You are on page 1of 27

İMPARATORLUKTAN ULUS-DEVLETE RUMELİ’DE YAŞANAN

TÜRK GÖÇLERİ VE MUHACİRLİK SORUNU:1

A. Baran DURAL2- Bahriye ESELER3

Bu bölümde önce Osmanlı devletinden Balkanlara yapılan Türk göçlerine genel bir bakış
atılacak, ardından Rumeli'de yaşanan savaşlar ve kaybedilen topraklarla birlikte muhacirlerin, Türk
topraklarına geri dönüşleri irdelenecektir. 4

Giriş: Balkan Coğrafyasına Genel Bir Bakış

Balkan Yarımadası Avrupa kıtasının güneydoğusunda yer alan dağlık bir araziden
oluşmaktadır. Adını da bu bölgede yer alan Balkan Dağları’ndan almaktadır. Balkanların stratejik
önemi tartışılamayacak kadar büyüktür. Bunun temel nedenleri arasında bölgenin Avrupa'nın
Ortadoğu'yla sınırını imlemesi, dünyadaki hiyerarşi ve güç mücadelesinde Balkan topraklarının kendi
arasında dağılarak farklı kutuplara bölünmesi, etnik yığılmayla din unsuru gelmektedir. Yukarıda
sayılan nedenlerden özellikle din olgusunun altını çizen Şimşek, “Balkanlar İslâm ve Hristiyan
kültürlerinin de birleştiği yerlerden birisidir. Hristiyanlık, Boğazlar üzerinden Balkanlar’a ve oradan
da Avrupa kıtasına yayıldığı gibi, İslâmiyet de Anadolu ve Boğazlar üzerinden Balkanlar’a
yayılmıştır”(Şimşek, 2002:181) şeklinde görüş bildirmektedir. Hatta geçmişte Balkan coğrafyasında
yer yer yoğun yahudi nüfusa rastlanmaktaydı ki, bu anlamda, Balkan coğrafyasının, üç semavi din
açısından, önemli bir hinterlandı temsil ettiği söylenebilir.

Bir diğer açıdan bakıldığında ise farklı dinsel/etnik kökenlerden grupları bir arada tutmasına
bağlı olarak, bu coğrafyada ne etnik ne de dinsel anlamda hiçbir zaman tam bir barışın sağlanamadığı
görülmektedir. Dolayısıyla Balkan hinterlandı, ciddi anlamda çatışmalara, çekişmelere, savaşlara ve
göç dalgalarına sahne olmuştur. Tarihsel süreç içerisinde, Balkanlara Türk göçleri ilk olarak, Trakya
ve Makedonya’nın fethinden sonra yapılmaya başlanmıştır. Özellikle Aydın ve Karesi çevresinden on
bin kadar Türk’ün, bu dönemde, Balkan topraklarına göç ettirildiği göze çarpmaktadır. (Uzunçarşılı,
1988:157)

Rumeli’ye geçişten itibaren giderek bir Balkan İmparatorluğu’na dönüşen Osmanlı Devleti,
tüm imparatorlukların ortak rüyası olan “Roma misyonuna”, Balkan hinterlandında kurduğu ilişkiler
ağıyla ulaşmayı benimsemişti (Dural, 2013: 63-66). Merkezileşme süreçlerine azami özen gösteren
imparatorluk, Anadolu’nun içinde göçer durumda yaşayan Türk topluluklarını Balkan coğrafyasına
taşıyarak, hem Anadolu’da yerleşik hayata geçme zorluğu çeken Türk toplulukların sabit mekanda
iskan ettirilme sorununu çözümlemiş, hem de Balkan nüfusunu asgari askeri güç kullanarak, devlet
yapısıyla kaynaştırmayı başarmıştır. Ancak fetih ekonomisinin sona ermesinin ardından, Balkan
coğrafyasının Türk nüfuzundan “arındırılması” politikası, dönemin egemen devletlerince yürürlüğe
konmuş (Akşin, 2007:23-54), Rumeli’de iskana tabi tutulan Türk aileleri, kaybedilen her toprak
parçasıyla beraber, Türk topraklarına geri dönemeye, yani göç etmeye başlamışlardır. (Dural- Eseler,
2015:3)

Rumeli İskan Politikaları

Fetih politikalarıyla beraber, Balkanlara Türk göçünü hızlandıran bir diğer nedense
sürgünlerdi. Türk devletinin kolonileşme çabalarının sonucu olarak, Balkanlara yollanacak Türk
nüfusun belirleniminde iknaya bağlı yerleştirmenin yanısıra, Anadolu’nun içinde dağınık ve kayıtdışı
halde yaşayan göçer Türk unsurlarının, Batıda kazanılan topraklara sürülmesi yöntemi yoğun olarak
1
Gürsoy AKÇA- İkbal Vurucu editörlüğünde yayımlanan “Savaş ve Toplum: Savaş üzerine Yazılar”
kitabında yayımlanmıştır. Alıntılarda Konya Eğitim Yayınları tarafından basılan kitaba başvurulması
rica edilir. (yn)
2
TC Trakya Üniversitesi İİBF Kamu Yönetimi Bölümü Öğretim Üyesi
3
TC Trakya Üniversitesi SBE Kamu Yönetimi Yükseklisans
4
Metnin genelinde yer alan Balkan kelimesi, ilerleyen sayfalarda, Rumeli kelimesi ile eşanlamda
kullanılacaktır.

1
uygulanılmaktaydı. (Dural, 2013:65-80) Ayrıca Rumeli’ye geçen “kolonizatör Türk dervişleri”,
Balkan topraklarının Türkleşmesinde ciddi pay sahibiydiler. (Barkan: 7-18) Nitekim kolonizatör Türk
dervişleri, Rumeli’nin boş, hatta ıssız alanlarında medreseler- zaviyeler açarak, göçmen Türkleri söz
konusu medreselerin etrafında yerleşime teşvik etmişlerdir. Bu açıdan bu medreselerin varlığı,
Balkanlar’da Türk nüfusunu arttırıp, müslümanlığın yayılmasını sağlıyordu. (Halaçoğlu, 2006:3)

Sultan 1. Murad döneminde imparatorluk sınırlarının Vardar vadisine ulaştığı yıllarda, artık
Anadolu’dan Balkan topraklarına gönüllü göçler sıklaşmaya başlamıştır. Türk göçmenler, Balkan
topraklarında yerleşik yaşam kurup tarım- ticaretle uğraşmaya yönelmiş yani Rumeli’yi, tıpkı Anadolu
gibi, vatan saymaya başlamışlardır. Devletin Batıya doğru ilerleme politikasıyla uyuşan bu gelişmenin
ardından, Edirne’nin devletin yeni başkenti olarak belirlenmesi sürecin doğal uzantısını imliyordu.
(Küçük,2005:20)

Özellikle Üsküp, Manastır gibi Balkan şehirlerine ciddi yörük göçlerine rastlanmış, 1530
yılına gelindiğinde 50.000 yörük ailesinin Balkanlar’da iskan edildiği devlet kayıtlarına geçmiştir.
Yörüklerin Balkan topraklarının Türkleştirilmesi ve müslümanlaştırılmasındaki rollerinin yanısıra,
Anadolu'da dağınık halde yaşayan ve bu sebeple Osmanlı devletine ekonomik açıdan çok katkı
sağlamayan bu kesimin, kayıtlı vergi mükelleflerine dönüştürülmelerinin de üzerinde durulmalıdır.
(Küçük:20) Kimi kamu görevlerinde, kimi çitçi- hayvancı olarak istihdam edilen yörük kökenli
göçmen Türkler, ileriki dönemlerde çeşitli zanaatlerde de uzmanlaşmışlar, dönemin seri üretim
mekanizmasıyla içli-dışlı olup burjuva yaşam tarzın benimsemişlerdir. Özellikle, Anadolu'ya dönüşten
itibaren burjuva hayat nizamına alışan muhacirlerden, ülkede fazlasıyla gereksinim duyulan yerli
burjuvazinin oluşturulması projesi kapsamında yararlanılacaktır.

Balkanlarda İslamiyet'in yayılması Osmanlı Devletinin bölgedeki varlığını güçlendiren


etmenlerden olmuştur. Osmanlının dinsel ve etnik kimliklere, imparatorluk kuramının gerekleri
dolayısıyla, anlayışla yaklaşması, Arnavutların ve Boşnakların İslam dinini tercihleriyle neticelenmiş,
böylelikle devlet, Avrupa'daki topraklarında daha rahat hareket eder hale gelmiştir. Zaten Osmanlı
Devletinin Balkan topraklarında kendisini yeniden "güvensiz" hissetmesi, müslüman nüfusu
barındıran Arnavutluk'ta isyanın patlak vermesinin ardından gerçekleşecektir. (Öztuna, 2006:21)
Ancak Osmanlı İmparatorluğu'yla birlikte parçalanma ve işgale uğrama riskiyle bağımsız Arnavutluk
çatısı altında, kendi kaderiyle yüzleşme, seçenekleri arasında sıkışıp kalan Arnavut önderlerin, bu
kararı hayli zorlanarak aldıkları öne sürülebilir.

II. Viyana Bozgunu: Ricatın Başlangıcı

II. Viyana bozgununa dek, Osmanlı Devletinin Balkan topraklarında hızla güçlendiği, bu
dönemden sonra ise mevcut gücünü kaybetmeye başladığı söylenebilir. Bunun temel nedeni, yeni
buluşlar/ keşiflerin ardından kendisini dayatan dönemin küreselleşme sürecinin gereklerini yerine
getiremeyen, kapitalist piyasa şartlarını toprakları üzerinde kurup yaşatacak olanağa sahip
bulunmayan, imparatorluğun, dünyanın yeni paylaşım savaşında, artık bir "paylaşan" olarak değil de,
"paylaşılan" olarak öne çıkmasıdır. 1699'da imzalanan Karlofça Anlaşması'yla beraber Türklerin
Avrupa'dan tasfiye süreci adım adım gerçekleşirken, bunun Balkan coğrafyasındaki olağan sonucu,
19. yüzyıl boyunca bölge uluslarının, Osmanlı'ya karşı isyan bayraklarını açmasıydı. İsyanlar kimi
zaman Rusya kimi zaman Avusturya- Macaristan kimi zamansa Avrupa'nın diğer devletlerince
desteklemekteydi. Farklı din- etnik gruba sahip olan toplumlar için yakalanan bu "desteklenme"
olanağı, kaçırılmaması gereken bir fırsattı. Nitekim bağımsızlığa giden yolda, Osmanlı devletiyle
hesaplaşıp kendi tarihsel özgürleşme süreçlerini yazan toplumlar, çağın gereklerine uyum sağlayarak
Balkan komitacılığını birbiri ardına başlatanlar olacaktı. (Öztuna:21) II. Viyana bozgunu ve ardından
yaşananların Türklerin Balkan macerası açısından "milat" teşkil ettiğini savunan Çiçek, bozgunun
Osmanlı'nın sadece Avrupa'daki makus talihine değil, bir bütün olarak gerileme- çöküş devrine etki
ettiğini kaydederek, şu hususların altını çiziyor:

"Viyana Kuşatması sonrasında 'Osmanlı'yı Avrupa'dan atmak' çağı geldiğine kanaat getiren
Papanın teşvikleriyle bir Avrupa-Hristiyan Birliği oluşturuldu. O tarihe kadar böyle bir sevinci
yaşamayan Avrupalılar, zaferlerini birlik ve beraberliklerine bağladılar. Papanın Osmanlılara karşı

2
barıştırdığı Leh kralı ve Avusturya İmparatoru'na, 1684 yılında Venedik üçüncü ortak olarak katıldı.
Yüzyılın sonlarında, savaşın bitmesine yakın da Rusya bu birliğe girdi ve bu devletler aralarındaki
anlaşmazlıkları bir kenara bırakarak birbiri ardından Osmanlı topraklarına topyekun bir savaş
başlattılar. Viyana bozgunundan sonra 1699 yılına kadar dört cephede süren bu savaşlar Osmanlı'nın
Avrupa'daki yenilmez imajını tamamen sildi.

Karlofça anlaşması Osmanlı İmparatorluğu'nun içişlerinde de önemli gelişmelere yol


açmıştır. Ülkenin ekonomik kaynakları ile birlikte moral kaynağı da yok olmuş, yüzyıllardır
geliştirilen ve insanlara telkin edilen Müslümanların hakim millet olduğu olgusu zedelenmiştir. Bu
sosyo-psikolojik değişim, İmparatorluğun kötüye giden işlerini düzeltmenin yolunun klasik düzeni
tesis etmekle mümkün olacağı şeklindeki düşüncenin yıkılmasına yol açmıştır. Artık Osmanlı
ıslahatları kendi iç dinamiklerinden çok Avrupa ilham alınarak yapılmaya çalışılacaktır. Bu ise
Avrupa'yı tanımak ve onların tecrübelerinden yararlanmakla, dışarıya seyahatlerin yoğunlaşmasına,
daha fazla elçilik heyetleri gönderilmesine, yabancı teknisyen ve uzmanların ülkeye davet edilerek
reformların planlanmasında kullanılmalarına yol açmıştır. Bir dizi 'inişler ve çıkışlar' yaşasa da artık
reform/yenileşme hareketleri Osmanlı toplum ve siyasi hayatında ön plana çıkmıştır. ... Kuşkusuz,
siyasi olarak da 1699 önemli bir tarihtir. Bu önem, sadece büyük toprak kayıpları ile de ilgili
değildir. Elbette Viyana'yı kuşattığında en geniş sınırlarına ulaşmış bir Osmanlı vardı. Karlofça'da
topraklarının bir kısmını bırakan da Osmanlı idi. Ama asıl önemlisi savaş meydanında yitirilen moral
ve 'millet-i hakime' duygusuna vurulan darbeydi. Şartlar değişmiş, taleplerini savaş meydanında
rakiplerine kabul ettiren ve müzakere nedir bilmeyen Osmanlı İmparatorluğu, 75 oturumda koşulları
müzakere eden bir devlet haline gelmişti. Yüzyılın başında verdiği tavizlerle Avusturya İmparatoruna
'Roma Çasarı' şeklinde hitap etmeyi kabul eden Osmanlılar için, Macaristan ve Tuna boylarının kaybı
Osmanlı dış siyaseti ve diplomasisinde yeni bir dönemin başlangıcı olacaktır." (Çiçek,2015)

II. Viyana bozgunu- Karlofça'yla içine girilen girdabın üzerinden yaklaşık 150 yıl geçtiğinde,
Yunanistan'ın 24 Nisan 1830'da gelen bağımsızlığı, Rumeli’nin yakın tarihinin yeniden yazılacağını
ortaya koyan gelişme oldu. Söz konusu gelişme, Balkanlar'daki Türk varlığına onulmaz bir darbe
indirmişti. Böylelikle Osmanlı devletinin, "imparatorluk" stratejisinin omurgasını oluşturan,
"Müslüman Roma" ya da "III. Roma" politikası fiilen iflas etmiş, Osmanlı'nın Batı'yla tarihsel rabıtası
kopmuş oldu.

Balkan Savaşlarının Öncesi

1774 yılında Küçük Kaynarca Anlaşmasıyla Rusya’nın Balkan Slavlarıyla daha sıkı ilişkiler
kurmaya başlaması, bölgedeki Türk varlığını tehdit eden gelişmeler zincirine bir halka daha ekler.
Rusya’nın bölgeyle ilgilenmesi, Avrupa’nın diğer büyük devletlerinin aksine, ticaret odaklı bir süreci
değil, din- siyaset temelli bir ilişkiyi imlemektedir. Osmanlı Devleti’ne nazaran daha başarılı bir
modernleşme seyri geçiren Rus Çarlığının, devlet yapısında gözlemlenen iyileşmeye paralel olarak,
Slav kökenli topluluklara el atıp, Balkanlarda yükselen Slav milliyetçiliği ve ulusal tutkularla kendi
politikalarını düşümdeşleştirdiği bu dönemde, Slav milliyetçiliği, kanlı Balkan komitacılığıyla etnik
mücadeleyi inşa fırsatı bulmuştur. (Nayır, 1993:5)

Ortaylı Balkanlarda yaşanan yeni ittifakın nedenini, şu sözlerle açıklamaktadır. “Rusya için
Bulgarlar ve Sırplar önemlidir. Avusturya-Almanya’ya Sloven ve Hırvat; Türklere Arnavut ve Boşnak
her zaman daha yakındır. Bunların içinde Rusya ve Türkiye’nin yaptığı tasnifin kendilerine göre bir
nedeni var ve bir ölçüde gerçeğe dayanıyor. Balkanların önemli bir kısmının dindaşı ve ırkdaşı
Rusya’dır. Bir kısmının dindaşı da Türkler.” (Ortaylı, 2015:16) Ortaylı, Balkanlarda yaşanan bu
durumu, bir tür Slav-Türk savaşı olarak değerlendirerek etnik- dinsel çatışma fikrini önplana
çıkarmaktadır.

