Professional Documents
Culture Documents
GELECEĞİ
HÜSEYİN RAHMİ GÖKTAŞ
5
mali taşıyan üç beş müjdesinden biri olduğu umudundayım Allah’ın.
Erişilen seviyenin ismini belirlemek tarihte ikrar ettiğimiz gibi ve tea-
mül gereği bu seviyeden rahatı kaçanlara hak görüldüğünden, kimse-
nin hakkına girmeyeceğim.
Böylece elinizdeki eseri tamamlayan dört esere daha gayret ettik. Ben-
denizin alameti farikası her birinde aynı kısa notla ve her birine has tu-
haf tutanaklarla karşılaşacak olmanız. Hüseyin Rahmi Göktaş’a nasip
olan seviyenin dünya çapındaki sathını tebarüz etmek de bana düştü
maalesef. Her gayrette bir davet saklıdır bu yüzden. Allah’tan rızasını
sorduğumuz kadar milletimizi de bir gayretten sorumlu tuttuğumuzun
şuurundayız. Her davette de bir soru yani bu anlamda, doğurulur. Hal-
buki doğada çok az şey doğru dürüst doğar, kaldı ki insan icap etsin.
Beş eser de sonunda aynı cevaba gebe bu sayede.
6
BİR HARF ÖĞRENMEK *
Dil ile ilgili bilinmesi gereken ilk şey, dilin bir zemini olduğudur. “Nes-
nelerin Şahsiyetinin Belirlenmesi” başlığıyla yıllar önce işaret ettiğim
o zemin birkaç önemli kararı aynı anda verir. Türkçeye özel alandan
konuşursak, o zemin geometrik tutarlılığı sağlayan zemindir ve bu gra-
matik tutarlılıktan öncedir. Ses uzunluğunu bir sınırda tutar ve bütün
sesleri bir ölçüyle hizalar. Türkçede seslilerin uzunlukları eşittir. Bir
9
yerde geçen ünlünün uzunluğu başka bir yerde de aynıdır. Bu Türkçe-
nin ikinci kararıdır ve birincisini bunu anladıktan sonra anlarız. Dilin
derinine doğru kazmakla öncesine ulaşamayız. İlk öğrendiğimiz şey
en derinde değildir yani. Ya da en derinde bulduğumuz yapı ilk de-
ğildir. Bilakis bizim dil diye bildiğimiz başka, onun bizde edindiği yer
başkadır. Dil kendini geriye doğru kurar. Tutarlı geometriyi belirlediği
yerde yerleşir. Bu geometri seslerin geometrisidir ve ses uzunluklarını
birbirine eşit bir seviyede tutar. Türkçe için bu uzunluk en fazla iki elif
miktarıdır, yani sesin iki birim uzaması kadardır. Ünlülerden herhangi
birini alsak ve tek başına kullansak, “a” mesela, Türkçede ayrıca isimleri
olmadığı için sadece sesin kendisi okunur. “A”yı tek başına okuduğu-
muzda fark etmesek de sesi uzatırız. İki “a” miktarı kadar. Fakat “ayı”
gibi bir kelimede “a” bir harf uzunluğunda eşitlenir. “A’yı” ile “ayı” ara-
sındaki ilk a’ların ses farkını ölçün. Aradaki fark anlaşılsın diye birkaç
kez tekrar edin. Türkçenin ses uzunluğu sınırı buraya kadardır. Ünlemler
ve nidalarda uzunluk bu sınırı aşar ki zaten bu sınır aşılsın diye ünlenir
ya da nida edilir. Dilin içinden bir şey söylemek için değil dilin dışına
doğru bağırmak için ünlenir. Mesela uzak bir dışarıyı göstermek için
“ta” kullanılır ki “taa” uzunluğunda söylenir. Fakat “taaa” şeklinde bir
sesleniş daha uzağı Türkçenin içinden söylemez, çünkü ses geometrik
sınırı aşmıştır artık, Türkçenin anlam sahası içinde değildir. Uzaktaki
birine bağırırken yapılan sesi uzatmak seslenmedir. Türkçenin içinden
bir konuşma değil dışından ve dışarıya doğru ses çıkarmadır, ağlama,
inleme gibi bir ünlemedir. Aynısı şarkı türkü söylerken de yapılır ve
sesin güzelliğini öne çıkarma ya da dilin dışında olan bir anlamı uyan-
dırma amacı taşır. Mesela, Barış Manço’nun “Ayı” şarkısında “ayı”nın a’sı
uzun okunur. Orada bir ünleme ve nida vardır, “a” bu nedenle uzundur.
10
Ses uzunluğu kişilerin konuşma hızına göre farklılık gösterir. Yavaş ko-
nuşan kişilerde ünlüler uzun, hızlı konuşan kişilerde kısadır. Fakat, kişi-
nin konuşma hızına uygun olarak ünlüler her kişide birbirine eşittir. İki
elif miktarı sadece seslerin yalın okunuşuna özeldir ve başkaca istisnası
yoktur. Bu istisnayı hem istisna olarak kalmayacağı hem de geometrik
zemine ulaştıracağı için özel olarak vurguladım.
11
söylediklerim somut, hem de fırsat eşitliğiyle ilgili söylediklerim. Ken-
di anlayışınızla anlamayı tercih ederseniz bu kadarını anlamanıza engel
oluşturacak bir karmaşa yok. Yalnız şu var, verdiğim harfimed üzerin-
den “kaane yekuunu”ya karşı düşmanlık beslemeyin. Seslerin uzunlu-
ğunun birbirine eşitliği bizim ailevi tavrımızdır. Birbirimize karşı tutu-
mumuz, her birimizde sinmiş bir şekilde bile olsa var olan duygumuz.
Bir çocuğa tanıdığımız hakkı ayrım gözetmeden diğerine de tanımak
isteriz. Başarıp başaramamız ayrı bir konu, fakat burada bizi aşan bir
karar ağzımızdan çıkan her Türkçe kelimenin içinde kendini gösterir.
Türkçe seslerin eşit uzunluğu bir eşitlik, bir hakkaniyet duygusu oluş-
turuyorsa da bütün dünyayı öyle kılıyor değildir. “Kaane yekuunu” baş-
ka dillerin başka geometrik tutarlılıklar ile işlediğini öğretecektir. Bu
karar aynı zamanda bir kişinin bir yerde ne ise her yerde o olmasını te-
min eder. Yahut telkin eder. Adalet, hakkaniyet ve şahsiyeti tevhit eder.
Bunu çocuklar çok iyi bilir. Hatta onlara kalsa hayvanlar bile burada
eşitlenmeyi hak eder.
Sözünü ettiğim istisna bir yerde ne ise her yerde o olmasını sağlayan
şey’in kendisidir. Daha doğrusu bunu tersinden sağlar, bir yerde o olanı
her yerde o kılar. Kastım da tam olarak o’yu açığa çıkarmaktı. İlk cüm-
lede kendiliğinden açılmış buldum. Aslında bu tam da kendiliğinden
olmuyor. Bir şeyi başka yerden bilgi taşımadan, bilgiden arınık bir ya-
lınlıkta düşünüyorsanız dil onu sizin için açarak getirir. Tabi bu Türkçe
düşündüğünüz durumlarda geçerlidir. Başka dillerin başka geometri-
leri vardır.
Bir yerde o olanı her yerde o kılan, yani ilk “o” kılan nedir? Kalem keli-
mesi Arapçadan Türkçeye geçmiş bir kelime. Türkçede kalem dediği-
12
nizde Arapçadaki el-Kalem’i karşılarsınız. Türkçe, artikel ya da harfita-
rif kullanan dillerden kelime alırken harfitarifleri (artikelleri) dışarıda
bırakarak alır. Bu karar, herhangi bir kişiye ya da kültüre ait bir karar
değildir Türkçeye aittir. Asla dil yaşayan bir organizmadır demem.
Dil, bu gibi tanımlardan çok müteal ve aynı zamanda insana münde-
miçtir. Fakat şunu derim, dilin kararı bizim kararımızdan ilksel olması
bakımından öncedir. Hangi dilden olursa olsun harfitarifler Türkçeye
neden giremez? Bu soruyu, Türkçenin somut zemininde, tutarlı geo-
metrisiyle gerçekliğini kabul ederek soruyorum. Somutluk vurgusunu
bilimselliğin üzerine koyarak yapıyorum ki söz konusu dil ise dilin ses-
leri somut varlıklarıdır. Bunu tekrar etmemin nedeni sesin uzunluğunu
kendiniz ölçün, harfitarifin dışarda bırakılmasını kendiniz anlayın, sair
malumatı kenara koyarak göstermeye çalıştığım zemini somut olarak
görmeye çalışın, içindir.
13
deki yerlerini bir daha kaybetmeyecekleri bir kararda kılar. Uzun sesler
aslında uzun sesler değildir; Türkçe sesleri bir -ğ ekleyerek taçlandırır.
Taçlandırır derken mecaz yapmıyorum. Herhangi bir şey olmaktan be-
lirli bir şey olmaya yükseltir. Ne olduğunu bildiğimiz bir şey anlamında
bir belirlilik değil çünkü ne olduğunu belirlemez, “o şey” olarak yeri be-
lirtilmiş “bir şey” olmaya yükseltir. “Herhangibirşey” konusuna gelirsek
o sadece bir tasvir, bir tasarıdır. Türkçede bir kelimeyi istediğiniz kadar
vasıfsızlaştırın, “o” belirliliğinden düşüremezsiniz. Artikel kullanan dil-
lerden birinde kelimenin yalın haliyle söylenmesi belirsizliğinin yanına
“herhangibirşey” belirsizliği yaklaşamaz bile. Çünkü Türkçede sese iç-
kin somut bir harfitariften söz ediyorum.
14
kelimenin sonunda olduğu için okunmayan bir -ğ vardır. “ğ” doğrudan
üçüncü kişiye ya da “o” kimse, neyse ona aidiyet sağlar. Bunun örneğini,
ilerde göreceğiniz şekilde, “yaptı-ğ-ın” kelimesiyle vermiştim. Bu keli-
mede yapan kişi somut olarak sen’dir. Yapılan şey ise o’dur, yani somut
olarak “ğ”. Çünkü yaptığın “o yaptığın” demektir ve buradaki “o” harfita-
rifin kelimede belirmiş halidir. Üçüncü kişiyi değil “o şeyi” belirtir.
15
sahiplerine çekelim. “Benim kitabım, senin kitabın, onun kitabı” ya
da “kalemim, kalemin, kalemi”. Bu kelimeler de aslında “kalemi-ğ”
şeklinde olduğu için -ğ ile fiil kullanıcısıyla aynı üçüncü kişiye ait kı-
lan iyelik vardır. Fakat nesne adı ya da kelime, sesli bir harf ile biterse
“o”lar karışır. Kitap ve kalem, o kitap ve o kalem demek gibidir. Bur-
daki “o”, kelimeyi Türkçenin varlığı olarak kararlaştıran “o”dur. “Sil-
gi” de “kitap” ve “kalem” gibi Türkçenin varlığıdır. Fakat “silgi”, diğer
örneklerden farklı olarak sesli harfle biter bu da sonunda bir -ğ var
demektir. “Yaptı”daki gibi değil “yaptı-ğ-ı” daki gibi bir “ğ”. Fazladan
bir o eklemek istersek “o kitabı ver, o kalemi ver, o silgiyi ver” yapıları
ortaya çıkar. Diğerleri -ı, -i alırken silgi -yi almıştır. Silgi’nin fazladan
aldığı -yi, “ğ”nin somut görünüşüdür. Buradaki -y, silgi kelimesinde
var olan ve zeminde konum veren “o”ya, en sonraki -i ise “o kitabı,
o kalemi”deki zamir olan o’ya iletir. “Onun kitabı, onun kalemi” söz
konusu olduğunda kitap ve kalem sorunsuz olarak o’nun olurken silgi
kendi bütünlüğünde kalamaz. Burada silgi gerçekten “o”ya ait olabil-
mek için bir hülle yapmalıdır. Kelimenin sesli harfle bitiyor olması,
doğrudan dilin zeminine bağlı olmasıyla ilgilidir. Ayrıca onun olabil-
mesi için ilişkinin dolaylı olmasını sağlayacak bir başkasını gerektirir:
Silgi-si. Burada ek olarak aldığı si, sen zamirini de var kılan “-ıs”tır. Is,
belirsiz sahip demektir. Yunus Emre’nin “Bostan ıssı kakıyıp” cümle-
sindeki ıs’tır. Issız kelimesi sahipsiz demektir ıs da sahiptir. Böylelikle
silgi, onun silgisi olabilmek için bilinmeyen bir sahibe aidiyetten dö-
nerek “onun silgisi” olabilmektedir.
16
par. Bu belirlenim çok şeyi aynı anda belirler. Kelimeyi Türkçe yapar,
belirsizlikten çıkartarak belirli olmasını sağlar, dilin nesnesi kılar, ona
bir isim şahsiyeti kazandırır ve ona bir zaman verir. Ayrıca bir zaman
belirtilmemişse Türkçedeki bütün kelimeler geniş zamandadır, dilin
geniş zamanında. Sözlüklerin içinde madde başlıkları şeklinde ve yalın
olarak anılan bütün kelimeler dilin geniş zamanında dururlar. Bu tıpkı
adam denildiğinde “o adam” konumu alması gibidir. Fakat bu kez aldığı
bir konum değil konumla birlikte bir geniş zamandır. Bir kitabın, onu
almak, tutmak ve okumak durumunun dışında kitaplıkta durması, ki-
tap kelimesinin sözlükte ve yalın halde durduğu her yerde dilin geniş
zamanında durmasına benzetilebilir. Bu en derinde bütün kelimelerin
dilin zemininde, “o”da olmasıyla ilgili ve ona bağlıdır ve “o”, o kadar “o”-
dur ki dili bir sınırda, kendini de o sınırın tamamı olarak tutar. Bu cüm-
lelerde sözlüğü, kelimeleri somut olarak ele almasına verdiğimiz öne-
me binaen kullanıyorum. Kelimelerin kendinde atıl durduğu, uykuda
olduğu yerin karşılığıdır sözlükler ve kelimeler sözlüklerde maddeler
olarak durur. Madde olması önemlidir çünkü kelimenin somut varlığı
ile sadece sözlükte karşılaşılır. Sözlükte bir kelime ile karşılaşma kelime
açısından hazırlıksız bir karşılaşmadır. Kelimeyi kendi yerinde, yatağın-
da, huzurlu uykusunda bulursunuz. Çocuklar gibi bulursunuz, bir işe
koşulmamış, üzerine yük yüklenmemiş, yalın ve yalnız.
Dilin zemini ile ilgili bilgileri toparlayıp konuyu bağlayalım. Bir dili o
dil kılan, başka dillerden ayıran sınır geometrik bir kesinliktedir. Yalın
halde bulunan tüm dillere ait bütün kelimelerin Türkçede yeri hazır-
dır. Bir tamlama içindeyse onu tek ve yalın kelime olması şartıyla kabul
eder. Harfitarif kelimesini bu nedenle bitişik yazıyorum. Harf-i tarif
17
olarak yazılan bir kelime Türkçede yer bulamaz. Yeri cümle içinde bir
misafirlik gibidir. Tarif harfi tamlamasıyla da yer bulamaz, çünkü iki
kelime bir yere sığmaz. Harfitarif şeklinde bütünlemek ise kelimenin
yalın halde yer bulması için yeterlidir. Artık kelime Türkçeye özgü bir
alanı, bir anlamı olsun ya da olmasın ifade eder. Dilin zemini anlamla
ilgilenmez. Pencere ya da kapının üstünde bulunan ve havanın cereya-
nına yarayan açılır kapanır bölüme marangozlukta vasistas denir. “Was
ist das?” Almanca “bu nedir?” demektir. Kelimenin nasıl oluştuğu, ken-
di dilinde ne anlama geldiği önemli olmaksızın, hatta Türkçede de ne
anlama geldiği önemli olmaksızın, yalın hali konum olarak yer bulur.
Artık Türkçenin varlığı, dilin nesnesi, geniş zamanda uykuda olan bir
kelime olarak “o”dur.
18
kökses aynı zamirleri Arapçada da oluşturur. Ben-sen’in Arapça karşı-
lığı ene-ente şeklinde okunur. İşte burada sözünü ettiğim “-en” köksesi
bütün dillerde dilin kurucu unsuru ve dilin gerekçesi olarak varlık gös-
terir. Gerekçesi olmasının nedenlerini ADLAR kitabında görebilirsiniz.
ADLAR isimler değildir, kararlı kökler de değildir, arketipler değildir
ve en yakın olarak köksese benzer.
KÖKSES YOĞUNLUĞU
Dilin kurucu unsuru olan köksesler bir dilin varlığı olamazlar bunla-
rı dilin dışında tanımak gerekir. Yani mesela ben’i kelime olarak değil
de kendimi gösterdiğim bir işaret olarak düşünseniz o da dilin dışında
sayılmaz. “Nerde?” sorusuna parmakla işaret ederek “şurda”, “burda”,
“orda” demek gibidir. Burası dilin sanıldığı gibi/kadar dışı değildir. Ko-
nuşmadan işaretleşmek de dilin dışında kalmaz. Fakat kökses bu biçim-
de de işaret edilemezdir. Soyut olduğu için değil bilakis somuttur. Fakat
dilden değildir. Dilde kökses olarak biçim alır. Sayıları sonsuz değildir.
