You are on page 1of 159

KAŞAÔI

Ömer Seyfettin

Sadeleştiren
Serra Tüzün

Kapak Resmi
Akın Sarbay

Dizgi
Sevgi Gül

Yayını/ayan ©
Prizma Yayıncılık
Keresteciler Sitesi, Fatih Cad.
Yüksel Sok: 6/1
Merter - İstanbul

Baskı ve Cilt
Prizma Press
Web Ofset Baskı ve Cilt Tesisleri

Tel: 0212 637 48 02 - 637 45 90

Baskı Yeri ve Yılı


İstanbul 2006

Dağıtım
Doğan Gazetecilik AŞ
Doğan Medya Center Bağcılar 34204 İSTANBUL
Telefon: (O 212) 505 61 11
İÇİNDEKİLER

Ömer Seyfetti n'i n Yaşa m ı . . . . . . . . . . . . . . . 5


Kaşa ğ ı . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . 9

Topuz . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . 15
Forsa . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . 24
Diyet . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . 31

Çanakkale' den Sonra . . . . . . . . . . . . . . . . . 46


Bomba . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . 54
Kızıl E l ma Neresi . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . 68
Başını Vermeyen Şehit . . . . . . . . . . . . . . . . . 79

And . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . 93

M üjde . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . 103

H ü rriyet Gecesi . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . 108


Kütük . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . 119

Baharın Etkisi . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . 133

M iras . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . 148
Ö MER SEYFETTİ N'İN
YAŞAM!

Ömer Seyfettin, 28 Şubat 1884'te Balıkesir'in Gönen ilçe­


si nde doğdu ve i lköğrenimi ne orada başladı . Bi nbaşı olan ba­
basıyla g itti ğ i İ nebolu ve Ayazcık'ta kısa b i r s ü re okudu.
1892'de a n nesiyle birlikte İsta nbul' a geldi ve ilköğ renimini bu­
rada tamamladı . G i rdiği Eyüpsultan veteri ner okulunda n son­
ra Edirne Askeri Lisesi'nde okudu. İstan bul'da Harbiye Mekte­
b i n i 1903'te biti rerek teğmen rütbesiyle İzmir Redif Birliğinde
görev ald ı . 1907'de İzmi r Janda rma Okulunda öğ retmen oldu.
Meşrutiyet'ten son ra 1908'de üsteğmen ola rak Selanik'teki 3.
Ordu Merkezi'ne gönderi ldi . E rtesi yıl M akedo nya s ı n ı r ı ndaki
b i r köyde g ö revlendirild i . 1911'de orduda n ayrıla rak Selan ik'e
yerleşt i . Ba lka n Savaşı'n ı n başlamasıyla yeniden orduya çağ r ıl­
d ı . S ı rp ve Yuna n cephelerinde savaştı . 1913'te Yanga Kale­
si'ni n savunmasında Yun a nlıl a ra tutsak düştü. Serbest b ı rakı­
lınca İstanbul'a gelerek Kabataş Lisesinde öğ retmenliğe başla­
d ı . 1917-1918 yılla rında İ Ü 'de kurula n Tetkik-i l isa n iye E ncüme­
ni (Dil İnceleme Komisyonu) üyeliğ i nde bulundu. 35 yaşında
-5-
şeker hastalığına ya kalandı. 6 Mart 1920'de İstanbul'da öl­
dü.
Kısa öykü türünün ilk başarılı örneklerini veren ve dilde
sadeleşme hareketinin öncül üğünü ya pmış olan Ömen
Seyfettin yazıya şiirle başladı. İ l k şiiri "Hissi-i Müncem id"
1900'de Mecmua-i Edebiyye'de, ilk öyküsü 'ihtiyarın Tenez­
zü" ise Sabah gazetesinde 1902'de yayı mlandı. Edirne'de
öğrenciyken yazmaya başlayan yazar, İzmir ve Ma kedon­
ya'da bulunduğu sı rada çeşitli dergilere şiir, öykü ve maka­
le yazdı. Asıl ününü Genç Kalemler dergisindeki yazıla rıyla
yaptı . Derginin ilk sayısında yayı mladığı "Yeni Lisan" başlık­
lı i mzasız makalesi Milli Edebiyat a kı mının başlangıcı sayıl­
dı. Halkn konuştuğu dille, anlaşılır, ya lın anlatımıyla yazdı­
ğı kısa öykü leri, Ali Canip Yöntem ve Ziya Gökal p'in yürüt­
tükleri Milli Edebiyat akımının başarılı örnekleri old u.
O yı l l a rda Osmancı l ı k, batı cı l ı k, Tü rkçü l ü k g i bi a kım­
lar ta rtışılıyord u . U lu şç u , h a l ka doğ ru yönelişler a ğ ı rl ı k
kazanıyord u . B u na koşu t ola ra k edebiyatta da "ulusal
kayna kla ra dönme" d ü ş ü ncesi yayg ınlaşmaya başla d ı .
Tanzima t'tan beri s ü regelen "dilde sadeleşme" bu dü­
şünce ile benimsend i . İ şte Ömer Seyfettin, makaleleriy­
l e h a lkın a nlaya ca ğ ı bir d i l l e yazmayı savunu rken öykü­
leriyle de bu doğ rultuda örnekler vermiş old u . Bu yı l l a r­
d a Ömer Seyfettin'in etkilendiği ve beslendiği kaynak­
l a ra eğ ildiğimizde; Ziya Göka l p'in yanınd a , İzmir'de Ba­
ha Tefvik, Mehmet Necip, Yakup Kadri, Şehabettin S ü­
leyman g i bi yaza rlarla i l işki ku rmasının düşün d ü nyası-
-6-
nı zenginleşti rdiğini görmekteyiz . Fra nsız edebiyatın ı
izlemiş, M a u pa ssa nt, E m i l Zola'dan etki lenmişti r.
1909-1913'te Makedonya'da ki, Balkanlar'daki ulusal kur­
tuluş mücadelelerini yakından görmesi, onun ulusal bilince
ulaşma düşüncesini oluşturmuştur. Bu yıllarda Türkçülük
anlayışını destekleyen öyküler yazmıştır.
1917-1920 yılları nda yazdığı öykülerde toplu m sal
eleştiri ve taşlama vardır. S o n dönem öykülerinde ise gül­
meceye ağırlık verd i .
Ömer Seyfetti n öykü lerinde "beti mleme ve ru hsal
çözümlemelerin yerini olayl a r a l ı r. Öykü lerini kişi-çevre­
olay üzerine kurmu ştur. G i riş-d ü ğ ü m-sonuç böl ü m le­
mesine göre gel iştirm iştir. H a l k edebiyatı ndan ya ra r­
lanmıştır.
Ömer Seyfettin çok sayıda öykülerin yanında üç de ro­
man yazmıştr. Edebiyatımızda öykü geleneğinin oluşmasın­
da temel taşlardan biri olan Ömer Seyfettin, savaş sonrası
yıllarında umutsuzluk ve karamsarlık içinde yaşayan insan­
lara iyimserlik aşıladı, umut verdi.

KİTAPLAR!

Yaşadığı dönemde yayımlanan kitapları: Ashab­


ı Kehfimiz (roman, 19 18), Efruz Bey (roma n , 1919),

Harem (uzu n öykü , 1918) .


Ölümünden sonra yayımlanan kitapları: Yapıtları­
nın ilk derlemesi Ali Ca nip Yöntem tarafından yapıldı.
-7-
Sonra çeşitli yayınevlerince kitapları yayınlandı.
1970-1973'te ise ya pıtla rı konu benzerl i kleri esas alına­
rak şu on kita pta topland ı : Efruz Bey, Kahramanlar, Bom­
ba, Harem, Yüksek Ökçeler, Kurumuş Ağaçlar, Yalmz
Efe, Falaka, Aşk Dalgası Beyaz Lale, Gizli Mabed.
Ömer Seyfettin'in Şiirleri, Fevziye Abdullah Tansel ta­
rarfından derlendi, ( 1972).
G ü l mece yazıları ise Yergi, Nükte ve fıkralarıyla
Ömer Sayfettin adıyla M . Sabri Koz, ta rafında n kita p­
laştı rı ldı, ( 1984).
Daha sonra Ömer seyfetti n'in tüm ya pıtları 16 Ki­
ta pta M uzaffer Uyg u ne r tarafınd a n yayı ma hazırlana­
ra k Bilgi Yayınevi tarafından yayı mland ı .

KAYNAKÇA
Ali Canip Yöntem, Ömer Seyfettin, 1935 / Y. Nabi Na­
yır, Ömer Seyfettin, 1952/Hilmi Yücebaş, Ömer Seyfettin,
1960 / Tahir Alangu, Ömer Seyfettin, Ülkücü Bir yazarm
Romanı, 1964 / Hikmet Dizdaroğlu, Ömer Seyfettin, 1964
/ Cevdet Kudret, Türk Edebiyatmda Hikaye ve Roman,
1970 / Ölümünün 50. Yılı Münasebetiyle Ömer Seyfettin
Bibliyografyası, 1970 / Şükran Kurdakul, Çağdaş Türk Ede­
biyatı-Meşrutiyet Dönem i 1976 / R. Taner-A. Bezi rci, Seç­
me Hikayeler, 1
*

199 1 'den beri Türk Edebiyatı Vakfı ve Gönen Beledi­


yesince "Ömer Seyfettin Hikaye Ödülü" ya rışması düzen­
lenmekted ir.
-8-
KA ŞAGI

Ahırın avlusunda oyna rken aşağıda, g ü müş söğüt­


ler a ltında, g örü nmeyen derenin hazin şırıltısını işiti rdik.
Evim iz, iç d uvarın büyük kesta ne ağaçları arkasında
kaybolmuş g i biydi. Annem İsta nbu l'a gittiği içi n, ben­
den bir yaş küçük ola n kardeşi mi Hasan'la artık. Dada­
ruh'un ya nından hiç ayrı lm ıyord u k . B u , babamın seyisi
ihtiyar bir adamd ı . Sabahleyin erkenden ahıra koşuyor­
duk. En sevd iğim iz şey atlard ı . Dada ruh'la beraber on­
la rı suya götürmek, çıplak sı rtlarına binmek, ne doyul­
maz bir zevkti . H asan korka r, ya lnız bi nemezdi. Dada­
ruh, onu kendi önüne a l ı rd ı . Torbalara arpa koyma k,
yeml iklere ot dold u rm a k, a h ı rı s ü p ü rmek, g übreleri ka l­
dırmak eğlenceli biroyundan daha fazla hoşuma gidi­
yord u . Hele tımar, b u , en zevkli şeyd i . Dada ruh eline
kaşağıyı alıp işe başladı mı, tıkı . .. tık . . . tıkı . .. tı k ! Tı pkı bir
saat g i bi . . . Yerimde d u ra maz:

-9-
- Ben de ya paca ğ ı m ! d iye tuttu ru rd u m .
O zaman Dadaruh beni Tosun'un s ı rtına koyar, eli­
me kaşa ğ ıyı verir:
- Hayd i ya p, derd i .
Bu d e m i r a leti hayvanını üstüne s ü rter, fakat o
a henkli tıkırtıyı çıkara mazd ı m .
- Kuyruğ unu sall ıyo r m u ?
- Sallıyor.
- H a ni bakayım ?
E ğ i rd i m , uzanırd ı m . La kin atın sı rtından kuyru ğ u nu
g öremezdim .
Her sabah a h ı ra gelir gel mez:
- Dadaru h'a tı m a rı ben ya paca ğ ı m , derd i m .
- Ya pamazsın.
- N için?
- Daha küçü ksün de ondan . . .
- Ya paca ğ ı m .
- B üyü d e öyle.
- Ne va kit?

At, ahır işle ri nde yal nız tımarı beceremiyordu m .


Boyu m ka rına bile yetişmiyordu . H a l b u ki e n keyifii, en
eğ lenceli şey buyd u . Sanki kaşağ ı nı n m u ntazam tık ı rtı­
sı Tosun'un hoşuna gidiyor, ku la kla rını kısıyor, kuyru­
ğ unu koca man bir püskül g i bi sa l l ıyord u . Tam tı mar bi­
teceği ne ya kın h u ysuzlanı r, o zaman Dad a r u h :
- H öyt . . . d iye sı rtına bir tokat i ndirir, sonra öteki
atları tı mara başlard ı .

- 1 O-
Ben de bir g ü n ya l nı z başıma ka ldım . Hasan'la Da­
daruh dere kenarına i n mişlerd i . İçimde bir tı mar etmek
h ı rsı uya nd ı . Kaşağıyı a ra dı m , bulamad ı m . Ahırın köşe­
sinde Dada ruh'un penceresiz küçü k bir odası va rd ı . B u­
raya g i rd i m . Rafları a radı m . Eyerlerin arasına fal a n
baktı m . Yok ! Yok ! Yata ğ ı n a ltında yeşil ta htadan b i r
sand ı k d u ruyord u . O nu açtı m . A z d a h a sevinci mden
haykıracaktım. Anne m i n bir h afta evvel İsta n bul'dan
gönderdiği hediyeler içinden çı ka n kaşa ğ ı pırıl pırıl par­
lıyord u . Hemen kaptı m . Tos u n ' u n ya n ı na koşt u m . Kar­
n ı na s ü rtmek istedi m . Rahat d u rmuyord u .
- Galiba acıtıyor, ded i m .
G ü müş g i bi parlayan bu g üzel kaşağ ı n ı n dişlerine
baktım . Çok keskin, çok sivri idi. B i raz körletmek için
d uvarın taşlarına sü rtmeye başladı m . Dişleri boz u l u nca
tekrar dened i m . Yine atla rın h i ç biri d u rmuyord u . Kız­
d ı m . Öfkemi sanki kaşağ ıdan çıkarmak istedi m . On
adım ilerdeki çeşmeye koşt u m . Kaşağıyı yalağın taşı­
na koyd u m . Yerden ka l d ı ra bileceğ i m en a ğ ı r taşı bula­
rak üstüne h ız l ı hızlı indi rmeye başladım. İ stanbul'dan
gelen, Dadaruh'un k u l l a n maya kıya madığ ı b u g üzel
kaşağ ıyı ezdim, parça l ad ı m . Sonra yağ ı n içinde attı m .
Babam, her sabah dışa rıya g iderken bir kere a h ı ra
u ğ rar, öteye beriye bakard ı . Ben, o g ü n yine a h ı rda
ya lnızdı m . Hasan, evde hizmetçi miz Pervin'le ka l mıştı.
Babam, çeşmeye baka rken, ya lağın içinde kırılmış ka­
şağ ıyı görd ü . Dadaru h'a haykı rd ı :
- Gel b u raya !
-1 1 -
Nefesim kesilecekti . B i l mem neden, a m ma çok
korkmuştu m . Dadaruh şaş ı rd ı . K ı rı l mış kaşağı meyda­
na çıkınca baba m, bunu ki m in ya ptığını sord u .
- B i l miyorum , dedi.
Baba mın gözleri bana döndü , daha bi rşey sorma-
dan:
- Hasan, dedi m .
- Hasan mı?
- Evet. Dün Dada ru h uyu rken odaya g irdi . Sand ı k-
tan a l d ı. Sonra yalağın taşınd a ezd i .
- N iye Dadaruh'a h a ber vermedin?
- Uyuyordu .
- Çağ ı r şunu ba kayı m .
- Bahçe d uva rının ka pısından g eçti m. Gölgeli yol-
dan eve doğ ru koşt u m . H asan'ı çağ ı rd ı m . Zaval l ının bir
şeyden h a beri yoktu. Koşa rken a rkamdan ge ldi. Ba­
bam sertti. B i r ba kışından öd ü m ü z kopardı . H asan'a
dedi ki:
- Eğer yalan söylersen seni döveri m l
- Söylemem.
- Pekal a , bu kaşağıyı niye kırdın?
Ben kırmad ı m .
- Doğ ru söyle, darıl mayacağ ını. Yal an çok fenadır,
ded i . Hasan, sözünde ısrar etti . Baba m hiddetlendi.
Ü zerine yürüd ü . " Utanmaz, yalancı ! " d iye yüzüne bir
tokat indi rdi .
- 1 2-
- Göt ü r b u n u eve; sakın bir daha b u raya sokma .
Hep Pervin'le otu rsu n ! diye haykı rd ı .
Dada ruh, ağlaya n ka rdeşimi kucağına ald ı . Bahçe
kapısına doğ n u yürü d ü .
Artık, a h ı rda h e p yal n ı z oynuyord u m . Hasa n , evde
ha pisti. Annem geldikten sonra da affetmed i . F ı rsat
düştü kçe " O, yal a ncı ! " derd i . Hasa n , yed iği tokat a k­
lına geldi kçe ağlamaya başla r, zor su sa rd ı . Zaval l ı a n­
neceğ im, ifti ra atabi leceği m e hiç i htimal vermiyord u .
"Apta l Dada r uh atl a ra ezd i rmiş olmasın7" derd i .
E rtesi sene a n nem, yazın yine İstan b ul'a g itti. B i z
yal n ı z ka l d ı k . Hasan'a a h ı r hala yasaktı . Geceleri yata k­
ta atl a rı n ne ya ptı kla rı nı , tayların büyüy ü p büyümediği­
n i bana sora rd ı . Bir gün birdenb i re hasta l a nd ı . Kasaba­
ya adam gönderi l d i . Doktor getirild i . " Kuşpalazı" ded i .
Çiftli kteki köyl ü kad ı n l a r eve üşüştüler. Bir takım teki r
kuşlar getiriyorlar, kesi p ka rdeşi m i n boynuna sa rıyor­
la rd ı . Baba m yata ğ ı n ı n yan ı ndan ayrıl mıyord u .
Dada ruh çok d u rg u ndu . Pervin, h ü n g ü r h ü n g ü r
a ğ l ıyord u .
- Niye a ğ l ıyors u n ? d iye sord u m .
- Kardeşin hasta .
- İyi olaca k .
- İ y i ol maya cak .
- Y a ne olaca k ?
- Kardeşin ölecek ! ded i .
- Ölecek m i ?

- 13 -
Ben de ağlam aya başladı m . O hastal a ndığından
beri, Pervin'in ya n ı nda yatıyord u m . O gece hiç uyuya­
mad ı m . Dala r dalmaz Hasan'ın hayali g öz ü m ü n önüne
geliyor, " İftiracı ! İftiracı ! " d iye karşımda a ğl ıyord u .
Pervin'i uya nd ı rd ı m:
- Ben Hasan'ın ya nına gideceğim, ded i m .
- Niçin?
- Babama bir şey söyleyeceğim.
- N e söyleyeceksin?
- Kaşağıyı ben kı rmıştım, onu söyleyece ğ i m .
- Hangi kaşa ğ ıyı ?
- Geçen senek i . H a n i baba m ı n H asan'a darıldığı. . .
Lafı mı ta ma mlaya mad ı m . Derin h ıçkırıklar içinde
boğu l uyord u m . Ağlaya ağ laya Pervin'e a nlatt ı m . Şimdi
babama söyle rsem Hasan d a d uyacak, belki beni affe­
decekti :
- Yarın söylersin, ded i .
- Hayır, şimdi g ideceği m .
- şimdi baban u yuyor, ya rı n sa bah söylersin; Ha-
san da d uya r. Onu öpersin, ağlarsın sen i affeder.
- Peka la .
- Hadi şimdi uyu !

Sabaha kad a r yine gözlerimi ka payamadı m . Kalk­


tı m . Hava henüz ağa rırken Pervin'i u ya ndırd ı m . Kalktı k.
Ben içindemi zehirden azabı boşaltmak için acele edi­
yord u m . Yazık ki masu m ka rdeşim g ece ölmüştü . Sa­
londa çiftlik imamı ile Dadaru h'u ağla rken görd ü k . Ba­
bamın dışa rıya çıkmasını bekliyorlard ı .
- 1 4-
TOPUZ

"Ka ra m a n' ı n koyunu,


S o nra çıkar oyunu ... "
Atasözü

Küçük başkentin karışık sokakl a rı bugün çok kalabalıktı .


Tıpkı ilkba h a r b i r bayrak g i bi . . . Bütün kadmlar, bol beyaz
yen l i s ı rma yelekli pazar esvaplarını g iymişler, beyaz poturlu
dinç erkeklerin dolu testilerle sundukları şarapları içerek co­
şuyorla rdı . Genç, ihtiyar, kadın, çocuk . . . Sonsuz bir "Hurra"
zinciri, bağırarak, sallanarak kala balığ ı n içi nden g eçiyor, can­
lı bir g i rdap da lg ası halinde, döne döne, sarayın meyda n ı nda
bi rikiyordu. Kil isenin ça nları uğulduyordu. Sarayın kapıs ı n ı n
önünde cesur Boyar atları saf saf olmuş, bekliyorlardı. Sa­
bahtan beri çektiği şa raplarla epeyce başı dönen meşhur ku­
m a ndan tolgası n ı n siperini geri itti . Atı n ı n üze n g i leri üstünde
b i raz ka lktı . İleriye bakt ı . Ya nındaki birinci za biti ne:
- Daha görünmü y o r l ar .. . dedi .
- Geç k a ldıl ar.

- 1 5-
- Evet.
- Niçin acaba ?
- Ma nkafa T ü rkler işte . . . Teşrifatta n , töre nden ne
anlarlar?
- Hem de 'Biza ns'a layıkız' derler.
- Nerede o i ncel i k ?
- N e rede ? . . .

Önlerinde birden bire gen işleyen sı k bir " H u rra" hal­


kası i kisini de su stu rd u . Gemleri n i kastıl a r. Atlarını bi­
raz çektiler. Kumandan, istiklalini kazanan h a l k ı n bu
deli, bu sarhoş sevi ncine bakıyor, keyifleniyordu . Yarı
bayg ı n kızla r, şen delika n l ıl a rı n kucakla rında , gaydala­
rın aheng ine aya k uyd u ruyorlar, "Yaşasın prens ! Yaşa­
s ı n prens ! " nakaratı nı haykırara k yen i h ü kü m d a rlarının
şerefine testiler deviriyorlar, oyn uyorla r, sıçrıyorla rd ı . . .
Son Efl a k tacı n ı g iyen papazı, Tergoviç'te boza n Meh­
met Bey, bir sene vardı ki, kendisini sancakbeyi i l a n et­
m işti . Ama , Eflaklılar, b u hakime boyun e ğme miş, Zips
Kontu Za polya'dan imdat istemişlerd i . İ şte bu tehl i keli
ittifakta n ü rken Meh met Bey çarça bu k onları n ha kla rı­
n ı , i mtiyazları n ı , isti klallerini vermişti. Açı k mavi, b u l ut­
suz ufukta yükselen g ü neşin ayd ı nlattığ ı kahraman Bo­
ya r atlarının uzun mızraklarını yald ızl ıyord u . K u ma n­
d a n , zırhlı göğsü n ü kabartan tatlı bir teessürle bir h a l­
ka, bir askerine bakıyor, m a h m u zl a rıyla dokunarak atı­
nı şa hlandırıyord u . B i ri nci za bit, o n u n g i bi iri, ya kışıklı
değ ildir. Ka ra k u ru bir şey. . . Uzun saçl arı k ı rd ı . Köse

- 16 -
yüzü hem zayıf, hem buruşuktu . Neşeli kumandan, ho­
ra tepenler geçince yine atını i leri sürd ü :
- Kansız b i r zafer kazandı k ! ded i .
- Siya h atı n ı n yelesi ni okşayan zabit:
- Kansız zafer olmaz ! d iye başı n ı salladı.
- Niçin olması n ?
- Benim Türklere em niyetim yok ...
- Kuşku lanmaya da hacet yokl Biz daha resmen ihtila-
le kalkmadan onlar haber gönderdiler: 'Gidiniz, bir şer ta­
yin ediniz' dediler. Biz zaten prensi mizi tahtına çıkarmıştık.
Şimdi, işte bize bir de 'cemile' yapıyorlar.
- Berat, sancak, davu l , to puz g öndermek bir cemi-
le m i ?
- Ya ne?
- Ta biiyet ala metleri . . .
Coşkun ku mandan, görünmeyen bir surata tokat ata­
cakm ış g ibi elini yukarı kaldırdı. Hiddetli bir istekle:
"Asla ! " diye bağ ı rdı . "Biz a rtı k bağı msızız Berat, istik­
lali mizi tasd i k etmektedi r. Sancak, davu l, topuz da . . .
Padişa h ı n prensim ize hediyeleri .. . "
Zabit cevap vermed i . Kumandan kadar içmediği için
Türklerin gerçek d u ru m u nu hatı rlayabil iyord u . E l i n i ka l­
çasına daya d ı . Atı n ı n siya h yelesine daldı g itti . Kilisele­
rin ça nları beyninde ötüyord u . Halkın g ü rültüsü taş­
mış, bir tufan g ibi saray ı n saça klarına ça rp ıyor, m u ha­
fız neferlerin yü ksek atla rını h uylandı rıyor, tepindi riyor­
d u . Oynayanların içinde zorla kendine yol açan bir at­
l ı , kumandanı sela m l a d ı :
- 1 7-
- E lçi, maiyetiyle beraber menzilinden çıktı . . . ded i .
- Pekala . . . Maiyeti k a ç kişi va r?
- Üç yüz atlı !
Kuma nda nın solu ndan neferin sözü n ü işiten zabit:
- Üç yüz atlı m ı ? d iye sapsarı kesildi.
- Evet. . .
B u g ü nkü teşrifata memu r o l a n ku m andan g ü l d ü :
- Hey g i d i , Tü rkler . . . S ıkıya geldi m i nasıl küçü l ü rler.
H a n i eski g u ru rları ! Şimdi d ü nya değ işti . Rumeli'nde
kuvvetleri yok. İşte prensimize büyük bir i mparator
m u a melesi yapıyorl a r !
B i ri nci zabit, daha beter sara ra ra k sord u:
- N erden a nladınız?
- Elçilerin derecesi çevresiyle eşdeğe rdedir. İ şte
bak, padişah ı n hed iyeleri n i , beratı n ı üç yüz atlıyla bir
elçi getiriyo r !
- E lçi bunla rı yal n ı z getirseydi daha iyi o l u rd u .
- N i çi n ?
- İ şte öyle . . .
- Ama biz ka b u l etmezdik.
- Neden ?
- Çünkü şanımızla m ütenasip olmazdı. Bir emir, lütuf,
bir ihsan g ibi . . . Halbuki böyle maiyetinde üç yüz atlı bulu­
nan bir elçi . . . Ne demektir biliyor musunuz?
- N e demekti r?
- Padişah bizim prense, 'Benimle eşits i n ! ' demek is-
tiyor.

-1 8-
- Keşke eşit olmasaydı da . . . B u ü ç yüz atlı Efla k'a
g i rmeseydi !
- Sen b u na mışsın Dim ko . ..
B i ri nci zabit acı acı g ü l ü msed i . Tüysüz yüzünü ekşit­
ti. Atının yelesinden kal d ı rd ı ğ ı dalgın sönük gözleriyle
kumandanına bakt ı :
- B e n bunamışım h a ? . . . ded i .
- Koca Efla k'ın içinde ü ç y ü z atlıdan kuşkulanıyor-
s u n . B u n l a r elçi maiyeti . . . İşlemeli mızraklarına, süsü
esvaplarına, altın haşalarına, sırma eyerlerine a ld a n­
m a . . . Göze parla klıklarıyla ça rpa rla r ama, ellerinden b i r
şey gel mez.
- B u n l a r Türk değ i l m i ?
- Türk . . . N e olaca k ?
- Kıl ıçları ne kada r s ü s l ü olsa y i n e keser . . .
- Sen korkaks ı n ! B i r avuç atl ı . .. Ü ç yüz kişi koca b i r
devletin içinde ne ya pab i l i r?

Kumandan sa rayın önündeki atlılarına, onların etrafın­


da sıkışık nizamda duran dalkılıç piyadelerine bir göz gez­
dirdi. Sonra atını oynata rak zabite döndü :
"Ya l n ı z şu meyda nda d ö rt binden fazla askerimiz
var ! " ded i . "Tü rkler teşrifatta bir kaba l ı k ya parla rsa
hepsi ni tükürü kle boğarız."
Gaydalar sustu . Meydanın gürültüsü birdenbire durdu.
Hora zincirleri dağı ldı . Ortadan geniş bir yol açıldı. Padişa­
hın gönderdiği Türk, ak bir atın üstünde, yüksek kavuğu ile
geliyor, uzun kaftanının etekleri iki tarafında çırpınıyordu.
- 1 9-
Arkası ndan tırıs süren sı rma takımlı, murassa kılıçlı ma iye­
ti, yeni gördükleri bu halka gülerek bakıyorlardı. Saraya el­
li altmış adım ka lınca, muhafızların meşhur kumandanı al
atı nı yine şa hlandırarak ileri sürdü. Elçinin ta önüne geldi.
Selamladı. Öyle durdu. Ya nına koşan yayan tercümanına
söyletti:
- Burada attan ineceksi niz. Prensim izin sarayına yü rü-
yerek g ideceksi niz.
M ütevazı Tü rk,
- Pekala . . . ded i .
Atı ndan indi. Geniş o m uzlu, orta boylu, d ü ş ü k bıyık­
lı, esmer bir adamd ı . Pa rlak ipek kafta n ı n ı n altından gö­
rünen sırma kenarlı nefti esvapları n ı n , m u rassa kemeri­
nin i htişamı, kal ı n vücuduna pek uym uyord u . Tavrında
ince bir çelebilik değil, d u rg u n bir askerl i k va rdı . Kala ba­
l ı k meydan üç yüz Tü rkle ağzı ağzına dolmuş gi biydi.
Teşrifatçı kuma ndan ka barara k terc ü m a n la bir teklif da­
ha etti :
- Ma iyetin b u rada ka laca k. H uz u ra ya l nız g i receksi­
nız.
Tü rk, tercü mana sordu:
- Padişahtan getird i ğ i m şeyleri ben nasıl ya l n ız taşı­
yayı m ?
Tercü m a n , kumandana a n lattı. Ald ı ğ ı ceva bı Tü rkçe
olara k tekra rladı :
- Maiyetinden üç nefer alaca ksı n . Onlar da yaya
olarak a rkad a n h uz u ra hediyeleri sokaca kla r.
- Pekala . . .

- 20 -
- Haydi.

Kumandan, atını şa hlandırarak "Hurra , hurra ! " diye kendi­


sini alkışlayan keyifli halka boyun kırarak kabarıyordu . Bu ne
zaferdi ! İşte koca bir Türk elçisi arkasından yaya geliyord u .
Sarayın ka pısına gelince attan atladı . Tercüman vasıtasıyla
nasıl arkasından huzura gireceklerini, nasıl selam verecekle­
rini, nasıl diva n duracaklarını, elçiyle meşin kılıflı bir davul, kır­
mızı torbaya konu l muş bir sancak, ağır bir topuz taşıyan üç
askere anlattı . Kılıcını çekti . Taş basamakları bir ha mlede çık­
tı. Büyü k dehlizi geçti . Yeni mabeyinin adamları Tü rk elçisini
görmek için kapılara üşüşüyorlard ı . Elçi, büyük kavuğunu sal­
laya sallaya yü rüyordu ! Ad ımları hem seyrek, hem ağırdı. Et­
rafında kend ine bakanlara gülümsüyor, selamlar veriyordu.
İri siyah gözleri pek şen , pek parlaktı . Sağ kaşı yukarı kalkık­
tı . Kavuğunun kena rına dokun uyordu. Kumandan taç salo­
nuna gelince durdu . Dönd ü . Türklerin kıyafetinde teşrifata
aykırı bir şer var mı gibi dikkatle hepsini bir süzd ü . Sonra eliy­
le elçinin pek öne eğilmiş kavuğunu düzeltti . Biraz itti. Pren­
sin huzurunda nasıl eğilecekleri ni işaretle anlattı . Sonra iki
tarafından yalınkılıç nöbetçiler duran yü ksek kapı perdesini
açtı. Önden girdi. Tahtta oturan prense ilerledi. Yerlere ka­
dar eğildi. Geri çekildi. D ışarı çıktı. Elçiyle üç Türk ortada kal­
dıla r. Yüksek tahtın etrafına bütün Boyar reisleri, meşhur
mu haripler, voyvodalar dizil mişlerdi. Hepsi ayakta duruyor­
lardı. Açık pencerelerden g i ren çiy bir aydınlık, bu ağır saray
sükutuna karışıyor, kalabalık salona tenha bir mabet hali ve­
riyordu . Elçi koynundan çıkardığı beratı öptü. Başına koydu .

-21 -
Sonra yere bakarak ilerledi. Tahta değerli taşlarlarla süslü
bir heykel gibi kımıldamayan prense uzattı . Prensin sağ
elinde altın bir asa va rd ı . Sol eliyle a ldığı bu kağıda gayet
ehemmiyetsiz bir şeymiş g ibi baktı . Sonra sol undaki mavi
sorguçlu genç mabeyincisine verdi . Elçi yine gözleri yerde,
geri geri gitti. Ortadaki neferin omzundan topuzu attı. Bu
gayet ağır, altın yaldızlı, sarı parlak kabzal ı bir aletti . Yere
bakarak yürüyor, gü lümsüyord u . Bütün gözler hareketini
takip ediyordu. Tahtın önüne geldi. Ansızın . . . Gözle gö­
rülmeyecek bir ça buklu kla havaya kaldırdığ ı bu müthiş to­
puzu prensin elmaslı tacına öyle bir indirdi ki . . .
. . . Salo n u n içinde kimse kımıldayamadı. Hepsi oldu­
ğu yerde dond u . Taş kesild i . Akabinde kafta n ı n ı n altın­
dan büyük bir kılıç sıyıran elçi:
- İşte gördü nüz ya . . . İstiklal sevdasına d üşen asi ce­
zası n ı buldu ! diye haykırd ı .
Gözleri alevlenmiş, boyu birdenbire bir dev kadar bü­
yümüş, kavuğu sivrilmiş, düşük bıyıkları kabarmıştı. .. Bo­
yar reisleri, zırhlı mu rahi pler, kah raman voyvodalar, can­
sız gibi kımıldanamıyorlar, tahtında kafası ezilmiş ölü hü­
kümdarları na baka baka titriyorlardı. Elçi salonun orta­
sındaki askerlerine döndü:
- Hasan dedi, g it ka pıdan davu l çal . M u stafa ! Sen
de Ulahça nara at. Meyd a ndaki askerler hemen silah la­
rını bırakıp teslim olsu nlar.
Sonra sanca ğ ı tuta n a da,
- Haydi çabuk, koş! Meydana sancağı dik! emrini
verdi.

-22-
- Baş üstüne ! . . . Baş ü stüne ! .. . diyerek üçü de koşa­
rak d ışarı ç ıkt ı .
Saray halkı karanlık duvarlara ya pılmış parlak, muhte­
şem yaldızlı resimler gibi sessiz, sakin, canız duruyorlardı.
Hala içlerinden kimse kımıldanamıyordu.
Mum rengi çehrelerin şaşkı n g özleri ka rşısında, b u
tek Türk, kaftanının u z u n eteklerini omuzlarına attı . Kılı­
cını kınına koydu . Uzandı, ezdiği başın üstünde d u ra n
kanlı topuzu a l d ı . Yere bı raktı . Sonra tahttaki ölüyü aşa­
ğı çekti. Onun yerine oturd u .
Gayet sert b i r U l a h çayla:
- Haydi, padişah namına bana itaat edin ! ded i .
Sebebi bili nmez bir kork u n u n şaşırtıcı heyeca nıyla
dilleri tutul m u ş ku rt kü rkl ü zen g i n Boya r reisleri, büyü k
kılıçlı ces u r m u h a ripler, çel i k zırhlı voyvodalar, iki daki­
ka evvelki h ü k ü mdarlarının daha soğu m aya n naşı n ı
çiğ neyerek, b i r a nda b i r d arbeyle bütü n Efla k'ı za ptedi­
veren b u korkun ç Türk'ü n elini öpüyorlar, yüzüne ba­
kamıyorla rdı .
Sarayın d ışındaki m uhafızlar d a , içeridekiler g i bi şa­
ş ı rdılar. Korkudan kımıldaya madılar. S i l a hlarını yerle re
atı p tesli m oldular. Ya l n ız iki kişin i n , davul çalana, ''Teş­
rifatı bozuyors u n uz ! " d iye k ı l ıç kal d ı ra n sarhoş kuman­
danla, d o l udizg i n kaçmak isteyen birinci zabitin kelleri
uçuru ld u ! İşte bu kadar. . .

