Professional Documents
Culture Documents
PHILOSOPHI/E
N A T U R A L I S
PR I N C I P IA
M A T H E M A T I C A.
A U C T O R E
IS A A C O K E W T O N O , Eq. A orato.
P trpttu iı Ccm tnm tari 'u ıttu fira ta , commnni lim bo
PP, T h o K A L e S E ü B & İ R A N CJSC t JA C Q U (£F .
E v G a&CJn A lin im on u a F aotili* ,
M tü h tftoi P raftjfontm .
T O M VS S E C U N D Ü S .
G E N S V vE.
11IİL0I İt F i t i l Bibfiop. ac Typop.
M D C C X L
Bîlîm Sosyolojisi
İncelemeleri
teme! yaklaşımlar, kavramlar
ve tartışmalar
Editörler:
Bekir Balkız & V efa Saygın Öğütle
DOĞU BATI
Bilim Sosyolojisi
İncelem eleri
Bilim Sosyolojisi
İncelemeleri
Temel Yaklaşımlar, Kavramlar ve Tartışmalar
Editörler:
Bekir Balkız & Vefa Saygın Öğütle
DOĞU BATİ
BİLİM SOSYOLOJİSİ İNCELEMELERİ
Temel Yaklaşımlar, Kavramlar ve Tartışmalar
Çevirenler
Barış Yıldırım
Bekir Balkız
Beno Kuryel
Dilek Hattatoğlu
Emrah Göker
Eren Buğlalılar
Erhan Işıklar
Kemal İnal
Ümit Tatlıcan
Vefa Saygın Öğütle
Kapak Tasarım
Mr. Z & Z
Kapak Tasarım Uygulama
Harun Ak
Baskı
Tarcan Matbaacılık
1. Baskı: Kasım 2010
2. Baskı: Kasım 2016
Doğu Batı Yayınları
Yüksel Cad. 36/4 Kızılay/Ankara
Tel: 0312 425 68 64 - 425 68 65
www.dogubati.com
ISBN 978-975-8717-63-7 / Sertifika No: 15036
Doğu Batı Yayınları-58 Sosyoloji-15
ğini” de kabul etmektedir. Ancak öte yandan, kendisiyle çelişir bir biçimde,
Sovyet bilim anlayışıyla bir ayrım gütmek adına, “Batı”daki bilimsel inançla
rın liberal bir değerler sistemine dayandığını ve “bilimsel inançlarımızın doğ
ru olduğunu savunmamız gerektiğini” söyleyerek, pozitivist bilim sosyolojisi
nin demokratik bilim topluluğu argümanını teyit etmiş olmaktadır. Nitekim
Popper da, bu konu özelinde, bilim ile inanç arasında değil iki inanç arasında
tercih yapmamız gerektiğini söylerken, bilim topluluğunun özü gereği liberal
demokratik inançlarla şekillendiğini savunmak suretiyle benzer bir yerden
konuşmaktadır.
olarak bilimsel eğitim sürecinden kaynaklandığı görülmektedir. Baş
ka bir deyişle, M ertoncı anlayışın normlardan sapma, anomali olarak
kavrayıp marjinalleştirmeye çalıştığı tutumlar, Kuhn tarafından ana
lizin merkezine çekilmektedir. Buradaki konvansiyonalist yaklaşımın
güçlü yönlerini Michael Mulkay oldukça iyi özetlemektedir:
[Konvansiyonalist yaklaşımlar] ilk olarak, bilimdeki entelektüel
dirençlere dair iyi belgelenmiş olayların farkındadırlar. [Mertoncı
yaklaşımın] böylesi olayları, bilim normlarından geçici sapmalara
yol açan konu dışı etkenler temelinde açıklamaya meyilli olması
na karşılık, [konvansiyonalist yaklaşım], bunları analizinin odağı
na yerleştirir ve kökenlerinin de sistematik bir açıklamasını verir.
İkinci olarak; [konvansiyonalist yaklaşım], bilimdeki meslekî ödül
lerin dağıtımı üzerine yapılan tüm çalışmalar tarafından destekle
nir. Zira böylesi çalışmalar göstermektedir ki; meslekî tanınmanın
kazanılması, hiçbir biçimde varsayılan bilim normlarına uyum sağ
lamaya değil, daha ziyâde, mevcut bilişsel ve teknik standartların
ışığında değerli olduğuna hükmedilen bir malûmat tedarik etmeye
bağlıdır. Üçüncü olarak; [konvansiyonalist yaklaşım], geleneksel
olarak entelektüel uyumlanmayı üretme işlevi gören bilimsel eğiti
min doğası ile daha tutarlı gözükmektedir. İyi yapılandırılmış tüm
disiplinlerdeki katılımcılar, geniş bir alan açısından, doğru prob
lemlerin konulduğunu ve doğru cevapların bulunduğunu varsayar
lar. Bir bilim öğrencisi, nihâyetinde, soru sormaya değil, mevcut
bilgi gövdesini edinmeye gereksinim duyar. Son olarak açıktır ki;
bilim topluluğunun içsel yapısı, formel bakımdan, spesifik bilgi,
teknik ve araştırma alanlarına göre örgütlenir. O halde bu, söz
konusu bilgi gövdelerinin, analizin merkezine konması demektir.5
Konvansiyonalist yaklaşım, bir araştırma programı olarak en olgun
ifadesini 1970’lerde Edinburgh “güçlü program ”ında bulm uştur.4 Te
mel tez; bilimsel bilgi olarak kabul edilenin, içine gömülü olduğu kül
türe ya da hayat tarzına görece olduğu fikridir. Dolayısıyla m etodolo
Giriş
Joseph Ben-David ve Teresa Sullivan, 1975 yılında bu dergi için
“Bilim Sosyolojisi”ni kaleme aldıklarında, bilimsel bilgi sosyolojisini
telaffuz etme gereksinimi duymamışlardı. Bundan tam altı yıl sonra
Ben-David (1981), başlığı “Bilimsel Bilgi Sosyolojisi” olan bir makale
yayımladı. Bu iki makale, bu alt disiplinin son yıllardaki gözle görülür
gelişiminin işaretiydi. Ben-David’in de yazdığı gibi (1981: 54), “bilim
sosyolojisindeki son dönem gelişmeler hakkındaki hiçbir yazı, yet
mişler boyunca bu alana hâkim olan ‘devrimci’ durum u görmezlikten
gelemez.” Alanın gelişim sürecine iştirak etmiş birisi olarak ben de,
bu dönemdeki heyecan ve düş kırıklığına tanıklık edebilirim. Bilimsel
bilgi sosyolojisi, bir tür sosyolojik mükemmellik vaadiyle ortaya çık
tığı için heyecan vericiydi. O, detaylı empirik araştırmaların oldukça
sağlam teorik sonuçlar ortaya koyacağı bir alan olacaktı. Erişilebilir
ve bağımsız kurumlar kesinliğin temel sırlarını elinde tutmaktaydı ve
bir kavrayış aydınlanması yaratmak için, sadece bu sosyal ‘atom lar’ı
parçalamamız gerekiyordu. Ama aynı zamanda, başlıca sosyolojik p i
yasada, yani Birleşik Devletler’de hemen hiç kimse bu aydınlanmayı
Sonuç
1960’ların sonu ve 1970’lerin başında Avrupa’da bir dizi makalede
standart bilim sosyolojisine eleştiriler yöneltilmekteydi. Esas olarak
norm atif yaklaşıma karşıt olmasa bile, bu dönemde yazılan makale
lerin takriben birçoğu en azından birkaç eleştirel giriş cümlesi ihti
va etmekteydi. Bu durum, bilim sosyolojisi alanında Avrupa menşeli
çalışmalarda hâkim motivasyonun, bu disiplinin geleneksel biçimine
karşı bir tepkiden ibaret olduğu şeklinde bir izlenimin oluşmasına yol
açmış olabilir. Ancak, en ayırt edici ve mevcut delillere dayanırsak,
Avrupa menşeli çalışmalardaki en ısrarlı tema yani en geniş anlamda
rölativist/simetrik bilimsel bilgi sosyolojisi, mevcut analize karşı bir
tepkiden türememiştir. Rölativistlerin geleneği eleştirmelerinin ne
deni, çerçevesi oluşan kendi sahalarını, yeni fikirler için bir sıçrama
tahtası olmaktan ziyâde, bir muğlaklık tehlikesine yol açabileceğini
düşündükleri bir ortodoksluktan ayrı tutmaya yönelikti.
Yeni bilimsel bilgi sosyolojisinin vücut bulmasında, ana-akım bilim
sosyolojisinin hiçbir pozitif rol oynamadığını ileri sürdüm. İki alan ara
sındaki ilişki evrimsel değildir; aksine (ne yazık ki betimlemek zorunda
kaldığım) akademik bir uzlaşmazlığın da eşlik ettiği bilişsel yüzeysel
liğe sahip bir ilişkidir. Bu uzlaşmazlık bertaraf edildiği takdirde iki
alt-disiplin, aralarındaki bağlantı noktalarından kazanç elde edebilir.
Ancak meseleyi kapamadan önce ve şayet okuyucuda bu ekoller
arasındaki bilişsel ilişkinin zayıf karakterini aşırı abarttığıma dair bir
inanç oluşmuş ise, Social Science Index’deki küçük bir araştırmadan
elde edilen sonuçları aktarm ak isterim. 1971 ve ‘81 arasında rölati-
vist/simetrik İngiliz bilimsel bilgi sosyolojisine ait -incelem e ve tartış
ma makaleleri şöyle d u rsu n - tek bir bulgu dahi, saygın bir Amerikan
bilim sosyologu tarafından Amerika’da yayımlanan herhangi bir dergi
makalesinde referans olarak kullanılmamıştır. Somut yarar açısından
bakıldığında, bilimsel bilgi sosyolojisinin fikirleri ve bulguları, Ameri
kan sosyolojik çalışmalarının oluşturduğu ana-akım da güçlü bir dalga
etkisi yaratmamıştır.
Yeni Program
Şimdiye kadar bilimsel bilgi sosyolojisi ile geleneksel bilim sosyolojisi
arasındaki ilişkiyi tartıştım. Yakından ilişkili iki disiplin daha vardır:
Bilim felsefesi ve bilim tarihi. Çalışmaları, rasyonalist bilim felsefesinin
mevzilerini zayıflatmaya yönelik olan Lakatos (Lakatos & Musgrave
1970) ve Feyerabend (1975) gibi filozofların aksine, pek çok filozof
rölativist “tehdit”e karşı bilimde rasyonel ilerleme anlayışını savunma
ya yönelmişti. Vuku bulan gerilim belli ölçüde canlı ancak pek ilerle
me kaydetmeyen tartışmalara yol açtı, [örneğin bkz. Laudan (1977),
Progress and Its Problems, Barnes’ın incelemesi (1979) ve Bloor ve
Laudan arasında sürmekte olan tartışma- meselâ Philosophy o f Social
Sciences, Cilt 11 (1981) ve müteakip sayılar.]
Bununla birlikte, bilimsel bilgi sosyolojisi en sâdık kitlesini bilim
tarihçileri arasında -bilim tarihçilerini bir “kitle” olarak düşünmek,
ilişkinin karakterini kavramayı engellese d e - buldu. Pek çok sosyo
log, tarihsel materyalleri bir kaynak olarak kullandı ve bazı ilk dönem
tarihsel çalışmalar ilham kaynağı haline geldi (bir tartışma için bkz.
Dolby 1971). İfade ettiğim üzere, rölativist tarihçiler ile sosyologla
rın çalışmaları arasında (üslup ve vurgu farklılıklarına rastlanabilse
de) göze çarpan hiçbir “dikiş” izi mevcut değildir. Bu yüzden bilimsel
bilgi sosyolojisinin gelişimine dair doğru bir tasvir ancak bilim tarihi
ni bütünlüklü olarak ele alabilecektir. Bereket versin ki, ilgili tarihsel
eserlerin büyük bir kısmı, son zamanlarda Shapin (1982) tarafından
oldukça yetkin bir şekilde yeniden incelendi.
Shapin’inkine ilâve olarak diğer son dönem incelemelerin birçoğu,
burada bana kaba bir analize odaklanma imkânı sağlıyor. Mulkay’ın
metni (1979a), birkaç isabetsiz vurgu ihtiva etse de,5 temel gelişme
lerin kokusunu çok iyi hisseder. Son dönem literatürün doyurucu bir
şekilde incelendiği makalesinde (1981), 340 adet dipnot kaynakça
mevcuttur. Son olarak Barnes ve Edge de 400 adet kaynakçayı kendi
okum a listelerine (1982) dâhil ederler.
Yukarıda, yeni programın merkezi fikirleri ile bu program üzerin
deki etkilerden bazılarını en passant (geçerken) ele aldım. Programın
rölativizmi onaylaması, bilimsel bilginin içeriğinin olabildiğince sosyal
koşullar içinde açıklanmaya çalışılması gerektiğini anlatır. Dünyanın
mevcut haliyle nasıl oluştuğu açıklanırken (hangi anlamda olursa ol
sun) rasyonalite, önemsiz bir rol oynamalıdır. Bu yüzden daha az ras
yonel görünen inançların, oldukça rasyonel görünen inançlarla aynı
tarzda açıklanması gerekir. Rölativizm böylelikle, Bloor’un terimlerini
(1973,1976) kullanırsak, simetriye ve tarafsızlığa dönüştürülür. Blo
or’un çalışması, W ittgenstein’in programla ilişkisine açıklık getirdi.
Barnes (1974), antropolojideki tartışmaları bilim incelemelerine ta
şımak suretiyle, rasyonalite nosyonunun gereksizliği hakkında uzun
boylu yazılar yazdı. Son bir makalede Barnes & Law (1976), Laka-
tos’un çok düzlemlilik teorisine dair analizinin, matematiksel ifade
lerdeki “indekssel niteliklerin” (Garfinkel 1967) bir ifşası olarak oku
nabileceğini gösterdi. Şayet matematik etnometodolojik olarak analiz
edilebilseydi, etnometodoloji bilimsel bilgi sosyolojisine alâka göster
miş olur ve matematik de kendi konusunun uygun bir parçası haline
gelirdi. Law, French (1974) ile müşterek yazdıkları bir makalede yo
rumlayıcı bir bilim sosyolojisi talebinde de bulunmuştu. Wittgenstein-
cı ve fenomenolojik/etnometodolojik fikirlerden, lazer uzmanı bilim
insanları (Collins 1974) ile çekim kuvvetinden ileri gelen radyasyonun
keşfi (Collins 1975) hakkındaki bir alan araştırması analizimde ben
Alternatif Stratejiler
Çekirdek Grup (Core-Set) İncelemeleri
Bu alanda bir dizi vurgu farklılığı görülebilir. Öncelikle, bilimsel bilgi
üretimindeki genel mekanizmaları açıklayan iki tür inceleme mevcut
tur.
İlki deneylerin doğru kontrolüne, icra edilmesine ve yinelenme
sine yönelik yöntemler gibi bilimin formel “işlemler”inin, araştırma
safhalarının vardığı noktaları tamı tamına açıklamadığını ispatlamaya
odaklanır. Bu formel yöntemler bilimsel bilgiye gereken ilâvenin ne ol
duğuna dair görüş farklılıklarını çözme potansiyeline sahip değildir ve
ihtilâfların “son bulması”nı sağlayamazlar. Halihazırda, bu ilk amaca
uygun sosyolojik yani empirik olarak kabul edilebilecek incelemeler
bilim felsefesinde “D uhem -Q uine-H esse” tezi (Hesse 1974) olarak
bilinegelen tez ile çakışmaktadır.
Tartışmaların Sonlanması
Genel mekanizmalar ile alâkalı ikinci inceleme grubu, gördüğümüz
üzere potansiyel olarak sınırsız bilimsel tartışmaların, pratikte fiilen
nasıl son bulduğu meselesi üzerinde odaklanır. Bilimsel argümanlar,
ihtilâfı kargaşaya dönüşmekten alıkoyan bilimsel bir kültür bağlamı
içinde ortaya çıkarlar. Manyetik monopolün hipotetik keşfiyle ilgili
argüm an ve deneyler hakkındaki bir incelemesinde Pickering (1981),
bilim insanlarının deneysel sonuçların doğru yorumu üzerine haliha
zırda mevcut mutabakatların azami sayısını muhafaza etmeye çalıştık
larını ileri sürmekteydi. Bu durum da, mutabık noktaların muhafaza
edilmesi, deneysel ispatın, manyetik monopolün varlığını kanıtladığı
şeklinde yorumlanmamasını gerektirmekteydi. Bu deneyler yeni, yani
bir yorum tarihinden yoksun oldukları için, monopol deneyleri hak-
kındaki önceki mutabakatlar elbette kesin değildi. Pickering mevcut
teorilerin, monopol deneylerinin veçhelerini, bilim kültürüne hali
hazırda oldukça sağlam bir şekilde yerleşmiş ve standart yorumlara
sahip diğer deneylerle ilişkilendirdiğini öne sürmekteydi. Pickering,
manyetik monopol tartışmasının son bulmasını, bilim insanlarının ol
dukça az sayıdaki standart yorum lan geçersizleştirmeye yönelik ilgi/
çıkarlarının devreye girmesiyle açıklar.
J/psi atomaltı parçacığına ilişkin “ışınım” (charm) ve “renk” yo
rumları arasındaki teorik tartışmaya dair başka bir makalesinde Picke
ring (1980), ışınım yorum unun nihaî zaferinin, teknikleri renk yorumu
için değil de, ancak ışınım için kullanılabilecek bir grup matematikçi
ile ışınım teorisyenleri arasındaki sahte ittifaktan ileri geldiğini açıklar.
Pickering’in analizi bilimsel kültürün muhafazasında ilgi/çıkarla
rın, bilimsel araştırmanın görünüşte özerk safhalarının sonucunu -
karmaşık ve açıklıktan yoksun teorik bağlantılar vasıtasıyla- dolaylı
bir şekilde etkilediğini ayrıntılarıyla gözler önüne serer. Bilim kültü
rünün sınırlayıcılığı, hiç şüphesiz doğrudan da hissedilir. Çekim gücü
dalgasıyla ilgili ihtilâf (Collins 1975) hususunda, bilim insanlarının
sadece gizli oturum larda tartıştığı çekim gücü dalga “anten”lerinin
farklı farklı işlediğine dair heterodoks açıklamalar mevcuttu.
Bununla birlikte, bilimsel geleneklerin tamamen katı olmadıkları da
hatırda tutulmalıdır. Standart yorumların büyük çapta geçersizleştiril-
diği durumların mevcut olduğunu bugün biliyoruz. Küçük çapta ise
mevcut pratiğin anlamı, belli bir ölçüde de olsa daima yeniden yoruma
açıktır (Woolgar 1980). Kuantum fiziğinde “konum suzluk” (nonlo-
cality) hakkındaki yorumlara ilişkin incelemesinde Harvey (1981), bir
bilim insanının “akla uygun gelmeyen” bir hipotezi sınama niyetini
salt ifade etmesinin bile, bu hipotezin oldukça akla uygun görülmesine
yol açtığını açıkça ortaya koyar.
Bilimsel tartışmalar üzerindeki diğer sınırlayıcı mekanizmalara,
ortalama bir sosyolog âşinâ olmaktan uzaktır. Bu mekanizmalar, m ü
nasip şekilde, kuşatıcı bir “kontrol” uygulaması nosyonu dâhilinde bir
araya getirilebilir. Tercih edilen deneysel yorumlar, meslekî dergilerde
seçici sunumlar yapmak (hafıza transferi hakkında Travis 1981; para-
psikoloji hakkında Collins & Pinch 1979), meslekî toplantılar düzen
lemek ve bilim insanlarının cüz’i hatalarını duyurmak (çekim gücü
radyasyonu hakkında Collins 1981b), popüler inanışları destekleyen
abes deneylerin önemini abartm ak (parapsikoloji hakkında, Collins
1976) ve sıkıntı yaratabilecek sonuçları gizlemek (Barkla’ın “J-Ray
ışınları” hakkında Wynne 1976) ve diğer birçok taktik (Collins & Pin
ch 1979) yoluyla desteklenmiştir. Bir bütün olarak, bilimsel kesinliğin
oluşması, yerleşmesi ve korunması anlaşılır hale geliyor.
Çağdaş bilim incelemeleri, bizatihi bilim topluluğunun dışını, ihti
lâfların sonuçlarına dair açıklamalar yapmak maksadıyla nadiren tet
kik etmiştir. Tartışmaların spesifik sonuçları, yalnızca tarihsel incele
melerde çok sayıda sosyal ve politik faktöre referansta bulunularak
açıklanmıştır. Barnes & Shapin’in (1979) Natural Order’ı bu özelliğe
sahip örnek bir derleme çalışmasıdır. Bu çalışma, başka bilimlerdeki
safhaların yanısıra, ırk / I.Q. oranı hakkındaki tartışmayı, frenolojiyi
ve istatistik tarihini ihtiva eder. Bugüne ve geçmişe yönelik incele
meler arasındaki açıklayıcı kaynakların kullanımı hususundaki bu
farklılık, bilim incelemesindeki eski “içselci/dışsalcı” ayrımını yeniden
diriltmez. Bu bağlamda “içselci”, içsel olanın imâlarını bilimin m antı
ğına taşımaktaydı. Bu yüzden sosyal örgütlenme veya güç dağılımını
temel alan bir açıklama, bilimin içinde hâlâ dışsalcı bir açıklama olarak
kabul edilecektir. Yeni bilimsel bilgi sosyolojisindeki bazı incelemeler
içselci olabilir, ancak bu onların bilim topluluğunun dışında olup biten
hadiselere karşı kayıtsız olduklarına kanıt teşkil etmemelidir. Bu ince
lemelerin pek çoğu (Collins 1981 a’yı takdim ederken de vurguladığım
gibi), tarihçiler tarafından -politik ve sosyal çıkarlardan hareket edile
re k - ortaya konan bilgi tarzıyla elbette bağdaştırılabilir. Çağdaş bilime
yönelik benzer bir ele alışın hâlâ bekleniyor olması, muhtemelen ya
bilimin özerkliğinde zamanla meydana gelen mutlak artışla ya da, çok
daha muhtemel olduğuna inandığım üzere, modern bilimin “ağaçlar”ı
bizi çepeçevre kuşattığı için sosyal ve politik “orm an”ı görme güçlü
ğüyle alâkalıdır.
Şu ana kadar tasvir ettiğim bütün çağdaş araştırmalar benzer bir
metodolojiyi kullanmıştır ve onların tamamı ihtilaflara dair araştırm a
lardır. Bu alan çalışmaları, öncelikle sözkonusu tartışmaya önemli de
recede deneysel veya teorik katkılarda bulunmuş, sıklıkla çatışan bilim
topluluğu üyeleriyle gerçekleştirilmiş derinlemesine görüşmeleri kap
samaktadır. En az üç kişiden oluşan bu gruplar, genellikle küçüktürler
ve “çekirdek gruplar” olarak adlandırılırlar (Collins 1981c).
Bu derinlemesine görüşmelerde, araştırmacıların soruşturulan bi
lim sahasının teknik ayrıntılarına âşinâ olmaları gerekir. Farklı araş
tırmacılar ilk eğitimlerini doğa bilimi alanında tamamlamışlardır. Bu
eğitim zorunlu olmasa bile, teknik bir yeterlilik düzeyi, bilimsel bil
ginin içeriğini -sa lt bilim kurumlarıyla sınırlı kalm adan- sorgulama
amacına uygun düşer. Buradaki yöntemde, önceki bilim sosyolojisi
yaklaşımlarına karşı belirgin bir zıtlık sözkonusudur. Harold Garfın-
kel ile birlikte anılan etnometodolojik okuldan (bkz. Lynch 1982) ge
len araştırmacılar, değinilen bilimleri öğrenmek için formel eğitimde
yıllarını harcamışlardır. Başka durum larda (meselâ Collins & Pinch’in
parapsikoloji hakkındaki 1982 incelemesi) sosyologlar, analize tâbi
tutulan bilimsel faaliyetlerde katılımcı olarak bulunmuşlardır.
Laboratuar İncelemeleri
“Laboratuar İncelem elerinin üslubu biraz farklıdır. Bunlardan ilki,
Saik Institute at La folla’da iki yılını bir teknisyen olarak çalışarak
geçiren Latour tarafından gerçekleştirildi. Bu çalışmanın sonuçları
Latour & Woolgar (1979)’da sunuldu ve analiz edildi. Yeniden ya
yımlanan (Knorr-Cetina 1982) son dönem araştırmalarda olduğu gibi
-değerlendirilecek kitleyi oluşturan bilim insanları şebekesi ve diğer
laboratuar kurum lan ayrıntılarıyla araştırılmasa d a - tek bir mekân
derinlemesine incelemeye tâbi tutuldu. Bu şebeke, ancak incelenen
laboratuardaki bilim insanları dış etkileri sezinlemeye başladıklarında
önemli hale gelir.
Laboratuar incelemeleri, bilim insanlarının çalışmalarına ilişkin
teknik âşinalığa veya bu çalışmalara iştirak etmiş olmaya önem atfet
mez. Bu, antropolojik bir üsluptur. Araştırma sahasına yakın olmaya
özen gösterilir ancak bir “yabancılık” derecesi de korunur. Bilimsel
çalışmaların yalnızca bu şekilde lâyıkıyla incelenebileceği iddia edilir.
Bilim insanlarının faaliyetlerine ilişkin bu yöntem takip edilerek ya
pılan kısmen “davranışçı” tasvirler, çoğunlukla komiklik derecesinde
ortak duyuya aykırı ve bazen de açıklayıcı olurlar.
Bilimsel bir “olgu”nun, öncelikle laboratuar hayatının gündelik
olumsal faaliyetlerinden nasıl hâsıl olduğuna dair betimlemeleri La
tour & Woolgar’ın (1979) başlıca katkıları arasında yeralır. Ö lçüm
lere ilişkin görünüşte bir dizi bağlantısız faaliyete -onların tüm ünün
aynı olgunun, meselâ yeni bir ilâcın mevcudiyetine delâlet ettiğine ka
rar verildiğinde- bir bütünlük kazandırılır. Nihayet ilâç kendine ait bir
hayata başlar ve meydana getirilmesi için kurulmuş okuyucu cihazları
“terk eder.” Yabancı bir araştırmacı, sadece okuyucu cihazlarını izle
meye devam ederken, bilim insanları bu okumaları birbirinden kopuk
veri göstergeleri olarak görmekten vazgeçer ve dışsal bir objenin yani
ilâcın tezahürleri olarak algılar. Aynı zamanda ilaç/olgu hakkında kul
lanılan dilin dönüşüm e uğradığı da hissedilir. “Üsluplar” değişmeye
başlar. “Johnson, ‘x’in ortaya çıktığını ileri sürüyor” gibi bir üslup,
“ ‘x’in ortaya çıktığı defalarca doğrulandı”ya ve nihayet tam bir ol-
gusallığa varıldığında ise üslup “‘x’ ...olarak kullanılabilire dönüşür.
Ortak duyunun bir parçası gibi görünmeye başladığında ise, araştır
macılar bu olguya işaret etmeye bile son verebilirler.
Bilimsel hayatın tuhaf veçhelerine yönelik vurgusu, (bana çok da
çekici gelmeyen) davranışçı yaklaşımın başka bir önemli tarafını oluş
turur. Bilimsel bilgi sosyolojisinin ilk döneme ait bir karakteristiği,
bilimin formel tarafından -bilimsel m akale- bilginin inşâsı ve aktarıl
masının temelinde yatan süreçlere [Edge’in (1979) “bilimin yumuşak
karnı” olarak tanımladığı bölgeye] doğru bir dikkat kayması idi. Dav
ranışçı/antropolojik yaklaşım, bilimi şu ya da bu türden dokümanların
üreticisi olarak yeniden keşfetmiş izlenimi veriyor. Latour & Woolgar
laboratuarı “kayıt cihazları”nın, grafik üretiminin, tabloların vb.lerinin
bir koleksiyonu olarak görürler. Bilim insanının görevi, bu gereçler
den elde edilen çıktıları bilimsel bir makale olarak sonuçlandıracak
şekilde başka doküm anlara ve ardından tekrar başka doküm anlara
dönüştürmektir.
Belki de, bu incelemeler ile çekirdek grup incelemeleri arasındaki
vurgu farklılıkları, takriben bütün laboratuar incelemelerinin biyoloji
bilimine yönelik olarak, buna karşın takriben bütün diğer inceleme
lerin fiziğe yönelik olarak gerçekleştirilmesinden kaynaklanmaktadır.
Bunun nedeni, muhtemelen, fizik laboratuarlarının aksine biyoloji
laboratuarlarının kayıt cihazlarıyla dolu olmasıdır. Kanaatime göre
diğer bir farklılık, ilkinde özellikle davranışçı yöntemin, İkincisinde
ise (yabancı kalmayı değil, aksine katılımcıların hünerlerindeki usta
lığı vurgulayan) yorumlayıcı yöntemin kullanılmasından kaynaklanır.
Bana öyle geliyor ki, laboratuar incelemelerindeki en değerli içgörü-
ler, analistlerin tasarlanmış yabancılıklarından değil, bilim insanları
nın dünyasını derinlikli bir şekilde (tesadüfi mi desek?) kavramaların
dan ileri gelir. Bütün bunlara karşın, bilim hayatının açıklanan çıktıları
hakkında bazı ilginç çalışmalar hâlâ yürütülmeye devam ediyor.
Safha ve Disiplin
Çekirdek grup incelemelerinin birçoğu, bilimsel ihtilâfların episodları-
nı - “olağan dışı bilim” diye tanımlayabileceğimiz fenom eni- kendisi
ne konu olarak aldı [ancak karş. Collins (1974) ve Pickering (1981)].
Laboratuar incelemelerinin tamamı rölatif anlam da “norm al” bilimin
episodlarını tetkik etti. Bu fark kesinlikle tesadüfi değildir; zira labo
ratuar incelemelerinin -te k bir kurumsal alanın dışında vuku bulan
bir durum olarak- ihtilafların çözümüne ışık tutabilmesi mümkün
değildir. Çağdaş gelişmelere dair bir inceleme, potansiyel anlamda
“devrimci” bilim dönemi olduğu iddia edilen dönemi ele aldı (Col
lins & Pinch 1982). Bilim sahalarının -olağan dışı/devrim ci/norm al
gibi- bilimsel faaliyet “safhaları”na bölünmüş olduğunu göz önünde
bulundurursak, ortalığın dağınık ve plansız bir şekilde de olsa m uh
telif incelemelerle kaplanmış olmasını anlayabiliriz. Karşılaştırmalı ve
bütünlüklü bir çalışmaya acilen ihtiyaç vardır. Bilim sahaları konuları
na göre bölünmüş olsaydı aynı durum gene geçerli olacaktı.
Bilimsel bilgi sosyolojisinin yalnızca -sın ır bilim veya açıktan açığa
politik konular gibi esnek (soft)- bilim sahalarında tatbik edilebileceği
tarzındaki itirazlara karşı durm ak amacıyla, takriben bütün ilk dönem
çalışmaların konusu ya fizik ya da matematik olmuştur. Kesin (hard)
bilimlerin gelişiminin, bütünüyle uygulama ve rasyonelliğin “içsel”
kriterleriyle belirlendiği ileri sürülm üştür. Bu yüzden rölativist yakla
şım için fizik ve matematik “kesin bilim örnekleri”ni oluşturur.
Bloor’un ilk makalesi (1973) ve kitabı (1976), matematiği, röla
tivist bilgi sosyolojisi açısından bu argümana üzerinde biçim verilen
bir örs olarak kullanır. Bloor, geniş ölçüde W ittgenstein (1956) ve
Lakatos’dan (1963) faydalanır. Keza Barnes & Law (1976), etnome-
todolojik fikirlerin uygulanabilirliğini kanıtlamak için bir matematik
incelemesine başvururlar. Pinch (1977), otuz yılını kuantum teorisi
nin bazı yorumlarını çürütm ek için harcayan von N eum ann’a ait bir
(yanlış) kanıtlama tarzını ele alarak, fizik tartışmalarının sona erm e
sinde matematiğin rolünü inceler. MacKenzie (1981b) istatistikteki
gelişmelere odaklanır. [Lakatos’un (1963) antropolojik bir değerlen
dirmesi için ayrıca bkz. Bloor (1978).] Fizik üzerine yazılar yukarıda
tartışılmıştı.
Son zamanlarda, hayat hakkındaki bilimler üzerine bir dizi ince
leme ile karşılaştık. Gösterileceği üzere, bulgular m erak uyandıracak
denli farklılık arz etmektedir, ancak bunun farklı yöntemlerden mi
yoksa inceleme nesnesindeki farklılıklardan mı kaynaklandığı bütü
nüyle açık değildir. İlk işaretler her ikisinden kaynaklandığını gösteri
yor. Mevcut çalışmaların karşılaştırmalı bir incelemesi dahi, ilginç bir
sonuca götürebilir.
En ilginç karşılaştırmalardan birisi ortodoks ve sınır bilimler arasında
yapılan karşılaştırmadır. Sınır bilimlere dair yapılan çalışmalar (her ne
kadar bu sınır bilimlerde bilgi iddialarının güvenilirliğini tesis etmeye
dönük çabalar beceriksizce gizlenmiş olsa da) en kesin bilim saha
larındaki ihtilâf türlerine dikkat çekecek ölçüde benzeyen özellikleri
ortaya çıkardı. Sınır bilimlerindeki argümanların aşırı kabalığı, yakla
şık her “m üzakere” taktiğinin kamusal denetime açık olmasını sağlar.
Sınır bilim incelemeleri bilimsel bilgi sosyolojisinde çifte bir rol oy
nar. Sınır bilimlerde argüman ve taktiğin şeffaflığı, inceleme için ko
laylık sağlayan bir durum dur. Gelgelelim teoriler, olgular ve geçerli
deneysel pratiğe ilişkin göreli m utabakat eksikliği, diğer bilim alanları
hakkında sağlam genellemelere imkân vermediğinden, bu bilim aynı
zamanda “esnek” bir örneği oluşturur. Bununla birlikte sınır bilim in
celemesi bu denli basit olduğu için, araştırmacı açısından iyi bir taktik,
sınır alan ile kesin alan arasında gidip gelmektir. Başlı başına ilginç olan
sınır alan, daha kesin testler için değerli bir fikir kaynağı temin ede
cektir (söyleşisinde Alex Dolby, bunu “teyelleme” olarak adlandırdı).
Sınır ve sözde bilimler, bazı hususlarda, inceleme için zayıf ve basit
örnekler olabilseler de -rölativist programın işlemsel çekirdeğini mey
dana getiren- simetri ve tarafsızlık ilkelerini tatbik etmek açısından zor
alanlardır. Sınır bilim insanlarının bu görünüşte “çılgınca” fikirleri,
rekabet halindeki itibarlı yerleşik fikirlerle eşit kıymette değerlendiril
melidir. Rölativist herüstiğin bu gâyesi, sınır bilim çalışmalarını analiz
etmeye çalışırken uygulayıcıları tarafından oldukça aşikâr bir şekilde
yerine getirildi. Zira etnosentrik analitik kayıtsızlık, tam da bu alan
larda büyük bir çekicilik elde etmiştir (Collins 1982a; Gieryn 1982).
Son dönemde yapılan üç derleme, sınır bilim ile alâkalı yayınla
rı ihtiva etmektedir. Wallis’in editörlüğünü yaptığı derleme (1979),
muhtemelen en fazla bilinen ve faydalı olan derlemedir. Diğerleri de
Nowotny & Rose (1980) ve D uerr (1982) tarafından hazırlanmıştır.
Doğu Michigan Üniversitesi Sosyoloji Bölümü’nden Marcello Truzzi
tarafından editörlüğü yapılan ve yayımlanan Zetetic Scholar isimli m ü
kemmel bir dergide sınır bilim sahasına ilişkin veriler ve hayli yaygın
makaleler mevcuttur. Çok sayıda araştırmacı, sınır bilimin, “m eşru”
bilimin kapı eşiğinden nasıl alıkonulduğunu inceledi. Bu incelemeler
deki fikirlerden bazıları, haliyle, bilimsel keşfe tepkili ilk dönem ça
lışmaların çizgisini takip etti. Meselâ Barber’ın makalesi (1961), bu
çalışmalardan bazıları için bir atlama tahtası vazifesi gördü. Dolby
(1980), elektron mikroskobu kullanılarak yapılan gözlemlerin suni do
ğası, Kammerer’in kurbağalarda miras yoluyla kazanılan özelliklerin
sözümona hatalı gözlemlendiğine dair iddiası ve kinetik gaz teorisinin
ilk dönem tarihi hakkındaki ihtilâflar arasında “teyelleme” işine girişti.
Bitkilerin duygusal tepkileriyle ve kuantum rastgele sayı üreteçleri
tarafından kontrol edilen fiziksel fenomenlerle alâkalı deneylerde yi
neleme meselesi hakkındaki tartışmam a (1976) zaten daha evvel atıfta
bulunmuştum. Pinch ile birlikte, “kaşık bükm e” üzerine bir yazı yaz
mış (1982) ve eleştiricileri karşı çıkmaya çabalarken parapsikologların
nasıl meşru bilim insanları olarak tanınmaya çalıştıklarını tartışmıştık
(Collins & Pinch 1979). Bilimsel bilginin nesnelleşmesinin, kısmen
dergiler ve diğer bilim kurumlarındaki mutat faaliyetlerin bir ürünü
olduğunu tespit ettik. Bu platformlardaki -tartışm anın “meşru ze
m in”! içinde evrensellikten bütünüyle uzak gayrı ciddi tartışmak gibi—
kendine has üslup, bu mevzunun derinlemesine bir değerlendirmeye
lâyık olmadığını ortaya koyuyor.
Sapkın bilim konusunu kapamadan önce, W estrum ’un bir dizi
ilginç makalesine dikkat çekmek istiyorum. O, apaçık bir rölativist
perspektiften hareketle yazmaz, ancak çalışmaları gene de rölativist
incelemeler ile tamamen uzlaştırılabilir. Westrum, sıradan insanlarca
[bilhassa deniz yılanları (1979), meteorlar (1978) ve tanımlanamayan
uçan cisimler, yani U FO ’lar (1977) hakkında] toplanan gözleme da
yalı malumatların bilim topluluğu tarafından nasıl ele alındığını ince
ledi. O, en azından bilim kurum lan tarafından mütekabil bilim olarak
kabul edilinceye kadar, bu malumatların “güvenilmez” ve bilimsel açı
dan değersiz kılınması için nasıl işlemden geçirildiğini gözler önüne
serer. Akabinde, meselâ gökten düşen taşlar hakkındaki “güvenilmez”
raporlar, meteorlara ilişkin gözlemler olarak kabul edilebilir hale gelir.
“Benzer” raporlar, kurumsal bilimsel topluluğun verdiği onayın bir
gereği olarak saçma olmaktan çıkar, doğruya dönüşür.
Özet ve Sonuç
Önceki sayfalarda tasvir edilen yaklaşım, 1970’li yıllar boyunca felsefî
bir eleştirinin hedefi haline geldi. Şayet bilgi iddiaları sosyal olarak
müzakere ediliyor ise, o halde bizatihi bu iddianın salt sosyal m üzake
renin bir sonucu olduğu ve ciddiye alınmaması gerektiği, kısacası
onun kendi kendini de toptan çürüttüğü ileri sürülüyordu. Bu görüşe
karşılık verilerek muhtelif karşı saldırılar gerçekleştirmek mümkün
olmuşsa da, bizatihi bu doğrultudaki incelemelerin bu tür soyut eleş
tirileri geçersizleştirecek yeterince zorlayıcı bulgular üretip üreteme-
dikleri asıl sorunu teşkil etmektedir. Bu eleştirilerin sertliği, felsefeci
ler materyalleri kullanmanın faydalı yollarını bulmaya başladıklarında
azalacakmış gibi görünüyor.
Yakın zamanlarda, içeriden getirilen bazı metodolojik eleştiriler de
ortaya çıktı. Çekirdek grup vak’a incelemelerinden çıkan bilim gö
rüşünün, yalnızca bilim insanlarına ait beyanların kaydedilmesiyle
meydana getirilmiş bir kurgu olduğu ileri sürüldü. Buna göre, bilim
insanları dahi, benzer olayları betimlerken bütünüyle farklı bir söz da
ğarcığına sahiptirler. Bu tespit, tamamen kaydedilmiş beyanlara yas
lanan davranışçı ve teorik olmayan incelemeler için bir problem teşkil
edebilir. Sözkonusu vak’a incelemeleri öyle olmadığından, bu eleşti
rilerin savunulabilirliği de ortadan kalkar. Bu tartışma Knorr-Cetina
& Mulkay’dan (1982) izlenebilir. Tekrarlarsak, nihaî argüman, yeni
bilim sosyolojisine ait bulguların ilginç ve işe yarar olması nispetinde
oluşacaktır. Makalenin bu son kısmında, tikel örnek olay incelemele
rinin ayrıntılarına girmeksizin, araştırm a için birkaç sonuç, hipotez ve
öneriyi özetleyerek taslak oluşturmaya çalışacağım.
Bilimin, doğal fenomenlerin mevcudiyetini derhâl ve nihaî olarak
ispatlayabilecek veyahut çürütebilecek bir metodolojik teknikler takı
mına sahip olmadığı, ilk dönem bilgi sosyolojisi açısından oldukça
kesin, fakat D uhem -Q uine-Hesse felsefî görüşünü de teyit eden bir
sonuçtur. Bilimdeki sonuçların yinelenebilirliğinin teori ve gözlem
arasında sağlam bir ilişki tesis etmediği, bu sonucun daha evvel ön
görülmemiş bir öğesini oluşturmaktadır. Keza yinelenebilirlik, bilimin
norm atif yapısını kuvvetlendirecek gizli bir polis vazifesi de göremez.
Yinelenebilirliğe biçilen bu rol, “M ertoncı Okul” tarafından kabul edil
miş görünüyor. Bahsedilen sonuç, şaşırtıcı bir şekilde, “zımnî bilgi”
nosyonuna ait imâların, ihtilaflı alanlardaki deneysel çalışmalara dö
nük olarak geliştirilmesinden türer. Bilimsel yöntemin diğer öğelerinin
dahi problematik olduğu ortaya çıkar. Daha da ötesi, teknik argüm an
ların da, “içsel” teknik bilgi veya mantıksal imkândan ziyâde kültürel
kısıtlamalar ve güç dağılımı yüzünden sınırlandığı tespit edilmiştir.
Şaşırtıcı sonuçlar, ayrıca, bilgi inşâsının laboratuar faaliyetleri
ne ilişkin tanımlamaların tarzına dayandığı görüşünden çıkar. Şayet
“aynı” faaliyet safhasının belli bir tarzda tanımlanması olgusallığın
ortaya çıkmasına, fakat başka bir tarzda tanımlanması olgusallığın
ortadan kalkmasına neden olsaydı (Latour & Woolgar 1979), bilgi
iddiasının zeki bir eleştiricisi, deneysel bulguların bilimsel potansiye
lini yok etmek için bir deneyi bütün olumsallığı içinde dürüstçe yeni
den betimlemekten başka hiçbir talepte bulunmazdı (Collins & Pinch
1982). İşin tuhaf yanı şu ki, bu, etkin eleştiriler karşısında olgusallığı
tesis edecek bilimsel çalışma için laboratuarın hayli özel bir ortam ol
ması gerektiği anlamına gelir. Ancak o zaman, “bilimsel” açıklamala
rın herhangi bir üstünlük imkânı elde etmesi bertaraf edilebilir.
Bulgulara sert bir şekilde itiraz edilmediği durumlarda, onların
olgusallıklarının, olgunun yaratılması sürecine katılanlar (çekirdek
grup) dışında herkese dokunulmaz gibi görünmesi, çok daha şaşır
tıcı bir sonuçtur. Deneyin nihaî olarak zorlayıcı/güç doğasına ilişkin
-gösteri amacıyla yapılan görkemli deneyler ve eğitim yoluyla teşvik
edilen- yaygın görüşün aksine, zorluk/güçlük içermeyen deneyler,
çalışmalarının muhtemelen kaydedildiğinin, tartışmanın nihayetlen-
mesinin sosyal olarak dolayımlanmış doğasının ve tartışmaya yeni
den başlayabilme potansiyelinin farkında olan çekirdek grup m en
suplarının yol açtığı zorluklardan/güçlüklerden çok daha zorlayıcı/
güçleştirici nitelikte rapor edilmiş sonuçlar ortaya koyuyor. Şaşırtıcı
olmayan şey, özenle yürütülecek bir muhalefetin tartışmaları yeniden
başlatabilmesidir. Bu durum, bir avukatın taraf bilirkişisini, gayet do
ğal bir biçimde, alt etme yönündeki çabasının, taraf bilirkişisinin ona
karşı bir delil sunma çabasına eşlik etmesine benziyor. Gerekli olan
tek şey, laboratuar hayatının ve laboratuarlar arası tartışmanın zımnî,
genellikle özel ve olduğu gibi kabul edilen özelliklerine dair tartışmayı
yeniden başlatmaktır.
Bilimsel bilgi sosyolojisi program ına yöneltilen pek çok eleştiri ce
vaplandırılmış olsa da, onun nihaî yazgısının başka araştırmacılara
sağlayacağı faydaya ve problem oluşturma ve çözme kapasitesine bağ
lı olduğunu ileri sürdüm. Bitirirken, bu çalışma üzerinden, geleceğe
yönelik bazı makul önerilerde bulunmama izin verin.
“Kesin bilim örnekleri” üzerinde durulması, “politik içerikle tat
landırılmış” ihtilâfların, neden bilgi sosyolojisi örnek-olay incelemele
rinin konusunu oluşturmadığını açıkça göstermiş olsa da, bu çalışma
bilim tartışmalarının politik bir ortam dâhilinde analiz edilmesi için
mükemmel bir temel sağlamaktadır. Çevre ile ilgili ihtilâfa dair Rob
bins & Johnston (1976) tarafından yazılan bir makale, tıpkı jeolo
jik rezervlerin hesaplanmasına ilişkin yakın dönemdeki bir inceleme
(Bowden 1982) gibi, bu durum u çok iyi şekilde ortaya koyar. Gele
neksel bilim sosyolojisi ile bilgi sosyolojisinin ilgileri burada birbirini
tamamlıyor.
Bilim felsefesini geleneksel olarak muhafaza etmek, bu alandaki
çalışmaların ikinci bir görevidir. Meselâ bilim felsefesi, kendine fizik
bilimlerini örnek alan düşük özgüvene sahip -sosyoloji gibi- disiplin
lerin metodolojik sorunlarına açıklık getirebilir. Keza o, “uzmanlık”ın
doğasına da ışık tutabilir. Her ne kadar geleneksel bilim felsefesi, esas
olarak, uzmanlığa bel bağlamamızı meşrulaştıracak soyut formüller
oluşturma peşinde ise de, bilimsel bilgi sosyolojisi farklı ve kimi zaman
çatışan uzmanlık bilgisi öbeklerinin yürütülen bir çalışmaya nasıl dâhil
olduğunu ortaya koyar (Wynne 1982).
Gelecekteki araştırmalar açısından takip edilecek üçüncü bir hayatî
yol, karşılaştırmalı bilim incelemeleri yapmaktır. Halihazırda tam am
lanmış örnek-olay incelemelerine dair kaba ama işe yarar karşılaştır
malar, başlıca farklılıkların bilimin farklı safhaları arasında aranması
gerektiğini açıkça gösteriyor. İster kesin ister sınır bilim alanlarında
olsun, bütün ihtilaflı bilimler pek çok hususta birbirine benziyor görü
nüyor ve dolayısıyla hepsi de normal bilim icra ediyor. Bununla birlik
te, benzer safhalardaki farklı bilimsel disiplinler arasında, küçük ama
gene de önem arzeden farklılıklar bulunabilir. Disiplinler ve safhalar
arası karşılaştırmalar -bilim politikaları oluşturma sürecinde- bilimin
doğasını ve potansiyel değerini kavramak için hayati derecede zorun
ludur. Bilimin safhalarına ilişkin doğru bir kavrayış, bilim politikala
rında kısa vadeli faydacı hesaplar yapmaya karşı bir seçenek oluşturur.
Bu karşılaştırmalar, bilimsel kuram ların doğası ve farklı sahalar
daki formel yayınların karakteri hakkında empirik verileri gerektirir.
Dolayısıyla, bir metodolojik katılık derecesi kabul edildiğinde, temel
alınan “am entü”deki farklılıklar, geleneksel bilim sosyolojisinin bul
guları ile bilimsel bilgi sosyolojisinin bulguları arasında eş ölçüde bir
“kıyaslanamazlık”a yol açmaz. Bu potansiyel akademik köprüler,
geleneksel ve yeni olan arasındaki zorunlu karşıtlık görüşü bertaraf
edilebildiği takdirde, gelecekteki bir işbirliğinin temelini oluşturabilir.
Bu makalenin ilk kısmında ileri sürdüğüm gibi, bu karşıtlık izlenimi
tarihsel olarak arızî bir durum dur.7
7 Bu karşıtlığın giderilemez olduğuna dair bir kanıtlama için bkz. Studer &
Chubin (1980).
Bu bağlamda atıfta bulunulan aşağıdaki makaleler Collins (198la)’da bir
arada bulunmaktadır: Travis (1981a), Collins (1981b), Harvey (1981), Pic
kering (1981), Pinch (1981). Aşağıdakiler Barnes & Edge (1982) ’de yeniden
yayımlanmıştır: Collins (1974), Collins (1975), ve Bloor (1976)’ nın bölü
mü. Aşağıdakiler Collins (1982b)’de yeniden yayımlanmıştır: Farley & Ge-
Kaynakça
Barber, B. 1952. Science and the Social Order. NY: Free Press
Barber, B. 1961. Resistance by scientists to scientific discovery. Science
134:596-602
Barnes, S. B. 1969. Paradigms— scientific and social. Man 4:94-102
Barnes, S. B. 1974. Scientific Knowledge and Sociological Theory. London:
Routledge & Kegan Paul
Barnes, S. B. 1979. Vicissitudes of belief. Soc. Studies. Sci. 9:247-63
Barnes, S. B. 1981. On the conventional character of knowledge and cogni
tion. Philos. Soc. Sci. 11:303-33
Barnes, S. B., Dolby, R. G. A. 1970. The scientific ethos: a deviant viewpoint.
Arch. Europ. Sociol. XI: 3-25
Barnes, S. B., Edge, D. O., eds. 1982. Science in Context: Readings in the
Sociology o f Science. Milton Keynes, Bucks: Open Univ. Press; Cambri
dge, MA: MIT Press
Barnes, S. B., Law, J. 1976. Whatever should be done with indexical expres
sions? Theo. Soc.3:223-37 (Collins 1982b’de yeniden yayımlandı.)