Ya da şöyle diyelim, her ünlü ve ünsüzün kombinasyonları kadar değil-
dir. Çok daha azdır. Burada tekrar şunu hatırlamakta yarar görüyorum,
dil kendini geriye doğru kurar. Köksesler varsa dil için gerekçe de var
demektir. “-en” köksesi ben’i, sen’i ve ken’diyi karşılayacak yoğunlukta
tanınmışsa ben’i, sen’i ve ken’diyi kuracak, yerlerine oturtacak, aynı en’i
kökses olmaktan çıkartıp ek olarak kelimelerde kullanacak, kullandığı
her yere özneyi getirip yerleştirecektir. Bu yüzden o tanınmış yoğunlu-
ğa kökses dedim, fakat aynı zamanda kendi anlamını karşılayacak bir
isim de değildir. Türkçeye dönerek devam edersek mesela “en” kelime-
si genişlik yerine kullanılır. Köksesle ilgili ilk yazdığım yazının başlığı
19
da şuydu: “En Genişlik Demektir”. Yazı, en’in ve boy’un ense ve boyun
kelimeleri üzerinden çözümlenmesiydi. En kelimesindeki genişliği
ben-sen zamirlerinde engin, bengi gibi kelimelerde görebiliriz. Fakat
bu kelimeler sadece aynı yoğunluğun aynı ortak yoğunluğun, -Barış’ın
tabiriyle- seyreltilmesidir. Kökses öyle yoğundur ki yoğ gibidir. “-en”
köksesindeki yoğunluğu göstermesi bakımından en nitelikli kelime, ni-
telik kelimesini de onunla yoğunlaştırdığımız en’dir. En çok, en büyük,
en küçük, en yoğundaki “en”. Bu niteleme kararlı köktür. Kararlı kökler
dilin ilk kararlı yapılarıdır. Açıklamasını sonraya bırakarak bu anlamda-
ki en’in köksese yakın durduğunu söyleyebiliriz. En, nitelik olarak yo-
ğunlaştırır fakat tek başına kaldığında bir yoğunluğu göstermez. Tam
olarak bunun gibi olmasa da buna benzer bir en’e, b’ değingesiyle vardı-
ğımızda ben’i buluruz. Köksese bir anlam olarak bakarsak ben, “-en”in
yoğunluğunun seyreltilmesidir. Ben’in anlamına bakarsak, sadece ken-
dine yoğun bir ben ile karşılaşırız, başka hiçbir şey olamayacak kadar
ben ile “en ben” ile.
20
remezsiniz. Onlara sadece yaklaşırsınız, değingelerle yaklaşırsınız ve
ben-sen gibi kelimeleri ben ve sen anlamlarıyla doldurarak dile getirir.
B’en-s’en’in anlamlarını geri döndürerek “-en”in yoğunluğunun görü-
nür olmasını sağlamaya çalışırsanız başaramazsınız, fakat görünür ol-
masa da yoğunluğun toplandığı alanı tanımak mümkün olur. Bunun
denemesini ayrıca yapacağız. Kararlı kökler; kökseslere, değingelerle
yaklaşarak ya da sesin sertleşmesi nedeniyle katılaşarak oluşur. Kararlı
kökler yine bildiğimiz anlamda isimler değildir ve o başka bir bahis ola-
rak sonra karşımıza çıkacaktır.
21
yoğunluğun nerede olduğunu bulmaya çalışacağımız bir ders olacak.
Is, as, us, üs ve is bunlar tek bir yoğunluktan gelmedir. Bence yoğunlu-
ğun sezilmesine en büyük yardımı “ıs” sağlar. Çünkü ıs, kelime olarak
ben ve o dışında üçüncü bir sahibi söyler. Is’ı, bir şeyin sahibi olarak
kullanırsınız, Yunus Emre’nin “bostan ıssı” örneği “bostan sahibi” anla-
mına gelir. Yaygın olarak ise “ıssız” kelimesindeki ıs’ı bilirsiniz, sahipsiz
kimsesiz anlamındadır. Bağlaç olarak bildiğimiz “ise” de ıs’la ilişkilidir
fakat “ise” uzun bir bahis olduğu için başka bir çalışmanın konusudur.
As, tuhaf bir gerçeklik içindedir. Çünkü asmak aşağı doğru sarkmayı da
yanında getirdiği gibi belirsiz bir şekilde aşağıyı vurgular, Kaşgarlı’nın
altı göstermek kastıyla kullanıldığını aktardığı “astın” sonraları günlük
dile ast şeklinde girecektir. Benzeri şekilde Kaşgarlı’nın “üstin” olarak
kullandığı üst kelimesi de bu yoğunluğun parçalarındandır. Şöyle bir
deneme yapalım: Askı, bir kavram ya da durum olarak yere dönük fakat
yerde olmama haline denir. Zemine temas etmeme fakat havada ya da
boşlukta olmama durumudur. Yönelişi yere doğrudur yine bence yere
doğru olan bu yönelişi aslında “ıs”a doğrudur. Asmak bir şeyi “as duru-
muna” getirmektir diyelim bunu yedeğe koyarak devam edelim.
“Is” için iki kararlı kökü birlikte ele alarak dersi başlatalım: s’ık ve k’ıs.
Birinde kökte, diğerinde değinge olarak geçer. Daha sonra as için ben-
zerini yapacağız. Su ve suyun akışı üzerinden örneklendirilirse, ‘s’nin
“sızan ve sürekli” bir ses olduğunu hatırlamak anlamayı kolaylaştırır.
S’ıkmak fiilinden hareketle bir şeyin, içinden su geçen bir şeyin elle ya
da onu kavrayacak bir nesneyle bir yerden ya da her yerden kavranması,
gevşekliğin giderilip sıkı olmasıdır, diyelim. Burada sıkmak, “s’ık” karar-
lı kökten fiile, “sık-ı” da kavrama giderek ayrılır. K’ısmak fiilini de su ile
22
ilgili düşünürseniz sıkmaya çok benzer fakat birinde sıkılmış, diğerinde
kısılmış bir şey bulursunuz. S’ıkmak s’nin akışını ek ile tıkamak, kapat-
mak anlamına gelirken kısmak s’nin sızıntısını azaltır. Çünkü “k’ıs”da
“s’ık” gibi s’yi “ek” ile tıkamayız. “ek” k’ ile başa geldiği için sızıntı “k’ıs”
ile devam eder. Kısıtlamak gibi geçicidir ya da kısaltmak gibi akışı azal-
tır. Buradaki sızıntı “ıs”a doğru ve “ıs”a dönüktür.
23
den söz ediyorum derken başından beri bunlardan söz ediyorum. Aşağı
doğru, asmak, b’asmak, d’üşmek, as, us, ıs yoğunluğunda toplanır. Y’asa
ve y’asak da. Bu bir şeyi asmak değil de yaslamak anlamındadır. Yasmak
ise Kaşgarlı’nın yassılamak dediği yassı hale getirmek, düzeltmek, yay-
mak, anlamına yakındır. Türkiye Türkçesinde yazmaktır bu, yasmak,
yassı hale getirmek, yassıltmak, hamurun yazılmasıdır. Suyun kendi
yatağında uslu ve yassı durmasıdır. “Yasa” ise düzenlemek anlamına gel-
mez fakat düzeltmek, düzleştirmek ve yaymak anlamındadır bu da üze-
rine basmak ve baskı iledir. Yastık ise aslında yassıktır, çift s’nin ikincisi
nadiren t’ye dönüşür; ıssırmak-ıstırmak gibi. Yasa kelimesi, “yasmak”tan
kavramdır, hamur gibi bir yoğunluğun yayılması anlamında yazmakla
aynı kelimedir. Buradan yasak ile yazık (günah) arasında bağlantılar da
kurabilirsiniz fakat “ıs” yoğunluğunun dışında kalır.
Thales, “Her şeyin arkhesi (arkası) sudur (ıstır)” derken sadece can-
lılığın kaynağı olmasından söz etmiyordu, demirle mıknatısın birbir-
lerine -çekim değil daha çok çekicilik gibi- ilgisiyle, bütün karaların
suyun üzerinde olmasıyla ve hepsinin suda sonlanmasıyla, suyun en
altta (astta) olmasıyla ilgilenmesi “ıs” yoğunluğunu görmüş olma ihti-
malini artırıyor. “-ıs” köksesinin yoğunluğunu Thales’i bahane ederek
anlattık. Ama aynı zamanda “-en” köksesinden sonra “-ıs” köksesiyle
24
de yoğun yapıların Türkçe düşünüşle düşünülmesinin denemesini
yapmış olduk.*
25
ğinge olmasıdır. Çünkü ek anlamındaki k’ değingesi, ekleneceği yapı
henüz ortada yokken ona nasıl eklenebilir, ekleneceği şeyden önce ge-
lerek bunu yapamaz. Önce gelerek yapamazsa değingelerle ilgili kesin
bir bilgiyi edinmiş oluruz. Köksesten önce ya da sonra değildir birlikte
bir bütün oluştururlar tıpkı “tek” gibi bölünemez bir bütün. Bu konuya
kararlı köklerde ayrıntılı yer vereceğim.
Oraya ben gidersem orası benim için burası olur, sen gidersen senin
için burası olur. Ben “ben” dersem ben olurum, sen “ben” dersen sen
olmazsın yine “ben” olursun. Benim “ben” dediğim yer sana, senin
“ben” dediğin yer bana kapalıdır. Benim “bu” dediğime senin de “bu”
diyebilmen için aynı yerden işaret etmemiz gerekir ve neredeyse aynı
zamanda.
26
yeni bir bütünlük kurması aynı andadır. Yeni yapı, yeni bütünlük bizim
bakışımıza göre değil kendine göredir. Yani y’ değingesi y’eni derken
bizim için yeni olan bir şeyi söyler fakat kendisi “y’en” olur. “Y’en” bizim
için kapalı bir kararlı köktür, O kararlı kökten bizim için açılan yeni’dir.
y’ izafiyeti genel bir izafiyettir. y’er, y’nin zamanda (er’de) kendisi için
ve er’le birlikte açtığı yerdir. Bizim yer olarak tanıdığımız kelime y’ için
yer’dir fakat dilin kullanımına katılmasıyla bizim de kullanımımıza açıl-
mıştır. Köken çözümlemesi yaparken kökses ve değingenin ortaklaşa
kurduğu yapının anlamının ikisinin arasında olduğu ve bizim için ka-
palı olduğu bilgisine erişecek kadar ilerleyebiliriz. Bize yer kelimesini
verir fakat kökses ve değinge birleşmiş, bütünlenmiş olarak orada yerle-
şiktir. Yer bu nedenle bir kararlı köktür ve bize kapalı yer’i tanıtır.
27
kendine özgü bir anlamla “-oğ”un yoğunluğunu “y’oğ” ile seyrelterek bü-
tünler. ç’ de ç’oğ ile seyrelterek. Değingelerin karakterlerini ve etkilerini
görürüz fakat etkileri dışarıdan ve tek seferlik değildir. Kalıcı ve kararlı-
dırlar. Bu nedenle köksese ya da anlama katkıda bulunmazlar ortaklaşa
bir katılımla yeni bir yapı inşa ederler. Değingeler kökseslere gelip sonra
giden sesler değil bir tür karşılaşma etkisiyle tanışıp kaynaşan ve orada
katılaşıp kapanan bir bütünün iki özgün varlığından biridir.
28
s’ değingesi: s’ değingesinin köksesi “-ıs”tır. Is, ben ve o dışında üçün-
cü bir sahiptir fakat o’yu üçüncü olarak varsaydığımız için ben-sen iki-
liliğinde seni ve s’yi ikinci sıraya koyarız. Sen, ben’e, o’dan daha uzaktır.
s’ değingesi, köksesi kendi içine eksilterek onu seyrelten ve sızmasına
bile izin vermeyen bütünlükler kurar. Mesela ek’i, s’ektirir. İl, b’ ile b’il
olurken s’ ile s’il olur. Anlamın köksesi olan “-an”, y’ ile yan (yanlış, ya-
nılmak) olurken, k’ ile k’an (k’anmak, k’anı) olur, b’ ile ban (b’anırmak,
b’ağırmak) olurken, t’ ile t’an (t’anı, t’anımak) olur ve s’ ile s’an (s’anı,
s’anmak) olur. Hacı Bayram’ın bir şiirinde şöyle geçer: bu sözü arifler
anlar / cahiller bilmeyip tanlar / hacı bayram kendi banlar / ol şarın
minaresinde.
Bu değingeyi, -sı -si ekleri üzerinden daha iyi anlarız. Bir kelimenin so-
nuna -sı, -si ekleri geldiğinde, kumsu, yapraksı, yuvarlaksı, şiirsi gibi -sı,
-si eklendiğinde kelimelerin eksilmiş olduğunu görürsünüz. Kumsu ya
da yapraksı en çok kuma ve yaprağa benzeyen fakat o olmayanı gösterir.
Bunun en iyi örneği ek-si kelimesidir. -si, -sı, eki kendi içine soğurarak,
yutarak eksiltir daha önce bir ek olan artık eksiktir. kelimeyi sı-ğ ya-
par. -sı eki, kelimeyi kendinde toplayarak sade bir biçim haline getirir.
Bunun s’ değingesi, “-in” köksesi ile bütünleştiğinde “s’in” olur. Bu bir
kararlı köktür ve isim anlamı mezardır fiile geçit verdiğinde sin-dirmek,
içe sin-mek, saklanmak anlamları bulunur.
r’ değingesi: köksesi “-er” olarak geçer ve bir ara, aralık, açmak için vardır
daha çok bir zaman aralığıdır. r’ değinge olarak bulunmaz, istisnası yoktur.
30
KARARLI KÖKLER
31
ları yapılar olan kararlı kökler, kapalı bir kendiliktedir. Bizim anlama-
mız, bizim tanımlamamız için bütünlenmiş yapılar değildir. NT sesleri
üzerinden anlattığım Kendilik Kendiliğindenlik isimli eser, “Şey” başlık-
lı yazıyla açılır. Kararlı kökler orada tanımladığım “şey”e çok benzer
yapılardır. “Şey”, insan dünyasında var kılınmanın ilksel adıdır. “Şey”,
adın öncesindeki addır. Konulmamış bir ad olarak şey, dile gelişin ilk
biçimidir. Kapalı bir belirsizlikle birlikte, kasıt ve irade içermeyen ilk
belirlenimdir.
Kararlı kökler yapısal olarak birer şeydir ve tek hecedir. Kararlı kökler, “şey”
denildiğinde hissedildiği gibi bir şey söylediğini hissettirir. Öyle çok bek-
lenmiştir ki artık beklemek kelimesi onu karşılamaz, o halin karşılığı “bek”
gibidir, öyle hissettirir. Fakat bu biçimde çağrışıma dayalı bir soyutlukta de-
ğil “şey” somutluğundadır, kapalılığı da somut bir kapalılıktır. Hep sorulan
bir sorudur, “kapı, kapanan mı açılan mıdır?” Eğer amaç, etimolojik bir ka-
zıyla oraya varılarak kökü bulmaksa, sınır kararlı köklere kadardır. Kökenbi-
lim çalışmalarıyla; kapak, kapatmak üzerinden giderek haklı olarak kapı’yı
“kapalı” bulursunuz. Bulunan bu yapılar kararlı köklerdir. Kararlı kökler ke-
limelerin arkeolojisinin sonudur ve orada kap’alı bir kut’u ile karşılaşırsınız.
Bu da önemlidir ve bugünden kelimenin geçmişini arayan bir yolculukta
kelimelerin kökenini, kapalı bir kararlı köke bağlamayı sağlar, tıpkı kapı’nın
kapalı bulunması gibi. Kökses Teorisi, kelimenin geleceğiyle ilgilenir. “-ap”
köksesi k’ değingesi ile birleşerek “kap”ın kendini oluşturur. Bu köksesin
yoğunluğunun bir değinge ile seyrelerek kapalı bir yapıda karar kılmasıdır.
“Kap” bu kapalılığından isimlere, fiillere, kavramlara ve diğer kelimelere
açılır. Kökses Teorisi’nden giderseniz, “kap” kararlı kökün kavrama açıldığı
yerde kapı’yı açık olarak bulursunuz.
32
Kararlı kökler iki biçimde görünür. Önce farkı belirtip sonra birleşti-
relim. Birincisi köksesler ve değingelerin ortaklığıyla üç harften oluşan
yapıdır yukarda örneklerini verdiğim gibi. Diğeri ise değingenin görü-
nür olmadığı doğrudan köksesten çıkar görünen iki harften oluşan ya-
pıdır. Köksesten çıkan bu elle tutulur yapılar bir fiil çağrışımı görüntü-
sündedir. Fiillerin emir kipiyle aynı bütünü kullandıkları için daha çok
fiile ilişkin bir anlamı olduğu yargısı kararlı kökler hakkında kolaylıkla
üretilir. Fakat kararlı köklerden çıkan isimler kendi bütünlüklerinde
katılaştığı için kararlı köklere dönüşe olanak vermezler. Fiiller için de
aynısı geçerlidir, fiiller katılaşarak değil fiil çağrışımının ele geçiren etki-
siyle kararlı köklere dönemezler. “Yap-mak”, “et-mek”ten -mek, -mak’la-
rı kaldırmış olursanız kararlı kökün kullandığı bütünü görürsünüz fakat
o kaldırdığınız -mek, -mak’ın izi kökün içine sinmiş olarak durur ve ka-
rarlı köke geri dönüşe izin vermeyen kendi fiil çağrışımlı kökünü üretir.
Örneklerle anlatmak gerekirse “geç” bir kararlı köktür. “Geç-mek”ten
“geç” -mek’in izini taşıyan bir fiil gibi görünür ve kararlı kökün bütün-
lüklü ve kararlı yapısını bozar. Köke, -mek, -mak’ı silerek gitmeye çalı-
şıranız sadece “geçmek” anlamını getiren bir kökle karşılaşırsınız ki bo-
zulmuş bir karşılaşmadır. Oysa “geç” hem ilerlemek anlamında geçmiş
olmayı hem de geç kalmış ve gecikmiş olmayı aynı bütünde taşır. Bu
kararlı kök, aynı ana denk gelememe, isabet edememe alanını vurgular.
Kararlı kökten çıkan, isimler, filler ve kavramların toplamının tutarlı ve
kararlı köküdür.
“Ek” de bir kararlı köktür fakat aynı zamanda “-ek” köksesinin b’ değin-
gesi ile kurduğu “bek”de kararlı köktür, “tek” ve “sek”de. Arada fark var
gibi görünse de bütün kararlı kökler kökses ve değingelerin ortaklığı
33
ile kurulur. Değingesi olmayan kararlı kökler ise mesela “at”, “et”, “ek”
gibi değingenin geleceği yeri tutan nesne ile bütünleşir. Örnek kararlı
köklerde değinge nerede diye sorarsanız o, bir değingenin daha son-
ra geleceği yerdedir. Orada hep durur. Bunu köksesleri yazmak için
kullanılan imlada göstermiştim aslında, “-en” şeklinde yazılır, diyerek.
