsaneye göre İranlı,
renin önünde oturup dışarısını seyreden bir fahişedir”. O sayısız âşıklarıyla flört çok güzel ve şûh bir kadın
eden, onları aşk acısıyla kıvrandırarak öldüren kadındır. Onun bu vasfı Gılga- imiş. Hârût ile Mârût adlı
meleklerden hile yoluyla göğe
mış efsanesinde de bulunur. Bu da gösteriyor ki İştar’ın sevgisi tehlikeli bir sevgi- yükselmenin yolunu bulmuş,
dir. Leylâ, zâlim ve âşıklarını öldüren İştar gibi Mecnûn’a zulmetmemiş olsa da, gökyüzüne çıkmıştır. (Bkz.
Edebi Motiflerin Mitolojik
Mecnûn’un aklını kaybetmesine sebep olmuştur. Aynı şekilde divan edebiyatında Kökenleri II, İlm-i Sihir ve İlm-i
Leylî’nin çeşitli versiyonları olan sevgili de bakışlarıyla âşığını öldüren, acımasız, Tılsım- Hârût ve Mârût)
başkalarıyla flört eden kadındır.
Leylî’nin efsânevi kişiğini tespit ettikten sonra, onun kaplan, Venüs yıldızı, ay
ve geceyle olan bu mitolojik ilişkisinin divan edebiyatı metinlerine nasıl ulaştığını
ve hangi biçimlerde muhafaza ettiğini görelim:
166 Türk Edebiyatının Mitolojik Kaynakları
Zülf/Ömür
Daha önceki izahlarda aşk ve savaş tanrıçası İştar’ın bir elinde hayatın devamlılı-
ğını ve ebediliğini sembolize eden bir yılan tuttuğu belirtilmişti. Aynı şekilde di-
van edebiyatındaki sevgilinin de yılan ile çok yakın bir ilişkisi vardır. Ancak imaj
değişmiş ve başka bir şekil almıştır.
Divan edebiyatında yılan sevgilinin saçıdır. Genel olarak bu benzerlik sevgili-
nin saçının kıvrım kıvrım ve uzun olmasına dayanmaktadır, çünkü yılan da kıv-
rılarak hareket eder ve uzundur. Tanrıçanın elindeki yılan artık sevgilinin saçını
mecazen sembolize etmiş olmasına rağmen yine de eski anlamına yakın bir an-
lamda beyitlerde muhafaza edilmiştir. Zira divan edebiyatında saç, uzunluğu bakı-
mında ömrü yani hayatı sembolize eder. Sevgilinin yılana benzeyen saçı da zalim
ve acımasız aşk ve savaş tanrıçasının elindeki yılan gibi hayatı sembolize etmekte-
dir. Âşıklarına mutluluk getirmeyen zalim tanrıça gibi sevgili de saçının uzun ve
siyah tellerine bağlanan âşıklarını ıstırapla kıvrandırmakta ve acıyla ağlatmaktadır.
Sevgilinin uzun ve siyah saçlarının uçlarına bağlanmış olan âşıklar ise hayatları bo-
yunca karanlıkta, aç, şaşkın, yolunu bulamayarak yerlerde sürünmektedirler.
Meselâ Necâtî Bey’den aldığımız şu beyitler bu anlamı açıkça belirtir:
Her gün ol ruhsârı gül-zâr-ı cinânı gözlerem
Her gice ol zülfi ‘ömr-i câvidânı gözlerem
(Necâtî Bey G.374/1)
[Her gün o yüzü cennetin gül bahçesi gibi olan güzeli beklerim; her gece o,
ebedî hayat olan saçı beklerim.]
168 Türk Edebiyatının Mitolojik Kaynakları
Genel olarak gül ve gül bahçesine benzetilen sevgilinin yüzü, bu beyitte cen-
netteki gül bahçesine benzemektedir. Yüz, aydınlık ve güneşle ilgili bir konum
içinde bulunmaktadır. Aynı şekilde ikinci mısrada gece de siyah rengi dolayısıyla
siyah renkli zülf/saçla aynı konum içindedir. Şair gündüz vakti sevgilinin yüzünü,
gece olunca da saçını görmek ümidine düşer. Fakat şair beyitte “gözlerem” redifini
kullanarak ne sevgilisinin yüzünü ne de saçını görebildiğini, ancak onların yerine
güneşin aydınlığını ve gecenin karanlığını seyrettiğini ironik bir ifadeyle belirtir.
Bizim için önemli olan bu beyitte yine saçın “ömr-i câvidânî” olmasıdır.
Değme bir hayvâna cânâ leblerünle sünbülün
Âb-ı Hayvân ile ‘ömr-i câvidân vermek neden
(Necâtî Bey G. 338/1)
[Ey sevgili, hiç lâyık olmayan birine dudaklarınla ve sümbüle benzeyen saçla-
rınla, hayat suyunu (dudak) ve ebedi ömrü (saç) vermek ne için?]
Beyitte hayvan kelimesinin “aşağılık adam, canlı” anlamlarından ilki kullanıl-
mış, iham-ı tenasüp sanatıyla ikinci anlamı da âb-ı hayvan ifadesiyle okuyucuya
hatırlatılmıştır. Sümbül, istiare-i musahhara ile saçın benzetilenidir. Leb “dudak”
ve sümbül kelimelerinin ikinci mısradaki karşılıkları ise “âb-ı hayât” ve “ömr-i
câvidân”dır. Bu beyitte yine bizim için önemli olan “ömr-i câvidân”ın saç ile iliş-
kili olarak kullanılmış olmasıdır. Bu da gösteriyor ki sevgilinin saçı sadece ömür
değil, fakat ebedi bir ömür, ebedi bir hayattır. Bu hususta bir örnek daha verelim:
Ko bizi ‘ömr-i dırâz ile yaş yarışdıralum
Koşalum ol saçı Şebdîz’e eşk-i gülgûnı
(Necâtî Bey, Divan 343)
[Bırak bizi uzun ömürle yarış yapalım. İran hükümdarı Hüsrev-i Perviz’in
Şebdîz adlı siyah atı gibi siyah olan sevgilinin saçıyla kanlı akan gözyaşlarımızı
beraber yarıştıralım.]
Divan edebiyatında Hüsrev ü Şirin Mesnevisi ilk hangi şair tarafından yazılmıştır?
3
Şebdîz: Hüsrev’in yağız atı Bu beyitte “ömr-i dırâz” (uzun ömür) ifadesi ile şair, sevgilinin uzun, yerlere
ve Gülgûn’un (Şirin’in bindiği kadar uzanan siyah saçlarını anlatmak ister. Bu siyah saç tıpkı Hüsrev’in siyah
açık doru at) kardeşidir.
Annelerinin, çöldeki bir aygır renkli, adı Şebdîz olan atına benzemektedir. Çok hızlı hareket eden Şebdîz gibi
heykeline bir defa sürünmekle sevgilinin saçı da devamlı hareket halindedir. Üstelik bu siyah saça bağlı gönül-
gebe kalarak bunları
doğurduğu söylenmektedir. ler umutsuz ve yerlerde sürünmekte, arzu ettikleri sevgilinin parlayan yüzüne bir
Efsaneye göre Şebdîz’in boyu türlü ulaşamamaktadırlar. Saçın karanlığı içinde kaybolmuş, yollarını kaybetmiş
diğer atlardan dört karış bu gönüller, ışığa kavuşamadıkları, sevgiliye ulaşamadıkları için kanlı gözyaşları
yüksektir. Her ayağına on çivi
ile nal çakılırmış. dökmektedirler. Bu gözyaşlarını ise şair yine Hüsrev’in Gülgûn adlı kırmızı renk-
li atına benzetmektedir. Ancak şair bu saçla beraber olmayı ve kanlı gözyaşlarını
da uzun siyah saçlar için dökmeyi gerçekten arzu etmektedir. Zira ikisinin yarı-
şa çıkması demek (koşulması) hareket bakımından olur. İlhâm yoluyla Gülgûn’a
benzeyen gözyaşları âşığın gözünden o kadar hızlı yuvarlanırken Şebdîz’in sürati
ile yarışabilir. Esasen koşulmak kelimesinin anlamında beraberlik ve yarış anla-
mı vardır. Yani burada uzun siyah saç, kırmızı renkli gözyaşı birbiriyle hız bakı-
mından yarışmaktadır. Yani ıstırabı verenle ıstırabı çeken eşit güçleriyle birbiriyle
yarışmaktadır. Böylece Şebdîz-Gülgûn da bir araya getirilmiştir. Bu beyitte ben-
zetme, istiare-i musarraha, mecaz sanatlarıyla şiirsel bir anlatım bulunmaktadır.
Beyitte ömr-i dırâz, sevgilinin uzun siyah saçıdır. Bizim için ilginç olan ise saçın,
7. Ünite - Edebi Motiflerin Mitolojik Kökenleri I 169
ömr-i câvidânî (uzun ömür) ile anlatılmış olmasıdır. Ancak beyitte Gülgûn ve
Şebdîz kelimelerinde gece ve gündüz mazmunu bulunmakta ve bu ikisinin de-
vamlı birbirini takip ettiği ve dolayısıyla birbirlerine hiç ulaşamadıkları yani bi-
rinin diğerini yenemediği de mecazen söylenmektedir. Dolayısıyla âşık, sevgili-
nin saçında kanlı gözyaşları dökmeye, hayat boyu devam edecektir. Necâtî işte bu
ümitsizliği dile getirmektedir.
Meselâ Necâtî Bey’den aldığımız şu beyitler de ömür-saç arasındaki ilişkiyi ifa-
de eder:
Düşme zülfinün uzun sevdâsına
Hîç kimse ‘ömr ipin muhkem dimez
(Necâtî Bey, Divan 288)
[Zülfünün uzun karanlığına düşme (sevgilinin uzun siyah saçına âşık olma).
Çünkü hiç kimse ömür ipinin sağlam olduğunu söylemez.]
Bu beytin kalıplaşmış imajı, sevgilinin uzun siyah saçlarına bağlanmış gönül-
lerdir. Beytin anlamını anlamak için, divan edebiyatındaki “âşıkların gönlü sev-
gilinin saçının ucuna bağlıdır” şeklindeki kabulünü burada bir kez daha hatırla-
talım. Sevdâ “siyah renk, karanlık ve aşk” anlamlarında beyitte tevriyeli olarak iki
anlamıyla da kullanılmıştır. Uzun kelimesi de hem saçın hem de ömrün uzunlu-
ğuna işaret etmekte ve uzun saç ömür ipine benzetilmektedir. Ancak, âşıkların
gönüllerinin bağlandığı sevgilinin siyah uzun saçı devamlı hareket eden rüzgârla
savrulan ve darmadağınık bir saçtır. Böylece karanlık, dağınık bir yerde olmak
âşığı devamlı karmaşa ve şaşkınlık içinde bırakır. Aynı şekilde de insan hayatının
devamı ve bitişi de kesin değildir. Ne saçta ne de ömürde bir kesinlik, sağlamlık
yoktur. Bu açıdan sevgilinin uzun siyah saçı ve ömür ipi birbirine benzetilmiştir.
Zülf/Yılan
Divan edebiyatında sevgilinin saçı, aşk ve savaş tanrıçası İnanna (İştar, Astarte,
Afrodit)’in elindeki hayatı temsil eden yılanı aklımıza getirir. En eski, Sümer efsâ-
nesi Gılgamış’tan beri hayat suyunu bulan ve ebedî hayata, ölümsüzlüğe kavuşan
yılan olmuştur. Divan edebiyatında da saç-yılan-ömür kavramları arasında açık
bir ilişki bulunmaktadır. Ancak saç-yılan-ömür arasındaki bu ilişki divan edebi-
yatında çeşitli kalıplaşmış imajların gelişmesiyle birbirinden ayrı söylemler içe-
risindeki iki ayrı grupta toplanmıştır; saç-ömür; saç-yılan. Bu iki ana gruptaki
ilişkiler zamanla daha başka imajları da kendi etraflarında toplamışlardır. Bazen
de saç-ömür ve saç-yılan birbirleriyle bir beyitte başka söylemlerle birleşerek yan
yana gelmişlerdir. Bunlardan bazılarını şöyle sıralayabiliriz:
Saç sevgilinin yüzünü çevrelemekte ve yüzü örtmektedir. Dolayısıyla nefesiy-
le hayat bağışlayan dudağı da örtmektedir. Tıpkı “âb-ı hayât’ın karanlıklar içinde
saklı olduğunun düşünüldüğü gibi.
Bir başka kalıplaşmış imaj da bizi başka bir saç ve yılan ilişkisine götürür. Yılan
gizli hazinenin bekçisidir. Yılanın gizli hazinenin bekçisi olduğu durumlarda bu
gizli hazine bazen sevgilinin yüzü veya yüzündeki dudağı olur. Dolayısıyla bu ha-
zineyi bekleyen saç da yılana benzetilir. Böyle bir söylemde, yüz parlaklığı, dudak
hayat bahşedici vasfıyla su ile ilişkili olur; böylece hayat(su)-yılan-saç bir arada
düşünülür.
Diğer bir geleneksel kabul olan kalıplaşmış imaj da yüzün bir çiçek bahçesi ve
gül bahçesi olarak düşünülmesidir. Zira iki yanağın gül veya lâle, gözlerin nergis,
dudakların gonca olarak düşünüldüğü bu bahçe, doğrudan doğruya bahçenin ar-
170 Türk Edebiyatının Mitolojik Kaynakları
ketipi olan cennet ve cennette Hz. Havva’yı kandıran cennetin bekçisi olan yılan
imajını ortaya koymaktadır. Böylece yüz kutsal bir anlam kazanmakta ve gizli bir
hazine olmaktadır.
Yüz ayrıca parlaklığı ve şeffaflığı bakımından su kavramıyla beraber düşünül-
müştür. Varlığın hayat sebebi su olduğu düşünüldüğünde yüzün etrafındaki saçın,
gizli hazineyi (suyu, yani yüzü) bekleyen yılan ile ilişkisi ortaya çıkmaktadır. Biz
burada önce yüzün su ile olan ilişkisini gösteren iki beyti örnek olarak verecek
sonra da yüzün gizli hazineye, yüzü saran saçın da bu hazineyi bekleyen yılana
benzetildiği söylemleri ele alacağız.
İzârın âbı ne sudur ki hüsn mevcini urur
Letâfetinden eder hattına sirâyet-i lutf
(Ahmet Paşa G. 142/6)
[Yanağının parlaklığı nasıl bir sudur ki güzellik denizinin dalgası gibi dalga-
lanır. Letâfetinden, yani yüzünün şeffaflığından yüzündeki küçük ayva tüylerine
lütûf (su ve parlaklık) sirayet eder.]
Beyitin ilk mısraında âb kelimesinin, “su, nehir, deniz, pınar, yağmur, parlak-
lık, tazelik” gibi çeşitli anlamlarından, parlaklık ve tazelik anlamı kullanılmıştır.
Fakat iham sanatıyla kelimenin su anlamına da işaret edilmiştir. Zira mevc (dalga)
kelimesinin kullanılması beyitte su ve deniz imajının yaratılmasını da sağlamıştır.
Ayrıca güzelliğin dalga dalga parlaklıkla yüzde yayılması da anlatılmak istenmek-
tedir. İşte bu dalga dalga yüze yayılan parlaklık ve sudan yüzün etrafını çevreleyen
küçük ayva tüyleri de nasiplerini almaktadırlar. Çünkü neşv ü nema bulma “ge-
lişme ve büyüme” ancak su ile mümkün olmaktadır. Bu beyitte yüzün suya ben-
zetilmesi her ikisinin de şeffaf olması, bir ayna gibi olması dolayısıyladır. Yüz ve
su, kendilerine yansıyan ilahî güzellik denizinin dalgalarını aksettirmektedirler.
Ursa yüzine subh-dem ol gül-’izâr âb
Dîdâr cezbesinden olur bî-karâr su
(Ahmet Paşa G.36/1)
[Sabah vaktinde o gül yanaklı güzel yüzüne su vursa; su, o güzel yüzü görme-
nin yarattığı şevkten, cezbeden kararsız hale gelir.]
Bu beyitte dîdâr cezbesi aynı zamanda “cemâl-i ilahî”ye de işaret etmektedir.
Aslında beyitte birkaç imaj iç içe girmiştir. Sabah vakti gülün üstünde çiğ tane-
ciklerinin oluştuğu düşünülerek tabiata ait bir manzara çizilmek istenmiştir. Tıpkı
gül gibi bir yüze sahip olan sevgili de sabahleyin yüzünü yıkayınca su onun yüzü-
ne bir parlaklık verecektir. Su aslında kararsızdır, akıp gitmesine hiçbir şey engel
olamaz. Suyun da bu özelliğini şair etkileyici bir hüsn-i talil sanatıyla başka bir
sebebe atfetmiştir. Su, sevgilinin suyla parlaklık kazanmış yüzünde ilâhî güzelli-
ğin de aksini görmüştür ve bu yüzden yerinde duramaz bir hale gelmiş, cezbeye
düşmüş, akıp gitmektedir.
Şu halde su gibi parlaklığı şeffaflığı dolayısıyla ebedî hayatla ve ilâhî nurun te-
celli ettiği yer olarak kutsallıkla ilişkili olan yüz, gizli bir hazinedir. İşte saçlar bir
yılan şeklinde bu yüzü çevrelemiş, onu beklemektedir. Biz bu konudaki pek çok
örnekten sadece birkaç tanesini verebiliyoruz:
Kime kînün var ki zülfe böyle yüz virdün didüm
Dedi genc-i hüsnüm içün ejdehâ olsun dirin
(Necâtî Bey, Divân 399)
7. Ünite - Edebi Motiflerin Mitolojik Kökenleri I 171
Özet
Divan şiirinin temellerini Yakındoğu mitolojisi itibaren sevgili anlatımında yukarıda aldığımız
1 bağlamında irdelemek. örneklerdeki saç-ömür ve saç-yılan dolayısıyla
Divan şiirinin yapısını anlamak için onun tarih bu kavramların etrafında toplanan âb-ı hayat,
boyunca gelişen kültürlerden aldığı zenginlikleri cennet, bahçe, gizli hazine gibi kavramlara gide-
bilmek gerekir. Divan edebiyatı bağlamında İslâ- rek daha az rastlanmaya başlanmıştır.
mi gelenek ve Yakındoğu kültürünün etkileşimi-
nin irdelendiği bu ünitede, Divan şiirinin temel- Divan şiirinde temsil edilen karakterlerin kül-
lerinin yalnızca İslami gelenekte aranmaması 4 türel altyapısını mitolojik semboller üzerinden
üzerinde durulmuştur. Bu bağlamda, birtakım anlamlandırmak.
şiirler Hristiyanlık öncesi Yakındoğu kültürü Yakındoğu mitolojisinin divan edebiyatı gelene-
bağlamında yorumlanarak Yakındoğu mede- ğinde var olan yansımaları, divan şiirinin gele-
niyetlerine ait efsanelerin ve timsallerin İslâmi neksel söylemini anlamlandırmak açısından bü-
edebiyat geleneğinde nasıl dönüşerek şekillen- yük bir önem taşımaktadır. Bu bağlamda divan
diği, “Yakındoğu Mitolojisi, Süreklilik ve Divan şiirinin çok katmanlı yapısının derinliklerine
Şiiri, Leylî, Zülf/Ömür, Zülf/Yılan” gibi başlıklar inmede ve sembolize edilen karakterlerin kültü-
çerçevesinde ortaya konulmaya çalışılmıştır. rel altyapısını irdelemede Yakındoğu mitolojisi
büyük ölçüde yol gösterici olmaktadır.
Yakındoğu’da kurulan medeniyetler ve İslam kül- Yakındoğu ve bizim klâsik edebiyatımızda kap-
2 türü arasındaki etkileşimi mitolojik tasavvurlar lan hem geceyi, hem de gökyüzünde görünen
üzerinden gözlemlemek. aşk tanrıçasının yıldızı olan Venüs yıldızıyla
Divan şiirinin temelleri ne sadece İslâm mede- ilişkili olmuştur. Genel olarak geceye ait olan
niyeti dairesi içinde gelişen kültüre ne de Yakın- unsurlar, Ay ve Venüs yıldızı, hem aşk tanrıça-
doğu İslâmî klâsik edebiyatının şiir anlayışına sının sembolü olmuş hem de klâsik İslâm ede-
dayanmaktadır. Bu temel, İslâmiyet hatta Hıris- biyatındaki aşk hikâyelerinden biri olan Leylî’de
tiyanlık öncesindeki Yakındoğu kültürüne uzan- simgeleşmiştir. İslâm edebiyatındaki romans
maktadır. Tarih boyunca Yakındoğu’da pek çok kahramanı olan Leylî, kendi adıyla müsemma
devlet kurulmuş, değişik dinler, inançlar gelişmiş olmak üzere leyl “gece” kelimesinin bir türevidir.
ve bu bölgede yaşayan halk bu gelişmeleri eski şe- Doğudaki ideal kadın güzelliği imajına uygun
killeriyle birlikte İslâm kültürünün içinde yaşat- olarak güzelliği, güzel kadını ve sevgiliyi temsil
mış; çoğu kez de eski tasavvurları ve imajları bu etmektedir. Divan edebiyatında onun güzelliği
kültürün içinde yeniden yorumlamış, onları ken- çoğu kez Aya, Venüs yıldızına benzetilerek ifade
dine göre yeniden şekillendirmiş, kültürüne çok edilmiştir. Yine bu bağlamda, Ay ve Venüs yıldı-
renkli ve çok yönlü bir görünüm kazandırmıştır. zı gibi karanlık gökyüzünü temsil etmesi bakı-
mından kaplan, Leylî ile birlikte divan edebiya-
Mitolojik motiflerin yüzyıllar içerisinde gösterdiği tında bulunan motiflerdendir.
