Professional Documents
Culture Documents
Yakup Kadri Karaomanoğlu-Ankara
Yakup Kadri Karaomanoğlu-Ankara
yakup kadri
karaosmanoğlu
a:
c:(
::.c
z
c:(
-
::::>
_.J
>(!)
o
z
<(
:2
U)
o
c:(
o::
�
a:
o
�
n_
::;:)
�
� BJT� ESERLeRi 10
anl<ara
ILETIŞIM YAYlNLARI
YAKUP KADRl KARAOSMANOGLU • Ankara
Iletişim Yayınları lO • Bütün Eserleri lO
ISBN 975-470-134-2
Ankara
YAYINA HAZIRLAYAN Atilla Özkırımlı
cı t m
Y
akın tarihimizd� edebiyatçı ve düşünce adamlarının
ye başladığımız inancındayız.
Iletişim Yayınları
5
içindekiler
HAYATI VE ESERLERI 9
ANKARA ÜZERINE 13
BIRNOT 17
ANKARA 19
10
cildi. 196 1 ' de Manisa mil letveki l i oldu. 1957 ' de de U l u s gazetesi
nin başyazarlığın ı yüklenmişti. 1962'de Atatürk i l kelerine ters düşül
r1üğünü i leri sürerek C H P ' den istifa etti . 1965 'ten sonra ise pol itika
dem çekildi. Son görevi Anado l u Aj ansı Yöneti m Kurulu Başkanlığıy
dı. 13 Ara l ı k 1974'te Ankara'da öldü . ıstanbul'da, Beşiktaş'-ta Yah
ya Efendi Mezarl ığı ' n da annesinin yanında yatmaktadır.
Eserleri
HiKAYE
Bir S erencim ( 1 9 13), Rahmet ( 1 9 2 3), Milli Savaş Hikayeleri
(1947).
ROMAN
Kiralık Konak (1922), Nur Baba (1922), Hüküm Gecesi (1927), So
dom ve Gomore (1928), raban (1932), Ankara (1934), Bir Sürgün
(1937), Panorama (2 cilt, 1953-54), Hep O Şarkı ( 1 956).
MENSUR ŞiiRLER
Erenlerin Bağından (1922), OkunUcundan ( 1 940).
AN 1
Zoraki Diplomat ( 195 5). Anamın Kitabı ( 1 9 5 7 ) , Vatan Yolunda
(1958), Politikada 45 Yıl (1958), Gençlik ve Edebiyat Hatıraları
( 1969).
MONOGRAFi
Ahmet Haşim (1934), Atatürk ( 1946).
ÇEŞiTLi MAKALELERi
"izmir'den Bursa'ya" ( H . Edip, F. Rıfkı , M . Asım i le , 1922), "Kadın
lık ve Kadınlarımız" (1923), "Seçme Yazılar" (F. Rıfkı. R. Eşref ile.
1928), "Ergenekon" (2 cilt), "Alp Dağlarından ve Mlss Chalfrin'in
Albüinünden" ( 1942).
KiTAPLAŞMAMIŞ OYUNL ARI
"Nirvana" (Resimli Kitap, s. 9. 1909). "Veda" (R. Kit . , s. 11). "Sa
ğanak" (i st. Şehir Tiy. Ktp.), "Mağara" (Varlık, s. 12-1 7 . 193 4).
11
Ankara üzerine
••
13
zif' le Ankara'n ın "yaban"ıdır. istanbullu hanım için Ankara'da hayat
tekdüze ve sıkıcıdır, yoksunluklarla doludur. Aradığı eaşkuyu savaş
kahramanı Binbaşı Hakkı Bey'de bulur Selma. Kurtuluş coşkusunu
onunla yaşar. Başka seçeneği de yoktur. Selma'nın arayışı Anka
ra'n ın arayışıdır çünkü.
Yakup ·Kadri ' n i n bu bölümde sergilediği erkekler toplumsal ve si
yasal yapının birer göstergesidirler. Nazif bürokrattır. Korkak ve mıy
mıntı bir bürokrat. Binbaşı Hakkı Bey ise atılgan ve yiğit bir asker.
Sungurizade Ömer Efendi yerli eşrafı simgeler. Ne kurtu luştan yana,
ne kurtu l u şa karş ı , toplumsal gel i ş i m e deği l , ekono m i k ge l iş i me
ayak uyduran yerl i eşrafı . .. Murat Bey' le Şeyh Emin ise mecl isin iki
kesiminin , kurtuluşu iki ayrı görüşle savunan yeni l i kçilerle tutucula
rın simgesidirler.
ikinci bölümde Selıtıa'yı Binbaşı Hakkı Bey'in karısı olarak görü
rüz. Ama koşullar deği şmiş, değişen koşullar Cumhuriyet öncesi n i n
kişileri n i d e değiştirmiştir. Hakkı Bey ordudan, M u rat Bey m i l l etveki l
liğinden ayrı lmışlardır. Şeyh Emi n ' l e birlikte üçü de yen i türeyen bir
sınıfın üyesidirler artık. Vurguncu, kurtuluşu çizgisi nden saptıran bir
s ı n ıftır bu . Selma, bir süs çiçeği , bir "zevk alet i " gibi kıs ır ve avare,
'
amaçsız yaşayıp gitmektedir bu çevrede.
Yeniliği snopluk, " monden l i k " ol arak alan, halkın dışı nda yaşayan
yen i sınıfın üyelerini kıyasıya eleşti rir Yakup Kadri . Öze l l i kle arsa
spekü latörü, müteahhit Murat Bey'in davranışlarını, yaşama biçimini
gülünçleştirerek sergiler. " lnkılap" hareketinin yozlaşmasının neden
lerini araştırır. Birinci bölümde görünüp kaybolan yazar Neşet Sabit
konuşur bu bölümde onun adına. Bu kez hastalığı teşh i s eden , çö
zümü gösteren Neşet Sabit'tir Selma 'nın tek seçeneği . Kurtuluş Ne
şet Sabit'tedir. I şte üçüncü bölüm bu kurtuluşun, Yakup Kadri ' n i n
düşlerindeki biçimiyle betimlenmesidir.
Ama kurduğu düşün gerçekleşememesinin neden lerini sergi leyen
de Yakup Kadri'd ir. Sorunu salt bir kalkınma sorunu o larak almakla
yetinmekte, kurtuluşun gerçekleşmesinin siyasal çözüme bağlı oldu
ğunu görememektedir. Daha doğrusu , " Kadrocu" bir görüşle kur}u
l u ş u n yukardan aşağıya dayatıl arak sağlanabi leceği kanısındadır.
Halkın kendi kendisini yönetmesi düşüncesi yoktur Yakup Kadri 'de.
Halktan uzaklaşı ldığın ı , halka ters düşüldüğünü söylerken bile halka
karşıdır. Sözgelimi, ikinci bölümde bir yılbaşı balosuna gidenleri sey
re gelmiş halk, halktan kişi leri betimlerken, sözde halktan nasıl ko
pulduğu n u sergilemek amacındadır: ama öyle bir tavır takınmış�ır ki
14
halkı küçümsediği , anlattığı kişi leri yöneti lmesi gerekli bir sürün ü n
üyeleri gibi gördüğü apaçıktır. Sabır, tevekkül v e sağduyuyu yakıştırır
halktan kişilerine; ama heps i n i , yerli eşrafı bile özell ikle yönetimin
dışında tutar. Oysa Atatürk' ü n daha 1920'de koyduğu teşhis ve çö
züm şudur: "Bizim inancımıza göre , m i l letimizin h ayatını ve yüksel
mesi n i temin edecek olan , kendi hazım kabi l iyeti ile mütenasıp gö
rüslerdir. Fakat esas itibariyle tetkik olun ursa bizim görüşümüz -ki
halkç ı l ı ktır- kuwetin, kudretin , hakimiyeti n , idare n i n doğrudan doğru
ya halka verilmesidir, halkın el i nde bulundurulmasıdır. " (Söylev ve
Demeçler, s. 97). Kadrocu görü ş ü n , dolayısıyla Yakup Kadri ' n i n çık
mazı da bu doğruyu göremeyiştedir. Başka deyi şle birinci önermeyi
kabullenip ikinci, üstel i k temel önermeyi yok saymak Yak u p KadrPyi
cözümsüzlüge götürmüştür.
Sözümüzün baş ı nda Ankara'nın ütopik bir roman olduğun u söyle
dim. Ütopik oluş Yakup Kadri 'nin gerçekç i l iğin i de bel i rler. Şematik
bir gerçekçi l i ktir bu . Ütopinin temeliı'ldeki düşünce yazarın kişilerine
ve gerçekl iğe bakış açı s ı n ı biçi miemi ştir çünkü. Bu da gerçekliğin
zorlanmasına, yapaylaştırılmasına yol açar doğal olarak. Kişi ler, za
mansal atlamalarla bel l i dönemlerde, bel l i durumlarda saptanır. Ki
ş i lerde bi r değişme söz kon usudur, ama deği şmen i n süreci yoktur.
Her şey oluş h a l i nde deği l , o l u p bittikten sonra anlatıl ır. içerden,
içinden değil; dı şardan, dışı ndan yansıt ı l ır. Ruh çözüm lemelerinde
usta olan Yakup Kadri ' n i n kişileri , böylesini de yaratırım dereesine
birer kukladırlar Ankara 'da. Çünkü romanın kahramanları ne Selma,
ne Nazif, ne B inbaşı Hakkı , ne de M u rat Bey'dir. Roman ı n tek kahra
manı vardır aslında: Ankara . . . Amaç bel l i bir bak ı ş açısıyla Ankara'yı
anlatmaktır. Ankara'ya i l işkin gözlemler, izlenimler, gerçek görüntü
ler de bu bakış açısı n ı doğrulayacak biçimde seç i l i p düzenlenmiştir.
Çağdaş Türkiye üzeri nde düşünürke n , salt bu nedenle olsa bi l e ,
Ankara romanının mutlaka okunması gerekmektedir.
Ankara, i l k kez 1934'te Akba Kitabevi ' nce, Yakup Kadri ' n i n göz
den geçirdiği üçüncü basımı Remzi Kitabevi 'nce bas ı lmıştır.
Bugüne dek dört kez basılan romanın bu beşinci basımında yaza
rın gözden geçirip yal ı nlaştırma yönte m i , öteki yapıtlarında örnekleri
verilen yöntemin aynı olduğu için yinelemeden kaçınmak amacıyla
üzerinde durmuyorum. Yal ı nlaştırmayı aşan deği ş i k l iklerin birkaçını
da sayfa altlarında, hep yaptığım gibi kimi az kullanılan sözcüklerin
karş ı l ıkları n ı verdim. Kuşkusuz Fransızca sözcüklerin de.
Sözü bağlarken , karşılaştığım güçlükleri aşmamda yardımcı olan
15
Beyazıt Devlet Kütüphanesi görevlileri Ayten Şan ve Hasibe Tokoğ
lu'na, Fransızca bilgilerinden yararlandığım Aysel Özakın ve Afşar Ti
muçin'e teşekkür ederim_
16
Birnot
17
BIRINCI KlSlM
19
"Bir şey değil, canım; birinin eşeği kaybolmuş , * işte, tel
la) bağırıyor. "
Ve tekrar başı yastığa düştü, uyudu.
Genç kadın, demin hayret ve korku ile açılan gözlerini
kocasının üstünde şefkatle dolaştırdı. İçinden: " Zava l l ı ,
ç o k yorgun." dedi. Gerçi, kendisi de ondan daha a z yorgun
değildi. İstanbul'da on beş gün evvelinden başlıyan göç ha
zırlıkları, onun arkasından İnebolu seyahati, Inebolu'dan
buraya o uzun, zahmetli araba yolculuğu -o haşerat yuvası
hanlar- nihayet , Ankara'ya varış, bu eve giriş, bu adayı te
mizleyiş . . . Bütün bunlar gene kadının bir tüy kadar hafif
vücuduna adeta bir torba kurşun ağırlığı vermişti uzun za
man için , artık yerinden kımıldayacak hali kalma mıştı.
Kendi kendine: "Artık, bu yorgunluğun iki üç misline kat
lanmış olan Nazif, kimbilir, ne kadar bitkindir. " dedi. Göz
leriyle tekrar, kocasını okşadı.
Karşıki evin ağır saçaklı çatısında sabah güneşinin ilk
panltıları seziliyordu. Genç kadın: "Daha çok da erken . "
dedi. Yeniden uykuya dalmak istedi. Dokuz on saatlik yek
pare bir uykuya rağmen vücudunun ve kafasının henüz la
zım geldiği kadar dinlenmemiş o lduğunu hissediyordu. U
kin bu ikinci uyku denemesi çok uzun sürmedi. Kah ense
sinde, kah belinin ortasında, kah baldıriarında birtakım ha
fif yanmalar duyuyordu. Ince ve duygulu derisi, bir hafta
dan beri bu üzücü tesirierin yabancısı değildi. Inebolu'dan
itibaren, tahtakurulannın elinden her konakta bin türlü ce
za ve cefa çekmişti. Onun için, bu ağır yürüyüşlü ve pis
kokulu küçük mahlüklann bir insan vücuduna hücum et
mek , bir insan vücudunu istila etmek hususunda kullan
dıkları "sevkulceyş " * * hareketlerini pek iyi biliyordu.
20
Ona göre, bu h ücum ve istila hareketi bazı yerde teker
teker veya i kişer ikişer ilerleyip sokulan öncülerle, baze n,
ani ve y ığın halinde bir baskınla vuku bulur. N itekim An
ka-ra'ya varmazdan iki konak evvel, Çankırı'da böyle o l
muştu. lstanbullu hanımın, bir han peykesi üstüne serdiği
ve kar gibi beyaz c,;arşafla örttüğü yatağı, bir an ic,;inde, irili
u faklı y üzlerce tahtakumsu ile sıvama donanmıştı. Yo rgan
kald ı rı lıp mum yakıl ı nca baskına uğramış bir ordu hal i nde
hepsi bir yana kaçışmaya başlamış ve gene,; kad ı n , bir kale
b e kc,; i s i g i b i sabaha kadar m u m u n ayd ı n l ı ğ ı n a bakarak
ayakta durmuştu .
Şimd i , ic,;inde yattığı yatak gene o yataktı. Faka t , An ka
ra'ya gelir gelmez i l k işi, onu, en i nce, en gözle görü lmez
d ikiş yerlerine kadar türlü usullerle temizlemek olmuştu.
Buna rağme n , o malı luklardan gene bir şeyler kalmışsa . . .
Yüreğinde derin b i r üzüntü ile doğru l d u . Önce, yatağını
yo kladı . Bir şey bu lamad ı . Sonra üstündeki ö rtüyü kald ırıp
baştan aşağı bütün yastığı sıkı bir incelemeden gec.;ird i .
Tam vazgeçere k , tekrar yatacağı sırada ayak ucuna doğru
iki u facık tahtaku rusunu n ayrı ayrı isti kametlere kac,;tı kla
rını görd ü . Bunlar, bir nokta kadar küc,;ük i d i l er ve pembe
ye yakın renkleri kan ından henüz emmiş olduklarını gös
teriyordu.
Nazif Bey in karısı: "Eyva h , ben şimdi ne yapacağım!" de
di ve gözlerini, ümitsizlikle, fü turla* -sanki, odanı n ic,;inde
esrarlı bir kuvvetten imdat istiyormuş gibi- tavanlarda, du
varlarda do laştırd ı . Bir de ne görsün! Bütün tavanlar ve du
var kenarları milyonlarca tahtakumsu yuvalariyle ad eta c,;.i
c,;ek bozuğu bir yüz gibi benek benek, benek benektir.
Gene,; kad ı n , de hşetten donaka l d ı . Bu adayı ve bu evi
iı,;inde barı n ı l ı r bir hale getirmek ic,;in bu milyo nlarca küc,;ü
cük delikierin her b irini ayrı ayrı temizlemek lazım gele-
1ikzginliklc, usanda
21
c e k t i . Gerç i , İsta n bul'dan, Ankara'yı b i l e n l e r i n tavsiyrsi
üzerine şişe şişe l izolla, kutu kutu tahtakurusu tozu ge tir
mişti. Bunların her birinin ayrı b i r küçü k ı u l u mbas ı , h i r
fırças ı , b i r i ğ i vardı. Fakat, bütün bunlarla uğraşmak ne ka
dar müşkül o lacaktı ! Kocasına g e l i nce, o n u n izni bugün
b i tiyord u . Biraz sonra giyinip işine gidecekti. Ve dün, akşa
ma doğru buldukları bir köylü kad ın, ancak su taşımaya ve
mutfakta ateş yakmaya elverişl i idi.
Ansızın , dışarda öyle müthiş bir gürü ltü daha kopt u ki,
Nazif bile uyan ı p başını kaldırmak zorunda kaldı ve bu se
fe r karısına:
''Ne var? Ne oluyo ruz ?"
suatini sormak ona düştü. Karısı pencereye koştu . Bu de
fa gürültü, sokak tarafından deği l , evin avlusundan gel iyo r
du. Ev sah ipleriyle ortaklaşa kullandıkları bu avlu aynı za
manda her iki evin bütün pis i ş l e ri ni n görüldüğü yerd i .
Genç kad ın, eve i l k gird iği anda buradan n e kadar tiksine
rek geçtiğini hatırladı. Gene aynı hal. B u laşık sulariyle yağ
lan m ış bir oluk sokak kapısının altı ndan d ı şarıya uzan ıyor.
Onun b i raz ötesinde tahtadan b i r nöbetçi k ul übesini and ı
r a n aptesaneni n kötü kokusu dağıl ıyor v e b i r i pte s ı ra sıra
çocuk bezleri sarkıyord u. lşte, bunların a l tında b i r ada m ,
b i r kad ını dövüyordu.
Dövülen kadının h iç sesi çıkmıyord u . Fakat, içerden baş
ka kadı nların onun hesabına bağınşlik ları i ş i t i l iyor, beri
yandan döven adam da karık ve karl bir erkek bağırış_i ylc
karşılık veriyordu. Bu sesiere arasıra herifin e l i nden kurtul
maya çabalayan zava l l ı kadının nalın takırtı ları karışmakta
i d i . Derken bir tencere yuvarlandı. Kapısı açık d u ran'hir
ahırdan b i r kara eşek başı n ı çıkarıp anırmaya baş lad ı . Pen
cerenin önünde d uran genç kadın gül mekle ağlamak ara
sında:
"Ayol , bu ne hal ! . .. d iye söylendi; baksana, galiba bizim
22
ev sa hibi karısın ı dövüyor. "
N azi r. kayıtsız kayıtsız:
" M utlaka, sabah kahvaltısını vaktinde yetişt i rme miş ola
cak" ded i.
23
ll
24
d inden taze nişanlı kızların haber bekledikleri yer An kara
oldu. Babasın ı n , her saba h , gazetesi n i açarken "Baka l ı m
Ankara'dan n e havadis var?" yahu t " G e n e Ankara'ya dair
havadisleri menetmiş olacaklar. " diye söylenişleri, bir gün
başlangıcının en alışılmış sesleri sırası na girmişti. Hele bir
çok b ildikleri gibi N azif de Ankara yolunu tutunca, Selma
Hanım için, hiç o l mazsa üç dört defa A nkara bahsi geçme
yen ve o bahisle açı lıp kapanmayan günler tatsı z , uğursuz,
bomboş bir mahiyet almaya başlamıştı .
Bazı milliyetçi gazeteler, "Türk milletini n kalbi Ankara'
da çarpıyor" demekle çok doğru b i r vakıayı i fade etmiş
oluyorlard ı . Bu bir edebiyat deği l , bu bir mecaz değil , bu,
aka ak, karaya kara demek gibi reel bir şeyi i fade ediyor
du.*
Bundan başka, Istanbul'da, Ankara'ya gidenin e hemmi
ycti o kadar artıyor, o kadar aruyordu k i , adeta kutsallaşı
yordu. Kad ı n veya erkek, Ankara'ya giden kimseler, Istan
bullulara, milli hareket kahramanları mertebesine ermiş gi
bi geliyordu. Hele Halide Edip Hanımın menkıbeleri ka
d ınların kalbinde yenilmez bir imreniş, bir tatlı üzüntü ve
ya kesin bir kıskançlık ateşi alevlendiriyordu ve hepsi ona
benzemek, onun yerini almak için can atıyordu.
Gerç i , Selma Hanım, bu şöhret düşkünleri nde n , bu i hti
rasl ı poli tikacı kad ı n lardan biri değil d i. lyi bir tahsil gör
müş olmasına ve fikir davalarını çok iyi a niayabi lecek bir
seviyede bu lun masına rağmen memleket işlerine karışmak
cmeli gönlünden hiç geçmemişti. O, bu vazi feyi, yaşın ı ba
şını almış ve hayatta artık kendisi için yapacak bir şeyi ka l
mamış hanımiara bırakıyordu. Daha doğrusu, bu hususta
hiçbir fikri yoktu. Evleneli daha bir yıl olmuştu. Ne kocası
nı kafi derecede sevmeye, ne de evine barkına istediği -dü-
25
zeni vermeye vakit bulmuştu. Derken, bütün bu kaygılar,
kargaşal ı k lar çıktı. Zava l l ı kad ıncağız neye uğra d ığını bi le
med i . O gün bu gündür, acemi bir ip cam bazı gibi hep ha
yattaki muvazenesini a ramalda meşguldü.
Doğrusu , bu seyahat, bütün zahmetlerine, yorgunlukia
rına rağmen gene acayip ve eğlenceli bir had ise oldu. Ona
kendisini unuuurdu. Kocas ı onu l nebolu'dan karş ılamaya
gelmişti. O zamana kadar hiç b inmediği b i r kocaman sa n
dal içinde h iç b ilmediği b i r sahile doğru bata çıka yaklaşı r
ken , h iç tanımadığı bir adamla b i r se rgüzeşte atılır gibiyd i .
lnebo-lu'da, d e renin ö b ü r yakası ndaki küçük o t e l i n yarı
ç ıp l a k odasına N az i r'le ka rşı karşıya oturunca, i l k evlilik
günleri nin tatl ı çekingen l iğini hissetti. La kin, bir tarartan
da bu yabancı yer, bu derme çatma ote l , bu ıssızlık ve bu
ga ri p l i k onu durmaksız ın N azi r'e doğru itiyord u . Kocası ıı
da, şimdiye kadar, h iç bu derece yüksek bir h imaye, şefkat
ve otorite kudreti bulunduğunu sanmamıştı.
Nazif, kendisini alıp götürmek için yedi günlük yolda n ,
dağlar v e ovalar aşarak nas ı l geld iği n i , ü ç günden ber i , bu
rada, ne merak ve e ndişe içinde beklediğin i , bu oteldeki
odayı ne güçlük!� bulduğunu anlatırken genç kad ı n a ına
salların demir çarı ld ı kahramanları gibi görünüyord u. Sel
ma Hanım, başından neler geçmiş bu adama hayrc tle bakı
yor ve onun daha neler yapabi leceğini düşün üyord u . N aziL
"Şimdi," dedi; "ası l m ü h i m nıesele buradan b i r nakil va
sıtası tedarik edebilmekti r. Her zaman yaylı a raba bulun
muyor. Eşyalarımız için iki tane de yük a rabası laz ı m . Ger
ç i , kağnılar var ama, A n kara'yı on beş günde tu tamazlar.
Üç denk getirdin deği l m i ? Üç denk. . . Haydi b i r tanesi-ni
yanı mıza a la l ı m . Ya öbürlerini nereye sığdıracağız ? "
N azif'in b u küçük kaygı ları Selma'ya sirayet etmiyordu.
Onu, her şeyin çares i n i bu lacağından emin, gül ümseye rek
d i nliyordu.
26
Nazif, onsuz altı ayd ır neler çektiğini anlattı. lik gün ler,
Taşhan d iye bir otelele yatı p kalkmıştı. Bu otelin her oda
sında, birbirine yabanc ı , en az dört beş müşteri vard ı . K i m i
sanı yesi b i r hamak g i b i sarkmış, demiri pas tutmuş v e hrr
parc;ası ayrı bir gıcırıı ile ses c;ı karan karyo lalarda, kimi ya
lın kat ye r yataklarıncla . . . Bazı zam a nlar, korido rlarda da
yatanlar görü lürm üş. N azif, kaç defa bunların üstünden at
layarak gidip gelmiş.
Taşhan'dan sonra bir müddet bekar arkadaşlarından biri
nin evinele misafir o l m uş, fakat bütün işlerini kendisi gör
mek şartiyle . . . Sabahları yüzü nü yıkayab i l mek ic;in çeşmc
den su taşırmış, yatağını kendi toplayıp kendi ac;armış; c;a
maşırını çok defa kendi eliyle yıkad ığı o l m uş. Daha son ra,
büyük tal i lı . . . Bir Ya hudi evinde pansiyon b ulmuş. Karı s ı
na:
"Bilemezsi n , ded i ; " b u , An kara'da yaşıyan bir adam ic;in
ne demektir. . Bir yahueli evinele pansiyon. Ankara'da bu
nun fevki ncle* bir ikbal hanrdan gec;mez.
Gene; kad ı n :
"Ya bizim evimiz"?" ded i .
Nazif. daha i l k ad ımda karısının gözünü korkutmak iste
miyord u .
"Bizim evimiz mi? Ooo o b i r konak yavrusu . B i r muhte
şe m porlc codıcrc'clenu gireceksi n , b i r büyük avludan ge
c;ece ksi n; bir tarafta ev sahibinin daires i , öbür tarafta bizi m
claireıniz. Mercl ivenlerclen çıkacaksın: Birinci kat ve bir so
fa, merclivenlerden c;ıkacaksın ikinci kat, gene bir büy ük
so fa . . . Her odada yerli clolaplar, secl i rlcr. . . Hele bir senin gc
tircliğin eşyaları yayıp cl öşecl ik mi. eleme gitsin . . . Bizim ev,
Ankara' nı n en zengi n. en kibar mahfi lleri nclen * * * biri o la-
27
cak.
Selma Hanımın bütün bu şakalara inanacağı geliyo r, gü
l üyorclu. O dakikada, bi linmeyen birtakı m şüpheli koku
larla zehirlenmiş havasını teneffüs ettiği bu otel odasını n
ç ı plak ve süni dekariyle başlıyan bu seyahaLin ucunda "en
lıihaı; cıı zeıı�iıı bir cv" Lahayy ülü ona imkansız ve hazin bir
düşünce gibi görünmüyorclu .
Bir kocaman Van kedisi mu nisl iği ile kocasına sokul m uş
Lu.
28
lll
29
Anadolu hakkındaki m a l u matı i l k defa onelan a l m ışlard ı .
lsmail Çavuş, ınem lekette, halkı bu kadar koruyan b i r ida
re daha gelmediğini söylüyord u .
"Doldur cebinc altın ı. B i r baştan öbür başa dolaş; ki mse
elen k ı l ı na hata ge lmez;" d iyord u. O n u n ic;incl i r ki, Sc lıııa
Hanı mla Nazif, Kastamonu ile Çan kı rı arasın daki kona kta ,
bütün geceyi yo l u n ortasında bir araba ic;i ncle gcc;ird i l c r. Bu
konakla öyle bir han vardı ki, Selma Ha nım eşiğinden ic;eri
bir adım atmaya cesaret ede m e d i . Az kal s ı n , sıcak gübre
kokusundan tıkanıp bayı laca k t ı . Atları c,;e k i l m i ş araba n ı n
i c; i , o n a b i r saray kadar rahat v e fe rah ge leli. Yay iıyı ik i kat
ş i lte ile döşemişl crcl i. Her yan ı na yu muşak yastıklar koy
muşlarcl ı . Çarşafı , pec;esi ilc bun ların üstü ne b üz ü l cl ü ve
Nazi f arabanın bütün perdelerini sıms ı kı kapayı p onun ya
n ı na uzandı. Böylece uyuyup kalclılard ı .
Selına Hanını saba h ı n i l k donuk ayd ı n lığında gözleri n i
ac;tığı vakit, b u gece nin acayip hoşluğuna henüz kananıa
m ıştı. Bir c;ocuk gibi scvinc; ic; indeyd i:
" Keşke bir mani c;ı ksa da, bir gece daha burada kalsak"
di yord u .
La k i n , n e yaz ı k k i ma n i i Çan kı rı'da arahac ı c;ıkard ı . ine
bol u'da yapılan pazarl ığa göre her d u ra k la bir gece kalmak
şartı varken arahacı kırk sekiz saatl i k bir işkenceye mah
kum etti ve onelan sonra A nkara'ya kadar yolc u l uğun artık
hic;bi r tatlı tarafı kal mad ı.
Gene; kad ın avl uya bakan pencerenin ö n ü nden <.;ckild i .
Kocası n ı n yatağına doğri.ı gitti:
"O kadar yo rul muşuz ki. hic;bir şey h issetmeden sabahı
e t t ik;" dedi.
"Evet ele l i ksiz bir uyku. Ama bakettik değil ıiı i ? "
''Ben daha uyuyaca ktını , fakat . . .
''Fakat, bu gürültü . . . Allah belası n ı vers i n .
·'Hay ır, b i r ele, gene b u tah takuruları.
30
Naz i f. bir fen a habe r a l ın ış adam gibi yatağın içinele sıı,·
rayı p doğru ldu:
"Ne diyorsu n ? "
Gene,; kad ı n , sinirli sinirli gül üyorcl u . Nazif, karısın ı tepe
den tı rnağa kadar süzd ü. ileyaz, kar gibi beyaz gece liği nin
ya kasından sı y rılan narin ve yuvarlak o m uz başla rından,
ponponlu teriiideri içinde l üzumuncl a n fazla k ü ç ü k gö rü
ne n ç ı p lak ayaklarına kadar vücudu n u n her tarafına göz
gczcl i rd i . G ü r ve k ı v ı rc ı k saçla r ı n ı ya L ı ş t ı r m a ya çal ışan
uz un, i nce parma klı ellerine baktı . Odanı n kaba saba a hşap
elekoru ic,;inclc bu malı lük o dcreec yeri nele deği l , o elereec
hi çare ve dayanı ksız gö rünüyordu k i , Nazif kend i n i tuta
maciı .
"Yalı yavrucuğuın , san a pek yazı k o l d u ; " ded i .
B u söz dudaklarından clö k ü l ü rkcn ö n ü nde d uran bu be
yaz ve i nce vücudu, bir a n ic,;in, el inde bir ıslak bezle ta hta
silen, canı tem izleyen veya iki yanı nda iki ağır güğü m l c av
l uclan yukarıya su taşıya n , mafsalları şişmiş, beli kalın iaş
m ış bir kad ı n olarak tasavvur etmişti.
''N i ç i n , prk yaz ık o l muş, ban a ? "
Nazif. haya l i nden geçen şeyi anlatmak istemedi:
··nu evi yo l u na koyu ncaya kada r çok üzülcccks i n , çok
voru lacaks ın da ondan" dedi.
Lak i n . bu iş, Nazif'in tahmin cll iği kadar ağır ve uzun ol
madı. Üç dört gün içinde her taraf temizlen miş, halılar se
r i l m iş, perdeler ası l ıınş ve lıalla Sc lın a Hamın ı n gene,; kızlık
eşyası m Leşk il eden cicibic ilcrle d uva rlar, rarıar süsl e n m i ş t i .
Nazif, hayret v e sev inç içinele i d i . Karıs ına; d u ru p d u rup:
''Sen bir pcri kız ısın·· d iyordu.
"Doğrusu, cv salıi pleri de bana c,:ok yard ı m ettiler.
Gc rc,:i, cv sah i b i Ömer Efenel i n i n i h tiya r anası ııdan başka
her iki karısı ve kız kardeşi üç gün sırayla o n u n i ındad ı na
koş muşlardı. Biri , su taşımış. öbürü camları s i l m iş. heri ki
31
döşeme tahtaları nı gıc ı r gıcır oğmuştu . Selına Hanım, hu
ağır işlerden hangi birine el uzatacak o lsa i�.;lerindeıı b i ri
a t ı lıyor:
" Ol maz, o lmaz ; " d iyord u , " h ele şuna bak, sen m isari r sa
y ı lı rsın ayol . . .
Birka<.; dakikanın içinde onunla kırk yıllık ah bap gibi lü
übali oluvermişlerdi . Bir aralı k , Selma Hanını odanın orta
sında b ırakılmış bir güğümü kaldırıp şöyle bir kenara koy
mak istedi. Ömer E fendinin büyük karısı üstüne at ıld ı , ko
lundan yakalayıp itiverd i:
"Hele, hele . . . Hele, hele, sonra göbeğin düşe rse e fcndiııc
ne cevap veririz ? " d iye bağı rd ı.
Sel ma Hanım scndeledi. Bunu bir hakaret m i , yoksa b i r
nezaket olarak m ı telakki edeceğini bilemiyo rd u . Ağlamak
la gü lrnek arasında:
"Beni o kadar c ı l ız mı buluyo rsu n uz ? " ded i .
"Cılız da n e demek; al)a, şöyle kakıverccek o l d u m , düşe
yazd ın. Suratı nda bir damla kan yok, kuz u m . Hi<.; de gün
yüzü görmedin mi, ned i r. Aman allah, he le, şu el lere , şu bi
leklere bakıverin . . .
Hatçe Hanı mın bu ııidaları üstüne öbürleri d e işi gücü
bırakıp lstanbul l u hanı m ın etrafını aldı lar. Sank i , her üç ü
de onu ilk defa gö rüyorm uş gibi dikkat ve hayrc t l c ha k ı
yord u .
Se l ma H a n ı m önce s ı k ı l ı r g i b i o l d u . Sonra i ş i alaya al
maktan başka çare l<al mad ığın ı anladı ve kendisin i ü<.; Aıı
kara l ı kadı nın bu sıkı göz yoklamasına bıraktı.
Endamca hepsinden daha yüksekti . Fakat, eıı c,· ok teni
nin rengi ve mafsal yerlerinin nari n l iği. inceliğiyled i r ki, hu
hayret ve merhamete ıncvzu teşkil ed iyord u . lş i<.;in giydiği
kolsuz kısa eteid i eıı ta ris i n i n yarıdan faz la açık b ı ra k t ı ğ ı
kol v e bacakla r ı , etrafını alan b u gürbüz vücutların aras ı n
d a ge r<.;e kten fazla ç e l i msiz görü n üyo rd u . Boyn u ,. başı nın
32
ıı ... ıundeki gür ve kabarık saç yığı n ı n ı güdükle taşıyor gi
lıl\'(l i . Ne kalça, ne göğüs . . . Uzun bir hastal ı k tan yeni kalk
ıııı-:; bir oğlan çocuğuna benz iyord u .
ı i <; Ankaralıdan biri, Ö m e r Efendi n i n i kinci karısı Ha li
ıııc Ilanı nı , iri birer d i ken demetini andıran e l lerini Sc l nıa
Ilanıın ı n ç ıplak kolları üstü nde gezdi rd i :
"Ili<; de kem iği y o k b e . . Bedeninin içi s a n k i kıkırciaktan
) , ılı i . . .
'
33
m ış çenesiyle yuvarlak yanaklarından al ıyord u . Çünkü, za
va l l ı Ha l i meciği ne bu evde, ne bu dü nyada ş t ın a rLaca k
kimse yoi<Lu. Ömer Efendinin uzak akrabasından bir üksüz
kız sıfatiyle bu eve gi rd iği günden beri b i r an işten ve da
yaktan baş alamamış, b i r an güler yüz görme m iş , tatlı söz
eşitmemişti.
Ö mer Efe n diyle evlenişi de bir acayip o l m uştu.
Ne tel , ne d uvak. .. Bir akşamüstü mahal l e n i n imaını gel
miş, n ikahl arın ı kıyıvermişti. Halimecik üstüne b i r tem iz
entari geç i rmek imkanını bile bulamamışt ı . M utfak kapısı
nın ara lığından Öme r E fendinin amca oğlu Vehbi Beye vc
kalet verirken hayretten donmuş bir halde i d i . Aynı zaman
d a aynı kapı aral ığından kocası o lacak a d a m ın geçt i ğ i n i
gördü. Yüzü h e r vakitkinelen daha sert v e daha ınağınunı
clu. * Zavallı Hal i mec i k kendi n i tutamam ış:
"Bu iş sahi mi, Ağa m ? " diye bağır ıvermişti.
Ve Ömer Efendi, Ha li me'ye hemen o akşa m , imanı g i t t i k
ten sonra, i l k kocal ık dayağını atmışt ı .
34
IV
35
kara iş ve ticaret alemi bu yeni müessesenin varlığını alış
k ın bir tavırla kabul etti.
Gerçi, piyasanın bu ani itibarını kazanmak için "Sungu r
lu Zadeler" h içbir gösterişte b u l u nmadı lar. Hiçbir reklam
yapmadılar. Eski hayatla rı, esk i maişet tarzları, * hatta eski
kıyafetleri ne i diyse gene onu mu hafaza ettiler. Ömer E fen
d i . elifiye biçimi şalvarla bir nevi küloL arası nd aki pantolo
nunu gene paçaları Liftilmiş ve dizkapakları yamal ı o larak
giyiyord u . Veysel E fe n d i , rengi atmış z ib i d i Cer M o l lası
üıüformas ı n ı hala sırtında taşıyord u . Tab a k Hüsey in ise ,
hala tabakyane kokuyor ve e lleri nin sarım tırak boyası n ı bi r
M e k k e k ı n ası g i b i i fti h a r l a göster iyord u . E t l i k'te , Kec,;i
ö ren'de, Çankaya'da edind ikleri bağlara gidip gelmek için
bir tek eşekten sıra ile istifade ediyorlard ı . (Şimdi her biri
ayrı bir eşek sah ibidir. )
Lakin, bizce Sungurlu Zadeler'in it ibarı n ı temin eden se
beplerden biri ası l bu tarz hareketleri olmuştur. Anad o l u ,
şatafatın, gösterişin , reklam ve palavraların h i c.; gec.;med iği
bir d iya rdır. Burada umumi ölc.;üye göre iyi ve ge n iş yaşa
yan adamın adı b i r batakc.; ıdır. lddialı kimsel ere bir gevczc
nazariyle bakıl ı r ve reklamcıya sadece yalancı den i r.
lşte, Sungurlu Zadeler, bu tarzın hiçbirini göstermed i kk
ri ic.;indir k i , mulı i tte derhal tutuml u i nsanlar şöhre t i n i ka
z a n d ı lar. Zengin d i r l e r, ama kaç para l a r ı var, b u paral:ı r
hangi bankalarda yatar, kimse b il mez . Hatta, üc.; kardeş ara
sında b i le her b i ri n i n varlığı öbürü için b i r sırdır.
S e l m a Ha n ı m kocası ndan ev s a h ip l e r i n i n ç o k ze n g i n
adam lar o lduğunu iş ittiği vakit hayretten do nakald ı . So n ra
kocasın ı n sözü nü şakaya hamledere k u z u n b i r kah k;ıha
kopardı:
"Ayo l , e v l eri n d e o t u racak b i r min d e r y o k " d i yord u .
1 Yaşama bıçiııılerı
36
''Hepsi gelip gelip şu bizim külüstür misafir odasını b i r ha
rika gibi seyrediyor. "
Nazif, b i r banka şefi c iddiyeti ile genç kadını nafi le yere
inandırmaya çalışıyordu. Selma Hanı m :
"Sus, c icim; b e n i çıldırtma. Hasis o labilirler. Fakaat, b u
derecesi akla sığmaz. Erenköyü'nde bizim b a ğ komşu ları
da ne kadar hasis insanlardır, bilirsin. Ama, bunlar öylesi
değil , canım . . . Günde bir öğün sıcak yemek ya yiyo rlar, ya
yemiyorlar. Üç küçük yer od<;ısının i ç inde sekiz dokuz kişi
haşır neşir oluyorlar. Kendi ağızlarından işittim, kışın çok
soğuk gecelerde fazla manga! yanmasın diye bütün ev hal
kı, çoluk, çocuk, kadın erkek hep bir arada yatarlarmış.
Nazif, karısının b u çocukça heyecanına gülüyordu. Genç
kadın , iddiasının son ispatı olarak pencereden karşıki evin
üst katını gösterdi:
"Baksana , şu katı b i l e b i t irmeye i m kan b u l a m am ı ş l a r.
Baykuş yuvası gibi duruyor" dedi . N az i f, b u n u n b i r batıl
i tikat yüzünden mahsus yarım bıra kı ld ığın ı söyledi:
"Anaclolu'nun hemen b i rçok yerinde yeni yapılan ev ler,
nazar değmes in diye böyle yarım bıra kıl ır. Hiç değilse beş
altı y ı l " ded i . Fakat, Selma Hanı m, gene Ömer E fendinin
zengin bir adam olabileceğine ihtimal vere miyordu.
" Geçenlerde, dedi; "buraya seni z iyarete geldiği akşam,
o gitti kten sonra sabaha kadar pencereleri açık b ı raktı m .
Fakat, gene kar etmedi.
Ve parmaklarının ucuyla bumunu t uttu. Naz i f, karısının
bu sarsılmaz kanaatİ karşısında işi şakaya dökmekten baş
ka çare bulamad ı :
"Baka l ı m , onlar d a b i z i beğeniyarlar m ı ? O a kşa m , Ömer
Efendi , ben inıle adeta alay eder gibi konuştu . ikiele bir kaş
larının a ltından senin kuşt üyü yast ı klara, bü rümcük perde
lere öyle bir tuhaf bakışı vardı ki . . . D ivancia bir türlü otura
maclı, yere, seccaclenin üstüne çöktü. Gidinceye kadar tür-
37
lü türlü rahatsızlık al:imetleri gösterd i . "
" Canları istemezse b i r daha Leşrif buyurmasın lar. "
"Hiç o lu r m u ? Biz bundan sonra onlarla iyi ge<;i nmeye
mecburuz. An kara'dan başka gidecek yerimiz ka l d ı m ı ?
Şi melielen !stanbul adetlerini yavaş yavaş u nutmak lazım . . .
"A, h i ç ele değil, ben on lara benzeyeceğime o nlar bana
benzem eye ç a l ı şsın . B i z , b u raya m ed e n i yet geti riyoruz.
Hem ca n ı m , bu " biz-onlar" l a k ı rcl ı s ı d a nedir? H e p i m i z
Türk değil miyiz?"
Nazi[, karısım daha ziyaele kızdı rmak için tak ı l d ı :
"Öyle a ma, o n lar bizi kend i leri nden say m ı yo rl a r, bize
"yaban lar" diyorlar. "
" O da n e kelime kuzum? Sah i , geçen g ü n , aşağıda, avlu
da konuşuyorlard ı . Şöyle pencereelen kulak ınİsafiri olayım
ded im. Söz arasında, i kiele bir bu keli meyi söyleyip clu r u
yo rlarcl ı . Zannellim ki, Yunan'a yaban diyorlar. "
"Yok, onlarca yaban biziz. Zate n, bu o kada r kötü b i r söz
değil. Yaban , Ankara lehçesinele sadece yabancı demekti r. "
N azi f, bu son izah ı karısının sinirleri n i yaLışll rmak ic,;in
vermek lüzumunu hisse tti. Çünkü, Selm a Han ı m , geldiği
günden beri bu raya bir türlü a l ışamamıştı. Her şeyi ve he r
kesi yacl ı rgıyorclu.
l i k günler yo rgunluk ve şaşkın l ık i ç i nele şöyle böyle gcc..·
mişti. Sonra sıra misafir kabulüne geleli . Taeeeldin maha l l e
s i n i n bütün b e l l ibaş l ı ha n ı m lar ı o n u z i ya ret e t t i l e r. Bi r
müddet ele bu ziyaretiere mukabeleyle geç ti . Fakat, bunla
rın hepsi bitip de Selma Han ı m , pencerenin kafesleri arka
s ı mlan karşıki evin kerpiç cl uvarlarını, sokağın acayi p coğ
rafyası n ı Letki ktcn başka yapacak bir şey kalmayı nca i\ nka
ra onun gözünele birdenbire yeknesa k laşıvercl i.
On beş gün içinde, kerpiç duvarın bütün mi marisini cz
berclen öğrend i . Ne kada r girintisi ç ı k ı n tısı, ne kadar clel iği
deş iği varsa hepsini gö rdü. sayd ı , belled i . A h , bu ya ın nı
38
yumru boz d uvar! . . Bu, insana, her dakika, rukaralığı, sefa
leti, aczi söyleyen; kah bir uyuz deve sırtı i nsan ı n üstüne
yürür gibi olan; kah , taş kesi lmiş bir kabus g i b i karaya , en
ağır, en rec i , en sıkıntılı rüyaları yığan çam u rdan perde . . .
Selma Hanım , onu b i r tekmecle tuz buz eel ecek kadar kuv
vetli bir malı lük olmadığına kızıyorclu ve bu bırsını teskin
etme k için kend isini o minelerden bu m in dere atıyord u .
Ge rç i , bütün gün, suyu çeki l m iş bir s e l yatağı g i b i kuru
ve ıssız duran so kak a kşama doğr u , muayyen saatle harc
ketleş ir. Sclma Han ı m , bu saati pek iyi bil i r. Bu N az i f'in ele
eve dönelüğü saattir. Hare k e t , evve l a , manda sürü l e rin in
köşe başlarından sökün etmesiyle başlar. Bu ağır, hantal ve
galiz malı lüklar kısa ve kal ın seslerle hamurdanarak ve ka
ra ları n ı sağa sola çevirerek k ı rlardan evlere dönerler. Her
biri, kendi salı ibinin evi önüne gelince d u rur, b ir m üddet
acaba bu rası m ı d ı r, d e ğ i l m i d i r, eler gibi cl üşünür. Sonra
burnunu n ucuyla kapıyı i terek ağı r ağır içeri dalar.
Sclma Han ı m , bunların her bi riyl e ayrı ayrı tamş o l m uş
Lur. Sokağın boyu nca , on ları , b i r u ç tan ö b ü r uca kadar,
gözleriyle ta k i p eder. Her birinin aynı jest, aynı eda i lc na
sıl kapıları i t i p ic,;eriye dald ı k ları nı gö rür. Hangisi erke k ,
ha ngisi cl i ş i d i r, hangi k ü ç ü k , han g i a n a n ı n ya vru s u d u r,
mandalardan biri kapı açı lmayınca ne yapar, nasıl beld c r ve
39
raLına öyle kaba kMürlcr, öyle iğren<.; kelimeler savururlar
ki, gen<.; kad ın, bel ki, biraz da bunun i<.;in kulaklarım L ı ka
mak lüzumunu hissederd i .
En son ra, sıra , rcsmigc<.;il sırası işlerinden dönen büyük
Iere gc lird i . Bunlar, sakalları uzamış, yüzleri kara sarı bir
re n k bağlam ış , üstleri başları pej mü rdc b i na k ı m <.; ı k ınl ı ,
<.;u vali ı, sepeLli, boh<.;alı adamlard ı r. Birer gölge sessizliğiyl e ,
birer gölge hüznüylc d uvar d i plerinden teker teker gc<.;erlcr
ve evlerine, san ki, bir teh l i keden kaı;ar gibi <.;an,;abuk giri
vcrirler. Selma Hanı m , bu adamlardan h i<.;birinin öbürünce
rastgel d iği vakit selamlaşllğını, aşi n a l ı k ve yare n l i k c l liğini
gö rmed i. Denleri ned ir, hi<.; b i l m iyordu. Fakat, her birinin
öbüründen gizlcmcyc <.;alışllğı bir kedcri, bir end işesi var
gibiyd i .
N i hayet, bütün bu gam l ı revü yak ındaki bir cam i i n m i
narcsinden gelen bir czan scsiyle sona erer v e h e r şey b i r
ö l ü m ıssızl ığına , b i r mezar ka ra n l ığına bürünüp giderdi
Ankara geceleri ... Ah , bir gramofon o lsa. Bu di lek her ak
şa m ye meği nden sonra gen<.; karı koca a rasında hemen hi<;
bir ha rfi değişmeksizin tekerrür eder d u rurd u : Ah, bir gra
mofonumuz olsa ! . .
La kin, grarnofon, kolanya suyu gibi kokulu c l sabun u gi
bi, d işmacunu gibi, An kara'da b u lunmaz bir l ü ks maıahı
dı r. �e lma Ha nım ge<.;enlcrdc ev sahibi han ı ın larla <.;arşıya
gi LmişLi. Bi r mendil bu lamayarak döndü. N e Saman pazarı .
ne Çıkrık<.;ılar Yo kuşu, ne Ba lı kpazarı , ne İstanbul Caddesi ,
ne Karaoğlan Çarşısı kal d ı . Her taraf b i r yangın e ncsi niıı
veya b i r Lalan so nunun ınanzarası n ı gösteriyo rd u . Hangi
dü kkanda neye cl alsalar karınakarışı k bir lı ırdava L yığı n ı n
d a n başka b i r şey bu l manın i mkanı yoktu.
Gen<.; kadın ın, bi lhassa , o <.;arşı gezi ntisinden sonra, ar
lik, An kara'dan büsbütün snkı sıyrı l m ıştı. Anık odasından
d ışarıya <.;ıkmak istem iyordu. Hi<; deği lse, buras ı, ona lsLan-
40
bul'u haLı rlaLan birtakını eşya ile döşeli id i . Bu eşya n ı n her
parçasında bir munis koku, bir sam imi duruş, bir doğru
dan doğruya gön ülle konuşuş hali vardı ve Se l ma Han ı m ,
i c,: i n d e başlayan yurtyrri m i ni a ncak b u n lar a rasında av u La
b i l i yordu.
41
V
42
buyuru n , hem gezmiş, eğlenm iş o lursunuz. dedi . Bize bir
araba d a gönderecek."
Ve iki gün sonra , mebus bey i n gönderdiği yaylıda, bi rta
kım do lambaçlı sokaklardan , hiç i nsan e l i değmemiş k ı r
yollarından, derelerden, tepelerden geçerek E t l i k'c gitti ler.
Mebus Murat Bey, geniş, viran b i r bağın ortas ında b i r kü
çük Bektaşi tekkesin i , metruk bir ayazmayı and ıra n acayip
bir bi nada oturuyordu. Misafi rlerini, bağın sınırında karşı
ladı:
"Yolumuz ço k bozu k, çok bozu k ; " diyordu , " fa ka t , bura
nın havası , suyu için kalırını çek iyoruz : "
Ve yanında yürüyen iki erkek çocuğun ç ıplak kafaların
dan tutarak:
"Bakınız, i kisi de turp gibi . . . Buraya geldiğimiz günelen
beri ne bir nezle, n e bir baş ağrısı. . .
Selma Hanım, havanın i y i l i ğ i n i , taze l i ğ i n i hi sset m iyor
cl eğild i:
"Burası, bir parça lçerenköyü'nü hatırla uyor" ded i .
M urat Bey, misafirleri içi n havuz başında b i r yer hazırlat
mıştı. Annes i , karısı ve kız kardeşi misafirleri orada bekli
yordu. Hepsinin yüzünde , bir gurbet d i yarında, bir vatan
daşa kav uşmuş i nsanları n neşesi v e h eyecanı parlı)'orcl u.
Belli k i , buraya geliş, Selma Hanım için ne kadar sayılı ha
cliselerden bi ri olduysa onlar i ç i n de öyle o l muştur. Murat
Beyin haremi:
"Bu rası iyi hoş ama yal n ızlıktan çatlıyoruz" dedi.
Ve anası i lave elli:
"Ki msesiz cennetiala bile çeki lınezmiş, a yav rum . . . Hem
benim ic,·in buraıı ı n ayrıca pek büyük bir kusuru var. Çarşı
dan pazardarı o kadar uzağız ki . . . Zavallı Murat' ı nı evi n her
eksiğini gecliğini hatırında tutaınaz ya; gel irken en m ü h i m
b i r şeyi uııU Luve riyor, b ü t ü n mutfak işleri yüzüstü kal ıveri
yor. . .
43
Lak i n , b ü t ü n b u n l a ra rağmen Se l ma Han ı m , b u ras ı n ı
Anka ra'nın içine b i n kere tercih elli. Çünkü b u rada, o na
An kara'dan büsbütün başka bir ye rele o lduğu h issi ge liyor
d u . Burada, h i<.; değilse , bütün manasiyle b i r k ı r, b i r köy
hayatı sü rmek kabild i. U fuk vard ı, etrafta bir parça yeşil lik
vardı ve boz toprak dalgaları nın birbiri ardısıra yayı lışların
cla gözü oyalayan bir gölge ve ç izgi a hengi vard ı ve başında
oturdukları bu havuz bir genişçe yalaktan i baret olmakla
beraber içinde temiz ve berrak bir suyun serinliği ve ş ı r ı l t ı
sı duyuluyord u .
Selma H a n ı m , bun ları düşü n ü r k e n , göz l e r i , o tu rd uğu
yerden, Ankara'nın keskin ve yalçın profi l i n e i l işti ve tatlı
bir tahayyül esnas ı nda birele n b i re ac ı , katı bir real i te ile
karşılaşan bir kimse gibi yüreği burku lcl u . B i r çölün o rta
s ı nda b i r kaya parças ından h iç far k ı o lmayan bu ş e h r i n
manzarasında acayip b i r tesir, insan ı zorla ke n d i ne çeken
sert bir cazibe vard ı . Gen<.; kadı n bu tesirden kurtulabi lme k
için iskemiesini yana çev ird i . Nazif'le M u rat Bey, bağı n kü
tükleri arası n d a konuşarak d o laşıyo rl ard ı . Ya n ı n daki lı a
n ı mlardan i k isi yemek haz ı r lad ığı i ç i n mutfağa g i t ın i ş t i .
13üyük hanı m , ona, durmaksızı n bir şeyler a n latıyord u .
B u so nrada n lstanbull ulaşmış, sade, düz, temiz b i r Ru
ıneli kad ı n ı i d i :
·'Yemeği b e n pişiri rim;" diyord u . " Çü n k ü , M u rat'ım be
nim yemeğimden başka kimsenin piş i rcl iğini yemez. Zaten
adama kıllı alı<.;ı bulmak da kolay mı, burada? Şöyle. besle
me gibi ufak bir kız bile peyliyemecl i k . Her şey ne ise a ma .
zaval lı Cemi le' ıne su taşıma k pek a ğ ı r geliyor. G e l i n der
se n , ç o c u k l a r l a M u ra t ' ı ma b a k m a k t a n baş ı n ı kaşıyacak
vakti yok. Sağ o lsun Muraı'ım, kardeşi, işin ağı rlığından şi
kayet cuik<.;e "Fena deği l , b i raz zayıriars ı n " deyip geı.; ıyor.
Mebus Mura t Beyin kız kard eşi sahidcn o kadar şişmand ı
ki . . . Büyük haıı ı m , bütün bu ev işl e ri n i n yalnız o n u n tara-
44
fı ndan gö rü ld üğün ü söyleseydi bile Se l ma H a m ın ı n o n a
ac ıma k aklından geçmeyecckti . Kendini t utarnayıp gü l d ü .
"Murat'ımın hakkı da y o k deği l. Kızcağız, her g ü n üste
koyuyor. İsta n bu l'dan geldiğimizde, -dur bakayım kaç kilo
imiş?- 8 5 , ha evet, 85 kilo imiş. Geçen gün eczanede tartıl
mış, bir de ne görsün , üç kilo daha artmamış mı?"
Şişman kız, tombul kollarının arasında bir yığın tabakla
içeriden sökün etti.
Beş on dakika son ra, h ep bir arada , so fra başında toplan
mışlar. Büyük hanım ve çocuklar elleriyle yiyordu. Faka t ,
bu, Cemile'nin çatal bıçakla yemesinden d a h a basit gö rün
ınüyord u . Sıhhatli kız , hem g ü l üyor, hem söylüyor, hem
he rkese hizmet ediyor, hem de vire atıştırıyo rdu. Gelin ha
nımın biraz yapmacıklı, biraz sofranın halinden sıkılınış g i
bi bi r tavrı vard ı. Laki n , b ü t ü n a i l e n i n en babacan ı , en sa
mimisi, N az i f'in çocu kluk arkadaşı mebus beyd i . Kalın ka
ra kaşlı, iriyarı adam bir sarımtırak sürahi ni n içindeki suyu
misafirlerin bardakiarına boşaltarak:
"Bu su, her yerde bulu n maz, ha. Halis S o l rasol suy u ; " d i
yordu. "Başka yerde Sol faso l n iyetine b i rtakım sular kersi
niz ama, o başka, bu başkadır. Asıl su, köyün üst yanındaki
kaynaktan çıkar. Fakat, sucular, o raya kadar gi trn eğe üşe
n i rkr ve hep aşağıdaki çeşmeden doldurup getirirler. Ger
<,: i , yem i n e tsel e r başları ağrıınaz. Solfasol denen bi r köy
vardır ve haki ka ten su oradan gelmiştir. "
S u h a k k ı n da bu uzun malumatı verdi kte n so nra gene
kimse n i n hayrete düşmediğini görerek:
"'Ben, b i r eşekli adam peylediın . Haftada i k i defa koca
koca iki testi doldurup bize getirir;" dedi. "Babasın ı n hayrı
na değil a , herife her sefer için hem e l l i kuruş veririm, hem
ele Mecl iste kendisine b i r hademel i k vadettim.
