Professional Documents
Culture Documents
Geçenlerde rahmetli tarihçi Mehmet Genç’in vefatından sonra yapılan değerlendirmelerle nasıl
bir kıymeti yitirdiğimizi anlayanlar şu soruyu sordular: İnsanların hayattayken değerleri bilinemez mi?
Bunun için illa ölmelerini mi beklemek gerekir? Bunun üzerine biz de hayattayken kadri bilinmesi
gereken önemli kıymetlerimizden biri olarak Bedri Gencer’i gördük ve onu değerlendirmenin en iyi
yolunun alanı olan Türk sosyoloji geleneğindeki yerinin tesbiti olduğunu düşündük.
1. Onu Türk ilim ve fikir (sosyoloji ve düşünce) ile hareket tarihinde konumlandırmak,
Türkiye'de Ziya Gökalp tarafından 1914 yılında kurulan sosyoloji, asırlık geçmişine, birikimine
rağmen halen ülkemize mal edilme sancısı çeken Batı kökenli bir bilim. Avrupa’da Frederic Le Play
(1806–1882), Saint-Simon'a ait Science Sociale terimini ayrı bir sosyoloji ekolüne dönüştürdü, iki
takipçisi Paul Descamps ile Henri de Tourville ise, bu ekolü tecrübî (empirik) ile tarihî (teorik)
sosyoloji olarak iki ayrı yönde geliştirdiler. Türk sosyolojisinde çalışmalarıyla Behice Boran, Cavit
Orhan Tütengil, Mübeccel Kıray gibi sosyologlar, birinci, Sabri Ülgener, Şerif Mardin, Erol Güngör
gibi sosyologlar da ikinci tarihî-teorik sosyoloji ekolünde öne çıktılar.
1
Yıldız Teknik Üniversitesi’nde profesör Bedri Gencer de tarihî-teorik sosyoloji ekolünün dünya
çapında tanınan isimlerinden biri. Cambridge, Oxford gibi dünyanın önde gelen yayınevlerinden
çıkmış on kitapta, yüzlerce yerli ve yabancı master ve doktora tezinde onun çalışmalarına atıf yapıldı,
eserlerinden, ikisi de ödül alan İslâm’da Modernleşme, 1839–1939 (2008) ile Gelenekten Modernliğe
Osmanlı (2019), konularında (İslâm ve Osmanlı modernleşmesi) çıkmış en önemli eserler sayıldı.
Beyzâvî’nin tarifine göre rüya tabiri, suver-i hayaliyeden maânî-i nefsaniyeye ve maânî-i
nefsaniyeden a’yan-ı hariciyeye intikaldir. Buna göre kavram, bir şeyin hariçteki (‘a-y-n) hakikatinin
nefisteki mânâsının (‘a-n-y) zihindeki sureti, diğer bir tabirle, haricî şey ile nefsî mânânın zihnî surete
bürünmesidir (tasavvur). “İnandıkları gibi yaşamayanlar yaşadıkları gibi inanırlar” sözünce, olgular ile
mânâlar, insan tecrübesinde etkileşirler. Dolayısıyla modernleşme, ancak tarihî sosyoloji ile düşünce
tarihinden mürekkep begriffsgeschichte disiplininin perspektifinden olgular ile fikirlerin kavramların
semantiğinde nasıl etkileştiğinin izlenmesiyle hakkıyla anlaşılabilir.
Buna göre Bedri Gencer’in ilmî misyonu şöyle özetlenebilir: Arızî-değişen mânâlarından aslî-
değişmeyen mânâlarına temel kavramların semantik izini sürerek modernizmin sırlarını çözmek ve
böylece modernlikle yitirilen fıtrata dönüş yolunu bulmak. Doç. Âdem Palabıyık, İslâm’da
Modernleşme, 1839–1939 kitabını okuduktan sonra 25 Kasım 2010’da Ankara’da Stratejik Düşünce
Enstitüsü’nde düzenlenen seminerde ilk kez dinlediği Bedri Gencer’e takdirini şöyle ifade etmişti:
“Hocam, kavramlara derin bir vukufunuz var; adeta kavramlarla raks ediyorsunuz.”
Gencer’in çeşitliliğine karşılık ele aldığı konulara vukufu, incelemesinin derinliği ve orijinalliği
takdire şâyândı. O, Allah vergisi bir kabiliyetle, hikmet, felsefe, Kant, filoloji, fıkıh, sünnet,
medeniyet, kapitalizm, liberalizm, demokrasi, anayasa, kamuoyu vs. hangi kavramı, konuyu ele alsa
özüne nüfuz edebiliyor, onun üzerinden beşerî tecrübeyi değerlendirebiliyordu. Modernliğin
Hikmetinden Sual isimli kitabının yeni baskısında Batı dillerindeki karşılıklarıyla birlikte hikmet’in
tam 27 mânâsını tesbit etmişti ki ‘bilgelik’ (wisdom), onlardan sadece biriydi. Bu yüzden Beytü’l-
Hikme gibi tabirlerin Bilgelik Evi olarak Türkçeye tercümesi, fahiş bir yanlıştı.
2
biliyormuş, kullanıyormuşuz.” Bu yüzdendir ki EdebiFikir adlı kültür-sanat sitesinin Yazarlardan
Beklenen Kitaplar ve Projeler soruşturmasında belli konularda kitapların belli yazarlardan, “İslâm
İlimleri Istılahı ve Usûlü” gibi hayli iddialı, ağır bir kitabın telifinin ise bir ilahiyatçıdan değil,
Gencer’den beklendiği sonucu çıkmıştı.
Bedri Gencer’e göre sosyoloji, “değişen toplum”un, sekülerleşmeyi de içeren geniş mânâda
modernleşmenin bilimidir; sosyolojinin işi, içtimaî değişmeye yön vererek değişen toplumu istikrarlı
bir topluma dönüştürmektir. Diyalektik olarak tedavi teşhise, değişmenin yönlendirilmesi
anlaşılmasına bağlıdır; dolayısıyla sosyolojinin başarısı, modernleşmenin mahiyetine vukuf
derecesiyle ölçülür. Bu yüzden Marx, Tönnies, Durkheim, Weber gibi sosyolojinin öncüleri, en başta
modernliği tarife yönelik “modernleşme nedir” sorusundan hareket etmişlerdir. Marx’ta daha bariz
görülen yeni toplum tasarıları, modern toplumun tarifine dayanır.
2. İdrak olarak modernleşme: Modernleşmenin bu negatif tarifi, objektif değil, insan şuuruna
yansıdığı şekilde sübjektif bir tariftir. Durkheim’ın anomi kavramı gibi, aslında modernleşmenin
pozitivistik (fonksiyonalistik) sayılan tarifleriyle hermenötik tarifleri bu açıda birleşir.
Bedri Gencer’e göre insan tecrübesinin fıtrata uyum ve uyumsuzluk olarak pozitif, objektif ile
negatif, sübjektif tarifleri, hikmet-tıp (hekim-tabip) ayırımına tekabül eder. Hikmetin işi, bedenî
3
sıhhati korumak, tıbbın işi, bedenî illeti gidermek, tedavi etmektir. Hikmetin insanî dünyanın tanzimini
konu alan amelî boyutunun özel adı, Yunanca phronesis, Latince prudentia, Arapça fıkıh’tır. Diğer
taraftan sağlam-hasta insan ayırımı, Ferdinand Tönnies’in dikkat çektiği cemaat-cemiyet (topluluk-
toplum) ayırımının karşılığıdır. Buna göre hikmet-tıp, sağlam-hasta insan ferdini, fıkıh-sosyoloji ise
sağlam-hasta insan topluluğunu konu alır. Yani hikmete karşılık olarak fıkıh, ‘sağlam cemaat’in, tıbba
karşılık olarak sosyoloji ise, ‘hasta cemiyet’in (sanayileşen toplum) disiplinidir.
Hâlbuki Gencer, modernleşmenin asla (kadime) göre zâtî tarifinin de yapılabileceğini gösterdi.
O, modernleşmenin sekülerleşmeyi de içeren geniş ile sekülerleşmeden ayrılan dar mânâda tariflerini
bir taraftan Sünnet’in geniş (itikadî-amelî) ve dar (itikadî veya amelî) mânâlarından, diğer taraftan dinî
kimliğin temellendiği Sünnet ve Cemaat ayırımından çıkardı:
1. Sekülerleşmeyi de içeren geniş mânâda modernleşme, inanış tarzı ile yaşayış tarzını ifade
eden itikadî ve amelî boyutları kapsayan geniş mânâda sünnetten kültüre (ve medeniyete) geçiş
sürecidir.
2. Geniş mânâda modernleşmeden ayrı sekülerleşme, dar mânâda itikadî sünnetten itikadî
kültüre geçiş sürecidir.
3. Sekülerleşmeden ayrı dar mânâda modernleşme, bir taraftan amelî sünnetten amelî kültüre
geçiş sürecidir.
4
4. Sekülerleşmeden ayrı dar mânâda modernleşme, diğer taraftan cemaatten cemiyete geçiş
sürecidir.
Bedri Gencer’e göre Batılı sosyolojinin ana zaafı, modernleşme-sekülerleşme ayırımında yatar.
Ferdinand Tönnies gibi Batılı sosyologlar, cemiyetin kadim karşılığının cemaat olduğunu görerek
cemaat-cemiyet ayırımıyla modernleşmeyi tanımlamayı başarmışlarsa da kültürün kadim karşılığının
sünnet olduğunu keşfederek sünnet-kültür ayırımıyla sekülerleşmeyi tanımlamakta âciz kalmışlardır.
Sekülerleşme hakkında religion’ın tarifine bağlı olarak sürüp giden sonsuz spekülasyon, bu zaaftan, bu
zaaf ise, Batılı sosyolojinin aslî-birincil yerine arızî-ikincil sekülerleşmeye odaklanmasından
kaynaklanır.
Hâlbuki fıtratın özel adı, dinin kalıbı olarak sünnet (tarikat), İslâm’a has değil,
Yunanlıların odos (οδός), Çinlilerin tao, Türklerin töre dediği evrensel bir kavramdır. Günümüz
İngilizcesindeki synod kavramı, aslında doğrudan sünnet’in karşılığıdır. Sünnet, modernleşmeye bağlı
sekülerleşmeyle Avrupa’da üç dinî geleneğe bağlı üç seküler kavrama,
Katoliklerde gelenek (tradition), Cizvitlerde medeniyet, Protestanlarda kültür kavramına dönüştü.
