You are on page 1of 190

ANADOLU’DA

BAŞKA BĐR TARĐH


SAKARYA-KIZILIRMAK ARASI

KELTLER-TÜRKLER

GALATLAR-TÜRKMENLER

BEKTAŞĐLER

ALEVĐLER

NADĐR ELĐBOL
KAVĐMLER; YAŞAMLARI VE ĐNANÇLARI ÜZERĐNE BĐR ÇALIŞMA

SĐZLERE BĐLDĐKLERĐNĐZĐ ANLATMAKTANSA; ĐNANMASANIZ BĐLE,


BĐLMEDĐKLERĐNĐZĐ SÖYLEMEYĐ TERCĐH EDERĐM.

BU ÇALIŞMAYI SEVGĐLĐ EŞĐM, KÜÇÜK ALEVĐ KIZINA ĐTHAF EDĐYORUM.


ÖNSÖZ

BÖLÜM I
GĐRĐŞ

BÖLÜM II
KELTLER
1- Avrupa’dan Britanya’ya
2- Đnançlı Druid Rahipleri
3- Onlar gerçeği ararlardı
4- Bayramlar, kutlamalar
5- Druid’in kutsal bilgileri

BÖLÜM III
TÜRKLER
1- Türklerin soyları, boyları
2- Dinleri yoktu, Tanrıya inanırlardı
3- Gök Tanrı ve Türklerin yaradılışı
4- Gök; Yıldızlar ve burçlar
5- Yer; Dağlar, mağaralar, ateş, su, hava, ağaçlar
6- Şaman ve insan
7- Türkler tarihte yer alıyor

BÖLÜM IV
KELTLER ANADOLU’YA GELĐYOR GALATLAR
1- Galatlar Avrupa’dan yürüyüşle Anadolu’da
2- Anadolu’nun yerli halk; Frigler
3- Kızılırmak-Sakarya arası şehirler kuruluyor
4- Paulus, Galatları ziyaret ediyor
5- Đnsanlar Tanrı’nın varlığını öğreniyor
6- Roma, Hıristiyanlığı Din Yapıyor
7- Galatlar, Anadolulu oluyorlar
8- Hıristiyan Roma, Galatların peşinde
9- Galatlar, Balkanlar’a dönüyorlar oradan Toulouse’ye gidiş
10- Keltler, şövalyeler, Tevrat ve Zohar

BÖLÜM V
TÜRKLER ANADOLU’YA GELĐYOR, TÜRKMENLER
1- Dünyadan habersiz Türkler
2- Hz. Muhammed Mekke’den sesleniyor
3- Müslüman Araplar Türk yurtlarına saldırıyor
4- Türkler yurtsuz kaldı
5- Bizans, Türkler Anadolu’ya göçüyor
6- Baş Şaman Bektaş-ı Veli’de geliyor
7- Bektaş-ı Veli’nin emaneti Aleviler

BÖLÜM VI
OSMANLILAR
1- Bektaşiler Osmanlı devletini kuruyor
Padişahlar, kadınlar, sadrazamlar
2- Bektaşiler Fetihlerde
3- Osmanlılar, Türkmenlerden ayrılıyor
4- Komşu ve akrabamız Bizans’ta neler oluyor?
5- Đstanbul alınmalı! Fetih

BÖLÜM VII
MUSTAFA KEMAL’ĐN TÜRKĐYESĐ : ANADOLU
Aleviler Kurtuluş savaşında, Osmanlı sona eriyor, halifelik kaldırılıyor, din ve
laiklik, özgür Anadolu halkı, cumhuriyet gençliğe emanet

BÖLÜM VIII
DEĞERLENDĐRME

BÖLÜM IX
SÖZÜN SONU
ÖNSÖZ

Başka ve farklı bir şey söylemenin güçlüğünü düşününce ve bilinen tarih


dışında BAŞKA BĐR TARĐH’ten söz etmenin sıkıntısıyla, önsöz yazmanın en çok bu
kitap için gerekli olduğuna karar verdim. Bir önsöz çoğunlukla kitabı tanıtmaya
yönelik olurken, bu önsöz bu kitapta anlatılanları ön yargıdan korumak için
yazılmıştır.

Bu önsözde “Lütfen, ön yargılarınızdan ayrılarak, okuyun!” demek isteyeceğim.

Gözlerinizi kapatın !

Elinizi bu kitabın üzerinde gezdirin, neler hissediyorsunuz. Bu kitapta yazılanları


anladınız mı? Ona inandınız mı? Hayır, gözleri kapalı olanlar göremezler !

Sizin değerleriniz, yine siz de kalsın! Tüm öğretilenleri, bildiklerinizi, inandıklarınızı


size bırakıyorum.

Yarın, sizin çok doğru sandıklarınıza başkalarının (hatta kendinizin bile) kahkaha ile
gülebileceği hiç aklınızdan çıkarmayın!

Ben de bizlere öğretilenlerin karmaşıklığından, çokluğundan ve onların birbirinden


kopukluğundan, aralarındaki ilgisizlikten dolayı hep şüphe içinde idim. Biliyordum ki,
Muhittin-i Arabi’nin dediği gibi “şüphe doğruya götürür” dü.

Düşünebilen insanların bile yanlış olanı doğru sanmalarıyla nasıl boş şeylerle
uğraştığını, onların peşinden koştuğunu, bu yüzden değerlerin de zaman içinde nasıl
değiştiğini, nasıl kaybolduğunu, hatta unutulduğunu gözledim.

Demek ki olaylar arasında ilgi ve bağ kurulmadığı takdirde, bugün bizlerin içinde
olduğu, bulunduğu olayların da yarın yanlış değerlendirilebilmesinin mümkün
olabileceğini düşündüm.

Bugün pek çok kişi, yalnızca doğru sandıklarını veya bildiklerini konuşurken, zamanla
bunların değişebileceğini ve diğerlerinin doğrularının da doğru olabileceğini veya
zamanla farklılaşabileceğini düşünemiyor, diğerini inkar veya reddetmenin de
sürtüşmeye hatta kavgaya neden olabileceğini anlamıyor.

Oysa, mutlak doğrunun olmadığını fark edip, doğru denilenlerin de değişebileceğini


kabullenmek insanların uzlaşabilmesi için en kolay yoldur.

Siyasi grupların ve dini cemaatlerin bunu kabul edememesinin nedeni ortada, herkes
belli koşullarda kendi doğrusunun peşinde koşmakta, her yaptığını da doğru
sanmaktadır. Demek ki, bugün doğru olduğu anlatılanlar gibi, dün anlatılmış olanlar
da böyle şekillenmiş olmalıdır. Öyleyse tarih doğru yazılmamış olabilir miydi?

Evet! Tarih hem yanlış yazılmıştı, hem de o günün şartlarında yazılmıştı.

Tarih, daima dönemin ve yönetenlerin ilkelerine, ülkülerine göre yazılmıştı.


Ayrıca tarih, bugünkü şartlarla okununca kolay ve doğru anlaşılamıyor olabilirdi.

“Yarın” için tarih, adı saptırma veya yanıltma dahi olsa, çok doğaldır ki ait olduğu
ulusun yüceltilmesi, diğerinin yerilmesi ve küçültülmesi şeklinde yazılmalı idi. Resmi
tarihçiler de dönemlerinde öyle yapmış olmalılar veya öyle yapmak zorunda
kalmışlardır.

Her topluluk, her din, kendisine bağlanılması ve inanılması için bireye en iyi veya en
üstün olduğunu anlatır, bunun aksi mümkün müdür? O ulustan, o dinden daha üstün
veya daha iyi olan bir ulus veya dinden söz etmek, onu anlatmak mümkün olabilir mi?
Herkes gibi bizler de öyle yaptık. Olanları, oldukları gibi değil, olması gereken gibi
anlattık. Tarihi daha doğru yazsalar bile anlaşılmasın diye küçük küçük adacıklara
sakladık.

Resmi tarihçileri suçlamak da yanlıştır; zaten tarihci olayları herkesin kabullendiği


veya hoşlandığı tarihsel süreç içinde anlatmak zorundadır.

Şimdi, tarihçiler öyle veya böyle yazdılar diyerek, bugünkü bilgi birikimimizle
yazılanları eleştirmek te çok kolay, ancak bu çok dürüst davranış olmaz. Dünü
eleştirecek olanlar, ancak bugünü doğru yazabilenler olmalıdır. Demek ki; bugün
yazılanlar doğru ve gerçek olmadığı takdirde yarın onları eleştirmek de çok kolay
olacaktır.

Bu kitapçıkta ben böyle yapmadım. Tüm yazılanlar, yazanlar ve yorumlayanları


selamlıyorum. Ben, onların söylediklerini, küçük adacıklara sakladıkları bilgileri,
birbirine bağlamaya çalıştım. Başka bir ifade ile bilgilerin hepsini bir araya getirdim.

Gördüm ki başka bir gözle, bakılmamış ve yazılmamış yanlarıyla aynı olaylardan


yeniden bir tarih yazılabiliyor.

Geçmişte yapılanlar, yaşananlar değiştirilemeyeceğine göre eskileri karıştırıp


yazılanlar gibi değil, yazılmayanlar gibi olayların olabileceği sorgusunu yaparsam,
işim çok kolay olacaktı; şüphe doğruya ulaşmak için tek aracım idi. Ben de bu kolay
yolla olayların içinden insan yapımı tuzakları çıkararak bu derleme kitabı hazırlamaya
gayret ettim.

Herkesin doğru ve tamam dediklerini bir yere topladım. Bazılarının “olmadı”,


bazılarının “oldu” dediklerini de bir yere koydum. Bir yap-boz gibi birbiriyle örtüşenleri
hemen yan yana getirdim. Tarafların tarihçilerinin farklı anlattıklarını da yap-boz’a
yerleştirmeye başladım, gerçekliği bazılarına göre şüphe taşıyanlar bile diğeri ile
ilişkili ise, parçalar zaten hemen birbirine uydu. Uymayanlar, zaten tarihçilerin kendi
ulusları ve dinleri için ekledikleri uydurmaları idi.

Tarihsel olayların incelenmesi ve değerlendirilmesinde, dikkat edilecek en önemli


kriter, doğru denilen ile yanlış denilen arasındaki farkı tartışmak değil, onu
okuyanların anlayışına bırakmak olmalıdır.

Aynı olayın farklı şekilde sunulmuş olması, bu farklılığı yaratanların yanlışlığından


değildir. Onların farklı anlamaları ve farklı anlatmalarıdır.
Umarım, burada söylenenler daha ileri bilgi ve bilinç düzeyinde daha farklı
anlaşılacak veya anlatılabilecektir.

Bu kitapta amaç, nasıl bir sorunu çözmek için önce sorunu ortaya koymak
gerekiyorsa, doğruyu bulmak için de dün doğru denilenler de şüphe yaratmak ve
düşünenleri harekete geçirmektir, yoksa birilerini yalanlamak veya birilerinin yanlışını
çıkarmak veya diğerlerini desteklemek hedefimiz değildir. Bizim bugün dün
yazılanları yaptığımız gibi yarın da bugüne tebessüm edebilecektir.

Bu çalışmada Mustafa Kemal’in “Nutuk” ve “Medeni Bilgiler” kitaplarından başka


diğer eserlerde doğrudan alıntı yapmadım, esinleninen kaynakların adlarını
kaynakçada belirtmekle yetindim, çünkü onları ben okudum ve ben böyle anladım.
Hiçbir kaynak kendisinden öncekilerin katkısı olmadan yazılmamıştır. Gösterilecek
her kaynak, ancak öncekilerin dediklerinin doğru kabul edilmesinden öte bir şey ifade
etmez. Kaynakça aktarılanın bu olduğunu iddia için konur. Kaynağın varlığı o
kaynağın doğruluğunu asla göstermez. Biz kendimize bile şüphe ile bakabildiğimize
göre öncekilerin ve daha öncekilerin söylediklerini kaynak göstererek, onların
doğruluğunu iddia etmek bize düşmez. Bu kitaplığın bilimselliği de kaynakların
doğruluğu ile kanıtlanamaz. Bu nedenle, yalnızca bölümlerin kaynakları belirtilmiş,
kaynaklar onların söylediklerini kanıtlamak için değil, benim anlayışımı ve anladığımı
göstermek için konulmuştur. Bu nedenle bu çalışma okunup üzerinde düşünülecek
bir kitapçık olmaktan ileri gitmeyen bir gayrettir.

Bu çalışmada amacım, her şeyin anlatıldığı göründüğü veya anlaşıldığı gibi


olmadığını, onun başka bir şekilde de anlatılabileceğini gösterebilmektir.

Kitabımı okuduktan sonra “nasıl gözümden kaçmış”, “nasıl dikkat etmedim”, “neden
bunu düşünemedim” demeye ve yazılı tarihe şüphe ile bakmaya başladığınızda
hakikate doğru atacağınız adımların kolaylaştığını görürseniz bu kitap amacına
ulaşmış olacaktır.

Benden öncekilere, kaynakçanın kahramanlarına, tabii daha önce onlara anlatanlara,


yanlış ve doğrularıyla aktaranlara, minnet ve şükranlarımı sunuyorum.

Olaylara farklı bir gözle bakmayı, sorgulamanın insanı doğruya götürdüğünü, batıl ile
boş inançların insanın benliğini yüceltmediğini öğreten ustaların önünde saygıyla
duruyorum.

Bizlerin özgür inanç, özgür düşünce, özgür vicdanını oluşturan, bu satırları


yazabilecek bilinç ve cesareti kazandıran, bizleri özgür insan yapan cumhuriyet ve
devrimlerin önderi Mustafa Kemal’in aziz hatırası önünde tüm benliğim ve
bağlılığımla eğiliyorum. Bu satırlar okundukça onun ölümsüz ruhunun büyük keyif
alacağına inanıyorum.

Nadir Elibol
Ankara, 6 Ocak 2007
BÖLÜM I
GĐRĐŞ

Tarihte öyle olaylar ve insanlar yer almıştır ki, çok önemli işler yaptıkları ve
kültürleri günümüze kadar yaşatılabildiği halde, bu olaylar ve insanlar unutulmuş,
yalnızca onların komutanları, devlet ve din adamları akıllarda kalmıştır.

Bu unutulan insanların davranışlarının, geleneklerinin, hatta inançlarının temeli


bilinmeden, neden ve nasılı hiç merak edilmeden günümüze kadar geldiği
gözlenmiştir. Bugün bizlere ait olduğunu sandığımız davranışlar ve inançlar da
öncekilerin olayları içinde saklıdır.

Ben bunları hep merak ettiğimi ve hep sorguladığımı söylersem pek doğru
olmaz. Ben de önce herkes gibi bilinenleri, öğretilenleri, yaşam biçimi ve inanç şekli
olarak olduğu gibi kabullenmiştim. Bundan hiçde rahatsız olmamıştım, çünkü herkes
gibi davranıyor, herkese uyuyor ve herkesle birlikte bildiklerimi ve inançlarımı dile
getiriyordum.

Benim için önemli bir gün : “YENĐDEN DOĞDUM” ile oldu. Ertesi günü kendimi,
düşüncemi ve inancımı, sokakta bıraktım, yine herkes gibiydim, yine diğerlerinden
biriydim. Ancak artık yeni bir “Ben”dim.

Neden böyle davranıyordum? Benden öncekilerin bildiklerinin bana kadar gelen


birikimi olan, bilgi denilenin ne kadarını biliyordum? Benim bildiğim biriken kadar
olsaydı, ben yaşamı daha kolay anlar ve kavrardım, ama öyle de olamadı. Demek ki,
bildiklerim hem eksikti, hem de bilgi bana tam ve doğru olarak ulaşmamış, verilmemiş
veya saklanmış olabilirdi belki de ben anlayacak düzeyde olamayabilirdim.

Hepsi doğruydu! Gerçekten bilenler bilgiyi saklamıştı. Ayrıca gerçek, bizlerin


kültürü ve bilgi düzeyi ile sınırlıydı. Zaten bizleri aşan bilgiler, kavrayamayacağımız
bilgiler, bizlere yarar değil, zarar verirdi, belki bizleri üzerdi. Ayrıca herkesin her şeyi
bilmesi de gerekmezdi ve tabii mümkün de değildi.

Bir de sahnede yönetenler vardı ki, onlar bilinmesi gerekeni bile saklıyorlardı.
Hatta üstüne kalın bir örtü örtüp, “Öncekilerin Nuru”nun bizleri aydınlatmasını
önleyerek, bizlerin karanlıklar içinde kalmamızı, dolayısıyla daha kolay yönetilmemizi
sağlamayı amaçlamakta idiler. Yönetenler için, böyle yapılması her kültürde en uygun
yöntemdi.

Öte yandan bilgeler de bizlerin doğru dediklerimizin başkaları için doğru


olamayabileceğini söylüyorlardı.
Evet, diğerinin ki ötekine göre farklı olabilirdi. O zaman inançlarda, herkese
göre, algılayışlarına ve kavrayışlarına göre değişmez miydi? Değişmesi gerekmez
miydi? Değiştiği takdirde de inançta farklılık doğmaz mıydı? Đnanç biraz kırılmaz
mıydı? O zaman insanlar arasında tek düzelik, uyum nasıl sağlanacaktı?

Bugün dogma dediklerimiz, bize gelinceye kadar hangi yollardan geçmişti? Ne


zaman? Nasıl? Niçin? Bunlar söylenmiş ve kabul görmüş, bugüne kadar taşınmıştı.
Taşınırken, geçtiği coğrafya, insan topluluğu, yeşerdiği toprak, bildiklerimizi ve
inançlarımızı nasıl şekillendirmişti? Nasıl değiştirilmiş ve geliştirilmişti? Demek ki,
bugünün doğmaları bize dünden emanetti.

Bizlerde, onları taşırken, bazen cebimize, bazen kafamıza ve bazen de


kalbimize yerleştirmişizdir. Bazen bir sır gibi onları buralarda saklayıp korurken, onları
gizlice gönülden gönüle aktarmışızdır. Bazen de korkusuzca elden ele gezdirirken,
dilden dile taşımışızdır.

Bir keltik öyküyle başlayan merakımla böyle bir kitabı hazırlamaya karar verdim.

Yıllar önce Avrupa’da yaşamış KELT topluluğu ile onların rahipleri DRUĐD’ler,
hatırladıkça kalbimde her zaman çırpınan bir sevgi ve heyecanı canlandırır.
Anadolu’nun son misafirleri Türkler, nasıl olmuştu da, aynı Keltler gibi, Anadolu’daki
adlarıyla Galatlar gibi, dinleri veya mezhepleri olmadığı halde, Anadoluda böylesine
birbirine benzer ve yakın davranış ve uyum içinde olmuşlardı? Merakla Keltlerin ve
Türklerin tarihlerine döndüm.

Tarih ve dinler, Avrupadan koşarak Anadoluya gelen Keltleri sevmediği için


onları Pagan diyerek kenara bırakmıştı. Oysa onlar; Galatlar, rahipleri Druidler,
Anadolu’nun eski yerli halkı ile (resmi tarihte çokca yer alamasalar da) bugünkü
Anadolu halkının dillerinde taşıdığı Anadolu tarihini yazacaklardı.

Asya’dan kaçarak Anadolu’ya gelen Türkleri de, Müslümanlar, diğer dinler ve


Batı sevmese de, Anadolu’nun istilacısı saysalarda, hidayete ermeden zorla
müslüman olsalar da, tarih Galatlar gibi onları bir kenara bırakamazdı. Onlar hem
şamanlarıyla beraber Galatlar ve Anadolu’nun yerli halkının arasına karıştılar, hem
de tarih yazdılar.

Galatlar Paulus’un kandırdığı Druidleri ile, Türkmenler de Müslümanlarının


sindirdiği Şamanlarıyla birbirinin içine geçtiler , sarmaş dolaş oldular. Anadolu’da,
bugünkü Sakarya-Kızılırmak arasında kucaklaştılar. Biri hıristiyanlardan, diğeri
müslümanlardan saklandılar; önce yeraltına, sonra gönüllere ...
Bugün aynı yerde, aynı iki nehrin arasında ALEVĐ topluluğu olarak yaşamaya
devam etmektedirler. Kimine göre mezhep, kimine göre din veya inanç veya kültür
olarak günümüze kadar geldiler.

Đşte böyle farklı iki yolculuğun Anadolu’da buluşmasını, kaleme almak istedim.

Bunlar benim aklımın ve gönlümün arzuladığı, yakıştırdığı şeyler değildir.


Kaynakçadaki bilgiler dışında bunların aslını ne ispatlayabilirim, ne de gösterebilirim.
Ancak iki güzel insan topluluğunun, biri Đrlanda’dan, Keltler ülkesinden, diğeri Orta
Asya Türk yurdundan Ankara’ya gelişlerini keyifli bir buluşma olarak anlatabildim.

Birileri onları, içinde bulundukları toplumun dinlerine göre birbirine bağlayabilir,


birileri de onlara “şöyle Hıristiyan” veya “böyle Müslüman” diyebilir. Onlar için bugün
söylenenler de, benim bu kitapta dile getirdiklerim kadar zorlamadır. Anlattılanlar,
zaten bugün tamamen değişmiş veya unutulmuş veya yok olmuştur. Ama Keltler ve
Türkler için anlatacaklarımız, bugün Alevilerde gördüklerimiz veya görülenlerdir.
Yarın, benim düşüncelerime, duygularıma kucak açıp, bu yolda onların
ellerinden tutacak pek çok kardeşim çıkacaktır. Đnanıyorum ki, özgür düşünenler,
öğretilenlerin mutlak doğru olmadığına inananlar, yarın bizleri daha doğruya, gerçeğe
götüreceklerdir.

Bu çalışmamız, bizden öncekilerin yazdıkları ile bizlerin anlayışı, bugüne kadar


üst üste yığılan bilgiler ve değerlerin yalnızca bir derlemesidir. Tabii, bir tarihçi gibi,
burada tarih yazacak değiliz. Tarihçiler içinde yaşadıkları toplumun ve onun saklı
değerlerinin etkisinde yazarlar, hatta bazıları “devlet tarihçi” sidir, “krallık tarihçi”leridir.
Fethettikleri yeri işgal diye anlatmazlar, iktidarda olanların hain veya hırsız olduğunu
söylemezler, söyleyemezler. Bu nedenle, tarih farklı amaçlar için sosyal, kültürel,
siyasi ve ekonomik yazılır. Onların gerçek dediklerine çoğu kez inanılır ve onların
anlatımlarıyla kendimize, ulusumuza ve insanlığa yorumlar yaparız. Güçlünün
söylediği hep doğru olduğundan, çoğu zaman uydurma isimler, hikayeler, bir zaman
o ulusun veya başka bir zaman öbür dinin kahramanları oluverir.

Ancak gerçek tarih başka bir şekilde bakılma ile yazılabilir. Eğer karşı tarafça
bir tarih yazılırsa veya iki yazılı tarih bir araya gelirse, ortaya pek doğru olmasa da, iki
taraf için daha belirgin bir tarih çıkabilir.

Bu nedenle; bu çalışmanın adını “BAŞKA BĐR TARĐH” koymayı uygun gördüm.


Demek ki, yarın daha bilge, daha dürüst veya daha iyi düşünen ve muhakeme
edebilen birileri çıktığında, bu kitapta söylenenler için de “BĐR BAŞKA TARĐH”
yazılabilecektir.
BÖLÜM II

KELTLER

KISIM I

AVRUPA’DAN BRĐTANYA’YA

Dünya kültürüne büyük etkisine rağmen çok az bilinen ve tanınan bir


topluluktan söz edeceğiz. Bilinen tüm Avrupa ve özellikle Anadolu kültürüne büyük
etkisi olmuş ve halen gelenekleri pek çok insan topluluğunca sürdürülmekte
olan KELT’leri Anadolu’daki adlarıyla GALAT’ları tanıtmaya gayret edeceğiz.

Neolitik çağın sonunda Đ.Ö. 1800 yıllarında, bugünkü Fransa’da, Ren nehrinin
doğusunda yaşayan Proto-keltler; Đ.Ö. 900’lerde Alp Dağlarındaki topluluğun
ülkelerini istilası sonucunda Đ.Ö. 500’e kadar bu toplulukla iç içe geçerek, Đsviçre’nin
Neuchatel Gölü’nün doğu ucundaki La Tene’de yeni bir kültür yarattılar, ancak
Avrupa’nın kuzey kavimleri Đ.Ö. 9 yüzyılda nemli ve soğuyan avrupa iklimi ile güneye
Keltlerin ülkesine, Orta Avrupa’ya inince Kelt halkı, artan aşırı nüfusunun etkisiyle bu
kez daha sıcak olan, Güney Fransa’ya ve Đspanya’ya indiler.

Đ.Ö. 500-280’de, kuzey batı istikametinde Britanya’ya Ivernia(bugünkü


Đrlanda)ya geçtiler, bir kısmı Đber Yarımadası’nda güney batı yönünde ilerlediler,
bugünkü portekiz (portus galli) yani “Gallerin limanı”na ulaştılar.

Daha sonra Gallia (bugünkü, Fransa)dan, Alpler üzeri Đtalya’ya indiler ve Etrüsk
hakimiyetini sona erdirdiler. Onların bir kısmı Arnavutluk ve Balkanlar üzerinden
Anadolu’ya geçerken ve adları Galatlar olurken, büyük bir kısmı yine oralarda
kaldılar.

Hem çok uysal, hem de ölümsüzlük inancıyla ölümden korkmayan, bu korkusuz


savaşçılar, hiçbir zaman yerlerinde durmadılar. Romalılarla çok uğraştılar.

Onlara, Hellenler “Keltoi” yani Keltler, Romalılar ise “Galatae” yani Galatlar
diyorlardı. Biz de Anadolu’ya gelene kadar onlardan “Keltler” diye söz edelim, sonra
Anadolu’yu anlatırkende aynı insanlara “Galatlar” diyelim.
Keltler, Roma’nın baskısıyla Galya’dan Britanya’ya geçerek geleneklerini ve
yaşamlarını Avrupa’ya nazaran Britanya’da daha rahat sürdürmeye devam ettiler,
onlara burada yaşayan Britanlardan bir zarar gelmedi, birlikte huzurlu bir topluluk
oluşturdular.

Keltler, yazıya geçirilmesini yasakladıkları kutsal bilgilerini, rahipleri olan


druidlerle yıllar boyunca taşıdılar, sözlü gelenekleri esastı, kutsal bilgiler asla yazıya
dökülemezdi, tıpkı kabalistler gibi.

Keltler için Roma kayıtları şöyle diyordu : “Ruhun ölümsüz olduğunu atalarından
duymuşlardı, ölülerini ötedeki yaşamlarında gerekli şeylerle birlikte gömerlerdi.
Yıldızlar ve hareketleri ile evrenin ve dünyamızın sınırlarına ilişkin, bir çok şeyi
tartışırlardı. Rahipler meskenlerini uzak ve derin ormanlarda kurarlardı. Druid’ler çok
iyi okul ve kütüphanelere sahiplerdi. Tora, Oxford, Anglesey, Iona Enstitüleri en
seçkinleri idi. Asil aile ve yüksek sınıfların, gelecek vaadeden gençleri buralarda
eğitilir, kendi kurumlarında eğitim almamış hiç kimsenin devlet adına çalışmasına izin
verilmezdi.”

Hıristiyan Avrupadan önce Keltler, rahipleri Druidleri vasıtasıyla ortak kültürle


bir araya gelmiş bir topluluk idiler. Kökenleri muhtelif rivayetlere göre M.Ö. 18. yy’ye
kadar gidiyordu.

Britanya’daki Kelt kavmi, Romalılar ile zorla ve eziyetle Hıristiyanlığa


dönerken, Hıristiyanlık öncesi atalarının göreneklerini, alışkanlıklarını hep yanlarında
taşımış ve uzlaşarak yeni Hıristiyanlık prensiplerini oluşturmuşlardı. Günümüz Đngiliz
kilisesinin, Ortodoks ve radikal Katolik Hıristiyanlardan farkı, onların Hıristiyanlık
öncesindeki inanç ve ibadetlerini, yeni dinlerine adapte etmesinden kaynaklanmıştır.
Bu adaptasyon sırasında da Yahudi-Hıristiyanların büyük etkisi ve katkısı olmuştur.

Hıristiyan Roma, Nasraniler veya Yahudi-Hıristiyanlar gibi onları da sapkın


olarak görüyordu, onları pagan olarak adlandırıyordu ve bugün Hıristiyan alemince
de hala öyle anılıyorlar. Eski Avrupa kavimlerinin dinleri öyle sanıldığı gibi inançsız
ve kökensiz olamazdı. Onların da kendilerine göre anlamlı, doğru ve ileri dinleri ile
inançları vardı. Bu halkın adı da, Kelt idi ve inançları da druid rahiplerinden
öğrendikleri idi.
Yerli halk için çok kutsal bir yer olan Neolitik çağdan kalma menhirler
(stonehedge) yeni gelen işgalci hıristiyanlar için bir anlam ifade etmiyordu. Ancak,
yüksek ölçülerde teknik astronomiye bağlı bu taşların işlenişi ve dizilişi, basit tarıma
dayalı Britanların, yerli halkın yapacağı bir iş de değil idi. Günümüzde 2004’ün son
günlerinde hint okyanusunda olan thusunami gibi bir doğal afetle “tek bir talihsiz
gündüz ve gece içinde” yok olan kayıp bir medeniyetin efsanevi rahipleri ile kökenleri
bilinmeyen gizemli ve yetenekli bir kardeşlik düzeninin mirasçısı oldukları yerli halkın
arasında rivayet ediliyordu.

Druidler insanlık kültürünün başlangıcından beri, sayısız uygarlığın


yükseldiğine ve çöktüğüne inanıyorlardı. Đrlanda’da yaşayan Hyperborealıların kayıp
Atlantis krallığından kalanların torunları olduğuna inanırlardı. Kültürlerin ölmediğini
veya unutulmadığını biliyorlardı. Galler’deki STONEHENGE’in onların anısını
taşıdığını düşünürlerdi. Tıpkı Mısır’ın büyük piramidi, Yunanistan’ın Delphi tapınağı
gibi. Bu anıtların ve mekanların, geçmişin bilgeliklerinin, hıristiyanlık dalgası
tarafından boğulmasını engelleyecek mekanlar olduğuna inanırlardı.

Avrupa’nın karanlık çağının doruk noktasında, Đrlanda tüm Avrupa’nın bilgi


merkezi halinde idi. Onlar Đskoçlar gibi, Roma’dan, kıta Avrupası’ndan uzakta idiler.
Gelen Hıristiyanlar da burada çok sağlam Kelt inanışıyla karşılaşınca, kendi
inançlarını onlara zorladılar ama, mevcut öğretilerden de etkilenerek, kendi
düşüncelerini Tanrı ile paylaşmak yolunu seçtiler ve farklı bir Hıristiyan kilisesi
yarattılar, Kelt kilisesi!

Ancak 664 yılında Đngiliz Whitby kilisesi, tüm Kelt kiliselerini dağıtmış ve
Đrlanda’yı Roma’ya bağlamış, belgelere el koymuş veya yok etmişti. Böylece Yahudi-
Hıristiyan düşünenleri de yok olmuştu. Roma kilisesi tarafından Eski Ahid giderek
önemsiz ve Musa kanunlarını da gereksiz kılınmıştı. Oysa Kelt kilisesinde eski ve
yeni ahitler eşit konumda idi. Tevrat, Keltik Hıristiyanların, Đncil’in yanında en önemli
kutsalı idi.

Keltik Hıristiyanlar, güç ve yönelimlerini Roma’dan çok Mısır, Suriye ve Akdeniz


dünyasından almışlardı. Nasrani düşüncelerinden etkilenmişlerdi, keşişleri Mısır’ı
ziyaret ediyordu. Kitapları ve azizlerin yaşam hikayeleri, Đskenderiye kaynaklı idi.
Bakire Meryem Bayramını Roma’nın değil, Mısır kilisesinin belirtiği günlerde
kutlarlardı. Nasrani düşüncesinin, kutsal topraklardaki münzevi yaşam
uygulamalarını, yoksulluğunu, Đrlanda ve Đskoçya’da aynen sürdürüyorlardı.
Papa ve kilise, Keltlere kötü davranmış, haksızlık yapmış, onları zavallı ve
inançsız göstererek, Hıristiyanlığa zorlamış, önce Keltik kilisenin oluşmasına, sonra
bu kilisenin de son bulmasına neden olmuş, onların inançlarıyla alay etmiş, kötülemiş
ve küçümsemişti, Druidleri yer altına çekilmeye, Kelt halkını da inançlarını kalplerinde
saklamaya zorlamıştır. Tıpkı bugün Alevilerin bazı sırlarımızı en güvenli ve sağlam
yer olan kalplerinde saklamaları gibi.
KISIM II

ĐNANÇLI DRUĐD RAHĐPLERĐ

Druidler Keltlerin rahipleridir. Ancak Druidlik bir din değildir. Keltlerin bir dini
yoktur. Druid’ler halka dinsel törenlerin uygulamalarını yaparlar. Ama din adamı
değillerdir. Bütün devlet meseleleri onların görevidir ama devlet adamı da değillerdir.
Büyü sistemleri öylesine derindir ki, hala anlaşılmayan kavranamayan pek çok yanı
vardır, onlar doktordur, elçidir, büyücüdür, din adamıdır, ruhlarla insanlar arasında
aracıdır. Onlar sanki Türklerin Asyadaki Şamanlarıdır. Hem Druid, hem şaman,
yaşadığı topluluğu ile birliktedir. Bahçesini eker, hayvanlarına bakar, onlar gibidir,
onlardan biridir. Ancak törenlerde ve kararlarda onlardan üsttedir. Onlar bilir ki; üst
de, alt da aynıdır, üstte olan aynı zamanda altta olandır. Ağaç gibi; tepedeki dallar,
gövde ve kökler aynı ağaçtır.

Druidler, rahip olmak isteyen çırağın hazır olduğuna karar verdiklerinde onu
“üç üstadlık arayışı”na sokarlardı. “Geçmiş-Bugün-Gelecek” motifi, “Kök-Kalıp-Kader”
adı altında işlenirdi. Her bir arayış tamamlandıkça, bir sonraki çalışma seviyesine
giden yolu gösteren bir inisiyasyona tabi tutulurdu. Đnisiyeler, semboller ve küreler
arasında astrolojik ve mistik ilişkileri öğrenmek için aylar, hatta yıllar harcarlardı.

Çırak veya Kahin (Ovydd) I.nci düzeyde, başlangıç mevkiinde, yeşil (yenilik ve
büyüme rengi idi) cübbeli öğrenciler temel bilgileri almayı amaçlarlar, tıp, hukuk,
astronomi, şiir, müzik öğrenirlerdi. Tıpkı Bektaşilerde yeni katılan acemiye temel dini
bilgi için şeriat kapısında ibadetin, tarikat kapısında kutsal kitabların öğretildiği gibi.

Çırak her şeyi görmek, her şeyi incelemek, her şeye katlanmak zorunda idi.

Çırak; hayvan ve kuş yaşamına dair sırları, doğa olaylarını, bulutları, iklimi,
yıldızları ve hareketlerini, halkının tarihini, müziğini, efsanelerini öğrenmek ve doğa ile
birleşmek zorunda idi, tıpkı bir alevi dedesinin bilmesi gerekenler gibi.

Çırak, Druid olabilmek için yolunda ilerlemek istiyorsa üç şeye çok dikkat
edecekti: Her zaman bilmek ve öğrenmek için çalışacak, her şeyi göze alabilecek ve
her olay karşısında sessiz kalabilecekti. Biliyordu ki, böyle davranmazsa asla Druid
olamayacaktı ve biliyordu ki; bir cinayet işler ve savaşa katılırsa, doğru olmayan bir
şey söylerse, saklaması gereken sırları açığa çıkarır ve yayarsa, çıraklıktan
çıkarılacaktı.
Peki sırları ne idi, ne olmalıydı? Halkın bilmesi halinde zarar verici sonuçlar
yaratacak gerçekler, iyi bir insanın ve dostun utanç duyacağı şeyler ve Druid
ustaların verdiği sırlar. Bunlar için gizlilik yemini ederler ve asla yeminlerini
bozmazlardı, bilirlerdi ki; “sessizlikte büyük güç vardır”.

Nasıl oluyordu? Hem, doğru olmayan bir şey söylerse çıraklıktan çıkarılıyor,

hem de gerçeği söylerse sırları söylemiş oluyor ve yemini bozuyorlardı. Evet!

Druid, daima bilge ve gerçeği her zaman yanında hisseden bir ruh ile, diğer

insanların kabullenebilmesi için gerçeği saklama zorunda idi. Susmalı, sessiz

kalmalı, gizemli olmalıydı. Çünkü “yalan, olağan insanlara gereklidir ve gerçek;

onu bütün parlaklığıyla düşünebilecek kadar güçlü olmayanlar için öldürücüdür”

diye düşünüyorlardı. Đnsanların her zaman anlamadıkları ve bilmedikleri şeylerden

korktuğunu da biliyorlardı. Öğrenciye sadece yanıtları kendi başına keşfetmeye

yetecek kadar bilgi ve araç verilirdi.

Ozan (Beirdd) derecesinde, II nci düzeyde, mavi (uyum ve gerçeğin rengi idi)
cübbeli ilerlemiş usta öncesi sanki bir kalfa gibi, müzikal, şiirsel, sanatsal, tarihsel
çalışmalar yapar, ülkeyi dolaşarak, öğretmek, haber vermek için uğraşırlar, druidlere
bilgi toplarlardı. Tıpkı marifet kapısında kendini bilen, öğrenen dervişler gibi çalıp
söylerlerdi.

Çıraklıktan sonraki derecede bir ozan, üstadlık arayışında çok çalışmalıydı.


Nefse hakimiyeti, dünyaya hakimiyeti ve bilinmeyene hakimiyeti elde etti ise, bir
rehber ozan artık öğrencisi için çalışabilir, çırağına nefse hakimiyeti öğretebilirdi.
Ancak kutsal şeylerin yazıya dökülmesine asla izin vermezdi.

Bir ozan, ya kendisini, olduğunu düşündüğü gibi olmalı, ya başkalarının onun


olduğunu düşündüğü gibi olmalı, ya da gerçekten olduğu gibi olmalı idi. Mevlana’nın
kendini bilmek için söylediği sözleri anımsatıyor.
Hem çırak, hem de ozan için öncelikle kontrol edilecek ve hakim olunacak üç
şey var idi. “ELĐ”, “DĐLĐ” ve “HIRSI”. Ne kadar da benziyor, ileride anlatacağımız
Bektaş Veli’nin sözlerine, “Eline, diline ve beline hakim ol”a değil mi?

Onlar, olanaksız şeylerin olmasını beklemez, geri getirilemeyecek şeylere


üzülmez, elde olmayan, engellenemez şeylerden de korkmazlardı.

Druidlik düzeyinde III. derecede (Derwyddan) beyaz (arınmışlığın bilgelik ve


ruhsal bütünlüğün rengi idi) cübbeleri ile öğretenlerdi. Onlar hakimdi, karar verendi,
Bakan’dı. Tıpkı hakikat kapısında dede gibi susar, barıştırır, hallederlerdi. Onlar her
şeyi görmek, incelemek ve katlanmak zorunda idi. Onlar artık tamamen dengelenmiş
kuvvetleriyle, hareketsiz ve susmaktan yana olurlardı. Kusursuz dengeleri, kusursuz
durgunluklarıyla anlaşılırdı.

Druidler, yetenekli dostlar topluluğundan seçilirler. Onlar; kendi istekleriyle


druid olamaz, diğer druidler onları seçerlerdi. Tıpkı ileride anlatacağımız bir şamana
yapılan çağrı gibi, diğer şamanların onu seçmesi gibi, yeniden doğan şaman gibi.
Diğer druidler gibi ortak sırları paylaşması, bulutlar, iklim, doğa ve yıldızlarla
astronomiyi öğrenmesi, ulu efsaneleri bilmesi, yeni farklı kişiliği hatta yeni bir ismi ile
ormanın derinliklerine çekilmesi, insanların onlara buralarda arayıp danışması gibi.

Druid’lere göre, hem görünür, hem de görünmez dünyayı belirli yasalar


yönetirdi. Fiziksel dünyada zıt güçler, ruhsal dünyada benzer güçler birbirini çekerdi.
Beyaz, görülebilen her şeyi temsil ederken; siyah, öte dünyanın derin sırlarını ve
gerçekle birleşmeyi remzederdi.

Gerçeği aramak; onu gerçekten bulma umuduyla değil, arama gayretinde


olma, bunu bir oyun haline getirme, yaşam şekli yapma için idi. Gerçeğin evrensel
olamayacağını bilerek, bunun insan vicdanı geliştikçe, kültürden kültüre, bireyden
bireye değişeceğine inanmışlardı. Yaşamı doğa ile dolu dolu yaşamak, en etkin
arayış sayılmıştı. Gerçek, sadece her zaman yeni ve fantastik şeylere açlık duyan
arayıcılar tarafından bulunabilirdi. Gerçek, herkes için aynı olsaydı, hem harika, hem
de anlamsız olurdu. Ruhsal ahlakı da ne beyaz, ne de siyah diye ayırırlardı.
Mutlaklığın olmadığını bilerek, gri’ye de çok değer verirlerdi.
Bir Druid Rahibi, halkına öyle değerler aktarırdı ki; insanlar öğrendikleriyle
davranışlarını düzenler, akıl ve duygularını kontrol ederlerdi. Keltler ileride
Anadolu’ya geldiklerinde bizlere kadar aktaracakları düşünce ve inançlarını,
Druidlerden edinirlerdi, Keltler;

• Gözleriyle değil, ruhlarıyla görmeyi öğrenmişlerdi.


• Pek çok kişi için zamanla bazı düşüncelerin anlam bulabileceğini biliyorlardı.
• Doğaya benzemeyi, gerektiğinde hırçın dalgalar, gerektiğinde dingin deniz
olmayı biliyorlardı.
• Kendilerini, yontulmamış dolmen gibi görerek, yontmaya ve menhir gibi ayağa
kaldırmaya çabalıyorlardı.
• Gerçeğe duyulan saygının, ruhumuzun niteliğini ölçmeye yaradığını
düşünüyorlardı.
• Yaradılışta, içlerinde kötü olan hiçbir şeyin olmadığını, her şeyin doğanın
dengesi içinde bir yeri olduğunu biliyorlardı, onlara göre karanlık en az aydınlık
kadar iyi idi ve gündüzsüz gece hayal edilemezdi, baharsız kış, aysız güneş
olamazdı, gerçek denge zıtlıkların varlığıyla sağlanırdı.
• Karanlıktan ve bilmediklerinden korkmazlardı. Önce korkunun kontrol edilmesi
gerektiği bilirlerdi. Beltane gününde (1 mayıs) ışık çocuğu olurlardı.
• Toprak anaları; hem mezar gibi ölümü kucaklar, hem de rahim gibi yeniden
doğumu sağlardı, toprak çok kutsaldı.
• Zihinlerinde, hayret ve korku olmaksızın; inanma ile inanmama, isteklilik ile
isteksizlik arasında gidip gelebilirlerdi.
• Kimseye bağımlı olmadan, yalnızca kendi vicdanlarının sesine hesap
verirlerdi.
• Bir nehri itemeyeceklerini bildiklerinde, tek ihtiyaçlarının sabır olduğunu
bilirlerdi. Sabrı geliştirilmeye değer bir erdem olarak düşünürlerdi.
• Druid’ler asa ile aktif zekayı sembolize eder, asa üzerindeki birbirine sarılmış
iki yılan motifi ile iyilik ve kötülüğü birlikte remzederlerdi. Kase veya kadeh tüm
insanlığın duygularını barındırırdı. Orak tüm insanlığın yaratıcı ilham ve
iradesini belirlerdi, kum taşından halka ise güçlerin bir sembolü idi ve
başlangıç ile sonu ifade ederdi.
• Gerçeği keşif yolculuğunun, yeni yerler aramakla değil, yeni ve farklı gözle
bakmakla mümkün olduğunu düşünürlerdi.
• Dünya onlara büyük oyun parkı idi.
• Onlar aydınlık güneşin ışıklarından dolayı doğu’ya saygı gösterirken, eski “tek
bir talihsiz gündüz ve gece içinde” yok olan batık medeniyetlerini hatırlayarak,
karanlık kuzeyin sularına hüzünle bakarlardı, ayakta iken, daima Doğu’ya
yönelik durmaya çalışırlardı.
• Onlar bir ayinin başlangıcında ve sonunda “böyle olsun” derlerdi.
• Onlar gördüklerine “kendi tarzında güzel” diyorlardı, gördüklerine ne iyi, ne de
kötü diyorlardı, yalnızca onları birbirinden değişik buluyorlardı.
• Önlerine çıkan engelleri de, yeni ve fevkalade bir olaya geçiş için bir sebep
olarak görüyorlardı.
• Ancak, sevgileri derinde olanlar ile inançları güçlü olanların gerçeği
görebileceğine inanırlardı.
• Đnsanın herhangi bir yaşam sürecinde yaptığının ona iyi veya kötü olsun,
mutlaka geri döneceğine inanırlar ve daima iyilik yapmak isterlerdi. Kendi
vicdanını dinlerler, zira vicdanın “Tanrı’nın içlerindeki gözü” olduğuna
inanırlardı. “Vicdan, Tanrı’nın insan zihnindeki görüntüsüdür” derlerdi.
• Onlara göre fiziksel oluşumların hiçbir önemi yoktu, önemli olan onlara
insanların verdiği tepki veya değer idi.
• Yaşamın her gününü alışılmadık bir örnek haline getirmeye çalışırlardı.
• Yaşayan insanı hakimiyet altında tutan intikam ve kıskançlığın yenilmesi için,
çabalamanın en büyük uğraş olduğunu bilirlerdi.
• Onlar ayinlerinde yüce güçlere ihtiyaç duyduklarında iki ellerini başının üstüne
kaldırır, soluk alır, ellerini yavaşça yanlardan aşağıya indirirken, yücelerin
yücesine üç kez seslenirlerdi.
• Ölümün; yaşayanlara sunulan bir ders olduğunu bilir, mezarın başındaki
yumuşak toprağa yeşil bir ökse otu dalı sokarlardı.
• Kutsal bilgiyi insanların tehlikeli kelimelerine emanet etmeden, yaratıcının
bozulmamış bir yankısı olan müzik ile onu saklamayı ve layık olanlara
aktarmayı doğru bulurlardı. Bunuda insan tasarımı enstrümanlarla değil,
değişmemiş şekilde insan ruhundan gelen “insan sesi” ile yapmayı tercih
ederlerdi.
• Gerçeği talep edebilmek için; insanın doğru olmasını istediği şeye göre değil,
doğru bildiği şeye göre davranması gerektiğine inanırlardı.
• Özgürlük kavramının sadece sınırlamadan doğduğunu, ön seziler ve iç bilgiler
sınırlanmadığı takdirde, insanın özgür kalacağını bilirlerdi.

Đleride bu davranış ve düşüncelerin benzerlerini Türklerin Şamanlarında da


göreceğiz ve Anadolu’da birlikteliklerinin nedenini kolayca anlayacağız. Pek çok
Druid değerinin pek çok dini süzgeçten geçmesine rağmen günümüzde Anadolu’da
yaşamasından sevinç duyacağız.

KISIM III

ONLAR GERÇEĞĐ ARARLARDI

Keltler, karmaşık insan gruplarından meydana gelmiş, geniş bir halk topluluğu,
bir ortak kültür grubudur. Kültüre büyük ilgi duyarlar, erkekleri savaşçı, tutkulu,
cömert, cesur, sadık ve güçlüdür. Bilgelik karşısında susarlar, dinsel konularda ve
büyü konularında boyun eğer ve itaat ederlerdi.

Keltler farklı dinlerin içinden “insan yapımı tuzaklar” çıkarıldığında birinin


dininin, diğerlerinden pek farkı olmadığını çok iyi bilirlerdi. Đnsanların veya kültürlerin
kendi aralarındaki farklarının ortadan kalkmadığı, benzerliklerinin bulunup,
birleştirilmediği sürece, bu farklı dinlerin varlığı ve sürtüşmesinin sürüp gideceğini
bilirlerdi. Đnsan zihninin, sonsuz çeşitlilik içinde, yarattığı hayal dünyasında,
bilmedikleri çeşitli Tanrıları da yarattıklarına inanırlar, insanın içinde bulunduğu ruhsal
evrim aşamasına göre de, kendine en uygun dini ve vicdanları seçtiğini bilirlerdi.
Kimin doğrusuna, kimin yanlış dediğini tebessümle karşılarlardı, ve insanın Tek’in
yani Tanrı’nın varlığını hissetmesini kendilerine amaç edinirlerdi. Onlar çok iyi
bilirlerdi ki, kimsenin gerçeği, herkesi kapsayacak şekilde genişletilemezdi. Onlar
Tanrı adına insanların bunlarla uğraşmasına ve gerçeğe sadece kendilerinin sahip
olduğunda ısrar eden dinler veya ruhbanlar için de çok üzülürlerdi.

Đnsanın Tanrı’yı görme yetisine sahip olmadığını düşünür, anlaşılamayanı,


algılanamayanı, ölçülemeyeni, Tanrı’yı inanç gerekliğinin ortaya çıkaracağına
inanırlardı.

Ve onlar, “tüm evreni anlamak istersen, hiçbir şey anlayamazsın; ama kendini
anlamak istersen, tüm evreni anlarsın” derlerdi.

Herkesin, içinde yaşattığı Tanrı’sının önünde eğilmesi gerektiğini, ne isimle


onu çağırırsa çağırsın, seslenildiğinde, Tanrı’nın bu çağrı ile orada olacağını
bilirlerdi.

Druidler, her zaman yeni ve fantastik şeylere açlık duyduğu için; herhangi bir
doğma, bir dini sistem onlara göre değildir. Aranılan gerçeğin, tamamen ciddi
arayıcıya bağlı olduğunu bildiklerinden, gerçeğin gözler ile değil, ruh ile aranması
gerektiğini düşünürlerdi.

Druidler “eski din” adı altında, bir tek Tanrı’ya inanırlar, Tanrı’nın, inananlar için
görülebilecek bir çok yüzü olduğunu ileri sürerlerdi.

Druidler, ayin sırasında, ortama, zamana ve dış etkenlere çok dikkat ederlerdi.
Gece-gündüz, şafak-günbatımı ve dolunay-yeniay onlar için çok önemli olduğu kadar,
dış etkenlerle, duman, sis ile de ortamın süslenmesi, yanan bir ateşte meşenin
verdiği hoş kokular, tütsüler de, ortamın tamamlayıcısı olurdu. Hepsinden önce öfke,
sevinç, huzur ortamlarını, bio-ritmlerini düzenlerlerdi. Şaman gibi törenin düzenleyicisi
onlardı. Tıpkı Hacı Bektaş’ın “hırka tepesi”nde yaptığı ayinleri gibi, tıpkı ateşin
etrafında ardıç kokuları ile gece yarısı tören yaptığı gibi.
Druidler, zamanın insanın yarattığı bir şey olduğunu, en büyük erdemin de
zamanın dışına çıkmak olduğunu bilirlerdi. Şaman da böyle idi, Hacı Bektaş’ta don
değiştirip, güvercin olduğunda. Horasan’a gidip geldiğinde veya bayram sofrasından
Arafat’a gidip geldiğinde zamanı böyle yok ederdi, ortadan kaldırıverirdi.

Toprak Ana denirdi, çünkü doğum için gerekli bir rahim idi toprak, toprak ölüme
de çok yakındı, o kabirdi, mezardı. Toprak ölümde yeniden doğumu da simgelerdi.

Akıl, inanma ile inanmama, duygular da, isteme ile istememe arasında gidip
gelebilmeliydi; ancak böyle zamanlarda şüphe, sorma, sorgulama doğabilirdi. Bu
yöntemin de onları daha ileriye taşıyacağına inanırlardı. Şaşkınlık, onların mistik
ilgilerinin ve eğilimlerinin artmasına yardım eder, düşüncelerini tamamen özgür
kılardı. Hiçbir düşünce ve kişiye bağımlı olmaz, yalnızca vicdanlarıyla aklıyla
hesaplaşırlardı.

Druid, dört fiziksel alemden esinlenir; rüzgar, hava insanın aktif zekasını temsil
eder ve bir asa ile onu kontrol ederlerdi. Deniz, su insanın duygularını, pasif güçlerini
temsil eder, bir kupa veya kadehle ifade edilirdi. Ateş; insanın yaratıcı ilhamını ve
iradesini yani aktif güçlerini remzeder ve orak ile temsil edilirdi. Taş ve toprak insanın
kendisini temsil eder ve pasif gücü ifade eder ve kumtaşı halka ile sembolize edilirdi.
Tüm bu aktif ve pasif güçler hep birlikte, yine insanda toplanır, bir basit halka ile
insanın ebedi başlangıcı ve sonu olduğu remzedilirdi. Bunun aynısını şamanda
göreceğiz. Bugün, bir yüzükle, parmağımızdaki halka olarak insanın başlangıç ve
sonu bir sembol olarak yaşatılacaktır.

Đleride, bu söylenenleri Bektaş’ın ağzından duyacak, onun vasıtasıyla da


bugünlere kadar bu düşüncelerin, bizlere ulaştığını göreceğiz.

Druid geleneği içinde yer alan öte alem, öte alemle irtibat, büyüsel tekniklerin
kullanılması, bedenden ayrılma Orta Asya’daki şaman geleneği ile de büyük
benzerlik gösterecektir.

Keltlerin su tanrıçası ANA veya ANU Hıristiyanlıkta Azize ANNE, Ateş


tanrıçası Bride Azize Bridget, Kutsanmış Tanrı Bran Aziz Brendan, Orman tanrısı
Kernunos ise Aziz Carneille oluvermiştir. Hatta, yeşil ormanların bu boynuzlu, vahşi
tanrısı, çatal ayaklı tanrısı hıristiyanlıkta şeytanla aynı kişi oluverecektir. Belki
Sümerlerin baş tanrısı, göklerin tanrısı ANU’nun keltlerde su tanrısı ANA veya ANU
oluvermesi gibi.

Druidler insan eliyle yapılmış hiçbir yapının içerisinde tapınılamayacağına


inanarak, ormanın ıssız ve vahşi derinliklerinde, doğa ananın kucağında, nemeton
denilen, gözden uzak yerlerde ibadet ederlerdi. Şamanların derin ormanlarda
yaşamlarını sürdürmeleri ibadet için doğayı mekan etmeleri bunun için bugün
Alevilerde cami olmaması gibi.

Druidler, “insanlar yalnızca anlamadıkları veya bilmedikleri şeylerden korkar”


diyorlardı. Doğanın dengesi içinde her şeyin, bir yeri ve gerekliliği olduğunu bilir ve
olanlara kötü veya hatalı gibi bir düşünce ile bakmazlardı. Sıradan insan bilmediği
veya anlayamadığı şeylerden korkarak hayatını geçirirken, onlar her olayın ve
nesnenin varlığının gerekliliğini düşünerek, korkmaz ve üzülmezlerdi. Karanlık da en
az aydınlık kadar gerekliydi, belki daha iyiydi. Tezatların varlığı yaşamda gerçek
dengeyi sağlardı. Karanlık ile aydınlığın veya bilinen ile bilinmeyenin aynı değerde
olduğunu ileri sürerek, korkularını kontrol etmeye çalışırlardı.

Derin düşünme, kavramları anlamaya çalışma, onların temel göreviydi.


Onlardan, düzen, ilişki, bütünlük ve birleşmenin derin anlamlarını kavraması istenirdi.
Törenle yeni bir bilinç düzeyine girmesi beklenirdi. Karışık ve saçma bir düzensizlik
gibi görünen törenleri, geleneklerin içine saklanmış, ancak bireysel deneyim ve
anlayışla hayata geçirilebilecek bir gerçeklik kavramının bulunması için düzenlerlerdi.

Doğulu ezoterik düşünürlerin aradığı “mükemmel denge” yerine; Druidler


çıraklarına aydınlanmalarını kolaylaştırmak için insan ruhunun zıtlığa, gelişmesi için
de yaşamdaki dengesizliğe gereksinim olduğunu anlatırlardı. Kusursuz dengenin,
kusursuz durgunluğu yaratacağını bildiklerinden, çırağın yaşamında dengesizlikler
yaratılarak, bununla baş etmesi için cesaretlenmesine yardımcı olunurdu.

Druidler kendilerine “sıkıntı aracılığıyla disiplin, zafer aracılığıyla da deneme”


gücü kazandırıldığına inanırlardı. Sezme, insan dışı temas, sabırlı olma gibi erdemleri
kazanmaya çalışırlardı. Ama onlar kendilerini bekleyen plandan, Tanrısal buyruktan,
kaderden de haberdar olup onu yaşamaya da hazır idiler. Hareketin düşünceyi takip
ettiğine inandıklarından, istek yoluyla zihnin durumlarının değiştirilebileceğini, bu
değişebilirliğinde büyü yoluyla yapılabileceğini, dolayısıyla hareketlerin büyü ile
kontrol edilebileceğine inanırlardı.
Zihinde en gizli düşüncelerin de, ışık kalkanında farklı tonlarda yer aldığını
sanarak, öfkenin kırmızı, düşüncenin sarı, ruhun mavi, büyümenin yeşil, dengenin
beyaz, cadının siyah renklerle ifade edildiğine inanırlardı. Onun için törenlerde Druid
kendi renk kalkanını karşıdakine uyacak şekilde değiştirirdi, tıpkı şamanın don
değiştirmesi gibi. Çünkü bilirdi ki, karşıdakiler yalnızca onun tepkisini görürlerdi.

Kendisiyle rekabet etmenin bittiği yerde, eğitilmiş iç güdüleri ile artık


diğerlerine yardımcı olabilecek güce ulaşıldığını düşünürlerdi.

Onlar, kötülüklerden korunmak, güç kazanmak için yüce güçlerin kullanılması


gerektiğinde, ayinler yapar, halen bazı öğretilerde yapılmakta olduğu gibi, Güneş
ışığı gelen bir yere karşı durulur, muhtemelen doğuya döner, gözler kapatılır, derin
derin soluk alınır, iki el başın üzerine kaldırılır, aşağıya indirilirken, en yukarıda (ii)
omuz hizasında uzun bir (aaa), eller baldırlara indiğinde daha uzun bir (oooo) sesi
çıkarılır, bu üç kez tekrarlanarak (i) sesi ile suyun, (a) ile havanın (o) ile de ateşin
gücü çağrılır. Kolların bu hareketi aksi yönde, aşağıdan yukarı yapıldığında güçler
uzaklaştırılırdı. Bu hareketin aynısını şamanın dans ederken, dairesel dönüşünde de
göreceğiz, pek çok öğretinin ritüellerinde de benzer hareketler günümüze
taşınacaktır.

KISIM IV

BAYRAMLAR, KUTLAMALAR

Toprak ayinine, Güneş günü (Yedinci gün, Pazar günü, Sunday) halkın önünde
“güneşin yüzünde, gerçeğin gözünde” diyerek başlanırdı. Tütsü veya ateş yakılırdı,
Druidler ateşe meşe dalları ve yaprakları atarken, Hacı Bektaş ardıç dalları atardı.
Uygun bir dua okunurdu, müzik ve kutsal şarkılar söylenirdi, müzik önceleri
merkezden eşit uzaklık sağlayacak bir çember üzerinde söylenir ve yine çember
üzerinde dans edilirdi, bunu ileride Anadolulu Frigler ve Galatlarda yapacaktır.
Aleviler Cem törenlerinde semah yaparken aynı şekilde döneceklerdir. Frigler ve
Galatlar dans ederken şaraplarını da içecekler, Hıristiyanlar ayinden sonra ve Aleviler
cemden sonra, içkilerini içeceklerdir. Aleviler içkiye bir de “sofra” kurarak ziyafet
vereceklerdir. Druidler müzikten sonra şiirlerle süslü bir efsaneden alıntılar yaparak,
onu anlatırken; Hıristiyanlar havarilerden menkibeler anlatacak, Aleviler savaşçı
“Gaziyan-ı Rum”un kahramanlık ve yiğitliklerini, “Ahiyan-ı Rum” zanaatkarların
ustalıklarını, halk velileri “Abdalan-ı Rum”un menkibelerini anlatacaklardır. Ve toprak
ayini, keltlerde toprak, su, ateş ve havaya adakla sona erecek, Frigler de ise; Ana
tanrıça’ya içlerinden bir erkeğin cinsel organı dibinden keserek vücudundan bir et
parçası vermesiyle bu adağı gerçekleştireceklerdi, bu benzer ayin sonrasında Yahudi
ve Müslümanlar da, erkek çocuğuklarını sünnet ederek ancak küçük bir deri parçası
vermekle yetineceklerdir. Aleviler’de de Cebrail’i simgeleyen horozun kesilmesiyle
ayin sona erdirilecektir.

“Alban Eiler” denilen “kuş bayramı”nda her yıl baharın gün dönümünde, 21
Mart’ta şafak vaktinden kuşluk vaktine kadar kuşların izlenmesi, bunların
yumurtalarının bulunması, verimliliği ve bereketi temsilen yaban tavşanın izlenmesi;
bugün, Hıristiyanlıkta tavşan şeklinde ekmek ve şekerlemeler yapılmasına, boyanmış
renkli yumurtalar yenmesine, paskalya gününe dönüşmüştür. O gün tatlılar ve
şekerlemeler yapılır, şerbetler sunulur, kekler, kurabiyeler, meyveler yenilirken hiç et
yenilmezmiş. Bayram, şafak vakti başlar, şafak vakti sona erermiş. Yakılan tütsülerin
içine leylak, süpürge otu, elma tomurcuğu konulurmuş.

Keltler tarafından “Alban Heffyn” denilen “yaz gün dönemi” 21 Haziran günü
“yaz ortası günü” güneşin güç ve etkisinin en yüksek olduğu gün meşe ağacının
enerjisinin de en yüksek olduğu gün olarak kabul edildiğinden, iki küme meşe
odununun yakılarak, iki ateş arasından atlamak, bugün Hıristiyanlıkta “Aziz John
Günü” olarak günümüze yansıtılmıştır.

“Alban Arthan” “Meşe Bayramı” güneşin iki temel dönüm noktasından biri olan
“kış gün dönümü” idi, diğeri “kış ortası bayramı” 21 Aralık idi. Bu nedenle iki ateş
kümesi halinde iki ayrı ateş yakılır, ikisinin arasından atlanır, gücün doruğunda
olunurdu. 21 Haziran tarihinde güneşte güç ve etkisinin doruğunda olduğundan,
herkesin enerjisinin zirvesinde olduğu düşünülür, savaşlara da bu tarihte başlanırdı.

Bugün, Hıristiyan aleminde Aziz John gününde de yine ateşler yakılır, iki meşe
odunu ateşi arasında zıplanır, kutsal güneş çiçekleri (sarı kantaron çiçeği, yabani gül,
meşe tomurcukları) toplanır, bunlardan içecekler yapılır, bu toplanan güneş
çiçeklerinden tütsü de hazırlanır ve yakılır halka halinde oturulur, hikaye okunur
anlatılır.

O gün taze bahar sebzeleri yenir, taze peynir ve hafif ekmekler ikram edilir. Gün
batımında festival başlar, gün batımında sona erer.
Meşe yaprakları, palamutları ve odunu toplanır, biriktirilir. Bu festivalde toplanan
bu meşe palamut ve ökse otunun karışımı tütsü olarak yakılmaz, gücünden
yararlanmak için 21 Aralık’a saklanır.

“Alban Heffyn” denilen “güz gün dönümü” “üzüm bayramı” 21 Eylül üzüm
hasatın toplanması, taze şarap yapımı, son mısır hasadının toplanması günü,
meyveli ekmeklerle av hayvanlarının yenildiği, kırmızı şarabın içildiği “şükran günü”ne
dönüşmüştür.

“Alban Arthan” (kış ortası-yılın en kısa günü-21 Aralık) “gece ibadeti”


bayramında ökseotu altında öpüşmek, çan çalmak, çam dallarının süslenmesi, ren
geyiği (Keltlerin kış tanrısıdır) ve boynuzları; bugün Hıristiyan avrupada çam ağaçları
altında yılbaşı günü öpüşmek, noel ağacının süslenmesi, noel babanın ren geyikleri
için çekilen kızağı ile gelmesi ve geyiklerin boynunda, evin kapılarında asılı çanların
çalınması şekline dönüşmüştür.

Keltler 1 Mayıs gününü “eski din”in ve onun adetlerinin izlenebileceği çok


önemli bir festival olarak kutlarlardı. Ateş tanrısı, “Beltane” için yaparlardı. Druid
gelenekleri içinde yer alan; gelmekte olan yaz mevsimi için Beltane bayramında (1
mayıs) kehanet bulunmak amacıyla bir beyaz boğanın kalbini çıkarmak, bugün
sevgililer gününde sevgiliye kalp vermeye dönüşmüştür.

Ayrıca Keltlerde “Beltane” 1 Mayıs “çiçek bayramı” imiş. Bugün Hıristiyan


dünyasında “Leydi Günü”, “Leylak Pazarı” olarak yer alır. Köylüler arasında
dilediğince ve özgürce cinsel ilişkiye izin verilirmiş. Mayıs direği dikilir, direğe
bağlanmış iplerin ucundan tutarak geniş bir çember üzerinde dans edilirmiş. Halen
Avrupa’nın pek çok şehrinde, köylerde hem Mayıs direği bulunmakta hem hala bu
tören düzenlenmektedir. Anadolu’da da dün şamanın ağacın etrafındaki dönüşleri
semah olur, 1 Mayıs’ta çiçekler toplanır, yeşil veya parlak renkler giyilir, ateş
yakılarak üzerinden atlanır, şölen ve eğlenceler düzenlenir. Orta Asya’dan gelen
sonra Đslamiyetle Anadolu’da karışıp giden Hıdırellez olur Nevruz olur.

“Samhain” “tüm ruhlar günü” veya “ölüler bayramı”nda, tüm kutsal olanların
arifesinde, “Kasımın Arifesi” yani 31 Ekim’de, dünya ile öte dünya arasındaki
perdenin en ince olduğuna inanıldığından ve kolaylıkla geçiş olacağından; kötü
ruhlardan korunmak için gece yarısı ateş yakarak, kapıları kilitleyerek, oyulan
balkabağının içinde yanan bir mumun bulundurulması, korkutucu kostümler giyilmesi
bugün Hıristiyan aleminde “Cadılar Bayramı” olarak devam ettirilmiştir.

Öte dünya ve orada yaşayanlar ile olanları gözlemeye çalışırlar, onlar üzerinde
nasıl hakimiyet kurulacağını öğrenirlerdi. Varlıkların yaşadığı maddesel dünyanın
dışında onların yaşadıklarının, yalnızca kendi dünyalarını işgal ettiğinden burada
herkes tarafından görülemediğini, doğanın ruhları olduğunu, onların hiçbir insanın
emrine girmeyeceğini, söz ve eylemlerle onların bağlılığının sağlanabileceğini,
insanların yaptıkları üzerinde onların hüküm ve tasarrufunun bulunduğunu, onları fark
edilmeseler dahi, onlarla daima birlikte olunduğunu, insanın kendini her şeye hakim
görmesi üzerine, onları görebilmeyi de mümkün kıldığını, onların bu dünyanın
dengelerini koruduğunu, onlara yakın olmanın gerekliliğini ifade ederlerdi. Tıpkı bir
şaman gibi.

Keltler ruhun da ölümsüz olduğuna inanır ve ölülerini gerekli eşyaları ile birlikte
gömerlerdi.

Druidler; deneyim ve bilgelik diyebileceğimiz nefse ve nefis aracılığıyla da


çevreye hakimiyet sağlarlardı.

Ayrıca Tanrının, insana gençliğini, zekasını, çabukluğunu ve karar verme


gücünü arttırmak için mısır, fasülye ve buğdayı armağan ettiğine inanırlardı.

Keltler “Ateş”e çok değer verirler, kendilerine “ateşin çocukları” derlerdi. Tek
tanrının simgesi olarak gördükleri güneşten esinlenerek kendilerine “ışık çocukları”,
“ateş çocukları” derlerdi. Güneşin kuvvet, saldırganlık, genişleme ihsan ettiğini, ateşte
de küçük ölçüde olsa bunların bulunduğunu, ateşi zenginleştiren bitkilerin
oluşturduğu Alevinin de bu nedenle kutsal olduğunu söylerlerdi. “Alev”e kutsal gözle
bakarlardı. Đleride şamanlarının önderliğinde Anadolu’ya gelen Türklerin kendilerine
“ışık çocuğu” dedikleri gibi, adlarını da “Alevi”, kimilerince Alivi, Ali’ye inananlar dense
bile (onlara Alivi denilemeyeceğini ileri sayfalarda anlatacağız) “aleve inananlar”
olarak söyleyecekleri gibi.

Keltler, kasvetli karanlık, nemli ormanda meşeler ve diğer bitkilerinin, büyüyen


nesnelerin doğumu, büyümesi, ihtiyarlığı, bilgeliği, ölümü ve yeniden doğumunun
sırlarını taşıdığını söylerlerdi. Şaman Türkler de göğe uzanan ardıçlarda, doğumu,
büyümeyi; üzerine uzanıp aç susuz yattıkları kara çamın gövdesinde de ölümü ve
yeniden doğumu anlamaya çalışırlardı. Keltler ve Türkler, bitkiler ve ağaçlarda, sona
ermeyen yaşamın doğum, ölüm ve yeniden doğumun döngüsünü bulurlardı.

Keltler bir ruhun ebedi saadete kavuşması veya lanetlenme için yargılanacağı
bir döneme, cennet ve cehenneme tebessümle bakarlardı. Kendi vicdanlarına göre
hareket ederlerdi, zira vicdanlarını Tanrının gözü olarak bilirlerdi.

Ruhlarının bu dünyada büyük bir hızla geliştiğini, yapılan her iyiliğin ya da


kötülüğün, kendilerine mutlaka geri döneceğini düşünürlerdi.

Bir Druid de, bir şaman gibi şifai bitkileri tanır ve bilirdi, Druidlerin Pheryllt
kitabında 16 şifalı bitki vardı. Bunların dışında en kutsal ökseotu idi, yeni yılın ilk
saatlerinde altında öpüştükleri ökseotu.

Otların her birini hacminin iki katı saf alkol ile bu bitkileri iki hafta bekletirler,
süzerler, hastanın ağırlığının her beş kilosu için bir damla olmak üzere ökseotu
çözeltisi ilave ederlerdi. Hastaya üç saatte bir vererek tedavisine devam ederlerdi.

Onların 16 bitkisinin nelere şifa olduğuna bakalım;

KEDĐOTU : Yatıştırıcı, kramplar, ağrı, öksürük.

TAKKE ÇĐÇEĞĐ : Tüm sinir durumları, ateş, serinlik verici.

VENÜS ÇAĞRISI : Sinir yatıştırıcı, hazımsızlık, baş ağrısı.

PELĐN : Sindirim, karaciğer/safra kesesi, solucan, harici olarak böcek sokmaları,


burkulmalar, romatizma, çürükler için.

KEDĐNANESĐ : Sindirim/mide ağrısı veya krampları, sakinleştirici (çocuklar için


mükemmel), ateş, baş ağrısı, bronşit ve ishal.
KARASÖĞÜT : Ağrı, ateş, artrit, böbrek/mesane sorunları, antiseptik, gargara,
bademcik iltihabı, serinletici.

DENĐZ DĐKENĐ : Antibiyotik (bağışıklık sistemini uyarır), dillerdeki veya vücuttaki


abseler, lenf şişmeleri, sindirime yardımcı.

PAPATYA : Karın ağrıları/sindirim/gaz, çocuklarda hafıza kaybına karşı sakinleştirici,


göz yıkaması ve açık yaralar, böbrekler.

KADĐFEÇĐÇEĞĐ : Harici olarak yaralar, yanıklar, kanayan hemoroidler ve yaralar,


kulak yaraları, vajinal enfeksiyonlar.

CĐVANPERÇEMĐ : Đç kanamalar (özellikle akciğer), gaz, ishal, yüksek ateş.


Kabakulak, soğukalgınlığı ve griplerde, antiseptik.

MĐNE : Soğukalgınlığı, grip, öksürük, üst solunum yolu enfeksiyonları, ağız, hafıza
kaybı, zatürre, astım.

ALTIN MÜHÜR : Antibiyotik, tüm dahili/harici sağlık sorunları, göz yıkama, kadın
enfeksiyonları, yaralar, cilt sorunları, soğukalgınlığı, virüsler, enfeksiyonlar.

AZĐZ YOHANNA OTU : Tümörler, yatak ıslatma, ülser, karaciğer, hafıza kaybı
ilacıdır. 2 hafta zeytinyağına batırılmış sargı bezleri ile tüm cilt sorunları, yaralar,
yanıklar, çürükler ve kas ağrılarında haricen.

CEHRĐ : Kabızlık, sindirim canlandırıcı, gaz çıkarıcı, karaciğer, safra kesesi/taşların


düşürülmesinde.

BEYAZ MEŞE KABUĞU : Đç kanama, varibal enfeksiyonlar, yaralar/cilt sorunları için


mükemmel antiseptik, böcek sokmaları, hemoroid, şişmiş salgı bezleri, zehirli meşe
sarmaşık, lenfatik şişmeler, varisler, ağız yıkama dişeti sorunları, güçlendirici.
ÖKSEOTU : Baş dönmesi, sersemlik, başağrıları, kalp sorunları çarpıntı, yüksek
tansiyon, damar sertliği, yatıştırıcı.

KISIM V

KUTSAL BĐLGĐLER

Hem druid, hem şaman kutsal bilgilerini, her insanın ağızdan ve elinden
çıkacak tehlikeli kelimelere emanet etmezlerdi, onlar ancak bu bilgeliği koruyabilecek
ve güvenilir kişilere aktarırlardı, bir ozanın Druid olması veya şaman adayının şaman
olması, ancak yaşca ve bilgisi ile ondan büyük ve tecrübeli bir druid veya şaman ile
mümkündü. Bilgilerin, şarkıların kutsallığının korunması ve kullanılması da onların
izni ile olurdu, çünkü sırların ağız vasıtasıyla kapatıldığına, değişmemiş haliyle insan
ruhundan gelen sesin çıkmaması gerektiğine inanırlardı. Günümüzde bir Bektaşi
babası ve alevi dedesinin ağzını kapatan bıyıkları da bunu sembolize edecektir.
Diline hakimiyet istenirken, sesin insan ruhundan geldiğine inanıldığından, susmakta
ruha hakimiyetin sağlandığı düşünülürdü.

Đnsan sesi, ruhun hal ve enerjisini ifade ettiğinden, hem druid, hem şaman
sesin insan yapımı enstrümanlarla çalgılarla karıştırılmasını istemezlerdi, ancak deri
davulları ve kabak çıngırakları hariç. Çok ilginçtir, Davul ve çıngırak hem Druid’in,
hem de Şaman’ın törenlerde üzerinde olmazsa olmaz aksesuarı idi. Nasıl olmuştu,
7.000-8.000 km uzaklıktaki inanç ustaları aynı şeyi yapıyordu? Nasıl oluyordu da,
çalgılarını sözlerine müzik eklemek için değil, düzenli bir ritmik yapı oluşturmak için
kullanıyorlardı?

Hem druid, hem şaman; zaman içinde çağrılan adayların içinden çok azının
seçilmişler olduğunu, onların da fiziksel dünyanın yansımalarının üstesinden
gelebilecek ruhsal olgunluğa erişmiş ve aynı anda hem bu dünyada, hem de öte
dünyada bulunabilmeyi öğrenenlerin Druid veya Şaman olabileceğini bilirlerdi. Bunlar
kendilerine “ölüp dirilmiş” “yeniden doğmuş” “iki kere doğmuş” derlerdi.

Onlar, gerçeği arayanların, doğru olmasını istediğini değil, bildiği şeye göre
davranması gerektiğini, arayanların en önemli rehberinin de vicdan olduğunu,
vicdanın da insan zihnindeki Tanrının görüntüsü olduğunu söylerlerdi. Ruhun özgür
olması gerektiğini, yalnızca vicdana bağlı olan ruhun, insanı gerçeğe
ulaştırabileceğini, gerçeğin de doğru bilinenin sürekli değişmesi ve gelişmesiyle,
şekillendiğini, bu nedenle; gerçeğin bulunması için değil, aranması için yaşanılması
gerektiğini bilirlerdi. Gerçeğin herkes için aynı olması halinde yaşamın ne kadar basit
ve anlamsız olacağını bildiklerinden, insanları kültürleri ve bilgileriyle değerlendirir,
onların yaptıklarına onların gözüyle bakarlardı. Mutlak doğru diye bir şeyi ne
kendileri, ne de diğerleri için savunurlardı.

Keltler, insanları karanlıktan çıkarmaya çalışır, insanları bilmenin eşiğine taşır,


onları uyandırmak için rehberlik ederlerdi. Uyandırmaya en yakın olarakta, en
huzursuz ve en tedirgin insanları seçerler, onların şüphelerini arttırırlar ve onları buna
zorlarlardı.

Onlar da, Gök Tanrı’dan önce, yer tanrısı olan, hepimizin anası Ana Tanrıça
ile tanışmışlardı, onun ruhunun bir parçasının mutlaka bu dünyadaki herhangi bir
şeyde bulunduğunu bilir, Tanrı’ya olan sevgileri ile doğayı ve insanları severlerdi.
Şaman’ın dağlarda ve ormanlardaki arayışı ile Druid’in doğada yalnızlığı hep bu
sevgiden kaynaklanmaktadır. Anadolu’ya geldiklerinde, Anadolu’nun Kibelesinde de
Keltler ve Türkler bu kutsal ve muhterem analarını bulacaklardır.

Druid ve şaman doğada bir şeyin daha iyi veya daha kötü olduğunu söylemez,
her nesneyi olduğu gibi kabul eder, onun algılanmasını ve değerlendirilmesini insana
bırakır, birisi için iyi olanın diğeri için kötü olması , dün iyi olanın, bugün kötü
sanılması gibi çelişkilerden insanı kurtarmak isterlerdi. Bunların göreli bir yanılma
olduğunu söylerler, bakanlar için her şeyin, her an değişebileceğini, ama körlere,
göremeyen gözlere bunu izah etmenin, onların da bunu algılamalarının çok güç
olduğunu bilirlerdi.

Druid ve şaman, insanların, Tanrıyı çağlar boyunca farklı isimlerle çağırdığını


düşünür, onların aslında farklı adlar veya yüzler altında aynı yüreğe ait olduğuna; Tek
Yaratanın, isimsiz, bilinmez ve görünmezin varlığına inanırlardı. Adını koymasalar ve
tanımasalar bile onunla vicdanlarında daima birlikte olabilirler, sık sık sarılıp,
kucaklaşabilirlerdi. Yaratanın varlığını her yüzde, her varlıkta ve her yerde
hissederlerdi.

Druid, Stonehange’de, alacakaranlıktan şafağa kadar dış dairenin içinde, iki


dünya arasındaki geçiş noktasını ararken, Şaman da alacakaranlıkta başladığı
ibadetine ortada yaktığı ateşin eşit uzaklığında olan dairesel dönüşleriyle öte
dünyaya yükselişi sağlardı.
Druid dağ tepesinde meşe ve meşe palamutlarıyla ateş yakarken, Şaman en
yüksek tepede meşe odunundan ateş yakar, ardıç yapraklarını ağzında çiğner ve
ardıç yapraklarını ateşe atarak, dans eder ve davulunu çalardı. Druid, öte dünyaya
geçişi kolaylaştırmak için tütsüsüne ruh çiçeği, ardıç ve labelia karışımı otları koyar
ve hazırladığı bu tütsünün etrafına çember çizerek dönerdi.

Druid’ler demir kazanda kutsal suyla şifalı içecekler yaparken, Türkler de çok
büyük demir kazanlarda suyun sürekliğini simgeleyen saçı törenleri düzenlerlerdi.

Druid’ler, kutsalın eğitimine merdiven diyorlardı, şaman da göğe uzanan


ardıçın alt dallarından en üst dallara çıkmaya çalışıyordu, druid en üst basamakta en
güçlü, en bilge olurken, şaman en üst dallarda en yetenekli, en güçlü oluyordu.