Barnes, S. B., Shapin, S., eds. 1979. Natural Order: Historical Studies of
Scientific Culture. Beverly Hills and London: Sage
Ben-David, J. 1981. Sociology of scientific knowledge. The State of Socio
logy: Problems and Prospects içinde, ed. J. F. Short, s. 40-59. Beverly Hills
and London: Sage
Ben-David, J., Sullivan, T. A. 1975. Sociology of science. Ann. Rev. Sociol.
1:203-22
Bloor, D. 1973. Wittgenstein and Mannheim on the sociology of mathema
tics. Studs. Hist. Philos. Sci. 4:173-91 (Collins 1982b’de yeniden yayım
landı.)
Bloor, D. 1976. Knowledge and Social Imagery. London: Routledge & Kegan
Paul
Bloor, D. 1978. Polyhedra and the abominations of Leviticus. Brit. J. Hist.
Sci. 11: 245-72
ison (1974), Bloor (1973), Barnes & Law (1976) Woolgar (1976), Shapin
(1979), Collins & Pinch (1979), Westrum (1978), ve Robbins & Johnston
(1976).Aşağıdakiler Latour (1982)’de Fransızca olarak yeniden yayımlan
mıştır: Farley & Geison (1974), Shapin (1979), Collins (1975), Collins &
Pinch (1979). Mulkay 1979a da, Wynne (1976), Collins (1974, 1975), Col
lins & Pinch (1979), ve Mitroff (1974) dâhil olmak üzere birçok kaynağı
makul bir uzunlukta ele alıp tartışır.
Bowden, G. 1982. Estimating U.S. crude oil resources. Pac. Sociol. Rev.
25:419-48
Collins, H. M. 1974. TheTEA-set: tacit knowledge and scientific networks.
Sci. Studs. 4:165-86 (Barnes & Edge 1982’de yeniden yayımlandı.)
Collins, H. M. 1975. The seven sexes: a study in the sociology of a pheno
menon, or the replication of experiments in physics. Sociology 9:205-24 (
Barnes & Edge 1982, Latour 1982’de yeniden yayımlandı.)
Collins, H. M. 1976. Upon the replication of scientific findings: a discussion
illuminated by the experiences of researchers into parapsychology. Proce
edings of the 4S/ISA Conference, Cornell University, November
Collins, H. M., ed. 1981a. Knowledge and controversy: Studies of modern
natural science. Soc. Studs. Sci. 11:3-158 (özel sayı.)
Collins, H. M. 1981b. Son of seven sexes: the social destruction of a physical
phenomenon. Soc. Studs. Sci. 11:33-62
Collins, H. M. 1981c. The place of the ‘core-set’ in modern science: social
contingency with methodological propriety in science. Hist. Sci. 19:6-19
Collins, H. M. 1982a. Knowledge norms and rules in the sociology of scien
ce. Soc. Studs. Sci. 12:299-309
Collins, H. M. ed. 1982b. Sociology of Scientific Knowledge: a Sourcebook.
Bath, Avon: Bath Univ. Press
Collins, H. M., Pinch, T. J. 1979. The construction of the paranormal: no
thing unscientific is happening, bkz. Wallis 1979, s. 237-70. ( Latour
1982, Collins 1982b’de yeniden yayımlandı.)
Collins, H. M., Pinch, T. J. 1982. Frames of Meaning: The Social Constructi
on of Extraordinary Science. London: Routledge&Kegan Paul
Dolby, R. G. A. 1971. Sociology of knowledge in natural science. Soc. Studs.
Sci. 1:3-21
Dolby, R. G. A. 1974. In defence of a social criterion of scientific objectivity.
Sci. Studs. 4:187-90
Dolby, R. G. A. 1980. Controversy and consensus in the growth of scientific
knowledge. Nature and System 2:199-218
Duerr, H. P., ed. 1981. Der Wissenschaftler und das Irrationale. Frankfurt:
Syndikat
Edge, D. O. 1979. Quantitative measures of communication in science: a
critical review. Hist. Sci. 17:102-34
Farley, J., Geison, G. L. 1974. Science politics and spontaneous generati
on in nineteenth century France: the Pasteur-Pouchet debate. Bull. Hist.
Med. 48:161-98 (Latour 1982, Collins 1982b’de yeniden yayımlandı.)
Feyerabend, P. K. 1975. Against Method. London: New Left Books
Fleck, L. 1935. Genesis and Development of a Scientific Fact. English edition
1979, ed. T. J. Trenn, R. K. Merton. Chicago: Univ. Chicago Press
Garfinkel, H. 1967. Studies in Ethnomethodology. Englewood Cliffs, NJ:
Prentice-Hall
Gieryn, T. F. 1982. Relativist/constructivist programmes in the sociology of
science: redundance and retreat. Soc. Studs. Sci. 12: 279-98
Harvey, W. 1981. Plausibility and the evaluation of knowledge: a case study
of experimental quantum mechanics, bkz. Collins 1981a, s. 95-130
Hesse, M. 1974. The Structure of Scientific Inference. London: Macmillan
Knorr-Cetina, K. 1982. The ethnographic study of scientific work: toward a
constructivist interpretation of science, bkz. Knorr-Cetina&Mulkay 1982
Knorr-Cetina, K., Mulkay, M. J., eds. 1982. Science Observed. Beverly Hills/
London: Sage
Kuhn, T. S. 1962. The Structure of Scientific Revolutions. Chicago: Univ.
Chicago Press
Lakatos, I. 1963. Proofs and refutations. Brit. /. Philos. Sci. 14:1-25, 120-
39, 221-45, 296-342. (Cambridge: Cambridge Univ. Press tarafından
1976’da yeniden yayımlandı.)
Lakatos, I., Musgrave, A. 1970. Criticism and the Growth of Knowledge.
Cambridge: Cambridge Univ. Press
Latour, B., ed. 1982. La Science Telle Qu’elle se Fait. Paris: Pandore
Latour, B., Woolgar, S. 1979. Laboratory Life: The Social Construction of
Scientific Facts. Beverly Hills and London: Sage
Laudan, L. 1977. Progress and Its Problems. London: Routledge & Kegan
Paul
Law, J., French, D. 1974. Normative and interpretative sociologies of scien
ce. Soc. Rev. 22:581-95
Lynch, M. 1982. See Knorr-Cetina & Mulkay 1982
MacKenzie, D. 1981a. Notes on the science and social relations debate. Ca
pital and Class 14:47-60
MacKenzie, D. 1981b. Statistics in Britain, 1865-1930: The Social Constru
ction of Scientific Knowledge. Edinburgh: Edinburgh Univ. Press
Merton, R. K. 1942. Science and technology in a democratic order. /. Legal
Pol. Sci. 1:115-26 ( Merton 1973’te yeniden yayımlandı.)
Merton, R. K. 1945. Sociology of knowledge. Twentieth Century Sociology
içinde, ed. G. Gurvitch, W. E. Moore. NY: Philos. Lib. (Merton 1973’te
yeniden yayımlandı.)
Merton, R. K. 1973. The Sociology of Science: Theoretical and Empirical
Investigations. Chicago: Chicago Univ. Press
Mitroff, I. 1974. The Subjective Side of Science. Amsterdam: Elsevier
Mulkay, M. J. 1969. Some aspects of cultural growth in the natural sciences.
Soc. Res. 36: 22-52
Mulkay, M. J. 1977. Sociology of the scientific research community. Science,
Technology and Society içinde, ed. I. Spiegel-Rosing, D. de S. Price, s.
93-148. Beverley Hills: Sage
Mulkay, M. J. 1979a. Science and the Sociology of Knowledge. London: Allen
& Unwin
Mulkay, M. J. 1979b. Knowledge and utility: implications for the sociology of
knowledge. Soc. Studs. Sci. 9:63-80
Mulkay, M. J. 1981. The Sociology of science in the West. Curr. Sociol.
28(3): 1-184
Notwotny, H., Rose, H., eds. 1979. Counter-Movements and the Sciences.
Dordrecht: Reidel
Pickering, A. 1980. The role of interests in high-energy physics: the choice
between charm and colour. Sociol. Sci. Yearb. 4: 107-38
Pickering, A. 1981. Constraints on controversy: the case of the magnetic
monopole. See Collins 1981a, s. 63-94
Pinch, T. J. 1977. What does a proof do if it does not prove?: a study of
the social conditions and metaphysical divisions leading to David Bohm
and John Von Neumann failing to communicate in quantum physics. The
Social Production of Scientific Knowledge içinde, ed. E. Mendelsohn, P.
Weingart, R. Whit-ley. Dordrecht: Reidel
Pinch, T. J. 1982. Kuhn— the conservative and radical interpretations: are
some Mertonians ‘Kuhnians’ and some ‘Kuhnians’ Mertonians? 4S
Newslett. 7:10-25
Polanyi, M. 1958. Personal Knowledge. London: Routledge & Kegan Paul
Ravetz, J. R. 1971. Scientific Knowledge and Its Social Problems. Oxford:
Oxford Univ. Press
Robbins, D., Johnston, R. 1976. The role of cognitive and occupational diffe
rentiation in science. Soc. Studs. Sci. 6:349-68 (Collins 1982b’de yeniden
yayımlandı.)
Shapin, S. 1982. History of science and its sociological reconstructions. Hist.
Sci. 20: 157-211
Studer, K. E., Chubin, D. E. 1980. The Cancer Mission: Social Contexts of
Biomedical Research. Beverly Hills and London: Sage
Travis, G. D. L. 1980. On the construction of creativity: the ‘memory trans
fer’ phenomenon and the importance of being ear nest. Sociol. Sci. Yearb.
4:165-93
Travis, G. D. L. 1981a. Replicating replication: aspects of the social constru
ction of learning in planarian worms, bkz. Collins 1981a
Wallis, R., ed. 1979. On the Margins of Science: The Social Construction of
Rejected Knowledge. Sociol. Rev. Monogr. 21
Weingart, R 1974. On a sociological theory of scientific change. Social Pro
cesses o f Scientific Development içinde, ed. R.
Whitley, s. 45-68. London: Routledge & Kegan Paul
Westrum, R. 1977. Social intelligence about anomalies: the case of UFOs.
Soc. Studs. Sci. 7:271-302
Westrum, R. 1978. Science and social intelligence about anomalies: the case
of meteorites. Soc. Studs. Sci. 8:461-93 (Collins 1982b’de yeniden ya
yımlandı.)
Westrum, R. 1979. Knowledge about sea-serpents. See Wallis 1979, s. 293-
314
Whitley, R. 1972. Black boxism and the sociology of science: a discussion of
the major developments in the field. Soc. Rev. Monogr. 18:61-92
Whitley, R. 1975. Components of scientific activities, their characteristics
and institu-tionalisation in specialities and research areas. Determinants
and Controls of Scientific Development içinde, ed. K. Knorr, H. Strasser,
H. Zilian, s. 37-73. Dordrecht: Reidel
Whitley, R. 1976. Umbrella and polytheistic disciplines and their elites. Soc.
Studs. Sci. 6:471-98
Whitley, R. 1978. Types of science, organizational strategies and patterns of
work in research laboratories in different scientific fields. Soc. Sci. Inf.
17:427-47
Wittgenstein, L. 1953. Philosophical Investigations. Oxford: Blackwell
Wittgenstein, L. 1956. Remarks on the Foundations of Mathematics. Oxford:
Blackwell
Woolgar, S. 1976. Writing an intellectual history of scientific develop
ment: the use of discovery accounts. Soc. Studs. Sci. 6:395-422 (Collins
1982b’de yeniden yayımlandı.)
Woolgar, S. 1980. Discovery: logic and sequence in a scientific text. Sociol.
Sci. Yearb. 4:239-68
Wynne, B. 1976. C. G. Barkla and the J phenomenon: a case study in the
treatment of deviance in physics. Soc. Studs. Sci. 6: 307-47
Wynne, B. 1982. Rationality or Ritual?: Nuclear Decision-Making and the
Windscale Inquiry. Chalfont St. Giles, Bucks: Brit. Soc. Hist. Sci. Mo
nogr.
RASYONALİTE VE BİLİMSEL BİLGİNİN
SOSYOLOJİSİ*
Peter H alfp en n y
Kaynakça
Barnes, Barry ve Steven Shapin. 1979. Natural Order: Historical Studies of
Scientific Culture . London: Sage.
Bloor, David. 1976. Knowledge and Social Imagery. London: Routledge &
Kegan Paul.
Collins, H. (ed.). 1981. Knowledge and Controversy: Studies of Modern Na
tural Science. Social Studies of Science, Özel Sayı, 11(1).
Hollis, Martic ve Steven Lukes (eds.). 1982. Rationality and Relativism. Ox
ford: Blackwell.
Kuhn, Thomas. 1962. The Structure of Scientific Revolutions. Chicago: Uni
versity of Chicago Press.
Merton, Robert. 1973. The Sociology of Science. Chicago: University of Chi
cago Press.
Mulkay, Michael. 1979. Science and the Sociology of Knowledge. Londra:
George Allen and Unwin.
Reichenbach, Hans. 1938. Experience and Prediction. Chicago: University of
Chicago Press.
Winch, Peter. 1958. The Idea of a Social Science and Its Relation to Philo
sophy. London: Routledge & Kegan Paul.
Woolgar, Steve. 1983. “Irony in the Social Study o f Science.” 239-266.
Science Observed : Perspectives on the Social Study of Science içinde, ed.
K. D. Knorr-Cetina ve M. Mulkay. Londra: Sage.
Woolgar, Steve. 1988a. Science: The Very Idea. Chichester, Sussex: Ellis
Horwood. London: Tavistock.
Woolgar, Steve, (der.) 1988b. Knowledge and Reflexivity: New Frontiers in
the “Sociology of Knowledge”. London: Sage.
Klasik Kurucu Metinler
N e w t o n ’u n P r i n c i p i a ’s i n i n T o p l u m s a l
v e E k o n o m İk K ö k e n le ri^
B oris H essen
8 İlk İngilizce versiyonunda başlıkta farklı bir sıralama vardır: “Ekonomi, Fi
zik ve Teknoloji.”
16. ve 17. yüzyıllarda doğa bilimlerinin göz kamaştırıcı bir şekild
serpilmesi, feodal ekonominin, ticaret sermayesinin, uluslararası de
nizcilik ilişkilerinin ve ağır (madencilik ve metalürji) sanayinin geliş
mesinin sonucudur.
Ortaçağ ekonomisinin ilk yüzyıllarında, yalnızca feodal ekonomi
değil, kent ekonomisinin de kayda değer bir bölümü kişisel tüketime
dayanıyordu.9
Mübadele amacıyla yapılan üretim henüz yeni yeni ortaya çıkmaya
başlıyordu. Mübadelenin ve piyasanın sınırlı yapısı, üretim biçimleri
nin birbiriyle bağlantısız ve durgun yapısı, farklı farklı bölgelerin dış
dünyadan yalıtılmış olması, üreticiler arasında yalnızca yerel düzeyde
kalan bağlantılar, kırda feodal mülkler ve komün, kentlerde ise lonca
ların varlığı hep bu yüzdendi.
Kentlerde sermaye aynî idi ve sahibinin emeğine doğrudan bağlı ve
ondan ayrılamazdı. Bu, mülk sermayesiydi.10
Ortaçağ kentlerinde ne farklı loncalar arasında ne de tek tek işçile
rin zanaatları içersinde keskin bir işbölümü vardı.
İletişim yolduğu, seyrek nüfus ve tüketimin sınırlılığı, işbölümün-
deki herhangi bir gelişmenin önünde engeldi.
İşbölümündeki sonraki adım, üretimin mübadele biçiminden ayrıl
ması ve özel bir tüccar sınıfın ortaya çıkışıydı.
Ticaretin sınırları genişledi. Kentler birbiriyle ilişki kurdu. Güvenli
kamusal yollara yönelik bir ihtiyaç, iyi iletişim ve taşıma araçlarına
yönelik bir talep ortaya çıktı.
Kentler arasında oluşmaya başlayan bağlantılar, üretim faaliyetinin
bunlar arasında bölüşülmesini de getirdi. Her bir kent, özel bir üretim
dalını geliştirdi.
Böylece feodal ekonominin çözülmesi, özel mülkiyetin gelişimin
deki ikinci döneme, ticaret sermayesinin ve m anüfaktür imalâtının
hâkimiyetine yol verdi.
M anüfaktürün ortaya çıkışı, farklı kasabalar arasındaki işbölümü
nün doğrudan bir sonucuydu.
M anüfaktür, işçi ve işveren arasındaki ilişkilerde bir değişime yol
açtı. Kapitalist ve işçi arasında bir para ilişkisi hâsıl oldu.
Nihayetinde, efendi ve ustabaşı arasındaki ataerkil ilişkiler yıkıldı.
İletişim
O rtaçağ’ın başlarında ticaret zaten kayda değer bir gelişme düzeyine
ulaşmıştı. Yine de kara iletişimi perişan bir durumdaydı. Yollar o ka
dar dardı ki, iki at bile yan yana geçemezdi. İdeal yollar, o zamanlar
(14. yüzyılda) kullanılan bir ifadeyle, “gelinin cenaze arabasına do
kunm adan gidebileceği”, üç atın yan yana seyâhat edebileceği türden
yollardı.
Malların paketler içinde taşındığı şüphesizdi. Yol inşaatı neredeyse
hiç yoktu. Feodal ekonominin bağlantısız doğasının yol inşaatlarını
geliştirmek gibi bir dürtüsü yoktu. Bilakis, hem feodal baronlar hem
de içinden ticari ulaşım yollarının geçtiği yerlerde oturanlar yolların
koşullarının böyle kötü kalmasından faydalanıyorlardı; çünkü onların
G rundrührrecht’i" [yer hakkı], yani arabadan ya da paketten düşerek
kendi topraklarına yuvarlanan her şeye sahip olma hakları vardı.
14. yüzyılda kara ulaşımının hızı günde beş ilâ yedi mili geçmiyordu.
Doğal olarak, deniz ve suyoluyla taşımacılık hem gemilerin çok
daha büyük olan yük kapasitesi, hem de daha yüksek hızları nedeniyle
önemli bir rol oynadı: O n -o n iki öküzün çektiği en büyük iki teker
lekli arabalar iki tonluk malı zar zor taşırken, orta büyüklükte bir gemi
Su Taşımacılığı A lanında 12
1. Gemilerin tonaj kapasitesini ve hızlarını arttırmak.
2. Gemilerin batma ihtimâlini azaltmak: Daha dengeli, denize da
yanıklı, sallanmaya daha az meyilli, sefer uygunluğu daha yüksek,
Sanayi
O rtaçağ’ın sonlarında (14. ve 15. yüzyıllarda) madencilik sanayisi
halihazırda büyük ölçekli sanayiye doğru bir gelişim göstermekteydi.
Para dolaşımının gelişimiyle bağlantılı olarak yapılan altın ve gümüş
madenciliği, mübadelenin artmasıyla hız kazandı. Amerika’nın keşfi,
temelde altına duyulan açlıkla ilintili olsa da -zira 14. ve 15. yüzyıllarda
Avrupa’da gelişen sanayi ve onun oluşturduğu ticaret, mübadele araç
larına yönelik talebi arttırmıştı- altın talebi, dikkatleri madenlerle bir
likte diğer altın ve gümüş kaynaklarının da kullanılmasına yöneltmişti.
Ateşli silâhların bulunm asından ve ağır topların kullanılmaya baş
lanmasından bu yana savaş sanayisinin gösterdiği enerjik gelişim, de
mir ve bakır madenciliğine kuvvetli bir teşvik sağlamıştı. 1350 yılıyla
birlikte ateşli silâhlar doğu, güney ve orta Avrupa ordularının alışıldık
silâhları haline gelmişti.
15. yüzyılda ağır toplar oldukça yüksek bir gelişim düzeyine eriş
mişti. 16. ve 17. yüzyıllarda savaş sanayisi, metalürji sanayisine m uaz
zam taleplerle gelmekteydi. 1652 yılının yalnız M art ve Nisan ayların
da Cromwell 335 topa ihtiyaç duymuş, Aralık ayında ise toplam ağır
lığı 2230 ton olan 1500 top, 117.000 top mermisi ve 5000 el bombası
daha istemişti.
Madenlerin en etkili şekilde nasıl kullanılabileceği probleminin ne
den bu kadar önemli hale geldiği artık açık olsa gerektir.
Temel problemi madenlerin derinliği oluşturuyordu. Madenler ne
kadar derinse, içeride çalışmak o kadar zor ve tehlikeli hale gelmek
teydi.
Suyu dışarı atmak, madenleri havalandırmak ve cevheri yeryüzüne
çıkarmak için çeşitli araçlar gerekmekteydi. Ayrıca, madenlerin doğru
bir şekilde nasıl inşâ edileceğini ve bir cevher yatağının nasıl bulunabi
leceğini de bilmek gerekliydi.
16. yüzyılın başlarından itibaren madencilik zaten kayda değer bir
gelişme düzeyine erişmişti. Agricola, madencilikte ne kadar teknik ge
recin kullanılageldiğini gösteren detaylı bir madencilik ansiklopedisi
bırakmıştır bize.
Cevheri ve suyu çekebilmek için pompalar ve yük asansörleri (çık
rıklar ve uskurlar) inşâ edildi; hayvanların, rüzgârın ve düşen suyun
enerjisi kullanıldı. Havalandırma boruları ve hava üfleme motorları
inşâ edildi.13 D ört başı m am ur bir pompa sistemi vardı; çünkü m a
denler derinleştikçe, su drenajı en önemli teknik problemlerden birisi
haline gelmişti.
Agricola kitabında üç tür su drenaj aleti, yedi değişik pompa, dol
dur boşaltla ya da bir tulumba sistemiyle su çekmek için altı tür tesisat,
yani toplamda on altı farklı tipte su drenaj makinesi tanımlar.
Madenciliğin gelişimi cevheri işlemek için çok miktarda ekipmana
ihtiyaç yaratmıştı. Burada eritme ocakları, maden değirmenleri ve m e
tallerin ayrıştırılması için kullanılan makineler karşımıza çıkar.
16. yüzyılla birlikte madencilik sanayisi, örgütlenişi ve idaresi epey
bilgi gerektiren karmaşık bir organizma haline gelmişti. Nitekim m a
dencilik sanayisi çabucak büyük ölçekli bir sanayiye dönüştü, lonca
sisteminden kurtuldu ve böylece loncaların durgunluğuna tâbi kalma
dı. Teknik olarak bu alan en ilerici sanayiydi ve Ortaçağ boyunca işçi
sınıfının en devrimci bileşenlerini, yani madencileri yarattı.
Galerilerin inşâsı hatırı sayılır bir geometri ve trigonometri bilgisi
gerektirmekteydi. Nitekim 15. yüzyılda bilim insanı mühendisler m a
denlerde çalışıyorlardı.
Böylelikle mübadelenin ve savaş sanayisinin gelişimi, madencilik
sanayisini şu teknik problemlerle karşı karşıya getirdi:
1. Çok derinlerden cevher çıkarılması.
2. Madenlerdeki havalandırma gereçleri.
3. Madenlerde su pompalanması, drenaj aletleri: Pompa problemi.
4. 15. yüzyıla kadar hâkim olan kaba su-püskürtmeli üretim yön
teminden, yine havalandırma meselesi gibi, hava püskürtme ekip
manı problemini doğuran yüksek fırınlara dayalı üretime geçmek.
İç Balistik
Ateşlendiği zaman ateşli silâhta işleyen süreçlerin incelenmesi ve
geliştirilmesi.
Minimum ağırlıkla birlikte ateşli silâhın sağlamlığının arttırılması.
Rahat ve doğru bir şekilde nişan alabilmek için bir araç.
Dış Balistik
Merminin bir hava boşluğundan geçerken izlediği yol.
Merminin hava içinde izlediği yol.
Hava direncinin merminin hızına ne kadar bağlı olduğu.
Merminin yolundan sapması.
20 Bu bölüm başlığı metnin Rusçasında vardır. Rusça metinde böyle altı baş
lık, ilk İngilizce versiyonunda ise beş başlık vardır.
En başta bunların tüm ünün salt m ekanik problemler olduğuna dik
kat çekmek gerek.
Çok genel hatlarıyla da olsa, ticaret sermayesinin hâkim ekonomik
güç haline gelmekte olduğu, m anüfaktürün yükselmeye başladığı bu
dönem boyunca, yani 16. yüzyılın başından 17. yüzyılın ikinci yarısına
kadarki dönemde fizik alanında var olan başlıca araştırma temalarını
çözümleyeceğiz.
Newton’un fizik üzerine yaptığı çalışmaları buna dâhil etmeyeceğiz
çünkü bunlar ayrıca çözümlenecek. Başlıca fizik temalarını sunarak
Newton’dan hemen önceki dönemde ve onun döneminde fizikle en
yakından ilişkili olan problemleri belirleyebileceğiz.
Basit makinelere, eğimli yüzeylere ilişkin problemleri ve genel sta
tik problemlerini çalışanlar: Leonardo da Vinci (15. yüzyılın sonu);
Cardano (16. yüzyılın ortaları); Guidobaldo (1577); Stevin (1587);
Galileo (1589-1609).
Kütlelerin serbest düşüşünü ve merminin izlediği yolu çalışanlar:
Tartaglia (1530’lar); Benedetti (1587); Piccolomini (1597); Galileo
(1589-1609); Riccioli (1651); Gassendi (1649); Accademia del Çi
mento [Deneyler A kadem isi-ç.n.].
Hidrostatik, aerostatik ve atmosferik basınç yasaları. Pompa, d i
rençli ortamda kütlelerin hareketi: Hollanda’daki kara ve su tesisatla
rının mühendisi ve denetçisi olan Stevin (16. yüzyıl sonu, 17. yüzyıl
başı); Galileo, Torricelli (17. yüzyılın ilk çeyreği); Pascal (1647-1653);
Gustavus Adolphus’un ordusunda askerî mühendis olan, köprüler ve
kanallar inşâ eden Guericke (1650-1663); Robert Boyle (1670’ler);
Accademia del Çimento (1657-1667).
Gök mekaniğinin problemleri, dalgalar teorisi. Kepler (1609); G a
lileo (1609-1616); Gassendi (1647); Wren (1660’lar); Hailey, Robert
Hooke (1670’ler).
Yukarıda sayılan problemler o dönemdeki neredeyse tüm fizik konu
larını kapsar.
Bu temel temaları iletişimin, sanayinin ve savaşın ortaya koyduğu
teknik taleplere ilişkin yaptığımız analizden çıkan fizik problemleriyle
karşılaştırırsak, bu fizik problemlerinin temelde bu talepler tarafından
şekillendirildiği oldukça net bir şekilde görülebilir.
Aslında ilk gruptaki problemler, madencilik ve yapı sanatı için
önemli olan kaldırma araçları ve şanzıman mekanizmalarına ilişkin
fizik problemlerini teşkil eder.
İkinci gruptaki problemler topçuluk için çok önemlidir ve balistiğe
ilişkin temel fizik problemlerini teşkil eder.
Üçüncü gruptaki problemler, madenlerin drenajına, havalandırıl
masına, cevherin eritilmesine, kanal ve yükseltme havuzu inşâsına, iç
balistiğe ve gemilerin şeklinin tasarlanmasına ilişkin problemler için
önem arz eder.
D ördüncü grup gemicilik için muazzam öneme sahiptir.
Bunların tümü temelde mekanik problemlerdir. Elbette bunlar
m addenin hareketinin diğer yönlerinin bahsettiğimiz dönemde hiç in
celenmediği anlamına gelmiyor. Bu dönemde optik de gelişmeye baş
lamış ve statik elektrikle manyetizma üzerine ilk gözlemler yapılmıştı*
Yine de hem doğaları hem de nispi önemleri nedeniyle bu problem
ler yalnızca ikinci dereceden bir öneme sahiplerdi ve gerek çalışılma
düzeyleri gerekse de matematiksel gelişmeleri bakımından mekaniğin
oldukça gerisine düştüler (optik aygıtların yapımında hatırı sayılır bir
önem arz eden geometrik optiğin belli yasalarını bunun dışında tu t
mak gerek).
Aynı şekilde optik de temel itkisini öncelikle denizcilik alanında
büyük önem taşıyan teknik problemlerden aldı."
Çağın ana teknik ve fizik problemlerini, araştırdığımız dönemdeki
önde gelen fizikçilerin çalıştığı konularla karşılaştırdık ve bu başlıkla
rın her şeyden önce yükselen burjuvazinin gündeme taşıdığı ekono
mik ve teknik problemlerle belirlendiği sonucuna ulaştık.
Ticaret sermayesi çağında üretici güçlerin gelişimi bilimin karşısı
na bir takım pratik görevler çıkarmış ve bunların acilen çözülmesini
talep etmişti.
Ortaçağ üniversitelerinde konuşlanmış olan resmî bilim bu sorun
ları çözmek için hiçbir çaba göstermemekle kalmadı, doğa bilimlerinin
gelişmesine etkin olarak karşı çıktı.
15. yüzyıldan 17. yüzyıla kadar üniversiteler feodalizmin bilimse
merkezleriydi. Yalnızca feodal geleneklerin taşıyıcısı olmakla kalmıyor
lar, bu geleneklerin koruyuculuğunu da etkin bir şekilde yapıyorlardı.
31 Ek 2.
Newton takvim reformu komisyonunda da etkin bir rol aldı, danış
manlık yaptı. Makaleleri arasında takvimde radikal bir reform önerdiği
“Rumi Takvim Reformu Üzerine Gözlemler” adlı çalışması da vardır.
Biz tüm bu olguları Newton’u zamanının dünyevi teknik ve ekono
mik meselelerinin çok üzerinde duran ve yalnızca soyut düşüncenin
azametli krallığında süzülen bir Olimpos tanrısı gibi gösteren gelenek
sel temsili dengelemek için aktarıyoruz.
Yukarıda da belirtmiş olduğum üzere, Principia Newton’a böyle
yaklaşılmasını meşrulaştırmakta. Ne var ki, gördüğüm üz üzere bunun
gerçekle uzaktan yakından bir ilgisi yok.
Yukarıda kısaca özetlenen ilgi alanlarının kapsamını karşılaştıracak
olursak, bunların dönemin ulaşım, ticaret, sanayi ve savaş ihtiyaçla
rından doğan karmaşık problemlerin neredeyse tüm ünü kucakladığını
kolaylıkla fark edebiliriz.
Şimdi Newton’un Principia’smm içeriğinin çözümlenmesine d ö
nelim ve o dönemde fizik alanında yapılan araştırmaların başlığıyla bu
içeriğin nasıl bir ilişki içinde bulunduğuna bakalım.
Harekete ilişkin tanımlar, aksiyomlar ya da yasalar, mekaniğin te
orik ve metodolojik temel ilkelerini açıklar.
İlk kitap merkezî güçlerin etkisi altında doğan genel hareket ya
salarının ayrıntılı bir açıklamasını içerir. Böylece Newton, Galileo ile
başlayan mekaniğin genel ilkelerinin oluşturulması çalışmasına bir ön
sonuç sağlamış olur.
Newton’un yasaları mekanik problemlerin büyük çoğunluluğunun
çözülmesi için genel bir yöntem sağlar.
Kütlelerin hareketi problemine ayrılmış olan ikinci kitap, yukarıda
bahsedilen karmaşık problemlerle yakından ilişkili olan bir dizi prob
lemi ele alır.
İkinci kitabın ilk üç bölümü, kütlelerin dirençli bir ortamdaki ha
reketine ve direncin hıza bağlı olduğuna ilişkin çeşitli örneklere ay
rılmıştır: Hızın birinci ve ikinci güçleriyle orantılı direnç ve kısmen
birinci, kısmen de ikinci güçle orantılı direnç.
Birinci bölüme düştüğü şerhte, Newton doğrusal vakaların fiziğin
alanından çok matematiğin alanına girdiğine dikkat çeker ve kütlele
rin havadaki gerçek hareketi sırasında gözlenmiş olan vakaların detay
lı bir incelemesine geçer.32 Yukarıda da göstermiş olduğumuz üzere,
Newton’un ağır topun keşfine bağlı olarak gelişen balistiğin fiziksel
gütlenmesi içinde hatırı sayılır bir yer işgal ediyordu ama bu konum, onun
genişleyen gücüne çok dar geliyordu. Orta sınıfın, yani burjuvazinin gelişme
si, feodal sistemin sürdürülmesiyle bağdaşmaz oluyordu; bu yüzden feodal
sistemin yıkılması gerekiyordu.” Sonraki paragraflar bu esere dayalıdır; bkz.
CW 24, s. 290-294 (MEW 19, s. 533-538).
35 Socialism: Utopian and Scientific adlı eserin İngilizce baskısının Giriş bölü
mü: “Burjuvazi, o zamandan itibaren İngiltere’nin egemen sınıflarının alçak
gönüllü, ama kabul görmüş bir öğesi oldu.” CW 27, s. 293 (MEW 19, s. 536).
Bu nedenle, burjuvaziye karşı çıktıkları her yerde, örneğin 1793-
9 4’te Fransa’da, burjuvazinin usullerini kullanmasalar da, sadece b u r
juvazinin çıkarlarının galebe çalması için dövüştüler.
Tüm Fransız terörizmi, devrim düşmanlarının, yani mutlakçılığın
ve feodalizmin avam tarzında bertaraf edilmesinden başka bir şey de
ğildi. İngiliz Devrimi sırasındaki Levellers [Düzleyiciler -ç.n .] hareke
ti için de aynı şey söylenebilir.
1648 ve 1789 devrimleri, İngiliz ve Fransız devrimleri değildi.
Bunlar, Avrupa çapında devrimlerdi. Bir sınıfın eski siyasi düzen kar
şısındaki zaferini temsil etmekle kalmadılar, yeni Avrupa toplum unun
siyasi düzeninin de habercisi oldular.
Burjuvazi bu devrimlerde muzaffer oldu; ama burjuvazinin zaferi, o
sıralar, yeni toplum düzeninin zaferiydi; burjuva mülkiyetinin feodal
mülkiyet karşısındaki, milliyetin bölgecilik karşısındaki, rekabetin
lonca karşısındaki, miras taksiminin büyük evlat hakkı karşısındaki,
toprak sahibi egemenliğinin toprağın kendi sahibi üzerindeki ege
menliği karşısındaki, aydınlığın hurafe karşısındaki, ailenin aile adı
üzerindeki, sanayinin kahramansı aylaklık karşısındaki, medeni ya
sanın ortaçağ ayrıcalıkları karşısındaki zaferiydi. (Marx)36
36 Düzleyiciler üzerine yazılan tek bir cümle hariç son 5 paragraf Marx’tan
[“The Bourgeoisie and the Counter-Revolution”, Neue Rheinische Zeitung,
No. 169, 15 Aralık 1848, CW 8, s. 161 (MEW 6, s. 107)] almtılanmıştır:
“Her iki devrimde de, hareketin gerçek öncüsünü oluşturan sınıf burjuvaziydi.
Proletarya ve orta sınıfın burjuvaziye dâhil olmayan katmanları ya henüz bur-
juvazininkinden ayrı çıkarlara sahip değillerdi, ya da henüz bağımsız olarak
gelişmiş sınıflar ya da sınıfların alt-bölümlerini oluşturmuyorlardı. Bundan
ötürü, örneğin Fransa’da, 1793’ten 1794’e kadar olduğu gibi, burjuvaziyle
karşı karşıya geldiklerinde, burjuvaziye özgü bir biçimde olmasa bile, yalnızca
burjuvazinin çıkarlarının gerçekleşmesi için savaşım verdiler. Tüm Fransız te
rörizmi, burjuvazinin düşmanlarıyla, mutlakiyet ile, feodalizm ile ve darkafalı-
lık ile avamca hesaplaşmaktan başka bir şey değildi.”
“1648 ve 1789 Devrimleri, İngiliz ve Fransız devrimleri değillerdi; bunlar
Avrupa tarzında devrimlerdi. Bunlar toplumun belirli bir sınıfının eski siyasal
düzen karşısındaki zaferi değillerdi; bunlar yeni Avrupa toplumu için siyasal
düzen ilânlarıydılar. Burjuvazi bu devrimlerde muzaffer oldu; ama burjuvazi
nin zaferi, o sıralar, yeni toplum düzeninin zaferiydi; burjuva mülkiyetinin fe
odal mülkiyet karşısındaki, milliyetin bölgecilik karşısındaki, rekabetin lonca
karşısındaki, miras taksiminin büyük evlat hakkı karşısındaki, toprak sahibi
egemenliğinin toprağın kendi sahibi üzerindeki egemenliği karşısındaki, ay
dınlığın hurafe karşısındaki, ailenin aile adı üzerindeki, sanayinin kahramansı
aylaklık karşısındaki, medeni yasanın ortaçağ ayrıcalıkları karşısındaki zafe-
1649-1688 İngiliz Devrimi bir burjuva devrimiydi.
İktidara “kapitalist ve toprak sahibi vurguncuları” getirdi.37 Res
torasyon feodal sistemin yeniden kurulması demek değildi. Aksine,
Restorasyon’da toprak sahipleri feodal toprak ilişkileri sistemini yok
ettiler. Özünde Cromwell zaten yükselmekte olan burjuvazinin işi
ni görüyordu. Özgür bir proletaryanın ortaya çıkışının ön şartı olan
nüfusun yoksullaştırılması işi devrimden sonra yoğunlaştırıldı. İşte
devrimin gerçek anlamı egemen sınıftaki bu değişiklikte bulunur. Bil
hassa Hum e ve Macaulay gibi geleneksel İngiliz tarihçileriyle M arx’in
yorumu arasındaki temel fark buradadır.
Her hakiki Tory gibi Hum e da 1649 devriminin ve Restorasyon’un,
daha sonra da 1688 devriminin önemini, yalnızca düzenin yıkılmasın
da ve yeniden kurulmasında görmüştü.
Hume, ilk devrimin neden olduğu kalkışmayı kıyasıya eleştirmiş ve
Restorasyon’u düzenin yeniden kurulması olarak görüp selâmlamıştı.
1688 devriminin eski özgürlüğü basitçe yeniden inşâ ettiğini düşün-
müyorduysa da, anayasal bir eylem olarak devrimi desteklemişti.
“Halkçı ilkelere üstünlük” veren yeni bir anayasa çağı başlamıştı.38
Macaulay’a göre 1688 devrimi ilk devrimle yakından ilişkiliydi.
Ama ona göre 1688 devrimi tam da anayasal bir devrim olduğu için
“muzaffer devrim”di.
Macaulay, 1688 devrimi üzerine olan tarih çalışmasını 1848 olay
larının hemen ardından yazmıştı ve proletaryadan, onun olası zaferin
den duyduğu korku tüm çalışma boyunca belirgindir. II. James tah
tından indirilirken Parlamentonun tüm ayrıntılı törenlere uyduğunu ve
53 Francis Bacon, Novum Organum, kitap 2 §2, The Works of Francis Bacon,
cilt 1, ed. J. Spedding, R. Ellis and D.D. Heath, London, 1861.
54 Alıntının yeri belirtilmemiş.
55 Engels, Dialectics o f Nature, CW 25, s. 475 (MEW 20, s. 466).
56 Engels, Dialectics of Nature, CW 25, s. 480 (MEW 20, s. 471): “Newton
O’nun ‘ilk itkiyi’ vermesine izin verdi ama Onun Kendi güneş sistemine daha
Evrenin idaresinde Tanrı ve nedensellik arasında yapılan bu kendi
ne has “işbölümü”, İngiliz filozofların dinsel dogmayı mekanik ne-
den-sonuç ilkesinin maddeci prensipleriyle harmanlamalarının karak
teristik bir yöntemidir.
Hareket kipliğinin kabulü ve m addenin hareketinin kendi içinden
geldiğinin reddi Newton’u kaçınılmaz olarak ilk itki fikrine getirecek
ti. Bu perspektiften bakınca New ton’un sistemindeki tanrısallık fikri
hiçbir şekilde tesadüfi değildir, aksine bu fikir temelde onun madde
ve harekete ilişkin görüşleriyle olduğu kadar, geliştirirken Henry Mo-
re’dan çok fazla etkilendiği uzaya dair görüşleriyle de bağlantılıdır.
Newton’un genel felsefi evren anlayışının tüm zayıflığı bu noktada
belirginleşir. Saf mekanik nedensellik ilkesi, İlâhî itki nosyonuna gö
türür. Mekanik determinizmin evrensel zincirinin “kötü sonsuzluğu”,
ilk itkiye varır ve böylece teleolojiye kapı aralar.
Öyleyse Principia’nın önemi saf fizik problemleriyle sınırlı değildir;
eser metodolojik olarak da büyük bir ilgiyi hak eder.
Principia’nın üçüncü kitabında Newton bir “evren anlayışı” açık
lar. Üçüncü kitaba (üçüncü basımına) düşülen genel açıklayıcı not,
evrenin örgütleyici, hareket ettirici ve yönlendirici öğesi olarak İlâhî
bir kuvvetin gerekli olduğunu ortaya koyar.
Bu açıklayıcı notun kimin tarafından yazıldığı meselesine de, Cotes
ve Bentley’in Principia’nın basılmasındaki rolüne de değinmeyeceğiz.
Bu mesele üzerine çok geniş bir literatür halihazırda m evcuttur ama
Newton’un aşağıda alıntılanan mektupları hiçbir soruya yer bırakm a
yacak biçimde kanıtlamaktadır ki, kendisinin teolojik fikirleri, siste
mine yapılmış basit bir ekten ibaret değildir ve Cotes ya da Bentley
tarafından Newton’a dayatılmamışlardır.
Robert Böyle 1692 yılında öldüğünde,57 her yıl İngiltere’deki kilise
lerin birinde Hıristiyanlığın çürütülemezliğini kanıtlayan ve inançsızlı
ğı kötüleyen sekiz dersin verilebilmesi için toplamda yıllık 50 pounda
karşılık gelen bir miktar bıraktı.
İlk yıl derslerini, Worcester Psikoposunun papazı olan Bentley ve
recekti. Yedinci ve sekizinci dersleri İlâhî varlığın gerekliliğini kanıt
lamaya ayırmıştı ve kanıtını da Newton’un Principia’sında bahsettiği
dünyanın yaratımının fiziksel ilkelerine dayanarak temellendirmişti.
64 Bkz. Ek 3.
Ama tarihsel bir doğa görüşü eksikti. Bu, bir sistem olarak New-
ton’da bulunmaz. Temelde devrimci olan doğa bilimi, çağlar boyun
ca ilk yaratıldığı durum da kalmış olan muhafazakâr bir doğa fikrinin
karşısında duraklamaya uğratılmıştır.
Newton’da tarihsel bir doğa görüşünün bulunmaması bir yana,
onun mekanik sistemi enerjinin korunum una ilişkin bir yasa dahi içer
mez. Enerjinin korunum u yasası Newton’un göz önünde bulundurdu
ğu merkezî güçlerin basit bir matematiksel sonucu olduğu için, ilk
bakışta bunu anlamlandırmak daha da zordur.
Dahası, örneğin Huygens salınımların merkezinin ne olduğu soru
nunu incelerken enerjinin korunum u yasasını dolaylı olarak formüle
ettiği için Newton da salınım vakalarını ele alır.
Besbelli ki Newton’u bu yasayı, yaşayan güçlerin ayrılmaz bir par
çası olarak bile telaffuz etmekten alıkoyan şey, ne onun matematiksel
bir dehaya sahip olmayışıdır ne de onun fiziğe ilişkin ufkunun sınırlı
oluşudur.65
Bunu açıklamak için meseleyi tarihsel sürece ilişkin Marksist bakış
açımızdan ele almamız gerekir. Böyle bir çözümleme bizim bir hareket
biçiminin başka bir hareket biçimine dönüşmesi problemini -k i çözü
mü Engels tarafından sağlanm ıştır- bu meseleyle ilişkilendirmemize
imkân tanıyacaktır.
65 “Yaşayan güç” (vis viva) Leibniz’in korunan büyüklük mv2 için kullandığı
terimdi.
Gene de, bu hareket biçimine ek olarak, maddenin başka bazı h a
reket biçimleri de vardır ve hareketin kendine has yeni biçimleriyle
karşılaştırıldığında mekanik yer değiştirme burada geri plana düşer.
Elektronların hareket yasaları onların mekanik yer değiştirmesiyle
ilişkili olsa da, mesele onların salt uzamda yer değiştirmesinden ibaret
değildir.
Doğrusu, doğa bilimlerinin temel görevini maddenin tüm hareket
biçimlerinin tek bir mekanik yer değiştirme biçimine indirgenmesin
den ibaret gören mekanik dünya görüşünden farklı olarak, diyalektik
maddecilik doğa bilimlerinin başlıca görevini, m addenin hareket bi
çimlerini kendi iç bağlantıları, etkileşimleri ve gelişmeleri içinde ince
lemek olarak görür.
Diyalektik maddecilik, hareketi genel anlamıyla değişim olarak
kavrar. Mekanik yer değiştirme, hareketin yalnızca tek ve kısmi bir
biçimidir.
Doğada, gerçek maddede, birbirinden m utlak olarak yalıtılmış saf
hareket biçimleri yoktur. Tüm gerçek hareket biçimleri, elbette m e
kanik yer değiştirme de dâhil, bir hareket biçiminin başka bir hareket
biçimine dönüşmesiyle bağlantılıdır.
Şimdiye dek fizik tek bir hareket biçiminin, mekanik biçimin ince
lenmesiyle kendini sınırladı ve gördüğümüz üzere Newton döneminde
fiziğin ayırıcı özelliğini bu teşkil ediyordu. Bu ve diğer hareket biçim
leri arasındaki ilişkiler gerçek anlamıyla ortaya konamıyordu. Böyle
bir problem ortaya konulduğundaysa, her zaman özellikle bu en basit
ve en bütünlüklü olarak incelenmiş hareket biçiminin varlığını kabul
etmeye ve bunu hareketin yegâne ve evrensel yönü olarak sunmaya
yönelik bir eğilim vardı.
Descartes ve Huygens bu konum u benimsediler ve Newton da esa
sen kendini bu görüşle ilişkilendirdi.
Principia’nın giriş bölümünde Newton şöyle der: “Keşke doğanın
fenomenlerinin geri kalanım da aynı türden bir akıl yürütmeyle m eka
nik ilkelerden türetebilseydik.” (Newton üçüncü kitabında gezegen
lerin hareketini bu yasalardan çıkarmıştır.) Ve devam eder: “Zira bir
sürü şey beni, tüm fenomenlerin, kütle parçacıklarını henüz bilinme
yen nedenlerle ya birbirine itip düzenli şekillerde kaynaştıran ya da
birbirinden ayırarak uzaklaştıran belirli bazı güçlere dayanıyor olabi
leceğinden şüphelenmeye sevk etti.”66
68 Karl Marx, Capital, CW 35, s. 376 (MEW 23, s. 393): “Tüm tam gelişmiş
makineler birbirinden tamamen farklı üç parçadan oluşur: Motor mekaniz
ması, iletim mekanizması ve nihayet alet ya da işleyen makine.” Ayrıca bkz.
Bir makinenin tanımına ilişkin tarihsel görüşün özü, makinenin
farklı dönemlerde farklı amaçlar için kullanılmış olması olgusunda ya
tar.
Vitrivius’un makine tanımı sanayi devrimine kadar geçerliliğini
sürdürm üştür. Ona göre makine “yükleri en iyi şekilde hareket ettire
bilen ve marangozluk esasına dayanan tutarlı bir terkip”ti.69
Dolayısıyla bu amaçlara hizmet eden temel gereçler, yani eğimli
yüzey, çıkrık, m akara ve manivela, basit makineler olarak adlandırı
lıyordu.
Principia’m n girişinde Newton beş basit makineye (manivela, te
kerlek, makara, çıkrık, takoz) ilişkin öğretileri, eski zamanlarda geliş
tirilen uygulamalı mekaniğe atfetti.
İngiliz yazınında gözlemlenen, bir gerecin basit makine olduğu,
makinenin ise karmaşık bir gereç olduğu şeklindeki yaygın görüşün
kaynağı budur.
Ne var ki, mesele yalnızca bir basitlik karmaşıklık meselesi değil
dir. Meselenin özü, emek nesnesini sıkıca kavraması ve yerini uygun
bir biçimde değiştirmesi için tasarlanmış makineli bir aletin, tüm bir
üretim sürecini devrimcileştirmesidir.
Makinenin diğer iki parçası, aleti harekete geçirmek için vardır.
Dolayısıyla, görevi yalnızca bitirilmiş ürünlerin yerini mekanik bir
biçimde değiştirmekten ibaret olan Vitruvius’un makinesiyle, işlevi
ürünün orijinal malzemesini tümden değiştirmek olan büyük ölçekli
sanayi makineleri arasındaki uçurum aşikâr olsa gerektir.
Eğer literatürdeki makine tanımlarıyla karşılaştırırsak, Marx’m ge
tirdiği tanımın verimliliği daha iyi anlaşılabilir.
Reuleaux, Teorik Kinematik adlı eserinde70 makineyi “kendisi ara
cılığıyla mekanik doğal güçlerin belirli bazı hareketler yapmaya zorla
Marx’in Engels’e 28 Ocak 1863te yazdığı bir mektuptaki ifadeleri (MEW 30,
s. 320-322; CW41, s. 449-451).
69 Marcus Vitruvius Pollio: De Achitectura 10.1.1.: “Machina est continens e
materia coniunctio maximas ad onerum motus habens virtutes.”
70 Franz Reuleaux, Theoretische Kinematik. Grundzüge einer Theorie des
Maschinenwesens, Braunschweig: Vieweg, 1875, s. 38 (alıntı olarak işaretlen-
memiştir). Almancasından yeniden tercüme edilmiştir. İlk İngilizce versiyo
nunda bu pasajın anlamı Almancadan Rusçaya, Rusçadan İngilizceye yapılan
tercümede yitmiştir: “Eine Maschine ist eine Verbindung widerstandsfähiger
Körper, welche so eingerichtet ist, dass mittelst ihrer mechanische Naturkräf
te genöthigt werden können, unter bestimmten Bewegungen zu wirken.”
nabileceği biçimde düzenlenmiş ve direnç uygulayabilen kütlelerin bir
birleşimi” olarak tanımlar.
Bu tanım hem Vitruvius’un makinesine hem de buhar makinesine
eşit olarak uygulanabilirdir. Gelgelelim, bu tanımı buhar makinesine
uyguladığımızda kimi zorluklarla karşılaşırız.
