Professional Documents
Culture Documents
Anadolu - Da Başka Bir Tarih-Nadir Elibol
Anadolu - Da Başka Bir Tarih-Nadir Elibol
KELTLER-TÜRKLER
GALATLAR-TÜRKMENLER
BEKTAŞĐLER
ALEVĐLER
NADĐR ELĐBOL
KAVĐMLER; YAŞAMLARI VE ĐNANÇLARI ÜZERĐNE BĐR ÇALIŞMA
BÖLÜM I
GĐRĐŞ
BÖLÜM II
KELTLER
1- Avrupa’dan Britanya’ya
2- Đnançlı Druid Rahipleri
3- Onlar gerçeği ararlardı
4- Bayramlar, kutlamalar
5- Druid’in kutsal bilgileri
BÖLÜM III
TÜRKLER
1- Türklerin soyları, boyları
2- Dinleri yoktu, Tanrıya inanırlardı
3- Gök Tanrı ve Türklerin yaradılışı
4- Gök; Yıldızlar ve burçlar
5- Yer; Dağlar, mağaralar, ateş, su, hava, ağaçlar
6- Şaman ve insan
7- Türkler tarihte yer alıyor
BÖLÜM IV
KELTLER ANADOLU’YA GELĐYOR GALATLAR
1- Galatlar Avrupa’dan yürüyüşle Anadolu’da
2- Anadolu’nun yerli halk; Frigler
3- Kızılırmak-Sakarya arası şehirler kuruluyor
4- Paulus, Galatları ziyaret ediyor
5- Đnsanlar Tanrı’nın varlığını öğreniyor
6- Roma, Hıristiyanlığı Din Yapıyor
7- Galatlar, Anadolulu oluyorlar
8- Hıristiyan Roma, Galatların peşinde
9- Galatlar, Balkanlar’a dönüyorlar oradan Toulouse’ye gidiş
10- Keltler, şövalyeler, Tevrat ve Zohar
BÖLÜM V
TÜRKLER ANADOLU’YA GELĐYOR, TÜRKMENLER
1- Dünyadan habersiz Türkler
2- Hz. Muhammed Mekke’den sesleniyor
3- Müslüman Araplar Türk yurtlarına saldırıyor
4- Türkler yurtsuz kaldı
5- Bizans, Türkler Anadolu’ya göçüyor
6- Baş Şaman Bektaş-ı Veli’de geliyor
7- Bektaş-ı Veli’nin emaneti Aleviler
BÖLÜM VI
OSMANLILAR
1- Bektaşiler Osmanlı devletini kuruyor
Padişahlar, kadınlar, sadrazamlar
2- Bektaşiler Fetihlerde
3- Osmanlılar, Türkmenlerden ayrılıyor
4- Komşu ve akrabamız Bizans’ta neler oluyor?
5- Đstanbul alınmalı! Fetih
BÖLÜM VII
MUSTAFA KEMAL’ĐN TÜRKĐYESĐ : ANADOLU
Aleviler Kurtuluş savaşında, Osmanlı sona eriyor, halifelik kaldırılıyor, din ve
laiklik, özgür Anadolu halkı, cumhuriyet gençliğe emanet
BÖLÜM VIII
DEĞERLENDĐRME
BÖLÜM IX
SÖZÜN SONU
ÖNSÖZ
Gözlerinizi kapatın !
Yarın, sizin çok doğru sandıklarınıza başkalarının (hatta kendinizin bile) kahkaha ile
gülebileceği hiç aklınızdan çıkarmayın!
Düşünebilen insanların bile yanlış olanı doğru sanmalarıyla nasıl boş şeylerle
uğraştığını, onların peşinden koştuğunu, bu yüzden değerlerin de zaman içinde nasıl
değiştiğini, nasıl kaybolduğunu, hatta unutulduğunu gözledim.
Demek ki olaylar arasında ilgi ve bağ kurulmadığı takdirde, bugün bizlerin içinde
olduğu, bulunduğu olayların da yarın yanlış değerlendirilebilmesinin mümkün
olabileceğini düşündüm.
Bugün pek çok kişi, yalnızca doğru sandıklarını veya bildiklerini konuşurken, zamanla
bunların değişebileceğini ve diğerlerinin doğrularının da doğru olabileceğini veya
zamanla farklılaşabileceğini düşünemiyor, diğerini inkar veya reddetmenin de
sürtüşmeye hatta kavgaya neden olabileceğini anlamıyor.
Siyasi grupların ve dini cemaatlerin bunu kabul edememesinin nedeni ortada, herkes
belli koşullarda kendi doğrusunun peşinde koşmakta, her yaptığını da doğru
sanmaktadır. Demek ki, bugün doğru olduğu anlatılanlar gibi, dün anlatılmış olanlar
da böyle şekillenmiş olmalıdır. Öyleyse tarih doğru yazılmamış olabilir miydi?
“Yarın” için tarih, adı saptırma veya yanıltma dahi olsa, çok doğaldır ki ait olduğu
ulusun yüceltilmesi, diğerinin yerilmesi ve küçültülmesi şeklinde yazılmalı idi. Resmi
tarihçiler de dönemlerinde öyle yapmış olmalılar veya öyle yapmak zorunda
kalmışlardır.
Her topluluk, her din, kendisine bağlanılması ve inanılması için bireye en iyi veya en
üstün olduğunu anlatır, bunun aksi mümkün müdür? O ulustan, o dinden daha üstün
veya daha iyi olan bir ulus veya dinden söz etmek, onu anlatmak mümkün olabilir mi?
Herkes gibi bizler de öyle yaptık. Olanları, oldukları gibi değil, olması gereken gibi
anlattık. Tarihi daha doğru yazsalar bile anlaşılmasın diye küçük küçük adacıklara
sakladık.
Şimdi, tarihçiler öyle veya böyle yazdılar diyerek, bugünkü bilgi birikimimizle
yazılanları eleştirmek te çok kolay, ancak bu çok dürüst davranış olmaz. Dünü
eleştirecek olanlar, ancak bugünü doğru yazabilenler olmalıdır. Demek ki; bugün
yazılanlar doğru ve gerçek olmadığı takdirde yarın onları eleştirmek de çok kolay
olacaktır.
Bu kitapta amaç, nasıl bir sorunu çözmek için önce sorunu ortaya koymak
gerekiyorsa, doğruyu bulmak için de dün doğru denilenler de şüphe yaratmak ve
düşünenleri harekete geçirmektir, yoksa birilerini yalanlamak veya birilerinin yanlışını
çıkarmak veya diğerlerini desteklemek hedefimiz değildir. Bizim bugün dün
yazılanları yaptığımız gibi yarın da bugüne tebessüm edebilecektir.
Kitabımı okuduktan sonra “nasıl gözümden kaçmış”, “nasıl dikkat etmedim”, “neden
bunu düşünemedim” demeye ve yazılı tarihe şüphe ile bakmaya başladığınızda
hakikate doğru atacağınız adımların kolaylaştığını görürseniz bu kitap amacına
ulaşmış olacaktır.
Olaylara farklı bir gözle bakmayı, sorgulamanın insanı doğruya götürdüğünü, batıl ile
boş inançların insanın benliğini yüceltmediğini öğreten ustaların önünde saygıyla
duruyorum.
Nadir Elibol
Ankara, 6 Ocak 2007
BÖLÜM I
GĐRĐŞ
Tarihte öyle olaylar ve insanlar yer almıştır ki, çok önemli işler yaptıkları ve
kültürleri günümüze kadar yaşatılabildiği halde, bu olaylar ve insanlar unutulmuş,
yalnızca onların komutanları, devlet ve din adamları akıllarda kalmıştır.
Ben bunları hep merak ettiğimi ve hep sorguladığımı söylersem pek doğru
olmaz. Ben de önce herkes gibi bilinenleri, öğretilenleri, yaşam biçimi ve inanç şekli
olarak olduğu gibi kabullenmiştim. Bundan hiçde rahatsız olmamıştım, çünkü herkes
gibi davranıyor, herkese uyuyor ve herkesle birlikte bildiklerimi ve inançlarımı dile
getiriyordum.
Benim için önemli bir gün : “YENĐDEN DOĞDUM” ile oldu. Ertesi günü kendimi,
düşüncemi ve inancımı, sokakta bıraktım, yine herkes gibiydim, yine diğerlerinden
biriydim. Ancak artık yeni bir “Ben”dim.
Bir de sahnede yönetenler vardı ki, onlar bilinmesi gerekeni bile saklıyorlardı.
Hatta üstüne kalın bir örtü örtüp, “Öncekilerin Nuru”nun bizleri aydınlatmasını
önleyerek, bizlerin karanlıklar içinde kalmamızı, dolayısıyla daha kolay yönetilmemizi
sağlamayı amaçlamakta idiler. Yönetenler için, böyle yapılması her kültürde en uygun
yöntemdi.
Bir keltik öyküyle başlayan merakımla böyle bir kitabı hazırlamaya karar verdim.
Yıllar önce Avrupa’da yaşamış KELT topluluğu ile onların rahipleri DRUĐD’ler,
hatırladıkça kalbimde her zaman çırpınan bir sevgi ve heyecanı canlandırır.
Anadolu’nun son misafirleri Türkler, nasıl olmuştu da, aynı Keltler gibi, Anadolu’daki
adlarıyla Galatlar gibi, dinleri veya mezhepleri olmadığı halde, Anadoluda böylesine
birbirine benzer ve yakın davranış ve uyum içinde olmuşlardı? Merakla Keltlerin ve
Türklerin tarihlerine döndüm.
Đşte böyle farklı iki yolculuğun Anadolu’da buluşmasını, kaleme almak istedim.
Ancak gerçek tarih başka bir şekilde bakılma ile yazılabilir. Eğer karşı tarafça
bir tarih yazılırsa veya iki yazılı tarih bir araya gelirse, ortaya pek doğru olmasa da, iki
taraf için daha belirgin bir tarih çıkabilir.
KELTLER
KISIM I
AVRUPA’DAN BRĐTANYA’YA
Neolitik çağın sonunda Đ.Ö. 1800 yıllarında, bugünkü Fransa’da, Ren nehrinin
doğusunda yaşayan Proto-keltler; Đ.Ö. 900’lerde Alp Dağlarındaki topluluğun
ülkelerini istilası sonucunda Đ.Ö. 500’e kadar bu toplulukla iç içe geçerek, Đsviçre’nin
Neuchatel Gölü’nün doğu ucundaki La Tene’de yeni bir kültür yarattılar, ancak
Avrupa’nın kuzey kavimleri Đ.Ö. 9 yüzyılda nemli ve soğuyan avrupa iklimi ile güneye
Keltlerin ülkesine, Orta Avrupa’ya inince Kelt halkı, artan aşırı nüfusunun etkisiyle bu
kez daha sıcak olan, Güney Fransa’ya ve Đspanya’ya indiler.
Daha sonra Gallia (bugünkü, Fransa)dan, Alpler üzeri Đtalya’ya indiler ve Etrüsk
hakimiyetini sona erdirdiler. Onların bir kısmı Arnavutluk ve Balkanlar üzerinden
Anadolu’ya geçerken ve adları Galatlar olurken, büyük bir kısmı yine oralarda
kaldılar.
Onlara, Hellenler “Keltoi” yani Keltler, Romalılar ise “Galatae” yani Galatlar
diyorlardı. Biz de Anadolu’ya gelene kadar onlardan “Keltler” diye söz edelim, sonra
Anadolu’yu anlatırkende aynı insanlara “Galatlar” diyelim.
Keltler, Roma’nın baskısıyla Galya’dan Britanya’ya geçerek geleneklerini ve
yaşamlarını Avrupa’ya nazaran Britanya’da daha rahat sürdürmeye devam ettiler,
onlara burada yaşayan Britanlardan bir zarar gelmedi, birlikte huzurlu bir topluluk
oluşturdular.
Keltler için Roma kayıtları şöyle diyordu : “Ruhun ölümsüz olduğunu atalarından
duymuşlardı, ölülerini ötedeki yaşamlarında gerekli şeylerle birlikte gömerlerdi.
Yıldızlar ve hareketleri ile evrenin ve dünyamızın sınırlarına ilişkin, bir çok şeyi
tartışırlardı. Rahipler meskenlerini uzak ve derin ormanlarda kurarlardı. Druid’ler çok
iyi okul ve kütüphanelere sahiplerdi. Tora, Oxford, Anglesey, Iona Enstitüleri en
seçkinleri idi. Asil aile ve yüksek sınıfların, gelecek vaadeden gençleri buralarda
eğitilir, kendi kurumlarında eğitim almamış hiç kimsenin devlet adına çalışmasına izin
verilmezdi.”
Ancak 664 yılında Đngiliz Whitby kilisesi, tüm Kelt kiliselerini dağıtmış ve
Đrlanda’yı Roma’ya bağlamış, belgelere el koymuş veya yok etmişti. Böylece Yahudi-
Hıristiyan düşünenleri de yok olmuştu. Roma kilisesi tarafından Eski Ahid giderek
önemsiz ve Musa kanunlarını da gereksiz kılınmıştı. Oysa Kelt kilisesinde eski ve
yeni ahitler eşit konumda idi. Tevrat, Keltik Hıristiyanların, Đncil’in yanında en önemli
kutsalı idi.
Druidler Keltlerin rahipleridir. Ancak Druidlik bir din değildir. Keltlerin bir dini
yoktur. Druid’ler halka dinsel törenlerin uygulamalarını yaparlar. Ama din adamı
değillerdir. Bütün devlet meseleleri onların görevidir ama devlet adamı da değillerdir.
Büyü sistemleri öylesine derindir ki, hala anlaşılmayan kavranamayan pek çok yanı
vardır, onlar doktordur, elçidir, büyücüdür, din adamıdır, ruhlarla insanlar arasında
aracıdır. Onlar sanki Türklerin Asyadaki Şamanlarıdır. Hem Druid, hem şaman,
yaşadığı topluluğu ile birliktedir. Bahçesini eker, hayvanlarına bakar, onlar gibidir,
onlardan biridir. Ancak törenlerde ve kararlarda onlardan üsttedir. Onlar bilir ki; üst
de, alt da aynıdır, üstte olan aynı zamanda altta olandır. Ağaç gibi; tepedeki dallar,
gövde ve kökler aynı ağaçtır.
Druidler, rahip olmak isteyen çırağın hazır olduğuna karar verdiklerinde onu
“üç üstadlık arayışı”na sokarlardı. “Geçmiş-Bugün-Gelecek” motifi, “Kök-Kalıp-Kader”
adı altında işlenirdi. Her bir arayış tamamlandıkça, bir sonraki çalışma seviyesine
giden yolu gösteren bir inisiyasyona tabi tutulurdu. Đnisiyeler, semboller ve küreler
arasında astrolojik ve mistik ilişkileri öğrenmek için aylar, hatta yıllar harcarlardı.
Çırak veya Kahin (Ovydd) I.nci düzeyde, başlangıç mevkiinde, yeşil (yenilik ve
büyüme rengi idi) cübbeli öğrenciler temel bilgileri almayı amaçlarlar, tıp, hukuk,
astronomi, şiir, müzik öğrenirlerdi. Tıpkı Bektaşilerde yeni katılan acemiye temel dini
bilgi için şeriat kapısında ibadetin, tarikat kapısında kutsal kitabların öğretildiği gibi.
Çırak her şeyi görmek, her şeyi incelemek, her şeye katlanmak zorunda idi.
Çırak; hayvan ve kuş yaşamına dair sırları, doğa olaylarını, bulutları, iklimi,
yıldızları ve hareketlerini, halkının tarihini, müziğini, efsanelerini öğrenmek ve doğa ile
birleşmek zorunda idi, tıpkı bir alevi dedesinin bilmesi gerekenler gibi.
Çırak, Druid olabilmek için yolunda ilerlemek istiyorsa üç şeye çok dikkat
edecekti: Her zaman bilmek ve öğrenmek için çalışacak, her şeyi göze alabilecek ve
her olay karşısında sessiz kalabilecekti. Biliyordu ki, böyle davranmazsa asla Druid
olamayacaktı ve biliyordu ki; bir cinayet işler ve savaşa katılırsa, doğru olmayan bir
şey söylerse, saklaması gereken sırları açığa çıkarır ve yayarsa, çıraklıktan
çıkarılacaktı.
Peki sırları ne idi, ne olmalıydı? Halkın bilmesi halinde zarar verici sonuçlar
yaratacak gerçekler, iyi bir insanın ve dostun utanç duyacağı şeyler ve Druid
ustaların verdiği sırlar. Bunlar için gizlilik yemini ederler ve asla yeminlerini
bozmazlardı, bilirlerdi ki; “sessizlikte büyük güç vardır”.
Nasıl oluyordu? Hem, doğru olmayan bir şey söylerse çıraklıktan çıkarılıyor,
Druid, daima bilge ve gerçeği her zaman yanında hisseden bir ruh ile, diğer
Ozan (Beirdd) derecesinde, II nci düzeyde, mavi (uyum ve gerçeğin rengi idi)
cübbeli ilerlemiş usta öncesi sanki bir kalfa gibi, müzikal, şiirsel, sanatsal, tarihsel
çalışmalar yapar, ülkeyi dolaşarak, öğretmek, haber vermek için uğraşırlar, druidlere
bilgi toplarlardı. Tıpkı marifet kapısında kendini bilen, öğrenen dervişler gibi çalıp
söylerlerdi.
KISIM III
Keltler, karmaşık insan gruplarından meydana gelmiş, geniş bir halk topluluğu,
bir ortak kültür grubudur. Kültüre büyük ilgi duyarlar, erkekleri savaşçı, tutkulu,
cömert, cesur, sadık ve güçlüdür. Bilgelik karşısında susarlar, dinsel konularda ve
büyü konularında boyun eğer ve itaat ederlerdi.
Ve onlar, “tüm evreni anlamak istersen, hiçbir şey anlayamazsın; ama kendini
anlamak istersen, tüm evreni anlarsın” derlerdi.
Druidler, her zaman yeni ve fantastik şeylere açlık duyduğu için; herhangi bir
doğma, bir dini sistem onlara göre değildir. Aranılan gerçeğin, tamamen ciddi
arayıcıya bağlı olduğunu bildiklerinden, gerçeğin gözler ile değil, ruh ile aranması
gerektiğini düşünürlerdi.
Druidler “eski din” adı altında, bir tek Tanrı’ya inanırlar, Tanrı’nın, inananlar için
görülebilecek bir çok yüzü olduğunu ileri sürerlerdi.
Druidler, ayin sırasında, ortama, zamana ve dış etkenlere çok dikkat ederlerdi.
Gece-gündüz, şafak-günbatımı ve dolunay-yeniay onlar için çok önemli olduğu kadar,
dış etkenlerle, duman, sis ile de ortamın süslenmesi, yanan bir ateşte meşenin
verdiği hoş kokular, tütsüler de, ortamın tamamlayıcısı olurdu. Hepsinden önce öfke,
sevinç, huzur ortamlarını, bio-ritmlerini düzenlerlerdi. Şaman gibi törenin düzenleyicisi
onlardı. Tıpkı Hacı Bektaş’ın “hırka tepesi”nde yaptığı ayinleri gibi, tıpkı ateşin
etrafında ardıç kokuları ile gece yarısı tören yaptığı gibi.
Druidler, zamanın insanın yarattığı bir şey olduğunu, en büyük erdemin de
zamanın dışına çıkmak olduğunu bilirlerdi. Şaman da böyle idi, Hacı Bektaş’ta don
değiştirip, güvercin olduğunda. Horasan’a gidip geldiğinde veya bayram sofrasından
Arafat’a gidip geldiğinde zamanı böyle yok ederdi, ortadan kaldırıverirdi.
Toprak Ana denirdi, çünkü doğum için gerekli bir rahim idi toprak, toprak ölüme
de çok yakındı, o kabirdi, mezardı. Toprak ölümde yeniden doğumu da simgelerdi.
Akıl, inanma ile inanmama, duygular da, isteme ile istememe arasında gidip
gelebilmeliydi; ancak böyle zamanlarda şüphe, sorma, sorgulama doğabilirdi. Bu
yöntemin de onları daha ileriye taşıyacağına inanırlardı. Şaşkınlık, onların mistik
ilgilerinin ve eğilimlerinin artmasına yardım eder, düşüncelerini tamamen özgür
kılardı. Hiçbir düşünce ve kişiye bağımlı olmaz, yalnızca vicdanlarıyla aklıyla
hesaplaşırlardı.
Druid, dört fiziksel alemden esinlenir; rüzgar, hava insanın aktif zekasını temsil
eder ve bir asa ile onu kontrol ederlerdi. Deniz, su insanın duygularını, pasif güçlerini
temsil eder, bir kupa veya kadehle ifade edilirdi. Ateş; insanın yaratıcı ilhamını ve
iradesini yani aktif güçlerini remzeder ve orak ile temsil edilirdi. Taş ve toprak insanın
kendisini temsil eder ve pasif gücü ifade eder ve kumtaşı halka ile sembolize edilirdi.
Tüm bu aktif ve pasif güçler hep birlikte, yine insanda toplanır, bir basit halka ile
insanın ebedi başlangıcı ve sonu olduğu remzedilirdi. Bunun aynısını şamanda
göreceğiz. Bugün, bir yüzükle, parmağımızdaki halka olarak insanın başlangıç ve
sonu bir sembol olarak yaşatılacaktır.
Druid geleneği içinde yer alan öte alem, öte alemle irtibat, büyüsel tekniklerin
kullanılması, bedenden ayrılma Orta Asya’daki şaman geleneği ile de büyük
benzerlik gösterecektir.
KISIM IV
BAYRAMLAR, KUTLAMALAR
Toprak ayinine, Güneş günü (Yedinci gün, Pazar günü, Sunday) halkın önünde
“güneşin yüzünde, gerçeğin gözünde” diyerek başlanırdı. Tütsü veya ateş yakılırdı,
Druidler ateşe meşe dalları ve yaprakları atarken, Hacı Bektaş ardıç dalları atardı.
Uygun bir dua okunurdu, müzik ve kutsal şarkılar söylenirdi, müzik önceleri
merkezden eşit uzaklık sağlayacak bir çember üzerinde söylenir ve yine çember
üzerinde dans edilirdi, bunu ileride Anadolulu Frigler ve Galatlarda yapacaktır.
Aleviler Cem törenlerinde semah yaparken aynı şekilde döneceklerdir. Frigler ve
Galatlar dans ederken şaraplarını da içecekler, Hıristiyanlar ayinden sonra ve Aleviler
cemden sonra, içkilerini içeceklerdir. Aleviler içkiye bir de “sofra” kurarak ziyafet
vereceklerdir. Druidler müzikten sonra şiirlerle süslü bir efsaneden alıntılar yaparak,
onu anlatırken; Hıristiyanlar havarilerden menkibeler anlatacak, Aleviler savaşçı
“Gaziyan-ı Rum”un kahramanlık ve yiğitliklerini, “Ahiyan-ı Rum” zanaatkarların
ustalıklarını, halk velileri “Abdalan-ı Rum”un menkibelerini anlatacaklardır. Ve toprak
ayini, keltlerde toprak, su, ateş ve havaya adakla sona erecek, Frigler de ise; Ana
tanrıça’ya içlerinden bir erkeğin cinsel organı dibinden keserek vücudundan bir et
parçası vermesiyle bu adağı gerçekleştireceklerdi, bu benzer ayin sonrasında Yahudi
ve Müslümanlar da, erkek çocuğuklarını sünnet ederek ancak küçük bir deri parçası
vermekle yetineceklerdir. Aleviler’de de Cebrail’i simgeleyen horozun kesilmesiyle
ayin sona erdirilecektir.
“Alban Eiler” denilen “kuş bayramı”nda her yıl baharın gün dönümünde, 21
Mart’ta şafak vaktinden kuşluk vaktine kadar kuşların izlenmesi, bunların
yumurtalarının bulunması, verimliliği ve bereketi temsilen yaban tavşanın izlenmesi;
bugün, Hıristiyanlıkta tavşan şeklinde ekmek ve şekerlemeler yapılmasına, boyanmış
renkli yumurtalar yenmesine, paskalya gününe dönüşmüştür. O gün tatlılar ve
şekerlemeler yapılır, şerbetler sunulur, kekler, kurabiyeler, meyveler yenilirken hiç et
yenilmezmiş. Bayram, şafak vakti başlar, şafak vakti sona erermiş. Yakılan tütsülerin
içine leylak, süpürge otu, elma tomurcuğu konulurmuş.
Keltler tarafından “Alban Heffyn” denilen “yaz gün dönemi” 21 Haziran günü
“yaz ortası günü” güneşin güç ve etkisinin en yüksek olduğu gün meşe ağacının
enerjisinin de en yüksek olduğu gün olarak kabul edildiğinden, iki küme meşe
odununun yakılarak, iki ateş arasından atlamak, bugün Hıristiyanlıkta “Aziz John
Günü” olarak günümüze yansıtılmıştır.
“Alban Arthan” “Meşe Bayramı” güneşin iki temel dönüm noktasından biri olan
“kış gün dönümü” idi, diğeri “kış ortası bayramı” 21 Aralık idi. Bu nedenle iki ateş
kümesi halinde iki ayrı ateş yakılır, ikisinin arasından atlanır, gücün doruğunda
olunurdu. 21 Haziran tarihinde güneşte güç ve etkisinin doruğunda olduğundan,
herkesin enerjisinin zirvesinde olduğu düşünülür, savaşlara da bu tarihte başlanırdı.
Bugün, Hıristiyan aleminde Aziz John gününde de yine ateşler yakılır, iki meşe
odunu ateşi arasında zıplanır, kutsal güneş çiçekleri (sarı kantaron çiçeği, yabani gül,
meşe tomurcukları) toplanır, bunlardan içecekler yapılır, bu toplanan güneş
çiçeklerinden tütsü de hazırlanır ve yakılır halka halinde oturulur, hikaye okunur
anlatılır.
O gün taze bahar sebzeleri yenir, taze peynir ve hafif ekmekler ikram edilir. Gün
batımında festival başlar, gün batımında sona erer.
Meşe yaprakları, palamutları ve odunu toplanır, biriktirilir. Bu festivalde toplanan
bu meşe palamut ve ökse otunun karışımı tütsü olarak yakılmaz, gücünden
yararlanmak için 21 Aralık’a saklanır.