Druid ve şaman ölüm ve yeniden doğumu aynı görüyor. Ruhların ölmezliğini


savunuyor, her ikisi de Tanrı ve zamanın, sonsuzu algılamak kadar güç ve imkansız
olduğunu anlatıyordu.

Druid zaman ilerledikçe öğreniyor, cesaretle öğretmeyi göze alıyor ve sonra


sessiz kalıyordu. Şaman da öğreniyor, uyguluyor ve gerektiğinde ketumiyet
kazanıyordu. Çünkü “sessizlikte büyük güç vardır” sözüne her ikisi de çok önem
veriyordu.

Druid, öğrencilerine şöyle hitap ederdi; “Herkese adil ol, kusuru alçalt, herkesin
önünde alçak gönüllü ol, çünkü boyun eğmeyi öğrenen, nasıl emredeceğini bilir.”

Bu sözleri yüce şaman Hacı Bektaş’ta ve bir gönül dostu olan Mevlana’da
tekrar duyacağız : Kusurları örtmede gece gibi olacağız.
BÖLÜM III

TÜRKLER

KISIM I
TÜRKLERĐN SOYLARI, BOYLARI

Keltler ve druidleri kısaca anlattık. Peki, aynı zamanlarda Druidlere


benzettiğimiz Şamanlar ve Asya’daki Türkler ne yapmaktaydı ? Druidlere böylesine
benzer ritüeller Türk kültüründe nasıl oluşuyordu? Nasıl böylesine benzeşiyor,
Anadolu’da ortak bir kültür oluşturabiliyorlardı? Türklerin Asya’nın ortasındaki
kültürlerine ve bu kültürün oluşmasına da bir göz atmak en doğrusu olacaktır.

Türkler aşiretlerin sembolü olan bir koruyucu güce inanırlardı, onu adı gök
tanrı OGAN’dı. Ogan’ın oğulları olan YERSU’lardı. Türklerin yaşadığı yer, toprak ile
büyük ırmaklardan dolayı bu YERSU’lar her boyda ayrı ayrı idi. Bunlar her dinin
başlangıcı, her felsefi düşüncenin kaynağı, Sümer’in yaratıcı tanrıları gibi 4 adet idi.
Gök, Kızıl, Ak ve Kara idiler. Toplum büyüdükçe yersular çoğaldı, Uygur ve Sümer
tanrılarını kopyalayan Mısır, Yunan ve Roma panteonları gibi, bunların sayıları da
önce 4’den 12’lere, sonra 50’lere çıktı.

Bir de Türklerin yol göstericisi ve koruyucuları vardı. Her boyun, her aşiretin
Yersu dışında, bir de “Cığı” veya “Cıvı”sı vardı. Bugün yalnızca dillerde kalan cıvılar,
aşiretin koruyucu ruhu idi. Onlar öyle etkiliydi ki, boylar savaşmadan önce, geceden
Cıvı’lar savaşır, yenen Cıvı’nın kavmi savaşı kazanmış olurdu, yenişemezlerse
sabaha kıyamet kopardı. Bunlarla temas ileride şamanlarımızın asli işi olacaktır.
Şamanın görevi cıvılarla görüşüp, konuşup aşirete bildirmek veya bilgilendirmekti. Bir
kabilenin bir tek kişisine saldırmak, onun inandığı Yersu ve Cıvı’sına saldırmak
demek idi. Đşte Türklerdeki, bastırılamaz öç almak duygusu buradan kaynaklanmıştır,
Türkler gibi pek çok ülke veya din de, bu eski inançların kalıntısı nedeniyle, öç almayı
sürdürmekte, bugün işgal altındaki Irak’ta, Filistin’de her gün gördüğümüz gibi öç
alma yaşatılmaktadır.

Biz, daha başa, eski efsanelerimize dönelim; diğer soylar, uluslar gibi
soyumuzu renklendirelim!

Nuh’un oğulları olmuş, Tufan’dan sonra, Yafes, Ham ve Sam bu üç oğuldan


kavimler doğmuş, Yafes’in oğulları Frigyalılar, Çimmenler, Đskitler, Medler, Đonyalılar,
Đberyalılar, Togormanlar, Türkler, Moğollar imiş, Ham’ın oğulları ise Elamlar, Asurlar,
Ermeniler, Aramlar imiş. Sam’ın oğulları ise Keldoniler, Araplar, Đbraniler, Mısırlılar,
Libyalılar, Faslılar, Nümidler, Kenanlılar imiş.

Bir de Türkleri Müslüman yapmak için, şecerelerinin geliştirilmesi gerekiyordu


ki, doğuştan Müslüman olan Oğuz Han’ı da Hz. Muhammed’e ulaştırabilmek için
Yafes’in soyundan çıkarıp, Sam’ın dölüne yerleştirmek gerekli görülmüş. Sam’ın oğlu,
Efrasiyap’ın döllerinden olan, Đbrahim oğlu, Đshak oğlu, Đlyas’in oğlu yapıvermişler ve
ileride zorla Müslüman yapılacak Selçukluları da böylece kolayca Đbrahim’e
ulaştırmışlardır.

Türkler din bilmezlerdi ! Dini komşularında görürlerdi.


Bir kısmı kentlerde, bir kısmı da dağ tepelerinde, yaylalarda otururdu. Dağlı
Türklere “Berr” denilirdi. Ne yapsınlar tek gördükleri güneşe, sığıra, ağaça, taşa
hayranlıkla bakar, kutsal sayarlardı. Çünkü, çoğu zaman onlarla başbaşa kalırlardı.
Yarın din oluşurken bu nedenle Türklerin bir kısmı gökte (göksel), bir kısmı yerde
(yersel) kalacaktır.

Müslümanlığa göre oluşturulmuş efsanelerimizde, Yafes’in oğlu Bulcas’la Türk


tarihi başlar. Bulcas’ın iki oğlu vardır, biri “Turk” diğeri “Moğol”dur. Onların dölleri kum
gibidir, ağaç yaprağı gibi çok çocukları vardır. Çocuklardan “Zib Bakuy”un şehveti,
mehabeti çoktur. Dört oğlu vardı. “Kara han”, “Or han” “Güz han” “Gür Han”.

“Kara Han” dinsizdir, kafirdir, cebbardır, amma ondan doğar doğmaz


müslüman olan Oğuz adında bir oğul dünyaya gelecektir. Bu Oğuz Han bizlerin soyu,
Anadolu’ya gelenlerin atası olarak anılacaktır.

Evet adı, Zib Bakuy olmayabilir, “Dıb” “taht” demektir. “Bakuy” da “Ulu”
demektir ki; atamız olsun diye tahta oturan bu kişiye “Dıb Bakuy” “ulu taht” adını
koymuşuz. Onun oğullarının adı olan “Or han” “or dağı” demektir. “Ortak”da bu
kelimeden türetilmiştir. “Ortak” ile “Kurtak” da Türklerin iki kutsal dağıdır. Yani Or
Dağı ile Gür Dağı buradan gelmiştir.

Đşte bu iki dağ gibi, dinsiz “Kara han” ile Türkler de ikiye ayrılacaktır, Kuzey
Türk insanı dinsizler, güney ve batı Türk insanı komşu medeniyetlerden, Hint ve
Çin’den dolayı dinliler olmuştur. Dinliler de ikiye yarılmış; “Sagcıl”lar gün, ay ve
yıldıza inamlı, yeryüzünden erişilemez yüce ve yüksek’e, göğe inananlardır.
“Solcul”lar ise Gök-tak (dağ), dingiz (deniz) inamlı, taşa, toprağa, yeryüzüne
inananlar olacaktır.

Böylece dinli Türklerin yarısı yerde, yarısı gökte kalmıştır.

Đleride Türkler şamanlarıyla Anadolu’ya yürüdüklerinde, gökte olanlar Allah’a


ve Müslümanlığa sıkıca sarılırken, yerde kalanlar Türkmenlerin büyük çoğunluğu
müslümanların şeriatına yine uymayacaklar, Şamanlarıyla yere, taşa, toprağa bağlı
kalacaklardır.

Sagcıl’lar ve Solcul’lar da önce üçe bölündüler, sonra her biri dörde bölündü
ve sayıları her birinde 24 boya ulaştı.

Gökte kalanlar, Sagcıl’lar, Müslümanlığa sıkıca sarılan, yarın Selçukluyu ve


Osmanlı’yı yöneten kanlar ve boylardı. Onlar şunlardı.

Kayı, Yazır, Avsar,


Bayal, Döger, Kartık
Alka, Dardurga, Bigdili
Karaveti, Yabırlı, Yarkın

Yerde kalanlar, şamanlarıyla yaşayan “Solcul”lar, Anadolu’da Türk devletleri


kurarken önce hem sağcıllara yardımcı olacaklar, hem de sonra devlete ve
yönetenlere onların zorladıkları inançlarından dolayı muhalif kalacaklardır. Onlar
Türkmenlerdi, sonra adları Bektaşi ve daha sonra Alevi olacaktı, onlar yine bu ülkeyi
kurtarıp, Cumhuriyetimizi kuran, Anadolu’da kardeşliği yayan, sonra da üzerlerinde
emanet duran müslümanlıklarıyla da, laikliği bu ülkeye getirecek olanlardır. O boylar
ve kanlar da şunlardı;

Bayındır, Sahır, Đngildir


Peçenek, Aymur, Büldür
Cavundur, Alayundlu, Yive
Çepni, Üregir, Kınık

Hepimizin bildiği gibi yakın Anadolu Türk tarihi, bu iki inanç şeklinin gizli veya
açık üstünlük kavgası ile sürüp gidecek ve günümüze kadar sürecektir. Biz de bunu
ilerleyen bölümlerde anlatmaya, hatırlatmaya çalışacağız.

Oğuz’un kendi içindeki bu sagcıl ve solcul inanç bölünmesi, tabi ki


müslümanların da çok işine geldi, hatta işlerini kolaylaştırdı.

O dönemde Oğuz’un yapılanması böyleydi.

Oğuz’un dışında kalanlar da yine ikiye bölünmüştü. Oğuz’a düşman olanlar


ama Oğuzla yaşayabilenler “Türk” sayılırdı, bunlar Uygur, Kayıkle, Kıpçak, Korluk,
Kalaç, Ağaçeri, Ayferiler idi, diğerleri Oğuzla bağdaşamayanlar ise Moğol’lardı, yani
Yasef’in diğer oğlundan olanlardandı. Bir yandan bu iki grup, bir yandan Araplar,
Oğuz’un inancını etkileyecek ve onun sağcıl ve solcul bölünmesini körükleyecekti.

Bunlar arasındaki esas sorunu oğul, torun, baba falan değildi. Hani kuzeyden
dinsiz olan Türkleri bir yana bırakırsak; Dinli yani dinsel inançlı olanlarda esas sorun,
dini sistemleri olmaksızın, yalnızca prakmatik uygulamacıları olan, “tapınılan ile
insan arasında” yardımcı ve aracı olan, şamanlara inanan yersel, solcul inançlar ile
güneyde ve batıda Çin, Hind, Pers, Babil medeniyetleriyle temasta bulunmuş göksel
–sağcıl inançların farklılaşmasıydı.

Yersel, Solcul olan şamanlar, anaerkil bir toplum düzeni olan inançlılardı.
Yarın Anadolu’da tanışacağı Kibele ve Galatlarla onun için çok iyi anlaşacaklardı.

Göksel sağcıl inançlılar ise ilhanlık inancı ve il inancı olarak ikiye ayrılmıştı.

Đlhanlık inanıncı, ataerkil bir toplum yapısını öne çıkarıyordu. Komşularında


gördükleri mükafat ve ceza mekanizmalarını inancın içine getirmişlerdi, Ana erkil
toplum düzeninde sevgi ve şevkat koruyuculuğu, bu kez burada baba ve babanın
himayesi ile öne çıkmıştı.

Đl inancı da, sanki Sağcıl ve Solcul inançların her ikisinin arasına girmiştir. “Đl”
“barış” anlamındadır. Bu nedenle kadın ve erkeği eşit konumda tutan bir ara uzlaşma
inancı şeklini almıştı.

Đşte hem Đlhanlık inancı, hem de Đl inancı (yani Göksel-Sağcıl Đnanç) Ata’yı,
erkeği öne çıkardığından, yarın Müslümanlığın benimsenmesinde veya
benimsetilmesinde, Müslümanlığın erkek hakimiyet ile kolayca uyuşabilecektir.
Üstelik göksel temalarıyla da kolayca uyum sağlayacaktır ve Türklerin bu kısmı
gerçekten inanarak Müslümanlığın savunucusu olacaktır.

Tabi, anaerkil toplum yapısıyla, Şamanlık da, Anadolu’ya müslümanmış gibi


gelecek, ama adını ileride Alevilik olarak sürdürecek, Müslümanlığın baskısıyla, aslı
olmayan bir yolculuğa çıkacak, Şii diyarından, Ali’lerden dolaşarak, yok olmamak için,
Türk kültürü, sanki bir Müslümanlık mezhebi haline dönüştürülecektir.

KISIM II
DĐNLERĐ YOKTU, TANRIYA ĐNANIRLARDI

Şimdi Kızılırmak-Sakarya arasında konumuzun kahramanı olacak, yersel


inancın uygulayıcılarına şamanlarımızın yaptıklarına, ona inanlara yakından bakalım;

Nasıl Yahudiler için, bir kavme toprak ihtiyacından dolayı Musevilik doğmuşsa,
nasıl Museviliğin ve ibadet yerlerinin bir soya, ırka ait olmasının yarattığı sıkıntı ile
insanla tanrısı arasında ruhbanın mutlak bulunma zorunluluğundan Hıristiyanlık
oluşturulmuşsa ve bulunduğu bölgede, Arap diyarında ticaretin kontrolü,
geliştirilmesi, düzenlenmesi amacıyla da, bir din devletinin oluşturulması
gerekliliğinden Müslümanlık dini düzenlenmiştir.

Tıpkı, Türklerin devletsiz ve yönetimsiz yaşadıkları dönemde, insan yaşamını


ve toplumsal düzeni sağlayacak olan, (hiçbir dinsel ritüelik niteliği olmaksızın)
şamanizmin oluşturulduğu gibi tüm dinsel düzenlemeler, o toplumun ihtiyaçları
üzerine hazırlanmış ve inanç türleri ile ibadet biçimleri de yönetenler, liderler
tarafından ona göre oluşturulmuştur.

Şamanizm bir toplumsal düzenlemeden de uzaktır. Toprağa bağlı olmaksızın,


doğada dolaşan Türklerin, doğa karşısındaki güçsüzlüğü, düştüğü sıkıntılar, onları
doğaya hayran bırakmıştır. Barınakları olmaksızın doğal şartlarda yaşamak, buna
karşılık doğanın düzen ve durağanlığı, yalnız başına kaldığı bir düzlükte rastladığı bir
tek ağaç, büyük susuzluktan sonra bulduğu bir su kaynağı onu kendine bağlamış,
karanlıklar içinde kaldığı gecede ışıltısı ile ay ve yıldız onu sevindirmiş, gecenin
sonunda parıltısı ve ısısı ile ortalığı aydınlatan ve ısıtan güneş onu çok etkilemiştir.

Şamanizmde doğanın gücü her şeyden üstündür. Gök ve yer tanrısı diye
bildiği şey, bilinmeyen, görünmeyen ve anlaşılamayan için onun bulduğu bir
çözümdür. Şamanizm de bu nedenle bir peygambere, bir vahyedilmiş kutsal kitaba,
ibadet için tapınaklara da hiçbir zaman ihtiyaç olmamıştır.

Şaman Türk’ün sorununu, o gün ve o şartlarda çözebilmekte, çözemezse de


onun sebebini yine insana bağlamaktadır. Bilinmeyene yalvarıp yakarma yerine,
kuzuları çoğalsın dileğiyle ağıllar yapmasını önerir, hasta ise ona otlardan çorba
içmesini tavsiye eder, kızgınsa savaşmasını, dövüşmesini söyler, seviyorsa aşıksa
birlikte olmasını, sevişmesini önerir, böylece Türklerin işi çok kolay hallolurdu. Şaman
bilmedikleri için ise, anlaşılamayan danslar yapar, şarkılar söyler, davullar çalar,
bilemediklerini unuttururdu. Belirli mevsimler ve özel günlerde törensel toplantıları
yönetirdi. Şamanlar, kamlar, insan ile tanrısının arasına giremez, ancak bir insanı
dinler, bir de cıvıların, yersuların gerekirse tanrının yanına, öte dünyaya gider (veya
gittiğini söyler), hiçbir şeyi diğerleri veya Tanrı adına yapamaz, ama arada gidip gelir,
lafı ve işi taşır, aktarırdı. Đnsanla Tanrısı arasında asla girmez ve duramaz, yalnızca
taraflar ne isterse onu yapardı.

Türkler inançlarından dolayı hiç savaşmamış, hiç dövüşmemiştir. Yüzyıllarca


şamanizmi yayma değil, doğada özgürce yaşama yolunu tercih etmişlerdir. Gün
gelipte göçebelikten şehirlere yerleşmeye başlayınca da, V nci ve VI ncı yüzyıllarda
diğer toplulukların dinleriyle tanışmışlardır. Kimi kez Çin’de bir Budist gibi, kimi kez
Đran’da Zerdust, kimi kez Ortadoğu ve Anadoluda Hıristiyan, Yahudi, Maniheist gibi
olmuşlardır. Ancak hiçbiri onun yaşamsal inancını yok etmemiş, çevreden yeni
öğrendiklerini şekilsel de olsa kültürlerine ilave etmekten çekinmemişlerdir. Bütün
dinleri kendilerine yakıştırmışlardır. Şamanizm hamuru ile diğer dinlerin hamuru hep
birlikte yoğurulmuştur.

Kimi kez, şartlar değişince, savaşma gücünü, askerlik ruhunu köreltiyor


diyerek Budizmden vazgeçtik de demişlerdir. Hayvan yetiştirmeyi, kesmeyi engelliyor
veya saldırgan ve savaşcı yanımızı törpülüyor, miskinleştiriyor diyerek
Maniheizm’den de vazgeçebilmişlerdir.

Ancak Türkler, Şamanizm dışında, kabullendiği pek çok dinin beğenmediği


kurallarını gerektiğinde reddebilirken; asla şamanın geleneğini, törenini, şarkısını,
sözünü müziğini terk etmemiştir.

Oğuz boylarının Anadolu’ya geçişleri, aslında Moğollardan bir kaçış iken,


Đslamiyeti korumak ve güçlendirmek adına, cihat adına, yeni inancı yaymak adına
zaman geldiğinde islamiyeti kendileri seçmiş gibi gözükmüş hatta, islamın önderi
olma görevini bile üstlenebilmişlerdir. Bunu yaparken Türklerin asıl amaçları, yeni
kırsallar, yeni otlaklar elde edebilmek, ticaret yoluna ortak olmak, diğer ülkelerin
üretim araçlarına kolayca elkoyabilmek, mülkiyetlerini ve varlıklarını çoğaltabilmektir.

Türkler tarih içinde yönetebilmek, sahip olabilmek ve genişlemek adına


Şamanizmdeki saf inanç ve samimi duyguları hiçbir zaman değiştirmeksizin pek çok
dinleri, kabul edebilmişlerdir. Bunun en belirgin göstergesi, varlıklı Türklerin,
şehirlerde diğer dinleri öne çıkarmasına karşın, yoksul ve kırsalda olan, hiçbir
büyüme, kazanma, zenginleşme arzusu taşımayanların şaman geleneklerini
sürdürmüş olmalarıdır. Bugün Anadolu’da şehirlerde radikal islamın gelişmesine
karşın, köylerde ve kırsalda eski şaman geleneklerini sürdüren Aleviler arasında
Đslamın pek ilgi görmemesi, Türklerin tarih boyunca seçtikleri veya tercih ettikleri
dinlerin ne kadar akılcı ve geçerli temellere dayandığını gizlice ifade etmektedir.

Böyle olmasına rağmen, diğer dinlerin inançlarında yer alan iyi yanlarını da
hemen içlerine alıverirler. Mani inananı gibi ağızdan kötü bir söz çıkmasından
çekinirler, ağzına, eline ve gönlüne hakim olmasını isteyen Maniheizm kuralını
hemen Müslümanlık adı altında Bektaşiliğin içine yerleştiriverirler. Eline, beline, diline
sahip ol deyiverirler.
Maniheizm etkisinde kalmış Türklerin nasıl ışık dininden etkilendiği ve sonra
Anadolu’ya gelirken, yine kendilerine “ışık çocukları” diyen diğerleriyle hemen nasıl
anlaştıklarını Mani dini ile Şamanlığı nasıl ortak değerlerde buluşabileceklerini de ileri
bölümlerde göreceğiz.

Öngüt, Nayman, Kereyit, Kun ve Merkit gibi Türk-Moğol boyları Türkistan’da


Hıristiyan olurken, Hazar devleti, resmi dini Musevilik olarak kabul edebilirken,
Müslümanlık hariç, kimse onları zorla kendi dinlerine bağlayamamıştır. Bu nedenle
bugün Anadolu’da Müslümanlık Şamanlıkla karışıp, Anadoluya özgü bir din olmuştur.
Günümüzde gelenek ve göreneğimizde Müslümanlık Türk’ün dışsal dini, Şamanlık
içsel dini olarak kalmıştır.

KISIM III
GÖK TANRI VE TÜRKLERĐN YARATILIŞI

Şamanlık kimilerine göre bir din olarak, Şamanizm adı verilerek ifade edilse
de, bunun bir din olmadığı, şekillenmiş, kabul görmüş davranış biçimlerinin birikimi
olduğunu söylemek daha doğrudur. Önderlik eden yönlendirici, aracı, Şaman’dan
dolayı, Tanrı ile insanın baş başa olduğu bir inanç şeklidir.

Bütün dinlerde bu kurum için bir ruhban sınıfı gerekirken, Şaman bir ruhban
değildir. Hiçbir zaman bireyin inancını kontrol etmez, cezalandırmaz veya
ödüllendirmez. Türklerin inançlarını töreleri oluşturur. Bu nedenle Anadolu’ya daha
önceden batıdan gelen Romalılar dışındaki yerli halk Frigler Galatlar’ın çocukları da
Türkleri çok rahat karşılayacaktır, çünkü onlar da töreleri ile yaşamaktadır.

Efsaneler ve sözlü gelenekler üzerine kurulu toplumlar, önce kendi aralarında


işaretler ve seslerle birliktelik oluştururken, bu birliktelik daha sonraları onların
diğerlerinden farklılığını da sağlayacaktır, daha sonra birlikte yaşadıkları coğrafi
ortam, doğa, iklim onların bu farklılığını daha da arttıracak ve onlara artık bir ad ile
hitap edilecektir. Türkler de işte böyle kendi törelerinin farklılığını görerek, kendilerine
“törelenmiş”, “töreli” anlamında “Türk” demişlerdir. Diğerlerine de yani kendi
törelerinden olmayanlarada “tat” demişlerdir, (Araplar da öyledir Arap olmayanlara
“Acem” derler.) Tatar’da Tat-Er’den gelir. Türkmen ismi de Türklere Đslamiyetle
yakıştırılmıştır, rivayet o ki Türkmen adı “terk-i iman”dan “inançlarından vazgeçen”,
“inanç bırakmaktan” gelmiş ve “Terk-i iman” önce “Türkman” oradan da “Türkmen”
olmuştur.

Bu nedenle, biraz Müslümanlık öncesine, biraz Müslümanlığın ilk zamanlarına,


biraz da Anadolu’daki törelerimize bakalım;

Çin tarihçilerin kayıtlarında M.Ö. 140’lardan M.S.400 arasında Çin’in Batı


Kuzeyindeki toprakları ele geçiren Çinliler Türk Moğol halkına “küçük kötü kurtlar”
anlamında, “Juan-Juan” derlerdi. Batıda da Akhun devleti vardı. Onların arasında
yaşayanlara da “Kao-çi” deniyordu, Orhun nehrinden Güney Rusya’da Volga nehrine
kadar uzanıyorlardı. M.S.450 yıllarına dair kayıtlarda; bunların büyük dini törenler
yaptıkları, bu törenlerde göğe verilen kurbanlar arasında atların da kurban edildiği yer
alırdı, törenlerde şarkılar söylenir, kurt ulumasını andırarak bağırırlardı, bunlar
bugünün halk müziğinde uzun havalarının ataları idi. Anadolu’nun maya tipi
türkülerinin ilk haliydi. Kadın şamanların fal, büyü ve sihiri de töreni süslerdi. Đleride
uzun saçlı kadın kıyafetli şamanlar buradan esinlenecektir. Ama büyük şaman, büyük
rahip yine hükümdardı. Bu törenlerde et yenir, kımız içilirdi, törenin ilerleyen sırasında
“Göğe ok atmak” da onların adedi idi, göğe bakarak ok ve nara atarlardı, tanrısına bir
haber veya elçi gönderdiklerini düşünürlerdi. Bugün düğünlerde havaya sıkılan
silahın kurşunları sanki onların emaneti gibi.

Sonradan Göktürk ve Uygur devletlerini kuracak olan bu Türk topluluğu “Kao-


ci”ların, türeyiş efsanelerinden biri de şöyledir;

“Kao-ci” kağan’ının çok akıllı iki kızı varmış, bu kızlar o kadar akıllı ve o kadar
iyi imişler ki, babaları şöyle bir karara varmak zorunda kalmış. Kağan demiş ki; “Ben
bu kızları, nasıl insanlarla evlendirebilirim! Bunlar o kadar iyi ki, bu kızlar ancak Tanrı
ile evlenebilirler!” Bunu diyen kağan kızlarını alarak, götürmüş ve bir tepenin başına
koymuş, burada kızları, Tanrı ile evlensinler diye beklemiş, kızlar bu tepede Tanrıyı
beklemeye başlamışlar. Aradan epey zaman geçmiş. Ama ne Tanrı gelmiş, ne de
onlarla evlenmiş, kızlar böyle bekleye dururlarken, tepenin etrafında, ihtiyar ve erkek
bir kurt görünmüş, kurt tepenin etrafında dolaşmaya başlamış ve bir türlü de, orasını
bırakıp gitmemiş, küçük kız, kurdun bu durumunu görünce şüphelenmiş ve
kardeşine; “Đşte bu kurt Tanrının ta kendisidir. Ben inip, onunla evleneceğim” demiş,
kardeşi “gitme” diye ısrar etmiş ama, kız dinlememiş, tepeden inerek kurtla evlenmiş
ve bu suretle Kao-çi halkı bu hükümdarın kızı ile bu kurttan türemiş.”

Bu efsane keltlerin, Roma kayıtlarına göre Galya ve Galatlar olarak anılan halk
için, Herkül ile güzel kızın evlenmesine dair Drodoros’un efsanesindeki türeyişe çok
benziyor :

“Bir zamanlar Keltika denilen bir ülkede hüküm süren bir adamın akranlarından
daha uzun boylu, daha güzel, daha çekici, açık tenli, çok yetenekli, savaşçı ama çok
kibirli bir kızı varmış, kendine evlenme teklif edenlerin tekliflerini kendisinden üstün
yetenekleri olmadığı takdirde küçümseyerek reddedermiş. Bir gün yarı Tanrı, yarı
insan Herakles, Keltika ülkesini ziyaret etmiş, burayı beğenerek yerleşmeye karar
vermiş ve Alasia kentini kurmuş. Kenti ziyaret eden kibirli kızımız da bu güçlü,
meziyetli Herakles’i görünce aradığı erkeğin o olduğuna karar vermiş ve birlikte
olmuşlar, doğan oğullarının adını ta “Galatai” “Galates” koymuşlar, bundan doğanlara
da “Galatai”, Galatlar denmeye başlanmış.”

Efsanelerimize göre kurdumuz bazen Göktürklerde bir dişi kurt olacak, bazen
de aynı kurt Uygur’larda erkek kurt oluverecektir.

Kutsal Dağ Motifi, dağdaki mağara, mağaradaki kurt, dişi kurt’la emzireceği
küçük çocuk veya erkek kurtla çiftleşeceği genç kız bizim Türk efsanelerini hep
süsler.

Bazen de, Göktürk efsanelerinde Türklerin soyu “Asina” ailesindendir, Türk’ün


on karısından biri ve en küçüğü olan Asina’nın soyundan gelirler. On anneden doğan
çocuklar babaları “Türk” ölünce bir araya toplanırlar, birini başkan yapacaklardır, bir
ağaca doğru okunu en yükseğe kim atarsa o kağan olacaktır. Asina’nın oğlu en
küçüktü, ama en yükseğe oku o atladı ve o kağan oldu, o günden beri, Türklerde
baba ocağının devamı küçük oğlana aittir. Babaların mal ve serveti, mirası Türk
geleneğinde küçük oğlana “ot-teğin” yani “ateş prensi”ne düşer.

Galatların derin ormanlarda meşeliklerde yaşayan Druidleri gibi şamanda kayın


ağacından inip insanlara yardım eden gök sakallı bir ihtiyardan söz edecek, sonra
bunun adı Müslümanlıkla Hızır’a dönüşecekti. Orta Asya’daki Kırgız Türklerinin Kıdır
dediği, Hızır oluverecekti.

Manas destanında Mana Han, bütün kutsal yerlerin takdisiyle doğmuştu, dağlar,
taşlar, ırmaklar, ardıçlı mezraların, ruhlarıyla doğmuştu. Tıpkı Kelt’lerin Kral Arthur’u
gibi.

Türklere göre insanın insan olabilmesi için, anasının ilk sütünü “avuz” yani
“ağız”ını emmesi gerekiyordu. “Oğuz Han’da, anasının göğsünden avuzunu içip,
bundan sonra içmedi, çiğ et, aş ve süzme” istedi deyişine inanmak kolay çünkü
Oğuz gibi tüm yeni doğanlar süt içiyorlardı, ama hemen sonra et ve içki tabi ki onların
en sevdiği idi. Bizlere gülünç gelen Oğuzhan’ın “Ey ana! Müslüman ol! Eğer
olmazsan, senin memeni emmem” deyişine inanmak zor ama islamiyetle ilave
edildiğini anlamak çok kolaydır.

Türklere göre her şeyden önemlisi Gök idi, sonra yer ve su, sonra insan
yaratılmıştı. Yaradılışta “gök, yer, insan” üçlemesi yer alırdı. Önceleri “gök ve yer”
denilirken, islamiyetle Allah, gök tanrıdan farklılaşınca yer öne geçmiş, gök yerden
sonra sırasını almış ve “yerni kökni yaratkan” “yeri göğü yaratan” ifadesi kullanılmaya
başlanmıştır.

Gök, yıldızlar ile arşı, güneş ile ayı içine alan geniş bir anlam taşırdı. Gök
kubbe, “gökler” olarak anlatılırdı. Gök Göktürkler’de büyük anlam taşırdı, ama
Oğuzlara doğru Đslamiyetle gök, yerin devamına dönüştü, yerden yani ağaç
kovuğundan gelen hatundan, Gök-Han doğdu.

Türkler bilinen tarihleriyle M.Ö. 7000’ler ile M.S.800’lere kadar dinleri


olmaksızın yaşamış, ancak doğan güneşe, geceleri parlayan aya, yıldızlara, göllere,
dağlara ve tüm doğaya olağanüstü bir ilgi ile yaklaşmışlar, var oluşun, yaradılışın
kaynağının bir “nur” olduğuna, o nur’un da mutlak güzellikten doğduğuna
inanmışlardı. O nur’u da gökyüzünü kaplayan, dünyaya hayat veren Güneş ile
simgeleştirmişlerdi. Herkes onların güneşe taptığını sanırken, onlar eski mısır gibi
güneşin simgelediği, tek bir Yaratan’a inanıyorlardı. Güneş’e “gün ana” derlerken,
aya da “ay ata” diyorlardı, simgelediklerinden dolayı da onları kutsal buluyorlardı.

Gök pek çok kata ayrılmıştı, Şaman törenlerinde, Ulu Tanrı’nın bulunduğu gök
katı, 5 nci kat idi. Bazen bu kat, 9 ncu katta olurdu. Şaman bu kata çıkarak Tanrı’ya
ulaşırdı. Üç, beş, yedi, dokuz basamaklarını kullanırdı. Ancak eski Türklerde bu
göğün katı ve Tanrı’nın katı farklı sayılarla ifade edilirdi. 9 sayısı en eski ve en kutsal
sayı idi. 9 sayısı 9 gezegeni ve takvim düzenini ifade ederdi. Altay destanlarında ise,
Tanrı’nın yeri 17. katta idi. Batı Türklerinde de 7 nci katta idi. Bunun sebebi, o
sıralarda Đran mitolojisinin etkisinde kalmalarıdır. O zaman Đran’da 7 kat gök, 7 kat yer
anlatılırdı.
Ancak 9.kat Göktürk mitolojisinde önemli ve doğru bir yerdir. Hakan’ın tahta
çıkması, hakan olmasının ritüeli de böyle idi. Hakan olacak kişi bir keçe veya halının
üzerine oturtulur ve “Doğudan Batıya” doğru yani güneşin doğduğu yönden batıya
doğru 9 kez döndürülerek tahta çıkartılmış olur, hem de Hakan böylece göğün 9 ncu
katına ulaşmış olurdu ve tabi Tanrı’ya da ulaşırdı. Böylece Tanrı’dan kağanlık
kutlamasını alır ve geri dönerdi.

Altaylarda Hakan 9 ncu kata kadar çıkabildiği halde, Şamanlar ancak 5 nci
kata kadar çıkabilirlerdi, daha yukarıya asla çıkamazlardı. Şaman bir kez 9 ncu kata
çıkartılırdı. Baş şaman ve 8 yardımcısı, şamanı bir keçe üzerine oturtur ve havaya
kaldırırlar, 9 ağacı, üçer defa dolanırlar, davulunun ruhu için açık renkli bir at kurban
edilir, şaman 7. katta ay’a ve 8.katta güneşe saygı duruşu yapar, 9.katta Ulu tanrı ile
buluşurdu. Göğe çıkarken şaman PURA adlı atına biner, onunla göğe yükselirdi,
islamiyette bunun adı BURAK olacak, sahibi de göğe çıkan peygamber oluverecekti.
Şamanın çadırının direğinin üzerine de bu göğe çıkış kazınır işaretlenirdi. Bu çadır
direği, göğün direği olarak sembolize edilirdi. Keltlerin 1 Mayıs’ta diktikleri “mayıs
direği” de göğe yükselmenin, çadır direğinin başka bir şekli ve uygulamasıdır.
Keltlerdeki mayıs direğinin ucundaki ipleri tutarak yapılan dairesel dönüş göğe
yükselişin başka bir şeklidir. Yeryüzüne çok yayılmış bir adettir, günümüz avrupası da
bu adedi Keltlerden öğrenen Romalılardan öğrenmiştir. Romalı ve Yunanlıların
direğinin adı da “Universalis Columna”dır.

Türkler Müslüman olunca şamanın atı Pura, Muhammed’in atı Burak nasıl
oluvermişse, şamanın çadırının direği göğün direği de unutulmamış, o da Muhammet
ile birlikte dinin direği oluvermiştir. Aleviler de bu direği Hz. Ali’ye mal etmişler, Pir
Sultan Abdal’a şöyle dile getirmişlerdir :
“Yakacağın bir çorağdır,
Yerden göğe bir direktir,
Bin diceğim bir buraktır
Allah bir, Muhammedi Ali”

“Göğün direği” Türklerde de farklı mekan ve zamanlarda demir ağaç ve demir


direğe dönmüş ve kutup yıldızına atfedilmiştir.

Göğün direğini remzeden çadır direği şamanın göğe çıkışının kanıtı iken, bu
direklere göğe çıkıldıktan ve Tanrı katından dönüldükten sonra bayrak bağlanırdı.
Bugün ağaçlara bez bağlama geleneğinin kökenin de şamanın tanrısına çıkışının
işareti olan bu bayrak yatmakta ve anısı bilinmeden yaşatılmaktadır.

Göğün direğinin ağaçtan olması, ona “göğün ağacı”, “dünya ağacı” sonra da
“dünyanın direği”, en sonunda da “şehrin direği” isimlerini almasına neden olmuştur.
Türk tatar köylerinde köyün merkezindeki direk, avrupada da pek çok köyde
geleneksel “mayıs direği” olarak halen yer almaktadır. Keltlerden kalma “Beltane” 1
Mayıs Bayramı böyle yaşatılmaya devam edilmektedir.

Göğün direği sonra, göğün bir dayanağı şeklinde düşünülmüş ve göğün


dayanağı, direğinin dağlar olduğu sembolize edilmiştir. Dağlar Keltler gibi, Türklerinde
kutsalı olmuştur. Tanrıya ulaşmanın yolu olarak görülmüştür.
Sonra “göğün direği” deyimi zamanla değişerek ulu ağaçlara dönüşmüş, hayat
ağacı oluvermiştir. Kayınlar, ardıçlar, kavaklar göğün direği olmuş, Tanrıya ulaşmanın
yolu kabul edilmiştir. Sonra dağlarda ve yüksek tepelerde yakılan ardıç ateşinin
dumanı ile göğe çıkma, Hacı Bektaş Veli’de tanrıya ulaşmaya dönüşmüştür.

Keltlerin ve Türkmenlerin ateşin etrafında dönüşleri ve dumanı ile göğe çıkışları


birbirine çok benzeşiyordu. Onlar gökteki aynı tanrılarına ulaşıyorlardı.

Göktürkler;
“Üze Tengri, asra yer”

Uygurlarda;
“Üstün tengri, altın yer” oluyor ve diyorlar ki;
Üze tengri, asra yer (üstte tanrı (gök) altta yer)
Üze tengrike/tegir (yukarıda göğe değiyor)
Üze on kat kök, asra sekiz kat yer (üstte on/kat gök, altta 8 kat yer)
Üstün tengri yeri, altın tamu yeri (üstün Tanrı katı, altın cehennem yeri)
Üstün Tengri, altın yalan gök (üstünde Tanrı, altında insan)

Budizm etkisindeki Uygurların katkısıyla Türklerin Tanrısı gökte iken ve “gök


ve yer”den söz edilirken, Đslamiyetle bu kez “yer ve gök”ten söz edilmeye başlanmış,
Türklerin göksel tanrısı yere indirilmiş, saygınlıkta yerden sonra yerini almıştır. Ancak
Tanrı insana daha da yaklaşınca, bu kez dağlar, tepeler, ırmaklar, Solcul-Yersel
inançla tapınma konusu olmuştur.

Göktürk yazıtlarındaki “Tengri teg Tenri” “göğe benzer gök” veya “göğe benzer
tanrı” ifadesi islamiyetle unutulacak, Türk’ün “Tanrı göğün maviliği ve sonsuzluğu
gibidir” anlatımı kaybolup gidecek, Türklerin düşlerindeki göğün yüceliği, Tanrı’nın
yüceliğinin simgesi iken ve ona “Tengriler Tengrisi” (yücelerin yücesi) derlerken,
kafaları karışıp gidecek. Gök kelimesi mavi, Tengri kelimesi gök olarak anlatılacak,
her şey değer ve anlamını Đslamiyetle yitirecektir.

KISIM IV
GÖK; YILDIZLAR, BURÇLAR

Türklere göre güneş doğunun, ayda batının sembolü idi. Şaman yüzü doğuya
donuk olarak, güneşe üç kez diz çökerek, selam verirdi, çadırının kapısı da doğuya
bakardı. Göktürkler doğuya “gün doğuşu”, batıya “gün batışı” güneye “gün ortası”
derlerdi. Karanlıklar ile gece diyarı kuzeye ise “tün” veya “gece ortası” derlerdi.

Güneş Türkler için ana idi ve ay ise erkek, baba idi, Türkleri mani dini etkisiyle
ilk atası, ay-ata olmuştu. Ancak sonradan ay gökte 7.katta, güneş 8.katta, Tanrı’da 9.
katta yerini almıştır. Türklere göre “Tanrının tahtı, ay ile güneşin çok üzerinde idi”
Bu nedenle güneş ve ay, aşağıdaki Tanrı’nın ışığını yansıtırdı. Onlar birer “toli”
yani “ayna” idi. Cengizhan’ın küçük oğlunun adı da “Toluy” ayna idi. Şamanlar bu
nedenle yanlarında ayna taşırlar, fallarını aynaya bakarak açarlardı. Bugün pek çok
öğretide kişi aynaya baktığında, ayna yine Tanrı’nın ışığını, görüntüsünü yansıtır, kişi
tanrısını görür, böyle simgeleştirilir.

Altay Türklerinin bir efsanesinde; “Önceleri insanoğlu, daha saf ve daha iyi idi.
Zaten, kendileri de cennette yaşıyorlardı. Bunun için ne güneşe, ne de aya gerekleri
yoktu. Tanrı, onları insan kılığına sokup, yere indirince, günah işlemeğe başladılar.
Tanrı onlardan, NUR ve IŞIĞINI esirgedi ve onlar karanlıklar içinde
kaldılar,KENDĐLERĐ IŞIK SAÇARLAR ĐKEN, artık saçamaz oldular. Bunun üzerine
toplanıp, Tanrı’ya kendilerini bağışlamasını istediler, Tanrı da onları bağışladı ve
güneş ile ayı yarattı” deniliyordu. Şamanlar ışık çocuklarını, hep bu ve buna benzer
efsanelerdeki, “insanın ışık saçmasından” esinlenerek anlatacaklardır.

Aynı Keltler gibi Şamanlarda güneş bayramı düzenlerlerdi, Yakut Türklerinde


ilkbahar gelince, Tanrı için Ay ve Güneş bayramında saçı yapılmaya başlanırdı,
Keltlerin güneş ayini gibi. Türkler de sonbaharda kış günleri yaklaştığı için kötü
ruhlara cadılara saçı yaparlardı, tıpkı Keltlerin “Samhain” ölüler bayramı gibi,
Hıristiyanlara kalan cadılar bayramı gibi.

Türkler Đslamdan önce insanın yaradılışını Keltler gibi çamura bağlamıştır.


Efsanelere göre su, ateş, toprak ve rüzgar ile sel sularındaki çamur bir mağaraya
dolmuş, mağara tıpkı bir kadın gibi imiş, içi de insanlara can veren bir kadın rahmi
gibi imiş, dokuz ay rüzgar durmadan esmiş ve ay-ata oluşmuş, sonra Ay-va kadın
oluşmuş 40 çocuğu olmuş, çocuklarının yarısı erkek, yarısı kız imiş, Keltler de
mağarayı bir kadın rahmine benzetirlerdi. Đnsanın çamurdan yapılması da
Sümerlerden duyulmuş emanet alınmış bir inanıştı, sonraları Müslümanlığın ve
Hıristiyanlığın emanetinde kalan Adem ve Havva’nın çamurdan, kaburgadan
yapılması hikayesi gibi. Hıristiyanlığın “E-va”sı ile Müslümanların “Hav-va”sının,
doğuşunun öyküsü de belki bu “Ay-va” hatun denilen ilk dişinin yaratılmasında
saklıdır.

Türkler güneşe ve aya tanrı gibi kutsal baksalarda, onların efsanelerinde hem
güneşi, hem ayı, bir “Ulu Tanrı” yaratmıştır. Ancak Uygurlar Mani ve Buda dinlerini
benimsemeye başlayınca, kafaları karışmış “Ay Tengri”, “Gök tengri”nin yanında yer
almaya başlamıştır.

Türkler de Keltler gibi gökyüzü ile ilgilenirlerdi. Gök hem tanrının mekanı idi,
hem de yıldızlar ve gezegenlerin.

Onlar Satürn’ü tanır ve ona “Zuhal” Sekentir derlerdi. Jüpiter’e “müşteri”


(önceleri eren-tüz, 11 yy’dan sonra Öngay, Ongay) derlerdi, Mars’ın adı “Merih” idi
(Bakır Sokum’a, Anadolu’da yaldırık denildi.) Merkür’ün adı da “Utarit” idi (Türkler ona
Tilek veya Dilek’te derlerdi) Venüs’ün adı “Zühre” idi (kervan çulduz, erte çolpanı da
derlerdi.)

Türkler burçları da bilirlerdi. Kutadgu Bilig’de şöyle sıralarlardı


“Oniki burç (ükek) vardır, bunlardan başka,
kimisi iki evli, kimisi tek evlidir.
Yaz yıldızı kuzu(koç) sonra da ud (boğa) gelir
Đkizler (Erendir) kuçık ile dostca yan yana gelir.
Gor, Arslan (esed) burcu ile, komşu bugday başı (başak)
Sonra Terazi (ülgü) burcu, sonra yengecin (çadan) eşi,
Sonra geldi Oğlak, kova (könek) hem balık,
Bunlar doğarsa eğer, aydın olur, Gök kalık”

Burçların özelliklerini de Kutadgu Bilig’de şöyle göreceğiz;


“Bil ki bunlardan üçü bahar (yaz), üçü yaz (yay) yıldızıdır.
Üçü güz, üçü kış yıldızıdır, bil !
Üçü ateş (ot) üçü su, üçü rüzgardır (yel) bil!
Üçü toprak oldu, dünya ve iller oldu, bil !
Bunlardan biri birine düşman (yağı)
Tanrı düşmana düşman verdi, kesti savaşı (çoğı)
Uyuşmaz (karışmaz) düşmanlar, barıştı (yaraştı) içlerinde !
Görüşmez düşmanlarsa, kaldırdı öçlerini !
Düzenleyen (itigli) tanrım, özlere düzen verdi !
Düzen verdi, düzdü (tüzdi), hepsini barıştırdı.

Türkler küçük ayı burcunu bilir, ona dört tekerlekli bir arabayı çeken iki at
derlerdi. Asya’da, Anadolu’da onun adı koyun ağılı oluverdi. Adı Altay Türklerinde “il
yettegen” yani “il yedigen” idi. Arabayı ak ve kır atlar çekerdi, yedi kardeş, yedi bekçi
idiler. Bazen destanlarda yedi kurt ya da yedi köpek olurlardı.

Büyük ayı burcunun adı ise “Yediger”di, ona Anadolu’da yedi kör, yedi eşek
diyeceklerdi. Altay Türkleri “at yettegen” yani “at yedilisi” derlerdi, destanlarda yeti
arkar (yedi dağ koyunu) koş ögüz (iki öküz) veya iki karındaş (iki kardeş)te
denileverecekti.

Türklerde yeni yılın başlaması, tabiat olayına dayanırdı. Bahar, Nevruz, yeni
yıl demekti, otların yeşermesi, göğün gürleyerek ilk yıldırımların toprağa düşmesiyle
yeni yıl başlardı. Türkler yaşlarını yeni yıla göre hesaplar ve “ben 40 yeşerme
gördüm” derlerdi, “kırk kez baharı gördüm”, “kırk yaşındayım” demekti, bugünkü
kullanılan yaş kelimesi yeşermeden doğmuştur.

Yeni yıl, yılbaşı bahar bayramı idi, mevsimle birlikte sütler çoğalır, süt saçıları
yapılırdı. Altaylarda Kırgızlar ellerinde süt kapları ile çadırın dışına çıkar, çadırın
duvarına kapları vurarak, “eski sene geçti, yeni sene hep geldi” derlerdi. Đlk
yıldırımlarla köylüler hep birlikte yüksek bir dağın tepesinde toplanır, Tanrı’ya yalvarır,
yakarır, köye dönüşlerinde dört yana süt saçarlar ve saçı töreni başlardı. Moğollarda
da 9 delikli bir kaşıkla keçe üzerine süt serperlerdi.

KISIM V
YER; DAĞLAR, MAĞARALAR, ATEŞ, SU, HAVA, AĞAÇLAR

Türkmenlerin Anadolu’ya gelirken yanlarında getirdikleri ve Galat’ların da çok


değer verdiği, inançlarını sembolize ettiği doğaya, hayvanlarına, ağaçlarına,
dağlarına, taşlarına, ateşlerine bir göz atalım ;
Türkler, Keltlerin ana rahmi gibi değer verdikleri mağaralara çok önem
verirlerdi. Şaman veya devlet teşkilatından olanlar bir “Ata mağarası”na girer, çıkar,
ona saygı gösterir ve orada törenler düzenlerlerdi. Bu çoğunlukla efsanelerindeki
kurdun yaşadığı mağara idi. Onun için orada, mağarada, yere, göğe ve han soyuna
kurbanlar kesilirdi. Törenin sonunda da mağaranın çevresine “kayın” ağaçları dikilirdi.
Mağara ilk insana nasıl ana rahmi görevi yapmışsa, Türkün yaradılışına neden
olmuşsa, dinlerle birlikte mağara, Türkler için yer altı dünyasını yer yüzüne bağlayan
bir kapı gibi görülmüştür.

Masallarda bir bahadır avlanırken karşısına bir geyik çıkar, o da geyiğin peşine
düşer, geyik kaçar, o kovalar, Bakır dağının ardına gelirler, birden bire dağ açılır
geyik delikten girer, avcı da mağaradan içeri girer, kimi kez Sibirya masallarında
Tanrı karşılarına çıkar, kimi kez 13 kıza rastlar, kimi kez de mağara onu yer altındaki
kötü ruhlara götürür, ama kimi kez de onu Kuğu Hanım kurtarır, ona eş olur. Mağara
kimi kez de yakut Türklerinde yer altının kapısı oluverir. Anadolu’da da; günümüzdeki
masallarda çoğunlukla genç önüne çıkan bir geyiği kovalar, geyik bir mağaradan içeri
girer, genç de onu takip eder, mağaradan geçince bir düzlüğe çıkar (sanki
Ergenekon) cennet gibi bahçelerde Mine Hatun’a rastlar.

Altay Şamanları yer altına giden bu kapıya, bu mağaralara dünyanın bacası


diyeceklerdi, yer altına giderken bu mağaraya gireceklerdi, Anadolu’da Galatlarla
karşılaştıklarında gördükleri geyikler ve kutsal mağaralar onları işte bu nedenle
keyiflendirecekti.

Türklerin efsanelerindeki Cıgı’larını temsil eden geyikleri, kuşları, kurtları ne


olmuştu? Türkler Müslüman olup Anadolu’ya göçünce onları Asya’da mı
bırakmışlardı? Onlarsız mı gelmişlerdi? Hayır. Türkler, Türkmen oldular ama
geyikleri, kuşları, kurtları yine yanlarında idi. Türkler, Türkmen de olsalar, yırtıcı
kuşlar, kurtlar, ayılar, geyikler, ceylanlar ve arslanlardan pek çok hayvandan büyük
bir kutsallıkla bahsetmeye devam ettiler. Bu hayvanların her biri önceleri bir boyun
Çığı’sı iken, Oğuz döneminde birer kutsal sembol, daha sonra da bayraklarında birer
arma halinde kaldılar.

Şamanın biçim değiştirmesinde yer aldığı gibi Anadolu’da da Bektaşilik adı


altında tekrar hatırlandılar ve ona “don değiştirme”, “donuna girme” adı verilerek,
şekline girilen bu kuşlar, kurtlar, geyikler hafızalarımızda böylece yaşatıldılar.

Hani şamanın Tanrı katına çıkarken, bindiği atı vardı ya, adı “Pura” idi, sonra
Hz. Muhammet’in adı “Burak” olmuştu, işte o “Pura” Altay dağlarındaki Teleüt
Türklerine göre her şamanın canı idi, oralarda “Tın-bura” deniliyordu. “Bura”, “Bur”,
“Pur” Kuzey Türk ağızlarında geyik veya ren geyiği demekti ve Tin’de ruh demekti,
şamana “Geyiğin Ruhu” denilirdi, şamanlar bu nedenle sık sık geyik donuna girmiş
olurlardı. Hikayelerimizde okla yaralanan bir geyik kaybolunca, aynı yerde yaralı bir
dervişin ortaya çıktığı söylenirdi, bir geyik ölünce bir şaman ölürdü.

Şaman silkinir başka bir insan donuna geçer, çabuk koşan olur, deniz yutan
kardeş olur, han oğlu, bey oğlu olurdu, olmazsa bir kuş olur, leylek olur, doğan,
atmaca, güvercin, kartal oluverirdi.
Türklerin her kabilesinin ayrıca bir kutsal hayvandan türediğine de inanılır. O
hayvanın da onların Cıvı’ları ataları olduğuna inanılırdı ve asla hayvanın etini
yemezlerdi, diğer kabileler ise onu rahatlıkla yiyebilir, onlar da kendi kutsal hayvanını
yemezlerdi.

Yakutlar beyaz lekeleri olan at veya inek, karga, kuğu, atmaca, kartal, turnayı,
kutsal sayarken, onların adlarını bile ağza almaktan korkar ve çekinirlerdi.
Yalnızca şaman bu kutsal hayvanlara dokunabilir, öldüğünde onların derilerini
kullanabilirdi. Her kabilenin kutsal hayvanının ruhu, “Hayvan-ana” inancı ile kabilenin
şamanında bulunurdu, Şamanlar da kabilelerinin kutsal hayvanı kadar büyük veya
önemli olurdu. Küçük ve önemsiz hayvanının “hayvan-anası” olan şaman da, o
nisbetle değerli olur, çok güçlü sayılmazdı. Ancak biliyoruz ki, şaman olgunlaştıkça
da yeni bir “hayvan-ana” olabilirdi. Mesela; boğa, aygır, geyik, kartal, ayı gibi iyi
hayvan-ana da olabilir.Kurt veya köpek gibi kötü hayvan-ana da olabilirdi. Şaman bu
hayvanların tüm güçlerini toplamak için onun kemiklerini yanında taşır ve derisine
bürünürdü, yani gerektiğinde o oluverirdi. Şaman Elbisesi, hayvan-ana’yı temsil eden
elbiselerdi. Güçlü şamanlar, törenlerde kurt derisini sol yanına, ayı postunu sağ
yanına alır, türlü balık ve yılan derilerini de üzerinde taşırdı. Çıngıraklar, demir ve
kemikten delik plakalar, hayvan tüyleri, ikinci derecede kutsal eşyalardı. En çok
kullanılan kartal, ayı ve geyik elbiseleri idi, kurt elbisesi çok az giyilirdi.

Geyik elbisesinin en belirgin yeri başlığı idi. Geyiğin boynuzu miğferin


notozunun üzerinde olurdu, kuş elbisesinde ise, kartalın kuyruğu ve kanatları
elbiseye dikilir, tüyleriyle de ayakkabıyı süslerdi. Ayı elbisesinde en önemli yer,
şamanın çizmeleri idi, ayının ayağından yapılırdı, kemikleri de elbiseye tutturulurdu.
Tabi en önemlisi ayının dişleri ve elleri idi, şaman onu, kendi dişlerine tutturur,
pençelerini de elinin üstüne yerleştirirdi.

Aynı elbiseleri Antep Nizip’te yaşayan “Barak Baba”da ve Bursa’da yaşayan


Bektaşi babası “Geyikli Baba”da göreceğiz, Geyikli Baba geyiğe biner, tepesinde
geyik boynuzu olan bir şapka taşırdı. Bunlar, yalnızca rahip veya sihirbaz olan, tören
yöneten şamanlar değil, onbinlerce Türk’ü Anadolu’ya yerleştiren, savaştıran kişilerdi.
Anadolu’nun bu şamanları hem atalarını unutturmuyor, hem de hemen şekil
değiştirebilecek sihire sahip olduğunu halkına göstermek istiyorlardı. Hani rivayet o
ki; Orhan Gazi ona şarap ve rakı gönderir de, o da dilediği kadarını yağ ve bal yapar
ya, onun gibi. Tıpkı Ahmet Yesevi’nin turna donuna, Bektaşi Veli’nin güvercin, Abdal
Musa’da geyik donuna bürünmeleri gibi. Hani Bektaşi Veli’yi Anadolu’da karşılayan
Doğrul Baba vardı ya! O da güvercin şeklindeki Bektaşi Veli’yi, kartal donunda
karşılamıştı, ama Bektaş silkelenip, hemen “adem” donuna dönünce, onu
boğazından tutvermişti ya, işte bu hikaye, Şamanların silkinip başka biçime
dönüşmesinden başka bir şey değildi. Sanki, Doğrul Baba’da, Türklerin meşhur av
kartallarından “Togrıl”, Togrul’dan başkası değil idi.

Türkler de Keltler gibi gök tanrıdan, gökten korkarlardı, bir kısmı yıldırım
düştüğünde korkar, Tanrı’nın kızdığını düşünerek çadırlarından çıkmazlardı. Çadırda
bulunan yabancıları hemen dışarı çıkarır, çadırı da siyah bir örtü ile örterlerdi. Bir
kısmı da gökten yere düşen bir ejderhanın kuyruğunu yere vurunca ağzından ateş
çıktığını düşünürlerdi.
Türklerin bir kısmı yıldırımın Tanrının mesajı olduğuna ve onun uğur
getirdiğine inanır, bir kısmı da yıldırımın kötü ruhlardan çevreyi koruduğunu, yıldırım
düşeceğini anlayan kötü ruhlarında hemen sincapa dönüşüp, ağaç kavuklarına
saklandığını, yıldırımın da o ağaca düşerek kötü ruhtan insanları koruduğuna
inanırlardı.

Ayrıca bir eve yıldırım düşünce 3 gün beklerler ve evin semtine bile
uğramazlardı, üç gün geçince şamanlar toplanır, eve giderlerdi. Bir baş şaman ve 8
yardımcı şaman atlarına binerler, evin etrafında 3 defa dönerlerdi, hep evin kapısına
bakarlardı. Sonra atlardan inerler baş şamanın etrafında toplanırlardı. Baş şaman
şarap dolu sürahiden kaseye doldurur ve havaya şarap saçardı, herkes saygıyla
durur şamana bakardı. Sonra yere bir keçe sererler, 9 şaman keçenin, kenarlarından
tutarak, havaya kaldırır ve indirirdi, sonra kurşun eritilir, şarap veya sütün içine kurşun
dökülür, baş şaman da dökülen kurşuna bakar, kehanette bulunurdu. Günümüzde
Anadolu’da kötü nazarlar için dökülen kurşunun hikayesi de bu olsa gerek.

Türkler yıldırıma “yaşumak” “parlamak” derlerdi, sonra “yalımak” denildi,


yaldırmak, yaldırık, yaldırayık denilmeye başladı, yaldırmak, yıldırmak sözcüğü
bugün yıldırım oldu.

Ateş, Keltlerde ve özellikle rahipleri Druid’lerde ne kadar önemli ise; Türklerde


ve özellikle de Şamanlarında o nisbette önemlidir. Tabi ki; bütün insanlık tarihinde
hayatın temeli gözüken ateş zaten büyük bir değer, ancak insanlık tarihini
inceleyenler çoğu zaman ateşi ve ışığı dinlerin içinde bulmuşlardır. Oysa Türklerde
ateş, dinin değil, ailenin, devletin içinde görülecektir.

Türklerde ateş Tanrı değildir, hiçbir zaman olmamıştır, ancak Türklerin ateşi
yine Tanrı ile ilgilidir ve Tanrı tarafından gönderilmiştir.

Türkler ateşi tapmak için yakmazlar, temaşa göstermek için, Tanrı’ya haber
iletmek ve ibret almak için, seyredilmesi için yakarlardı.

“Mukaddes Doğu”da yakılan ulu ateş (uluğ-ot) tanrıya sunulan kurbana, batıda
yakılan küçük ateş (kicik-ot) ikram için kurbana kullanılırdı.

Friglerde, Ana tanrıça için rahiplerin ateşin etrafında dönmesi, dönüş sonunda
rahibin sunak üzerinde cinsel organını kesmesi, Tanrı ile bir olmasına “gal” olmak
deniliyordu ya; Moğollarda Türklerden gördükleri ulu ateşe, onların ateş tanrısına
yaptıkları duaya “gal” diyorlardı. Đlginç değil mi?

Altay Türklerinin ateş duasında;

“Ey kraliçem, ey annem ateş!


Sen Hongay ve Gur-Hotu-Han dağlarının tepesinde biten, “akarak ağacından”
yaratılmışsın!
Sen, anamız ötüken eteklerinden ortaya çıkmışsın.
Tanrıların hakanı tarafından icad edilmiş ve yaratılmışsın! Ey annem ateş!”
Deniliyordu. Onlara göre ateş, sadece tanrının gönderdiği idi.

Yakutlarda ise;
“Bir kartal kendi keyfi için taşları birbirine çakıyor ve bir ateş yakıyor” derken;
Yakutlar göğün üçüncü katında oturan (Gök tanrısının oğlu mu?) “ulu-toyan”
tarafından “ateş kargası” ile (bu kez kartal değil) insanlara gönderildiğini anlatacaktı.

Altay efsanesinde ateş için;


“Bir kurbağa yüce tanrıya kadar ulaşıyor ve orada, ateş yakmanın sırlarını
öğreniyor. Dağın üzerindeki bir taş ile huş ağacından aldığı bir kav parçasını
kullanarak ilk ateşi yakıp öğretiyor” denilirken Moğollarda daha gerçekci olarak ateşin
“galta-ula” yani volkandan geldiği söylenirdi.

Göktürklere göre Tanrı Ülgen; ateşi, ocağı (yani sacağı) ile birlikte
göndermiştir. Ateşin yandığı aile ocağı bu nedenle çok önemli idi. Anadolu’da ki “ata
ocağı”, “baba ocağı” kelimeleri oralardan kalmadır.

“Ocağın sönmesi”de, Tanrının o ailenin yaşamın sönmesini istemesi


anlamındadır. Tanrı o aileden ateşi geri alacak ve ateş sönecektir. “Ya evlad bir, ya
ocak kor” deyişi, “ocaksız” “odsuz” deyişleri, ateşin Tanrı tarafından verildiğinin ve
geri alındığının izlerini taşır.

Dinler veya kültürlerdeki ateş gibi, Türklerde ateş dışarıda ve herkesle birlikte
yakılmaz, yalnızca aile ocağında, evin içinde yakılırdı, istisna olarak yalnızca hanın
tahta çıkışında göğe haber vermek için ortada ve ulu bir ateş halinde yakılırdı, bu
nedenle ateş ve ocak Türklerde aile için çok önem taşımaktadır.

Ancak Türkler yeni eve, eski evden ateş alarak götürürlerdi, en küçük oğul
baba ocağının ateşini korurdu. Onun adı “Od-Tegin” (ateş prensi) idi. Bugün
Anadolu’da en eski ev, en eski ailenin ocağı bu nedenle hala en saygın ve itibarlıdır.
Sahibi genç bir delikanlı bile olsa, onun evi veya çadırı, en eski ocak olması halinde
en saygı duyulan ocaktır. Onun önünde yaşlı veya genç hep eğilirken, ona “ocak”
derler, bugün pek çok alevi köyünde bilinmeden bu yaşatılır, o aileye “ocak” denir,
halbuki o kişi yalnızca “Od-Tegin”dir, “ateş prensi”dir. O kişinin önünde eğilmede,
eskiden en eski ocağın ateşi önünde selam veren, niyaz gösteren Altay Türklerinden
kalmadır. Alevi babasının önünden geçerken eğilerek edilen niyaz, Yakutların,
sözlerini söylediklerini doğrulamak istedikleri zaman, ateşe eğilip, ateşe konuşmaları
ve ocağın ateşinin çıtırdaması ile de söylenenlerin doğru olduğunun anlaşılması
seromonisinden kalmıştır.

Ateş, hep Türklerle idi. Nişanlı kızlar onu selamlar, yeni gelin saçı saçar,
damadın arkadaşları ateşe yağ döker, alevler bacayı sarar, aile sofrası ocağın ateşin
karşısında olur, aile yemeğe başlamadan ilk lokma ateşe atılır, ilk yudum ocağa
dökülürdü. Doğum yapan yeni anneye “al-bastı”nın musallat olması, ateşin külü
hafifce oynadığında da “Og kuta oyn yuur” “çocuk ruhu oynuyor” eve çocuk gelecek
denmesi, ateşin karşısındaki tebrik ve kutlamanın “el çırpmanın” adının “alkış”
olması, Al-ateş, al-bayrak, al-alevi hep ateşten bizlere emanettir.

Türkler ateşe basmaz, çiğnemez, tükürmez, kötü söz söylemez, su ile


söndürmezdi. Tıpkı bugün hıdırellezde yaptıkları gibi, ateşe basmadan üzerinden
atlamalarının sebebi işte budur. Keltlerin “Beltane”, 1 Mayıs’ta Ateş Tanrısı Beltane
için yaptıkları festivaldeki ateşin üzerinden atlamaları gibi.
Türkler rüzgara da çok önem verirlerdi. Tanrı ve Rüzgar dağların tepelerinde
birlikte otururlar ve Tanrı rüzgarı estirirdi. “Tengri esin esnetti” derlerdi. Yaz ve kış
rüzgarları diye ayırırlar, dört yönden rüzgar geldiğini bilir ve o rüzgarlara “tört bulung”
“dört kenar” derlerdi. Türklerin en kutsal yönü doğu idi, doğudan esen rüzgar uğur ve
iyilik getirirdi.

Doğudan gelene “bahar rüzgarı” da derlerdi, ilkbaharda gelen rüzgar yeni yılın
rüzgarı idi. Đlk mevsim rüzgarlarına “Öngdin”, “öngdin Yeli” derlerdi. Batı’dan gelen
rüzgarlarda soğuk getirirdi. Buna batı karayeli denilir. Kuzeyin rüzgarları ölüm getirir,
her şeyi kurutur, dünyayı varlıksız bırakırdı. “Kara” kuzeyin de sembolüdür. Kara,
kötülük ve fenalığın da sembolüdür, “kara kış” sözü de o günlerden kalmadır.

Türkler için su da çok önemlidir. Gökten sonra Ogan’ın oğulları yer-su’lar


gelirdi, yer-su’lar Türklerin koruyucuları idi. Türkler suya çok saygılı idiler, arı su, iyi
su onlar için çok önemli idi. “Edgülug suvı” “iyilik suyu” iyi dilekler için söylenirdi,
günümüzde Alevilerin bayram arifesinde yıkanmak için eve ait veya yakın bir
akarsudan getirdikleri duru ve iyi su ile yıkanıp, iyi dileklerde bulunmaları, dilemeleri
ile yunmak, arıtınmak (yıkanıp arı olmak), arılık ve duruluk ve dirilik dilekleri,
yakarışları o günlerden günümüze emanettir. Eski Türkler de su’ya “sub” denilirdi.
Belki Çin’den alınmış bir söz idi, “Suei”. Uygurlarda “sug” derlerdi. Đdil ırmağı’na da
“Đtil Sugi” denirdi. Irmakların suyuna Göktürklerde “içit”te derlerdi. Đçtikleri bu suya
Göktürkler “Iduk Yer-Sub” “mukaddes yer ve su” derlerdi. Türklere göre su da ateş
gibi Tanrı tarafından gönderilmişti. Ondan suya çok saygı gösterilirdi, suyun içine el
sokulmaz, arı ve akar sudan ayakla basılarak geçilmez, içilirken başın üzerine de el
konulurdu. “Đdillug Su”, “hayat suyu” “ölümsüzlük suyu” idi ve “tiriglig subı”da “dirilik
suyu” idi.

Dağlar da çok önemli idi. Yücelik ve “arılığın sembolü” dağlardı. Türklere göre
Tanrı, önce gök, sonra yer ve insanı yaratmıştır. Yer derken, dağı, denizi, tepeyi,
çukuru anlarlardı. Dağlar, insanın arkasını dayayacağı, güveneceği ve güvenilir
yerlerdi. Budizm zamanından kalma dağlarda bulunan mağaralar da en kutsal yerler
idi. Dağlar ak dağlardı, Ak dağlar da kutlu ve ilahi dağlardı. Akdağlar nasıl cennetlik
bir yer ise, Türklere göre Karadağlar da karamsar yerlerdi, iç açıcı değillerdi.
Kutsallaşan gökçe dağları, altın dağları, bakır dağları vardı, demir dağı idi Ergenekon
ve elmalı, meyveli dağlar olurdu, geçit vermeyen dağlar gibi. Avlanılan, kuşlanılan
dağlar olurdu. Bağlı üzümlü dağlar, dumanlı, geyikli dağlar, göğsü güzel gökçe dağlar
söylenirdi. Tabi kaba, kara kara dağlarda vardı; karlı buzlu dağlarda. Dualar edilirdi,
beddualar ve yeminler edilirdi, and içilirdi, selamlar gönderilirdi dağlara ve kurbanlar
kesilirdi.

Bir dağ yamacında doğan güneşe doğru 3 kez diz vurulur ve dağ selamlanırdı.
Dağ başlarında doğuda büyük ateş ve batıda küçük ateş yakılırdı. Tanrıya büyük
ateş bırakılır. Kendilerine kurban eti pişirmek için küçük ateş hazırlanırdı.

Türkler ağacı kutsal bilirlerdi, göğün direğiydi ağaç ve tanrıya uzanan bir
yoldu, tıpkı Keltler gibi. Gökten iki ağacın arasına düşen bir ışık ile iki ağaç
kovuğunda çocuklar olduğunu anlatırlardı. Mani dini etkisindeki Uygur efsaneleri,
Oğuz’un ikinci karısı da bir adacıktaki ağaç kovuğunda bulunmuştu, ağaç kültü ile
orman kültü bile Türklerde farklılık göstermiştir. Ormanlı Türkler Göktürklerin
doğusunda idi. Onlara Ağaç-eri’de denilirdi, günümüzde yaşayan Tahtacıların ataları
idiler belki. Onlar orman içinde değil çevresinde yaşarlardı, Şamanları da orman
içinde. Onlar aslında yaylacı idiler. Anadolu’ya göç edenler onların çocukları idi.
Bugün belki Anadolu’nun yüksek yaylalarında yaşayan Türkmenlerin ataları idiler.
Yörükler, Tahtacılar veya Aleviler idiler.

Türklerin evinin önünde bir ulu ağaç olurdu, bu evin süsü idi ve duygusuydu.
Evin ağacı kesilmezdi, ancak bir felaket sonunda kesilebilirdi, her köyünde ayrıca bir
de yaşlı ağacı olurdu. Çocuğu olmayan Yakut kadınları yaşlı ulu bir kara çam
ağacının altına gelir, ağacın altına serdikleri beyaz at derisinin üzerinde dua eder,
çocuk isterlerdi. Belki ulu bir ağaca ilgi bu eski emanetten kalmıştır. Mezar başlarına
da ladin dalı dikerlerdi. Asya’da “arça” denilen ardıç ağaçlarının mezarlara dikilmesi
de en eski geleneğimizdendi. Türklere göre ölünün gömüldüğü yeri belirsiz etmenin
veya gizliden belli etmenin en iyi yolu mezarın başına ağaç dikmektir. Böylesine
kutluk yeri olan bu ağaçlara da, sanki bir tuğ veya sanki bir bayrağı simgeler gibi
üstlerindeki elbiseden koparılan paçavralar bağlanırdı, belli etmek için.

Türkler de ardıç çok kutsaldı, ardından söğüt gelirdi. Elma ağacı da Türklerin
kültüründe geniş yer tutar. Çocukları olmayanlara elma yemesinin söylenmesi,
güveyin yeni gelinin önüne elma atması, sevgiliye elma gönderme hep eski Türklerin
elma ağacından kalan anılarıdır.

Ve karaağaç, çam, çınar, kayın ağaçları önemli idi.

Altay Türkleri ağaca öyle saygılı idi ki; ormana ava giderken, temizlenir,
yıkanır, yalan söylemez, av öncesinde cinsel ilişkide bulunmazlardı. Yakutlar orman
tanrısından söz ederken, müslüman olan Türkler de “orman iyesi”nden, orman
ruhundan söz ederlerdi.

Ormanlarda yaşayan Türklerde ormana saygı duyulur, ormanları olmayan


Türklerde ise ağaca sevgi yaşatılırdı.

Keltlerin druid rahibi ağaç dallarının altını nasıl kutsal bulur ve tanrıyla orada
buluşursa, Türkler için de bir ulu ağacın altı aynı idi, altında toplandıkları ulu ağacın
bir dalını dahi kesmezlerdi.

KISIM VI
ŞAMAN ve ĐNSAN

Türkler ve onların Şamanları, “Nur’a muhabbet”te güneş, ay ve Zühre yıldızının


kutsallığını bilirlerdi. “Dem’e muhabbet”lerinde ise, insan ahlakının temizliğine
inanırlardı. “Đnsana muhabbet”lerinde de, aynı asıldan geldiklerini düşünerek,
tüm insanlarla kardeş olduğunu söyleyerek, onları severlerdi.

Onlar aslında evrenin sırlarını merak eder, öte dünyaya gidip gelerek sırlara
ulaşmaya çalışırlardı.

Şaman, doğa üstü olaylarla iç içedir. Şaman olmaya çağrılışı, şaman hastalığı,
vücudunun parçalanıp etin kemikten ayrılışı, çektiği çile, ritüelik ölümü, yeniden
doğuşu, şaman ağacında terbiye edilişi ile, bundan dolayı şaman toplum içinde bir
farklı statüdedir.

Şaman, sanki bilinmeyen öteki dünyanın temsilcisi, kutsal bilgilerin sahibi, ruh
ile beden arasındaki ara bulucudur. Şaman gören, anlayan ve iletendir.

Şaman, tıpkı bir Druid rahibi gibi, avın bol olmasını sağlar, gelecekten haber
verir, dinsel törenleri düzenler, kurban sunar, hastaları iyileştirir, kısırlığı önler, ölen
kişinin ruhunu öteki dünyaya götürür.

Şaman; din adamı değildir, ancak dinsel ve toplumsal işlevleri olan, inanca
dayalı, toplumsal talebi yerine getiren pragmatik bir kişidir.

Şamanlık aynı Druid’lik gibi dinle ilgilidir, ancak din değildir. Tıpla ilgilidir, ama
tıp değildir. Toplumsaldır, güzel sanatlarla, kültürle ilgilidir ancak onlara aidiyet
oluşturmaz.

Şaman, aynı Druid rahibi gibi bulunduğu yer ve şekilden farklı bir bilince
geçebilir, başka mekanlara gidip gelebilir, ruhların ölümsüzlüğü karşısında onlarla
ilişkiye geçebilir, bilgi ve güç alabilir.

Bunlar ruhlarının ölümsüzlüğüne inanan Galatlara nasıl da bire bir uymuştu,


onlar da bugün bizler gibi zamanında bu benzerliğe çok şaşırmışlardı. Farklı dillerde,
farklı zamanda, farklı renkte olacaklar, farklı diyarlarda yaşayacaklar, ancak aynı ve
benzer şeyleri yapacaklar ve düşünebileceklerdi. Bunun nasıl mümkün olduğunu
anlamak çok güç.

Druidler soyla geçen yeteneklerini, seçilmişler olarak süslüyorlardı. Şamanlar


soyla geçen görevlerini, ruhların onları seçimi veya kendilerinin tercihi olarak
görüyorlardı.

Druidler ile Şamanlar Gök tanrı dininden söz ediyorlar, yazmıyorlar, söylüyorlar,
şarkı ve şiirlerle kendinden geçerek anlatıyorlardı.

Şaman yalnız başına, tıpkı Druidler, ozan ve kahinleri gibi ormanın en uzak bir
yerinde, dağ başında, bilinmeyen bir yerde yaşıyor ve ibadet ediyordu.

Şaman da, Druid de, atalarınca çağrılıyor, terbiye ediliyor, yaşlı bir şaman veya
druid tarafından sırlara eriştiriliyor, mesleğin sanatları öğretiliyordu.

Şaman, Druidleri şaşırtıyordu, ritüellik ölümü, ölüm anını yaşaması, ormanda,


dağ başında çıplak vücudu ile sanki ana rahminde gibi karaağaç veya kara çamın
soyulmuş gövdesi üzerinde yemeden içmeden yatması, ölürcesine çile ve eziyet
çekmesi, şuurunu kaybederek hastalanması, sonra ruhların yardımıyla ikinci kez aynı
bedende kendilerinde doğmaları, sırra ermeleri, inisiye (eriştirme) merasimi ile daha
yüksek bir dereceye çıkışları, duygu ve inançlarının yeniden başka bir şekilde
düzenlenmesi ile “seçilmiş insan” olmaları, şamanın ritüelik ölümü sırasında “etin
kemikten ayrıldığı an” ve tekrar temiz kemiğinin etle bürünmesi, ölmüş olan şamanın,
diğer şamanlarca ilkbahar veya sonbahar’da elinden tutulup yattığı yerden
kaldırılması, şamanlık etmesine usta şamanın izin vermesi, bugün bizleri olduğu
kadar onları da hayranlıkla birbirine yaklaştırıyordu.

Bir de şamanın boynundaki davulu yok mu? Davul eşliğinde dualar okuyup,
diğer ruhlara seslenişi, onların yardımıyla ruhunun bedeninden ayrılması ve dönerken
göğe yükselmesi, yok mu? Druidler de, Galatlar da, eski Anadolu halkı Frigler de,
şaşırıp kaldılar. Şamanlar daha akıllıydı, tören sonunda kendinden geçildiğinde
rahipler gibi cinsel organını kesip, ana tanrıçaya atmıyorlardı. “Gal” olmuyor, aksine
göğe yükselişleri ile ruhlarla birlikte oluyorlardı, onların anlattıklarına göre de, onlarla
yersularla sevişip geri dönüyorlardı. Bu nasıl işti? Ne akılcı idi, aynı işi yapıyorlar ve
sonucu daha iyi oluyordu. Baktılar, bir daha kucaklaştılar.

Bugün biz de şaşırıyoruz; Şamanın terbiye edilirken kuzeyin kötü bayanının


yanında su ruhu ile tanıştırılması, kuzeyin en yaşlı bayanının emzirdiği sırada hava
ruhu ile ve sonra kuzeyin ihtiyar bayanın yardımıyla demircilerin patronu Bıday
Mahsı/Kıday Baksı ile tanıştırıldığında ateş ruhu ile eğitilmesi ve bunları yaparken de
“üç defa dokuz” duraktan geçmesine, son durakta karanlıklardan ışıklı aleme
çıkmasına, Tanrısına “nura” ulaşmasına.

Onları bugün destanlarımızda, masallarımızda, efsanelerimizde,


ritüellerimizde, hatta şekil değiştirerek yaşamımızda sürdürüyoruz.

Neden Galatlar da şaşırmasın? Türklerin şamanlarının boğaları aynı, ruhu


doğuran ve terbiye eden siyah kargaları, üç kargası, bakire kızdan doğan şamanları,
davuluna üç defa vurduğu tokmağı, (bugün çekici) canlı olarak göğe yükselmeleri,
ormanın derinliklerinde küçük evleri, göğe yükselen en yüce kutsal ağaçı (Aar kuduk
mas), ren geyikleri, boynuzları, yüce dağların en tepesi, çam ağaçları, kulaklarında
taşıdıkları üç adet oku, mızrağı, sapanı, üçgen şeklinde öldürücü dokuz sikeresi,
(bugünkü muskaların ataları) kendilerin ki ile aynı idi.

Ağaçkakanın sırtındaki oğlan çocuğu ile yaşlı kadının başı üstünde dolanması,
çocuğu kadının üstüne bırakmasıyla, kadının yaşlı kocasından hamile kalış, Hz.
Đbrahimin yaşlı karısı Sara için Tanrı’ya yakarışındaki benzerlik ve hamile kalış ile
aynı değil mi?

Şamanın ağacın üst dallarına doğru tırmanışı, benliklerini yüceltmesi, karanlık


kuzeye, kötü ruhların evi deyişi, ne tuhaf benzer hikayelerdi.

Türkler ne yapmışlardı? Onlar Đslamiyetin etkisi altında şaman inançları ile yerli
halka neden bu kadar yakın olmuşlardı? Onlar, bugün kimlerdi? Karıştı kaldı, yine
Anadolu. Birileri diyordu ki; Alevi tahtacılar Anadolu’ya gelen bir Müslüman Oğuz
koluydu, birileri de diyordu ki; onlar Anadolu’nun önce Hıristiyan olan eski halkı
Friglerdi veya Galatlardı, ağaçlarla uğraşırlardı, sonradan Türklerin etkisiyle
Đslamiyete yönelmişlerdi. Belki de, onlar ağaçeri Türkmenlerdi, orman alanlarının
etrafına yerleşen ağaçeri yani orman adamları idiler.

