Professional Documents
Culture Documents
Felsefe sözlüğü, 'teizmi' “en az bir tanrının” varlığına inanmak olarak açıklıyor.
Çok daha açık bir ifadeyle, “a-teizm” ile “anti-teizm” ayrımına dikkat etmemiz
gerektiğini…
Diğer taraftan 'tarihsel' kayıtlar 'yalnızca' hâkim dine inanmadıkları için, 'ateist', dinsiz
ya da pagan ilan edilen kişiler bulunduğunu yazar. Bu ise suçluların “dini
inançlarının” ve kendine özgü Tanrı anlayışlarının hiçe sayıldığını ya da
“ötekileştirici”-politik-dilin parçası haline getirildiğini gösterir. Bu durumda bir
“yargı” aracı ve suçlayanların saldırı figürü olarak “ateizm”, “felsefi bağlamından”
uzaklaşır; güncel-politik bir işlev üstlenir artık. Sosyal-siyasal bağlamın “mutlak
karşıtlık” ihtiyacını karşılayan “yaygın ötekileştirici” kavramlar dizgesinin en yaygın
örneği olarak “Şeytan” mitinin türevi haline gelir.
Politik mücadelelere sahne olmayan ve insan, toplum ve doğa arasında çok daha
sağlıklı ilişkilerin hüküm sürdüğü süreçlerde “ötekileştirici” bir dil bulunmuyordu.
Şeytan miti “politik aklın” ürünüydü ve Zerdüşt’ün bıraktığı miras “Esseniler’den”
geçerek İsa ve Muhammed’e miras kaldı. Dini ortodoksi “kutsal”ı sahiplenirken ve
toplu ayini yönetici merkez olarak belirlenirken, bunun dışında kalan her kesim
“sapkın”, “şeytani” ve “tanrıtanımaz” olarak lanetlendi. Hiç de “dinsiz” biri
olmamasına rağmen “Sokrates", kafirlikle; Roma ayinlerini reddeden Hıristiyanlar
“tanrıtanımazlıkla” suçlandı. Hıristiyan Gnostikleri Catharlar, kendilerine karşı
düzenlenen bir askeri sefer ile Papa’nın Haçlı Seferleri katılımcılarına “öte dünya
selameti bağışlayan” kutsal işaretlerini taşıyan askerlerce katledildi ve İslam Mezhebi
Alevilik “sapkın” olmakla itham edildi.
Ateizm de, açık biçimde, tıpkı “Şeytan” miti gibi, politik yaşamın kutuplaşmalarının
ürünüdür ve “medenileşmiş” insan aklının ürünüdür. Bu kavramlar açıkça “mitolojik”
düşünme eğiliminin kırıldığı ve “politik karşıtlıkların mümkün olduğu” bir toplum ve
yaşam algısında hayat bulabilir. Bir diğer deyişle medeniyet ya da kültür dediğimiz
olgu, insanın “doğayı” dönüşmeye zorlama ediminin sistemleşmesi ve “ikincil bir
doğa yaratma” olgusu ise, “ateizm” doğal değil, “medenileşmiş” insanın ürünüdür.
Çok daha önemlisi bu insan, avcı-toplayıcı toplulukların “öldürme” ve “doğadan
dışlanma” mahcubiyetini yitirmiştir çoktan; kendini evrenin merkezinde görmeye
başlar ve hatta Mısır’ın hükümdarları gibi bizzat Tanrı’dır. Modern Tek Tanrılı
dinlerin “büyük medeniyetlerden aldığı” bu miras “asaldır”.
Ateizmin tarihsel kaynağı “yanlış” biçimde Yunan ve Miletos okulu olarak sunulur
hâla. Temel mesele, Yunan Felsefesinin bu erken tarihli örneklerinin, “mitin” ve
Tanrısal kozmos algısının “merkezi” değerini kaybetmesine vesile olacak bir
kalkışmaya vesile olmasıdır. Ortaçağ’ın Hıristiyan filozof ve rahiplerinin “Mısır
kaynaklı” Hermes figürünü Musa’dan önce yaşamış “bilge bir kişi”, Mısır kaynaklı
bir felsefi ekol kuran Platon’u “Eski Ahid’i okumuş bir düşünür olarak” kutsarken,
Yunan filozoflarını “pagan ve dinsizler-Tanrıtanımazlar” olarak lanetlemesinin nedeni
“bilimsel çabaya” ve onun gücüne duyulan abartılı güvenden kaynaklanıyordu.