Aynı zamanda Yapay Zekanın Türkçe Üzerine Kurulumu’nda “boşluk”
bahsinde ayrıntılı anlattım fakat başka bir bağlam içinde olduğu için
kolay anlaşılmayabilir. Türkçenin geometrik haritasını çıkartırken bir
ünlü sesin yalın halinin uzun okunmasının nedeninin orada gizli bir
ğ ile bağlantılı olduğunu ve ğ’nin, o sesi dilin nesnesi kıldığını söyle-
miştim. Aynı nesne değingeler gelmeden önce değingelerin olduğu
yerdedir de. Bunu Oğuz lehçesinde değingeli diğer lehçelerde değin-
gesiz olan aynı kelimelerin karşılaştırılması ile görebilirsiniz. “at”, “et”,
“ek” dediğinizde sadece “at”, “et”, “ek” demezsiniz. Bir boşluktan geti-
rerek “-at”, “-et”, “-ek” dersiniz. Bunu da gayet somut bir şeyi söyler gibi
söylüyorum. Bu değerlendirme aynı zamanda kökseslerin önündeki
boşluğun farklı değingelerin aynı köksese gelebilmelerinin de nede-
nini gösterir.
Kararlı kökler, yalın fiillerin emir kipi ile aynı yapıyı kullanır bunu -mek
-mak mastarını kaldırınca görürsünüz. “değ” de bir kararlı köktür ve
“değmek”ten emir olduğu gibi “demek”in de kökü olan bütündür. Söyle
anlamındaki “de” ile yakın bir anlama gelir. Günlük dilde “değil mi” ka-
lıbıyla kullanılan sorunun “de mi” hali de vardır. “De mi”nin “değil mi”-
den düştüğü sanılır. Burada kararlı kök olan “de(ğ)” hem demek, hem
değmek kelimelerinin bütünlüklü köküdür. Değiyor mu? anlamında
“de(ğ) mi” sorusu olumlu ve etken kurulmuş bir sorudur. “Değil mi” de
ayrı bir soru kalıbı olarak olumsuz ve edilgenidir. “Değil mi” sorusuna
“değil”, “değ mi” sorusuna “değ” cevabı verilebilir. “değ”: demek, değ-
mek, değer değil gibi pek çok kelimenin kendinden çıktığı kararlı kök-
tür. “değ” ile “de” arasında da “ney” ile “ne” arasındaki kadar fark vardır.
Kararlı kökler daha çok soyadlarda, kimi yer adlarında (“çat” gibi),
tamlamalarda (Haziran’da “den”de “düş”te, Bozaran’da “dağ”da “taş”ta),
bağlaçlarda ve kimi eklerde de (den, dan) bulunabilir. Ayrıca fiillerin
köklerine yöneldiğimizde orada bulacağımız hece de yapı olarak karar-
lı köktür. Kararlı kök için verdiğimiz bu örnek, isim bütünlüğünde bir
kökten fiile ya da diğer kalıplara yol açtığını göstermek içindi. Örnek
olarak “-ek” bir köksestir aynı zamanda “ek” bildiğimiz ek’tir, bildiğimiz
anlamıyla bir isim değil tam da bildiğimiz anlamıyla bir kararlı köktür.
Kararlı kökler, kökseslerden sonrasıyla ilgilenen ve Türkçe olarak açık-
lığa çıkan ilk kararlı varlıklardır. Kararlı kök olduğunda kendisinden
türeyen her şeyin kapalı kalıbıdır. Tasrif edilmeye uygun, bütüncül ve
kapalı bir anlam tutar. Hem fiile hem kavrama kendi bütünlüğünün ko-
runması kaydıyla geçit verir.
Türkçe kavram zengini bir dildir. Bütün kararlı kökler kavrama dönük
bir açıklık içindedir. Nelerin kavram olduğunu bilseniz şaşırırsınız.
Kavram bir soyutluğun adı olarak tanımlanır. Kant’ın görü ve kavram
ayrımı Türkçenin kavramları yanında oldukça soyut ve belirsiz kalır. Bu
konuda çalışma yapmak isteyenler müstakil bir eser olan Kavram Boş-
luğu’na başvurulabilir.
Türkçede kavramlar “şey” ile başlar. Şey, kavram ya da isim değil bir
kararlı köktür. Şey, şeyliği ile dopdoludur. Bu şey ve “şey” diye özelleş-
tirdiğimiz her şey dil ile ilgili bir bağlamda ise kararlı köklere karşılık
gelir. Kararlı kökler, tıpkı şey gibi kapalı ve kendi içinde bütünlüklü
yapılardır fakat içini bu seviyede bilemeyiz. Çünkü kendiyle doludur
ve sadece bir kişi gibi kendi şahsiyetiyle tanınır, kavramak için tanına-
cak ya da bakılıp çıkılacak bir boşluğu yoktur. Bu bütünlüklü yapıya,
bir dilden başka bir dile geçen kelimenin dokunulmazlığını kullanmak
için “şey” dedim. Adı olmayan şey, adı konulduğunda o adın başka bir
şeyin adı olduğu şey. Kendini saklayan şey. Cümleyi toparlamadan
önce söylenmiş olan “şey”, adını hatırlayamadığın şeyin yerine kullan-
dığın “şey”, ne olduğunu anlamak için azıcık zaman kazandıran “şey”,
bütün bu şeyler tek bir şey’dir ve buradaki karşılığı kararlı köklerdir.
Şey, ney (ne değil) sorusunun karşılığıdır. Çünkü “ney” sorusu ne’den
farklı olarak y’yi vurgular, bu y, sorulan her ne ise onun vurgusudur ve
“ney” de bir kararlı köktür.
Kavram kelimesi, Türkçe kavramak fiili kök alınarak birinci kişi iyeli-
ğiyle oluşturulmuş bir kelimedir, maksat bu olmasa da. İyeliğin ben’e ait
olması kavram açısından yanlış yönlendiren bir tutum oluşturur. Kav-
rayışı ben iyeliğiyle birinci kişiye kapattığı için üzerinde ortaklaşılabilir
ortam açmaz. Kavram için açılmış boşluğun ben iyeliğinde bulunması
bir biçimsizlik ve yanlış bir konum verir. Her ne kadar maksadı başka
olsa da kuram, anlam, yazım, yayım gibi kelimeler kavramsal -burada
-sal’ı eklemek gerekir çünkü kavram kelimesi bir kavram değil isimdir-
bir alan oluşturamaz. Buna karşılık düşün, yazın, yayın gibi kelimeler
-m eki ile yapılan kavramlara oranla daha isabetlidir. Kelimenin sen’e
36
ait kılınması kelimeyi bir kendilikle kapatmaya yardım eder. Fakat kav-
ramın oluşmasına neden olacak açıklığı vermez.
37
olarak biçimlendiği yerdir. Bu kavramsılar, dilden uzakta, içine her ba-
şıboş şeyi alabilecek bir kategori açmış olurlar. Kavramın dille ilişkisi,
yazıda işaretini, seste söylenişini tutacak kadardır. Oysa kavram, şeyin
kavramı olma halini koruduğu oranda kavramdır.
Bu aşamadan sonra “şey” çift tırnak değil gerektiği yerlerde kesme işa-
reti ile ayrılacaktır. Şey’in şeyliğiyle dopdolu olduğu yer, bütün anlam-
larıyla da dolu olduğu yerdir. Bu yüzden “şey şeydir” bize bir kavram ya
da kavrama alanı açacak boşluğu getirmez. Şey’i dilin içinde, düşünce
için açılmış bir yer olarak kavramamıza, şey tek başına imkan vermez.
Buna şeyin şey olduğu yerde bir o’luk ile erişebiliriz. Şey odur’da şey
şeyliğinden soyulmuş, “o” ile giydirilmiş olur. Şeyin şeyliğiyle ve şe-
yin kendiliğine zararımızın dokunmadığı yerde bir açıklığı kavramaya
başlıyoruz. Kararlı kökü bir kavrama dönüştürmek, herhangi bir ismi
kavrama dönüştürmeye çalışmak gibi boş bir çaba içinde değiliz. Türk-
çenin içinde şeyin yeri’ni bulmak için Kavram Boşluğu eserinde “şey”in
çevresinde dönüp durduk.
38
ayırarak yapar. Kitaplık, kitaba açılan yer değildir, kitaplığın, kitabı ba-
hane ederek kendine açtığı yerdir. -lik ekini yer vaadi şeklinde kullana-
rak yapar. Fakat arada öyle isabetli kelimeler üretir ki boşluk ve yokluk
gibi. -lik’in kendini ayrı olarak kurması, olmayan şeye karşılık getirerek
hayret edilecek bir olmayan alan açar. -lık, -lik ekinin varlık için göster-
diği yer vara ilişkin bir yeri göstermezken, boş-luk, yok-luk, sessiz-lik,
karan-lık ve derin-lik için açtığı yer tam kendine isabet eder. Şeylik’te
ise şey ile onun ek’ini böler ve şey üzerinden, şeyden bağımsız bir şeylik
kurar.
Sabit sesler “a” ve “e”dir. Bunların sabit olmaları da ileride ayrıntılı ola-
rak açıklayacağımız üzere somut bir sabitliktir. Herhangi bir nesneye,
kelimeye, isme eklendiğinde eklendiği yapıyı sabit kılması nedeniyle
sabit ses dedim. Gerçi böyle teknik bir tanıma gelmeden sesin yapısı
üzerinden bir açıklama daha öncelikli olabilirdi. Bir bebeğin ağlarken
çıkardığı ilk ses olması, fazladan bir çabaya gerek kalmadan çıkartılabi-
39
lir olması, onu sabit ses kılmaya yeter. Bir sese bağlı olarak gelişmemiş
olması onun incesi ya da kalını olmaması nedeniyle sabittir. Seslerin
sabitliğinin etkisi, Türkçede ismin -e hali diye bilinen yapılarda göster-
diği etki ile benzerdir. Herhangi bir kelimeye, nesneye mesela kaleme,
-e gibi bir sabit ses eklendiğinde o şey, bulunduğu yerden taşınamaz
bir sabitlik kazanmış olur. Kelime-ye, nesne-ye, kalem-e, kağıd-a isim
olan ne varsa hepsine bakılabilir, hepsinde şu ortaklık görünür; ardın-
dan gelecek olan eylem o şeyi orada sabit tutan bir eylem olmak zorun-
dadır. O şey oradayken yanına gidilebilir, bakılabilir, fakat tutulamaz,
taşınamaz, yerinden oynatılamaz. Sabit sesler eklendikleri nesneyi sabit
kılarlar, hareket ettirilemez bu konumu sesin somutluğuyla almışlardır.
Kavram gibi geniş yapıların şeye paralel ayrı bir yer üretimini, şeyin
şeyliğine kast etme çabasını ve şeyin kendiliğini bozma gibi etkilerini
aktardık. Düşünce kendi gelişmişliğini aktarmak ve ilerletmek için bir
alana ihtiyaç duyar. Bu alan, dilde açmak istediğim bir alandı ve dilin
40
şeylerine dokunmadan yapmak gerekirdi. Çünkü dilin şeylerine do-
kunmak en hafif tabirle sakıncalıdır. Bu sakıncayı şimdilik bir çekince
olarak ileriki zamanlara bırakıyorum. Düşünce ile dilin ortaklaştığı
en elverişli yer, şeyin şeyi(ğ)dir. Kavram, şeyin şeyinin, şey’e bağlı ve
şey’den açılan yer olarak şey’in şey’i(ğ)’dir. Şöyle: İki birin ekidir, onun
eki anlamı da “bir’in ek’i” demektir ve kökü “ek”tir.
Anlamı “ek” de olsa ikiye ek demeyiz çünkü iki, birin eki olarak iki’dir.
İki’yi tek başına, birden bağımsız kullansak bile tam anlamıyla bağımsız
olmayacaktır, çünkü bir’in ekine konum alarak yer edinmiştir. Çünkü
sonundaki -i, iki’yi bir’in eki olarak bir’e bağlar. Bu bağdan sonra istediği
kadar bağımsız olabilir. Yeri, bir’in ek’i olarak sabitlenmiştir. Uyumlu
kavramlar kararlı köke, şey’e, iki’nin bir’e bağlı olması gibi bağlıdır. “İki”
yine şey’in şeyi olarak şeye yani “ek”e bağlıdır. İki “ek” kararlı kökün-
den eki’ye açılmıştır. İki’nin bir’e bağlılığı konumuna ilişkindir. Uyumlu
kavramlar sadece şey’e bağlı olarak kurulup “şeyi” bağımsızlığına erişe-
bilirler. Bu bağımsızlık rastgele her şeye bağlanma hakkı tanımaz. “Şeyi”
bütünlüğünde kavramdır ve “şey” onun varlığını bağladığı yegane yer-
dir. Bir başka şeye eklenmesi iki’nin bire eklenmesi gibi “ek” kararlı kö-
künden kopması anlamına gelmez. İster bir’in iki olur ister kitabın eki
olur. Nerede neye eklenirse eklensin o, kendi kökünden açılarak “eki”
bütünlüğünde varlık bulmuş bir kavram olur.
Daha önce aktardığım kavramsılar dil tarafından dışlanmış, yine dil ta-
rafından uzak ve belirsiz yerleri göstermesi sağlanmış yapılardır. Uyum-
lu kavramlar, çok kullanılan bir özdeyişin belirsizliğinde bile bir ilke
söyler: “Her şeyin bir şeyi var.” Bu cümle üzerinde konuşamayacak ka-
dar çok şeyi aynı anda söyler ve söyleyenin maksadı şey ile onun şeyi’ni
41
bir ayrıntıda ayırır. Dile bağlı fakat fiile bağlı olmayan bu yapı, şey ile
düşüncenin ortak ürünüdür, tıpkı “iki” gibi. Uyumlu kavramların kapla-
dığı alan, iddiası yüksek olmayan, kendilik taslamayan, dilin gramatikal
bütünlüğünü rahatsız etmeyen, tek başına da söylenilebilen bir alandır.
Fiil olmayan ve fiilden gelmeyen, düşüncenin şey’e katılarak oluştur-
duğu (iki gibi) bu kavram alanı Türkçede “şey’in şeyi” olarak uyuma
hep açıktı. Şey şey’dir, ilkesini sarsmayan ve daha açık söylersek şey’in
şey-liğiyle ilgilenmeyen sadece kendi şeyi’nin peşinde olan bir yapıdır.
Yunus Emre’nin “bana sen-i gerek sen-i” ifadesindeki gibi sen’in değil
sen-i’nin bir erek olarak peşindedir. Şey, hangi kararlı kök olursa olsun,
artık şey’e bağlı ve aynı zamanda bağımsız şey-i’dir.
Uyumlu kavramlar kararlı kökte, köksesin sesine uyumlu bir sesin gel-
mesiyle açılır. Kendi içinde kapalı birer “şey” olan kararlı kökler uyumlu
seslerle “düşüncenin katılımına uygun bir boşluk” kazanarak uyumlu
kavramları oluşturur. Şey, şeyliği ile dopdolu ve şeyliğiyle kapalıdır ve
şey’e nüfuz edilemez. Bu şey, bir kararlı köktür, “her şey’in bir şey-i var”,
özdeyişinin örnekliğiyle tanıtılan bu yapılar, şey’in bütünlüğünü koru-
yarak şey’de boşluk açarlar.
42
ve getirir. Cümle içinde getiriş biçimi en çok vurgulanan kavram ola-
rak’tır. Uyumlu ses taşımadığı için bağlaç olarak da kullanılan bu kav-
ramlar, cümlede bulunduğu yerde bir zorunluluk açar ve akışı değişti-
rir. Açtığı yere şeyin kendisini bütün doluluğuyla koyar. Sanki sadece
şey’den söz ediyor gibidir fakat şey’in kendinden söz eder. Şey’in şey-li-
ği şeye içkindir şey’in kendi-liği zorunlu kavrama ilişkindir. Zorunlu
kavramlar şey’in uzantısında şey’e bağlı olarak var değildir bizzat şey-e
dönüktür. Şey’i kavranabilir bir zorunlulukla, zorunluluk olarak kavra-
nan şey olarak getirir. İnsan tercihinin ötesindedir ve “öte” bir zorunlu
kavramdır. Zorunlu kavramlar kararlı köklerden yer açar, “yer-e” açılır.
Daha çok açılma ve gelme biçimlerinden tanırız; ola, göre, diye, ile, bile,
ise ile, olarak, görerek, diyerek, ilerek, bilerek, iserek, şeklinde açılarak biçim
verir. Bu biçim kavramın hangi şeye mahal olduğuna göre değişir. İl’e
mahal olmuş ise ilerek getirir. Gör’e mahal olmuşsa görerek, ol’a mahal
olmuşsa olarak getirir. Gelme biçimleri dediğim şey, aynı zamanda ma-
hal verme biçimidir.
KAVRAMLARDAN AÇIKLARA
44
şımak” kelimesinin içindeki “taş”, kararlı köktür. “Taşınmak” olduğunda
bu kez, kendisi (şey) de taşınır. Anlam yapıyla birlikte sevk olunur. Bu
nedenle fiillerin anlamı, fiilî bir hareket içinde değildir ve fiil olan bir
kökten gelmez. Değişip dönüşerek ilerlemekte sorun görmezler. “Ta-
şımak” fiili “taşımak” anlamına sıkı tutunsaydı hem fiil olamazdı hem
de “taşmak”, “taşınmak” benzeri yapılara dönüşemezdi. Kavramı fiilden
uzak görmemiz, fiilin pratik ve hafif yapısına uzak oluşu nedeniyledir.
Kavram, kendisi için açılmış yere bağlıdır daha doğrusu kendisi için yer
açmış olan şey’e bağlıdır. Kavramın yeri dilin ve düşüncenin ortak kul-
lanım alanı olan mahaldir. Fiilin ise bir yeri yoktur fiil şey’i kendi “şey”i
kılarak kendiyle taşır.
45
tercihiniz. Oldu-bitti’ye de gelse yapılan her şey bir fiil hareketliliğiyle
yok olmayacak birer “yapı” olarak kavranacak zamanı bekleyecektir. Biz
Türkler kavram sahibiydik. Türkçeyi nereye çeksen oraya uzayan bir
sakız gibi yorumlayana, fiil çekimine uydurana dek. Bu yorum Türkçe-
nin temelinde fiillerin olduğu yanılgısıyla gelişti. Bunun gibi nice konu
elimin altında ya yazılmayı ya da tamamlanmayı, her biri birer yazı, bi-
rer yapı, birer kapı olarak biti(g)ler şeklinde toplanmayı bekliyor.