Ancak Balkan Savaşları’nı önselleyen süreçler de vardır. Zira Osmanlı Devleti’nin


Rumeli’de karşılaştığı ilk büyük yenilgi, 1877-78 yıllarında meydana gelen Osmanlı-Rus Harbi
neticesindedir. Rumi 1293 senesinde olması sebebiyle tarihimize “93 Harbi” olarak geçen bu savaş,
büyük çapta bir Müslüman kıyımına sebep olmuş (Çavuşoğlu, 2010) ve işgal altına giren bölgelerin
halkının önemli bir kısmının muhacir konumuna düşmesiyle sonuçlanmıştır. “93 Osmanlı-Rus

3
Harbi” neticesinde yuvalarını terk ederek, başka bölgelere göç etmek zorunda kalan muhacir miktarı,
1.253.500 kişi olarak gösterilir. (Taşkın,2008:4-9)

Rus Harbi ya da “Koca Bozgun”

Osmanlı-Rus harbindeki en önemli problemlerden biri de yığınlar halindeki muhacirlerin


kaçmak için demiryolunu kullanmalarıydı. Muhacirler cepheye asker ve malzeme taşımada
kullanılacak tren vagonlarını can havliyle doldurmaları, cepheye lojistik destek verilmesini akamete
uğratmıştı. (Çavuşoğlu, 2010) Demirtaş’ın verdiği rakamlara göre 93 Harbi’nden sonra, Osmanlı
topraklarına kaçmayı başaran muhacir sayısı 694 bin 67 olup, bunların 130 bin kişilik bir grubu
Selanik şehrine yerleştirilmiştir. Selanik’i İstanbul ve Kosova izlenmiştir. (Demirtaş, 2009: 226-228)
Savaş öncesi Tuna ve Edirne vilayetlerinde yaşayan Müslüman nüfus toplam 1 milyon 500 bin
civarındadır. 93 Harbi sırasında karşılaşılan sonuçların en korkuncu, bu savaşta 261 bin 937 kişi, yani
eski nüfusun yüzde 17’sinin yaşamını yitirmesidir. İşte bu yüzden “93 Harbi”, Türkiye’ye yerleşen
göçmenler arasında, “Koca Bozgun” olarak nitelendirilir. (Dural,2012: 120-132)

Osmanlı-Rus harbinde muhacirlerin uğradığı bu büyük felakete, sadece Rodoplar


bölgesindeki Müslümanlar organize olarak direnebilmişler ve bölgeye Rus- Bulgar güçlerini yıllarca
sokmamışlardır. Bu direnişçiler Batı Trakya bölgesinde ilk geçici Türk hükümetini kurmuştu.
Rodoplular Paris Antlaşmasını imzalayan devletlerin İstanbul’daki elçilerine göndermiş oldukları
muhtırada, bölgeyi Bulgaristan’a bırakan Ayastefanos Antlaşmasını protesto ettikten sonra, ahalisinin
tamamı Türk- Müslüman olan bölgeye, ayrıca 100 bin civarında muhacir sığındığını iletmişlerdi. Bu
arada yerel Türk liderlik, Rodop müslümanlarının kendilerini savunmak için silaha sarılmak
mecburiyetinde kaldıklarını dünya kamuoyuna duyurmaktan geri kalmamıştı.5

Rumeli’de, 93 Harbi sonrasında müslümanlar, Bulgaristan ve Sırbistan elinde kalan


bölgelerden ayrılarak, Kosova, Manastır, Selanik gibi vilayetlere yerleştirilmişler, İmparatorluğun
diğer bölgelerindeki müslümanların bir kısmı da Bulgaristan ve Doğu Rumeli’ye göçmüştü. Balkan
Harbi’nde Osmanlı Devletini en çok zorlayan devlet olan Bulgaristan, 1878’de Berlin Antlaşması ile
özerkliğini kazanmış ve 1885’te Doğu Rumeli vilayetini kendi topraklarına katmıştı. II. Meşrutiyet
sonrasında 5 Ekim 1908’de bağımsızlığını ilan eden Bulgaristan’a, Osmanlı Devleti protestonun
ötesinde bir tepki gösteremedi. Bulgaristan’ın Türklerin elinden çıkmasını, Osmanlı topraklarından
ayrılan diğer ülkelerden farklı biçimde değerlendirmek gerekir. Çünkü Bulgaristan’ın bağımsızlığı
Balkanların artık Türk yönetiminden çıktığının en belirgin göstergesi olmuştur. İleriki dönemde
gözlemlenecek Balkanların topyekun kaybı, Osmanlı’nın imparatorluk misyonunu ortadan
kaldıracaktır. Balkan milletleri ise unuttukları- asırlar öncesinde kalmış problemlerine geri dönecekler
ve imparatorluğun diğer toprakları gibi bu bölgede de, “Osmanlı barışı”, Türk egemenliğiyle birlikte
ortadan kalkmış olacaktır. (Ağanoğlu, 2001:33-38)

Balkanlardaki Türk hakimiyetini kırmada Rusların ciddi anlamda payı olmuştur. Özellikle
Bulgaristan ve Sırbistan arasında arabuluculuk faaliyetleri yürüten Rus yönetimi, .1912 yılında,
taraflardan herhangi birinin Osmanlı’yla savaşa tutuştuğu takdirde, diğerinin yardımını öngören bir
ittifak anlaşması imzalanmasını sağladı. (Halaçoğlu,1995:13) Slav toplulukların birliğini pekiştiren
“Kiliseler Kanunu”nun çıkışı, 1910 sonrasında kanuna tepki gösteren Fener- Rum Patrikhanesi ile
İttihat Terakki Partisi’nin birbirine yakınlaştırırken, Rumeli’de Slav topluluklar arasındaki kilise
hakimiyeti mücadelesini sona erdirerek, dinsel bağları kuvvetlendirecekti. Kanuna göre, "İhtilaflı
kilise, mektep ve mukaddes yerlerde hangi unsurun nüfusu çok ise ona aittir" esasını kabul ediliyordu.
(Balkan Harbi, 2015) (Kerimoğlu, 2007:5-8)

Slav İttifakı’ndan Arnavut İsyanına

Tüm bu gelişmeler Slav toplulukları arasında birlik havası estirirken, tarafların Osmanlı’ya
karşı kalkışma hususunda görüşmeler biraraya gelmeleri gecikmedi. Slav önderlikler, o ana dek
5
Bu konuda ayrıntılı bilgi için Rumeli Balkan Derneği’nin sanalağ sitesinde verilen bilgilere bakılabilir.
(yn.)

4
kendilerine mesafeyle yaklaşan Yunanistan’ı da aralarına katmak için harekete geçti. Temmuz
ortalarında Bulgaristan Başbakanı Gusov, Sofya'da Yunan elçi ile görüşerek, "Türkler en zayıf
dönemlerini yaşıyorlar. Yunan parlamentosu, Giritli milletvekillerini adanın temsilcileri olarak kabul
etsin. Böylece Türkleri tahrik etmiş oluruz. Savaşı onların başlatması bizim işimizi kolaylaştırır"
demişti. Bulgar Genelkurmay Başkanı General Fitsef ise: "Bulgaristan, Sırp ve Karadağlılarla
birlikte Türklere karşı savaşmaya kararlıdır. Bu savaşa 500.000 asker, 1.500 top ile başlayacağız.
Türklerin 300.000 asker ve 850 topları var. Bulgar askerleri Meriç'te toplanıp Türk topraklarına
saldıracaklar” öngörüsüyle toplantılara etkide bulunmuştu. (Balcı,2006:34) 1912’de Karadağ-
Sırbistan ittifakı bölgenin en küçük ama ateşli devleti Karadağ’ın, Osmanlı’ya karşı savaşa
tereddütsüz katılacağını gözler önüne seriyordu. İttifak görüşmeleri devam ederken, özellikle Bulgar
ve Sırp komitacıların ön ayak olduğu kanlı tedhiş- kalkışma faaliyetleri, hem Türk askeri varlığının
hem de devlet düzeninin giderek daha artan düzeyde sorgulanmasına yol açıyordu. Aynı yıl
Arnavutların Üsküp’ü işgal etmesiyle bölge patlamaya hazır volkana dönüşüyordu. (Armaoğlu,
1997:337) Bu arada bir süredir Osmanlı devletini meşgul eden Trablusgarp Savaşı, İtalya’nın Ege
Denizini ablukaya alması, 12 adayı işgaliyle birleşince, Balkanların savunulmasını daha
zorlaştırıyordu.

Özellikle Arnavut isyanının patlak vermesi, Osmanlı devleti açısından beklenen fakat
hazmedilmesi güç gelişmelerdendi. Türkler Balkanları fethederken müslümanlaşan Arnavut ve
Boşnak toplumlarının devlete bağlılığı, Rumeli topraklarının Osmanlı barışı altında yaşadığını
tanıtlayan en önemli unsurlardandı. Zira bu iki toplum ve onların önderlikleriyle din ekseninde inşa
edilen doğal ittifak, “pax Ottomanica”nın sadece baskı ve zora değil, oydaşmaya da dayandığının
güçlü belgesiydi. Son ana dek Osmanlı devletiyle hareket eden Arnavut önderlerin, sopalı seçimlerde
aldıkları sonuç, Arnavutluğun “kendi kaderini tayin hakkı”nı kullanacağının göstergesiydi. Ya
Osmanlı ile kalıp, Osmanlı devletinin olası bir paylaşılma sürecinde onunla kader birliği etme ya da
küçük ama bağımsız bir devlet olarak, kendi şansını denemek seçenekleri uzamında bir tercih yapan
Arnavut önderlerin isyanının faturası, bu nedenle beklenenin çok üzerinde etki yapmıştı. Bu arada
Balkanlarda Osmanlı’ya “ıslahat” baskısında bulunan Rusya ve diğer güç odaklarının ısrarıyla
bunalan Osmanlı devleti, Rumeli’de konuşlanan 75 bin askerini terhise zorlanmıştı. Sonuçta 30 Eylül
1912’ de Balkan devletlerinin seferberlik ilan etmesiyle, Balkan Savaşları, adeta yaklaşan I. Dünya
Savaşı’nın küçük ölçekli bir prototipi olarak patlak verdi. (Bıyıkoğlu, 1987:64) 8 Ekim 1912 tarihine
gelindiğinde ilk olarak Karadağ, Osmanlı Devletine Savaş açarak I. Balkan Savaşı’nı başlatır. 13
Ekim’e gelindiğinde ise diğer Balkan Devletleri, Osmanlı Devletine çeşitli talepleri içeren bir nota
sunmuştur. Notada dile getirilen aşağıdaki taleplerin ağırlığı, Balkan coğrafyasında çatışmasız çözüm
beklentisini sona erdirmiştir:

“1) Rumeli’ye özerklik verilmesi ve illerin milli nüfuslara göre ayrılması,


2) Rumeli’den yapılacak olan ıslahatların sınırlarının, Balkan devletleri tarafından
belirlenmesi ve Büyük devletlerin garantörlüğü- yönlendirmelerine ayak direnilmemesi.
3) Balkanlardaki Hristiyan toplulukların kendi topraklarında ve kendi milliyetlerinden
komutanların emri altında askerlik hizmeti yapmaları. Etnik grupların komuta kademesi oluşturulana
dek, Hristiyan toplulukların askerlik hizmetinden muaf tutulmaları.” (Tuğlacı,1984:105)

Aslında taleplerin kabul edilmeyeceği çok önceden biliniyordu hatta müttefik Balkan
ülkeleri, notayı; uluslararası hukuk kurallarında son adım atılsın ve Osmanlı devletine savaşın içine
çekilmekten başka şans kalmasın diye vermişlerdi. Beklendiği gibi Osmanlı yönetimi bu talepleri
reddedince, I. Balkan Harbi başladı.

I. Balkan Savaşı

En küçük Balkan devleti Karadağ’ın, Kuzey Arnavutluk ve Yeni Pazar’a girmesiyle beklenen
savaş patlak verdi. (Dündar, 2002:23) 10 Ekim 1912’de Avusturya- Macaristan, Rusya, İngiltere ve
Fransa Osmanlı Devletine bir nota ileterek; büyük devletlerin, Berlin Anlaşması’nın 23. Maddesi’ne
göre idari reformları üstlenmeye hazır olduklarını, Osmanlı devletinin toprak bütünlüğünün
korunacağını duyurdular. (Erim, 1953;449) Ne var ki bu açıklama, Balkan devletlerine engel olmadı
ve 17 Ekim 1912 günü Bulgaristan, Sırbistan, iki gün sonraysa, Yunanistan savaşa katıldı. Bunun

5
üzerine Osmanlı Devleti de, bu devletlere karşı savaş ilan etti. (Toprak, 2002:47) Dönemin
şahitlerinden Ahmet Mesut Okar anılarında Mehmet Ali Okar’a, Balkan savaşı öncesindeki askeri
durumu, şu şekilde analiz etmektedir:” Bak Mehmet Ali bu kırmızı ile gördüğün 75 bin kusür rakamı
bizim asker ve silah kuvvetimizdir. Beri yanda gördüğün 135 bin rakamı da Sırpların kuvvetidir.
Bunun altındaki 30 bin rakamı da Bulgarların bize, yani garp cephesine sevk ettikleri kuvvettir. Bu
hesabın haricinde Yunan ve Karadağ kuvvetleri de vardır.” (Okar, 2013:211)

Devletin en uzun “yüzyılında” patlak veren Balkan Savaşları’nda tarafların demografik


analizini çıkaran Halaçoğlu, “Savaşan taraflardan Osmanlı Devleti'nin toplam nüfusu 23.806.000,
Balkan Devletleri'ninki ise 10.167.000 kişi idi. Ancak Osmanlı Devleti'nin nüfusu Anadolu ve
Arabistan'a kadar uzanan geniş topraklar üzerinde yayılıyor, bunun da ancak 15 milyon kadarından
asker alınabiliyordu. Bu sebeple Balkanlarda ancak 450.000 kişilik Türk ordusu bulunmasına
karşılık, 510.000 kişilik Balkan Devletleri ordusu vardı. Alemdar Gazetesi'nde yer alan bir habere
göre Osmanlı ordusu sayısı en fazla 415.000 kişi idi” diye konuşmaktadır. (Halaçoğlu:15) Türk-
Bulgar Savaşı Kırklareli’nin doğusunda başladığında, kötü hava koşulları Bulgarların lehineydi. Zira
olumsuz hava şartları, Osmanlı devletini bölgeye asker sevkiyatına ciddi oranda azaltıyordu. Sevk
işlemi tamamlanan askeri birlikler ya çatışmalar sona erdikten ya da savaşın en can alıcı kısımları
tamamlandıktan sonra mevzilere ulaşabiliyorlardı. Bölgede muhaberat- haberleşme şansı neredeyse
imkansızdı. Bu nedenle fazla kayıp vermeden geri çekilmek en doğru karar olarak görüldü. Nüzhet
durumu, “Doğu ordusu, doğu cephesinde Bulgarlar karşısında kısa zamanda bozguna uğramış, 22-23
Ekim 1912'de Kırkkilise (Kırklareli) muharebesinin de kaybedilmesiyle Lüleburgaz'a çekilmişti”
(Nüzhet,1987:26) şeklinde özetliyor.

Büyük devletler savaşın başlangıcında Osmanlı Devleti’nin ilk etapta gerilemesinin tabii
olduğunu, ancak; ilerleyen safhalarda Türk birliklerinin bölge hakimiyetini sağlayacağına, en azından
kilit bölgelerde çatışmaları kilitleyerek, rakiplerini, masaya oturmaya zorlayacağına inanıyorlardı.
Osmanlı toprak bütünlüğünün büyük (emperyalist) güçlerce onanmasının yegane sebebi buydu.
Balkanların milliyetçi- küçük devletlerine fazla taviz verilip bölgesel pazarın parçalanmaması,
üzerinde fikir birliğine varan bu emperyalist Avrupa devletleri, savaşın başarıda bir öngörüde
bulunarak, inisiyatif almayı kararlaştırmışlardı ama küçük- milliyetçi devletlerin, savaşın her
aşamasında deyim yerindeyse Türk kuvvetlerini, “evire- çevire” mağlubiyete uğratmaları, sonuçları
II. Dünya Savaşına dek uzanacak bir çözümsüzlüğü gündeme taşımıştı. Nitekim Kırklareli
Savaşı’ndan sonra Osmanlı birliklerinin, Bulgar güçleri önünde Lüleburgaz’da da çok kısa süre içinde
pes etmeleri, Türk ordusunda başgösteren yiyecek- savaş malzemesi sıkıntısıyla birleşince, savaşın
rengi kendini çabuk göstermişti.

Doğu ordusu Kırklareli ve Lüleburgaz’dan Çatalca önlerine kadar çekilmişti. Çatalca, tıpkı
Çanakkale- Gelibolu Hattı gibi İstanbul’un savunulmasında kilit noktalardan biriydi. Ordu Çatalca’da
Bulgar kuvvetleri karşısında tutunamazsa, İstanbul’un savunulmasındaki son Türk direngi noktası
olan Yeşilköy’e çekilecek ve umutsuz bir direnişe girişecekti. (Armaoğlu: 669) Ne var ki, Türk ordusu
Çatalca’da direndi. En az Türk ordusu kadar ağır kayıplara uğrayan Bulgar kuvveletri, kralın emriyle
son kez İstanbul’u almak için yüklendiyse de, geri püskürtüldü. Bu hatta yapılan çatışmalarda Türk
tarafının kaybı 1300 civarında seyrederken, Bulgar kayıpları 10 binin üzerine çıkmıştı. (Artuç: 150-
166)

Bulgarların zorlandığı bir başka nokta ise Edirne’ydi. Edirne gerek Osmanlı’nın eski başkenti
gerek Türklerin Rumeli topraklarındaki en güvendikleri istinat noktalarından biri olması gerekse
Bulgar planlarına göre herhangi bir savaşta, Türklerden alınması muhtemel en son nokta şeklinde
belirlenmesi, Edirne savunmasını savaşın kritik eşiklerinden biri haline getiriyordu. Çelen, Edirne’nin
önemini, “Edirne Türkler ve Bulgarlar için askeri bakımdan çok önemli meskun bir mahaldi. Meriç,
Tunca ve Arda suyolları ve vadilerinin birleştiği bir yerdeydi. Bulgaristan ile Anadolu’yu bağlayan
demiryolu hattı ve karayolları burada noktalanıyordu. Ayrıca bu serhat şehri, Balkanlar ve Anadolu
yolları üzerin deki önemli yeri ile her zaman dikkat çekiyordu” (Çelen, 2014:302) şeklinde ifade
ediyor.