3 değişimleri ve divan şairlerinin şiirlerindeki farklı
temsillerini kavramak.
Yakındoğu mitolojisi ve divan şiiri arasında var
olan bu etkileşimi irdelerken mitolojik motifle-
rin ifade biçimlerinde meydana gelen önemli
değişiklikleri mutlaka göz önünde bulundurmak
gerekmektedir. Örneğin, ideal kadın ve ideal gü-
zellik timsali olarak görülen sevgiliyi anlatan
ifadeler yüzyıllar boyunca değişmiş ve farklı ta-
savvurlar etrafında dönüşerek geleneğe eklem-
lenmiştir. Mesela 15. ve 16. yüzyılların ilk yarı-
sından sonra özellikle 16. yüzyılın sonlarından
7. Ünite - Edebi Motiflerin Mitolojik Kökenleri I 177
Divan şiiri geleneğindeki saç-ömür, saç-yılan ilişki-
5 sini mitolojik tasavvurlar bağlamında irdelemek.
Divan edebiyatında sevgilinin saçı, aşk ve sa-
vaş tanrıçası İnanna (İştar, Astarte, Afrodit)’in
elindeki hayatı temsil eden yılanı aklımıza ge-
tirir. En eski, Sümer efsânesi Gılgamış’tan beri
hayat suyunu bulan ve ebedî hayata, ölümsüz-
lüğe kavuşan yılan olmuştur. Divan edebiyatın-
da da saç-yılan-ömür kavramları arasında açık
bir ilişki bulunmaktadır. Ancak saç-yılan-ömür
arasındaki bu ilişki divan edebiyatında çeşitli ka-
lıplaşmış imajların gelişmesiyle birbirinden ayrı
söylemler içerisindeki iki ayrı grupta toplanmış-
tır; saç-ömür; saç-yılan. Bu iki ana gruptaki iliş-
kiler zamanla daha başka imajları da kendi et-
raflarında toplamışlardır. Bazen de saç-ömür ve
saç-yılan birbirleriyle bir beyitte başka söylem-
lerle birleşerek yan yana gelmişlerdir. Bunlardan
bazılarını şöyle sıralayabiliriz:
Saç sevgilinin yüzünü çevrelemekte ve yüzü ört-
mektedir. Dolayısıyla nefesiyle hayat bağışlayan
dudağı da örtmektedir. Tıpkı “âb-ı hayât’ın karan-
lıklar içinde saklı olduğunun düşünüldüğü gibi.
Bir başka kalıplaşmış imaj da bizi başka bir saç
ve yılan ilişkisine götürür. Yılan gizli hazinenin
bekçisidir. Yılanın gizli hazinenin bekçisi oldu-
ğu durumlarda bu gizli hazine bazen sevgilinin
yüzü veya yüzündeki dudağı olur. Dolayısıyla bu
hazineyi bekleyen saç da yılana benzetilir. Böyle
bir söylemde, yüz parlaklığı, dudak hayat bahşe-
dici vasfıyla su ile ilişkili olur; böylece hayat(su)-
yılan-saç bir arada düşünülür.
Diğer bir geleneksel kabul olan kalıplaşmış imaj
da yüzün bir çiçek bahçesi ve gül bahçesi olarak
düşünülmesidir. Zira iki yanağın gül veya lâle,
gözlerin nergis, dudakların gonca olarak düşü-
nüldüğü bu bahçe, doğrudan doğruya bahçenin
arketipi olan cennet ve cennette Hz. Havva’yı
kandıran cennetin bekçisi olan yılan imajını or-
taya koymaktadır. Böylece yüz kutsal bir anlam
kazanmakta ve gizli bir hazine olmaktadır.
178 Türk Edebiyatının Mitolojik Kaynakları
Kendimizi Sınayalım
1. Aşağıdakilerden hangisi Yakındoğu ve Ortadoğu’da 6. Gılgamış efsanesi hangi medeniyete aittir?
hüküm sürmüş dinlerden biri değildir? a. Akat
a. Ateşperestlik b. Sümer
b. Maniheizm c. Babil
c. Süryanilik d. Asur
d. Musevîlik e. Mısır
e. Budizm
7. “Âb” kelimesi Divan şiirinde aşağıdaki anlamların
2. Sümerlerin Tanrıçası İnanna ne tanrıçasıdır? hangisini içermemektedir?
a. Bereket a. Su
b. Savaş ve aşk b. Parlaklık
c. Kader c. Tazelik
d. Hikmet d. Keder
e. Adalet e. İslamiyet
3. Yakındoğu kültürü ve Divan edebiyatı mitolojisin- 8. Divan şiirinin imaj sistemi bağlamında değerlendi-
de kaplan aşağıdakilerden hangisini sembolize etme- rildiğinde aşağıdaki kelimelerden hangisi diğerleriyle
mektedir? ilintili değildir?
a. Karanlık ve gece a. Yüz
b. Hayat ve ölüm b. Zülf
c. Savaş c. Yılan
d. Yoksulluk d. Çarh
e. Kadın ve doğum e. Hazine
4. Tılsımlı mühre sahip olduğu için bütün hayvanla- 9. Camasbnâme aşağıda yer alan şairlerden hangisine
rın ve kuşların kendisine itaat ettiği peygamber aşağı- aittir?
dakilerden hangisidir? a. Aşık Paşa
a. Hz. Süleyman b. Melihî
b. Hz. İsa c. Ahmedî
c. Hz. İbrahim d. Necâtî
d. Hz. Muhammed e. Abdî
e. Hz. Musa
10. Aşağıdakilerden hangisi Divan edebiyatında saç-
5. Divan edebiyatında saç aşağıdakilerden hangisini ömür, saç-yılan ilişkisiyle ilgili kavramlar değildir?
simgelemektedir? a. Âb-ı hayat
a. Yalnızlık b. Cennet
b. Ölüm c. Gizli hazine
c. Gurbet d. Cehennem
d. Uzun ömür e. Bahçe
e. İstiğnâ
7. Ünite - Edebi Motiflerin Mitolojik Kökenleri I 179
Amaçlarımız
Bu üniteyi tamamladıktan sonra;
Divan edebiyatı bağlamında İslâmi gelenek ve Yakındoğu kültürünün etkileşi-
mini kavrayabilecek
Divan şiirinin temellerini ve imaj dünyasını İslâm medeniyeti yanısıra Hristi-
yanlık öncesi Yakındoğu kültürü bağlamında değerlendirebilecek,
Yakındoğu medeniyetlerine ait efsane ve timsallerin İslâmi edebiyat geleneğin-
de nasıl dönüşerek şekillendiğini takip edebilecek bilgi ve beceriler kazanabile-
ceksiniz.
Anahtar Kavramlar
• Di van Ede bi ya tı • İs lâm Kül tü rü
• Ya kın do ğu Mi to lo ji si • Mi to lo jik Tan rı/Tan rı ça lar
İçindekiler
• GÜNE KARTAL
• AB-I HAYAT
• TEMMUZ
• HATEM-İ TAY
• KAF
Türk Edebiyatının Mitolojik Edebi Motiflerin Mitolojik • ANKA
Kaynakları Kökenleri II • HÜMA
• HÜDHÜD
• MİSK
• UD-I KUMARÎ
• FÎL-Î MENGELÛSÎ
• YEMEN AKİKİ
Edebi Motiflerin Mitolojik
Kökenleri II
KLASİK TÜRK EDEBİYATINDA MİTOLOJİK MOTİFLER-II
Güneş Kartal
Yakındoğu’da kartalla ilgili ilk mitolojik tasavvurlar şöyledir: Sümer-Akat-Asur mi-
tolojilerinde arslan başlı bir kartal, yağmur, fırtına, şimşek ve gök gürültüsü tanrısı
Ninurta’nın sembolüdür. Ninurta, insan şeklini almadan gökyüzünde fırtınanın top-
ladığı siyah, büyük bir bulut olarak tasavvur edilmiştir. Bu bulut, geniş kanatlarını iki
yana açmış, gökyüzünde uçmakta olan aslan başlı bir büyük kuş gibi düşünülmüştür.
Gök gürültüsü, şimşek, fırtınanın sesi eskiler için daima bir öküzün böğürmesi
veya bir arslanın kükremesi ya da savaş arabalarının çıkardığı ses gibi algılanmış;
zaman içinde yıldırım da güneşin attığı oklar olarak düşünülmüş; böylece Ninur-
ta, yağmur, bereket getirici özelliğinin yanı sıra savaş tanrısı olarak da ön plana
çıkmaya başlamıştır. Giderek M.Ö. üçüncü ve ikinci binlerde Ninurta ve benzeri
Temmuz tipi tanrılar savaşçı-kahraman bir kral olarak da tasavvur edilmiştir.
Akatların M.Ö. 2450 civarında bölgeye hâkim olması ve kuzeydeki Sümerleri
de hâkimiyetleri altına almasıyla semitik kültürün ve dini anlayışların etkileri Me-
zopotamya’da giderek daha çok kendini göstermeye başlamış; yağmur ve karanlık
gökyüzü, dolayısıyla gecenin mitolojideki önemli yerini güneş ve aydınlık gök-
yüzü almaya başlamıştır. Böylece semitik halk kendi kültüründeki bu özellikleri
kendilerinden önce bu bölgeye hâkim olan Sümerlerin kültürüyle kaynaştırmaya
çalışmışlar; bunun sonucunda eski yağmur ve fırtına tanrısı Ninurta/Ningirsu ve
benzeri Temmuz tipi tanrılar aynı zamanda güneş tanrısı hüviyetini de benim-
semişlerdir. Bu yeni kazanılmış hüviyet dolayısıyla Ninurta “yenilmeyen güneş”
olarak hem Sümer’in, hem Akat ve Babil’in savaş Tanrısı olmuştur.
Ninurta sonradan sabah doğan güneşin veya ilkbahar güneşinin tanrısı hüvi-
yetini alınca, kartal onun sembolü olmuştur. Yani her akşam ve her yılın sonbahar
ve kış mevsiminde aşağı dünyaya inen, oradaki karanlık güçleri yenerek her sabah
ve ilkbaharda büyük bir zaferle yeniden doğan tanrının sembolü kartal haline gel-
miştir. Bu tanrının en önemli sembolü daha önce de zikrettiğimiz adı İmolugut
olan aslan başlı kartaldır. Kesinlikle önceleri yağmur, fırtına tanrısı, daha sonraki
devirlerde savaş tanrısı olarak Ninurta’nın sembolü olan İmdugut, etkisini geniş-
leterek her şehirde Ninurta gibi, Temmuz tipi diğer yağmur, fırtına (yani hem
bereket hem savaş) tanrılarının da sembolü olmuştur.
Ninurta’nın iki farklı sembolü olan kartal ve arslan başlı kartal birbirleriyle yer
değiştirerek abidelerde bulunmaktadırlar. Tarih boyunca bütün abidelerde kartal,
“yenilmeyen güneş” olarak Ninurta’yı sembolize eder.
184 Türk Edebiyatının Mitolojik Kaynakları
ğına işaret edilir, yani güneş; doğduğunda hayat, battığında ise ölüm ve yok olma
tasavvuru ile beraberdir.
Ömr-i hasmın defterin tûmâr-veş dürsün felek
Nice k’ezâsından eyyâmın düzer defter güneş
(Ahmet Paşa K. 79/68)
Klâsik İslam edebiyatında ve Divan edebiyatında güneşe kimsenin bakamaya-
cağı tarzında bir inanç da bulunur; bu inancın tabii olarak güneşe hakiki hayatta
da insanoğlunun bakamayacağı gerçeğiyle ilgili olduğunu kabul etsek de bu ger-
çeğin şiirsel ifadeye dönüşmesinde güneşe, ancak güneşin sembolü olan kartaldan
başka kimsenin bakamayacağı yolundaki tasavvurun etkisi de bulunmaktadır. Di-
van edebiyatında da güneşe bakılamayacağı hakkındaki kabul, yani gelenek, bu
kaynaktan geliyor olmalı. Zira pek çok şiirde bu kavramın edebiyatımızda tekrar
ve tekrar ele alındığını görürüz.
Bilmezem nice göreyim ben o mâhun yüzini
Bakıcak gün yüzine gözümi nem-nâk eyler
(Bâkî G. 188/2)
Mihr-i hüsnün mihri bir hâle giriftâr itdi kim
Yüzine bakdukça anun kâse-i çeşmüm tolar
(Zâtî G. 243/3)
Yakındoğu mitolojisinde güneş tanrısının doğudan doğuşunu anlatan insan
sembolleri şunlardır: 1. Omuzlarında ok şeklinde ışıklar fışkıran bir erkek figürü.
2. Elinde ışıkları temsil eden testere biçiminde dişli hançer bulunan bir insan figü-
rü. (Bu testere güneşin karar verme, adil olma kavramlarıyla ilişkisini simgeler.) 3.
Doğarken ve batarken bir ayağını bir dağ tepesine koymuş bir erkek figürü. Bazı
araştırmacılar güneş tanrısının elindeki testereyi, karanlıklardan doğan güneş ışı-
nı olarak karanlıkları açan bir anahtar şeklinde yorumlamışlardır. Nitekim Divan
edebiyatında da bu tasavvur bulunmaktadır:
Kufl açıp dürc-i zebercedden cevâhir döktü kim
Hâk gencin eyleye gencine-i cevher güneş
(Ahmet Paşa K. 19/3)
[Güneş, kilit açıp yeşil renkli kutudan mücevherleri döktü ki toprak mahzenini
cevherle dolu bir hazine haline getirsin. (Yani güneş koyu yeşil renkli semada ka-
ranlığı aralayarak yani anahtarla açarak karanlık yeryüzünü ışıklarla doldurdu.)]
Güneşin divan edebiyatında hançer ve kılıçla beraber kullanıldığı da çok sık
görülür:
Nitekim her seher tîğin çeküp İsfendiyar-ı mihr
Elinde Zâl-ı gerdûnun şeb-i târ ola kalkanı
(Nev’î K. XLVI/15)
Güneşin gökyüzünde bulunan okyanusta, bir tekerlek biçiminde tasavvur edi-
len kayığı ile seyahat ettiği tahayyülünün çok eski bir Mezopotamya tasavvuru
olduğu bilinmektedir. Zaman içinde Mısır’da bir gemiye benzetilen güneşin ipleri,
yani ışıkları, gemisinden soyutlanarak sadece iple (ışıkla) güneş arasında bir ilişki
kurulmuştur. Divan edebiyatında da güneş ışınları-ip ilişkisine rastlanır:
186 Türk Edebiyatının Mitolojik Kaynakları
Âb-ı Hayat
Âb-ı hayatın kaynağı Gılgamış efsanesine, hatta bu efsanenin de temelinde bulu-
nan Sümer mitolojisindeki daha eski bir motife dayanır. Yeraltı dünyasına inen
tanrıça İnanna’yı ölümden geri çevirmek için nedimesi Ninşubur tanrı Enki’den
teslim aldığı “hayat suyu”nu ve “hayat yiyeceğini” taşıyan Galatur ve Kurgarra adlı
iki ruhun refaketinde yer altına iner ve İnanna’nın cesedi üzerine bu iki maddeyi
saçarak onu yeniden hayata döndürür. Daha sonra Gılgamış efsanesinde ebedî ha-
yat bağışlayan bitkiyi Gılgamış’dan bir yılan kaçırır. Benzeri bir hikâye daha sonra
İskender ile aşçısı ve Hz. Hızır’ı aramaya çıkan Hz. Musa ile ona refakat eden Yûşa’
bin Nûn’un başından geçer. Yemek üzere hazırladıkları balığın dirilerek suya at-
ladığını görürüler. İslâm edebiyatında ise İskender hikâyelerinde İskender ve Hz.
Hızır’ın hayat suyunu karanlıklar ülkesinde aramak üzere yola çıktığı, fakat bu ha-
yat suyunu Hızır’ın bulup içtiğini, İskender’in ise içemeden geri döndüğü anlatılır.
Gılgamış Destanı: Gılgamış Destanı, tarihin en eski yazılı destanının adı olup, 12
kil tablete Akad çivi yazısı ile kaydedilmiştir. Uruk kralı Gılgamış’ın ölümsüzlüğü
arayışının öyküsünün anlatıldığı destan aynı zamanda Nuh Tufanı’nın daha eski
sürümünü de barındırmaktadır. Gılgamış, en yakın dostu Enkidu’nun ölümünün
ardından giriştiği ölümsüzlüğe ulaşma çabasının nâfile olduğunu ve Tanrı Enlil’in
öğütleriyle, insanın ancak büyük bir ad bırakmakla ölümsüzlüğe erişebileceğini ka-
bul etmiştir. Destan, tarihte bilinen en eski medeniyetlerden olan Sümerlerin yaşa-
yışları hakkında bilgi verir ve kendisi de ilk yazılı destan olma özelliğini taşır. Gıl-
gamış Destanı’nın en önemli özelliklerinden biri de, anlattığı “Tufan” öyküsünün,
üç büyük dinin kutsal kitaplarında yer almasıdır.
(http://tr.wikipedia.org/wiki/G%C4%B1lgam%C4%B1%C5%9F_Destan%C4%B1)
Temmuz
Mezopotamya’da eski Sümer’de adı Dumuzi (Temmuz) olan fakat değişik bölge-
lerde ve zamanlarda Asur, Marduk, Baal, Adonis, Attis, Osiris gibi değişik adlarla
adlandırılan ölen ve dirilen bitki tanrısı tarih boyunca Yunanistan’da, Anadolu’da,
Suriye’de, Lübnan’da, Filistin’de birbirine esasta benzeyen fakat teferruatta ayrılan
âyinler ve merasimlerle varlığını ve etkisini sürdürmüştür. Öyle ki Roma İmpa-
ratorluğu’nda kendilerine çok sağlam bir yer edinen bu eski çağa ait inanışlar,
gelenekler, ayinler, ilk zamanlarında Hıristiyanlığın içine de girmiş ve kendilerini
değişik yorumlarla kabul ettirmişlerdir. Nitekim ölen ve dirilen tanrılarla Hz. İsa
arasında, etik ve din anlayışındaki büyük ayrılığa rağmen bazı benzerlikler bulun-
maktadır. Bilhassa Hıristiyanlıkta onun çarmıha gerildikten sonra tekrar dirilerek
gökyüzüne çıktığına inanılması bu benzerliklerin en önemlisidir. Ayrıca Hristi-
yanlıkta Hz. İsa’nın ölümü ile ilgili olarak yapılan Paskalya âyinleri ile Yakındo-
ğu’nun ölen ve dirilen tanrıları için yapılan merâsimler ve âyinler arasında da,
merâsimlerin yapıldıkları zaman ve merâsimlerin şekilleri bakımından benzerlik-
ler olduğu görülmektedir. Bilhassa ölen ve dirilen tanrılar için yapılan festivaller
ile Hz. İsa’nın öldükten sonra dirilerek gökyüzüne yükselmesi inancıyla ilgili Pas-
kalya merasimlerinin aynı zamana rastlaması çok dikkat çekicidir.
Resim 8.1
Marduk ve Kartal
Başlı Aslan’ın
Savaşı. (Silindir
Damga.)
Simurg/Anka
Fars mitolojisindeki çağrışımlarına V. ünitede değinilen Simurg/Anka, kadınla,
Simurg: Divan edebiyatında
musiki ile, çeng ve diğer musiki aletleriyle ilişkisi olan efsanevî, mevhum bir kuştur. Ankâ, Zümrüdankâ ya da
Muhakkak ki onu putperest devrinin tanrıçalarına ait sembolik anlamlı mitolojik Sîmurg adlarıyla geçen
bu efsanevi kuşun Hint
kuşlardan birine veya birkaçının birleşimine doğru geriye götürebiliriz. Nitekim mitolojisindeki “garuda”
Arap rivayetine göre Anka, esatirdeki yarısı arslan yarısı kartal olan bir kuştur. Bu da kuşu, eski Mısırlıların en
büyük tanrının formlarından
bize Fırtına Tanrısı Ninurta ile Tanrıça İnanna’ya dair bir sembol olan İmdugut kuşu biri olarak kabul ettikleri
ile aynı vasıfta görünüyorsa da bu sembol Sümer-Akad devirlerinden sonra yağmur, “benu” kuşunun bir uzantısı
fırtına tanrılarının güneş tanrısıyla özdeşleşmeleri sonucunda güneşe sembol olmuş olan “phoneix” ve Türklerin
milli sembollerinden,
olabilir. Bu yüzden ateşle olan ilgisi dolayısıyla güneşi temsil ettiğini de düşünebi- kartal, karakuş ve tuğrul
liriz. Bilhassa yokluğu temsil ettiği vakit, güneşin yeryüzünden çekildiği geceye bir gibi yırtıcı kuşlarla ilgisi
olabileceği söylenmektedir.
işaret bulunmaktadır. Buna paralel olarak Anka, gece ve gündüz, ilkbahar ve kışa da Türk edebiyatında bu
sembol olmakta, dolayısıyla bereket ve yağmur tanrılarıyla da ilgili görünmektedir. adlarla bir motif olarak
İran edebiyatından geçmiş
Kaf dağında yaşadığı söylenen efsanevî mevhum bir kuş olan Anka, Divan edebiya- olduğu kesin olmakla birlikte
tında yokluğun ve kanaatin timsali olarak geçer: çok benzer efsanelerin
İslamiyet’ten önceki Türk
Hüner ‘Anka-sıfat olmışdı ma’dûm kavimleri arasında da yayılmış
olduğu bilinmektedir.