Ye bu hareket i n i son derece tuhaf b u l a rak gül üyord u .
Selma Hanım başka b i r adamda oldukça s i n i k görülebilc-
45
cek bu sözleri, bu gülüşleri kocasınm arkadaşı nda pek ı;o
c ukı;a bu luyordu. Zate n , Murat Beyi n halinde, bakışla rın
da, gülüşlerincle öyle b i r saffet, öyle b i r babaya n i l i k vardı
k i , bu şişman ada m , ge n<; kadına adeta kendisi n i n de k ı rk
yıllık ahbabı imiş gibi yakı n geliyord u .
" Çocuklarınız size ne kadar benziyor, Beyefendi" ded i.
Fakat, hak i kane , o çocuklarına benz iyord u . Topaç gibi
yuvarlak baş l ı çocuklar k i baba ları n a , gülerken pembe
pembe d işetleri n i n gö rünmes i n e kadar ver mişlerd i.
Selma Hanım, içinden: " N e sade adamlar;" ded i, "ve ne
sade yaşayışları var ! " Ve düşünüyordu: Bizim ev sahipleri
ele son derece sade yaşıyorlar a ma arada bir büyük fark var.
O fa rk acaba nereden geliyor? Bir tarafın sacl e l iği i nsana
e m n i ye t , raha t l ı k ve ferah veriyor. Ö b ü r tara fı n ki r u h u
azap v e i htilaç* içinele bırak ıyor. Selma Hanım , bu iki cl ı
şa rlıklı Türk ai lesi arası ndaki rnübayeneti n * * sebebin i b i r
türlü hal ledem iyordu.
Murat Bey, anasın ı n kendi eliyle yaptığı Üsküp işi b i r süt
tatlısın ı tabağı içinde iyice kazıyıp sömürdükten sonra coş
tu:
"Ya h u , ne o lur? Böyle her cuma bir arada yiyip cğlensck"
ded i .
Bunu söylerken ya nı nda oturan N azif' i n ko l u n u öyle bir
sı ktı ki, zavallı az kalsın haykıracaktı.
On ları, akşam, geç vakte kadar sal ıverrnedi l e r. Murat Bey
gramofo n u n u evin penceresine koyd urup çald ırmaya baş
lad ı :
"Öyle bir plağım var k i , deme gftsin. İstanb ul'dan yeni
gel d i . Hiç duyul mamış bir şark ı . . . N eydi o C e m i l e ? Ha,
Kırsaçları , k ı rsaçları . . . "
\ ) <._.arpınıı
Iürşıılıgın.
46
Saat beşe geliyo rd u . Kırk i k i nd i b u l utları ge n e gökyü
z ü nd e birbiri n i n üstüne yığıl maya başlad ı. Nazif, bu bulut
oy unlarını sey re dal mış o lan karısına:
"Aman , kalka l ı m ; yağmur başla mada n ;" ded i .
Faka t . tam o n l a r ka lkmak üzere iken M u rat Bey, y e n i b i r
ısrarda daha bulundu:
"Durun, yah u, sizi Binbaşı Hakkı 13eyle La ıııştırayı m . Pek
değerli E rka ıı ı harb zabiılerimizdend i r, pek de c c n l i l ınen . . .
dedi.
Selnıa H a n ımla N az i f, etrafiarına bak ın d ı la r. 13ağı ıı sol
yanı ndaki hayırdan iki aLlı o n lara doğru gel iyord u . M u rat
Bey, ayağa kalkıp elini salladı:
"Hakkı Bey, Hakkı Bey, buyuru n . 13uyu rmaz m ısı nız, bi
raz ? " diye seslendi.
"Ben zaten size geliyordum.
A t l ı , bağın kenarında durdu. Ve çevik bir tavırla yere at
lad ı . Kamçısı n ı saliayarak bağa g i rd i . Öbür atlı d a indi. Fa
kaL, her iki hayvan ı n gemlerinden tutup olduğu yerele ka l
dı.
Binbaşı Hakkı Bey otuz beş yaşında ya var, y a yoktu . Or
ta boy l u , ince b e l l i , gen iş omuzlu b i r de likanlı . . . Evin tck
l i fsiz b i r ahbabı alışkanlığiyle havuz başındaki gruba ya
naştı. Koyu kahverengi kal ı n ve bol cld ive ninden kolayl ı k
la sıy ırdığı sağ e l i n i uzallı. Herkesin ö nünde b i r kere d u rup
askeri bir selam veriyor ve mahmuzlu topuklarını birbirine
vurduktan son ra kadı nlara hafifçe eğiterek, erkeklere el im
dik dura rak Ame rikan b i r "Chcalı hand"* yapıyo rd u.
Ev sah ibi hanımları n , zabit bey i , ayakta kabul etmelerine
rağmen Se l ma Ha n ı m , Avrupal ıca hareket ederek yeri nden
kı mı ldamamıştı. Bun u n la beraber genç Binbaşı için kendi
kendine: "Amma da alafranga b i r salon zabiti" dedi. A na
d o l u'nun ortasında bu basit ve ipticlai dekor içinde böylesi-
47
ne de rastgeleceğin i hiç zannetmemişti.
Genç Binbaşı otu rdu ve kalpağı n ı ç ıkararak ayak ayak
üstüne atLI. Zaten kamç ısın ı , eldivenleri n i n teki n i tutmakta
olan sol eline kalpak fazla bir yük gibi gelmemişti. Hepsini
bir arada rahatça dizinin üstüne koydu. Deri tozluklarına
rağmen i ncecik görünen bacaklarının gözü çeken bir zara
feti, bir çizgisi vardı.
Mura t Bey, onu, m isafirl erine takd im ederken Kuva-yı
M illiyenin birkaç mühim muvaffa kiyetini saym ış:
"İşte, onların kahramanı bu Hakkı Beyd i r. " demişti .
Fakat, Sel ma Han ı m , bir k a h ra m a n ı , h e l e b i r Kuva-yı
M i l l iye kahramanı n ı hiç böyle tasavvur etmiyordu. Murat
Beye: "Yo k canım, bizimle alay mı ediyorsunuz? " diyeccği
geld i .
Mebus Bey, vire konuşuyordu:
"Ee , söyleyin bakalı m , taarruz ne vaki t? Bak, bu hanım,
daha yen i İstanbul'dan geld i , o rada he rkes bunu bekliyor
muş.
"Bizim taarruza geçmemizi m i . "
"Öyle y a . . .
" Onu bilmem; fakat, düşman yen i bir taarruz i ç i n haz ı r
lanıp du rmaktadı r. Bugüne yarına bir şeyler bekliyoruz.
Kamçısın ı n ucuyla kundurasının bumunu okşadı:
"Adam sen de . . . İşin bu tarafı n ı siz bize bıra k ı n . Siyasi
vaziyette n ne haber. n
48
"Ama, siyasi cepheyi de ihmal etmcmeli. Ne kadar o lsa
Avrupa . . . "
Bin başı:
"Siz, şuna gavur-eli deyiveriniz. Top u n u n da Allah bela
smı versin! Biz, bir Eh lisali p hareketi karşısı ndayız. Kim
den kime şikayet edeceğiz? Hangisinin aleyhine hangisiyle
an laşmak mümkündür? Hepsi aynı kurt sürüsü" dedi.
Sclma Hanım, bu ala[ranga görünüşün altından, ili< defa
olarak, keskin ve sert bir ruhun eritilmiş bir çel ik kızgmlı
ğıyla c ızlad ığını h issetti ve derin bir d i k katle genç zabiti
d i nledi. O , gittikçe ac ılaşan bir tavırla söz üne devam edi
yord u :
"Avrupa medeniyeti. Bu, Avrupalının uydurduğu yüz bin
yalandan biridir. Yu[ bize ki kendimizi bildiğimiz günden
beri bu yalana bir nas* gibi inanmışız. Yalan, yalan , yalan . . .
Avrupa bir yırtıcı- kuşlar yuvasıdır v e o n u n karşısı na ancak
tepeden tırnağa kadar silahlanmış olarak ç ı k ılır. Geçe n gün
bir gazetede okurnuştum. İtalyan şairi D'A nnuncio'nun bir
sözünü ... Diyor ki "İta lya, Sulh kon[eransına, hakkını istc
mel< için, d işlerinin arasında hançer ve elinde mızrakla git
me lid i r. " Bir halyan için iş böyle ise , bir Türk oraya silah
lanmış olarak bile gidemez. Hak k ı n ı , ancak , bu tepelerin
arkasından, bu çöl ün ortas ı ndan müda[aa edebilir. "
Murat Bey, gene heyecana geldi:
"Binbaşı sizi Mecl ise alma l ı ; ne güzel , ne doğru söylüyo r
sunuz! Evet, Avrupa şuymuş, Avrupa buymuş . . . Hala bizim
arkadaşlar Tcınps'de n , Ti mes'den ahkam ç ı karmaya çalışır
lar. Wil lson'un 1 4 maddelik tekl ifi hala n ice vatan perve ri n
koy nu ncia muska gibi sa klıdır. Kö pe koğl u köpek, hep b u
belalar o bunak Amerikal ının yüzünden çıkınadı m ı ? "
Binbaşı Hakkı Bey, bahsin i l k ad ı mdan tereddiyc* ·k yüz
tuttuğunu h issederek susLU. S e l ına Han ı m , sezd i rnı c cl c ıı
ona bakıyordu. Derken , nasıl oldu bilmem, göz leri göz leri
ne cleği vercl i . Genç kadın , baş ı nı çevirmek isted i , fakat,
Ha kkı Bey, derhal, salon adamı tavrını takınarak:
"Hanı mefend i " ded i ; "burada nasıl vakit geçiriyorsu nuz?
Çok s ı kı l ımyorsunuz ya? "
Sel m a Hanım, sanki b i r erkeld e i l k defa ko n uşuyorm uş
gibi şaşaladı , kızard ı :
"13i l men1, daha sıkı lacak kadar vaki t o l mad ı ki . . .
"Ankara'cla bence yap ı lacak bir şey vard ı r: aLla dolaşma k .
B i l mezsiniz, bu An kara e trafının topoğra fyası kava l - kad\l
ne kadar müsai llir. . .
Selma Han ı m , b i r şey söylemiş o l mak için:
"Ata bin ıneğc bayılırını " dedi. Fakat, ömründ e bir defa,
Ada'daki eşeklerelen başka bir hayvan sıruna binmiş değil
cl i.
" N e a la öyle ise , başka bir gelişinizde yedek at lar geti rc
yiın ele şu civarda bir tecrübesini yapalım.
E liyle, Murat Beyi, haremini ve hemşiresini, işare t ede
re k :
"Her vakit, bizim ko ınşulara tekl i f ederi m . O l u r ımı o l u r
derler. Fakat, yerleri nelen kımı lclamazlar. Hele Ce m i lc I-la
n ı nı için ata binmek o kadar faydalı b i r spor o lacakt ı r ki . . .
Herkes, Ce m i le el e dahil o l mak üzere , gülüşmeye başlad ı .
Tam b u s ı rada, yayalarca yol gibi k u l l a nı lan hendeği n i ç i n
d e n i k i ü ç baş göründü. B u n ların bir Lanesi beyaz , ö b ü rü
yeşi l sarıld ı i d i . M u rat Bey :
"Aman , hanınılar içe riye . . . Bizim Şeyh E ın i n ' l c , N u ri ho
ca ge l iyor," ded i . Ve kad ı n lardan tası Larağı toplayan i<,;e riyc
kaçtı. Se lnıa I-l a n ı nı , bu pani kten b i r şey anlamadığı i <; i n
rerinclen kım ı lclamamışLI.
Sarıld ı lar, he nelekten ç ı k ı p on lara doğru ge li yo rla r. Mu
rat Bey, ü mitsiz bir tavırla:
50
" Eyva h , ya kalandık;" ded i . "Artık, M eclis'te d i l le ri nden
c,;c knıeyeceğiın kalmayacaktır. "
Ve sesini daha ziyade yavaşlatarak mırıldandı:
"Hanımefend i , b u nlar, bizim Meclisin en koyu mutaas
sıpları ndand ır. ln tihap dairelerinde* de öyle bir n ü fuzları
vardır ki, kimse ses çıkaramıyor, adeta herkese terör yapı
yorlar. "
Binbaşı Hakkı Bey, hiç istifi n i bozmadı:
"Kara terrör, kara terrör," d iye söylendi. "Bizim düşma
nı mız yalnız Avrupa değil, bunlar da . . . Bir gün bun larla da
c,;arpışmak lazını gelecek . . . "
Gene,; kad ı n , ni hayet, işi anlamıştı. Fakat, kalkıp gitmek
tc gec ikmişli. Hocalar, on beş yirmi adım ötede d uruyorlar
d ı . İçlerinden biri:
" Geleb i li r miyiz, Murat Bey? " diye seslen d i . Ev sah i b i
o n lara doğru isteksiz birkac,; a d ı m atarak:
"Şüphe mi var? Buyurun, buyurun. Yabancı yok, dedi.
"Akraba ve taallükat bir arada oturuyorduk.
Gelenler, Selma Hanımı şüpheli ve düşman gözlerle sü
züyorlardı. Biri k ı rc,; ı l ve uzu n , öbürü kuzgunl top sakallı
idi. Ü c.; üncü yarı köylü, yarı Ankara eşrarı kıya re t i nde. Her
üçü de, güya, orada bir kadının mevcudiyetinden h i ç ha
berleri yokmuş gibi selamsız sabahsız gelip ev sa hibi ha
nı mların boş bıraktık ları sandalyalara oturdu lar.
! �c<;ıııı lıolı.:rknııdc
51
VI
52
Bazı günler, üç dört defa ev sahiplerinin bölüğüne geçip
kadınlarla çene çaldığı veya onları söylettiği oluyordu. Bir
haftadan beri, kaba saha bir tahta perdeyle ikiye bölünmüş
avlunun öbür tarafı, hakiki bir kümese dönmüştü ve o ka
dar loşlaşmış, o kadar izbeleşmişti ki, burada, en gönlü fe
rah kimseler bile bir dakikadan fazla duramazdı. Lakin Sel
ma, can sıkıntısından ne yapacağını bilmez bir halde idi.
Diş sancısına tutulmuş bir insanın vire yer ve duruş değiş
tirmekle ağrısını dindirmeye çalışışı gibi kendini oradan
buraya atıyordu.
Ömer Efendinin anası, her ihtiyar kadın gibi maziye ait
hikayeler anlatmasını bilirdi. Büyük gelin ise müthiş bir
dedikoducudur. Fakat, Selma, onların bütün laf kaynakla
rını dört beş gün içinde adeta sömürüp tüketmiŞti. Artık,
ne ihtiyar kad ın, onun bin türlü suallerine cevap bulabili
yor; ne de Hatçe Hanım, onun doymak bilmeyen merak ve
tecessüsünü tatmin edebiliyordu.
"Neydi o? Hani, neydi o? Hanım nine? Bir şey, demiştin;
bilmem kimin karısını okuyup üfleyim derken . . . "
53
kocaları kendi rızalariyle gelip kızı babasınııı evine bırak
mışlar. "
" Kızcağızın zoru sonradan anlaşıldı kuzum meğerscm
amcasının oğluna gönül vermiş. Han i , anlaş ı l d ı a nlaş ı l d ı
emme, k ırkından sonra . . . Aha, şu bizim karşımızdaki evd e
otu rurlard ı . B i r gün aklını oynattı . İ çindekini sap ı r sapır
dışarı döküverd i . Herife gidip söylemişler, "Belki aklı başı
na gelir bir yol seni görsün" demişler. "Haydi b e , demiş; o
54
Selma, Hatice Hanımı söyletıneye ı;; a lış ırd ı . Bu kad ı n ı n çeh
resi, ilk gördüğü gü nden beri Selma'ya hiç emniyet vermez.
Bun u n la beraber gene o nu dinle mekten kendini a lamadığı
a n lar oluyordu. Zira, Hatice'nin son derece tuzlu biberli bir
konuşması vard ı r. Hele başbaşa kaldıkları vakit sözl eri büs
bü tün baharatlı bir ı;; eşn i alırd ı . Gerı;; i Sel ma Hanı m , b u n la
rın hepsini lazım gel diği kadar açıkı;; a anlayamazd ı . Hatice
Hanım en koyu bir Anadolu şivesiyle konuşmakta kal m ı
yor, buna kendinden b irtakım tabirler, kinayeler ve mese l
l e r de katıyordu. Hele bahis Ö mer E fend inin kardeşlerine
ve bunların evlerine doku nunca belagati büsbütün hususi
bir mahiyet alıyordu. ElLilerini gül ü nı;; l eştirmek ve yah u t
sadece yerrnek iı;; i n ne teşbihler buluyordu. Bir tanesi i ç i n
"Karı deği l , kargı " diyordu . "Bizim Veysel efendi o n u n l a ne
yapar, b i l me m ki . . . Karı n ı n kemikleri her yan ına batmaz
nı ı ?
'.'
Öbür eltisi iı;; in " Mandan ı n biri , diyord u; ve Selma Ha
nımın ku lağına eğilerek ilave ediyordu: "Kuz u m , hep uyur
muş, hep uyurmuş. Hani , o vaki t bile horul horul uyur
muş . . . Bir boğaz ! Doymaklar bilmez. Hüseyin E fe n d i , ne
vakit et alsa, kedi kaptı der. Yalan. Bir o kka eti b i r o tu ruşta
kendi yutar. Bir gün ı;; o cuk görmüş. Babasına haber vermiş,
eti anam yed i, demiş. Herif, karıyı bir döğmüş, bir döğmüş .
Bana kalsa e l i me bıı;; a ğı alır, karının budundan bir okka et
keserd i m . "
Selma Han ı m , bunlar arasında, yal nız Halime ile kafadar
d ı . o kadı n ı n safderu n l uğunda, çocukça sözlerinde adeta
sinirlerinin dinlendiğini ve yüreğindeki pasların silinip gi t
tiğini hissederdi.
Ona, Etlik'te bir bağa gittiklerini a nlattığı vakit Halime'
nin gözlerinde tuhaf bir şimşek ı;;a ktı:
"Ayo l , o yamaı;; larda yarısı erkek, yarısı kadın bi ri atla
dolaşırmış. Hiç gördün m ü ? "
55
"Hayır, ne gördüm, ne de işittim. O nasıl şeymiş, öyle :> "
" İstanbul'dan gel m iş kuz u m . Belinden aşası erke k m i ş ,
be linden yukarısı d i ş i . Kalaba köyl üleri söyleye söyleye bi
tire miyorlar. Bağlarda daha çok acayip şeyler o l uyormuş.
Biz, iki yıldır, ne Çankaya'ya, ne Keçi ö re n'e vara m ıyoruz.
Yalnız, erkeklerimiz gidi p gelir. Bizimki gö rse de bir şey
söyle mez ki . . . Arasıra ş u ndan b undan işitiyoruz. Çan ka
ya'da kısa fistan l ı , çorapsız kan lar, saçı başı açık dolaşırlar
m ış . . . Gece o l d u m u , erke k l e rle b i r arada o t u ru p a h e n k
ederlermiş. Bizi m burada bir Ermeni karısı var, her harta
oraya çamaşır yıkamağa gider, o söylüyo r. Heni, hepsinin
de kolları hacakları cılbahmış . . . "
Selnıa Hanı m :
"Ne ded i n , ne dedin ? " diyor, gülrnekten kaulıyord u .
Hal ime, Sel ma'nm inanmadığına h ü k mederek i s i m z ikre-
diyor, şah i t ve vesi ka gösteriyordu . B i r köşede sornurtan
görümcesine:
"Sabire Hanım, kız, Sabire Hanım; b ıldır, armut devşiri r
ken havuzl u bağda ne gördündü? Han i , ne görd ünd ü? " d i
y e sesleniyordu.
Sabi re, hornurdana homurdana, havu z u n içinde b i r çıp
lak kadın gördüğünü söylüyord u .
"Bizim efendi , anamla Sabire'yi a l ı p gilmişli, Birkaç gün
kal ır, armutları, üzümleri devşirir geliriz d e mişlerdi. Bir ele
ne göre l i m ; ana m la Sabire a kşam dönüp gelivermes i n l e r
mi? Efendi: "Haydi, ben böyle rezalet istemem. Siz gi d i n ,
yarına d e k i lettiğim kadar i letir, geliri m " demiş."
Sab ire , guya, bu hadise dün o l m u ş veya bugüne a i t bir
mesele imiş gib i :
"Hay söylemez olsaydım;" d i yor, döğünüyord u .
VII
57
ö nünde rasgelmiştinı . "Murat Bey lere geleceğiniz günü ha
ber veri n ele atları haz ı r edeyim" ded i . Ben ele zaten Murat
Beyle kararlaştırmış l l m , gideceği m iz günü . . . Söy led i m . Pe
ki. ded i .
" A , b e n ala biııemem. O gün laf o lsu n d iye öyle b i r şey
söyle mişilim. Hem bu k ı l ı k kıyafette ala nası l b i n i lir, al lah
aşkına ? "
" B i l m e m , b e n i m kü lotum da var, getire l i m el e. Sen dü
şün .
N az i [, karısından "ata binrneğe bay ı l ının" sözünelen ci n
layı böyle takılarak öç alıyord u .
"Burada, yerl i kadın lar uzun etekle pekahi h e m ala, henı
eşeğe bin iyorlar. "
" N e münasebet; onların şalvar biçimi donları var. I pek
ç o rap ve uzun ökçeli iskarpin de giydiklerini h iç gö rme
el i m .
Sonra, b i rden , hatırına b i n v o l t kuvvetinde bir fi kir gel
m iş gibi yerinden fırladı :
"Halı , buldum, buldum;" dedi. "Beni m b i r layyörü m var,
onun eteklerini külot haline so karım . Caketi ise belelen kc
merl i , arkadan yırtmaçl ı dır. Biraz da eteklerinden uzattım
mı ala bir Amazan olur. Kısa ökçeli sport kuncluralarım da
var. "
Fakat, bu projenin tatbikali o kadar kolay o lmad ı . Kulla
nı lacak iplikten. ilavesi laz ı ın gelen astara kadar b i rçok ek
silder başgösterd i. Bun ları çarşıdan tedarik etmek müm kü n
deği l d i . Yan ı nda e v sahibi hanı m larla b ü t ü n d ü k ka n iarı
gezcl i , aracl ı . Siyah ve beyaz tire i le bir n evi kaba ve kurşu n i
satenclen başka b i r şey bulamad ı . Hal b u k i , o nun tayyörü
halis Ingiliz işi bej bir kumaştandı.
Selma Han ı m , çarşıcia gezip dalaşmadan yorgu n, umuı-
i Sclıııa Haıııııım s u suzkrı .;ıkarılııııs: '"Zahar. kısa ereidi ipek ,·;ır,;ıll;ı ara bın<-cd;
tııııl Bu nlacak şey ınır
58
suz bir halde eve döndüğü vaki t M u rat Beylere gidecekleri
günün akşam ıydı. Zaten, aradıklarını b u lsa da bir işe yara
ınayaca ktı. Çünkü, elde bir dikiş makinesi de yok ttı . Gen<,·
kadın acı acı güldü:
" N e beyhude bir hevese düşmüşüm" ded i . Ve ertes i gü n
Etl i k'e asıl ı r gibi gitti.
On beş gün evveline n isbetle hava biraz daha sıcaktı, An
kara'nın kuru ve sılmalı yazı kendini hissettirmeye başla
mıştı. Yo lun tozları çoğa lmıştı. Ziraat Mekte b i nin üst ya
nı ndaki derenin kenarı n da söğü t l erin dalları susa m ış b i r
gövdenin yorgu n kol ları gibi cılız suya sa rkıyo rdu ve · bağ
larda üzümler zalı metle eriyord u . Kütükterin tozlu yaprak
ları arası n daki koruk salkımları şimdiden s ıcak bir bakır
rengi bağlamıştı . Bir bostanın kenanndan geç ti ler. Bu nwı
çizileri içinde nereden çıktığı bilinmeyen çirkef gibi b i r su
vardı ve bu suyun üstü nde binlerce s ineğin, b i nlerce haşc
renin uçuştukları görülüyordu. Bodur ve sıska bir ağaç d-:ı
lının üstünden bir a lakarga o nlara baktı.
Bu cansız, solu k ve kirli tabiat, Selma'nın gözü ne batı
yord u . Zate n , at kostümü meselesinden dolayı üzülen ve
hırçınlaşan yüreği, sanki bir diken yığınına sürtü nür gibi
tırmalanıyor, kanıyordu. Öfkeli öfkeli N azif'e baktı . O Al
man-ya'da i ken yaptırdığı sport esvaplarını giymişt i . lc,;i n
deıı "Bu kabal ık değil m i ? Biliyor ki, ben de ata bi nrneğe
canatmıştım" diyordu.
Murat Beyin bağına vardıkları zaman genç kad ında her
kesle kavgaya hazır bir insan suratı vard ı. On ları ce kets iz
karşı layan ev sah ib i ne çı kışmak iste d i . Çocukların b i raz
nemli dudaklarla öptükleri e lini mendiliyle b irkaç defa sil
di. Hanımlarla, d e n i l eb i l ir ki. a ncak sehim laş t ı . Halb u k i ,
M urat Beyin annesi, o n u , yanaklarından öpmek istemişti ;
şişman kız kırk yıllık ahbap gibi onun boynuna atıl maya
kal kışmıştı. Her i kisine de ancak müsaade etti.
59
Ev sahipleri, misafir hamının bu tavrını kendi lerinin onu
ziyarete gitmemiş o l malarına hamlettiler. Biri susup öbürü
özür d iliyordu. Hele Murat Beyin haremi k ızara bozara öy
le bir kekeliyor, öyle bir ne diyeceğin i şaşırıyordu ki . . . Sel
ma'-ya, adeta bir acı mak hissi geldi ve düğümtenmiş kalbi
çözülerek sağa sola tatlı d i l ler dö kmeye başlad ı.
Murat Bey, Solfasol testisini ku lpu ndan bir iple bağlayıp
kuyuya salm ışll:
"Buz m übare k , buz ! .. " d iyordu . (Sonra b irden yüzünü
yeisle buruşturd u . ) " Canına yandığım , arattım, arattım, ha
yat ni.ayat bir şişe bira bulduramadım. A h , bir bardak bira,
gözümde tütüyor. Istanbul'da iken yaz geldi mi, haftada hiç
o lmazsa, iki defa soluğu Boma nti'de a lırdım. Hani ne di
yorlar ona, şop mu, pop mu, işte o bardaktarla üç tane üst
üste yuvartadım mı bütün günün yorgunl uğu nu u n u tur
dum.
Murat Bey in haremi, kocasının b u coşkunluğuna safde
mnca bir mütalaa ile iştirak etmek istedi:
"Doğrusu, bira kibar içkidir, rakı gibi değil" ded i .
Selma Hanım, a z kalsın b i r kahkaha salıverecekti. Nazif
bile hafifçe gülümsemekten kendini alamadı. M urat Bey:
"Rakı, istediğimiz kadar. Her taraftan getiriyo rlar. Yasak
masak kar etmiyor. Bizde iki teneke dolusu duruyo r. Birer
kadeh içer misiniz ? "
Selma Hanım:
" Rakı bulu nacağına biraz da iğne iplik bul unsaydı Anka
ra'da, beyefendi . . . " ded i .
Han ı m lar, derhal söze karıştılar:
"Ah efendi m hakkınız var. Dikişe kumaşa dair hiç bir şey
bulunmuyor. Biz, lazım o lanı hep eşe dosta yalvarıp Istan
bul'dan getirtiyoruz. Fakat, pek güç oluyor, pek uzun sürü
yor."
Bunun üzerine Sel ma , kısır k a l a n son teşebbüsünden
60
bahsetti. Murat Bey:
"Ben size c,;ares i n i buluru m , ded i. "Bir Ermeni terzi tanı
yoru m. Onda hem elikiş l evaz ımı bu l u n u yor, hem d e ku
maş . . . Sonra eli de ep iyce işe yatkın Bakı nız, bana bu külo
.
61
haremi nin bu cüretine bayran hayran bakıyorlard ı . Murat
Bey, kız kareleşinin o muzuna vurup:
" Gö rdün mü, bir kere? Bak, ne kolaymış" dedi.
"Aman, ağabey, hiç de yakışmıyor doğ rusu . . . Görmedin
mi, binerken etekleri, ta dizkapaklarına kadar s ıyrı lclı ? "
" Kocası d a maşal lalı, hiç aldırış e t miyor. "
"Onun pek e hemmiyeti yok ama, Şeyh Eınin'l c , N u ri ho
caya rasgeli rlerse iş kötüdür. "
Büyük han ı m , s u ra t ı nı asıp soın u rttu ve d udakları n ı n
aras ı ndan bir d ua gibi ş u sözler dökü l d ü :
"BCyük söyleme, kız ı m . A l l a lı ıslah etsin, Allalı ısialı c t
S .l ll '. . .
62
VII I
63
"Hah şöyle, hah böyle . . . bravo ! " diyordu ve istidatl ı bir
ıalebe yetiştirmek üzer� olmaktan memnun, gü lümsüyor
d u . N i tekim, Nazif'in bazı e ksiklerini düzeltmek için d e
aynı dikkat v e ihtimamı sarfetti. Gene,: adamı , kendi beğen
d iği tavır ve edalarla ata bindirdi kten son ra yüz yüz elli
metre kadar muhte l i f adımlarla yürü tüyor ve b i rden geri
c,:evirtiyord u . Eğerleri b i raz gevşek bulup neferine ç ı kıştı ve
kendi eliyle düzeltti. Sonra:
"Haydi bakalım, marş ! . . " diye bağırdı.
Bu şakayı yaparken de yüzü ciddi idi. Selma ise işin biraz
alaylı o lmasını istiyordu:
"Binbaşı bey, biraz koşturmıyalım mı?" diyo rd u .
" Katiyen. B u hendek aralarında, b u iniş yo kuşlarda asla
caiz değil . Hele bir düze çıkalım da tecrübe ederiz.
"Ne tarafa gidiyo ruz? "
"'Biraz sonra sizin Istanbul'dan geldiğiniz yol üstüne ı; ı
kacağız.
Bir iniş , bir yokuş. Kara taştan bir büyük binanı n ö n ü n-
den geçtiler.
"Burası ne?"
"Bu , işte, bizim karargah . Erkanı Harbiye Riyaseti.
Sonra, küçük bir köyün kenanndan geçtiler. Suyu çekil
miş bir kuyu başında dört beş çocuk oynuyordu ve köyde
bundan başka hayat eseri yoktu . Binbaşı Hakkı Bey:
"Kalaba köyü ," ded i.
Gemleri sağa doğru çekince n isbeten yeşi l l ik bir vadiye
girdiler. Murat Beyin bağına gid ip gel irken Ziraat Mekıebi
nin önünde başlangıc ını gördükleri dere iki sıra büyük sö
ğüt ağaç larının arası nda buradan geçiyor. Sc l m a Hanı m :
''Oh, n e derin, n e güzel yer" d iye söylend i .
U z u n bir müddet bu dere boyunca yürüdüler. Bi r i k i d e
fa suyun içinden geçtiler. Ağaç kütüklerinden yap ı l m ı ş bi r-
ı l ıcıı(·lkurmay l la�kaı1lıgı
64
kaç köprüyü, Binbaşı Hakkı Bey, atlara bir mania gibi atlat
tı. Nihayet geniş bir caddeye vardılar. N azif karısına:
"lşte, -tanıdın mı- biz, Ankara'ya bu cadeleden girdikti"
ded i .
Guradan i tibaren Hakkı Bey, hafif b i r rahvan yü rüyüşe
m üsaade ett i. Selma Hanıma, bu , tatlı ve başdönmes i , bir iç
gıcıklanması veriyordu:
"Aman, ne hoş," dedi. "Hep böyle, hep böyle gidelim.
" Rica ederim, han ı mefend i ; at üstünde bir salıncakta gibi
ken d i nizi b ı rakı vermey i n i z . Daima tetik d u r u n u z . Yo k ,
yok, öyle değil ; dizlerinizi o kadar da sıkıştırmayınız.
Ve Selnıa dizlerini sıkıştırdıkça hayvan hızını artırıyord u .
"Gördünüz mü? Yürüyüşü bozdunuz . "
Selma Hanımla Hakkı Bey, eski yürüyüş temposunu bu
luncaya kadar N azif'i epeyce arkada bıraktılar. Daha onun
arkasından nefer geliyordu. Selma:
"Beni beğenmi yorsunuz ama, işte, pekala koştu ruyo
runı" ded i.
" H a n ı m e fe n d i , marife t k o ş t u r m a k ta d e ğ i l , k a fi l e y l e
beraber yürüyebilmektedir. Sizin bu yaptığınız şey b i r bini
cilik hatasıdır. Eğer ben sizi yalnız b ıraksaydım, at, sizi a lıp
istediği yere götürecekti . Zira, görüyorum ki, s iz ona hük
medem iyorsunuz, o size hükmediyor."
" N e kadar sert bir mua l limsiniz beyefendi . . .
Hakkı Bey sahiden b i r muallim gibi konuştuğunu hisset
t i . Çoktandır kadınlarla muaşereti unutmuştu.
"Af buyurun" ded i .
Ve aralarına hiç yoktan tuhaf b i r sessiz l i k , rahatsız ed ici
bi r durgunluk g irdi. Bereket, yol tenha değildi . Sağdan sol
dan kimi şehre, k i mi Ç u b u k'a d oğru y ü rüyen k ö y l ü l e r
geçiyord u . Yağız bir e ş e k ü s t ü n d e ak saka l l ı b i r ih tiyar
karısı ardından, pabuçlarını eline a l mış yayan gidiyord u .
Bir y o l dönemecinele uzunca bir kağnı dizisine rasgeldiler.
65
Bu kağnı ların yüzü şehre yönelikli ve o kadar yavaş iler
l iyorlardı ki, yürüyüp yürümedikleri ancak gıcırtılarından
belli o luyordu. Selma Hanım, bunlardan her birinin bir top
mermisi taş ı d ığını gördü. Her birinde bir tek merıni . . . ve
bazısının üstünde uykuya dalmış bir çocuk gibi yorgan ör
tülmüştü . Bunları çeken mandalar o kadar zayıft ı ki, kalça
kemikleri nerede ise derile rin i bir b u rgu gibi d e lece k ı i .
B u k e m i k l e r kada r s i v r i ve kes k i n b i r s e s arabal a rı n ,
eşeklerin, yaya yolcu ların arası ndan havaya fışkırd ı . C i n
siyeti b i l i nmeyecek kadar madeni o lan bu ses , sanki bozuk
bir gramofondan çıkıyor gibiydi. Se l ma Han ımın k u lağına
hiç duymadığı bir güfteden şu sözler çald ı :
66
IX
67
"Gelecek defa o taraflara gideriz" demişti.
Gelecek hafta . . . laki n , b u gelecek ha fta demek deği ldi
ki . . .
"Kuzum Nazif, gelecek cumaya da söz vermiş miydik? "
"Tabii a canım, hem Hakkı Bey, bizi gelip buradan ala
cak. "
"Buradan mı? Nasıl ? Niçin?"
" Çünkü, Çankaya'ya gitmek için, bu suretle, şehrin için
den geçmemiş olacağız. Karşıki sokaktan doğru Cebeci'ye
çıkacağız. Oradan derhal kır başlar."
"Peki ama Hakkı Bey, bu evi nasıl bulacak? "
" G a y e t b a s i t . C u ma g ü n ü t a m s a a t ü ç t e , k e n d i s i n i
Hamamönü'nde bekleyeceği z . "
'Tu haf şey, bütün bunlar konuşulduğu vakit ben nerede
id im?"
"Bilmem, belki b u l utlarda idin . . .
Kocasın ı n , onu, hülya düşkünlüğüyle bu i l k suçlaması
değildir. N itekim, genç kadı n da Nazif'i lüzumundan fazla
toprağa, maddeye ve hesaba bağlı bulduğu ve bunu açıktan
a ç ı ğa y ü z ü n e v u r d u ğu ç o k va k i d i r. F a k a t , b u s e fe r
kocasının hesaplılığı ve maddeye bağlılığı ona tatlı bir hay
alin kapısını açmıştı: Çankaya gezintisi . . .
Demek k i , Binbaşı Hakkı Beyin tavır v e hareketlerine ait
bütün tahminleri ve tahlilleri yanlıştı. Binbaşının ne ken
di leriyle ahbaphk etmekten, ne de at gezinti lerinde beraber
görünmekten çekindiği vardı.
N iteki m , cuma günü gelip de saat tam üçe çeyrek kala,
oturdukları sokağın köşesinden birtakım nal şakırtıları nın
y u ka r d a n y a k l aş ı p H a ma m ö n ü ' n e d o ğ r u u z a k laşt ı ğ ı n t
duyu nca , artık, b u hususta hiç şüphesi kal madı. Kocasına,
zaptetmeye çalıştığı bir telaşla:
" lşte geldi, acele edelim; bekleteceğiz" dedi.
Ha lbuki, Hamamönü'ne vardıkları vaki t Binbaşı Hakkı
68
Beyin henüz gelmediğini gördüler. Yal n ız meydanın öbür
ucunda emirber Hasan, elinde üç atın dizginini tutarak on
ları bekliyordu.
Nefer, otuz iki dişini birden göstererek sırıttı:
"Deha, orada" dedi .
Nazif'le Selma mezarlığa doğru birkaç adım yürüdüler ve
sokak içinden çıkınca la karşıda, derenin kenarın da , Bin
başı Hakkı Beyin atlı siluelinin bir aşağı beş yukarı dolaş
l ığını gördüler. Selma Hanım, evden, bir ince kaşpusier'le
ç ı kmış t ı . Ata b i neceği sırada o n u n e fe re u z a t tı ve sağ
ayağını devriimiş bir mezar taşına basarak hayvan ı n sırtına
atladı .
" Gö rd ü m ; artık yardıma hacet k a lmadan binebiliyor
sunuz. Brava ! . . "
Ha k k ı Bey atını o n l a ra d o ğru sü rmüştü ve s e l a m i aş
ınadan evvel b u sözleri söyledi . Ne ilk günkü gibi u ka lii ve
ınerasim li, ne ikinci defaki gibi toy, ne de sonuncuda ol
duğu gibi askerce dürüst idi. Bütün manasiyle bir eski ar
kadaş sami miyeti gösteriyordu. Nazif:
"Biraz erken çıktık. Hava çok sıcak" dedi .
"Oooo, siz buraya bakmayın ; Çankaya o kadar serind ir
k i , akşam üstü dışarda pardesüsüz durulmaz . . . "
"Buradan görülüyor mu, Çankaya ? "
Binbaşı H a k k ı Bey, kamç ıs ı n ı n ucuyla Küçükesat sın
Iarını göstererek:
"Bu tepenin arkasında" ded i.
Sc l ına Hanım, o tepenin arkasında Elmadağı'nın uçları n ı
görüyordu:
"Aman, n e uzak, ne yüksek. Oraya kadar mı tırmanaca-
gız?"
Hakkı Bey, güldü:
"Evet, ve onun biraz ötesinde ezeli karları göreceğiz.
Genç kadınla b i r küçük çocukla şakalaşı r gibi
69
konuşuyordu.
" A n k a ra'yı k ü ç ü c ü k b i r y e r mi s a n d ı n ı z ? S i z i d a h a
nerelere götüreceğim. Bu cadelenin u c u nda Dikmen diye
bir yer vardır, o kadar pitoresktir k i . . . Bir başka gün de göle
giclei"iz. Örel ek avına . . . "
Genç kadın dişi bir gülüşle:
"Ha h, b i r bu eksikti . . . " dedi. "Bu gidişle siz beni yavaş
yavaş harb meydanlarına doğru sürükleyeceksi niz.
"Neden olmasın? Anadolu ordusunda asker kadınlar yok
mu? Vatan hizmeti Türk kadınını yal nız evlerin çatısı altın
da mı bekliyor?"
Binbaşı Hakkı Bey, gene sertleşiyor, u ka lalaşıyordu . Sel
ma Hanım, hemen bahsi değiştirdi:
" Gözlerime inanamıyoru m ; " dedi. "Ben, bir k ü lotla bi r at
üstünde Ankara kırlarında dolaşayı m ! Böyle bir şey bizim
için Istanbul'da bile kabil değildi. Halbuki , orada, hep Ana
dolu'nun taassubundan bahsederler. "
" Istanbul hanımları bizi b i r a lay vahşi m i sanıyorlar? Bir
gün muzaffer o lu ruz da Istanbul'a gireriz diye kim bilir kaç
züppe hamının yüreği hopluyordur. . .
"Öyle demeyin, beyefendi . . . "
Hakkı Bey, genç kadına doğru eğilere k donuk ve endişeli·
bir sesle sordu :
" S ö y l e y i n bana, d e n i l d iği gib i , s a lı i den o rada , T ü r k
hanımları ecnebi zabitleriyle dans mı ediyor? "
"Ben, h iç o gibi mecl is lerde bulunmadım, b i l miyorum . . .
B u konuşmaya kulak misafiri o lan Nazif, söze karı ş t ı :
"Be n s ize söyliyeyim, Binbaş ı m ; eden de v a r etmiyen
de . . .
Gene.; zabit derin bir tiksinti ile yüzünü buruşLUrd u .
H e r ü ç ü d e bir bizada yanyana yürüyorlardı. Selma Ha
nım, iki erkeğin arasında idi. Böyle konuşarak e peyce geniş
ve boş bir salıayı geçtiler. Bir küçük tahta köprü , bir k ı r yo-
70
l u ve bunun döne mecinde , b i rdenbire yeşil bir s ı n ı n , tatlı
ve yumuşak çizgileri görünüyor. Binbaşı Hakkı Bey·
"Işte Çan kaya . . . dedi.
Bunu demesiyle atların, i k i tarafı yabangülleriyle bezen
miş bir hendek içine dalması bir oldu. lri, ateşi n ve sık ya
bangülleri . . . Selma Hanım:
"Aman ne güzel , ne g9-ze l . . . diye haykırd ı .
Hakkı Bey:
'Ta yu karıya kadar, yol , hep böyledir" dedi .
··A, b u , bir yol m u ? "
" N e zannetti niz ya? "
"Ben kendimizi, bir bağın hendeği içinde sanmıştım.
Gerı,:i b u yol o kadar dard ı ki, iki hayvan yanyana ancak
sık ışab iliyorclu. Bi nbaşı Hakkı Beyi n getirleri i k ide bir Sel
ma Hamının hacaklarına sürünüyor ve güller atların boy
nunu kamçılıyordu. Genı,: kad ı n , bu nlardan bi rkaç Lanesini
koparmak istedi . Zabit Bey:
"Bırakın," ded i . "Dönüşte ben size istediğiniz kadar top
latayı m .
Derken, bir küçük kavak korusunun i ı,: i n e girdi ler. B u
n u n ortasından ince ve berrak bir su akıyordu. Hakkı Bey,
buran ın adını söyledi:
" Kavak l ı d e re -ve i lave etti- Işte Ça nkaya b u no ktadan
başlar. "
Hakikaten, kavaklar arasından ç ı k ı l ı nca topoğrafya deği
şiyor, hatı rı sayı l ı r bir dik yokuş baş l ı yo rd u . Bir Lepeyc
doğru kıvrıl� kıvrıla ç ıkan bu yokuşun her tarafında ağaç
l ı k i t bağlar vardı r ve bu nların ortasında çıta ları kırmızıya
boya n m ı ş , k ı rm ı z ı pe n c e re l i k e rp i ç l e n bağevl e r i , t ı p k ı
Eyüp oyuncaklarını andıran mimarileriyle, süsleriylc man
za raya keskin bir h ususiyet vermekted i r. S e l ma Han ı m :
" B u evlere bayı l ıyorum :" ded i . "An kara'ya giderken bizi
i lk karşılayan bu kına l ı evler oldu.
71
" K ı nalı m ı , dediniz? Hoş bir teşbih . . . "
73
X
74
"Hayvanla mı gittiniz, oraya ? "
"Evet.
"Hiç u tanmacim m ı ? "
"N eden u tanacak mışım? Hayvana binrnek ayıp m ı ? Siz
binmiyar musunuz ? "
"Hee, b iniyoruz, biniyoruz e m m e . . . n e bileyim b e n . . . sc-
nin için öyle dediler. "
" N e dediler? Ne dediler? Bakayım . . .
"U tanmıyor dediler. "
Sel ma Hanım , sahiden utanılacak b i r şey yaparken yaka
lan m ış bir çocuk gibi kulaklarına kadar kızardı ve gön lüne
deri n bir h üzün çöktü. Odanın içindeki güller solmuş g i
biydi . Kendini toplad ı:
"Ya sen, sen ne dedi n ? Beni hiç arkalamadın m ı ? "
"He, dedim y a . . . bizim E sm a Hanım öyle şey yapmaz de
dim . . .
"Bundan sonra ben im b u yolda b i r bahsim daha geçecek
o l u rsa dersin ki , onun yaptığı şeylerin hesabını ancak ko
cası sorar. Ve her kadının namusu kocasına aittir. "
"He, doğru ya, doğru söyledin, hanım a bl a . . .
Fakat, b u tasdik sözleri Hali me'nin ağzından dökü l üyor
du. Bakışları ndan ve duruşundan b u fikre hic,; iştirak etme
diği anlaşılıyordu.
Se l m a Ha n ı m , kocasına, o akşam , b u had isey i gü lerek
naklelli:
"Ayo l , hakkı mızda şimdiden birtakım dedikodular başla
mış, b i l iyor musun?"
Nazif, yumuşak başlı bir adamdır. Bütün o vakarlı, te m
kinli görünüşüne rağmen her tesfre o kadar çabuk uyar ve
o kadar ürkek ruhiudur ki, hemen Halime'nin tarafını tutar
gibi oldu:
"Ee, tabii; a ca nını , Ankara muhiti. bu kadarı n ı gö tür
mez'" ded i.
75
Selma Hanım , bu meseleyi açtığına p işman o l m uştu. Ba
husus ki Etlik'tekilerle beraber Binbaşı Hakkı Beyi bu hafta
bir öğle yemeğine çağırmak niyetinde idi. Şimdi, b u tasav
vurundan kocasına bahsedecek o lsa "Hayır" cevabını a laca
ğı şüphesizdi. Onun içindir ki, bütün bir hafta bu konuş
manın tesirini dağıtmaya çalıştı ve muvaffak da oldu. Çün
kü, cuma günü öğle yemeğine, ahbapları, bizzat Nazif da
vet etti.
Selma Hanım, misafirlerini layıkiyle kab u l edebil mek
için elinden gelen her şeyi yapmış, bütün koketrisini ·k sar
fetmişti. Gerçi, yemeğin en esas l ı k ısmını ev sahiplerinin
yardımiyle başarabilmişti. Fakat, sofra, en küçük tefcrruatı
na kadar onun zevkin�n . onun maharetinin eseri oldu. Ev
lendiği günden beri bir kere kullanmaya fırsat bulamad ığı
işlemeli keten sofra takımlarİnı yaydı . Yatakbağları arasın
da k ı rılmadan gelirebildiği çini taba k larla, billur bardakları
koydu. Havluları birer yelpaze şeklinde devşirip aralarına
birer dilim e kmek sıkıştırdı. Degusiche'ten alındığı günden
beri el değmemiş duran gümüş çatal ve b ıçakları bir lro
.fe'ni n * * süsleri gibi bunun etrafına dizildL Ve bin ihtimam
ile kuruyup solmakta mu hafaza ettiği yabangü lleri n i sofra
nın üstüne serpiştirdi .
Misafirler, odaya girdikleri vakit her biri nin yüzünde bir
ayrı hayranlık nişanesi görmek mü m k ü n d ü . M urat Bey,
adeta , afallamıştı. Hemşiresiyle harem i ne diyece klçri n i , ne
yapacaklarını şaşırmış bir halde i d i l e r. Sofra nın güzell iği
hakkında ccınilel i * * * bir söz mü söylemek, yoksa bir şey
görmemezli kten mi gel mek gerektiğini bir türlü kestiremi
yorlardı. Neşveli bir at ve mahmuz şakırtısiylc en s o n gelen
Bi nbaşı Hakkı Bey, umumun h islerine tercüman o lma kta
1 Anna.
ı l lcı�a gıdiu
76
gecikmedi. Ankara'nın bu yoksulluğu, bu çaresizliği içinde
böyle bir sofrayı kurup meydana getirmenin ne kadar güç
olduğunu söyledi ve komplimanlarını bütün Türk kadın ia
rına teşmil ederek onların gustosundan, görgüsünden, ze
rafetinden uzun uzadıya bahsetmeye başladı. Murat Beyin
haremiyle kız kardeşi:
"Aman efendim, ne gezer. Her Türk kadını böyle midir? "
diyecek o luyorlardı. Hakkı Bey derhal sözlerini kesiyor:
"Hepsi , hepsi, emin olunuz, fıtratan böyledirler" diyor
du.
Fakat, Selma Hanım, genç zabite bu coşkun tezahüratı
yaptıranın kendisi o lduğunu hissediyordu.
Hele Selma Hanımın köylü hizmetçisi , belinde bir beyaz
önlükle geli p yemek dağıtmaya başlayınca, denileb i l i r ki
hepsi hayretten donakaldı. O vakte kadar ağzını açıp bir
kelime söylemeye fırsat bulamayan M u rat Bey gözü n ü n
ucuyla köylü kadını işaret ederek:
"İstanbul'dan mı?" diye sordu.
Ve civar köylerden getirilmiş bir kadın olduğunu haber
alınca, hayreti, karısına karşı yersiz bir öfkeye inkılap etti :
" Gördün m ü ? " dedi. "Biz, bir yıldır böyle bir tane yetişti
remedik . "
Selma Hanım:
"Aman efendim, o kadar güç ki her gün saatlerce uğraş
mak lazım geliyor ve bir işi yüz defa tekrar etseniz gene ha
tırında kalm ıyor. "
"Ee, tabii hanımefendi, tabii uğraşmak lazım.
Murat Beyin kız kardeşi Cemile Hanım:
"Aman, dedi . "Yüreğimi tüketeceğime her işi kendim
yaparım, daha iyi. . .
Ve bunu söylerken sofranın o rtasındaki sürahiyi kavra
yıp bardağını lokur !okur d o l du rd u . B i n başı Hakkı Bey
genç kıza gülümseyerek baktı:
77
"O da bir prensip" dedi.
Nazi f hiç konuşmuyor, belki b u öğle yemeğinin mahalle
de, ev sahipleri arasında yapacağı tesi rleri düşünüyord u .
Nazif, o anda sahiden b u n u düşünüyor idiyse önceden se
ziş kuvvetine diyecek yoktur. Çünkü, tam o esnada ev sa
hipleri tarafından üç kadın, bir mahalle ke'disi sins i l iğiyle
birbirlerinin ardısıra b u yana doğru geliyor, yavaş adımlar
la merdivenlerden çıkıyor, yemek yenen odanın, sofaya açı
lan penceresi arkasına sakuluyor ve perde ara l ı klarından
içeriyi seyretmeye çabalıyord u . Bundan, hiç şüphesiz, hiz
metçinin de haberi vardı. Zira, dışardan içeriye, içerden dı
şarıya her girip çıkışında sırıtmadan ağzı kulaklarına varı
yar ve yemek dağıtılırken gözünün ucuyla pencerede n ya
na bakmaktan kendini alamıyordu . Biraz sonra Selma Ha
nım da işin farkına vard ı . Fakat b e l l i etmek istemed i . Bu
kad ı ncağızların ne kadar çocu kça m ü tecessis o ld u klarını
bil iyor ve on ların bu halleri, çok defa, onu eğlendiriyo rdu .
Kendi k e n d i n e , "Hal i-me'den a r t ı k b ugü n ü n h ikayes i n i
dinlemeli" d iyordu. "Kim bilir, ne yakası açılmadık sözler
söyleyecektir ve benim hakkımda kim bilir neler düşüne
cektir. Öyle ya, sağımda bir yabancı erkek, solumda bir ya
bancı erkek ve Nazif iki yabancı kadının arasında, sımsıkı
o t u rmuşuz, bir şeyler yiyor, bir şeyler içiyoruz, g ü lüşüp
konuşuyoruz. Onlara göre gerçekten tuhaf bir manzara ... "
78
Ve hafi f sesle deminki hacl iseyi misafirlerine anla tmak is
t ed i . Fakat, aşağıdaki gürü ltü , birden o kadar büyüm üşlü
k i , sözüne devam edemedi. Murat Bey:
"Eyva h , öyle ise, şimd i , karıların pesti l i n i çıka racak, ele-
di.
Ve hanı mlardan b i ri i l;ive etti:
"Oh olsun onlara . . . Ne vardı biz i gel i p gözelleyecekl
Ömer E fendi , şimdi , uzaklaşan ve hiç şüphesiz, kadınları
odaya uktığı için derinelen gelen bir sesl e , i k i üç pal kül
arasında bir:
"Deyivirin, orcla ne işiniz vard ı , ha? Deyivirin . . . diye ba-
gı rıyo rcl u .
Buna, kadınların, yalnız bedenleri cevap veriyord u .
Hakkı Bey, öO<eclen dudaklarını ısırmaya başlad ı:
"Vay insafsız he rif, vay. . . diye söyleniyord u . " Kadın döv
ınek, kadın clövmek . . . lşle , bu havsal a m ı n alacağı bir şey
değild i r. Içimden ne geliyor, bilir misiniz? Ş i md i , bizim ne
79
Xl-
80
ş ı ııdan sökün etti, üstüme doğru gelmeye başladı . Karan
l ık, göz gözü görmez, hemen manda tersi gibi duvara yapı
şıp kaldım. Süvari alayı geçti. Beş on adım ötede sizin kapı
nın önünde d urdular. Bir ele ne işicleyi m ? Kah kah; kih,
ki h, bir avret sesi . . .
"Vay anam , yuf. . .
Ömer Efendi, bir taraftan, camiin çeşmesi ncle aptes a l ı
yor, b i r taraftan d a bun ları din liyord u . Namazı nas ı l kılcl ı
ğ ı n ı bilmecli, yü reğinele bir şeyler kaynıyorcl u . Ya lnız kira
cı lara değil , kendine ve bu sözleri söyleyen iere candan kı
zıyorcl u. İçinden: "Ben gösteri rim, ben , gösteririm" eliyor
d u. Fakat, kime, neyi? Pek tayi n edemiyordu.
Bu karışık düşünceler ve hisl erle dolu, eşeği ne bi nd i , yo
la ç ıktı. Ama, aklı hep gericle idi. Yarım saat ya gitti , ya git
medi. birelenbire eşeğin kafasını arkaya çevirdi ve hayvan ı
ters yüzü şehre doğru sürmeye başlad ı .
Eve varı nca n e yapacak t ı ? Hala bil miyord u . Ki rac ı ları ,
ko l larından tutup m isafirleriyle be raber d ışarıya ın ı atacak
tı? Hayır. Nazif Beyi , şöyle bir kenara çekip artık bu reza
letiere b ir ni hayet vermesini mi talep edecekti? Hay ı r. Ya
hut, evdeki kadınlardan biriyle kiracı han ıma b i r ihtarda
ın ı bulunacaktı ? Hay ı r. Ömer Efendi, şimdiye kadar hiç bu
çeşit meseleler hallet meye alışmaınıştı ki bunun nası l hal
ledilebi leceğine karar versin. Bu, iş alemindeki müşkü llerc
hiç benzemiyord u . Ne ele kendi ev inin id ares ine . . . Ö m e r
E feneli için bu, büsbütün başka, yeni v e yabancı bir mesc
lc-ycli. Gidip kardeş leriyle İstişare e tmek isted i. Fakat, paha!
gibi her ikisini de evlerinde bulamadı ve şaşkın, perişan b i r
halele kendi evine dönd ü .