“Alban Heffyn” denilen “güz gün dönümü” “üzüm bayramı” 21 Eylül üzüm
hasatın toplanması, taze şarap yapımı, son mısır hasadının toplanması günü,
meyveli ekmeklerle av hayvanlarının yenildiği, kırmızı şarabın içildiği “şükran günü”ne
dönüşmüştür.
“Samhain” “tüm ruhlar günü” veya “ölüler bayramı”nda, tüm kutsal olanların
arifesinde, “Kasımın Arifesi” yani 31 Ekim’de, dünya ile öte dünya arasındaki
perdenin en ince olduğuna inanıldığından ve kolaylıkla geçiş olacağından; kötü
ruhlardan korunmak için gece yarısı ateş yakarak, kapıları kilitleyerek, oyulan
balkabağının içinde yanan bir mumun bulundurulması, korkutucu kostümler giyilmesi
bugün Hıristiyan aleminde “Cadılar Bayramı” olarak devam ettirilmiştir.
Öte dünya ve orada yaşayanlar ile olanları gözlemeye çalışırlar, onlar üzerinde
nasıl hakimiyet kurulacağını öğrenirlerdi. Varlıkların yaşadığı maddesel dünyanın
dışında onların yaşadıklarının, yalnızca kendi dünyalarını işgal ettiğinden burada
herkes tarafından görülemediğini, doğanın ruhları olduğunu, onların hiçbir insanın
emrine girmeyeceğini, söz ve eylemlerle onların bağlılığının sağlanabileceğini,
insanların yaptıkları üzerinde onların hüküm ve tasarrufunun bulunduğunu, onları fark
edilmeseler dahi, onlarla daima birlikte olunduğunu, insanın kendini her şeye hakim
görmesi üzerine, onları görebilmeyi de mümkün kıldığını, onların bu dünyanın
dengelerini koruduğunu, onlara yakın olmanın gerekliliğini ifade ederlerdi. Tıpkı bir
şaman gibi.
Keltler ruhun da ölümsüz olduğuna inanır ve ölülerini gerekli eşyaları ile birlikte
gömerlerdi.
Keltler “Ateş”e çok değer verirler, kendilerine “ateşin çocukları” derlerdi. Tek
tanrının simgesi olarak gördükleri güneşten esinlenerek kendilerine “ışık çocukları”,
“ateş çocukları” derlerdi. Güneşin kuvvet, saldırganlık, genişleme ihsan ettiğini, ateşte
de küçük ölçüde olsa bunların bulunduğunu, ateşi zenginleştiren bitkilerin
oluşturduğu Alevinin de bu nedenle kutsal olduğunu söylerlerdi. “Alev”e kutsal gözle
bakarlardı. Đleride şamanlarının önderliğinde Anadolu’ya gelen Türklerin kendilerine
“ışık çocuğu” dedikleri gibi, adlarını da “Alevi”, kimilerince Alivi, Ali’ye inananlar dense
bile (onlara Alivi denilemeyeceğini ileri sayfalarda anlatacağız) “aleve inananlar”
olarak söyleyecekleri gibi.
Keltler bir ruhun ebedi saadete kavuşması veya lanetlenme için yargılanacağı
bir döneme, cennet ve cehenneme tebessümle bakarlardı. Kendi vicdanlarına göre
hareket ederlerdi, zira vicdanlarını Tanrının gözü olarak bilirlerdi.
Bir Druid de, bir şaman gibi şifai bitkileri tanır ve bilirdi, Druidlerin Pheryllt
kitabında 16 şifalı bitki vardı. Bunların dışında en kutsal ökseotu idi, yeni yılın ilk
saatlerinde altında öpüştükleri ökseotu.
Otların her birini hacminin iki katı saf alkol ile bu bitkileri iki hafta bekletirler,
süzerler, hastanın ağırlığının her beş kilosu için bir damla olmak üzere ökseotu
çözeltisi ilave ederlerdi. Hastaya üç saatte bir vererek tedavisine devam ederlerdi.
MĐNE : Soğukalgınlığı, grip, öksürük, üst solunum yolu enfeksiyonları, ağız, hafıza
kaybı, zatürre, astım.
ALTIN MÜHÜR : Antibiyotik, tüm dahili/harici sağlık sorunları, göz yıkama, kadın
enfeksiyonları, yaralar, cilt sorunları, soğukalgınlığı, virüsler, enfeksiyonlar.
AZĐZ YOHANNA OTU : Tümörler, yatak ıslatma, ülser, karaciğer, hafıza kaybı
ilacıdır. 2 hafta zeytinyağına batırılmış sargı bezleri ile tüm cilt sorunları, yaralar,
yanıklar, çürükler ve kas ağrılarında haricen.
KISIM V
KUTSAL BĐLGĐLER
Hem druid, hem şaman kutsal bilgilerini, her insanın ağızdan ve elinden
çıkacak tehlikeli kelimelere emanet etmezlerdi, onlar ancak bu bilgeliği koruyabilecek
ve güvenilir kişilere aktarırlardı, bir ozanın Druid olması veya şaman adayının şaman
olması, ancak yaşca ve bilgisi ile ondan büyük ve tecrübeli bir druid veya şaman ile
mümkündü. Bilgilerin, şarkıların kutsallığının korunması ve kullanılması da onların
izni ile olurdu, çünkü sırların ağız vasıtasıyla kapatıldığına, değişmemiş haliyle insan
ruhundan gelen sesin çıkmaması gerektiğine inanırlardı. Günümüzde bir Bektaşi
babası ve alevi dedesinin ağzını kapatan bıyıkları da bunu sembolize edecektir.
Diline hakimiyet istenirken, sesin insan ruhundan geldiğine inanıldığından, susmakta
ruha hakimiyetin sağlandığı düşünülürdü.
Đnsan sesi, ruhun hal ve enerjisini ifade ettiğinden, hem druid, hem şaman
sesin insan yapımı enstrümanlarla çalgılarla karıştırılmasını istemezlerdi, ancak deri
davulları ve kabak çıngırakları hariç. Çok ilginçtir, Davul ve çıngırak hem Druid’in,
hem de Şaman’ın törenlerde üzerinde olmazsa olmaz aksesuarı idi. Nasıl olmuştu,
7.000-8.000 km uzaklıktaki inanç ustaları aynı şeyi yapıyordu? Nasıl oluyordu da,
çalgılarını sözlerine müzik eklemek için değil, düzenli bir ritmik yapı oluşturmak için
kullanıyorlardı?
Hem druid, hem şaman; zaman içinde çağrılan adayların içinden çok azının
seçilmişler olduğunu, onların da fiziksel dünyanın yansımalarının üstesinden
gelebilecek ruhsal olgunluğa erişmiş ve aynı anda hem bu dünyada, hem de öte
dünyada bulunabilmeyi öğrenenlerin Druid veya Şaman olabileceğini bilirlerdi. Bunlar
kendilerine “ölüp dirilmiş” “yeniden doğmuş” “iki kere doğmuş” derlerdi.
Onlar, gerçeği arayanların, doğru olmasını istediğini değil, bildiği şeye göre
davranması gerektiğini, arayanların en önemli rehberinin de vicdan olduğunu,
vicdanın da insan zihnindeki Tanrının görüntüsü olduğunu söylerlerdi. Ruhun özgür
olması gerektiğini, yalnızca vicdana bağlı olan ruhun, insanı gerçeğe
ulaştırabileceğini, gerçeğin de doğru bilinenin sürekli değişmesi ve gelişmesiyle,
şekillendiğini, bu nedenle; gerçeğin bulunması için değil, aranması için yaşanılması
gerektiğini bilirlerdi. Gerçeğin herkes için aynı olması halinde yaşamın ne kadar basit
ve anlamsız olacağını bildiklerinden, insanları kültürleri ve bilgileriyle değerlendirir,
onların yaptıklarına onların gözüyle bakarlardı. Mutlak doğru diye bir şeyi ne
kendileri, ne de diğerleri için savunurlardı.
Onlar da, Gök Tanrı’dan önce, yer tanrısı olan, hepimizin anası Ana Tanrıça
ile tanışmışlardı, onun ruhunun bir parçasının mutlaka bu dünyadaki herhangi bir
şeyde bulunduğunu bilir, Tanrı’ya olan sevgileri ile doğayı ve insanları severlerdi.
Şaman’ın dağlarda ve ormanlardaki arayışı ile Druid’in doğada yalnızlığı hep bu
sevgiden kaynaklanmaktadır. Anadolu’ya geldiklerinde, Anadolu’nun Kibelesinde de
Keltler ve Türkler bu kutsal ve muhterem analarını bulacaklardır.
Druid ve şaman doğada bir şeyin daha iyi veya daha kötü olduğunu söylemez,
her nesneyi olduğu gibi kabul eder, onun algılanmasını ve değerlendirilmesini insana
bırakır, birisi için iyi olanın diğeri için kötü olması , dün iyi olanın, bugün kötü
sanılması gibi çelişkilerden insanı kurtarmak isterlerdi. Bunların göreli bir yanılma
olduğunu söylerler, bakanlar için her şeyin, her an değişebileceğini, ama körlere,
göremeyen gözlere bunu izah etmenin, onların da bunu algılamalarının çok güç
olduğunu bilirlerdi.
Druid’ler demir kazanda kutsal suyla şifalı içecekler yaparken, Türkler de çok
büyük demir kazanlarda suyun sürekliğini simgeleyen saçı törenleri düzenlerlerdi.
Druid, öğrencilerine şöyle hitap ederdi; “Herkese adil ol, kusuru alçalt, herkesin
önünde alçak gönüllü ol, çünkü boyun eğmeyi öğrenen, nasıl emredeceğini bilir.”
Bu sözleri yüce şaman Hacı Bektaş’ta ve bir gönül dostu olan Mevlana’da
tekrar duyacağız : Kusurları örtmede gece gibi olacağız.
BÖLÜM III
TÜRKLER
KISIM I
TÜRKLERĐN SOYLARI, BOYLARI
Türkler aşiretlerin sembolü olan bir koruyucu güce inanırlardı, onu adı gök
tanrı OGAN’dı. Ogan’ın oğulları olan YERSU’lardı. Türklerin yaşadığı yer, toprak ile
büyük ırmaklardan dolayı bu YERSU’lar her boyda ayrı ayrı idi. Bunlar her dinin
başlangıcı, her felsefi düşüncenin kaynağı, Sümer’in yaratıcı tanrıları gibi 4 adet idi.
Gök, Kızıl, Ak ve Kara idiler. Toplum büyüdükçe yersular çoğaldı, Uygur ve Sümer
tanrılarını kopyalayan Mısır, Yunan ve Roma panteonları gibi, bunların sayıları da
önce 4’den 12’lere, sonra 50’lere çıktı.
Bir de Türklerin yol göstericisi ve koruyucuları vardı. Her boyun, her aşiretin
Yersu dışında, bir de “Cığı” veya “Cıvı”sı vardı. Bugün yalnızca dillerde kalan cıvılar,
aşiretin koruyucu ruhu idi. Onlar öyle etkiliydi ki, boylar savaşmadan önce, geceden
Cıvı’lar savaşır, yenen Cıvı’nın kavmi savaşı kazanmış olurdu, yenişemezlerse
sabaha kıyamet kopardı. Bunlarla temas ileride şamanlarımızın asli işi olacaktır.
Şamanın görevi cıvılarla görüşüp, konuşup aşirete bildirmek veya bilgilendirmekti. Bir
kabilenin bir tek kişisine saldırmak, onun inandığı Yersu ve Cıvı’sına saldırmak
demek idi. Đşte Türklerdeki, bastırılamaz öç almak duygusu buradan kaynaklanmıştır,
Türkler gibi pek çok ülke veya din de, bu eski inançların kalıntısı nedeniyle, öç almayı
sürdürmekte, bugün işgal altındaki Irak’ta, Filistin’de her gün gördüğümüz gibi öç
alma yaşatılmaktadır.
Biz, daha başa, eski efsanelerimize dönelim; diğer soylar, uluslar gibi
soyumuzu renklendirelim!
Evet adı, Zib Bakuy olmayabilir, “Dıb” “taht” demektir. “Bakuy” da “Ulu”
demektir ki; atamız olsun diye tahta oturan bu kişiye “Dıb Bakuy” “ulu taht” adını
koymuşuz. Onun oğullarının adı olan “Or han” “or dağı” demektir. “Ortak”da bu
kelimeden türetilmiştir. “Ortak” ile “Kurtak” da Türklerin iki kutsal dağıdır. Yani Or
Dağı ile Gür Dağı buradan gelmiştir.
Đşte bu iki dağ gibi, dinsiz “Kara han” ile Türkler de ikiye ayrılacaktır, Kuzey
Türk insanı dinsizler, güney ve batı Türk insanı komşu medeniyetlerden, Hint ve
Çin’den dolayı dinliler olmuştur. Dinliler de ikiye yarılmış; “Sagcıl”lar gün, ay ve
yıldıza inamlı, yeryüzünden erişilemez yüce ve yüksek’e, göğe inananlardır.
“Solcul”lar ise Gök-tak (dağ), dingiz (deniz) inamlı, taşa, toprağa, yeryüzüne
inananlar olacaktır.
Sagcıl’lar ve Solcul’lar da önce üçe bölündüler, sonra her biri dörde bölündü
ve sayıları her birinde 24 boya ulaştı.
Hepimizin bildiği gibi yakın Anadolu Türk tarihi, bu iki inanç şeklinin gizli veya
açık üstünlük kavgası ile sürüp gidecek ve günümüze kadar sürecektir. Biz de bunu
ilerleyen bölümlerde anlatmaya, hatırlatmaya çalışacağız.
Bunlar arasındaki esas sorunu oğul, torun, baba falan değildi. Hani kuzeyden
dinsiz olan Türkleri bir yana bırakırsak; Dinli yani dinsel inançlı olanlarda esas sorun,
dini sistemleri olmaksızın, yalnızca prakmatik uygulamacıları olan, “tapınılan ile
insan arasında” yardımcı ve aracı olan, şamanlara inanan yersel, solcul inançlar ile
güneyde ve batıda Çin, Hind, Pers, Babil medeniyetleriyle temasta bulunmuş göksel
–sağcıl inançların farklılaşmasıydı.
Yersel, Solcul olan şamanlar, anaerkil bir toplum düzeni olan inançlılardı.
Yarın Anadolu’da tanışacağı Kibele ve Galatlarla onun için çok iyi anlaşacaklardı.
Göksel sağcıl inançlılar ise ilhanlık inancı ve il inancı olarak ikiye ayrılmıştı.
Đl inancı da, sanki Sağcıl ve Solcul inançların her ikisinin arasına girmiştir. “Đl”
“barış” anlamındadır. Bu nedenle kadın ve erkeği eşit konumda tutan bir ara uzlaşma
inancı şeklini almıştı.
Đşte hem Đlhanlık inancı, hem de Đl inancı (yani Göksel-Sağcıl Đnanç) Ata’yı,
erkeği öne çıkardığından, yarın Müslümanlığın benimsenmesinde veya
benimsetilmesinde, Müslümanlığın erkek hakimiyet ile kolayca uyuşabilecektir.
Üstelik göksel temalarıyla da kolayca uyum sağlayacaktır ve Türklerin bu kısmı
gerçekten inanarak Müslümanlığın savunucusu olacaktır.
KISIM II
DĐNLERĐ YOKTU, TANRIYA ĐNANIRLARDI
Nasıl Yahudiler için, bir kavme toprak ihtiyacından dolayı Musevilik doğmuşsa,
nasıl Museviliğin ve ibadet yerlerinin bir soya, ırka ait olmasının yarattığı sıkıntı ile
insanla tanrısı arasında ruhbanın mutlak bulunma zorunluluğundan Hıristiyanlık
oluşturulmuşsa ve bulunduğu bölgede, Arap diyarında ticaretin kontrolü,
geliştirilmesi, düzenlenmesi amacıyla da, bir din devletinin oluşturulması
gerekliliğinden Müslümanlık dini düzenlenmiştir.
Şamanizmde doğanın gücü her şeyden üstündür. Gök ve yer tanrısı diye
bildiği şey, bilinmeyen, görünmeyen ve anlaşılamayan için onun bulduğu bir
çözümdür. Şamanizm de bu nedenle bir peygambere, bir vahyedilmiş kutsal kitaba,
ibadet için tapınaklara da hiçbir zaman ihtiyaç olmamıştır.
Böyle olmasına rağmen, diğer dinlerin inançlarında yer alan iyi yanlarını da
hemen içlerine alıverirler. Mani inananı gibi ağızdan kötü bir söz çıkmasından
çekinirler, ağzına, eline ve gönlüne hakim olmasını isteyen Maniheizm kuralını
hemen Müslümanlık adı altında Bektaşiliğin içine yerleştiriverirler. Eline, beline, diline
sahip ol deyiverirler.
Maniheizm etkisinde kalmış Türklerin nasıl ışık dininden etkilendiği ve sonra
Anadolu’ya gelirken, yine kendilerine “ışık çocukları” diyen diğerleriyle hemen nasıl
anlaştıklarını Mani dini ile Şamanlığı nasıl ortak değerlerde buluşabileceklerini de ileri
bölümlerde göreceğiz.
KISIM III
GÖK TANRI VE TÜRKLERĐN YARATILIŞI
Şamanlık kimilerine göre bir din olarak, Şamanizm adı verilerek ifade edilse
de, bunun bir din olmadığı, şekillenmiş, kabul görmüş davranış biçimlerinin birikimi
olduğunu söylemek daha doğrudur. Önderlik eden yönlendirici, aracı, Şaman’dan
dolayı, Tanrı ile insanın baş başa olduğu bir inanç şeklidir.
Bütün dinlerde bu kurum için bir ruhban sınıfı gerekirken, Şaman bir ruhban
değildir. Hiçbir zaman bireyin inancını kontrol etmez, cezalandırmaz veya
ödüllendirmez. Türklerin inançlarını töreleri oluşturur. Bu nedenle Anadolu’ya daha
önceden batıdan gelen Romalılar dışındaki yerli halk Frigler Galatlar’ın çocukları da
Türkleri çok rahat karşılayacaktır, çünkü onlar da töreleri ile yaşamaktadır.
“Kao-ci” kağan’ının çok akıllı iki kızı varmış, bu kızlar o kadar akıllı ve o kadar
iyi imişler ki, babaları şöyle bir karara varmak zorunda kalmış. Kağan demiş ki; “Ben
bu kızları, nasıl insanlarla evlendirebilirim! Bunlar o kadar iyi ki, bu kızlar ancak Tanrı
ile evlenebilirler!” Bunu diyen kağan kızlarını alarak, götürmüş ve bir tepenin başına
koymuş, burada kızları, Tanrı ile evlensinler diye beklemiş, kızlar bu tepede Tanrıyı
beklemeye başlamışlar. Aradan epey zaman geçmiş. Ama ne Tanrı gelmiş, ne de
onlarla evlenmiş, kızlar böyle bekleye dururlarken, tepenin etrafında, ihtiyar ve erkek
bir kurt görünmüş, kurt tepenin etrafında dolaşmaya başlamış ve bir türlü de, orasını
bırakıp gitmemiş, küçük kız, kurdun bu durumunu görünce şüphelenmiş ve
kardeşine; “Đşte bu kurt Tanrının ta kendisidir. Ben inip, onunla evleneceğim” demiş,
kardeşi “gitme” diye ısrar etmiş ama, kız dinlememiş, tepeden inerek kurtla evlenmiş
ve bu suretle Kao-çi halkı bu hükümdarın kızı ile bu kurttan türemiş.”
Bu efsane keltlerin, Roma kayıtlarına göre Galya ve Galatlar olarak anılan halk
için, Herkül ile güzel kızın evlenmesine dair Drodoros’un efsanesindeki türeyişe çok
benziyor :
“Bir zamanlar Keltika denilen bir ülkede hüküm süren bir adamın akranlarından
daha uzun boylu, daha güzel, daha çekici, açık tenli, çok yetenekli, savaşçı ama çok
kibirli bir kızı varmış, kendine evlenme teklif edenlerin tekliflerini kendisinden üstün
yetenekleri olmadığı takdirde küçümseyerek reddedermiş. Bir gün yarı Tanrı, yarı
insan Herakles, Keltika ülkesini ziyaret etmiş, burayı beğenerek yerleşmeye karar
vermiş ve Alasia kentini kurmuş. Kenti ziyaret eden kibirli kızımız da bu güçlü,
meziyetli Herakles’i görünce aradığı erkeğin o olduğuna karar vermiş ve birlikte
olmuşlar, doğan oğullarının adını ta “Galatai” “Galates” koymuşlar, bundan doğanlara
da “Galatai”, Galatlar denmeye başlanmış.”
Efsanelerimize göre kurdumuz bazen Göktürklerde bir dişi kurt olacak, bazen
de aynı kurt Uygur’larda erkek kurt oluverecektir.
Kutsal Dağ Motifi, dağdaki mağara, mağaradaki kurt, dişi kurt’la emzireceği
küçük çocuk veya erkek kurtla çiftleşeceği genç kız bizim Türk efsanelerini hep
süsler.
Manas destanında Mana Han, bütün kutsal yerlerin takdisiyle doğmuştu, dağlar,
taşlar, ırmaklar, ardıçlı mezraların, ruhlarıyla doğmuştu. Tıpkı Kelt’lerin Kral Arthur’u
gibi.
Türklere göre insanın insan olabilmesi için, anasının ilk sütünü “avuz” yani
“ağız”ını emmesi gerekiyordu. “Oğuz Han’da, anasının göğsünden avuzunu içip,
bundan sonra içmedi, çiğ et, aş ve süzme” istedi deyişine inanmak kolay çünkü
Oğuz gibi tüm yeni doğanlar süt içiyorlardı, ama hemen sonra et ve içki tabi ki onların
en sevdiği idi. Bizlere gülünç gelen Oğuzhan’ın “Ey ana! Müslüman ol! Eğer
olmazsan, senin memeni emmem” deyişine inanmak zor ama islamiyetle ilave
edildiğini anlamak çok kolaydır.
Türklere göre her şeyden önemlisi Gök idi, sonra yer ve su, sonra insan
yaratılmıştı. Yaradılışta “gök, yer, insan” üçlemesi yer alırdı. Önceleri “gök ve yer”
denilirken, islamiyetle Allah, gök tanrıdan farklılaşınca yer öne geçmiş, gök yerden
sonra sırasını almış ve “yerni kökni yaratkan” “yeri göğü yaratan” ifadesi kullanılmaya
başlanmıştır.
Gök, yıldızlar ile arşı, güneş ile ayı içine alan geniş bir anlam taşırdı. Gök
kubbe, “gökler” olarak anlatılırdı. Gök Göktürkler’de büyük anlam taşırdı, ama
Oğuzlara doğru Đslamiyetle gök, yerin devamına dönüştü, yerden yani ağaç
kovuğundan gelen hatundan, Gök-Han doğdu.
Gök pek çok kata ayrılmıştı, Şaman törenlerinde, Ulu Tanrı’nın bulunduğu gök
katı, 5 nci kat idi. Bazen bu kat, 9 ncu katta olurdu. Şaman bu kata çıkarak Tanrı’ya
ulaşırdı. Üç, beş, yedi, dokuz basamaklarını kullanırdı. Ancak eski Türklerde bu
göğün katı ve Tanrı’nın katı farklı sayılarla ifade edilirdi. 9 sayısı en eski ve en kutsal
sayı idi. 9 sayısı 9 gezegeni ve takvim düzenini ifade ederdi. Altay destanlarında ise,
Tanrı’nın yeri 17. katta idi. Batı Türklerinde de 7 nci katta idi. Bunun sebebi, o
sıralarda Đran mitolojisinin etkisinde kalmalarıdır. O zaman Đran’da 7 kat gök, 7 kat yer
anlatılırdı.
Ancak 9.kat Göktürk mitolojisinde önemli ve doğru bir yerdir. Hakan’ın tahta
çıkması, hakan olmasının ritüeli de böyle idi. Hakan olacak kişi bir keçe veya halının
üzerine oturtulur ve “Doğudan Batıya” doğru yani güneşin doğduğu yönden batıya
doğru 9 kez döndürülerek tahta çıkartılmış olur, hem de Hakan böylece göğün 9 ncu
katına ulaşmış olurdu ve tabi Tanrı’ya da ulaşırdı. Böylece Tanrı’dan kağanlık
kutlamasını alır ve geri dönerdi.
Altaylarda Hakan 9 ncu kata kadar çıkabildiği halde, Şamanlar ancak 5 nci
kata kadar çıkabilirlerdi, daha yukarıya asla çıkamazlardı. Şaman bir kez 9 ncu kata
çıkartılırdı. Baş şaman ve 8 yardımcısı, şamanı bir keçe üzerine oturtur ve havaya
kaldırırlar, 9 ağacı, üçer defa dolanırlar, davulunun ruhu için açık renkli bir at kurban
edilir, şaman 7. katta ay’a ve 8.katta güneşe saygı duruşu yapar, 9.katta Ulu tanrı ile
buluşurdu. Göğe çıkarken şaman PURA adlı atına biner, onunla göğe yükselirdi,
islamiyette bunun adı BURAK olacak, sahibi de göğe çıkan peygamber oluverecekti.
Şamanın çadırının direğinin üzerine de bu göğe çıkış kazınır işaretlenirdi. Bu çadır
direği, göğün direği olarak sembolize edilirdi. Keltlerin 1 Mayıs’ta diktikleri “mayıs
direği” de göğe yükselmenin, çadır direğinin başka bir şekli ve uygulamasıdır.
Keltlerdeki mayıs direğinin ucundaki ipleri tutarak yapılan dairesel dönüş göğe
yükselişin başka bir şeklidir. Yeryüzüne çok yayılmış bir adettir, günümüz avrupası da
bu adedi Keltlerden öğrenen Romalılardan öğrenmiştir. Romalı ve Yunanlıların
direğinin adı da “Universalis Columna”dır.
Türkler Müslüman olunca şamanın atı Pura, Muhammed’in atı Burak nasıl
oluvermişse, şamanın çadırının direği göğün direği de unutulmamış, o da Muhammet
ile birlikte dinin direği oluvermiştir. Aleviler de bu direği Hz. Ali’ye mal etmişler, Pir
Sultan Abdal’a şöyle dile getirmişlerdir :
“Yakacağın bir çorağdır,
Yerden göğe bir direktir,
Bin diceğim bir buraktır
Allah bir, Muhammedi Ali”
Göğün direğini remzeden çadır direği şamanın göğe çıkışının kanıtı iken, bu
direklere göğe çıkıldıktan ve Tanrı katından dönüldükten sonra bayrak bağlanırdı.