Anun zâtındadur mevcûd ma’lûm
(Çengnâme 189)
Âhu da güzelliğini, bir bakıma maddesinin fâni oluşunu anlatmak için kendini
Anka’ya benzetir:
Özüm ‘Anka sıfat benzer Hümâ’ya
İki boynuzum ikki ejdehâya
(Çengnâme 1179)
Matıku’t-Tayr: Ferîdüddin Aşağıdaki beyitte Hümâ’nın yükseklerde uçuşu ve kanadının gölgesi ile yük-
Attâr’ın (öl. 1221) tasavvuf!
mesnevisi. Bazı nüshalarında seklerde dalgalanan padişah sancağı ve gölgesi arasında münasebet kurulur ve bu
adı “Makalât-ı Tuyûr, arada hükümdar, güneş ve Hüma arasındaki ilişki belirtilir:
Makâmât-ı Tuyûr, Tuyûrnâme”
şeklinde kayıtlı olan ve Hümâyun gölgesi benzer Hümâ’ya
nüshalar arasındaki farklılıklar
dikkate alındığında 5000 Bırağur rif ’ati hurşîde sâye
beyti biraz aşan eser otuz (Çengnâme 195)
bir bölümden oluşmaktadır.
Mantıku’t-tayr’ın konusu
kısaca şöyledir: Kuşlar kendi
Hüdhüd
aralarında toplanıp hiçbir Hüdhüd, “çavuş kuşu”, İslâm mitolojisine göre Hz. Süleyman’ın emrinde bulunan
ülkenin padişahsız olmadığını, kuşlardan biridir. Hz. Süleyman onun vasıtası ile Belkıs’ı bulmuş, Müslüman et-
padişahsız ülkede nizam ve
intizam kurulamayacağını miş ve onunla evlenmiştir. Ayrıca Hüdhüd, çölde toprağın altında suyun nerede
belirtirler. Aralarında bulunan bulunduğunu çok iyi bilirdi. Bu yüzden Hz. Süleyman, (Ya’fur ya da Yagfur adlı)
ve mürşidi temsil eden,
Süleyman peygamberin Hüdhüd’ü su bulma vazifesinde kullanmıştır. Hüdhüd ayrıca ilkbaharla, yağmur-
mahremi ve postacısı la, asma ağaçları ve üzümle yani bitki dünyası ile ilgili bir kuştur. Bu yüzden eğer
hüdhüd bu konuda onlara
yol göstereceğini söyler. bir adam Hüdhüd’ün kanıyla ayaklarını boyarsa, rüyasında fevkalâde acayip şey-
Hüdhüdün öncülüğünde ler görür. İran şairi Attar (öl. 1221) Mantıku’t-Tayr (Kuşların Dili) adlı eserinde
toplanırlar. Fakat yolun Hüdhüd’e önemli bir rol vermiştir. Çünkü bütün kuşlar, onun kılavuzluğu altında,
uzak ve sıkıntılı olduğunu
anlayınca bülbül, papağan, Simurg’u aramak için yola çıkarlar. İşte bu hikâyelerde Hüdhüd’ün güneş ve su ile
tavus, kaz, keklik, hümâ, ilkbahar ve yağmurla, dolayısıyla eski çağ mitolojileri ile ilgisi çok zayıf bir şekilde
doğan, balıkçıl, baykuş ve
diğer bazı kuşlar birer mazeret olsa bile devam etmektedir. Ahmet-i Daî, Çengnâme’de, Hüdhüd’ün hem Hz. Süley-
ileri sürerek yolculuktan man ile hem de Mantıku’t-tayr ile ilgisini belirtmek için şu beyitte bütün bu bilgileri
vazgeçmek isterler. Hüdhüd
kuşların hepsine cevap vererek bir araya getirmiştir:
onları ikna eder. Sonunda
bütün kuşlar hüdhüdün Kılursın ‘âlemi Hüdhüd gibi seyr
kılavuzluğunda yola çıkarlar. Süleymânsın okırsun Mantıku’t-tayr
Attâr, Mantıktı’’t-tayr’da
vahdet-i vücûd inancını (Çengnâme 730)
anlatmıştır. Buna göre var olan
sadece vücûd-ı mutlaktır. Görüldüğü gibi, Hüdhüd ile Hz. Süleyman arasındaki ilişkiye telmih yapıl-
makta ve Mantıku’t-tayr ile Hz. Süleyman’a kuşdilinin öğretildiğine dâir Kur’an’da
bulunan âyete (XXVII 16) hem de Attar’ın tasavvufa dair yazdığı eserine işaret
edilmektedir.
Fîl-i Mengelûsî
Mengelus adlı yerde haşmetli ve büyük beyaz filler yetiştirilirmiş. Ahmed-i Daî,
Çengnâme’de atın heybetli görünüşünü daha iyi canlandırmak için onu beyaz Men-
gelus filleriyle mukayese eder:
Salâbetde çü fîl-i Mengelûsî
Depinsem ürküdürdüm Engerûsî
(Çengnâme 1260)
Yemen Akiki
Yemen’de çıkan akik taşı Süheyl adlı yıldızdan rengini aldığı için bütün akiklerden
renkçe daha parlakmış ve ruhtaki sıkıntıyı dağıtırmış.
Hırâmân kâmeti serv-i revândur
‘Akîkî lebleri reşk-i Yemen’dür
(Çengnâme 491)
Özet
Divan şiirinin temellerini Yakındoğu mitolojisi mıştır. En nihayet Bizans dönemini takiben İs-
1 bağlamında irdeleyecek ve Yakındoğu mitolojisinin lâm devletlerinin teşekkülüyle Anadolu Selçuk-
çeşitli medeniyetler üzerindeki etkisini kavramak. lularının ve Osmanlıların sanat ve edebiyatında
Divan şiirinin temelleri, İslâmiyet hatta Hristi- az çok eski anlamlarını muhafaza ederek daha
yanlık öncesindeki Yakındoğu kültürüne uzan- başka bir çehreyle varlıklarını sürdürmüşlerdir.
maktadır. Tarih boyunca Yakındoğu’da pek çok
devlet kurulmuş, değişik dinler, inançlar geliş- Âb-ı Hayatın Yakındoğu mitolojisi ve Divan şii-
miş ve bu bölgede yaşayan halk bu gelişmeleri 3 rindeki temsilini kavramak.
eski şekilleriyle birlikte İslâm kültürünün içinde Âb-ı hayatın kaynağı Gılgamış efsanesine, hatta
yaşatmış; çoğu kez de eski tasavvurları ve imaj- bu efsanenin de temelinde bulunan Sümer mito-
ları bu kültürün içinde yeniden yorumlamış, lojisindeki daha eski bir motife dayanır. Yeraltı
onları kendine göre yeniden şekillendirmiş, kül- dünyasına inen tanrıça İnanna’yı ölümden geri
türüne çok renkli ve çok yönlü bir görünüm ka- çevirmek için nedimesi Ninşubur tanrı Enki’den
zandırmıştır. Divan şiirinin temellerinin Yakın- teslim aldığı “hayat suyu”nu ve “hayat yiyeceği-
doğu kültürü bağlamında değerlendirildiği bu ni” taşıyan Galatur ve Kurgarra adlı iki ruhun
ünitede, “Güneş Kartal, Ab-ı Hayat, Temmuz, refaketinde yer altına iner ve İnanna’nın cesedi
Hatem-i Tay, Kaf, Anka, Hüma, Hüdhüd, Misk, üzerine bu iki maddeyi saçarak onu yeniden ha-
Ud-ı Kumarî, Fîl-i Mengelûsî, Yemen Akiki” gibi yata döndürür. Daha sonra Gılgamış efsanesin-
başlıklar çerçevesinde İslâmi gelenek ve Yakın- de ebedî hayat bağışlayan bitkiyi Gılgamış’dan
doğu kültürünün etkileşimi ortaya konulmaya bir yılan kaçırır. Benzeri bir hikâye daha sonra
çalışılmıştır. İskender ile aşçısı ve Hz. Hızır’ı aramaya çıkan
Akatların M.Ö. 2450 Sümerleri hâkimiyetleri al- Hz. Musa ile ona refakat eden Yûşa‘ bin Nûn’un
tına almasıyla semitik kültürün ve dini anlayış- başından geçer. Yemek üzere hazırladıkları ba-
ların etkileri Mezopotamya’da giderek daha çok lığın dirilerek suya atladığını görürüler. İslâm
kendini göstermeye başlamıştır. Böylece semitik edebiyatında ise İskender hikâyelerinde İsken-
halk kendi kültüründeki bu özellikleri kendile- der ve Hz. Hızır’ın hayat suyunu karanlıklar ül-
rinden önce bu bölgeye hâkim olan Sümerlerin kesinde aramak üzere yola çıktığı, fakat bu hayat
kültürüyle kaynaştırmaya çalışmışlar. Kültürler suyunu Hızır’ın bulup içtiğini, İskender’in ise
arası meydana gelen bu tarz etkileşimler aynı za- içemeden geri döndüğü anlatılır.
manda mitolojik sembollerin devamlılık bulma- Dolayısıyla anlaşılıyor ki âb-ı hayat mitolojiden
sına imkân sağlamıştır. efsaneye geçildikten sonra, efsanelerdeki kahra-
manların bir türlü ele geçiremedikleri bir nesne
Kartal ve Güneş motiflerinin Yakındoğu mitoloji- olmuştur. Oysa “hayat suyu” veya “hayat bitkisi”
2 sindeki temsillerini kavramak. eski Sümer ve Bâbil mitolojilerinde tanrıların el-
Kartal ve güneş motifleri ve onlarla ilgili tasav- de edebileceği bir şeydir. Çoğu zaman o, tanrıla-
vurlar, Babil ve Asur krallıklarından, önce Hi- rın yerine geçip onun sembolü olur. İşte “hayat
titlere, Fenike’ye geçmiş, bu iki ülkeden iki ay- ağacı” gibi tanrıların malı olan ölümsüzlük suyu
rı koldan eski Yunan’a ulaşmıştır. Daha sonraki Yakındoğu edebiyatlarında hep tanrıların malı
yüzyıllarda Yunan’dan bu tasavvurları Roma im- olarak kalmış, yani insanın eline hiçbir zaman
paratorluğu tevarüs etmiş, öte yandan Anadolu geçmemiştir.
ve Yakındoğu’da zaten var olan bu mitik tasav-
vurlar, Büyük İskender ve Roma İmparatorlu-
ğunun Anadolu ve Yakındoğu’daki yayılmaları
sırasında tekrar doğuya gelen, az çok değişmiş
olan benzer tasavvur ve efsanelerle yeniden kay-
naşmış, Hellenistlik devirde ve sonrasında daha
kompleks ve değişik çehrelerle karşımıza çık-
8. Ünite - Edebi Motiflerin Mitolojik Kökenleri II 193
Simurg/Anka’nın Yakındoğu mitolojisi ve İslami Hüdhüd’ün İslami edebiyatlarda ve mitolojide
4 edebiyatlardaki temsilini kavramak. 6 nasıl temsil edildiğini kavramak.
Simurg/Anka, kadınla, musiki ile, çeng ve diğer Hüdhüd, “çavuş kuşu”, İslâm mitolojisine gö-
musiki aletleriyle ilişkisi olan efsanevî, mevhum re Hz. Süleyman’ın emrinde bulunan kuşlardan
bir kuştur. Muhakkak ki onu putperest devrinin biridir. Hz. Süleyman onun vasıtası ile Belkıs’ı
tanrıçalarına ait sembolik anlamlı mitolojik kuş- bulmuş, Müslüman etmiş ve onunla evlenmiştir.
lardan birine veya birkaçının birleşimine doğru Ayrıca Hüdhüd, çölde toprağın altında suyun
geriye götürebiliriz. Nitekim Arap rivayetine gö- nerede bulunduğunu çok iyi bilirdi. Bu yüzden
re Anka, esatirdeki yarısı arslan yarısı kartal olan Hz. Süleyman, (Ya’fur ya da Yagfur adlı) Hüd-
bir kuştur. Bu da bize Fırtına Tanrısı Ninurta ile hüd’ü su bulma vazifesinde kullanmıştır. Hüd-
Tanrıça İnanna’ya dair bir sembol olan İmdugut hüd ayrıca ilkbaharla, yağmurla, asma ağaçları
kuşu ile aynı vasıfta görünüyorsa da bu sembol ve üzümle yani bitki dünyası ile ilgili bir kuştur.
Sümer-Akad devirlerinden sonra yağmur, fırtı- Bu yüzden eğer bir adam Hüdhüd’ün kanıyla
na tanrılarının güneş tanrısıyla özdeşleşmele- ayaklarını boyarsa, rüyasında fevkalâde acayip
ri sonucunda güneşe sembol olmuş olabilir. Bu şeyler görür. İran şairi Attar (öl. 1221) Mantı-
yüzden ateşle olan ilgisi dolayısıyla güneşi temsil ku’t-Tayr (Kuşların Dili) adlı eserinde Hüdhüd’e
ettiğini de düşünebiliriz. Bilhassa yokluğu tem- önemli bir rol vermiştir. Çünkü bütün kuşlar,
sil ettiği vakit, güneşin yeryüzünden çekildiği onun kılavuzluğu altında, Simurg’u aramak için
geceye bir işaret bulunmaktadır. Buna paralel yola çıkarlar. İşte bu hikâyelerde Hüdhüd’ün gü-
olarak Anka, gece ve gündüz, ilkbahar ve kışa da neş ve su ile ilkbahar ve yağmurla, dolayısıyla es-
sembol olmakta, dolayısıyla bereket ve yağmur ki çağ mitolojileri ile ilgisi çok zayıf bir şekilde
tanrılarıyla da ilgili görünmektedir. Kaf dağında olsa bile devam etmektedir.
yaşadığı söylenen efsanevî mevhum bir kuş olan
Anka, Divan edebiyatında yokluğun ve kanaatin
timsali olarak geçer.
Kendimizi Sınayalım
1. Divan edebiyatında güneş aşağıdaki hayvanlardan 6. Aşağıdakilerden hangisi “mihr” kelimesinin tevri-
hangisiyle özdeşleştirilmemiştir? yeli kullanımını içermektedir?
a. Doğan a. Ayrılık-gece
b. Kartal b. Vuslat-bahar
c. Şahin c. Keder-karanlık
d. Tavus d. Sevgi-güneş
e. Güvercin e. Özlem- Sabah yeli
2. Hüma kuşu, divan şiirinde aşağıdaki kavramlardan 7. Divan edebiyatı geleneğinde güneş, aşağıda yer
hangisine izafe edilerek kullanılmamıştır? alan kavramların hangisiyle kullanılmaz?
a. Hümâ-yı aşk a. Hançer
b. Hümâ-yı devlet b. Kılıç
c. Hümâ-yı saltanat c. Zerre
d. Hümâ-yı himmet d. Tâk
e. Hümâ-yı zillet e. Âb
3. Divan şairleri şiirlerinde Mani’yi, aşağıdaki kav- 8. Aşağıdakilerden hangisi “âb-ı hayat” kavramının
ramların hangisiyle birlikte zikretmezler? karşılığı değildir?
a. Büt-i Çînî a. Hayat suyu
b. Nakş b. Hayat bitkisi
c. Münakkaş c. Hayat ağacı
d. Çin Ülkesi d. Keder otu
e. Yemen e. Ölümsüzlük suyu
4. Divan şiirinde sıkça yer alan misk, şiirlerde aşağıda- 9. Temmuz adlı bitki tanrısı, değişik bölge ve zaman-
ki kelimelerin hangisiyle birlikte kullanılmamaktadır? larda hangi isimlerle adlandırılmamıştır?
a. Zülf a. Marduk
b. Siyah b. Baal
c. Dudak c. Adonis
d. Hıta d. Herkül
e. Çin e. Osiris
5. Aşağıdakilerden hangisi güneş tanrısının doğudan 10. Meşhur Arap şairi ve reislerinden olan Hatem-i
doğduğunu anlatan sembollerden biridir? Tay, Divan şiirinde hangi özelliğiyle yer alır?
a. Omuzlarında ok şeklinde ışıklar fışkıran bir er- a. Cimrilik
kek figürü b. Unutkanlık
b. Elinde kamış bulunan bir insan figürü c. Cömertlik
c. Doğarken ve batarken ellerini yere koymuş bir d. Ölümsüzlük
erkek figürü e. Ketumluk
d. Kafasının üstünde yaldızlı bir çeleng bulunan
erkek fügürü
e. Sağ elinde testere tutan erkek figürü.
8. Ünite - Edebi Motiflerin Mitolojik Kökenleri II 195
Yararlanılan Kaynaklar
Sıra Sizde Yanıt Anahtarı Ceylan, Ömür.(2007), Kuşlar Divanı: Osmanlı Şiir
Sıra Sizde 1 Kuşları, İstanbul: Kapı Yayınları.
Hz. İsa Divan edebiyatında, Hz. Meryem’in İsa’ya gebe Çavuşoğlu, Mehmet.(1977), Taşlıcalı Yahya Divanı,
kalışı, doğumu esnasında ve bebekken gerçekleşen ola- İstanbul: İstanbul Üniversitesi Yayınları.
ğanüstü haller, peygamberlik mucizeleri, özdllikle elle Kaya, Bayram Ali.(2003), Azmizâde Haleti Diva-
dokunması ve nefesi ile körleri gördürüp hastaları iyi nı, Harvard: Harvard Üniversitesi Doğu Dilleri ve
etmesi, ölüleri diriltmesi, dünyaya değer vermemesi, Edebiyatları Bölümü.
ölmeyip göğe yükselmesi, dördüncü kat gökte bulun- Küçük, Sabahattin.(1994), Baki Divanı, Ankara: Türk
ması, maddeden arınmış olması ve hiç evlenmemesi Dil Kurumu.
gibi birçok yönleriyle çeşitli hayal ve sembollere konu Pala, İskender.(2003), Ansiklopedik Divan Şiiri Söz-
olmuştur. lüğü, İstanbul: LM Yayıncılık.
Tanyeri, Ali Nihat-Mertol Tulum.(1977), Nev’i Divanı,
Sıra Sizde 2 İstanbul: İstanbul Üniversitesi Yayınları.
Simurg, tasavvufta ve tasavvufî Türk edebiyatında At- Tekin, Gönül Alpay.(2004), “Yakındoğu Mitolojisinde
tar’ın Mantıku’t-tayr’ı ile Nevâyî’nin Lisânü’t-tayr’ın- Kartal ve Güneş”. Journal of Turkish Studies: Gü-
dan mülhem olarak vahdet-i vücûd düşüncesi içeri- nay Kut Armağanı IV, Harvard.
sinde adem-i mutlak’ın sembolüdür. Simurg, otuz kuş Tekin, Gönül Alpay (Haz.).(1992), Çengnâme, Har-
olarak ele alınınca çokluğu ifade eder, oysa varlığın vard: Harvard Üniversitesi Yakın Doğu Dilleri ve
birden çok olması vehmî ve hayalîdir. Anka gibi, çok- Medeniyetleri Bölümü.
luğun da adı var kendisi yoktur. Diğer taraftan Simurg, Yavuz, Kemal.(2007), Gülşehri’nin Mantıku’t-Tayr’ı,
kuşların tek padişahı olması dolayısıyla birliği ve ger- Ankara: Kırşehir Valililiği Yayını.
çek varlığı, yani Allah’ı ifade eder. “Acâyibü’l- Mahlûkât” Maddesi, Diyanet İşleri Vakfı
İslâm Ansiklopedisi.
Sıra Sizde 3 “Mantıku-t-tayr” Maddesi, Diyanet İşleri Vakfı İslâm
Türk edebiyatında önemli yeri ve etkisi olan Mantu- Ansiklopedisi.
ku’t-tayr’ı, Gülşehrî manzum olarak 1317’de Türkçeye
çevirmiştir. Eserin hatime bölümünde Gülşehrî, Man-
tıku’t-tayrı esas almakla birlikte başka bir eser meyda-
na getirdiğini ve eserinin telif sayıldığını söylemektedir.
Mantıku’t-tayr’ı manzum olarak Mevlevî Fedaî Dede,
Mantıku’l-esrâr, Karatovalı Zaîfî Pîr Mehmed, Gülşen-i
Sîmurg ve Kadızâde Şeyh Mehmed, İnşirâku’s-sadr adıy-
la Türkçeye çevirmiştir. Türk edebiyatında Attâr’ın Man-
tıku’t-tayr’ı örnek tutularak yahut ondan ilham alınarak
yazılan eserler de vardır. Ali Şîr Nevâî’nin Lisânü’t-tayr’ı,
Derviş Şemseddin’in Deh Mürg’ü bunlardandır.