Somut bir örnekle onbeş yıl önce yazılmış kitaba geçit vereyim. Kök-
ses Teorisi’ni anlayıp anlamamanızın benim için bir önemi yok. Be-
nim için önemli olan kavramlarınıza tekrar kavuşmanızdır. Alelade
şey’lerle herhangi bir bağı olmayan başıboş kavramlara değil Türkçe-
nin kavramlarına. Bizden öncekiler kavramlarını terk etmedi, ölecek-
lerini bile bile, göz göre göre. Yapılan şeyleri alelade fiiller olarak gör-
medi, dillerin, öyle nereye çeksen oraya uzayan, neyin ne olduğunu,
şey’in şey olduğunu unutturan bir etkiye sokmadı. Yapılan şeylerin
birer yapı olarak kalacağını bilerek ve görerek. Bizden öncekiler için
söylediğim bu cümlelerin bugün için somut örneği Japonlardır. Türk-
çenin kavramlarını size, kavranabilir bir açıklıkla sunuyorum. Umu-
lur ki okuyan, kavrayan, anlayan ola.
Hep sorulan bir sorudur, “kapı, kapanan mı açılan mıdır?” diye. Eğer
amaç, etimolojik bir kazıyla oraya varılarak kökü bulmaksa, sınır ka-
rarlı köklere kadardır. Kökenbilim çalışmalarıyla haklı olarak; kapak,
kapatmak üzerinden kapı’yı “kapalı” bulursunuz. Bulunan bu yapılar
kararlı köklerdir. Kararlı kökler kelimelerin arkeolojisinin sonudur ve
46
orada kap’alı bir kut’u ile karşılaşırsınız. Bu da önemlidir ve bugünden
kelimenin geçmişini arayan bir yolculukta kelimelerin kökenini, ka-
palı bir kararlı köke bağlamayı sağlar. Kapı’nın kapalı bulunması gibi.
Kökses Teorisi, kelimenin geleceğiyle ilgilenir. “-ap” köksesi k’ de-
ğingesi ile birleşerek “kap”ın kendini oluşturur. Bu köksesin yoğun-
luğunun bir değinge ile seyrelerek kapalı bir yapıda karar kılmasıdır.
“Kap” bu kapalılığından isimlere, fiillere, kavramlara ve diğer kelime-
lere açılırlar. Kapı, “kap” kararlı kökünün kavrama açılmasıdır. Kökses
Teorisi, köksesten kararlı köklere, kararlı köklerden de Türkçenin ge-
leceğine giden yolu açar.
KÖKSES
47
dır. Kararlı kök -mek, -mak ile mastarlandığında gelmek, olmak, bulmak,
yapmak gibi potansiyel bir fiil görünümü taşır. -me, -ma ile mastarlandı-
ğında emekten çok ummak ile gelir. Bu da gelme, olma, bulma, yapma
şeklinde kavrama benzeterek getirir. -mek, -mak’la -me, ma arasında bir
-ek farkı vardır diyerek bu konuyu başka bir yere bırakalım.
48
beklemektir ki bu derinlikte öyle bir netlik oluşmaz. Fakat şunu diye-
biliriz: “y’oğ” kararlı kökün köksesi “-oğ”dur. “-oğ” köksesi en tanıdık
haliyle zamir de olan “o”ya benzer. Yoğunluktan kişilik kazanmış bir
“o”dur. Fakat bu isabetli olmaz çünkü budur diyeceğimiz netliğe geçe-
mez. Şöyle yaparız: “-oğ” köksesi ğ’nin bir okunuşudur ve ğ, bütünüyle
“o” ile ilgilidir. Bunun ayrıntılı açıklamasını önceki ve ileriki sayfalarda
göreceksiniz.
2. ‘-en’ İyeliği
49
Ekler köksesler gibi birer hece görünümünde de olsalar kökses değil-
dirler. Dil, kökseslerden başlayarak kendini geriye doğru kurar. Ekler
bu kendiliğinden kurulma, düzenlenme sırasında yerlerine yerleşir. -en
iyelik eki “-en” köksesinin çağrışımının yerine kullanılmaktadır. Eklere
birer kökses ya da kararlı kökler gibi bakılmamalıdır.
Bu bölümde fiillerin sonuna gelen ve şahıs eki diye bilinen ekten bahse-
dilecektir ve fiili kullanan kişiyi belirlemekle kalmayacak, nasıl olup da
fiili kullanabildiğini de göstermeye çalışacaktır. İlk olarak söylenmesi
gereken, şahıs eklerinin, yani bizim tanımlamamızla -en ve -ğ iyeliği,
fiilin kime ait olduğunu gösterir. Buradaki kullanıcılar, zamirler şeklin-
dedir. Buranın konusu olmamasına karşın şunu söylemek benim için
bir zorunluluktur. Örneği fiil üzerinden veriyor olmak Türkçenin fiil
zengini, her kökün fiil çağrışımları taşıyan bir özellik gösterdiğini söy-
lediğimiz anlamına gelmesin. Türkçede fiiller siyasi bir gerekçe ile öne
çıkartılmış ya da köke yerleştirilmeye çalışılmıştır. Yoksa fiiller, sadece
-tı, -dı eklerinde ve bunların kişilere çekiminde birer hareket çağrışı-
mıyla görünür.
50
rıca bir anlam amacı varsa tercih edilir. Bunlar bilinen şeyler ve bu iye-
lik ekleri sen-ben konumundaki kullanıcılar için aslında birdir. İki zamir
için tek iyelik eki ‘-en’. Bununla birlikte “-en” köksesi de ben-sen zamirle-
rinin kökünü oluşturan sestir.
“-en” köksesi, içinde ben-sen zamirlerinin ben ve sen gibi müşahhas kişi-
ler olmadan önceki halini sesinde tutar. Bu kökses, ben-sen kararlı kök-
lerini oluştumadan önce benliğin daha yoğununu, benin daha derinini
karşılıyor. Hem ben’i hem de sen’i hem de kendiyi içinde barındıran bir
kökses; elbette ki ben’in somut temelidir.
-en iyelik eki aidiyeti ben-sen’e ortak yapar. Ben-sen’in karşılıklı konum-
ları söyleyen ve ona muhatap olan, şeklindedir. Dolayısıyla ben-sen için
başka, o için başka bir ek kullanmak, orada bulunanla bulunmayanın
arasını net bir şekilde ayırır.
Baktı-m’da ben’e, Baktı-n’da sen’e ait kılan -en iyeliği kendi somut var-
lığını kelimenin sonunda gösterir. O’nun iyeliği böyle somut bir dilde
neden görünmez. Görünmez çünkü yumuşak bir sestir. Baktı’da o’ya
ait kılan iyelik eki -ğ’dir ve o ile somut olarak ilişkilidir.
Türkçe somut bir dildir ve bir şey bir yerde yoksa ya gerçekten yoktur
ya da vardır fakat görünmüyordur. -ğ bunun iyi bir örneğidir. Genel-
likle görülmeyen de sesi duyulmadığı için “ğ” olur. Bir fiilin sonunda,
iyelik eki bulunmuyorsa, o fiilin aidiyetinin gerçekleşmesinin imkânsız
olduğunu bu somutluğa dayanarak söyleyebiliriz. Yani ‘baktı’ fiilinin
sonunda kimin baktığını işaret edecek bir iyelik eki vardır. O da fiilin
51
sonundaki ‘ğ’dir. Bu ekin, iyeliği o’nun aidiyetine verdiği kesin olarak
söylenebilir. O’nun iyeliği bu şekildedir.
-ğ’nin o’nun fiil sonu iyelik eki olması ve fiil sonu iyeliğin ‘-ğ’ ekinin aidiye-
tinin o’ya işaret ettiği, bu iyelik ekinin, aidiyeti o’ya verdiği tüm kullanımla-
rıyla birlikte O bölümünde tekrar açıklanacaktır. Ayrıca o ile ğ arasındaki
irtibat da aynı bölümde açıklanacaktır. Sözün sonunda şunu da söylemek
gerekir ki fiil sonu iyelik eki sadece ‘bak-tı’ zamanında işlendi. -tı, -dı’nın bu-
lunmadığı yerlerde bildiğimiz anlamda fiil de bulunmaz. Türkçe fiil konu-
sunda zengin bir dil değildir. Fiil sanılan yapıların çoğu kavramlardır.
Odun Örneği
52
Torun Örneği
Başka bir değinge almış şekliyle bir kelime üzerinden gidersek goruk’la
karşılaşıyoruz. Goruk (koruk da denir); henüz olmamış, olgunlaşma-
mış meyveye yakıştırılan bir tanımlama kelimesidir ve hatta meyvenin
ham halinin ismidir denilebilir. Yani bu kelimenin olgunlaşma yolunu
tamamlamadığı, henüz o aşamaya gelmediği anlaşılır. Eğer doruk keli-
mesini bir meyveye olgunluk açısından uyarlarsak bu da üst sınırı, yani
bozulmaya en yakın olduğu olgunluğunu söyler.
54
Soğulmak kelimesine su üzerinden bir örnekle geri dönersek: Su top-
raktan çıkıp olduğu yerde bir gölet oluşturmuşsa ‘su doğuldu’ ya da ‘su
doğdu’ denilir. Doğmak güneşe olduğu gibi suya da izafe edilmiştir. Fa-
kat soğulmak kelimesi en iyi bu örnekte anlaşılabilir. Suyun doğulduktan
sonra geri çekilmesini söyleyen kelime ise soğulmak’tır. Bu geri çekilme
işine “su soğuldu” denilir.
55
da, urganın iki ucunu bağlayabilmek için verilen ön mücadeleye ka-
vuşturmak deniyor. Kavrama, urganın balya yapılan nesneleri kuşat-
ması, onları ihata etmesi için de söylenebiliyor. Ayrıca, büyük taşları
kavrayıp kaldırmak için yapılmış olan iki kollu alete kavraç dendiği
sözlüklerde yazılıdır. Kavrama kelimesinin, ‘mefhum’ anlamına gelen
kavram kelimesine dönüşmesi kişisel bir alanda ortaya çıkmış olma-
lıdır. Kavrama kelimesini anlatırken vermiş olduğumuz urgan örneği,
kavranılan şeyleri kavrayan vasfını taşıyor ve kavraç ismi urgan için de
kullanılabilir oluyor. Burada kavrayan şey bizzat kavrayan oluyor ve
dışarıdan yapılan müdahale kavratma fiili sayılıyorsa da urganın kısa
gelmesi durumunda işe yaramıyor. Dolayısıyla kavram, kavrayanın
kavradığı şey için söylediği kelime oluyor. Yani urgan için kavradığı
balya, onun kavram’ıdır, diyebiliyoruz. ‘Urgan için kavramıdır’ hük-
münü kavrama işinin dışında kalmış olarak veriyoruz. İyelik ekinin
ve kavram ekinin menşei arasındaki birlik, dışarıda olma durumu
yüzünden tam olarak anlaşılamıyor. Anlaşılması için zorunlu olarak
kavrama fiilinin kullanıcısının ben olması gerekiyor. Çünkü kavram
kelimesindeki iyelik ben iyeliğidir.
56
Dönüm kelimesinden başlayalım. Bu kelime mevcut kullanımda ‘her
kenarı kırk arşın olan sahaya’ işaret eder. Dönüm dediğimizde bu ölçü-
lerde bir arazi ölçü birimini kastederiz. Dönüm; ‘bir dönümlük yerim’
ya da ‘bir dönüşüm’ demektir. Bir alanın etrafını dolanarak başladığı-
mız yere döndüğümüzde içeride kalan alana verilen isimdir dönüm. Et-
rafı dönülen bu arazinin içinde kalan alan ‘benim dönüm’dür. Dönen
kişi ben olduğum için etrafı dönülen o yer benim dönümüm’dür. Daha
doğrusu, o yer benim dönü’mdür.
57
dan kabul edilen bir ölçüyü temsil etmiş olur. Yine aynı kelime dönem
olarak söylendiğinde etrafı ben tarafından çevrelenmiş, sınırlarını ben’in
belirlediği soyut bir kavram şeklini alır. Kelimenin ilk halindeki gibi be-
lirgin bir ben iyeliği görülmemiş olsa da, dönem kelimesini kavramlaştı-
ran ek de -en’ iyelik ekidir.
DEĞİNGE NEDİR?
Bu bölüm bir değingenin köksese nasıl birleştiğini, birlikte nasıl bir bü-
tün oluşturduklarını, ortaya çıkan kararlı köklerin nasıl bir yapı olduğu-
nu anlatmak amacıyla yazılmıştır. Türkçe sanıldığı gibi sadece sondan
eklemeli bir dil değildir. Bu karar önden ekleme yapılabildiği anlamına
gelmemeli. Köksesin öncesine doğru peş peşe eklenebilen düzenli ek-
lerden söz etmiyorum. Sözünü ettiğim, sadece köksesin önünde olan
özel bir tek sestir. Bu ses ek değildir.
58
Eğer bir kelime varsa orada kökses vardır ve kelimenin kökündedir.
Sadece kelimenin değil bir hecenin bile bulunduğu yerde aynı durum
geçerlidir. Kökses kelimelerin kökenidir ve Türkçenin temelidir. Fakat
türkçenin anlam sahası kararlı köklerle açılır.
Değinge, köksesle özel bir alanda, kararlı kökte buluşur ve bize kapalıdır.
b’ Değingesi ve b’ İzafiyeti
Değingenin işlevi köksesi ile belli bir alanda buluşmak, o alanın kararlı-
lığında köksesle uzlaşmaktır.
59
nebilir: bulmak, aramak olmaksızın gerçekleşmez. Bulmak, kişinin bir
şeyi aramasının sonrasında bu diyebileceği netlikle ayırmasıdır. Yani
bulmak, bu demek ya da bu diye ayırmaktır. Bu Orhun Kitabeleri’nde
de bu şeklinde geçer. Fakat aslı boğ’dur. Bu bahse birazdan değineceğiz.
Bu ile O
60
di köksesinin anlamını barındırıyor. Yani o’nun köksesi “-oğ”dur. Bu diye
atıfta bulunduğumuz şey ise, aslı itibariyle o’dur. Bu’yu bu yapan o’nun
burada hazır olması, bulunmasıdır. Daha açık ifade etmek gerekirse, bu
şöyle yazılır: buğ.
61
yük bir fark açılır. Görmek görünenle ilgilidir. Rüyasını anlatan, rüyada
gördüklerini anlatır. Bu durumda gören, görünenlerden ayrılmamıştır.
(Bu, görmek kelimesinin başındaki k/g’ değingesiyle ilgilidir.) Fakat ba-
kan, görünenlerden ayrılmıştır ve bu kesindir. Meselâ ‘Rüyamda falanla
konuştum’ denilebilir. Ya da ‘Rüyamda falanla konuştuğumu gördüm’
denilebilir. Fakat ‘Rüyamda baktım’ ya da ‘Rüyamda baktığımı gördüm’
denildiğinde, orada rüya görünen vasfının dışına çıkıyor. Artık o rüya,
görünen bir rüya değildir. Rüyada bir başkasının baktığını görmek de,
görmek hükmündedir. Bakmak’taki b’ izafiyeti bu şekildedir.
62
Bu kabulle, buradan bakıldığında görünmeyen şey olarak kendi söy-
lenmiştir. İrdelemeye geçmeden önce şunu söylemeliyim: Kendi ya da
kendim kelimelerinin ben’in daha içindeymiş gibi değerlendirilmesine
sebep olan terkipleri ve kullanımları var. Yukarıdaki mısralar da o ter-
kipleri çağrıştırıyor olabilir. Kendi, tıpkı bir’in iki (gibi) ben’in kend’i’dir.
Kendimi taş ararken buluyorum mısraında ise, taş ararken taşların arasın-
da bulduğu bir kendi’den bahsetmiyor. Söylemek istediği, başka bir şey
ararken, yani kendini aramazken bulduğudur. Yani taş arıyorken, birden:
‘ben buradayım ve taş arıyorum’ farkındalığıdır. Kendini bulmak, için-
de bulunduğu bedeni idrak etmektir. Kendini bulmak, şimdi bulundu-
ğu yerde, yani burada olduğunu bilmektir. Fakat burada olmak ve şim-
di’de bulunmak özellikle hissedilmedikçe hiçbir şey bulunmuş olmaz.
Kendini bulmak -ki bulunmak kelimesinin karşılığıdır- şimdi ve burada
olduğunu ayırt etmektir. Bu ben’e özgü bir ayırt ediştir. Bulunmak sade-
ce burada ve şimdide hissedilmiş ben’dir.
Bulunmak kelimesi bulmak’ın özne eki olan -en- halidir. Bulunmak, -en-
öznelik eki ile kendi üzerinde yapılan bir bulma eyleminin durumlaş-
63
masını ifade eder. Böylelikle bulunmak, ‘kendini bulmak’ şeklinde izah
edilebilir bir alana girmiş olur. Çünkü orta ek olan -en- ben’i değil, ken-
di’yi kasteder. Bulunmak, kendi’yi (kendini) bulmak durumudur. Bir du-
rumu ifade eden bulunmak, burada ve şimdide hazır olmak anlamına, b’
izafiyeti dolayısıyla sahiptir.
Ben’in kendi’yi bulduğu yer ve zamanı ifade eden bulunmak, olmak keli-
mesini b’ izafiyetiyle gösteren özel bir alana işaret eder. Bu alan ben’in
şimdi bulunduğu (kendini bulduğu) yerdir.
64
Ben Neden İzafîdir?
b’ ’nin neden izafî bir yöne yönelttiği bahsi ise tamamen ben’le ilgilidir.
Öncelikle b’ izafiyetinin ben’den başladığını söyleyebiliriz. Eğer ben baş-
ka bir değingeyle başlamış olsaydı şu anda o değingenin izafileştirme-
sinden bahsediyor olurduk. b’ izafiyeti, izafîliğini b’ ’den; b’ ’ ise izafiyete
yöneltmedeki tavrını ben’in b ile başlamasından alır.
Ben’i söyleyen, söylediğiyle kendi izafî alanını belirlemiş olur. Bir baş-
kasının ben dediğinde kendi dışında birini kastetmesinin mümkün ol-
maması bu izafiyetin sınırını belirler. Ben diyenin kendi alanını izafî bir
karakterle belirlemesini sağlayan, bu kelimenin b ile başlıyor olmasıdır.