Som bart’ın makine tanımı da benzer bir eksiklikle malûldür. Som
bart, makineyi amacı emeğin mekanik rasyonelleştirmesi olan, insanın
hizmet ettiği bir emek aracı ya da karmaşık bir emek aracı olarak ta
nımlar. Bir emek aracı olarak makineyi aletten ayıran şey, birincisinin
insanı çalıştırması, İkincisini ise insanın çalıştırmasıdır.71
Bu tanımın yetersiz olmasının en önemli nedeni, birini insanın ça
lıştırması ve diğerinin de insanı çalıştırması olgusuna dayanarak yapı
lan alet ve makine ayrımından temellendirilmiş olmasıdır. İlk bakışta
sosyo-ekonomik bir karaktere sahip gibi görünen bu tanım, yalnızca
basit aracın hâkim olduğu dönemle makineli üretim yönteminin hâ
kim olduğu dönemi ayıramamakla kalmaz, aynı zamanda makinenin
özünün insanı çalıştırmak olduğu gibi son derece saçma bir nosyon
da yaratır.72
Böylece bir insanın sürekli olarak çalışmasını gerektiren hatalı bir
buhar makinesi, bir makine haline gelirken (Newcomen’in ilk m aki
nelerinde, bir kişinin sürekli olarak bir musluğu açıp kapatması ge
rekiyordu), şişe ya da ampul üreten karmaşık bir otomat, alet olarak
görülecektir, çünkü hemen hiç çalışmayı gerektirmez.
Marx’in makine tanımı, makinenin tam da üretim sürecinde bir
devrime neden olduğu gerçeğine dikkat çeker.
M otor, sanayi kapitalizminin makinelerinin gerekli ve hayati bir
parçasıdır ama onun temel karakterini belirleyen bu değildir. John
Wyatt ilk eğirme makinesini icat ettiğinde, bu makinenin itici gücü
71 Werner Sombart’ın meşhur ayrımı şöyledir: “Bir araç insan emeğine hizmet
edecek bir emek aracıdır (dikiş iğnesi). Bir makine ise insan emeğinin yerini
alacak ve böylece insan olmadan insanın işini yapabilecek bir emek aracıdır
(dikiş makinesi)” (Der moderne Kapitalismus, cilt 1, kısım 1, s. 6).
72 Önceki paragrafın son cümlesi Marx’in Kapital’indeki bir paragrafa anış
tırma yapıyor gibidir: “El sanatları ve manüfaktürde, işçi bir aleti kullanır;
fabrikada ise makine onu kullanır” (CW 35, s. 425; MEW 23, s. 445). Parag
rafında Hessen bu pasajı makinenin ve aletin bir tanımı olarak değil, işçinin
bu üretim araçlarıyla kurduğu iki farklı ilişkinin niteliği olarak yorumlar.
nün ne olduğundan bahsetmemişti bile. “Parmakların yardımı olma
dan yün eğirmek için bir makine” diyordu.73
18. yüzyılın sanayi devrimini yaratan şey m otorun gelişimi ve b u
har makinesinin icadı değildi; aksine m anüfaktür üretiminde ortaya
çıkmakta olan işbölümü ve onun artan üretkenliği makineli bir aletin
icadını hem mümkün hem gerekli kıldığı için buhar makinesi bu ka
dar büyük bir önem kazanmıştı. Madencilik sanayinde doğan buhar
makinesi devindirici gücünü kullanmayı bekleyen bir alanla karşılaştı.
Arkwright’ın pamuk eğirme makinesi başlangıçta suyla çalışıyor
du. Ancak itici gücün başlıca biçimi olarak su gücünün kullanılması
büyük zorluklar içeriyordu.
Su gücü yapay olarak arttırılamıyordu; eğer su az miktarda ise
tekrar doldurulamıyordu ve su bazen de kuruyordu. Bu nedenle söz
konusu makine sadece yerel düzlemde kaldı.
O dönemde zaten bir hayli gelişmiş olan makineli tekstil sanay
yalnızca Watt’ın makinesinin icadıyla birlikte yeni bir gelişim aşaması
için hayati öneme sahip olan m otoru elde etmiş oldu.
Yani makineli tekstil sanayi hiçbir şekilde buhar makinesinin icadı
nın sonucu değildi.
Buhar makinesi madencilik sanayinde doğdu. 1630 gibi erken bir
tarihte Ramsay’e “alçak çukurlardan ateşle su çıkarmak için” İngilte
re’de bir patent verilmişti.
İngiltere’de Newcomen’in m otorunu kullanmak için 1711 yılında
Ateşle Su Çıkarma İcadının Sahipleri kuruldu.
Carnot, Isının Devindirici Gücü Üzerine adlı çalışmasında İngilte
re’nin termal (buhar) m otorunun getirdiği en büyük hizmet, kömür
madenlerindeki çalışmaya yeniden can vermesidir diye yazıyordu. Zira
73 Capital, CW 35, s. 375 (MEW 23, s. 392): “1735 yılında John Wyatt yün
eğirme makinesini ortaya attığında ve 18. yüzyılın sanayi devrimi başladığın
da, bu makineyi insan yerine bir eşeğin çalıştıracağı konusunda tek kelime et
memişti ama işin bu kısmı yine eşeğe düştü. Wyatt, makineyi ‘ipliği parmaksız
eğiren’ bir makine olarak tanımlamıştı.”
Marx’in makinenin tanımına ilişkin tartışması makine ve modern sanayi
üzerine olan bölümdedir (CW 35, s. 374-379; MEW 23, s. 391-396).
Marx’in alet ve makine arasına koyduğu ayrım, İkincisinin “bir zanaatçının
aletlerinin kuşattığı organik sınırlardan kurtarılmış” olmasıydı (CW 35, s.
377): “Sanayi devriminin başlangıç noktası olan makine, bir dizi benzer aletle
işleyen ve gücün biçimi ne olursa olsun tek bir itici güçle harekete geçirilen
mekanizması nedeniyle, tek bir aleti tutan işçinin yerine geçmiştir” (CW 35,
s. 379).
drenajın ve köm ür çıkartmanın giderek zorlaşması sonucu madencilik
faaliyetleri durm a tehdidi altındaydı.74
Buhar makinesi üretimde giderek önemli bir etken haline geldi.
Buhar tüketimini ve nihayet su ve yakıt tüketimini azaltarak bu m aki
nenin daha ekonomik hale getirilebileceği sonradan dikkatleri çekti.
Hattâ Watt’in çalışmasından önce Smeaton, farklı buhar makinele
rindeki buhar tüketimini araştırmış ve bu amaçla 1769 yılında özel bir
laboratuar kurmuştu. Smeaton, farklı buhar makinelerindeki buhar
tüketiminin beygirgücü -sa a t başına 176 ile 76 kilogram arasında de
ğiştiğini ortaya çıkardı. Savery ise, beygirgücü- saat başına 60 kilog
ram buhar tüketen Newcomen tipi bir m otor yapmayı başardı.
1767 itibariyle yalnızca Newcastle’da toplam gücü 1200 beygir
olan elli yedi buhar makinesi çalışıyordu.
Tasarruflu olma meselesinin Watt’in karşısına çıkan temel mesele
lerden biri olduğuna şüphe yok.
Watt’m 1769’da alınan patenti şöyle başlıyordu: “Buhar tüketimini
ve nihayet alev makinesindeki yakıt tüketimini azaltma yöntemim şu
iki ilkeden m ürekkeptir.”75
Watt ve Boulton köm ür madeni sahiplerinden biriyle bir anlaşmaya
vardılar. Buna göre azaltılan yakıt maliyeti sayesinde yapılan tasarru
fun üçte biri onlara ödenecekti.
Bu anlaşma uyarınca yalnızca bu madenden yılda iki bin pound
dan76 fazla para kazandılar.
Tekstil sanayinin başlıca keşifleri 1735-1780 arasındaki dönemde
yapıldı ve derhâl bir m otor talebi ortaya çıktı.
1784 yılında alınan patentinde Watt buhar makinesini büyük sana
yinin evrensel m otoru olarak tanımladı.
Asıl sorun buhar makinesinin teknik olarak rasyonelleştirilmesiydi.
Bu görevi pratikte başarm ak için m otorda meydana gelen fiziksel sü
reçlerin ayrıntılı bir incelemesini yapmak gerekiyordu.
74 Sadi Carnot, Réflexions sur la puissance motrice du feu: et sur les machines
propres à développer cette puissance, Paris: Bachelier, 1824, s. 3: “Le service
le plus signalé que la machine à feu ait rendu à l’Angleterre est sans contredit
d’avoir ranimé l’exploitation des ses mines de houille, devenue languissante
et qui menaçait de s’eteindre entièrement à cause de la difficulté toujours
croissante des épuisemens et de l’extraction du combustible.”
75 The Origin and Progress ofthe Mechanical Inventions of James Watt, Lon-
don: Murray, 1854, s. 18.
76 Rusçasmda: 45 bin mark.
Newcomen’den farklı olarak Watt, Glasgow Üniversitesi’nin labo
ratuarlarında buharın term o-dinam ik özelliklerinin ayrıntılı bir incele
mesini yaptı ve böylece fiziğin bir dalı olacak termodinamiğin temel
lerini attı.
Watt, buharın genleşmesindeki değişmelerle bağlantılı farklı basınç
değerleri altında, suyun kaynama derecesine ilişkin bir dizi deney ger
çekleştirdi. Ardından, buhar oluşumu sırasındaki gizil ısıyı inceleye
rek, Black’in teorisini geliştirdi ve test etti.
Böylelikle termodinamiğin temel problemleri, yani buhar oluşumu
sırasındaki gizil ısı öğretisi, kaynama noktasının basınca bağlı oluşu ve
buhar oluşumunda gizil ısının büyüklüğü meseleleri, Watt tarafından
bilimsel olarak ele alınmaya başlandı.
W att’in Sm eaton’un ötesine geçmesini sağlayan şey, buhar m aki
nesinde olup biten fiziksel süreçlere ilişkin bu ayrıntılı incelemeleri
oldu. Smeaton, buhar makinesini laboratuarda incelemeyi hedefleme
sine rağmen, Newcomen’in m otorunda yalnızca deneysel ve yüzeysel
ilerlemeler kaydedebilmişti, çünkü su buharının fiziksel özelliklerine
ilişkin hiçbir bilgisi yoktu.
Termodinamik alanının gelişimi yalnızca buhar makinesinin varlı
ğından destek almakla kalmadı, işin doğrusu bu makinenin araştırıl
ması sayesinde gelişti.
Buhar makinesindeki tikel fiziksel süreçleri çalışmak yeterli değil
di; buhar makinelerinin genel bir teorisine, buhar makinelerinin m ak
simum verimliliğine ilişkin bir genel teoriye ihtiyaç vardı. Bu çalışma
da Sadi Carnot tarafından gerçekleştirildi.
Buhar makinesinin genel teorisi ve maksimum verimlilik teorisi
Carnot’yu genel termal süreçleri incelemenin gerekli olduğu fikrine ve
termodinamiğin ikinci ilkesinin keşfine götürdü.
Isınırı Devindirici Gücü Üzerine (1824) adlı çalışmasında C ar
not, buhar makinelerinin incelenmesi menfaatimizedir, zira muazzam
önem arz etmektedirler ve kullanımları da giderek artm aktadır diyor
du. Besbelli ki bunlar uygar dünyada büyük bir devrim yaratacaklardı.77
Carnot, çeşitli tipte ilerlemelere rağmen, buhar makinesi teorisinin
çok az gelişme kaydettiğine dikkat çekiyordu.
77 Carnot 1824, s. 2. “L’étude de ces machines est du plus haut intérêt, leur
importance est immense, leur emploi s’accroît tous les jours. Elles paraissent
destinées à produire une grande révolution dans le monde civilisé.”
Carnot buhar makinesinin genel teorisini ayrıntılandırma görevini
öyle bir biçimde ortaya koydu ki, genel bir maksimum verimlilik teori
si keşfetmek için sıraladığı pratik sorunlar berraklık kazandı.
Hep sorulm uştur, diye yazdı, acaba ısının devindirici gücü sınırlı
mı yoksa sonsuz m u? Devindirici güç derken bir m otorun gerçekleş
tirebileceği işi kastediyoruz.
Olası iyileştirmelerin bir sınırı, hangi araç kullanılırsa kullanılsın
şeylerin doğasının aşılmasına izin vermeyeceği bir sınır var mı? Ya da,
tam tersine, bu iyileştirmeler sonsuza dek sürdürülebilir m i?78
Carnot, hareketlerini ısıdan almayan ama insan gücüyle, hayvan
larla, şelalelerle ya da hava akımlarıyla işleyen m otorlara sahip m aki
nelerin teorik mekanik aracılığıyla incelenebileceğini gözlemledi.
Burada tüm olası durum lar öngörülm üştür ve hayal edilebilecek
tüm hareketler, sağlam bir biçimde kurulmuş ve tüm koşullara uyar
lanabilen (Newton’un mekanik çalışmalarının mümkün kıldığı) genel
ilkelere bağlanabilir.
Isı m otorlarında ise böyle bir teori yoktur.
Carnot bir kütle üzerine belirli bir biçimde uygulanan ısının tüm
etkilerini önceden bilinir kılmak için fiziğin yasalarının yeterince ge
nişletilmesi ve genelleştirilmesi gerektiğini, aksi takdirde bu türden bir
teorinin olamayacağını iddia etti.79
Teknoloji ile bilim arasındaki, fiziğin genel yasalarının araştırılması
ile ekonomik gelişimin ortaya attığı teknik problemler arasındaki bağ
burada olağanüstü bir açıklıkla tespit edilmiştir.
Ama buhar makinesinin tarihi bizim için başka bir bağlamda daha
önemlidir.
Tarihsel olarak, maddenin fiziksel hareketinin çeşitli biçimlerinin
araştırılması şu sırayla olmuştur: Mekanik, ısı, elektrik.
Sanayi kapitalizminin gelişmesinin, teknolojinin evrensel bir m otor
yaratmasına dönük bir talep doğurduğunu görmüştük.
80 Engels, Dialectics of Nature, CW 25, s. 528 (MEW 20, s. 514): “Her biri tek
bir hareket biçimini ya da bir arada olan ve birinden diğerine geçen bir dizi ha
reket biçimini çözümleyen bilimlerin sınıflandırılması, bu nedenle, hareketin
bu biçimlerinin kendi esas sıralarına göre sınıflandırılması, düzenlenmesidir ve
bunun önemi işte burada yatar.” Rusçasmda Engels’e referans yoktur.
mü ve değişimiyle -m ekanik yer değiştirmeyle- (Vitrivius’un makine
tanımını ve Carnot’nun gözlemlerini hatırlayalım) ilgilenen Newton
dönemi fiziği, işte bu nedenle enerji problemlerini ele almadı, alam az
dı da.
Hareketin termal biçimi sahneye adımını atar atmaz ve aslında tam
da bu biçimin mekanik harekete dönüştürülmesi meselesiyle kopmaz
bir şekilde ilişkilendiği dönemde sahneye adımını attığı için, enerji
problemi ön plana çıktı. Buhar makinesi probleminin ortaya konuş
biçimi (“ateşle su yükseltmek”), onun bir hareket biçiminin başka
bir hareket biçimine dönüştürülmesi problemiyle olan bağlantısını da
açıkça gösteriyor. C arnot’nun klasik çalışmasının başlığının Isının
Devindirici Gücü Üzerine olması tesadüf değildir.
Engels, meseleyi salt niceliksel bir yasaya (dönüşümler sırasında
enerjinin niceliksel sürekliliği yasasına) indirgeyen hâkim çağdaş fizi
ğin yaklaşımının aksine, enerjinin korunum u ve dönüşüm ü yasasına
yönelik kendi yaklaşımında, enerjinin korunum u yasasının niteliksel
yönünü vurgular. Enerjinin korunumu, hareketin yok edilemezliği ya
sası yalnızca niceliksel değil, aynı zamanda niteliksel olarak da anla
şılmalıdır. Bu yasa, doğanın maddeci kavranışının temel ön gerekle
rinden biri olan enerjinin yok edilemezliğini ya da yaratılamazlığını
kabul etmekle kalmaz, maddenin hareketi problemine diyalektik bir
yaklaşımı da içerir. Diyalektik maddeciliğin perspektifinden bakacak
olursak, hareketin yok edilemezliği sadece maddenin bir hareket bi
çiminin sınırları içinde hareket ettiği olgusundan ibaret değildir; ama
aynı zamanda maddenin kendisi, gelişen, öz devinime sahip ve sürekli
olarak birinden diğerine dönüşen sonsuz çeşitlilikteki hareket biçim
lerini bizzat kendi içinde de üretebilir.
M addenin hareket biçimlerinin gelişimi ve incelenmesindeki tarih
sel ardışıklığı anlamak için gerekli anahtarı, bize sadece Marx, Engels
ve Lenin’in kavrayışı vermektedir.
Eğer Newton enerjinin korunum u problemini ele almadı ya da
çözmediyse, elbette bu onun gerekli dehaya sahip olmadığı anlamına
gelmiyor.
Farklı alanlarda çalışan büyük insanlar, ne kadar büyük dahiler
olurlarsa olsunlar, ancak kendi zamanlarındaki üretim güçleri ve iliş
kilerinin tarihsel gelişimi tarafından gündeme getirilmiş problemleri
ortaya koyabilir ve çözebilirler.
Newton’un Çağındaki Makine Kırıcılar
ve Üretici Güçlerin Günümüzdeki Kırıcıları
Principia çözümlememizin sonuna geldik. İktidara gelmekte olan sınıf
tarafından o çağda gündeme getirilen görevlerin, Principia’nın içeriği
ni nasıl belirlediğini gösterdik.
Feodalizmden ticaret sermayesine ve manüfaktüre, manüfaktürden
de sanayi kapitalizmine doğru gerçekleşen kaçınılmaz tarihsel geçiş,
üretici güçlerin akıl almaz bir biçimde gelişmesini teşvik etmiş ve bu
da insan bilgisinin tüm alanlarında bilimsel araştırmanın gelişmesine
güçlü bir itki kazandırmıştır.
Newton tam da toplumsal ilişkilerinin yeni biçimlerinin, yeni üre
tim biçimlerinin yaratıldığı bir çağda yaşadı.
Mekaniğinde, yükselen burjuvazi tarafından gündeme getirilen
karmaşık fiziksel ve teknik problemleri çözebilmişti Newton.
Ama bir bütün olarak doğanın karşısında çaresiz, duraklamıştı.
Newton kütlelerin mekanik yer değiştirmesine âşinâydı ama doğanın
kesintisiz bir gelişme sürecinde olduğu görüşünü reddediyordu. Onun
çalışmasına ilham veren bir geçiş döneminde yaşamış olmasına rağ
men, teorisinde bir bütün olarak gelişen toplum görüşünü bulmayı
ummak da pek mümkün değildir.
Tarihsel sürecin hareketi Newton’dan bu yana durm uş mudur
peki? Elbette hayır, tarihin ileri doğru ilerleyişini hiçbir şey kontrol
altına alamaz.
Newton’dan sonra, sonsuz ve çağlar boyu değişmeyen bir doğa
görüşünde ilk kez yarık açmayı başaranlar, Kant ve Laplace oldu. Pek
bütünlüklü bir şekilde olmasa da, Kant ve Laplace güneş sisteminin
tarihsel bir gelişimin ürünü olduğunu gösterdiler.
Daha sonra tüm doğa öğretilerinin temel ve yönlendirici ilkesi ha
line gelen gelişme nosyonu, doğa bilimleri alanına ilk kez onların ça
lışmaları aracılığıyla girdi.
Güneş sistemi Tanrı tarafından yaratılmadı ve gezegenlerin hare
ketleri İlâhî bir itkinin sonucu değildir. Güneş sistemi şimdi bulundu
ğu durum u sadece doğal nedenlerin bir sonucu olarak korumaktadır
ve üstelik var olması da yine sadece bu nedenlere dayanır. Varlığı m e
kaniğin yasalarına dayanan bir sistemde Tanrı’nın hiçbir yeri olmadı
ğı gibi, bu sistemin kaynağının açıklanmasında ona gerek bile yoktur
aslında.
Napoléon Laplace’a Dünya Sistemi adlı kitabında Tanrı’nın rolüne
ilişkin söz söylemekten neden kaçındığını sorunca, o da “Sistemime
bir İlâhî varlık hipotezi yerleştirme ihtiyacı duymadım, Majesteleri”
diye yanıt vermişti.
Üretici güçlerin ilerici gelişmesi, ilerici bir bilim doğurdu.
Ev içi el üretiminden m anüfaktüre, m anüfaktürden de Newton
döneminde henüz başlangıç aşamasında olan büyük ölçekli makine
sanayisine geçiş bir sonraki yüzyılda son derece hızlanmıştı. Bu süreç,
yeni, sosyalist gelişim biçiminin eşiği olan tekelci emperyalist kapita
lizm aşamasıyla tamamlandı.
Kapitalist üretim biçiminin bir aşaması diğerini izlerken, kapitalist
toplumdaki egemen sınıfların benimsediği teknoloji ve bilim görüşü
de değişti.
Burjuvazi iktidara gelir gelmez eski lonca ve el zanaatı üretim bi
çimlerine karşı amansız bir mücadele yürüttü. Demirden yumruğuyla
büyük ölçekli makine sanayisini getirdi, miladını doldurm uş olan feo
dal sınıfı ve henüz yeni doğmuş olan proletaryanın örgütsüz protesto
sunu param parça etti.
Burjuvazi için bilim ve teknoloji güçlü mücadele araçlarıydı ve bu
silâhların geliştirilmesi ve mükemmelleştirilmesiyle yakından ilgileni
yordu.
Bu dönemdeki sanayi kapitalizminin ozanı (Ure)81, burjuvazinin
yeni üretim yöntemleri için verdiği mücadeleyi şu sözlerle anlatmıştır:
Sonra kendilerini işbölümünün eski sınırlarına tartışmasız bir bi
çimde yerleşmiş olarak hayal eden o hoşnutsuzlar kitlesi, kendisini
yeni mekanik taktiklerle etrafı sarılmış ve savunması aşılmış bir
halde buldu ve kayıtsız şartsız bir teslimiyete zorlandı.
Ure, eğirme makinesinin icadının önemini ayrıca incelerken şöy
le diyordu: “Sanayi sınıfları arasındaki düzeni yeniden sağlamaya
yazgılı bir yaratım... Bu icat halihazırda ileri sürülmüş büyük bir
doktrini kanıtlıyor: Sermaye bilimi kendi hizmetine bir kere alınca,
emeğin itaatsiz eline yumuşak başlı olmayı daima öğretecektir.”82
Ure, “emeğin itaatsiz eli”nin kan ve kemikleri üzerine yeni üretim
yöntemleri inşâ ederken iktidara gelmekte olan burjuvazi adına konu
şuyordu.
83 İlerleyen alıntılar “Science and Society”, Nature 126, No. 3179, 4 Ekim
1930, s. 497’ye göre düzeltilmiştir.
“Şu halde azınlığın konforu ve zenginliği” diye devam ediyor bu
makale “işinden edilmiş işçilerin çokluğunu göz önünde bulun
durursak oldukça pahalıya mâl olan bir şeydir ve belki de kitlesel
üretime, Marx’in da öngördüğü üzere, sıklıkla bireyselliğin bastı
rılması ve geri bıraktırılmış gelişme eşlik etmektedir.”
Yani, Nature’a göre, üretim araçlarındaki gelişim kaçınılmaz olarak
bireyselliğin bastırılmasına ve halk kitlelerinin m ağdur olmasına yol
açıyor.
Herhalde şunu sormamıza izin vardır: Neden Newton’un zam a
nında, üretim araçlarında m uazzam bir gelişme varken, bilim çevreleri
bu gelişmenin durdurulması çağrısı yapmak yerine, her türden icadı
ve keşfi cesaretlendirmek için ellerinden geleni yaptılar ve neden New
ton dönemindeki önde gelen doğa bilimcilerinin yayın organı Felsefe
Kayıtları bu yeni icatların açıklamalarıyla doluydu?
Bu sorulara yanıt vermeden önce, Britanyalı doğa bilimcilerinin
üretici güçlerin aşırı gelişmesinin sonucu olarak gördükleri üretim ve
işsizlik krizini çözmek için nasıl yöntemler önerdiğini göreceğiz.
Yöntemler “İşsizlik ve U m ut” adlı makalede özetlenmiş. İlgili bö
lümü uzunca alıntılıyoruz:84
Sanayinin...başlıca iki hedefi vardır ya da olmalıdır (1) karakterin
gelişmesi...için alan açmak; ve (2) insanın genellikle maddi türden
olan değişen isteklerini tatmin etmek için mallar üretmek; elbette bu
maddi kategorinin dışında da geniş beklentiler mevcuttur ve bura
daki ‘maddi’ terimi alçaltıcı bir anlamda kullanılmamıştır. Dikkatler
şimdiye dek hep İkincisine yöneltilmiş ve sanayinin birincil hedefi
görmezden gelinmiştir. Bu türden bir tek yanlı sanayi görüşü, çok
fazla suiistimal edilen “evrim” kelimesinin çok dar anlamda kulla
nılmasıyla birlikte... niceliğe ve kitlesel üretime aşırı derecede odak-
lamlmasına ve insan öğesinin komik bir şekilde inkâr edilmesine yol
açmıştır. Şüphe yok ki, birincisine biraz kafa yorulmuş olsa, ikinci
hedefe de çok daha bütünlüklü ve tatminkâr bir şekilde ulaşılacak,
işsizlik sorunu diye bir şeyin adı bile duyulmayacaktı...
Buradaki hâkim anlayış,... görünüşe göre, sanayinin sabit bir şek
le, örneğin büyük ölçekli üretime doğru evrildiği ve buraya evril
Ek 2
David Brewster’dan, Sir Isaac Newton ’un Hatıraları
Newton Locke ile 1692 yılında yazışırken, Boyle’un belirli bir
miktar kırmızı toprakla cıvayı karıştırarak “altını çoğaltma” yöntemi
tartışma konusu oldu. Mr. Boyle’un “Kağıtlarının denetlenmesi işini”
Locke’a, Dr. Dickison ve Dr. Cox’a bırakmasıyla, Mr. Locke yukarı
da bahsettiğimiz yöntemin özelliklerine âşinâ oldu. Böyle ölümünden
önce bu yöntemi Locke’a ve Newton’a iletmiş ve dostları için bir mik
tar kırmızı toprak elde etmişti. Bu toprağın birazını Locke’dan alan
Newton, “yöntemi kullanmak için bir hevesim olmamasına” rağmen,
yine de “yapmak aklının bir kenarında” olduğu için (Locke’a) “seve
seve yardımcı olacağını” ancak “yöntemin birinci ve üçüncü aşamala
rını cebinden düşürerek kaybettiğini” yazar. Ve Locke’a “kendi not
larından bu konuyla ilgili yeri kendisine ilettiği” için teşekkür eder ve
bir dipnotta “başarı olanaksız görünse de, sıcak havalar geçince baş
langıcı (yani üç parçalı formülün ilkini) deneyeceğini” yazar. Locke,
26 Temmuz tarihli cevabında, Newton’a Boyle’un makalelerinin iki
sinin kopyalarını gönderir, çünkü bunları istediğini bilmektedir. Ve
mektuplaşmalarından anlaşılabileceği üzere, ikisi de “altını çoğaltma”
konusunda isteklidir. Newton, Locke’un m ektubuna verdiği ilginç ya
nıtında, “Locke’u formülü kullanırken acele etmesi durum unda olu
şacak masrafları üstlenmekten kaçınmaya” çağırıyordu. Newton bu
yöntemi pek çok kimyacının denediğini ve kendisiyle iletişime geçen
Bay Boyle’un da “bu bilginin bir kısmını kendisinden sakladığını ama
kendisinin onun anlattıklarından daha fazla şey bildiğini” yazar. Böyle
tarafından yaratılan bu gizem oldukça dikkat çekicidir. Böyle, New
ton ve Locke’a “sırrını açarken” onlara bazı şartlar ileri sürmüş ama
en azından Newton özelinde, düzenlemenin kendisine düşen kısmını
gerçekleştirmemiştir. Yine başka bir olayda, bir deney karşılığında iki
deney hakkında bilgi aktardığında, “onları öyle şartlar altında gizledi
ki” der Newton, “irkildim ve başkasını istemeye çekindim”. Bu m ek
tuptan da belli olduğu üzere, bu formülü kullanarak altın çoğaltmak
için Londra’da bir Şirket kurulmuş olması tuhaftır. Newton zaten bu
formülü “Boyle’un, uğruna altın çoğaltıcılara karşı Parlamentoda çı
karılan yasanın geri çekilmesini sağladığı” bir formül olarak görür.
M odern zamanlarda frenoloji ve kehânet nasıl desteklendiyse, sim
ya alanındaki hakikat varsayımları da Böyle tarafından aynı türden
kanıtlara dayanarak kabul ediliyordu. Altın formülü Boyle’un elinde
yirmi yıldır bulunmasına rağmen, Newton onun “kendisinin deneyip
denemediğini, ya da başkalarına başarıyla denetip denetmediğini” bu
lamamıştı henüz, çünkü diyordu, “ben ne zaman bundan şüpheyle
bahsetsem, kendisi de bunun denendiğini hiç görmediğini itiraf eder
ama şu sıralar bir centilmenin konu üzerinde çalıştığını ve şimdi geli
nen noktada işlerin iyi gittiğini, tüm işaretlerin belirdiğini ve şüphelen
mem e gerek olmadığını eklerdi.”
(David Brewster, Memoirs o f the Life, Writings, and Discoveries
o f Sir Isaac Newton, Edinburgh: Constable, 1855, cilt 2, s. 120-122)
Ek 3
Newton: Locke’a M ektup (16 Eylül 1693)
Efendim, -B enim dengemi bozmak için kadınlarla aramı açmaya
uğraştığınız ve başka şeyler yaptığınız fıkrindeydim ve bu beni oldukça
etkilemişti; o yüzden bana hasta olduğunuz ve fazla yaşamayacağınız
söylendiğinde “ölse daha iyi olur” diye yanıtlamıştım. Bu katı yürekli
lik için beni bağışlamanızı arzu ediyorum; bu konuda size yönelik sert
düşüncelerim olduğu için, sizi fikirler üzerine yazdığınız bir kitapta
ortaya koyduğunuz ve başka bir kitapta sürdürülmesi tasarlanan bir
ilke nedeniyle ahlâkın temeline saldırmışsınız gibi gösterdiğim için ve
sizi bir H obbesçu1 olarak gördüğüm için özür diliyorum. Ayrıca beni
bir görevi kabul etmeye zorlamak ya da benim dengemi bozmak için
bir şeyler tasarlandığını söylediğim ve düşündüğüm için de özür dili
yorum. Mütevazı ve talihsiz hizmetkârınızım.
Is. Newton.
Bull. Shoreditch, Londra, 16 Eylül 1693.
' Hobbes’un sistemi o zamanlar çok tutuluyordu. Dr. Bentley’e
göre “tavernalar ve kahvehaneler, dahası W estminster-Hail ve pek
çok kilise bununla doluydu” ve o, kişisel gözlemlerinden yola çıkarak,
şuna ikna olmuştu: “Yüz İngiliz kâfirinden ancak biri Hobbesçu de
ğil”. -Bentley’nin Keşiş Yaşamı: 31.
(David Brewster, Memoirs o f the Life, Writings, and Discoveries
o f Sir Isaac Newton, Edinburgh: Constable, 1855, cilt 2, s. 148-149)
Ek 4
G.W. Leibniz: Clarke’a İlk M ektup
1. Doğal dinin kendisi (İngiltere’de) çok fazla çürüm üşe benziyor.
Çoğu kişi insan ruhunun maddi olduğu fikrinde; diğer bazıları da biz
zat Tanrının cismani olduğunu düşünüyor.
2. Bay Locke ve takipçileri ruhun maddi olup olmadığı ve ölümlü
bir doğası olup olmadığı hususunda en hafif tabirle kararsızlar.
3. Sir Isaac Newton uzayın Tanrı’nın onun aracılığıyla şeyleri al
gılamak için kullandığı bir organ olduğunu söylüyor. Ama eğer Tanrı
şeyleri algılamak için bir organa ihtiyaç duyar haldeyse, buradan bu
şeylerin tamamen ona tâbi olmadığı ve onun tarafından yaratılmadığı
sonucu çıkar.
4. Sir Isaac Newton ve takipçileri Tanrı’nın eseri hakkında çok
tuhaf fikirlere de sahipler. Onların doktrinine göre Kadiri Mutlak
Tanrı’nın arada bir saatini kurması gerekiyor: yoksa çalışmayacak.
G örünüşe göre onu sürekli hareket ettirecek kadar ileri görüşlü değil.
Üstelik Tanrı’nın yaptığı makine bu baylara göre mükemmellikten o
kadar uzak ki, zaman zaman olağandışı bir seferberlikle onu temizle
mesi ve hattâ bir saatçinin kendi eserini onarması gibi onu onarması
gerekiyor. Yani o kadar beceriksiz bir işçi ki, sık sık eserini onarması
ve düzeltmesi gerekiyor. Bana soracak olursanız, aynı güç ve ener
ji sürekli olarak dünyada kalıyor ve maddenin bir kısmından başka
bir kısmına geçiyor ki bu doğanın yasalarına ve bu güzelce kurulmuş
düzene de uygundur. Ve kanımca Tanrı mucizeler yarattığında, bunu
doğanın ihtiyaçlarını gidermek için değil, inayet için yapar. Aksini d ü
şünenin kafasında Tanrı’nın bilgeliğine ve gücüne ilişkin çok kaba bir
anlayış var demektir.
(.Leibniz-Clarke C orrespondent (ed. H.G. Alexander), M anches
ter: M anchester University Press, 1956, s. 11- 12)
Kaynakça
Agafonov, D.K., Covremennan mehanika. [Modern Teknoloji] cilt. 3(1912),
Itogi nauki v teorii i praktike [Teori ve Pratikte Bilimin Sonuçları] içinde
cilt. 1-12. Editör M.M. Kovalevskij, N.N. Lange ve diğerleri. Moskova:
“Mir” Yayınevi, 1911-1914.
Agricola (Georg Bauer), De re metallica. [1556] (İngilizceye çeviren Herbert
Hoover, New York, NY: Dover, 1950).
Archiv für die Geschichte der Naturwissenschaften und der Technik. Leipzig:
Vögel 1-9 (1908/09-1920/22). [Archiv für Geschichte der Mathematik,
der Naturwissenschaften und der Technik olarak devam ettirilmiştir. Leip
zig, N.S. 1= 10-4= 13 (1927/28 1930/31)].
Bernstein, Eduard, Demokratie und Sozialismus in der Großen Englischen
Revolution. 4. Basım. Stuttgart: Dietz, 1922.
Brewster, David, Memoirs of the Life, Writings, and Discoveries of Sir Isaac
Newton. 2 eilt, Edinburgh: Constable, 1855.
Bogdanov A.A., & I.I. Stepanov, Kurs nolitiqeskov 3konomii. [Siyasi iktisat
kursu] Leningrad, 1924.
Carnot, Sadi, R 'eflexions sur la puissance motrice du feu et sur les machines
propres à développer cette puissance. Paris: Bachelier, 1824 [Rusça tercü
me 1923],
Darmstaedter, Ludwig, Handbuch zur Geschichte der Naturwissenschaften
und der Technik. Berlin, 1908.
Delbrück, Hans, Geschichte der Kriegskunst im Rahmen der politischen Ges
chichte. Berlin: Stilke, 1900 ve sonrası [Rusça].
Encyklopädie der mathematischen Wissenschaften: mit Einschluss ihrer
Anwendungen. Cilt 4. Mechanik. Leipzig: Teubner, 1908.
Einstein, Albert, Newtons Mechanik und ihr Einfluß auf die Gestaltung der
theoretischen Physik. Die Naturwissenschaften 15, No. 12, 273-276 için
de [Rusça].
Engels, Friedrich, Der deutsche Bauernkrieg. [Rusça].
Engels, Friedrich, Army, Navy, Artillery. (New American Cyclopedia 1858-
1860’dan maddeler)[Rusça].
Engels, Friedrich, Socialism: Utopian and Scientific, (çev. Edward Aveling)
[Rusça].
Galileo, Galilei, Unterredungen und mathematische Demonstrationen über
zwei neue Wissenszweige, die Mechanik und die Fallgesetze betreffend, çev.
A. von Oettingen, Leipzig: Engelmann, 1890-1904 (Ostwald’s Klassiker
der exakten Wissenschaften, eilt 11).
Kaufmann, Georg, Die Geschichte der deutschen Universitäten. Bd. 1: Vor
geschichte. Stuttgart: Cotta 1888. Bd. 2: Entstehung und Entwicklung
der deutschen Universitäten bis zum Ausgang des Mittelalters. Stuttgart:
Cotta, 1896.
Kautsky, Karl, Vorläufer des neueren Sozialismus (cilt 1: Kommunistische
Bewegungen im Mittelalter. 2. baskı. Berlin, Stuttgart: Dietz, 1909 [Rusça
tercüme, Moskova, 1919],
Kautsky, Karl Thomas More und seine Utopie: mit einer historischen Einlei
tung. 5. Baskı. Stuttgart: Dietz, 1922 [Rusça tercüme, Moskova 1924].
Kulischer, fosef, Allgemeine Wirtschaftsgeschichte des Mittelalters und der
Neuzeit, (cilt 1: Das Mittelalter, eilt 2: Die Neuzeit) Munich, Berlin: Ol
denbourg, 1928-1929 [Rusça tercüme],
Lenin, V.l., Kapl Mapks [Karl Marx (1918)] Lenin Institute [Collected Works
21, Moscow: Progress, 1960, 43-49].
Ljubimov, N.A., lstorin fiziki. Opyt izuqenin logiki otkrytiv v ihistorii T. 1-3,
Saint-Peterburg, 1892-1896], [Fizik Tarihi].
Lukin-Antonov, N., 1z istorii revolcionnyh armiv. [Devrimci Ordular Tarihi]
Moskova, 1923.
Mantoux, Paul, La Révolution industrielle au 18e siècle. Paris: Société Nou
velle de Librairie et d’Edition, 1905 [Rusça tercüme 1925].
Marvin, F.S., The Significance of the Seventeenth Century. Nature. 127, 7
Şubat, 1931, 191-192.
Marx, Karl, Das Kapital. Kritik der politischen Ökonomie, cilt 1, böl. 13:
“Maschinerie und große Industrie” ve böl. 24: “Die sogenannte ursprüng
liche Akkumulation” [Rusça].
Marx, Karl, Das Kapital, eilt 3, böl. 20: “Geschichtliches über das Kaufman
nskapital” [Rusça tercüme].
Marx, Karl, Friedrich Engels, Die heilige Familie [Rusça tercüme 1907].
Marx, Karl, Friedrich Engels, Marx und Engels über Feuerbach [Alman İdeo-
lojisi’nin ilk kısmı]. Ed. D. Rjazanov. Marx-Engels—Archiv. Zeitschrift des
Marx-Engels-Instituts in Moskau 1, 1926, 205-306 içinde [Rusça].
Marx, Karl, & Engels, Friedrich, Pisbma, pod red. AdoraTskogo [Seçme
Mektuplar]. Ed. V.V. Adoratskij. Moskova, 3. baskı. 1928, 4. baskı. 1931.
Maxwell, James Clerk, Matter and Motion. London: Society for Promoting
Christian Knowledge, 1876 [Rusça].
Mehring, Franz, Eine Geschichte der Kriegskunst. Stuttgart: Singer, 1908
[Rusça tercüme Moskova 1924]. Nature Nr. 2995, 26 Mart 26 1927
sayısına ek.
Newton, Isaac, Philosophiae naturalis principia mathematica. [Rusça tercü
me: A.N. Krylov, Saint Petersburg, 1916].
Newton, Isaac, Opticks: or, a Treatise of the Reflections, Refractions, Inflecti-
ons and Colours o f Light. [Rusça tercüme: S.I. Vavilov, Moskova, 1927].
Price, William Hyde, The English Patents of Monopoly. London: Constable
1906.
Rashdall, Hastings, The Universities o f Europe in the Middle Ages. 3 eilt.
Oxford: Clarendon, 1895.
Reuleaux, Franz, Theoretische Kinematik. Grundzüge einer Theorie des Mas
chinenwesens. Braunschweig: Vieweg, 1875.
Rosenberger, Ferdinand, Die Geschichte der Physik in Grundzügen mit syn
chronistischen Tabellen der Mathematik, der Chemie und besch- reibenden
Naturwissenschaften sowie der allgemeinen Geschichte. Braunschweig:
Viehweg, 1887-1890 [Rusça tercüme],
Rosenberger, Ferdinand, Isaac Newton und seine physikalischen Principien:
ein Hauptstück aus der Entwicklungsgeschichte der modernen Physik. Le
ipzig, 1895. Russkix astronomiqeskiß kalendarb za 1927, Nishni-Novgo-
rod, 1927 [Rusça Astronomik Takvim, 1927].
Sombart, Werner, Der moderne Kapitalismus. Historisch-systematische
Darstellung des gesamteuropäischen Wirtschaftslebens von seinen Anfän
gen bis zur Gegenwart. 2. basım. Munich and Leipzig: Duncker & Humb-
lot, 1916-1927.
Sombart, Werner, Die vorkapitalistische Wirtschaft. Berlin: Duncker &
Humblot, 1928 [Rusça tercüme].
Savin, A.N., Istorin Anglii v XVIII.v. [18. Yüzyıl İngiltere Tarihi] Moskova,
1912.
Savin, A.N., Istorin Anglii v novoe vrem . [Modern İngiltere’nin Tarihi] Mos
kova, 1924.
Svechin, A.A., Istorin voennogo iskusstva. Moskova, 1920 [Savaş Sanatı Ta
rihi],
Tseitlin, Z., Nauka i gipoteza. [Bilim ve Hipotez] Moskova, 1926. (Harfler
İngiliz diline uygun olarak değiştirilmiştir).
B İ l İm ve T o plu m sa l D ü z e n *
Robert K. Merton
15 Bilim ethosu, bilim insanı için bağlayıcı olduğuna inanılan duygusal tonda
kurallar, emirler, töreler, inançlar, değerler ve ön-kabuller bileşimine işaret
eder. Bu bileşimin bazı evreleri metodolojik olarak arzulanır şeylerdir, an
cak kurallara uyma sadece metodolojik faktörler tarafından dikte edilmez.
Bu ethos, genelde toplumsal kodlar olarak, onu uygulayanların duygularıyla
sürdürülür. İhlâl, içselleştirilen yasaklarla ve bu ethosu benimseyenlerin ser
giledikleri onaylamaz tepkilerle engellenir. Bu tipte etkili bir ethos bir kez
kazandırıldığında, kızgınlık, hor görme ve diğer antipatik tutumlar neredeyse
otomatik olarak mevcut yapıyı güçlendirecek biçimde işler. Bu gerçek, Al
manya’daki bazı bilim insanlarının bu ethosun içeriğindeki ciddi değişimlere
mevcut direnişlerinde görülebilir. Bu ethos bilimin ‘medeni’ bileşeninden ayrı
olarak ‘kültürel’ bir faktör olarak düşünülebilir. Krş. R.K. Merton, “Civili-
zation and Culture”, Sociology and Social Research 21 (1936), s. 103-113.
16 Krş. Baeumler, Männerbund und Wissenschaft, s. 145. Ayrıca, Krieck, Na
tionalpolitische Erziehung: “Nich alles, was den Anspruch auf Wissenschaftli
chkeit erheben darf, liegt auf der gleichen Rang-und Wertebene; protestantis
che und katholische, französische und deutsche, germanische end jüdische,
hümanistische oder rassische Wissenschaft sind zunächst nur Möglichkeiten,
noch nicht erfüllte oder gar gleichrangige Werte. Die Entscheidung über den
Wert der Wissenschaft fällt aus ihrer ‘Gegenwärtigkeit’, aus dem Grad ihrer
Fruchtbarkeit, ihrer geschichtsbildenden Kraft.”
Gelgelelim bunlar, sorgulamasız bir siyasal inanç kampanyasıyla ko
layca bütünleştirilemediği sürece, totaliter devlet tarafından ‘liberal’,
‘kozmopolit’ veya ‘burjuva’ önyargılar olarak reddedilm ektedir.17
Daha genel bir perspektiften, çatışma kurumsal dinamiklerin bir
evresidir. Önemli ölçüde özerklik kazanmış ve bilim insanlarının
bağlılıklarına dayalı kurumsal bir kompleks geliştirmiş olan bilim, a r
tık, hem geleneksel özerkliğine hem de dışsal bir otoritenin meydan
okuduğu kendi oyun kurallarına -özetle, kendi ethosuna- sahiptir.
Bilim ethosunda cisimleşen ve entelektüel dürüstlük, güvenilirlik, ö r
gütlenmiş şüphecilik, tarafsızlık, kişisellikten arınmışlık gibi terimlerle
karakterize edilen duygular Devletin bilimsel araştırm a alanına dö
nük dayatmalarına karşı bir öfke yaratır. Sınırlı güç odaklarının insan
etkinliğinin muhtelif alanlarında yetki sahibi olduğu önceki yapıdan
davranışın bütün evreleri üzerinde etkili merkezileşmiş bir odağın
yer aldığı bir yapıya geçişle birlikte, her bir alanın temsilcileri bu tür
değişimlere direnir ve özgün çoğulcu otorite yapısını korumaya çalı
şırlar. Alışılageldiği üzere bilim insanını tutkular ve kişisellikten uzak
bir birey olarak düşünm ek yaygın olsa da, bilim insanının, diğer tüm
profesyonel çalışanlarla işbirliği içinde, kendi etkinliğini düzenleyen
kurumsal normlar tarafından tanımlanan kendi yaşam biçimine büyük
bir duygusal yatırım yaptığı hatırlanmalıdır. Bu ethos çerçevesinde,
bilimin toplumsal istikrarı, ancak ve ancak, bilimsel birlik dışından
dayatılan değişimlere karşı uygun savunular geliştirildiği takdirde sağ
lanabilir.
Bu kurumsal güvenirliği sürdürm e ve bilimin özerkliğini engelle
yebilecek yeni toplumsal yapı tanımlarına direnme süreci bir başka
yönde ifade kazanır. Bilimsel önermelerin “bireye [ve gruba] göre
değişmemesi” m odern bilimin temel kabulüdür.18 Ancak, bir Nazi
teorisyenin ifadesiyle “siyasalın evrensel anlamının kabul gördüğü”19
tam amen politize olmuş bir toplumda bilimin bu kabulüne dil uzatılır.
Bilimsel bulguların sadece ırk, smıf veya ulusun ifadeleri olduklarına
Sonuçlar
Bu yazının temel sonuçları kısaca şöyle özetlenebilir. Çoğu toplumda
bilime karşı gizli ve aktif bir düşmanlık vardır, ancak bu antagonizma-
nın derecesi henüz belirlenememiştir. Bilimin son üç yüz yılda kazan
dığı prestij o kadar büyüktür ki, onun alanını daraltan ve onu redde
den eylemlere, bir ölçüde, genellikle bilimin tam güvenirliğinin teyidi
veya “gerçek bilimin yeniden doğuşu” eşlik etmiştir. Bilimin lehindeki
duygulara gösterilen bu içten saygı, çoğu kez, ondan yarar sağlayanla
rın davranışlarına göre değişir. Bilim-karşıtı hareket, bir ölçüde, bilim
ethosu ile diğer kurumların ethosu arasındaki çatışmadan kaynakla
nır. Bu önermenin doğal sonucu, bilime karşı çağdaş başkaldırıların
biçimsel olarak önceki başkaldırılara benzer olmasıdır, her ne kadar
som ut kaynaklar farklı olsa da. Bilimsel bilginin uygulanmasının top
lumsal etkileri arzulanmayan ürünler olarak düşünüldüğünde, bilim
insanının şüpheciliği diğer kurumların temel değerlerine yönelik ol
duğunda, siyasal, dinsel veya ekonomik otoritenin genişlemesi bilim
insanının özerkliğini sınırladığında, aydın karşıtlığı bilimin değerini
ve güvenirliğini sorguladığında ve bilimsel araştırm anın uygunluğuyla
ilgili bilimsel olmayan kriterler devreye girdiğinde çatışmalar ortaya
çıkar.
Bu yazıda bilimin gelişimi ve özerkliğine yönelik tehditleri bertaraf
etmek için neler yapılabileceği konusunda bir eylem programı sunul-
mamıştır. Yine de şöyle bir şey öne sürülebilir: Toplumsal gücün odağı
bilimden ziyade bir başka kurum da olduğu sürece ve bilim insanları
kendi temel bağlılıkları konusunda belirsizlik içinde oldukları m üddet
çe, konumları da çok zayıf ve muğlâk hale gelir.
B İ l İ m İ n N o r m a t if Y a p i s i *
Robert K. Merton
Bilim, toplumsal işbirliğini içeren diğer herhangi bir etkinlik gibi de
ğişik yazgılara m aruz kalır. Bilime nesneler düzeni içinde komuta edi
ci değilse bile önde gelen bir yer verildiği bir kültürde yetişenlere bu
nosyon güç bir şey gibi görünse de bilimin saldırı, kısıtlama ve bas
kıdan bağışık olmadığı aşikârdır. Veblen, kısa bir süre önce yazarken,
Batı kültürünün bilime olan inancının kısıtlanmamış, sorgulanmamış
ve rakipsiz olduğu gözleminde bulunmuştu. Daha önceleri sadece,
ne kadar uzak olurlarsa olsun tüm olasılıkları ölçüp biçen çıtkırıldım
akademisyeni kaygılandıracak denli ihtimal dışı görünen bilime karşı
isyan, artık bilimci ve benzer sınıftan olan çoğu kişinin dikkatlerini
zorlamaktadır. Entelektüel düşmanlığının yerel sirayetleri salgın hali
ne gelme tehdidi göstermektedir.
Bilim ve Toplum
Bilimin güvenilirliğine (integrity) yönelik henüz yeni başlayan güncel
saldırılar, bilim insanlarını tikel toplumsal yapı tiplerine olan bağım
lılıklarını kabul etmeye itti. Bilimcilerin derneklerince kaleme alınan
bildiri ve yapılan beyanlar, bilim ve toplum ilişkilerine hasredilmek-
tedir. Saldırı altında olan bir kurum, temellerini yeniden gözden ge-
Bilim Ethosu
Bilim ethosu, bilim insanını bağlayan değer ve normların etkili tonda
bir bileşimidir.2 Normlar, buyruklar, yasaklamalar, tercihler ve izinler
biçiminde ifade edilir. Bunlar, kurumsal değerlere göre meşrulaştı
rılırlar. Düşünm e usulü ve örnek ile iletilen ve yaptırımlarla yeniden
pekiştirilen bu zorunluluklar, bilimci tarafından değişen ölçülerde iç
selleştirilir; böylece bu da onun bilimsel bilincini ya da günün tercih
edilen deyimiyle ifade edersek, süper egosunu şekillendirir. Bilim et
hosu kodifıye edilmemiş olsa da bu,3 bilimsel ruha ilişkin çok sayıdaki
yazıda ve ethosun çiğnenmesi çerçevesinde, kullanıldığı ve alışıldığı
biçimiyle ifade edilen bilim insanlarının ahlâkî uzlaşımmdan çıkarsa-
nabilir.
