Professional Documents
Culture Documents
Saatleri Ayarlama Enstitüsü - Ahmet Hamdi Tanpınar (PDFDrive)
Saatleri Ayarlama Enstitüsü - Ahmet Hamdi Tanpınar (PDFDrive)
İzzet Molla
Birinci Bölüm
-Büyük Ümitler-
Nuri Efendi her yıl bir takvim neşrederdi. Büyük bir kısmı
bir yıl evvelkinden olduğu gibi aktarılan bu takvimi kasım
sonlarında yazmağa başlar, şubat ortasında Nuruosmaniye’de
bir matbaaya benimle yollardı. Bu işin gözümün önünde
olması beni çok şaşırtırdı. Rumî, Arabî aylar, onların
mevsimlerine aşılanmış daha başka daha eski yıl ve zaman
bölümleri, güneş ve ay tutulmaları, en ince hesaplarıyla her
gün için kaydedilen kuşluk, öğle, ikindi, akşam, yatsı saatleri,
büyük fırtınalar, küçük, fakat onun hesabında çok mânalı
rüzgârlar, gün dönümleri, şiddetli soğuklar, eyyamı bahur
sıcakları, bu küçük cami odasında başında takkesi, alçak
sedirinde sağ dizinin üstüne kâğıt tomarlarını dayayarak
pirinç gibi rakam dizilerini sıralayan bu adamın kamış
kalemiyle sarı pirinç pitinden, yavaş yavaş âdeta çok çeşitli
bir rüya gibi doğarlar, sanki sırası geldikçe meydana çıkmak,
dünyamızda hüküm sürmek için odanın bir köşesinde, ışığın
en az uğradığı ve saat seslerinin en fazla yığıldığı bir tarafında
toplanırlardı.
Cevabını vermişti.
Babam:
Fakat dahası var. Eğer babam eve dönmek için bir kira
arabasına binmeğe razı olacak kadar perişan olmasaydı, ailem
içinde böyle işitilmedik ve görülmedik bir hâdise vuku
bulduğu için sevinirdim bile.
Arabanın geldiği gün eve bir uşak, bir erkek ahçı, yeni
yeni oda hizmetçileri de girdi. Ve onların girdiği gün halam
ahretle bütün alâkasını kestiğini göstermek için Safınaz
Hanımdan ahret kardeşliği unvanını geri aldı. Ve kadıncağız
bir kira arabasında iki sandığı ve cebindeki beş on kuruşla
evden ayrıldı ve onun yerine, insan oğlu daima insana
muhtaçtır, bir hafta sonra avcı Naşit Bey halamın ikinci
kocası ve hepimizin eniştemiz sıfatıyla, kızı ve oğlu ile
beraber konağa yerleşti. Altı ay sonra da karı koca sıhhi
vaziyetlerini düzeltmek için Viyana’ya gittiler. Dönüşlerinde
Naşit Bey İttihat ve Terakkî’ye mebus oldu. Biraz sonra
halamın servetiyle genişçe bir ticarete girdi.
-Küçük Hakikatler-
Fakat o inanmıyordu:
- Neyi?
- Şerbetçibaşı Elması’nı…
Devam ettim:
Ve ilâve ettim:
Belki beni de kendisi gibi bir sınıf dışı, bir gayri memnun
zannettiği için sevmiş, himayesine almıştı. Viyana’dan
döndüğü günden beri herkese dargın, hemen hemen,
yapayalnız yaşıyordu.
- Büyük bir ayaklı saat… Çok iyi cinsten. Eski İngiliz işi.
Mecit zamanında alınmış. Fakat bozuk. Evde karım tavan
arasına kaldırdı. Ama yine isterseniz görmek mümkün…
Güzel sesi var.
- Hangi saat?
Aynen tekrarladım.
- Hiç koskoca zırhlı eve girer mi? Böyle bir şeyi almak
için Ayasofya kadar yer lâzım.
- Ayasofya mı?
- Galiba…
- İyi hatırlayın…
- İşte böyle…
Ayağa kalktı:
- Şimdi ne olacak?
- Doktor lütfet!..
- Neymiş doktor?..
- Aman doktor!..
- Dinleyin, dinleyin… Beğenmedikten sonra kendiniz
onun yerine geçeceğiniz yerde, kendinize durmadan baba
aramışsınız… Yani reşit olamamışsınız. Hep çocuk
kalmışsınız! Öyle değil mi?
- Saat mi? Biçare bir şey!.. Eski, ihtiyar bir saat… Aile
yadigârı.
-Yani?