Bugün ağaçlara bez bağlama geleneğinin kökenin de şamanın tanrısına çıkışının
işareti olan bu bayrak yatmakta ve anısı bilinmeden yaşatılmaktadır.
Göğün direğinin ağaçtan olması, ona “göğün ağacı”, “dünya ağacı” sonra da
“dünyanın direği”, en sonunda da “şehrin direği” isimlerini almasına neden olmuştur.
Türk tatar köylerinde köyün merkezindeki direk, avrupada da pek çok köyde
geleneksel “mayıs direği” olarak halen yer almaktadır. Keltlerden kalma “Beltane” 1
Mayıs Bayramı böyle yaşatılmaya devam edilmektedir.
Göktürkler;
“Üze Tengri, asra yer”
Uygurlarda;
“Üstün tengri, altın yer” oluyor ve diyorlar ki;
Üze tengri, asra yer (üstte tanrı (gök) altta yer)
Üze tengrike/tegir (yukarıda göğe değiyor)
Üze on kat kök, asra sekiz kat yer (üstte on/kat gök, altta 8 kat yer)
Üstün tengri yeri, altın tamu yeri (üstün Tanrı katı, altın cehennem yeri)
Üstün Tengri, altın yalan gök (üstünde Tanrı, altında insan)
Göktürk yazıtlarındaki “Tengri teg Tenri” “göğe benzer gök” veya “göğe benzer
tanrı” ifadesi islamiyetle unutulacak, Türk’ün “Tanrı göğün maviliği ve sonsuzluğu
gibidir” anlatımı kaybolup gidecek, Türklerin düşlerindeki göğün yüceliği, Tanrı’nın
yüceliğinin simgesi iken ve ona “Tengriler Tengrisi” (yücelerin yücesi) derlerken,
kafaları karışıp gidecek. Gök kelimesi mavi, Tengri kelimesi gök olarak anlatılacak,
her şey değer ve anlamını Đslamiyetle yitirecektir.
KISIM IV
GÖK; YILDIZLAR, BURÇLAR
Türklere göre güneş doğunun, ayda batının sembolü idi. Şaman yüzü doğuya
donuk olarak, güneşe üç kez diz çökerek, selam verirdi, çadırının kapısı da doğuya
bakardı. Göktürkler doğuya “gün doğuşu”, batıya “gün batışı” güneye “gün ortası”
derlerdi. Karanlıklar ile gece diyarı kuzeye ise “tün” veya “gece ortası” derlerdi.
Güneş Türkler için ana idi ve ay ise erkek, baba idi, Türkleri mani dini etkisiyle
ilk atası, ay-ata olmuştu. Ancak sonradan ay gökte 7.katta, güneş 8.katta, Tanrı’da 9.
katta yerini almıştır. Türklere göre “Tanrının tahtı, ay ile güneşin çok üzerinde idi”
Bu nedenle güneş ve ay, aşağıdaki Tanrı’nın ışığını yansıtırdı. Onlar birer “toli”
yani “ayna” idi. Cengizhan’ın küçük oğlunun adı da “Toluy” ayna idi. Şamanlar bu
nedenle yanlarında ayna taşırlar, fallarını aynaya bakarak açarlardı. Bugün pek çok
öğretide kişi aynaya baktığında, ayna yine Tanrı’nın ışığını, görüntüsünü yansıtır, kişi
tanrısını görür, böyle simgeleştirilir.
Altay Türklerinin bir efsanesinde; “Önceleri insanoğlu, daha saf ve daha iyi idi.
Zaten, kendileri de cennette yaşıyorlardı. Bunun için ne güneşe, ne de aya gerekleri
yoktu. Tanrı, onları insan kılığına sokup, yere indirince, günah işlemeğe başladılar.
Tanrı onlardan, NUR ve IŞIĞINI esirgedi ve onlar karanlıklar içinde
kaldılar,KENDĐLERĐ IŞIK SAÇARLAR ĐKEN, artık saçamaz oldular. Bunun üzerine
toplanıp, Tanrı’ya kendilerini bağışlamasını istediler, Tanrı da onları bağışladı ve
güneş ile ayı yarattı” deniliyordu. Şamanlar ışık çocuklarını, hep bu ve buna benzer
efsanelerdeki, “insanın ışık saçmasından” esinlenerek anlatacaklardır.
Türkler güneşe ve aya tanrı gibi kutsal baksalarda, onların efsanelerinde hem
güneşi, hem ayı, bir “Ulu Tanrı” yaratmıştır. Ancak Uygurlar Mani ve Buda dinlerini
benimsemeye başlayınca, kafaları karışmış “Ay Tengri”, “Gök tengri”nin yanında yer
almaya başlamıştır.
Türkler de Keltler gibi gökyüzü ile ilgilenirlerdi. Gök hem tanrının mekanı idi,
hem de yıldızlar ve gezegenlerin.
Türkler küçük ayı burcunu bilir, ona dört tekerlekli bir arabayı çeken iki at
derlerdi. Asya’da, Anadolu’da onun adı koyun ağılı oluverdi. Adı Altay Türklerinde “il
yettegen” yani “il yedigen” idi. Arabayı ak ve kır atlar çekerdi, yedi kardeş, yedi bekçi
idiler. Bazen destanlarda yedi kurt ya da yedi köpek olurlardı.
Büyük ayı burcunun adı ise “Yediger”di, ona Anadolu’da yedi kör, yedi eşek
diyeceklerdi. Altay Türkleri “at yettegen” yani “at yedilisi” derlerdi, destanlarda yeti
arkar (yedi dağ koyunu) koş ögüz (iki öküz) veya iki karındaş (iki kardeş)te
denileverecekti.
Türklerde yeni yılın başlaması, tabiat olayına dayanırdı. Bahar, Nevruz, yeni
yıl demekti, otların yeşermesi, göğün gürleyerek ilk yıldırımların toprağa düşmesiyle
yeni yıl başlardı. Türkler yaşlarını yeni yıla göre hesaplar ve “ben 40 yeşerme
gördüm” derlerdi, “kırk kez baharı gördüm”, “kırk yaşındayım” demekti, bugünkü
kullanılan yaş kelimesi yeşermeden doğmuştur.
Yeni yıl, yılbaşı bahar bayramı idi, mevsimle birlikte sütler çoğalır, süt saçıları
yapılırdı. Altaylarda Kırgızlar ellerinde süt kapları ile çadırın dışına çıkar, çadırın
duvarına kapları vurarak, “eski sene geçti, yeni sene hep geldi” derlerdi. Đlk
yıldırımlarla köylüler hep birlikte yüksek bir dağın tepesinde toplanır, Tanrı’ya yalvarır,
yakarır, köye dönüşlerinde dört yana süt saçarlar ve saçı töreni başlardı. Moğollarda
da 9 delikli bir kaşıkla keçe üzerine süt serperlerdi.
KISIM V
YER; DAĞLAR, MAĞARALAR, ATEŞ, SU, HAVA, AĞAÇLAR
Masallarda bir bahadır avlanırken karşısına bir geyik çıkar, o da geyiğin peşine
düşer, geyik kaçar, o kovalar, Bakır dağının ardına gelirler, birden bire dağ açılır
geyik delikten girer, avcı da mağaradan içeri girer, kimi kez Sibirya masallarında
Tanrı karşılarına çıkar, kimi kez 13 kıza rastlar, kimi kez de mağara onu yer altındaki
kötü ruhlara götürür, ama kimi kez de onu Kuğu Hanım kurtarır, ona eş olur. Mağara
kimi kez de yakut Türklerinde yer altının kapısı oluverir. Anadolu’da da; günümüzdeki
masallarda çoğunlukla genç önüne çıkan bir geyiği kovalar, geyik bir mağaradan içeri
girer, genç de onu takip eder, mağaradan geçince bir düzlüğe çıkar (sanki
Ergenekon) cennet gibi bahçelerde Mine Hatun’a rastlar.
Hani şamanın Tanrı katına çıkarken, bindiği atı vardı ya, adı “Pura” idi, sonra
Hz. Muhammet’in adı “Burak” olmuştu, işte o “Pura” Altay dağlarındaki Teleüt
Türklerine göre her şamanın canı idi, oralarda “Tın-bura” deniliyordu. “Bura”, “Bur”,
“Pur” Kuzey Türk ağızlarında geyik veya ren geyiği demekti ve Tin’de ruh demekti,
şamana “Geyiğin Ruhu” denilirdi, şamanlar bu nedenle sık sık geyik donuna girmiş
olurlardı. Hikayelerimizde okla yaralanan bir geyik kaybolunca, aynı yerde yaralı bir
dervişin ortaya çıktığı söylenirdi, bir geyik ölünce bir şaman ölürdü.
Şaman silkinir başka bir insan donuna geçer, çabuk koşan olur, deniz yutan
kardeş olur, han oğlu, bey oğlu olurdu, olmazsa bir kuş olur, leylek olur, doğan,
atmaca, güvercin, kartal oluverirdi.
Türklerin her kabilesinin ayrıca bir kutsal hayvandan türediğine de inanılır. O
hayvanın da onların Cıvı’ları ataları olduğuna inanılırdı ve asla hayvanın etini
yemezlerdi, diğer kabileler ise onu rahatlıkla yiyebilir, onlar da kendi kutsal hayvanını
yemezlerdi.
Yakutlar beyaz lekeleri olan at veya inek, karga, kuğu, atmaca, kartal, turnayı,
kutsal sayarken, onların adlarını bile ağza almaktan korkar ve çekinirlerdi.
Yalnızca şaman bu kutsal hayvanlara dokunabilir, öldüğünde onların derilerini
kullanabilirdi. Her kabilenin kutsal hayvanının ruhu, “Hayvan-ana” inancı ile kabilenin
şamanında bulunurdu, Şamanlar da kabilelerinin kutsal hayvanı kadar büyük veya
önemli olurdu. Küçük ve önemsiz hayvanının “hayvan-anası” olan şaman da, o
nisbetle değerli olur, çok güçlü sayılmazdı. Ancak biliyoruz ki, şaman olgunlaştıkça
da yeni bir “hayvan-ana” olabilirdi. Mesela; boğa, aygır, geyik, kartal, ayı gibi iyi
hayvan-ana da olabilir.Kurt veya köpek gibi kötü hayvan-ana da olabilirdi. Şaman bu
hayvanların tüm güçlerini toplamak için onun kemiklerini yanında taşır ve derisine
bürünürdü, yani gerektiğinde o oluverirdi. Şaman Elbisesi, hayvan-ana’yı temsil eden
elbiselerdi. Güçlü şamanlar, törenlerde kurt derisini sol yanına, ayı postunu sağ
yanına alır, türlü balık ve yılan derilerini de üzerinde taşırdı. Çıngıraklar, demir ve
kemikten delik plakalar, hayvan tüyleri, ikinci derecede kutsal eşyalardı. En çok
kullanılan kartal, ayı ve geyik elbiseleri idi, kurt elbisesi çok az giyilirdi.
Türkler de Keltler gibi gök tanrıdan, gökten korkarlardı, bir kısmı yıldırım
düştüğünde korkar, Tanrı’nın kızdığını düşünerek çadırlarından çıkmazlardı. Çadırda
bulunan yabancıları hemen dışarı çıkarır, çadırı da siyah bir örtü ile örterlerdi. Bir
kısmı da gökten yere düşen bir ejderhanın kuyruğunu yere vurunca ağzından ateş
çıktığını düşünürlerdi.
Türklerin bir kısmı yıldırımın Tanrının mesajı olduğuna ve onun uğur
getirdiğine inanır, bir kısmı da yıldırımın kötü ruhlardan çevreyi koruduğunu, yıldırım
düşeceğini anlayan kötü ruhlarında hemen sincapa dönüşüp, ağaç kavuklarına
saklandığını, yıldırımın da o ağaca düşerek kötü ruhtan insanları koruduğuna
inanırlardı.
Ayrıca bir eve yıldırım düşünce 3 gün beklerler ve evin semtine bile
uğramazlardı, üç gün geçince şamanlar toplanır, eve giderlerdi. Bir baş şaman ve 8
yardımcı şaman atlarına binerler, evin etrafında 3 defa dönerlerdi, hep evin kapısına
bakarlardı. Sonra atlardan inerler baş şamanın etrafında toplanırlardı. Baş şaman
şarap dolu sürahiden kaseye doldurur ve havaya şarap saçardı, herkes saygıyla
durur şamana bakardı. Sonra yere bir keçe sererler, 9 şaman keçenin, kenarlarından
tutarak, havaya kaldırır ve indirirdi, sonra kurşun eritilir, şarap veya sütün içine kurşun
dökülür, baş şaman da dökülen kurşuna bakar, kehanette bulunurdu. Günümüzde
Anadolu’da kötü nazarlar için dökülen kurşunun hikayesi de bu olsa gerek.
Türklerde ateş Tanrı değildir, hiçbir zaman olmamıştır, ancak Türklerin ateşi
yine Tanrı ile ilgilidir ve Tanrı tarafından gönderilmiştir.
Türkler ateşi tapmak için yakmazlar, temaşa göstermek için, Tanrı’ya haber
iletmek ve ibret almak için, seyredilmesi için yakarlardı.
“Mukaddes Doğu”da yakılan ulu ateş (uluğ-ot) tanrıya sunulan kurbana, batıda
yakılan küçük ateş (kicik-ot) ikram için kurbana kullanılırdı.
Friglerde, Ana tanrıça için rahiplerin ateşin etrafında dönmesi, dönüş sonunda
rahibin sunak üzerinde cinsel organını kesmesi, Tanrı ile bir olmasına “gal” olmak
deniliyordu ya; Moğollarda Türklerden gördükleri ulu ateşe, onların ateş tanrısına
yaptıkları duaya “gal” diyorlardı. Đlginç değil mi?
Yakutlarda ise;
“Bir kartal kendi keyfi için taşları birbirine çakıyor ve bir ateş yakıyor” derken;
Yakutlar göğün üçüncü katında oturan (Gök tanrısının oğlu mu?) “ulu-toyan”
tarafından “ateş kargası” ile (bu kez kartal değil) insanlara gönderildiğini anlatacaktı.
Göktürklere göre Tanrı Ülgen; ateşi, ocağı (yani sacağı) ile birlikte
göndermiştir. Ateşin yandığı aile ocağı bu nedenle çok önemli idi. Anadolu’da ki “ata
ocağı”, “baba ocağı” kelimeleri oralardan kalmadır.
Dinler veya kültürlerdeki ateş gibi, Türklerde ateş dışarıda ve herkesle birlikte
yakılmaz, yalnızca aile ocağında, evin içinde yakılırdı, istisna olarak yalnızca hanın
tahta çıkışında göğe haber vermek için ortada ve ulu bir ateş halinde yakılırdı, bu
nedenle ateş ve ocak Türklerde aile için çok önem taşımaktadır.
Ancak Türkler yeni eve, eski evden ateş alarak götürürlerdi, en küçük oğul
baba ocağının ateşini korurdu. Onun adı “Od-Tegin” (ateş prensi) idi. Bugün
Anadolu’da en eski ev, en eski ailenin ocağı bu nedenle hala en saygın ve itibarlıdır.
Sahibi genç bir delikanlı bile olsa, onun evi veya çadırı, en eski ocak olması halinde
en saygı duyulan ocaktır. Onun önünde yaşlı veya genç hep eğilirken, ona “ocak”
derler, bugün pek çok alevi köyünde bilinmeden bu yaşatılır, o aileye “ocak” denir,
halbuki o kişi yalnızca “Od-Tegin”dir, “ateş prensi”dir. O kişinin önünde eğilmede,
eskiden en eski ocağın ateşi önünde selam veren, niyaz gösteren Altay Türklerinden
kalmadır. Alevi babasının önünden geçerken eğilerek edilen niyaz, Yakutların,
sözlerini söylediklerini doğrulamak istedikleri zaman, ateşe eğilip, ateşe konuşmaları
ve ocağın ateşinin çıtırdaması ile de söylenenlerin doğru olduğunun anlaşılması
seromonisinden kalmıştır.
Ateş, hep Türklerle idi. Nişanlı kızlar onu selamlar, yeni gelin saçı saçar,
damadın arkadaşları ateşe yağ döker, alevler bacayı sarar, aile sofrası ocağın ateşin
karşısında olur, aile yemeğe başlamadan ilk lokma ateşe atılır, ilk yudum ocağa
dökülürdü. Doğum yapan yeni anneye “al-bastı”nın musallat olması, ateşin külü
hafifce oynadığında da “Og kuta oyn yuur” “çocuk ruhu oynuyor” eve çocuk gelecek
denmesi, ateşin karşısındaki tebrik ve kutlamanın “el çırpmanın” adının “alkış”
olması, Al-ateş, al-bayrak, al-alevi hep ateşten bizlere emanettir.
Doğudan gelene “bahar rüzgarı” da derlerdi, ilkbaharda gelen rüzgar yeni yılın
rüzgarı idi. Đlk mevsim rüzgarlarına “Öngdin”, “öngdin Yeli” derlerdi. Batı’dan gelen
rüzgarlarda soğuk getirirdi. Buna batı karayeli denilir. Kuzeyin rüzgarları ölüm getirir,
her şeyi kurutur, dünyayı varlıksız bırakırdı. “Kara” kuzeyin de sembolüdür. Kara,
kötülük ve fenalığın da sembolüdür, “kara kış” sözü de o günlerden kalmadır.
Dağlar da çok önemli idi. Yücelik ve “arılığın sembolü” dağlardı. Türklere göre
Tanrı, önce gök, sonra yer ve insanı yaratmıştır. Yer derken, dağı, denizi, tepeyi,
çukuru anlarlardı. Dağlar, insanın arkasını dayayacağı, güveneceği ve güvenilir
yerlerdi. Budizm zamanından kalma dağlarda bulunan mağaralar da en kutsal yerler
idi. Dağlar ak dağlardı, Ak dağlar da kutlu ve ilahi dağlardı. Akdağlar nasıl cennetlik
bir yer ise, Türklere göre Karadağlar da karamsar yerlerdi, iç açıcı değillerdi.
Kutsallaşan gökçe dağları, altın dağları, bakır dağları vardı, demir dağı idi Ergenekon
ve elmalı, meyveli dağlar olurdu, geçit vermeyen dağlar gibi. Avlanılan, kuşlanılan
dağlar olurdu. Bağlı üzümlü dağlar, dumanlı, geyikli dağlar, göğsü güzel gökçe dağlar
söylenirdi. Tabi kaba, kara kara dağlarda vardı; karlı buzlu dağlarda. Dualar edilirdi,
beddualar ve yeminler edilirdi, and içilirdi, selamlar gönderilirdi dağlara ve kurbanlar
kesilirdi.
Bir dağ yamacında doğan güneşe doğru 3 kez diz vurulur ve dağ selamlanırdı.
Dağ başlarında doğuda büyük ateş ve batıda küçük ateş yakılırdı. Tanrıya büyük
ateş bırakılır. Kendilerine kurban eti pişirmek için küçük ateş hazırlanırdı.
Türkler ağacı kutsal bilirlerdi, göğün direğiydi ağaç ve tanrıya uzanan bir
yoldu, tıpkı Keltler gibi. Gökten iki ağacın arasına düşen bir ışık ile iki ağaç
kovuğunda çocuklar olduğunu anlatırlardı. Mani dini etkisindeki Uygur efsaneleri,
Oğuz’un ikinci karısı da bir adacıktaki ağaç kovuğunda bulunmuştu, ağaç kültü ile
orman kültü bile Türklerde farklılık göstermiştir. Ormanlı Türkler Göktürklerin
doğusunda idi. Onlara Ağaç-eri’de denilirdi, günümüzde yaşayan Tahtacıların ataları
idiler belki. Onlar orman içinde değil çevresinde yaşarlardı, Şamanları da orman
içinde. Onlar aslında yaylacı idiler. Anadolu’ya göç edenler onların çocukları idi.
Bugün belki Anadolu’nun yüksek yaylalarında yaşayan Türkmenlerin ataları idiler.
Yörükler, Tahtacılar veya Aleviler idiler.
Türklerin evinin önünde bir ulu ağaç olurdu, bu evin süsü idi ve duygusuydu.
Evin ağacı kesilmezdi, ancak bir felaket sonunda kesilebilirdi, her köyünde ayrıca bir
de yaşlı ağacı olurdu. Çocuğu olmayan Yakut kadınları yaşlı ulu bir kara çam
ağacının altına gelir, ağacın altına serdikleri beyaz at derisinin üzerinde dua eder,
çocuk isterlerdi. Belki ulu bir ağaca ilgi bu eski emanetten kalmıştır. Mezar başlarına
da ladin dalı dikerlerdi. Asya’da “arça” denilen ardıç ağaçlarının mezarlara dikilmesi
de en eski geleneğimizdendi. Türklere göre ölünün gömüldüğü yeri belirsiz etmenin
veya gizliden belli etmenin en iyi yolu mezarın başına ağaç dikmektir. Böylesine
kutluk yeri olan bu ağaçlara da, sanki bir tuğ veya sanki bir bayrağı simgeler gibi
üstlerindeki elbiseden koparılan paçavralar bağlanırdı, belli etmek için.
Türkler de ardıç çok kutsaldı, ardından söğüt gelirdi. Elma ağacı da Türklerin
kültüründe geniş yer tutar. Çocukları olmayanlara elma yemesinin söylenmesi,
güveyin yeni gelinin önüne elma atması, sevgiliye elma gönderme hep eski Türklerin
elma ağacından kalan anılarıdır.
Altay Türkleri ağaca öyle saygılı idi ki; ormana ava giderken, temizlenir,
yıkanır, yalan söylemez, av öncesinde cinsel ilişkide bulunmazlardı. Yakutlar orman
tanrısından söz ederken, müslüman olan Türkler de “orman iyesi”nden, orman
ruhundan söz ederlerdi.
Keltlerin druid rahibi ağaç dallarının altını nasıl kutsal bulur ve tanrıyla orada
buluşursa, Türkler için de bir ulu ağacın altı aynı idi, altında toplandıkları ulu ağacın
bir dalını dahi kesmezlerdi.
KISIM VI
ŞAMAN ve ĐNSAN
Onlar aslında evrenin sırlarını merak eder, öte dünyaya gidip gelerek sırlara
ulaşmaya çalışırlardı.
Şaman, doğa üstü olaylarla iç içedir. Şaman olmaya çağrılışı, şaman hastalığı,
vücudunun parçalanıp etin kemikten ayrılışı, çektiği çile, ritüelik ölümü, yeniden
doğuşu, şaman ağacında terbiye edilişi ile, bundan dolayı şaman toplum içinde bir
farklı statüdedir.
Şaman, sanki bilinmeyen öteki dünyanın temsilcisi, kutsal bilgilerin sahibi, ruh
ile beden arasındaki ara bulucudur. Şaman gören, anlayan ve iletendir.
Şaman, tıpkı bir Druid rahibi gibi, avın bol olmasını sağlar, gelecekten haber
verir, dinsel törenleri düzenler, kurban sunar, hastaları iyileştirir, kısırlığı önler, ölen
kişinin ruhunu öteki dünyaya götürür.
Şaman; din adamı değildir, ancak dinsel ve toplumsal işlevleri olan, inanca
dayalı, toplumsal talebi yerine getiren pragmatik bir kişidir.
Şamanlık aynı Druid’lik gibi dinle ilgilidir, ancak din değildir. Tıpla ilgilidir, ama
tıp değildir. Toplumsaldır, güzel sanatlarla, kültürle ilgilidir ancak onlara aidiyet
oluşturmaz.
Şaman, aynı Druid rahibi gibi bulunduğu yer ve şekilden farklı bir bilince
geçebilir, başka mekanlara gidip gelebilir, ruhların ölümsüzlüğü karşısında onlarla
ilişkiye geçebilir, bilgi ve güç alabilir.
Druidler ile Şamanlar Gök tanrı dininden söz ediyorlar, yazmıyorlar, söylüyorlar,
şarkı ve şiirlerle kendinden geçerek anlatıyorlardı.
Şaman yalnız başına, tıpkı Druidler, ozan ve kahinleri gibi ormanın en uzak bir
yerinde, dağ başında, bilinmeyen bir yerde yaşıyor ve ibadet ediyordu.
Şaman da, Druid de, atalarınca çağrılıyor, terbiye ediliyor, yaşlı bir şaman veya
druid tarafından sırlara eriştiriliyor, mesleğin sanatları öğretiliyordu.
Bir de şamanın boynundaki davulu yok mu? Davul eşliğinde dualar okuyup,
diğer ruhlara seslenişi, onların yardımıyla ruhunun bedeninden ayrılması ve dönerken
göğe yükselmesi, yok mu? Druidler de, Galatlar da, eski Anadolu halkı Frigler de,
şaşırıp kaldılar. Şamanlar daha akıllıydı, tören sonunda kendinden geçildiğinde
rahipler gibi cinsel organını kesip, ana tanrıçaya atmıyorlardı. “Gal” olmuyor, aksine
göğe yükselişleri ile ruhlarla birlikte oluyorlardı, onların anlattıklarına göre de, onlarla
yersularla sevişip geri dönüyorlardı. Bu nasıl işti? Ne akılcı idi, aynı işi yapıyorlar ve
sonucu daha iyi oluyordu. Baktılar, bir daha kucaklaştılar.
Ağaçkakanın sırtındaki oğlan çocuğu ile yaşlı kadının başı üstünde dolanması,
çocuğu kadının üstüne bırakmasıyla, kadının yaşlı kocasından hamile kalış, Hz.
Đbrahimin yaşlı karısı Sara için Tanrı’ya yakarışındaki benzerlik ve hamile kalış ile
aynı değil mi?