-23-
FORSA

Akdeniz'in mitoloji yuvası sonsuz ufu klarına bakan


küçü k tepe, mini mini bir çiçek ormanı g i biyd i . İ nce,
uzun dallı badem ağaçl a rı n ı n alaca gölgeleri sahile
inen keçi yol u n a d üşüyor, i l kba harın tatlı rüzga rıyla
sarhoş olan martı l a r, ç ı l g ı n naralarla havayı çınlatıyor­
la rd ı . Badem bahçesi ni n ya nı geniş bir bağ d ı . Beyaz
taşla rdan ya pıl mış kısa bir d uva rın ötesindeki zeyti nl ik,
ta vad iye kadar i niyord u . Bağ ı n o rtasındaki viran k u l ü­
benin kapısız g i rişinden bir ihtiya r çı ktı. Saçı, sakıl bem­
beyazdı . Ka n b u r u n u düzeltmek istiyormuş g i bi geri n d i .
E lleri, ayakları titriyord u . Gökyüzü kada r boş, g ökyüzü
kadar sakin d u ra n denize ba ktı . B a ktı :
- Hayı rd ı r i nşa l la h ! ded i .
Duva rın dibi ndeki t a ş yığ ı n larına çökt ü . Başı n ı i k i
elinin a ra sına a ld ı . S ı rtında yı rtı k bir çuva l va rd ı . Çıplak
aya kları topra kta n yoğ rulmuş sa nılacaktı . Zayıf kol l a rı
ki rl i tunç rengi ndeyd i . Tekrar başını kald ı rd ı . Gökle de­
nizin bi rleştiğ i d u mandan çizg iye d ikkatle baktı . Fakat
görü n ü rde bir şey yoktu .
- 24 -
B u , her gece uykusunda kend i n i ku rta rmak için bir
çok geminin p u pa yel ken geldiğini gören zava l l ı , eski
bir Türk forsası (kürek m a h k ü m u)ydı . Esir olalı kırk se­
neden fazla geçmişti . Otuz yaşında di nç, çevik, kuvvet­
l i bir ka h ramanken Malta korsa n l a r ı n ı n eline düşmüş­
t ü . Yirmi sene onların kadırg a l a rında kü rek çekti . Yirmi
sene iki zi ncirle iki ayağ ından rutu betli bir ge minin di­
bine bağ lan mış olara k yaşadı . Yirmi senenin yazları ,
kışla rı, rüzg a rla rı, fırtı naları, g ü neşleri o n u n g ra n it vü­
cud u n u e ritemedi . . . Zincirleri küflendi, çürüdü, k ı rıld ı .
Yirmi sene i çinde b i r k a ç defa halkalarını, çivileri n i de­
ğ işti rdi ler. Fakat onun çel i kten daha sert adaleli bacak­
larına bir şey ol madı. Yal n ız a bdest alamadığı için üzü­
l ü rd ü . Daima g ü neşin doğ d u ğ u ta rafı sol i lersine a l ı r,
gözleri n i kı bleye çevirir, beş va ktini gizli g izli, işa retle
eda ederdi . E l li yaşına gelince korsa nlar onu" artık iyi
kürek çekemez ! " d iye çıka rıp b i r adada satmışla rd ı .
Efendisi b i r çiftçiydi . On sene kuru ekmekle o n u n ya­
n ı nda çalıştı . Alla h'a çok şükrediyord u . Ç ü n kü artık ba­
cakla rında n zincirli değ i l d i . Abdest alabiliyor, ta m kıb­
lenin karşısına g eçiyor, u nutmad ı ğ ı ayetlerle namaz kı­
l ıyor, dua edebiliyord u . Bütün ü midi memleketi ne, Ed­
remit'e kavuşmaktı . Otuz sene içi nde h içbi r an ü m i d i n i
kesmed i . "Öld ü kten sonra d i ri leceğ i me n a s ı l inanıyor­
sam, ell i yı l esi rli kten sonra da mem leketi me kavuşaca­
ğ ı m a öyle i n a n ı rı m ! " derd i . E n şanslı, en meş h u r Tü rk
gemicilerindend i . Daha yirmi yaş ı ndayken Ta rık Boğa­
zı'nı geçmiş, poyraza doğ ru hafta l a rca , ayla rca kenar
-25-
kıyı görmeden g itmiş, rastladığı ü cra adala rda n vergi­
ler almış, i rili ufaklı dona nmaları tek başına hafi gemi­
siyle yok etmişti . O vakitler Tü rkeli'nde n a m ı dillere
destan d ı . Padişah bile kendisini saraya çağ ı rtmış, ma­
ceralarını d i nlem i şti. Çünkü Hızır Aleyhisselam 'ın g it­
tiği diyarları dolaşmıştı . Öyle denizlere g itmişti ki, ü ze­
rinde dağla rdan , adalardan büyük b u z pa rçaları o rala­
rı tam amiyle başka bir cihandı . Altı ay g ün d ü z, altı ay
gece olu rd u ! Karısı nı , i şte bu, senesi b i r büyük g ü nle
bir büyük geceden i b a ret olan başka cihanda n almıştı .
Gemisi altın , g ü m üş, i nci, elmas, esi r dolu vatana dö­
nerken, kıyısız denizin ortasında evlenmiş, oğlu Tur­
g ut, Çanakkale'yi g eçerken doğm u ştu . Şimdi kırk beş
yaşında olmalıyd ı . Acaba yaşıyor muyd u ? Hayalini
u n uttu ğ u , karlarda n beyaz karısı aca ba h ala sağ m ıy­
d ı ? Kırk sened i r, yalnız taht şehri, İ sta n bul'un minareli
ufku hayalinden h i ç silin memişti . " B i r g e m i m olsa g ö­
z ü m ü kapa r, Kabataş'ın önü ne demi r atarım" d iye d ü­
ş ü n ü rd ü . Altmış yaşını g eçtikten sonra efendisi, o nu
sözde serbest b ı ra ktı . B u serbestlik değil, sokağa, açlı­
ğa, perişa nlığa atm a ktı . İhtiya r esir, bu viran bağın için­
deki hara p kulübeyi buld u . İçine g i rd i . Kimse bir şey
demed i . Ara s ı ra kasabaya i niyor, i htiya rlığ ına acıya nla­
rın verdiği ekmek pa rçalarını toplayı p dönüyord u . O n
sene d a h a geçti . A rtık hiç kuvveti kalmam ıştı . H e m
bağ sah i bi de a rtık kendisini istemiyord u . Nereye g ide­
cekti ?
Fakat işte, eskiden beri g örd ü ğ ü rüyala rı yi ne gör-
-26-
meye başlamıştı . Kırk senel i k b i r rüya . . . Türkler'i n , Türk
gemileri n i n g elişi . . .
G özlerini zayıf elleriyle iyice ovd u . Denizin gökle
bi rleştiği yere yine baktı . Evet m utlaka geleceklerd i .
B u na o kadar emindi ki . .
- Kırk sene görülen b i r rüya yalan olamaz ! diyord u .
Kul ü be d uvarının d ibine uzand ı . Yavaş yavaş göz­
lerini kapad ı . İ l kbahar bir ü m it tufan ı g i b i her ta rafı
parlatıyordu . Martıların:
- Geliyorlar, g eliyorlar, seni kurtarmaya geliyorlar!
gibi işittiği tatlı seslerini dinleye dinleye daldı .
Duvar taşlarının a rasından çıkan kertenkeleler, ü ze­
rinde geziniyorlar çuvaldan g iyeceklerinin içine kaçıyor­
lar, beyaz sakal ı nı n üstünde oynaşıyorlard ı . İ htiya r esir,
rüyasında a ğ ı r bir Türk donanmasının limana g irdiği n i
görüyord u . Kasabaya g iden yola b i r kaç bölü k asker çı­
karmışlard ı . Al bayrağı uza ktan tanıd ı . Kılıçlar, kalkanlar
g üneşin aksiyle parlıyordu .
- Bizimkiler! Bizim kiler ! d iye bağırarak uya n d ı .
Doğruld u . Ü stündeki kertenkeleler kaçıştılar. Lima­
na baktı . Hakikaten kalenin ka rşısına bir donanma gel­
m işti. Kadırgaların, lekelerin, k ü rekleri ni n biçimine dik­
kat etti. Sarard ı . Gözlerini açtı . Kalbi h ızla çarpmaya
başladı. Ellerini göğsüne koyd u . Bunlar Türk gemileriy­
d i . Kenara yanaşıyorlard ı . . . Gözlerine inanamadı. "Aca­
ba rüya m devam m ı ediyor?" şüphesine düştü . Fakat
uyanıkken rüya görülür m üyd ü ? Ka naat getirmek için
elini ısırd ı . Yerden sivri bir taş pa rçası aldı. aln ına vu rd u .
- 27
-
Evet, işte hissediyordu . Uya n ıktı. Görd ü ğ ü rüya değildi .
O uyurken donanma, b u rn u n arkasından birden bire çı­
kagelmiş olaca ktı. Sevinçten, hayretten dizleri n i n bağı
çözü ldü . Hemen çöktü . Kenara çıkan bölükler, ellerinde
al bayrak ka len i n etrafına doğru ilerl iyorlardı. Kırk sene­
lik bir beklemenin son azmiyle davrand ı . Birden kemik­
leri çatı rladı. Badem ağaçlarının çicekli gölgeleriyle ör­
tülen yolda yürüd ü . Kenara doğru koştu . Koşt u . Karaya
çıkan askerler, ak sa ka l l ı bir ihtiyarın ken dilerine doğru
koştuğunu görünce:
- D u r ! diye bağırdılar.
i htiya r d u rmadı bağ ı rd ı :
- Ben Türk'üm oğ u ll a r, ben Türk'üm ! . . .
Askerler onun yaklaşmasını beklediler. İhtiyar, Türk­
ler' i n ya nına yaklaşı nca ön ü ne i l k geleni tutup öpmeye
başladı. Gözleri nden yaşlar a kıyord u . H a line baka n ların
hepsi müteessir o lmuştu. B iraz heyecan ı yatışı nca ona
sord u lar:
- Kaç yıldır esi rsin ?
- Kırk !
- Nerelisin ?
- Ed remit'li .
- Adı n ne?
- Ka ra Memiş.
- Ka pta n mıydın ?
- Evet . . .
İhtiya rın etrafı ndaki askerler birbirine karıştı . Bir çığ­
l ı ktır koptu: "Bey'e haber verin ! Bey'e haber verin ! " diye

- 28-
bağırışıyorlardı . İhtiyarı kolla rına g i rdiler. Kuş gibi deniz
kenarına uçurd ular. Bir sandala koyd ular. B üyük kadır­
gaya çıkardılar. Askerin içinde, onun yaşad ı klarını bil­
meyen, şöh reti ni d uymayan yoktu. Biraz güvertede
d urd u . Sevinçten kırk sened ir hasret ka ldığı yu rttaşların
görmekten şaşırmış, aptallaşmışt ı . Ayağına bir şalvar
geçirdiler. Sırtına bir kaftan attı lar. Başına bir kavu k koy­
dular.
- Haydi, Bey' in yanına ! ded iler.
Kendini kadırgaya g etiren askerlerle bera ber büyük
geminin kıçına doğru yürüd ü . Siya h , pala bıyıklı, sırmalı
esvabının üzerine demir, çelik zırhlar giymiş, iri bir ada­
m ı n karşısında d u rd u .
- S e n ka pta n Kara Memiş m i si n ?
- Evet, ded i .
- Hızır Aleyhissela m'ın geçtiğ i yerlerden geçen sen
misin?
- Ben i m .
- Doğ ru m u söylüyorsu n ?
- N e ya lan söyleyeceğim ?
- Aç bakalım sağ kolun u !
İ htiyar, kafta nı n a ltında kol u n u çıkard ı . Sıvad ı .
Sey'e uzattı. Pazusunda haç şeklinde derin b i r yara izi
vard ı . Bu yarayı, g ecesi a ltı ay süren bir adadan ka rı­
sını kaçı rırken almıştı . Bey ellerine sarıld ı . Öpmeye baş­
ladı .
- Ben senin o ğ l u n u m ! ded i .
- Turg ut m u s u n?
-29-
- Evet.

İ htiya r esir sevincinden bayılmışt ı . Kendine gelince


oğlu ona :
- Ben ka raya cen k için çıkıyoru m . Sen g em ide ra-
hat et, dedi.
Eski kahraman kabul etmedi .
- Hayır. Ben d e bera ber cenge çıkaca ğ ı m .
- Ç o k ihtiyarsı n baba .
- Fa kat kalbim kuvvetlid i r.
- Rahat et ! bizi seyret !
- Kırk senedi r d övüşe hasreti m .
Oğlu:
- Vuru l u rs un ! Vatana hasret g idersin d iye onu ge­
mide bırakmak i sted i .
Kara Memiş, o an birden bire gençleşmiş b i r kaplan
gibi doğ ruldu. Duramıyordu. Kalkan, kılıç istedi . Sonra
geminin kıçında salla nan sancağı gösterek:
- Şehit olu rsam b u n u üzerime ö rt ü n . Vatan, a l
bayra ğ ı n dalg alandığı yer, değ i l m i d i r ? ded i .

- 30 -
D İ YET

Dar kapısından başka, ayd ı nlık g i recek h içbiryeri ol­


maya n d ü kkanında, tek başına , g ece g ü ndüz kıvılcım­
lar saçara k çalışan Koca Ali, tıpkı kafese konmuş terbi­
yeli bir a rslanı a n d ı rıyord u . Uzun boylu, i ri pen çeli , ka­
lın pazulu , geniş o m u zlu b i r pehlivan d ı . On senedi r b u
kara nlıkla rın içinde demirden dövd ü ğ ü kılıçla r, tüfek
namlu la r bütü n Anadolu'da, R u m eli'de, sınır boyla rın­
da büyük bir ü n kaza nmıştı . Hatta i sta n b ul'da bile ye­
n içeriler, satın alacakla rı kamaların, saldı rmala rın, yata­
ğ a nla rın ü stünde "Amel-i Ali Usta" yan i "Ali U sta işidi r"
damgasını a rıyorla rd ı . O, çeliğ e "çifte su" vermesini iyi
bilioyrdu . U z u n kılıçla r değil, ya ptı ğ ı kısacık bıça klar bi­
le iki kat olu r, yi ne kırılmazd ı . "Çifte su vermek" sanatı,
yalnız ona has bir sırr i d i . Ya nına çırak almaz, kimse
ile çok konuşmaz, d ükkanından dışa rı çıkmaz habire
u ğ raşırd ı . Beka rdı . Hısım, a krabası yokt u . Memleketin
-31 -
yabancısıydı . Kılı çtan, demirden, çelikten, ateşten baş­
ka laf bil mez, pazarl ığa g i rişmez, m ü şterileri ne verir­
se a l ı rd ı . Yalnız savaş zama nları ocağı söndü rür, dü kka­
nın ka pısını kilitler kaybol u r; savaşta n sonra meydana çı­
kard ı . Şehirde onunla ilgili bi rçok h i kayeler söylenirdi:
Kimi "cellat elinden kaçmış bir kibar" k i m i , "sevg ilisi öl­
d ü ğ ü için va kitsiz d ü nyayı terketrr ı iş bir garip" derd i . Si­
ya h şahane gözlerinin yü ksek ba kışı ndan, kibar tavrın­
dan, g u rurlu sessizliğinden, d ü zg ü n sözlerinden o n u n
öyle adi bir adam olmadığı belli i d i . Ama, kimdi? N e­
rel iydi? Nereden gelmişti? B u n l a rı bilen yoktu . H a l k
kendisini seviyord u . Şehi rde böyle meş h u r bir u sta n ı n
b u l u n ması herkes için ayrı bir ifti h a rd ı .
- Bizim Ali . . .
- Bizi m Koca U sta . . .
- Dü nyada eşi yoktur.
- Zü lfika r'ı n sı rrı ondad ı r ! .. derlerdi.
Koca Ali, en kalın, en katı demirleri m ısır yap rağı
g i bi incelten, kağıt gibi y u mu şatan sa natın ı kimseden
öğrenmemiş, kendi kendine b u lm u ştu . Daha on iki ya­
şındayken, sert bir beylerbeyi olan ba bası n ı n başı vu­
rulmuş, öksüz kalmışt ı . Amcası çok zeng i n di. Şatafatlı
bir vezird i . O nu ya nı na a ld ı . Okutmak i stedi . Belki dev­
let katı nda yeşti recek, büyük mevkilere çıkartacaktı .
Fakat Ali'nin gönlünde "başkasına m i n nettar ka lmak"
düşü ncesi derin bir acı sızlatıyord u . " Ben kimseye ey­
va l a h etmeyeceğ i m " ded i . Bir gece a m casının konağ ı n­
d a n kaçtı . Serseri bir adsız gibi dağlar, tepeler, dereler
- 32 -
aştı . İsm ini bil mediği memleketler dolaştı . N i hayet E r­
zuru m'da i htiya r bir dem i rci ni n ya nı na g i rdi . Otuz yaşı­
na kada r Anado l u'da u ğ ra madı ğ ı şeh i r ka l madı . E kme­
ğini taştan çıkardı . A l n ı n ı n teriyle kaza ndı . Çok ça lıştı .
E msalsiz işler meyda na g eti rdi . Pek az kaza nca ka naat
etti. İçinde "mu kaddes ateş" ten bir a levle para için de­
ği l, sanatı, sanatı n ı n zevki için ça lışıyo rdu . "Çeliğe çifte
su vermek" onun aşkıydı . G ö n ü l l ü olarak savaşlara g it­
tiğ i za manlar yeniçerileri n, s i pa h ilerin, içinde "Ali U sta
işinin methini işittikçe, tadı dil l e a nlatılamaz manevi bir
zevk duya rdı . Ö l ü nceye kada r böyle h iç du rmadan ça­
lışırsa, daha b i r kaç b i n g aziye kırılmaz kılıçlar, kalkan­
ları pa rça layan çeli k yatağan lar, z ı rhları kesen a ğ ı r sal­
dı rma/a r ya paca ktı. B u n u , düşündükçe g ü lü m ser, tatlı
tatl ı yüreği çarpar, ruhu nda n koparan bir g üçle ö rsü­
nün üzeri nde m i lyonla rca kıvılcımlar tutuşurd u .
- Ta !
- Ta k, ta k !
- Tak, tak . . .
İşte bugün de sabah namazı nda n beri du rmada n,
on saat uğraşmışt ı. Dövdüğü eğri namluyu örsü nün ya­
nındaki su fıçısına daldırdı . Ocağının sönmeye başlayan
ateşine baktı . Çekici bıra kan eliyle terlerini si ldi . Ka pıya
döndü . Ka rşıki mescidde hazin hazin akşa m ezanı oku­
nuyor; bacasının tepesi ndeki yuvada leylekler sonsuz bir
takırtı kopa rıyorlardı .
İkindi a bdesti dah a olaca ktı. Yal nı z elerini yıkadı.
Kur uladı . Kol düğemelerini il i kledi . Yeleğini omuzuna
-33-
attı. Dışa rıya çıktı . Kapısını iyice çekti . Kil itlemeyi lüzum
görmed i . Uzun meydandan mescide doğru yürüd ü .
Şeh rin kenarındaki bu m ütevazı mescide h e p fa kirler
gelird i . M i n a resi , sokağa bakan küçük bır pencereyd i .
M üezzi n, b u radan baş ı n ı ç ıka rı r, eza n ı n ı okurd u .
Koca Ali , mescide g i rince her za m a n kinden fazla
ka labalık görd ü . Daima üç ka ndil yak ı l ı rkenbu akşam
Ramazan g i bi bütün kandiller ya n mıştı. Daha na maz
safla rı dizil memişti . Kapı nın ya n ı na çöktü . Ya n ı nda a l­
çak sesle konuşa nla rın sözlerine i stemeye isterneye
kulak ka ba rttı. Konya'dan iki derviş geldiğ i n i , yatsı na­
mazına kadar mesnevi okuyacaklarını d u ydu.
Akşam namazı kı l ı nıp bittikten sonra cemaati n bir
kısmı çı ktı .
Koca Ali yerinden oyna mad ı . Zaten biraz başı ağ­
rıyord u . " Mesnevi dinler, açıl ı rı m ! " ded i . B üyük bir h u­
z u r içinde, iki garip dervişin r u h u (frperten nağmeleriyl­
e mest old u . Her aşık g i bi o n u n ka l binde de sonsuz bir
din duyg us u , bir heyeca n, bir coşma a rzsu va rd ı . Çok
küçü k bir vesileyle duyg u l a n ı rd ı . Anla m ı n ı çözemediği
bu dilin a h i reti hatırlatması, o n u n sakin karnı n ı , sular
a ltında saklı derin bir g i rdap g ibi kaynattı . Her tarafı
sebepsiz bir sarsı ntı ile titriyor, sökül mez bir h ıçkırık
boğazına ta kılır g i bi ol uyord u . Yatsı namazını kıld ı . Yü­
rüd ü . Uykusu yoktu . l l ı k, yıldızlı bir yaz gecesiyd i . Sa­
man yol u , sa rı altın tozundan sonsuz bir b u l ut g i bi
göğsü n ü n bir tarafı ndan öbür tarafına uzanıyord u . Yü­
rüd ü , yürüd ü . Şehi rden mandıra l a ra g iden yol u n geçti-
-34-
ğ i ta hta köprüde d u rd u . Kena ra daya nd ı . Geniş dere­
nin dibine yansıya n yıldızl a r, n u rd an çakıl taşları g i b i
parlıyor, ışıld ıyord u . Kena rla rdaki, kara n l ı k top söğ üt­
lerde bülbüller ötüyo rd u . Daldı, g itti. Saatlerce kım ılda­
madı. Di nlediği nağmelerin ruhunda kalan izlerini işiti­
yor, tıpkı mescidde i m iş g ibi mest ol uyord u . Ansızın
a rkasından bir ses:
- Kimdir o ? d iye bağırd ı .

Dald ığı tatlı rüyad an uya n d ı . Dönd ü . Köprü n ü n


öbür ta rafında i k i ü ç ka ra ltı i lerl iyord u . Düşün meden
ceva p verd i .
- Ya bancı yok !
- Kimsin?
-- Ali .
- H a n g i Ali ?

Gölgeler yaklaştı lar. B i r adım ka l ı nca o nu kıyafetin­


den ta nidıl a r:
- Koca A!i . . . . Koca Ali, be . ..

- Sen misi n Ali Usta ?


-- Benim !
- Ne arıyorsu n bu geç va kit b u ra l a rda ?
-- H i ç. . .
- N a s ı l hiç? Suya çekici n i m i düşürd ü n yoks a ? . . .
B u n l a r şehir inz i bat a m irinin adamları, m u h afızlar­
d ı . Devriye geziyorlard ı . Ne ceva p vereceğ i n i şaşı rd ı .

-35-
Geceleri sa rhoş olan b u serseriler, ı rz d ü şmanla rından,
h ı rsızlardan u ğ u rsuzlardan daha korkunçtu . Kendile­
rinden başka d ışarıda bir gezeni yaka l a d ı l a r mı, da­
ya ktan canını çıkarırl a rd ı. Ama , ona kötü m uamele et­
mediler. Kom utan olan:
- Ali Usta , sen deli mi oldun? dedi.
- Yok . . .
- Böyle gece yarısına ya kın değil, hatta yatsıdan
sonra soka kta , bi r de böyle şehir kena rında k i msenin
dolaşmasına ağa m ızın razı ol madığını b il miyor musunı
- Bil miyoru m .
- Ee, ne a rıyorsun bu ra la rda?
- Hiç . . .
- Nası! hiç? . . .
Koca A!i, yine cevap vermedi. M u hafızl a r, onun
na m u s l u bir adam olduğunu bil iyorlard ı . H ı rpalamadı­
lar. Ya lnız:
- Haydi evine g it, dolaşma, dediler.
Geldiği yollardan hızlı hızlı dönen Koca Ali, ruhun­
da bi raz önceki d uyg u lan tekra rl ıyord u . B ü l b ü l ler kes­
kin keskin ötüyor, uzaktan mand ı ra l a rın köpekleri hav­
l ıyorl a rd ı . Soka kta hiç kimseye rastg elmedi. D ü k kanı­
nın önene gelince d u rd u . Bacasının ü stündeki leylek
uyumamış, kefenli bir hayal gibi aya kta d u ruyord u . Ka­
pısı ara l ı kt ı . Çıka rken sıkı sıkıya kapadığını hatırladı :
- Tuhaf. Rüzgar açmış olaca k! dedi.
Dü kkanında örsü ile çekincinden başka kıymetli bir
şeyi yoktu . B unla r d a çalınmaya değ mezd i . Kimsenin
işine yaramazdı ki, hı rsız d a aşırmak za h metine girsin.
-36-
İçerden kapıyı s ü rg ü led i . M u hafızla rın m ü d a ha lesi
canını sıkmıştı . İşte, şeh i rde yaşa mak da, bir türlü esir­
l ikti . Dağ başı nda, köyde de sanatı g eçmezdi . Birden
a ğ ı r bir yorg u nl u k duyd u . Kand i l i ni ya kmaya üşend i .
Oca ğ ı n sol u na gelen a lça k yatak dola b ı na e l yordam ıy­
la çıktı . Yata ğ ı na uzand ı . Uyuya ka l d ı .
Bir g ü rü ltüyle sıçraya rak uyand ı . Kapısı vuru luyor­
d u . Uyku sersem l i ğ i i l e :
- Kim o? d iye haykırd ı .
- A ç çab u k ! . .

Sabah ol muştu . Kapının ara l ıkla rı ndan bem beyaz


iŞı k çizg i leri parl ıyord u . O h i ç böyle d a l ı p kal maz, g ü­
neş doğmadan uya nırdı. Doğ ru l d u . Yatağ ı ndan atlad ı .
Aya kka bıla rını b u l madan yürüdü. H ızla s ü rg üyü çekti.
B i rdenbire açı l a n ka pının d ü kkanı dold u ra n ayd ı nl ığı
içinde pala bıyıklı, yü ksek kavu k l u i nzi bat a m i ri ni görd ü .
Arkasında keçe k ü l h a h l ı , çifte h a nçerli genç ada m l a rı
da d u ruyorlard ı . Ne var?" g i b i yüzlerine ba ktı . Amir:
- Ali Usta , d ü kkanı a rıya cağız, ded i .
Koca Ali hayretle sord u :
- ��içi n ?
- B u gece B u d a k Beyi n m a nd ı rasında h ı rsızlık ol-
m uş.
- Ee, ba na ne ?
- Onun içi n işte bu d ü kkanı a rayacağız.
- O h ırsızl ı kta n bana n e ?
- H ı rsızlar, çaldıkları b i r kuzuyu köprü nü n altında

-37-
kesmişler. Meşin keselerin içindeki pa ra l a rı a larak bir
ta nesini de oraya b ı rakmışlar.
- Bana ne?
- O keselerden bir tanesini de, bu sabah senin
d ü kka n ı n önünde b u l d u k . Sonra . . . Şu eşiğe ba k . kan
lekeleri va r !
Koca Ali, ka maşan gözleriyle ka pısı n ı n temiz eşiği­
ne baktı. Hakikaten el kada r bir ka n lekesi s ü r ü l m üştü .
O, bu kırmızı lekeye dalg ı n d a l g ı n ba ka rken pala bıyı klı
a m ı r:
- Hem bu g ece, g eç va kit seni köprü n ü n üstünde
görmüşler. Orada ne a rıyord u n ? ded i .

Koca A l i , yine verecek bir ceva p b u l a m a d ı . Ö n ü ne


baktı:
- Arayı n . . . diye geri çekildi.
Amirle adamları d ü kkana g irdiler. Örsü n ya nınd a n
geçen aşağ ıya seslendi:
- Ah, işte, işte ! . .

Koca Ali, birden a mirin baktığ ı ta rafa gözlerini çe­
virdi. Yen i yüz ü l m üş bir deri görd ü . Şaşırd ı . M u hafızlar
hemen deriyi yerden kaldırd ı la r. Açtıl a r . Daha ıslaktı .
Bir a mirlerinin bir de o n u n yüzüne ba kıyorlardı. Amir
h iddetlenerek sord u :
- Ça ldığın paraları nereye sakladın ?
- Ben para ça l m adım !
- İnkar etme, işte kuzunun derisi dü kkanından çıktı ı
-38-
- B u deriyi, ben b u raya koymadı m .
-- Ya kim koyd u ?
- B i l miyorum.

Koca Ali zaten çok söz edemezdi. Hakimin karşısı­


na çıkartıldığı zaman da, gece geç va kit köprü n ü n ü s­
tünde ne arad!ğ ı n ı a n lata mad ı . M u hafızların b u l d u ğ u
bütü n deliller aleyhine çı kıyord u . B u d a k Bey'in yeni sat­
tığı beş yüz koyun ücreti de m a nd ı radan ça l ı n m ı ştı . İki
k uvvetli h ı rsız, bekçi çob a nın ı sımsıkı bağlamışla rd ı .
Sonra ca n ı n ı çı karı ncaya kada r dövm üşler, hatta işken­
ce için bir kolun u d a kırmışlard ı . Ertesi gün hakimin h u­
zuru nda bu çoba n,h ı rsızın birini Koca Ali'ye benzettiği­
n i söyledi. Gace geç va kte kadar d ü k ka n ı na gelmeme­
si, derinin d ü k ka n ı nda, para keselerinden birinin ka pı­
sı ö n ü nde b u l u nması, Koca Ali'nin suçlanmasına yetti .
Ne kadar inkar etme h ı rsızl ı ğ ı yorum götürm üyord u .
Zaten hükümetçe nereden geldiği, nereli olduğu da
bell i değildi.
Sağ kol u n u n kesil mesine karar veri rd i .
Koca Ali, b u kararı d uyu nca ö m rü nde ilk defa ola­
ra k sarard ı . Dudaklarını ısırd ı . Kadere razı olmakta n
başka ça re yoktu . . . Sendeleyerek ayağa ka l ktı . H akime
sert bir sesle:
- Kol u m u b ı rakın, kafa m ı kesi n ! d iye rica etti .
B u , ömründe o n u n i l k ricasıyd ı . Fakat i htiya r hakim
adildi.
-- H ayır o ğ l u m , dedi, sen a d a m öld ü rmed i n . Eğer

-39-
çobanı öldü rseyd i n, o zaman kafa n g iderd i . Ceza, su­
ça göred i r . Sen yal nız h ı rsızlık ettin . Kol u n kopacak .
H a k böyle ıstiyor. Şeria tin kestiği yer acımaz . . .

Koca Al i'nin kol u , kafasından çok kıymetliyd i . Çeli­


ğe "çifte su"yu bu iki kol sayesinde veriyor, bu iki el sa­
yesi nde s ı n ı rlarda dövüşen binlerce g aziye çeiik kalkan­
ları k ı ran, zırh l a rı yı rta n, demir tolg a l a rı ikiye biçen, tüy
g ibi hafif kılıçla r yetişti riyor, yok pahasına , meslek aş­
kına çal ışıyord u .
O n u a ğ a kapısında m u hafızların odası a ltına ka­
pad ı la r . İ nfaz g ü n ü n ü b u rada bekliyor, h i ç sesi n i çı­
karm ıyor, çolak ka l ı nca ö rs ü n ü n başında çekiç vura­
m ayca ğ ı n ı d ü şü nere k ka h roluyor, yas tutuyord u . Ko­
l u n u n d iyeti n i (bedelini) verecek on p a rası yoktu . . . .
Ş i m d iye kad a r p a ra için ça l ış-mam ıştı .
... Bütün şehir halkı, Koca Ali g i bi h ü nerli bir u sta­
n ı n kolu kesileceğine acıdı. Bu kadar ya kışıklı, mert, ça­
l ışkan, kuvvetli, güzel bir adamın ölünceye kadar sakat
sürünmesine en duyğ usuz vicdanlar bile dayanam ıyordu.
H erkes onu çek seviyord u .
M u hafızla r kendilerine çok ucuz kılıç d öven bu
adamı k u rta rmaya sözleştiler. Şehrin en büyük zeng ini
Hac ı Meh met'e m ü racaat ettiler; b u adam Kar u n ka­
dar mal sahibi olduğu ha lde son derece cim riyd i . Hala
şehrin paza r ye rinde, küçük bir d ü kka nda kasa plık ya­
pıyord u . Düşünd ü, taşı ndı; nazlandı. S u ratını ekşitti .
Başı nı sa llad ı . Ama m u hafızla rla hoş geçinmek lazımdı:
-4 0-
- Mademki siz istiyorsunuz, dedi, ben o n u n kol u
için diyet veri ri m . A m a bir şa rtla . ...
Ne g ibi? diye sordular.
- Varın kendısi ne söyleyi n . Eğer ben ölü nceye kadar
bana bedava hizmetçilik, çıraklık etmeye razı olursa.
- Peka la . . .
. . . . . Mu hafızlar Ağ a ka pısına koştu lar. Hacı kasabın
tekl ifini Koca Ali'ye söylediler. O, evvela "kasaplık bilme­
diğini" ortaya sürdü. Kabul etmek istemiyord u . Muhafız­
lar: " Adam sende! Kasa plık iş mi? O kadar savaş gör­
d ü n . Kılıç sa l ladı n . Bağ!ı koyu n u yere yatı rıp kesemez mi­
sin?" diye israr ettiler. "Kula kul olmak", fa ni dünyada" Bi­
risine min nettar kal mak" azapların en ağırı idi.
O, daha pek gençken, vez i r amcası nın ya rdımını bi­
le kabul etmemiş, m i n nettar kalmamak için a ile ocağın­
dan kaçm ış, g u rbet el lerine atıl mıştı . Şimdi kör ta l i h i
o n u , b a k kime köle edecekti.
Muhafızlar: "Hacı'nı n yaşı yetmişi aşmış. zaten da­
ha ne kadar yaşar ki . . . O ö l ü n ce yine sen h ü r ka l ı r, bi­
ze kılıç ya pa rsı n . Haydi düşü n me u sta , düşünme" d iyor­
l a rdı.
H a cı Kasap, kesilecek kol u n d iyeti n i h a ki m e sayd ı­
ğ ı g ü n , Koca Ali'yi arkasına ta ktı . D ü kkana getird i . B u
a d a m g ayet titiz, h uysuz, berbat b i r i htiyard ı . H iç d u r­
m a d a n d ı rd ı r söyl e n i rd i . Cim-riliğ i nden şimd iye kadar
bir hizmetçi, b i r çıra k tuta m a mışt ı . Koca A li'yi e l i ne
g eçirince hemen d ü kka n ı n köşesi ne b i r set yerleştir­
d i . Ü stü ne b i r minder koyd u . Geçti, oraya oturd u . H e r
- 41 -
şeyi ona yaptı rmaya başlad ı . A m a her şeyi . . Sabah
na m azından iki saat önce, şehirden i ki saat ötedeki
mand ı rasında o gün satılacak koyunla rı ona getirti­
yor, ona kestiriyor, ona yüzdü rüyor, ona p arçalattırı­
yor, ona sattınyor . . . Ta a kşam nam azına kadar d u rma­
dan emirler veriyord u . Zava l l ıya verdiği ya lnız bulg u r
ço rbasıyd ı. Bazen kendi a rtıkla rını köpeğe verir g i bi
önüne atard ı . G eceleri d ü kanı baştan aşa ğ ı yı katıyor,
uyukuya yatırmadan ertesi sabah i çim koyun getir­
mek üzere m and ı rasına yol lu yo rd u . Od unu bile o r­
m andan ona kestiriyor, s uyunu ona taşıtıyor, her işi,
her işini ona görd ü rü yord u . H atta evinin bahçesinde­
ki lağ ı m kuyusunu bile ona tem izlettiriyord u .
Koca Ali, sade suya b u l g u r çorbasıyla b u kada r
zahmetlere yılla rca göğ ü s gerebilecekti . Fakat H acı Ka­
sa bın i kide bir:
-Ulan Ali! . . kolunun diyetini ben verdim . Yoksa ço­
lak kalacaktın ı diye tekrarlamasını çekemiyordu .
Bir g ün, iki g ün, ü ç g ün dişini sı ktı . D u rmadan ça­
lıştı . Gece uyu m a d ı . G ünd üz koştu . Efendisinin karşı­
sında e lpence divan durd u . Yine:
- Kolunun diyetini ben verdim .

- Yoksa çolak kalacaktın, h a . .

