You are on page 1of 75

H Ü S E Y İ N R A H M İ G Ü R P I N A R

MELER SANMIŞTIM
ŞEYTANI *

(Tam metin)

İkinci baskı

A N K A R A C A D D E S İ No. 82 — İ S T A N B U L
ÖZAYDIN Matbaası
ISTANBUL — 1972
M ELEK S A N M IŞ T IM ŞEYTANI

Kibarca bir aile evinde üç yıllık içgüveysiyim. Bilirsiniz


bu sözde biraz sığıntı hali vardır. Karım bana hâkim, kayna­
tam eski gelenekte... Altına iç takkesi giymekle şapkanın gü­
nahını biraz hafiflettiğine inanır. Kaynanam dırdırcı, benim
en ufak kusurlarımı pertavsızla büyülterek, kızını aleyhime
tıka basa doldurur.
Karım bu hâkimiyeti altında bana candan tutkundur. Bu­
nu pekâlâ seziyorum, aldırmayarak yenik görünüyorum. Çün­
kü, elim yufka. Bu damatlık sayesinde geçim sıkıntım yok, re­
fah içinde yaşıyorum. Yalnız zer katlandığım bir işkence var:
Karımın aşırı kıskançlığı... Bu duygusunu güya dışarı vurmak
istemez. îçten içe hem kendini hem beni yer bitirir. Kocalı ba­
yanlar bilmelidirler, fazla kıskançlık aksine sonuç verir. Bu
huydakilerden sonunda korktuklarına uğrayanlar çoktur. İn­
san aldatmak istemese bile bu kıskançlık azabının hıncı ile öç
almak sevdasına düşüyor. Başka erkekler için en masum sayı­
lan hareketlerin bende oluşu büyük birer günah şeklini alır.
Sık tıraş olmak, çamaşır değiştirmek, yeni elbise giymek, dik­
katli tuvaletle sokağa çıkmak, eve her vakitkinden geç dönmek
bana karşı ağır şüpheler uyandıracak birer suç olur. Bedriye
bu şüphelerle titizlenir, biraz süslenince galiba çok yakışıklı
oluyorum da başka kadınlara beğenilmek hırsına düştüğümü
sanarak, karımın kıskançlık damarları bütün bütün depreşir.
Bir parmak tıraşlı, çapaçul, yaka paça birer yana sark­
mış, babayani, hımbılca bir kıyafetle gezmelivim. Maazallah
karımdan başka bir kadın beni beğenmesin, dikkatlice kendi­
me çeki düzen verdiğim zaman suratı asılır:
— Aman bu kostümü de nerede yaptırdın kuzum, sana
8 M ELEK SANM IŞTIM ŞE YT A N I

hiç yakışmıyor. Bu türlüsünü hoppa gençler giyer. Hele o bo-


yunbağı seni hiç açmadı. Çıkar onu, at onu... İtirazlarını sura­
tıma savurur.
Ben hep bu olumsuz karşı koymaları olumlu anlama alı­
rım. Onun yaraşmıyor dediği şeyler mutlak beni çok açmış­
tır. Benim güzelleştiğimi görmeği bir türlü içi götürmez. Onun
karşısına geçip de biraz saç taramak ne haddime. O saatte
çarpık ağız, çatık kaşla başlar:
— Aman, aman öyle yapma çirkin oluyorsun, o ne biçim
kuş kanadı saç düzeltiş? İnan ki bar garsonuna dönüyorsun,
şimdiki kadınların tuvalet çantalarına karşılık erkekler de
ceplerinde saç tarağı, biryantin taşıyorlar.
Arasıra kızdırmak için şöyle bir karşılıkta bulunurum:
— Karıcığım korkma senin elinden beni kimse alamaz,
ben sana ebedî gönüllüyümdür.
— Onun için değil vallahi. Hele düşündüğün şeye bak,
bunu aklıma bile getirmem, seni beğenene Allah mübarek et­
sin.
Bu tok gözlülüğü yaparken, dudaklarının titrediğini fark
ederim. Çünkü ağzı yüreğinde kaynayan duygunun tersini
söylüyor. Benim kayıtsız davranışlarıma hiç dayanamaz. Beni
neşeli görünce o kederlenir. Her vakit gamlı, düşünceli bulun­
malıyım. Ve her gün ona olan aşkımın şiddetinden söz etmeli­
yim. Bu güveni vermeye üşendiğim günlerde başka şeyler tut­
turarak huysuzluğu çekilmez bir dereceye varır. Artık yan
bastığım, öne baktığım, aksırdığım, öksürdüğüm bağışlan­
maz birer kusur olur.

Kaynanam bu sıfatın dırdırcı, dedikoducu bir tipidir. Her


vakit bana karşı kızını tıkar doldurur. Hain kadın kızma şöyle
ders verirmiş:
«Kocana inanma sakın. O ne cingöz Hüsnü’dür kumda
yürür de izini belli etmez. Ne kadar şüphelensen hakkmdır, er­
keğe güvenilir mi hiç? Efendi baban 75’ine geldiği halde hâlâ
MELEK SANMIŞTIM ŞE YT AN I 9

uslanmadı, güzel bir kadın gördü mü gözleri ışıl ışıl ışıldar.


Ağzı kulaklarına varır. Vaktiyle utanmadan benim üzerime
Müptezel fahişe Kaymaktabağım sevdi. Şimdi aptest namazla
gençlik günahlarını affettirmeye uğraşıyor. Allah affetse de
ben etmem ki... Yüreğimin yarası hâlâ işliyor.»
Bu laflar komşuları dolaştıktan sonra uzun kulaktan bana
kadar gelir. Kaynanam üç çeyrek yüzyıllık göçmüş kocasın­
dan hâlâ emin değil.

Geçirilen devrimlere karşı bizim ev hâlâ harem selâmlık


düzenindedir. îçerde kaynanam, kaynatam, karım, ben bir de
aramızda iki yaşında kopil var. Ayşe kadın, Servinaz, iki hiz­
metçi. Dışarda ihtiyar lala Hamdi baba, ahçı İsmail, genç uşak
Aziz Köklü.
Ayşe kadın en çok portresi çizilmeye lâyık altmışlık Ana­
dolulu bir dişidir. Yaşlı, fakat koçan gibi... Giydiği şalvarın
uçkurunu ta göğsünün üstünden düğümler. Yaz kış başı allı
morlu yemenilerle sarılıdır. Bu bürünme dikkati soğuk kor­
kusundan değil, gudubet vücudunu namahremden sakınmak
merakından ileri gelir. Esmer, kaba, buruşuk suratının ancak
dörtte ikisini gösterir iri iki siyah koyun gözü arasındaki pa-
lamsı burun ona karagöz cadısı çirkinliğini verir. İhtiyarlığın­
dan, kabalığından üzerine toz kondurmaz. Hâlâ kendini geçer
akçe bir kadın sayar. O bu örtünme titizliğiyle ırz cihetinden
ev hanımlarının emniyetini kazanmıştır. Kaynatamın, benim
hizmetime o bakar.
Servinaz emekli bir dadı kızı. Ölürken ailenin şefkatine
emanet edilmiş yirmi beşlik bir taze... Dünya güzeli değil, ak­
ça pakça. Fakat kaynanamın, karımın gözlerinde Servinaz
aile arasında canlı bir tehlikedir. Kaynatamla ben onun yüzü­
nü şöylece bir kaçamak suretiyle pek az olarak görürüz. Sofa­
da, merdiven başında, taşlıkta ara sıra karşılaşınca bir reri
kızı hayaleti gibi hemen kaçar kaybolur. Şüphesiz ev bayan­
larından aldığı talimata göre davranır. Fakat ara sıra bu sak­
10 MELEK SANM IŞTIM ŞE Y T A N I

lanışları kendi isteği dışında olduğunu bana sezdirecek tavırlar


alır. Yahut ki ben sırf kendi kuruntumla bu sanıya kapılırım.
Saklanırken yandan bir göz kaydırışıyle gülümser çekilir, hem
kaçar, hem davul çalar sözüne bu şimşek hızıyle parlayıp sö­
nen gülümsemelerde kuvvetli vaatler okur gibi acayip haller
geçirmeye başladım. însan yasak edildiği şeye şiddetle düşkün
oluyor.
Söylemeliyim ki üç senelik evlilikte de turfanda bir sevda
lezzeti kalmıyor. Karıma her gün verdiğim muhabbet güveni­
nin aksine ondan bıkkınım. Bedriye'de artık bir kızkardeş yü­
zü görmeye başlıyorum. Gözüm, gönlüm meşru döşek dışında
aşk avına çıkmak hevesine düşüyor, tadılmadık yeni lezzetler
arıyor. Her eskimiş evlenme böyle midir? bilmem. Âlemi kuş­
kulandırmamak için yalnız kendi hesabıma söylüyorum.
Yaşlı, mutaasıp, bunakça bir kaynata ile eğitim devrimi -
nin dışında kalmış dırdırcı,' kendini beğenmiş kadınlar arasın­
da boğuluyorum. Bugün bu sıkıntılara katlanmaya cesaret
verecek tek bir şey var Servinatz'm gülümsemesi. Bir başarı
ümidini kurdukça kuruyorum. Bu arzu kafamda ölçüsüz bir
taşkınlık alıyor. Bu sade kadın gözümde güzelleştikçe güzel­
leşiyor. Estetik hududunu aşarak, melekleşiyor. Yerine getiril­
meyen bu sevgi hırsı sonunda bana bir sinir hali getirdi, karı­
mın densizliklerine dayanamamaya başladım. Sabrım taşıyor.
Ara sıra atışıyoruz. Karım her zamanki itaatli kölesinin böyle
dik başlılığını görünce şaşırıyor. İkimiz de işin fenaya varaca­
ğını anlayınca barışıyoruz.

Scrvinaz'a olan sevgim kafamdan kovamadığım bir sap­


lantı, bir tebelleş, bir musallat kesilme şiddetini alıyor. Bu kız­
dan uzaktan utzağa gördüğüm ince bir yıldırım gülümsemesi,
belki benim ona verdiğim anlam dışındadır. Bu gülümsemeden
doğan sevdamın üzerine Ispanya'da şatolar kuruyorum. Niçin
böyle oluyor? Bu pisikolojik halin incelemesine uğraşırken şu
nedenleri buluyorum. Bu tehlikeli hastalık aman vermem kı&-
MELEK SANMIŞTIM ŞE YT A N I 11

kançlığı ile karımın bana çektirdiği işkenceden doğuyor. Koca­


lık duygum doydu. O, üzerime düştükçe nefretle sarsılıyorum.
Karıma olan bu doygunluk nefretimi içime sindirerek belli et­
memeye çalışıyorum. Bu katlanışın ruha verdiği azabı çeken­
ler bilir. Bu zorlama Bedriye'den beni soğuttuğu kadar onu
bana ateşlendiriyor. Bu azabın tek mükâfatı olan gülümseme­
lerle gönlümü ferahlandırmak için vesile kollamaya başladım.
Ona rastlamak ümidiyle lüzumlu lüzumsuz, vakitli vakitsiz yu­
kardan aşağıya evi dolaşıyorum. En ufak kımıldanışlarımı
dikkatinden kaçırmayan Bedriye ara sıra akıllıca hiç bir ne­
den bulmak kabil olmayacak derecede garipliklere varan bu
değişikliğimi renk vermez bir casus dikkatiyle dakikası daki­
kasına izliyor. Şüphelerini kuvvetlendirecek tevil edilemez iz­
lere rastladıkça o da yüreğinin hınç kanım içine akıtıyor. Bes­
belli bu aile dramı hakkmdaki kararım vermek için elle tutu­
lur bir delil yakalamak zamanını bekliyor. Aile arasında pat­
layacak bir bombaya doğru gidiyoruz.
Servinaz'a gelince bu melek görünürde yok gibi eterleşti.
Biz bu piyesin sır vermez üç kahramanı birbirimize tek söz
söylemeden bir dilsiz rolü oynuyoruz. Bununla beraber bu sı­
kılık tedbirleri arasında Servinaz'la birkaç defa göz göze gel­
dik, o gülümsedi kaçtı, ben ağladım kaldım. Karım bu işaret­
leşmeyi bir delikten gördü mü? bilmiyorum artık.

Bu gün görmem sultana ne zaman kavuşacağım, Karımın,


Kaynanamın, Ayşe kadının gözcülükleri arasında buna ihtimal
vermek tasavvura bile sığar bir şey değil... Bu ümitsiz sevda­
ya ilâni bir değer, ulaşılmaz bir lezzet veriyor.
Sosyete içinde rasgele oynadığı rol ara sıra mukaddera­
tımızı değiştirecek ehemmiyette inanılmaz hadiseler yaratır.
Servinaz'm Beykoz'da ihtiyar bir teyzesi var. Birkaç ayda bir
izinle oraya gider. İki üç gece kalır. Evimiz Süleymaniye'de,
karımın kız kardeşi Nebile hanım da Erenköy'de evlidir. îki
hemşire çok sevişirler. Servinaz'm Beykoz'da izinli bulunduğu
12 MELEK SANM IŞTIM ŞE YT A N I

bir sırada doğum ağrısı tutan Nebile'nin kurtulamayarak teh­


likeli bir duruma düştüğü haberi gelir. Çok telaşlanan kay­
nanam çocuğu Ayşe kadının kucağına vererek soluğu Eren­
köy'de alır. Onların çıkmalarından iki saat sonra Servinaz
Beykoz'dan Süleymaniye'ye dönmüş bulunur.
Tesadüfün hazırladığı bu akla gelmez fırsat karşısında
yüreğimi çarpıntı, elimi ayağımı bir titremedir aldı. Bu umul­
maz fırsat, iyi, geniş fakat nasıl yararlanabileceğim? Kaym-
babam yarı bunak bir ihtiyar, oturduğu yerde dalar dalar uya­
nır. Zihince yeniliği yoktur. Uyanıklıkta da uyku uyuşukluğun­
dan pek kurtulamaz. Söylenen lakırdıyı beş dakika geçmeden
unutur, tekrar sorar. Bu pinponluğuna bakmadan onun aile
hayatında büyük ayıp ve günah sayılan bir saldırma hareketi
vardır. Oda hizmetinde bulunduğu sırada Servinaz'a sarılıp öp­
mek istemiş. Bu suçundan sonra kız ihtiyarın yanına gitmek­
ten menedilmiştir.
Servinaz’ın dönüşünü ihtiyara bildirmeye lüzum görme­
dim. Bu gece için kuracağım konuşma planında engeli aşmak
hiç de güç değildi. Gece odasından çıkmaz, ahçının verdiği ak­
şam yemeğini götürdüm yedirdim. Akşam yemeğini doktorlar
yasak etmişti ama dinlemez, iştahı yerindedir. Kahvesini pi­
şirdim, fincanına her vakitki gibi on damla iyot akıttım. Da­
mar sertleşmesine karşı bu ilâcı kullanıyordu. Yanındaki ma­
saya bir yığın cigara koydum, tütün tiryakisidir. Yemekten
sonra oturduğu koltukta küngürlerken sordu:
— Nebile kurtuldu mu?
— Haber yok efendim.
— Merak etmeyinfe, kurtulacak rüyasını gördüm, dedi.
Zavallı adam hayatım yandan ziyade uyku halinde geçi­
riyordu. Hemen hemen dalacakken yatağına taşıdım. Örttüm,
bastırdım. Odama çıktım, kapıyı çektim.
Evimizin haremi, selâmlıklı eski yapı bir ev. îki daireyi
birbirinden ayıran kapının sürgülerini sürdüm. Uşaklar öbür
tarafta kaldı. Şimdi biz harem cihetinde üç canız. Kayın ba­
bam, Servinaz, ben. Etrafımı saran bu yalnızlığı hissettikçe
yüreğim öyle atıyor ki, Servinaz’a kavuşmak için hiç bir engel
yok. Gecenin sessizliği içimi korkuya benzer çekingen bir se­
MELEK SANMIŞTIM ŞE YT AN I 13

vinçle dolduruyor. Bastığım yeri bilmiyorum. Kâh deli gibi


iradesiz dolaşıyorum, kâh felce uğramış gibi durduğum yer­
de kazık kakıyorum, düşünüyorum. Ne yapayım? Yaşadığım
yirmi sekiz yılın içinde bu kadar heyecanlı an geçirmedim. Dal­
ga geçmenin zamanı değil, ne yapacaksam hemen kaırar ve­
rerek bu şaşkınlıktan uyanmalıyım. Bir hayalet adımları ile
Servinaz’ın odasına yaklaştım, kapıya kulağımı verdim. İçerde
çıt yok. Uyuyor mu? Yoksa o da benim gibi heyecan mı geçi­
riyor? Vursam kapıyı açacak mı? O kalenin içinde ben dışın­
dayım. İlk yalvarmalarıma kabul yüzü göstermezse böyle bir
fırsat daha elime geçmez. Bu gece ya mutlaka emelime erme­
liyim, ya ömrümün sonuna kadar bu hülyadan vaz geçmeli­
yim. Müthiş bir baş dönmesi sallantısındayım. Düşmemek için
duvara dayandım. Bir müddet bekledim, yüreğimin gümbürtü­
sünü o içerden duyuyor sanıyordum. Kapıyı vurarak maceraya
başlıyacaktım, bunun başka şekli yoktu. Bu bir sevda piyan-
gosuydu. Ya kazanç, ya kayıp... Bir elimi kalbime dayadım
öbürüyle hafiften tıktıklara başladım, bir dakika bekledim,
cevap yok. Bu ne uzun süren dakika idi bilseniz. Zaferi başa­
ramazsam ben öleceğim, aşkım ölmeyecekmiş gibi geliyordu
bana.
Oda kapısı gözlerimin önünde büyüdü Babıâliyi geçti,
Babıhümayun kadar kabardı. Bir tak-ı zafer şeklini aldı.
Onun ötesinde erişebileceğim bir cennet tasavvur ediyordum.
Talihimin mürüvvetine sığınarak tık tıkları biraz daha kuv­
vetle tekrarladım. Artan bir heyecanla yine bekliyordum. So­
nunda sekiz on saniye geçince duyulur duyulmaz titrek bir ses
cevap verdi:
— Kimdir o?
Yeni lakırdıya başlamış dili dolaşan bir çocuk kekemeli­
ğiyle:
— Benim, Hüsnü köleniz... diyebildim.
Yine az bir sessizlikten sonra:
— Ne istiyorsunuz?
— Kapıyı açmanızı istirham ediyorum.
Bu sefer uzunca süren bir sessizlikten sonra, aynı dil do­
laşıklığı ve heyecanının kesik kesik parçaladığı bir ses:
14 MEL.EK SANM IŞTIM ŞE YT A N I

— A a a... olur mu hiç?


Bu titrek soru önünde yüreğimden bir sevinç taştı. Onun
da aym çarpıntıyla sarsıldığım anladım. Aldığım cevap kesin-
ükle olumsuz bir cevap değildi. Bu, (Niçin olmasın) mutlak
olumlu bir soruydu.
Ricamı tekrarladım.
— Siz isterseniz pekala olur, açınız merhamet...
Nazlanmaya benzer kesik bir ses cevap verdi:
— Korkuyorum.
— Neden korkuyorsunuz?
— Önce sizden daha daha çok şeylerden.
— Önce benden mi?
— Evet, sizden...
— Neden bu?
— Gece yarısı kapısını bir erkeğe açan kadın hakkında ne
fikirde bulunursunuz?
— Hiç bir fena fikirde bulunulmaz, kapıyı açmakla benim
terbiyeme emniyet göstermiş olacaksınız, aksi halde beni kötü
adam bellemiş olduğunuz anlaşılır.
— Estağfurullah, sözünüze inanarak açıyorum.
Hafif bir gıcırtı ile kanat açıldı. Ohh, kalenin birinci kapı­
şım fethetmiştim. îçerde yirmi beşlik bir ampul yanıyordu,
şimdiye kadar da Servinaz ile bu kadar yakın yüz yüze gelme­
miştim. Tuhaf hal, bu ilk dikkatli görüşümde onu zihnimde
yaratmış olduğum melek güzelliğinde bulmadım. Gündüz hül­
yalarımı, gece rüyalarımı dolduran yüz bu muydu? Çirkin de­
ğil, fakat ona vermiş olduğum estetik dereceden aşağı, yüzü
az çilli, saçları kırmızımtırak, benzi soluk. Uzaktan uzağa say­
dam sisler arasından seçilen bir peyzajda dünyamızdan başka
üstün bir âleme ait belirsiz, hülya gibi, cennetimsi bir güzel­
likte görülür. Yamna varılınca uzaklığın bu büyüsü bozulur. O
hoşluk dağılır. Peyzaj bildiğimiz herhangi bir manzaranın âdi-
liğini alır. Servinaz’ı uzaktan, yakından görüşüm bende aynı
hayal kırıklığını andırır bir etki bıraktı. Böyle bir kırıklığa uğ-
rayışım belki de Servinaz’m beni pek üzmeden kapıyı çabuk
açmış olmasının bir sonu idi. Kapı açılmamış olsaydı ümitsiz­
likle çılgına dönecektim. Bu kızın kafamda billurlaşmış aşkı en
M ELEK SANM IŞTIM ŞE YT A N I 15

ince damarlarıma kadar kökler salmıştı. Hayalimizde devleş­


tirmiş olduğumuz şeylerin asıl realiteleri ile karşılaşınca çok
defa bu kırıklığa uğrarız. Hayal gücümün bütün kuvvetiyle
güzelleştirmiş olduğum bu kadında tam idealimi bulamamakla
beraber karşımdaki gerçek hayal gönlümdeki hayalî meleği
silip götürememişti. Kaç zamandır çektiğim şiddetli hasretin
şiddetinden daha kurtulamıyordum. Hayal gücünün fantazi
nisbetinde güzel olmasa da ben bu gece onu aynı niyetle sev­
mek kararındaydım.
Mademki kapı açıldı şu anda yüzyüzeyiz. Emelime zemin
olacak sevdamı bozmamak için muhtemel uzun başlangıçlara
girişmeden işe, demiri tavında dövmek diyerek hemen maksa­
da atılmayı muvafık buldum. Bu acele hareketimle verdiğim
terbiye sözünü çiğnemiş oluyordum. Zaten tutmamak niyetiy­
le vermiş olduğum vaadi bu heyecan anında yerine getirmeye
imkân mı vardı? Her iki tarafın arzu şiddeti seslerimizde tit­
rerken erkeğin verdiği tahammül teminatına güvenilir mi? Göz
açtırmadan ellerim hemencecik kaptım, bu aceleden şaşıran
Servinaz irkildi. Geçirdiğimiz olumlu olumsuz dalgalanma sı­
rasında nefes nefese geldik, cinsel mıknatıs dayanmaya güç
bırakmadı. Servinaz biraz garibime giden bir yadırgamamaz-
lıkla, kendini teslim etti.