İşte, d ö n e r dönmez kad ı nlara attığı bu toptan dayak, b i
raz da o hal i n neticesiydi. Ömer Efend i , bütün h ı nc ı nı o h i
c,·are mahluklarclan a lmış ve içinden ç ıkamadığı meseleye
hu şekilde , akla gelmez bir hal çaresi b u l m uş oldu. He m bu
81
dayak b i r parça da kirac ı lara karşı b i r pro testo n umayışı
değil miydi? Değilse bile, Ö mer Efendi, b u n u , böyle telakki
etti ve vicdanı her türlü şüpheden azade bir hakim b uzu
riyle mi ndere uzanıp, akşam, ·geç vakte kadar uyuyakald ı.
Gözleri n i açtığı zama n , c,;okta n , yassı eza n ı o k u n m uş ı u .
Ö m e r Efe nd i , yemek istedi. Bugünün heyeca nları, s ı k ı ntıla
rı, öfke ve dayakları ve bu vakitsiz uyku , onun iştahı nı ac,;
m ıştı. Ö nüne kon u l a n üç sahan yemeği beş dakika ic,;i nde
adeta sümürürcesine yiyip yaladı .
"Bana b i r kahve yapı n " ded i .
Son ra, birden akl ı na başka bir şey geld i :
" D u r bakayım, biz i m kiracılar yattılar mı k i? Acaba nasıl
a nlasa k ? " dedi.
Anası:
" N idecen oğu l ? " diye sord u .
" N iclecemi ben b i lirim. Hadi , g i t sen a n layıv i r. "
i htiyar. kad ın i n i ldeye kai< I I daya aviuyu gec,; t i ve karşı ta
rafta, hiz metçiye seslend i.
K irac ı lar, daha yatmamışlard ı . Ev sah ibinin ke n d i le r i n i
z iyaret etmek istediği n i haber a lınca za n n etti l er k i , gün
düzkü hadiseden do layı tarziye verecektir. N az i f, derha l ,
banka şefi tavrı n ı takınd ı :
"Söyleyi n , gels i n " dedi .
La kin , Ömer E fe n d i , bu müsaadeye hiç sev inmed i. Adeta
beklemediği bir hadise karşısında kalmış gibi şaşalad ı .
" N e demiş' N e demiş' Ge lsin m i , demiş? Sakı n , se n yan
lış anlamayasın? Ha n i , ya n l ış anlam ışsa n , hani, ayıp o l u r
ha . . .
Ö me r Efe nd i , b u gece vaktinde, kiracıları n i c,; i n ziyarcJ
etmek istediğini pekala b i l iyordu. Fakat, bu kararı n ı n ko
lay l ı lda gerçekleşebileccğine h ic,; i hti mal vermem i ş t i . Bi raz
da uyku sersemi idi. N azif lleyle yüzyüze ge l ince ııc di ye
cekti? Söze nereden başlayacaktı? Şimdiden i m t ihana g i r-
82
ıııek üzere o lan bir mektepli çocuk gibi yüreği atmaya baş
lad ı .
"Ha n i , gidiyorum emme, Allah vire d e bir yanlışlık olma-
sa . . .
Ömer Efendi, karşı tarafın merd ivenlerini çıkarken adeta
hacakları titriyordu. Odadan içeriye nasıl gird i ? Naz i f Beyc
nasıl selam verdi? Her vakitki yerine nasıl çöküp oturd u ?
Bilmiyordu . . . Kendisine uzatılan cigarayı alırken e l i n in tit
rediği n i hissetti. Ikide bir lüzumlu, lüzumstiz yere:
"Hani, h a ni . . . d iyordu . Ve "mesela k i , meselakü m " leri
bi rbirini takip ediyordu .
N az if, ev sahibini sarhoş zannetti. O d i k katle yüzüne
haktıkça, öbürü başını önüne iğiyor, gittikçe süklüm bük
lüm oluyordu. Ne Ö mer E fendi, bahsi açabildi, n e Nazif
gündüzkü va kaya dair bir kelime söyledi. Böylece, gece n i n ,
uzun b i r saati h e r i k i adam arasında ağır sükfıtlar, başı so
nu olmayan cümleler, tek ve tenha kelimelerle geçi p giLLi.
Nazif, her seferki gibi pencereleri açıp karısı nı n yan ına
girdiği vakit uykudan başı dönüyordu . Ömer Efe n d i , ken
d i n i avluda bulunca gen iş bir nefes aldı . Yüreğinde s ı k ı n t ı l ı
bir işten kurtulmuş i nsanlara mahsus b i r ferahlık vard ı . Fa
l�at , yatağına girince, gündüzkü kuruntu tekrar başgöster
d i . Sağdan sola , soldan sağa dönüyor, bir türlü uyuyamı
yord u . "Adam sen de , diyordu. "Bütün bu kasavct, b u te
vatür ayda yirmi beş lira için mi? Hay o lmaz olsu n . Yarın
dan tezi yok, bir mektupla her şeyi keser, atarım. Kendi
evim değil mi? Ben oturacağım, derim, ne şu, ne bu . . .
S o n ra b i rd e n a k l ı n a başka b i r şey geld i . Naz i f' i n , ( . . . )
B a n k a s ı n d a k i mevki i n i d üşü n d ü . A lışveriş m e vsi m i , i ş
mevsimi yaklaşıyordu. Onu nla münasebetinden çok ist ifa
d e edebil ird i . Bundan başka "Ne o l u r, ne o lmaz , mebus
dostu var. Karısı n ı n beraber dolaştığı adam koca bir Binba
?1. Her şey onların e l inde . . . diye düşünd ü . Doğruldu, yata-
83
ğı içinde oturdu. Odanın öbür ucunda ilk karısiyle büyük
çocukları yatıyord u . Seslendi :
"Hatça Hanım, Hatça Han ı m . "
"Buyur. "
" Kalk, bana bir kahve i let. . .
Ömer Efendin i n karıları onun b u gece zahmetlerine alış
kındırlar. Bir defa uykusu kaçtı mı sabaha kadar b irbiri üs
tüne on kahve ve yirmiye yakın cigara içtiği olurdu. Onun
için, ocakta, mutlaka biraz ateş_ bulundurulurdu ve Ömer
Efe n d i n i n z i h ne n m eşgul göründüğü akşamlar, k a r ı l a rı
başka bir odada yatmayı her vakitkinden daha ziyade cana
minnet bilird i.
Ömer Efend i , senede bir defa tiftik , bir defa aşar m evsi
m i nde, bir defa da k ış sonlarına doğru böyle sık sık uyku
suz kalırd ı . Bu adeti, her iki !<adı nca malüm ve muayyen d i .
B u sefer n e yaz sonu , n e kış sonu o lmamasına v e işlerin
tam durgun zamanına rasgelmesine rağmen efendisi nin bu
vakitsiz uykusuzluğu Hatice Hanımı epeyce şaşırttı. Hem
de gündüzkü dayaktan, henüz o kadar bitkin idi ki, bi rka<.;
defa "buyur, buyur" diye ses vermekle beraber yerinelen
kalkamadı. N i hayet, kocasının üçüncü defa olarak:
" Kalk be. . . d iye bağı rınası üzerine bütü n kuvvet le ri n i
topladı ve insandan üstün denilebilecek b i r gayretle ayağa
kal ktı. Yürüyo r, fakat, henüz nereye gideceği n i , ne yapaca
ğını bilemiyo rdu . Oda kapısından çıktı. l n s iyaki b i r ha re
ketle mutfağa doğru ilerledi .
Ka lıveyi pişirip getird iği vakit gözleri h a l a kapal ı i d i .
Elinde tuttuğu kand ili yere koydu v e yatağına g irip tekra r
uyumaya hazırlanırken yeniden kocas ı n ı n sesini işi t ı i :
"Beri gel. bir şey soracam . . . ''
Kad ın bir soınıwm bııl* gibi ona yaklaşt ı .
"Ne gördün, bugün orada ? "
84
"Hiç . . . Yemek yirlerd i .
"Şarap, rak ı felan, içiyorlar mıydı ? "
HA, a . . .
"Başka bir şey yapıyorlar mıydı?"
HA, a ... "
''Kadın erkek hep bir arada değil miydi, be?"
"'Hee . . . "
"Uslu uslu otururlar mıydı ? "
"Hee . . .
Ömer Efendi, içinden: " Canım, işte, hiçbir şey yokmuş.
Ben el e nafile yere üzülüyorum" dedi. Bir c igara daha yakt ı .
Kadın, şimdi oturduğu yerde uyuyordu .
85
XII
86
Genç adam, Selma Han ı mın sözlerine devam eel ereesine
ilave etti:
"Sa n k i , vatan yal n ız Istanbul'dan ibaretnı iş ; sanki, biz
burada gurbette i mişiz gibi. Halbuki, ben, ruhumun m illi
muvazenesi ni burada bulmağa gel miştim. Ne yazık . . .
"Evet, tıpkı ben im gibi . . . Laki n , gün geçtikçe al ışacağıın
yerde, görüyorum ki gü n geç tikçe daha ziyade muvaze nc
ıni kaybediyorum. Burada, adeta muallakta d u r u y o r u m .
H i ç bir Lararımdan toprağa dokun muyorum. B u ağaçlar, bu
taşlarla benim aramda öyle bir uzaklık var k i , b i r türlü ge
çip o n lara yetişemiyoru m . "
"An lıyorum, harici eşya ile sizin ruhun uz arasında b i r
mü nasebet Leessüs edemiyor. "
"Evet, evet, n e güze l söylediniz. San k i , bu alem bana küs
ve ben o na dargın gibiyim. Hem, bu Anadolu pcyzajlamıın
dili yo k. istanbul'da h e r taraf konuşur. H e r taraf, size bir
şey söyler. San k i , taşı toprağı canlı gibid i r. "
"Buraların da b i r d i l i vardı r ama, b i z a n layamıyoruz.
Ömrünüzde bir kere olsun, halis Anadolu türkülerini can
dan d i n lediğiniz oldu mu? Bu kısır dere nin , şu c ılız ağaçla
rı n ve bunların ard ı ndaki taşlık dike n l i k tepeleri n bütün
sı t ınası o n lardadır ve bütün ihtirası. . . "
" l h tiras m ı ? Amma yapllnız ha? l h t i ras , bu ölü, bu sö ıı
ınüş tabiatın neresinde? "
"Bir Anadolu köylüsün ü n yüzüne hiç di kkatle bakLığı nız
oldu mu? Bir A nadolu köylüsü diyorum; kad ı n olsun , er
kek olsu n , çoc uk olsu n , hepsinde öyle bir i fade görürsü
nüz ki bütü n saffetine, sadeliğin e , hatta basitliğine, iptida
i l iğine rağmen, vekarı, olgunluğu , derin ve ıstıraplı çizgile
riyle sizi korku tur. "
"Buraya gelirken yolda, dağ başında bir o d u ncu çocuğa
rasgeldim. On yaşında var mıyd ı , yok muydu, bilmem. Fa
kaL, gözleri n i n içine baktığım zaman öyle u faldı m ki başı-
87
m ı önümc eğmeye mecbur oldum. Çocuk o kadar büyük
bir hayat tecrübesiyle yüklü ve o kadar içten gelen bir irfan
ilc kavruktu ki, bunun karşısında bütün bildiğim ve öğren
d iğ i m şeylerin hiçliğini anlad ı m . "
Genç adam sustu. Malızun malızun düşün d ü v e i lave et
ti:
"Ve kendi lı içl iği m i . kendi tatsızhğımı. . . Adam siz d e , ne
olursak olalım; biz b u meml eketi n içinde b i rer tufeyli ol
maktan kurtu lamıyoruz. Bu memleketi n ası l sahibi , dağ ba
şında gördüğüm o aciuncu çocuktur ve yalnız o, bu taşlar,
bu topraklarta ko nuşmasını bil iyor; bu toprakları n , bu taş
ların sırrı , yalnız ona açı l ıyor. Korkuyorum, bu ma nzaran ı n
d i l i g i b i köyl ünün ruhu d a bana hiç açıl ın ıyacak d iye . . . B u
end işeınde yeryüz ünün gizli kal mış köşelerini bulmağa g i
d e n kaşi fi andırı yorum . "
Selma Hanım :
"Bu keşif seyahatinde A nkara mühim b i r merhale deği l
m i ? " ded i.
"Hem de şan h bir merhale. Doğrusu, bazen , başı mıza c,·ö
ken m i l li fe laketi takd is edeceğim geliyor. Eğe r böyle bir
fe lakete uğram a m ı ş o l saydı k , b e n , ş i m d i , n e rede v e ne
id i m ? İstanbu l'un herhangi b i r mahal lesinde, bu evin içi n
ele, herhangi bir genç adam ki, gü ndel i k hayatın kaygıları
ve istikbale ait kısır tasavvurlar i ç i n d e bocalayı p d u r u r.
Halbuki, ş i m d i , burada, vatan ın birtakım yen i şeyler kay
nayan göbeğinde, bütün bir m i l letin ıstırabiyle yaşıyan ve
bu ıstırabın içinde peşin bir bah tiyarı m . Her saba h , uya n ı n
c a - i nanır m ı -s ı n ız- An kara'da b ul un ma n ı n şerefi n i cl u ya
rım. Burada, her sabah, ben i m le beraber b'i r m i llet uya n ı "
yar v e kend isin i selamete götürecek olan kahraman ı n , başı
ucunda, gülümseyerek durduğunu görüyo r. l i k defa o larak,
öm rümde ilk defa o larak, burada, kendi elimde n , kendi ka
nıından, kendi cevherimden bir cemaat içinde yaşadığı m ı
88
h issediyorum. Haydi canım, burayı G öksu'ya benzetınek
bir küfürcl ür. Burası: l 9 2 l 'de A n kara'nın yanı başında akan
bir dere kenarıd ır. 1 9 2 1 Ankarası. Hanımefendi., dörL beş
yıl sonra, bu basit cümle, size I<itabımulwddes'ten bir saLir
gibi gelecek, ve buna karışmış olmak size, hayaLınızın ye
gane manası gibi görünecek.
Genç adamın sesi, perde perele yükse liyordu. Selma Ha
mmın yanında oLura n hanımlar hayretle kulak kabartmaya
başlad ı lar. Ko nuşan da bunun farkına vardı. Sesini yavaş
lauı:
"Ankara; yalnız bu değil," dedi. "Ankara, bizim i ç i n em
sa lsiz bir "ener.g i " mekteb i o lmuştur. Sarp, yalçın ve çetin
Ankara , içinde her rahatLan mahrum o lduğumuz, i ç i nd e
zahmet, meşakkaL çekLiğimiz A n kara , b ize sabrı, tahammü
lü ve inkişafımıza engel bütün zıt kuvvetieric gee e l i gün
düzlü çarpışmayı öğretiyor, serL b i r örs gibi irademizi dur
maksızın clöğüyor, NieLzsche'ni n dediği gibi b u rada '' mUL
ıasıl ka hramanca ve teh likeyle yaş ıyoru z . " Bundan güzel
hayaL o l u r mu? Dünya n ı n hangi nakLası buradan daha e n
teresand ır?"
Selına Hanım genç muharririn bu coşkun hitabesi.ni mem
nuniyeıle din lemekte devam edecekti , eğer, B inbaşı Hakkı
l3ey b i raz ötedeki erkekler gru b u n d a n ayr ı l ıp k e nd is i n e
doğru gel meseydi.
" lşte , gene farkı n a varmaks ızın harem selam lı k old u k.
Brava size N eşet Sabit Bey, hanı miara yoldaşlık etmek nc
zakeıini içim izden yalnız siz göstermiş oluyorsunuz."
Genç ınuharrir güldü:
"Doğrusu, öyle bir şey yaptığı m ı n pek ele farkında deği l
el i m , beycfencli" ded i .
" E e , tabii şairlik b u . . . Hep bul utlarda dolaşıyo rsunuz.
"Bilakis, hanımefendi ile hep bu topraklardan b u Laşlar
clan bahsediyorcl uk. Ve b irbirimize bunların dil i n i öğren-
89
mek i ı,; i n ne yapmak lazı m geld iğin i soruyorcl u k .
B i n başı Ha kkı Bey, b u sözel e k i i m a y ı hiı,; a n larnama kla
berabe r a nlamış gö ründü ve manalı manalı gülerek Sclma
Han ı m ı n yan ın a oturdu.
Burada, Nazif Beyi n hareminelen başka Mebus Murat Be
yin kiler, bir vek il ailesi, bir doktor haremi ve onun hemşi
resi bir genç kız vard ı . Bu hanı mlar bir küçük scccade üs
tünde yanyana s ı kışmış idi ler. En uçta ayaklar ı n ı toprağa
uzatmış, sırtını ağaca dayamış otura n Selma Ham ın ı n yanı
başında da N eşet Sabit Bey, bir taş ı n üstüne ilişmiş bulunu
yordu.
"Zaten ben sizi almıya gelmiştim. Biraz ö tede nişan ı a -
limleri yapacağız. Seyretmez misiniz?" ded i .
Selma Han ı m :
"Yalnız seyir mi? B i z d e silah atmasını biliriz" ded i.
Bulu ndukları yerden biraz ötede gen işc.:e bir saha ortasın-
da adeta küçük bir cephane hazırlanmıştı. Viran bir bağın
kerpiç duvarına bazı çizgiler kazılmış, işaretler konul muş
tu. Ö nce Vekil Bey, silahı kavradı, n işan ald ı, isabet ettire
med i . Sonra Murat Be � ald ı , o da isabet ettiremed i . Sırasiy
le Nazif, Do ktor Selim N ecati , N eşet Sabit Beyler, attılar.
Biuabi , hiç muvaffak olamadılar. N i haye t sıra Binbaşı Hak
kı Beye geldi. Fakat, o eline aldığı silahı d aldurdu kta n so n
r a yanında duran Selma Hanı ma uzattı:
"Buyurun baka l ı m , iddianızı ispat edin " dedi.
Selma Han ı m . silahı neresi nden tutacağım, nasıl atacağı
n ı bilmiyordu. Hakkı Bey kend i elleriyle tüfeği gen<,; kad ı
nın kolları arasına yerleştird i . Parmağı n ı kendi el iyle te t i
ğ i n üstüne koydu ve gözüyle n i ş a n ı n a s ı l ayar edeceği n i '
öğretti:
"Şimdi, çeki n bakalım" dedi.
Selma Hamının teliğe basmasiyle silahm elinden düşmc
si bi r oldu.
90
Fakat, kerpiç duvarda ç izilen daire n i n tam ortasında b i r
elelik açılmıştı.
"Brava, brava, brava . . .
Genç kadı n heyecan ve korkudan titriyordu v e muvaffak
olduğu n u n hiç de farkında değil-di . Neden son ra kendi ni
topladı. Binbaşı Hakkı Beye:
"Gördünüz mü? lşte . . . " ded i .
Hakkı Bey gülüyordu:
Bu sahneyi beş on adım öteden seyreden hanımlar gru
bunda Selma'n ı n muvaffakıyeti epeyce k ıskançlık uyandır
d ı . Hatta, Binbaşı Hakkı Beyin bu alayın ı c iddi telakki edip
aynı i l t i fata nail olmak için ortaya atılan lar oldu. Laki n , Lü
fek, artık, Hakkı Bey i n eline geç m işti ve üstüste auığı kur
şun lada hedefi n içini delik deşik etmeye başlamıştı.
Selma Hanım, onu seyrederken , adeta , destani bir rüyaya
dalmış gibiyd i . Genç b i n başının belincieki kayışa, ayakla
rındaki çizmelere bir trofe'n i n parçaları gibi bakıyordu ve
duvarın boz sathı üstün de onun narin silueti bir o k yay ı n ı n
kaykılıp gerilişlerin i resmediyordu . . .
Bir cins arap kısrağı gibi, barut kokusu v e silah sesleriyle
heyecana gelen Selma H a n ı m , silahını y a n ı n d a k i n den·
uzatan genç zabitin yanına yaklaşıp sordu:
"Mu harebe, ne vakit başlayacak?"
"Pek yakında. Bu hafta içinde m utlaka bir taarruz bekli
yoruz.
"Be n i de cepheye alın, beni de . . . Ne olur. "
Hakkı Bey genç kad ı n ı i l k defa görüyormuş gibi baştan
aşağıya süzd ü :
"Sa h i , ister m is iniz, size, Eskişehir hastahanelerinde bir
vazife _bulalım?" dedi .
Bu esnada İstanbul'dan yen i gelmiş olcin genç m u lıarrir
de o n ların yanında bulunuyordu:
"Ben de kendim için rica edecektim" dedi.
91
Fakat, Hakkı Bey, genç adaının bu sözünü hiç işiLinemiş
gibi yeniden nişan tecrübesine başlayan erkek arkadaşları
na doğru yürüdü.
92
XIII
\ bırkle
93
"Korktun mu? Çok korklun mu? "
G e n ç kad ın korkmadığın ı söylüyo rdu. Fakat, her vakit
altın renginde bir b illur parıltısiyle ışı ldayan gözlerinin üs
tü ndeki gölge o n u n nasıl bir badireden geçtiğini haber ve
riyordu. tık gün ler, uykusunun içinde, hep sıç rıyord u. Ve
sabahleyin uyandığı vakit, uzun bir müddet, sanki, nerede
olduğunu a n lamak istiyo rmuş gibi ü rkek ürkek e t rafı na
bakıyordu.
Naz i [, ona:
"Her şey bitti, h iç ü mi t yok değil mi?" derke n o i natçı
bir çocuk tavriyle baş ı n ı sal l ıyor:
"Yok c a n ı m , mut laka yeneceğiz, m u t laka . . . d i yo rd u .
Sonra yavaş yavaş, içten gelen bir sesle ilave ediyord u :
"Be n im gördüğümü s e n ele görmüş olsan inanı rcl ı n . Hiç
ümitsizl iğe düşmezd i n . Be n , ilk sedyeleri n hastahaneye na
s ı l geld ikleri n i gördüm. Hiç b i rinde ne bir pişmanl ı k , ne
bir azap, ne de bir korku emaresi vard ı. Hepsinin yüz ünde
okunan şey, yalnız azim, yaln ı z metanet ı i . "Hanım abla şu
yarayı sar da dö nüvereyim." Bu ses ku lağırndan h iç gitmi
yor.
Se lma Hanı m :
"Ben, a y aydı n lığındaki ö lüyü d e gördüm" diyo rd u . O n u
hastahane n i n avl usunda, kerpiç d uvarı n kenarına get i rip
bıraktılar. Yapayalnızd ı . Gittim, yanında oturdum. Ve bun
dan başka ( . . . . . . ) Alay Kumandanın ı n göz lerini de ben ka
pad ım. Yüzünde öyle bir huzur, öyle bir bah tiyarl ık vardı
ki, o andan beri artık, ölüm ko rkusu ned i r bilmiyorum.
Se lma Ha n ı m . Eskişehir istasyo nu nda, ara ve aman ver
meyen bir ateş yağmuru altında Büyük Şe f'i n sa k i n . kararl ı
ve destani c,;ehresini de görmüştü. Tah liye edi len kasaban ı n
bozgun kalabalığı ortası nda, keskin v e sıcak b i r sesle e m i r
ler veriyor: ya nı nda duran Garp Cephesi Kumandanına he
men hemen gülümscyerek bir şeyler söyl üyor ve An kara'ya
94
ilk kafi leyi gö türecek olan tre n e so n yo l c u n u n bi ıı nıcs i ı ı i
be kliyordu.
Mustafa Kemal Paşa' nın b u mahşer içindeki silueti Scl nıa
Hanı m ı n haya linde o kadar derin nakşo l muşt ur k i , bunu
en küç ü k tde rrual l ııa kadar hatı rlı yord u .
Üzeri nde nefti b i r avcı kostümü vard ı . Bi r gü müşi kal
pak, gü r ve uçları yukarıya doğru kıvrık kaş lar ı n ı n hizası ıı a
kadar i n iyorcl u. Bütün bir ırkın asaletin i taşıyan , uzun pa r
ıııaldı , güzel e l le ri b i r kehribar tesbihle oynuyord u . San k i ,
bir isLi rahat saat i n el e bahçes i n de dolaşan b i r genç a i l e re isi
gibiydi ve sanki gökyüzü nel e n du r maksız ı n yağa n şeyl e r
h i r yaz yağm urunun i l k clam lalarıycl ı .
Sel ıııa Ha n ı nıa, ası l , en büyük, e n d e r i n v e en sarsıl maz
huzuru. emn iyeti veren ele , işte, Büyük Şd' i ıı o na bu i l k ve
son görün üşü oldu.
lşte, gene onun içindir k i , harb i mut laka biz kazanaca
ğız, m u tlaka biz yeneceğiz, demekte n usa n m ı yo rcl u.
Naz i L bu sılmal ı kah i n telaka t i n i , Selma'clan i l k defa işi
tiyo rclu ve gözkapaktarı n ın a l t ı ndan o na şüphe ile bakıyo r
du.
''Ama şu v a r k i , Eskişe hir düştü v e ceph e An kara' n ı n a lt
mış y e tmiş kilometre ötesin cledir. "
Selma Han ı m , kocasından n e kadar uzak olduğu nu, onu
ne kadar sönük, ne kada r şah s iyetsiz ve ımy ııı ı ıı ll buld uğu
nu as ıl bugün a nl ıyorclu. O n u n ütülü ve tozsuz pa nıol o
nu ncla n , beyaz gö mleğinden , saç ları n ı n o i m iz a m lı ta ra n ı
şırıdan v e yumuşak, pembe c i l d i nel e n t i ksiıı iyo rclu .
95
Binbaşı Hakkı Beyi her görüşünde, dedik; halbu k i , Sel m a
Han ı m , Eskişehir dönüşü genç Erkanıharp zabitine y a bir,
ya i ki defa rasgeldi . Bir üçüncüele ise o kendisine b i r kısa
cık veda ziyareti yaptı. Daha o günden itibaren Hakkı Be
yin üstünde harb meydanlarının tozundan d u manından bir
şey vardı. O , büyük ve boyasız çizmeleri, kalın ve bol eldi
venleri, kulaklarına kadar inen boz kalpağı ile genç kadına
her zamandan ziyade çalımlı ve heybetli geldi .
"Biraz oturmaz mısınız ? "
"Hayır, maatteessü f, hemen gideceğim. Size ayak üstün
de bir allahaısmarladık derneğe geld i m . "
"Kim b i l i r ne kadar memnu nsunuzdur. Cephe ard ı öyk
haz in, öyle sıkıntılı bir şey ki . . . Hele, orayı görel ü kten son
ra bir dakikasına tahammülüro yok.
Hakkı Bey, bir küçük çocuğun gevezeliklerini di nl eyen
bir adam tebessümüyle gülümsedi:
"Eskişehir'deki vaz ifenize b u rada da d evam eders i n i z .
Cebeci Hastahanesine müracaat ediniz" dedi.
Genç kadın, içinden, " N e istihfafiı b i r tavsiye" diye söy
lendi. Fakat, üç dört gün sonra, boşalan A n kara' n ı n içinde
onun için yegane teselli yeri Cebeci hastanesi oldu.
Her sabah, erkenden çıkıyor, mezarl ığın kara taşları ara
smda adeta şev k l i , neşeli adımlarla geçiyor ve derenin öbür
yamacındaki gölgeli yokuşu b i r h a m l e d e t ı r ın a n ı y o rcl u .
Hastahanenin avl usu, sıra sıra tahta pavyon ları v e içeriye
girerken daha ilk adım lardan burna çarpan ecza, asi t fc n i k
v e Amerikan bezi kokulariyle o n u n yüreğine b i r n e v i fe
rahlık ve rahatlık veriyord u .
Yürürken, kendi kendine: " Çalışmak, çalışmak. B i r şeye
yaramak, bir şeye yararlığını h isset mek, işte, yaşa manın ye
gan e manası " diyordu ve böyle düşü nürken bütün kederle
rini , hayal in kisarları n ı , içsıkıntı larını unutuyord u .
Zaten, An kara'da, Selma'nın d üşün düğü tarzda yaşaına-
96
yaniara artık yer kalmamıştı. Evlerinde, kendi köşelerinde
eski çeşi t hayatiarına devam edenleri, ihtiyarlardan , aliller
den, çocuklardan ayırt etmenin imkanı yoktu. Bunlar, ce
miyet harici gibi bir şey o lmuştu. Önceleri, merhamet ve
himaye ile geçinip gitmekte idiler, yavaş yavaş i hmale uğra
maya b aş lad ılar. Hele, Kayseri'ye s o n kafi leler gitti kten
sonra artık bunlara kimse dönüp bakmaz oldu. Selma Ha
nım, hiç değilse bunlardan o l madığına ve bunlar arası nda
görülmediğine şükrediyordu. Gerçi, kocası, onu da Kayseri
yolcularına katmak için epeyce uğraşmıştı . Esasen , kend i
bankası b ütün paralarını ve bütün idaresini Kayseri'ye nak
letmişti. Arkadaşlarının büyük b i r kısmı aileleriyle kalkıp
gitmişti. Lakin, Selma Hanım, bu hususta bütün energi'sini
kullandı ve Na-zi f'i kendi iradesine ram etmes ini bildi.
" Gidersem, en son gidenlerle beraber giderim" diyordu.
Nazif:
"Bakalım vakit kalır m ı ? " d iye soruyordu. " To p sesleri
gittikçe yaklaşıyor, bilmem aına . . .
Ve sözlerini bitirmeye i m kan bulamadan, karısının çıkıp
gitt iğini görüyordu. Onun arkasından, kendisi de nereye
gittiğini b i l meksizin sokaklara düşüyordu. Ankara, kızgın
bir güneş ve koyu bir toz tabakası içinde bunalmış ka lmış
Lı. Zaten tenha olan sokaklarında, artık, hiç k imseye rasge
li nmiyordu. Muhasara edilmiş bir kaleyi , veya sadece, aha
l isi ço ktan göçmüş bir eski şeh i r harabesi n i andı rıyordu.
Nazif bu ıssız viranenin içinde tek başına yürüyerek Med i
sin c ivarına kadar gel iyordu. Orada, ekseriya, Murat Beyle
buluşuyorlard ı . O, ailesini Kayseri'ye göndereli ve Meclis
müzakereleri günden güne mevzuunu kaybedel i , hemen,
bütün saatlerini -birçok kimseler: gibi- Meclis karşısındaki
Belediye Bahçesinde geçiriyordu.
Burada, kalabalığın sayısı , bazen ona, bazen yirmiye ka
dar çıkard ı . Meclisten sızan en taze muharebe havadisleri
97
buradan alınabilir ve gene harbe dair en selahiyedi tefsirler,
müla hazalar burada yapıl ı rd ı . Nazif, bun ları e n d i şe l i bir
d i kkatle d i n lerdi. Kimine inanır, k i m i ne inanmazdı . Sonra,
eve dönmek vakti gelince Murat Beye sokulur:
"Söyle allah aşk ı na; yarma öbür güne bir tehlike varsa,
biz de yola çıkalım" derd i .
Bir g ü n , Murat B e y kızdı:
"A bey i m , yola çıkmak kolay mı? Ne araba, ne at, hana
ne eşek var. Geçen gün Samsun Polis Müdürü mahalli me
muriyetine gitmek için b i n bela bir beyg i r satın almıştı.
Beygir daha Çankırı'ya varmadan yolda ölmüş. Beş gün ev
vel tanıdıklarından birine rastgeldim. Bütün eşyası n ı , çoluk
çocuğunu bir kağnıya yüklemiş, ke n d isi de arkadan yaya
olarak gidiyord u . " N ereye ? " ded i m . Diyarbakır'a demes i n
m i ? Hayretten donakaldım. Ş i m d i , bu vasıtayı da bu l mak
kabi l değil. Ben , sana vaktinde git demedim m i ? "
Nazif, kafası , altüst, eve donerd i . Ve o vakte kadar karan
l ı k da basmış olurd u . Sokaklarda, tek bir fener yoktur. Ba
z ı , o kadar zifiri kara n l ı k o l urdu k i , Nazif, yürümek için
yal n ız ayaklarının değil , e l l erinin de yordamına i h t iyaç du
yard ı . Çıkrıkçılar Yokuşunu bir s i ncap çevi kliğiyl e t ırmanır
ve yokuşun üst başında sol u k so luğa kal ı rd ı . Bir müddet
du ru p aşağıya bakard ı . Ayd ı n l ı k namına, yalnız, istasyon
daki on altı elektrik ampulün den başka bir şey görün mez
di. Sol tarafta, hapishane o larak kullanılan eski taş. binanın
ağı r ve korku nç silueti bir ikinci karanl ı k gibiydi. B u nun
mazgal larından, bazı o kadar donuk bir aydı n l ı k sızard ı k i ,
Nazi f, bu na, yekpare kara n l ığı b i n kere terc i h ederd i . Ve o
vaki t, içini bir korku alıp Samanpazarı'na doğru daha hızlı
yürümeye başlard ı . Oradan , Taeettin mahallesi ne giden dar
yokuşlardan birine sapar, taştan taşa sekere k ve e l leriyle
kcrpic; duvarlara tutu narak n ihayet, kan ter i ç inde evine
varırd ı .
98
O saatte �v sahipleri çoktan yatmış uyumuşlardır. N azif,
bun ların tevekkülüne şaşardı. Hakikaten, bu yerli Ankara
l ı lar, vaziyetten telaş ve e n dişeye d ü ş m e k şöyle d u rs u n ,
hepsi en normal zamanlardaki gibi gündelik işleriyle sakin
sakin meşgul oluyorlar ve arasıra top seslerini işitince baş
larını kaldırıp yan gözle birbirlerine bakıyorlar:
"Acep, b u bizim topların sesi mi, onlarınkinin m i ? " d iye
soruyorlard ı .
B i r g ü n , üç dört düşman tayyaresi A n ka ra'nın üstünde
l ı i r cevelan yaptı. Attıkları bombalardan biri istasyonda boş
l ı i r vago na isabet etti. Ö b ü rü Ç u bu k'a düştü. Ü ç ü ncüsü
i\ k köprü c ivarında bir söğüt ağa c ı na değd i . Bundan bile
h i rı;ok Ankaralının haberi o lmadı. Lakin, o gün N azif'in si
ı ı i r tahammülü anık son haddine gelmişti. Karısına:
·'Yarın sabah, mutlaka yola çıkmalıyız; artık seni din le
mem, dedi .
Se lma Hanım : "Ben hastalarımı nereye b ırakayı m ? " de
)' İ nce:
"Öyle ise , ben seni bırakır giderim. Canımı pazarda bul
ınadım ya" diye haykırd ı .
Genç kadın, hiç sesini ç ıkarmayarak önüne baktı. O da
k i kadan itibaren b u karı koca arasında adeta manevi bir
hoşanmanın ilk hükmü yaz ılmıştı. Bu devir, Selma Hanım
u,: i n , yalnız karılık kocalık bakımı ndan değil , fi kirce , hisce
bütün benliğine şamil bir inkı labın kaynağı old u . N azif'ten
ayrıld ı kça Ankara'ya, Ankara'nın ifade ettiği milli manaya
bağlı lığı a rtıyord u. Sa nki, gözle rinin üs tünden bir perde
kalkmış, sanki idraki emsalsiz bir şeffafl ı k bağlamıştı. Bir
zamanlar, penceresinden bakıp da yalnız kasvet ve nefret
duyduğu sokakta, şimdi, o bir yaya kadındır ki , kara man
daların arasından sürtü nerek geçiyor, yaramaz küçük mek
ıcplilerin başlarını bir ana şefkatiyle o kşuyor ve işlerinden
dönen sakin, sinirsiz insanların yüzündeki erkekçe meta-
99
nette n o na bir huzur ve e mniyet geliyordu. N az if'ten ve
kendi evinden başka kime baksa nereye baksa herkeste ve
her yerde o lmakta olan destani hadisenin sessiz ve alayişsiz
kah ramanlığından bir koku alıyor, bu koku, yüreğine, yük
sek dağ tepeleri ndeki hava gibi kuvvet ve taravet veriyor
du.
Yirmi üç gün, tam yirmi üç gün, Selma Hanım, böyle b i r
ruh L i m a n , böyle bir ahlak riyazeti içinde yaşadı ve Sakarya
kıyı larından ilk zafer haberi geldiği vakit, asla şaş ı rmad ı,
coşup taşmadı. Halime ile beraber, Ö mer Efendinin ihtiyar
anasiyle beraber ve onlar kadar sakin, uslu, bunu bir "emri
tabii" telakki etti.
Bütün Ankara'da da böyle gösterişsiz b i r sevinme vard ı .
Bu bayraksız, do nanmas ı z , davulsuz, zurnasız b i r zafe r
bayramı oldu. Çünkü , sevinç, yanı k topraklardaki sular gi
bi, hep içe çekilmiş, yüreklere sinmişti.
Yalnız, Selma Hanım , o sabah hastahaneye gitmek üzere
sokak kapısından çıkarken, Ömer Efendi n i n ilk defa olarak
gülümsediğini gördü.
100
IKINCI KlSlM
101
Bu zengin ve pırıl pırıl şeyler kimind ir? Bu yanında yatan
uzun saçl ı , matruş* erkek kimdir? Ve kendisi kimdir? Bile
medi. Kapakları, kirpiklerinin sürmesinden mi, yoksa , ge
çen gecenin mahmuduğundan mı ağırlaştığı belli o l mayan
gözlerini açmaya çalışıyor, sola sağa çeviriyor, kapıyor, tek
rar açıyord u . Nihayet, bu zahmetten yorulmuş gibi başını
kuştüyü yastıkların arasına soktu ve o rada düşünmekten
kurtulmaya çabaladı. Fakat, beyni hummalı bir faa liyetle
işlemeye başlamıştı. Sekiz dokuz saat evvel içtiği şampan
yaların ateşi sanki asıl şimdi kafasını kızıştırrnış gibiydi.
An kara'daki hayatının bu son üç yıll ık safhas ı n ı bir şimşek
aydın l ığında, perde perde tekrar yaşamaya başlad ı . Bu sa l"
hayı hep Hakkı Beyin çehresi, bir bıçak gibi muhtelif kü
çük parçalara bölüyor ve bu parçaları birbirine e k l e m e k
mümkün o lmuyordu.
Sel ma Hanım, Sakarya Muharebesi gün lerinde, N az i f'te n
niçin o kadar soğudu? N eden Büyük Zaferi takip eden o
coşkunluk ve sevinç devrinde o na karşı, adeta, bir öfke ve
bir hınç duymaya başladı? Ve nihayet, günün birinde , B i n
başı Hakkı Bey, miralay rütbesiyl e ve göğsünde kızıl kurde
lalı lstiklal Madalyasiyle İzmir'den Ankara'ya geldiği gün,
Nazif'in bir dakikalık huzurunu neden hiç çekemez o ldu?
Bütün bunları , kendi kendine hala izah edemiyord u . Zaval
lının ne kaba hati, ne kusuru vardı? Gerçi, m i l li fe laketlerde
bul unmuştu. Fazla bencil, fazla korkak göründüğü bazı
anlar o lmuştu. Hele Sakarya'nın son günlerinde bütün ına
nasiyle bir bozgu ncu i d i . Karı s ı na kaçın a y ı tek l i f et tiği ,
"eğer sen gi tmezsen , ben, yalnız baş ı ma gideri m " ded iği
dakika, artı k , manevi hezimetin son derecesi n e d ü ş m üş
bu lunuyord u . Laki n , bütün b u nlar, bir karı n ı n kocas ı ndan
ayrılıp bir başkasıııa varması içi n kafi sebep mi idi?
1 lıraslı.
102
Nazir'in, Selma'yı sevmekten ve onun arzularına hizmet
etmekten bir an geri kaldığı olmuş muydu? Hayır, hayır. . .
Nazif Sel ma'ya, La ayrıl ma v e boşanma e mrine kadar itaat
etmiş, aşkta feragati "mademki öyle istiyorsun, peki öyle
olsun" demeye kadar götürmüştü.
Se lma Hanı m, N azif'in kendisini b ı ra ktı ktan sonra, ne
kadar bedbaht o lduğunu da biliyordu. Merkezdeki bütün
.
terfi ve terakki imkanlarını terkedip Anadol u'nun e n ıssız
bir köşesinde bir şube müdürlüğünde bütün Ankara haya
tını unulmaya gitmiş ve u nutamadığın ı oradaki i h tilaç l ı ha
reketleriyle kaç kere uzaktan uzağa h issettirmiş ti. Yu mu
şa k, pembe, sessiz ve uslu Nazif, kuru, sinirl i , sert ve haşin
bir insan olmuştu. Kendini tamamiyle içki ye verdiğini söy
lüyorlard ı . Bu gidişle belki, b ü t ü n isti kbali mah v o laca k ,
be lki . . . v e Sel ma Hamını n düşünceleri b u noktaya gel ince
daralıyor, Nazi f' i , bu halinde tekrar sevebileceği n i , belki,
ona, hiçbir va kit o l madığı kadar bağlanacağını zannecl iyor
du.
Fakat, işte , her şey olup bitmişti. Selma Han ı m , iki yıl
dan beri (. . . . . . ) Şirketi Mecl isi l dare reisi Emekli Miralay
Hakkı Beyin haremidir ve sabahın beşine kadar süre n bir
suvarenin yorgunluğunu, işte şuracı kta, onun yanı başında
dinlendiriyord u .
Selma Hanım Hakkı Beyin İzmir'den dö ndüğü günü ha
t ı rlad ı . Çe hresi bir tunç rengi bağlamıştı. Bütün vüc ud u ,
çelikten daha sağlam, daha çevik bir maddeden yoğrul ııı uş
g i b i görün üyo rd u . Kumral bıyıkları biraz uzunca bı rakıl
m ış , dudakları nın keski n çizgisine ccngaverce bir ifade ve
103
1 v ı · ı . l ııı ı:r ı ı\ kal ı ramanın clo n üşünden haberi olsayd ı ,
ıııııı l ı ı ı ka� saati i l< yoldan karşılamaya gidecekti. Belki, yo
lu na ı.,· i�"Cider serpecekti. Belki onu elinden tutup ve gözü
d a i ma ona çevrilmiş o larak, adım a d ı m yürüye rek, kız ı l
bayraklarla, defne dal iariyle süslediği evine getirecek, aslan
postundan bir sed irin üstüne oturtacak ve ayakların ın to
zunu kendi elleriyle silece kti.
O gü nlerde Se l ma' n ı n bütün m il li coşku n l uğu topla n ı p
topla n ı p bu genç zabi tin üzerinde tekasüf etmişti.
Laki n , şu dakikada yan ında yatan adam o adam m ıd ı r?
Buna b i n şahit ister. Naz i f ne kadar eski N azif değilse M i ra
lay Hakkı Bey de o kadar eski Hakkı Bey deği l d i r. Scl ına
Han ı m ı n , bu Hakkı Beye, i kide b i r " N e rede o tunç re ngi n?
Nerede o çelik gövden? Nerede o sert ağzın? O koyu kum
ral bıyıkların?" diye soracağı geliyo r.
Hakkı Bey, askerl ikten çıkıp da sivil hayata nasıl h ic; Sel
ma'ya danışmadan gird i ise, yüzüne, giyinişi nc, yaşayısına
da hiç o na sormadan ke nd i isted iği ta rz ı , ke n d i d i lediği
şe kli vermişti.
Evle nıneden evvel, kad ına karşı o kadar sayg ı l ı gö rü nen
Hakkı Beyin evlenci i kten so n raki bu hal i , bu kend i kcyriııc
göre hareketi , karısı n ı , adeta, bu, hiçe sayışı Sclına Han ı m ı
gücendirmiyar değildi. Hele, kocasının bu yeni yaşayış tar
zı, bu ye n i kıyafeti ona pek de hoş gelmiyord u . G erç i bı
yıklarını Liraş etmek ve saçiarım uzatınakla Hakkı Bey, ol
duğundan çok daha ge nçleşmişti. Lak i n , bu genc.,: l i k hi<,; hu
susiyeti o l mayan bir gen ç l i k idi ve askerden o kadaT vakar
l ı , karakte rli, o kadar o lgun ve a m i r görünen Hakkı Bcyi .
ni haye t, yakışı k lı el e n i leb i lecek b i r d e l i ka n l ı h a l i n e sok
muşLU .
Selma Hanım, bu clel ikanlıya, kad ı n l ı k tarafı nda n , be l k i
ginikçe daba z iyade bağlanıyordu. Fakat, b u bağlıl ı k nishe
ı indc ona olan eski saygıs ı . eski hayran lığı ve kafada n , yü-
104
rckten gelen o insanlık güveni azaldıkça azahyord u.
Hele, bu modern, bu alafranga eğlence geceleri n i n ertesi,
Sclma Hanım, kendi içinin b u yeni ağaran manzarasını da
ha keskin bir vuzuh ile görebiliyord u .
B u vuzuh, o na, gene böyle b i r suvarede, Hakkı Beyin, b i r
genç ecnebi hanımiylc valsi esnasında gelmişti. Bu, Anka
ra' nın i l k suvarelerinden biriydi . O zaman, herkes, daha
nasıl oturup kalkacağını , nas ı l gezi neceğini, nasıl dans ede
ceği n i , gözleri n i , e lleri n i , başı n ı nasıl idare edeceğini hiç
bilmezd i. Duvar kenarlarında küme küme hareketsiz ha
n ı mlara, kapı eşiklerinde manken gibi dimdik duran beyle
re ve b ü fe başlarında hiç konuşmaks ız ı n , mütemadiyen
içip çakıştıran toy ve mahçup gençlere rasgelinird i . Dansa
başlamak isteyen bazı heves l i lerin, meydanda dönen ç i ftie
rin çoğa l mas ı n ı beklediği g ö rü l ü rd ü . Herkes, b i rb i r i n i
"Haydi bakalım, haydi bakalım" diye teşvik ederd i . lştc, bir
akşam, böyle üzüntülü ve çekingen b i r hava içinde, Selına
Hanı m, Hakkı Beyin kendisiyle yaptığı ilk danstan sonra,
bütün bir boş sali tuhar bir çal ı ın l a geçere k , bir serare t
müsteşa r ı n ı n h a n ı m ı ö n ü n d e m ü balağalı bir re vera nsla
eğildiğini ve o nunla, Alman talebelerine mahsus bir şevkle
dönmeye başladığını gördü. Dans bitince, Ha kkı Bey, ma
damın elini bir on a l t ı nc ı asır şövalyesi edas iyle öpmüş,
so nra alıp b ü feye götürmüştü. Ona türlü ikramlar ediyor
ve bir şeyler, bir şeyler söylüyord u . Selına Ha m m , bütün
bu pantomima esnasında kocasın ı n acay ip bir hal ini daha
sezdi. Onda, bir seyirci kalabalığı önünd e , bir maril"et gös
teren artist tavrı vard ı . Sank i , etrafa "lşte, bir kad ın dansa
böyle davet ed ilir. Danstan sonra bir kad ı nla böyle meşgul
olunu r'' demek istiyor gibiyd i . Bu işlerin cahili olan lar. ne
yapacağını bilmcksiziJ] duvar diplerinde büzülüp o turan
lar, Se lına Hanıma birdenbire, kendi kocası ndan kat kaı da
ha asil ve ağırbaşl ı göründ üler. Genç kad ı n , ilk anlar, bu gi-
105
bi i n san ların hal leriyle içinden alay ediyor, hatta, bazen ,
o nlara , acıdığı veya kızdığı bile o l uyord u . Lak i n , o akşam
i l k defa olarak , hissettiği, kocası gibi kurulu bir kukla ol
maktansa, öbürleri gibi hareketsiz manken ler halinde kal
mak, mutlaka, daha az gülünç, daha az hor görülmeye la
yı ktır.
Acaba, Se l rna Hammda b u , bir k ı s k a n ç l ığ ı n başlangıcı
mıyd ı ? Kim bilir! Zate n , genç kadı n bu hissini tahtil e va kit
bulamad ı . Çünkü, o nda, bu histeri n hasıl o l m asiyl e s i l i n i p
gi tmesi b i r o l d u . Ü ç y ı ldan beri haya tları ö y l e b i r mihanik
l i k " içi nde ge c; iy ordu k i , n e Se lma Han ı m ı n , hatta, belki
ele, ne Hakkı B�yi n , bir daki ka durup, kendi i ç lerine bak
niaya veya etrafiarını seyretmeyc vakitleri kalmıyord u . He
le. Sel ına Ha nı m için , bu son yılların bir kasırgadan hi ç far
k ı yoknı . Taceuin mahallesindeki eski evli l i k hayatı n da n ,
Kf.'ç i ö re n b:1ğl a rında ilk scvişt i lderi günlerden , Çankaya'da
ki b<1l.ıyı na ve oradan Yen işehir de yaptırd ık ları bu modern
'
11 )u�u:ıınckstzın da,·ı an ı n a .
106
"Eyvah, geç kalmışım," diye mırıldandı. "Saat bir buçu k
ta mühim bir randevunı var. Sonra biliyorsu n , bugün çaya
da davetliyiz."
Ve karısının cevabını be klemeden baş ucundaki zile bas
tı. Gelip kapıyı vuran hizmetçiye sesle ndi:
"Bu sabah, kahvaltıya lüzum yok. Bize sade bir çay get i r.
Ben yemeği dışarda yiyeceğim. Banyo heme n hazır olsun.
Kocası hizmetçiye, kendisine dair içinde h içbir şey bu
l u n mayan b u emirleri verirken Selma Hanı m , b i leklerine
kadar kolanya ile ısiattığı ellerine bakıyordu. Bu eller, h iç
bir işe karışmaya karışmaya adeta yapma çiçek demetl e ri
halini almıştı . *
\ '' l Lünıktk lıir dcgi>i k l i k yapılıııı> . .. ;\clcra gayrilıakıki lıi r �l')' nlıııu�Lır. birer sc ı ı ı
107
ll
108
ğın iç tarafında baştanbaşa ası l ı d u ran yüze yakın boyunba
ğı arasından bir koyu fesrengi boyunbağı seçti . Büyük b i r
özenle bağladı . Sonra, gene aynı özenle saçlarını taradı , rı r
çaladı.
" Çabu k , bir otomobil . . . "
Ve on dakika sonra, Fresko'nun lokantasında kendisini
masa başında bekleyen Almanların yan ında idi.
Bu Almanlardan biriyle, Hakkı Bey, Cihan Harbi nele silalı
arkadaşlığı etmişti. Bir tanesi, bütün Orta Avrupa'da şö lı ret
kazanmış bir ihtiyar su mühendisi idi ve her üçü de Ber
lin'de bir konsorsium narnma burada su tesisatı taahhüdü
nü almaya gelmişlerdi. Fakat, gerek Chester işinden ve ge
rek onu takip eden b i rkaç fiyasko teşebbüsten so nra, artık
bütün ecnebi işadamlarına karşı haklı itimatsızlık hisset
meye başlayan Ankara hükümeti, bu üç Almanla müzake
reye girişrnekten çekinir görünüyordu.
Hakkı Beyin tanıdığı:
"Anlamıyorum , " dedi. "lşte, bir haftadır ki, b u radayız.
Bir defa o lsun ne Dahiliye Vekilini n , n e Nafıa Vekilinin yü
zünü görebi ldik. Halbuki, biliyorsunuz, Şehrem iniyle her
konuşmamızda Ankara'da bir haftadan fazla kalamayacağı
mızı söyleyip d uruyoruz . "
Ve eliyle i h tiyar mü hendisi göstererek ilave etti:
"Herr Profesörün yedi sekiz yerde angajmanı var. Bi r ta
raftan da Tahran'a çağrılıyoruz. Telgraf telgraf üstüne alıyo
ruz . Bu ilkbaharda mutlaka yola çı kmamız lazım ge liyor. "
Hakkı Beyden istedikleri , bu işle a lakadar olan veki l ier
den biriyle ilk resmi temasları nın temi ni id i . Acaba, buna
muvaffak olabilecek mi d iye üçü b i rden göz lerinin iı,; inc
bakıyordu. lhtiyar Profesör:
"Bizim her işimiz hazır," dedi. "Ben bundan evvelki seya
hatimde etütlerimi yapm ış, projemin esaslarını tes b i t e t
miştim. Bu sefer de boş d urmad ık. Elmadağı'na kadar da
109
gitti k geld i k. Ankara civarındaki bütün kaynakların en iyisi
o rada. Fakat, umumi bakı mdan su az. Mamarih benim pro
scdc'me* göre iki sene zarfında Anka ra şehrine yüz elli bin
kişiye yetişecek miktarda su akllmak mümkün o lacaktı r.
Derken öbürü söze başlıyordu:
"Para işine gelince, bunu da tem i n etmeği üzerimize a lı
yo ruz. Şimdiki hesapianınıza göre iki m ilyon lira kafi geli
yo r. Bunun beş yüz bin l irası Şehremaneti'nde hazırd ı r. D i
ğ e r k ı s m ı i ç i n d e biz u z u n vade ile kredi açacağız.
Hakkı Bey, bu kadar sade, bu kadar emin, bu kadar iyi ve
raydalı bir tekli ri n h ü kümet tarafından niçin böyle isteksiz
l i lde karşı land ığını keşfcdenı iyord u . lş aleminde henüz çok
ham o lan kafası , bunda, hatta alelade bir ınünakaşaya sebe
biyet verecek bir pü rüz bulamıyord u . Yalnız, işin kendis ine
ait kıs m ı sabit bir sorgu işareti ha linde beyni n i n içinde sap
lı du ruyord u . O yüzden , ta ycmeğin son una kadar ağz ı n ı
a ç ı p y a tasvi bc , y a kabu le dair b i r kelime söyle medi v e b u
nokta öbürleri nce d e bu konuşmanın b i r düğü mü gibi ka l
d ı . N i hayet, beşi nci şarap kadelı inden sonra bir tanesi Hak
kı Beyin kulağına eğilip:
'"Sizin komisyo nuı1Liza gelince . . . d iye söze başladı.
Eski fırka kuınanda n ı , A l ınan silah arkadaşınııı söz l e r i n i
el i n i e rken kalbinelen yüzüne doğru sı ca k bir k a n tabakas ı
ıı ı ıı çıktığı n ı hissecli yorcl u. Her ne kadar i ş hayatına atılalı
bi rkaç yılı geçiyo rsa da, askerlik gururu n u henüz tanıa nıiy
l c kaybetmiş değ i l d i . Kend i n i , adeta tahkire uğrayan b i r
a d a m vaziyelinde bu luyord u . Yüksek b i r jest /e b u n u n için
den silki n i p ç ı kmak istedi. Fakat, o yeniekten mi, o içtiği
şarap lardan mı ned i r, üstü ne tuhaf bir ağı r l ı k ç ö k m ü ş t ü .
B u n dan başka , yavaş sesle kendisine h i t a p ed en adamda
şeytani bir telkin kudreti va r gibiydi. Hakkı Bey şaşkın ve
u yu şu 1<:
110
"Hele bir kere Vekille görüşeyim. . . dedi. " lşi n mahiyeti
hakkında tam bir fikir edinmem için bir de onu d inlemem
lazımdır. . . "
( • ) Til kı kürku
ll.1
taşıyordu . Parmaklarının b i rçoğunda yüzükler vard ı . Ağ
zında bir iri yakut taşıyan bir yılan b ilezik kolunun yarısı
na doğru uzanıyordu. D udakları tıpkı bu yılanın ağzındaki
yakut renginde bir ruj'la bayanınıştı ve onu dansa kaldıran
her erkek başdöndürücü bir lavanta kokusuyla sarhoş olu
yordu.
Selma Hanı m ı n bu manden toplant ılardaki muvaffakıycti
büyüktü ve Hakkı Bey kendi manden muvaffakıye tleri ka
dar karısınınkiyle de ift i har etmektedi r. Onu , her kad ından
daha güzel, daha süslü ve daha itibarcia görmek yegane
emelidir. Eski M illi M üca d elecilerden bazı ları gibi Hakkı
Bey için de kıyafe t değişim inden son ra milli dava adeta
böyle bir mondenlik* iddiası şekline girmişti. Bir Avrupalı
gibi giyinip süslenmek, bir Avrupalı gibi dans etmek, bir
Avrupalı gibi yaşayıp eğlenmek ve hele bu iddiada Avrupa
l ı lar nezdinde, Avrupalılar arasında muvaffak olmak bunla
ra büyük bir zafer kazanmak kadar ehemmiyetli görü nü
yord u .