Sıra Sizde 4
Divan şiirinde dudak renk bakımından akike benzer.
O, içinde inciler (dişler) saklayan saf akikten bir kutu-
cuktur. Yine âşığın gözyaşları da akik rengindedir. Şi-
irlerde, tenasüp yoluyla çıkarıldığı yer olan Yemen ve
Süheyl yıldızı ile birlikte kullanılır.
9
TÜRK EDEBİYATININ MİTOLOJİK KAYNAKLARI
Amaçlarımız
Bu üniteyi tamamladıktan sonra;
Divan edebiyatı bağlamında İslâmi gelenek ve Yakındoğu kültürünün etkileşi-
mini kavrayabilecek,
Divan şiirinin temellerini ve imaj dünyasını İslâm medeniyeti yanısıra, Hristi-
yanlık öncesi Yakındoğu kültürü bağlamında değerlendirebilecek,
Yakındoğu medeniyetlerine ait efsane ve timsallerin İslâmi edebiyat geleneğin-
de nasıl dönüşerek şekillendiğini Çengnâme beyitleri eşliğinde takip edebilecek
bilgi ve beceriler kazanabileceksiniz.
Anahtar Kavramlar
• Di van Ede bi ya tı • İs lâm Kül tü rü
• Ya kın do ğu Mi to lo ji si • Mi to lo jik Tan rı/Tan rı ça lar
İçindekiler
• MANİ
• İREM BAĞI
• BEYT-İ MA’MÛR
• KUBBETÜ’S-SAHRÂ VE MESCİDÜ’L-
AKSÂ
• TÂK-I KİSRÎ
• ELBURZ
• GÛL/GÛLYABANÎ
• PERİLER
Türk Edebiyatının Mitolojik Edebi Motiflerin Mitolojik • YEBRUHUSSANEM
Kaynakları Kökenleri III • PERVANE
• İLM-İ KİMYA İLM-İ ZÎC
• İLM-İ SİHİR VE İLM-İ TILSIM (HÂRÛT İLE
MÂRÛT)
• İLM-İ KİMYA
• İLM-İ TIB
• İLM-İ FÂL, SATRANÇ, KUMAR
• ÇENG
• MİTOLOJİK İLKBAHAR FESTİVALLERİ-
HIDRELLEZ
Edebi Motiflerin Mitolojik
Kökenleri III
İrem Bağı
Efsaneye göre Âd kavminin hükümdarı Şeddad’ın cenneti takliden yaptırdığı
Kur’an’da (LXXXIX, 6-8) da zikredilen bu bağ edebiyatımızda güzel bahçe timsâ-
li olarak geçer. Aslında bu tasavvur Mezopotamya’da her büyük şehrin tanrısı ve
tanrıçası için yapılan tapınakların ve hükümdar saraylarının etrafında inşâ edilen
zengin bahçelerden geliştirilmiştir. Bu bahçelerin en ünlüsü, Bâbil’de Nabukadnezar
II (M.Ö. 605-562) tarafından yaptırılan meşhur asma bahçeleridir. Esasen cennet de
200 Türk Edebiyatının Mitolojik Kaynakları
“bakımlı bahçe, park” demektir. Bu bahçeleri takliden Şam’da daha sonra kurulan
İrem Zatü’l-İmad adlı şehir veya kasrın etrafında da bahçeler tanzim edilmiştir. Da-
ha sonra Şam’ın kendisi olduğu ileri sürülen İrem’e benzer bir şehir de İskender’den
önce İskenderiyye’nin yerinde yapılmıştır. İrem cennetin tıpkısı bir şehir olup taşları
altın ve gümüşten idi. Duvarları kıymetli taşlarla örülmüş ve safranla kaplı idi. Şed-
dâd bin Âd, bu şehrin inşası bitince Hz. Hûd’un itirazlarını hiçe sayarak onu görmek
için yola çıktı. Ancak İrem’e bir günlük mesâfede maiyeti ile birlikte kasırgada mah-
voldu. Bu motif, Ahmed-i Daî’nin Çengnâme’sinde pek çok yerde kullanılmıştır:
Eyitdi ben dahı bir serv-i âzâd
İdüm bâğ-ı İrem’de hurrem ü şâd
(Çengnâme 1057)
Beyt-i Ma’mûr
Kur’an’da da bulunan inanışa göre, Hz. Âdem’in yaradılışından iki bin sene evvel
melekler tarafından inşa edilmiş ve Nuh tufanında göğe çekilmiş olan bu mabet,
şimdi gökyüzünde ve tam Kâbe’nin üzerinde bulunmaktadır. Kutsiliği dolayısıyla
Divan edebiyatında şairlerin sık sık bahsettikleri bu mabedi Ahmed-i Daî de aynı
sebeple ele alır:
Felekde Beyt-i Ma’mûr’un hakiyçün
Sekiz uçmagdagı hûrun hakiyçün
(Çengnâme 961)
Kubbetü’s-Sahrâ ve Mescidü’l-Aksâ
Kudüs’te Hz. Süleyman’ın inşa ettirdiği mabedin harabesi yanında İslâmiyet’in ilk
devirlerinde inşa edilen iki camidir. Bunlardan Kubbetü’s-sahrâ Emevî hüküm-
darlarından Abdülmelik tarafından H. 70 (691)’de inşa edilmiştir. Bu bina özel-
likle Hz. Süleyman’ın tapınağının en mukaddes kısmına yakın bir yere inşa edil-
miştir. Oysa Mescid-i Aksâ, ‘en uzakta olan mescid’ taşıdığı anlamın da açıkça
gösterdiği gibi eski mabedin güneyinde inşa edilmiştir. Mescid-i Aksâ’yı Abdül-
melik’in oğlu ve veliahtı Velîd (705-715) yaptırmıştır. Mekke alınmadan ve Kâbe
kıble yapılmadan önce, Müslümanlar yüzlerini Kudüs’e yani Mescid-i Aksâ’ya dö-
nerek namaz kılmışlardı. Geleneğe göre ise Hz. Muhammed Miraç gecesi, yarısı
insan yarısı at olan Burak adlı bir binek üzerinde önce Mescid-i Aksâ’ya gelmiş ve
ayağını Kubbetü’s-sahrâ’ya basarak oradan Cebrail’in kılavuzluğu altında göklere
yükselmiştir.
Elburz
V. ünitede hakkında detaylı bilgi verilen Elbruz Dağı, Deşt-i Arjanah ve Belh ara-
sında yükselmektedir. Simurg’un yuvası bu dağdadır. Simurg, Rüstem’in babası
Destan’ı deniz kıyısında terkedilmiş bularak bu dağdaki yuvasına getirmiş, bak-
mış ve büyütmüştür. Divan şairleri bu dağı, yüksekliği, haşmeti bakımından ele
almışlardır:
Savardum karşu gelse ok kılıç gürz
Geçerdüm kalkısam bin kûh-ı Elburz
(Çengnâme 1269)
Gûl/Gûlyabanî
Şeytan gibi cin taifesine mensub olan gûl de çirkin ve korkunç görünüşün ve kö-
tülüğün sembolüdür. Sümer mitolojisinde galla adıyla anılan ve tanrıça İnanna’yı
yeraltı dünyasından geri gelirken takip eden ve tanrı Temmuz’u yeraltı dünyasına
zorla sürükleyerek indiren korkunç görünüşlü kötü ruhlar ile İslâm kültüründeki
gûllerin arasında bu kelime benzerliğinin ötesinde bir ilişki bulunabilir mi? Bunu
ileriki çalışmalar açıklığa çıkaracaktır.
Periler
Canlı varlıkların melek, insan, cin şeklinde olduklarına inanan eskilerce, periler
de cin taifesinin bir koludur. Ancak periler, şekilleri bakımından gûl ve diğer cin-
ler gibi çirkin olmayıp aksine çok güzeldirler. Yine inanışa göre, insana görün-
mezler, insandan kaçarlar, su, pınar ve çeşme başlarında mesken tutarlar, insanları
buralarda çarparlar.
Divan edebiyatında perilerin çok büyük önemli bir yeri vardır. Onlar hakkında
söylenen bu çeşitli rivayetlere dayanılarak yapılan kelime oyunları ve diğer edebi
sanatlarla şairler, duygu ve düşüncelerini ifade etmek imkânını bulurlar.
Kara gözlü güzel yüzlü perîler
Özi Zühre cemâli Müşterîler
(Çengnâme 447)
Yüzine baksa yüz yıl göz usanmaz
Perî görse beşerden toğdı sanmaz
(Çengnâme 456)
Yebruhussanem
Hem insan hem de cin taifesine faydası olan bir ottur. Yaprağı pazı yaprağına ben-
zer. Ulu dağlarda yetişir. Akşam olunca çıra gibi yanar, fakat yakınına gelince ışığı
kaybolur. Birisi bu otu koparsa bu ot öyle bir ah eder ki işiten hemen ölür. Onun
için bir ipin ucunu bir köpeğe bir ucunu da bu ota bağlarlar. Uzaktan köpeğe ek-
mek gösterirler, köpek koşunca ot kökünden kopar. Bu otun kökü insana benzer,
kaşları, gözleri, elleri, ayakları vardır. Ağzı ve burnu, kadın gibi saçları vardır. Onu
taşıyan erkekse kadınlar, kadınsa erkekler âşık olur, bir evde bu ot bulunursa, o
evde muhabbet, bereket ve nimet bolluğu olur.
Tudağın emdirür kim derde emdür
Gören sanur ki yebruhu’s-sanemdür
(Çengnâme 553)
202 Türk Edebiyatının Mitolojik Kaynakları
Pervane
Şem ü Pervane: İnsanın aşk Şem’ ü Pervâne hikâyesinde ebedî hayat olan ışık ile aslı ölüm olan karanlık çar-
uğruna maddi varlığından pışmaktadır. Hikâyenin sonunda ışık muzaffer olacaktır. Böylece Şem’ ü Pervane
vazgeçmesinin, tasavvuf
şiirinde ise tanrının
hikâyesindeki ışık ile karanlığı hikâyedeki ayrıntılarından sıyırıp çıplak görünüm-
varlığından yokluğa leriyle yakaladığımız zaman, onları artık kolaylıkla Maniheist görüşteki yaratılış
erişmesinin simgesi olan mitolojisine bağlayabiliriz. Çünkü gnostik görüşlerin içinde, özellikle Mani di-
şem (mum), ile pervane ninde ve Mandeizmde karanlık ile aydınlık ve onların arasındaki savaş büyük bir
(kelebek) hikâyesi ilk defa
Fars şiirinde Ehlî-i Şirâzî (öl. önem taşımaktadır.
1535) tarafından işlenmiştir. Makrokozmosda (âlem-i kübrâ) ne varsa mikrokozmosda (âlem-i sugrâ) da o
Divan şairlerinden Zati, Lâmiî vardır. İnsan kâinatın bir kopyasıdır. Şu halde insanın yaşadığı şekilde kâinatta da
Çelebi ve Muidî Şem ü Pervâne
yazmışlardır.
bir aydınlık-karanlık savaşı yaşanmalı veya yaşanmış olmalıdır. Tasavvufta ışığın
zaferi, bedensel ölüm ve ruhun gökyüzünün ötesindeki eski vatanına geri dönüşü
anlamında olmayıp her kişinin kendi hakiki özünü ve varlığını kazanmasıdır. Bu
anlayışa göre insan ruhunun Allaha dönüşü, kendi hakiki varlığını kazanması,
sûfinin iç dünyasındaki ruhî bir yaşantı şekline girmiş olmasına rağmen, bu da
kişinin “bir başka varlık kazanması” demektir. Şu halde bu olay, yukarıda zikre-
dilen genel prensip yüzünden “kâinatın başlangıçtaki varlık kazanmasına” paralel
bir durum taşımaktadır.
Maniheist yaratılış mitine göre, Işık tanrıdan varlık bulan ilk ışık Âdem (no-
us), karanlık güçler ve devlerle yaptıkları savaş sonunda onları öldürüp derilerini
yüzüp gökyüzünü onların derisinden meydana getirmiştir. Bu devlerin bağırsak-
larından dünya toprağını ve kemiklerinden ise dağları meydana getirmiştir. Bu
ifadenin bir paraleli, asılları Sümer devrine kadar uzanmakla beraber, bugün elde
sadece Yeni-Babil devrine ait bir versiyonu ile Asurca bir versiyonu bulunan Enu-
ma Eliş diye adlandırılan en eski yaratılış efsanesinde bulunmaktadır.
Enuma Eliş’de karanlık, çamurlu sonsuz suları ve düzensizliği temsil eden ej-
derha ana Ti’amat, çok gürültü yaparak huzurunu bozan kendi çocukları, genç
tanrıları cezalandırmak istediği için bütün karanlık güçleri ve silah olarak kendi
yarattığı karanlığa ait on bir canavarı toplayarak tanrılara savaş açar. Bu korkunç
güçlere karşı atmosfer tanrısı Anu, yeraltı ve yeryüzünün sularını tanrısı Mar-
duk’un babası Ea (Enki) karşı koymaya cesaret edemezler. Onların karşısına yal-
nızca Ea’nın oğlu güneş tanrısı Marduk çıkabilir, Tiamatla teke tek savaşarak onu
öldürür, sonra vücudunu ikiye böler. Bir yarısından gökyüzünü, diğer yarısından
yeryüzünü yaratır. Demek ki bütün kâinat, karanlık ve denizle ilgisi olan canavar
Ti’amat’ın vücududur. İnsan ise bu karanlık madde ile tanrının dökülen kanının
karıştırılması sonucunda yaratılmıştır.
Resim 9.1
Devekuşu olarak
temsil edilen
Dragon ve
Marduk’un Savaşı.
(Silindir Damga)
9. Ünite - Edebi Motiflerin Mitolojik Kökenleri III 203
Şem ü Pervane dışında, alegorik (temsili) anlatımı içeren hangi mesneviler vardır?
2
İlm-i Kimya İlm-i Zîc
Eski kozmografyacıların görüşlerine göre muhit adı verilen denizin sardığı yer- İlm-i nücûm, İlm-i sihir: Divan
yüzü küresinde suların çekildiği kısımların sadece dörtte birinde hayat vardır. Bu şairleri, bu türlü kelime ve tabirlerle
eserindeki tasvirleri, düşünce, his
kısma “rub’-ı meskûn” adı verilir. Rub’-ı meskûn da her birinde 7 seyyâreden bi- ve hayalleri daha iyi ifade etmek
risinin hâkim olduğu yedi kısma bölünmüştür. Böylece yeryüzünde yedi iklim gayesini güder. Esasen bu çeşitli
ilimlere ait bilgilerin bir şair için
meydana gelmiştir. Ahmed-i Daî de yeryüzünü yedi iklim olarak tasavvur eder ve uyarıcı olmaktan başka rolleri
bu kısımlara rub’-ı meskûn adını verir. Çengnâme’de at bütün dünyayı dolaştığını yoktur. Şair, bu bilgiler vasıtasıyla
ve dünyadaki büyük şahlar tarafından sevildiğini şöyle anlatır: ilmin konu edindiği reel dünyadan
aldığı ilhamlarla kendisine mahsus
Bana meydân bisât-ı rub’-ı meskûn bir başka dünyaya sürüklenir ve
reel bir dünyayı betimler gibi
Hünerde yügrük ü yorga vü eşkün hayalindeki dünyayı yaratır. Ne
(Çengnâme 1275) var ki, Divan edebiyatında ilmin
yapısındaki değişmezliğin ortaya
Bana ‘âşık yidi iklîm şâhı koyduğu değişmez sonuçlar ile
sanatın, his ve hayal dünyası
Benümle fahr ider cündî sipâhî arasındaki münasebetler
(Çengnâme 1285) kesinlikle tespit edildiği için, şair
bu edebiyatta çeşitli ilimlere ait
Kozmografyadaki bu iklim görüşü, yedi felek ve yedi yıldız kavramı ile yakın- bilgiler ile bu bilgileri ifade eden
kelime ve tabirler etrafında daima
dan ilgilidir. Bu ilme göre dünya kâinatın merkezidir. Yedi seyyarenin bulunduğu belirli teşbihler ve mazmunlar
yedi felek onun etrafında döner. Her bir felekte sırasıyla Ay, Utarid, Zühre, Şems, yapmaya sürüklenir. Bu klişe
Mirrih, Müşteri, Zühal yıldızları bulunmaktadır. On iki burcun bulunduğu seki- teşbihler, mazmunlar ve diğer
hayal sistemleriyle kendi hislerini
zinci felek ise bu yedi feleği her taraftan sarmıştır. Sâbiteler göğü adı da verilen bu ve düşüncelerini anlatmaya çalışır.
gökteki sâbit yıldızlara, bir arada kümelenerek aldıkları on iki şekle göre isim ve- Böylece klişe hayal sistemlerini
ifade ediş tarzında gösterilecek
rilmiştir. Bu göğe ayrıca müfessirler Kürsî, ilm-i nücûm ehli ise Felek-i burûç adını maharet ve incelik onlar için büyük
verir. Bir taraftan dünya, bir taraftan da on iki burcu seyr eden bu yedi yıldız, dün- bir önem taşır.
204 Türk Edebiyatının Mitolojik Kaynakları
yada bir iklime, Felek-i burûçta da iki burca hâkim olur. Milattan önceki devirlerde
eski Bâbil ve Mısır’da gelişen bu ilmin yedi kat yer, yedi kat gök gibi bazı kabulleri
Kur’an’a da girmiştir. Zira Kur’an’da yedi kat gök ve ona paralel olarak yedi kat yer
yaratıldığı söylenir.
Yidi kat gök yidi kat yir hakiyçün
Sabâh u şâm giç ü ir hakıyçün
(Çengnâme 958)
Aşağıdaki beyitte yine Behrâm adıyla hem kahraman Behrâm’a hem de felekte
çok hızlı hareket edişi dolayısıyla Mirrih yıldızına işaret edilmektedir:
Ben idüm ablak-ı subh edhem-i şâm
Kümeyt-i Keykûbad ü hing-i Behrâm
(Çengnâme 1243)
Böylece Behrâm kelimesiyle ihâm-ı tenâsüp sanatı yapar. Yani bir taraftan
hing-i Behrâm (Behram’ın kır atı), ablak-ı subh (sabah aydınlığı), yani sabah vak-
ti “doğan güneş” olurken öte yandan Behrâm’ın ikinci anlamına işaret edilerek
Mirrih yıldızı kastedilir.
İlm-i sihirle uğraşanlar bazı dualar okuyarak cin ve peri davet eder, sonra ge-
len peri veya cinin bir şişeye koyup kapağını kaparlarmış. Çengnâme’de atın hey-
bet ve azameti tasvir edilirken onu gören devin korkudan şişeye girdiği, Zaloğlu
Rüstem’in damadı Giv ile eski İran kahramanlarından Behmen’in de korkarak
kaçtıkları anlatılır. Behmen aynı zamanda bir cinin veya bir devin adı olduğuna
göre, Ahmed-i Daî, “Behmen” kelimesiyle ihâm-ı tenâsüp sanatı yapmaktadır:
Kaçardı heybetümden Begmen ü Gîv
Girürdi korkusından şîşeye dîv
(Çengnâme 1282)
İlm-i Kimya
Gayesi altın ve gümüş elde etmek olan ilm-i kimya, bu iki madeni elde etme-
ğe elverişli maddeleri ve madenleri bulmak için, madenlerin ve diğer maddele-
rin mizaç ve terkiplerini araştırır. Doğu edebiyatında şairler, bu ilimden aldıkları
tabirler, öğrendikleri bilgiler ile gümüş, altın, civa, bakır gibi çeşitli madenlere
ait hususiyetler etrafında teşbihler ve mazmunlar meydana getirerek düşünce ve
duygularını anlatırlar. Meselâ bir başka maddeden altın elde etmek çok zor, hatta
imkânsız olduğu için “kimya” ve altın elde etmek için kullandıkları maddeye ad
olan “iksir” kelimeleri nadir ve az olmadan kinaye olarak kullanılır.