Geceyi Servinaz’ın döşeğinde geçirdim. Ortalık ağarırken


gözlerimi açtım, ikimiz de bitkindik. O, uyuyor görünüyordu.
Altında kalmış olan kolumu usulcacık çektim. Şöylece bir yü­
züne baktım, bütün arzularım sönmüştü. Hayalden hakikate
dönen kadın eti etime temas ederek yanımda yatıyordu. Madde
olan hayalden hiç tat kalmamıştı. Kaç zamandır beni büyüle­
yen gök meleği gönlümden uçmuş yerine etten kemikten iba­
ret bir yer dişisi bırakmıştı. Hayalin pembe bulutları arasın­
dan madde âleminin kara topraklarına yuvarlanmıştım. Erke­
ğin zaferinden sonra değersizleşen bu et yığınım artık görmek
16 M ELEK SANM IŞTIM ŞE Y T A N I

istemiyor, ruhumu göklere çekerek bana cennet gezintileri


yaptıran hayali arıyor, ilk dokunuşta beni doyuran bu maddî
kadınla o hayali değişmiş olduğuma çok tasalanıyordum. Bu
kanunca olmayan döşekte uykudan uyandım, acı pişmanlık­
lara daldım. Ben ne yaptım? Bir krzın kanma girdim. İkimiz
de bir evde yaşadıkça karşı karşıya vaziyetimiz ne olacak? So­
nuna kadar saklanamıyan aile sırlarından biriydi. İlk hamlede
püf diye sönen bir kör hevesin itişiyle bu büyük suçu niçin iş­
lemiştim? Karımı aldatayım derken kendim çok aldanmıştım.
Suçum duyulunca rezaletle damatlıktan kovulacağıma hiç şüp­
he yoktu. Zavallı Servinaz da bu hiyaneti yüzünden kapı dışarı
edilecekti. Adı namussuzluğa çıkacaktı. Bu kimsesizin bütün
ömrünce hali ne olacaktı? İlerisini düşünmeden bir göz kız-
gmlığıyle bir hayata kıymış, kendimi de fena duruma düşür­
müştüm.
Gönlünü hoş etmek için Servinaz’ı ateşsiz dudaklarımla
birkaç defa öptüm. Belki bu sonsuz bir ayrılıştı. Hemen bu suç­
lu birleşmenin odasından kaçtım.
Ayrılırken bu kızda gördüğüm hal dikkatimi çekti. Onda
benimkini andırır pişmanlık yoktu. Aksine neşeli görülüyor,
gülüyor, bırakmamak ister gibi bana sarılıyordu. Tuhaf bir
merakla zihnim gıcıklandı. Onun böyle sevince benzer kayıt­
sızlığından akla iki ihtimal gelebilirdi. Ya bu kızda düştüğü
halin acıklılığını anlayacak kafa yoktu, yahut ki bana karşı
oynayacağı bir oyun vardı. Belki de benim sandığım kadar
masumcuk değildi. Onun bu sevincine bir de şu anlamı veri­
yordum: İkimiz birden evden kovulursak, birbirimizle evlene­
ceğimizi sanarak keder yerine sevinç duymak... Her halde bu
feci durumda ondaki bu sevincin hayra yorulacak bir tarafını
bulamıyordum.

Odama döndüm düşünüyordum. Bu cinsel başarıdan sonra


beynimde bir ruh lezzeti yerine derin bir düşünce azabı kal­
mıştı. Önce benliğimi şiddetle sarmış olan bir ruh halinden
onun tamamiyle zıddı bir duruma düşmüştüm. İlk zamanda
M ELEK SANM IŞTIM ŞE YT A N I 17

cazibesine atıldığım bir tanrıçadan şimdi kaçmak istiyordum.


Onunla ilk ve son temasımı meydana çıkaracak olumlu her izi
yok etmek çarelerini arıyordum. Kızın odasında mendil, çorap
vesaire benim olduğu inkâr olunamıyacak birşey bırakmış ol-
mıyayım. Kendimi yokladım nem varsa yine üstümdeydi.
Rahmetli babam, kadın düşkünü bir adamdı. Bana servet
yerine birkaç öğüt bırakmıştır. Öğütlerinden biri şuydu: Oğ­
lum, derdi, şayet evlenip de karının üzerine çapkınlıkta bulu­
nursan, anlaşılınca suçunu kesinlikle inkâr et. En açık tanıtlar
karşısında bile yılma, inkârından ayrılma. Bu hiyanetle yara­
lanan kadın muhteris bir dişi kaplana döner, artık onunla
ebediyen geçim ahengi bozulur.
Bu baba nasihati belki beni korktuğum sonuçtan kurta­
rır, icabında suçumu kesenkes inkâra karar verdim. Karım iki
gün sonra eve döndü. Nebile bir kız doğurmuş, Bedriye’nin
yüzünde bu sevincin kurtuluşu okunurken birden bire rengi
değişti, sinirleri gerildi, kaşları çatıldı, hemen soruya girişti:
— Servinaz biz gittikten ne kadar zaman sonra eve dön­
dü?
Yutkunmadan hemen doğru cevap vermek lâzımdı:
— Siz gittikten iki üç saat sonra, dedim.
Karı koca biraz dikçe yüz yüze bakıştık. Suçumun izlerini
hemen gözlerimden okumasından çekinerek başımı öne eğdim.
Bedriye’nin suratı daha ziyade ekşidi. Kafasında daha çok in­
ce bir yargı yapar gibi biraz durakladıktan sonra:
— Teyzesinin evinde hastalanmış mı ne olmuş bu kıza?
Beti benzi kireç kesilmiş.
îlk sorgularda aptalca tutulmamak için cesur bir sesle ce­
vap verdim:
— Ne bileyim karıcığım, ne yüzünü gördüm, ne de ko­
nuştum? dedim.
Gözlerime bakarak:
— Onu buraktığım gibi bulamadım.
— Onu ne bıraktığın zamanki halini bilirim, ne de hasta-
F: 2
18 M ELEK SANM IŞTIM ŞE Y T A N I

lık durumunu... Efendi babanın işlerine iki gece ben baktım.


Servinaz odasına kapandı hiç gözükmedi.
— Zaten sarartma bir kızdı, şimdi mumyaya dönmüş. Her
halde bir değişiklik geçirmişe benziyor. Merak ediyorum.
— Merak ediyorsan kendinden anla, bana ne?
— Sordum, bir şeyim yok diyor. Fakat verdiği cevapta
öyle bir dalgınlık hali var ki bu inkârın arkasında bir sır giz­
lediğini insan sezer gibi oluyor.
— Öyleyse sor, sıkıştır. Merakını halledinceye kadar uğ­
raş. Bu benim uğraşacağım bir iş değil.
Karım kinayeli bir sesle:
— Gün doğmadan neler doğar?
Bedriye’nin bu son manalı sözünü anlamazlıktan gelerek
sesimi kestim. Zira bu mesele üzerinde uzun konuşmayı teh­
likeli buluyordum. Bir gece önce işlemiş olduğum suçun azabı
ağırlığıyle zihnim bulanıktı. Ağzımdan kaçıracağım sallapati
bir sözle foyamı ele vermiş olabilirdim.
Merhum babam gerçekten kadın sarrafı bir adammış.
Çoook karı almış bırakmış. Ben kanuna göre aldığı dördüncü
karısından olmuşum.
Derdi ki: «Kocasının sadakatinden şüphelenen en ahmak
bir kadın bir dişi dâhi kesilir. Bu mesele üzerindeki hissi o ka­
dar ince, uyanık, o kadar keskindir. Üzerine şüphe gözünü
açtığı ayalinin hiç bir hali onun dikkatinden kaçmaz. En ehem­
miyetsiz, en manasız hareketlerinden onun aleyhine deliller çı­
karır. Eve gelişi gidişi, yatışı kalkışı, konuşuşu, yiyişi, içişi,
her muamelesi onun cürmünü belirten şekiller alır.»
Bedriye, Servinaz’ın solgunluğunda alabildiğine mübala­
ğaya kaçıyor, sanırım. Kendileri evde yokken kızın Beykoz’dan
rasgele dönüşünde geceyi bir dam altında yalnız geçirmiş ol­
duğumuzdan kuşkulanıyor, bu noktadan meseleyi parmağına
doluyor. Artık bu böyle sürüp gidecek.

Servinaz’m döşeğinde yattığım gecenin üzerinden üç ay


kadar geçti. Karım sırası düştükçe acı anlamlı sözleriyle beni
MELEK SANM IŞTIM ŞE YT AN I 19

iğnelemekte fırsat kaçırmıyor. Ben en hayırlı yolu susmak ve


dayanmakta buluyordum, insafla düşünülürse ben suçluyum,
o haklı. Kabahatimin ağırlığı altında vicdanca ezilirken onun
haklı sitemlerine karşı şiddetle karşılık vermek şirretliğinde
bulunmakta pek ileri varamıyorum. Ancak ara sıra sabrım ya­
nıyor. Bu dayanmam Bedriye’nin üzerinde ters bir etki yapı­
yor. Artık azıttıkça azıtıyor. Kıskançhk damarları şaha kalk­
mış bir kadının densizliği önünde susarsanız artık o size azap
vermekte sınır ve insaf tanımıyor. Bu dayanıklığım içimde
sinsi sinsi tüten bir volkan hazırlıyor. Tahammül kararım ol­
duğu halde bu yanardağ iradem dışında alev saçacağa benzi­
yor. Karım hakkında duyduğum insafın o bana bir zerresini
göstermiyor. ’Gitgide kendime acımak lüzumunu da duymağa
başladım. Nedir bu iğneli fıçıda geçirdiğim hayat? Başka er­
keklerin el ve yüz yıkayarak cezasız seviştikleri bu âdi iş ne­
den böyle benim ensemde boza pişirecek bir tehlikeli durum
halini alıyor?
Bedriye hâlâ meseleye doğrudan doğruya girişmiyor.
Başka şeyler tutturarak dolayısıyle beni zehirlemeye uğraşı­
yor. Kaynanam biraz rahatsız. Çağırdıkları doktorun reçetesi­
ni Divanyolünda bir eczahaneye bırakmıştım. Akşam üzeri
eve dönerken ilâcı almayı unutmuşum. Karım her gün dırıltı
çıkarmak için konu hazırlar. O gece de bunu tutturdu. Yüzün­
de sinirli çizgiler beliren bir sertlikle:
— Hani ya annemin ilâcı? Çabuk ver, kadın rahatsız.
Ben biraz süklüm püklüm özür dilemeye çalışarak:
— Karıcığım affedersin, nasılsa aklımdan çıkmış, döner­
ken ilâcı almayı unutmuşum.
Bu cevabım karşısında birden parladı.
— Ne demek unutmuşum? Annemin hayatına ait böyle
tehlikeli bir anda ilâç unutulur mu
— Hanım, bir daha affedersin elimde olmayan bir suç,
dalgınlık hali bu...
— Dalgınlık hali! Güzel özür, söyle aklın nerede? Önce­
leri bu kadar dalgın değildin, senin kafanda bir bora esiyor gön­
lünü, zihnini dolduran zararlı şeyler arasından ailen için küçük
20 M ELEK SANM IŞTIM ŞE Y T A N I

bir yer ayırmayacak bir hale geldin. Âdeta aptallaştın Hüs­


nü...
— Ben yeni aptallaşmadım. Anadan doğma aptalım zati
her halde zekâsiyle iftihar edilecek bir koca olmadığımı bili­
yorum.
— Ya anneme bu gece bir hal olursa? Senin aptallık özrün
bu felâketi örtebilir mi?
Elimde olmayarak bir kahkaha fırladı. Öfkeden karımın
benzi atarak:
— Ne gülüyorsun Hüsnü? Annemin ölümü seni bu kadar
neşelendireceğini tahmin etmezdim doğrusu...
— Annenin ölümüne değil senin işi bu kadar büyütmene
gülüyorum. Korkma ölmez, ne bu gece ne yarın gece. Ne
bu sene ne de öbür sene...
— îşte hayırlı damat bu kadar olur. Bu sözleri beyninde
esen sam rüzgârının biünç bozukluğu söyletiyor. Artık senin
kalbinde suyu çekilmiş kuyular gibi aile muhabbeti kupkuru
kurumuş.
— Her şeyde olduğu gibi annen sağlığı için de işi büyül­
tür. Pire ısırsa akrep sokmuş gibi yaygara koparır. Sen de
işi büyültmede anana taş çıkartırsın. Kalçasına sızı girmekle
insan bir gecede ölmez. Koca saygısında senin gönlün benim­
kinden daha çok kuru. Ağzına geleni hemen savurmakta hiç
bir zarar görmüyorsun. Benim tahammülüme de o kadar gü-
venmemelidir. Her şeyin bir sınırı var.
— Hah hah hah gevelediğin baklayı ağzından çıkar, için­
deki dert meydan görsün.
— Benim ağzımda bakla fasulya yok.
— Bir gün patlayıverecek bir sır var. Bu söylenme günü­
ne kadar sen de benim dayanacağıma inanma.
— inanmıyorum hanım ne yapacaksan yap bakalım.
— Yapacağım, hem de senin istediğinden âlâsını.
— Peki dört gözle bekliyorum.
Karılık kocahk bağımız hemen kopuverecek kerteye gelir.
Bedriye’nin sinirleri boşanır... Bir ağlama tutturur. Ben de
MELEK SANM IŞTIM ŞE YT AN I 21

bir köşede somurturum. İkimiz de tehlike önünde ileri vardığı­


mızı anlayarak pişmanlıkla susarız. İşte art sız arasız böyle
sağnaklar geçirerek yaşıyorduk.

Karımın evde bulunmadığı bir gündü. Ayşe kadın göğsün­


den bağlanmış şalvarı, renk renk yemenilerin tandıra çevirdiği
koca kafasiyle karşıma dikildi. Duruşunda bir başkalık ifade
eden gariplik vardı. Bir müddet beni süze süze düşündü. Mü­
him olduğu kadar ağır bir şey söylemek için cesaret toplama­
ya çalışır şaşkın bir ses ve kaba söylenişi ile:
— Beyefendi, dedi, bana destur verirseniz size bir şey
diyeceğim.
Hiç hayra yormadığım bu başlangıç üzerine:
— Peki, dedim. Destur veriyorum ne diyeceksen de baka­
lım.
Söyliyeceği sırrı bir işiten olup olmadığını anlamak ister
bir hal ile etrafa göz gezdirdikten sonra bir kulağıma doğru
eğilerek:
— Servinaz karnını doldurmuş, doldurmuş, dedi.
Yanı başımda bir bomba patlamış olaydı beynimi bu ka­
dar altüst edemezdi. Gırtlağımda bir gıcık düğümlendi, bir
dakika kadar ağız açamadım. Karı ne diyeceğimi bekliyordu.
Susmak tehlikeli idi. En sonunda:
— Yanlış bir şey olmasın, bu işin doğruluğundan emin
misin, diyebildim.
Ayşe kadın geniş geniş evet işaretleriyle baş sallıyarak:
— Bu işin eğrisi büğrüsü yok... Olan olmuş gayrık.
Bu ağır sözün en önce beynimi tırmalayan önemli noktası
şu idi: Felâket anlaşılmış, fakat Servinaz beni ele vermemiş
idi. Çarpıntımı yenmeye uğraşarak sordum:
— Kimden olduğunu söylüyor mu?
Ayşe kadın derin anlamlı bir anlatışla bakışını değiştire­
rek:
— Hayır söylemiyor. Ona kalsa gebeliğini bile yok diyecek.
22 M ELEK SANM IŞTIM ŞE YT A N I

Geniş bir nefes aldım cesaretlenerek sordum:


— Onun yok dediği şeyi sen nasıl ispat edebiliyorsun?
— Üç evlât doğurmuş bir karıyım bilmem mi hiç?
— Bu veballi bir iştir. Öyle üstünkörü benzetişlerle hü­
küm verilemez.
— Veballi olduğunu biliyorum da ondan ötürü size gel­
dim.
— Nasıl keşfettin anlat... Ben de bileyim.
— Sabahları kalkınca hamam aralığında öğüre öğüre içi
dışarı çıkıyor.
— Belki midesi bozulmuştur.
— Bu mide bozukluğu değil ilkinde ahan ben de böyle ol­
muştum ya... İlkten sevdiği yemeklere şimdi el vurmuyor,
yenmeyecek şeyleri yiyor, hamam aralığında kahve telvesi ya­
larken kaç defa gördüm. Rengi soldu. Boynu inceldi. Gözleri­
nin etrafı çürümüş gibi oldu. Huyu titizlendi. Âdetten kesil­
diğini ben biliyorum emme o gine gizliyor. Ben yarı ebe bir
karıyım köyde rençper Mustafa'nın karısı Zeliha'yı sıkışınca
ben doğurttum.
— Bu bildiklerini böylece hanıma yetiştirdin mi?
— Hayır efendim. Hayır belkileyim içine kor da yüreğe
inme gelir diye söylemiyom korkuyom.
Bu dedikodu düşkünü karı yetiştirdiği haberle böylece
beni zehirledikten sonra sustu. Ne diyeceğimi bekliyordu. Ay­
şe'ye gerektiği için Servinaz'ın gebeliğini reddeder şekilde ağız
kullandığım halde bu haberin gerçek olduğuna şüphem kalma­
mıştı. Günden güne kızın karnı kabardıkça hakikat kendi ken­
dine meydana vuracak, sıkıştırılınca Servinaz da olanı biteni
çıtır çıtır söyleyecek. Bana karşı hücuma geçen bu tehlike
dalgalarına nasıl bir baraj kuracaktım? Böyle ümitsiz anlarda
ara sıra talihin kurtarıcı cilveleri imdada yetişir ama böyle bir
mucizenin erişmesini beklemek de ahmaklık olur. Her halde
tedbir almalı, bir şeyler düşünmeliyim. Şimdilik verdiğim ka­
rar şuydu: Babamın nasihatim tutarak inkârdan ayrılma­
mak... Servinaz beni ele verse de hakikat aleyhimde apaydın
şeklini alsa da gene inkârda direnmek. Çünkü apaydına kar­
şıt iddia ile dava kazananları biliyorum.
M ELEK SANMIŞTIM ŞE YTAN * 23

Ayşe karşımda dikleşir gergin bir tavırla:


— Kızın gebeliği laf götürmez gayrık... Gün aydın iş ışıl­
dak. Şimdicek bunun bir ikinci tarafı var, onu bilmen gerek.
— Ne imiş ikinci tarafı?
— Çocuk kimden?
Öfke hafakanı boğazımı tıkadı. Fakat hiddetimi yalayıp
yutarak belli etmemek zorunda idim. Kayıtsız görünerek sor­
dum:
— Sen bunu kimden umuyorsun?
— Kimden umacağım ya Ali'den ya Veli'den, bu evde ka­
rıdan çok er kişi var, her gece ırzımı bir Tanrıma emanetleye-
rek yatarım.
Kartalozu tersleyip hemen karşımdan kovmanın yeri idi
ama duruma göre bu sertleşmenin sırası değildi.
Ayşe'ye biraz asık suratla:
— Böyle benzetmeler üzerine kıza iftira atar gibi laflar
söyleme. Hadi git işine.
Karı «Kız söylemiyor sen de inkâr et bakalım yakayı kur­
tarabilecek misiniz?» şeklinde beni süzerek:
— Bu iş olsa olsa kızm karnı üfürünceye kadar gizlene­
bilir ondan öteye lololo gitmez, minare kılıfa girer mi hiç?
herzesini savurduktan sonra karşımdan defoldu.

Doluya koyuyorum dolmuyor, boşa koyuyorum olmuyor.