- Evet…
Fakat o dinlemedi:
- Aman doktor…
- Tamam…Tamam… Oldu!..
Heyhat!
O, gülerek:
- Dahî bir avrat rüyasında azgın bir deli görse iyi niyet
değildir. Hemen tövbe ve istiğfar eyleye…
Yan tarafta, üçüncü sırada o zamana kadar farkına
varmadığım genç kadın ağır uykusundan derin bir “oh”
çekerek yerinde gerindi. Doktor Ramiz bu ilk ümit işaretine
âdeta bir kurtarıcıya yapışır gibi yapıştı ve en gür sesiyle
devam etti.
- Gayet garip bir şeydi bu! diyordu. İlk önce müthiş bir
gürültü duydum. Düdükler ötüyor, çanlar çalıyor, sanki
kıyamet kopuyordu. Sonra ses duydum. “Burası değil!”
diyordu. Kapattım, bir daha açtım. Aynı şey tekrarlandı.
Üçüncü defasında aynı ses: “Anlamıyor musunuz canım,
hanımefendi gelemez… Meşgul…” diye cevap verdi. “îyi
amma, dedim, apartman meselesini konuşacaktım. Çok
mühim bir şey!” Ses bu sefer âşikâr bir şekilde şikâyet etti.
“Tabiatını bilmiyor musunuz? Gelemez, işi var. Ruhlarla
konuşuyor! Israr etmeyin!” Bu sefer ben: “Kimsiniz?” diye
sordum. “Tanımadınız mı?.. Murat!” diye cevap verdi. Bütün
konuşma esnasında çıngıraklar, çanlar, ziller, vapur düdükleri,
hepsi devam ediyordu. Fakat asıl garibi Murat’ın sesinin
alaydan âdeta katılmasıydı.
Ortada büyük bir servet yoktu. Miras dar, fakat uzun bir
sokakta biri 17 numarada, öbürü 153 numarada iki evle
ihtiyar kadının biriktirdiği beş on paradan ibaretti. Afroditi ile
annesi bu iki mülkün parasından çok fazlasını bu yolculukta
sarf etmişlerdi. Fakat tek başlarına ve bu kadar eşine
rastlanmaz şartlar altında bu işi halletmeleri iki kadını son
derecede şaşırtmış ve düşündürmüştü. Asıl hazini, ihtiyar
halanın kardeşine bu evleri ve mobilyaları olduğu gibi
saklamak için her türlü fedakârlığı yapmış olması, bir
pansiyon işleterek, ömrünün sonuna kadar dantelâ örerek
hayatını kazanması idi. Ayrıca da onlara bir yığın dantelâ
bırakmıştı. Fakat bu biriktirme ve saklama merakı yüzünden
evler de bakımsız kalmıştı.
Nail Bey:
- Seyit Lûtfullah çok şey biliyordu… dedi. Sabriye Hanım
kadar biliyordu. Sen de ona karmakarışık sualler
soruyorsun… Neyse, ayağını denk al!
Tabiî gitmedim.
Bu esnada Cemal Beyle olan hususî münasebetimiz eskisi
gibi devam ediyordu. Kahve, ev, her tarafta, bana ihtiyaç
oldukça aranıyordum. Fakat Cemal Bey değişmişti, Her gün
biraz daha hırçın oluyor, emirlerini ne kadar dikkatle
yaparsam yapayım, beni azarlıyor, itham ediyordu. Bu arada
bazı sıkıntılar da geçirdiğini bildiğim için buna yoruyordum.
Müthiş parasızdı. Her an hesaplar yapıyordu. Bazen cebinden
avuç dolusu para çıkarıyor, gözümün önünde sayıyor,
birtakım parçalara ayırıyor, sonra büyük bir yeisle cüzdanına
yerleştiriyordu.
- Nerden öğrendiniz?
-Sabaha Doğru-
- O da nereden çıktı?
Ben kısaca:
- Hakkı var ya!., dedi. Sonra bana döndü. Ben birkaç defa
düşünmedim değil. Fakat sonundan korktum. Bir kere
başlarsam bırakmam! diye düşündüm. Düşün bir kere o suratı
insan tokatlamaya başlarsa!
- Üşüyeceksiniz hanımefendi…
- Buyrunuz beyefendi…
- Sağlığınız efendim…
- Kim bu arkadaşlar?..
- Evet… dedi.
Galiba onun gelişiyle kesilen sözüme devam etmemi
istiyordu.
Hayretimden kekeliyordum.
- İçelim!..
- İçelim!..
- Vermem de ne yaparım?
Halit Bey bana bir cıgara uzattı. Kendisi de bir tane yaktı.