Türkler ne yapmışlardı? Onlar Đslamiyetin etkisi altında şaman inançları ile yerli
halka neden bu kadar yakın olmuşlardı? Onlar, bugün kimlerdi? Karıştı kaldı, yine
Anadolu. Birileri diyordu ki; Alevi tahtacılar Anadolu’ya gelen bir Müslüman Oğuz
koluydu, birileri de diyordu ki; onlar Anadolu’nun önce Hıristiyan olan eski halkı
Friglerdi veya Galatlardı, ağaçlarla uğraşırlardı, sonradan Türklerin etkisiyle
Đslamiyete yönelmişlerdi. Belki de, onlar ağaçeri Türkmenlerdi, orman alanlarının
etrafına yerleşen ağaçeri yani orman adamları idiler.
KISIM VII
TÜRKLER TARĐHTE YER ALIYOR
Bu nedenle, Anadolu’daki kale halkları ile hem Galatlar hem de Türkler oldukça
iyi anlaşmışlardır, çok az kale onlara direnmiştir. Hatta Türkler ordularına zamanla
Galatları da alacaklardı. Böylece, ilk Kelt-Türk kardeşliği başlayacaktır.
Ne idi onları bir arada tutan? Türklerin zamanla kabul ettikleri Maniheizm,
Budizm, Hıristiyanlık, Musevilik veya Đslamiyet gibi dinlere rağmen şuurlarından ve
kültürlerinden atamadıkları şaman öğretileri onları bir arada tutan şey olabilir miydi?
Druid rahipleri ile Şamanların kucaklaşmasını ve kardeşliğini ve Anadolu’da
yaşayacak farklı bir Müslümanlığın alt yapısını Şamanlık mı oluşturacaktı?
Kültürlerin bu birlikteliği ile bugün, nedeni unutulmuş pek çok gelenek ve yeni
inanç şekilleri Anadolu insanının temelini oluşturmuştur.
Kimbilir belki din ile halkın arasındaki bu kavga halen bu nedenle sürmektedir.
Belki ruhbanlar ve yönetenler hala bu nedenle halkı kandırmaya, iknaya
çalışmaktadır.
BÖLÜM IV
KELTLER ANADOLU’YA GELĐYOR
GALAT’LAR
KISIM I
GALATLAR, AVRUPA’DAN YÜRÜYÜŞLE ANADOLU’DA
Druidler gökyüzünde ve göllerin yüzeyinde ardı ardına yedi kez “S” sarma
işareti görüyorlardı. Topraktan alevler, şimşekler çıkıyordu, Kelt halkı delice bir
canlılık içinde idi.
Bu acayip işaretler, Güneş, ay, şimşek işaretleri, gecenin işareti yahut dönen bir
nebulanın ortasındaki tanrısal göz, büklüm büklüm yelesi ile atlar, ışık yılanları, haç,
bir üçgen içinde göz, iki balığın içine girmek üzere olduğu üç incili ağız, onların
hayallerini süslüyordu, sonra da Anadolu’da sikkelerini süsleyecekti.
Brenn’in ordusunda;
Belg’lerin sağ kanatları Albania-Manastır-Zagrep’e, sol kanattan da, Rodop
dağlarından Selanik üzerinden Trakya’ya gireceklerdi.
Boi’ler, keltlerin en yerinde durmaz, en söz anlamaz olanlar idi. Bunlar çılgınca
dövüşürler, gizli güçleri ellerinde tutarlardı. Bunlara Tolisto-Boi denildi, yani,
dönmemek üzere Anadolu’ya gidecekleri için bunlara “ayrılmış boi” deniliyordu.
Apollon, Delphai’yi terk etmişti. Şehre artık Dionysos hakimdi. Druidler, Belen’in
kışı geçirdiği Hyperborea kutsal ormanındaki defne ağacının, buradaki heykeller
arasında şeklinin kaybolup gittiğini görünce çok şaşırdılar. Fahişeler, heykeller, insan
vücutları, ünlü yer yarığına açılan Hermes’in merdiveni ve sonundaki bir yer altı odası
ve adadaki kutsallar kutsalı ile yontulmuş taşları görünce şaşırdılar.
Buradaki tüm tanrıları yok ettiler ve mabede girdiler, yaktılar, yıktılar. Bir de ne
görsünler? Şaşırdıkları defne dalı gibi yer altı yarığında da bir su kaynağı var. Birden
sustular, birden yıkılmış taşların üzerini bulutlar kapladı, şimşekler çaktı. Galatların
korktuğu tek şey vardı; Gökyüzünün başlarına yıkılması. Evet! Gökyüzü yıkılıyordu.
Derhal tapınak şehrinden çekildiler. Delphai’den yağmaladıkları altınları bölüştüler,
ancak Apollon’un öfkesini yatıştırmak için sonra bu ganimetleri bugün Đsviçre’nin
Toulouse şehrindeki eski Belen tapınağının yakınındaki göle attılar, kahinler böyle
emrediyordu, artık Anadolu’ya doğru yollarına devam edebilirlerdi.
Pontus kralı, Suriye kralı, Mısır kralı birlikte birbirine yardım edecek Galatlarla
Ancyra’da (Ankara) savaşa giriştiler. Galatlar her savaşta olduğu gibi yine savaşı da
kazandılar ve Ancyra’ya girdiler. Mısırlı denizcilerin altın çapaları anısına Ankara’ya
bu ad verilmişti; Ama Ankara, artık Galatların idi. Yıl M.Ö. 240 olmuştu.
KISIM II
ANADOLU’NUN YERLĐ HALKI; FRĐGLER
Yerli halkın gözünde ağaç, özellikle yüksek ağaçlar yeri göğe bağlayan bir
göbek bağı idi. Yapraklar ve kökler de, Gök Tanrı’nın gücünü yudumluyordu, onlar da
putperest değildiler, tıpkı Galatlar gibi.
Yerli halkın dağların tepesindeki görkemli kalelerini hemen sevdiler, çünkü onlar
da yüksek yerlerde yaşamayı severlerdi.
Taşa oyulmuş boğalar ve aslanlarla süslü surlar, iki başlı kartal armaları, stilize
edilmiş yaban domuzu ve geyikler, dev savaşçı figürleri, onları şaşkınlıkla
seyretmelerine neden oluyordu. Đleri de bölgeye gelecek Türklerde Asya’daki
kartalları ve geyiklerini burada görünce aynı şaşkınlığı duyacaktı.
Göğün altındaki açık hava tapınakları, kapalı tapınaklardan nefret eden, doğaya
tutkun Galatları daha da şaşkın ediyordu.
Büyük kayalar arasında gördükleri sivri fallos, erkeklik organı, zaten onların
dölleyici tanrısı, Belen’in işareti idi.
Attis’in erkeklik organını Kybele için altında kestiği çam ağacı ve 22 Mart’ta
(ilkbahar günü) rahiplerin yönetiminde bu çamın kesilip tapınağa taşınması ve
kozalaklarıyla vücuda kan çıkıncaya kadar vurulması, onları şaşkın etmişti. Onların
“Alban Eiler” “kuş bayramı”, günümüzün paskalya günü; yarın Alevilerde bir başka
bayramda Hıdırellez de çam kesmemeye dönüşecekti. Anadolu’da Tahtacılar da
erkek çocuğu olan babaya törenle ulu bir çam ağacının (ardıç) kesilerek kapısının
önüne atılması ve sonra “ardıç gibi dallı, babası gibi döllü olsun” sözleri buradan
kalacaktı. En ulu ağacın kesilmemesi de günümüze kadar böylece taşınıp gelecekti.
Galatlar, Friglerle büyük uyum sağlamıştı. Onlar da Galatlar gibi müziğe çok
önem verirler, heyecanlı ritimler çalarlardı. Galatlar, Friglerin sunağın çevresinde
müzik eşliğinde, gezegenleri sembolize ederek döne döne raksedişlerine bayılırlardı.
Gitgide hızlanarak, birden bire sıçrayışları, ulur gibi bağırmaları, yakarmaları,
kehanetlerde bulunmaları, çok hoşlarına giderdi. Bugün Alevilerin cem törelerinde
yaptıkları, semah, sanki onların anılarını yadeder gibi. Tabi Şamanın dönüşü, göğe
yükselişi sırasında boynunda asyadan taşıyıp getirdiği davul ve çıngıraklarının
çıkardığı ritmik garip sesleri gibi.
Üç gün süren bu törenlerin bitiminde büyük rahip bütün ateşleri yaktırır, her yer
ışıl ışıl olur ve “Attis” Kybele’nin oğlu yeniden dirilirdi, yas sona erer, sevinç son
haddine varırdı.
Kilikya’da da adı “Men” olan tek erkek tanrıya, ay tanrısına rastladılar. “Men”
olayların, insanların talihinin, yerin göğün tanrısı, canlıları ölüleri yargılayan yüce
varlıktı, Sümerlerin “Enki”si buralara kadar gelivermişti.
KISIM III
KIZILIRMAK-SAKARYA ARASI ŞEHĐRLER KURULUYOR
Galat’lar, yerli halkın kocamış kişilerine bunları soruyor, aldıkları cevaplar çok
hoşlarına gidiyordu. Yerli halka bu nedenle tebessümle ve şefkatle yaklaşıyorlardı.
Hunharca savaşıp döğüştükleri Romalılara karşı merhametsizlikleri, yaylanın halkı
karşısında sevgi ve hoşgörüye, anlaşıya dönüşüyordu.
Galatlar önderlerini kardeşlik duygusu ile güç birliği için aralarından en yiğit, en
kahraman ve her bakımdan en üstün olanlardan birini seçerler, bunu babadan oğula
geçirmezlerdi. Önderler bir yıllığına yalnız yönetici olarak seçilir, ertesi yıl yerini bir
başkası alırdı. Onlara göre önderlik ve mevkii geçici bir görevdi, tıpkı zenginliğin, özel
mülkün önemsiz oluşu ve bu değerlerin halkın sevgisi ve saygınlığını kazanmak için
kullanılması gereken bir araç olarak görülmesi gibi, tıpkı bugün hür insanların
düşündüğü gibi.
Galatlar uzun boylu, kızıl ya da sarı saçlı, beyaz tenli idiler. Saçlarını geriye
doğru tararlar, boynundan ensesine dalga dalga sarkıtırlardı, yüzleri daima traşlı idi,
kalın bıyık bırakırlar, bıyıklarıyla ağızlarını mutlaka örterlerdi. Tıpkı aynı bölgede
bugün yaşayan Alevi dedesinin suskunluğuna mühür olan, ağzını açtığını
göstermeyen bıyığı gibi.
Galatlar bol pantalonları, kalçalarına kadar inen kollu ceketleri, “sagus” denilen
yünden başlıkları, ataları bugünkü Đskoçların, geleneksel giysilerini andırırlardı.
Kollarına ve boyunlarına altın bilezik ve zincirler takarlardı. Köpek ve kurt derileri
üzerine oturur, yatar, yerde yemek yerlerdi. Erkek çocuklar askerlik çağına gelinceye
kadar halkın önünde babalarına yaklaşamazlardı. Babalarının karşısında
oturamazlardı. Kadınlar kocalarına fevkalade bağlı idiler. Kadın evlenirken kocasına
drahoma benzeri bir değer götürür. Erkek de bu drahoma kadar mal koyar, bunların
kullanımı birlikte yapılır, kim önce ölürse mal kalanın olurdu.
Galatların üç boyu, her biri 4 mahalli yönetim (tetrarkhia)den oluşmak üzere 12
tetrarkhes’in başkanlığında 25’er kişiden oluşan üç yüz üyeli Meclis toplarlardı. Çok
önemli kararları burada alırlardı. Đlginç bir benzerliğe göz atalım. Mecliste sessizlik
egemen olurdu, eğer bir kişi çok konuşarak mecliste rahatsızlığa neden olursa, silahlı
bir çavuş konuşanı sessizliğe davet eder, ikaza uyulmaz ve konuşmaya devam
edilirse, iki kez daha ikaz edilir. Bundan da, sonuç alınamazsa; o kişinin giydiği
“sagus” denilen başlığı kullanamaz hale gelecek şekilde kesilirdi. Artık o kişi muteber
sayılmazdı. Bugün aynı bölgede Konya’da bu adet sürmüş, eğlence yapılan yerde
oynayan çengiyi elle, sözle, bakışlarla taciz eden konuğu, ağanın adamı ikaz eder,
ikaza uymazsa ve rahatsızlık verirse bu kez dışarı alınır, kulak memesi hafifçe kesilir
ve bir daha bu toplantılara alınmamak üzere itibarsız kılınır. Bugünün “kulağı
kesik”leri onlar olmasın?
Yıl M.Ö. 220’ler olmuştur. Roma mecburiyetten Galatları doğunun son eyaleti
olarak kabul ediyor, onun doğusu da Persler bulunuyordu.
Yerli halkın sevgilisi olan Galatlar, Romalıların da korkusu idi. Ancak Romalılar
onları yanlarında tutmalı, anlaşmalı, birlikte hareket etmeli idiler.
Keltlerin saf pagan fikirleri kayboluyordu. Kybele, Kubebe, Roma’nın göz diktiği
Kara Đdol, Siyah Hanım, oğlu Ates, Atis, Kapadokia’nın Persli Maguşları vs vs.
kafaları karma karışık olmuştu. Hele “hava gibi özgür” Frigyalılar Galatları iyice
yumuşatmıştı.
KISIM IV
PAULUS, GALATLARI ZĐYARET EDĐYOR
Bu kadar kalabalık ve karışıklığın yanı sıra şimdi M.Ö.150’lerde, bir de
Yahudiler Anadolu’ya geliyordu. Bunlar nereden çıkmıştı? Anadolu’ya neden
geliyorlardı? Kudüs’ü, Đskenderiye’yi bırakıp, Anadolu’ya Galat’ların yanına niçin
geliyorlardı?
Artık insanlara, daha yalın anlaşılacak, çok kolay, iyilik ideali etrafında olmanın
yeterli olduğu, alçak gönüllü ve dostluğa dayalı, bir kurtuluşa erme ile sınırlı, basit bir
inanç sistemi bulmak gerekiyordu.
Hem Latinlerin, hem de yabancıların tanrılarını bir araya alan bir düzen
kurulmalı idi. Roma Đmparatorları rahipleri onurlandırdı. Devlet görevlisi gibi yaptı,
tanrıların barışını böylece sağlayacaktı, papalığın temelleri atılıyordu. Yıl M.Ö. 12
olmuştu. Augustus bir kararname çıkardı. Ankara’da büyük rahip PONTĐFEX
MAXĐMUS’u yarattı. Ona biat etmeyen, düzene girmeyen her dini, din dışı ilan etti.
Đleri de Anadolu’ya gelecek olan Paulus’un tarlasını hazırladı.
Roma tüm eski tapınmalara inananları aşağılamak için bir de kelime buldu,
“pagan”. “Paganus”, yani “köylü”, yani “ahmak köylü”, böylece şehirdekilerin inançları
köylülere göre daha farklı kılınacaktı. Anadolu’da Mısırlıların dini yasaklandı. Ancak,
Druidler Kelt rahipleri çok etkili ve güçlü idi. Galatlara bir özel statü yarattılar, Druidler
yasaklanmadı ancak Romalıların bu dine girmelerini yasakladılar. Galatlar bu
gelişimlere ses çıkarmadı ve karışmadılar. Yahudiler Romalılarla karşı karşıya
kaldılar.
Her yer, her şey birbiri içine geçmişti. Törenler, sözler, emirler, bir işe
yaramıyordu, halk mutsuz idi. “Yeni bir Tanrı”dan umut bekliyorlardı.
Romalılar bir dinler düzeni kurmak istiyor, buna karşılık halk da, bir şeye
inanmaya ve inandığına da sahip çıkmaya çalışıyordu. Herkes, yöneten ve yönetilen
arayış içinde idi.
Yeni ahitte ikinci büyük kişilik olan “Paulus” kolları sıvadı. Birinci işi insanları
eski dinlerinden döndürmekti. Đkinci iş ise, Yahudilere ait olan bir dini, Museviliği
herkese açmak, yalnız Yahudilerin değil, herkesin Yahudilerin tanrısına inanmasını
sağlamak ve bunun için bir kiliseler zinciri kurmaktı.
Bu Yahudi’nin adı SAUL idi, Tarsuslu iyi bir ailenin çocuğu idi ve latince
adı PAUL yani PAULUS idi, Đ.S. 32-37 yılları arasında yahudilikten dönmüştü. Roma
kentlerinde yaşayan iyi örgütlenmiş Yahudi halkına yol göstermek istiyordu. Đki
Yahudi; Paulus ve Barnabas, Tarsus’tan başlıyan yolculuklarına M.S. 45de
başladılar. Kıbrıs, Antalya derken Anadolu yaylasına Pisidia (Yalvaç/Isparta) vardılar.
Buraya tarla kuşu denilen ALAUDA Leqionları, Galyalılar yerleştirilmişti. Onlar Galatlı
memurlar ve çiftçilerle karışmışlardı, Romalıların Tarsus’ta ve Antakya’da verdikleri
imtiyazlara sahip ve Roma vatandaşı olmuş Yahudiler de burada yaşamakta idiler.
Yahudiler tek Tanrı dinine inananlarla birlikte ibadet ederlerdi. Paulus, Hazreti Đsa’nın
öldükten sonra Allah tarafından tekrar canlandırıldığını, kendisinin bunu gördüğünü
ve kendisine görev verildiğini söylemeye başladı. Onun her söylediği, sanki Hz.
Đsa’nın sözü gibi, sanki Tanrının emri gibi olmaya başladı. Galatlar bu sözleri,
kendileri için de bilinmez ve görünmez olan tanrının sözleri sanarak, bu sözlere
kolayca inandılar ve onun etrafında toplanmaya başladılar. Galatlar bu hikayelere
inansa bile, Yahudiler inanmadılar ve Romalılar ile birlikte olup Paulus ve Barnabas’ı
tekme tokat şehirden kovdular.
Sırada Lystra (Hatunsaray) vardır, oradan da kovulurlar. Dört yıl sonra M.S.
49’da Antakya’ya tekrar geri dönerler. Bu dönüş sırasında ileride başka bir müjdeyi
yazacak olan Markos’ta artık yanlarında değildir.
“Siz bunu putlara tapanlardan daha iyi anlamıştınız. Siz göğün, her şeyin
üstünde olduğunu biliyordunuz. Gökyüzünden başka hiçbir şeyden korkmamakta
haklıydınız. Çünkü tanrımız gökyüzündedir” diyordu. Tıpkı onların dağlar, ormanlar,
ay, güneş ve gökyüzünü anlatışları, Tanrılarının gökyüzünde oluşuna inandıkları gibi.
Onların savaşta her yanlarından kan akması, yara bere içinde ölüme gitmek arzuları
gibi çarmıhtaki kanlar içindeki Đsa’yı anlatıyordu. Đsa, kıpkırmızı delik deşik vücudu ve
yaraları ile tam onların istedikleri gibi idi. Galatların toplumun ve ailelerinin selameti
için kendilerini feda etmek arzuları, çılgın gibi, delicesine kendilerini harcamaları da,
Đsa ve havarilerinin yaptıklarına benziyordu.
Hıristiyanlıkta, bu dünya yaşamı değil, öbür dünya, kıyamet günü, ölmüş bir
adama tapınma esas ise; Romalılar için Hıristiyanlık; “insanın düşmanı” demekti.
Aramice yazılan ilk müjde yine Matta idi. Matta’da Hazreti Đsa’nın ailesi
anlatılırken, onun Tanrının oğlu değil, marangozun oğlu olduğu anlatılıyordu. “Bu
marangozun oğlu değil mi? Annesi Meryem, kardeşleri James (Yusuf ?), Joses,
Simon ve Yuda değil mi?” diyordu.
Đsa’nın kardeşi James (Yusuf ?) ise Đsa’nın halefi idi. Đsa’nın cemaatinin başında
idi. O ise, Đsa’nın Tanrı değil, Tanrı tarafından seçilmiş bir lider olduğundan söz
ediyordu.
James pek çok nedenden dolayı M.S. 62 yılında öldürüldü. Paulus’un önü
tamamen açıldı.
Bu arada Bergama’da, Đzmir’de, “Ephesos’un ihtiyarı” adı ile bilinen Jean veya
Johannes veya Yohanna veya Yahya kendi incilini yazmaya başlamıştı. M.S. 100
üncü yıllarda Yohanna incilini ilk okuyanlar yine yaylalardaki Galatlardı. Paulus’u
hatırladılar, elden ele Anadolu’ya yaydılar.
Ancak Hıristiyanlar “kanlı bir hayvanın üstüne binmiş fahişeler anası” diye
Kybele ile alay edecek cürete ulaştıklarında, bütün iyi gelişmelere rağmen pek çok
yerde binlerce hıristiyan öldürüldü.
Ancak, içlerinde en net “tek Tanrı”yı keşfeden yine Musa idi. Çünkü insan-
biçimini ortadan kaldırıyordu, ayrıca diğerlerinden farklı olarak, ihtiyacı, isteği
olmayan, insandan bir şey istemeyen yepyeni bir Tanrı yaratıyordu. Tıpkı, Galatların
göklerde olduğunu söyledikleri Tanrı’sının tarifi gibi, tıpkı Türklerin gök tanrısı gibi.
Musa çok akıllıydı, Tanrının adını yazmıyordu, “adı yazılamaz”, “adı okunamaz”
olarak nitelendiriyordu. YHVH diyordu çünkü Tevrat Musa’dan yüz yıllarca sonra
yazılacaktı, Đbraniler M.Ö. 586 tarihinde gittikleri Babil’de 48 yıl kalarak M.Ö. 538’de
Kudüs’e döndüklerinde öğrendikleri dört köşe karakterli yazıları ile kitaplar yazılmaya
başlayacaklardı, yani 800 yıl sonra.
Yıllar süren gayretlerle Đşaya, Hezekiel, Yeremya gibi Nebiler (kimilerine göre
peygamberler) Kitab-ı Mukaddese ilaveler, ekler yapacaklar, M.Ö. 1200 yıllarında
başlayan bu yolculuk M.Ö. 500’de yazmayı öğrenince M.Ö. 200’lerde ancak yazıya
geçirilmeye başlanacaktı. Đlk kutsal kitap yazılmaya başlıyordu.
Görüldüğü gibi bu kutsal kitabı anlamak çok zordu, Kitabı Mukaddesi okuyup,
çok iyi ve farklı tanıyabilirdiniz. Ancak Yahudilerin Talmud’unu bilmeyenler, Yahudilik
hakkında çok az şey bilebilirlerdi. Anadolu’da da Yahudilik bu nedenle gelişemedi,
buna rağmen eski Yahudilerin anlattığı yeni din, Hıristiyanlık, kolayca yayıldı,
benimsendi.
Yahudi geleneğinin gizli, gizemli ezoterik bir boyutu vardı ki, işler burada iyice
karışıyordu. Kuşaktan kuşağa aktarılan sözlü gelenek anlamına gelen; “kabul edilmiş”
anlamındaki Đbranice “QABALA” kelimesi! Kabalacılar Tevrat’ın cümle ve ayetlerinin
açık anlamlarıyla asla ilgilenmezlerdi. Tevrat’ın Batıni anlamlarını araştırırlardı.
Onların bu düşünceleri ve çalışmaları ancak, yaklaşık Musa’dan 2500 yıl sonra M.S.
1300’lerde yazıya geçirilecekti ve bu kitaba da “ZOHAR” adı verildi. Böylece zamanla
Yahve kavmin değil, diğer dinler gibi kul’un, bireyin tanrısı olacaktı. Yasalar ve
öğretiler sıralanacak ve şeriat’ın başlangıcı oluşturulacaktı.
Yarın iktidarı kolayca elde edebilmek için, birilerinin zamanla dini geliştirmesi,
değiştirmesi gerektiği zamanla anlaşılacak, değişik yorumlar, anlamlar ortaya
çıkarılacak, iktidarın, diğerlerine karşı, diğerlerinin de iktidara karşı dinlerini,
inançlarını, anladıklarını farklı şekilde anlatma durumu ortaya çıkacaktı. Yarın
Anadolu halkının iktidarlar ile çatışması, Arapların mezheplere bölünmesi,
Hıristiyanlığın ve Müslümanlığın tarikatlarla dolması, işte böyle bir yorum ve anlam
farklılığı aramadan doğacaktır. Dinin bireysel bir duygu olmaktan çıkması
sağlanacak, din bireyler üzerinde yönetenlerce, iktidarlarca istedikleri şekilde bir
baskı unsuruna dönüştürülebilecekti. Dinler doğuşlarında, birleştirici, bütünleştirici
iken, sonra tüm dinlerin insanlar arasında bölücü bir unsur olacağının ilk işaretleri idi,
bunlar.
Yahudiler “tek tanrı” fikrini savunmuyorlar, ama “tek Tanrı”dan Yahve’den söz
ediyorlardı. Onlar için zaten başka tanrı yoktu, “Yahve” vardı. Hepsi o kadar! Onlar
Tanrı’dan çok, Tanrı’dan söz eden metinlerle uğraşıyorlardı. Oysa Galatlar ve Türkler
Tanrı’ya inanıyorlardı.
Đşte önce Galatlar, Anadolu’da böyle bir düşünce sistemini öğrendiler, sonra
Türklere, Şamanlara bunu öğretecekler ve Bektaş-i Veli vasıtasıyla bugün farkında
olmadan günümüz Alevilerin kafalarına bu yöntem gizlice yazılacaktı. Onlar da,
“kendini bilmeyi”, “öğrenmeyi” hedef yapınca, Tanrıları onlarla kucaklaşıverecekti.
Hatta “Tanrı, budur, şu şekildedir, böyle olmalıdır” diyenlere bile hoşgörüyle
tebessüm edecek, insanları bölecek, tuzaklara düşürecek tepkilerden uzak durmayı
ve kaçınmayı öğreneceklerdir. Her şeyi kolayca çözümleyecekler “kesin ve değişmez
bir hakikat yoktur” diyerek, hakikat arayışının Tanrı tanıma ve bilmenin yolunu açan
derin bir inanç sistemini Anadolu halkına yayacak ve benimseteceklerdir. Halka en
kolay yolu gösterecekler, “ister Tanrı, ister kutsal kitaplar olsun, değişmez,
yorumlanamaz bir şeyin olmadığını” onlara öğretecekler, onları doğmalardan kurtarıp,
onların aklını, ruhu, vicdanını özgür kılacaklardır.