H acı kasa p, adeta b u sözleri "aferin" tarzında dili­


ne dolam ışt ı . Her em rinin ya p ı l masından sonra k ı r sa­
ka l l ı , çirkin, sıska su ratını ekşiterek mavi, çukur gözle-
-42-
riyle onu tepeden tırnağa süzer, "aklında tut, ben i m
esirimsi n ! " d e r g i bi verd iği diyeti hatı rlatı rd ı . Koca Ali,
susar, kal b i n i n pa rça-land ı ğ ı n ı , göğsüne ı l ı k bir şeyler
yayı ldığını kilitlenen çeneleri n i n çatı rdad ı ğ ı n ı , şakakla rı­
nın attı ğ ı n ı d uya rd ı . Geceleri uyuya mıyor, g ü nd üzleri
u ğ raşı rken mandıraya g i d i p g el i rken, mezba hada ko­
yunlar yüzerken, m ü şteri lere et keserken " N e ya paca­
ğ ı m , ne ya pacağ ı m ?" d iye d ü ş ü n üyor, hiç bir şeye ka­
ra r verem iyord u . Dü nyada ki mseye eyval l a h etmeyerek
kanaatka r, onurlu yaşa mak i sterke n başı na gelen b u
bela neyd i ? . .
Kaçmayı namusuna yedi remiyord u . O zaman h ı r­
sızlı ğ ı ka bul etmiş olaca kt ı .
Fakat b u herifi n i kide bir yaptı ğ ı n ı başa kakmasına
ta h a m m ü l etmek ö l ü mden çok g üç, çok acı , ve a ğ ı rd ı ! .
G ü nlerden Cuma i d i . H acı Kasap yi ne erkenden
mandıraya g itmiş koyunları getirmiş, mezbahada yüz­
müş, dü kkandaki çengellere asmıştı . Tezg a h ı n sol u nda
ki büyük, yağ l ı , siya h taşta satı rla rı biliyor, yine "Ne ya­
pacağım , ne ya paca ğ ı m ? " d iye düşü n üyor, d u d a klarını
ısırıyord u . Daha efendisi g el memişti. Satırla rı bitirince
büyük bıça kla rı bilemeye başla d ı . "Ne ya pacağım, ne
yapacağ ı m ?" h ülyasına öyle d a l mıştı ki . . . kasa bın ge l­
d i ğ i ni d uymadı . Ansızın, u ğ u rsuzun boğ u k sesi yüreği­
n i ağzına getirdi:
- Ne ya pıyorsu n be ? . .
Dön d ü . Efendisi köşesinde otu rm uş, sigarasını tüt­
tü rüyord u :

-43-
- B ıça kla rı bil iyoru m , ded i .
- H ay tem bel , rr. iskin hay ! . . Saba hta n beri n e ya p-
tı n !
Ceva p vermed i . Kapakları ç ü r ü m ü ş, b u küçü k, ha­
i n yı lan gözlere d i k d i k ba ktı . İhtiya r beklemediği bu acı
bakışta n tedirgin old u . Sord u :
- Ne bakıyors u n ?

Koca A l i , sesin i çıkarm ıyor, b i r h afta içinde bel ki


beş senel ik hizmetin i d u r u p d i nlemeden görd ü ğ ü h a l­
de, kendini yine "te m bel, m iskin" d iye aşağ ıla maya sı­
kılmayan bu kötü insa n ı , ezici bir bakışla süzüyord u . Yi­
ne kalbi yırtı l ı r g i bi ol uyor, g öğ s ü ne sıcak bir şeyler ya­
yı lıyor, çeneleri kitleniyor, şaka kları zonkluyord u . Bir
anda bu titreme d u rd u . Koca Al i g özlerini a çtı. Bir haf­
ta buna nasıl tah a m m ü l etm işti ? Şaşı rd ı . Hacı Kasap,
sigarası nı ya n ı na bıraktı . H izmetçisinin bu a ğ ı r bakışın­
dan kurtul uvermiş g i bi söylendi:
- Kol u n u n d iyeti ni ben i m verd i ğ i m i u n utuyorsun
g a l i ba , dedi . Ben olmasam şimdi çol a k kalaca ktın . . .
Koca Ali , yine ceva p vermedi . Acı acı g ü l ü msed i .
Kızardı. Sonra birden sarard ı . Hızla dönd ü . Bi lediğ i sa­
tırları n en büyüğ ü n ü ka ptı . Sıva l ı kol u n u yü ksek kıyma
kütüğ ü n ü n üstü ne koyd u . Kald ı rdığ ı a ğ ı r satı rı öyle bir
indirdi ki o anda kopan kol u n u tutt u . Görd ü ğ ü şeyin
dehşetinden g özleri d ışarı fı rlaya n Hacı Kasabın ö n ü­
ne:
- Al baka l ı m , şu diyeti ni verdiğin şeyi ! diye h ızla fır­
lattı .
-44-
Son ra gömleğinin kolsuz ka lan yerini sıkı bir dü­
ğ ü m ya ptı . Dükkandan çı ktı .
O n u n , vaktiyle geldiği yer gibi, şimdi gittiğ i yeri de
şehirde kimse öğ renemed i .

-45 -
ÇANAKKALE'DEN SONRA

. . . Ona a kra baları "mera klı", uzaktan tanıya n l a r "de­


li" derlerd i . Yaşı kırk beşi g eçiyo rd u . Henüz evlenme­
mişti. Yazın hep kırla rda gezer, g ü neşin doğ u ş u n u , ba­
tışın ı kaçıklara özg ü bir biçimde seyrederd i . Kışın ya lnız
başına otu rurd u . Acı badem'deki evi nden hiç çıkmaz,
odasında bir aşağ ı , bir yukarı dolaşır, g ü müş bir taç gi­
bi parlayan ak saçla rıyla pek temiz görünen başı n ı n
içindeki o hiç anlaşılmaz fırtın a n ı n g ü r ü ltülerini d i n ler­
d i . Çok iyi bir öğ renim g örm ü ştü . İsterse çalışır, para
kaza nabi l i rd i . H a l bu ki o her şeyden vazgeçmiş, bir ev­
vel za man Epikür' ü g i bi ya l nız "doğ a l ve zorunlu" i hti­
yaçlar ının ka rşıl a n ması ile yeti niyor, hayatı n hemen her
şey olan "doğ a l ve zoru nl u olmaya n", i htiyaçlarına hiç
önem vermiyo rd u . Babasından kalma küçü k bir geliri
va rdı ; ekmek, s u , ısınma, g iysi parasına yetişiyord u . Evi­
ne, bi rkaç çoc u kl u k a rkadaşı ile okul a rkadaşı ndan baş­
ka kimse gelmezd i . Onları, baldıranlarla, yabani otlarla
va hşi bir orman alanına dönmüş ba hçesindeki büyük çı­
nar ağacının altına alır, ümitsizliğinin zehi rinden onlara
acı kadehler sunard ı . . .
-46 -
- Evlen, bu ü mitsizlik senden geçer, diyen lere:
- Dü nyaya bir esir getirmek cinayetini kabul etmem,
diye g ü l ümserdi. Çok az söz söydediği için sevdiği arka­
daşları bile kendisini iyice anlayamamışlard ı . "Feylesof,
kötü mser, derviş, sinirli . . . İlah . . ." derlerdi. Fakat hayır, o
sadece bır ümitsizdi. Okuldan çıktı ktan son ra okumağa
başlamış, okudukça ü midini kaybetmiş, okuyu p düşün­
dükçe intiharı ku rmuştu , amma kuvvetli öğrenim sonu­
cu olan bı limsel düşünce ona hakimdi:
- Aceleye lüzum yok. Madem ki talihimiz böyle . . . Bir
köşeye çekilip ölümü beklemeli, demişti.
İşte hep o ölümü bekliyordu . Zira kendisine "insan"
gözüyle bakm ıyord u . İnsan ol mak için kesin l ikle bir top­
luluğun, bir milliyetin içinde bulunmak gerekirdi. Düşü­
nüyord u . Kendisinin bir milliyeti yoktu; bir çevresi de
yoktu. Yalnız haraketini hissedemediği, dilinden, duasın­
dan bir şey an lamadığı belirsiz bir dini vard ı . Mabedinde
yücelik duymuyor, önü nde derin bir geçmiş görm üyor,
semasında ilahi bir ülkünün sonsuzl uklarına dalamıyor,
siyah toprağın üzerinde tıpkı bir hayvan gibi, bir birey gi­
bi kalıyord u .
Bir hayvan gibi . . .
Halbuki o milliyetiyle, diniyle, mabedinin yüceliğiyle,
topluluğunun geçmişiyle ü l küsü nün sonsuzluğu ile in­
san, ahlaki, manevi bir insan olmak isterdi. Çevresi, arzu
ve eğilimleri ansızın eriten bir çöl, bir sahra, bir hiçlikti.
"Güzel, iyi ve yüce" yoktu. Sanat diye biçimsiz çizgelerden
- 47-
ka buslar, edebiyat diye Ara pça , Acemce anla msız, so­
yut birleşim ler ya pıl ıyor, mil liyet inka r ediliyor, geçmiş
kari katürleştiri liyor. gelecek bir d u man halinde ca n l a n d i­
rılıyord u .
- Ne olaca k , ne olaca k ? diye başını avuçları içinde
sı ktıkça, g örmediği bir karanlık, bir sanr ı , kelimeleri
baykuş eninlerinden oluşmuş cehennemi bir dil le ona
ceva p verird i :
- Yarın Ruslar gelecek, İ stanbu l 'u a lacak, İngilizler
ve Fransızlar Anadol u'yu yağma edecekler . Ad ı m ız ta­
rihten sil inecek . . .
Evet, b u kesindi . B undan kim şü phe edebilirdi ?
Kendi ismini b i l meyen, kendi dil ini yazmayan, düş­
manlarını kardeş sanan bir millet yaşaya bilir m iydi? Bu­
na olana k va r mıyd ı ? Ya rın bu kendi ismini bilmeyen,
kendi d il ini yazmayan, d ü şmanını kardeş sanan zava l l ı
m i l let R usların, Fransızların, İng i l i zlerin elinde Hindistan
halkı g i bi esir o lacak, onla ra h a yvan g i bi h izmet ede­
cek, uygarlı ktan, yani insanlı ktan, a hla kiyetten yoksun
kalaca ktı . Kend isi de işte böyle bir esir olmaya aday­
d ı . . . B unları düşünürken sinirleri bozu l ur, korkunç bir
nöbete tutu l ur, yarınki "esirlik, hayvanlık" ta l i h ine isyan
eder, bald ıranları koparır, dikenleri ezer, sonunda bir
deli gibi kendini kırlara atard ı . Ara balarla eğlenmeye
g idenlerin geçerken, hep yandan g örünen atl ı ların, bi­
sikletl ilerin manzarası ona dokunur, "Ah , esir sürüle­
ri . . . " d iye homurdanırd ı . Evet, bunların hepsi hayvand ı .
İnsan değildi. Eğer insan olsayd ı lar, b u kadar yakın, ke-
-48 -
sin bir esirlik teh likesi ka rşısı nda nasıl kayıtsız, m utlu
olarak eğlenebil i rler, g ezerler, toza rlar, g ü lüşü rler, oy­
naşı rl a rdı? Nasıl sevişirler, nası l evleni rler, nası l bir oca k
dolusu çol u k çoc u k yetiştirebilirlerdi? . . . Haberleri yok­
tu . Fela ketten, h içbir şeyden h a berleri yoktu .
. . . Yine bir yaz g ü n ü , bahçesindeki çına rın altında ölü­
mü bekleyen i nmeli bir i htiyar gibi somuturken, ü mitsiz­
liği sarsı ldı. B i r g ü neş doğ uyordu sanki , . Meşrutiyet ilan
olunmuştu . Fa kat beş on ay geçmeden ümitsizl iği eski­
sinden beter old u . Rusların İ sta nbul'da bi rtakım adam­
la rla ka rışık çıkamak için her sene yüz bin ruble verdik­
lerini, Duma'n ı n tartışma la rından öğ ren iyor, kend ini yö­
netemeyen bir m i l letin sarsaklığını görerek daha fazla
çıldı rıyord u . Bata n, doğan g ü neşlere bakamaz old u .
Va hşi Kaza klarıyle Rus ord u larının hücumunu görüyor
zan ned iyor, gözü ka palı koşarken görmediği bir uçu ru­
ma ansızın yuva rlanmış g i bi titriyord u . Kuşlar ağl ıyor, çi­
çekler soluyor, yapraklar dökü l üyor, ufuklar kararıyor­
d u . Azimsizdi . Çevresi ne karşı elini ka ldı rıp: "Uyanı nız !
Kendinizi biliniz. Hayva nla r gibi amaçsız, örg ütsüz, me­
deniyetsiz yaşamayı nız. B i r millet olu nuz" derneğe cesa­
ret edemezd i, bu iktidarı kendinde duyamazd ı . Hem a r­
tık sözün ne etkisi olabil i rdi? yenilg i gerçekten başla­
mış, sonuca ya klaşm ıştı. Tica ret, zenginl ik, para, mutlu­
luk tamamen ya bancı ların eline geçm işti. Kapitülasyon­
lar bir milleti yavaş yavaş öld ü ren bir idam maki nesi, bir
gasp müessesesi id i . Gerçeğ i ki mse gö rmüyor, ya klaşan
fela ketten kaçmak için ki mse hiç olmazsa geri çekil me
yolunu gösteremiyordu .
-49-
- Oh, g erçeğ i kavramış bir k a h ra m a n çıksa . . . diye
i n lerd i .
Çora kla rd a n , taşlıklard a n , h a ra belerden, vira neler­
den gelen yabancı bir rüzg a r g i bi, bazen bir ü l k ü rüz­
garı eser, kurtul m a k isteyen , h ü rriyeti seven , a h l akiye­
ti insanlık bilen ruh l a rı topla rdL O da uzaktan h issetti­
ği her a kıma kapıldı. Yeni kılavuzların ağzına ba ktı . Ki­
mi "her şeyi Allah'ta n bileceksi n" d iyor, kimi tarihe bu
kadar şa n l ı sah ifeler yazdırmış olan Tü rkleri Borneolu­
lar, Caval ı lar, Somatra lı l a r; i l ah . . . g i b i i l kel, ya rı vahşi ka­
bilelerin, kavim lerin uygarlık d üzeylerine, i lkel düşünce­
lerine indirere k sözde siyas'I bir birlik oluştu rma k isti­
yord u . Trablus Savaş'ından sonra birden bire üzerimize
yığ ı l a n Balkan felekati onu yata ğ a serd i . Artık Tü rki­
ye'nin Avrupa'daki kısmı g itmiş, g eri ka lan da "çıka r
bölgeleri" adı a ltında paylaşıl m ıştı . B u nd a n son ra onun
hiç üm idi kal ma d ı . Köşküne kapa n d ı , Rusları bekled i .
İşte s o n a d ı m d a atılm ıştı .

Birinci Dü nya Savaşı başlayınca, köşesinde bir kere


daha kıvrandı. Artık bu sefer gerçekten son saatti ! Rus­
lar Ayasofya'ya harçla rını asaca klar, Batı Asya'nın bu kö­
şesindeki bin yı l l ı k bir Türk ta rihi kapanaca ktı . Bilincini
kaybetmiş bir milletin esi rliğ ini görmemek içi n, öl meğe
karar verd i . "Fakat Ruslar g i rerken . . . " diyord u . Ah, eğer
çevrede insan olsayd ı , ölümü esirlikten daha kolay ka­
bul edebilird i .
Çanakka le'yi İ ng i l iz, Fransız topları dövüyord u .
H a bug ü n, h a yarın . . .
- 50-
Düşman kesi n b i r biçi m d e bekle niyord u . . . Anado­
l u 'ya göç başl ıyord u . O d a b i rçok l a rı g i b i d ü ş m a n ı
bekliyor: " N i h ayet b i r haftaya k a d a r . . . "diyord u .
B u haftal a rdan b i rçoğ u birbiri a rkasına g eçti . İngiliz,
Fransız zırhl ı l a rı Çanakkale'yi geçemed i . Göç eden ler
döndüler.
O, bu mucizeden şaşkın b i r h a lde, köşkü nden d ışa­
rı çıktı. Yüz binlerce asker soka kları , meyda nları, kırl a rı
doldu ruyord u . B u d üzen, bu r u h , bu o rd u , bu millet
birden bire nerede n doğuvermi şti ? Anlaya mıyord u .
B i r sene her g ü n başka b i r zafer h a beri getirerek
geçti . Çanakkale'de hemen bir m ilyonl u k d ü şman o r­
dusu eritild i . Denize dökü ld ü . B ü yü k zırhlılar batt ı .
M a ğ l u p edil mez sa n ı l a n İ ng i l izlerin bayra kları yere d ü­
şürüldü . Hele Ruslar . . . Ya lnız İ sta nbul'u ele g eçirmek
için bu savaşa g i rd i klerini i l a n etmekten başka bir şey
ya pa madılar .
. . . Onun ümitsizliği geçtikçe gözleri açıl ıyor, artık yaşa­
yan, kendini duyan, ülkljsünü bilen bir milleti n içinde oldu­
ğunu görüyordu . Kapitülasyonlar kalkıyor, iç düşmanlar te­
mizleniyor, zeh irli asalaklar gibi milletin bünyesi üzeri ne
düşüp ka nını emen hainlerin elinden "iktisat, istismar" silah­
lan alınmaya çal ılışıyordu . İşte ümidini kestiği bu çevre so­
nunda bir millet ol uyor, Türklerin, arasında da "iş bölümü"
düşüncesi uyanıyordu
. . . Köşkü n ü n baldıranlarını söktürd ü . Süprü ntülerini
temizlettird i . O nu deli ya da meraklı bilen komşular bu
değişi m e şaşıyorlard ı .
-51 -
. . . Köşk onarı l maya başladı . Köşkün beyi de temiz, ye­
ni g iysiler g iymeye başladı. On beş, yirmi sened i r kapa­
l ı , boş za manlar geçiren bu beyin dış işlerine çevirmen
old u ğ u n u duyd u lar.
Yaşı elliye yaklaşıyord u . Saçları bembeyazdı. Fakat
milletin birden uya nışı, mutl u l u ğ u , ha reketi onu gençleş­
tird i . Evlenmeye ka l ktı . Bir sene önce karg a l a rı n tü nedi­
ği çınara şimdi bülbül konm uş, ötüyord u .
Komşular, bir a kşam, yen i boya nan köşkü n pencere­
lerinden ışıklar fışkırdığını görd ü ler. Mesut, şen ka hka­
haları, ruhani musiki ahenklerini d uyu nca, bir düğün ol­
d u ğ u n u anladılar.

Ümitsizliği geçince onun bütün yaşamı kuwetli bir ba­


har oldu. Yalnız başındaki aklar . . . İşte hala d uruyordu. Fa­
kat bu aklar, yüksek bir dağın üzerindeki yüce, temiz kar­
lar gibi "yüksek emel yollarını" kapayamıyordu. Saldıranla­
rın yerlerinde menekşeler bitmişti.
B ütün bahçeden tatl ı bir koku, gizli g izli geçen rüz­
gara karışıyor, bu evin mutl u l u ğ u ndan, diğer mesut ai­
le oca klarına sebepsiz, manevi selam götü rüyord u .
Serince bir sa bah, o, yeni ya pılmış tarhların a rasın­
da d a l g ı n , biraz rahatsız gezi n iyord u . Köşkün kapısın­
dan a nsızın b i r ses bağ ı rd ı :
- Beyefendi, müjde !

- Kurtuldu, müjde!
- Erkek mi?
-52-
- Hayır, bir kız . . . N u r topu g i b i . . .
H ızla içeri g i rd i . Ka rısı n ı n başı uçuna koşt u . Saf g ü zel bir
kad ı n , pembe ipek perdeli beyaz yata ğ ı n ı n içinde, akşam za­
m a n ı batan g üneşin veda eden rengiyle sararmış bir melek
g i bi sa kin, ha lsiz yatıyordu. Onu görünce g ü lü msedi. Yavaş,
ancak işiti lir, bir ses i l e :
- Ad ı n ı ne koya l ı m ?
- Ülkü. . .
Sonra titreyerek dönd ü . Kendisine uzattı kları ince, beyaz
bir kundağa sa rılmış kızına baktı . Üzüntü ve acı içinde g eçen
geçmişi n i , a k saçlarını, her şeyi bir anda u n uttu . Bu yeni do­
ğan yavr u n u n yaşama henüz a ç ılm ış g ü nahsız, sakin gözle­
rinde açık mavi bir .ü mit ayd ı n l ı ğ ı parlıyordu . Bu sonsuz ay­
d ı n l ı ğ ı n öncesiz nurlarıyle bütün r u h u n u n dold u ğ u n u , tutuş­
t u ğ u n u duyd u . Gözleri sevi nçten yaşard ı . Ru h u n a dolan n u r­
l a r etrafı n ı da kapla d ı . Artık bu heyeca n tufa nı içinde h i çbir
belirli şekli görem iyor, ya l n ı z ka rısı n ı n -kendi ruhundan çıkı­
yor sandığı- nazlı, tatlı ince sesi n i işitiyor g i b i o l uyord u :
- Ülkü. . .
- Ah, n e g üzel isi m !

-53-
BOM BA

Duvarları ve tavanı uzun bir kışın işleriyle ka rarmış bu


yer odasında hapis gibi duran bodur ve çirkin ocak, için­
deki od unları sa nki hiddetle yakıyor, bir an evvel yutmaya
ça lışıyord u . Hızla tutuşara k uzanan ve sönen alevler,
mandolinle heyeca nlı sosya list marşını çalan genç Boris'i,
karşısı nda ezeli ve son bulmaz mi l li çora bını ören g üzel
karısı Magda'yı hafif ve akıcı bir kırmızıya boyuyor, bütün
odayı kaplayan büyü k ve kötü rüm gölgeleri ni titretiyordu .
Dışarıda vahşi ve soğ uk bir Şubat gecesi va rdı. Kudurm uş
bir rüzgar, küçük pencerenin örtü lmüş kapaklanna ça rpı­
yord u . Ortadak i kalın ayaklı kaba ve iri masanın etrafı nda,
yine kaba ve biçimsiz sanda lyeler duruyor, ça lınan man­
dol inin keskin sesini dinler g i bi uyukluyorlard ı . Ocağın üs­
tündeki harap ve i htiya r saat gece ya rısının geçm iş oidu­
ğ u n u gösteriyordu . Borıs ma ndolini duvara dayadı. Aya­
ğa kalktı . Birden tava nda bel i ren gölgesiyle ger indi Mag­
da seri tığ ların ucu ndan güzel gözlerini kaldırdı:
-54-
- Uykun m u geld i ?
İ ri Boris gerinmesine devam ederek cevap verdi:
- Hayır, hiç uyku m yok . . .
Ve tekra r otu rarak i lave etti :
- B i l mem niçin, içimde bu g ece bir sıkı ntı va r.
Magda birden d u rd u . Çora bını d izleri n i n üzerine i n-
dird i .
Tereddütlü ve şüpheli ıslak gözleriyle kocasına bak­
tı. Kaşlarını çata ra k:
- Benim içimde de bir sıkı ntı va r ! d iye söylendi.
Boris a nca k yirmi beş yaşı nda va rd ı . Baba İ stoya'nın
bir tanecik oğluyd u . Köy ü nde, Sofya'dan gelen öğ ret­
mende okudukta n sonra genç papazın isteğ iyle kendi­
si de Sofya'ya g itmiş, orada öğ renimini bitirmişti . Beş
sene sonu nda şalva rsız ve kuşa ksız dönen dinç ve g ü­
zel Boris, ba bası nın evi nde, i htiya r anasının yanında
çok oturm a m ış, bir gün dağa çekil i p g itmişti . Senede
a ncak bi rkaç d efa geceleyin gelir, a nasıyla babasıyla
g ö rüşür, yine kaybo l u rd u . Genç Türkler hiç beklenilme­
yen M eşrutiyeti i l a n edi nce, o da bütü n arkadaşları g i­
bi şehre inm iş, s i l a h ı n ı h ü k ü m ete tes l i m etmiş ve köyü­
ne gelmişti . Fakat a nası yoktu . O, üç ay evvel : "Ah Bo­
ris ! Ah Boris ! " d iye öl m ü ştü . Gözleri ni n açık ka ldığ ını
ve papaz e l iyle kapa maya ça l ıştığ ı halde başa ra madığı­
nı komşular söyl üyorla rd ı . ı ssız ormanlarda, korkunç
kayal ı klarda, hep aysız g ecelerin ka ra n l ı kları içinde ge­
çen beş seneden sonra h ü r ve serbest, parlak ve yeşil
köyü pek hoşuna g itmişti . Artık babası pek i htiya rd ı .
-55-
Tarlaları ve çifti ida re edemiyor, ad am lar ı o n u aldatı­
yorl a rd ı . İşleri eline a l d ı . Zaten s ü rü c ü l üğe ka rşı büyük
hevesi va rd ı r . B i rg ü n köydeki okulun güzel öğ retmeni­
ne rast geldi. Ta n ıştı . B u kızca ğ ı z da kendisi g i b i Sof­
ya'da okumuştu . konuştu l a r ve çok sü rmedi, seviştiler.
Evlendiler. Magda, Boris'e va rd ı ktan son ra oku l u ter­
ketmiş, hayatı nı evine, eşine ada mıştı . Aşkları g ittikçe
a rtıyor, fikirlerin birliği onla rı d a ha derin h islerle birbir­
lerine bağ l ıyord u . İşte ayla rdan beri böyle gece yarıla­
rı nı b u l u rl a r, kon uşu rla r, sevişi rken uyu m a k istemezler­
di.
B a ba İstoyan daima, g ü neş battı kta n b i r saat sonra
yata r, hemen uyur ve sa bah ol mazdan iki saat evvel
uya n ı r d ı . Yine b i r g ü n kuşa ğ ı n ı sa ra ra k kapısını açtı .
Gelinini ba hçe ka pısı n ı n eşi ğ i nde uza n mış görü nce şa­
şırd ı :
- Ne ya pıyorsu n orada ? ded i .
Magda kayı n ba bası n ı n sesini işitir işitmez kalktı .
Topland ı :
- H i ç ! diye ceva p verd i, dışa rı çıkaca ktı m, u za n m ış­
tım.
İhtiya r ocağa doğ ru yürüd ü . Magda kapıyı itti . Ve
ocağa koştu . Odun attı, tutuştu rmaya başladı . İhtiya r si­
garalığını doldu ruyord u . Magda ateşi yaktıktan sonra or­
tada, kaba ve kalın ayaklı masanın ya nındaki bir sa ndal­
yeye oturup, dirseklerini dayadı . Başı nı ellerinin içine aldı.
İşte yarım saat ol uyord u . Boris henüz gelmem işti . Niçin
bu kadar gecikmişti ? Ka lbi burkul uyor ve avazı çıktığı ka-

-56-
dar haykı ra rak ağlamak, kendisini yerlere atmak, koşarak
Melina'nın evi ne gitmek, Boris'i bul mak, on un kol larına
atılmak istiyord u . Baba İstoya n, ka mburunu çıkarm ış, sa­
kin ve sert bakışlarla sigarasını çekiyor ve sol elinin orta
parmağı ile burnunu ka rıştı rıyord u . Harap ve eski saat,
durmuş ve sanki yeniden kendi kendine işlemeye başla­
mış gibi, hazin tik - taklarını tekra r işitti riyordu . Tutuşa n
od unlar yine oda n ı n içine kırmızı gölgeler, kırmızı hayal­
ler doldu ruyor, soğ uk rüzgar va hşi, daha hain esiyor,
pencerenin ka pağ ını daha fazla sa rsıyord u . Magda, Bo­
ris'i düşün üyor ve gizli g izli h ıçkı rıyord u . Ka lbi şişiyor,
göğsü nü acıtıyord u . Dışardan uza k köpek sesleri işitild i .
Bunlar m utla ka komşunun köpekleriydi. Birden başını
kaldırd ı . İ şte Boris çıkmış olaca ktı . Köpekler havl ıyordu.
Din ledi. Oh, Boris geliyord u . . . Birkaç daki ka kım ıldamadı,
öyle ka ldı.
Ş i m di köpek sesleri yakla şıyord u . Kendi köpekleri
de havlıyord u . F a ka t niçi n ? . . . Boris'e niçin h avlıyorlar­
d ı ? Acaba ya n ı nda bir yaba ncı m ı va rd ı ? Köpek sesleri
d a h a da ya klaştı. M a g da ayağa ka l ktı . Pencere n i n ya­
n ı n a g itti . Ka pıyı a ç maya cesa ret edemiyor, bili nmez bir
korku onu hareketsiz bırakıyordu. Köpekler pek yaklaşmış­
lardı. Ayak sesleri işitiliyordu. Magda'nın kalbi durdu. Nefe­
si kesildi . Kendinden geçti .
Kapı bird e n bi re vuru l m uştu . B a ba İstoya n sıçra d ı ve
sigarasını d ü ş ü rd ü . M agd a e l i n i kalbinin üstüne koyd u .
Omuzlarını kaldırdı. Boyn unu içeri çekti. Kapı tekrar ve
daha şiddetli vuru ld u . Baba İstoya n kalktı. Pencereye
doğ ru yürüdü . Kuvvetsiz bir sesle:
-57-
- Kim o? . . . dedi .
Dışardan anlamsız bir ses cevap verdi :
- Aç Baba İstoyan, biziz. Konuşmaya geldik! Korkma !
İhtiya r tereddütlü ve korkak, tekrar sord u :
- Siz kimsiniz?
- Kapta n Raçof, Pançe, Sandre . . .
İ htiyar yıld ırı mla vuru l m uş gibi dondu, ka ldı. Bunlar
m üthiş, ka nlı, merhametsiz ve gaddar kom utanlardı.
Namları bütün ova köylerini titretiyord u .
İ htiyar b i r hayal gibi kapıya yürüdü. Açtı. Uzun boyl u
kahvereng i giyimli bir adam görü nd ü . Gözleri küçük ve
ka nlıyd ı . Zayıf, gayet çi rkin bir boynu vardı . Baba İstoya n
ya lnız Bulgar köylülerine has olan o esir ve mazlum tavı r
ile eğildi, yine bu köylülere has olan o çolak ve sahte se­
la m la Voyvodayı sela m ladı.
- Buyru nuz Gospodin ! ded i .
Raçof'un arkasında i k i kişi daha vard ı . Bunlar d a man­
liher tüfekleriyle donan mışlard ı . Bellerinde ve göğ üslerin­
de çaprazvari fişekler bulunuyord u . Bir tanesi kısa boylu
esmerdi . Diğeri Raçof gibi sa rı, fakat daha genç ve daha
az çirkindi. Magda'nın gözleri açılmış ve yüzü bembeyaz
olmuştu . Koştu, Raçof'un ayaklarına sarı l d ı . Öpmeye baş­
ladı . Ağ laya rak yalvarıyord u ·
-- Gaspodin ı Boris nerede? Ah, Boris nerede?
Raçof, ayaklarına kapanmış güzel kadının ipek saçları­
nı, veremli ve çam u rlaşm ış yılanlara benzeyen parmakla­
rıyla okşaya rak:
-58-
- Kalk sosya l itst, ka l k, d ed i . Ş i mdi Boris'in g e l i r. Biz
işimizi kon u şa l ı m . . .
Ve yürüdü. Magda yerde kalm ıştı. Ya nındaki sandalye­
ye tekl ifsizce otu rd u . Masanın üzerine tüfeğ ini koydu .
Öbürleri de karşısında otu rd ular. Esmer ve kısa boylunun
elinde siya h beze sa rılmış yuva rlak bir şey vard ı . Onla da
tüfeklerini masanın üzerine koyd ular ve siya h beze sa rılı
yuvarlak şey de tüfeklerinin ya nına kond u . Raçof, Baba İs­
toyan'a dönd ü :
- Gel bakalım çorbacı, ded i . Karşımızda otur. Seninle
konuşacağ ım. Magda, sen de şöyle ya nıma gel ! Baban ak­
silik ederse size kötü m uamele ya pmaya lım.
İkisi de tereddüt etmed i . Baba İ stoyan , Raçof'u n kar­
şısına otu rd u . M agda da ya n ı na. Baba İ stoya n iyie a p­
ta l laşmıştı . Gelini, oğ l u n u n nerede old u ğ u n u bunlara ni­
çin soruyord u ? B u na a kı l erd i rememişti. Boris evde de­
ğ i l miyd i ?
Raçof cebinden bir tabaka çıkardı. Ortaya koydu. Bir si­
gara ya ptı . Magda seri bir hareket:ie kalktı . Sonra ateşi oca­
ğa attı . Yine kalktığı yere oturd u . Raçof bi rkaç nefes siga­
rası ndan çekti . Ve dumanlarını seyred erek.
- Ey, b a ba İstoya n, ded i . Ş i rn d i evvela bize söz ver
ki; çok za h met etmeyeceksin ı Uzu n lafın kısas i : Va kit
geçirmeye l i m . . . Sekiz yüz l i rayı : etir.
İ h tiya r titred i . Altmış senc� d i r < ı kada r tasa rruf ve ezi­
yet i i e kaza n ı lmış b ı r m a l ı n seme : esi . B ı riki m i . . . Tü m ü . . .
Şimdi böyle b i r anda isten iym::. ı Deli olaca ktı _ i nka r
etti :
- H a n g i sekiz yüz l i ra ? . . .
Voyvoda g ü l ü msed i . Kirli ve kırık d işleri göründü .
Tekra r sigarasını çekt i . Başını sa l la d ı :
- Anlaşı ld ı . Demek za hmet edeceksin. Mutlaka daya k
yemeden, ayakların ya nmadan, tırnakla rın çıka rılmadan
söylemeyeceksin! Eğer yine söylemezsen oğ lun Boris bi­
zim elimizdedir. Onu keseceğiz. Evini de yakacağ ız. Yine
seni ra hat bırakmayacağ ız.
Baba İstoyan önüne bakıyord u . Oturdukları evi bile sat­
mışlardı. Bu sekizyüz lirayı verirse muhakka k açlıktan öle­
cekti . Bir eşeği bile ka lmamıştı . Magda, Boris'in kesileceğin­
den bahsedildiğini duyu nca ağlamaya başladı. Tekrar Kap­
tan Raçof'un ayaklarına ka pandı:
- Affet Gos pod i n, Boris'i affet . . . ded i .
- G üzel kad ı n ! Sen d e a maca hizmet etmed i n . B u-
rada ikiniz de bizim için ça l ışaca ğ ı nız yerde babanıza
mallarını sattırı p kaçmak istedi ni z . Sizin için milleti n
verdiği pa rayı ça l mayı a rz u etti niz. İ şte biz b u na m ü sa­
de etm iyoruz. E l i n izden pa ra l a rı a la ca ğ ı z . B u radan bir
yere gidemeyeceksiniz. Bizim için çalışaca ksı nız.
Ve ilave etti :
- Haydi, Boris'i ni seversen pa ra l a rı g etir. B a ba İ sto­
ya n i nat ederse sevg il i n i n kafası kesilecek. B i r daha
onu ömrü nde göremeyeceksi n .
Magda, Boris'in öldürül mek ihti malini düşündükçe deli
olacaktı . Kalktı, ağalayarak Baba İstoyan'a sarı ldı:
- Ver babacığ ım, ver. Biz genciz . Boris'le çal ışır, yine
kaza nırız. Söyle nerede, gideyim , getireyim.
-60-
Raçof ve a rkadaş l a rı Magda'nın yalvarmasını seyre­
diyor ve g ü l üşüyord u . B a ba İ stoya n ta m a m ıyla a pta l­
laşm ıştı . Sanki hiç sözle ri d uymuyor, m a n a l a rı a n l a m ı­
yord u . Cimri köy lü için ölmek, bu pa rayı vermekten da­
ha çok iyiyd i . Magda ya lva rıyord u . B i rden Baba İ stoya n
baş ı n ı ka ldırd ı . Raçof'a dedi k i :
- Ka pta n, bari y ü z l i rasını bir e v a l m a k içi n b a n a bı­
ra k. Son g ü n lerimde açı kta kal mayayı m .
Raçof reddetti :
- Hayı r, yüz lirasını d a bırakamam. Oğlun genç, çalışır.
Seni besler. Hayd i getir diyoru m . Vakit geçiyor.
İ htiya r tereddüt ediyor. Magda ya lva rıyord u . Raçof
bir işaret etti . Kısa boy lu esmer, tüfeğ i a ldı, d i pçikle ih­
tiya rın sırtına dehşetli bir d a rbe indirdi. Raçof da ayağa
ka l ktı. Şiddetle sord u :
- Hayd i , Baba İstoya n, dayağa başlayacağız. Ayak­
larını ateşe sokacağız. Va kit geçiyor. Pa ra l a rı g eti re­
cek misi n ?
Magda gözyaşları içinde çırpınıyor ve ihtiyara sarılıyordu.
İhtiyar hiçbir şey söylemedi. Başını salladı. Yattığı odanın ka­
pısına gitti . İçeri girdi. Bir dakika sonra kırmızı ve ağır bir çı­
kın ile geldi. Masanın üzerine bıraktı . Haydutlar parayı bu ka­
dar çabuk elde ettikleri için sevindiler. Raçof hemen çıkını aç­
tı . Saymaya başladı :
- Aferin, B a ba İ stoya n , d iyord u . Zah met vermed i n .
Ş i m d i bize şarap çıkar, eğlenel i m .
Paraların say ı l ması bitti . Raçof l i ra l a rı ü çe ta ksim et­
ti. Arkadaşla rıyla çanta l a rına koydu l a r:

-6 1 -
- H a n i şarap, hani şara p ? d iye h aykı rd ı l a r .
Magda ayağa kalkt ı . Ambarın küçük kapısına koşt u.
Açtı ve içeri g i rd i . Ü ç b ard ak ile bir testi ş arap getird i .
H ayd utların ö n ü ne koydu . Sonra tekra r a m ba ra girdi.
M ezelik bibe r ve t u rşu çıka rd ı . Komu ta n l a r birbiri üze­
rine aceleyle içiyorla rd ı . Raçof:
- Böyle mezeye l ü z u m yok, dedi . B i z cansız meze is­
temeyiz . . .
B u sözden birşey anlamayan Magda'yı belinden tuttu
ve öpmek istedi . Magda karşı koydu ve ağlamaya başladı.
Raçof genç kadını bırakmayarak diyordu ki:
- Yanaklarından m eze a lacağ ı m . Sen sosyalist değ il
misi n ? Sosyal istle r her şeyde o rta kl ı k isterler. Ben de
ya naklarına Boris'le ortağ ı m ! . . .
Magda çırpınyordu . Raçof çirkin ve g ü r sesiyle:
- Eğer böyle m ü nase betsizlik edersen Boris'ini göre­
m ezs i n . Onu keseriz, d ed i .
M a g d a b u sözü işitince tekrar h ıçkı rmaya v e Raçof'a
yalvarmaya başl ad ı . Artık Raçof o n u n taze ya nakların­
dan bol bol öpüyo rd u . Kadeh kadeh içiyor ve tekra r
öpüyord u . Arkadaşları na .
- Siz de meze a l ı n ı z be ! . . . d ed i .
Cansız bir y u m a k g i bi Magda'yı onların kuca ğ ı na at­
t ı . Bu iki kuvvetl i h erif, bu nefis kadına yapıştılar. B i r ta­
nesi eteklerini ka ldırmak istiyord u . D iğHi d a ha fena
sa rhoştu . Dişleriyle, avucu n u n içinde tuttuğ u bu g üze!
başın ya nağını ısırmı ştı . Magda b irden hayki rd ı . Ve ku­
caklarından ku rtu l d u . Sağ ya nağının iki yeri nde:ı kan

- 62 -
a kıyord u . B a ba İ stoya n b u manzarayı görmemek için
ocağın kenarına çömeldi ve başı nı avuçl a rı n ı n içine a l­
d ı . Gözleri ni ateşe d ikti . Magda elini yanağ ına koym uş­
tu . Parmaklarının arasından kan sızıyor ve ağlıyord u .
Haydutlar b u g üzel kadının kan içinde ağlamasına ba ka­
rak sanki zevk d uyuyorlard ı . Hepsi susuyorlard ı . İ htiyar
saat bu tecavüzden etkilenmiş g i bi yine tik taklarını işit­
ti riyor, rüzgarın g ü rültüsüne horoz sesleri ka rışıyord u .
Raçof sözde acı d ı :
- Ağ lama M a g d a , d ed i . Şi mdi Boris'in g e l i r . Orasını
öper. Acısı kalmaz. Hayd i ben mandolin çalyı m, bize
biraz rakset.
Ve ocağın ya nı ndan mandolini a la ra k bir pol ka çal­
maya başlad ı . Magda:
-· Ben oyna mak bilmem ka pta n ı d iyord u .
Raçof ka l ktı . Magda'nın yanına g itti . Kulağ ı na sert
ve va hşi bir sesle :
- E ğ e r oynamaz, neşemizi kıra rsan, Boris'i göremez­
sin, gider keseriz . . .
Magda'nın bütün vücu d u sarsı l d ı . Gözleri nin yaşı
dindi. Ve acıklı bir sesle:
- Oynamıyoru m , ah Boris . . . ded i .
Raçof oturd u . Mandolini çalmaya başlad ı . Diğer iki
haydut, du rmadan içiyorlar ve g ü lerek Magda'nin oy­
nayışını seyrediyorlard ı . Ya nağından akan ka n beyaz
boynu na gidiyor, ona tekra r hayata gelmiş bir şehit
ma nzarası veriyord u . ı sı ra n haydut, başka bir a rzu be­
lirtti :
-63-
- Kapta n , dede eteklerini ka l d ı rs ı n , öyle oynas ı n .
Baca klarını göreli m .
Raçof, Magda'ya döndü.
- H aydi Magda b u n u da ya p ! B a ca kla rı n ı görs ü n­
l e r ! Artı k gidel i m , Boris'i n i gönderel i m . . .
Genç kadın bi r d u rd u . Baba İ stoya n'a bakt ı . Yüzünü
ateşe d i kmiş, o n l arı hiç g örmüyo rd u . . . İşte b u herifler
a rtık n a m u s u n u da tehdit ediyorl a rd ı . La kin Boris'i teh­
l i ke içindeyd i . Eğer a rzularını ya pmazsa , o kadar sevd i­
ğ i Boris'i kesilecekti. B i r daha o n u n k u m ra l ve g ü r saç­
larını, mavi gözleri n i , küçük ve k ı rmızı dudaklarını, tat­
l ı tebess ü m ü n ü göremeyecekti . Gözlerini kapadı ve
etekleri n i kaldırd ı . Ça l ı n a n pol kaya aya klarını uyd u ra­
rak sıçra maya başlad ı . H aydutla r çoştu l a r. Kapta n da­
h a şiddetle ve çoşku ile çal maya başlad ı . Diğerleri yer­
lerinde otu ra m ıyorla r, bu beyaz ve dolg u n baca klara,
onların atılışlarındaki şehvete cazip, tah ri k edici ha re­
ketlerle ba ra ka k birbiri n i n boy n u n a sarıl ıyor, itişiyor,
ka kışıyorl a rd ı . K al ktı l a r. Raçof' u n ya n ı n a g itti ler. Kula­
ğ ı n a bir şey fısıldad ı l a r .
Raçof:
- O l u r ama, va kit geçti ! Sabah oluyor ! Geç ka ldık!
ded i . derin, hayva nca, ta hri k edici bir h ı rsla g üzel kadı­
na baktı ve :
- Ah, vakit olsayd ı ! . . . d iye tasa l a n d ı .
Ka l ktılar. Tüfekleri n i omuzlarına geçirdi ler. Sarhoş­
tular . Ad ı m la rı b i rbi rine karışıyord u . Raçof:
- All a ha ısmarladık, Baba İstoya n ! ded i .
- 64-
İ htiya r köylü sanki ö l m ü şt ü . H i ç cevap vermed i .
Magda tekrar hayd u d u n aya kl a rı na kapa n d ı :
- Aman Kapta n, Boris'imi gönder. İ şte, her şeyimi a l d ı n ız.
Eğer o gel mezse açlıktan ve ü m itsizl i kten ölürüz. Bize acı. Bi­
ze merha met et. . .
Raçof g ü l d ü :
- M utlaka gelecek, m utlaka ! . . . Daha çabuk gelmesin i isti­
yorsa n, şu ka nlı ya nağından bir buse ver.
Mağda h ı rs l a geri çeki ldi . Hayd ut tekra r kad ını tutt u .
Zorla kanlı yanağını öpt ü . Yalandı. Dışarı çı kıyorlard ı . Kı­
sa boylu esme r, bera ber g et i rd ikleri siyah beze sarılı şe­
yi hatırladı:
- Kaptan d e d i , bombayı n e yapacağ ız?
Raçof bir a n d ü şü n d ü . Geri d ö n d ü .
- M a g d a , bana bak ! d e d i .
M a g d a y i n e bir h a ksızl ığa uğ rayaca k za nniyle titred i . Fa­
kat bu haydut nazik ve insancıl i d i :
- Şunu g örüyor musun, Magda? B u işte b ir bom­
badır. Eğer d i re n i p parayı vermeseyd i n iz, sizden yine
zorla alacak ve ceza olarak i ki n izi bir a raya bağ layacak,
bu bom bayı patlatacaktı k . Fa kat siz a kı l l ı l ı k ettiniz. B i­
ze za hmet vermed iniz. Cezaya gerek kalmad ı . Şimdi
senden b i r rica m va r. Bu bombayı bana saklayacaksı n .
Sakın ja nda rma l a ra fi l a n verme. Nasıl, ka b u l ediyor
m u su n ? Ben g i d i p hemen Boris'ini b ı ra kayım . . .
Magda ü m it ve istekle ceva p verd i :
- Ka b u l ediyorum Gaspodin ı Allah aşkın ıza hemen Bo­
ris'i m i gönderiniz.

-65-
Raçof tekrar sordu:
- Göndereceğim, fakat bu bombayı sadakatle saklayacak
mısın?
- Saklayaca ğ ı m .
- Nerede?
- Kendi çeyiz sandığı m d a . En gizli, en değerli yer-
de!
- B ravo ! M e m n u n oldu m . Öyleyse Allahaısmarla­
dık!
Hepsi, g üzel kadının elini şiddetle sıktılar ve kapıdan
çıktılar. Dışarısı hafifçe ağarıyor, esmerleşiyordu . Köpek­
ler havlamaya başladılar. Koyu gölge halinde dura n uzak
binaların a rasından g id iyorlar ve bir şarkı söylüyorlardı .
Ah ! Şimdi Boris gelecekti . Genç kadın, açılmaya başlayan
geceye bakıyor, köydeki bütün horozların birbirlerine ce­
vap verir g ibi öttüklerini d uyuyord u . Kal bi şiddetle atıyor,
Boris'ini bekliyordu . Uzaklaşan hayd utlardan biri haykırd ı .
B u , u ğ u rsuz v e ku ru ntul u bir kabus tehdidi g ibiyd i :
- Hey, Magda, d ikkat et, bomban patlayaca k !
Horozların b i rl i kte ötüşleri rüzgarı sönd ü rmüş sanıla-
caktı . Uzakta samanlıkların üstünde ya lancı bir aydınlık,
mor gözlerini açıyord u . Genç kadın şuursuz bir şekilde
düşünd ü . B u haydutla r her şeyi, akla gelmeyen vahşilik­
leri yapabilirlerd i . Bu bombayı ateş a lması için, saniyeli
fitilini aya rlam ış, öyle bırakmış olabilirlerd i . Şimdi b irden
patlayacak ve zavallı B orisciği gelince yıkılm ış bir evle,
tanınmaz kanlı et ve kemik pa rça la rından başka b ir şey
bula mayacaktı . Ani bi r hareket ile bu felaket oyuncağı-
-66-
nı kaldırmaya koştu. Masanın orta yerinde d uruyord u .
E l i n i uzattı . Kaldırd ı . Öbür eliyle altından tutmuştu . l l ı k
b i r ıslaklık hissetti . E l i n e baktı: Kanlanm ıştı . Kan ! . . . Son­
ra bu tehlikeli ve tah min ettiği kadar ağır olmayan bom­
bayı ön üne koydu . Kad ranını, fitilini görmek istiyord u .
Yavaşça çevirdi . Siyah bez kandan kıpkırmızı olmuştu.
O bezi de çözdü . Kumra l saçlar m eydana çıktı , baktı,
baktı, dikkatle baktı . . .
Ve birden öyle m üt hiş, öyle keski n, öyle feci, öyle
korkunç bir nara attı ki, oca ğ ı n başındaki B a ba İ stoyan
sıçradı ve gelinine koştu. Zavallının g özleri çerçevesin­
den çıkmış, karışık saçla rı d i m d i k o l muş, o muzları geril­
m iş, iki eliyle tutt u ğ u bir şeye hayret ve deh şetle bakı­
yord u . Dikkat etti . O tutt u ğ u şey, oğl u n u n ; g üzel ve
k u m ral Boris'in vücudundan koparılmış kesik ve kanlı
kafası idi . .
.

-67-
KIZ I L E LMA N ERESİ ?

"Hemen g östersinler. Da!kı/Jç olur.


Düşmanı harab ideriz ve kıratın
tacü tah tını başına g eçürüp Kızıl
Elma ya dek g iderüz. . . "
Koca Sekbanbaşı
- Kızıl E l ma'ya . . .
- Kızıl E l m a'ya . . .
- Kızıl E l ma'ya g ideceğiz.

Za m anın S üleyman'ı ansızın . . . Kük remiş bir tufa n


h a l i nde ya nsıya n b u bağı rışla rı duyd u . Çadırında yal nız­
d ı . Ya rım saat evvel d ağ ı l an Divan'ın cenk için göster­
diği kah ra ma n a rzuyu düşü n üyord u . B u g ü n , yalnız ve­
zirleri değ i l kazaskerleri, d efterd a rl a rı , n işancıları, "ağa,
kethüda, serd a r, yaya başı, bölü kbaşı, vekilha rç" g i bi,
yeniçeri zabitleri ni, hatta solakları bile çağ ı rm ış, hepsi­
ni huz uru na toplamıştı. H epsi " . . . Kafdağı'na kada r a r­
kadan gelmeye h azı rız, padişa h ı m " diye aya kl a rına ka­
pan m ışlar, g özlerinden sevinç yaşla rı dökmüşlerd i .
-68-
İşte şimdi "sefer kararı" ordu içine yayıl m ış olacaktı . Ça­
dırın biraz uzağı nda . . . Küçük meşe ormanın sonundaki
kalabalıkta, demin ki Divan'ın sevinci, büyük bir heyecan
denizi gibi kayrnyor, kaba rıyor, bu denizin görün mez, işi­
tilir dalgaları, yakın ufukların bulutlu sahillerine bağ lı, san­
ki bütün cihanın tacına çarpıyordu:
- Kızıl E l m a 'ya .. .
- Kızıl E l ma'ya . . .
- Kızıl E l ma 'ya kada r . . .

Padişah , tahtı ndan yavaşça ayağa ka l ktı. Sağ elini al­


tın koltuğa dayadı. Gökten inen, a nl amsız bir sese ku­
lak verir g i bi başını bü ktü . Ord u n u n velvelesini di kkatle
dinledi . " Kızıl E l m a . Kızıi El m a . . . " Bu ismi şehzadeliğ i n­
den beri binlerce defa d uym uştu . Sonra tekrar ta hta
oturd u . Gözlerinin ü stüne kada r eğilmiş başlığ ı n ı geri it­
ti . Gayet çıkık, geniş a l n ı n ı , esmer, uzun pa rmakla rıyla
tuttu, düşünd ü .
- Kız ıl Elma neresi ! ? d i y e m ı rıldand ı .
Batıda olsun, doğuda o l s u n , sefere çıkarken galeya­
na gelen a skerler hep " Kızı l E l ma'ya ! . . . " diye bağ ı rışıyor­
lard ı . B u narayı yeniçeri kışlalarında, s ipa h i ocakların­
da, g eçit resimlerinde, h atta İ sta n b u l'da, sarayın iç
bahçesinde bile d uym u ştu . Kızıl E l ma n eresiyd i ? Üvez
rengi sırmalı perdenin a rkasında nöbet bekleyen M a h­
m ut'u çağ ı rd ı .
- Sad razama söyle, vezirlerle beylerini, kazaskerleri­
ni toplası n . Hemen karş ı ma gelsi n !
-69-
Ya rım saat evvelki büyük Divan'dan çıkan vezirler, ni­
çin yine huzura çağ rıldıklarını ü rkek bir ıstıra p i le merak
ediyorlardı. Ahmet Paşa'yla Ha d ı m Ali Paşa'nın arkasın­
dan kazaskerler, Sokullu Mehmet Paşa, H ayda r Paşa,
Ayas Paşa, İskender Paşa g özleri yerlerde, çad ı ra g i rdi­
ler. Birer birer tahtın saça ğ ı n ı öpüp el bağladılar. Padi­
şah, beyaz tülbent sarı l ı , çifte tuğlu başl ığını yine çok
öne eğmişti. Kaşları hiç görünmüyordu . Yüzü her za­
mankinden daha sertti. İnce, süslü d i rekler üstüne ku­
rulmuş donuk zümrütten bir kubbeyi andıran çad ı rı n loş
sessizliğini:
- " Kızıl Elma" neresi ? İçinizde bilen va r m ı ? Sorusu
bozdu . . .
- !. ..
- ?...
- !. ..
- ?...

Kimse cevap vermed i . H erkes ö n ü ne bakıyord u .


Padişa h :
- B u n u sormak için sizi çağı rd ı m , ded i , Çad ı rı m ız ı n
etrafı nda daima bu sesi işiti riz. İ şte bakınız. Y i n e " Kızıl
E lma'ya, Kızıl Elma'ya" d iye bağı rışıyorl a r . . . B u rası nere­
sidir? . . . B i n le rce defa ism i n i işittiğ i m b u memleketin
neresi old u ğ u n u öğ renmek i steri m .
Ta m ışva r fatihi Ah met Paşa kekeled i :
- "Viya na" olsa gerek, padişa h ı m . . .
- Öyle m i ?
-70-
Ne "evet", ne "hayı r" d iyebiliyorlar, önlerine bakıyor­
l ard ı . Padişah , o rd uya getird iğ i "kaplan postlu, k u rt
taçlı, çekirdek mahmuzlu, tekne kalkanlı, tepeden tır­
nağa kadar demire g a rkol muş, elleri kostaniçeli, a k kı­
zıl bayraklı", emsali görülmemiş m ü ke m me l alayı ile i ki
g ü n evvel tevecc ü h ü n ü kazan a n R u meli B eylerbeyi'ne
sord u :
- Sok u ll u ! S e n söyle, Kızıl E l ma neres i ?
- "Roma" olsa gerek, padişahım !
- N e biliyorsu n ?
- Öyle sanırım .
- Sanmak bilmek değildir . . .

Pad işah , sırasıyla a l i m kazaskerlere d e sord u . Kızıl


E l ma için kimi "Çin", kimi " Maçin" d iyord u . Ayas Paşa :
- " H i nd" dir.
Haydar Paşa:
- "Sinci" dir!
İskender Paşa:
- Kafdağı'nın a rkası olsa gerekti r, ded i .
Büyük Pad işah a nlamak istediği şeyi kimsenin bilme­
diğini görü nce, canı daha beter sıkıl d ı . Tahtın koltukla­
rını şiddetle tutt u . Adeti olmayan bir hiddetle kazas­
kerlere dönd ü . Acı acı g ü l ümsed i:
-71 -
- Yazık sizin i l m i n ize !

" H er şeyi biliyoruz ! " sa n a n bu " H orasant kavu klu


başlar u ğ radıkl a rı h a k a retin altında hafifçe sallandılar.
Onlar her şeyi ka b u l edebilirlerd i . Lakin ca h i l l iğ i ? As­
la . . . O rtal a rından kara sa ka l l ı , bastı bacak, şişman şeri­
at bilgini bir adam i lerled i . Bu hem en a l i m leri, hem en
ces u rl a rıyd ı :
- Pad işa h ı m ! dedi, b u "Kızı l E l ma " h a l k k u l la rı n ı n u y­
d u rd u ğ u bir efsanedir. N e aslı vard ı r, ne fasli . . . B i r ha­
ki kat değildir ki, biz bilel i m . H a l k ise padişa h ı m , bilme­
den söyler.
Zamanın hakim S ü leyman'ı altın koltuğa dayalı elini
kal d ı rd ı :
- "H alkın dediğ i ! H a kk' ı n dediğ i ! "

Bod u r kazasker, b u sözden b i r şey a n l a m a d ı .


Padişah devam ett i :
- Bu bir hakikattir ! Madem k i h a l k söylüyor; halktan
gelen ses, Hakk'ın sesidi r ! Ona efsane denmez. mutla­
ka bir aslı va rdır. Fakat siz bilmiyorsunuz . . .
- N e şerde, n e i l i md e böyle bir isim yok ki, açıkla-
ması olsun .
- N e şerde, ne ilimde böyle b i r isim yok diyorsun.
- Evet padişa h ı m .
- Lakin geleneklerimizde yok m u ?

-72-
B i l g i n d ü ş ü n d ü . Ö n ü ne baktı "Yok" d iyecekt i . Fakat,
işte sefer eğ lenti ya pmaya başlayan büyük ord u n u n
ka rgaşası içinde "Kızıl E l ma'ya " n a ra l a rı bi rbiri a rkasına
ça ka n şimşekler g i bi g ü rl üyord u . Asker ya l nı z sefere g i­
deceğ i, m u h a re beye g i receği za m a n değ i l , hatta şı­
mard ı ğ ı , isya n ettiği va kitlerde bile b u na rayı savu r m u­
yor m uydu ? B u daima taşa n , ka ba ra n , coşa n b i r kuv­
veti n ne old u ğ u b i l i nmeyen bi r a macı idi. Daha med re­
sede m i n i m i n i b i r çocu kken sipahi, yen içeri bölü mleri­
n i n bu na rayı bastı kları n ı işitird i . B u n u iyice hatı rlıyor­
d u . Ama a sl ı n ı n ne old u ğ u n u merak edip öğ ren memiş,
okud u ğ u metinlerde b u isme dair b i r şeye rastgel me­
mişti . Yutk u nd u . Ö n ü ne bağ l ı d u ra n ellerini sı ktı . Artık,
"Kızıl E l ma geleneklerim izde yokt u r" d iyemezd i . Çün­
kü . . . İşte . . . d uyuyord u !
- Va r pad işa h ı m ! dedi.
- Öyleyse "açıklaması" da va r.

Bilgin s u st u , kızard ı . Bir a d ı m g eriled i . Yine ö n ü ne


ba kt ı . "Gelenekler'in" h a ki kati n i şeriat da tasdik etmi­
yor m uyd u ? Padişah b u n u bilen ü st ü n kişilerdendi.
Ka rşısında safsataya i m ka n yoktu . Ö b ü r kazaskerler a r­
kadaşları n ı n mağ l u biyetine baka rak, ağız açmadıkla rı­
na için için sevi n iyorla r, "Sükut sözden hayırlıd ı r ! " ger­
çeğ i n i hatı rlatıyorlard ı . Padişah yine acı acı g ü l d ü :
- D ü nya ne t u haft ı r ! ded i . S i z işte b u h a l k ı n başla rı­
s ı n ı z . B u h a l kı idare edersi niz. H a l b u ki o n u n isted iği şe­
yin ne old u ğ u n u bilmezsi niz.

- 73-
- !...

Lakin, hakim pad işah kah raman, a rif, üstü n ve şair


olduğu kadar da i nsaflıydı ! Her şeyi evvela kend i için yo­
rumlar, her hükmü, her kararı vermeden evvel bir kere
kendi vicda nından geçirird i . H uzurundaki i nsa n lar, soru­
suna ceva p bulamamaktan kıvra nırken, o da sıkıldı.
"Kalben" kendi kendine sord u :
"Ey Süleym an ! B u n l a ra sord u ğ u n şey i n ne old uğu-
n u , aca ba kendin b i l i r misi n ?"
"Bi lmem ama . . . "
"Ama ! "
" . . . Sezeri m ! "
Azıcık ferahladı, sezdi ğ i n i düşünmeye başlad ı . B u ,
tabiatı n , i l m i n , i rfa n ı n ötesi nde b i r hakikattı . Evet, işte
"Kızıl E l ma"nın ne oldu ğ u n u san ki biliyor, fakat söyle­
m iyord u . H a lbuki bu vezi rler, kazaskerler, beylerbeyle­
ri . . . Hayır, hiçbir şey sezmiyorl a rd ı . B i risinin lafı öteki­
ni nkine uymuyord u . K i m i Çin, kimi H ind, k i m i Sind, ki­
m i Viyana, kimi Roma diyord u . Kızıl E l ma bunların hiç­
b i ri değ i ld i ! İ çi nden :
- Belki hepsinden daha kıymetli b i r yer !
Sonra uta nçlarından kıza ra n bilginlerine sord u :
- Kızıl Elma'nın neresi oldu ğ u n u kimden öğ renebili­
riz?

-74-
Herkes ö n ü ne bakıyor, ya nlış bir söz söylememek
için kimse ağzını açmıyordu . Yalnız İskender Paşa :
- Padişa h ı m ! ded i , kazaske r kullarının i l i m le ri kita p­
ta ndı r ! Vezir k u l l a rı n l a , biz kölelerine gelince . . . Öyle
derin alimlerden deği l iz ! i şte ne kadar bilgisiz oldu ğ u­
muz yüce sorunuzla m eydana çıkt ı . " B i r a l i m i n bilmedi­
ğ i n i bir a rif bilir" derler. İ rade buyuru n . B i r a rif bula l ı m .
O n a sor u n :
- Arif k i m d i r ?
- Bilmeyip sezendi r, padişa h ı m .

S o n r a İ s ke n d e r P a ş a , s a f b i r askerin basit m a nt ı ğ ı
ile " K ı z ı l E l m a , Kızıl E l ma ! " d iyen h a l k ı n m utlaka b i r
ş e y d i led i ğ i n i , k u ş l a r ı n ötü ş ü n d e b i l e ken d i d i llerin ce
b i r a n l a m o ld u ğ u n u söyledi . Kısa boylu , i n atçı kazas­
ker h a l k ı n n e söyled i ğ i n i , n e i sted i ğ i n i asla b i l e m eye­
ceğ i n i tekra r i d d ia ett i . Pad iş a h İskender Paşa'ya , çı­
k ı p g iz lice o rd u n u n içine g i r m es i n i , g österi a l ayında
b a ğ ı ra n l a rda n rastgele ü ç kişi t u t u p h u z u r u n a getir­
m esi n i söyled i . İskender Paşa ç ı kı nca padişah kazas­
kerlere "geleneklerle i l g i l i " ayrı ayrı Ara pça sor u l a r
sormaya başlad ı . Vezirlerle beylerbeyleri a n l a ma d a n
d i nl iyorl a rd ı . İskender P a ş a b i ra z sonra ç a d ı r a g i rdi :
- Ü ç kişi tuttum, padişa h ı m ! ded i .
- Evvela bir tanesin i getir baka l ı m .

-75-
İ skender paşa, çad ırın dehşetinden ü rkerek sapsarı
kesil miş, dağıl mış, tirtir titreyen bir a d a m ı içe ri soktu .
Bu uzun boylu , pala bıyıkl ı , kuvvetli bir g a ri pti . Orduda
ayak ka bı boyacılığı yapan serserilerden b i riyd i . Çadı r
d ışındaki kapıcıların öğ rettikleri g i bi tahta doğru gitti .
Yeri öptü . Ayağ a kalkmadı. Koll a rı göğsünde bağlı, di­
züstü kal d ı . Padişah sord u :
- "Kızıl E l m a , Kızıl E l ma" dersi niz, b u neresi ?
Garip, işled i m sandığı suçta n beraat i çi n :
- He rke s ba ğ ı rı r padişahım. Ben de bağırdım, dedi.
,

- N için bağı rdığını sormam . Kızıl Elma neresidir?


Onu söyl e !
G a r i p tereddüt etmedi :
- Padişa h ımızın bizi göt üreceği yer ! dedi .
- Orası neresi ?
- Padişah ımız bilir.

Padişah İ skender Paşa'ya dönd ü :


- İ ki ncisi ni getir baka lı m ! ded i .
Dizüstü d u ra n garip, vezirin i şa retiyle kal ktı . Geri
geri g itti . Perdenin yanında d i ki l d i . B u sefer h u z u ra ge­
tirilen, tıknaz, esmer, beyaz keçeli, afacan b i r yeniçeri
askeriydi . Serbestçe yü rüd ü . Saça ğ ı öptü . Kalktı, el
bağladı. Padi şa h ı n " Kızıl El m a neresi ? " sorusuna, d ü­
şünmeden :
- Ö n ü m üze düşüp bizi götüreceğ i n yer, Padişa­
h ı m ! cevabını verd i .
- O rası neresi ?
-76-
-- Siz bil irsiniz Padişa hı m !

İskender Paşa üçü ncüyü huzura soktu . B u , genış


omuzlu genç bir bosta ncıyd ı .
- !. ..
- Kızıl E lma neresi ?
- Atınızın g itti ğ i yer . . . Padişa hı m !
- Orası neresi ?
- N eresi oldu ğ u n u a ncak Padişah ı m bilir . . .

Evet. . . Orası ne Hind, ne Sind, ne Çin, ne Maçin, ne Vi­


yana, ne de Roma'ydı. Padişah huzurundakilere:
- Gördünüz ya, dedi, üçünün ceva bında da bir fa rk
yok, Hakikat bir! . . . "Kızıl Elma" benim g itmek isted iğim
yer, işte . . . Hakk'ın beni göndereceği yer . . .

Doğruyu söyleyen b u ü ç kişiye hemen ü çe r yüz ke­


se a ltı n verd i . Art ı k " Kızıl Elma'ya Kızıl E l ma'ya" naraları
çoğalıyor, taşıyor daha d a yaklaşıyordu . Padişah, bir­
denbire H a kk'ın kendine g öndereceği yeri d ü ş ü n d ü .
N ihayet b u l u nmaz H a k k yolu n u n , hakikat yol u n u n g it­
tiği " Kızıl Elma" denen b u cen net karşısında, Viyana,
Roma, Sind, Çin, M a çi n b i rtak ı m gelip g eçici h a rebeler­
den başka bir şey miyd i ? Başı nı sa lladı. Arkasına da­
ya n d ı . İ ri siyah gözleri ni ufaltt ı . İ lahi , manevi bir zevke
va rmış g i biydi ! Ted bi rl i vezirleri ni n, a l i m kazaskerleri­
n i n , kahra m a n beylerbeyleri ni n tekra r saça k öpüp çı­
kışla rı nı görmedi bile . . . Çad ı rı n kapısında onlar da şim-
-77-
d iye kada r asla yüce l i ğ i n i n , heybetin i n farkı nda olma­
d ı kları m uazzam bir manzara karşısı n d a donu p ka ldı­
lar. Sefer eğlentisi yapan yüz binlerce a sker, kol kol ol­
muş, cirit oynayarak, kaynaşarak çadı r etrafı nda geniş
bir daire çeviriyorla r :
- Kızıl E lma'ya . . .
- Kızıl E l ma'ya . . .
N a ra l a rıyla, san ki aklın e rem eyeceği d erecede yük­
sek, pek yüksek bir a rşa doğru kalkan kanatla rıyla uç­
maya hazırlanıyorlard ı .

-78-
BAŞ I N I VERMEYEN Ş EHİT

Ya rın arefeydi . Öbü r g ü nkü bayram için hazırlanan


beyaz ku rbanlar, küçük Grij gal Kalesi'nin etrafında otlu­
yorla rdı . Karşıda . . . Yarım mil ötede Toygu n Paşa'nın son
kuşatmasından çılgın kışın hiddeti sayesinde kurtulan Zi­
getvar Kalesi, sönmüş bir yanardağ g ibi, simsiyah du ru­
yord u . H ava bozuktu . Ufku, küflü demir renginde, ağır
bulut yığı n la rı eziyor . . . Sürü s ü rü geçen ka rgalar, tam
ka lenin üstünden uçarken sanki g izli bir kara haber gö­
tü rüyorla rm ış gibi, acı acı bağırıyorla rd ı . Kale kapısının
sağ ındaki duva r dibinde sahi psiz bir gölge kada r sakin
d u ran Kuru Kadı yavaşça kımıldadı ; ikindiden beri rutu­
betli rüzgarın a ltında düşün üyor, uza kta, belirsiz sisler
içinde süzülen kurşuni kulelere bakıyordu . Bu nların hep­
si Türklerin elindeydi . Yalnız şu Zigetvar . . .
Yıkılmaz b i r ö l ü m d uva rı h a l i nde "Kızıl E l ma ", " Ulaşıl­
m a k i stenen hedef" yolu n u kapatıyord u . Sanki b u
u ğ u rsuz kargal a r h e p o n u n deliklerinden çıkıyor, anla­
şılmaz bir l i sa n ı n çirkin küfürlerine benzeyen sesleriyle
-79-
her tarafı g ü rü ltüye boğ u yorla rd ı . K u ru Kadı içini çek­
ti. Son ra "Ah" ded i . İ nceci k, sinirli boynu n u n üstünde
bir taş topuz g ibi d u ra n çıkık a l ı n l ı , iri kafa s ı n ı sa lladı.
Yeşi l sa rığ ı n ı a rkaya itti . ıslak gözlerini oğu ştu rdu . Şim­
diye kada r, asker olmadığı halde, her savaşa girmişti .
Bi rkaç bin yeniçeriyle dört beş top u olsa . . . B i r gece için­
de şu kaleyi a lıvermek işten bile değ i l d i . Ama şimdi de
serbestti . Ne isterse ya pa bilird i .
Kalenin kumandanı Ahmet Bey, ötek i boy beyleriy­
le beraber Toyg u n Paşa o rdusuna katıl ı p Ka pu şva r fet­
hine g itmiş . . . Kapuşvar'dan sonra Zigetva r' ı saran or­
du, kışın a ma n vermez zorl u klarından, i şg a l i yaza bıra­
karak B udi n'e dönünce, o da askerleriyle tekrar kalesi­
ne dön mem iş, Toyg u n Paşa ' nı n yan ı nda ka l mıştı. B u­
g ü n G rijga l'den a ltı m i l uzaktayd ı . Kaleye yalnız Kuru
Kadı ka rışıyord u . Esmer, zayıf yüzü nü b u ruştu rd u : "Ka­
le, kale . . . a m m a topu tüfeği kaç kişi ?" dedi. B ütü n
genç askerleri Ahmet Bey beraberinde götürm üşt ü .
Kaledekiler zayıfla rda n, bekçilerden, ha stalardan, i hti­
yar sipa h ilerden ib a retti. Hepsi yüz on üç kişiyd i ! Düş­
man, g a l i ba öteki birliklerden çekiniyord u . Yoksa b u ra­
sını bırakmaz, m utlaka al maya kal ka rd ı . B i raz eğildi. İ n­
ce, yos u n l u , soğ u k si pere d i rseklerini dayad ı . Aşağ ıya
baktı. İk i üç asker beyaz koyunların arasında dolaşıyordu .
B i r tanesi karşısına geçtiği iri bir koçu, başına dokunarak
kızdırıyor, tos vurd uruyordu . Öbürleri elleri silahlarında bu
oyunu seyrediyorlardı. Bağ ırdı:
- Oyna mayın ş u hayva nl a ! . . .

- 80 -
Askerler başlarını, tepelerinden gelen sese doğ ru
ka ldırdılar . K u ru Kad ı'dan hepsi çeki n i rlerd i . Gayet sert,
titiz ve sinirli bir ada mdı . Adeta , deli g i bi bir şeyd i . Sa­
bahtan a kşama kad a r namaz kılar, zi krede r, geceleri
hiç uyu mazd ı . Daha yatıp uyud u ğ u n u kalede gören
yoktu . Vali Ahmet Bey ona "bizim yarasa" derd i . Zava l­
l ı n ı n "daCısseher" denilen hasta l ı ğ ı n ı bu olağanüstü h a­
l i ne de yoranl a r va rdı . Tekrar bağ ı rd ı :
- Hayd i , a rtı k a kşam ol uyor, içeri a l ı n onları .

Askerler koyunları topla maya başlad ılar. Kuru Ka­


dı'nın dirsekleri acıdı. Doğ ruld u . Tekra r Zigetva r'a bak­
tı. Üst ta rafı ndaki göl ki rleri, bakır bir levha gibi yeri
kaplıyord u . Kargala r, havaya boşalt ı l m ış bir çuval ca nlı
köm ü r tozları g i bi karmakarışık geçiyorla r, sessizliği
pa rçalaya n keskin, sivri sesleriyle ga klıyorlard ı . Kalbinde
a ğ ı r bir acı duyd u . "Hayırd ı r i nşa l l a h . . . " ded i . Canı o ka­
dar sıkılıyordu ki . . . E l leri a rkasında, başı önüne eğ ik,
bastığı siya h ka plama taşlarına g örmez gibi di kkatle ba­
ka ra k yavaş yavaş yü rüdü. Derin bir kara n l ı k kuyusunu
andıran merdivenin dar basamaklarında kayboldu .
. . . Arefe sa bah ı , herkes uyurken o, her zamanki g i­
bi yine uya n ı ktı ! Mescit odası n ı n önündeki taş ya lakta ,
iki bükl ü m , a bdesti ni tazel iyord u . Giden gece, daha
gölgeden eteklerini toplayamamıştı . Bahçeye çıkan ka­
pı kemeri nde asılı ka ndil, sön ü k ışığ ı ile, d uva rları titre­
tiyord u .