Her halde karımla aramızda kopacak kıyamete göğüs germe­
ye hazırlanmalıyım. Bu saplantı ara sıra irademi yeniyor. Yap­
tığımı bilmez bir hale geliyor, alık salık bir adam oluyorum.
Bu dalgınlığın nedeni olan sakarlıklar karımın dikkatini çek­
meye başladı. Bunlardan biri masanın üzerinden bardağı alır­
ken elim takılıyor, bir şey deviriyorum. Yürürken sobanın uzun
maşası şangur şungur ayağıma takılıyor. Yemek yerken ço­
cuk gibi önüme akıtıyorum. Çatalı dudağıma batırıyorum. San­
ki bütün tabiat suçumu yüzüme vurmak için bana düşman ke­
silmişe benziyor. Elimi uzattığım her şeyde bana karşı bir is­
24 M ELEK SANM IŞTIM Ş E Y T A N I

yan var. Vakit vakit gözlerimi boşluklar alıyor. Etrafımı gör­


meyecek duymayacak koyu dalgınlıklara gömülüyorum.
Bir gün yemek odasında bütün bu şaşkaloz hareketleri­
min üzerine tüy dikecek elimde olmayan bir tuhaflık yaptım.
Oturacağım iskemleyi sanki şeytan altımdan çekti, oraya, yere
uzanakaldım. Kimi sahne komiklerinin isteyerek yaptıkları bu
güldürücü numara benden yanlışlıkla oldu. Kaynanam beni
bütün bütün utanacak duruma düşürmek için katıla katıla
güldü. Annesinin kucağındaki yavru:
— Baba pat! diye çığlıklar kopardı, öfkesinden yüzü ho­
roz ibiğine dönen karım anasına bakarak:
— Anne ağlanacak hale gülüyorsun, zavallıya acımalısın.
O korkunç bir dalgınlık buhranı geçiriyor. Sebepsiz değil el­
bette bir gün şafak atacaktır, dedi.

10

Bir akşam vazifemden döndüğümde evi kapıdan yeni bir


tabut çıkmış gibi yaslı bir hava içinde buldum. Acıklı haberi
bana en önce yetiştirmek için Ayşe kadın taşlıkta dolaşıyordu.
Hemen kulağıma eğilerek şu yürek oynatıcı sözleri fısıldadı:
— Küçük hanım her şeyi biliyor artık. Bugün kızı ebelet­
tik, iş meydana vurdu gayrık... Tamam üç buçuk aylık...
«Küçük hanım her şeyi biliyor artık» cümlesi beynimin
içinde bir yıldırım zikzağı yaptı. Baygın bir sesle sordum:
— Kız ne diyor?
— Domuz kahpe mıh gibi duruyor. Sır vermiyor, çok sı­
kıştırdık, ahan öldür, ağzından laf çıkmıyor.
«Aşkolsun sana Servinaz!» diye içimden uzun bir aferin
çektim, yürüdüm. Daha ortalık aydınlıktı fakat ben etrafımı
görmüyor, ayaklarım merdiven basamaklarını bulamıyordu.
Odama çıktım her şey alan taran... Hemen yıkılacak bir sar­
hoş halinde soyundum, karım meydanda yoktu. Yargıç önüne
çıkacak bir suçlu çarpıntısı ile zihnime düzen vermeye uğra­
şıyordum. Bu davada Servinaz’ın sır vermeyişi benim için en
önemli bir tutamaktı. îşte ancak onun bu sessizliği sayesinde
MELEK SANM IŞTIM ŞE YT A N I 25

kurtulabilecektim. Kız bu ısrarında sona kadar dayanabilecek


miydi? Onu söyletmek için her çareye baş vuracaklarına şüp­
he etmiyorum. Belki de evde bir engizisyon mahkemesi kuru­
lacaktı. Yarım saat geçmeden karım alnında bir çatkı ile oda­
ya girdi. Üzüntüden o da solmuş, süzülmüştü. Her vakitkinin
tersine zoraki bir sessizlik, korumaya uğraşır bir bitkinlikle
önce söze başlıyarak:
— Hüsnü, dedi, büyük bir öfke ile bağırarak mücadeleye
kalkışmak mecalinde değilim. Bunu sıhhatim için tehlikeli bu­
luyorum. (Biraz dinlenerek) Rezalet etrafa yayılmadan sessiz­
ce bu aile davasını aramızda halledip bitiriverelim. Karılık ko­
calık kısmetimiz bu kadarmış...
Sesime sağlamlık vermeye uğraşır bir gayretle:
— Hanım, dedim, ne sessizlikle ne de patırdı ile aramızda
halledilecek bir aile davası olduğunu bilmiyorum.
— Bu davamn açıklanması benim için çok acıdır. Buna
beni zorlama. Bugün açığa vurmuş apaydın bir iştir bu. Bildi­
ğin ve bildiğim şeyleri tekrar bana söyletmekten ne haz du­
yacaksın.
— Hanımcığım insaf et lütfen, mademki sessizlik istiyor­
sun adaletli bir yargıç hakkaniyetiyle hüküm vermiye çalış.
Ben hiç bir şey bilmiyorum. Her türlü isnattan beriyim. Buna
inan.
— Peki bu bilmemezlikten gelişini de bir hakikat diye ka­
bul ederek işte söylüyorum Servinaz gebe...
— Peki bu uğursuz haberi eve girerken Ayşe kadın kula­
ğıma fısıldadı. O dakikaya kadar böyle bir şeyden hiç bilgim
olmadığını bu vakaya dair hiç bir şey bilmediğimi her türlü
mukaddesat üzerine yemin ederek söyleyebilirim.
— Bu kız Meryem ana gibi çiçek koklayarak gebe kalmadı
ya?
Doğruldum, biraz süzgün bakarak cevap verdim:
— Bu esef verici doğurmanın vukuundan bana ne sorum­
luluk düşebilir hanım?
Karım küçük bir iniltiden sonra:
— Sana karşı inkâr kabul etmez sayısız açık deliller var.
— Neymiş o deliller?
26 M ELEK SANM IŞTIM ŞE YT A N İ

— Ebe çağırttım. Namussuzu muayene ettirttim.


— îyi etmişsin.
— Gebelik üç aylık.
— Olsun bana ne.
— Bu doğum tastamam biz evde yokken Servinas'ın Bey­
koz'dan buraya döndüğü tarihe uygun düşüyor.
Bu kuvvetli suçlamaya karşı hiç bir cevap hazırlığım yok­
tu. Bir sendeledim. Beynimin yalan icat etmekteki ani ustalığı­
nı bir yokladım. Allah günahımı affetsin kendimi kurtarmak
için Servinaz'ı batırmaktan çekinmez bir atılışla:
— Bu uygunluktan Servinaz'm Beykoz'da bir kazaya uğ­
ramış olmasını akla getirmeyip de neden bana karşı bir delil
çıkarıyorsun?
Karım bir hasta süzgünlüğü ve acı bir gülümseme ile yü­
züme bakarak:
— Kaç zamandır geçirdiğin gülünç ve acıklı dalgınlıkları
ne ile mânalandıracaksın ? Gözlerin kör, kulakların sağır ol­
muş, aklın durmuştu. Söyleneni işitmiyor., karşındakini gör­
müyor, bastığın yeri bilmiyordun. Hep bu şaşkınlıklar, alıklık­
lar, sakarlıkların nedeni yok mu?
içimden «vay imanına, dedim, karımda böyle bir ince sor­
gu yargıcı ustalığı olduğunu bilmiyordum.» Bu tehlike zama­
nında benim kafam da enstantane bir uyduruş gayretiyle işli­
yordu. Düşünmeden cevap verdim:
— Tabiî sebepsin değil. Biliyorsun ben + + + dairesinde
muhasebe kısmmdayım.
Karım uyduracağım yalanı karşılar bir inanmamazlık ala­
yı ile;
— Malum, dedi.
— Bordro hesaplarındaki bir yanlışlıktan üç memur so­
rumluluk altındayız. Doksan bin liranın adı var vücudu yok.
Şefimiz üçümüzün de namus ve doğruluğuna emindir. Temize
çıkmaya uğraşıyoruz.
Bedriye büyük bir iç sıkıntısiyle puflayarak:
— Çok tuhaf haller. Bu zamana kadar sen böyle bir şey­
den hiç söz etmemiştin. Dalgınlığının sebebi soruldukça cevap
vermiyordun.
MELEK SANM IŞTIM ŞE YT A N I 27

— Etrafa yayılmasından korkuyor gizli tutuyorduk.


Karım sessizlik kararını bozarak gözlerinin yaşını men­
dilinin içine içire içire haykırmaya başladı:
— Bu okul çocuğu yalanlarım bırak, acele ile pek becere­
miyorsun. Bu an karılık kocalığımız son hesap günüdür. Sen­
den mert bir erkek ciddîliği istiyorum. Şu bitik halime acı.
Kendini de boş yere ü'zme. Servinaz’ı söyleteceğim, yezit kahpe
ağzı taş kesilmiş bir inattan ayrılmıyor, ben onu bülbül gibi
şakıtmasınm yolunu bilirim. Her şey meydana çıkacak.
Servinatz’ın bu bir şey söylememesini beğeniyor değil, ta
yürekten kutsal sayıyordum. Aşkolsun bu kıza! Beni ele ver­
memek için en ağır baskılara karşı koyuyordu. Ben aksine ona
Beykoz'da gebe kaldığı şeklinde iftira atıyordum. Kendi ahlâk­
sızlığımdan utanmaya başladım. Gittikçe karımın suçlamaları
kuvvetleniyor, benim savunmalarım gülünç oluyordu.
Bedriye kozunu en sona saklıyan bir oyuncu gibi birden
gözlerini üzerime açarak haykırdı:
— Birbirinize rastlayıp işaretleşmek için fırsat kolluyor,
sofada, merdiven aralığında dolaşıyordunuz. Bu kaş göz işaret­
lerinin birkaçına tamk oldum.
Uzaktan uzağa birbirimizi görmek için fırsat kolladığımız
doğru, fakat kaşla gözle işaretleştiğimiz yalandı. İddianın ger­
çek tarafını ter geçerek yalan cihetini yüzüne vurmak için:
— Hanım, dedim, yalan olduğunu bilerek söylediğin sözün
yalanlanmasına lüzum görmüyorum. Bu tarafı senin vicdanı­
na bırakıyorum. Servinaz’la işaretleştiğimiz hiç olmamıştır.
Bu senin hayal gücünden doğan kuyruklu bir iftiradır.
— Apaydın bir gerçek üzerine ne lâzım tartışmak. Her
şeyi gözümle görmüş, kulağımla işitmiş gibi biliyorum. Bu iş­
te kadınlık ruhunun aldanmaz bir duygululuğu vardır. Onun
direnmesine yenilecek değilim. Orospuyu elbette söyleteceğim.
Onun ikrarından sonra senin İsrarın ne para eder? Ne yor ne
yorul Hüsnü. Bu sorunun uzaması ikimiz için de utanılacak bir
şeydir. Artık kısa keselim.
— Ben Servinaz’ın ikrarını, itirafını senden daha büyük
28 MELEK SANM IŞTIM ŞE YT A N I

bir çarpıntı içinde bekliyorum. Söylet ne yaparsan yap söylet.


O asıl suçluyu haber verdiği günü bu suçlar üzerimden su gibi
akacak, tertemiz bir alınla meydana çıkacağım.

11

Böyle gümbür gümbür atmakla durumu büsbütün ağırlaş­


tırmış oluyordum. Savunma sistemim ümitsizdi. Servinaz’m sır
tutmasına ne dereceye kadar güvenilebilir? Onun sessizliği da­
ha ne kadar zaman sürebilir? Kız beni ele vermek zorunda ka­
lırsa yüzleştirildiğimiz vakit erkekliğe değil, insanlığa bile ya­
raşmaz bir inkârla büsbütün alçalacak mıydım? Yiğitliğin ka­
lesi inkardır demişler, ne olursa olsun tuttuğum yolda gide­
ceğim. Denize düşen yılana sarılırmış beni kurtaracak yılanı
bulsam sarılacağım.
Her gün vazifeme gidiyorum, içinde nota trili gibi tir tir
yüreğimi çarptıran bir şey var. Acaba Servinaz’ı söylettiler mi
korkusu, akşamları eve dönünce Ayşe kadının buruşuk ağzın­
dan bu korkunç müjdeyi almak yılgınlığı ile nerelere saklana­
cağımı bilmiyorum.

12

Bu gibi olaylarda çıkacak tek olayın şeklini kabule boyun


eğerek eli böğründe beklemek doğru değil. Bir şeyler yapmalı,
bir şeytanlık düşünmeliyim. Şeytanlık evet... Bu melekten
bozma aleyhüllâne de yardımım benden esirger gibi semtime
hiç uğramıyor, tatbikleri imkânsız birçok şeyler düşünüyorum.
Plânlar buluyorum. Servinaz beni ele verirse onun iddiasını
karşılayarak çürütecek bir dalavere tasarlıyorum. Evde genç
bir uşak var, Aziz Köklü. Sevimlice bir Anadolu delikanlısı.
Onu her ne bahasına olursa olsun, para yahut başka suretlerle
suçu üzerine almaya kandırmak. Aziz böyle bir iddia ile ortaya
çıktıktan sonra Servinaz’ın kim bilir ne derecelere yükselecek
protestolarını yenerek fikirleri benden yana çevirmeyi büsbü­
MELEK SANMIŞTIM ŞE YT AN I 29

tün imkânsız bulmuyordum. Böyle bir şey yapmak değil, akla


getirmenin bile çok vicdan düşkünlüğü olduğunu tekrar edip
durmakla beraber başka türlü yapacak bir şey bulamıyordum.
Ne yapayım deni*ze düştüm yılana sarılıyordum. Aile mutlu­
luğumu kaybetmekten ise Servinaz’ı harcamak felâketi bana
daha ucuz geliyor, bu canice işi başarırsam bütün ömrümce
kızın rahatına çalışmayı da şart koşuyordum.
Servinaz benim bu dubarama yenilecek kadar aptal mı­
dır? Ya o şiddetli protestoları ile bana üstün çıkarsa? Vicdan­
sızlık olduğu kadar da tehlikeli bir oyun... Ya büsbütün bata­
cağım ya çıkacağım. Bu ökseye ben mi tutulacağım, Servinaz
mı? Bu oyunun akla yakın bir tarafı da var işi Servinaz’a da
açarak Aziz’i suç ortağı göstermek suretiyle beni kurtardığı
takdirde ona da halime göre paraca en büyük fedakârlığı göze
aldıracağımı anlatmak bu şekilde ikisini de kandırmak ve ta­
mahlarını uyandırmayı düşüne düşüne pek ümitsiz görmeme­
ye başladım.
Bu hile dolabı ancak para motoru ile döndürülecek gözünü
doyuracak bir miktarla Azrz’i kandırabilirim. Annemin ban­
kada ölümlük dirimlik beş bin lirası var, iş benim mutluluğu­
ma dokununca o da bu paradan tutalım bin, iki bin lirasını fe­
daya katlanır. Gözü, kulağı büyüleyen bu tek heceli rakamın
anlattığı böyle bir servetin birden bire ele geçmesi on beş lira
maaşlı bir uşak için ancak rüyada görülebilecek bir nimet sa­
yılır.

13

Annemi kandırdım, her işi yoluna koydum, paralar cebim­


de hazır. Son birkaç gün içinde şiddetlendirilen sıkıştırmalara
karşı Servinaz bol göz yaşlarından başka cevap vermiyor. Bu
betonarme kesilen sessizlik karşısında karımın sinirleri şah
ahengine geriliyor. Bu olay böylece sürüp gidemez. Elbette
bugün yarın iyi kötü bir sona varacaktır. Servinaz’m kilitli
ağzına anahtar uydurmalarından önce ben işimi görmeliyim.
Uşakların bölüğüne gittim Aziz’i arıyordum. Lala Hamdi ba­
ba karşıma çıktı, sordum:
30 M ELEK SANM IŞTIM ŞE YT AN I

— Aziz nerede?
Hamdi baba acayip bir dikkatle beni süzerek cevap verdi:
— Çarşıya zerzevat almaya gitti.
Yine sordum:
— Baba, öyle dikkatle yüzüme ne bakıyorsun?
— Hiç, dedi sizi çok severim de...
İçerde çalkalanan facianın dışarıya aksetmemiş olması
mümkün değildi. İhtiyarın bu bakışı olayla ilgili bir merak
eseri olsa gerekti. Gönlünü almak için ben de ona:
— Eksik olma baba, ben de seni çok severim, selâmlıktaki
odamdayım gelince Aziz’i bana gönder, dedim.
— Peki baş üstüne, cevabından sonra Hamdi baba yine
o bakışını tazeliyerek şunu dedi:
— Üzerine yordukları kötülüğü ben senden ummam, el­
bette bu iş bir gün asıl kabahatlinin ayağına dolaşacaktır,
esef etme.
İçimden «bunakça laflar» dedim yürüdüm.
Aziz zayıf değil fakat kuru... Orta çapta yirmi beşlik bir
Anadolu uşağı. Güneşte kavrulmuş, soğukta donmuş gibi ta­
biatın çeşitli hava etkileriyle pişkinleşmiş yaşına göre erken
olgunlaşmış, kasları nasırlanmış bir yüzü var. Fizyonomistler
kimi insan suratlarını hayvanlara benzetirler, ata, arslana...
Bu bakımdan Aziz uzun çenesi sivrice burnu fındık gibi canlı
gözleriyle tilkiyi andırır.
Bu oğlan odaya girince ona alacağım durumu inanç ver­
mek için söyleyeceklerimi önemli bir nutuk hazırlar gibi zih­
nimde tasarlıyordum. Ümitsiz bir davayı kazanmaya uğraşan
bir avukat heyecanı ile bütün söz gücümü harcıyordum. Oy­
nayacağım komedyanın baş rolünü ezberliyorum. Zihnim bu
düşüncelerle altüst olurken kapı tıkırdadı. Aziz biraz süklüm
püklüm içeriye girdi. Bana yaklaşmadı, kapı önünde alargada
durdu. Göz göze geldik. Çarpıntı içinde idim. Bakışım, halim,
heyecandan değişik gözlerimden nasıl bir azarlama dehşeti
sezdiğini bilmiyorum. Oğlan karşımdan kaçacak gibi ürkek
bir hal aldı. Bu korku neden? Hamdi babanın bunaklık anlamı
verdiğim acayip sözleri aklıma geldi. Kendi kendime: «Acaba
M ELEK SANM IŞTIM ŞE YT A N I 31

ha?» dedim. Duydurduğum bu korkunun zihin karışıklığı ile


gerçek her ne ise dosdoğru söyletebileceğimi düşünerek göz­
lerimi daha ziyade açtım, bağırdım:
— Ulan yaklaş buraya...
Aziz iki adım bana doğru yürüdü durdu. Baktım titriyor,
yakından bir daha göz göze geldik. Aramızda benim ona, onun
bana söyliyeceğimiz bir korku var gibi idi. Birden kabaran tu­
haf kuşkusunun itmesiyle bir dana gibi böğürdüm:
— Ulan hain ırz düşmanı insan ekmek yediği kapıya böy­
le hiyanette bulunur mu?
Aziz kurşunla vurulmuş hayvan gibi ayaklarıma kapan­
dı. Sulu sepken ağlıyordu. O aşağıdan ben yukarıdan göz göze
bir şimşek daha çaktı. Örs üzerinde sıcağı sıcağına işler gibi
ateş saçarak eski zamanın yangın haber veren bekçilerini an­
dırır bir nara attım:
— Her şeyi dosdoğru söyleyeceksin yoksa mahvolduğun
gündür.
Öpe öpe terliklerimi salyalarına bulayarak hıçkırıklarla
tıkana tıkana yalvarıyordu:
— Aman efendim, aman paşam ocağınıza düştüm. Bir iş­
tir oldu gayrık. Ben ettim siz etmeyiniz, şeytana uydum su­
çumu cahilliğime, gençliğime bağışlayınız. Bir kabahatle adam
asılmaz, her emrinize razı, vereceğiniz her cezayı çekmeye ha­
zır kölenizim.
Kulaklarımda çınlayan bu sözler birer gerçek miydi, rü­
ya mı görüyordum? Ben ne niyetle Aziz’i çağırtmıştım, iş na­
sıl bir ters şekil aldı. Ben Aziz’den daha suçlu değildim. Ben
karımın sorgularında suçumu şiddetle inkâr etmiştim. Aziz
ilk sorudaki açık sözü ile benden çok mert çıkmıştı. Ben gü­
nahımı bu inkârın kalkanı arkasında sonuna kadar saklıya-
caktım. Servinaz niçin susmuştu? Bana olan sadakatinden de­
ğil, iş şimdi anlaşılıyor. Beni mi ele versin? Aziz’i mi? Bu ola­
mazdı. Nasıl ki olmadı. Vicdanca değil, ilk bakışta suçtan kur­
tulmuştum. Oturduğum yerde hafifledim, hafifledim, kuş ke­
sildim. Kanatsız uçuyordum. Başlangıca hiç uymaz, umulmaz
bir sona varmıştım. Tutulduğum sevincin dalgaları içinde ser­
semleyen kafamla artık hiç bir şey düşünemez oldum. Parlak
32 MELEK SANM IŞTIM ŞE YT A N I

bir temizleme işi kazanmak coşkunluğuyla kanma koşmak için


dışarı harem tarafına fırladığım sırada başka bir vucutla gö­
ğüs göğüse çarpıştım. Meğerse Bedriye’de oracıkta kapı ar­
kasında bizi dinliyormuş. Coşkun sesle:
— işittin mi? dedim.
— işittim.
— Hepsini mi?
— Hepsini.
— Öyle ise benim temize çıkma hükmümü çabuk ver suç­
larından dolayı seni affedeyim.
Karım göz yaşlarını saçarak kollanmın arasına düştü.
— Affet Hüsnü, seni çok sevdiğim için çok üzdüm.
Karı koca birbirimizi kollarımızın çemberine aldık. Yürek
çarpıntılarımız birbirine kanşarak ağlaşıyor, ateşli ateşli öpü­
şüyorduk. Bu benim için karımı aldatma yüzünden ermiş oldu­
ğum yalancı bir sevinçti. O da aldandığını bilmemekten buldu­
ğu güvenden mutlu idi. işin esası iyi kötü ne olursa olsun mak­
sat gönül rahatlığına ermekti. Biz karımla bu huzuru bulmuş­
tuk. Çoğumuz böyle değil miyiz? Hayatın bazı sahte durum­
larını gerçeğe almak yanıltısıyle yaşayıp gidiyoruz. Hep al­
datmak, aldanmak oyunları içindeyiz. Ahlâkça, cemiyetçe, aile­
ce vicdanımızdan gizlenen öyle gerçekler vardır ki anlamaya­
rak acılarından kurtulduğumuza sevinmeliyiz. Bir saat sonra
öleceğini bilmeyen adamın kafaca rahatlığı gibi.