M odern bilimin ethosuna ilişkin bir inceleme, daha geniş bir prob
leme ancak sınırlı bir giriştir: Bilimin kurumsal yapısına yönelik m u
kayeseli bir çalışma. Gerekli mukayeseli materyalleri bir araya geti
ren ayrıntılı monografiler, çok az sayıda ve dağınık olsa da, “bilimin,
bilim ethosuyla bütünleşmiş olan demokratik bir düzende kalkınma
için imkân sağladığı” şeklindeki geçici varsayım için bazı temeller sağ
lar. Bu, bilimin peşinden gidilmesinin demokrasilerle sınırlı olduğu
nu söylemek anlamına gelmez.4 Çeşitli sosyal yapılar bilime belli bir
2Ethos kavramı için bkz. William Graham Sumner, Folkways (Boston: Ginn,
1906), s. 36 vd.; Hans Speier, “The Social Determination of Ideas,” Social
Research 5 (1938): 196; Max Scheler, Schriften aus dem Nachlass (Berlin,
1933), 1: 225-62. Albert Bayet, konuya ilişkin kitabında, nutkuna yönelik
betimleme ve analizini hemen terk eder; onun şu kitabına bkz. La morale de
la science (Paris, 1931).
3Bayet’nin belirttiği gibi: “[Bilim] ahlâkının kuramcıları yoktur, fakat zanaat
çıları vardır. Bu ahlâk idealini ortaya sermedi, fakat ona hizmet etti: bilimin
bizatihi varlığına dâhil edildi” (La morale de la science, s. 43).
4Tocqueville daha da ileri gider: “Gelecek, şimdi bu derece nadir ve üretken
olan [bilime yönelik] bu tutkuların aristokratik toplumlarda olduğu gibi de
mokratik toplumların ortasında bu derece kolay gerçekleşip gerçekleşmeye
ceği ve artıp artmayacağını gösterecektir. Kendi açımdan buna inanmadığımı
itiraf etmeliyim” (Democracy in America [New York, 1898], 2: 51). Bir diğer
ölçüde destek sağladı. Sadece şu örnekleri hatırlamamız yeterli: Ac-
cademia del Cimento’nun [Deneyler Akademisi] masrafları Mediciler
tarafından karşılandı; II. Charles, Royal Society o f London’a [Londra
Kraliyet Derneği] bir patent ödeneği çıkarılması ve Greenwich Göz-
lemevi’nin malî masraflarının karşılanması için diretti; Académie des
Sciences [Bilimler Akademisi], Colbert’in tavsiyesiyle XIV. Louis’nin
himayesi altında kuruldu; Leibniz tarafından gönülsüzlüğüne karşı
konulan I. Frederick, Berlin Akademisi’ni sürekli gelire bağladı; ve St.
Petersburg Bilimler Akademisi (Rusların barbar oldukları görüşünün
doğru olmadığını kanıtlamak için) Büyük Pedro tarafından kuruldu.
Fakat bu tür tarihsel olgular, bilim ve toplumsal yapının gelişigüzel bir
ilişkisine işaret etmez. Bilimsel başarının bilimsel potansiyellere ora
nına yönelik daha ileri düzeyde bir sorun vardır. Bilim muhtelif sosyal
yapılar içinde gelişir elbette, fakat gelişimin tam ölçeği için kurumsal
bağlamı sağlayan nedir?
Bilimin kurumsal amacı, belgeyle onaylanmış bilginin artırılm ası
dır. Bu amaç için kullanılan teknik yöntemler, bilginin uygun tanımını
sağlar: (doğrusu öndeyiler olan) düzenliliklerin empirik olarak teyit
edilmiş ve mantıksal olarak tutarlı ifadeleri. Kurumsal gelenekler (m o
res), amaç ve yöntemlerden kaynaklanır. Teknik ve ahlâki normların
tüm yapısı, nihai hedefi uygulamaya koyar. Uygun ve güvenilir em pi
rik kanıtın teknik normu, sürdürülebilir doğru tahminin önkoşuludur;
mantıksal tutarlılığın teknik norm u, sistematik ve geçerli tahminin bir
önkoşuludur. Bilimin geleneksel kuralları, metodolojik bir mantığa
sahiptir, fakat sınırlıdırlar; çünkü bu kuralların sadece işlemsel / pro-
sedürel olarak etkili olduğuna değil ama aynı zamanda doğru ve iyi
olduğuna da inanılır. Bu geleneksel kurallar, teknik buyruklar olduğu
kadar ahlakidirler de.
Kurumsal zorunlulukların dörtlü seti -evrenselcilik, ortaklaşacalık,
güvenilirlik, örgütlü kuşkuculuk- m odern bilimin ethosunu oluşturur.
5Sosyal ilişkilerde evrenselciliğin temel bir tanımı için bkz. Talcott Parsons,
The Social System (New York: Free Pres, 1951). “Bilimin ulusal sınırlar, ırk
ve dinsel inançlardan tümden bağımsız olduğu” inancının ifadesi için bkz.
Amerikan Bilimin Geliştirilmesi Birliği Konseyi’nin önergesi, Science 87
(1938): 10; keza bkz. “The Advancement of Science and Society: Proposed
World Association”, Nature 141 (1938): 169.
' “Haber metodu” (Haberprocess), nitrojen ve hidrojenden amonyak üretme
ye yönelik sınai bir işlemdir (editörün notu).
6Bu, 1942’de yazılmıştır. 1948’e değin Sovyet Rusya’nın siyasal liderleri,
Rus milliyetçiliğinin güçlenmesine önem verdiler ve bilimin “ulusal” karakteri
üzerinde ısrarla durmaya başladılar. Nitekim, bir editöryal yazıda, “Burjuva
Kozmopolitlik ideolojisine karşı”, Voprosy fîlosofi, no. 2 (1948), Current Di
gest of the Soviet Pres 1, no. 1 (1 February 1949) şöyle yazılmış: “Yalnızca
vatansız, bilimin somut zenginliklerine son derece duyarsız bir kozmopolit,
hakir gören kayıtsızlıkla, bilimin yaşam alanı bulduğu ve geliştiği çok renkli
oynamaya davet edildiği sosyal rolü belirler. Bilim insanı, bir savaş
adam ına dönüştürülebilir ve ona göre edimde bulunabilir. Nitekim,
1914’te 93 Alman bilimci ve âlimin manifestosu -onların arasında
Baeyer, Brentano, Ehrlich, Haber, Eduard Meyer, Ostwald, Planck,
Schmoller ve Wassermann da vard ır- Alman, Fransız ve İngilizlerin
politik kişiliklerini bilimci kisvesi altında kuşandıkları bir polemi
ği ortaya serdi. Serinkanlı bilimciler, ulusalcı eğilimle, karşılıklı yağ
çekmeyle, entelektüel sahtekârlıkla, yetersizlikle ve yaratıcı kapasite
yoksunluğuyla itham ettikleri “düşm an” katkılara karşı kuşkularını
dile getirdiler.77 Ne var ki, evrenselcilik norm undan olan bu son dere
ce aşırı sapma, gerçekte norm un meşruiyetini peşinen kabul etmiştir.
Zira ulusal eğilim, ancak evrenselcilik standardına göre yargıda b u
lunulduğunda kabadır; bir başka kurumsal bağlam içinde bir erdem,
yani yurtseverlik olarak yeniden tanımlanır. Nitekim onların şiddetini
suçlama sürecinde gelenekler yeniden onaylanır.
Karşı baskı altında bile tüm milliyetlerden bilimciler, kendilerini
daha dolaysız biçimlerde evrenselci standarda adamışlardır. Bilimin
“Komünizm”
“Komünizm”, malların genel sahipliğinin teknik olmayan ve genişle
tilmiş anlamında, bilimsel ethosun ikinci bütünleştirici öğesidir. Bili
min tözsel bulgulan, sosyal işbirliğinin bir ürünüdür ve topluluğa /
birlikteliğe hasredilir. Bu bulgular, bireysel üreticinin hak iddiasının
şiddetli biçimde sınırlandığı bir ortak mirası oluşturur. Kâşifinin adıy
la anılan yasa ya da teori, kâşifin ve onun mirasçılarının özel mülki
yetine ait değildir; ne de âdetler, özel kullanım ve idare hakkı için bu
kişilere yetki verir. Bilimde mülkiyet hakları, bilimsel etiğin mantığı
10 “Wir haben sie [‘marxistischen Leugner’] nicht entfernt als Vertreter der
Wissenschaft, sondern als Parteigaenger einer politischen Lehre, die den
Umsturz aller Ordnungen auf ihre Fahne geschrieben hatte. Und wir mussten
hier um so entschlossener zugreifen, als ihnen die herrschende Ideologie ei
ner wertfreien und voraussetzungslosen Wissenschaft ein willkommener Sc
hutz fuer die Fortfuehrung ihrer Plaene zu sein schien. Nicht wir haben uns
an der Wuerde der freien Wissenschaft vergangen...” Bernhard Rust, Das
nationalsozialistische Deutschland und die Wissenschaft (Hamburg: Hansea
tische Verlagsanstalt, 1936), s. 13.
tarafından asgariye varana değin yontulabilir. Bilim insanının “kendi”
entelektüel “mülkiyeti” iddiası, eğer kurum bir nebze olsa bile ehliyet
le işlerse, ortak bilgi stokunda gerçekleşen artışların önemiyle kabaca
uygun olan bir kabul ve saygı iddiasıyla sınırlandırılır. Kâşifinin adıyla
anılan yasalar -örneğin, Kopernik sistemi, Böyle yasası- bu yüzden
sadece ammsatıcı ve anma vesilesi olan birer araçtır.
Bilim insanının buluşlarında mülkiyet hakkına sahip tek kişi olarak
kabul edilmesi ve saygı görmesine karşı böylesi kurumsal vurgu çerçe
vesinde bilimin önceliğine yapılan vurgu, “normal” bir yanıt halini al
maktadır. M odern bilim tarihinde sürekli çıkıp duran önceliğe ilişkin
tartışmalar, özgünlüğe dair kurumsal vurguyla üretilm ektedir." Bura
da ortaya çıkan sonuç, yarışmacı bir işbirliğidir. Yarışmanın ürünleri
kamulaştırılır,12 ve üreticinin payına da bunun itibarı düşer. Uluslar
öncelik iddialarında bulunurlar ve bilim topraklarına yapılan yeni gi
rişler, ulusal isimlerle etiketlenir: Newton ve Leibniz’in birbirine rakip
iddialarından tutun da diferensiyal hesaplarına dek uzanan çekişmeler
buna tanıklık eder. Fakat tüm bunlar, ortak mülkiyet olarak bilimsel
bilginin statüsüne meydan okumaz.
Bilimin kamusal alanın bir parçası olarak kurumsal kavranışı, bul
guların paylaşımı buyruğuyla bağlantılıdır. Gizlilik bu norm un antite
zidir; bilimin temsili için tam ve açık iletişim [gereklidir].13 Sonuçların
muya ait olmadığına hiç kuşku yok muydu?... Buluşlarımızın kesinlikle tek
Sahibi olduğumuz koşullar sürüp gider miydi?... Öncelikle kendi Vatanımıza
borçlu olmalıyız, fakat dünyanın geri kalanına da borçlu olmalıyız; Bilim ve
Sanatları mükemmelleştirmek için çalışanlar bütün dünyanın yurttaşları ola
rak da görülmeliler” (J.D. Bernal, The Social Function o f Science [New York:
Macmillan, 1939] s. 150-51).
14Newton’in aforizmasmin en azından on ikinci yüzyıldan bu yana yinelen
miş bir ifade olarak kabul edilen standartlaştırılmış bir deyim olduğu bellidir.
Keşif ve buluşun mevcut kültürel temele bağımlılığının modern sosyologla
rın formülasyonlarından çok önce belirtildiği görülmektedir. Bkz Isis 24
(1935):107-9; 25 (1938): 451-52.
alınması, Birleşik Devletler versus American Bell Telephone Co. vaka
sındaki mahkeme kararından da görülebileceği gibi, bilimsel üretim ve
yayılmanın mantığını yadsır: “Mucit, değerli bir şey icat eden biridir.
İcat, onun kendi malıdır. O, icadına ilişkin bilgiyi kam udan esirgeye
bilir.”15 Bu çatışmalı durum a yönelik yanıtlar değişkenlik göstermiştir.
Savunmacı bir önlem olarak bazı bilim insanları, kamusal kullanıma
hazır olmasını sağlamak için çalışmalarının patentini alabildiler. Eins-
tein, Millikan, Compton, Lamgmuir patent aldılar.16 Bilim insanların
dan, yeni ekonomik girişimlerin teşvikçileri olmaları ısrarla istendi.17
Ötekiler, çatışmayı sosyalizmi savunarak çözmeye çalıştılar.18 Bu öne
riler —hem bilimsel keşiflerin ekonomik getirilerini talep edenler hem
de bilimin iş dünyası ile birlikte yürümesini sağlamak için sosyal sis
temde bir değişim isteyenler- düşünsel mülkiyet anlayışındaki uyuş
mazlıkları yansıtmaktadır.
Yansızlık
Bilim, genel olarak diplomalı mesleklerde de sözkonusu olduğu üzere,
temel kurumsal bir öğe olarak yansızlığı içerir. Yansızlık, ne özgeci
lik ile eşitlenebilir ne de bencilce eylemle ilgilidir. Bu tür eşitlemeler,
çözümlemenin kurumsal ve motivasyonel düzeylerini birbirine karış
tırır.19 Bilgiye yönelik tutku, yararsız merak, insanlığın faydasına olan
özgeci ilgi ve bir yığın diğer özel güdü, bilim insanına atfedilir. Ayırt
edici güdülerin aranması, yanlış yönlendirilmiş görünür. Bilim insan
larının davranışını karakterize eden geniş bir güdüler alanının oldukça
ayırt edici kurumsal bir denetim örüntüsü söz konusudur. Kurum bir
15167 U.S. 224 (1897), zikreden BJ. Stern, “Restraints upon the Utilization
of Inventions”, The Annals 200 (1938): 21. Daha geniş bir tartışma için
Stern’in o yazıdaki daha ileri çalışmalarıyla karşılaştırın, keza Walton Hamil
ton, Patents and Free Enterprise, Temporary National Economic Committee
Monograph, s. 31 (1941).
l6Hamilton, Patents and Free Enterprise, s. 154; J. Robin, L’oeuvre scientifiqu-
e:sa protection-juridique (Paris, 1928).
17Vannevar Bush, “Trends in Engineering Research”, Sigma Xi Quarterly 22
(1934):49.
18Bernal, The Social Function of Science, s.l 55 vd.
l9Talcott Parsons, “The Professions and Social Structure”, Social Forces 17
(1939): 458-59; krş. George Sarton, The History of Science and the New
Humanism (New York, 1931), s. 130 vd. Kurumsal zorlayıcılar ile güdüler
arasındaki ayrım, büyük ölçüde örtük olmasına rağmen, Marksist sosyoloji
nin anahtar kavramıdır.
kez tarafsız etkinlikte bulunmayı emrettiğinde, yaptırımların acısına
ve bu norm olarak içselleştirildiği sürece psikolojik çatışmanın acısına
kendilerini alıştırmaları, bilim insanlarının faydasına olacaktır.
Bilim yıllıklarında dolandırıcılığın neredeyse yokluğu, ki bu diğer
etkinlik alanlarının kayıtlarıyla karşılaştırıldığında istisnai görünür,
zaman zaman bilim insanlarının kişisel niteliklerine atfedilmiştir. Bi
limcilerin, olağanüstü bir ahlâkî doğruluk derecesine sahip olanların
arasından seçildiği imâ edilir. Aslında, bunun bir olgu (case) olduğu
na dair tatmin edici kanıt yoktur; daha makul açıklama, belki bilimin
kendi ayırt edici bazı karakteristiklerinde bulunabilir. Sonuçların doğ
rulanmasında olduğu gibi bilimsel araştırma uzman kadrolu akade
misyenlerin titiz incelemesine m aruz kalır. Başkaca ifade edildiğinde
- k i kuşkusuz bu gözlem, saygısızlık olarak yorumlanabilir-, bilimcile
rin etkinlikleri amansız bir politikaya m aruz kalır; belki de denebilir ki
bilim, bu bakımdan başka hiçbir etkinlik alanına benzemez. Yansızlık
talebinin, bilimin kamusal ve test edilebilir karakterinde katı bir temeli
vardır ve bu durum un bilim insanlarının dürüstlüğüne katkıda b u
lunduğu farz edilir. Bilim alanında rekabet vardır, bir başarı ölçütü
olarak önceliğe vurguyla yoğunlaştırılan bir rekabet ve rekabet koşulla
rında rekabeti örtük araçlarla gölgede bırakan üretilmiş özendiriciler
olabilir. Fakat bu tür itkiler, bilimsel araştırma alanında nadiren ifa
de fırsatları bulabilir. Kültçülük, informal klikler, çabuk üreyen fakat
ıvır zıvır yayınlar; bunlar ve diğer teknikler, kendini büyük göstermek
(self-aggrandizement) için kullanılabilir.20 Fakat genelde sahte savlar
önemsenmeye değmez ve etkisiz olarak görünür. Tarafsızlık norm u
nun pratiğe aktarılması, bilimcilerin aynı konum dan meslektaşlarına
olan nihai sorumluluğuyla etkili bir şekilde desteklenir. Sosyalleşmiş
duygu ve yararlılık dikteleri, büyük ölçüde çakışır ki bu, kurumsal
istikrara müsait bir durum dur.
Bu bağlantıda bilim alanı diğer meslekî alanlardan biraz farklılaşır.
Bilimci, örneğin bir doktor ya da avukat örneğinde olduğu gibi m es
lekten olmayan bir müşteri karşısında bulunmaz. Meslekten olm a
yanın saflığını, câhilliğini ve bağımlılığını sömürme olasılığı, böylece
önemli ölçüde azalır. Sahtekâr, hileci ve sorumsuz savlar (şarlatanlık),
“hizmete dönük” meslekler arasında olduğundan muhtemelen çok
daha azdır. Bilimci-meslekten olmayan ilişkisinin önemli hale gelmesi
ölçüsünde bilimin kendi geleneklerinden yan çizmesinin özendiricile
20 Bkz Logan Wilson, The Academic Man (New York: Oxford University
Press, 1941), s. 201 vd.
ri gelişir. Uzman otoritesinin kötüye kullanılması ve sahte bilimlerin
yaratılması, nitelikli meslektaşlar tarafından uygulanan denetim yapısı
başarısız kılındığında rol oynar.21
Bilimin, meslekten olmayanın gözündeki itibarının ve yüce etik sta
tüsünün teknolojik başarılardan ötürü küçük ölçekli olmadığı kuvvetle
muhtemeldir.22 Her yeni teknoloji, bilimcinin doğruluğuna kanıt ta
şır. Bilim, savlarını gerçekleştirir. Ancak bilimin otoritesi, çıkara bağlı
amaçlar için tahsis edilebilir ve edilir de kesinlikle; çünkü meslekten
olmayanlar, böylesi bir otorite için sahte savları hakiki olanlardan
ayırt edecek bir konumda değildir çoğu zaman. Totaliter sözcülerin
ırk, ekonomi ya da tarih üzerine güya bilimsel bildirileri, genişleyen
bir evren ya da dalga mekaniğine ilişkin gazete yazıları yazanlar gibi
aynı şekilde eğitimsiz kişilerin meslek dışı bildirilerine benzer. Her iki
örnekte de onlar sokaktaki adam tarafından kontrol edilemezler ve
her iki örnekte de sağduyuya aykırı düşebilirler. Eğer arada bir fark
aranacaksa, mitler daha makul görünecek ve güvenilir bilimsel teori
lere göre kamuoyu için elbette daha anlaşılabilir olacaklardır, çünkü
sağduyu yaşantısına ve kültürel eğilimlere daha yakındırlar. O halde,
kısmen bilimsel başarıların bir sonucu olarak halk, genellikle görünüş
te bilimsel terimlerle ifade edilen yeni mistisizmlere duyarlı hale gelir.
Bilimden ödünç alınmış otorite, bilimsel olmayan öğretiye saygınlık
bahşeder.
Örgütlü Kuşkuculuk
Örgütlü kuşkuculuk, bilimsel ethosun diğer öğeleriyle farklı şekillerde
içsel bir ilişki içindedir. Bu ilişki, hem yöntembilimsel hem de kurum
sal vekâlet düzeyindedir. Empirik ve mantıksal ölçütlere göre yargının
geçici olarak askıya alınması ve inançların tarafsız incelenmesi, peri
yodik olarak bilimin diğer kuram larla çatışmasını içermiştir. Doğa ve
toplumun her yönü ile ilgili, potansiyeller dâhil, olgulara ilişkin sorular
soran bilim, öteki kurumlar tarafından kristalize edilen ve çoğu zaman
ritüelleştirilen bu aynı verilere yönelik diğer tutumlarla çatışma içine
21Krş. R. A. Brady, The Sprit and Structure o f German Fascism (New York:
Viking, 1937), Bölüm 2; Martin Gardner, In the Name o f Science (New
York: Putnam’s, 1953).
22Francis Bacon, bu popüler pragmatizmin ilk ve en veciz ifadelerinden birini
ileri sürdü: “Artık -biri etkin, diğeri tefekküre dayalı olan- bu iki yön bir ve
aynı şeydir; ve işlerlikte olan en kullanışlıdır, bilgide olan ise en doğrudur”
(Novum Organum, 2. Kitap, 4. aforizma).
girebilir. Bilimsel araştırmacı, kutsal olan ile kutsal dışı, eleştirmeksi-
zin kabul edilen ile nesnel olarak analiz edilebilen arasındaki yarılmayı
sahiplenmez.
Bu, bilimin diğer alanlara sözüm ona izinsiz, zorla girmesine karşı
çıkan isyanların kaynağı olarak görünür. Örgütlü din tarafından gelen
böylesi bir direnç, ekonomik ve siyasi gruplarla kıyaslandığında daha
az önemli görünür. Kilise, ekonomi ya da devletin özel dogmalarını
hüküm süz kılıyor görünen özgül bilimsel keşiflerin takdiminden ol
dukça farklı bir muhalefet de var olabilir. Kuşkuculuğun mevcut ik
tidar dağılımını tehdit ettiği endişesi, oldukça yaygın ve sıklıkla m üp
hem bir endişedir. H er ne zaman bilim, araştırmasını kurumsallaşmış
tutum ların olduğu yönlere doğru genişletse ya da her ne zaman diğer
kurum lar denetim alanlarını bilime doğru genişletse, çatışma günde
me gelir. M odern totaliter toplum da ussalcılık karşıtlığı ve kurumsal
denetimin merkezîleşmesi, bilimsel etkinliğe sağlanan alanı sınırlama
ya hizmet eder.
BİLİMSEL İNANÇLAR*
3 Benim Science, Faith and Society çalışmam ile karşılaştırınız (Londra: Ox
ford University Press, 1946), s. 7 ve 8.
olursa olsun hayvanların gebelik süreleriyle tt sayısının çarpanları ara
sında herhangi bir ilişki olduğu konusunda onu ikna etmez.
Yüz yıllık bir sürede insanların bu konuda farklı düşünceler taşımış
olmaları anlaşılmaz bir durum değildir kuşkusuz. Yüz yıl kadar önce
büyük Helmholtz şunu bildirdi: “Ne Kraliyet Cemiyeti’nin* bütün üye
lerinin şahadeti ne de hattâ kendi duyularımın sunduğu kanıt benim,
düşüncelerin bir insandan diğerine kabul edilen duyum kanalları ol
maksızın iletilebileceğine inanmamı sağlayamaz.”4 Sanırım artık, ola
sılıkla çoğu böyle yapsa bile, bilim insanları Helmholtz’un duyuüstü
algılamayı safsata olarak görerek reddetmeye yönelik kararını oybirli
ğiyle kabul etmeyeceklerdir.
Çok uzun olmayan bir süre önce, İngiltere’de Üçüncü Program
dinleyicileri astroloji üzerine dinledikleri bir yayın üzerine şaşkına
dönmüşlerdi; program da bir astrolog, doğru çıkan astrolojik tahm in
lerden dikkatle seçilmiş bir dizi sunmuştu. M uhtemelen belki bin yıl
sonra bu kanıtı ciddiye alma eğiliminde olacağız. Bugün değiliz; ve bir
gerçek var ki, o da bütün zamanlarda daha başından saçma görülüp
reddedilen, bu yüzden de geçerli kabul edilmeyen çok sayıda anlaşı
labilir empirik ilişki varken, benzer genişlikte olup da hatasız olduğu
açık bir kanıt, böylesi bir ön itirazın getirilmediği bir ilişkiyi kanıtla
maya yeterli olarak kabul edilmiştir.
Bu, pozitivist bilim modelinin mantıksal analizinden hareketle tü
rettiğimiz vargıyı, yani gözlemlerden çıkarılan tahminlerin gerçekleş
mesinin tek başına bilimsel bir önermeyi doğrulayamayacağı vargısını
izah etmekte ve temellendirmektedir. Buna, bunun tersinin de doğru
olduğunu ekleyebiliriz. Şeylerin doğasına ilişkin genel kavrayışımız
deneyle kesin olarak yalanlanmaz, çünkü bunlar her zaman, her dene
yi kapsayacak şekilde genişletilebilirler. Bu, belirli bilimsel teoriler için
bile sıklıkla doğrudur. Örnek olarak, istenildiği kadar tahmin m iktarı
nı ve anlaşılabilir her tür gezegensel hareketi kapsayabilen Kopernikçi
siklus ve episiklus teorisini verebiliriz. Yahut Dalton’un basit kimyasal
oranlar yasasını ya da Hauy’un kristaller bilimindeki rasyonel indisle
rini ele alabiliriz. Dalton yasasını düpedüz yalanlayacak şekilde kim
yasal birleşim içine girecek iki bileşik gözlemlenememiştir, çünkü bu
' Kraliyet Cemiyeti (Royal Society): İlk kez 1645’te gayrıresmî olarak Londra
ve Oxford’da toplanan “Görünmez Kolej”in (Invisible College) yine küçük bir
grup seçkin İngiliz akademisyenle birleşmesinden oluşan ve 1660’da resmen
kurulan, İngiltere’nin en eski bilim cemaati (editörün notu).
4Aktaran: fan Ehrenwald, Telepathy and Medical Psychology (1947), s. 23-24.
yasanın tahmini kesin olarak belirli değildir, aynısı kristaller bilimin
deki rasyonel indisler için de doğrudur.
TABLO 1
O rtalam a G e b e l ik S ü resi ve m r*
Ortalama
Gebelik
N mr Gebelik Süresi Hayvan
sayısı
(Gün)
10... 31.416 31.41 64 İngiliz tavşanı
36... 113.097 113.1 ± 0.12 203 Domuz
48... 150.796 150.8 ± 0.13 195 Karakul koyunu
Kara Orman
150.8 ± 0.19 391
keçisi
49... 153.938 154 ? Saanen keçisi
92... 289.026 288.9 428 Simmental ineği
T h om as S. K u h n 1
3 Tek tek bilimler bu açılardan bazı farklılıklar gösterirler. Daha yeni ve aynı
zamanda daha az teorik bilimlerin -örneğin biyolojinin, jeolojinin ve tıp bili
minin alt dallarının- öğrencilerinin, söz gelişi astronomi, matematik ya da
fiziğin öğrencilerine kıyasla gerek çağdaş gerek tarihsel kaynak materyalle
karşılaşma olasılığı daha yüksektir.
midir. Ve yalnızca bu sahalarda, eğitim nesnesinin azami hızda güçlü
‘zihinsel setler’ ya da Einstellungen [istihdam] oluşturması beklenir.
Bilimlerde de bu tekniklerin büyük ölçüde aynı etkiler doğurduğunu
düşünüyorum . Bilimsel gelişme, sonuç doğuran yenilikler konusunda
özellikle üretken olsa da, bilimsel eğitim, öğrencinin değerlendirecek
donanım a sahip olmadığı, zaten kimsenin de ondan değerlendirmesini
istemediği, önceden tesis edilmiş bir problem çözme geleneğinin içine
görece dogm atik bir kabul töreni olmaktan öteye gitmez.
Yukarıda tarif edilen sistematik ders kitabı eğitimi örüntüsü, on do
kuzuncu yüzyıl başına kadar hiçbir yerde ve hiçbir bilim dalında (belki
ilkokul matematiği hariç) mevcut değildi. Ama o tarihten önce, bir
dizi daha gelişmiş bilim dalı, yukarıda bahsedilen özel karakteristik
leri açık bir biçimde sergilediler, birkaç örnekte ise çok uzun zam an
dan beridir sergilemekteydiler. Ders kitaplarının olmadığı yerlerde ise
çoğu zaman tek tek bilimlerin uygulaması için genel kabul görmüş
paradigmalar vardı. Bunlar, belirli bir alandaki bütün uygulayıcıların
yakından bildiği ve hayranlık duyduğu kitaplarda bildirilen bilimsel
başarılardı ve onlar da kendi araştırmalarını bu başarılar üzerinden şe
killendiriyor, kendi yaptıklarını bunlara bakarak ölçüyorlardı. Aristo
teles’in Fizik’i, Batlamyus’un Almagest’i (Büyük Bileşim), Newton’un
Principia’sı ve Optik’ı, Franklin’in Elektrik’i, Lavoisier’in Kimya’sı ve
Lyell’in Jeoloji’sv. Bu eserler ve başka birçok eser, hepsi bir süreliği
ne bir sonraki uygulayıcılar kuşağı için bir araştırma sahasının meşru
problemlerini ve yöntemlerini üstü kapalı bir biçimde tanımlama gö
revi gördüler. Kendi zamanlarında, bu kitapların her biri, onlara ya
kın olarak şekillendirilmiş başka kitaplarla birlikte, kendi sahaları için,
bugünün ders kitaplarının aynı sahalarda ve diğer sahalarda yaptığı işe
çok benzer bir iş yaptılar.
Yukarıda sayılan eserlerin hepsi, elbette, bilim klasikleridir. Bu
haliyle oynadıkları rollerin diğer yaratıcı alanlardaki temel klasikleri
hatırlattığı düşünülebilir, örneğin Shakespeare’in, Rem brandt’ın ya
da Adam Sm ith’in eserlerini. Fakat bu eserlere yahut onların ardında
bulunan başarıları klasikler değil de paradigmalar diyerek bunlarda
başka bir takım özellikler olduğunu söylemeye çalışıyorum, yani bun
ları hem diğer bilim klasiklerinden hem de diğer yaratıcı alanlardaki
bütün klasiklerden ayıran bir takım özelliklerden bahsediyorum.
Bu “başka bir takım” şeylere paradigmaların dışlayıcılığı [exclusi
veness] adını vereceğim. Herhangi bir zamanda belirli bir uzmanlık
dalının uygulayıcıları çok sayıda klasiğe âşinâ olabilirler ki bunların
bazıları birbirleriyle oldukça uyumsuz da olabilir; örneğin Batlamyus
ile Kopernik ya da Newton ile Descartes. Ama tam da bu grup -eğ er
v arsa- sadece tek bir paradigmaya sahip olabilir. Sözgelimi Remb-
randt’ın ve Cezanne’ın eserlerinden aynı anda esinlenebilecek olan bu
yüzden de her ikisini birden inceleyen sanatçı topluluklarından farklı
olarak, astronom topluluğunun Kopernik ya da Batlamyus’un oraya
koyduğu ve birbiriyle rekabet halinde olan bilimsel etkinlik modelleri
arasında bir seçim yapmaktan başka alternatifi yoktu. Dahası astro
nomlar, bir kez seçimlerini yaptıktan sonra, reddettikleri eseri göz ardı
edebilirlerdi. On altıncı yüzyıldan bu yana Almagest’in sadece iki tam
baskısı yapıldı ve bunların ikisi de on dokuzuncu yüzyılda basılan ve
doğrudan araştırmacıları hedef alan kitaplardı. Olgun bilimlerde sa
nat müzesine ya da klasikler kütüphanesine karşılık gelen belirgin bir
işlev yoktur. Bilim insanları, geçerlilik süresi dolmuş kitapları, hattâ
dergileri bilirler. Gerçi bunları imha etmezler ama, bilim tarihçilerinin
de tanıklık edebileceği üzere, faal bölüm kütüphanesinden çıkartıp ge
nel üniversite deposuna aktarırlar ve böylece kullanımdan kaldırırlar.
Onların yerini güncel çalışmalar alır ve bilimin daha da ilerlemesi için
gerekli olanlar yalnızca onlardır.
Paradigmaların bu özelliği, bir başka özelliğiyle yakından ilişkilidir
ve bu özellik benim bu terimi seçmem açısından özel bir öneme sahip.
Bir paradigmayı kabul ederken bilimsel topluluk bilinçli ya da bilinçsiz
olarak aslında oradaki temel sorunların nihai bir çözüme ulaştırıldığı
görüşüne ulaşmış olur. Newton hakkında şunları söylerken Lagrange
tam da bunu kastediyordu: “Tek bir evren var ve dünya tarihinde tek
bir adam bu evrenin yasalarının yorumcusu olabilir.”4 Gerek Aristote
les gerek Einstein örnekleri Lagrange’ı yanlış çıkarır, ama bu, onun bu
düşünceye bağlanmasının bilimin gelişmesine ilişkin olarak ortaya çı
kardığı etkileri azaltmaz. Newton’un yaptığı şeyin tekrar yapılmasına
gerek olmadığını düşünen Lagrange, doğaya yönelik temelden yeni
den yorumlara da pek eğilimli değildi. O bundan ziyâde kendi New-
toncu paradigmasını paylaşan kişilerin bıraktığı yerden alıp hem bu
paradigmanın daha m untazam formülleştirmelerine hem de onu doğa
gözlemleriyle giderek daha yakın bir uyuşmaya götürecek bir ifade
9 Bu ilk elektriksel paradigmanın ancak 1800’e dek tam olarak etkin olduğu
nu unutmayalım, bu tarihte pilin keşfedilmesi ve elektro-kimyasal etkilerin
sayısının artması, elektrik teorisinde bir devrim başlattı. Bu devrimden yeni
bir paradigma çıkana kadar, elektrik literatürü, özellikle de İngiltere’de, pek
çok bakımdan, yeniden on sekizinci yüzyılın ilk yarısına özgü bir tona sahip
olmuştu.
karakteristiğinden ayıran şey, temeller üzerine tartışm anın bütünüyle
ortadan kaldırılması değil, bu tür tartışmanın katı bir biçimde, ara sıra
ortaya çıkan paradigma değişikliği dönemleriyle sınırlandırılmasıdır.
Örneğin Batlamyus’un Almagest’i, ondan miras alınan araştırma
geleneği, yerini en sonunda Kopernik ve Kepler’in çalışmalarından tü
retilen ve öncekiyle uyumsuz bir geleneğe bıraktı diye ondan daha az
paradigma değildi. Ya da Newton’un Optik’i, yerini daha sonra Young
ve Fresnel’in eter-dalga teorisine bıraktı diye, daha az paradigmadan
sayılmaz, ki bu ikinci paradigma da daha sonra Maxwell’den gelen
elektromanyetik yer değiştirme teorisi tarafından yerinden edildi.
Kuşkusuz, herhangi bir verili paradigmanın izin verdiği araştırm a işi,
bilimsel bilgi ve tekniğin bütününe yapılmış kalıcı katkılar ortaya çıka
rır, ama paradigmaların kendisi sıklıkla bir kenara atılır ve onların ye
rine onlarla oldukça uyumsuz başka paradigmalar gelir. Paradigmala
rın kabulünün izin verdiği araştırmaların özel tesirini anlama çabası
içinde, paradigmaların “doğruluğu” ya da “geçerliliği” gibi nosyonla
ra başvuranlayız.
Tersine, tarihçi sık sık, eski bir paradigmayı zamanı geçmiş olarak
ilân edenlerin ya da paradigma öncesi ekollerden herhangi birinin yak
laşımını reddedenlerin aslında daha sonra geri dönmeye zorlanaca
ğı önemli bir bilimsel algının embriyosunu reddetmiş olduğunu fark
edebilir. Ama böyle yaparak bilimsel gelişmeyi geciktirip geciktirme
dikleri meselesi aşikâr olmaktan çok uzaktır. O n dokuzuncu yüzyıl
bilim insanları Newton’un parçacık ışık görüşünün hâlâ doğa hak
kında öğretecek önemli bir şeyleri olabileceğini kabul etmeye daha
istekli olsalardı, kuantum mekaniği daha önce mi doğardı? Sanatlar
da, beşeri bilimlerde ve geçmişin klasik başarılarına daha az doktriner
bir görüşle bakılan birçok sosyal bilimde belki, ama burada, sanmı
yorum. Yahut, bilim insanları Batlamyus ve Kopernik’in yerkürenin
konum unu tarif ederken eşit ölçüde meşru araçlar seçtiklerini kabul
etmiş olsalardı, astronomi ve dinamik daha mı hızlı gelişirdi? Aslında
on yedinci yüzyılda bu görüş öne sürülmüştü ve o zam andan bu yana
da görelilik teorisi tarafından teyit edilmiş durum da. Ama arada, bu
görüş, Batlamyus astronomisiyle birlikte kuvvetle reddedilmişti; an
cak ilk kez on dokuzuncu yüzyıl sonlarında, görececi olmayan fiziğin
süre giden pratiğinin ortaya çıkardığı çözülmemiş sorunlarla somut
bir ilişkiye sahip olduğu için yeniden ortaya çıkacaktı. O n sekizinci
ve on dokuzuncu yüzyılda gerek Batlamyus’un çalışmalarına gerek
Descartes, Huygens ve Leibniz’in görececi görüşlerine yönelik yakın
bir ilginin fizikte yirminci yüzyılla başlayan devrimi hızlandırmaktan
ziyâde geciktireceği öne sürülebilir ve aslında imâ yollu, ben de bunu
öne süreceğim. Kabul görm üş klasikler arasında sürekli bir rekabetten
ziyâde, bir paradigmadan diğer paradigmaya ilerlemek, olgun bilimsel
gelişimin işlevsel ve de olgusal bir karakteristiği olabilir.
Şimdiye dek söylenenlerin çoğu, olgun bir bilimsel uzmanlık sa
hasının uygulayıcılarının - b u yazının son kısmında ele alınacak bazı
olağanüstü dönemler bir yana bırakılırsa- doğaya bakarken, onu in
celerken bir takım paradigma temelli yollarından birine derinden bağlı
olduklarını belirtmeyi amaçlıyordu. Paradigmaları, onlara evrenin ne
türden kendiliklerle dolu olduğunu, bu kendilikler popülasyonunun
üyelerinin ne şekilde davrandıklarını anlatır; ayrıca onlara, doğa hak
kında sorulması meşru olan soruları ve bu sorulara cevap ararken kul
lanılabilecek münasip teknikleri bildirir. Aslında, paradigmalar, bilim
insanlarına o kadar çok şey söyler ki, araştırılmak üzere ortada bırak
tığı sorular, mesleğin dışındakilerin gerçek ilgisini nadiren çekebilecek
türdendir. Eğitimli insanlar, bir grup olarak, temel parçacıklar tayfı ya
da moleküler replikasyon hakkında bir şey duyduklarında büyülenip
kalabilirlerse de, bu sorunları araştırm a sürecinin altında yatmakta
olan inançlar onlara anlatılır anlatılmaz ilgileri hızla tükenir. Bizati
hi araştırm a projesinin sonuçlarına kayıtsızdırlar ve ilgileri, paritenin
korunmamasında olduğu gibi, bu araştırma [süreci] beklenmedik
bir paradigma değişikliği ya da sonuçta, araştırmaya kılavuzluk eden
inançlarda bir değişim ortaya çıkarmadığı sürece, yeniden uyanacak
gibi değildir. Gerek tarihçilerin gerekse bilimi popüler dile dökenlerin,
dikkatlerini, paradigma değişikliği ortaya çıkaran devrim niteliğindeki
sahnelere bu denli yöneltmelerinin ve en büyük bilim insanlarının bile
zamanlarının büyük kısmını harcadıkları türden işleri göz ardı etmele
rinin sebebi kuşkusuz budur.
Bir paradigmanın varlığının bilim topluluğuna yapacak ne bıraktığı
sorusunu soracak olursam, derdimi daha açık anlatabilirim. Cevap —
ki yeniliğe karşı gösterilen dirençle bağı aşikârdır ve tıpkı bunun gibi
sıklıkla gözden uzak tutulur—bilim insanlarına bir paradigma verildiği
zaman, bütün kudretleri ve maharetleriyle paradigmayı doğayla gide
rek daha fazla yakınlaştırmak için çabaladıklarıdır. Çabalarının çoğu,
özellikle de bir paradigmanın gelişiminin erken safhalarında, paradig
mayı telaffuz etmeye, ilk formülleştirmenin kaçınılmaz olarak muğlâk
bıraktığı alanlarda daha sarih kılmaya yönelir. Örneğin, elektriğin tek
tek parçacıklarının belirli bir mesafede birbirleri üzerinde etki yaratan
bir sıvı olduğu bilgisine sahip olan Franklin sonrası elektrikçiler, elekt
rik parçacıkları arasındaki nicel kuvvet yasasını belirlemeye girişebi
liyorlardı. Başkalarıysa kıvılcım uzunluğunun karşılıklı bağımlılığını,
elektroskop sapmayı, elektriğin niceliğini ve iletken yapılandırmasını
arayabiliyordu. Coulomb, Cavendish ve Volta’nm on sekizinci yüzyı
lın son on yıllarında üzerinde çalıştığı problemler bunlardı, diğer her
bir olgun bilimin gelişiminde de bunlara paralel pek çok örnek bu
lunuyor. Çağımızda, nükleonların etkileşimine hükm eden kuantum
mekaniği kuvvetlerini belirlemeye yönelik çabalar da tam olarak aynı
kategoriye, paradigmanın-telaffuzu kategorisine giriyor.
Bir paradigmanın onu benimseyen topluluğun karşısına koyduğu
güçlükler sadece bu türden bir sorunla sınırlı değildir. Bir paradig
m anın iş gördüğü varsayılan ama aslında henüz uygulanmadığı pek
çok alan vardır her zaman. Bu alanlarda paradigmayla doğayı eşleş
tirme meselesi, her kuşağın en parlak bilimsel yeteneklerinin çoğunu
işe koşar. Bunun önemli bir örneği, on sekizinci yüzyılda, Newtoncu
bir titreşen yaylar teorisi geliştirmeye yönelik çabalarsa, günüm üzde
katilara yönelik bir kuantum mekaniği teorisi üzerine yapılan çalış
malar da bir diğer örneği teşkil eder. Dahası, her zaman, en azından
sınırlı bir uzlaşmanın kendini gösterdiği bir alanda, bir paradigmayla
doğa arasındaki uyuşumu geliştirmeye yönelik olarak yapılabilecek
pek çok büyüleyici iş vardır. Bu gibi problemler üzerinde yapılan teo
rik çalışmalara örnek olarak, on sekizinci yüzyılda gezegenlerin Kepler
yörüngelerinden sapmasına neden olan tedirginmeler* üzerinde ya
pılan araştırmaların yanı sıra yirminci yüzyılda karmaşık atomlar ve
moleküllerin tayflarına ilişkin olarak ayrıntılı teori verilebilir. Ve tüm
bu problemlere ve başka problemlere eşlik eden şey, kendini yineleyip
duran bir araçsal sorunlar dizisidir. Coulomb’un elektriksel kuvvet ya
sasını belirleyebilmesi için özel aygıtların icat edilip yapılması gerekti.
Yapımları tamamlandığında Newtoncu tedirginme teorisinin geliştiril
mesine hizmet edecek gözlemleri yapmak üzere yeni teleskop çeşitleri
gerekiyordu. Nükleer kuvvetlere ilişkin daha güçlü teorileri dile geti
rebilmek için sürekli olarak, daha esnek ve daha güçlü hızlandırıcıların
tasarımı ve yapılması istenir. Hem en hemen bütün bilim insanlarının
zamanlarının neredeyse tüm ünü harcadığı işler bu türden işlerdir.10
15 William Ramsay, The Gases of the Atmosphere: the History of their Discovery
(London, 1896) 4.ve 5. Bölümler.
16 J. J. Thomson, Recollections and Reflections (New York, 1937) 325-71; T. W.
Chalmers, Historic Researches: Chapters in the History of Physical and Chemical
Discovery (Londra, 1949) 187-217; ve E K. Richtmeyer, E. H. Kennard ve T.
Lauritsen, Introduction to Modern Physics (5. Baskı., New York, 1955) 212.
17 A.g.e. s. 466-470; ve Rogers D. Rusk, Introduction to Atomic and Nuclear
Physics (New York, 1958) 328-30.
18 Klasik bir örnek (bunun için bkz. bir sonraki notta belirtilen referans) Ko-
pernik’in güneş merkezli reformundan önceki yıllarda yer merkezli astrono
mik sistemlerin çoğalmasıdır. Bir başka örnek (bkz. J. R. Partington ve D.
McKie, “Historical studies of the phlogiston theory”, Annals of Science, II
(1937) 361-404, III (1938) 1-58, 337-71, ve IV (1939) 113-49) ağırlığın
her zaman yanmayla kazanıldığı fikrinin genel kabul görmesine ve 1760’dan
sonra pek çok yeni gazın deneysel olarak keşfedilmesine tepki olarak ‘flogis-
ton teorileri’ndeki çoğalmadır. Aynı çoğalma, Einstein’ın özel görelilik teo
risinden önceki yirmi yıl içinde, mekanikte ve elektromanyetizmada kabul
bir takım etkileri keşfetme umuduyla, söz konusu alan içinde, giderek
gelişigüzel olmaya daha çok yaklaşan deneyler yapmaya başlayacak
lardır. Bilimsel teoride temel bir yeniliğin gerek yaratılmasının gerek
kabul görmesinin ancak bu gibi koşullarda olduğunu öne sürüyorum.
Örneğin, Batlamyus astronomisinin durum unun bir skandal ol
duğu, Kopernik astronomik teoride temel bir değişiklik önermeden
önce biliniyordu; Kopernik’in, yenilik yapmak için önsözde saydığı
nedenler, kriz durum unun klasik bir tarifini sunar.19 Galileo’nun ha
reketlerin incelenmesine yaptığı katkılar, çıkış noktasını, ortaçağ teori
sinin kabul edilen güçlüklerinden alıyordu, Newton ise Galileo’nun
mekaniğini Kopernikçilikle bağdaştıran kişi oldu.20 Lavoisier’in yeni
kimyası, yeni gazların ortaya çıkmasının ve ağırlık ilişkileri üzerine ilk
sistematik incelemelerin gerçekleşmesinin bir arada yarattığı anomali
lerin ürünüydü.21 Işığın dalga teorisi, kırınım ve kutuplaşma etkilerinin
Newton’un parçacık teorisiyle ilişkisindeki anomaliler hakkında gide
rek artan endişelerin ortasında gelişm işti.22 Sonraları mevcut bilimler
için bir üstyapı olarak görülmeye başlayacak olan termodinamik, daha
önceden paradigmatik olan ısıl [calorie] teoriyi reddetme pahasına ku
rulabilmişti ancak.23 Kuantum mekaniği, kara cisim ışınımı, özgül ısı
R obert K. M erton
18 Bu kitapla ilgili atıflar için, bkz. Alfred Schutz, Collected Papers, 2 vols. edi
tör ve giriş yazısı: Maurice Natanson (The Hague: Martinus Nijhoff, 1962),
1: 348, dipnot 71; Peter McHugh, Defîning the Situation (Indianapolis:
Bobbs-Merill Co., 1968), s. 7.
* Apokrifa kitabı (ya da “Ecclesiasticus”), doğruluğu şüpheli bulunan, Eski
Ahit’e ya da daha öncesine ait olabilecek metinleri anlatır (editörün notu).
olanların adaletsiz bir biçimde yararlandıkları niyetlenilmemiş bir çifte
adaletsizliğe yol açtığını düşünürler. Özetle onlar, M atta etkisini bilim
insanlarının bireysel kariyerlerini etkileyen ödül sistemindeki temel bir
eşitsizliğe göre değerlendirirler. Ancak M atta etkisi bilimin gelişimi
açısından başka sonuçlara da sahiptir ve bunları saptam ak için teorik
bakış açımızı bir başka yöne kaydırmamız gerekir.
24 Bkz. D.J. de Solla Price, Little Science, Big Science. Price, şöyle yazar:
“Tüm bu kaba ölçümler, bir ilk tahmin olarak, bilimsel çalışmaların yıllık yüz
de 7 civarında bileşik olarak üslü arttığını, böylece 10-15 yılda büyüklüğün
iki kata çıktığını, her yarım yüzyılda 1/10 çarpan ve 300 yılda bir milyon
çarpan düzeyinde geliştiğini, bunun bizi sürecin başladığı onyedinci yüzyıl
bilimsel yazı üretiminden ayırdığını” gösterir (Nature 206 [1965]: 233-238).
25 B. Glass, Science 121 (1955), s. 583.
26 Örneğin, bkz. H. Menzel, Communication: Concepts and Perspectives, L.
Thayer, ed. (Washington, D.C.: Spartan Books, 1966), s. 279-295; ve Ame
rican Psychologist 21 (1966), s. 999. Ayrıca, bkz. S. Herner, Science 128
(1958), s. 9. Herner’a göre, “bilgi kullanımını uyarıcı faktörlerden en önemli
si onun kaynağına âşinalıktır”; S. Herner, Ind. Eng. Chem 46 (1954), s. 228.
27 Project on Scientifıc Information Exchange in Psychology, s. 252, 254. Ge
lecek araştırmalar, farklı türden ‘okumalar’ ve ‘gözden geçirmeler’ için bi
limsel yazıların seçilmesiyle ilgili somut süreçler üzerine daha ayrıntılı verileri
gerektirecektir. Ancak şimdilik ulaşılabilen veriler en azından etkileyicidir.
İletişim sisteminde M atta etkisinin işleyişi, bilimin karakteri hak
kında belirli sonuçlar çıkartmamızı ve bunları vurgulamamızı gerekti
rir. Bu sonuçlar bize, bazen özellikle buluşla ilgili psikolojik süreçlere
odaklanan araştırmalarda varsayılanın aksine, bilimin çoğu bilim insa
nının buluşla ilişkili bir dizi özel deneyiminden oluşmadığını hatırlatır.