Şaman’ın kara çamın veya ardıçın gövdesinde günlerce aç susuz yatmasıyla


bilinçsizlik değil, bilinç yokluğuna geçişi, algılama biçiminin değişmesi, ilerde pek çok
ezoterik öğretide toprak zemine, mezara yatırılacak insan ritüellerinde yer alacaktır.
Omurganın yatay halinden sonra dikey durum alması, “Đnsanın Ayağa Kalkışı”nı
remzedecektir. Toprağa veya çam ağacı gövdesine yatırılmış kişinin ayağa kalkması;
ayakta durabilmesi, yeniden canlanması, yeniden kalkışı ve yeniden doğuşu olarak
günümüze kadar gelecektir.

Keza şamanın ateş etrafında dairevi dönüşleri, bir merkezin yaradılışını ve


ortaya çıkışını, başlangıcını sembolize eder. Bu dairevi dönüşler sağ merkezli
olduğunda iyi amaçlı, sol merkezli olunca kötü amaçlı nitelenir. Sağ merkezli dönüşler
bilinçsizlikten bilince ulaşma, sol merkezli dönüşlerde tersine bilinçli durumdan
bilinçsizliğe geçişi canlandırırdı. Bugün şamanın sağ merkezli dönüşü, Alevileri ve
Mevlevilerin sağ merkezli dönüşüne temel olmuştur. Bu dönüş şekli bugün pek çok
öğretinin ritüelinde de merkezin etrafında sağ merkezli, saat yönünde dolaşmanın
veya dönüşün esin kaynağı olmuştur. Bugün ayakların dönüş sırasında çıkardığı
seslerinin bir süre sonra azalması, dönenlerin semaya yükselmelerini remzeder. Bazı
ritüellerde bu dönüşler üç yolculuk, üç yürüyüş veya üç yükseliş gibi
değerlendirilmektedir. Đlk dönüş “bir merkez vardır”, ikinci dönüş “sen merkezdesin”,
üçüncü dönüş “sen merkezsin” anlamındadır. Dairevi dönüşler öyle bir merkez
oluşturur ki; şamanı da, Alevisini de, Mevlevisini de diğer ritüellerdekileri de,
“herşeyin ordan görüldüğünü”, “herşeyin ordan yayıldığını”, “herşeyin ona
döndüğünü” anlar ve hareketleriyle anlatmaya çalışırlar. Ta ki, dairevi dönüşlerinde
merkezde o pırıltıyı onlara görene kadar. Onların her biri anlar ki, dairevi dönüşlerde
bilinçlilik halini aradıkça, kendisinin dikey pozisyonu, onları ışığa götürecektir, onları
aydınlatacaktır.

Dairevi dönüş bittiğinde ayakta kımıldamadan duruş, onun yeniden dirilişidir.


Karşısındakilerin onun ayaklarına, dizlerine, göğüs ve yanağına önden dokunuşu ile
sırtına arkadan elinin dayanışı veya yerde yatarken, ona dokunan parmak veya
elleri, onun kemiklerinden ayrılmış etinin, eski bedenine tekrar geri geldiğini
hissetmek içindir. Kemiklerinin ilikleri tekrar et yapacak, yeni bedeni ile özgür,
yeniden bilinç kazanmış olacak, ışığı, ya da nuru algılayabilecek, artık ışık çocuğu
olabilecektir. Bu ritüel bir şamanda, bir alevide, bir mevlevide ve pek çok yerde hala
buna ulaşmak için tekrarlanmaktadır. Bunun sonsuza dek tekrar, tekrar yapılması,
sürekli Tanrıyı, yaratılışı, yaratıcılığı, insanı bize hatırlatmak içindir. Bireyin, özgür
insana dönüşünü anlatmak içindir.

KISIM VII
TÜRKLER TARĐHTE YER ALIYOR

Türkler, Asya’da Çinliler, Moğollar birlikte yaşarken ve batının bilinen tarihi


onlar için bir önem arzetmez iken, Roma’nın çöküşüne inen koçbaşlarının darbesiyle
tarih sahnesinde Türkler yerlerini aldılar. Đslam kültüründe kıyamet alameti Tibetli
“Tufan ulusu” diye adları anılınca, Türkler sahneye çıktılar. Cengiz ve Atila ile
Avrupada Roma medeniyeti sonlandırırken; Selçuk ve Osmanlı ile de, Bizans’ın
doğuya ilerlemesi durduruldu ve çökmesi tamamlandı, artık Türkler tarihte yerlerini
alıyordu.
Müslümanlık öncesi Avrupa’ya giden Türkler, onlara göre “paganlar”, farklı
sebeplerle Hıristiyanlığı ayaklar altına alırken; Anadolu’ya gelen Müslüman Türkler de
çok farklı gerekçelerle bu kez Đslamiyeti Avrupaya taşıyacaklardır.

Anadolu’ya gelen Selçuklu Türkleri, her çeşit yobazlığa, putperestliğe


düşmandırlar. Galatlar gibi heykele resme eğilmezler. Hoşgörülü ve disiplinlidirler.
Ural-Altay gibi Şamanlığa çok sıkı bağlı kalmışlardır.

“Kam” gökyüzü ile toprak arasındaki bağlantının gök tanrı-baba-yüce yaratıcı


(tangri) ve daha önce onunla bir olan Toprak-Ana (Umay) arasındaki ilişkiyi
unutmamışlardır, tıpkı Anadolu’ya gelen Galatlar gibi.

Bu nedenle, Anadolu’daki kale halkları ile hem Galatlar hem de Türkler oldukça
iyi anlaşmışlardır, çok az kale onlara direnmiştir. Hatta Türkler ordularına zamanla
Galatları da alacaklardı. Böylece, ilk Kelt-Türk kardeşliği başlayacaktır.

Peki ne olmuştu da, Müslüman olan Türkler, Kızılırmak-Sakarya arasında


Galatlarla kardeş olmuşlardı ve sonra onlarla birlikte yaşamaya başlamışlardı.

Ne idi onları bir arada tutan? Türklerin zamanla kabul ettikleri Maniheizm,
Budizm, Hıristiyanlık, Musevilik veya Đslamiyet gibi dinlere rağmen şuurlarından ve
kültürlerinden atamadıkları şaman öğretileri onları bir arada tutan şey olabilir miydi?
Druid rahipleri ile Şamanların kucaklaşmasını ve kardeşliğini ve Anadolu’da
yaşayacak farklı bir Müslümanlığın alt yapısını Şamanlık mı oluşturacaktı?

Kültürlerin bu birlikteliği ile bugün, nedeni unutulmuş pek çok gelenek ve yeni
inanç şekilleri Anadolu insanının temelini oluşturmuştur.

Bu eski gelenekler, adetler, kutsallar, törenler, Anadolu’da yaşayanların


dinlerinde yeni inanç şekillerine dönüşmüştür.

Kimbilir belki din ile halkın arasındaki bu kavga halen bu nedenle sürmektedir.
Belki ruhbanlar ve yönetenler hala bu nedenle halkı kandırmaya, iknaya
çalışmaktadır.
BÖLÜM IV
KELTLER ANADOLU’YA GELĐYOR
GALAT’LAR

KISIM I
GALATLAR, AVRUPA’DAN YÜRÜYÜŞLE ANADOLU’DA

Keltler, Doğu Avrupa’da üç boyla ilerlediler. Kılıçları kınından çekilmiş, her


yerde kan dökülüyordu. Druidler Kelt dünyasının hemen her yerindeki bu gerilimi
biliyor, buraları terk etmek gerektiğini söylüyorlardı ve Romalılardan duydukları
Asya’nın stepleri için dağları aşıyorlardı.

Tektosag’lar, Tuna Vadisi’ne,


Bai’ler Bohemya’ya
Belg’ler Belgrad’a varmışlardı.

Özgürlüklerine bir parça dokunulduğunda hemen incinen ve krallarına bile baş


kaldıran Keltler; Druidlerin fikrini almadan hiçbir işe girişmezlerdi. Druidler halk
arasından, ancak derin bilgi farklarından dolayı seçilirlerdi. Soyut yorum yapmazlar,
gurura kapılmazlardı. Mikrokosmosa yansıyan makro kosmos düzeninin gizlerini
ellerinde bulundurdukları söylendiğinden, onların en iyi savaşçı, en iyi sihirbaz ve en
üstün kahin olduğu anlatılırdı.

Druid ustalar o günlerde Kelt spiralini görüyorlardı. Koca yemek kazanlarında,


içki çanaklarında sürekli olarak, evreni doğuran işaret, “spiral” gözüküyordu.
Bulundukları yer değil, Makedonya, Yunanistan değil, daha uzak, uzaklar diyorlardı,
Anadolu gözüküyordu.

Druidler gökyüzünde ve göllerin yüzeyinde ardı ardına yedi kez “S” sarma
işareti görüyorlardı. Topraktan alevler, şimşekler çıkıyordu, Kelt halkı delice bir
canlılık içinde idi.

Bu acayip işaretler, Güneş, ay, şimşek işaretleri, gecenin işareti yahut dönen bir
nebulanın ortasındaki tanrısal göz, büklüm büklüm yelesi ile atlar, ışık yılanları, haç,
bir üçgen içinde göz, iki balığın içine girmek üzere olduğu üç incili ağız, onların
hayallerini süslüyordu, sonra da Anadolu’da sikkelerini süsleyecekti.

Đnançları gereği ne ölümden korkuları vardı, ne de geceden. Onlara göre, gün


geceden, yeni bir hayat da ölümden doğardı.

Demircilerin gizemli çekiçleri demiri uzun uzun dövdü. Kalkanlar, zırhlar,


kılıçlar hazırlandı.
Allbann Heffyn bayramı “yaz ortası günü” 21 Haziran’da güneşin güç ve
etkisinin en yüksek olduğu gün Arnavutluk’tan (Albania), Manastır’a Makedonya’ya
yola çıktılar.

Brenn’in ordusunda;
Belg’lerin sağ kanatları Albania-Manastır-Zagrep’e, sol kanattan da, Rodop
dağlarından Selanik üzerinden Trakya’ya gireceklerdi.
Boi’ler, keltlerin en yerinde durmaz, en söz anlamaz olanlar idi. Bunlar çılgınca
dövüşürler, gizli güçleri ellerinde tutarlardı. Bunlara Tolisto-Boi denildi, yani,
dönmemek üzere Anadolu’ya gidecekleri için bunlara “ayrılmış boi” deniliyordu.

Tektosaglar da Cerethrios’un yanında idi. Güneydoğu Trakya’ya ineceklerdi.


Çanakkale kıyılarına Galliopoli Galli’lerin şehri yeni adlarıyla Galatların şehrine
(Gelibolu) yarım adasına yayılacaklardı.

Romalılar, Makedonlar, Grekler şaşırmışlardı. Korkusuzlukları onları yüceltiyor,


Keltler, sanki toprak ananın çocukları Titan’lardan en son doğanlardı. Belki de
bugünkü dille şeytanın çocukları veya buz tutmuş ülkelerin cehennem zebanileriydi.
Onlara isim bulunmuştu. Horoz gibi çabuk kızan, Apollonun ölümsüzlerin ülkesi
Hyperborea’sına bekçilik yapılan bu öfkeli muhafızlara “GALLUS”, Horoz adını
vermişlerdi. Zaten rahipleri Druidler de insanı olduğu yerde öldüren yıldırım gibi
silahlara, fırtınalara, denizlere hakimdi. Demek ki bunlar Romalılara göre tanrıların
üstünde “büyük zeka”lardan birileri idiler. Onlara kimse karşı duramıyordu, artık
mutlaka Anadolu’ya ineceklerdi. Ölümün, özellikle dövüşerek ölmenin şehit olmanın;
mutlu bir olay ve daha iyi bir hayatın kaynağı, başlangıcı olduğuna inanmaları,
düşmanlarına büyük korku veriyordu. Đleride Muhammed de din uğruna ölenleri
şehadete, şehitliğe erdirmeyi buralardan örnek alacaktır.

Apollon’un tapınağına geldiler, geniş paçalı, poturlu adamlar “delphai” Delf


tapınağına ulaştılar.

Apollon, Delphai’yi terk etmişti. Şehre artık Dionysos hakimdi. Druidler, Belen’in
kışı geçirdiği Hyperborea kutsal ormanındaki defne ağacının, buradaki heykeller
arasında şeklinin kaybolup gittiğini görünce çok şaşırdılar. Fahişeler, heykeller, insan
vücutları, ünlü yer yarığına açılan Hermes’in merdiveni ve sonundaki bir yer altı odası
ve adadaki kutsallar kutsalı ile yontulmuş taşları görünce şaşırdılar.

Onlara göre böyle Tanrı, böyle ibadet olamazdı.

Buradaki tüm tanrıları yok ettiler ve mabede girdiler, yaktılar, yıktılar. Bir de ne
görsünler? Şaşırdıkları defne dalı gibi yer altı yarığında da bir su kaynağı var. Birden
sustular, birden yıkılmış taşların üzerini bulutlar kapladı, şimşekler çaktı. Galatların
korktuğu tek şey vardı; Gökyüzünün başlarına yıkılması. Evet! Gökyüzü yıkılıyordu.
Derhal tapınak şehrinden çekildiler. Delphai’den yağmaladıkları altınları bölüştüler,
ancak Apollon’un öfkesini yatıştırmak için sonra bu ganimetleri bugün Đsviçre’nin
Toulouse şehrindeki eski Belen tapınağının yakınındaki göle attılar, kahinler böyle
emrediyordu, artık Anadolu’ya doğru yollarına devam edebilirlerdi.

Luthor; Çanakkale’den Anadolu’ya geçmek isterken, yukarıda kuzeyde


Leonor’un Galatları ise, Bizans’ın zenginliğine kapılmıştı. Đçleri rahattı, arkalarında
Trakya’da ki kardeşleri Comontor, sessizce Anadolu’ya geçişi gözlüyordu. Bizansın
güzelliğine kapılarak, bugünkü GALATA’ya yerleştiler. Leonor’un kardeşleri
Bithynia’ya Đzmit-Adapazarı yoluyla Pontus’a (Trabzon) kadar gaydaları ile
gideceklerdi. Luthor’ın yanındakiler ise, Ancyra’ya (Ankara), Kappadokia’ya,
Kilikya’ya (Tarsus), Đkonya’ya (Konya), uzanacaktı; artık yıl (M.Ö.278) olmuştu.

Ve “gayda”, Anadolu’ya hoş geldin, senin adın bizde “tulum” olsun!


Bol pantolon giyen, boyunlarında muskaları asılı bu dev erkek ve kadınlar
karşısında yerli halk dağlara kaçmaya başladı.

Bergama, Đzmir, Efes, Tolista-Boilerin eline geçmişti. Zenginlikleri talan ettiler,


zenginleri yok ettiler. Ama, tapınaklara, kutsal ormanlara, rahip ve rahibelere bir daha
asla dokunmadılar, saygıyla korudular. Helenizme karşı derin bir tepki göstermeye
hep hazır olan Anadolu’nun yerli halkı da, bu poturlu tuhaf adamlara “öç alıcı” olarak
baktılar, onlara yardım ettiler ve onlara katıldılar. Mısır kralı Ptolemaios ve Romalı
Antiochos sıranın Tarsus, Antakya üzerinden Suriye ve Mısır’a geleceğini
anlamışlardı. Oysa, Galatlar, göklerin en güzeli altında, dünyanın en parlak
ülkesinde GALATĐKA’da, kalacaklar ve güzel Anadolumuzda dopdolu bir yaşama
başlıyacaklardı.

Tektosaglar da artık bu ülkeyi terketmeyeceklerdi. Hititlerin uçsuz bucaksız


yüksek yaylaları, onların Alplerdeki yüksek yerleşimlerini hatırlatıyordu. Trokmeler
önde ilerliyor, onlar da yün başlıkları, bilekleri büzgülü kalın yün poturları ile Đç
Anadolu’nun dağlarını, yaylalarını aşıyorlardı.

Germania’dan, Tuna boylarından, Trakya üzerinden Keltler akın akın


Galatika’ya geliyor, kardeşlerine katılıyorlardı. Galatların bu insan seline Justinus
“Bütün Asya’da bir arı oğulu gibi yayılıyorlar” diyordu.

Artık Anadolu’da Galatların karışmadığı hiçbir önemli olay geçmeyecekti,


onlarsız bir olay yaşanmayacaktı.
Boynuzlu, boynuzsuz miğferleri, çivili ayakkabıları, ortası çizgili kalkanları, her
yanına takıp takıştırdıkları kutsal işaret ve muskalarıyla Anadolu’nun yeni sahipleri idi
ve yıl (M.Ö. 260-240) olmuştu.

Pontus kralı, Suriye kralı, Mısır kralı birlikte birbirine yardım edecek Galatlarla
Ancyra’da (Ankara) savaşa giriştiler. Galatlar her savaşta olduğu gibi yine savaşı da
kazandılar ve Ancyra’ya girdiler. Mısırlı denizcilerin altın çapaları anısına Ankara’ya
bu ad verilmişti; Ama Ankara, artık Galatların idi. Yıl M.Ö. 240 olmuştu.

Ancak Bergama Galatlara vergi ödemek istememekteydi. Bergama kralı akıllı


Attalos Galatlar’dan korkan askerine cesaret vermek için kurban ettiği hayvanın
karnını yararken, karaciğerine, zafer yazan “Nikea” mührünü belli etmeden basar;
kahinler bunu görünce, şaşkına döner, askerler coşar. Trokme ve Tolisto-Boi
boyundan Galatlarla savaşırlar ve onları yenerler, geriye çekilen bu iki boy,
Tektosağ’larla yeniden Sakarya-Kızılırmak arasında bir araya gelirler, artık bütün
boylar, Galat yaylasındadır.

Galatlar meşe, gürgen, çam ormanlarına Avrupa’da olduğu gibi yine


kavuşmuşlardır. Bithynia, Karadeniz kıyılarının kutsal hayvanları geyikler ve yaban
domuzu ile doludur. Bol tane veren geniş arpa ve buğday tarlaları, doğuştan tarımcı,
iyi ekmekçi, hayvan yetiştiricisi, et saklama ve kurutma ustası, sucuk ve biraları ile
ünlü ve ekmekçi Galatlar; bol balıklı “Sangarios” bugünkü Sakarya ile bulanık sulu ve
balıksız “Halys” bugünkü Kızılırmak arasında artık rahattır ve güneyde Đkonya’da
“Tatta” tuz gölü ve kuzeyde Karadeniz kıyısı “Olympos” Aladağlar ile Galatia’yı
oluşturacaklardır. Başkent Ancyra ile değerli malların, yolcuların, kervanların yolunu
tutuyorlardı, ancak kışkırtıcı büyük dinsel fikirlerin ve en korkunç akınların yolunda
idiler. Ama, burası öyle bir yerdi ki; yıllar sonra Mustafa Kemal’e de Anadolu halkı için
zaferin yolunu açacak olan yerdi.

KISIM II
ANADOLU’NUN YERLĐ HALKI; FRĐGLER

Burada bölgede Sakarya ile Kızılırmak arasında bir zamanlar; Hititler


yaşamaktaydı. Hint-Avrupa ırklarının akınları sırasında M.Ö. 2000’lerde bu yaylaya,
Hititler inerler. Trakya mı? Yoksa Kafkas’lardan mı gelmişler? bilinmez ama, beyaz
ırktandırlar, Sami değillerdir. M.Ö.4000’lerdeki Sümerler gibi beyaz ırktandır.
Bugünkü kalıntılarda görülen, her an gülmeye hazır, sanki konuşkan, cesur ve baş
eğmez bu insanlar; aile hayatları, çocukları ve onların yaramazlıkları ile yaşasalardı,
yeni gelen Galatlar ile sonra onlarında yerini alacak olan Türklerle, aynı toprakta pek
güzel anlaşacaklardı. Kadınlarının kocalarına bağlılığı, göşterişsiz alçak gönüllülüğü,
saygıları, yüksek tepelerde Hattuşaş’taki gibi büyük pencereli ferah şehirleri ile
Galatlarla çok yakın olacaklardı. Sanki, Hititlerin inandığı bir ışık cenneti, ölümsüzlük
veren kahramanca ve gönüllü ölüm, hoşgörü, adalet, insanın özgürlüğü, sert olmayan
kehanete inanış, yerli halkın Galatlarda gördüğü kendi görüşlerine bu benzerlikler,
kültürleri ve halkları birbirine kolayca kaynaştıracaktı.

Aynı bölgeye; Sangarios (Sakarya) ve Halys (Kızılırmak) arasına, Hititlerden


sonra Troyalılar, Ahayalar, Partlardan sonra “Hava gibi özgür” anlamına gelen
“Phryg” Frigler gelecek, Galatlar bölgeye geldiklerinde karşılaştıkları Friglerin eski
kalıntılarına “Brig”, “Breg” diyeceklerdi, yani “yollarda dolaşan başı boş düzensiz
asker”. Burası Tanrıların anası “Kybele”nin ülkesi idi. Đnsanın aşırı özgürlüğünün
yaşandığı ve en kötü büyülerin yapıldığı ülke idi. Tolisto-Boi’ler ki; bunlar da Keltlerin
en mistik kolu ve gizli şeylere en meraklı olanları idi ki; Zaten bu Frig ülkesine de
onlar yerleşecekti. Galatlardan sonra gelecek olan şamanist Türklerde işte bu
nedenlerle bölgeye hemen uyum sağlayacaktı.

Gelen Druidler çok dikkatle yerli halkı gözlüyorlardı. “Dru-nemeton” dedikleri,


yani meşe tapınaklarında, yerli halkın bu anlattıklarını sürekli yorumluyorlardı.

Yerli halkın gözünde ağaç, özellikle yüksek ağaçlar yeri göğe bağlayan bir
göbek bağı idi. Yapraklar ve kökler de, Gök Tanrı’nın gücünü yudumluyordu, onlar da
putperest değildiler, tıpkı Galatlar gibi.

Yerli halkın dağların tepesindeki görkemli kalelerini hemen sevdiler, çünkü onlar
da yüksek yerlerde yaşamayı severlerdi.

Yerli halk toprağa bağlı ve zanaatkardı, onlar da sapından kolun bütün


kuvvetiyle savrulan büyük tırpanları, dört tekerleği demir çemberli step arabaları
(Carrus-bugünkü Anadolu’nun at arabaları) tarla sürgüsü, merdane, tahıl çalkalamak
ve elemek için at kılından elekleri, çocuklarına yaptıkları beşikleri ile hemen yerli
halka uyum sağladılar.
Yerli halkın göğe doğru yükselen yıldırımı çeken, göğün verdiklerini alan her
şeyin kutsallaştırıldığı dikili taşları, yüksek sivri işaretli kayaları, yolları üzerinde
Druidleri karşılıyordu.

Taşa oyulmuş boğalar ve aslanlarla süslü surlar, iki başlı kartal armaları, stilize
edilmiş yaban domuzu ve geyikler, dev savaşçı figürleri, onları şaşkınlıkla
seyretmelerine neden oluyordu. Đleri de bölgeye gelecek Türklerde Asya’daki
kartalları ve geyiklerini burada görünce aynı şaşkınlığı duyacaktı.

Göğün altındaki açık hava tapınakları, kapalı tapınaklardan nefret eden, doğaya
tutkun Galatları daha da şaşkın ediyordu.

Büyük kayalar arasında gördükleri sivri fallos, erkeklik organı, zaten onların
dölleyici tanrısı, Belen’in işareti idi.

Frigyalıların ağaçlarla ilgili törenlerini de sevmişlerdi. Keltlerin gözdesi meşe,


selvi ve çam, Friglerin Kybele’ye adadığı üç ağaçla aynı idi. Tıpkı Türklerin ulu
ağaçları ardıç, kayın ve karaçamları gibi Kybele onlara, onların “dağların hanımı”nı
hatırlatıyordu, yamaçlardaki mağaralar, buralardan fışkıran kaynaklar, sanki onların
Galya’da peri hanım “Matr” dedikleri, çocukları çoğaltan, koruyan, sürüleri, ürünleri,
çiçekleri gözeten, hep iyilik yapan perileri idi.

Hem Kybele, onların anaya, aileye, karılarına duydukları sevgiye de çok


uyuyordu. Hem Mısırlılarla da tanışıyorlardı. Tabiat güçlerini bilme isteği, ruhun bir
vücuttan başkasına geçişi, bedenin ölümüne rağmen ruhun ölmezliği, onları
Mısırlılara da yaklaştırıyordu. Đleri de gelecek Şamanlarda don değiştirmeyi görünce
bu sefer onlar şaşkına döneceklerdi.

Attis’in erkeklik organını Kybele için altında kestiği çam ağacı ve 22 Mart’ta
(ilkbahar günü) rahiplerin yönetiminde bu çamın kesilip tapınağa taşınması ve
kozalaklarıyla vücuda kan çıkıncaya kadar vurulması, onları şaşkın etmişti. Onların
“Alban Eiler” “kuş bayramı”, günümüzün paskalya günü; yarın Alevilerde bir başka
bayramda Hıdırellez de çam kesmemeye dönüşecekti. Anadolu’da Tahtacılar da
erkek çocuğu olan babaya törenle ulu bir çam ağacının (ardıç) kesilerek kapısının
önüne atılması ve sonra “ardıç gibi dallı, babası gibi döllü olsun” sözleri buradan
kalacaktı. En ulu ağacın kesilmemesi de günümüze kadar böylece taşınıp gelecekti.

Galatlar, Friglerle büyük uyum sağlamıştı. Onlar da Galatlar gibi müziğe çok
önem verirler, heyecanlı ritimler çalarlardı. Galatlar, Friglerin sunağın çevresinde
müzik eşliğinde, gezegenleri sembolize ederek döne döne raksedişlerine bayılırlardı.
Gitgide hızlanarak, birden bire sıçrayışları, ulur gibi bağırmaları, yakarmaları,
kehanetlerde bulunmaları, çok hoşlarına giderdi. Bugün Alevilerin cem törelerinde
yaptıkları, semah, sanki onların anılarını yadeder gibi. Tabi Şamanın dönüşü, göğe
yükselişi sırasında boynunda asyadan taşıyıp getirdiği davul ve çıngıraklarının
çıkardığı ritmik garip sesleri gibi.

Çalgıcılar iyice coşunca dansedenler kendilerini paralamaya başlarlar, kollarını


ve omuzlarını taş bıçaklarla çenterler, süslü kırbaçlarıyla vücutlarını yırtarlar, kan
damlalarını çam dallarının üstüne serperlerdi. Bugün bu ödünç alınmış gösteri,
Kapadokia’dan Đran’a hakim Mithros rahipleri Pers din adamları Maguşlar vasıtasıyla
Đran’a Şii müslümanlara taşınmış. Benzer gösterinin Kerbela’da Hasan Hüseyin’in
çektiği eziyete dönmüştür.

Bu iş böyle de kalmazdı, çoşku ve dansın en yüksek noktasına erişildiğinde, bir


adam birden ortaya atılır ve taş bıçağı eline alarak, sunağın üstünde erkekliğini
kurban eder, böylece “GAL” olur ve Ana ile birleşirdi. Yaşarsa özgürlüğü simgeleyen
Frigya başlığını giyer, “arınmış, kusursuz, ermiş” olurdu. Bugün bizlerin erkeklik
organında sembolik olarak kesilen bir deri parçası, Galatlarla birlikte aynı dönemde
Cesar’ın ordusuyla birlikte Tarsus ve Isparta’ya gelen Yahudiler tarafından bugünkü
gibi daha akılcı haline getirilmiş ve müslümanlarca da bir parça derinin kesilerek
Tanrıya sunulması ile yetinilmiştir.

Üç gün süren bu törenlerin bitiminde büyük rahip bütün ateşleri yaktırır, her yer
ışıl ışıl olur ve “Attis” Kybele’nin oğlu yeniden dirilirdi, yas sona erer, sevinç son
haddine varırdı.

Galatlar şaşırmayıp da, ne yapsınlardı?

Kilikya, Kapadokia ve hatta Pontus’a yerleşmiş Maguşlar da, kadını yücelten


Kybele yerine, erkeği yücelten Mithras dinini yaymaya çalışıyorlardı. Karanlıklar
tanrısı Ahriman’a karşı savaşan ışık tanrısı Ahura-Mazda (Ahura; Efendi, Hazret,
Mazda; bilge ) onların daha çok hoşuna gitmişti. Hele Mithras’ın bir boğayı
kovalayarak (boğa, mazda tarafından yaratılmış kosmosu temsil ediyordu) boynuna
bıçağı saplamasıyla “yeniden dirilme”, herşeye yeni bir hayat verme, onların çok
hoşuna gitmişti.

Kilikya’da da adı “Men” olan tek erkek tanrıya, ay tanrısına rastladılar. “Men”
olayların, insanların talihinin, yerin göğün tanrısı, canlıları ölüleri yargılayan yüce
varlıktı, Sümerlerin “Enki”si buralara kadar gelivermişti.

Galatlarda; Mithras yerine MEN’in ayağını, gümüş boynuzlu ay boğasının


üstüne koydular, Friglerin “gal” olmuş erkekliğini, ATTĐS’in yaldızlı tacını aldılar,
boğanın yanına da KYBELE’nin arslanlarını oturttular. Hepsi iyice birbirine karıştı gitti,
her şey karma karışık oldu. Bu arslan var ya hani şamanın Asya’dan getirdiği
ejderha, canavar Anadolu’da o aslan olacak, yarın Hacı Bektaş’ında sağında
oturacak, ileride Hz. Ali’yi temsil edecek aslan oluverecektir. Friglerin boğaları ve
Türklerin Asyadan getireceği ren geyiği de, Đslamiyetle Arap çöllerinden gelen ceylan
oluverecek ve o da Bektaş’ın solunda yerini alacaktır.

Tanrı Mithras, Attis, Men, Adonis ve diğerleri değişecek, Galatların yardımıyla


yarın gelecek olan ve Paulus’un anlatacağı, “Gökyüzünün geniş çayırlarının, tek
efendisi”ne dönüşüverecekti. Zavallı Kybele, Artemis, Afroditler de kendilerini feda
edecekler, onlar da ancak göklerin kraliçeleri olabileceklerdi.

Hakikat, Galatlarla ilerliyordu.

KISIM III
KIZILIRMAK-SAKARYA ARASI ŞEHĐRLER KURULUYOR

Galat’lar, yerli halkın kocamış kişilerine bunları soruyor, aldıkları cevaplar çok
hoşlarına gidiyordu. Yerli halka bu nedenle tebessümle ve şefkatle yaklaşıyorlardı.
Hunharca savaşıp döğüştükleri Romalılara karşı merhametsizlikleri, yaylanın halkı
karşısında sevgi ve hoşgörüye, anlaşıya dönüşüyordu.

Galatlar önderlerini kardeşlik duygusu ile güç birliği için aralarından en yiğit, en
kahraman ve her bakımdan en üstün olanlardan birini seçerler, bunu babadan oğula
geçirmezlerdi. Önderler bir yıllığına yalnız yönetici olarak seçilir, ertesi yıl yerini bir
başkası alırdı. Onlara göre önderlik ve mevkii geçici bir görevdi, tıpkı zenginliğin, özel
mülkün önemsiz oluşu ve bu değerlerin halkın sevgisi ve saygınlığını kazanmak için
kullanılması gereken bir araç olarak görülmesi gibi, tıpkı bugün hür insanların
düşündüğü gibi.

Galatlar, ruhun ölümsüzlüğüne inandıklarından dolayı ölümden korkmazlar,


ölüm korkusu olmayınca da inanılmaz cesur davranırlardı.

Galatlar savaşta ve ziyafetlerde delilik derecesinde nitelenecek davranışlar


gösterirler, savaşta yaralanmadan, sağı solu kesilip, kanamadan; evlerine dönmek
istemezler, çılgınca dövüşürlerdi. Ziyafetlerde de öyle davranırlar, yabancıları davet
ederler, ziyafet süresince gelenin kim ve neden geldiğini asla sormazlar, yer, içer,
eğlenirlerdi.

Galatlar uzun boylu, kızıl ya da sarı saçlı, beyaz tenli idiler. Saçlarını geriye
doğru tararlar, boynundan ensesine dalga dalga sarkıtırlardı, yüzleri daima traşlı idi,
kalın bıyık bırakırlar, bıyıklarıyla ağızlarını mutlaka örterlerdi. Tıpkı aynı bölgede
bugün yaşayan Alevi dedesinin suskunluğuna mühür olan, ağzını açtığını
göstermeyen bıyığı gibi.

Galatlar, dini bilgilerini Druidlerden edinirler, öğretilenler asla yazıya


geçirilmezdi, yanlış anlatılıp, yanlış anlaşılabileceğinden halk tarafından konuşulması
istenmez, sessizlik veya hafıza da tutma tercih edilirdi.

Galatlar bol pantalonları, kalçalarına kadar inen kollu ceketleri, “sagus” denilen
yünden başlıkları, ataları bugünkü Đskoçların, geleneksel giysilerini andırırlardı.
Kollarına ve boyunlarına altın bilezik ve zincirler takarlardı. Köpek ve kurt derileri
üzerine oturur, yatar, yerde yemek yerlerdi. Erkek çocuklar askerlik çağına gelinceye
kadar halkın önünde babalarına yaklaşamazlardı. Babalarının karşısında
oturamazlardı. Kadınlar kocalarına fevkalade bağlı idiler. Kadın evlenirken kocasına
drahoma benzeri bir değer götürür. Erkek de bu drahoma kadar mal koyar, bunların
kullanımı birlikte yapılır, kim önce ölürse mal kalanın olurdu.
Galatların üç boyu, her biri 4 mahalli yönetim (tetrarkhia)den oluşmak üzere 12
tetrarkhes’in başkanlığında 25’er kişiden oluşan üç yüz üyeli Meclis toplarlardı. Çok
önemli kararları burada alırlardı. Đlginç bir benzerliğe göz atalım. Mecliste sessizlik
egemen olurdu, eğer bir kişi çok konuşarak mecliste rahatsızlığa neden olursa, silahlı
bir çavuş konuşanı sessizliğe davet eder, ikaza uyulmaz ve konuşmaya devam
edilirse, iki kez daha ikaz edilir. Bundan da, sonuç alınamazsa; o kişinin giydiği
“sagus” denilen başlığı kullanamaz hale gelecek şekilde kesilirdi. Artık o kişi muteber
sayılmazdı. Bugün aynı bölgede Konya’da bu adet sürmüş, eğlence yapılan yerde
oynayan çengiyi elle, sözle, bakışlarla taciz eden konuğu, ağanın adamı ikaz eder,
ikaza uymazsa ve rahatsızlık verirse bu kez dışarı alınır, kulak memesi hafifçe kesilir
ve bir daha bu toplantılara alınmamak üzere itibarsız kılınır. Bugünün “kulağı
kesik”leri onlar olmasın?

Đsteseler Ege’de, Marmara’da Boğazlarda kalabilirlerdi, ama onlar, Anadolu’nun


bu yaylasını sevdiler.

Galatlar Đç Anadolu’ya gelince, Gordion’u garnizon yaparak Ancyra’da,


Tavion’da ve Pessinus’ta birer kent oluşturdular.

Tapınak şehri Pessinus’tu; Bugünkü Sivrihisar yakınında Ballıhisar’dı, hem de


ticaretin merkezi idi. Yolun üstünde Gordion vardı, Eskişehir yolunda bugünkü Ballıca
civarında 16 ncı km’de uzak kalesi ile Ancyra kenti vardı. Eyaletin diğer uzak ucunda
da Tavion kenti bulunuyordu.

Tolista-bai’ler Batıda Haymana’ya bir kale ile işe başladılar. Doğuda’da


Yozgat’ın doğusunda Tavion’u geçince Kerkenez Kalesi (Mithridation) inşa edildi.
Kuzey batıda, Mürted’de Peion kalesi (Kirmir çayı yanında), Beypazarı’nda da bir
kale yapıldı. Garbeus, Ankara’nın güneyinde Oğulbey’de idi. Krentos (Dikmen) kalesi,
Sykeon, Kirmir Çayı, Tahirler mevkiinde inşa edildi. Polatlı ilçesinde, bugünkü Şeyhali
ve Beyovası köylerinde birer kale yapıldı. Sakarya vadisine de kaleler dizildi.
Asarkaya, Hisartepe, Gerder, Asartepe, Kaletepe, Porsuk çayına da kaleler dizildi,
Tizke, Gökçe- Ören, Taşlıkale, Akçaören, Karaören, Çanıllı ve diğerleri.

Şehirler böyle korunuyordu, ama Galatya eyaleti güneyde Pisidia bölgesinin


kentleri olan Kilikia(Tarsus), Kapadokia (Kapadokya), Pamphylia (Antalya),
Germanikapolis(Ermerek), Karalis (Beyşehir), Ninika (Mut), Seleukeia (Silifke),
Đkonion (Konya), Philomelion (Akşehir), Antiakhaia (Yalvaç), Laranda (Karaman),
Sagalassos (Aglasun), Isaura (Bozkır) ile çevriliydi. Kuzeyde Paphlagonia bölgesinde
ise, Gangra (Çankırı), Neoklaudiopolis (Vezirköprü), Pontus bölgesine sınır kentler
ise Amaseia (Amasya), Đris (Gümenek köyü-Tokat) Neokaisareia (Niksar) Sebasteia
(Sivas), Zela (zile) Kerasos (Giresun) bulunuyordu.

Kuzey’de Sinope(Sinop), Amisos(Samsun), Trapezos (Trabzon) Kerasos


(Giresun, Türkçeye kiraz olarak geçecek) illeri, güneyde de Kappadokia ile komşu
olmuşlardı.

Roma, güneyi sağlam tutmak istiyordu. Yahudilere, vergiden ve askerlikten


muafiyet ile Roma vatandaşlığı vererek; Ephesos (Efes) Bergama, Miletos (Muğla-
Aydın) Sordes (Manisa) Antiachia (Antakya) Pisidia bölgesinin baş şehri Pisidia
(Yalvaç/Isparta) Kilikia (Tarsus) da Galatlara karşı, Yahudilerin yayılmalarına
yardımcı oldular. Yahudilerin Anadoluya gelmelerini, Galatlarla Romalıların arasına
tampon gibi yerleşmelerini sağladılar.

Trokmeler de, Kapadokya’ya, Kilikya’ya, Tarsus’a kadar inmişlerdi. Persli din


adamları, imanlı insanlar, Mazda-Mithra’ya inananlar burada idi. Yarın Galatlar
sayesinde Yahudileri ve Paulus’u misafir edecek yer de burası idi.

Tektosaglar da hakem gibi iki kardeş halkın arasında idi.


Batı ve Kuzey batı da özgür ve doğaya aşık bir halk, Tolisboiler, güneyde ve
güneydoğuda inançlı, imanlı Trokmeler ve ortada ikisine kucak açan Tektosağlar
Sakarya-Kızılırmak arasına böylece yerleştiler.

Yıl M.Ö. 220’ler olmuştur. Roma mecburiyetten Galatları doğunun son eyaleti
olarak kabul ediyor, onun doğusu da Persler bulunuyordu.

Yerli halkın sevgilisi olan Galatlar, Romalıların da korkusu idi. Ancak Romalılar
onları yanlarında tutmalı, anlaşmalı, birlikte hareket etmeli idiler.

Keltlerin saf pagan fikirleri kayboluyordu. Kybele, Kubebe, Roma’nın göz diktiği
Kara Đdol, Siyah Hanım, oğlu Ates, Atis, Kapadokia’nın Persli Maguşları vs vs.
kafaları karma karışık olmuştu. Hele “hava gibi özgür” Frigyalılar Galatları iyice
yumuşatmıştı.

Roma, artık Galatlarla baş edebilmektedir ve yıl M.Ö. 150’ler olmuştur.

M.Ö.87’de Romalılar eğlenceler sırasında haince Galatların tüm reislerini


öldürünce kurtulan Dejatorix, Galatları ayaklandırdı. Galatlar hem Roma ve hem de
Pontus ile savaştılar.

Anadolu’daki her krallık Romaya bağlıydı, yalnızca Galatlar bağımsızdı. Ancak


onlarda Roma’nın ve sonra Hıristiyanlığın etkisine girecek, zor da olsa Galatlar, 500
yıl Anadolu’da kültürlerini koruyacaklardı.

Anadolu şimdi çok karışık ve rengarenk idi. Ancyra’da ay tanrısı Men ve


Kybele kültü, Artemis kültü, Komana’da Ma kültü, Tavion’da Zeus kültü, Mısır’ın Đsis
ve Sarapis kültü, Roma kolonilerinde Hades ve Sarapis kültü, Suriye’den eski
Sümer’in Đsura ve Demeter kültü, Roma’nın Augustos’la başlayan ölümden sonra
azizlik mertebesi vs. vs. karıştılar gittiler.

Ankyra’lı Galat kadınları da artık Artemis’in rahibeleri oluyor, Druid rahipler


Maguş kurallarına uyuyorlardı. Tıpkı ileride Paulus’un anlattıklarına da inanıp
Hıristiyan olacakları gibi.

Tanrısallığın bölünmez, derin evrensel görünümünün, onu küçülten suretler,


heykeller, şekillere dönüşmesinden nefret ederlerdi. Onlar su, ağaç, dağ, gök,
yıldırımı Tanrıya doğru bir atılım olarak görürlerdi. Tıpkı ileride Anadolu’ya gelecek
olan yeni müslüman olmuş, Şaman Türklere yaklaşıp, hemen ısınacakları gibi. Onlar
için yüzeyde kalan işaretler, şekiller önemli değildi, batıl inançları da yoktu.

KISIM IV
PAULUS, GALATLARI ZĐYARET EDĐYOR
Bu kadar kalabalık ve karışıklığın yanı sıra şimdi M.Ö.150’lerde, bir de
Yahudiler Anadolu’ya geliyordu. Bunlar nereden çıkmıştı? Anadolu’ya neden
geliyorlardı? Kudüs’ü, Đskenderiye’yi bırakıp, Anadolu’ya Galat’ların yanına niçin
geliyorlardı?

Yahudiler de, “Gilgal” denilen çember şeklinde dizilmiş taşlarla Tanrıya


şükranlarını sunarlar, Tanrıya yalvarmak için yüksek yerlere çıkarlardı. Bir meşe ağaç
veya terebentin (Elan, Allah) ağacı altında dua ederlerdi. “El” veya “Al” doğa
güçlerinin yaratıcı tanrısı “Elahim” in kısası idi, tıpkı Sümerlilerin “El”i gibi, sonsuz
büyük ve saf, tek tanrıyı ifade ediyordu.

Romalıların izniyle, Yahudiler kolaylıkla zamanın en büyük şehri Tarsus’a


yerleşmeye, zenginleşmeye, çoğalmaya başladılar. Zaten Đskender’in ordusunda
paralı asker olan Yahudilere Frigya ve Lydia’da topraklar bağışlanmıştı, yıl M.Ö. 100
olmuştu.

Antiachos’tan (M.Ö. 167) sonra, bu kez Romalılar Kudüs’e girdiler. Mabedin


kutsallar kutsalına girdiler, yakıp yıktılar, M.Ö. 63 oldu. Galatlar Roma ordusunda,
orada, Kudüs’te idiler.

Çiçero, Romalılarla Galatları dost yaptı. Böylece sessizce Laodikeia


(Denizli/Eskihisar) Apameia (Dinar), Đconium (Konya), Girme (Burdur) üzerinden
arkalarını sağlamlaştırarak Romalılar Tarsus’a indiler.

Anadolu rengarenk olmuştu. Ortalıkta Frigler, Yahudiler, Keltler, Maguşların


kehanetleri dolanıp duruyordu. Her çeşit gizli dinler ortalıkta idi. Mısır’ın Đsis tapımı da
eklenince, tanrılar iyice karıştı, herkes bir dine sarıldı.

Roma’da köleler çoğunluğu oluşturuyordu. Anadolu halkı sefalet içinde idi.


Orduda olanlar, askerliğin erdemli görünüşüyle övünürken, onların dışındaki diğerleri
ise “bir kurtuluş vaad edenlere” doğru yöneliyorlardı. Đnsanlar arayış içinde idi,
dinlerin gizemli yanları, hastaları iyileştirme yetenekleri, kahinlerin kehanetleri,
herkesin kafası iyice karıştı. Kozmopolit Roma kentleri, yabancı düşünceler ile
tanışıyor, kendi düşünüşlerini sorguluyor, hoşnutsuzluk doruklara çıkıyordu.
Umutlarını yitirmişlerin kişisel sorunları siyasal ve toplumsal yön bunalımına
dönüşüyor, Bilenler için, mutlak olanın, en yücenin bilgisine erişmek arzusu da buna
eklenince, bu topraklarda, kurtuluş ve arayış daha da artıyordu.

Bu arada Đ.Ö. 4. ncü yüzyıldan bu yana yaygınlaşan Orpheus tapınması ile


günahın bağışlanması ve ölümden sonraki yaşam gibi kavramlar da ortaya çıkmıştı.
Bir de Đ.Ö. 2. nci yüzyılda Osiris tapınması buna eklenince, Anadolu’nun kafası iyice
karıştı. Hele Mithras tapınması yalın ahlak ve erkekler arasında yardımlaşmayı ortaya
atınca, inançların hiçbiri Roma dünyasının ve Anadolu’nun inanç gereksinimini
karşılayamaz hale geldi.

Artık insanlara, daha yalın anlaşılacak, çok kolay, iyilik ideali etrafında olmanın
yeterli olduğu, alçak gönüllü ve dostluğa dayalı, bir kurtuluşa erme ile sınırlı, basit bir
inanç sistemi bulmak gerekiyordu.
Hem Latinlerin, hem de yabancıların tanrılarını bir araya alan bir düzen
kurulmalı idi. Roma Đmparatorları rahipleri onurlandırdı. Devlet görevlisi gibi yaptı,
tanrıların barışını böylece sağlayacaktı, papalığın temelleri atılıyordu. Yıl M.Ö. 12
olmuştu. Augustus bir kararname çıkardı. Ankara’da büyük rahip PONTĐFEX
MAXĐMUS’u yarattı. Ona biat etmeyen, düzene girmeyen her dini, din dışı ilan etti.
Đleri de Anadolu’ya gelecek olan Paulus’un tarlasını hazırladı.

Roma tüm eski tapınmalara inananları aşağılamak için bir de kelime buldu,
“pagan”. “Paganus”, yani “köylü”, yani “ahmak köylü”, böylece şehirdekilerin inançları
köylülere göre daha farklı kılınacaktı. Anadolu’da Mısırlıların dini yasaklandı. Ancak,
Druidler Kelt rahipleri çok etkili ve güçlü idi. Galatlara bir özel statü yarattılar, Druidler
yasaklanmadı ancak Romalıların bu dine girmelerini yasakladılar. Galatlar bu
gelişimlere ses çıkarmadı ve karışmadılar. Yahudiler Romalılarla karşı karşıya
kaldılar.

Galatları da kandırmışlardı. O dönemde, onların tarif edilmeyen Belen Tanrısı,


Apollon oluvermiş, Lug’da Merkür, Hanımlar, periler de bölgesel Kibele’ye
dönüşüvermişti. Yahudilerin çekiçli tanrısı da Jupiter olacaktı.

Her yer, her şey birbiri içine geçmişti. Törenler, sözler, emirler, bir işe
yaramıyordu, halk mutsuz idi. “Yeni bir Tanrı”dan umut bekliyorlardı.

Romalılar bir dinler düzeni kurmak istiyor, buna karşılık halk da, bir şeye
inanmaya ve inandığına da sahip çıkmaya çalışıyordu. Herkes, yöneten ve yönetilen
arayış içinde idi.

Yeni ahitte ikinci büyük kişilik olan “Paulus” kolları sıvadı. Birinci işi insanları
eski dinlerinden döndürmekti. Đkinci iş ise, Yahudilere ait olan bir dini, Museviliği
herkese açmak, yalnız Yahudilerin değil, herkesin Yahudilerin tanrısına inanmasını
sağlamak ve bunun için bir kiliseler zinciri kurmaktı.

Bu Yahudi’nin adı SAUL idi, Tarsuslu iyi bir ailenin çocuğu idi ve latince
adı PAUL yani PAULUS idi, Đ.S. 32-37 yılları arasında yahudilikten dönmüştü. Roma
kentlerinde yaşayan iyi örgütlenmiş Yahudi halkına yol göstermek istiyordu. Đki
Yahudi; Paulus ve Barnabas, Tarsus’tan başlıyan yolculuklarına M.S. 45de
başladılar. Kıbrıs, Antalya derken Anadolu yaylasına Pisidia (Yalvaç/Isparta) vardılar.
Buraya tarla kuşu denilen ALAUDA Leqionları, Galyalılar yerleştirilmişti. Onlar Galatlı
memurlar ve çiftçilerle karışmışlardı, Romalıların Tarsus’ta ve Antakya’da verdikleri
imtiyazlara sahip ve Roma vatandaşı olmuş Yahudiler de burada yaşamakta idiler.
Yahudiler tek Tanrı dinine inananlarla birlikte ibadet ederlerdi. Paulus, Hazreti Đsa’nın
öldükten sonra Allah tarafından tekrar canlandırıldığını, kendisinin bunu gördüğünü
ve kendisine görev verildiğini söylemeye başladı. Onun her söylediği, sanki Hz.
Đsa’nın sözü gibi, sanki Tanrının emri gibi olmaya başladı. Galatlar bu sözleri,
kendileri için de bilinmez ve görünmez olan tanrının sözleri sanarak, bu sözlere
kolayca inandılar ve onun etrafında toplanmaya başladılar. Galatlar bu hikayelere
inansa bile, Yahudiler inanmadılar ve Romalılar ile birlikte olup Paulus ve Barnabas’ı
tekme tokat şehirden kovdular.

Bu Đkili; Paulus ve Barnabas da, Iconium (Konya)ya, çamurdan resmedilmiş


insanlar diyarına gelirler. Burada da önemli bir Yahudi cemaati gelişmiştir. Paulus’a
inananlarla inanmayanlar diye şehir ikiye bölününce, yönetenlerce buradan da
atılırlar.

Sırada Lystra (Hatunsaray) vardır, oradan da kovulurlar. Dört yıl sonra M.S.
49’da Antakya’ya tekrar geri dönerler. Bu dönüş sırasında ileride başka bir müjdeyi
yazacak olan Markos’ta artık yanlarında değildir.

Paulus, bu kez 2.yolculuğuna çıkar, bu yolculukta artık yalnızdır, Barnabas’ta


yanında değildir. Đkinci yolculuğunda, Galatlar, Paulus’u çok iyi karşılayacaktır. Bu
coşkun, gerçek kıvanca açık ve özgür insanlar, diğer inananlardan farklı olarak onu
sahiplenirler. Anlattıklarında insana değer verilmesini beğenip, ona ön ayak olurlar,
çünkü Paulus, Galatlara uygun konuşmaktadır.

“Siz bunu putlara tapanlardan daha iyi anlamıştınız. Siz göğün, her şeyin
üstünde olduğunu biliyordunuz. Gökyüzünden başka hiçbir şeyden korkmamakta
haklıydınız. Çünkü tanrımız gökyüzündedir” diyordu. Tıpkı onların dağlar, ormanlar,
ay, güneş ve gökyüzünü anlatışları, Tanrılarının gökyüzünde oluşuna inandıkları gibi.
Onların savaşta her yanlarından kan akması, yara bere içinde ölüme gitmek arzuları
gibi çarmıhtaki kanlar içindeki Đsa’yı anlatıyordu. Đsa, kıpkırmızı delik deşik vücudu ve
yaraları ile tam onların istedikleri gibi idi. Galatların toplumun ve ailelerinin selameti
için kendilerini feda etmek arzuları, çılgın gibi, delicesine kendilerini harcamaları da,
Đsa ve havarilerinin yaptıklarına benziyordu.

Bir başka yerde; Đsa’nın sevdiği öğrencisi “Yuhanna”nın incilinde, Pavlus’un


“Galatyalılara mektubu”nda yine Galatlara rastlayacağız.

Galatyalıların inançlarını zorlamak için, bu kez, Paulus’un Galatyalılara


mektubunun 3.bölüm 1-3 bablarında; “Ey akılsız Galatyalılar! Kutsal Ruh’u Yasa’nın
gereklerini yapmakla mı, yoksa duyduklarınıza iman etmekle mi aldınız? Bu kadar
akılsız mısınız?” derken onların eski tanrısını küçümsüyordu,

4.Bölüm 8-11 bablarda da, “(8) Ne var ki eskiden, Tanrı’yı tanımadığınız


zamanlarda, özde Tanrı olmayanlara kölelik ettiniz. (9) Şimdiyse Tanrıyı tanıdınız
daha doğrusu Tanrı tarafından tanındınız. (10) Özel günler, aylar, mevsimler yıllar
kutluyorsunuz. (11) Sizin için korkuyorum, yoksa uğrunuza boş yere mi emek verdim.
(12) Kardeşlerim, size yalvarıyorum, benim gibi olun, çünkü ben de sizin gibi oldum.
Bana hiç haksızlık etmediniz. (14) ... beni ne horladınız, ne de benden tiksindiniz.
(15) ... elinizden gelse gözlerinizi oyar, bana verirdiniz” derken, onların üstün ve
saygın karakterlerini anlatıyordu.

Galatları bir aşağılıyor, bir yüceltiyor, kendine çekmeye çalışıyordu.

Galatların benliklerini yüceltme, ruhlarının ölümsüzlüğü ve özgürlüğü ile


övünmelerinden dolayı, 5.Bölüm 1-26 Bablarda “(1) Mesih bizim özgürlüğümüz için
özgür kaldı. Bir daha kölelik boyunduruğunu takınmayın. (25) Ruh sayesinde
yaşıyorsak, Ruh’un izinde yürüyelim. (26) Boş ve övünen, birbirlerine meydan
okuyan, birbirlerini kıskanan kişiler olamayalım” diyordu.

Galatlar şaşırıyordu, tarih de Đ.S. 69’u gösteriyordu.


Ancak, Paulus eski cemaati Yahudilere çok kızgındı, bu arada, onlara da şöyle
diyordu : “Tanrının sözünün ilkin sizlere bildirilmesi gerekiyordu, ama onu bir yana
ittiğiniz ve kendinizi sonsuz yaşama yaraşır saymadığınız için, işte uluslara
yöneliyoruz”.

Paulus Yahudilere rağmen Galatları kiliselerine yürekten bağladı, yolculuğuna


devam edebilirdi. Galatlar tamam idi.

Paulus ve arkadaşları Makedonya ve Balkanlarda “Đsa’nın dirilişini” anlatınca,


Atina’da kahkahalarla karşılaştılar. “Ölülerin dirilmesi” gülünecek kadar tuhaftı. Dünya
nimetleri, güzel yemekler, kadınlar, erkekler, yatıp kalkmalar, ince düşünsel
sohbetler, gerçek olan bu dünya idi, Atinalılar gülüp geçtiler. Ama cahil halk, fakirler,
hırsızlar, fahişeler, köleler; tüm Roma, öbür dünyada, bu dünyanın nimetleri
umuduyla yeni inanışa, yarının yeni dini olacak Hıristiyanlığa kucak açacaktılar.

Barnabas ve Markos Kıbrıs’ta, Paulus, Timateos ve sevgili doktor Luka


Roma’da idiler. (Đleride o da ayrı bir Đncil “Lukas Đncil”i yazacaktır) Efes’te de Yohanna
çalışıyordu, hem o daha akıllı idi, Anadolu’nun kadın soyunun yüceltilmesi arzusuna,
Kibele’ye de bir çare bulmuştu; Kudüs’ten gelirken yanında Kutsal Bakire’yi,
Meryem’i de Anadolu’ya getirmişti.

Hıristiyanlıkta, bu dünya yaşamı değil, öbür dünya, kıyamet günü, ölmüş bir
adama tapınma esas ise; Romalılar için Hıristiyanlık; “insanın düşmanı” demekti.

Hele 15 Ağustos 64 yılında Roma’daki yangına Hıristiyanlar sebep gösterilince,


Romalılar; ne Paulus’u, ne Petrus’u bıraktılar, hepsini yok ettiler.

Ama Galyalılar Roma’ya girince (1 Temmuz 69) Roma Hıristiyanlarla


uğraşamaz durumda kaldı. Bu arada Parthlar da Anadolu’ya girmişlerdi. Sanki
Galatlar da Hıristiyanları burada himayelerine almışlardı, yıllar 92’ye geldi.
Hıristiyanları, Roma’da Galyalılar, Anadolu’da akrabaları Galatlar dolaylı olarak
korumuş oldular.

Matta’nın Đncili Aramice idi, yazılı değildi. O günlerde ortalıkta ne Lukas, ne


Markus’un incillerin adı geçiyordu.

Aramice yazılan ilk müjde yine Matta idi. Matta’da Hazreti Đsa’nın ailesi
anlatılırken, onun Tanrının oğlu değil, marangozun oğlu olduğu anlatılıyordu. “Bu
marangozun oğlu değil mi? Annesi Meryem, kardeşleri James (Yusuf ?), Joses,
Simon ve Yuda değil mi?” diyordu.

Paulus’un Kudüs’teki cemaati Đsa’nın ölümünden sonra daha da büyümüştü,


çünkü Paulus, Đsa’nın Tanrı’nın ta kendisi olduğunu söylüyordu. Ölümünü ve onun
göğe yükselişini anlatıyor. Yahudilere bilmedikleri tanrılarını insan şeklinde
yanlarında olduğunu söylüyordu.

Đsa’nın kardeşi James (Yusuf ?) ise Đsa’nın halefi idi. Đsa’nın cemaatinin başında
idi. O ise, Đsa’nın Tanrı değil, Tanrı tarafından seçilmiş bir lider olduğundan söz
ediyordu.
James pek çok nedenden dolayı M.S. 62 yılında öldürüldü. Paulus’un önü
tamamen açıldı.

Bu arada Bergama’da, Đzmir’de, “Ephesos’un ihtiyarı” adı ile bilinen Jean veya
Johannes veya Yohanna veya Yahya kendi incilini yazmaya başlamıştı. M.S. 100
üncü yıllarda Yohanna incilini ilk okuyanlar yine yaylalardaki Galatlardı. Paulus’u
hatırladılar, elden ele Anadolu’ya yaydılar.

Ancak Hıristiyanlar “kanlı bir hayvanın üstüne binmiş fahişeler anası” diye
Kybele ile alay edecek cürete ulaştıklarında, bütün iyi gelişmelere rağmen pek çok
yerde binlerce hıristiyan öldürüldü.

Anadolu yine karıştı gitti. Oysa Anadolu’nun işi çok kolaydı.


KISIM V
ĐNSANLAR TANRI’NIN VARLIĞINI ÖĞRENĐYOR

Türkler Asya steplerinde doğa ve insan ile Tanrısını sembolize ederken ve


inancını Şamanları ile yönetirken, uygularken; ne Tanrının varlığını, ne şeklini, ne de
gücünü akıllarına getirmiyordu. Gök tanrı ile yer tanrı ile oyalanırlarken, Filistin’de
Musa diye biri çıkıp belki M.Ö. 1280-1250 yıllarında Tanrının adını koyuverdi,
“YAHVE”! Yani “Olmak”, “varolmak” fiilinin eril 3. şahsını gösteren “o vardır” “o orada,
hazır ve nazırdır” deyiverdi, hepsi bu, her şey değişti! Sümerler de daha önce
Tanrılarda insan biçimciliğini anlatmışlardı, o da biçimi değiştirerek, bilinmez tarif
edilemeze benzetmeye çalıştı. Türkler ve Keltler Tanrı’yı gökte sanırken; Musa öyle
bir tarif yaptı ki, Sümerlerin insandan daha büyük, daha akıllı, daha üstün yeteneklere
sahip, çok daha uzun ömürlü veya ölümsüz tanımını değiştiriverdi ve “Kimse onun
var olduğu ve gerçek olduğundan başka bir şey bilemez, öğrenilmesi imkansız, hatta
gizeminin bilinmesi bile gerekmez” deyiverdi. Đşte bundan dolayı ileride Kitab-ı
Mukaddes’in birden çok okunma biçimi veya birden çok farklı anlaşılması, Tanrının
da kişilerde farklılaşması ortaya çıkıverdi. Bu farklı okuma ve anlama biçimi, yarın
dört değişik müjdenin birleştirilmesinde de gerekçe olarak kullanılacaktır.

Hani, M.Ö. 6000 yıllarında Sümer’de karar veren 4 Tanrı vardı


ya! ANU, ENLĐL, ENKĐ/EA ve KĐ. Göklerin Tanrısı, Tanrı hanedanının kurucusu
sümerlerin baş Tanrısı ANU ve onun karısı yer Tanrısı ANTU/KĐ ve onun oğlu,
Tanrıların dünyanın ve insanların Tanrısı hava Tanrısı ENLĐL ve baş danışman rolü
oynayan, her şeyi bilen ve her sorunu çözebilen su Tanrısı ENKĐ/EA’yı hatırlıyor
musunuz? Enki/Ea, bunlardan “Ea” Sümercede “e” “ev” ile “a” “su” anlamındaki
sözcüklerden oluşuyordu. EA bazen “y”, bazen “ayya”, bazen de “ya”, şeklinde
yazılıyor ve sami dilinde “Yau” şeklinde okunuyordu, “Yau” Hz. Musa ile döndü
dolaştı ve buradan erilmiş “Yahve” oluverdi. Bilemeyiz ! Belki “Yahve”, Musa’nın
ortadoğudaki atalarının, soydaşlarının eski bir tanrısının adıydı, belki de Musa’nın
tanrısına verdiği “yeni bir ad” idi. Belki de Babil’lerin koruyucu en büyük Tanrısı
“Marduk” için bu isim bulunmuştu da, Musa tarafından onların en büyük Tanrısının
adı yeni inanç için ödünç alınmıştı.

Bu arada, Türkler ve Keltler ne bu Ortadoğu dinlerinden haberdardı, ne de yıllar


sonra yazılacak Kitab-ı Mukaddesten haberleri vardı. Tıpkı, Yunanlılar gibi.
M.Ö. 500’lerde Yunan’da Eflatun “En yüce iyi” veya Aristo “saf eylem” gibi isim
arayışlarında idiler. Sümer’in, Mısır’ın etkisinde bilinmeyen tanrıyı akıl yoluyla
açıklamaya, bulmaya çalışıyorlardı veya hayallerinde tasarlamaya gayret ediyorlardı.
Tıpkı, Mısır’da M.Ö. 1350’lerde Akhenaton’da denilen, IV.Amenophis gibi belli belirsiz
bir “tek Tanrı’yı” arıyorlardı.

Ancak, içlerinde en net “tek Tanrı”yı keşfeden yine Musa idi. Çünkü insan-
biçimini ortadan kaldırıyordu, ayrıca diğerlerinden farklı olarak, ihtiyacı, isteği
olmayan, insandan bir şey istemeyen yepyeni bir Tanrı yaratıyordu. Tıpkı, Galatların
göklerde olduğunu söyledikleri Tanrı’sının tarifi gibi, tıpkı Türklerin gök tanrısı gibi.

Musa çok akıllıydı, Tanrının adını yazmıyordu, “adı yazılamaz”, “adı okunamaz”
olarak nitelendiriyordu. YHVH diyordu çünkü Tevrat Musa’dan yüz yıllarca sonra
yazılacaktı, Đbraniler M.Ö. 586 tarihinde gittikleri Babil’de 48 yıl kalarak M.Ö. 538’de
Kudüs’e döndüklerinde öğrendikleri dört köşe karakterli yazıları ile kitaplar yazılmaya
başlayacaklardı, yani 800 yıl sonra.

Musa ilginç bir iş yapmıştı, Tanrılar Đnsanlarla uğraşırken; Sümerlerin şehir


tanrısı, ticaret tanrısı gibi, Yahve’de Đbranilerin, kavmin tanrısı olmuştu, insanlar
rahatlamış ancak bu kez kavim tanrı ile muhatap kalmıştı. Đsrail kavminin ulus olması
ve bir toprağının olması gerekiyordu, yani bu dine göre, inananlarda, şahıslarda ülke
yani toprak sahibi olacaktı, yani artık mülkiyet başlıyacaktı.

Galatlar Anadolu’da, Türkler ise Asya’nın yaylalarında, dağlarında başı boş


gezer ve göçerken mülkiyeti bilmezlerdi. Yahudiler varlıkla yoksulluk, alacaklı ile
borçlu insanları yarattılar, şehirler ve kültürleri geliştirdiler.

Yıllar süren gayretlerle Đşaya, Hezekiel, Yeremya gibi Nebiler (kimilerine göre
peygamberler) Kitab-ı Mukaddese ilaveler, ekler yapacaklar, M.Ö. 1200 yıllarında
başlayan bu yolculuk M.Ö. 500’de yazmayı öğrenince M.Ö. 200’lerde ancak yazıya
geçirilmeye başlanacaktı. Đlk kutsal kitap yazılmaya başlıyordu.

Görüldüğü gibi bu kutsal kitabı anlamak çok zordu, Kitabı Mukaddesi okuyup,
çok iyi ve farklı tanıyabilirdiniz. Ancak Yahudilerin Talmud’unu bilmeyenler, Yahudilik
hakkında çok az şey bilebilirlerdi. Anadolu’da da Yahudilik bu nedenle gelişemedi,
buna rağmen eski Yahudilerin anlattığı yeni din, Hıristiyanlık, kolayca yayıldı,
benimsendi.

Yahudi geleneğinin gizli, gizemli ezoterik bir boyutu vardı ki, işler burada iyice
karışıyordu. Kuşaktan kuşağa aktarılan sözlü gelenek anlamına gelen; “kabul edilmiş”
anlamındaki Đbranice “QABALA” kelimesi! Kabalacılar Tevrat’ın cümle ve ayetlerinin
açık anlamlarıyla asla ilgilenmezlerdi. Tevrat’ın Batıni anlamlarını araştırırlardı.
Onların bu düşünceleri ve çalışmaları ancak, yaklaşık Musa’dan 2500 yıl sonra M.S.
1300’lerde yazıya geçirilecekti ve bu kitaba da “ZOHAR” adı verildi. Böylece zamanla
Yahve kavmin değil, diğer dinler gibi kul’un, bireyin tanrısı olacaktı. Yasalar ve
öğretiler sıralanacak ve şeriat’ın başlangıcı oluşturulacaktı.

Yarın iktidarı kolayca elde edebilmek için, birilerinin zamanla dini geliştirmesi,
değiştirmesi gerektiği zamanla anlaşılacak, değişik yorumlar, anlamlar ortaya
çıkarılacak, iktidarın, diğerlerine karşı, diğerlerinin de iktidara karşı dinlerini,
inançlarını, anladıklarını farklı şekilde anlatma durumu ortaya çıkacaktı. Yarın
Anadolu halkının iktidarlar ile çatışması, Arapların mezheplere bölünmesi,
Hıristiyanlığın ve Müslümanlığın tarikatlarla dolması, işte böyle bir yorum ve anlam
farklılığı aramadan doğacaktır. Dinin bireysel bir duygu olmaktan çıkması
sağlanacak, din bireyler üzerinde yönetenlerce, iktidarlarca istedikleri şekilde bir
baskı unsuruna dönüştürülebilecekti. Dinler doğuşlarında, birleştirici, bütünleştirici
iken, sonra tüm dinlerin insanlar arasında bölücü bir unsur olacağının ilk işaretleri idi,
bunlar.

Galatların kafasını, sonra bizlerin ve tüm inananların kafalarını hep bu akıllı


Yahudiler karıştırdı.

Yahudiler “tek tanrı” fikrini savunmuyorlar, ama “tek Tanrı”dan Yahve’den söz
ediyorlardı. Onlar için zaten başka tanrı yoktu, “Yahve” vardı. Hepsi o kadar! Onlar
Tanrı’dan çok, Tanrı’dan söz eden metinlerle uğraşıyorlardı. Oysa Galatlar ve Türkler
Tanrı’ya inanıyorlardı.

Ellerinde önceleri Galatların Anadolu’ya gelişleri ile birlikte yazılmaya başlayan


(M.Ö. II. yy.da başlayıp, M.S. II. yy.da bitirilen) MĐŞNA metni vardı. Keltler sözlü
geleneklerden, Đskenderiye ve Kudüs vasıtasıyla, Kabala’dan bilgi sahibi idiler.
Galat’lar da Anadolu’da yorumlarla anlaşılan bu MĐŞNA’ya takılmışlardı. Đşte Paulus
böyle bir zamanda sahneye çıkmış, farklı anlamlarla kafaları karışık olan Galatlara,
vaad ve umut dolu, (bir kavmin değil) tüm insanların göksel babasını onlara
söyleyivermişti, Galatlar, çok korktukları bilinmeyen gökyüzünden dolayı, bu gökteki
Tanrı’ya hemen sarılıverdiler.

Yahudiler, Müslümanlık geleneğindeki gibi Hıristiyanlarla birlikte kitap ehli


olarak söz edilseler de, onlar “kitap ehli” değil, “kitabın yorumunun ehli” idiler. Onların
“okuma evi” (Beth Hamidras) her şeyden, her ibadetten üstün idi, “okuma” tıpkı
Müslümanlıkta “oku” diye başlıyan kutsal kitap Kur’an gibi temel etkinlikti. Gizlice
şunu söylemek istiyorlardı; “Tanrı insanların onu yorumlayışlarına, algılayışlarına
bağlı idi ve o şekilde idi” Böylece her an yeniden sorgulama insan beynine
yerleştiriliyordu. Đnsan düşünce tarihinde yepyeni bir dönem başlıyordu.

Đşte önce Galatlar, Anadolu’da böyle bir düşünce sistemini öğrendiler, sonra
Türklere, Şamanlara bunu öğretecekler ve Bektaş-i Veli vasıtasıyla bugün farkında
olmadan günümüz Alevilerin kafalarına bu yöntem gizlice yazılacaktı. Onlar da,
“kendini bilmeyi”, “öğrenmeyi” hedef yapınca, Tanrıları onlarla kucaklaşıverecekti.
Hatta “Tanrı, budur, şu şekildedir, böyle olmalıdır” diyenlere bile hoşgörüyle
tebessüm edecek, insanları bölecek, tuzaklara düşürecek tepkilerden uzak durmayı
ve kaçınmayı öğreneceklerdir. Her şeyi kolayca çözümleyecekler “kesin ve değişmez
bir hakikat yoktur” diyerek, hakikat arayışının Tanrı tanıma ve bilmenin yolunu açan
derin bir inanç sistemini Anadolu halkına yayacak ve benimseteceklerdir. Halka en
kolay yolu gösterecekler, “ister Tanrı, ister kutsal kitaplar olsun, değişmez,
yorumlanamaz bir şeyin olmadığını” onlara öğretecekler, onları doğmalardan kurtarıp,
onların aklını, ruhu, vicdanını özgür kılacaklardır.

Ah, bu Yahudiler! Kendilerini tek tanrıya hapsettiler; insanlığı özellikle


Anadolu’yu onların eski tanrılarından kurtaralım derken; diğerlerini ve bizleri özgür
bıraktılar. Anadolu’nun güzel insanlarının önünü böylece açtılar. Yarın gelen
Hıristiyanlık veya Müslümanlık, hep bu temelin üzerine duvarlarını veya çatılarını inşa
ettiler. Doğudan gelen şamanlar da, buna uygun duvar örmeye başlayınca, insanlık
mabedi Anadolu’da hızla yükselmeye başladı.

Anadolu halkı, artık onlara gelebilecek her kitapta, metne dokunmaktan


çekinmeyecek ve kitapların üzerindeki örtüyü kaldırmak ve ondaki gizemi bulmak için
çabalama cesaretini kazanacaktır.

Đşte, Keltlerle başlayan Galatlarla Anadolu’ya taşınan ve Türklerin Şamanlarıyla


Müslüman Türk olarak getirdiği “inisiyasyon” eriştirme, saklananların aranması ve
sorgulanması ile “Ezoterizm” batinilik, böylece Anadolu’nun düşünce sistemi oluştu.
Hurufilik, Bektaşilik, Mevlevilik ile günümüze kadar kolayca taşınabildi.

Bugün bazı öğretilerde ne olduğunu bilmeden, aradığımızı hakikatın adını


koyamadan, yalnızca onu aramakta yetiniyorsak; Đşte bu yöntemden ve bu uzun
yolculuktan dolayıdır.

Yahudi Kabalistler rakamlar ve harflerler oyunlar oynayarak, dizerek, bozarak,


kutsalın anlamını ararlarken; XIII. yy’da Zohar’la Rabbi Abraham Abulatia onu
geliştirdi. XVI. yy’da Đshak Luria’da “Luria Kabalası”nı yarattı. Hıristiyanlar da kolları
sıvadılar. XV.yy’da Pico Della Mirandola’da aynı yöntemle Hıristiyan kabalasını
yarattı, Müslümanlar da boş durmadı, XIII yy’da harflerin Allah’ın görüntüsü olduğu
inancı üzerine kurulu Hurufilik mezhebi doğdu. Şihabeddin Fazlullah 1386’da
mezheple birlikte peygamberliğini ilan etti. Nasıl Đbraniler 22 harflerinde ilk 9 harfin
değeri, 1’den 9’a kadar ise, sonraki 9 harfte 10,20,30,40,50,60,70,80,90 ise, son dört
harfle de 100,200,300 ve 400 ise ve kelimeler bu sayılarla ifade ediliyorsa,
Pythagoras’cılardan alınmış bu yöntem, bu kez Müslümanlarca da kullanılacak ve
Arapların 28 harf ve Farsların 32 harfi Allah’ın yeryüzündeki varlığı ve işareti olarak
kabul edilecekti, çünkü varlık “ses” ile oluşurdu, sesin gelişiminin sonunda, tam
olgunluğa erişilirdi. Allah’ta bu alemde insan biçiminde görülürdü. Đşler iyice
karışıyordu! Şeyh Đbrahim adlı bir adamın fetvasıyla Fazlullah öldürüldü, cesedi
sokaklarda süründü, müridi Nesimi’nin derisi yüzüldü, ama bu söylemler Fatih’in
ilgisini çekiyorlardı. Vezir-i Azam Mahmut Paşa, Edirne Müftüsü Fahreddin-i
Acemi’nin fetvası ile Hurufilerin diri diri ateşe atılarak yakılmasını emretti. Hurufilik
Anadolu’ya saklanıverdi, Bektaşiler ile Alevileri aralarına karışarak, pek çok öğretinin
içinde yaşamaya sessizce devam ettiler. Zaten Şamanlar sesin insan ruhunun
görüntüsü olduğunu daha önceden biliyorlardı.

Ama ne oldu biliyor musunuz? Anadolu’da Tanrıyı nasıl isterse öyle anlayan,
düşünen, algılayan insanlar ortaya çıktı. Birey, düşündüğünü ve anladığını ifade eden
özgür insan oldu. Yani Đbrahim’in, Musa’nın, Đsa’nın, Muhammed’in tanrısının tek
olduğu konuşulmayacak, Đbrahim’in Tanrısı, Musa’nın Tanrısı, Đsa’nın Tanrısı ve
Muhammed’in Tanrısı denilecekti, yarın ise her bireyin kendi tanrısından söz
edilmeye başlanacaktı. Đleride de “herkesin tanrısı kendine” denilecekti.

Ve ileride bazı öğretiler kutsal kitaplara herkesten çok saygı duyacak ve değer
vereceklerdi. Çünkü, metnin anlamı ve gizemi yalnızca yazarı tarafından bilinebilir,
hiçbir kimse onun vermek istediği anlamı bulamaz, her kişi, her kültür, her dönemi,
kendi bilgisi, algılayışı ve anlayışı kadar kitapları kavrayabilir ve her söylenen de
başka bir şekilde söylenebilir.
Đşte Yahudiler, Anadolu’ya, Galatlara ve bizlere böyle bir ateş verdiler.

KISIM VI
ROMA, HIRĐSTĐYANLIĞI DĐN YAPIYOR

Artık tüm tapınaklar birer ikişer yıkılıyor ve terk ediliyordu, gönül ve bilinç
tapınakları inşa edilmeye başlanmıştı, artık tanrı’nın kendisi ile kimse ilgilenmeyecek,
tanrı insanların anlayışlarında yorumlanacaktı, ta ki Hıristiyanlık ve Müslümanlık
gelinceye, yani vaad, umut, ceza gelinceye kadar. Oysa, Anadolu, Hitit ve Frigleriyle
Galatlar gelene kadar, dua, övgü ve dilekleriyle tıpkı Asya’daki Türkler gibi zaten
doğrudan Tanrı ile ilişkiye girmekte idiler. Ama Hıristiyanlık ve Müslümanlıkta önce
Tanrıya tapılacak, sonra dua ve dilekte bulunulacaktı, bunun adı “hamd” olacaktı,
oysa eskiden Anadolu ve Asya’da tapınma yalnızca dua ve dilekler ile olurdu, Tanrıya
yönelmiş övgüler ve ona yakarış asla olmazdı.

Anadolu insanı iyiyi, güzeli, doğruyu bulmayı veya bulmak için aramayı esas
alırdı. Oysa yeni gelenler Hıristiyan ve Müslümanlar kendilerinin kabul ettiği iyi veya
güzeli kabul ettirmek için, kötü veya çirkini çok rahat kullanabiliyorlardı. Anadolu
halkı da bunları görünce karanlığa çekiliyordu. Yarın 100 yıl savaşları, engizisyon
mahkemeleri, Sivas katliamı, cihat ilanları, 12 Eylül 2001 ikiz kuleleri hep bu yanlış
yöntemden dolayı oluşacak, insanlık tarihinde utanılacak birer iz olarak kalacaklardı.

Đmparator Constantinus Đznik’teki konsil toplantısından sonra Hıristiyanlığın yeni


ilkelerini belirledi. Matta’nın incilindeki diğerlerinden farklı Đsa’nın insan olduğuna dair
ifadeleri, gereksiz açıklamalar olarak görüp çıkardı. Yıl M.S. 325 olmuştu. M.S. 70-80
yıllarında kaleme alınan Markus ve Lukas Đncilleri ile, M.S. 100 nci yıllarda yazılan
Efesli ihtiyar Yuhanna’nın Đncilini daha önce Aramice yazılan Matta ile birleştiriverdi.
Zamanla diğerleri önce Đbranice olacak, sonra da Yunancaya çevrilecekti. Yazarların
hepsi Yahudi idi, Đsa gibi. Her biri bir iki küçük değişiklik yapacak, Tanrının yalnızca
Yahudilerin değil Paganlar da dahil olmak üzere herkesin tanrısı olduğunu
söyleyecekler, sevgi, özgürlük mesajları ve vaadleri verecek, yeri belli olmayan
cennet ve cehennemi anlatıvereceklerdi. Din, kapalı Yahudi toplumdan açık topluma,
ruhbanlar ile rabbilerden, bireye dönüverecekti. Bir de Yahudilerin sünneti terk
edilince ve özellikle Galatlar için “dine yeni giren paganlar sünnet olmayacaklardır”
denilince, Paulus, Yakup ve Petrus yeni dini önce Anadolu’da oradan hızla, tüm
dünyaya yayacaklardı. Đsa’nın bu yeni dinin oluşumu için hiçbir çabası olmamıştır,
onun ölüp tekrar dirildiği hikayesiyle, Yahudi olarak ölen Đsa’yı Hıristiyan peygamberi
yapıvereceklerdir. Böylece Anadolu insanının inançları değişmese bile, artık alıştığı
ve kabul ettiği dinsel geleneklerinin akış yönünü değiştiriliverecektir.

Yahudiler Tanrı’ya tapınmayı isterken, Hıristiyanlar “Allah’ı yürekten ve fikren


sevdiğinde bu yeterlidir”, diyecekler, tapınmaya insanları zorlamayacaklardır. Tıpkı
Galatlar ve Türkler gibi Tanrı’ya tapınmaya gerek olmadığını söyleyeceklerdir ta ki
Hıristiyan ruhbanlar ortaya çıkana kadar. Đlk yüzyıllarda Tanrı Hıristiyan bireyin
yüreğinin derinliklerinde bulunacaktır. Đsa da yoldaşları da zaten Rabbilere, ulemalara
değer vermezlerdi. Đşte bu yüzden öldürülmüştü, yani Đsa’yı ölüme götüren de
Romalılar değil, yine din ve Yahudi ruhbanlar olmuştu.

Hıristiyanlıkla Tanrı kapalı tutulduğu kutsallıktan çıkarılarak, bireyin yüce


vicdanına yerleştirilmiştir. Tanrı’nın, insanın tapınmasına da ihtiyacı olmadığı, daha
önceden bilindiğinden, Hıristiyanlıkta en iyi tapınmanın, insanlığa, komşuya, bireye
hizmet olduğu öne sürülecektir.