14

Bu vakayı sinirlerimi bozan bir hastalık gibi geçirdim.


Şimdi tıpkı bir korkulu düşten uyanır gibiyim. Geçen vaka sı­
rasında zihnimin kavrayamadıklarını şimdi bir bir düşünerek
buluyorum, tik buluşmada Servinaz’ın beni yadırgamayışı
Aziz ile olan münasebeti yüzünden erkeğe alışkanlığı imiş. Me­
lek sanmıştım şeytanı. Hamdi babanın: «Üzerine yordukları
kötülüğü ben senden ummam. Elbette bu iş asıl kabahatlinin
ayağına dolaşacaktır.» Demesindeki anlamda açıklanıyor. De­
mek ki Aziz’in bazı geceleri kurt kuş uyurken döşeğinden siy-
M ELEK SANMIŞTIM! ŞE YT A N I 33

rılarak harem tarafına sokulduğunu Hamdi baba sezinlemiş.


Kim bilir ne mahzurlar düşünerek bunu bize haber vermemiş.
Aziz’in bu gece buluşmaları bir iki olmamak. Ne ise genç uşa­
ğın suçu benim günahımı örttü. Bundan dolayı onu kabahatli
değil candan kutsal bulmalıyım, iyilik kötülük hakkındaki fi­
kirlerimiz kendi uyarımıza göre değil mi? Bize haz, iyilik ge­
tiren şeyin herkesin moralince fenalık sayılacağını pek umur­
samayız. işimizi gizliyebildiğimiz sürece cezadan kurtulmuş
değil miyiz? işte o kadar. Vicdan sorunları pek inceden inceye
kurcalamaya gelmez. Ben de herkes gibi bir insanım. Belki de
her insan benim gibi vicdaniyle bir muhakeme kurarak hem
yargıç hem suçlu olarak kendi kendine sorumluluklarının he­
sabını vermeye çalışmaz. Bu bakımdan kendimi çoklarına göre
daha ergin buluyordum. Kendi kendimi ahlâk bakımından de­
netleme için olan bu çetin yaprağı kapıyorum.

15

Her günah için bir kefaret koymuşlar. Bu kefaretin arka­


sından ciddî bir pişmanlık olursa suçlu doğru yola dönebilir.
Cemiyet dürüst bir insan kazanmış olur. Bu yüzden dinler bü­
yük küçük günahlar için tövbe kapılarım açık bırakmışlardır.
Fakat kalabalık arasında tövbeyi, yemini tutmak kabiliyetine
ermiş on binde kaç kişi bulunur? Tövbe ve yemin çoklarının
ağızlarında oyuncak olmuş iki kelimedir. Vicdanımda gizli ka­
lan günahın yalnız bir tanığı vardır: Servinaz. Şimdi ben onun­
la başbaşa bulunmaktan sıkıldığım gibi, Aziz’le münasebeti
meydana çıktıktan sonra o da belki benden utanmaktadır.
Karşılıklı bu iki utanç birbirini götürür.
Şimdi günahıma bir kefaret vermeyi vicdanıma bir vazife
biliyorum. Aziz beni farkında olmayarak kurtardı. Servinaz
bir gece döşeğine kabul etti. Genel ahlâk bakımından büyük
suç sayılan onların bu yaptıklarına ben de karıştım. Üçümüz
de aynı derecede günahkârız. Kendimi suçun ağırlığından da-
F: 3
34 M ELEK SAN M IŞTIM ŞE YT A N I

raya çıkaramam. Bu bakımdan kabahati Aziz’in gençliğine,


Servinaz’ın kadınlık za’fma bağışlıyorum. Sorumluluğu böylece
arkalarından paylaştıktan sonra suç arkadaşlarım için çalış­
mayı bir zavife biliyorum. Karımı da suçluları bağışlamak ci­
hetine olanca söz kuvvetimle kandırdım. Aziz’le Servinaz’a
verilmek üzere cebimde getirmiş olduğum ikibin liranın üzeri­
ne bin daha ekleyerek onlara Aksayar’da küçük bir ev aldık.
Aziz’i elli lira maaşla bir işe koyduk. Birbiriyle evlendirdik. Ne
şiş ne de kebap yandı, bu iş kapandı.

16

Öyle sandım ama hayır kapanmamış. İnsanların felâketi


tabiatın değişmez kanunlarını kendi yapmacıklarına uydurma­
ya çalışmalarından ileri geliyor. Kendi kendilerini suçlayacak
kanunlar yapıyorlar. Tabiat, kuşak üretmesinde alabildiği­
ne serbesttir. İnsan kanunları görülen ahlâk zorunları üzerine
tabiatın bu haşarı hürriyetine gem vurmak için hadler belirt­
miştir. Yumurtadan çıkan hangi tavuğun hangi horozun mah­
sulü olursa olsun tabiatın maksadı kuşağın üretilmesindendir.
Tabiatın kimi kertelerde bize zalim gelen bir istibdatla insan
vicdaninin çarpışmasındaki acılığı ben bu olayda tattım.

17

Servinaz evlenmelerinin altıncı ayında bir oğlan doğurdu.


Vakitsiz fakat yapısı itibariyle çocuk tastamam. Annenin iz­
divaçtan üç ay kadar evvel gebe kaldığı anlaşılıyor, işi bilen-
lerce bunda şaşılacak bir şey yok. Bu erken doğuş karı koca­
nın evlenmelerinden önce gösterdikleri aceleye verilerek gene
iş kapanıyor. Lâkin bencesi de şöyle: Karımın da önceden
işaret ettiği gibi gebelik zamanı benim Servinaz’la kaldığım
geceye günü gününe geliyor. Çocuk benden mi? Aziz’den mi?
Bu şüphe beynimi kurcalıyor. Çocuk bendense bana nisbeti
M ELEK SANM IŞTIM ŞE YT A N I 35

olarak doğmuş olaydı ben onu babalık vazifesinin yüklediği


ailemin düzey koşullarına göre dikkatli bir öğretim ve eğitim
ile yetiştirecektim. Çocuğun üzerindeki öz babalığım kendimce
gerçek olsa bile şimdiki durum icabıyle ben onu fakir bir ailenin
yoksul kucağına bırakmış bulunuyorum. Yabana atılan bu oğul
büyüyüp de kader şevkiyle Bedriye’den olan oğlumun hizmeti­
ne verilse aynı babadan olmaları bir iken sosyal durumları
ne kadar değişmiş oluyor. Beyefendi ile uşak. Bu çocuğu miras
ve başka bir çok haklarından mahrum bırakışım zihnimde so­
na kadar rahatsız edici bir vicdan yarası acısiyle işliyor. Yu­
vadan atılan bu yavru nasıl yetiştirilebilecek ? Hayatın talih­
sizliğiyle sapıtanlan ahlâksızlık sefaletlerinin en korkunçları­
na düşüren öyle karanlık yolları var ki... Bu çocuk böyle fe­
na bir sona düşüp de hakikati de bilmiş olsa:
— Baba bir gecelik zevkinin korkunç cezasım bana çekti­
riyorsun, diyerek karşıma çıkınca elbette başım önüme eğilir.
Aynı ağır işin sorumlusu babalar karlı bir gecenin şidde­
tiyle köprü altında titreyen sefil çocuğun vücuduna sebep bel­
ki siz olduğunuzu akla getirmekle hiç bir yürek sızısı duyma­
dınız mı?

18

Böyle başa gelen şeylerde aile içine yabancı döl katan ka­
dınların günahlarını lânetlerken döllerini aile dışına bırakan
babaların suçlarını niçin düşünmemeli? Sonunda ikisinin de
yaptıkları aynı şey değil mi?
Mezar başında telkin veren imam ölüyü anasının adiyle
çağırıyor. Şeriat baba adını kullanmamaktaki şüphe ve tedbi­
rinde ne kadar haklı.
Yavrular ilkah fiilini idrakle doğarak asıl babalarım gös­
terebilmiş olsalardı fahrî babalar bu ada haklarını kaydedince
dünya karışırdı.
Heybeliada, 8/11/1941
GEÇEN BtRİNCÎ CİHAN HARBÎNDE DİNLEMİŞ
OLDUĞUM BİR EŞKIYALIK OLAYI

ŞEHİRDE BİR EŞKIYALIK

Suadiye ile Bostancı arasında, lodos dalgalarının yaladığı


sahilden biraz içeride, her sene kulübemsi bir iki ev ilâvesiyle
sınırı genişliyen bir mahallecik.
Vasfiye Hanım kurumuş sapları üzerinde ölü gibi sararmış
tohumluk kabaklar yatan bayırı iri ter taneleri dökerek tırman­
dıktan sonra etrafı bölük bölük kuru moloz taşları, kırık dö­
kük tahta parmaklık ve tellerle çevrilmiş bir bahçenin man­
dalı tutmaz kapışım iterek içeri girdi. Burası birkaç erik, dut
ve incir ağacının yeşilliği altında âdeta çöl ortasında bir ağaç­
lığı andırıyordu.
Zeki bakışlı boz bir yavru köpek çıngırak gibi öten sesiy­
le havladı. Ağaca bağlı kirli bir kuzu meledi. Tavuklar, horoz­
lar kukurukladılar. Sıcağın şiddetinden tüyleri solmuş sanılan
zayıf san bir kedi halsiz miyavlamalariyle bu konsere karıştı.
Kaplamaları kararmış bir katlı tahta evden elinde içinde
zerzevat kabuklan taşan bir tepsi ile bir kız çocuğu çıktı. Bu,
o gün mutfakta pişen yemeklerin kırıntıları idi. Köpek, kedi,
tavuklar hisselerini almak için kızın etrafım sardılar hepsi en
tatlı ve aceleci anlatışlariyle yalvarıyorlar, ziyafete yetişmek
için kuzu uzaktan meleyerek bağını zorluyordu.
Misafir — Kızım Sıdıka, annen evde mi?
Sıdıka — Evde yemek pişiriyor...
Sonra içeriye seslenerek:
— Anne, Vasfiye teyzem geldi.
Derinden derine kopan:
M ELEK SANM IŞTIM ŞE YT A N I 37

— Buyursun... Buyursun, davetinden sonra ev kapısının


önündeki sette saçlar alan taran, kollar sıvalı, iri memeler ya­
rıya kadar açık otuz beşlik bir kadın gözüktü.
Misafir — Ne yapıyorsun Eminem...
Emine — Çok şükür.
Misafir — Göreceğim geldi. Bizden burası iki adımlık yol
ama işte elim değip de gelemiyorum. Ne iş görüyorsun?
Emine — Öğlan biraz keyfini bozdu mızmızlanıyordu. Onu
salıncağına yatırdım tencereyi ocağa vurdum. Yıkanacak ufak
tefek var ev işi biter mi hiç...
— Allah sağlık versin, işte her gün hepimiz de böyle didi­
şip duruyoruz.
— Gelsene içeri.
— Burası çardağın altı serince. Biraz ilişeyim, kahve
mahve istemez. Azıcık göreyim seni, gideceğim...
Kapı önündeki asmada yeşil dumanlı koruk salkımları
sarkıyor., iri ve sık yapraklar arasından süzülmeye uğraşan
bu zümrütten tavanı delemiyordu.
Misafir dört ayak üzerine tahta çakılmış alçak, ilkel bir
iskemleye oturdu. Ev sahibi oralarda sürünen yamalı bir kır­
pıntı minderini altına çekti. İki kadın karşı karşıya biraz hal
hatır soruştuktan sonra Emine meraklı bakışlarla komşusunu
süzerek:
— Ali babamn ev meselesi nasü oldu?
— Onun ne olduğunu iyice kimse anlıyamadı. O bir masal,
o bir bilmece, o inanılmaz bir şey.
— Geçen akşam bizimkine sordum. Hemen kaşlarını çat­
tı: «Nene lâzım elâlemin derdi. Sen kendi işine bak. Zaman
acayip türlü türlü dedikodu oluyor, durup dururken insanın
başı belâya uğruyor.» dedi. Ben de korktum sustum, fakat me­
rakım arttı. Kuzum Vasfiye’ciğim ne duydunsa bana anlat.
— Benim de içim doldu taştı, ben de tzaten sana bunu an­
latmak için geldim. Herkesin yüreğinde korku ile karışık bir
merak var.
Emine Hanım zerzevat kabuklarım hayvanlara döktükten
sonra elinde boş tepsi ile iki kadının sözlerine kulak kabarta­
rak yürüyen kıza seslenerek:
38 M ELEK SANM IŞTIM ŞE YT A N I

— Hasna, kızım git Zehra’ya söyle bize iki kahve pişir­


sin, şurada basamağın kenarında da tütün paketim duruyor,
getir onu buraya.
Sonra Vasfiye’ye dönerek:
— Kardeşciğim söyle şimdi.
— Ta başından mı başlayayım?
— Evet evet ilkinden başla.
— Biliyorsun Emine’m... Ali babanın ne geçineceği var,
ne de çalışacak haü. Biri ona demiş ki. «Bu yıl bu tarafa hava
tebdiline gelenler çok var biraz evini meramet edersen yazlığı­
nı yüz Uraya verirsin.» Ali babanın evceğizi bir kat üstünde
viran üç oda... Ne kadar meramet koysan yine ciğer yine ci­
ğer... Fakat ne yapsın babada para pul yok. Bir yerden on
lira ödünç almış evin kiremitlerini aktarmış, şurasına burası­
na bir kaç tahta çaktırmış, yukardan aşağı badana ettirmiş,
kırık camlarını yaptırmış. Bilirsin ev küçük haraptır ama
yeri geniştir. Beş on kütük bağı, meyva ağaçları vardır. Bah­
çeyi çapalamışlar, bakla ekmişler, enginar ocaklarını ayıkla­
mışlar. Kuyusu güzeldir suyu tükenmez iyi bakarsan eh ha-
üne göre her türlü zerzevat yetişir. Evi tamirden sonra gele­
cek kiracılara şirin görünsün diye silmişler süpürmüşler, ken­
dileri bahçenin kenarındaki kulübeye çekilmişler. Müşteri çık­
tıkça evi gezdiriyormuş. Birkaç kiracı gelmiş gezmiş fakat
pazarhk uymamış. Bir gece Ali babanın küçük oğlu Şefik te­
lâşla kulübeye gelerek, «Anne demiş, şimdi gördüm bizim öte­
ki evde mum yanıyor.» Ali baba, karısı, sağır hala hep toplan­
mışlar bahçeye çıkmışlar bakmışlar ki evin pencerelerinde
ışık var. Hala «Ya Rabbi şükür, Allah bize ansızın bir kiracı
göndermiş» diye ellerini kaldırmış yüzüne vurmuş. Ona «Sus
bunak demişler hiç böyle apansızın pazarlıksız kiracı olur mu?
Bunda bir iş var.» Sonra iyi saatte olsunlar gelip de evi zaptet­
mesinler diye düşünmüşler. Ali baba hemen cevap vermiş:
— Periler aydınlıktan hoşlanmazlar, onlar karanlığı se­
verler. Komşumuz Abdullah’ın evinde de cin peri vardır ama
Allaha şükür bunca senedir bizde gözükmediler.
Ne olduğunu anlamak için ama gene ihtiyatlı olarak se-
lâtü selâm çekerek eve yaklaşmışlar. İçerde adamlar gezindi­
M ELEK SANM IŞTIM ŞE Y T A N I 39

ğini kafeslerin arkasından görmüşler. Ali baba çat çat kapıyı


vurmuş bir uzun vakit içerden aldırış etmemişler. Baba bütün
kuvvetiyle çat çatları arttırmış. Sonunda karşılarına bir don
bir gömlek iri yarı bir herif çıkmış.
Ali baba — Selâmün aleyküm.
Herif — Be ulan bunak kerata selâm vermek için mi gece
yarısı böyle gelip de insanı rahatsız ediyorsun?
Ali baba fena halde şaşırarak:
— Ben ev sahibiyim.
— Ahmak herif kim olduğunu senden soran var mı?
— Evi kimden tuttunuz?
— Onu bana sorabilmek senin haddine mi?
— Ben ev sahibiyim diyorum.
— Hâlâ dediğini tekrarlıyor.
— Tekrarlıyorum ya, işte ev sahibiyim...
— Bre çürük beyinli ihtiyar! Bu zamanda ev sahibi, kira­
cı var mı? Evleri olmayanlar boş buldukları evlere girip otura­
caklardır. Sen böyle memleketin nizamından habersiz avanak
avanak nerede yaşıyorsun?
— Duymadım böyle bir nizam. Kiminle pazarlık ettin söy­
le kaç kuruş vereceksin?
Herif gümbürtülü bir kahkaha ile:
— Ne kadar istiyorsun?
— Yüzelli lira hem de peşin...
— Pekâlâ dur vereyim hakkım.
Herif içeri seslenerek:
— Salih, Kerim... Benim hesap aletlerini getiriniz.
İçerde ellerinde birer sopa ile enine boyuna hasıllanmış,
koç kafalı iki delikanlı çıkar. Ev sahibi kiracımn para ödeme­
deki bu çabukluğuna biraz şaşırır.
Herif — Babaya ev hakkı... Fakat kirli kâğıt değil şıpır
şıpır geçer akçe yüz elli lira verilecek Delikanlılar yapacak­
larını bir daha tekrar ettirmez çabuk bir anlayışla Ali babayı
çalyaka ederler. Salih, ihtiyarın başım kenesi ayıklanacak bir
hayvan gibi iki bacağının arasına sokar kıçını ustasının emri­
ne hazırlar. Babanın olaya seyirci akrabası, para ödemenin
40 M ELEK SANM IŞTIM ŞE Y T A N I

ciddiliğine inanmaz birer şaşkınlıkla bakışmakta iken ev sa­


hibinin gerisine birinci sopa iner. îhtiyarcağız can acısıyla ön­
ce birkaç feryat ve inilti koparır. Sonra ecelinin geldiğine ka­
naatle kelime-i şahadet getirmiye başlar... Karısı, kızkardeşi
oğlu, babayı kurtarmak için atılmak isterler fakat Kerim yum­
ruk ve tekme ile üzerlerine yürür, hepsini çil yavrusu gibi da­
ğıtır. Sağır hala hendeğe düşer kalır. Karısı dut ağacımn altın­
da bayılır. Şefik göz yaşlarını gecenin karanlıklarına serperek
alargada dolaşır.
Emine hanımın kızı Zehra bu ara elinde kahve tepsisiyle
gelir, Şefik ismini duyunca bir ara benzi atarak söze kulak ka­
bartır.
İki kadın fincanları alırlar Vasfiye Hanım hikâyesine de­
vam eder.
Sopalar onbeşi geçtikten sonra ihtiyar yalvarmaya başlar:
«Aman oğullarım yetişir...»
«Hakkını helâl ediyor musun?
«Can her şeyden tatlı... Ediyorum.»
«Bu iş için kimseye bir şey açmıyacağma yemin ediyor
musun?»
«Ediyorum...»
«İki senelik kirayı tamamiyle almış olduğuna dair şim­
di getireceğimiz senedi mühürliyecek misin?»
Ali baba sopalardan dahn acı gelen bu teklife karşı itiraz
makamında kıçını sağa sola sal'n»-.
— Baba ne kıvranıyorsun? Sesin çıkmıyor.
— Oğullarım merhamet ediniz, şimdi elinizden sopadan
ölmezsem bu sözünüzü kabul edince sonra bütün ailemle aç­
lıktan öleceğiz.
— Kimse açhktan ölmez. Bu ağızlarda dolaşan yeni moda
bir sözdür.
— Bu evi tamir ettirmek için ödünç para aldım, borcum
var.
— Şimdi kimsenin borç ödediği yok. Alacaklın mahkeme­
ye müracaat etse ancak iki üç yılda bir karar alabilir.
— Açız, aç... İnsaf ediniz. Allah vardır, din vardır, Pey­
gamber vardır, kitap varıdr.
M ELEK SANM IŞTIM ŞE YT A N I 41

— Hepsi vardır. Lâkin onların emirlerine, yapma demele­


rine itaat eden yoktur. Bol bol karınlarını doyurmanın yolunu
bulanlar Allahı, peygamberi hiç akıllarına getirmiyorlar. Kitap,
din, diyanet, ahlâk açları baskı ve bağ altında tutmak için
birer korkuluk hükmüne giriyor. Allah seni yaşatmak için ya­
rattı. Rızkım da verdi, onun nerede olduğunu bulamıyorsan
sende kabahat. Böyle zamanda açlıktan ölmek kendi nefsin
hakkında irtikâp olunmuş bir cinayettir.
— Çalışıyoruz, çabalıyoruz, rızkımızı bulamıyoruz.
— Tuhaf şey... Fırında ekmek, bakkalda yiyecek, kasap­
ta et yok mu?
— Var ama parasız vermiyorlar.
— Hah işte bunları parasız almayı öğrendiğin günü bu­
günkü hayatın sırrına ermiş olacaksın. îşte sana kirş bedeli
yerine yirmi acı sopa ve birkaç nasihat... Bu öğütlerimi para
gibi harç et geçin.
— Ben bu laflardan bir şey anlamıyorum. Çoluk çocuk sa­
hibi fakir bir ihtiyarım. Acı bana, ya ¿ram ı ver ya çık evim­
den.
— Sana Allah acımadıktan sonra ben mi acıyacağım?
Allah acımazsa kulun acıması kaç para eder? Şimdi sen hak­
kım helâl etmedin miydi? Sözünü ne çabuk değiştiriyorsun?
Galiba sopalar az geldi.
İhtiyara basarlar dayağı. Senedi mühürlettikten sonra
salıverirler. Biçare Ali baba inleye topallaya kulübeye döner.
Oğlu Şefik imdadına yetişir. Sağır halayı hendekten çıkarır,
dutun altında yatan anasım ayıltır.
Ali baba bir yandan öbürüne kımıldanamaz bir halde ağ­
rılar, sızılar içinde göz yaşları saçarak oğluna çıkışır:
— Hayırsız evlât, beni o zebani heriflerin sopaları altında
bırakıp da kaçtın...
Şefik aynı keder taneleriyle ihtiyarın ellerine sarılarak:
— Babacığım üç tane hayduta karşı ben ne yapabilirdim?
— Bari konuyu komşuyu dolaşıp da felâketi anlataydın,
imdada adam çağıraydın.
— Komşuları dolaştım, olanı biteni duyanlar kapılarım sür-
meleyip içeri çekildiler. O herife kanlı Sadık derlermiş, dokuz
42 M ELEK SANM IŞTIM ŞE YT A N I

on öldürme vakası varmış. Üç defa idama mahkûm olmuş


kaçmış, adım değiştirmiş. Son hapisliğinden af ile kurtulmuş..
— Karakola niçin gitmedin?
— Komşumuz nalbur İsmail efendi, «Sakın karakola şi­
kâyete gitme... Bir kulübeye sığınmış birkaç candan ibaret
zayıf bir ailesiniz, Kanlı Sadık bir kere garez bağlarsa bir ge­
cenin içinde hepinizi yok eder. Bu öğüdümü iyi dinle» dedi ben
de korktum, gitmedim.