Dışarda bütün cümbüşüyle devam eden mehtaba baktı. Sonra
karşıki masanın münakaşasına kulak kabartır gibi oldu, fakat
hemen omuzunu silkti, bana döndü:
- Güzel olamaz, dedi. Güzelden anlıyorsunuz. Hayatınızı
artık biliyorum. Siz güzel kadından anlıyorsunuz. Fakat
sanattan, bugünün sanatından anlamıyorsunuz. Evvelâ bu bir
kalabalık işidir. Kalabalık neyi sever, neyi sevmez? Bunu
kimse bilmez. Sonra bu mesele ümitsiz bir kalabalığın işidir.
Siz de bilirsiniz ki zevk denen yüksek şeyin bizim içimizde
içgüdüden kolaylığa kadar giden bir yığın karşılığı vardır.
Zevkten ümit kesildi mi onlara kolayca teslim oluruz. İşler
karışınca zevkten ümit kesilir. Musikî denince herkes, evvelâ
“Hangi musikî?” sualini kendisine soruyor. Bu sual bir kere
soruldu mu sizin zevk, üslûp dediğiniz şeyler yoktur artık.
Sonra kulağın herkeste ayarı bozuldu. Radyo devrindeyiz.
Musikîyi nadir bir şey gibi dinlemiyoruz. O, romatizma,
nezle, para sıkıntısı, harp ihtimali, çok geçimsizlik gibi
günlerimizin tabiî arkadaşı oldu. Bu işe bir de kalabalığı ilâve
edin… Hayır, ben eminim ki bahsettiğimiz hanımefendi
birkaç gün içinde yepyeni bir şöhret olarak İstanbul’u
fethedebilir. Bakın! Vaziyet çok müşkül olurdu, şayet
baldızınız hanımefendi batı musikîsine merak sarsaydı.
Çünkü onu hakikaten yıllar boyu öğrenmek lâzım.
Birden sıçradım.
Halit Ayarcı:
- Esasen çok insan var. Hayri Bey şimdi listeyi tanzim etti.
- Hayır, asla…
- Şahadetname, filân?..
- Sizin Zehra Hanım acaba kabul eder mi? Tabiî ufak bir
ücretle…
- Allah bağışlasın!
O yüzüme bakmadan:
İtiraza çalıştım:
- Evet, yalnız?
- Bilmem! dedim.
- Yapabilir mi?
- Daha az, dar bir kadro ile işe başlamak, daha doğru değil
mi?
- İmkânsız…
- Hayır. Siz bana yalnız dümen ve bacası olan bir gemi ile
yolculuğa çıkmamı teklif ediyorsunuz. Hayır, gemi dediğin
bir bütündür. Makinası, küpeştesi, güvertesi, daha bilmem her
şeyi, kamarası, kaptan köprüsü… Hepsi ile bütündür.
Kaptandan farelerine varıncaya kadar! Bana, gemime tayfa,
yolcu ve fare bulun, anladınız mı? Dar kadro demek
çalışmamak demektir. Bir müessese canlı bir mahlûktur.
Mide, kol, bacak… Hepsi lâzım. Hattâ daha ileriye giderek
lüzumsuz unsurlar bile bulunmalı, diyeceğim.
Halit Ayarcı:
- Henüz düşünmedim.
- O ne için?
- Dikkati çeksin diye… Bütün o başıbozuk kalabalığını
halk ne yapsın?
Ve beni kucakladı:
- Tebrik ederim Hayri Bey! Asrımızın bütün psikolojik
vakıasına dokundunuz… Fakat çok güç… Bunu nasıl
yapabiliriz?
Ve en ciddî sesimle.
- Niçin?
- Murat n’oldu?
- Ne yapmış bu adam?
Bir ara bana döndü, bir eli kılıfım çıkarmağa çalıştığı yazı
makinasında:
Aksi aksi:
- Bulun…
- Akrabam yok…
Tekrar gülümsedi.
Bazen de;
Ayağa kalktım:
Doktor Ramiz,
- Gördün mü? dedi. Demek ki artist ruhlu olduğunuzu o
da kabul ediyor. Zaten bu sabah kendisi söylemiş. Baba, sen
busun, demiş!
Artık bunalmıştım.
Doktor Ramiz.
- Bu daha bir şey değil! dedi. Hele bir karısı elime geçsin!
- Tabiî! dedi. Bir kere üst üste değiliz artık! Herkesin bir
hayatı var. Sonra bu işler de tuhafıma gidiyor. Hep sonu
n’olacak? diye bakıyorum! Başka bir şey daha var, herkes o
kadar değişti ki, etrafımda…
Doğru söylüyordu. Herkes değişmişti.