B u yeni Türk muhitine yeni girmiş bazı ecnebiler, Hakkı
Beye "Bu Alınaneayı Berlin'de mi öğrendiniz?" veya Selma
Hanıma " Hiç şüphesiz Paris'ten giyiniyorsunuz? Değil m i ? "
diye sorduktan vakit, Türklerce, san k i , medeniyet yolunda
bir geniş ad ım atılmış gibi oluyor; eşte dosua bir düğün
derne ktir gidiyord u . La k i n , bazen, bu m u va ffakıyetleri ıı
gene Türkler arasında bir nevi rekabet, bir nevi kıskançlık
hisleri de uyandırdığı ol uyordu . O vakit, bütün aileler ara
sında b i r giyim kuşam yarışıdır başlıyord u .
Düşününüz k i bu yarışa Murat Beyin ailesi bile karışt ı .
Büyük çapta arsa spekü lasyonları ndan v e onu takip eden
b i rkaç taahhüt işinden sonra devrin en zengin adam ları n
dan biri sırasına giren ve mebusluktan çekilmiş olduğu için
kah İstanb ul'da, kah Avrupa'da dolaşmakta b u l u nan M u rat
\ �ıldık
112
Bey, şimdi , Kavaklıdere'de, kuleli, verandalı ve kon for mo
clern l i bir büyük köşk i ç i nde asri hayatın b ü t ü n zevkini
sürmeye başlamıştı. Kapısında bir Stude Baeker otomobili
her dakika e mrine arnade d uruyor, içeride elektrikle işler
en iyi cinsten bir mobilya gramofon en son dans havalarını
d urmaksızın çalıyord u . Çocuklar İsviçre l i b i r mürebbiye
nin eline bıra k ılmıştı. Bir İsviçre l i m ü rebbiye, aynı zaman
da Murat Beyin karısiyle kız kardeşine F ransızca, dans,
adabı muaşe ret d e rsleri verirdi . C e m i l e , b u n lardan vakit
b u l cl u kça zayıflamak için yürümeye ç ı kard ı . Hem yürür,
hem ele kendi kendine "Fransızca öğrenmişim, dans öğren
nı işim , asrice oturup kalkmayı öğre n mişim, bu vücut böyle
kald ıkça bütün bunlar neye yarar? " derdi. Fakat, yürüdük
çe iştahı açılır, iştahı açı ld ıkça yemek yer ve yedi kçe şiş
manlarcl ı . Buna ımı kabil yengesi, gün geçtikçe ineelip za
y ı n ıyord u . Zaten nıızmız ve çıtkırıldım edası şimeli büsbü
tün mübalağalaşmış, acayipleşmiş, bir Amerikalı ihtiyar kı
zın .� ııobisması şeklini almıştı.
Murat Bey ise rengarenk ipekli gömlekleri n i n birini giyip
birini çıkarıyor ve üstünü başını en pahalı lavantalarla ko
kutmaktan derin bir haz cl uyuyorclu. Kend i narnma yapı ı r
dığı hususi cigaralarını bir ince altın tabakanın içinelen ala
rak bir uzun keh r ibar ağızlığa geçiriyar ve durmaksızın ha
valara d umanlar savuruyorcl u .
Buna rağmen, Murat Bey, eski babayani v e laubali halin
elen hemen hiçbir şey kaybe tnıemiştir. Kadın olsun, e rkek
olsun, sam i mi ahbap veya resmi tanıdık olsu n daima h e r
kesle senlibe n l i konuş mak ta ve genç han ı m i a ra " k ı z ı m "
ge n<; beylere " evladım" ve kendi yaşında olan lara " ka rde
ş i m " diye hitaplarında devam ediyordu. Servet , bu babaya
ıı il iğe , yalnız himaye edici /Jir l.cıvır getirmiş t i . Onun i ç i nel i r
k i . bazı ince v e cl uygu lu kimselere M u nıt Beyin eskielen ho
şa giden bu sanıimi arkadaşı eelası tahammül cclilnıcz b i r
1l.3
kabalı k gibi gelmeye başlamıştı.
Hakkı Beyle Selnıa Harprn bu kimselerdcnd i . O kadar k i ,
bu eski arkadaşa umumi yerlerde rastlacl ıkları vakit y a gör
ınemezlikten gel iyorlar, ya da gayet kısa ve soğuk bir tarz
da selamiaşıp geçiyo rlard ı . Murat Bey, ruhu n u n bütün sa
dcliğine ve basitliğine rağmen eski a hbapları n ı n muaınclc
sincleki bu değişikliği seznıiyor deği l d i . Fakat, · bunu, ke n
d i n e ait bir kusu rdan ziyade on ların züppe l iğinc ve riyor,
on ları kendi salıalarında yenıneye ça l ışıyord u . Mesela ken
d isi n i ailesiyle berabe r elçiliklere davet euirnıcyc uğraşıyor,
evi nele çalgı lı danslı çay ziyafetleri tertip ediyor ve SLııdc
Bucher o tomobilini her arabasız o l a n ı n emri ne a maele k ı l
ınakla b i r nevi nüfuz v e itibar kazanmak istiyord u. La k i n ,
o n u n arabasıncla n , ı,· ayı nd a n , yemeği nden bol b o l istifaele
edenler ona beklediği karş ı l ığı vermiyordu.
114
lll
l [,y;ı [;ır
115
pinlere mesağ* vardı. Lakin, zarafetin en ileri şartlarını ye
rine getirmek asriliğin ihmal götürmez bir şiarı telakki olu
nuyordu.
Suvarelerin başlayacağı tarih yaklaştıkça bu şevk hum
malı bir galeyan halini aldı. Bütün yeni evlerin kırmızı çatı
ları altında, bir zarafet yarışıdır gidiyordu. H e r aile kendi
penceresinden komşusunun , o gecelere nası l bir sürpriz
hazırladığını keşfe çalışıyordu. Dedikodular, münakaşalar,
bazen bir familya ferdierini birbirine düşürecek kadar had
bir şekil alıyordu. Hele karılarının bütün arzularını yerine
getirerneyen kocalar dü nyanın en bedbaht insan larıyd ı .
Bunlar, Allahtan ya bir zelzele, ya: bir tufan beklemekte idi
ler, ta ki, o gece eğlencelerine yetişilmesin de ortada mesek
kalmasın diye . . .
Lakin, ne tufan oldu , n e zelzele . . . Bütün şenliği, cümbü
şü ; bütün çalgıları, dansları, şarkıları ve bütün külfetlcriyk
o geceler geldi, çattı.
Saat ondan itibaren An kara Palas' ın önü helecanlı bir
canlılıkla harekete gelmeye başladı. Polisler' :ı beyaz eld i
venli elleri, kuru soğuğa rağmen, kimbilir daha ne vakitten
beri otelin kapısında birikmiş o lan meraklı halk kümeleri
ni zorlukla açabiliyordu. lçleri birer mağaza camekanı gibi
aydınlatılmış hususi arabalar ve şık kira o tomobilleri , bura
ya, şehrin dört bir köşesinden, durmaksızın insan taşıyor
du. Bu insanlar, arabaları, tam yaya kaldı rım ının ö nü ne ya
naşınca, bir iki dakika süren bir tereddütten sonra ayakla
rını basarnaklara uzatıyorlar, ağır ağı r yere inerek, An kara
Palas'ın mermer merdivenlerine doğru ile riiyorlar ve kah
çifter, kah üçer dörder, kadın lı erkekli gruplar halinde bi r
müddet dış vestibülün ortasında birik iyo rlard ı.
Bunları , ağırlaştırı lmış birer sinema şeridi gibi seyre da
lan yerliden ve köylüden mürekkep sokak kalabalığı için,
' I zı n
116
hiç şüphesiz balo denilen şey burada başlıyor ve burada bi
tiyordu. Çünkü, bu kalabalık, otomobillerden inip, merdi
venlerden çıkan bu insanların içeriye girdikten sonra vesti
yere yanaşıp palto ve şapkalarını nasıl bıraktıklarını ve ora
dan dans salonuna nasıl girdiklerini, artık, göremiyordu.
Bundan ötesi, artık, faraziye ve muhayyelenin işi oluyordu.
Nitekim, bir köylü donu üstünde bir redingot eskisi giy
miş ve bunun üstüne bir kuşak bağlamış acayip kıyafetli
bir adam, yanındakine diyordu ki:
"Sen, sanki, buradan bir şey gördün mü sanıyorsun? He,
he, he . . . Aklına şaşayım . "
Öbürü, siperi arkaya çevrilmiş kasketinin üstüne b i r sa
nk geçirilmiş başını iki yana saliayarak cevap veriyordu :
"Içeride, ne yaparlar bilirim emme, söylemem" diyor ve
iki sıra bembeyaz dişlerini gösteren bir gülümsemeyle sırı
tıyordu. Redingotlu adam, dirseğiyle kasketlinin böğrüne
vurdu:
"Deyiver, be . . . Ne bil iyon, daha deyiver. . . "
"Deyemem . . . "
117
Bu, beyaz yün çorapların ı n üstüne iki partal lastik geçir
m iş ve bu lastikleri sicimle ayaklarına bağlamış, yarı kül
han beyi tavı rlı bir delika n l ı idi ve bu lafı , tam o esnada o te
lin merd i venlerinden çıkmakta olan şişman b ir h a n ı ma atı
yordu . Bunun yan ı n da du ran bir köy i mamı, koluyla deli
kaniıyı dürttü:
" Sus, oğlum, başına iş açarsın" dedi.
" N e işi be? Şimdi hü rriyet var. Herkes istediğini söyleye
bil ir. A n iadın m ı , sarmısak kafa l ı ? "
H o c a a rkası n a d o ğ r u çeki l d i . Fakat, çekil mes iyle ö n e
doğru atı lması bir oldu. Ayağı , yerde yığı l ı dura n c � n l ı b i r
şeye çarpmıştı . Bu y ı ğ ı n o n u n çarpmasiyle yavaş yavaş yu
karı doğru uzanmaya ve kanatları yarı açılmış b ir kocaman.
bir korkunç kuş şekli al maya başladı . Hoca, az kalsın , sala
vat getirip: " I n misi n , cin misin ? " diye bağıracaktı. La kin,
gördü ki, b u , yorga n ı na sarılmış bir köylüd e n başka bir şey
değildir.
" Ü i e n , ne idiyon o rda be?"
Hacaya ince, i nce, bir sivrisin e k vızıltıs ı n ı a n d ı rır kadar
ince bir ses cevap verdi:
"Bakırd ı m , bak ı rd ı ın , uykum geld i. Birden b i re hacakla
nın tutmayıverdi. Olduğum yere yığı l ıp kalın ış ı nı .
Hoca a l d ı rmad ı . Te kra r A n kara Palas'ı n kap ı s ı n ı seyrc
dald ı . Fakat, yo rgan l ı köylü gene uyuyup düşmeınek gaye
siyle* konuşmak istiyord u . Belki de derdi vardı ve belki de
hoca büyük şehirde ona ilk h i tap eden adam olduğu için
ona yüreğini açmak ihtiyacı n ı d uyuyordu:
" Sekiz saatli k yoldan ge liri m ; " dedi. "Ha nda bana yer
vermed iler. Bir kahveye gireyim, dedim, sokmadı lar. Dola
şırken, karşıdan bura nı n ışıkla r ı n ı gördüm. Bir de bakt ı m ,
a hali toplanmış. Belki, bizim köylülerden birine rasgelirim
dedim . "
118
Hoca, gene hiç tınmadı. Köylü yaklaştı:
"Burada ne var ki? Ne idirler? " diye sordu.
Hoca başını çevirmeksizin:
"Ba l o var, balo . . . dedi.
Bu kelime köylüye neyi ifade etti? bilinmez. Lakin yor
gaıılı adam kendi kendine söylenir gibi mırıldan d ı :
" B u gecenin yarısında hep dolaşıp d u ru rlar. Onlar da be
nim gibi garip mi, nedir? Yatacak yer mi ararlar? "
Hoca, kend i n i t u tarnayıp g ü l d ü . B un d a n c esaret a l a n
köylü o na daha ziyade sokuldu:
"Bu koca konak kimin? A h deyiver bana, gözü nü seve
yim...
'Tövbe yarabbi, tövbe yarabbi . . . Burası otel , otel be. Ha
n i , se n i n anlıyacağın alafranga han . "
1.19
venin bu basamağına çıktıktan sonra geriye dönenlere , hiç
bir yerde, hiç bir devirde rasgelinmiş mi? Azizi m, demok
rasilerin kanuniyeline göre hep aşağıdan yukarıya doğru
çıkış vardır. Bunun tersi ancak bir katastro.fu* ifade eder.
"Halka doğru" lafının hakiki manası halkı kendine doğru
çekmek demektir. "
"Ben, meseleyi böyle vazetmiyorum, böyle vazetmek de
iste mem . Çünki, bir nevi demagoji'ye sapmış olurum. Be
nim için burada bir rej im üslübu davası mevcut değildir.
Bilirim ki, sınıf tezatları nın en çok tebarüz euiği, en çok
keskinleştiği yerler şu çağdaş demokrasilerdir. Size maksa
dımı nasıl anlatayım? Bilmem ki . . . Bu , bir maksat bile de
ği l. Bu , hatta bir ruh haleti bile değil, buna, belki bir .� czi n l i
diyebilirim. Demin, merd i\lenlerden ç ı karke n , kend i m i ,
birdenbire, muallakta gibi hissettim. Ayağım yerden kes il
mişti. lşte o vakit, sokaktaki o insan kümesi , bana kendim
den daha reel bir varlığın ifadesi gibi göründü. O nlara dön
mek isteyişimin sebebi işte bundan hasıl olmuştu. Realite
i le kaybettiğim teması bulmak ihtiyac ı . . . "
Selma Hanım, arkasında konuşan b u i k i k işi den biri ,
san ki, bu son sözleri doğrudan doğruya kendine hitap edi
yormuş gibi hızla başını çevirdi: " Evet, ne doğru söylüyor
sunuz , ben de ara sıra bu ihtiyacı duymaktayım" diyecek
oldu. Fakat, kendini tuttu . Çünkü, konuşanlardan ne biri
ni, ne öbürünü tanıyordu. Zaten iki dans arasında iliştiği
bu kanapedc yalnız da değildi. lstiklal Harbi esnasında, bir
gün , Aktepe'de tan ıdığı daktorun hanımı ile kız kardeşi
onu aralarına almışlardı ve suvarenin, şimdiden birer dedi
kodu mevzuu haline girmiş birçok hadiselerini anlatıp du
ruyorlardı.
Ezcümle, Murat Beyin, baloya çocuklarını da beraber ge
tirişi, bu akşamın en tuhaf vakalarından birini teşkil etmiş-
l Fc l:ıkcı.
120
Li. lik önce, kalabalıktan sinerek , büyükannelerinin eteğine
yapışıp kalan bu çocuklar, yavaş yavaş muhitc alışmışlar ve
halkın arasında dolaşıp koşuşmaya başlamışlardı. Hiç şüp
hesiz kendi eğlencesi için, bu işe razı o lan İsviçreli müreb
biye, Hariciye'nin gençleriyle danstan bir dakika baş alamı
yordu ve çocuklar, bu suretle, çoktan kaybettikleri bir ser
bestliğin tadını çık.:ırıyorlardı. Bunların, m ızıka ve dans es
nasında pek belli ol mayan mevcudiyetleri mız ıka ve dans
aralarında son derece göze batıcı bir hal alıyordu. Birbi rle
rini kovalayarak, hall'in* anasından geçiyorlar ve binakını
çığlıklar kopararak koridora uğruyorlard ı. Murat Bey, bir
köşeden tantanalı karnını hapiatarak gülüyor ve yanında
kilere:
"Bizi m çocuklar. . . Mahsus getirdim," diyordu: " Kü<,;ük
ten alışsınlar. Bizim gibi acemilik çekmesinler. "
Ve çocuklar, aynı sesler, aynı koşuşmalada koridordan
hall'e atlıyo rlar, oradan yolunu keşfettikleri büfeye sald ırı
yorlard ı .
Selnıa Hanı m , mahç u p , korkak, gözleri n i ecnebilerin
üzeri nde gezdiriyordu. Bunların hiçbir şeyin farkında ol
mayan bir halleri vardı. Hatta içlerinden biri, Selma Hanı
rnın kendisine baktığını görerek hemen yanına yanaştı:
"Bir emriniz m i var? " diye sordu.
Selma Hanım , "hayır" cevabını verince:
"Öyle ise benim sizden bir ricam var. Gelecek dans için
kimseye söz vermeyin" dedi.
Sclnıa Hamının sağ ve solundaki dedikoducu ha nınılar
birbirlerine bakarak manalı bir tarzda gülü msed iler. Sclıııa
Hanım , çıplak ensesinin üstünden geçen bu ani tebessüm
seyyalesinde, ** adeta, bir günah esnasında yakalanan kadı
nın hicabını duymuştu. Fakat, neden? o da bilm iyordu.
l l Saloıı
l 1 Selinde
121
l i k zama n l a r Türk hanımlarının balolarcia dans e t m e s i ,
hele ccnebi lerle d a n s etmesi p e k h o ş görülmezdi. B u n l a r,
bi r Avrupal ı salon hanımın ı n bütün masrafları n ı yapmakla
berabe r nıon d'un * zev k i n i henüz onlar kadar çı kara mıyor
lard ı . N itek i m , üstünele e n az birkaç b i n liralık mücevhe r
taşıyan Murat Beyi n kız kardeşi Cemile Ha nım, suvareyc
geldiği dak ikadan beri dar lamc k ı l ı fının içi nele b i r büyük
kuştüyü yastı k gibi hep ayn ı kol tuğun içi nde duruyord u .
Eğer, yenges i , arasıra eğil i p de ona birkaı,: kel ime söyleme
sc. o da baş ı n ı ı;evirip o na cevap vermese, uzakta n , b u mın
gerı;e kten süslü b i r yastık m ı , yoksa canlı b i r malı l ü k mu
o l d uğu nu kestirmek epeyce güç o lurdu.
Sel ına Han ı m , bundan dört beş y ı l evvel , E t l i k'teki bağda
o kadar taşkın bir hayat ile zinde, o kadar sıhhatli ve neşe li
ta n ıd ığı bu kızcağızın böyle hantal b i r yığın h a l i n e girişin
deki hikıneti bir türlü a n l ayanı ıyordu . Bu gibi a kşaınlarda,
ı;ok defa bu teccssüs sa i kasiyle onun yanı na so kulcluğu ve
o n u harekete ge tirmeye <;alıştığı o luyord u . Laki n , es k iden
o kadar aı;ık yüre k l i o kadar babacan olan Cemi l e , şimd i ,
haşin d e n i lecek dereceele ası k suratl ı v e küskü ncl ü . Bütün
gayret l e r i n e rağmen b i r türlü kaynaşa mad ı ğı bu moııdcn
hayatı gitt ikı;e daha ziyade yacl ı rgıyor ve bu yacl ı rga n l ığı,
onda, bu hayatta muvaffak o lmuşla ra karşı bir kin ve düş
nı a n l ı k şekl i nde teza h ü r ediyord u . Selma Hanım, ya n ı na
yaklaşınca büsbütün sura t ı n ı ast ı :
" Kuzum Selma Han ı m , pek yanı mda d u rmay ı n . Çü nlü ,
sonra beni de dans edenlerden san ı rl a r. "
Sc l ına Hanı nı gülerele
"lyi ya , siz de dans edersin iz" ded i.
B u , ona, yan i bu vücutla, bu ace m i l ikle a leme rezi l o l u r
sun manasını ifade ediyord u . Cem i l e omuzlarını s i l k t i :
" A l l a h gösternı esi n , d e d i . "Bi l med iğimden değ i l , fa kat
t ) 'ıo�yctik CC\'IT
122
doğrusu, bu umumi yerlerde, i l i n tan ımadığı m lı crilkriyle.
··
katiyen . . . "
Hakkı Bey:
"A hanım . d iyordu. "Bir defa, ben Avrupa'da b u l u n m u ş
bir adamım. (Harbiumumi'de bir kere Almanya'ya gitm iş-
� lörcncıliğı.
123
ı i . ) Sonra da Avrupa adap ve muaşeretine dair ne kadar ki
tap görürsem alıp okuyorum. Artık, benim yaptığımın doğ
ruluğundan şüphe edili r mi?"
Ye bunu , o kadar ciddiyetic söylüyordu ki , Selma Hanım
kocasının bu sadeliğine gülrnek mi, ağlamak mı lazım ge l
diğini tayin edemiyordu.
Yarabbi, asker üni fo rması içinde her hareket i , o kadar
şahsi, o kadar kusursuz olan bu adamı , sivil kıyafet, ne ka
dar acayipleştirmiş, salaklaştırmış, kendiliğinden ayırıp su
nileştirmişti .
Selma Hanım, Hakkı Beyle evlendiği günden beri, kimbi
lir kaç defa yaptığı bu muhakemeyi, bu bala büfesi başında
tekrar ederken, acayip bir vaziyetle karşılaştı. Büfe başmda
içenlerel e n biri , yaşlı ve matruş bir adam, elinde ki kadehi
kald ırıp kaldırıp Selma Hanıma işaret ediyor ve onu açık
tan açığa birli kte içmeye çağırıyordu.
Kafası deminki düşüncelerle dalgın olan genç kadın, ön
ce, bu işaretierin kendisine mi, yoksa başka birine mi ya
pıldığı nı anlayamadı. Fakat, biraz di kkat edince gördü ki,
bu adamın içki yarenliklerine mevzuu olan kendisi, bizzat
kendisidir. Başını çevirmek, görmemezlikten gelmek isted i .
La k i n , q adam , şimd i , bulunduğu noktadan ayrılmış, elin
de kadehiyle ona doğru geliyordu. Selma Hanım korkarak
arkasını çevird i. Bir sarhoş tecavüzüne maruz kalmak üze
re olduğunu hissediyordu. Derken ç ıplak omuzuna bir elin
hafif dokunuşu . . .
.. Hanım kızım, hanı m kızım, ben i tanıyamadııı mı?"
Hakkı Beyin haremi döndü, baktı . Fakat, bakt ıkça onu
tanımaktan uzaklaşıyordu. Bu adam, frakı, bol yakalığı, ka
tı plastronu içinde kaba saha tah tadan yapılmış bir elbise
askısın ı andırıyordu. Ne renkte olduğu bilinmeyen, yer yer
dökülmüş saçlarının arkasında i ri ter taneleri matruş yüzü
nün sayısız buruşukları arasına yuvarl�nıyordu. Bir el iyle
124
sımsıkı kadehini tutuyor, öbürüyle, muttasıl, bu ter ta nek
rini silmeye çalışıyordu.
Selma Hanım ürkerek ve kekeleyerek:
"Hayır, tanımıyorum," dedi .
Yaşlı zat, cıvık bir sarhoş gülüşüyle güldü:
"Murat Beyin bağında tanıştık ya , ded i . "Beş yıl oluyor.
Emin Bey, Şeyh E min. Hala tanıyamadın m ı ? "
Bereket, Hakkı Bey, karısının imdadına erişti, Se l ına Ha
nımın müşkül bir vaziyette kaldığını hissederek söze ka rış
ll ve Şeyh Emin E fendinin koluna girerek uzaklaştılar. Ka
labalığın içinden, Şeyh Em in'in yüksek sesle şunları söyle
diği işitiliyordu:
"Yahu, bı raksayd ın, şu hanımla bir toka etscydinı . Biz ,
dans bilm iyoruz. Bari bunu yapalım. He, hch, he h . . . Ba ri
bunu yapalım.
12 5
IV
kend i n i bırakırke n , arka tarafında konuşan iki kişi nin , lüi l<"'ı
a y n ı noktada ve hala kon uşmakta olduklann ı görd ü. Hay
r e t i c baka rke n , bu iki kişicl'i:� n biri kal k t ı , Sclma Han ı ma
doğru geldi ve selam verd i . Hen üz , Şeyh Emin haclise s i n i n
helecanı iç i nde b u l u n a n g e n ç kadı n kendi kend i n e · " E y
v a h , dedi. Acaba bu d a kim?"
Bu, suvare n i n başlangıcında yanındaki arkadaşına "ın ıı
vcızcnöini bul m ağa çalışLıi{ı n ı " söyleyen g c ıı ç ti. Sel ma Ha nı
ı n ın terecldüclünü h issedince:
" A ITe d c rs i n i z , han ı m e fe n d i , ded i . " B e n i taıı ı d ı ğ ı ıı ı za
hüknıetnıiş t i m . Halb u ki, çok zaman g eç ti Ta bii uıı u tm u
.
126
ın ı ? " dedi. So n ra , ge.nç adamı n hala nıa l�c,;up b i r vaz i ye lle
kalel ı ğı n ı görerek i lave e.tti : " Hatta sizin p e k fen a bir n isa n
c ı o ld uğu n uz u da haurl ıyo r u ın . Fakat, b u a kşam , <; o k cl e r i ı ı
b i r fi lozof v e <,;ok büyük b i r h a t i p olduğun uz u öğre n d i m .
N eşet Sab it b i r kah kaha sal ıve rd i :
" N as ı l , demek ki b iz i cl i n l i yorcl u n uz ? K i m b i l i r b e ı ı i rn
söz l e r i m e n e kadar kıznı ışı n ızcl ı r, " d ed i .
" K ı z ınak ın ı ? N e diyors u n uz ? F i ki rle.r i n ize Laınan ı i y l c i�
L i rak ed i yo ru m .
S c l ma Han ı m , bun u söyl eyerek gen ç ada ma ya n ı n ci a y n
gösterd i . G e n e,; adam o t u rd u :
"Sa h i m i söyl üyorsunu z ? "
" N i ç i n yalan o lsu n ? "
" N e b i lcyiın ? S i z i n gibi b i r ıııonclen h a nı m , be n i m gi b i
b i r yarı vahşi i l c nas ı l b i r fik i rele o la b i l ir? Bahusus, hatı rla
mak l ü tfunda b u l u n d uğunuz o bah istc . . . ve bahusus ki . .
Se l ma Hanı m , berrak gözl e ri n i g ü l e n b i r ağız g i b i a�· ı ı :
"Ve b a h usus k i ? " ded i .
. . . siz. karş ı m da o hayaLın h a k ikatcıı güzel t a ra rl a r ı o l d u
ğ u n u böyle can l ı b i r misal ha l i n el e ispat ed i p d u ru r k e n ve
12 7
ının ac,:ık külrengi robu, gür ve asi sac,:ları , uzu n, narin boy
nu üstünde gczdirdi. Sonra , eteklerinin yarım yamalak ö r
tcbildiği zari f ve yuvarlak d izkapaklarına, pembe atlas
ayakkaplarının sivri uc,:larına baktı. Dalgın ve miyop bir cn
128
dan sürüp gidiyordu.
Genç kadın:
"Ankara'nın içi hala o eski zamanlardaki gibi mi?" diye
sordu.
"Aynen . . . Sizin oturduğunuz Taeettin mahallesinele el e
değişmiş hiç bir şey yok. Onun için, ben , hayatımda h i ç bir
şeyin değişmemiş olmasından sıkılıyorum. Milli Mücadele
devri ndeki ma h rumiyetlerimizden bir ş i kaye ti rrt\ z o l u r
muy-du? Bilakis . . . herkesle beraber mihnet çekmekten bir
zevk bile duyardık değil mi? Işte, aynı hal benim için de
vam edip gidiyor demektir. Çünki, dediğim gibi, be nim
muhitimde M illi Mücadele şartları hala hakimdir. "
" Hep muvazene meselesi. . . Mu tlaka muhite uymak v e
saadeti muh ite uymakta bulmak ! . . Öyle ise, siz, hiç inkı
lapçı değilsiniz . "
"Bilmem; belki de , sizin anladığınız tarzda bir inkılapçı
değilim. Ben, inkı labı hiç bir zaman, hayatın dış şekillerini
değiştirmek manasma almadım. Hele, bir konfor ih tiyac ı ,
bir konfor'a eriş cehti manasma h iç alamıyorum. Şüphesiz,
içimizde yeni b ir hayat hamlesiyle çatiayan şey yeni bir
şekle vücut verir, yani yeni bir kabuk bağlar. Fakat, bu saf
hada artık inkılaptan bahsedilemez. Burada, artık , muay
yen bir çeşit hayatın kalıplanışı vardır. Biz, sanki, inkılab ı
mızın böyle bir safhasına mı geldik sanıyordunuz? Yo k ca
nım, bu gördüğünüz şeyler, bu bala, bu otel, sizin Yenişe
hir evleriniz , bunlar hep birer hayat kahhıdır ama bizim
kendi inkılabımızın ateşinde dökülmüş kalıplar deği l. Bi
zim ruhumuzdaki yeni hayat prensibinin , yeni hayat özü
nün tomurcuğu da çatlamadı. Çatlamış olsaydı, memleket
teki hayat şartlarının yalnız küçük bir ekalliyet lehine değil
bütün millet için değişmiş olması lazım ge!irdi."
"Bu ekalliyet biz miyiz?"
"Evet, sizsiniz."
129
"Doğrusu dışyüzünüzden bu kadar sekter bir anarşist ol
duğunuz hiç anlaşılmıyor."
"Anarşist mi? Amma yaptınız ha . . . Anarşist ben miyim?
Hayır, hanımefendi; anarşistin en alası sizlersiniz. Sizin
muhitinizdeki i nsanlardır. Çünki, cemiyet harici ve cemi
yete rağmen yaşıyan müfrit ferdiyetçilersiniz. Ben ise cemi
yetin içinde kaybolmuş bir adamım. "
Tuhafı şu ki, Neşet Sabi t bütün bunları söylerken genç
kadına ne u kala bir adam hissini veriyor, ne de onu kızdm
yordu. Bu tarz konuşmalar, onu , sadece eğlendiriyordu.
Selma Hanım, gitgide bunların tiryakisi oldu. Bir suvareye,
bir baloya, bir danslı çaya, bir konsere gittiği vakit, gözle
riyle Neşet Sabit'i araştmyor, göremeyince adeta üzülüyor
ve görünce, onu, hemen yanına çağırıp acı ve sert belagati
ni tahrik etmeye çalışıyordu. Bir gün dedi ki:
"Ne acayip insansınız, hem bu muhitlerin ve bu muh it
tekilerin aleyhinde bulunursunuz, hem de buralardan ve
bunlar arasından eksik olmazsınız. "
Genç adam güldü:
"Bu bir entelektüel "vice"i * , dedi . Hatta, buna, bir nevi
snobisma da diyebilirsiniz. Nasıl ki, bazı kibar, zarif ve man
den kimseler köy ve kır hayatına kavuşmaktan ve orada ka
ba saba bir ömür sürmekten zevk alırlarsa, ben de, bunun
aksine i ç inde yaşadığım alemin zıttiyle temas etmekten
marazi bir haz duyuyorum. Bu alem , benim şahsiye timi
h ı rpalıyarak, sarsarak kuvve tlendiriyor. Sizler beni , her
gün bir parça daha kendi içime itiyorsunuz. Bütün gülünç
lükleriniz . . .
"Teşekkür ederim, iltifatınıza . . . "
"Affedersiniz , garabetleriniz diyecektim. Evet, bütün ga
rabetleriniz ve bu yeni yaşama tarzına uymak için sarfetti
ği niz bü tün nafile gayretieri nizle beni eğlendiriyorsunuz.
( * ) Kötülük
130
Her hareketiniz benim fikirlerimin doğruluğuna canlı bir
misal teşkil ediyor. Sözün kısası: siz bir piyes oynuyorsu
nuz , ben seyrediyorum. Tıpkı M ol iere'den, mesela bir
(Precieuses ridicules) komedyasını seyreder gibi . . . "
Selma Hanım, ilk defa olarak b u söz üzerine kızdı v e bu
lundukları meclisin sonuna kadar artık genç adamla dönüp
konuşmadı. Kocası Hakkı Bey, ne kadar haklı idi. Ona, kaç
defa: "Bu budaladan ne anlıyorsun? Ne terbiyesi, terbiyeye,
ne maniere'i* maniere'e, ne söyledikleri söze benziyor" de
mişti.
Selma Hanım, bu hadise üzerine artık Neşet Sabit'le mü
nasebeti kesmeyi düşündü. Bu ko lay bir şeyd i . Çünkü,
genç adamla münasebetleri, şimdiye kadar, onu evine ka
bul edecek derecede ileri gitmemişti bile . . . Onun iÇin, me
sela, kendisine rasgeldiği birkaç yerde başını çevirip selam
vermemesi bu sudan arkadaşlığın kesilmesine kafi gelecek
L i . Lakin, Selma Hanım, bunu bile yapmaya muvaffak ola
madı. Genç adama tesadüf ettiği ilk suvarede , onu o kadar
malızun ve o kadar bir kenarda yapayalnız gördü ki, daya
namad ı; döndü , dolaştı, dans etti, fakat, sonunda gidip
genç adamla konuşmaktan kendini alamadı.
Neşet Sabit'in o akşam, gerçekten, son derece malızun ve
ınazlüm bir hali vardı. Selma Hanım, bir abla samimiyetiy
le ona yaklaştı:
"Neyiniz var? Rahatsız mısınız?" diye sordu.
Genç adamın gözleri bir sıtma nöbeti esnasında gibi çak
mak çakmak ve rludakiarında ağlamaya müheyya bir ada
mın gerginliği vardı. Önüne baktı:
"Geçen gün sizi gücendirdim," dedi. "O vakitten beri hiç
rahatım yok. Gözüme hiç uyku girmiyor. Kendimi yiyip
d uru yorum."
Selma Hanım, berrak bir kahkahayla güldü:
131
"Aa , ben böyle bir şey hatırlamıyorum bile . . . " dedi . Son
ra, bir eski arkadaş tavrı ile ilave etti:
"Size güceniyorum, şimdiye kadar benim evime hiç ayak
basmadınız diye . . . Biliyorsunuz ki, ayın her ilk çarşamba
sında bir çayı m var. "
132
V
133
soysuzlaşmış bir devamı gibi idi.
Lakin, bereket versin ki, ilk yılların acemiliği ve zevks iz
liği yüzünden meydan alan bu cereyan, birdenbire yeri n i
modern mimariye bırakt ı. Villaların kuleleri yıkılmaya, ogi
val pencereler mustatil olmaya ve yeşilli yaldızlı saçaklar
ortadan kalkmaya başladı . Birçok binanın cepheleri , sakal ı
nı bıyığını tıraş eden bu adamların yüzleri gibi değişiyor,
düzelip sadeleşiyordu. Fakat, bu modern zevki evlerin içi
ne doğru sakulurken acayip bir soysuzluğa uğruyor, adeta
rokokolaşıyordu. Bir Macar sıvacı, duvarları, ıstampa nak ış
larla boyama modasını getirdi. Öbür taraftan Beyoğlu nıo
bi lyacıları, bu duvarların e.� LeLiğinden daha feci eşya tarzla
riyle, evlerin içini adeta bir kabus havasına buladılar.
Öyle ki, havada yaşayanlar, midesi fazla dolu iken uyku
ya yatmış kimseler gibi türlü fena rüyalara dal ıyorlarcl ı. He
le Murat Beyin köşkü bu çeşit evlerin en hayret veric i ö r
neklerinden -biriydi. Onun için , burada, ne kend i l e r i , ne
misafirleri bir an ferah ve rahatlık duymuyorlar, tuhaf bir
içsıkın tısına düşüyorlard ı. Murat Bey durmadan odaları n
şeklini ve rengini değiştiriyor, mobi lyalarını yen i l iyorcl u .
Dülgerler, doğramacılar, kaplamac ılar, evin içinden bir lalı
z a eksik olmuyordu. Tam her şey bitip, artık, Murat Bey
büsbütün yerleşir gibi olurken, Istanbul'dan bir misafi r ve
ya Berlin'den bir mühendis geliyor. "Bunu böyle yapsayd ı
nız daha iyi olurdu. Şu şekil buraya hiç uymamış" eliyor ve
bu söz, bütün ev halkı için, haftalarca yeni bir tedirginliğe
yol açıyordu.
Lakin, Murat Beyin banyosu bütün dillerde destanclı. Ya
tak odasının yanıbaşında bir büyük salon genişliği nele o l a n
b u banyo yerden tavana kadar mavi çinilerle kaplı id i. Te k
nesi, aynı rcnge çalar somaki mermerdemli. Aynı menner
den lavabonun hizoLe* aynaları öyle bir tek n i k le ya p ı l ın ısı ı
134
ki, banyonun neresine gitseniz, hep kendinizi onun içinde
seyretmeniz mümkündü. Murat Bey, her sabah bu aynala
rın içinde, göbeğinin kaç santimetre indiğini gözleriyle öl
çebiliyordu. Berlin'den getirttiği türlü türlü friksiyon ve
masaj aletlerinin ve daha bir sürü hidroterapik icadarın bi
rini bırakıp birini alıyor, bu suretle, çok defa öğleye kadar
hanyoda kapanıp kaldığı oluyordu.
Evin hanımları, çoluk çocuk ise, banyonun kapalı kapısı
önünde bir hayli bekledikten sonra ya yüzlerini yıkamak
tan vazgeçiyorlar veyahut, Murat Beyin annesi için yaptır
dığı alaturka aptesanelerin musluklarına iltica ediyorlardı.
Murat Beyin annesi, zaten, bu muhteşem banyodan bir
adım içeriye atamıyor, ya kayıp düşmekten, ya kendini, her
biri elektrikle işleyen o aletiere kaptırmaktan ya da otoma
tik duşların ani bir fışkırışı altında ısianmaktan korkuyor
du.
Başına böyle bir şey de gelmemiş değildi. Bu banyo enste
lasyonu olup bittikten sonra o da bütün ev halkı gibi seyri
ne koşmuş ve burada her şeyin neye yaradığını tetkik eder
ken, hikmeti-vücudunu bir türlü anlayamadığı yalak gibi
bir şeyi kurcalamaya başlamış ve bunun tam ortasından fış
kıran bir su, zavallı kadının nefesini ukamıştı. Bu, fıskıyeli
havuzlan andıran bir mutantan bide idi.
Buna mukabil Murat Beyin şeriki olan diğer bir müteah
hidin evinde öyle bir Şark salonu vardı ki, bütün Yenişehir,
bunu görmek için, hiç değilse bir kere onun ziyaretine koş
muştu. Bu Şark salonu aydınhğı, renkli bir tepe camından
alıyordu . Altı me tre boyunda ve yedi metre eninde bir
Acem halısı, sedef kakmalı bir parkenin dörtte üçünü an
cak örtebiliyordu.
Bu halının rengine ve nakışlanna göre boyanmış duvar
ları ayrıca türlü boyda ve her biri öbüründen kıymetli i
pekten seccadelerle kaplı idi. Oyma rafların ve hücrelerin
135
içi ise , bu Şarkkarilikle hiçbir münasebeti bulunmayan ve
fakat her biri eski bir ailenin mezadından alındığı bel l i o lan
bi rtakım vazolar, biblolar ve çanaklarla bezenmişti. Sedir
biçiminde geniş ve derin kanepeler, koltuk ve tabureler ye
şil ze min üzerine sırma işlemeli kumaşlarla kaplanm ışt ı .
Lakin, bütün bunlar bahsetmek istediğimiz salonda, ni
hayet, herkesin evinde görülebilecek teferruauandır. Mütc
ahhidin Şark salonu, asıl , he r görenin, içinde bir defa uza
n ı p yatmak arzusunu duyduğu bir nevi "höcre" i le tamam
lan ı r. Bu höcre salonun ta dibindeki girintinin içine ko nul
muş geniş bir divandan ve bu duvanın etrafı n ı çerçevek
ye n acayip bir dekordan ibaret o lup salonun öbür kısımla
rından bir tül perele ile ayrıl mıştır. Üstü balıkçı! kuşları , ge
niş yapraklı su nebat ları ve birtakım isimsiz kız ıl çiçckkrlc
işle nmiş bu fi lizi tül perde arkasında o de kor adeta Jccril�·k
bir mahiyet alıyordu. Bir defa, höcreyi olduğundan çok da
ha derin gösteriyo r, sonra da perspektifi olan bir tablo veya
bir tiyatro sahnesi haline sokuyordu. Hele, bunun tam or
tasından aşağıya doğru sarkan büyük bi r cami kand ili ken
disine so nradan ek lenmiş mozaik cam iariyle yand ığı vakit ,
insanın ruhunu tatlı ve gizli bir sefahat hülyasın ın raşc lc
riylc ürpertiyordu. O vakit, göze , d ivanın üstündeki re nk
re nk. boy boy ipek li kuştüyü yastıkların her biri bir sevgi li
nin göğsü gibi yumuşak, sıcak ve mu n is geliyordu.
Hakkı Bey l e rcl c , ne Murat Beyin banyosunda n , n e el e
şerikinin Şark salo nundan eser bulunmamakla be rabe r, ge
ne her birinden bir şey vardı. O nlar da, önce, saçakl ı , k u l e l i
b i r evde oturmakta idiler. Onlar d a , her aile gibi sonrad a n ,
ıııodcrn'c doğru bir istiha k * '� buhra n ı na müptela old ular.
Hatta, Hakkı Bey, her hususta olduğu gibi cv hususunda da
he rkeste n bir parça daha i leriye gid ip, a l eme, hübi,�iıı ilk
136
örneklerini gösterd i . Köşeleri baştan başa caml ı , kapıları la
kecl e n ve tava n l a rı giz l i elektr i k enstal las_voıı lurııuı göre
oyuk binaların i lki Hakkı Beyin evi o l d u . Selma Hanını ı n
kocas ı. bu ndan, giz l i bir i ft i har cluymaktadır. Hele Berl i n ' i n
veya Paris'i n s o n mobi lya sergi kataloğlarınclaki eşya resi ın
lerine göre döşen miş odalar ı n ı , salonları nı herkese ilk gös
terdiği gün ler, adeta, bayra m l ı k lariyle sevinen bir c,:ocuk gi
biyd i . Birer elişçi sanclalyas ını a ndıran kol w k la r, b i rer a nıc
liyat masasına benzeyen �ecl i rlcr, bir otomobil ic,:i gibi kane
pelcr, sekiz köşeli ınasalar, eski zah i re ambarlarından h ic,:
farkı o l mayan büfcler, clresuvarlar·k ve ni haye t, bütün b u n
ları n üzerle rine serpi lmiş d uran birtakım <Kayi p, korku n<,:
ve ihtilac,:l ı bi blolar; c,: ı plak duvar, c,:ıp lak yer. . . ve heps i n i n
üstünele soğuk b i r klinik parıltısı. . .
lşte, Selma Han ı m , N eşet Sabit'i i l k d e fa olarak, böyle bir
dekor içinde kabul e lli. Gene,: adam, henı evdeki kalaba l ı k
ta n , hem hayatıncia i l k defa gördüğü b u eşyalard a n şaş ı r
mış, sıkı lınış b i r halele idi. Ayağı n ı nereye basac ağın ı , nere
.
ye, nasıl oturup nasıl kal kacağı n ı bilm iyor gibiyd i .
Büyük b i r mobilya-gramafon durmaksı z ı n dans havaları
c,:al ıyorcl u . Salonun ortas ında, cluclakları ve tı rnakları kızı la
boyanmış kadınlar, bol pac,:al ı ve dar bel l i erkekleri n kolları
arasında dönüp d u ruyord u . Duvar kenarları nda, b i rta kını
ada mlar, kimi ellerinde sa rı, e fl a t u n ve al c,:ay fi ncaıı l a r ı ,
kimi i n ce uzun wisky kackh kriyle o rtada d ö n e n l e r i ca n
137
rı k, toy bir delikanlı vaziyetiııcle kalınaktan da s ı k ı l ı yorclu.
Çay fincanını ve tabağı büreye koyduktan sonra ic,:criki sa
loıılarclan birine gec,:mek isted i . Tam bu sı rada da nsa da ara
veri l mişti. Sclma Han ı m , gülerek onun yanma gel d i :
"Siz i , bi rkac,: k işiyle tanıştırayım, böyle o l maz" ded i .
Neşet Sabit, ona, gözleriyle bu işi yapmaması ıı ı rica edi
yordu:
"Ne lüzuın var? Beni ne diye ta kdim edece ks i n i z ? " d i
yo rdu . . .
" N e diye o l ur m u , benim e n aziz dostum ve kafadarını
olarak . . . "
" Mondenlikte bu tat l ı yalanlar, bütün ko n uşınaların esa
sını teşkil ediyor demek?"
Sclına Han ı m , gene,: adaını uzun ve derin b i r bakışla süz
cl ü. Ö yle ki, Neşet Sabi t , ilik lerine kadar titred iğini hisselli
ve hir sarh oş gibi seııdelcyere k genç kadının a r kas ı ndan
yürüd ü.
Bi rb i r i nden geçme i k i odada bric,: oyna nıyorcl u . Hakkı
Bey, masaları n biri başında bir partiyi seyre dalmış görünü
yordu.
" Kocamla görüşmeel i n iz mi?"
Hakkı Bey döndü:
"Gene,: dostum, siz bu oyumı mu tlaka öğrenm e l i s i n i z ,
ded i . ·Tam size gö re bir oyu n . A k ı l v e hesap oyu n u . . . L1-
kiıı , lıiı,; cla lgın l ığa gelmez lıa . . .
"Kusur. bende isted iğiniz kadar. . .
"Salıi unuuum, sizde biraz d a şairl i k var, tabii . . .
Ye ni b i r dans başlıyordu. Hakkı Bey, sözünü yarım bıra
kıp clışarclaki salona seği rlli. Şimd i , N eşet Sab i t bric,:c,: ileri ıı
yanında yalnız kalmıştı. Bu masada oynayan bir kad ın ve
ı:u,; erke k ten mürekkep oyuncuların hic,:biri ıı i tanı m ıyorcl u.
Bununla beraber oyuna alii.ka gösteri r gibi bir vaziyct ald ı .
Ke ndi kendi ne: "Böyle yerlerde b u lunmak ne işke n ce . B i r
138
fırsat bulup da sıvışsam . . . diyordu. Fakat, habersizce sıvı�
manın bir kabalık olmasından korkuyordu. Ayrılmak i ç i n
c v sahiplerinden izin almak v e burada tanıştığı kimselerk
bire r birer vedalaşmak lazım geldiğini zanned i yo rdu. nu
curcunanın iç inde ise bütün bu merasimi yapmaya imkan
göremiyordu. Dişini sıkıp bu vaziyette kalmayı terc i h elli.
Fakat, acaba, bilmediği bir oyunun ve tan ımad ığı oyu n c u
ların seyirc isi olmak d a adet v e görenek dışı bir şey değil
miydi? Genç adam tcrlemcye başlamıştı.
Tam bu sırada, oyuncular arasında bir şiddetli mü naka
şadır başgösterd i . O üç erkekten biri parten ai re i olan ha n ı
'
139
VI
140
tiyacı var?" diye söylendi. Gerçekten bu yeknesak, bu boş
ve geniş yol karanlık olsa daha kolaylıkla yürünecek ve da
ha az yorucu olacaktı. Bu, yüreğe baygınlık veren bir fuzuli
aydınlıktı.
Neşet Sabit, buna rağmen: "Oh kurtuldu m ! " dedi. Hiçbir
şey o evdeki azaba benzemez. Hatta bu caddede saatlerce
yürümek bile . . . " dedi. Ve Selma Hanımın salonlarında gör
düğü tipler birer birer gözünün önünden geçti. Briçte kadı
na çıkışan kartalaz herifin dazlak kafası, kadının kızıl cadı
tırnakları; eşikte, muttasıl dansa daveti bekleyen genç kız
ların fırıl fırıl araştıran gözleri; zoraki bir zendostluk* tav
rıyla dolaşan ihtiyar bir Büyük Elçinin yüzündeki işmizaz
lar, * * favorili ve geniş pa çalı delikanlıların büfe başında
kafa tütsüleyip güzel ve genç kadınları cıvık bir tebessümle
gözden geçirişleri; Hakkı Beyin reveransları , el öpüşleri;
bütün bunlar, genç adama, şimdi , kötü bir tiyatro sahnesi
nin üstünde görülen şeyler gibi sahte, yapmacıklık, iğreti
ve uydurma geliyordu.
Bu sahnede ecnebiler bile kendi hallerinden çıkmış gi
biydiler. Sanki, herkes, orada mevcut o lmayan bir başkası
nın rolünü oynamakla meşguldü . Neşet Sabit, içinden Milli
Mücadele devrindeki sade, samimi ve şiddetle şahsi, karak
terli hayatı hasretle andı. Hiç şüphesiz, o anormal devir de
vam edemezdi. Fakat, onu canlandıran ruh bu devrin yaşa
ma prensibine de hakim olacaktı. Türk kadınları, çarşaf ve
peçelerini işe gitmek, çalışmak için daha kolaylık olur diye
çıkarıp atacaklardı. Onlar için cemiyet hayatına atılmanın
manası yalnız bu çeşit salon cemiyetlerine karışmak olma
yacaktı. Evet, Türk kad ını, hürriyetini dans etmek, tırnak
larını boyamak ve Rue de la Paix'nin kanuniarına esir bir
süslü kukla olmak için değil, yeni Türkiye'nin kuruluşun-
( *) Zampara.
( • ' ) lluruşmalar.
141
da ve kalkınışında kendisine düşen ciddi ve ağır vazifeyi
görmek için isteyecekti, kullanacaktı. Ve Türk erkekleri,
garplılaşma hareketini, Tanzimat beyinin garpperestliğiyle,
alafrangalığıyla bir ayarda tutmayacaktı.
Milliyetçi Türk garpçısı için garpçılığın en karakteristik
vasfı garplılığa Türk üslübunu, Türk damgasını vurmaktır.
Şapka b ize hakjm değil , biz şapkaya hakim olmalıydık.
Garplılaşma, muayyen bir hayat prensibidir. Bu prensip,
ancak, milli isteğin, milli kültürün ve nihayet milli ahiakın
hizmetçisi, emirberi olmak şartiyiedir ki, yaratıcı ve kuru
cu rolünü ifa edebilirdi. Garplılık narnma Garbın "vice" le
rini almakta , yarın öbür gün Garp medeniye tinin yıkılıp
çökmesine sebep olacak unsurları bu taze, arı vatan top
raklarına taşımakta ve aşılamakla ne mana vardı? Biz Garp
narnma Garpta hüküm süren çürümüş bir sınıfın istihlak
ve istihsal* şartların ı kendimize tarhike uğraşmaktayız.
T ıpkı tehlikeli bir ilacı kendi kanına aşılayan b ir ilim feda
isi gibi. Fakat, bu korkunç tehlikenin sonunda bari bir bü
yük hakikat ayan* * olsa . . . Hayır. Bu korkunç tehlike, Sel
ma Hanımın evindeki lüks kadar, bu caddenin ortasındaki
lambalar kadar faydasız ve beyhudedir.
N eşet Sabit, böyle düşünerek, Türk Ocağı'nın köşesin
den, eski Ankara mahallelerine varmıştı. Bu noktadan iti
baren her şey bundan elli yıl evveline dönüyor. Elli yıl mı?
Heyhat, burada, artık, zaman donmuş, taş kesilmiştir� Mı
sır'ın mumya sandukaları, Roma'nın Katakamp dehlizleri
ve ortaçağın z ındanları gibi donmuş, taş kes ilm iştir. Ve
onu, artık, muayyen bir zaman ölçüsüyle ölçmenin imkanı
kalmamıştır. Çünkü buradaki eskilik, artık daha ziyade es
kimeyecektir. Buradaki mazi, artık, daha ziyade mazi olma
yacaktır.
( * ) Tüketim ve ıircıim.
( ••) Belli. açık.
142
Gene,: adam önüne rastgelen ilk so kağa sapmazdan evvel,
dönüp arkasına baktı. Aşağıdaki cadelenin elektrik aydın
lıkları , buraya kadar aksediyordu. N eşel Sabi t, haliriadı ki,
lstiklal Harbi esnasında da evine gee,: döndüğü akşamlar,
Çıkrıkc,:ılar Yokuşunun başından istasyonun bir avuç elel<L
rik aydınlığına böyle dönüp uzaktan bakardı. Fakat, o ba
kışla bu bakış arasında, şimdi ufak bir fark vardı. Eskiden ,
Neşel Sabit, istasyonun lambalarııı ı , alelade bir medeniyet
hasre.t iyle seyrederdi. Şimdi ise, bunlara, bir Cukaranın bir
zengin malına bakışı gibi bakıyordu . "Şimdi, ben, bu ka
ranlık sokaklarda, ayağıını taştan taşa çarparak yü rürken
Sclnıa Hamının salonunda dans edenlerin ayakları ayna gi
b i parlayan parkderin üstünde akisler yapıyor ve aşağıdaki
hüyük cadelenin iki yüz elli woltluk ampu lleri sabaha ka
dar hiç kimse nin yolunu ayd ınla t mamak iç i n yanacak.
Garp medeniye tinin ne acayip, ne akıl almaz bir taksimi ! ··
dedi. İçinden acı acı güldü . Biraz sonra yorgun argın ve ha
va ıslaksa pac,:aları çarnu riara bulanmış, kuru ise toza ve
gübreye batmış olarak oturduğu eve vuracak, kapısın ı bir
kocaman paslı anahtarla açacak; kavrulmuş soğan ve c,: i rkd
suyu kokan bir karanlık avludan geçecek; başın ı , ayağını
oraya buraya çarparak yattığı odaya çıkacak ve uzun bir
müddet el yordamiyle kibriti, lambayı bulup ni haye t, k i rl i
bir ışığın bu laııık aydınlığında ke ndisine mukadeler olaıı
şüpheli bir rahaıa kavuşacaktı.
Oturduğu mahallede, henüz hiçbir evin ne elektriği , ne
suyu vardı. Elektrik çok pahalıya mal ol uyor, yanaşı l maz
bir lüks telakki edil iyordu. Suya gelince, onun tes i satı he
nüz bitmemişti . Hele yaz geldi mi aylarca bir damla su b u l
mak kabil olmuyordu. Zavallı Ankara ha l k ı , mu hasaraya
uğramış bir şehirde gibi yarı ıslak c,:eşme ve kuyu ların ba
şında birbi riyle kavga ediyord u . Bir gün; tah minen bir ha l'
tadan beri yüzünü yıkamamış bir adam, cacldelerin ortas ın-
143
daki çi menieri sulayan belediye arnelesinin elinden c,:ı lgın
bir jestle hortumunu kapmış ve çıplak başına götürmüştü.
Bir başka gün, gece yarısından sonra Maliye'nin havuzun
dan zorla su almaya gelen bütün bir aile görülmüştü.
N eşet Sabit, şimdi artık eski Ankara kasabasının tan\ gö
beğinde yürüyordu. Derken , bir sokak başından , kacl ınlı
erkekli bir küme insan, ellerinde mumlu ve yağlı renerieric
önüne çıkıverdiler. Kadınların hemen hepsinin ayakları na
tınlı ve başları peştemallı idi. Hiç konuşmadan, karaları ön
lerine eğilmiş ve birbirlerine sokulmuş olarak yürüyorlar
dı. Erkekler ayrı bir küme halinde idi ve o kadar acele yü
rüyorlardı ki, bir elleriyle fenerlerini, diğer elleriyle başör
tülerinin çene altında çaprazlaştığı noktayı tutan kad ınlar,
derme ·çatma ayakkaplariyle onlara zor yetişebiliyorlardı.
Neşet Sabit, yandan geri edip bir müddet bunların arka
sından yürüdü. Fenerli insan kümesi, büyük bir ayak tak ır
tısı ile i ki üç yüz adım ilerledikten sonra büyükçe bir dük
kana benzeyen bir binanın önünde duruverdi. Gene,: ada m ,
ç o k dda bunun önünden geçtiği halde, neresi olduğunu
bilmiyordu. Durdu, baktı. tki üç basamak bir taş merciiven
den çıkıp yarı açık duran bir tahta kapıdan içeriye dalıyor
lardı. Bu kapının aralığından içerinin bir mescitte gibi ta
vandan sarkıtılmış kandillerle aydınlanmış o lduğu ve bu
aydınlıkta yeni aptes almış birtakım insanların mendilleriy
le yüzlerini sildiği ve sıvanmış yenlerini indirdiği görülü
yordu. N eşet Sabit, yaklaştı. Kapının eşiğinde on iki, on üc,;
yaşlarında bir çocuk duruyordu. Ona sordu:
"Burada ne var?"