Perşembe, 19 Haziran 1340 (1924).


ALLAH GÖNLÜNE GÖRE V E R S İN (*)

Sabih Bey, ★★★ köyünde, ta tepede Boğaz’a bakan tek ba­


şına güzel köşkün sahibidir. Bolluk içinde yaşar. Ama adı ger­
çek derecesinden çok zengine çıkmıştır. Rehinli, rehinsiz, se­
netli, senetsiz ve iane suretleriyle her şekilde para istemeye
gelenlerin rahatsızlık vermelerinden artık pek usanmıştı.
Bir yaz günü erkenden kalktı. Yeni doğmuş güneşin ya­
maçlara, tepelere korulara vurduğu körpe renklerin tatlı çeşit­
lerini, denizin iç açıcı mavisi üzerine saçtığı pırlanta kümele­
rinin kamaşmalarını seyrederek sabah kahvesi içiyordu. Uşak
içeri girerek:
— Efendim misafir geldi.
— Oh, bu vakit... kim?
— Derviş Efendi.
— Ama o da artık kabak tadı verdi, illallah...
Çatkınca bir duruştan sonra:
— Söyle gelsin, dedi.
Bu Derviş Efendi, Sabih Beyin fakir düşmüş bir okul ar­
kadaşı idi. Ne kadar istemezlik suratı görse aldırmaz, işi alaya
bozardı. Sabih de onun suratını görünce dayanamazdı. Misa­
fir, göreceği her muameleye karşı aldırmazlığını gösterir bir
yılışıklıkla içeri girdi. Birbirine senlibenli söz söylerlerdi. Sar
bih, eski arkadaşını görünce gülümsemeden kendini alamaya­
rak:
— Ne var yine betin benzin pek uçuk.
— Malum ya açlık...

(*) Geçen Birinci Cihan Savağı günlerinde yazılmıştır.


44 M ELEK SANM IŞTIM ŞE YT A N I

— Sabahleyin erkenden buraya damlamandan iyi bir mana


çıkaramıyorum. Arsız, ahlâksız herif...
— iltifatına teşekkür ederim, çok anlayışlı mübarek in­
sansın zaten, sende bu zekâvet olmasa böyle zengin ve ahlâklı
olabilir miydin?
— Uzatma ne istiyorsun? Söyle...
— Canım söyletme işte... istediğim kirli bir yüzlük kâğıt.
— Eski aldıklarım vermeden yenisini istemeye hiç sıkıl­
mazsın. Yüzsüz herif...
— Hakkin var, sen her zaman böyle borç veren, ben borç
isteyen yerinde oldukça senin ahlâklı, benim yüzsüz olacağıma
şüphe yoktur.
— Yağmur yağarken küpünü doldurmadın.
— Bırak Allahım seversen şu köhne lakırdıyı benim da­
mıma ne yağmur yağdığı var ne de dolduracak küpüm.
— Bugün bulduğunu bugün yersin, yarını hiç düşünmezsin.
— Ah ne beylik ne soğuk öğütler...
— Sen eskiden beri öğüt almaz beyinsiz, kafanın dikliğine
gidersin.
— Ah sabahleyin aç karnına ben bu bayağı hikmetleri hiç
dinlemem ama şu vereceğin bir liranın hatırı var...
— Neden herif? Neden?
— Neden olacak... Şimdi bana vereceksin bir lira onun
beher kuruşu ile kapanacak yüz delik var. Bundan yarın için
ne artabilir? Ailem evde aç bekliyor, işte her zaman böyle...
— Tuhaf şey... «Vereceksin» sıgasiyle işi öyle bir sağlıyor­
sun ki... vereceğim ne malum?
— Yok birader işin hiç şakaya, geciktirmeye, alaya taham­
mülü yok... Ayaklarını öpeyim üzme.
içeriye önü kavuşuk bir uşak girerek beyefendiye:
— Bir zat geldi, zatıalinizi görmek istiyor efendim...
— Nasıl zat?
Uşak hafif bir gülümseme ile misafiri göstererek:
— Biraz işte Derviş Efendiye benziyor.
Derviş Efendi: — Bana benziyorsa, aynı maksatla gel­
mişse iş fena, konağa bir ahlâksız daha çöktü. Beyefendimiz
bendenizin istediğimi yerine getirseniz de o gelmeden savuşsam
M ELEK SAN M IŞTIM ŞE Y T A N I 45

iyi olur. Zavallı adam benden belki sıkılır. Efendimizle görüş­


mek ister. Tavuklar bilmem nelerini gagalamadan deminden
buyurduğunuz gibi böyle erkenden damlayışta ben de iyi mana
göremiyorum.
— Hayır, olmaz, otur, o da gelsin bakalım ne istiyor?
— Ne isteyecek efendim, böyle güneşle beraber süklüm
püklüm doğuşun hikmeti belli.
— Onun da isteyeceği para ise birer birer ikinizin de sıkıntı
derecenizi dinlerim. Hanginizi hürmete ve yardıma daha layık
bulursam ona veririm. Çünkü benim her baş vurana yetiştire­
cek hâzinem yok.
— Aman efendim sıkıntım sizce malum. Sabahleyin bir
lira ödünç koparmak için huzurualinizde zaruretten imtihan
mı vereceğim? Önceki akşam ailece yalmz birer parça kuru
ekmek yedik. Dün gece bütün bütün aç yattık. (Uşağın yanın­
da hep saygılı dil kullanarak) bu sabah bomboş bir karınla o
kadar taban teperek buraya geldim, bu bayırlar yürümekle bit­
miyor. (Ayaklarım göstererek) çürük potinlerimin altı yollara
döküldü. Şimdi ikinci gelen zat yokluk orucunun üçüncü gü­
nünde bulunduğunu ispat ederse demek bendenize tipota, on
para yok...
— Yirmi dört saat aç duranla yetmiş iki saat hiç bir şey
yemeyenden hangisi daha acınacak haldedir? Sen söyle.
— Ya sefaletimizin gönül yakıcı vakası aym derecede olur­
sa?
— O zaman bir liranın yarısını sana, yansım ona veririm.
— Beyefendi, senlibenlihğin de bir haddi vardır. Her şeyle
alay edilmez. İşte sefaletle, sefille, ölümle, ölü ile...
— Sen sabahleyin para istemeye mi geldin? Felsefe dersi
vermeye, ukalalığa mı?
— Değiş tokuş etmeye geldim.
— Ha para alıp hikmet vereceksin.
— Evet, bende olmayam siz bana, sizde olmayam ben size..
— Demek benim param var da aklım yok öyle mi?
— Estağfurullah... Bunu da söyleyen sîzsiniz. Zenginin
yüreği katı olur, sefilinki yufka. Sokak köpeği kurnaz olur,
konak köpeği ahmaklaşır.
46 M ELEK SANM IŞTIM ŞE YT A N I

— Sen benimle düpedüz eğleniyorsun sana bugün para


vermeyeceğim.
— Beni öldürünüz bu sözünüzü tekrar etmeyiniz. Buradan
para almadan gitmek benim için ölümden beterdir.
— Vallahi vermeyeceğim, billahi vermeyeceğim, tallahi
vermeyeceğim.
Bu tekrarlanan yeminlerin ortaya girmesi Derviş Efendi­
nin beynine ağır birer vuruş gibi indi, gözleri karardı, şakak­
larından soğuk ter taneleri sızıyor, zavallı adamcağız bütün
vücuduyle ağlıyordu. Bu büyük keder içinde en acıklı sesiyle:
— Ya beyefendi benim harap, derviş kalbimi çok kırdınız.
Allahı bırakıp da size yalvardığıma hata ettim. îşte cezasını
görüyorum. Belki siz de bu yaptığınızın uğursuzluğuna uğrar­
sınız.
Sabih Bey yumuşayacağı yerde daha sertleşerek:
— Benden para iste... Alamayınca Hakka dön, keramet
taslamaya başla. (Uşağına söyleyerek) Söyle o adama içeri
girsin...
Bir saygı eseri olmaktan çok kirli, üzgün çamaşırlarının
ayıplarını kapatmak için yol yol dokumaları sırıtmış havsız ce­
keti yukarıdan aşağı ilikli, ne milletten olduğu Acemle Rus,
Bulgar, resminde şeklini kaybetmiş eski kalpakla örtülmüş
hamhalat, otuz beşlik iri bir adam içeri girdi. Kırpılmış sakal
mı eskimiş tıraş mı? îşte böyle belirsiz tüylü kiırli bir surat...
Ürkek hayvan güvensizliği ile bakan bir çift çukur, küçük göz,
odadakilerin dikkatlerini çekti. Düzgün bir eve hiç girmemiş
olduğunu anlatır bir çolpalık ve salaklıkla oturdu. Mahalle
kahvelerinde peykeden peykeye edilen yolda selâm verdi. Herif
ilk defa saraya girmiş bir köylü alıklığiyle duvarlara tavana,
döşemelere ayrı ayrı bakıyordu. Onun bu seyrine meydan ver­
mek için bir süre sessizlik oldu. Sonunda ev sahibi sordu:
— Hemşeri ben seni tamyamadım.
Herif duraksadı ve kaba bir söylenişle:
— Nerden tanıyacaksın ki... Siz kibar efendi, ben bir işçi.
— Ne istiyorsun?
Bu soru karşısında, ziyaretçinin ağzı yayıldı, söyleyeceği
müşkül sözün ilk kelimesini arıyordu. Sonunda:
M ELEK SANM IŞTIM ŞE Y T A N I 47

— Ne olduğunu ben de bilmiyorum, dedi.


Herifin akimdan bir zoru olup olmadığım anlamak için Sa-
bih Bey uşağına baktı. Uşak öyle şaşkın durdu. Derviş Efendi
başı göğsüne düşmüş derin bir kendini kaybetme durumunda
idi.
Sabih Bey biraz sinirlice:
— Demek buraya niçin geldiğini bilmiyorsun?
— Anlatacağım efendim. Erkenden köye varıyordum. Şu­
rada önüme dört adam çıktı. Azgın kişilere benziyorlardı. Bana
«Eğlen!» dediler durdum. Biri cebinden bir mektup çıkardı.
«Bunu aha şu tepedeki beyaz köşke götürüp beyefendinin eline
teslim edeceksin» parmağı ile sizin köşkü gösterdi. Ben de
omuzlarımı silktim. «Neme gerek benim ben postacı mıyım ki
mektup götürem?» dedim. Herif bir yalın kama gösterdi: «Sa­
bahleyin aç karnına bunu yer misin? Biz seni de, köyünü de
iyice tanıyoruz, elimizden kurtulamazsın, bu mektubu götüre­
cek ve kimseye de bir laf demeyeceksin. Sözümüze gitmez isen
senin işini bitiririz, dedi mektubun içinde ne olduğunu bilmi­
yorum elçiye zeval yoktur.
Herif murdar, perişan göğsünden bir zarf çıkardı, beye
uzattı, bey de bu uğursuz kâğıdı almaya da almamaya da kor­
kuyordu. Kısa fakat çok acı bir duraksama am geçirdi, içten
duyulan bir tehlikeye karşı göz yummamak lüzumunu düşündü,
zarfı aldı. Hemen yırttı. İkiye katlanmış ve üzerinde karalama
gibi eğri büğrü birkaç satır bulunan bir kâğıt çıktı, bozuklukta
imlâsı ile aynı çeşitten olan anlattığının özü şuydu:
«Üç bin lira (Fedai necat- gönder, canını kurtar...» Bu
manasız tabirin haydut dilinde Fidyei Necat (kurtarmalık)
demek olacağım ağzı ile anlatarak etrafına imdat isteyen bir
göz dolaştırdı. Derviş Efendi baygınlığının derinlerine varmış,
uşağın ağzı korkudan açık kalmıştı. Kim olduğu belli olmayan
kalpaklı herif «elçiye zeval olmadığı» özrünü tekrar ediyordu.
O sırada içeriye kâhya Nedim Efendi girerek büyük bir telâşla:
— Paşabahçe’sinde Kutbettin Efendinin başına gelen felâ­
keti duydunuz mu?
Sabih Bey:
— Ne olmuş?
48 M ELEK SAN M IŞTIM ŞE Y T A N I

Kâhya:
— Eşkıya ağır tehditlerle dolu üç bin lira isteyen bir mek­
tup göndermiş. Kutbettin Efendi ehemmiyet vermemiş.
— Sonra ne olmuş?
— Beş gün sonra bir baskın, Kutbettin Efendi şehit. Aile­
sinden iki genç yaralı...
— Aman ya Rabbi şimdi ne yapacağım?
Derviş Efendi ağır ağır baygınlıktan uyandı :
— Deminden sen bana acıyarak o tek lirayı vereydin zekât
yerine geçer Allah da sana merhamet ederdi. Şimdi üç bin lirayı
mı verirsin, canım mı? Düşün, bir yerine üç bin vermek pek
ağır bir cezadır ama ara sıra Allahın cilvesi o kadar zamamnda
zuhur eder ki... «Allah gönlüne göre versin,» dedi, çekildi gitti.
M Î S A F Î R

Onlar geleli tam on dokuz gün ve o kadar gece olmuştu.


Karı koca, iki de çocuk... Dört can. Şimdi her gün iki okka ek­
mek fazla ahnıyor ve her masraf ona göre artıyordu. Zaten ev
dardı, bu karı kocaya ayrı bir oda verebilmek için aile daha sı­
kışma zorunda kaldı. Ne yüreği geniş, ne saygısız, ne vurdum­
duymaz misafirdi bunlar. Ne surattan anlıyorlardı, ne rumuz­
dan, ne kinayeden. En açık istiskallere karşı sıkılmaz bir gü­
lümseme ile karşılık vermeden hiç sıkılmıyorlardı.
Misafir Halil efendi akşamcıydı, ev sahibi izzet efendi ise
işretin damlasından kaçan, kokusundan boğulan, sofu, nama­
zında niyazında bir kimse.
Halil Efendi her akşam bir cebinde dolu küçük bir şişe,
ötekinde kâğıda sarılı zeytin tanesi nevalesiyle gelir, yatsılara
kadar ağır ağır ziftlenir, içtikçe zevzeklenir. Dinletir, dinletir.
Zavallı adamcağızı dayamlmaz duruma sokar, sıkıntıdan öldü­
rürdü.
Beş altı akşam bu sıkıntıya dayandıktan sonra sonunda ev
sahibi bir gece dayanamadı, asık bir suratla:
— Efendim, bu olur mu? Her akşam cebinizde rakı ile ge­
liyorsunuz, dedi.
Yüzsüz misafir bu haklı karşı koymayı hemen başka an­
lamda alıp atılarak:
— Efendim misafirseverliğinizin gerçekten mahcubuyum,
çoluk çocuk ailece kaç gündür yük olup duruyoruz. Rakımı be­
raber getirmiyeyim de onu da mı size aldırayım efendim? Lüt-
funuzun bu derecesiyle her türlü cömertliğin üstüne çıkıyorsu­
nuz, yok artık bu kadarcığına müsaade buyurursunuz, içki mas­
rafımı olsun kendim ödeyeyim, diyince misafirin bu pek iyi dü-
F: 4
50 M ELEK SANM IŞTIM ŞE YT A N I

şünceli anlayış ve düşünüşüne karşı şaşırıp kalan ev sahibi de­


mek istediğinin böyle olmadığını anlatmak için birkaç söz ke­
kelemeye uğraşmış ise de birbirine zıt bu iki anlayış arasında
gerçek kaybolmuştu.
Halil efendi Anadolukavağı’nda ufak bir memurdu. Ailece
düştükleri sıkıntıya bir çare bulmak için Irgatpazarı’nda sahibi
oldukları bir dükkânı vefaeıı ferağ ederek biraz para almak üze­
re İstanbul’a gelmişlerdi.
Gazetelere «Paranız varsa işletelim, yoksa teminat üzeri­
ne ucu'z şartlarla istediğiniz kadar para verelim» yolunda söz­
lerle ve türlü adlarla ilânlar vererek müşteri çeken idarelerden
her birine Halil efendi birer birer başvurdu. Bu işleticilerden
çoğunun borçluların canlarım işlettiklerim anladı. En uygun
şartla işi bitirinceye kadar izzet efendi ailesi yamndaki misa­
firlikleri ister istemez uzayacaktı.