Burada sözü edilen sınır, kişinin kendi öznel alanını ifade etmesi, sen’le
ve o ile arayı kesin olarak açması bakımından izafidir. Fakat bu sınır bir
başkasının ihlâl etmesinin mümkün olmadığı bir alanın sınırıdır. Ben’in
izafî bir alanın sınırları içinde olması, ben’in bir başkasının sahipliği
içinde olmasını kesin olarak imkânsız kılar. Aynı zamanda başkası tara-
fından geçilemez, çiğnenemez, dokunulamaz olan bu sınır ben’in dışına
taşmasını da imkânsız kılan mutlak bir sınırdır.
65
Ben’in Mutlak Sınırı
İlk bölümde sadece bir ses üzerinde duruldu. Hem kökses olarak “-en”
hem de iyelik eki olarak -en ayrı ayrı irdelendi. İlk bölümde ben ve sen’in
köksesi olan “-en”in kökses olarak geçtiği yer açıklandı. Ayrıca -en’in
iyelik eki olarak geçtiği yerleri nasıl etkilediği üzerinde duruldu. “-en”,
kökses olarak irdelendi. -en iyelik eki olarak irdelendi. İsim eki olarak
irdelendi. Kavram eki olarak irdelendi. Geçtiği tüm bu yerlerde iyelikle
olan ilişkisi incelendi. Sen-ben konumunda bulunana aidiyeti veren tek
ek olduğu söylendi. Geçtiği her yerde kelimenin değişik katmanlarına
iyelik katarak kelimenin kimin kullanımında olduğunu, kelimenin aidi-
yetinin kimde olduğunu belirginleştirdiği dile getirildi.
Üzerinde ayrıntıyla durduğumuz -en iyelik eki; iyeliğe dair taşıdığı tüm
anlamları köksesten almıştır. Kökses kendisinden çıkan tüm kelime-
66
lerin anlamlarını içinde barındırır. Böylelikle köksesin içinde tuttuğu
anlamlar tek bir şeye karşılık gelmezler. Birbirinden oldukça farklı keli-
melerin aynı kökten geldiği düşünülürse, bu kökün tek başına bir şeye
karşılık gelmesini beklemek doğru olmaz.
İşte bir kökses olarak “-en”; ben-sen zamirlerinin, ben ve sen gibi müşahhas
kişiler olmadan önceki halini barındırır. Yani bu ses ben-sen kararlılığına
geçmeden önce ben’in ve sen’in özü olan “-en”i taşır. -en iyelik ekinin keli-
meye kattığı aidiyetin etkileri ve köksesi ile bağlantısı düşünülürse,, “-en”
köksesinin çağrıştırdığı anlamları toparlamaya çalışalım.
67
Burası ben’in açıklanmaya en yakın olduğu yerdir.
İyelik eki olan -en’i, sahip olunan sınıfında bulunan şeylere uyarlayalım.
Kendi etrafından başlayarak şöyle bir sahiplenme dizisi kuralım: Evim,
dolabım, kitabım, kalemim diyerek eşya üzerinde; saçım, dişim, elim,
bedenim diyerek kendi üzerinde; aklım, hissim, ruhum diyerek içi üze-
rinde sahiplenme gerçekleştirsin. Sırada daha derinde bulunan ve her
şeyi sahiplenen yere gelindiğinde nasıl bir ifade kullanılacaktır; ben’im.
İşte sahiplenilmeyen yer olarak karşımıza çıkan ben’in sahiplenileme-
mesinin tek sebebi, kendisinin bizzat en derinde sahiplenen konumun-
da bulunmasıdır. Bir başka şey için ‘o benim (malım)’ diyebiliyoruz. Ya
da ismimiz söylendiğinde ‘benim’ diyebiliyoruz. İsmin sahibi ben; sa-
hipliğini böyle ifade ediyor. Her şeyin sahibi konumunda bulunan ‘ben’
daha içeride başka bir sahip bulunmadığı için sahiplenilemiyor.
Daha içeride başka bir sahibin bulunmaması sözü, kökses olan “-en”in
doğru anlatılabilmesi içindi. Oysa b’ izafiyetini anlattığımız bölümde
şunu söylemiştik: Bu izafiyet kelimeyi sadece ben’e hasreder. Böylelikle
b ile başlayan kelimelerde ben’ce anlamı vardır.
“-en” köksesini, her şeyi ben’in alanına taşıyan b ile başlatarak her şeyin
sahibi olan “-en”i kendi alanımızla, yani b’ izafiyetiyle ifade etmiş olalım.
En derinde ve başka bir sahip tarafından sahiplenilemeyen “-en”i, b ile
başlatmak suretiyle bir sınırın içine koymuş olduk. İşte bu ben’in mut-
lak sınırıdır.
68
oluşan bu yer aynı zamanda içeride herhangi bir çatışmaya imkân tanı-
mayan bir sükûnettedir.
Bu sınırı kesin sınır olarak çizmesine neden olan bir başka “en” daha
var. pekiştirme ya da yoğunlaştırma edatı diye bilinen “en”, en büyük,
en fazla, en çok, en küçük gibi kelimelerde daha fazlası daha büyüğü
olmayacağı bir yoğunluğa getirir. Ben bu anlamda o kadar ben’dir ki
başka hiçbir şeyi çağrıştırmayacak kadar kendi içinde kapalı “en ben”
anlamını verir. “en” o kadar yoğunlaştırır ki somut bir ben’e, başka her
şeyden uzaklaştırılarak getirilir. Ben o kadar ben’dir ki “en ben”dir.
Bu başlık altında var’ın ve yok’un nelere karşılık geldiği, bir şeyin nasıl
var- yok olduğu ve ben’in varlıktaki durumu irdelenecektir.
Yoklamak
Bir şeyin var mı yok mu olduğu Türkçe açısından yoklama ile sorgula-
nır. Bununla ilgili örnek bir cümlemiz şöyledir: ‘Yokladım öteni, öten
yoğ imiş’. Bu cümle Karacaoğlan’ın bir şiirinde geçer. Karacaoğlan bu
cümlede öte diye bir şeyi yokladığından söz eder. Öte kelimesinin ne
olduğunu geçerek sadece burada olmayan, görülmeyen bir şey oldu-
ğu üzerinden yoklamak’la ilgilenelim. Basit bir tanımla, yoklama; orada
olup olmadığını sorgulamak içindir ve var mı yok mu olduğunu anla-
69
mak için kullanılır. Ya da var mı yok mu sorgusunu sağlamak ve hükmü
belirleyebilmek için kullanılır, diyelim. Karacaoğlan cümlenin sonun-
da, ötesini yokladığı kişinin ötesinin olmadığına hükmediyor. Eğer öte-
si olsaydı bunu yine yoklayarak anlayacaktı.
Değmek
70
mesini değme’si şekilde düşünürsek; ederinin ödenene değmesi, onun,
değerine verilmesidir. ‘Bu mal bu fiyata değdi’. Buradaki değdi’yi tüm
anlamlarıyla somut olarak düşünebiliriz.
Değer (paha, kıymet) anlamındaki değdi ile isabet etti, dokundu anla-
mındaki değdi’nin aynı kökten çıkan aynı kelimeler olduğu böylece ke-
sinleşti. Şimdi ise değil nedir ona bakalım.
Değil
Soru şu: ‘doğru mu?’; cevap da şu: ‘değil’. Daha açıklayıcı olmaya ça-
lışırsak: ‘Bana şöyle şöyle söylediler, bu doğru mu?’ sorusuna: ‘Sana
söylenenler doğru değil’ cevabının verildiğini düşünelim. Açıklamasını
şöyle yapalım: ‘O söylenenler bu işin aslıyla örtüşmüyor’ ya da ‘O duy-
dukların işin gerçeğine karşılık gelmiyor, gerçeğine değmiyor’.
71
latılabilmesi ya da bu alanların hepsinin anlamlarının bir kelimenin
ürünü olması, aynı seslerden oluşan kelimelerin mevcut anlamları
farklı olsa da aynı kökten anlamlanarak çıktığına kanıttır. Buradan çı-
kabilecek birçok kararın konuyla ilgili olanı şöyledir: Ses benzerliği
bulunan bütün Türkçe kelimeler anlamları bakımından da birbirleri-
ne benzemek zorundadır.
Değmek fiilinin tek taraflı bir fiil olduğunu söylemiştik. Fakat şunu da söyle-
meden geçmeyelim; eğer bir yerde bir değer varsa, onun değebileceği, onun
karşılayabileceği bir başka şey de olmak durumundadır. Aksi takdirde değer
değerini ne kadar korursa korusun karşılık geldiği bir şeyi yoksa onun değe-
rinin bilinmesi beklenemez. Değil’e ulaşmak için değişilmek üzere hazırlan-
mış, birbirini karşılaması beklenen iki şey gerekiyor. Yani değil ancak böyle
bir ortam hazırlandığı takdirde anlaşılmaya imkân tanıyor.
72
Değişilmek üzere hazırlanmış bir kitap onu satmak için bekleyen satı-
cının elinde, karşı tarafta ise kitaba karşılık gelmesi, değmesi beklenen
bir miktar para, kitabı almak isteyen kişinin elinde duruyor. İki şeyin
birbirine değmeye yaklaştığı bu ortamda değil her an her iki taraf açı-
sından da gerçekleşebilecek bir yerde bulunuyor. Alıcı kitaba karşılık
gelmesini beklediği bir miktar parayı satıcıya uzatıyor. Satıcı o paranın
kitaba değmediğini şöyle ifade ediyor: değil.
Her ne kadar, biçilen pahaya atfen ‘bu kitabın değeri budur’ dense de,
bunun kitap açısından bir önemi olmadığını kitabın bu değeri karşılık-
sız bırakmasıyla anlıyoruz.
73
Bu kurduğumuz örneğe başka bir şekilde yaklaşmak daha uygun olur-
du. Yani satıcının şahsi kütüphanesine koymak üzere hazırladığı kitaba
birinin talip olması ve bir fiyat biçmesi, fakat satıcının ‘o kitap satılık
değil’ demesiyle son bulan bir durum, örneğimizin anlaşılmasını ko-
laylaştırırdı.
Ilgıt ılgıt esen seher yelleri / Esip esip yâre değmeli değil / Ak elleri elvan elvan
kınalı / Karadır gözleri, sürmeli değil.
Bu mısradan sürmeli sanılacak kadar kara gözlü bir yâri olduğunu anlı-
yoruz. Fakat yârinin gözlerinin sürmeli sanılmasının yanlış bir karar ol-
duğunu bildiğinden, söyleme ihtiyacı duymuş. Sürmeli ifadesinin işin
gerçeğine karşılık gelmediğini, gerçeğe değmediğini ‘sürmeli değil’ diye
söylüyor. Fakat bundan önce gözlerin gerçek değerini, ‘karadır gözleri’
diyerek söylemiş oluyor.
74
ğilen tarafından bu karşılıksızlık değil denilerek ifade edilir. Yani değ-
mek istemeyen ya da değmeyen durumunu değil diyerek dile getirir.
Değen, değilen’e istediği kadar değsin, eğer değilen buna bir karşılık
vermezse orada kesinlikle bir değişme olmaz. İşte bu değişmeme du-
rumu aslında değilenin karşılık vermemesi durumudur. Bunun ifade-
si de değil’dir.
Yoklamak kelimesi bir fiil olarak ortada olanla, açık olanla ya da görü-
nenle ilgilenmeyen bir kelimedir. Eğer yoklamak, görünen bir nesneyle
ilgilense bile onun görünmeyen niteliğini sorgulayarak ilgilenir. Mese-
la, bir nesnenin sert mi yumuşak mı olduğunu anlamak için yoklamak
fiili, ifade ederken kullanılabilir. Fakat o nesnenin sert mi yumuşak mı
olduğunu anlamak için ona dokunmuş’tur.
75
Tekrar Karacaoğlan’dan yaptığımız alıntıya dönelim: ‘Yokladım öteni,
öten yoğ imiş’. Yoklamak sorgusunun gerçekleşmesi için bir ön kabul
gerekir. Aksi halde bu sorgudan bahsedilemez. Yokladım diyebilmek
için ‘bir şeyi’ demek şarttır. Bu bahsettiğimiz ön kabul, örnek cümlede
öte şeklinde geçer. Cümle içinde öte elle tutulur, gözle görülür bir şey
olmadığını belli eder. Fakat öte’nin varlığı ya da yokluğunun anlaşılabil-
mesi için; var mı yok mu sorgusunu işleten yoklama fiilinin kullanılması
gerekir. Var mı-yok mu şüphesini taşımak zaten ona bir varlık yüklemek
anlamına gelir. Yani yoklanacak şeyin ne olduğunun bilinmesi, onun
varlık alanında bir yere zaten sahip olduğunu gösterir.
Yani, yok kelimesi de dahil olmak üzere, varsayılmayan bir şeye yok
denilemez. Daha doğrusu, bir şeye yok denilebilmesi için önce onun
varsayılması gerekir. Kendisi için yok denilmiş bir şey, öncesinde var-
76
sayılmış demektir. Bunun için şöyle bir örnek verelim: Karanlıkta mer-
diven çıkan biri var ve merdivenlerin sayısını bildiğini sanıyor. Son ba-
samağa adımını attığında yanlış bildiğinden ya da yanlış bilgiyi doğru
saydığından ayağının altına basamağın gelmeyişi; orada varsayılan bir
şeyin yok’luğunun açığa çıkmasıdır. Ya da şöyle söylenebilir: Yoklaması
yapılmamış ve dolayısıyla yok’la beklenmedik şekilde karşılaşılmıştır.
Varsaymayı bu kadar kesin tutmamış olsaydı ve ayağıyla basamak var mı
yok mu diye yoklasaydı, yok’un vuruculuğuyla bu şekilde karşılaşmazdı.
Fakat var yargısına bir yok’un yoklanmasıyla varılır. Yani varsayılan bir
öte yoklandığında yok ya da var yargısına kavuşur. Varsayılmayan -ki
yok sayılmaz, bu nedenle yoksaymak diye bir şey olmaz- yoklandığında;
yani var olduğu düşünülmemiş bir şey, herhangi bir şekilde varsayılma-
yanla karşılaşılırsa, var yargısı ortaya çıkar. Varsayılmayan yoklanmaz.
Varsayılmayanın var yargısına kavuşması için bir karşılaşma gerekir.
Burası biraz karışık gibi görünebilir. Fakat bu karışık görünen alanın,
anlaşılması çok da zor değildir. Bunun için şöyle bir örnek verelim: Ka-
ranlıkta yürüyen birini düşünelim. Yürüdüğü yolun üzerinde bir duvar
olduğunu düşünmemiş olsun. Orada bir duvar varsaymış olsaydı ihti-
yatlı bir şekilde, onu yoklayarak ilerleyecekti. Fakat o duvarı varsayma-
mış olması, onu yoklamasına engel oluyor. Duvara çarptığında; orada
bir duvar olduğunu varsaymamış olmasını yoklayarak, duvar için var
yargısına varıyor. Yani duvar, yokluğuna hükmedilendir ve duvara çarp-
77
makla bu yok yargısına da çarpmış olur. Varlık böyle açığa çıkar. Yani
varsayılmayan, bir duvar yoklandığında var olur.
78
Varsayılmayanın yoklanmaması durumunda mutlak yok elde edilir.
Bulunmak
79
O Kimdir, Nedir?
Nesnelerin ismini belirleyen ekler oldukça fazladır. Her bir ek, o nesne-
ye başka bir bakış ya da başka bir yerden / yerinden bakış dolayısıyla
verilmiştir. Yani nesneye başka bir cephesinden bakıldığı için, nesne
başka bir ekle isimlenmiştir.
Bu ek; tarak, kaşık, bıçak, yatak, orak, yalak gibi birçok kelimenin isim
olmasını sağlamıştır. Nesnelerin, isimleriyle belirginleşmesini sağlayan
bu ek aynı zamanda nesnelere bir şahıs da yüklüyor. Yani isimle tanın-
malarını sağlayan ek, aynı zamanda şahsen belirginleşmelerini de sağlı-
yor. Bunu nasıl yapıyor?
80
bir teklif olarak değil bir zorunluluk olduğunu söyledik. Yani kesme
işaretiyle ayrılan tek sesli harfi mecburen uzun okuruz. İşte bu uzun
okuma o’nun yanına bir ğ ilave ederek okuma şeklindedir. Tüm bu atıf-
lardan sonra özetle söylediğimiz şudur: ğ, o zamirinin aslıdır ve o aslı
itibariyle ğ’nin okunuşudur.
Şimdi de isim eki olan -k’nin; ğ’den sertleşerek değişmiş bir ses olduğu-
nu söyleyerek başlayalım. Bu kararın doğruluğunu belirlemek açısın-
dan öncelikle ‘sesin yumuşaması’nı irdeleyelim. Bıçak ismini örnek ola-
rak alarak şöyle bir cümle kuralım: ‘Bıçağı getir.’ Bu cümlede bıçak ismi,
bıçağı şekline dönüşür. ğ’den sertleşmiş ve k şekline dönüşmüş olan ek,
ismin k ile belirginleşen şahsiyetini başka bir belirlenim için tekrar eski
haline çevirir.
81
Konum bilgisi, bu ekle isimleşmiş nesnelerin ben’e göre hangi konum-
da olduklarının bilgisidir. Yoksa bıçak isminde saklı olan o, ‘o bıçak’ de-
nilerek açığa çıkarılamaz.
Bıçak, her zaman bıçak’tır. İsmindeki şahsiyetten bir şey kaybetmez. Be-
lirsizliği de, buraya ya da oraya taşınmamış olmanın belirsizliğidir, yok-
sa ne var olup olmadığıyla ne de ne olup olmadığıyla ilgili bir soruna
işaret etmez.
82
Bunu daha iyi açıklayabilmek için şahıs ekinden önce gelen ğ’nin konu-
munu ve bulunduğu konumla, fiili nereye atfettiğini örneklendirmeli-
yiz. Bahsettiğimiz ğ kelimenin şurasındadır; ‘yaptı-ğ-ın’. Buradaki ğ sözü
edilene ya da atıfta bulunulana işaret eden gizli bir o zamiridir. Yani ‘o
yaptığın’ demeye gelir. Daha doğrusu ‘o yaptığın’ denildiğinde o tekrar
edilmiş olur.
Bu yazı; ğ’nin o’ya ait kıldığının, ğ’nin o’ olduğunun ve o’nun ğ’nin oku-
nuşu olduğunun tekrar açıklanmasıdır.