"Mevlüt var. Yassı namazından sonra . . . "
144
I3ir şe h i r içindeki, hatta bir şeh rin i ki yakın mahallesi
arasındaki bu kesin hayat tarzını kendi nefs inde iyice h is
setmek için, N eşet Sabit, bu medise girip mevlüt ayinine
iştirak etmek isted i. Selma Hamının evindeki wiskili, dans
lı çay ziyafetini bu şerbeLli mevlüttan, ancak, iki üç kilo
metrelik bir mesafe ayırıyordu. Genç adam, yarım saat ev
vel "aksayı Garp" ta* idi. Şimdi, Lam Asya'nın, bir ortaçağ
Asya'sının göbeği ndedir. Bu kadar ivicaçl ı * * bir cemiyet
içinde doğru yolu nasıl bulmalı? Bu mevlüda gidenler mi
hakl ıdır, o salonda dans edenler mi? Doğrusu, Neşet Sabit ,
kend i s i n i ne o n lardan , ne bun lardan addedeb il iyo rd u .
Onun milli idealine göre vücut bulması lazım gelen yeni
Türk cem iyetin in üslübu ne bu kerpiç duvarlar arasında
bir örümcek gibi yaşayanlardan , ne de iğreti bir dekor için
de kurulmuş kuklalar gibi zıplayanlardan örnek alabi l ird i.
Türk inkı labımn vakartı ve ahenkli ruhu, kendine layık i fa
deyi çok daha canlı, çok daha şahsiyedi bir m imaricle ara
maktad ı r.
Genç adam, bunun ilk ç izgilerini kendi içinde sezer gibi
oluyor, fakat, muhayyelesi, bütün bir plana vücut verecek
vuzuha bir türlü eremiyordu. O akşam, bir nevi buluğa eriş
buhranın ı andıran bir tedirginlik iç inde yattı. Döşeği üs
tünde, sağdan sola, soldan sağa dönüyor, bir türl ü uyuya
m ıyordu. Karanlık bi r lwhos* * * onu aman vermez kas ı rga
sı içine almıştı ve bunun ortasında, Selma Hamının bakış
ları , Selma Hamının gülüşleri birer ş imşek gibi çakıp sönü
yor, sönüp çakıyordu.
\ L:aklıaıı
) Katı'
145
VII
146
kadar haksız bir düşüncenin i fadesi ! . . N e kadar haksız ! Si
zin aleminiz, bizim alemimiz . . Bunlar arasında bir fark ola
bil ir. Elverir ki , sizinle benim aramda bir anlaşmazlık ol
masın.
Genç adam :
"O da var," dedi.
"Hayır, ben böyle görmüyorum. Ben sizin bütün fikirleri
n ize iştirak etmekteyim. Ben de sizin gibi bu hayatın ya
vanhğını, yapmacıklığını hissediyorum. Ben de sizin gibi,
geçirdiğimiz o büyük ve yüksek devirden son ra vasıl olun
ınası lazımgelen milli gayenin (eliyle salonu göstererek) bu
olmadığını, bu olmayacağın ı biliyoru m . "
Selma Hanım, sesini hafifletti. Daha samimi bir hasbıhal
tavrı alarak ilave etti:
"Size bir şey söyleyeyim mi? Kocamın yüzüne baktıkça,
ona, acıyorum. Bilirsiniz ki, benim kocam , belli başlı kah
ramanlardan biriydi. Sert ve keskin ruhlu bir idealistti. Ba
na, daima hürmet ve itaat telkin eden bir erkekti . Muzaffer
b i r kumandan olarak cepheden döndüğü günü hatırlıyo
r u m . O vakit, o benim daha hiç bir şeyim değild i. Fakat,
her şeyimdi. Üstümde, hiç kimsenin paylaşamıyacağı bir
ıı (ıfuzu, bir hükmü vardı. Gözleri gözlerime her değişiııcle:
"Söyleyin; emriniz nedi r?" diyeceğim gelirdi. Halbuki, şim
eli . . . şimdi ? "
Sali n ortasında, ( . . . ) Elçiliği müsteşarının haremi yle dans
eden Hakkı Beyi gösterdi. Selma Hamının kocası saçları
tize n l c taranmış başını güzel kadının kulağına doğru yak
laş tırmış, türlü zendost işmizazlariyle ona bir şeyler ınırıl
l n ı yo r gibiyd i :
c a
147
bir şeyin bozulup yumuşadığına hükmetınemek mümkün
müdür?"
Selma Hanım, biraz durdu. Sonra ağır ağır devam etti:
"Sakın bu sözlerimi bir kadın kıskançlığına vermeyiniz.
!sterseniz, kocarnı bırakayım da, bu bozuluşa misal olarak,
size, şu kalabalıktan başka birini alayım: !şte Murat Bey ve
ailesi. . . Bu adam, ben kendisini tanıdığım vakit, bütün aile
siyle birlikte cana en yakın, en sempatik ve en halis insan
lardan biriyd i. Şimdi görüyorsunuz ; en birinci terz i lere
diktirilmiş frakının içinde şişkin bir "parvenu"* karikatü
rüdür ve eski saddiğini o kadar kaybetmiştir ki, onun sırtı
na her millet: "Bu bir spekülasioncu tipidi r! " yaftasını ya
pıştırabilir. Ve bu mutantan görünüşü arkasında, yeni ha
yat şartlarından ürkmüş bir ana, hırçın bir karı, huysuzlaş
mış bir kız kardeş ve bir alay şımarık çocuk var! "
Bu sırada, Murat Bey, muhtelif hanımların önünde reve
rans yapıyor, onları dansa davet ediyor ve hiçbirinden mu
vafakat cevabı alamayınca şaşkın, sırıtkan, kalabalığın içine
karışıyordu ve duvar dibinde, görürncesiyle başbaşa oturan
karısı ona keskin bir hışımla bakıyordu.
Selma Hanım:
"Geçen sene ," dedi, "gene burada, böyle bir akşamdı.
Büfe başında idik. Bir ihtiyar sarhoş bana yaklaştı. Fena yo
lunmuş bir Mısır tavuğuna benziyordu. "Beni tanıyamadı
nız mı? " dedi. Meğer bundan altı sene evvel, bir gün , Mu
rat Beylerin Etlik'teki bağında resgeldiğim bir Şeyhmiş. Ha
tırlıyorum, kuzguni top sakallı, kelli felli bir adamdı ve
gözlerini bir kadın üstüne çevirmeyi günah sayacak kadar
mutaassıp, nemrut bir şeydi. Gerçi eski hali bir riyakarlık,
bir kara tasalluftu. ** Fakat, bu halinin de bir maskaralık
olduğunu itiraf etmek lazım gelir."
(") Zıpçıktı
( • •) Görıiniırde erdemlilik taslama. övıinme.
148
Neşet Sabit:
"Bunlar, hep, inkılabın yanlış anlaşılmasından çıkan ne
ticeler. . . lnkılabı, kocanız kendine göre, Murat Bey kendine
göre, Şeyh Emin kendine göre anlıyor, hani, bazı dinler
vardır ki, müfessir ve müçtehitlerinin* çokluğu yüzünden
mana ve mahiyetini değiştirir; işte, bizim inkılabımızın ba
şına da böyle bir şey gelmektedir ve bizim ıstırabımızın se
bebini burada aramak lazımdır. "
Bu "bizim ıstırabımız" sözünde acayip bir tesir vardı. Sel
ma Hanım, Neşet Sabit'in yalnız bazı fikirlerine iştirak et
mekle kalmadığını, a}'nı zamanda, o nunla bir dert ortağı
olduğunu hissetti. Bu his, genç kadına, N eşet Sabit'le daha
açık ve candan konuşmak arzusunu veriyordu.
"Hep söylüyorsunuz, fakat bir şey yapmıyorsunuz."
"Bir şey yapmak? Bunu kolay mı sanıyorsunuz?" Gerçi
bu son beş altı yıl içinde imkansız gibi görüneı:ı nice zor
işlerin oluverdiğini gördük. Lakin, bir de bunları yapanla
ra, bir de bunları yapana sorunuz. Ne akla, hesaba sığmaz,
ne insanlıktan üstün gayretierin mahsulüdür bunlar, bun
ların her biri. .. Ve düşünmeli ki, �şin o safhasında, hayatın
mantıkı bizimle beraberdi. Şimdi ise bize karşıdır. Hiç de
ğilse görünüşte bize karşıdır. Insan ruhunun bulanık ke
simlerinden gelen küçük ihtiraslar, meyiller, iştahlar bu iş
ıe hep bizim düşmanlarımızdır. Gündelik hayat ise, bu ih
ıiraslardan, bu meyillerden, bu iştihalardan meydana gelir.
Bunlar, hayatın en tabii unsurlarıdır. Bundan başka , bir de
cl evrin, içinde bulunduğumuz devrin kanuniyederi var.
Garp medeniyeti, Garp muaşereti diyoruz. Lakin, Garpta
cia işte, bu , bizim beğenmediğİrniz şeyler yapılıyor. Anka
ra'ya kim bilir hangi iş için gelmiş şu Alman mühendisi
nin bizim beylerden ne farkı var? Şu elçinin tavırları, hare
ketleri, sizin kocanızın tavır ve hareketlerinin aynı değil
1A9
midir? Orada da, hep bu havalardan, bu danslardan başka
ne var? Şimdi, iyi kötü bir cereyana kapılrnış bütün bu in
sanların önüne çıkıp da " Efendiler, Garpçılık bu dernek
değildir. Garpçı h ğı bir eğlence tarzı telakki e trneyiniz.
Garpçıhk her şeyden evvel bir yapma, yaratma, k urma,
iletme ve işletme gücüdür. Bütün bu yaptığınız şeyler hep
ondan sonra gelir" diye bağıracak olsanız alemin keyfini
kaçırmaktan ve bir ukala gibi görünrnekten başka bir işe
yararnazsınız . "
"Şu halde, benim yaptığım en doğru harekettir. lsteyerek
isterneyerek cereyana uyuyorum. Siz de öyle yapınız."
"Öyle yapmak isterdim. Fakat, elirnde değil. Bu, bende
bir rnizaç rneselesidir. Ben, çok defa ima ettiğiniz gibi asi
nin biriyi m."
Lakin, Selrna Hanım, Neşet Sabit'i, hele şu anda, hiç de
öyle bulrnuyordu. Bütün bu ahbap ve akran kalabalığı için
de, bu, aslını, hüviyetini iyice bilmediği genç, ona herkes
ten daha yakın, daha dost ve daha rnunis geliyordu. Mira
lay Hakkı Beyin harerni, ona, bir abla şefkatiyle baktı:
"Siz asi değil lüzurnundan fazla samimi ve "Passione"si
niz" dedi.
Neşet Sabit, genç kadının bu " lüzurnundan fazla" ile ne
dernek istediğini soracaktı. Fakat, hemen o sırada biri gel
miş, Selrna Hanımı dansa kaldırrnıştı. N eşet Sabit , kendisi
ne bile hayret veren bir siniriilikle yerinden kalktı.
Bir dakika evvel, o kadar candan konuşup anlaştığı bu
kadına, şimdi sadece, kızıyordu. N için? "Lüzurnundan faz
la samimi:" dediği için mi? Dansa kalktığı için mi? Bilmi
yordu. Herhalde, bildiği bir şey varsa, bu kadından, dans
ettiği esnada, daima, sıtkı sıyrılrnakta, onu da tıpkı öbürleri
gibi yaprnacıklı, yavan ve soğuk bulmakta oluşudur. N eşet
Sabit, bunun sebebini bir türlü keşfederniyordu. Selrna Ha
nıma karşı, ruhunda, böyle nice ani: reveranlar oldu. Şimdi,
150
ona, bir kız kardeş, bir candan dost gibi bağlanırken, şimdi
ondan , bir düşmandan kaçar gibi uzaklaşıyordu. O vaki t ,
Selma Hanım, onu, b i r yaban kedisi gibi yiyeceklerle, okşa
malarla alıştırmaya , tekrar kendisine doğru çekmek için
türlü türlü sevgiler ve yaraşlıklar göstermeye mecbur kalı
yordu.
Neşet Sabit hemen çıkıp gitmek istedi. Sonra vazgeçip iç
ki içenlerin arasına karıştı. Ah, ne bahtiyardı bu adam lar
ki, kendilerini kaybedinceye kadar içebiliyo rlard ı ! .. Genç
adam, bunu da yapamıyordu. Birinci ikinci kadchten so n ra
hemen midesi bulanıyor, başı dönüyor ve bir türlü içki nin
cevhcrindeki ateş onun kanına lazı mgelen şelareti ·k vcrc
nıiyordu. Maamafih, bu akşam, bir kere daha tecrübe ede
cekti. BMeye yanaştı. Bir şampanya istedi ve erimiş al tın
re ngindeki suyu -acı bir ilaç içercesine- bir hamlede yutLu.
Boş kadehi garsona uzattı:
"Bir daha" dedi.
lkinci kadehi de aynı tarzda dudaklarına gö türü p boşalt
tı. Bir üçüncüyü de İstemek üzere iken yanıbaşında, La ya
nı başında bir ses, kulağına fısıldadı:
"Ne yapıyorsunuz Neşet Sabit Bey? .. "
) Nc�cyi
151
"Haydi, bakayım; beni yerimize götürün" dedi.
Genç adam, kulaklarındaki uğultuya rağmen iki kere te
kerrür eden bu "yerimize" sözündeki tadı iyice hissed iyor
du. Bu sözde deminki şampanyaların yüz tanesi ne bed e l
bir sarhoşluk eksiri vardı. S o l ko lu Selma Hanım ın küçük
ve iradeli penı.;esinde bir bulut üstünde yürür gibi birtakım
erkek ve kadın kümelerinin arasından geçerek demin otur
dukları köşeye doğru ilerledi. Genç kadın:
"Şimdi yanıbaş ımda usl u uslu oturun bakayı m " ded i .
"Biliyorsunuz ki ben sizin büyüğünüzüm v e Ankara'da si
zin benden başka bakanınız yo k. Gördüm; üst üste şanı
panya içiyordunuz, bunu bir daha yapmayınız."
152
VIII
153
luyorlardı.
İşte, altı aydan beri bu da ortadan kalktı. Hakkı Bey, ha
ya tın ı n refah seviyesi yükseldikçe b irta kım a r isto k ratik
zevkler ve it iyatlar ediniyordu. Karısiyle !<endi arasına bazı
resmi kayıtlar koymak, ona hitap ederken "siz" demek, ona
ancak, giyimli olarak görünmek ve bazı davetiere bir arada
gitmemek, gidilen yerde daima ayrılığı muhafaza etmek gi
bi hareketlerle başlayan bu kibar evlilik üslübu, yatak oda
ları nın ayrılmasiyle tamam lanmış bulu nuyordu.
Bütün bu soğuk aile nizamları, Selma Han ı mın, s ıcak ve
samimi ruhuna uygun gelmemekle beraber sesini çıkarmı
yor, sesini çıkarmasına kadınlık gururu nıani ol uyordu. Bu
yüzden, sevdiği kimselerle içli hasbıhallere , hilesiz, katık
s ız gönül alışverişlerine, sade ve yapmacı ksız yaşayışa susa
m ışlığı gittikçe bir küç ük yetim kızın ısllrabı hal i ni al ıyo r
du.
Kocas ından istediği ve be klediği şey ale lade bir aşk ve
154
imi bir rekabet ve geçimsizlik havası h üküm sütmekteyd i .
Her biri öbürünün esvabını, m ücevherlerini veya mobil
yasını l<ISkanmak ve tenkit etmekle meşguldü. Hele koca
larını her arzularını yerine getiremeyecek kadar zeng i n
bulmayanların veyahut Murat Bey gibi zengin olup b i r tür
l ü manden itibara erişemeyenterin huysuzluğu , hırçınlığı
adeta bir hastalı k bir histeri haline girmekte idi. Bunlar, et
raOarına mü temadiyen zeh i r saçmakta ve kendi kuruntula
rını ancak birtakım garip snopluh'larla avutmaya çalışmak
tadırlar.
Yenişehir'de bütün evler, sanki, bir be nlik ve benlikçilik
kalesi gibidir. Etrafı bahçe duvariariyle çevrilmiş ve birbi.
rinden en az kırk elli metre uzakta duran bu evler, dışa relan
bakan herhangi bir müşahit gözüne her şeyden evvel bire r
e�oism yuvası şeklinde görünür. Bellidir k i , burada b i r cc
maat, hatta, ne ele bir mahalle hayatı teessüs edebilmiştir.
Her aile kend i fildişi ku lesi içine çeki lmiştir. Bu yüzden,
Yen işehir, daimi bir sessizlik ve ıssızlık içindedi r. Ba hçeler
de bir tek çocuğun oynadığı görülmez; pencerelerden b i r
tek şarkı veya çalgı sesinin aksettiği işitil mez. Sokaldarcla,
ge nçliğe mahsus bir neşve ve şetaret* tezalıürüne rastgc l i n
mcz. Yenişehir'de birçok nişanlılar, birçok yen i evliler var
dır. Fakat, bunlar, nerelerde görüşürler, eğlenirler, oynaşır
lar, sevişirler, hiç bell i değildir. Burada herkes, o kadar ke n
di içine, kend i kabuğuna çeki l miştir, herkes b i rbirinelen
öyle uzak ve çekingendir ki, ne bu evin ıstırabından öbü r
evin, ne bu ailenin şevk ve saadetinclen öbür ailenin haberi
vardır.
Sel ma Hamının bu soğuk atmo�fer içinde, Taeet t i n ma
halles indeki eski hayatını ve eski tanıdıklarını hasretlc ara
dığı zamanlar çoktur. Orada, hiç değilse bir sefaJet ve azap
ortakl ığı vardı ve hayat, orada, daha tuz lu biberli , daha ka-
l l St'\"JIK
155
ra kterli, daha esaslı, daha insani bir şeydi. Sel ma Han ı m ,
kendi kendine "Orada, hatta ·mandalar bile daha cana ya
kındı. derd i . Ve akşamüzerieri mektepten dönen a facan
mahalle çocuklarının yaygaralarını tekrar duymak isterd i .
Hele e v sahiplerinin avlu sohbetleri , bu avluda geçen aik
maceraları, Halime'nin mas u m , sab i* konuşmaları , ona,
dünyan ın en tatl ı , en caz ip şeyleri gibi geliyordu ve eski
hayatının bu hurda teferruatını hasretle yadederken, bütün
M illi Mücadele Ankarası'nın hayali bir ideal beldenin silu
eti halinde gözünün önünde canlanıyordu. O devirde, in
sanlar arasında, o ne saın imiyet, ne emniyet, ne yakı nlık ,
ne açık yüreklilik idi. lnsan bir defa tanıdığı ile ikinci rası
gelişinde kırk yıllık dost gibi oluyordu. Bütün maddi rahat
vasıtalarının yokluğuna rağmen herkesin hayatı ş imdikin
den bin kat daha ferah, daha kolay, daha dağdağasız akıp
gidiyordu.
Yeni Ankara, o eski Ankara'nın bir mütekamil şekli ol
mak lazım gelmez miydi? O milli ateşin hararetinden bu
buzdan şehir maketi nasıl çıkmıştı?
Selma Hanım , arasıra, başını alıp babası nın yan ma gide
cek gibi oluyordu. Zaten, Hakkı Beyle beraber iki seneden
beri , yazları , orada bir iki aylarını geçirmeye gid iyorlardı.
Lakin, Selma Hanım, her gidişinde, lstanbul'u o kadar ya
van buldu, babasının evini, Erenköy'ünü , oradaki komşu
larını o kadar yadırgadı ki , oraya dönüp temelli kalmak dü
şüncesi -biraz tahlilden sonra- ona, bir manevi intihar gibi
geliyor, hemen vazgeçiyordu.
Bari, dünyaya bir çocuk getirmiş olsaydı, analık şefkatin
de gönlünün bu uluyan açlığını teskine belki imkan bu la
caktı . Fakat, işte, o da olmamıştı. Selma Hanım, böylece ,
yalnız, kısır ve avare, otuz yaşına doğru yol alıp gidiyordu.
Hakkı Beyin senede birkaç bin lira sarfederek süslediği la-
) (.ocuk. l·ocukça
156
vantalarla bir Lropiha c,; içeği haline sokup n ice dans kava l
yelerinin kolları arasına bıraktığı b u kadının b i r lüks eşya
sından, bir faydasız süsten -ni hayet tutalım da- b i r zevk
aleti nden farkı neydi? Bu milli oluş içinde ne gibi müsbe ı
bir rolü vardı? N eye yarıyordu? N e yapıyordu? Belki , düne
kadar kocası için c iddi bir gönül ihtiyacını tatmi n ediyor
du. La kin, şimdi bir t iyatro şanosuna benzeyen bu aile oca
ğında aşk odu çoktan sönmüş ve perde yavaş yavaş İnıneye
başlamıştı. Selma Hanım, bir sevgili rolü ic,;in süründüğü
boyaları yıkayıp ve taktığı perukayı c,;ıkarıp gündelik esvap
larını giyerek, asıl hayatına, ke ndi hayatına a tılmak isteye n
bir aktris bezginliğini duyuyordu. Kendi hayatı ını? La kin
Selma Hamının kendi hayatı, asıl hayatı ne idi? İşte, hunu
bir türlü tayin edemiyordu. lkide b i r, bu şe hirde yegane
sempati duyduğu Neşet Sabit'e bunu sormak istiyordu. Zira
bu gencin sesinde, şimdiye kadar kendisine kur yapan er
kelderin h içbirinde duymadığı bir sıcak samirniyet vardı ve
onun her söylediği söze cerh i * kabil olmayan bir nas kud
reti veriyordu.
Genç kadın, şimdiye kadar, ondan ne işitti ise hic,;biri n i
unutmamıştır. Her b i r sözünü ayrı b i r d i kkatle kafasına ve
gönlüne hakketmiştir. ** Bu hayat tarzından, bu kadar tik
sinmesinin sebeplerinden biri de o genc,;le yaptığı hasbi hal
ler değil midir? Selma Hanım, bu hasbihallcrin her birin
den taze bir kuvvet alarak c,;ıktığını h issediyordu. Neşet Sa
bit'in çok defa dürüşt,* * * haşin ve pessimisi görüne n sözle
rinde, çok kere acı i laçların besleyici tab i n i vardı. Bunlar
sayesinde, Selma Hamının ıstırabında gi tgide bir vuzuh ha
sıl oluyor ve ruhuna, tıpkı , Sakarya Mu harebesi esnası nda,
askeri hastahanede çalıştığı günlereleki gibi ahe n k ve mu-
157
vazene geliyordu ve Cebeci Mezarlığı n ı n kara taşları ara
sından geçerken kendi kendine söylediği şu sözler beyn i
n in içinde tekrar kelime kelime canlanıyordu: " Çalışmak,
çalışmak. Bir şeye yaramak, bir şeye yarar ve lazım olduğu
nu h issetmek.. lşte, yaşamanın yegane manası . . . "
( i o\rpalık.
158
IX
l l 'cLıkcı
159
bulamıyordu. Hakkı Beyi gene eskisi gibi sevmekte devam
ettiğine inanmak istiyordu . Tıpkı, tehlikeli bir hastalığın
ilk araziarını duyup da, bunu duymamazlıktan gelen veya,
bunun ıstıraplarını birtakım hafif ve geç ici rahatsızlıklara
veren bir insan gibiydi.
Fakat, Selma Hanım, bu bulıranın kendine ait kıs m ı n ı ,
kendine karşı n e kadar örtbas etse , Hakkı Beye a i t kısmı
görüp anlamamazlıktan gelmesine o kadar im kan kalma
mıştı. Zira, Hakkı Beyin bir ecnebi madamla jlirt'i hemen
bütün Ye nişehir salonlarında ağızdan ağıza dolaşan ve bazı
günler, adeta, bir skandal dedikodusu mahiyetini alan apa
çık, besbelli bir şeydi. Suvarelerde, çaylarda, balolarcia mü
temadiyen bu kadınla dans etmeler; çok defa, kocasız gel
diği zamanlar, onu , geç vakit otomobille evine götürmele r;
kabul günleri haricinde , ona, uzun ve samimi ziyaretlerde
bulunmalar; öyle göze batmayacak ve kendilerine mana vc
ril meyecek hadiselerden değildi. Bundan başka o mada m ,
her lstan-bul'a gittikçe tuhaf b i r tesadü f eseri olarak, Hakkı
Beyin de bir işi çıkıyor, aynı trende, aynı vagonda ve ki m
bil ir, belki de gece olunca aynı kampartımanda birl ikte se
yahat ettikleri oluyordu.
Selma Hamının zıttma giden şeyler işin bu tarafları deği l
d i . Hakkı Beyin, bu münasebetini, adeta, bilerek, isteyerek
teşhir eder gibi bir hali vardı ve genç kadının sin irlerine
dokunan nokta da bu idi. Evet, Hakkı Bey, Ankara'nın en
güzel , en zarif, en şuh ve en çok peşine düşülen bir ecncbi
hanımmın samirniyetini kazanmış o lmakla iftihar ediyor ve
bunun, herkes tarafından bilinip görülmesini istiyor gibiy
di.
Sclma Han ım, kendi kendine: "Hep snoplull, hep sııoplul�.
Bu adamı snopluk mahvetti" diyordu. Bari, Hakkı Beyi n bu
mü nasebeti bir Türk hanımiyle olsaydı. Genç kad ın, gurur
ve haysiyetinin bu kadar kırılışına, bu kadar ayaklar altına
160
alınıp çiğnenişine, belki , boyun eğecekti. Fakat, kocasının
bir ecnebi kadınla bu alakası , ona karşı iki katlı bir ihanet
ti. Onu, hem cinsiyetinde, hem milliyetinde yaralıyordu.
Yarabb i , bundan üç dört yıl evveline gelinceye kadar o
derece mutaassıp Avrupalı düşmanı olan b u adam, b irden
bire ne değişmiş, ne kadar o eski adamın tamamiyle aksi,
zıttı bir insan olmuştu ... Hakkı Bey, gerçekten, bundan beş
yıl evvel , Murat Beyin Etlik'teki bağında " Şu nlara gavur de
yin. Avrupa medeniyeti; bu, Avrupalıların uydurduğu yüz
bin yalandan biridir" diyen kimse midir? Selma Hanım , iŞ
te Avrupalılada sevişmekte, Avrupalılada düşüp kalkmakta
adeta ilahi bir zevk duyan bu Hakkı Beyle o Hakkı Bey ara
sında bir münasebet, bir uzaktan benzeyiş bu lmak şöy l e
dursun , hatta bir islihale köprüsü bile kuramıyordu. Eski
Hakkı Bey, Binbaşı Hakkı Bey, Milli Mücadele devrinin b ü - ,
t ü n heyecanlariyle, vakalariyle, yüzleriyle beraber, hayatın
öbür kıyısında, boz renkli bir kalabalığın i ç i nde gittikçe
gölgeleşen, gittikçe uzaklaşan bir hayaletti ve Selma Ha
nım, nafile yere, bunu tekrar yakalamaya çalışıyordu.
Bir gün Neşet Sabit dedi ki:
"Bana şair, diyorlar. Beni hayalperestlikle itharn ediyor
lar. Halbuki , ben realiteleri fazla bir vuzuh ile görmekten
m ustarib i m ve bu ıstırabı herkesin hesabı na çekmekte
yim.
Genç kadın ona sordu:
"Ben de bu herhes arasında mıyım?"
N eşet Sabit:
"Herkesten evvel" dedi-.
Selma Hanımın teni, bir cerrah neşterinin ucunu hisse
den deri gibi ürperdi. Bu genç adam da bir nevi cerrahtı, ve
gözle görül mez neşterini herkesin; her hadisenin ruhuna
sokup çıkarmaktan haz al ıyordu . Halbu k i , Selma Hanım,
birtakım gizli yaralada kanayan yüreğini kimseye, bilhassa,
161
N eşet Sabit'e göstermek istemiyordu. Soran gözlerle genç
adama baku. N eşet Sabit:
"Bütün lıiksünüz, bütün danslarınız, çaylarınız, kahka
halarınız ruhu nuzun sefaJetini örLemiyor" ded i . "Bazı siz
gülerken, ben, hıçkırdığınızı hissediyoru m.
Genç kad ı ıı , b i r şey söylern eyerek baş ını ö nü n e e ğd i .
Öbürü , devam eLLi:
"Bunu benden niçin sakl ıyorsu nuz? Bana iti madı mz ını
yok? lnanııı ı z , Selma Hanım , bü tün bu alem i ç i nde sizi
benden iyi aniayacak bir kişi daha bulamazsı nız.
Neşet Sabit'in bu söz ü, Selma Hanımın , bir başka akşam,
ona söylediğine bir cevap gibiyd i . Hakkı Bey in haremi ha
zin bir tebessümle gülü msed i ve ekled i :
"Benim ısurabımın b i r hususiyeti y o k ki . . . Ben bütün ka
dınların çektiğini çekmekteyi m. Bu ise, ancak, umuıiıi bir
bahis mevzuu olabilir."
Genç adamın küskün küskün sustuğunu görüner ilave
etti:
"Bakınız, size , o ruhi sefaJet dediğiniz şeyin u rak bir tah
lilini yapınca bunun, ne kadar bütün Türk kadııılarına şa
mil olduğunu anlayacaksınız. Bütün Türk kadııı ları der
ken , h iç şüphesiz, kendi sın ı fı mda ve kendi seviyemde
olanlardan behsediyoru m. Hiç şüphesiz, belk i , clünyamn
en canlı bir istihsal unsuru olan köylü kadınları mızı ; h ic;
şüphesiz , dünyamn en tutumlu, en iradeli ev kadını olan
yerl i Ankara han ımiarım hatırıma geti rmiyorum. Şu bizim,
güya içtimai bir i nkılabın ö ncü leri olduklarını zann eden
okur yazar Türk kadınları demek istiyorum. İşte, bunların
heps i , boş yere h ür, aziid olmaktan mustari ptirler. Evde
h içbir faydamız, sokakta h içbir faydamız kalmamıştır. Bir
derin boşluk içinde dönüp duruyoruz. N i hayet, bana .fizi
oloj i l� bir vazifeden mi bahsedeceksi niz ? Çocuk yetiştir
mek, aşk ve muhabbette erkeğin ideal eşi olmak? Adam siz
162
de, bu da sürse sürse ancak bir yıl sürüyor. Ondan sonra,
erkek kadından, kadın erkekten bıkıyor. Hem böyle olmasa
bile ne çıkar? Kadın yalnız fiziolojik bir mahlük mu? Hayır;
erkek ne kadar içtimai mahlüksa kadın da o kadar içtima
idir. Ben, bize verdiğiniz "courtisane"* hürriyetini istemiyo
rum. Ben, erkekle her hususta eşitliği talep ediyorum . "
Selma Hanım bir hamlede bu kadar çok konuşmaktan
nefesi kesilmiş gibi durdu:
"lşte, size arzu ettiğiniz gibi yüreğimi açtım;" dedi. "Fa
kat, zannetmeyiniz ki, bunu böyle söylemekle her şeyi ol
muş bi tmiş addedeceğim. Hayır, hayır... Pek yakında n e ka
dar arneli bir kadın olduğumu anlayacaksınız. Kararımdan
size haber vereceğim ve bu kararın tatbiki için sizin dostlu
ğunuzdan istifade edeceğim .
Genç kad ın, Neşet Sabit'i , zaten bunu söylemek için ça
ğırmıştı. Hakkı Bey, bundan iki hafta evvel, üç gün için di
ye lstanbul'a gitmiş bulunuyordu. Selma Hanım, kocasının
bu uzunca yokluğunda, tek başına kaldığı evin içinde, ade
ta, derin bir murakabeye* * varmış ve bu murakabeden ha
yatına yeni bir istikamet verecek olan kesin bir kararla ç ı k
mıştı .
Bu kararın ne olduğunu, Neşet Sabit, daha i lk kelimeler
den, kafi bir vuzuhla anladı. Fakat, genç adam, bunu, niha
yet Selma Hamının trene binip babasının evine gitmesiyle
başlayarak, usulünele bir boşanma davasiyle bitecek bir te
şebbüs şeklinde görüyorcl u . Ama Selma Hamının kararı
bu ndan daha şümullü bir şey idi. Genç kadın yalnız Hakkı
Beyden ayrılmakla kalmayacaktı. Ondan sonra, kendi ha
yatını, artık kendi mes'uliyeti altında ve kend i alın teriyle
yaşamak çarelerini bulacaktı.
N i teki m , Selma Hanım, bu konuş madan bi rkaç hafta
163
so nra N eşeL Sabit'e geli p de :
"Ben şimdi kendime bir ev bulmağa gidiyorum. Uiki n ,
sizden iki ricam var. Bi rincisi Hakkı Beyle mahkemeye ver
diğimiz müşterek ayrılma talebinin formaliteleri n i siz Lakir
edeceksiniz. ikincisi , bana mutlaka bir iş bu lacaksı nız" de
yince, N eşel Sabit, genç kadı nın verdiği kararın bütün şü
mul ve ehemmiyetin i anladı.
"Bir i ş mi? Ui.ki n , ben yok muyum? Ben her ikimiz i�· i i1
de çalışamaz mıyım? " diyecek oldu. Fakat, Selma Hanımın
tavrı o kadar resmi ve yüzündeki ısurap o kadar asiidi ki,
cesaret ede med i. Selma Hanım:
"lş d eyince o kadar büyü tmeyiniz" dedi. " Gözü m p e k
yükseklerde değildir. Himaye i Etfal'de bir çocuk bakıcılığı
veya hastanelerin birinde bir hemşi relik benim için yeter
artar bile . . . Bil iyo rsunuz ki , lstiklal Harb inde bu işe çok
alışmıştım. Doktor Salim N ecati Bey sayesinde de epeyce
nazariye öğrendim. Herhangi bir hastabakı c ı mektebinde
imtihan verebilirim.
Neşet Sab i t , Sel ma Hanımın bu saffeti ne, saded i l l iğ i n e
acıyordu:
"Mescle orada değil ; " dedi. "Fakat, bizde hastabakıcı lık,
alelade h izmetçilikten farklı bir şey deği ldir. Size Lernin
edeceği maddi kazanca gel ince bunun m iktarını söylemek
ten utanırım.
RealiLe i le ilk temas. Selma Hamnun yüreğinde bir se n
deleme oldu:
"Öyle ise, bana ne yapmamı tavsiye edersi n iz? "
"Size mi? Ooo . . . madem k i , mutlaka hayatınızı kendiniz
kazanmak ist iyorsunuz, mali ve ticari müesseselerin birin
de pekala bir vazife bulabilirsiniz. Lisan biliyorsunuz , yeni
harOerle herkesten ziyade alışkanlığın ız var. Sonra . . .
Genç kadı n bir bankada veya bir şirkette ça l ışmayı hic;
164
cazip bul muyord u . O yapacağı işin i nsani ve i<,;Li mai b i r
kı ymeti o lsun istiyordu. Neşet Sabit bunu sezdi:
''Son ra;" ded i . "Size göre başka iş m i yok? M ü ke m mel
bir muallime de olabilirsi niz. Hem, size, bu sahada daha
kolay iş bulabilirim. Çünki Maarif muhitinde pek çok tan ı
cl ıkiarı m vardır. "
Selma Hanım:
"Ama, ben, mutlaka Ankara'da kalmak isteri m" dedi.
Neşet Sabit'in dileği de bundan başka b i r şey deği ldi.
165
X
166
!ünün ittiratsız* sıçrayışiarını andırıyordu.
Mevsim bir Mart sonuydu. Selma Hamının sırtında, ince
ve gümüşi bir kürk, başında bir küçük siyah kadifeden
şapka, ellerinde de beyaz eldivenler vardı. Bunlardan biriy
le altın Jermuarlı peau de Suede** çantasını göğsünün üs
tünde tutuyor, öbürüyle, mantasunun eteklerinin açılma
masına çalışıyordu.
Buralara, ayak basmayalı tam beş yıl olmuştu . Zaten, es
kiden bile güçlü kle yönelebildiği bu sokaklarda, şimdi,
büsbütün şaşırıyordu. Beş on adımda bir durup etrafına ba
kınıyordu. "Burada bir bakkal dükkanı olacaktı" diyordu
ve onun yerinde bir demirci dükkanı görüyordu. "Şurada
bir cumbalı ev olacaktı" diyordu ve karşısına bir arsanın yı
kık duvarı çıkıyordu. Bazan, hiç hatıriamadığı mahallelere
sapıyor, bir çıkış noktası bulup kurtulayım derken dönüp
dolaşıp biraz evvel bulunduğu noktaya geliyordu.
Selma· Hanım, bütün manasiyle bir labirent içine dalmış
gibiydi. Ve malihülyalı* * * bir hükümdarın yeraltında kaz
dırdığı dehlizleri andıran bu birbirinden dar, birbirinden
dolambaçlı sokaklarda, bu gümüşi mantolu, beyaz eldiven
li kadıncağız, evvel zamanın işkenceye mahkum Tiran göz
delerini hatırlatıyordu. On beş dakika içinde onlar kadar
yılmış, onlar kadar güçten kuvvetten kesilmişti. Nerede ise
bir taşın üstüne çöküp ağlayacaktı. Fakat, birden, gene me
tanetini toplayıp yürümeye başlıyor ve eskiden görmüş gi
bi olduğu bir binanın önüne gelince geniş bir nefes alarak
"Oh, işte nihayet ! " diyordu. Ama, çok geçmeden gene ya
nıldığını hissediyor ve sokaklar, bir tuzağın kementleri gibi
tekrar onun ayaklarına dolanmaya başlıyordu. Zavallı kü
çük, narin ayaklar ki, Selma Hamının bütün dikkat ve ihti-
( • ) Duzcnsız.
( *) Süet deri.
"'
167
marnma rağmen çarnuriara bulandılar ve 40 may* ipekten
kunduraları içinde yaralanıp berelendiler.
Selma Hanım, artık ötekine berikine yol sormaktan baş
ka çare kalmadığını anladı. Tıpkı, Sungurlu Zade Ömer
Efendiyi hatırlatan bir adam, bir kara eşek üstünde o na
sürtünerek geçti.
"Affedersiniz, Efendim; Taeettin mahallesine nereden gi
dilir? "
Herif durmadan ve başını Çevirmeye lüzum görmeden
cevap verdi:
" Çok uzağa düş müşsü n , a Han ı m ! Burası Ta htakale,
Tahtakale . . . " Sonra eliyle sol yanı göstererek "Aha buradan
dosdoğru inersin" dedi.
Selma Hanım , bu tariften bir şey anlamarnakla beraber
eşekli adamın işaret ettiği tarafa doğru yürümeye başladı.
Şimdi, mütemadiyen dönerek dolaşarak hep aşağıya indiği
ni hissediyordu ve bu tarz yürüyüş ayak parmaklarının
ucuna can acıtıcı bir sızı veriyordu. Selma Hanım kendi
kendine "Artık, işe başlayınca kısa ökçeli ayakkapları giye
rim " dedi. Azminde, iradesinde henüz sarsılan bir şey yok
tu. Hayır, hayır; birkaç yıldan beri çektiği ruh azaplarının
hiçbirisi bu vücut acılariyle .kıyaslanamazdı. Hele bu şan
ayların cefaları, hiçbir insanın çekerneyeceği kadar ağırdı.
Genç kadın, gerçi, bunlardan tamamiyle kurtulmuş oldu
ğunu zannetmiyordu. Fakat, kendisini bekleyen yakın is
tikbalin başka neviden mihnetleri içinde bütün bunları
unulacağından emindi. Selma Hanım, şu anda tıpkı, Orta
çağın mistik rahibelerini andırıyordu. O rahibeler ki, gönül
açlıklarını ve ruh sılmalarını dindirrnek için çıplak vücut
larını kamçılatırlardı. lşte, Selma Hanım, bu taşlıkların üs
tünden, bu boğum boğum geçitlerden, öyle bir riyazete * *
l ' ) llmikli.
l ' ) Azla ycıınmc, dünya nııncı lerinden uzak yaşama.
"
168
doğru gidiyordu.
Üç sokak d irseğinin, üç l<öşeli bir meydancık teşkil ettiği
bir noktada durdu. Burada, ikisi kız, üçü erkek beş çocuk
Selma Hamının hiç görmediği bir oyun oynuyorlardı. Ço
cu klardan biri "Doğru mu? Eğri mi? " diye bağırıyor, öbür
leri ya "doğru" ya "eğri" diye cevap veriyorlar, bir duvar
kovuğuna bir taş fı rlatıyorlar ve hep bir ağızdan bir çığlık
tır koparıyorlardı. Selma Hanım, bunlara yanaştı:
" Çocuklar, Taeettin mahallesine buradan mı gidilir?"
Hiçbiri cevap vermedi. Beyaz eldivenli kadının yüzüne
hayretle baktılar. Sonra gülüşerek tekrar oynamaya başladı
lar. Anlaşılan Selma Hamının sorduğu yer ya buradan çok
uzaktı, ya da birçok sokaklar, mahalleler gibi onun eski ad ı
değişmişti.
Selma Hanım, tahmini bir istikamete doğru birkaç yüz
ad ım daha yürüdü. Fakat, buna, artık, ne yürümek, ne sek
mek denebilirdi. Bu acayip bir dansı, bir black boıom'u * an
dırıyordu. Derken, önüne tanıdığı bir camiin silueti çıktı.
Artık yanılmıyordu. "Şimdi," dedi , "yirmi adım ötedeki şu
dirseği döneceğim ve bizim eski sokak işte burada . . . "
Lakin o köşede, bütün sokak başını kaplayan bir geniş
ve k irli su birikintisi hasıl olmuştu. Selma Hanım durdu.
Karşı yakada, bir kadın, elindeki gaz tenekes ini bu suya
daldırıp çıkarıyordu. Hakkı Beyin haremi:
"Aman, hanım, o suyu ne yapacaksın?" demekten kend i
ni alamad ı.
Kadın:
"Ne gerek yıkarız, dedi ve bunu söyleyerek el inde yarı
yerine kadar dolu tenekesiyle so kağın içine daldı.
Selma Hanım "O taraftan mutlaka bir geçit olacak" dedi.
Gerçi orada bir geçit vardı ama bunun üstünden yürümek
büyük bir maharete bağlıydı. Buraya, bir ucuna basılınca
169
öbür ucu havaya kalkan ince ve uzun bir tahta uzatılmıştı.
Selma Hanım , kerpiç duvarın delik deşiklerine tutunarak
bu tuhaf köprü yü geçti. N ihayet, bundan beş yıl evvelki evi
nin önüne gelmişti. Burada değişmiş hiçbir şey yoktu. Ev,
ne daha ziyade eskimiş, ne de herhangi bir tamir görmüş gi
biydi. Selma Hanım, acaba kendi oturdukları taraf boş mu,
dolu mu diye pencerelere doğru başını kaldırınca, büyük
şahnişin sırıklarından birinde bir kocaman çiviye asılı du
ran paçavra parçasını bile hala yerinde sallanır gördü.
O , kaç defa bunu, oradan söktürmek istemiş; fakat, ne
bunu yapacak bir adam ne de oraya yetişecek kadar uzun
bir merdiven buldurabilmişti. Hazin bir tebessümle gülüni
sedi ve beyaz eldivenli elini, tereddütle kapının ipine uzat
tı. Bu kocaman, hantal ve köhne kapının gevşemiş kanadı
içeriden bir mandal halka-sma geçirilmiş bir incecik sicimin
ucu çekilince büyük bir takırdı ile arkasına doğru yıkılıve
riyordu. Selma Hanım, bu sicimi biraz daha yağlanmış bul
du ve kapı açılırken, hatırladığı o gürültüyü çıkarmasın di
ye, ipi çektikten sonra bir müddet e linde sımsıkı tutmayı
unutmadı.
Avl u , gene eskisi gibi, kapalı bir mahzen rutubetiyle ıs
laktı ve aptesane, taze gübre, bulaşık suyu, yanık tezek,
kuyrukyağı, insan teri vesaire nevinden birtakım gönül bu
landırıcı kokularla doluydu . Selma Hamının bütün vücudu
şiddetli bir tiksinti ile sarsıldı. Bununla beraber, eski otur
duğu evde, gördüğü her şey gibi bu koku da ona yabancı
değildi. Aviuyu ikiye bölen tahtaboşa yaklaşınca hava daha
ziyade ağı rlaştı . Genç kad ı n , bütün azminden vazgeçip
dön meyi düşünürken, tahta perdenin öbür yanından bir
ses, gene tanıdığı bir ses:
"Kim o, kim o?" diye bağırdı.
Bu, Hatice Hamının sesiydi . Mutfağın kapısı önünde çö
melmiş, bir bakır bakracın içinde bir şeyler uğalıyordu. Beş
170
on saniye, belki, daha uzun bir zaman çömeldiği yerden
şaşkın şaşkın Selma Hamının yüzüne baktı. Sonra, birden,
ayağa kalkıp beyaz eldivenli kadına doğru koştu. Boynuna
atılıp sarılmak üzere iken kendini tuttu. Selma Hamının
petit gris mantosu, temizliği ve zarafetiyle kendini bir zırh
gibi müdafaa etmişti:
"Esma Hanım, kuzum, sen misin? "
Nazif Beyin eski karısı, onlara bir türlü Selma demeyi öğ
retememişti.
"Benim , ya. Hani Halime? Hani kaynanan ? Hani görüm
cen neredeler? "
"Sabire Hanım evlendi, ayol . . . Anam içerde bulgur ayık�
lar. Halime, kız Halime, bak, hele kim geldi , bil bakalım . . .
Halimecik kolları sıvalı, mutfağın kapısından göründü.
Yüzünde ne bir hayret, ne bir sevinç ahimeti vardı. Sanki,
Selma Hanımdan daha biraz evvel ayrılmış gibiydi:
"Aha, ne var bilmeyecek? Işte, bizim Esma Hanım" dedi.
Bu sırada, Ömer Efendinin ihtiyar anası da karşıki odala
rın birinden, bir mumya kafası gibi sargılı başını dışarıya
uzatll"\ış bakıyordu. Selma Hanım, ona doğru gitti :
"Hanım nine, nasılsın, bakalım ? "
"Nasıl olacağım? Kocadım, kocadım, ayol . Işte elim aya
ğını tutmaz, gözü m görmez oldu. Hele dur bakayım sana . . . "
Ihtiyar kadın , iki ellerini, Selma Hamının omuzlarına da
yayıp yüzüne bakıyordu.
Ömer Efendinin anası, ger�ekten, iyice çökmüştü. Göz
lerinin feri tamamiyle uçmuş, dişleri bir tane kalma masıya
dökülmüş ve cüssesi bir çocuk vücudu kadar ufalmıştı. La
kin, gelinler, bıraktığından hiç farklı değildi. Yalnız, Hatice
Hanım, bir parça daha şekilsizleşmiş ve Halime biraz daha
katılaşmıştı.
Istanbul'dan ilk geldiği zamanki gibi gene bu üç kadın
Selma Hamının etrafını çevirdiler. Onu derin bir tecessüsle
171
seyre koyuld ular. O, yorgun, bitki n, yakınında oturacak bir
yer arıyordu. Lakin, gözüne ne bir sandalya, ne bir minder
ne de üstüne şöyle böyle dayanılabilecek bir taş ilişiyordu.
"Yolu şaşırdım. Burayı buluncaya kadar öyle dolaştım
öyle dolaştım ki, bittim" dedi.
Gene hiçbirinin aki mdan , ona bir yer göstermek geçme
di. Zira, Selma Hanım , şu dakikada, o nlar için ne bir misa
fir, ne bir eski tanıdık, hatta ne de bir insandı. Önl erinde
duran bu kürklü, kad ife şapkah ve beyaz eldivenli mahlük,
onlar için , kaç yıldır uzaktan uzağa yaratıldığını işittikleri
b ir alemin, bir başka, bir garip alemin ilk defa o larak ya
kından görebildikleri, ilk defa olarak kokusunu duyup el
leriyle dakunabildikleri canlı bir parçası, merak uyandırıcı
bir örneği idi.
Derken bu üç !<adına nereden kopup çı kıverdikleri belli
olmayan alt ışar se kize r yaşl arında iki çocuk da katıld ı .
Bunl ar, Halime'nin çocuklarıyd ı. Her ikisi b irden anaları
nın hacaklarına sarılıp soruyorlard ı:
"Bu kim be? Bu kim be?"
Selma Hanım çocukları okşamak istedi. Fakat, onlar, bi
rer yabankedisi çekingenliği ile analarının arkasına saklan
dılar ve keskin çığlı klar kopararak tepinmeye başladıl ar.
Halime gülüyor:
"Elindeki bu beyaz de rilerden korktu lar, gücenme sa
kın. . . diyordu.
Selma Hanım, kapısını açık bulduğu bir odaya doğru git
ti ve ken'disini sedirimsİ bir katı minder üstüne bıraktı. Bu
mindere, iyi temizlenmemiş ve kılları top top ol muş teke
kokulu bir koyun postu serili idi. Lakin, Hakkı Beyin hare
mi nihayet otu rabilecek bir yer bulduğuna o kadar mem
nunrlu ki, ne postun pisliğine, ne minderi n katılığına dik
kat ettiği vardı. Üç kadın, bu nun önünde, sıra ile yere çö
meldiler. Selma Hanı m , anlatmaya başlad ı.
172
Hem onlara, hem kendisine anlatıyordu. Onlara ağızdan
ve kendine yürekten anlatıyordu. Onlara diyordu ki: "Işte,
bahtsız bir kadınmışım . Birinci kocamdan ayrıldım . lkinci
sinden de ayrılmak üzereyim . Gelip burada kendim e bir
yer bulmak istiyorum."
Kendine diyordu ki: "Buralara gelip nasıl oturabilece
ğim? Eyvah bana, eyvah bana! .. Bir balo gecesi, N eşet Sa
bit'e "Azizim, demokrasilerde yukardan aşağıya doğru in
mek yoktur. Hep aşağıdan yukarıya doğru çıkmak vardır.
Bunun aksi, ancak bir hatastrofu ifade eder" diyen adamın
meğer, ne kadar hakkı varmış . "
"Bir hata.� trof? Lakin, benim halim b i r hatastrof değil d e
nedir? "
Onlara diyordu ki: "Artık bundan sonra hiç evlenmeye
ceğim. Kendi başımın rahatına bakacağım . Herkesten uzak,
kendi yağım la kavrularak yaşayacağı m . "
Kendine diyordu ki: "Fakat, acaba muvaffak olabilecek
miyim? Bu avluda, bu yüzler arasında, bu üstünde o turdu
ğum katı ve kirli minderde aradığım huzuru, rahatı nasıl
bulacağım? Ve bütün bunlarla yaşamak kudretini, kendim
de nasıl arayacağı m?"
Onlara diyordu ki: "Adam sen de, bana bir odacık yeter
artar bile . . . Orada hem yatarım h e m otururum . Çamaşırımı
siz yıkayıverirsiniz. Arasıra, kendim, mutfağa inip yemeği
mi pişiririm. N eden olmasın? Benim sizden farkım ne? "
Kendine diyordu ki: "Evet, benim bunlardan ne farkım
var?" Fakat, Selma Hanımla onlar arasındaki farklar sayıla
mayacak kadar çok; mukayese edilemeyecek kadar keskin
di. Birer Buda heykelciği gibi önünde çömelmiş duran bu
üç kadından hangisinde onu anlayan bir insan hali vardı?
Hikaye ettiği bu acıktı sergüzeşt, onlardan hangisinin yü
zünde bir elem ve merhamet nişanesi hasıl ediyordu? Selma
Hanım , bunların kendi Türkçesindeki lügatieri bile anladık-
173
larından emin değildi. Ona öyle bir şüphe ve emniyetsizlik
le bakışları vardı ki, gı1ya, onları ya bir tuzağa düşürmeye,
yahut da, ağızlarından bir söz kapmaya gelmiş sanılırdı.
lhtiyar kadın, arada bir:
"Senin oturduğun ev boş. Boş emme, bilmem ki Ömer
Efendi razı olur mu?" diyordu. Fakat, Ömer Efendinin ni
çin razı o lamayacağını söylemeye vakit bulamıyordu. Bü
yük gelinin tehditle dolu gözlerinin birer maden parıltısiy
le ağzına saplandığını hissediyordu.
Zaten, ilk merak ve tecessüs dakikaları geçtikten sonra
her birinin tavrında, artık, Selma Hamının huzurundan
bıkmış gibi bazı aliime tler belirmeye başlamıştı. Daha doğ
rusu , nerede ise, Ömer Efendinin eve dönme saati yaklaşı
yor ve birinin mutfaktaki aşı , öbürünün bakraçtaki i.şi, be
rikinin kalburdaki bulguru kendilerini bekliyordu. Ve hep
si birden, bu elleri beyaz derili kadının artık bir an evvel çı
kıp gitmesi için sabırsızlanıyordu.
Selma Hanım, içi bir kabir azabiyle dolu, ayağa kalktı ve
üç kadının ortasından geçip giderken bir mezarlığın taşları
arasında yürüdüğünü zannetti.
Her üçünde de insan ruhunun haileli* ateşine, zamanın
seyrine, dehrin * * cilvesine karşı öyle bir duygusuzluk, öy
le bir atalet ve mukavemet vardı ki, Selma Hanım, içinden
kaçmaya çalıştığı kendi dünyasının zaafını, yumuşaklığını,
derme çatmalığını, asıl o dakikada tam bir vuzuh ile his
setti.
t*) Trajik.
( . ,. ) Dünyanın.
174
ÜÇÜNCÜ KlSlM*
\ ' ) Bu kısımdaki Ankara ve Türkiye, yazarın o vakitler hayal cttigi Ankara \ 'l" Turkı
ye'dir
175
parçası idi ve üstünde civar köylerden, kasabalardan gelmiş
bir alaca halk yığını kaynaşıyordu.
İşte Mustafa Kemal, bu tribünlerin birinden, bu çöl par
çası üstünde kaynaşan halka hitap ediyordu ve Selma Ha
nım, basma ayrılmış iskemlelerin birinden onu dinliyordu.
Ve onun sonsuz bir gençlikle taravetli sarışın profiline bakı
yordu.
Bu profil'in en belli, en göze çarpan hususiyetleri, alında,
gözyuvasında ve çenede toplanmıştı. Bu alın, çok geniş ol
mamakla beraber, eski Yunan heykeltıraşlarına bir genç
Tanrı kafası örneği olacak derecede düzgü n , a henkli ve
yontulmuş idi. Göz oyukları çukur değildi, fakat, bakışları
nın derinden, çok derinden gelen bir hali vardı. Ve bütün
yüzün enerjisi çenede toplanmış gibiydi. Bu kuvvetl i, bu
sert çene, kendi gücünden emin bir yumruk gibi hafifçe
öne doğru uzanıyordu. Ve aynı ses . . . Selma Hanımın bun
dan on iki on üç yıl evvel, bir kere, Eskişehir istasyonunda
işittiği sıcak ve tesirli ses . . .
Selma Hanım, hem dinliyor, hem zari zari ağlıyordu. lri
tatlı gözyaşı taneleri ki birbiri ardısıra yanaklarından göğ
süne ve ellerinin üstüne damlıyordu ve Selma Hanım onla
rı mendiliyle silmeye lüzum görmüyor; onlar, böyle damla
damla düştükçe, yüreğine bir ferahlık ve serinlik geliyordu.
Hemen her cümle sonunda, halkın alkışları, sanki bu yağ
murun bulutlarını toplayan gökgürültüleri idi. Selma Ha
nım, nutkun sonuna doğru artık kendini tutamadı. Göz
yaşları bir sağnak halinde boşandı. Hüngür hüngür ağla
maya başladı.
Öyle ki, yanıbaşında oturan N eşat Sabit, onu biraz itidale
davet etmek lüzumunu duydu. Lakin, onun gözleri de yaş
la dolmuştu . Heyecandan dudakları ti triyordu ve benzi
sapsarı kesilmişti. Genç kadın, gözlerinin titrek ve berrak
yaşları arkasından ona baktı:
176
"Sen benden daha heyecanlısın" dedi.
"Öyle ama, ben kendimi tutuyorum. Etraflmızda birçok
ecnebi var, hep sana bakıyorlar. "
Bu söz, Selma Hamrom coşkunluğunu büsbütün artırdı.