Böylece Gencer’e göre Batılı sosyolojinin zaafı, birincisi, aslî-arızî sekülerleşme kopukluğunda,
ikincisi, Katoliklik ile Protestanlık arasındaki seküler alternatif rekabetinden kaynaklanan arızî
sekülerleşme ihtilafında yatar. Protestan Almanlar için modernizm, aşılması gereken evrensel bir
illetten ziyade dengelenmesi gereken Katolik bir arızadır. O yüzden Katolik ve
Cizvit tradition ve civilization kavramlarına karşı Protestan culture’ın takdisi, Almanların fıtrat olarak
sünneti keşfetmelerini önlemiştir. Sadece Samuel Taylor Coleridge’in bu cehdi göstermesi tesadüf
değildi; zira o emperyal bir ruhla yetişmiş bir İngiliz’di.
5
Bu itibarla gelenek (din) ile modernlik arasındaki derin bağları keşifte gösterdiği başarı
açısından Bedri Gencer’i Ziya Gökalp’tan sonraki en önemli Türk sosyoloğu saymak mübalağa
değildi. Hatta entelektüel derinlik itibariyle onun Gökalp’ı da aştığı açıktı. Çağımızın önde gelen
Müslüman düşünürlerinden Fazlur Rahman’ın talebesi Prof. Alparslan Açıkgenç’in İran Sosyoloji
Birliği’ne verdiği mülakatta Gencer’i İslâm dünyasının yaşayan en önemli beş düşünüründen biri
sayması, bu yüzdendi. “Ziya Gökalp’tan sonra” değerlendirmesi, entelektüel kemalinden ziyade
kıdeminden, ona Türk sosyoloji tarihinde kuruculuk mevkisi biçilmesinden dolayıydı.
Hikmet, sünnet ve fıkıh denen amelî ve ilmî iki ayaktan oluşur. Buna göre Bedri Gencer’in
gayesi:
2. Modern çağda “İslâm ahlakı, İslâm hukuku, İslâm sosyolojisi (sosyal bilimi), İslâm
düşüncesi” olarak dört seküler deyime parçalanmış fıkhın küllî yapısını yeniden keşfetmektir.
Böylece Bedri Gencer, iki açıdan Ziya Gökalp ile buluşur ve ayrılır:
2. Gencer de Gökalp gibi sosyolojiyi gelenekte, içtimaî usûl-i fıkıhta temellendirmeye çalışsa da
fıkhın küllî mânâsına vukufuyla Gökalp’i aşar. Gökalp, fıkhı sadece hukuk ve sosyolojinin İslâmî
karşılığı sanmıştır. Hâlbuki Gencer, modern çağa has apolojetik, misillemeci, ideolojik yerine kadim,
aksiyoner, hikemî perspektiften iki hayatî keşif yapmıştır:
1. Fıkıh, sadece hukuk ve sosyolojiyi değil, ahlak ve düşünceyi de kapsayan küllî hikmet-i
ameliye olarak modern çağda “İslâm ahlakı, İslâm hukuku, İslâm sosyolojisi (sosyal bilimi), İslâm
düşüncesi” şeklinde dört seküler deyime parçalanmıştır. Düşünce de aslında fıkıh kavramının
karşılığıdır; bu açıdan İslâm düşüncesi ile Türk düşüncesi, medeniyet/hars ayırımına karşılık olarak
fıkhın küllî ve cüz’î boyutlarını oluşturur.
6
Alasdair MacIntyre gibi çağdaş filozofların kadim Aristogil edeb ahlakına dönüş için
savundukları pratik rasyonalite, hikmet-i ameliye (ratio practica=practical reason) tabirinin
tercümesiydi. Sosyal bilim de Kant’ın hikmet-i nazariye-hikmet-i ameliye alanlarına giren küllî ile
cüz’înin bilgisini karıştırmasıyla başlayan modern epistemik krizden çıkış için
Aristo’nun phronesis=fıkıh kavramına dönüş sancısı çekiyordu. Gencer, Medeniyetin Hikmetinden
Sual adıyla çıkacak çalışmasında Kant’ın Kritik der Reinen Vernunft adlı şaheserinde
kullandığı vernunft kavramının sanıldığı gibi akıl değil hikmet, reinen kavramının da aslında nazarî,
dolayısıyla Reinen Vernunft tabirinin saf akıl değil, nazarî hikmet mânâsına geldiğini gösterdi.
Dolayısıyla dikey Batı/İslâm dünyası yerine yatay kadim/modern ayırımı açısından fıkhın dâhil
olduğu hikmetin yeniden keşfi, sadece İslâm dünyasının değil, Batılı dâhil modern dünyanın davasıdır.
Gencer’in “sosyolojiden hikmete” arayışının izi, bizzat sosyoloji kelimesinin loji-kökünde bulunur.
Sosyoloji, filoloji, antropoloji, biyoloji gibi bütün ilimlerin kökünü oluşturan Yunanca loji-
logy=logos, Arapça nutk’un karşılığıdır; logos=nutuk, zamanla ilim dalları için disiplini
belirten hikmet mânâsını kazanmıştır.
7
Georg Hegel (1770–1831), özlenen entelektüel kahraman oldu. O, hem meta-ideoloji olarak
sekülerizmin hem seküler din olarak medeniyetin kavramsal babası oldu. Gencer’e göre
sekülerleşmenin sonu, Hegel’in kavramsal mimarlığını yaptığı süreçte din-medeniyet münasebetinin
tersine dönmesidir. İkisi de Hegel kaynaklı historizm (tarihîcilik) ile küllî cüz’îye, din medeniyete,
historisizm (tarihsicilik) ile de cüz’î küllîye, medeniyet dine dönüştürüldü.
1. Kadim-hakikî medeniyet (civility): “X. Asır Bağdat medeniyeti” gibi, medineye, çağa (zaman
ve mekân) bağlı cüz’î beşerî tecrübedir.
Böylece Yahudilik, Hıristiyanlık, İslâm dini tabirlerinin yerini Yahudilik, Hıristiyanlık, İslâm
medeniyeti tabirleri aldı. ‘Asr-ı Saadet’te Mekke-i Mükerreme’de inen şeriat olarak din, Medine-i
Münevvere’de tarikat olarak sünnete, Abdullah b. Ömer gibi sahabe tarafından sünniyet medeniyete
dönüştürülmüş, bu yüzden Medine-i Münevvere’ye Dâru’s-Sünne (Sünnet Yurdu) denmişti. Ancak
Medine-i Münevvere’deki bu sünniyet=medeniyet ayniyeti, tarihî olarak tekrarlanamaz, cüz’î, sadece
yaklaşılacak ideal bir modeldi. Burada Medeniyet (medenî dindarlık), cüz’î, çağdaş, olgusal, Sünniyet
(sünnî dindarlık), küllî, çağ-üstü, normatifti. Dolayısıyla medeniyeti doğrudan dine (İslâm medeniyeti)
izafe etmek, sünnet yurdu medinenin atlandığı seküler bir ütopyanın peşine düşmek demekti.
Bedri Gencer’in seküler bir ütopya olarak medeniyeti bu kadar derinden tahlil etmesi,
Müslümanların kadim misilleme düsturuna dayalı “Batı’ya karşı Batı için” mantığıyla medeniyet
tuzağına düşmelerini önlemek içindi. İsmet Özel, çağımızda Müslüman aydınların kapıldığı medeniyet
rüzgârına karşı duran ender isimlerden oldu. Ancak Gencer’e göre, onun medeniyet tenkidinin
arkasında gizli psikolojik ve ideolojik saiklar vardı.
Psikolojik: Necip Fazıl, Sezai Karakoç ve İsmet Özel’in temel tezleri, selefine tepkiyle
şekillendi. Karakoç, Kısakürek’in İslâm devleti vurgusuna tepki olarak İslâm medeniyetine, Özel de
Karakoç’un İslâm medeniyeti vurgusuna tepki olarak İslâm toplumuna vurgu yaptı.
8
Özel’e imzalattığı Üç Mesele’yi henüz 16 yaşındayken okumuş, Özel, onun için sadece medeniyet
kavramına mim koyan bir isim olmuştu. O, ilim yolunda ilerledikçe ayartıcı medeniyet kavramını
Batılı ve Doğulu birincil kaynaklardan derinlemesine tahkik etti ve gizli tehlikeyi gördü. Medeniyet
kavramının künhüne eren, foyasını meydana çıkarmak zorundaydı.
9
ruhban’dır. Dolayısıyla orijinal mânâsıyla laiklik, ‘ümmîlik’, yani, teokrasiye, ruhban iradesine karşı
ilahî iradeyi temsil eden ümmetin, halkın iradesinin hâkimiyetidir. Batı’da arızî-ikincil sekülerleşme,
aslında dinin değil, teolojinin dönüşmesidir. Meister Eckhart, teslis içinde tevhid arayışının ürünü the
Godhead (Zât-ı Ulûhiyet) kavramıyla modern devletin teolojik-anayasal temellerini atmıştı. Tevhid
(the Godhead), tüzel kişilik, Teslis, üçlü kuvvetler ayrılığı olarak modern devlete yansımıştır. Yazılı
anayasa, tüzel kişi olarak devletle doğmuştur; dolayısıyla can sahibi ‘hakikî şahıs’ olarak insanların
hakkını korumak için gelen şeriat dâhil kadim yasa, kurgusal ‘hükmî şahıs’ olarak devletle bağdaşmaz;
bu açıdan sekülerizm (laiklik), modern devletin tabiatında yatan lâzımesidir.
Dünya Sözlük adlı bir internet sözlüğünde bir genç, 2012 yılında Bedri Gencer hakkında şu
tesbiti yapmıştı: “Tanıdığım müslüman akademisyenler arasında en müslümanıdır. Zihin'i
bulanmamış, olaylara müslüman olarak bakabilen ender akademisyendir gözümde” (ibnulheysem-ihl).
Hakikaten Gencer, seküler kafa karışıklığının Batılı-Doğulu herkesi sardığı modern çağda
sekülerizmle bulanmamış berrak bir zihinle, net fıtrat nazarıyla dünyaya bakabilen ender aydınlardan
biri olmuştur. Çağdaş Müslüman aydınlar, modernliğin krizini hep dikey Batı/İslâm dünyası
kutuplaşması açısından görürken, o, yatay kadim/modern, fıtrî/gayr-i fıtrî çağ ayırımı açısından
görmüş, bu yüzden dünya çapında öncü ve isabetli tesbitler yapabilmiştir.
Mesela Wael B. Hallaq, 2012 yılında yayınladığı The Impossible State: Islam, Politics, and
Modernities Moral Predicament adlı eserinde modern devletin tabiatı bakımından çağdaş Müslüman
aydınların İslâm devleti tasavvurunun yanılsama olduğuna, şeriatın modern devletle
bağdaşamayacağına dikkat çekmişti. Mevdûdî gibi çağdaş Müslüman aydınlar, modern devletin içi
şeriat ile doldurulabilecek, İslâm’a boyanabilecek boş bir kap, nötral bir yapı olduğu vehmine
kapılmışlardı. Hâlbuki zarf-mazruf münasebetince modern devletin İslâm’a aykırı seküler
muhtevasıyla şekli birbirinden ayrılamaz, dolayısıyla İslâm ile devlet bağdaşamazdı.