Bilim özel değil kamusaldır. Doğrusu, bir buluş yapmak kompleks
bir kişisel deneyimdir. Ve buluş yapma zorunlu olarak buluşun kade
rinden önce geldiği için, deneyin doğası problemi, buluşun zamansal
açıdan toplumsal olarak paylaşılan bir bilim kültürünün bir parçası ol
mayı başaramadığı mı, yoksa hızla bu kültürün işlevsel açıdan önemli
bir parçası haline mi geldiği problemiyle aynıdır. Bununla beraber,
bilimin gelişebilmesi için, üretken fikirlerin ortaya çıkması, yeni de
neylerin geliştirilmesi, yeni problemlerin formüle edilmesi veya yeni
yöntemlerin kurumsallaşması yeterli değildir. Yeniliklerin başkalarına
fiilen iletilmesi gerekir. Yani sonuçta, bilime katkı derken kastettiği
miz şeyin gerçekleşmesi -o rta k bir bilgi hâzinesine bir şey sunulm a
s ı- gerekir. Nihayetinde bilim sosyal olarak paylaşılan ve sosyal olarak
onaylanan bir bilgi gövdesidir. Bilimin gelişmesi için, çalışmanın diğer
bilim insanları tarafından etkili olarak algılanması ve kullanılması ol
mazsa olmaz önemdedir.
Bu yüzden, bilimin gelişimini biçimlendiren süreçleri araştırırken
bilimin alanına muhtemel katkıları engelleyecek veya kolaylaştıracak
toplumsal mekanizmaları dikkate almak önemlidir. M atta etkisine bu
perspektiften bakarken, önemli konumdaki bilim insanlarının katkıla
rının muhtemelen bilimin iletişim şebekelerine ânında ve geniş ölçüde
giren ve böylece onun gelişimini hızlandıran katkılar olduklarına işaret
ettik.
* Kişiye ilişkin genel izlenimin veya kişinin dikkati çeken tek bir kişilik özel
liğinin, ona ilişkin özel değerlendirmeleri etkileme eğilimi ile tanımlanan bir
tür yargı hatası. Örneğin cana yakın olarak değerlendirilen bir insanın, salt
cana yakınlığından ötürü ayrıca zeki olarak değerlendirilmesi. Hale etkisi, her
psikolojik testte ciddi yargı hatalarına yol açabilmektedir (ç.n.).
çilerde bir yapı kazanma eğilimine girer çok geçmeden. Örneğin çoğu
psikologun dikkatini aynı zamanda büyük ölçüde farklı diğer bilim
insanları tarafından geliştirilen geniş bir fikirler dizisine odaklaması
için, sözgelimi bir Freud’a gerek vardır. Bu odaklanma önde gelen bi
lim erkek ve kadınlarının ayırt edici bir işlevi olarak ortaya çıkabilir.31
Bir Freud, bir Fermi ve bir Delbrück bilimde karizmatik bir rol oy
nar. Onlar, kendilerine sıra dışı nitelikler yükleyen diğerleri arasında
entelektüel bir coşku yaratırlar. Onlar, sadece üstünlük sağlamakla
kalmayıp, diğerleri üzerinde bir üstünlük duygusu uyandırma kapasi
tesine de sahiplerdir. Bir ünlünün ilginç deyimiyle, onlar “parlak bir
hava” sağlarlar. Bu büyük bilim insanları kendileriyle çalışan yeni
lere sadece teknikleri, yöntemleri, bilgileri ve teorilerini aktarmakla
kalmazlar. Büyük ölçüde bunlara bağlı olarak, çalışma arkadaşlarına
araştırmayı yönlendiren önemli norm ve değerleri aktarırlar. Bu kişi
sel etki, çoğu kez onların sonraki yıllarında veya ölümlerinden sonra,
Max Weber’in diğer İnsanî etkinlik alanlarıyla ilişkili betimlemesinde
olduğu gibi, rutinleşir. Karizma, düşünce okulları ve araştırm a kuru
luşları biçiminde kurumsallaşır.
Daha genç çalışma arkadaşlarını etkilemede tanınmış bilim insan
larının rolü ünlülerle görüşmelerde tekrar tekrar vurgulanmıştır. N e
redeyse değişmez bir biçimde, onlar sadece problem-çözmenin değil,
problem-bu/manın da önemini vurgularlar. Onlar, ağız birliği etm iş
çesine, kendi çalışmalarında çoğunlukla sorun teşkil eden şeyin, te
mel önemde problemler üzerinde çalışırken bir beğeni duygusu, bir
yargı geliştirmek olduğu inancını kuvvetle ifade ederler. Ve tipik ola
rak, onlar bu ‘önemli problem’ duygusunu eğitim gördükleri yıllarda
kazandıklarını rapor ederler. Üst mevkide bir kimyacının laboratua
rında henüz bir çırak olarak çalıştığı yıllar üzerinde düşünen bir ünlü,
o “beni, mümkün olduğu ölçüde, sonu gelmeyen ayrıntılar üzerinde
çalışmaktan ziyade önemli şeylere bakmaya veya temel yeni bir katkı
yapmaktan ziyade sadece geçerliliği artırmaya yöneltti” der. Bir baş
kası bir Avrupa laboratuarındaki sosyalleşmesini, “güçlerinin doruk
noktasındaki birinci sınıf yaratıcı zihinlerle ilk gerçek ilişkim” olarak
34 Bu ölçüde onlar Cole & Cole tarafından varlığı istatistiksel olarak belirle
nen ‘mükemmeliyetçi’ fizikçi tipine atfedilen davranış türü içinde yer alırlar
(bkz. dipnot. 8); zira alıntılardan da görülebileceği gibi, yapabileceklerinden
daha az yayın yapanlar, yine de alanda hatırı sayılır bir etki yaratmaktadır
lar. Bu fizikçi tipinin, (‘verimli’ ve ‘kitlesel üretici’ tipleri dâhil) diğer tiplere
kıyasla, bilimsel çalışmanın ödüllendirilmesi anlamında daha çok kabul gör
meleri önemli bir husustur.
35 S. Benzer, Phage and the Origins o f Molecular Biology, ed. J. Cairns, G. S.
Stent, J.D. Watson (Cold Spring Harbor, N.Y.: Cold Spring Harbor Labo
ratory of Quantitative Biology, 1966), s. 165. Bu Armağan Kitabı açıkça,
Delbrück’ün, genellikle kendi çalışmaları ve meslektaşlarının çalışmaları ko
nusunda bu tür talepkâr bir yargıda bulunan bilim insanlarından biri olduğunu
açıkça gösterir.
36 Bu hastalıktan korunma konusunda bazı tespitler için, bkz. R.K. Merton,
On the Shoulders o f Giants (New York: Harcourt, Brace and World, 1967),
s. 83-85.
37 Bilim insanlarının kızamık aşısına başlangıçtaki güvenlerinin “inanmayı de
ğil, kuşkuyu bilimsel olarak ısrarla vurgulayan Enders’a yönelik paradoksal
bir geribildirim olduğu” belirtilmiştir. “Meslektaşları John Enders’e kendisini
lar; zira bilim insanları, bilimdeki önde gelen konumları eski çalışma
larının ortalama niteliği hakkındaki yargılar çerçevesinde toplumsal
olarak onaylanan bilim insanlarının ürünlerine odaklanırlar. Ve diğer
bilim insanları bu çalışmayla yakından ilgilendikçe, onların bu çalış
madan daha çok şey öğrenmeleri ve tepkilerinin daha ayırt edici olma
eğilimi yüksektir.38
Bütün bu nedenlerle, tanınmış bir bilim insanının sunduğu bilişsel
materyal daha az tanınan bir bilim insanının sunduğu yaklaşık aynı
türden materyalden daha fazla etkili olabilir: M atta etkisinin iletişim
işlevinin sosyo-psikolojik temelini oluşturan bir ilke. Bu ilke kendini
gerçekleştiren kehanetin özel bir uygulamasını bir ölçüde şöyle temsil
eder: Fermi veya Pauling, yahut G.N. Lewis veya Weisskopt39 çalış
mayı basılmaya uygun görür ve çalışma bu yüzden önemli olma eğili
mine girer (çünkü o bilim insanı, tutarlı bir biçimde, geçmişte önemli
katkılar yapmıştır); çünkü muhtemelen önemli olduğu için özel bir
dikkatle okunması gerekir; ve ne denli dikkat görürse o denli yayım
lanmaya uygun olacaktır. Ö nde gelen bilim insanlarının yayınlarını
büyük ölçüde kolay hatırlanır kılan bu süreç, kendini gerçekleştiren
bir süreç haline gelir (kuşkusuz, onların kendi meslektaşları arasın
daki imgeleri, eski güzel günlerinde kalan bir önderlik haline gelene
kadar -b u imge, aklıma gelmişken, yeni bilim insanları kuşaklarının
taarruzları sonucu kendilerini yarış dışı bulan bazı ünlülerin benlik
imgesine tekabül eder).
Diğer kendini gerçekleştiren kehânetler gibi, bu da belirli koşullar
da olumsuz işlevler taşımaya başlar. Zira önde gelen bilim insanları
muhtemelen daha önemli katkılar yapabilseler de, açıkçası bunu ya
panlar sadece onlar değildir. Her şey bir yana, bilim insanları tanın
40 Bkz. R.H. Murray, Science and Scientists in the Nineteenth Century (Lon
don: Sheldon, 1925), s. 346-348; D.L. Watson, Scientists are Human (Lon
don: Watts, 1938), s. 58, 80; R.J. Strutt (Baron Rayleigh), John William
Strutt, Third Baron Rayleigh (London: Arnold, 1924), s. 169-171.
41 B. Barber, Science 134 (1961), s. 596; yeniden basım, B. Barber ve W. Hir-
sch, eds., The Sociology o f Science (New York: Free Press, 1962), s. 539-556.
42 R.J Strutt, John William Strutt’tan aktaran: B. Barber (bkz. dipnot 41).
dir. Bu, birçok sosyal tabakalaşma sisteminde aynı sonucu üretecek
biçimde işleyen ‘birikimli avantaj ilkesi’ içinde ifade edilir: Zengin ne
oranda zenginleşirse, yoksul o oranda yoksullaşır.43 Nitekim bilim
sel üstünlüğünü kanıtlamış merkezlere, araştırmalar için, henüz böyle
bir konuma sahip olmayan merkezlerden daha büyük kaynak tahsisi
yapılır.44 Ayrıca, bu merkezlerin prestijleri gerçekte um ut vaat eden
lisans-üstü öğrencilerinin büyük bir bölümünü kendine çeker.45 Bu
eşitsizliğe özellikle uçlarda rastlanır: Fizik ve biyoloji bilimlerinde
doktorantların % 24’ünü üreten altı üniversite (Harvard, Berkeley,
Columbia, Princeton, Johns Hopkins ve Chicago) daha sonra Nobel
ödülü alan doktoralıların tam % 65’ini üretmiştir. Ayrıca, 12 önde ge
len üniversite özel yeteneğe sahip bu bilim insanlarını erkenden tespit
etmiş ve onları kendi fakültelerinde tutabilmiştir: Diğer doktoralıların
sadece % 35’i bu okullardan m ezun olmasına rağmen, gelecekteki ü n
lülerin % 60’ı bu okullarda tutulm uştur.46
Üst düzey bilimsel yeteneklerin yoğunlaşmasını daha da artıran bu
toplumsal ayıklanma süreçleri, yeni bilimsel üstünlük merkezleri üret
me yolunda, M atta ilkesinin kurumsal sonuçlarım dengeleme çabala
rını büyük ölçüde baltalar.
Özet
M atta etkisi üzerine bu açıklama bir toplumsal kurum olarak bilimin
işleyişinin psiko-sosyal analizinin bir başka küçük uygulamasıdır.
43 Derek Price Matta etkisinin bu içerimini fark etmiştir, bkz. Nature 206
(1965), s. 233.
44 D.S. Greenberg, Saturday Review, 4 November 1967, s. 62; R.B. Barber,
The Politics of Research (Washington, D.C.: Public Affairs Press, 1966), s.
63’te şöyle yazar: “1962’de, tüm federal desteğin % 38’i sadece on kuruma
ve % 59’u sadece 25 kuruma gitmiştir”. Ayrıca, bkz. H. Orlans, The Effects
of Federal Programs on Higher Education (Washington, D.C.: Brookings Ins
titution, 1962).
45 Nitekim, Allan M. Cartter, 1960-63 yılları arasında, National Science
Foundation Fellows’un (düzenli) % 86’sının ve Woodrow Wilson Fellows’un
% 82’sinin kendi araştırma yerlerini seçmekte özgür olduklarını buldu (bu
hesaplama 25 önde gelen üniversitede çalışanlar dâhil edilerek ve fakülteleri
nin niteliğine göre derecelendirilerek yapıldı); bkz. A.M. Cartter, An Assess-
ment of Quality in Graduate Education (Washington, D.C.: American Coun-
cil on Education, 1966), s. 108.
46 Ünlülerin kariyer örüntüleri üzerine bu ve başka ayrıntılı bilgi için, bkz. H.
Zuckerman (dipnotlar 1 ve 30).
Başlangıçta problem teorik bir perspektif içinde ele alınmıştır. Matta
etkisi, varlığının tesbit edilmesiyle birlikte, ortaklaşa veya bağımsız ça
lışma örneklerinde orantısız önem verilen tanınmış bilim insanlarının
konum undaki gelişme bağlamında yorumlandı. M atta etkisinin öne
mi, bu bakımdan, bilimin ödül sistemine dönük sonuçlarıyla sınırlıdır.
Bakış açısını başka noktaya kaydırdığımızda, başka muhtemel sonuç
ları, yani bu sefer bilimin iletişim sistemine dönük sonuçlarını belirt
tik. M atta etkisi ileri gelen bilim insanlarının bilime katkılarının görü
nürlüğünü artırmaya ve daha az bilinenlerin katkılarının görünürlü
ğünü azaltmaya hizmet edebilir. M atta etkisinin altında yatan temel
psiko-sosyal koşulları ve mekanizmaları ele aldık ve çoğul buluşların
bolluğu ile önde gelen bilim insanlarının odaklaştırıcı işlevi arasında
bir korelasyon bulduk: Bu, bilim insanlarının temel problemlerin belir
lenmesine büyük önem vermeleriyle ve kendilerine olan güvenleriyle
pekiştirilen bir işlevdir. Kısmen doğal, kısmen yaratıcı bilimsel ortam
lardaki deneyim ve ilişkilerin sonucu ve kısmen de konumlarının son
radan sosyal olarak onaylanmasının bir ürünü olan bu kendine güven,
onları riskli ancak önemli problemleri araştırmaya ve araştırmalarının
sonuçlarını açıklamaya teşvik eder. Matta ilkesinin makro-sosyal bir
türü de, görünüşe bakılırsa, halihazırda bilimsel kaynaklar ve yetenek
lerin belirli kurumlarda yoğunlaşmasına yol açan toplumsal ayıklanma
süreçleriyle ilgilidir.47
Diana Crane
Sonuç
Yukarıda sergilenen veriler gösterm ektedir ki; sosyal sınıf kökeni, bir
öğrencinin eğitim sisteminin yüksek aşamalarına doğru ilerlemesini
etkilemeye devam etmektedir. Sosyal sınıf kökeni, lisans-üstü eğitim
veren okullarda ve sonrasında, alınan eğitimin kalitesini ve mezuniye
tin ardından öğrencilerin erişebileceği fırsatları etkilemektedir.
Bu verilerde tutumsal (attitudinal) değişkenlerin yetersiz olması,
bu bulguların olası muhtelif yorumları arasında bir seçim yapma
yı zorlaştırmaktadır. Bir bakış açısıyla, orta sınıftan m ezunlar kadar
akademik başarı elde edememelerinden bizzat aşağı sınıftan m ezunla
rın kendilerinin sorumlu olduğu öne sürülebilir. Onlar, kendi sınıfsal
art-alanlarm dan dolayı, aslında kendilerine açık olan fırsatların çoğu
nu değerlendirmekten onları alıkoyan tutum ve değerler geliştirmiş
lerdir. Elinizdeki çalışmada, aşağı sınıftan mezunların temel bilim ve
araştırmaları orta sınıftan m ezunlara kıyasla daha az üstlendiklerine
dair herhangi bir kanıt yoktur. Bununla beraber, sınıfla-bağlantılı baş
ka kültürel değerler de engelleyici bir rol oynayabilirdi.
Alternatif bir açıklama olarak, West’in de işaret ettiği üzere, aşağı
sınıftan öğrencilerin sergilediği bazı tutum ve davranışlar, üniversite
açısından uygunsuz görünüyor ve bu öğrencilerle üniversite arasında
kurulacak etkili ilişkilerin gelişimini engelliyor olabilir. Üniversitenin
desteği öğrencilerin iş edinmelerinde sıklıkla önemli bir rol oynadığı
için, bu türden ilişkilerin gelişmesi, akademik başarı üzerinde dolaylı
bir etkiye sahip olabilir.
Farklı bir açıklamaya göre ise, ekonomik kaynaklar ya da aşağı
sınıftan öğrencinin taşıdığı kalıtsal zekâ gibi etkenler, akademik başarı
için önemli bir ön-gereklilik olan yüksek prestijli kurum larda bulun
m aktan bu öğrenciyi alıkoyma hususunda küçük bir etkiye sahiptir.
Lisans-üstü öğrencilerine verilen malî destekte son yıllarda kendini
gösteren artış her ne kadar ekonomik sınırlamaların etkisini zayıflat
mışsa da, zekânın rolü yine de açık değildir. Sewell ve Shah, lise son
sınıf erkek öğrencileri temsil eden bir örneklemde, sosyoekonomik
statü ile zekâ arasında .29 gibi anlamsız bir karşılıklı-korelasyon kat
sayısı bulmuşlardır.34 Bayer ve Folger ise, düşük nitelikteki biyokimya
tadır (Tablo 1). Doktorasını son dönemde alanlar arasında, babanın mesleği
ile temel alan arasında herhangi bir ilişki çıkmamıştır. Tekrarlarsak, profesyo
nel alanlarda olanlar örneklemden çıkarıldığında, babanın mesleği ile akade
miye yakınlık arasındaki ilişki, yerini korumaktadır (Tablo 1).
TABLO 1
SOSYAL SINIF KÖKENİNİN AKADEMİK MEVKİYLE BAĞINTISI
I. Son Dönem Katılımcılar Örneklemi
B abanın E ğitim i:3' B abanın M esle e i:b’
Tem el İkincil
L ised en Vasıflı
A k ad em ik Ü n iv ersite Lise M eslek m e slek Sekreter
Terk ve ve
M evk inin M ezu n u M ezu n u ve Sahibi sahibi ve ve B eyaz
D aha V asıfsız
N iteliğ i:c v e Ü zeri Ü niversiteT erk ve k ü çü k Yakalı
A şa ğ ısı İşçi
İdareci işletm eci
Y ü k sek
32 24 23 29 29 26 26
D üzey
O rta
39 39 36 39 38 39 37
D üzey
D ü şü k
29 37 41 32 33 36 37
D üzey
oo.
TO PLAM 100 100
O
100 100 1 00 100
N (5 7 5 ) (4 7 9 ) (6 4 5 ) (6 0 4 ) (3 7 8 ) (2 8 0 ) (2 0 8 )
TABLO 1 (Devamı)
II. Son Dönem Katılımcılar Örneklemi
B abanın E ğitim i:8* B abanın M esle ğ i:b*
Tem el İkincil
L ise L iseden Vasıflı
Ü n iv ersite M eslek m eslek Sekreter
A kadem ik M ezu n u ve Terk ve ve
M ezu n u Sahibi sahibi ve v e B eyaz
M evk inin N ite liğ i:0 Ü n iv ersited en D aha V asıfsız
ve Ü zeri ve k ü çü k Yakalı
Terk A şa ğ ısı İşçi
İdareci işletm eci
Y ü k sek D ü z e y 21 12 10 20 12 11 11
O rta D ü z e y 18 20 16 17 22 21 14
D ü şü k D ü z e y 26 30 28 27 28 27 28
Ü st-d ü z e y
10 11 11 10 12 12 11
ün iversiteler
D iğ e r ün iversiteler 20 22 30 20 21 25 30
S ın ıflan d ırılm am ış 5 5 5 6 5 4 6
N (3 5 1 ) (3 8 1 ) (5 2 8 ) (3 6 8 ) (2 6 7 ) (2 3 5 ) (2 6 8 )
T em el İkincil
L ise L ised en Vasıflı
L isan s M ezu n iy et Ü n iv ersite M eslek m e slek S ekreter
M ez u n u ve Terk ve ve
D e r e c e sin in M ezu n u Sah ibi sahibi ve ve B eyaz
Ü n iv e r sited en D aha V asıfsız
N iteliği: v e Ü zeri ve k ü çü k Yakalı
Terk A şa ğ ısı İşçi
İdareci işle tm e c i
Y ü k sek 32 25 20 30 28 25 25
O rta 23 27 25 23 27 25 22
D ü şü k 18 28 28 19 23 24 30
U st-d ü z e y
12 8 7 11 10 8 8
ün iversiteler
D iğ e r ün iversiteler 14 12 18 16 10 16 16
N (5 2 5 ) (4 3 9 ) (6 0 4 ) (5 4 1 ) (3 4 0 ) (2 6 2 ) (1 9 9 )
T em el ik in cil
L ise L ised en Vasıflı
L isan s M ezu n iy et Ü n iv ersite M esle k m eslek S ekreter
M ez u n u ve Terk ve ve
D e r e c e sin in M ez u n u S a h ib i sahibi ve v e B eyaz
Ü n iv e r sited en D aha V asıfsız
N iteliği: v e Ü zeri ve k ü çü k Yakalı
Terk A şa ğ ısı İşçi
İdareci işle tm e c i
Y ü k sek 20 14 12 21 16 11 12
O rta 22 24 18 21 21 24 19
D ü şü k 21 27 28 21 26 28 28
Ü st-d ü z e y
20 12 10 18 15 15 8
ü n iversiteler
D iğ e r ün iversiteler 15 21 29 16 20 19 32
S ın ıflan d ırılm am ış 2 2 2 2 2 3 1
N (5 7 6 ) (6 3 9 ) (872 ) (5 8 3 ) (4 4 6 ) (4 4 2 ) (4 3 1 )
Tem el İkincil
L ise L ised en Vasıflı
D o k to r a Ü n iv ersite M eslek m e slek Sekreter
M ez u n u ve Terk ve ve
D e re c esin in M ezu n u Sah ibi sa h ib i ve ve B eyaz
Ü n iv ersited en D aha V asıfsız
N iteliği: v e Ü z er i ve kü çü k Yakalı
Terk A şa ğ ısı İşçi
İdareci işletm eci
Y ü k sek 61 47 45 57 51 53 48
O rta 27 35 38 28 32 32 33
D ü şü k 7 15 15 8 13 11 16
D iğ e r “ 5 3 2 6 4 3 3
N (5 6 1 ) (4 7 0 ) (6 3 7 ) (5 9 0 ) (3 6 6 ) (2 7 5 ) (2 0 5 )
T em el ik in c il
L ise L ised en Vasıflı
D o k to r a Ü n iv ersite M eslek m e slek Sek reter
M ez u n u v e Terk ve ve
D e re c esin in M ezu n u Sah ibi sahibi ve v e B eyaz
Ü n iv ersited en D aha V asıfsız
N iteliği: ve Ü z er i ve k ü çü k Yakalı
Terk A şa ğ ısı İşçi
İdareci işle tm e c i
Y ü k sek 42 32 28 42 33 30 30
O rta 36 43 43 38 40 42 42
D ü şü k 20 23 26 18 24 25 26
D iğ e r 2 2 3 2 3 3 2
N (6 1 7 ) (6 7 2 ) (9 2 5 ) (6 3 1 ) (4 7 1 ) (4 6 6 ) (4 5 2 )
Tem el İkincil
TO PLAM
Vasıflı
TO PLAM
L ise
D o k to r a Ü n iv ersite L ised en M eslek m e slek Sek reter
M ez u n u ve ve
D e re c esin in M ezu n u | Terk ve Sahibi sahibi ve ve B eyaz
Ü niversited en V asıfsız
N iteliği: v e Ü zeri A şa ğ ısı ve kü çü k Yakalı
Terk İşçi
İdareci işletm eci
36 39 40 46 39 35 41
Y ü k sek 4 2 (3 4 1 ) 3 7 (2 1 9 )
(2 8 6 ) (8 4 6 ) (3 3 9 ) (1 8 6 ) (1 4 7 ) (9 8 ) (7 7 0 )
10 11 11 11 15 11
D ü şü k 10 (1 9 1 ) 13 (2 3 3 ) 9 (1 1 9 )
(3 3 7 ) (7 6 1 ) (217 ) (1 6 4 ) (1 0 0 ) (6 0 0 )
29 26
D iğ e r 8 41 (2 9 ) 1 7 (1 8 ) 14 (1 4 ) 2 8 (6 1 ) 2 5 (1 6 ) 11 (9) 2 9 (7 )
(3 4 ) (6 6 )
22 26 29 29 25 25 28
TO PLAM 3 2 (5 6 1 ) 2 4 (4 7 0 )
(6 3 7 ) (1 6 6 8 )* (5 9 0 ) (3 6 6 ) (2 7 5 ) (2 0 5 ) (1 4 3 6
'
Tablolar için belirlenen Ki-kare, 0.01 değerinin üzerinde anlamlıdır.
T em el İkincil
TO PLAM
Vasıflı
TO PLAM
L ise
D ok tora Ü n iv ersite L ised en M eslek m e slek Sekreter
M ezu n u ve ve
D e re c esin in M ezu n u T erk ve S ah ibi sahibi ve v e B eyaz
Ü n iv ersited en V asıfsız
N iteliği: ve Ü zeri A şa ğ ısı ve k ü çü k Yakalı
Terk İşçi
İdareci işletm eci
29 36 29
Y üksek 3 5 (1 5 6 ) 2 8 (1 2 9 ) 2 2 (1 4 7 ) 2 3 (9 4 ) 2 5 (6 4 ) 21 (7 8 )
(4 3 2 )’ (1 6 3 ) (399)1
6
D ü şü k 7 (1 8 7 ) 5 (2 4 1 ) 6 (3 5 5 ) 6 (7 8 3 ) 9 (1 6 2 ) 5 (1 6 0 ) 7 (1 8 3 ) 6 (703)
(1 9 8 )
D iğ e r 0 (7 ) 0 (5 ) 0 (1 7 ) 0 (2 9 ) 0 (6 ) 0 (7 ) 0 (6 ) 0 (3 ) 0 (22)
i
14 20 11 11
TO PLAM 2 0 (3 5 0 ) 13 (3 7 5 ) 11 (5 1 9 )
(1 2 4 4 )* (3 6 7 )
12 (2 6 3 )
(2 3 0 ) (2 6 4 )
141
(11241
‘ Tablolar için belirlenen Ki-kare, 0.05 değerinin üzerinde anlamlıdır.
aYurtdışından alınan dereceler dâhildir.
TABLO 5
KAMU VE ÖZEL ÜNİVERSİTELERDEN ALINAN DERECELERİN
SOSYAL SINIF KÖKENİYLE BAĞINTISI
I. Lisans-Ustü Eğitim Kadrosu Örneklemi
B abanın E ğitim i:“ B abanın M esle e i:’
T em el İkincil
D ok tora Lise Vasıflı
Ü n iv ersite L iseden M eslek m e slek Sekreter
A lm an M ez u n u ve ve
M ezu n u Terk ve Sah ibi sahibi ve v e B eyaz
Ü n iversiten in Ü n iv ersited en V asıfsız
v e Ü zeri A şa ğ ısı ve kü çü k Yakalı
Tipi: Terk İşçi
İdareci işletm eci
K am u 41 51 55 40 44 49 53
Ö zel 59 49 45 60 56 51 47
N (5 4 3 ) (4 5 8 ) (6 3 2 ) (5 6 9 ) (3 5 6 ) (269 ) (2 0 3 )
* Tablolar için belirlenen Ki-kare, 0.05 değerinin üzerinde anlamlıdır.
T em el İkincil
D ok tora L ise Vasıflı
Ü n iv ersite L iseden M eslek m e slek S ekreter
A lınan M ez u n u ve ve
M ezu n u Terk ve Sah ibi sahibi ve v e B eyaz
Ü n iversiten in Ü n iv ersited en V asıfsız
v e Ü zeri A şa ğ ısı ve kü çü k Yakalı
Tipi: Terk İşçi
İdareci işletm eci
K am u 46 49 53 43 47 50 51
Ö zel 54 51 47 57 53 50 49
N (6 1 7 ) (6 7 2 ) (9 2 6 ) (6 3 1 ) (4 7 2 ) (4 6 6 ) (4 5 2 )
*Tablolar için belirlenen Ki-kare, 0.05 değerinin üzerinde anlamlıdır.
TABLO 6
ÖZEL ÜNİVERSİTELERDEN DOKTORA ALMIŞ
KATILIMCILARDA DOKTORA DERECESİNİN NİTELİĞİ İLE
SOSYAL SINIF KÖKENİNİN ORANI
________ I. Lisans-Üstü Eğitim Kadrosu Orneklemi
B abanın Eğitim i: B abanın M esleği:
İkincil
TO PLAM
T em el Sekreter Vasıflı
TO PLAM
L ise
D o k to r a Ü n iv ersite L iseden m e slek
M ez u n u ve M eslek ve ve
D e re c esin in M ez u n u Terk ve sahibi ve
Ü n iv ersited en Sah ibi ve B eyaz V asıfsız
N iteliği: v e Ü zeri A şa ğ ısı k ü çü k
Terk id a reci Yakalı İşçi
işle tm e c i
40 37 36 44
Y ü k sek 31 ( 3 4 1 ) 4 3 (2 1 9 ) 31 (3 3 9 ) 4 5 (9 8 ) 37 1
(2 8 6 ) (8 4 6 )* (1 8 6 ) (1 4 7 ) (7 7 0 )* ]
68 63 54 55 63 57
D ü şü k 6 0 (1 9 1 ) 58 (2 3 3 ) 5 6 (2 1 7 )
(3 3 7 ) (7 6 1 )* (1 6 4 ) (1 1 9 ) (1 0 0 ) (6 0 0 )
D iğ e r 8 7 (2 9 ) 11 (1 8 ) 7 (1 4 ) 8 (6 1 ) 9 (3 4 ) 0 (1 6 ) 11 (9) 1 4 (7 ) 8 (6 6 )
54 48 43 48 53 44
TO PLAM 39 (5 6 1 ) 5 0 (4 7 0 ) 3 9 (5 9 0 )
(6 3 7 ) (1 6 6 8 )* (3 6 6 ) (2 7 5 ) (2 0 5 ) (1 4 3 6 )*
Tem el ik in c il
Lise S Vasıflı
D o k to r a Ü n iv ersite
M ez u n u ve
L iseden <
_ı
M eslek m e slek Sekreter
D e re c esin in M ez u n u
Ü n iv ersited en
Terk ve o. Sahibi sahibi ve ve eyaz2
/e B eya ,,
V asılsız o.
N iteliği: v e Ü zeri A şa ğ ısı O ve k ü çü k Yakalı O
Terk H İdareci işle tm e c i
İşçi H
42 40 35 41 40 37
Y ü k sek 3 6 (2 5 9 ) 4 2 (2 1 7 ) 3 7 (1 5 6 )
(2 6 3 ) (7 3 9 ) (2 6 6 ) (1 3 8 ) (1 3 5 ) (6 9 5 )
59 56 51 55 55 54
D ü şü k 5 4 (3 4 7 ) 5 3 (4 4 0 ) 5 3 (3 0 3 )
(6 3 3 ) (1 4 2 0 ) (3 5 4 ) (3 1 2 ) (3 0 8 ) (1 2 7 7 )
D iğ e r 18 (1 1 ) 3 3 (1 5 ) 31 (2 9 ) 2 9 (5 5 ) 9 (1 1 ) 2 5 (1 2 ) 2 5 (1 6 ) 5 6 (9) 2 7 (4 8 )
53 50 45 50 51 47
TO PLAM 4 5 (6 1 7 ) 4 9 (6 7 2 ) 4 7 (4 7 1 )
(9 2 5 ) (2 2 1 4 ) * (6 3 1 ) (4 6 6 ) (4 5 2 ) (2020)
' Tablolar için belirlenen Ki-kare, 0.05 değerinin üzerinde anlamlıdır.
aYurtdışından alınan dereceler dâhildir.
TABLO 7
BÜYÜK ÜNİVERSİTELERDEKİ KATILIMCILARDA DOKTORA
DERECESİNİN NİTELİĞİ İLE DERECENİN ALINDIĞI
ÜNİVERSİTE TİPİNİN ORANI
I. Lisans-Ustü Eğitim Kadrosu Örneklemi:
II. S o n D ö n e m
D e r e c e A lın an Ü n iv ersiten in Tipi:
K atılım cılar Ö rneklem i
D o k to r a
D e re c esin in K am u Ö zel TOPLAM K am u Ö zel TOPLAM
N iteliği:
33 42 28 29
Y ü k sek 3 9 (9 0 5 )* 2 9 (4 5 3 )
(3 3 5 ) (5 7 0 ) (1 8 3 ) (270 )
11 11 5 5
D ü şü k 11 (7 9 9 ) 6 (8 2 8 )
(5 0 2 ) (2 9 7 ) (4 7 1 ) (3 5 7 )
13 0 0
D iğ e r ‘ 6 7 (6) 2 3 (3 0 )* 0 (2 9 )
(2 4 ) (1 0 ) (1 9 )
23 31 26 12 15
TO PLAM 14 (1 3 1 0 )
(8 4 3 ) (8 9 1 ) (1 7 3 4 )* (6 6 4 ) (6 4 6 )
Diana Crane
Sonuç
Bu yazıda, sanatlarda, bilimlerde ve dinde, dört ödül sistemi tipinin
işlediği öne sürülm üştür. Bu ödül sistemleri, yenilikçilerin sistem üze
rinde, yeniliklere dönük bilişsel ve teknik normların konması ve sem
bolik ve m addî ödüllerin dağıtılması hususlarında uyguladıkları kont
rolün miktarına göre farklılaşmaktadır. Hem yenilikçi grupları hem de
bunların ait oldukları ödül sistemleri, sürekli değişmekte, gelişmekte
ya da empirik çalışmaların tasarlanmasını zorlaştıracak muhtelif bi
çimlerde kendilerini dönüştürm ektedirler.
Ödül sistemlerinin bu tipolojisi, daha ileri araştırmalar için birta
kım alanlar sunmaktadır. İhtiyaç duyulan şey, önceden ayrı ayrı in
celenmiş olan kültürel yenilikler üzerinde, aynı kavramsal çerçeveyi
kullanarak yapılacak karşılaştırmalı çalışmalardır. Spesifik olarak
konuşursak, aynı tip ödül sistemi içinde iş gören ama farklı kültürel
kurumlarda konumlanmış olan yenilikçi gruplarının ya da aynı kül
türel kurum içinde olup farklı ödül sistemi tiplerinde iş gören yeni
likçi gruplarının karşılaştırılması arzu edilebilir. Ayrıca, dışarıdaki bir
değişimin farklı ödül sistemi tipleri üzerinde yarattığı etkilerin kar
şılaştırılması da işe yarayabilir. Örneğin birtakım kültürel alanlarda
oligopoller ortaya çıkmaktadır. Bu oligopoller, bu alanlarda üretilen
yeniliklerin doğasını nasıl etkilemektedir?
Nihâyetinde, her üç kültürel kurum da da ortaya çıkan benzer sü
reçleri tartıştığımızdan dolayı, bir kurum un diğeri üzerindeki etkisini
incelemek de pekâlâ ilginç olabilir. Fikirlerin bir kültürel sistemden
diğerine yayılmasının, benzer ödül sistemi tiplerinden kaynaklı ola
rak vukû bulduğu düşüncesi, oldukça makûl gözükmektedir. Bunun
sebebi; farklı kuram ların içinde olup da benzer ödül sistemi tiplerinin
üyeleri olanların, muhtemelen, bir sosyal şebekeden diğerine bağ ku
rulmasına yol açacak belirli tipteki değerleri, tutumları ve davranışları
paylaşmalarıdır.
Kaynakça
Albrecht, M. C. (1973) “The arts in market systems.” Presented at the annual
meeting of the American Sociological Association, New York.
Back, K. (1971) Beyond Words. New York: Russell Sage.
Battcock, G. [ed.] (1968) Minimal Art: A Critical Anthology. New York: E.
P. Dutton.
Bellah, R. N. (1967) “Civil religion in America.” Daedalus 96 (Kış): 1-21.
Ben-David, J. (1968) Fundamental Research and the Universities. Paris:Or-
ganisation for Economic Development and Cooperation.
Ben-David, J.& Collins, R. (1966) “Social factors in the origin of a new dis
cipline: the case of psychology.” Amer. Soc. Rev. 31 (Ağustos): 451-465.
Berger, P. (1972) “Religious establishment and theological education.’’Theo
logy Today 19 (Temmuz): 178-191.
Bradbury, M. (1971) The Social Context of Modern English Literature.New
York: Schocken.
Carey, J. P. (1973) “An overview of Catholic theology.” Theology Today
30(Nisan): 25-41.
Crane, D. (1972) Invisible Colleges: Diffusion of Knowledge in Scientific
Communities. Chicago: Univ. Of Chicago Press.
Corwin R. G., (ed.) The Social Context of Research. New York:John Wiley.
De Grazia, A. (1963) “The politics of science and Dr. Velikovsky.” Amer.
Behav. Scientist 1 (Eylül): 33-37, 42-56.
Gross, L. (1973) “Art as the communication of competence.” Social Sci.
Information, 12 (Ekim): 115-141.
Hagstrom, W. (1965) The Scientific Community. New York: Basic Books.
Hammond, P. E. (1968) “Further thoughts on civil religion in American’s.
318-338 içinde: D. R. Cutler (ed.) The Religious Situation: 1968.Boston:
Beacon.
Heinrich, M. (1974) “The sacred as a market economy.” A.S.A.’nın yıllık
toplantısında sunulan tebliğ, Montreal.
Hirsch, P. M. (1972) “Processing fads and fashions: an organization-set
anaysis of cultural industry systems.” Amer. J. of Sociology 77 (Ocak):
639-659.
Kozloff, M. (1967) “Art criticism confidential,” s. 164-176 içinde: J. E. Mil
ler ve P. D. Herring (ed.) The Arts and the Public. Chicago: Univ. Of
Chicago Press.
Kramer, H. (1973) The Age of the Avant-Garde. New York: Farrar, Straus &
Giroux. Krohn, R. G. (1972) “Patterns of institutionalization of resear
ch,” s. 29-66 içinde: S. Z. Nagi ve
Kuhn, T. (1970) The Structure of Scientific Revolutions. Chicago:
Lakatos I. ve A. E. Musgrave (ed.) Criticism and the Growth of Knowledge.
Cambridge: Cambridge Univ. Press. Univ. of Chicago Press, 2. edition.
Luckmann, T. (1967) The Invisible Religion. New York: Macmillan.
Masterman, M. (1970) “The nature of a paradigm,” s. 59-89 içinde:
Merton, R. K. (1973) “The normative structure of science,” s. 267-278 için
de R. K. Merton, The Sociology of Science. Chicago: Univ. of Chicago
Press.
Meyer, L. B. (1974) “Concerning the sciences, the arts-and the humanities.”
Critical Inquiry 1 (Eylül): 163-217.
Mulkay, M. J. ve B. S. Turner (1971) “Overproduction of personel and inno
vation in three social settings.” Sociology 5 (Ocak): 47-61.
Peterson, R. ve D. G. Berger (1975) “Cycles in symbol production:the case
of popular music.”Amer. Soc. Rev. 40,2:158
Peterson, R. ve D. G. Berger (1971) “Entrepreneurship in organizations:
evidence from the popular music industry.” Admin. Sci. Q. 16 (Mart):
97-106.
Schoof, M. (1970) A Survey of Catholic Theology (§ev. N. D. Smith) Para-
mus, N.J.: Panelist Newman Press.
Thomson, V. (1974) “Making black music.” New York Rev. O f Books 21(17
Ekim): 14-15.
White, H. ve C. White (1965) Canvases and Careers. New York: John Wiley.
B İ l İm d e P r o b l e m A l a n l a r i ve
ARAŞTIRMA ŞEBEKELERİ*
Giriş
M odern bilimdeki toplam büyüme, hemen hemen üslü bir biçimde
gösterilir.1 Bu büyüme modeli, ilke olarak, sadece birikimsel gelişimin
başlangıcında var olan araştırm a alanlarının kesintisiz genişlemesi ara
cılığıyla üretilebilirdi; böylece bu genişleme, muhtemelen, araştırma
fırsatlarının yeniden üretilmesindeki azalma sürecinde ortaya çıkan ve
tekrar tekrar nükseden zihinsel kriz ve devrim dönemleri tarafından
noktalanmış olur.2 Oysaki gerçekte, farklı bir biçimde, yani tamamen
yeni araştırma yollarının yaratılması ve yeni araştırm a şebekelerinin
oluşturulması biçiminde meydana gelen çok sayıda bilimsel gelişme
sözkonusudur.3 Dolayısıyla şurası açıktır ki; yeni araştırma alanlarının
rinden biri şudur: Bir şebekenin çoğu üyesi son derece kolay bir biçimde
teşhis edilebilirse de, üyeliği şüpheli olan belli bir miktar kişi daima olacaktır.
Bir araştırma şebekesinin üyeleri, pratikte, spesifik bir bilimsel içeriğe sahip
yazıların yazarlığı, meslekî irtibat örüntüleri ya da araştırma gruplaşmalarına
ilişkin katılımcıların kendi görüşleri gibi seçme kriterlerine göre tanımlanır
lar. Burada, böylesi kriterlerin kullanımında kendini gösteren güçlükleri tar
tışmayacağız. Bunun yerine, farklı seçme kriterlerinin kullanıldığı tarzların,
hem geniş ölçüde farklılaşmış araştırma üyeliklerini tanımlamaya yol açma
yacağını hem de gözlemlediğimiz gelişim örüntüsünü önemli ölçüde etkile
meyeceğini varsayacağız. Bundan başka, bulgularımız ile araştırma prosedür
lerimiz arasında bir biçimde bağlantı olacağının; ve teorik yorumun daima
fiilen kullanılagelen operasyonel prosedürlerin ışığında yapılması gerektiğinin
farkındayız.
21 karş. J. A. Barnes, ‘Class and Communities in a Norwegian Island Parish’,
Human Relations, 8, 1954, s. 39-58.
22 J. Ziman, Public Knowledge, London: Cambridge University Press, 1968,
bölüm 4; M. Polanyi, Personal Knowledge, London: Routledge and Kegan
Paul, 1958.
23 Nicholas C. Mullins, ‘The Phage Group and the Origins of Molecular Bi
ology’, a.g.e.
24 M. }. Mulkay ve D. O. Edge, a.g.e.
25 Bir biçimde marjinal kalan bilim insanlarının önemi, psikolojinin (J. Ben-
David ve Randall Collins, ‘Social Factors in the Origins of a New Science’,
American Sociological Review, 31, 1966, s. 415-465), bakteriyoloji ve psika
nalizin (Joseph Ben-David, ‘Roles and Innovaitons in Medicine’, American
Journal of Sociology, 65, 1960, s. 557-60) ve fiziksel kimyanın (R. G. A.
Dolby, ‘Social Factors in the Origin of a New Science: the Case of Physical
boyutlarda büyümüştür elbette. Ancak bu büyüme, her biri belirli bir
araştırma şebekesiyle bağlantılı olan görece farklı problem alanlarının
tedricen çoğalmasıyla gerçekleşmiştir.* Bu durum , aşağıdaki diyag
ram da yer alan radyoastronomi örneğinde sergilenmiştir (EK 1). Bu
yüzden aşağıda, araştırm a şebekelerinin büyüme modellerine dair bir
inceleme yapmak suretiyle bilimsel gelişimin dinamiklerini açıklamaya
çalışacağız.
35 Fred Reif ve Anselm Strauss, ‘The impact of rapid discovery upon the
scientist’s career’, Social Problems, 12, 1964, s. 297-31 1. Ayrıca bkz. Gérard
Lemaine ve Benjamin Matalon, ‘La lutte pour la vie dans la cité scientifique’,
Revue Française de Sociologie, 10, 1969, s. 139-165.
36 Stephen Cole ve Jonathan Cole (‘Scientific Output and Recognition: A
study of the reward system in science’, American Sociological Review, 32,
1967, s. 377-390), yayımlanan yazıların niteliği ve niceliği ile yazarların ka
zandığı şeref pâyesi arasında korelasyonlar bulmaktadır.
' Yeni bir alana bağlılık, bütünsel bir bağlılık olmak zorunda değildir; zira bazı
durumlarda araştırmacılar, açıkça diğer alanlardaki yeni araştırma yollarının
peşine düştükleri halde, belirli bir alana katkıda bulunmayı sürdürebilirler.
57 Yeni bir alanın büyümesinde fonların varlığının etkisine dair bir örnek için
bkz. W. I. Jenkins ve I. Velody, ‘Behavioural science models for the growth of
inter-disciplinary fields: the cases of biophysics and oceanography’ O.E.C.D.
için hazırlanmış ve yayımlanmamış çalışma, Department of Social Sciences
and Economics, Loughborough, 1969.
38 Örneğin; “1933-34’te, birkaç fizikçi, temel fiziğin geleceğini tartışırken,
fiziğin belirli bir zaman zarfında (yeni makineler, geniş ölçekli araştırmaları
belirli bir oranda mümkün kılana dek) ilgi çekici hiçbir araştırma sağlama
yacağı sonucuna varmış” ve bu yüzden de, dikkatlerini biyolojik problemlere
yöneltmeye (ve netice olarak Bakteriyofaj Çalışması’na başlamaya) karar ver-
teren bilgi ya da tekniklerde özel bir uzmanlığa sahip olduğu şebeke
ler;39 üyelerinin hali hazırda, başkaca araştırma alternatiflerine sahip
olmadığı ya da çok az sahip olduğu şebekeler; ve muhtemelen dışsal
olaylar tarafından kesintiye uğratılmış olan ve bu yüzden üyelerinin,
yerleşik bir araştırm a alanına dönük uzun süreli bir bağlılık taşım a
dıkları şebekeler.40
Birinci aşamanın başında, başlangıç halinde olan şebeke, asgarî bir
sosyal örgütlenmeye sahiptir. Farklı bölgelerdeki ve farklı ülkelerde
ki araştırmacılar, sıklıkla benzer çalışmaların başka yerlerde de yü
rütüldüğünü fark etmeksizin, aynı problemlerle meşgûl olabilirler.41
Problemler henüz eğreti tanımlanmış ve araştırma teknikleri de henüz
tam gelişmemiş olduğu için, bazı basit keşif gezilerine girişilir. Çoğu
zaman bu keşif gezileri, (sonradan ortaya çıkacağı üzere) kullanılan
teknik ve teoriler uygunsuz ya da yanlış anlaşılmış olduğu için, ba
şarısızlığa uğrar. Bununla birlikte, bu başlangıçtaki keşif gezilerinin
bir araştırma programı içinde nasıl geliştiği o esnada açık olmadığı
için, görünüşte başarılı bazı teşebbüsler bile bilimsel topluluk tarafın
dan tamamen göz ardı edilir.42 Alan, yerleşik bir araştırm a alanı haline
gelene dek, başarısız keşif gezileri yapanların çoğu, ya kendi orijinal
inişlerdir. Nicholas C. Mullins, ‘The Phage Group and the Origins of Mole
cular Biology’, a.g.e.
39 Örneğin II. Dünya Savaşı’nın sonunda meteorları araştırmak için radar
tekniklerini kullanmaya başlayan radar bilimcileri: G. Nigel Gilbert, a.g.e.
40 Örneğin M. J. Mulkay ve D. O. Edge, a.g.e.
41 Bu durum, çoklu keşiflere dair bazı örnekleri izah edebilir. Bkz. R. K. Mer
ton, ‘Singletons and Multiples in Scientific Discovery’, Proceedings o f the
American Philosophical Society, 105, 1961, s. 470-86. Şebekelerin gelişi
mindeki erken aşamalarda diğer araştırmacıların faaliyetlerine dair kendini
gösteren bilgisizlik, Diana Crane (Invisible College, a.g.e., s. 110) tarafından
vurgulanmıştır.
42 E. L. Hess (‘The Origins of Molecular Biology’, Science, 168, May 1970,
s. 664-9), “moleküler biyoloji yaklaşımının, takdir görmesinden önce gelen
daha derin bir geçmişe kök saldığını” iddia etmekte ve moleküler biyolojinin
ortaya çıkışının, zamanında önemi takdir edilmeyen bir kimyasal ve biyolo
jik deneyler alanının önsel başarısına bağlı olduğunu göstermektedir. Ayrıca
bkz. E. A. Carlson, ‘An unacknowledged founding of Molecular Biology-H.
1. Muller’s contribution to Gene Theory’, 1910-1930, Journal of the History
o f Biology, 4, 1971, s. 149-70; ve Gunther Stent, ‘The Premature and the
Unique in Scientific Discovery’, Proceedings of the Conference on the His
tory of Biochemistry and Molecular Biology, 21-23 Mayıs 1970, Brookline,
Massachusetts: The American Academy of Arts and Sciences, s. 29-45.
problem alanlarına dönecekler ya da diğer alanlarda keşif gezileri yap
maya başlayacaklardır.
Keşif safhasında seçilen değişkenlerin ve kullanılan tekniklerin ba
sit olmaya eğilim göstermesinden ve ilgililer arasında çok az bir ile
tişim olmasından dolayı, bu aşamada, belirli bir keşif çokluğu ve so
nuçlara dönük çok sayıda öngörü olasılığı sözkonusudur. Bu durum
sıklıkla, düpedüz öncelik için rekabete neden olur.43 Sonuçlara dönük
rekabette kazanılan erken bir öncülük, çoğu zaman kaynaklara en ça
buk ulaşanlar tarafından elde edilir.44 Bu kaynakların en önemlileri;
elverişli teknikler, lisans-üstü öğrencileri,45 araştırm a fonları, yayın
yolları46 ve komşu alanlarda bulunm akta olup yeni araştırma girişimi
ne bilimsel meşruiyet pâyesi vermede katkısı olabilecek olan kişilerin
onayıdır. Bu kaynakların erişilebilirliği, pek çok durum da, kendileri
yeni alanın kıyısında dursalar da, himâye ettikleri gençlerin bu yeni
alana girişini faâl bir biçimde destekleyen saygın bilim insanlarının
varlığı ya da yokluğuyla geniş ölçüde belirlenir.