Her şeyi iyiydi, hoştu ama, bu inancın yayılması, Bizans’a, Đmparator’a bağlıydı.
Ama Đmparator’a da bu inanç sisteminin bir yararı olmalıydı. Đnananların, tebanın bir
vesile ile imparatora da boyun eğmesi gerekiyordu. Đmparator ve kilise anlaştılar, 300
yılda ruhbanlar oluştu. Bireyin vicdanına sığabilen yüce Tanrı, bittiği söylenen ve
Hıristiyanlığın ilk dönemlerinde olması da gerekmeyen dinin içine zorla yerleştirildi ve
din yeniden diriltildi. Din, kiliselerle büyüdü. Din büyüdükçe, vicdanlardaki sonsuz
genişlik küçüldü, daraldı. Tanrı yeniden insanın geniş vicdanından çıkıp, papazların
kapalı odalarının içine, kilisenin dar ve küçük salonlarına zorla yerleştirildi. Misyoner
dini oldu. Kanla, canla, zorla inançlar değiştirildi. Bu kez ruhbanların kendilerince iyi
ve güzel, zorla insanlara benimsetildi. Adı Đncil olan kitap “MÜJDE”yi, “ĐYĐ HABER”ini
insanlara zorla kabul ettirmeye başladı. Bilmiyorlardı ki; ve yarın öğreneceklerdi ki;
Anadolu insanında olduğu gibi, dinin koyduğu kurallar, törenler ve tapınmalar ile
insanlar kurtarılamazdı, dinler insanlara, Tanrı’yı arama ve başkalarını da sevmeyi
öğrettikçe kurtuluşun, hakikatın yolunu gösterebilirlerdi.

Yahudilerde çalıların arasından Tanrı insanlarla konuşarak iletişime girerken,


Hıristiyanlıkta Tanrı, insanın diliyle kendini dile getirecek, bizlere doğrudan bir şeyler
söyleyecekti. Đslamiyette de Tanrı, Muhammed’e seslenecek, söyleyecek,
Muhammed vahyedilen bu Tanrısal sözleri bizlere aktaracak ve anlatacaktı.

Hepsinde, anlamak ve anlayamamak bize kalacaktı.

Yohanna, Anadolu’nun kibelesini gözleyecek, ana tanrıçayı unutmamak


gerektiğini düşünerek ve Meryem’ide hikayesine dahil edilecektir. 431’de Efes
Kurultayında, Meryem “Tanrı’nın Anası” ilan edilecektir. Bunun gibi, diğer 4 farklı
Đncil’de, Yahudilerin, kabalistlerin insanlığa emanet ettiği yöntem gibi, okuma farklılığı
olarak değerlendirilecek, dört farklı anlatımın, değişik okunuş tarzlarından
kaynaklandığı söylenecek, her birinin inanılırlığı kabul edilecektir. Bugün bu farklı
anlama veya anlayamamış olmanın korkusuyla, kutsal kitapları okumadan,
anlamadan, yalnızca korkarak, kendini suçlu hisseden, ibadetinde kendini hatalı
gören, cehennem korkusuyla mutsuz ve zavallı durumda olan insanlar olarak
inancımızı sürdürmekteyiz. Oysa dinler; Anadolu’nun insanını zorlamasa, onu,
Tanrı’sı önünde alçaltmasa, eğildikçe Tanrı’ya yükselirsin diye kandırmasa, Tanrı’sı
ile onun arasına ruhbanları sokulmasa, Tanrı’nın huzurunda iken kendi aşağılamasa
ve onursuz bir kul görmese; eski günleri gibi insan ruhu özgür olacak, bu özgür ve
ölümsüz ruhlarıyla bedenleri de ölümsüz ve özgür dolaşacaktı ve insan her an
Tanrı’sıyla birlikte olacaktı! Ama olamadı! Ne hayata katılabildiler, ne hayatı
yaşayabildiler! Đnsanlar yüzyıllarca ve hala bugün vaad edilen bir bilinmeyen için,
boşu boşuna hayat defterlerinin sayfalarını çevirmekte veya kapatmaktadır.
KISIM VII
GALATLAR ANADOLU’LU OLUYORLAR

Şimdi Galatların tarihsel görevlerini tamamlayışlarını, bizlere bıraktıkları son


emanetlerine göz atalım!

Onlar artık Galatlar değil Anadolululardır!

Ancyra’da Galatlar kararsız, Anadolu zordadır.

Gothlar Trakya’yı işgal etmiş, Sakarya nehrine kadar gelmişti. Sasaniler


Parthları yola getirmiş, ancak Persler Ermenistan’ı, Antakya’yı, Tarsus ve
Kapadokya’yı işgal etmişlerdi. Bu kez de Zerdüştlük Anadolu’nun yeni dini oluyordu.

227 yılında Sasaniler Parth krallığını yıkmışlardı. Gothlar Balkanlardan Thrake


(Trakya)ye kadar inmişlerdi. Sasaniler Mazoka (Kayseri), Tyana (Kemerhisar)da
idiler. Galatlar Kızılırmak Sakarya arasında sıkışıp kalmıştı. Goth’lar Karadeniz
kıyısından Bithynia’yı istila ederek, Pontus’a vardılar. Trapezos’u (Trabzon) aldılar.
Sasaniler güneyden yürüdüler. Đkonion(Konya) ve Lykaonia kentini alarak Laranda
(Karaman)’a geldiler. Ve Kibyra (Gölhisar) Amarion’a (Emirdağ) vardılar. Goth’lar
Kalkhedon (Kadıköy), Nikomedia (Đzmit) ve Prusa (Bursa’yı) Kyzikos’u da (Erdek) ele
geçirdiler. Yıl 270’lere geldi.

Galatlar; Gothlar ile Sasanilerin arasına sıkışıp kaldılar. Halys (Kızılırmak)


Sangarios (Sakarya) arasında, Ancyra (Ankara) (Tektasag’lar), Pessinus (Ballıhisar)
(Talisto-boi’ler) ve Tavion (büyük Nefesköy-Yozgat) (Trokme’ler) kentlerine sanki
hapsoldular.

Goth’lar Ephasos’u, Artemis tapınağını da yıkarlar, ana tapınak yıkılınca da,


hıristiyanlığın önü tamamen açılır.

Bu sırada , Avrupa da kafkaslardan gelen Alanların işgalindedir. Germenler


Đtalya’ya inerler. Başka bir Germen kolu olan Franklar, Galya’yı yağmalar ve
Đspanya’ya girerler.

Yıl 250-260 olmuştur.

Anatole; Güneşin doğuşu, doğan Güneş idi. Paganlar yenilmez güneş “Sol
Đnvictus” ile yeniden canlanırlar. Anadolu’nun başkenti; Ancyra, 25 Aralık Mithra
gününü kutlarlar, o gün, “güneşin doğum günü”dür. “Natale Solis Đnvicti” eski “dies
saturni” “satürnün günü” Cumartesiden sonra güneşin gününün gelmesidir. Güneşin
doğum günü Roma’da Sunday olmuştur. Keltler bu günü çok iyi bilirlerdi, ancak artık
fayda yoktu. “Dies Dominica”, “efendinin günü”, paganların “Dres Solis”i adalet
Güneş’i birbirine karışıp gitmişti.

Constantinus işin tuzu biberi oldu, 8 Kasım 324 de yeni bir başkent kurdu.
Byzans-Galata şehrini seçti. Kelt-Latin ortak düşüncesine hizmetle Đskenderiye,
Ancyra, Antiocheia, Roma, Atina’nın değerli nesi varsa hepsini bu şehre, Đstanbul’a
taşıdı.

Bir de tanrıçanın ellerini gökyüzüne doğru açarak, dua eder duruma soktu,
artık herşey bitti.

Hem Đsa insanlara daha yakındı.

Constantinus; Nikea(Đznik) te konsili topladı. Hıristiyanlığın ilkelerini belirledi,


dört Đncil’i bir araya getiriverdi ve artık diğer dinler bitmişti, yıl 325 olmuştu.

Atila Roma’yı yıkar, Persler de Anadolu’yu. Galatlar sıkı durur, akınlar


Kızılırmak’ta kalır. Persler aşağıdan ve yukarıdan Kadıköy’e kadar varırlar, yıl 608
olmuştur.

Bu arada Bedevilerin çağı başlamıştır. Bizans da Roma gibi bitmekte, Persler


de eriyip gitmekte, Muhammed gelmektedir.

Arapların karşısında Galat kalesi Amorion (Emirdağ) düşer ve Tolisto-Boi


Galatiası biter.

Müslüman Araplar Kilikia (Tarsus) ve Kapadokya’yı da yıkar yakarlar.


Bergama’ya kadar inerler, Bizans’ı sararlar.

714 tüm Galatia bitmektedir.

806 Araplar Ancyra’ya varırlar, 838’de Ancyra yağmalanır. Galatlar Anadolu’nun


önceki halkları gibi inançlarıyla baş başa kalırlar.

Araplardan kaçan Hıristiyanlar, Kelt manastırlarına, Galatlara sığınmışlardır.

Vandalların yakıp yıktığı ana tanrıça, Artemis, Palatin tapınakları ile Anadolu
artık sökülmüş boş sebze bahçesi gibidir.

KISIM VIII
HIRĐSTĐYAN ROMA, GALATLARIN PEŞĐNDE

Romalılar artık Hıristiyan dininin sahibi, ruhbanı, yöneteni ve hakimi idi, Đznik
konsili yeni Đsa dinini, Hıristiyanlığı 325’de resmi din ilan etti. Diğer inananlar artık bir
hiçti, Hıristiyanların dışındakiler onlara göre dinsiz idi. Đşte Galatlar bu nedenle
Hıristiyan gibi, ama Hıristiyan olmadan kendilerini kabul ettirerek, Romalılarla didişip
durdular.

Halklar birbirine karıştı ama yıllar inançları değiştirmedi. Şehirliler dindar oldu,
kırlar ve köyler göçmen halk kendi inançlarıyla kaldı. Bu inançlı insanlar korkuyla yer
altına çekildiler, kiliseye bağlı gibi ama kendi inançlarıyla baş başa idiler.
Ortodoks kilise onları farkediyor, peşlerini bırakmıyordu ve Divriğ’e
gönderdikleri sicilyalı Papaz Peter onları şöyle anlatıyordu.

“Kiliseyi, kilisenin kurumlarını, hiyerarşisini ve ruhban sınıfını reddediyorlar. Eski


ahidi kabul etmiyorlar, efesli ihtiyar Yuhanna’nın incilinin büyük bölümüne itibar
etmiyorlar, Hıristiyan azizlerine, kutsal ekmeğe yapılan ibadete karşı çıkıyorlar. Đsa
düpedüz bir insandı, onun babası yaratan değildi anası Meryem’se hiçbir kutsallığı
olmayan bir kadındı, diyorlar. Kiliseye gitmiyor, dua evlerinde toplanıp ibadet
ediyorlar.Đncilin metin yazılışı ve kullanılan kelimelerini değiştiriyorlar. Deneyimsiz
olanlar onlarla sohbet etmemeli, çünkü düşünceleri ile karşısındakileri etkiliyorlar.
Herhangi bir ayrım yapmadan ve korku duymadan her iki cinsle de yatabilirler”
diyordu ve kilise onlara lanetler yağdırıyordu!

“Kız kardeşleri, kayınvalideleri veya görümceleriyle kirlenmiş olanlara, ziyafet


için toplanıp içki içtikten sonra ışıkları kapayan ve akrabalığa, yaşa ve cinsiyete
bakmadan alem yapanlara lanet olsun”
“Kutsal yaşam kaynağı hacca tüm kalbiyle inanmayanlara lanet olsun”
“Oniki Havari’ye ve onların geleneklerine, kutsal pederlerin kural ve
geleneklerine hürmet etmeyenlere lanet olsun”
“Öğretilerini, Kudret “Dynamis” denilen kitaplarını kabul edip şereflendirenlere
lanet olsun”
“Kutsal katolik kilisesi gibi düşünmeyenlere lanet olsun” diyorlardı.

Papa IV.Georgius şöyle diyordu onlar için;


“Merasimden sonra lambalar söndürülür ve herkes cinsine bakmadan en
iğrenç sefahatla ilgili faaliyet başlar. Đki cinsliler serbestçe karışırlar. Bu dehşetli iş
bitince, lambaları yine yakarlar ve herkes yerine döner”. Osmanlı da, Katolik kiliseden
öğrendiği bu sözleri 16. yy’da Aleviler için kullanacaktır. Önce Kızılbaşlara ithaf edilen
bu sözler, sonra Kızılbaş denilerek Alevilere yapıştırılacaktır. Bu da Anadolu’daki
Galatlı kardeşlerinden dolayı, onlara yakınlıklarından dolayı, aslı olmadığı halde bu
iftira Alevilerin üzerine bir yük olarak kalacaktır.

Batılı kaynaklar, bu lanetlenenlere Paulisyenler (Paulikanlar) diyorlardı, onlar


bildiğimiz Paulus’a inanmış Galatlardı.

IV.Konstantin (678-685) onların her şeylerini yaktı yıktı. Anadolu halkı Galatlar
savunmasızdı, kaçanlar kurtuldu, dağlara çekildiler. Yarın Alevilerin Babai
isyanlarının çıkacağı, Şebinkarahisar (Colonea), Divriğ (Tetrika), Şamsat (Samosata),
Arguvan (Argaoun), Yalvaç (Pisidia) Philadelphia (Alaşehir), Philipola’ya (Filibe)
yerleştiler. Kızılırmak-Sakarya arası kırıldı geçti. Bir kez daha anayurtlarını terk ettiler,
aç, şaşkın ve üzgün, ama inançlı kaldılar.

Ve Şebinkarahisar’da Silvanius ortaya çıktı, inançlarını geleneklerini tıpkı


Türkmenlerin ozanları, Druid rahiplerin ozanları, tıpkı Alevi aşıkları gibi ölçüye,
kafiyeye, vezne uyarak, manzum olarak halka tekrar aktarmaya başladı. Bizans
imparatoru IV.Konstantin, Symeon adında bir papazı Şebinkarahisar’a gönderdi.
Askerler Silvanius’u taşladılar, ama en güvendiği müridi, yakın dostu, yoloğlu Justus
en ağır taşı onun başına vurdu, ortalığı derin bir sessizlik ve çaresizlik kapladı.
Silvanius öldü ama, bu kez onu öldürten papaz Symeon Şebinkarahisar’a geri döndü,
adı Titus oldu. Ancak Titus da Avrupa’da engizisyon mahkemelerine örnek olacak
şekilde kilise tarafından diri diri ateşe atılarak, yakıldı.

Bu kez Galatların başına Timothy adıyla anılan Genesius geçti, yıl 718-748
olmuştu. Şamşat Arapların elinde idi. Abbasiler 772’de başlıyarak şehir halkını
şehirden sürdüler. Bu kez Bizanslılar Antiochos’a gelen Galatlara şüphe ile baktılar,
780 olmuştu. Sergius halkın başında idi. Kilikya’da Toroslarda ve Anadolu
Platosunda halkın inançlarını güçlendirdiler ve Malatya’da Arguvan (Argaoun) da
toplandılar. Sergius tahtacıydı; tıpkı sonra karşılaşacakları Oğuzların Ağaçerleri gibi
Galatları bir araya getirdi ama o da 834’de öldü.

Bizans Đmparatoru Theoplius’un ölümüyle küçük oğlu III. Michael’e vekaleten


kraliçe Theodora tahta geçti, Anadolu halkına koymadık eziyet bırakmadı. Devletsiz,
başsız Galatlar büyük eziyet gördü. Bu kez, komutan Corbeas, bizans’tan ayrılarak,
Malatya emiri Hüseyin Gazi’nin yanında, Arguvan’da yerleşti. Ancyra (Ankara)’da 838
düşmüştü. 843’de güçlendi, gelen Bizans ordusunu 845’de bozguna uğrattı, Arap
emiri Hüseyin Gazi’nin yardımıyla Divriğ’e yerleşti. Bizans ordusuyla 863’de
Ankara’da yaptığı savaş sırasında öldü. Savaş yeri bugün Ankara’nın Mamak
semtindeki Hüseyin Gazi tepesidir. 250 yıl sonra Arap Battal Gazi’nin Bizansla yaptığı
savaşlar ile Galatların, Corbeas’ın bu savaşı birbirine karışacak ve Bizans’la
Ankara’da hiçbir zaman savaşmayan Malatya Valisi Arap Hüseyin Gazi bir şekilde
Ankara’ya taşınacak ve Corbeas da bugün Türk halkının hikayelerinde ve kalbinde
adı değişip, Hüseyin Gazi olarak anılarda yaşatılacaktır. Corbeas’ın tepesi, Hüseyin
Gazi tepesi olacaktır.

Ama Galatların, Bizans’a karşı verdikleri Sozopetra (837) ve Amirion (838)


savaşlarında Corbeas ve Chrysocheir anlatıla anlatıla Galatlara o zamanda destek
veren dost Arap emiri Malatya Valisi Hüseyin Gazi ile karıştı. Yaşanmış gerçekler,
masallara, destanlara girdi, geleceğe taşındı, değişti. Biri diğeri, diğeri öteki oluverdi.

Destanlar çoğu zaman yazılı tarihten daha doğru bilgiler taşırlar. Hepsinden
önemlisi Hüseyin Gazi ve Battal Gazi’nin türbeleri, Türklerin ziyaretini beklese de,
orada yatanlar daima sevenlerin kalbinde yaşarlar. Karacaoğlan’da bunu ne güzel
dillendiriyor.

“Sual eylen bizden evvel gelene, kim varmış biz burada yog iken”.

Corbeas da bugün, Türk halkının hikayelerinde Hüseyin Gazi olarak yaşamını


sürdürüyor.

Hikaye böyle sürmez ki; Đstanbul’u kuşatan Corbeas’ın yerine geçen, damadı,
yeğeni ve komutanı Chrysocheir, Bizansı Samsat’ta büyük yenilgiye uğratacak, Đznik,
Đzmit ve Đzmir’i de alacak ve Đstanbul’a varacaktır. Ama Đstanbul’u alamayacak, ancak
Galatların Delf tapınağına atlarıyla girişleri, sonra da Efes Katedraline atları ile
girişleri, Fatih Sultan II Mehmet’in Đstanbul’un fethinde Ayasofya’ya atı ile girdiği
masallarına dönüşecektir. Corbeas nasıl Hüseyin Gazi oluverdi ise, Chrysocheir’de
Battal Gazi oluverecek, onun öldüğü yer, Eskişehir’in güneydoğusu da Seyitgazi
ilçesinin kuzeyindeki, o zaman ki adıyla Bathyrrmax ovasında, Zogoloenus dağı
etekleri, bugün Türkmen dağı etekleri olacak, üçler tepesinin yamacındaki Battal Gazi
dergahı oluverecektir.

Ancak 873’de büyük Divriğ depremiyle bu Galat şehiri ve halkı perişan oldu.
Bizans ordusu, bu fırsatta tüm şehirleri geri aldı. Divriğ düştü, Arguvan, Şamsat
yakılıp yıkıldı. Bizans tekrar Suriye’ye kadar genişledi, Galat halkını tamamen
dağıttılar.

Araplara, Ermenilere, Bizanslılara bile ait olan hikayelerinin kahramanı olan


Battal Gazi, bölgeye üçyüz yıl sonra gelecek olan Türklere de mal olacaktır.
Galatlıların 780-900 yıllarındaki Bizansla dövüşmelerinin kahramanlıkları, halkın
ağzında bir onların, bir bunların kahramanı olarak yaşatılacaktır.
Galatların anlatımları, Türk halkı hikayelerine benzemese dahi, özellikle Aleviler
bu hikayeleri kolayca benimsemişlerdir. Hani; Đmparator Konstantin’in
Şebinkarahisar’a gönderdiği Silvanius’un en güvendiği piri, yoldaşı Justus’un
kafasına attığı taş gibi padişahın Sivas’a gönderdiği Hızır Paşa’nın emriyle dar
ağacına giden Pir Sultan Abdal’ın bu kez müritleri tarafından taşlanmasıyla
karışacaktır. Çünkü Silvanius’un taşlanması Bizans kayıtlarında varken, Pir Sultan
Abdal’ın taşlanmasına dair Osmanlı’da hiçbir belge yoktur.

Ama;
“Şu kanlı zalimin ettiği işler
Garip bülbül gibi zareler beni
Yağmur gibi yağar başıma taşlar
Dostun bir fiskesi pareler beni.

Pir Sultan Abdal’ın can göğe agmaz


Hakk’tan emr olmazsa ırahmet yapmaz
Şu ellerin taşı hiç bana değmez
Dostun bir fiskesi yaralar beni”

Derken ve Pir Sultan Abdal, 16. yy’da kendi ölümünü anlatamayacağına göre, bu
satırlarda 8 nci yy’da öldürülen Silvanius anlatılmaktadır. Galatların hikayesi,
zamanla aynı haksızlığa uğrayan başka bir halka mal edilecektir.

Türkmenler, Galatlarla öyle iç içe geçmiştir ki; onların söyleyişlerini öyle


benimsemişlerdir ki, kendilerinin olayları ve hikayeleri gibi onları yüzyıllarca
taşımışlardır.

Hatta öyle ilginç ki; Silvanius’un öyküsü yüzyıllarca öyle taşınmışdır ki;
Silvanius’un anlamı olan “ağaç-eri” sözü, Alevilerin ormanlarda yaşayan bir
gurubunun da adı olmuş, rivayete göre onların, Hıristiyan inanışından Aleviliğe
geçişleriyle, onlar Anadolu’da Tahtacılar olarak anılmışlardır. Bugün Samşat, Maraş,
Elmalı, Mersin’de halen efsaneleri anlatılır durur. Bilinmez belki de, 800-834’de
Toroslarda yaşayan ve inancını yayarken, tahtacılık yapan “Tahtacı Sergius”tan
adlarını almışlardır. Belki de Galatlar, sonradan gelen Alevilerin arasına karışıp
gitmişler, onların da adı Tahtacılar kalmıştır, kim bilir?
KISIM IX
GALATLAR, BALKANLARA DÖNÜYORLAR,
ORADAN TOULOUSE’YE GĐDĐŞ

Đmparator IV.Konstantin (678-685) Kızılırmak-Sakarya arasındaki sıkı


dayanışmayı görüp Galatların bir kısmını önce Filibe’ye sürgün etmiştir, ama Galatlar
burada eski yaşamlarını aynen sürdüreceklerdir. Çünkü ataları Belgler ve Boiler,
Belgrat’ta Deliormanlar ve Balkanlarda zaten uzun zamandır yaşamakta idiler.
Onların adı bir şekilde “Bogomil” (halk dostu) olmuştur. Đleri ki yıllarda da aynısı
olacaktır. Padişah I.Murat’la başlayan Türkmenlerin Balkan yolculuğunda Bektaşiler
hemen bu Galatlarla tanışacak, Fatih’le birlikte Bektaşiler Filibe, Belgrat, Dimetoka’ya
yerleşeceklerdir. Đmparator IV.Konstantin’in (678-685) yaptığının aynısını, Yavuz
Sultan Selim Şeyhbedrettin ayaklanmasından sonra Bektaşi ve Aleviler için de
yapacak, onları aynı yerlere sürgün edecektir.

Balkanlardaki Galatları anlatan en önemli Bizans belgesi 1045 tarihli


Euthymius’un mektubudur. Bogomil’lerin hak dostlarının cemaatlerine giriş törenini
anlatacaktır. Cemaate girecek kişinin, ozanların okuduğu bir ritüel ve şarkı ile
aralarına katılacağını, toplulukta uzun bir eğitim döneminden geçirileceğini, daha
sonra inancın özüne ve gerçeğine ulaşabileceğini, sonra bir inanç döneminden
geçirileceğini, daha sonra inancın özüne ve gerçeğe ulaşabileceğini söyleyecektir. Bu
yeni bir şey değildir. Bilinen M.Ö. 500-700’lerde Druidler, çıraklarını cemaate alırken
de böyle yaparlardı. Tabi, druidler bunu Galatlarla, Anadolu’da da yapmışlardı. Tabii
Balkanlarda da yapacaklardı. Galatlar Hıristiyan olduklarını söylerlerdi, ancak
ilerleyen aşamalarda bir Druid bunu asla ifade etmez, söylemekten çekinirdi. Bu
gelenek halen Bektaşiler, Aleviler arasında aynen yaşamaktadır. Müslümanım derler,
ama bir Bektaşi babası veya bir Alevi dedesi de bu kelimeyi sık sık söylemekten
çoğunlukla çekinir. Hem Galatlar, hem Aleviler de olgunluk düzeyine göre ezoterik
bilgiler verilir, sırlar kendisine açıklanır, sonunda kilise veya cami ibadetine dair ne
varsa terk edilirdi.

Balkanlara çekilen Galatlar, Bizans ve Ortodoks kilisesi için yine bir problemdi.
Đmparator I. Alexios Komnenos (1081-1118) anadoluda Türklerle kaynaşan Galatları
bir yana bırakarak, kendisinin Balkanlardaki ortodoks gücünü arttıracak gayretlere
girdi. Galatların o zamanlarda başı olan Başil’i, kendisinin de onların inancına
katılmak istediğini söyleyerek, imparator saraya davet etti ve bir şölende Galatların
tüm ileri gelenlerini öldürttü ve Basil’i haçın karşısında bugünkü Sultanahmet
meydanında diri diri yaktırdı. Đşte o günden sonra yönetimler ve din otoriteleri
engizisyonla birlikte insan yakmaya başladılar. Kilise ileride 1240 yıllarında Galatların
Avrupa’daki kardeşlerine de bunu yapacak, bir gece de Fransa’da binlerce insanı
ateşe atacaklardır.

Đstanbul’un IV. Haçlı seferi ile işgali (1203-1204) Bizans kadar Galatları da
rahatsız etti, Bizans ve Ortodoks kilisesi Đznik’e taşındı, Bulgar krallığı da en güçlü
dönemini yaşıyordu. Balkanlardaki Galatlar, tekrar hareketlendi bir kısmı Anadolu’ya,
bir kısmı Avrupa’ya doğru yöneldi. Onlara ileri de Kathariler denilecekti. Bu kez
Katolik kilise onları Avrupa’da yakacak, ama kardeşleri tapınakçılar Kudüs’ten
Avrupaya geri dönünce, onlar da Fransız devrimi, Rönesans ve Reformlarla, hem
Katolik dünyasından, hem de tüm krallıklardan öclerini alacaklardır.
Doğu’ya geri dönenler zorunlu göçlerin ayırdığı Anadolu’daki akrabalarına
tekrar kavuştular. Karesi bölgesine, Alaşehir’e oradan da Toroslara yayıldılar.

Batı’ya yolculuk ise, söylendiği kadar kolay değildi. Đlk durakları Bosna oldu.
Burada Bosna Prensi Bon Kulin (1180-1204) döneminde örgütlendiler. Dimetoka
Galatlar için çok önemli idi, ileride Hacı Bektaşın muritlerine de Dimetoka kapısı
onlarla açılacaktı. II.Beyazıt zamanında 1501’de Dimetoka’dan Kızıldeli dergahından
Bektaşi dergahi için Hacı Bektaş’a, Pirevi’nin dedeliğine, Balım Sultan getirilecekti.

Sanki Galatlar, Avrupa’da Bektaşileri himaye ediyor, Bektaşiler de Galatları


Anadolu’da koynunda muhafaza ediyordu.

Ancak Papa III.Đnnocent, Macar kralını da yönlendirerek, Bosna’ya baskı kurdu,


Prens Bon Kulin 1204’de öldü. Papa yalnız kalan Galatlara yeni bir prens atadı. Galat
halkı ayaklandı, Ninos hanedanını iktidara getirdi. Galatlar Hırvatistan, Dalmaçya,
Đşkotra, Cornioala ve Slovenya’ya kadar inançlarını yaymışlardı. Papa III.
Honorius’tan sonra, Papa IX Gregory (1227-1241)da Bosna’nın üzerine haçlı ordusu
gönderdi. Tıpkı, Sırpların aynı bölgedeki katliamına 2000’li yıllarda göz yuman, Papa
ve Avrupa gibi.

Biliyor musunuz? Bosna Türkler için neden önemlidir? Bizler Anadolu’nun


çocukları 2000 yılında neden yine Bosna için yardıma koştuk? Yine Katolik kilise ve
Avrupa, bu kez Ortodoks Sırpları kullanarak, dün hırvat dükünü (1234) Galatların
çocuklarının üzerine gönderdiği gibi, Müslüman denilen, bölgenin Bektaşi halkın
üzerine silahlar çevirdiler, 800 yıl öncesi gibi Anadolu’nun çocuklarının kanını
akıttılar. Çünkü onlar, ruhbanlara inanmıyorlardı.

Ancak Galatlara ve onları koruyan Bulgarlara karşı düzenlenen bu haçlı


seferleri Moğol ordusunun Avrupa’ya girişi ile yok olup gitti ve Galatlar kurtulmuş
oldu.

Moğollar, dünya tarihini yazarken, hep hasta toplulukları ve inançları yıkıp yok
etmişler ve insanlığın evrimine yardım etmişlerdir.

Galatlar sessizce Avrupa’ya uzandılar. Atlas okyanusuna, atalarının toprağı


Galya ve Porta Galli’ye (Galat limanına) kadar vardılar, onlara tapınak şövalyeleri ve
onların tüccarları yardım ediyordu, eski ülkelerine geri geldiler. Eski toprakları Liege
ve Köln’e ulaştılar. Ancak 1120’de Soission’da, 1144’de Köln’de, 1167’de
Vazellary’de, tüm Galatlar yeni adlarıyla Kathariler katledildiler, aynı Başil’in
Đstanbul’da yakıldığı gibi binlerce kardeşi, Anadolu çocuğu bu kez Avrupa’da yakıldı.
Ateşlere atıldı, bu katliam tam seksen yıl sürdü.

Böylece Keltler M.Ö. 280’de Đsviçre, Toulouse’den başlayan Doğu’ya


yolculuğunu Anadolu’da Galat, Türkmen, Druid, şaman karışımıyla geri dönerek M.S.
1167’de tekrar Toulouse’de tamamladılar.

Keltler, Galatlar olarak yaşadıkları Anadolu’dan anadolu çocukları olarak M.Ö.


280’deki ilk yolculuklarına başladıkları Toulouse geri gelmişlerdi, buraların yeni adı
Oksidonya idi. Fransa’nın Lombardin bölgesinde kilisenin hakimiyeti eskisi gibi yoktu,
orada yaşayanlara “Albigen”ler deniliyordu. Albi ve gen kelimelerinden oluşuyordu.
Albi (parlak, beyaz ışık) iken, Gen’de (insan) demekti, yani IŞIK ĐNSANI. Hatırlıyor
musunuz? Şamanları ile Ortaasya’dan gelen Türkmen insanının adı da Anadolu’da
“IŞIK ÇOCUKLARI” idi. Alevi’de “IŞIKTAN” “ALEVDEN” demek idi. Anadolu’da pek
çok yerde özellikle Mersin ve Toroslardaki Alevilere halenIŞIKLAR denirdi.

Galatlar, Anadolu çocukları bu kez büyük bir kurultay hazırladılar. Kurultaya


Nicetos Đstanbul’dan gelerek başkanlık etti, Papazlar ile Druidler dini ve inancı
tartıştılar. Keltler daha inandırıcı idiler.

Đşte burada tehlike başladı.

Papa III.Đnnocent 1198’de Papalığa oturunca ortalık karıştı, 1207’de Toulouse


kontu aforoz edildi, ardından bir haçlı ordusu bölgeye gönderildi.

Başpapaz Arnaut Amuari ordunun başında idi, Beziers Katedralinde Albigenler


(galatlar!), Yahudiler, katolikler bir araya gelmişlerdi. Hangisinin Albigen olduğunu
ayırmak zordu, katolik kilise ve Papa III. Đnnocent, şöyle karar verdi :
“Hepsini öldürün, Tanrı kendi kullarını kendisi ayırır”.

Aynı Sivas Madımak oteli yangını gibi, hepsi yakıldı, öldürüldü. Toulouse
kuşatıldı, hepsi katledildi. Galatlar yer altına çekildiler, engizisyon mahkemeleri
dönemi başladı. Albigenler, Galatlar 1240’lara geldiğinde onlar için her şey bitmişti.
Bir tek şövalyelerin koruduğu MONTSEGUR kalesi kalmıştı, şövalyeler bir gece
kaleden çıkarak, tüm engizisyon mahkemesi rahiplerini öldürdüler. Ama, 16 Mart
1244’de teslim oldular, ateşe uzatılan merdivenlere tırmanarak, kendilerini ateşe
attılar, çünkü onlar “ışık çocuğu” idi, alev alev oldular, kardeşleri onlar için ağladılar.

Aynı yıllarda Anadolu’da da Baba Đshak ve Türkmen halkı Anadolu Selçuklu


devletine isyan edecek, onlar da 1240’da çok üzüleceklerdir.

KISIM X
KELTLER, ŞÖVALYELER, TEVRAT ve ZOHAR

Görüldüğü gibi tarih, ne bu sayfalarda yazılan, ne de unutulanlarla günümüze


gelecektir. Anlatılanlar ve söylenenler asla bugün yaşananları açıklamaya
yetmeyecektir. Keltler ve Türklerin insanlığın bugünlerine katkıları asla
bilinemeyecektir.

Hıristiyanlığın doğuşuna önceleri engel olmaya çalışan Büyük Roma


Đmparatorluğu; daha sonra tüm Avrupa’da bu dinin yayılmasında tek güç olacak,
Avrupa’da mevcut pagan veya Keltlerin toplulukları düzenindeki yönetimleri
dağıtarak, onların dinlerine yaptıkları suçlamalarla, onları başka halklarla
bütünleştirerek, bir yerleri yıkarken, yeni oluşumlar yaratarak, hıristiyanlığı kitlelere
zorla benimseteceklerdir. Daha sonra Doğu’dan gelen Atila ve Harzemlerin, Roma’ya
kadar giren düzenli ordularıyla Roma Đmparatorluğu da parçalanacak böylece Avrupa
M.S.500’den 1100’e Haçlı Seferlerine kadar devlet sayılmayacak kontluk, düklük,
krallık, prenslik gibi küçük yönetimlere dönüşecektir. Avrupa’da birlikteliğin tek
sağlayıcı gücü ve otoritesi Papa ortada tek güç olarak kalacak, Rönesans ve
reformlara kadar, din ve ruhbanlar karanlık Avrupa’nın tek hakimi olacaktır.

En büyük krallar bile Papa’nın önünde eğilmek, arazi ve paralarıyla


bağlılıklarını bildirmekten başka bir şey yapamayacaktır.

Bu karanlık ve yoksulluk döneminde doğunun zenginliği de; yoksul Avrupa


halkı ve parasız asillerinin dikkatini çekecek, daima cezbedecektir. Haçlı seferleri
görünürde büyük bir heyecanla kutsal yerlerin ele geçirilmesi için düzenlenirken;
aslında doğunun bu görünen zenginlik ve refahı bu düzenlemenin gizli bir ödülü
olacaktır.

I.Haçlı ordusu 1099’da Kudüs’ü ele geçirince, yeni devletin, Kudüs krallığının
başına Codefray de Bouillon getirildi.

Aynı dönemde, Fransa’da Trayes yakınlarındaki Champagne bölgesinde


bulunan Provins’te “Aziz Bernard”, Hıristiyan Benedikten mezhebini kurmuştu. Aziz
Bernard aslında gizli bir Kelt rahibi, bir druid idi. Tıpkı, Horasan ereni olarak bilinen
söylenen Bektaşi Veli’nin halkının şamanı olduğu gibi.

Keltler Roma döneminde druid denilen rahiplerin yönetiminde, din ve büyü ile
Avrupa’nın çeşitli bölgelerinde topluluk birliği olarak yaşarlarken, Romalılarca bu
rahipler ya yok edilmiş, ya da yer altına çekilmişti. Kelt halkı da, eski alışkanlıklarıyla
birlikte hıristiyan olmuştu.

Druid’lerin çok güçlü sihirlere sahip oldukları halk arasında rivayet ediliyordu.
Hatta, “şimşekler çaktırdıkları”, “aynı anda birkaç yerde birden göründükleri”,
“düşmanlarını hemen tanıdıkları, nerede olsalar onları gördükleri”, “çok uzaktaki
insanları hasta ettikleri veya öldürdükleri” söyleniyordu. Tıpkı Türklerin Şamanları
gibi.

Bir Druid olan Aziz Bernard da Nasrani’lerden duyduğu “Rüzgarları emirleri


altına alan”, “kuşlara ve hayvanlara hükmeden”, “bütün dünyaya hükmetmenin
sırlarına sahip” Süleyman’ın sırlarını aramaktaydı. Druid’ler Kelt halkının gözünde
ilahi kişilerdi ve Süleyman’ın benzer gizli sırlarını, sözlü gelenekleriyle kuşaktan
kuşağa aktarıyorlardı. Onlar; Papa, krallar, asiller ve yoksul halk gibi Süleyman’ın
veya Doğu’nun hazinelerini değil, Süleyman’ın sırlarına ulaşmak istiyorlardı.

Aziz Bernard, Kudüs’te yeni krala Süleyman Tapınağının muhafazası için özel
bir asker-rahip birlik önerdi, onlar tapınağı bekleyecekler, Kudüs’ü ziyaret eden
Hacıların emniyetini sağlayacaklardı.

Şövalyeler Avrupa’dan gelecek hacıların güvenliği için Kudüs’te yer alırken,


esas amaçları çok farklı idi. Bu dokuzlar, Dokuz Şövalye aslında Kelt’lerin bildiği
Druid rahiplerin aktardığı, Yahudi-Hıristiyanların söylediklerini, Nasrani’lerin
inançlarını, Đbranice metinleri, Đbranilerin Kabalasını (sözlü geleneklerini) öğrenmek
istiyorlardı.
Keltlerin yazılı olmayan kutsal ve mistik kuralları ile Đbranilerin kabala (sözlü
gelenek)sındaki kutsal ve gizemli kuralları karşılaştırmak, gizli kalan ve sır olanları
ortaya çıkarmak istiyorlardı.

Champagne’nin yöneticisi Hugues de Payens, Aziz Bernard’ın en yakın adamı


idi. Aziz Patrick, Aziz Columbon, Aziz Bernard gibi Keltik kilisenin yetiştirdiği Keltik
Hıristiyanlardı.

Aziz Bernard’ın görevlendirdiği Hugues de Payens, 1118’de sekiz kişi ile


Kudüs’e geldi. Kendilerine “Đsa’nın yoksul şövalyeleri” adını verdiler. Onlara
“Dokuzlar” denildi.

Şövalyelere neden “Đsa’nın yoksul şövalyeleri” deniyordu biliyor musunuz?


Onlar yoksul mu, parasız, pulsuz mu idiler? Hayır!

Onlar , radikal Roma’nın, Paulus’cu kilisenin yalanlarına inanmıyorlardı, onlar


“Đsa’nın bir insan olduğuna, Tanrı olmadığına ve bir bakireden doğmadığına” “inanan
Mısır ve Antakya kiliselerinin söylediği gibi Nasrani’lere inanıyorlardı. Bunu
ispatlamaları gerekiyordu. O dönemde NASRANĐ’lere “EBIONITE” denilirdi, yani
“YOKSUL”. Onlar Pauluscu Hıristiyanlar gibi düşünmez; Đsa’nın sadece vaftiz edilmiş
bir yahudi kralı (veya marangoz) olduğuna, onun kutsandığı yani taç giydiği anda
Mesih olduğuna, bir Yahudi olarak öldüğüne Matta’nın müjdesinin asıl olduğuna,
Romalıların baskısıyla yazılmış Yohanna, Lukas ve Markus’un diğer müjdelerine
güvenilmemesi gerektiğine inanırlardı.

Aziz Bernard ve Şövalyeler; Đsa’nın yoksul şövalyeleri, nasıl olmuştu da, 1200
yıl sonra bu arayışa girmişlerdi? Yoksa, tarihin sayfalarında kaybolmuş bu inanışa,
kelt kilisesi ve yahudilerin sözlü geleneği ile mi ulaşmışlardı? Onlar, bunu bulmalı
idiler, yaşayan Esseni, Sadok ve Nasrani’ler ile buluşmalı idiler. Onların Anadolu’dan
geçişlerini, Anadolu yolculuklarını bugün merak etmekten başka yapacak bir şeyimiz
yoktur, hiçbir belge ve bilgi yok.

Şövalyeler, gizli Kelt kilisesinin rahiplerinden olan Aziz Bernard’la, Nasrani’lere


o dönemde verilen ad ile EBIONITE (yoksul) adıyla bu nedenle bir araya gelmişlerdi.
Đsa’yı ve Nasrani’leri anarak, “Đsa’nın yoksul askerleri” adıyla harekete geçmişlerdi.
Roma’nın baskısıyla yer altına itilen Keltik kiliseyi tekrar ayağa kaldırmayı
amaçlamışlardı.

Şövalyeler Nasranilerle buluştular da! Musa’nın anlattıklarını, Talmud ile sözlü


gelenek olarak M.Ö.1288’lerden M.Ö.538’e kadar rahiplerce taşınmıştı. Babil dönüşü
Đbraniler köşeli yazılarını Babillilerden öğrenmeleriyle, M.S.200’de MĐŞNA metninin
kaleme alındığını, M.S. 200-500 arasında yorumların toplandığıGEMARA’nın
yazıldığını, MĐŞNA ile GEMARA’yı birleştirerek TEVRAT’ın
oluşturulduğunu, TEVRAT ve TALMUD’un Yahudilerin kitaplığında yer
aldığını, KĐTAB-I MUKADDES’in ise “Tevrat”ın baş harfleri “TA”, “Neviim” yani Nebiler
ve peygamberler bölümünün baş harfleri “NA” ve “Kheyuvim” yani kutsal yazılar
bölümünün baş harfleri “KH” olmak üzere “TANAKH”ın M.S.500’de düzenlendiğini
öğrendiler. Đbranilerin “ATBASH” Şifresini elde ettiler. Đbranice
Kabala (QABALA) kelimesi vardı ki; Yahudi geleneğinin gizli, gizemli ezoterik
boyutunu Mişna ve Germa’da olduğu gibi cümle ve ayetlerin açık anlamı ile değil,
yorumları ile anlama ve anlatmaya çalıştığını öğrendiler. Đşte, onların bu yorumları
şövalyeler tarafından M.S. 1300’lerde yazıya geçirildi ve “ZOHAR” yazıldı.

Papa’nın ve Roma’nın dediği gibi şövalyeler “BAPHOMET” adlı bir puta


tapmıyorlardı. Baphomet, Roma’nın dediği gibi “Muhammet”de değildi. Baphomet,
Atbash şifresiyle çözüldüğünde “SOPHIA” demekti, bu yunanca
kelime, BĐLGE anlamına geliyordu. Bugün ezoterik düşüncelerin içinde onun adı “Akıl
ve Hikmet” olarak yer almakta, yaratan ve insanı sembolize ederek, günümüzde
yaşatılmaktadır.

Şövalyeler, BĐLGE’ye ulaştılar, arayışları doğru idi, tapınağa yerleştiler ve adları


da “tapınak şövalyeleri” oldu.

Haçlı Seferleri yıllar yıllar sürdü. Sırlar, gizemli bilgiler ve servetler doğudan
batıya taşındı. Şövalyeler zenginleşti, güçlendi. Krallara şekil vermeye başladılar.
Kralların mutemedi, vekili veya yöneticisi olmuştu artık şövalyeler.

1291 tarihinde kutsal topraklardan son haçlının çekilmesi ile 200 yıllık arayışa
rağmen, tapınak şövalyelerinin gücü de azalmaya başladı, yıl 1306’ya geldiğinde
Tapınağın büyük üstadı Jacques de Moley idi. Fransız Kralı IV. Philip ve Papa
V.Clemens birlikte karar vermişlerdi, 1312’de tapınakcılar Papa tarafından dağıtıldı,
toplatıldı, tutuklandı, öldürüldü, asıldı, yakıldı, yıl 1314 olmuştu. Tıpkı, 1167’de ve
1244’de ateşte yakılan Anadolu’dan Avrupa’ya dönen Kelt kardeşleri gibi.

Kalan tapınakçılar yer altına çekildiler, şövalyeler, sırları ve ZOHAR ile


Avrupa’ya (Đspanya, Almanya) ve özellikle Đrlanda ile Đskoçya’ya döndüler. Tekrar Kelt
halkı ile buluştular.

Aynı dönemde Kral Robert Bruce; Đskoçya kelt krallığının bağımsızlığı için
uğraşıyordu. Đngilizlerin Đskoçya, Galler ve Đrlanda’da da otoritesi yoktu. Đskoçya iyi
düzenlenmiş bağımsız politik kurumlarıyla o zmanlarda kalan tek Kelt ülkesi idi.
Đngiltere kralı I. Edward, Đskoçların bağımsızlığını vermiyordu. 1296’da savaşlar
başladı, Đskoçlar yenildi. Keltlerin kutsal mekanı Stonehedge de taşların üzeri silindi,
tahrip edildi, bazıları Londra’ya getirildi, Kutsal Đskoç devlet mührü paramparça
edildi. Đşte böyle bir zamanda Bruce, Papa’ya bağlı Đngiliz Kralı’nın karşısına çıktı.
Papanın aforoz ettiği Bruce’un Đskoçyasında, Papa’nın fermanı artık geçerli değildi.

Tapınak şövalyeleri ile Đskoçların düşmanları artık aynı idi; Papa!

Bruce’un ordusunu tapınakçılar eğitiyorlardı. Tapınakçılar kıta Avrupasından


getirdikleri silahları önce Đrlanda’ya, oradan da Đskoçya’ya taşıyorlardı. Bannockburn
savaşı 24 Haziran 1314 yılındaydı. O gün Aziz John (Hz. Yahya ?) günü idi. Keltler
için de gücün ve enerjinin en yüksek olduğu “yaz ortası günü”, “Alban Heffyn” günü
idi. Tapınak şövalyeleri savaşa dahil oldular ve Đngilizleri büyük bir bozguna uğrattılar.
Ancak, Avrupa’da özellikle Fransa’da kardeşleri şövalyeler çok zor günler yaşadılar.

Bruce; tapınakçıları, hem Papa’ya ve Đngilizlere, hem de kendi destekçisi


Fransız Kralı IV. Philipe karşı sakladı. Aralarındaki ortak efsane ve gelenekler onları
iyice birbirine yaklaştırdı.
Tapınakçılar kendi ülkelerine, kurucu üstadları, Aziz Bernard’ın ülkesine
dönmüşlerdi. Tarikatın kurucusu kelt rahibi, bir druid olan Bernard’ın ülkesine,
Kelt’lerin ülkesine Đskoçya’ya sığınmışlardı.

Anadolu’nun suyundan içmiş tapınakçıların kıta Avrupası ile ilişkileri yine devam
ediyordu; Galya, yani Fransa, Keltlere göre Aşağı Britanya’da yine hızla yayılmaya
başladılar. Fransız kralından intikam almaları gerekiyordu. Papa’yı da süslü bir
sembol yapacaklardı. Reformlar, Rönesans ve Fransız devrimine kadar durmadan
çalıştılar. Reform, Rönesans ve Fransız devrimiyle boş inançlardan, taassuptan,
dinlerin içindeki insan yapımı tuzaklardan tüm insanlığı kurtardılar.

Kutsal topraklarda Fatimilerle, Anadolu’da Galat ve şaman Türkmenlerle


tanışan, Bektaşi derviş ve gaziyanları ile karşılaşmış tapınakçılarla, Avrupa’da
duvarcı locaları, ardından da mason localarının kuruluşu gerçekleşti.

Kelt Aziz Bernard’ın Kudüs’te aradığı, onlarında Kudüs’te Süleyman Mabedinde


buldukları, Kabala’nın söyledikleri, ZOHAR’da yazılanlar Essen’lerin anlattıkları ve
Müslümanlarda gördükleri ile çok örtüşüyordu.

Kelt kültürünün; Musevi geleneği ile süslenmiş, Đslam süzgecinden geçmiş,


hıristiyan versiyonu idi, tapınakçılar. Onlar Keltler gibi dinler içinde insanların yarattığı
tuzakları kaldırmak için örgütleniyor ve çalışıyorlardı inançlar arasında uzlaşma
arıyorlar, her insanın inancının kalbinde olmasını istiyorlardı. Tıpkı ileride Mustafa
Kemal’in Nutuk’ta söyleyeceği;

“Bütün beşeriyetin, tecrübe, malümat ve tefekkür de teali ve tekemmülü,


Hıristiyanlıktan, Müslümanlıktan, Budizm’den sarf-nazar ederek, basitleştirilmiş ve
herkes için anlaşılacak hale konulmuş alemşümul saf ve lekesiz bir din” hayal
ediyorlardı.
BÖLÜM V

TÜRKLER ANADOLU’YA GELĐYOR

TÜRKMENLER

KISIM I

DÜNYADAN HABERSĐZ TÜRKLER

Türk halkı, dinsel inanç arayışına girdiği veya ihtiyaç duyduğu veya yarar
gördüğü dönemlerde özgür iradesi ve aklıyla kendiliğinden Zerdüşt, Mani, Budist,
Hıristiyan, Yahudi oluvermiş, ama kendi isteğiyle Müslüman olmamıştır. Zorla ve
kanla Müslüman olmuştur. Şimdi bu serüveni izleyelim !

Türkler böylesine zorla Müslümanlaştırmaya, ne kadar kan da dökülse asla


razı olmazlardı, gün gelir zayıf bir günü Abbasi döneminde olduğu gibi, gerekli
görseler Müslümanlığı ortadan kaldırabilirler, tarihte diğer pek çok din gibi unutulup
gitmesine neden olabilirlerdi öyle yapmadılar. Kendileri için Müslümanlık yararlı idi,
onlar Müslümanlığın kılıcı veya önderi görevine de soyundular, Müslümanlığın
liderliği ve koruyuculuğunu üstlendiler.

Türklerin Müslümanlıkta gördüğü yarar çok büyüktü. Müslüman olurlarsa


Müslüman diyarındaki tüm topraklar Türklere açılmış olacaktı, geniş yeni otlaklar,
geniş hareket alanı, ticari olanaklar, cihatla diğerlerinin üretim araçlarına kolayca el
koyabilme, Müslümanlığı yayma adı altında yeni mülklerin üzerine oturabilme, onların
iştahını kabartıyordu. Şeklen yani dışsal olarak Müslüman olurlarsa, Ortadoğu,
Yakındoğu, Uzakdoğu, Avrupa onların etkinlik alanı olacaktı, öyle de oldu. Dünyayı
gören Türkler, çobanlığı bırakıp beyliğe soyundular, Müslümanlığa yön verdiler.
Kendilerini mücahid yaptılar, cihat adı altında durmadan, savaş, talan ve ganimet
peşinden koştular. Heyecan, zafer, şan şeref, zenginlik zaten onların aradığı, elde
etmek istediği duygulardı. Bu nedenle Müslümanlığa, bir müslümandan daha fazla
bağlanmaları gerekiyordu, öyle oldu.

Ancak üretim araçlarını elde ettikçe ve bunların çoğalmasıyla, malları üzerinde


kontrollerinin de azaldığını gördüler. Şaman geleneğinde doğanın ortak kullanımı ve
ortak yönetim, denetim esas idi. Mülkiyetini edindikleri başkalarının varlıkları için,
(cihatla elde edilen mallara dair) bilmedikleri yeni kurallara ihtiyaçları vardı, yani
Müslümanlığın hükümlerine ihtiyaçları vardı, hemen onlara Araplardan daha sıkı
sarıldılar, daha iyi okudular, çünkü yararları orada idi, okuduklarını yeni ihtiyaçlarına
göre Araplardan bile daha iyi, daha akılcı yorumluyorlardı. Artık herkesin gözünde,
“tam Müslüman” “En Müslüman” olmuşlardı. Đslamiyetin emrettiği cihan hakimiyeti
ülküsü de onların çok işine geldi, onlar zaten savaşcıydı, bütün cihanı istiyorlardı.
Tüm dünya (Đslamın adına) onların olana kadar savaşacaklardı.

Savaşmak, toprak ve mal edinmek, (islamın yayılması adına) artık Türk’lerin


görevi oluyordu. Sanırım düşündüler, taşındılar ve sonunda Müslüman oluverdiler.

Müslümanlıkla birlikte onların ruhbanları da oluştu, ruhbanlar da yanlarına


egemenleri çekerek, egemenlerin maddi gücü ile kendi manevi güçlerini hemen
kenetlediler, karşılarına halkı aldılar ve halkın üstüne kendilerince yüksekce bir yere
çıktılar.

Ruhbanla eğemen işbirliği örneği Bizansta duruyordu. Büyük Selçuklu


yöneticileri, sonra Anadolu Selçuklu yöneticileri hemen halkın karşısında yerlerini
aldılar. Osmanlı onların yıkılışını görünce önce bir süre halkın yanında durdu, sonra
Osmanlı’da ruhbanlarla birlikte halkın karşısına geçti. Halk ta sünni yönetimlerin
karşısında kalınca, Đslamın muhalifliğini yapanlara yöneldi. Halkla devlet birbirinden
inanç farklılığı yüzünden gün be gün uzaklaştılar.

Türklerin yönetenleri, yaptıklarına ahlaki kılıf bulan, işgallerine fetih,


savaşlarına cihat, talanlarına ganimet diyen ruhbanlara, daha sıkı sıkı sarıldılar. Hem
vicdanları rahatlıyor, hem yayılmaları kolaylaşıyordu. Ruhbanlar da Türklere göre
elbise biçiyor ve Müslümanlığı bir milli Türk dini gibi göstermeye çalışıyorlardı.

Ama yönetenlerin aksine Türk halkı şamanlarıyla (artık anadoluda onlara baba
veya derviş diyorlardı) Anadolu’daki Müslümanlık kural ve geleneklerini eski inançları
gereği hafifce törpülüyor, biraz içini boşaltıyor, herkese uyacak, hem Hırıstiyanı, hem
Müslümanı, Rum’unu, Yahudi’sini kucaklayacak bir şekle sokuyordu. Halkın kabul
ettiği Müslümanlık, bu dervişlerin tarif ettiği Müslümanlıktır. Doğmaları törpülenmiş,
ibadet ve duaları bile hafifletilmiştir.
KISIM II

HZ. MUHAMMED MEKKE’DEN SESLENĐYOR

Arap yarımadasında Kabe’nin bulunduğu Mekke çok tanrılı topluluğun dinsel


merkezi idi, tam olarak kökenleri bilinmemekle birlikte Babil ve daha önce Sümer
tanrılarını sembolize eden, onların aslı ve sebebini bilmedikleri inanışlarının
sembolizmaları ile şehirler dolu idi, adına “cahiliye dönemi” deseler dahi, bu
topluluklar sözlü geleneklerle yaşayan insan gruplarıydı. Pek çok insanın yazılı bir
dini yoktu, dini vardı ama belgesi yoktu, ne Kitab-ı Mukaddes, ne Markus’un, ne
Yohanna’nın, ne Lukas, ne de Matta’nın Đncil’leri biliniyordu. Bu kitaplar, henüz
ruhban sınıfın tekelinde değildi ve halkın bilgisinden de çok uzakta idi. Đnsanlar ortak
bir yer yaratmışlar ve onun kutsallığı ile güvence altında pek önemli olmayan, hatta
önemsenmeyen inançlarıyla yaşamlarını sürdürmekte idiler. Tüm tarihçi ve yazarların
hala ısrarla anlattığı gibi, o dönem için ilkel bir demokrasinin varlığından Kabe’de söz
etmek pek te doğru değildir. Bu ortam demokratiklikten çok, ilkel ve önemsiz inançlar
gruplaşmasıdır. Ne diğerinin tanrısı öbürüne, ne öbürünün tanrısı diğerine bir
üstünlük kurma çabası içinde değildir. Yan yana duran putlarda bunun ifadesi idi.
Đnsanlar bir gün bir putun, öbür gün diğerinin ibadetine geliyordu. Bir gün birine, bir
gün diğerine adaklar sunuluyordu. Kimse kimsenin ne adağını, ne müşterisini
alıyordu. Tıpkı bugün dünya üzerinde inanışların konumu gibi idi. Orada bu ortamda
önemli olan Mezopotamya’nın, Bağdat’ın, Mekke ve Medine’nin ticari varlığı idi.
Ticari yaşam her şeyin düzenleyicisi idi. Hiçbir şekilde kavga çıkmaz, hatta herkes
diğerinin tanrısını korur ve bakımını dahi üstlenirdi. Onların kafasındaki bir Tanrının
egemenliğinde tanrıları birleştirmek değil, ticari bir merkezde ticaretlerini birlikte
sürdürmekti. Ancak ortada en çok itibarlı olan ve en çok inananı olan tanrı, “Allah”
vardı. Yahudiler Medine’de yoğunlaşmıştı. Güney’de Yemen’de Hıristiyanlar daha
yoğundu. Mekke de Hıristiyanların egemenliğinde idi. Yahudiler, bu ortamda tüm
dinler ve inançlara Medine’yi açık tutmakta, kavga ve döğüşe izin vermemekte idiler.
Çünkü Medine’de de ticaret olmalıydı.

Mekke tüm dinler ve inançları ibadet ve hac yeri olduğundan ticareti çok
gelişmişti, Mekke’nin bu ticaretini kontrol eden en büyük aile de Kureyş ailesi idi.
Kureyş aşireti gerçek (asıl) Araplardan olmayıp yarımadanın kuzeylisi olan sonradan
Araplaşandandır. Oysa güneyindeki komşuları Yemenliler Saba, Ma’in, Himyari,
Hadramavt ve Kataban’lar soylu ve özgün uygarlıklar kuraraken onlar göçebe ve
dağınık kabileler halinde yaşarlardı. Güneyliler gerçek Araplar M.Ö.500’e kadar Arap
yarımadası’nda Saba ve Mina (Ma’in) Devletlerini kurarken onlar dağınık kalabalıklar
olarak başıboş dolaşırlardı. Kervanları yağmalarlar. Sürüleri çalarlardı. Bu bedevi
aşiretler Mekke’nin putlarını ve Kabe’nin kutsal suyu zemzemi ziyaret ederlerken aynı
zamanda Yahudi Hıristiyanlarla da aynı yerde birlikte yaşarlardı. Güneyin çöküşü ile
yarımadada “Cahiliye Devri” başladı. Ve Đslamiyet dönemine kadar devam etti.

Görüldüğü gibi hiçbir şey kendinden öncekilerden bağımsız değildi. Arap


yarımadası’da böyleydi.

Eski Mısırlıların en büyük tanrılarından “PTAH”dan esinlendiğini düşünerek


onun ilkel hali olan “PAUT” ile ilişki kurarsak, Kabe’deki “PUT”ların varlık nedenini
daha kolay ulaşabiliriz. Hubel, Lat, Menat, Baal, Uzza en önemli putlar idi. Bunların
hepsinin üstünde “Allah” vardı. “Allah” Müslümanlığa ait değildir. Đbranilerde ona
“Elah” veya “Eloah” diyorlardı. Onlar Babil’den, Babil’de Sümerlerden onu ödünç
almışlardı. Sümerin “EL”i ve Babil’in (ki Bab-ili Tanrı’nın kapısı anlamında idi) Al-
illahat veya Al-ilat’ı (güneş tanrısı) Asur’larda, Allat, Allatu, Allatum olarak yer almıştı,
tıpkı Sümer’de “El”in oğlu ve “Efendi” anlamına gelen “Baal”ın Frigler vasıtasıyla
Anadolu’da Galatlara gelişi gibi, dilden dile emanet olmuştu. Tıpkı Galatlarda “Baal-
Gat” büyük tanrı için tapınağın olduğu yerin bugünkü Ankara’nın Balgat semti olduğu
gibi.

Allah adı da kavimler arasında birbirinden öncekilerden, ödünç alınmıştı. Hz.


Muhammed’in ailesi de islamiyetten önce (vahiy gelmeden önce) “Allah”a
inanıyorlardı. Biliyorsunuz ki; Hz. Muhammed’in babasının adı “Abd-ullah” idi. Yani
“Allah’ın kulu” veya “Allah’ın yolunda savaşan” demekti. Yani Müslümanlık yokken de
onlar “Allah’ın kulu” idiler. Arap yarımadası’nda putperestler, Hıristiyanlar ve
Yahudiler de aynı dönemde “Allah’ın kulu” idiler.

Arapça “Abd” kul demekti, Đbranice “Đsra”, “kul” demekti. “Ullah” Allah
eklenerek, Allah’ın kulu Abdullah olurken, onun karşılığı Đbranice’de “Đl” eklenerek
Đsrail olacaktı. Abdullah ve Đsrail ilişkisi ortak Allah’ın kulluğundan geliyordu.

O zamanlar putperest Araplar, herhangi bir işe başlarken “Bismil-lat” derlerdi.


“Lat” putunun, Lat’ın adı ile derlerdi. Bazende “Uzza” putunun, Uzza’nın adı ile
“Bismil-uzza” derlerdi. Bugün Müslümanların “Bismil-lah” “Allah’ın adıyla” dedikleri
gibi.
Baba Abdullah 24 yaşında Amine ile evlendi. Amine de peygamberlikten önce
bir Müslüman adı olamazdı. Çünkü daha Hz. Muhammed bile doğmamıştı. Amine
(inanılacak kadın) adı Đbranicede “kabul eyle”, “kabul olsun” anlamında “amen”den
geliyordu. Onlarda Mısırlılardan, Horus’a yapılan ibadetin sonunda söylenen “Amen-
ti” den öğrenmişlerdi. Ölüler ülkesindeki yol gösterici tanrıça amentet, amonet,
amaunet’den evrilmişti. “Amentü” arapçada da “inandım” demekti.

Peygamber Hz. Muhammed’in dördüncü kuşaktan dedesi olan (asıl adı Zeyd )
Kusay, Mekke’de Kabe’nin perdegarı, zemzemden hacıların su ihtiyacını karşılayan,
putperestleri Kabe’de ağırlayan, daha önemlisi Mekke meclisini idare eden idi. Sonra
bu görevlere oğlu Abdud-Dar (3.kuşak dedesi), onun oğlu Haşim (2.kuşak dedesi),
onun oğlu Şeybe (1.kuşak dedesi) üstlenmişti. Şeybeyi Muttalib büyütmüştü. Bu
nedenle adı Abdülmuttalib oldu. (Muttalib’in kulu, kölesi) Bu adı ile anıldı. Kureyş
ailesinin başı Kabe’nin muhafızı Hz. Muhammed’in ailesi idi. Bu Abdülmuttalib’in
8.oğlu Abdullah Hz. Muhammed’in babası idi. Amcası Ebu Leheb (hayatı boyunca
putperest kaldı ve putperest öldü), babası Abdullah’da putperestti. Diğer bir amcası
“Varaka bin Nevfel” ise Hıristiyandı.

Varaka Bin Nevfel, Hz. Muhammed’in çok etkilendiği Yahudi-Hıristiyan


inancındaki ve Đbarnice ile eski dinleri çok iyi bilen bir kişiydi. Tevrat ve Đncil’i çok iyi
incelemiş ve Arapçaya çevirmişti. Hz. Muhammed 610’da ramazan ayının Kadir
gecesinde Hira Dağı’nda Cebrail’in okuttuğu ilk beş ayet “ALAK SURESĐ” kendisine
vahy edilince derhal amcasına gitmiş, amcasıda ona “Müjde sana ya Muhammed,
Allah’a yemin ederim ki sen Hz. Đsa’nın haber verdiği son peygambersin. Gördüğün
melek senden önce Cenab-ı Hakk’ın Musa’ya göndermiş olduğu Cebrail’dir.” Demiş
böylece müslümler ilk günlerini Hıristiyanların yanında sonrada Habeşistan Kralı
Hıristiyan Necaşi’nin himayesinde geçirmişlerdir.

Bu sırada Hıristiyanların himayesinde iken Ankebut Suresi (29) 46. ayet nazil
olduğunda “kitab ehlinden haksız davrananlar bir yana, onlarla en güzel şekilde
mücadele edin, şöyle deyin : Bize indirilene de, size indirilene de inandık, bizim
tanrımızda sizin tanrınızda birdir, biz ona teslim olmuşuzdur” denilmiştir.

622 yılında bu himayeden çıkınca yarısından çoğu Yahudi olan Medine’ye


sığınılmış, Mekke ve Medine arasında kavgalar başlamış, 624 yılı Bedir, 625 Uhud ve
627 yılı Hendek savaşlarından sonra 630’da çoğunluğu putperest ve Hıristiyan olan
Mekke’ye Müslümanlarca girilmiş ve bu sırada nazil olan Maide Suresi (5) 51.ayette
“Ey inanlar! Yahudi ve Hıristiyanları dost olarak benimsemeyin, onlar birbirlerinin
dostudurlar. Sizden kim onlara dost olursa, o da onlardandır” emrolunmuştur.
Artık Müslümanlar Arap birliği ile uygarlığa ve din devletine adım atıyorlardı.

Đleride, Hz. Muhammet, ticareti Medine’ye Yahudilerin bölgesine taşıyacak,


Kureyş ailesine sırt çevirecekti, burada amaç, bu iki ticaret merkezi arasındaki
hakimiyet yarışından kaynaklanıyordu.

Hazreti Muhammet, dinler arasındaki mücadele veya başka bir anlamla,


ruhban ve tüccarlar arasındaki rekabetle tanındı, kendini yarışın içinde buldu,
Hatice’nin ve kendisinin amcası “Varaka Bin Nevfel” tek tanrılı dinlere ilişkin çalışma
yapan Yahudi-Hıristiyan grupların içinde lider oluyordu.

Böyle grupların gücüyle orantılı olarak, hangi inanç grubu kalabalık, güçlü ve
zengin ise, o grup şehirde daha etkili oluyor ve alınacak kararları yönlendiriyordu.
Güçlü olan grup, dinen Kabe’nin korunma ve bakımını da üstlenirdi; ticari işleri,
sosyal yardımları, askeri kararları ve en önemlisi yargının yerine getirilmesi ve
düzenlemesini de onlar yürütürlerdi, yani hem ruhban, hem tüccar, hem yönetici artık
onlardı.

Bu güçlü yönetici ve ruhbanlar şöyle yemin ederlerdi;

“Allah’a yemin ederiz ki, hepimiz mazlum ile birlikte zalime karşı, bu zalim
mazlumun hakkını verene kadar bir el gibi olacağız. Bu ittifakımız, denizde bir tüyü
ıslatabilecek kadar su kalıncaya dek ve Hira ve Sevir tepeleri yerinde durdukca ve
mazlumun iktisadi durumunda eşitliğe tamamen riayet edilerek devam olunacaktır”

Görülüyor ki; o zamanın yeminin altında en büyük tanrı üzerine edilen bu


yeminde yine ticari düzenleme yatmaktadır.

Zamanla Tek Tanrı, (Allah) inananlarının güç kazanmasıyla ve Hz.


Muhammet’e vahiyler gelmesiyle, Yahudilerin kontrolündeki Medine’nin ve
Muhammed’in önemleri arttı. Müslümanlığın hakimiyeti çoğaldı. Uzun bir zaman
içinde indirilen sureler ile de Kur’an tamamlandı.
Böylece Müslümanlığın ticaretteki üstünlüğü ve kontrolü ile Yahudilerin Arap
ülkesiyle özellikle Medine’de hem ticaret, hem dini hakimiyeti tamamen azaldı.
Zamanla güçsüz kalan Hıristiyanlıkta, Arap yarımadasını terk etti. Hıristiyanlar
Anadolu’ya yöneldiler. Artık Müslümanlık dışında tüm inançlar küfür ve fitne olmuştu.
Adları da “kafir” konulmuştu. Diğer inançların Araplarla ilişkileri asgariye indirilince,
Müslümanlar dışında herkes önce Kabe’yi sonra diğer şehirleri ve sonra Arap
Yarımadasını terk ettiler. Araplarca istenilen ticarete ve siyasete hakim olabilme
arzusu gerçekleşince ve bu hedefe ulaşıldığında, durumun hiç de iyi olmadığı
görüldü. Hem ticaret küçülmüştü, hem herkes yarım adayı terk etmişti, hem Araplar
yalnız kalmıştı. Araplar gördüler ki Arap diyarı Anadolu ve Avrupa’nın ticaretine çok
uzaktı, uzakta kalmışlardı. Araplar giden Yahudi ve Hıristiyanların yokluğunda büyük
doğu-batı ticaretinden kopmuşlardı. 650-700 yıllarında Araplar birliği için hedef belli
oldu. Hemen yanındaki Mısır, Habeşistan veya Anadolu değil, önce Türkistan ve
Acem ülkesi, sonra da Orta Asya, ticaret için Arapların hakimiyetine girmeli idi. Bu
yapılınca Batının, (Avrupanın) ve Uzak Doğu’nun (Çin’in) ticareti ümmetin (Arap
Birliğinin) eline geçmiş olacaktı. Çin’in mamül eşya üretimi Avrupa’ya taşınacak,
Avrupa’nın da ufak tefek malları doğuya getirilebilecekti.

Ve Araplar, Türk yurduna saldırdılar.

KISIM III

MÜSLÜMAN ARAPLAR TÜRK YURDUNA SALDIRIYOR

Đslamiyetin Türklere ilk yakınlaşmasının nedeni, onların bir inanç eksikliğinin


giderilmesi için olmadığı gibi Müslümanlığın benimsetilmesi de değildir. Arap
Yarımadası’nın çevresinde Müslümanlığı benimsetecek pek çok insan varken,
Türklerin seçilmesi sağlam bir iktisadi düşünceye dayanıyordu. Đpek yolunda, ticaret
yolu üzerinde, Türkler ve Đranlılar duruyordu, o halde önce onlar Müslüman olmalı
idiler.

Anadolu Hıristiyanlığın hakimiyeti altında olmasına rağmen Hıristiyanlık


Perslerin Ortadoğu ve Yakındoğu arasında yerleşik olma durumlarını ortadan
kaldıramadı. Avrupa ile Asya’nın ticari ilişkisinin, devletler vasıtasıyla değil de,
ruhbanlarca tek karar ve emir altında tutabilme arzusu ve gayesi sonuç vermedi.
Ticaret nedeniyle Hıristiyanlık önce bir Anadolu, Ortadoğu ve Yakındoğu kültürünün
harcı olmaya çalışmıştı. Ticari önemi olmadığı için hiçbir zaman Hıristiyanlığın
Avrupa’da yaymak olmadı. Hazreti Đsa’nın bu görevi, 622 yılında bu kez Hazreti
Muhammet’e düştü. Allah’ın yeni elçisi olduğunu ileri sürerek, bu ticari görevi Hz.
Đsa’dan sonra yeni görev olarak üstlendi. O zamana göre ticaretin atardamarı olan
Anadolu ve Đran üzerinde hakimiyet kurma misyonunu görev edindi.

Bu iki eski ve güçlü medeniyetin Türkler ve Perslerin, Đsa’dan bu yana 600


yıldır bu ticareti kontrol edebilmeyi beceremediği ve geliştirmediği ortada idi. O halde
Çin’in mamül malı Hindistan’ın baharatı ile Avrupa’nın arasından öncelikle ve
ivedilikle Bizans ve Fars imparatorluklarının ortadan kaldırılması gerekmektedir.
Hazreti Muhammet o zaman “Kostantiniyye mutlaka alınacaktır, ne mutlu bunu
başaracak hükümdara ve ordusuna” diyerek Đstanbul’un alınmasının gerektiğini
açıkca söyleyecektir. Ticareti kontrol etme ve geliştirme görevi üstlenilmemiş olsa,
Arap çölünde Yahudi ve Hıristiyanların himayesinde küçük bir ticaretle uğraşan,
zavallı Arapların, Đstanbul’dan söz etmesi mümkün olabilir mi idi? Hayır! Amaç,
Avrupa ve Uzakdoğu ticaretine karışmak, bundan kazanç elde etmek, kontrol
edebilmek, herkesin anlayacağı bir ifade ile insanlığın (kendi ticaretlerinin) önünü
tıkayan engelleri kaldırmaktır.

Uzakdoğu ve Avrupa yolunun üzerinde yaşayan, ancak bu ticaretten çok da


haberli olmayan, kimsenin ticaretine karışmayan kendi dünyasında yaşayan Orta
Asya Türkleri, Hz. Muhammed’in hemen dost olacağı bir topluluk olacaktır. Yolun
kuzey doğusunda Türkler, güney batısında Araplar ve yolun ortasında aralarında
Farslar vardır. Hem Araplar, hem Türkler ticaretin ancak döküntülerini, kırıntılarını
topluyorlardı. O halde önce Farslar yolun ortasından kaldırılmalıydı. Araplar hemen
Türkleri devreye soktular, o güne kadar Türklerden habersiz olan Avrupa, Avrupa’dan
habersiz olan Türkler böylece tanıştılar ve ortak tarih oluşturmaya başladılar. Araplar
sayesinde Türkler artık tarih sahnesine çıkıyordu. Türkler çobanlıktan, göçebelikten
şehre geliyorlardı.

Türkler; ne Yunanı, ne Bizansı, ne Roma’yı biliyordu. Ama Araplar; Yunanlıları,


Finikelileri, Romalıları tanıyor, Irak ve Suriye’de, kurdukları küçük devletçiklerle
onlarla sürekli ve düzenli ilişkide bulunuyorlardı. Hatta biraz ileri giderek arada sırada
küçük savaşlarla onları taciz ediyorlardı. Mekke, Medine çok içeride kalıyordu, bu
şehirler artık ticarette çok önemli de değildi. Araplar ticaret yolunun üzerinde
değillerdi, duramıyorlardı, durmak istiyorlardı. Türkler hakkında güzel sözler, hadisler
söylenmeye başladı. Zavallı Türkler, gösterilen bu sahte niyet gösterilerine tıpkı
Galatların Paulus’a kanması gibi kolayca kandılar.

Türkler Fars ülkesine girdiler, talan, kan, toz duman. Türklere yeni otlaklar,
yeni ticari şehirler oluştu.

637’de Araplar Türklerin bu olaylara karışmaması nedeniyle Kadisiye


savaşında Sasanileri yenerler, ardından Celula, sonra 642’de Nehavent savaşları
olur, artık Acem ülkesi Arapların elindedir, dost oldukları Türklerle Araplar artık
komşudurlar.

Artık yolun üzerinde Türkler duruyordu, sıra onlardaydı.

Araplar, Türk yurdunun sınırına dayanmışlardır. Bu kez küçük küçük Türk


topraklarına saldırmaya başlarlar. Hz. Ömer, Müslüman komutanı Ahmet bin Kays’a
talimatlar verir, “Türklere saldırma! Ceyhun nehrini geçme!” der. Ancak Arap ticareti
için Uzak Doğu yolunun tamamen temizlemesi gerektirmektedir. Hadislerle, vaazlarla,
cihat adı altında gaza ve ganimet adı altında yağma Arap ve Acem savaşçılara
anlatılır, Araplar bu kez Acemlerle bir olup Türk toprakları için heyecanlanırlar.
Araplar Acemlerle bir olurlar ve Türklere karşı savaşa girerler.

Çinlisi, Hintlisi, Yahudisi, Arabı ve Türkü ile her kavimden insanlarla ve


Hıristiyan, Musevi, Budist, Zerdüşt pek çok inananla Horasan, Semarkand, Buhara o
zamanlar hayaller ülkesidir. Arap tüccarlar yolun kendileri için daha da açılmasını
ister, askerler şeriatın gereği gaza ile ganimet ve yağmayı beklerler, ama komutanlar
bilirler ki; Ömer’in ifadesiyle, “yüzleri deriden kalkanlar gibi yuvarlak ve geniş, gözleri
sanki katır boncuğu gibi ürkütücü olan bu kavimden çekininiz, onlar size ilişmedikçe
siz de onlara ilişmeyiniz” denmesine rağmen, ticaret ve para aşkına, karşılıklı küçük
savaşlar başlatırlar. Vur-yağmala-kaç saldırıları 50 yıl kadar sürer. Hz.Muhammet’in
söylediği hadislere kulak asmazlar “Türkler size dokunmadıkları sürece siz de onlara
dokunmayınız. Zira kantura oğullarından gelenler (ki bunlarla Türkleri kastediyor) ilk
defa Allah’ın ümmetine verdiği mülk ve saltanatı onların ellerinden çekip alacaklardır”
der. Đleride, Yavuz Selim’in Müslümanların kutsal emanetlerini Đstanbul’a taşımasıyla
bu hadisin ne kadar doğru olduğunu, geçte olsa göreceklerdir. Bu işlerden hep
Araplar kazançlı çıkacaktır. Müslümanlığın başlangıcı üzerinden yaklaşık yüz yıl
geçmişti. Türk, Fars, Arap egemenlik savaşları med ve cezir gibi 644 yılından 739
yılına kadar sürecektir, taki Moğollara kadar.
Dost gibi gösterilen ve kullanılan Türkler için güzel sözler hadisler artık
bitmiştir. Onun yerine Türkler “Bakara suresi”nde anlatılan ve kiyameti getirecek olan
Ye’cüc, Me’cüç oluvereceklerdir. Onlara “Türk adını alan, Ye’cüc Me’cüc’ün
artıklarıdırlar. Yabani hayvan gibi kolay yaşarlar, ne hakimleri, ne dinleri, ne itikatları
vardır. Puta, güneşe, yıldızlara taparlar. Haram’ı, Helal’i bilmezler” deyivereceklerdir.

Doğrusu çok zor günlerdir, Türkler için artık o günler.

Gerçekten Türkler şehri şehirliyi bilmez, kural, kaide, din, hoca, ruhban
tanımazlardı. Ama kendi aralarında inanışlarıyla düzen ve disiplin içinde yaşarlardı.

Fergana’ya kadar ilerleyen Arapların, komutanları Muhammet Bin Cerir ile


birliği öldürülünce artık Türklere ciddi saldırılar başlatılır.

Bu arada Arap ülkesinde Ali ve Ayşe ile Muaviye’nin iktidar savaşı vardır,
peygamber ölmüştür. Bu kargaşa Hasan ve Hüseyin ile Yezid arasında da ileride
sürecektir.

Muaviye Horasan’ı işgal eder, 50.000 Arap ailesini getirir, Horasan’a yerleştirir.

Aşağı Türkistan, altın, gümüş ve Uzak Doğu’nun eşyalarıyla dönemin en cazip


bölgesidir.

Muaviyenin Horasan Valisi Ubeydullah Bin Ziyad 673’de Ceyhun’u geçer.


Buharayı kuşatır, şehre girmez, ama ganimetlerle döner.

Sıra Semerkant’dadır. Araplar artık zanginlik ve ihtirasın şehri olan


Semerkant’a girecektir. Şehri yağmalarlar, tapınak ve putların üzerindeki altın ve
mücevherler Vali Ziyad’ın olur. 30.000 Türk gencini esir alırlar. Halife Osman’ın oğlu
Said, esirlerle Medine’ye döner, esir Türkler Said’e saldırıp onu Medine’de öldürürler,
Medine halkı da, Türk gençlerini tepelerde açlık ve susuzlukla baş başa bırakarak
ölüme terk eder.
Abdülmelik Halife olmuştur. (685) Kabe’yi mancınıklarla yıkan Haccac’ı
komutan yapar, onu Türk ellerine gönderir. Çok kanlı savaşlar olur. Türklerle 699 ve
704’de çok büyük savaşlar yapılır, esir alınan binlerce Türk, yollarda donarak ölür.

Halife Abdülmelik 705’de ölür, oğlu Halife Velid de, Horasan’a yeni bir vali
tayin eder, onun valisinin adı “Kuteybe Bin Müslim”dir. O, Türklerin başına gerçekten
bela olacaktır. Türkler onun öcünü ancak yıllar sonra Bağdat’ta alabileceklerdir.

Valinin ilk işi, Baykent’te halkın hepsini kılıçtan geçirmektir. Türklerin ellerinden
gelen bir şey yoktur, ama şehirde yaşayan Budist ve Zerdüşt’ların ne kadar inanç
sembolü varsa; onları inananlarla birlikte yakarlar. Bunlar Türkler için önemli bir şey
değildir. Onların gök tanrısı, dağları, taşları, ağaçları ve suları hala yerindedir.
Yıldızlar ve ay da gökyüzündedir. Araplar onlara zarar veremezler, yok edemezler.