Gencer ise bundan 12 yıl önce 2000 yılında yayınladığı “Türkiye’de Laikliğin Tarihî
Dinamikleri” adlı makalesinde meseleyi tâ özünden görerek, hakkı esas alan geleneksel hukuk olarak
şeriatın tüzel kişilik atfedilen modern devletle uyuşamayacağını ifade etmişti. Allah, ona en karmaşık
meselelerin bile özünün özünü (lübbü’l-lübb) görme kabiliyetini bahşetmişti. Dahası o, yatay
kadim/modern, fıtrî/gayr-i fıtrî ayırımı bakımından Hallaq’dan iki açıdan ayrılan, onu aşan tesbit
yapmıştı. Birincisi, tüzel kişilik atfedilen modern devletle uyuşmayan sadece şeriat değil, bütün kadim
hukuktur. İkincisi, o yüzden mesele, modernliği esas alarak şeriatı terk veya tağyir yerine bizzat gayr-i
fıtrî modern ulus-devletini sorgulamaktır.
Nitekim Gencer’in de andığı Daniel Bell gibi sosyologların dikkat çektiği üzere, modern ulus-
devleti, halkların maddî (iktisadî) talepleri için küçük, manevî (kültürel) talepleri için büyük kalmış,
refahı da adaleti de sağlayamamıştır. Çağımızdaki komüniteryan öğreti de modern ulus-devletinin
10
krizine cevap olarak doğmuştur. Dolayısıyla Gencer, totaliter ulus-devletine misilleme olarak İslâm
devleti yerine İslâm toplumunu, daha doğrusu Medine-i Münevvere’nin diğer adı olarak Dâru’s-
Sünne’yi esas alır.
Bedri Gencer, bunun gibi modernleşme ve sekülerleşmenin sırlarını çözecek, dünya çapında
önem taşıyan pek çok hayatî hakikat keşfetti. Türk sosyal bilimcilerinin piri sayılan Şerif Mardin
hayatında tek takrizi İslâm’da Modernleşme 1839-1939’a yazarak ona ve eserine duyduğu derin
takdiri dile getirdi, kitabı İslâm modernleşmesi literatürünün şaheseri saydı. “Şerif Mardin’in kitaba
yazdığı sunuşu, daha çok tanıtma niteliği taşıyor” diyen Prof. Tanel Demirel, “İslâm’da Modernleşme
1839-1939 Üzerine Notlar” adlı yazısında Gencer’in ve eserinin daha derinlikli bir tahlili ve takdirini
yaptı.
Gencer, geldiği nokta itibariyle bu takdirlerin mübalağa olmadığını fazlasıyla gösterdi. Prof.
Mustafa Kemal Şan, onun Gelenekten Modernliğe Osmanlı (2019) kitabı için “Osmanlı’yı anlamak
için yazılmış en önemli kitaplardan biri” dedi. Prof. Fahri Yetim, “Bu kitabı bir insan yazmış olamaz
dedim” sözüyle Gencer’e ve eserine takdir hissini dile getirdi. Bu satırların yazarı (Doç. Turan Açık)
da, “Entelektüel olarak ne zaman tıkansam, ufkumun açılması için bir Bedri Gencer metni okurum”
der.
Prof. Ömer Çaha, hem teorik muhtevasına, hem İngilizce üslubuna hayranlıkla Gencer’in
“Sovereignty and the Separation of Powers in John Locke” adlı İngilizce makalesini doktora
öğrencilerine okuttu. Prof. Ali Yaşar Sarıbay (25 Haziran 2013), “Medeniyet Ütopyası Peşinde”
başlıklı yazısını “Bedri Gencer'in sunduğu sıcak olaylara muazzam tarihsel-sosyolojik anahtar için”
sözüyle tavsiye etti. Onun kitap uzunluğundaki “Modern Medeniyet Tasavvuruna Giriş” ile
“Tasavvufun Cemaat İnşası” başlıklı makalelerinden çok etkilenen Prof. Ergün Yıldırım, “Üstat, sen
sosyolojiyi çok çok aşmışsın” diye takdir hislerini dile getirdi. O ve diğer okuyucular, modernizm-
medeniyet münasebetinin ve cemaatin inşasında tasavvufun oynadığı rolün ilk kez bu kadar derin bir
izahını okuyorlardı.
Prof. Yıldırım’ın tesbitinin dile getirdiği gibi Gencer, asla kendini sırf sosyolog olarak görmüş
değildi. O, kendini, bir arıza olarak modernliğin teşhisinde sosyolog, modernlikten çıkışta, fıtrata
dönüşte ise kadim küllî ilim çizgisinde bir âlim olarak görüyordu. Aslında Ziya Gökalp da kendini
sosyolog olarak gördüğü için değil, modernleşmeyi gelenekte temellendirmek üzere Türkiye’ye
getirmek için sosyolojiyi benimsemişti. Yoksa o, felsefe hakkında en kapsamlı girişlerden birini
yazmış, laikleşmeyi bir İslâm âliminin vukufuyla usûl-i fıkıhta temellendirmişti. Dolayısıyla Ahmed
Cevdet veya Ziya Gökalp’a ne kadar denebilirse Gencer’e de o kadar sosyolog denebilirdi. Nitekim
Şerif Mardin de İslâm’da Modernleşme adlı eserine yazdığı takrizde onu hem vukuflu bir İslâm âlimi
hem yetkin bir sosyal bilimci olarak tanıttı.
11
İslâm’da Modernleşme 1839-1939, 10 yıl içinde İslâm ile modernin karşılaşmasının klasik
incelemesi haline geldi; hatta “Artık ne Gencer’in kendisi ne bir başkası, böyle bir eser yazamaz”
yorumlarına yol açan aşılamaz bir şaheser olarak görüldü. Ancak o, eserini gene kendisi aşarak bu
yorumları boşa çıkardı. İslâm’da Modernleşme 1839-1939’dan (2008) 11 yıl sonra
çıkardığı Gelenekten Modernliğe Osmanlı (2019) kitabı, Alman filozofların magnum opusları gibi
coşkun bir nehir, entelektüel bir destan olarak görüldü. Bedri Gencer, “Ziya Gökalp’tan sonraki en
önemli Türk sosyoloğu” tarifini teyit edecek şekilde, Niyazi Berkes, Kemal Karpat, Şerif Mardin gibi
bilginlerin Osmanlı-Türk modernleşmesi incelemelerini çok daha derinleştirdiği bir şaheser daha
vermişti.
Her iki kitap da temelde yazarının benimsediği küllî perspektif sayesinde alanlarının şaheserleri
olmuştu. Küllî perspektif, kısaca, beşerî realiteyi, değişmeyen-değişen (gelenek-modernlik),
değiştiren-değişen (Batı-Doğu) bütünlüğü içinde görmek demekti. Parçalanamaz beşerî realite, ancak
böyle teoloji-sosyoloji (dinî ilimler-beşerî ilimler) ayırımının aşıldığı bir küllî perspektiften
kavranabilirdi. Gencer, çalışmalarında en azından Max Weber ve Ziya Gökalp’ta görülen küllî
perspektifin imkânını göstermişti. Onun benimsediği küllî perspektifin meziyeti, bilhassa Gelenekten
Modernliğe Osmanlı kitabında görülecekti. Gencer’in Osmanlı realitesini değişmeyen-değişen
(gelenek-modernlik) bütünlüğü içinde incelediği küllî perspektif sayesinde yalnızca “modernleşen
Osmanlı”yı değil, bir bütün olarak “Osmanlı’yı anlamak için yazılmış en önemli kitap” ortaya
çıkmıştı. Bu önemine binaen Muhafazakâr Düşünce dergisi, Gelenekten Modernliğe
Osmanlı üzerinden her yönüyle Osmanlı modernleşmesinin tartışılacağı bir sempozyum projesi
hazırladı.
Küllî ilim, ansiklopedik olarak her şeyi bilmek değil, neyi bilip neyi bilmediğini bilmek,
ağaçların üstündeki ormanı, orman içindeki ağaçları görebilmek demekti. Ancak bazı meslektaşları, bu
küllî perspektifin sahibini takdir yerine tam aksine kedi-ciğer münasebetince tekdir yoluna
gideceklerdi: “Bu kadar hırslı ansiklopedik yaklaşıma ne gerek var, herkes her şeyi bilemez, kendi
alanına gireni incele, diğer konuları uzmanlarına bırak vs.” Acaba “kendi alanına girenle girmeyeni”
bıçakla ayırmak mümkün müydü? Prof. Tanel Demirel ise bu sığ bakış açısına karşı Gencer’in küllî
perspektifini takdir etti:
“Gencer, Müslüman kimliğini öne çıkaran biri. Akademik kariyer arzusuyla yazmıyor, anlama
ve açıklamayla yetinmiyor, “misyon” hissiyle hareket ederek, yanlış olduğuna inandığı algıları
düzeltmeyi ve bir şeyleri değiştirebilmeyi hedefliyor. Gencer, Türkiye’deki İslâmcı çizgi içinde hâkim
olduğunu söylediği “modernist” İslâmcı geleneği, “neo-Gazaliyen” diyebileceğimiz bir perspektiften
eleştirmeye çalışıyor. Kitap, uzmanlaşma adı altında sosyal gerçekliğin çoğu zaman ufak bir boyutuyla
beraber, mesele olmayan meselelerini gündeme getiren bürokratikleşmiş modern sosyal bilimlerde,
artık çok seyrek görülen “ilm-i küll” anlayışını, ne kadar başarılı olduğu tartışılabilir olsa da temsil
etmeye çalışıyor. Yazarın sahici bir “derdi” var ve sorulara cevap(lar) aranırken dar disipliner kalıplar
12
ve zihnî şablonların dışına çıkılmaya çalışılmış. Gencer, klâsik Batı felsefesi ve sosyal/siyasal
teorisinin temel kavram ve tartışmalarından haberdar olduğu gibi, klâsik İslâm teorisi, kavramları ve
bu geleneği meşgûl eden esas tartışmalara da vakıf olduğu izlenimini veriyor.”
Dahası H. İnalcık, N. Berkes, K. Karpat, Ş. Mardin, Batılı üniversitelerde, “Bize kendini tanıt”
mantığına dayalı oryantalist (Osmanlı-Türkiye) sayılan alanda başarılı çalışmalar yapmış
akademisyenlerdi. B. Gencer ise Batı’ya gitmeden, “Önce kendini tanı” mantığıyla sekülerleşme-
medeniyet, (John Locke misalinde) hâkimiyet ve kuvvetler ayrılığı, anayasa, kamuoyu gibi bizzat
Batı’nın kafa yorduğu entelektüel alanlarda yaptığı, dünya çapında takdir toplayan İngilizce
çalışmalarıyla Batı (modernizm) ile hakkıyla hesaplaşabilecek küresel bir düşünür olduğunu gösterdi.