Ama ne oldu biliyor musunuz? Anadolu’da Tanrıyı nasıl isterse öyle anlayan,
düşünen, algılayan insanlar ortaya çıktı. Birey, düşündüğünü ve anladığını ifade eden
özgür insan oldu. Yani Đbrahim’in, Musa’nın, Đsa’nın, Muhammed’in tanrısının tek
olduğu konuşulmayacak, Đbrahim’in Tanrısı, Musa’nın Tanrısı, Đsa’nın Tanrısı ve
Muhammed’in Tanrısı denilecekti, yarın ise her bireyin kendi tanrısından söz
edilmeye başlanacaktı. Đleride de “herkesin tanrısı kendine” denilecekti.
Ve ileride bazı öğretiler kutsal kitaplara herkesten çok saygı duyacak ve değer
vereceklerdi. Çünkü, metnin anlamı ve gizemi yalnızca yazarı tarafından bilinebilir,
hiçbir kimse onun vermek istediği anlamı bulamaz, her kişi, her kültür, her dönemi,
kendi bilgisi, algılayışı ve anlayışı kadar kitapları kavrayabilir ve her söylenen de
başka bir şekilde söylenebilir.
Đşte Yahudiler, Anadolu’ya, Galatlara ve bizlere böyle bir ateş verdiler.
KISIM VI
ROMA, HIRĐSTĐYANLIĞI DĐN YAPIYOR
Artık tüm tapınaklar birer ikişer yıkılıyor ve terk ediliyordu, gönül ve bilinç
tapınakları inşa edilmeye başlanmıştı, artık tanrı’nın kendisi ile kimse ilgilenmeyecek,
tanrı insanların anlayışlarında yorumlanacaktı, ta ki Hıristiyanlık ve Müslümanlık
gelinceye, yani vaad, umut, ceza gelinceye kadar. Oysa, Anadolu, Hitit ve Frigleriyle
Galatlar gelene kadar, dua, övgü ve dilekleriyle tıpkı Asya’daki Türkler gibi zaten
doğrudan Tanrı ile ilişkiye girmekte idiler. Ama Hıristiyanlık ve Müslümanlıkta önce
Tanrıya tapılacak, sonra dua ve dilekte bulunulacaktı, bunun adı “hamd” olacaktı,
oysa eskiden Anadolu ve Asya’da tapınma yalnızca dua ve dilekler ile olurdu, Tanrıya
yönelmiş övgüler ve ona yakarış asla olmazdı.
Anadolu insanı iyiyi, güzeli, doğruyu bulmayı veya bulmak için aramayı esas
alırdı. Oysa yeni gelenler Hıristiyan ve Müslümanlar kendilerinin kabul ettiği iyi veya
güzeli kabul ettirmek için, kötü veya çirkini çok rahat kullanabiliyorlardı. Anadolu
halkı da bunları görünce karanlığa çekiliyordu. Yarın 100 yıl savaşları, engizisyon
mahkemeleri, Sivas katliamı, cihat ilanları, 12 Eylül 2001 ikiz kuleleri hep bu yanlış
yöntemden dolayı oluşacak, insanlık tarihinde utanılacak birer iz olarak kalacaklardı.
Her şeyi iyiydi, hoştu ama, bu inancın yayılması, Bizans’a, Đmparator’a bağlıydı.
Ama Đmparator’a da bu inanç sisteminin bir yararı olmalıydı. Đnananların, tebanın bir
vesile ile imparatora da boyun eğmesi gerekiyordu. Đmparator ve kilise anlaştılar, 300
yılda ruhbanlar oluştu. Bireyin vicdanına sığabilen yüce Tanrı, bittiği söylenen ve
Hıristiyanlığın ilk dönemlerinde olması da gerekmeyen dinin içine zorla yerleştirildi ve
din yeniden diriltildi. Din, kiliselerle büyüdü. Din büyüdükçe, vicdanlardaki sonsuz
genişlik küçüldü, daraldı. Tanrı yeniden insanın geniş vicdanından çıkıp, papazların
kapalı odalarının içine, kilisenin dar ve küçük salonlarına zorla yerleştirildi. Misyoner
dini oldu. Kanla, canla, zorla inançlar değiştirildi. Bu kez ruhbanların kendilerince iyi
ve güzel, zorla insanlara benimsetildi. Adı Đncil olan kitap “MÜJDE”yi, “ĐYĐ HABER”ini
insanlara zorla kabul ettirmeye başladı. Bilmiyorlardı ki; ve yarın öğreneceklerdi ki;
Anadolu insanında olduğu gibi, dinin koyduğu kurallar, törenler ve tapınmalar ile
insanlar kurtarılamazdı, dinler insanlara, Tanrı’yı arama ve başkalarını da sevmeyi
öğrettikçe kurtuluşun, hakikatın yolunu gösterebilirlerdi.
Anatole; Güneşin doğuşu, doğan Güneş idi. Paganlar yenilmez güneş “Sol
Đnvictus” ile yeniden canlanırlar. Anadolu’nun başkenti; Ancyra, 25 Aralık Mithra
gününü kutlarlar, o gün, “güneşin doğum günü”dür. “Natale Solis Đnvicti” eski “dies
saturni” “satürnün günü” Cumartesiden sonra güneşin gününün gelmesidir. Güneşin
doğum günü Roma’da Sunday olmuştur. Keltler bu günü çok iyi bilirlerdi, ancak artık
fayda yoktu. “Dies Dominica”, “efendinin günü”, paganların “Dres Solis”i adalet
Güneş’i birbirine karışıp gitmişti.
Constantinus işin tuzu biberi oldu, 8 Kasım 324 de yeni bir başkent kurdu.
Byzans-Galata şehrini seçti. Kelt-Latin ortak düşüncesine hizmetle Đskenderiye,
Ancyra, Antiocheia, Roma, Atina’nın değerli nesi varsa hepsini bu şehre, Đstanbul’a
taşıdı.
Bir de tanrıçanın ellerini gökyüzüne doğru açarak, dua eder duruma soktu,
artık herşey bitti.
Vandalların yakıp yıktığı ana tanrıça, Artemis, Palatin tapınakları ile Anadolu
artık sökülmüş boş sebze bahçesi gibidir.
KISIM VIII
HIRĐSTĐYAN ROMA, GALATLARIN PEŞĐNDE
Romalılar artık Hıristiyan dininin sahibi, ruhbanı, yöneteni ve hakimi idi, Đznik
konsili yeni Đsa dinini, Hıristiyanlığı 325’de resmi din ilan etti. Diğer inananlar artık bir
hiçti, Hıristiyanların dışındakiler onlara göre dinsiz idi. Đşte Galatlar bu nedenle
Hıristiyan gibi, ama Hıristiyan olmadan kendilerini kabul ettirerek, Romalılarla didişip
durdular.
Halklar birbirine karıştı ama yıllar inançları değiştirmedi. Şehirliler dindar oldu,
kırlar ve köyler göçmen halk kendi inançlarıyla kaldı. Bu inançlı insanlar korkuyla yer
altına çekildiler, kiliseye bağlı gibi ama kendi inançlarıyla baş başa idiler.
Ortodoks kilise onları farkediyor, peşlerini bırakmıyordu ve Divriğ’e
gönderdikleri sicilyalı Papaz Peter onları şöyle anlatıyordu.
IV.Konstantin (678-685) onların her şeylerini yaktı yıktı. Anadolu halkı Galatlar
savunmasızdı, kaçanlar kurtuldu, dağlara çekildiler. Yarın Alevilerin Babai
isyanlarının çıkacağı, Şebinkarahisar (Colonea), Divriğ (Tetrika), Şamsat (Samosata),
Arguvan (Argaoun), Yalvaç (Pisidia) Philadelphia (Alaşehir), Philipola’ya (Filibe)
yerleştiler. Kızılırmak-Sakarya arası kırıldı geçti. Bir kez daha anayurtlarını terk ettiler,
aç, şaşkın ve üzgün, ama inançlı kaldılar.
Bu kez Galatların başına Timothy adıyla anılan Genesius geçti, yıl 718-748
olmuştu. Şamşat Arapların elinde idi. Abbasiler 772’de başlıyarak şehir halkını
şehirden sürdüler. Bu kez Bizanslılar Antiochos’a gelen Galatlara şüphe ile baktılar,
780 olmuştu. Sergius halkın başında idi. Kilikya’da Toroslarda ve Anadolu
Platosunda halkın inançlarını güçlendirdiler ve Malatya’da Arguvan (Argaoun) da
toplandılar. Sergius tahtacıydı; tıpkı sonra karşılaşacakları Oğuzların Ağaçerleri gibi
Galatları bir araya getirdi ama o da 834’de öldü.
Destanlar çoğu zaman yazılı tarihten daha doğru bilgiler taşırlar. Hepsinden
önemlisi Hüseyin Gazi ve Battal Gazi’nin türbeleri, Türklerin ziyaretini beklese de,
orada yatanlar daima sevenlerin kalbinde yaşarlar. Karacaoğlan’da bunu ne güzel
dillendiriyor.
“Sual eylen bizden evvel gelene, kim varmış biz burada yog iken”.
Hikaye böyle sürmez ki; Đstanbul’u kuşatan Corbeas’ın yerine geçen, damadı,
yeğeni ve komutanı Chrysocheir, Bizansı Samsat’ta büyük yenilgiye uğratacak, Đznik,
Đzmit ve Đzmir’i de alacak ve Đstanbul’a varacaktır. Ama Đstanbul’u alamayacak, ancak
Galatların Delf tapınağına atlarıyla girişleri, sonra da Efes Katedraline atları ile
girişleri, Fatih Sultan II Mehmet’in Đstanbul’un fethinde Ayasofya’ya atı ile girdiği
masallarına dönüşecektir. Corbeas nasıl Hüseyin Gazi oluverdi ise, Chrysocheir’de
Battal Gazi oluverecek, onun öldüğü yer, Eskişehir’in güneydoğusu da Seyitgazi
ilçesinin kuzeyindeki, o zaman ki adıyla Bathyrrmax ovasında, Zogoloenus dağı
etekleri, bugün Türkmen dağı etekleri olacak, üçler tepesinin yamacındaki Battal Gazi
dergahı oluverecektir.
Ancak 873’de büyük Divriğ depremiyle bu Galat şehiri ve halkı perişan oldu.
Bizans ordusu, bu fırsatta tüm şehirleri geri aldı. Divriğ düştü, Arguvan, Şamsat
yakılıp yıkıldı. Bizans tekrar Suriye’ye kadar genişledi, Galat halkını tamamen
dağıttılar.
Ama;
“Şu kanlı zalimin ettiği işler
Garip bülbül gibi zareler beni
Yağmur gibi yağar başıma taşlar
Dostun bir fiskesi pareler beni.
Derken ve Pir Sultan Abdal, 16. yy’da kendi ölümünü anlatamayacağına göre, bu
satırlarda 8 nci yy’da öldürülen Silvanius anlatılmaktadır. Galatların hikayesi,
zamanla aynı haksızlığa uğrayan başka bir halka mal edilecektir.
Hatta öyle ilginç ki; Silvanius’un öyküsü yüzyıllarca öyle taşınmışdır ki;
Silvanius’un anlamı olan “ağaç-eri” sözü, Alevilerin ormanlarda yaşayan bir
gurubunun da adı olmuş, rivayete göre onların, Hıristiyan inanışından Aleviliğe
geçişleriyle, onlar Anadolu’da Tahtacılar olarak anılmışlardır. Bugün Samşat, Maraş,
Elmalı, Mersin’de halen efsaneleri anlatılır durur. Bilinmez belki de, 800-834’de
Toroslarda yaşayan ve inancını yayarken, tahtacılık yapan “Tahtacı Sergius”tan
adlarını almışlardır. Belki de Galatlar, sonradan gelen Alevilerin arasına karışıp
gitmişler, onların da adı Tahtacılar kalmıştır, kim bilir?
KISIM IX
GALATLAR, BALKANLARA DÖNÜYORLAR,
ORADAN TOULOUSE’YE GĐDĐŞ
Balkanlara çekilen Galatlar, Bizans ve Ortodoks kilisesi için yine bir problemdi.
Đmparator I. Alexios Komnenos (1081-1118) anadoluda Türklerle kaynaşan Galatları
bir yana bırakarak, kendisinin Balkanlardaki ortodoks gücünü arttıracak gayretlere
girdi. Galatların o zamanlarda başı olan Başil’i, kendisinin de onların inancına
katılmak istediğini söyleyerek, imparator saraya davet etti ve bir şölende Galatların
tüm ileri gelenlerini öldürttü ve Basil’i haçın karşısında bugünkü Sultanahmet
meydanında diri diri yaktırdı. Đşte o günden sonra yönetimler ve din otoriteleri
engizisyonla birlikte insan yakmaya başladılar. Kilise ileride 1240 yıllarında Galatların
Avrupa’daki kardeşlerine de bunu yapacak, bir gece de Fransa’da binlerce insanı
ateşe atacaklardır.
Đstanbul’un IV. Haçlı seferi ile işgali (1203-1204) Bizans kadar Galatları da
rahatsız etti, Bizans ve Ortodoks kilisesi Đznik’e taşındı, Bulgar krallığı da en güçlü
dönemini yaşıyordu. Balkanlardaki Galatlar, tekrar hareketlendi bir kısmı Anadolu’ya,
bir kısmı Avrupa’ya doğru yöneldi. Onlara ileri de Kathariler denilecekti. Bu kez
Katolik kilise onları Avrupa’da yakacak, ama kardeşleri tapınakçılar Kudüs’ten
Avrupaya geri dönünce, onlar da Fransız devrimi, Rönesans ve Reformlarla, hem
Katolik dünyasından, hem de tüm krallıklardan öclerini alacaklardır.
Doğu’ya geri dönenler zorunlu göçlerin ayırdığı Anadolu’daki akrabalarına
tekrar kavuştular. Karesi bölgesine, Alaşehir’e oradan da Toroslara yayıldılar.
Batı’ya yolculuk ise, söylendiği kadar kolay değildi. Đlk durakları Bosna oldu.
Burada Bosna Prensi Bon Kulin (1180-1204) döneminde örgütlendiler. Dimetoka
Galatlar için çok önemli idi, ileride Hacı Bektaşın muritlerine de Dimetoka kapısı
onlarla açılacaktı. II.Beyazıt zamanında 1501’de Dimetoka’dan Kızıldeli dergahından
Bektaşi dergahi için Hacı Bektaş’a, Pirevi’nin dedeliğine, Balım Sultan getirilecekti.
Moğollar, dünya tarihini yazarken, hep hasta toplulukları ve inançları yıkıp yok
etmişler ve insanlığın evrimine yardım etmişlerdir.
Aynı Sivas Madımak oteli yangını gibi, hepsi yakıldı, öldürüldü. Toulouse
kuşatıldı, hepsi katledildi. Galatlar yer altına çekildiler, engizisyon mahkemeleri
dönemi başladı. Albigenler, Galatlar 1240’lara geldiğinde onlar için her şey bitmişti.
Bir tek şövalyelerin koruduğu MONTSEGUR kalesi kalmıştı, şövalyeler bir gece
kaleden çıkarak, tüm engizisyon mahkemesi rahiplerini öldürdüler. Ama, 16 Mart
1244’de teslim oldular, ateşe uzatılan merdivenlere tırmanarak, kendilerini ateşe
attılar, çünkü onlar “ışık çocuğu” idi, alev alev oldular, kardeşleri onlar için ağladılar.
KISIM X
KELTLER, ŞÖVALYELER, TEVRAT ve ZOHAR
I.Haçlı ordusu 1099’da Kudüs’ü ele geçirince, yeni devletin, Kudüs krallığının
başına Codefray de Bouillon getirildi.
Keltler Roma döneminde druid denilen rahiplerin yönetiminde, din ve büyü ile
Avrupa’nın çeşitli bölgelerinde topluluk birliği olarak yaşarlarken, Romalılarca bu
rahipler ya yok edilmiş, ya da yer altına çekilmişti. Kelt halkı da, eski alışkanlıklarıyla
birlikte hıristiyan olmuştu.
Druid’lerin çok güçlü sihirlere sahip oldukları halk arasında rivayet ediliyordu.
Hatta, “şimşekler çaktırdıkları”, “aynı anda birkaç yerde birden göründükleri”,
“düşmanlarını hemen tanıdıkları, nerede olsalar onları gördükleri”, “çok uzaktaki
insanları hasta ettikleri veya öldürdükleri” söyleniyordu. Tıpkı Türklerin Şamanları
gibi.
Aziz Bernard, Kudüs’te yeni krala Süleyman Tapınağının muhafazası için özel
bir asker-rahip birlik önerdi, onlar tapınağı bekleyecekler, Kudüs’ü ziyaret eden
Hacıların emniyetini sağlayacaklardı.
Aziz Bernard ve Şövalyeler; Đsa’nın yoksul şövalyeleri, nasıl olmuştu da, 1200
yıl sonra bu arayışa girmişlerdi? Yoksa, tarihin sayfalarında kaybolmuş bu inanışa,
kelt kilisesi ve yahudilerin sözlü geleneği ile mi ulaşmışlardı? Onlar, bunu bulmalı
idiler, yaşayan Esseni, Sadok ve Nasrani’ler ile buluşmalı idiler. Onların Anadolu’dan
geçişlerini, Anadolu yolculuklarını bugün merak etmekten başka yapacak bir şeyimiz
yoktur, hiçbir belge ve bilgi yok.
Haçlı Seferleri yıllar yıllar sürdü. Sırlar, gizemli bilgiler ve servetler doğudan
batıya taşındı. Şövalyeler zenginleşti, güçlendi. Krallara şekil vermeye başladılar.
Kralların mutemedi, vekili veya yöneticisi olmuştu artık şövalyeler.
1291 tarihinde kutsal topraklardan son haçlının çekilmesi ile 200 yıllık arayışa
rağmen, tapınak şövalyelerinin gücü de azalmaya başladı, yıl 1306’ya geldiğinde
Tapınağın büyük üstadı Jacques de Moley idi. Fransız Kralı IV. Philip ve Papa
V.Clemens birlikte karar vermişlerdi, 1312’de tapınakcılar Papa tarafından dağıtıldı,
toplatıldı, tutuklandı, öldürüldü, asıldı, yakıldı, yıl 1314 olmuştu. Tıpkı, 1167’de ve
1244’de ateşte yakılan Anadolu’dan Avrupa’ya dönen Kelt kardeşleri gibi.
Aynı dönemde Kral Robert Bruce; Đskoçya kelt krallığının bağımsızlığı için
uğraşıyordu. Đngilizlerin Đskoçya, Galler ve Đrlanda’da da otoritesi yoktu. Đskoçya iyi
düzenlenmiş bağımsız politik kurumlarıyla o zmanlarda kalan tek Kelt ülkesi idi.
Đngiltere kralı I. Edward, Đskoçların bağımsızlığını vermiyordu. 1296’da savaşlar
başladı, Đskoçlar yenildi. Keltlerin kutsal mekanı Stonehedge de taşların üzeri silindi,
tahrip edildi, bazıları Londra’ya getirildi, Kutsal Đskoç devlet mührü paramparça
edildi. Đşte böyle bir zamanda Bruce, Papa’ya bağlı Đngiliz Kralı’nın karşısına çıktı.
Papanın aforoz ettiği Bruce’un Đskoçyasında, Papa’nın fermanı artık geçerli değildi.
Anadolu’nun suyundan içmiş tapınakçıların kıta Avrupası ile ilişkileri yine devam
ediyordu; Galya, yani Fransa, Keltlere göre Aşağı Britanya’da yine hızla yayılmaya
başladılar. Fransız kralından intikam almaları gerekiyordu. Papa’yı da süslü bir
sembol yapacaklardı. Reformlar, Rönesans ve Fransız devrimine kadar durmadan
çalıştılar. Reform, Rönesans ve Fransız devrimiyle boş inançlardan, taassuptan,
dinlerin içindeki insan yapımı tuzaklardan tüm insanlığı kurtardılar.
TÜRKMENLER
KISIM I
Türk halkı, dinsel inanç arayışına girdiği veya ihtiyaç duyduğu veya yarar
gördüğü dönemlerde özgür iradesi ve aklıyla kendiliğinden Zerdüşt, Mani, Budist,
Hıristiyan, Yahudi oluvermiş, ama kendi isteğiyle Müslüman olmamıştır. Zorla ve
kanla Müslüman olmuştur. Şimdi bu serüveni izleyelim !
Ama yönetenlerin aksine Türk halkı şamanlarıyla (artık anadoluda onlara baba
veya derviş diyorlardı) Anadolu’daki Müslümanlık kural ve geleneklerini eski inançları
gereği hafifce törpülüyor, biraz içini boşaltıyor, herkese uyacak, hem Hırıstiyanı, hem
Müslümanı, Rum’unu, Yahudi’sini kucaklayacak bir şekle sokuyordu. Halkın kabul
ettiği Müslümanlık, bu dervişlerin tarif ettiği Müslümanlıktır. Doğmaları törpülenmiş,
ibadet ve duaları bile hafifletilmiştir.
KISIM II
Mekke tüm dinler ve inançları ibadet ve hac yeri olduğundan ticareti çok
gelişmişti, Mekke’nin bu ticaretini kontrol eden en büyük aile de Kureyş ailesi idi.
Kureyş aşireti gerçek (asıl) Araplardan olmayıp yarımadanın kuzeylisi olan sonradan
Araplaşandandır. Oysa güneyindeki komşuları Yemenliler Saba, Ma’in, Himyari,
Hadramavt ve Kataban’lar soylu ve özgün uygarlıklar kuraraken onlar göçebe ve
dağınık kabileler halinde yaşarlardı. Güneyliler gerçek Araplar M.Ö.500’e kadar Arap
yarımadası’nda Saba ve Mina (Ma’in) Devletlerini kurarken onlar dağınık kalabalıklar
olarak başıboş dolaşırlardı. Kervanları yağmalarlar. Sürüleri çalarlardı. Bu bedevi
aşiretler Mekke’nin putlarını ve Kabe’nin kutsal suyu zemzemi ziyaret ederlerken aynı
zamanda Yahudi Hıristiyanlarla da aynı yerde birlikte yaşarlardı. Güneyin çöküşü ile
yarımadada “Cahiliye Devri” başladı. Ve Đslamiyet dönemine kadar devam etti.
Arapça “Abd” kul demekti, Đbranice “Đsra”, “kul” demekti. “Ullah” Allah
eklenerek, Allah’ın kulu Abdullah olurken, onun karşılığı Đbranice’de “Đl” eklenerek
Đsrail olacaktı. Abdullah ve Đsrail ilişkisi ortak Allah’ın kulluğundan geliyordu.
Peygamber Hz. Muhammed’in dördüncü kuşaktan dedesi olan (asıl adı Zeyd )
Kusay, Mekke’de Kabe’nin perdegarı, zemzemden hacıların su ihtiyacını karşılayan,
putperestleri Kabe’de ağırlayan, daha önemlisi Mekke meclisini idare eden idi. Sonra
bu görevlere oğlu Abdud-Dar (3.kuşak dedesi), onun oğlu Haşim (2.kuşak dedesi),
onun oğlu Şeybe (1.kuşak dedesi) üstlenmişti. Şeybeyi Muttalib büyütmüştü. Bu
nedenle adı Abdülmuttalib oldu. (Muttalib’in kulu, kölesi) Bu adı ile anıldı. Kureyş
ailesinin başı Kabe’nin muhafızı Hz. Muhammed’in ailesi idi. Bu Abdülmuttalib’in
8.oğlu Abdullah Hz. Muhammed’in babası idi. Amcası Ebu Leheb (hayatı boyunca
putperest kaldı ve putperest öldü), babası Abdullah’da putperestti. Diğer bir amcası
“Varaka bin Nevfel” ise Hıristiyandı.
Bu sırada Hıristiyanların himayesinde iken Ankebut Suresi (29) 46. ayet nazil
olduğunda “kitab ehlinden haksız davrananlar bir yana, onlarla en güzel şekilde
mücadele edin, şöyle deyin : Bize indirilene de, size indirilene de inandık, bizim
tanrımızda sizin tanrınızda birdir, biz ona teslim olmuşuzdur” denilmiştir.
Böyle grupların gücüyle orantılı olarak, hangi inanç grubu kalabalık, güçlü ve
zengin ise, o grup şehirde daha etkili oluyor ve alınacak kararları yönlendiriyordu.
Güçlü olan grup, dinen Kabe’nin korunma ve bakımını da üstlenirdi; ticari işleri,
sosyal yardımları, askeri kararları ve en önemlisi yargının yerine getirilmesi ve
düzenlemesini de onlar yürütürlerdi, yani hem ruhban, hem tüccar, hem yönetici artık
onlardı.
“Allah’a yemin ederiz ki, hepimiz mazlum ile birlikte zalime karşı, bu zalim
mazlumun hakkını verene kadar bir el gibi olacağız. Bu ittifakımız, denizde bir tüyü
ıslatabilecek kadar su kalıncaya dek ve Hira ve Sevir tepeleri yerinde durdukca ve
mazlumun iktisadi durumunda eşitliğe tamamen riayet edilerek devam olunacaktır”
KISIM III
Türkler Fars ülkesine girdiler, talan, kan, toz duman. Türklere yeni otlaklar,
yeni ticari şehirler oluştu.
Gerçekten Türkler şehri şehirliyi bilmez, kural, kaide, din, hoca, ruhban
tanımazlardı. Ama kendi aralarında inanışlarıyla düzen ve disiplin içinde yaşarlardı.
Bu arada Arap ülkesinde Ali ve Ayşe ile Muaviye’nin iktidar savaşı vardır,
peygamber ölmüştür. Bu kargaşa Hasan ve Hüseyin ile Yezid arasında da ileride
sürecektir.
Muaviye Horasan’ı işgal eder, 50.000 Arap ailesini getirir, Horasan’a yerleştirir.
Halife Abdülmelik 705’de ölür, oğlu Halife Velid de, Horasan’a yeni bir vali
tayin eder, onun valisinin adı “Kuteybe Bin Müslim”dir. O, Türklerin başına gerçekten
bela olacaktır. Türkler onun öcünü ancak yıllar sonra Bağdat’ta alabileceklerdir.
Valinin ilk işi, Baykent’te halkın hepsini kılıçtan geçirmektir. Türklerin ellerinden
gelen bir şey yoktur, ama şehirde yaşayan Budist ve Zerdüşt’ların ne kadar inanç
sembolü varsa; onları inananlarla birlikte yakarlar. Bunlar Türkler için önemli bir şey
değildir. Onların gök tanrısı, dağları, taşları, ağaçları ve suları hala yerindedir.