6
Uzun müdafaa döneminde tutulan kayıtlara bakıldığında, koşulların ağırlığı dikkat çekiyordu.
Edirne’de bir yandan kolera salgını ve açlık, diğer yandan daha önce Balkanlar’da tutunamayarak bu
şehre sığınmış muhacirlerin yaşadığı psikolojik travma, savunmanın direncini her açıdan kırar
nitelikteydi. Bu zor günlerde Edirne’nin kendisini bekleyen kesin sona rağmen kahramanca
direnişinin ardında, cephede savaşan askerlerin mücadelesinin yanısıra şehrin güvenliğini kontrol eden
ve en amansız günlerde dahi iç kalkışma ihtimalini tamamen ortadan kaldıran Şükrü Paşa’nın, halka
kurduğu ontolojik ilişki önemli pay sahibiydi. Savunma hattını kırıp şehre girmeye çalışan Bulgar
ordusunun Türk mevzileri ve şehrin sokaklarına bıraktığı propaganda kağıtlarının üzerinde, “Doğu
ordunuz İstanbul’a çekildi. Ordunuzda bulaşıcı hastalık çıktı, Yaver Paşa 10.000 kişiyle esir edildi.
Direnmenin bir yararı yok şehri teslim ediniz”(Çelen:305) mesajı inandırıcı bir dille yinelenirken,
İstanbul’dan kente ulaşan, “Direnin” çığlığı, daha etkili oluyordu. (Durukan, 2013: 326-408)
Edirne’nin Türk ve Yahudi topluluklarının, İstanbul’dan bir destek gelmeyeceğini çok iyi bilmelerine
karşın, başkentin taleplerine sıkı sıkıya sarılmaları, devlet- halk oydaşması ve Türklerle Yahudiler
arasında oluşturulan “tarihsel blok”un somut örnekleri olarak tarihe geçiyordu. Hatta aynı dönemde
şehrin müdafaasında çeşitli kahramanlıklar gösteren Yahudilerin çektiği acılar için ağıtlar yakılmış,
Trakya illerinde bu ağıtlar yıllarca kulaktan kulağa yayılmıştı. (Korucu, 2014)

Bulgar birlikleri, Çatalca’dan ilerleyemeyince, rotayı 21 Ocak 1912’de tekrar Edirne’ye


çevirdiler. Edirne, Şükrü Paşa ve kenti himaye eden ağır topçu birliği tarafından büyük kayıplara
rağmen direniyordu. (Çağan,1993:200) 24 Mart’ta Bulgar orduları, tüm kuvvetiyle Edirne’ye yüklendi
ve 26 Mart’ta Edirne teslim olmak zorunda kaldı. O gün, Edirne’nin teslimini yaşayanlarca tarihe
şöyle not düşülecekti: “Bu sırada şehirde büyük bir insan kalabalığı toplanmıştı. Cephelerden kalan
ve terhis edilerek gelen erler meydanda, sokak aralarında grup grup toplanmışlar bir kısmı da
disiplinsiz bazı hareketler göstermekteydi. Şehirde bulunan Hıristyan halksa, Türkün kötü gününü
sevinçle karşılıyordu. Artık öç alma zamanı gelip çatmıştı. Hemen işe başladılar. Türk mahallelerine
hücum ederek mala, cana ve ırza saldırdılar. Bu mahallerin dar sokaklarından zaman zaman kadın
çığlıkları ve iniltiler işitiliyordu. Kıyık mahallesinde bulunan komutan evi talan edilmişti.”
(Çelen,2014:307)

Öte yandan Batı ordusunda da durum fazla içacıcı değildir. Batı ordusunun oluşturan
askerlerin önemli bölümü savaş öncesinde terhis edildiğinden, Türk komuta heyeti bölgede yeterli
direnci gösteremiyor, Arnavutların yoğun olarak yaşadığı birimlerde, Müslüman- Arnavut
önderliğinin bağımsızlık kararı sebebiyle yerel halktan destek alınamıyordu. Üstelik Gazi Ahmet
Muhtar Paşa hükümetinin, Balkanlar’da konuşlandırılan teçhizatlı- eğitimli birliklerden bir kısmını,
savaşın hemen öncesinde Yemen’e göndermesi, Batı Ordusu’nu zayıflatan etkin nedendi. (Artuç, 182)
Batı ordusunun müşkül vaziyetinden yararlanan Sırp birlikleri, 20 Ekim’de Priştine’yi düşürüp
Karadağ ve Bulgar kuvvetleriyle birleştiler. Daha sonra bölgedeki hareketliliğe Yunanistan da
katılınca, Türk Ordusu’nun mağlubiyeti kesinleşmiş oldu. 23- 24 Ekim de Kumanova’da Türk
ordusunun yenilip geri çekilmesiyle, Sırp birlikleri Üsküp’e girdi. Anılarında Batı ordusunun
durumunu değerlendiren Okar’ın tespitleri, durumun vahametini gözler önüne serer niteliktedir: “Biz
Bekir’in karargahına giderken dört asker bir hendek içerisinde oturmuşlar, sessiz sedasız
duruyorlardı. Bu Mehmetlere selam verdik, burada niçin oturduklarını sorduk ‘Ecelimizi bekliyoruz’
dediler. Hakikaten de bunlar hendek içerisinde ecellerinde başka ne bekleyeceklerdi? Bu gibi halleri
göre göre alışmıştık. Garp ordusunun dağınık kalmış askerlerini doyurmak kudreti kimsede yoktu.”
(Okar,2015:255)

Tüm bu olumsuz haberlere, 8 Kasım 1912’de Yunan birliklerinin Selanik’e girişi izledi.
Selanik, stratejik konumuyla, hem Bulgar hem de Yunan devletinin hedefindeydi. Yunanlılar erken
davranarak Selanik’i ele geçirdi. Zaten Yunan Genelkurrnay’ı neredeyse savaşın tamamında
müttefiklerinden bağımsız davranarak, kendi ulusal hedeflerini gözetmiş, bu uğurda savaş alanının
dışına taşarak Bozcaada, Limni, Semadirek ve Taşoz adalarına asker çıkarıp, Girit’e asker çıkarmıştı.
Sonuçta Rumeli’nin önemli kısmı birkaç hafta gibi kısa bir süre içerisinde, Osmanlı Devleti’nin
elinden çıkmış, 28 Kasım 1912’de Arnavut önderler bağımsızlıklarını ilan etmişlerdi. I. Balkan
Savaşı, Osmanlı İmparatorluğu’nun Avrupa’daki varlığını tartışmalı hale getirmiş, devleti neredeyse
bir Asya emirliğine dönüştürüvermişti. Nitekim Türklerin “kerhen” tutunabildikleri Avrupa

7
topraklarından tamamıyla atılması siyaseti, ufukta beliren I. Dünya Savaşı ve Türk Kurtuluş
Mücadelesi boyunca da sürdürülecekti.

Londra Anlaşması

I. Balkan Savaşı’ndan sonra Bulgaristan ile 30 Mayıs 1913’te imzalanan Londra


Antlaşması’nın dikkat çeken maddeleri şöyle sıralanabilir:

1- Arnavutluk ile ilgili kararı büyük devletler alacak


2- Ege adaları ile ilgili kararlar yine büyük devletlerce saptanacak
3- Selanik, Güney Makedonya ve Girit Yunanistan’a bırakılacak
4- Orta ve Kuzey Makedonya Sırbistan’a bırakılacak
5- Osmanlı Devleti Midye- Enez hattının doğusuna çekilecek
6- Kavala, Dedeağaç ve Edirne ise Bulgaristan’a verilecek.

Peki, Osmanlı devletinin büyük hezimetiyle sonuçlanan Balkan Savaşları’nda mağlubiyeti


tetikleyen unsurlar neler olmuştu? Kemalist dönemin ünlü Genelkurmay Başkanı Fevzi Çakmak,
subaylığının ilk evresinin önemli kısmını, Enver Paşa gibi Rumeli’de çıkan isyanların bastırılmasıyla
geçirmiştir. Balkan Savaşları’nda görev alan, sonra uzun yıllar bu savaşları askeri bir aydın olarak
inceleyen Çakmak, Türk ordusunun başlangıçta cephane eksikliği çekmediğini, çoğu yerde düşman
güçleriyle başa baş kuvvetlerle karşılaşıldığını savunur. Türk ordusunun düşmanın birleşerek
güçlenmesine fırsat vermediği ana çok kötü yönetildiğini iddialarına ekleyen Çakmak, İstanbul’un
Balkan ordularının merkez komutanlığıyla koordinasyon sağlayamadığını, bölgeden alınan raporlara
aldırış etmeyerek, en hayati anlarda savunma görevi yerine getiren askeri birliklere sonuçsuz kalacağı
baştan belli “hücum” emirleri yağdırıldığını belirtir. Yapılan komuta değişikliklerinin sorunları daha
kötüleştirdiğini öne süren Çakmak, bu basiretsizliğin zamanla savaşan askerlerde moral bozukluğu,
inançsızlığa yol açtığını ileri sürer. (Çakmak,2012: 138-401) Orduyu güçlendirmesi için silah altına
alınan rediflerin ancak kale-içi ve korunaklı alanlarda işe yarayıp, Arnavut- Boşnak gönüllülerin açık
arazide saldırları göğüsleyemeyip bozulduklarına dikkat çeken Çakmak, kendi yurtlarını genişletmek
yolunda savaşta yer alan Yunan, Sırp ve Bulgar ordularının daha iyi teçhizatlı değil ama daha inançlı
olduklarını, bu ordulara komuta eden veliaht prens ve generallerin kendilerini gösterebilmek adına var
güçleriyle didindiklerini söyler.

Türk ordusunun yüzde 75 kayıpla ayrıldığı Balkan Savaşları’nda Karadağ’ın yüzde 45,
Bulgaristan’ın yüzde 35, Yunanistan’ın yüzde 25, Sırbistan’ınsa yüzde 20 kayıpla çıktığını anımsatan
Fevzi Çakmak, Balkan ordularının gerektiğinde yanıbaşlarındaki müttefiklerinin yardımına
koşmayarak ulusal güçlerini koruduklarını, böylelikle fazla kayıp vermediklerini öne sürer.
Bulgaristan’ın ikinci savaşta diğer Balkan ülkeleriyle harp etmek zorunda kaldığı, Karadağ’ın ise en
yetersiz kuvveti bünyesinde barındırmasına rağmen fazla açgözlü olması sebebiyle yüksek kayba
uğradığına değinen Çakmak, Balkan Savaşları’nın geleneksel Osmanlı askeri yönetim kademesinin
iflası anlamına geldiğini belirtir. (Çakmak:649- 651)

II. Balkan Savaşı

I. Balkan Savaşı’nın sonuçları Balkan ülkelerini memnun etmemiş taraflar daha fazla toprak
kazanmak ve/ veya kaybettiği toprakları geri almak için planlar yapmaya başlamışlardı. Yunanistan ve
Sırbistan, Osmanlı Makedonyası’nı kendi aralarında bölüşmek için gizli bir antlaşma yapmışlardı.
Makedonya’yı ele geçirmek isteyen ülkelerden biri de Yeşilköy Antlaşması’yla bu toprakların
kontrolünü ele geçiren, ancak Berlin Kongresi’yle bu bölge elinden alınan Bulgaristan’dı. Yunanistan
ve Sırbistan’ın ilk hamleyi yapıp Bulgaristan’a saldırmalarıyla II. Balkan Savaşı başlar. Osmanlı
imparatorluğu, Romanya ve Karadağ statükoyu değiştirmeyi amaçlayan Bulgaristan’ın karşısında
savaşa katılmışlardır. II. Balkan Savaşı Bulgaristan için tam bir hezimetle sonuçlanmıştır. Sofya
Hükümeti I. Balkan Savaşı’nda kazandıklarını da bu savaş sonunda yitirmiş, 1913’te imzalanan
Bükreş Antlaşmasıyla Edirne’yi Osmanlılara, Güney Dobruca’yı da Romanya’ya vermek zorunda
kalmıştır. (Coşkun, 2001:6)

8
II. Balkan Savaşı sonucunda Osmanlı devleti Balkan devletleriyle ayrı ayrı barış antlaşması
yapacaktı. Bu bağlamda Osmanlı Devleti’yle Bulgaristan arasında 29 Eylül 1913 tarihli İstanbul Barış
Antlaşması imzalanmıştır. Bu antlaşma sonuçları açısından Türk-Bulgar ilişkilerini derinden
etkilemiştir. Antlaşma, sınırların statüsünün belirlenmesinin yanı sıra, Osmanlı Devleti sınırları içinde
kalan Bulgarlar ile Bulgaristan sınırları içinde kalan Türk-müslüman ahaliye ilişkin, birtakım haklar
ve ayrıcalıklar getiriyordu. General Savof ile Talat Paşa’nın hazırladığı bu antlaşma temelde Bulgarlar
için Türk-Bulgar ittifakını hazırlayacak bir antlaşma olarak görülüyordu. (Turan, 2000:273)

Söz konusu anlaşmanın kritik önem arz eden maddeleri ise şu şekildedir: “Bulgaristan'a terk
edilecek arazide yaşayan Türkler dört yıl içinde Osmanlı sınırlarına göç edip etmeme hakkına sahip
olacaklardı. (Madde 2) Eğer göçmeye karar verirlerse mallarını satabilecekler, kalanlar ise,
Hristiyan komşuları gibi, sivil ve siyasî haklara sahip olacaklardı, (Madde3) Ayrıca burada kalan
Türkler her türlü din ve mezhep hürriyetine sahip olacaklar, okullarda devlet dili dışında eğitim-
öğretim Türkçe olacaktı. Bunlar müftü ve başmüfettişlerini kendileri seçecekler ve bunların maaşları
Bulgar hükümetince ödenecektir. Müftüler evlenme, boşanma, vasiyet, miras ve nafaka konularında
mutlaka karar yetkisini sahip olacaklar ve Bulgar makamları da bu kararları aynen uygulayacaktı.
Bunlardan başka Bulgarlar, Bulgaristan'daki Türklerin mülkiyet haklarına saygı gösterecek, zorunlu
olmadıkça kamulaştırmayacak, kamulaştırma halinde değerini peşin olarak ödeyecekti.” (Armaoğlu:
684)

Bu anlaşmanın hemen ardından Yunanistan’la anlaşma yoluna gidilmiştir. 14 Kasım 1913’de


imzalanan Atina Barış Anlaşması’na göre, Osmanlı Devleti Girit’i kesin olarak Yunanistan’a
bırakıyordu. (Erim, 1953: 477) Ayrıca “Güney Epir’i, Selanik’i, Makedonya’nın büyük bir bölümü ve
Ege Adalarının bir kısmını elde eden Yunanistan, topraklarını iki misline çıkarı”yordu. (Akalın,
2000:73) Sıra Sırbistan ile yapılacak anlaşmaya gelmişti. 13 Mart 1914 günü Sırbistan’la İstanbul’da
bir barış anlaşması imzalayan Osmanlı devleti, Rumeli’de aldığı hezimetten sonra Avrupa
devletlerince, “savunma reflekslerini yitirmiş devlet” şeklinde değerlendirilmeye başlanıyordu.
Balkan Savaşları’nın ardından bölgedeki demografik yapıda gözlenen değişiklikleri Halaçoğlu şöyle
değerlendirmektedir: “Son değişikliklere göre ise, Sırbistan ile Karadağ'a (sınırları henüz
çizilmemiş) 1.749.000 nüfus katılarak, iki devletin nüfusu % 56 oranında arttı. Böylece ikisinin
birlikte nüfusu 4.922.000 kişiye yaklaşmıştır. Yunanistan'ın nüfusu ise 2.632.000'den 4.777.000'e
çıkarak, % 81 oranında artmıştır. Bulgaristan ise, bir taraftan 633.000 nüfus kazandığı halde, diğer
taraftan (Dobruca'dan) 305.000 nüfus kaybettiğinden, nüfusu ancak 328.000 kadar artmıştır. Böylece
Bulgar nüfusu da % 7 arasında artarak, 4.657.000 kişiye ulaşmıştır.”(Halaçoğlu:26) Rakamlardan da
görüldüğü üzere Balkanlarda Osmanlı hakimiyeti son derece azalmış ve neredeyse kaybedilmiştir.
Avrupa topraklarının %83’ünü (Bu rakam 33 il ve 158 ilçeyi temsil etmektedir) ve nüfusunun
%69’unu kaybeden Osmanlı devleti, ciddi göç dalgalarını karşılamak zorunda kalmıştır.

Balkanlardan Türk Göçü: 93 Harbine Kadar

Genelde Rumeli’den Türk göçlerinin başlangıç tarihi olarak, 93 Harbi baz alınmaktadır.
1877-1878 Osmanlı-Rus Savaşı’na kadar yaşanan göç hareketlerine bakıldığında, bu hareketlerin daha
seyrek ve düşük oranlarda gerçekleştiği saptanmaktadır. Zira bu tarihten önce Rumeli’de Türk gücü
tamamen kaybolmamış, ayrılıkçı hareketler, Türk devleti açısından bir tehdit oluşturacak denli
yaygınlaşmamıştı. Yine de Balkan topraklarından Anadolu’ya gözlenen “tersine göç” hareketlerinin
ilk örneğine, 1683-1699 yılları arasında yaşanan Osmanlı- Avusturya savaşlarında rastlanır. Bu
göçlerin neredeyse tamamı Üsküp’ten İstanbul’a yapılmıştır. Üsküp şehri, bu tarihlerde Türkler
açısından Edirne’den sonra en önemli ve en kalabalık Türk nüfusunu barındıran Rumeli şehriydi.
Avusturya’lı General Piccolomini, Üsküp şehrini yakıp tahrip etmesiyle bölgedeki Türk topluluğa
İstanbul’a göçten başka seçenek bırakmamıştır. (Hoca, 1986:124)

Bu bağlamda bir diğer önemli tarih 1806 yılıdır. 1806 yılından başlayıp 1812 yılına kadar
süren Türk göçlerinin temelinde, Rum Sırp ve Bulgar milliyetçiliğinin etkisiyle, Türklere karşı
uygulanan Balkan komitacılığı yatmaktadır. Balkan uluslarının saldırıları- hak ihlallerinden bunalan
yaklaşık 200 bin Türk ve müslüman Anadolu topraklarına göç etmiştir. 1828-1829 yılına gelindiğinde
ise Güney Trakya’dan Türk- müslüman göçlerinin yaşandığı görülmektedir. Bunun nedeni Osmanlı-

9
Rus savaşında sırasında köy- kasabaları Rus birliklerince talan edilip barınılmaz hale getirilen
Türklerin, rotayı daha iç kısımlara çevirmeleridir. Çoğu İstanbul’a gitmek üzere yola çıkan Türk
göçmenlerin, belli oranlarda, yol boyunca buldukları farklı “güvenlikli” bölgelere dağıldıkları
bilinmektedir. (Ağanoğlu:33)

93 Harbi’nden Sonra Yaşanan Göç Hareketleri

1877-1878 Osmanlı- Rus savaşından sonra yalnız Balkanlardan değil, aynı zamanda Kırım,
Kafkasya ve diğer bazı Türk illerinden Osmanlı Devleti’ne göçler olmuştur. Yabancı kaynakların
verdiği rakama göre yaklaşık göçmen sayısı 1.250.000 kişi civarında tahmin edilmektedir.
(McCharty:150) Bu dönemde göç edenlerin İstanbul dışında, genellikle Kırklareli- Çorlu civarına
yerleştiği görülmektedir. Bir kısmı ise İzmit ve Mudanya‘da ikana tabii tutulmuştur. (İpek, 2000: 33)
Ağanoğlu, Rus Harbi’nin neticesiyle ilgili, “Savaş öncesi Tuna ve Edirne Vilayetlerinde yaşayan
Müslüman nüfus toplam 1.500.000 civarındaydı. 1877-1878 Osmanlı Rus Savaşı sırasında savaş ve
katliamlar nedeniyle 515.000 kişi Osmanlı topraklarına yerleştirilmiştir. Bunlardan bir kısmı eski
topraklarına geri dönmüştür. Savaş sırasında 261.937 kişi yani eski nüfusun % 17’si katledilmiş ya da
sürgünler esnasında ölmüştür” (Ağanoğlu: 35) rakamlarını veriyor.

1893-1902 yılları arasında Bulgaristan’dan göç eden Türklerin sayısında artış görülmüştür.
Bulgaristan resmi istatistiklerine göre bu sayı 70,606’dır. Özellikle 1893’de 11.460 olarak tespit
edilen göçmen sayısı, daha Balkan Savaşları’ndan çok önce bölgenin Türkler açısından ne denli
güvenliksiz hale geldiğini ortaya koymaktadır. Aynı yıllarda Osmanlı kayıtlarında ciddi oynamaya
rastlanmaması, Osmanlı Devleti’nin nüfus kayıtları konusundaki geriliğinden kaynaklanıyor olsa
gerektir. (Şimşir, 1985:50) Aşağıdaki tabloda Bulgaristan’dan, 1902’ye dek kaydedilen göç
hareketliliğinin, ayrıntılı rakamsal tasnifi sunulmaktadır.