Bilimci-pozitif vurgu açıkça tehditkardır; zira Tanrı’yı “ispatlanamazlığı”
gerekçesiyle reddetme eğilimi güçlüdür. Bu kadarı “dini otorite açısından”
katlanılamazdır.
Ancak hem Ortaçağ’ın Kilise babaları hem de Batı Merkezci Tarih algısının ideolojik
manipülasyonları Yunanlı düşünürlerin hakkını açıkça yemişti; Doğa Filozofları’nca
biçimlenen kuram, “pek de dinsizce” ya da Ateistçe değildi. Örneğin, Thales, yaşamın
temel ilkesi olarak belirlediği ilkenin(su) olduğunu ancak Tanrısal ilkenin bunun
içinde faaliyet gösterdiğini düşünüyordu. “Suyun içinde, Tanrısal yaratma gücünün,
mıknatıs taşındaki çekme kuvveti gibi bir hayat gücünün bulunduğunu” düşünen
Thales "Tanrısal olmayan hiçbir şey yoktur" şeklinde özetlenebilecek bir düşünceye
sahipti. Benzer biçimde Anaksimandros’da “sonsuz” göklerin her birinin “Tanrı”
olduğunu düşünüyordu.
Elbette bu dindar Yunanlıların “dinsiz” ilan edilmesinin asal nedeni, “mitoloji” ile
“bilim” arasındaki disiplinel ayrımın gerçekleşmesi yolundaki iradeleridir.
Ateizm ve ekonomizm
Ateizmin “tutarlı bir teori” ve yaşam görüşü olarak dayanakları “doğa bilimleri”
alanında Bruno’nun çığır açıcı fikirleri ve anıtsal ölümünden esin alan, Copernicus,
Kepler ve Galileo’nun ardından Newton ile süren XVII. Yüzyıl Modern Bilim
Devrimi ve bunu takip eden yüzyıllarda yaşanan sıçramaya dayanıyor.
Batı Hint Adaları’nın keşfi sırasında Bartolomeo de las Casas’ın, “yalnızca lanetli
olduğu gerekçesiyle” madenlerde çalışmayı reddeden ve tonlarca altını yalnızca
misafirleri istiyor diye meydana seren yerlilerin, Hıristiyan din adamlarınca,
“insandan çok maymuna yakın türler olarak nitelendirilişine ilişkin isyanını
hatırlayalım. Açıktır ki kapitalin ve mali değerlerin insanı bir çılgına çeviren gücü,
henüz böylesine erken zamanlarda “modern insan tanımını” yapmamızı olanaklı
kılacak değerlerden birini verir bize: İnsan olmak,“ekonomik inceliklerden” anlamak
ve en azından altının değerli bir şey olduğunun farkında olmak anlamına gelir. Ve
dikkat edelim, bir kişiyi “hayvana”-olasılıkla maymuna çeviren şey, “ilkel dinlerin”,
Modern Batı Bilimi’nin en iyi ihtimalle batıl inanış olarak nitelediği yerel ve büyüsel
nitelikleridir. Zira bunlar “yalnızca lanetli olduğu için bir madende” ve “yalnızca
kutsal olduğu için belli günlerde çalışmayı reddeden bir güruh yaratabilir. İşte bu
kadarı “ekonomizm açısından, “medeni hale getirilmesi gereken ilkel insan furyasını
verir.” Medeniyet taşıma sloganının emperyalizm açısından asal hedefi, “yerel
dinlerin” yerel-batıni boyutunu hedef alır bu nedenle.
Ateizmin “yalnızca Tanrı’yı” değil, ruhani, metafizik ve “büyüsel” olan her ne varsa
reddedilmesi yolundaki iradesi, onu “modern” bir öğreti yapmaya yeter. Modern
bilim ilkelerine göre belirlenmiş ve çalışmayı-işçilik ve modern köleliğin üzerinde
yükselen-bir dünya için en iyisi “Tanrı’nın olmamasıdır” ve şayet olacaksa bu
“ortodoksinin” sapkın olarak nitelediklerinden arınmış, batıl inanışlara yer vermeyen
bir din anlayışı; ritüeli merkeze alan-namaz, kilise ya da sinagog ayinlerini- ve insanın
Tanrı ile buluşmasının müjdesini “ölüm sonrasına” veren uyumlu bir din algısı…
Modern bir kuram olarak Ateizmi, beklenmedik bir biçimde “ortodoksi” ile-
dolayısıyla teizm ile-ortak paydada buluşturan “iş ve çalışma” faaliyetlerine bakış
açısındadır. Yeni değerleriyle toplum, “çalışmanın” ve iş yaşamının aksamamasına
olanak veren “teolojilere” pek sempatiyle bakmaktadır. Yeni Ahit ideolojisinde
orijinal İsa öğretisinin zenginin cennete gitmesini zora sokan ve dünyevi gayretleri-
çalışma ve emek olgusunu küçümseyen (İslam’ın ezoterik öğretilerine “rızkı verenin
Tanrı olduğu” şeklindeki ibarelerde de yaşamaya devam eden, “razı oluşçu” ve
pasifist tınılarının yerine) Paulus’çu ideolojinin “sosyal din açısından” yararlarını
görme şansına kavuşuyoruz.