Hüner cevherdür ammâ cevheri ol
Hüner bir kîmyâdur zergeri ol
(Çengnâme 190)
Bazen sahtekârlar, gümüşe bir parça altın, bakıra da az miktarda gümüş ilâve
edip onları altın ve gümüş gibi gösterirler. Bunların sahte olduğunu ancak altın-
dan ve gümüşten anlayan kuyumcu ve kimyager bilir. Bu görüşe dayanarak, şa-
irlerimiz daima gerçek şairi kuyumcuya veya kimyagere, şiiri de ya iksire, ya da
mücevhere benzetmişlerdir. Şu beyitlerde sözün iyisini kötüsünden ayıran şair,
kuyumcuya benzetilmiştir:
Velî ol kim mubassır cevherîdür
Bilür sâhib-nazar ma’nî eridür
Temiz eyler ‘ayârı gıll u gışdan
Seçer ak altunı hâlis gümişden
(Çengnâme 1385-1386)
İksir aynı zamanda ruh adıyla anılır. Çünkü ruh gibi, latîf (soyut) olma iksirin
vasfıdır. Buna dayanarak şair, kendini iksirin elde edildiği taşın (cevherin) kayna-
ğı yapar, dolayısıyla şiiri iksir olur:
Eyitdi iy letâyif ma’deni sen
Yüce dut himmetün olma denî sen
(Çengnâme 1385)
İlm-i Tıb
Çengnâme’de ilm-i tıbba ait birçok kelime ve tâbirlere rastlanır. Ancak bu kelime-
ler ve tâbirler, çeşitli hastalıklara ve teşhislerine ait olmaktan çok derman, dârû,
zehr, tiryâk, emm, şifa, sıhhat, bîmâr, sayru, tabib, timar, ödini yarmak, istifra
etmek, sinmek gibi tıpta olduğu kadar, halk arasında da çok yaygın olarak kulla-
208 Türk Edebiyatının Mitolojik Kaynakları
nılan kelime ve tâbirlerdir. Bu tip kelimelerin dışında, sıhhat için faydalı olduğu
bilinen, bu yüzden de ilaç olarak kullanılan bazı maddeler, yiyecekler ve içecekler
de Çengnâme’de yer almıştır. Mesela göz hastalıklarında kullanılan, aynı zamanda
göze sürme olarak çekilen tûtîya, Emir Süleyman’ı metheden bir beyitte her iki
anlamına işaret edilmek suretiyle (tevriye) şöyle geçmektedir:
Ayağı topragı cânlar devâsı
Nazar ehli gözinün tûtîyâsı
(Çengnâme 154)
Aynı şekilde göz hastalıklarında kullanılan ve gözleri daha güzelleştirmek için
göze çekilen sürme de iki anlamıyla şu beyitte de kullanılır:
Mükehhal gözlerüm mahmûr u câdû
Ben idüm gözleri sürmelü âhû
(Çengnâme 1169)
Çeng
Çeng: İnsan üzerinde Sümercede adı “balag” veya “balang” olan çeng, bilinen en eski musikî aletidir.
bıraktığı tesirleri bakımından Çeng, hem eski çağın yeni festivalleri, Temmuz kültü hem de aşk ve bereket tan-
çengin etrafında çeşitli
teşbihler toplanmıştır. rıçası ile yakın ilişki içerisindedir. Çeng yüzyıllar boyunca bazı değişik durumlar
Çeng, insanları sesiyle içinde görülmesine rağmen, münhasıran aşk ve bereket tanrıçası, bitki tanrıçası,
coşturduğu, kendilerinden yeni yıl festivalleri ve kadın musikişinaslar ile bağlantısını muhafaza etmiştir.
geçirdiği, büyülediği için
her şeyi sihirle değiştiren Konusu bir musiki aletinin sergüzeşti olan Çengnâme’de de Ahmed-i Daî çengi
bir cadıya, bir sihirbaza, merkez yaparak diğer musiki aletlerini onun etrafında toplamıştır. Şair, bir yan-
akıl hastalarının musikîyle dan çengin onlara üstünlüğünü anlatır ve bir musikî faslını tasvir ederken öte
tedavi edilebileceğine inanan
eskilerin bu düşüncesinden
yandan İslâmiyet’ten önce de var olan bir geleneğe uyarak bu musiki aletlerinin
hareket edilerek bir ilaca, çok şekillerini, çeşitli hususiyetlerini, birden fazla mana taşıyan isimlerini göz önüne
hüzünlü, güzel ve tatlı bir sese almış ve onların etrafında, teşbihler, istiâreler ve mazmunlar yaratmıştır. Mesela
sahip olduğu için bülbüle, çengin ibrişim telleri ve bu tellerden çıkan sesi dil ve lisana, eğri gövdesi ve bu
şeker yiyen bir papağana,
yanan yakılan bir pervaneye gövdeye bağlanan yirmi dört ibrişim teli dolayısıyla kendisi ayağı ve boynuyla
benzetilmiştir. bağlı, beli iki büklüm bir insana, at kılından perdesi ise saça benzetilmiştir.
Yigirmi dört ebrîşim kılı var
Velî her kılınun yüz bin dili var
(Çengnâme 592)
Figana başladukça ol kadi ham
İşiden kimseler olurlar epsem
(Çengnâme 601)
9. Ünite - Edebi Motiflerin Mitolojik Kökenleri III 209
Özet
Ahmed-i Dâî’nin Çengnâmesi’ndeki örnek beyitler Gûl ve Gûlyabanilerin Divan şiiri geleneğinde
1 üzerinden Divan şiiri geleneğinin içini dolduran 3 temsillerini öğrenerek Yakındoğu mitolojisindeki
birtakım kavramların önemini kavramak. temsilleri arasındaki ilişkiyi sorgulayacak.
Divan edebiyatı bağlamında İslâmi gelenek ve Şeytan gibi cin taifesine mensub olan gûl de çir-
Yakındoğu kültürünün etkileşiminin irdelendi- kin ve korkunç görünüşün ve kötülüğün sembo-
ği bu ünitede, “Mani, Beyt-i Ma’mûr, Tâk-ı Kisrî, lüdür. Sümer mitolojisinde Galla adıyla anılan
Elbruz, Gûl/Gûlyabanî, Periler Yebruhussanem, ve tanrıça İnanna’yı yeraltı dünyasından geri ge-
Pervane, Kozmografya, İlm-i nücûm, İlm-i si- lirken takip eden ve tanrı Temmuz’u yeraltı dün-
hir, İlm-i sihir ve İlm-i tılsım (Hârût ile Mârût), yasına zorla sürükleyerek indiren korkunç görü-
İlm-i Kimya, İlm-i Tıb, İlm-i Fâl, Satranç- Ku- nüşlü kötü ruhlar ile İslâm kültüründeki gûllerin
mar, Çeng, Mitolojik İlkbahar Festivalleri-Hıd- arasında kelime benzerliğinin ötesinde bir ilişki
rellez” gibi başlıklar çerçevesinde, Yakındoğu bulunduğu düşünülebilir.
medeniyetlerine ait efsanelerin ve timsallerin
İslâmi edebiyat geleneğinde nasıl dönüşerek şe- Divan şiiri geleneğinde önemli bir yerde duran
killendiği ortaya konulmaya çalışılmıştır. 4 Şem ü Pervane mesnevisindeki alegorik anlatımın
mitolojik kökenlerini kavrayacak.
İslâmi edebiyatta ve Divan şiiri geleneğinde Ma- Şem’ü Per vâne hikâyesinde ebedî hayat olan
2 ni’nin nasıl temsil edildiğini kavramak. ışık ile aslı ölüm olan karanlık çarpışmakta-
Klâsik İran edebiyatı ve Divan edebiyatının efsa- dır. Hikâyenin sonunda ışık muzaffer olacak-
neleri arasına meşhur efsanevî nakkaş Mani de tır. Böylece Şem’ ü Per vane hikâyesindeki ışık
girmiştir. Zerdüşt dininin rahiplerinin nüfuzunu ile karanlığı hikâyedeki ayrıntılarından sıyırıp
etkisiz bırakan Mani, kendi dinini İran’ın içinde çıplak görünümleriyle yakaladığımız zaman,
ve dışında yaymayı başarmıştır. Yaymaya çalış- onları artık kolaylıkla Maniheist görüşteki ya-
tığı dini, Mısır, Suriye, Güney Arabistan, Kuzey ratılış mitolojisine bağlayabiliriz. Çünkü gnos-
Afrika, Anadolu’ya Dalmaçya ve İspanya’ya; do- tik görüşlerin içinde, özellikle Mani dininde ve
ğuda ise Horasan, Orta Asya bozkırına ve Çin’e Mandeizmde karanlık ile aydınlık ve onların
kadar uzanmıştır. Bilhassa Çin’de ve Türkistan’da arasındaki savaş büyük bir önem taşımaktadır.
büyük kabul görmesi ve bu ülkelerde edebiyat, Maniheist yaratılış mitine göre, Işık tanrıdan
süsleme ve minyatür sanatında Mani dininin varlık bulan ilk ışık Âdem (nous), karanlık güç-
derin etkiler bırakması sonucunda Mani, Çinli ler ve devlerle yaptıkları savaş sonunda onları
nakkaş olarak İslâm edebiyatında yer almıştır. öldürüp derilerini yüzüp gökyüzünü onların
Divan edebiyatında şairler Mani’yi, Çin ülkesi, derisinden meydana getirmiştir. Bu devlerin
büt-i Çînî, nakş, münakkaş gibi kelimelerle bir- bağırsaklarından dünya toprağını ve kemik-
likte sevgilinin güzelliği ile veya nakkaşlık sana- lerinden ise dağları meydana getirmiştir. Bu
tıyla ilgili yerlerde zikretmişlerdir. ifadenin bir paraleli, asılları Sümer devrine ka-
dar uzanmakla beraber, bugün elde sadece Ye-
ni-Babil devrine ait bir versiyonu ile Asurca bir
versiyonu bulunan Enuma Eliş diye adlandırı-
lan en eski yaratılış efsanesinde bulunmaktadır.
212 Türk Edebiyatının Mitolojik Kaynakları
İlm-i sihir ve İlm-i tılsıma dair inançların Yakın- Yakındoğu mitolojisindeki İlkbahar Festivalleri ve
5 doğu mitolojisindeki kullanımlarını kavrayacak. 6 Hıdrellez arasındaki ilişkiyi kavrayacak.
Eski Bâbil’de Süryanî ve Keldanîlerle Mısır’da- Mezopotamya ve civarında çok eski çağlardan
ki Kıptîler arasında çok yaygın olan ilm-i sihir milât yıllarına kadar, hayatın devamlılığını sağ-
ve ilm-i tılısım, daha sonra Müslümanların da lamak için her yıl bitkilerin canlandığı ve mah-
uğraştığı ilimlerden olmuş; bu sahaya ait birta- sul verdiği ilkbaharda veya iklim bakımından
kım eserler, Müslümanlar tarafından tercüme ve iki kere mahsul alınan yerlerde hem ilkbaharda
telif edilmiştir. Müslümanların arasında yayılan hem sonbaharda olmak üzere, dinî yeni yıl festi-
bu ilimlerin tesiriyle şairler, sihir ve tılsıma ait vallerinin yapıldığı bilinmektedir.
birçok tabirleri ve ifadeleri şiirlerinde kullanmış; Çok gerilere giden bu törenlere ilk defa Sümer’de
bu ilimlere ait efsane ve bâtıl inançlara telmihen rastlanmaktadır. Bereket ve aşk tanrıçası İnanna
birçok mazmunlar ve teşbihler yaratmışlardır. (Sami dilde İştar) ile bitki dünyasının enerji gü-
cünü temsil eden tanrı Dumuzi’nin (Sâmi dilde:
Temmuz) ilkbaharda birleşmeleri sonucunda
ölen tabiatın yeniden dirildiğine inanan Sümer
halkı, tabiatta bu olay vuku bulurken, ona para-
lel olarak tapınaklarda törenlerle bu olayı kutlar-
lar ve böylece hayatın devamını ve ülkede refahı,
bolluğu sağlayacaklarına inanırlardı.
Hristiyanlık ve Musevilik’te benimsendiğini
gördüğümüz yeni yıl, ilkbahar festivalleri, Tem-
muz (Adonis, Attis) kültü, aynı coğrafi bölgeler-
de, yani Yakındoğu’da gelişen İslâmiyet’in içine
de başlıca iki kanaldan girmiştir. Daha İslâmi-
yet’in ilk yayıldığı zamanlardan itibaren Güney
Anadolu Bölgesi’nde, yani Bizans sınırlarından
başlayarak Bizansla yakın ilişkileri bulunan Ab-
basiler zamanında ve Selçukluların Anadolu’da
yerleşip bir devlet kurmasından sonraki XI.-
XIV. Yüzyıllar arasındaki devrede, Müslümanlar
Bizans kültür ve medeniyetiyle çok yakından te-
masa gelmişler ve bu temasın etkilerinden biri
olarak Temmuz kültü ve ilkbaharda yapılan yeni
yıl festivallerine ait adetler ve merasimler Hris-
tiyanlığın süzgecinden geçmiş, eski şekillerini az
çok kaybetmiş olarak Müslümanların hayatında
ve kültüründe yerleşmişlerdir.
9. Ünite - Edebi Motiflerin Mitolojik Kökenleri III 213
Kendimizi Sınayalım
1. Aşağıdakilerden hangisi Mani’nin resim mecmu- 6. İslâm dünyasında sufiler ve sanatçılar Allah’ın nu-
asına verilen isimlerden değildir? rundan bir nûr olan insan ruhunu aşağıdakilerden
a. Erteng hangisiyle sembolize etmişlerdir?
b. Câvidân a. Gül
c. Erjeng b. Bülbül
d. Engelyûn c. Su
e. Nigâr d. Mum
e. Kelebek
2. Simurg’un yuvasının hangi dağda olduğu düşünül-
mektedir? 7. Divan şiirinde Zühre, aşağıda yer kavramlardan
a. Ağrı Dağı hangisiyle ilişkilendirilemez?
b. Elma Dağı a. Çeng
c. Keşiş Dağı b. Sâzende
d. Tendürek Dağı c. Musıkî
e. Elbruz Dağı d. İşret
e. Gurbet
3. İrem Bağı, aşağıda yer alan hangi hükümdar tara-
fından yaptırılmıştır? 8. Divan şiiri geleneği bağlamında değerlendirildiğin-
a. Gazneli Mahmud de, Mirrih aşağıdakilerden hangisini temsil etmektedir?
b. Alaaddin Keykubad a. Kader
c. Sultan Sencer b. Hayat
d. Şeddad c. Ölümsüzlük
e. Melikşah d. Kahramanlık
e. Aşk
4. Divan şairleri, kimya ilmi bağlamında aşağıda yer
alan maddelerin hangisinden teşbih ve mazmun oluş- 9. Divan edebiyatı geleneği bağlamında değerlendiril-
turmamışlardır? diğinde aşağıda yer alan kavramların hangisi diğerle-
a. Gümüş riyle ilintili değildir?
b. Altın a. Çemşîd
c. Kobalt b. Hârût
d. Civa c. Mârût
e. Bakır d. Zühre
e. Çah-ı Bâbil
5. Şem ü Pervâne mesnevisinin alegorik anlatısı, aşa-
ğıda yer alan hangi unsurlar üzerinden verilmiştir? 10. Divan edebiyatındaki temsilleri bağlamında, aşa-
a. Mum ile kelebek ğıda yer alan kavramların hangisi ilm-i tıb’a ait tâbir-
b. Kış ile Yaz lerden değildir?
c. Gül ile bülbül a. Dârû
d. Ölüm ile hayat b. Zehr
e. Karga ve Papağan c. Dâr
d. Tiryâk
e. Timar
214 Türk Edebiyatının Mitolojik Kaynakları
Sıra Sizde 4
5 Mayıs günü temizlik yapıp yiyecek ve içecek hazır-
lama gibi işlerle başlayan hıdrellezle ilgili bütün me-
rasimleri, âdet ve gelenekleri dört grupta toplamak
mümkündür:
1. Şifa ve sağlık talebine yönelik olanlar.
2. Uğura, bereket ve bolluk talebine yönelik olanlar.
3. Mal mülk, mevki ve servet talebine yönelik olanlar.
4. Kısmet ve talih açmaya yönelik olanlar.
Meselâ hıdrellez günü kır çiçeklerinin kaynatılarak su-
yundan içilmesinin hastalıklara şifa vereceği, hıdrellez
gecesi bütün sulara nur yağacağından o gece suya gir-
menin her türlü hastalığa karşı bağışıklık sağlayacağı
inancı birinci gruba örnek gösterilebilir. Genellikle
hıdrellez gecesi Hızır’ın yeryüzünde dolaştığı ve do-
kunduğu şeylere bereket getirdiği inancı çok yaygın
olduğundan o gece evlerdeki yiyecek ve içeceklerin ağ-
zının açık bırakılması, dileklerin bir kâğıda yazılarak
gül ağaçlarının dibine konulması vb. şeyler ikinci gru-
bu teşkil eden uygulamalara örnek sayılabilir.
10
TÜRK EDEBİYATININ MİTOLOJİK KAYNAKLARI
Amaçlarımız
Bu üniteyi tamamladıktan sonra;
Türk Edebiyatında Yunan mitolojisine ilginin nasıl başladığını açıklayabilecek;
Türk mitolojisine ilgiyi hazırlayan etkenleri açıklayabilecek;
“Nev-Yunâlîlik” arayışı ile Millî Edebiyat Hareketi’nin mitolojiye yaklaşımında-
ki farkları ayırt edebilecek;
Cumhuriyet Dönemi Edebiyatı’nda mitoloji ilgisinin hazırladığı Hümanizm
merkezli söylemleri karşılaştırabilecek;
1950’lerde mitolojinin Varoluşçu bir dikkatle yorumlandığını saptayabilecek
bilgi ve beceriler kazanabileceksiniz.
Anahtar Kavramlar
• Mi to lo ji • Türk çü lük
• Yu nan Mi to lo ji si • na do lu ü ma ni mi
• Türk Mi to lo ji si • Ma vi na do lu
• ü ma ni m • a ro lu çu luk
• ev Yu nâ n lik • Mo dern Türk i i ri
• Mil l Ede bi yat • Türk o ma nı
İçindekiler
Ahmet Mithat Efendi’nin ileri sürdüğü görüşler, bazı yazarlar tarafından des-
teklenirken; başta Cenap Şahabettin olmak üzere muhalifler tarafından da sert bir
biçimde eleştirilir. “İkrâm-ı Aklâm”daki iddialar; Ahmet Cevdet, Cenap Şahabettin,
Necip Asım, İsmail Avni, Hüseyin Daniş, Ahmet Rasim ve Sait Bey tarafından yazı-
lan yazılarla değerlendirilir. Cenap Şahabettin ile Sait Bey, Ahmet Mithat Efendi’nin
ileri sürdüğü görüşleri şiddetle eleştirirken Hüseyin Daniş ılımlı bir yaklaşımda
bulunur. Cenap Şahabettin, edebiyatımızda klasik döneme ihtiyaç duyulmadığını
belirtip Batı klasiklerini çevirme önerisinin sürece müdahale etmek anlamına ge-
leceğini ileri sürer. Sait Bey, Avrupa edebiyatından yararlanmak için klasiklere git-
meye gerek olmadığını, Avrupa’nın şu an içinde bulunduğu noktadan başlanarak
izlenmesi gerektiğini savunur. Hüseyin Daniş, klasiklerin ortaya çıktığı dönemlere
dikkat çekerek Yunan ve Latin kaynaklarını anar; bununla birlikte, “klasik” sözcü-
ğünün sadece Yunan eserleri için kullanılmaması gerektiğini vurgular. Karşılıklı
yazılarla üç ay kadar süren klasikler tartışması; “klasiklerin değeri, çevirilerine du-
yulan ihtiyaç, bizde klasik dönem bulunup bulunmadığı, klasikleri çeviride karşıla-
şılabilecek güçlükler ve çözüm yolları noktalarında yoğunlaş”ır (Kaplan 1998: 12).
Tanzimat Dönemi Edebiyatı’nda çeviri faaliyeti ile ilişki kurulan mitoloji, bir-
kaç eserle sınırlı kalmakla birlikte kurgusal metinlere de girmiştir. Yazılarıyla
Yunan ve Latin mitolojisine karşı ilginin sıcak kalmasını sağladığı gibi “klasik-
ler tartışması”nı da başlatan Ahmet Mithat Efendi, iki romanında bu mitolojiler-
den yararlanmıştır. Ahmed Metin ve Şirzad’da (1892), roman kahramanı Ahmed
Metin aracılığıyla mitoloji hakkında bazı görüşler ileri sürer. Mitolojiyi “kocakarı
masalı” olarak görmemek gerektiğini, Eski Yunanın ve Romalıların mitoslara ger-
çekmiş gibi bağlandıklarını, sadece Batılıların değil Arap’ın, Acem’in, Hindû’nun,
Türk’ün, Tatar’ın da mitolojileri bulunduğunu, bununla birlikte Müslüman ka-
vimlerin “hakikat yolu”nu bulduktan sonra mitolojilerini unuttuklarını ama Av-
rupalıların Hıristiyan olduktan sonra da aziz ve azizelere mitolojik özellikler atfe-
derek Yunan ve Latin mitolojilerini yaşattıklarını söyler.
Ahmet Mithat Efendi, Ahmed Metin ve Şirzad’da düşünce şeklinde dikkat
çektiği Yunan ve Latin mitolojisini, Taaffüf (1897) adlı romanında kurgusal bir
unsur olarak kullanır. Anlatıcı, romanın kahramanlarından Sâniha Hanım’ın ça-
lışma odasındaki şöminenin iki tarafına konulmuş “halis beyaz mermer”den iki
heykele dikkati çeker. Alafranga göstergesi olarak işaret edilen bu heykellerden
biri, güzellik ve sevda sembolü “Venüs”; diğeri de güzel sanatlar, akıl ve bilge-
lik sembolü “Minerva”dır. Ahmet Mithat’ın Latin mitolojisindeki adlarıyla andığı
bu tanrıçaların Yunan mitolojisindeki adları Aphrodite ve Athena’dır. Romandaki
bazı benzetmeleri Yunan ve Latin mitolojileri üzerinden kuran Ahmet Mithat,
“aşüfte” dediği Venüs’ü, üç yıllık evli Sâniha Hanım’ı yoldan çıkaracak bir güç ola-
rak sunar. Yazar, onun güzellik ve sevda tanrıçası değil, “şehvet” uyandırıcı özelliği
bulunan kötücül bir tanrıça olduğunu vurgular.