Birinci aşama, farklı farklı araştırmacıların ya da araştırma grupla
rının yeni problemleri fark etmeye ve araştırma için hazırlık çalışmala
rına girişmeye başladığı bir keşif gezisi safhasıdır. Bu aşamadaki malî
kaynaklar, sonradan elde edilenlerle kıyaslandığında, çoğu zaman az
dır. Bu sebepten dolayı ve yanı sıra keşfe dönük araştırm a çoğunlukla
özel olarak tasarlanmış cihazlara bağlı olduğu için, sözkonusu aşa
ma, deneysel ustalığın son derece önemli olduğu bir dönemdir. (Daha
sonra, cihazların tasarım ilkeleri kabul edildiği zaman, pek çok araş
tırmacı, belirli bir amaç için özel olarak yapılmış, ticarî olarak tasar
lanmış bir donanımı kullanmaya başlayacaktır.) Bu ilk adımlar, çeşitli
disipliner dergiler arasında ve genel-amaçlı dergiler içinde dağılmaya
71 C. S. Fisher, a.g.e.
12 Warren O. Hagstrom, a.g.e.; Abraham Zloczower, Career Opportunities
and the Growth of Scientific Discovery in 19lh Century Germany, with Special
Reference to Physiology (The Eliezer Kaplan School of Economics and Social
Sciences, Hebrew University of Jerusalem, 1966).
EKİ
Radyo astronomisinde problem alanların gelişimi. Alındığı yer: M.J. Mulkay ve D.O. Edge, "Cognitive, Technical and
Social Factors in the Growth of Radio Astronomy", Social Science Information, 12 (6), 1973, 25-61.
EK2
Bir araştırma alanının gelişimindeki aşamalar
1 2 3
BİLİMSEL GELİŞİME DAİR U Ç MODEL*
M . ). M ulkay
Açıklık Modeli
Açıklık modelinin, hangi versiyonu olursa olsun, bilimsel araştırma
topluluğunun temel özelliklerinin tam bir tanımlamasını verdiği büyük
6 Bkz. Merton: a.g.e.; Barber: a.g.e.; ve Storer: a.g.e. Eleştirel bir değerlendir
me için bkz. M. J. Mulkay: ‘Some Aspects of Cultural Growth in the Natural
Sciences’, Social Research, Cilt 36, 1969, s. 22-52.
7 ‘Bilgi-iddiaları’na dair bir tartışma için bkz. B. Barnes: Sociology of Science,
Penguin Books, Harmondsworth, 1972.
gelişecek;8 ve fiziksel dünyanın nesnel bileşimleri çarpıtma olmaksızın
açıklanacağı için, bilimsel bilgi bilhassa pratik açıdan etkili olacaktır.
Bütün argüm anın altında yatan temel varsayım ise şudur: Güvenilir
bilgideki hızlı gelişim ancak ‘açık’ toplumlarda ortaya çıkabilir; bilim,
diğer entelektüel hareketlerden kuşkusuz daha hızlı geliştiği ve daha
aşikâr pratik başarılara sahip olduğu için, bilimsel topluluk da diğer
sosyal gruplaşmalardan daha açık olsa gerektir. Bu akıl yürütme biçi
mi, başka bir önemli özelliğe de sahiptir: Şöyle ki; burada imâ edilen
şey, bilimsel topluluğa dışarıdan yapılacak herhangi bir müdahalenin
bilimsel ilerlemeyi engelleme olasılığı taşıdığıdır. Dışarıdakiler bilimsel
ilerlemenin yönünü etkilemeye çalıştıkları zaman, taraflılık, öz-çıkar,
entelektüel önyargı ve gizlilik ortaya çıkar. Dolayısıyla açıklık modelini
savunanlar, bilimin çok büyük oranda demokratik toplumlarda serpi
leceğini öne sürme eğilimindedirler;9 kısmen bizzat bilim değerlerinin
demokratik olması ve kısmen de demokrasilerin araştırma topluluğu
üzerinde baskı uygulamasının daha az olası olması sebebiyle.
Hangi biçimiyle olursa olsun, açıklık modeli, yaygın bir biçimde be
nimsenmiş durum dadır. Bu yüzden, onun oldukça yetersiz bir kanıt
lamaya dayandığını fark etmek oldukça şaşırtıcıdır. Örneğin, Mer-
ton’ın bilim normlarına ilişkin özgün analizi, az sayıda bilim insanının
meslekleri hakkında ortaya koyduğu ifadelerin sistematik olmayan bir
seçmesine dayanmaktadır. Oysaki, temsil edici ifadeleri elde etmede
sistematik prosedürler benimsenmedikçe ve bu ifadelerin anlamı, yö
neldikleri dinleyicilerle ilişkisi içinde incelenmedikçe, bu türden ve
riler bilimsel ethosu tanımlamada meşrû bir biçimde kullanılamaz.
Bu gerekleri asla yerine getirmemiş olmalarına rağmen, sözkonusu
bilim insanı örneklerinin bilimsel değerler denen şeylerin sözel formü-
lasyonlarıyla ne derece uyumlu ifadelerde bulunduklarını keşfetmeye
kalkışan bazı teşebbüsler sözkonusudur. Ancak bu çalışmaların hiç
biri, varsayılan bilim normlarının bilim insanları tarafından güçlü bir
biçimde üstlenildiğine dair herhangi bir kanıt üretem em ektedir.10 D a
8 Modern bilimin gelişimine dair bir inceleme için bkz. D. J. de Solla Price:
Little Science, Big Science, Columbia University Press, New York ve London,
1963.
9 Bkz. Merton: a.g.e. Ancak benzer görüşler, kapanma modelinin bileşenleri
tarafından da savunulmaktadır; örneğin M. Polanyi: ‘The Republic of Scien
ce’, Minerva, Cilt 7, 1962, s. 54-73.
10 S. West: ‘The Ideology of Academic Scientists’, IRE Transactions on Engi
neering Management, Haziran 1960, s. 54-62; ve M. Blissett: Politics in
Science, Little, Brown & Co., Boston, 1972.
hası, bilim insanlarının sözkonusu değerleri sözel düzeyde onayladık
ları durum larda dahi, ille de bunlara uygun olarak hareket etmedikle
rini gösteren bazı göstergeler mevcuttur. Bu yüzdendir ki, tamamen
katı-hal fizikçilerinden oluşan bir üniversite bölümü üzerinde yapılan
bir çalışmada şunlar bulunmuştur: Bölümün tüm üyeleri, sözel ola
rak, dergilerde yayımlanan zayıf çalışmalara karşı bilim insanlarının
eleştirel olması gerektiğini kabul etmiştir; bunların çoğu, alanlarında
yayımlanan çok sayıda kötü çalışma olduğunu da vurgulamıştır; ama
hiçbiri, ne bir diğer bilim insanının yayınlanmış çalışmasına eleştirel
bir değerlendirme yazısı yazmış ne de böylesi bir değerlendirme yazısı
yazan bir bilim insanının adını verebilmiştir.11
O halde, bilim insanlarının entelektüel ‘açıklık’ değerlerini genellik
le onayladıklarına ya da pratikte büyük ölçüde bunlardan etkilendik
lerine dair az sayıda doğrudan kanıt mevcuttur. Oysaki, katılımcılar
tarafından dile getirilen ve bilimi açık olmaktan çok uzak bir biçimde
tanımlayan çok sayıda ifade sözkonusudur. Örneğin, Max Planck’ın
şöyle ünlü bir ifadesi vardır: ‘Yeni bir bilimsel gerçeklik, karşıtlarını
ikna etme ve onların ışığı görmesini sağlama aracılığıyla zafer kazan
maz; bu ancak, fiilen karşıtlarının ölmesi ve yeni bir kuşağın bu yeni
bilimsel gerçekliğe âşinâ bir biçimde yetişmesi ile m üm kün olur.’12
Belirli yazarlar, ki bunların bazıları eski bilim insanlarıdır, böylesi bir
düşünce biçimi geliştirmişler ve bilim insanlarının en çok, yerleşik
bilimsel prosedürlere, bilimsel bilgi gövdelerine ve belirli entelektüel
perspektiflere karşı yükümlülük taşıdıklarını iddia etmişlerdir. Ö rne
ğin Polanyi, bilim insanlarının sıklıkla açık fikirli ve bağımsız bilme-
ce-çözücüler olmadıklarını, tam aksine, bağlı oldukları grup tarafın
dan katî bir biçimde tanımlanmış sınırlı bir problemler alanını çözme
ye vâkıf olduklarını gösteren birtakım örnekler ortaya koym uştur.13
Bu argümanın temel meselesi şudur: Bilimdeki entelektüel gelişim,
pürüzsüz bir süreç olmak bir yana, yenilikçilerin kendileri gibi bilim
insanı olanların yerleşik fikirlerine karşı savaşmaya zorlandıkları bir
Kapanma Modeli
Bilimin açıklığına değil de bilimsel ortodoksilerin varlığına vurgu yapan
bu çeşit görüşleri, kapanma modelleri olarak adlandıracağım. Böylesi
modeller, açıklık modelinin sahip olmadığı bazı belirgin avantajlara
sahiptir. İlk elde, bilimdeki entelektüel dirençlere dair iyi belgelen
miş olayların farkındadırlar.15 Açıklık modelinin böylesi olayları, bilim
normlarından geçici sapmalara yol açan konu dışı etkenler temelinde
açıklamaya meyilli olmasına karşılık, kapanma modeli, bunları anali
zinin odağına yerleştirir ve kökenlerinin de sistematik bir açıklaması
nı verir. İkinci olarak; kapanma modeli, bilimdeki meslekî ödüllerin
dağıtımı üzerine yapılan tüm çalışmalar tarafından desteklenir. Zira
böylesi çalışmalar göstermektedir ki; meslekî tanınmanın kazanılma
sı, hiçbir biçimde varsayılan bilim normlarına uyum sağlamaya değil,
daha ziyâde, mevcut bilişsel ve teknik standartların ışığında değerli
olduğuna hükmedilen bir malûmat tedarik etmeye bağlıdır.16 Üçüncü
olarak; kapanma modeli, geleneksel olarak entelektüel uyumlanmayı
üretme işlevi gören bilimsel eğitimin doğası ile daha tutarlı gözük
m ektedir.17 İyi yapılandırılmış tüm disiplinlerdeki katılımcılar, geniş
23 Bilimsel eğitime ilişkin yaptığı tartışma hâriç. Yukarıdaki dipnot 17’ye bkz.
24 Hagstrom: a.g.e.; ve Storer: a.g.e.
25 R. K. Merton: ‘Priorities in Scientific Discovery’, A.S.R., Cilt 22, 1957, s.
635-659, yeniden basımı için Merton: a.g.e., 1973.
26 Yukarıda dipnot 16’daki referanslara bakınız. Ayrıca K. E. Clark: America’s
Psychologists—A Survey of a Growing Profession, American Psychological As
sociation, Washington D.C., 1957.
O halde görünen odur ki; genel olarak sistem, tanınmanın dağıtı
ması aracılığıyla, normal bilimi destekler şekilde işlemektedir.27 Yine
de, bilimin ödül sistemi, belirli koşullar altında, devrimci ayaklanma
yı besleyebilir. Bu durum , izleyen satırlarda ele alacağımız biçimde
gerçekleşecektir. Bir paradigma ya da bir araştırm a çerçevesi genel
olarak kabul gördüğü an, geniş bir önemli ve çözülmemiş problemler
alanıyla özdeşleşecektir. Bu problemler, sözkonusu alanda çalışanlar
açısından, meslekî tanınm a elde etmeye, kariyerde ilerlemeye, ente
lektüel tatmine vs. yönelik çok sayıda fırsat sağlayacaktır. Bu koşullar
altında, paradigmanın sınırları içinde kalan araştırm a topluluğunun
en azından yeterli, ve sıklıkla da cömert bir ödül alacağını söyleyen
malûmat sebebiyle, sosyal kontrol etkili bir biçimde sürdürülecektir.
Ancak Kuhn’un analizi, açıkça, normal bilim tarafından üretilen so
nuçların öneminin zaman geçtikçe azaldığını imâ eder. Bütün temel
meseleler, tedrici olarak çözülür ve hâlâ cevaplanmamış olan sorular
da gittikçe önemsiz hale gelir. Aynı zamanda, araştırm a daha az öngö
rülebilir hale gelir ve araştırmacılar da harcadıkları emeğe uygun ödül
alacaklarından daha az emin olmaya başlarlar. Diğer bir deyişle, pa
radigma ne denli öm rünü doldurursa, meslekî ödül düzeyi ve bu ödü
lün kesinliği de o denli azalır. Dolayısıyla, mevcut ortodoksiye uyum
sağlamak, gittikçe daha az rastlanır bir durum haline gelir. Bu yüzden,
meslekî ödüllerin elde edilebilirliğindeki bu azalma süreklileşmişse,
zamanı geldiğinde sosyal kontrolün tam bir çöküşü gündeme gelir.28
Son birkaç paragrafta, Kuhn’un bilimsel gelişim açıklamasının, bi
limdeki sosyal kontrolün analiziyle sadece tutarlı olmakla kalmadığım,
ama aynı zamanda böylesi bir analizden belli ölçüde destek de aldığını
göstermeye çalıştım. Görünen odur ki; çok sayıda öngörülebilir araş
tırma yolunun yanı sıra katı bir bilimsel konsensüsün de var olduğu
durumlarda, değiş-tokuş süreçleri, entelektüel uyumlanmayı destekler
yönde çalışır; ama buna mukabil, paradigma tarafından oluşturulmuş
temel bulmacaların çözülür hale gelmesiyle birlikte, sosyal kontrol za
yıflayacak, böylece entelektüel krizin ve devrimci ayaklanmanın vukû
bulması kuvvetle muhtemel bir hale gelecektir. Ne var ki, bilimsel
gelişimi normal bilim ile devrimci bilim arasındaki salınım açısından
değerlendiren bu analiz, birkaç tartışmalı varsayıma dayanır. Bu ana
41 Crane: a.g.e.
42 Mulkay ve Edge: a.g.e.
43 N. C. Mullins: ‘The Development of a Scientifıc Specialty: The Phage
Group and the Origins of Molecular Biology’, Minerva, Cilt 10, 1972, s. 51-
82; N. C. Mullins: ‘The Development of Specialties in Social Sciences: The
Case of Ethnomethodology’, Science Studies, Cilt 3, 1973, s. 245-273; ve D.
L. Krantz: ‘Schools and Systems’, Journal for the History of the Behavioural
Sciences, Cilt 8, 1973, s. 91-95.
44 Crane: a.g.e.
45 Mulkay ve Edge: a.g.e.
Konsensüs, daha ziyâde, araştırmacıların yeni alanın problemlerine
cevap olarak önceden kazandıkları perspektifleri, farklı bilimsel arta-
lanlardan gelen katılımcıların etkili bir biçimde kullandıkları alternatif
perspektifler ışığında küçük değişikliklere uğrattıkları bir dizi m üza
kere aracılığıyla tesis edilir.46
Konsensüsteki büyümeye, şebeke içindeki zihinsel ve sosyal sü
reçlerde kendini gösteren bağlantılı değişimler eşlik eder. Yayınlar,
gittikçe daha dar bir dergiler alanında ortaya çıkmaya başlar. Alana
temelden angaje olmamış yazarların çalışmalarına yapılan referans
ların oram, dikkate değer derecede azalır. Erken dönemde yapılan az
sayıdaki katkı, bilhassa önemli addedilir ve düzenli bir biçimde alıntı
lanır.47 Bu temel katkılar gittikçe daha bilindik hale gelirken, alanda
ki aktif araştırmacıların ve yazıların sayısı da üslü bir biçimde artar.
Alana yeni meslektaş adayları devşiren ve onları gitgide pekişen bir
konsensüsün perspektifiyle eğiten araştırma takımları ve işbirlikçi k ü
meleri oluşur. Problemler daha açık bir biçimde tanımlandıkça, bu
araştırm a grupları, ve yanısıra birey bilim insanları, üst üste binmeyi
en aza indirgeyecek ve dolayısıyla rekabet olasılığını azaltacak şekilde
seçilmiş uzman araştırm a yolları geliştirirler. Bu süreç, görece geniş
bir meseleler alanının keşfedilmesini sağlar.48
Araştırma şebekeleri, tipik bir biçimde, büyüme sırasının erken dö
nemlerinde ortaya çıkan temel katkılara bir cevap olarak gelişirler.49
Sonraki çalışmalar, esasen bu katkıların üzerine ayrıntılı bir biçimde
çalışılmasından ibarettir. Dolayısıyla yenilikçi çalışmaların büyük bir
kısmı, alan nihaî üyelerinin önemli bir kısmını elde etmeye başlama
dan önce tamamlanmış durum dadır. Bu demektir ki; hatırı sayılır bir
bilimsel ilerleme gerçekleştirme fırsatları ve olağanüstü boyutlarda bir
meslekî tanınma elde etme olanakları, ilk dönemin ardından hızla aza
lır.50 Bu durum , hem katılımcılar hem de gitgide potansiyel üyeler için
açık bir hale geldiğinde, büyüme üslü olmak yerine çizgisel bir hal alır.
Barry Barnes
I
‘İdeoloji’, kabul görmüş bir kullanıma sahip olmanın henüz uzağında,
belirsizliğiyle kötü şöhretli bir terimdir. Bununla birlikte, somut sos
yolojik ve tarihsel çalışmalarda bu terimi kullanmanın ve ideoloji ile
bilim arasında temel bir ayırımı benimsemenin veya içermenin yararlı
olduğu da sıklıkla kanıtlanmıştır. Örneğin ırk kavramının tarihi üzeri
ne literatürde bu karşıtlık güçlü ve iyi işlenmiş bir şekilde kullanılır. Bu
durum da, önceki bölümlerdeki usavurmaların bu ayırımın üzerinde
yükseldiği alışılmış temelleri aşındırdığını söylediğimizde, gerçek bir
sorun ortaya çıkmaktadır. İdeoloji ve onun bilim ile ilişkisi sorununun
nasıl ele alınacağını ayrıntılarıyla tartışmak zorunlu hale gelmekte;
mevcut bakış açılarına gerçek bir almaşığın olup olmadığını sormamız
gerekmektedir. Bu son bölüm ün ilgileneceği konular bunlar olacak.1
Mevcut kullanımda, hem betimlemelerin hem de değerlendirme
lerin, anlam her iki durum da bir ölçüde farklıysa da, ideolojik olduk
larına işaret edilebilir. Kısaca özetlersek, değerler ideolojik olarak be
2 Burada bilimsel girişimin temelinde yer aldığı düşünülen değerlere değil, sa
dece bilim kültürüne, denebilir ki, somut olarak karıştırılmış değer biçmelere
işaret ediyorum. Elinizdeki monografinin usavurmaları birincilerin çevresinde
cereyan eden münakaşaya pek az şey eklediğinden, onların eleştirileri burada
tartışılmayacak. Olgu-değer ayrımını merkezine koyduğu gerekçesiyle bilimi
ideolojik olmakla suçlayan Marcuse’ü ele alalım. Marcuse, özünde, ayırımın
gereksiz olduğunu (ki bu noktayı kabul etmek kolaydır), ve insan doğasının
esaslarına antipatik olan ve insan onurunu ve özgürlüğünü aşındırıcı bir top
lumsal düzeni meşrulaştırdığını ifade etmek ister; dolayısıyla, yeni bir bilim
çeşidine gerek duyarız. İddia yeterince açık sözlüdür ve burada söylediğim
hiçbir şeyin onun kıymetini etkilemesi söz konusu değildir.
ve okuyucu bunları kolaylıkla göz önünde tutabilecektir. Neticede bu
durum , aleni değer biçmelerin bile sinsi olabildiği yarı-popüler yazı
larda ve bilimin kenarındaki alanlarda görülmektedir. ‘Pop’ etoloji ve
çevrebilim ile psikiyatri ve kriminoloji gibi sahalar burada hemen akla
gelenleridir.
Bilimsel çalışma, ayrıca terminolojisinin bir sonucu olarak da de
ğer biçici olabilir. Önemli kavramlar, betimleme ile değer biçme birbi
rinden farklılaştırılmadan kalacak şekilde kullanılabilir; gözlem dilleri
nötr ve antiseptik olmanın çok uzağında kalabilir. Patoloji, kapsamlı
bir bilimsel disiplinin etiketi ve önemli bir sınıflandırıcı terimdir. Açık
çası bu, fizyolojik fenomenleri, ‘saf bilimsel’ fonksiyonunun aşikâr ol
madığı bir tarzda birbirinden ayıran değer biçici bir kavramdır. D aha
sı, temsil ettiği değer biçme çeşidi, insan fizyolojisi ve anatomisindeki
ve hatta biyofizik ve biyokimyanın ilgili alanlarındaki gözlem bildi
rimlerine kadar nüfuz eder. Fakat bu nokta çok fazla ileri götürülme-
melidir. Değer biçici gözlem dilleri, her şeye rağmen yine de gözlem
dilleridir. Fizyoloji ve patoloji ders kitaplarındaki bildirimlerin olgusal
veya hakikaten betimsel oldukları meşruen savunulabilir. Kapsadıkları
değerler, kitle medyasının ‘özgür dünya’, ‘ekstremist’ veya diğer favori
terimleriyle yakından bağlantılı değerlerin taşıdığı anlamdan yoksun
dur. İnsanların kalp sağlığına veya içe doğru büyüyen ayak parmağı
tırnaklarına göre ciddi bir ayrımcılık, sömürü veya mertebe düzenle
mesi yapmayız, ne de artık biyoloji biliminin terminolojisi toplumsal
kara çalma süreçlerine suç ortaklığı etmektedir. Yerleşik bilimsel di
siplinlerdeki değer biçici öğelerin çoğu, benzer şekilde zararsızdırlar
ve sosyal bir fonksiyon icra etmezler; yinelersek, farklılaşmamış term i
nolojiden en fazla kuşkulanmamızı hak eden alanlar, kibarca bilimin
kenarında yer aldığı söylenebilecek disiplinlerdir.
Ayrıca, gündelik veya ortakduyusal sözcük dağarcığından yetersiz
bir şekilde farklılaştırılmış olduğunda da terminolojiden kuşku duyu
labilir. Kendine özgü bir jargonun ve içrek söylem kiplerinin en habis
kullanımı en azından doğa bilimini toplumsal etkiden bağışık tutar.
Aynı terimler hem bilimde hem de ortak kültürde kullanıldığında, her
iki kullanım bağlamı bir diğerini etkiler, ama yine de bir ölçüde fark
lı olma eğilimindedir. ‘N ötr’ bilimsel bildirimler, meslekten olmayan
kişiye değer biçici olarak görünebilir; ortakduyunun değer biçici çağ
rışımları bilim insanının düşünce ve pratiğini fark edilmesi zor bir şe
kilde etkileyebilir. Akıllı/deli, canlı/ölü, sağlıklı/hasta, erkek/dişi, nev
roz, uyuşturucu ve tiryakilik gibi terimler, bu noktayı örneklemeye, ve
belki de bir ölçüde uzmanların Grekçe sözlükler yardımıyla grotesk ve
telaffuzu zor ifadeler inşa etmelerini mazur göstermeye hizmet eder.
Şüphesiz bazı uzmanlık alanlarında harici çıkarlar teknik terminoloji
nin özerk statüsünü korumayı güçleştirebilir.
Diğer taraftan, geleneksel katı bilimlerde terimlerin farklılaştırıl
ması dikkate değer oranda gerçekleşti; kavramlar pratikte değer b i
çici çağrışımlardan yoksun olarak doğdu ve tümüyle tek bir disiplin
veya uzmanlık alanı bağlamında kullanıldılar. Fiziğin ve m atem ati
ğin dili öylesine farklılaşmıştır ki tamamen gündelik terimlere, bu dil
içersinde hiçbir tehlikeye yol açmaksızın, uzmanlaşmış bir kullanım
atfedilebilir; sonuç bazen ‘tuhaflık’ [‘strangeness’] ve ‘katastrof ku-
ram ı’ndaki gibi azıcık mizahi olabilir. Böylece, bu alanlarda, gizli bir
değer biçmenin var oluşuna bir örnek göstermek veya değerlerin usta
lıkla meşrulaştırılmış olduğunu kanıtlamak çok güçtür. Özellikle kişi
‘yukarı’ ve ‘aşağı’ gibi terimlerin kullanımının bile derin bir düzeyde
meşrulaştırılmış olduğunu ve hiyerarşik bir toplumsal düzeni destek
lediğini iddia etmeye hazırsa, böylesi konumlar tümüyle savunulamaz
değildir, fakat böyle bir yaklaşım burada ciddiye alınmayacaktır. Bu
rada bilimdeki değer biçici bileşen, anlamlı fakat büyük öneme sahip
olmayan ve elenebilir bir şey olarak incelenecektir. Bu çözümleme,
bilim insanlarının kendilerinin, üzerinde düşündükleri takdirde kabul
edebilecekleri şeye yaklaşır; olgu-değer ayrımını bilim insanlarının ve
onları çevreleyen kültürün kullandığı şekilde kullanmaktan hoşnuttur;
ayırımı, aktörlere ait bir kategori olarak ele almaktadır.
II
Şu halde, ana soru, doğa biliminde değerlere rastlanması hakkında
değil, doğa biliminin değer biçici olmayan bilgi iddiaları ile ideolo
ji arasındaki ilişki hakkındadır. Günüm üzde bilgi iddiaları ideolojik
olarak tanımlandığında ne kastedildiğini, suçlamanın niçin yapıldığı
nı -veya ondan ne sağlanabileceğini, ve mevcut ideoloji kavrayışının
hangi yönlerinin burada savunulan perspektifin içinde yararlı şekilde
m uhafaza edilebileceğini sormalıyız. (Söylemek bile gereksiz ki, inanç
sistemlerinin sosyolojik eşdeğerliği üzerindeki önceki vurguya paralel
şekilde, burada muhafaza edilecek yönler, diğerleri yanı sıra, bilimsel
inançlarla da ilgili olacaktır.)
Günüm üzde, bilgi iddialarının ideolojik olarak tanımlanması için,
normal olarak onların üç koşula uyması beklenir. İlkin, onlar toplumsal
bir fonksiyon icra etmeli veya toplumsal bir grubun çıkarlarına uygun
olmalıdır. İkinci olarak, iddialar yanlış, eksik, yetersiz temellendirilmiş
veya bir başka şekilde, akıl veya gerçeklikle bağdaşmaz olmalıdır. Son
olarak - k i bu ilk iki koşulu tutarlı bir örüntü içersinde birleştiren ve
kapsayıcı ideoloji teriminin kullanımını haklı çıkaran noktadır-, iddia
larla bağlantılı toplumsal fonksiyon veya çıkar, bu iddiaların doyurucu
olmayan doğasının nedenini oluşturur; ideoloji, toplumsal faktörler
tarafından çarpıtılmış veya ters bir şekilde etkilenmiş düşüncedir.
Burada benimsenen yaklaşım ilk noktayı dokunm adan bırakır.
İnançlar toplumsal fonksiyonlara sahiptir, ve pek çok örnekte onları
ortaya atan grupların çıkarları ve toplumsal konumlarıyla bağlantılı
görünürler. Bu yüzden, burada bütün yapılması gereken, inançların
fonksiyonları ile ilgili önemli fakat ihmal edilmiş bir noktayı hatırla
maktır. Aşikâr olanı vurgulama riskini göze alarak, bir inanç kendi
fonksiyonunu icra ediş tarzı nedeniyle ideolojik olduğu için, onun
özünde ideolojik veya kendinde ideolojik olduğundan bahsetmenin
anlam taşımadığını açıkça ifade etmeye değer. Bu nokta pratikte bazen
unutulur; inançlar veya inanç tipleri, tikel pratikleri veya olgu durum
larını mantıken veya otomatik olarak meşrulaştırdıkları varsayılarak,
doğaları gereği ideolojik olarak tanımlanırlar. Sosyolojide, örneğin
‘fonksiyonalizm’ sık sık ideolojik ve doğası gereği m uhafazakâr ol
makla eleştirilir. İmdi, fonksiyonel açıklamanın pek çok taraftarının,
çalışmalarında, var olan kurum lan meşrulaştırmakla ilgilendiğini ileri
sürm ek kesinlikle akla yatkındır. Fakat bundan daha fazlasını iddia et
mek yanlıştır; bir inançlar sınıfının güvenilirliği, kulanıcılarının güdü
lerine işaret ederek sorgulanamaz. Bunu derken bilgiçlik taslıyor deği
liz; unutmayalım ki Marx fonksiyonel açıklamanın büyük bir ustasıydı!
Eğer bir inanç, verili, önceden var olan inançlara sahip aktörleri
belli değerlendirmeleri veya eylem istikametlerini benimsemeye doğal
olarak sevk ederse tikel bağlamlarda toplumsal fonksiyonlar üstlene
bilir. Aynı inanç, başka durum larda veya farklı aktörlerle, tamamen
farklı bir fonksiyon icra edebilir. Bir inanç veya bilgi iddiası, farklı
durum larda bir fonksiyonlar çeşitliliğine uyarlanabilen bir âlet olarak
görülmelidir; kökeni ve tasarımı belki tikel bir özel görev çeşidiyle
bağlantılı olmuşsa da, bir somun anahtarı belli vesilelerle iyi bir kısa
sopa yerine geçebilir.
Teferruata girme pahasına, belki sadece doğalcı hatayı işlemeye
karşı bir uyarı olsa da, bilimle daha ilgili başka bir örnek vereceğim.
Bütün bireylerin yetenek ve kabiliyetlere eşit olarak malik doğdukları
inancını düşünelim. Bu inancın, yüksek derecede hiyerarşik ve söm ü
rücü bir toplumsal düzeni haklı çıkarmakta kullanıldığını tasarlamak
kolaydır. Bu, baskıcı bir meritokrasi için kusursuz bir âlettir. Sistemin
dibindekiler başkalarıyla aynı yeteneklere veya potansiyel yetenekle
re sahiptir. Başarılı olmaları, sorumlu tutulamayacakları doğuştan bir
kapasite yokluğu tarafından engellenmemiştir. Tembellik, kayıtsızlık,
hırs yokluğu ve benzeri bir nedenle başaramamış olmalıdırlar. Başarı
sızlıkları kendi kusurları olduğundan, sistemin dibindeki kötü durum
ları kendi eserleridir ve orada hafif ateşte kızarmaya terk edilebilirler.
Şüphesiz söz konusu inanç pratikte eşitlikçilik ile bağdaştırılmış-
tı ve en yaygın şekilde liberaller ile onların solunda yer alanlar tara
fından savunulmuştu. Var olan kurum lan eleştirmekte kullanılan bir
inançtı. Farklı bireylerin ve grupların farklılaşan başarı miktarı, farklı
doğuştan kapasitelerle ilişkilendirilemez, ‘o halde’ toplumsal sistemde
kurumlaşmış ayırımcılık ve haksız seçilim ile ilişkilendirilmelidir. Bu
rada önem taşıyan nokta, bu gibi ‘o haldeler’in sadece tikel inançlar
ve norm lar bağlamında herhangi bir güce sahip olmalarıdır. İnançla
rın toplumsal fonksiyonlarının incelenmesi, sosyolojik soruşturm anın
önemli bir dalıdır, fakat inançların kendilerinin biçim veya statüsü
hakkında hiçbir şey ifşa etmez. Herhangi bir inanç çıkarlara hizmet
ettirilebilir; uygun bir kapsamlı kültürel örüntü verildiğinde, herhangi
bir tikel inanç herhangi bir tikel çıkara hizmet ettirilebilir. (Bu noktayı
güzel bir şekilde göz önüne seren ve yukarıdaki ile bağlantılı bir başka
örnek için karş. Rosenberg, 1966.)
İdeoloji incelemesi, arada sırada, basitçe inançların fonksiyonları
nın incelenmesi olarak sunulur. Bir inancın tikel fonksiyonlara sahip
olması sebebiyle ideolojik olduğu savunulur; inancın yeterliliği bu ko
nuyla ilgisiz sayılır. Bu görüşün doğruluk payı az görünüyor. İnanç
ların toplumsal fonksiyonlarını incelemek ve özellikle algılanmamış
veya kabul edilmemiş fonksiyonları ifşa etmek ilginçtir, fakat bunu
ideoloji incelemesi olarak adlandırm ak yararsızdır. Babalığın biyolojik
doğası hakkındaki inançlarımız toplumsal fonksiyonlar icra eder. Aynı
şekilde birliklerin ve nümayiş kontrol ekiplerinin silahlarının ölümcül
potansiyellerine dair inanç da bunu yapabilir. İnançlarının doğru ol
duğunun kabul edilmesi, kamuoyunda, özellikle öğrenciler arasında
sağladığı itibar sayesinde fizikçilerin çıkarınadır. Bunların ideolojik
fonksiyonlar olduğunu söylemekle bir şey kazanılmaz.
Böylece, geleneksel ideoloji tanımındaki ikinci öğenin tamamen
sebepsiz olmadığı kanıtlanmaktadır. İdeoloji terimi ancak akla aykı
rılık veya gerçeklik ile bir çatışma içerirse, herhangi bir sahici işe ya
rar. O zaman, doyurucu olmayan doğalarına rağmen, içersinde icra
ettikleri toplumsal fonksiyonlar nedeniyle tikel bağlamlarda kalıcılığını
sürdüren inançları tanımlamakta kullanılabilir. Toplumsal fonksiyon
lar, bu inançların kalıcılığını anlama girişiminde zikredilirler; önceki
örneklerdeki gibi, bu inançlara göre ilineksel oldukları düşünülemez.
Yine de, bu koşulun burada yadsınması gerekir; çünkü böyle yeter
siz inançları teşhis edeceğimiz dışsal standartlan bulma olanağı red
dedilmiş durum dadır. Böylece, toplumsal faktörlerin inançları nasıl
etkilediği sorunu doğmaktadır; zira böyle bir etkinin varlığı lehine ilk
bakışta ezici güçte kanıtlar sözkonusudur. Eğer toplumsal faktörler,
doğruluk veya ussallıktan sapmaya neden olacak tarzda işlemiyorlar
sa, o zaman nasıl işlemektedirler?
III
Soruna odaklanmanın ilk aşaması olarak, önceki bölümlerde neden
sel açıklamaya doğruluk veya ussallıktan ziyade normallikten sapmayı
açıklamak için başvurulduğunu hatırlamalıyız. Bilimsel topluluklar da
dâhil olmak üzere bütün topluluklarda, inançların, kültürel olarak yer
leşmiş teamüllere uygunluğuna göre geçerli veya iyi temellendirilmiş
olduğu yargısına varılır. Bunlar zaman içinde veya topluluktan top
luluğa değişebilir, fakat verili bir toplulukta verili bir dönem boyunca
genellikle toplumsal kontrol mekanizmaları tarafından korunurlar ve
yeni üyelere başarıyla aktarılırlar. Normal pratik, bu teamüllere uygun
olan pratiktir ve bir anlamda, sorunsal oluşturmadığı varsayımıyla ele
alınabilir. Özellikle izah edilmeyi gerektiren, normal pratikten sapm a
dır, ve toplumsal etkiler ve koşullar, sapmanın nedenleri olarak başvu
rulabilecek faktörler arasında yer alır. Toplumsal faktörlerin doğruluk
veya ussallıktan sapmaları nasıl ürettiğini, yani inancı nasıl çarpıttıkla
rını sorm ak yerine, toplumsal pratikten sapmaları nasıl ürettikleri so
rulabilir. Toplumsal faktörler, bu tarz değişmeleri üretebilen belirleyici
bir etki çeşididir.
İnançların toplumsal belirlenimine dair bu görüş ile önceki arasın
daki fark, toplumsal nedenleme atfıyla zorunlu olarak bağlantılı hiçbir
eleştirel fonksiyonun artık söz konusu olmamasıdır. Elbette ki, kabul
edilmeyen, gizlenmiş veya gayrimeşru belirleyicilerin inançları etkile
diği gösterildiğinde, bu bir eleştiri veya söz konusu inançların güve
nilirliğini azaltan bir sebep olarak ele alınabilir. Burada, bilinçdışı ve
gayrimeşru güdülenmelerden kaynaklanan inançlar şeklindeki sınırlı
veya tikel ideoloji kavramı ile bir paralellik vardır (Mannheim (1936).
Fakat bu değişik durum da ideoloji terimini kullanmanın gerekip ge
rekmediği konusu sorgulamaya açıktır, çünkü bu kavram, gayrimeşru
tarzda belirlenmiş inançların zorunlu olarak yetersiz inançlar olduk
ları varsayımını içerir. Burada, nedensel açıklama bulmaya yönelik
sosyolojik görevin, epistemolojik ve değer biçici ilgilerden ayrı tutul
masını savunuyorum.
Bu yaklaşımın bir sonucu, bilim kültürü üzerindeki gizlenmiş top
lumsal etkilerin tıpkı diğer herhangi bir kültür üzerindeki etkiler gibi
araştırılıp incelenebileceğidir. Eğer böyle etkiler bulunursa, bu, ilgili
inançların hatalı veya bağlamdan-bağımsız bir anlam da ‘bilimdışı’ ol
dukları anlamına gelmez. Gayrimeşru etkiler ne denli bariz veya kaba
olursa olsun bu durum değişmez. Normal inanç ve eylemden sapm a
ları ürettikleri ölçüde, bu gibi etkiler bilimde kültürel değişimin nasıl
meydana geldiğini anlamamıza yardımcı olurlar; kendi başlarına daha
fazla bir şey yapmazlar.
Yukarıdaki noktalar somut bir örneklemeye ihtiyaç gösterirler ve
tikel bir vakayı ayrıntılı şekilde ele almak zaman harcamaya değecektir.
Arthur Jensen’in insan popülasyonlarında zekânın değişkenliği üzerine
çalışmasının doğurduğu güncel tartışma, amacımıza fazlasıyla hizmet
edecektir. Hitap edilen topluluğun dâhil olduğu çağdaş sorunları kul
lanmanın tehlikeli yanları varsa da, bu sorunların büyük olasılıkla iyi bi
linmeleri gibi paralel bir avantaj da vardır. Bu, tartışmanın kendisinin,
söz konusu noktaların aydınlatılmasını sağlamaktan daha fazlasına gi
rişmeden, kısaca ele alınabileceği anlamına gelir. Bu, kaçınılmaz şekil
de kesinlikten taviz verilmesini ve tartışmanın taraflarının temel iddia
larına veya hipotezlerine ekledikleri ince fakat önemli nitelemelerin bir
ölçüde ihmal edilmesini gerektirecektir, fakat bunu göze alma yönünde
belli bir isteklilik olmaksızın, herhangi bir önemli bilimsel tartışmanın
irdelenmesi başlı başına bir kitap gerektirirdi. Bizim durum um uzda,
kısalığın kaçınılmaz tehlikeleri, ilgili literatürün kolay erişilebilirliği
ve sosyoloji eğitimi almış okuyucu için makul ölçüde anlaşılır olması
ile dengelenir. Bu yüzden de Jensen tartışması burada irdelenmeye
özellikle elverişlidir. Bu tartışmayı kullanmanın içerdiği geriye kalan
yegâne dezavantaj, yaşayan bireylerin eserlerine karşı belirlenimci bir
tavır takınmanın nezakete uymamasıdır, fakat söz konusu bireylerin
mesleki amaçları ve yaklaşımlarında bizzat kendileri de özünde aynı
tutum u sergiledikleri için, bu husus bir kenara bırakılabilir.
Jensen’in kötü şöhretli (1969) yazısı, hem popülasyonlar içersin
deki hem de farklı toplumsal ve etnik gruplar arasındaki IQ değişken
liğine ilişkin çevreci kuram lara karşı akıl yürütür. Yazı, bu değişkenli
ğin büyük ölçüde bir soyaçekim hipotezi yardımıyla en iyi şekilde izah
edildiği önerisinde bulundu ve iddiayı geniş bir literatür taraması ile
destekledi. Doğallıkla, Jensen’in iddiaları ve bulguları yoğun bir m u
halefet doğurdu ve diğer şeylerin yanı sıra, alelacele ideolojik olduğu
şeklinde yaftalandı; bununla, Jensen’in bilimsel yargı yetisinin, onun
toplumsal görüşleri, bağlanımları veya farkına varılmamış önyargıları
nın etkisinde kaldığı imâ ediliyordu.
Jensen’in (1969) yazısının bilimsel bir hipotezin tutkusuz sunu
m undan daha fazla bir şey olması olgusu, iddiasının değerlendirilmesi
ni daha da güçleştirdi. Yazı, eğitimciler için açıkça reçete kabilinden
malzeme ve pratik öneriler içerir. Gerçekten de, pek çok güncel İngiliz
eğitim politikası belgesine biçim olarak epey yakındır: Eğitimin genel
hedefleri üzerine pek az şeyle beraber, tikel reçetelerin özet halinde
bir doğrulamasını ve onlarla ilgisi açık olmayan sayfalar dolusu ‘veri’yi
içerir.3 Bununla beraber, olasılıkla, yazarın kavrayışına en yakın tu
tum, yazıyı, politik bir belgeden ziyade bilime reçete kabilinden öğeler
de içeren bir katkı olarak ele almaktır. Hem bilim insanları hem de
meslekten olmayanlar arasında tartışmaya neden olan şey, reçetele
rinden ziyade Jensen’in bilimsel konum udur. Ve Jensen’in savunup
gcliçtirrliği şey de bu bilimsel konum udur. Gerçekten de, yazısının çı
kar gözetmeyen bilimin bir parçası olsaydı bile fazlasıyla kirlenmiş bir
parçası olduğunu unutm a eğilimindeki Jensen, eserini giderek artan
şekilde saf bilime dair geleneksel (değer) ideolojisinin terimleriyle sa
vundu (karş. Jensen (1972)).
Bu yüzden, dikkatimizi akla uygun bir şekilde Jensen’in bulguları
ve hipotezleri üzerine odaklayabiliriz. İlkin, onların var olan bir nor
mal pratik örüntü içersine konup konamayacağı sorulmalıdır. Koşullu
olarak, yanıtın ‘evet’ olacağı görülüyor. Eseri, bir taraftan zekâ testi ve
genelde psikolojik test geleneği, diğer taraftan da popülasyon genetiği
olmak üzere iki çeşit kültürel kaynağı birleştiriyor. Söz konusu bileşim
yeni değildir; İngiltere’de Burt’ün ve başkalarının çalışmasında bulu
nabilir; ayrıca bu bileşim, diğer çalışmaların arasında ikizlerin zekâ ve
7 Galileo miti, bir zamanlar tadını çıkardığı güç ve iktidara şüphesiz artık sa
hip değildir, fakat paralellikten çok fazla şey okuma tehlikesinde olanlar için
aşağıdaki noktalar yararlı olabilir. İlkin, mevcut bilimsel ortodoksinin stan
dartlarına göre, Galileo yanılmıştı -ve yanlışı hiç de basit değildi. İkinci ola
rak, mit açık, engellenmemiş araştırma ve iletişimin erdemlerini kutsamasına
rağmen, bugün bilim insanları elverişli olduğunu düşündükleri her seferinde
kolaylıkla etkili bir oto-sansür uygularlar ve bir meslek grubu olarak, başka
grup veya bireylerin özgür düşünme ve iletişim hakkından yararlanıp yarar
lanmadığı konusunda kayıtsız kalma eğilimindedirler. Bununla yeterince tu
tarlı bir şekilde, işaret edilen bilim insanları genel bir ahlâkî duruş almadılar,
fakat meslekî bir ayrıcalığı savunmaya çalıştılar (karş. Page et al. (1972)).
Daha yakın tarihlerde, Profesör Jensen, kendisinin de hayret uyandırıcı
şekilde özetlenmiş katkı sağladığı bir çalışmada, Kopernicus ve Pasteur ile
kıyaslandı (Haskell (1972), s. 108). Tam Daire: Birleşik Bilimin Ahlâkî Gücü
gerçekten dikkate değer bir cilttir. Eğer bir şey Marcuse’ün bir izleyicisine bir
olgu-değer ayrımını uygulamanın önemini kabul ettirecekse, o bu olurdu! Ve
okuduğunuz yazara bilimin toplumsal belirleyicileri hakkındaki onun oldukça
muhafazakâr çözümlemesine bir kayıt ekleme gereğini hatırlatan buydu. Tar
tışmanın, gelecekte bilim olarak kabul edilebilecek şeyle değil, günümüzdeki
yerleşik bilim ile ilgili olduğu vurgulanmalıdır; günümüzdeki sonuçlar bilimin
Normallikten sapma nedenleri olarak toplumsal faktörlerin rolünü,
Jensen tartışması bağlamında basit bir örnekle açıkladık. Bununla be
raber, açıklanan çözümleme kipi, basit ve önemsiz olmaktan uzaktır.
Bu çözümleme kipi, elimizdeki tikel tartışma ile ilgili literatürün bü
yük bir oranını aydınlatır, ve toplumsal bakımdan duyarlı bir alan ne
zaman içrek tartışm a konusu olursa, genellikle büyük öneme sahiptir.
Böyle bağlamlarda, aktörlerin normal ispat ve aklayatkınlık kavrayış
larını modifiye ettiğini veya bir kenara attığını, gerçekçilerin pozitivist,
teknisyenlerin filozof olduğunu bekleyebilir ve görebiliriz; spekülas
yonun kabul edilir sınırları onaylanamayacak ölçüde genişletilebilir,
iktibas edilebilir onaylanmış otoriteler spektrumu yaygınlaştırılabilir,
sayıltılar ile bulgular arasındaki yerleşik sınır çizgileri bulanıklaşabi
lir. Aynı zamanda, saygıdeğer çalışmalar ve belirli bakış açılarına ters
düşen bulgular, göz ardı edilebilir veya önemleri karartılacak şekilde
sunulabilirler.
Burada, normallikten sapmanın kanıtlanmasının, geçerlilik iddiala
rını pratikte tahrip edebileceği açıktır. Bunun olması şüphesiz zorunlu
değildir; yukarıdaki örnek, başka şeylerin yanısıra, burada zorunlu bir
bağlantının bulunmadığını ortaya koyacak şekilde tasarlandı. Fakat
çoğu norm ve standartlar, genellikle, bir bilgi iddiasının güvenilirliği
nin, eğer onun bu standartların ihlalinden kaynaklandığı gösterilirse
daima etkili şekilde baltalanmış sayılacağı varsayımı ile kabul edilir. Ve
eğer toplumsal nedenleme bu ihlali açıklamakta başarıyla kullanılırsa,
bilgi kaynağının genel, süre giden güvenilirliği ciddi şekilde zayıflatı-
labilir veya hattâ tahrip edilebilir.
Örneğin, anketler, yazılı kayıtlar ve istatistik malzemelere dayana
rak hastalıkların ve diğer patolojilerin nedensel açıklamalarını araştı
ran kişilerin paylaştığı açık ve güçlü prosedür ve değerlendirme norm
ları vardır. Burada, sonuçlayıcı veya hattâ güçlü olması için, kanıtın,
istatistik tekniklerle uygun olarak kontrol edilen ve yerinde bir şekilde
ele alınan, sağınlıkla kesinleştirilmiş vakalardan türetilmesi gerekir. Bir
m addenin etkileri değerlendirmeye alındığı zaman, çifte-kör nezaret*
ve sonuçların tekrarı savunulur. Deneye öznel müdahale tehlikeli sayı-
IV
Normal pratiğin var olduğu yerde, bu pratikten sapmalara veya bu
pratikten çıktığını tahmin ettiğimiz doğal ‘ve bunun gibi’ patikalara
neden olan toplumsal etkiler teşhis edilebilir. Zam an zaman, bu çeşit
nedensel açıklama, eleştirilerde de kolaylıkla kullanılabilir. Bu amaçla,
inançların kötü imanla savunulduğu veya kabul edilmemiş ve gayri
m eşru bir faktörün bilimsel çalışmayı kısmen belirlediği ifade edilebilir.
Bu nedensel çözümleme çeşidi, toplumsal faktörlerin bilimsel bilgi
nin içeriğini nasıl etkileyebildiğini açıklamakta bir noktaya kadar ba
8 Resmi onaylı kuşku satın almanın, nasıl olup da endüstri firmalarının men
faatine geliştiğini not etmek ilginçtir. Bilimsel bilginin doğası verili kabul edil
diğinde, böyle bir kuşku şüphesiz daima elde edilebilir, fakat bununla beraber
yüksek kalite kuşku yüksek fiyatları hak eder ve hattâ kalitesiz ikinci el bir
ürün bile, eğer kazançlar yeterince büyükse, geçici kullanım için, para eder.
Yapay tatlandırıcıların olanaklı zehirli etkileri üzerine araştırma, burada, siga
ra/kanser ilişkisi kadar iyi bir örnek sağlar.
şarıyla gider, fakat onun uygulanamayacağı pek çok durum da vardır.
Normal pratik sistemleri ilk yaratıldığında veya benzersiz çizgiler bo
yunca genişletildiğinde ya da bir dizi izin verilen hareket içerisinden bi
risi diğerlerine tercihen seçildiğinde, farklı açıklama türleri gereklidir.
Bu durumlarda, üzerlerine nedensel açıklamaları inşa edeceğimiz
hiçbir temel güzergâh; sapkınlık ve anormalliği tanımlayabileceğimiz
hiçbir standart mevcut değildir. Yine de, onun yaratılması ve sürdü
rülmesinde, normal pratikten sapmaları üretenlerle aynı çeşitten fak
törlerin rol oynadığını varsaymak için her neden vardır. Kabul edilme
miş toplumsal belirleyicilerin, ilki kadar ikinci süreçleri de etkilemesi
gerektiğini varsaymak aklauygundur. Bir topluluk içersinde sorgu
lanmadan benimsenen inançlar, bazı yönlerden özel muameleyi hak
ederler, fakat onların yaratılması ve kurumsallaştırılması keyfi olarak
nedensel açıklamanın kapsamı dışına atılamaz.9
Gerçekte, çözümlemeyi bu alana genişletmenin içerdiği asıl güçlük
teknik bir güçlüktür. Ne zaman normallikten bir sapmanın meyda
na geldiği ve bir çalışma örneğinin hangi bakımlardan normal bek
lentiden farklılaştığı konusunda soruşturmacıların anlaşması genelde
kolaydır. Elbette, neyin normal pratikten sapma sayılacağını anlamak
için soruşturmacıların kendilerinin normal pratik sistemi içersinde
ustalık kazanmaları gerekir, fakat bu ustalık verildiği takdirde görev
nadiren pratik zorluklar sergiler. Dolayısıyla, gayrimeşru veya kabul
edilmemiş nedenler bu bağlamda zikredildiği zaman, açıkça ve so
runsal oluşturmayacak şekilde teşhis edilmiş etkiler -so m u t kültürel
ürünler ile onların ‘ideal olarak’ alması gereken biçim arasındaki fark-
lar-, bu sayede açıklanacaktır. Fakat daha temel, ‘yaratıcı’ yenilik tip
leri için bu söz konusu değildir. Burada soruşturm acılardan çok daha
büyük empati becerisi talep edilir ve üretebilecekleri sonuçlar ciddi ve
ortadan kaldırılamaz kesinsizliklere tâbidir.