-8 1 -
- Hey, çavuşbaşı . . . Hey !

Elinden i briğ i bıra ktı. K u l a k kabarttı . B u , kuledeki nö­


betçin i n sesi idi . Kolları sıvalı, ayakları çı pla k, başında
ta k ke, hemen y u ka rı koşt u . M erd ivende çavuşa rast­
geld i . O n u itti. Yürüdü nöbetçin i n yan ı na atıld ı :
- N e var ?
- Kaleden düşman çı kıyor.

Erg uvani bir esmerli k içinde, siyah bir kaya g i bi duran


Zigetvar'a baktı . Bu kayadan yine koyu, uzun bir karartı
süzülüyor, kendilerine doğru akıyord u .
- B ize geliyorl a r ! . . . dedi.
Çavuşa dönd ü :
- H aydi, gazi leri uyandır. K u rban bayra m ı n ı bugün­
den ya pacağız. Koş bana da ça b u k topçuyu g önder.

Çavuş, bir eliyle ba kır tolgasını tutarak, koştu . Me r­


d ivene d a l d ı . Ku ru Kad ı , uzakta, kara yerin ü stü nde da­
ha kara bir leke g i bi yavaş yavaş ilerleyen düşman ala­
yına dikkatle baktı . Gözleri n i küçü ltt ü . B üyüttü . Önle­
rinde bir kaç top da s ü rü klüyorlard ı . B inden fazlayd ı lar.
H a l b u ki kaledeki g aziler? Kendisiyle beraber yüz on
dört kişi . . . "Ama yine h a klarından geliriz ! " ded i . Uya­
nan yuka rı koşuyordu . Kale ka pısı n ı n iyice bağ lanması­
nı em retti . Sarığ ı nı , cü bbesi ni , kılıcını, tüfeğ ini geti rtti .
İ htiya r topçu gelince, ona da hemen " h a ber topla rı"nı
atmasını söyledi . B u b i r adetti . Taa rruza u ğ raya n bir
-82 -
kalede hemen "işaret topu" atılarak etraftaki kaleler
imdadına çağ ı rı l ı rd ı .
B iraz son ra düşman kalenin ö n ünde, h a rp d üzenine
g i rmiş b u l u n uyord u . Toplar başsız, g ü r ejderha yavru­
ları g i bi siyah ağızlarını kale d uva rlarına çevi rmişti.
Türkçe bağ ı rdılar:
- Size teklifi miz va r. Elçimizi i çeri alır mısınız?
Kuru Kadı :
- Alı rız. Gönderi n , gelsi n ! ceva bını verd i .
D uvarlar ka l ka n l ı , tüfekl i , o k l u gazilerle d o l m u şt u .
K a l e n i n r u h u , neşesi, keyfi o l a n iki a rkadaş, b u esna­
da t u haf sözler söyley i p yine h erkesi g ü ld ü rüyord u .
B un l a rı n i kisine d e "deli" d erlerd i : Deli M eh met i l e D e­
l i H üsrev . . . S ı n ı r savaşlarında a kl a , haya le s ı ğ m ayaca k
yara rl ı k l a rıyla masal kah ra m a n l a rı g i b i i na nı l m a z bir
şöh ret kazan a n b u iki deli, hiçbir d üzene, hiçbir kay­
d a , hiçbir d üzene g i rm eyen, d ü nya m a l ı n d a g özleri
o l m aya n Ana d o l u dervişlerindend i . Her zafe rde n son­
ra k u m a nd a n l a rı onlara rütbe, kafta n , d eğerli kılıç g i­
b i şeyler vermeye kalkınca g ü lerler: " İstem eyiz ölü m­
l ü vücuda kefen g erekir. Kaft a n terbiyesizleri doyu­
rur . . . " d erler, h a k u ğ ru nd a ki g ayretlerine ü cret, m ü ka­
fat, ka b u l etm ezlerd i . H a rp onların bayra m ıyd ı . Tüfek­
ler, oklar atı l m aya; toplar g ü rlemeye; kılıçlar, kal ka n­
lar şa kırd a m aya başladı m ı , h em en coşarlar, kendile­
rinden geçerler, naralar savu rara k d üş m a n saflarına
saldırı rlar, a levli g özlerle, ta k i p e d i l m eyen b i re r ca n l ı
yıldırım o l u p tutuşurlard ı .
-83-
K u ru Kad ı , onların herkesi g üld ü ren m ü nakaşala rı­
nı, saçma sapan sözleri ni g ü l ü m seyerek d i n lerken, elçi­
yi yan ı na getird iler. İ ki deli de sustu . H e rkes ku lak ke­
sildi . B u elçi Tü rkçe biliyord u . K ü stahça teklifleri ni söy­
led i .
Kaleyi saran Zigetvar kumandanı Kraçin'd i . Yanında
iki bine yakın askeri va rd ı . Grijgal'in "Anlaşma" ile veril me­
sini istiyord u . Ateşe, nura, haça, İncil'e, Zebur'a yemin
ediyor; çıkıp giderlerken muhafızlara hiçbir zararı dokun­
mayacağına dair söz veriyordu .
- Pekala . . . Haydi g it. Biz a ra m ı zda a n laşal ı m , ka ra­
rımızı size öğleden sonra bildiri ri z ! d iye elçiyi aşa ğ ı
g önderip, k a p ı d a n attı rd ı . Sonra etrafı ndakilere dön­
d ü . Şöyle bir göz g ezd i rd i . S ı rtı n ı n hafif ka m b u ru içeri
çekildi:
- İşittiniz ya, gaziler! ded i . Kraçin h a i n i bizim yüz on
d ört kişiden ibaret old u ğ u m u z u anlamış . . . Ü zerimize
iki bin kişi ile geldi . Teklif ettiği a nlaşmayı ka bul etmek
isteyenler varsa el leri n i kal d ı rsı n !

Ki mseni n eli ka l kmadı .


- Öyleyse hazır o l a l ı m . H ayd i . . .
B i r g ü rü ltüd ü r kopt u :
- Hazırız . . .
- Hepi miz, hepimiz . . .
- Hepimiz, hepimiz hazırız.
- Kılıçl a rı mız, ka lkanlarımız yağ l ı .
- Oklarımız bağ l ı .
-84-
- Yatağanlarımız keskin . . .
- Bug ü n başarı biz i m .
- Am in, a m i n . . .

Kuru Kad ı :
- Ya ra b b-el a lemin . . . d iye ellerini kal d ı rd ı .
B i r d uaya başlayacaktı . Deli Mehmet ya l ı n kılıç kar­
şısına d i ki l d i . Pala b ıyıklı, göz gözlü, g eniş, beyaz çehre­
si, yen i doğ m uş bir ay g i bi pa rlıyord u :
- Duayı b ı ra k efendi, dedi, d i n uğruna savaşmak,
duadan hayırlıdır. Gel. .. Lütfet. Bize şu kapıyı aç. Ka l­
bindeki korkuyu at. İ şte hepimiz hazırız. Şu aya ğ ı m ıza
gelen fırsatı kaçırmaya l ı m .
Kuru Kadı'nın elleri aşa ğ ı d üştü . Deli H üsrev de a r­
kadaşının yan ı na sok u l muştu . Bütü n gaziler bu iki deli­
ni n a rkasına üşüştü . Sanki hepsi b i r anda deli oldu l a r.
Hepsi b i r a ğ ızdan:
- Aç bize kapıyı, aç . . . d iye bağırmaya başlad ılar.
Kuru Kadı'nın iri, patla k gözleri yaşard ı . Yüzü sapsa­
rı old u . Uzun, siya h saka l ı kımı ldad ı . İki deliyi bile titre­
ten , bütü n g azilerin saçlarını ü rperten, i l a h i bir a ğ ıt ka­
dar tesirli sesiyle haykırd ı :
- Meyda n erleri ! Ey mertler ! Padişah ı m ız Süleyman
Gazi aşkı na şu söz ü m ü d inleyiniz: Benim a macım sizi
savaşta n menetmek değ ildir. B u g ü n can, baş feda ol­
s u n . . . Lakin ya rın kurban bayra m ı . . . Fa kat bakınız mak­
sadım ne? B u g ü n Cuma . . . Hem de arefe . . . B u g ü n hacı­
ları mız Arafat'ta, diğer m ü'minler ca milerde bizim g i bi
-85-
gazilerin başarısı için dua etmekteler . . . B u ndan şü phesi
olan var m ı ?
- H ayır.
- H ayır, asla . . .
- H ayır.
- O halde m ü nasip olan b u d u r ki, biz de n amazları-
mızı kılal ı m . Gözleri mizin yaşını dökeli m . D u a edelim .
Birbirim izle helallaşa l ı m . Sonra savaşa g irişe l i m . Kalan­
larımız gazi, ölenlerimiz şehit olsu n ! D ünyada iyi nam
ile anılalım . . . Ahirette Peyg a m berimizin bayrağı a ltı nda
toplanalım . . . Ne dersiniz?
- Hay Hay.
- Anlaştık . . .
- Pekala !
Askerlerin hepsi buna razı old u . Öğleye kadar d u r­
d u lar. Abdest aldılar, namaz kıldı lar, tekbi r çekti ler, he­
l a l laştı lar. Kraçin'in askerleri sard ı kları kaleden yükse­
len derin u ğ u ltuyu, hep teklif ettikleri "anlaşma" m ü na­
kaşasının g ü rü ltüsü sanıyorla rd ı .
Ansızı n , uzaktaki Türk ku l elerinden atı l a n "işaret
topları" işitildi . B u , " Biz, dört nala gel iyoruz" demekti .
Kuru Kadı el iyle ka lenin ka pısını açt ı . G rijgal gazileri
"Alla h , Allah" nara l a rıyla m üthiş bir okya nus tufa nı g i bi
fışkı rd ı lar. İ ki koldan h ü c u m o l u n uyord u . Kollardan bi­
risine Deli H üsrev, birisine Deli Meh met baş olmuştu .
Ovada, G rijg a l'e gelen yol l a rdan bir toz d u mandır
kalkıyord u . Nice bin atlı i mdada koşuyor sa nılırd ı . Düş­
man bu hali görü nce şaşırd ı . İ ki ateş a rasında ka ldığ ını
-86-
anlad ı . H a l b u ki toz d um a n içinde yaklaşan l a r a ncak
beş on askerdi .
. . . Bozg u n başla d ı .
Deli Mehmet'le Deli H üsrev'in takımları d ü şm a n ı ka­
çırmamak için iyice sa rıyord u . K u ru Kadı cü bbesin i at­
mıştı . E l i nde kı lıç, yüreklenen gazilerin a rkasından yü­
rüyordu . Deli H üsrev, bir sa rhoş g i bi Kraçin'in alayına
dalmış kesiyor, kesiyord u . . . İ na n ı l maz bir ça b u k l u kla
kaça n l a ra yetişiyor, i kiye biçiyord u . K u ru Kadı'nın g öz­
leri Deli Mehmet'i a rad ı .
Bakındı, bakı n d ı .
G öremedi . . .
Aca ba o muyd u ? Yü reğ i ağzına geld i . Düşman safı­
na karışıp kaynaşan kol u n arkasında i ri bir vücut yere
uzanm ıştı . . . Elli altmış adım kadar kend isinden uzaktı . . .
Siyah, yüksek atlı bir şövalye, uzun bir mızrağını bu
uzanmış vücuda sapl ıyord u . Durmadı, ilerled i . Koşa rken
ayağı bir taşa takı ldı. Yuva rlan ıyord u . Kılıcı ileri fırlad ı .
Hemen toplandı. Kalktı . Düşen kılıcını ald ı . Doğruld u .
Koşacağı tarafa ba ktı . Şövalye atından inmiş, mızrakladı­
ğı şeh idin başını teninden ayırm ıştı . Bir anda, bu kestiğ i
baş elinde, yine siyah bir cin g ibi şahlanan atına sıçradı .
Kaçacaktı . . . Kuru Kadı bütün kuvvetiyle ona yetişmek
için koşarken , ba ktı ki solu nda Deli Hüsrev kalkanını sal­
layarak, avazı çıktığ ı kadar bağırıyor:
- Mehmet, Mehmet ! . . . Ca n ı n ı verd i n ! . . . Başın ı ver­
me Mehmet ! . . .
B u bağı rış o kadar m üthiş, o kadar tesirli, o kadar
- 87 -
ya n ı ktı ki . . . Kuru Ka d ı : "Va h ! Deli M e hmet'miş l " diye o l­
d u ğ u yere dikildi ka l d ı . Durur d u rmaz, o a n , kırk a d ı m
kad a r ya klaştığ ı kesi k başlı ş e h i d i n yerden fırladığını
görd ü . N efesi tutu ldu . Şaşı rd ı . B u başsız vücut u ça r g i­
bi koşuyord u . Kendi kel lesini g ötüren zırhlı şöva lyeye
yetişti . E liyle öyle bir vu ruş vurdu ki . . . H a i n hemen yü k­
sek atından tepesi ü stü yuvarland ı . G ötürmek istediği
baş, elinden yere d ü ştü. Deli Meh met'in başsız vücudu
ca n l ıymış g ib i eğ i l d i . Yerden ken d i kesi k başını aldı. He­
men oracığa, yorg u n bir kahraman g i bi uzan ıverd i . B u­
n u K u ru Kadı'dan başka ki mse görmemişti ! H erkes ka­
çan düşmanı kova l ıyord u . Ya lnız Deli H üs rev:
- "Yü z ü n a k olsun, ey yiğ it ! " d iye bağ ı rd ı .
Sonra Kuru Kad ı'ya doğru koşara k sord u :
- Nasıl, görd ü n m ü b u ka h ra m a n ı ?

- G örmed i n m i ? . . .

Kuru Kadı sesi ni çıkara mad ı . Görd ü ğ ü sanki onu


dondurd u . Olduğu yerde dimdik kal d ı . Sanki ölmüştü .
Del i H üsrev onu h ı rsla sarstı.
- Ne d u rurs u n be, ca n ! Ne oldun, haydi savaşa . . .
Düşman kaçıyor. Deli H üsrev'in kal kması Kuru Kadı'ya
başta n can verd i , "Al l a h , Allah" d iyerek ileriye atı l d ı .
M ü ca hitlere karışt ı .
Cenk a kşama kadar sü rd ü .
Er meydan ı n ı n ka nl ı yüzüne "gece siya h saçlarını"
dağıtırken tell a l ı n :

-88-
- Gaziler ka leye ! . . . bağı rışı duyuldu .
Dönen gaziler içinde kılıcından ka nlar damlaya n Ku­
ru Kad ı , bir kaç asker ile d ışa rıda kaldı . Ya ra lı l a rı taşıt­
tı . Şehit olanları sayd ı rd ı . B u nlar ta m on dokuz ka h ra­
mandı. Düşman a ltmış dört ceset b ı ra kmış, diğer ö l ü­
leri nin hepsini kaçırm ıştı. Kuru Kadı, sabahtan beri ye­
mek yememiş, su içmemiş, d u ru p dinlenmemişti . . .
Toplattığı şehitleri kalen i n ö n ündeki meydana yığd ı rd ı .
Şehit Deli Mehmet'i n naşı n ı kendi b u ld u . Kesik başı
koltuğ unda, uyur g i bi sakin yatıyord u . Old u ğ u yerde
gömdürd ü . Sonra ya nı ndakileri g önderd i . Bu taze me­
zarın başı na çöktü . Ezberden "Yasin" oku maya başladı.
Dışa rıl a rda ki mse yokt u , ya l n ız u za kta ka le kapısındaki
nöbetçi dolaşıyord u . Kuru Kadı oku rken, önü ndeki me­
zarın birden yeşil n u rla tutuştuğ u n u g örd ü . Sesi kısıldı .
Dudaklarını oynata madı. Çeneleri kitlendi. B u yeşil n u r
içinde Deli Meh met'i n ka n l ı boyn u na sa rılmış beyaz ka­
natlı bir mela ike, hem o nu n u rdan elleriyle okşuyor,
hem açık a l n ı n ı öpüyord u . Bu sıcak, bu yeşil n u r büyü­
d ü . Taştı . Bütün alem bu n u r u n içinde ka l d ı . Kuru Ka­
dı'nın g özleri ka maşt ı . R u h u ya n d ı . Kendinden geçti .
O nu ilk defa böyle derin bir uykuya dalmış gören
yoldaşları zorla ka l d ı rd ı rl a r. Koltuklarına g irdiler:
- Haydi, kapı kapanaca k dediler, içeri gir.
Kuru Kadı'nın d i l i tutu l m u şt u . Ceva p veremed i . Sar­
hoş g i bi sallana sallana kaleye g i rd i . H a l a titriyord u . Pa­
langanın içinde Deli H üsrev'in ya nından geçerken d u r­
d u . Kulak verdi ; ağl ıyor m u , i nl iyor m u diye . . . Hayır,
-89-
Deli şıkır, şıkır, atı nı kaşa ğ ı lıyor, keyifli bir tü rkü söylü­
yord u . Seslendi :
- H ü srev ! . . .
- Efendim ? . . .
Kapısı a çıldı . Kaşa ğ ı elinde, kolları paçaları sıva l ı , ba­
şı kabak Deli H üsrev . . . Daha K u ru Kadı bir şey sorma­
dan:
- Görd ü n m ü Deli Mehmet'in zevkin i ? dedi .
- S i z de benim g i bi b u radan görd ü n ü z m ü ?
- "İ nsa n ı n kendine g izlisi yoktu r."
Ka pıyı kapad ı . Yine türküsüne başla d ı .

Kuru K a d ı kalede saba h ı z o r etti . G üneş doğmadan


Deli Mehmet'i n mezarına koştu . Artık bütün g ünleri ni
bu mezarın başında g eçi riyordu . B u mezarı n daimi zi­
ya retçisi o ld u . B ü y ü k bir taş yontturdu . Yazdı rd ı . Başı­
na d i ktird i . Beş vakit namazları n ı bile cemaatine b u
ka brin başında kıldırm a k i sterd i . Artık ne dilese, ne is­
tese, ona kavuşuyord u .
G rijg al'de, komşu kalelerde Kuru Kadı için "deli ol­
du" d iyorla rd ı . Her an öl ü m e g iden bir sarhoş g i bi son­
suz bir düşünce, bir heyecan içi nde yaşıyordu . Fakat
nasıl, deniz çanağa sığmazsa, onun büyük sırrı da ruhu­
na sığmadı. Taştı . O g ü n görd ü ğ ü olayı herkese anlat­
maya başladı . H atta daha i leri g itti, çok iyi okudu ğ u
"Mevlid-i Şerif" lisaniyle o g ü n görd ü ğ ü n ü yazdı . Yüzler­
ce beyitli k bir destan yaptı .
Ama o zam a n eski şevki kaybol uverd i . R u huna ko-
-90-
yu bir kara n l ı k doldu . Kalbine acı b i r a ğ ı rlık çökt ü . Ar­
tık Deli Mehmet'in yeşil n u rd a n mezarı içinde sürd ü ğ ü
i l a h i zevki göremez oldu . B u mahrumiyet o nu delirtti .
Yemekten , içmekten kesil d i . B i r g ü n yine perişan , kır­
larda dolaşı rken Deli H üsrev'e rastgeldi. M eğer o da
geziniyormuş. E l i ndeki kayışla yavaşça Kuru Kad ı'nın
a rkasına doku ndu .
- Ahmak dedi , n içi n g ö rd ü ğ ü n ü herkese söyled i n ?
İ nsan görd ü ğ ü n ü d i l e düşürürse kaza ndığı bu d u r u m u
kaybeder. E ğ e r sussayd ı n , g ö rd ü ğ ü n bu olağanüstü
d u ru m a ö l ünceye kadar şah it olaca ktın .
K u ru Kadı yere diz çökt ü , a ğ l a maya başla d ı :
- Ç o k perişan ı m , d iye i n ledi . Lütfet. Gel b e n i g aflet
uykusundan uya nd ı r . B eni m o görmüş oldu ğ u m d u­
ru m ne hikmetti r ? İçinde a k l ı m ı kaçırd ı ğ ı m b u sır, b u
heybet nedir? Benimle senden başka gören oldu m u ?
- Bir gören daha var. O "can" herkese görü n mez.
- Kimdir?
- Bilemezsin . . .
- Başkaları görmedi de, biz ikimiz niçin görd ü k ?
- "Şehitl i k m üjdesidi r ! " İ ki miz de m utlaka şehit d ü-
şeceg ız 1. . . .

.

K u ru Kadı, g itti kçe öyle serseri, öyle perişa n , öyle


berbat oldu ki . . . Kendisi n i o kadar seven Val i Ah met
Bey bile, Budi n'den gelince, o n u n h a llerine daya na ma­
d ı . N ihayet, " B u kendinden geçmiş bir kişidir. Kale h iz­
metinden istifade o l u na maz" d iye geriye göndermeye

- 91 -
mecbu r old u . Aradan epey za man g eçti . G rijg a l Kale­
si'nde bile herkes Kuru Kad ı'yı u n uttu . Ya ln ız, yazdığı
desta n oku nuyor, hiç u nutulmuyord u .
O n i ki yıl sonra . . .
Zig etva r'ın ele geçirildiği a kşam ya ra l ı la r topla nı rken,
meşhur kahraman Deli H üsrev'in bir g ü l leyle pa rça lan­
mış cesedi ya nında, uzun boyl u , ak saçl ı , ak saka l l ı , ye­
şil cübbeli bir şehit buld u lar. Kıbleye karşı yüzü koyun
uzanmış yata n bu şehidin büyü k, yeşil sarığı henüz bo­
z u l ma m ıştı . Üzerinde hiç bir silah yoktu . Yarası neresin­
den olduğu belli değ ildi. G ü n lerce sü ren kuşatma esna­
sında hiç kimse böyle bir adam görmem işti. İ nceden in­
ceye a raştı rma ya pıldı. Kim olduğu bir türlü a n laşıla ma­
dı.
O zaman b i r çok gazi ni n " Kayıp ord u s u ndan yardı­
ma gelmiş biri" sandı kları bu şehit aca ba, G rijg a l Kale­
si'nin o eski kendinden geçmiş, d iva ne Kad ı'sı mıyd ı ? . . .

-92-
AND

B e n Gönen'de doğ d u m . Y i r m i yıldan beri görmedi­


ğ i m b u kasaba haya limde a rtık erişil m ez old u . B i rçok
yerleri u n utulan eski, uzak bir d ü ş g i bi . . . O za man
genç bir yüzbaşı ola n babamla her za man önü nden
geçti ğ i m iz Çarşı Ca mii'ni, ka rşısı ndaki küçük, hara p şa­
d ı rva n ı , içinde binlerce kereste tom ru ğ u yüzen nehirci­
ğ i , bazı yı ka nmaya g ittiğ m iz sıcak s u l u hamamın derin
havu z u n u şimdi hatı rlam aya çalışı rı m . Fakat beyaz bir
u n utulmuşluk d u m a n ı ö n ü me yığ ı l ı r. Renkleri siler, şe­
killeri kaybeder . . . Pek uzun g u rbetlerden sonra vata nı­
na dönen bir adam doğ d u ğ u yerin ufk u n u koyu bir sis
altında b u l u p d a sevdiği şeyleri uzaktan bir a n önce
göremediğ i için nasıl mahzun o l u rsa, ben de tıpkı böy­
le meraka sabırsızlığa benzer b i r ü z ü ntü duya rı m . O,
her a kşam s ü rü lerle mandaların, i neklerin geçtiği toz­
l u , taşsız yollar, yos u n l u , siya h kiremitli çatılar, yıkıla­
cakmış g i bi d u ra n büyük d uva rlar, küçük, ahşap köp­
rü ler, sonsuz ta rla lar, alçak çitler hep b u d u m a n içinde
erır . . .
-93-
Yalnız evimizle okul u gözü mün önüne getirebilirim.
Büyük bir bahçe . . . Ortasında köşk tarzında yapıymış
bem beyaz bir ev . . . Sağ köşesinde her zaman oturdu­
ğ u m u z beyaz perdeli oda . . . Saba h ları a nnem beni b i r
bebek g i bi penceren i n kenarına otu rtu r, dersimi tekrar
etti ri r, sütü m ü içirir. B u pencereden görünen avl u n u n
ö b ü r ta rafındaki b ü y ü k toprak ren g i ndeki binanın
ca msız, kapaksız tek b i r pence resi va rd ı . B u siyah delik
beni çok korkutu rdu . Yemeklerimizi pişiren, çamaşı rla­
rı m ızı yıkaya n, tahta l a rı m ızı silen, b a ba m ı n atı na yem
veren, av köpeklerine bakan hizmetçi miz Abil Ana n ı n
her g ece anlattı ğ ı korku nç, bitmez h i kayelerdeki ayıyı,
bu kara n l ı k pence rede görür g i bi o l u rd u m . Bu kayg ıy­
la d ü ş din lemek, tab i r etme k merakında olan zava l l ı
a nneme, h e r s a b a h ayılı d üşler uyd u ru r; i ri , k u zg u n b i r
ayı n ı n b e n i kap ı p d a ğ a g ötü rd ü ğ ü n ü ormandaki i nine
kapadığını, kolları m ı bağ l a d ı ğ ı nı , b u r n u m u , dudakla rı­
mı yediği n i , sonra B ayram iç yolu nd a ki su değirmeninin
çarkına attı ğ ı n ı söyler, ona b i rçok : "hayırd ı r inşa l l a r . . . "
ded i rtird i m . Rüya m ı yoru m l a rken de; beni m büyük b i r
adam, b ü y ü k b i r bey, b ü y ü k bir paşa olaca ğ ı m ı , bana
kimsenin kötü l ü k yapa mayaca ğ ı n ı sayı n dökerken ya­
l a n söylediğimi u nutu r, ne kada r sevin i rd i m !

* *

Soka klardan kiminle nasıl, g iderd i m ? bilmiyorum . . .


Okul tek katl ı . d uva rları badanasız idi. Kapıda n girilince
-94-
ü st ü kapalı bir avlu va rd ı . Daha i lerisinde küçük, a ğaç­
sız bir bahçe . . . Ba h çeni n sonunda ayak yol u , g ayet ko­
cam a n a ptest fıçısı . . . E rkek çocuklarla kızlar karma karı­
şık otu ru rlar, bera ber o ku r, bera ber oyn arlard ı . "Büyük
Hoca" dediğ imiz kınalı, az saçla, ka m bur, u z u n boylu
ihtiya r, b u n a k bir kad ı nd ı . Mavi g özleri pek sert parlar,
gaga g ibi eğri, sarı b u rn uyla, tüyleri dökülmüş hain,
hasta bir çaylağa benzerd i . "Küçük Hoca" erkekti. B ü­
yük Hoca n ı n oğ l u i d i . Çocu klar ondan hiç korkmazlar­
d ı . G a l i ba biraz a ptalca i d i . Ben a rkadaki rahlelerde,
B üyü k H oca'n ı n en uzun sopas ı n ı u zatamadığı bir yer­
de otu ru rd u m . Kızla r, belki saçları m ı n açık sarı olma­
sından, bana hep "Ak Bey" derlerd i . E rkek çocu kların
büyücekleri ya adımı söylerler, ya da "Yüzbaşıoğ lu" di­
ye çağ ırırlard ı . Sınıf ka pısı n ı n açı lmaya n kanadında sal­
lanan "geldi-g itti" levhası, yassı, cansız bir yüz g i b i bize
baka r, ka l ı n d uvarların tava na ya kın dar pence releri n­
den g i ren don u k bir ayd ı n l ı k d u rmadan bağıran, haykı­
ra ra k okuyan çocukların susmaz, keskin çığlıklarıyla
sanki daha çok a ğ ı rlaşır, b u l a n ı rd ı . . .

* *

Okulda yal nız bir çeşit ceza va rd ı : dayak . . . Büyük ka­


bahatliler, hatta kızlar bile falakaya yatırı lırlard ı . Falaka­
dan korkmayan , titremeyen yoktu. Küçük kabahatlilerin
cezası ise Küçük Hoca'nın ağır tokadı yada Büyük Ho­
ca'nın uzun sopası idi . . . B u sanki ceza rastgeld iği kafayı

- 95 -
mutlaka şişi rirdi . Ben h iç dayak yememiştim. Belki i lti­
mas ed iyorlard ı . Ya lnız bir defa B üyük Hoca kuru, ke­
mikten elleriyle yalan söyled iğim için sol kulağ ımı çek­
mişti . O kadar hızlı çekmişti ki, ertesi g ü n ü bile ya nıyor­
d u . Kıpkırmızı idi. Halbuki ka bahatim yoktu . Doğru söy­
lemiştim. Bahçedeki a ptest fıçısının musluğu kopa rılm ış­
tı . Büyük Hoca bu kabahati ya panı a rıyord u . B u n u ya­
pan mavi cepkenli, kırmı kuşaklı, hasta , zayıf bir çocuk­
tu. Haber verd i m . Falakaya konaca ktı . İnkar etti . Sonra
diğer bir çocuk çıktı . Kendi kopardığını, onun kabahati
olmad ığını söyledi. Yere yattı. Bağ ı ra bağ ı ra sopları ye­
d i. O zaman Büyük Hoca: "N için yalan söylüyor, bu za­
vall ıya iftira ediyors u n ?" diye kulağıma yapıştı. Yüzünü
buruşturarak darıldı.
Ağladım, ağladım. Çünkü yalan söylemiyordum. Evet
musluğu koparırken gözümle görmüştü m . Akşam paydo­
sundan sonra dayağı yiyen çocuğu tuttum:
- Niçin beni yalancı çıkard ı n ? ded i m . M us l u ğ u sen
kopa rma m ıştı n . . .
- Ben kopa rmıştı m .
- Hayır, sen kopa rmamıştı n . Ö b ü r çocuğ u n kopa r-
d ı ğ ı n ı ben göz ü m l e g örd ü m .
ısra r edemed i . Yüzüme ba ktı . B i r a n öyle d u rd u .
E ğ e r hocaya söylemeyeceğ ime yemin edersem, sakla­
mayaca ktı . Anlataca ktı . Ben hemen yemi n etti m . M e­
ra k ed iyord u m :
- Musluğu Ali koparmıştı, dedi. Ben d e biliyordum.
Ama o çok zayıf, hem hastadır. Görüyorsun, falakaya da-
-96-
yanamaz. Belki ölür, daha yataktan yeni kalktı.
- Ama sen niçin o n u n yerine daya k yed i n ?
- Niçin olaca k. B i z onunla a n d içmişiz. O bug ü n
hasta, ben iyi, kuvvetliyi m . O n u k u rtard ı m işte.
Pek a nlamad ı m . Tekra r sord u m :
- And ne?
- Bil miyor m u su n ?
- Bil m iyoru m ! . .
O zaman güldü. Benden uzaklaşarak ceva p verdi:
- Biz birbirimizin kanlarını içeriz. B u na 'and içmek'
derler. And içenler, ka n kardeşi olurlar. Biribirlerine
ö l ünceye kadar ya rdı m ederler, imdada koşa rla r.

* *

Sonra dikkat etti m , okulda birçok çocuklar birbirleriy­


le and içmişlerd i . Kankardeşi idiler. H atta bazı kızlar
bile kendi a ra l a rı nda and içmişlerd i. bir g ü n, b u yeni
öğrendiğim adeti n nasıl ya pıld ı ğ ı n ı da görd ü m . Yine
a rka rah lelerde idi. K ü çü k Hoca a pdest almak için dı-
şarı çıkmıştı . Büyük H oca, a rkasını bize çevirmiş, bir
s ü m ü k l ü böcek a ğ ı r ağır namazını kılıyord u . İ ki çoc u k
tahta saplı bi r çakı ile kollarını çizdiler. Ç ı k a n büyük,
kırmızı damlayı kolları ü zeri nde b u çizgiye sürd üler.
Kanları karıştırdılar. Sonra birbirleri ni n kollarını emdi-
ler. And içere k kan kardeşi olmak . . . B u , beni d üş ü n­
d ü rmeye başl a d ı . Eğer benim de kan ka rdeşim olsa
idi hocaya ku l a ğ ı m ı çekti rmeyecek, belki de falakaya

-97-
yata ca ğ ı m za ma n beni kuta raca ktı . Koca okulun için­
de kend imi yapaya l n ız, a rkadaşsız, ki m sesiz sanıyor­
d u m , a n neme fikri m i , her çoc u k g i bi bi riyle and i ç­
mek i stediğim i söyledi m . Andı tarif ettim . Razı olma­
d ı . "Öyle uyg u nsuz işler i stem em . Sakın yapma ha ! . . . "
d iye tenb i h etti.