TABLO-I: 1893-1902 Yılları Arasında Bulgaristan’dan Yaşanan Türk Göçleri


Yıllar Göç Eden KişiSayısı
1893 11,460
1894 8,837
1895 5,095
1896 1,946
1897 2,801
1898 6,640
1899 7,354
1900 7,417
1901 9,339
1902 9,717
TOPLAM 70,603
(KAYNAK: Arafat, 2000:35)

Berlin Anlaşması’ndan sonra Balkan topraklarından içerilere doğru yaşanan göçlerin,


genellikle müslüman Boşnaklar tarafından yapıldığı görülmektedir. Bunun temel nedeni ise
Avusturya- Macaristan İmparatorluğu tarafından işgal edilmiş olan Bosna Hersek’te, Boşnak
Müslümanlarının duyduğu güvenlik endişesiydi. Kendi topraklarından ayrılmak zorunda kalan 120
BİN kadar Boşnak, çareyi Anadolu topraklarına göçte bulmuştur. (Armaoğlu:563) Dönemin son göç
dalgasıysa Girit Adası merkezlidir. 1897 tarihinde adaya tanınan “sözde özerklik” aslında Yunan
hakimiyeti anlamına geldiğinden, adada güvenliğin kalmadığına ve yaşam haklarına tecavüz
edileceğini düşünen Türk nüfus, İzmir’e göç etmeye başlamıştır. Göçmenler ilk olarak hangi bölgeye
kendilerini atarlarsa atsınlar, sonradan Osmanlı Devleti’nin iskan politikaları kapsamında ele alınarak,
Batıdaki Türk illerine dağıtılmışlardır. Muhacirlerin büyük bir çoğunluğunun Edirne, Aydın, Bursa,
Selanik, Kastamonu ve Konya’ya yerleştirildikleri bilinmektedir. (İpek:165)

Balkan Savaşlarından Sonra Türk Göçleri

10
Bu bağlamda daha fazla ilerlemeden, Fransız Devrimi’nin doğurduğu milliyetçilik siyasetinin
önemine değinmekte yarar vardır. Osmanlı devletinin, Batılı ulus ve yurttaş kavramlarına alternatif
olarak sunmak zorunda kaldığı, “Osmanlı yurttaşlığı” kavramı, devletin fiilen “Millet-i Hakime”
fikrinden vazgeçmesi gibi büyük bir ödünle sonuçlansa da, uluslar çağında ulusal tutkunun yerini
alamayacağı belliydi. Nitekim Osmanlı bürokrasisi yanısıra Yahudi kanaat önderleri ve az sayıda
Arnavut- Boşnak aydından ötesini heyecanlandıramayan Osmanlı yurttaşlığı ve bunun siyasi ifadesi
Osmanlıcılık fikri, Türklerle Balkan uluslarının birarada yaşama iradesini güçlendirme yönünde hayli
zayıf kalacaktı. Balkan savaşları ertesinde başlayan “katarsis (arındırma)” sürecinde, Balkan
uluslarının nüfus yapılarını konsolide etmeleri ve eski rejimle hesaplaşmaları kaçınılmazdı. Nitekim
öyle de oldu. Tarihi “galiplerin” yazacağını bilen yeni ulusal elitler, Osmanlı dönemini “karanlık
dönem”, kılıç artığı Türk nüfusuysa “öteki” olarak belirleyip, kendi ulusal değer- tarihlerini yeniden
yazmaya koyuldular. İşte yakın tarihin en karanlık yapraklarını dolduran hazin “muhacir”
hikayelerinin konusu ve Türklere yapılan mezalim öyküleri de, kaybedilen toprakların Türklerden
“arındırılması” sürecinde yaşanmıştır.

Doğallayın muhacirler için “vatana dönüş” kavramı, birçok acı olayın yarattığı travma
hissiyle beraber zihinlerde canlanmaktadır. Balkan savaşlarını yaşayanların toplumsal hafızasında ete-
kemiğe bürünen anılar, canlı bir sözlü tarih birikimi oluştururlar. Aşağıda, Türklerin Balkanlardan
dönüş yolunda karşılaştıkları dramı, yüzyıllarca birlikte yaşayan toplumların, bir anda birbirlerinin
aleyhine nasıl dönebildikleri ve mezalim uygulayabildiklerini belgeleyip, tarihe not düşmek amacıyla
bir alıntıya yer verilecektir. Konuya ilişkin ilk örneği sunan Wright, paylaşımı şöyledir: “Soğuk öyle
şiddetliydi ki üstümdeki koyun derisi cekete rağmen ısınamıyordum. Çoğu ince pamuklular içinde
olan biçare kadınlarla buz kesmiş çocukların katlandığı ıstırap kimbilir nasıldı? Bunu siz tasavvur
edin. Gün doğmadan epey önce ölüm pekçok bebeğin feryadına son vermiş olmalıydı. Anneler ölü
bebekleri birileri gömer umuduyla trenden atıyordu. Yerlerini anında birileri kapacağı için kimsenin
inmeye cesareti yoktu. Açıkta geceleyen muazzam mülteci kalabalığı yeniden bitkin perişan yollara
düşmüştü. İnsanı derinden etkileyen bu vakarlı manzara bir milletin hicretiydi.”(Wright, 2013:213)

İmparatorluklar Çağının Sonu

93 Harbinden Balkan Savaşlarının sonuna dek Rumeli coğrafyasında Osmanlı Devleti’nin en


ciddi rakibi görünümü veren Bulgaristan, tüm çabalarına rağmen bölgesel güç olmayı başaramamış
ancak dönemin küresel oyunculuğundan (süper güç) bölgesel güç olmaya doğru gerileyen Türk
yönetimini zayıflatma noktasında, büyük devletlerin kendisine biçtiği rolü harfiyen uygulamıştı. Bu
anlamda Bulgar yönetimi, büyük hayallerinin amortisiyle yetinmek durumunda kaldı. Türk nüfusa
karşı en sert politikaları uygulamaktan da geri kalmayan Bulgar önderliği, zaman zaman birini yek
diğeri yerine uygulamaya soktuğu iki “arındırma” siyaseti izlemişti. Bulgar önderliğinin birincil
hedefi Bulgaristan da yaşayan Türklerin varlığına son vermek olmakla beraber, kalan Türk kökenli
yurttaşlar için de “Hristiyanlaştırma politikaları” yürürlüğe konmuştu. Huristiyanlaştırmayla peşpeşe
yürütülen Bulgarlaştırma siyasetiyle Bulgar devleti sınırları içinde kalmayı tercih eden Türklerin,
anavatanlarıyla rabıtasını kesmeyi planlayan Bulgar devlet aklı, hristiyanlığı reddederek direnen Türk-
müslüman kitleye yoğun baskı uygulamaktan geri durmadı.

Oysa Osmanlı devletinin Balkan topraklarında en güçlü olduğu dönemlerde dahi, farklı
toplulukların dinsel- etnik haklarına saygı duymuş, farklı inançları kollayıp gözetmişti. Bu bağlamda
Karpat’n, “Güçlü ve göreli olarak daha gelişmiş olan Osmanlı Devleti, eğer isteseydi neredeyse
Balkan nüfusunun büyük bir bölümünün dinini değiştirmeyi hatta onları Türkleştirmeyi başarabilirdi”
(Karpat, 2012:29) değerlendirmesinin, Türklerin maruz bırakıldığı “arındırılma siyaseti” kadar,
imparatorluk şartlarıyla ulus- devlet şartlarının ne denli değişiklik arz ettiğini de gözler önüne
sermektedir kuşkusuz. İmparatorluk vasfıyla Balkanlara hükmeden Osmanlı Devleti’nin Balkanlar’da
güttüğü hoşgörülü politikayı yani Türk devletinin doğrusunu, Balkan ulus- devletlerinden beklemek
büyük bir hata olurdu. Nitekim ulus-devletleşerek bağımsızlıklarını kazanan Balkan devletleri,
Osmanlı’nın doğrusundan kendilerine bir yanlış çıkarmaktan ziyade, yeni çağın kurallarına uyum
sağladıklarını, böylelikle de özgürlüklerini zamanı doğru okuyup, hak ederek kazandıklarını
tanıtladılar. Balkan Savaşları’nın mağlubu Osmanlı Devleti ise çağının oldukça dışında kalan bir
devlet olarak, I. Dünya Savaşı’nın sonunda, acı ama aynı şekilde ve yine hak ederek ortadan kalktı.

11
Balkan Savaşları sırasında müslüman Arnavutlar da, Türklerle beraber katledilmişlerdir.
Öldürülenlerin sayısı tam olarak bilinmemekle beraber, “Anap” gazetesinin 7 Şubat 1913 tarihli
sayısında, Makedonya’da 60 bin müslüman Arnavut ve 40 bin kadar Türk’ün öldürüldüğünü haber
vermiştir. (Ağanoğlu:36) Bulgarların hakim olduğu bölgelerde neredeyse talan edilmemiş Türk köyü
kalmazken, erkeklerin tamamı hedef alınmış, kadınlarsa ırza geçilme, zorla alıkoyma vakalarına
maruz bırakılmışlardır. Türk köylerinde kahvehanelerde, camilerde toplu infaza kurban giden Türk
kökenliler .(McCarthy:162), çoğunlukla dağlık bölgelere çekilerek hayatlarını koruma derdine
düşmüşlerdir. Dağların hayatta kalmalarını sağlamayacağını düşünen muhacirlerin hallerini inceleyen
Alman Binbaşı Hochwaechter, karşılaştığı tabloyu, şu şekilde ifade etmektedir. “İstasyonda korkunç
bir hava esiyor. Yerli halkın hepsi kaçmış. Kadın ve çocuklar manda arabalarıyla uzun kollar halinde
demiryolu boyunca ya da kestirmeden Tekirdağ'a gidiyorlar. Köyleri yanmış, yersiz yurtsuz günlerce
oradan oraya ya dolaşıyorlar. Karışıklık gittikçe artıyor, manzara tam sefalet ve perişanlık. Çocuklar
yarı çıplak, kadınlar çamurda çıplak ayak.” (Artuç: 132)

Balkan Türklerinin Karşılaştıkları Mezalim

Bulgar işgali sırasında Balkan komitacılığı ve devlet terörüne maruz kalmaktan kurtulamayan
Edirne’de de durum hiç içaçıcı değildir. Nitekim Pierre Loti’nin Daily gazetesine çektiği bildirim,
durumun ağırlığını sergiler niteliktedir: “Hristiyan kurtarıcılar birkaç ay içinde bu kadar tahribatı
yapmak için kim bilir nasıl bir vahşi hırsla çalışmışlardır. Bulgarların istilasından evvel Trakya
ovalarının nüfusu çak kalabalık ve müreffeh hayatına malik bir vilayet olduğu malumdur. Fakat bu
gün hiçbir şey yok. Beni Edirne'ye götüren otomobilde hiçbir insan yüzü görmeden kilometrelerce yol
aldık. Yalnız orada burada iskeletler, taş yığınları göze çarpıyor. Bu viranelere yaklaştıkça enkaz
arasından ürkek yüzlü bir zavallı meydana çıkıyor. Mesela Havsa’da cami ve minaresi yıkılmış,
mezarlar dahi açılarak kirletilmiş, köyün binden fazla ahalisinden yalnız kırkı kurtulmuştu.”
(Ağanoğlu:74) Öte yandan etnik savaşın faturasını yüklenen tek kent Edirne değildir kuşkusuz.
İstatistiki verilen aynı dönemde Kumanova- Üsküp bölgesinde 3.000, Selanik’te ise yaklaşık 20.000
kişinin katledildiğini göstermektedir.

Yunan Devletinin bağımsızlık mücadelesi boyunca ve sonrasında Yunan topraklarındaki


Türk nüfusunun azaltılması yönünde çeşitli yöntemlere başvurulmuştur. Yeni Yunan devleti de, tıpkı
Bulgaristan gibi topraklarını “Türksüzleştirmek”, her türlü baskıya rağmen ülkeyi terketmeyen
Türkleri ise orta vadede, “Yunanlaştırma” politikası gütmekteydi. Bağımsızlıktan önce Mora
Yarımadası’nda etkili bir Türk temizliğine girişen Yunan devleti, yeri geldiğince katliam- imha-
ekonomik/ psikolojik baskı yöntemlerine başvurmaktan çekinmiyordu. Yunanlıların kontrol
sağladıkları yerleşim birimlerinde patlak veren hak ihlallerini, Yunanistan ve Sırbistan’da Türklere
maruz görülen zulmü, Avrupa’ya geçen yabancı ajans temsilcileri- gazeteciler açıkça ortaya
koyuyorlardı. Örneğin Selanik Yunanların eline geçtikten sonra şehirde gözlemlenen tabloyu,
Kölnische Zeitung gazetesi muhabiri şu sözlerle yansıtmaktadır: “Selanik’teki Aya Sofiya Camii
üzerinde haç yükseliyor yeniden. Yeni fatihler haçı diktiler ama nerede Hıristyanlık ve insanlık
belirtileri? Haç, merhametin sembolüdür, ama Rumlar kanla lekelediler onu. Talan, katliam, ırza
geçme, korkunç oranlarda yükseldi. Çeteler yakın köylerdeki müslümanlara yapmadıklarını
koymadılar. Çok sayıda göçmen açlıktan ya da süngüyle öldü. Yunanlıların beslemeyi kabul ettikleri
silahları alınmış Osmanlı askerlerinden çoğu keza açlıktan öldü” (Çelen:277) (Ergin, 1988:65)

Yunanistan’da Türklerin başına gelen trajik olaylara yer veren tek isim Kölnische Zeitung
gazetesi muhabiri değildir elbet. Bir başka yazar da, Selanik’in o günlerdeki durumunu, şöyle
özetliyordu. “Osmanlı İmparatorluğu’nun ikinci başkenti olan bu şehirde hüzünlü ve buruk bir
bayram kutlandı. Bütün camiler göçmenler ve askerlerle dolu olduğundan bayram namazı ancak iki
camide kılındı. Ne top atıldı, ne de resmi kabul yapıldı. Eski askerler ve hatta subaylar önemsiz
sebeplerle öldürülüyorlardı. Birçok Müslüman ileri geleni, Pire’ye sürülmüştü. Şehrin dışında yollar
öldürülen göçmenlerin cesetleriyle doluydu.” (Çelen:278)

12
Bulgarlardan sonra en fazla baskı yapan Balkan yönetimi ise Sırbistan’dı. Bu anlamda Sırp
kralının bizzat verdiği emirde sarfettiği, "Bu adamlar benim ne işime yarar? Öldürülsünler, yalnız
kurşunlanarak değil; cephane israfı olur; değneklerle dövülerek öldürülsünler" (Ağanoğlu:79)
sözleri, Sırp insafına kalacak Türklerin ve/veya müslümanların şanslarının pek yaver gitmeyeceğini
gün yüzüne seriyordu. Nitekim Balkan Savaşları’nda yaşadıklarını, bölgede gazetecilik yapan
Troçki’ye aktaran bir Sırp subayı, aşağıdaki hususların altını çizmektedir:

“Kendi halkından kopan Arnavut esirleri çok mahzun, gözü yaşlı oluyor. Adamlarım birkaç
kere karşıma bir Arnavut getirdiler adam önümde yerlere kadar eğildi ve ağlamaklı bir sesle, ‘aman
aman’ dedi. Adamlarıma onları öldürmeyi kesinlikle yasakladım, ama açık yüreklilikle söylemeliyim
ki bu emre itaat etmediler. Bir askere bir esiri komutana götürmesini söylersin, onu alır elli adım
götürür, sonra bir silah sesi duyarsın, işte bu kadar... Bizim kuvvetlerimizin harekatta bulunduğu
Manastır yöresindeki hemen hemen bütün köyler hasarsız çıktılar. Türklerin oturduğu köyler hariç.
Ancak zulümlerin sorumluluğu sadece çok ufak bir derecede düzenli kuvvetlere aittir. Komitacılar
düşünebileceğinizden daha kötüydü, içlerinde entelektüeller, fikir adamları ateşli milliyetçiler vardı.
Bunlar orduyla birlikte oldukları müddetçe herşey yolunda gidiyordu. Ama harekat tamamlanınca
ordu ilerleyerek, partizanları halkın elindeki silahları almak üzere geride bırakınca, onları
denetleyecek kimse yokken dehşet dolu olaylar başlıyordu... Yine tecavüz suçunu işleyenler
komitacılardır. Biz böyle şeyleri düzenli orduda kesinkes yasaklamıştık.” (Troçki, 2013:166-167)

Osmanlı idaresi altında hem din değiştirerek İslam’ı kabul eden hem de büyük ölçüde
Türkleşen Arnavut kökenliler, çoğunlukla Türklerle karıştırılıp hedef seçiliyorlardı. Hristiyan
devletler içinde kendilerini güvende hissetmeyen Arnavutların, ciddi bir kısmının Rumeli’yi aşarak,
Anadolu’nun içlerine dek ilerlemesi mühimdir. Türklerle Arnavutların benzer süreçlerden geçtiğini
ileri süren Ağanoğlu, özellikle Karadağ’da baskı- arındırma operasyonunun çok şiddetli geçtiğini
kaydederek, şöyle konuşur: ''Arnavutluğu istila eden Karadağlı askerler, görünüşe bakılırsa yolları
üzerindeki herşeyi yakıp yıktılar Müslüman köylerinin yanı sıra Katolik köyleri de yakılıp yıkıldı...
Orduların geçişi canlı kalabilmiş insanlar için gerekli olan herşeyi gerçek anlamda yok ediyordu. On
binlerce kişi Işkodra'da ve diğer kentlerde sığınmacı oldu. Kıyımdan geçirilerek öldürülmeyip de
canlı kalanların, bu esirgenişi aç kalarak yavaş yavaş daha korkunç bir ölümle ölmek idi."
(Ağanoğlu:82)

Bölgedeki katliamlar sonucunda oluşan tablo içler acısıydı 5 Aralık 1912’de Kosova’da
katledilen insanların sayısı neredeyse 20.000’di. Katliamların son derece süratli olduğu bir diğer yer
ise Priştine’ydi. Bu kentte katledilen Türklerin sayısı 5.000 civarındaydı. Balkan Savaşlarının
Arnavutluk’a biçtiği fatura 100 bin civarında seyrederken, Bulgar Sırp- Yunanlı kamasından kurtulan
Arnavut kökenlileri yine açlık- salgın hastalık- uzun bir ölüm bekliyordu.