Paulus’un kendine sığınan kölelelerin sahiplerine iade edilmesini salık veren İncil
bildirimleri, açıktır ki, Hıristiyan olmanın “köleliğin” kalkması gibi, ekonomik
mekanizmanın hakim işleyişine bir tehdit oluşturma olasılığına yönelik bir fikir
yanılmasının önüne geçmeyi hedeflemekteydi. Onun açtığı kapıdan girerken büyük
bir heves içindeydi kurucu din adamları. Bu koşullarda Hıristiyanlığını yönlendiren
temel isimler, hedefleri ve yaşam projeleriyle İsa'nın "kim kendini alçaltırsa, o kadar
yükselecektir!" emrini görmezden gelen kişilerden oluşur. Hıristiyanlığın yükselişi,
açık bir şekilde, zenginlerin ve güçlülerin tabiiyetiyle gelişmiştir. Kendisine sığınan
ve Hıristiyanlığa geçtiğini bildiren bir köleyi, arkadaşı Philemon'a iade eden Paulus
bir kenara, İmparatorun Tanrı tarafından atandığı fikrini tekrarlayan Tertullianus,
yalnızca varlıklı kişilerle arkadaşlık eden ve köleliği ilahi bir düzen olarak niteleyen
Augustinius; zenginlerin bağışlarıyla kendisine hatırı sayılır bir servet yapan
Samosatalı Paul, aptal bir insanın bile yoksulları "övemeyeceğini", yoksulların kötü
karakterli insanlar olduğunu söyleyen Origenes ve köleliği "erdemli" kişi olmakla
özdeşleştirdiği için "iyi" olarak nitelemesine rağmen, yüksek standartlarda bir yaşam
sürdüren Ambrosius gibi kişiler için yalnızca örnektir. İmparator Constantinos
döneminde zengin olan "din adamlarının sayısı" azımsanamayacak kadar yüksektir ve
bu kişilerin Hıristiyanlara, "köleleri korumama", yataklık etmeme uyarısı gönderen
Kilise motivasyonu yönlendirdiği açıktır.
Yukarıda belirttiğim gibi, modern Batı Biliminin esas hedefi “dinin batıl inanç
boyutuyla” ilgilidir. Batı-Hint adalarının keşfiyle başlayan sömürge ve soykırımın
tarihi içerisinde ‘inancın bu boyutunun’ söz konusu yerel topluluğu ‘ilkel olarak
nitelemede’ asal argüman olarak kullanıldığını görüyoruz. Sömürgeci yapı, pratik-
askeri ya da ekonomik-ilişkiler kurmamış, aynı zamanda ideolojik bir mücadele
yürütmüştür. Bu gerilimin en bilindik tarihsel örneğini XX. Yüzyılda İngiltere-
Hindistan ilişkilerinde görürüz. Ama bu tarihsel bağlamda yukarıda irdelediğimiz
gibi, Batı-Hint adalarına dek izini sürebileceğimiz savununun olgunlaşmış örneğinden
başka bir şey değildir.
Dinin batıl inançlar olarak nitelenen bireysel boyutu, “ortodoksinin” kabul etmeye
ender olarak razı geldiği “pagan” unsurların devamıdır aslında. Dinin sosyal
boyutunun, ritüeli ve diğer faaliyetlere ortaklaşacı katılımı merkeze alan duyarlılığına
karşın, “bireyde var olan” yaşam veren ve “bireyi aşan bir kudret” hissiyatının ürünü
olanın kişileştirilmesinden doğan güç algısının… Bu unsur “arketipseldir”, açık
biçimde “temel –hayvani-güdülerle” ilgilidir. Bununla birlikte bu potansiyel, toplum
yaşamı için tehditler içerir ki, bir ehlileştirme girişimine yol açar; erginlenme
ayinlerinden yaralayıcı ritüellere kadar bireyin yaşamındaki her eşik, açık biçimde,
bireyin “toplum için davranacak” ve “çalışacak ideal bir kişi haline dönüşümünü
hedeflemiştir.