Bir gün ev sahipleri bir odaya toplandılar, kapıyı sıkıca


örttükten sonra bu sıkıntılı misafirlerden kurtulmak çarelerini
aralarında konuşmaya giriştiler.
Büyük hanım diyordu ki:
— Kilere gidip zahireye bakmaya korkuyorum. Bin türlü
sıkıntılar, üzüntülerle kış için biriktirdiğim, sakladığım öte­
beriden habbe kalmayacak. Böyle günde tencere dolusu yemek
pişiyor, yine doymuyorlar. Ya Rabbi şükür dediklerini işitme­
dim. Aman o çocuklar maşallah büyüklerden çok yiyorlar.
Zarafet — Nesine maşallah hanımcığım! Boğazlarına kurt
düşsün. Sakın kilere bakma, yüreğine iner, ne sağyağ kaldı ne
zeytinyağ, ne pirinç ne şeker, ne fasulya... Kiler tamtakır oldu.
Sokağın köpekleri doyar, damların kedileri doyar bu iki yumur­
cak doymaz. Tencereler daha ateşteyken daha karşıma dizilip
de «Dadı yemek pişti mi? Acıktık, içimiz bayılıyor, körükle kö­
rükle de çabuk pişsin» deyişlerini bir işitseniz, kendinizi 'zapte­
demezsiniz. Ara sıra öfke benim de tepeme çıkar bağırırım «Ha­
di bakayım oradan, ben mutfağa gelen çocukları sevmem. Çeki­
niz arabanızı şimdi sizi bir güzel körüklerim haaa!» Bir gün ar-
M ELEK SANM IŞTIM ŞE YT A N I 51

kalarmdan ucu ateşli odunla koştum da anaları bana surat et­


ti, aaa çekilir mi bu? Kaç defa daha soğumadan imambayıldı­
nın içine kirli parmağını sokarken gördüm. Ağzına götürüyor
emiyor, tekrar yine sokuyor. Afacanlar fıstık gibi tostombak
oldular, anaları karı semirdi, beti benzi yerine geldi, odalarına
çekildikten sonra sarhoş herif gecenin bir yarısında pencerenin
önünde türkü söylüyor. Bitişikte ağır hasta var. Ne saygısız
maymun. Bütün sahanlara, tabaklara rakı kokusu siniyor. Ben
işret sevmem, övvvv... Ya onlar ya ben. Bunun bir çaresine ba­
kınız.
Evin kızı Cezalet Hanım dışarıya kulak kabartarak:
— Yavaş söyle dadı, merdiven başında bir pıtırtı var, karı
geldi galiba bizi dinliyor.
Zarafet köpürerek:
— Umurumda değil dinlesin. Korkum yok. Ben ona taşlık­
ta kaç defa başa kakarak söyledim de anlamazlıktan geldi. Ben
de olsam öyle yaparım. Hazır ev, hazır yemek, hazır yatak, iş­
ret, türkü kekah... Her zevkleri yerinde... Bu rahatı bırakıp da
giderler mi hiç?
Cezalet Hanım:
— Dadı sus azıcık da ben anlatayım.
— Anlat yavrum anlat gulûm, anlat elmasım... Yedi ma­
halle bir araya toplanıp da kırk gün kırk gece anlatsak bu
dert yine bitmez... Sen anlattığın kadar anlat ben de yine an­
latırım.
Cezalet Hanım — Misafir geldiğinin ikinci günü sokağa
çıkacağını söyledi, benden bir çarşafla, bir ayakkabı istedi.
Kendi potinleri ayaklarım sıkıyormuş. Fakat kendi çarşafım
niçin giymek istemiyor bilmem.
Zarafet — Aaa... Neden olduğunu anlamadın mı? Ala­
caklılar onu şarşafmdan tanıyorlar da onun için başka şar-
şafa giriyor, yüzünü de sımsıkı örtüyor... Irz ehliliğinden de­
ğil, çok bilmişliğinden, kaltak...
— Dadıcığım bir parça sus.
— Sustum sustum... Ha sen söylemişsin yavrum, ha ben
söylemişim. İkimiz can ciğer birbirimizden farkımız var mı?
Cezalet Hanım — Artık her sokağa çıkışında âdet edindi.
52 M ELEK SANM IŞTIM ŞE Y T A N I

Çarşaf bizden, ayakkabı bizden... Ahh anneciğim yeni iskar­


pinlerimin ne hale geldiğini bir görsen gözlerin dolar, içi oyul­
muş kavun dilimine döndüler.
Zarafet — Senden ayakkabı, şarşaf istemiş... Ya benden
ne istedi bilsen. Iç donu. Söyletme beni, kendininkini kirletmiş
ta Kavaklardan buraya bir donla gelinir mi? Benim de yok
ayol, küçük beyin yastık örtülerini eski fistolarım söktüm de
iki tane yaptımdı. Birini aldı kullandı getirdi kiriyle pasıyle
başıma attı. Söylemesi ayıp, âdet kirlerini çitiledim de bir tür­
lü çıkartamadım... Kokmuş karı...
Büyük hanım başı ağrıyormuş gibi şakaklarım avuçları­
nın arasında sıkarak:
— Bu belâdan nasıl kurtulacağız, başımızdan ne zaman
defolup gidecekler?
Zarafet — Onlar buraya ödünç para bulmaya geldiler,
buluncaya kadar oturacaklar. Şimdi para nerede...
Dışardan küt küt kapı vurulur. Odadakiler şaşalıyarak
birbirlerine bakarlar.
Büyük Hanım — Kim o?
Zarafet — Kim olacak misafir hanım.
Büyük Hanım — Duyduysa pek ayıp oldu.
Dışardan — Lütfen kapıyı açınız efendim.
Zarafet kapıyı açar. Misafir hanım çarşaflanmış, koltu­
ğunda iri bir bohça, iki çocuğunun ortasında, ağlamaktan
gözleri kızarmış mahzun bir yüzle gözükerek:
— Allaha ısmarladık hanımlar. Affedersiniz, böyle gün­
de çok rahatsız ettik efendim. Haftalarca sayenizde yedik, iç­
tik. Misafirseverliğinizin şükrünü ödemeden âciziz hanımla­
rım. Helâl ediniz efendim.
Misafirin ağlamış kederli yüzü, af dileyici utangaç söz­
leri ev sahiplerine çok dokunur. Yufka yürekli büyük hanım:
— Aaa hanımcığım neye rahatsız olalım. Başımızın üstün­
de yeriniz var. Böyle birkaç hafta değil, kırk yıl otursamz yük-
sünmeyiz. Böyle birdenbire ne oldunuz efendim...
Cezalet Hanım — Kusur mu ettik, gücendirdik mi kardeş ?
Böyle birdenbire neye kalktınız, vallahi salıvermeyiz, haydi
soyununuz, bırakmayız nafile.
M ELEK SANM IŞTIM ŞE YT A N I 53

Zarafet büyük bir çığlıkla çırpınarak:


— Olur mu hiç, bırakır mıyız sizi biz, yağma yok kuzum,
gelmesi sizden gitmesi bizden, (mendilini çıkarıp ağlayarak)
Aaaa can ciğer gibi alıştım, evin içi tısss... sessiz kalacak.
Mümkün değil salıvermeyiz. (Çocukların yanaklarım okşaya­
rak) Aha benim tontonlarım... Hadi geliniz mutfağa, bakınız
dadınız bugün size neler pişirecek.

Heybeliada, 15 Ekim 1920


D A Ğ L A R IN Ş E N L İĞ İ

Bununla söylemek istediğim hayvanı anladınız. O yalnız


dağları değil uygar memleketleri de şenlendirir. Kabalığa sıfat
olduğu halde, ta çocukluğumdan beri ona muhabbetim var­
dır. Bana çok sevimli gelir. Onu ilk defa sokakta çingenenin
sopası altında oynarken gördüm, sevdim. Ama canım istedik­
çe onu nerede görebilirdim? Onun oturduğu tehlikeli orman­
lara gidemem. O bizim eve gelemez. İstanbul’da bir hayvanat
bahçesi yok ki ara sıra hasretimi gidereyim.
Çocuklarda, fil, arslan, kaplan, yılan görmek merakı bü­
yüktür. Kimi hayvan eğiticileri demir parmaaklıklı kafeslerin
içinde bu vahşîleri memleketimize getirirler, onlara türlü ma­
rifetler yaptırırlar. Ama bu pek seyrek seyirlerden olduğun­
dan her çocuk yararlanamaz.
Çingenelere sokaklarda ayı oynatmak yasaklandığından
beri ben bu sevgilimin kitaplarda, albümlerde ancak resmini
görebiliyorum. Ara sıra da gazetelerde bu çapkımn sevgi olay­
larını okuyup gülüyorum. Kendi cinsinin dışında dişilere göz
atan bu zamparanın estetik duygusuna kim ses çıkarabilir?
Çocukluğumda bana ilk tiyatro zevkini veren odur. Bazı
soğuk komiklerimizden çok güldürür. Doğal bir sanatçıdır.
Ayı, kelli felli bir hayvandır. Kaba, boz kürkünün içinde
onda bir ağa çalımı vardır. Bakışları derin, zeki, ciddî, dav­
ranışları ağır başlıdır. Ne çare ki, egemenliğini çingeneye kap­
tıralı, o, kaim sopanın emrine boyun eğmek zorunda kalmış­
tır. Ara sıra vahşîlik damarı tutarak, isyan eder gibi boğuk
boğuk haykırır. Hep bu feryatlarında çingeneye: «Ah sen or­
manda bir kere elime geçsen» tehditleri okunur. Ama ne yap­
sın ki burnundaki hırizmadan uzanan zincir çingenenin elin­
dedir. Bağıra çağıra göbek atmaktan başka çare yoktur.
M ELEK SANM IŞTIM ŞE Y T A N I 55

Elindeki tefin dumdumuna karışan çingenenin kötü sesi


sokakta duyuldu mu, haydi yedi mahallenin çocuğu bu ahen­
gin peşine takılır. Çok komik kişiliği ile bu alaya başka bir
değer ve neşe veren bir yaratık daha vardır. Sahibinin omzun­
da oturan şebek... Ayı ne kadar ağır başlı ise, bu o kadar ser­
best davranışlıdır. Bir dakika yerinde oturamaz, çingenenin
bir omzundan ötekine dolaşır durur. Kuyruğunun iki tarafın­
daki yarımşar domatesi her an halka göstermekten sıkılmaz.
O, sivri külahını, kırmızı cepkenini giyip de soytarılığa başla­
dı mı gülmekten kimde can kalır...
Her vakit kırptığı ufak, zeki gözleri ile etrafa velfecri
okur. Topladığı alkışlardan gururlu, büyük artistler gibi öy­
le çabuk mimikleri, tuhaf kırıtışları vardır ki...
Çocuklar ona ceviz, fındık, kestane, şeker uzatırlar. Bes­
belli çok defa aldatılmış olmalı ki, kuru yemişleri elinde büyük
bir dikkatle evirip çevirdikten sonra dişlerine götürüp kırar.
Kara parmakları ile nazik nazik ayıklar, avurtlarını şişirir.
Onun her yudumundaki maskaralıklar çocuklar için doyulmaz
bir eğlencedir. Yaramazlardan en yiğiti, burun buruna ona
yaklaşarak:
— Ne yapıyorsun şebek efendi, keyfin iyi mi? sorusunda
bulunur.
Sanki bu konuşmayı o anlar. Kaynana zırıltısı gibi gevrek
çabuk, zırıl zırıl bir sesle cevap verir. Anlattığı ne eski harf­
lere uyar, ne yeni yazıya gelir.
Çocuklar her zaman böyle hatır sorucu değildirler. Ara-
sıra hoyratlıkları tutar değnekle onun domateslerine doku­
nurlar. işte o zaman şebek sahibinin boynuna sarılır, bir sı­
ğınma ile yaygarayı konarır. Çingene krzar, etrafına sopa sal­
layarak bu parasız küçük seyircileri dağıtmaya uğraşır.
Ayı ağır sanatçıdır. Maymun, at cambazlarındaki palya­
çolara benzer. Ağanın artistçe büyük ustalıkları arasındaki
duraklarda halkı güldürür.
Çingenenin bu hayvanlara öğrettiği klasik bir programı
vardır. Sulukule akademisinden çıkmış olan aslım yüz yıl­
56 M ELEK SANM IŞTIM ŞE YT A N I

larca korumuştur. Tiyatroya musallat olan Abdülhamit’in


sansürleri bile bu Çingene edebiyatına el uzatmak cesaretini
bulamamışlardır:
«Kocakarılar hamamda nasıl bayılır»
«Yeni gelinler nasıl utanır»
«Tiryakiler nasıl çubuk içer»
«Köçekler nasıl göbek atar» vb.
işte programın en meşhur tiyatro yazarlarımızın eserle­
rinden çok fazla oynanmış, halk aldığı estetik heyecana hâlâ
doyamamıştır. Koca ayı iki art ayağı üzerine kalkarak insanı
taklit eder, insanın hayvanlaşmasında büyük bir hüner yok­
tur amma, ayının insanlaşması, alkışlara değer büyük usta­
lıklardandır. Göbek atarken onun bütün tüylü vücudu hop hop
sarsılır. Sırt üstüne yatıp da uzun burunlu başım süzgün göz­
lerle ağır ağır iki yana sallayarak yalandan bir bayılışı var­
dır. Bazı çetin numaralarda ustası ile hırlaşır. O isyan eder
homurdanır... O sopa muhabbeti hayvanların bile insanların
elinden neler çektiğine canlı birer örnektir.
Sahibiyle güreş, bu en önemli numaradır. Hemen her
vakit Çingene yenilir, insanın hayvana yenilmesiyle etkilene­
rek etraftan şöyle itirazlar duyulur:
— Senin de ayıdan farkın yok, hayvana neye yenilirsin
utanmaz...
O zaman koca Çingene esmer yüzünü buruşturarak sa­
natının gün görmüşü, alaylı ince felsefesiyle cevap verir:
— Ayıdır ama yüreği büyüktür, yenilirse öfkesinden yü­
reği çatlar.
Ayı psikolojisini bu usta Çingene kadar hangi uzman bi­
lir? Bu kaba eğitmendeki ayı hissine karşı olan kavrayışı aşırı
saygıya mı şaşarsınız, yoksa hayvandaki özsaygısına mı? Yeni­
len insan pehlivanlardan hiç birinin kederinden çatladığı gö­
rülmemiştir.
Ayıcı parsayı toplar, koltuğunda sopası, bir elinde tef,
ötekinde zinciri, ağır ezgi, fıstıkî makamla yürür.
M ELEK SANM IŞTIM ŞE Y T A N I 57

Benim çocukluğumda söylediği türkü şu idi:


«Necibe’min iki de kürkü
Var biri samur biri de tilki
Necibem de anasının ilki
Necibem, Necibem de aynalı Necibem
Ben sana yandım cilveli Necibem.»

Ayıcı bu ahengi ile başka ihsanlan güldürmeye, başka


mahalleleri şenlendirmeye giderken arkasından koşan çocuk
alayı her köşe başında biraz daha artar.
AHLÂK H U M M ASI

— Hanım birbirimizi sevdik de aldık.


Hanım derin bir göğüs geçirmesiyle:
— Ah... Evet öyle oldu.
— Bu ah ve vah neden? Sanki fena mı oldu?
Hanımda çatık bir surat, ezgin bir bakış, dalgın bir ses­
sizlik...
Ben coşkun adımlarla odanın enini boyunu arşınlayarak:
— Cevap vermiyorsun?

— Fakat efendim, susmak evet anlamına gelir.


Hamm uzun bir puflama ile :
— Aman her gün bu soru sualler...
— Hâşâ soru sual değil kocahk adına sizden bir iki şey
soramaz mıyım?
— Nasıl bir iki şey efendim her gün bu dırdır.
— Benim büyük bir temiz kalple ve ciddî söylediğim şey­
ler demek size dırdır geliyor?
— Of Allahım of... Eğer dirlik kabil olmayacaksa sen
bizi birbirimizden kurtar.
Bey kollarını çapraz göğsü üzerine kavuşturup aktör gibi:
— Demek iş bu pereseye geldi... «dirlik kabil olmayacak­
sa?» sorusu ile ayrılmamıza dua ediyorsunuz. Tuhaf şey...
Hatta pek tuhaf... Kadın aklı, kadın cinneti, kadın...
— Elverir... Kısa yollar dururken sözü böyle uzatıyor­
sunuz? Kadın akh, kadın mantığı bozuk oluyorsa erkeğinki
sağlam olduğunu ispat ediniz.
— Edeceğim, fakat siz de sorularıma doğru cevaplar ve­
receğinize yemin eder misiniz?
MELEK SANM IŞTIM ŞE Y T A N I 59

— Yemine ne hacet, her şeyi dosdoğru söylemeye söz


veriyorum. Fakat siz de bu doğru sözlerimin ağırlığına daya­
nacağınıza, Asyalı bir koca gibi beni tahkire, aşağılamaya
kalkmayacağınıza söz veriyor musunuz?
Bey sersemlemiş gibi almm avucu içinde sıkarak:
— Pek anlayamadım.
— Evet anlayamazsınız. Çünkü sözlerim bu memleket
alındığından beri geçen alaturka karı koca kafasına uymuyor.
Çünkü siz beni aldatıp gizliyeceksiniz, ben sizi aldatıp inkâr
edeceğim. Böyle yalanla dolanla ikiyüzlülükle, kandırma ile
kurulmuş bir karı koca düzeni içinde yaşayacağız. Evlilik ha­
linin çok kere içyüzü bu değil mi? Bir koca karışma sadakat­
sizlik eder, bunu herkes bilir, yalnız kadın bilmez. Bir kadın
kocasını aldatır bu halini çokları duyar lâkin zavallı koca ha­
kikatten haberli olamaz. Daha doğrusu pek çok kocalar bu
gibi hakikatlere karşı biraz göz yumma, kulak tıkama zorun­
dadırlar. Çünkü dış görünüşü kurtarmak gerektir. Her koca
karısının, her kadın kocasının sadık olmadığının sırrını tama-
mıyle koyu koyu bilse, veyahut müsaadenizle söyleyim ki sez­
diğini, bildiğini büsbütün dışarı vursa pek çok evler barklar
gürül gürül yıkılır. Dünyada pek az evli çift kalır. Beyefendi,
biz bu âdet yolundan, bu ahlâk gereğinden çıkalım. Geleneğe
uyarak birbirimizi aldatmayalım. Görünüşü değil, ruhlarımızı
bu sıkıntıdan kurtarmaya uğraşalım.
— Peki hanım dediğiniz gibi olsun. Ben Asyalı bir koca
olmamaya uğraşacağım. Fakat siz de son kıyım Avrupa’lı bir-
nazenin düşüncesine kapılmayınız. Sözüm söz, fakat damarım
Türk damarıdır. Şimdi cevap veriniz. Birkaç zamandır ara­
mızda karılık kocalık sevgi ve içtenliğini bulandıran bazı es­
rar dönüyor sanıyorum.
— Evet hakkınız var.
— Bu söylediğinize bravo hanım... Teşekkür ederim.
— Bir şey değil.
— Zaten ben sizden zaman zaman kuşkulanmakta vicda­
nımı haklı bulurum.
— Affedersiniz bunlardan bir tanesini öğrenebilir miyim?
60 M ELEK SANM IŞTIM ŞE YT A N I

— Ben sizi sevdiğim zaman siz başka bir zatm karısı idi­
niz.
— Evet öyle idi.
— Bana varmak için o adamdan boşandımz.
— Bu da bir gerçek.
— Şimdi benim nikâhım altında iken başka bir erkeği se­
vebilirsiniz.
— Olabilir ya...
Beyin dudaklarında başlayan ürperme bir anda ellerine,
bacaklarına geçerek üşüyor gibi bir söylenişle
— Olabilir mi, diyorsunuz?
— Evet... Olabilecek bir şeye niçin hayır diyeyim efen­
dim?
— Bak hamm, çok sevdiği karısının ağzından böyle kor­
kunç evet işiten bir erkek Asyalı olsun, Avrupalı olsun, Ame­
rikalı, Afrikalı, AvustralyalI dünyanın hangi parçasından
olursa olsun bu çirkin sözü kocalık duygu ve onuru ile kay-
natamaz. Bunu yetmiş iki buçuk milletten hiç birinin aklı al­
maz. îşte hep belâlar buradan çıkar.
— Dünyadaki milletleri böyle kesir ile yetmiş ikiye bö­
len hangi istatistiktir bilmiyorum. Fakat siz deminden kadın
mantığı bozuk oluyor demiştiniz. Ben de sizin bu sözlerinizde
hiç sağlamlık göremiyorum. Ben size varmak için kocamdan
boşandımsa siz de beni almak için karınızı boşadınız. Eğer bi­
rinden ayrılıp başkası ile evlenmek büyük bir günah ise bu
hareketin bir erkek veyahut bir kadın tarafından yapılmış
olursa esası değişir mi? iki taraf için de günahkârlık derecesi
denk olmaz mı? Birinci kocamın üzerine sizi sevmiş olduğum
için sizin üzerinize de bir başkasıyle sevişmemden endişeye
düşüyorsunuz. Fakat sizin hakkımzda aynı endişe bana da
gelmez mi? Birinci karınızın üzerine yaptığınızı bana da yap­
manız olamaz mı? Böyle iki başlı bir sorunda beni şüpheli gös­
terip kendinizi daraya çıkaramazsınız. Birbirine denk şüphe
her ikimiz hakkında da olabilir. Onun için bu cihetten fit olu­
ruz. işin meydana gelmesinden önce birbirimize sitem hakkı­
mız olamaz.
M ELEK SANM IŞTIM ŞE YT A N I 61

— Rica ederim hanım ilk sualime karşı verdiğiniz kor­


kunç cevabı yani buluştuğunuz o aklı yakan sözlerinizi başka
meseleler arasında karışıklığa getirmeye çalışmayınız.
— Benim hiç bir şeyi karışıklığa getirdiğim yok. Konuş­
tuğumuz şey basit. Sözlerimiz meydanda. Söylediğimi değiş­
tirmeye, inkâra tenezzül etmem beyefendi...
— Of... Kocasından boşatıp da bir kadın almak ne felâ­
ketmiş!
— Ay aman, karışım bıraktırıp da bir erkeğe varmak ne
belâ şey imiş, Ya Rabbim...
— Hanım deminki sözünüzü bir daha tekrar eder misiniz?
— On defa, yirmi defa, yüz defa... İstediğiniz kadar...
— Demek benim nikâhımda iken başka bir erkeği seve­
bilirsiniz?
— Hay hay...
— Bu nasıl olur?
— Basbayağı... Pek tabiî bir şey... Yüz binlerce benzeri
var.
— Fakat kocanızın hukukunu, muhabbetini, onurunu, na­
musunu bu derece nasü hakir görebiliyorsunuz?
— Kocamın hukukunu hakir gören ben değilim...
— Bu nasıl söz? Ya kim?
— Başka bir erkek...
— Anlıyamadım.
— Anlamayacak ne var bunda canım. Kocam varken siz
beni sevdiğiniz vakit başka bir erkeğin kanunca olan hukuku­
na tecavüz ettiğinizi düşündünüz müydü? Şimdi sizin kocalık
hukukunuza aynı tecavüzde bulunabileceklere niçin bu kadar
kızıyorsunuz. Bu âlem men dakka dukka (çalma kapıyı, ça­
larlar kapını.) dünyası değil mi?
Bey, bütün tüylerini ürperten bir titreme ile:
— Hanım bugün her zamandan ziyade ataksınız. Yiğitli­
ğinizi biraz daha ileri götürerek son sualime doğru ve kesin
bir cevap verir misiniz?
— Gayret ederim efendim.
— Benim üzerime başka birini sevebilir misiniz. Bu ihti­
mal bir gerçek şekline girdi mi?
62 MELEK SANMIŞTIM ŞE YTAN I