Sonuçta 1912-1915 yılları arasında yaklaşık 300,000 kişi göç etmiştir. Ülkeye akın eden
muhacirlerin genelde Batı kentleri başta olmak üzere, Suriye dışındaki tüm Osmanlı topraklarına
yayılmış oldukları gözlenir. Özellikle Ege Bölgesi ve Trakya kentleri yoğun göçleri karşılayıp yaraları
sarmak zorunda kalıyorlardı. Batı illerinde iş imkanları sağlanan göçmen Türkler, zamanla iskan
ettirildikleri bölgelere alışarak, buralarda kök salmayı başarıyorlardı. Balkan Savaşları bitince,
yaklaşık 115 bin Türk’ün iskan tablosu, aşağıda ele alınmaktadır:

TABLO-II: 1915-1920 Yılları Arasında Göç Sayıları ve Birimleri:

Göç Edilen İller 1915-1920 Arasında Göçler


Aydın ve İzmir 40.989
Edirne 37.233
Hüdavendigar 5.860
Balıkesir 3.998
Sivas 3.036
Halep 2.952
Ankara 2.812
Eskişehir 2.554

13
Adana 2.546
Konya 2.392
Çatalca 2.107
İzmit 2.107
Kayseri 1.725
Maraş 1.414
Biga 1.130
Samsun 1.089
İstanbul 4.015
Suriye 896
Muğla 240
Afyon 79
Bolu 73
Kastamonu 73
Elazığ 69
TOPLAM 116.185
(Kaynak: Oğuzoğlu,2002:18)

Balkanlarda Milliyetçilik

Osmanlı İmparatorluğu’nda Balkan milliyetçiliği ve kalkışmaları döneminde, Romanya,


Karadağ, Yunanistan, Bulgaristan, Sisam, Girit Adaları’yla Rumeli toprakları yitirilmiş, unsurların
kardeşliği ve birliği programıyla, yeni bölünmelerini yaşanmasının engellenmesi çabaları fayda
vermemiştir. Aslında 19. yüzyılın ikinci yarısında tırmanmaya başlanan milliyetçilik rüzgarlarının
önünün, Osmanlıcılık- İslamcılık fikirleriyle alınamayacağı ortaya çıkmıştı. Bu bağlamda sürecin
sonlarına denk düşen Balkan Savaşları, Türk milletinin siyasal kurtuluşunun Türk milliyetçiliği
ideolojisinde aranması gerektiğinin altını kalın çizgilerle çizmişti. Milliyetçiliğin gücünün Osmanlı
aydınları tarafından zamanında fark edilemediğini, boş yere önünün alınmaya çalışıldığını öne süren
Ziya Gökalp, milliyetçiliğin yakıcı gücünün, İslâmlığın ve Osmanlılığın çıkarı için kullanılmasının ise
nedense düşünülemediğini ifade etmektedir. (Gökalp, 2013:89)

Balkan milliyetçiliğinin tarihsel kökenlerine bakıldığında, bölgede etnik sorun-


bölünmüşlüğün tarihinin, milliyetçilik tarihi kadar eski olduğu görülmektedir. Bunun temel nedeni
Türklerin Anadolu’ya girdikleri andan itibaren karşılarında etkin ulusal yapılar bulmalarıdır. Yunan
toplumu Bizans İmparatorluğu adı altında, Roma İmparatorluğu’nun en önemli varisi olarak Türkleri
karşılarken, Bulgar Prensliği de Türklerin yeni yurtlarını kurarken, “dikensiz gül bahçesine” buyur
edilmediklerinin, hatta deyim yerindeyse bağa “destursuz” girdiklerinin işaretlerini veriyorlardı.
Balkan coğrafyası dışında, Anadolu’ya girer girmez hemen üzerinde Ermeni prensliğini de bulan Türk
yöneticiler, barbarlarla çevrili sınırlara sahip olmayı, belki daha fazla isterlerdi ama son derece köklü
üç devletle aynı coğrafyayı paylaşmaları, Türk egemenliğinin hem yumuşak karnını hem de
varlığının- zenginliğinin temelini oluşturdu. Özellikle Osmanlı devlet aklı, karşılaştığı zorlu ulusal
yapıları, kendisini kuran etnik- dinsel kimliği baskılamak pahasına bir imparatorluk potası içerisinde
birleştirmiş, bunu yaparken de kimsenin gözüne bakmaksızın, evrensel imparatorluk kanunlarını
uygulamıştı. Aslında bu yasalar 5. yüzyılda yıkılan Roma İmparatorluğu’nun, devlet yönetiminde
uyguladığı temel düsturlardır. Dünyada görülen en başarılı İmparatorluk örneği olduğundan, Roma
İmparatorluğu yıkıldıktan sonra güçlenmek isteyen, pekçok kurumsal devlet adamı bu evrensel
kuralları yönettikleri devletlerde hayata geçirip, “Roma misyonu”nu sahiplendi. Bu bağlamda
Osmanlı devletinin hem “Roma misyonu”na hem de imparatorluk olmanın gereklerine en çok uyum
sağlayan yapısıyla, kendi geleneklerini icat eden bir devletten ziyada, zaten varolan gelenekleri en iyi
biçimde uygulamış bir devlet olduğu söylenebilir. Osmanlı Devleti,, bunun semeresini, genişleyen
devlet sınırları ve imparatorluğa dönüşerek almıştır. Ne var ki, 19. yüzyılın sonlarında hızla güçlenen
milliyetçilik rüzgarı, soyu- sopu- kökenleri tarihin geçmişine dayanan Balkan halklarını etkileyerek
bölgede imparatorluk çağının miadını doldurduğunu tanıtladı. Doğallayın Balkanlarda mevcut
koşullar altında en geç ortaya çıkan milliyetçilik Türk milliyetçiliği oldu..

14
Üstelik çıkış noktası açısından bakıldığında, bunun direk Türk milliyetçiliğinden ziyade
bölgedeki müslümanları, tek bayrak altında buluşturmayı amaçlayan siyasal İslam dozu yüksek birtür
cemaat milliyetçiliği şeklinde doğduğu dikkati çekmektedir. (Ortaylı:33) Ortaylı, bu hususun, Osmanlı
devlet aklını 19. yüzyılda ittiği noktayı, “Osmanlı millet sisteminde, aynı zamanda ümmet topluluğu
anlamına gelen millet kavramı etnik değil, dini grupları belirtmek için cemaat karşılığı olarak
kullanılıyordu. Geleneksel ayırt edici çizgiler ulusal değil dinseldi” (Ulusoy, 2014:60) şeklinde
özetlemektedir. Devletin Türklüğü özellikle önplana çıkarma gereği duymamasından yakınan Gökalp
ise “İstanbullular kendilerine şehri adını veriyor, taşralılara ise coğrafi yakınlığına göre Arnavut,
Arap, Kürt, Laz diyorlardı. Rumeli ahalisi umumiyetle Arnavut’tu” diyordu. (Gökalp,:37)

Türklerin Balkanlardan Arındırılması:: “Türk Sorunu”

Balkanlar’da Türklük sorununun, Balkan coğrafyasında milliyetçiliğin yayılması artık


devletin Türklüğe bakışını ciddi bir “Türk sorunu” haline getiriyordu, Bu sorun sadece Ortaylı ve
Gökalp’in dikkatini çekmemiştir hiç kuşkusuz. Bölgedeki Türk varlığını ve kimliğini sorgulayan
Kunhser de, tıpkı Gökalp- Ortaylı gibi konunun önemine işaret ederek, şu tespiti dillendirmiştir:
“1908’de bir İngiliz ‘Türkiye’de bir müslümana ‘Türk müsün?’ diye sorduğunuz zaman size
muhtemelen ‘Ben Osmanlıyım’ yahut buna benzer bir cevap verecektir. Bir Osmanlı eğer bir adam
için ‘Türk’tür’ derse bu adamın köylü ya da kaba saba bir insan olduğu anlamına gelir.”

İlk Ortodoks hıristyanlar arasında ortaya çıkan Balkan milliyetçilikleri karşısında,


imparatorluğun müslüman tebaası, ancak 1908 yılında yani Jön Türk Hareketi’nin gerçekleştirdiği II.
Meşrutiyet Devrimi’yle (1908 Devrimi) ulusal sorun- milliyetçilik kavramlarıyla tanışmıştır. .
(Karpat,2011:35) Balkanlarda Türk milliyetçiliğinin ortaya çıkmasında Arnavutların ayaklanmasının
çok büyük etkisi vardı. Önemli bir kısmı müslüman olan Arnavutlar, Osmanlı devletinin ve Türklerin
bölgedeki en büyük destekçisi- müttefiki olarak görülürdü. Bu anlamda Arnavutluk ayaklanması
Osmanlı klasik devlet zihniyeti için hayalkırıklığı hatta iflasın ifadesi olmuştur. Siyasal İslamla
berkitilmiş cemaatçi bir milliyetçilik hareketinin, Osmanlı devletinin yarasına merhem olamayacağını
tanıtlayan Arnavutluk isyanının bir benzeri, I. Dünya Savaşı boyunca Arap halklarıyla yeniden
tecrübe edilmiştir. Karpat, Arnavutluk ayaklanmasının önemini şöyle dile getirmiştir:

“Makedonya, 20. yüzyılın başlarında Selanik, Manastır (Bitola) ve Kosova illerinin hemen
hemen hepsini kapsayan bir büyüklüğe sahip olup, şehirde 1.6 milyon Müslüman, 900.000 (Makedon-
Bulgar) 280.000 Rum, 110.000 Sırp ve 25,000 kadar Ulah yaşıyordu. Müslüman nüfusu üç ayrı etnik
(Türk, Arnavut, Pomak) gruba ayırmak mümkün olsa da pratikte bunların tümü, kendilerini
Müslüman olarak bir bütünün ayrılmaz parçaları saymaktadırlar.” ( Karpat, 2012: 8)

1912 yılında Rumeli’deki nüfusun dağılımına bakıldığındaysa İslam 2.187.000, Bulgar:


965.000, Rum 957.000 ve Sırp kökenliler 329.000’di. Bu dağılım içerisinde İslam olarak
değerlendirilen kısmı Türk, Arnavut, Boşnak, Tatar ve Pomaklar oluşturmaktaydı. İslam
sınıflandırması içinde yer alan Türk nüfusunun oranı, ancak 1/3’de kalmaktaydı Bu yüzden
Arnavutlardan alınan desteğin tükenmesi bir anlamda Rumeli’nin düşüşü, demografik yapının
değişmesi demekti. (Çelen:184)

1912 den sonraki sürece bakıldığında Balkan hinterlandında yine “Türk sorunu”yla paralel
olarak Türklük bilincinin uyandığı vurgulanabilir. Bunun önemli bir kanıtını da Mustafa Kemal’in,
Sofya’dan Ali Fuat beye gönderdiği mektupta yakalamak mümkündü Mustafa Kemal, silah
arkadaşına, “İngiliz-Alman rekabeti ve yeniden büyüyen Sırbistan’ın Avusturya-Macaristan’ın iddiası
yüzünden, pek yakında dünya harbinin patlayacağına inanılabilir. Hiçbir hazırlığımız olmadan acele
bu harbe de sürüklenecek olursak, Anadolu’muz, Boğazlarımız ve 500 yıllık Türk İstanbul’umuz
muhakkak tehlikeye girer. Bu sefer, bir kelime ile. Türklüğümüz mahvolur. Bundan sonra hiç olmazsa
kendimizi hülyalara kaptırmamalıyız. Zira telafisi mümkün olmayacak bir felaketle karşılaşırız.
Gerçekte hiçbir hissiyata aldanmadan, kesin kararımız, Türk çoğunluğunun çizdiği hudut hem dış
siyasetimizin hem de savunmamızın temel taşı olmalıdır” (Özdemir,2014:2) diyordu.

15
Türk milliyetçiliğinin yerli tohumları Selanik’te atılmaya başlandı. Nitekim bu dönemde
yayınlanan “Genç Kalemler” en ünlü milliyetçi dergiler arasındadır. Bu dergi yazarlarından Ziya
Gökalp, Türk milliyetçiliğini hareketlendiren ilk isimlerdendir biri olarak, Türk toplumuna Rumeli
mahreçli bir dergiden ulaşmıştır. (Karpat:11) 1930’lu yıllarda gönüllü nüfus hareketleri başlamıştır.
Bu hareketlilik özellikle Rumeli’de bulunan Türk nüfusunun Anadolu’ya göçünü beraberinde
getirmiştir. Trakya ve Anadolu’ya doğru gerçekleşen tersine göç hareketleri sonucunda Rumeli’deki
müslüman ve Türk unsurlar iyice azalmıştır. 1945 yılının ardından başlayan komünist dönem, bu
topraklarda yaşayan Türklerin, zor zamanlarının sona ermediğini ortaya koymuştur. Zira komünist
dönemin başlangıcı, Rumeli’deki Türk varlığında 150 bin kişilik azalmayı imlemektedir. ”1945’ten
sonra kardeşliği, insanlığı ön plana koyduğunu ilan eden Balkan komünist idarelerinin,
müslümanlara hakim olan faşist, milliyetçi, hükümetlerin tutumundan farklı olmamıştır.
Yugoslavya’nın Tito hükümeti 150.000 kadar müslümanı sınır dışı etmişti.”.(Karpat:12) diyen Karpat,
komünizmin “Türk sorunu”nu ortadan kaldırmaya yetmediğini anımsatmaktadır.

“Coğrafi şartların belirlediği doğal kapalılık, birbirlerine bitişik yaşamalarına rağmen,


kültürel açıdan izole ve birbirlerine uzak, hatta birbirlerine düşman halklar yaratmıştır”(Yetim,
2011:230) diyen Yetim’i doğrular nitelikte örnekler sunan Tanrıöver, Balkan milliyetçiliğinin
gettolaştırcı yapısı hakkında, “Balkan milliyetçiliği başka milletlerin milliyetperverliğine benzemez.
Balkan milliyetçiliği baskın, suikast, bomba ve çete hareketleriyle dolu hususi, kızıl bir tarihe
maliktir. Balkan milliyetperverliği yırtıcıdır, vahşidir. Balkan memleketleri hayvanat-ı vahşiye
bahçelerine benzer, her hududun arkasında birbirinden demir parmaklıklarla ayrılmış diş ve
tırnaktan ibaret kan içici bir milliyetperverlik vardır. Bu milliyetperverlikler hudutların demirleri
arasında müteaddit birbirine pençelerini uzatırlar ve yekdiğerini yırtarlar. Müştereken bizim
üzerimize saldırdıkları zaman ne kadar vahşi iseler, Balkan muharebesinden sonra gördüğümüz üzere
kendi aralarında boğuşmaya başladıkları zaman da o kadar vahşidirler” (Tanrıöver, 1987, 175-176)
şeklinde görüşlerini dile getirmektedir.

Balkan Milliyetçiliği hareketleri yalnız o günlerde Balkanlar’da kopmalara neden olmamış


günümüzde de Balkan ulusları arasında tam bir birliğin kurulmasının önüne geçmiştir. Bu yüzden
Balkan devletleri incelendiğinde, neredeyse dilleri, kültürleri yaşayış tarzları aynı olmasına rağmen,
farklı halkların aynı topraklarda yaşayamadıkları görülmektedir. Hiç kuşkusuz Fransız Devrimi’nin
Balkanlarda estirdiği rüzgar, farklı halkların liderlerini biran evvel ulusallaşmaya itmesi kadar, Türk
egemenliği altında baskılanan Yunan ve Bulgar kimliklerinin, ulusallaşma sürecini eski egemenlerle
hesaplaşma, tarihin öcünü alma pratiğiyle erişme kaygılarının da Balkan milliyetçiliklerinin sert
niteliğinde başat rol oynamaktadır. Bu anlamda 1912’de Türklerin karşılaştıkları acı tabloyla, iç-
savaştan sonra Yugoslavya halklarının yüzleştiği trajedi aynı sorunun tıpkı yansımasından başka bir
şey değildir. Karpat’ın durumu anlatmak için kullandığı üslup, aslında durumu özetler niteliktedir.
“Bu milliyetçi-benmerkezcilik Balkanlar’da gerçek bir liberal demokrasinin kurulmasını
engellemektedir. Ve günümüzde bile eski Yugoslavya’dan geriye kalanlara acı veren mücadelenin,
kötülük dolu insanlık dışı iç savaşın asıl nedenidir. “ ( Karpat:57)

Dini Nedenler

Savaşlar arifesinde Balkan topraklarında, Osmanlı devletinin nüfus açısından hakim olduğu
müslüman ve Türk şehirleri vardı. Bunlar hem stratejik açıdan önemliydiler hem de Osmanlı
Avrupası’nın gelişmiş şehirleriydi. Aşağıdaki tabloda, savaşa sürüklenen coğrafyada Osmanlı için
önem arz eden şehirlerin demografik tablosu sunulmaktadır:

TABLO-III: 1911 Yılında Balkan İllerinde Dine Bağlı Nüfus Sayıları

İller Müslüman Rum Bulgar Toplam


Edirne 760,000 396,000 171,000 1,427,000
Selanik 605,000 398,000 271,000 1,348,000
Yanya 245,000 331,000 ----------- 561,000
Manastır 456,000 350,000 246,000 1,065,000
İşkodra 218,000 11,000 --------- 349,000

16
Kosova 959,000 93,000 531,000 1,063,000
Toplam 3,242,000 1,558,000 1,220,000 6,353,000
(Kaynak: McCarthy:144)

Balkanlar’da Osmanlı devleti hakimiyeti kırıldıktan sonra hristyanlarla müslümanlar arasında


hissedilir derecede bir ayrım var olmuştu. Üstelik bu ayrım sadece “ulusal sorunla” sınırlı kalmıyor,
uluslararası diplomaside de, Türk- Müslümanlar aleyhine dengeyi bozuyordu. Zira Balkan
komitacılığının esasını oluşturan, “Kes- kesil, Avrupa’dan yardım iste, bağımsızlığına kavuş”
politikası, başkaldıran hristiyan halkların büyük devletlerden anında destek bulmasını sağlıyor,
komitacıların işledikleri suçlar, masum müslüman halklara yönelik ihlaller unutuluveriyordu. Enver
Paşa dönemi, “Vatanın gittikçe girdab-ı felakete yaklaşmakta olduğunu herkes anlıyordu.
Hristyanların himaye maksadıyla Avrupa’nın müdahalesi, memlekette, evvelkinin aksi aksi bir
müsavatsızlık hasıl etmişti. Şimdi İslamların hiç bir işine bakılmıyor, memurlar Avrupa’nın nazar-ı
dikkatinin matuf olduğu Hristyan tebaa ile meşgul oluyordu. Onlara karşı yapılan haksız bir
muamelenin müsebbibi derhal tecziye ediliyor, ötede İslamların hakkı aranmıyordu. Diğer taraftan
ecnebi zabitan ve memurunun vücudu, İslamlar üzerinde fena bir tesir yapıyor, bunlarda yavaş yavaş
bir kin uyandırıyordu. Fakat idare-i sabıkanın muamelesi karşısında kimse sesini çıkaramıyordu”
(Enver Paşa, 2014:23) diye özetliyordu.