Taaffüf’ün “Venüs ve Minerva” başlıklı bölümünde, anlatıcı, Antik Yunan ta-
rihinin mitoloji üzerinden yazıldığını belirttikten sonra Sâniha Hanım’ın çalışma
odasına Venüs ve Minerva heykellerinin konulmasındaki nedeni belirginleştirmek
220 Türk Ede bi ya tı nın Mi to lo jik Kay nak la rı
için romana mitoloji hakkında bir “makale” koyar. Sâniha Hanım’ın eşi Râsih
Efendi’nin ağzından aktarılan bu “makale”de, Venüs ve Minerva’nın soyağacı çı-
karılır ve bu iki tanrıça karşılaştırılarak Sâniha’nın bunalımdan çıkması için yol
gösterilmiş olur. Eşinin arkadaşı Tosun Bey’in ısrarlı aşk mektuplarını durdurmak
ve bunları kendisini zorlamamasını bildirmek üzere cevaplayan Sâniha Hanım,
bu hareketini yoldan çıkartıcı, ayartıcı Venüs’ün yönlendirdiğini fark eder. Oysa
böyle bir durumda -romanın adının da işaret ettiği gibi- iffetini koruyan birinin
mektuplara kesinlikle karşılık vermemesi gerektiğini, böylece bilge ve ebedi bâki-
re Minerva’nın yolunun tutulabileceğini anlar. Bunu anladığı zaman da kocasına
“Râsihim ben sana âşıkım!” diyerek sarılır. Mitolojiyle bağ kurulmasını sağlayan
Venüs ve Minerva heykeli, romanın kurgusunda önemli bir işlev üstlendiği kadar
verilmek istenen mesaj için de doğrudan araç olarak kullanılmıştır. Makaleden
hisse denilebilecek açıklama, “İşte efendim, Venüs ile Minerva’nın mukayesesi
şundan ibarettir. Kadın kısmı asıl Minerva füyuzatıyla [iyilikleriyle] mütefeyyiz
olmalı [donanmalı]. Venüs’ü kendi yanına uğratmamalı.” (Ahmet Midhat Efendi
2000: 107) cümleleriyle verilmiştir.
Tanzimat Dönemi Edebiyatı’nın ikinci neslinden olan Abdülhak Hâmid [Tar-
han], şiirlerinde ve tiyatro eserlerinde Yunan ve Latin mitolojileriyle birlikte Asur
mitolojisine de ilgi göstermiştir. Bu ilgi; farklı mitolojiler gözetilerek “ilah” ve “ila-
he” sözcüklerinin kullanılması, ilah ve ilahelerin özel isimlerinin belirtilmesi ve
Yunan ve Latin mitolojilerindeki bazı yer adlarının anılmasıyla belirginleşir (En-
ginün 1992). Abdülhak Hâmid, mitolojiyle kurduğu ilişkide, Ahmet Mithat Efen-
di’nin Taaffüf’ünde olduğu gibi, derinleşip mitolojik göndermelerini kurgusal bir
işlev gözeterek kullanmaz; farklı mitolojilerden seçtiği figürleri, şiirlerinin ve tiyat-
ro eserlerinin dünyasını zenginleştiren egzotik birer malzeme olarak değerlendirir.
lik”le (Yeni Platonculuk) ilişki kurularak “Bahr-i Safîd Havzası”na bağlanır (Şa-
habeddin Süleyman 1330/1914). Ülkenin zor yıllarındaki bu girişim, bir fantezi
olarak kalır. Bu fantezinin aynı zor yılların beslediği “milliyetçilik” düşüncesi ve
bu düşünce doğrultusunda gelişen edebiyatın söylemini pekiştirmesi için bir kapı
açtığı söylenebilir. Açılan kapı, 1911’de Ziya Gökalp’in yazı ve manzumelerinde
işlediği Türk mitolojisiyle aralanmıştır.
veya bazı manzumelerin tamamen mitosun yeni bir yorumu olarak kurgulandığı
görülür. Gökalp’in “Millî Edebiyat”ın kaynakları konusundaki uyarıcı bu deneme-
leri ve bazı sivil örgütler ile dergilerde gençleri buluşturarak onları yönlendirmesi,
ülkenin yaşadığı zor yıllarda “Millî Edebiyat Hareketi”nin tutunup yaygınlaşma-
sını sağlar.
Genç Kalemler dergisinde yayımlanan “Yeni Lisan” başlıklı yazısıyla dilde sa-
deleşme düşüncesinin olduğu kadar Millî Edebiyat görüşünün de temellerini atan
Ömer Seyfettin, 1913-1915’te yazdığı “Yüksek Aydınlıklar”, “Fecr” ve “Güneş” adlı
manzumelerinde Turancılık’a bağlılığını gösterir. “Fecr”in “Haydi harbe! Asıl sev-
gi Tûran’dır” “dizesiyle Turancılık’ı öne çıkarırken; “Yüksek Aydınlıklar”ın “Bak
yukarı, bak yükseğe, yükseklere ve dinle... / İşittiğin sadâ büyük Türklüğümün
sesidir. / İşte sana gösterdiğim bir güneştir elimle” dizelerinde “Kızılelma” düşün-
cesini günceller. “Ergenekon’dan Çıkış: 27 Mart” açıklamasıyla yayımladığı “Yeni
Gün” adlı manzumede, Türk mitolojisinin öne çıkardığı “alageyik” ile “bozkurt”u
anarak Türklerin 1914’te içinde bulunduğu durumla Ergenekon Destanı’ndaki
durumu özdeşleştirir. Ömer Seyfettin, “Kırk Kız” adlı manzumesi ile “Köroğlu
Kimdi?” destanını da, “Yeni Gün” gibi, Ziya Gökalp’in açtığı yoldan ilerleyerek
Türk destanlarından aldığı ilhamla yazmıştır.
Ömer Seyfettin’i Türk destanlarındaki mitosları güncelleyerek manzumeler
yazmaya yönlendiren en önemli etken, “Nev-Yunânîlik” girişiminin Yunan mito-
lojisini esas alan sanat anlayışına karşı yerli kaynakları öne çıkarma isteğidir. 1915
Ekim’inde yayımlanan “Güzellik ve Esatir” başlıklı yazısında, esatirin (mitoloji-
nin) Yunanlılarla başladığını düşünmenin hakikatten uzak bir tutum olduğunu
belirtir. Ona göre her milletin “iptidaî” (ilkel) bir dini vardır ve asırlar geçtikçe bu
dinler gelişir; böylece eski dinin kalıntıları mitolojiye dönüşür. Ömer Seyfettin,
Yunanlıların eski dinlerinin hatırasına estetik ve edebi bir hava verdiğini, Batı’nın
da bunu değerli bulması sonucu Yunan mitolojisinin öne çıktığını söyler. Şu söz-
leri, hem “Nev-Yunânîlik” girişiminin eleştirisi hem edebiyatta mitolojiye bağ-
lı kaynaklanma sorununun nasıl çözülebileceğine ilişkin bir öneri hem de kendi
gayretinin gerekçesi olarak yorumlanabilir:
“Bizim de esâtirî pek çok masallarımız vardır. Kutludağ, Ergenekon, Göç ve ilh... gibi.
Bunlar işte bizim esâtirimizdir. Hayalimiz bu masalları süsler ve edebiyata mevzu
yaparsa bizim de yarın yüksek bir esâtirimiz teşekkül edeceği tabiidir. Yunan esâti-
rinden ilham almaya ihtiyacımız yoktur ve bu lüzumsuzdur. Başkalarının esâtiri-
ne muhtaç olan, kendi esâtiri, iptidaî ve gayet eski bir mazisi olmayan milletlerdir.”
(Ömer Seyfettin 1992: 83)
motif olarak tekrar ettiği romanında, “Eski Turan”ın “Osmanlılık”, “Yeni Turan”ın
“Türkçülük ve milliyetçilik” olduğunu hissettirir; ayrıca “Yeni Turan”ı, 1931’e ge-
lene kadar kurulacak bağımsız ve zengin bir Türkiye olarak tasarlar. “Yeni Turan”
böyle bir Türkiye’nin kurulmasını sağlamak üzere çalışan partinin de adıdır. Bu
partide; vatanperver, ahlaklı, çalışkan ve yardımsever idealist gençler bir araya
gelmiştir. Partiyi iktidara taşıyan gencin adının Oğuz, yanı başındaki kadın kah-
ramanın “Kaya” olması, gençlerin sürekli kımız içmesi ve partinin “Türk kadını
kurumları” ile diğer partilerden ayrışması, tesadüf değil, milliyetçiliğin gereğidir.
Yeni Turan’a muhalif olan Hamdi Paşa’nın yeğeni Âsım Bey, bir konferansını din-
lediği Oğuz’u betimlerken bir destan kahramanı canlandırır gibidir.
Müftüoğlu Ahmet Hikmet’in “Altın Ordu” başlıklı yazısı, 28 Temmuz 1329’da
(10 Ağustos 1913) yayımlanmaya başlanan Altınordu dergisinin ilk sayısında çık-
mıştır. Türk destanlarından izlerle kurgulanan yazıda, Türklerin Orta Asya’dan
dünyanın dört bir tarafına yayılışı, “Tanrı’nın sözüyle” gerçekleşmiş kutlu bir göç
hikâyesi şeklinde anlatılmış; göç kafileleri de, “Altın Ordu” olarak tasarlanmıştır.
Bu yazısında Orta Asya’dan Batı’ya yönelişi anlatan Ahmet Hikmet, Millî Mücadele
yıllarında yazıp Tasvir-i Efkâr gazetesinde tefrika ettiği Gönül Hanım (1920) adlı
romanında ise bir Türk subayı, bir Macar asilzadesi ve iki Tatar kardeşin, Orhun
Abideleri’ni görmek ve incelemek üzere anayurda yaptıkları geziyi hikâye etmiştir.
Romana adını veren “Gönül Hanım”, Tatar kardeşlerden biridir ve Halide Edip’in
Yeni Turan’ında olduğu gibi Türklük düşüncesinin kadında cisimleşmiş hâlini ide-
alize eder. Benzer bir başka kadın kahraman da Müfide Ferit (Tek)’in Aydemir
(1918) adlı romanındaki “Hazin”dir. Aydemir, Hazin’e duyduğu aşk engellenince
Orta Asya Türkleri arasında Türkçülük ve Turancılık görüşünü yaymak üzere İs-
tanbul’dan Semerkant’a gider. Davası uğruna idam edilen Aydemir’in inandığı de-
ğerleri savunmak ve bunlar için çalışmak üzere, bu kez Hazin Semerkant’a gider.
“Ferdî saadetin yerine millî ve yüce bir ideali koyması ile Aydemir, Gökalp’in Kızı-
lelma’sı ve Halide Edip’in Yeni Turan’ı ile birleşen, devrin ortak görüş ve duyuşunu
aksettiren” milliyetçilik tezine göre yazılmış bir romandır (Enginün 1977).
Millî Edebiyat Hareketi içinde yer alanların Türk destanları üzerinden Türk
mitolojisine gitmesi ve bu mitolojiyi yeni metinlerle güncellemesi sürecinde, iki
kitabın önemli bir etkisi vardır. Ahmet Hamdi Tanpınar, “Türkçülük hareketinin
geliştiği ve saf Türkçe namına bütün maziyi itham ettiği bir devirde keşfedilen iki
mühim eserin tesir payını da burada unutmamak gerekir.” (Tanpınar 1982: 109)
diyerek Türk mitolojisine kaynak sağlayan Divan-ı Lügati’t-Türk ile Dede Kor-
kut Kitabı’na dikkat çeker. Millî Edebiyat Hareketi’nde mitolojiye bağlı kaynak-
lanma sorunu açısından bu, çok önemli bir dikkattir.
iri Homére’in Epopesi” (1927) adıyla yayımlanmıştır. Ömer Seyfettin Fin destanı
Kalavela’dan bazı parçaları da çevirerek 1920’de Türk Yurdu dergisinde tefrika
olarak yayımlamıştır.
Hasan Âli Yücel, Ömer Seyfettin’in önceki tutumunu “konjonktür”ün belirledi-
ğini vurgulayıp, onun İlyada çevirisinden sonra 1919’da yazdığı “Garp Edebiyatı ve
Yunan Klasikleri” başlıklı yazısına dikkat çekmiştir. Bu yazıda Ömer Seyfettin, “Sa-
natın sırrı Yunan-Lâtin klasiklerindedir. Sadelik, sağlık, samimîlik, vuzuh bu bü-
yük eserlerin esasıdır” der ve ilerleyen satırlarda şöyle bir nasihatte bulunur: “Yazı
yazmaya, hususiyle matbuat için yazmaya başlamazdan evvel derin derin, ders gibi,
mukaddes bir kitap gibi Homer’i okumalısınız.” (Yücel 1989: 288) Bu sözler, Ömer
Seyfettin’in Millî Edebiyat Hareketi içinde dile getirdiği görüşlerine yakın bulduğu
için İlyada’yı çevirdiği şeklinde yorumlanabilir. Bununla birlikte Ömer Seyfettin’in
Ziya Gökalp’in açtığı kanalı değil de, Yunan mitolojisini öncelemesi düşündürücü-
dür. Fakat burada bir öncelemeden çok, Gökalp’in görüşlerini izleme söz konudur.
Ziya Gökalp, Ruşen Eşref ’e verdiği mülakatta, “Fransız klasisizmi” gibi bir “Türk
Klasisizmi” yaratmak için Fransızların gittiği yolu izlemek gerektiğini belirterek
şunları söylemiştir: “Bizde klasik bir edebiyat meydana gelmesi için bizim de eski
Yunan ve Latin edebiyatlarına kadar çıkmamız, onların meziyetlerini almamız ve
bunu kendi bünyemize uydurmamız lazım gelirdi.” Gökalp’in bu sözü ile kaynak-
lanma noktasında Türk mitolojisinden saptığını söylemenin imkânı yoktur. Çünkü
o, Yunan ve Latin edebiyatlarının “özü”nü değil, biçimini almak gerektiğini vurgu-
lar. Onun söylemi içinde öz, Türk mitolojisinde vardır; bu özü, yani “mitos”u söy-
leyecek, başka bir deyişle “epos”a dönüştürecek şairler yoktur ve iyi niyetli mevcut
denemeler de yetersizdir (Ünaydın 1985: 191, 195, 196).
Ömer Seyfettin’in İlyada’yı çevirme girişiminin nedenleri Ziya Gökalp’in yu-
karıda dikkat çekilen söyleminden olduğu kadar, Ali Cânip (Yöntem)’in “Homer
Kimdir? İlyada ve Odise Nasıl Eserlerdir?”, “Epope Nedir?”, “Epope Asrî Bir Nev’i
midir?” ve “Yine Epope’ye Dair” başlıklı yazılarından da anlaşılabilir. Bu yazıların
ilki 1916’da, diğerleri de 1918 ve 1919’da yayımlanmıştır.
Ali Cânip “Homer Kimdir? İlyada ve Odise Nasıl Eserlerdir?” başlıklı yazı-
sında, önce anılan eserlerin Avrupa edebiyatlarında gördüğü ilgiye ve nasıl bir
yenileyici etkide bulunduğuna dikkat çeker; sonra eserlerdeki epik anlatım ile
mitosların yorumlanışı ve sunuluşunu değerlendirir. Ali Cânip’in bu eserlere ve
Homeros’a ilgisini yönlendiren şey, “epope”nin kaynakları, sınırları ve olabilirliği-
dir. “ ‘Epope’ nev’i ancak bu şaheserler meşk kabul edilerek kemâlini bulmuştur”
diyen yazar, edebiyatta ilerlemenin Homeros’un eserlerini çevirmekten geçtiğini
de şu sözlerle vurgular: “Onu, irfânına ait kütüphânesine sokmamış milletler, ede-
biyat telâkkisinde mutlaka geride kalmışlar demektir. Çünkü Homére asrîliğin,
yeni san’atın babasıdır.” (Sevgi vd. 1995: 775, 776)
Ali Cânip, “Epope Nedir?” başlıklı yazısında, epopenin tanımı için Voltaire’e
müracaat eder ve onun “kahramanca maceraların manzum hikâyesi” tanımını
benimser. Ribot’nun “Yaratıcı Muhayyile Üzerine Tetkik” adlı kitabını izleyerek,
“epope”nin ortaya çıkışını halk efsanelerinin toplanması ve güçlü bir şair tarafın-
dan üslûba çekilmesiyle açıklar. “Bugünün epopeleri de romanlardır” diyen yazar,
Mehmet Emin Yurdakul’un denemelerini de, divan şiiri kalıpları içinde yazılan
şiirleri de epope olarak değerlendirmez. Ona göre, “millî epopemiz yoktur. Epope
asrî [çağdaş] bir nev’i [tür] olmadığı için artık yazılamaz da!..” (Sevgi vd. 1995:
667) “Epope Asrî Bir Nev’i midir?” ve “Yine Epope’ye Dair” başlıklı yazılarında da
Ali Cânip, epope devrinin kapandığını, dolayısıyla epope yazılamayacağını, ama
228 Türk Ede bi ya tı nın Mi to lo jik Kay nak la rı
“poem epik”in (epik şiir) mümkün olduğunu ileri sürer (Sevgi vd. 1995: 668-674).
Bu görüşler, Ziya Gökalp ve onun yönlendirmesiyle yazılan şiirlerin, Gökalp’in de
belirttiği gibi, amaçlanan ve arzulanan sonucu vermediğini bildirir. Ömer Sey-
fettin’in Homeros’a ve eserlerine gösterdiği ilgide de aynı kabulün yönlendirici
olduğu söylenebilir.
Millî Edebiyat Hareketi içinde yer alan şair ve yazarlar, 1920’lere gelirken savun-
3 dukları görüşlerden uzaklaştıkları için mi Yunan mitolojisine yoğun bir ilgi göster-
mişlerdir?
1933: 16) dizeleriyle “Bozkurt” kılığına girdiği söylenen “öncü” Atatürk’tür. İshak
Refet Işıtman, Ne Mutlu Bana ki Türk Yaratıldım (1933), Cumhuriyet Destanı
(1934), Atatürk (1935) adlı kitaplarındaki manzumeleriyle Cumhuriyet’i roman-
tik bir kavrayışla yüceltir ve Atatürk’ü büyük bir bağlılıkla mitoslaştırmaya çalışır.
Kâzım Nami Duru da En Büyüğümüz İçin (1935) kitabındaki manzumelerinde,
Atatürk’ü böyle bir görüşle işler.
İslamiyet öncesi Türk tarihinin mitoslardan yararlanılarak edebî metin olarak
işlenmesi ve bunların Halkevlerinde sahnelenerek topluma aktarılmasını örnek-
leyen ilginç bir eser Münir Hayri Egeli’nin Bayönder’idir. Atatürk’ün yönlendir-
mesi ile Öz Soy’u yazan Münir Hayri, bu eserin 24 Haziran 1934’te Atatürk’ün ve
İran Şahı’nın huzurunda sahnelenmesinin ardından Bayönder’i (1934) yazmakla
görevlendirilir. Münir Hayri, bu eserin önsözünde Atatürk’ün Bayönder’in içe-
riğine ilişkin beklentilerini kendisine nasıl bildirdiğini, benzer tarzda daha önce
yazılmış piyeslerin yazarlarını nasıl yönlendirdiğini anlatır. Eserde, “Kızılelma”
motifinin yeni bir temsili ve piyesin sonunda “Bayönder”in göğe yükselmesi, mi-
tosların kullanıldığının işaretidir. Dekora ilişkin bilgi verilirken söylenen “Deli
Ozan eski Sümer, Eti ozanları kılığındadır” cümlesi, metnin Türk Tarih Tezi’iy-
le ilişkisini kurar. A. İsmet Ulukut’un Sümerleri yücelttiği Sumer Ülkelerinde
(1934) piyesinde ise anılan tez doğrudan işlenir.
mek için evvelâ bütün kuvvetile millî olmak lâzım” geldiğini belirtir ve buna da
“halk muhayyilesinin şahıslandırdığı bariz tipler”le ulaşılabileceğini vurgular. Bu-
rada önerilen, İslâm kaynaklı bir Anadolu hümanizmidir. Bu yüzden Hilmi Ziya,
“garplılaşmak isteyen milletlerde, meselâ bizde [Avrupa’da olduğu gibi] destanın
aynı tazelikle mitolojiye bağlanması kabil değildir” der. Onun önerisi, “İslâmileş-
miş mitoloji parçalarını” değerlendirmektir. Bu öneri, pagan dönemine ait mitos-
lardan değil, menkıbelere bağlı destanlardan kaynaklanmak gerektiği anlamına
gelir. Yazar, “tarih şuuru”na koşulu olarak canlandırılması gereken “destan şuu-
ru”nu, Behçet Kemal Çağlar’ın bazı denemeleriyle örneklerken pagan dönemi-
ni değil, menkıbeler dönemini kaynak edinmek gerektiği yönündeki görüşlerini
“Dede Korkut” üzerinden açıklar. Ona göre “Dede Korkut”, destanlarımızın “pa-
yen kapısı”dır; İslâmiyet döneminde bu kapı kapanmaya başlamış, menkıbeler öne
çıkmıştır. Bu yüzden, “Vatanın destanına” Battal Gazi ile başlanmalıdır. Bu öne-
ri, “Nev-Yunânîlik”ten vazgeçip, Türk milletini Anadolu topraklarının yarattığı
düşüncesine ulaşan Yahya Kemal’in görüşlerini hatırlatmaktadır. Nitekim Hilmi
Ziya, Yahya Kemal’in tecrübesini örnek olarak gösterir ve yazısını, parantez içine
aldığı şu cümle ile bitirir: “Hüseyinzâde’nin gösterdiği yola rağmen Garbın klâsik
destan ruhundan alınacak çok şeyimiz olduğunu zaman göstermektedir.” (Pepeyi
1951: 15)
Hilmi Ziya’nın paranteze aldığı son sözde kapalı biçimde ilettiği düşünce,
1938’de Sabahattin Eyuboğlu’nun İnsan dergisindeki yazılarında daha açık ola-
rak söylenmiştir. İnsan’ın “müessisleri”nden Sabahattin Eyüboğlu, derginin ilk
sayısındaki “Yeni Türk San’atkârı Yahut Frenkten Türke Dönüş” başlıklı yazısında,
“Yeni Türk sanatkârı”nı, “Avrupa’ya Frenk hayranlığı ile gidip Türk hayranlığı ile
dönen adamdır” diye tanımladıktan sonra “yeni”, “Avrupa’ya gitmek”, “Frenk hay-
ranlığı”, “Türk hayranlığı” ve “Avrupa’dan dönmek” tabirlerini birer birer açıklar.