* *

Ama ben d i n lemed i m . Akl ı m a nad içmeyi koymuş­


tum . Fakat kimi nl e? B i r tesadüf, beklenil meyen bir ka­
za, bana kan kardeşimi kaza n d ı rd ı . C u m a g ü nleri bi­
zim evi n bahçesi ne bütün komşu çocu kları toplanırlar­
d ı . Akşa ma kadar bera ber oyna rdı k . a ra mızdaki evlerin
sahibi Hacı Budakların beni m kadar bir çocukları vardı
ki, en çok adı hoşu ma g iderd i : M ıstı k . . . Bu kelimeyi
söylerken sanki bir hoş o l u r hep tekrarlard ı m . O kadar
uyu ntu , ya nkılı idi. Kızlar, b u g üzel ada uyd u r u l m u ş ka­
fiyeleri, M ıstı k'ı, bahçede, sokakta g örü nce bir ağızdan
söylerlerdi , hala h atırım d a :
Mustafa Mıstık,
Arabaya kıstık,
Üç mum yaktık,
Seyrine baktık !
d iye bağrışırlar, ellerini yumruk yaparak ona karşı
d u ru rl a rd ı . M ı stı k hiç kızmazd ı . G ü lerd i . Biz de a ra sıra
bu beyitleri bağ ı ra ra k tekra rlar, eğlenird i k .
-98-
Bu iki m i n i m i n i beyit ben i m haya l i m i bile etkilem işti .
Düşü mde, birçok a rsız kızların o nu büyü k bir m u hacir
ara basına sıkıştırarak, etrafına üç m u m ya ka rak seyri­
ne baktıkları nı görürd ü m . N iç i n M ıstık öyle uslu d u r u r­
d u ? N için birden fırlayıp b u kızlara bi rkaç tokat atmaz,
sı kıştığı katra n kokulu a rabadan k u rtu lmazd ı ? O hepi­
m izden kuvvetli i d i . Sanki a d ı g i bi her ta rafı yuva rla ktı;
başı, kolları, baca kl a rı , vücud u . . . Hattat elleri . . . Bütün
çocukları g ü reşte yenerdi . Yaz ı n, her C u ma saba h ı , bü­
yük bir deste söğ üt dalı g etirird i . B u d allardan kend i m i­
ze atlar ya pa r, cirit oynar, yarışa çıkard ı k . Ya rışta da
hepi m izi geçerd i . O nu hiçbirimiz tutamazd ı k . İşte yine
böyle bir Cuma g ü n ü , M ıstık, söğüt dallarıyla geld i .
B e n en u z u n u n u kendime ayırd ı m . öb ü rlerini çocukla­
ra dağ ıttım . B i r çakı i le b u dalların u c u n u keser kabuk­
larından iki kulak, bir burun çıkartır, tıpkı bir at başına
benzetirdik. Bu nu en g üzel ben yapardım.
Kendi atımı ya pıyord u m . M ıstık'la diğer çocu klar sı ra­
larını bekliyorlard ı . Nasıl old u, farkına va rmadan, söğ ü­
dün kabuğu birden yarı l d ı . Arasından kaya n çakı sol eli­
min işaret parmağını kesti . Sulu, kırmızı bir kan akmaya
başladı. O saatte aklıma bir şey geldi : And içmek . . . Par­
mağımın acısı n ı u nuttu m, M ıstık'a :
- Haydi, dedi m . Hazır el i m kesildi, kan kardeşi ola­
l ı m . Sen de kes . . .
Bir a n d u raklad ı . Siyah gözleri ni yere di kerek büyük,
yuvarlak başı n ı sallad ı :
- Ol u r m u y a . . . And içi n kol kesmek gerek.
-99-
- Ca n ı m ne zara rı va r ? d iye ısrar ettim; kan değ i l
m i ? H e psi b i r . Ha kolda n, ha parmaktan . . . H aydi , hay­
di ! . .
Razı old u . E limden aldığı çakı ile kol u n u , biraz daha
derince kesti. Kanı o kada r koyu idi ki, akmıyor, bir dam­
la halinde kabarıyor, büyüyord u . Parmağımın kanı ile ka­
rıştırdık. Önce ben emdim. Bu, tuzlu , sıcak birşeydi . Son­
ra o da benim pa rmağımı emdi.
B i l m iyorum , a radan ne kada r zam a n geçti . Belki a l­
tı ay . . . Belki bir yıl . . . Mı stı k'la kan ka rdeşi olduğu muzu
adeta u n utmuştu m . Yine bera ber oynuyor, okuldan yi­
ne beraber dönüyord u k. B i r g ü n hava pek sıcaktı . B ü­
y ü k H oca bizi yarım azat ett i . Tıpkı Perşembe g ü n ü gi­
bi . . . M ı stı k'la soka ğ ı n tozları içinde yavaş yavaş yü rü­
yordu k . Ben fesim i n altına mendilimi koymuşt u m . . . Te­
rimi silemediğ i m için yüz ü m s ı rı lsıkla m d ı . Büyük, geniş
bir yoldan geçiyord u k . kenarda yıkılmış bir d uva rı n te­
melleri va rdı . B i rdenbire ka rşıd a n, i ri , kara bir köpek
çıktı . Koşa rak geliyord u . Arkasında, b irkaç adam, kal ı n
sopa larla koval ıyorlard ı . Bize: "kaçın, kaçın ısıraca k ! . . . "
d iye bağ ı rd ı lar. Korktuk, şaşırdık. Öyle kal d ı k . Önce
ben bira z kendimi toplaya ra k: "Am a n, kaça l ı m . . . " de­
d i m . G özleri ateş g ibi parlayan köpek bize yetişmişti. O
za man M ıstı k: "sen a rkama sakl a n ! . . . " d iye haykırdı,
ö n ü me geçti. köpek o n u n üzerine sal d ı rd ı . İ lkin h ızla
birbirleri ne ça rptılar. Sonra tıpkı g ü reşir g ibi boğaz bo­
ğaza geldiler. Köpek de ayağa kalkmıştı.
B i ra z böyle savaştı kt a n s o n ra i kisi d e yere yuvar-

- 1 00 -
l a n d ı l a r . M ıstık'ı n k ü ç ü k fes, mavi yem e n i s i d ü şt ü . B u
b o ğ u ş m a b a n a p ek u z u n g e l d i . Titriyo rd u m . S o p a l ı
a m ca l a r yetiştiler. K ö p e ğ e o d u n l a r ı n ı n büt ü n k u vve­
tiyle birkaç tane i n dirdiler. M ıstı k k u rtu ld u . Zava l l ı n ı n
koll a r ı n d a n , b u r n u n d a n ka n a kıyord u . Köpek, k uyru­
ğ u nu bacakları n ı n arası n a sı kıştırm ış, a ğ zı yerde,
d ö rt nala kaçtı . M ıstık : " B i r şey yok . . . Acım ıyor . . . bi­
raz çizildi . . . " ç.Jiyord u . Evi n e g ö t ü rd ü le r . B e n d e h e­
m e n evi mize koşt u m . A n n e m e başımıza g e l e n i a n­
lattı m . Abil Ana b e n i yere yatı r d ı . u z u n uzad ıya ka­
s ı k l a rı m a , korku d a m a rl a r ı m a bastı. öyle b i r d ua o k u­
ya ra k y ü z ü m e üfledi ki s a r m ı s a k koku s u n d a n a ks ı r­
dım.
E rtesi g ü n ü M ıstı k okula gelmemişti . Daha ertesi
g ü nü yine gelmedi . . . Anneme, Ha cı Budaklara g idip
M ı stık'ı görmemizi söyled i m . "Hastaym ış yavrum" dedi,
"inşallah iyi o l u nca y ine oyna rsı nız, ş imdi rahatsız et­
mek ayıptır." Onda n sonra ben her sabah M ı stık'ı iyileş­
miş b u laca ğ ı m ü m i diyle okula g ittim .
Ama ne gezer . O h i ç gelmedi . . . Köpek kuduzmuş.
. .

Baktı rmak için M ı stık'ı B a n d ı rma'ya g öt ürd ü ler. Orada n


İ sta n bul'a g ö ndereceklerd i .
B i r g ü n duyd u k ki, M ıstık ö l m ü ş . . .

* *

Erken kalktığım açık, bulutsuz sabahlar, herkes gibi ba­


na da, çocukl uğumu anımsatır. Anılarımda doğduğum ye-
-1 01 -
ri, gü neşi batmakta olan mor ışıklı bir yer olarak gözümün
önüne getirmek isterim. Ve daima, farkında olmayarak,
sol elimin işaret parmağ ına bakarım. Birinci boğumun üs­
tünde hala beyaz çizg i şeklinde duran bu küçü k yara izi
bence pek kutsaldır. Andı için ölen, hayatını mahveden
kahraman kan kardeşimin sıcak dudakla rını tekrar parma­
ğımın ucunda duyar, beni kurtarmak için o kendisinden
büyük, kudurmuş, iri ve kara çoban köpeğ iyle pençeleşe­
n bahadır hayalini görürüm.

- 1 02-
M ÜJ D E

Sabah yakınd ı . Arka mızda bıraktığı mız tepelerini üstü


morlaşıyordu . Genç şairlerle bizi siperlere doğru götüren
a rabalar, karanlığın içinde, birbirinden düzensiz kafileler­
le ayrılmış, tı pkı bir "darg ın gezg inler " kervan ı gibi, ilerli­
yordu. Sağ ım ızda siyah körfezin denizi, uyanık dalgalarıy­
la ötüyor, sazlığa benzeyen karaltılar ta sahile kadar uza­
n ıyordu. Ya rımadanın ka raya bağ layan dar kısmın üzerin­
deki bu geniş yol biraz tehlikeliyd i . Sigara içilmeyecek,
kibrit, fener ya kılmayacaktı . Ömrümde ilk defa savaş ala­
nına giren acemi bir asker heyeca nı duyuyordum. Gözle­
rimiz görünmeyen ufuklarda kruvazör, torpido hayalleri
a rıyord u. Araba arkadaşım gözlüklü şair:
- Bakın, d iye açık perdeden parmağ ı n ı uzatt ı . B i r
ı ş ı k va r. H afif b i r ı ş ı k . . .
- M üjde?
- Denizin o rtasında . . .
Öteki şa i rl e ben d e o n u n gösterdiği ta rafa dikkatle
baktım . H içbi r şey g ö remed i m . Bu genç g ü ndüz bile

- 1 03-
çok uza ğ ı görm üyord u . G ü l ü ştük. Sanki şose nin kena­
rında bizi d i nleyen b i r kulak va rmış g ibi yavaş bir sesle
konuşmaya başla d ı :
- Torpido fa lan olsa zaten ayd ı n l ı k g östermez.
- Ama bacasından bir kıvırcım çıksa yine görü n ü r.
- Tuta l ı m ki kenarda bir torpido var. Yold a n g eçen
her a ra baya ateş eder m i ?
- Eder ya . . .
Şai rlerin e n g enci ba na :
- Niçin edecek ? d iye sordu
Şaka ya pmak istedi m :
- Düşman, h e r a ra bayı cephane olara k ka b u l etme-
ğe mecburd u r.
- Yok can ı m . . .
- Ya a ra badakiler ya ra l ı l a rsa ? . .
- Ya ra l ı la r geceleyin, fa rla rı sönd ü r ü l m ü ş a rabalarla
g ötürülmez.
- Eey?

Yol u n bi rkaç ki lometre s ü ren sa h i l kısı m ı n ı , kon uşur­


ken nasıl g eçti ğ i m iz i d uymadık. Yine denizin sesi sus­
tu . Yine küçük tepelerin a ğ ı rbaşlı sessizli ği başl a d ı . Gö­
ğ ü n morlaşan kenarı eriyor, menekşe ren g i ne g i riyor­
d u . Etrafım ızdaki ça l ı la r uyu muş seyi rci gölgeler g i bi
göründü; a rabamız d u rd u . E ğ i l d i m :
- Ne old u ? d iye a ra bacıya soracaktı m . B i z e eşlik
eden nazik su bayı fark etti m .
- Artık yine toplu g ideceğ iz. Yol koru malıdır, sa h il­
den görünmez, ded i .
- 1 04-
Geridekilerin yetişmesi için küçü k bir mola verilecek­
ti . Hemen aşağı atlad ı k. Her gelen a ra bayı sanki u za k
bir g u rbetten dön üyormuş g ibi karşılad ı k . Ya rım saat
geçmeden kafilemiz yi ne h a reket etti . Göğ ü n menek­
şe renkli kena rı pembel işiyor, küçü k yıld ızla r siliniyor­
d u . Bütün ufuk şimşek g i b i ansızın aydınlandı; havada
büyücek bir ateşin parlad ı ğ ı n ı , doğ uya doğ ru yeşil , sa­
rı, sinca bi a levler saça ra k düştü ğ ü n ü g örd ü k .
- Top g ü llesi !
- Bomba !
- Uça kta n atı l d ı .
- Gece u ç a k uça r m ı ?
- Y a bu ne?
- Kaya n yıldız.
- Hayı r . . .

Ben:
- Gök taşı olmalı ded i m .
Gü lle, bomba, aydınlatma taba ncası olmadığ ına şüp­
he yoktu ! Pek yü kseklerde tutuşmuş, pek uzaklara, pek
çok uzaklara düşmüştü. Ama kayan yıldız da değildi.
Çok büyük, çok renkli, çok görkemliyd i . Ardından bir sü­
re sönmeyen a ltın bir iz bıra kmıştı . Genç şa irler araba­
lardan atlıyorlar, gördü kleri şeyi n ne olduğunu ta rtışı­
yorlar, bizi götü ren su bayı n iki ta rafı körü klü olan a ra­
basında konuşuyorla rdı . Düz yolda a rabalar yavaş yavaş
g idiyord u . Bil mem ne kadar g itti . Göğ ü n biraz önceki
olağan üstü görüntüsü u n utuld u . Artık sabah olmuştu.

- 1 05-
Hafif şeffaf bir sis funda lıklara dolanıyor, güneşin dam­
laları ya prakları ya ldızlıyord u . Ara balar sabah molası için
durd u . Asker kıyafetine girmiş, kalaba l ı k yaza rlar, genç
şa irler şoseye indiler. Sanki hepsi yoru lmuşlar, şimdi
ayakta durmuş, dolaşmak, d inlenmek istiyorlardı. Ben
daha arabadayd ı m . B i r ses işittim:
- Havaya bakı n, a rkadaşlar, havaya bakı n !
E ğ i l d i m . Gözleri m i yukarı ka l d ı rd ı m . H ava çok par-
lak, çok açık mavi, çok saft ı . B u l u t fil a n yoktu .
Aynı ses tekra r haykırd ı :
- B a k ı n "fethü n karib", g örüyor m u s u n u z ?
- Ne, n e ?
- N e ta rafta ?

- 1

Herkes yukarı ba kıyord u . Ben de aşağ ıya atlad ı m .


Onların yanına g itti m . Gökte dolaşm ış, şeffaf bir kurde­
la gibi ince, beli rsiz bir duman yığ ı nı va rd ı .
- "Fethü n karib" değ i l m i ?
- İ şte h a .
- İşte kafın başı.
- Va lla hi !
- Va llahi "fethün karib" işte . . .

Gerçekten havada ki b u i nce d u ma n yığ ını tıpkı g i rift


bir sülüz yazıya benziyord u . Benim gözü m de - bana
rağ men- "fethün ka ri b" ta m l a masını okuyord u .
- Demi nki "gök taşı" olayı n ı n b ı ra ktığı i z olaca k ! de­
dim.
- 1 06 -
Ki mse işitmedi bile . . . H e psin i n gözü gökteyd i . He p­
si, Allah'ın işaretin i gören m ü minler g i b i dalgındı. Belir­
siz bir dini d uyg u ve heyeca nı içinde idi. Yal n ız kafi le­
n i n genç doktoru bu büyük ma nevi işa reti sonradan
görmeyenleri de inandırm a k i çi n m i ni mini Kodak'ını
havaya kaldı rmış, "fet h ü n kari b" m üjdesi n i n fotoğ rafı nı
çekmeğe çalışıyord u . Bu i nce, b u şeffaf d u ma n yığ ını
uzun s ü re gökte d u rd u . Yavaş yavaş silini rken bile şek­
li boz u l m uyor, açı k b i r kesin l i kle oku n uyord u : " Feth ü n
ka rib"

* * *

Genç şairler kara g ah l a rda kumandanlara , si perlerde


su bayla ra , askerlere hep parlak, mavi göğ ü n -o g el i r­
ken görd ü kleri - büyük m üjdesi ni , büyük bir imanla,
büyük bir i çte n l i kle anlatıyorlar, o nl a rı da kendi leri gibi
bu büyük m ucizeye inand ı rıyorla rd ı . Orada, Çanakka­
le'de geleceğ in a lacakaranlığına g iden g izli manevi yol­
lara benzeyen uzun, sonsuz siperler içinde benim de -
bilmem nasıl oldu- geli rken görd ü ğ ü m şeyi n Ta nrı eliyle
yazıl mış "feth ü n karib" m üjdesi olduğuna şü phem kal­
mad ı ! Hatta yavaş yavaş, "gök taşının izinden kalan du­
man ! " dediğime bile pişman ol uyor, sanki ağır bir küfü r
etti kten sonra ta pınağına g i ren küsta h bir günahkarın
vicdan ındaki azapları duyuyord u m .

- 1 07-
H ÜRRİ YET G ECESİ

On iki saatli k kısa bir zaman içinde, birçok yılların


içine ala mayaca ğ ı , en büyük sevinci, en büyük neşeyi,
en büyük zevki, heyecanı d uymak, en büyük, en u laşıl­
maz ü m itlere düşmek . . . İnsa n ı böyle sarsar ki ! . . . Bizden
sonraki kuşak, zora dayan bir zevk, bir kendinden geç­
me halini asla d uya mayaca k ! O i l k g ü n, o ilk h ürriyetin
ilan edildiği gün neyd i ya Rabb i ! Sanki bir saniye içinde
bütün dü nya birdenbire değişti . Tenha sokaklar alaca l ı ,
yoğ u n bir kalaba l ı kla dold u . Meyda nlar kapa ndı . B i ribir­
leriyle hiç kon uşmaya n dilsizlerin ağ ızları açıldı. Her kö­
şe başında bir d üzine hatip . . . Ara balarda, at üzerinde
hem koşan, hem söyleyen, yaka l a rı rozetli, elleri kamçı­
l ı deli adamlar! Sonra bayra klar, bayra klar, bayraklar . . .
Susmaya n bandol a r, sonu gelmeyen gösteri alayları, sa­
rı lmalar, kuca klaşmalar, öpüşmeler, a l kış tufan ları ! Ve
bütü n bu nların üstünde hiç din meyen bir nara : "Yaşa-
- 1 08 -
sın hü rriyet ! " Yine sonra kad ı n lardan, çocuklardan, i hti­
ya rlardan, gençlerden, askerlerden ka rmakarışık, ta­
şan, dalgalanan bir akın ! Nereye ? bilen yok. Ben de bu
canlı, bu bağ ırıp çağ ıra n, g ü rü ltü ya pan seli n içinde bir
damla . . . Ne kadar yü rüdüğü m ü nerelerden geçtiğimi
şimdi anımsa mıyorum. Ama ruhum halkın çoşkusuna
oda klanm ıştı . Herkes gibi kendimi kaybetmiştim . G ü­
neş battı, orta l ı k karard ı . Acıktığ ı m ı n , susadığ ı m ı n far­
kında değ i l d i m . Sonu nda gece yarısı g eçtikten sonra
kalabalık biraz seyrekleşti . G ü rü ltüler biraz diner gibi ol­
d u . Aya klarım, ha beri m olmadan, beni evime doğru gö­
türd ü . O zaman Pa ngaltı'da otu ruyord u m . İçeri gird i m .
Odama çı ktım , ka nepeye uzand ı m . Soyunacak, yatağa
girecek halim yokt u . Kanepede uzanıp kalacak h a l i m
de yoktu, pek yorg u ndu m . Sinirlerim v e kaslarım ger­
g i n d i . Bilin meyen bir kuvvet içimden taşıyord u . Sakin
du ruyord u m . Fakat fikirlerim d u rm uyor, bilincimde fı rtı­
nalar kopuyord u . Kalktı m, açık pencerenin ya nına g it­
ti m . Gecenin serince kara n l ı ğ ı n ı koklad ı m . Boğ u luyor­
d u m . İçimdeki -ne olduğunu bilmediğim -bilin meyen
kuvvet şeyleri pa rça layaca k g ibiyd i . Otu ra mayacak, ya­
ta mayacak, uyuya mayacakt ı m . B u n u anladım:
- B a ri yine d ışa rı çıksam , ded i m .
Uykuda gezinen b i r a d a m g i bi g örmeden merdi­
ven leri i n d i m . Ka pıyı a çt ı m . Sokak ten h a idi. Köpekler
uyuyorl a rd ı , d u rd u m . Başımı yukarı kal d ı rd ı m . Titreşen
yıldızlar sanki d ü nyanın üstü nde kuru l m uş, olağanüstü
billurdan canlı, mavi bir kubbe idi. Caddede yürü meğe
- 1 09-
başlad ı m . Bu an bilincim, benim vücud u m u n d ışında
başka bir varlık, başka bir d ü nyayd ı . Fikirlerimi haberim
olmadan, işitiyordu . Dünkü devri n, kişiliğimin etrafında
o dem i r, ateş kale içinde yıllarca biri km iş emellerim ar­
tık serbestti ! Hangi emeli m i gerçeğe çevirecektim? B u
emeller b i r değ i l , b i n deği l , belki yüz bindi . . . B i r fırtına
bulutu g ibi aklımdan prog ra mlar geçiyordu . Kendi mde
bu emellerin hepsin i birden güçten eyleme çıka racak bir
kuvvetin varlığ ı n ı d uyuyord u m . Hızlı hızlı yürümeye baş­
lad ı m . Göğsüm kaba rıyor, kalbim çarpıyord u . Dikkat et­
tim. E l imde bir baston . . . Evden çı karken a l m ıştı m . Bu
baston u bir ord u karşısına tek başına geçmiş bir masal
kah ramanı gibi savuruyord u m . Kulaklarım u ğ ulduyor,
gündüzkü nutuk, a l kış, mızı ka g ü rü ltülerinin ya nkılarını
hala işitiyord u m . Ansızı n, el imde olmadan, mantığımın,
bil incimin üstü nde kaynayan şiddetli, bilin mez bir çoş­
kuyla, avazım çıktığ ı kadar:
"Yaşasın h ü rriyet ! Yaşasın h ü rriyet ! " diye haykır­
d ı m . Kendini tuta mad ı m . Dönd ü m . E l imde savru lan
bastona bütün kuvveti m l e sol ta rafı ma gelen havaga­
zı feneri ne indird i m . İ ki pa rça olan bastonun u cu fı rla­
d ı . İ leri düştü . B i rden uya n d ı m . Ö lçüsüzl ü ğ ü mden, taş­
kınlığı mdan bir uta n m a k geld i .
- Acaba kimse gördü m ü ? d iye şöyle etrafı ma bir
göz gezd i rd i m . Arka mda beyaz saka l l ı , uzun boyl u bir
i htiya r . . . Parlak, çok parlak, olağ a n ü stü parlak gözleri­
ni bana dikmiş g ü l ü msüyord u . Sıkı l d ı m . Kaçmak, uzak­
laşmak isted i m . İ htiya r:
- 1 1 O-
- D u r delika nl ı ! ded i . Sesinde öyle garip bir h a l va r­
dı ki . . . Söz di n lememek i m ka nsızd ı . d u rd u m . Baston u­
m u n elimde kalan pa rçası yere d ü ştü . B u kimdi ? Uzun,
bol, siyah pardösüsüyle, g eceleyin ışık a ltında daha
parlak görünen beyaz saçları, beyaz sakalıyla gerçek­
ten çok uzak bir haya l i , korku nç b i r hayali andırıyordu :
- Ne var? d iye tutu şan g özünü n ta içi ne baktı m .
Sakin, mermer, soğ u k b i r g ülümsemeyle sord u :
- Sa rhoş m u su n ?
- H ayır.
- Deli misi n ?
- H ayır.
- Öyle ise n iç i n fenere v u rd u n ?

- Basto n u n u n için kı rd ı n ?
Kekeled i m :
- Hiç . . .
- Hiç m i ? Ne demek? Sarhoş değilsin, aklın başın-
da ! İ nsan d üşünendir. İ nsan yaptığını bilendi r:
- Ey . . . diye om uzu m u silkerek geçmek zam a n ı m
yoktu. Ansız ı n daha ç o k uzuyor sandığ ı m boyuyla ba­
na doğ ru yaklaştı . Sol omuzuma dokund u :
- Hayır kaçma , ded i .
Şaşaladı m . Tekra r yüzüne baktım :
- İşim va r ben i m , canım . . .
- B u zam a n , g ece ya rısından ü ç saat sonra . . . N e
işin olaca k ? . . .
Yanıt vermed i m . B u tanımadığım i htiyar benden
-1 1 1 -
ne istiyord u ? Kalbimde b i ra ğ ı rl ı k duyd u m . Ama kızamı­
yord u m . Yine kekeled i m :
- H ayır benimle g e l ; kesi nl ikle g e l . Ya rım saat be­
n i m le gez. Görürüyorum ki sen, zaval l ı genç, büyük bir
coşku içindes i n . Yü kselmezsen uçuru m lara yuva rla n ı r­
s ı n . Asıl yaşa m ı n mutluluğ u n u , asıl gerçek tatları d uya­
mazs ı n . Gel. Benimle gel . . .
Yürümeye başl a d ı . Ben de, elimde ol mayan bir uy­
sa l l ıkla ya n ı nda g id iyor, başka d ü nyaya ait bir insa n m ı ş
h issi n i veren a ğ ı r başlı görüşüne, açı k a l n ı na , kıvrık bur­
n u n a , söyledikçe kımıldamaya n beyaz, büyük saka l ı na
bakıyord u m .
- N e iş ya pıyors u n ?
- Yazarl ık.
- Yaza rlık m ı ?
- Evet.
- Öyle ise sen bir h ançersin ! Kendi kendini kullanan,
sapı namlusunun elinde olan bir hançer . . . İnsanlara ister­
sen en büyük hizmeti görü r, onlara erdemi, sevmeyi,
gerçeği öğretirsin. İstersen onları n erdemlerini öldürür,
sessizliklerini bozar, hepsini boğaz boğaza getirir, yaşam­
larını, m utluluklarını, zevklerinin tatlarını kaybettirirsin .
R u h u n anahtarı senin elindedir. Kolaylıkla o n u açar, içine
istersen zehir, istersen yaşam verici bir iksir korsun !
Yavaş yavaş yü rüyorduk. Cadde tehna id i . Ağaçla­
rın altında asker devriyeleri dolaşıyor, arabalar geçiyor­
d u. l l ı k bir rüzgar esiyor, havagazı fenerleri nin, cam bir
kafese kon muş alavden kelebekleri andıran, asi ışıkları
- 1 1 2-
çırpın ıyor, sanki kurtu l u p uçmak istiyorlard ı . B ütü n göl­
geler sa rsı l ıyord u . Taksim Bahçesi'ne gi rdik. Kimseler
yoktu . Ağ açların arasından uzaktaki büfenin aydınlık
pencereleri görün üyord u . Sol ta rafta ki tarh lardan geç­
tik. Büyük ağaçların geceden daha ka ranlık ya prakları,
esen rüzgarı içiyor, kımıldayan dal larda derin, içtenlikli
sesler fısı ldaşıyord u . İ htiyar, benim pek iyi anlaya madı­
ğım bir şeyler söylüyord u .
İşittiğ i m garip sesin a n la m a nı d uya m ıyord u m .
- Otura l ı m , ded i .
Ta son b i r kanapenin başında idik. Oturduk. Ben bu
i htiyara niçin takıld ığımı d üşünüyord u m. Üsküdar'da
Çamlıca'da; Kuzg uncu k'ta tek tük ışı kla r va rd ı . Deniz sa­
kindi. Kutu p Yı ldızı yeni doğ muş küçük bir ay yavrusu
gibi, mor ışıklarını salıyor, etrafındaki diğer yıldızları ya­
vaş yavaş sönd ü rerek, parlıyord u . Açlıkta n, yorg u n l u k­
tan, uykusuzluktan kafam g ranitleşm işti. Di kkat ediyor­
dum, bir ku lağım u ğ u ld uyor, öbür kulağ ım çını lyord u .
İ htiyar sord u :
- H ey g e n ç yazar, söyle baka l ı m , i şte h ü rriyet ! Sen
neler ya paca ksı n ?
Neler ya pacaktım ? B i r anda a n ımsad ı m . B i r değ i l ,
bin değ i l , y ü z bin emel . . .
- H ü rriyet için çalışaca ğ ı m , ded i m .
- Nasıl, h ü rriyetin nesine ça lışacaksı n .
Sustu m . Nesine ça l ışacağ ı m ı gerçekten bilm iyor­
dum.
- Başka b i r fikrin yok m u ?
- 113 -
- Yok . . .
Başını sal l a d ı :
- Heyhat ! . . . Ben seni görd ü m , delikanlı, i n ka r etme .
senin ru h u n h ı z dolu . . Son amacını a n l aya mamış b i r
topl u l u ğ u n evlad ısın ! Çok gençsin ! Gerçek hayatın an­
lamını bilm iyor musu n ! Her gafil gibi, yalnız kendini d ü­
şünüyor, fa ni nefsinin kıymetsizi çıkarla rından başka bir
şeyi aklına getirm iyorsun.
- B u ya rg ınızı ka b u l etmem, ded i m .
- Zengin olmak istiyorsu n !

- Şan, şeref istiyorusun !

- Zevk, eğlence istiyors u n !

- G ü zel kad ı n l a r, a ltı n möbleli sa raylar, aya kları n­


da secdeye ka panmış d a l kavu klar istiyorsun !

Susuyord u m . Adeta elinde silah ıyla ya ka l a n m ış b ir


suçl u g i bi şaşaladı m . Cesaretim kırı ld ı . İ htiya rın g özleri
ka ral ı kları yırta n bir röntgen ışını g i b sanki b ilincimin
içini, ru h u m u n derinliğini görüyo rd u . Evet, ben b u n la­
rı istiyord u m . Doğ rudan doğ ruya bunları , bu cen nete
g itmek için h ü r riyet kapısın ı n ka rşımda böyle a nsızın a­
çılması, beni sevi ndiriyor, beni çıld ı rtıyord u . Yarından
itibaren kılıcım - ya ni kalemi m- e l i mde, ortaya atılaca k­
tı m O iki saattir yavaş yavaş doğan, her sa n iye binler­
ce defa b üyüyen h ı rsımdan kabı m a sığa m ıyord u m . Fa­
kat bu h a l i m i n yüz ü me v u ru lmasına razı olmad ı m .
- 1 1 4-
- Hayır, dedim, bende böyle fikirler yok .
- S e n m i ? İ n ka r etme ! Ben seni görd ü m delika nl ı !
Sen bu gece uyumad ı n . Yata ğ ı na uza nd ı n . Gözleri ne
uyku g i rmed i . Bir saat sonra sabah olaca kken sen yine
dayanamad ı n . Odan seni sı ktı , kend i ni dışarı attı n . İçin­
d e h ı rstan b i r volkan tutuşu yord u . Sarhoş olma d ı ğ ı n
h a lde, deli olmad ı ğ ı n h a lde, tı pkı bi r deli gib i kendi
kend ine: "Yaşasın h ü rriyet ! " diye bağ ı rd ı n . B u n u nla h ı­
zını alamad ı n . Kaldırdın, baston u n u , sokak fenerine i n­
dirdin . .

İ htiya r, sakin, kuvvetine dayanı lmaz bir sesle bütün


d üşündüklerimi söyl üyor, ki mseye açıklayamayacağım
emellerimi, arzuları m ı , h ı rslarımı, sanki içimde imiş gibi,
birer bi rer bana tekrarlıyord u . Susuyor dinliyord u m . Ka­
bahatini bilmeyen, fakat bu kaba hati yapa rken ya kalan­
mış akılsız bir suçlu korkusu d uyuyord u m . Onun söyle­
d iklerini inkar edecek g ücüm ka lmamıştı . Kaçarken dö­
n ü p a rkasına taş atan bir çocuk isteğiyle sözü değiştir­
mek istedim:
- Siz kimsiniz? ded i m .
- Seksen yaşında bi r i htiya r !
- İsminiz ne ?
- İsmimi ne yapacaksı n ? Ben, manevi b ir dalg ı nl ı-
ğ ı n deri n l i klerine düşmüş b i r hiç . . . B u dalg ı n l ı k içinde
yürürken seni görd ü m . Ası l g erçek yaşa m ı a n lamayan
bir g afilin boş çoşkusuna acı d ı m . işte o n u n için seni
- 115 -
tuttu m . B u raya getird i m . Evet zava l l ı genç, sen bir ga­
filsin !
- N e bil iyorsu n u z 7
- Gafi l olmasayd ın b u derece sevinir, kend ini kaybe-
der miydin?
- Fakat bu i l a n edilen h ü rriyet? . . .
- H ü rriyet ! H ü rriyet ! B u seni mutl u l u ğ a g ötü recek
bir yol m u ? M i l leti n mesut olmadan sen mesut olabile­
ceğ ini ü mit ed iyor m u su n ? Halbuki tarih bizim mem le­
keti mizin ü zerine çözmemiz gereken binlerce sorun
yığ m ış. Yaşad ığ ı yer, bir "sorun" u m m an ı ! On beş g ü n
sonra şü phesiz bu g ü rü ltü ler, bu gösteriler bitecek.
Kuvvetlen memizi çekemeyen düşma n l a r g izli hücu mla­
rına başlayaca klar. Ü ç, dört sene sü rmeyecek, en aşa­
ğı üç devlet bizim ü zerimize atılacak . . .
- Orta Çağ'da mıyız? artık böyle şeyler olabilir m i ?
- Göreceksi n . D a h a sonra bel ki bizim yüz ü m üzden
Dü nya Savaşı başgösterecek . Bütün d ü nya birbine ka­
rışaca k. En büyü k devletler ord u la rıyla , dona nmala rıyla
bizi ezmeye, tarihten silmeye koşacaklar. Eğer biz uya­
n ı k b u l u nmazsa . . . Bizi uya nd ı racak yaza rları mız, şai rle­
rimiz, edi pleri m izdir . .
Karanlığın içinden bana doğ ru döndü . Çok heyecan­
lı, çok titrek bir sesle ruhumda derin ya nkılar bırakan, bü­
tün vücudu m u saran bir şiddetle ilave etti:
- Ey genç yaz a r ! Gel, sen bir kahraman ol ! N efsi­
ni düşünme. Boş g u ru ru , çıkarcıl ı ğ ı bırak. M i l leti ni
uyandır. Senin m i lletin daha kendi ismini bilm iyor, ken-

- 116 -
di d i l i n i bilmiyor. Zaman yürümüş, o uyumuş, geride
ka l m ı ş ! Dost sa ndığ ı n , bağ ı rına bastığın g izli d üşman­
lar bütü n serveti ni , bütü n mutl u l u ğ u n u yağma etm iş !
Senin m i lletin kendi vata nınıda b i r köle, bir esir, bir
bekçi , bir fa kir . . . Ona i l i m , servet, mutl u l u k, duyg u , ü l­
kü ver ! . . . Ben seni görd ü m , soka k fenerine nasıl vu rdu­
ğ u n u görd ü m . B u şiddeti ni , bu çoşkun ölmez, ezeli bir
mevcut olan m i lleti ne ver ! H a l bu ki heyhat, sen böyle
şeyler düşünmüyorsun bile . . .
- Düşünüyoru m .
- Hayır d üş ü nm üyors u n . S e n şan . şöh ret budala sı-
s ı n ! Amma bil iyorsun ki şan, şöh ret gölge g i bid i r, kim
o n u n üzerine giderse o kaça r ! Kim ondan kaça rsa o a r­
kasından gelir . . .
. . . Sanki bili nmez bir tesl i m iyet içinde, h a reketin i
d uymad ı ğ ı m b i r kutsiyet i n ayinini seyrediyordu m . i hti­
ya r bana özveri, a lçak g ö n ü l l ü l ü k , g ö n ü l l ü l ü k felsefesi­
ni anlatıyord u . Dinlerken gerçekten gerg i n , coşan sinir­
lerim h u z u r bul uyord u . G u ru ru m yı kı l ıyor, h ı rsım sönü­
yor, d ü şü nme g ücümde b i r şi mşek parlıyord u . Evet
o n u n dediği g i bi ben ne idim ? B i r birey . . . N e kadar ya­
şa bilird i m ? Altmış, yetmiş, doksa n , haydi yüz yıl . . . Fa­
kat insa n l ı ğ ı n bir kısmı olan millete sonsuz bir hayat
gerekliyd i . Bu yaşa m ı n ru h u n u , ü lküsü n ü , kutsa l l ı ğ ı n ı
yaşa mak insa n l ı kt ı . Bedeni hazlar, zevk, neşe, şehvet,
bi raz deva m edi nce hemen elem h a l i ne geçen, birta­
kım fani yorg u nl u kl a rdan başka bi rşey miyd i ? İ htiyarı
d i n led i kçe insanl ı k dışı bir zevk d uyar g i b i o luyord u m .
- 117 -
Rüzg a r daha serin, daha hızlı esiyor, uya n ı k d a l l a r, ya p­
ra ktan dil leriyle, gizli sırları açıklamak i ster g i bi, fısıltıla­
rını yükseltiyorlard ı . Zava l l ı i htiya r, genç olsaydı neler
yapacağını söylüyor, m i l let u ğ r u nda fen a b u ld u ğ u
zevki, b u n u n azametini, ömrüm old u kça u n uta maya­
cağ ı m bir uyum, b ir şiir, bir i htira s cehenneminin göz­
leri kapı nyord u . Ka rşı sah i l i n üstünde gecenin etekleri
lacivertleşiyordu . O n u n i l a h i b ir ninni g i bi tatlı sesin i,
b u sesin sinirl e ri o kşaya n uyum u nd a n doğ a n tadı b ı ra­
kıp kal kam ıyord u m . Yan ı ma eski yüzyıl l a rd a n süzülen,
dini bilinmez bir peyg a m ber g örüntüsü otu rmuş ku­
runtusuna düşünüyordu m .
. . . Sonu nda g özlerim kapa n m ış u yu m uşu m .

* * *

Uya nı nca bütü n yıldızların söndü ğ ü n ü görd ü m .


Şeffaf, erg uva ni bir ta n yeri ni n d u m a n ı ka rşı tepeleri
pembeleşti rmişti . Sağıma baktı m . i htiya r yokt u . G ü ne­
şin i l k ışıkla rıyla birlikte, kaybol a n h ayalet g i bi san ki si­
li nmiş uçmuş, g itmişti . Kal kt ı m . Ü şüyo rd u m . Tenha
bahçeden çıktı m . Dalg ı n , serseri a d ı m la rla evime gel­
d i m . Yatağ ıma uzand ı m . Fa kat uyuyamad ı m .
R u humda, o a na kadar d uymad ı ğ ı m, başka bir ço­
ş u k u n u n n u rdan fı rtı nası g ü rlemeğe başla m ıştı.