BENSENOĞ ARTI*
Kitabın ilk bölümünde “Fiil-sıfatta -en iyeliği” başlığı altında bir yazı
vardı. Bu yazı çeşitli sorunlar yüzünden birkaç kez kaleme alındı. So-
nuçta kitaptan çıkmasını gerektirecek bir noktaya geldi. Sorun, fiil-sı-
fat terkibinin örnek üzerinden açıklanamamasındaydı. Kitabın içinde,
“-en” köksesi ve bu sesin iyelik eki olarak geçtiği yerlerde kelimeye kat-
83
tığı anlamlar ayrıntılarıyla yazıldı. Bir fiilin sonuna gelen -en ya da fiilin
ortasına gelen -en- ile bir köksesin peşinden gelen -en arasında en sesi
açısından bir fark yok. Yani -en’in geldiği yere getirdiği anlam aynı. Fa-
kat ek olarak geldiği kelimedeki anlamla birleştiğinde, kelimeyi başka
bir hale değiştiriyor. Daha fazla uzatmadan örnek üzerinden irdeleme-
ye geçelim.
Bir köksesi fiile dönüştürmek için gerekli olan fiil kullanıcısı ve fiil eki-
dir. Sıfata dönüştürmek için sıfat eki kullanmak yeterlidir. İsim olması
isim eki almasıyla sağlanır. Tüm bu ekler birbirinden bağımsız, özgün
eklerdir / seslerdir.
84
Et’in içinde barındırdığı hareket, anlam bakımından hareketin herhan-
gi bir türüne benzetilemez; çünkü saf harekettir. Hareketin her türünü
içinde barındırır. Bu hareket türlerinden biri de fiil olarak karşımıza çı-
kar. Sadece kelimenin sonuna bir kullanıcıyla beraber geldiğinde fiil eki
olarak belirginleşir. Aksi durumlarda bu hareket fiile dönüşmez. Ya da
şöyle söyleyelim: Hareketin her türünü içinde barındıran bu ses, doğru
yerde ve bir kullanıcıyla beraber olduğunda fiil eki olur. Bu şartlar ger-
çekleşmediği takdirde et’te hareket fark edilse de fark edilmese de, fiil
şeklinde bir işlevi olduğundan bahsedilemez.
Yani ancak atıyordu olduğunda bir fiil olur. Hareketi ve kullanıcıyı ek-
lemedikçe fiile dönüşmesi imkânsızdır. Attı’a olduğu gibi atıyordu’da
85
da kullanıcı ğ dolayısıyla o’dur. Şunu tekrar vurgulayalım: Bir köke (at)
kullanıcı (ğ) ile birlikte hareket (et) eklenirse orada fiil (at- et-ğ) gerçek-
leşmiş olur. Fakat bunlardan biri eksik bırakılırsa kelimenin fiile dönüş-
mesi imkânsızdır.
Bir zaman kelimesi kesinlikle hareketli bir kelime, bir hareket kelimesi
değildir. Yani bir zaman kelimesi aynı zamanda fiil değildir ve olamaz.
Yukarıda atıyor kelimesinin hareket, yani fiil kelimesi değil zaman ke-
limesi olduğunu söylemiştik. Atıyor ve atar kelimelerindeki zamanlar
birbirlerinden farklıdır. Kısaca atıyor’u yor’lu zaman, atar’ı ise zaman ke-
limesi olarak tayin ettiğimi söyleyelim.
86
şunu da söylemiş oluyoruz: Bir fiil kesin olarak kendi zamanındadır.
Yani ‘-dı’ ekinin geldiği her kelime, fiil zamanı diye tanımlanması ya da
zamansız olduğunun kabul edilmesi gereken bir hareket alanındadır.
Yani bir fiil kesin olarak şimdinin öncesinde olmak zorundadır. Fakat
içinde şimdinin öncesinde gerçekleştiğine dair zaman bakımından bir
ek bulunmuyor. Dolayısıyla attı kalıbındaki her kelime sadece kulla-
nıcısıyla beraber hareketin anlatıldığı bir durumu, işi tarif eder. İçinde
herhangi bir zamana karşılık gelecek ne bir ek ne de bir ses mevcut
değildir. Kısacasını şöyle söyleyebiliriz: Geçmiş zaman yoktur. Ya da
geçmişteki bir zaman, zaman sesleriyle tarif edilemez. Bu yüzden ha-
reket kelimesi (yani fiil) ve zaman kelimesi birbirlerinden çok başka
yerlerdedirler.
87
karşımıza, bu kalıbı nasıl tanımlayacağımız sorunu çıkıyor. Yukarıdaki
fiil kelimesi, zaman kelimesi terkibi gibi doğru anlaşılabilecek bir terkip
kurmalıyız. Yani özne kelimesi diyebiliriz.
88
gerçekleşmiyor. Yani ölük ölmüş olana verilmiş ismi çağrıştırmıyor. Do-
layısıyla ğ’nin nasıl bir kelime oluşturduğu umarız daha iyi anlaşılmıştır.
Kısaca şöyle söyleyebiliriz: Bu ek, köksesin alabileceği durumun ismini
belirliyor ve durumu tanımlıyor.
89
90
KAVRAMSAL ÇERÇEVE
91
Bu ek, uzun soluklu ve zorlu düşünüşümüzü anlaşılır kılmak adına,
bazısı bu kitapta bazısı diğer çalışmalarımızda geçen özel kavramsal-
laştırmaları, kısa açıklamalar ve örneklerle tanıtmak amacıyla eklendi.
“Kavramsal Çerçeve” başlığıyla sunulmuş olmasına karşın neredeyse
tamamı özel kavramlar olarak üretilmiştir. Bu kavramlar, dilin içinde,
dilin dışında ve bulanık alanda bulunan kavramlar olarak üç farklı çer-
çeveye alınabilir. Benzeri bir çerçeve denemesi yaptıysak da öyle ayıra-
madık. Onun yerine birbirine yakın ya da birbirine bağlı olanları sırala-
mayı tercih ettik ki böylece farkları tefrik olsun.
DİLİN GEOMETRİSİ
92
Türkçenin içinden söylemez, çünkü ses geometrik sınırı aşmıştır ar-
tık Türkçenin anlam sahası içinde değildir.
Bir yerde “o” olanı her yerde “o” kılan yani ilk “o” kılan nedir? Türkçede
seslilerin uzunlukları eşittir. Bir yerde geçen ünlünün uzunluğu, başka
bir yerde de aynıdır. “A’yı” ile “ayı” arasındaki a’ların ses farkı aslında
sesin uzun okunması değil, a’nın yanına Türkçenin “o” da yerleştirerek
Türkçeye katan artikeli olan “ğ” ile okutmasıdır. Tek tek seslere içkin
olan bu artikel, aynı zamanda bütün kelimelerin de yalın halinde ke-
limeye içkin olarak vardır. Kalem kelimesi Arapçadan Türkçeye geç-
miş bir kelimedir. Türkçede kalem dediğinizde Arapçadaki el-Kalem’i
karşılarsınız. Türkçe, artikel ya da harfitarif kullanan dillerden kelime
alırken harfitarifleri dışarıda bırakarak alır. Türkçe, bütün kelimelerine
gizli bir “o” ekleyerek nesne kılan bir zemine sahiptir. Kelimeler baş-
ka bir dilden de gelmiş olsalar “o”da konum bularak Türkçeye katılır-
lar. Tek başına söylenen bir “adam”, Türkçede “oadam” demek gibidir.
Daha doğrusu “oadam” gibi olmayan bir “adam” Türkçede söylenemez.
Artikel kullanan diller Türkçeye kelime verirken artikelleri düşürerek
verirler çünkü Türkçe, kelimenin konumunu “o” olarak belirleyen bir
artikele zaten sahiptir.
93
dururlar. Bu tıpkı adam denildiğinde Türkçede “o adam” konumu alma-
sı gibidir. Fakat burada aldığı sadece bir konum değil konumla birlikte
bir geniş zamandır. Bir kitabın kitaplıkta durması gibi kitap kelimesinin
de sözlükte ve yalın halde durması dilin geniş zamanında durmasına
benzetilebilir. Bu, bütün kelimelerin dilin zemininde, “o”da olmasıyla
ilgili ve ona bağlıdır. Bütün kelimeler yalın halleriyle Oradadır. Orada
olmak ORA’nın zamanında olmaktır. “O”da konum almakla orada ol-
mak iç içedir ve bir geniş zamanda olmaktır.
DİLİN DIŞI
Dilin dışı, bütün somutluğuyla tıkabasa varlıkla doludur. Fakat dil ken-
di dışını kendisiyle gösteremez, kendi içinde kendi içini gösteren yön-
lendirmelerle çalışır. Nasıl tanımlarsanız tanımlayın, dilin dışı, somut
gerçeklik, fizik dünya, gerçek, burası, yaşadığımız dünya hiçbiri dilin
içinden oraya erişemez. Bir nesneyi “bu” diyerek göstermek, sadece
parmak işaretiyle nesneyi göstermekle mümkündür yoksa “bu”, dilin
içinde bir “bu”yu işaret eder. Söylemeye çalıştığım tuhaf bir şekilde
saçma çünkü bunu söylemeye çalışmasam dil bütünüyle kendi dışını
göstermeye çalışacaktır. Bütün yönlendirmeleri dışarıya dönük gibidir.
“Bacağım ağrıyor” dediğinde bacağına ve oradaki ağrıya yönlendirir.
Bacağını dil ile göstermen gerektiğinde ise bacağı göstermenin ağrı’yı
göstermekten daha zor olduğunu görürsün. Sesleri göstermeye çalış-
mak kadar zordur. Bu, bacak ve ben kelimeleri etrafında gezinip duran
cümleler kurdurur.
94
gerçek sesler olmasıyla ilgilidir. Dil ile söylenen her şey yine ve gerçek-
ten dilin içinde söylenir. Fakat dilin içinde söylendiği halde dilin dışını
gösteren tek gerçek yapı “şey şeydir”dir ve şeyi kendisiyle tanımlayarak
söyler. “Şey şeydir” dediğinizde konuyu dilden kapatmış olursunuz.
Dile kapanmanın etkisiyle dil dışarı kısa süreli de olsa açılır. “Şey şey-
dir”, kalıbı hep aynı kapıyı gösterse bile bu yeterlidir. O kapıyı da sadece
“şey şeydir” gösterir, o aralık kapıyı.
ŞEY
95
ARKETİP
Bu kez öyle bir şey arıyoruz ki sadece “şey” olsun. “Şey, ney’in karşılı-
ğıdır.” Bu bir soru cümlesi değil tanım cümlesidir. Ney sözünün doğal
yansıması ve kendiliğinden karşılığıdır “şey”. “Ney” bir kararlı köktür ve
kararlı köklerin her biri, arketiplerin her birinin “şey” olması gibi birer
“şey”dir.
96
la ilgili olarak Ferdi Amca’nın şimdilik Türkçenin arkaik geçmişinden
derleyerek çıkarttığı 12 Arketip adlı çalışmasına bakılabilir. Arketipler
dilin ne içinde ne dışında olmayan bir aradalıkta, bir arkalıktadır.
ADLAR
Arada ya da aradalıkta olmayan, ORADA olan, dil, dilin dışı gibi konu-
ların, arketip, kökses, kararlı kök gibi yapıların ismini ADLARIN yanın-
da anamayız. Haklarında konuşmak, kendilerinden söz etmek imkan
dışıdır. Sadece ANILIRLAR. ADLAR en çok kökseslere ve arketiplere
benzetilebilse de benzersizdirler ve ne dille ne de dilin dışındaki şey-
lerle ilişkilidirler. Dilde kapladıkları görünüşleri köksesler gibidir fa-
kat kökses gibi dile ait değildir ADLAR. Şey de değildirler “şeyler” de.
Eğer bir anlamları olacak olsa anlamları arketiplere benzetilirdi fakat
bilinir ya da bilinmez bir anlamları yoktur. Anlamdan çok öncedir ve
adın ayrı anlamın ayrı olduğu ikililikten aşkın ve yücedir. Kendilerine
yönelişin, onları orada anışın adlarıdır. ADLAR dilin ereği ve gerekçe-
sidir fakat dilin dışında, oradadırlar. Dil, oraya dönük olarak ADLARI
anmakla başlar. ADLARIN anılmadan öncesinde dil yoktur. Buradan
oraya dönük adların anılması, adlar anılırken ADLARDAN ayrı olma-
yan seslerinin burada yankılanmasıyla adlardan ayrı olarak varlık kaza-
nır. Bu varlıklarla adlar anılmaz. ADLAR sadece kendileriyle anılırlar.
Dil, adların anılışının seslerinin yankılanmasıyla ilk varlıklarını bularak
kendini geriye doğru kurar, inşa eder. Oraya dönük ve orada duran
ADLARIN anılması yumuşak seslerle sağlanırken, yankılarının sesleri
sertleşerek nesneleştiği dili oluşturur. ADLAR hep kendileri olarak ve
başka bir şey olamayarak bilmediğimiz geniş bir zamanda, ötenin yet-
97
meyeceği kadar ötede, kendi yerlerinde dururlar. Dilin nesnesi olmaz-
lar. ANILIRLAR. Her biri ayrı bir biçimde kutlu ve kapalıdır. ADLAR
insanca durumların, bilinen zamanların, kavranan yapıların ve kavra-
yışların tümünü aşar. ADLAR bir öte kavramına ihtiyaç duyurmayacak
kadar ötededir, ötenin kendisidir. ADLAR dilin nesnesi olmadıkları ve
olmayacakları için herhangi bir noktalama işareti, kesme, tırnak kulla-
nılmaksızın ekleriyle birlikte büyük harfle yazılır.
MÂNÂ
Büyüleyici bir kelime olan mânâ, dünya sahnesine ilk çıktığı andan,
üretildiği ilk günden itibaren her şeyi etkilemiştir. Anlaşılan her şeyin,
aslı, kendisi olan varlık görünümündedir. Mânâ, dilin içinde dilden
olan ve olmayan ne varsa hepsinin ötesinin kendisi olduğu iddiasıyla
gelir. Her şey onu söylemeye çalıştığı, bütün muradın kendisine dönük
olduğu havasındadır. Kelimede, cümlede ya da “şey”de mânâdan başka
bir şey bırakmayacak kadar büyümeye uygun bir kuşatıcılık ve belirsiz-
98
likle kendine yer açar. Mânâ, suretin arkasındaki asıl, kelimeyi var kılan
anlam, görünenin ötesinin bütünü, maddenin diğer ve gerçek yüzü gibi
yüksek bir makam talebiyle gelmiştir. Mânâ, para gibi her şeyin mad-
di değerinin kendisi anlamında karşılığıdır. Mânâ kelimesi tam olarak
maddenin karşılığı şeklinde sonradan yer bulmuştur. Kenan Göçer’in
dikkatine takılan “money” (mani), “manat”, “mânâ” kelimelerinin aynı
şeyi karşıladığı vurgusu oldukça isabetlidir ve konu üzerinde çalışılma-
yı hak eder. Şeyin değerinin karşılığı olan para (money) ile şeyin asli
ve gerçek değeri olan mânâ aynı yerin farklı görünümleridir. Bu fark
daha çok, parası olmak-olmamak farkı gibidir. Parası olanın, her şeyin
karşılığı olarak moneyi görmesi parası olmayanın da her şeyin karşılığı
olarak mânâyı görmesi, doğu ve batı toplumları izlenerek örneklendiri-
lebilir. Parayı tanıyorsanız mânâyı onun tanıdıklığı üzerinden kavrama-
nız kolay olacaktır. Mânâyı tanıyorsanız onun paraya indirgenmesi, bir
indirgeme olarak görüleceği için zaman alacaktır. “Şey”i tanıyorsanız
ikisinin de “şey”e karşılık olamayacağını bilirsiniz.
99
duramaz. Kendinden arta kalan yerler, aynı kökten gelen kelimeler için
ayrılmış odalar gibidir, yakınlık bağı bulunan kelimeler için ayrılmış
boşluklardır. İşte o boşlukların yakınlık bağı olanlarla dolması çağrışan
anlamdır, anlam yüküdür. Kelimenin makul ve tutarlı kullanımlarının
yekünü, bu yükü oluşturur.
100
buna karşın anlam yığını tarihsel bir süreç iledir. İster kişisel bir tarih
olsun ister toplumsal, anlam yığını tarihi bir yığındır. Tutarsız ve artık
yapıların toplamının kelimeyi yağmalamasıdır. Çok anlamlılık, aşırı an-
lamlılık durdurulamaz bir saldırganlıkla artışını sürdürür. Ta ki anlam
kırıntılarının oluşturduğu tarihsel yığının sesleri bağlamadığı, kelime-
nin kendi köküne bağlı olduğu yere kadar.
101
lar. Sentetik kelimeler bu çağrışıma kapalıdır. Boşluğu reddeden kendi
içerikleri ile doludur. Türkçede “evet-hayır” çifti, birbirlerinin zıddına
kurulmuş olmalarından, bir diğerini dışlayarak var olmalarından ötü-
rü sentetiktirler. “Hayır”, bir sentetik kelime olarak kendi reddedişi ile
doludur. Çağrışıma kapalıdır ve akrabaları da yoktur. Yeterince ve dolu
dolu “hayır”dır. Hayır her yerde “evet” ise sadece bu zıtlık içinde sente-
tik bir yer tutar.