Topluluk ritüeli, bireyi baskı altına alan “ilksel güçlerin” ve dürtülerin denetimli bir
serbestisini hedef almıştır. Ruhun sağaltımı için olmazsa olmaz bu unsurlar günümüz
dinlerine yalnızca bozularak gelir. Namazın mü’minin “miraç” arzusunu “namazla”
gidermesi önerisi ya da bir kilise ayinindeki “vaftiz” girişimi, “ilksel kahramanın
ediminin tekrarı ve onun yerine geçme edimidir.”
Ama hemen öncesinde, Şamanizm ile başlayan ve bireyin Tanrı ile ilişkisini olanaklı
kılan-ve hatta kimi yerlerde bireyi Tanrı ile özdeşleştiren akımların-neden tarih
boyunca akademik bir tartışmada taraf olarak gözüken Ateizmin tersine, kesintisiz bir
öfke ve nefretle karşılandığını böylece daha iyi anlama şansına kavuştuğumuzu
belirtmeliyim...
Bu tip bir Tanrı tanımı, Ateizmin karşı çıktığı “Tanrı’nın” tümden reddi saptamasına
beklenmedik bir engel çıkarır. Zira “modern dünyaya ait budunbilim çalışmaları” ve
psikoloji ekolü, Tanrı’nın “ne’liği” hususunu yeterince aydınlatmıştı.
Modern Tek Tanrılı dinlerin Tanrı algısının aksine bu çalışmalar sonrasında Tanrı’nın
iki niteliğini belirleme şansına kavuşmuş olduk:
Bu iki olgu, günümüz Ateizminin temel karşıtlığı olarak, İsrailoğuları dinine özgü
Tanrı tanımını kapsamaz yalnızca; beklenmedik biçimde Durkheim’in “Toplum”
olarak betimlediği ve Jung’un ısrarla vurgu yapmaya çalıştığı “arketipsel”-ilkel
dürtülere de işaret eder.
İlksel deneyimin-ve onun yarattığı anlamın- en temel niteliğini ise “insanı” aşan bir
güç duygusu oluşturuyor. E. Durkheim bu gerçeği, “Dini Hayatın İlkel
Biçimleri”nde: “Tanrı toplumun mecazi ifadesinden başka bir şey değildir…”
ifadesiyle bir yönüyle açıklamıştı. Bununla birlikte konunun açılmaya ihtiyacı vardır.
Durkheim’in “insanı aşan güç olarak” toplum’u ile Jung’un R. Otto’dan ödünç aldığı
“numinosum” terimi, “bireyi aşan”, “gücünün yetmediği” ve altında acziyet hissettiği,
“kural koyucu bir otoritenin” hissiyatına açık göndermeler yapmaktadır.
Bu iki düşünürün, dinin kaynağında yatan “psikolojiye” ilişkin açıklamalarında bir
aykırılık bulunuyor. “Toplumun”, yer yer açık biçimde mücadelesini sürdürdüğü iki
“kaynak” olarak “doğa” ve “bilinç dışı” da, bireyi aşan ve onu yöneten güçler olarak
soyutlanma-dini veriler ve unsurlar haline gelme eğilimi taşıyor. Aynı zamanda
“yaşam veren bu unsurlar” da olan bu olgulara yönelik ilk deneyimlerin
“kişileştirilmesinden doğmaktadır” din. Kişi bir “aşkın-(numinosum) deneyimi yaşar;
bunun etkisine ve bilinçte meydana getirdiği değişimin “gücüne” bağlılık ve güven
duymaya başlar. İşte din, bilincin değişimle birlikte yaşadığı kendine özgü tutumu
karşılayan bir alanın “sosyal” bir bağlam oluşturmasıyla gerçekleşir. Ve Ne olursa
olsun, “ilk deneyimin” tekrarını baz alan kalıplara sokma fikri, itikatların ve
dogmaların doğum nedenidir. Jung’un deyimiyle: “İlk deneyim, bir ritüel ve
değiştirilemez bir kurum halinde tekrarlanır ve yeniden yaşanır.’