Müslümanların dinlerini yaşamalarına müsaade edilmiyor, bu konuda son derece ciddi baskı
politikaları uygulanıyordu. Bunun en temel nedeni Türklerden ve kültürel anlamda Türklere
benzeyenlerden Balkanları arındırmaktı. Bunun için ilk yol, müslüman ahaliye dinlerini değiştirmeleri
yönünde baskı yapmak, mümkünse müslüman nüfusu Ortodoks Kiliseleri’ne bağlı hale getirmekti.
Bulgaristan topraklarında yaşayan müslümanları Bulgar Ortodoks Kilisesi’ne bağlamaya çalışırken,
Yunanistan da adres olarak Rum Ortodoks Kilisesini gösteriyordu. Nitekim Bulgarlar girdikleri
yerlerde ilk olarak büyük camileri kiliseye çevirmiş, direnen halkı ise işkence yaparak öldürmüşlerdir.
(Halaçoğlu:41) Halaçoğlu, dönemi şu biçimde tasvir etmektedir: “Bunun yanında cami hocalarını
öldürüp yerlerine papazları yerleştiriyorlardı. Hristiyanlığı kabul etmemekte direnenlerin
tırnaklarını, dişlerini sökmüşler, bazılarının ağız ve burunlarını kesmişler ve hatta akıl almaz başka
işkencelerle öldürmüşlerdi.” (Halaçoğlu:41)

Bulgarlar aynı zamanda müslümanlara dinlerini değiştirmeleri için süre tanımışlar ve bu süre
genellikle 4 günle sınırlı tutulmuştur. Dört gün içinde din değiştirmeyi reddeden müslümanlar
öldürülmüşlerdir. Hristyanlığı kabul edenleri ise Bulgarlaştırmak amacıyla Bulgar mekteplerine
göndermişlerdir. Bulgar devletinin yanısıra Bulgarlaştırma faaliyeti sürdüren diğer örgüt, komitacılar
olmuştur. Özellikle Bulgarlaşmaya direnen Türk köylerine baskı yapan komitacılar, müslüman
Türklerin kimlik mücadelesini, bölgenin Türklerden arındırılması uygulamasına gerekçe yapmışlardır.
Türk ve müslüman halka yönelik tutum sosyalist dönemde de hortlamış, “Belene” zulmüyle iyice ete-
kemiğe bürünen, bezdirme ve yıpratma çabalarının ucu, Türk kökenlilerin isimlerinin Bulgar
isimleriyle değiştirilmesine dek varmıştır. Bulgar yönetimin izlediği siyasetin, Balkan
milliyetçilikleriyle yarışır noktaya ulaştığının altını çizen siyasal kaynaklar, 1989 Türk göçünü
irdelerken, ”Söz konusu göç hareketi 1989 yılında Türk kökenli Müslüman Bulgar vatandaşlarının,
Bulgar hükümeti tarafından Türkiye’ye göçe zorlanmaları ile başlatılmıştır. Göçmenler kitleler
halinde trenlerle Türk sınırına bırakılmışlardır. Böylece Türkiye, II.’nci Dünya Savaşı’ndan sonra
Avrupa’da görülen en yoğun ve zorunlu göç akımını yaklaşık üç aylık bir süre içinde kabul etmek
durumunda kalmıştır “ (Doğanay, 2005) demektedirler.

Ekonomik Nedenler

Hem 93 Harbi’nde hem de Balkan Savaşları’nda Balkan Devletleri tarafından girilen


müslüman nüfusun yaşadığı tüm topraklar yakılıp yıkılmış, yani Türklerin yalnızca canına değil aynı
zamanda malına da zarar verilmiştir. Yaşanan tahribat sonucunda çoğu Türk’ün içinde
yaşayabilecekleri bir evleri bile kalmamıştır. Bu durum Türk kökenlileri göçe iten temel ekonomik
etmenler arasında yer almaktadır. Can güvenlikleri bulunmamasına rağmen kendi topraklarına,
evlerine olan bağlılıkları nedeniyle, Anadolu’ya göç etmeye direnen Türklerin, ekonomik güvencesi
de ortadan kalkınca Türkiye’ye yapılan göçler hız kazanmıştır. “Kırçova 1500 haneli büyük bir Ulah

17
köyü ve merkezi idi. Geceleri komitaların buraya girip çıkma ihtimaline binaen devriye gezer ve
ahalinin istirahatini temine çalışırdık. Bizim taburun buraya gelmesinden evvel Bulgar komitaları bu
nahiye merkezini zapt etmişler ve ahaliden vergi toplamışlar..” (Okar:39) şeklinde döneme ait
anılarını aktaran tanıklar, terkedilen Türk köylerinin yakıldığını ileri sürmektedirler. Köylerini bırakıp
Anadolu topraklarına göç eden tanıklar, eve dönüş yolculuğunun başlangıcındaki manzarayı aşağıdaki
iki alıntıdaki gibi tanımlamaktadırlar.

“İstasyonda korkunç bir hava esiyor. Yerli halkın hepsi kaçmış. Kadın ve çocuklar manda
arabalarıyla uzun kollar halinde demiryolu boyunca ya da kestirmeden Tekirdağ'a gidiyorlar. Köyleri
yanmış, yersiz yurtsuz günlerce oradan oraya dolaşıyorlar. Karışıklık gittikçe artıyor, manzara tam
sefalet ve perişanlık. Çocuklar yarıçıplak, kadınlar çamurda çıplak ayak.” "Bulgarların bu civarı
istilâsından 15-20 gün kadar sonra Türk köylerinde mezâlimin başladığını ve Bulgar hükümetinin
Hırisyanlara, Müslümanları katletmek, kalanlarını hicrete mecbur etmek suretiyle, arazi ve
mallarının kendilerine kalacağını bildirmesi pekçok masum insanın öldürülmesine sebep olmuştur."
(Artuç, 1988:132), Tespitler, bölgenin Türklerden arındırılması projesinin kapsamını ve ciddiyetini
ortaya sermektedir.

Tüm ağır şartlara rağmen geleneksel Türk devlet yapısı, Balkanlardan göç eden Türkler’in
hakimiyetin anayurduna intibaklarını kolaylaştırmak amacıyla, elindeki olanakları seferber etmiştir.
Yerli burjuvaziyi yaratma hedefiyle, Balkan göçlerini ele alan İttihat Terakki iktidarları, muhacirlerin
arasında bulunan burjuva hayat tarzını benimsemiş göçmenleri, iktisadi yapısı gelişmiş bölgelere
yerleştirirken, kültür- eğitim seviyesi itibarıyla Anadolu nüfusundan çok daha avantajlı konumda
bulunanlarınsa devlet kadrolarında istihdamını sağlamıştır. Osmanlı İmparatorluğu’nun yıkılmasından
sonra da muhacirlere yönelik ilgi değişmemiş, özellikle Cumhuriyet döneminde göç eden Türklere,
Cumhuriyet dönemi yönetimlerinin destek sağlamasıyla, göçler hızlanmıştır. Nitekim 1935 CHP parti
programında göre “Yurtdışından gelecek Türklere her türlü yardım ve kolaylığın gösterilmesi”
öngörülmektedir, (Ağanoğlu: 276)

Bu bağlamda mübadele dönemlerinde Türkiye’nin muhacirlere verdiği ekonomik destek hem


ayni hem nakdi bazda önemliydi.. Balkan göçmenlerine bütçenin elverdiği ölçü de para desteğinin
yanısıra tarım araç- gereçleri, hayvan ve tohumluk yardımında bulunulduğunu hatırlatan Arı, bu
kesimin 1945 yılında çıkarılan Çiftçiyi Topraklandırma Kanunu’ndan yararlandığını kaydederek,
görüşlerini şöyle sürdürüyor: ”Mübadele göçmenlerine tarla, bağ, bahçe, zeytinlik vb. Taşınmazların
dağıtımıyla ilgili olarak, hükümetçe hazırlanmış olan genelgede ayrıntılı bir dağıtım ve paylaştırma
planı oluşturulmuştur. Bu yöntemle, yerleştirilmiş olan mübadele göçmenlerine 5.000.000 dönüm
arazi, 4.300.000 adet de zeytin, incir ve meyve ağacı dağıtılmıştır.” (Arı,2006)

1945- 1950 yıllarında Yugoslavya’dan göç edenleri ekonomik bazda yüreklendiren gelişme
de, Çiftçiyi Topraklandırma Kanunu’nun muhacirler üzerinde yarattığı olumlu etkiydi. Bahsedilen
tarihte birçok köylünün topraklarına, “Hazineye ait toprakları işgal” iddiasıyla el konuldu. Kapsamı
ve başarısı çok sınırlı düzeyde seyretse bile, el konulan araziler millileştirildikten sonra, topraksız
köylüye ya da küçük toprak sahiplerine dağıtıldı. Rumeli kökenli göçmenler de, Cumhuriyet
Türkiyesi’nin bu uygulamasından tanınan imkan nispetinde yararlandılar. (Crampton:10)

Yugoslavya’dan Türk Göçleri

Yugoslavya I. Dünya Savaşı’ndan sonra kurulan bir devlettir. Ülkenin adeta merkezi
konumunda bulunan Sırbistan ise 1804 yılında patlak veren isyan sonucunda önce Belgrad’ı aldı.
Rusya’nın sürekli destek sağladığı Sırp önderler, ilk isyan girişiminin başarısızlığının ardından.
Viyana Konferansı’ndan sonra yeniden ayaklandılar. 1817’de Rus Çarlığı’yla yeni bir savaşı göze
alamayan Osmanlı İmparatorluğu, bölgede geniş çaplı ıslahat gerçekleştirerek, Sırplara özerklik
tanıdı. 1830 senesinde yine Rusya karşısında alınan bir mağlubiyetle Sırbistan’ın yarı- bağımsızlığını
onaylamak zorunda kalan Osmanlı devleti, 1877-78 Rus Harbi’nde yaşadığı bozgunun ardından Sırp
bölgesindeki topraklarına veda etti. 1878 Berlin Anlaşması, Sırbistan’ın tam bağımsızlığını dünyaya
duyuruyordu. Balkan savaşlarında Sırbistan’la ile ilişkiler iyice gerilmişti. İki toplum arasında, Lozan
Anlaşmasıyla beraber, kısmi yumuşama görülecektir. Lozan’dan sonra kişisel nedenlerden

18
kaynaklanan göçler, 1952-1967 döneminde tekrar kitlesel nitelik kazanmıştır. Aşağıdaki tabloda
Sırbistan göçlerinin, kronolojik seyri sunulmaktadır:

TABLO-IV: 1923-1938 Yılları Arasında Yugoslavya’dan Türk Göçleri

GÖÇ EDİLEN YILLAR GÖÇ EDEN SAYISI


1923-1933 108,079
1934 3,129
1935 3,489
1936 250
1937 65
1938 71
TOPLAM 115,273
(Kaynak: Öksüz,2000:185)

Yugoslavta göçlerinin ekonomik gerekçesi, miras yoluyla toprakların bölünmesi ve genellikle


tarımla uğraşan Türklerin ellerinde kalan topraklarla geçinemez hale gelmeleriydi. Her kuşak
dönümünde daha az toprakla iktifa etmek durumunda kalan Türkler, nüfus artışına paralel olarak
fakirleşiyorlardı. Karpat, toprakların bölünmesinin yanısıra artan vergi oranlarının da bölgenin
Türklerden arındırılmasıyla sonuçlandığına değinerek, “100 dekardan büyük toprak sahibi olanların
topraklarına el konulması, ticaretin tehdit edilerek esnafın malının müsadere edilmesi, işçilere
ideolojik ayrım yapılması, verginin takdire tabi oluşu nedeniyle Türklerin yüksek oranda vergiye tabi
tutulması vb.”(Ağanoğlu:321) şeklinde görüşlerini dile getirmektedir. Yukarıda sayılan olumsuz
şartların etkisiyle, 1923-1933 döneminde, yani Türkiye Cumhuriyeti’nin henüz kurulduğu günlerde,
Yugoslavya’dan 108 bin 79 Türk göç etmiştir. (Karpat, 2005) “Serbest göçmen” statüsünde ülkeye
giriş yapan Yugoslavya Türklerini, 1932-1940 yılları arasında ise “iskanlı göçmen”ler izlemiştir.

.Kasım 1945 seçimlerinde oyların % 90’ını Komünist Parti yönetimindeki Halk Cephesi
Koalisyonu almıştır. (Yugoslavya, 2006) Seçimlerle birlikte, Yugoslav Komünist Partisi lideri Josep
Broz ya da kamuoyunda bilinen ismiyle “Tito dönemi” başlamıştır Aslında Komünist Partisi’nin
seçim kampanyasında vurguladığı değerler, tüm etnik topluluklara olduğu gibi Türklere de umut vaat
ediyordu. KP, Yugoslavya da bulunan tüm etnik gruplara eşit eşit güvenlik hakkı tanıyacağını ısrarlı
biçimde gündeme getiriyordu. 1946 yılının Ocak ayında yeni Anayasa kabul edildi. Bu anayasa
neredeyse kökten eşitlikçi söylemler içeriyordu. Tüm Yugoslav vatandaşlarına ırk, millet, dil, inanç,
eğitim ya da sosyal statü farkı gözetmeksizin eşit haklar tanınıyordu. Ancak gelişmelerin hiç de
Anayasa’da yazdığı gibi gitmediği açıktı. (Crampton:11) Zira Tito’nun toplumu stabilleştirmek ve
sosyalist bir devlet düzeninin temellerini atmak niyetiyle giriştiği politikalar, Türklerin ekonomik
sorunlarına çare olamıyordu. El konulan topraklarını geride bırakmak durumunda kalan yeni Türk
göçmenler, neredeyse hiçbir maddi güce sahip olmaksızın, kapağı Türkiye’ye atıyorlar ve devletin
“himmetine” sığınıyorlardı.

1950 yılında Balkan topraklarında müslüman ve Türk nüfusunun hızla azaldığı


görülmektedir. Osmanlı-Rus savaşından itibaren her geçen yıl, sayıları azalan Türkler, yaşadıkları
acıların da etkisiyle diğer Balkan toplumlarından kopuk ve kendi içlerine kapanık bir tutum
belirlemişlerdir. Bu içine kapanıklık Balkan devletlerinin Türkleri kendi haline bırakması anlamına
gelmemiş, baskılar azalmamıştı. Dönemi inceleyen Ağanoğlu, şu noktaların altını çizmektedir: “Türk
evlerinin mahrumiyetine saygı duyulmayarak Türk olmayan unsurların ve komünistlerin evlere
mecburi kiracı olarak yerleştirilmesi, kıyafetlere ve özellikle kadınların örtülerine müdahale edilmesi
ve yasaklama getirilmesi, okullarda komünist propaganda, Slavlarla yaptırılmak istenen zorunlu
evlilik, Türklerin Slav köylerine iskân mecburiyeti.”(Ağanoğlu:321)

Türkler özel alanlarına bu kadar müdahale edilmesinden hoşnut değildi. Böylelikle ilk fırsatta
Anadolu topraklarına göç etmek için bir neden daha oluşmuştu. Bir başka neden ise 1956 yılında
uygulamaya sokulan, “Silah Toplama Kampanyası”ydı. Böylelikle sosyalist Yugoslavya’dan
Türkiye’ye göçlerde bir hareketlilik olmuş, 1952 yılında sadece 32 aile (73 kişi) göç ederken, 1956
yılında bu sayı 30 bin 162’ye ulaşmıştır. Tito döneminin hemen sonrasında yaşanan de göçler

19
gösteriyor ki, komünist parti barışçıl söylemine rağmen müslümanlara karşı barışçı bir yol
izlenmemiştir. Ancak 1961’de “etnik” bir unsur olarak nitelenmeye başlanan müslüman grupların,
“millet” başlığı altında değerlendirilip tanınmaları için 1971 yılını beklemek gerekecektir. Yugoslav
otoritelerce Müslümanlığın, kendi başına bir ulusal kimlik ögesi olarak kabul edilmesiyse 1981 yılını
bulmuştur. (Crampton:21)

TABLO-V: 1952 – 1967 Yılları Arasında Yugoslavya’dan Türkiye’ye Göçler

YIL AİLE SAYISI NÜFUS SAYISI


1952 32 73
1953 303 1,113
1954 2,437 9,728
1955 4,047 17,000
1956 8,083 31,969
1957 8,250 30,162
1958 8,741 18,403
1959 3,795 18,403
1960 3,417 13,304
1961 1,801 7,091
1962 1,286 3,399
1963 996 2,603
1964 318 1,288
1965 333 1,998
1966 783 3,672
1967 716 3,452
TOPLAM 46,338 175,392

(Kaynak: Bayraklı, 2007)

Bulgaristan’dan Türk Göçleri

1877-1878 yıllarından sonra başlayan Bulgaristan göçlerinin 1989 gibi yakın bir tarihe kadar,
kitleler halinde devam ettiği görülmektedir. 1879-1890 tarihleri arasında Türk topraklarına 18 bin 033
kişi göç ettiği görülür. Göçmenler genellikle Bulgar çetecilerin baskılarından kaçtıkları için bu bir tür
zorunlu göçtür. Bulgar- Türk ilişkilerinde çok ciddi bir gerginlik olmamasına rağmen, ilerleyen
dönemlerde göç hiç durmamış, bazı yıllar düşük bazı yıllar yüksek miktarda göç hareketleri, sürekli
devam etmiştir. (Şimşir:200)

Balkan Savaşları’yla Bulgaristan’dan Türkiye’ye ilk göç dalgası yaşanmış, bu dönemde 115
bin 883 kişi Türk topraklarına yerleşmek için iskan talep etmiştir. (Şimşir:51) I. Dünya Savaşı
sırasında arada kurulan “müttefiklik illiyeti”nden ötürü oldukça düzgün bir seyre giren Türk- Bulgar
ilişkileri, dönemin Bulgar hükümetinin Türk Kurtuluş Savaşı’na destek vermesi, Trakya’da başı
sıkışan Türk birliklerini koruma- kollama çabaları ve milliyetçi- devrimci Türk önderliğine yapılan
bazı yardımların, bu ülke üzerinden sevkiyatına izin verilmesi nedeniyle iyice sıkılaşmıştır. Bu dönem
Bulgar Başbakanı Stambolivski, Cafer Tayyar Paşa’ya bağlı kuvvetlerin Bulgaristan’a sığınmalarını
olumlu karşılamış, Ankara hükümetine yaptığı yardımlar gerekçe gösterilerek, İtilaf Devletlerince
köşeye sıkıştırılmaya çalışılmıştır. (Dural, 2013:17-18) 1934’de Bulgaristan’da yaşanan faşist nitelikli
askeri darbe, Türk göçünü hızlandıran bir diğer etken olarak görülebilir. 1934 yılına dek
Bulgaristan’dan Türkiye’ye yılda yaklaşık 10 bin muhacirin geldiği dikkate alındığında, darbeden
sonra aynı sayının iki katına çıkarak, 20, bin rakamına dayanması önemlidir. (Öksüz, 2006 :99)

1934-1939 yılları arasında toplam göç eden sayısına bakıldığında 198,688 rakamıyla
karşılaşılmaktadır. Yıllara göre Bulgaristan’dan göç eden Türk sayısı aşağıdaki gibi bir dağılım
göstermektedir.