102
si sonradan belirlenen değere, her birinin biricik anlamlarda olmasını
da hesaba katarak her birine 1 değerini verir. Bu değeri miras hukuku
üzerinden örneklendirelim. Bir kişinin sahip olduğu mal varlığı, kendi
varoluşu ve sağlıklı olması gibi varlıktan sayılan şeylerin bütünü, değe-
ri biçilebilecek, kıymeti takdir edilebilecek olmaktan uzaktır. İnsanın
varoluşu ve sağlıklı oluşu, başka insanlara yapacağı potansiyel fayda ve
zarar da işin içine katıldığında bütün olarak hesap edilip değer biçile-
mez. Yaşayan bir kişinin altın dişini değerli sayıp kendi dişini değersiz
sayamayız. Söz konusu altın diş gerçek dişinin yerini doldurabilsin, de-
ğerini karşılayabilsin için vardır. Buradan bakarak yaşıyor olanın değeri
ölçülemeyecek kadar yüksektir, diyebiliriz. Fakat kişi öldüğünde tüm
varlığı RAR ilkesinin cümlesi bittiğinde eşitlendiği 1’e, bir bütüne eşit-
lenir, bırakılan tereke yahut ölü adamın sandığı 1’dir. Cümle bittiği, kişi
öldüğü anda bütün bir ömür 1’e eşitlenmiştir ve geriye kalan tereke de
1’dir, 1 değerindedir. Kısas da buna iyi bir örnek olabilir: “Göze göz,
dişe diş” kısası, kırılmış dişe, kör olmuş göze karşılık olarak belirlenen
değerin kısasıdır. Yani göz kör olduktan, diş kırıldıktan sonra değeri be-
lirlenir. Kelimenin değeri, kelimenin anlaşılarak yok olmasıyla ya da
anlaşılmayarak ölmesiyle açığa çıkar. Bir anlamı satmak isterseniz ona
biçilecek değer onun ölüsüne biçilir ve kaç olursa olsun 1’dir. İşlerli-
ğini yitirmiş bir nesnenin çöpe atılması 1 değer, hurdacıya satılması 1
değerdir. “Benim için onun ölüsü de dirisi de bir” demek “o benim için
artık ölmüştür” demekle aynı 1’i vurgular. İkisinin de değeri ölü olmak-
lığıyla verilmiştir.
103
Chest’ten uyarlamadır. Tereke olması ya da ölü olması, değer biçile-
bilir, hukuk tabiriyle kıymet takdiri yapılır bir şeydir. Fakat sandığın,
ölü de diri de olmayan birine ait olması işleri değiştirir. Ölü de diri de
olmamak, ister yenilgi nedeniyle olsun, ister çöküntü ya da başka bir
nedenle, yaşamanın belirlenemeyen yüksek değerini “değersiz” bırakan
bir duruma düşmektir. Bu durum 1 bile etmeyen hatta eksilten, kişinin
bireysel sınırı ve sorumluluğunu aşarak yakınlarına ya da sonraki nesil-
lere ulaşan bir eksi değerdir. Yaşıyor ya da ölü olamamanın bu eksilten
değeri, o eksikliği bir mirasa, davaya, kan davasına ve giderek büyüyen
bir lanete dönüştürür. Bu, ölü adamın sandığı ile tanımlanan “değersiz”
bırakılmadır.
Bir diğeri ise yüksek değeri nedeniyle değer biçememekten ötürü de-
ğersiz bırakmaktır. Bu da ölü adam için yaşayanın sandığı (sandıktan
değil sanmaktan)dır. İster Sokrates’in ister İsa’nın ister Hüseyin’in
ölümü olsun, haklı davalarında haksızca öldürülmeleri nedeniyle
değerlerinin biçilemeyecek yükseklikte olması kendi bütünlüklerini
aşarak öğrencilerine, havarilerine ve takipçilerine bir töhmet olarak
yayılır. Daha doğrusu bu onların sandığıdır. Platon için Sokrates’in
şaibeli bir yargılanmayla idam edilmesinin değeri “İdeler Alemi”ne,
Havarileri için İsa’nın kendini kurban etmesinin değeri “Tanrı’nın
Oğlu” olmaya, takipçileri için Hüseyin’in şehadetinde toplanan değer
“NuruMuhammediye”ye; her şeyin öncesindeki şeye, her şeyden de-
ğerli olan ve her şeye değerini veren şeye dönüşür. Bunların hepsi tek
bir değere, biçilemeyen değere, ödenemeyen borcun töhmeti altında
bırakmaya ve her şeyin öncesindeki şey olarak kendisine inanmaya
götürür.
104
SÖZÜN DİRİLİĞİ
Söz, söyleniyorken bir değeri de, bir anlamı da yoktur. Anlam söz
söylendikten sonra gelir, değer ise anlaşılıp işlevsiz kaldıktan sonra
verilir. İşliyorken, yaşıyorken, söyleniyorken, başka ve tanınamayan
bir yenilikledir, her an bir yeniliktedir. Fakat sorun şu ki biz bunu, ya
geçer ya buna hep geç kalırız. İnsan, geçmek ve gecikmenin toplamı-
dır. Yine de bazan, her an yenilenen bu yeniliğin, yenidenliğin taze-
cik anına denk geliriz. Böyle bir tecrübeniz varsa şunu da anlarsınız,
söz, söylenirken her sefer yenidir. Kelimeler sandığımız bütünlükte
yapılar değildir. Onların bütünlükleri bizim onları bitmiş, söylenmiş,
105
tamamlanmış bulduğumuz yerdeki ezberimizdir. Köksesten kararlı
köklere, kararlı köklerden kavramlara her an ve her sefer yeniden açı-
larak gelir. Her söz, “y’en”in kapalılığından yeni’ye, ondan yeniden’e,
her sefer yeniden açılır. Her sefer yeniden açılarak “yeni” olur. Bunu
çocukların mutluluğunda görürsünüz, her anı yeni açılan bir sevinçle
yaşarlar. Yetişkinler, sözün yeniliğini tekrar ederken duyarlar, oraya,
oraya oraya doğru, atılan her adımda ora bir adım daha uzaklaşırken,
“o olur”. Sürekli o olur.
ADLARIN ANLAMI
KÖKSES
106
kapladığı somut alan, kelime sessiz harfle başlıyorsa o harften sonraki
ilk hecede, sesli harf ile başlıyorsa o harfle okunan hecededir.
DEĞİNGELER
b’ değingesi ve b’ İzafiyeti:
y’ değingesi ve y’ izafiyeti:
107
Değingeler bize değil kendilerine belirlenim getirir ve kendilerine yer
açarlar. Bir köksese gelmesiyle, köksesle yeni bütünlük kurması aynı
andadır. Yeni yapı yeni bütünlük bizim bakışımıza göre değil kendi-
ne göredir. Yani y’ değingesi y’eni derken bizim için yeni olan bir şeyi
söyler fakat kendisi “y’en”dir. Y’en bizim için kapalı bir kararlı köktür, o
kararlı kökten bizim için açılan yeni’dir. y’ izafiyeti genel bir izafiyettir.
y’er, y’nin zamanda (er’de) kendisi için ve er’le birlikte açtığı yerdir. Bi-
zim yer olarak tanıdığımız kelime y’ için yer’dir fakat dilin kullanımına
katılmasıyla bizim de kullanımımıza açılmıştır. Köken çözümlemesi
yaparken kökses ve değingenin ortaklaşa kurduğu yapının anlamının
ikisinin arasında olduğu ve bizim için kapalı olduğu bilgisine erişecek
kadar ilerleyebiliriz. Bize yer kelimesini verir fakat kökses ve değinge
birleşmiş, bütünlenmiş olarak orada yerleşiktir. Yer bu nedenle bir ka-
rarlı köktür ve bize yalın yer anlamını tanıtır.
k’ g’ değingesi:
108
çekilirler. Ek gibi bir anlamın değinge olarak köksesin önüne gelmesi
değingenin eklenmeden nasıl geldiğini anlamayı kolaylaştıran iyi bir
örnektir. Ek anlamına gelen bir değingenin, bir köksesin ardına değil de
önüne gelmesi durumunda, kendi anlamını yine ek-lik üzerinden orada
bulundurmak dışında seçeneği yoktur. Fakat ek’in k’ değingesi olarak
gelmesi, köksesle oluşturdukları bütünün, kaplı, kapalı ve katı olması-
nı sağlar. Çünkü ek, ekleneceği yapı ortada yoksa yani değinge olarak
gelmişse ek anlamıyla gelemez. k’ değingesi köksesle birlikte kutlu, ka-
palı ve katı bir bütünlük kurar ve bu anlamlara erişebileceğimiz kararlı
kökleri var kılarlar.
s’ değingesi:
109
s’anmak) olur. Hacı Bayram’ın bir şiirinde şöyle geçer: Bu sözü arifler
anlar / Cahiller bilmeyip tanlar / Hacı Bayram kendi banlar / Ol şarın
minaresinde.
n’ değingesi
ş’ değingesi
Bu değingenin köksesi “-eş”tir yani karşılıklı ikiyi, iki karşılık şeyi söy-
ler. ş’ değingesi kendi varlığı itibariyle ikincildir, çünkü sesi s’den türe-
yip gelmiştir. Fakat s’ gibi kendine katarak yutmaz, kendini “o”nun bir
başkası olarak koyar. “O”ya ve “bu”ya karşılık “şu”yu getirir. “Öyle”ye,
“böyle”ye karşılık “şöyle”yi. s’ değingesinin dışarı taşmış eşi olarak, eş’i
özellikle vurgulayarak bir şaşkınlık, şaşma ve şaşılık etkisi getirir.
110
ç’ c’ değingesi
Köksesi “-uç”tur ve ucu söyler. c’ ile birlikte ilerlediği yerler varsa da ayrı
olduğu yerler de vardır. ş’nin karşılık vurgusunu daha da artırarak takip
edilemez bir çokluk üretir karışıklık ve karşılık vurgusunu yok eder sı-
nır çizme, sınır çekme özelliğini koruyarak, c’nin arınmış, incelmiş ke-
sinliği ile dönüşlü olarak bulunur.
KARARLI KÖKLER
Kararlı kökler yapısal olarak birer şey’dir. Tek hecedir. Kararlı kökler
“şey” denildiğinde hissedildiği gibi bir şey söylediğini hissettirir. Fakat
bu biçimde çağrışıma dayalı bir soyutlukta değil “şey” somutluğunda-
dır. Kararlı köklerin kapalılığı da bu somutluktandır. Kendi somutluk-
larıyla kapanmış kap-lardır. Hep sorulan bir sorudur, “kapı, kapanan mı
111
açılan mıdır?” Eğer amaç, etimolojik bir kazıyla oraya varılarak kökü
bulmaksa, sınır kararlı köklere kadardır. Kökenbilim çalışmalarıyla;
kapak, kapatmak üzerinden giderek haklı olarak kapı’yı “kapalı” bulur-
sunuz. Bulunan bu yapılar kararlı köklerdir. Kararlı kökler kelimelerin
arkeolojisinin sonudur ve orada kap’alı bir kut’u ile karşılaşırsınız. Bu
da önemlidir ve bugünden kelimenin geçmişini arayan bir yolculukta
kelimelerin kökenini, kapalı bir kararlı köke bağlamayı sağlar, tıpkı ka-
pı’nın kapalı bulunması gibi. Kökses Teorisi, kelimenin geleceğiyle ilgi-
lenir. “-ap” köksesi k’ değingesi ile birleşerek “kap”ın kendini oluşturur.
Bu köksesin yoğunluğunun bir değinge ile seyrelerek kapalı bir yapıda
karar kılmasıdır. “Kap” bu kapalılığından isimlere, fiillere, kavramlara ve
diğer kelimelere açılır. Kökses Teorisi’nden giderseniz, “kap” kararlı kö-
künün kavrama açıldığı yerde kapı’yı açık olarak bulursunuz.
SABİT SESLER
112
isim olan ne varsa hepsine bakılabilir, hepsinde şu ortaklık görünür;
ardından gelecek olan eylem o şeyi orada sabit tutan bir eylem olmak
zorundadır. O şey oradayken yanına gidilebilir, bakılabilir, fakat tutula-
maz, taşınamaz, yerinden oynatılamaz. Sabit sesler eklendikleri nesneyi
sabit kılarlar, hareket ettirilemez bu konumu sesin somutluğuyla almış-
lardır. Somutluğu sizin de ölçebileceğiniz bir somutluktur.
UYUMLU SESLER
KAVRAM BOŞLUĞU
113
-m, -n, -sel, -sal ve -sı: -m ile yapılan kavramsallaştırmalar bir iyelik kata-
rak ben’e ve sen’e göndererek, kuram, anlam, yazım, yayım gibi kelimele-
ri -n ile yapılanlar ise düşün, yazın, yayın gibi kelimeleri kavramlar olarak
üretir. Fakat bunlar kavram olamayacak kadar doludurlar. Bu kelimeler
-sel, -sal ekleriyle boşaltılırsa kavranmaya elverişli bir boşluk kazanmış
olurlar. -sel, -sal Türkçede ek-si kelimesindeki -sı, -si eklerinin boşaltma
etkisini kullanır. Bu ekler kelimede bir iskelet bırakacak kadar boşalttık-
ları için kavrandığında kavranılan şey boşluktan ibaret olur. Düşün-sel,
yazın-sal, anlam-sal, kavram-sal gibi.
-lık, lik: -lik eki şeyle ilişkili fakat şeyden bağımsız bir yer kurar. -lik’in
nesneler için mekan göstermesi ve kelimeye doğrudan eklenmesi al-
datıcıdır. Ayırarak birleştiren bir edilgenlik kurar. Şeylik sadece “şeyin
yeri” demek değildir, “şeye uygun, tam şeye göre” de demektir. Benlik ve
bu tam benlik kelimelerindeki -lik şeye “cuk” oturan bir yer açar. “Cuk”
oturmaya benzer ama “-lık” oturur. Kitaplık, “kitap için ve kitaba göre”
anlamını verirken bunu önce kitaptan beslenip sonra kitaptan ayırarak
yapar. Kitaplık, kitaba açılan yer değildir, kitaplığın, kitabı bahane ede-
rek kendine açtığı yerdir. -lık ekini yer vaadi şeklinde kullanarak yapar.
Fakat şöyle isabetli kelimeler için çok elverişli ve biriciktir: Boşluk, yok-
luk, derinlik, karanlık, sessizlik, sonsuzluk, hiçlik gibi. Olmayan şeyin yer
üzerinden kavramını kurması hayret edilecek kadar güzeldir. -lık, -lik
ekinin varlık için açtığı yer, vara değil kendine açtığı yerdir. Boşluk ve
yokluk için açtığı yerle tam isabet eder.
114
“kap” bir kararlı köktür. Şey gibidir, yani şey, bilmediğimiz ama uzaktan
tanıdığımız bir şey. Kararlı köklerin kavrama doğu açılması ismin halle-
ri diye bilinen -a,-e ve -ı,-i iledir. Bunları iki farklı seviyede tanımladım.
Çünkü bu aşamadan sonra dilde tanımlama yapmaya da bir açıklığımız
vardır. Kararlı köklerin kavrama açılması için gereken boşluğu iki farklı
ses grubu ile sağlarız. Bunlar sabit sesler ve uyumlu sesler diye ayrılır.
Bu boşluktan ortaya çıkan kavramlar da zorunlu kavramlar ve uyumlu
kavramlardır.
UYUMLU KAVRAMLAR
Uyumlu kavramlar kararlı kökte, köksesin sesine uyumlu bir sesin gel-
mesiyle açılır. Kendi içinde kapalı birer şey olan kararlı kökler uyum-
lu seslerle düşüncenin katılımına uygun bir boşluk kazanarak uyumlu
kavramları oluşturur. “Şey”, şeyliği ile dopdolu ve şeyliğiyle kapalıdır.
Bu “şey” bir kararlı köktür. Kararlı köke bağlı olarak şeyin şeyi olma
özelliğini koruyan ve her “şey”in bir “şey-i”var, özdeyişinin örnekliğiyle
tanıtılan bu yapılar şeye bağlılığını koruyarak boşluk açarlar. Her “bir”in
bir ek-i var örneği “iki”yi “bir”e bağlı uyumlu bir kavram olarak kurar.
Kavranacak boşluğu kazandırmasının yanında bağlı olduğu şeyden de
kopmamıştır. İyi, kötü, artı, bölü, eksi, ısı, ışı, bası, aşı, açı, akı, katı, sıvı,
buğu, sayı, yapı, konu gibi terim seviyesindeki bu kavramlar uyumlu
kavramlara örnektir.
115
zorunluluktan orada bulunmalarıdır. İleğ , ilerek gelir, ilerek getirir. Gelme,
olma, bulma ve kavram sayısınca artacak biçimlerle gelir. Diyeğ diyerek,
olağ olarak gelir ve getirir. Cümle içinde getiriş biçimi en çok vurgu-
lanan kavram olarak’tır. Uyumlu ses taşımadığı için bağlaç olarak da
kullanılan bu kavramlar, cümlede bulunduğu yerde bir zorunluluk açar
ve akışı değiştirirler. Kavramdan öncesini, ola, göre, diye, ile, bile, ise ile,
olarak, görerek, diyerek, ilerek, bilerek, iserek, şeklinde toplayıp biçim verir.
Bu biçim kavramın hangi şeye mahal olduğuna göre değişir. İl’e mahal
olmuş ise ilerek getirir. Gör’e mahal olmuşsa görerek, ol’a mahal olmuşsa
olarak getirir. Gelme biçimleri dediğimiz şey aynı zamanda mahal ver-
me biçimidir.
KAVRAYIŞ
116
de birbirine, kuşatan ve kuşatılan olarak tutukludur. İnsan bulunuşu,
burada bulunan her şeyin buradalığına tanıklıktır. Çünkü Bura insana
ait bir zaman ve kavrayıştır. Kavrayış, duyguların, bilgilerin, anlamala-
rın ve algılamanın ötesindedir. Bunların hepsi bozuma uğratıldığında
bile kavrayış dokunulmaz olarak korunur. Herhangi biri “Bura” dedi-
ğinde, milyonlarca katmandan da oluşsa, içinde bulunduğu bütün ya-
pıları aynı anda tanımlar. Sınırlarını bilip bilmemesi önemli olmaksızın,
“Bura” diyenin söylediği doğrudur.
Bilmediğimiz bir geniş zamanı, öteyi, öte kavrayışının bütününü bir za-
man olarak hissettirir ORA. ORA, buradan bir sınır duvarla ayrılmış
(NÇ’nin sınırıdır) ve geçişin mümkün olmayacağı bir kapalılıktadır.
Gecikmeyle kavranılan, hiçbir zaman burada olmayan ve olmayacak
olan ORA, ötedeki geniş zamandır. İnsan hep b’nin alanında buradadır
ve ora hep oradır. İnsan da dahil olmak üzere ora her türün bilgisine
ve erişmesine kapalıdır. Hayvanların, ağaçların, taşların yaşadığı zaman
değildir. Orada, olacak olan, bir süreç içinde olmaz. Geçen bir zaman
değildir.