Yıldızlar ve ay da gökyüzündedir. Araplar onlara zarar veremezler, yok edemezler.
Buhara’ya yazık oldu! Türklerin evleri, tarlaları, bahçeleri hep Arapların oldu.
Đnananların inanç yerleri cami oldu, iki dirhem karşılığında Cuma namazı herkese
zorunlu oldu.
Sıra Sogd şehrindedir, Araplar şehre savaşsız girerler, ama yine halkı kılıçtan
geçirirler. 4 fersah (24 km) uzunluğunda dizili darağaçlarında insanları asarak
sıralarlar, vahşet! Vahşet! Adı Türklerin hidayete erişi olarak konulan bu Müslüman
oluş, Şuman, Kes, Nesef ve Faryab’ta da sürer. Hem Türkleri kılıçtan geçirir, hem
şehri yakarlar. Đbret olsun diye binlerce Türkün kafalarını keserler, derilerini
yüzdürürler, böyle de bırakmazlar, Türk yazılı dilini bilenleri, gelenekleri koruyanları,
bütün bilginleri öldürürler. Türk dünyasında her yer karanlığa gömülür, Müslümanlık
adına, her yer karanlığa boğulur.
Halife Süleyman 716’da Yezid Bin Mühelleb’i Horasan’a vali atar, Yezid
Haccac’ın kayınbiraderidir. Dağıstan’ı kuşatır, açlık ve susuzluk nedeniyle şehir
teslim olur, tüm şehri kılıçtan geçirirler.
Türk diyarlarında tam ses kesilmişken; Batı Göktürk boylarını birleştiren Türgiş
(Türkeş) Kağan 720’de Türk diyarına asker gönderir. 721’de güney Türkistan’da halk
canlanır. Ancak 736’da Çinlilere ve 737’de de Araplara yenilince, Türk yurtlarındaki
son umutlar da biter. 739 yılı geldiğinde Taşkent, Fergana, Buhara, Semerkant’ın
Müslüman olma tarihidir.
Böylece 644’de Ahmet Bin Kays’la başlayan savaş 739’da Nasr Bin Seyyar ile
son bulmuş olur. 100 yıl savaştan sonra Türkler Müslüman olmak için zorla hidayete
ererler!
Bu arada 868’de Mısır’da “Tolunoğulları” Türk devleti kuruldu. 905 yılına kadar
hüküm sürdüler. Bu Türk kölelerden 933’de yine Fergana’lı Tugaç’ın oğlu Đğşid
tarafından yeniden bir Türk devleti kuruldu. Filistin ve Suriye’yi kendine bağladı,
Đğşidoğulları devleti de 969’da sona erdi. Ardından 1250’de Aybek tarafından Memlük
devleti kuruldu. Baybars, Moğollar Bağdat’ı yakıp yıkınca halifeliği Mısır’a getirdi ve
Abbasilerden Muntasari’yi halife yaptı Memluklular. Moğolları yenerek, Memlukları
Kayseri’ye kadar genişlettiler, ancak Memlukları da 1380’de Çerkez-Memluklar yok
etti.
KISIM IV
Tarih tekerrür ya! Đşte bugün Cumhuriyetle öne çıkarılan Türk halkı, 12 Eylül’le
bir daha, dindarların, ruhbanların ve Arap yanlısı sünnilerin önüne atıldı, tıpkı
Selçuklu ve Osmanlı gibi. Ama bu kez, onların rakibi olarak değil, onların kandıracağı
“zavallı” kullar olarak. Kurulan imamhatip okullarıyla, tarikatlarla bu kez sünni
yönetimin dışladığı değil, sanki kucakladığı bir halk oluverdi Anadolu halkı. Tıpkı
Paulus’un kandırdığı Galatlar gibi. Alevi ve Sünni Anadolu halkını kandıran Fethullah
Gülen’ler, Nakşibend şeyhleri gibi, sanki onlardan birileri gibi, tıpkı Ahmet Yesevi’nin
yöntemiyle, eğitimsiz halkın kandırılmasına başlandı. Dün nasıl yapıldıysa bugün de
aynı ikna, kandırma, hile ve desise ile şaman Müslümanı Anadolu Türkleri,
Cumhuriyetin laik korumasına rağmen, bugün Sünni devlet yönetimiyle “inancı bütün
Türkler” haline dönüştürüldü.
KISIM V
Đşte o gün Osmanlı için tarih yazılmaya başlandı. Osman Gazi, Bizans’tan
Karacahisar’ı da alınca, Selçuklu Sultan’ından, onur hilatı, bayrak, at ve davul gibi
yetki ve itibar belgeleri eşyaları gönderilecek, beyliği için kendi adına da hutbe
okutunca bağımsız bir beylik oluverecektir. Yıl 1302 olmuştur.
Baba Resul olarakta bilinen Baba Đshak halkı, II Gıyasuddin Keyhusrev ve veziri
Sadüddin Köpek’e karşı ayaklandırmıştı. Amasya’da halk, yönetime karşı harekete
geçmişti. Baba Đlyas’ın doğa üstü güçleri vardı, yeşil sancaklı arşta tahtı vardı ve boz
atlı idi, yani o bir şamandı, kam ve ozandı. Ayaklanma Tokat, Çorum ve Sivas’a
yayıldı. Buraları Galatların eski yurtları idi. Divriği (tefrika), Niksar, Malatya’da
Druidler’in anılarıyla yaşayan halk, bu kez yıllar önce Roma ile Trakya’ya sürgün
edilmiş kardeşlerini de uyararak, Bogomil direnişiyle birlikte canlandılar. Ancak hem
Hıristiyan Bizans, hem Müslüman Selçuklu, onların karşısında durdu.
Galatlar, Anadolu’nun yerli halkıyla zaten 1500 yıldır birlikte yaşıyordu, şimdi bir
de Asyadan kopup gelen Türkler Anadolu’ya yanlarına gelmişlerdi. Bizansla
Selçuklular, yerli halkın hem Galatların çocuklarının, hem de Türklerin ortak
düşmanıydı.
Galatlar ileride Bizans için Türkmenlerle birlikte başka bir şey yapacaklar,
Babai Đsyanı’nın öcünü alacaklar, Bizansı birlikte yok edeceklerdi.
Avrupa’da Katolik kilise nedeniyle 1240 yılı Galatlar için ne kadar güç olduysa,
Anadolu’da da 1240 yılı Türkmenlerin en güç yılı olmuştur.
Tarihçiler Babai isyanını devlete karşı yapılan bir isyan olarak anlatırlar o bir
isyan değil, devlet ile halkın birbirinden kopuşunun sonucudur.
Artık Anadolu’da Osmanlı’da veya sonrasında Türkmenler devlette asla yer
alamayacaktı. Cumhuriyet dönemine, Mustafa Kemal’e kadar devletle daima karşı
karşıya kalacaklardı.
Yarın Osmanlı yıkılırken Alevi denilen Türkmen halk bu kez Mustafa Kemal’e
destek vererek, Kuvayi Milliye’yi oluşturacaklar, Osmanlı’nın yıkılmasında rol
alacaklar, Türkiye Cumhuriyet devletinde laikliğin getirilmesiyle de sünni
Osmanlı’dan intikamlarını alacaklardı. Laik Türkiye Cumhuriyeti için herşeyleriyle
Mustafa Kemal’in yanında olacaklar, Babai isyanındaki tutuklanmalardan dolayı
Bizansı Fatih’e teslim ederek Bizans’tan öçlerini aldıkları gibi, Osmanlı’dan da öçlerini
yeni kurulan Türkiye Cumhuriyeti ile alacaklardı.
Arap, Roma, Fars etkisindeki hasta Türk Selçuklu Devleti, Moğollarca sona
erdirildi. Moğollar, tarihte saldırgan ve çapulcu gibi gösterilseler de, ne kadar
hastalıklı devlet ve inanç varsa, hepsini yok ederek, insanlığın uygarlık sürecini
hızlandırmış; daima gurur verici, tarihsel görevler yapmışlardır.
KISIM VI
Bektaşilik; Bektaş Veli’nin bir öğretisi veya bir tarikatın uygulaması değildir.
Çünkü Bektaş-ı Veli, ne tarikat kurmuştur, ne müritleri olmuştur. Yalnızca onun
kerametlerini görüp, ona yakın olmaya çalışan insanlardan oluşmuş küçük bir
cemaattir, cemiyet dışı topluluktur.
Bektaş Veli, don değiştirir ve ruhlar alemine doğru yolculuğa çıkar, şamanın
kamlamasını yapardı, kamlık büyücülük anlamında bugün dahi bilinir. Şaman’ın
yaptığı gibi, koruyucu ruhlarla ilişki kurar, kötülükleri savar, hastaları iyileştirirdi. Tıpkı
şamanlar ve dervişler gibi halkla beraber “Yada taşı” yardımıyla kar veya yağmur
yağdırabilirdi. Gelecekten de haberci idi, kendinden geçerek, geleceği de
bildirebilirdi.
Bektaş Veli, cennet anlamında “uçmak” kelimesini kullanırdı, onun için ölüm,
uçmak eylemi gibi idi, tıpkı diğer şamanlar gibi. Hani semah denilen alevilerde bugün
erkek kadın tüm kardeşlerin birlikte halka yaparak, dans edişleri, dönüşleri var ya!
Đşte bu dönüşler ve uçmalar Hacı Bektaş’ın güvercin, Ahmet Yesevi’nin turna
oluşuna, dönüş ve uçuşunu, semaya yükselişini sembolize eder. Uçmak, göğe
yükselmek turna olmaktır, sema’ya yükselmek, semahtır. Tıpkı Şamanın ve druid
rahibinin çember etrafında dönüşü gibi.
Bir de derler ki, Ahmet Yesevi, hacı bektaşın güvercin donunda gidişine
yardımcı olmuş, fırlattığı yanan odun parçasıyla birlikte Hacı Bektaş sema’ya
yükselmiş, Alevli odunun düştüğü yer olan Solucakarahöyük’te o yanık odun, bugün
dergahın yanında tepesi yanmış dut ağacı var ya o olmuş ve bu alevi izleyenler ve
takip edenlere de bu nedenle “ALEVĐ” denilirmiş.
Şamanın ne yapacağını ancak aynı güçte bir şaman bilebilir, ancak biz
biliyoruz ki ; Hacı Bektaş’ın Ahmet Yesevi ile bir işi yoktu. Yesevi 1166-67 yıllarında
ölmüştü, Hacı Bektaş’ta muhtemelen 1209-1210 yıllarında doğmuş, 1270 veya
1271’de gaybe göçmüştür. Yesevi öldüğünde o doğmamıştı bile. Bu da tıpkı Ali
soyundan gelme gibi halkın bir yakıştırması veya müslümanlar gözünde itibarlı ve
saygın sayılması için soya bağlanması kadar hayal ürünüdür. Ne Ali’den gelen vardır.
Ne Asya’dan ona verilen bir el, ne de secdeye değen bir alın, onu muritleri hiçbir
zaman onu namaz kılarken görememiştir, ama namaz kılıyor görülmüştür.
Hiç ilgisi yoktu, Ahmet Yesevi’nin babası Şeyh Đbrahim, oğlu Ahmet’i Şeyh
Yusuf Hemedani’ni yanına vermişti, Yusuf’un diğer öğrencisi de Bahaüddin
Nakşbend adı ile tanınan “Muhammed Đbn Muhammed El-Buhari (1318-1389)’nın
doğuşunu hazırlayan “Abdulhalık Gücdüvani” idi. Gücdüvani’nin aksine Yesevi
halkının içinde hikmet adı verilen manzumeler okurdu, zamanla Yesevilik,
Nakşbendlikle karıştı ise de, Yesevi göçerlerin ata inançlarına çok saygı gösteriyor,
onların adetlerini fazla sarsmıyor, Đslamiyete geçişi yumuşakça gerçekleştiriyordu.
Đşte halka manzumeleri ile hikmetler sunmasından dolayı, aynı yumuşak ve
hoşgörülü tutumundan dolayı olsa gerek Bektaş ile Ahmet Yesevi arasında hemen bir
ilgi, bir bağ kurulmuştur.
Đlk şamanlar en eski geleneklere göre tanrısal gücü elinde tutarlardı, ama Yüce
Tanrıya boyun eğmediği için bir gün bu büyük gücü Tanrı tarafından şamanın elinden
alınmıştır, Şaman da her yerde, her zaman “eski gücünü geri versin” diye Tanrı’ya
yakarır, onunla olurdu. Bu nedenle özel bir ibadet yeri olmazdı. Evren onun tapınağı
sayılırdı. Doğa, yer, gök onun secdegahı idi. Bu nedenle bugün Alevi köylerinde cami
bulunmaz ve ibadetlerini açık alanda da yapılabilirler, dinsel törenlerini cemhane’de
(cemevi) yaparlar, onun adı “toplanma evi”dir. Hacı Bektaş’ta bu nedenle tepelerde
açık alanda gündüz veya gece tanrısına yakarırdı.
Bektaş gaybe göçerken, Hakk’a yürürken, gizliye giderken; ölüme, bir şamanın
yaptığı dinsel bir tören veya ritüel gibi bakmaktadır. Bir Müslüman veya Yahudi veya
Hıristiyan gibi cehennem kavramına inanılmadığından, cehennem korkusundan
bahsedilmez. Hacı Bektaş cennete gitmek için niyaz etmez, hatta şeytanın Allahı çok
sevmesi ve aşırı bağlılığı nedeniyle, Allah’a değil Adem’e secde etmenin doğru
olmayacağından bahsettiği için cezalandırdığını, şeytanın, Allahın ademin gönlünde
saklı olduğunu öğrenmesiyle ve Ademin Allah olduğunu bilmesiyle de, Allah’tan
bağışlanmak istemesini bizlere anlatır.
Bektaş, namazla oruçla ilgili edimlere yaklaşmıyor, ama kendini aşma (cezbe)
durumunu sürdürmek için, kendinden geçiş dönüşleri yapıyor ve sema’ya kalkıyordu,
göğe yükseliyordu, gerçek dışı duyumları kolaylaştırmak için alkollü içki kullanıyor,
“beny” (ban otu) esrar veya kenevir kullanıyordu. Onun dervişlerinin adı da zaten
“kalender” idi. “Divane” de denilirdi, Abdal, Işık, Torlak, Haydari diye de anılırlardı.
“Işık”ın adı günümüzde “aşık” “ozan” oluvermiştir.
Bektaş gizleri anlamıştı, bilge idi, arif idi, yakin’e ermişti (Bu “Yakin” Đbranice de
yakin olup, Osmanlıca’daki Hikmet mi idi? Kim bilir?)
Bektaş bilge bir kişi idi, ama dinin ritüellerine, şeriatına uymazdı. Mutlaka
Türkçe dışında arapça ve farsça da biliyordu. Onun söyledikleri söz (hikmet) veya şiir
(ilahi) olarak yazılı değildi, sözlü olarak ağızdan ağıza geçiyordu. Onun kitabı
“Makalat”ta, dört mertebe sayılmıştı, şeriat kapısı (dinin yasaları), tarikat kapısı
(tasavvuf yolu), marifet kapısı (irfan; bilgelik yolu), hakikat kapısı (tanrısal gerçeği
yaşamda bulma) idi. Ancak bu yazılı metinlerde bazı Şii öğeler yer aldığından, bu
metinlere de pek güvenmemek gerektiği düşünülmelidir. Çünkü 12 nci yüzyıllarda
Bektaşi Veli’nin döneminde Anadolu’da Şii öğelerden söz etmek asla mümkün
değildir, olanaksızdır. Đran ilişkisi 16. yy’dan sonra ortaya çıkacaktır.
Bektaşi Veli’de Şii etkisi de asla olamaz, Đran’da Gilgal (Girgut) kalesinde
Haşhaşilerte (Nazari Đsmaili) bir süre yaşaması bunun kanıtı olmaya yeterlidir, ayrıca
tarikattan söz ediliyor ki; bu da asla mümkün değildir. Hem Hasan Sabbah’ın
öğretisini görecek hem de şaman olacak ve bir Müslüman mezhebine bağlı bir tarikatı
olacak Bektaş yaşarken tarikat kurmamış, kurmaya da çalışmamıştır. Mürid de
edinmemiştir.
Tören sonrası sofralarında içki içilirken, “dolucu” tabir edilen içki dağıtanlar
vasıtasıyla “dolu” olarak tarif edilen rakı içilirken, hatta “kaygusuz abdal” denilen
haşhaş bile kullanılırken, bunlar doğrudan sözlenemez hale getirilmiş, saklanmaya,
unutturulup islamiyete yakınlaştırılmaya çalışılmıştır.
Ama gerçek olan bir şey vardır ki; Şamanlar gibi, Galatlar gibi Bektaş Veli’de,
Ardıç ağacına çok önem verirdi. Ona göre ardıcın dalları ateşe atıldığında duman ve
tütsüsü öte dünya ruhları ile bağlantıyı sağlardı. Kendini bilinceye kadar
yanındakilere saçını, kaşını, sakalını ve bıyığını kestirirdi, kendini bilene ise yalnızca
kaşını ve bıyığını bıraktırırdı. Aleviler de onun bu iznini, kendini bilmek sembolünü,
yüzlerinin dikey iki yarısında bulurlar, kaşın bir yayı, sonra burunun dikey çizgisi ve
sonra bıyığının “Ali” demek olduğunu söylerler ve bu nedenle kaşı, bıyığı çok
önemserler.
Ama doğru olan şu idi; Bektaş Hırka dağında ardıç ağacının altında oturur,
düşünür veya yakılan ateşin etrafında halka şeklinde dönerek, semaya yükselirdi.
Bunlar da sevenlerinin yakıştırması olabilir. Ama bunlar zaten herhangi bir şamanın
yaptığı şeyler idi. Galatlar için de, Anadolu halkı için de, “ardıç ağacı” tanrı ve
perilerin ağacı idi. Ardıç’ın dumanı, aulu (zehirli) ve uyuşturucu etkili idi. Şamanlar,
ardıç sapı veya ardıç tohumu çiğner ve kendinden geçerlerdi. Ortadaki Ateş te,
dönüşlerde onun transını, kendinden geçişini hazırlardı. Ritmik müzik te onun uyum
sağlanmasına yardımcı olurdu. Ateşten göğe yükselen duman, Galatlar ve Türklerin
inandığı gibi yeri göğe bağlardı. Şaman ulaştığı olağanüstü güç ve seslenişleriyle
ateşe söz geçirir, bu dönüşler çiğnenen ardıç tohumuyla bir kuşun göğe yükselişi gibi
büyüsel yanılsamalar yaratırdı. Şamanların, mana dünyasındaki görünmez varlıklarla
buluşması gibi, zamanın dışında görüşmesi gibi, Bektaşi Veli’de aynısını yapardı.
Druidlerin yanında, onları ustaları olarak bilen, ozan ve çıraklar nasıl varsa,
bugün pek çok ezoterik öğreti içinde, aynı düzen görülür. Bektaşilikte de “Meclis”
toplanırdı. “Oniki seçilmiş görevli” ile toplantı yapılır, her ne kadar 12 imam gibi
sembolize edilir ve değerlendirilirse de, bu görevliler toplantı düzenini sağlayanlardır.
Faraş, süpürgeci
Meydancı Temizlikçidir
Bektaşilikte, bunların her biri tören sırasında yapılması gereken görevler iken;
bugün pek çok ezoterik öğretide görevlilerin sembolü olmuştur. Burada söylenmek
istenen sembollerin öncekilerden emanet alındığıdır. Yarın da, bugünkü görevler,
dünküler gibi farklı anlamlarla sembol haline dönüşüp sürüp gidecektir. Şimdi hala
süren pek çok görev inanıyorum ki, yarın birer sembol haline dönüşecektir.
Bektaşilikte öyle değil mi? Bektaş Veli’den gelen soyu, çelebi kabul ederler de,
hiçbir kadınla beraber olmamış Bektaş’tan nasıl soy olur da sürer, diye hiç
düşünmezler. Nasıl hayaları olmayan, mücerred (bekar) bir derviş olan Hacı
Bektaş’tan kadıncık ana, abdest suyuna damlayan üç kan damlası ile üç çocuk
doğurur? Tarihsel gerçek şudur; Safaviler döneminde, Osmanlı’nın Alevilerin üzerine
gidişiyle, Ali’nin soyundan gelenler denilerek, Aleviler korumaya alınmışlardır. Soy,
sop ve Alevi sözü 16.yy’da bu nedenle buradan türetilmiştir. Anadolu’da Bektaşilik
varken 13., 14., 15 nci yüzyılda Alevilik kavramı yoktur.
Aleviler ve Bektaşilerin aralarındaki fark kentli okumuş ile kırsal köylü cahil
kitleden ibaret iken; her ikisi de öyle Đslami kurallara sokulmuştur ki, Bektaşi Veli’nin
hiç muridi olmamış, etrafındakilerden de onu namazda ve dua da gören olmamış
iken; Bektaşilerin törenleri Kuran’dan ayet ve sürelerle başlar olmuştur.
Türklerin kan bağı olsun olmasın “ANDA” iki kişinin kan kardeşi olması
Bektaşilik’te “musahip”liğe, din kardeşliğine çevirilmiştir. Soy bağı olmadığı halde
Bektaş soyundan gelmelik Đslamiyetle öne çıkarılmıştır.
Bektaşilikte bekar derviş, abdallık önem arz ederken, Aleviler de cem ayinine
bekar olanı almayarak, yalnızca evli çiftlerin katılabileceği söyleyebilmektedir.
Bektaşiler Bektaşi Veli’den yıllar sonra Abdal Musa ile bir kültür merkezi olarak
tarikatlarını oluştururken, Aleviler yazılı olmayan gelenekleriyle yaşamlarını
sürdürmektedirler.
Nasıl Türkistan’ı, bütün Türkleri kırıp geçiren Arap Vali Ebu Müslüm’ın
hikayeleri, din savaşçı gösterilen Gaziyanların hikayeleri diye uyarlanır, Alevilik
islamlaştırılır?
Nasıl olabilir? Eski Türk ve Moğol adeti olan “ANDA” denilen kan kardeşliği
adedi, yemin, AND anlamında, bugün “and içmek” dediğimiz iki kişinin kanının
karıştığı tastan birer yudum almaları, nasıl olmuştu da müsahipliğe, din kardeşliğine
dönüşmüştü? Asya’dan getirilen bir eski gelenek, kan kardeşliği nasıl din kardeşliği
olmuştur?
Sonrada; Aleviler
Derler; kaşların yayı “AYN”, burunun çizgisi “LAM”, bıyığın eğri çizgisi de “YA” harfi ile
simgelenir. Tanrı Adem olurken; Adem de Ali oluverir, Alevi de böylece Müslüman
oluverir.
Bektaşilik, az veya çok okumuş bir sosyal tabakanın, kentlinin bir tekkede
bütünleşmesidir. Oysa; Alevilik göçerlere ve büyük ölçüde eğitimsiz halk topluluğunun
malıdır.
Bektaşilik bir inançlar karışımıdır. Aynı kaynak ve inanç temelinden,
“Đslamlaşmış Şamanlık”tan doğmuştur.
Bektaşilik daha doğrusu, bir dinler karışımı, bir bilinç birikimi, gnostik bir
değerdir. Geliştiği Kızılırmak-Sakarya arasında bölgede öncekilerin Anadolu halkının
birikimleri ile asyadan Türklerin getirdiği tüm öğelerin birbiri içinde erimesi,
bütünleşmesidir.
Alevilik; göçerleri ile kırsalı kucaklayan yaşam biçimi iken; Bektaşilik; kentliyi,
okumuşu kucaklayan tekkeleri ile bir sosyal oluşumdur.
KISIM VII
Bektaş’ı Osman Gazi ile birlikte yapan, Osman’ın kayınbabası olan Şeyh
Edebali ile yakın dost yapan anlatılar, rivayetlerde mevcuttur. Bunun sebebi yeniçeri
ocağının kuruluşu ve sonrasında yeniçerilerin onu pirleri olarak kabul edilmesinden
kaynaklanır. Yeniçeri ve Acemi Ocağı’nın bektaşi olmasının nedeni, ocağa seçilen
kişilerin, Ankara, Çorum, Tokat, Sivas, Aksaray, Niğde, Konya’dan alınan Türkmen
çocukları olmasına veya Galat soyundan bölgedeki Hıristiyan çocukların
devşirilmesine bağlamak mümkündür.
Çünkü Roma’nın lejyonları gibi Osmanlı’da da orduya her milletten, her dinden
insanlar alınıyordu. Devşirme usulüyle devletin kapıkulu ocaklarında sipahiler ve
yeniçeriler yetiştiriliyordu. Yeniçeri olacak kişiler savaşçı olmalıydı. Yıldırım’ın
ordusunda Timur’a karşı savaşan Galat’lar gibi, yaylaların kırsalların çocukları orduya
alınmalıydı. Öyle de yapıldı.
Baba Đlyas’ın büyük oğlunun adı Ömer’dir. Onun haleflerinden biri şeyh
Osman’dır. Ömer’i, Osman’ı öven ve sevenler, nasıl şii ve Ali’nin soyundan olabilirler.
Bektaşiler ölüp, yeniden doğuş, başka bir bedende ruhun yeniden doğuşuna, ruhun
ölümsüzlüğüne inananlar, namaz kılmayanlar, oruç tutmayanlar nasıl Ali soyundan
olabilirler? Türkmenler Osmanlı’dan uzaklaşınca, şaman islamı içinde kalmak
zorunda olunca, Fars ve Arap etkisinde olan Selçuk ve Osmanlı da onları Şii gibi
görmek istemiştir, hepsi bu.
Bugün şiiliğin içine, Đran islamının ortasına bırakılmak istenen alevilik uzun süre
bir mezhep gibi gösterilmiş, bundan sonuç alınamayınca da, Sünni iktidarlar onları
sünnilerin içinde eritmeye çalışmıştır. Önce şii gibi oruç tutup, namaz kılması
şekillendirilen Aleviler, bugün sunni ile camiye gider, abdest alır, namaz kılar
olmuştur.