- Darılmadın ya…
Çocuklarımın bana karşı hâlâ saygı ve sevgi
göstermelerine şaşıyordum. Ahmet bile beni açıktan açığa
üzmek istemiyordu. Bu şüphesiz Emine’den gelen bir
taraflarıydı. Birdenbire içimde korkunç bir yara sızladı. O
yaşasaydı bunların hiçbiri olmazdı. Birbirine alışmış, birbirini
tanıyan iki araba atı gibi hayat yükünü hep yan yana,
birbirimizi gözeterek taşımak ne iyi olacaktı. Gözümün
önünde eski evimizin taşlığında benim Adlî Tıptan döndüğüm
günkü sevinci canlandı.
- İşler nasıl?..
İlk önce:
Sonra:
İşte tam bu sırada bir gece evde Halit Ayarcı ile karımın
tavla oyunlarını seyrederken yukarda anlattığım nakitli ceza
sistemi aklıma geldi. Halit Ayarcı’ya ne kadar güç ve biçare
vaziyette olduğumuzu göstermek için onu hemen o anda
anlattım.
- O hâlde?..
- O hâlde bir tek çare var… Müracaat sırası… Fazla tercih
ettiklerinizin haricinde müracaat sırası… Yahut büsbütün bu
tesadüfe bağlanmamak için birinciden itibaren atlaya atlaya
müracaat sırası. Bu şansımızı daha çoğaltır. Anladınız mı?
Defterinizde yazılı ilk ismi kabul ediyorsunuz. İkincisini
geçiyorsunuz. Üçüncüsünü kabul ediyorsunuz… Hattâ burada
da bir değişiklik yapabiliriz: Meselâ üçüncüsünden sonra
dördüncü ve beşinciyi geçiyorsunuz, akıncıyı, ondan sonra
onuncuyu… İlk numaranız kimdir?
Yüzünü buruşturdu.
- Ne iş görüyor?
- Okuyor mu?
- Zannederim…
Tekrar güldü:
- Edilmesi lâzım!
Karım sükûnetle:
Buraya kadar her şey iyiydi. Fakat üst kattaki salon beni
rahatsız ediyordu. Ne sütunlar, ne parmaklık meseleyi
halletmemiş, sadece problemi bir kat yukarıya nakletmişti.
Burada yine mazim, yani işsizlik zamanlarımda oturduğum
kahvelerde hatmetmeğe mecbur kaldığım gazetelerden
öğrendiğim şey imdadıma yetişti. Salon yerine tıpkı
gökdelenlerde olduğu gibi bir üst kat bahçe yapmak en iyisi
olacaktı. Buna karar verdikten sonra dört sütunun arasında ve
iki yanda uzun birer kalın camdan, hole ışık vermenin de
kabil olacağını düşündüm. Vâkıa bahçemiz çoktu ve
gökdelenlerin bahçesi de otuzuncu, otuz beşinci kattaydılar.
Fakat çalışacak arkadaşlarımızın pencereden başlarını
çevirdiği zaman biraz çiçek görmesi ve hiç olmazsa ikinci
katın avluya bakan pencerelerinin ışık alması ancak bununla
kabildi. Bu bahçenin de gerek cephe kapısının bahçesi gerek
altı numaralı pavyonun önündeki bahçe gibi saat şeklinde tarh
edilmesini kararlaştırdım. Yalnız küçük bir fark olarak bir
Ahmet Zamanî büstü konacaktı. Böylece holümüz hem eski
mimarimizi, hem de modern mimariyi birleştirecekti. Nitekim
asıl başarılı tarafımız da bu hol addedildi.
- Acele etmeyin! Daha çok eksik, çok sakat tarafı var On,
on iki salon, kırk kadar oda, bunu ne yapacağız? diye
hatırlatmak istedim.
O dinlemiyordu bile.
- Böyle şey olur mu? Bir insan iki türlü düşünür mü? İki
türlü mantık bir kafada bulunur mu?
Omuzlarını silkti:
Saat ona kadar, yarım saatten beri iki kanadı açık yemek
odasının kapısında beklediğim hâlde münakaşaları kesip bir
türlü davetlilerimizi içeriye alamamıştım. Biraz evvel etrafa
meydan okuyan Pakize âdeta gizlenmek istiyor gibi
kardeşlerinin arasına sığınmıştı. Yalnız halam istifini
bozmamıştı. Her zamanki hiddetli feveranlarıyla
etrafındakilere cevap yetiştiriyordu.