Bu kez dikkatler Buhara’dadır. Kuteybe 707’de Ceyhun’u geçer. 708’de


Buhara’yı kuşatır. Türkler şehri korur, Kuteybe, “her kim Türklerden baş getirirse 100
dirhem vereceğim” der. Buhara sokaklarından kanlar akar, Müslüman Araplar 100
dirhem için herkesi kılıçtan geçirirler. Ne Kur’an-ı hatırlarlar, ne insanlığı. Araplar
dirhemin peşinde, halife ve komutanlarda ticaret yolu sevdasındadır. 50.000 kişiyi
esir alırlar. Buhara halkı, atalarının inanışlarından vazgeçmeden Müslüman olur.
Sonra onları ve kardeşlerini vergi ile kandıracak ve onları Müslüman gözükmeye
zorlayacaklardır. Ama Türkler asla hidayete eremeyecek, vicdanlarını cennet
karşılığında satmayacaklardır. Cehennem korkusuyla sinmeyecek ve akıllarını
koruyacak, hafızalarındakiler asla unutmayacaklar ve anılarını ve vicdanlarını
Anadolu’ya taşıyacaklardır.

Buhara’ya yazık oldu! Türklerin evleri, tarlaları, bahçeleri hep Arapların oldu.
Đnananların inanç yerleri cami oldu, iki dirhem karşılığında Cuma namazı herkese
zorunlu oldu.

Türklere de yazık oldu, ağır cezaların korkusu ve her Cuma namazında


dağıtılan iki dirhemlerle Araplara boyun eğdiler. “Müslüman gibi” oldular. Asla
Müslüman olmadılar, sessizce Anadolu yolculuğunu beklediler.

Sıra Sogd şehrindedir, Araplar şehre savaşsız girerler, ama yine halkı kılıçtan
geçirirler. 4 fersah (24 km) uzunluğunda dizili darağaçlarında insanları asarak
sıralarlar, vahşet! Vahşet! Adı Türklerin hidayete erişi olarak konulan bu Müslüman
oluş, Şuman, Kes, Nesef ve Faryab’ta da sürer. Hem Türkleri kılıçtan geçirir, hem
şehri yakarlar. Đbret olsun diye binlerce Türkün kafalarını keserler, derilerini
yüzdürürler, böyle de bırakmazlar, Türk yazılı dilini bilenleri, gelenekleri koruyanları,
bütün bilginleri öldürürler. Türk dünyasında her yer karanlığa gömülür, Müslümanlık
adına, her yer karanlığa boğulur.

Đstekleri Müslümanlığı yaymak değildir. Kuteybe ve Arapların emelleri, şehir ve


şehrin zenginliğidir. “Şehre Türk girmeyecek, girecek olursa eline balçık sürülecek,
balçık kurumadan şehri terk edecek, üzerlerinde demir veya silah bulunursa, derhal
onunla öldürülecektir” diyerek fermanlar hazırlarlar ve şehre hakim olurlar.

Sırada Taşkent ve Fergana vardır.

Hem Türklerin, hem Arapların ve tüm insanların tanrısı, yaratan bu kez


Türklerin bu hazin haline acır ve Haccac ölür. Ölümü ile her şey değişecektir.

Halife Süleyman 716’da Yezid Bin Mühelleb’i Horasan’a vali atar, Yezid
Haccac’ın kayınbiraderidir. Dağıstan’ı kuşatır, açlık ve susuzluk nedeniyle şehir
teslim olur, tüm şehri kılıçtan geçirirler.

Cürcan’a yönelir, orayı da yağmalarlar. Halk ayaklanır ve Arap güçlerini imha


ederler, ama Yezid buna çok öfkelenir ve “Cürcanlıları mağlup ettiğinde üzerlerinden
kılıcı kaldırmaya, ta ki akan kanlarından değirmen döndürüp unundan ekmek pişirip
yemedikce” diye bağırır. Cürcan’da 40.000 kişiden fazla Türk kılıçtan geçirilir. Kan
dere olup akar, Yunus’ta dile gelir, “döner dolabım layap, layap”diye.

Türk diyarlarında tam ses kesilmişken; Batı Göktürk boylarını birleştiren Türgiş
(Türkeş) Kağan 720’de Türk diyarına asker gönderir. 721’de güney Türkistan’da halk
canlanır. Ancak 736’da Çinlilere ve 737’de de Araplara yenilince, Türk yurtlarındaki
son umutlar da biter. 739 yılı geldiğinde Taşkent, Fergana, Buhara, Semerkant’ın
Müslüman olma tarihidir.
Böylece 644’de Ahmet Bin Kays’la başlayan savaş 739’da Nasr Bin Seyyar ile
son bulmuş olur. 100 yıl savaştan sonra Türkler Müslüman olmak için zorla hidayete
ererler!

Şimdi sıra komşu oldukları Çin’i mi Müslüman yapmaktır? Hayır ! Şimdi


Arapların artık Doğu ile Batı’nın ticaretinin tam ortasına oturmuşlardır. Artık ne
kimsenin Müslüman olması, ne de yeni topraklar aranmasına gerek yoktur

751’de Talas’ta, Araplarla Çinliler savaşa tutuşurlar. Acem ülkesinde Araplara


Türklerin yardımı gibi, Bu kez Karluk Türklerinin, Araplara yardım etmesiyle savaşı
yine Araplar kazanır. Çin, Orta Asya’nın egemenliğini Araplara bırakır. Đşte bu tarihten
sonra para ve mal Arap ülkelerine akacak, ardından gelen bilim, sanat, kültür de,
bedevi Arapların yüksek medeniyetinin başlangıcını sağlayacaktır. Arap
Yarımadası’nda ticaretin artanı ile geçinen Araplar, Müslümanlıkta 8.yy’da ticaretin
patronu olacaklardır.

Buna rağmen Türkler; şehirlerde Müslümanlığı dinsel görüntü olarak


sergilerken; kırsal da, bozkır da hala eski inançlarıyla baş başadırlar.

Acem diyarı rahatsızdır, Farslar da, Türkler de Emevilerden gördükleri zulmü


ve zararı unutmayacaktır. Farslar yarın Şii mezhebinin tohumlarını atacak, Türkler de
Şamanlarıyla Aleviliğin filizlerini yeşertecektir. Onlar Arap-Müslüman olmamanın
farklılığının günümüze kadar taşıyacaklardır.

Türkler ve Moğollar inandıklarından zorla dönmez ve döndürülemezdi. Türkler


Müslüman oldular ama Şamanizmden kalan geleneklerin ne kadarının Müslümanlığa
karıştığı, Müslümanlığın ne kadarının da Türklerce benimsendiği bugün bile
Anadolu’da gözlenebilmektedir. Bugün Alevi topluluğunda yaşatılan inancın gücü,
Anadolu Müslümanlığındaki farklılık ve güzellikleri oluşturmaktadır.

Türkler, Müslümanlığın benimsetilmesinde büyük direnç göstermişlerse de,


sonradan tam tersine Araplardan daha çok bu dine sahiplenmişlerdir. Zamanla Fatiha
Suresi (1-7) ayetler ile Bakara Suresi (1-5) ve Đhlas Suresi (1-7) ayetleri onlara çok
büyüleyici gelmiştir. Çünkü Fatiha suresinde tüm yaratılanları yaratan, onları
yetiştiren, onların mal sahibi olmasını sağlayan, ceza ve ödüle karar veren, kendisine
ibadet edilen ve ondan yardım istenilebilen bir tanrının varlığından söz ediliyordu.
Türklerde zaten gök Tanrının, gökteki Tanrısının onları yarattığını, kollayıp,
gözettiğini, atını, malını onun verdiğini, yaşamda başına gelenlerin onun cezası ve
ödülü olduğunu düşünüyorlardı. Zorlandılar çünkü Müslümanlar onlara yeni bir tanrı
veya sanki kendi tanrılarını benimsetiyor gibi idi, oysa gördüler ve biliyorlardı ki, Tanrı
herkesin tanrısı idi. Tanrı, onun veya diğerinin diye farklı farklı veya birkaç tane veya
birkaç çeşit olamazdı. Bakara suresinde de buna rastladılar, ancak karmaşık bir
durum vardı. Yeni bir kitap veya değişik bir yazılı kurallar getiriliyor, dünün bilinen
yazılı olmayan veya yazılı olan dinlerinden farklı şeyler söylenmeye çalışılıyordu. Bu
yeni kitabın Arapların Tanrısı tarafından gönderildiği söyleniyordu. Böyle şey
olamazdı, ona da itiraz ettiler, çünkü onların tanrısı hiç yazıp çizmemişti, hiç nasihat
etmiyordu. Böyle bir Tanrı olamazdı. Hem yeni Tanrıya, ibadet için yeni ibadet yerleri
de gerekiyordu. Oysa Türkler her yerde, yolda, denizde, dağda hep onunla beraber
olabiliyorlardı. Yalnız kaldığında ovalarda, gece yıldızların altında, kendisi ve tanrısı
baş başa kalabiliyordu. Buna da itiraz ettiler, ama sonra gördüler ki, yeni peygamber
ve yeni kitap Araplara gelmişti, ancak Muhammed’e ve Kur’andaki bu ifadelere
rağmen, yine Kur’an da, ondan öncekilere de kesinlikle inanmak gerektiğinden söz
ediliyordu. Demek ki önceden inandıkları da yanlış değildi ve Türkler gördüler ki,
onların görmediklerine ve onların gerçeklerine de inanmaları mümkündü. (Bakara 4)
Türklerde zaten yüzlerce yıl öncesinde de görmedikleri ve bilemedikleri Tanrısı için
böyle düşünüyorlardı. Türkler gerçeklerin o gün için, onların algılayabildikleriyle sınırlı
olduğunu biliyorlardı. Rahatladılar; bilmedikleri, göremedikleri ve hayallerindeki
gerçek onlara kalmıştı. Müslümanlık zor değildi. Zaten onların tanrısı hep onlarla idi,
onların aklında ve kalbinde idi, Bakara Suresi’nde söylendiği gibi, önceki inandıkları
da geçerli olduğuna göre, Müslüman olmakta bir mahsur yoktu, Asya’da inandıklarını
kalplerinde taşıyarak ve çoğu kez de bu inançlarını şamanına emanet ederek,
davulları, çıngırakları, tuğları, asalarıyla anadoluya yürüdüler. Araplarla yan yana
yaşadıkları zamanlarda bile, bu dinin getirdiği kuralların çok bağlayıcı olmadığını fark
ettiler. Tanrı, aynı Tanrı idi, yine bilinmeyen, görülmeyen, algılanamayan idi. Aynı tek
Tanrı onları gözetiyor, koruyor, kolluyordu. Onu kalbinde taşımak en kolaydı, Türkler
Anadolu’ya Tanrısı ile birlikte geldi.

Harun Reşit (786-809) ve oğullarının köle Türklerden oluşturduğu ordu, arap


Đslam politikasını etkiler olmuştu. Bu paralı askerler, Harun’un oğlu Memun’un
ölümüyle kardeşi Mutasım’ı halife yaptılar. Paralı asker ve komutanlarının, Türklerin
sayısı 4.000’den zamanla 8.000’e oradan 18.000 çıktı. Bağdat artık onlardan sorulur
oldu. Komutanların en ünlüsü Afşin idi, (Afşin, sonradan Mutasım tarafından
öldürülecektir) hem Mısır isyanını bastırmış (816’da) hem de artık Bizans’a doğru
yönelme zamanından bahsederek, yeşil Anadolu yaylasına yönlenmişlerdi. Halifelik
ve Arap politikası bitince, Türk komutanlar birbiriyle güç savaşına giriştiler. Bu kez
Aşnas, Aybek, Vasıf, Đnak birbirini yok ettiler.

Bu arada 868’de Mısır’da “Tolunoğulları” Türk devleti kuruldu. 905 yılına kadar
hüküm sürdüler. Bu Türk kölelerden 933’de yine Fergana’lı Tugaç’ın oğlu Đğşid
tarafından yeniden bir Türk devleti kuruldu. Filistin ve Suriye’yi kendine bağladı,
Đğşidoğulları devleti de 969’da sona erdi. Ardından 1250’de Aybek tarafından Memlük
devleti kuruldu. Baybars, Moğollar Bağdat’ı yakıp yıkınca halifeliği Mısır’a getirdi ve
Abbasilerden Muntasari’yi halife yaptı Memluklular. Moğolları yenerek, Memlukları
Kayseri’ye kadar genişlettiler, ancak Memlukları da 1380’de Çerkez-Memluklar yok
etti.

Bu arada Arapların sesi kesilmişti, Türkler bu kez Ortadoğu’nun sahibi


olmuşlardı. Anadolu’ya gidip geliyorlardı. Gazneli Devleti de Abbasi döneminin esir
Türklerinin kurduğu bir devlettir. Onu da 1040’da Selçuklular ortadan kaldıracaktı.

KISIM IV

TÜRKLER YURTSUZ KALDI

Arap yarımadasında bunlar olurken, Türkistan’da Arap egemenliğine karşı


Hazar Türkleri savaşmaktadır. Arap akınları artık Kafkaslarda duracaktır.

Kürdistan ve Ermenistan’da 710’da Araplar çok rahattır. Valileri bölgeyi


sömürmektedir. Türklerin dinsizliğinden istifade edilerek Müslüman yapılmalarına
rağmen, Hıristiyan Ermeniler ve Hıristiyan Kürtler direnç gösterdiler ve kolayca
Müslümanlığa çevrilemediler.

717’de sanki gizli bir ittifakla, Araplar Azerbaycan ve Ermenistan’dan atılır.


Ama Araplar 722’de bölgeye tekrar sahip olurlar. Hazarlar tekrar 723’de geri alır
sonunda Araplar 724’de tekrar bölgeyi geri alırlar. Hazarlar, tüm Arap ordusunu
kırarlar, Araplar da “Said Bir Amr” komutasında gelerek, tüm bölgede halkı keser,
kılıçtan geçirir, tıpkı Semerkant, Buhara gibi.
Görüldüğü gibi Türkler yağmacı, göçer, barbar değildi. Onlar yurtlarında sakin
ve huzurlu yaşarken, onları oradan sürenler yurtlarından çıkaran Araplardır. Türkleri
Anadolu’ya yönlendiren yine Araplardır. Türk şehirlerini para için talan eden, yine
barbar Araplardır. Türklerin Anadolu’ya yönelişlerdeki bu siyasi ve ekonomik baskı
ve nedenler, ileride Türkleri kandırmak için Müslümanlığı yaymak amacıyla
Anadolu’ya gidildi şeklinde anlatılacaktır.

Türkler daima güçlü kişilerin önderliğinde devletler kurmuş ancak, güçlünün


ölümü veya yenilmesiyle de daima dağılmış bir topluluktur. Bir de islamiyetin büyük
etkisi, Emevilerin korkunç baskısı, eziyeti, yurtlarına Arapların yerleştirilmesi,
Moğolların doğudan akınları, otlaklarının tükenmesi, Abbasi yönetiminin Türklere
yönetimde yer vermesi ile 739 yılından başlayarak önce Đran, Irak, sonra Suriye
üzerinden Anadolu’ya, Rum iline Türkleri yöneltmiştir. Çok doğaldır ki; önce akıncısı,
sonra savaşcısı ve en arkada halkı ile birlikte ilerleyeceklerdir.

Türkler hiçbir zaman Anadolu’ya yerleşmek istememiştir. Bizans’ın, Türklerin


akın ve göçlerini durdurmak için Malazgirt’e kadar gelmesine ve savaşı Bizans’ın
kaybetmesine rağmen Türkler Anadolu’ya yönelmemiş Đran ve Irak’taki
hakimiyetlerini sürdürmüşlerdir.

Ancak Normanların Constantinapolis’e saldırıları nedeniyle, (Türklerin batıya


ilerlemesini durdurmak ve geriletmek için çağrıldığı söylenen Birinci Haçlı ordusu
(1096-1099)nın geliş nedeni hep böyle anlatıldı) Bizans, Haçlılara karşı Türkleri davet
etmiştir. Anadolu’ya girişi ve yayılması başlamıştır. Toğrul Bey’in, Malazgirt, Urfa ve
Antakya’yı harca bağlayıp geri çekilmesi, Alpaslan’ın Diojeni yenerek, anlaşma yapıp
bununla yetinmiş olması bunu doğrulamaktadır. Özetle, Arapların ve Moğolların
baskısıyla Türkler Anadolu’ya yönelmiştir.

Anadolu’da filizlenen devletin Anadolu Selçuklu sultanları da Büyük Selçuklu


gibi Araplarla olan ittifakları nedeniyle, sünni müslümanlık yanlısı idiler. Medreseler,
Arapça, Farsça eğitimleriyle müslümanlığı üst düzeyde, yüksek kültürde saraya
empoze ediyor ve saray, halktan gittikçe uzaklaşıyordu. Kentlerdeki sünni Türkler
sarayla ve yönetimle birlikte olurken; Hıristiyanlar, zanaatle, Yahudiler de ticaretle
meşguldü. Muhyiddin Đbn Arabi, Sadruddin Konevi, Mevlana Celaleddin Rumi kent
merkezinin Farsi kültürünü yukarı çektikçe, Türkmenler, yönetimden yöneticilerden
gittikçe geride kalıyordu.
Hem yerli halk, hem Bizans, göçer Türkmenlerin otlak ve arazilerini
kullanmasından şikayetçi idi. Onların köyleri, kentleri yağmalamasından
sızlanıyorlardı. Selçuklu da saray ve kentliler de kendi dünyalarında idi, Selçuklu
Sultanları da evlilikler nedeniyle çok doğal Bizans hanedanından yana idi. Köylüler
tamamen boy beylerinin yanına itilmişti. Selçuklu yönetimi, köylüyü beyleriyle
başbaşa bırakmıştı. Bu durum yönetim zayıflayınca daha da belirginleşti ve açıklıkla
ortaya çıktı. Osmanlı’da da aynı durum sürdü, Cumhuriyete kadar. Đranlılaşan ve
Đslamlaşan kent merkezleri ile Anadolu halkı sanki başka boylardan ve başka
soylardan gibi oldular. Halk Türkçe konuşur, saray anlamazdı, eğitimsiz halkın adı
“etrak-i bi-idrak” “anlayışsız, zekası kıt Türkler” idi. Dinleri de zayıf bulunur “etrakin
dini zaif” “inancı zayıf Türkler” denilirdi.

Tarih tekerrür ya! Đşte bugün Cumhuriyetle öne çıkarılan Türk halkı, 12 Eylül’le
bir daha, dindarların, ruhbanların ve Arap yanlısı sünnilerin önüne atıldı, tıpkı
Selçuklu ve Osmanlı gibi. Ama bu kez, onların rakibi olarak değil, onların kandıracağı
“zavallı” kullar olarak. Kurulan imamhatip okullarıyla, tarikatlarla bu kez sünni
yönetimin dışladığı değil, sanki kucakladığı bir halk oluverdi Anadolu halkı. Tıpkı
Paulus’un kandırdığı Galatlar gibi. Alevi ve Sünni Anadolu halkını kandıran Fethullah
Gülen’ler, Nakşibend şeyhleri gibi, sanki onlardan birileri gibi, tıpkı Ahmet Yesevi’nin
yöntemiyle, eğitimsiz halkın kandırılmasına başlandı. Dün nasıl yapıldıysa bugün de
aynı ikna, kandırma, hile ve desise ile şaman Müslümanı Anadolu Türkleri,
Cumhuriyetin laik korumasına rağmen, bugün Sünni devlet yönetimiyle “inancı bütün
Türkler” haline dönüştürüldü.

KISIM V

BĐZANS, TÜRKLER ANADOLU’YA GÖÇÜYOR

Anadolu Selçuklu Devleti, Anadolu halkının desteğiyle kurulurken; zamanla


Fars ve Arap etkisinde kalarak devlet, halkından uzaklaşmışsa da, Moğolların
1220’lerde başlayan, Müslüman ülkelerini işgalleri ile Müslümanlık çökmeye
başlayınca, Anadolu halkının kurtuluşu sağlandı. Halkın devleti ile açılan arası
nisbeten kapandı. Halk yurduna ve devletine sahip çıktı. 1243 deki Kösedağ Savaşı,
Anadolu Selçuklu devletini sona erdirmiştir. Müslüman Araplarca yurtları işgal edilen
ve Anadoluya gelen, Anadolu’nun güçlü göçebe Türk boyları, bu kez de Moğol işgali
ile göçe zorlanan Türkmen boyları dün nasıl Anadolu Selçuklu devletinin kuruluşunda
varlıklarıyla büyük katkı yapmışlarsa, bu kez daha batıya, batı Anadoluya akmaya
başlayarak artık onların yeni bir yurt oluşturarak, yeni devletlerinin temelini attılar.

Anadolu, Moğolların yanı sıra, Arapların saldırısından da nasibini almaktadır.


Hem Moğollar hem Araplar art arda Anadolu içlerine kadar ilerlemişlerdir. Türklerin
yanında, hem Araplardan, hem Bizanstan, hem Moğol akınlarından bıkmış, tükenmiş,
yoksul yerli Anadolu halk kalmıştır. Galatların çocukları Kızılırmak-Sakarya arasında
Türkmenlere soluk alacak yer sunacaklardır. Sakarya’nın batısı, Bizans sınırı herkes
için en rahat ve en uygun yerdir. Savaşçı Türk boyları buralara yerleştirildiler. 1271’de
Moğol yönetiminden kaçan askerler, boyların siyasal kişileri, Müslüman Memlukların
önderliği altında Moğollara karşı baş kaldırırlar, ancak Moğollar bu ilk isyanı hemen
bastırıverir, çok kan dökülür. Ancak bu bölge yarın Osmanlı’nın Anadolu’da ilk yurdu
olacaktır. Bu Türkmenler, yeni yurtlarında, daha önce Anadolu’ya gelmiş Diyar-ı Rum
erenleri ve Horasan Erenleri çevresinde yavaş yavaş toplanmaya başlarlar, bu
Gaziyan’lar, ileride Bizans’tan küçük topraklar ele geçirip, beyliklere dönüşeceklerdir.

Bu sırada Bizans’ın Bulgarlarla ve Balkanlarla büyük sorunları vardır, tahtta da


hanedan kavgası sürmektedir.

Bizans sınırına en yakın yer, Kastamonu emirinin buyruğu altındaki Osman


Gazi’nin elindeki yerdir. Osman Gazi’de diğer gaziyanlar gibi akıncı, savaşçı yarı
göçer küçük bir uç beyi idi. Ancak, Bizans onun Đznik’i kuşatması üzerine, 1302’de
ordu gönderince, onun beyliği ve adı farklı anılmaya başlandı, Koyunhisar
(Bapheus)da Bizans ordusunu pusuya düşürerek yendi.

Đşte o gün Osmanlı için tarih yazılmaya başlandı. Osman Gazi, Bizans’tan
Karacahisar’ı da alınca, Selçuklu Sultan’ından, onur hilatı, bayrak, at ve davul gibi
yetki ve itibar belgeleri eşyaları gönderilecek, beyliği için kendi adına da hutbe
okutunca bağımsız bir beylik oluverecektir. Yıl 1302 olmuştur.

Anadolu’daki bu beylikler, Selçuklu’nun halkından uzaklaştırdığı devletine itibar


etmeyen, devletin küçük sünni mezhebini benimsemeyen, Fars ve Arap devlet dilini
kabul etmeyen, gelişen şeriat hukukunu önemsemeyen, halkın birlikteliği idi. Biraz da
Asya’dan getirilen şaman kültürünün halen hakim olduğu, gelenek ve göreneklerine
bağlı, yönetenin ve halkının Türkçe konuştuğu bir örgütlenme idi. Hem Hıristiyan,
hem Müslüman dinlerinden, hem de putperest Moğollardan kaçan insanlar onlara
katılmıştı ve başlarını Türkler çekmekte idi.

Anadolu’nun tasavvuf ve Mevlevilik gibi düşünce sistemleri, Selçuklu


döneminde devlete ve iktidara yakın olduğundan, bu kez, Kırşehir de oluşan, halkın
ve Türkmenlerin ahilik örgütü ile Bektaş-i Veli’nin Bektaşilik düşüncesi yeni kurulan
beyliklere hakim olacaktır. Osman Gazi, dönemin en etkin düşünsel ve dinsel
kişiliklerinden olan Edebali’nin kızı ile evlenir, (Bektaşi Veli’den rivayete göre Ahilerin
himayesinde kılıç kuşanır ?) 1324’de ölümü ile yerine geçecek olan oğlu Orhan bey
de, (Ahi Hasan’ın dergahından seçerler?) ve oğlu Süleyman’da, Bektaşi ve Ahi
dervişleri için pek çok vakıf yaparak, bu yakın ilişkiyi teyit ederler. Orhan da adına
sikke bastırarak, Osmanlı beyliğini, sultanlığa yükseltir.

Bu arada Batı Anadolu’da Menteşe, Aydın, Saruhan, Karesi beylikleri de


gelişmiş ve güçlenmiştir. 1260-1300 yılları, bu Türkmen beyliklerinin de güç ve itibarlı
oldukları yıllardır. Yani tekrar Anadolu halkının egemen olduğu yıllardır.

Osmanlı beyliği bu durumda iken; Anadolu’daki diğer şehirler ve saray çevreleri


yüksek Đran ve Arap kültürüne yönelmişlerdir. Ancak Osmanlı beyliği diğer Türkmen
beylikleri ve gaziyanlar, Türk halk kültürüne sıkı sıkıya bağlıdırlar. Bektaşi babaları,
Ahi babaları, abdallar, dervişler, (Anadolu Moğolların işgali altında dahi olsa)
Anadolu’da Osmanlı Sultanlığı, diğer beylikler ve Moğollar, Türk-Moğol Şamanlarıyla
ortak bir toplumsal ve dinsel yaşamı sürdürmektedirler.

Oysa Selçuklu Sultanları tam aksine, Moğol istilasından kaçan Türkistan’daki


Arap ve Đranlı bilginleri ve Müslüman düşünürleri kucaklamış, onlara kapılarını ardına
kadar açmışlardır. Konya, Kayseri, Aksaray ve Sivas gibi kentler Đslam dünyasındaki
tasavvufi düşünce merkezlerine dönüşmüş, Đbnü’l-Arabi ve müritleri tüm düşünce
sistemine hakim olmuşlardır. Türk düşünce dünyasına Türklerin dışında bu ulemalar
bu dönemde ve bu şartlarda, böyle yerleşmişlerdir.

Mevlana Celaleddin Rumi’de (1207-1273) Đbnü-l Arabi’nin etkisindeki Konya’ya


yerleşmiştir. Dini konularda büyük bir eğitim almıştı, akıcı şiirleri, vecd halinde ve
semada iken, musiki ve raksları ile Türk halkına şamanlarını anımsatıyordu. Mevlana
ve semazenleri, dervişleri, şeriat ilkelerini aşıp, ırk, din ve inanç ayrılıkların
önemsizliğini dile getiriyorlardı. Anadolu halkına çok yakın duruyor, bir yandan da
yüksek Fars ve Arap kültürleri ile saraya hoş görünüyorlardı. Babai dervişleri ile
kendilerini halkın gözünde daha da yakınlaştıracaklardı.

Đleride Osmanlı döneminde de izleyip göreceğiz ki; Mevleviler zamanla


seçkinlere ve saraya hitap eden bir tarikata dönüşecek, sünni değerleri kapsayan bir
tarikat oluverecek, halkın değerlerini terk edecekti. Ancak Mevlevilerin bir kısmı biraz
daha Farsi yana ağırlık verirken, bir kısmı da aksine Batıni öğretiyi önemseyecek ve
Bektaşilerin arasına karışıvereceklerdir.

Dönemlerinde her ne kadar Mevleviliğin Anadolu halkına yakın olduğu


söylenirse de, Türk halkından, Türkmenlerden uzak olduğu hemen kolayca anlaşılır.
Bu nedenle Evhadüddin Kirmani, Ahi Evren, Aşık paşa gibi zamaneleri toplanacak ve
Kırşehir’de yerleşeceklerdir. Konya karşısında Türk halkının kültürünün savunucusu
olarak örgütleneceklerdir. Bunların en güçlüsü de Bektaşi Veli olacaktır. Belki aynı
hoşgörü çatısında buluşsalar bile, Bektaşilik ve Ahilik dışındakiler halktan uzak
olduklarından, zamanla iktidarların güdümüne girecekler, Ahilik ve Bektaşiliği halkın
tek temsilcisi olarak kalacaktır.

Selçuklu devleti yıkılınca, bu topraklar da, Arap dünyasının toprakları gibi


Türklerin eline geçecek, Müslüman Memluk devleti, Karaman Sultanlığı çok önemli
konumlara geleceklerdir.

Yarı göçer Türkmenler, hala Anadolu’nun dağlık bölgelerinde ve yaylalarında


yaşamaktadırlar. Müslümanlığın yaşam şekli ve ibadet biçimi de onlardan
beklenemezdi, ayrıca şamanist inançları ile boyların toplumsal yapısı da, devletin
yönetimi ile uyuşmuyordu. Devlet gaza ile ele geçirdiği üretim araçları ve toprağı
kontrol etmek istiyor, hazinesine gelir sağladığı köylünün vergisi için onların ekili
topraklarını, göçebelere karşı korumak zorunda kalıyordu. Bu nedenle göçerlere karşı
sert tedbirler alıyor, sonucunda devlet ile göçer Türkmenlerin çıkarları çatışıyordu.
Böyle olunca Türkmenler de şaman ve babalarına daha çok bağlanıyorlar, bu
bağlılık, sonunda bağnazca, itaate dönüşüyordu. Đleride bu Türkmen
ayaklanmalarının temellinde hep bu ekonomik ve siyasal nedenler yer alacak,
devletle sürtüşme böyle başlayacaktır.

Baba Resul olarakta bilinen Baba Đshak halkı, II Gıyasuddin Keyhusrev ve veziri
Sadüddin Köpek’e karşı ayaklandırmıştı. Amasya’da halk, yönetime karşı harekete
geçmişti. Baba Đlyas’ın doğa üstü güçleri vardı, yeşil sancaklı arşta tahtı vardı ve boz
atlı idi, yani o bir şamandı, kam ve ozandı. Ayaklanma Tokat, Çorum ve Sivas’a
yayıldı. Buraları Galatların eski yurtları idi. Divriği (tefrika), Niksar, Malatya’da
Druidler’in anılarıyla yaşayan halk, bu kez yıllar önce Roma ile Trakya’ya sürgün
edilmiş kardeşlerini de uyararak, Bogomil direnişiyle birlikte canlandılar. Ancak hem
Hıristiyan Bizans, hem Müslüman Selçuklu, onların karşısında durdu.

Galatlar, Anadolu’nun yerli halkıyla zaten 1500 yıldır birlikte yaşıyordu, şimdi bir
de Asyadan kopup gelen Türkler Anadolu’ya yanlarına gelmişlerdi. Bizansla
Selçuklular, yerli halkın hem Galatların çocuklarının, hem de Türklerin ortak
düşmanıydı.

Galatlar hemen Türklere sarıldılar. Türkler ilginç insanlardı, Türklerin şamanları


aynı rahipleri Druidlere benziyordu, benziyor değil aynı idi. Malazgirt savaşında
Selçuklularla yan yana olmuşlardı. Bu ayaklanmada da Türkmenlerle birlikte oldular,
ileri de anlatacağımız Đstanbul’un fetihinde de Türklerin yanında olacaklardı. Hiçbir
tarihçi Türklerin Anadolu’da kolayca Batı’ya ilerleyişinin sebebinin Galatlar olduğunu
anlatmak istemeyecektir. Bunu daima Türklerin kahramanlığına bağlayacaktır. Oysa,
Türkler yarın Anadolu Türkiyesini oluştururken, Đstanbul’u alırken, II nci Roma’yı
ortadan kaldırırken, Fatih’e III. Roma Đmparatorluğunu kurarken, hep Galatlarla aynı
yol da, birlikte olmuşlardır. Türkmenlere karşı sünni Selçuklu Devleti’nin
güçlenmemesi ve Bizans Đmparatorluğu’nun hıristiyan gözüken Galat halkını,
anadoluda sindirilmemesi için Galatlar ve Türkmenler yan yana oldular.

Sultanın görevlilerinin her gün yaptığı adaletsiz işler, Türkmen


ayaklanmasının görünen nedeniydi, oysa gerçek neden, halk ve yönetenler
arasındaki farklılaşma idi. Türkmenler 1240’da ayaklandı. Anadolu Selçuklu
Devletinin Sultanı II Keyhüsrev, Amasya’nın Çad köyünde yaşayan Baba Đlyas’ın
(Baba Resul) üzerine askerlerini gönderdi. Ancak Türkmen ordusu baba Đshak
komutasında Adıyaman Samsat’a geldi. Selçukluların, Bizans, Kürt, Germiyanlardan
oluşan ordusunu yendiler. Gerger ve Kahta’yı aldılar. Amasya’ya dönerken, Baba
Đlyas’ın öldürüldüğünü duydular. Onlar Baba Resul’un ölümsüz olduğunu biliyorlardı,
çılgına döndüler. Selçuk ordusunu Amasya’da da tekrar yendiler, Kayseri’de onlara
çok büyük kayıp verdirdiler. Kırşehir’in Malya (Seyfe) ovasında iki ordu karşılaştı,
Selçuk ordusuna Bizanslılar paralı askerleri yardım ediyordu. Bizanslılar gibi
Gürcüler, Kürtler, Araplar da Türkmenler ve yerli halka karşı Selçuklunun yanında yer
almıştı. 1240 Kasım ayında Baba Đshak’da savaşta öldü. Tüm Türkmenler kılıçtan
geçirildi, bu savaş Galatlar ve Türkmenlerin artık bu toprakların ikinci sınıf halkı
olmalarına, kırsalların köylüleri olarak kalmalarına neden olacaktı, Babai ayaklanması
sona erdi.
Türkmenlerin devlete karşı bilinen ilk yazılı isyanı, Moğolların işgalinden (1243)
üç yıl önce, 1240’da orta Anadolu’nun Vefaiyye şeyhi, Baba Đlyas’a bağlı Baba
Đshak’ın ayaklanması idi. Selçuklu Devleti’ne karşı yapıldı ve kanla bastırıldı.

Galatlar ileride Bizans için Türkmenlerle birlikte başka bir şey yapacaklar,
Babai Đsyanı’nın öcünü alacaklar, Bizansı birlikte yok edeceklerdi.

Avrupa’da Katolik kilise nedeniyle 1240 yılı Galatlar için ne kadar güç olduysa,
Anadolu’da da 1240 yılı Türkmenlerin en güç yılı olmuştur.

Aynı yıllarda 1240 yılında Fransa, kilisenin de desteğiyle Galatların


çocuklarını, Anadolu çocuklarını Avrupa’dan yok ederken, Galatların kökünü
Anadolu’da da kurutmak için bu kez Anadolu’da Bizans ordusu Selçuklu ile
birleştirilecektir. Đmparator, Sultan II Keyhüsrev’e mektup yazacaktır. Keyhüsrev’de
çoktan buna hazırdır. Fars ve Arap etkisindeki Selçuklu iktidari Bizansla birlikte artık
halkı ile karşı karşıyadır. Sultan da, Galatlarla birlikte yaşayan, birlikte hareket eden
kendi halkını, Türkmenleri sindirmek istemektedir.

Sultan II Keyhüsrev, Fransa kralına şöyle diyordu “Đttifak yapabilmemizin şartı


Latin Đmparatorunun kardeşi prenses Elizabeth’in kızıyla evlenmemdir. Prenses
Konya’da kendi dininde, tam bir hürriyete sahip olacak, sarayda kendisine bir
ibadethane tahsis edilecektir. Zaten benim annemde (Mahperi Hatun) Hıristiyan olup,
babamın sağlığında sarayda din ve ibadet serbestliğine sahip olarak yaşadı. Ayrıca
bu evlilik gerçekleştiği takdirde Selçuklu topraklarında yaşamakta olan hıristiyanların
Roma kilisesine bağlanmasını sağlayacağım” diyordu.

Türkmenlere yazık oldu !

Tarihçiler Babai isyanını devlete karşı yapılan bir isyan olarak anlatırlar o bir
isyan değil, devlet ile halkın birbirinden kopuşunun sonucudur.
Artık Anadolu’da Osmanlı’da veya sonrasında Türkmenler devlette asla yer
alamayacaktı. Cumhuriyet dönemine, Mustafa Kemal’e kadar devletle daima karşı
karşıya kalacaklardı.

Yarın Osmanlı yıkılırken Alevi denilen Türkmen halk bu kez Mustafa Kemal’e
destek vererek, Kuvayi Milliye’yi oluşturacaklar, Osmanlı’nın yıkılmasında rol
alacaklar, Türkiye Cumhuriyet devletinde laikliğin getirilmesiyle de sünni
Osmanlı’dan intikamlarını alacaklardı. Laik Türkiye Cumhuriyeti için herşeyleriyle
Mustafa Kemal’in yanında olacaklar, Babai isyanındaki tutuklanmalardan dolayı
Bizansı Fatih’e teslim ederek Bizans’tan öçlerini aldıkları gibi, Osmanlı’dan da öçlerini
yeni kurulan Türkiye Cumhuriyeti ile alacaklardı.

Ama bu ilk ayaklanma ile Anadolu halkının, Türkmenlerin destanları da


doğmaya başladı. Danişmend destanındaki Seyit Battal Gazi destanı, Arapların mı,
Đranlıların mı olduğu belli olmayan nice kahramanlar, artık Türkler içinde anlatılacaktı.
Bu ayaklanma artık Bozkurt’larla anlatılan eski destanlar yerine Seyyid Battal’ları,
Sarı Saltuk’ları, “boz at”larıyla anlatılan biraz Müslüman biraz Şaman destanlara
dönüşecekti. Otman Babalar, Geyikbaş, Abdal Musalar, Seyit Ali Sultanlar,
Müslüman şamanlar göçerlere, bu bozkırın cahil halkına, artık Ahmet Yesevi gibi
“hafif Đslami şaman” hikayeleri olarak anlatılacaktır.

Arap, Roma, Fars etkisindeki hasta Türk Selçuklu Devleti, Moğollarca sona
erdirildi. Moğollar, tarihte saldırgan ve çapulcu gibi gösterilseler de, ne kadar
hastalıklı devlet ve inanç varsa, hepsini yok ederek, insanlığın uygarlık sürecini
hızlandırmış; daima gurur verici, tarihsel görevler yapmışlardır.

Avrupa’daki Galatların (Albigenler), yer altına çekilmesi gibi Babai ayaklanması


da Anadolu’daki Galatların ve Türkmenlerin yer altına çekilmesine neden olmuştur.
Artık Türkmenler de, Galatlar da, kırsala, kuş uçmaz, kervan geçmez, yüksek
tepelere ve uçsuz bucaksız ormanlara çekilecekler ve oralarda yaşamaya karar
vereceklerdir. Tarihte Türkmenlerin Galatlarla kardeşliğini kimse anlatmak istememiş,
müslüman olmuş Türkler ile Hıristiyan olmuş Galatların Sakarya-Kızılırmak arasında
kaynaşması anlatılacağına, tarih sayfalarında Galatlara Romalı gibi kısaca yer
verilmiş, Anadolu’daki şamanlar da sanki asyada kaybolmuş veya unutulmuş gibi
Anadolu’da silinip gitmiş gösterilmiştir. Bazıları da dede oluvermiştir. Dedeler de
Muhammed’in 12 imamına bağlanıvermiştir, şaman Bektaş-ı Veli’de Horasan’dan
yürüdüğü halde, 12 nci kuşaktan Ali’den, Hasan Hüseyin’le peygamber ailesinden
getirilivermiştir. Osmanlı baskısı ve Şii propagandası ile cahil, kırsal köylü, bugünün
Alevileri de, bu güzel kandırmalara inanarak bugünlere gelmişlerdir. Hele dedeler bel
evlatlığı ile Arap soyuna dahil olunca, günümüzün islam dünyasında kolayca yeni bir
ruhban sınıfı olarak yer edinivermişlerdir.

Anadolu Selçuklu devletinin parçalanmasıyla özgür kalan beyliklerin etrafında


halkın gruplaşması, bu grupların içinden Osman bey’in Edebali’nin kızı Bala Hatun’la
1277’de evlenmesiyle Osmanlı beyliği tüm Bektaşilerin desteğini alarak, yeni bir Türk
devletinin, Osmanlı devletinin oluşumuna neden oldular, tıpkı Cumhuriyet
Türkiye’sinin kuruluşunda Mustafa Kemal’in yanında oldukları gibi. 1453 Đstanbul’un
fethine kadar Osmanlı ile beraber olacaklar, fetihte en önde yer alacaklardır. Önemli
bir Bektaşi önderi olan Sadrazam Çandarlı Halil Paşa’yı II. Mehmet iktidardan
uzaklaştırana kadar Devletlerine bağlı ve sadık kalacaklardır. Ondan sonra da artık
Osmanlı devleti Arap etkisinde sünnileşince, tıpkı Selçuklu Devleti gibi, tıpkı Bizans
gibi, Türkmenler devletin yani yöneten ve ruhbanların karşısında duracaklardır.
Bizans’ta imparator, nasıl Patrik ile iktidar ortağı olmuşsa, Osmanlı’da da bu sünni
dönemde, hem devlet, hem din yetkisi iktidarla birleşecek, halkın inancı, dini bir yana
bırakılacaktır. Hele Đstanbul’un düşmesi ve II. Roma’nın sona ermesiyle, III. Roma
imparatorluğu’nda, Osmanlı artık ruhban sınıfın arkasına takılacak, Türk halkından
uzaklaşacaktır. Böylece Osmanlı’da kuruluşta etkin olan Türkmenler ve Bektaşiler
önemini yitirecek, muhtelif dinler, ırklar III. Roma Đmparatorluğunda etkin olacaklardır.
Katolik Roma’ya karşı, Ortodoks Patrik’e gösterilen izzet ve itibarın küçük bir parçası
Türkmen ve Bektaşi halkına gösterilmeyecektir.

KISIM VI

BAŞ ŞAMAN BEKTAŞ-Đ VELĐ’DE GELĐYOR !

Şimdi gelelim Bektaşilerin Pirine, Türkmenlerin baş şamanına, Hacı Bektaşı


Veli’ye !

Asya’da Şaman geleneği, Şaman’dan Şaman’a devredilirken veya geçerken,


bilinmeyenleri ve halkın bilemediğine korku ve saygıyla, öte dünya ilişkisi ve büyüsü
ile sürmektedir. Şaman Bektaş-ı Veli, Müslümanlığın içine şamanın törelerini
yerleştirirken, şamandan gizli korkusunu da sevgiye dönüştürecek, Müslümanlığı
değiştirerek kolayca benimsetecek, yepyeni bir Anadolu müslümanlığı yaratacaktır.

Bektaşi Veli, zorlanarak Müslüman yapılan Türk halkına yumuşak ve


uyarlanmış müslümanlığı sevdirmeye çalışmaktadır. Bunu anlamak için tarihsel
görevini tamamlamış Anadolu’nun bu ünlü şamanı, Bektaşi Veli’nin yaşam serüvenini
bakalım :

Bektaş-ı Veli’yi anlatırken; Onun hakkında bize öğretileleri ve benimsetilenleri


aşabilmenin güçlüğünü bilerek, onun adı altında kabul ettirilenlerin üstlerini çizmeden
yalnızca bir kenara koyarak, daha doğruyu öğrenmek için, başka bir pencereden
tarihe ve Bektaşi Veli’ye bakmaya çalışacağız.

Bektaşilik; Bektaş Veli’nin bir öğretisi veya bir tarikatın uygulaması değildir.
Çünkü Bektaş-ı Veli, ne tarikat kurmuştur, ne müritleri olmuştur. Yalnızca onun
kerametlerini görüp, ona yakın olmaya çalışan insanlardan oluşmuş küçük bir
cemaattir, cemiyet dışı topluluktur.

Birileri diyor ki; Bektaş; Ahmet Yesevi’nin muridi imiş, Horasan


erenlerindenmiş, güvercin donunda, Yesevi’nin emriyle Rum iline, Anadolu’ya gelmiş.
Kimi de derki; o öyle bir kişi imiş ki, yetiştirilmek için verildiği şeyhin yanında alnı
küçükten beri secdede imiş, Hocası Lokman Perende abdest için su istediğinde elini
yere vurup, su kaynağı yaratmış. Kimine göre de; Bektaş kardeşi Mintaş (Menteş) ile
birlikte Đran’da Đsmail’i daisi Şemsi Tebrizi’nin komutanı olduğu Gilgal (Girgut)
kalesinde yetiştirilmiş Anadolu’ya gönderilmiş, önce Sivas’a gelmiş, kimileri onu
orada Baba Đlyas’a müridi yaparken, kardeşi Sivas’ta ölünce, o ayaklanmaya
katılmadan Kayseri üzerinden Solucakarahöyük’e sessizce çekilerek yaşamını
sürdürmüş, ne tarikatı, ne muridi olmuştur. Kimine göre de; o bir şaman imiş. Don
değiştirip bir güvercin, bir aslan, bir ceylan olurmuş. Bir orada, bir burada, Mekke’de,
Şam’da olurmuş, o hiç hacca gitmemiş ama, rivayete göre hocası Lokman Hac’da
iken, Sulucakarahöyük’teki sofradaki sıcak yemeği Mekke’ye getirdiği için, Hacı adını
almış, kimine göre de hiç alnı secde görmemiş.

Ama, o varmış. Onun hikayeleri bugün bizlerin hikayeleri.


Maveraünnehirde inançlar üst üstedir. Onun geldiği yerde, Zerdüşt, Mani, Buda,
Nesturi inançları gelişmiştir. Bu rahat ortamda dinleri olmayan Türkler arasında
Đslamiyet, şamanların üstlerinde çok bol duran bir gömlek gibi onunla ve diğerleriyle
Anadolu’ya taşınmıştır.

Bektaş kimilerine göre Đslamın yayılışına Anadolu da önderlik etmiş, kimilerine


göre de henüz tamamen Arapların elinde olmayan Anadolu’ya Türklerin kaçışına ve
yerleşmesine yardımcı olmuş, kimi onu bir Đslam önderi, kimi de onu Türklerin yüce
bir şamanı gibi görür.

Ondan önce ve onunla beraber gelmiş gezgin dervişler, Horasan erenleri,


Anadolu’daki derviş ve azizleriyle karşılaştıklarında onlarla sarmaş dolaş oluyorlardı.
Biri Đslamın ruhban sınıfından, Arapların din devletinden kaçıyordu, diğeri Bizans’ın
papaz ve patriğinden uzaklarda köylüyle ve halkla birlikte oluyordu. Onlar dağlarda,
kırlarda, köylerde karşılaşıyorlardı. Đlginç olan şu idi ki, biri Hıristiyanlığı kabul etmiş
görünürken, diğeri de Müslümanmış gibi yapıyordu, ama eski inançlarını asla
bırakmadan. Biri Galatların druidi, diğeri Türklerin şamanı idi. Atalarının geleneklerini,
yeni inandıkları ile karıştırıyor ve her ikisini de bir arada tutuyor halkına aktarmaya
çalışıyorlardı.

Azizler, dervişler, Druidlerden kalma asaları, davulları, çıngırakları, siyah


elbiseleriyle dolaşırken; Erenler, kalenderler ve abdallar da eski şamanın özelliği olan
başlıkları, uzun değnekleri, göğsündeki küçük çanları, kına rengine boyanmış
yuvarlak hayvan kemikleri, davul veya kopuzları ve ağaçtan yapılmış kılıçları, uzun
elbiseleriyle aynı yerlerden geçiyorlardı.

Bektaş Veli’de, Asya’nın şamanı, Anadolu’nun o abdal veya dervişlerinden


biriydi. O da göklerde uçardı, göz açıp kapayıncaya kadar çok uzak yerlere giderdi,
Hırka tepesinde yaktığı ateşle ve ateşin etrafında dönüşüyle, kendinden geçişiyle,
kendini aşmasıyla, o bir şamandı, tıpkı eski bir druid rahibi idi.

Bektaş Veli, don değiştirir ve ruhlar alemine doğru yolculuğa çıkar, şamanın
kamlamasını yapardı, kamlık büyücülük anlamında bugün dahi bilinir. Şaman’ın
yaptığı gibi, koruyucu ruhlarla ilişki kurar, kötülükleri savar, hastaları iyileştirirdi. Tıpkı
şamanlar ve dervişler gibi halkla beraber “Yada taşı” yardımıyla kar veya yağmur
yağdırabilirdi. Gelecekten de haberci idi, kendinden geçerek, geleceği de
bildirebilirdi.
Bektaş Veli, cennet anlamında “uçmak” kelimesini kullanırdı, onun için ölüm,
uçmak eylemi gibi idi, tıpkı diğer şamanlar gibi. Hani semah denilen alevilerde bugün
erkek kadın tüm kardeşlerin birlikte halka yaparak, dans edişleri, dönüşleri var ya!
Đşte bu dönüşler ve uçmalar Hacı Bektaş’ın güvercin, Ahmet Yesevi’nin turna
oluşuna, dönüş ve uçuşunu, semaya yükselişini sembolize eder. Uçmak, göğe
yükselmek turna olmaktır, sema’ya yükselmek, semahtır. Tıpkı Şamanın ve druid
rahibinin çember etrafında dönüşü gibi.

Bir de derler ki, Ahmet Yesevi, hacı bektaşın güvercin donunda gidişine
yardımcı olmuş, fırlattığı yanan odun parçasıyla birlikte Hacı Bektaş sema’ya
yükselmiş, Alevli odunun düştüğü yer olan Solucakarahöyük’te o yanık odun, bugün
dergahın yanında tepesi yanmış dut ağacı var ya o olmuş ve bu alevi izleyenler ve
takip edenlere de bu nedenle “ALEVĐ” denilirmiş.

Şamanın ne yapacağını ancak aynı güçte bir şaman bilebilir, ancak biz
biliyoruz ki ; Hacı Bektaş’ın Ahmet Yesevi ile bir işi yoktu. Yesevi 1166-67 yıllarında
ölmüştü, Hacı Bektaş’ta muhtemelen 1209-1210 yıllarında doğmuş, 1270 veya
1271’de gaybe göçmüştür. Yesevi öldüğünde o doğmamıştı bile. Bu da tıpkı Ali
soyundan gelme gibi halkın bir yakıştırması veya müslümanlar gözünde itibarlı ve
saygın sayılması için soya bağlanması kadar hayal ürünüdür. Ne Ali’den gelen vardır.
Ne Asya’dan ona verilen bir el, ne de secdeye değen bir alın, onu muritleri hiçbir
zaman onu namaz kılarken görememiştir, ama namaz kılıyor görülmüştür.

Hiç ilgisi yoktu, Ahmet Yesevi’nin babası Şeyh Đbrahim, oğlu Ahmet’i Şeyh
Yusuf Hemedani’ni yanına vermişti, Yusuf’un diğer öğrencisi de Bahaüddin
Nakşbend adı ile tanınan “Muhammed Đbn Muhammed El-Buhari (1318-1389)’nın
doğuşunu hazırlayan “Abdulhalık Gücdüvani” idi. Gücdüvani’nin aksine Yesevi
halkının içinde hikmet adı verilen manzumeler okurdu, zamanla Yesevilik,
Nakşbendlikle karıştı ise de, Yesevi göçerlerin ata inançlarına çok saygı gösteriyor,
onların adetlerini fazla sarsmıyor, Đslamiyete geçişi yumuşakça gerçekleştiriyordu.
Đşte halka manzumeleri ile hikmetler sunmasından dolayı, aynı yumuşak ve
hoşgörülü tutumundan dolayı olsa gerek Bektaş ile Ahmet Yesevi arasında hemen bir
ilgi, bir bağ kurulmuştur.

Bakalım! Bektaş gelirken, Türklerden başka neler getirmiş?


Türkler de Moğollar gibi, gök tanrı ile yer tanrısına inanırlardı. Mavi gökyüzü
onların tapınma yeri idi. Yakarışlarını göğe yaparlardı, onun için de kağanlar da tahta
çıkarken göğe yükselir, doğarken gökten gelirdi, onlar göğe benzerdi.

Đlk şamanlar en eski geleneklere göre tanrısal gücü elinde tutarlardı, ama Yüce
Tanrıya boyun eğmediği için bir gün bu büyük gücü Tanrı tarafından şamanın elinden
alınmıştır, Şaman da her yerde, her zaman “eski gücünü geri versin” diye Tanrı’ya
yakarır, onunla olurdu. Bu nedenle özel bir ibadet yeri olmazdı. Evren onun tapınağı
sayılırdı. Doğa, yer, gök onun secdegahı idi. Bu nedenle bugün Alevi köylerinde cami
bulunmaz ve ibadetlerini açık alanda da yapılabilirler, dinsel törenlerini cemhane’de
(cemevi) yaparlar, onun adı “toplanma evi”dir. Hacı Bektaş’ta bu nedenle tepelerde
açık alanda gündüz veya gece tanrısına yakarırdı.

Hatırlayacaksınız Galatların bir 40’lar meclisi vardı, bu meclis kırk boyun


başkanlarından oluşurdu. Türklerin de bir “kırklar”ı vardır, kırklar görünmezler, gayib
erenleridir, gizli tenlerdir. Tıpkı Galatlar gibi, Türkleri de savaşta bu kırklar korurlar.
Farsca “Çil-tan”, “çehel-ten” denilirdi. Kutsal içki içer, manas destanındaki gibi bazen
kırk kız, kırk erkek olurlardı. Anadolu Đslamın da “Kırk Veli”de belki buradan
doğmuştur. Hazreti Muhammedin miraç sırasında sema’ya yükselişinde öte
dünyadaki “kırklar sofrası”na çıkması, belki Türklerin ve Galatların kırklarında olduğu
gibi alevi törenleriyle günümüze kadar gelebilmiştir. Kim bilir bir şaman atı “pura” ile
göğe yükselirken; belki Hz.Muhammet’te atı “Burak” ile miraça yükselmiştir.

Bektaş; bizlere bir de “devir” öğretmiştir, alevilerin “dönem” “dönüşüm” dedikleri,


dervişlerin çember yapıp dönüşleriyle remzedilmiştir. Hani Keltlerin “Stonehedge”de
önem verdikleri dolmen ve menhirlerinin içinde halka şeklinde dönüşleri, var ya! Đşte
bu dönüşler bugün Alevilikte, ruh gücü ve beden değiştirme şeklinde günümüze
gelmiş olan “devriye”dir. Dönmek, dönüş, dönen kişi için yalnızca bir zaman
kavramıdır. Saatin dönüşü gibi, mevsimlerin tekrar geri gelişleri gibi, kendiliğinden
dönen çember çok önemlidir.

Komşusu, Şiilerden Türkmen Anadolu halkının etkilendiğini, Ali


yakıştırmasınında gerçek olmadığını herkes bilmektedir. Alevilik ile Şiilik arasındaki
ilişki etkileşmeden ibarettir. Doğuş kaynağı ile ilgisi yoktur. Çünkü Şamanlıkta yer
alan; yeniden doğuş, dönüş, ölüm ve farklı bedenleşme asla Şiilikte yer almaz. Bu
şamanın soyulmuş bir kara ağaç gövdesinde aç, susuz yatarken ölüp, et kemikten
ayrıldığı ve tekrar kemiğin ete bürünmesiyle yeniden doğuşunu anlatır “devriye”. Bu
dönüş, yeniden doğuş, alevilerde “döne” “döndü” şeklinde çocuk isimleri ile
yaşatılmaktadır. Bu islamiyetin öbür dünyada bireyin tekrar diriltmesi ile biraz
örtüşüyor gibi ise de, asıl bu düşüncenin doğuşu kaynağı, Mani ve Buda
inançlarından etkilenmiş Türk inancıdır, Đslamiyet bu anlatımda zayıf kalır. Şiilik başka
sembollerle Aleviliği etkilemiştir, ama Şiilik, Aleviliğin asla esin kaynağı, doğuş
kaynağı değildir.

Bektaş gaybe göçerken, Hakk’a yürürken, gizliye giderken; ölüme, bir şamanın
yaptığı dinsel bir tören veya ritüel gibi bakmaktadır. Bir Müslüman veya Yahudi veya
Hıristiyan gibi cehennem kavramına inanılmadığından, cehennem korkusundan
bahsedilmez. Hacı Bektaş cennete gitmek için niyaz etmez, hatta şeytanın Allahı çok
sevmesi ve aşırı bağlılığı nedeniyle, Allah’a değil Adem’e secde etmenin doğru
olmayacağından bahsettiği için cezalandırdığını, şeytanın, Allahın ademin gönlünde
saklı olduğunu öğrenmesiyle ve Ademin Allah olduğunu bilmesiyle de, Allah’tan
bağışlanmak istemesini bizlere anlatır.

Bektaş, namazla oruçla ilgili edimlere yaklaşmıyor, ama kendini aşma (cezbe)
durumunu sürdürmek için, kendinden geçiş dönüşleri yapıyor ve sema’ya kalkıyordu,
göğe yükseliyordu, gerçek dışı duyumları kolaylaştırmak için alkollü içki kullanıyor,
“beny” (ban otu) esrar veya kenevir kullanıyordu. Onun dervişlerinin adı da zaten
“kalender” idi. “Divane” de denilirdi, Abdal, Işık, Torlak, Haydari diye de anılırlardı.
“Işık”ın adı günümüzde “aşık” “ozan” oluvermiştir.

Bektaş gizleri anlamıştı, bilge idi, arif idi, yakin’e ermişti (Bu “Yakin” Đbranice de
yakin olup, Osmanlıca’daki Hikmet mi idi? Kim bilir?)

Bektaş bilge bir kişi idi, ama dinin ritüellerine, şeriatına uymazdı. Mutlaka
Türkçe dışında arapça ve farsça da biliyordu. Onun söyledikleri söz (hikmet) veya şiir
(ilahi) olarak yazılı değildi, sözlü olarak ağızdan ağıza geçiyordu. Onun kitabı
“Makalat”ta, dört mertebe sayılmıştı, şeriat kapısı (dinin yasaları), tarikat kapısı
(tasavvuf yolu), marifet kapısı (irfan; bilgelik yolu), hakikat kapısı (tanrısal gerçeği
yaşamda bulma) idi. Ancak bu yazılı metinlerde bazı Şii öğeler yer aldığından, bu
metinlere de pek güvenmemek gerektiği düşünülmelidir. Çünkü 12 nci yüzyıllarda
Bektaşi Veli’nin döneminde Anadolu’da Şii öğelerden söz etmek asla mümkün
değildir, olanaksızdır. Đran ilişkisi 16. yy’dan sonra ortaya çıkacaktır.

Bektaşi Veli’de Şii etkisi de asla olamaz, Đran’da Gilgal (Girgut) kalesinde
Haşhaşilerte (Nazari Đsmaili) bir süre yaşaması bunun kanıtı olmaya yeterlidir, ayrıca
tarikattan söz ediliyor ki; bu da asla mümkün değildir. Hem Hasan Sabbah’ın
öğretisini görecek hem de şaman olacak ve bir Müslüman mezhebine bağlı bir tarikatı
olacak Bektaş yaşarken tarikat kurmamış, kurmaya da çalışmamıştır. Mürid de
edinmemiştir.

Ayrıca Makalat’ta Hac’ın farz olduğu söyleniyor. Bu da Bektaşi Veli’ye ait


olamaz, doğru değildir. Çünkü Bektaş hiç hacca gitmemiştir, yalnızca düş yoluyla
hacca gitmiştir.

Bektaş’ın vilayetnamesinde Ramazan Orucu’nun adı dahi geçmez iken;


Đslamiyetin etkisiyle Mekkeyi ziyaretinden, Abdalları ile birlikte hırka dağında
ardıçların altında namaz kılmalarından söz edilir olmuştur.

Makalat’ta Bektaşi Veli’nin evlenmenin gerekliliğini söylemiş olması da


mümkün değildir. Çünkü kendisi hiç evlenmemiştir. Mücerred (bekar) bir derviştir.

Bektaş’ın hayalarının olmaması ve hiç evlenmemesine rağmen, Kadın Ana’nın


onun abdest suyunu içince üç çocuk doğurmasının hikayesinde, inananların
arzularına cevap vermek için bu çocuklar uydurulmuştur.

Şamanın görünmez koruyucu ruhları, Bektaşilikte islamiyetle birlikte “gaybi


erenler” “görünmez yaratıklar” şekline dönüştürülmüştür.

Tören sonrası sofralarında içki içilirken, “dolucu” tabir edilen içki dağıtanlar
vasıtasıyla “dolu” olarak tarif edilen rakı içilirken, hatta “kaygusuz abdal” denilen
haşhaş bile kullanılırken, bunlar doğrudan sözlenemez hale getirilmiş, saklanmaya,
unutturulup islamiyete yakınlaştırılmaya çalışılmıştır.

Ama gerçek olan bir şey vardır ki; Şamanlar gibi, Galatlar gibi Bektaş Veli’de,
Ardıç ağacına çok önem verirdi. Ona göre ardıcın dalları ateşe atıldığında duman ve
tütsüsü öte dünya ruhları ile bağlantıyı sağlardı. Kendini bilinceye kadar
yanındakilere saçını, kaşını, sakalını ve bıyığını kestirirdi, kendini bilene ise yalnızca
kaşını ve bıyığını bıraktırırdı. Aleviler de onun bu iznini, kendini bilmek sembolünü,
yüzlerinin dikey iki yarısında bulurlar, kaşın bir yayı, sonra burunun dikey çizgisi ve
sonra bıyığının “Ali” demek olduğunu söylerler ve bu nedenle kaşı, bıyığı çok
önemserler.
Ama doğru olan şu idi; Bektaş Hırka dağında ardıç ağacının altında oturur,
düşünür veya yakılan ateşin etrafında halka şeklinde dönerek, semaya yükselirdi.
Bunlar da sevenlerinin yakıştırması olabilir. Ama bunlar zaten herhangi bir şamanın
yaptığı şeyler idi. Galatlar için de, Anadolu halkı için de, “ardıç ağacı” tanrı ve
perilerin ağacı idi. Ardıç’ın dumanı, aulu (zehirli) ve uyuşturucu etkili idi. Şamanlar,
ardıç sapı veya ardıç tohumu çiğner ve kendinden geçerlerdi. Ortadaki Ateş te,
dönüşlerde onun transını, kendinden geçişini hazırlardı. Ritmik müzik te onun uyum
sağlanmasına yardımcı olurdu. Ateşten göğe yükselen duman, Galatlar ve Türklerin
inandığı gibi yeri göğe bağlardı. Şaman ulaştığı olağanüstü güç ve seslenişleriyle
ateşe söz geçirir, bu dönüşler çiğnenen ardıç tohumuyla bir kuşun göğe yükselişi gibi
büyüsel yanılsamalar yaratırdı. Şamanların, mana dünyasındaki görünmez varlıklarla
buluşması gibi, zamanın dışında görüşmesi gibi, Bektaşi Veli’de aynısını yapardı.

Druidlerin yanında, onları ustaları olarak bilen, ozan ve çıraklar nasıl varsa,
bugün pek çok ezoterik öğreti içinde, aynı düzen görülür. Bektaşilikte de “Meclis”
toplanırdı. “Oniki seçilmiş görevli” ile toplantı yapılır, her ne kadar 12 imam gibi
sembolize edilir ve değerlendirilirse de, bu görevliler toplantı düzenini sağlayanlardır.

Mürşid; Bektaşı remzeder

Rehber; tarikate gireceklere yardımcı olur

Zakir, Ozandır, saz çalar, nefes alır

Faraş, süpürgeci

Çırağcı Mumlara bakan

Pervane (kapıcı) giriş-çıkışı düzenleyen

Gözcü Törenlerin akışını yemeği, içkiyi kontrol eden

Sofradar Yemeği hazırlar

Meydancı Temizlikçidir

Saka (Dolucu) Đçilen suyu veya içkiyi dağıtandır.

Đbrikçi (ibrikdar) (Gulabdan) gül suyu dökendir


Đzinci (ayakcı) Ayakkabıları kaldırıp koyan

Bektaşilikte, bunların her biri tören sırasında yapılması gereken görevler iken;
bugün pek çok ezoterik öğretide görevlilerin sembolü olmuştur. Burada söylenmek
istenen sembollerin öncekilerden emanet alındığıdır. Yarın da, bugünkü görevler,
dünküler gibi farklı anlamlarla sembol haline dönüşüp sürüp gidecektir. Şimdi hala
süren pek çok görev inanıyorum ki, yarın birer sembol haline dönüşecektir.

Aleviler döl yoluyla soyun bağına inanırlar, kendilerinin Ali’nin soyundan


olduklarını söylerler. Đşte böyle bir çelişki, dünün görevlileri gibi, Ali ile sevenlerinin de
geçmiş dönemlerde yaşamış oldukları birlikteliklerden veya etkilenmelerden ibarettir.

Bektaşilikte öyle değil mi? Bektaş Veli’den gelen soyu, çelebi kabul ederler de,
hiçbir kadınla beraber olmamış Bektaş’tan nasıl soy olur da sürer, diye hiç
düşünmezler. Nasıl hayaları olmayan, mücerred (bekar) bir derviş olan Hacı
Bektaş’tan kadıncık ana, abdest suyuna damlayan üç kan damlası ile üç çocuk
doğurur? Tarihsel gerçek şudur; Safaviler döneminde, Osmanlı’nın Alevilerin üzerine
gidişiyle, Ali’nin soyundan gelenler denilerek, Aleviler korumaya alınmışlardır. Soy,
sop ve Alevi sözü 16.yy’da bu nedenle buradan türetilmiştir. Anadolu’da Bektaşilik
varken 13., 14., 15 nci yüzyılda Alevilik kavramı yoktur.

Aleviler ve Bektaşilerin aralarındaki fark kentli okumuş ile kırsal köylü cahil
kitleden ibaret iken; her ikisi de öyle Đslami kurallara sokulmuştur ki, Bektaşi Veli’nin
hiç muridi olmamış, etrafındakilerden de onu namazda ve dua da gören olmamış
iken; Bektaşilerin törenleri Kuran’dan ayet ve sürelerle başlar olmuştur.

Türklerin kan bağı olsun olmasın “ANDA” iki kişinin kan kardeşi olması
Bektaşilik’te “musahip”liğe, din kardeşliğine çevirilmiştir. Soy bağı olmadığı halde
Bektaş soyundan gelmelik Đslamiyetle öne çıkarılmıştır.

Bektaşilikte bekar derviş, abdallık önem arz ederken, Aleviler de cem ayinine
bekar olanı almayarak, yalnızca evli çiftlerin katılabileceği söyleyebilmektedir.
Bektaşiler Bektaşi Veli’den yıllar sonra Abdal Musa ile bir kültür merkezi olarak
tarikatlarını oluştururken, Aleviler yazılı olmayan gelenekleriyle yaşamlarını
sürdürmektedirler.

Görüldüğü gibi Alevilik zamana ve geniş halk kitlesine uyarlanabilmişken;


Bektaşilik daralmış ve tarikat içinde kalmış, zamanla yok olup gitmiştir. II. Mahmut ile
1826’da tarikatın malları Nakşibendi tarikatına devredilmiştir.

Şaman Bektaşi Veli’nin, Đslamiyetle de bir ilgisi yoktur, o tarikat kurmamıştır,


Đslamı Türkmenlere benimsetmeye de Anadolu’ya yaymayada çalışmamıştır. Đslama
şekil vermeye de çalışmamış, halkına Đslamı anlatmamış, yalnızca çoşkulu, münzevi,
mücerred bir derviş olarak yaşamıştır. Onu sevenler sonradan, onun ölümünden
sonra onun yolunda gitmek için bir araya gelmişler, onun yaptıklarını yaşatmaya
başlamışlardır. Ancak yıllar sonra da Aleviler şiiliğin etkisi altında kalınca ve Osmanlı
sarayı Araplaşıp, Farsileşince, Osmanlı ile sanki düşman kardeş olmuşlardır. Aleviler
Đslamiyete yaklaştırılmış, uydurma olaylar, kişiler ve soy sopla eklenerek Ali, Kerbela,
Hasan, Hüseyin Alevilerin üzerine bırakılmıştır. Oysa Aleviler, ne Sünni, ne de Şiidir,
onlar Müslüman da değildir. Onlar Müslümanlığa zorlanmış şamanları ile dinleri
olmayan, ama Tanrısı olan Türklerdir.

Şamanlarıyla gelen Türkler, Anadolu’da ki, hıristiyan halkın toprağına


sahiplenince, o toprak gelen Türk boyunun liderinin otoritesine verilmiştir.
Müslümanlık adına, boyun beyine yeni bir müslüman soy sopu verilerek, dede veya
derviş mertebesine yükseltilmiştir. Onlara “Kurucu Veli” denilivermiştir. Gazilerin adı
derviş olmuş, Abdal Musa’lar, Geyikli Baba’lar, Seyyid Ali Sultan’lar “gazi”likten, bir
halk “ermiş”ine dönüşmüştür, dönüştürülmüştür. Böylece Şamanlara Müslümanlık
içinde dini bir güç verilerek, Müslümanlar yeni dervişine ve toprağına bağlanmışlardır.
Tabi bu gazilerin halktan biri olması nedeniyle de, hoşgörüsü, birliktelik ruhu, şarkı,
oyun ve şölenlerinin çekiciliği, hem onlara toplumsal bir güç verirken, mevcut eski
şamanlık ünvanları ile yeni Müslüman bir soy, sopları onlara ilave bir dinsel güç
kazandırmıştır. Böylece zavallı Aleviler de ışık çocukları iken, Allah’ın kulu
oluvermişlerdir.

Bektaşiliği tarikat haline getiren Abdal Musa, Antalya Elmalı (Tekkeköy)da


halen tahtacılar arasında yaşatılır. Đslam ile ilgisi olmayan bu tarikat nasıl olmuştu da,
bir Müslüman tarikatına dönüşmüştü? Nasıl olmuştu Oğuz boyundan gelen Hacı
Bektaş, Ali’nin soyundan oluvermişti?
Şaman olan Baba Resul ve Baba Đshak utacı ve büyücü olarak anılırken; nasıl
olmuştu da, muridi Bektaş, Anadolu’da Ahmet Yesevi’nin bir Müslüman dervişine
dönüşüvermişti.

Bektaş kucağında resmedilen sol taraftaki ceylan, şamanın tanrısal ren


geyiğinden başka bir şey değildi. Sağındaki aslan da Asya’dan getirdiği ejderhası idi,
ama şamanı şamanlıktan çıkarıp müslümanlaştırmak için, ren geyiğinin yerine arap
yaylalarının ceylanı, Ejderhasının yerine de Ali’nin aslanı oturtuluverdi, Bektaş da bir
müslüman dervişi oluverdi, daha önce de söyledik ama çok yazık oldu!

Halen Deliormanlar’da Bulgaristan’da cem ayinin de içki kadehi kutsanırsa,


Elmalı yöresinde Tahtacılar Abdal Musa kutlamasında “dolu” dedikleri rakılarını
kaldırıp “içelim” derlerse, bu şaman öğretisi, nasıl müslüman tarikatı sayılır ? Nasıl
Aleviler, şii kökenli sayılır? Nasıl ehli beyit’den söz edilebilir? Şiilikte ve Sünnilikte
olmadığı halde, nasıl yeniden bedenleşmeden söz etmek veya Tanrı’nın insan
görünümünde tecelli ettiğini söylemek Müslümanlığa uygun düşer?

Nasıl Türkistan’ı, bütün Türkleri kırıp geçiren Arap Vali Ebu Müslüm’ın
hikayeleri, din savaşçı gösterilen Gaziyanların hikayeleri diye uyarlanır, Alevilik
islamlaştırılır?

Nasıl olabilir? Eski Türk ve Moğol adeti olan “ANDA” denilen kan kardeşliği
adedi, yemin, AND anlamında, bugün “and içmek” dediğimiz iki kişinin kanının
karıştığı tastan birer yudum almaları, nasıl olmuştu da müsahipliğe, din kardeşliğine
dönüşmüştü? Asya’dan getirilen bir eski gelenek, kan kardeşliği nasıl din kardeşliği
olmuştur?

Hurufilik adı altında harflerin tanrısallaştırılmasına dayalı, Tevrat yorumlu


kabalist öğreti ile, düş yorma ve gizliden haber alma yeteneği şamanın kendinden
geçişi sırasında söylediği anlaşılamayan sözleri ile, birbirinin içine geçirilmiş ise;
Đslamiyette gerçeği açıklayan ve harflerin ezoterik anlamını söylemek, şamanın
yaptıkları ile yer değiştirmiştir. Danyel kitabında harfler bilimi “El-Cefr”, Ali’de Kur-
An’nın gizli anlamını bilen “kamil varlık” olma şekline dönüşmüştür. Mansur El
Hallac, Nasır-ı Hüsrev, Muhyiddin El-Arabi, Alevileri, nasıl Ali’nin önüne atıvermiştir?
Oysa Alevilerde Tanrı insandan başka bir yerde aranmamalıdır. Tanrı insanın
gönlündedir. Müslümanların hiç aklından geçmeyen bu şeyler Türkmenlerin daha
önce Asya’da bildikleri ve söyledikleri idi. Nasıl oldu bunlar Müslüman düşüncesi
oluverdi? Türklerin Asya’daki “Kendini bil, taki Tanrıyı Bilesin” sözü Đslamiyetle
“Nefsini bilmek, kendini bilmektir” diye anadoluda günümüze kadar geldi, çattı.

Müslümanlık öncesinde Türk halkının bildikleri ve söyledikleri, sanki Đslamiyetle


öğrenilmiş ve Đslamiyette söyleniyor gibi gösterildi, islamiyetin içine sokuldu. Oysa
bunları Türkmenler daha önce de biliyordu, çünkü onlar ışık çocukları idi, Alevi idiler.
Şimdi Müslümanlıkla hurufilik ile, bu inananlara “ışık” adını verdiler. Kim etkiledi, kim
kimden etkilendi, anlatana göre hep değişti.

Bektaşiler şöyle der;

“Adem’den gayrı hak taleb edersen, marifet-i ilahi’den bi-habersin...

Tanrı’yı Ademden başka yerde arıyorsan, tanrısal bilgiden habersizsin”

Sonrada; Aleviler

“Tuttum aynayı yüzüme

Ali göründü gözüme

Nazar eyledim özüme

Ali göründü gözüme...”

Derler; kaşların yayı “AYN”, burunun çizgisi “LAM”, bıyığın eğri çizgisi de “YA” harfi ile
simgelenir. Tanrı Adem olurken; Adem de Ali oluverir, Alevi de böylece Müslüman
oluverir.

Uzun Hasan’lar, Cüneyd, Haydar, Şah Đsmail derken; Haydar taraftarlarının


giydiği Kızılbaş adı verilen kırmızı serpuş’ta Alevilere mal ediliverir. Haydar’ın küçük
oğlu Đsmail de, Türkmenlerin türkülerine, sözlerine, nefeslerine kahraman oluverir.
Yavuz Sultan Selim’in müftüsü Kazım’ın fetvası ile Aleviler, Şii ve Kızılbaş olmadığı
halde, Şah Đsmail’in şölenlerde içki içmesi, müzikle kendinden geçmesinden dolayı
Alevilere uyarlanıverir. Osmanlı devleti halkını Đsmail’e iter, Đsmail Türkmen’e Alevi’ye
kucak açar, bu kez Bektaşi Türkmenlerin adı 16. yy’da Aleviler oluverir.

Bektaşilik, az veya çok okumuş bir sosyal tabakanın, kentlinin bir tekkede
bütünleşmesidir. Oysa; Alevilik göçerlere ve büyük ölçüde eğitimsiz halk topluluğunun
malıdır.
Bektaşilik bir inançlar karışımıdır. Aynı kaynak ve inanç temelinden,
“Đslamlaşmış Şamanlık”tan doğmuştur.

Bektaşilik daha doğrusu, bir dinler karışımı, bir bilinç birikimi, gnostik bir
değerdir. Geliştiği Kızılırmak-Sakarya arasında bölgede öncekilerin Anadolu halkının
birikimleri ile asyadan Türklerin getirdiği tüm öğelerin birbiri içinde erimesi,
bütünleşmesidir.

Bektaşilik; bu öğretiyi alan herkesi kucaklarken; günümüzde Alevilik soydan


bağlayıcı gösterilerek, farklılaştırılmaya çalışılmıştır. Bir rivayete göre Alevi “Alivi”dir.
Ali’nin soyundan gelendir. Ancak her ikisi de devletin resmi Sünniliğine karşı halkın
bir kültürel (belki de bir dinsel) oluşumudur.

Alevilik; göçerleri ile kırsalı kucaklayan yaşam biçimi iken; Bektaşilik; kentliyi,
okumuşu kucaklayan tekkeleri ile bir sosyal oluşumdur.

Bektaşilik tarihin sayfalarında karışıp, kaybolurken; Alevilik sözlü gelenekleri ile,


dedeleri tarafından farklı zaman ve mekanda yapılan değişikliklerle gelişmiş ve
farklılaşmıştır. Ama günümüze kadar uyarlanarak yaşatılabilmiştir.

Yanılmak veya aldanmak insanın doğasındadır.

KISIM VII

BEKTAŞ-Đ VELĐ’NĐN EMANETĐ, ALEVĐLER

Bektaş’ı Osman Gazi ile birlikte yapan, Osman’ın kayınbabası olan Şeyh
Edebali ile yakın dost yapan anlatılar, rivayetlerde mevcuttur. Bunun sebebi yeniçeri
ocağının kuruluşu ve sonrasında yeniçerilerin onu pirleri olarak kabul edilmesinden
kaynaklanır. Yeniçeri ve Acemi Ocağı’nın bektaşi olmasının nedeni, ocağa seçilen
kişilerin, Ankara, Çorum, Tokat, Sivas, Aksaray, Niğde, Konya’dan alınan Türkmen
çocukları olmasına veya Galat soyundan bölgedeki Hıristiyan çocukların
devşirilmesine bağlamak mümkündür.

Türkmenler, yeniçeri ve acemi ocağının kaynağı olunca, Bektaşilerin


himayesine kolayca girmişler, Hacı bektaş’tan 200 yıl sonra yeniçeri ocağı da kurulan
tarikat ile birlikte Bektaşi ocağı oluvermiştir.

Çünkü Roma’nın lejyonları gibi Osmanlı’da da orduya her milletten, her dinden
insanlar alınıyordu. Devşirme usulüyle devletin kapıkulu ocaklarında sipahiler ve
yeniçeriler yetiştiriliyordu. Yeniçeri olacak kişiler savaşçı olmalıydı. Yıldırım’ın
ordusunda Timur’a karşı savaşan Galat’lar gibi, yaylaların kırsalların çocukları orduya
alınmalıydı. Öyle de yapıldı.

Devşirmeler, onlardan seçilen yeniçeriler de hiç Yahudilerden alınmazdı.