Her ne kadar böyle ise de; ilk günden beri kandırılanlar; aslında bugün onları,
kandıranları kandırmaktadırlar. Çünkü hiçbir zaman Türk halkı kanmamıştır, ancak
kanar gözükmüştür. Onlar bugün yaşabilmek için yönetenlere kanar
gözükmektedirler, tıpkı Babai ayaklanmaları, Şahkulu ayaklanmaları sonrası gibi.
Şamanın halkın üzerindeki eski üstünlüğü, bugün bir dede için, ancak kendini
Ali soyundan saydırarak dini açıdan halkın üstünde olma şekline dönüşmüştür.
Alevilere artık yeni isimler takılacaktır, Türklerin 8. nci yüzyılda başlayıp 1050
yılında Arap topraklarından devam eden bu Anadolu yolculuğu, Osmanlı devletinin
kuruluşuyla Anadolu’da sonlanmıştır. 1450’lerde Safavi etkisinde kalınınca, yeni
tanıştıkları “kızılbaş”lar olarak anılarak sünni halkın gözünden düşürülmüşler ve
günümüze getirilmişlerdir. Bu büyük bir haksızlıktı, dinleri olmayan, ama inançları
olan Türklerin, islamiyetle sonlanan dini yolculuğu, daha önce etkilendikleri Manihist,
Budist, Hıristiyanlıkla, onun bilgi ve bilinç birikimi ve kültürü ile şekillenmiştir. Bu
nedenle Şaman Bektaşın çocukları yeni adlarıyla Alevilerin oniki imamla, Kerbela
şehitleriyle, Arap soyuyla ilgileri yokken, çoğu zaman bir Zındık olacak, bazen
Kızılbaş, bazen Kürt bir dede, bazen bir “Ali’llahi” olacaktır.
Ancak onların inancı, hala yalnızca bir Türk şamanının temiz inanışıdır. Yol
boyunca öğrendikleriyle güzelleşmişlerdir, onların inanışı, yaratana ve insana, sevgi
ve saygı ile oluşmuştur.
KISIM I
BEKTAŞĐLER OSMANLI DEVLETĐ’NĐ KURUYOR
PADĐŞAHLAR, KADINLAR, SADRAZAMLAR
Osmanlı, artık yakın komşusu Bizans’a yönelecek ve Türk beylikleri ile kavga
dövüş etmeyecektir. Bizans zaten 1333’de haraca bağlanmıştır. 1345’de Karesi
beyliğindeki iç çekişmeler, onların ülkesinin de Osmanlı’ya katılmasına neden
olacaktır. Akkoyunlular, Karaman ve Memluk Türk beylikleri çok uzaklarda idi. Orhan
Gazi VI. Yuannis Kantakouzenes’in kızı Teodora ile 1346’da evlendi. Böylece
Palaiologos hanedanı imparatorluk şansını veya hakkını kaybetti. Orhan Gazi,
kayınpederi Yuannis Kantakouzenes’i Bizans imparatoru yaptı. Palaiologos
hanedanını da Bulgarlar himaye etmekte idi. Bizans tahtının Bulgarlara karşı
korunması gerekiyordu. Đmparatordan Trakya’ya geçiş için Orhan Gazi izin aldı ve
Gelibolu’ya geçti. Çimpe kalesini (Ömürbeyli) alarak, ayağını Avrupa’ya Bizansın izni
ve yardımıyla atıverdi. Artık Osmanlı ile Bizans düşman değil, akraba olmuştu. Hani,
büyük kahramanlıklarla Süleyman’ın Gelibolu’ya geçişi anlatılır ya! Hani Bizans bizim
düşmanımız ya, öyle söylenir ya! Akrabamız Bizansla yarın Palgiologos’lardan kız
alınca katmerli akraba olacağız. Zaten ilk eşi de Yarhisar tekfuru’nun kızı Holifira idi.
Hatırlarsanız, Bu hanım Müslüman olan Nilüfer Hatun’du, ikinci eşi de Đmparator
III.Andronikus’un kızı Asporca hatundu, Teodora da üçüncü Bizanslı eş oluyordu.
Orhan’ın Bizanslı üç eşinden dolayı, artık Bizansın iç savaşları Osmanlı’yı doğrudan
ilgilendirir olmuştu. Süleyman, Sırp ve Bulgar güçlerini karşılamak için 1352’de
Edirne’ye ulaştı. Hele 1354’deki Gelibolu depreminde tüm kaleler yıkılınca, Süleyman
tüm müstahkem mevkileri ele geçirdi. Şehzade Murat 1359’da önce Çorlu’yu
elegeçirdi ve 1361’de Edirne teslim oldu.
1362’de Orhan öldü, I. Murat tahta çıktı, dervişler ve gaziyanlar ile Serez,
Manastır, Ohri yoluyla 1385’de Arnavutluğa ulaşıldı. Ardından Makedonya beyleri
Osmanlı egemenliğini kabul etti. Aynı yıl Sofya ve Niş’ten sonra, Balkan
geçitlerinden, Morova’ya girildi, 1386’da Sırp Krallığı’na son verildi. 1371’de tüm
Bulgaristan haraca bağlandı, Bizans, Osmanlı sayesinde rahatlamıştı.
1362’de Orhan’ın ölümü ile diğer Türk beylikleri ayaklanmıştı. Osmanlı bu kez I.
Murat’la Anadolu’ya döndü, Osmanlı 1375-1380 yıllarında Germiyan ve Hamidili
beyliklerini ele geçirdi, I. Murat, babası Orhan’ın aksine, bu kez Palaiologos
hanedanına yardım etti. 1379’da impartorluk hanedanlığını değiştirdi, oysa 1376’da
yine Osmanlı’nın ve Cenevizlilerin yardımıyla IV. Andranikos imparatorluğa yeni
getirilmişti. Zaten, Bizans Osmanlı’nın idi, ama Bizans rahat değildi.
Osman Gazi, Edibali’nin kızı Bala hatun ile evliliğinden Alaeddin doğmuştur,
Ömer Beyin kızı Mal hatun’dan Orhan Gazi doğmuştur.
Orhan Gazi, Yarhisar Tekfuru’nun kızı Holifira ile evlenmiş, oğulları Süleyman
Paşa ve Murat-ı Gazi doğmuştur. Đkinci eşi Asporca Hatun Bizans Đmparatoru III.
Andronikus’un kızıdır. Bu kadından şehzade Đbrahim doğmuştur. Üçüncü eşi ile
Bizans Đmparatoru VI Yuannis Kantakouzenes’in kızı Teodara’dır. Müslüman ismi
bilinmez ancak şehzade Halil’in anasıdır. Dördüncü eşi de Mahmut Alp’in kızı
Eftandise hatundur.
Ölümüyle yerine oğlu Çandarlı Ali Paşa geçti. 1387-1406 yılları arasında veziri
azamlık yaptı. Yıldırım Beyazıt’a da veziriazamlık yaptı, Türk soyludur.
I. Mehmet Çelebi, Dulkadiroğlu beyi Süli Bey’in kızı Emine hatunla evlidir.
1403’de evlenmiş ve II. Murat’ı doğurmuştur. Đkinci eşi Kumru Hatun’dur, soyu belli
değildir.
II. Murad, Çandarlıoğlu II. Đbrahim Bey’in kızı olan Hatice Hatun ile 1423’de
evlendi. Fatih Sultan Mehmet’in annesi olduğu söylense de, bu doğru değildir. Hatice
Hatun Fatih’in öldürtdüğü Şehzade Ahmet’in anasıdır ve türk soyludur. Đkinci eşi,
Hüma Hatun devşirmedir, korsanların tarafından kaçırılmış ve II Murat’ın haremine
alınmıştır. Bir Fransız prensesi olduğu, Stella, Esther isimleriyle anıldığı söylenir,
Bizans kayıtları ve tarihçiler Fatih’in anasının Hüma Hatun olduğunu ancak Türk
olmadığını söyler, Topkapı Sarayı’ndaki vakfiyede de kayıtlıdır, gebe kalınca
Müslüman olduğu söylenmektedir. Bursa sicilleri de Hüma Hatun’un Fatih’in anası
olduğunu kaydeder. Üçüncü eşi Seni Hatun’dur. Amasyalı Şadgeldi Paşa’nın
torunudur, bilgi yoktur, dördüncü eş ise, tüm tarihçileri Fatih’in ona olan ilgisinden
dolayı, anası olduğu yolunda yanıltan Mara Despina Hatun’dur. Fatih’in anası denilse
de kesinlikle anası değildir. Çünkü Fatih 1431’de doğduğunda, 1419 doğan
Despina’nın 12 yaşında Fatih’in anası olması gerekirdi, bu da pek akla uygun
düşmemektedir. Despina Hatun, Sırbistan kralı, Jorj Brankoviç ile Đrene Komnenus’un
kızıdır. 1419’da doğmuştur. II. Murat’la 1435’de evlenmiştir. 1435’de evlendiğine göre
1431’de Fatih’i doğuramaz. Kocası II. Murat 1451’de ölünce, Fatih onu tekrar
evlendirmek istemiş, kabul etmemiş, Bizans Đmparatorunun evlenme isteğini de
reddetmiştir. Fatih’te onu Sırbistan’a göndermiştir. Mara Despina Hatun kendini serez
topraklarında bir manastıra çekmiş, hiç çocuğu olmamış, dinini de değiştirmemiş,
zamanında patriklerin değiştirilmesinde büyük rol oynamış ve 1487’de ölmüştür.
II.Murad’ın ilk veziri Çandarlı Đbrahim Paşa idi (1421-1429) Bursa Kadısı, Edirne
Kadısı ve Edirne Kazaskerliğinden sonra veziriazam olmuştur. I. Murat’ın sadrazamı
Çandarlı Hayruddin Kara Halil Paşa’nın küçük oğludur. Düzmece Mustafa’yı
yakalayıp asmıştır. Akli ve hakli ilimlerden gelmiştir, 1429’da ölmüştür.
Đkinci Vezirinin 1429-1438 yılları arasında Amasyalı Hızır Danişmend oğlu Koca
Mehmet Nizamuddin Paşa mı, yoksa Đbrahim Paşa’nın oğlu Çandarlı Halil Paşa’nın
mı olduğu kesin belli değildir.
Üçüncü sadrazamı, Çandarlı (ikinci) Halil Paşa’dır. 1438-1453 tarihine kadar 15
yıl vezirlik yapmıştır, Türktür. Kadılık, kazaskerlikten sonra vezir-i azam olmuştur.
Osmanlı’nın son Türk sadrazamdır. Anadolu halkının Bektaşi örgütünün temsilcisi ve
son koruyucusudur. Ondan sonra gelenler devşirme sadrazamlar olacaklardır.
Đkinci Murad, Macarlar karşısında 1442 ve 1443’deki iki yenilgisi ile 10.000’lerce
Türkü şehit verince, tahttan çekildi, yerine 13 yaşında bir çocuk olan oğlu II. Mehmet
yani Fatih Sultan Mehmet tahta geçti. Çandarlı Halil Paşa Sadrazam’dır. O günlerde
Bizans Đmparatorları, Osmanlı padişahın izni ile tayin edilirken, padişahın 13 yaşında
olması, Çandarlı’ya zor anlar yaşatıyordu. Bu nedenle Bizansa karşı yumuşak
davranıyordu. Bu ortamda Macar kralı da, Osmanlı ile yapılan barış anlaşmasını yok
saydı ve haçlı ordusu hazırlandı. Çandarlı, II. Murat’ı tekrar tahta çağırdı (1444) Fatih
bu olaydan çok incindi, ileride bu hareketin cezasını Çandarlı hayatıyla, Türkler de
devletten uzaklaştırılarak ödeyeceklerdir. II. Murat bu savaşı kazandı. Fatih 1445
Kasım’ında tahttan tekrar çekildi. II. Murat tekrar 1446’da tahta geçti. Yeniçeriler
Edirne’de ayaklanmıştı, yine II. Murat gözüktü her şey düzeldi, Fatih 1446-1451 yılları
arasında Manisa’da Saruca Paşa ile kaldı. Çandarlı Halil Paşa devleti çekip çevirdi.
1451’de II. Murat üç gün içinde sebebi bilinmez bir şekilde ölünce Çandarlı bu kez
Fatih’i Manisa’dan tahta davet etti. Çandarlı’nın ve dolayısıyla Türkmenlerin de zor
günleri başlıyordu. Çandarlı Halil Paşa sadrazam kaldı, Rum asıllı Zaganos Paşayı
Balıkesir’e sürdü, Fatih onu tekrar Edirne’ye getirdi. Artık Devletin ipleri Zaganos
Paşa’nın eline geçmişti. Đstanbul’un fethiyle de Türk aristokrat yönetimi, devşirmelerin
eline geçecek, böylece Osmanlı, artık Türk Devleti olmaktan çıkacak, Đstanbul’un
fethiyle III.Roma Đmparatorluğu’na dönüşecek ve Türk halkından da tamamen
uzaklaşacaktır. Đşte padişahlarımız, kadınları ve yönetenler. Bunu anlatmak, soy sop
sevdası için değil, öyle söyleyenler içindir. Yalanlarla tarih yazanlar içindir.
Fatih Sultan Mehmet’in ilk eşi Arnavut Gülbahar hanımdır. Fatih’in haremine
1446’da girer ve II. Bayezit’ı doğurur. Đkinci kadını Manisa’da evlendiği Gülşah
Hatun’dur, şehzade Mustafa’nın anasıdır. Üçüncü eşi Dulkadiroğlu Süleyman Bey’in
büyük kızı Şitti Mükerreme hatun’dur. Fatih’ten çocuğu olmamıştır. Dördüncü eşi
Sırp, Venedikli veya Fransız olduğu rivayet edilen Çiçek Hatun’dur. Cem Sultan’ın
anasıdır. Beşinci kadını Mora Despotu Demetrus’un kızı Helene’dir. Ancak bu kadınla
hiç evlenmedi ve çocuğu da olmadı.
Fatih’in ilk sadrazamı Çandarlı Halil Paşa idi, 1444-1446 arası ve 1451 ile 1453
arasında ona iki kez sadrazamlık yapmıştır ve Çandarlı Halil Paşa 13 ncü ve son
Türk sadrazamıdır. Ahi ve Bektaşilerin devlet yönetimindeki son temsilcisidir.
Çandarlı’dan sonra Fatih’in ikinci sadrazamı Rum veya Hırvat olduğu sanılan
esas adı bilinmeyen Mahmut Paşadır. 1453’den 1466 yılına kadar 13 yıl birinci
sadaret, 1472-1473 yıllarında da ikinci sadareti olmuştur. Sırbistan’ı bir şekilde
kontrolüne aldı, Amasra, Sinop’u aldı, Đsfendiyaroğulları ile Çandarlıoğulları
beyliklerini Osmanlı’ya kattı. Eflak ve Bosna seferlerine katıldı, 1464’de Macarları
yendi. Mahmut Paşa çok itibarlı idi, Fatih’in imparatorluğunda sadrazamlığının keyfini
çıkarıyordu. 1464’de Karaman beyliğinde taht kavgası vardı. Karaman’a gönderildi,
zenginlerden rüşvet aldığı duyulunca Fatih, Mahmut paşa’yı sadrazamlıktan azletti,
donanma komutanlığına tayin etti. Yerine üçüncü sadrazam olarak Rum Mehmet
Paşa 1466-1469 getirildi. Đstanbul’un fethinde esir düşmüştü, sarayda tahsil terbiye
görmüştü, Arnavutluk seferine katıldı, Mahmut Paşa’nın yerine Karaman’a gönderildi,
o da Karaman ve Konya’yı yaktı, yıktı, Türkmenleri kılıçtan geçirdi. Mevlana’nın
torunlarından Emir Ali Çelebi oğlu Ahmet Çelebi’yi, amele ve zanaat erbabı ile birlikte
Đstanbul’a gönderdi, çok adam öldürdü, cami, türbe ve medreseleri soydu. Anadolu
halkını iyice devlet aleyhine döndürdü, Silifke’ye yürüdü, ama Varsaklar mevkiinde
yenildi. Fatih’te onu azletti, yaptığı zulümden dolayı 1470’de idam edildi.
Fatih’in bundan sonraki sadrazamı Rum Đshak Paşa’dan sonra ikinci kez yine
Rum Mahmut Paşa’dır. (1472-1473) Fatih’le Uzun Hasan için Otlukbeli’ne gitti.
1473’de zafer kazanıldı, savaş sonrasında Fatih, bir bahane ile kafasını keserek idam
ettirdi.
Fatih’in Altıncı sadrazamı bu kez Đstanbul’un ilk kadısı Hızır Bey’in oğlu Hoca
Sinan Paşa idi ve Türktü. 1476-1477 neden sadrazamlığa geldiği, neden gittiği belli
değildir.
KISIM II
BEKTAŞĐLER FETĐHLERDE
Bizans Đmparatoru IV.Konstantin’in bir ışığı izleyerek geldiği Bursa hikayesi ile
onu karşılamaya gelmeyen Platon adlı keşişin hikayesi de, Emir Sultan’ın üç kandilin
yol göstermesiyle geldiği Bursa hikayesine dönüşüverdi.
KISIM III
OSMANLAR, TÜRKMENLERDEN AYRILIYOR
Ancak, halk ile asıl savaş II. Beyazıt ile başlayacaktı. II. Beyazıt’ın “ol diyarda
yaşayan Türklerin varlıkları doğuştan yaramaz olup, yaradılışlarından dik başlı
olduklarından başka, huysuzlukta onların yapılarında ikinci bir huy gibiydi. Ol
insanlıktan eksik kişilerin nifak dolu yüreklerinde binbir türlü fesat gömülü olup, her
biri insan biçiminde laf anlamaz, hayvana benzer kişilerdi.” Düşüncesidir. Yavuz’a
göre, “Kızılbaşlar Tanrı’nın verdiği bir felakettir. Bunlar inançları yolunda can verirler
ve cenk ateşine semender gibi giderler. Ne ölümden korkuları, ne de uğraştan
cekindikleri vardır. Đnanç bağları çok güçlü ve saldırıları bir felakettir. Đşleri zulüm,
gidişleri de dinsizlikdir.” Diyordu.
Şimdi sıra fetvalara geliyordu. Her şehrin kadısına defter tutulmuş, 7 ile 70 yaş
arasındaki Kızılbaşların tespit edilmesi emri vardı.
Yavuz Sultan Selim’in Đstanbul müftüsü “Bi Saru Görez” adlı müftü Hamza’nın
fetvası şöyle idi;
“Ey Müslümanlar, bilin ve haberdar olun ki, reisleri Erdebil oğlu Đsmail olan
Kızılbaş topluluğu, Peygamberimizin şeriatını, sünnetini, Đslam dinini, din ilmini, iyiyi
ve doğruyu beyan eden Kur’an-ı küçük gördüler. Yüce Tanrı’nın yasakladığı
günahlara helal gözüyle baktılar. Kutsal Kur’an-ı ve öteki kutsal din kitaplarını tahkir
ettiler ve onları ateşe atarak yaktılar. Hatta kendi mel’un reislerini Tanrı yerine koyup
ona secde ettiler. Hazreti Ebubekir’e, Hazreti Ömer’e söğüp, onların halifeliklerini
inkar ettiler. Peygamberimizin karısı Ayşe anamıza iftira ettiler ve sövdüler.
Peygamberimizin şeriatını ve Đslam dinini ortadan kaldırmayı düşündüler. Onların
burada bahsedilen ve bunlara benzeyen öteki kötü sözleri ve hareketleri benim ve
öteki bütün Đslam dininin alimleri tarafından açıkca bilinmektedir. Bu nedenlerden
ötürü Şeriat hükmünün ve kitaplarımızın verdiği haklarla bu topluluğun kafirler ve
dinsizler topluluğu olduğuna dair fetva verdik.Onlara sempati gösteren, batıl dinlerini
kabul eden ve yardımcı olanlar da kafir ve dinsizlerdir. Bu gibi kimselerin topluluğunu
dağıtmak bütün Müslümanların vazifesidir. Bu arada, Müslümanlardan ölen kutsal
şehitlerin yeri cennet’i ala’dır. O kafirlerden ölenler ise hakir olup cehennemin dibinde
yer tutacaklardır. Bu topluluğun durumu kafirlerin (kitap sahibi Hıristiyan ve
Yahudilerin) halinden daha kötüdür. Bu topluluğun kestiği veya gerek şahinle, gerek
ok ile, gerek köpek ile avladığı hayvanlar murdardır. Onların gerek kendi aralarında
gerekse başka topluluklarla yaptıkları evlenmeler muteber değildir. Bunlara miras
bırakılmaz. Sadece Đslamın sultanının, onlara ait kasaba varsa, o kasabanın bütün
insanlarını öldürüp mallarını, miraslarını, evlatlarını alma hakkı vardır. Ancak bu
mallar islamın gazileri arasında taksim edilmelidir. Bu toplamadan sonra onların
tövbe ve nedametlerine inanmamalı ve hepsi öldürülmelidir. Hatta bu şehirde
(Đstanbul) onlardan olduğu bilinen veya onlarla birlik olduğu tespit edilen kimse de
öldürülmelidir. Bu türlü topluluk hem kafir ve imansız, hem de kötülük yapan
kimselerdir. Bu iki sebepten onların öldürülmesi vaciptir. Dine yardım edenlere
Allahda yardım eder. Müslümanlara kötülük yapanlara Allahda kötülük eder.”
Bu fetva ile 40.000’nin üzerinde Alevi Türkmen katledilir. Alevi Türk halkı,
ölüm, terör ve sürgünün yanı sıra verimli topraklarından kovuldular, malları mülkleri
talan edildi, ticaret yollarının üzerinden uzaklaştırıldılar. Tarihsel gerekçe Çaldıran
Savaşı öncesinde arkada tehlikeli bir güç bırakmamaktır.
Đşte 12 Eylül 1980 hareketi süregelen bu çekişmeyi, yeşil Đslam, yeşil hatla
yeşil sermayeye yol ve imkan vererek, ortadan kaldırmayı amaçladı. Devlet ile halkını
barıştırmak amacı adı altında dinin devletin içine girmesine, Türkiye’nin bugünlere
gelmesine, bugünkü şartların doğmasına neden oldu.
Hacı Bektaş’ın böyle bir tarikat veya murid beklentisi yoktu, çünkü o bir şaman
ve bir düşünür, geldiği asyanın ve yerleştiği Anadolu’nun değerlerini, geleneklerini
hamur ederek halkına sunan bir kişi idi. O devleti ile kavgayı istemiyordu. O yalnızca
Baba Đshak’ın yanında olmuştu, o halkına düşüncesi, vicdanı, inancı gibi özgürlük
istiyordu. Osmanlı’da, Bizans’ı örnek alarak, göçerlerini toprağa bağlayıp vergi alan
bir devlet olmak istiyordu. Ölümünden 200 yıl sonra o bir müslüman tarikatı oldu, 500
yıl sonra da kaybolup gibi, Osmanlı devleti onlarla kuruldu, ama halkının desteği
kalkınca o da 600 yılda yok olup gitti, ancak ne pahasına olursa olsun Aleviler
bırakılan emanetlerle bugünlere gelebildiler.
KISIM IV
KOMŞU VE AKRABAMIZ BĐZANS’TA NELER OLUYOR?
Đşte bu tarihten sonra; Galatlar ve Şaman Türkler yani tanrısı ile yalnız başına
birlikte olan kişiler; yavaş yavaş onların adına inanışlarını etkileyecek ve
şekillendirecek ruhbanlarına, yönetenlerine yerlerini bırakacaktır. Ama ileride Galatlar
ve Bektaşiler Đstanbul’un fethinde ve Türkiye Cumhuriyeti’nin kuruluşunda bu
ruhbanlardan öçlerini alacaklardır.
Bizans iyice güçlenmişti. Kilise kralı tahtına çıkarıyor, kralda papazları göğe
çıkarıyordu. Herkes birbirini övüyordu. Hele 1014’de Bizans, bulgar ordusunu yenince
alınan tutsaklar, ele geçirilen Bulgar hazinesi, altınlar, altınlar, hele onbinlerce
tutsakların gözlerine mil çekilmesi, hikayeyi tüm avrupaya duyurdu. Konstantinus
artık dillere destan idi. Giden gelen Venedikli, cenevizliler ballandıra ballandıra
Bizansı anlatıyordu.
Bir yanda da 1050’de Bağdat’ı ele geçiren Türkler akınlarla Anadolu’ya gelmeye
başlamışlardı, saldırılarını yaygınlaştırmışlardı. Bunları durdurmak isteyen güçlü
Bizans, Mantzikiert (Malazgirt’e) geldi dayandı, 1071’de. Ancak zafer Türklerindi.
Haçlılar Bizansın yanında oldular. Onların amacı Bizansın zaferi veya Türklere
karşı korunması Tarihçilerin dediği gibi Türklerin batıya ilerlemesinin durdurulması
için değil, Venedik ve Cenevizlilerin anlattığı Bizansın hazinesini, parasını ve
Kudüs’ü ele geçirmek için idi.
Bizans’ta her iki yüz nüfuslu köy için iki ya da üç papaz olurdu. “Papazın ruhani
çevresi” denen, ekip dikecekleri arazileri, ayin yeri veya vaaz yeri olarak kullanılan bir
kilise olurdu. Yetkileri babadan oğula geçen bu papazlar halktan biri olduklarından,
halkı dine zorlamazlar, beklerler, uğraşırlar ve halkı rahat bırakırlardı. Türkler de bunu
görecek, gözleyecek ve ileride bunun aynısını rum-i gaziyanlarıyla, dervişleriyle
yürüteceklerdi. Dervişler de ekip, dikip halkın dinsel ihtiyacını giderirlerdi, onlar da
halkı rahat bıraktılar, köylerin çevresinde oturdular. Tıpkı papazların yaptıkları gibi,
çekirgeleri kovalarken halk için dua ettiler, halk ta inanıp yağmur yağdırsınlar diye
onlardan yardım istedi. Hem papaz, hem dervişler Anadolu’da aynı işe
soyunmuşlardı, sarayın önemsemediği, değer vermediği halkı ele geçirmek. Bu
nedenle Bizansta, o kadar çok papaz ve aziz öyküsü derlenmiştir ki, halk bunu dilden
dile aktarırken, zamanla Bizansın bu papaz öyküleri, önce arapların, sonra da
Türklerin öykülerine karışıvermiştir.