117
odaklanılmış bir kısıt ve darlık içinde değil insanın bulunduğu ortamın
genişliği gibi bir genişliktedir. BURA, mekanı doğrudan ve kendisine
bağlı olarak üretir ya da zorunlu olarak mekana bitişik bir zaman olarak
vardır. Bilinç diye bildiğimiz şey BURA olan insan zamanıdır ve hep
bura olarak kalacaktır. Oraya geçişe ve oraya erişmeye izin vermeyecek,
oraya ulaşıldığında orayı bura kılacak bir tutarlılıkta sınırlar. Bura, in-
san zamanıdır ve bulunduğu yeri de işaretler. Ora ise insan zamanının
dışıdır ve insan, aşılması mümkün olmayan bir sınırla b’ değingesinin
izafi sınırıyla kapatılmıştır. Bura, insan bilincinin genişlemiş kendisidir.
İnsan zamanı, azönce ve azsonrayı içeren bir şimdinin, önce ve sonrayla
sonsuzca sıralanmış bilincidir. Bunun bilinç olması, sadece bir farkın-
dalık gibi algılanmasın. Bir tür algılama gibi tarif edilmesi gerçek olma-
dığı anlamına gelmez, yürünür bir yol olarak insan zamanı gerçektir
fakat yürüyen her insan teki kendi kavrayışıyla kavrar. Bu kavrama elin
kavramasından çok ayağın kavraması gibidir.
DEHR - KÜREZAMAN
İnsan dışında kalan bütün canlı cansız her şeyin ortak zamanıdır Dehr.
Bunların hepsi başka bir zamanda, başka bir dünyada yaşar gibi yaşarlar.
Evrenin bütünlüklü ve kuşatan zamanıdır. Evren genişliyorsa da dehrin
daralıyorsa da dehrin içinde kalarak yapar bunu. Süreç içermeyen, akıp
gitmeyen bir zamandır. Evrenin sınırını tutan şeydir. Kapalı bir küredir
ve bütün evren onun içindedir. Dışarıya ışık sızdırmaz. Dehr, insan za-
manının dışıdır. Yürünür bir yol değil durulur, durdukça yutulur, unu-
tulur olunan sırasız ve sıraya izin vermeyen, kendisi dursa da içindeki
herşeyin devindiği, devinirken yıpratıp aşındırarak içinde erittiği, bu
118
erimelerin hiç birinin başka bir şeye dönüşecek gücü içinde tutma-
yacak şekilde ufalandığı, ufalanıp Dehr’e karıştığı bir Kürezaman’dır.
Kürezaman olan Dehr insan zamanıyla ölçülemeyecek, ölçmek için
gerekli başlangıcın bulunamayacağı uzay-zaman’ın onu tanımlamaya
yetmediği, tanımlanamayan ancak tanınabilen bir bütünüdür. İnsan
zamanının ve ölçü birimlerinin ölçemeyeceği bir bükülmedir. Düz bir
zeminde bir eğrilik değildir kusursuz bir küre olarak bükülmüşlüktedir,
kürezamanın kendisi olarak vardır.
BİR ZAMANLAR
119
dışının bir’den başlatarak kurduğu bir rüyayı sonunu getirmeden,
yeniden ve başka bir “bir” ile başlattığı kesik kesik zamandır rüyaların
zamanı. Kesik kesik, bölük pörçük bir zamanlar üzerine kuruludur.
Onu durduğu yerden “o”dan “bir” marifetiyle alırız ve iki olur. Bir şey,
bir kitap, bir adam, bir iki veya bir üç.
AÇIK ZAMAN
YOĞUN ZAMAN
Şimdiki zaman diye bildiğimiz -yor eki ile şimdide yoğunlaşan za-
mandır. Geri, açı, veri, soru gibi uyumlu kavramlara eklenerek gelirler.
Ayrı bir kelime olarak eklenen ve sesli uyumuna uymayan -yor yürü-
mekle değil basmak anlamında yoğurmakla ilişkilidir, şimdiyi, şimdi
yoğunluğunda gösterir. -yor eklenen yapılar fiil değildir. Çekimleri de
fiil çekimi değildir. Yani yapı’ya -yor eklenir. Bu alelade bir “yapıyor”
fiili değil, “yapı” önceleyen ve yapı ile meşgul olmak durumudur.
120
BİLGİ
Bilinç bir bilginin gerçeğe temas ettiği yükseklikte parlar. Bilgiye dair
bilinç sadece bir bilgiyi edinmekle gerçekleşmez, aynı zamanda o bil-
ginin, düşüntünün dışını gösterebilecek, onu düşüntü olmaktan çıkar-
tacak bir yüksekliğe erişmesiyle açığa çıkar. Yani insan düşünüşünün
aslında bir düşüntü olduğu bilgisine ermek, düşüncenin bir kapalılık-
ta, kendi kendine yoğunlaşmasından ibaret olduğu bilgisine ermek-
tir, aynı zamanda bir bilginin bilincine de varmaktır. Bilgi, bilincine
varılan şeyin, o şeyle ilgili bilincin parçasıdır. “Şey”in kendi bilincine
değil, o “şey”in bilincine kendin olarak varmanın bilinci. Bir şeyi bil-
me, o şeyin bilincine varan bilinci, o şeyin bilincinde bulmakla bilme
olur. Bunun dışındaki bilgiler veri, malumat gibi bilintilerdir. Şey’e
ilişkin bir bilincin değil kendi aralarında birbirleriyle ilintili olanların
bilintisi seviyesindedir. Tasrif sırasında elde edilen kelimeler birbirle-
riyle ilintili olarak vardır. Ketebe, katip, kitap mektup gibi kelimelerin
durum bilgisi ilinti ile var olmaları nedeniyle bilintidir. Bunların her
birinin ayrı ayrı bilincine varılmaz. Bir şeyin bilincine varmak, orada
gerçek bir “şey”in olmasını zorunlu kılar. Hepsinin tek bir “şey” oldu-
ğu yerde ona varılarak, kendini ona varmış olarak bildiğinde “bilgi”,
bilincin bir parçası olarak parlar.
BİLİNÇ
121
gösterilmiştir. Türkçenin içinden kavradığımız yerde ise uyumlu ve zo-
runlu kavramlara NÇ’nin eklenmesi ile bilmenin en uç sınırı, en uçta
kendini bilmek olarak “bilinc”i görürüz. Bilgi bilincin parçasıdır, der-
ken bu en uç sınırda kavranmış bilgi kastedilir. Bilinç bu çeşit bir sınır
kavrayıştır. Her Türkçe kavram BURA ile ORA arasındaki sınıra NÇ
ile getirilir (bilinç, gönenç, sezinç, sevinç, kazanç gibi). Kavrayanı bir
zorunlu olarak işin içine katar, insan kavrayışının son ucudur. Oraya
bilmekle varıldıysa bilinç o sınırda bilinç bulunur.
NESNE EŞİĞİ
122
EN UÇ SINIR, ANÇ
KENDİLİK, UNT
Beklenti, söylenti, buluntu, kalıntı, çöküntü, takıntı, kırıntı gibi NT’nin kav-
ramlara eklenerek getirdiği benzersiz bir alana açan kelimelerin kapalı
123
kendilikleridir. Bir kelime olmaları tuhaf bir tesadüfmüş etkisi uyandıran
bu ortam unutulmuşluktan yapılmalarla doludur. Artık ve dikkat edilme-
miş, insan dünyasında kendisine yer verilmemiş, zamansız, zeminsiz ve
eylemsiz bırakılmış ve bu bile, bile isteye yapılmamış bir unutulmuşluk,
unutmak bile diyemeyeceğimiz bir UNT ile imar olunmuşlardır. Hatır-
lanamayacak bir uzaklıkta, hatırlanması için gerekli olan bilinmenin, gö-
rülmenin, önem verilmenin dışında kalmış, insan anlamlandırmasına eri-
şememiş bir unutulmuşluktan. Bütün unutulmuşluktan yapılmalara yer
açan nezaketiyle Türkçe, kendisine, kapalı bir kendilikle bir kalıp olarak
NT ile yer vermiştir. NT’li kalıpla oluşan bütün yapılar kendiliğinden-
dir. NT, buluntu, kalıntı, döküntü, takıntı, saplantı, görüntü, beklenti, sızıntı,
söylenti gibi yüzlerce kelimeyle birlikte gelir. Bunların hepsi kendiliğinden
yapılardır. Yapısal bütünlükleri Türkçenin NT için açtığı alan olmasa hiç
olmayacak, unutulmuşluk içinde kalacaklardır. Bilinirken unutulmak gibi
değil hiç bilinmemiş olanın unutulmuşluğu gibi bir UNT’tan mamuldur-
ler. İnsan bilincinin hiçbir zaman isabet edemeyeceği bu yutulmuş alan,
bir ekmek kırıntısının kaldırılıp NT ile açılan bir yere konulmasıdır. Unu-
tulmaktan yapılma bir kırıntı gibi, ben tarafından, özensizliklerin, terke-
dilmelerin ve farkedilmeyişlerin ortasında yalnız bırakılan KENDİ’yi, hiç
hatırlanmayacak yokoluşundan Türkçe, NT ile kurtararak getirir.
DÜŞÜNTÜ
124
lenmiş işleyişi üzerinden kendi kendine çalışmasının adıdır. “Düş”ten
imar edilen düşünce gibi değil, düş kırıntılarının kendiliğinden bir ara-
ya gelerek oluşturdukları sayıklama gibidir. Düşüntü, yığının, bir akıntı-
ya kapılması kendiliğinden süresiz ve sürek’siz sürüklenmesidir.
SAYILAR GEOMETRİSİ
Sayılar, tıpkı düşüntü gibi kendi kendini sayan saymayla ilerlerler. Sayılar
yine tıpkı dil gibi kendini “geri”ye doğru kurar. Sıralı sayılar düzdür. Sayı
doğrusu dedikleri şey, ontolojik bir doğruluktur çünkü düz bir zeminde
inşa edilmiştir. Bu düz zemin zihnin geometrik zeminidir. Zihnin ilk ku-
sursuz yaratımı olan sayılar bu geometrinin etkisiyle düzdür. Herkes için
ortak bilgi ve ortak işleyiş biçimini matematik gösterir ki bu da sayıların
tek bir düzlemde kurulduğunu ve düz ilerlediklerini kanıtlar. Araların-
daki ilişki düz bir çizgiyle kurulmuş gibi düşünülebilir. Sayıları soyut bir
düzlemde bir cetvele dizer gibi dizseniz, sonra cetveli altından çekseniz
boşlukta dümdüz olduklarını görürsünüz, sonsuza kadar aynı düzlemde
ve düz olarak ilerlerler. Bu sayılarla düz olmayan hiçbir şey ölçülüp tartıla-
maz. Ontolojik olarak düzdür. Bu sayılarla eğri bir cismi ölçmek isterseniz
Pi sayısına ihtiyaç duyarsınız. Pi sayısı, bir dairenin çevresinin ve çapının
oraNTılanmasıyla çıkan ve sayıların düz olmasından kaynaklanan hata-
dır. Geometrik bir eğriliktedir. Eğri bir şeyin ölçümünde bu hata, sayıların
düzlüğünden kaynaklanan hatayı Pİ ile giderir.
ZİHİN
Zihin ve lahit olmak üzere iki farklı şey, aynı ortamın içinde ve yapısal
olarak farklı biçimlerde ve yerlerdedir. “O” zamiri ile işaret edilen yerin
125
insandaki karşılığı, “o” ortamının tümüdür. Fakat “o”, öteyi, orayı, nesne-
yi ya da kişiyi işaret etmeden önce onların “geri”sini işaret eder. “Öte”nin
ve “beri”nin dışında üçüncü bir “yer” olan “ger”i, şeylerin taslağıyla ilgi-
lenir, “geri”siyle ve gerekçesiyle. Dil kendini “geri”ye doğru kurar dedi-
ğim yer bu “ger-i”dir. Geniş bir zamana karşılık gelen “-er” köksesinin y’
değingesi ile oluşturduğu “y’er”i anlarsanız, g’ değingesi ile oluşturdu-
ğu “g’er”i de anlarsınız. Bilen bilir burada ger’ilimle oluşmuş bir zemin
vardır, ger’çeklik zemini. Onun gevşemesi gerçeklik algısının dağılma-
sına, dilin çökmeye yüz tutmasına, düşüncenin işlememesine, bilincin
parçalanmaya başlamasına neden olur. ORA öte, BURA beri’dir fakat
biz bu ikisinden de önce bunların geri’si ile karşılaşırız. Bütün işaretler
önce, dilin kurulduğu bu geri’ye gider. İnsan uzun zaman, gerçeği, ge-
ri’deki taslak üzerinden kavrar. Öklidyen bir geometrinin işlediği bu yer
(ger), gerilimle örülmüş düz bir satha sahiptir. Zeminin düzlüğü eğri
şeyleri kavranamaz kılar fakat aşırı zorlanmış kavrayış ya da bu gerili-
min taşıyamayacağı ağır bir yük çöküntüye ve zeminin bükülmesine
neden olur, bunun örneğini Dehr Kavrayışları’nda görebilirsiniz. Dil
kendini geri’de olan bu düz zeminde kurar ve dilin gramatik tutarlılı-
ğından önce geometrik tutarlılığı bu zemin nedeniyle vardır.
LAHİT
C.G.Jung’un psişe kavramı ile öteyle psişik bulduğu bilinçdışı tanımı ile
benim Lahit ismiyle karşıladığım, zihnin gerilimli yüzeyinden taşan or-
tam benzerlik gösterir. “O”nun geri’si, gerilimli bir yüzey olan zihne, lahit
ise o yüzey dışında kalan ortamın tamamına karşılık olarak tanımlanmış-
tır. Lahit içinde, NT’li kelimelerin tümünün NT ile Türkçede değerli bir
126
yer bulmadan önceki hallerini taşır. Jung’un psişik bilinçdışısı ile lahtin
kendiliğindenliği ayrışır. Lahit, buluntu, kalıntı, döküntü, takıntı, saplantı, gö-
rüntü, beklenti, sızıntı, söylenti, çöküntü, kırıntı gibi varlıkların böyle biçim-
ler almamış oldukları yer, NT ile oluşabilecek varlıkların tümünün açığa
çıkma, görünme ve ilişme biçimlerinin potansiyelini taşır. Lahtin çalışma
ve öğütme biçimi rastgele ve kendiliğindendir. NT ile biçim kazanmamış
rastgele yığınların toplamı rastgelelikten bir ruh oluşturur. Burası Jung’un
psişe ile bilinçdışını ilişik gördüğü psişik’e benzer. İçerdiği herşey, bilin-
cin dikkatinden kaçan artık yapıların düzensiz ve sırasızca yığılmasıyla
oluşur. Yığın, Jung’un isabet ettiği şekliyle kişisel tarihi aşar. Lahit adını
vermemin nedeni de kişisel tarihi aşarak, “kendi içinde bir öte bile olsa”
ötelere erişecek bağıntıları kendiliğinden kurabilmesine atıfla, lahtin ya
da mezarın öteye açılan kapı olarak kullanılması nedeniyledir. Kendi için-
deki öteye açılan kapıdır, lahit. Lahit, ORAYA, ORA olan bir öteye değil,
dehrin içinde kalan bir öteye erişebilir. Lahtin ötesi “geri”nin ötesidir ki
tam da söz konusu zemin olan “geri”den taşan bir öteye sahiptir. Bilincin
kör noktası olan bu yer, dehrin içinde varlık bularak, kendi gerisine, geç-
mişine yaslanarak dehrin kalıntılarını, kırıntılarını yansıtır bir NT orma-
nıdır. Taşan görüntülerin, parlayan buluntuların, kalıntıların, tekrarlanan
takıntıların, saplantıların ve binlerce kendiliğinden yapının, binlerce yıllık
yığıntının lahitte tezahür etmesidir.
YIĞIN
127
artık parçalardan oluşan bu yığın bir çöplük gibidir. Kelimeler, imge-
ler parçalı düşünceler ve bu türden artık olan her şeyin kendiliğinden
toplanmasıdır. Bu şeyler kendi karışık ve rastgelelikleriyle hepsi aynı
zamanda bir diğeri de olan ortak bir ruh oluşturur. Günlük yaşantının
yüzeyini temiz tutmak için dışarılara doğru itilen, kavranamamış her
şeyin toplamı olarak varlık gösterir. Bilinçdışı çöplüğünün çöpleridir ve
tarihseldir. Yüzlerce yıldır kenara itilen, itelenen, süpürülen, orada öyle-
ce bırakılan üst üste yığılan şeylerin toplamıdır. Gerçek bir yere gitmek
isteyenler bu yığından geçmek zorundadır. Böyle bir çaba karşısında
yığın, kendi bulanık ruhuyla saldırmaktan, boğmaya çalışmaktan geri
durmayacaktır.
ÖREK
128
tır. Töre kelimesi ile ve Türkçe ruh anlamına gelen “yürek” kelimesiyle
ilişkisi de hesaba katılmıştır. Yani örek, mantık değildir. Klasik mantık
bilenler şunu bilir, bir önerme bir şeyi değilleyerek kendini kurmuşsa “o
şey değil olarak” kendi vardır. Durup dururken bir önerme kurayım
diye herhangi bir şeyi değilleyemezsiniz yani. Şey ile değillenen şey,
değil kelimesi ile ilişki içine sokulmuş olur. Böylelikle değillemek iste-
diğin şeyi değillememiş, bilakis onu diğer şeyle ilişki içine sokmuş olur-
sunuz. İki şey bir cümlede yan yana gelmişse birleştirilmişlerdir. Değil
şartı ile yan yana gelmişse değillik şartı ile birleştirilmişlerdir. Gerçi
klasik mantık böyle değildi bu dilin mantığıydı, RAR ilkesinin çalışma
biçimiydi. Buna göre “örek, mantık değildir” önermesi şu biçimi alır:
“örek sadece mantık değildir”.
RAR İLKESİ
129
için ölmesi şarttır. Klasik mantıkta “p, q değildir” önermesi dil mantı-
ğında “p, q değildir” cümlesidir ve 1 değerindedir. Klasik mantık “p, q
değildir” dediğinde, dil mantığı “zaten p, q değildir, p p’dir, q da q’dur”
der. Klasik mantık p ve q’yu değil ile birbirinden ayırarak “p, q değildir”
sonucuna varır. Dil mantığı öyle yapmaz, p, q ve değil’i bütünleyerek 1’e
eşitler ve “p, q değildir” şeklinde 1 bütün elde eder.
130