Avrupa’yı “yeni dünyanın şuuru” olarak gören yazar, “Her hayranlık gibi Frenk
hayranlığı da bir hayat hamlesidir” der. Ona göre bu hayranlığı hazmedemeyen-
ler, “iyi eser” verememektedir. Eyüboğlu, geçmişin yeni zihniyetle kavranması ge-
rektiğini, böylece “eski şekiller”in “yeni manalarla” dolacağını belirtir. Bu noktada
yazarın verdiği örnek, mitolojiyle fark edilen Hümanizm düşüncesinin belirgin-
leşmesi yönünden anlamlıdır. Şöyle der: “Frenk humanistleri eski Yunan ve Latin
kültürünü kendi kıymet telâkkilerile uzlaştırmışlardır. Humanizm eskiye dönmek
değil, eskiyi yeni yapmaktır.” (Eyüboğlu 1938a: 37)
“Fuzuli’de Şiir Telâkkisi” başlıklı yazısında, Fuzûlî’yi zamanının ruhuyla kav-
rayıp güncelleyen Sabahattin Eyüboğlu, bir bakıma “göçmüş bir âlem”in “yaşayan
ruhlara” söylediklerini duyurmaya ve böylece geçmişi “aktüel bir kıymet” hâline
getirmeye çalışır (Eyüboğlu 1938b). “Yaşayan Mazi” başlıklı yazısında, “tarihî bil-
gi” ile “tarihî zihniyet” ayırımına gider ve “millet duygusu”nu “tarih şuuru”nun
geliştirdiğini belirtir. Ona göre, “Bizim mazide yaşamamız değil, mazinin bizde
yaşaması lâzımdır” (Eyüboğlu 1938c: 381). Eyüboğlu’nun “mazinin bizde yaşama-
sı” diye belirlediği durum, kültür ve kültürün bir süreklilik olduğudur. Hilmi Ziya
gibi Sabahattin Eyüboğlu da, bu sürekliliği, şiirde “Neo-klasik” diye düşündükleri
Yahya Kemal ile örnekler.
Hilmi Ziya Ülken’in yazılarıyla kuramını oluşturduğu; 1924’te Anadolu Mec-
muası’nda yayımlanan “Battal Gazi Destanı’ndan İznik” ve 1949’da Şadır van der-
gisinde yayımlanan “Bir Fetih Destanına Başlangıç” adlı denemeleriyle örnekle-
rini verdiği İslam kaynaklı Anadolu Hümanizmi görüşü doğrultusunda, Halûk
Nihat Pepeyi ve ömrünün sonuna doğru Behçet Kemal Çağlar destanlar yazmış-
tır. Geçmiş Zaman Masalları (1928) adlı kitabında halk hikâyelerini şiirleştiren
10. Ünite - Mo dern Türk Ede bi ya tın da Mi to lo ji 233
gösterir. Eski Yunan tanrıları gözetilerek kurgulanan ilginç bir başka eser, Yusuf
Ahıskalı’nın sınıf farkını ve mücadelesini mitolojiyle belirginleştirmeye çalıştığı
Keçi Ayaklı Tanrı ve Yeni Bir Dünya (1966) adlı destanıdır.
Bu antolojilerden sonra yayımlanan Elleri Var Özgürlüğün (1966) adlı kitabına Poetika: Aristo’nun sanatla
adını veren şiir ile kitabın “Agamemnon” bölümündeki şiirler, Oktay Rifat’ın Yu- ilgili görüşlerini içeren
kitabından dolayım kurularak
nan mitolojisini kaynak olarak görüp, bu kaynağın verimlerini değerlendirme- şiir sanatı veya bir şairin
ye giriştiğini bildirir. “Oktay Rifat’ın pastoral nitelikli Çobanıl Şiirler (1976) adlı şiiri üzerine geliştirdiği
yapıtında da mitologyaya uzanan şiirler bulunur. Bu yapıttaki ‘Eurdyke’ ve Azra görüşlerinin bütünü
anlamında kullanılan Yunanca
Erhat’a ithaf edilen ‘Patroklos’un Ölümü ve Atlar’ adlı şiirler buna örnektir.” (Afa- kökenli bir sözcüktür.
can 2003: 129) Melih Cevdet’le kıyaslandığında, Oktay Rifat’ın Yunan mitolojisi
ile temasının daha sınırlı kaldığı söylenebilir. Bu, iki şairin “Garip Şiiri” sonrası
poetik tercihleriyle ilgili bir durumdur.
1950’lerin ortalarında doğan ve hızla yayılıp 1960’ların başında tamamlanan
“İkinci Yeni Şiiri” içindeki Edip Cansever, Umutsuzlar Parkı (1958) ve Petrol
(1959) adlı kitaplarındaki şiirlerle Varoluşçuluğa ulaşır; Nerde Antigone (1961)
ve Tragedyalar (1964) adlı kitaplarıyla da Eski Yunan’a geçer.
Yunan mitolojisi ile temasta karşılaşılan Varoluşçu hassasiyet, Melih Cevdet
Anday’dan sonra Edip Cansever’de de görülür. Anday’ın şiirleriyle çıkış noktasın-
daki bu örtüşmeye, Cansever’in metinleriyle ilettiği düşüncede rastlanmaz. An-
day’ın insana inancı vardır. Edip Cansever ise, her ne kadar Umutsuzlar Parkı
adlı kitabının son bölümü olan “Sığınak”ı, büyük harflerle “İNSAN / SANA GÜ-
VENİYORUM / SAYGILARIMLA.” (Cansever 1958: 77) diye bitirse; Nerde An-
tigone’nin son şiiri “Ne Gelir Elimizden İnsan Olmaktan Başka”yı, “Hiçbir şey!
Biz gene anlaşırız nasıl olsa / Evet, biz nasıl olsa anlaşırız / Tanrılar kaybolurken
yepyeni tanrılarla” (Cansever 1957: 44) dizeleriyle kapatarak varoluşu özün önüne
geçirse de, sonrasında, insana inancını yitirmiş ve hiçlikle yüz yüze gelmiştir. Bu
ayrışma, Melih Cevdet’te Yunan’a bağlı Hümanizmin; Edip Cansever’de Tanrıta-
nımaz Varoluşçuluğun baskın olmasıyla açıklanabilir. Her ikisinin tecrübesini de
yönlendiren trajik durum ve bunun kaynağı olan Yunan mitolojisi, Cemal Süreya
tarafından sert bir biçimde eleştirilir.
Yunan ve Latin mitolojisiyle farklı boyutlarda ilgi kuran şairlerin geniş bir dökümü
ve şiirlerinden örnekleri görmek için Şiir ve Mitologya Cumhuriyet Dönemi Şiirin-
de Yunan ve Latin Mitologyası (Aydın Afacan, Ankara: Doruk Yay., 2003) adlı kitaba
bakabilirsiniz.
kavranmaya çalışılmıştır. Evrenin Düşünde Gezgin hem yapı, hem algı, hem de
kavrayış yönünden özgün bir kitaptır. “Altay mitolojisi, eski Yunan sanat ve felse-
fesi, modern Japon, Güney Kore ve Kuzey Amerika, İngiliz edebiyatı” üzerinde
incelemeler yaptığını belirten Türkay, “bilimsel ülkücülük diye bir akım” yaratma-
ya çalışırken “bir Türk olarak ta Orta Asya’ya, köke kadar yönelmek” gerektiğine
inanmıştır (Dil 1961: 293). 1960’ların ilk yıllarında Yeditepe dergisinde Yunan
destanlarından yaptığı çeviriler yayımlanan Osman Türkay, Edebiyat, Eleştiri ve
Dil Üstüne Düşünceler (1993) adlı kitabında bir araya getirdiği yazılarıyla da Yu-
nan mitolojisinden haberdar bir şair olduğunu göstermiştir.
Batı mitolojisi ile Doğu mitolojisini birlikte gözeten poetik eğilimiyle Behçet
Necatigil, modern Türk şiirinde özgün bir şairdir. “Nilüfer”i mitolojideki “Hero
ile Leander” efsanesinden esinlenerek yazdığını belirtmiştir (Necatigil 1983: 475).
Arzu ve şehveti haber veren tanrı Pan’ı da içeren “Panik”, Necatigil’in Yunan mito-
lojisi ile doğrudan bağ kurduğu bir diğer şiiridir. Mitolojinin bugüne ışık tuttuğu-
nu savunan şair, günümüz sorunlarının mitolojinin ışığı altında rahatlıkla aydın-
latılabileceği kanısında gibidir. Bununla birlikte, Türk şiirinde özellikle 1960’larda
neredeyse moda hâlini alan Yunan mitolojisinden yararlanma eğilimine karşı Ne-
catigil, divan edebiyatının dünyasını da belirleyen Doğu mitolojisini, masallarını
ve dinî metinlerini öne çıkarır. Böylece mensup olduğu kültürü güncellediğini
vurgular. Kültürün “not düşme” gibi bir kaygısı bulunamayacağının altını çizen
Necatigil, ölümünden yedi ay önce Mayıs 1979’da yapılan bir söyleşide, mitolo-
jiden yararlanma konusunda, modern Türk şiirindeki arayışları özetleyecek gibi
duran şu sözleri söylemiştir:
“Batı şiiri hiçbir zaman mitolojiden ayrılmamıştır. Bugün Avrupa şiirinde, bütün Ba-
tı şairlerinde mitos imajlarına rastlarsınız. Bizde niye olmasın bu? Serapa istiareler
dünyasıdır menakıbnameler, dervişlerin hayatları. Modern şiir Batı’da Hıristiyan mi-
toslardan, yahut Yunan mitoslarından yararlanıyor. Bizde bakir ne kadar çok değerin
menkıbeler var. Kerametleri, dervişleri düşünün. Kısası Enbiya ise ayrı bir deryadır.”
(Necatigil 1983: 556-557)
Özet
Türk edebiyatında Yunan mitolojisine ilginin na- “Nev-Yunâlîlik” arayışı ile Millî Edebiyat Hare-
1 sıl başladığını saptayabilmek. 3 keti’nin mitolojiye yaklaşımındaki farkları ayırt
Modern Türk edebiyatında mitolojiyle temas, edebilmek.
insanı anlamaya yönelik bir ilgiyle başlamaz. Os- Balkan Savaşı sonrasında oluşan mağlubiyet ha-
manlı münevveri, mitolojiyi Devlet’in çöküş dö- vası ve psikolojisi, ancak millî duyguların can-
neminde fark eder. Çeviriler aracılığıyla Yunan landırılmasıyla ortadan kaldırılabileceği için
ve Latin mitolojileri tanıtılmaya çalışırken klasik Türk milliyetçiliği düşüncesi rağbet görmüştür.
algının yönlendirmesiyle mitolojiden bilgelik Türk mitolojisinin motifleri günün şartlarına gö-
dersleri çıkarılmak istenir. Osmanlı Devleti’nin re işlenerek geçmişten, kökenlerden güç toplan-
yıkılması sürecinde Batı üzerinden ve Yunan maya çalışılmıştır. Bir bakıma, o mitolojiyi üre-
mitoslarıyla sınırlı olarak gerçekleşen ilk temas, ten ataların ruhu, zor durumdan kurtulmak için
farklı bir zihniyetin kabulünü pekiştirir. Bu ka- mitoslar kullanılarak yardıma çağrılmıştır. Bu,
bulün insanı anlama ve yorumlama yönünden, bir milletin gözetildiği toplumsal bir projedir.
geride çok da başarılı ve kalıcı eserler bıraktığı- Çanakkale Savaşı ve Birinci Dünya Savaşı, Millî
nı söylemek güçtür. Bununla birlikte hayranlıkla Edebiyat Hareketi’ni benimseyenlerin halka mo-
girişilen ve heyecanla yürütülen çabalar, sonrası ral vermek için edebiyatı bir amaç doğrultusun-
için yol açıcı olur. da kullanmalarına yol açmıştır. Ülkenin varlık
mücadelesine girdiği yıllarda, kaynağını Yunan
Türk mitolojisine ilgiyi hazırlayan etkenleri açık- ve Latin mitolojisinde arayan “Nev-Yunânîlik”
2 layabilmek. çıkışı, Millî Edebiyat Hareketi’ni savunanlar ta-
Osmanlı Devleti’nin dağılma sürecinde “Os- rafından şiddetle eleştirilmiştir. Sonunda, “Nev-
manlılık” ve “İslamcılık” görüşlerinin “teba”yı Yunânîlik”in birey çıkışlı estetik arayışı, edebiyat
bir arada tutamaması ve hızlı toprak kaybının dünyasından çekilmek zorunda kalmıştır.
doğurduğu sonuçlar “Milliyetçilik” düşüncesi-
nin yükselmesin sağlar. Millî Edebiyat Hareketi,
Türk milliyetçiliği görüşünü bir taraftan edebî
metinlerle halka iletirken diğer taraftan da siyasi
bir mücadele sürecinde ideoloji olmasını hazır-
lamıştır. Bu süreçte, Yunan mitolojisine bağlı sa-
nat arayışlarının uyarmasıyla Türk mitolojisine,
destanlarına ve tarihine karşı yoğun bir ilgi doğ-
muş ve gelişmiştir.
240 Türk Ede bi ya tı nın Mi to lo jik Kay nak la rı
Cumhuriyet Dönemi Edebiyatı’nda mitoloji ilgi- 1950’lerde mitolojinin Varoluşçu bir dikkatle yo-
4 sinin hazırladığı Hümanizm merkezli söylemleri 5 rumlandığını saptayabilmek.
karşılaştırabilmek. 1950’lerin sonunda ve 1960’larda görülen ara-
Cumhuriyet’in ilk kuşağı, mitolojiyi kültürel yışlarda, Homeros’un destanlarının yeni çevi-
cepheleşmenin argümanı olarak kullandığı için, rileri; 1940’lı yıllarda Yunan mitolojisi ile Hü-
kültürlerin derin kökleri durumundaki mitoloji- manizmin bir arada değerlendirilmesi sonucu
den alınması gerekenler konusunda kaprislidir. oluşan hümanist söylemin bu yıllarda baskın-
Türkiye Cumhuriyeti Devleti, kurumlarıyla ken- laşması; Varoluşçulukla temas kuran entelektü-
dini olgunlaştırırken şair ve yazarlar, daha çok el ortamın şiirdeki yansımaları ve modern Türk
Yunan mitolojisi ile sınırladıkları bir edebiyat al- şiirinin gördüğü en ciddi hamlelerden biri olan
gısından büyük eserler çıkaramaz. Fakat 1940’la- İkinci Yeni’nin getirdiği imkânlar belirleyicidir.
ra gelene kadar, hayli canlı bir arayışın varlığı, 1950’lerin sonundan başlayarak, şair ve yazarla-
aydınların ve şairlerin içtenliğini, heyecanını rın mitolojiye kültürel projenin önemli bir ayağı
yansıtır. Bu dönemdeki mitoloji ilgisini, Batılı olduğu düşüncesinden çok, varoluşu önceleyen
ve yerli kaynak arayışları özetler. Bir yanda, ev- bir tutumla yaklaştığı söylenebilir. Önceki dö-
rensellik arzusunu yansıtan ve arzulanan bu içe- nemlerde hep “öz” olarak algılanan mitolojinin
riği tam olarak taşımayan Yunan mitolojisi; di- 1960’larda “varoluşu” da içermesine yönelik
ğer yanda ise, Millî Edebiyat Hareketi ile dikkat poetik söylemler görülür. Bazı çıkışlarda ise Do-
çekilen ve yararlanılan, sonra da millî devletin ğu mitolojisinin ve yerel kaynakların küçüm-
kültürel beklentileri ile şekillenen Türk mitoloji- senmemesi gerektiği, insanı anlama yönünde
si yer alır. 1940’lı yıllar, mitoloji ilgisinin Devlet onların da Yunan mitosları kadar önemli, derin
bazında kültür projesi; aydınlar ve şairler bazın- ve anlamlı olduğu vurgulanmış; şiirde mitoloji
da ise dünya görüşü olarak algılandığını gösterir. ilgisinin Eski Yunan’ı başat hâle getirmesindeki
1930’ların ortasında kıpırtıları hissedilen “Hü- sakıncalara dikkat çekilmiştir.
manizm” düşüncesi, 1930’ların sonlarından iti-
baren kültür dünyasında canlı bir sorun olarak
görünür. Devlet, Batı medeniyetine girişin vize-
sini Eski Yunan’da görmekte; bunu da bir proje
hâlinde geliştirip halka indirmeye çalışmaktadır.
Bazı aydınlar ise, kaynaklanma sorununun Ba-
tı’yı da gözden uzak tutmayan yerli bir yaklaşım-
la çözülmesi gerektiği kanaatindedir. Bu durum,
Yunan kaynaklı Hümanizm, İslâm kaynaklı bir
Anadolu Hümanizmi ve “Mavi Anadolu” sözüy-
le sunulan Anadolu kaynaklı Hümanizm görüş-
lerinin çatışmadan ve bir arada seslendirilmesi
anlamına gelir. Her iki görüş de, özellikle şiirde
kendini zayıf veya güçlü şairlerle hissettirmiştir.