Çünkü, onlar şehir topluluğunda yaşayan gözü açık, savaşmayan insanlardı. Şehir
çocukları bu nedenle bu ocağa alınmazdı, çünkü onlar siyasetten anlar, dinlerine sıkı
sıkı sarılırlar, başkalarının inançlarına tahammül etmezlerdi, bu kişilikleri ile farklı bir
kimlik gösterebilirlerdi. Osmanlı bu gözlemi Bizans’tan öğrenmişti. Oysa kırsaldan
alınan köylü çocukları öyle değildi. Tarihçiler hep Hıristiyanlar devşirildi derler, böyle
bir kaide yoktur. Madem; hıristiyanlar devşiriliyordu da neden, nereden bunlar bektaşi
oluyorlardı? Osman Gazi’nin kılıcını Bektaş’ın vermesi gibi rivayetler ve anlatılanlar
bunu izaha yetmez, çünkü o zamanlar bektaşi tarikatı denilecek bir cemaatte yoktu
ve Abdal Musa’dan yıllar sonra Bektaşilik tekkelere yerleştirilen savaşçı gaziyanlarla,
dervişlerle Anadolu’ya dağılmış ve yerleşmiştir. Yalnızca hıristiyanlar değil her
dinden insan, her bölgeden, Balkandan, Orta Anadolu’dan, Kafkas’tan çocuklar
alınmıştır. Köyden tek çocuklu ailelerden çocuk alınmazdı, 9-10 yaşından küçük 14-
15 yaşın üzerinde çocuk ta alınmazdı. Onlar daima köylülerden de seçilmezdi,
bölgesinin soylu ailelerinden de ikna yoluyla çocuklar alınır, özellikle Nevşehir,
Kırşehir Bektaşi ocaklarının değerli çocukları tercih edilir, Konya, Niğde, Aksaray,
Karaman, Ankara vilayetlerinin Galat çocuklarına öncelik verilirdi. Hatta Bizans’ın
Mihaloğlu, Evrenosoğlu hanedanından da çocuklar devşirilmişti. En çok Kızılırmak-
Sakarya arasında Galatların yaylalarından ve Bektaşilerin çocuklarından alırlardı.
Yılda veya iki yılda bir kez gelirlerdi, fakirler sevinerek, çocuklarını verirlerdi. Bu
çocuklar toplumsal yapılarına göre seçilir, sonra sünnet ettirilir, zeki, yapılı ve
yakışıklı olanlar Enderun’a alınır, fiziki mükemmellik, zeka ve her ırkın seçkinleri
saraya hazırlanırdı. Sonra kalanlar ileride sipahi ve yeniçeri olmak üzere Müslüman
ailelerin yanına verilir, Türkçe öğretilirdi, Enderun’a alınmayan bu çocuklar için
özellikle Đstanbul civarındaki köylerdeki aileler seçilirdi, çünkü onlara çok derin
medrese bilgisi veya dini bilgi gerekmezdi, köylünün dindarlığı kadar bilgi onlara
yeterli görülürdü. Bu çocuklar hafif müslümanlığa yöneltilirdi, tabi ki, buna en uygun
çocuklar yine Kızılırmak-Sakarya arası bölgenin çocukları olurdu.

Đşte, bu nedenle yeniçeriler Bektaşi Veli’den yıllar sonra pirlerinin adlarıyla,


Bektaşiler olarak anılacaklardır, o zamanda Alevilik olmadığı için bu çocuklara hiç
Alevi çocuğu denilmedi.

Bektaş, bir şamandır, Aksaraylı Molla Sadüddin kendisine geldiğinde, ateşe


konmuş bir kazanda kırk gün kalması, et kemikten ayrılınca yeniden doğuşu, kendini
aşması, tütsü ile asası onun şamanlığını anlatan hikayelerdi. Bektaş Veli’nin
hakkında ne yazılı metinlerde doğru bir bilgi var, ne de anlatılanlar tam doğru. Ortada
karışık bir durum bulunmaktadır. Ancak doğru olan bir şey var ki, o söylendiği gibi
Peygamber, Ali ve Fatma yoluyla Hüseyin, oradan Zeynel Abidin, sonra Muhammed
Bakır, Cafer Sadık, Musa Kazım, Đbrahim Mükerremel Mucab, Musa-i Sani, Đbrahim-i
Sani (Seyyid Muhammed) soyundan değildir. Şaman iken, koca Bektaşi topluluğu
dağıtılınca kırsaldaki Bektaşiler’in adları Alevi oldu, Bektaşi çocukları Alevi çocuğu
oldu.

1210’da doğmuş, Türkçe konuşan, Horasan’da yaşamış, Đshak Baba’ya


sığınmış, kardeşi Mintaş ile Anadolu’ya gelmiş biri idi. 12 nci kuşakta peygambere
bağlanıverdi. Yıllar sonra adları Alevi oldu. 12 kuşağın 300-350 yıllık yaşam süreci,
hiç peygamber Hz.Muhammet’ten sonra geçecek 600 yıla denk gelebilir mi? Olamaz!
Hayır !

Hem arap soyundan ise; Solucakarahöyük’te Türk boyunda ne işi vardı?


“Cepni” boyunda ne arıyordu? Bunlar sonradan Bektaş’a yakıştırılan Osman Bey
hikayesi, yeniçeri bağlantısı, Ali’nin soyu, 6 aylık iken kelime-i şehadet getirmesi,
odada kuran okurken sağında büyük büyük dedesi peygamber muhammed, solunda
diğer dedesi Alüyyül Murtaza ile Zahiri ve Batıni’yi öğrenmesi, hocası Lokman abdest
için su isteyince elini seccadenin üzerine vurunca oradan su fışkırması, Hocası
Lokman hac ibadetinde, Arafat’ta iken, köyünden tepsi dolusu yemeği ona
götürmesiyle hacı olması, Mekke, Medine’den, Kudüs, Halep’ten, Ayntab, Elbistan
veya Sivas Kayseri’den gelişi bunlar islamlaştırılan Türkler için uyarlanmış, Bektaşiler
için düzenlenmiş fantastik hikayelerden ibarettir.
Bektaşi’nin kırsaldaki çocukları Alevilerin Ali’ye saygısı, ehli beyte, peygamber
soyuna sevgisi, Kerbela şehitleri için döktükleri göz yaşları, sanki onları şii gibi
düşündürebilir. Oysa onlar için secdegah bütün evrendir. Namaz, oruç, hac onlar için
gerekmez. Onların kıblesi insandır. Ancak şiilerden etkilenmişlerdir. Şah Đsmailler,
Uzun Hasanlar, Osmanlı yönetiminde dışlanan ve karşıda duran bu halkın yanında
durmuş onların yakını olmuşlardır. Şarkılarda şiirlerde Ali, Hasan, Hüseyin’i anmak,
Haydar’ı çağırmak, şiilerin etkisi gibi gözükse de, bu halk yok edilmemek için
kendisinin soyunu ta arap neslini kadar uzatmıştır. Fermanlardan kaçıp kurtulmak için
peygamber soyuna bağlanmışlardır. Hiç olabilir mi? Bu halk, şamanlarıyla, Asya’dan
göçen, Türkistan’da Araplardan ve Đslamdan kaçan bu insanlar, nasıl Arap soyundan
olsun? Ali doğmadan gök tanrıya inanan, Tanrısı ile kendisi arasına hiçbir ruhbanı
sokmayan, hatta dini olmayan bu inanış şekli, Mekke Medinelerden doğsun hiç
olabilir mi? Ali’yi sevmek, peygamber soyuna hayranlık duymak, hatta onların
inandıklarına inanmak veya inanıyor gibi yapmak, onları bu soya bağlar mı? Tanrı’yı
“Adem”de arayanlar, hiç peygamber soyundan olabilir mi?

Baba Đlyas’ın büyük oğlunun adı Ömer’dir. Onun haleflerinden biri şeyh
Osman’dır. Ömer’i, Osman’ı öven ve sevenler, nasıl şii ve Ali’nin soyundan olabilirler.
Bektaşiler ölüp, yeniden doğuş, başka bir bedende ruhun yeniden doğuşuna, ruhun
ölümsüzlüğüne inananlar, namaz kılmayanlar, oruç tutmayanlar nasıl Ali soyundan
olabilirler? Türkmenler Osmanlı’dan uzaklaşınca, şaman islamı içinde kalmak
zorunda olunca, Fars ve Arap etkisinde olan Selçuk ve Osmanlı da onları Şii gibi
görmek istemiştir, hepsi bu.

Ahiler, Mevleviler gibi Bektaşiler ve çocukları Aleviler de Şiiliğin süslerini


taşımaktadır, tıpkı kürt ve arapların alevileşmesi gibi. Đşin aslını değiştirmeyecek
bütün bu olaylar, yalnızca toplumsal olaylarda yaşanan ve iz bırakan sembollerden
ibarettir. Şaman olan Asyalıların, Turanilerin, Alevilik anlayışı bir Arap için, bir Kürt
için söz konusu olabilir mi? Bir Arap veya bir Kürt Alevi olabilir mi? (Bugün tabiki var,
demek ki olabilmiş!) Alevilik, Türklerin şamanlığının, Đslamiyet ceketinde
Anadolu’daki şeklidir. Komşuları Arap ve Kürtler, ancak onu benimseyebilirler, tıpkı
Alevilerin Şiilik temalarına özenmeleri gibi.

Bugün şiiliğin içine, Đran islamının ortasına bırakılmak istenen alevilik uzun süre
bir mezhep gibi gösterilmiş, bundan sonuç alınamayınca da, Sünni iktidarlar onları
sünnilerin içinde eritmeye çalışmıştır. Önce şii gibi oruç tutup, namaz kılması
şekillendirilen Aleviler, bugün sunni ile camiye gider, abdest alır, namaz kılar
olmuştur.
Her ne kadar böyle ise de; ilk günden beri kandırılanlar; aslında bugün onları,
kandıranları kandırmaktadırlar. Çünkü hiçbir zaman Türk halkı kanmamıştır, ancak
kanar gözükmüştür. Onlar bugün yaşabilmek için yönetenlere kanar
gözükmektedirler, tıpkı Babai ayaklanmaları, Şahkulu ayaklanmaları sonrası gibi.

Bektaşilikte; Bektaş öncesinde peygambere kadar soy sayılırken, Bektaş


Veli’den sonrasında soy kalmamış, bektaşilik için soy aranmamış çelişkili ve uydurma
durum ortadan kalkmıştır. Aleviler ise Ali soyundan dolayı bel evlatlığını esas almış,
dedelik soya dayandırılmıştır. Alevi ana babadan doğmayan alevi olamamıştır. Her
alevi bektaşi olabilirken, bir bektaşi hiçbir zaman alevi olamayacaktır.

Bektaşi olmak için Bektaşla inanmak yeterli ve Bektaşilikte tarikata girişle


babalığa kadar ulaşabilmek mümkün iken; Alevi olmak için alevi ana babadan
doğmak ve dedelik için de ali soyundan gelmek gerekir. Doğru veya yanlış ta olsa
bugün için böyledir.

Şamanın halkın üzerindeki eski üstünlüğü, bugün bir dede için, ancak kendini
Ali soyundan saydırarak dini açıdan halkın üstünde olma şekline dönüşmüştür.

Oysa şafilik ve kızılbaşlıkta zümreler vardır. Dedelik kalıtımsaldır. Soy ağacıyla


Ali’den gelirler, dedeler, seyyitlerdir. Đşte böyle bir şii çizgi ve benzetme ile Aleviliğe
de bu soy yakıştırılarak, Alevilik islamın içine yerleştirilivermiştir.

Bektaşi dervişleri, kulaklarında “mengüç”leriyle, demir halkalarıyla bekarlık


yemini ederken; komşu ülkelerin özellikle Bizansın keşiş ve rahipleri örnek alınıyor
sanılsa da, öyle değildir, zaten şaman, ormanın derinliklerinde yalnızdır, bekardır.
Zaten druid’ler de bekar ve tek başınadır. Sonra bunlar unutulup, Müslümanlık
bağlantısı için nikahlılar olarak hoca ve imam şeklini alacaklar, soy sop gerektiğinden
evli dedeler zürriyetlerini devam için çoluk çocuğa karışacaklardır.

Şamanlık, Hurufilik, Şiilik, Hıristiyanlık ve yerel inançlar derken, Đranlılar, Araplar


ve Kürtlerle iç içe geçecek ve Alevilik bir bilinç birikimi şeklini dönüşecektir. Onu bir
mezhep, müslümanlığın içinde bir zümre gibi değerlendirmeye çalışmak, sünni
topluluklarla iç içe geçirmesini zorlamak fevkalade yanlış olacaktır. Aleviliğin gnostik
yapısı diğer inançları kabullenmeyi getirirken, diğerlerinin de yeniden şekillenmesine
neden olacaktır.
Hıristiyanlığın üçlemesi onlar da “Hak-Muhammed-Ali” oluverecektir. Günah
çıkartma işlemi cem ayininden önce her alevinin içini döktüğü “Dar-ı Mansur”
“Mansur’un darağacı”na dönüşüverecektir. Kilisenin hıristiyanlıktan bir kişiyi
çıkarması, Alevilerde de “düşkünlük” şekline dönüşecek, cemaatten o kişinin
uzaklaştırılması şeklinde görülecektir.

Aleviler, böylece ne müslümanlara, ne de Hıristiyanlara yaranabileceklerdir. 16


ncı yüzyılda Osmanlının da onlara ihtiyacı kalmayacak, artık devletin belgelerinde bu
Galat, Şaman, Hıristiyan, Müslüman karışımı inanç topluluğu “dinden ayrılmış” ve
“Batıni” bir cemiyet dışı topluluk olarak yer alacaktır. Öldürülmeleri için fetvalar
çıkarılacaktır.

Alevilerin önemli bir hatası olmuştu. Onlar hıristiyanların yaşadığı yerlerde


değil Galatların yaşadığı yerlerde yeşermişlerdi. Sakarya-Kızılırmak arasına
yerleşmişlerdi, o bölge Romalılar zamanında da Galatlardan dolayı Romalılara göre
fitne yeriydi, Selçuklu ve Osmanlı zamanında da oraları fitne yerleri olarak
görülecektir. Galatların (Tolist Boi)leri buralarda yaşamakta idi, onlar Bizansa göre
Hıristiyan, Osmanlı’ya göre de müslüman olmuşlardı. Ama bu yerli halk da aynı
Aleviler gibi kendi inanış şekillerini sürdürmüşlerdi. Hatta biraz daha yayılmışlar,
Ankara’dan Şebinkarahisar’a (Colonac), Niksar’a (Neo-caesarea) Erzurum’a
(Theodosioupolis), Malatya’ya (Meliten), Divriğ’e (Tephrike) genişlemişler, hatta bir
kısmı Bogomiller daha sonra Bektaşi tarikatını yönetmek üzere geri gelecek olan
Tuna Boyu yolcusu olmuşlardır.

Alevilere artık yeni isimler takılacaktır, Türklerin 8. nci yüzyılda başlayıp 1050
yılında Arap topraklarından devam eden bu Anadolu yolculuğu, Osmanlı devletinin
kuruluşuyla Anadolu’da sonlanmıştır. 1450’lerde Safavi etkisinde kalınınca, yeni
tanıştıkları “kızılbaş”lar olarak anılarak sünni halkın gözünden düşürülmüşler ve
günümüze getirilmişlerdir. Bu büyük bir haksızlıktı, dinleri olmayan, ama inançları
olan Türklerin, islamiyetle sonlanan dini yolculuğu, daha önce etkilendikleri Manihist,
Budist, Hıristiyanlıkla, onun bilgi ve bilinç birikimi ve kültürü ile şekillenmiştir. Bu
nedenle Şaman Bektaşın çocukları yeni adlarıyla Alevilerin oniki imamla, Kerbela
şehitleriyle, Arap soyuyla ilgileri yokken, çoğu zaman bir Zındık olacak, bazen
Kızılbaş, bazen Kürt bir dede, bazen bir “Ali’llahi” olacaktır.
Ancak onların inancı, hala yalnızca bir Türk şamanının temiz inanışıdır. Yol
boyunca öğrendikleriyle güzelleşmişlerdir, onların inanışı, yaratana ve insana, sevgi
ve saygı ile oluşmuştur.

Yazık oldu onlara !


BÖLÜM VI
OSMANLILAR

KISIM I
BEKTAŞĐLER OSMANLI DEVLETĐ’NĐ KURUYOR
PADĐŞAHLAR, KADINLAR, SADRAZAMLAR

Selçuklu Devleti Türkmen halkına uzaklaşmış ve çökmüştü. Şimdi de


Osmanlının Türklerden uzaklaşmasına bir göz atalım ve Osmanlının çöküş
sebeplerini kolayca görelim;

Anadolu Selçuklu 1240’da Babai ayaklanmasından hemen sonra 1243’de


Moğolların istilası ile sona erecek, beylikler üzerinde etkisi ve baskısı kalmayacak,
beylikler bağımsız kalacak, son Selçuklu Sultanı II Mesut’un 1308’de ölümüyle de
başlayan, Osmanlı’nın yükselişi, daha da kolaylaşacaktır. Ebu Said Han’ın ölümüyle
de, 1335’de Đlhanlı Moğol Đmparatorluğu dağılacak, bağımsız kalan Anadolu Türkmen
beylikleri rahatlayacak, bu küçük filizler Anadolu’da yeşermeye başlayacaktır.

Orhan Gazi ile Osmanlı Sultanlığı 1324’de yeni imparatorluğun işaretini


veriyordu. Türkler, Ahi ve Bektaşi babalarını Kızılırmak ve Sakarya arasına emanet
ederek, Batı’ya, Bizans’a yaklaşmaya ve yerleşmeye başlamışlardı. Menteşe Beyliği
1269’da Kayra limanını Bizanslılardan almış, ardından Efes’i (1303’de) fethetmiş,
Aydın Beyliği, 1308’de Birgi’yi almış, Saruhan Beyliği 1313’de Manisa’yı almış
Osmanlı beyliği 1304’de Lefke, Akhisar, Mekece, Geyve’yi alarak 1305’de Sakarya
seferi ile Karacepüş ve Karatigen’i Bizans’tan almıştır. 1326’da Bursa alınınca, Orhan
bey adına ilk gümüş akçe bastırılmıştır. 1329’da Eskihisar, 1331’de Đznik, 1337’de
Đzmit’in alınışı bunu izleyecek, artık gelecek Osmanlı için parlamaya başlayacaktır.

Bu gelişmeler sırasında Bizans’ta da iç savaş çıkmış, Palaiologos hanedanı ile


Kantakouzenes hanedanı, birbiriyle kıyasıya mücadeleye başlamıştı.

Osmanlı, artık yakın komşusu Bizans’a yönelecek ve Türk beylikleri ile kavga
dövüş etmeyecektir. Bizans zaten 1333’de haraca bağlanmıştır. 1345’de Karesi
beyliğindeki iç çekişmeler, onların ülkesinin de Osmanlı’ya katılmasına neden
olacaktır. Akkoyunlular, Karaman ve Memluk Türk beylikleri çok uzaklarda idi. Orhan
Gazi VI. Yuannis Kantakouzenes’in kızı Teodora ile 1346’da evlendi. Böylece
Palaiologos hanedanı imparatorluk şansını veya hakkını kaybetti. Orhan Gazi,
kayınpederi Yuannis Kantakouzenes’i Bizans imparatoru yaptı. Palaiologos
hanedanını da Bulgarlar himaye etmekte idi. Bizans tahtının Bulgarlara karşı
korunması gerekiyordu. Đmparatordan Trakya’ya geçiş için Orhan Gazi izin aldı ve
Gelibolu’ya geçti. Çimpe kalesini (Ömürbeyli) alarak, ayağını Avrupa’ya Bizansın izni
ve yardımıyla atıverdi. Artık Osmanlı ile Bizans düşman değil, akraba olmuştu. Hani,
büyük kahramanlıklarla Süleyman’ın Gelibolu’ya geçişi anlatılır ya! Hani Bizans bizim
düşmanımız ya, öyle söylenir ya! Akrabamız Bizansla yarın Palgiologos’lardan kız
alınca katmerli akraba olacağız. Zaten ilk eşi de Yarhisar tekfuru’nun kızı Holifira idi.
Hatırlarsanız, Bu hanım Müslüman olan Nilüfer Hatun’du, ikinci eşi de Đmparator
III.Andronikus’un kızı Asporca hatundu, Teodora da üçüncü Bizanslı eş oluyordu.
Orhan’ın Bizanslı üç eşinden dolayı, artık Bizansın iç savaşları Osmanlı’yı doğrudan
ilgilendirir olmuştu. Süleyman, Sırp ve Bulgar güçlerini karşılamak için 1352’de
Edirne’ye ulaştı. Hele 1354’deki Gelibolu depreminde tüm kaleler yıkılınca, Süleyman
tüm müstahkem mevkileri ele geçirdi. Şehzade Murat 1359’da önce Çorlu’yu
elegeçirdi ve 1361’de Edirne teslim oldu.

Trakya’daki bu gelişmeler ile Osmanlı’nın ileride Avrupa’ya yürüyüşü, Bektaşi


dervişleri vasıtasıyla olacak, işgal edilen her yeni yerde oluşturulan sayısız Bektaşi
tekke ve zaviyeler ile Müslümanlık, Türkmenlerin hoşgörülü anlayışı ile Avrupa’ya
benimsetilecektir.

1362’de Orhan öldü, I. Murat tahta çıktı, dervişler ve gaziyanlar ile Serez,
Manastır, Ohri yoluyla 1385’de Arnavutluğa ulaşıldı. Ardından Makedonya beyleri
Osmanlı egemenliğini kabul etti. Aynı yıl Sofya ve Niş’ten sonra, Balkan
geçitlerinden, Morova’ya girildi, 1386’da Sırp Krallığı’na son verildi. 1371’de tüm
Bulgaristan haraca bağlandı, Bizans, Osmanlı sayesinde rahatlamıştı.

1362’de Orhan’ın ölümü ile diğer Türk beylikleri ayaklanmıştı. Osmanlı bu kez I.
Murat’la Anadolu’ya döndü, Osmanlı 1375-1380 yıllarında Germiyan ve Hamidili
beyliklerini ele geçirdi, I. Murat, babası Orhan’ın aksine, bu kez Palaiologos
hanedanına yardım etti. 1379’da impartorluk hanedanlığını değiştirdi, oysa 1376’da
yine Osmanlı’nın ve Cenevizlilerin yardımıyla IV. Andranikos imparatorluğa yeni
getirilmişti. Zaten, Bizans Osmanlı’nın idi, ama Bizans rahat değildi.

1388’de Osmanlı kuzey Bulgaristan’ı tamamen işgal etti. Ancak 1389’da


Kosova Meydan Savaşı’nda Sultan I Murat öldü, yerine I Beyazıt geçti. Avrupa
şimdilik tamamdı, oraları Bektaşi dervişlerine, Türkmen uç beylerine emanet edilerek,
Anadolu’ya dönüldü. Bizans biraz sakinleşti ve rahatladı.

Osmanlı 1389-1390’da, Menteş, Aydın, Saruhan, Germiyan ve Hamidili


Beyliklerini ilhak etti, Karaman beyliğine yöneldiler, Osmanlı’nın ordusunda Bizans’ın
paralı askerleri vardı. Bu kez Palaiologoslar, iktidarlarının diyetini ödemek için
Karaman’ı işgale yardım ettiler. Selçuklu gibi bu kez Osmanlı devleti ile Anadolu
halkı karşı karşıya kaldı. Gaziyanlar, cihat adı altında Avrupa’da savaşırken, Osmanlı
ordusu Hıristiyan, Ortodoks ve haçlı ordusuyla bu kez, gaziyanların, Türkmenlerin
diyarına saldırıyordu, işte böylece Osmanlı da Anadolu halkını karşısına aldı.

Şimdi burada duralım, bir Türklük dersi vermeyeceğiz ancak bizlere


anlatılanların ne kadar bizimle ilgili olduğunu anlamak için yardımcı olacaktır. Ayrıca
Osmanlı, Türkmen, Anadolu halkına ve dervişan, gaziyanlara karşı hangi nedenlerle
böyle tavır aldı? Ne oldu da devleti kuran Türkmenler artık Osmanlı’nın karşısında
idi? Bunları çözeceğiz. Ah şu kadınlar ! Şimdi ona bakalım!

I.Osman (1324 ölümü) (gazi)


Orhan (1324-1362) (gazi)
I.Murat (1362-1389) (gazi hüdavendigar)
I. Bayezıt (1389-1402) (Yıldırım)

Osman Gazi, Edibali’nin kızı Bala hatun ile evliliğinden Alaeddin doğmuştur,
Ömer Beyin kızı Mal hatun’dan Orhan Gazi doğmuştur.

Orhan Gazi, Yarhisar Tekfuru’nun kızı Holifira ile evlenmiş, oğulları Süleyman
Paşa ve Murat-ı Gazi doğmuştur. Đkinci eşi Asporca Hatun Bizans Đmparatoru III.
Andronikus’un kızıdır. Bu kadından şehzade Đbrahim doğmuştur. Üçüncü eşi ile
Bizans Đmparatoru VI Yuannis Kantakouzenes’in kızı Teodara’dır. Müslüman ismi
bilinmez ancak şehzade Halil’in anasıdır. Dördüncü eşi de Mahmut Alp’in kızı
Eftandise hatundur.

Bu arada ilk Osmanlı sadrazamı Alaaaddin Paşadır. Bazılarına göre Mal


hatundan doğan Orhan’ın kardeşi olduğu söylenir, yani Bala Hatun’un oğludur.
Bazılarına göre ise Holifira’nın oğludur, bazılarına göre de Hacı Kemaleddin’in oğlu
Alaaddin Bey’dir. 1323-1331 yılları arasında vezirlik yapmıştır, Türk soyludur.

Đkinci sadrazam; 1331-1340 yılları arasında vezirlik yapan Nizamuddin Ahmet


Paşadır. Edebali’nin torunu olduğu söylenir, Türk soyludur.

Orhan’ın üçüncü sadrazamı, Hacı Paşa’da, 1340-1348 yılları arasında vezirlik


yapmıştır. Ankara’da Devlethan ailesinden olup, Türk soyludur.

Orhan’ın dördüncü sadrazamı Sinanuddin Yusuf Paşa’dır. Ahi reislerindendir.


1348-1360 yıllarında görev yapmıştır, Türk soyludur.

Görüldüğü gibi, Bektaşi ve Ahi örgütleri, Osman’ın ölümünden sonra nasıl


Orhan’ı tahta çıkarmışsa, devletin yönetimini de tek kişiye Orhan’a bırakmamışlar,
Orhan’a iktidarı döneminde dört sadrazam vermişlerdir. Türk Halkı, o dönemde
Osmanlı iktidarına ortaktır.

I.Murat’a gelince; Murat Gazi Hüdavendigar’ın birinci karısı Gülçiçek hatundur,


bir kısım tarihçi onun, Rum veya Bizanslı olduğunu söyler, bu evlilikten Yıldırım
Beyazıt ve Yahşi Bey doğar. Đkinci eşi Tamara, Bulgar Kral Şişman’ın kız kardeşidir
veya kızıdır. Bulgaristan 1371’de haraca bağlandıktan sonra 1376’da evlenmiştir,
üçüncü eşi Paşa Melek Hatun ise Kızıl Murat’ın kızıdır.

I.Murat’ın sadrazamlarına gelince; ilki Çandarlı Hayruddin Kara Halil Paşa’dır.


1368-1387 yılları arasında 19 yıl vezirlik yapmıştır. O da Şeyh Edebali’nin
akrabasıdır, Türk’tür. Gazalarda ele geçirilen her beş esirden biri padişaha ait
olduğundan, bu esirlerin Türk aileler yanına verilerek, türkleştirilmesi ve yeniçeri
yapılmasını öneren kişidir. Kadılıktan, Kazaskerliğe, oradan da vezirliğe ulaşmıştır.

Ölümüyle yerine oğlu Çandarlı Ali Paşa geçti. 1387-1406 yılları arasında veziri
azamlık yaptı. Yıldırım Beyazıt’a da veziriazamlık yaptı, Türk soyludur.

Yıldırım Beyazıt, Germeyanoğlu Süleyman Şah’ın kızı Devletşah hatun’la


evlendi, çeyiz olarak Kütahya, Tavşanlı, Eğrigöz (Emed) Simav şehir ve kasabaları
Osmanlı’ya verildi. Đsa ve Musa Çelebiler doğdu, Çelebi Mehmet’in annesi denilse de
bu doğru değildir. Đkinci eşi, Sırp kralı I. Lazar’ın kızı Maria Olivera Despina’dır. Timur
bu kadını Kütahya’ya ayağına getirtmiş, akıbeti bilinmemektedir. Üçüncü eşi
Aydınoğlu Đsa Bey’in kızı Hafsa hatun’dur. Hakkında başka bilgi yoktur.

Bayezıt’ın tek veziriazamı olmuştur oda Çandarlı Ali Paşadır.


Şimdi hızla diğer padişahlar, kadınları ve çocukları ile sadrazamlarına bakalım
ve Osmanlı’nın Türk halkından uzaklaşmasının nedenlerini daha kolay anlamaya ve
görmeye devam edelim :

Çelebi I. Mehmet (kirişçi) 1413-1421


II. Murad (1421-1444) (1446-1451)
II. Mehmet (fatih) (1444-1446) (1451-1481)

I. Mehmet Çelebi, Dulkadiroğlu beyi Süli Bey’in kızı Emine hatunla evlidir.
1403’de evlenmiş ve II. Murat’ı doğurmuştur. Đkinci eşi Kumru Hatun’dur, soyu belli
değildir.

Bayezid Paşa 1413-1421 yıllarında I. Mehmet Çelebi’ye vezirlik etmiştir.


Amasyalı Yahşi Bey’in oğludur, Türk soyludur. Ancak, Şeyh Bedrettin’i idam ettirmiş,
Musa Çelebi’nin kazaskeri olan Şeyh Bedreddin adına isyana kalkışan, Urla ve
Manisa’da Börklüce Mustafa’yı, Torlak Kemal’i de, Şeyh Bedreddin gibi 1420’de idam
ettirmiştir. Düzmece Mustafa’yı da Edirne’de tahta oturtmuştur. Bayezid Paşa; Çelebi
Mehmet’in vasiyeti üzerine ikinci Murat’ı tahta geçirtmiş, Edirne Sözlüdere’de
şehzade Mustafa ile yaptığı savaşı kaybetmiş ve 1421’de idam edilmiştir.

II. Murad, Çandarlıoğlu II. Đbrahim Bey’in kızı olan Hatice Hatun ile 1423’de
evlendi. Fatih Sultan Mehmet’in annesi olduğu söylense de, bu doğru değildir. Hatice
Hatun Fatih’in öldürtdüğü Şehzade Ahmet’in anasıdır ve türk soyludur. Đkinci eşi,
Hüma Hatun devşirmedir, korsanların tarafından kaçırılmış ve II Murat’ın haremine
alınmıştır. Bir Fransız prensesi olduğu, Stella, Esther isimleriyle anıldığı söylenir,
Bizans kayıtları ve tarihçiler Fatih’in anasının Hüma Hatun olduğunu ancak Türk
olmadığını söyler, Topkapı Sarayı’ndaki vakfiyede de kayıtlıdır, gebe kalınca
Müslüman olduğu söylenmektedir. Bursa sicilleri de Hüma Hatun’un Fatih’in anası
olduğunu kaydeder. Üçüncü eşi Seni Hatun’dur. Amasyalı Şadgeldi Paşa’nın
torunudur, bilgi yoktur, dördüncü eş ise, tüm tarihçileri Fatih’in ona olan ilgisinden
dolayı, anası olduğu yolunda yanıltan Mara Despina Hatun’dur. Fatih’in anası denilse
de kesinlikle anası değildir. Çünkü Fatih 1431’de doğduğunda, 1419 doğan
Despina’nın 12 yaşında Fatih’in anası olması gerekirdi, bu da pek akla uygun
düşmemektedir. Despina Hatun, Sırbistan kralı, Jorj Brankoviç ile Đrene Komnenus’un
kızıdır. 1419’da doğmuştur. II. Murat’la 1435’de evlenmiştir. 1435’de evlendiğine göre
1431’de Fatih’i doğuramaz. Kocası II. Murat 1451’de ölünce, Fatih onu tekrar
evlendirmek istemiş, kabul etmemiş, Bizans Đmparatorunun evlenme isteğini de
reddetmiştir. Fatih’te onu Sırbistan’a göndermiştir. Mara Despina Hatun kendini serez
topraklarında bir manastıra çekmiş, hiç çocuğu olmamış, dinini de değiştirmemiş,
zamanında patriklerin değiştirilmesinde büyük rol oynamış ve 1487’de ölmüştür.

II.Murad’ın ilk veziri Çandarlı Đbrahim Paşa idi (1421-1429) Bursa Kadısı, Edirne
Kadısı ve Edirne Kazaskerliğinden sonra veziriazam olmuştur. I. Murat’ın sadrazamı
Çandarlı Hayruddin Kara Halil Paşa’nın küçük oğludur. Düzmece Mustafa’yı
yakalayıp asmıştır. Akli ve hakli ilimlerden gelmiştir, 1429’da ölmüştür.

Đkinci Vezirinin 1429-1438 yılları arasında Amasyalı Hızır Danişmend oğlu Koca
Mehmet Nizamuddin Paşa mı, yoksa Đbrahim Paşa’nın oğlu Çandarlı Halil Paşa’nın
mı olduğu kesin belli değildir.
Üçüncü sadrazamı, Çandarlı (ikinci) Halil Paşa’dır. 1438-1453 tarihine kadar 15
yıl vezirlik yapmıştır, Türktür. Kadılık, kazaskerlikten sonra vezir-i azam olmuştur.
Osmanlı’nın son Türk sadrazamdır. Anadolu halkının Bektaşi örgütünün temsilcisi ve
son koruyucusudur. Ondan sonra gelenler devşirme sadrazamlar olacaklardır.

Đkinci Murad, Macarlar karşısında 1442 ve 1443’deki iki yenilgisi ile 10.000’lerce
Türkü şehit verince, tahttan çekildi, yerine 13 yaşında bir çocuk olan oğlu II. Mehmet
yani Fatih Sultan Mehmet tahta geçti. Çandarlı Halil Paşa Sadrazam’dır. O günlerde
Bizans Đmparatorları, Osmanlı padişahın izni ile tayin edilirken, padişahın 13 yaşında
olması, Çandarlı’ya zor anlar yaşatıyordu. Bu nedenle Bizansa karşı yumuşak
davranıyordu. Bu ortamda Macar kralı da, Osmanlı ile yapılan barış anlaşmasını yok
saydı ve haçlı ordusu hazırlandı. Çandarlı, II. Murat’ı tekrar tahta çağırdı (1444) Fatih
bu olaydan çok incindi, ileride bu hareketin cezasını Çandarlı hayatıyla, Türkler de
devletten uzaklaştırılarak ödeyeceklerdir. II. Murat bu savaşı kazandı. Fatih 1445
Kasım’ında tahttan tekrar çekildi. II. Murat tekrar 1446’da tahta geçti. Yeniçeriler
Edirne’de ayaklanmıştı, yine II. Murat gözüktü her şey düzeldi, Fatih 1446-1451 yılları
arasında Manisa’da Saruca Paşa ile kaldı. Çandarlı Halil Paşa devleti çekip çevirdi.
1451’de II. Murat üç gün içinde sebebi bilinmez bir şekilde ölünce Çandarlı bu kez
Fatih’i Manisa’dan tahta davet etti. Çandarlı’nın ve dolayısıyla Türkmenlerin de zor
günleri başlıyordu. Çandarlı Halil Paşa sadrazam kaldı, Rum asıllı Zaganos Paşayı
Balıkesir’e sürdü, Fatih onu tekrar Edirne’ye getirdi. Artık Devletin ipleri Zaganos
Paşa’nın eline geçmişti. Đstanbul’un fethiyle de Türk aristokrat yönetimi, devşirmelerin
eline geçecek, böylece Osmanlı, artık Türk Devleti olmaktan çıkacak, Đstanbul’un
fethiyle III.Roma Đmparatorluğu’na dönüşecek ve Türk halkından da tamamen
uzaklaşacaktır. Đşte padişahlarımız, kadınları ve yönetenler. Bunu anlatmak, soy sop
sevdası için değil, öyle söyleyenler içindir. Yalanlarla tarih yazanlar içindir.

Fatih Sultan Mehmet’in ilk eşi Arnavut Gülbahar hanımdır. Fatih’in haremine
1446’da girer ve II. Bayezit’ı doğurur. Đkinci kadını Manisa’da evlendiği Gülşah
Hatun’dur, şehzade Mustafa’nın anasıdır. Üçüncü eşi Dulkadiroğlu Süleyman Bey’in
büyük kızı Şitti Mükerreme hatun’dur. Fatih’ten çocuğu olmamıştır. Dördüncü eşi
Sırp, Venedikli veya Fransız olduğu rivayet edilen Çiçek Hatun’dur. Cem Sultan’ın
anasıdır. Beşinci kadını Mora Despotu Demetrus’un kızı Helene’dir. Ancak bu kadınla
hiç evlenmedi ve çocuğu da olmadı.

Fatih’in ilk sadrazamı Çandarlı Halil Paşa idi, 1444-1446 arası ve 1451 ile 1453
arasında ona iki kez sadrazamlık yapmıştır ve Çandarlı Halil Paşa 13 ncü ve son
Türk sadrazamıdır. Ahi ve Bektaşilerin devlet yönetimindeki son temsilcisidir.

Çandarlı’dan sonra Fatih’in ikinci sadrazamı Rum veya Hırvat olduğu sanılan
esas adı bilinmeyen Mahmut Paşadır. 1453’den 1466 yılına kadar 13 yıl birinci
sadaret, 1472-1473 yıllarında da ikinci sadareti olmuştur. Sırbistan’ı bir şekilde
kontrolüne aldı, Amasra, Sinop’u aldı, Đsfendiyaroğulları ile Çandarlıoğulları
beyliklerini Osmanlı’ya kattı. Eflak ve Bosna seferlerine katıldı, 1464’de Macarları
yendi. Mahmut Paşa çok itibarlı idi, Fatih’in imparatorluğunda sadrazamlığının keyfini
çıkarıyordu. 1464’de Karaman beyliğinde taht kavgası vardı. Karaman’a gönderildi,
zenginlerden rüşvet aldığı duyulunca Fatih, Mahmut paşa’yı sadrazamlıktan azletti,
donanma komutanlığına tayin etti. Yerine üçüncü sadrazam olarak Rum Mehmet
Paşa 1466-1469 getirildi. Đstanbul’un fethinde esir düşmüştü, sarayda tahsil terbiye
görmüştü, Arnavutluk seferine katıldı, Mahmut Paşa’nın yerine Karaman’a gönderildi,
o da Karaman ve Konya’yı yaktı, yıktı, Türkmenleri kılıçtan geçirdi. Mevlana’nın
torunlarından Emir Ali Çelebi oğlu Ahmet Çelebi’yi, amele ve zanaat erbabı ile birlikte
Đstanbul’a gönderdi, çok adam öldürdü, cami, türbe ve medreseleri soydu. Anadolu
halkını iyice devlet aleyhine döndürdü, Silifke’ye yürüdü, ama Varsaklar mevkiinde
yenildi. Fatih’te onu azletti, yaptığı zulümden dolayı 1470’de idam edildi.

Fatih’le birlikte sadrazamlık ve devlet yönetimi Rumların eline geçti. Sanki bu


kez de Bizans, Türkmenlerden Bektaşilerden öç alıyordu. Fatih’in dördüncü
sadrazamı da Rum Đshak Paşa idi. 1469-1472’de 1.sadaret, 1481-1482’de 2.sadaret
oldu. II. Murad zamanında Haznedarlıktan vezirliğe çıkmıştı, Đstanbul’un fethinde
Anadolu beylerbeyi idi. Rum Mehmet Paşa’nın yerine Fatih Karaman’a onu gönderdi,
o da Karaman’ı yıkıp yaktı, Aksaray’ın halkını Đstanbul’a gönderdi, onları Aksaray
semtine yerleştirdiler, Fatih onu da 1472’de azletti.

Fatih’in bundan sonraki sadrazamı Rum Đshak Paşa’dan sonra ikinci kez yine
Rum Mahmut Paşa’dır. (1472-1473) Fatih’le Uzun Hasan için Otlukbeli’ne gitti.
1473’de zafer kazanıldı, savaş sonrasında Fatih, bir bahane ile kafasını keserek idam
ettirdi.

Fatih’in beşinci sadrazamı 1474-1477 Gedik Ahmet Paşa’dır, onun da Sırp,


Arnavut, yahut Rum olduğu söylenir. Akkoyunlulara karşı Koyunluhisar’da zafer
kazanır. Otlukbeli seferine o da katılmıştır. Şehzade Mustafa ile Konya’da
lalalığa tayin oldu, Otlukbeli savaşından sonra şehzade Mustafa ölünce Şehzade
Cem’e lala oldu. Kırım (1475), Boğdan, Morova (1476) seferlerine katıldı. Arnavut
oluşundan mıdır, bilinmez; Arnavutluk seferine engel olmak isteyince Rumeli
hisarında zindana atıldı. Kendisini sadrazam karamani Mehmet Paşa kurtardı,
donanma komutanlığına getirildi, Karaman’da keyfi adam öldürmesi onun da
boğularak öldürülmesine neden oldu.

Fatih’in Altıncı sadrazamı bu kez Đstanbul’un ilk kadısı Hızır Bey’in oğlu Hoca
Sinan Paşa idi ve Türktü. 1476-1477 neden sadrazamlığa geldiği, neden gittiği belli
değildir.

Fatih’in yedinci ve son sadrazamı da bu kez Konyalı bir türktür. (1477-1481)


Mevlana Celalettin’in torunlarındandır. Çandarlı Halil Paşa’dan sonra (1453) 24 yıl
devşirmelerin elinde kalan sadrazamlık onunla tekrar canlanmış, padişahın ferman ve
beratlarına alamet çekmeye yetkili olan nişancılık makamından sadrazam olmuştur.
Onun zamanında da Anadolu halkının devletle olan kavgası hızlandı, Fatih’in vakıfları
tımara vermesi, tımarların gelirinin ortadan kalkması ona mal edilecek, Fatih’in
ölümünden sonra Şehzade Cem’i desteklemesi sonucu II Bayazıt’ın tahta çıkması ile
yeniçerilerce öldürülecektir.

Bundan sonra artık Anadolu’daki her hareket kanla durdurulacak ve devlette


Anadolu’ya ve Türkmenlere sahip çıkacak kimse kalmayacaktır. Başka bir Türk tarihi
yazdık. Burada amaç Türklüğü rencide etmek asla değildir. Bilakis, Türklerin ve
Türkmenlerin tarihteki konumunu ortaya koyup savunmaktır.

Artık Osmanlı Devleti; padişahlarının Türk olmayan karılarıyla, iyice Türk


soyundan uzaklaşacak Hırvat, Sırp, Rum, Arnavut, Rus kadın ve devşirme sadrazam
ve vezirlerle devlet yönetilecek, Osmanlı Türkmenlerden gittikçe uzaklaşacak,
sonuçta Yavuz’un fetvasına kadar gelecek, Türkmenler ve Bektaşilerin adı Alevi
oluverecek Kanuni ile Aleviler sürgünler yaşayacak, katledilenlerin adları dinsiz
Alevi’lere çıkacak, Türkmenler sanki Osmanlı’nın sahibi değil, halkı değil, bir şii, bir
Farsi, bir kızılbaş veya bir “al alevi” veya “alivi” oluvereceklerdir. Anadolu halkının
geleceği değişecek, onlar önce saraydan, sonra devletten, sonra da şehirlerden
uzaklaştırılacaklar, şehirdeki Bektaşiler, devletin himayesine girecek, alevi adı verilen
Türkmenler yine yaylalara, yüksek dağlara kırsala çekilecek ve sahipsizce
Cumhuriyete kadar oralarda kalacaklardır.

KISIM II
BEKTAŞĐLER FETĐHLERDE

Bizansın Balkanlara sürdüğü Galatlar, Bosna, Filibe, Dimetoka’dan Batı’ya,


Avrupa’ya giderken, bir kısmı da tekrar Doğu’ya, “Karesi” bölgesine, Alaşehir ve
Toroslara dönmüşlerdi. Đşte o halkın sevindiği gün gelmişti. Bizansın keşişleri gibi
giyinen Galatların keltik kiliselerinin rahipleri çok çabuk Bektaşilerle Anadolu’daki
Kızılırmak-Sakarya arasında olduğu gibi yine bir araya geldiler. Galatların yardımıyla
Bektaşilerden oluşan Osmanlı ordusu, Bizans’tan kolayca Bursa’yı alıverdi.
Bursa’nın alınışı fetihle olmadı.

Alişir Irmağı kenarındaki Aziz Ronald manastırı, birden Abdal Murad’ın


tekkesine dönüşüverdi. Değirmenli Kızık’taki Libiana Manastırı gibi Aziz Agopios
Manastırının da adı değişti, Yoğurtlu Baba tekkesi oluverdi. Diğerleri sırasıyla Abdal
Musa tekkesi, Emir Sultan tekkesi, Zeyniler Tekkesi, Geyikli Baba Tekkesi
oluverdiler.

Bizans Đmparatoru IV.Konstantin’in bir ışığı izleyerek geldiği Bursa hikayesi ile
onu karşılamaya gelmeyen Platon adlı keşişin hikayesi de, Emir Sultan’ın üç kandilin
yol göstermesiyle geldiği Bursa hikayesine dönüşüverdi.

Galat rahiplerinden Aziz Ronald manastırında azizi Joonnice’ın halkı


yılanlardan kurtarması da Abdal Murat’ın öyküsü oluverir.

Galatların şekilsel hıristiyanlığı ile Bektaşilerin şekilsel Müslümanlığı; Sakarya-


Kızılırmak arasındaki birliktelikleri, Amasya’da Galatların Bektaşilerle kucaklaşması
gibi, bu kez Bursa’da da kucaklaşması oldu.

Bektaşi ve Ahi önderleri, Karesi Beyliğini Osmanlı’ya ilhak etmişlerdir.


Dimetoka’da Balkanlardan Anadolu’ya geri dönen Galatlar bu kez Çanakkale Edremit
Balıkesir yani Karesi’ye yerleşmişlerdi. 1345’de Osmanlı ile kolayca kardeş oldular.
1354’de bu kez Süleyman paşa ve ordusu Gelibolu’ya karesi donanması ile taşındı.
Ordunun beyleri, komutanları Bektaşi beyleri, Emir Sultan, Abdal Samed, Elbey,
Cendereli Kara Halil, Seyit Ali Sultan, Rüstem Gazi idiler, yol gösterenlerde
Galatlardı. Kolayca Çorlu, Lüleburgaz, Osmanlı devletine katıldı. Orhan Bey Bursa’ya
yerleşti, Devletin başkenti oldu. Osmanlı, Galatlar sayesinde Bursa’da güven içinde
idi. Galatların çocukları Bektaşilerle tekrar geri geldikleri Dimetoka’ya savaşa
gidiyorlardı, ordu 1363’de Dimetoka’ya ulaştı. Dimetoka Bektaşi ve Galatların eline
geçti, artık Osmanlı’nındı. Sultan I Murat’ta, Bursa gibi bu güvenli yerde, tarihte adları
geçmese bile Galat’larla birlikte karargahını kurdu. Galatların bölgede geniş siyasal
ve dinsel etkisi vardı, Bosna onların önlerinde kolayca açıldı. Ardından Romanya,
Sırbistan, Eflak, Boğdan yolları Osmanlı’ya açılacaktı. Çünkü bu bölge ve yollar
Galatların yıllar önce avucunun içi gibi bildiği yerlerdi. Çok çabuk Bektaşi tekkeleri
oluşturuldu. Bektaşi babaları halkla hemen kucaklaştı, yerel halk Osmanlı’ya direniş
göstermedi, hatta Osmanlı’nın önünü açtı. Osman ve Orhan Bey gibi I. Murad’ta
ordusunda Galatlara yer vermişti. 400 çadırlık Galat savaşçısını Balkanlarda hep
yanında taşıdı. Bir yandan da Dimetoka’daki bektaşi dergahını, Amasya Bektaşi
ocağına bağladı, artık Dimetoka’nın izni ve desteği alınarak Balkanlarda işe başlanır
olmuştu. Orhan bey Bursa’daki Abdal Murad, Geyikli Baba, Postinpus tekkelerini
onardı, Sulucakarahöyük’teki Hacı Bektaş-ı Veli türbesini inşa ettirdi. Dimetoka
ocağının postu, Hacı Bektaşin muridi, Yoloğlu Kızıldeli Sultan adıyla anılmaya
başladı. Artık Galatlar ve Bektaşiler Osmanlı devletinin bu döneminde Balkanlarda ve
Anadolu’da inanç ve ibadetlerinde rahat bir ortama ulaşmışlardı.

KISIM III
OSMANLAR, TÜRKMENLERDEN AYRILIYOR

Yıldırım Beyazıt’tan sonraki dönem; 4 oğlunun kavgası ile geçti. Bizans


Đstanbul’u kuşatan Germeyanoğullarından Musa Çelebi’ye karşı Sırp kralı I. Lazar’ın
kızı Maria Olivera Despina’nın oğlu Mehmet Çelebi ile ittifak yaptı, Đsa ve Süleyman
Çelebiler ortadan kaldırıldı. Musa’da yenildi, I. Mehmet Çelebi, Bektaşilerin
savunduğu Musa Çelebi’yi tasfiye etmek istedi. Bektaşilerin Musa’ya bu desteği
onlarında devlette sonu oldu. Hanedan Türklerin elinden gidiyordu. Ölen şehzade
Musa’nın kazaskeri Şeyh Bedrettin Đznik’e sürgün edildi, ancak o da rahat edeceği
Rumeli’ye geçti. Ancak muridi Börklüce Mustafa ve ordusu Aydın’da, Torlak Kemal ve
yandaşları Manisa’da Osmanlı tarafından kılıçtan geçirildi. Şeyh Bedrettin
ayaklanması da 18.12.1416’da Bedrettin’in idamı ile sona erdi, Osmanlı da ilk ama,
Anadolu’daki yönetime karşı yapılan Türkmenlerin ikinci ayaklanması da böylece
hüsranla sona ermişti. Saray ve padişah, Bizans ve kilise ile birlikte Türklere ve
soyuna karşı birleşmişti yine, Türkmenler bu kez de “Bektaşiler” adı altında yeni
devletinin karşısında kalmıştı.

Osmanlı Devletinin ilk döneminde yönetimin hoşgörüsünden söz edilebilirse de,


bunu imparatorlukta sürdürmek mümkün değildir. Yönetenler artık pek çok inancın
ruhbanlarını yanlarına aldıklarından dolayı, gayri müslümlere, ödedikleri daha yüksek
vergiden dolayı daha hoşgörülü iken; Müslümanlara daha doğrusu islamın içinde
gözükenlere aynı hoşgörüyü göstermemekte, şeriatı keskin uygulamaktadır. Yavuzla
başlayarak islamiyetin halifesi olan padişahlar hiç hacca gitmez, saç ve sakalının
kıllarını altın leğenlerde yıkatıp, Medine’ye gömdürürken, şeriatın akıl almaz
yorumlarını halkı için uygularlardı. Bu şerr-i kuralları belirlemek için Bizanstan
öğrendikleri gibi dinsel otoriteyi yanlarında tutarlar, ruhbanları devlet adamı statüsüne
çıkarırlardı. Amaçları inançların tartışılmazlığı ile cahilliğin üst üste olduğu ortamda,
Tanrısal kurallar gibi kuralları, emirleri düzenletmek ve bunları uygulatmaktı.
Padişahın yazılı emri ferman az kullanılırken, müftülerin daha sonra şeyhülislamların
sunulan bir müşkil hakkında verdiği cevaplar olan fetvalar, bu nedenle çokca
uygulanmıştır.
Fatih, II. Mehmet’le başlayan huzursuzluğun asıl nedeni, Müslümanlığın
şeriatına daha fazla önem verilmesi gibi gözükürse de; asıl sebep, boşalmış hazine
idi. Yeni devlet, imparatorluk savaşmaktan dolayı çok para harcamış ve hazine
boşalmıştı. Yeni vergiler konulmalı idi. Tabii ki biraz da baskı ve sömürünün
arttırılması gerekiyordu, bu dönemde baskı ve korku arttı.

Osmanlı hanedanı, yönetenler, Türkmenlerin Şehzade Musa’ya verdiği


desteğini hep aklında tutacaktır, Fatih Sultan Mehmet anası Hüma Hatun ve analığı
sırp Mara Despina, Ortodoks ve Rum olan veziriazamı Mahmut Paşa ile Đran asıllı
olan müftüsü Fahrettin’in telkini ile Hurufileri, aralarındaki pek çok Bektaşiyle
Edirne’de yaktırdı, Fatih o zaman 13 yaşında idi.

Hurufilik, şeriatın içimsel zorunluluklarını red ediyordu. Harflerle insanın sırrını


erilebileceğini söylüyordu. Ölümden sonra başka bir hayat yok diyordu, namaz ve
oruç onlara hiç uğramıyordu. Bu dünya insan olan için cennetti, onlar Fazlullah-ı
Tebrizi’nin ölümünden sonra Anadolu’ya kaçmışlar, Bektaşilerin aralarına
sığınmışlardı. Galatlar gibi, bu kez Bektaşiler örtüşen ve benzeyen innaçlarından
dolayı Anadolu’da onları korudular. Şeyhülislam Fahrettin Acemi ve Sırp Mahmut
Paşa iktidarları için, şeriatı ileri sürerek meydanlarda bu insanları “hoşgörüleri ile”
yaktılar.

Yarın Đstanbul’u fethederken, yine onları öne sürecek, hendekleri Türkmen


Bektaşi cesetleriyle dolduracaktı, ama bu yaptıklarıyla Türkmen olan Bektaşileri
safevi devletine, Đran’ın şiilerin kucağına itecek, adları da ileri Alevi olacak ve
ayaklanmalara hep bu eski yapılanlar neden olacaktı, halkı devletinden iyice
koparacaktı.

Fatih yayınladığı bir kararname ile Kızılbaş Türkmenlerin nevruz bayramını,


islamiyete uygun bulmayarak, ramazan ve kurban bayramının dışında kalan tüm
bayramlarla birlikte, resmi bayram olmaktan çıkardı. Pek çok bahanelerle Rumeli’ye
sürülen Türkmenler, saraya göre akıllanmayınca Rumeli’deki Müslümanların hidayete
ermediğinden bahisle her gün beş vakit namaz kılmalarının kontrol edilmesi
emredildi.

Ancak, halk ile asıl savaş II. Beyazıt ile başlayacaktı. II. Beyazıt’ın “ol diyarda
yaşayan Türklerin varlıkları doğuştan yaramaz olup, yaradılışlarından dik başlı
olduklarından başka, huysuzlukta onların yapılarında ikinci bir huy gibiydi. Ol
insanlıktan eksik kişilerin nifak dolu yüreklerinde binbir türlü fesat gömülü olup, her
biri insan biçiminde laf anlamaz, hayvana benzer kişilerdi.” Düşüncesidir. Yavuz’a
göre, “Kızılbaşlar Tanrı’nın verdiği bir felakettir. Bunlar inançları yolunda can verirler
ve cenk ateşine semender gibi giderler. Ne ölümden korkuları, ne de uğraştan
cekindikleri vardır. Đnanç bağları çok güçlü ve saldırıları bir felakettir. Đşleri zulüm,
gidişleri de dinsizlikdir.” Diyordu.

Divanda karar alındı : “Çün ol sapkınlar topluluğunun fesatlık ve yaramazlığı,


dinsizlik ve zındıklık gösterileri öyle bir dereceye ulaşmıştır ki… Bu nedenle din
bilginleri, tek Tanrı’ya inanmış olgun kişiler, ol sakınılması gereken namus yerlerini
helal sayan değerli kişilerin kanlarını dökmekten sakınmayan, mescit ve tapınakları
yıkan, türbe ve kabirleri yakan, uluğ sahabelerin temiz torunlarına küfürler saçan,
fıska sevgi gösteren… Yaygın kötülüklerin kaynakları olanları kanlarının dökülmesi
helal, köle ve cariyelerinin yağmalanmasının mübah olduğuna…”

Şimdi sıra fetvalara geliyordu. Her şehrin kadısına defter tutulmuş, 7 ile 70 yaş
arasındaki Kızılbaşların tespit edilmesi emri vardı.

Yavuz Sultan Selim’in Đstanbul müftüsü “Bi Saru Görez” adlı müftü Hamza’nın
fetvası şöyle idi;

“Ey Müslümanlar, bilin ve haberdar olun ki, reisleri Erdebil oğlu Đsmail olan
Kızılbaş topluluğu, Peygamberimizin şeriatını, sünnetini, Đslam dinini, din ilmini, iyiyi
ve doğruyu beyan eden Kur’an-ı küçük gördüler. Yüce Tanrı’nın yasakladığı
günahlara helal gözüyle baktılar. Kutsal Kur’an-ı ve öteki kutsal din kitaplarını tahkir
ettiler ve onları ateşe atarak yaktılar. Hatta kendi mel’un reislerini Tanrı yerine koyup
ona secde ettiler. Hazreti Ebubekir’e, Hazreti Ömer’e söğüp, onların halifeliklerini
inkar ettiler. Peygamberimizin karısı Ayşe anamıza iftira ettiler ve sövdüler.
Peygamberimizin şeriatını ve Đslam dinini ortadan kaldırmayı düşündüler. Onların
burada bahsedilen ve bunlara benzeyen öteki kötü sözleri ve hareketleri benim ve
öteki bütün Đslam dininin alimleri tarafından açıkca bilinmektedir. Bu nedenlerden
ötürü Şeriat hükmünün ve kitaplarımızın verdiği haklarla bu topluluğun kafirler ve
dinsizler topluluğu olduğuna dair fetva verdik.Onlara sempati gösteren, batıl dinlerini
kabul eden ve yardımcı olanlar da kafir ve dinsizlerdir. Bu gibi kimselerin topluluğunu
dağıtmak bütün Müslümanların vazifesidir. Bu arada, Müslümanlardan ölen kutsal
şehitlerin yeri cennet’i ala’dır. O kafirlerden ölenler ise hakir olup cehennemin dibinde
yer tutacaklardır. Bu topluluğun durumu kafirlerin (kitap sahibi Hıristiyan ve
Yahudilerin) halinden daha kötüdür. Bu topluluğun kestiği veya gerek şahinle, gerek
ok ile, gerek köpek ile avladığı hayvanlar murdardır. Onların gerek kendi aralarında
gerekse başka topluluklarla yaptıkları evlenmeler muteber değildir. Bunlara miras
bırakılmaz. Sadece Đslamın sultanının, onlara ait kasaba varsa, o kasabanın bütün
insanlarını öldürüp mallarını, miraslarını, evlatlarını alma hakkı vardır. Ancak bu
mallar islamın gazileri arasında taksim edilmelidir. Bu toplamadan sonra onların
tövbe ve nedametlerine inanmamalı ve hepsi öldürülmelidir. Hatta bu şehirde
(Đstanbul) onlardan olduğu bilinen veya onlarla birlik olduğu tespit edilen kimse de
öldürülmelidir. Bu türlü topluluk hem kafir ve imansız, hem de kötülük yapan
kimselerdir. Bu iki sebepten onların öldürülmesi vaciptir. Dine yardım edenlere
Allahda yardım eder. Müslümanlara kötülük yapanlara Allahda kötülük eder.”

Bu fetva ile 40.000’nin üzerinde Alevi Türkmen katledilir. Alevi Türk halkı,
ölüm, terör ve sürgünün yanı sıra verimli topraklarından kovuldular, malları mülkleri
talan edildi, ticaret yollarının üzerinden uzaklaştırıldılar. Tarihsel gerekçe Çaldıran
Savaşı öncesinde arkada tehlikeli bir güç bırakmamaktır.

Oysa amaç, sapkınlığa sürüklenen aşiret ve illerin iyice incelenmesi, şii


mezhebine girdiği söylenen, defter halinde tespit edilen 40.000 kişinin belirlenmesi,
bunların elebaşılarının öldürülüp, ortadan kaldırılması, geri kalan beyinsiz
Türkmenlerin ibret olacak şekilde yola getirilmesi idi. 1512 yılında böyle anlatılıyordu.

Yavuz Sultan Selim’in müftüsü (daha henüz Şeyhülislamlık makamı


kurulmamıştır) Müftü Hamza’nın yazdığı fetvası, işte böyle 1511-1512 Şahkulu
ayaklanmasını başlattı.
Sırada “Kızılbaş lekesi olanlar hapis ile iktifa edilmemeli, bu gibiler isabetli
tedbirlerle elde edilerek habis vücutları ortadan kaldırılmalıdır. (1553)” diyen Kanuni
vardı. 30 Eylül 1520’den 6 Eylül 1566 tarihine kadar 46 yıl sürecek kanuni saltanatı
Anadolu halkına zehir olurken batının muhteşem Süleymanı şeriatın Anadolu’da
taçlanmasına en büyük katkıyı yapacaktı. Şeriatı kurumsallaştıracak, katledilmeleri
için “bu dinsizlerin pislik bulaşmış vücutlarını, zaman sahifesinde ne zaman izale
ederiz?” diye vezirlerine soracak, kürt beylerini Türkmenlerin üzerine salacak,
günümüzde devam eden çatışmaları da Anadolu’da başlatacaktı.

Selim öldüğünde de hazine bomboştu. Sarayın halkı karşısına almasının


nedeni, halkın elindeki üretim araçları ve ürünlerini zorla alma isteği idi. Harç, vergi
yetmediğinden muhteşem Süleyman “ARAZĐ TAHRĐRĐ” ne başvurdu. Halk ile sarayın
kavgasının önemli ve esas sebebi buydu. Köylünün verdiği vergiyi yeterli bulmayınca,
toprak ölçülerek, ödediği vergi dışında toprağın fazlası için ek vergi almak anlamına
geliyordu. Bu dönem Anadolu halkı için yokluk ve açlık dönemiydi. Baş
kaldırmamaları için şeriatın zorbalığı ve anlamsızlığı daha da arttırılacaktı. Ancak
böyle halk bastırılabilirdi.

Halkın liderlerinden “Sarı Saltuk” için fetvalara, fermanlar hazırlanacak,


Varna’da dergah basılacak, kürt soyundan gelen şeyhülislam Ebussuud Efendi ile
Anadolu iyice kan gölüne çevrilecekti. Halka yapılan bu baskının adı da Kızılbaşlığı
bastırmak olacaktı.

Sarayın müşkil görerek sorduklarına şeyhülislam Ebussuud Efendi


yönetenlerin bekledikleri cevapları veriyordu. “Kızılbaş topluluğunun şeriat kuralları
uyarınca toplu olarak katledilmeleri helal olup, katl eden gazi ve bu sırada Kızılbaşlar
tarafından öldürülenler şehit olurlar mı? Kızılbaşların topluca öldürülmeleri helal olup,
bu din uğruna yapılan büyük savaştır. Bu savaşta ölmekte şehitliğin en ulusudur.”
Başka bir soruya da, “Ol zalim Kızılbaşlar, Ulu Kur’an-ı, kutsal şeriat kurallarını ve
Đslam dinini hafife alıp, küçükserler. Şeriat kitaplarına söverek ateşte yakarlar. Gerçek
din alimlerine karşı olup, öğrendikleri şeriat bilgilerinden dolayı onları kınarlar.
Önderleri olan lanetli günahkarları Tanrı yerine koyup ona secde eyleyip, dince yasak
olduğu ayetlerce kesin olarak belirtilen türlü yasakları helal sayarlar. Ayrıca Hz.
Ebubekir ile Hz. Ömer’e lanet ettiklerinden dolayı da kafirdirler. Ve peygamberimizin
ailesi Hz. Ayşe’nin temizliği, erdemi konusunda bunca ulu ayet inmiş iken, Ayşe’ye dil
uzatarak Kur’an-ı Kerim’i yalanlamaya kalkışırlar. Bu yüzden de kafirdirler. Ayrıca
peygamberimizin sevgili eşlerine leke sürerek peygamberimizi küçültürler. Bu
nedenlerle bu başıboş topluluğunun, büyüğü, küçüğü, yurtları ve tüm eserleri ile
KATLEDĐLĐP, ORTADAN KALDIRILMALARI MÜBAHTIR. Kızılbaşların kafir
olduklarından kuşku duyanlar dahi kafir olurlar…Kızılbaşların tövbeleri geçerli
değildir, islamiyete kabul olunmazlar ve mutlaka katledilmeleri gerekir.” Fetvasını
verecekti.

Ancak olaylar fetvalarla, fermanlarla katledilmelerle çözülemeyecekti. Amasya,


Merzifon, Niksar, Kastamonu, Taş Köprü, Küre, Kayseri, Erzurum, Ahyolu, Denizli,
Filibe, Bozok, Elbistan, Malatya, Çorum, Zile, Tokat, Turhal, Đskilip, Osmancık olaylar
sürüp gidecek, saray halkını kılıçla sindirecekti. Saray kayıtlarında “onlar defter edilip
katledildi, ihrak-ı binnar edildi, Kızılırmak’a ilka edilip boğduruldu, ateşe atılıp yakıldı”
denilecek, bu olaylar bazen gizli, bazen açık halkın hafızasında yer edecekti.
Nasıl; 1040’da Dandanakan savaşıyla, Arapların egemenliğinde biçimlenen
Müslümanlık tarihi, artık Türklerin egemenliğinde yazılmaya başladıysa; bu kez
Fatih’in intikam duygusuyla hızlanan, Yavuz’la şekillenen 1512’de Alevilerin
devletten, yönetimden uzaklaştırılması hareketi, Türklerin Đslam tarihinde
Müslümanlığa etkisini tamamen sona erdirmiştir. Đslamı, Türkler değil, artık Osmanlı
hanedanı yönlendirecektir. Din artık Osmanlı Devletinin himayesindedir. Devlet ve
ruhbanlar insanların inacına şekil verecek, dinin baskı ve zorlaması halkın üzerinde
başlayacaktır. Artık Tanrı’nın kulu yapılan Anadolu insanı, Tanrı adına toprakları
yönetenler ve ruhbaların kulu kölesi olacaktır.

Bektaşiler 1499’da Dimetoka da Kızıldeli Sultan ocağı, Aydın’da Yassıyatırbak


ocağı, Sulucakaracahöyük ocağını birleştirerek, Balkan, Batı Anadolu ve Orta
Anadolu Bektaşilerini bir araya getirmekle bir güç oluşturduklarından Osmanlı
yönetimi bu zulmü onların bu gücünü kırmak için yaratmıştır.

Bu olayların ardından sessiz ve güçsüz kalan Anadolu halkı kıraç topraklara,


dağların tepelerine çekilerek sessizliğini ama varlığını korumaya çalıştı. II. Mahmut
döneminde 1826 yılında tüm Bektaşi tekkeleri Nakşibendi tarikatına devredilinceye
kadar 400 yıl sessizliğini muhafaza etti. Onlar tekkesiz, babasız kaldılar, ama
Bektaşilerin çocukları Alevilerin günümüze kadar gelen daha da bilinçli evlatları
oldular. Ta ki, Mustafa Kemal’in laiklik ve cumhuriyetle onların elinden tutarak ayağa
kaldırdığı güne kadar sessizliklerini korudular.

Bugünkü adlarıyla Aleviler, Şaman Türkler için Bizans’ın Galatların kutsal


mekanları, hatta Anadolu’nun Kibele’li, çok tanrılı dönemlerinin kutsal yapıları da
kutsaldı, inançlarından dolayı buralara saygı gösteriyorlardı. Onlara göre diğerlerin
kutsalı, onlar için de kutsal olmalıydı. Ayrıca onlara göre özel bir ibadet yeri
yaratılması gerekmiyordu. Arayışında da olmadılar, insanla tanrısı arasında birilerinin
olması gerekmediği gibi, onunla birlikte olmak için bir özel yere de ihtiyaç yoktu.
Evrenin her yeri secdegah idi. Onlar gittikleri yerlere önce meyve ağaçları dikerler,
toprağı işlerler, fırın, değirmen yaparlardı. Yöreye yararlı kurumlar oluştururlardı.

Bunu bilen Osmanlı devleti yönetenleri ve Müslüman ruhbanlar Alevilerin


yurtları, evleri barklarını yıkıp yok etti, canını kurtaranlar kıraç bozkırlarda insanlardan
uzak yaşama imkanını aradılar. Balkanlarda ve Avrupa’da zaviyeler kurma yolunu
seçtiler, Avrupa’ya yeniden göçtüler, Haskova, Dimetoka, Alberia yakınındaki Batova
(obroviste) Varna’daki (torgoviste) Galatlar bir kez daha onlara büyük yardımda
bulundular. Böylece Alevi düşünce ve inanış şeklini Avrupa’ya taşındılar. Onların
zaviyeleri Đslamiyette ne kabul gördü, ne de onlar islamiyetin arkasına saklandılar.
Onlara göre Demir Baba, artık Hacı Bektaş’tan da önde geliyordu. Nefeslerinde,
dualarında artık Demir Baba, Kızıl Deli, Sarı Saltuk anılıyordu, küstükleri, uzak
kaldıkları anadolunun piri’de, Hacı Bektaş’ta artık onlardan sonra anılmaya başladı.

Đşte ondandır ki; Şeyh Bedrettin ayaklanmasıyla, Anadolu ve Balkan


düşüncesinin farkı ve değişik gelişmesi doğdu. Her ne kadar Bektaşiler ve Aleviler
yerleştikleri yerde yabancı öğelere kendi düşüncelerini anlatmaya, öğretmeye
çalışmışlarsa da, kılıç iki yanlı kesmiş ve diğerleri de onları etkiledi ve değiştirdi.
Bektaşi Veli’nin ölümünden sonra yandaşları nasıl onun yazılmamış bilgilerini
yayarak, müslümanlığın değil, onun anısını sürdürdüler ve Bektaşi tarikatı ile
muridlerini yaratırlarsa, Bektaşilik’te, hiçbir askeri gücü yok iken; Osmanlının kuruluşu
sırasında ve onların Balkanlar ve Anadolu’da ilerleyişlerinde uysal ve yardımcı bir
araç ve destek oluşturdular.

Bektaşiler bu yüce görevleri sırasında çok doğaldır ki, zamanla Asya’nın


gelenekleriyle Anadolu’nun yerli halkının geleneklerini de karıştırarak, yeni değerler
ve öğeler kazandılar, ama yönetenler bu değişikliğe ayak uyduramadılar, hatta Arap
ve Fars etkisiyle daha da radikalleştiler, onların Müslümanlığı ve bağnazlığı onları
halkından iyice uzaklaştırdı. Osmanlı’nın yurttaşı, yerli halkla bütünleşirken, Osmanlı
da Arap Müslümanlığı’na yöneldi. Osmanlı ile Türkler arasındaki mesafe daha da
arttı. Yeni akımlar değişen tarikatlar, inanışlar, biraz kabalistler, hurufiler derken,
Osmanlı’nın karşısına yeni bir halk kültürü ve inancı çıktı.

Türk Halkı, Anadolu kültürü Cumhuriyet’e kadar saraydan, devletten böylece


uzak yaşadı. Devlet ile halkın inancı her geçen gün iyice farklılaştı.

Đşte 12 Eylül 1980 hareketi süregelen bu çekişmeyi, yeşil Đslam, yeşil hatla
yeşil sermayeye yol ve imkan vererek, ortadan kaldırmayı amaçladı. Devlet ile halkını
barıştırmak amacı adı altında dinin devletin içine girmesine, Türkiye’nin bugünlere
gelmesine, bugünkü şartların doğmasına neden oldu.

Ancak bugün, Arap etkisinde ve yönetiminde bir iktidarla Türk halkı


Müslümanlaştırılarak, sanki Müslüman iktidarıyla halk barıştırıldı, sessizce
yakınlaştırılmış gibi gösterildi. Aleviler iyice kenara itildiler ve sanki görünürde bir
küçük islam mezhebi gibi gösterildiler. Oysa geleneklerine bağlı ve yazılı olmayan
kuralları ile Aleviler yine benliklerini koruyacaktı, direnç göstereceklerdi. Onlara çare
bulundu, onlar da hacca gider, namaz kılar, oruç tutar oldular. Ali, Hüseyin, Hasan
daha da öne çıkarıldı. Şaman ve ataları unutturuldu. Đran’da destek verince
Haydar’lar, Đsmail’ler, Şahın şahı, yine gündeme getirildi. Kasetler kitaplar derken,
Asya’nın Türkleri, anadolunun bu Türkmenleri kandırılıverdiler. Alevidir diyerek
Araplar, kürtler de onlara kardeş edildi, aslı kökleri, ataları unutturuluverdi. Şii, şafi
oluverdiler. Böylece müslümanlığın iyice içine yuvarlandılar ve halkın inancı, sanki
artık iktidarın ve devletin inancından farklı değildi. Onlar devlete yaklaştırılırken,
devlet ve iktidar arap müslümanlara yaklaşınca, hep birlikte Türk halkı Şamanlıktan,
Türklükten tamamen uzaklaştırılmış oldu. 1826’da yeniçeri ocağı kaldırılınca,
kapatılan bektaşi tekkeleri nasıl dönemin devletin sunni-cemaat inanışına uygun
tavrından dolayı nakşibendi tarikatlarına verildi ve Bektaşilik sonlandırıldı ise, halkın
arasında yaşayan Alevilikte, Müslümanlığın hamuruna karıştırıldı gitti.

Hacı Bektaş’ın böyle bir tarikat veya murid beklentisi yoktu, çünkü o bir şaman
ve bir düşünür, geldiği asyanın ve yerleştiği Anadolu’nun değerlerini, geleneklerini
hamur ederek halkına sunan bir kişi idi. O devleti ile kavgayı istemiyordu. O yalnızca
Baba Đshak’ın yanında olmuştu, o halkına düşüncesi, vicdanı, inancı gibi özgürlük
istiyordu. Osmanlı’da, Bizans’ı örnek alarak, göçerlerini toprağa bağlayıp vergi alan
bir devlet olmak istiyordu. Ölümünden 200 yıl sonra o bir müslüman tarikatı oldu, 500
yıl sonra da kaybolup gibi, Osmanlı devleti onlarla kuruldu, ama halkının desteği
kalkınca o da 600 yılda yok olup gitti, ancak ne pahasına olursa olsun Aleviler
bırakılan emanetlerle bugünlere gelebildiler.
KISIM IV
KOMŞU VE AKRABAMIZ BĐZANS’TA NELER OLUYOR?

Peki Osmanlı’nın halkıyla ilişkisi ve devlet yapılanması böyle gelişir ve


değişirken, komşusu ve akrabası Bizans’ta neler oluyordu? Onlar, Osmanlı’nın
halkıyla olan kavgasını nasıl etkiliyor? Neler yapıyorlardı? Osmanlıyı anlatırken,
Bizans’tan söz etmemekte doğru olmaz ! Biraz da onların tarihi başka bir tarih olarak
aktaralım :

Kuzeyin akınlarına dayanamayan Roma; senatosunu, kültürünü, mabetlerini


yavaş yavaş doğuya taşımaktadır. Çünkü en zengin eyaletleri Suriye, Filistin ve
Mısır’dır. Anadolu’da 600 yıl önce gelen Galat’lar doğu ile batının arasında
durmaktadır. Yıl M.S. 300’lerdir. Hıristiyanlık gelişmekte ve yayılmaktadır. Akıllı
Büyük Constantinus 312’de Hıristiyan ibadetini serbest bırakır, 325’de Đznik Konsili’ni
toplar, Hıristiyanlığı tek bir inançta toplamaya muvaffak olur, ardından 11.05.330’da
yenibir başkent kurar, Konstantinapolis. 381’de kente bir de patrik yaratır, tıpkı
Augustus’un bir sıra kararname ile M.Ö. 12’de büyük rahibi seçmesi ve onu güçlüler
güçlüsü Zeus’un hemen altına yerleştirmesi gibi, üst ve orta yerinde aileyi, şehirleri,
kişiyi, koruyan esenlik veren ruhlar ile tanrıların çocuklarını sıralaması gibi.
Artık patrik imparatordan sonra ikinci sıraya çıkmış, senatonun askerin önüne
geçmiştir. Bizansta devlet ve kilise (imparator ve patrik) yeni dünya düzeninin ilk ve
benzersiz şeklidir. Tarihte hiç olmamış bu uygulama ile, konsillerin kararları yasa
gücüne çıkarak siyasetin içine girerken, din, dünya yaşamı ve yönetiminin şeklini
belirler olmuştur.

Đşte bu tarihten sonra; Galatlar ve Şaman Türkler yani tanrısı ile yalnız başına
birlikte olan kişiler; yavaş yavaş onların adına inanışlarını etkileyecek ve
şekillendirecek ruhbanlarına, yönetenlerine yerlerini bırakacaktır. Ama ileride Galatlar
ve Bektaşiler Đstanbul’un fethinde ve Türkiye Cumhuriyeti’nin kuruluşunda bu
ruhbanlardan öçlerini alacaklardır.

Önce araplar, sonra Türkler kontantinapolis’i kuşatırken, çevredeki köylülere


soracaklar “kent nerede?” diye ve onlar da imparator ve patriği kastederek, surları ve
kubbeleri göstererek “kent tarafında”, “şehirde” anlamına gelen “ĐS TĐN POLĐN”
diyeceklerdir. O “stinpol” kelimesi Araplar şehri kuşatmaya geldiğinde “istinpol” sonra
“istinbol” şeklini alacaktır, yıkılırken kontantinapolis’in adı bu çok sorulan soruya,
sıkca verilen bu cevaptan dolayı “ĐSTANBUL” olacaktır.

461’da yıkılan I. Batı Roma Đmparatorluğu’ndan sonra Lambardların, Perslerin,


Avarların ve Arapların iştahları bu kez II.Roma için kabarmıştır. Tarih 550-650
olmuştur. II.Roma Đmparatorluğu o zamanlar Türkler için çok önemli ve anlamlı
değildi. Türkler Irak, Suriye üzerinden Antakya’dan Maraş’tan Malatya’dan geçiyorlar,
ticaretle uğraşıyorlardı. Galatlar ise kandırıldıkları yerde artık idaresi Romalı, ruhu
Hıristiyan olan yerli halkın arasında kaybolmuş şekilde Anadolu’da yaşıyorlardı. Her
ikisi de Đstanbul’u önemsemiyordu.
Makedon hanedanı ile Bizans (867-1057) daha da güçlendi, kaybettiği yerleri
geri aldı. Sanki dün hıristiyanlığı ezip yok eden onlar değilmiş gibi, bu kez
Hıristiyanlıkla yeni bir dünya düzeni kurdular. Gittikleri her yere Hıristiyan papazlarını
da götürdüler. Koyu bir hıristiyanlık Anadolu’yu sardı sarmaladı. Yerli halk tamamen
hıristiyan olmuş ama, hala ruhlarını özgür sanıyorlardı, ne söylenenlere tam
inanıyorlar, ne de eski inandıklarını akıllarında tam tutabiliyorlardı. Sorarlarsa
hıristiyan oluyorlar, sormazlarsa da bildiklerini yapıyorlardı.

Şamanları yanlarında Türkler de, zorla müslüman olunca, onlarda


sorduklarında müslümanım diyor, onlar da evlerinin kapısını örtünce bildiklerini
yapıyorlardı.

Bizans iyice güçlenmişti. Kilise kralı tahtına çıkarıyor, kralda papazları göğe
çıkarıyordu. Herkes birbirini övüyordu. Hele 1014’de Bizans, bulgar ordusunu yenince
alınan tutsaklar, ele geçirilen Bulgar hazinesi, altınlar, altınlar, hele onbinlerce
tutsakların gözlerine mil çekilmesi, hikayeyi tüm avrupaya duyurdu. Konstantinus
artık dillere destan idi. Giden gelen Venedikli, cenevizliler ballandıra ballandıra
Bizansı anlatıyordu.

Bir yanda da 1050’de Bağdat’ı ele geçiren Türkler akınlarla Anadolu’ya gelmeye
başlamışlardı, saldırılarını yaygınlaştırmışlardı. Bunları durdurmak isteyen güçlü
Bizans, Mantzikiert (Malazgirt’e) geldi dayandı, 1071’de. Ancak zafer Türklerindi.

Haçlılar Bizansın yanında oldular. Onların amacı Bizansın zaferi veya Türklere
karşı korunması Tarihçilerin dediği gibi Türklerin batıya ilerlemesinin durdurulması
için değil, Venedik ve Cenevizlilerin anlattığı Bizansın hazinesini, parasını ve
Kudüs’ü ele geçirmek için idi.

Sonunda haçlılar adı altında sanki Kudüs’e gidecek olanlar, Konstantinus’u


geldiler. Yıl 1095 olmuştu.

1176’da Bizans, Türklere karşı yine yenildi, artık düğüm çözülmüştü.

Haçlılar 13 Nisan 1204’de Đstanbul’a Bizans’a yardıma geldiler ve şehre girdiler.


Yönetimi ele geçirdiler, tabi şehirle birlikte Bizans hazinesi de onlarındı. Artık hiçbir
zaman Bizans ayağa kalkamayacaktı, yarın Türkler gelene kadar böyle sürecekti.
Đleride yine onları akraba olacakları Türkler koruyacaktır.

Gitgide koca imparatorluk önce Marmara’ya, sonra Trakya ve boğazlara çekildi


ve sonra da bilinen son geldi, 1453.