Arapça yazabilecek kadim âlimden İngilizce yazabilecek küresel mütefekkire.
Ancak University of Glasgow’dan Serdar Erden gibi mukayeseli olarak Türk ve Batı
akademisini iyi bilenler, Gencer’in çalışmalarının dünya çapındaki önemini takdir edebilirlerdi: “Bedri
Gencer Hoca’nın çalışmaları, Avrupa tarihi ve özellikle Britanya tarihi, finansal kapitalizm tarihi
çalışılarak daha iyi anlaşılabilir. Bazı tezlerine eleştirel yaklaşsam da meselenin “ruh”unu gayet
sofistike olarak yansıtan ender aydınlarımızdan biri (…) İslâm’da Modernleşme kitabı çok önemli bir
kitap. Rahmetli Şerif Mardin’in kitaba yazdığı takdim yazısı kitabın değerini gösteriyor” (18 Haziran
2021, 22 Ekim 2020, @SerdarErden20).
İki eser hakkındaki mukayeseli değerlendirmeler, insanın entelektüel gelişiminin tabiî seyrine
uygundu. İslâm’da Modernleşme, daha sofistike, ufuk açıcı, Gelenekten Modernliğe Osmanlı, planı,
kavramsallaştırmaları, tahlilleri ve tasnifleriyle daha rafine, oturmuştu. Dahası Gencer’in programına
göre İslâm ve Osmanlı modernleşmesiyle ilgili bu iki eseri Türk ve Batı modernleşmesiyle ilgili iki
eser izleyecekti. Onun kitapçık uzunluğundaki birçok esaslı makalesi de henüz kitaplaşmamıştı.
İki eserin önemi, çağdaş İslâm dünyasında bilgi türünün ve failinin dönüşümüne bakılarak tam
anlaşılabilirdi. Gencer’e göre ilim-âlim, dar mânâda tahdis (hadis rivayeti)-muhaddis olarak
alınmadıkça, rivayet ile dirayet, ilim ile fikir, âlim ile mütefekkir birbirinden ayrılamazdı. Ancak İslâm
tarihinde siyasetin giderek özerkleşmesi olarak tezahür eden modernleşmeyle olmalı ile olan
13
arasındaki açı büyüdükçe ilim ile fikir, âlim ile mütefekkir birbirinden ayrıldı. Yani âlimin eleştirilen
zaafı, zâtî, mutlak değil, nisbî idi; zaaf, fikren geri kalmasından değil, sabitelere dayalı dine meydan
okuyan dünyanın aşırı değişmesinden kaynaklanıyordu. Bu değişmenin (modernleşme) iyice arttığı
çağımızda Ahmed Cevdet, Hamdi Yazır gibi âlim-mütefekkirlerde görülen ilme dayalı fikir üretimi
sekteye uğradı; Ömer Nasuhi Bilmen ve Ahmed Davudoğlu ile Necip Fazıl ve Sezai Karakoç
misallerindeki gibi ilim ile fikir, âlim ile aydın birbirinden ayrıldı.
Gencer’e göre çağdaş İslâm ümmetinin yaşadığı entelektüel krizin kaynağı, bu ilim-fikir, âlim-
aydın kopukluğudur. İlimsiz fikrin sonucu, dini boş bir spekülasyon nesnesi haline getiren hevanın
(heves) hâkimiyetidir. Ülkemizde bilhassa son kırk yılda üniversiteler, medya ve internetin
gelişmesiyle bilgi kirliliğinin sirayeti ve hevanın hâkimiyetine karşılık ilim ve şuurun azalması
sonucunda fikrî sefalet derinleşti. İlimsiz fikrin sonucu, “kadim geleneğimiz, köklü tarihimiz, yüce
davamız, yeni bir toplum projesi, medeniyet inşası, değerlerin keşfi” gibi boş sözlerin, büyük lafların
revacı oldu.
Gencer’e göre ancak din ile modern, sünnet ile bid‘at, değişmeyen ile değişen, olmalı ile olan
arasında münasebet kurabilecek, açığı kapatabilecek Gazâlî gibi âlim-mütefekkir tipinin dönüşüyle bu
krizden çıkılabilir. O, sünnet yerine kültür, fıkıh yerine “İslâm ahlakı, İslâm hukuku, İslâm sosyolojisi
(sosyal bilimi), İslâm düşüncesi” kavramlarının çıkışı gibi, dinî-ilmî paradigmanın dayandığı ana
kavramların seküler karşılıklarını keşfederek ilim ile fikir, din ile modern arasında münasebet
kurabilen başlıca sima oldu. ‘Düşünce’ kavramının aslında ‘fıkıh’ kavramının karşılığı olduğunu, bu
açıdan İslâm düşüncesi ile Türk düşüncesinin fıkhın küllî ve cüz’î boyutlarını oluşturduğunu ilk kez
ondan öğrendik.
Bu açıdan Bedri Gencer’e “Ziya Gökalp’tan sonraki en önemli Türk sosyoloğu” yerine “Ahmed
Cevdet’ten sonraki en önemli âlim-mütefekkir” demek belki daha isabetli olurdu. Prof. Alparslan
Açıkgenç’in onu İslâm dünyasının yaşayan en önemli beş düşünüründen biri sayması bu yüzdendi.
Doç. Mehmet Aysoy, İslâm’da Modernleşme, 1839–1939 için, “Bizim neslin itibarını kurtaran kitap”
derken Gencer’in iki kitabının Cumhuriyet devrinin başlıca ilme dayalı fikir eserleri olduğunu
anlatıyordu.
“Ana dili” tabirinin belirttiği gibi, insan ilmi dille birlikte annesinden alır; o yüzden parlak
aydınlar, genelde dilde de temayüz ederler. Bedri Gencer de çocukluğundan itibaren ana ve yabancı
dilde kabiliyetiyle dikkat çekti. Merhum babası Niyazi Gencer’in kayıt için götürdüğü zamanın
(İstanbul Fatih’te) Edirnekapı İlkokulu müdürü, ilkokuldan önce okuma-yazmayı öğrenen küçük
Bedri’yi okuttuktan sonra “Birinci sınıf yerine doğrudan ikinci sınıfa başlayabilir” demişti. O, İstanbul
14
İmam-Hatip Lisesi’nin birinci sınıfında henüz 11-12 yaşında bir çocukken Kur'ân-ı Kerim dersinde
hocası Ahmet Topaloğlu’nun bir kelimedeki yanlışını düzeltmişti. Gerisini kendisinden dinleyelim:
“İstanbul İmam-Hatip Lisesi’nde en iyi derslerim, üç dil dersi, Türkçe, Arapça, İngilizce idi.
Okulda Arapçada bilhassa –benden 4 yaş büyük, 1964 doğumlu– Erzurumlu hafız Mustafa Eroğlu ile
Yusuf Dönmez adlı iki arkadaşımla yarışırdık. Bu yüzden bende daha ziyade dil hocaları iz
bırakmıştır. Günseli Dönmez ve Abdullah Kılıç isimli Türkçe ve bilahare Marmara İlahiyat'tan emekli
olan Prof. Mustafa Usta isimli Arapça hocalarım, “geleceğin büyük adamı” hissiyle bana yakın ilgi
gösterdiler. Okulda ve câmide Arapça öğrendiğim iki hocam, Mustafa Usta ile Mehmet Açıkgöz, bana
çocukken “profesör” derlerdi.”
O, bilahare Türkçe, Arapça ve İngilizcesini sürekli ilerletti. Öyle ki 1987’de Mimar Sinan
Üniversitesi Sosyoloji Bölümü’nü kazandığında girdiği yabancı dil muafiyet sınavında kolejli sınıf
arkadaşları bile 2-3 yıl muaf olurken o, 4 yıl muaf olmuştu. Yüksek lisans yaparken Ekber
Ahmed’den İslâm ve Antropoloji ve bilahare Stephen Kalberg’den Max Weber'i Anlamak kitaplarını
tercüme etti. Onun dil meziyeti, dille ilgili iki hakikate bakılarak daha iyi anlaşılırdı:
1. Düşünce-dil irtibatı. Düşünce ile dilin “nutuk” kelimesinde birleşmesi, ikisinin kalitelerinin
birbirine bağlı olduğunu gösterir; iyi düşünen iyi söyler. Nutk-ı dâhilî, nefsiyle konuşmak, düşünmek,
nutk-ı hâricî, söylemek demekti.
2. Ana dil-yabancı dil irtibatı. Biri, ana dilini bildiği kadar yabancı dilleri bilebilirdi; yani, ana
diline ne kadar hâkimse yabancı dillere de o kadar hâkim olabilirdi.
Şerif Mardin’in de “Bu arada onun dile hâkimiyetini, sağlam ve akıcı üslubunu da takdirle
belirtmek lazım” diye kaydettiği gibi Türkçeye ihtimam gösterenlere göre Gencer, ülkemizde Türkçeyi
en iyi kullanan akademisyen. Nitekim katıldığı bazı sempozyumlara sunulan tebliğlerin
kitaplaştırılması sürecinde editörler, ona, “Hocam, aramızda kalsın, sadece sizin tebliğinizi hiç
düzeltme ihtiyacı duymadan aynen kitaba aldık, diğer akademisyenlerin tebliğlerini düzeltmekten
yorulduk” demişlerdi. Geçmişte Necip Fazıl ile Erol Güngör, akademisyenlerin Türkçelerinin
döküldüğü tesbitini yapmışlardı. Gencer’in de ifade ettiği gibi, bu Türkçe sefaleti günümüzde zirveye
çıkmış halde; akademisyenlerin çoğu düzgün bir Türkçe cümle kurmaktan âciz. O, entelektüel olarak
Türkçesini beğendiği yazar-akademisyenler olarak Ahmed Güner Sayar, Fehmi Koru ve Nabi
Avcı’nın isimlerini anıyor.
Dahası Erol Güngör gibi herhangi bir İngilizce eğitim almadan İngilizce’yi kendi kendine
öğrenen bir Anadolu çocuğu olarak Gencer’in Türkçe üslubunun güzelliği kadar İngilizce
çalışmalarında görülen İngilizce üslubunun güzelliği de takdir topladı. Ona bu inanılmaz işin sırrını
sorduğumuzda gülerek cevap veriyor: “Ben, hiçbir Arap ülkesine gitmeden Araplara Arapçanın
güzelliğini göstererek Hatîbü’l-Müfessirîn (Müfessirlerin Hatibi) unvanını kazanan Ebu’s-Su‘ûd
Efendi’nin torunuyum.”