Gerçekten, şu anda, Gazi'yi dinleyen yalnız kendi kalabalı
ğımız değildi . Cihanın dört bir köşesinden gelmiş heyetler,
bütün devletle rin elçileri, diplo matlar, gazetec i l e r, hep
ayakta, aynı saygı ve di kkat ile Türk namını taşıyan bu
" m uc ize adam ı " nın sesini dinliyo rdu. Selma Hanım bi r,
Milli Mücadele devrindeki garipliğim izi, kimsesizliğimizi,
yetimliğimizi düşündü; bir de, bugünün etrafımızı saran
dost ve hayran kalabalığına baktı. Yüreği iftihardan bir de
niz gibi kabard ı, kabardı; göğsüne sığmayacak hale geldi.
Bir ne fes kadar hafif bir sesle:
"Aman;" dedi, " nerede ise bayılacağım . "
Ve bütün kuvveti ile genç adamın elini kavrayıp sıkt ı.
O vaki t, Selma Hanım, daha genç denilecek bir çağda idi.
Fakat, bu gibi heyecaniara mukavemeti bugünkünden da
ha azdı. Beş yıldan beri bütün manasıyla hayata, hayat mü
cadelesine atılmış olmakla beraber, gene, ruhunda eski sa
lon kadını pasifliğinden, zayıflığından bir şey vard ı. Fakat,
milli irade dinam izma'sının boş yere bir çırpınmadan sonra
id raldı ve müteaddi* bir kudret haline inkılap ettiği şu son
üç dört yıl esnasında Selma Hanımın hassasiyeti öyle bir
olgunl uğa ermiş ve sinirleri öyle bir çelik tel sağlamlığı al
mıştı ki , burada, ancak ezeli bir ahenge göre akort ed ilmiş
bir heyecanın musikisi duyulabilirdi.
Hem Selnıa Hanım, yaşı ilerledikçe kendini her gün biraz
daha gcnçleşir hissediyordu. Çünkü, hep gençler arasında
gcnc;lik için ve yeni milli hamlenin yarattığı taze hava için
de yaşıyordu. Bu havayı, ciğer dolusu teneffüs ettikçe, cia
marları ndaki kana emsalsiz bi r taze lik geliyor; kal bi, o za-
l'.ıkcıı
177
mana kadar hiç atmadığı b i r şevk ve ümitle dolup taşıyor
du.
lçti mai atmo.sferin ruhlaştığı , toprağın dağumcu bir ka
rın gibi her gün yeni bir şey vücu da getirdiği, bütün etra
fındaki insanların şevidi bir çalışma içinde zekalarının ve
i radelerinin en güzel meyvalarını verdi kleri bu ateşli inkı
lap ve oluş muhitinde Selına Hanım gibi şcvda* b i r kad ın
için kendi teninin çöküşün ü , ken d i derisi n i n yıpra n ı ş ı n ı
sezmeye zaman v e i m kan k a l ı r ını ? Bu azame l l i akış ve
oluş sel inde bir gül yaprağı gibi akıp gittiğini hissed iyo rd u .
B u , b i r "dünyan ı n i lı i n c i yarad ı l ı ş ı " i d i . Bundan d ö r t yı l ev
vel yüzünü gördüğü ve ses i n i işittiği Tan rı, aydın lığa, o l !
demişti ; aydınlık oluyord u . Suya o l ! demişti , s u o l uyo rdu
ve "Sııları n arasında Levlı olsıı n " demişti. Lev h , meydana
gelmişti ve "tolııım veri r nebatı ve yery üzünde ıohıımu hendi
si nden olaralı cinsine göre yem iş vere n ağaçlar husulc: gclsiıı "
demiş ve "toh u m u n cinsi nden türlü ağaçlar /Ji l m i ş l i .
Selma Hanım, bütün bu nları görmekle ve bunların için
de yaşamakla kalm ıyord u . Kendisi de bunlarla beraber olu
yordu. Ve "tohumu kendis i nden olan ağaçlar" gihi bir ilk
bahar hararetiyle, nesc i * ·k altında, ı l ı k bir hayat usaresin i n
sürmeye başladığını d uyuyord u . Böyle b i r demele b i r gü
zün kuru yaprak kokuların ı a lmak n e mümkünd ü r? Selma
Hanım, gerçi, kırkına yaklaşmış bir kad ınd ı . Gerçi enda m ı ,
bundan o n yıl evvelki fidan tazel iğini muhafaza etmekten
epeyce uzaktı . Gerçi güzel yüzünün ince dcrisi, çok zaman
elde sıkıl mış bir ipek mendil gibi pörsü meye ; gerçi, gür ve
k ı v ı rc ı k saçları , yatışıp seyre lmeye yüz t u t m u ş t u . Faka t ,
o n u n havası nda hala ezeli bi r g e n ç liği n s ı r l ı tarav e t i v e
et in de her sabah soğu k suyla yıkan aıı vüc u tların sertliği
vard ı . Hele, ağz iylc göz l e r i eski re r le r i n d c n bir ze rres i n i
'ır\"k dulu
) J.)udaklarıııııı. dcri"ııııı
178
kaybetmiş değildi. Biraz yoğun gözkapaktarının al tından
gene o altın suyuna batırılmış billur parıltıları; kızıl ve etli
dudaklarının arasında, gene sağlam ve düzgün dişlerinin o
beyaz ateşi . . .
Hatta b u ağız, zamanla daha olgun bir meyva halini al
mıştı ve N eşet Sa bit, bunun balına henüz doymamışt ı .
Otuz beşine daha yeni basmış b u genç adamın b u kırklık
kadına hummalı bağlılığı, hatta, günden güne artıyordu ve
her ikisinin kalbi, aynı boyda iki sütun üstünde duran çift
meşaleler gibi, karşı karşıya, yan yana, müsavi bir ateşle
yanıyordu. Belki, Selma Ham ının aşkına bir parça analık
şefkati ve belki N eşet Sabit'in sevdasına bir küçük kardeş
inkıyadı* kanşıyordu . Fakat, her ikisinin bir arada yanıp
tutuştuğu zamanlar, bu iki his, aşklarını bir kavurucu ihti
ras derecesine varmaktan koruyordu.
Neşet Sabit, kuzguni siyah saçlı başını bir adak gibi Sel
ma Hamının dizleri üstüne bırakıyor ve Selma Hanım, göz
l erini kapayıp, dakikalarca, uzun, sonsuz ve sayısız dakika
larca, bu genç başın asi perçemlerini okşuyordu.
Gerçi, her ikisi için de bu uzun sevişme anları, müşterek
hayatlarının hemen her gün tekrarlanabilen saadetlerinden
değildi. Büyük bir kız müessesesini idare eden Selma Ha
nım, haftada ancak iki akşam evine gelebiliyor ve hemen
bütün yemeklerini bulunduğu yerde yiyordu . N eşet Sabit
ise, Içtimal Mükellefiyet teşkilatının durup dinlenmek bil
meyen üyelerinden biriydi. Şimdi Ankara'nın bilmem han
gi kazasından sesi işitilirken, bir gün sonra Sıvas'a gittiği
haber alınıyo r, üç gün geçmeden Cenup vilayetlerinin b i
rinde b i r sıra kon ferans vermeye başladığı öğreniliyordu.
Evinde kaldığı zamanlarda da bir dakika boş vakti kalmı
yor, çünkü, bu iş arası günlerini, büyük bir aşkla sevdiği
edebi meşgu liyetlerine hasrediyordu. Gelecek sene açılacak
I Raglılıgı.
179
olan Büyük Devlet Tiyatrosunda, ilk oynanacak eser, onun
iki yıldan beri üstünde ihtimamla çalıştığı dört perdelik bir
komedisi idi. Öbür taraftan , Türk Akademyasının 1 939 ro
man konkuruna yetiştirmek istediği diğer bir eseri de gece
yi gündüze katarak bitirmeye çabalıyordu.
Gerçi, bu ağzına kadar işle dolu hayat içinde, frenklerin
"loisir" dedikleri boş vakitlere hiç de yer yok değildi. Fa
kat , gerek Selma, gerek N eşet Sabit, böyle tatil günlerini,
evde kapanıp kal maktansa, bin türlü cazibeler dolu o lan
Ankara şehrinin umumi eğlence yerlerinde geçirmeyi ter
cih ediyorlardı. Havanın iyi o lduğu günlerde kır gezintileri,
spor eğlenceleri, Stadium'daki müsabakalar; fena olduğu
günlerde, şehrin bellibaşlı sanat müesseselerindeki senfo
nik konserler, sergiler, Halkevi'nin gittikçe tekemmül eden
temsilleri, onları, kendilerine doğru çekiyordu.
Halk içinde ve halkla beraber eğlenmekle daha büyük
bir zevk vardı. Selma Hanım bazı neşesiz dakikalarında
kendini sokak kalabalığının arasına atınca adeta, yazın sı
caktan bunalmış bir kimsenin, denize atladığı zamanki fe
rahlığını duyuyordu ve şimdi Ankara'da kalabalık sokakla
rın sayısı çoğalmıştı. Gerçi Jansen planına göre açılmış
olan ana cadde, henüz, herhangi bir Avrupa metropolündeki
boulevard veya avenue'ler gibi işlek ve canlı görünmekten
uzaktı. Fakat, bu ana caddeye doğru inen sokaklarda eski
tenhalıktan artık eser kalmamıştı. Çünkü, eski şehrin bir
salyangaz izine benzeyen dolaşık, çapraşık sokaklarında
dağılıp kaybolan halk, şimdi, bellibaşlı birkaç muntazam
mahallede toplanmış bulunuyordu. Sonra , Kale içinde ve
eski hanların ücra ve karanlık kovuklarında sinmiş yerli
esnaflar, tüccarlar, zenaat sahipleri, bir taraftan bu ko\ u k
lar yıkıldığı, diğer taraftan piyasada, artık bu gibi peraken
de işlere imkan kalmadığı için , toplu bir tarzda, bu yeni ve
merkezi mahallelerc gelip binakım modern binalara, dük-
180
kan ve mağazalara yerleşmişlerdi.
Bunlar arasında, Sungurlu Zade biraderlerin, büyü k deri
ve maroken mağazaları, üstündeki bürotariyle beraber bir
caddenin tam köşesini teşkil ediyordu . Selma Hanım , her
buradan geçişinde, b irkaç dakika, mağazanın camekiinı
önünde durup Avrupa usulünde istif edilmiş seyahat ba
vulları nı, avcılığa, biniciliğe ait takımları, büyük sport ve
me<,: eldivenlerini, dana derisinden ceket ve paltoları sey
retmekten kendini alamazdı. Sungurlu Zade biraderlerin
bu yeni mağaza düzenlerini ellerine alanlar üç biraderin
çocuklarıydı. Bunlardan biri Ankara lktisat Enstitüsünden
mezu ndu. Öbürü , Avrupa'da dericilik tahsil etmiş t i . Bir
üçüncüsü de İstanbul Üniversitesi Fen Fakültesinden ı,:ık
mıştı.
Selma Hanı m , arasıra , camekan e talaj ının arkasından
gördüğü bu delikanlılardan birinin yüzünde Halime Hanı
rnın çizgilerini bulur ve hemen hemen bir ana şe!katiyle
gülümseyerek içeri bakardı.
Selma Hanım, yalnız, çocukluğunu bildiği bu delikan lı
nın yüzüne değil, hemen Ankara'nın herkesine ve her şeyi
ne aynı şefkat ve dikkatle bakıyordu. Yolu üstünde yükse
len her yeni bina onun mülkü, her yeni dikilen ağaç onun
bahı,:esinden alınmış bir fidan , her yeni yetişmiş genç onun
mektebinden çıkmış bir vatan eviadı idi. Her açılan cadde
nin her yapılan meydanın, her dikile n anıtın her kurulan
müessesenin zevkini, gururu nu, sanki bu nların her biri
kendi eseri imiş gibi yürekten duyuyordu. Fena, yanlış ve
yolsuz yapılan şeylere de aynı samirniyetle kızıyor, müda
hale etme k, önüne geçmek istiyordu. Öyle ki, güya, Anka
ra onun kendi evi, Ankara'nın yapılması ve gelişmesi onun
kendi davası idi. Bunu böyle telakki etmeyeniere veya hut
bu umumi ve i htiraslı dava içinde şahsi menfaa llerinin ı,:u
kuruna saplanıp kalmış olanlara acıyarak bakıyordu. Çün-
1B1
kü, böyleleri, ona, 1 926 Yenişehir sakinlerini hatırlatıyor
d u.
Selma Hanım, hayatının o devresini hala tiksinerek an
maktadır. Beş altı yıldan beri oraya bir defa daha ayak bas
mamıştır. Orada, hala kimler oturur ve neler yaparlar bil
miyordu. Bir kısım büyük evlerin elçiliklere , kançılarlıkla
ra inkılap ettiğini işitmişti. Bunların sahiplerinin de lstan
bul'a nakletmiş olmaları muh temeldi. Zira, İstanbul, bütün
manasıyla bir zevk ve safa merkezi , bir turizm şehri , bir
kozmopolit liman halini almıştı. E n iyi cazlar şimdi orada,
en tantanalı gazinalar orada, palaslar, barlar, danslı çay sa
lonları orada idi. Hayatı yalnız bu taraflarından alan kimse
ler için Ankara, artık , pek sıkıntılı bir yer olmuştu . Burada,
müzik narnma yalnız senfonik konserler, büyük bir Türk
san atkarı tarafı ndan harmanize edilmiş yerli danslar ve
Jolkloıc havaları çalınıyordu. Gerçi henüz opera binas ı na
başlanmamıştı ve Büyük Devlet Tiyatrosu daha açılmam ış
tt. Fakat Halkevi'-nin sahnesi, Ankaralıların gittikçe artan
temaşa i htiyacını tatmin edebiliyordu. B� sahnede ekserisi
telif, edebi piyesler oynanıyor, bazan da bellibaşlı operalar
dan seçme parçalar çalınıp söyleniyordu ve bu kadarı hal
kın ruhunda yeni başlayan lirik ve dramatik açlığa kafi bir
gıda teşkil ediyordu.
A n kara, bütün manasiyle bir Orfe masa lını yaşamaya
başlamıştı ve bu masalın kahramanının, saçlarındaki gü
neş, gözlerindeki gök parıltısıyla daima taze, daima coşkun
bir ezeli gençlik kaynağı gibi yeşil Çankaya tepesinde çağ
ladığı ve onun varlığından bir seyyalenin daima aşağıya
doğru aktığı hissolunuyordu.
182
ll
183
"Türk Akaderrıyası " n ı meydana getirdi ve bütün dire ktifle
rini Yüksek İktisat Ensti tüsünden ve Halk Evlerinden alan
bir içtimai mükellefiyet teşkilatı dünkü İktisat ve Tasarruf
Cemiyetini tamamladı. Ancak bu suretledir ki, kültür ve
umran şiarları * yalnız masalar başında ve kağıt üstünde
şeyler mahiyetinde kalmaktan çıkıp taze bir milli hamle
halinde bütün memlekete dağıldı. Şimdi, yeni yetişen Türk
gencinde tarih bilgisi bir kuru malümat değil, bir milli şu
ur ve iktisat savaşçılığı , onun damarlarında ecdadı mızın
cengaverlik fıtratı * * gibi bir tabii kabiliyettir. Yeni Türk
nesiinin idrakinde artık sınırla gümrük birer eş keli me ol
du ve millet iktisadiyatı prensiplerine aykırı hareket eden
lere bir asker kaçağı, bir bozguncu gözüyle bakılmaktad ır.
Hele, bu yüksek gayeyi halk ve devlet sırtından zengin ol
mak manasma alanların ve bir zamanlar kendilerine milli
teşebbüs erbabı namını verenlerin herkes indinde birer ga
latı-hilkatten * * * farkı yoktu. Bu gibiler, kazandıkları para
ları hep Avrupa'da gizli gizli yemeye gidiyorlar ve bazan
gittikten sonra artık hiç geriye dönmüyorlardı.
Zavallı Murat Bey, bunlardan biriydi. Ona zavallı diyo
ruz, çünkü, Selma Hanım, bu adama ve ailesine acıdığı ka
dar hiç kimseye acımıyordu. Böyle halis bir T ürk ailesinin
Avrupa' nın herhangi bir şehrinde, herhangi bir kasabasında
çekeceği garipliği kolaylıkla tahmin ediyordu. Bunları n, o
yabancı kalabalıklar ortasında, bir çöle sürülmüş küçük bir
insan kümesinden farkı ol mayacağı na şüphesi yoktu. Bere
ket versin ki, büyük hanım bu göçten biraz evvel , artı k, bir
daha dönülmeyen yere gitmişti. Selma Hanını ke ndi kendi
ne " Zavallı kadıncağızın belki de yüreğine indi" diyordu.
Çün kü, oğlu nun şahsında son radan gönn ü� adam ve ycııi
) Yaraıılı,; yaıılı,;ı.
184
zengin tipi resimli mizalı gazetelerinde birtakım acayip ka
rikatürlerle, birtakım gülünç fıkratarla o kadar çok alaya
alınmıştı ki, Murat Beyin şekli, şemaili, aklıselimi temsil
eden Arnw Bey'den sonra halkı en çok güldüren mizalı ör
nekleri sırasına geçmişti.
Matbua t , dümens iz cemiyetlerin matbuatı gibi , fı rsat
buldukça, ö tekinin berikinin şeref ve haysiyetine tecavüz,
şantaj ve iftira adelinden tamamiyle vazgeçeli, milli gayele
re ve milli görenekiere aykırı hareket edenlerin amme efka
n huzurundaki cezalarını ancak zekanın en keskin te'd ip*
silahı olan istihza ile veriyordu.
N ice kötü adetler, gayrimilli cereyanlar, tereddi ve i ni
'
ca * * unsurları, bu sayede yeni Türk cemiyetinin bir köşe
si nde barınamaz oldu. Karikatürcünün parmaklarından,
muharririn gözlerinden çakan şimşekler, bunları, bir tarla
yı saran azgın otlar gibi yakıp kavuruyor, kökünden mah
vediyordu.
Haklı olarak Türk Moliere'i namını alan genç bir kome
dia müdlifinin yeni bir eseri, kozmopolit züppe ile bencil
menfaatçinin suratma öyle bir cehennem damgası basmıştı
ki, halk, böylelerini dört yıllık yoldan tanıyor ve yüzlerine
tükürmekten kendini güç zaptediyordu.
Sinemalar, bu p iyesin kazandığı muvaffakiyeHen sonra ,
artık, halkın aşağı duygularına hitap eden ve hep insan lığın
hayvanlık kısmını gıcıklayan, adi, bayağı ve zevksiz filmle
ri çevirmekten vazgeçmişler, bunun yeri ne milli davalam
h izmet eden .saU rik ve epik filmler yapmaya başlamışlardı.
Halk, bunları da aynı alaka ve tehalükle seyrediyor; bun
lara bakarken de Greta Garbo'nun aşıklarına ağladığı, Char
lic C haplin'in düşüp kalkışiarına güldüğü kadar ağlayıp
gülmesini biliyordu.
ı · ı crlııyc
� :--ı n y:-,uzlasma \'l' �cncilık
185
Hele Anadolu' nu n bir yerinde bir bataklık kı.ırutu l uşunu,
yeni bir demiryolu hattı üstünde ilk trenin işleyişini veya
Seyhan sahasındaki pamu kların Kayseri bez fabrikalarına
gelip oradan beyaz patiska veya renkli basma halinde çıkı
şını gösteren milli aktüali te filmleri, sinema sallerini alkış
ve sevinç çığlıklariyle çın çın çınlatıyord u.
lşte, Selma Hamının aklına, Türkiye'nin sanayileşmesine
dair, N eşet Sabit'in de bir roman yazması fikri bu filmler
den birini seyrederken geldi. Maddenin, i nsan elinde bu
şe kilden şekle girişi, adeta canlanıp, şuurlanıp mu ttas ıl isli
hale ve tekamül eden bir uzviyet halini alışı ona hayret ve
rici bir Jantasmagoria* gibi geldi. Makinalar, idrak ve irade
sahibi mahlü klar gib i işliyordu ve bunların yaracia nı o lan
insan , eşya ve tabiat üstündeki hükmünü bunlar vasıtasiyle
yürütü rken mukadderatının en yüksek mertebesi ne eriş
miş görünüyordu . Göz alabildiğine köpüklenmiş bir deniz
manzarasını andıran pamuk tarlala r ı , b u n ların küçücük
kavuklara benzeyen kazaları , bunlar arasında do laşan ve
bunları toplayıp küfelere yerleştiren köylülerin neşeli şar
kıl arı; bunların sıra sıra vagonlar içinde fabrikalara doğru
seyahatleri bir rüstai neşiclenin * * ruha ferah veren epizoıla
rı idi . . .
Selma Hanı m , Neşet Sabit'e bundan bahsedince genç
adam :
" N için olmasın 7 " dedi. " Çalışmanın bir derecesi destani
bir şeydir. Roman da bir nevi destan demektir. Hom iros'un
Oddisseos'undan, Tolstoi'nin Harb ve Sulh'una kadar bütün
büyük romanların mevzuu ya insanlarla i nsan lar arasında
ki, ya insanla tabiat arasındaki ya da gene insanla kaza ve
kader beynindeki muharebe ve mücadelelerdir. Türk m i l le
ti desta nının ilk sayfasını kapadı. Şimdi. tabiatle , yani kaza
186
ve kaderle mücadelesine başladı . O her zaman kahraman
dır ve bunu da kahramanca yapıyor. "
Neşet Sabit'in faaliyet sahası, zaten , bu iş ve çalışma mer
kezleriydi. Toprağın karakterini ve makinaların huyunu ya
kından tanıyordu. İşçilerin ruhundaki lirik ham lelerelen
onun ruhunda da bir şeyler esiyord u . O, nasırlı elin ve
sertleşmiş derinin � i irini herkesten daha çok hissetmeye
başlamıştı.
Türk işçileri , Türk mühendisleri, Avrupa'daki arkadaş la
rı gibi bedbaht da değildiler. Eski Roma'nın esir sürüleri gi
bi bin bir mihnet ve cefa altında, bin türlü mahrumiyeLle
ruhları ve suratları ekşimiş, içkiden , açlıktan bütün insanı
faziletlerini kaybetmiş Avrupa proletaryasının sefalet ve fe
laketinden Türki ye'de eser görülmüyordu . Türkiye'de işçi
ler birer devlet memuru idi ve yüreklerinde bir devlet me
murunun haysiyetini , vekarını, mesuliyetini taşıyorlarclı.
Başlarında patran diye bir bela yoktu. Kimsenin esiri değil
diler. Yal nız memleketin hizmetçisi oldu klarını ve alı nla
rından akan terin vatan topraklarına bereket getirici bi r
rahmet gibi yağdığını biliyorlardı. Onun için, her biri , insa
na, harb safhalarındaki neferler gibi birer kahraman heybe
rinde görünüyordu.
Bun lar arasında, binlerce kadın da vardı. Lakin, kad ınla
rı n büyük bir kısmı fabrikaların büro işlerinde veya paket
ve ambalaj dairelerinde kullanılıyordu. Bu nunla beraber,
her yılbaşında neşredilen istatistiklere göre kadınların ça
lışma mukave metinin erkeklerinkinden fazla o lduğu anla
şılıyordu.
Neşet Sabit, romanını yazmaya başlamazdan evvel uzun
bir müddet bunlarla beraber ve bunlar gibi yaşadı. Selma
Hanım, onu hiç değilse alu ay görmekten mahrum kaldığı
için, ona, roman fikrini verdiğine pişman olmuştu. Fakat,
Neşet Sabit, altı ay sonra, çehresi daha çok esmerleşm iş,
18 7
adalesi daha çok katılaşmış olarak döndüğü vak it, Sclnıa
Haııınun yalnız içi deği l , bütün eti de sevindi ve kendini
onun kucağına atınca, genç adamın sert ellerinin birer pars
pençesi gibi vücudunu her yanından kavradığını hissetti.
Zaten bu karı koca arasındaki aşk ateşinin, aşağı yukarı
on yıldan beri, hiç kararmaksızın daima aynı kuvvetle yan
makta devam edişini her şeyden ziyade bu ayrılıp buluşma
lara borçlu idiler. lhtimal ki, bunlar da, başka çiftler gib i ,
daima bir çatı altında, daima yan yana burun buruna birer
kümes mahlüku hayatını sürselerdi şimdiye kadar, gönül
leri ndeki c ila çoktan aşınınaya yüz tutardı. Fakat, h e r iki
tarafın, bu kendini arasıra verişi , bu arzu ve iştiyak fasılala
rı, bu daima bir lirik şevk içinde yaşayış i m ka nı onların
kalbine zaman üzerindeki bu zaferi temin etmişti. Öyle ki,
Selma Hanım , aynaya baktığı zaman kendi yaşına varmış
başka kadınların duyduğu korkunun henüz ne olduğunu
bilm iyordu. Çünkü seviyordu. Çünkü, gençlik denilen şe
yin bir sevme kabiliyetinden, bir sevme kudretinden başka
şey olmadığını anlıyordu. Bu da elden gitse bile yine kor
kusu yoktu. Zira, ona göre, hayatta sevmenin ve sevilme
nin bin türlü şekli vardı. O na göre, sevgi öncesizdi, sevgi
sonrasızdı.
1Ş8
lll
189
sulak ve orman lık değild i . Fakat, ortalarında bostan da lap
ları dönen sebze bahçeleri, küçük ağıl ve otlaklar buralara
daha rüstal bir tat vermekte idi. Haftada iki gün , bu civarın
mahsulleri Ankara'da kurulan köylü pazarında satılınakla
be raber, b i rçok aileler taze yumurtaların ı , t ereyağlar ı n ı ,
_
kaymak ve sebzelerini bizzat kendileri, yerinden tedari k et
mekte ayrı bir zevk bul uyorlardı.
Büyük bir kısmı lçtimal Mü kellefiyet teşkilatının koopc
ratir şubeleriyle toplulaştırılmış bu köylüler kooperatif şek
linde çalışıp yaşıyorlard ı . lik zamanlarda çok sıkıntı çekti
ler. Bi rkaç defa dağılma alametleri gösterd i ler. Fakat, şe hir
Iiieric köyler arasındaki alışveriş şartları rcısionel bir şeki l de
düzenlendikten sonra hepsi emeklerinin mükafatını gör
meye ve hepsinin yüzü gülmeye başladı. Bu nların , her pa
zar gününün akşamında, kad ınlı erkekti , çolu klu çocuklu
şen kalabalıklar hal inde şarkılar söyleyerek köylerine dö
nüşleri ni seyretmek başlıbaşına bi r zevk ve saadetti. Artık,
bu n lar arasında eskisi gibi ki rli paçavralara sarı l m ış dilenci
kıyareı inde, hasta, sakat, sıtmalı ve kavruk köyl ülerc h iç
rasgeliıımiyordu. Bir defa lçtimal Mükelldiyet teşki latın ın
ge nç hekimleri tarahnelan bunların yedikleri yenı e k l er, yaı
tıkları yerler üstü nd e daimi bir murakabe * tesis edildiği gi
bi, ayrıca, hartacla bir kere de nmayeneye tabi tutuluyorlar
d ı . So nra, yalnız köylüler için kurulmuş büyük istihlak ko
operatirlerinde giyim ve kuşama ait şeyler Devlet [ab rikala
rından o kad ar uc uza sa tılıyo rdu ki her köylü bir ayl ı k
ekonomisiyle bütün bir yıl için tepeden tı rnağa kadar giyi
nip donanabilmek imkan ın ı kolaylıkla temin ediyordu.
Selnıa Han ımla N eşeı Sabit , bazı tat i l gü nlerinele apanı
man larının geniş ıaraças ında, yan yana şez longlarına uzan
cl ıkları vakit, havada, adeta , neşveli çocuk c,;ığlıkları gibi ı,·ın
ç ın çın layan ve doğrudan doğruya halkın şevkli , şetaretli
) Dcııcııın
190
kaynaşmalarından hasıl olan canlı gürültüyü ses çıkarmak
sızın, yüreklerine sindire sindire teneffüs etmeyi çok sever
lerdi.
Her şehir gürültüsünün kendine mahsus bir temposu, bir
orgestrasionu vardır. Şimal memleketlerinde, şehirler bir or
man gibi hışırdar. Cenuba doğru inildikçe, bir büyük nehir
uğultusunu andırır. Akdeniz kıyılarına yaklaşıldıkça, sanki
her köşe başında, her meydanlıkta, her rıhtım veya liman
da bütün kaldırımlar birer cazband aleti haline girmiş gibi
dir. Yüzlerce saksofon, boru , trampeta sesleri, b irbirini tut
mayan çılgınca bir dans patırtısiyle karışarak bütün havayı
bir kasırga gibi altüst eder, durur.
Eskiden Türkiye, sessiz ve ıssız bir ü lke idi. Gerçi Istan
bul ve Izmir gibi iki limanın kendilerine mahsus sesleri ve
kaynaşmaları vardı. Fakat, bunların da, zamanla sesleri kı
sılmıştı. Haydarpaşa'dan Ankara ve bahusus Ankara'dan
Kayseri - Sivas boyunca seyahat edecek bir insanın kendi
bindiği trenin gürültüsünden başka bir ses duyması imkan
sızdı. Bu makinalı katarların çöl ortasında giden kervanlar
dan hiç farkı yoktu: Arasıra görünen köyler, birtakım Tev
rati afetlerden artakalmış taş ve toprak yığınlarını ve uğra
nan kasabalar birer mezarlığı andırırdı.
Gerçi, bunlar da, Ankara, hükült!:et merkezi olduktan son
ra biraz canlanmaya, kımıldanmaya başlamıştı. Fakat, bu
canlılık, Istanbul'un Şehzadebaşı'nda, D ivanyolu' nda veya
Çarşı içinde rastgelinen çapaçul, cılız, hırıltılı bir küçük es
naf ve ayak satıcısı kaynaşmasından başka bir şeyi hatırlat
mazdı. Son sistem limuzinlerle bir arada geçen kağnı kafi
leleri, yığın yığın. kok kömürü tonlarını taşıyan Berliez
kamyonları yanında sırtlarında birer tutarn yaş odunla do
laşan eşekterin manzarası kadar, bunların hep birden çıkar
dıkları sesler de sinirler üstünde bir kakafonik, bir kaba ve
manasız kargaşalığın, kahos halinde bir şehrin azap ve ıstı-
191
rabını saçıyordu.
NeşeL Sabit, arada bir, Selma Hanıma derdi ki:
'"O halwfoni, o kargaşal ık, o haJıos içinde, bir de, mes' ut
ve mü reffe h ol maya çalışan lar vardı. Ne gari p insa n iard ı
onlar! . . Henüz, muayyen bi r refah v e saadet ahengine gi r
memiş o cemiyette hangimiz için buna imkan bulu nabi l i r
el i? Ne kadar exoist, ne kadar bencil olursak olalım, m u hi
tin üstünde veya m u h itin d ışında bir dakika daha n e fes
alabi lmek k u d reti bize verilmemiştir. Ben ve se n , ancak
şehrin bu şetaretli temposunda mes'ut olabiliriz. "
Selma Hanım , gülümsüyor:
"Yalnız o n unla mı mes'uduz?" diyordu. "Ya kendi içimiz
ele n gele ni, kendi gönülterimizin temposunu nereye bırakı
yorsun?"
"Emin ol ki, dağı nık ve kasvetli bir cemiyet içinele aşktan
bile meclet u mamayız. Öyle bir cemiyettc aşk bile soysuzla
şır, bir karasevcia halini alır. "
Birkaç dakika du ruyor; so n ra, kuvve tli, iri, beyaz v e genı.:
el işleriyle gülerek ilave ediyord u :
"Ben inıki o hale girmek üzere değil m iyd i ? "
Evet, Selma Hanım , Neşet Sabit'in geçirdiği buhranı ha
t ı r l ı yorclu. Genç adam, onun kucağına bir hasta çocuk gibi
cl üşmüştü. Selma Han ı mın şi fa veric i, serin el leri o n u n sn
ma aLeşi ni ay larca cl i n cl irc mem işti . Ni hayet, kendi ele hu
ateşle Lutuşu nca bütün iradesi elden gidip yegane kurtu l uş
çaresiıı i , ona, kendini kurban vermektc bul muş ve aşk tan
r ı s ı kurbanı yutu nca h e r ikisini saran alevi yavaş yavaş ha
firletnıeye başlamışt ı .
Ve bu, Neşet Sabit'in i l k aşkı i d i . Fakat Sel ına Ha n ı m
kendisinin ele o n u n l a beraber ilk defa sevd iği n i a n l ı y o rcl u.
Z i ra, h u son ra bıtas ı ndan h issc u i k ler i n i , n e Naz i f"ı c , ne
Hakkı Beyele cl uvmuştu. Sc l nıa, Nazif'c iyi yüre k l i , uysal
bir arkadaştan başka bir göz le ba kma m ışt ı . Hakkı Beyc ge-
192
li nce, ona, belki, fizik bir bağla bağland ığı a n lar o l m uştur.
Fakat, ge nç Miralay, o n u n hayatın a , bir gün ün adam ı , bir
muvaffakıyet ve şöhret adam ı sıfatiylc girmiş ve genç kad ı
na ancak, b u n u n verd iği prest ij'le h a k i m o l muşt ur. N i te
kim, o günü n izleri , ve o muvaffakıyetin pırıltıları Hakkı
Beyin üstünden silinip giuikçe Sel ma Hanı m ı n gö n l ündeki
alaka da derece derece gevşem eye başlamış; n ihaye t , gü n ü n
birinde u fak b i r sarsınll i l e çözülüp kopuvermişti.
Sc l nı a Han ı m , Hakkı Beyin şimdi nerede old uğu n u , ne
yapLığını bilmek ihtiyac ını bile d uymuyord u . Çünkü yal n ız
ken d i leri deği l , m u h i tleri de ayrı l mıştı.
Kimb i l i r, o eski a le m l e r A n kan1' n ı ıı bir köşes i n d e , bir
yerde hala devam ed iyordur. Be lki, bütün oralarda görüp
tanıd ığı insan lar, hala birbirlerine sarı l ı p zıp zıp z ı pla mak
tan vazgeçmemişlerdir. Fakat, Selm·a Han ı m ın bu gibi h avai
şeyleri düşü n meye b i r daki ka vakti o l m uyord u .
N eşet Sabi t , b i r gün, o na sordu:
"Eski hayatını hiç araınıyar musun? İçinde hiç bir csef
ve hasret yo k m u ? "
Se l ına Han ı m , dudakların ı büktü. Cevap vermeye l üzunı
bile gö rmedi.
Fakat, Neşet Sabit, arada bir Selm a Hamının eski hayatı
nı kıskan maktan kendini a la mıyordu. Yüreğinin bir köşe
sinele eski yaraları andıran bazı hatıralar, en u fa k bir vcs ik
ile urmalanarak tekrar kanamaya başlıyordu. O vakit , sev
di ği kad ı na karş ı , i ç i n de d ü ş m a n l ığa b e n z e r b i r h i s s i n
uya n d ığını seziyordu.
N eşel Sabi t, bu gibi bulı ran saatle rin i , ancak, h u m m a l ı
b i r çalışma i ç i n d e geçiştirebilird i . Bazıları n ı n morfinde, ba
z ı l a rı n ı n ku mar ve içkiele tesel l i arayışları gibi o da işle ,
yalnız işle kend i n i unutabil iyordu.
Zaten , boş vaki t leri n , t e m b e ll iği n , avare l iğin mahs ulü
olan bu türlü ruh i htilaçlarına, bu yeni m u hiue, bu şartlar
193
altında hemen hiç de devam imkanı kalmamıştı . Herkes ve
hassaten N eşet Sabit o derece u mumiyet içinde, umumi
kaygılar, umumi arzular, umumi ihtiyaçlar, umumi keder
ler, umumi neşeler içinde yanmaya alışınıştı ki, kendisiyle,
kendi şahsiyle uzun uzadıya meşgul olmakta, kend i kendi
ni dinlemekte, kendi kendini tahlil etmekte akla uygun bir
mana bulamaz olmuştu . Bu kadarı bile onu eskiden oku
duğu fena kitapların henüz tamamiyle atamadığı zehi rden
artakalmış bir müzmin ruh illetinin hafif tepişleri gibi geli
yordu.
Neşet Sabit, bundan birkaç yıl evvel çıkan bir romanın
da, biraz da bu keyfiyete temas eden bir tezi müdafaa et
mekte idi . Bu teze göre, yeni insan, eski insan gibi kendi
eliyle kendine işkence yapmayacak kadar şuura ve hadise
lerin tesirine esir yaşamayacak kadar hürriyete ermiştir. Es
ki insanın çektiği ıstırapların büyük bir kısmı b izzat kendi
icat ve ihtiraıdır. * Melanko li, içsıkıntısı, tamah, hırs , kıs
kançlık, iptila gibi şeylerin tahakkümünden kurtulmak bi
zim daima elimizde olan bir kudrettir. Fakat, biz, " kendi
ruhumuz üstünde hakim olmak kudreti"ni daima aksine
kullanmış, hatta, bazan, bütün bu dertleri kendi başımıza
kendi elimizle açmışızdır. Otoanalizim denilen bu marazi
tahlil itiyadı bu dertleri çok defa hiç yoktan yarattığı gib i ,
bazı d a bize ölümü b i r kurtuluş çaresi gibi arattıracak dere
ce hiç düşünmemiştir ki, kendi kendine şevk ve ferah ver
mek gücü de elinde olan bir şeydir.
Napoleon Bonaparte, istediği vakit ve istediği kadar uy
ku uyurmuş. Neşet Sabit'e göre insan bu iradesini ahlak ve
maneviyar sahasında da pekala tatbik edebilir. Düşüncele
rini, duygularını istediği istikamete çevirmekte aynı dere
cede muhtar olmalı d ı r. Ve bir kötü fikri ya da bir gönül
azabını zonklayan bir çürük diş gibi söküp atmalıdır.
( *) Buluşuclur.
194
N eşet Sabit, kendi kendine "Hayır, yeni cemiyet gibi yeni
insanda da kaza ve kadere bırakılmış hiçbir taraf o lamaz.
Her şey, akıl ve irade işidir. N asıl ki, iptidai insan zeka ve
bilgi sayes inde tabiat kuvvetlerini kendine ram k ı l masını
bilen insan demekti; öylece , yeni insan -yani tam insan da
hem tabiata, hem o tabiatın bir cüzü olan kendi benliğini
iradesi aluna almasını bilecektir. Kader ve kaza, baht, tesa
dM kelimeleri artık cin ve peri masallarındaki tabirler gibi
muayyen bir şey ifade etm eyen mecazi lugatler sırasına gi
recektir. Çünkü, insan, kendi alınyazısını ken di eliyle yaza
cak ve kaza, kader insanın kendi arzusu, kendi iradesi ola
caktır.
195
IV
196
b i l i rcl i. Fakat, NeşeL Sabit, bu hususta e h liyeı ve maharelin
den ziyade heyeca n ı n ı n sam i miyeL ve şiddeti ne güve niyo r
du. Çünkü , umumi hayaLa allldığı günden beri en çok bu
gibi ki mse lerden nefret etmiş, en çok b u n lara kızmış ve in
kılabın e n teh likeli düşmanlarının b u n l a r olduğu nu a n laı
m ış ı ı . M u h i ı ise, ona, b u n lardan b i r sü rü ca n l ı örnekler
göste rmişti. Uzun müddet b u nların zaafları n ı , gılzeLierini ·k
ve gü lünçlükle r i n i inceden i nceye, yakından yakına müşa
hcdc etmek fı rsallnı bulmuştu.
Bunun için NeşcL Sabit, adeta kendi mevz uu ile dolm uş
tu. O n u yazmadan evvel yaşamışlı ve muvaffakıyeıi bura
dan gc lccck ı i .
So nra , ese r i n i n tezini v e yaranığı L iplerin psikolo j is i n i ıa
mamiyle kav ra mış o la n sahne sanaıkarla r ı n ı n yardım ına da
candan güve n iyo rd u . Zaten ese ri n tekn ik k ıs m ı , ro l l e r i n
b ö l ü m ü , sahnelerin uzu n l uğu k ısal ığı , vaka n ı n bağ la n ı p
çözülüşü bu sanaıkarlardan i k i başlıca ro lü oynayacak a k
tör v e akırisle b i r l i kte o rtaklaşa yapılm ışt ı.
Bu, romana çalışmak gibi kasvetli üzücü b i r iş değildi.
Çünkü elbirliğiyle kollektif b i r tarzda vücude geliyo rdu ve
her ko l lekti f iş gibi bu da i nsan için daimi b i r şcvk ve ncş
vc kaynağı o l uyord u . Neşe l Sabit, bu işLe n çok defa , gözleri
tuhaf bir pan ltı ilc parıldayarak çıkard ı . O vakit, Sclma Ha
n ı m, bu tarz çal ışmayı lüzumundan fazla şcvkli bul maya
baş lard ı . Hususiylc N �şcl Sabit' in çalışına arkadaşlarından
b i ri , güzel l i ği, inceliği, zeka ve kab i l iyeıi ile ün a l m ı ş b i r
gene; kızd ı ve bir defa, Selma Hanım , kendis i n i n d e haz ı r
bulu nduğu b i r provada, o n u n , N eşeL Sabit'le fazla sa m i mi,
LlZ ia işveli halleri n i sezer gibi ol muştu. Gcn,;i genç kocası
hiç o ralarda deği l d i . Fakat. onda, başı n ın üstünde yak ın ve
k;dıalıkLırıııı
197
Ni hayet bin telaş ve helecan içinde beklenen temsil gü nü
gelip de Neşet Sabit, adeta umumi alakanın hep kendi üs
tünde toplandığı bir insan haline girince Selm� Hanımın
yüreğindeki bu üzüntüler enikonu bir kıskançlık ezasi şek
lini aldı. Bu, sanki, muharrirle temsilci kızın düğünü gibi
bir şeydi.
Selma Hanım, o gün , ağzına kadar dolu olan Tiyatro sa
lonu ndan içeri girerken , yüreği, birbirine zıt birço k duygu
lar ve tesirler curcunası içinde perişandı. Bir taraftan, ese
rin muvaffakıyeti üstüne titriyord u. Bu hususta, N eşet Sa
bit'e bir şey söylememekle beraber, için için ümitten endi
şeye, endişeden fütura, füturdan bir nevi korku ve heyeca
na düşüyordu. Ya bir tarafı aksayıverecek o lursa, ya aktör
lerden biri rolünü unutuverirse, ya bunların hiçbirisi olma
sa da piyes sadece halkın hoşuna gitmeyiverirse, perdele r
donmuş bir kitlenin önünde birer utanç ve ayıp ö rtüsü gibi
kalkıp inmeye mahkum olursa . . . Se lma Hanım, kendi ken
dine "O takdirde, ben kaçar gideri m . . . diyordu. Ve gözle ri,
önceden, hiç kimsenin dikkatini çekrneksizin sıvışahiteceği
bir yer arıyordu. Bu düşünce ile, muharrire ayrılan locaya
girmek istemedi. Parte rdeki halkın arasına karıştı. Sa nki,
her göz, kendi şahsında Neşet Sabit'in karısını keşfeelecek
miş gibi başı önüne iğik kabahadi bir çocuk sıkılga n lığı ile
bir koltuğa büzüldü. Hiçbir yana bakmamalda beraber bü
tün locaların birer birer dolduğunu ve arka saflarda ve pa
radide halkı n , bir kovandaki arılar gibi ıiğuldadığını hisse
diyo rdu.
Ağızdan ağıza ·'Gazi geldi mi? Gazi gelecek mi?" söz leri
nin dalaştığını duyuyordu ve bu sözler, her kulağına ı;arp
tı kça heyecanı artıyordu. O yüksek ve duygulu sanat ve
edebiyat kurucusunun huzurunda bir başarısızlık bir ölüm
fe laketinden beterdi. Gene içinden "Aman Yarabbiın , di
yordu, "Neşet'i böyle bir iikıbetten sakın ! " O na karş ı , şi m -
198
el iden deri n bir merhamet h issiyle Li triyo rd u .
Derke n , b ü t ü n bu fe na ih t i m a l l e ri z i h n i nelen kovuyor,
düşü ncelerine aksi bir istikaın el vermeye çalışıyord u . P i
yeste, muharririn ehemmiyet verd iği n o ktalar h e p alkışlar
la karşı lanacak tı. Bazı sahneler, i ki defa , üç dda tekrar elli
ri lecekti.
Son perele i nerken halk, coşkun sesieric N eşel Sabi t' i şa
noya çağı racaktı. Neşet Sabit' i n d i nç, gürbüz ve vaka rlı en
damı şano n u n geniş çerçevesi içinelen bir genç kah raman ı n
resmi gibi görü necekti; halk al kışlayacaku, "Yaşa Yaşa ! " d i
y e bağıracaktı v e Selma Han ıım n kalbi çocuğu n u n mü rüv
vet i n i gören bir ana gibi şimdiden tatlı tatlı çarpmaya baş l ı
yo rd u . La k i n , bu d uygu u z u n sürmüyo rd u . B i rden , şano
nun ortasında Neşet Sabi t'i yaln ı z deği l , bir tarafında başro
lü oynayan aktör, öbür yanında o güzel kızla tasavvur edi
yordu. Çok kere, bu gibi vaziyeLlerde olduğu gibi, bel k i , o
199
atıyo rdu. N eden? O hiç de sert ve ası k suratlı değildi; bi la
kis, güzel ve yuvarlak başı i nsana, dayan ı l maz bir o kşama
arzusu veren ehlileşmiş, m u n isleşmiş bir pars yavrusu ka
fası n ı andırıyord u . Fakat, gene öyle bir kafa gibi, kalbe bir
korku ve ç e k i n m e h issi verme kten de h a l i k a l m ı yo rd u .
O n u n mayası , öbür insanlarınk i nd en büsbütün başka bir
cevherle yoğrulmuş gibiydi . Ne derisi bizim derimize , ne
saçları bizim saçianın ıza b e nziyordu ve s e n c l erlc ve za
manla hiçbir alakası yoktu.
Se l ma Han ı m , içinden "Onu , d iyord u ; Eskişe h i r'de i l k
gördüğüm gün , aşağı yukarı benim şimdiki yaşımda ola
caktı . Hal buki, şu anda, benden on yaş daha genç görünü
yor. " Gerçi, Gazi, artı k, Sakarya Harbi arifesi ndeki o kızgın
ı,·elikten adama benze miyord u . Onda şimdi, sonı altın kül
çesinden yapılmış bir heykelin ağı rl ığı ve mahabeti * vard ı.
Fakat, aynı ebedi gençlik sol uğu o çelikten adam gibi, bu
sanı altından heykeli de caniand ı rıyor gibiyd i.
Selma Hanı m , bu düşünceleric dalg ı n , perd e n i n a ç ıld ı
ğı ndan haberi o l madı bile . Fakat işte, perde aç ı l m ış oyu n
başlam ıştı. Sah ne, bir belediye dairesin i n içtima salon unu
gösteriyordu. Meclis azası n ın birkaçı gel m i ş öbür a r kadaş
larını be klemekte ve bir taraftan da kendi a raları nda, şuıı
dan bundan kon uşmaktadı rlar. Arada b i r, Re is saatine ba
kıyor "Daha gelmcdiler. " diyor. Zabll katibine b i r şey ler so
ruyo r, sonra arkadaşları na uzanıp bazı kağnlar göste riyor.
Susuyorlar. Gene konuşmaya başlıyorlard ı . M üzakereyc gi
rişecekler, fa kat, nisab ı temin edebilmekten henüz uzaktır
lar.
Ni hayet, beklenen ler, beşer o nar dakikalık aralarla bi rer
ikişer geliyorlar. Ama, bunlardan evveL konuşulan sözler
den ruznameniıı * * mevzuu hakkında seyirc iler kafi de rece-
' l kylını
'ı lıliiH.kın ı n
200
de ayd ı n lanmış bulunuyor. Bir yandan da oradaki tipierin
karakterlerine oldukça bilgi hasıl oluyor.
Ko nuşulacak şeyler; o kasabanı n i n k işafiyle alakatı baz ı
rnühim meselelerd i r. Mesela, kasaba ile istasyon a rasındaki
bata k l ı k sah a n ın kurutu t u p ye n i i n şaa tı n , b u n d a n böyle
orada yaptın lmasına karar verilrnek isten iyor. B u n u n iç in
lazım gel e n para da hazırrnış. Lak i n , bu proj e , derhal, top
l a n t ı ya son ge len b i rkac,; aza tara fı n d a n i l i raza uğruyor.
Bunlar, bin derede n su getirerek, bu teşebbüsün, h iç deği l
se başka bir zamana bırakı lması n ı istiyorlar.
So nra, bir elektrik meselesinden bahsedil iyor. Kasaba o
güne kadar, d inarnoyla işleyen hususi bir san traldan elekt
rik al maktad ır. Bu tesisat, i kide bir bozu lur, son dcreec i p
tidai bir şeydi r. Bunun ye rine, Kızıl ırmak umumi santra l m
dan elektrik a l mak c,;areleri düşünülüyor. B u düşü nceler de
yine o birkaç kiş i n i n ilirazlariyle karş ı laşıyor. N i haye t , m ü
zakere bir münakaşa , münakaşa bir c,;atışına şe kl i n i al ıyor.
O vakit, anlıyoruz ki itiraz edenlerin bu işle rele müdafaa c t
tildcri kendi şahsi men faatlcrinden başka b i r şey deği ldir.
O iptidai elektrik tesisatııı ı n sah ibi o n lard ı r ve bata k l ı k sa
han ın kurutul up, yeni inşaatın orada ın erkezlcşt irilnı cs i ıı i
isteme meleri n i n sebeb i ke ndileri n i n , şe h r i n başka bir n o k
tasında birçok arsalara sah i p olmalarıdır.
Sah ne, o kadar güzel tertip edil mişti k i , hususi menfaatlc
umumi menfaatin çarpışması, burada, ücleta destani ve eles
tani old uğu kadar ko m i k bir manzara gös terir. Gerç i , bu
belediye azaları arasında birkaç dcnwgog da yok değildir ve
en ziyade gürültüyü bunlar çıkarmaktad ır. Re is, nafile yere
bunları sükuta davet eder. Fakat, d i n leyen kim? Bir c u rcu
naclır gider.
N i hayet, reis, müzakereyi şu suretle hülüsa etmek ister·
"Efe n d i m , ben i m gördüğü m , bu işte bazı hususi mcnfaaı
lcr lc u m u m u n m e n faati c,· a t ı ş m a h a l i n d ed ir. La k i n , b i z ,
201
şi mel i burada ne bunu uzlaştı rmaya c;alışacağız, ne ele bu
nun hakkında birtakım fi ki rler serel iyle vakit geç ircccğiz.
Yal n ız , bu mec lise, şimd iye kadar her hususta ha kim olan
in kı lap z i h n iyeti . . . Muarızlarclan biri , atılır, re isin sözünü
keser ve "Aman Reis Bey, siz de mi bu komünist c e reyan la
ra kapı lclı-nız?" diye haykı rır.
Öbür azalar kend ileri ni tutarnayıp kahkahalarla gülclük
<; e ö bürü bbz u l u r. Adeta sarası tutmuş gibi abuk sab uk
söyl e n ir, el leri ve ayakları ti trer.
Sdına Han ım, bi r taraftan bunu seyrediyor, öbür taraftan
bunun halk üzeri ndeki tesirini an lamaya çalışıyord u. ll a l k ,
b u beleeliye müza keresine, sanki kendisi ele iştirak ediyor
muş gibi he lecan ic;i ncle id i. G ülme faslında o da gü l ıncyc
başl ıyor. Me n faatc;i ti pleri kon uşurken bütün yüzle rele bir
nı enı n u n iyetsizlik alameti beliriyordu.
Perele arasında, Selma Han ım, bir yolumı bulup kul ise
g i ı t i . N eşet Sabit, oldukça bel l i bir telaş ve h eyecan i c; i n d c ,
aktö rler arasmda dolaşıyordu. Sdma Han ımı görü nce h e
m e n yan'ına koştu:
" NasıL iyi gid iyor mu?"
" O h , çok iyi ... Seni te m i n ederi m ki çok iyi.
Muharrir, gen iş bir nefes a l d ı . Ç ü n k ü , karısının scziş i ıı
clen ve h ükmünden c m i ncl i . Aktörler ele memnun görü n ü
ynrl arcl ı . Üç dört kere şiddetle alkışlanın ı şlarcl ı . Fakat, N c
ş e t Sabit' i n en büyük end işes i, bu i l k perelen i n G a z i üzeri n
ele ne g i b i bir tesir yaptığı idi. Gerç i , aktörlerelen biri "Bü
tün sa h n cyi , gülümseyerek ta kip ettikleri n i gö rd ü m . di
yo rdu. Ama, bu kadarı o n u tatmin etmiyordu. Tam, bu sı
rada, içeriye, koşarak tiyatronun müdürü atıldı. N eşct Sa
bit'e:
" Gazi Hazret leri , sizi görmek istiyor;" dedi.
N cşct Sabit' in benzi attı. Olduğu yerde, ne yapacağını şa
şırmış du ruyord u. Tiyatro müdürü nefes nel'ese:
202
"Haydi , sizi görey im;" ded i .
Çıktılar. Selma Hanı nı da N eşet Sabit'i Gazi'n i n huzurun
da göreb i lmek arzusiyle arkalarından seği rtti. G i tti, yeri ne
oturd u . Fakat, Gaz i localarında deği l d i l er. S e l nı a Hanını
buna çok • mahzun o ldu. Çünkü, N eşel Sabi t' i n mazhar ol
duğu bu şerdten yalnız kendisinin değil, he rkesi n de haber
a lmasını istiyordu. O n un için , yanındakilerin kulağına eği
l i p "Bil iyor musunuz? Gazi Hazretleri, muharriri gö rmek
istemişler. demekten ken d i ni güç zaptediyord u .
n
l Lyu�ıııazlıklarııı
\ ) lq.:itdiı
203
kanu n larla çarpışıyor. Şu halde yen i lmesi muhakka kıı r.
N i te k i m , son perde, bu tipierin kaı'i ve acıld ı hezimcLi
üstü ne kapanıyor. Memle kete aiL her ıncsele b u n ları n a rzu
ve e mellerine rağmen ha lledilmiştir. Kızları gö nü llerinin is
ted iği adamlara varın ışt ır. Oğul ları arzu eLLi kleri mesle klere
girmiştir. Babaları kendi iş ve kazanç ları virc u m u mi men
faaı l e çarpıştığı için anık eski revnak ve şaşaas ını kaybe t
miştir. Ve bu nlar e l lerinde a n ı k hiçbir otorit e kal nıad ıgını
görd ü kçe, hep geç mişte ki hizmetleri ve nıuvalTak ıyeıkriylc
öğü n e rek hal k üzerinde bir üstü n l ü k hakkı kaza nmak is
terler. lkide bir "Biz, i n kılaba hiznıet etmed ik m i ? '' derler.
Fakat "Şimdi etmiyorsunuz" sözü karşısında n e diyecekle
rini şaşı rırlar. Saçma sapan şeyler söylemeye, binakını sar
satalar yapınaya baş larlar. Bir sıtına nöbe t i içinele gibi sa
y ı ldayıp cl ururlar. Her birin i n akıbeti Do n Kişo L\m a k ı beti
kadar gü lünc,· ve haz i n d i r.
Bu düşündürücü, güldürücü ve yüreğe dokunucu piyes
bi ttiği vak i t , halkLa, güya, o n u n deva m ı n ı istiyo r gibi bir
hal vard ı . Herkes ayakta, var kuvvetiyle alkı ş l ı yo r ; rakaL,
hiç kimse kapıdan d ışarıya çı kmak istem iyord u . Sey irc i le
rin bir kısm ı bu piyes günlerce sü rıned iği i ç i n , sa n k i , kı z
ın ışl ı .
Selnıa Ha n ı m , bu canl ı v e coşku l u kalaba l ı k aras ından
sıy rı l ı p . N eşeL Sabiı'i bul unca ya kadar akla ka rayı seç ti. O,
arabaların a kadar Gazi'yi geçi rmeye koşanl arla beraberd i .