Đmparator, tıpkı Tanrı’nın krallığı, Đsa’nın hükümranlığı gibi yönettiği


imparatorlukta yeryüzü krallığının başı olduğunu ileri sürer, diğer ülkelerin krallıklarını
da hemen altında sıraya dizerdi. Diğer ülkelerle anlaşma bile yapmaz, papazlar gibi
gücü elinde tuttuğunu ifade eder, zararda da olsa anlaşma imzalamaz. Güçlü bir
devletle bile karşılaşsa onları yok sayardı. Đşte bu tavır ve yöntem ileride sanki
kendini III. Roma Đmparatorluğu gibi gören Osmanlıya da geçecek, onlar da bir
yolunu bulup, ruhbanın sanki siyasi iktidarın eşi konumundaki yerini, hemen saraya
taşıyacak, Roma’nın yaşadığı sıkıntıyı ortadan kaldıracak ve hem padişah, hem
halife olarak ruhbanlıkla krallık güçlerini birleştirerek tek başına yönetimi üstüne
alacaktır.

Bizans’ta bir sıkıntı daha doğmuştu. Patrik, imparatorun kararlarına uyarken,


siyasal düzenin bir parçası olmuş, siyasal ideolojik yapıyla bütünleşmişti. Ama
Roma’da papa egemen bir kilise ve ayrı bir devletin başı idi. Papa patriği ciddiye
almak istemez, imparator da, patriği papa düzeyine çıkarmak ister, çünkü patrik onun
emrindedir. Đmparatorun zoruyla patrik, papayı aforoz edecek, Papa da, kızıp patriği
aforoz edecektir. Ama sonunda bildiğimiz gibi Haçlılar Constantinus’u talan ettiğine
göre, herkes kolayca anlayacaktır ki, Papa daha güçlüdür. Haçlılar Kudüs’ü anlatırlar,
yoksul zengin herkes zenginliğin peşindedir. Papa’da patriği hizaya getirmiştir.
Haçlılar Kudüs hayalinde, yoksul krallar zenginlik peşindedir. Bölgedeki zavallı
insanlar da, tarihte daima olduğu gibi bu kavgalarda ölürler, toprağa karışıp giderler.

Bizans’ta her iki yüz nüfuslu köy için iki ya da üç papaz olurdu. “Papazın ruhani
çevresi” denen, ekip dikecekleri arazileri, ayin yeri veya vaaz yeri olarak kullanılan bir
kilise olurdu. Yetkileri babadan oğula geçen bu papazlar halktan biri olduklarından,
halkı dine zorlamazlar, beklerler, uğraşırlar ve halkı rahat bırakırlardı. Türkler de bunu
görecek, gözleyecek ve ileride bunun aynısını rum-i gaziyanlarıyla, dervişleriyle
yürüteceklerdi. Dervişler de ekip, dikip halkın dinsel ihtiyacını giderirlerdi, onlar da
halkı rahat bıraktılar, köylerin çevresinde oturdular. Tıpkı papazların yaptıkları gibi,
çekirgeleri kovalarken halk için dua ettiler, halk ta inanıp yağmur yağdırsınlar diye
onlardan yardım istedi. Hem papaz, hem dervişler Anadolu’da aynı işe
soyunmuşlardı, sarayın önemsemediği, değer vermediği halkı ele geçirmek. Bu
nedenle Bizansta, o kadar çok papaz ve aziz öyküsü derlenmiştir ki, halk bunu dilden
dile aktarırken, zamanla Bizansın bu papaz öyküleri, önce arapların, sonra da
Türklerin öykülerine karışıvermiştir.

Symeon Logothetes adlı bir görevli bu öyküleri derlemiş kitaplaştırmıştı. Bu kişi


Galatlar için divriğe gönderilen Symeon mu idi? Bilinmez.

Bizans’ta papaz ve azizlerden Osmanlı’ya kalan başka bir miras da; dininden
çevirmeden herkesin farklı inançlarla birlikte yaşamasını sağlamaktı. O zamanlar
Bizansta övünme sebebi dağlarda bir pagan köyünü hıristiyan yapmaktı. Azizler dağ
taş dolaşır, bir pagan köyünü arar, bulur, burada yaşar, onların dinini çevirir,
Hıristiyan yapar ve bu Aziz’in adı Bizans’a şöhretle taşınırdı. Türklerde aynısını
yaptılar, bu kez fethettikleri yerdeki anadolu köylüsünü hıristiyanlıktan müslümanlığa
çevirmek görevi gaziyanlar ve dervişler arasında bir övünme nedeni oldu.

Bizansın keşişlerinin, ruhban sınıfla, piskoposlarla çatışmasının nedenine


gelince bu problem ileride Osmanlı içinde önemini taşıyacak, dervişi ile saray
çatışmasına dönecektir. Onların halka yakın oluşuyla, kırsalda keşişlerin halk
arasında azizlik mertebesine çıkması, Bizans’da hoş karşılanmazdı. Bu durum
dervişlere de yansımış, dervişler de, dergahlardan uzakta, zamanla veli ve aziz
mertebesine çıkmışlar, önce dergahla çatışır olmuş, sonra da kendi ocağını, kendi
dergahını kurarak, bağımsız kalmışlardır. Đlerde onlar halkla baş başa kalırken , saray
Şeyhülislam’a emanet olmuştur. Bektaşiler arasında bunun hızla gelişmesi, örgütün
büyük bir güç olarak genişlemesine engel olmuştur. Ayrıca Türk Halkı’nın, şamanıyla
olan ilişkisi paralelinde ruhbana önem ve itibar verilmemesi buna eklenince
anadolunun dini yaşamı rahatlamıştır. Bizans’ta papaz ve keşişlerin gelişmesi ise
psikopos ve patrik ile sınırlanmıştır. Türklerdekinin aksine merkezin, ruhbanın
otoritesi kırılamamış hatta artmış, böylece ruhban sınıfı devlette büyük bir güç olarak
yer almıştır. Osmanlı’da ise ilk zamanlar bu oluşamamış, bunun eksikliğini farkeden
Fatih ve Yavuz hemen bunu tamamlamış, şehir müftüsü ile başlayan birliktelik
ilerideki şeyhülislamlığın temellerini oluşturmuştur.

Yunan kent devletinin kültür ve felsefesinden Hıristiyanlık Bizansı, nasıl


uzaklaştırmışsa, aynı durum Büyük Selçuklu, Anadolu Selçuklu ve Osmanlı’da da
görülmüş, müslümanlık, bu devletleri Türk kültüründen ve Türklükten uzaklaştırmıştır.
Devletin yönetimi dinin ve ruhbanların eline kalmıştır. Büyük Đmparatorluklar ancak
kulluk ve kölelik üzerine kurulabileceğinden; Hıristiyanlığın evrenselliği, Bizans saray
yönetimine yaramış, Müslümanlığın evrenselliği de Osmanlı’nın devlet yönetiminin
kurtarıcısı olmuştur. Emperyalist fetihlerin adı, Müslümanlığın yayılması olurken,
savaşlar “cihat”, ölümler de “şehitlik” adını almıştır.

Bizans’ta imparator, ruhbanların içinde onların hemen üstünde nasıl Havarilere


eş değer de olmuşsa, Osmanlı da bundan geri kalmamış, azizlik, velilik, dedelik halka
ait birer sıfat olduğundan padişah kendine Bizans Đmparatoruna benzer bir sıfat
aramış, önce Fatih’le, “III.Roma Đmparatoru” olmuş, bu yeterli olmayınca, Yavuz’la da
imparator, padişah ve peygamberin halefi oluvermişlerdir.

Bizans Đmparatoru, ruhbanlar Konsil’inin dinsel kurallar koymasına karışmıyor


gibi görünüyorsa da, bu kuralları, yasaları onaylayarak kendini daha yukarıda
uygulayıcı ve uygulatıcı yapıyordu. Đleride Osmanlı da aynı yolu izleyecek,
Şeyhülislamın getirdiği fetvalara padişah karışmaz gibi görünürken; bunları
onaylayan ve uygulatan konumunda olacaktır.

Bizansta imparator, kilisenin gücünü yanına alarak, dinden, imandan habersiz


kırsal kesime karışmadan ve onları dışlayarak, onları keşişlere, papazlara teslim
ederek devleti yönetirdi. Osmanlı da aynı yolu izleyecek, hilafetle sünni arap
müslümanlığını saraya taşıyacak, onların dinsel gücünü yanına alacak ve kırsal,
köylü kesimin, Türkmenlerin, Alevilerin inançlarından ve düşüncelerinden farklı ve
uzak olarak Devleti yönetip gideceklerdir.

Bizansta imparator, 381’de Başpiskopozuna Patrik ünvanını vererek, papanın


altında 2. sırayı yaratmıştır. Sonra Roma’dan kopunca da Đmparatorluğun en üst
düzey kilise görevlisi yapılmıştır. Aynı şeyi Osmanlı’da yapacaktır. Đstanbul müftülüğü
şeyhülislamlığa dönecek, ancak bir farkla, bir fazla ile. Ehli beyitten peygamber
soyundan gelenlerin sürdürdüğü hilafeti, müslümanlığın emanetleri ile birlikte
Đstanbul’a taşıyınca, Mekke’nin gücü (tıpkı yok olan Roma gibi) bitince, padişah
Đslamın en yüksek mertebesine çıkacaktır.

Roma, Kuzeylilerle çöker, fakirleşir, dağılırken ve nüfusu azalırken, doğu


Roma, II.Roma, “kostantiniye” Galatların doğudaki mevcudiyeti ile rahatça
genişliyordu. Çünkü Galatlar daha doğudakiler ile Bizans’ın arasında daima tampon
olarak kalmışlardı.Osmanlı da, aynı yolu izledi, biraz daha akıllıca Kanuni döneminde
Đran’la aralarına alevi halkı Erzurum’dan aşağıya kadar yerleştirdi, Alevilerle
Osmanlı’nın arasına da Siirt, Hakkari’den getirdiği şii mi? Sünni mi olduğu belli
olmayan Kürtleri yerleştiriverdi, iki tampon toplulukla, ezeli rakibi Đran’dan yana
rahatladı.
Görüldüğü gibi Osmanlı Devleti, Bizans devlet yönetiminin devamı gibidir,
Fatih’in fermanında belirttiği gibi Osmanlı bir “III.Roma Đmparatorluğu”dur.

Demek ki Anadolu da, bugün dünün devamıdır.

KISIM V
ĐSTANBUL ALINMALI ! FETĐH

Bizans böyle iken, Fetih’ten önce Fatih ve Osmanlı ne durumda idi?

Çandarlı Halil Paşa, II. Mehmet’e babası II. Murat’ın yönetiminin emanetidir,
gözü gibi bakar, ancak bir o kadar da Osmanlı sarayındaki Hadım Şehabettin,
Zaganos ve nişancı Đbrahim Paşaların, Çandarlı Halil Paşa ile iktidar kavgası vardır.
Bu kavga daima güçlü Çandarlı Halil Paşa lehine olacaktır, ta ki Đstanbul’un fethine
kadar. Ondan sonra Çandarlı, Türk halkı, Bektaşiler ve aleviler iktidarı kaybedecekler,
din, ruhbanlar ve özellikle hıristiyanlar sarayda diledikleri gibi at oynatacaklardır.

Şeyhülislam Molla Fahrettin, Fatih’in büyük ilgi gösterdiği hurufileri iktidara


ortakmış gibi görerek ve göstererek, Bektaşilere karşı koyamadığı tavrını, bu kez
hurufilerin camide yakılmasıyla gösterecek, Edirne Yeni Camii’de, cemaate ve
padişaha rağmen, içlerinde pek çok bektaşinin de bulunduğu hurufileri yaktıracaktır.

Müslümanlığın şeriatı artık, saraya iyice yerleşmiştir. II. Murat Varna’da savaşa
girince, Çandarlı’nın yine sarayda ve iktidarda güçleneceği düşünülerek, devşirme
paşalar II. Mehmet’i Đstanbul’un fethinin zorunlu olduğuna ikna edileceklerdir.

1446’da yeniçeriler ayaklanınca ve Şehabettin Paşayı öldürmek isteyince, II.


Mehmet’in analığı Sırp Prensesi Mara Despino, II. Murat’ın tekrar tahta geçmesi için
devreye girecek, II. Murat ortalığı düzeltecek ve Şubat 1451’de nedeni bilinmeden ve
4 gün içinde ölüp gidecektir ve II. Mehmet tekrar tahta çıkacaktır.

II. Mehmet yine de, sadrazam Çandarlı’dan ve Bektaşilerden çekiniyordu.


Çünkü yeniçeri ağası Kürkçü Doğan, Anadolu Beylerbeyi Özgüroğlu Đsa Bey ve ikinci
vezir Đshak paşalar, Çandarlı’nın, Devletin ve halkın en sadık bekçileri idiler. Ayrıca II.
Mehmet, Bizansın elinde bulunan kardeşi Şehzade Orhan’dan da çekiniyordu. Bizans
onu serbest bırakırsa onun iktidarı sıkıntılı olacaktı. Hem yeniçeriler de Orhan’ı
istemekte idiler, Bektaşilerin tıpkı dedesi Şehzade Musa’yı desteklemeleri gibi.
Bizans Orhan’ı serbest bırakır, yeniçeriler ayaklanır, ancak tecrübeli devlet adamı
Çandarlı olayları yatıştırarak 1451’de II.Mehmed’i Edirne’de tahta oturtur. II.
Mehmet’in Đlk işi Türk analığı babasının ilk eşi Hatice Hatun’dan doğma ilk erkek
çocuk olan Şehzade Ahmet’i öldürtmek olmuş, 1451’de Ahmet öldürülmüştür.

Etrafındakiler ile anası Hüma Hatun (stella veya ester)nun yanı sıra, analığı
“Mara Despina” Fatih’i şekillendirmektedir. III. Roma’yı kurmasını isterler, tarihçiler
Osmanlı Đmparatorluğunu ve Đstanbul’un Fethi’ni Türklerin başarısı olarak gösterseler
de, Fatih’le birlikte Osmanlı sultanlığı bitecek, III. Roma imparatorluğu başlayacaktır.
Çevresindekiler ve hıristiyanlar III. Roma diye devlete sahiplenirken; Müslümanlar da
aynı bizans yönetimine benzer imparatorun yanındaki ruhbanlar gibi, Fatih’in yanında
yer almaya hazırlamaktadırlar. Fatih’te sağında Hıristiyanlar, solunda müslümanlarla
imparator olmak için, önündeki Türkmen ve Bektaşi halkını çiğneyip yürüyecektir.

Đstanbul alınırsa, bütün dinler aynı devlet içinde toplanacağından, Osmanlı da


bir dünya devleti olacaktı. Çandarlı Đstanbul’u almak için zamanı erken bulurken,
diğerleri gaza ve zafer, daha doğrusu imparatorluk heyecanıyla fethi isterler. Batı’dan
Roma’dan yardım gelmemesi, Bizans’ın Ortodoks kilisenin fikir değiştirmemesi için,
bu işi çabuk yapmak gerekir derler, ayrıca Bizans Osmanlı devletinin topraklarının
tam ortasında kalmıştır. Küçük ama önemli bir şehirdir, Đstanbul şehri. Đstanbul’u
almaktan amaç aslında boğazı denetlemektir. Karadeniz ticaretini yönlendirmektir.
Ayrıca devletin gazalardan, ganimetlerden başka geliri de yoktur, artık Osmanlı da
bizans gibi tebadan vergi almalıdır. Ordu da Çanakakale’den dolaşarak değil,
Đstanbul üzerinden Anadolu’dan Rumeli’ye, Rumeli’den Anadolu’ya kolayca
geçebilmelidir.

Çandarlı, Osmanlı’nın Bizansla savaşın Hıristiyan dünyasını birleştirebileceğini,


diğerleri de Bizans kaldığı sürece Hıristiyan alemini bu durumun kışkırtacağını,
Hıristiyan birlikteliğin daima canlı kalacağını söyler.

Hepsi doğrudur !

Çandarlı’nın beyleri barıştan yanadır. Đmparatoru Osmanlı belirlemektedir.


Bizans zaten vergi ödemeye de razıdır ve zaten haraç ta ödemektedir. Hatta şehirde
geceleri gezen güvenlikçiler bile Osmanlı’ya bırakılmıştır. Buna rağmen Çandarlı ve
beyleri, sarayda “kafir dostu” gibi gösterilirler.

Artık Bektaşiler ve Türkler unutulmuştur. 22 yaşındaki genç padişahın başı,


“III.Roma Đmparatoru” olmak arzusuyla dönmektedir. Herkesi gözden çıkarmaya
hazırdır.

Floransa Konseyi 6 Temmuz 1439’da Bizansı, Roma’ya Vatikan’a bağlamıştır.


Bizansın 1000 yıl koruduğu Ortodoks kilise, Vatikan’ın eline geçecektir. Geç
kalmadan derhal Đstanbul alınmalı, Ortodoks nüfus korunarak, Papa’nın gücü
kırılmalı, Balkan Ortodoksları Patrik vasıtasıyla Osmanlı otoritesine boyun eğdirilmeli,
böylece Balkanlarda Osmanlı daha kolay ilerleyebilmelidir.

Ortodoks kilise, müslümanlara rağmen bağımsız olmalı ki; kilise Hıristiyan


halkın üzerinde devleti daha etkin kılmak, halk ta kilisenin telkinleriyle devlete itiatkar
olmalıdır. Hem anası Hüma Hatun, hem analığı Mara Despina’da böyle istiyordu,
Patrikhane bağımsız ve güçlü kılınmalı, korunmalı, aynı bizanstaki gibi, ruhbanlar
yeni imparatorun da yanında olmalıydı.

Karar verildi, tamam Đstanbul alınmalı!

Hani peygamber Hz. Muhammed’in hadisindeki “...kostantiniyye mutlaka


alınacaktır, ne mutlu bunu başaracak hükümdara ve orduya...” sözleri hiç umurunda
değildi, ama bir yandan da bu hesapları bilmeyen müslümanlara Fatih bu hadisleri
tekrarlatıyordu. Đstanbul’u alacaklardı, Đstanbul müslüman şehri olacaktı ama böyle
söylendiği halde, öyle olmadı. II. Mehmet, Patrik’i büyük bir ihtişamla eskisinden daha
güçlü kıldı. Müslümanlar şaşırdı, II. Mehmet bildiğini yaptı. Tarihçilerimiz “Fatih
Đstanbul’u müslüman yaptı” diye anlatırken, şehir hiçte müslüman olmadı, tam tersine
tüm Bizans halkına özgürlük tanındı, zorla aldığı söylenen şehrin dinen
yağmalanması gerekirken yağmalanmasına da nisbeten engel oldu, gayrimüslüm
olan devşirme Zaganos, Saruca Đbrahim ve Şehabettin paşalarla birlikte şehre girdi,
öbür yanında da Akşemsettin ve Molla Gürani vardı. Onlar Kur’an ayetlerinden ve
surelerinden uygun yerler gösterdiler, öbürleri de yeni imparatorlukta kiliselerini
kurtarmanın dualarını okudular.

Fetih 6 Nisan 1453’de başlıyordu. Ordunun ön saflarında köylerinden zorla


getirilen Hıristiyanlar vardı. Bunlar Galatlar değildi. Galatlar Alevi beyleri ile birlikte
idiler. Onlar 2 nci sıradaki ordunun içinde idiler. 3. sırada ise yeniçeriler vardı.
Bizansta da ilginç bir durum gözleniyordu. Ön saflarda Şehzade Orhan’ın taraftarları
Türkler de surları savunuyordu. Samatya bölgesi özellikle Orhan’nın savunmasına
verilmişti. Arka sırada Vatikan’ın, Latinlerin komutanı Justinyen ve paralı askerleri
vardı. Onun arkasında ise sessizce bekleyen Bizans halkı bulunuyordu. Savaş
bittiğinde, Şehzade Orhan kaybedecek, kendini surdan atarak intihar edecekti,
Osmanlı tarihi onun ölüm tarihini bile bilemeyecekti.

Balkanlarda Sultan Orhan Gazi’nin ordusunda 400 çadırlık birliği ile Galatların
yer alması gibi, Fatih’in ordusunda da Bektaşi ve Ahi beylerin yanlarında yine
Galatlar yer almıştı. Alışık olmadık şeyler yapılıyordu. Yoğun davul, kös, nakkare,
boru sesleri ve savaş çığlıkları yeri göğü kaplıyordu. Yıllar önce Doğu Roma’yı
Avrupa’yı Balkanları yıkıp dökerek, Anadolu’ya geçen ataları keltler gibi, bu kez de
Galatlar savaşa renk katıyordu. Savaş 6 Nisan 1453 günü başladı. Yalnızca ok
atışları, top sesleri ile sürdü, ilk saldırı 18 Nisan’da oldu, ikincisi 6 Mayıs, üçüncüsü
12 Mayıs’ta oldu, Bizans’ın Avrupa’dan beklediği yardım da gelmedi. Jüstinyen ve
8000 askeri şehirde kaldı. Venedikliler de yardım etmedi. (Bu hareketlerinden dolayı
Fatih onları daha sonra vergi ödememek üzere ödüllendirecektir.) Şehri almak surlar
nedeniyle zordu, tünel savaşları başladı, şehrin altı kazıldı, bu da sonuç vermedi.
Görüldüğü gibi hiç savaş yapılmadı. 27 Mayıs’ta Fatih Divan-ı Humayun’u topladı.
Çıkan karar devşirmelerden yana oldu. Fatih’de, Çandarlı’dan yana yer almadı, ya
Đstanbul şimdi alınacaktı, ya da belki hiçbir zaman! Asker de bıkmıştı, savaşmıyor,
bağırıp, çağırıp ok atıyordu. Fatih de Đstanbul’u istiyordu, ama yakıp yıkılmasını da
istemiyordu. Şehirde taşınır her şey askerin, ama şehir ve binalar Padişah’ın olacaktı
ve yağma yalnız üç gün sürecekti. 28 Mayıs sabahı başlayacak son saldırı için, gece
yarısı Fatih hücum emrini verdi.

O gece savaşta ilginç şeyler oldu, ön saflardaki 1. kademe ordu Hıristiyan


köylüler kalabalık ama hafif silahlı birlikler idi, hemen hepsi öldü, zaten bilerek
ölsünler diye öne sürülmüşlerdi. Bizansı gece boyunca yoracak, cesetler hendekleri
dolduracaktı. Ardından 2. safdaki Avrupa ve Anadolu’daki Bektaşi dedelerin teşvik ve
emriyle gelen Türkmenler ile Galatlar saldırıya geçti. Türkmenlere ve Galatlara yazık
oldu. Gaza ve ganimet için öne sürülüp öldürüldüler, tamamı öldü. Bu ikinci kademe
de daha iyi silahlı Anadolu ve Rumeli beylerbeyinin bir kısmı zırhlı piyadeleri de vardı.
Onlar da kardeşlerinin cesetleri üzerinden hendekleri aştılar, ama bunlarda çetin bir
dirençle karşılaştılar, geri çekilmeye başladılar. Fatih onların geri döneceklerini
anlayınca, 3. kademe de bulunan yeniçerileri ileri sürdü, ikinci kademe piyadeler
yeniçeriler ve bizanslılar arasında sıkışıp kaldılar, geri dönüşte imkansızdı.
Yeniçeriler yüklendiler, bir de surlardaki piyadeler ile Bizanslıların üzerine top ateşi
başlatıldı, durmaksızın ve gece boyu devam etti. Henüz şehre girilmemişti ama ön
surlara yeniçeriler çıkmış, sancağı dikmişlerdi. Bir rivayete göre, Bizanslılar geri
çekilirken, açılan “Aya Romana” yani Topkapı kapısından yeniçeriler içeri girdiler ve
şehir düştü!

Bizim tarihçilerimiz Topkapı surlarından girildiğini anlatırken, bazı tarihçilerde


şehirde yaşayan Galatların Kerkoporta kapısının açık bıraktığını, 50 kadar yeniçerinin
bu kapıdan içeri girerek, diğer askerlerin yolunu açtığını yazarlar.

Bizans resmi tarihçisi Dukas, Đstanbul şehrine Fatih ve askerlerinin girişini


farklı anlatır.Yine Galat’lar devrededir. Osmanlı tarihçileri bile Fetih hikayesini,
Ulubatlı Hasan’ın efsanesini, tarih yazarı Francis’ten almışlardır. Francis’e göre açık
bir kapı, kerkoporta kapısı şehre girişi sağlamıştır. Kapıyı açanlar Haliç’in
karşısındaki bugünkü Galata’da yaşayan Galat’ların yakınlarıdır. Deniz kıyısından
Edirne kapının karşısında surların dışındaki bölümdeki “Ta Galles”ler şehre girişi
sağlayacaktır.

Osmanlı kayıtlarında bu savaşta hiç Galatlar ve Bektaşilere dair kayıt olmadığı


gibi, Ulubatlı Hasan diye biri de yoktur. Tarih sonradan yazılmıştır. Fatih 27 Mayıs
1453 divanında talan ve yağma ile “kale bedenlerine ilk çıkacak yiğide Timar
vereceğini” duyurmuştu, ama kayıtlarla Fetih sonrasında verilen hiç bir timar yoktur.
Đşte yeniçerilerin bayrağı diktiği yer bu nedenle dış surlardır. Fatih askerlerine 27
Mayıs gecesi şöyle demişti “şimdi size alınması güç bir kale yerine, at ve silahla
geçilmesi mümkün bir ova veriyorum” gerçekten top ateşinden sur-mur kalmamıştı.

Resmi tarihçilerin yazdığı (Aya Romana) Topkapı surlarından savaşarak giriş


te yapılmamıştır, Ulubatlı Hasan’da yoktur! Şehir Topkapı’dan karadan barışla,
denizden haliç Cibali’den savaşla alınmıştır, iki kapıdan giren Türk ordusu Aksaray
Pazarında buluşmuş, barışla şehre girilen yerde kiliseler korunmuş, savaşla girilen
yerlerde ki kiliseler de camiye çevrilmiştir. “Açık bırakılan “Kerkoporta kapısı” gibi,
fetihten sonra şehre bu kapıdan ilk giren Bursa Subaşısı Cuba Ali Bey’in adına,
buraya Cubali denilmiş, bugün de buraya Cibali denilmektedir.

Belki şehre Topkapı’dan savaşla girilmiş, belki de barışla olabilir, veya Cibali
kapısından, Edirne kapıdan veya sulh yoluyla savaşla girilmiştir. Sulh yolundan girilen
kapıdan Aksaray’a kadar tüm kiliseler kilise olarak kaldı, şehre savaşla girilen
taraftaki kiliseler de şeriat gereği camiye çevrildi. Đşte bugün ibadethanelere
bakıldığında hangi kapıdan savaşla girildiği bugünkü ibadet yerlerinden belli
olacaktır. Öyle güzel oldu ki; sanki Akşemseddin ve Molla Gürani için şeriata uygun
olarak kiliseler cami yapıldı, sanki devşirme Zaganos Paşa, Saruca Đbrahim Paşa,
Şehabettin Paşalar için de kiliseler kilise olarak korunmuş gibi oldu.

Şehir savaşla veya barışla girilen kapılardan dolayı mı böyle bölünmüştü,


yoksa şeriatçı Müslümanlar veya devşirme Hıristiyanlar için mi kilise ve camiler böyle
bölüşülmüştü, kimse bilmiyor ! Görülüyor ki ileri görüşlü ve çağının üzerinde, hatta
biraz batılı, hatta biraz hıristiyan sempatizanı denilen Fatih, aslında çok, ama çok
akıllı bir devlet adamıydı. Hem Çandarlı’nın Bektaşilerini yok etmişti, hem Đstanbul’u
almıştı, hem Ortodoksları, anasını, analığını üzmemişti, hem Đstanbul’u müslümanlara
talan ettirmişti, hem de her şeyi ve Bizans halkını muhafaza etmişti. Dilediği gibi
olmuştu, O artık III.Roma Đmparatoruydu!

6 Nisan 1453’den 53 gün sonra 29 Mayıs’ta şehir tamamen Türklerin eline


geçecekti. 75.000 civarındaki şehir nüfusunu Jüstinyen’in 7-8.000 paralı askeri
korumuştu. Đstanbul farklı sayılara rağmen 300.000, 100.000, 258.000 vs’ye rağmen
150.000 kişilik Osmanlı ordusu ile kuşatılmıştı. Padişah, şehre girişte Çandırlı Halil
Paşa ile birlikte merkezde bulunuyor, sağında Marmara’ya kadar Anadolu Beylerbeyi
Özgüroğlu Đsa bey, ikinci vezir Đshak Paşa ve Mahmut paşa, solunda Haliç’e kadar
Rumeli Beylerbeyi Karacabey vardı. Bu paşalar Çandarlı Halil Paşa’nın ve devletin
sadık askerleri idi. Đçlerinde 50.000 kadarı Türkmendi, diğerleri Galatlar ve Araplardı.
Ordu ve etrafındaki çopulcular şehri üç gün üç gece yağmaladılar. 1125 yıllık Bizans
Đmparatorluğu, dünyanın en uzun ömürlü devleti böylece sona erdi.

Bir de şöyle bir hikaye anlatılır ki; sözüm ona Fatih Balıkhaneye ondan dolayı
öşür ödetmezmiş, Çünkü Petrus kapısını (Cuba Ali Bey’in girdiği bugünkü Cibali
kapısı ?) açanlar da balıkçılarmış, bugünkü balıkhane, tüm mali yükümlülüklerden
bugün bile muaftır.

Fatih Sultan Mehmet Han, Đmparator Fatih II. Mehmet tarihin yazdığı en zeki
hükümdarlardan biridir. Fetihin ertesi günü 30 Mayıs 1453’de Bizans’ın baş veziri
Natoros’u çağırır. Bizansın esir alınan tüm soylularının bulunmasını ister, birkaç gün
içinde de, talandan sonra onları hemen serbest bırakır. Kilisenin yüksek rahiplerini de
koruması altına alır. Katolik kiliseye bağlı olmaya şiddetle karşı olan rahip
Gennadios’u, Akşemsettin ve Molla Gurani’nin hayretli bakışları altında ortodoks
kilisesinin başına getirir oturtur.

Đşte artık Đstanbul kozmapolit bir kent olmuştu, o da artık imparatordu. Hemen
rum tebasının meşruiyetini kabul etmiş, kaçanların bile malları geri vermiş, kiliseyi
katolik dünyasından kurtarmak için onları eskisinden daha güçlü kılmıştır. Sözünde
durmuştu. Fatih semtinde kendisine düşen evleri de Rumlara geri verdi ve bağışladı.
Patrik seçimi yaptırdı, Fatihin adamı olan “Georgios Scolarios Gennadios”u patrik
seçtirdi. Fatih tahtına oturdu, Patrik asası ve tacını Gennadios’a kendi verdi, onu
atına bindirdi, patrik için hazırlanan saraya kadar onu götürdü, Analığı Despina
pencereden bakıyordu, bütün vezirler, komutanlar da onu arkasından takip ediyordu.
Patrik’e dokunulmazlık verdi, vergiden muaf kıldı, kiliselerini de ona bağışladı, artık
tam bir bizans imparatoru idi. Bundan sonra Patrik te yeni imparatoruna eski
Bizans’taki gibi, hizmet edecek, halkın ona sadakatini arttıracak ve onların düzenli
vergi ödemelerini temin edecekti.

Patriklik Ayasofya’dan sonra en görkemli yer olan Havariyyun kilisesine


taşınmıştı ancak, bahçede bir Müslüman cesedi bulunuverince, Pammakoristos
manastırına taşındılar, Havariyyum kilisesi de Fatih camisine dönüverdi. 1586’da bu
kez Pammakoristos kilisesi de camiye çevrilecek adı Fethiye Cami olacak, bu kez
Patrik Fener civarındaki Eflak Konağına taşınacak, bu da uzun sürmeyecek, 1597’de
Balat’ta Aya Dimitri kilisesine taşınılacak, bu da bir bahane ile 1602’de bugünkü Aya
Yorgi Manastırı’na taşınmak zorunda bırakılacaktı. Fatih bile ileride şeriatçıların
parçalayacağı bu Osmanlı devletini bu kozmopolit şehrindeki olanlarla başa
çıkamayacaktır, çünkü Bizanslılar, gelecek devşirme sadrazamlarla Osmanlının
iktidarına, saltanatına dolaylı ortak olacak. Bu kez, Bizans devşirmelerle Osmanlı
yönetimini elinde tutacaktır. Türkmenler Bektaşiler buna küsecek, Galatlar darılacak,
devlete arkalarını döneceklerdir.

Hem şeriatçılar hem devşirmeler şaşkındı, bazı kiliseler cami olmamış, hatta
patrik daha büyük bir güçle göreve getirilmişti, Đstanbul Müslüman şehri olmamış,
hem cami, hem kilise işine devam ediyordu. Hem talana üç gün izin verilmiş, hem de
üçüncü günün sonunda imparatorun payına düşenler halka geri verilmişti, herkes
şaşkındı, yeni şehre Trabzon’dan 5000 Rum aile getirilmişti, ama akıllı Fatih,
Türkmen ve Galat halkını da sindirmek için, Bektaşi başkaldırılarının yapıldığı,
Galatların kadim şehirlerinden olan Karaman, Aksaray, Eğridir, Bursa, Manisa, Tire,
Çarşamba, Kastamonu, Sivas, Đzmir’den zorla Bektaşi türkmen ailelerini de Đstanbul’a
getiriyordu. Şehreminine de, gelmek istemeyeni idam yetkisi verilmişti. Müslüman
nüfusu arttırıyor gibi gözükmek çabasıyla getirdiği, bu cemaat zaten Müslüman değil,
Bektaşi idi. Đstanbul’u, Galatlar, Türkmenler ve Bektaşiler hayatları pahasına
almışlardı, ama sağ kalanlar için Đstanbul yine onlara hapishane olacaktı. Bektaşiler
devlete bir kez daha ve son kez tamamen küstüler.

Fetihten sonra şehir büyütülürken, Karaman ve Aksaray’dan da Türkçe


konuşan Hıristiyanlar, Karamanlı Rumlar, Ankara’dan helence konuşan Galat’lar,
Isparta ve Yalvaç’tan Galatlar ve Yahudiler, Ermeniler doluştular. Đstanbul’a bugünkü
Aksaray, Galata, Gaziosmanpaşa, Mahmutpaşa semtleri oluşturuldu.Bunlar yıllarca
kendi dillerinde yazdılar, konuştular, hatta yıllar sonra 19. yy’da osmanlı sultanlarına
Slovca, Helence dilekçeler bile verdiler.

Fatih analığı Despina’yı da, Sırbistan’a yerleştirip, Toplica ve Gluboçitsa


bölgelerini ona ve ailesine bağışladı. Analığı Osmanlı ülkesine dönmek isteyince ona
Selanik’te “küçük ayasofya manastırı”nı yaptırdı. O da orada hıristiyan olarak öldü.
Anası Hüma Hatun’u da Bursa’ya yerleştirdi, kardeşleri Şehzade Orhan ve Ahmet’de
ölmüştü, rahatça Đstanbul’a yerleşti.

Đstanbul’un fethi olarak bildiğimiz, Đstanbul’un Türklerin yönetimine geçmesi;


tüm tarihçilerin yazdığı gibi, ne Bizansın muhteşem savunması, ne de Osmanlı’nın
cesaretle yaptıkları saldırılarının sonucu olmuş, ne şehrin hakimi, imparator
Konstantin, ne de savunucusu Latin komutanı Justinyen, ne de çağın dahisi II.
Mehmet tarih yazmıştır.

Bizans, Đstanbul’u Osmanlı’ya vermiştir.

Bunun sebeplerine gelince; Fetih öncesinde Ortodoks kilise bilmektedir ki,


Vatikan, katolik kilisesinin Haçlılar adı altında yaptığı düzenlemede; ne dinin
yayılmasını, ne de kutsal mekanların korunmasını gaye edinmişti. Asıl amac, ruhban
sınıfının Doğu Roma’ya egemen olmak istemesidir. Ticaret yolları ve noktalarını
hakimiyet altına almak ve zenginleşmek arzusudur. 1096’da I. Haçlı seferinin amacı,
Müslüman gözüken Türklerin batıya ilerlemesini durdurmak ve Hıristiyan Bizans’a
yardımcı olmak iken; 1204 yılında düzenlenen dördüncü haçlı seferinde gerçek amaç
ortaya çıkmış Papa III.Đnnocentus’un Konstantinopolis’i ele geçirmek isteği
belirginleşmiştir. 12 Temmuz 1204 günü Đstanbul Haçlılarca işgal edildi. Haçlılar şehri
talan ettiler, halka zulmettiler. Bizans Đmparatorluğu I. Theodoros Laskaris, Đznik’e
geçti, Bizans’da, Katolik Latin krallık ilan edildi. Haçlı ordusu Kudüs’e gitmeyerek,
gerçek amacını ortaya koydu.
Fatih Đstanbul’u kuşatınca Ortodoks kilise, Katolik kilisenin yaptıklarını
hatırladı, Đstanbul’u Katolik kilise yerine Osmanlı’ya vermeye razı oldu.

Fatih’in “cihat” adı altında üç gün talana izin verdiği bu şehir, Katolik haçlıların
57 yıl talanına sahne olmuştu. Hani Müslümanların Hıristiyan şehrinin talanına
inanılmaz öyküler düzen Katolikler, kendi mabetlerinin en büyüğü olan Ayasofya’ya
girip, duvarlardaki yıldızları bile sökecek kadar bilinçsiz idiler, belki de bilinçli idiler.
Yoksul Katolikler, din, min dinlemeden doğunun zenginliğini istiyorlardı. Đster
Hıristiyan, ister Müslüman olsun değişmezdi, zenginliği istiyorlardı. Papa güçsüzdü,
parasız pulsuzdu, toprak ve yoksul kullarından başka bir şeyi yoktu, zenginlikle
insanlığa egemen olmak istiyordu. Đleride Đstanbul’un Osmanlı tarafından alınmasıyla
doğu-batı yolunu ele geçiremeyince, denizlerde yeni ticari yollar aranmasına bu
nedenle öncülük edilecektir. Papa, “din” adı altında para ve gücü elinde tutarak,
halklara hükmetmek istiyordu. Đşte bunun ilk örneği Đstanbul’un talanı idi, öyle ki
değerli ne varsa Ayasofya’dan sökmek ve taşımak için kilisenin içine katırlarını bile
sokabiliyorlardı. Đsa’nın çarmıha gerildiği sıradaki kutsal çivide dahil olmak üzere,
Đsa’nın başındaki dikenli taç, altın, gümüş, haçlar, böbrek taşına iyi geldiği söylenen
sütunlardaki taç parçaları dahi sökülerek götürülüyordu. Hipodramdaki dört atlı heykel
ve diğer heykeller bugün Venedik’te “San Markos” meydanındaki kilisededir. Altın,
haçlar da eritilip satıldı. Meraklısı da azizlerin kemiklerini, Hz. Đsa’nın olduğuna
inanılan kefeni alıp götürdü. Bunlar bugün Torino’dadır. Değerli gördükleri ne varsa
hepsini katırlara yüklediler, şaraplarını içtiler, fahişeleriyle alemler yaptılar, rahipleri
öldürdüler, rahibelere tecavüz ettiler. Đstanbul 57 yıl karanlıkta kaldı. Bunu Müslüman
Fatih yapmayacak, Müslümanların susuzluğunu üç günle giderecek, kiliselerini
Patriğine geri verecek, onlara egemenlik bağışlayacaktır.

Đşte bu nedenle; Đstanbul, 1261’de tekrar Bizans Đmparatorluğu’nun başkent


oldu ise de, kadısı ve kazaskeriyle Türklerin yönettiği, geceleri güvenliği Türklerin
sağladığı, bu küçük ama önemli kent imparatorluğunun Đstanbul şehrini, ileride
Bizans Türklere vermeye bu nedenle razı olacaktır. Fetihe karşı direnenler Bizans
halkı değildi. Katolik askeri güçün komutanı Jüstinyen’in askerleri idi. Şehir zaten çok
önceden Osmanlı’nındı. Çünkü Bizans, haçlıların, Katolik Roma’nın önünü kesmek
için Osmanlı’nın Trakya’ya geçmesine çok önceden izin vermişti. Osmanlı da
Rumeli’nin zenginliği için buna razı olmuştu. Buna bir de evlilikler ve akrabalık
eklenince Đstanbul ileride kolayca Türklerin oluverecekti ve olduda.

Fetih’ten yıllar önce Yuannis Paleolog ve Yuannis Kontakuzenos Bizans


yönetiminin iki adayı iken, Kontakuzanos, Osmanlı beyi Orhan Bey’den yardım
isteyecek, Orhan bey’de yardım karşılığında Kontakuzenos’den kızını isteyerek,
Theodara ile evlenecek, Bizansı Bulgarlara karşı koruyacaktı. Bizansla Osmanlı
düşman değil, 1300’den beri zaten akraba idi. Orhan bey’in birinci eşi Yarhisar
tekfurunun kızı Holofira idi, Müslüman olup Nilüfer hatun olmuştu, buna Bizans
imparatorunun kızı Teodora’da üçüncü eş olarak eklenince, Osmanlı hanedanı da
artık Batı’nın, Bizansın hanedanları arasına dahil olmuştu, Osmanlı, o zamandan
Roma Đmparatorluğunun yeni ve tek varisi idi. 150 yıl sonra mirasına kavuştu.

Yıldırım Beyazıt’ın Anadolu Hisarı’nı inşa etmesi her ne kadar şehri


kuşatmanın başlangıcı gibi tarihçilerce anlatılsa bile, böyle değildir. Kuşatma
sırasında inşaat yapılamaz. Kolaylıkla inşa edilen bir kalenin varlığı söz konusudur ve
şehir zaten kontrol altındadır, Anadolu Hisarı yalnızca deniz ticaretinin kontrol
edilmesine yöneliktir. Osmanlı ile Bizansın Anadolu Hisarını yapımından ve bu ortak
davranışlarından Vatikan anlamıştı ki; artık Bizans kilisesi ve Ortodoks alemi temelli
elinden gitmekte idi ve anladı ki, yarın Đstanbul temelli Türklerin olacaktı.

Vatikan’ın tek çaresi vardı; Bizans kilisesi, Roma’nın egemenliğini kabul


etmeliydi; kilise ile yakın temasa geçildi. Osmanlı da bir yandan Avrupa’ya doğru
ilerliyordu, artık yalnızca Trakya’da Bizansın bekçisi değillerdi. Bizansın doğusuna da
tamamen yerleşmişlerdi, hatta Bizans’ta mevcut Türk mahalleleri daha da gelişti.

Vatikan’ın etkisiyle Bizans kilisesinde iki görüş doğdu. Bir kısmı Osmanlı’nın
bu doğal gelişimini kabul edelim derken; bir kısmı Avrupa’dan, daha doğrusu
Vatikan’dan, Katolik papa’dan yardım isteyelim diyordu.

Böyle bir gruplaşma başka bir şekilde de oluşmuştu. Bir kısmı Vatikan’ın
Katolik kilise’nin üstünlüğünü kabul edip, Papalıkca imparatorluğun korumasını
sağlayalım derken; kilisenin bir kısmı da ne pahasına olursa olsun Ortodoks
inancından vazgeçmeden inançlarının korunması, bunun için de, gerekirse
hükümranlığın Türklere bırakılmasının mümkün olabileceğini söylüyordu.

Böyle de oldu! Geceleri şehrin güvenliği için Fatih’e kolluk gücü oluşturma ve
yönetme yetkisi verilmişti, Fetih’ten önce Fetih için her şey hazırdı, akrabaları da
şehri, Osmanlı’ya verecekti; öyle oldu. Ancak, Fatih’te sözünde durdu, komşuları
akrabaları Bizans biterken, onların özgürce inançlarını sürdürmelerine ve
korunmalarına imkan verdi. Ortodoks kilisesini de Roma’ya, Papa’ya karşı korudu ve
güçlendirdi.

Đşte bu nedenlerle Đstanbul fethi kolay oldu.

1071’de Malazgirt’ten Anadolu’ya giren batıya ilerleyen Türklerin 1080’de 9 yıl


gibi kısa bir sürede Đznik’e gelmelerindeki neden de, Đstanbul’unda kolayca ele
geçirilmesinin nedenlerinden biridir. Bu neden Anadolu halkının Türklere yakın ve
dost olmalarıdır. Hem Anadolu’nun, hem Đstanbul’un Türklerin eline geçmesinde,
yönetenlerin ve ruhbanların dışında kimse Türklere sorun olmamıştır. Hatta, yerli
halk, özellikle Galatlar anadoluyu bizlere, bizleri de anadolu’ya kolayca
kazandırmışlardır.

Đşte; “Đstanbul’un fethi ile III. Roma Đmparatorluğu kuruldu” sözünün kaynağı
buradan doğmuştur. Osmanlının, III.Roma Đmparatorluğu düşüncesi, fetihten hemen
sonra, Fatih tarafından Türkmen ve Müslüman kökenli ailelerin siyasi ve askeri
gücünün kırılması, merkezi ordunun yeniçerilerle güçlendirilmesi, Türkmen beylerinin
askerlerine, dolayısıyla onlara bağımlı olmak zorunluluğunu ortadan kaldırmak
istemesindendir. Đhtiyaç olduğunda kendi kontrolünde Roma’nın lejyonları gibi
merkezi güç ve düzenli ordu oluşturmasıyla, bu kolayca anlaşılmaktadır. Sonra
Fatih’in Türkleri devlet yönetiminden uzaklaştırması, kendisi adına Bizansla görüşen,
pazarlık eden, her şeyden haberdar, Bektaşi önderi sadrazamı Çandarlı Halil
Paşa’nın kellesini vurdurması, devşirmelerden Sadrazam Rum Mahmut Paşa’ya,
Osmanlı ailesine rakip olamayacağını bildiğinden devlet yönetimini teslim etmesi,
defterdar, kazasker gibi devlet kademelerini oluşturarak, Bizans’taki gibi kendisinden
sonraki kademelerin komutan ve vezirlerin siyasal gücünü azaltması, Karaman,
Akkoyunlu ve Đsfendiyar Türk devletlerine son vermesi, hemen Ortodoks kiliseyi
güçlendirmesi, Bizans’ın verdiği imtiyazlar gibi, Ceneviz ve Venediklilerin ticari
etkinliklerini arttırmak için onlara daha fazla imtiyazlar vermesi, Osmanlı’nın
Roma’nın devamı olduğunun kanıtlarıdır.

Osmanlının yönetimi geliştikçe ve elde ettiği üretim araçları çoğaldıkça, onun


Türk örfi hukuku ve şaman geleneğinin kuralları yetersiz kalmaya başladı.
Egemenler, ruhbanlardan destek arayışına girdi. Ancak şer’ri hukuk onların
imdatlarına yetişti. Şer’ri hukukla Devlet büyüdü, egemen güçlendi, ruhban yüceldi,
halk şer’ri hükümlerle olduğu yerde kaldı, ara açıldıkça açıldı. Kurallar Tanrı’nın
mülkiyeti üzerine hazırlandı, yönetim kurumsallaştı, Fatih’le başlayan III.Roma
sevdası, Yavuz Sultan Selim’le şekil değiştirdi, Sünnileşmek ve Araplaşmak en büyük
hedef haline geldi, bir süre sonra da Müslüman dünyasının liderliği hayalleri öne çıktı,
Müslümanların tüm emanetleri Türklerin eline geçince, bu kez III.Roma
Đmparatorluğu’nun, Đstanbul’un fethiyle güçlenen devşirme kanadının yerine
müslüman ruhban kanat Yavuz’la güçlendi, Kanuni’ye de imparatorluğun Avrupa
hıristiyan kanadı kalmıştı. O da onu halledince, Osmanlı, III. Roma Đmparatorluğu,
cihan imparatorluğu haline dönüştü.

Yavuz, bu yolculuğun en keskin, radikal uygulayıcısı idi. Artık Türk halkı değil,
halkların bile adı konuşulmuyordu, müslümanlık bile artık Arapların değil Türklerin
dini olmuştu. Cihat ta, ganimet te, toprak ta Osmanlı’nın hakkı idi artık. Çünkü
Müslümanlığı Osmanlı yayıyor, insanları o Müslüman yapıyor. Bu yurtta yaşayanlar
artık bu toprakların sahibi değil, yalnızca kulu oluyordu. Her şey devletin
imparatorluğun idi, adını da Allahın adına emanetçilik koydular. Türk, Rum, Yahudi
artık kuldu, Osmanlı devletinin tebası idi. Türkler bunu hiçbir zaman kabul etmediler,
iktidarın Allaha ait olmasını, onun da tek ve değişmez olarak padişahla temsil
edilmesini, ne de bunu söyleyen ruhbanları ve Devlet’in başını anlayamıyorlardı.

Türkler, bu resmi devlet politikasını sonraki yıllarda da hiç anlayamadılar,


halbuki bu çok açıktı ya devletin yönetenleri ve ruhbanları gibi, halk da sünni
Müslüman olacaktı, ya da devletin karşısında duracaklardı. Onlar da öyle de yaptılar,
ama bu hareketleri büyük ceza gördü, öldürüldüler, yok edildiler.

Böylece savaşçı Türkmenler, Osmanlı devletinin sınırlarını genişleten güçler


iken; Rumlardan el konulan Anadolu topraklarına yerleştirilerek, göçebe çobanlıktan
çiftçiliğe geçirilerek, hareketlilikten uzaklaştırılıp kontrol altına alınan bir halk yığını
haline getirildiler. Yeni edindikleri üretim araçları ve topraklarda da şeriat kurallarını
uymaya zorlandılar. Bu nedenle Türkmenler, Bektaşiler, Yavuz’a karşı Şah Đsmail’in
yanında yer alarak, devletin kendilerini biçimlendirilmeye çalışmasına tepki
gösterdiler. Baba Đshak ayaklanması, Şeyh Bedrettin’in baş kaldırışı, Şah Kulu
ayaklanması halkın ulusal kimliğine ihanet eden, yalnızca kendilerinin yönetsel
çıkarlarını kollayan egemenler ve ruhbanlara karşı direnişler olarak tarihe geçti. Eğer
onların direnişleri kırılmamış, halkın kültürü ve inançları yaşatılmış olsaydı, Türk
ulusal kültürü veya doğru adıyla Anadolu kültürü; bugün belki pek çok dinin ve ırkın
kolayca benimsediği bir değer olarak günümüze kadar gelebilecekti.
BÖLÜM VII
MUSTAFA KEMAL’ĐN TÜRKĐYESĐ :
ANADOLU
Ve Mustafa Kemal Anadolu’ya geçmişti. Artık, Türklerin makuz tarihi de
değişecekti. Bin yıllık Yurtlarının korunması, kavgası ve savaşı yine Türklere
düşecekti. Dün Anadolu’ya gelişlerinde Anadolu Selçuklu Devletini kuranlar,
sonra Osmanlı’yı devlet yapanlar, bu kez yıkılan, parçalanan devletlerinden
yeniden bir devlet kurmak görevini üstleneceklerdi.

Türklere ne Müslüman kardeş devletlerden; ne komşularından,


hiçbirinden fayda yoktur. Halifenin çağrısı, fermanlar, fetvalar hep faydasızdı,
din kardeşleri şimdi Türklerin yok olması için uğraşıyordu. Hani Müslümanların
koruyucusu, hani Müslüman dünyanın sultanı denilen Osmanlı hükümdarları
neredelerdeydi? Türkler, yoksul, aç, zavallı durumda dün çekildikleri
köylerinden, yaylalarından bu kez yine savaş alanlarına, Mustafa Kemal’in
yanına iniyorlardı.

Müslümanlık fetvaları fayda etmiyordu. Hani birleştiren, kaynaştıran din


nerede idi? Belki yine önemli idi ama, mücadelenin adı artık milli mücadele
olmuştu.

Đstanbul, III.Roma Đmparatorluğu da yıkılıyordu. Anadolu, bir kez daha


Türk’ün mücadelesine tanık olacaktı. Bu yine Anadolu halkının mücadelesi ile
olacaktı. Amasya, Erzurum, Sivas’ta Anadolu ve Rumeli Müdafaa-i Hukuk
Cemiyetleri artık Heyet-i Temsiliye oluyordu. Sivas, toplanabilmek, savaşa
hakim olmak ve Đstanbul’a yakın olmak açısından zor bir yer gözüküyordu.
Ayrıca Amasya gibi, Türkmenlerin her zaman inançlarını koruduğu, bayrak
açtığı yerlerden biri olan Ankara daha merkezi idi. Heyeti Temsiliye; 27
Kanunievvel (Aralık) 1919 tarihli teblig ile Ankara’ya hareketi şöyle tamim
edecekti.
“Sivas’tan Kayseri tarikiyle Ankara’ya hareket eden Heyet-i
Temsiliye, bütün güzergahında ve Ankara’da, büyük
Milletimizin hür ve samimi tezahurat-ı vatan perveranesi
içinde, bugün muvasalat eyledi. Milletimizin gösterdiği eser-
i vahdet ve azim, memleketimizin temin-i istikbali
hakkındaki kanaatleri, layetezelzel bir surette tarsin edici
mahiyettedir.

Şimdilik, Heyet-i Temsiliye Merkezi Ankara’dadır. Takdim-


i hürmet eyleriz, Efendim.”
Heyet-i Temsiliye namına Mustafa Kemal”
Yol boyunca Mustafa Kemal ve arkadaşları tabi ki, pek çok yere
uğrayacaklar, konaklayacaklardı. Mustafa Kemal o günler için Nutuk’ta şöyle
diyor:

“2 Kanunisani (Ocak) 1920 tarihinde, cemiyet Heyet-i


merkeziyelerine, Hacı Bektaş’ta Çelebi Cemalettin
Efendi’ye, Mutki’de Hacı Musa Bey’e ayrıca bir tebliğde
bulunduk.
Bu tebliğimizin metni ve tarz-ı tahriri, şöyle idi;
…..seyahatimizdeki müsahedat ve tetkikatımız, bizlere,
Cenab-ı Hafız-ı Hakiki’nin inayet-i rabbaniyesiyle tecelli
eden milli birliğimizin müstenit olduğu teşkilat-ı milliyenin
taazzuv etmiş ve mukadderat-ı millet ve memleketi tahlis
için, bi-hakkın şayan-ı istinat bir kuvvet ve kudret haline
gelmiş olduğunu maaşşükran gösterdi.
Vaziyet-i Hariciye, bu milli azim ve vahdet sayesinde,
Erzurum ve Sivas Kongresi esasatı dairesinde, menafi-i
mülk-ü millete müsait bir şekle girmiştir.
Mukaddes vahdet ve azm-ü imanımıza istinaden mutalebat-ı
mesruamızın temini bugüne kadar, Kemal-i sebat ile
çalışılması ve bu beyanatımızdan, köylülere kadar milletin
dahi haberdar kılınması tamimen rica olunur.

Anadolu ve Rumeli Müdafaa-i Hukuk Cemiyeti Heyet-i


Temsiliyesi namına Mustafa Kemal”

Hani; Osmanlı’nın Yavuz Sultan Selim’in emriyle Đstanbul Müftüsü Bi


Saru Görez Hamza’nın fetvasıyla Kızılbaş adı altında kırıp geçirilen, Anadolu
Bektaşileri, Alevileri var ya, işte onlar bu kez Mustafa Kemal’in arkasında
olacak ve Cemalettin Çelebi’nin ani ölümü üzerine kardeşi Veliyettin Çelebi,
Ankara’ya giderken 22.12.1919’da Mustafa Kemal ve arkadaşlarının Hacı
Bektaş’taki ziyareti ve 2 Ocak 1920 tarihli talimatı üzerine köylüsüne altın
harflerle bir fetva yayınlayacak ve şöyle diyecekti;

“Mensubin-i tarikat-ı bektaşiyye Türk olmakla beraber,


tarikat-ı nazenin-e mensuba şiar dahi dergah-a merbut
bulunduklarından, sevgili anadolumuzun düşman istilasına
maruz kalmasına kat’iyen tahammül edemezler. Bu
maksadla herkes canlarıyla, mallarıyla, vatanlarını,
istiklallerini muhafaza ahd ve misak etmişlerdir.”
Bu Bektaşi ve Alevi fetvası öyle önemli idi ki; ne Mustafa Kemal’e savaş
için verilen 20.000 altın bu kadar önemliydi, ne de 5 Nisan 1920’de Đstanbul
Hükümetinin fetvası ile hilafet ordusunda yer alanlara cennet ve şehitlik vaadleri
ile aksini yapan Anadolu’da milli mücadeleye katılanlar ve padişah halife
efendimizin emirlerine uymayanları cezalandıran duyurularına, karşı 153
Anadolu Müftüsü adına 16 Nisan 1920 tarihli Ankara Müftüsü Mehmet Rıfat
Börekçi adıyla yayınlanan karşı fetvası bu kadar değerliydi.

Mustafa Kemal bunu hiç unutmadı ve Postnişt Cemalettin Efendi’yi


kendisi Türkiye Büyük Millet Meclisi Başkanı iken onu Alevilere şükran ifadesi
olarak Meclis Başkan Vekili yapacaktı.

Tekke ve zaviyeler kapatılırken sessizce silah arkadaşlarına,


“Sulucakaracahöyük’teki Hacı Bektaş Tekkesi’ni, Antalya Elmalı’daki Abdal
Musa tekkesini ve Đzmir-Tire’deki Horasanlı Ali Baba tekkelerini bir şekilde
koruyun, kapatmayın” diyecekti.

Müftüler; aynı meladeki fetvalarıyla düşmana karşı savaşanlara şehitlik


vaad ederken; düşman devletlerinin zorlaması ve kandırması sonucu verilen, hak
ve hakikat ile bağdaşmayan Đstanbul’un fetvalarınaa Müslümanların
uymamasının doğru olduğu yönünde ifadelere yer veriyordu. Oysa, Veliyettin
Çelebi; Anadolu için vatanlarının kurtuluşuna kadar savaşma andı içiyordu. Đç
isyanlarda sürüp giderken, bu fetva, çok ama çok önemliydi.

Kurtuluş Savaşı’nda Đç Đsyanları hemen şöyle sıralayalım :


Ali Batı Olayı : 11 Mayıs 1919 – 18 Ağustos 1919
1. Bozkır Đsyanı : 27 Eylül 1919 – 4 Ekim 1919
2. Bozkır Đsyanı : 20 Ekim 1919 – 4 Kasım 1919
1. Anzavur Đsyanı : 25 Ekim 1919 – 30 Kasım 1919
Şeyh Eşref Đsyanı : 26 Ekim 1919 – 24 Aralık 1919
2. Anzavur Đsyanı : 16 Şubat 1920 – 16 Nisan 1920
1. Düzce Đsyanı : 13 Nisan 1920 – 31 Mayıs 1920
2. Düzce Đsyanı : 19 Temmuz 1920 – 23 Eylül 1920
1. Yozgat Đsyanı : 15 Mayıs 1920 – 27 Ağustos 1920
2. Yozgat Đsyanı : 5 Eylül 1920 – 30 Aralık 1920
Zile Đsyanı : 25 Mayıs 1920 – 21 Haziran 1920
Đnegöl Đsyanı : 20 Temmuz 1920 – 20 Ağustos 1920
Konya Đsyanı : 2 Ekim 1920 – 22 Kasım 1920
Milli Aşireti Đsyanı : 1 Haziran 1920 – 8 Eylül 1920
Cemil Ceto Đsyanı : 20 Mayıs 1920 – 7 Haziran 1920
Koçkırı Đsyanı : 6 Mart 1921 – 17 Haziran 1921
Çerkez Ethem Đsyanı : 27 Aralık 1920 – 23 Ocak 1921
Demirci Mehmet Efe Đsyanı : 1 Aralık 1920 – 30 Aralık 1920
Pontus Ayaklanması : Kasım 1918 – Şubat 1923

Bazı zavallılar, Din adına, padişah adına savaştıklarını söyleyerek, her


yerde isyanlar çıkarıyorlardı. Mustafa Kemal onların arkalarında kimlerin
olduğunu çok iyi biliyordu, çok sonra Nutku’nda Đngilizler, Fransızlar,
Yunanlılar ile onların işbirlikçilerini belgeleriyle anlatacaktır.

Milli Mücadele’nin adı belli olmuştu. Mustafa Kemal’in kafasındaki bir


“Ulusal Kurtuluş” savaşı idi. Bunu da o günlerde tüm Anadolu’nun desteğiyle
yapacaktı, ancak sonra, isyanlarıyla, bunu engellemeye çalışanları, tarikatlarıyla
diğerlerini yok sayacak, yok edecek, ne başka bir ırk, ne sınıf, ne tarikat
bırakacak, bu toprak için savaşan Türklere, Türkiye’yi aramağan edecek, aslında
başlangıçta bir din devleti kurmak üzere düzenlenmiş olan Müslümanlığı,
insanların vicdanlarına bırakacak ve bir daha bu topraklarda din devleti
oluşturulmasına imkan vermeyecek, buna engel olacaktır. Her kurulmuş
müslüman Türk devletinin, Selçuklu olsun, Osmanlı olsun, din devleti olması
nedeniyle halkına verdiği sıkıntı, üzüntüyü tamamen ortadan kaldıracak,
kimseye bir daha bu fırsatı vermemek üzere devlet ve halkını düzene koyacaktır.

Mustafa Kemal “Medeni Bilgiler” kitabında aynen şöyle diyor;

“Gök şarka, cenaba, gah garba veya her tarafa birden saldıra
saldıra, Türk milletini Allah için, peygamber için,
topraklarını, menfaatlerini, benliğini unutturacak, Allah’la
mütevekkil kılacak derin bir gaflet ve yorgunluk beşiğinde
uyuttular. Milli duyguyu boğan, fani dünyaya kıymet
verdirmeyen, sefaletler, zaruretler, felaketler his olunmaya
başlayınca, asıl hakiki saadete öldükten sonra ahirette
kavuşacağını va’t ve temin eden dini akide ve dini his, millet
uyandığı zaman onun şu acı hakikatı görmesine mani
olamadı. Bu feci manzara karşısında kalanlara,
kendilerinden evvel ölenlerin, ahiretteki saadetlerini
düşünerek veya bir an evvel ölüm niyaz ederek, ahiret
hayatına kavuşmak telkin eden din hissi; dünyanın, acısı
duyulan tokatıyla derhal, Türk milletinin vicdanındaki
çadırını yıktı, davetlileri, Türk düşmanları olan Arap
çöllerine gitti. Türk vicdani umumisi, derhal, yüzlerce asırlık
kudret ve küsayisiyle, büyük heyecanlarla çarpıyordu. Ne
oldu? Türkün milli hissi, artık ocağında ateşlenmişti. Artık
Türk, cenneti değil, eski, hakiki büyük Türk cedlerinin
mukaddes miraslarının son Türk ellerinin müdafaa ve
muhafazasını düşünüyordu. Đşte dinin, din hissinin Türk
milliyetinde bıraktığı hatıra”
Mustafa Kemal’in kafasında artık savaş başlayabilirdi, ordu yoksulda
olsa, düzensiz de olsa, güvenilirdi, inançlıydı ve asker de kararlıydı.

Tabii ki; Ulusal Kurtuluş Savaşı da zaferle sonuçlandı.

Her şey dilediği gibi gidiyordu, hayallerinde çoktan bu ülkeye bağımsızlık


kazandırmış, çoktan onu özgür kılmış, çoktan Cumhuriyeti ilan etmişti bile.

Türkleri kul olmaktan çıkaracak, hilafeti bitirecek, laikliği getirecek ve bu


topraklarda oturanların hepsini Türk sayarak Türkleri kul değil, vatandaş
yapacaktı.

21 Nisan 1920’de tamimen yapılan tebligatta 23 Nisan 1920’de Cuma


günü Meclis’in açılacağını duyurmuş “Hakimiyet Kayıtsız Şartsız Milletindir”
diyerek, tüm yapmak istediklerini bu 4 kelime ile söyleyiverecekti.

Mustafa Kemal Medeni Bilgiler kitabındaki “Hakimiyet” başlıklı


yazısında aynen şunları söylüyor;

“Demokrasi prensibi, “Halkçılık” : Bu prensibe nazaran


irade ve hakimiyet, milletin umumuna aittir ve ait olmalıdır.
Demokrasi prensibi, hakimiyeti milliye prensibi şeklinde
inkılap etmiştir”

Buna Temsil-i Hükümet ve Teşkilat-ı Esasiye’yi, kanunileri de dahil


ederek yönetenin değil halkın hakimiyetini tanımlıyordu.

“Türk Milleti, en eski tarihlerinde, meşhur kurultaylarıyla bu


kurultaylarda, devlet reislerinin intihap etmeleriyle
demokrasi fikrine ne kadar merbut olduklarını
göstermişlerdir. Son tarih devirlerinde, Türklerin teşkil
ettikleri devletlerde başlarına geçen padişahlar, bu usulden
ayrılarak müstebit olmuşlardır.
Kralların ve padişahların istibdadına, Dinler mesnet
olmuştur. Krallar, halifeler, padişahlar etraflarını alan
papazlar, hocalar tarafından yapılan teşviklerde, ilahi hukuka
istinat etmişlerdir. Hakimiyet, bu hükümdarlara Allah
tarafından verilmiş olduğu nazariyesi uydurulmuştur.
… Demokrasi, … milletin hakimiyete sahip olmasını ve
sahip kalmasını icap ettirir.”
Mustafa Kemal, çok yerde söylenmemiş, yazılmamış bu tarihi birkaç
satırı, Nutuk’ta da şöyle anlatıyor;

“Attila’nın, Fransa ve Garbi Roma topraklarına kadar teşmil


edilmiş olan imparatorluğunu hatırladıktan sonra, Selçuk
Devleti enkazı üzerinde teşekkül eden Osmanlı Devleti’nin,
Đstanbul’da Şarki Roma Đmparatorluğu’nun taç ve tahtına
sahip olduğu devirlere irca-ı nazar edelim. Osmanlı
tacdarları içinde, Almanya’yı, Garbi Roma’yı zapt ü istila
ederek muazzam bir imparatorluk kurmak teşebbüsünde
bulunmuş olan vardı. Yine bu hükümdarlardan biri, bütün
Đslam alemini bir noktaya raptederek sevk ve idare etmeği
düşündü. Bu emelin sevkıyle Suriye’yi, Mısır’ı zaptetti.
Halife ünvanını takındı. Diğer bir sultan da, hem Avrupa’yı
zaptetmek, hem alem-i islamı hükmü ve idaresi altına almak
gayesini takip etti. Garbın mütemadi mukabil taarruzu, Đslam
aleminin hoşnutsuzluğu ve isyanı ve böyle cihangirane
tasavvurlar ve emellerin aynı hudut içine aldığı muhtelif
unsurların adem-i imtizaçları, binnetice emsali gibi Osmanlı
Đmparatorluğu’nu da, tarihin sinesine tevdi etti.
Garpta ve şarkta başka başka tabayi ve harse ve emele malik
mütehalif unsurları cemeden bir devletin dahili teşkilatı,
elbette asılsız ve çürük olur. Böyle bir devletin teşkilat-ı
dahiliyesi, bilhassa milli olmaktan uzak olduğu gibi, meslek-
i siyasisi de milli olamaz. Buna nazaran, Osmanlı Devletinin
siyaseti milli değil, fakat, şahsi gayrivazıh ve gayrimüstakar
idi.
Muhtelif milletleri, müşterek ve umumi bir unvan altında
cemetmek ve bu muhtelif unsur kütlelerini ayni hukuk ve
şariat altında bulundurarak kavi bir devlet tesis etmek parlak
ve cazip bir nokta-i nazar-ı siyasidir. Fakat aldatıcıdır.
Hakikat, Osmanlı saltanatının ve hilafetin münkariz ve
mülga olduğunu düşünerek yeni esaslara müstenit, yeni bir
devlet kurmaktan ibaret idi.
Bu umdeleri, müsaade buyurursanız, burada tebarüz ettirerek
sayacağım :

1. Hükumet teşkili zaruridir.


2. Muvakkat kaydiyle bir hükümet reisi tanımak veya bir padişah
kaymakamı ihdas etmek kabil-i tecviz değildir.
3. Meclis’te mütekasif irade-i milliyeyi, bilfiil mukadderat-ı vatana vazıulyet
tanımak umde-i esasiyedir. Türkiye Büyük Millet Meclisi’nin fevkınde bir
kuvvet mevcut değildir.
4. Türkiye büyük Millet meclisi teşrii ve icrai salahiyetleri camidir.

Efendiler, bu esaslara müstenit olan bir hükümetin mahiyeti,


sühuletle anlaşılabilir. Böyle bir hükümet, hakimiyet-i
milliye esasına müstenit halk hükümetidir. Cümhuriyettir.”

Meclisin kurulmasıyla, Düzce, Yozgat, Zile, Konya isyanları başladı, öyle


zamanlı idi ki; hilafet ordusu, Ankara için iç isyanları yaratırken, Yunanlılar da
22 Haziran 1920’de Milen hattından genel taarruza geçmişti. Ruhban, yöneten
ve sonradan yönetmek üzere işgal edenler bir olmuş, halkın kırılmasına neden
olmuştu, Mustafa Kemal Nutuk’ta bunu şöyle söylüyor;

“Efendiler, Meclis 29 Nisan 1920 tarihinde Hıyanet-i


Vataniye Kanununu ve müteakip aylarda Đstiklal
Mehakimi Kanunlarını da vazetmekle inkılabın icabat-ı
tabiyesine tevessul eylemiş oldu”
Devrimlerin gereğini yapmaya başladığını söylüyordu.

Savaş sürmekte idi, Mustafa Kemal Đstanbul’a, Ankara’yı, Anadolu’yu


anlatmaya çalışıyordu, Arnavut damat Ferid Paşa padişah buyruğu olarak 24
Mayıs 1920’de şöyle bir ferman hazırlayacaktır;

“Kuvay-ı Milliye adı altında fitne ve fesat çıkarmak,


Anayasa’ya aykırı olarak halktan zorla para toplamak,
asker almak, bunun aksine hareket edenlere işkence ve
eziyet ederek şehirleri yakıp yıkmaya kalkışmak
suretiyle, iç güvenliği bozanların tertipçisi oldukları
iddiasıyla haklarında dava açılan 3 üncü Ordu
Müfettişliği’nden alınarak, askerlik mesleğinden
çıkartılmış bulunan Selanikli Mustafa Kemal Efendi’nin
….sahip oldukları askeri ve mülki rütbe ve nişanlarla,
her türlü resmi ünvanlarının kaldırılmasına ve
idamlarına, halen firarda bulunmaları dolayısıyla … ele
geçirildiklerinde tekrar yargılanmak üzere karar tasdik
edilmiştir”

Katolik Arnavutlara verilen “Malisor” sıfatlı, Şurayı Devlet Azalığı ve


Bahriye Müsteşarlığı yapmış, adının önüne de uydurma “Seyyid” lakabı koymuş
Hasan Đzzet Efendi’nin oğludur, Damat Ferid Paşa. Abdülmecid’in kızlarından
Meliha Sultan’la evlenince damat olmuştur.
4 Mart 1919-15 Mayıs 1919 tarihleri arasında, 1. Sadarette, Đngiliz
Dostluğu ve Meliha Sultan’la evliliği onu sadrazamlığa taşıdı. Yunanlılar
Đzmir’e çıkıpta Đngilizlerden yardım istediğinde, ise Đngilizlerden aldığı olumsuz
cevap yüzünden Sadrazamlıktan ayrılmıştır.

19 Mayıs 1919 – 20 Temmuz 1919 tarihleri arasında 2. Sadarettin de, 15


Mayıs 1919’da Mustafa Kemal’i Vahdettin’in huzuruna çıkaracaktır, zaten onlar
hariciye köşkünde birlikte çok sohbet ederlerdi. Damat Ferit 15 temmuz Paris
Konferansı’ndan boynu bükük döndü. Mustafa Kemal’de Anadolu’da işe
koyulmuştu. 19 Haziran 1919’da, Amasya’da güçlenmiş, 21 Haziran 1919’da
Amasya tamimi yayınlanmıştı. Anadolu artık güvenli ellerde idi. Damat Ferit 26
Temmuz 1919’da tekrar istifa etti.

21 Temmuz 1919 – 24 Eylül 1919 tarihleri arasında 3. Sadaret dönemin


de; Đstifanın ertesi günü 3 ncü kez tekrar Sadrazam oldu. Fransa ve Đngiltere’den
sonra Amerika’da onu karşısına aldı. Yunanlılar Đzmir’e girmiş, yakıp
yıkıyorlardı. Amerikalılar tıpkı bugün söyledikleri gibi 21 Ağustos 1919’da
“Sakın Ermenilere dokunmayın ! Yoksa Osmanlı devleti tamamen dağılır”
diyordu, itilaf devletlerini susturmak için Damat Ferit, Çerkez Anzavur Paşa’yı
Anadolu’nun üzerine gönderdi. Mustafa Kemal’de Ferit Paşa’yı 24 Eylül
1919’da vatan haini ilan etti ve sadrazam tekrar istifa etti.

2 Ekim 1919’da damat Ferit Paşa yerine bir Türk, Ali Rıza Paşa
sadrazamlığa getirildi, sadareti 2 Ekim 1919-3 Mart 1920 tarihleri arasında
olacaktır. Hükümetine Mustafa Kemal’in arkadaşlarından da birkaç kişiyi
alarak, yeni bir hükümet kurdu.

Sadrazam Ali Rıza Paşa; Mustafa Kemal’le aynı hedefe bakıyorlardı,


Anadolu’nun kurtuluşuna ! Mustafa Kemal, Vali Bekir Sami (ilk dışişleri
bakanımız), Hüseyin Rauf (Orbay) Beyler Anadolu hareketi adına, Bahriye
nazırı Salih Paşa ve arkadaşları (ki bunlarda hükümetteki Kuvay-i Milliye
yanlıları idi) Amasya’da 20-23 Ekim 1919’da toplandılar ve bir mutabakata
vardılar. Bu toplantı Kurtuluş Savaşı’nın en önemli toplantısı idi. Her şey
Ankara’nın istediği gibi olacaktı. Tek sorun “Meclis Đstanbul’da mı? Yoksa
Ankara’da mı toplansın?” idi, Ankara’da ısrar edildi. Aralık 1919’da Osmanlı
Meclisi Mebusanı son seçimini yaptı. Bu kez daha ağırlıklı olarak, Mustafa
Kemal yanlıları Meclise doldu. Yeni Meclis “Misak-ı Milliyi” kabul etti,
padişah zaruretten hayır dedi, birkaç gün Meclis’i açmadı ama 12 Ocak 1920’de
Meclis tekrar açıldı, 28 Ocak’ta Sivas Kongresi’nin kararı “Misak-ı Milli” kabul
edildi. Đtilaf devletlerinin baskısıyla sadrazam Ali Rıza Paşa 3 Mart 1920’de
istifa etti. 16 Mart 1920’de Đstanbul Đtilaf devletlerince tamamen işgal edildi.
Mustafa Kemal, Ali Rıza Paşa’yı hiç unutmadı! Onun Anadolu mücadelesine
desteğini hep aklında tuttu. Ali Rıza Paşa 13 Ekim 1932 senesine kadar
ülkesinde Cumhuriyetin himayesinde yaşadı ve öldü.

Yerine 8 mart 1920’de sadrazam olan Salih Hulusi Paşa, Padişah


Vahdettin’in Đstanbul adına Amasya’ya gönderdiği, Bahriye Nazırı Mustafa
Kemal’in dostu Salih Paşa idi, Amasya’da Đstanbul ile Anadolu’nun anlaştığı
toplantının Đstanbul heyeti başkanı, Kuvay-i Milliyeci ve yürekli bir Türk
evladıydı, ama hükümeti kuramadı. 16 Mart’ta Đstanbul işgal edilmişti, 2 Nisan
1920’de paşa da istifa etti.

Đşgalci itilaf devletlerinin baskısıyla yerine yine vatan haini Damat Ferit
Paşa, 5 Nisan 1920’de sadrazamlığa getirildi. Vahdettin’in eli kolu bağlanmıştı.
Ferit Paşa’nın tek yapacağı iş Anadolu ile savaşmaktı. Aynı gün 5 Nisan
1920’de Şeyhülislam Dürrizade Es-Seyyid Abdullah Efendi’nin Fetvası ile
Kuvayi Milliye’yi asi ve hain ilan etti. Anadolu ile savaşmak için 18 Nisan
1920’de Kuvay-i Đnzibatiye ordusunu kurdu. Paris görüşmelerindeki
başarısızlığı ile Ferit Paşa yine sıkıntıya düştü, Ankara 7 Haziran 1920’de
Đstiklal Mahkemesi’nde onu gıyabında yargıladı ve bu kez 24 Eylül 1919’daki
gibi vatan haini değil öldürülmesine karar verdi, Ferit Paşa 30 Temmuz 1920’de
istifa etti.

31 Temmuz 1920 kaçıncı kez olduğu bilinmeyen sadarete, sadrazamlığa


tekrar getirildi ve 10 Ağustos 1920’de Sevr Anlaşması’nı imzaladı. 17 Ekim
1920’de son defa sadrazamlıktan ayrıldı yerine Tevfik Paşa Sadrazam oldu.

Sadrazam Tevfik Paşa Mustafa Kemal’e artık “Türkiye Büyük Millet


Meclisi Reisi Mustafa Kemal Paşa Hazretleri” diye hitap edecek ve yazılarının
altına yalnızca “Tevfik” yazacaktı, Mustafa Kemal’de ona “Đstanbul’da Tevfik
Paşa Hazretlerine” veya “Dersaadet’te Tevfik Paşa hazretlerine” diye hitap
edecek, yazılarının altına da “Türkiye Büyük Millet Meclisi Reisi Mustafa
Kemal” yazacaktı.

Mustafa Kemal Nutuk’ta bu ilişkiyi şöyle anlatıyor;


“Muhterem Efendiler, Tevfik Paşa ve hükümeti,
Đstanbul ve Anadolu’nun ittihadı için çalışmış olduğunu
söylüyor. Doğrudur. Biz de, aynı şey için çalışmakta
idik; şu fark ile ki, Tevfik Paşa ve rüfekası, Anadolu’yu
kemafissabık Đstanbul’a rapt ve esir etmek istiyordu.”

Sonunda “Đstanbul’da Tevfik Paşa hazretlerine” diye başlıyan ve


30.01.1921 tarihli yazısıyla Teşkilat’ı Esasiye Kanunu Mevadd-ı Esasiye’sini
Đstanbul’a anlatıverdi.
1. “Hakimiyet bilakaydüşart milletindir. Đdare usulü, halkın mukadderatını
bizzat ve bilfiil idare etmesi esasına müstenittir.
2. Đcra kudreti ve teşri salahiyeti, milletin yegane ve hakiki mümessili olan
Büyük Millet Meclisi’nde tecelli ve temerküz eder.
3. Türkiye Devleti, Büyük Millet Meclisi tarafından idare olunur ve hükümet
“Türkiye Büyük Millet Meclisi Hükumeti” ünvanını taşır”

diyerek artık Đstanbul’u yok sayıyordu, böylece Osmanlı veya III Roma
Đmparatorluğu’nun hükümranlığına son veriyor, Anadolu halkını özgür
kılıyordu. Yönetenleri çok iyi tanıdığından ve halkın hürriyetinin ve haklarının
ne olduğunu çok iyi bildiğinden Mustafa Kemal Medeni Bilgiler kitabında
27.01.1930 Pazartesi günlü “Hürriyet” başlıklı yazısı ile bu durumu şöyle
anlatıyor :

“Hürriyet, insanın düşündüğünü ve dilediğini mutlak


olarak yapabilmesidir.
(Ancak)… insan tabiatın mahlukudur. Tebiatın kendisi
dahi, mutlak hür değildir. Kainatın kanunlarına tabidir.
Bu sebeple, insan ilk önce, tabiatın içinde, tabiatın
kanunlarına, şartlarına, sebeplerine, amillerine
bağlıdır…
Đptidai insanların, tabiatın her şeyinden, gök
gürültüsünden, karanlıktan, taşan bir nehirden ve vahşi
hayvanlarda ve hatta birbirinlerinden korktuklarını
biliyoruz. Đlk his ve düşüncesi korku olan insanın, her
düşünce ve dileğini, mutlak surette yapmağa kalkışmış
olması düşünülemez.
…Allah korkusu, insanların kafalarında ve
hareketlerinde hesapsız memnular yaratmıştır.
Memnular ve hurafeler üzerine kurulan, bir çok adet ve
an’aneler, insanları düşünce ve hareketle bağlamıştır. O
kadar ki; şahsi düşünce ve hareket serbestiği gibi bir hak
mefkunu malum olmamıştır.
…Đnsan, evvela tabiatın esiri idi, sonra, buna, semadan
kuvvet ve salahiyet olan bir takım adamlara esir olmak
zam oldu. Đnsan cemiyetleri büyüdükce ve devlet haline
geldikce; ferdin üzerindeki siklet… çoğaldı.
Hükümdarın, kudreti için, dinlerden çıkan huduttan
başka bir hudut tanımıyordu. Hükümdarın yapmaması
lazım gelen şey, Allah’ın menettiği şey olacaktı.
Đnsanlar, fikri inkişafta ilerledikce… Tabiatın, her
şeyden büyük ve her şey olduğu anlaşıldıkca, tabiatın
çocuğu olan insan kendinin de büyüklüğünü ve
haysiyetini anlamaya başladı. (ancak) Ferdi hürriyet
mutlak olamaz. Diğerin(in) hak ve hürriyeti ve milletin
müşterek menfaati ferdi hürriyeti tahdit eder… Ferdi
hürriyete hudut olarak “başkalarının hürriyet hududu”
(gösterilir).”