15
Saflık ile kararlılık arasında
İspanyol donanmasının geldiği söylentisi üzerine annesinin erken doğuma girmesi sonucunda
yedi aylıkken dünyaya gelen modernliğin babası Hobbes’ın felsefesinin altında korku yatar. Bu,
aydınların fikir dünyasını anlamada mizaç ve şahsiyet tahlilinin taşıdığı önemi gösterir. Bedri Gencer
de ilim ve fikir tarihimize şimdiden damgasını vurmuş cins bir kafa olarak nev’i şahsına münhasır biri.
İslâm tarihi profesörü Gülgün Uyar, istisnasız bütün peygamberlerin koç burcundan olduğunu
öğrendiğinde şaşırdığını söylemişti. Bütün peygamberlerin koç, neredeyse bütün liderler ve
diktatörlerin akrep burcundan olmasının tesadüf olamayacağını düşünenler, İslâm dâhil bütün kadim
geleneklerde ilm-i nücûm adlı derin bir ilmin konusu sayılan burçlar hakkında “Burçlara inanıyor
musun?” gibi saçma sorular sormazlardı. Çağdaş cahiliye çağında “Ben kova burcunu tutuyorum” (!)
diye, burcu futbol takımı gibi tutulacak bir şey sanan akademisyenler bile vardı.
İstisnasız bütün peygamberlerin koç burcundan olmasının makul bir sebebi, bunun, 12 burcun
bedendeki başı temsil eden birincisi olmasıydı. 7 Nisan 1968 doğumlu Gencer de tipik bir koç burcu
insanıydı. Koç, ilmi alma ve hakkı beyanda görülen çocuk saflığını temsil eden burçtu. Çocuk, saf bir
hayret ve iştiyakla Allah’ın yarattığı âlemi tanır, öğrenir ve “Çocuktan al haberi” sözünün belirttiği
gibi, olduğu gibi doğruları söyler. Dolayısıyla bir aydın, insanı daima ilme ve hakka açık kılan
içindeki çocuksu saflığı korudukça ancak ilmî derinlik ve amelî (kavlî) dürüstlüğe erişebilir. Derinden
bakan, parlak aydınların hepsinde çocuksu ruhu fark edebilirdi. Entelektüel olarak dünyayı değiştiren
büyük fikirler üretenlerin yakından bakıldığında bir çocuk gibi saf oldukları görülebilirdi.
Bedri Gencer de zâhiren çelişkili görünen duygusal-bilişsel zekâ ayırımıyla, hissen çok nazik ve
hassas, fikren çok keskin ve kararlı, insan olarak bir çocuk gibi saf, aydın olarak bir cengâver gibi
dirayetli olarak tanınmıştı. Bu konuda onun “İçimizdeki Çocuğu Koruma Sanatı Olarak Felsefe”
başlıklı yazısında aktardığı bir anekdot ilginçtir: “Bir gün dostum profesör Ahmet Şükrü Özdemir ile
Üsküdar Kara Davut Paşa Câmisi’nin yanındaki parkta karşılaştık. Bir süre konuştuktan sonra
yanımıza gelen, orada bir Yeminli Tercüme Bürosu işleten Mustafa Erdaş isimli bir arkadaşını
benimle tanıştırdı. Beş-on dakika ayaküstü sohbet ettikten sonra Mustafa Bey, fakire “Siz, bir çocuk
kadar safsınız” demez mi? Bir insan, nasıl beş dakika ayaküstü sohbet ettiği bir profesörün “bir çocuk
kadar saf” olduğunu anlayabilirdi?”
Gencer, çocukluğundan itibaren öğrenme aşkıyla, zekâ ve hafıza kuvvetiyle akranı arasında
temayüz etti. Mezun olduğu 1991 Mimar Sinan Üniversitesi Sosyoloji Bölümü yıllığına bakanlar,
onun için kullanılan “süje” lakabından bunu anlayabilirlerdi. Sınıf arkadaşları, Ömer Naci Soykan’ın
verdiği Felsefeye Giriş dersinde bilginin tanımı bahsinde “bilgi öznesi” olarak geçen “suje” kavramını
ona lakap olarak takmışlardı. Bilgi öznesi “suje”den kasıtları, “her şeyi bilen adam”dı. Şimdi Kocaeli
Üniversitesi İletişim Fakültesi’nde profesör olan sınıf arkadaşı İnci Yakut, dönem yıllığında onu
esprili bir dille şöyle tanıtıyordu:
16
“Bedrisiz ders saati düşünülemez. Engin Arapça, Osmanlıca, Farsça, İbranice, Berberice,
Uygurca, Kaşgarca ve Hırvatçasıyla bunların arasına nadiren eklediği Türkçe kelimeleriyle, bulutların
üzerinden yaptığı ulvi yorumlarıyla birçok kişiyi komplekse sokmakta ve bunalıma sürüklemektedir.
Kendisine neden “Suje” dendiği, tanıyan herkesçe malumdur. Bedri'nin özellikle kendi kendine
öğrenme metodlarıyla pek çok şeyi öğrenmiş olması ve bizi de bu yöne teşvik eden önerileriyle adeta
bir sosyal bir danışmandır. Sahaflarda ve kitapçılarda geçirdiği sürelerin eminim ki farkında olmayan
suje’ye az okumalı yıllar diliyorum.”
Bu nottan anlaşılabileceği gibi Gencer, sınıfta daima cevabı verilemeyen sorularda gözlerin
çevirildiği isimdi. Bir mülakatında anlatır: “Mimar Sinan Üniversitesi Sosyoloji Bölümü’nde okurken
Sanat Kültürü dersine giren hanım hocamız, bir münasebetle Van Gogh’un Türkçeye çevirilen eserinin
olup olmadığını sormuştu. Bir cevabın çıkmadığı sınıfta bütün gözler fakire çevrilince cevabı
vermiştim! Theo’ya Mektuplar (Pınar Kür (trc.), İstanbul: Ada Yayınları, 1985). Bugünse sosyoloji
yüksek lisans programına giriş mülakatında en basit diye sorduğumuz “Bildiğiniz Türk sosyologlarını
sayar mısınız?” sorusuna “Ziya Gökalp, Niyazi Berkes, Şerif Mardin” yerine “Elif Şafak” cevabını
veren, ülkenin cumhurbaşkanının adını bilmeyen bir gençlik!”
Hz. Ali’ye atfedilen, “Mizah, zekânın zekâtıdır” diye bir söz vardır. Latife meziyeti,
espritüellik, zeki insanların karakteristiğidir. Gencer de zeki insanlar gibi çok espritüel biriydi. Onu
uzaktan çok ciddî görenler, hep “dost meclisinde Bedri Hoca’nın müthiş esprileriyle etrafına neşe
saçtığını, hâzırûnu tebessüme boğduğunu” rivayet ederlerdi.
Okul yıllığında Prof. İnci Yakut’un da dile getirdiği kitap tutkusunda merhum babası Niyazi
Gencer’in tesiri büyüktü. Babasının küçük kütüphanesine gözünü açan Gencer’in kitap sevgisi, henüz
ilkokula gitmeden okuma-yazmayı öğrenmesiyle başlamıştı. 1970'li ve 80'li yıllarda tedavülde olan 50
kuruşların üzerinde Gelin Başlıklı Kadın silueti vardı. Küçük Bedri, “Baba bana kızlı para ver” diye
babasından 50 kuruş ister, o yaştaki akranı çocuklar harçlıklarıyla bisküvi, çikolata vs. alırken, o
babasından aldığı bütün parayı hikâye kitaplarına verirdi. Henüz ilkokul 1’de 20-30 kadar hikâye
kitabı vardı. Hatta bunlardan Çalgıcı Sıpacık adındaki birini halen hatıra olarak saklar.
17
Onun kitap tutkusu, öğrendiği Arapça ve İngilizce ile yıllar içinde büyüdü, büyüdü; Türkiye’nin
sayılı kitap kurtlarından biri diye nam saldı. 5 Şubat 2016’da Yusuf Kaplan ile birlikte gittikleri 47.
Uluslararası Kahire Kitap Fuarı'ndan sadece paha biçilmez 400 Arapça ve İngilizce kitapla dönmüştü!
Sonuç, Türkiye’nin en zengin özel kütüphanelerinden biriydi.
“Klasik şiir ilimle uyuşuyor, modern şiir uyuşmuyor. Bugünkü şartlarda klasik tarzda şiir
yazmak, anakronizm, modern şiir ise kimliğin inkârı olacağından çareyi şiir defterini kapatmakta
buldum. Küçük yaştan beri ilme hevesli olduğum, ilmi bugün Müslümanların en hayatî ihtiyacı olarak
gördüğüm için şiir defterini kapatarak tamamen ilme yöneldim.”
Bugünkü nesle üniversite tahsilindeki hedefleri sorulduğunda hep sosyoloji, tıp, mühendislik
gibi belli alanları söylerler; ilim, onlar için meslek demekti. Çocukluğundan itibaren Gencer’in hedefi
ise, “İlim rütbesi rütbelerin en yücesidir” inancıyla, belli bir alan değil, sadece ilim oldu. Gayesi,
elbette ilim biriktirmek değil, amel ederek, nefsini ve âlemi tanıyarak irfan ve hikmete erişmekti.
Entelektüalizmin irfanın yerini aldığı modern çağda, genelde aydınlar için “eserlerini oku, kendini
tanıma” uyarısı yapılır. Onun gibi ilimle irfanı, ilmî başarıyla ahlakî olgunluğu birleştirmiş kişiler için
bu genelleme hükümsüzdü.
18
Refik Halid Karay Kütüphanesi’nde ona bir köşe ayırmasını isteyecekti. O, daima doğduğu ilin,
yaşadığı semtin, çalıştığı üniversitenin medar-ı iftiharı olarak görülecekti. Mesela İlim ve
Sanat dergisinden sonra yazdığı Girişim dergisinin editörü (bilahare siyasete giren) Mehmet Metiner,
henüz 1986 yılında, tanıştıktan kısa bir süre sonra onu Konyalı hemşerilerine “Konya’nın medar-ı
iftiharı” olarak tanıtacaktı. 1982 yılında İstanbul’da bir yaz Kur'ân kursunda iki ay birlikte okudukları
Prof. İsmail Hira da onun hakkındaki bu takdirleri fazlasıyla teyit edecekti.
Bedri Gencer’e göre ilmin iki boyutu ve buna göre ilim adamının iki gayesi vardır. İlim derin,
hak yücedir. Hak olarak ilmi öğrenmek, ictihad, ilim olarak hakkı yaşamak-yaşatmak, cihaddır. O,
ilim ile amel yolunda ictihad ile cihadı birleştirerek asrın salgını modernleşme ve sekülerleşmeyi
ilmen en derinden teşhis eden, amelen en kararlı karşı çıkan aydın oldu. İlim mücadelesi cahile, hak
mücadelesi (Hakkı örten) kafire karşı verilir. Kur'ân-ı Kerim’de ilim ile hak, cahil ile kafir
kelimelerinin birbirinin yerine kullanılması bu yüzdendir. Bu zorlu ilim ve hak mücadelesi, ancak
epistemik bir cemaat, kolektif bir hareketle hedefine ulaşabilirdi. Hanefî mezhebinin imamı İmam-ı
A‘zam Ebu Hanife, 4000 talebe yetiştirmiş, bunlardan 40 tanesi müctehid mertebesine çıkmıştı.