10. Ünite - Mo dern Türk Ede bi ya tın da Mi to lo ji 241
Kendimizi Sınayalım
1. Mitoloji ve edebiyat ilişkisi için aşağıdakilerden 6. Aşağıdakilerden hangisi, “inkılâpların mitolojiy-
hangisi söylenemez? le efsaneleştirilmesi” amacıyla yazılmış eserlerden biri
a. Edebiyat, mitoslar aracılığıyla varoluşa ilişkin değildir?
yorumlarda bulunur. a. Özyurt
b. Mitoloji, edebiyatın yaratıcı hamlelerini hazır- b. Akın
layan bir kaynaktır. c. Ergenekon Yolları
c. Edebiyat, mitolojiden yararlanırken onu gün- d. Bayönder
cellemiş olur. e. Özsoy
d. Şairler ve yazarlar mitoslar aracılığıyla ölü bir
kültürü canlandırabilirler. 7. Aşağıdakilerden hangisi “İslâm kaynaklı bir Ana-
e. Edebiyat, mitolojilerin geleceğe aktarılması için dolu Hümanizmi” görüşü içinde yazılmış eserlerden
mutlak bir araçtır. biri değildir?
a. Millî Mücadele Destanı
2. Tanzimat Dönemi Edebiyatı’nda mitolojik unsurla- b. Erenler Gaziler Destanı
rı romanlarında kurgusal bir işlev yükleyerek kullanan c. Battal Gazi Destanı
yazar kimdir? d. Malazgirt Zaferinden İstanbul’un Fethine
a. Namık Kemal e. “Bir Fetih Destanına Başlangıç”
b. Abdülhak Hâmid
c. Cenap Şahabettin 8. Aşağıdakilerden hangisi, “Yunan kaynaklı Hüma-
d. Ahmet Mithat Efendi nizm” görüşünü destekleyen bir gelişme olarak değer-
e. Hüseyin Daniş lendirilemez?
a. Maarif Vekilliği tarafından Yunan-Latin klasik-
3. Aşağıdakilerden hangisi, “Nev-Yunânîlik” arayışı lerinin yayımlanması
içinde yazılmış metinlerden biri değildir? b. “İnsan” dergisi etrafındaki yazar ve şairlerin ça-
a. “Promete” lışmaları
b. “Çamlar Altında Musahabe” c. “Tercüme” dergisinin çıkarılması
c. “Bir Huysuzun Defterinden” d. İstanbul ve Ankara’daki bazı liselerde Latince
d. “Sicilya Kızları” öğretimine başlanması
e. “Bir Muhavere” e. “Yücel” dergisinin Halkevleri aracılığıyla des-
teklenmesi
4. Aşağıdakilerden hangisi, Türk mitolojisine gönder-
me yapılan eserlerden biri değidir? 9. Batı mitolojisi ile Doğu mitolojisini birlikte göze-
a. Aydemir ten, “Nilüfer” ve “Panik” adlı şiirlerinde Yunan mitolo-
b. “Kızılelma Neresi?” jisinden esinlenen, mitolojinin bugüne ışık tuttuğunu
c. Taaffüf savunan, divan şiirinin mitoloji dünyasını öne çıkaran
d. Yeni Turan şair aşağıdakilerden hangisidir?
e. “Altun Yurt” a. Melih Cevdet Anday
b. Ahmet Hamdi Tanpınar
5. “Millî Edebiyat Hareketi”nin Türk tarihine ve mi- c. Edip Cansever
tolojisine yönelmesinde önemli etkisi bulunan eserler d. Cemal Süreya
hangileridir? e. Behçet Necatigil
a. Türkçülüğün Esasları-Türk Töresi
b. Yeni Turan-Gönül Hanım 10. Büyük bir Türk edebiyatı doğması için Yunan ve
c. “Kızılelma Neresi”-”Başını Vermeyen Şehit” Latin kaynaklarına yönelmek gerektiğini savunan, bü-
d. Divan-ı Lügati’t-Türk-Dede Korkut Kitabı tün şiirlerinde Yunan mitolojisinin imkânlarından ya-
e. Ergenekon-Türk Yurdu rarlanan, yazılarıyla bu mitolojiye karşı ilginin sıcak
kalmasını için çalışan, Persefon, Asya Şarkıları ve Pınar
adlı kitapları olan şair ve yazar kimdir?
a. Halûk Nihat Pepeyi
b. Salih Zeki Aktay
c. Melih Cevdet Anday
d Niyazi Yıldırım Gençosmanoğlu
e. Mustafa Seyit Sutüven
242 Türk Ede bi ya tı nın Mi to lo jik Kay nak la rı
Okuma Parçası
Yeni neslin halk masallarına karşı alakası [ilgisi] artı- Yunanlılar] adalarına çekildikten sonra Homeros’u ye-
yordu. Bunun için bazı dağınık parçalarla karşılaştım. tiştirdiler. İran tekrar dirilmeye başladığı zaman Fir-
Orhan Veli’nin Destan Gibi’si, daha yenilerin bazı tec- devsî çıktı. Haçlı seferlerinin nekbeti [hayal kırıklığı]
rübeleri... Herhâlde gençlerin Anadolu’ya dağılması, pe- “Kurtarılmış Kudüs”ü çıkardı. Hindistan istiladan kur-
joratif “destan” fikrinin silinerek, aydınların memleket tulurken destanlarını verdi. “Kalevala” ve “Ossian”da
köylerine nüfuz etmesi, halkla hemhâl [içlidışlı] olması millî kurtuluşun izleri var. Bunun için yedi asırlık Os-
bunda büyük âmil [etken] olmuştur. Bu gençler arasında manlı tarihinde “destan” vermediğimiz hâlde şimdi bu
halk ağzını çok iyi kullananların yanında sun’î [yapay] mevzu üzerinde ısrar edişimize hayret etmemelidir. Sel
ifade yüzünden hiçbir şey yapamayanları da var. Mev- geçti, yatağımıza çekildik; millî hisler kuvvetlendi, ta-
zuda [konuda] başıboş dolaşanlar, kafalarından destan rih şuuruna [bilincine] muvazi [koşut] olarak destan
yaratmaya çalışanlar daha çok vakit kaybedebilirler. şuurunun canlanması lazımdır.
Halkın muhayyilesine [hayal gücüne] ve deyişine kıy-
met verenler hakiki yolu bulmaktadırlar. Destanı mille- Kaynak: Hilmi Ziya Ülken, “Destana Dair Tarihçe”,
te ve vatana, millî geleneğe sıkıdan sıkıya bağlamadıkça Erenler, Gaziler, İstanbul: İsmail Akgün Matbaası,
kahramanların beşerî [insanî] karakterlerini belirtmek 1951.
mümkün değildir. Her epopée dünya edebiyatına yeni
bir kapıdır. Fakat o seviyeye yükselmek için evvelâ [ön-
celikle] bütün kuvvetiyle millî olmak lazımdır.
İlk Çağda payen [çoktanrıcı] destanın mitolojiye da- Kendimizi Sınayalım Yanıt Anahtarı
yanması çok tabii idi: Çünkü zaten bu mitolojiyi yaşı- 1. e Yanıtınız yanlış ise, “Hümanizm Merkezli Söy-
yor ve onun gerçekliğine inanıyordu. Orta Çağ’da dinî lemler ve Mitoloji” konusunu yeniden gözden
destanın veliler [ermişler], martyrler [din şehitleri] ve geçiriniz.
cihat kahramanlarına dayanması da tabii idi. Çünkü bu 2. d Yanıtınız yanlış ise, “Tanzimat Dönemi Edebi-
devir bu kahramanlar içinde yaşıyordu. Fakat zamanı- yatı’nda Çeviri Faaliyeti ve Mitoloji İlgisi” ko-
mızda mitolojiyi ve Orta Çağ velilerini canlandırmak nusunu yeniden gözden geçiriniz.
oldukça güçtür. Yeni hayatın yeni icapları, yeni idealle- 3. a Yanıtınız yanlış ise, “Nev-Yunânîlik veya Bahr-i
ri var. Bununla beraber millî devrin hususiyeti [özelli- Safîd Havzasını Arayış” konusunu yeniden
ği] “tarih şuuru”dur. O, eski çağları inkâr edecek yerde gözden geçiriniz.
onları dirilterek teşekkül etmektedir [oluşmaktadır]. 4. c Yanıtınız yanlış ise, “Millî Edebiyat Hareketi
Mitolojinin, cihat kahramanlarının Yeni Çağ muhayyi- ve Türk Mitolojisi” konusunu yeniden gözden
lesindeki yerleri gerçek kişiler hâlinde değil, semboller geçiriniz.
hâlindedir. Uzun bir Orta Çağ medeniyeti geçirmeden 5. d Yanıtınız yanlış ise, “Millî Edebiyat Hareketi
Garplılaşan [Batılılaşan] milletlerin yeni destanlarında ve Türk Mitolojisi” konusunu yeniden gözden
mitoloji tazeliği ile yaşayabiliyor: Finlerin “Kalevalası” geçiriniz.
gibi. Fakat 1200 yıl Orta Çağ medeniyetinde büyük rolü 6. c Yanıtınız yanlış ise, “İnkılâbın Mitolojiyle Ef-
olduktan sonra Garplılaşmak isteyen milletlerde, mese- saneleştirilmesi” konusunu yeniden gözden
la bizde destanın aynı tazelikle mitolojiye bağlanması geçiriniz.
kabil [mümkün] değildir. Orada yalnız Orta Çağ ma- 7. a Yanıtınız yanlış ise, “Hümanizm Merkezli Söy-
salları arasından süzülen İslâmîleşmiş mitoloji parçaları lemler ve Mitoloji” konusunu yeniden gözden
yer bulabilir. Bizim destanımız böyle doğacaktır. geçiriniz.
Büyük imparatorluklar zaferden zafere koşarlarken 8. b Yanıtınız yanlış ise, “Yunan Kaynaklı Hüma-
destan yaratmayı akıllarından geçirmezler. Şayet böy- nizm” konusunu yeniden gözden geçiriniz.
le tecrübeler yapılmışsa eski eserlerin taklididir. İran’da, 9. e Yanıtınız yanlış ise, “Yunan Kaynaklı Hüma-
Roma’da destan olamazdı. Yalnız Latinler Homeros’u nizm” konusunu yeniden gözden geçiriniz.
takliden [taklit ederek] “Enéide”i yazdılar, hakiki des- 10. b Yanıtınız yanlış ise, “Yunan Kaynaklı Hüma-
tan olmadı. Osmanlı ve İngiliz İmparatorluklarının des- nizm” konusunu yeniden gözden geçiriniz.
tanları yoktu, çünkü destanı yaşıyorlardı. Grekler [Eski
10. Ünite - Mo dern Türk Ede bi ya tın da Mi to lo ji 243
Eyuboğlu, S. (1938a). “Yeni Türk San’atkârı Yahut Tansel, F. A. (1977). “Ziya Gökalp’in Şiirleri ve Halk
Frenkten Türke Dönüş”, İnsan. İstanbul: Nisan. Masalları-Giriş”, Şiirler ve Halk Masalları. Anka-
Eyuboğlu, S. (1938b). “Fuzuli’de Şiir Telâkkisi”, İnsan, ra: Türk Tarih Kurumu Yayınları.
İstanbul: Mayıs. Tökel, D. A. (2000). Divan Şiirinde Mitolojik Unsur-
Eyuboğlu, S. (1938c). “Yaşayan Mazi”, İnsan, İstanbul: lar-Şahıslar Mitolojisi. Ankara: Akçağ Yayınları.
Birinci Teşrin. Tural, S. (1983). “Yahya Kemal’in Arayışlarının Yol Aç-
Kaplan, M.-Enginün, İ.-Emil, B.-Birinci N.-Uçman A. tığı Bir Edebî Topluluk: Nâyîler” Ölümünün Yir-
(1981). Devrin Yazarlarının Kalemiyle Millî Mü- mibeşinci Yılında Yahya Kemal Beyatlı. Ankara:
cadele ve Gazi Mustafa Kemal. İstanbul: Kültür Türk Kültürünü Araştırma Enstitüsü Yayınları.
Bakanlığı Yayınları. Ülken, H. Z. (2006). Anadolu Kültürü ve Türk Kimli-
Kaplan, M.-Enginün, İ.-Kerman, Z.-Birinci N.-Uçman ği Üzerine. İstanbul: Ülken Yayınları.
A. (1982a). Atatürk Devri Türk Edebiyatı-I. An- Ülken, H. Z. (1933). “Millî Destanlar Hakkında Dü-
kara: Kültür Bakanlığı Yayınları. şünceler”, Yeni Türk Mecmuası, İstanbul: Mayıs.
Kaplan, M.-Enginün, İ.-Kerman, Z.-Birinci N.-Uçman Ülken, H. Z. (1941). “Yeni Klasik”, İnsan, İstanbul: Nisan.
A. (1982b). Atatürk Devri Türk Edebiyatı-II. An- Ünaydın, R. E. (1985). Diyorlar ki (Hazırlayan: Şemsed-
kara: Kültür Bakanlığı Yayınları. din Kutlu). Ankara: Kültür ve Turizm Bakanlığı Yay.
Kaplan, R. (1998). Klâsikler Tartışması (Başlangıç Yahya Kemal. (1984). Edebiyata Dair (2. Baskı). İstan-
Dönemi). Ankara: Atatürk Kültür Merkezi Baş- bul: İstanbul Fetih Cemiyeti Yayınları.
kanlığı Yay. Yahya Kemal. (1990). Mektuplar Makaleler (2. Baskı).
Levend, A. S. (1984). Divan Edebiyatı Kelimeler ve İstanbul: İstanbul Fetih Cemiyeti Yayınları.
Remizler, Mazmunlar ve Mefhumlar. İstanbul: Yakup Kadri. (1329/1913). “Bir Muhavere”, Peyâm-ı
Enderun Kitabevi. Edebî, İstanbul: Kânûn-ı Evvel.
Meriç, C. (1985). Bu Ülke. İstanbul: İletişim Yayınları. Yazar, M. Behçet. (1938). Edebiyatçılarımız ve Türk
Necatigil, B. (1983). Düzyazılar 2/Konuşmalar Kon- Edebiyatı. İstanbul: Kanaat Tabevi.
feranslar. İstanbul: Cem Yayınevi. Yücel, H. Â. (1945). “Yunan Özel Sayısı”, Tercüme. An-
Ömer Seyfettin. (1992). Olup Bitenler, Toplumsal Ya- kara: Mart.
zılar (Hazırlayan: Muzaffer Uyguner). Ankara: Bil- Yücel, H. Â. (1989). Edebiyat Tarihimizden. İstanbul:
gi Yayınevi. İletişim Yayınları.
Ömer Seyfettin. (1993). Türklük Üzerine Yazılar (Ha- Ziya Gökalp. (1976). Türkçülüğün Esasları. İstanbul:
zırlayan: Muzaffer Uyguner). Ankara: Bilgi Yayınevi. Kültür Bakanlığı Yayınları.
Pepeyi, H. N. (1951). Erenler, Gaziler Destanı, İstan-
bul: İsmail Akgün Matbaası.
Sadettin Nüzhet. (1934). Samih Rifat Hayatı ve Eser-
leri. İstanbul: Sühulet Kütüphanesi.
Sevgi, A.-Özcan, M. (1995). Prof. Dr. Ali Cânip Yön-
tem’in Yeni Türk Edebiyatı Üzerine Makaleleri.
Konya: Sözler Basım Yayın Dağıtım.
Şahabeddin Süleyman (1330/1914). “Nâyîler-Yeni Bir
Gençliğin Karşısında”, Safahat-ı Şiir ve Fikir. İstan-
bul: Mart.
Şevket Süreyya. (1933). “Ergenekon Efsanesi”, Kadro
Dergisi. Ankara: İkinci Kânun.
Tanpınar, A. H. (1982). Yahya Kemal (2. Baskı). İstan-
bul: Dergâh Yayınları.
Tanpınar, A. H. (2009). XIX. Asır Türk Edebiyatı Ta-
rihi (5. Baskı). İstanbul: Yapı Kredi Yayınları.
Tansel, F. A. (1972). Ömer Seyfeddin’in Şiirleri. An-
kara: Türk Kültürünü Araştırma Enstitüsü Yay.
Sözlük 245
Sözlük
Dırâz: Uzun
A Dîdâr: Yüz, Çehre.
‘Abîr: Bir Yerden Geçen, Geçici.
Dimâg: Akıl, Şuur.
‘Âlî-Himem: Gayretleri, Emekleri Yüksek Olanlar.
Dürc: Kutu, Kutucuk, Hokka. Sandık, Cevahir Kutusu.
‘Atâ: Bağışlama, Bahşiş.
Dü-Tâ: İki Tane.
A’zâ: Organlar, Üyeler.
Âb-I Hayvân: İçene Ebedi Hayat Bağışlayan Efsanevî Su.
Adl: Adâlet E
Anberîn: Anber Kokulu. Ebrîşim: Bükülmüş İpek.
Andelîb: Bülbül. Ebrû: Kaş
Argüman: Tez, İddia, Sav. Edhem: Karayağız At.
Arkaik: Güzel Sanatlarda Klasik Çağ Öncesinden Kalan. Efzûn: Fazla, Çok, Aşkın.
Asrilik: Çağdaşlık. Encüm: Yıldızlar.
Âşiyân: Kuş Yuvası, Mesken, Ev. Engerûs: Macar, Macaristan.
Âteşhâne: Ateşe Tapınılan Yer. Epsem: Dilsiz.
Esrük: Sarhoş.
Eşk: Aşk, Gözyaşı.
B Evrâk: Yapraklar
Bâd-Bân: Yelken.
Evreng: Taht. Şeref, Süs. Akıl Ve İrfan.
Bâdzen: Yelpaze.
Eyvân: Büyük Sofa, Divanhane.
Bâl: Kanat.
Eyyâm: Günler.
Bâz: Doğan, Şahin.
Beşeriyet: İnsanlık.
Beyzâ: Daha Ak, Çok Beyaz. F
Bî-Karâr: Kararsız. Fârig-Bâl: Gönlü Rahat, Hali Vakti İyi Olan.
Bîmâr: Hasta. Ferzâne: Hakîm, Filozof.
Bî-Mi’zer: Peştemalsiz. Fezâ: Ucu Bucağı Olmayan Boşluk, Gökyüzü.
Bisât: Kilim, Minder, Döşeme. Firib: Aldatan, Aldatıcı, Kandıran
Fülk: Gemi, Sandal, Kayık.
C-Ç
Câvidân: Daimi Kalacak Olan, Ebedi. G
Cemâl: Yüz Güzelliği. Ganî: Bol, Çok.
Cevâhir: Cevherler, Elmaslar. Gedâ: Fakir, Dilenci, Kimsesiz.
Cîfe: Lâşe, Leş. Genc: Hazine.
Cinân: Cennetler, Uçmaklar, Bahçeler. Gerdûn: Dönücü, Dönen, Devreden.
Cündî: Askeri Süvari, Sipahi, Binici. Gıll U Gış: Kin Ve Hile.
Çâh: Kuyu Giriftâr: Tutulmuş, Yakalanmış, Esir.
Çarh: Tekerlek, Çark. Felek, Gök. Gîsû: Uzun Saç, Omuzlara Dökülen Saç.
Çeşm: Göz. Gurâb: Karga.
Gûşe: Köşe
Gülgûn: Gül Renkli, Pembe.
D Gülistân: Gül Bahçesi.
Dâd: Adâlet, Doğruluk, Hak.
Darb: Vurma, Vuruş.
Dâver: Âdil Ve İnsaflı Olan Hükümdar, Vezir H
Debîr: Katip, Yazıcı. Habâb: Su Kabarcığı
Dehr: Çağ, Dünya, Zaman, Devir. Habîb: Sevgili, Seven, Dost.
Deprenmek: Hareket Etmek, Kımıldanmak Hâcet: İhtiyaç, Lüzum, Gereklik, Muhtaçlık.
Der-Bân: Kapıcı, Kapıya Bakan. Hakîm: Bilge.
Devr: Dönme, Bir Şeyin Etrafında Dolaşma. Hakîr: Değersiz, Küçük, Önemsiz
246 Türk Edebiyatının Mitolojik Kaynakları
P T
Pagan: Çok Tanrıcı, Payen. Ta’lîm: Öğrenme, Öğretme.
Parodi: Ciddi Sayılan Bir Eserin Bir Bölümü Veya Bütününü Tabâyi’: Tabiatlar
Alaya Alarak, Biçimini Bozmadan Ona Bambaşka Bir Tahvîl: Değitirme, Değişme, Çevirme.
Özellik Vererek Biçimle Öz Arasındaki Bu Ayrılıktan Tâk: Bina Kemeri, Yarım Daire Şeklinde Kapı Ve Pencere
Gülünç Etki Yaratma Amacıyla Geliştirilen Anlatım Üstü.
Biçimi. Tal’at: Yüz, Surat, Çehre.
Peleng: Panter, Kaplan. Tâlî’: Sonradan Gelen, Bir Şeyin Arkası Sıra Giden.
Perr: Kanat Târ: Karanlık.
Tefessüh: Çürüme, Bozulma, Kokuşma.
Tezyif: Bir Şeyi Değersiz, Adi, Bayağı, Aşağılık Göstermeye
R Çalışma, Küçültmek İsteme. Alay Etme, Eğlenme.
Rayiha: Koku.
Tıfl-Veş: Çocukça.
Rebab: Gövdesi Hindistan Cevizi Kabuğundan Yapılmış
Tîg: Kılıç.
Uzun Saplı Saz.
Tiryâk: Zehirlenmeye Ve Bazı Hastalıklara Karşı Kullanılan
Reşk: Kıskanma.
Macun. Panzehir. Afyon.
Revân: Yürüyen, Giden, Akan.
Tûmâr: Tomar, Dürülmüş Nesne.
Rif ’at: Yükseklik, Yücelik, Büyük Ve Büyük Rütbe.
Tûtîyâ: Sürme.
Rikâb: Üzengi.
Rub’: Dörtte Bir, Çeyrek.
Ruhsâr: Yanak, Yüz, Çehre.
U
Umde: İlke
Uzuv: Organ, Parça, Unsur.
S-Ş
Sabâ: Gündoğusundan Esen Hafif Rüzgar.
Salâbet: Peklik, Katılık, Sağlamlık. V
Sanem: Put, Büt. Vaha: Çöllerde Çoğu Kez Yüze Çıkan Yer Altı Sularının
Sayd: Avlama, Avlanma. Yarattığı Tarım Veya Yerleşme Bölgesi.
Sâye: Gölge. Vasl: Ulaştırma, Ulaşma, Birleştirme.
Sayru: Hasta Vech: Yüz, Surat, Çehre. Üst, Satıh, Düz.
Sefahat: Zevk Ve Eğlenceye Düşkünlük, Uçarılık. Eğlence. Vezân: Esici, Esen.
Sefid: Beyaz. Vuzuh: Açık Olma Durumu, Açıklık, Aydınlık.
Sehâ: Beyin Zarı.
Semender: Kurbağagillerin Kuyruklu Takımından Bir Hayvan.
Senâ: Övgü, Övüş.
Y
Yed: El
Serapa: Baştan Ayağa.
Ser-Gerdân: Başı Dönen, Sersem, Şaşkın.
Serv: Selvi.
Z
Sirâyet: Geçme, Bulaşma, Yayılma.
Zâg: Karga.
Sub’ân: Büyük Yılan, Ejderha.
Zeberced: Zümrütten Daha Açık Yeşil Olan Ama Zümrüt
Subh: Sabah.
Kadar Kıymetli Olmayan Bir Süs Taşı.
Şâd: Sevinçli.
Zeng: Zebci.
Şahbâz: Bir Cins İri Ve Beyaz Doğan.
Zer: Altın.
Şâm: Akşam.
Zerger: Kuyumcu.
Şeb: Gece.
Zerrîn: Altından Yapılmış, Altın.
Şeker-Leb: Şeker Dudaklı.
Zevrak: Kayık, Sandal.
Şems: Güneş.
Şikâr: Avlanma, Avlanan Hayvan.
Şîr: Aslan.
Şu’le: Kıvılcım