'-ı e l m a Hanımı görünce, sevinçten pı r ı l p ı r ı l parıldayan b i r
.yüz le:
"Dur, dedi , '' bu akşa m . arkadaşlarla hep bir a rada eğl e n
meye gideceğiz.
204
V
205
damla içki koymayanlar b i le , bu saatte, adeta sarhoş olur
lar; taşkın b i r neşve içinde çığırıp oynamaya başlarlardı.
Hiç şüphesiz, N eşet Sabit, bunlardan b iriydi. Elebaşı or
taya çıkıp da " hayd i , çocuklar. . . diye söze başlarken bütün
içt iği li monatalar, midesinin iç i nde en yüksek markadan
şampanyalar haline gir i p beynine vurur ve herkesten evvel
ayakla n ı rcl ı . O andan i tibaren Sel ma Hanım, ağırbaşlı koca
s ı n ı a n ı k güç zaptederd i . Genç adam, a rt ı k , tama m iyle
onun tesir ve nüfuzu dışına çı kardı. Öyle k i , Sel ma Hanım,
hiç değilse, onun şevki derecesine yetişip de birl ikte ken
dinden geçebilmek için beyaz köpüklü An kara şarabından
uzun ve narin kade hlerine üst üste başvurmaktan başka ça
re kalmadığını anlard ı .
La k i n , bu gece neş e l e n me k i ç i n Se lma Ham ın ı n ö y l e
su n'i çarelere h i ç i htiyacı olmadı. Bir alay arkadaşla, N eşet
Sa-b i t'.i n kolunda, P ı narbaşı'ndan i ç e riye g irerken , zaten
ayakları. kendili klerinden dans ediyor gibiydi. Hiçbir vaki t ,
hayatının h içbir devrinde vücudunu bu kadar hafi f, bu ka
dar çevik ve oynak h issetmemişti. N eşet Sabit'e:
"Durmaksızın dans edeceği m , seninle, yal nız seninle . . .
di yordu ve bunu söylerken Diyorıizos ayinleri nin Bakan
La'ları gibi gözlerinden şimşekler ve dudaklarından kanlar
saçıyordu.
Kim demiş k i , Selma Hanı m , kırk yaşına basmak üzere
dir? Hayır, hayır, hayır. . . Bu gece, · Se lma Han ı m yirm i ya
şında bir genç kızdır. Naz i f'le beraber yaşad ığı y ıllar, Hakkı
Beyle geçirdiği zamanlar bunların hepsi yalan , hepsi yalan
dı. Bun lar, bir gece, midesi fazla dolu iken gördüğü bir fena
rüyadan, geçi rdiği bir ağır kabustan başka bir şey değildi.
l kide bir, güya içinden geçirdiği şeyleri N eşet Sabi t de b il i
yormuş gibi, o n u n kulağına eğilip:
"Öyle değil mi?" d iyordu ve genç adam , neyin öyle olup
ol madığını so rmaya lüzum görmeden b irbiri ardısıra taze
206
ve pürüzsüz kah kahalarmı salıveriyord u . O vakit, Sc l m a
Hanım d a sebebini b i lmeden gülmeye başlıyor ve h e r ikisi
n i n iki sıra beyaz, parlak ve sıcak dişleri , sanki, yaş ve ci n
siyet sahasında birbirlerine meydan okuyordu.
Selma Han ı m , Pınarbaşı'nda, her şeyden evve l , onun , la
ubal ileşmeyen samimi havası n ı seviyordu. Bu ndan ba�ka,
bu küçük kabare o kadar zevkle döşe n m iş, boyanmış ve
duva rları , tavanı o kadar sanalla bezen m işti k i , i'n san, saa t
lerce baksa doyamazdı. Hiçbir köşesinde h içbi r noktasında
lüksü hatırlatır bir şey o lmamakla beraber, her tarafı , sa
natla canl ı , zekavetli* ve parıl tı l ı idi. Zira , bütün bu tavan
lar, alelade boyacı ve nakışçı ustaların işi deği l , doğrudan
doğruya devrin en bel l ibaşlı ressamlarının eseri idi.
Kapıdan içeri giri l i rken, karşı duvarın tam ortas ında du
ra n ve kurnalarından türlü türl ü , ren k renk serin içkiler
akan şadı rvan biçimi, monuman ıa l * * b i r çeşmeyi de m il l i
heyke ltıraşlardan b i ri yapmıştı . P ı na rbaş ı , adı n ı , b u ndan
alıyordu ve bu mermerden sanat abides i , burada, b ü k h iz
metini görüyordu.
Bütün sanatkarlar, P ınarbaşı i ç i n , kendi key i flerine ve
fantazilerine göre yürekten gelen bir şevk ve hamle ile üc
retsiz çalışmışlardı. Çünkü, buranın sahipler i, kendi arka
daşlarıydı ve burası kendilerinin e n candan eğlencli kleri bir
yerdi.
P ınarbaşı'nda, her haftanın programı, b i r vilayetin adın ı
taşır. Urfa gecesi , Aydın gecesi , Erzincan gecesi v.s. gibi. Bu
sefer ele tesaclü fe n Rize gecesiycl i . Muzika, Karaden iz hava
larını çal ıyo r; şair, Karadeniz fal kloru ndan parçalar oku
yar; meddah , Karadeniz şivesiyle monologlar söylüyor ve
herkesi gülmeden katıltıyordu. N e vaki t ki , sıra orkestraba
şının original bir tarzda bestelediği:
207
Hamsi de lwydıım ta, ta, tavaya
Uçtu da gitti ha lıa havaya
ha, ha havaya
La, La ta vaya,
hLı, lıa lıavaya
208
vası tutturdular ve müzikanın kendilerine yardımını bekle
ıneden ayaklarını bu havaya uydurarak zıplamaya başlad ı
lar.
Elebaşı, bir kenardan:
·'Bize artık hacet kalmad ı , diyord u ; " h e rkes çalmadan
oynuyor. "
Ve sabahın saat üçünden so nra , taze , taşkı n , gür b i r neşe
ile yen i bir eğlenti faslının başladığı görüldü.
Buradan çıktıkları vak i t , şafak sö küyord u . Selma Ham
ın ın , kendisi n i , bir taksi içinde N eşet Sabit'in kolları aras ı
na bıra kmasiyle göz lerini kapaması bir oldu ve o nları, an
cak, kendi yatağının içinde açtı. N eşet Sabit, onu, takside
nasıl kollarının arasına aldı ise, apanımanın ı n kapısından
kendi dai relerine kadar yine öylece getird i . Selma Hanım
gerç i sevdiği n i n kucağı nda taş ı n d ı ğ ı n ı h issed iyor, fa kat,
tatlı bir uyuşukluk, b i r saadetten bitkinlik i radesizl iği için
de ne bir söz söyle meye, ne bir hareket yapmaya k ud ret
bu luyordu.
Yatağı üstünde göz lerini yarı açınca, N eşet Sabi t' i n esmer
yüz ü n ü n , gülü mseyerek kendi üzerine eğilmiş o l d uğunu
görd ü . Saçları, gene alnını kapamıştı. Selma H a n ı m , eliyle
bu nları arkaya itti. Sonra koliarım genç adamın ensesinden
geç i rerek onu kendine doğru çekti. Bir müddet, uzu n b i r
müd d e t , böyle y a k ı nd a n , so l u k ları ve yürek çarp ı n t ı lar ı
bi rbirine karışarak , gözgöze bakıştı lar. Selnı a Haıı ı m , koca
sına henüz, dudaklarını uzatmıyord u . O n u , san ki, i l k defa
görüyormuş gibi dalgın dalgın, derinden derine tet k i k edi
yord u .
Pencerelerin t ü ! perde leri arkası ndan sızan beyaz s ü t g i b i
beyaz b i r şafak aydınlığında bütün bir gün ün ve bütüıı bir
gec e n i n heyecan larında n , üzü ntüler i nd e n , şev k leri ncle n ,
neşvc leri nden, şa rkı larında n , danslarından so n ra b i l e , bu
}'üzde, ne bir yorgunluk e mares i , ne bir kırışık, ne bir çi zgi
209
görülüyo rdu. N eşet Sab it' i n yüzü, henüz uykudan uyan
m ış , he nüz yataktan çıkmış bir insan yüzü gibi d i nç, z i nele
ve duru idi. Sel ma Hanım, bu pürüzsüz deriyi tırmalaya
rak , söın ü re rek ö rse lemek, ö rse lemek isted i . Y üreğ i n d e ,
o n a karş ı , acayip, fakat, tatlı bir h ı n ç vard ı . N eşet Sabit ağ
zın ı Selma Hamın ı n ku lağı na götürdü:
"Bana niçin öyle düşman düşman bakıyorsun ? " ded i .
O vakit, kad ı n , genç adamın dudaklarından kavray ı p ,
onu, kanatı tıcaya kadar öptü, öptü . . .
210
VI
211
Bereket versin k i , N eşet Sab i t , o gecenin ferdası Erzu
rum'a gitmişti ve bereket versin ki, önünde, mektebin on
beş günlük semester tat i l i vard ı . Böylece, hic.; ki mseye ve
hele Neşet Sabit'e gözükmeden, iki hafta, evde dinlen mek
imkanını bu lacak ve yorgunluğa, uykusuzl uğa atfett iği vü
zünün bu hal i geçecekt i .
Bir saba h , gazetelerin birinde, gözü ne şöyle bir i l a n i l işti:
·'Gençlik eksiri ! - Ankara Büyük Merkez Laboratuvarı is
ti hzaratından o lan bu suyu cUtlerinin tazeliğini muhafaza
etmek isteyenlere salı k veririz. Bütün kırışıklı kları gidcrir.
v.s. Selma Han ı m , hemen, bu ilaçtan geti rtti , içindeki tari
feye göre kullanmaya başladı . B u , bazı melhemler gibi bu
laşık bir şey değildi. Bilakis kolonya suyu nevinden sürülür
sürül mez uçan ve hafif bir zambak ko kusu b ı rakan b i r ına
yiycli. Deriye ele bir nevi gergi n l i k vermiyor cle nil emczcl i .
Faka t , b u gerginlik ancak bi rkaç saat sürüyor, o ndan so nra ,
cilt gene eski haline dön üyordu.
Sel ma Hanım , bu on beş günlük yalnızlık ve işs izlik dev
ri nde, kendi kend i n i tctki k ederke n , saçları arasında da
birkaç tel ak buldu. Bunları koparmak istemed i. Hayır; ha
yır. . . zamanla, tabiatla hiçbir m ızıkc.;ılığa kal kışmayacakt ı.
Bütün i nsan ların, bütün kadınların alınyazısı olan bu fela
kete gülerek boyun eğeu:'kti. Gençl iğinde tanıdığı bazı ge<.:
kin şu hlar gibi bu mukadder c.;öküntüyü ö rtrnek için bi rta
kım hi lelere başvurmayacaktı . Zira, bu gibi h i lelerin insanı
daha acı klı, daha gülünç hal l e re düşürdüğünü b iliyordu.
Onca, her yaşın kendine mahsus bir güzelliği, b i r tadı var
d ı . Hü ner, yaşanılan anın içinden bunun esrarengiz usare
sini bulup c.; ı karmaktır.
La k i n , Selma Hanı m , böyle düşün m e kle berabe r, y i n e
ufak tefek tedbirlerini al maktan da geri kal m ı yordu. N eşet
Sabit, Erzuru m'dan dönd üğü vakit, gene.; adamın göz l e r i n
den bütün enelişe leri nin n e kadar b o ş olduğunu a n lad ı . Z i -
212
ra, bu gözler, gene ona her zamanki ihtiraslı bakışlariyle
bakıyordu. Onlarda ne bir bıkkınlık, ne bir ilgisizlik ne de
yeni bir şey müşahede eden gözlerin şaşkınlığı, dalgınlığı
vardı.
Zaten, Neşet Sabit için bu kadın, bir manzara değil bir
atmosfer'dir. Kendine mahsus bir tatlılığı , bir kokusu, bir
aydınlığı o lan atmosfer'dir ve N eşet Sabit ancak bunun
içinde mesut olmaktadır. Kendini, ancak, bunun içinde, ra
hat, ferah ve dinç hissetmektedir. O en yüksek hamlelerini
bundan alıyordu. Bu kadın , onun ruhunun ekmeği ve tuzu
idi. Bir dakika, onsuz yaşayabileceğini hatırından geçirme
mişti.
Gerçi, gözlerinin Selma'dan başka kadınlar veya genç
kızlar üstüne durakladığı, başka kadınlara, başka kızlara
karşı candan bir arzu duyduğu anlar oluyordu . Fakat, Sel
ma Hanımdan vazgeçip başka bir kadına bağlanmak, ona,
aklın almayacağı bir katastrofu ifade ediyordu. Bu on yıllık
bağı çözüp, yeni bir gönül savaşına atılmak, bu güzel ve
özlü geçmişi unu tmak ona ölmek gibi bir şey geliyordu.
Ölümü düşünürüz, günün birinde öleceğimizi biliriz. Fa
kat, bu, bize yine muhal görünür. Muhal değilse bile, vakti,
zamanı tayin edilmeyecek kadar uzak ve bulanık bir akıbet
farzedilir. Aşkta da unutmak, vazgeçmek, ayrılmak fikri
böyledir. Bu kadar acıklı bir surette muhakkak ve bu kadar
zaaf ile imkansızdır.
Lakin, bir gün gelir, eskiden yoluna can vermeye hazır
olduğumuz sevgilinin solmuş yüzüne, çil basmış e llerine
bakarken "O bu muydu? Bunun için mi yıllarca yanıp tu
tuş-tum?" deriz. Hayatımızın en hazin anı budur. Çünkü ,
bu halet, biraz da bizim ihtiyarlığımızın işaretidir. Gönül
lerdeki o soğuk ürperiş, kışın, bize ilk üfleyişlerindendir.
Gözümüzün önünden bir hayal perdesi daha kalkmıştır.
Şu halde, Neşet Sabit'i böyle bir inkisara düşmekten bi-
213
raz da kendi gençliği kurtarıyor demektir. N i tekim, Selma
Hanım da otuz sekiz, otuz dokuz yaşına rağmen ken d i n i
hala ümit ve sevgi i le dolu hissetmek kudretini b u gençl ik
ten alıyordu. Zira, bu ]ouvence* kaynağın ı n suyu her ikisi
ne de yetecek kadar bo ldu. Hatta, her üçüne de . . . Her üçü
ne de mi? . .
Evet, k i m n e derse desin, Neşet Sabi t' i n Büyük Devlet Ti
yatrosu'ndaki genç artist kızla alakası günden güne göze
çarpacak bir mahiyet almaktadır. Selma Hamının kad ı nlık
duygusu kendi s i n i aldatmamıştı. Bu, o nda bellibaşlı bir
şüphe gi b i değil, b i r önceden seziş, bir ınalüın o l uş gibi
başlamıştı.
Gerç i , _ o piyes provası günleri nden bugüne kadar, o rtada,
ne bu münasebetin sıkiaşıp derinleşliğin e dair b i r alarnet
ne de herhangi birini ele verecek bir vaka vardı. Fakat Sel
ma Hamının içinde bir ses "Mutlaka bir şey olaca k ! " d iyor
du.
N i hayet bir gün, Ankara Stadiumu'nda kad ı n l ı erkekli
b i r yarış günüydü. Selma Hanımla N eşet Sabit, üç yüz met
re lik bir yaya koşu müsabakası için meyda ncia toplan ıp ha
kemle konuşan bir küme sporcuya bakarken genç adam
birdenbire yerinden fırladı. Selma Hanıma, telaşlı bir sesle
ancak: " Pardon, bir dakika yeri mi muhafaza e t . " d iyebi ldi.
Esrarlı bir cazibeye kapılmış veya sadece hipno tizma edil
m iş bir i nsan gibi nereye gittiğini söylemeksizin tribünün
basamaklarından aşağıya in meye başladı ve meydanın etra
fında b irikmiş kalabal ığı yararak sporcular kümesine yak
laştı. Aynı zamanda bunlar arasından bir tanesi ayrı ldı. Ne
şet Sabi t'e doğru yürüdü ve Selma Hanım, Neşet'e doğru
yürüyen bu yarı ç ıplak vücutlu genç kızda, Yıldız Han ımı,
Büyü k Devlet Tiyatrosu'ndaki artist kızı tanıdı . Bu hadise
nin onda uyandırdığı ilk tesir derin bir hayret oldu. Neşet
214
Sabi t, bu kadar uzaktan ve en az o n , o n beş kişilik b i r gru
bun iç inele birdenbire onu nasıl seçebil mişti? Bah usus k i ,
pek yakından bildiğimiz k i mseleri bile deniz banyosu l<ıya
feti nde veya pijama ile, ya da herhangi alışmadığımız bir
şekil ve hayrctle görünce tanımakta epeyce zorlu k çckcriz.
Nasıl oldu da, N eşet Sabit, en az, birkaç yüz metrelik bir
mesafeden, yüzünün h içbir çizgisi görünerneyen bu çıplak
bacaklı, çıplak kollu, başı leylaki bir mendille sarılı sporcu
kız siluetinde Yıldız'ı keşfetmişti? Hem de öyle bir sü r'atle,
öyle birdenbire ki . . .
Selma Hammda b u hayret uzun sürmed i . Yüreğine ani
bir ıstı rap çöktü. Hic,; o vakte kadar duymadığı bir u mut
suzluk , bir kasv.el, bir öyle tfı. canevinden burkuluş k i , c,; ı l
g ı n bir feryat i le haykırarak bulunduğu yere düşüp bay ı l
mamak i ç i n kendi üzerinde adeta insan gücünden üstün
bir kudret sarfına mecbur oldu. Benzi sapsarı kesilmiştİ ve
gözleri dimdik, oraya saplanıp kalmıştı.
Selma Hanım, o küçük narin sporcu s i l uetinin Y ı ldız o l
duğunu, ona mahsus bir baş ve gövde hareketinden anla
mıştı. Yoksa, bunun, uzaktan bir oğlan çocuğ�ndan h iç fa r
kı yoktu. N e göğüs, ne kalça . . . Öyle dümdüz, öyle fidan gi
bi bir kız vücudu ki, eski Yunan fresklerindeki Hermafrocli
ta bedenlerinin tam örneğidi r. İşte, ellerini arkasına doğru
götürüp göğsünü ileriye uzatıyo r ve başı hafifçe yana eğil
miş olarak N eşet Sabit'e bakıyor. Bu, onun mutad duruşla
rından biridir.
Sol memesinin üstünde bir .numero var. 14 m ü ? 1 6 m ı
pek belli olmuyor. Selma Hanım, güya bu vaziyette e n mü
him nokta huymuş gibi mutlaka o rakamı seçmeye çalışı
yor. Derken, kız, bulunduğu yerde bir topaç gibi döndü ve
elini, yine bir erkek çocuk tavriyle genç adama uzalip dc
minki arkadaşlarımn yanına gitti .
Neşet Sabit, yerine döndüğü vakit, halinde hiçbir fev ka-
215
Iade l i k yoktu. Karısına eğil i p sakin ve tabii bir sesle:
"Bu ko nuştuğum Yı ldız Hanımdı, dedi . "Sana, söyle m iş
miydi m , b il mem? P iyeste onun rolüne ait bazı tadi lat yapa
cağız. Yakti m olup b i r türlü tiyatroya kadar gidcmed i m .
Evini d e b ilmiyordum. Bu rada rastgel işim büyük b i r fı rsat
oldu.
Gerc,:i, Selma Hamının böyle bir şeyden haberi vardı. He
men bü tün tenkitçiler, piyesin bu noktasına dokunmuşlar
dı. Bu nokta da, genç kızın, b i r evlenme meselesinden do
layı babasiyle yaptığı münakaşada lüzumundan fazla u kala,
ş irret o luşu ve adeta eski usul melodra m lardaki tira tl a ra
benzer söyleyişi i d i .
Selma Hamının ağzından bir:
"Ya . . . n idası çıktı. Helecanını N eşet Sab i t'e belli etmek
istemiyordu . Bunun için de hiç ses çıkarmaması, oyunlada
meşgu l görünmesi , gözlerini kocasından kaçırınası laz ını
geliyordu. Zira, bir kelime söyleyecek olsa, N eşet Sab i t , se
sinin L itrediğini elerhal h issedecek; yüzünü o ndan yana çe
virse benzi n i n uçukluğunu, gözlerin i n içindeki yara lı mah
lük ıstı rabını mutlaka görecekti.
Şimd i , koşucular, kendi lerine tayin edilen hatta gitmiş
ler, sıraya dizilmişler, hareket işaretini bekliyorla rd ı . Bun
lar, dördü erkek, ikisi kadın o lmak üzere a ltı kişiyd i .
o güne kadar, spor alem inde kadınların erkeklerle yarışa
girişleri çok görül müştü. Fakat, bunların heps i , ya otomo
bil, ya motosiklet, ya b isiklet gibi daima bir makinalı aletin
yardımına dayanan yarışlard ı . Doğrudan doğruya bünyen i n
kend i gücüne dayanan sporlar arasında, b u n a , muhte l i t *
müsaba ka ların hemen i l k i nazar i y l e bakılabi l i rd i . On un
için halkta, bahusus kadınlarda, bu koşu , büyük bir hele
can ve alaka uyandırıyordu.
lşte, işaret verildi . Koşmaya başladılar. Biraz evve l , a n fi-
) Karına
216
tcatırcla, b i r mozai kten duvar gibi hareketsiz d uran i nsan
yığını birelenbire harekete geldi . Kaynaşmaya başladı. Tiz
feryatlar, boğuk ve kısık sayhalar yükseliyor, sank i , moza
i kten duvar bir zelzeleyle sarsı lıyordu.
"Yaşa. Yetiş ! .. Ha bre, ha b re ha! .. lşte , geçiyor, işte gcc:
ti ı . .
Fakat birinci gelen b i r erkekti v e Yıldız Hanım i kinci gel
mişti .
Selma , gözünün ucuyla Neşet Sab i t'e bakıyo rd u . Gene.;
adamın yüzünde, herhangi b i r seyi rcinin yüzü ndeki hclc
candan fazla bir şey yoktu. Hatta bu neticeye biraz da laka
yıt görünüyordu. Bir şey söylemiş olmak için:
"lki nci gel iş de yine bir muvaffakıyet;" dedi .
Selma Hanımın dudaktan arasından bir:
"Ya. . . nidası daha çıktı.
Bundan sonra bir bisiklet yarışı o ldu. Bu da kacl ı n l ı er
keld i idi. Selma Han ım, bunu da anlamayan gözlerle sey
retti . On seneden beri, ilk defa o larak böyle b i r kalabalık
içinde kendin i bu kadar yalnız ve alakasız hissediyordu. Ve
bu fena h is, onda, bir eski hasta lığın yeniden tepişini haber
veren bir sancı gibiydi.
Lakin, büyük bir i rade kudre t i , bir otosügjesion la* bunu
yenmeye çalışıyordu. Karşısında Ankara' n ın keskin pro fi l i ,
o nun her müşkül an ında olduğu gibi, b u sefer d e , b i r çetin
cııergi dersi hal inde dimdik duruyord u . Tepesi , hala, eski
kale duvariariyle çevril miş bu yalçın kaya , böğründen ku
leler gibi fışkıran beşer a l tışar katlı b i nalariyle bu manayı
her zamandan daha keskin bir tarzda i fade etmektc i d i .
Bu sırada anfi teatırdan bir alkış tufanıdır koptu. Herkes
bir ağızdan:
"Geçti, geçti, geçti. . . diye bağırıyordu v e b u sefer ya rış ı
kazanan b i r genç kızd ı . Acaba k i m ? Acaba k i m ? Selma Ha-
217
m m , e l i ndeki programa baktı.
(2) Orta sürat bisiklet yarışı ;
8 numero: N isan Hanım .
Çocuk gibi sevinc,:le gülerek ellerini c,:ırptı.
"Bu benim talebem. Benim talebcm , Neşet . . " dedi.
218
VII
219
diği gü n, yüreği yeniden zehirlenıneye başlamıştı.
Genç kızın kendilerine bu ilk ziyareti idi. Mümkün ol
duğu kadar resmi davranıyor; Selma Hanıma karşı, yaşını
başını almış bir ev salıibesine gösterilmesi lazım gelen hür
mette kusur etmiyordu. Hele Neşet Sabit'le muamelelerin
de zerre kadar laübalilik yo ktu . P iyesin değişecek tarafı
hakkında muharririn sayıp döktüğü mütaleaları bir talebe
nin hocasını d inleyişi gibi şahsiyetsiz, itirazsız d inliyor;
arada bir iyice anlayamadığı noktalara dair ancak kısa bir
kaç sual sormakta kalıyor, sonra, gene baştan ayağa sessiz
bir dikkat kesiliyordu.
Selma Hanım, içinden: "Ne sinsi kız, ne sinsi kız ! " diyor
du ve onun içyüzünü meydana vuracak u facık bir tavrını,
hareketini yakalayabilmek için, ikide bir, lüzumlu lüzum
suz, odadan dışarıya çıkıyor, biraz sonra adeta bir baskın
yapmak isteyen bir polis memuru maharetiyle ansızın içe
riye giriveriyordu.
Fakat bir türlü onları "cürmü meşhut" halinde yakalaya
madı . Hatta bir defasında odaya, öyle sessizce sakuluver
mişti ki, Yıldız, onun varlığından dakikalarca haberdar ola
mamış, birden, yanıbaşında sesini işitince "Ay, siz burada
mıydınız ! " diye yerinden sıçramıştı.
Selma Hanıma gene emniyet gelmedi. "Rol yapıyor. Bu
kız, gerçekten mükemmel bir sanatkar" dedi. Halbuki , Yıl
dız, sahne dışında dünyanın en sade, en tabii insanı idi.
Mesela , o gün , buraya gelmek için, üstüne başına ufacık bir
ihtimam bile göstermemişti. Arkasında oldukça kul lanıl
mış bir kurşuni kostüm tayyör ve ayaklarında kalın deri
den kısa ökçeli sport ayakkapları vardı. Ankara lifliğinden
bir koyu renk şanday, ta çenesinin altına kadar çıkan yaka
sı ve bileklerine kadar inen koliariyle gövdesini sımsıkı
kavramıştı. Kendiliğinden kıvırcık saçları aynı yünden, bir
elde örülmüş berenin kenarlarından ancak dışarıya çıkıyor-
220
du. D udaklarında ruj narnma h içbir şey yoktu . K i rp ikleri
ise hafifçe sürmeli idi.
Yıldız, Neşet Sabit'in yanından çıktıktan sonra gündelik
ekzersislerini yapmak üzere doğruca Stad i u ma gidecekti ve
belki , yalnız ona göre giyinmişti. Zaten , bu kızın, kendi sa
natından sonra en büyük aşkı , merakı sport i d i . Hatta deni
lebilir ki, çok defa onda spo rtun tiyatroya galebe çaldığı
oluyordu. Hele müsabaka mevsimleri gelince Yıldız, tiyat
rodaki vazi feleri n i büsbütün sermeye , rol lerini unutınaya
başiard ı.
Selma Hanım hayatta bu kadar oğlanı msı olan bu kızın,
sahneye çıkınca ne derece dişileştiğini iyi b i liyordu. Acaba
tabii hali bu mudur? Yo ksa o mudur? lşte, bunu bir türlü
halledemiyordu. Eğer, Yıldız'ın kadınlık duyusu lazım gel
d iği kadar kıvamında olmasa bütün o h u mmalı " maşuka"
ateşliliklerin i , o çılgın bakire taşkınhkla n n ı , o vefasız ca
nan işvelerini, o z i nacı kadın düzenbaziıkiarını o kadar sa
mimiyet ve muvaffakiyeLle nasıl , nasıl temsil edebilird i ? Bu
temiz yüz, b ı,ı saf ve berrak bakışlar, eğer gerçekten halis ve
masum b ir r u h u n aynası ise sahneye çıkınca b u bedene
başka bir ruh mu gelip otu ru yordu? Bu başkasının ruhu
mudur ki ona, etin o kötü ürperişlerin i , o sıtmah i h ti laçla
rını veriyord u ? D udaklarını aşı k ı n ı n duda k larına teslim
ederken canı ağzına gel miş gibi inim inim i nlemeyi bu ya
bancı ruhtan mı öğreniyordu?
O gün, Selma Hanım , Yıldız'ı yakından tetkik ede ede bu
sorgular zihninin içine öyle bi r ısrar ile saplanıp durdu k i ,
n i hayet kend i ni tutarnayıp genç kıza ded i :
" . . . Müsaade ederseniz size b i r ş e y soracağım. Gerç i , b u ,
b e n i m tarafıından fazla laubali b i r hareket olacak; fa kat,
o n u , sanatınız karşısında duyduğu m çocukça hayranlığa
bağışlayın ız. n
221
"Siz ki , bu kadar halis, lekesiz ve sağlam b i r karakte rsi
·k
niz. N asıl o luyor da bazı pcrvcr.� kadın tiplerin i o kad ar
muvaffakiyetic o kadar candan diyebileceğim bir alaka ilc
yapabi liyorsun uz ? "
Genç k ı z , gitm�k için ayakta, iki e l i n i n başparmakları n ı
bel i ndclü meşi n kayışa geçi r m iş du ruyord u. Açık, tem iz b i r
gülüşte güldü:
"Lakin Hanımefendi;" ded i , "böyle bir suali hemen her
artiste sorabilirsiniz. Mesela, filan aktör o kadar yufka yü
rekl i bir adamken nasıl o luyor da en ziyade katil ve zalim
tiplerinde muvaffak o luyor? F i la n aktör, fazilet ve i ffe t i n La
kendisi i ken en ziyade neden hep şerir, dolandırıcı ve ser
seri rollerinde kuvvetin i gösteriyor? Dahas ı var. Halkı en
çok gü ldü re n kornikierin çoğu b i rtakım mahzun m izaçlı
lardır. Bunun aksine, baz ı , b üyük Lragediacılar da hususi
hayatlarında, neşe l i , güleryüzlü, hoşsözlü adamiard ır. "
Yıldız, bunları söyleyerek yavaş yavaş kapıya doğru yü
rüyordu. Sel ma Han ım:
"Ne doğru . . . ded i .
Genç kız, bir e l i n e eldiveni ni geçirdi, öbürü n ü ev sah ip
lerine uzattı :
"Bu böyle . . . Fakat, neden böyle? lşte, meslek s ı rrı eleelik
leri şey, mutlaka bu olacak" dedi ve bir kahkaba salıvererek
kapıdan çıktı. Mercl ivenleri bi r kcld i k gibi sekerek in iyor
cl u .
Biraz sonra b i r küçük sporL otomobi l inin hırç ı n bir pa
tırtı ile harekete geldiği işi t i l d i . Selma Han ım , salona dön
müş, camııı arkas ından sokağa bakıyord u . Y ı lclız'ı ı ı , üstü
siyah ve seyrek bir el ikişle el i ki lmiş sarı gücleri eldivcnli e l
lerinin volana doğru uzandığını gördü.
"Ne canlı, ne kadar a k ı l l ı " diye mırılclandı.
Neşet Sabi t , salo n u n orLasında duruyor ve k utudan he-
222
n üz ald ığı bir sigarayı düşüneeli düşü neeli ağzına götürü
yord u.
"Ec, işte, bu yen i nes i l bu, işte tanı yeni nesil ; " d ed i .
"Kaç yaşında var ders i n ? "
"Oo, o lsun o l s u n , yi rmi i k i , y i r m i üç yaşında . . .
Sel ına Hanı m , Neşeı Sabit'in o n u , daha genç tah min et
mesini d i l iyo rdu. Ta ki, ara l a r ı n ciald yaş fa rkı , i k iel e b i r,
z i h n i n i k urcalayan o fe na i h tima l l er i büsbü t ü n i m ka nsız
kı lsın di ye . . . Lakin, Neşet Sabit'in Y ı l cl ız'a verd iği yaş , bu
i htimalleri imkans ıziaşıırmak şöyle dursu n , adeta, ıabii leş
t i riyord u . Z i ra , eğer, Y ı l d ı z , yirrni ü ç ü n d e ise Neşet Sa
bit'ten on iki, on üç yaş küçük denıekti. Otuz beşi ni henüz
geç m iş bir adamın yirmi üç yaş ı nda bir k ızla sevişınes inde
aklıselimi i n e i tecek h i ç b ir şey yok . Hal b u k i , b u tahm i ne
göre, Selma Hanım, Yı ldız'm hemen hemen anası olabi l i rd i .
B i r a n iı,)nde, bütün b u hesaplar, beyni nelen b i r şimşek
lı ışmiyle geçti. Sinirli bir tavırla N eşeı Sab it'e dö nüp:
"Öyle ise, onunla kend i aranda nereden bir nesil fa rkı ı,· ı
karıyorsu n ? " ded i .
" Gayet basi t . Bir defa Yıldız Hanı m , ben i m içinele büyü
d üğüm , tahsil imi yapıığım, gözümü aç ıp kendimi b i ldiği m
deviriere ait h içbir şey hatırlamıyor. Ne fese , ne kafesc, m·
223
o n u n yanında kalıyo rdu. Selma Ha n ı m , Neşet'le ke ndi ara
sı ndaki bu nesil birliği n i daha z iyade tebarüz ctti rmck isti
yormuş gibi:
"Se n , şimdi, bizim neslimizi b u nlardan daha geri mi bu
luyorsu n ? " dedi.
" Heyhat, bu yeni nesi l de b izim nesii m i z i n deri n l iği vok.
Çünki o , artık ele r i n i aramıyor. Aldığı ist ikam et ve h e r
g ü n biraz daha artan hızı b u n a manid ir. Biz, birtakım şaku
li"" i nsa n iard ı le Ha lbuki, b u n lar u fkidirlcr. * * Kuşlar gibi
u fkicli rler. Bun lara artık yürüyo r deni lemez. Uçuyorlar. Ka
natla hiç derine gidi l ir mi? Kanat, daima yükseğe ve uzağa
götüren uzuvclur. Yüksek, uzağa . . . Bak, şimd i , Yı ldız Ha
ıı ıın ço ktan Stad iuma vardı bile. Şu dakikada egze rs izlerini
yapıyor ve burada geç irdiği iki üç saati hiç akl ı ndan gcç i r
mi yor. Halbuki, biz, şu anda, karşı karşıya geç mişiz, o n un
felsefesi n i yapmakla meşgulüz . "
" Öyle ama, b u hayat, o n u n tadını ç ı karınakla o l d uğu bu
hayat bu felsefeden doğd u . Bu d ialektikten çıktı. Biz, düşü
nüp münakaşa etmese iclik, bugü n , ne Stadiuında n , ne Yıl
d ı z Han ım'da n , ne ele onun tiyatrosundan eser o lacakt ı . O
da bizi m gibi bir ıssız harab c n i n tozu toprağı içinele y ı p ra
nıp gidecekti. O, kendi varl ığı kadar, bu varlığa kıyın c ı \'C
ren şey lerin heps i n i de bize borçludur. Ye n i ncsile biz vü
cut verd i k. Onu b izim n esl i ıniz yarattı. Hem ele , ne milı
nctler, ne me- şakkatle r, ne tehlikeler mukabil incl e ; ne zo r,
ııc korku nç imtiha n lardan geçerek . . . Hayeli c a nı m ; bu ateş
tc piş m e m i ş olanlara ben nas ı l kendi mele n üstün insanlar
nazariyle bakabilirim ? "
"Eve t , biz clüşünclük. Biz, ta hayyül ettik, biz, iste d i k. Fa
ka t bizim düşüncemiz o n l a rda vaka; bizim haya l i miz on
larda hakikat; bizim isteğ i ın iz. o n larda iraele oldu. Onun
1 . 1 1 : 1\·
.224
için ye ni nesi l , bizden, yalnız daha bahtiyar deği l , bizden
daha kuvvetli bizden daha ileridir. Son ra, o ne sıhha ı , i k i
gözüm, o ne sıhha t ! . . O n e halis ruh v e beden ıaze liği! . .
Hangisi nde, b i z i kemire n i lletlerd e n b i r eser bulabilirs i n ?
Bizi h e m vücutça h e m ruhça h e m dimağca bir sü rü hasta
l ı klar kemirip d u rdu . Kemi k l erim iz ü s t ü n d e , e t i m iz b i r
yüktü. Muhayyeleıniz bir kara n l ı k çukurdu. Yüreğimiz, bir
azap ve e ndişe yuvası i d i . Bu kötü ve sakat makine, tabiatın
bize bahşettiği bütün güzel ve iyi şeyleri hemen bir şer ve
fesat u nsuru haline sokar ve o nlardan bizim sayısız felaket
lerimizin zehrin i çıkarırd ı . İçmeden sarhoş olaınazd ık. Ya
lan söylemeden sevnıes i n i bilemezdik ve herhangi b i r zev
k i ıı , günah mefhumunu katmad a n , tad ı n ı ç ı karamazd ı k .
Kötü kitaplar, kötü sinema fil mleri, k ö t ü danslar bir ge nci
daha yirmi yaşını bitirmedcn i l iğin e kadar çürümüş bir sc
fi h i n karanlık maneviyatma düşürüyor ve böyle bir gcnç
için hayatta bütü n temiz ve masum heyecan kay nakları da
ha ilk adımdan itibaren suyu nu çekiyordu.
Şimdiki ler böyle mi? Yen i kıymetiere göre teşekkül eden
bu cem iyet içinde anık fenal ığa ken d i l iğin d e n yer kalma
m ı ş t ı r. Ç ü n k i , e n ziyade mu hayye l e n i n ve b i n ae n a l c y h
teınbelliğin , işsizliği n , ne yapacağını b i lmemczliği n , yürek
s ı k ı n tı s ı n ı n mahsul ü o lan kötülük, bu aç ık, ayd ı n l ı k , hava
dar ve d i namik muhitte fi liz sürmeden kuruyup gid iyo r.
Demin buradan ç ı kıp giden kızın birtakım lubriqııe* hayal
ler kurmağa vakti var mı, sabahtan akşama kadar her saati
bir meşgu l iyeıle doludur ve sporlun rasyo nel usulleri saye
si nde onun b ünyesi gibi ahlakı da sıhhatli ve faz i l c ı l i b i r
in kişafa doğru feyz alıp gitmektedi r. "
Selma Hanım Neşet Sab i t'i artık büsbütün başka bi r ku
lakla d i n l i yordu. Onca, genç adam ı n bu uzun söz leri nden
çı karı l ması lazını gelen mana objektif olmaktan ziyade ta-
) Karanlık. k:ıs\TIIi.
225
mam iyle sübjekti fli. Selma Ha n ı m , eski Hurufiler ve Safiler
gibi kocas ı n ı n ağzmdan d ö k ü l e n k e l i m e l e r i n m anası n ı
doğrudan doğruya deği l , ancak, bir mecaz v e " l ücl eıı" per
clesi arkasından çı karmaya çalışıyordu .
Kend i kendine "Hele şu helecana, şu belagate bak! Tabii;
k i m el e n bahsed iyor ? " d iyordu . Selma H a n ı m a göre , b u ,
şi mdide n , Yıldız Hamının bir müdafaanamesi i d i . O , hal is
L i . O, safu . O, sıhhaLii idi. Onelan h içbir hata çı kması n ı n
i mkanı yoktu . Bütün kusu rla r, bütü n günahlar, b ü t ü n şer
ler ancak Sel ma Hanıma ve Selma Hanım yaşında olan lara
aitti. Maz i n i n bütün taaffü n ü * yal n ı z b u n la r ı n i ç i n e sin
mişli. Sah i , sah i ; hakkı va rd ı . Neşet'in hakkı vard ı. Maz i ,
bütün lekeleri , pasları , yosun tariyle maz i, o n u n içinele b i r
so nrasız ufunel·k ·k halinde i d i . Bunu, nasıl silmeli b u ndan
nasıl arınma l ı ? Bir genç kızın safiyeLine nasıl cl ö n ınel i ?
Za ten , Selma Han ı m , k e n d i haya t ı n d a b öy l e b i r saffe t
devrini hiç hatı rlanı ıyorcl u . O da, Neşet Sabit'in bahsettiği
o bozukdüzen cemiyerlerin bataklığı ncia vakt i n el e n evvel
ol muş, vaktinden evvel çürümüş yemişlerel e n biriyd i . Daha
on al tısına basmadan aklı bütün kötülükl ere eriyord u . Kü
çücük c i nsiyeti, daha çocukluktan henüz ç ı kmış ka l ı b ı n ı n
i ç i nele bir cerahatli çıbmı g i b i işliyordu. Evet, b ü t ü n bun lar
doğru , bütün b u n l a r doğru i d i . Fakat, N e.şet Sa b i t , y e n i
nes l i n bu illet lerel e n masun olduğunu nerden b i l iyordu?
Acaba , Yıld ız'da b u n u n bir tecrübes i n i mi yap m ışu?
( * ) Köt ü . p b . koku.
l ı lıılıap. yaıı�ı
226
VIII
227
rüya gördüğüne zahip oluyor; raka m lar, grafi k l e r o n u n
üzerinde fantasmagoria tesirini yapıyord u .
Bunların bazısı, nüfus sayısının artışını, okuyup yaz ınaz
lar sayısının azalışını , bazısı, zirai ve sınai istihsal temposu
nun hızını ; yol ve demiryol siyaseti n i n gelişmes i n i ; baz ısı ,
m illi servet seviyesinin yükselişin i , kültü r ve ilim sahas ın
daki m u h telif terakkileri gösteriyordu.
Bunlara göre, Türk milletinin senede yarım milyon arttı
ğına, memleketteki okuyup yazmazlar sayısının yüzde ona
ra , yüzde yirmişere indiğin e ; i s t ihsal k u dretinin h e r y ı l
otuz misli yü kseldiğine v e b ü t ü n Anadolu'n u n , bundan on
beş yıl evvel İsmet Paşa' n ı n söylediği gib i , gerçe kte n , bir
çelik ağ içine ahnelığına inanmak lazım geliyordu. Sel ma
Hanıının, istatistik rakamlarına ve resimlerine itimadı tam
olmamakla beraber bunların hakikate ne kadar yakın oldu
ğun u kendi çalışma sahasına ait bazı malümatla pekiyi ta
yin edebiliyordu.
Bundan başka, tatil devreleri, Selma Hanıma, memleket
içinde, bütün bu rakam , ç izgi ve boya halinde o kuduğu
şeyleri e lle tutulur gözle görülür, kulakla işitilir birer reali
te olarak tecrübeden geçirmek imkanını veriyordu . . . Çün
kü, her tatil devresi, Selma Hanım, N eşet Sabit'le b irlikte
Anadolu'-nun bir bölgesin i seçiyorlar ve orayı karış karış
tetkike koyuluyorlard ı . Eskiden , bir m i h n e t ve m eşakkat
kaynağı olan bu ülke içi seyahatleri , şimdi, yo lların güzelli
ği, nak il vasıtalarının rahatlığı ve varılan yerl e rdeki şen l ik
ve bayındırlık yüzünden o kadar hoş ve gönül a l ı c ı bir şey
olmuştu ki, i nsan, bu nlardan " Keşke, biraz daha sürseydi"
arzusiyle dönüyordu.
İradeli bir fen eli, ö nce, yurdun iktisadi haritasını çizıniş
ti. Bu haritaya göre, Anadolu mu htelif istihsal ını ntakaları
na ayrılmış ve her ınıntaka ahalisinin fonksionları muay
yen planlara göre tesb it edilmişti. Mesela, Orta A nad o l u ,
228
b i r ziraat sahası olmak hülyasını artık tamamiyle bırakmış,
geniş bir hayvancılık ve zanaat merkezi olmuştu. Bozkırı n,
orta yaylaları, cinsi ıslah edilmiş ve üretilmiş eski Ankara
keçileriyle , i klime uydurulmuş Merinos koyunlariyle o ka
dar dolmuştu ki , uzaktan bakan, göz, buraları yaz kış kar
larla örtülü tepeler zannederdi . Biraz yakma gidili nce bu
tepeterin kımıldandığı hissedilird i . Son ra , daha yakından ,
rüstai ve Tevrati manzara bütün azametiyle gözönüne seri-.
! i rd i . Kafaları , k a d i m Yu nan şairler i n i n k u ts a l l aş t ı rd ı ğı
"Pan " ın kafasını hatırlatan, fakat, gövdeleri Tiyh sahrasın
da yürüyen eski hakim ler·k gibi topukl�rına kadar y ü nl ü
örtü i le örtülü keçilerle muhteşem gerdanl ı , kal ı n , korkunç
boynuzlu koçların, bir mitolo j i k o rdunun kahramanları gi
bi yığın hal i nde yürüdükleri görülürdü.
Buraları, büyük devlet ç i ftl iklerinin geniş otlaklarıd ır.
Orta Anado l u'nun şayak ve kumaş fabrikalarına yün yetiş
t i ren , iğci tezgahları o sağlam, yumuşak ve s ıcak yü n leri n i ,
işte bu sürülerden tedarik eder. Ancak b u n lar sayesinded i r
k i , Türkiye'de, hakiki v e sanı imi manasiyle b i r yerli kumaş
sanay i i tesis edebildi ve gene bunlar sayesinded i r ki , ilk za
manlarda milli vasfı n ı taşıyan bu sanayiin bir nevi gümrük
kaçakçılığı ndan baş ka b i r şey o lmadığı a n l aşıld ı . O n u n
i ç i n , Selma Hanımla N eşet Sabit, bu havahcleki her seya
hatleri ncle, bu sürülere rasge l el i kleri vakit, genç adam, karı
sıııın kulağına eğilip ve parınağiyle sürüleri gösterip:
"Bizi h ileelen kurtaranlar. . . demekten kendini alamazd ı.
Devletin fenni ç i ftliklerinde, gene Orta Anadolu'nun yağ,
peyn i r ve et zanaatı için geniş ölç üele i nek ve sığır yetiş t i
r i l mektc idi. Fakat, b u mutaııtan malıluklara e n ç o k �arkı
Anado lu'da rasge l i n i rd i . Akşamüstü gü neş batarken, kara
çanı l ı yamaç lardan acayip bir çağlayan hışırtısiylc yerinine
·, Bilı_:ıııkr dusunürier.
229
dönen b i nlerce hayvandan mürekkep bu sürü leri , Sclma
Hanımın, adeta, destani bir heyecanla seyrettiği günler çok
olmuştur. Bu , ya bir otomobil yolculuğu esnası nda, birkaç
d a k i ka l ı k d u raklarında veya h u t da ü c ra b i r köyd e , bi r
.odu ncu kulübesinde misafir kaldı k ları saat iere ait tatlı inti
balardandır.
Selma Hanım, eskiden, tabiat ı , dağlık ve kırlık yerleri hiç
sevmezdi . Ona göre, tabiat demek, vahşilik, haşi nl i k, gari p
lik, ıssızlık, toz , toprak, çamur ve gübre demekti. Ona gö
re , tabiat, bundan on altı y ı l evvel Nazif'le beraber inebo
lu'dan Ankara'ya yaptıkları seyahat esnasında bir yayl ıdan
scyrelliği şeyler ve bunlarda çektiği zahmetler denıe kt i . Fa
kat o vakitten bu vakite kadar, Anadolu'nun, insan e l i değ
meyen bir noktası kalmamıştı. Uzaklar yakınlaşmış ; ço rak
lar yeş i l lenmiş; ocaklar tütmeye baş lam ıştı. Eskide n , bir
yolcu , bir köye yaklaşırken her biri bir kovuğa sinip sakla
nan köylüler, şimdi , civadanndan geçe nleri yol u n yarıs ın
dan gül e ryüzle karş ı lamaya çıkıyor: "Bize buyur maz ın ı �
s ı n ? " diye sesleniyordu v e bunlar, anık h i ç tezek yakmı
yordu. Kömür ve odun işini e n mode rn tekniğe göre e l i ne
a lmış olan Devlet, artık, bu tarihönces i , bu taşdevri ya kı ı
adc tin i , köyl ü nün başından aşarı, fesi, sarığı nasıl kald ı r
dıysa öyle kaldırmıştı. Onun için köylerde köy evlerinde
m isafi rlik e t mek, en ti t iz şehirliler için b i l e bir c i s ınani
azap o lmaktan çıkmış, Virgi lus'un Buholi h'leri ndcki kır sa
falan gibi bir şey o lmuştu.
Hele, Garbi Anadolu'nun köyleri, ovaları, bağla rı, bahçe
leriyle herhangi bir ileri Avrupa ü lkesinden hiç fa rkı kal
mamıştı. Çeşitli, seçme ve yüksek bir ziraat burayı beş on
yıl i ç i nde Fransa' nın P rovansa'sına çevirm işti ve bu ra n ı n
mahsu l leri artık eskisi gibi yalnız dışardan gelecek ın u ktc
dir, serseri tüccarın yo lunu gözetlemiyordu. Türkiye'nin iç
pazarları düzene gire l i ve bassa ten Orta Anadolu , bu mah-
230
su l tere, gen iş bir ölç üele müşteri olalı, Manisa'n ı n üzümü,
Ayd ın'ın inciri, artı k, ik iele bir çuvallarcla kurtlanmak ı c h li
kesi nclen kurtul muştu.
Sclnıa Hanım, yurclun bu zengin ve feyizli bö lges ine her
uğrayışı ncla yere kapanıp toprağı öpmek arzusu n u cluyarcl ı .
lı.; inclen "Güzel ülke, derd i ; " tevekkeli sen i n aclııı Mi l li ls
til<lal savaşııı ı n parolası o l maclıycl ı . Teve k k e l i , yıllarca sen in
hasret i n lc yanıp tutuşmaclıktı" ve ucu bucağı görünmeyen
yeşil bahçelerin gölgel i klerincle, bu son on altı, on yedi y ı l
lık hummalı öriırünü n b ü t ü n yorgun l u kla rını cli ncl i ri rcl i.
Yurt içindeki b u seya hatleri n elen A n kara'ya her clö n ü
şüncle, Sclma Hanım, kendis i n i , yal n ı z vücutça deği l , ruhça
da kuvvetlen miş, cl inç leşmiş h isseclercli. Hiçb i r ilaç, h içb i r
kü r, yaratıcı b i r i nkılap heyecanı içinele yaşayan bir me m l e
ketin havası kadar insana sıh hat ve şifa veremez. Sc lma Ha
mm, bu hakikati, her gün biraz daha iyi a n l ıyo rcl u ve her
yıl başında Enstitü'deki vazi fes i n c , geçen yıldan daha taze
bir şevkle sarıl ıyorcl u .
Zama n , böylece gel ip geçti; gel i p geç ti.
Bir se n e , N cşct Sabit' i n ro ma n ı Akad e m ya' n ın ı n ükafatıııı
kaza n d ı . Bu mükafat bede l i n i n bir kısmı b üyü k, sağlanı ve
rahat bir seyahat otomobili halinele i n k ı lap e t t i .
Başka bir yıl, Selma Han ımııı lstan � ul'claki i h tiyar babas ı
öldü. E ren köyü'ndeki köşktc yalnız kalan anası, A n kara'ya
gelip o n ların yan ına yerleşti.
B i r başka yıl , Yı ldız ken d isi gibi bir sporcu gençle evlen
d i . Bu genç, bir cüretl i kızak şamp iyo n u idi. Yıldız Hanı
ın ın düğünü bir parça da Selma Hanı mın düğü nü ol muştu.
Çünkü, son zama nlarda, bir sı tma nöbeti gib i ken d i n i sık
sık yakalayan , yiye n , kemiren e ndişcleri n i n , üzü n t ü le r i n i n
hepsi iıcleıı sıyrılmışt ı.
Hatta, bu yeni ı.;i rtlc b i r l i kte, kendi otomo b i l l e riyle b i r
Bursa seyah ati bile yap t ı l a r. Yıldız Ha n ı m , U l u dağ'da bir
231
teh l i keli kızak kazası geçird i . Bunlara b e nzer birkaç vaka ,
birkaç haclise daha . . . ve zaman , böylece gelip geçti , ge l i p
ge<; L i .
S e l m a Han ı m , ş imel i kırkıına. ş imeli k ı r k i k i m c basıyo
rum derken , nihayet, kırk beşini boylaclı ve bunu, bir gün ,
yine Anado lu içindeki seyahatlerelen birinelen dönelüğü sı
ralarda, masası n ın üstün ele b u l duğu bir büyük v e resmi
zarftan çı kard ığı tam i m, ona, çıplak ve heyecansız d i l iyle
haber verdi. Bu tamimcle, Cumhuriyet Halk Fırkası Kilibi
U m um i liği , ona, gelecek l lkteşrin so n u nda Türk Cumhuri
yetin i n yirminci y ı l ına basacağ ı n ı ve Selma Ha n ı ın ı ıı bu
bayram şerefine yapılacak şen iiiderin tert ip heyet lcrind c ıı
birine seç i ld iğin i bildiriyordu.
Bu tamimi okuyunca Sclma Hanı m ı n ilk d uyduğu tes i r
bir derin hayret o l d u . Yirm inci yıldö n ü m ü m ü ? Yo k can ı m ;
mu tlaka bir yanlışlık olacak ve gözlerin i malı z u n ınah z u ıı
karşısı nda, duvarda ası lı duran takvi m i n iri harf ve rakam
larına doğru çevi rd i :
l 942 . EYLÜL 1 5 .
Ve h e r harf, h e r rakam üstü nde ayrı ayrı durarak mı r ı l
cla nclı:
" 1 942. EYLÜL, 1 5 ! . .
13u nas ı l o l ur? D a h a , G azi ' n in o n u n c u y ı l d ö n ü m ü nde
söyled iği nutkun son ke l i meleri ku laklarında ç ı n lı yo r ·
" N e . . ın uu . . t l u . . Tür. . kü . . m . . eli . . ye . . ne . . .
n u n ları ve daha b u ndan evvelki leri kendi ke ndine tekra r
ediyor v e Gazi'nin tribünelen i leriye doğru uzanan p rn ri l i
sa nki biraz önce gö relüğü b i r şeymiş g i b i gözünün ö n ünde
du ruyor. Biraz önce Neşet' in e l i n i kavray ı p : "Şimd i , bay ı l a
cağı m . demişti . "Şi m d i , nerede ise bayılacağını . dem işti.
Ö ıı ü ııcle kaynaşan halk, a lay alay geçen aske rler, batarya lar,
bah riyeli lerin beyaz başlıkları ; izci ler ve her biri nin ayrı ay
rı <;eh releri ve havadaki dem ir, kayış kokuları ve nıcgarn-
232
nun iç inele büyüyen, devleşen sesler. . . bütün bunlar d e m i n
olmadı mı?
On y ı l ? Bunun üstünden on y ı l d a h a mı geçti? Bu on yı l ,
b u teker teker o n tane yıl birb iri ardısıra nereye gitti? N asıl
geç i p g i t t i ? H i ç haber verme d e n , böyle ses s i z c e , h ı rs ı z
adı mlariyle nereye sıvışlllar? Ve b izden neler çaldılar? Ne
ler a l ı p götürdüler?
Hiçbir şey, hiçbir şey. . . Bundan on yıl evvel Selma Han ı
m ın içinde ne varsa hepsi yerli yeri nde du ruyordu. Za man,
bir sel ise, bunla rdan bazılarını a l ı p sürü klcyecekti. B i r yel
ise bunları devirecek, altüst edece kti. Dir sinsi k u rt ise bun
ları için için kemirip aşınclıracaktı. Ama, işte , bunla rı n h iç
b i ri olmamıştı. Şu halde, zaman ınefhumunun hak iki ma
nası , zamanın gen;ek ölçüsü ne i d i ?
Sclına Han ı m , gözleri n i , duvardan masaya doğru i nd i rd i .
I k i e l i , d e m i n okuduğu kağıdın üstünde yanyana duruyor
du. Dcrileri pörsümüş, ç il l i , kuru ve zavallı iki el. . . lşte, ele
ğişen bun lard ı ; zamanın izleri sade bunlarda i d i .
"Bunlar ben i m elleriın değil. Bu nlar k i m i n elleri ? "
Se lma Hamının fildişi nden lekesiz, beyaz ve avuçların ın
içi toz pembe, uzu n , in ce parmaldı elleri vardı ve o n la r, es
ra re ngiz bir seyyale ilc canl ı idile r. Onları, N eşet Sabi t' i n
saçları arasına h e r sokuşu nda genç adamın sen ada l c l i v ü
cud u , san k i , bir elektrik ccreyanına tuLUimuş gibi t i t rerd i
Sclıııa I-lanını , malızun malızun gülümse d i :
"' La k i n , ded i ; " o n u n saçları da y e r ye r clökül üyo r, y e r
y e r ağarıyor. . . O da i hliyarl ıyor. . .