Ancak bir fetret devrinde öze dönüş yolunu açacak bir âlim-mütefekkir neslinin yetişmesi çok
zordu. Gencer, tabir caizse hudâyî nâbit gibi kendi kendine yetişmiş bir kişiydi. Dolayısıyla bir
epistemik çevre, cemaat oluşturma imkânı bulamadı, yalnızlık kaderi oldu; adeta tek kişilik bir ordu
gibi ilim ve hak mücadelesi vermek zorunda kaldı. Yazımızın aşağıdaki kısmında Gencer, kendi
hikâyesi üzerinden 28 Şubat sonrasında İslâmcılıktan kopuş olarak sekülerleşmenin en derin ve özlü
açıklamasını yaptı; bu açıklama, onun entelektüel derinliği kadar mücadelesinin zorluğunu anlatmaya
yeterdi.
1. Sosyal: Sözün tesirini büyütecek bir epistemik cemaat, kültürel çevre oluşturma aczi.
Bedri Gencer’in izlediği sahih İslâm çizgisi, hâkim zeitgeist’a (çağın ruhu) zıt düşüyordu. O,
Müslümanların fıtrata uygun yaşamalarını sağlayacak sünnet (sünnet-i seniyye) yerine kapitalist
topluma uygun yaşamalarına, kültürel Müslümanlığa elverecek medeniyet (İslâm medeniyeti)
türküsünü söyleseydi muhafazakâr kültür piyasasının yıldızı olurdu. Ancak o, “demode hamiyetiyle”
muhafazakârlık devrinin ideolojisi medeniyetçiliği reddederek bu “fırsatı tepmişti.”
Bedri Gencer’e göre 28 Şubat, İslâmcıların şuurunda bir kırılma noktası oldu. “İfrat, tefriti celb
eder” kaidesince 28 Şubat şoku, İslâmcıları dinî ütopizm ucundan seküler realizm ucuna düşürdü.
Aslında İslamcılıktan muhafazakârlığa kayış, bir ütopyadan diğer ütopyaya, “İslâm devleti”
ütopyasından “İslâm medeniyeti” ütopyasına kayıştı. İslâm devleti, Siyonizm’in küresel hegemonya
19
duvarına çarpabilecek sert, İslâm medeniyeti, suya sabuna dokunmadan izlenebilecek yumuşak
ütopyaydı; gene de eski İslâmcı, yeni muhafazakârların artık hayatı ıskalayarak yeni bir ütopyanın
hüsranını yaşamaya mecalleri yoktu.
“Sünnet şekil değil, öz” ise misvak yerine diş fırçası kullanılacaktı. Deist teologlar, nebevî tıbba
değil, seküler tıbba iman ettikleri halde, seküler tıbbın diş fırçasının faydaları sayılamayan misvakın
yerini tutamayacağı keşfini, fıtratı isbatını kabullenemeyeceklerdi. Zira onlar için misvakın sembolize
ettiği fıtrat olarak sünnet, imkânsız ütopya, diş fırçasının sembolize ettiği kültür, imkânlı hayat,
medeniyet, imkânlı hayatı mümkün kılacak imkânlı ütopya idi. Kültür, reel modernlik, Medeniyet,
hayalî modernlikti. “Medeniyet Müslümanlığı”, ütopizmin, makûs İslâm devleti projesinin yerini alan
İslâm medeniyeti ütopyasının, “Kültür Müslümanlığı” ise realizmin, seküler realiteye teslimiyet,
modern topluma uyma zihniyetinin ifadesiydi.
Sonuçta “Sonradan görme, gâvurdan dönme” atasözünün belirttiği gibi, sonradan görme
İslâmcılar için İslâmcılıktan feragat, bizzat İslâm’dan feragat oldu. Bazı eski İslâmcıların başörtülü
eşlerinin ve kızlarının “aydınlanarak” başlarını açmaları, İslâm’dan feragatin en bariz göstergesiydi.
İslâmcılıktan dönenler, dillerine doladıkları “O, Habibullah, Rasûlullah değil, sadece elçidir;
Uydurulmuş dinin kaynağı hadisler çöpe, indirilmiş dinin kaynağı Kur'ân, meal ele; Müslümanın hayat
20
tarzı, aslında Arap âdeti olan sünnet yerine evrensel kültür ve medeniyettir” gibi oryantalistlerin
üfürdüğü bayağı sözlerle deizm olarak mealizme (Kur'ân Müslümanlığı) kaydılar.
Böylece ‘ılımlı’ denen deistik İslâm, peygambersiz şeriat olarak Kur'ân Müslümanlığı ile
peygambersiz sünnet olarak Kültür Müslümanlığından oluştu. “İnandıkları gibi yaşamayanlar
yaşadıkları gibi inanırlar” kaidesince eski İslâmcı, yeni muhafazakârların çoğu, deizme (peygambersiz
İslâm) varan yoz bir sekülerizmin kucağına düştüler. Deizme kayma olarak sekülerleşmenin iki dinî
veçhesi, Kur'ân Müslümanlığı ile Kültür Müslümanlığı, iki ideolojik veçhesi, Muhafazakârlaşma ile
Kemalistleşme oldu.
Bedri Gencer’e göre muhafazakârlık, aslında Batı’da Fransız İhtilali ile gelen radikal
modernizme tepki olarak ortaya çıkmış izafî bir kavramdır. Mesela politeist (müşrik) seleflerine
göre deist Sokrates gibi, günümüzde de ateistlere göre deistler muhafazakâr sayılırlardı. Batı’da
sekülerleşme süreci, deizmin yükselişiydi; kadim Yunan’dan muhafazakârlığın babası sayılan Edmund
Burke’ün çıktığı İngiltere’ye, deizm ile muhafazakârlık, dolayısıyla dinin terki değil, dinî inanışın
dönüşmesi olarak sekülerleşme ile muhafazakârlaşma arasında sıkı irtibat vardı.
İslâmcılık sonrası sekülerleşmenin ikinci ideolojik veçhesi, Kemalistleşme idi. Lafzen şeriatçılık
olarak İslâmcılıkta ideoloji ve şeriat vurgusu vardı. Bu devirde ideolojik mücadele, Kemalizm ile
İslamizm arasında dikey kutuplaşma olarak yürütüldü. İslamizmle birlikte ‘ideoloji ve şeriat’ vurgusu
ortadan kalkınca geriye yatay kutuplaşmanın kaynakları olarak ‘din ve sünnet’ kaldı. Dinin dört
boyutundan (şeriat-tarikat-marifet-hakikat) şeriat, ne-ilim, tarikat (sünnet), nasıl-ameldi; ilim amelde,
şeriat tarikatta içkin olduğundan din, sünnet demekti. Dolayısıyla ideoloji ve şeriat vurgusunun
ortadan kalktığı İslâmcılık sonrasında Kemalistler ile eski İslâmcı, yeni muhafazakârlar giderek ortak
bir safta buluşmuş, dikey İslamizm/Kemalizm kutuplaşması, yatay sünnîlik/bid‘îlik (ortodoksi-
heterodoksi), sekülerleşmemiş/sekülerleşmiş kutuplaşmasına dönüşmüştü.
Bunun çarpıcı alameti, Müslüman kimliğinin şiarı olan sakala Kemalistler ile muhafazakârlar
tarafından verilen ortak tepkiydi. Eskiden Kemalistlerin “çember sakal” diye tahkir ettiği bir kabza
sünnet sakalını şimdi sekülerleşmiş muhafazakâr Müslümanlar, “hacı sakalı” diye tahkir ediyor ve
onlar gibi sünnet sakallı akademisyenlere ambargo uyguluyorlardı. Faraza bugün Rasûlullah
Efendimiz ‘aleyhi’s-salâtü ve’s-selâm gelse, bunlar, “Ya Rasûlullah, seni severiz ama şu sakalını
21
kestikten, sarığını ve cübbeni çıkardıktan sonra ancak programlarımıza çıkarabiliriz (!)” diyeceklerdi.
Sekülerleşmiş Müslümanlar için Rasûlullah Efendimiz, emirleri ve sünnetleri tutulacak bir rasûl ve
nebî değil, matruş, kravatlı, ceketli bir elçi ve bilgeydi. Gencer, buna unsuz ekmek (Peygambersiz
İslâm, Sünnetsiz Sünnîlik, Mâtürîdîsiz Mâtürîdîlik) diyordu.
Kur'ân-ı Kerim’e göre din ikmal edildikten, rüşd gayden ayrıldıktan sonra dinde ikraha gerek
kalmamıştı (Maide, 5/3, Bakara, 2/256). Allah adına peygamber (rasûl ve nebî) misyonunu
tamamlamıştı. Rasûlullah Efendimiz ‘aleyhi’s-salâtü ve’s-selâm, “Bizden değildir” ifadeli hadisleriyle
sünnetin (Kur'ân’da Sebilü’l-Mü’minîn (Mü’minlerin Yolu) denen Mezheb-i Ehl-i Sünnet ve Cemaat)
Hak Din, 73 fırka hadisiyle de Ehl-i Sünnetin Fırka-i Nâciye (âhirette kurtulacak topluluk) olduğunu
beyan etmişti. Dolayısıyla artık mücadele, ümmetin üzerinde birleştiği ve yürüdüğü Hak Din (dinde
hak yol) olarak Sünnet ehli ile bundan sapma, Batıl Din (dinde batıl yol) olarak Bid‘at ehli arasında
verilecekti. Zira din, dışından şirk ve küfürle değil, ancak içinden bid‘atle yıkılırdı.
İlahiyattaki bid‘atin İslâm’da “ilhad” denen “deizm”e vardığı, kavramın tarifine bakılarak
kolaylıkla görülebilirdi. Deizm, özünde “yaratan Allah var, buyuran Rab yok” anlayışı, yani ulûhiyetin
kabulü, rubûbiyetin reddi idi. Rubûbiyet nübüvvet, nübüvvet mucize ileydi; dolayısıyla mucizenin
inkârı, nübüvvet dolayısıyla rubûbiyetin inkârı, yani, deizm=ilhad idi. Mucize, lafzen “tabiat-üstü”
demekti; bu yüzden “hissî mucize”, “atlı süvari” demekti. Hüseyin Atay ve Bekir Topaloğlu gibi
kelam ilminin pirleri dâhil, ilahiyatçıların kahir ekseriyeti, “Peygamberin tek mucizesi Kur'ândır”
22
sloganıyla İslâm’da Mâtürîdî gibi imamların manevî tevatürle sabit, inkârı küfrü mucip dedikleri
İnşikak-ı Kamer dâhil Rasûlullah Efendimiz ‘aleyhi’s-salâtü ve’s-selâmın hissî mucizelerini inkâr
eder. Hissî mucizelere iman hakkında yapılacak bir anket, deizmin ilahiyatta oranını, azınlıkta mı,
çoğunlukta mı olduğunu net olarak gösterecekti.