Arketipik simgelere ilişkin her çözümleme eninde sonunda, ilk deneyimle ilişki
kurma gayretini sergiler ve bireyin bu anlamı içinde yaşattığını gösterir. Elbette
“topluluğun” yerel değerleri ve aradan geçen zamanla birlikte uğradığı kayıp, dini
ritüelin, şiirin ve görsel sanatın “ilk anı canlandırma” gayretini görmemizin önünde
engel değildir.
Bilinç dışı ile ilgili alan bizi dinin ikinci boyutuna götürür. Bu kol, günümüze dek
“İlkel dürtülerin yaşam için sunduğu olanakların mutlaklığından hareketle, Şamanca
bir yoldan geçerek, “sosyal bağlamın”, toplumun varlığı için tehdit saydığı ve yok
etmeyi amaç edindiği “Tanrı olarak birey” vurgusunu öngören, ezoterik-gnostik-
batini vurgulara ulaştı. Özellikle Freud okulu, “topluluk baskısının” bilinç dışı güç
olarak “kişilik bozukluklarının” oluşmasındaki rolünü epeyce inceledi.
Üçüncü boyut olan “doğa” ise, “bireyin” Tanrılığını savunan ikinci kola öfkeyle
yaklaştı ve sosyal din ile-yukarıda atıfta bulunduğumuz Paulusçu ideoloji ile- ittifak
kurdu. Modern Batı Bilimciliği ile zirve yapan bu dini yapı, “çalışmayı” reddeden ve
“sosyal organizasyona katılmayı küçümseyen” bilinç dışı ekolüne-şamanca duruşa-
karşı, “çalışmayı”; katılımı ve düzenin devamını garanti alan “sosyal din” ile anlaşan
bir yapı kazandı. Günümüz dünyasında “bilimin otoritesine rağmen” dini kurumlarla
muhabbet içinde “dünyanın hegemonik paylaşımına” razı olması, kuşkusuz bu
ikincisinin ona sunduğu eşsiz hizmetlerdendir.
Bu açıklamalardan sonra belki İsrailoğulları motifine uygun bir Tanrı’dan değil ama,
bir Tanrı’nın varlığının kaçınılmazlığından bahsetmemiz gerekiyor. Zira tüm dini
kavramlar gibi Tanrı da “yalnızca” mecazdır(metafor) ve “ilksel deneyimlerin”
heyecanlarının kişileştirilmesinden doğar. Bu Tanrı ve din kavramlarının “toplum
yaşamı için oynadığı birincil” rollerin modern dünyaya dek uzandığı bozulmuş
niteliğinin ürünüdür. Ve bir metafor olarak Tanrı beklenmedik ürünler verir.
yorumunu yapar Campbell; onun bir büyücü ya da şaman olmasıyla Tanrı olması
arasındaki fark, modern dünyanın önemsediği kadar değildir. Zira ilkel kültürlerde:
“Kutsal işaretlere bürünüldüğünde birey kutsal varlığın tecellisi olur. Yalnızca Tanrıyı
temsil etmez, tanrı olur…”
Tanrı’yı bir kez görmüş olmak yetmez, artık tanıyamayiz onu. Elbet modern akıl ve
analitik incelemenin Tanrılaşması adına insan dünyasından çekip gitmiştir.
Hastayı, çıldırmanın eşiğine getirmiş bir ağrıyı “Patolojik bir ağrı bu. Aslında bu
ağrıya sebep olacak bir şey yok. Bu halde ağrı da yok.” Şeklinde değerlendirerek
evine yollayan bir bilimci doktorun durumuna düşer modern araştırmacı sık sık.
Ateizme göre ruh diye bir şey yoktur; bununla birlikte “ruhbilim” disiplini modern
dünyanın buluşudur. Bu disiplin kuşkusuz “beyin ve beynin fonksiyonlarındaki “
bozulmanın incelenmesiyle ilgilenir. Ancak dipsiz bir kuyu, beklenmedik güçlerin ve
hatıraların taşıyıcısı, insanı yönlendiren ve ona beklenmedik etkilerde bulanan
“güçlerin” yatağı olarak “beyin” ruh ve Tanrı düşüncesinin de yaratıcısıdır.
Ve bir fikir, yaşama pozitif bir güç sunuyorsa bu onun var olduğunun delilidir.
Ayrıntıları ise “dinler tarihinin” çeşitliğinde aranmalıdır.
Göktuğ Halis