20
TABLO-VI: 1934-1939 Yılları Arasında Bulgaristan’dan Göç Eden Türklerin Sayısı

Göç Edilen Yıl Göç Eden Sayısı


1934 2.682
1935 24.968
1936 11.730
1937 13.490
1938 20.542
1939 17.769
TOPLAM 198.688
(Kaynak: Çolak, 2013:117)

1940 yılından itibaren Bulgaristan’dan göçlerde yavaşlama, yani göç eden sayılarında bir
azalma olduğu görülmektedir. Bu dönem II. Dünya Savaşı dönemi olmakla beraber, Türkiye
neredeyse hiç göç almamıştır. Bunun temel nedenlerinden biri Bulgaristan’ın yurt dışına çıkışları
engellemesidir. 1940-1949 dönemiyle önceki dönemi karşılaştırmak, göç sayısındaki gerilemenin
ortaya konulabilmesi açısından yeterlidir.

TABLO- VII:1940-1949 Yılları Arasında Bulgaristan’dan Göç Eden Türk Göçmen Sayısı

Göç EdilenYıl Göç Eden Sayısı


1940 6.960
1941 3.803
1942 2.672
1943 1.145
1944 489
1945 631
1946 706
1947 1.763
1948 1.514
1949 1.670
TOPLAM 21.353
(Kaynak: Çolak:118)

1951-1952 yılları arasında Bulgaristan’dan yaşanan Türk göçü Karpat’ın sözleriyle, şöyle
özetlenebilir. “Müslümanlara, Osmanlı Devletinden sonra da Türkiye ile birçok Balkan hükümeti
arasında imzalanan çeşitli anlaşmalara rağmen, Müslüman olmaları nedeniyle eziyet ediliyordu.
Örneğin Bulgar Müslümanları, belirtildiği gibi Türkiye ile Bulgaristan arasında imzalanan
anlaşmalara konu olmuşlardı. 1951-52 yıllarında Bulgaristan Stalin’in tavsiyeleri üzerine Türk
kökenli 152,000 yurttaşını Bulgaristan’dan sürdü.” (Karpat,251)

Jivkov İktidarı ve 1989 Muhacirleri

1989 göçü ise toplu ve zorunlu göçün en yakın örnekleri arasında yer almaktadır. Bu tarihte
asimilasyon ve siyasal baskı aynı anda izlenmektedir. Jivkov döneminde, Bulgaristan’da Türklere
yönelik siyasal zora eklemlenen kamusal baskıyla, Türk azınlığa Osmanlı yönetimi altında zorla
Türkleştirilen Bulgarlar oldukları kabul ettirilmeye çalışılıyordu. 1989 yılında Bulgaristan’ın çeşitli
bölgelerinden göç edenler genellikle asimilasyona uğramamak ve taşıdıkları Türk kimliğini korumak
adına zorunlu olarak topraklarını bırakarak, Türkiye’ye giriş yapmışlardır.

1984-1989 yılları arasında Todor Jivkov tarafımdan uygulanan, “Soya Dönüş Süreci“
politikası hüküm sürüyordu. Bu süreç sadece Türklere yönelik uygulamaları kapsamıyordu. Sosyalist
Bulgar yönetimi hedef tahtasına önce Çingene sonra Pomak kökenlileri almış, uygulama kademeli
olarak Türklere yaygınlaştırılmıştı. İlk olarak Türk kökenli Bulgar vatandaşlarının ana dillerini
konuşmaları yasaklandı. Devamında Türklerin eline tutuşturulan Bulgar isimler listesinden kendi

21
isimleri yerine tercihte bulunmaları istendi, direnenlere zorla Bulgarca isimler verildi. Yeni doğan
çocukların nüfusa kayıt işlemleri, Bulgarca isim taşıyıp taşımadıklarına bakılarak yapıldı.
(Asimilasyon ve Göç, 2014) 1989 göçmenlerinden bazıları, yaşadıkları baskıyı şöyle ifade
etmektedirler: “Bizim şehirde Türk olarak ilk bizim fabrikayı bastılar. Sonra azar azar herkesi
çağırdılar, Herkesin fabrikalarını bastılar, evlere girdiler. Sonunda isimler değiştirildi. Bizim şehir
küçük bir Bulgar kentiydi, herkes birbirini tanırdı. Çocuğu okula gönderiyorsun, hastaneye
gidiyorsun, Türk olduğumuzu bildikleri halde Bulgarca ismi çağırıyorlar. Alışverişte, hastanelerde
hep aynı ayrımcılıkla karşılaşıyorsun. İsimleri 1985’te değiştirdiler. Biz Türkiye kapıları açınca
1989’da geldik." (Dural- Eseler, 2015)

Aslına bakılırsa Bulgaristan’daki Türk varlığı, Türk azınlığı gözeten tüm Bulgar
yönetimlerini kaygılandıran bir sorundu. Zaman zaman ülke nüfusunun yüzde 15’lere yakınını
oluşturan Türk azınlık, Bulgaristan’daki en büyük azınlık grubuydu. Bulgar yönetimleri, Türklerden
çekincelerini kimi zaman, “asayiş sorunu” başlığı altında değerlendiriyorlardı. (Hacıoğlu, 30-32
2014) Özellikle 1975 yılından itibaren Bulgarların doğum oranı binde 16,6’larda gezinirken, Türkler
kökenlilerin binde 24,5’lik yoğun bir çoğalma hızına ulaşmaları, sosyalist yönetimim endişeye
sürükledi. Belli ki Bulgar yöneticiler, Türklerin birgün gelip özyönetim hakkı isteyeceğinden veya
Bulgaristan’da artan Türk nüfusundan yararlanma azmine sahip bir Türk yönetiminin, nüfus unsurunu
kullanarak Bulgaristan’ı sıkıştırmasından çekiniyordu. ( Asimilasyon ve Göç, 2014)

Oysa Bulgar yönetimlerinin yaşadıkları tedirginliğin aksine, Bulgaristan’da Türk ve Bulgar


unsurlar son derece iyi anlaşıyorlardı. Üstelik bu dönemde iki devletin araları karşılıklı güven ilişkileri
çerçevesine dayalı olarak gelişiyordu. Ne Türkiye’deki siyasal akıl ne de bazı marjinal gruplar
haricinde genel olarak Türk kamuoyu, Bulgaristan’ı hedef gösterecek, tehdit edecek bir politika
yürütüyordu. Nitekim bu ilişki düzeyi Bulgaristan’dan göç istatistiklerine de yansımış, 1979-1988
yılları arasında Türkiye’ye gelen göçmen sayısının 100 kişiden az olduğu gözlenmiştir.
(Eminov,1997:255) 24 Ekim 1985’de Sovyetler Birliği Komünist Partisi Genel Sekreteri Garboçov’la
buluşan Bulgar Başbakanı Jivkov, ülkesindeki Türk azınlığı nasıl algıladığını, şu şekilde ortaya
koyacaktı:. “Bulgaristan'daki Türklere gelince, bunların sayısı 800 bin. 2000 yılına kadar 1 milyon
olacaklar. Artış oranları çok yüksek… Türk tarafı bunları Türk milletinin bir parçası olarak görecek.
Bazı şeyler gözümüzden kaçmış…".(Asimilasyon ve Göç, 2014)

Bu dönemde etkiye tepki olarak Bulgaristan Türklerinin, özellikle Kırcaali taraflarındaki


köylerde örgütlenerek, milli benliklerini korumaya çalıştıkları dikkati çekmektedir. Bölgede Türk
hareketliliği, Bulgar yönetimini daha hırslandırmıştır. 1980-1984 yılları arasında öldürülen Türklerin
sayısının 700- 900 arasında verilmesi, Bulgaristan’da Türkleri hedef alan “devlet terörünün”
boyutlarını ortaya serer niteliktedir. Bu da yetmemiş, 1984-1985 yıllarında Filibe Tren İstasyonu ve
Varna Havaalanlarının patlatılması, Türklerin gerçekleştirdiği terör faaliyetleri olarak görülmüş, Türk
azınlığa “terörist” muamelesi yapılmıştır. (Asimilasyon ve Göç, 2014)

Öte yandan 1980’li yıllarda iktidarda olan Başbakan Turgut Özal ve ANAP iktidarlarının,
göç eden Bulgaristan Türklerine ciddi destek sağladığı dikkati çekmektedir Tam bir sayı
verilmemesine rağmen, yaklaşık 600 bin Türk’ün, Bulgaristan terkederek, Türkiye sığındığı, Özal’ın
Cumhurbaşkanlığı devrinde de 1989 göçmenlerinin sorunlarıyla yakından ilgilendiği bilinmektedir.
Bulgaristan’dan yurda giren göçmenler, tıpkı kendilerinden önceki muhacirleri izleyerek, önceden göç
etmiş olan tanıdık, akraba ya da komşularının yanlarına yerleşmişlerdir. Böylelikle 1989 göçmenleri,
ağırlıklı olarak Tekirdağ, İzmir, Edirne, Bursa ve Balıkesir’e dağılmışlardır. 1989 göçmenlerine devlet
yardım etmeye çalışmış, ancak; özellikle konut yardımından (Bu dönemde devlet göçmenlere konut
kazandırmak amacıyla uzun vadeli olarak konut satışı yapmıştır) az sayıda göçmen yaralanabilmiştir.
Bunun dışında göç ettikleri ilk yıllarda genellikle vasıfsız işlerde çalışan Bulgar Türkleri, zamanla
kendilerine uygun işlere yerleştirilmişlerdir. O dönemin tanıkları, devletim imkanlarını seferber
etmesine karşın Türkiye’de sıklıkla yaşanan ekonomik kriz ve daralmadan olumsuz etkilendiklerini,
hiçbir birikimlerini beraberlerinde taşıyamadıklarından ötürü bazen çocuklarını okutmakta dahi sıkıntı
çektiklerini kaydetmişlerdir. Kriz döneminde Türkiye’deki insanların bakışlarının da değişebildiğini
anımsatan göçmenler, sosyal dışlanmışlık çektiklerini, bazı Türklerin kendilerine “Bulgar”
yakıştırmasında bulunmasına “içerlediklerini” belirtmişlerdir.

22
Türk zorunlu göçünden kısa süre sonra yani 1989 sonbaharında Jivkov tüm görevlerinden
istifa ederek, yerini yeni toplumsal güçlere bırakır. Bu aynı zamanda Bulgaristan’da, “liberal dönem”
olarak adlandırılan dönemin başlangıcıdır. Çektikleri derin acının etkisiyle hala Bulgaristan’da kalan
ve bu ülke nüfusunun yüzde 8-10’luk kısmını oluşturan Türkler, ülkedeki tüm azınlıkların haklarını
savunan, “Haklar ve Özgürlükler Hareketi” adlı partide örgütlenirler. Her ne kadar Bulgaristan’da
komünizmden kopuş ve totaliter yönetim dizgesinden uzaklaşma, diğer Balkan ülkelerine göre,
nispeten kolay gerçekleştirilse de, Batı tarzı kapitalist üretim tarzını benimseme süreci, son derece
yavaş ve zorlu tedbirleri gerektiriyordu. Dolayısıyla Jivkov yönetimini izleyen beş yıl boyunca,
siyasal açıdan fazla baskıcı olmasa bile ekonomik düzlemde son derece sert tedbirleri uygulayan
iktidarlar işbaşına geldi. Giderek ülkenin en etkin dört siyasal hareketinden biri olma şansını
yakalayan Hak ve Özgürlükler Hareketi, 2001 ve 2005 seçimlerinde koalisyon hükümetlerine katıldı,
Bakanlıklar aldı. Türklerin yoğunlukta olduğu bölgelerde çok sayıda belediye başkanlığı da kazanan
HÖH, bugüne dek izlediği politikalarla Jivkov idaresinin beklentilerini adeta boşa çıkardı.
Bulgaristan’da tüm azınlıkların haklarının takipçisi olan HÖH yönetimleri, Türkler tarafından kurulan
4 partiden en popüleri haline gelirken, Bulgaristan’da ne “özyönetim” hakkı ne de farklı bir “etnik
bölücülük” tavizi istedi. Bulgarlarla Türklerin uyumlu birlikteliğini savunan HÖH, siyasal çizgisiyle
“azınlık haklarına duyarlılığın” etnik ayrışma anlamına gelmediğini, sosyalist dönemin sonunda
Türkleri suçlayan KP’nin kuruntularına yenik düştüğünü tanıtladı. Eskiden Türklere baskı uygulayan
KP’nin devamı olan, Sosyalist Parti’nin içinde yer aldığı koalisyon hükümetlerine katılan HÖH, Türk
azınlığın Bulgaristan’ın saygıdeğer yurttaşları olduğu fikrini güçlendirdi.

Yunanistan’dan Türk Göçleri

Tanzimat (1839) ve Islahat (1856) fermanlarından sonra gayri- müslim halkın Batı Anadolu,
Trakya ve Karadeniz kıyılarına yerleştikleri görülmektedir. Bunun temel nedeni maddi açıdan
güçlenen gayri- müslim halkın ve Yunanistan topraklarında iş bulamayanların, bu bölgelere göç
ederek ticaretle uğraşmalarıdır. (Erdilek, 2006) Erdilek, bölgedeki hareketlilik hakkında, “1830’da
İzmir’de 80 bin Türk ve 20 bin Rum olduğu tahmin edilmektedir. 1860’da ise İzmir’de 41 bin
Müslüman ve 75 bin Yunanlı vardır. ....Müslüman nüfus ise ekonomik bakımdan gerileyerek içlere
doğru kaçmıştır. Yunan kolonicilerin akışı sadece kıyılara değil, Manisa, Akşehir, Aydın, Trabzon ve
Giresun’a da olmuştur.” (Erdilek, 2006) 1830’da yani Yunanistan’ın henüz bağımsızlığı kazandığı
sıradaki İzmir genel (kent ve kırsal birlikte) nüfusunun, dörtte birini Rumlar oluşturmaktadır. Bu
husus önemlidir zira uluslararası hukuka göre etnik- dinsel çoğulculuk yaşanan ülkelerde toprak
yapısında sorun çıktığında, belli bir kentin hangi grubun hakkı olduğu, şehrin genel nüfus dengesine
değil, şehir-içi nüfus üstünlüğüne dayanılarak kararlaştırılıyordu. ABD Başkanı Wilson’un 14 başlık
altında 1918 yılında açıkladığı ve kendi ismiyle anılan, “Wilson Prensipleri” I Dünya Savaşı’nın
ardından, yenik İttifak Devletlerinin topraklarının işgal- paylaştırılmasında temel kıstası oluşturacaktı.
Ancak bir şehirde, kent nüfusu üstünlüğünü elinde bulunduran etnik topluluğun, o şehrin gerçek sahibi
sayılmasına dair prensip (genel-geçer yaklaşım), Balkan Savaşları’ndan beri Osmanlı devletinin
karşısına çıkarılmaktaydı. Uluslararası hukuk ve diplomaside yoğun kabul gören bu anlayışa göre,
Mondros Ateşkes Antlaşmasından sonra Yunanistan’ın İzmir’e çıkması, “haklı” bulunmuştur. Zira o
dönem İzmir kent merkezinde Rum- Yunan kökenliler, kırsal alan hesaplamaya dahil edildiğindeyse
Türkler çoğunluğa sahiptiler. İzmir’de Türklerin aleyhine işleyen bu prensip, Hatay’ın anavatana
katılması arifesinde, Türkiye lehine işletilmiştir.

Öte yandan Yunanistan’dan Türk göçleri ise bu tarihten çok daha sonra, yani Balkan
Savaşları’yla beraber net olarak hissedilmeye başlanmıştır. 1912-1913 döneminde Yunanistan’dan
140 bin Türk Anadolu topraklarına göç etmiştir. Aynı dönemde Türkiye’de yaşayan Rum
vatandaşların da Yunanistan’a göç ettikleri görülmüştür. Yaklaşık olarak 850 bin Rum kökenli
Osmanlı vatandaşı, Balkan Savaşları’nın yarattığı panik havasıyla, Yunanistan’ın özellikle sınır
kentlerine yerleşmişlerdir. Rumlar böylelikle sınır kentlerinde nüfusun artmasına neden olarak, Yunan
hükümetinin müslümanlara baskı yapmasına sebebiyet vermiştir. Kendi göçmenlerine yer açmayı
tasarlayan Yunan hükümetleri, özellikle Resmo, Kandiye, Hanya, Selanik kentlerindeki müslüman ve
Türkleri göçe zorlamıştır. (Arı, 2006)

23
30 Ocak 1923’de, “Lozan Ahali Mübadelesi Sözleşmesi” imzalandı. Bu sözleşmeye göre 1
Mayıs 1923 tarihinden itibaren 1 milyon 250 bin Türkiye Cumhuriyeti uyruklu Ortodoks hristyan
Yunanistan topraklarına, 500 bin Yunanistan uyruklu müslüman Türk, Türkiye topraklarına göçecekti.
Karşılıklı ve taraf ülkelerin onayıyla yapılan zorunlu göç hareketlerine, “mübadil” denilmektedir
(Erdilek, 2006) Zorunlu göç nüfus itibariyle kısıtlı bir ülke olan Yunanistan’da ciddi nüfus artışına yol
açmış, Rum göçmenlere kaynak sağlama sıkıntısı çeken Yunanistan, topraklarında yaşayan Türklere
baskı uygulamak zorunda kalmıştır. Yunanistan’ın tavrı, mübadil sonrası göçleri tetikleyecek, bir
neden olmuştur. (Yıldırım, 2012:78)

Tablo- VIII: 1923-1999 Yılları Arasında Yunanistan’dan Türk Göçleri


Göç Edilen Yıllar Göç Sayıları
1923-1939 384,000
1939-1946 ----------
1946-1999 25,899
(Kaynak: Kirişçi, 1999:114)

Türk mübadillerin başta iskan ve işsizlik olmak üzere Türkiye’de ciddi sıkıntı yaşamamaları
için kolları sıvayan CHP yönetimi, göçmenleri Yunanistan’da çalıştıkları iş kollarına uygun kentlere
yönlendirmiş, kırsal alan kökenli olanlaraysa arazi desteği sağlanmıştır. Arı, Türkiye’nin aldığı
önlemleri, ”Mübadele göçmenlerine tarla, bağ, bahçe, zeytinlik vb. taşınmazların dağıtımıyla ilgili
olarak, hükümetçe hazırlanmış olan genelgede ayrıntılı bir dağıtım ve paylaştırma planı
oluşturulmuştur. Bu yöntemle, yerleştirilmiş olan mübadele göçmenlerine 5 milyon dönüm arazi, 4
milyon 300bin adet de zeytin, incir ve meyve ağacı dağıtılmıştır” (Arı, 2006) şeklinde özetliyor.