Talat Koçyiğit, Orhan Çeker gibi isimler dışında ilahiyat içinde yükselen deizme karşı duran
yok gibiydi. Esad Coşan ve Ebubekir Sifil gibi bu davada öne çıkan isimler bile ilahiyat değil,
edebiyat ve iletişim çıkışlıydılar. O yüzden 1970’lerden itibaren ilahiyattaki deizm dalgasına karşı
temelde iki kesimden tepki geldi: Medrese ve basın. Ahmed Davudoğlu, Sadrettin Yüksel, Enver
Baytan, Necip Fazıl, Şevket Eygi, Kadir Mısıroğlu, medrese ve basından sünnet mücadelesinin
bayraktarları olarak anılabilirlerdi.
Bedri Gencer, 1998’de bitirdiği İslâm modernizmi hakkındaki doktora teziyle sosyal bilim
alanında üniversitede sünnet mücadelesinin bayraktarı oldu. O, sünnet mücadelesinde antitezden teze,
tenkitten talime gitti. 1998’de tamamladığı doktora tezine dayanan 2008 tarihli İslâm’da
Modernleşme, 1839–1939 eserinde Türk ilahiyatının deistik İslâm anlayışının dayandığı, Cemâleddîn
Afgânî ile Muhammed Abduh’un başını çektiği İslâm modernizmini derinlemesine eleştirerek sarstı.
Dinde otoritenin kalmadığı fetret devrinin herkesi saran derin kafa karışıklığından dolayı sünneti
savunanlar bile sünnîliği net olarak tanımlayamaz hale gelmişlerdi. O yüzden Gencer, bid‘atin modern
tezahürü olarak İslâm modernizmini teşhis ettikten sonra çalışmalarıyla bir taraftan sünnetin ve
sünnîliğin tarifine, diğer taraftan ilahiyatta giderek artan peygambersiz İslâm (deizm) tehlikesine karşı
mücadeleye girişti.
1. Gencer’in halkla münasebetinin kıstası nefis değil, dindi. Nitekim zamanla hadis münkirleri
kervanına katıldığı için çocukluk arkadaşı bir ilahiyat profesörüyle bozuşmuştu.
2. Dolayısıyla o, kategorik olarak ilahiyata değil, ister medrese, ister ilahiyat veya üniversiteden
olsun, dinin altını oyan ehl-i bid‘ate karşıydı. Müstakim ilahiyatçılar en yakın dostları, dinin altını
oyanlar ise en yaman hasımlarıydı.
3. Asgarî üç şartla (ilim, samimiyet, edeb) dile getirildiği için İslâm’da bid‘atin öncüsü
Mu‘tezile’nin sapkın görüşleri bile saygıya layıktı. Ancak fetret ve sefahat (sonradan görmelik)
23
devrinin ürünü eziklik ve omurgasızlık, sırf hâkim kefereye yaranmak için İslâm’a ve Müslümanlara
vuran ilahiyatçılarda zirveye çıkmıştı.
4. “Bir fitneden sakının ki…” (Enfâl, 8/25) âyetinin bildirdiği gibi, zulme kayıtsızlık, zulme
iştiraktir. “Cennet Mü'minlerin Tekelindedir” (İslâmi Araştırmalar, Temmuz 1989) başlıklı
makalesinde Talat Koçyiğit, Süleyman Ateş gibilerin son peygambere iman etmemiş gayr-i
müslimlerin de cennete girebileceği gibi iddialarıyla yürütülen peygambersiz İslâm hareketine karşı
durmuştur. Düzgün olduklarını iddia eden ilahiyatçılar, Koçyiğit’in yaptığı gibi, sapkın
meslektaşlarının görüşlerine karşı çıkmadıkları için deizm, ilahiyatta hâkim paradigma haline gelmişti.
5. Dinde otorite boşluğu: İlahiyatın içinden olduğu gibi dışından, medreseden Ahmed
Davudoğlu, Sadrettin Yüksel, Enver Baytan gibi mücahit âlimler de çıkmadığı için din, asgarî üç
şarttan (ilim, samimiyet, edeb) mahrum, ilahiyatçı olan ve olmayan herkesin hevesini kustuğu bir alan
haline gelmişti. Bir taraftan İslâm’a yönelik tehdidin giderek artması, diğer taraftan buna karşı duracak
mücahit âlimlerin de sahneden çekilmesiyle tehlike zirveye çıkmıştı; bin yıllık tarihinde İslâm’ın bu
kadar garip kaldığı bir devir görülmemişti. Dolayısıyla deizmle mücadele misyonu, Bedri Gencer,
Ahmet Şimşirgil, Ebubekir Sofuoğlu gibi akademisyenlere kalmıştı.
Hayatı boyunca asla hakkın hatırını halkın hatırına feda etmedi; hep kitabın ortasından konuştu,
çekinmeden hakkı ve hakikati dile getirdi. Türkiye’de sonunda deizmde buluşan İslâmcılar ile
ilahiyatçıların idolü olan Cemâleddîn Afgânî’nin deist bir İngiliz ajanı olduğunu isbat etti, onun izinde
İslâmcı düşünür diye öne çıkan kişilerin maskelerini düşürdü. Onun bu hakkânî cesaretinin elbette
belli sebepleri vardı:
1. İman gücü: Nakşibendî şeyhi Abdülaziz Bekkine hazretlerinin “Biz sadece Allah’tan
başkasından korkmaktan korkarız” sözünü düstur edinmesi.
2. Firaseti: Kafa netliği, ancak hakkı net gören hakkı ilan edebilirdi.
4. Önceden görme: İstanbul’da köklü bir aileden gelmenin verdiği medenî cesaret.
24
6. Ahlakî özgüven: Şaibesizlik, gocunacak, çekinecek bir şeyinin olmaması.
Elbette normallik-anormallik izafiydi; körler ülkesinde görmek hastalık sayılırdı. Gencer gibi
müminlerin temsil ettiği dinî normallik (sünnîlik=ortodoksi), giderek sekülerleşen toplumda
anormallik sayılacaktı. Bu halde körler ülkesinde görmeyenler, gören az sayıda kişiyi de kendilerine
benzetmeye, direndiklerinde de dışlamaya yöneleceklerdi. “Zamanında hangimiz İslâmcı, İrancı,
Fetöcü olmadık ki; Biz değiştik, sen niçin değişmiyorsun?” tepkileriyle değişenler, değişmeyeni hazm
etmekte zorlanacak, değişmeye zorlayacaktı.
Gencer gibi Müslümanları Allah’ın emirlerini, Rasûlünün sünnetlerini tutmaya çağıran samimî
Müslümanlar, sekülerler (Kemalistler) gibi sekülerleşmiş Müslümanların (muhafazakârların) gözünde
de yobazlar olacaklardı. Deist teologlar tarafından taşlanan Gazâlî gibi, allame-i cihan, en büyük
sosyolog da olsa, Gencer gibi seküler çürümeye karşı dinine sadakatte ısrar eden samimî bir
Müslüman, sekülerler ve sekülerleşmiş Müslümanlar tarafından yobaz, keskin, sivri ve sakıncalı
olarak görülecekti. Pandemi gibi herkesi, her yeri saran yozlaşma sürecinde sekülerleşmiş
Müslümanlar, onun gibi işlerine gelmeyen doğruları söyleyenlerden hoşlanmayacaklardı. Onlara göre
her doğru her yerde ve zamanda söylenmezdi. Kara kaplı kitaplarda yazılı, artık hükmü, alıcısı
kalmamış doğruları uluorta hatırlatmanın, değişmeye direnmenin âlemi yoktu.
Bu katmerli eksiler, hak ve ilim mücadelesinde hedef kesimler ve imtihan tarzları bakımından
Gencer’in çilesini büyüttü. İslâm’a göre Ehl-i Hakka (Ehl-i İslâm, Ehl-i iman, Ehl-i sünnet) karşı Ehl-i
Batıl (Ehl-i şirk, Ehl-i küfür, Ehl-i bid‘at) cephesinde buluşan bir İslâm ve peygamber düşmanının
(hadis münkiri) mücadelesi sadece bir kesime, Ehl-i imana veya Ehl-i sünnete karşıydı. Ancak Gencer
gibi aydınlar, içinden ve dışından tehditlere karşı sahih dini koruma derdiyle üç kesime karşı hak
mücadelesi vermek zorundaydılar:
1. Ehl-i küfür
2. Ehl-i bid‘at
3. Ehl-i gaflet
Bu yüzden Gencer, hak ve ilim mücadelesinin tabiatında yatan üç tür imtihanı da fazlasıyla
yaşadı:
1. Anlaşılamama
2. Görülmeme
3. Taarruz
Gencer’in anlaşılamama ve görülmeme imtihanı, idealinin iki veçhesine bakılarak daha iyi
anlaşılır. İmam Şâfiî’nin belirttiği gibi Sünnet, Kur'ân-ı Kerim’deki “Kitab ve Hikmet” tabirinde
Hikmet olarak ifade edilmiştir. Hikmet, eam (daha umumî), Sünnet, ehastır (daha hususî). Gencer,
25
ilmen verdiği hikmet mücadelesinde anlaşılamama, dinen verdiği sünnet mücadelesinde de görülmeme
imtihanını yaşamıştır.
İkincisi, Gencer, anlaşılamama yanında yok sayılma imtihanını yaşadı. Böyle bir ilim adamının
çalışmaları, yüksek lisans ve doktora tezlerinde incelenmeliydi. Bu anlama, sadece bir ilim adamının
emeğinin takdiri, hakkının teslimi değil, kolektif entelektüel gelişme için elzemdi. Ancak Türkiye’de
hasbîlik, yalnızlık demekti; sağıyla-soluyla merkez akademik camia, hasbî, sahici bir ilim adamı
olduğundan onun çalışmalarını görmezlikten geldi. Gencer ise doğru bildiği yolda tek başına yürümeyi
göze alarak istikametinden asla taviz vermedi, hesabî ahbap-çavuş ilişkileri ağına girmedi.
Bizden olana cemile-i ahbap, bizden olmayana hased-i akran, sonradan görme muktedir
akademisyenlerin ahlakı olmuştu. Adam, Gencer’in binlerce sayfalık ödül almış Türkçe ve İngilizce
çalışmalarını görmek yerine bir konuşmasında tırnak kesme sünnetini fıtrata misal olarak vermesini
istihza konusu olarak alıyor, ona vuracağım diye aslında sünnetle, sahibi Rasûlullah Efendimizle dalga
geçiyordu. İslâm medeniyet-bilim tarihinin haşmeti karşısında avamî (!) sünnetlerin ne kıymeti vardı?