— Hayır.
— Saklamayınız.
— Saklamam emin olunuz.
— Yalan söylüyorsunuz.
— Hiç bir vakitte...
— Deminden: «Size söyleyeceğim doğru sözlerimin ağır­
lığına dayanacağınıza söz verir misiniz?» diyordunuz. Bu pek
ağır itiraflarınızı bekliyorum.
— Söyliyecek hiç bir ağır sözüm yok.
— Ya biraz önce niçin öyle söylüyordunuz?
— Ne yapayım, efendim?
— Kaç zamandır hep bu dırdır. Eski kocamın meselesi
ve daha birçok kıskançlık işleri... Yapmadım, etmedim desem
inanmıyorsunuz. Mutlaka bana bir şey söylemek istiyorsunuz
ben de öfkeyle öyle söyledim.
— Hayır hamm hayır... Deminden coşkunlukla o kadar
ileri gittiniz ki artık şimdi ne derece ihtiyat etseniz büsbütün
geri dönemezsiniz.
— Ne istiyorsunuz? Sizi memnun etmek için kendime bü­
yük bir iftira mı atayım?
— Hayır iftira değil, gerçeği söyleyiniz.
— îşte gerçek bu...
Bey, yarısı aynalı etajer, dört gözlü şık dolabı göstererek:
— Gerçek bu dolabın içinde kilitli. Anahtarları veriniz.
— Aldanıyorsunuz beyefendi, gerçek dolaba kilitlenmez.
— Anahtarları veriniz, ben onu mahpusluktan kurtararak
şimdi göz önüne çırılçıplak atarım.
— Ben böyle kelime şaklabanlığı ile adama anahtar ver­
mem.
— Karımsmız. Namusumu taşıyorsunuz, kuşkulandığım
anda bütün kilitli yerlerinizi aramak hakkımdır.
Hanım, inatçı ve tahkir edici bir şiddetle yerinden fırla­
yarak :
— Artık beni namusunuzun hamallığından kurtarınız.
Onu taşımak âdiliğine dayanabilecek bir ahnıak kadına yükle­
tiniz.
— Fakat bu tahammül olunmaz pek korkunç bir hakaret.
M ELEK SANM IŞTIM ŞE YT AN I 63

— Ya sizinki beyefendi? Kaç zamandır iffetimden şüp­


helere düştüğünüzü yüzüme karşı söylüyorsunuz. Bir kadına
bundan büyük hakaret olur mu?
— Kaç zamandır gerçeğe yakın, pek kuvvetli kuşkular
içinde döner kebabı gibi çevrile çevrile yanıyorum. Veriniz
anahtarları gerçek anlaşılsın ikimiz de rahat edelim.
— Ama benim iffetten, namustan başka sırf kendimin
olan size göstermek istemediğim bazı sırlarım var.
— Bir kadının kocasına gösteremiyeceği hiç bir sırrı ola­
maz. Veriniz anahtarları...
— Veremem, veremem... Nafile uğraşmayınız, vermeye­
ceğim.
— Fakat onları zor ile almaya bir kocanın hakkı olduğunu
bilmiyor musunuz?
— Hep bu kocalık salâhiyetleri, haklan sizin, erkeklerin
midir? Bize, kadınlara, ne Allah'tan, ne Peygamberden, ne
kanundan bir parçacık olsun koruma düşmez mi ?
— Hanım şimdi kadın erkek hukukundan söz edecek de­
ğiliz. Veriniz anahtarları...
— Kaç defa söyleyeyim efendim, vermeyeceğim, vermeye­
ceğim.
— Benim dayanmam ile bu kadar oynamayınız. Aşağıdan
şimdi keseri getirtir, bu aynalı, raflı şık kâğıt hâzinenizi çatır
çatır kırarım.
— Siz sahiden hak, adalet sahibi vicdanlı bir adam mısı­
nız?
— Şüphe mi ediyorsunuz?
— Ben söze bakmam işe bakarım. Adaletli, haksever, vic­
danlı olduğunuzu şimdi bana ispat etmelisiniz.
— Peki her ne suretle isterseniz.
— Size dolabın anahtarını bir şartla teslim ederim.
— Şartınızı söyleyiniz.
Hamm, beyin vicdan derinliklerini iskandile uğraşır de­
rin, içe işleyen mıknatıslı bakışlarla onu süze süze:
— Karşılık olarak siz de bana kütüphanenizin alt gözünün
anahtarım vereceksiniz.
64 MELEK SANM IŞTIM ŞE YT A N I

Bu şart karşısında bey ilkin şaşırır, sonra kızarır, sonra


sararır...
Hanım bu üstünlük başlangıcı ile alaylı alaylı gülümse­
yerek:
— Ne oluyorsunuz beyefendi? Neden öyle renkten renge
giriyorsunuz?
Beyefendi bir cevap bulmak için olanca aklını zorlayarak:
— Erkek esrarı kadmlarınkine benzemez.
Hamm alayını artırarak:
— Evet erkek esrarı kadmlarınkine benzemez. Onun ko­
calık hakları, ailece olan imtiyazları büyüktür, bambaşka­
dır. îsterse kanuna göre dört karı alır, beşincisine, altmcısma
da bir yasak yoktur. Arzu buyurursa zevcesini döver, keserle
baltayla ona ait kilitli eşyayı kırar, ne isterse yapar, yapabilir.
Bütün hüküm, bütün kuvvet onundur. Kadımn kocasına karşı
bir sırrı olamaz. Fakat kocanın kadına karşı olur. Biri bütün
anlamıyle egemen, öteki esirdir. Ben bu ortaçağ âdetlerinden
iğreniyorum. Bu fikirlerden sıyrılmış beynini, zihnini temiz­
lemiş evlenmenin, insanlığın anlamını anlamış bir koca isti­
yorum. Aradığım faziletleri bulmak ümidiyle size vardım. Şim­
di aldandığımı anlıyorum. Hangimiz daha sadık, daha namus­
lu, faziletli? Bu gerçek şimdi anlaşılacak: Ben size dolabımın
anahtarlarım vereceğim, lâkin aramanızı yaptıktan sonra siz
de kütüphanenizin anahtarlarım verir misiniz?
— Veririm.
— Parol donör mü?
— Evet...
Hemen cebinden çıkaradığr anahtar halkasını odanın
ortasına fırlattı. Bey hemen anahtarları kapar. Birer
birer dolabın dört gözünü açar. Eski bir sözle kılı kırk yarar­
casına araştırır durur. Süs için birtakım kadın eşyası ile ha­
nıma arkadaşlarından gelmiş masumca birkaç mektuptan baş­
ka suçlayacak hiç bir şeycik bulamaz.
Gözleri yine kapar. Utanarak bir teşekkür ile anahtarları
geri verince, hanım söz, şaka götürmez bir ciddîlikle ve ağır­
lıkla:
— Hadi bakalım ben emrinizi yerine getirdim. Şimdi siz
M ELEK SANM IŞTIM ŞE YT A N I 65

de sözünüzü yerine getiriniz veriniz kütüphanenizin anahtar­


larını...
Bey ezilip büzülerek:
— Hanımcığım deminden coşkunlukla bilmeden bir sözdür
verdim. Fakat çok esef ederim şimdi yapamıyacağımı anlıyo­
rum.
•Hanım acı hareketli bir kahkaha ile:
— Haniya parol donöTiinüz nerede kaldı?
— Kütüphanemde kilitli işime, devlet sırrına ait evrak
vardır. Bunları hiç bir ferde göstermeye izinli değilim.
— Bunu, namusunuz üzerine söz vermezden önce düşün­
meliydiniz bu kutsal kelimeyi oyuncak sanan erkeklerden ol­
duğunuz gözümde belli oldu. Bundan sonra benden iğrenmek­
ten, hakaretten başka bir şey beklemeyiniz.
Bey korkunç bir fırtına kopacağını anlayan bir kaptan
acelesiyle hemen odadan sofaya fırlar, merdivenleri ikişer iki­
şer athyarak kendini sokağa dar atar.
Hanım böyle yenik, pısırık, çaresiz bozularak kaçan ko­
casının arkasından birkaç sağanak zafer kahkahası salıverdik­
ten sonra yatalı odasına çekilir, kapıyı kilitler. Ufak şık ya­
zıhanesini açar narin, nazik, beyaz, yumuşak parmaklarının
bütün sinirliliğiyle kalemi sıkarak şu mektubu yazmaya başlar.
«Şahin bakışlı Fazılcığım!
«Bugün sana havadis, havadis... Oh, dur ne yapacağımı
şaşırıyorum bu halime güleyim mi kızayım mı? Vallahi ne
yapacağımı bilemiyorum. Kocam olacak herif şimdi karşım­
dan, hayır âdeta huzurumdan, sahibinden yılgın bir köpek gi­
bi kuyruğunu bacakları arasına sıkıştırarak kaçtı. Yuf onun
ervahına! Ne bozgunluk, Fazıl, göreydin gülmeden çatlardın.
Bu hebennekadan boşanacağım, bu muhakkak senin olmağa,
Allah’ın emri, Peygamberin kavli, gönlümün isteği, imamın
duası üe senin olmaya söz verdim. Fakat kocam o kadar baya­
ğı bir yaratık ki kendisinden boşanmak hususundaki kesin ni­
yeti anlarsa, ve hele hantal kolları arasında senin gençlik do­
lu, kaynayan sefalı kollarının arasına geçeceğimi hissederse be-
F: 5
66 M ELEK SANM IŞTIM ŞE YT AN I

ııi bırakmamakta çok inat gösterecek. Evet uzun bir inatla


bizi üzecek. Bütün kocaların kullanacakları en son, en yersiz
öç alma tedbiri bu değil midir?
«Vah zavallı şaşkın, benim gönlüm onu bıraktıktan son­
ra onun beni bırakmamasından ne çıkar? Bekle, bekle, mut­
laka senin olacağım. Allah ile böyle yeminliyim. Bir tasımına
getirip nikâh zincirini koparacağım.
«O mutlu dakikaya kadar hayli üzüntü çekeceğiz, fena
mı? Böyle engeller, geçikmeler, hasretler aşkı besler, birbiri­
mizin ateşiyle bizi daha ziyade yakar, çıldırtır. 'Görüşlerimiz­
deki kıymetlerimiz daha büyür. En yüksek noktaya çıkar. Âşık
Kerem ilk atılışta Aslı’ya malik olsaydı öyle çayır çayır yanar
mıydı?
«Son mektubunda artık dayanamayacağını ayrılığın ateşin­
den âdeta eridiğini iki ay önceki yakalığının boynuna bol gel­
meye başladığım yazıyorsun. Benim için böyle yandığını öğ­
rendikçe ne kadar seviniyorum bilsen. Aksine ben semiriyo­
rum, yüreğim karış karış yağ bağlıyor.
«Evet boşanmak için işi bir tasımına getireceğim. Bugün
kocamı o kadar ağır hakaretler altında ezdim ki hemen he­
men nikâhımızın çözülmesine kıl payı kaldı. Uğursuz herif bü­
tün bu hakaretlerimi buzlu bir şerbet gibi içti içine sindirdi.
Yüreği temizlik mavunası gibi içine ne boşaltılsa alıyor... Bek­
le, bekle, çoğu gitti azı kaldı. Elbette ben bu herifin kanatacak,
koparacak bir damarını bulurum. Dikkat ediyor musun? Onur
demiyorum o zavallıda böyle bir şey yok. Olsaydı bugün beni
bırakırdı, sonra ikinci, üçüncü kavgalarımızda onu muradıma
erinceye kadar kızdıracağıma emin ol.
«Ah Fazıl bilsen kaç zamandır kocamla karşı karşıya ne
açmazlar oynuyoruz. O kendini benden kurnaz sanıyor. Ve
her ahmak, işte bu sanı ile kaybeder.
«Ona etajerli dolapta mühim esrarım bulunduğu sanısını
vermek için yapmadığım tuhaflık kalmadı. Kocam odadan içe­
ri girerken aynalı dolaba tehlikeli evrak saklıyormuşum gibi
telâşlar, etbent olmalar gösterdim. Şüpheli korkak, helecanlı
tavırlar aldım; dolabın önünde âdeta sarardım, titredim. He­
rifi kapana koydum. Benim orada aşk mektuplarım bulundu­
M ELEK SANM IŞTIM ŞE YT A N I 67

ğuna kandırdım. Bu aşı kanına yayıldı kuvvet buldu damar­


larını yakmaya başladı, nihayet dayanamadı. Benden anahtar­
ları istedi, istediğim sonuca erdim. Çünkü karşılık olarak ben
de ondan kütüphanesinin anahtarlarını isteyecektim. Kütüp­
hanede ne olduğunu bilmiyor değildim. Kaç defa anahtar uy­
durup açmıştım. Kocamın sevgilisinin fotoğrafiyle araların­
da teati olunan mektuplar var. Bir minderin üzerine tahin hel­
vası gibi yayılmış, şişman, ablak, pat burun, fino gibi salkım
saçak kıvırcık saçlı, otuzluk, avami, yağlı, ballı esnaf işi bir
kadın. Bizim bey de yanı başında elpençe divan duruyor. Ö...
Kocamın midesine... Bu kancık finoya yazdığı aşk mektupla­
rının müsveddeleri de var. Ne diller dökmüş bilsen... Ne so­
ğuk, ne budalaca, aptalca, cümleler ayılışlar bayılışlar. Herifi
rüşdiye talebesinden ondört yaşında bir sevdalı sanırsın... Ya
karıdan gelen kenarları dantelalı, yaldızlı allı güllü çiçekli ah­
lar vahlar oflarla donatılmış, yazıcı mecmualarından kopya
edilmiş cevapları görsen hangisine bayıla bayıla güleceğini şa­
şırırsın. Kocamın bu kadar bayağı, tabiatsız, affedersin eşek
olduğunu bilmiyordum. Zaten sevmezken şimdi alık musibet­
ten buz gibi soğudum.
«Erkeklere canlarının istediği kadınlarla sevişmek mubah­
mış. Fakat bize, zavallı dişehletilere kocalarından başkala-
riyle gönül eğlendirmek yasakmış, en büyük cinayetmiş. Oh...
Nah sana guguk... Beyinsiz herif, tuzlayım da kokma...
«Fazıl, sana kadınlar, erkekler, yani Allah’ın birbirine eş
ve en büyük düşman olarak yarattığı bu iki cins hakkında
ufak bir felsefe dersi vereyim kulağına küpe olsun.
«Erkekler âleme karşı mertlik taslarlar. Kadınlara kah­
pelik yakıştırırlar. Biri ne gülünç övünme ise öteki ne insaf­
sızca iftira.
«îlkin mertlik iddia eden erkekler birbirlerine dost değil­
dirler, çünkü biz kadınlar erkeklerden öcümüzü başka bir er­
keğin araya girmesiyle alırız. Kadının aşk cinayetlerinde suç
ortağı her vakit bir erkektir.
«Siz bize her ağır iftirayı attıktan sonra gönlümüzü avla­
mak için «latif cins» diyorsunuz. Bu ad size bütün o erkekçe
böbürlenmelerinize, erkeklik iddia ve övünmelerinize karşı «za­
68 M ELEK SANM IŞTIM ŞE YT A N I

yıf cins» diyeceğiz. Çünkü her yerde çelik kesilen erkek kadın
karşısında sıfırı tüketir. Böyle olduğunu inkâr et bakayım.
Ha vallahi hakikati sonra pek acı derslerle beynine sokarım.
«Erkeklerin kadınlara zekâca üstünlükleri meselesine ge­
lince bunun aksini şimdi sana parlak bir örnekle göstereceğim.
Kocam benden şüphelendi. Salondaki dolabın içinde beni suç­
landıracak aşk mektupları arıyor. Akima turp sıkayım ben
onun. O yoldaki mektuplarımı ben hiç dolaba kilitler miyim?
«Fazıl, sana yazdığım mektupların müsveddeleri ve sen­
den gelenlerin çoğu büyücek bir bisküi kutusunun içinde saklı.
Kâğıtların üzeri dökülen saçlarımın yumakları, birtakım kur-
delâlar, firketeler, kırıkkıraklar ile dolu... Bu kutu da nerede
duruyor biüyor musun? Yattığım karyolanın altında... Herif
nasıl bir sevda bombasının üzerinde uyuduğunun hiç farkında
değil, şimdi kocamın benden zeki olduğunu hangi akıllı iddia
edebilir? Zavallı hımbıl şellâki... Gönlümün anahtarım kay­
betmiş de dolabınkini arıyor. Of, bekle yüzdük yüzdük kuy­
ruğuna geldik bu seferki herife açtığım kavgada çıbamn ba­
şını kopardım, gelecek kavgada bütün özünü deşip kurtulaca­
ğım. Ben senin olacağım sen benim.
«Fazıl, sen beni seviyorsun. Kocamın üzerine ben seni sevi­
yorum. Kocam hem beni seviyor, hem şişman karıya çıra gibi
yanıyor... Bu ne hayat, ne arbede Allah aşkma?
«Fazıl, işte buna ahlâk humması derler. Sende de var ben­
de de... Kocamda da... Ve bütün âlemde de...
«Fazıl’cığım al sana yanağımı uzatıyorum, öp... Ah bu
hayalî öpücükler... Lezzetini bilenler için sahiciden daha tat­
lıdır. Sen de yüzünü bana ver oh... Kocamın kulakları çınla­
sın.»
Ebediyen seninki

Heybeliada, 28 Mart 1336


A S A N S Ö R

Mansur Paşanın konağına satıldığı vakit miniminicik bir


çerkez kızı idi. Sekiz, dokuz yaşında pek güzel ve ayak uğma-
sım öğrenmişti. Ona öğretmişlerdi, paşa efendinin romatiz­
malı ayaklarını uvarken: «Aman efendim ne güzel, ne müba­
rek kademleriniz var.» İki yüzlülüğüyle eğilir eğilir o şiş üye­
leri öperdi. Büyük hanımefendinin parmaklarını incitmeden
kulunçlarım birer birer hep Dilpesent kırardı.
Bu küçük kız büyüdükçe çirkinleşiyordu ayak öperek
yaptığı bu hakir masörlüğü bile giderek ona çok gördüler. Bu
ince hizmete bir güzelini vererek onu zahmetli aşağılık işlere
attılar. Artık en ağır eşyayı o kaldırıyor, en pis şeyleri o te­
mizliyordu. Yıllar geçtikçe idman alıştırmalarında olduğu gibi
Dilpesent’in de vazifesindeki zorluk ve meşakkat büyüyordu.
Talihsizliğinden başka bir suçu olmayan bu günahsız kız ta­
mam otuz sene hayatın ağır işçiliğine hükümlü olarak yaşadı.
Vaktinden çok önce buruştu, karardı, sersemleşti, bunadı. He­
nüz, kırkında yokken yüzüne bakılmaz ellilik bir kadın halini
aldı. Demirbaş eşya gibi evlâttan evlâda miras kahyordu. O
konakta tamam üç kuşak gördü. Hep çocukları o büyütüyor,
bezlerini o yıkıyor, birer damla veletler yetişip insan olunca
dayaklarını yiyordu.
Bir gün konağın en kıymetli hanımı ağır bir hastalığa
tutuldu. İyi olması için Eyyüb’e kurbanlar, türbelere para­
lar adandığı sırada Allah hakiki şifa verici acele ilâcı ihsan
buyurduğu anda Dilpesent’in azat edilmesine yemin edildi.
Bu adakları Allah’ça da makbul oldu. Küçük hamm kur­
tuldu. Emektar Dilpesent azat oldu. O şimdi kafesten çıkarıl­
mış kanatlan felçli bir kuşa benziyordu. Nereye gidecekti?
70 MELEK SANM IŞTIM ŞE YT A N I