Bu gibi yeniliklerin inşası, kabulü ve değerlendirilmesi, açık bir
öncelden yoksun çizgiler üzerinde seyredecektir. Aktörlerin kendile
ri, bu süreçlerin sadece meşru öğeleri kapsayan izahlarını verecek
lerdir. Yenilikler, kabul edilmiş sorunlara ve bulmacalara getirilen ve
aklayatkınlıklarının hiçbir kısmını müsaade edilmeyen irdelemelerden
9 Buna taban tabana karşıt bir görüş, W. Stark’ın (1958) çalışmasında buluna
bilir. Stark, normal pratikten sapan düşünce ile onun bir parçasını oluşturan
düşünce arasında, buradaki bölmeye çok benzer bir ayırım kullanır. Fakat o
sadece ilkine yönelik olarak belirlenimci bir yaklaşım benimser, İkincisini lirik
idealizme dayanarak tartışır.
çıkarmayan yanıtlar olarak temsil edilecektir. Eğer kabul edilmemiş,
gayrimeşru nedenlerin bu süreçlere suç ortağı olarak karıştığı ileri sü
rülecekse, her şeyden önce bizzat aktörlerin izahlarının yetersizliğini
kanıtlamak zorunludur. Soruşturm acı bunu kendini memnun edecek
ölçüde sadece empati ile yapmayı umabilir. Kendini yenilikçinin yerine
koyarak, onun kültürel kaynaklarını ve başlangıçta onadığı veya ona
dığını iddia ettiği bilgiyi zihninde canlandırmalı; sonra aktörün izahı
doğrultusunda, üstesinden gelinmeye çalışıldığı söylenilen sorunu ve
ona bir çözüm inşa etme veya seçme sürecini incelemeli; konunun
bağlamı ile aktörlerin arka plan kaynakları ve sayıltıları verildiğinde,
çözüm ün anlam taşıyıp taşımadığını ve en cazip veya aklayatkın çö
züm olarak görünüp görünmediğini sormalıdır. Eğer soruşturmacı
aktörlerin izahının anlam taşımadığını hissederse, yenilikçi süreç an
lam taşımaya başlayana veya ‘aklayatkın’ görünene kadar, empati ku r
duğu durum u hayal gücüyle uyarlamaya çalışabilir. Kabul edilmemiş
nedenler bu yolla aydınlığa kavuşturulabilir. Desteklediğini iddia ettiği
olgulara uyma girişimi olarak keyfi ve itici görünen bir soyaçekim ku
ramı, bir hiyerarşiyi veya ayırımcılık kipini haklı çıkarma sorununa
yanıt olarak irdelendiği zaman, iyi tasarlanmış ve estetik açıdan ca
zip görünebilir. İnsanın özniteliklerinin yeni bir sınıflaması, aktörlerin
kendilerinin sunduğu perspektiften bakıldığında eğilip bükülmüş ve
ad hoc [şeye özel] görünebilir, fakat yeniliği çevreleyen kısıtlamalar
kümesine ‘beyaz adam daima önce gelmelidir’ gibi ilâve bir kural ek
lenirse, iyi örgütlenmiş ve hattâ kaçınılmaz görünebilir.
Bu gibi soruşturm aların güçlüğünü ve güvenilmezliğini vurgulama
ya gerek yoktur. Kültürün ve bilginin uygun arka planının kesinlikle
bilindiğinden emin olmak olanaksızdır ve bir yeniliğin çekiciliğini yar
gılarken soruşturm acının kendi bilgisinin ilgisiz yönlerini bir kenara
bırakabildiğinden emin olmak da olanaksızdır. Dahası, bütün süreç
giderilemeyecek derecede özneldir. Bir yeniliğin göreli cazibesinin de
ğeri, sezgisel olarak tayin edilmelidir. Bu, kurallar veya ilkelere, hattâ
aktörlerin kendileri tarafından itiraf edilenlere, dayanarak yapılamaz.
Öncelsiz, kökten yenilikler söz konusu olduğunda, haklılaştırmada
ileri sürülen ilkeler ve standartlar, anlaşılmaya ihtiyaç duyulan şeyin
bir parçasıdır; kişi onların söz konusu aktörler üzerinde hangi ölçüye
kadar doğal bir etkisi olduğunu sormalıdır. Empati kullanımı, verili bir
arka plana sahip bir aktörün zikrettiği faktörlerin onda öncelsiz bir ye
niliği kabul veya inşa etmek için doğal bir eğilim üretmeye gerçekten
yetip yetmediğini soruşturm ak konusunda bugün sahip olduğumuz
yegâne yoldur.
Som ut bir örnek için, Paul Forman’ın (1971) çalışmasına baka
biliriz. O, farazî olarak, Weimar dönemi esnasında fizikçilerin politik
tutum ları ile fiziksel değişmede nedenselliğin rolü hakkındaki görüş
leri arasında bir korelasyon postüle eder. Nedenselliğin yadsınmasının
genel entelektüel çevreye bir uyarlanmayı temsil ettiği bu dönemde,
görece daha ‘ilerici’ olanların nedensizliği [acausality] benimsemeleri
çok daha olasıyken, muhafazakâr ve reaksiyoner fizikçiler bu eğilime
karşı direnme eğilimindeydiler. Nedenselliğin fizikteki yerine ilişkin
görüşlerin gerçek, pratik öneme sahip olduğu savunulabilir, çünkü
bu görüşler yeni kuantum kuram ının değerlendirilmesinde ve onun
yorumu ve anlamı hakkındaki tartışmalarda büyük rol oynadılar. Ne
söz konusu kuramın inşasının öncelikle nedensel-olmayan sayıltılar
içerdiği ne de hattâ onun bazı yollardan fiziğin imajını onarm a soru
nuna bir yanıt olduğu şeklindeki olanak, otomatik olarak bir tarafa
bırakılabilir. Dolayısıyla karşımızdaki, temel, yüksek ölçüde yaratıcı
fizik örneklerinin üretimi ve değerlendirilmesinde kabul edilmemiş bir
faktörün içerilmiş olabileceği bir vakadır. Ve en azından çoğu aktör
için, kabul edilmemiş faktör gayrimeşru bir faktör olmalıydı. (For-
m an’ın büyüleyici alıntıları, aksi takdirde güvenle yapabileceğim daha
güçlü bir genellemeyi engelliyor!)
Bu faktörün gerçekten içerilip içerilmediğini ve ne tarzda içerildi-
ğini kontrol etmek için daha fazla araştırma gerekirdi. Fiziğin içersin
den doğan, fakat sadece belirlenimcilik inançları dışsal olarak destek
lenen birkaç reaksiyoner in dikkatinden kaçmış olan, meşru neden-
sizlik belirtileri var mıydı? Veya gayrimeşru toplumsal etkiler, sahip
olduğu belirlenimci karakteriyle birlikte kabul edilmiş fiziksel bilginin,
yeni fiziği geliştiren kişiler tarafından bir kenara atılması sonucunu
mu doğurdu? Yoksa Alman fiziğinin kültürel kaynaklarına ve kabul
edilmiş bilgisine kendini kaptırmış, fakat toplumsal-politik bağlama
ilişkin öğrenilmiş bir cehâlet içinde kalmış bir soruşturm acı kendisi
ni ilgili tartışmalarda taraf seçemez halde mi bulurdu? Kabul edilmiş
faktörler durum u belirsizleştiriyor muydu?
Açıkçası, bu sorulara bir yanıt, çağdaş fizik hakkında derin bir anla
yış aracılığıyla üretilmelidir ki bu, ilgili konuda m odern eğitim almış
bir kişi için bile olağanüstü talepkâr bir koşuldur. Dahası, o dönemde
bilinmekte olan şeyleri irdeledikten sonra rakip usavurmalara bakıp,
bir kurallar kümesine göre hangisinin ‘en iyi’ olduğunu görerek bir
yanıta ulaşılamaz. Bizzat aktörler bunu yapıyordu; bu, fiili tartışm a
nın bir parçasıydı, fakat onu karara bağlayamadı. Aynı usavurmalara
tartışmadaki farklı tarafların gösterdiği farklı tutum lar, usavurmaların
kendilerinden başka bir şey ile açıklanmalıdır. Ne de bu ‘daha derine’,
çok daha temel yargı düzeylerine gitme sorunudur;10 insan bu tartış
mada ‘daha derin’in neresi olduğunu m erak edebilir. Aktörlerin yar
gılarının belirleyicileri hakkında farklı hipotezler verildiğinde, karara
bağlanması gereken, farklı konumların doğal çekiciliğinin sezgisel bir
biçimde değerlendirilmesidir.
Bu yüzden, öncelsiz bilimsel değişmenin kabul edilmemiş, gizlen
miş veya gayrimeşru belirleyicilerini, bu gibi faktörlerin ‘doğruluk’tan
sapmaya veya zorunlu olarak, elde edilen bilgideki başka yetersizlik
lere neden olduğunu varsaymaksızın, araştırm ak olanaklıdır. Kabul
edilmemiş toplumsal faktörler, normal pratikten sapmaları kısmen be
lirleyebildikleri kadar, bu gibi değişimleri de kısmen belirleyebilir; an
cak, öncelsiz değişmeler durum unda belirlemeyi tespit etmek çok daha
güçtür. Her iki vakada da, anlatılan nedensel öykü, çarpıtılmış düşün
ce olarak ideolojinin var olan kavrayışlarından (tikel ideoloji kavramı)
kaynaklanan öykü ile tam am en aynı olabilir. Bilinçdışı toplumsal ve
politik niyet ve sayıltılara benzer bir tarzda başvurulabilir. Fark, şimdi
ki yaklaşımın, ‘gerçeklik’ veya ‘ussallık’ hakkında kapsamlı sayıltılara
olan ihtiyaçtan sakınması ve açıklama ile değer biçmeyi birleştirme
üzerinde ısrar etmemesidir. Basitçe inançların nedensel açıklamasına
bir yaklaşım olarak bu, Engels’in (1893) görüşlerine çok yakındır:
İdeoloji, sözde düşünür tarafından gerçekten bilinçli olarak fakat
yanlış bir bilinç ile gerçekleştirilen bir süreçtir. Düşünürü sevk
eden gerçek güdüler onun tarafından bilinmeden kalır, aksi takdir
de bu hiçbir suretle ideolojik bir süreç olmazdı. Bu yüzden, yanlış
veya görünüşte güdüler hayal eder. Bu bir düşünce süreci olduğu
için, onun içeriği kadar biçimini de saf düşünceden, ya kendisinin
veya öncellerinin saf düşüncesinden, türetir. Düşünceden bağım
sız çok daha uzak bir kaynağa sahip olup olmadığını sorgulamadığı
ve incelemeksizin düşüncenin ürünü olarak kabul ettiği saf düşün
ce malzemesi ile çalışır; gerçekte bu onun için eşyanın tabiatı gere-
" İnsan, haklarında öjenik reçete hazırlanmasının bir sınıfın üyelerinin iste
ğine gerçekten mevcut olandan daha uygun bir durumu üretebileceğini ileri
sürmeyi bir an için bile olsa arzu etmez. İdeolojik güdülü reçetelerin, eğer
yapılırlarsa, her zaman katılımcıların ‘gerçek’ çıkarlarına hizmet edeceği nos
yonu burada savunulmamaktadır!
12 Edinburg’da Bilim Araştırmaları Birimi’nden Donald MacKenzie’ye, bu
son noktayı önerdiği, onun aklayatkınlığına beni ikna ettiği ve en az bu kadar
da, genel olarak örneğe ilişkin bilgime büyük katkı yaptığı için fazlasıyla mü
teşekkirim.
bu tarz küçük miktarda hakiki çalışmanın var olduğu söylenebilir. Her
halükârda, gerçek ırksal farklılıkların sadece yapay oldukları veya ırk
kavramının dokunulur hiçbir şeye tekabül etmeyen sahte bir yapıntı
olduğu iddiaları, bu dönemlerdeki herhangi birisinin kültürel ufkunun
tam am en dışında kalır. Dönemin yazılarını basitçe ‘ırkçı’ olarak ‘ifşa
etm ek’ yersizdir, çünkü bu kavrayış kümesi, zamanın sorgulanmadan
benimsenen dünyasına doğallığında ve sımsıkı uyarlanmıştı.13
V
Bu, önceki tartışmanın çok sınırlı olup olmadığı sorusunu doğurm ak
tadır. O rada sadece gayrimeşru veya kabul edilmemiş belirlemeden
bahsedildi, fakat kartlar ‘masanın üstünde’ açık olduğuna göre, bili
min toplumsal faktörler tarafından etkilenmediğini iddia etmek istiyor
muyuz? Elbette, yukarıdaki tartışm a bilimin bir bütün olarak Wel
tanschauung [dünya görüşü] tarafından etkilendiğini içermektedir;
bu durum da tartışmamız, M annheim ’ın tanımladığı anlam da bir ‘b ü
tünsel ideoloji’ kuramı içersine dâhil edilemez mi? Aşağıda sunulacak
yanıt, ‘bütünsel ideoloji’den bahsetmekle hiçbir şey kazanılmayacağını
önerse de, yukarıdaki ilk öncülü kabul eder. Buna karşın, İdeoloji ve
Ütopya’da (1936) vurgulanan esaslı noktaların çoğu ile anlaşma dere
cesi, kısmen terminolojik olan bu fark nedeniyle ihmal edilmemelidir.
Bilimsel soruşturm anın tâbi olduğu toplumsal-kültürel belirleme
çeşitlerini şematik olarak gözden geçirerek ve durum u onların öne
mi lehine m üm kün olduğunca güçlendirerek başlayalım. Yerleşik bir
araştırm a geleneğinin kaynakları olmaksızın, bulmacamsı bir deneyim
alanını açıklamaya çalışan bir bilimci veya bilimciler grubu tasarlaya
lım. Alana duyulan ilgi dolaysız toplumsal faktörlerce açıklanabilir, fa
kat bu konum uzun dışındadır. Asıl sorun, âşinâ olunmayan alanın bir
açıklamasının aranması ve bu açıklamanın belli bir metaforik yeniden
betimleme biçimiyle sağlanması gerektiğidir. Buna başlayabilmek için,
belli bir âşinâ kaynaklar kümesi üzerinde karara varılmalı ve bu kay
naklar bir model oluşturacak şekilde örgütlenmelidir. Açıktır ki, tikel
bir modelin benimsenmesinin temelleri, bu aşam ada büyük olasılıkla
14 Teknik açıdan, seçimin toplumsal sonuçlarını göz önünde tutarak bir mo
delin tercih edilmesinin, başka standartlara göre iyi pratik ile tutarsız olması
gerekmez. Bu, örneğin, aksi halde rasgele yapılması gerekecek bir işleyen
model seçimini kolaylaştırabilir. Bu yüzden, ikincil toplumsal irdelemeler, ha
kiki bilimde bir rol oynayabilir ve bilim insanları tarafından dürüstçe kabul
edilebilirler. Ne var ki, bilim, apaçık sebeplerle, ikincil irdelemeleri ‘herhangi’
bir ölçüde dikkate almaya karşı bir yasaklamayı bünyesine dâhil eder. Bu
yasak, zaman zaman baskı altında kalmasına, özellikle son on yılda ona güçlü
saldırılar yöneltilmesine rağmen varlığını sürdürmektedir.
mi veya inşası ile kurumsallaşmasının toplumsal bağlamla iki tarzda
ilişkisi kurulabilir. İlkin, erişilebilir kültürel kaynaklar stoku, çevrenin
ve aktörlerin bu çevre içersindeki deneyim ranjınm bir fonksiyonudur,
ikinci olarak, neyin kabul edilmiş bilginin bir parçası veya kabul edil
miş bir yargı standardı sayıldığı, yine çevreye dayandığı kadar, ayrıca
aktörlerin toplumsal rollerine ve mensubu oldukları grupların ilgi ve
çıkarlarına da dayanabilir. Bu ikinci özgül faktörlerin önemini ne ka
dar vurgulasak azdır; etkileri ilgili tikel bağlamların pek çok özelliği
tarafından dolayımlanır; bu etki, örneğin, bilimsel sahaya üye yazma
örüntüsüne ve bu örüntünün tikel grup veya tabakaları ne derece sı
nırlandığına göre değişir.
Bir araştırm a geleneği m om entum kazanırken, bu belirleme kay
nakları önem taşımayı sürdürebilir. Modellerin metaforik yayılımı,
bir modelin başlangıçtaki üretimi ile büyük ölçüde aynı terimlerle
tartışılabilir; keza modellerin değiştirilmesi de aynı şekilde tartışılabi
lir -şüphesiz burada, araştırm a geleneğinin içsel olarak geliştirilmiş
standart ve teamülleri durum u sınırlayacak, aklayatkm yeni kültürel
kaynaklar alanını daraltacak ve önceki kabul edilmiş ‘gündelik’ bilgi
yi tamamlayıp yerini alacaktır. Son olarak, rutin çalışmada, kültürün
genel örüntüsü, ‘ve bunun gibi’ etkisinin akışını belirleyecektir. Bu
yüzden, gelişimiyle ilgisi olmuş tüm o içsel standart ve prosedürlere
rağmen, bilimsel bilgi, içersinde doğduğu kültürün etkilerinden silki
nip kendini asla tümüyle özgürleştiremeyecektir.15
Usavurmalar istisna kabul etmezler; nihayetinde, önceki bölümler
de tartışılan temaları özetlemekten fazla bir şey yapmazlar. Özellikle,
bilimin daima var olan bir kültürel kaynaklar çerçevesi içersinde iş
gördüğü ve bu anlamda olumsal bilgi olduğu kabul edilmelidir. Fakat
bu olumsallık, kendinde, bilimin ideolojik olarak belirlendiği ve bir
‘bütünsel ideoloji’nin parçasını teşkil ettiği iddiasını haklı çıkarmaz.
İnanç veya bilginin belirlenme kipini onun doğası ile sımsıkı bağla
yan ve kaçınılmaz küçültücü içerimler taşıyan bu son kavram, Mann-
Kaynakça
Bloor, D., (1973) “Wittgenstein and Mannheim on the sociology of mathe
matics”, Stud. Hist. Phil. Sci., cilt 4, sayı 2, s. 173-91.
Bodmer, W.F., (1972) “Race and IQ: the Genetic Background”, içinde:K.
Richardson ve D. Spears (ed.), Race, Culture and Intelligence,Penguin,
Harmondsworth.
Bodmer, W.F., ve Cavalli-Sforza, L.L. (1970) “Intelligence and Race”,Scien
tific American, cilt 223, sayı 4, s. 19-29.
Douglas, Mary (1970) “Environments at risk”, Times Lit. Supp., 30 Ekim,s.
1273-5.
Elias, N., (1971) “Sociology of knowledge-new perspectives”, Sociology,ci\t
5, sayı 2, s. 149 vd.; cilt 5, sayı 3, s. 368 vd.
Engels, E, (1893) Letter to Mehring of 14th July, bkz. Selected Works(1962),
cilt 2, s. 497, Moscow.
Forman, P. (1971) “Weimar Culture, causality and quantum theory, 1918-
1927”, Historical Studies in the Physical Sciences, cilt 3, s. 1-115.
Haller, J.B., (1971) Outcasts from Evolution, University of Illinois Press,Ur
bana.
Haskell, E., (ed.) (1972) Full Circle: the Moral Force of Unified Science,Gor
don & Breach, New York.
(ensen, A.R., (1969) “How Much Can We Boost I.Q. and Scholastic Achie
vement?”, aşağıdaki A.R. Jensen (1972)’de yeniden basıldı.
Jensen, A.R., (1972) Genetics and Education, Methuen, London.
Kalant, O.J., (1968) An Interim Guide to the Cannabis Literature, Addiction
Research Foundation Bibliographic Series sayı 2, Universityof Toronto
Press. Madde Bağımlılığı Üzerine Tavsiye Komitesi (1968) Cannabis
(Wootton Report), HMSO, London.
Mannheim, K., (1936) Ideology and Utopia (çeviri ve önsöz: L. Wirthve E.,
Shils (1972), Routledge & Kegan Paul, London.
Page, E.B., vd. Letter to Am. Psychologist, cilt 27, Temmuz, s. 660-1.
Palmer, A., (1972) “The Development of Scientific Interest in Cannabis”,-
Department of Liberal Studies in Science, Manchester University (yayım
lanmamıştır).
Rosenberg, C.E., (1966) “Science and American Social Thought”, içinde:D.
Van Tassel ve M.G. Hall (ed.), Science and Society in the UnitedStates,
Dorsey, New York.
Stanton, W., (1960) The Leopard’s Spots, University of Chicago Press.
Stark, W. (1958) The Sociology of Knowledge, Routledge & Kegan Paul,-
London.
Waller, C.W., ve Denny, J.J., (1971) Bibliography of Marijuana, University of
Missisippi Press.
B İ l İm d e N o r m l a r ve İ d e o l o j İ*
Michael Mulkay
Sonuç Açıklamaları
Yukarıdaki tartışmanın bazı temel noktalarım yinelememe izin verin.
İlk olarak, önceden, bilimin egemen norm atif yapısının bileşenleri ola
rak görmüş olduğumuz şeylerin, bilim insanlarının mesleki eylemleri
ni değerlendirmek, doğrulam ak ve betimlemek için kullanılan, ancak
bilim topluluğu içersinde, genel uyumun sürdürülmesi biçiminde ku
rumsallaşmamış olan doğrulam a sözcük dağarcıkları olarak daha iyi
anlaşılabileceğini öne sürm üştüm . İkincisi, göstermeye çalıştığım gibi,
Britanya’da ve daha açıkça Birleşik Devletler’de akademik bilimin
önderleri, bilimi, özel bir siyasi konum taleplerini onaylatma/ doğ
rulatma yolunda betimlemek için bu sözcük dağarcıklarına seçicilik
giydirmişlerdi. Ayrıca, gösterdiğim gibi, bilim insanlarının, gayretle
beyan ettikleri peşin hükümlü bilim imgesi, yalnızca kamunun geniş
kesimlerinde değil, aynı zamanda, en azından kısmen de olsa resmi
çevrelerde de yaygın şekilde kabul görmüşe benziyordu. Üçüncü ola
rak, bilim insanlarının kendi ortak çıkarlarını destekleyen bir bilim
görüşünü sistematik olarak temsil etmelerinin, meslekî bir ideolojinin
kullanımına eşdeğer olduğunu öne sürmüştüm.
Bilimde normlar ve ideolojiye dair bu çözümleme, bizi, sosyologla
rın dikkatini az çeken konuların göz önüne alınmasına doğru yönlen
dirir. Çünkü özünde, biz kendimiz, ideolojiyi bilimin ön değeri olarak
kabul etme eğiliminde bulunduk. Bilimin içsel devinimlerine bağlı ola
rak şu sorulan sorabiliriz: Bilim insanları, kendi meslekî toplulukların
da, doğrulamaya dönük sözcük dağarcıklarını nasıl kullanırlar? Farklı
toplumsal bağlamlarda, örneğin, özel iletişim medyasına muhalif olan
bir toplumda, farklı sözcük dağarcıkları kullanılır mı? Daha güçlü
grup ve bireyler, bu sözcük dağarcıklarını, kendi çıkarlarına hizmet
etmek üzere daha iyi kullanabilirler mi? Bilimin dışsal ilişkilerine bağlı
olarak şunları sorabiliriz: Eğer gerçekte durum bu ise, bilim insanları,
kendi ideolojilerinin yaygın kabul kazanmasını nasıl başarmışlardır?
Bilim insanlarına hangi siyasi çıkar menzili atfedilebilir ve böylesi çı
karlar ideolojileri tam olarak nasıl etkiler? Bilim insanları, ‘dem okra
tik olmayan’ toplumlarda farklı ideolojiler kullanmışlar mıdır?
Bunlar, sosyolojik bir bakış açısı edinmeye başladıkça hemen aklı
mıza gelen daha birçok apaçık sorudan birkaçıdır. Bu sorular, bilimi,
yalnızca özel meslekî kaygıları ve bu kaygılara uygun norm atif bile
şenleri olan bir topluluk olarak değil, aynı zamanda, egemen bir eliti
ve meşrulaştırıcı bir ideolojisi olan bir çıkar grubu olarak anlamamızı
sağlar.
Kaynakça
Beardslee, D.C. ve D.D. O’Dowd (1962) ‘The College-student Image of the
Scientist’, içinde: B. Barber ve W. Hirsch (ed.), The Sociology of Science.
New York, The Free Press.
Cole, J.R. ve S. Cole (1973) Social Stratification in Science. Chicago, The
University of Chicago Press.
Daniels, G.H. (1967) ‘The Pure—science Ideal and Democratic Culture’.
Science 156: 1699-1705.
Edge D.O. ve M.J. Mulkay (1976) Astronomy Transformed: The Emergence
o f Radio Astronomy in Britain. New York, Wiley.
Gilbert, G.N. (1976) ‘The Transformation of Research Findings into Scienti
fic Knowledge’. Social Studies of Science 6(3/4): 282-306.
Gouldner, A.W. (1971) The Coming Crisis of Western Sociology. London,
Heinemann.
Greenberg, D.S.(1969) The Politics of American Science. Harmondsworth,
Penguin Books.
King,M.D. (1968)‘Science and the Professional Dilemma’, içinde: J. Goul-
d(ed.), Penguin Social Science Survey. Harmondsworth, Penguin Books.
Mead M. ve R. Metraux (1962) ‘The Image of the Scientist among Highs-
chool Students’, içinde: B. Barber ve W. Hirsch (ed.), The Sociology of
Science. New York, The Free Press.
Medawar, P. (1969) The Art of the Soluble. Harmondsworth, Penguin Books.
Merton, R.K. (1938) ‘Science and the Social Order’. Philosophy of Science
5: 321-37.
Merton, R.K. (1973) The Sociology of Science: Theoretical and Empirical
Investigations. Chicago, The University of Chicago Press.
Mitroff, 1.1. (1974) The Subjective Side of Science. Amsterdam, Elsevier.
Tobey, R.C. (1971) The American Ideology of National Science. Pittsburgh,
University of Pittsburgh Press.
Woolgar, S. (1976) ‘Writing an Intellectual History of Science: The Use of
Discovery Accounts’. Social Studies of Science 6(3/4): 395-422.
T o p l u m s a l B İ l İm İ n c e l e m e l e r İn d e
ÇIKARLAR VE AÇIKLAMA*
Steve Woolgar
‘Doğalcılık’ Çağrısı
Natural Order’m 9 (NO) girişinde ‘doğalcılık’, toplumsal bilim ince
lemelerinin analitik bakış açısındaki yakın zamanlı bir değişikliği ta
nımlamak için kullanılmıştı: ‘Geçtiğimiz onyılda bilimin tarihindeki,
aslında bilimin çalışılmasındaki en önemli değişim, bu uğraşın daha
esnekleşmesi ve doğalcılaşmasıdır.’10 Maalesef bu perspektifin günü
müzdeki bilim incelemeleri literatüründe işe koşulmasının en önemli
özelliği, ‘doğalcılık’ kavramının asla açımlanmaması veya açıkça ta-
nımlanm amasıdır." Sonuç olarak, kastedilen şeyin çok çeşitli ifadeleri
çıkıyor karşımıza. Barnes’ın /G/C’sından alman şu örnekleri düşüne
lim. Bir noktada, ‘doğalcı’ terimi bilimsel yönteme bir tür benzerliğe
tekabül eder gibi gözükür (‘... tartışma ve açıklama biçimleri... açık
ça doğalcıdır, doğa bilimlerine doğalcı denildiği şekliyle’) ,12 bununla
birlikte çalışmanın temel nesnelerinden biri olması gereken fenomeni
(yani, bilimsel yöntemi) verili almanın bariz zorluğu da gözümüzden
kaçmamalıdır.13 ‘Doğalcı’ aynı zamanda, filozofların ve epistemolog-
not eder: R. Johnston, British journal for the History o f Science, 11 (1978),
65-66.
14 Barnes, IGK, 1.
15 a.g.e., 12 ve 66.
16 a.g.e., 13.
17 a.g.e., 32.
18 a.g.e., 86.
19 Michael Neve de Natural Order hakkında benzer bir noktaya işaret edi
yor, ‘“doğalcılık” bu kitabın amacı için ne anlama geliyor... bu açık değildir’:
Neve, ‘The Naturalization of Science’, Social Studies of Science 10 (1980),
375-91, 386.
20 D. Matza, Becoming Deviant (Englewood Cliffs, NJ: Prenctice-Hall, 1969),
Bölüm 1.
21 Elbette, burada ‘temel alan’ kullanımımın altında bilimsel yöntemin bir çe-
nolojiye karşıdır ve büyük ölçüde bilimsel felsefeye, deneysel yönte
me ve nesnel, dışsal ve gözlemlenebilir görüngülere yapılan vurguya
denktir.22 Ama ikinci bir anlamda, doğalcılık anlama işine tamamen
farklı bir yaklaşıma da tekabül edebilir. Buna göre doğalcılık, çalışılan
olguların doğasına sâdık kalmaya gayret eden bir felsefedir (G ünü
müzdeki yorumsamacıların sloganlarından birini hatırlatırsak: ‘Veriye
şiddet uygulamayın’). Tüm felsefi genelleştirme biçimlerine karşıdır
ve bu anlamda özünde felsefe karşıtı bir felsefe olarak kayda geçer.
Olgulara müdahil olmak ve onları incelemek için tek bir tercih edilen
yönteme bağlı kalınmaz: Gözlemsel çalışma deneyimin, içebakışın ve
genellikle öznelcilikle özdeşleştirilen diğer yöntemlerin içerilmesinden
istifade edecektir. M atza kendini doğalcılığın bu ikinci versiyonu ile
bağdaştırır.23
M atza’mn ikili ayrımı Barnes’ın kullanımındaki bir karışıklık kay
nağını ayrıştırmayı sağlıyor. Pek çok bakımdan Barnes’ın doğalcılığı
M atza’nmkine yakın. Felsefi ve epistemolojik dertlerden uzak durma
arzusu açısından hayli felsefe karşıtı bir doğalcılık bu. Ama aynı za
m anda kendi açıklama modelinde de bilimsel yöntemin izah edilmemiş
bir versiyonunu benimsiyor. Ek olarak, olguların doğasını kavramak
ve açıklamak için tek bir tikel yönteme çok belirgin bir yatırım yapıyor.
24 Barnes, IGK, 9.
göre her türden bilgi ürünleri ve bilimsel olaylar toplumsal olarak inşa
edilmiş temsillere dâhildir, ama çıkarlar değildir.
Bütün bunları özetlemek gerekirse, Mannheim ile bağlantılı stan
dart şikâyetin şikâyetçiye iade edilebileceğini söyleyebiliriz. Böylelikle
Barnes’ın, kendi M annheim eleştirisini benimsersek, ‘mütefekkirâne
açıklamaya karşı ve açıkça savunduğu alternatifin lehinde pek çok iyi
argüman bildiğini ve geliştirdiğini, ama bunun pratik yaklaşımına yön
vermeye yetmediğini’ söyleyebiliriz.23 M annheim’a karşı telaffuz edi
len şikâyete göre o, doğa bilimlerini ve matematiği sosyolojik araştır
manın nesnesi yapmaktan imtina etmişti. Barnes’m burada bahsettiği
‘pratik yaklaşım’ M annheim’ın odak tercihi ile ilgiliydi. Barnes böylece
M annheim’ı program kurucu argümanlarının içerimlerini göremediği
için eleştiriyordu; Mannheim (bazı tür) bilimsel bilginin düşünsel ola
rak erişilebilir olduğunu varsayan bir bilgi sosyolojisi tatbik ederken
tutarsızdı buna göre. Ama Barnes’m kendi argüm anında da benzer bir
tutarsızlık belirgindir. O nun kendi pratik yaklaşımı da soruşturulm a
mış bir dizi olguyu (çıkarlar) ‘aktif olarak inşa edilmiş’ özelliklerine
rağmen açıklama kaynakları olarak işe koşar. Önüne koyduğu pratik
amaçlar dâhilinde çıkarlar açıklamaya tâbi tutulmaz; onlar sosyolog
açısından düşünsel olarak erişilebilir durumdadır.
Bariz bir muhtemel itiraza cevap olarak, açıklamanın her zaman
bir kısmının açıklanmadan kalmak zorunda olduğu teslim edilebilir.
Gerçekten de, şu ya da bu entitenin verili statüsünü varsaymadan bu
tarz bir açıklamaya devam edilemeyeceği söylenebilir. Buna daha son
ra döneceğim, şimdilik şunu kabul ediyorum: Açıklamada en az bir
faktör açıklanmadan kalmak zorundadır. Ama durum bu olsa bile,
çıkarları tercih etmenin, geleneksel bilgi sosyolojisi literatüründe bu
kavramın ağırlığı olması dışında, ciddi bir meşruluğu olduğunu söy
lemek zordur. Kuşkusuz IG K ’da sunulduğu şekliyle Barnes’m argü
manları Marx, Lukacs ve Habermas gibi yazarların sosyolojik d ert
lerine gönderme yapmış, bu dertlerden etkilenmiştir.26 Maalesef bu
25 a.g.e., 4.
26 IGK bilim sosyolojisinde yakın zamanda yayımlanmış empirik çalışmalarla
bilgi sosyolojisindeki daha teorik tartışma arasında bağlar kurmaya çalışır.
Özellikle Barnes’ın amacı bilgi sosyolojisinin bazı geleneksel ilgilerinin bi
limsel bilginin içeriğini analiz etmek için yararlı olabileceğini göstermektir.
Bu bağlamda IGK’da bilgi sosyolojisi geleneklerinin ele alınması, alıştığımız
dan çok daha spesifik bir biçimdedir. Bilgi sosyolojisi meselelerini bilimsel
içeriğin çalışılma olasılığı ile ilişkilendiren ve bazı güncel empirik bilim sosyo
lojisi katkılarının ayrıntılı bir olumlamasını içeren bir başka tartışma için: M.
yönelim, çıkarlar gibi kavramların önemine tam amen farklı bir açıdan
yaklaşılabileceği ile ilgili kanıtları tamamen göz ardı ediyor.27 Bilimsel
pratik toplumsal özelliklere olmazsa olmaz bir atıf içerir.28 Başka bir
deyişle, bilim insanlarının sürekli olarak başkalarının ve kendilerinin
çalışmalarında ve faaliyetlerinde çıkarların varlığını veya yokluğunu
izleme, değerlendirme, eylemlerine çıkar atfetme (kısaca, çıkarların
‘hesabını verme’) uğraşm a angaje oldukları gözlenebilir. Çıkarların
işleyişi böylece bilimsel pratiğin kurucusu olur. Ama bu işleyişin bilim
insanları tarafından nasıl gerçekleştirildiği hakkında henüz yetersiz bir
kavrayışımız olduğunu söylemek hiç de isabetsiz değildir. Bu yüzden
çıkarları nasıl gerçekleştirildiklerini sorgulamadan bir kaynak olarak
kullanmak, en iyi ihtimalle, uygunsuz olacaktır. Çıkarların inşası ve
kullanımı, bilimsel faaliyetin kendi başına bir olgu olarak ele alınması
gereken bir unsurudur.
Açıklamanın bazı unsurlarının açıklanmadan kalması nosyonu her
halükârda ancak nedensel tipte bir açıklama benimsendiği zaman bir
çözüm olarak sunulabilir. Eğer, örneğin, bilimsel faaliyetin çalışılma
sına etnografık bir yaklaşımımız varsa, bu yaklaşımın izah edilmemiş
kaynakların kullanımını içereceği doğrudur. Bilim insanının dünyası
nın bütün özelliklerini aynı anda araştırmamızın konusu yapamayız.
Ama nedensel bir açıklama zorunlu olmadığı için, bu soruşturulm a
mış özelliklerin oynadığı role daha az önem atfedebiliriz. Bu özellikler
31 a.g.e., 37.
32 a.y.
33 a.g.e., 35.
yaklaşımı benimseyen bazı empirik örnek çalışmaların değerlendirme
sine geçeceğim.
51 a.g.e., 67.
52 Latour ve Woolgar, yukarıdaki 28. dipnot, özellikle Bölüm 1.
Çıkar Açıklamasının Açıklayıcı Unsurları
1. ‘A kılcı olarak görünen aslında toplumsaldır’
Bilim sosyolojisindeki çıkar modelli açıklamalarda sıkça kullanılan bir
strateji, tartışmaya, sonradan karşı çıkılarak ivme kazandırabilecek bir
sıçrama tahtası kurarak başlamaktır. Böylece MacKenzie değerlendir
mesini şunları söyleyerek açar:
Matematiksel bilimlerde bulunan gizemli bilginin çoğunlukla top
lumsal etkiye bağışıklı biçimde, kendi yasalarına uyarak geliştiği ka
bul edilir. Bu makalenin amacı bu varsayıma gölge düşürmektir.33
Bunun etkisi okuyucuya mevcut durum u sunm ak (matematiksel p ra
tiğin felsefi bir tanımlaması) ve bu durum un bir şekilde doğru olma
dığını, yanlış olduğunu veya yeniden incelenmesi gerektiğini öner
mektir. Doğru olmadığı iddia edilen bir hali sonrasında gelecek argü
manlarla karşılaştırmak, haklılaştırma için çok sağlam bir zemin iddia
etm ektir.54 Böylece çıkar modeli argümanı, arızalı felsefi modelin bir
alternatifi olarak sunulabilir; veya, önceki tartışmamız ışığında, bilim
insanlarının akılcılık kuklaları olarak resmedilmesinin yerine, çıkar
kuklaları olarak resmedilmeleri geçirilir. Buradaki amacımız açısın
dan önemli olan nokta bu ikisinin de alternatif inşalar olmasıdır. Biri
ni diğerinin yerine geçirmek en azından iki mühim soruyu atlamamıza
sebep olur: Pratik tartışm ada ne m eşru inşa olarak kabul edilebilir; ve
bir inşanın yerine diğerini tercih etmenin yeterli zemini ne olabilir? Bu
başlangıç doğrulamasının temel önemi, çıkarıldığında argüm ana nasıl
etki edeceği belirlenerek ölçülebilir. Karşısına konulacak felsefı-akılcı
alternatif olmadan bilimin toplumsal karakteri iddiası hayli yavanla
şır. Bu nokta, MacKenzie’nin kendi samimi sonuç yorumlarında da
belirgindir:
Bu konuda daha fazla ileri araştırmanın, özellikle de önceki bölüm
de önerilen hipotetik çıkar öbekleri üzerine yapılacak olanların,
yokluğunda vardığımız sonuç geçici olmak durumundadır. Ancak
58 ‘Arzu’ burada ‘güdü’, ‘kasıt’, ‘amaç’, ‘ilgi’, ‘sebep’ gibi terimlerle aynı an
lamda kullanılmaktadır. Tüm bu terimler çıkar setlerinin kurucusudur.
nel’ olarak türediğini hatırlatmaya gerek yok: Başka bir deyişle, belirli
bir özgül dert ile belirli bir eylem arasında zorunlu bir mütekabiliyet
yoktur. Dahası, başka alternatif arzuların aynı eylemin ‘rasyonel’ ön
cülü olabileceği de açıktır. Pearson’ın Yule eleştirisinin kendi dik kafa
lılığından çıktığı da ‘rasyonel’ olarak söylenebilir.59 Bu tür bir alternatif
ya gözden geçirilip reddedilir veya, daha ziyade, eylemin gerçekleştiği
‘baskın koşulların’ analizci tarafından yorum unun analizci üzerinde
ki etkisi sebebiyle, hesaba bile katılmaz. Benzer şekilde, bir arzular
setinin inşa edilmesi (yukarıdaki c adımı) o setin ‘rasyonel’ tutarlılığı
hakkında yargılar içeriyor gözükür. Eylemler ve arzular, sadece setin
diğer unsurlarıyla çatışmıyorlarsa sete dâhil edileceklerdir. Genel ola
rak analizci eylem ve arzu arasında iki yönlü bir bağlantı inşa edecek
tir: Arzunun doğasıyla ilgili başlangıç çıkarsamasının temeli budur;
aynı zamanda, arzu eylemin gerçekleşmesini ‘açıklamakta’ kullanılır.
Bir bakış açısından bu işleyiş biçimi (modus operandi) tipik biçimde
döngüsel görülebilir. Açıklanacak olgunun kendisi, inşa edilen açıkla
manın temelidir. Ama bu tür bir açıklama ‘gerçekten’ döngüsel midir
değil midir burada çok da önemli değildir. Belki de toplumsal-tarihsel
koşulları ‘ortaya çıkarma’ amaçlı her girişim kaçınılmaz olarak bu şe
manın bir benzerini izlemektedir. Yine de döngüsellik suçlamasının
yapılabilir olması, önüm üze bazı merak uyandırıcı sorunlar çıkarır.
Pratik tartışmanın çoğu örneğinde, argümanın döngüsellik yüzünden
reddedilebilmesine nasıl olur da hiç değer verilmez? Bir tartışmanın
taraflarının döngüselliğin ‘varlığını’ ifşa etme veya yoksayma m eka
nizmaları nelerdir? Tabii ki, bu ve benzeri sorular, bilimi kavrayışımı
zın gelişmesi bağlamında ciddiye alınması gereken sorulardır. Bu tür
sorular, bilimsel pratiğe dönük ısrarlı çalışmalarda tartışma retoriğinin
ayrıntılarına çok daha yakın ilgi gösterilmesi gerektiğine işaret ederler.
Ancak şimdilik yorumlarımı, çıkar modelinin sosyolojik kullanımında
döngüsellik suçlamalarından nasıl kaçınıldığı ile sınırlayacağım.
3. ‘Tespit edilen çıkarlar, açıkladıkları eylemlerden bağımsızdır’
Garfinkel, kurucu kalıpların ‘gözlemlenen görünüm ler’ temelinde
‘keşfedildiği’ süreci tanımlamak niyetiyle ‘belgeleme yöntemi’nden
69 Bu tabii ki, bir yorumu tek bir gösterge yerine birkaç farklı gösterge teme
linde desteklemeyi salık veren sağduyu ilkesini yardıma çağırıyor. Bu fik
rin sosyologlar tarafından kullanılan versiyonu bazı yöntem metinlerinde
‘çevreleme’ye davet olarak geçer: örneğin bkz., N.K. Denzin, The Research
Act (Chicago: Aidine, 1970), Bölüm 12; H.W. Smith, Strategies o f Social
Research (Englewood Cliffs, NJ: Prentice-Hall, 1975), Bölüm 12. Araştırma
cılara ‘çevreleme’ nasihati verilirken bu metinler ortaya çıkabilecek yorum
farklılıklarını çözüme kavuşturmak konusunda sessiz kalırlar. Bilim sosyolo
jisinde çok yöntemli perspektifin pratik sorunları ile ilgili bir başlangıç tartış
ması için bakınız M). Mulkay, ‘Methodology in the Sociology of Science:
Some Reflections on the Study of Radio Astronomy’, Social Science Infor
mation, 13 (1974), 107-19.
70 MacKenzie, ‘Statistical Theory...’, yukarıdaki 34. dipnot, s. 49.
71 Bu tema bilimsel literatürde sürekli karşımıza çıkıyor. Örneğin bir Nobel
Ödüllü kişinin kendi keşfi hakkında anlattığı öykünün tarafımdan yapılmış
Bazen yazarlar yukarıda anlatılan tersine çevirme stratejisinin başka
bir çeşidini, yani meselenin olgularının bakmaya tenezzül eden herke
se açık bir şekilde sunulduğu bir çeşidini kullanırlar (burada aldığımız
örnekte bunu görmüyoruz). Örneğin makalesinin ileriki bir bölüm ün
de MacKenzie ‘bence [Yule’un] m ektuplarından çıkan...’ şeklinde bir
ifade kullanır.72 Dikkat edilirse MacKenzie, Yule’un mektuplarının
yorumlandığı süreçle çok tâli, tesadüfi bir ilişki kurmuş gözüküyor
burada. Neredeyse bariz biçimde bu etki, kısmen ‘Yule’un m ektupla
rından çıkarıp inşa ettiğim ...’ gibi bir ifadeden kaçınmasıyla yaratılır.
Üçüncü olarak, farklı eylem örneklerinin çoklu yorumlarının birbirin
den ayrı olarak yapıldıkları imâ edilir. Başka bir deyişle, her yorumun
bir diğerinden bağımsız olduğu ve bu sebeple bir diğerinden etkilen
mediği varsayılır. Yukarıda da belirtildiği gibi, yorumları diğer mevcut
yorumlardan, olması gerekene dair beklentilerden vs. tam amen yalıta
rak üretm ek imkânsızdır: Yorumlama empatik olarak, gözlemler bağ
lamında tarafsız değildir. Yine de, bu ilkesel zorluk üzerindeki dikkat,
örneğin çoklu yorumlamaların üzerine kurulduğu kaynak türleri ara
sındaki farklara vurgu yaparak dağıtılabilir. Böylece elimizdeki çalış
m ada Yule’un altta yatan kişiliği sadece mektuplarından ‘çıkm amak
tadır’, aynı zamanda ‘onu iyi bilen kişilerin hakkındaki yorumlarından
ve kendi yazılarındaki bazı pasajlardan’ da yararlanılır.73 Dördüncü
olarak, sadece sonuç yorumları seti ‘bağımsız olarak’ yaratılmış ol
maz, aynı zamanda bu yorumların aynı oldukları da ortaya çıkar. Yani,
her ne kadar kullanılan benzerlik veya farklılık belirleyici kriterlerin
sözü bile edilmese de, her bireysel eylem yorumu aynı temellendirici
kalıbı ortaya çıkarıyor gibi sunulur.
Çoklu yorumlama stratejisinin özel bir örneği, eylemlerle onları
temellendirdiği varsayılan arzular arasındaki zamansal mesafeye özel
bir vurgu yapıldığında ortaya çıkar. Eylemlerle arzuların zaman içinde
ayrılmış olarak sunulması ikisi arasındaki bağımsızlığı güçlendiricidir,
bağımsızlığın gösterilmesi de aralarındaki nedensel ilişkinin yeterliliği
için zemin hazırlar. Böylece Pearson’ın Yule’a yaptığı eleştirinin ardın
daki sözde arzu ‘hep orada olmuş’ bir arzudur. Bu arzu (yani mevcut
istatistik teorisiyle kurulacak analojileri azamileştirme arzusu) onu
önceleyen eylem baz alınarak önerilir - örneğimizde bu eylem Pear-
son’ın diğer çalışmalarıdır. Açıktır ki Pearson’ın önceki çalışmalarıyla
74 a.g.e., 66.
Her ne kadar bu çıkarların inşası bireysel eylemlerin yorumlanmasına
dayalı ise de, varsayılan nedeni bireysel eylem sahnesinden mümkün
olduğunca uzaklaştırmak ama buna rağmen baskın etkisini vurgula
mak retorik olarak zorunludur.
Böylece öjenik araştırmalarının ihtiyaçları ile biyometri okulu tara
fından bağıntı teorisinin geliştirilmesinde tezahür eden bilişsel çı
karlar arasında bir ilişkinin varlığını kabul etmek akla yakındır,
okulun bireysel üyelerinin tikel güdüleri ne olursa olsun.75
Yule ve Pearson arasındaki tartışmaya dair bir çalışmayı sonuçlandı
rırken Norton, bu tür bir sosyolojik stratejinin benimsenmesiyle ilgili
çekincelerini şöyle dile getirir:
Kısaca, Pearson’m fikirlerinden çoğunun, kendisini özdeşleştirdiği
grubun itibarını güçlendirdiğini görebiliyoruz. Bu tür bir uyumun
bu fikirleri savunmasını açıklıyor olarak görülüp görülemeyeceği
sorusu bizi, bana kalırsa, bir bireyin düşüncesini onun kendisini
dâhil ettiği grubun çıkarları bağlamında açıklamanın felsefi zorluk
larıyla karşı karşıya bırakmaktadır.76
Sonuç
Her ne kadar bilgi sosyolojisindeki ‘güçlü program ’ın başlangıç öne
rileri sosyologların benimsemesi gereken kesin açıklayıcı analiz biçi
mi hakkında açık olmasa da, daha güncel katkıların çoğunun çıkar
modelli açıklamaları takip ettiğini söyleyerek başlamıştım. Buna göre,
bilimsel bilginin içeriğinin toplumsal karakterini ifşa etme amacı, bi
lim insanlarının eylemlerini ‘doğuran’ çıkarları ‘belirleme’ programı
olarak anlaşıldı. Özel olarak IG K ’da (a) bilgi içeriğine odaklanma ih
tiyacı ile (b) bu içeriği çıkarlar çerçevesinde ‘açıklamak’ için, tanım
lanmamış bir nedensel tipte formatın benimsenmesi, birbirine karıştı
rılmıştır.
Bana kalırsa İkincisi ilkinden sonra hayal kırıklığına uğratıcı ve en
iyimser tabirle prem atür bir gelişme. Bilimsel içeriğin analiz edilmesi
gerektiğine hayranlık uyandırıcı bir şekilde dikkatimizi çektikten sonra
bazı sosyologlar ve tarihçiler, çıkarların kullanılmasına çok aceleci bir
şekilde, bu kullanımın nasıl gerçekleştirileceğini, yönetileceğini ve sü r
75 a.g.e., 62.
76 B. J. Norton, ‘Kari Pearson and Statistics: The Social Origins of Scientific
Innovation’, Social Studies of Science, 8 (1978), 30 (vurgu orijinal).
dürüleceğini anlayamadan, giriştiler. Bu, savlamanın pratik karakterini
temel analitik mesele kılması gereken bilim sosyolojisi alanında özellik
le önemlidir. En azından, açıklamada içerilen pek çok ‘felsefi zorluk’
türünün pratik idaresini kavramanın ilk adımı olarak, yüksek seviyeli
bir metodolojik düşünme mesaisine kendimizi adamamız gerekir.
Bu makalenin ikinci kısmında empirik bir çıkar açıklaması örneği
ni inceledim. Çıkarların eylemlerin temeli olarak inşa edilmeleri ve de
vamında eylemleri açıklamakta kullanılmalarının, ilkece metodolojik
zorluklarla dolu bir açıklama modelini zorunlu kıldığını gösterdim.