Bu anlayış, ehl-i sünnete karşı ehl-i bid‘atin çağımızda ehl-i medeniyet olarak tezahür ettiğinin tipik
misaliydi. Sünnetsiz (Peygambersiz) ehl-i medeniyete göre Gazâlî, ümmet için sünneti fıtrî bir hayat
26
tarzı, bizzat Müslümanlık olarak gören, sünnete göre tırnakların kesilmesi sırasını bildiren peygamber
varisi bir âlim değil, İslâm bilim ve felsefe tarihine ölümsüz katkılarda bulunmuş kravatlı bir
oryantalistti.
Bu bağlamda Ahmet Oktay’ın Sezai Karakoç için söylediği, “Resmî İdeoloji Tarafından
Dışlanan, Yazınsal İktidarı Dışlayan Bir Şair” tarifi, tam olarak Gencer’e de uyuyordu. Hesabî
camia ile hasbî âlim, karşılıklı olarak birbirlerini boşamışlardı. Bu hususta bilhassa fikir özgürlüğü
havarisi geçinen sol çevrenin tavrı ibretlikti. Zamanında Gencer’in bir makalesini yayınlayan sol bir
yayınevinin editörü telefonda “Belagatiniz takdire şâyân” diyerek onun hem entelektüel derinliğine,
hem Türkçe üslubuna takdirini dile getirmişti. Ancak belli ki bilahare hasbî âlimin hesabî
düşmanlarının aklını çelmesiyle sol editörün Gencer hakkındaki kanaati olumsuza döndü. Öyle ki bir
akademisyenin İslâm’da Modernleşme, 1839–1939 hakkında ciddî bir emek vererek hazırladığı
değerlendirme yazısını şu gerekçeyle reddedebildi: “Sevgili … Ne yazık ki bu defaki önerinle ilgili
olumlu bir karar aktaramıyorum. Esas itibarıyla, yazının konusu yaptığın kitabı “promote etmeyi”
tercih etmedik.”
Bunun tercümesi şuydu: “Mesele, yazının kalitesi değil, konu aldığın kitabın yazarı Bedri
Gencer. Adamın, kitabının reklamını yapmak istemiyoruz.” Gencer’in önceden yazısını yayınlayan bu
çevreyle hiçbir problemi olmamıştı, ama belli ki “sahici İslâmcı” olarak, sol aşiretin bilim, ahlak ve
fikir özgürlüğü iddialarını bastıran önyargı ağına takılmıştı. O çevrenin arasının iyi olduğu İslâmcı
kesimler, kişiler vardı ama onlar radikal, modernist, Gencer ise “neo-Gazaliyen” denen sahici, sünnî
çizgideydi. Dolayısıyla ülkemizin kaderi hizipleşme (ahbap-çavuş ilişkileri) açısından ötekine
kayıtsızlık, Gencer gibi sahici Müslümanlarda sakıncalılığa dönüşüyordu.
University of Glasgow’dan Serdar Erden, Türkiye’deki kültürel hizipleşme çıkmazını şöyle dile
getirdi: “Türkiye bir epistemik cemaatler topluluğu olduğu için, Bedri Hoca ilmî kapasitesiyle
Türkiye’de objektif olarak değerlendirilemez. Rahmetli Şerif Mardin Hoca, Bedri Hoca’nın kitabının
önemini gördüğü için hayatında ilk defa O’nun kitabına önsöz yazdı (…) Sanırım “Batı” akademisinde
İslâm, Ortadoğu çalışanları size Türkiye’den daha çok referans veriyor gibi hocam. Türkiye’de bu
epistemik cemaat yapısı halen çok güçlü. Belki o yüzden çok az etkili ürün çıkıyor” (8 Şubat 2021, 30
Nisan 2021).
Erden, İskoçya'da yaşadığı için Gencer, bu mesaja İngilizce cevap vermeyi tercih etti: “I think
this detached interest in our works by the Western scholarship is the outcome of the ethics of
neutrality spawned by the process of secularization. As for our case is the prevalence of the well-
entrenched, deep-rooted prejudices against those who think unlike us.” (Sanırım Batılı bilim
camiasının eserlerimize bu hasbî ilgisi, sekülerleşme sürecinin doğurduğu tarafsızlık etiğinin
ürünüdür. Bizdeki durum ise, bizden farklı düşünenlere karşı kemikleşmiş, köklü önyargıların
egemenliğidir.”
27
Ülkemizdeki bu vefasızlığa karşılık onun çalışmalarını Katerina Dalacoura gibi yabancı
akademisyenlerin değerlendirmesi, hazin bir çelişkiydi. Türkiye’de “Adam adamın kadrini bilir”
atasözünce kadirşinas akademisyenler, daha ziyade şifahî olarak Gencer’in çalışmalarına takdirlerini
dile getirmekle kaldılar. Prof. Tanel Demirel, Gencer hakkındaki takdirini “İslâm’da Modernleşme
1839-1939 Üzerine Notlar” adlı yazıya döken ender akademisyenlerden oldu.
Üçüncü olarak Bedri Gencer, sözünün ilmî derinliğinden dolayı anlaşılamama ve ihmal yanında
hakkı söylediği için taarruz imtihanını yaşadı. Zira o, fildişi kulesinde suya sabuna dokunmadan
dünyayı değiştirecek büyük fikirler üreten bir tatlısu entelektüeli değildi. Çocukluğundan itibaren
örnek aldığı, ilim mücahedesi ile hak mücadelesini birleştirmiş Gazâlî’den ilhamla, peygambersiz din,
ailesiz ümmet, cinsiyetsiz insan, insansız dünya projelerine, deizmin, livatanın teşvikinden Doğu
Türkistan, Suriye, Filistin zulmüne, İstanbul Sözleşmesi’nden genç evlilik mağduriyetine, gıda ve aşı
teröründen çevre tahribatına kadar her zulme karşı çıkmaktan çekinmeyen bir kamusal aydındı.
Prof. Tanel Demirel, “Gencer, Müslüman kimliğini öne çıkaran biri. Akademik kariyer
arzusuyla yazmıyor, anlama ve açıklamayla yetinmiyor, “misyon” hissiyle hareket ederek, yanlış
olduğuna inandığı algıları düzeltmeyi ve bir şeyleri değiştirebilmeyi hedefliyor” sözleriyle onun hak
derdini ifade ediyordu. Onun ilim mücahedesi yanında verdiği hak mücadelesinin akademik şanını,
vaiz imajının entelektüel namını gölgelediği tenkidini yapanlar, herhalde Ebu Hanife, Serahsî, Gazâlî,
Birgivî gibi geçmiş mücahit âlimleri kravatlı akademisyenler sanıyorlardı! Gencer, bu tenkitlere şöyle
cevap veriyordu:
1. Ebu Hanife, Serahsî, Gazâlî, Birgivî gibi mücahit âlimlerde görüldüğü gibi, nebevî misyonda
ilim ile hak mücadelesi, ictihad ile cihad, talim ile tebliğ, birbirinden ayrılmaz.
3. Etki-tepki: İslâm’a karşı içinden ve dışından tehditlerin zirveye çıkmasına karşılık buna karşı
duracak mücahit âlimlerin sahneden çekilmesi, farz-ı kifaye gereğince bizi de cepheye çağırdı.
4. Etki-tepki: Güya geleceğin İbni Haldun’ları diye görülen genç Müslüman akademisyenler
neslinin akademik fetişizme, kariyerizme saplanması, suya sabuna dokunmadan akademik başarı
peşinde koşmalarına tepki.
5. Sel gider, kum kalır, imaj gider, hakikat kalırdı. Bedri Gencer veya bir başkası, sonuçta
herkesin zâtî değeri er-geç ortaya çıkar, bilenlerce bilinirdi. O yüzden bir Müslüman, imajlarla,
popüler beğenilerle istikametini belirleyemezdi.
28
sosyal medyanın yapısı, anlaşılmaktan çok çarpıtılmaya müsaitti. Bu medyatik vahamet, Cemil
Meriç’in tabiriyle “Olimpos’un çocuklarının Hira’nın evlatlarına” karşı mücadele verdiği Türkiye’de
yaşanan derin ideolojik çekişmeyle katlanıyordu.
Koca koca yazarların, akademisyenlerin, onun gibi ilim adamlarının muazzam bir emeğin
ürünü, ödül almış binlerce sayfalık çalışmalarına bakmayıp, üç satırlık mesajlarını çarpıtma, karalama
yarışına girmesi, Türkiye’ye has bir trajediydi. İngilizce çalışmalarının dünyada gördüğü takdire
karşılık Türkiye’de karşılaştığı bu kadirbilmezlik üzerine Gencer’in “Gençliğimde bir Batılı
üniversiteye girmediğime pişmanım” itirafında bulunması, “Kaht-ı Ricalin Kahr-ı Ricale”
dönüştüğünü gösteren trajediydi.
Ciddî kalıcı bir eser vermeden sadece yuvarlak, büyük laflar edenlerin rağbet kazandığı bir
ülkede Gencer gibi sahici ilim adamlarının kadrinin bilinmesi beklenemezdi. Sakarya Üniversitesi
Sosyoloji Bölümü’nün Twitter hesabından 8 Nisan 2021’de Bedri Gencer’in çalışmaları hakkında
yaptığı şu değerlendirme, bu yolda hiç olmazsa bir ümit veriyordu:
“Yaptığı çalışmalarla özellikle Osmanlı 19. yüzyılını mukayeseli tarih perspektifinden inceleyen
Bedri Gencer, “modernlik”, “modernleşme”, “gelenek” gibi kavramları daha iyi anlamamızı sağlıyor.
Gencer şimdiye kadar birçok çalışmaya imza attı ve eserlerinde aydınlar sosyolojisinden düşünce ve
kültür tarihine kadar birçok alanda tezler öne sürdü. Osmanlı ve sair İslâm coğrafyalarındaki
sekülerleşme, modernleşme ve Batılılaşma alanlarındaki çalışmaları ile tanınan Bedri
Gencer’in İslâm’da Modernleşme isimli çalışması 2008 senesinde çıktı. Şerif Mardin’in önsözünü
yazdığı bu çalışmada Bedri Gencer, “Batılı kozmopolitanizm” kavramını ele almış ve Doğu ile Batı
dünyasının karşılaşmasına etkilerini incelemiştir.
29
Kitabın son kısımlarında ise Osmanlı ve Mısırlı aydınların gelenek eleştirileri ele alınmakta, Osmanlı
başkenti haricindeki aydınların sekülerizmle eklemlenme süreçleri anlatılmaktadır.
30