- 1 1 8-
KÜT Ü K

Alaca kara n l ı k içinde sivri, siyah b i r kaya n ı n şüpheli


haya l i g i bi yükselen Şalgo b u rcu uya n ı ktı. Zaman za­
m an i nletti ğ i tra m petle boru sesleri n i , a kşa m ı n hafif
rüzg a rı, deri n bir uğ u ltu h a l i nde, her ta rafa yayıyor . . .
Kederli bağırmalarıyla ö l ü m ü hatı rlata n küfürbaz ka r­
ga sürüleri, b u l utlu hava n ı n donuk h üzü n ü n ü daha a r­
tı rıyord u . Mor dağlar g itti kçe koyu laşıyord u . Ya maçlar­
daki dağ ı n ı k gölgeler, kuşkusuz orm a lar, h ıçkıran dere­
ler, kaçan yol la r, ıssız korular, sanki korkunç bir fırtına­
n ı n g ü rlemesin i bekliyorla rd ı .
B u rc u n tepesi nde, beyazlı siya h l ı b i r bayra k, c a n çe­
kişen bir ka rta l üzü ntüsüyle kıvran ıyordu .
İki b i n kişil i k kuşatma ord u s u n u n çadı rları, kaleye g i­
ren geniş yol u n sağındaki büyük d işbudak ağaçları n ı n
etrafına kurul mu şt u . Yerlere kazı kl a n m ış k ı r atlar, b i l i n­
medik korkular d uyuyorla r gibi s ı k sı k başlarını kaldıra­
rak kişniyorlar, tırnaklarıyla kazmaya çalıştıkları topra­
ğ ı n nemli çimenlerinde otl u yorl a rd ı . Dallarda kırmızı
- 1 1 9-
çullar, sırmalı eğerler asılı d u ruyord u . Cemaatle k ı l ı n­
mış a kşam namazından d a ğ ı l a n askerler, çad ı rların
a rasından g ü rü ltü ile g eçiyorlard ı . Kısa em irler, ça ğı rı­
l a n isiml er, bir kahkaha, bir söz . . . B aşlayacak sessizliği
bozuyor. Atl a rı n ya n ı nda itişen bi rkaç gencin şen nara­
ları duyul uyord u . Çifte d irekli yeşil çadı rı n kapısı ö n ü ne
seri l m iş büyük b i r ka plan postu üzerinde kehribar çu­
b u ğ u n u fosu r fosu r çeken koca bıyıklı, iri vücutl u, ateş
bakışlı şair k u m a ndan, g özlerini, a l a ca ğ ı kalenin sal la­
n a n bayra ğ ı na dikmişti . Ka rşısı nda d i z çökmüş ha berci­
sinin a n lattı kla rını d i n l iyord u . O rd u g a ha yarı m saat ev­
vel dört nala gelen bu adam, yaşl ı , şişman bir askerd i .
İ şte kaç hafta oluyor. Ku m anda n ı n ı n "Göndersref Ba­
ron u E rasm Tofl'yu vurmak" teklifi ni içeren m ektubu­
nu, tek başına H a d ı m Al i Paşa'ya götürmüştü. Ama Pa­
şa çok meşg u l d ü . Vakit b u l u p ceva p veremem işti .
Dreg ley kalesi ni sa rıyord u . Ku şatm a n ı n başı nda n sonu­
na kadar hazır b u l u na n h a berci , şimdi orada görd ü kle­
ri n i söyl üyord u : B u kale g ayet sarp, g ayet d i k bir kaya­
n ı n zirvesine ya p ı lm ı ştı . Arslan Bey sord u :
- B izim kaleden daha yüksek m i ?
- D a h a yüksek beyim .
Kumandanın "bizim kale" dediği, henüz, çırpı nan
bayrağına hasretle baktığ ı Şaigo bu rcu id i . Fa kat o, bu­
rasını birkaç g ü n içinde za ptedeceğini iyice biliyord u .
Daha birkaç hafta evvel Boza ku lesinde hücumlarına
karşı d u rmak isteyen Anderenaki, Mihail Terşi, Etiyen
Soşay, nasıl kendisine kuleyi tesl i m etm işler; nası l kah ra-
- 1 20-
manl ı ğ ı n ı , cesaretini alkışlaya rak, l ütfu na teşekkü rler
ederek çekilip g itmişlerdi . . .
- Ben, b i r kalenin karşısı nda çok d u ra m a m , ded i .
H i ç sabrım yoktur. Ama Aii Paşa , çok sa bırlı . . . Maşa l­
lah !
Haberci başın ı kal d ı rd ı :
- O da sa b ı rsız . . . Ama, n e ya psı n ? Dregley, pek ya l­
çın, pek sarp . . . Borsem d a ğ l a rı içinde baş kale bu i m iş
d iyorlar.
- Paşa muhafızlara evvela tesl im olmalarını teklif et-
medi m i ?
- Etti .
- Ka b u l etmediler m i ?
- Hayı r etmediler.
- Kim etmed i .
- Zon d i isminde b i r ka h ra m a n . . .
- Ben onların kah ra m a n l ı klarını b i l iri m . Verd i kleri
sözü tutmazlar. "Anlaşma"yı boza rlar. Elçiye haka ret
ederler.
- Hayı r, Arslan Bey; Zond i bild i klerinizden değil, çok
mert bir a d a m .
- Paşa, tesl i m o l m a teklifin i ki m i nl e gönde rd i ?
- Papaz M a rten U ruçgoalo ile . . .
- N e ise . . . Türk elçi gönderseyd i, m utlaka kafasını
keserler, bentlerden aşağ ı fı rlatı rla rd ı .
- Paşa, Türk elçi gönderseyd i, Zondi bunu ya pmazd ı .
- Ne bil iyorsu n ?
- Pa paz M a rten'e söylediği sözlerden a n la d ı m .
-1 21 -
- Ne demiş?
- Demiş ki : " Git Paşa'ya söyle . Bana tes l i m olmamı
teklif etmesin. B i r askere bundan büyük hakaret ola­
maz. O nasıl savaş adamı ise, ben de savaş adamıyı m .
Ya ölürüm, y a g a l i p geliri m . Ama, g örüyorum ki, be­
n i m işim bitti . O, d u rmasın, bütün kuvvetiyle hücum
ets i n . Ben m utlaka yı kı lacak ka lenin taşları a ltında kal­
mak isteri m . "
- S a h i namuslu b i r askermiş . . .
H a berci :
· - Ya lnız n a m u sl u bir asker değ i l Aslan Bey, dedi,
hem de gayet i nsancıl bir mert. .
- Nasıl?
- B a k ı n anlatayı m ; Papaz M a rten , o rd u g a ha reci ha-
beri n i geti rmek içi n dönerken, Zondi onu tutm uş. Ev­
velce esir aldığı iki Tü rk delika n lısını ya nına getirmiş.
B u n l a ra gayet kıymetli erg uvani el biseler g iyd irmiş.
Ceplerin i a ltınla doldurmuş. "Al b u nları paşaya g ötür.
Benimle bera ber ölmelerini ı sterniyoru m . Çok yiğit
gençlerd i r . Eğitimlerine d i kkat ets i n . devletine iki bü­
yük asker yetişti rmiş o l u r, " demiş.
- Sahi i nsancıl bir adammış . . .
·- Sonra, elimize d i ri geçen esi rlerden işittik; ka lenin
avlusuna silahlarını, g ü müş takı mlarını, en kıymetli eş­
ya larını yığ a ra k ya kmış. Ahırındaki savaş atların ı , ağ la­
yarak, kendi eliyle öldürmüş. Son h ücumda bizim asker
kalenin kapasında zorlandı. Kırdı. Yeniçeriler, bir k u r­
şunla yaralanan Zondi'yi d i ri d i ri ya kalamaya çok çal ıştı-

- 1 22-
lar. Ama m ü mkün olmad ı . O, diz ü stü sürünerek, her
ta rafı kılıçla, mızra kla delik deşi k olu ncaya, ölünceye ka­
dar vu ruştu .
- Demek Paşa bu mert d üşmanla kon uşamadı .
- Evet kon uşa mad ı . Vücud uyla kesik başı nı ka lenin
karşısına gömdürd ü . M eza rı n ı n üstüne b i r mızrak, bir
bayra k dikil mesini emretti .
- Aş olsu n ! Ben olsa m bir tü rbe ya ptırı rım va l l a h i . . .
Arslan Bey düşmanın ces u r u n u , kah ra m a n ı n ı , yıl ma­
zını severdi . Ona g öre savaş bir mertlik sanatıyd ı . Q(jş­
man ordusundan kaçıp kendisine sığınanlara h i ç aman
vermez : "Hain, her yerde haindir." d iye hemen boynu­
nu vurd u ru rd u .
Orta lık iyice kara rıyor, g ece ol uyord u .
Ha berci, u z u n uzad ıya a nl attığ ı Dreg ley ka lesi nin hi­
kayesini hala bitiremiyordu . Yatsı na mazı için a bdest
suyu taşıyan a n g a ryacılar, meş'a lelerle geçmeye başla­
d ı lar. Arslan Bey, Şalgo'n u n ıslanmış, hasta, ateşböcek­
leri gibi sönük sönük parlayan ışıklarına ba kıyor, ha ber­
cinin sözlerini işitmeyerek kendi planını düşünüyord u . O
biliyordu, düşmanların hepsi Zondi gibi, Plas Btasyus g i­
bi, Lozonci gibi ka hraman değildi. İçlerinde tavşan kadar
korkakları da va rd ı . Mesela Seçeni ka lesinin muhafızları,
daha Ali Paşa yaklaşırken toplarını, tüfeklerini, cepha ne­
lerini, erza kla rını, mallarını, hatta ihtiya rlarını, çocukla rı­
nı bırakıp bir kurşun a tmadan kaçmışlardı Birkaç güne
kada r burası da alınınca Holloko, Boya k, Sağ, Kepartmat
kaleleri kalıyord u . .Ama Allah kerimdi.
- 1 23-
- H epsi n i n a l ı nması belki bir ay sü rmez, diye m ı rı l­
dand ı .
H a berci n i n , ku m a nda n ı n ı n n e düşündüğ ü nden ha­
beri yoktu, a n la m ad ı . Sord u :
- B u kalen i n za ptı mı beyi m ?
- H ayır, can ı m . . . B u birkaç g ü n l ü k iş. Hele hava b i--
raz kapansın . . . Fulek'e kadar dört beş kale va r . . . Onla­
rın hepsi n i diyoru m .
- B i r ayda dört beş ka le . . . B u g ü ç beyi m .
- N i çi n ?
- Daha bu ka leye b i r tüf e k atı l m a m ı ş . . . B e n atta n
i nerken yoldaşlar söylediler.
- Ben b u rasını, bir ku rşun atmadan a laca ğ ı m .
- Nasıl beyi m ?
- Senin aklın ermez. Hava bi raz kapansın, görü r-
sun . . .
- Hiç topa tutmadan hücum m u edeceğ iz?
- Hayı r.
- Ya ne ya pacağız?
- Hava n ı n kapa nmasını bekle, dedim ya . . . Görecek-
sın.
- !!!
Arsla n Bey p l anl a rı nı en ya kın adamlarından bile
saklard ı . "Yerin kulağı va r" derd i . Ağzı ndan çıka n b ir sır
m utlaka işitil ecekti . Ha berci g i bi bu sessiz, b u ma nasız
beklemede bütün askerler sıkıl ıyorlar, b ir şey anla mı­
yorla rdı . Kumanda n ı n imdat, cephane, top beklediği
söyleniyord u . İ htiya r sipa hiler: "Biz b u rasını i mdat gel-
- 1 24 -
meden alamaz m ıyız ? İ ki top yetmez m i ? N e d u ruyo­
ruz?" diye çad ı rlarında dedikodu yapı lıyorla rdı . B u raya
gelindiği g ü nden beri askere isti ra hat etti ren Arslan
Bey, her saba h erkenden atına biniyor, tek başına ge­
rılerdeki arma l a r ı n içine d a l ıyor, saatlerce ka l ıyor, g ü le­
rek dön üyor:
- H ava bozmayaca k m ı ? Ah, biraz sis olsa . . . d iye
gözleri ni gökten kalenin sa l l a n a n bayra ğ ı n d a n ayıra m ı­
yord u .
İşte habercinin g etirdiği mektu pta A l i Paşa da tekli­
fini ka bul ed iyord u . O nu nl a bi rleşi nce ord usu yedi bin
kişi kad a r olaca ktı . O va kit ş ü phesiz Tofeli Pa laviçin i'yi
d i ri d i ri esir tuta bilecekti .
Koyu karanlık içinde, uzaktan uzağa, Şa lgo bu rcu n­
daki nöbetçilerin attıkları acı narala r, acı köpek u lu ma­
ları işitiliyord u . Gökte hiç yıldız yoktu. Arslan Bey, hade­
mesinin tuttuğu billur bardaktaki yakut suyu içti . Yeni­
den doldurulan sigarasını çekiyor, ha bercisiyle öteden
beriden konuşuyord u . Konuşu rken düşünd üğü hep ken­
di planıydı . Yine göğe dalmıştı. Birdenbire sordu :
- Hava kapanıyor g i bi , d eğ i l m i ?
- Evet . . .
--- H ücum m u edeceğ iz beyi m ?
- Hayır can ı m , h ava bozsu n görürsü n .
Ha berci yine b i r şey a nla m ad ı .
B i r sabah . . .
Binlerce bacadan henüz tütm üş soğ uk, nemli bir d u­
man kadar koyu bir sis her ta rafı kapla m ıştı. Ord u g a h ,

- 1 25 -
sanca klar, tuğlar, çad ı rlar, dişbudak ağaçları, atlar, hiç,
hiçbir şey görü nmüyord u . Evvela birbirlerin i çağ ı ra n l a­
rın sözleri duyuluyor, sonra iki haya l , ses vasıtasıyla bu
beyaz ka ra n l ı ğ ı n içinde b u luşuyord u . Arslan Bey atı n ı
hazı rlatmıştı. Yine ya paya l nız h e r g ü nkü g ittiği yere
doğ ru kaybolaca ktı . O kad a r neşel i idi ki . . .
B ütü n erleri, çavuşla rı çağ ı rttı . Hepsi hücum va r sa­
nıyord u . At sel a m ı ya par g ibi, bir aya ğ ı yerde, bir aya­
ğ ı özeng ide:
- Ağalar, ded i . Bugün ka leyi a lacağız. Ben iki saate
kadar geleceğ i m . Şimdi hepiniz hazır olunuz.
Uçları görün meyen beyaz, büyük saka l ı n çerçevele­
diği yüzü sis içinde, boşl u kta d u ruyor s a n ı l a n i htiya r
topçu başı sord u :
- Siz gelmeden ben ateşe başlayayım m ı , Beyim 7
Arsla n Bey g ü l d ü :
- H ayır . . . Senin i k i top u n u n g ü l l lelerine i htiyacımız
yok. Yal nız bize çok g ü rü ltü ya p .
- N a s ı l g ü rü ltü beyi m ?
- Toplarını boşuna yeri nden kı mıldatma . Topçula rı-
nı kalenin d uva rlarına doğ ru ya klaştı r. Avazları çıktığı
kadar "heya , mola, yisa . . . " diye bağ ı rt !

- Anlamıyor m u su n ? Ya l nız g ü rü ltü istiyoru m .


- Pekala beyi m .
- Sonra diğer komuta n l a ra dönd ü :
- Siz d e bütün askerlerinizi savaş d üzeniyle bu nla-
ra ya klaştırı n . M ü m kü n olduğu kad a r çok g ü rü ltü ya p-
- 1 26-
tırın. "Heya , mola . . . " çekti ri n . N a ra l a r attırı n . İş tü rkü le­
ri söylettiri n .
İ htiya r topçu başı g ibi komuta nl a r d a , çavuşlar d a
bu emirden b i r şey anlamadılar. Fakat onlar a n l a ma­
dan ya pmasını pek iyi bil i rlerd i .
- B a ş üstüne, b a ş üstü ne . . .
- Ama ça b u k.

Hızla mahmuzlanan azgın a t şa ha ka lkarak sisin içine


atıldı. Üzerindeki, sırmalı kaftanının etekleri altın ka nat­
lara benzeyen Arslan Bey'le efsanevi bir kuş gibi uçtu .
Biraz sonra . . . . . .
Nereden geld i ğ i bel l i olmaya n derin bir g ü rü ltü sis
içinde kayn ıyor, i leri geri yaklaşıyor, uzaklaşıyor, da lga­
lan ıyordu . Kös, kalkan, boru sesleri at kişnemelerine
ka rışıyor, a l ı na n emi rler, verilen ku ma nda lar yüzlerce
ağız tarafı ndan ayrı ayrı tekrarlanıyord u . Bastıkları yer­
leri görmeyen askerler, h a rp d üzeninde bağ ı rışarak,
d uyduklarını tekra rlaya rak, d i rsekleriyle, kalka nlarıyla
birbi rlerine doku nara k d u ma n içinde i lerliyorlard ı .
Sağ ta rafta n topçu l a rı n "Heya , mola"la rı işitiliyord u .
Etrafı saran g ü rü ltüden hücu m u n başlad ığını kale de
a n lad ı . Boru, tra m pet, h u rra sesleri a ksetmeye, tek tük
tabanca, tüfek atılmaya başladı . G özcüler kale d uva r­
larının d i bine kadar g i d i p g eliyorlardı. Safların arasın­
da, topçu başı n ı n büyü k bir ç u ku r a çtı ğ ı söyleniyord u .
Askerler, komutanların em riyle, oldukları ye rlerde
bağdaş kurmuş bekliyorlar, g ü rü ltü ediyorlard ı .
- 1 27 -
N i hayet, Arsla n Bey terden sırılsıklam o l m u ş atı ile
d u ma n içinde harp sıralarının a rası nda, adım adım gö­
rü nd ü . Her adımda:
- Yiğitlerim ! ... Sis açılmaya başladı m ı hemen susu n .
Hep birden ayağa ka l kın, hücum edecek g i bi d u r u n .
A m a , ileri g itmeyi n . Ateş de açmayı n . Ben düşmana
tesl im olmaları nı teklif edeceğ im, d iyord u .
Topçu ların, topçu l a ra ka rışan angaryacı la rın " H eya ,
mola" naraların gittikçe a rtıyor, büyüyor, tüyleri ü rper­
tecek heyeca nl ı a kislerle sisten görün meyen dağları,
taşları inletiyord u .
Öğ leye doğ ru sis açı l maya başla d ı . Aske rler, salla­
nan siya h l ı beyazlı bayrağı i le Şalgo'yu bir haya l g i bi
gördü ler. Sesler kesild i . Kuzeyden esen bir rüzgar du­
manları dağıtıyor; geri lere, ormanlara doğ ru sü rüyord u .
Artı k herkes birbirini g örüyord u .
Ka leye pek ya klaşılm ıştı . Askerler, g özleriyle k u ma n­
danlarını aradılar. O, b u rç kapısına g iden yol u n ya n ı n­
da atıyl a dolaşıyord u . B u rada büyük bir manda s ürüsü
va rd ı . B u rcun tepesinde siperlerin a rasında, kal ka n l ı ,
tüfekli a d a m l a r gezin iyordu .
Ces u r Arslan Bey, kır atı n ı ileriye s ü rd ü . Kaleye yüz
adım kadar ya klaşt ı . Arkası ndaki yaveriyle genç tercü­
man koştular . . .
G ü r sesiyle haykırd ı :
- Hey bre Şalgo m u hafızla rı ! . . . B e n padişa h ı m ı n de­
desine, sizin kra l ı nızın memleketlerinden büyük yerler
za ptetmiş, Bosna Val i si Ya hya Paşa ' nı n toru nları nda-
- 1 28-
n ı m . Dedem H a mza Bali Bey, daha on dört yaşyı nda
iken sizin ord u l a rınızı perişa n etmiş, Viya na Kuşatma­
sı'nda, Viyenberg önünde ü n a l m ıştı . Ben, hangi ka le­
ye g itti mse geri dön memişi m . Da h a geçen g ü n iki kü­
ç ük topla " Boza" kalesin i yerle b i r ettim . M i h a i l Terşi,
Etiyen Şosay, Andrena ki g i bi ka h ra m a n l a rı nıza ca nları­
nı bağışl a d ı m . Vad iye çekild i m . Geçip g itmeleri için yol
verd i m . Haydi gelin siz de tesl i m o l u n . Boş yere ka nı­
nı nzı döktü rmeyi n .
Kale ile bera ber bütün o rd u n u n işittiği b u teklifi,
tercü man, avazı çı ktığ ı kada r bağ ı rarak tekra rlad ı . De­
rin bir sesizlik . . .
Arslan Bey'in atı dura mıyor, şaha kalkıyor, sağa, sola
tepiniyor, yaver, dizgininden tutmaya çal ışıyord u .
B u rc un tepesinden b i r ceva p verdiler. Tercüm a n
tekra rla d ı :
- "Ne g i bi şa rtla rla ?" d iyorla r, beyi m .
Arslan Bey, deminkinden daha sert bir sesle haykırd ı :
- Şartım f i l a n yok. Biz tesl i m o l a n ı n ca n ı na kıyma-
yız. Teslim olmazsa nız beş dakika sonra ka lenin içinde
bir ca nlı adam ka lmaz. Karşınızda ki yol u n ya n ta rafın­
da görd ü ğ ü n üz ned i r ? Anlam ıyor m u s u n u z ? Baba ları­
nızda işitmed iniz m i ? E l l i manda i l e b u raya getirdiğim
bu top u n iki g ü l lesiyle binlerce Şalgo kuvveti nde olan
İsta n b u l kaleleri tuzla buz old u . İşte İstanbul'u alan bu
top . . . Bir kere ateş edeceğ i m . . . İ ki nci atı ma gerek yok .
Ne kaleniz kalacak, ne d e kendiniz. Acıyorum size !
Genç tercü man, bu sözleri , yine avazı çı ktığı kadar

- 1 29 -
bağ ıra rak tekra rla rken, bütün askerler, gözlerini yoldan
ta rafa çevirdiler. Mandaların yan ı nda uzun, büyük, ga­
yet büyük, gayet kal ı n , gayet siyah, gayet m üthiş bir to­
pun korkunç bir ejderha gibi uzand ığını görd üler. Safla­
rın arasında sevinç sesleri yükseldi . Herkes Arslan Bey'in
bir haftadır ne beklediğini şimdi a n l ıyord u . Demek bu
top geliyormuş . . .
B i raz sonra . . .
Şa lgo'nu n tepesi nde, şan, n a m u s kefeni olan uğ u r­
suz, beyaz bayrak dalgalanıyord u . Demir kapılar açıl­
m ıştı . Korkudan sa psarı kesilen tuğ l u kumandan, altın
kılıçlı a silzadeler, zırhlı şöva lyeler, Arslan Bey'ni önünde
dize g e l m işlerd i . S i la la rı a lı na n düşman i kişer i kişer
bağ lan ıyor, takı m takı m ord u g a h ı n a rkasına götü r ülü­
yord u . Kalenin içindeki kıymetli şeylerden bir dağ orta­
da yü kseliyor; al yeşi l bayra kl a rl a ka lenin tepesine do­
lan a s kerler bağı rışıyorla r, a ra la rı nd a ki dervişler, duvar­
l a rd a n sarkarak eza n okuyorlar, tekbir çekiyorlard ı .
Teslim olan kumandanla yanındakilere Aslan Bey:
- Kormayı nı z . hayatı nız bağışla n m ıştı r. Biz "Anlaş­
ma"yı bozmayız. Gelin, size e l l i ma nda i le bu raya getir­
diğim topu göstereyim , ded i .
Tercüman b u n u tekra rlayı nca, hepsi bi rbirlerine ba­
kıştı lar. Bu m üthiş, bu korkunç a leti yakından görmeyi
hem merak ed iyorla r, hem çekiniyorlard ı . Arslan Bey'in
a rkasına takıldılar. Büyük topa doğru yürüd üler, Yakla­
şınca Arslan Bey:
- İşte, ded i , sizin böyle top u nu z va r m ı ?
- 1 30-
- H ayır.
- Niçin yapmıyors u n u z ?
- Bil miyoruz.
Genç, i ri yarı bir şöva lye tercü m a na bir şey sord u .
Arslan B ey:
- Ne diyor? dedi.
- " Bey bu topu kaç g ü nde İsta nbul'dan b u raya ge-
tirmiştir?" diyor.
- Sen de: " İ sta nbul'dan getirmemiş. B u ra d a bir haf­
tada kendisi ya p m ı ş ! deyiver.
Tercüman bu sözleri söyleyince esirler afalladılar. Arslan
Bey, daha da yaklaşıp elleriyle yoklamalarına, daha yakın­
dan görmelerine izin verdiğini söyledi. Gururlu kumandan,
kahraman asilzadeler, cesur şövalyeler büyük topun etra­
fında toplandılar. Bir elini hançeri nin elmas sapına dayayan
Arslan Bey, öteki eliyle, gülümseyerek palabıyıklarını bükü­
yor, arkasındaki yaveri, başını kaşıyarak gülmekten katıl ı­
yor, tercüman aptallaşıyordu. Yirmi adım uzakta duran
mızraklı nöbetçiler de gülüşüyorlardı. Esirler topa ellerini
sürdüler. Deliğini aradılar, aradılar. Bulamayınca sarardılar.
Sonra kızardılar. Birbi rlerine bakıştılar. Öyle kaldılar. Kolla­
rı nın çaprazlayarak yere bakan kale kumandanı titreyerek
mırıldandı. Arslan Bey, tercümana baktı:
- N e diyor?
- " B u mertli k değ i l . .. " diyor.
- Ona sor ki: "Henüz bir defa bile patla mayacak bir
topta n korka rak hemen tesl i m oluvermek m i mertli k­
ti r?"
-1 31 -
Terc üman sord u :

Kale kumandanı, gözleri ni yerden ka ldırıp ceva p vere­


medi. Asi lzadeler, şövalyeler birbi rleri nin yüzlerine ba k­
maya cesaret edemed iler. Ani bir ölüm da rbesiyle vurul­
muş gibi oldukları yerde don up ka ldılar.

- 1 32 -
BAHAR I N ETK i S i

Ah, gençlik saba h ları ! G ü neş doğa rken insan sıcak


yatağı ndan nasıl canlı bir ü mit ile dipdiri uya n ı r ! Geri n­
meden, sağ ına sol u na dönmeden, sütü, ka hvaltıyı bek­
lemeden çevi k b i r sıçrayışla hemen kalkar. Gözleri ni
ovuştu rmadan , yüzün ekşitmeden tuvalet masası n ı n
başı na geçer. B e n , işte on beş g ü n önce böyle gamsız,
sağ lı klı mesut, kuvvetli bir genç g i bi uya nd ı m . Daha or­
tal ı k yeni ağarıyord u . Geceden uya n ı k kal mış çı l g ı n bir
b ü l b ü l ü n uzaktan feryadını işittim . Ağzı m ı n tadı yeri n­
deyd i . Vücud u mda hiç yorg u n l u k yoktu . Ka ryolamdan
aşağı atlad ı m . Penceremi açtı m . Çiçekli ağaçların dal la­
rından süzülen ta rhlardaki papatya l a rı n di binden gö­
rün mez bir b u h a r h al i nde kal ka n tatlı bir nem, esme­
yen bir rüzg a r serinl i ğ ıyle yüzü m ü o kşadı . İ çimde sebe­
bini bilmed i ğ i m bir neşe ca nland ı . B i rdenbire g iyi n i p

- 1 33-
d ışarıya çıkma k, tenha yol la rda, uyu m u ş sahil lerde koş­
m a k, hayk ı rma k a rz u la rı duyd u m . Soldaki beyaz köş­
k ü n çatısı ü stü nde e rg uva n sisli, menekşe reng i ne ça­
l an derin bir tan kızıllığı açıl ıyord u . Kalbim hızlı h ızlı at­
mağa başlad ı . Yıllar, evet yıl l a r va rd ı ki, g ü neşin doğu­
ş u n u g örmemiştim . Göz ü m , erg uvani reng i g ittikçe kı r­
mızılaşan g ökte, g iyindim . . . Aşağ ı i nerken, d a i ma öğ­
leden iki üç saat önce uya n d ı ğ ı m ı bilen uşağıma rasgel­
d i m . Zava l l ı şaşırd ı :
- Kahvenizi içmeyecek misiniz? ded i .
- İ stemem, Mehmet, acele işim va r, ded i m .
Çimenleri çiğlerle ıslanmış bahçemden çıktım. G üne­
şin doğacağı tarafa g iden yol bomboştu . Yürüd ü m . Et­
raftaki sakin köşkleri n pa ncurları uyumuş gözler g ibi ka­
palıyd ı .
On dakikadan fazla gittim . Birbiri ni tutmaya n, eski,
yeni a nılar, kadın yüzleri, kuş sesleri, açmayan laleler,
u nutulmuş sevg ile r, ölmüş sevgililer hayalimi alt ü st etti.
Köşklerin bahçe parmaklıklarından beyaz kelebekler
uçuşuyord u . Yavaş yavaş Çiftehavuzla r'a indim. Fener­
bahçe'ye geçti m . Hala yorulmamıştım . Sonra Kalamış
Koyu'ndan yürü d ü m . Bostanların kenarı nda, J ules Ver­
ne'in roma nlarınındaki resimleri a n ımsatan sahilden, lo­
dos darbeleriyle ortaları delinmiş büyük deniz yos u n u yı­
ğ ı nlarının üstüden aştı m .
Yeni doğan g ü neşin ışıklarıyla camları tutuşa n Kadı­
köy'ü gidilemez bir serap şehri gibi karşımda görd ü m .

- 1 34-
Her taraf beyaz, parlak aydınl ı k içindeyd i . Ekinler büyü­
müştü .
G üzel bir saba h , ayd ı n l ı k, geniş bir sokaktan ya pa­
yalnız geçmek ne tatl ı d ı r ! Bağdat Caddesi'ne çıktı m .
Köye doğ ru ilerled i m . Kuşd ili'ne, Fikirtepesi'ne baka
baka geçti m . Fırınları n ö n ü nde küme küme h izmetçi
kızla r bekliyord u . Ka hvele r, d ü kkanlar yeni açılıyord u .
Mesut b i r beldeye g idiyorum ka nısındayd ı m .
Ayakları m beni iskeleye g ötürd ü . İ yi g iyinmiş kadın­
lar, genç kızla r, şen oku l l u lar, sonra hepsini mesut g i bi
gördüğüm bir sürü halk bilet a l ıyord u . Ben de istemek­
sizin onların a rasına ka rıştı m . Bilet a l d ı m . Bir çocuğ u n
zorla sattığı gazeteyi okumadan cebime koyd u m . G ü­
vertede otu rd u m . Deniz, mavi g ü m üş bir göle benzi­
yord u . İsta n b u l ' u n m i na reli, üzg ü n silüeti silinmiş; ay­
d ı n l ı k çok ayd ı n l ı k, çok g örkeml i , çok büyük, edebi b i r
sa ray ma nzarası a l m ıştı .
Haya limde b i rdenbire açı l a n bu eski mermer sütu n­
l u , sonu sonsuzluğa çı ka n perili bahçelerle çevril miş es­
ki sarayların içinde b i rşey düşü nmeden dolaşı rken,
Köprü'ye g el mişiz. Herkesle birlikte ben de çıktı m . B i r­
birini kucaklar g i bi sı kışa sı kışa çıkan h a l k sanki söz ve­
rilmiş bir cennete gidiyor g ibi acele ediyordu .
Karn ı m ı n fena halde acıktığ ı n ı duyd u m . Yü rüye yü­
rüye Beyoğl u'na çı ktı m . Cadde bilmem niçin kalaba l ı k­
tı . Tepebaşı bahçesine g i rd i m . Çocukları g üneşte gez­
diren eğiticiler a rasında dolaştı m . Oturd u m , kal ktım;

- 1 35 -
gezd i m . Yemek za manını bekleyemed i m . Ç ı ktım. B i r
loka ntaya kendimi attım.
Yemekler henüz hazır değ il d i . Tenha masaların biri­
nin başı nda bekledi m . B i raz sonra , tam yirmi yaşında,
iki g ü n aç ka l m ış sporcu bir genç tutkusuyla yemeye
başla d ı m . Yedim, yedim, yed i m . M idemi filan u nutmuş·
tum. Çok yemek beni tı pkı rakı g i bi sarhoş eder. Sofra­
dan kal ktığ ım za man gerçekten neşeliyidi m . H a n i o sa r­
hoşların sebepsiz, tatlı neşesiyle sevi niyord u m . Hazım
için Taksim'e doğ ru yürüd ü m . Yolda h içbi r ta nıdık gör­
medim . Taksi m'i, Ha rbiye'yi, N i şa ntaşı'nı Şişli'yi ka rışı k,
fakat tatlı hayaller içinde geçti m . H erkes kı rla ra doğru
akın ediyordu .
H ü rriyettepesi'ne geli nce d u rd u m . Terlemiştim . Ha­
va biraz fazla sıca ktı . Rüzgar azıcık sert esiyo rd u . D in·
lenmek için bir b i ra h aneye g i rmek a kl ı ma geldi . Böyle
havada ka palı yerde otu rabilir miyd i m ? . . . Geri dönd ü m .
Yine tramvaya binmed i m . Şişli Caddesi'nin büyük a part­
man gölgelerinde yü rüyord u m . M ü hendis Sermetle
karşılaştım . Nereye g ittiğimi sord u .
- Geziyoru m , dedi m .
- B ize g id e l i m . B u g ü n bir çay veriyoruz, ded i .
Karşı çıkmak isted i m :
- Davetli değ i l i m ki . . .
G ü l d ü , kol u ma g i rd i :
- H aydi, haydi, davete ne gerek var . . İşte şimdi da­
.

vet ediyorum . . . d iye beni sü rükled i .

- 1 36-
Çok g itmed ik. Betona rme bir a pa rtmana g i rdik. Ser­
rnet'i n dairesi iki nci kattayd ı .
Geniş mermer merd ivenleri o n u n g i b i di nlen meden
ç ıktı m . Karısını eskiden ta nıyord u m , beni orada hazı r
b u l u nanan kad ı nlara , erkeklerle ta n ıştırd ı l a r . B i l m edi­
ğ i m ya l n ız birkaç sima vard ı . O kadar neşel iydim ki . . .
Hepsini g ü l d ü rmeğe başlad ı m . Siyasal dedikod u l a rdan
edebiyata geçi l d i . Ben edebi iflasımızı a ba rtmalarla a n­
latarak, genç şa i rlerin taklitlerini ya parak, üstatların ka­
rikatü rlerini çizerek kad ı n l a n kah ka haya boğ uyord u m .
Kad ı n l a rı ka hka h a l a rla g ü l d ü rm e k ! . . . İşte benim d ü n­
yada en zevk a ld ı ğ ı m , en sevd i ğ i m şeyd i . Kad ın, sakin
d u ru rken sönmüş bir l a m ba g i bidir. Güzelliği g ü lerken
tutuşur.
Musi k'ı' başla d ı . Açı k sa rı saçlı , zayıf bir kadın keman
çal ıyord u . Piyanoda otu ra n şişman bir kızd ı . Gerçekten
u staydı l a r . H i ssederek çal ıyorl a rd ı . İçtenl i k l i bir nağme
herkesi haya llere d a l d ı rı r. Ben de daldı m .
Bel i rsiz b i r şiir içinde kendimden g eçiyor g i biyd i m .
B i l mem niçin başı m ı sola çevi rd i m . B i rdenbire bana ba­
kan iki siyah g öz görd ü m . Öyle bakaka l dım . . . Bu siya h
g özler bana g ü l ü msed i :
- Ne doku n a kl ı parça, değil m i efend i m ? ded i .
Dalgın b i r halde:
- Evet. . . diyebil d i m .
İçimden "İşte yirmi senedi r a radığım meç h u l ka­
d ı n . . . " ded i m .