233
IX
\ '·) Aydııılaıına
234
fişekierin şimşekten kollan fezan ı n herhangi b i r no ktası na
uzanıyor; oraya, Türk l nk ı labının şiarları ııdan birini ateş
ten bir salir halinde çizip b ı rakıyordu ve b irkaç san iye son
ra bu salir dağı lıyor, kıvılcı mdan keli meleri teker teker hal
kın üstüne yağmaya başlarken i k i nci bir şimşek daha çakıp
başka bir noktaya, başka bir satır yaz ıyordu.
Caddelerdeki, takların her biri, bir yüksek sanal eseri idi
ve her biri, inkılap savaşı nın bir menkıbesini anlatıyo rdu .
Kimi b i r kule, kimi b i r köprü, kimi b i r kale kapısı şek l inele
yapı l mış bir taklar d izisinin en başında Ergcnekon masal ı n ı
temsil eden b i r allcgorik abiele duruyord u.
Halk, evvela bunun i ç i nelen geçiyor; sonra, sırasiyle M i lli
Tarihinin bütün mühim ınerhalelerini a d ı m adı m geçere k ,
n i hayet, Gazi Sarayının mermer eşiklerine varıyordu.
Şenlik, asıl bu no ktada mehabetli bir halk coşkun l uğu
şekl i n i alıyordu. Çünkü, muhtel i f kafi lel e r, burada biriki
yor, toplanıyor, kabanyo r; Homiros'un "bin b i r ses l i unsur''
dediği b i r poyrazl ı deniz manzaras ı n ı gösteriyo rd u.
Neşet Sabit'le Selma Ha n ı m ı n , Işıklar caddesi n in hemen
başında katıldı kları kafil e, olsa olsa b i n kişiden i barelti. Hu
kafile, Hakimiyeti M i l liye meydanına gelince, üç bine ç ı kt ı .
Gazi Bulvan n ı n ortalanna doğru beş b i n oldu. Çan kaya'ya
varınca, artı k, bü tün tepeyi bir engin o rman gibi kaplaya
ra k hep olduğu yerde sağdan sola, soldan sağa dalgalanma
ya başlad ı .
Hava , oldukça serin, halla e n i k o n u ayaza çevi rmiş ol
malda beraber, bütün bu bi nlerce insan ın vücud undan ı; ı
kan bir acayip hararet her yana bir ilkbahar ılıld ığı veriyo r
gibiydi. Bundan başka, bü tün vücutlar b irb irine o kadar
yapışmış, bütün soluklar b i rbirine o kadar karışın ı ş t ı k i ,
her fen ru hça olduğu g i b i bedence d e bütün şahsi cl uygu
larclaıı sıyrılmış ve on bin kişi bir adam, bir acianı on bin
kişi olm uşttı.
235
Bu muazzam akının, b u muazzam çalkanışın içinde h i c,;
kimse anık kendi hareket v e iradesine hakim deği ldi. Sel
ma Hamının göz leri , görülmeyen şeyleri görüyo rum sanan
bir cezbelinin gözleri gibi hudutsuz b i r bakışla açılmış, Ne
şet Sabit' in ko lunda bir somnambül yürüyüşüyle yürüyor
du. Yandan, a rkada n, önden muttası l iti l ip kakıld ığı n ı n ;
kah , i k i yabancı vücut arasında ezilircesine s ı lnşıp kaldığı
nın; kah , öne, kah arkaya doğru yürüdüğünün; kah ayakla
rının yerden kesilip uçar gibi olduğunu n ; kah susup, kah
bağırdığının farkında bile değildi. O, denizde bir dalga , or
manda bir yaprak ve dev yapı l ı bir erganunda bir ince telcl i .
Her zerresi milli aşkla elektrikleşmiş bir müstesna hava
içinde, bu mave rai aydınl ıklar arasında ve bu altın suyuna
baurılmış bir sonsuz tar i h tomarını andıran cadele üstü nde ,
Sclma Hanım , büyük ırkının ınehip* rüyasına dalm ışll :
Kendini, i l k Türk a k ı nlarını n b irinde, b i r ord u içinde.
uzun b i r zamandan beri yürüyor fa rzecl i yord u . Bu ord u ,
belki Asya'n ın göbeğinden, Uç Doğuya uzanan b i r gö<,; ve
fü tuhat kolu idi. Yüksek dağ tepelerini aşarak "Sarı ı rma
ğın suları" yeşil vadilere doğru i niyordu . Bu ord u , be l k i ,
Hi nd'i n engin ormanlarını kaplayacak olan dev dalgalı in
san nc hirierinden bi riyd i. Kardeşi, eşi , yo lclaşı Brahmaput
ra' n ı n , Sind' i n , Ganfın yam sıra homurdaya homurdaya sı
cak ve kuzgun elenizlere doğru akıp gidiyordu. Bu o rd u ,
belki d e , Ural dağiariyle Hazer arasından KaO<aslar'a, Kaf
kaslar'dan Karpatlar'a, Karpatlar'dan Tuna boyları na yol a l ı
yordu.
Hayır, bu ordu, dev gibi insan dalgaları, Yehova' nın nice
kaviınlcre vaded ip de bir türlü vermediği c e n n e t i o n u n
elinelen zorla alınaya koşuyordu. B u cennet, F ı ra t' la D i c
le'nin kol ları arasında bir güzel maşuka gibi seriJ i p yata n
ve Akdeniz'in tatlı tuzunu , bir yiğit bede nindeki teri emer-
l lcdıct l i
236
cesinc, her aşk mevsimi uzaktan u zağa sömüren ülkeler
meli kesidir. Belki, şimdi; belk i , şu anda bastıkları to prak
onun topraklarıdır. Belki, biraz sonra mavi Ege'nin aydın
lık u fu kları görünecektir. lşte , yeşil başlı adaların oyuk la
rındaki kaynakların şırıltıları işiti liyor. İşte , ak tenli ve ıs
lak saçlı Nenfeler, gülen ve kaval çalan boynuzlu i lahların
etrafında raksediyor. lşte, Truva'dan dönen ç ıplak p c h l i
vanlar; işte, periler, i ş t e c inler. . . Hey, sav u l u n ; b i z geliyo
ruz !
Selma Hanım, bu rüyaya öyle dalmıştı k i , az kalsın, için
den kopan bu nidayı dışarıya salıverecekti.
Tam bu sırada, bir yol dönemecinde, halk yığınlar ının
dalgaları üstünden , Gazi Sarayının ışıkları göründü. Sel ına
Hamının içinde bulunduğu kalabalık, artık, buradan daha
ile riye gidemiyor, bulunduğu noktada sağa sola gcnişliyor
du. Çünkü, arkadan, muttasıl, yeni insan dalgaları gel iyo r
du.
Neşet Sabit, Selma Hanıma:
"Yoruldun m u ? " dedi.
"Ne münasebet. Böyle, daha günlerce, aylarca yürüyebili
rim . "
Birden, yığında öne doğru b i r kımıldanış, b i r hamle ol
du. Binlerce insan, hep bir ağızdan:
"Gazi, Gazi, Gazi . . . " diye haykırdı.
Sarayın, göz kamaştırıcı bir ışıkla gündüz gibi aydınlan
mış taraçasına, yanında beş on arkadaşiyle Gazi'nin çıktığı
görülüyordu. Gerçi, buna görülmek demek biraz mübala
ğalı idi. Zira, bu kadar uzaktan, onu ancak şevk ve cuşiş
ten* bütün melekeleri yüz misline çıkmış böyle bir halkın
bakışı seçebilirdi.
Derken havada b i r ses duyuldu:
"Bayramınız kutlu olsun . "
( ·' ) Coşkuıılukıaıı.
237
Bu, Gazi'n in mikro fo nlardan akseden sesiyd i . Yığı n , hep
bir ağızdan cevap verdi :
"Senin bayramııı ku tlu olsun. Senin bayramın . . .
Gaz i , şimd i , yan ı n daki arkadaşiariyle beraber, taraça nın
ıa ön planına kadar ilerlemişt i . Durdu. Uzun bir müddet
dalgaları evi n i n eşikleri n i yalayan bu insan denizini seyreı
ı i . Sonra, ağızda duran birine eğilip so rdu:
·'Paşa m , acaba kaç bin kişi var, dersi niz ! "
M ikro fonlar, bu sözü de büyüiterek etrafa yaydılar.
"Ön safıa üç dört bin kişi var, zannedcrim. Fakat, arka
dan, nı utıasıl geliyor, muuasıl geliyor. . .
B u sesi tanımamak mümkü n deği ldi. B u , İsmet Paşa'nın
göğüsten gelen sıcak ve dolgun sesiydi. Selma Han ımla N c
şet Sabit kadar, he rkes de bu sese aşinadır. Yığınlar:
"İşte, İsmet Paşa; işte, İsmet Paşa. . . diye çal kaland ı .
Başvekilin başı ö n e doğru uzandı. Kend ine mahsus sanı i
mi tav ı rlariyle e l i ni salladı .
Ön safıaki halk , şeflcrle bu kısa bayramiaşmadan sonra
yavaşça sağa doğru kayıyo r; arka caddelerden, bir o rdu gib i
i n t izamla aşağıya sarkıyordu. Böylece, b u on bin kişilik ka
labalık, beş yüzer ve biner kişilik kafileler hal inde Gazi Sa
rayının ta önüne kadar iledeyip i lerleyip çekiliyor ve yerle
rini arkadan gelen binlere b ırakıyordu.
Ye bu meddücezir tanyeri ağarıncaya kadar böyle devam
etti. Fakat, artık, dağılmak i ç i n Çankaya'dan şehre dönen
a l a y l a r, sab a h ı n yaklaş makta o l d u ğu n u h isse ı m iy o rd u .
Çünkü kızıldan pembeye, pembeden mora, mordan leyla
l<iye geçen renk ve ışık oyunları hala sönmemişti. Şimşek
ten kollar, hala gökyüzünde yazacak şeyler buluyor. Bun
dan başka, suni, beyaz bulut perdeleri üstünde e n taze ak
tüali ıe filmlerini çevirmekle olan havai sinemaların çarkla
rı da henüz durmamıştı. Asıl garibi hiç kimsede zerre ka
dar yorgunluk eseri yoktu.
238
Öyle ki, Selma Hanımla Neşet Sabit bile, artık, yüz kişi
den fazla olmayan bir iıi.san kümesi içinde kendi mahalle
lerine dönerken hala dolaşmak arzusunu duymakta idi ler.
Tam bu sırada, sokağın başından bir uzun izci a layı sö
kün etti. Bunlar, İstanbul'dan Ankara'ya yayan gelmiş o lan
genç lerdi . Ve gece erken yatıp, sabahleyin erkenden yola
ç ı k m ı ş b u l u nuyorlard ı . İstanbu l i z e i l e r i b ö y l e c e b ü tü n
Anadolu'-yu dolaşacaklardı .
Selma Han ı ın la Neşet Sab i t kenara çekilip bu dinç, gür
büz insan dizisine bir nevi hayranlık ve gıpta ile baktı lar.
İç lerinde yirmi yaşından fazla görünen yoktu. Kol ları d ir
sekierine kadar sığa l ı , gerdanları açık, sırtlarında yol çanta
ları , böğü rlerinde ınatralariyle şen şatır yürüyorlardı. Hep
si , bir ağızdan bir türkü tutturmuştu ve ta ö nde bir trampc
ta ile bir fifra bu türküye refakat ediyordu.
Bu genç alayı, bir i lkbaharda, bir kırlangıç kafi lesini an
d ı rıyordu ve insana o nlar gibi uzak mesafelerin, egzotik ü l
kelerin, sergüzeşt le d o l u yolculukların hasretini veriyordu.
Neşet Sabit'le Selma Hanrının ikisi birden bu hasretle tu
tuştu. Bu türküyü çağırarak, bu fi fra ile bu trampetanın ar
kasından, bu gençler arası nda yürümek, yürümek ; bir daha
dön mernek üzere, b i r daha bu maz i l eşen, bu yığın yığın
hatıraların yüküyle ezi l e n hayat merhalesine d ö n m ernek
üzere , henüz görül memiş, henüz keşfe d il memiş u fuklara
doğru gitmek, gitmek, gitmek. . .
Fakat eyvah, ne Selma Hanım için n e N eşet Sabit için ar
tık buna imkan kalmamıştı. Onlar ne yaparlarsa yapsınlar
ne duyarlarsa duysun lar ne isterlerse istesin ler; o nlar artık,
bu şenl ik sabahının serinliğinde, henüz uyanıp yola ç ı kan
bu kaynak suyu gibi taze kafileye katılamazlard ı . Çünkü,
on lar, uzun bir yo lculuktan evlerine dönen toza toprağa
bulanmış iki seyyah idi. İçlerindeki nevalenin artık kuru
maya başladığı dağarcıklarını şöyle bir kenara b ı rakıp bere-
239
li ayaklarını ocağın ateşine uzatacakları zaman gelmişti .
Sel ma Hanım, o dakikada, belki, ken d i gibi son b i r genc,.:
lik rüyasına dalmış d uran N eşet Sab i t' i n ko lundan çekti.
Ağı r ağır, evlerine doğru yürüdü ler. Selma, apartma n ı n
merdivenlerinden çıkarken adamakıllı yorulmuş o ld uğunu
hissetti. Soluk alırken nefesi tükenir gib i oluyordu . Evleri
ne girdikleri zaman , içeride, çoktan gündüzdü . N eşet Sab i t ,
pardesüsü sırtında, şapkası başında kendi s i n i bir koltuğa
bıraktı:
"Of yorulmuşum," dedi. "Ama ne tatlı bir yorgu n luk ! "
Kadın , gözünün ucuyla erkeğe baktı. Onu, i l k defa ola
rak cüssesinin bütü n kusurlariyle görüyordu. Bacakları kü
çükleşmeye , o muzları kalın laşmaya, karnı büyü meye yüz
tutmuş ve s imasma b i r sahtiyan maske sertliği gelm işti .
Kendi kendine: " Zavallı yavrucak, zavallı yavrucak; o , artık
trampetalı kafileye katı lamaz." dedi. Sonra, dönüp sord u :
"Sana bir ıhlamur kaynatayım m ı ? "
"Fena olmaz, iyice ayaz vardı; üşüdü k . "
Uzaktan uzağa, şenlik sonunun dağınık sesleri işitiliyor
du.
S O N
240
Türk Edebiyatında Ankara
241
bekled iği heyecan ve alaka i l e bağlanınadığını gören Selma
Hanı m yavaş yavaş bir erkanı harp b i n başı nın ri kir ve h a re
ketlerine yak ı n l ı k d u yuyor. B i r i n c i k ısım b u ya k ı n l ı ğ ı n
kuvvetlenip Selma Han ı mı kendi cazibesine kaptırdığı bir
zamanda n i h ayetleniyor.
l k i n c i l<1sı m zaferel e n so n ra k i A n kara' d ı r. Ş i m d i Selma
Han ı mı eski b inbaşı ve mütekait mira lay Hakkı Bey i n karı
sı olarak görüyoruz. Yenişehir'de acai p zevksizliklerin kay
naştığı yeni b inalardan �i r i nde ve yen i b ir harp zengin i de
mek olan, şirket meclisi idare lerinde dolaşan ecnebi grup
larla kumusyon işleri yapmağa c,;alışan H � kkı Beyi n yeni si
masile tan ışıyo r. Bu sima o kadar değişm işti r ki, bunu Sel
ma Han ı m bile tanımakta güçlük çekiyor. Daima titiz b i r
i n kı lapc,;ı kalan asıl An kara'n ı n yanıbaşın d a i n kılabı, zaferi ,
ego isı b i r z ü m re n i n k e n d i hesa b ı n a i s t is mara c,; a l ı ş ma s ı
maddi refah i c,; inde ideal lerin tavsaması i k i n c i kısmın ınev
zuudur. Burada so n derece a lafrangalaşaıı bir Ye nişe h i r ve
242
miyen bu derdi bu muhitten kendini söküp atmakla kök
ten tedavi ediyor. Şimdi onu boyalı bir bala kadını o lmal<
tan çıkmış, içtimal h izmetlerin en değeriisi o lan mual l i m l i
ğ e atı l mış görüyoruz.
Şimdi kitabın üçüncü kısmına gel iyoruz. Onuncu Cum
huriyet yılı şenliklerile " imtiyazsı z ; sınıfsız" bir m i llet mar
şile ve Gazi'nin büyük nutkile yen i bir devir açılıyor. Kü
çük zümrenin menfaatine dönen işler, yavaş ·yavaş bütün
halkın bütün köylünün m e n faati n e bir i s t i ka met a l ı yo r.
Her şeyde devlet nüfuz ve hakimiyeti, devletç i l i k takarrür
ediyor. Bütün büyük ticaret ve sanayi işleri bazı fertlerin
menfaatine bir vasıta o lmaktan ç ıkarak asır l ı k i h mallerin
yoksul bıraktığı yeni Türkiye'yi imar ve inşa işine yarıyan
bir memba oluyor. Bu üçüncü devrede artık ego ist b i r züm
ren i n zevkine ve menfaatine karşı şiddetli bir matbuat hü
cumu vardır. Tiyatro , şiir, edebiyat, karikatür, musiki hep
b ize yeni hayatı söylüyor. "Halkevleri" , " içtimal mükellefi
yet" teşkilatı b u yeni hayatın m i hrakları o lmuştur.
(. . . ) Büt ü n bu tahavvü l nası l o l muştur? " Şe O e r sağ ve
Türk m i l leti ayakta" o ldukça bunun böyle olmaması müm
kün müdür? Mil liyetperverlik bütün m i ll etin menfaa l i n i
düşünmekte n başka ne olab i l i r.
Cu mhuriyetin i k i nci on yılı zarfında olup biten şeyl er bi
z i ta içimizden sarıyor. Daha ziyade bu i ç ti mal ve bütün
halka şa m i l neticeler getiren yaratıcı faaliyete candan b i r iş
tirak duyuyoruz.
Romanda b i ri nci on y ı l l ı k Cumhuriyet devrinde A n ka
ra'nın maddi konfor peşinde koşan zümresi fazla y e r tut
muştur. Bu pürüz lerin biraz m üba legal ı b i r şeki lde tasvi r
edildiği söylenebilir. Fakat inkılapçı ve idealist b i r edeb iya
tın titizliği de herhalde davanın lehinedir. Hakikaten birin
li on yıl, vatanda eskilik ve geri l i k müessese lerinin sökül
mesi ve faaliyet sahasının hazırlanmasile geçti . tkinci on
243
yı ldadır k i , imtiyazsız, sınıfsız bir m i l let o l mak davası nı ta
hakkuk ettirmek kabi l olacaktır.
Yakup Kadri bu yeni eserile bu davanın en heyecanlı yol
c u larından b i ridir. Roman o l ma k itibari l e eser hakkında
söylenebil ecek şeyler beni alakadar etmez. Ben millet dava
sına Yakup Kadri'nin sanatkar kalemile yapılan bu hizmeti
yüksek b i r değerde görü y o r u m . Yap t ı ğım kısa h ü lfısada
eserin ne kadar ehemmiyetl i bir mevzuu o lduğunu göstcre
bi ldimse bu yazı maksadına varmış demektir.
C üzerine yayımlanan
eyh u n Atuf Kansu da, romanın üçüncü bas ımı
(Yön, 4 Aralık 1964) yazısın·
da, Ankara'yı halkç ı l ık temeline dayalı Atatürkçü b i r
bakış açısıyla değerlendirir. Bu neden le a s ı l birinci ve
ikinci bölümler üzerinde durur:
244
bir yaşıyan, çat kapı hayattan gelmiş insanlar. Ama roma
nın örgüsü o n larla işlenıned iği i ç i n , biz Selma Hanı nı ve
N eşet Sabit üzerinde duracağız. Bu iki Yak up Kadri kişisi
doğrudan doğruya yazarın yarattığı kişiler, devrimi n yarat
Lığı, devrimin yoğurduğu , devrimin çatışmas ı ndan doğa n
kişiler değ i l , d iyebi liriz ki Anadolu devriminin b i r Selma
Haıı ı m ı , bir N eşet SabiL'i o lsayd ı , devrim bu değin yozlaş
mazd ı . Atatürk'ün ö lümü i le birl i k t e , soluğunu da y i t i r
ınezdi. Devrimin bir Selına Hanımı h i ç olmamışllr. Sel nı a
Haıı ı nı ı n çaLışması yoktur devrimde. İstanbul'dan bir Se l
ma Han ı m ge l m i ş o l ab i l i r Kunu l u ş Savaşı A n ka ras ı n a ,
Hakkı Beyi d e sevmiş o labilir, Cebeci Hastahanesinde yara
lti ara bakmış o labi l i r. Ama bu Scl ma Hamın ı n toplumsal
gelişimi öyledir k i , o, romandaki gibi ikinci bölümdeki ça
Lışmayı yaşa ınamıştır. Hakkı Beyi -iş adam ı , çıkarc ı , gü nde
l i k adam- yapan Selma Hanımdır. Deği l , Hakkı Beyin yaşa
d ığı hayatla çatışmaya düşmek bu hayatı isteyen, zorlaya n ,
yapan o d u r : Se lma Hanı m d ı r. T ü r k devrimi n i n , Ya kup
Kadri'nin yarattığı bir Selma Hanımı yoktur. Bu Selma Ha
nımlar İstanbullardan gelmişler, iki üç y ı l Kurtu luş Savaşı
A n karasının sıkınuları n ı , acıları m kocalarıyla paylaşm ışlar,
ama, Cumhuriyet Ankarası ile birlikte hal ktan kopmuş bir
devrim burj uvazisinin yaraLılmasında kocalarına yard ım et
mişlerd i r. O Selma Hamıniarın hiçbir iç çatışmaları olma
mıştır: Apartmanlar, Galatasaray'-da okuyan çocuklar, ba
lolar, türlü ç ıkar oyu nları, giyim kuşam, hiç bir soruna ka
fa yarmadan Ye nişehir ded i koduları iç inde yaşamak, koca
ları nı türl ü çı kar işlerine sürmek, halktan ayrılmak, bu ye
ni devrim burjuvazisi kadınlarının onakhk ettiği bir haya
tın belirli ögeleri o lmuştur. Bir Neşet Sabit de yaşamamış
tır. Türk Devriminin Neşet Sabitleri de Yoktur. (Bir Ya kup
Kadri's i , b i r F a l i h R ı fkı'sı e l be ı te vard ı r, o n lar dev r i m i n
içinded irler. ) Ama h a l k mahal lelerinde oturan v e devrimi
245
halka bağlamak isteyen N eşet Sabitleri yoktu r devri m i n .
Bir i k i Mustafa Kemal c i yazar d ışında, devrimin yazar kad
rosu, İstanbul'dan gelmiş oportünistler alayı i l e doldurul
muştur. Yola bu gerçekten ç ıkarsak, romanın, "Ankara"n ı n
çatışmasını daha iyi anlarız. Neden b u roman, düşsel birta
kım çatışmalar yaratarak, devrimin eleştirisini vermektedir,
anlarız.
Daha l 9 2 l 'de Anado l u ö lü m k a lı m savaşları veri rke n ,
Aktepe'-de b i r k ı r gez intis inde, Vek i l i , b i r dere k ıyısında:
"Söyleyin, ne farkı var buranın Göksu'dan? " der. Vekil bey,
Ankara'dan uzaklardadır, aklı ve gönlü İstanbul'dadır. Sel
ma Hanım N eşet Sabit'i bu kır gezintisinde tanır. Neşet Sa
bit, Vek i l beyin buram buram Osmanl ı kokan b u İsta nbul
özlemi karşısında: "Hep İstanbu l , hep İstanbul has re li .. Her
ned ense , bundan sıyrılmak bir türlü mümkün o lmuyor"
der. Selma Hanım da bu deri n sıla hastalığı içindedir. O da
kendis i n i Ankara'da yalnız duymaktadı r. N eşet Sabit' i n şu
sözleri -belki bir avuç devrimcinin duyguları ve sözleridi r
düşsel sözlerdir:
"lstan bu l'un her hangi bir mahallesinde, bir evi n i ç i nde,
her hangi bir genç adam ki, gündelik hayatın kayg ıları ve
isti kbale ait kısır tasavvurlar i ç i nde bocalayıp durur. Hal
buki, şimdi , burada, vatanın b irtakım yeni şeyler kaynıyan
göbeğinde, bütün bir milletin ıstırabiyle yaşıyan ve bu ıstı
rabı n içinde pişen bir bahtiyarım. Her sabah uya n ı nca - i na
nır mısın ız- Ankara'da b u lunmanın şerefini duyarı m. Bura
da her sabah , benimle beraber bir m i l let uyanıyor ve kend i
sini selamete götürecek olan kahramanın başı ucunda , gü
lümsiyerek durduğunu görüyor. tık defa o larak, ö m rümde
i l k defa o larak, burada kendi e l i mde n , kendi kanım dan ,
kendi cevherimden bir cemaat içinele yaşadığı m ı hissediyo
rum . . . Haydi canı m , burayı G ö ksu'ya benzetrnek b i r k ü fü r
dür. Burası 1 9 2 1 'de Ankara'nın yanı baş ında akan b ir dere
246
kenarıdır. 1 9 2 1 Ankarası, Hanımefendi , dört beş yıl sonra
bu bas it cümle, size kitabı m ukaddesten bir satır gibi gele
cek, ve buna karışmış olmak size hayatınızın yegane mana
sı gibi görünecek."
Bu düşsel kişi, Kurtuluş Savaşı Ankarasında gömülür ka
lır, ve Yakup Kadri'nin çatışmasını sürdürebilmek iı,· i n ye
niden , devrim bu rjuvaz is i içinde, 1 926'1 arda fa lan ortaya
ç ı kar: Selma Hamın ı n yeni bir çatışması n ı alevieneli rmek
içi n . Ye ni bi r çalışması n ı diyoruz. Kurtuluş Savaşı Ankara
sında da Selma Hanım çalışmalar içinded ir. Ankara'ya ısı
namaz ve U l usal Kurtul uş Savaşının b i l i ncine bir türlü va
ramaz. Buradaki çatışma oldukça gerçekçidir. N eden ki, bu
çatışmayı bir erkek besler: Bu , bir Kurtuluş Savaşçısı Bin
başı Hakkı Beydir. Çatışmaya, Selma Han ım "aşk" yo lu ilc
girer ve bu "aşk" yolu ile, kendisini " Ku rtuluş Savaşı" için
de, Ya kup Kadri'nin deyimiyle M illi Mücadele ruh u " n u n
içinde bulur. Kurtuluş Savaşı bilinci değildir o n u n varl ığı:
Hakkı Bey aracı l ığıyla, onun kişil iği ile ısı n ı r o savaşa, b i r
cl uygulu ortaklı ktır bu, b i r aşk ödentisidir. A m a n e o lu rsa
olsun, bu ateş yanığı Hakkı Bey yoluyla o , kendis i n i Kurtu
luş Savaşma adar. Kocası , Sakarya Savaşı sırası nda, can ı n ı
ku rtarmak için An kara'dan kaçarke n , o Selma Hanım Kur
tuluş Savaşı Ankarasında "bir gön ü l l ü hemş i re olarak" ka
l ı r. "Bu devir Selma Han ım için, yalnız karı l ı k koca lık ba kı
mından değil , fi kirce·; h isce bütün benliğine şamil bir i n k ı
labın kaynağı oldu. N azif'ten ayrılcl ı kça An kara'ya, A n ka
ra' n ı n i fade ettiği milli manaya bağlı lığı artıyo rd u . M i lli
Mücad ele r u h u , Yakup Kad ri'nin çizd iği tabloda Çanka
ya' n ı n çevresinele toplanan , Hakkı Bey ler gibi subayların
Kurtuluş Savaşı ruhunu cleyiml iyor.. Bu bölümde konu Sel
ma Hanım açısından a l ı ndığı için savaşı n halkçı çizgi leri
çizilmiyor. I kinci bölüm, Sel ımı Han ı m ları n , Hakkı Bcylc
rin "devrim Ankarası"dır. Bu bölüme halktan kopmuş Ye-
247
nişeli i r de diyebiliriz. Bu bölümde "devrim bu�j uvazisi'' n in
e leşti risini gö rüyoruz. Neden " M i l li M ücadel ec i " B i nbaşı
Hakkı Bey, d ev rim A nkarası nda hızla yaziaşarak işa d a m ı
nıonclc.n bir e m e k l i albay oluyor? Selma burada düşsel bi r
c,:atışnı a n ı n s i mgesidir. Asl ında, d ediğimiz gibi, Sclnı a Ha
n ı nılar, bu ortamı beğeniyo rlar, kabull e n iyorlar, b i r çatış ma
olsaydı ic,:lerinde, devrim böyle hızla yozlaşmaz, halkc,:ı bir
kurtu luş savaşı bir devrim burj uvazisi n i n ellerinde hal ktan
kopmaz, o sapsağ i a m Binbaşı Hakkı Bey, baladan bal oya
koşan işadam ı , aracı eme k l i albay Hak k ı Beyefendi ha line
gel mezel i.
Bu devrim bu�juvazisi n i n ögel erin i yer yer şöyl e bel i rti
yo r Ya kup Kadri : Mande n l i k iddiası, giyim kuşanı yarı ş ı ,
balolar, hal k-ayd ı n ayrıl ığı , Beyoğlu beğe n is i , Şark salon la
rı, lüks bir eşya yerine geçen kad ı n . "Eski M i l li Mücaclcle
cilercle n baz ı ları gibi Hakkı Bey i c,: i n ele kıyafet değişnı işti.
Bir Av ru palı gibi giy i n i p süslenmek, b i r Avrupa l ı gibi dan
setnıek , b i r Avrupalı gibi yaşayıp eğlenmek ve hele bu idd i
ada Avrupalılar nezd i n d e , Avrupa l ı lar aras ı nda m uvaffa k
ol mak bunlara büyük bir zafer kazanmak kadar ehe m m i
yetli görü nüyordu . (Bu devrim burjuvazisi, demokrasi d c
neınesiyle, tam kö ksüz b i r burj uvaziye, zoraki yap ma bu r
juvaziye dönüşecekti: Avrupa l ı o l m an ı n yerin i , başka b i r
ülke alacaktı. Amerikalı o l ma k , Ameri kalı g i b i yaşa m a k ,
kişi l i ksiz, yapma burjuvaz i n i n yaşama ülküsü haline gclc
cckt i . )
P e k i devrim, "Milli Mücadele ruhu" n u neden yitirdi? Bu
soruya deri n , topl umsal bir yan ı t b u l ma k o la na ksız ro man
da. Yalnız, An kara Palasla balo verili rken , d ışarıdaki hal k ı n
konuşınalarını yansıtan parc,:a bu "devrimdeki e ksi kliği n " i p
uc,:ları nı verebilir. "De m i n ote l i n merdivcnlerin d e n ç ıkarken
tuhaf bir baş dönmesi hissettim. Bana öyle geldi k i , ayağımı
bastığım her basamak, halkla benim ararndaki uçurumu bir
248
parça daha derinleştiriyor. Ters yüzü geri dönüp a rkaında
bıraktığını bu uçuruma atı lmak isted im: ta ki onlara karışa
yım ve içinde bulunduğumuz bu suni alemi, o n ların arasın
dan, on ların gözüyle uzaktan seyrecleyim . . . diye . .
Bu söz ler N eşet Sabit'i ndi. Selma Hamın ı n ikinci çat ış
ınası da, bu baloda bu sözleri dinledikten ve yı llar so nra
Ncşet Sabit ile i kiiKi kez karşı laştı ktan sonra başla r. " l n k ı
lap y ı l l ar ı ndan h issesine h i<; b ir şey düşmemiş o l a n " bu
gcrı:;ek devrimc i , bu ül kücü -düşse) Yakup Kadr i kişisi- ça
t ışmaları içinde Selın a Hanı m ı etkiler, Selma Hanım nası l
Hakkı Beye rastlayıp "Kurtuluş Savaş ı " na katı l ı rsa, bu se
fer, Neşet Sabi t'e duyduğu aşkla "çatışmas ı n ı n <;özüm yo l u
n u " o n u n düşüncelerinde, o n u n dostluğunda b u l u r. Ncşct
Sabit devrimi ve onun ge t i rdiği deği şi m l eri şöyle e leşti r
mekted i r: "Ben, i nkılabı hiç b i r zaman hayatın dış şekil leri
ni değişti rmek manasma a lmadım.
"Onun mi l li idealine göre vücut bulması lazım gelen ye
ni Türk cemiyetin i n üsiCıbu ne bu kerpiç duvarlar a rasın da
b i r ö rümcek gibi yaşayanlardan , ne de iğreti b i r elekor için
de kuru lmuş kuklalar gibi zıp layanlarclan örnek alab i l ird i .
" B i r şehrin i ı:; i n d e , haüa b i r şehrin i ki ya k ı n mahal l e s i
aras ın da" iki kesim hayat varsa "devrim o lmamış" demekti.
N eşet Sabit " M i l li Mücadele devrindeki sade , samimi ve
şiddetle şahs i , karakterli haya t " ı özlemle anıyorclu. Neşet
Sabit'in şu düşünceleri o düşsel kadının, Selma' nın iç çalış
masını alevlend i riyordu:
"Türk kadınları, çarşaf ve peı:;elerini işe gitmek, çalış mak
için daha kolaylık o l u r d iye ç ı karıp a tacaklardı. Onlar için
cemiyet hayatına atılmanın manası yalnız bu <;eşit salon cc
miyetlerine karışmak ol mayacaktı . Eve t , Türk kad ını , hür
riyetini dansetmek, tı rnaklar ı n ı boyamak, ve Rue ele la Pa
ix' i n kanuniarına esir bir sürü kukla olmak iı:;in deği l , yeni
Türkiye'nin kuruluşunda ve kalkınışında kendisine düşen
249
ciddi ve ağır vazifcyi görmek için isteyecekti, kullanacaktı.
Ye Türk erkekleri, garplılaşma hareke t i n i , Ta nzimat beyi
n i n garp perestliğiyle, alafranga lığıyla bir ayarcia tutm ıya
caktı. Türkiye' n i n kuru luşu ve kalkı nışı ! Devrimin anıacı
bu değil miydi? Ama nerede? N eşet Sab i t ' i n eleştirisi şu
ol uyord u : " Çalışmak. Fakat nerede? N ası l ? Şimdiki hayat,
hiç buna göre o rgan ize deği ldir. Çoğu arsa spckülasyo nla
rıyla, komisyonculukla, ınütea h h i t l ikle ve yahut bir ıakı ııı
yü ksek sinekü rlerle b irdenbire e n geniş maişet seviyesi ne
varmış i nsanlardan mürekkep b i r muhit. Selma, Neşeı Sa
bit'in devrimci üOemeleriyle, iç çatışması n ı n alevlendiğini
d uyuyor, çalışma!< istiyordu. "Kad ı nı n bir l ü ks eşyas ı n d a n ,
b i r faydasız süste n - n i hayet tutalım da- bir z e v k aletinden
fa rk ı neyd i ? Bu milli o l uş içinde ne gibi müspet bir ro l ü
vardı? Neye yarıyordu? N e yapıyord u ? " Devrim b u soruları
soracak insan lardan yoksu ndu , ve yozlaşan b i r devri m bur
j uvaz isi bu soruları sormak şöyle d u rs u n , durumunu " b i r
takı m spckülasyo nlarla" güc.:lendirme uğraşı ndayclı. Kurtu
luş Savaşı An karası ndan doğa gelişe ortaya " u l usal ateşi n
ısısı n ı " yitirmiş bir "buzdan şehir maketi" ç ıkmıştı.
Romanın burasında, Selma Ha nım Hakkı Bey'den ayrı l ı r
v e k e nd i ne bir iş bu larak çalışmaya başlar v e roman yen i
çatışması ndan Selma Han ı mı N eşet Sab it'in yan ı na koyar:
Bundan sonra onların yaşayacakl � rı hayat tam a n la m ıyla
bir düş olacaktır, roman ı n son bölümü: Devriınci bir düş.
250
yıl larında, Ankara'nın toplumsal yapısındaki ge lişınc lcri ,
M i l li Mücadele'ye katılmış y u rtsever ö nc ü te r i n zafe rele n
sonraki tutu mlarını göstermes i . Bunun i ç i n , yıllarca önce
o kuduğum roman ı bugün lerde yeniden okudum. (Re mzi
Kitabevi, Üçüncü baskı, 1 964) .
. . . Ankara, alabi ldiğine zay ı f bir roman. Ta mamıyla "şe
maLik" Bir "Atatürkçü" nün, M i l li Mücadele y ı l l a r ı n ı y ü
celtmesi o yıllarda hiç bir çıkar gözetmeksizi n yurtları için
çalışan kimi subayların ve po litikacıların, zaferelen sonra,
"sermaye çevreleriyle i l iş k i leri" ya da "arsa spekü lasyonu"
gib i , " taahhüt işi" gibi işlerle zenginleşmeleri; " i nkılap"a
boş vermeleri karşısı nda üzülmesi ... Bu kadarla kalsa iyi .
Ama Yakup Kadri , üçüncü bölümde, kendini üzen bu süre
c i n ekonomik-toplumsal -s iyasal nede-n le r i n e eğileceğinc
"hayal ettiği" Ankara'yı ve Türkiye'yi aniatmağa koyul uyor.
251
y ı l ları d ı r. Yakup Kadri, "An kara ve Türk i ye'yi hayal eder
ke n" öyle sanıyorum büyük ö lçüele "Kad ro"' hareketinden
etkilcnmişti r.
N i yazi Berkes, 200 Yıldır Neden Bowlıyonız'da şöyle
d i yo rd u : ·'Kemalizmin tal i hsizliği , devrimci liğin, henüz ge
ri yapısı değişmemiş bir topluma daha ileri b i r uygarl ığı n
gerektirdiği zih n iyeti yaz ı , kıyafet, takv i m , kanun gibi arac;
veya sonuc.; n i teliğinde o lan şeyl er yoluyla yerleştirme ola
rak a nlaşılması , arkadan gelen kuşaklara da böyle ta n ı t ı l
ınası o l d u . Atatürk'ün a s ı l başard ığı iş, topl umsal değişıııe
lcrin yapılması için gere k l i olan yeni hir yö nü ve o rtaın ı ac,;
nıak o l m uştur. Bu yöne dönüldü kten sonra topl umsal dc
ğişınelcr1 gerçekleşt irecek reformlar memleke t i n düşü n ü r
l c r i . i ktisatçıları ve hal kın ın Mec l ise yol ladığı tems il cil eri
tarafından plan ve kan u n larla başlatı laca k t ı r. " (s. 93) Ya
kup Kadri'nin hiç mi hic,· düşünmediği b i r şey ; "Hal k ı n ı n
Mecl ise yo l ladığı temsi lcile ri"
252
N az i f Bey i , Binbaşı Hakl< ı's ı , N eşet Sab i t' i , Selma Han ı m ı
hep aynı saftacl ırlar. idealist, mücadeleci, düşü ne n , h isse
den , hayal kura n , fcveranlı olan bu nesildc, eskinin yetiş
tirmesi oldukları için, korkulara, i rade zaanarına rastla n ı r.
Bununla beraber, yeni Türkiye'de gel işen hayata ve bu ha
yatııı yarattığı fı rsatiara göre bu neslin fertlerinde bazı deği
şiid i kler de olur.
Yeni açılan devi rele bunların iki istikametc ayrıld ığı gi'ı rü
lür: Sclına Hanım ve Neşct Sabit gibi bir kısım idealistler
hayatları n ı hala "Büyük Aksiyon"dan gelen u l viyetle besl i
yerek daima ileri hamleye haz ı r, yen i nin ve yurdu kalkın
dırmaya elveriş l i n i n peşi nele koşa rlar; eliğerleri ise (Uinbaşı
Hakkı gibi) sırtları ndaki ünifo rma ile b i r l i k te kend i l e r ini
sürüidiyen ruhu da ç ı karıp asarak, bir yandan şüpheli k;'ır
lar peşinde b i r yandan da kadın mec l islerinde eriyip gider
ler.
253
rerhan Oğuzka n , Yakup Kadri 'nin romanlarının ge
r nel değerlendirmesini yaparken (Y. K. Karaosma
noğlu, s. 11, 1968) yapıtları birbirine bağlayan konu
zincirinde Ankara'nın devrim yılları n ı kapsadığını belir
terek şu yargıya varır:
254
şı Hakkı Beyele toplanmaktadır. B u , inancın ateşli döne m i
dir.
A ma , çok geçm eden sad e l ikleri i nsana güven, rah a t l ı k
aşılayan insanlar, süs v e gösterişe kap ı l ıyor; "şatafatın, gös
terişi n , reklam ve parolanın hiç geçnıediği bir diyar" olan
An kara bütün bu niteliklerini yitiriyor. ( . .. ) Selma Haıunı
ruhunun çöküntü lerini Neşet Sabit'in a kı ll ı , devrimci ru
hunda ve yeni 1 942 "Ankara"sının y ü ksek havasında g i
de rme imkanını bulabiliyor ancak. . .
. . . Anluıra'da bir yazar " ben ruhumun m i l li muvazenesi n i
burada bulmaya gelmişlim" diyor. Zate n Selma Hanını da
"acemi bir i p cam baz ı gibi hep hayattaki muvazenesini ara
malda meşgu l "dür; a ma , o hiç bir kahramanın u laşanıadığı
bir dengeye Ankara'nın üçüncü aşamas ında, ye ni Ü topya
An kara'sında kavuşmuştur.
255
Genel Bi bliyografya
KiTAPLAR VE TEZLER
257
Kırc ı , Mustafa: Kara Bibik'ten Yaban'a Türk Roman ve Hikayesinde
Köy, DTCF Türkoloji Böl . , 1967
Kudret. Cevdet: Türk Edebiyatında Hikaye ve Roman, c. 2. 1970.
Kurdak u l , Şükra n : Çağdaş Türk Edebiyatı, Meşrutiyet Dönemi.
197 7
M utluay, Rauf: 1.00 Soruda Çağdaş Türk Edebiyatı, 1973.
M utluay, Rauf: 5 0 Yılın Türk Edebiyatı, 1973.
Nayır, Y. Nabi : Edebiyatçalaramaz Konuşuyor, 1953.
Oğuzkan , A. Ferha n : Yakup Kadri Karaosmanoğlu, Hayatı ve Eseri .
i . Ü . Ed . Fak . Türkoloji Böl . , T. 149.
Oğuzkan , A . Ferh a n : Yakup Kadri Karaosmanoğlu, Hayatı-S anatı
Eseri. 2. bas . , 1968.
Onat. Ayten : Yakup Kadri'nin N ur Baba Romanında Eşya Mefhumu.
i . Ü. Ed. Fak. Türkoloji Böl . . T. 4 7 1 .
Özbilge, F . Rena n : Y. Kadri'nin Romanlarında Devirler, DTC F Türko
loji Böl . , 1964.
Özer. Orhan : Yakup Kadri'nin Romanlarında Devirler ve N esiller. i .
Ü . Ed. Fak. Türkoloji Böl . , T. 452.
Özön. M . Nihat: Metinlerle Muasır Türk Edebiyatı Tarihi , 2 . bas ..
1943.
Özön. M. Nihat: Son Asır Türk Edebiyatı Tarihi, 194 1 .
Sevük, i . Habi b : Tanzimattan beri ı , Edebiyat Tarihi. 194 2 .
S i m ş i r, Sevgi: Y . K . Karaosmanoğlu'nun Romanlarında Temalar.
DTCF Türkoloji Böl . , 1965,
Taner, R . , Bezirc i , A . : Seçme Romanlar, 1973.
Tanpınar, A. Hamd i : Edebiyat Üzerine Makaleler. 1969.
Ünaydın , R . Eşref: Diyorlar ki . 1918, 2 . bas . , 1972.
Yakar, Aytekin: Türk Romanda Milli Mücadele. 1973.
Yüce l . Hasan Ali: Edebiyat Tarihimizden 1 , 1957
Adıvar. Hal ide Edip: " Edebiyatımızın Son S i ma ları ve Safhaları " Bü
yük Mecmua, c. 1 . s . 4 , 1919.
258
Adıvar, Halide Edip: "Nur Baba " , lkdam, s. 9096 , 1922.
Adıvar, Hal ide Edip: " Yakup Kadri Bey'e , " lkdam, s. 9067 , 1922.
Haşım Ahmet: " Nur Baba M ünasebetiyl e , " Akşam, s . 1305 , 1922.
Akbal , Oktay: "Yaban " , Cumhuriyet, 1 2 . 3 . 1977
Akyüz. Kenan: " M odern Türk Edebiyatının Ana Ç izgileri , TürkoloJi
Dergisi, c. l l , s. 1, Ank. 1971.
Altunya, Hüseyi n : " Yaban , " Türk Dili, s . 306, 1977
And, Metin : " Y. K. Karaosmanoğlu'nun " S ağana k " ı , Türk Dili, s .
2 7 8 , 1974.
Arısoy, M. Sunullah: ··y_ K. Karaosmanoğlu , Akls, s. 358, 196 1 .
Arı soy, M . Sunu ll ah : "Y.K. 8 3 . Yaşınd a " , Panorama, s .62, 1970.
Arısoy, M. Sunul l a h : " Eskimeyen Bir Yazar, '' Panorama, s. 1 1 2 ,
197 1 .
Arısoy. M . Sunullah: "Panoram a , " Panorama, s . 134, 197 1 .
Ata (Ataç) , Nurullah: " Erenlerin Bağından , " Dergah, c . 2 , s . 1 7 ,
1922.
Ayda , Adile: " Atatürk" , Cumhuriyet, s . 8051 , 1974.
Ayda, Adile: "Yakup Kadri Karaosmanoğlu Hakkında, Cumhuriyet.
Ayda , Adile: "Yakup Kadri lle Mülakat , " Türk Edebiyatı, c. 3, s . 32.
1974.
Aydemir, Ş . Süreyya : "Yaban , " Kadro, s . 18, 1933.
Aydemir, Ş . Süreyya: " Yakup Kadri Karaosmanoğl u , Cumhuriyet,
1 6 . 1 2 . 1974.
Baydar, M ustafa: "Yakup Kadri lle Konuşma,'' Varlık, s . 762, 1971.
Baydar, M u stafa: " Karaosmanoğl u , "Nur Baba " , Rıza Nur ve " Ata·
t ü r k " Üzerine A ç ı k l a m a l a r Ya p ıyor, " Milliyet S anat, s . 1 1 1 ,
20.12.1974.
Baydar, Nasuhi : " Yaban , " Yücel, s . 85-86-87 , 1942.
Beyatlı , Yahya Kemal: " Ü ç Tepe , '' Dergah, s . 1 , 1921.
Bingöl , Necdet: "Yakup Kadri 'nin Romanlarında Fransız Realist ve
Natüralistlerinin Tesirleri , " DTCF Dergisi, c . 3, s . 49, 1944.
Binyazar, Adnan: " Y. K . K . 'yla Atatürkçülük Üzerine Bir Kon u ş m a ,
Türk Dili, s . 2 1 8 , 1969.
259
Bi nyazar, Adnan: "Yakup Kadri Karaosmanoğlu lle B i r Konuşma,
Vc;�rlık, s . 775, 1972.
Bornovalı, Lütfü : " Yaban," Hareket, 1 . 1 2 . 1942.
Burdu rl u , 1. Zek i : " Sodom, Gomore'de Leyla ve Necdet, " Yeni Or
tam, 16.2.1975.
Bürün, Vecdi : " Yaban, Çınaraltı, s . 49, 1942.
Cemal, Ahmet: " Sodom ve Gomore "nin Kal ıcılığı Üzerine, Yeni Or
tam, 5 . 1 . 1975.
Çağlar, B. Kema l : "Y. K. Karaosmanoğlu lle , " Yücel, s . 77, 1935.
(Bk. Tör).
Çongur, Rıdvan: " Y K. Karaosmanoğlu ile Konuşma, Ataç. s . 10,
.
1963.
D. A. : " Ik i Roman Okudum, " Yücel, s. 47, 1939.
Derviş , Suat: "Yaban , " Yeni Edebiyat, 5 . 1 0 . 1940.
Dizdaroğl u , Hikmet: " Bir Monografi , " Türk Dili, s . 105, 1960.
Dizdaroğlu, Hikmet: "Hüküm Gecesi," Türk Dili, 1 . 12. 1966.
Dizdaroğl u , Hikmet: " Sodom ve Gomore , " Türk Dili , 1 .8 . 1966.
Djinjiç, Slavolj ub: "Y. K. Karaosmanoğlu , " Türk Dili, 1 .8. 1966 .
Duru , Kazım Nami : "Yaban , " Ülkü, c. 3, 1933.
Dürder, Baha: "Bir Sürgün'e Dair, " Kalem, s . 5 , 1938.
( Ebcioğlu), H. Münir: "Y. Kadri lle Mülakat, Yedigün, s . 216, 1938.
Ediboğlu , Baki Süha: "Y. Kadri ile Bir Konuşma, " Vatan, 1 9 . 1 .1941.
Elçi n , Şükrü: "Atatürk, " Türk Kültürü, s . 1 3 , 1963.
Emre, Samih: " Hüküm Gecesi , " Yön, 2 .8 : 1966.
Emre, Sami h : " Sodom ve Gomore , " Yön, 2 5 . 3 . 1966 , (Samih Emre
Rauf Mutluay'ın takma adıdır) .
Enginün, Inci: "Ankara" Romanında Batılılaşma Mesele s i , " Milli Kül
tür, Mart-Nisan 1977
Erdoğan . Nuri : "85. Yaşgününde Yakup Kadri Karaosmanoğlu, Mil
liyet, 2 7 . 3 . 1974.
Erdoğa n , Nuri : " Yakup Kadri Bir I n s a n , Bir Savaşçıyd ı , Milliyet,
30. 1 2.1974.
Ertop, Konur: " Cumhuriyet Çağında Türk Roman ı , " Türk Dili Roman
260
Özel Sayısı, s. 154, 1964.
Felek, Burhan: "'Yakup Kadri Karaosmanoğlu , " Milliyet, 1 6 . 2 . 1974.
Naci , Fethi : " Kiralık Konak, Yeni Dergi, s . 4 7 , 1968. (Yazarın On
Türk Romanı adlı kitabına da alınmıştır).
(Gezgin ) Hakkı Süha: "Yakup Kadri , " Yeni Mecmua, 2 1 . 7 . 1939.
Gökalp, Ziya: " Muhasebe , " Yeni Mecmua, s . 84 , 1922.
Güngör, Selahattin : "Y. Kadri Bey'le Mülakat , " Yeni Mecmua, s. 6 7 .
1940.
(Güntekin) R. Nuri : " Yakup Kadri Bey'in Yeni Eseri , Hakimiyet-l Mil-
liye, 1932.
H ızlan, Doğan : "Yakup Kadri Göçtü , " Hürriyet, 1 4 . 1 2 . 1974.
I leri . Selim: " Kiralık Konak , " Yeni Ufuklar, s . 257, 197 5 .
i leri , Seli m : " Kiralık Konak, Yeni Ufuklar, s . 264, 1975.
i leri , Sel i m : "Yakup Kadri 'de Kona k , " Türk Dili, s . 281 , 1975.
I leri , Seli m : " Hakkı Celis'in Gönül Tari h i , " Yeni Dergi, Şubat 1975.
I leri , Selim: "Yaban " Üzerine, Türk Dili Türk Romanında Kurtuluş
S avaşı Özel S ayısı, s . 298, 1976.
işgüden, Tamer: "Y. Kadri'yi de Kaybettik," Cumhuriyet, 18.12. 1974.
Kabak l ı , Ahmet: " Panorama, " I stanbul, c . 2, s . 4 , 1965.
Kansu, Ceyhun Atuf: "Ankara , " Yön, 4 . 1 2 . 1964.
( Karaosmanoğlu), F L.: "Nur Baba , " Dergah, s . 26, 1922
( Karaosmanoğlu ) , F. L.: " Erenlerin Bağında , " Dergah, s . 20, 1922.
( Karaosmanoğlu), F. L.: " Kadınl ı k ve Kad ı n larımız, Yeni Mecmua,
s. 76, 1923.
Karaosmanoğl u , Yak u p Kadri : " Hüseyin C a h it Bey ' i n Te n kitleri ,
Yakup Kadri Bey'le Bir konuşma, s. 34, 1934.
Karaosmanoğl u , Yakup Kadri: " Panorama Roman ı n a Dair Notlar.
Cumhuriyet, 24.2.1952.
Karaosmanoğlu, Yakup Kadri: " Roman Üzerine Mektu p, Varlık, s .
382, 1952.
Karaosmanoğlu , Yakup Kadri: " Bi r Bektaşi Babasının Sergüzeşt i ,
Ulus, 2 7 . 4 . 1961.
Körükçü, Muhtar: "Y. Kadri 'nin Panoramas ı , " Varlık, s . 405 , 1954.
261
Körükçü, Muhtar: " Gerçek Bir Diplomat , " Varlık, 1 . 3 . 1956.
Körükçü , Muhtar: " Sodom ve Gomore , " Varlık, 1 . 7 . 1967
Kurda kul , Şükran: " Y. K. Karaosmanoğlu , " Milliyet Sanat Dergisi,
s. 1 1 1 , 20 . 12 . 1974.
Tekin, Man sur: "Ankara, Kadro, s . 28, 1934.
Rauf, Mehmet: "Sanat ve Ahlak," Servet-i Fünun, s. 1961, 22.10.1325.
Rauf, Mehmet: "Bir Serencam , " Şehbal, s . 99, 1 5 . 6 . 1330.
Menemencioğl u , M . : " Yakup Kadri Karaosmanoğl u Anlatıyor, " Var-
lık, s . 525, 1960.
Menemencioğl u , Nerm i n : " Sodom ve Gomore , " Yeni Dergi, Eylü l
1966 .
M utluay, Rauf: "Yaban, Dost, 1 . 10.196 1 .
M utluay, R auf: " N a i m Efendi Konağın Ö l ü m ü , Yeni Ufuklar, s .
203-204, 1966 .
M utluay, Rauf: "Ölümle Hesaplaşma, Cumhuriyet, 1 9 . 1 2 . 1974.
Rati p, Müfit: " Fecriati Encü men-i Edebisi Beya n n ames i , Servet-i
Fünun, s . 9 7 7 Fecriati H akkında, Servet-i Fünun, s . 990.
Necip: "Nur Baba Münasebetiyle," ileri, s . 1 536-1539-1542-1 547
1922 .
Otyam , Fikret: "Y. K. Karaosmanoğlu Anlatıyor, " Yeni Edebiyat, s. 2,
1969.
Ozansoy, H. Fahri: "Yakup Kadri , " Ümit, s. 16, 1921.
(Örik), Nahit Sırrı : " Roman ve H ikaye H akkında Bir Kalem Deneme-
s i " , istanbul. s. 53-54, 1933.
Özön, M. Nihat: " Bir Serencam, Ülkü, s . 46, 1943.
Özerdim, Sami N .. " Birkaç Yen i Kitap, Varlık, s . 668, 1966.
Pazarkaya, Yüksel: "" Yaban"ın iki Eğri s i , Varlık, s . 7 2 7 , 1968.
Sağdıç, Ozan: " Y. Kadri Karaosmanoğlu ile Bir Konuşma, Hayat, s.
53, 1964 .
Salihoğlu, Mehmet: " Y. K. Karaosmanoğlu'nun Son Kitabı , Türk Di
li, 1 . 3 . 1970.
Sevengil, K. Kemal: "Gençlik ve Edebiyat H atıraları , Bayrak, c. 18,
s. 62. 1970.
262
Sevük, Habib: "Yaban, Cumhuriyet, s . 5 704, 1940.
Tör, Vedat Nedim: " i şte Bir Roman , "Yaban " Kadro, s . 16, 1933.
7 5 , 1970.
Yalçı n , H üseyin Cahit: " Sodom ve Gomore , " Fikir Hareketleri, s. 50-
5 1 , 1934.
5 3 , 1934.
263
Yal ç ı n , H ü seyin Cahit: " Kiralık Konak, Fikir Hareketleri , s . 54,
1934.
Yalçın, Hüseyin Cahit: " U mumi Bir Bakış, Fikir Hareketleri, s . 58,
1934 .
264
F O T O i:i R A F ARA G Ü LER