Ailenin geliri evlâttan evlâda geçe geçe erimiş, meydanda


viran bir konakla Mansur Paşanın kuru bir adı kalmıştı. Efen­
dileri hizmeti otuz seneyi geçen bu emeklilerine çeyiz olarak
bir iki kırıntıdan başka bir şey vermiyorlardı. Bu kakavan
Çerkezi kuru kuruya yutacak bir koca çıkmadı. Bir iki sene
de böyle geçti. Sonunda geceli gündüzlü sarhoş bir istekli çık­
tı. Bu sarhoş herifin küçük bir evi, yatalak inmeli bir anası
vardı. O eve bir gelin hanımdan ziyade bir hasta bakıcı bir
hizmetçi lâzımdı. Çırak çıkarılacak bu kalfanın işini, terbiye­
sini, elyatkmlığmı övüyorlardı. Onun için erkek tarafı bu ev­
lenmeye pek istekli idi. Bu hususta Dilpesent’e sordular.
— Ben bilmem, efendilerim ne buyururlarsa öyle olur,
dedi.
Efendileri bu azatlı dadılarına dünya evi lezzetinden tat­
tırmak istiyorlardı. Söz kesildi, bir yatak takımı, kırmızı gaz
boyamasına bağlanmış iki tencere, bir mangal ile Dilpesent ge­
lin gitti. Evlenmesinin ilk haftasında:
— Yüzüne bakılacak yerin yok, ben seni bu eve hanım di­
ye almadım, anama hizmetçi getirdim, dedi.
Bu hakareti yeni gelin gizli odalarda bir kaç damla ile
mendiline içirdi, ses çıkarmadı. Eski Dilpesent kalfa şimdi
Emine Dilpesent hanım olmuştu. Bu hanım oluşa karşı zavallı
kadın yeniden işe sıvandı. Yatalak kaynanasına yukardan ye­
diriyor, aşağıdan temizliyordu. Bütün ev işi üzerinde idi. Sü­
pürmek, yıkamak, pişirmek. Hanımlığı neye yaradı? Esirliği
zamanından çok şimdi hizmetten bunalıyordu. Konakta iken
hiç olmazsa el ulakları vardı. Şimdi burada yalnızdı. Her şey,
her iş onun eline bakıyordu.
Sarhoştan hiç kabahatsiz ilk dayağı yediği vakit evlenme­
sinin henüz ikinci ajanı doldurmamıştı. Pek gücüne gitti, üç
gün ağladı: Konu komşu ona:
— Ağlama zararı yok koçandır hem döver, hem sever,
diyorlardı.
Gerçi öyle idi. Bu pek fena muameleler arasında kocası
ona dünya evi lezzetinden tattırmıştı. Gelinliğinin sekizinci
ayında evlenmesinin yemişini karnında duydu. Ayı günü ta­
mam oldu, büyük istiraplar, ağrılarla ölüm tehlikeleri ara-
MELEK SANM IŞTIM ŞE YT A N I 71

smda bağıra çağıra bir kız doğurdu. Lohusalığımn kırkı çık­


madan mutfağa indi. Şimdi kaynanasının kirli donlarına bir
de çocuğun bezleri katılmıştı. Bu analık lezzetinden de bir şey
anlıyamadı. Kendini gücünün üstünde yoran ve hiç aman
aralık vermeyen ev hizmetine üstelik şimdi fazla işe çağırmak
için küçük bir ağız da açılmıştı. Her iş arasında çocuğuna da
erip yetişiyordu. Doğurduktan sonra daha kahra uğradı. Ne
kadar çalışsa kıymeti bilinmiyordu. Bazı akşamlar sarhoşun
rakı başma vuruyor, ispirtonun beynine verdiği bu delilik nö­
betini karısını öldüresiye dövmekle yatıştırabiliyordu. Bu ha­
karetler, dayaklar altında ağlaya ağlaya sütü kaçtı. Hastalandı,
evin içinde zorla dolaşıyordu. Artık işlerin hepsine yetişeme-
meye başladı. Sarhoş herif hizmette görülen zerre kadar bir
kusuru bağışlamaz ifrit kesilirdi.
Bir akşam hazırlanan mezelerin taze olmadıklarını ve
yatalak anasının altı çabuk değiştirilmemiş ve haykırmalarına
hemen koşulmamış olduğunu bahane etti. Söylendi, söylendi.
Hiddetle sokağa fırladı. İki saat sonra eve bulut gibi olgun
döndü. Rakıdan kan çanağına dönmüş iri hain gözlerini açtı,
Dilpesent’i tekmeledi, tekmeledi. Kadın komşulara kepaze ol­
mamak için dışardan işitilmez ufak iniltilerle bu dayaklara
dayanıyordu. Sonunda sarhoş öfkesini alamadı dolu bir rovel-
veri cebinden çıkardı.
— Senin gibi kokmuş gudubet bir karıya bedava ekmek
yediremem, bari geberteyim de kurtulayım, hakaretiyle üze­
rine dört el ateş etti. Bu ispirto çılgınının eli titredi kurşunlar
kapıyı, duvarı deldi hedefe isabet etmedi. Zavallı kadın bu
ateşlerin önünden kaçtı, kendini sokağa attı, komşulardan bi­
ri içeri aldı. Dünya evi denilen o uğursuz evlenme evine bir
daha dönmedi. Çocuğunu aldı efendilerinin konağına sığındı
içeri girerken eğildi göz yaşlariyle ıslata ıslata üç defa sokak
kapısının eşiğini öptü:
— Bundan sonra koca istemem, burası saadet yuvası imiş,
ben bilmedim efendilerim. Beni kabul ediniz. Yeni baştan esiri­
niz olayım artık azat istemem.


72 M ELEK SANM IŞTIM ŞE YT A N I

Dilpesent böyle acıklı bir sığınma ile camm kurtardı, fa­


kat çalışmadan artık yıpranmış, güçten kuvvetten kalmıştı.
Şimdi kucağında bir de çocuğu vardı. Efendilerinin hal ve va­
kitleri eskisi gibi değildi. Onu yine baş göz etmek bahanesiyle
üzerlerinden savmak istiyorlardı. Çünkü gençliğindeki gibi
tuttuğu işi beceremiyor, yapıştığım koparamıyordu. Günler
geçtikçe öna karşı suratlar dönüyor, sözler değişiyor istemez-
likler artıyordu. Zavallı evin içinde yaşamıyor, çocuğu ile be­
raber sürünüyor, gözlere batıyor, nerede gezinse, ne tarafa
otursa suç oluyordu.
Üç yıl böyle acı bir sıkıntı hayatiyle yaşadı. Konakta ka­
lamayacağım anladı. Ama bu defa sarhoş koca istemiyor, ah­
lâklı, dini, insafı bulunsun, diyordu üç sene sonra evlenmiye
bir istekli çıktı. Onu çocuğu ile beraber kabul ediyordu.
Zavallının talihle eğlenir gibi kızının adını Saadet koymuş­
lardı. Saadet’i kucağına aldı yine bir kaç kırpıntı ile ikinci ko­
casının evine gitti. İstanbul’a en dik istikamette aksettiği yaz
mevsimlerinde bile güneşin beş dakikadan ziyade uğramadığı
dar, dolambaç, yosunlu bir sokakta, arka pencereleri mesçi-
din baldıranlı, ısırganlı mezarlığına bakan, evden ziyade bir
türbeye benzeyen küçük bir ev... Altmışlık, esmer, kır, çember
sakallı fakat kötü kullanılmamış bünyesinin gücü, gözlerinin
feri yerinde, kellesi tıraşlı, ensesi kalıp gibi biçimli bir adam...
Üç aylarda vaiz eder, ramazanda fitre, zekât toplar, ce­
nazeye, ıskata, devir hatmine gider; yele, kulunca, baş ağrı­
sına, iç sıkıntısına, havaleye okur, karnını doyurur, ev besler.
İlk karısı bir kara çıraktı. Yoksulluktan öldü. Şimdi beyazım
almıştı.
İshak Efendi, evliliğinin ilk gecesi, kadımn erkeğe itaati
hakkında uzun bir nutuk verdi. Kadın aç kalsa, dayak yese,
ne türlü sıkıntı çekse of demiyecek. Her muameleye dayana­
caktı. Bir kadının «ehlini» memnun etmesinin yarın ahrette
sevabı büyük, kırmasının günah ve azabı pek acıklı idi. Koca­
larının şefaatlerine nail olmayan kadınlar sonuna kadar yana­
caklardı.
Bu adamın fikrine göre:
Süs, nizam, takmak takıştırmak, doyuncaya kadar ye­
M ELEK SAN M IŞTIM ŞE YT A N I 73

mek yemek, şarkı, çalgı, her çeşit zevk eğlence günah... Fa­
kirliğe, sefalet çekmeye, yoksulluğa, açlığa, hastalığa, dayağa,
hakarete dayanmak sevap... Bu dünya bir leş, onun süslerine
kapılanlar ateş ehli. Avret yerini kapayacak ve üşümeyecek
kadardan fazla giyinmek ve ölmeyecek kadardan çok yemek
haram... Evde pişen yemeklere ve ramazanlarda komşulardan
gönderilen tatlılara kocasından evvel el sokmak mekruh.
Karısının midesini has ekmeğe alışmak günahından sa­
kınmak için imaretten fodla getirir, cuma akşamları pilav
zerde, sabahları sade suya çorba... Alt tarafı zerzevat haşla­
ması...
îshak Efendi evin yemeğini böyle yan yarıya imaretten
sağladıktan sonra kendi ahbaptan ahbaba, davetten dave­
te dolaşır. Hocaların hatim ziyafetlerini hiç kaçırmaz. Beya­
zıt’taki Türk ahçısının terbiyeli düğün çorbasına, et kızartma­
sına, yassı kadayıfına gedikli müşteridir. Verdiği nasihatla-
rın perhiz ve kanaat cihetlerini nefsine hiç uygulamaz. Onun
için evdeki karı zayıfladıkça onun ensesi kalınlaşır.
Emine Pesent hanım bu ikinci evlenmedeki hanımlığından
da bir şey anlayamadı. O her vakit Mansur Paşa konağında­
ki halayıklığım özlüyordu. Bu küçük evin hizmeti o büyük
konağın işinden hafif değildi. Orada yerdi içerdi. Burada ima­
ret fodlası, bulgur çorbası ile çalışıyordu. Seyir yok seyran
yok... Dost yok ahbap yok... Komşuya bile çıkmak yok. Her
yokluğa katlandı, her şeye razı oldu. Yalnız efendinin mest­
lerinin kokusuna alışamıyordu. Onları nereye koysa orayı
adeta hafif bir pis koku sarıyordu, tshak Efendi, karısının her
halinden memnun, küçük kız Saadet’ten hoşlanmıyordu. Bu
zavallı çocukcağız nerede gezinse terbiyesizlik, itaatsizlik, gü­
nah sayılır, elini neye dokundursa o şey pislenmiş sayılırdı.
Bir gün eve geldi karısının elinde mendil ağlar buldu. Ne­
denini anlamak için:
— Behey kadın ne ağhyorsun? Karnın tok, sırtın pek!
Bir evin bir hanımısın.
— Efendi, kaç zamandır yüreğimde bir darlık var, biraz
müsaade etseniz de sokağa çıksam.
74 M ELEK SANM IŞTIM ŞE YT A N I

— Yok... Olamaz kadın kısmına sokak haramdır.


— Yabancı yere gidecek değilim. Bir günceğiz gideyim
efendilerimi göreyim.
— Senin efendilerini ben biliyorum. Beynamaz, ahlâksız,
alafranga... Paşanın torunları sokağa kokona gibi kıhkta çıkı­
yorlar. Oraya gidip maazallah boyunca günaha girecek ve ah­
lâkım bozup geleceksin.
— Efendi bilmiyorsun içimde öyle bir sıkıntı, dayanılmaz
bir ağırhk var ki çatlayacak gibi oluyorum.
— Ah... Ah... Kim bilir ne günah işledin? Belki fazla ye­
din içtin, ziyade rahat ettin, nefsin kabardı. İçine şeytan gir­
di. Gel bir nefes edeyim, dünya istekleri geldikçe cehennemi
düşün. Yüreğine sıkıntı bastıkça git aşağı pencereden mezar­
lığa bak. Ölümü, ahreti düşün. Anhyorum büyük bir günah
işledin. Töbe, istiğfar eyle. Melûn iblis üzerinden defolsun.

Pesent Hanımın yürek sıkıntısından boğulduğu bir gün


efendi evde yokken çat çat kapı çahndı. Mansur Paşanın to­
runları geldi. O kadar alafranga, şık ve serbest idiler ki öyle
türbeye benzeyen bir sofu evine bu kılıkta yaratıkların gir­
mesi îshak Efendinin mübarek hayatına karşı bir saygısızllıktı.
Konu komşu pencerelere doldu.
Küçük hanımlardan biri:
— A dadıcığım ne fena olmuşsun niye bu kadar bozuldun.
Dilpesent boşandı:
— Ah küçük hanımcığım ben bozulmayayım da kimler bo­
zulsun. Ölmediğime çok şükür. Gün güneş gördüğüm yok. Bu
evin içinde bittim.
— A... vahvah... Bir kere gelip gözükmüyorsun a dadı...
— Salıveriyor mu yavrum? Ah efendimin gülü...
— A zavallı Saadet’e bak kızcağız sarartma olmuş, tğne
ipliğe dönmüş, gel kızım seni öpeyim.
Saadet yabani yabani kaçarak:
— Bunlar pek süslü hanımlar, öptürmem günah, Günah,
cehennem var... cehennem... yarın ahrette yanacağız.
M ELEK SANM IŞTIM ŞE YT A N I 75

— A küçük kızın ağzından çıkan sözlere bak.


— Her gün her saat vaiz dinlemekten yavrucak böyle oldu
hanımcını. Çocukçağız günah diye su içmeye bile korkuyor.
Küçük hamm etrafına bakındı ayrı ayrı yokladıktan son­
ra:
— Sokak dar, kapanık, pencereler sık kafeslerle
sıvama örtülü ev değil mezara benziyor. Büyük sözüme tövbe
ben burada oturamam. Ruhuma sıkıntılar basıyor. Haydi kalk
dadı beraber bir parça sokağa çıkalım. Seni arabaya bindire­
yim hava alırsın, için açılır.
— A izin almadan nasıl giderim kadıncığım? Bana bun­
dan da mı dayak yedireceksin?
— Sokağa çıkmak kabahatmıymış kuzum o kocansa biz
de efendilerin değil miyiz.
Pesent Hanımı çarşafladılar, zorla sokağa çıkardılar.
Araba köşe başında bekliyordu. Bindiler. Divanyolun’a çıktı­
lar. Beyazıt Sultanahmet meydanlarını dolaştılar. Bahçekapı’-
sına doğru indiler, Orozdibak mağazasına girdiler. Küçük ha­
nımların alacakları şeyler vardı. Üst katlara çıktılar, asansöre
binerlerken mahalleliden Hacı Numan Efendi görmüş, yanın­
daki küçük Saadet’ten îshak Efendi’nin karışım tanımıştı. Bu
küçük gezintiden sonra Pesent hanımı yine getirip evine bı­
raktılar.
O akşam evine dönerken Hacı îshak Efendiyi köşe başın­
da Hacı Numan Efendi yakaladı. Derin bir ah ile onu duvar
kenarına çekerek:
— Efendi çok şükür ikimiz de iman ehlindeniz,
— Çok şükür elhamdüüllah... Elhamdüüllah... Haza min
fadlı Rabbi.
— Bugün bir hale rastladım. Söylemesem maazallah boy­
numda vebal kalacak.
— Söyle efendi... Söyle kardeş... Vebal tutma söyle.
— Bugün sokakta zevceniz hanıma rast geldim, yanında­
ki ufak kızdan tamdım.
— La vallah benden izinsiz çıkmaz.
— Çıkmış... Çıktığını bütün komşular gördü.
— Çıktı ha! Ya melûn avrat, lanete gelesi ibüs.
76 M ELEK SANM IŞTIM ŞE YT A N I

— Hem nerede gördüm sormazsınız?


— Nerede gördün, söyle kardeş vebal kalmasın.
— Bir büyük... Çok büyük, iri frenk mağazasında.
— Euzubillahi mineşşeytanirracim. Benim karı orada ne
yapıyor? Söyle efendi, söyle?
— Başları açık birtakım delikanlı karınızın koltuklarına
girdiler dört tarafı billur küçük bir köşke çıkardılar.
îshak’ın şah damarları ok gibi atmıya başlıyarak:
— Neuzibillah... Neuzibillah, söyle kardeş vebal kalma­
sın.
Hacı Numan Efendi, elini göğsüne iman tahtası üzerine
götürerek:
— Minelbap ilelmihrap (başından sonuna kadar) işi an­
latacağım vebal istemem.
îshak Efendi hiddet ve şiddetini yatıştırmak için mırıl­
dadığı dua arasında:
— Söyle, ya Müslüman söyle.
— Birtakım güzel delikanlılar karınızı büllur köşke oturt­
tuktan sonra semaya çektiler.
— Ne söylersin Hacı Numan? Ve minelacaip... Velga-
raip...
— Vallahi hilafım yok, kardeş...
— înnallahe maassabirin! Ya sonra zevcem nereye kay­
boldu?
— O yukarı yükselirken ben aşağıdan baktım. Birinci
kat... İkinci kat... Üçüncü kat... Hep çıktı... Çıktı... Çıktı...
Altıncı kat... Yedinci kat... Nihayet billur köşk küçüldü, kü­
çüldü sonra görülmez oldu.
— Euzibillahi Minelinsi velcinni. Nereye gitti benim ka­
rı şimdi?
— Ya İshak ben de merak ettim. Yanımda bir delikanlı
peyda oldu kâfir dilber mi dilber. Hani şair demiş: «Kız mısın
oğlan mısın kâfir?» îşte tıpkı böyle. Ona sordum: «Bu billur
köşke binen hanımlar nereye gittiler?» Çünkü karınız yalnız
değildi yanında yüzleri çıplak, kolları çıplak, göğüsleri çıplak
genç genç hanımlar vardı.
— Nauzibillah... Nauzibillah...
M ELEK SAN M IŞTIM ŞE YT A N I 77

— Canım dedim söyle nereye çıktı bu kadınlar?


— Ficehenneme zümera.
— Herif güldü, «Efendi neye sorarsın? Burası neresi?
Nereye çıktılar? Niçin çıktıkları belli.»
— Eyvah, lanet... Lânet! Namusum, ırzım bitti. Haysiye­
tim bitti. Adım kötüye çıktı ve halk gözünde mahvoldum.

O akşam İshak Efendi karısının orospuluğunu mahalleye


ilân etti. İddiasını ispat için de Hacı Numan’ı tamk tuttu. Bi­
çare Pesent hanımın böyle bir sapıkkanlığa lâzım bir yaş ve
güzellikte bulunmadığını kimse insafla düşünmedi. Bütün o
semt halkı kadının bu azgınlığına parmak ısırdı.
Talihsiz kadın üç boşama ile üç tekme ile kocasının evin­
den sokağa atıldı. Yine efendilerinin konağına sığındı, fakat
kara bahtının bu son vuruşuna dayanamadı, yedi sekiz ay
sonra dünyasını değiştirdi. Yaşarken bir yararsızlık, bir boş­
luktan başka bir maksat göremeyen filozofların bu garip fi­
kirlerini bileydi şüphesiz onlara:
«Cahiller, boş dediğiniz bu hayatın zulümle, haksızlıkla,
hıyanetle, aptallıkla dolu olduğunu görmüyor musunuz?» ten­
kit ve şikâyetiyle haykırırdı.
Arkasından kalan zavallı öksüze bir şey bırakmadı san­
mayınız. Hep ölenler çocuklarına mal bırakmazlar. insan oğul­
larının çoğu ana babadan talihsizüğe, yoksulluğa, sefalete,
deliliklere, illetlere mirasçı olur. Bu felâketler kuşaktan kuşa­
ğa sürüp gitmiyor mu?
Küçük Saadet’i ayak ovmaya, kulunç kırmaya, etek öp­
meye, divan durmaya alıştırdılar. Zayıfların hayatı ancak kuv­
vetlilere yaltaklanmakla kabil olabileceği iğrenç kanunu ço­
cuk o yaşta öğrendi.

Heybeliada, 15 Ocak 1336 (1920)

SON
H Ü S E Y İ N RAHMİ
G Ü R P IN A R
Türk romancıları arasında kendisine özgü
mizahi üslubu ile çok parlak ve yüksek bir
yer sahibidir. Altm ış yıla yakın süren ya-
'.arlık hayatında çevirileri, makaleleri, eleş­
tirileri dışında 54 tane ünlü eser meydana
getirmiştir. Atlas Kitabevi, bu birbirinden
güzel eserleri, kapak resimleri de birer sa­
nat eseri olan bir dizi halinde yayınlamış
bulunuyor. Her Türk aydınının kitaplığın­
da yer alması gereken bu diziyi okuyucu­
larımıza kıvançla sunuyoruz :

ACI GÜLÜŞ
A ŞK BATAĞI
BEN DELİ MİYİM
BİLLUR KALP KOKOTLAR MEKTEBİ
BOŞANMIŞ KADIN KUYRUKLU YILDIZ ALTINDA
CADI BİR EVLENME
CAN PAZARI MELEK SANMIŞTIM ŞEYTANI
CEHENNEMDİK METRES
DELİ FİLOZOF MEYHANEDE KADINLAR
DİRİLEN CESET MEZARINDAN KALKAN ŞEHİT
DÜNYANIN MİHVERİ MÜREBBİYE
KADIN MI, PARA MI? NAMUSLA AÇLIK MESELESİ
EFSUNCU BABA NAMUSLU KOKOTLAR
EŞKIYA İNİNDE NİMETŞİNAS
ETİ SENİN KEMİĞİ BENİM tT DÜREN ÖPÜCÜK
GÖNÜL BİR YELDEĞİRMENİDİR ÖLÜLER YAŞIYO R MU?
GÖNÜL TİCARETİ ÖLÜM BİR KURTULUŞ MUDUR?
GULYABANİ SEVDA PEŞİNDE
HAKKA SIĞINDIK SON ARZU
HAZAN BÜLBÜLÜ ŞEYTAN İŞİ
İFFET ŞIK
İKİ DAMLA YAŞ ŞIPSEVDİ
İKİ HÖDÜĞÜN SEYAHATİ TESADÜF
İNSANLAR MAYMUN MU? TOKUŞAN KAFALAR
KADERİN CİLVESİ TORAMAN
KADIN ERKEKLEŞİNCE TUTUŞMUŞ GÖNÜLLER
KAYNANAM NASIL KUDURDU? TÜNELDEN İLK ÇIKİŞ
KESİK BAŞ UTANMAZ ADAM

You might also like