Mustafa Kemal, halkının ne dinden, ne din adına yönetenlerden


korkmaması gerektiğini, kararları artık halkın, halk adına da Milli meclisin
alması gerektiğini ifade ediyordu.

Yönetimin tamamen Ankara’nın eline geçtiğini görünce, son Sadrazam


Tevfik Paşa da 21 Ekim 1920’de istifa edecektir. Böylece ne Đstanbul yönetimi,
ne padişahlık, ne sadrazamlık, ne halifelik kalacak, “Mustafa Kemal’in
ifadesiyle Osmanlı’da “tarihin sinesine tevdi edilmiş” olacaktır ve öyle de oldu.

Mustafa Kemal; son sadrazamın 21 Ekim 1920’de istifasını, Osmanlı


Saltanatının lagvını ve o günleri Nutuk’ta şöyle anlatacaktır.

“Efendiler, 31 Teşrinievvel 1922 günü Meclis içtima


etmedi. Bugün Müdafaa-i Hukuk Grubu içtimaı oldu.
Bu içtima da, Osmanlı saltanatının lağvı zaruri olduğu
hakkında beyanatta bulundum. 1 Teşrinisani 1922 günü
Meclis içtimaında aynı mesele, uzun münakaşalara
maruz kaldı. Mecliste de mufassal beyanatta bulunmak
lüzumunu hissettim. Đslam ve türk tarihinden
bahsederek hilafet ve saltanatın ayrılabileceğini,
hakimiyet ve saltanat-ı milliye makamının Türkiye
Büyük Millet Meclisi olabileceğini, vakayi-i tarihiyeye
müsteniden, izah ettim. Hulagu’nun, Halife Mutasım’ı
idam ederek dünya yüzünde, fiilen hilafete hatime
verdiğini ve 1517’de Mısır’ı zapteden Yavuz, orada
ünvanı halife olan bir mülteciye ehemmiyet vermeseydi;
hilafet ünvanının, zamanımıza kadar miras kalmış
bulunmıyacağını, anlattım.”

Diyordu, Meclis’te müzakereler, beyanatlar arttıkca da netice


alınmayacağını görünce müşterek encümenler toplantısında encümen reisinden
söz aldığını ve önündeki sıranın üstüne çıkarak, yüksek sesle şöyle hitap ettiğini
söyler :

“Efendim, dedim. Hakimiyet ve saltanat hiç kimse


tarafından hiç kimseye, ilim icabıdır diye; müzakere ile,
münakaşa ile verilmez. Hakimiyet, saltanat, kuvvetle,
kudretle ve zorla alınır. Osmanoğulları, zorla Türk
milletinin hakimiyet ve saltanatına, vazıulyet
olmuşlardı; bu tasallutlarını altı asırdan beri idame
eylemişlerdi. Şimdi de, Türk milleti bu mütecavizlerin
hadlerini ihtar ederek, hakimiyet ve saltanatını, isyan
ederek kendi eline, bilfiil, almış bulunuyor. Bu bir emr-i
vakidir. Mevzu-i bahs olan; millete saltanatını,
hakimiyetini bırakacak mıyız, bırakmıyacak mıyız?
Meselesi değildir. Mesele zaten emr-i vaki olmuş bir
hakikatı ifadeden ibarettir. Bu, behemehal, olacaktır.
Burada içtima edenler, Meclis ve herkes meseleyi tabii
görürse, fikrimce muvafık olur. Aksi takdirde, yine
hakikat, usulü dairesinde ifade olunacaktır. Fakat
ihtimal bazı kafalar kesilecektir.”

Diyerek noktayı koydu.

Çünkü o halifenin ne olduğunu ve kim olduğunu çok iyi biliyordu; Medeni


Bilgiler kitabında millet için din birliğinin gerekmediğini ve önemli olmadığını
söylerken, taassupsuzluk (tolerans) başlığında aynen şöyle diyordu:

“Türkler Arapların dinini kabul etmeden evvelde


büyük bir millet idi. Arapların dinini kabul ettikten
sonra, bu din, ne Arapların, ne aynı dinde bulunan
acemlerin ve ne de Mısırlıların vesairenin Türklerle
birleşip bir millet teşkil etmelerine hiçbir tesir etmedi.
Bilakis, Türk milletinin milli rabıtalarını gevşetti; milli
hislerini, milli heycanını uyuşturdu. Bu pek tabii idi.
Çünkü, Muhammed’in kurduğu dinin gayesi, bütün
milliyetlerin fevkinde, şamil bir arap milliyeti siyasetine
müncer oluyordu.

Bu arap fikri, ümmet kelimesi ile ifade olundu.


Muhammed’in dinini kabul edenler, kendilerini
unutmağa, hayatlarını Allah kelimesinin, her yerde
yükseltilmesine hasır etmeğe mecburdurlar. Bununla
beraber, Allah’a kendi milli lisanlarında değil, Allah’ın
arap kavmine gönderdiği arapça kitapla ibadet ve
minacaatla bulunacaktı. Arapca öğrenmedikçe, Allah’a
ne dediğini bilmeyecekti. Bu vaziyet karşısında Türk
milleti bir çok asırlar, ne yaptığını, ne yapacağını
bilmeksizin, adeta bir kelimesinin manasını bilmediği
halde Kur’an-ı ezberlemekten beyni sulanmış, hafızlara
döndüler. Başlarına geçebilmiş olan haris serdarlar,
Türk milletince, karışık, cahil hocalar ağzıyla, ateş ve
azap ile müdhiş bir muamma halinde kalan dini, hırs ve
siyasetlerine alet ittihaz ettiler… Mısır’da, belirsiz bir
adamı halifedir diye yok ettiler, hırkasıdır diye bir
palaspareyi, hilafet alameti ve imtiyazı alarak altın
sandıklara koydular, halife oldular.”

Böylece, Türk milletinin altı asır hakimiyet ve saltanatının el koyan


(vaziulyel) ların sonunu getirmiş oluyordu.

Yavuz Sultan Selim’in Đslam üzerinde kuracağı hakimiyeti için kendisine


uydurduğu “Halifelik” nişanı gibi, bu kez de “Halife-i Müslimin” sıfatı 19
Kasım 1922’de açık bir telgrafla halifeliğe seçildiği TBMM tarafından
Abdülmecit’e bildiriliyordu.

Abdülmecit Efendi ise “Halife-i Müslimin” sıfatı yerine biraz daha


yukarıda ve daha gösterişli “Halife-i Resulullah” ve buna ilave “han” sıfatlarını
ekleyerek; “Halife-i Resulullah Hadimülharemeynişşerifeyn, Abdülmecit Bin
Abdülaziz Han” imzasını kullanacaktır. Đşte o zaman her şey değişiverdi. Hele
Mustafa Kemal’e “Ankara’da Türkiye Büyük Millet Meclisi Reisi Müşir Gazi
Mustafa Kemal Paşa Hazretlerine” diye hitabı, kararlaştırılmış işin sonunu belli
etti ve çabuklaştırdı. “Kendinin reis olduğunu iş’ar eden” diyerek Mustafa
Kemal’i küçümsemesi işe son noktayı koydu. Mustafa Kemal bu olayı nutukta
şöyle anlatacaktır.

“21 Teşrinisani 1922 tarihli bir telgrafta; (Halife-i


Resulullah) yerine evvelce bildirdiğimiz gibi (Halife-i
Müslimin) denilecektir dedik. Kendisine, hilafeti tebliğ
eden telgrafnamemize vereceği cevabın şahsıma değil,
Türkiye Büyük Millet Meclisi Riyasetine olmasını ihtar
ettik. Muharreratında, siyasi, umumi hususlara şamil
kelimeler olduğundan ve bunlardan lüzumundan
bahsettik.
Efendiler, ehemmiyetsiz teferruat gibi telakki
edilmesi pek mümkün olan bu izahatımla işaret etmek
istediğim esaslı nokta şudur : Ben, saltanat-ı şahsiyenin
ilgasından sonra; başka ünvanla aynı mahiyette bir
makamdan ibaret olması lazımgelen hilafetin de, mülga
olduğunu kabul ediyordum. Bunun, münasip zaman ve
fırsatta telaffuzunu tabii buluyordum. Halife intihap
olunan Abdülmecit Efendi’nin, bu hakikatten büsbütün
gafil olduğu iddia olunamaz. Bahusus, kendisinin halife
ünvaniyle icra-yi saltanatı esbap ve şeraitini ihzar ve
temin edebileceklerini tahayyül edenlerin mevcudiyeti
düşünülürse; muhatabımızın ve tabii taraftaranının
saffet ve gafletine zahip olmak asla caiz olamazdı.”

Diyecek ve kestirip atacaktır.

“En büyük kuvvet ve kudretimiz, yeni şekil ve


mahiyetimizdir. Makam-ı hilafet taht-ı esarette olabilir.
Halife namını taşıyanlar ecnebilere iltica edebilirler.
Düşmanlar ve halifeler beraber olabilirler ve her şeyi
yapmağa teşebbüs edebilirler. Fakat, yeni Türkiye’nin
tarz-ı idaresini, siyasetini, kuvvetini kat’iyyen
sarsamazlar.”

Diyecek, din adına ruhbanın iktidar için istismarını, bugün olduğu gibi, o
günden söyleyecekti, inanılmaz bir şekilde 80 yıl önce bugünü tarif edebilecekti.

“ Fakat bunca asırlarda olduğu gibi, bugün dahi,


akvamın cehlinden ve taassubundan istifade ederek bin
bir türlü siyasi ve şahsi maksat ve menfaat temini
için dini alet ve vasıta olarak kullanmak teşebbüsünde
bulunanların, dahil ve hariçte mevcudiyeti, bizi, bu
zeminde söz söylemekten, maatteessüf, henüz müstağni
bulundurmuyor. Beşeriyette, din hakkındaki ihtisas ve
vukuf, her türlü hurafelerden tecerrüt ederek, hakiki
ulum ve fünun nurlariyle musaffa ve mükemmel
oluncaya kadar, din oyunu aktörlerine, her yerde tesadüf
olunacaktır.”

Diyecek ve ekleyecektir;
“Efendiler, bütün beşeriyetin, tecrübe, malümat ve
tefekkürde teali ve tekemmülü, Hıristiyanlıktan,
Müslümanlıktan, Budizm’den sarf-nazar ederek,
basitleştirilmiş ve herkes için anlaşılacak hale konulmuş
alemsümul saf ve lekesiz bir dinin teessüsü….
Tahayyülünün tatlı olduğunu inkar edecek değiliz.”

Din hakkındaki düşüncesini açıkca, tıpkı bir druid rahibine, bir şamana
benzer şekilde ifade edecektir.
Mustafa Kemal hilafeti bitirecek ve Türk halkını devletinden uzaklaştıran
din vaziyetine de müdahale edecektir.

Bunu Nutuk’ta nasıl anlatıyor görelim :


“Đzmit’te bir gazeteci tarafından yöneltilen “Yeni
hükümetin dini olacak mı?” sorusuna “Đtiraf edeyim ki,
bu suale muhatap olmayı hiç de arzu etmiyordum.
Sebebi pek kısa olması lazım gelen cevabın o günkü
şeraite göre ağzımdan çıkmasını henüz
istemiyordum. Hükümet, hürriyet-i efkar ve vicdana
riayete mecburdur. Hükümetin; bu tabii sıfatının,
şüpheli mana atfına sebep olacak sıfatlarla tahyit
edilmesi elbette doğru değildir,
Türkiye Devleti’nin resmi dili Türkçe’dir” dediğimiz
zaman bunu herkes anlar. Hükümetle muamelat-ı
resmiye’de, Türk dilinin cari olması lüzumunu herkes
tabii bulur, fakat “Türkiye Devleti’nin dini, din-i
islamdır” cümlesi aynı suretle mi tefehhüm ve kabul
edilecektir? Bu bitabı, izah ve tefsire muhtaçtır.
“Efendiler, gazeteci muhatabım sualine; hükumetin
dini olamaz! Diyemedim. Aksini söyledim.

1. Vardır Efendim; Đslam dinidir, dedim. Fakat, derakap “Đslam dini hürriyet-
i efkara maliktir.” Cümlesiyle cevabımı tavzih ve tefsir lüzumunu
hissettim.

Demek istedim ki, hükumet, efkar ve vicdana riayetle


mukayyet ve mükellef olur.
Muhatabım, verdiğim cevabı, şüphesiz, makul bulmadı
ve sualini şu tarzda tekrar etti : “Yani hükumet bir din
ile tedeyyün edecek mi?”
-“Edecek mi, etmiyecek mi bilmem! Dedim. Meseleyi
kapatmak istedim. Fakat, mümkün olmadı. O halde,
denildi; herhangi bir mesele hakkında itikadatım ve
düşüncelerim dairesinde bir fikir ortaya atmaktan
hükumet beni men veya tecziye edecektir. Halbuki
herkes, kendi vicdanını susturmağa imkan görecek mi?”
hükumetin, devletin dini olmayacağını söyleyecek, ileride Türk halkını
düşüncesinde, vicdanında ve inancında özgür kılacağının işaretini verecektir.

Çünkü Anadolu halkının vicdanının hür, aklının hür olduğunu biliyordu,


onun hür olduğunu, Medeni Bilgiler kitabında şöyle anlatıyordu; “Hürriyetin
muhtelif şekilleri” başlıklı 31.01.1930 Cuma günlü yazısında aynen;
“Her fert, istediğini düşünmek, istediğine inanmak ve
kendine mahsus siyasi bir fikre malik olmak, intihap
ettiği bir dinin icaplarını yapmak veya yapmamak hak
ve hürriyetine maliktir. Kimsenin fikrine ve vicdanına
hakim olunamaz.
Vicdan hürriyeti, mutlak ve taarruz edilmez, ferdin
tabii haklarının en mühimlerinden tanınmalıdır.
Medeniyetin geri olduğu, cehalet devirlerinde fikir ve
vicdan hürriyeti tahakküm ve tazyik altında idi. Đnsanlık
bundan çok zarar görmüştür. Bilhassa, din muhafızlığı
kisvesine bürünenlerin, hakikat düşünebilenler,
söyleyebilenler hakkında reva gördükleri zulüm ve
işkenceler, insanlık tarihinde daima kirli facialar olarak
kalacaktır.
Türkiye Cumhuriyeti’nde , her reşit dinini intihapta
hür olduğu gibi, muayyen bir dinin, merasimi de
serbesttir; yani, ayin hürriyeti masundur. Tabiatiyle,
ayinler asayiş ve umumi adaba mugayir olamaz, siyasi
nümayis şeklinde de yapılamaz. Mazide çok görülmüş
olan bu gibi hallere, artık, Türk Cumhuriyeti asla
tahammül edemez.
Bir de, Türkiye Cumhuriyeti dahilinde, bilimum
tekkeler ve zaviyeler ve türbeler kanunla set
edilmişlerdir. Tarikatler lağv olunmuştur. Şeyhlik,
dervişlik, çelebilik, halifelik, falcılık, büyücülük,
türbedarlık vs. memnudur. Çünkü bunlar irtica
membaları ve cehalet damgalarıdır. Türk milleti böyle
müesseselere ve onların mensuplarına tahammül
edemezdi ve etmedi”

Doğal olarak o gün laiklikten söz edemeyecek bunu da daha sonra şöyle
belirtecektir;

“Cumhuriyetin ilanından sonra da, yeni Teşkilat-ı


Esasiye Kanunu yapılırken, laik hükümet tabirinden
dinsizlik manası çıkarmağa mütemayil ve vesilecu
olanlara, fırsat vermemek maksadıyle, kanunun ikinci
maddesini bimana kılan bir tabirin ithaline müsamaha
olunmuştur”
diyecek ve Teşkilat-ı Esasiye Kanununun ikinci maddesinin başına
“Türkiye Devleti’nin dini, din-i Đslam’dır” cümlesini eklettirecektir, ama yine
Nutuk’ta;

“Millet, Teşkilat-ı Esasiye Kanunumuzdan, be zevaidi


(lüzumsuz şeyi) ilk münasip zamanda kaldırmalıdır”

diyecektir ve ekleyecektir;

“Tarihin herhangi bir devrinde, bir halife zihninden bu


memleketin mukadderatına karışmak, arzusunu
geçirirse, o kafayı behemehal koparacağız”

“Herhangi bir halife, an’aneten, fikren ve şeklen,


usulen, zımnen ve şaraheten, Türkiye mukadderatında
alakadarmış gibi vaziyet almak isterse, Türkiye ricalini
taltif edermiş, iltifat edermiş gibi bir zihniyet ile
düşünürse, bunları memleketin hayatiyle ve
mevcudiyetiyle zıdd-ı tam addedeceğiz; hareketlerini
hıyanet-i vataniye addedeceğiz.”

Diyecek ve artık, din ve ruhbandan yeni Cumhuriyetin ve Türk halkının


kurtulduğunu açıkca ifade edecektir.

Artık Türk insanın dini vicdanındadır, Asya’daki eski günlerine geri


dönmüştür.

Türk halkı Asya’daki eski günlerinde gibidir. Tanrısı dar cami


avlularından, basık karanlık soğuk Mecit odalarından kurtulmuş, kendisi gibi
özgür olmuştur. Mustafa Kemal ile Tanrı sonsuz genişlikte, parlaklık ve
yücelikteki insan vicdanında, gönlünde özgür kalmıştır. Ruhbanların elinden
kurtulmuş eski günlerine kavuşmuştur.

Mustafa Kemal artık rahattır. Türk halkını dinlerin esaretinden kurtarmış


görevini tamamlamıştır. Dün Asya’dan gelen Türkleri Anadolu’da konuk eden
Galatlara güvenmektedir. O zor günlerde ataları Türkler nasıl Galatlara
güvenmiş, birlikte ve yan yana olmuşlarsa, Mustafa Kemal de öyle yapacak,
Ankara’nın Rasat tepesinde bulunan Galat mezarlığında yine onların yanlarında
kendine bir yer edinecek, yan yana sonsuz doğunun nuru altında yatmayı tercih
edecektir. Onlar gibi, vicdanı, inancı, düşüncesi ve aklı hür olarak ve halkını da
öyle özgür kılarak.
Türk Ulusunun yaşadığı kurtuluş savaşı ve sonrasındaki görkemli kuruluş
savaşı ve devrimleri Mustafa Kemal’e göre mazi olmuş bir devrin hikayesinden
ibaret kalmıştır artık.

Kurtuluş Savaşı’ndaki büyük desteklerine rağmen Alevilerin yok edilip


kırsalda köylü kaldığını görünce, Atatürk “Bu milletin efendisi köylüdür”
diyecek, Alevilere kucak açacaktır, ancak günümüzde bundan tarımın önemini
kastettiği ifade edilerek, bu değerin içi de zamanla boşaltılacaktır.

Mustafa Kemal Cumhuriyeti ilan edince Devletin içinin boş olduğunu da


herkesten önce gördü, zaten biliyordu. Đzmir konferansında, sanayiciyi aradı
küçük bir iki esnaf vardı. Đşçisini aradı, Đstanbul’da Bomonti’de 100-200 işçisi
vardı, görünen o ki yalnızca çiftçisi ve küçük tüccarı vardı elinde. Cumhuriyeti
teslim edeceği bir sınıfın olmadığını gördü, ne Avrupa gibi sanayicilerle
kapitalizmi, ne rusya’daki gibi işçisiyle sosyalizmi uygulayabilirdi. Elinde
yalnızca köylüsü ve çiftçisi vardı. Hem köylüsü de milli mücadele de güvendiği
insanlardı. Bürokratları da kurtuluş savaşında birlikte mücadele verdikleri
kişilerdi, güvenilir olduklarını ulusal mücadelede zaten göstermişlerdi. Kararlı
bir şekilde; Enver Paşa taraflarını, sonra hilafet yanlılarını, sonra da rakiplerini
ortadan kaldırarak, emanet duran Cumhuriyet’i sağlamlaştırmalıydı.

Köylüsünü, Türkmen’i, Alevisini canlandırmalıydı. Halkevleri, Köy


Enstitüleri eğitim seferberliğiyle onları devlete taşımaya çalıştı, devrimleri
bürokratlarına hazırlattı, çiftçisine Ziraat Bankasını, tüccarına da Đşbankasını
hazırladı ve devrimler başlatıldı.

Milli Mücadeledeki silah arkadaşları, Bakanı, Genel Müdürü, Fabrika


Müdürü oldu, silah arkadaşları savaştan sonra onun bürokratı oldu. Cumhuriyet
Bürokratları 12 Eylül 1980’e kadar farklı düşüncelere dahi sahip olsa
Cumhuriyetin muhafızı oldular.

Devrimlerin altında tek hedef vardı : “Pozitivizm”. Her şey ona göre
hazırlanmalıydı. Devrimin ideolojisi hazırlanmalıydı. Pozitivizme ulaşabilmek
için önce Kurtuluş Savaşı’nın başarısı ile ulusculuğu öne çıkardı.

Medeni Bilgiler kitabında “Millet” başlıklı yazısında aynen şöyle söyledi ;

“Türkiye Cumhuriyetini kuran Türkiye halkına Türk milleti denir.”

Mustafa Kemal Anadolu halkının adını Türk halkı olarak koyuyor. Millet
anlamını kazanabilmesi için, topluluğun halk idaresi olan cumhuriyetle
yönetilmesini birinci şart koyuyor. Đkinci özellik olarak ta, devletinin var olması
gerektiğini söylüyordu. “Türk milleti, halk idaresi olan cumhuriyetle idare
olunur bir devlettir” diyordu.

Millet sıfatını kazanabilmenin diğer şartı, “halkın laik olmasıdır” diyordu;


Özgür olmayan, inancı, düşüncesi, aklı hür olmayan topluluğun millet
olamayacağını söylüyor ve

“Türk devleti laiktir, her çeşit, dinini intihapta serbesttir” diyordu.

Türkiye’de oturuyor olmak ve Türklüğü talep etmek ulusculuğun o gün en


kaba çerçevesi oldu, yaşayanlar “Türk” ulusu oldu.

Sırada Halkçılık vardı, bugün bu terimin de yine içi boşaltılmıştır, halk


için çalışmak gibi müsamere vari bir ifadeye dönüştürülmüştür, tıpkı
günümüzdeki yeni laiklik tanımı arayışı gibi. Oysa Halkçılık, halktan yana
olmak, halkı, dini otoriden veya ruhbandan kurtarıp, vatandaş yapmaktır. Halk,
kul değil vatandaş, yurttaş olacaktır. Mustafa Kemal’e göre Halkçılık, bu
demekti.

Medeni Bilgiler kitabında sözlerinin ardından şunu ekliyordu;

“Türkiye Cumhuriyeti’nde herkes Allah’a istediği gibi


ibadet eder. Hiç kimseye dini fikirlerinden dolayı bir
şey yapılamaz, Türkiye Cumhuriyeti’nin resmi dini
yoktur.”
“Muhtelif inanışlı kimseler, birbirlerine , kin, nefret
besliyorlarsa, birbirlerini hor görüyorlarsa ve hatta
sadece birbirlerine acıyorlarsa, bu gibi kimselerde
taassupsuzluk yoktur, bunlar mutaassıptırlar”

diyordu.

Halka yol gösteriyor, söylemek istediğini ilk zamanlar kapsamlı


cümlelerle söylüyor sonra da uyguluyordu.

Mustafa Kemal, dinlere karşı değildi. Dinler insanlar veya onların birlikte
yaşayabilmesi için belki gerekli idi. Ona göre dinler insanların tanrısı ile olan
ilişkisini düzenlemeyi üstlenmiş kurumlardı. Dinlerin üstlendiği bu görev
bazıları tarafından diğerlerini yönetmek amacıyla kullanılmasaydı, insan ile
tanrısı arasındaki ilişkiden dolayı belki dinlere de gerek olmayacaktı. Türkler
asyada bu nedenle dinsiz idiler, ama tanrısız değil. Galatlar da öyle ! Onlar, her
şeyi gözeten, kollayan, bir ulu güce, bilemedikleri bir yüce varlığa inanıyorlardı.
Đnsanlarda Tanrının varlığını zamanla bilmeli, onunla daima birlikte olduğunu
düşünmeli idi.

Đnsanları farklı inanç şekilleriyle, farklı dinlerin tanrılarıyla yönetmek pek


akılcı gelmiyordu. Farklı dinlerin anlattığı tanrı, farklı olamazdı. Tek bir tanrının
tüm insanları şekillendirmesi daha doğruydu. O halde, bir dinin diğerine
üstünlük kurması kadar yanlış bir şey de olamazdı. Bir insanın dininin
değiştirilmesi veya inanması için zorlanması da doğru olamazdı. Đnsanlar bilgi,
akıl ve inançları düzeyinde dinlerini seçebilmeli, dinlerinin gereğini yerine
getirebilmeli veya dinlerine ihtiyaçları kalmadığında da kendi algıladığı,
kavradığı veya inandığı tanrısı ile baş başa kalabilmeli idi.

Đnsanın bu arayışında, ancak dini olmayan bir devlet yardımcı olabilir,


onun kararını etkilemeden, karar vermesini sağlayabilirdi. Bu nedenle devletin
dini olmamalı, kişilerin inançları da serbest olmalı idi. Laiklik, ilk günlerdeki
gibi Anadolunun üzerine de huzur getirdi. Đnsanlar ruhbanlardan kurtuldu.
Ve bir gün, Mustafa Kemal “Hayatta en hakiki mürşit ilimdir” deyiverdi,
herkes bugün bile, bu cümlenin bilimin değerini ifade eden bir söylem olduğunu
söyler, oysa öyle değildir. Tarikatlarda, şeyh ve şıhların muridleri için tanrısal
bilgiye ve hidayete erebilmek, buna ulaşabilmek için uyguladığı yol, mürşidlik
yoludur. Mürşid, rehber bilgi aktarmaz veya vermezse ilahi bilgiye asla
ulaşılamaz. Mustafa Kemal buna işaret etmektedir. Önceleri “Aklına uymuyorsa
dine de uygun olmaz” gibi sözleri ortada dolaştırmaya başladı. Müslümanlığı
rasyonelize edecekti, söylemek istediği, yaşamda tarikat ve ruhbanların
rehberliği değil, aklın ve bilimin rehberliği idi. “Hayatta bilimden daha doğru
rehber olamaz”diyordu. Ancak bu söylemden sonra “Laiklik” düşüncesi ortaya
çıkabilirdi. Hem Mustafa Kemal biliyordu ki, Anadolu halkı için Müslümanlığın
şekli ve düzeyi Devletin Müslümanlığından farklıdır.

Mustafa Kemal biliyordu ki, Selçuklu’da, Osmanlı’da, Türkler


devletleriyle bu dine bakış farklılığında dolayı kavgalı olmuşlardı. Devlet ile
halk barışmalıydı. Devleti de ve halkı da ruhbanlardan kurturmalıydı, öyle oldu!
Devletin dini olmadığını söyleyiverdi.

Halk zaten kendi inancı ile yüzyıllardır baş başa idi. Tekke ve zaviyeler de
kapatılınca halk rahatladı. Cumhuriyet artık halka emanet olabilirdi, egemenlik
ruhbandan alınmıştı, hilafete son verilince egemenlik halkın eline geçmişti, kul
olmaktan kurtulmuş egemen olmuştu. Bugün yine anlamı farklı anlatılan
“Egemenlik kayıtsız şartsız milletindir” sözü doğuverdi, laiklik, halkın
egemenliğini sağlamıştı. Laiklik, Cumhuriyeti oluşturmuştu. Artık
Cumhuriyet’te rahattı, diğer devrimler artık sıraya girdiler, her şey halkın
olunca, onları kabullenmek ve uygulamakta kolay olacaktı. Başkaları için çok
zordu ama, Cumhuriyetle, laiklikle, devrimler Türk halkı için çok kolay oldu.
Cumhuriyet devrimleri halkın oldu.

Bürokratı, devletin yöneteni de halktan olmuştur. Türk halkının yeni


devleti kurulmuştu.

Şimdi yeni devleti birilerine emanet ederek, Mustafa Kemal görevini


tamamlamak istiyordu. Ülkeyi, devleti, Cumhuriyeti ne güvendiği arkadaşlarına,
ne de inandığı köylüsüne emanet etti, Türk Gençliğine emanet etti.

Mustafa Kemal’in ülkeyi gençlere teslim etmesinin nedenini pek az kişi


merak etmiştir. Yetişmiş, tecrübeli, bilge kişilere değil de, gençlere emanet
etmesinin nedenini çok az kişi düşünmüştür. Mustafa Kemal iktidarı değil, tüm
Türk yurdunu, ülkeyi gençlere emanet etmiştir. Çünkü iktidar, mevki ve
zenginlik peşinde koşanların bir gün, başka bir şartta mutlaka ülkeye ve halka
zarar verebileceğini bilmektedir. Yaşı ilerleyen insanların yaşamlarını
güvenceye almak için para, makam peşine düşeceğini, bunun tüm hayvanlarda
olduğu gibi çok doğal olduğunu düşünmektedir ve Mustafa Kemal yaşlanan
kişilerin güçleri azaldığından ve ölüm korkusuyla, dinlerin verdiği, umut ve
umutsuzluk gibi, öbür dünyada cezalandırılma telaşıyla, düşünce, inanç, akıl ve
vicdanını dinlerin insan yapısı tuzaklarına kaptırabileceğini de düşünmektedir.
Bu nedenle iktidar, yönetenlerce ele geçirilmiş dahi olsa, ülkeyi soylu, zengin,
bilgili ayrımı yapmasalar dahi yaşı ilerleyen veya yaşlılara, tecrübelilere değil,
özgür düşünebilen, aklını yeterince kullanamasa dahi, vicdanı kendine ait,
düşüncesi onun beğendiği gibi olan, inancı kendi gücü ile belirlenmiş, mevki,
zenginlik, iktidar hırsı, ölüm korkusu olmayan gençlere bırakmıştır.

Türk halkı, Türkler artık asyadaki eski günlerinde gibidirler ve Mustafa


Kemal onlara şöyle seslenir;
“Efendiler, bu beyanatımla, milli hayatı hitam bulmuş
farzedilen büyük bir milletin; istiklalini nasıl
kazandığını ve ilim ve fennin en son esaslarına
müstenit, milli ve asri bir devleti, nasıl kurduğunu
ifadeye çalıştım.
Bugün vasıl olduğumuz netice, asırlardan beri çekilen
milli musibetlerin intibahı ve bu aziz vatanın, her
köşesini sulayan kanların bedelidir.
Bu neticeyi, Türk gençliğine emanet ediyorum.
Ey Türk gençliği! Birinci vazifen, Türk istiklalini, Türk
cumhuriyetini, ilelebet, muhafaza ve müdafaa etmektir.
Mevcudiyetinin ve istikbalinin yegane temeli budur. Bu
temel, senin en kıymetli hazinendir. Đstikbalde dahi,
seni, bu hazineden, mahrum etmek isteyecek, dahili ve
harici, bedhahların olacaktır. Bir gün, istiklal ve
cumhuriyeti müdafaa mecburiyetine düşersen, vazifeye
atılmak için, içinde bulunacağın vaziyetin imkan ve
şeraitini düşünmiyeceksin! Bu imkan ve şerait, çok
namüsait bir mahiyette tezahür edebilir. Đstiklal ve
cumhuriyetine kastedecek düşmanlar, bütün dünyada
emsali görülmemiş bir galibiyetin mümessili olabilirler.
Cebren ve hile ile aziz vatanın, bütün kaleleri
zaptedilmiş, bütün tersanelerine girilmiş, bütün orduları
dağıtılmış ve memleketin her bir köşesi bilfiil işgal
edilmiş olabilir. Bütün bu şeraitten daha elim ve daha
vahim olmak üzere, memleketin dahilinde, iktidara
sahip olanlar gaflet ve dalalet ve hatta hıyanet içinde
bulunabilirler. Hatta bu iktidar sahipleri şahsi
menfaatlerini, müstevlilerin siyasi emelleriyle tevhid
edebilirler. Millet fakr ü zaruret içinde harap ve bitap
düşmüş olabilir.
Ey Türk istikbalinin evladı! Đşte; bu ahval ve şeriat
içinde dahi, vazifen; Türk istiklal ve cumhuriyetini
kurtarmaktır! Muhtaç olduğun kudret, damarlarındaki
asil kanda, mevcuttur!
BÖLÜM VIII
DEĞERLENDĐRME
Bu derleme; tarihsel bir araştırmayı sizlere sunmak amacıyla değil, bugün
bizlere ait olduğunu sandığımız bilgilerin, bizden öncekilere, hatta daha
öncekilere ait olduğunu, dahası insanlık tarihi içinde bilginin nasıl kuşaklar ve
topluluklar arasında taşındığını ve birbirlerinden etkilendiğini göstermek içindir.

Burada amacımız bir tarihçi gibi mevcut kayıtları ve olayları sebep


sonuçlarıyla sıralayarak, yaşanmışları ortaya koymak da değildir. Zaten ne
eldeki mevcut bilgiler, ne bizlere aktarılanlar, ne bunların doğruluğu, ne de
içinde yaşadığımız topluluğun kültürü bu tesbitleri yapmaya olanak
vermemektedir.

Yaptığımız iki farklı topluluğun, Keltler ve Türklerin, farklı ortamlarda,


farklı kültürlerinin, farklı dinlerin oluşumu sırasında Anadolu’da buluşmasını,
kucaklaşmasını ve kardeşliğinin doğuşunu anlatılanlardan farklı bir şekilde
anlatmaya çalışmaktır.

Öyle yaptık! Kelt’ler ve Türk’lerin, Avrupa ve Asya’dan gelen iki


kültürün, Kızılırmak Sakarya arasında başlayan ve bugün tüm Anadolu’ya
yayılmış olan, kültürlerinin birbirine geçişini, birlikte yükselişlerini ve insanlığa
katkılarını aktarmaya uğraştık.

Yazılı tarihte, daima karşılaşan iki kültürün birbirine üstünlük kurmak


isteği, hakimiyet sahibi olmak arzusu, diğerine hükmetme ve gerekirse diğerini
yok etme mecburiyeti gözlenirken, bu kez çok farklı bir örnekle insan olmanın
ve kendini bilmenin yarattığı tolerans ile kültürlerin kucaklaşmasını ve birlikte
yücelmelerine tanıklık ettik.

Kitabın konusu yalnızca Galatlar veya Türkmenler değildir. Olayların ve


halkların oluşturduğu Anadolu duvar kiliminin dokusunun kalın birer ipliktir;
Galatlar ve Türkmenler.

Tarihte liderler, komutanlar kayıt edilir, ancak onların arkalarında


söylenmeyen özellikle unutulmuş halk yığınları olur. Anadolu halklarının adı
ister Hitit, Luvi, Hurri, Frig, Galat, Yunan, Romalı ister Türk olsun. Hepsi
Anadolu uygarlığının biçimlenmesine katkıda bulunarak, derinden ve sürekli
etkileşerek bugünkü geleneksel Anadolu davranış biçimini oluşturmuştur.

Bu kitapçığa Orta Avrupa’da Kelt topluluğunun M.Ö. 500 yıllarında


Güney Fransa’ya inişi, Đspanya, Portekiz ve oradan da Đngiltere’ye geçtiği ile
söze başlamıştık. Keltler, Đrlanda ve Đskoçya’da yaşayan Druid rahipleri ile
inançlarını şekillendirip, inançlarını, yaşamlarına uygulamaya çalışmış bir
topluluk iken, Avrupa’da kalanlar çeşitli sebeplerle yurtlarını terk ederek Đtalya,
Arnavutluk üzerinden Balkanlara ve oradan da Trakya’nın güneyinden ve
Đstanbul’un üzerinden iki kanat halinde Anadolu’ya göçmüşler, Anadolu’da
M.Ö. 278 yılından M.S. 300’lere kadar 600 yıl Sakarya-Kızılırmak arasında
yerli halkla bir arada yaşamış ve sonra yerli halk Frigler ve misafir Romalılarla
karışarak Paulus’un etkisinde Hıristiyanlığı benimseyip, yeni gelen Türklerle
Anadolulu olmuşlardır.

Galatlar, Keltik düşünce ve hıristiyanlık öncesinde Druid rahipleriyle,


tıpkı Türklerin Şamanları gibi pratik dinsel işlevlerini yürüterek, Friglerin ve
özellikle Anadolu Tanrılarının, inançlara gösterdikleri hoşgörü ile Anadolu’da
pek çok inançın akılcı yolla seçilmesine ve gelişmesine yardımcı olmuşlardır.

Roma’nın Anadolu tapımlarını bir araya getirme gayreti ve tek bir din
oluşturma girişimine rağmen, Galatlar özerk ve özgür tavırlarıyla tüm inançlara
Anadolu’da filizlenme imkanını sağlamışlardır.

Anadolu’ya gelen ilk Hıristiyanlar, “göksel baba” deyimleriyle onları


tuzağa düşerek, yahudilerin hıristiyanlığı geliştirmelerine yardım etmişler ve
Roma’nın da Tanrıları ile birlikte çöküşüne neden olmuşlardır.

Galatlar, önce Bizansın kuruluşunda, daha sonra da Bizansın doğunun


etki ve baskısından korunmasında Anadolu’da güçlü bir kale gibi görev
yapmışlardır.

Sasaniler, Persler ve Arap Müslümanların Anadolu’ya girişlerinde, daima


daha önce yaptıkları gibi, onlara karşı da diğer inançları himaye etmişlerdir.

Yıllar sonra bu kez önce Arapların Müslümanlık zorlaması ve Büyük


Selçukluların acımasız yönetimleri sonra Moğolların etkisiyle ana yurtları Orta
Asya’yı bırakıp, yaşamak için batıya yönelen Türkler, Afganistan, Đran
üzerinden Anadolu’ya, Roma ülkesi gibi görünen, en güvenli yer olan Orta
Anadolu’ya, Sakarya-Kızılırmak arasına geldiler ve Galatların ülkesine misafir
oldular.

Yeni müslüman olmuş ancak şamanlığın gelenekleriyle bezenmiş bu


Türklere, Anadolu’ya girişlerinde yine Galat halkı kucak açacaktır. Sanki
bölgede korunmasını, gözetilmesini üstlenecek, gelişmelerine yardımcı
olacaktır. Böylece Sakarya-Kızılırmak arasında bugüne kadar yaşayan Alevi
nüfusun barınabilmesi için zemin hazırlanmış olacaktır.
Hava kadar özgür olan Friglerin, Galatlara tarihsel görevi gibi, Galatlar
da kendilerinden sonra bölgeye gelen Türklere sahip çıkacak, kültürlerini ve
yurtlarını onlara emanet bırakarak tarihten çekileceklerdir.

Keltlerin anadoluya yolculuğunu, Balkanlardan, Trakya’dan, Karadeniz


ve Ege’ye geçişlerini, yaylaya Eskişehir, Ankara, Yozgat, Konya bölgelerine
yerleşmelerini aktardık. Yolları boyunca karşılaştıkları halklarla, onların dinleri,
görüşleri ve yaşayış biçimleri üzerindeki hoşgörü ve sevecenlikle etkileşmesini,
Friglerin ve Anadolu halklarının ve misafir Romalıların onlara etkisini ve
Galatların da onlar üzerinde kurduğu düşünsel üstünlüğü anlatmaya çalıştık.
Hıristiyanlığın toplumsal bir olay olmasını sağlayışlarını, Paulus’a kucak
açmalarını, Paulus ve arkadaşları tarafından kandırılışlarını, daha sonra gelen
sünni arap müslümanlara hiç bulaşmadan, bölgede sessizce yaşamalarını, şaman
kültürü taşıyan Müslüman Türkler geldiğinde ise, onlarla kucaklaşmalarını,
önce Turani Türkmen kavimlerine, Bektaşilere, günümüzde de alevilerin
özellikle Kızılırmak-Sakarya arasında yerleşip yaşamalarına imkan verişlerini,
düşlerinizde canlandırmaya gayret ettik.

Bugün Türk halkının yaşattığı nedenleri unutulmuş pek çok gelenek veya
batıl sanılan inaçlarının nedenlerine dair küçük örnekler göstererek,
hatırlatmalar yaparak, bu bölgede gelişen Bektaşilik, Ahilik, Mevlevilik,
Alevilik, gibi düşünsel ve ruhsal akımların tarihsel temellerini göstererek, bu
düşünceleri incelemeyi ve Anadolu’da insanlık inşaasının yükselen duvarlarını
gözleme imkanı yarattık.

Zorla müslüman yapılan Türklerin günümüzdeki davranışlarının düşüncel


ve toplumsal temellerinin asyadan taşınmış şaman geleneklerinden
kaynaklandığını söylemek istedik, önce Bektaşiler sonra aleviler, Anadolu’da
tutunacak dal arayanların dalı, kök salacakların kökü olacak, kaynakları anlattık.
Ancak hiçbir iktidar bu görkemli Anadolu ağacına çiçek açtırmamıştır. Ne
Selçuklusu, ne Osmanlısı, ne Türkiye Cumhuriyeti onlara olan borçlarını,
kuruluşlarındaki desteklerini ödeyememiş, hep borçlu kalmıştır. Selçuklular,
Arap ve Farsların yörüngesine girerek şaman Türklerden uzaklaşmış, Osmanlı
da Arap müslümanlığı ve bizansın kilisesinin doğrultusunda ilerleyerek,
Bektaşileri 15. yy’dan sonra ki adlarıyla Alevileri vatanlarında yalnız
bırakmıştır. Ama her ikisininde sonu, din ve devlet yönetiminin bir arada
yürütülmesi nedeniyle yok olmak olmuştur. Tıpkı II. Roma, Bizans’ın Patrik’i
ayağa kaldırıp, başının üstüne çıkarmasıyla yıkılması gibi, her iki devlet te
başına kaldırdığı din ve dindarlar yüzünden yok olup gitmiştir.

Bugün Türkiye Cumhuriyetinin kuruluşunda büyük katkı ve yardımı olan


Aleviler 1950’de demokrat parti ile başlayan süreçle yine devletten
uzaklaştırılmış, 12 Eylül 1980 müdahelesi ile de devletten tamamen el ve
ayakları çektirilmiştir. Ülkenin din devletine doğru gidişin sağlanması için ortam
hazırlanmıştır. Türkiye Cumhuriyeti Devleti de, Osmanlı ve Selçuklu gibi bugün
yine riske sokulmuştur. Din temelli iktidarın yolu, Osmanlı da nasıl Fatih Sultan
Mehmet’le doruğa çıkmış ise bugün de 12 Eylül 1980 düzenleyicileriyle en
yüksek noktasına ulaşmıştır.

Tarih yine göstermektedir ki, Anadolu’nun Hitit, Frig, Galat ve


Türkmenler ile gelişen Anadolu kültürünün üstüne oturan Alevilik, Türkiye
Cumhuriyeti’nin ve Anadolu kültürünün harcıdır. Halklar ve kültürlerin
kucaklaşabilmesini sağlayanlardır. Onların yokluğu, harcın kazınması, mozaiğin
parçalanması bölünmesi demektir.

Dinlerin zenginlik ve iktidardan her tür bağnazlıktan uzak kalabilmesi


için, çarpıtılmış gerçekleştirilmesi ve uygulanması zor, hatta imkansız hale
getirilmiş kurallarının değiştirilmesi, günün yaşam şartlarına uyarlanması
gerekir. Eski Türk şamanizmin basit ve kolay kuralları, Anadolu
Müslümanlığını bağnazlıktan böyle kurtarmıştır, onu kolaylaştırmıştır. Eskiden
Türkler için belki dinsiz veya dine düşkünlükleri yok denilirken, onlar huzur
içinde nasıl yaşıyorlarsa; şimdi de şamanizmin devamı olan Anadolu kültürü,
Hıristiyan, Yahudi veya Müslüman olarak insanların yaşamlarını sürdürmelerine
yardımcı olmaktadır.

Bu kültür, halkı inançların da serbest bırakmakta kalmamış, Mustafa


Kemal’in Anadolu’da Kurtuluş savaşının kazanmasına ve 29 Ekim 1923
tarihinde cumhuriyeti kurmasına da yardımcı olmuştur. Mustafa Kemal,
“Tarihimizin en mutlu dönemi, hükümdarlarımızın halife olmadıkları zamandır”
diyerek ve halifeliği kaldırarak, devleti ve halkı dinin elinden kurtarmıştır. Buna
en çok sevinenler yine Alevilerdir. Çünkü onlar, ne Şii , ne Sünni’dirler, onlar
Müslüman bile değillerdir. Onlar şamanizmin Türk halkının kendi ibadet şekli
ile yeni tanıştıkları dinler arasında gerçekleştirdikleri bir kültürel sentezdirler.
Şiiler, Sünniler şeriata itibar ederdi, Aleviler için ise, kurallar yalnızca bir şekil
idi ve itibar göstermezdi. Tanrısını kendinde gören, özgür inanç kültürü içinde
yaşayanlardı. Ali’yi de öyle sahiplendiler, çünkü Alevilere göre o yalnızca kamil
insanın bir sembolü idi.

Hele, cahil ve bilgisiz Alevi kitlesinin, eğitimli Sünnilerle arasının daha


da açılmasıyla kandırıldıkları Ali’nin ölümü, Hasan, Hüseyin ve Kerbela
şehitlerinin yaşamları, onları, sosyal düzende daima ezilmişlerin, zulme
uğramışların yanında olmalarına yönlendirmiştir. Bu iyi niyetli, yürekli, inançlı,
sadakatli insanlar, her dönemde ezilmişlerle yan yana olmuşlardır. Hep
mazlumun yanında olmuşlar, çoğu kez de böyle kandırılmışlardır.
Đşte 12 Eylül 1980 tarihinden önce Alevi kitlesinin, sol düşünceye yakın
olmasına, Marksist, Leninist düşüncenin peşinden gitmelerine, genç alevilerin
bu düşünce ve eylemlerde yer almalarına bu duygusal karakterleri neden
olmuştur.

12 Eylül 1980 dönemi ve askeri konsey kararları, bu nedenle Yavuz Sultan


Selim’in müftüsünün fermanı gibi, sünni devletin kararlarıyla, sünni düşünceye
daha da imkan verecek, zahiri Müslüman düşünce ve inanışının yayılmasına
katkı yapacak yatılı dini okullar, özel kolejler ve tarikat şeyhlerini öne çıkaracak
ve onlara geniş devlet imkanları sağlayacak ortamı hazırlamıştır. Aleviler 12
Eylül döneminde bir kez daha Osmanlı da olduğu gibi sindirilmesine çalışılmış,
hapisler, kayıp insanlar ve işkencelerle direnenleri de yıldırılmıştır. 12 Eylül
yönetenlerince Devletin dini düşüncesi laikliğe rağmen oluşturulmuş, sonra da
geliştirilmiştir. Gün ve gün laiklik bir kenara bırakılarak, aynen II Mahmut’un
Bektaşi tekkelerini nakşibendi tarikatına devretmesi gibi, Milli Güvenlik
Konseyi de devleti, yine nakşibendilere, yenilerine Süleymancılara,
Fettuhlahçılara teslim etmiştir ve bugün kü dini iktidarın yolunu açarak, gelişen,
güçlenen sünni devlet anlayışı, topluma empoza edilmiş ve halkın
dindarlaştırılması sağlanmıştır.

Oysa Mustafa Kemal, laikliğin, Cumhuriyetin, halkın yönetiminin zorunlu


şartı olduğunu ve özgür akıl, vicdan ile inancın laiklikle oluşabileceğini
bildiğinden; Tıpkı, Fatih’in elinden tutarak oturttuğu, asasını ve kilisesini
verdiği Đstanbul’un Patriğini tüm Ortodoksların patriği yapması gibi, Yavuz
Sultan Selim’in ne olduğu, kimin soyundan olduğu bilinmeyen rastgele bir
adamın elinden halifeliği alarak hilafeti saraya, Đstanbul’a getirmesi gibi; liyakat
unsuruna dayanmayan ve daima iktidarlarca seçilmiş ruhbanların; sıradan
insanlar olduğunu fark ettiğinden onları tekke ve zaviyeleriyle ortadan
kaldırmış, inananlarla tanrısını baş başa bırakmıştır. Laik devleti, herkese karşı
aynı mesafede olan ve dini olmayan devleti kurmuştur. Bunu sağlayan bugün
koruyan, Galatların ve Türkmenlerin Druid ve Şamanlarının yardımıyla gelişen
Anadolu kültürüdür.

Oysa 12 Eylül 1980 dönemi, Türk Devletinde hiçbir itibar ve ilgisi


kalmamış, yalnızca eski anıların sembolü olmuş ruhbanları, halka rağmen
yeniden canlandırmıştır.

Đnançlar ve kültürler karışımı, bileşimi olan Alevilik, aydın ve düşünebilen


insanlara fırsat ve imkan sağlarken ve bireyi özgür kılarken, 12 Eylül askeri
rejimi, insanın ve düşüncesinin gelişmesine yönelik tüm yolları kapatmıştır.
Yine Osmanlının yöneten ve ruhbanları gibi, (bu kez onların yerini alarak)
Anadolu insanının bu güzel düşünce sisteminin hapsedilmesi, doğmalarla batıl
ve kör inançlarla, taassubun esareti altına alınması sağlanmıştır. Yönetenler için
en kolay yol ve yöntem olan din ve inanç yine körüklenmiştir. Türk halkı bir kez
daha Atatürk’ün verdiği imkanlara rağmen uçuruma itilmiştir. Bu dönemde
Atatürkçülük ve Laikliğin ne anlama geldiğini bilmeyen aydın kişilerde, laikliği
din ve devlet yönetimin ayrılması gibi tanımlamış, bu boş değerlerle Türk
halkını kandırmış, bugün dini iktidarlara açılan yol ile laikliğe yeni boş anlamlar
aranmaya başlanmıştır.

Anadolu halkının, ruhbanların elindeki tutsaklığı, geçmiş asırlarda ve çok


arkalarda kalmıştır. Ancak bugün yine ruhbanlar Türk halkının elinden onun
cumhuriyetini, onun özgürlüğünü geri almaya çalışmaktadır, onu kandırmaya
uğraşmaktadır. Cumhuriyet karşıtı siyasiler de ruhbanları kullanarak yönetim ele
geçirilmeye çabalamaktadır.

Yazık ki; 12 Eylül 1980 ve sonrasındaki siyasi partiler, Alevileri çok


önemsediklerini sözlerinde daima tekrarladılar. Aleviliğin şemsiyesi altına
doldurdukları, solculuk, kürtçülük, dinsizlik ile onları birbirinden uzaklaştırdılar.
Aleviler, ne yaptıklarını bilmeden Türk ve Türkmen kökenli bu düşünce
sistemiyle, bilgisizlik ve şaşkınlıkla dinin içine yuvarlandılar. Hatta bugün Đran
Đslam Cumhuriyeti’nin katkıları ile tarihte görüldüğü gibi Đranlaştırılmanın içine
itildiler.

Dün kurtuluş savaşında Kemalist düşünce ile Osmanlının karmaşık dinsel


duygularının yok edilmesi, halifeliğin kaldırılması, laikliğin getirilmesi ve diğer
Cumhuriyet devrimlerine desteklerinden dolayı Alevilik bu ülkenin en yüksek
mertebesine çıkarılırken, 12 Eylül ile Alevilik; bir kısmı Kemalistler, bir kısmı
merkezi yönetimden yana olan (sünnilerle barışık)lar, bir kısmı solcu
düşüncenin takipçileri ve hatta kürt milliyetçiliği yandaşları olarak bölünüp,
parçalandılar.

Bugün merkezi yönetime yakın olanların etkisinin artması ile diğerleri


daha geride kalmış ve neredeyse kaybolmuştur. Sünnilik ile kaynaşarak, iç içe
geçerek, karışarak, bu bölünmüşlüğün, parçalanmışlığın varlığı bile ortadan
kaldırılmıştır. Alevilere, yeni bir Müslüman kimlik verilmiştir.

Ancak her şeye rağmen Anadolu halkını her dönemde uyaran tarihsel
vicdanı hala sağlam ve güçlüdür. Çok uzaklardan getirdiği sağlam düşünce ve
vicdanı, binlerce yıl içinde anadoluda daha da gelişmiş ve mükemmelleşmiştir.
Gönüllerde hala varlığını sürdürmekte ve korumaktadır. Cumhuriyeti ve
insanlığı yine Anadolu halkı koruyacaktır.

Laiklik, kişisel inancın veya inançların özgür olmasıdır, inanmak kadar


inanmamanında doğal olduğunu insanlara temin edebilmektir. Laiklik, bir
inancın insanlara hükmetmesinin önüne geçmektir. Siyasal gücün, iktidarı
sırasında kendi inancına diğerlerini zorlayamamasıdır. Đnancın bir yönetim aracı
olmamasıdır. Dinin devlete ve bireyin yaşamına şekil verememesidir.

Đşte bu nedenle, Hıristiyan Roma; Galatların, Müslüman Osmanlı’da;


Türkmenlerin özgür bireyini ve onların aklını ve vicdanını hep hedef aldılar.

Ruhban sınıfı olmaksızın halk dindarlığı ile yetinen Galatlar ile


Türkmenler ve Bektaşiler, halkın diğer kesimi için dinlerin asli düşmanı
gösterildi. Tanrı ile insan arasındaki içten ve yakın ilişkiyi düzenleyen Galatlar
ve Türkmenlere, dinler de daima düşman oldu. Đnançları şekillendiren, şeriatını
düzenleyen, insan ile Tanrı’nın arasına sokularak, kendine bir yetki ve otorite
yaratan ruhbanlar; Aleviliği, Druidliği bir dinsizlik, sapkınlık olarak gördüler ve
daima her olayda onları lekelediler ve onları yaralayarak, rencide ettiler.

Ancak her iki toplum, zamanında bilinçli ve inançlı düzenlemeleri ile


yazılı olmayan sözlü gelenekleriyle, şeriatın değişmez kuralları ve
zorlamalardan halkını uzak tutabildi. Düşüncelerini gerekirse inançlarını bile
değişerek, gelişerek çocuklarıyla bugüne gelebildiler.

Hem Galatlar (Keltler), hem Türkmenler (Türkler) yaşadıkları dönemlerde,


insan yapısı tuzaklarla dolu dinlerin kendilerine zorla benimsetilmesi nedeniyle;
sonu gelmez tehdit ve baskılara karşın kendilerine has yöntemleriyle, yüzlerinde
tebessümleri ile söylencelerinde, törenlerinde, destanlarında kendilerini
korudular. Oralarda gizledikleri inançlarını anlatıp aktarabildiler, bir insanlık
mirası olarak günümüze kadar onları ulaştırabildiler.

Bugün geçmişin bu muhteşem insanlık inancı karartılmış yanıltılmalar,


kandırılmalar ve boş inançlarıyla, Anadolu halkının tüm bilgileri değiştirilmiş,
kirletilmiş, sanki bir mezhep gibi Müslüman dininin içine çekilerek, yanlışın
ortasına, ateşe atılmıştır.

Oysa onların inançları, bir Đslam veya bir hıristiyan inanç biçimi olmayıp,
kadim yıllar öncesinde, kaynağı bilinmeyen, sözlü geleneğe dayalı, inananları ile
Tanrısı arasında kimsenin olmadığı, dün druidlerin, şamanlarının (daha önce
kim oldukları bilinmez) sonra dervişlerinin, sonra pirlerinin, sonra babalarının,
dedelerinin yardımıyla yalnızca ritüellerde kalmış, bir kültür birikimidir. Hep
özgür olmuş bir inanç biçimidir.

Onlar kendilerini asla ehil olmayan ellere emanet etmemişlerdir. Onlar


akıllarıyla kendinden üstün olduğuna inandıklarına yalnızca doğruyu ve gerçeği
sormayı öğrenmişlerdir.

Onlar bilirlerdi ki ve inançları öyleydi ki, Tanrı ve insan birdi.


Galatlar ve Aleviler kendilerini diğer inançlardan onları farklı kılan; tüm
dinlerin temelini teşkil eden üç unsurun gereksizliğini bilirler ve merak etmezler
ve sormazlardı. Suçluluk duygusu, tanrı korkusu ve ebedi lanetlenmenin
desteğiyle cezalandırmayı, yani cehennemi!

Ve onlar emindi ki; farklı dinlerde inanılan tüm tanrılar, farklı kültürlerin
ve farklı yaşam biçimlerinin ayrı birer yüzüdür, ancak bu ayrı yüzler aslında
aynı yüzün, bilinmeyen görülmeyen, algılanamayan tek tanrının başka şekilde
ifadesidir.

Onlar aynaya çok değer verirlerdi!

Keltler ve Türkler ölümden sonra öteki dünyaya inanmadıkları gibi,


ölümsüz olan ruhlarının da daima onlarla birlikte olduğuna ve olacağına
inanırlardı. Onlar ölümden sonra başka bir dünya vaadi ile ödül ve ceza ile
süslenmiş dinlerin düzenlemeleri gibi, inananları inançlarına bağlı tutmak için
kimseyi zorlamaz ve kandırmazlardı. Yıllar sonra onların çocukları Yunus’un
ağzından bunu; şöyle seslendireceklerdi.

“Ko ölmek endişesin


Işık olmaz bakidir.
Ölmek senin nen ola
Çünkü canın ilahidir”

Keltler, Galatlar ve onlardan öncekilerin Anadolu’da Türkler ve


Türkmenler ile karşılaşması sonucunda, Türklerin Asya’dan taşıyıp getirdikleri
Đslam süzgecinden geçmiş, Hıristiyan etkisinde kalmış, şaman kültürü
denilebilecek, Alevilik ve onun geleneklerini yaşatan Anadolu’nun bu özel
insanları önünde saygıyla eğiliyorum. Günümüze kadar gelen Türk Kelt
kardeşliğinin emanetlerini Anadolu’da onların çocukları olarak taşımaktan da
büyük onur duyuyorum.

Mustafa Kemal bu nedenle Galatlar ve Türklerle oluşan 2000 yıllık


Anadolu kültüründen dolayı Anadolu’nun halkına, yeni Türk devletinin
Osmanlı’nın devamı olduğunu asla söylememiştir. Her söylevinde Osmanlı
devleti, Doğu Roma Đmparatorluğu’nun devamı iken; Mustafa Kemal’in
Türkiye’sinin Osmanlı’nın devamı olmadığını ifade etmiştir. Osmanlı’nın
tebaası yerine kadim Türk ulusunun özgür insanına ve Anadolu’daki onun
çocuklarına daima övgüler saymıştır. Mustafa Kemal yeni Türkiye Cumhuriyeti
yönetimi ile, tüm dinleri insanların vicdanına bırakarak, dar ibadet salonlarından
Tanrı’yı kurtararak, eski dönemlerdeki gibi Tanrıyı ve dini insanın yüce
gönüllerine sığdırmış; laiklik ile, Bizans ve Osmanlı yönetim şeklinden insanını
kurtarak, anadolunun ortak kültürünün harcından onlara uygun yeni bir yönetim
kurmuştur. Bu yönetimin adı bu nedenle halkın yönetimidir, Cumhuriyet’tir!
Cumhuriyet; Anadolu halkının ruhbanlara karşı verdiği mücadeledeki, Babai
isyanı, şeyh Bedrettin isyanı, Şahkulu ayaklanmasının son basamağı olan
Anadolu kurtuluş savaşının sonucudur, armağanıdır. Dinlerin savunucusu olan
emparyalistlere karşı verilen mücadele ve baş kaldırının zaferinin tacıdır.

Bu nedenle, bu kitapta Anadolu halkının, yüzyıllardır kendisine zorla


benimsetilmeye çalışılan dinlere karşı verdiği mücadelesi, mücadele öncesi ve
kendini muhafazası anlatılmaya çalışılmıştır.

Keltler, Galatlar, Türkler, Türkmenler, Bektaşiler ve aleviler için


yazılanlar, ya Roma, Arap ve Fars kayıtlarından, ya da Osmanlı arşivlerinden
alınanlardan ibarettir. Onlar tarihlerini kendileri yazmamış anlatmamıştır.
Burada başka bir pencereden bakılarak resmi tarihin yeniden “Başka Bir Tarih”
olarak yazılmasına gayret edilmiş veya denenmiştir.

Bu çalışma olaylar, şahıslar, konular ve düşüncelerin birbiriyle


örtüştürülmesi sonucu oluşmuştur. Bu demek değildir ki, bu anlatılanlar çok
doğru ve yerindedir. Bu anlatılanlar ancak bildiğimiz, bizlere öğretilen resmi
tarihler kadar doğrudur.

Gönül isterdi ki, o zamanların devlet yönetiminin Tarihçilere yazdırdığı


kadar, halktan da birileri yazıp çizmiş olsaydı. Böyle olmadı, çünkü, her iki
toplumun yaşadığı dönemlerde din ve siyaset çok iç içe ve birlikte idi. Bu
nedenle iktidarların himayesindeki din ve ruhbanlar kendi konumlarını
güçlendirmek ve özellikle kendilerini güçlendirmek için, halkı kandırarak
iktidarların yönetimini kolaylaştırma durumunda idiler. Daima onların hoşuna
gidecek şekilde yazılıp çizilirdi, hep öyle oldu, biz de hep yanıldık.

Bu kitap, bir fantastik ürün olarak değerlendirilebilir, ancak inancım şudur


ki; bu derlemeden etkilenecek, başka kişiler ve kardeşler, belki Aleviler, büyük
bir merakla, belki şüpheyle veya büyük bir heyecanla araştırmaya başlayacaklar,
bu yolda daha büyük ilerleme sağlayacaklardır. Bu şekilde; bugün doğuş
kaynağından çok uzaklaştırılan bu geniş halk kitlesi, yine onun bireyleri
vasıtasıyla yarın bilinçlenecek, cehaletin kucağına atılmış kardeşlerini
aydınlanmanın yoluna katacaklardır. Osmanlı’ya son vererek Cumhuriyeti
kurdukları gibi, laikliğin gereği Türkiye’nin bugün içine sokulduğu, şekilsiz,
bilinçsiz arap, iran karması yönetimine,özgür insan olmanın yolunu açacaklar,
Kemalist devrimleri Türk halkına tekrar kazandıracaklardır.

Bu ülkenin insanları için yaptıklarından dolayı Mustafa Kemal’in önünde


saygıyla ve gururla eğiliyorum.
Đşte “Başka bir Tarih !”

Asya’dan gelen Türk kavmi ile Avrupa’dan gelen Kelt kavminin bilindiği
kadarı ile 2500 yıllık serüvenlerinde, Anadoluda kesişen (belki buluşan)
yolculuklarında benzer inanç şekli ve ortak vicdanlarının yarattığı Anadolu
insanının başka bir tarihi anlatılmış oldu.
Türkiye Cumhuriyetinin kurucusu Mustafa Kemal bilmektedir ki; Dinlerin
tutsak ettiği özgür inancı, Anadolu’da azat etmiştir. Laiklik, ne Avrupa’nın
icadı, ne demokrasinin ürünüdür. Ona göre, inanan insanlar için, inandığı
günden beri inancın başladığı günden bu yana laiklik vardır. Đnancı için insanın,
aklı ve vicdanı hür olmalıdır.

Tarihciler, Mustafa Kemal’in Türkiye Cumhuriyeti’ne laikliği getirdiğini


ve hilafeti kaldırdığını anlatırlar. Oysa o, inananların tutsak edilmiş aklını özgür
bırakmıştır. Mustafa Kemal inanan ile Tanrısının birbirine kavuşmasını
sağlamıştır.

Anadolu halkı, Türk insanı Mustafa Kemal’e minnettardır. O şimdi


Ankara Rasattepe’deki Galat mezarlığında ve bizlerin gönlünde misafirdir.

Ben, benden önce üstün gayret ve çalışmalarıyla biriktirdikleri bilgileri


bizlere aktaran, yaptıkları değerlendirmelerle bana farklı düşünebilmeyi
sağlayan, nasıl ve neden sorularıyla, bugünkü değerlerimiz ile öncekiler arasında
ilişkiyi kurdurabilen, merak ve şüpheyi bizlerde yaratan, tüm düşünürlere ve
kaynakçada yer alan yazarlara minnetlerimi sunuyorum.

Kalktık Horsan’dan sökün eyledik.


Parlar omzumuzda uzun şelfeler.
Kurt sürüleri gibi dağıldık dünyaya,
yayıldık mağrıptan maşrıka dek.
Kırmızı yakut gözlü, uzun boyunlu atlarımızı Sind suyuna, Nil suyuna
sürdük.
Memleketler, kaleler, şehirler aldık, devletler kurduk.
Harran ovasına, Mezopotamyaya, Arabistan çölüne, Anadoluya, Kafkas
dağlarına, geniş bozkırlarına,
on bin, yüz bin kara çadırla kartallar gibi indik.
Uzun, yedi direkli, keçi kılından kara çadırlarımız…
Her birinin içi insan hünerinin en büyük, en güzel, en ince renkleri,
nakışlarıyla işlenmişti.
Ya şelfelerimiz,
ya kılıçlarımız, hançerlerimiz, fildişi sapları altın işleme tüfeklerimiz,
dibeklerimiz, hırızma, gerdanlık, tepeliklerimiz,
kilim, keçe, çullarımız…
Harran ovasında binlerce kişi ceylanlara karışıp semah döndük.
Ulu şahinler gibi. Şölenler tuttuk, kutsal cemler büyüttük…
Ulu denizlerden ulu denizlere dalgalarca çalkalandık.
O kıyıdan bu kıyıya vurduk.
Kaleler, şehirler, memleketler,
ırklar, soylar karşımızda boyun eğdi.
Tutsak kıldık bir çağı.
Çok şey yaptık insanoğluna.
Ama onları hiçbir zaman aşağılamadık,
insanları aşağılamak geleneğimizde yoktu.
Yoksula, yetime, düşmüşe, kadına,
hangi soydan, hangi dinden, hangi ülkeden
olursa olsun dokunmadık,
saygıda kusur etmedik.
Dost olsun, düşman olsun
onları bizim düşkünümüzden,
yaşlımızdan, çocuğumuzdan, kadınımızdan ayırt etmedik.
Elaman demişin kılına dokunmadık.
Kalın, işlemeli, türlü damgalı yurtlar yaptık keçelerden, sıcak sağlam.
Hiçbir saray böylesine, bu yurtlar gibi görkemli olamazdı.
Dünyanın üstünde konduk kalktık,
özgür, tutsak, yenilmiş, yenmiş…
Yüzyıllar geçti,
parça parça bölündük, küçüldük,
kara çadırlar soldu.
Ulu dağlara, sulara, topraklara, ovalara, ülkelere
ad verip, damgamızı bastık.
Anadoluda karşımıza çıktı Kayseri dağı,
Ağrı, Süphan, Nemrut, Binboğa, Cilo dağı…
Vardık Anadoluda da karşımıza çıktı Kızılırmak,
Yeşilırmak, Sakarya, Seyhan, Ceyhan suyu…
Anadolu ovası, Tuz gölü,
kehribar sarısı üzümleriyle Ege ovaları…
Ve adlarımızı verdik sulara, ovalara, dağlara.
Anadolunun her karış toprağına damgamızı bastık.
Her karış toprağına bir ad bulduk,
obamızın adını koyduk.
Unutulmasın, bir ulu toprakta, soyumuz boy versin diye…
Düşürdüler bizi tozlu yollara,
aşırdılar bizi karlı dağlardan.
Düşürdüler bizi halden hallere…
Anadolunun taşıyla toprağıyla
akan suyu, esen yeliyle,
binlerce yıldan bu yana
işlenmiş, gelişmiş, yeşermiş, boy atmış
kervansarayları, sarayları, tapınakları, ulu şehirleri,
türküleri, gelenekleri, görgüsü, bilgisiyle bir olduk kaynaştık.
Etle kemik gibi…
Yağmurla toprak gibi…
Her bölüğümüz bir ilde, bir toprak parçasında kaldı…
Çadırımızın her bir parçası bir yerde unutuldu,
bir toprakta çürüdü.
Gür, sonsuz, ulu, kaynayan bir su gibi
bir kökten çıktık.
Göz göz olduk…
Dağıldık, ufaldık, azala azala tükendik, bittik.
Artık anık türkülerimiz belki de hiç söylenmeyecek,
semahlarımız dönülmeyecek,
dostlar, canlar, erenler bir yürek olamayacak.
Ay gün bizim baktığımız gibi doğmayacak batmayacak.
Usumuz, geleneğimiz, göreneğimiz,
ağacın tomurcuklanması, yelin esmesi,
insanın doğması, büyümesi, ölmesi üstüne düşüncelerimiz,
duygularımız bilinmeyecek, anılmayacak.
Çiçeğin açması, kaplanın heykirmesi, yağmurun yağması üstüne,
toprağın yeşermesi, bir kartalın yumurtlaması,
bir tor şahinin, uzun boyunlu tor atlarının alıştırılması,
dünyaya, her yaratığa sevgimiz,
dostluğumuz,
onlardan bir parça olma gücünün harikulade sağlamlığı
hiç bilinmeyecek,
namımız insan soylanınca söylenmeyecek,
Birdenbire değil,
binlerce yıldan bu yana
azala azala, ufalana, küçüle, her toprakta bir parçamızı bırakarak
tükendik…
Bir aydınlık su gibi bu toprağın üstünden aktık.
Geldik Anadoluda da karşımıza çıktı Kayseri dağı.
Ulu, temiz, alımlı, yakışıklı, ışığa batmış.
Kırmızı yakut gözlü, uzun boyunlu atlarımız…
Harran ovasında, Mezopotamyada
yüz bin ulu kartal konmuş gibi kıl kara çadırlarımız.
Binlerce kişi, binlerce ceylanla birlikte semah tuttuk
üç gün üç gece,
kırk gün, kırk gece…
BĐNBOĞALAR EFSANESĐ’nden

Diyen Binboğalar Efsanesinde gönülden seslenen Yaşar Kemal’e


şükranlarımı iletiyorum.

Türk halkına, onun aydınlık yoluna yardımcı olacak, ruhbanların insan


kaynaklı tuzaklarından insanları ve onların inançlarını kurtaracak, tüm
düşünenlere şimdiden teşekkürlerimi sunuyorum.

Bu çalışmayı KENDĐ ALEVĐ ĐLE YANANLARA adıyorum.


BÖLÜM IX
SÖZÜN SONU
Tarihin akıp geçtiği yollara dikkatle bir göz atın! Her tarafta kavimlerin
kalıntılarını, tanrı sandıkları putlarını, mihrabları ve tapınaklarını, sarayları ve
konutlarını göreceksiniz. Belki onların harabeleri bugüne kalmış, ama ortada ne
topluluklar, ne devletler, ne insanlar var, hepsi bu yolun toprağına karışmış.
Bugün duyduğumuz sesler, tarih denilen derin mezarlıkta yarın bu yolda toza
toprağa karışacak olanların gürültüsünden başka bir şey değildir.

Aziz Hieronymos’un öyküsündeki gibi, çölde kaybolmuş bir çöl babasının


uzun zaman sonra karşılaştığı kişiye;

“Söyler misiniz lütfen, insanoğlu ne alemde? Eski kentlerden yeni


haykırışlar yükseliyor, hangi imparatorun dünya şimdi?”

Đnsanların yıllar ve çağlar boyunca süren gelişimi, tarihlerini başka türlü


anlatarak değiştirilemez. Yaşadığı çevre, komşular yüzyıllar ile edinilen iyi kötü
gelenekler, yemekler, giysiler, tebessümler, bir alkış, sağ ayakla bir dönüş, bir
haykırış, göğe atılan bir adım hiçbir şeyin değişmediği, tarihi başka yazmanın
başına bir çaba olduğunu gösterir.

YARARLANILAN KAYNAKLAR

KELTLER ve GALATLAR için

1. Galat’lar; Fernard Lequenne, Çeviri Suzan Albek, Türk Tarih Kurumu-


1991 (194 sayfa)
2. Anadolu’daki Galatlar ve Galatya Tarihi; Mehmet Ali Kaya, Đlya Đzmir
Yayınevi-2005
3. Merlyn, Kral Arthur’un Büyücüsü’nün Gizli 21 dersi; Dauglos Monroe,
Çeviri Yasemin Candan, Newage Yayınları – Ekim 2004
4. Anadolu Kültür Tarihi; Ekrem Akurgal, Tubitak Popüler Bilim Kitapları,
Ankara -1998
5. Türkiye’nin Tarihi; Seton Llqyd, Çeviri Ender Varinlioğlu Tubitak
Popüler Bilim Kitapları, Ankara-1998
6. Đncil
7. Dünya Tarihinin Perde Arkası; Turgut Gürsan, Bilge Karınca Yayınları-
Ocak 2005
8. Tapınak Şövalyeleri, Mabet ve Loca; Rıchard Leigh, Michael Baigent,
Çeviri Muzaffer Renan Mengü, Nokta Yayınları, Đstanbul Mayıs 2004
(444 sayfa)
9. Đnancın En Güzel Tarihi, Jean Bottero, Marc-Alain Ouaknin, Joseph
Moinght, çeviren Đsmet Birkan, Đşbankası Kültür Yayınları, Đstanbul-
Kasım 2003 (162 sayfa)
10. Tapınak Şövalyeleri Mesih’in Mirası; Micahel Baigent, Richard Leigh,
Henry Lincoln, Çeviri Eda Acora, Nokta Kitapları, Ocak 2005 (466 sayfa)
11. Tarih Boyunca Masonulk, Asım Ak’in, Hacettepe Taş Kitapcılık, Ankara,
Nisan 1998
12. Dünyanın En Güzel Tarihi, Hubert Reeves Joel de Rosnay, Yves
Coppens, Dominique Simonnet, çeviren Đsmet Birkan, Đş bankası Kültür
Yayınları, Đstanbul Ocak 2003 (160 sayfa)
13. Ezoterik-Batinilik Doktrinler Tarihi, Cihangir Gener, Yenilik Basımevi,
Đstanbul, Ekim 2000 (166 sayfa)
14. Ölü Deniz Parşomenleri, Kurman Yazıtları, Geza Vermes, çeviri Nurfer
Çelebioğlu, Nokta Kitapları, Đstanbul Mart 2005 (676 sayfa)

TÜRKLER ve TÜRKMENLER için

1. Türk Mitolojisi (Kaynakları, açıklamaları ile destanlar) Prof. Dr.


Bahaeddin Öğel, Türk Tarih Kurumu, Ankara 2002 I.cilt, 644 sayfa,
Ankara 2003 II. Cilt (610 sayfa)
2. Türk Şaman Metinleri; Prof. Dr. Fuzuli Bayal, Piramit Yayıncılık- Ankara
2004 (249 sayfa)
3. Doğu Anadolu’da Eski Türk Đnançlarının Đzleri; Dr. Yaşar Kalafat,
Atatürk Kültür Dil Tarih Yüksek Kurumu Yayınları-Ankara 1995 (196
sayfa)
4. Tarihte ve bugün şamanizm; Abdülkadir Đnan, Atatürk Kültür Dil Tarih
Yüksek Kurumu Yayınları- Ankara 1986 (229 sayfa)
5. Tahtacılar, Ali Selçuk, Yeditepe Yayınevi-Ekim 2004
6. Hacı Bektaş (Efsaneden Gerçeğe) Irene Melikoff, çeviri Turan Alptekin,
Cumhuriyet Kitapları, Đstanbul Ağustos 2004 (430 sayfa)
7. Nasıl Müslüman Olduk ? Erdoğan Aydın, Cumhuriyet Kitapları, Đstanbul
Şubat 2006 (330 sayfa)
8. Aleviliğin Kayıp Bin Yılı (325-1325), Erdoğan Çınar, Chivi Yazıları
Yayınevi, Đstanbul-Şubat 2006 (218 sayfa)
9. Moğol Đstilasına Kadar Türkistan Halkı, V.V. Borthold, çeviri Durdun
Yıldız, Türk Tarih Kurumu Yayınları, Ankara 1990 (644 sayfa)
10. Üstad Dercesindeki Sembolizma, Raoul Benteaux Der. A. Ümit Đris,
Yenilik Basımevi-Đstanbul 2002 (142 sayfa)
11. Bektaşilik, Mevlevilik, Masonluk; Nevzad Odyakmaz, Đnkılap Kitapevi,
Đstanbul 1988 (408 sayfa)
12. Türk Tefekkürü Tarihi, Hilmi Ziya Ülken, Yapı Kredi Yayınları, Đstanbul-
Ocak 2004 (354 sayfa)
13. Şaman’ın Bedenindeki Kadın, Barbara Tedlook, çevirmen Pınar Savaş,
Mia Basım ve Yayıncılık, Đstanbul-2006 (336 sayfa)
14. Binboğalar Efsanesi, Yaşar Kemal, Yapı Kredi Yayınları, Đstanbul 2006
(281 sayfa)
15. Osmanlı Engizisyonu, Ali Yıldırım, Piramit Yayıncılık, Ankara 2004 (271
sayfa)
16. Işığa Doğru, Murat Yurdakök, Güneş Tıp Kitapevleri, Ankara 2007 (552
sayfa)

OSMANLILAR için

1. Tarihimizle Yüzleşme, Emre Kongar, Ankara Remzi Kitapevi-Eylül 2006


(245 sayfa)
2. Bizans’ın Altınları, Michael Kaplan, Çevirme Đhsan Batur Yapı Kredi
Yayınları Genel Kültür Dizisi No:1475/1, Đstanbul-Şubat 2004 (176 sayfa)
3. Osmanlı’yı Yeniden Keşfetmek, Đlber Ortaylı, Timaş Yayınları, Tarih
no:27, Đstanbul-2006 (189 sayfa)
4. Fatih ve Fetih, Erdoğan Aydın, Cumhuriyet Kitapları, Đstanbul-Nisan
2005 (369 sayfa)
5. Padişahların Kadınları ve Kızları, M. Çağatay Uluçay, Türk Tarih
Kurumu Yayınları- Ankara 1992 (220 sayfa)
6. Sadrazamlar (Osmanlı’da Đkinci adama saltanatı), Nazım Tektaş, Çatı
Kitapları, Đstanbul-Mayıs 2002 (760 sayfa)
7. Osmanlı Đmparatorluğu Klasik Çağ (1300-1600), Halil Đnalçık çevirmen
Ruşen Sezer, Yapı Kredi Yayınları-1825/20, Đstanbul-Mart 2006 (sayfa
285)
8. Tanzimat Öncesi Osmanlı Tarihi, Araştırma Rehberi; Erhan Afyoncu,
Yeditepe Yayınevi, Đstanbul, Ocak 2007 (496 sayfa)
MUSTAFA KEMAL’ĐN TÜRKĐYESĐ için

1. Nutuk, Mustafa Kemal Atatürk, Atatürk Kültür Dil ve Tarih Yüksek


Kurumu, Atatürk Araştırma Merkezi Yayınları, 1997 Ankara (610 sayfa)
2. Medeni Bilgiler (1929-1930) Mustafa Kemal Atatürk, Örgün yayınevi,
Đstanbul 2003 (502 sayfa)
3. Atatürk’ün Okuduğu Kitaplar, Anıtkabir Derneği yayınları, Cilt 2, Ankara
2001, (490 sayfa)
4. Atatürk’ün Okuduğu Kitaplar, Anıtkabir Derneği yayınları, Cilt 3, Ankara
2001, (490 sayfa)
5. Atatürk’ün Okuduğu Kitaplar, Anıtkabir Derneği yayınları, Cilt 5, Ankara
2001, (493 sayfa)

You might also like