Yunanistan’dan Türk göçleri, 1934-1960 döneminde azalarak devam etmiştir. Bu dönemde


23 bin 788 kişinin Türkiye topraklarına göç ettiği görülmektedir. 1960-1970 yılları arasındaki 10
yıllık dönemde ise 2 bin 81 kişi Türkiye’ye göçmüştür. (dallog.com2, 2006) Bu arada, 1923-1995
yılları arasında Anadolu’ya muhacir akınının yaklaşık yüzde 25’i Yunanistan’dan gelenlerden
oluşmaktadır. Sayısal olarak ise 424 bin 645 kişiyi kapsayan Yunan muhacirlerinin yüzde 95’inin
zorunlu göçle yurda gelmesi, her iki toplumun olağanüstü durumlar dışında topraklarını terketmeye
yanaşmadıklarını kanıtlamaktadır. (Doğanay,2005)

Sonuç: Aynı Yazgıyı Paylaşmak

Avrupa’nın “acılı toprakları” olarak da adlandırılabilecek Balkanlar, tarih boyunca


boğazlaşmalar, nüfuz savaşları, çokuluslu planların merkezi konumunda bulunmuş, iki dünyanın
birbirine bağlandığı bu “sınır bölgesi”, jeo-stratejik önemini hiçbir zaman yitirmemiştir. Bölgede
hayli uzun süren, “Osmanlı barışı” elbette yıkılmaya mahkumdu. Zira Osmanlı devleti, emperyal
vizyonundan ödün vermemek adına haliyle. Fransız Devrimi’nin başlattığı yeni çağa sanki devrim hiç
olmamış ya da devrimin temel ilkeleri birer boş sloganmışçasına yaklaşıyordu. Oysa “özgürlük,
eşitlik, kardeşlik, adalet” hem imparatorluğun Balkan topraklarında hem de içinde karşılığını bulan
somut bir talepti. Durumdan vazife çıkaran ve imparatorluğun içine yuvarlandığı otorite boşluğunu
çok iyi değerlendiren Balkan milliyetçilikleri, kendi çıkarları dolayısıyla mücadelelerine destek
sağlayan Batılı büyük güçlerle buluşmakta pek zorluk çekmediler. Zaten Balkan milliyetçiliklerinin
mücadele metoduna şekil veren Bulgar komitacılığının, temel felsefesi, “Kes, kesil, büyük
devletlerden yardım iste” üçlemesine dayanıyordu. Sahip olduğu pragmatik devlet felsefesi gereği
Fransız Devrimi’nin kavramlarını yok saymak veya onlarla kavga etmek yerine, bu kavramların
muadillerini toplumsal yaşama aktarmayı benimseyen Osmanlı İmparatorluğu, Osmanlı yurttaşlığında
birleşmiş bir imparatorluk yurttaşlığı, ulusal kimlik arayışlarına bir panzehir olarak sunmaya çalıştı.
(Dural: 103- 104) Metne son vermeden evvel, Balkanlar’ın günümüzdeki sorunlarına bir alıntıyla
değinmek yararlı olacaktır. Dural, konuyu şu şekilde bağlamaktadır.

“Ne var ki, imparatorluk dağılmakta olan bir devrin siyasal kurumuydu ve yeni kavramlara
eski sözlükten karşılık derlenemeyeceğini çabuk öğrenecekti. Ülkedeki Arnavut ve yahudi unsurlar
dışında Osmanlı yurttaşlığına sadece Türklerin inandığını sezmekte gecikmeyen Osmanlı yönetimi,

24
eninde sonunda Hıristiyan nüfusu kaybedeceğinden hareketle; elde kalacak nüfuz dengesine göre
tamamen faydacıl amaçlarla önce İslamcılık sonra Türkçülük silahlarına başvuracaktı. Adı geçen
silahlardan sadece Türkçülüğün işe yarayacağı gerek milliyetçi- devrimci İttihat Terakki gerekse
Kemalist kadroların elinde ispatlandı. Böylelikle imparatorluğun konjonktürel engeller nedeniyle
başvuramadığı ulus- devlet- ulusallık- milliyetçilik silahına yönelmelerinin adeta, “eşyanın tabiatı”
gereği olduğu görüldü. Zira Türk devletinin kayıplarını da engelleyen, Türklere tekrar bir vatan veren
olgular milliyetçilikle ulus- devlet fikirleriydi. Dolayısıyla bugün Türkiye’de yeni Osmanlıcılık
akımından dem vurarak, Balkanların ancak Osmanlı misyonuyla ayağa kalkabileceğini ileri süren
görüşler, sadece 1815- 1915 dönemini değil, 1915’ten günümüze yaşanan pekçok ulusal kazanımı da
atlayıp, Balkan coğrafyasını küreselleşme ideolojisine, “Yeni Osmanlıcılık” adı altında heba etmeyi
hedefliyorlar.

“Balkanlar bugün ‘küreselleşme’ adıyla mağrur, ‘küresel’ bir sorunla karşı karşıya.
Küreselleşme kendisinden kaçmanın mümkün olmadığı ideolojik bir kavram. Bir merkezi, merkez
güçleri, siyasal amaçları, liberalizmin en uç noktasına vardırılmasıyla elde edilen bir ideolojisi var.
Teknik yönleri itibarıyla küreselleşmekten kaçmanın da, kendi kabuklarına çekilip onu yok
varsaymanın da, bu refleksi geliştirene pek katkısı yok. Ancak küreselleşme ucunda kazananları ve
kaybedecekleri olacak. En az kayba uğramak için karşısında mücadele verilip, karşıt- teklifler
sunulabilecek bir süreç. Bu arada küreselleşmeye karşı mümkün olmayan tek şey, ona karşı tek başına
dikilmek. Küreselleşme ve onun paydaşlarından AB’nin Balkanlar’a biçtiği rol daha “insanca” bir
yaşam karşılığında Balkan toplumlarının özgürlüklerini teslimi ya / ya da yaşlanan emperyal dünyaya
nüfus, işgücü, pazar olarak hizmet sunmak. Küreselleşme Balkan toplumlarının ister lehine ister
aleyhine olsun, karşısında savaşım verilmeyen hiçbir kaynaktan adaletli hak talebinde
bulunulamayacağı tartışılmaz bir hakikattir. Dolayısıyla Balkan toplumlarının küreselleşmeyi bir
oldu- bittiyle değil, ortak mücadeleyle karşılamaları lazım. Eğer karşılaşılan tehdit/ sorun küreselse,
yanıt da küresel olmalıdır. Bu da Balkanlar özgülünde ortak- birbirini anlayan- o güne kadar ki,
temel kabullerini sorgulayan paydaşça bir algının inşasına bağlı gözüküyor.” (Dural: 104)

Kaynakça:

Ağanoğlu, H. Yıldırım (2001), Osmanlıdan Cumhuriyete Balkanların Makus Talihi Göç (Kumsaati,
İstanbul)
Akalın, Hakkı (2000), Ege Gül Mü Diken Mi (Ümit, Ankara)
Akşin, Sina (2007), Jön Türkler ve İttihat Terakki (İmge, İstanbul)
Arafat, Mohammad. (2000), “Bulgaristan’daki Türk Azınlığın Türkiye’ye Göçü”, Trakya Üniversitesi
Sosyal Bilimler Dergisi, Cilt 1, Sayı 1, Haziran (Trakya Üniversitesi, Edirne)
Arı, O. (1960), Bulgaristanlı Göçmenlerin İntibakı 1950-51’de Bursa’ya İstanbul’da İskân
Edilenlerin İntibakı İle İlgili Sosyolojik Araştırma (Rekor, Ankara)
Armaoğlu, Fahir (1997), 19. Yüzyıl Siyasi Tarihi (1789-1914) (T.T.K, Ankara)
Artuç, İbrahim (1988), Balkan Savaşı (Kastaş, İstanbul)
Balcı, Ramazan(2006), Sarıkamış Yolun Sonu (Bâbıalî Kültür, İstanbul)
Barkan, Ö. Lütfü (?), Kolonizatör Türk Dervişleri (Hamle, İstanbul)
Bayraklı, Cemile (2007), “Dış Göçün Sosyo Ekonomik Etkileri: Görece Göçmen Konutları’nda
(İzmir) Bulgaristan Göçmenleri Örneği”,
http://adudspace.adu.edu.tr:8080/jspui/handle/123456789/180, Erişim Tarihi 06.11.2015
Bıyıkoğlu, Tevfik (1987), Trakya’da Milli Mücadele- I (TTK, Ankara)
Crampton, R.J. (2006), İkinci Dünya Savaşı’ndan Sonra Balkanlar (Yayın Odası, İstanbul)
Cengiz, Halil Erdoğan (2015), Enver Paşa’nın Anıları 1881-1908 (Türkiye İş Bankası, İstanbul)
Coşkun, Birgül Demirtaş (2001), Bulgaristan’la Yeni Dönem Soğuk Savaş Sonrası Ankara-Sofya
ilişkileri (ASAM Yayınları, Ankara)
Çağan, Nazmi, (1993) Balkan Harbinde Edirne (Edirne, TTK, Ankara)
Çakmak, Fevzi (2012), Batı Rumeli’yi Nasıl Kaybettik? (Türkiye İş Bankası, İstanbul)
Çavuşoğlu, Turgay (2010), http://www.turgaycavusoglu.com/index.php?
option=com_content&view=article&id=71&Itemid=87, Erişim Tarihi: 18.04.2013
Çelen, Kuter (2014), Balkanlar’da Osmanlı’nın Acı Yılları (Kastaş, İstanbul)

25
Çiçek, Kemal (2015), "II. Viyana Kuşatması ve Avrupa'dan Dönüş (1683-1703)",
https://www.tarihtarih.com/?Syf=26&Syz=381833, Erişim Tarihi: 14-12-2015
Çolak, Filiz (2013) “Bulgaristan Türklerinin Türkiye’ye Göç Hareketi (1950-1951)”,
http://dergipark.ulakbim.gov.tr/usakjhs/article/view/5000039651/5000038537 Erişim Tarihi:
11.11.2015
Demirtaş, Mehmet (2009), “Kırım Savaşı ve 93 Harbi Sürecinde Osmanlı Memleketine Gelen
Göçmenlerin Sevk ve İskanları”, AÜ. Türkiyat Araştırmaları Enstitüsü Dergisi s: 41 (TC Ankara Ü,
Ankara)
Doğanay, Filiz (2005), “Türkiye’ye Göçmen Olarak Gelenlerin Yerleşimi”
http://www.balgoc.org.tr/gocmenyerlesim.html, Erişim Tarihi: 09.11.2015
Dural, A. Baran- Eseler, Bahriye (2015), "Rumeli Göçmenlerinin Siyasal Katılımı ve Davranışları:
Bayrampaşa İlçesi Örneği", ICSER 2015 Uluslararası Kongresi'nde sunulan yayımlanmamış bildiri
(ICSER, Antalya)
Dural, A. Baran (2013), "Balkan Nationalism in Considiretion of Nationalist- Revolutionary
Leadershipand Nationalist Turkish Litareture: The Loss of Western Rumelia/ Freedom Problem/
Events/ Portraits", Eastern Question, Imperial Diplomacy and Nationalism in the Balkans (Rota
Pechat, Bourgas)
Dural, A. Baran (2012), “Geç- Osmanlı Döneminde Balkanlar- Mustafa Kemal ve Türk Özgürlükçü
Hareketinin Yapısal Özellikleri”, TC Trakya Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü Dergisi c: XIV s:2
(TC Trakya Üni., Edirne)
Durukan, Eyüp (2013), Balkan Harbinde Edirne Kuşatması: Günlüklerde Bir Ömür-I: 1911-1913 (İş
Bankası, İstanbul)
Dündar, Fuat (2002), İttihat ve Terakki’nin Müslümanları İskân Politikası:1913-1913 (İletişim,
İstanbul)
Enver Paşa (2014), Balkanlar’da Osmanlı’nın Acı Yılları (Kastaş, İstanbul)
Eminov, A (1997), “Turkish and other Muslim minorities in Bulgaria”
https://books.google.com.tr/books?
hl=tr&lr=&id=Wyvw4l8bgsC&oi=fnd&pg=PR7&dq=eminov&ots=utFN0tqmxb&sig=Z6nda2eG_X
wH8nWY4TzplLl6J4&redir_esc=y#v=onepage&q=eminov&f=false, Erişim Tarihi: 11.10.2015
Erdilek, Neşe (2006), “Türk-Yunan Mübadelesi”, , http://mubadele.org/basinda_20032004.htm,
Erişim Tarihi: 14.11.2015
Ergin, Muharrem (1988), Türkiye’nin Bugünkü Meseleleri, (Türk Kültürünü Araştırma Enstitüsü,
Ankara)
Erim, Nihat(1953), Devletlerarası Hukuku ve Siyasi Tarih Metinleri (Ankara Üniversitesi Hukuk Fak,
Ankara)
Goltz (2014), Makedonya Seyahatim (Türkiye İş Bankası, İstanbul)
Gökalp, Ziya (2013), Türkleşmek İslamlaşmak Muasırlaşmak (Akçağ, Ankara)
Hacıoğlu, Sevim (2014), “Devlet-Toplum İlişkisi Yaklaşımıyla Bulgaristan 1989 Zorunlu Göçü”, TC
Kırklareli Üniversitesi Balkan Araştırma Enstitüsü Dergisi (Kırklareli Üniversitesi, Kırklareli)
Halaçoğlu, Yusuf (2006), XVIII. Yüzyılda Osmanlı İmparatorluğu’nun İskân Siyaseti ve Aşiretlerin
İskanı (TTK Ankara)
Halaçoğlu, Ahmet (1995) Balkan Harbi Sırasında Rumeli’den Türk Göçleri (1912-1913)(TTK,
Ankara)
Hoca, Nazif (1986), “Üsküp”, İslam Ansiklopedisi Cilt:13 (MEB, İstanbul)
İpek, Nedim (2000) Mübadele ve Samsun (TTK, Ankara)
Karpat, Kemal H. (2012), Balkanlar’da Osmanlı Mirası ve Milliyetçilik (Timaş, İstanbul)
Karpat, Kemal H. (2011), Osmanlıdan Günümüze Kimlik ve İdeoloji (Timaş, İstanbul)
Kerimoğlu, Hasan Tamer (2007), “Kilise ve Mektepler Kanunu Örneğinde II. Meşrutiyet Döneminde
İttihatçı- Rum İlişkileri”, ÇTTAD VI/14 Bahar 2007 (Dokuz Eylül, İzmir)
Kirişci, Kemal (1999) “Türkiye’ye Yönelik Göç Hareketlerinin Değerlendirilmesi”
http://www.ata.boun.edu.tr/htr/Kaynakca/312/Kemal_kirisci_%20turkiyeye%20yonelik%20goc
%20hareketlerinin%20degerlendirilmesi_bilanco.pdf Erişim Tarihi:24.12.2015
Korucu, Serdar (2014), “Davutoğlu’nun Unuttuğu Osmanlı Yahudileri”,
http://www.agos.com.tr/tr/yazi/10068/davutoglu-nun-unuttugu-osmanli-yahudileri, Erişim Tarihi: 27-
12-2015.
Küçük, Murat (2005), Bir Nefes Balkan( Horasan, İstanbul)

26
Mccarthy, Justin (1998), Ölüm ve Sürgün (İnkılap, İstanbul)
Nayır, Yaşar Nabi (1993), Değişen Dünyamız (Balkanlar ve Türklük) (Varlık, İstanbul)
Nüzhet, Mehmet Ali (1987), Balkan Harbi 1912 (Kültür Bakanlığı, Ankara)
Oğuzoğlu, Yusuf (2002), “Balkanlardaki Türk Varlığının Tarih İçindeki Gelişmesi” Balkanlar’daki
Türk Kültürünün Dünü, Bugünü, Yarını, (Uludağ Üniversitesi, Bursa)
Okar, Ahmet Mesut (2013), Osmanlı Balkanları’nın Son On Yılı 1902-1912 (Türkiye İş Bankası,
İstanbul)
Ortaylı, İlber (2015), Yakın Tarihin Gerçekleri (Timaş, İstanbul)
Öksüz, Hikmet (2006), Batı Trakya Türkleri (Karam, Çorum)
Öksüz, Hikmet (2000), “İkili İlişkiler Çerçevesinde Balkan Ülkelerinden Türkiye’ye Göçler ve Göç
Sonrası İskan Meselesi (1923-1938)” Atatürk Dergisi Cilt:3 Sayı:1, http://e-
dergi.atauni.edu.tr/atauniad/article/view/1025001010/1025001009 Erişim tarihi: 01.12.2015
Özdemir, Hikmet (2014), Atatürk’ün Geleceği Seziş Gücü, http://yeninizamiye.com/19/12/2014/prof-
dr-hikmet-ozdemir/ataturk-un-gelecegi-sezis-gucu-246-6.html ET: 01.12.2015
Öztuna, Yılmaz (2006), Avrupa Türkiyesi’ni Kaybımız Rumeli’nin Elden Çıkışı (Bâbıalî Kültür,
İstanbul)
Şimşek, Halil (2002), “Askeri ve Stratejik Açıdan Balkanlar”, Türklerin Rumeli’ye Çıkışının 650.
Yıldönümü: 650. Yıl Sempozyumu (Rumeli Türkleri Kültür ve Dayanışma Derneği, İstanbul)
Şimşir, Bilal N. (1986), Bulgaristan Türkleri (Bilgi, İstanbul)
Tanrıöver, Hamdullah Suphi (1987), Dağ Yolu (Kültür ve Turizm Bakanlığı, Ankara)
Taşkın, Tayfun (2008), “Türk Bulgar İlişkileri”, Yayımlanmamış Yükseklisans Ödevi (TC Trakya
Üniversitesi, Edirne)
Toprak, Zafer (2002), “Cihan Harbi’nin Provası Balkan Harbi”, Toplumsal Tarih s:104 (Tarih Vakfı,
Ankara)
Troçki, Lev (2013), Balkan Savaşları (İş Bankası, İstanbul)
Tuğlacı, Pars (1984), Bulgaristan ve Türk Bulgar İlişkileri (Cem, İstanbul)
Turan, Sibel (2000), “Türk- Bulgar İlişkilerinin Kuruluş Sürecine Bir Bakış” (Burgaz Hür Üniversitesi
Hukuk Bilimleri Merkezi, Burgaz)
Ulusoy, Mehmet (2014), Türk Devrimi ve Milliyetçilik (Kaynak, İstanbul)
Uzunçarşılı, İsmail Hakkı (1988), Osmanlı Tarihi (TTK, Ankara)
Yetim, Fahri (2011), “Osmanlı İmparatorluğu’nun Dağılma Döneminde Balkan Milliyetçiliği ve
Büyük Güçler”, Selçuk Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü Dergisi (Selçuk Üniversitesi, Konya)
Yıldırım, Seyfi (2012), “Balkan Savaşları Sonrası Göçlerin Türkiye Nüfusuna Etkileri”, CTAD
(Hacettepe, Ankara)
______________ (2006), “Yugoslavya Dönemi”, https://kosovam.wordpress.com/yugoslavya-
donemi/, Erişim Tarihi:01.12.2015
______________ (2014), “Asimilasyon ve Göç” http://www.cnnturk.com/haber/turkiye/asimilasyon-
ve-goc-bulgaristan-turklerinin-oykusu, Erişim Tarihi: 06.11.2015
______________ (2006), "Türk Tarihinde Göç Hareketleri”, http://www.dallog.net/gtt/gtt6.htm,
Erişim Tarihi 12.12.2015

27

You might also like