Bizans’ta papaz ve azizlerden Osmanlı’ya kalan başka bir miras da; dininden
çevirmeden herkesin farklı inançlarla birlikte yaşamasını sağlamaktı. O zamanlar
Bizansta övünme sebebi dağlarda bir pagan köyünü hıristiyan yapmaktı. Azizler dağ
taş dolaşır, bir pagan köyünü arar, bulur, burada yaşar, onların dinini çevirir,
Hıristiyan yapar ve bu Aziz’in adı Bizans’a şöhretle taşınırdı. Türklerde aynısını
yaptılar, bu kez fethettikleri yerdeki anadolu köylüsünü hıristiyanlıktan müslümanlığa
çevirmek görevi gaziyanlar ve dervişler arasında bir övünme nedeni oldu.
KISIM V
ĐSTANBUL ALINMALI ! FETĐH
Çandarlı Halil Paşa, II. Mehmet’e babası II. Murat’ın yönetiminin emanetidir,
gözü gibi bakar, ancak bir o kadar da Osmanlı sarayındaki Hadım Şehabettin,
Zaganos ve nişancı Đbrahim Paşaların, Çandarlı Halil Paşa ile iktidar kavgası vardır.
Bu kavga daima güçlü Çandarlı Halil Paşa lehine olacaktır, ta ki Đstanbul’un fethine
kadar. Ondan sonra Çandarlı, Türk halkı, Bektaşiler ve aleviler iktidarı kaybedecekler,
din, ruhbanlar ve özellikle hıristiyanlar sarayda diledikleri gibi at oynatacaklardır.
Müslümanlığın şeriatı artık, saraya iyice yerleşmiştir. II. Murat Varna’da savaşa
girince, Çandarlı’nın yine sarayda ve iktidarda güçleneceği düşünülerek, devşirme
paşalar II. Mehmet’i Đstanbul’un fethinin zorunlu olduğuna ikna edileceklerdir.
Etrafındakiler ile anası Hüma Hatun (stella veya ester)nun yanı sıra, analığı
“Mara Despina” Fatih’i şekillendirmektedir. III. Roma’yı kurmasını isterler, tarihçiler
Osmanlı Đmparatorluğunu ve Đstanbul’un Fethi’ni Türklerin başarısı olarak gösterseler
de, Fatih’le birlikte Osmanlı sultanlığı bitecek, III. Roma imparatorluğu başlayacaktır.
Çevresindekiler ve hıristiyanlar III. Roma diye devlete sahiplenirken; Müslümanlar da
aynı bizans yönetimine benzer imparatorun yanındaki ruhbanlar gibi, Fatih’in yanında
yer almaya hazırlamaktadırlar. Fatih’te sağında Hıristiyanlar, solunda müslümanlarla
imparator olmak için, önündeki Türkmen ve Bektaşi halkını çiğneyip yürüyecektir.
Hepsi doğrudur !
Balkanlarda Sultan Orhan Gazi’nin ordusunda 400 çadırlık birliği ile Galatların
yer alması gibi, Fatih’in ordusunda da Bektaşi ve Ahi beylerin yanlarında yine
Galatlar yer almıştı. Alışık olmadık şeyler yapılıyordu. Yoğun davul, kös, nakkare,
boru sesleri ve savaş çığlıkları yeri göğü kaplıyordu. Yıllar önce Doğu Roma’yı
Avrupa’yı Balkanları yıkıp dökerek, Anadolu’ya geçen ataları keltler gibi, bu kez de
Galatlar savaşa renk katıyordu. Savaş 6 Nisan 1453 günü başladı. Yalnızca ok
atışları, top sesleri ile sürdü, ilk saldırı 18 Nisan’da oldu, ikincisi 6 Mayıs, üçüncüsü
12 Mayıs’ta oldu, Bizans’ın Avrupa’dan beklediği yardım da gelmedi. Jüstinyen ve
8000 askeri şehirde kaldı. Venedikliler de yardım etmedi. (Bu hareketlerinden dolayı
Fatih onları daha sonra vergi ödememek üzere ödüllendirecektir.) Şehri almak surlar
nedeniyle zordu, tünel savaşları başladı, şehrin altı kazıldı, bu da sonuç vermedi.
Görüldüğü gibi hiç savaş yapılmadı. 27 Mayıs’ta Fatih Divan-ı Humayun’u topladı.
Çıkan karar devşirmelerden yana oldu. Fatih’de, Çandarlı’dan yana yer almadı, ya
Đstanbul şimdi alınacaktı, ya da belki hiçbir zaman! Asker de bıkmıştı, savaşmıyor,
bağırıp, çağırıp ok atıyordu. Fatih de Đstanbul’u istiyordu, ama yakıp yıkılmasını da
istemiyordu. Şehirde taşınır her şey askerin, ama şehir ve binalar Padişah’ın olacaktı
ve yağma yalnız üç gün sürecekti. 28 Mayıs sabahı başlayacak son saldırı için, gece
yarısı Fatih hücum emrini verdi.
Belki şehre Topkapı’dan savaşla girilmiş, belki de barışla olabilir, veya Cibali
kapısından, Edirne kapıdan veya sulh yoluyla savaşla girilmiştir. Sulh yolundan girilen
kapıdan Aksaray’a kadar tüm kiliseler kilise olarak kaldı, şehre savaşla girilen
taraftaki kiliseler de şeriat gereği camiye çevrildi. Đşte bugün ibadethanelere
bakıldığında hangi kapıdan savaşla girildiği bugünkü ibadet yerlerinden belli
olacaktır. Öyle güzel oldu ki; sanki Akşemseddin ve Molla Gürani için şeriata uygun
olarak kiliseler cami yapıldı, sanki devşirme Zaganos Paşa, Saruca Đbrahim Paşa,
Şehabettin Paşalar için de kiliseler kilise olarak korunmuş gibi oldu.
Bir de şöyle bir hikaye anlatılır ki; sözüm ona Fatih Balıkhaneye ondan dolayı
öşür ödetmezmiş, Çünkü Petrus kapısını (Cuba Ali Bey’in girdiği bugünkü Cibali
kapısı ?) açanlar da balıkçılarmış, bugünkü balıkhane, tüm mali yükümlülüklerden
bugün bile muaftır.
Fatih Sultan Mehmet Han, Đmparator Fatih II. Mehmet tarihin yazdığı en zeki
hükümdarlardan biridir. Fetihin ertesi günü 30 Mayıs 1453’de Bizans’ın baş veziri
Natoros’u çağırır. Bizansın esir alınan tüm soylularının bulunmasını ister, birkaç gün
içinde de, talandan sonra onları hemen serbest bırakır. Kilisenin yüksek rahiplerini de
koruması altına alır. Katolik kiliseye bağlı olmaya şiddetle karşı olan rahip
Gennadios’u, Akşemsettin ve Molla Gurani’nin hayretli bakışları altında ortodoks
kilisesinin başına getirir oturtur.
Đşte artık Đstanbul kozmapolit bir kent olmuştu, o da artık imparatordu. Hemen
rum tebasının meşruiyetini kabul etmiş, kaçanların bile malları geri vermiş, kiliseyi
katolik dünyasından kurtarmak için onları eskisinden daha güçlü kılmıştır. Sözünde
durmuştu. Fatih semtinde kendisine düşen evleri de Rumlara geri verdi ve bağışladı.
Patrik seçimi yaptırdı, Fatihin adamı olan “Georgios Scolarios Gennadios”u patrik
seçtirdi. Fatih tahtına oturdu, Patrik asası ve tacını Gennadios’a kendi verdi, onu
atına bindirdi, patrik için hazırlanan saraya kadar onu götürdü, Analığı Despina
pencereden bakıyordu, bütün vezirler, komutanlar da onu arkasından takip ediyordu.
Patrik’e dokunulmazlık verdi, vergiden muaf kıldı, kiliselerini de ona bağışladı, artık
tam bir bizans imparatoru idi. Bundan sonra Patrik te yeni imparatoruna eski
Bizans’taki gibi, hizmet edecek, halkın ona sadakatini arttıracak ve onların düzenli
vergi ödemelerini temin edecekti.
Hem şeriatçılar hem devşirmeler şaşkındı, bazı kiliseler cami olmamış, hatta
patrik daha büyük bir güçle göreve getirilmişti, Đstanbul Müslüman şehri olmamış,
hem cami, hem kilise işine devam ediyordu. Hem talana üç gün izin verilmiş, hem de
üçüncü günün sonunda imparatorun payına düşenler halka geri verilmişti, herkes
şaşkındı, yeni şehre Trabzon’dan 5000 Rum aile getirilmişti, ama akıllı Fatih,
Türkmen ve Galat halkını da sindirmek için, Bektaşi başkaldırılarının yapıldığı,
Galatların kadim şehirlerinden olan Karaman, Aksaray, Eğridir, Bursa, Manisa, Tire,
Çarşamba, Kastamonu, Sivas, Đzmir’den zorla Bektaşi türkmen ailelerini de Đstanbul’a
getiriyordu. Şehreminine de, gelmek istemeyeni idam yetkisi verilmişti. Müslüman
nüfusu arttırıyor gibi gözükmek çabasıyla getirdiği, bu cemaat zaten Müslüman değil,
Bektaşi idi. Đstanbul’u, Galatlar, Türkmenler ve Bektaşiler hayatları pahasına
almışlardı, ama sağ kalanlar için Đstanbul yine onlara hapishane olacaktı. Bektaşiler
devlete bir kez daha ve son kez tamamen küstüler.
Fatih’in “cihat” adı altında üç gün talana izin verdiği bu şehir, Katolik haçlıların
57 yıl talanına sahne olmuştu. Hani Müslümanların Hıristiyan şehrinin talanına
inanılmaz öyküler düzen Katolikler, kendi mabetlerinin en büyüğü olan Ayasofya’ya
girip, duvarlardaki yıldızları bile sökecek kadar bilinçsiz idiler, belki de bilinçli idiler.
Yoksul Katolikler, din, min dinlemeden doğunun zenginliğini istiyorlardı. Đster
Hıristiyan, ister Müslüman olsun değişmezdi, zenginliği istiyorlardı. Papa güçsüzdü,
parasız pulsuzdu, toprak ve yoksul kullarından başka bir şeyi yoktu, zenginlikle
insanlığa egemen olmak istiyordu. Đleride Đstanbul’un Osmanlı tarafından alınmasıyla
doğu-batı yolunu ele geçiremeyince, denizlerde yeni ticari yollar aranmasına bu
nedenle öncülük edilecektir. Papa, “din” adı altında para ve gücü elinde tutarak,
halklara hükmetmek istiyordu. Đşte bunun ilk örneği Đstanbul’un talanı idi, öyle ki
değerli ne varsa Ayasofya’dan sökmek ve taşımak için kilisenin içine katırlarını bile
sokabiliyorlardı. Đsa’nın çarmıha gerildiği sıradaki kutsal çivide dahil olmak üzere,
Đsa’nın başındaki dikenli taç, altın, gümüş, haçlar, böbrek taşına iyi geldiği söylenen
sütunlardaki taç parçaları dahi sökülerek götürülüyordu. Hipodramdaki dört atlı heykel
ve diğer heykeller bugün Venedik’te “San Markos” meydanındaki kilisededir. Altın,
haçlar da eritilip satıldı. Meraklısı da azizlerin kemiklerini, Hz. Đsa’nın olduğuna
inanılan kefeni alıp götürdü. Bunlar bugün Torino’dadır. Değerli gördükleri ne varsa
hepsini katırlara yüklediler, şaraplarını içtiler, fahişeleriyle alemler yaptılar, rahipleri
öldürdüler, rahibelere tecavüz ettiler. Đstanbul 57 yıl karanlıkta kaldı. Bunu Müslüman
Fatih yapmayacak, Müslümanların susuzluğunu üç günle giderecek, kiliselerini
Patriğine geri verecek, onlara egemenlik bağışlayacaktır.
Vatikan’ın etkisiyle Bizans kilisesinde iki görüş doğdu. Bir kısmı Osmanlı’nın
bu doğal gelişimini kabul edelim derken; bir kısmı Avrupa’dan, daha doğrusu
Vatikan’dan, Katolik papa’dan yardım isteyelim diyordu.
Böyle bir gruplaşma başka bir şekilde de oluşmuştu. Bir kısmı Vatikan’ın
Katolik kilise’nin üstünlüğünü kabul edip, Papalıkca imparatorluğun korumasını
sağlayalım derken; kilisenin bir kısmı da ne pahasına olursa olsun Ortodoks
inancından vazgeçmeden inançlarının korunması, bunun için de, gerekirse
hükümranlığın Türklere bırakılmasının mümkün olabileceğini söylüyordu.
Böyle de oldu! Geceleri şehrin güvenliği için Fatih’e kolluk gücü oluşturma ve
yönetme yetkisi verilmişti, Fetih’ten önce Fetih için her şey hazırdı, akrabaları da
şehri, Osmanlı’ya verecekti; öyle oldu. Ancak, Fatih’te sözünde durdu, komşuları
akrabaları Bizans biterken, onların özgürce inançlarını sürdürmelerine ve
korunmalarına imkan verdi. Ortodoks kilisesini de Roma’ya, Papa’ya karşı korudu ve
güçlendirdi.
Đşte; “Đstanbul’un fethi ile III. Roma Đmparatorluğu kuruldu” sözünün kaynağı
buradan doğmuştur. Osmanlının, III.Roma Đmparatorluğu düşüncesi, fetihten hemen
sonra, Fatih tarafından Türkmen ve Müslüman kökenli ailelerin siyasi ve askeri
gücünün kırılması, merkezi ordunun yeniçerilerle güçlendirilmesi, Türkmen beylerinin
askerlerine, dolayısıyla onlara bağımlı olmak zorunluluğunu ortadan kaldırmak
istemesindendir. Đhtiyaç olduğunda kendi kontrolünde Roma’nın lejyonları gibi
merkezi güç ve düzenli ordu oluşturmasıyla, bu kolayca anlaşılmaktadır. Sonra
Fatih’in Türkleri devlet yönetiminden uzaklaştırması, kendisi adına Bizansla görüşen,
pazarlık eden, her şeyden haberdar, Bektaşi önderi sadrazamı Çandarlı Halil
Paşa’nın kellesini vurdurması, devşirmelerden Sadrazam Rum Mahmut Paşa’ya,
Osmanlı ailesine rakip olamayacağını bildiğinden devlet yönetimini teslim etmesi,
defterdar, kazasker gibi devlet kademelerini oluşturarak, Bizans’taki gibi kendisinden
sonraki kademelerin komutan ve vezirlerin siyasal gücünü azaltması, Karaman,
Akkoyunlu ve Đsfendiyar Türk devletlerine son vermesi, hemen Ortodoks kiliseyi
güçlendirmesi, Bizans’ın verdiği imtiyazlar gibi, Ceneviz ve Venediklilerin ticari
etkinliklerini arttırmak için onlara daha fazla imtiyazlar vermesi, Osmanlı’nın
Roma’nın devamı olduğunun kanıtlarıdır.
Yavuz, bu yolculuğun en keskin, radikal uygulayıcısı idi. Artık Türk halkı değil,
halkların bile adı konuşulmuyordu, müslümanlık bile artık Arapların değil Türklerin
dini olmuştu. Cihat ta, ganimet te, toprak ta Osmanlı’nın hakkı idi artık. Çünkü
Müslümanlığı Osmanlı yayıyor, insanları o Müslüman yapıyor. Bu yurtta yaşayanlar
artık bu toprakların sahibi değil, yalnızca kulu oluyordu. Her şey devletin
imparatorluğun idi, adını da Allahın adına emanetçilik koydular. Türk, Rum, Yahudi
artık kuldu, Osmanlı devletinin tebası idi. Türkler bunu hiçbir zaman kabul etmediler,
iktidarın Allaha ait olmasını, onun da tek ve değişmez olarak padişahla temsil
edilmesini, ne de bunu söyleyen ruhbanları ve Devlet’in başını anlayamıyorlardı.
“Gök şarka, cenaba, gah garba veya her tarafa birden saldıra
saldıra, Türk milletini Allah için, peygamber için,
topraklarını, menfaatlerini, benliğini unutturacak, Allah’la
mütevekkil kılacak derin bir gaflet ve yorgunluk beşiğinde
uyuttular. Milli duyguyu boğan, fani dünyaya kıymet
verdirmeyen, sefaletler, zaruretler, felaketler his olunmaya
başlayınca, asıl hakiki saadete öldükten sonra ahirette
kavuşacağını va’t ve temin eden dini akide ve dini his, millet
uyandığı zaman onun şu acı hakikatı görmesine mani
olamadı. Bu feci manzara karşısında kalanlara,
kendilerinden evvel ölenlerin, ahiretteki saadetlerini
düşünerek veya bir an evvel ölüm niyaz ederek, ahiret
hayatına kavuşmak telkin eden din hissi; dünyanın, acısı
duyulan tokatıyla derhal, Türk milletinin vicdanındaki
çadırını yıktı, davetlileri, Türk düşmanları olan Arap
çöllerine gitti. Türk vicdani umumisi, derhal, yüzlerce asırlık
kudret ve küsayisiyle, büyük heyecanlarla çarpıyordu. Ne
oldu? Türkün milli hissi, artık ocağında ateşlenmişti. Artık
Türk, cenneti değil, eski, hakiki büyük Türk cedlerinin
mukaddes miraslarının son Türk ellerinin müdafaa ve
muhafazasını düşünüyordu. Đşte dinin, din hissinin Türk
milliyetinde bıraktığı hatıra”
Mustafa Kemal’in kafasında artık savaş başlayabilirdi, ordu yoksulda
olsa, düzensiz de olsa, güvenilirdi, inançlıydı ve asker de kararlıydı.
2 Ekim 1919’da damat Ferit Paşa yerine bir Türk, Ali Rıza Paşa
sadrazamlığa getirildi, sadareti 2 Ekim 1919-3 Mart 1920 tarihleri arasında
olacaktır. Hükümetine Mustafa Kemal’in arkadaşlarından da birkaç kişiyi
alarak, yeni bir hükümet kurdu.
Đşgalci itilaf devletlerinin baskısıyla yerine yine vatan haini Damat Ferit
Paşa, 5 Nisan 1920’de sadrazamlığa getirildi. Vahdettin’in eli kolu bağlanmıştı.
Ferit Paşa’nın tek yapacağı iş Anadolu ile savaşmaktı. Aynı gün 5 Nisan
1920’de Şeyhülislam Dürrizade Es-Seyyid Abdullah Efendi’nin Fetvası ile
Kuvayi Milliye’yi asi ve hain ilan etti. Anadolu ile savaşmak için 18 Nisan
1920’de Kuvay-i Đnzibatiye ordusunu kurdu. Paris görüşmelerindeki
başarısızlığı ile Ferit Paşa yine sıkıntıya düştü, Ankara 7 Haziran 1920’de
Đstiklal Mahkemesi’nde onu gıyabında yargıladı ve bu kez 24 Eylül 1919’daki
gibi vatan haini değil öldürülmesine karar verdi, Ferit Paşa 30 Temmuz 1920’de
istifa etti.
diyerek artık Đstanbul’u yok sayıyordu, böylece Osmanlı veya III Roma
Đmparatorluğu’nun hükümranlığına son veriyor, Anadolu halkını özgür
kılıyordu. Yönetenleri çok iyi tanıdığından ve halkın hürriyetinin ve haklarının
ne olduğunu çok iyi bildiğinden Mustafa Kemal Medeni Bilgiler kitabında
27.01.1930 Pazartesi günlü “Hürriyet” başlıklı yazısı ile bu durumu şöyle
anlatıyor :
Diyecek, din adına ruhbanın iktidar için istismarını, bugün olduğu gibi, o
günden söyleyecekti, inanılmaz bir şekilde 80 yıl önce bugünü tarif edebilecekti.
Diyecek ve ekleyecektir;
“Efendiler, bütün beşeriyetin, tecrübe, malümat ve
tefekkürde teali ve tekemmülü, Hıristiyanlıktan,
Müslümanlıktan, Budizm’den sarf-nazar ederek,
basitleştirilmiş ve herkes için anlaşılacak hale konulmuş
alemsümul saf ve lekesiz bir dinin teessüsü….
Tahayyülünün tatlı olduğunu inkar edecek değiliz.”
Din hakkındaki düşüncesini açıkca, tıpkı bir druid rahibine, bir şamana
benzer şekilde ifade edecektir.
Mustafa Kemal hilafeti bitirecek ve Türk halkını devletinden uzaklaştıran
din vaziyetine de müdahale edecektir.
1. Vardır Efendim; Đslam dinidir, dedim. Fakat, derakap “Đslam dini hürriyet-
i efkara maliktir.” Cümlesiyle cevabımı tavzih ve tefsir lüzumunu
hissettim.
Doğal olarak o gün laiklikten söz edemeyecek bunu da daha sonra şöyle
belirtecektir;
diyecektir ve ekleyecektir;
Devrimlerin altında tek hedef vardı : “Pozitivizm”. Her şey ona göre
hazırlanmalıydı. Devrimin ideolojisi hazırlanmalıydı. Pozitivizme ulaşabilmek
için önce Kurtuluş Savaşı’nın başarısı ile ulusculuğu öne çıkardı.
Mustafa Kemal Anadolu halkının adını Türk halkı olarak koyuyor. Millet
anlamını kazanabilmesi için, topluluğun halk idaresi olan cumhuriyetle
yönetilmesini birinci şart koyuyor. Đkinci özellik olarak ta, devletinin var olması
gerektiğini söylüyordu. “Türk milleti, halk idaresi olan cumhuriyetle idare
olunur bir devlettir” diyordu.
diyordu.
Mustafa Kemal, dinlere karşı değildi. Dinler insanlar veya onların birlikte
yaşayabilmesi için belki gerekli idi. Ona göre dinler insanların tanrısı ile olan
ilişkisini düzenlemeyi üstlenmiş kurumlardı. Dinlerin üstlendiği bu görev
bazıları tarafından diğerlerini yönetmek amacıyla kullanılmasaydı, insan ile
tanrısı arasındaki ilişkiden dolayı belki dinlere de gerek olmayacaktı. Türkler
asyada bu nedenle dinsiz idiler, ama tanrısız değil. Galatlar da öyle ! Onlar, her
şeyi gözeten, kollayan, bir ulu güce, bilemedikleri bir yüce varlığa inanıyorlardı.
Đnsanlarda Tanrının varlığını zamanla bilmeli, onunla daima birlikte olduğunu
düşünmeli idi.
Halk zaten kendi inancı ile yüzyıllardır baş başa idi. Tekke ve zaviyeler de
kapatılınca halk rahatladı. Cumhuriyet artık halka emanet olabilirdi, egemenlik
ruhbandan alınmıştı, hilafete son verilince egemenlik halkın eline geçmişti, kul
olmaktan kurtulmuş egemen olmuştu. Bugün yine anlamı farklı anlatılan
“Egemenlik kayıtsız şartsız milletindir” sözü doğuverdi, laiklik, halkın
egemenliğini sağlamıştı. Laiklik, Cumhuriyeti oluşturmuştu. Artık
Cumhuriyet’te rahattı, diğer devrimler artık sıraya girdiler, her şey halkın
olunca, onları kabullenmek ve uygulamakta kolay olacaktı. Başkaları için çok
zordu ama, Cumhuriyetle, laiklikle, devrimler Türk halkı için çok kolay oldu.
Cumhuriyet devrimleri halkın oldu.
Roma’nın Anadolu tapımlarını bir araya getirme gayreti ve tek bir din
oluşturma girişimine rağmen, Galatlar özerk ve özgür tavırlarıyla tüm inançlara
Anadolu’da filizlenme imkanını sağlamışlardır.
Bugün Türk halkının yaşattığı nedenleri unutulmuş pek çok gelenek veya
batıl sanılan inaçlarının nedenlerine dair küçük örnekler göstererek,
hatırlatmalar yaparak, bu bölgede gelişen Bektaşilik, Ahilik, Mevlevilik,
Alevilik, gibi düşünsel ve ruhsal akımların tarihsel temellerini göstererek, bu
düşünceleri incelemeyi ve Anadolu’da insanlık inşaasının yükselen duvarlarını
gözleme imkanı yarattık.
Ancak her şeye rağmen Anadolu halkını her dönemde uyaran tarihsel
vicdanı hala sağlam ve güçlüdür. Çok uzaklardan getirdiği sağlam düşünce ve
vicdanı, binlerce yıl içinde anadoluda daha da gelişmiş ve mükemmelleşmiştir.
Gönüllerde hala varlığını sürdürmekte ve korumaktadır. Cumhuriyeti ve
insanlığı yine Anadolu halkı koruyacaktır.
Oysa onların inançları, bir Đslam veya bir hıristiyan inanç biçimi olmayıp,
kadim yıllar öncesinde, kaynağı bilinmeyen, sözlü geleneğe dayalı, inananları ile
Tanrısı arasında kimsenin olmadığı, dün druidlerin, şamanlarının (daha önce
kim oldukları bilinmez) sonra dervişlerinin, sonra pirlerinin, sonra babalarının,
dedelerinin yardımıyla yalnızca ritüellerde kalmış, bir kültür birikimidir. Hep
özgür olmuş bir inanç biçimidir.
Ve onlar emindi ki; farklı dinlerde inanılan tüm tanrılar, farklı kültürlerin
ve farklı yaşam biçimlerinin ayrı birer yüzüdür, ancak bu ayrı yüzler aslında
aynı yüzün, bilinmeyen görülmeyen, algılanamayan tek tanrının başka şekilde
ifadesidir.
Asya’dan gelen Türk kavmi ile Avrupa’dan gelen Kelt kavminin bilindiği
kadarı ile 2500 yıllık serüvenlerinde, Anadoluda kesişen (belki buluşan)
yolculuklarında benzer inanç şekli ve ortak vicdanlarının yarattığı Anadolu
insanının başka bir tarihi anlatılmış oldu.
Türkiye Cumhuriyetinin kurucusu Mustafa Kemal bilmektedir ki; Dinlerin
tutsak ettiği özgür inancı, Anadolu’da azat etmiştir. Laiklik, ne Avrupa’nın
icadı, ne demokrasinin ürünüdür. Ona göre, inanan insanlar için, inandığı
günden beri inancın başladığı günden bu yana laiklik vardır. Đnancı için insanın,
aklı ve vicdanı hür olmalıdır.
YARARLANILAN KAYNAKLAR
OSMANLILAR için