- 1 37-
Ş i m d i neler oldu ğ u n u bir türlü a n ımsayamadı ğ ı m
şeyler kon uşmaya başlad ı k. M usi ki devam ediyord u .
B e n ismini sord u m . M ed ih a i miş. M us i ki de n sonra bir­
l i kte kaldık. B i r köşeye çekildik. Ö m rümde i l k defa bir
kad ı n la ciddi olara k konuşuyord u m . Kad ı n l ı k meselesi !
Sonra aşk . . . Evet, aşktan söz ettik .
Ne söyled i ğ i m i n farkında değ i l d i m . Yalnız dinliyor­
d u m . Pek romantik değ i l d i . Kollarına, om uzlarına, diz­
lerine d ikkat ediyord u m . Ha ni bazı heykellerin insanı
güzel bir şaşkı n l ı k içinde bıra kan doğa üstü bir uyg u n­
l u ğ u va rdır. Kol ların, boyu n bir şekli va rd ır ki, biz onu
gerçek yaşa mda göremeyeceği m ize i nanırız.
Kızın göğüsü nde mini mini bir madalyon parl ıyord u .
Çarşafı nı çıkarmamıştı. Om uzları, kolları siyah ince pe­
leri n i n a ltında boyut kaza nıyord u . Dudaklarına, çenesi­
ne, saçla rına bakarak ne söylediğini pek işitm iyor, içim­
den, "İşte yirmi sened i r gel mesini beklediğim meçh u l
hayal ! " nakaratı nı tekra rlıyord u m . Azıcık esmerd i . Göz­
lerinde hafif bir sürme vardı . Sonra Sermet geldi.
Za manın nasıl geçtiğ i n i anlaya mad ı m . Davetli ler da­
ğ ılmağa başlad ı . O g iderken "teyzem ! " d iye bana yaşlı­
ca, bir hanım ı tan ıştı rd ı . H iç kend isine benzemiyord u .
Zayıf sarı, uzun boylu, sert bakışlı b i r kad ı n d ı . Medi ha­
'dan sonra ben de Sermet'le karısına veda ettim. Dışarı
çıktı m . Hiç etrafı g örmüyord u m . R u h u m a , bütü n vücu­
duma, bütün sin irlerime onun hayali dolmuşt u . Alışkan­
lığın verd iği bir istek ile Köprü'ye i n m işi m . Köşke gelip

- 1 38-
odama kapan ı nca Mediha'nın haya l i n i ka rşımda gör­
d ü m . Sesini işittim. Yemek yed i m . Gece lambamı ya k­
tı rmad ı m . Bu haya l kaçaca k zan nediyord u m . B ütün
gece, arkadaki koruda bülbüller öterken onun sesin i
işittim . O n u n haya li etrafı nda açan i l ahi bir h a l e g i bi, o
sabah da, mor tan yeri n i , doğ a n a ltın g ü neşi görd ü m .
"İşte yirmi senedi r a rad ı ğ ı m haya l ! " d iyord u m . İ ki g ü n
d ışarı çıkmad ı m . Aca ba ona b i r daha ka rşılaşacak mıy­
d ı m ? Ailesin i n adresin i bana verm işti . Kendisine bir
mektup yazmayı düşünd ü m . Fakat neden söz edecek­
ti m ? . . . Ö m rümde i l k defa olarak, elimde ka lem, boş
kağ ıdın başında saatlerce bekledi m . Ne istiyordu m ?
N e isteyecekti m ? B i r şeyler ka ra l a d ı m . Karşımdaki ş uh
haya l i g itti kçe daha çok netleşiyor, adeta b i r sanrı h a­
line geliyord u . Arka a rkaya ü ç g ece uyuya mad ı m . B i raz
dalar g i bi olu rken r u h u m u n içinde onun bana i l k sesle­
nişini, "Ne doku naklı pa rça, değil mi efendim ? " sorusu­
n u işitiyor, siya h a levden g özleri n i n ka rşımda tekra r tu­
tuştu ğ u n u g örüyord u m . Üçü ncü sabah a rkadaşım
Camsap geld i . Beni yatakta uza n m ış g örü nce:
- N e oldu sana, bu ne h a l ? ded i .
- H i ç d iye ceva p verd i m .
- A h hain, gözleri n i n a ltına bak ! Kaç gece uyuya-
m ad ı n ?
- Üç . . .
- Ü ç gece birbiri a rkasına poker, h a . . . Al lah bel a n ı
versin ! Geberece ksin ! . . .

- 1 39-
- Ne pokeri be ! d iye bağ ı rd ı m , ü ç g ü nd ü r kimseyi
görmed i m . . .
- Ey, b u hal ne? . . . d iye tekra r sord u .
- H i ç . . . ded i m .
- Söyle, söyle
- G a l i ba bir aşk, ded i m .
Ca m l a rı za ng ı rtadan vahşi bir kahkaha att ı . Pence­
renin ö n ü ndeki koltuğ u karyolanın ya nına çekti. Karşı­
ma otu rd u :
- Anlat baka l ı m b u aşkı ! K ı rkından sonra saz çalan
bey ! . . . dedi.
Zaten anlatrnağa ihtiyacım va rd ı . Başlad ı m , Ser­
rnet'e nasıl karşı iaştı ğ ı rn ı , evi ne nasıl g ittiğimi, sonra
orada m u siki din lerken birdenbire nasıl Mediha'yı gör­
d ü ğ ü m ü , birdenbire ka l bi m i n nasıl çarptığını söyled i m .
Haya l i mden b i r a n kaybol mayan haya l i n i n bütün şekil­
lerini, omuzla rı n ı , dizlerini, kollarını, göğsü n ü , boynu­
n u , siya h alevden g özleri ni , dudakl a rı n ı , sesindeki o a n­
latı lmaz uyu mu ta nımla maya çalışt ı m . G ü l ü mseyerek
d i nliyord u . Ben titriyord u m . Sonunda dayanamad ı . Sö­
z ü m ü kesti:
- Sus ulan, bunak horoz ! ded i . İ şte çok basit b i r i l k-
bahar da rbesi ! . . .
- N e dernek? d iye yüzüne baktım .
G ü lerek ceva p verd i :
- Ne dernek olaca k ? B u n a k horozlar, g ü neş b i r bu­
lutun a ltına g i ri nce hava n ı n gölge old u ğ u n u görürler.

- 1 40-
Baştan sabah oluyor san ı rlar. Başlarla r g ü n ortasında
ötmeye ! . .. Köylüler, bu şaşkın hayva nları u ğ u rsuz sa­
ya rla r . G ü n ortası nda ött ü kleri için hemen keserler. İ l k­
ba har da tı pkı bunak horozlar g i bi i htiya rla rı aldatır.
Yılların yord u ğ u ya rı m i n meli bir vücut birdenbire ya­
lancı bir çeviklik d uya r. Yılların dold u rd u ğ u ge rçekle tı­
ka n m ı ş haya l birdenbire açı l ı r . İ şte bu fiziki etkiye sen in
g i bi enayiler kanar. Gerçekten seviyorum fi lan za n n ı na
ka p ı l ı r.
Baharın bitki üzerindeki etkisi nden tuttu rd u ; hay­
va n l a r üzerindeki etkisine g eçti : "kızma" eyleminin
mevsimlerle i l işkilerini a n latmaya başlad ı . Ben Medi­
ha'nın yirmi sened i r a radığ ı m halde üç g ü n önce b u l­
d u ğ u m haya l i karşısında:
- Heyhat! ded i m . Sen aşkı bilmiyorsu n !
- Ben ha !
- Evet, sana yem i n edeyi m ki, seviyoru m ! . . .
- Sen ha ! . . .
- Evet, ömrümde i l k defa olara k !
Camsap tekra r b i r kahkaha attı :
- Sen, tedaviye m u htaçsı n ! ded i .
- Onsuz yaşaya mayaca ğ ı m ı sanıyoru m .
- Evlenecek misi n ?
- Belki . . .
- Haydi beni söyletme ! diye yüzüme sert sert baktı .
Sanki gerçekten söyleyeceğ i bir şey va rmış da, ben
de gerçekten korkuyormuşum g ibi susuverd i m . Deva m
etti:
- 1 41 -
- B a h a r yorg un l a r için en teh l i kel i bir mevsimdir.
Ocak ayında karların o rtasında çı rçı plak gezmek, il kba­
h a rd a sabahleyin çiçek kokuları arasında kelebeklerin
peşinden koşmaktan daha a z tehlikelidir. Vücut soğ u k
a l ı rsa tedavi m ü m kü n d ü r. Fakat ruh, ba ha rın etkisine
ka p ı l ı rsa iş berbattır. Atasözü, " Kı rkında n sonra azanı
teneşir tem izle r ! " der. İnsan b i r b a h a r saba h ı , kendi ya­
şını u n utur da kal bi ni dinlerse, akla gelmedik budalalık­
lara kalkar. Sen de işte m utlaka sabahleyin nezle ola­
cağ ı n ı düşünmeden pencereni a çtı n . O baştan çıkarıcı
çiçek koku larını, şehvet g ıcıklaya n nemi duyd u n . Haya­
l i n ateş a l d ı . O g ü n karşı laştığı n b i r kadına aşık oldum
za n n ı na ka pıldı n .
- Fakat nasıl zannetti m , ü ç gecedi r uyuya m ıyoru m !
B i r dakika gözü m ü n ö n ünden g it m iyo r !
- İyi ya, işte tam b i r bahar etkisi . . . Tedavi istersin.
- Tedavi fi lan i stem em .
- Perişa n o l u rsu n !

Fuzull'n i n b i r beyitin okumak i sted i m . Lakin hatı rla­


ya m a d ı m . Zihnim o kada r dağılm ıştı . Camsap, beni g i­
bi yorg u n i n sa nların, haya lleri ne, haya l lerine uyması­
n ı n , sağ lığa ne kada r aykırı oldu ğ u n u g erçekten bilgin­
ce anlattı . Ben bir tarafta n Mediha'nın haya l iyle uğ ra­
şıyor, o n u n sözlerine ka rşı çıkmaya çalışıyordu m :
- Uzun söz ü n kısası, dedi , ben iddia ediyorum ki,
sen de aşk filan yok ! Yal n ız b i r ba ha r etkisi ! İstersen
b u n u sana kanıtla r ı m .
- 1 42-
- Nasıl kanıtlayacaks ı n ?
- Çok basit! B i r ay kada r seni b u b a h a r çevresi nden
bu nemli sıca ğ ı n içinden çıkara ca ğ ı m . Ruh sağ l ı ğ ı n he­
men yerine g elecek, dedi.
- Onu, onu u n utabilecek miyi m ?
- Yirmi dört saat içinde !
- N ası l ? . . .
- Önce baharın etkisini g österemed iği soğ u k bir ye-
re g ideceksi n !
- Mesela Sibirya'ya ! dedi m .
- Hayır, o kad a r u zağa g erek yok .
- Y a nereye?
- Kireçburnu'na !
- Kireçburnu neresi ?
- Vay, Amerika l i manlarının i ktisadi h a re ketlerin i ya-
zan yaza r, bey, vay ! Bu ne coğ rafya bilgisi ya ni ! Kireç­
burn u ' n u n nerede oldu ğ u n u bilmiyor m usu n ?
- B i lmiyoru m ! ded i m .
- İşte oturd u ğ u şeh ri b i lmeyen bir aydı n daha ! Bo-
ğaziçi'nde. Sa rıyer'den önce bir iskel e ! ded i .
- Ey, orada b a h a r o l m a z m ı ? d iye sord u m .
- Gidince g örürsü n ! ded i .
E rtesi g ü n için M ehmet'i i stedi . G i d i p bana orada
küçük bir ev tutaca ktı . O g ittikten sora ben yine hep
haya limde tutuşan siyah gözlerle, Med i ha'nın şekliyle
u ğ raştı m . On yıl önce Moda'da bir sa rhoş sanda lığ ı n­
d a n işitti ğ i m :

- 1 43-
Derci- i aşkından rehayab olması n ,
Sevmeden g ö n l ü m seni ku rt u l ması n .
şarkısını d ü n işitmiş g i bi tekrarl ıyord u m . E rtesi g ü n
Ca msap, Mehmet'le g itti . Ben evde ya l n ı z ka ldı m . E li­
me kita p a lıyor, okuyamıyord u m . Z i h n i m birbirini tut­
maz haya llerle yoru luyord u . Kendi kend ime, "Yi rmi se­
ned ir arad ı ğ ı m kadı n örneğ i ! " diyord u m . Karşıma elle
tutul a bi lecek derecede açık haya l i g eliyor, "Ne doku­
naklı parça, değ il m i efend i m ! " diyord u . O dokunaklı
parça n ı n kulağımda tekra r çı n l a d ı ğ ı n ı d uyuyord u m .
Gerçekten bitmişti m . Uykusuzluk, ü züntü, vücu d u­
m u son derece zayıfl atmıştı . İ ki g ü n sonra Mehmet'le,
Ki reçb u r nu'nda Camsap'ın tuttuğu eve göç etti m . Öm­
rümde ilk defa bu raya aya k basıyord u m . Karadeniz Bo­
ğazı'n ı n tam ka rşısı nda m i n i m i n i bir köy. Dik bir dere­
n i n içinde. Daha ağaçları çiçek açmamış, kırl a rı yeşer­
memişti ! Kelebek, kuş filan yokt u . H iç d i n m eyen rüz­
gar doğ a n ı n sonsuz h iddeti g i bi d u rm u yor, di nlen mi­
yor, d u rm aksızı n esiyord u . Tuttuğ u m u z ev ta tepedey­
d i . Penceresinden Ka radeniz Boğazı l acivert bir d ü nya­
ya açı l m ış geniş bir delik g i bi görünüyord u . Olası l ı k, b u
mevsimde K uzey Kutbu b u radan sıcaktır !
İ l k geldiğim g ü n karnım ağrımağa başladı . İ ki nci
g ü n romatizmalarımla b i rl i kte uya nd ı m . O kadar so­
ğ u ktu ki, hiç d u rmada n soba yaktığ ı m halde, yine bir
türl ü ısınamıyord u m . Meh met'i sa ndalla Sarıyer'e gön­
derd i m . Beş şişe konyak aldırd ı m . Mehm et orada ko-

- 1 44 -
nuştuklarına soğ u ktan söz etmiş. Sarıyerliler, "Ki reç­
bu rnu'nda ağustosta i nsan dona r ! " demişti. Gerçekten
bu nda bir a ba rtma yok. Yata ğ ı m ı n içinde, sıca k sıcak
ı h l a m u rları birbiri a rkasına içtikten son ra, ya n ı mda ge­
tird i ğ i m kitapla rı okuyord u m . On beş g ü n hiç ısına ma­
d ı m , yatakta n çıkabilsem, belki yazı da yazaca ktı m , fa­
kat bu m ü m k ü n değ i l d i . Donaca ğ ı m ı sa nıyord u m . Bu­
rası gerçekten Kuzey Kutbun'dan koparılmış b i r par­
çayd ı !
Bir cuma g ü n ü Ca msa p geld i . Beni yata kta görünce:
- Hasta mısı n ? d iye sord u .
- Hayır.
- N iye yatıyors u n ? ded i .
- Üşüyoru m da . . .
- Oh, peka l a ! Nasıl, h a l a aşkı nı düşün üyor musu n ?
- Soğ u kta n m eyda n b u l a m ıyoru m ! ded i m .
Evet, gece uykusuz ka l m a k şöyle d u rsun on dört sa-
at deliksiz bir ö l ü m uykusuna d a l ıyorum .
- Görd ü n m ü ?
Güldüm:
- Fa kat ya bu raya tem muza doğru bahar gelirse !
- Gelmez. Ağustosta n önce kış yetiş i r!
- Ya ben yine baharın yaşandığı bir yere kaçarsa m !
Camsa p !
- Yine para etmez, d iye g ü ld ü . Artı k ba har seni al­
d ata maz. Heyeca n ı n ı n ya lan olduğunu, hissi nin ya nlış
olduğunu sen şimdi anlad ı n ! B i r daha aldanmazsı n !

- 1 45-
Karşı karşıya , ısınmak için, içine konya k döktüğü­
m üz çayla rı bir g üzel içtik . D ışarıda s ü re n fırtına g ürül­
tüler kopa rıyor, tenh a , d i k yokuş soka kta bir köpek
havl ıyord u .
Soğ uğa b i r hafta daha dayanamad ı m . Meh met'le
yi ne köşküme geri döndü m . Ba h çemin ta rh larında ki
bütü n çiçekler açmış, kelebekler daha çoğal m ıştı .
Şiddetli b i r azimle Med i ha'yı düşünmeğe kal kt ı m .
O d a m a kapandı m . B i r t ü r l ü hayalini gözüm ü n ö n ü ne
getiremed i m . Sesi n i hatı rlaya m ıyord u m . Ka lkıp m ü­
hendis Sermet'e g itmeyi düşündüm. Üşeniyord u m ,
içimden a k l ı n h o ş ses i . " Başka i ş i n yok m u , behey ser­
sem ! " diyord u .
Derd- i aşkından reh ayab olmasın,
Sevmeden gönlüm seni k u rtul ması n .
Şarkı n ı n bestesini b i r türlü b u l a m ıyorum . D ü n yazı­
ya oturacağım zaman, masa m ı n üstü nde bir kağıt eli­
me geçti. B a ktı m . Mediha'yı görd ü ğ ü m ü n ertesi g ü n ü
yazmaya kalktığım mektubun kara l a ması ! Oh ya rabbi !
İyi ki, g öndermem işti m ! . . . Cam sa p i mdada yetişmiş,
zaman b u lama mıştı m . Yoksa ne g ü l ü nç olaca ktım ! Be­
n i m g i bi saçlı saka l ı bir adamın, on yedi yaşında bir
zü ppe g i bi aşk mektubu yazması ne rezalet ! . ..
Bu g ü l ü n ç mektubu tekra r tekra r okuduktan sonra
ru h u mda üç hafta önce tutuşan geçici b u h ra n ı n h i ka­
yesini çabucak şu sahifelere yazd ı m :

- 1 46-
Fakat niçin ilkbahar, b u doğanm şeytan1, niçin beni
yirmi y!I önce baştan çıkarmadı ? Niçin uzun bir g enç­
lik içinde kadma, aşka, heyecana, sevg iye yabano ya­
şadım ?
Camsap geli nce soraca ğ ı m . Bakalım b u n u da a çı kla­
ya bi lecek m i . . .

- 1 47-
M İ RAS

İ nsa nın kendi kişiliğ inde nefret etmesi kad a r d ü nya­


da sıkı ntı verici bir şey yokt u r sanıyoru m ! Yılla rca rolle­
rine, ya lanlarına aldandığ ı m ız bir a rkadaşta n -adiliğini,
alça k l ı ğ ı n ı sezi nce- hemen ayrı lırız. Aşkta da böyle . . .
Mabut g i bi taptığımız vücu d u n b i r lekesini keşfedince
birdenbire soğ u r, h atta ona düşman kesiliriz. Fakat
kendim ize . . . Ne ya pabiliriz? H i ç ! Ahl a k görüş ü n ü n ru­
h u m uzda tutuşturd u ğ u "iyilik, doğ ru l u k, g üzellik" ide­
a l i n i yavaş yavaş ka ra rtı r. B u ü ç alevli esirden meşale
sön ü n ce a rtık ka ra n l ı k bir çöle d ü şeriz. Hal b u ki hayvan­
l ı k ne kederli yaşayışt ı r ! Kavra msız, a maçsız, sevg isiz,
inançsız bir yaşa m ! "iyi" yok, "doğ ru" yok; "g üzel" yok . . .
İşte bug ü n benim d e r u h u mdaki i la hi meşela söndü .
Serseri, g öste rişli bir h ayva nı m ! Ü zg ü n , acılı, karamsar
bir hayva n ! Bu ka ra n l ığ a düşüşüm i rademle olmadı, is­
temeksizin . . . Adeta " H a be ri m olmadan . . . " diye bilece­
ğ i m . On beş g ü n önce a mcamın köşkünde yattığım
gece . . . Nasıl old u ? Nasıl birdenbire i nsa n l ı ktan çıktı m ?
Artık sonsuza kadar dönemeyeceğ i m bu cen netten
nasıl cehenneme yuva rland ı m ? Nasıl, nası l ?
- 1 48-
Amca m , oğ l u N ihat Çana kkale'de şehit düştü ğ ü
g ü nden beri, beni o n u n yerine koymu şt u. Geçen y ı l da
yengen kederinden öld ü . Şimdi bu ta l i hsiz adam sa ra­
ya benzeyen köşkünde h izmetçileriyle otu r u r; a ra s ı ra
kendisini görmeye gideri m .
Öm rümde tan ı d ı ğ ı m insanların en ahla klısı, e n er­
demlisi amcamdır. B abası ndan ka l a n büyü k serveti ka r­
deşi g i bi eğ lence çevresinde yememiş, devlete h izmet
etmiş, yaşa m ı n ı kayma ka m l ı klarda, sancak yönetici l i k­
leri nde, u zak vilayetlerin val i l i klerinde geçirm işti r ! Şiire,
sanata ka rşı duyd u ğ u hayra n l ı ğ ı biz, yen i adamlar du­
yamaz hatta düşü nemeyiz bile. Diva n l a r onun bakışın­
d a kutsa l bir içeriğe sah i pti r. Gazelleri n, kasideleri n di­
zeleri nde, kafiyelerinde i l ahi bir esra r g izlidir. Bahçenin
bitiminde ya ptırdığı kütü phane san ki gizli bir mabet­
çik . . . G ü n ü n ü ya rısı ndan çoğ u b u rada geçer. Kitapla­
rın toz u n u a l ı r, ciltleri okşa r. O g ü n kapıyı açan uşak yi­
ne:
- Beyfefendi kütüphanede, isterseniz oraya buyu­
ru n ! dedi.
Ya prakları dökü l m ü ş ağaçların d i bi nde hala yeşil du­
ran çiçeksiz tarhlara baka baka yürüdüm. Kütüphanenin
kurşun kaplı fi ncan kubbesi bilinmez bir matem simgesi­
ni andırıyordu. Pencereleri yeşil boya lı demir kapakları
açıktı . Kapıya ilerledim. Eski za man tarzında tokmağın al­
tındaki kilitte bir sarı pirinç anahtar soku lu idi . Pa rmağım­
la yavaşça vurdum. İşitmedi; biraz daha hızlı vurdum,
uşak za nnetti:
- 1 49-
- Ne var Mehmet? ded i .
- Meh met değ il , a mca benim . . .
Ka pıyı açtı .
Bem beyaz sakalı ile mavi yorg u n gözlerini daha bü­
yü k g österen kal ı n kaşlı altın gözlüğ üyle tü rbesi nden
can l a n a ra k kalkmış bir evliyaya benziyord u . Elini öp­
tüm:
- Gel ba ka l ı m , ded i . S ana bir m ücevver göstereyi m .
- B uyu ru n .
Aya klarımı çıka rd ı m . Tıpkı b i r camiye g i rer g i bi . . . K ır­
m ızı çedi k terliklerden bir çiftini g iyd i m .
Amca m ı n a rkasında deve tüyü nden ya p ı l m ış b i r oda
g iysisi va rd ı . K ristal masa nı n ya nına otu rd u k . Açı k du­
ra n kita bı bana uzattı . Tekra r:
- M ü cevher, m ü cevher . . . B i r eşi b u l u nmayan bir
mücevher! dedi.
B u m ü cevher çam u ra düşmüş bir ba kkal defterine
benziyord u . Yala ncı ktan heyecana kapı l m ış g ibi görün­
düm.
- Gerçekten enfes . . .
- D ü n getirdiler. Kaça alsam beğenirsin ?
- İ ki l i raya .
Yüzüme dik d i k b aktı :
- Sen deli o l m uşsun oğ l u m ded i .
Onarmak isted i m :
- Cildi pek eski d e . . . Nasıl, beş l iraya a labildiniz mi?
- Ne beş l i rası ! d iye haykırd ı . " Dafi-ül-g u m Cı m Deli

- 1 50-
B irader'in letaif kü l l iyatı . . . İ sta nb u l'da bir kopyası daha
yok . . . Belki bütün d ü nyada bir eşi yok ! B i r olası l ı k yazı
da Gaza li'nin kendi el yazması ?
- Kaça aldın ı z ?
- Yüz seksen li raya .
- Çok iyi ! . . . ded i m .
Yazı ka rgacık burgacık türü ndendi . Cildini, kenarla rı­
nı sanki h ı rçın bir sıça n kemirmişti . Na kışlarının yaldızı
solm uştu . Ben bu sü prüntü pa rçasına bakarken amcam
yeni ele geçi rdiği mücevherleri çıkarı p :
- B u n u g örmed i n, b u n u g örmedi n ! diye birer bi rer
masa n ı n üzeri ne bı ra kıyo rd u . B i rta kım diva n lar, tarih­
ler, çevi riler, fi lanlar, ki hepsinde küflü bir meza r nemi
çıkıyord u .
Amca m , hele ya l nız kaldı ka l a l ı bütü n hayatı nı kütü­
pha nesine hasretmişti . Benim şii rle, sa natla uğ raş­
mam, eserlerim, şa irliğim çok hoşuna g idiyor. İ kide bir­
de:
- Sen benim kendisiyle övündüğ ümsün ! der
Fakat yeni yazı l a rı , yeni kita pları kütü phanesine yine
sokmaz . . . Kita plarda n yorulan gözleri m i çini kaplı d u­
va rlara ka ldırd ı m . Fiyatları ş ü p hesiz bu kitaplar g i bi
yüksek olması g ereken yazıları okunmaz levha lar asılıy­
d ı . Ku bbenin ortasındaki bil l u r avize a ltı n ka kmal ı zin­
ci riyle kütü phanenin basit sessizliğine uymayaca k dere­
cede görkemliyd i . Amcam okudu ğ u kasideyi bitirdik­
ten sonra :

-1 51 -
- H a berin va r m ı ? Benim kütüphan eyi satın almak
istiyorla r ! dedi.
- Kim?
- Tan ımazsı n, Doğu bilimciler.
- N e kada r veriyorlar?
- Önce on b i n l i ra dediler. Sonra "ben satma m " de-
yince on beş bine, yirmi b i ne çıktı l a r.
- N e d iyors u n u z ?
- Hatta yirmi b e ş b i n de verecekler.
- Ama a mca , hiç d u rmayı nız satı n ı z ! ded i m .
G özlerini okud u ğ u kita pta n ka l d ı rd ı , bana çevird i .
İ çi nde öyle b i r payla m a , öyle b i r serzeniş va rdı k i . . .
- Kütüphanemi satmak mı ? Sonra ben n e ya pa rı m ?

Gözleri n i tekra r kita ba indird i . Yüzü n ü n şekli bozul­


muştu . Darg ı n , perişa n bir tavı rla :
- Ben meza ra , kütüphanem mezada ! diye başını
sa lladı.
Ses çıkarmad ı m . El i mdeki kita bı okur g i bi ya Rtı m .
N e kadar böyle sustuk bil m iyoru m , bana çok uzun gel­
d i . Gözleri m satı rların a rasında g ezerken ben yirmi beş
bin l i rayı düşünüyord u m . Bu küçü k bir servetti . Er geç
benim olacak b i r servetti. Zira a mca mın benden başka
va risi yoktu . Yaşa m ı n ı n ö l ü me g iden yol u nda çok ilerle­
m iş olan bu i htiya rcı k d ü nyada ni h ayet bi rkaç yıl misa­
fi rdi . İ çimden: B i rkaç yıl daha, diyord um, hayd i beş
yıl . . . Abıhayat içmedi ya bu ! . . . " Aca ba kütü phaneyi is-

- 1 52 -
teyen Doğ u bili mciler kimlerd i ? Soraca kt ı m . Söz de ağ­
zımı n içine geldi. Sorma d ı m . Gözlü ğ ü n a ltında daha
büyük, d a ha mavi, d a ha parlak görünen zeki gözlerin­
den korkuyord u m . Sa nıyordu m ki, d üşüncemi hemen
a nlayaca k.
Şimdiye kada r hiç düşünmediğ i m bu hazır m i ras b i r­
denbire bütün h ayal i m i doldu rd u . Sanki kafam şişti ,
sersem oldu m . Amca mla neler konuştu ğ u m u n fa rkın­
da değ i l i m . Kütüpha neden çıktı k. Salona geldik. Ye­
meğe oturdu k . Ben bir rom a n içinde g i biyd i m . Amca­
m ı n ikide bir:
- Sen i n b u g ü n dalgınlığ ı n va r. Sende b i r şey va r !
dediği n i hatırl ıyorum . Sofrada yemeğ i m i yerken bilin­
cim, benim vücu d u m u n dışından, benim i rademin d ı­
şında, ben im r u h u m u n d ışında ya ba ncı b i r makine imiş
g i bi işliyor, düşün üyor, planlar ku ruyord u . Kafa m ı n
içinde doğ a n düşüncelere sa h i p o l amıyor, susuyor­
d u m . Öyle ya . . . B u zava l l ı i htiya r kesin olarak yakında
ölecekti . Kütü phane yirmi beş b i n lira, köşk, bağ , Fa i k­
paşa yokusundaki ap artman filan . . . Yetmiş seksen bin
lira d a bunlar : Yü z bir li ralı k bir servet! Artık b u rada ya­
şa r mıyd ı m ? Doğ ru Avrupa 'da sol u ğ u a lacak, zevk için­
de yaşam ı n tad ı n ı tadacaktı m . Fakat. . . Ya b u ihtiya r­
cık evlen meğe filan kalka rsa . . . Fakat m ü m k ü n m ü ?
İçimde tiz, keskin b i r şeytan sesi:
- Niçin m ü m kü n olmasın ? ded i .
Ben:

- 1 53-
- M ü m k ü n değ i l , m ü m kü n değ i l ! diye dişleri mi sık-
tım.
- H ayır, pek m ü m kü n ! Yarı n birdenbire işiti rsi n ! . . .
- B u fena . . .
- Tabii fena . . .
- Evet, ya evleni rse . . .
- H iç b u nda kuşku n ol masın . O za m a n yüz bin lira-
yı rüyanda g örü rs ü n . . .
- o halde ? . . .
İ çimde çın l ayan şeyta n ses:
- Böyle bir davran ışı n önü ne geçmel isi n ! diye adeta
korkun ç b i r emir verd i . Böyle bir fel a ketin nasıl önüne
geçebilird i m ? Evet, bu g erçek bir fel aketti. Ta ayağı­
mın dibine gelmiş yüz bin l i ra nı n, savsaklamam yüzün­
den u ç u p g itmesi . . . Bilincim, yine i rademin, hatta i ra­
demin dışında sihirli bir saat g i bi işl iyord u ; gözlerimi
amcama ka ldı rd ı m . Küçük kaşığ ıyla pilavı n ı ağzına gö­
t ü rd ü . Saka l ı n ı n a ltından beyaz, zayıf boynu n u gör­
d ü m . O beyaz yere i ki d a ki ka basılsa . . . Yüz bin l i ra bir­
den bire ben i m olaca ktı !
- Fakat . . .
R u hu mda zehi rden şimşekli ateşler bırakan şeyta n
ses ı :
- Budala m ı sı n ? dedi . . . N eden korkuyors u n ?
- Korkuyorum.
- H ayır. Korkma . . . Sen öyle adi katiller g ibi a m ca n ı n
boğazı na b a s ı p boğmayacaksı n .

- 1 54 -
- Ya ne yapacağ ı m ?
- B i r şey ya pacaksın ki, ka n u n seni soru m l u tuta ma-
yaca k ! . . .
- Nası l ?
- Arkadaşın ba kteriyolog Sabit'ten biraz tifo m i kro-
bu çalacaksın . . .
- Ey? . . .
- B u mikropları a mca n ı n g ece içtiği suya atacaksı n .
Tifoya tutuldu m u , doktorlar o n u iyi etmeye çalışı rken
sen yine m i kroplu suları ona ilaç d iye vereceks i n . Bir
hafta içinde kes i n l i kle ölecek. S en de herkesle birlikte
ağlayaca ksı n ! Cenazesi ni n önünde yü rüyeceksin ! Sen­
den kimse şü phelenmeyecek ! B i l akis kederine katı la­
ca klar: " Başı nız sağ olsu n ! " d iyecekler.
- Oh ! . . .

Evet, oh ! . . . B i rden bire ca nl a nd ı m Sanki a ğ ı r bir yü­


k ü n altından k u rtu ldu m . Gözlerim i açtı m . E l masını so­
ya n a mca m ı görd ü m . Ne kon uşmakta olduğumuzun
yine fa rkında değ i l i m . Bana:
- Sen benim kendisiyle övündüğ ümsü n ! dediğini
işitim.

* * *

- 1 55-
Geç zaman yatt ı ğ ı m odaya çı ktı m . Z i h n i mdeki cina­
yet planı kendi kendine genişliyord u .
Ka ryol a m ı n ü stü ne otu rd u m . M a s a n ı n üzerinde ya­
n a n m u m u n ışığ ı d uvarlarda şekilsiz gölgeler kımıldatı­
yord u . Yüz bin l i ra ! . .. Gözü m dolabın aynasına kaçtı .
Orada kendi haya l i m i görd ü m . B ana d i k d i k ba kıyord u .
Saçl a rı ü r permişti . Gözleri ka n l ıyd ı . B u haya l bend i m .
Görmemek i ç i n y ü z ü m ü çevird i m .
Gece h i ç uyumadı m ! . . .
Kendi m i g örmemek için aynaya bakam ıyord u m .
Evet, ben b i r kati l d i m . B i r ca n iyd i m . Bütün a h l a k duy­
g u l a rı benim bakışımda bir ya l a n d ı . Sabaha kad a r bilin­
cimde bana em i rler veren şeyta n sesi n yankılarını din­
led i m :
- Ka rarsız davra n ma !
- H ayı r, hayı r, ya pamayaca ğ ı m .
- Yapaca ks ı n !
- Yapa mayacağ ı m .
- Y ü z b i n li rayı kaçı raca ksı n !
- Kaçsı n .
- Sen budala değ il si n .

Sabahleyin e rkenden am ca m ı n yan ı n a i n d i m . Zaval­


lı ihtiya r, balko n u n ö n ü nde sütün ü içiyord u . Beni, g ü­
lerek ka rşı lad ı :
- N e o, ded i , rahatsız m ı sı n ? S ara rm ışsın !
- Bir şeyi m yok.

- 1 56-
- Rahat uyu d u n m u ?
- Evet, ded i m . Sonra birdenbire el leri ni öpmeğe
başlad ı m . Şaşırdı .. Gözleri mden g a l i ba yaşla r a kıyord u .
Ö l d ü rd ü ğ ü kutsa l vücud u n üzeri nde pişman olan bir
cani g i biyd i m . Ben artık insan değ i l i m .
- Sizden b i r rica m va r ! diye inled i m .
Böyle olağan d ı ş ı ha reketimi i l k defa gören a mcam
ne diyeceğ in i bilmiyord u . Kafamdaki şeyta n ı n va rlı ğ ı­
m a indirdiği da rbeyi, manevi iflası m ı asla d uymuyor:
- Ne ol uyorsu n o ğ l u m , ne ol uyors u n ? diyordu . . .
- Hiç ! İstediğimi ya paca ğ ı nıza söz verin . . .
- Söyle ne istiyors u n ?
- Önce reddetmeyeceğ i n ize söz veriniz.
- Peki, söyle, söz veriyoru m .
- Ben sizin varisi nizi m .
- Ş ü phesiz.
- İ stiyorum ki , bütün servetinizi daha sağlığınızda
m illi kuru m la ra vasiyet edesi niz.
- Fakat ni çi n ?
- Böyle istiyorum işte . . .
- Ama niçi n ? . . .

Gece neler düşünd ü ğ ü m ü , b i r a n önce b u yüz bin


l i rayı ele geçirmek i ç i n na sı l kendisini görünmez bir si­
l a h la öldü rmeyi k u rd u ğ u m u söyleyecekti m . Söylesey­
d i m . o benim iç yüzü m ü tanıyaca ktı . Fakat bel ki kendi­
m i şimdiki nden biraz daha ra hat h issedecekti m . Lakin,

- 1 57-
hayır, b u cesa reti g österemed i m . Kendi mde olmayan
erdemi yine o i ğ renç iç yüzümü kendime perde yap­
tım. Yalanlar öğ ü rmeğe başlad ı m . Sözde ben gençti m,
bir i htimal bu kıymetl i kütü pha neyi satı p, m e m leketten
d ışarı çıkmasına sebep olabilird i m . İstiyord u m ki bu
önemli m i ra s m i llete kalsı n !
- Peka l a ! ded i , kütüphanemi m i l l ete verey i m . Fa kat
başka gelirlerimi . . .
- Onları d a istemem amcacığ ı m . O kadar hasta lar
var, yetimler y u rd u va r. S i l inecek g özyaşları, sarılacak
yara l a r, avutulacak d u l la r, öksüzler kimsesizler va r !
- !. ..

Ben söylerken derin b i r h ayretle, şaşkın b i r hayran­


l ı kla yüzüme bakıyord u . Zava l l ı ka rşısındaki yaratığ ı n
ne a lçak şey o l d uğ u n u anlaya m a d ı . Doğ r u l d u , beni ku­
ca kladı . Alnımdan öpt ü .
- S e n ben im kendisiyle övü nd ü ğ ü m sü n ! ded i .
Evet, ru h u mdaki insanlık idea l i . O ü ç a h l a k meşale­
si sonsuza kada r sönd ü ! B i r g ece içinde korkunç iğrenç
bir katil oldu m . Şimdi kara n l ı k bir çöldeyi m ! B i r hayva n
g ibi ka ra msarı m ! Artı k i nsa n l ı k cen neti ne, "İyilik, doğ­
r u l u k, g üzell i k" cennetine b i r daha dönmeyeceği m .
Son defa yal a n larımla a l dattığ ı m zava l l ı büyük ihtiya r
da benim g ibi, çevresin i n davra nışlarından ü rk ü p ka­
çan, korkak bir sefili y i ne "erdem l i " bilece k ! B u sefile
"kendisiyle övü n d ü ğ ü msün ! "diyecek.

- 1 58-

You might also like