Bu zorluklar çeşitli retorik ve savlayıcı stratejilerin kullanılmasıyla
öteleniyor, asgarileştiriliyor veya sonuçsuzmuş gibi gösteriliyor. Be
nim önerim şudur: Desteklediğim ve çıkar açıklamalarını inceleyerek
deneysel biçimde gösterdiğim türden bir metodolojik kavrayış, top
lumsal bilim incelemelerinde olumlu katkılar sağlayabilir. Her ne ka
dar buradaki analizimin özel odağı toplumsal bilim incelemelerindeki
yakın zamanlı örneklerde işe koşulan açıklama şeması olmuşsa da,
aynı analiz stilini doğa bilimlerine de uygulamak açıkça arzu edilir
bir şey olacaktır. Merkezî soru şudur: Bilimsel savlamada içerilen in
şa işinin karakteri nedir? Daha özel olarak, aşılmaz görülen felsefi
zorluklardan sakınmanın meşru yolları neler olabilir? Diğerlerinin
eleştirel müdahale olasılığını azaltmak amacıyla, sunum araçları nasıl
kullanılır? ‘Daha iyi’ alternatif yorumların her daim olası olması karşı
sında, bilim insanlarının kendi yorumlarının ‘rasyonelliğini’ düzenli
olarak sağlayıp sürdürmelerini sağlayan hangi tartışma stratejileridir?
Bu tür sorulara ayrıntısıyla eğilmek, hiç değilse, toplumsal bilim ince
lemelerindeki fazlasıyla istekli sosyolojikleştirme eğilimi yüzünden
ortaya çıkmış mevcut dengesizliği tamir edebilir. Daha da önemlisi,
dikkatimizi bizzat bilimsel bilginin içeriğine yönelten bir programın
potansiyeli, en verimli şekilde bu tür bir yaklaşımla geliştirilebilecektir.
İDEOLOJİ VE BİLİMSEL BİLGİNİN SOSYOLOJİSİ*
W illiam T. Lynch
İdeoloji Kavrayışları
İdeolojiye yönelik iki genel yaklaşım tanımlanabilir: İdeolojik olan ve
ideolojik olmayan biçimler arasında ayrım yapan eleştirel bir kavram
ve ideoloji tanımlamasının herhangi bir eleştiri içermediği tarafsız kav
13 Tarafsız bir kavram kullanıyor denilen pek çok kişinin normatif bir teoriden
yoksun olmadığına dikkat çekmek gerekir; ideolojinin normatif yargılamala
rın yapılmasıyla sonuçlanan ayırıcı bir karakteristik vazifesi görmeyişi bizim
amaçlarımız için yeterlidir. Bu bakımdan özellikle aşağıdaki Althusser tartış
masına bakınız.
14 Bu V. Lenin’in görüşüdür (bkz: “What is to Be Done?: Burning Questions
of Our Movement’, R. C. Tucker (ed.) The Lenin Anthology [New York: W.
W. Norton, 1975], 12-114): “ideoloji” tarafsız bir terimdir, proleter ideolojisi
ise bilimsel ve ilerici özelliğiyle diğerlerinden ayrılır. G. Lukács, History and
Class Consciousness: Studies in Marxist Dialectics adlı kitabında benzer bir
bakışı sahiplenir, tek farkla ki onun için bütünlük kavramı bilimde olduğun
dan daha meşrulaştırıcı bir rol oynamıştır (burada Lukács doğa bilimlerini
indirgemeci ve sınırlayıcı bulan Romantik gelenekten esinlenmiştir.) Ayrıca
bkz: A. Gramsci, Selections from the Prison Notebooks (New York: Internati
onal Publishers, 1971), görünüşe göre burada da tarafsız bir ideoloji kavramı
onaylanır ancak tüm toplumsal bilinç biçimlerini kapsayan ideolojik üstyapıyı
kavramak için çatışan siyasi çıkarların ötesine taşınmıştır ve bkz: D. McLellan,
Ideology (Minneapolis, MN: University of Minnesota Press, 1986), 24-26.
...Marx nihayet içinde yalnızca dini değil, çarpık bilincin tüm bi
çimlerini barındıran genel bir ideoloji kavramıyla ortaya çıktığında,
sadece olumsuz bir yan anlama vurgu yapmakla kalmıyor, [ideo
lojinin] tanımına yeni ve can alıcı bir öğe -toplumdaki tarihsel çe
lişkilere bir gönderme- sokarak onun eleştirel gücünü arttırmış
oluyordu.15
Erken dönem eserlerinde Marx, ideolojiden, çelişkili bir gerçekliğe te
kabül edecek biçimde, tepetaklak duran düşünce olarak bahsediyor
d u .16 Marx, daha sonraki eserlerinde, üretim alanında tepetaklak ol
muş gerçeklik ile ideoloji diyarı arasındaki dolayımı piyasa işleyişinin
sağladığını kanıtlayarak, bilinç ile toplumsal çelişkiler arasındaki bu
ilişkiyi genişletti.17
Marx’in sistemi bir bilim olmayı tasarlıyordu ve ideolojik biçimler
alan gerçek çelişkileri bizzat açığa çıkardığı için, ideolojiye karşı çıkı
yordu. Bununla birlikte M arx’in bilim anlayışı “tarafsız” bir gözlem
kavrayışına dayanmıyordu, çünkü bilimsel içgörülerde bulunma imkâ
nını kesinkes proletaryanın çıkarları sağlıyordu. Proletaryanın aldatıcı
görünüşlerin ötesini görmesi için gereken bilgiyi sağlayan bu sistem,
ortaya çıkarken proletaryanın söm ürüsüne neden olan çelişkilerden
yararlandığı için, özünde proletaryaya bağlıydı.18 Marx, ideolojiyi, hem
proletaryanın gerçek çıkarlarının tanınması üzerine inşa edilen hakiki
proleter bilincin hem de bizzat bilimin karşısına koymuştur. Böylelikle
bir taraftan ideoloji, bilimin ya da kanıtlanmış bilginin karşısına yer
leştirilmiş; diğer taraftan da mevzubahis entelektüel ürünün hizmet
ettiği toplumsal çıkarlarla ilişkilendirilmiştir.19
32 a.g.e., 11.
33 a.g.e., 13, 13-19, 17.
34 a.g.e., 18-19.
35 a.g.e., 91, dipnot 21.
36 a.g.e., 30.
lan vurgu vasıtasıyla tüm bilgilere uygulanmaması gerektiğini, daha
çok iki bilgi türü arasında ayrım yapması gerektiğini savunur. M arx’ın
“Artı Değer Teorileri”nden yararlanan Barnes ideolojik belirlenimin,
haklı çıkarma ihtiyacı ile doğal çıkarın yolu kesiştiği zaman işin içine
dâhil olduğunu ileri sürer.37 Doğal, araçsal çıkarlar diğer kaygılarla
çakışınca, örneğin bilginin ilerletilmesi konusunda hissedilen kaygı,
diğer insanları kendi çıkarlarından ziyade bunu önerenin çıkarıyla
aynı doğrultuda davranmaya yönelttiğinde, ortaya ideoloji çıkar.38 Bu
açıklamalar yalnızca yeteri kadar güvenilirlik varsa, araçsal hedeflerin
olduğu varsayılıyorsa toplumsal çıkarlara hizmet edebilir:
Bundan dolayı, bilginin ideolojik olarak belirlendiği her yerde, onu
üreten ya da besleyen bir çıkarın, ya da, başka bir şekilde ifade
edecek olursak, söz konusu bilginin aslında çözüm sunacağı bir
sorunun başka bir kılığa büründürülmesi ya da hasıraltı edilmesi
vardır... Bilgi ya da kültür hasıraltı edilmiş, onaylanmamış, gayri
meşru çıkarlar tarafından ne ölçüde yaratılmış, kabul edilmiş ya da
beslenmişse o ölçüde ideolojik olarak belirlenmiştir.39
Barnes doğalcı ve münasip bir şekilde alçaltıcı olduğu için, öte yandan
da kavramı kullananlar açısından ayrıcalıklı bir erişim iddiasına sahip
olmadığı için bu ideoloji kavramını onaylar. Bireysel inanca ilişkin hiç
bir şey ideolojinin damgasını taşımaz, bununla birlikte:
Kişi bir inancın kendisini inceleyerek ya da onu sözde tanımladığı
gerçeklikle karşılaştırarak ideolojik belirlenimin hissedilir bir etki
sini keşfedemez. Hangi ideolojik işlevi yerine getirmek için yaratıl
mış olursa olsun, bir inanç gerçekçi bir perspektiften araçsalcı bir
perspektife geçerek de kendi hakiki doğasını yansıtamaz, böylelikle
diğer tüm şeyler için de kullanışsız bir kaynak haline gelir.40
G örünüşe göre Barnes, bu türden çarpıtıcı çıkarların bilinçli olarak
ortaya konulmasını beklemektedir: Asıl mesele görünüşe göre, araçsal
öngörülere yönelik “iyi niyetli” girişimlerdir. Bundan dolayı, Barnes bir
ideoloji testi olarak eşbiçimliliği reddeder çünkü önceden kestirmeye
ve kontrol altına almaya yönelik iyi niyetli çabalar, farkında olmadan
37 a.g.e., 31-32.
38 a.g.e., 33.
39 a.y.
40 a.y.
hâkim m etaforlardan ya da analojilerden yararlanıyor olabilir.41 Belki
de (BOÇ’daki çarpıtmaların olası olduğunu imâ eden) araçsalcılığın
BOÇ mefhumuyla ilişkili olarak Barnes’ın kendi ideoloji kriterinin işe
yaraması için bilinçli çıkarları varsayması gerektiğini görebiliriz: “Bu
eşbiçimliliklerin ne dereceye kadar araçsal ya da hasıraltı edilmiş top
lumsal çıkarların ürünleri olduğu meselesi daha fazla araştırm a gerek
tiren bir konudur; eşbiçimliliğin yalnızca var olması kendi içinde bir
şeyi açıklamaz.42 Hakiki araçsal çıkar hâlâ mevcut m etaforlardan ve
analojilerden yararlanabildiği için (Barnes’ın BBS’sinin asıl mesele
si!), “hasıraltı edilmiş toplumsal çıkarlar” yalnızca bilinçli olarak for
müle edilmiş çıkarlara hizmet eden eşbiçimlilikler inşa etmeye yönelik
bilinçli girişimlere atıfta bulunabilir. Barnes ideolojiyi tanımlamak için
W eber’in “erklärendes Verstehen” [açıklayıcı anlama] önerisine benze
yen ve öznelerarası denetleme ve tekrarlanabilirliğe m uktedir olan bir
“öznel, deneysel yaklaşım”ın kullanılmasını savunur.43
Bu yaklaşımın içerimleri, sağlam bir normatif yaklaşıma göre olum
suzdur; çünkü Barnes, ideolojik matematiğin uygun bir denetlenmesi
bakımından, sözgelimi, “normal matematik pratiğine” güvenir.44 Oy
birliği [konsensüs] arayışının standartlaştırılması meşrulaştırma ola
rak telâkki edilir, oybirliği sürecinin kendisine yönelik bir eleştiriye
hiçbir rol verilmez. Barnes bu yaklaşımı benimseyebilmektedir çünkü
ilgili art-alan bilgisinin temelde sınırlanmamış olacağını varsaym akta
dır. Bu nedenle:
Görev basit ve oybirliği yaratıcı bir görev olacaktır; bu alandaki
matematiksel yordamlar kayda değer derecede standartlaştırılmış
ve matematikteki sosyalizasyon tarafından standart biçimler içer
sinde etkin şekilde korunmuşlardır... Ve güçlü bir biçimde tanım
lanmış yordamları ve yanısıra modern bilimsel disiplinlerin sınırları
açık bir biçimde çizilmiş kültürel kaynaklarını göz önünde bulun
durursak, böyle inançların nerede normal bilimsel pratikten ayrıl -
41 a.g.e., 35.
42 a.y.
43 a.g.e. Güçlü programda çıkarların muğlâk kullanımının çözümlemesi ve
Barnes’ın araçsalcılığının bir eleştirisi için, bkz: S. Yearley, “The Relationship
Between Epistemological and Sociological Cognitive Interests: Some Ambi
guities Underlying the Use of Interest Theory in the Study of Scientific
Knowledge”, Studies in History and Philosophy of Science, Vol. 13 (1982),
353-88.
44 Barnes, yukarıdaki 4. dipnot, 36.
dıklarını ve dolayısıyla, nerede bilimsel sonuç kılığına girmiş saklı
çıkarların ürünü olabileceklerini anlamak genelde pratik olarak
mümkündür.45
Bu testin, sözgelimi gerçekten feminist bir epistemolojinin etkisini
ideolojik bir etki olarak tanımlayacağını görmek kolaydır. Barnes, ye
nilik getiren birinin ideolojisini tanımlamanın zor bir sorun olduğu
nu kabul etmez -görünüşe göre burada ayrım, yine yeniliği öneren
kişinin bu konuda öz-bilinçli olup olmadığına dayanmaktadır. İde
olojinin eyleyicinin [aktör] anlatımından doğduğunun vurgulanması,
Barnes’m simetriyi ideolojiyle uzlaştırmasına izin verir. Manipülasyon
ve kontrolün asimetrisinin karşısına “akılcılaştırma ve iknadan elde
edilecek gizli bir çıkar”m konulması, simetrik yaklaşım içinde kabul
edilebilirdir çünkü bu yaklaşım (Barnes’m belli ki doğalcı olmak için
işin içine dâhil etmesi gerektiğini düşündüğü) eyleyicinin yaklaşımını
takip eder.46
Özetlemek gerekirse Barnes, üretilen bilginin sınırlı alanına ya da
çıkarların salt varlığına dayanan bir ideoloji kavrayışını reddeder, çün
kü her türlü bilgi çıkarlara dayanır ve alanı da, soyutlama süreci saye
sinde sınırlanır. Daha doğrusu doğal, araçsal çıkarlara, örneğin bilgi
nin ilerletilmesi kaygısı gibi, diğerlerinin kendi çıkarlarından çok bunu
45 a.y.
46 a.g.e., 38. Barnes kurumsal düzeyi ideolojinin bireysel düzeydeki suçlanma
larından farklı bir tarzda ele alır; burada önceden yapılmış ayrımlarla olan
bağlantı net değildir: “Koyulan teşhisi haklı çıkarmak için akımın içindeki
tüm bireysel bileşenleri incelememiz gerekmez; çünkü bilginin hasıraltı edil
miş çıkarları yansıtma derecesi, çıkarların yaratılması ve sürdürülmesine katı
lan ve kendileri de doğrudan doğruya çıkarlar tarafından belirlenmiş olan
bireysel bilişsel eylemlerin oranına bağlı değildir” (40). Bilginin araçsalcılığın
ötesindeki diğer çıkarlara işaret ettiğini aklımızda tutarsak ([bilinçsiz] meta
for kullanımı ile öz bilinçli çıkar savunması arasındaki ayrımı hatırlayalım), bu
iddia bilgi ile ideoloji arasındaki ayrımı ortadan kaldırıyor gibi görünmekte
dir. Burada gereken tek şey çıkar -yüklü bilgi geleneğinin gösterilmesidir-
ama Barnes tüm bilginin bu şekilde yüklü olduğunu vurgulamamış mıdır?
Bu şemaya göre ideolojik bir gelenek içinde çalışan meşru, araçsal olarak
güdülenmiş bir araştırmacı önceden yapılan tüm ayrımlara karşın ideolojiye
bulaşmış olabilir: Dolayısıyla çalışması, her ne kadar takdire şayan ve “çıkar
sız” olsa da, ideolojik belirlenimden bağımsızdır diye bir tarafa konulamaz.
Yine de hasıraltı edilmiş çıkarların işleyişini yansıtan tüm bir düşünce akışının
bir parçası olarak görülmelidir. Bu kurumsal ayrımı göz önünde bulundurur
sak, bir simetrik BBS’nin hangi bilgi biçimlerini ideolojik olarak tanımlama
yacağını görmek zordur.
öneren kişinin çıkarlarıyla aynı doğrultuda hareket etmesini sağlayan
diğer kaygılar müdahale ettiğinde, ortaya ideoloji çıkar. M eşru araçsal
kaygılara bir çözüm sunuyormuş gibi görünme ihtiyacı, gerçek güdü-
lenmelerin hasıraltı edilmesi sonucunu doğurur. Bu güdülenmeler,
söz konusu bilginin diğerleri tarafından ideolojik olmayan bir şekilde
kullanılmasını hüküm süz kılmaz; burada asıl mesele meşru olmayan
çıkarların görünüşte bilinçli olarak var olmasıdır. Önceden kestirmeye
ve kontrol etmeye yönelik iyi niyetli çabalar farkında olmaksızın hâkim
metaforlardan ve analojilerden yararlanıyor olabilir ama bu ideoloji
demek değildir. İdeolojinin tanımlanması “öznel, deneysel bir yakla
şım” izlemek demektir; burada çözümlemeci, verili bir bağlamdaki bir
inancın benimsenmesinin hangi dereceye kadar hakikaten araçsal bir
çıkarın sonucuymuş gibi görünüp hangi dereceye kadar görünm eye
ceğini inceleyerek ilerler; böylelikle “ideolojik m atematik” “normal
m atematik pratiği” ile karşılaştırmalı olarak tanımlanmış olacaktır.
Bu çözümlemede başlıca üç aksaklık dikkat çeker: (1) Kavrayış
normal bilimsel pratiğin eleştirisi için zemin sağlamak yerine onu des
tekler hale geliyor; (2) çözümlemeci, meşru olmayan çıkarlar karşısın
da sorunlu “araçsal akılcılık” mefhumuna güvenerek, işin içine gizlice
asimetrik bir yaklaşım dâhil etmiş oluyor ve (3) m eşru olmayan çıkar
ların bilinçli varlığına yapılan vurgu, kavramın etkililiğini ciddi olarak
sınırlıyor. Örneğin, erkek bilim adamlarının el altındaki metaforları
yalnızca sahici bir araçsal araştırma ruhuyla kullanabilme olasılıkları
ölçüsünde, feminist eleştiriyi temel alan eleştirileri reddetmek m üm
kün gibidir.47 Barnes simetrik bir BBS için ideoloji kavramını, ancak
onu aynı zamanda “psikolojikleştirerek” ve bilimsel statükonun (eleş
tirilmesinden çok) savunulması için bir araç haline getirerek koruya
bilir. Aynı zamanda ideolojinin teşhisini, güdülenmelerin tekrarlanan
öznel yeniden canlandırılmalarına [re-enactmerıt] bağımlı kılar ki bu,
sadece psikolojik zeminlere oturtulduğu zaman inandırıcı olmayan bir
yaklaşımdır.48
47 Buradaki aksaklık (1), bilimin ideolojik olarak tanımlandığı hakiki bir femi
nist müdahaleye yol açacak gibi görünmektedir. Dahası, pek çok feminist
araçsal öngörü ve denetimin bilimsel pratik için uygun bir amaç olduğuna
karşı çıkacaktır. C. Merchant, The Death of Nature: Women, Ecology, and the
Scientific Revolution (New York: Harper & Row, 1980); E.F. Keller, Reflec
tions on Gender and Science (New Haven, CT: Yale University Press, 1985).
48 R.E. Nisbett and T.D. Wilson, “Telling More Than We Can Know: Verbal
Reports on Mental Processes”, Psychological Review, 84. Cilt (1977), 231 -59.
Bu yazıda önerilen ideoloji yaklaşımı, güdülenmenin meşru olup ol
madığını belirleme ya da doğruluk ölçütüne başvurma gibi BBS’nin
sorunlu olduğunu gösterdiği ölçütlerden vazgeçecektir. İdeoloji; bir
ürün ya da süreç olarak anlaşılan ve bilimsel bilgiden gündelik bilgi
ye kadar uzanan, toplum içinde iktidar eşitsizliklerini sürdürm ek ya
da yaratmakta nedensel bir rol oynayan herhangi bir bilgi türü olarak
tanımlanabilir.49 İdeoloji kavramı kültür, bilim ve siyasetteki anlamlı
uygulamalardan doğabilecek belirli bir takım etkilere işaret eder; bu
etkilerin mutlaka herhangi bir biçimsel söylem analizi aracılığıyla gö
rünür kılınması mevzubahis değildir.
Böylelikle ideoloji, postyapısalcı “mit” ya da “metafizik” anlatımla
rından (onlarla örtüşse de) farklılaşır. Sözgelimi, son incelemeler bi
limsel yöntemi Barthes’in “m it” yaklaşımı açısından çözümlemişlerdir:
Bilimsel yöntem araştırmanın sonucunu, onun üretimiyle bağlantılı
gündelik anlamlardan uzaklaştırır ve böylece aslında tarihsel bakım
dan olumsal olan vargıları “doğallaştırır”.50 Eğer bu vargıyı kabul
edersek, tüm ü zorunlu olarak ideolojik olmasa da, bilimsel yönteme
yapılan tüm başvurular mitik demektir. Bilimsel yöntem ideolojik etki
ye kolaylıkla uyarlanabilen bir retorik biçim olarak göze çarpar; örne
ğin ırkçı politikanın vargılarını sosyobiyolojinin bilimsel statüsüne ya
da IQ araştırmasına başvurarak belgelendirmek m üm kündür. Yine de
bilimsel yönteme yapılan başvuruların tüm ü bu türden bir etkiye sa
hip olacak diye bir şey yoktur.51 Bu nedenle, gerçekten ideolojik olan
etkilerin düzeltilmesi için öncelikle bilimsel iddiaların ifade edildiği
dille mi ilgilenmek gerektiği yoksa çok daha sistematik kurumsal deği
şikliklerin mi gerektiği, ucu açık bir soru olarak kalır. Bu sorunun
cevaplanması, böyle bir ideolojik etkinin aslında nasıl sağlandığının
iktidar ve Karşı-Olgusallıklar
Şimdi “bilgi”nin farklı veçhelerinin toplumdaki iktidar uygulamala
rına yaptığı görece katkının tanımlanmasını sağlamak için iktidarın
kavramsallaştırılmasına yöneliyoruz. Kanımca ideoloji kavramı iktidar
sonucunu doğuran bilgi ürünleri ve süreçlerine gönderm ede bulun
mak için kullanılmalıdır; bu kullanım, siyaset biliminin siyasi arenada
ki sarih çatışmalar konusundaki odağının darlığına yöneltilen bir eleş
tiri yoluyla ortaya çıkmış olan Steven Lukes’a ait “üç boyutlu bakış”
fikrinin değiştirilmiş bir versiyonu bağlamında düşünülm ektedir.57
Bu yaklaşımı ele almaya başlamadan önce, yaklaşımın iktidarın
doğasına ilişkin dört başı m am ur bir anlatım olarak sahip olduğu sı
nırlılıklara dair birkaç söz söylemek gerekir. Burada ideoloji ve iktidar
arasındaki ilişkiyle ilgileniyoruz ve üç boyutlu yaklaşımın bir versiyo
nu bu amaç için en uygunu. Son dönemde, özellikle de Foucault’nun
son çalışmalarından esinlenen yaklaşımlar iktidarın yalnızca olumsuz
tarafını vurgulamaktan çok üretken tarafını vurguladılar. Bu türden
61 a.g.e., 90-91. Buradan ideolojiyi savunan kişilerin her zaman hâkim sınıfın
üyeleri olması gerekmediği, kendilerinin de iktidar kurbanları olabileceği so
nucu çıkar. Örneğin popüler kültürün “dışarlıklıları” ve “istisnaları” günah
keçisine dönüştürmek konusundaki rolü için, bkz: LaCapra, yukarıdaki 30.
Dipnot. Bölüm 3.
62 iktidara yönelik son dönemdeki yaklaşımlar için bkz: T. E. Wartenburg (ed.)
Rethinking Power (Albany, NY: State University of New York Press, 1992).
63 Bkz: J. Rouse, Knowledge and Power: Toward a Political Philosophy of
Science (Ithaca, NY: Cornell University Press, 1987); B. Barnes, The Nature
o f Power (Urbana, IL: University of Illinois Press, 1988); S. Turner, “Depoli-
ticizing Power’, Social Studies of Science, 19. Cilt (1989), 533-60.
64 T.E. Wartenburg, The Forms of Power: From Domination to Transformation
edimlerinin sonucu olsun olmasın, iktidar orantısızlıklarına katkıda
bulunan her türlü toplumsal sürecin üzerinde olmalıdır.
Üç boyut, iktidarın her zaman herhangi bir belirli toplumsal anta-
gonizmadan önce üretici bir öğe içerdiğini ve tuttuğunu reddetmeden,
dikkatimizi insanların mevcut iktidar eşitsizliklerinden mustarip ol
dukları farklı şekillere ve belirli iktidar biçimlerinin ortadan kaldırıldı
ğı ya da azaltıldığı akla uygun karşı-olgusal senaryolara yoğunlaştırır.
İlk boyut, fark edilen ve buna göre davranılan şikâyetlere dayalı siyaset
arenalarında vuku bulan çatışmaları içerir. Ancak bunun kullanışlılığı
sınırlıdır, zira katılımın olmaması ya da eylemsizlik, siyasi bir problem
olarak görülmez. İkinci boyut belirli konuların ve aktörlerin nasıl si
yasi arenanın dışında bırakıldığını ele almayı içerir. Bununla birlikte
bu bakış yalnızca bilinçli şikâyetlere itibar ettiği için sınırlıdır ve şikâ
yet yokluğunun aslında iktidarın bir sonucu olabileceğini görmezden
gelir. Böyle bir yaklaşım manipüle edilmiş bir oybirliğinin olabileceği
ihtimalini tartışma dışı bırakır. Öyleyse Lukes’un iktidarın üçüncü bo
yutu fikri, ortada
iktidarı uygulayanların çıkarlarıyla dışarıda bırakılanların gerçek
çıkarları arasında...
gizil bir çatışma olabileceğini de göz önünde bulundurur.
Bu çatışma; iktidarı uygulayanlarla ona maruz kalanlar arasında,
bu İkinciler kendi çıkarlarının farkına varacak olurlarsa, istekler ya
da tercihler çatışması olacağının varsayılması anlamında, örtük bir
çatışmadır.65
Bu pasaj Lukes’un pozisyonunun, genişletilmiş iktidar kavrayışı için
hayati önem arz eden ama aynı zamanda bu kavrayışın altını oyma
tehlikesi taşıyan iki veçhesini belirgin kılar. Lukes “gerçek çıkarlar”ın
en azından bir biçimine ve karşı-olgusallıklardan açıkça yararlanan
bir iktidar görüşüne bağlıdır.66 “Yanlış bilince” karşı “gerçek çıkarlar”
kavramı, yanlışlanamaz M arksist bir otoriteryanizmi, yani iyi belgelen
miş tarihsel tehlikelerin hayaletini canlandırmaya ek olarak ciddi m e
67 Elster’ın daha ziyade “iki boyutlu” bakış açısına bağlandığı gerçeğine rağ
men yine de yazıları bu amaç için seferber edilebilir. Bu bağlanmanın nedeni,
hem Elster’ın hem de Lukes’un yalnızca toplumsal yapıyla değil, faillerle de
bağlantılı bir iktidar kavramsallaştırmasına bağlı olmalarına rağmen, Els-
ter’ın, failliği, Lukes (yukarıdaki 57. Dipnot)’un tersine, bireylerden başka
hiçbir şeye teslim etmek istememesidir. Bkz: S. Lukes, “Methodological Indi
vidualism Reconsidered’, in D. Emmet and A. Macintyre (ed.), Sociological
Theory and Philosophical Analysis (Glasgow: The University Press, 1970),
76-88.
68 W.T. Lynch, “Arguments for a Non-Whiggish Hindsight: Counterfactuals
and the Sociology of Knowledge’, Social Epistemology, Vol. 4 (1989), 355-59.
varıncaya dek çeşitli gruplar içindeki görece etkisinin incelenmesine
dek genişletilebilir. Çözümleyiciler arasında oybirliği oluşturm a so
runu, deneysel BBS araştırmasının diğer alanlarından daha az ya da
daha çok akut bir sorun değildir. Bilginin iktidara ilişkin etkilerinin
gözden geçirilmesine girişmeyi öneriyorum; BBS topluluğu ve ötesin
deki yerel ve olumsal müzakereler, ideoloji suçlamasının belirli kara
kutularını açıp kapatabilir. Buna ek olarak, atfedilen nedensel ilişki
lerin manipülasyonu, bu türden bir manipülasyonun aslında beklenen
değişikliği yapıp yapmadığını belirleyerek bir dereceye kadar, iktidarın
olup olmadığını ve sözü edildiği gibi korunup korunmadığını pratikte
kontrol edebilir.69 Elster’ın, nedensel iddiaların nasıl olup da şimdide
durup belirli olası bir geleceğe işaret eden kimi karşı-olgusal iddia
ları imâ ettiğine cevap arayan analizi, ideoloji eleştirisi için önerilen
yaklaşım aracılığıyla, bilgi sosyolojisinin farazi nedensel iddiaları ile
bilginin ideolojik etkisinden kurtulm anın olası çareleri arasında bağ
kuracaktır.70
Nedensel iddialar, güçlü program ın kayda değer bir biçimde bunun
dışında durması hariç, BBS içindeki pek çok kişi tarafından genellikle
şüpheli görülür. Bununla birlikte bu muhalefet, genellikle geçmişteki,
ekonomik temelin önceliği ya da kültürel değerlerin bilime yansıması
gibi benim de reddettiğim makro düzeydeki basit nedensel iddiaların
reddedilmesinden ileri gelir. Ancak nedensel iddialar, yorumsal çö
zümlemelerle aynı ayrıntı düzeyine yerleştirilebilir ve bir araştırmacı
İdeoloji ve Düşünümsellik
İktidarı üç boyutlu olarak kavramsallaştırmak bizi, olguda her zaman
olmasa bile prensipte doğrulanabilir olan bir iddiaya, yani eğer sö
m ürülen taraf “asıl durum ”unun farkına varırsa örtük çatışmaların
gözlemlenebilir çatışmalara dönüşeceği iddiasına bağlar. Lukes’un ve
diğer Marksistlerin yaptığı gibi “asıl durum ”u özselleştirmektense,
etki altındaki tarafın, (1) bilgi ürünü ya da bilgi sürecinin içersinde
farklı toplumsal bedellere yol açtığı söylenen ilgili tutum un; (2) bu et
kinin gereksizliğinin; ve (3) bu etkinin iyileştirilmesini sağlayabilecek
ilgili araçların farkına varması üzerine durum u değiştirmek amacıyla
harekete geçtiği örneklerden bahsetm ek için, “asıl durum ” ifadesini
göreceleştirebiliriz. Etki altındaki tarafların ilgili durum içersinde hak
kıyla motive edilememesi ya da arzu edilen hedefe ulaşma yolunda
gelişme kaydedilememesi, teorimizin bizi dünyada eylemde bulunmak
konusunda etkili bir biçimde yönlendirmek için düzenlemeler ya da
değişiklikler gerektirdiğinin bir işareti olacaktır.
Elbette burada, baskı ya da söm ürü iddiasını doğrulayacak ya da
doğrulamayacak otomatik bir kontrol yoktur; doğa biliminde olmadığı
gibi. Bir taraftan, müdahale, diğer tarafların etkili bir şekilde m oti
ve edilmesine ve/veya harekete geçmesine yol açabilecek doğru bir
iktidar tanımlamasından yoksun bir biçimde meydana gelebilir. Di
ğer taraftan, baskı ya da söm ürü o kadar ciddi bir boyutta olabilir ki,
gelişmeye ilişkin uygun stratejiler ortaya çıkmaz. Yine de ideolojinin
kurbanı olduğu iddia edilenlerin motive edildiği ve gelişme kaydettiği
derecenin göz önünde bulundurulması kontrol açısından gereklidir,
böylece elit araştırmacılar iktidar kurbanlarının kayıtsızlığı konusunda
iktidarın uzlaşmazlığını suçlamakta diretmezler; bu, kapsamlı uzman
manipülasyonlarına yetki veren bir “yanlış bilinç”tir. Kısacası, direnç
gösteren “yanlış bilinç”, bunu istemeyen insanlar adına otoriteryen si
yaseti destekleyen bir şey olarak değil de, bizim iktidara ilişkin çözüm
lememizin yetersiz olduğunun bir işareti olarak alınmalıdır.
Nihayetinde, kendinden emin siyasi gündemlerin, ideolojinin ken
di eleştirel soruşturm a geleneği dışında olduğu kadar içinde de açık
seçik bir halde var olduğunu daha baştan kabul eden yaklaşımlara yol
açması gibi, daha demokratik bir bilgi üretim sürecine geçiş de böyle
konularda daha fazla düşünümselliğe yol açabilir. İdeolojinin düşü-
nümsel eleştirisi o zaman dışsal eleştiri kadar önemli hale gelir. Lac-
lau ve Mouffe “post-M arksist” yaklaşım lehinde konuşurken böyle bir
yaklaşımı benimserler. Sınıf özcülüğünün stratejik olarak işçi sınıfım
ne dereceye kadar yalıttığının ve “hakiki” proleter bilinç adına konu
şan otoriteryen bir siyaseti ne dereceye kadar şiddetlendirdiğinin izini
sürerler. Feminizm, çevrecilik, sömürge karşıtlığı ve ırkçılık karşıtlığı
gibi “yeni toplumsal hareketler” de dâhil olmak üzere çeşitli gruplar
arasında karmaşık bir mübadeleyi içeren “radikal demokrasi” strateji
sine doğru bir değişimi savunurlar.75 Benzer bir “düşünüm sel” çö
zümleme toplumsal cinsiyet kategorisine ilişkin olarak da yapıldı. Fe
minizmin öncelikle Birinci Dünyada yaşayan orta sınıf beyaz kadınlar
adına konuşuyor olması, toplumsal cinsiyetin iktidarın sömürgecilik,
sınıf, ırkçılık ve cinsel yönelim gibi diğer boyutlarıyla ilişkili olarak
yeniden değerlendirilmesine yol açtı.76 Böyle bir “düşünümsellik” asla
tamamlanmış ya da gerilimlerden yoksun değildir ancak hem daha
etkili bir siyasi strateji oluşturulmasına hem de özgürleştirici m üca
delelerde önceden sesi çıkmayan ama kendi adlarına konuşabilecek
olanlar için daha az incitici olacak dikkatli müdahalelere katkıda bulu
nabilir.
Lukes’un aksine, “asıl durum ” (ya da “çıkarlar”) adına konuşmak
burada toplumsal müdahaleye rehberlik etme niyetinde olan bir teori
nin retorik süsleri olarak anlaşılmaktadır. Yine de, bu süslerin tam a
men gayrimeşru olduğunun varsayılması gerekmez çünkü bu, retoriği
prensipte önlemenin kimi yolları olduğunu varsaymak olacaktır. Dola
yısıyla, Latour’un, bu tür faaliyetlere bizzat angaje olmaksızın şebeke
inşası ve “açıklama” işini gösteren bir çözümleme sağlama iddiası bu
açıdan çok makul değildir.77 Önerilen ideoloji eleştirisi toplumsal çö
Sonuç
İdeoloji kavramı, doğru ve yanlış, başarılı ve başarısız, akılcı ve akıldı
şı bilgi biçimlerinin güç ilişkileri yaratmak ve sürdürm ek konusunda
T h om as F. G ieryn
7 A.g.e., s. xi-xii.
8 Mulkay, Science, s. 3-5.
ruluk, Durkheim için, aslî olarak indirgenemez kalmaya devam etti.”9
Elkana indirgenemezlik derken, bilimsel bir olgunun ortaya çıktığı
sosyal bağlama ilişkin bilginin, bu olgunun mahiyeti hakkında hiçbir
şey söyleyemeyeceğini imâ eder.10
Bu yorum, dikkatlerini bilim ile sınırlandırmayan diğer Durkheim
incelemelerini de karakterize eder. Steven Lukes’e göre,
Durkheim, İzafî ve bağlamdan bağımsız olmayan mantık ilkeleri
kadar doğru ve “nesnel” bir açıklama ölçütünün mevcudiyetinin
açıkça farkındaydı ve üstelik o, bu mantık ilkelerinin bütün kültür
lerde temel ve evrensel olduğunu düşünüyordu. Sağlam bir rasyo
nalist olarak o, rölativizmin cazibesine kapılmadı.11
Raymond Aron da benzer bir görüş ileri sürer: “Durkheim, bilimsel
düşüncenin mutlaklığını sabitler: Bilimsel düşünce, çağımızda geçerli
tek düşünce form udur. ...Bu görüş, pozitivist öğretinin de kaynağı
nı oluşturur.”12 Durkheim ’ın pozitivist bilimsel bilgi anlayışı, pek çok
eleştiricinin bahsettiği (sözgelimi “artık bilimi m üm kün tek bilgi for
mu olarak kavrayamayız, aksine bilgi bilim ile özdeşleştirilmelidir” 13)
9 Yehuda Elkana, “Of Cunning Reason”, Science and Social structure: A Fest
schrift for Robert K. Merton içinde, ed. Thomas E Gieryn (New York: New
York Academy of Sciences, 1980) s. 37.
10 Bilim sosyologları Ludwik Fleck’in Genesis and Development o f a Scientific
Fact, çev. F. Bradley ve T. J. Trenn (Chicago: University of Chicago Press,
1979; ilk baskı 1935)’ini okumuş olsalardı, bu türden bir Durkheim okuması
için oldukça erken bir kaynağa başvurmuş olacaklardı. Fleck, “bilimsel olgu
lara, sofuca yüceltmeye varan aşırı bir saygı” (s. 47) gösterdiği için, Durk
heim’m, frengiyle alâkalı olguların sosyal gelişimini açıklamaya dönük kendi
çabasını anlayamayacağını ileri sürer.
11 Steven Lukes, Emile Durkheim (New York: Harper and Row, 1973), s. 440.
12 Raymond Aron, Main Currents of Sociological Thought, 2 cilt, çev. R.
Howard ve H. Weaver (New York: Doubleday, 1967), 2: 82.
13 Jürgen Habermas, Knowledge and Human Interests, çev. J. J. Shapiro
(Boston: Beacon, 1971) s. 4. “Pozitivizm”, sosyolojik lügatta en kaypak te
rimler arasında yer alır. Habermas’ın tanımlaması, pozitivizmin sadece bir yü
zünü ortaya koyuyor ve bu kullanımın tarihsel evrimine dair hiçbir açıklamada
bulunmuyor. Pozitivizm, sosyolojiye bir bilgi teorisi, yani aşağıdaki üç kabulü
tipik tarzda bir araya getiren bir metateorik yönelim olarak dâhil oldu: (1)
doğa bilimlerinin amaç ve yöntemleri sosyal fenomenlerin incelenmesine ak
tarılabilir; (2) sosyolojik analizin nomotetik bilgi ortaya koyması amaçlanır;
(3) bilimsel bilgi teknik ve araçsaldır, yani ekseriyetle tetkik edilmeden kalan
hedeflere ulaşmak bakımından faydalıdır. Durkheim’m pozitivizmi hakkında-
ki tartışmaların birçoğu aşağıda verilmektedir. Sosyolojide pozitivizm üzerine
bir mevzu haline geldi.14 H arry Alpert ve yakın dönem de Paul Hirst,
Durkheim ’ın pozitivizminin, onu, temel kavramların veya olguların
tanımlanmasında bilim insanının kültüre bağımlı ve tarihsel olarak öz
gül rolünü görmekten alıkoyduğunu ileri sürdüler. Bu durum , bilimin
inceleme nesnesine ilişkin asal tanımlamaların kaynağını bilim insan
larının ilgileri/çıkarları veya sayıltılarının değil de, dışsal gerçekliğin
oluşturduğu şeklinde bir önvarsayıma yol açtı. Alpert’in yazdığı gibi,
“Durkheim ’ın tanımlama teorisi, tanımlayıcının hayatî rolünü göz
ardı eder. ...ve şu ya da bu şekilde nesnelerin kendi kendilerini ta
nımladıklarını imâ ediyor izlenimi verir.”15 Hirst, “tutarlı rölativist bir
konum un, tam aksi bir görüşe, yani algıda verilmiş olan şeylerin tek
bir fenomene dair sonsuz çeşitlilik gösterdiği şeklindeki bir görüşe
bağlı kaldığı” tespitinde bulunur.16 Durkheim ’ın rölativist bilgi teori
lerine yönelik karşıtlığına, M erton da işaret eder: “Durkheim, içinde
sadece rakip geçerlilik kriterlerinin mevcut olduğu bir rölativizm tipini
onaylamaz. [Mantık ve düşünce] kategorilerinin sosyal kökene sahip
olması, onları, doğaya uygulanabilirlikleri açısından büsbütün keyfî
kılmaz.”17
Yalnızca mütevazı bir ilginin ürünü olan bütün bu görüşler, Durk-
heim ’ı başka bir gözle okudukları anlaşılan ikinci bir grup araştırmacı
için geçerli değildir. Onlara göre, Durkheim’m bilginin sosyal yapı
tarafından belirlendiği şeklindeki görüşü, sadece ilkel sınıflamalar için
değil, fakat bilimsel bilgi için de geçerlidir. Durkheim ve M auss’un
ilkel toplumların sosyal organizasyonu ile bu toplumlara ait açıklama
18 Rölativizm meselesi, sosyal bilimlerin iki sahasında boy verdi. İlkin felsefe
ciler ve bilhassa antropologlar -rasyonel düşünce standartlarının bir kültürel
ortamdan diğerine her yerde aynı olup olmadığı veya bu standartların modern
Batı toplumunun söylemine özgü olup olmadığı sorusunda odaklanan- “ras-
yonalite” tartışması diye tarif edilen mesele ile alâkadar oldular. Bkz. Bryan
Wilson, ed., Rationality (New York: Harper and Row, 1970); Horton ve Fin
negan, Modes of Thought. İkinci olarak, farklı bir rölativizm türü, bilimsel
olguların inşasında, bilim içindeki teorik veya paradigmatik önkabullerin rolü
etrafında cereyan eden tartışmalara dâhil olur. Larry Laudan, Progress and
Its Problems: Toward a Theory of Scientific Growth (Berkeley: University of
California Press, 1977), bu tartışmaya dair en isabetli incelemelerden biridir.
Bilişsel rölativizmin genel anlamda değerden yoksun olduğuyla ilgili birçok
görüşten ikisi, sosyal araştırmayla ilgili imâları derli toplu sunması bakımın
dan bilhassa faydalıdır: Ernest Gellner, “The New Idealism: Cause and Me
aning in the Social Sciences,” Positivism and Sociology içinde, ed. Giddens,
s. 129-156; I. C. Jarvie, “Cultural Relativism Again,” Philosophy of Social
Science 5 (1975): 343-353.
19 Stark, Sociology of Knowledge, s. 324-325, 335.
liliğine ilişkin herhangi bir değerlendirme ile büyük ölçüde alakası
yoktur”20
tespitinde bulunur. Durkheim ’m bilgi teorisindeki özsel rölativizme,
yakın zamanda, bilim felsefecisi Larry Laudan tarafından da işaret
edildi: “Belirli bir kültürde ya da belirli bir zamanda hâsıl olan herhangi
bir inancın, sosyal olarak üretildiğinin zorunluluğunu varsayma husu
sunda, Durkheim ’la benzer bir eğilim sergileyen başka hiçbir düşünür
yoktur.”21 Edwin Schaub da, Durkheim ’ın bilimsel bilginin nesnel ge
çerliliğine inanıp inanmadığını sorguladı: “Bütün kavram ve katego
riler, bizatihi sürekli değişen tecrübelerden doğm uştur ve bu yüzden
onlar izafîliğin izlerini taşırlar...D urkheim ’a göre hiçbir kategori veya
kavramlar sistemi, kendi nesnel anlamı hususunda, takribî olmaktan
öte bir iddiada bulunam az.”22 Edward Tiryakian, pozitivistik Durk-
heim ’m bir hayal ürünü olabileceği fikrini savunuyor izlenimi verir:
“Durkheim, bilginin köken itibariyle toplumsal olan a priori yapıların
bir işlevi olduğunu tasdik eder. ...Bu yüzden Durkheim, ‘nesnel’ ger
çekliği izah etmek için naif bir şekilde resmî istatistiklere dayandırılan
İntihar’m ‘pozitivist’liğinden hareketle kendisi hakkında karikatürize
edilerek oluşturulmuş imajın bir hayli uzağında durur.”23 Son olarak
Robin Harton, Durkheim ’ın bilgi teorisinin meziyetlerinin, bütünüyle
onun “anti-pozitivist eğilimleri”nden24 kaynaklandığını ileri sürer.
Özet olarak, eleştiriciler, Durkheim ’ın bilimsel bilgi sosyolojisine
ilişkin bulmacayı andıran değerlendirmeler ortaya koyuyorlar. M uh
telif önemli sorular hakkında, Durkheim ’ın birbirine karşıt cevapları
onayladığı görülmektedir: Bilimsel bilgi, onun kültürün sosyo-yapı-
sal belirleyiciliğine dair aslî teorisine dâhil midir yoksa değil midir?
Durkheim, bilimin doğruluk iddialarının toplumsal ve tarihsel olarak
özgüllüğünü vurgulayan saf bilişsel rölativizmi onaylıyor mu yoksa
31 A.g.e., s. 441.
32 A.g.e., s. 438.
yaşama dair geleneksel pozitivist yönelimler açısından daha az ölçüde
benimsenebilir olduğu ifade edilir.33
Whitney Pope, bütün bunların ekseriyetle Parsons’ın kendi tashihi
olduğunu ileri sürer. O na göre Durkheim aslında ne iradecidir ne de
pozitivist. Bununla birlikte Pope, kendine özgü bir pozitivizm tanımı
yaparak bu sonuca varır: “Durkheim, toplum içindeki insana, asla,
bilimsel tutum un hesabını kitabını yapma anlamında bir rasyonellik
atfetmedi; sonuç olarak o, bir pozitivist değildi.” Pope pozitivizmi,
daha ziyade yaygın biçimde benimsenen anlamıyla, yani bilgi ve bilim
sel yönteme ilişkin m eta-teorik bir yönelim olarak değerlendirirken,
Durkheim ’m “pozitif (doğa) bilimlerinin başvurduğu bilimsel analiz
tarzına uygun düşen salt nesnel değişkenleri kullanma zorunluluğuna
vurguda bulunma anlam ında”34 pozitivist olduğu sonucuna varır.
Benzer bir m eta-teorik pozitivizm tarifini tasdik ederken, Parsons
da, Durkheim ’ın “pozitivizmden kopmadığı”35 tespitini yapmak zo
runda kalır. Pozitivizm,
pozitif bilimin, insanın dışsal gerçeklik ile yegâne anlamlı bilişsel
ilişkisi olduğunu vurgulayan öğretidir. Mevcut halde, Durkheim
pozitivistik görüşe sâdık kalmaya devam ediyor. ...zira o, son bö
lümde [ve önceki paragraflarda] izi sürülen farklılaşmaya karşın,
açıkça veya herhangi bir şekilde bile bile pozitivist konumunu kati
yen terk etmemiştir.36
Bu, önemli bir itiraftır: Zira Durkheim ’m bilim hakkında bu pozitivis
tik görüşü yadsıyan bir konum u eşzamanlı olarak benimsediği göste
rilebildiği takdirde, çelişki tespiti kuvvetlenir.
Aslında Parsons, Durkheim ’a ilişkin yetkin bir incelemenin, epis
temolojisindeki mantıksal tutarsızlıkları ifşa edebileceğini imâ eder.
Meselâ Parsons, Durkheim ’ın şayet kendi sosyal tipler teorisini bil
gi sosyolojisine taşımış olsaydı, müdafaası imkânsız bir konumla baş
başa kalacağını vurgular. Zira Durkheim açısından, pek tabii, farklı
(organik ve mekanik) toplum tiplerinin, paralellik arz eden (baskı
cı veya onarıcı hukukun hüküm sürdüğü) farklı kültürel sistemlere
sahip olması beklenecektir. Şayet bu kültür tasavvuru, hukuktan bili
me nakledilseydi, Durkheim kendini, şu bilişsel rölativizm konumuna
33 A.g.e., s. 396.
34 Her iki alıntı, Pope, “Classic on Classic,” s. 414’den alınmıştır.
35 Parsons, Structure of Social Action, s.444.
36 A.g.e., s. 421-426.
yaklaşmış görecekti: “Bu durum da, epistemolojisi -sosyal tiplere dair
rölativizm, yalnızca tikel bir sosyal tip için geçerlilik taşıyan bir kate
goriler sisteminin ürünü olduğu için, bizatihi baştaki rölativizmi rö-
latif kılacak şekilde- insan aklının temellerini aynı rölativist döngüye
sokacaktı.”37 Parsons, buradaki imâları açımlamaz, fakat en azından
bir ikilem ihtimaline dikkat çeker ve bu makalenin geri kalan kısmı
için bir basamak inşa eder: “Zira farklı dinsel tasarım sistemleri salt
farklı sembol sistemleri olarak görüldüğü takdirde, bir anlamda bu
sembol sistemlerine bütünsel bir atfın mevcut olduğu fikri yadsınamaz
hale gelir. Fakat onların, nihaî gerçekliğin harfiyen bilimsel temsilleri
oldukları kabul edilirse, bu durum Durkheim’ın sosyal tiplere dair rö
lativizmi ile yan yana geldiğinde, onu bir ikileme sürükler.”38
Şu halde geriye, bütün bu anlatılanların ne kadarının Durkheim
olduğunu, onun temel bilgi teorisi ile bilimsel sosyolojinin yöntemine
ilişkin m eta-teorik önvarsayımlarım yeniden inceleyerek ortaya koy
m ak kalıyor.
37 A.g.e., s. 447.
38 A.g.e., s. 429.
farklılık arz etmesi. Education and Society’de Durkheim açıkça şunu
ileri sürer: “İnsanı, doğayı, hattâ mekânı O rta Çağlarda tasavvur
edildiği şekliyle tasavvur etmiyoruz.”39 Tecrübeyi veriye dönüştüren
mantıksal kategorilerde dahi bu farklılıklara rastlanabilir. Meselâ The
Elementary Forms’da Durkheim şu tespitte bulunur: “Günüm üzde
bilimsel düşünceye özdeşlik ilkesi hâkimdir; fakat fikirler tarihinde
hatırı sayılır ölçüde rol ifâ eden -v e çoğunlukla bir kenara bırakıl
m ış- sonsuz sayıda temsil sistemleri m evcuttur.”40 Genellikle Kant
ile birlikte anılan -m ekân, zaman ve nedensellik gibi- temel düşünce
kategorileri, “herhangi bir kesin formda asla sabitlenmiş değillerdir;
onlar, ardı arkası kesilmeden oluşturulur, feshedilir ve yeniden oluştu
rulurlar; mekân ve zamanla birlikte değişirler.”41
Düşünce kalıpları ve gerçeklik kavrayışlarındaki bu değişimler, bi
limin ve onun varsayılan yöntem birliğinin, sistematik teknikleri ve
39 Emile Durkheim, Education and Society, çev. S. D. Fox (New York: Free
Press 1956; ilk baskı 1922), s. 76-77.
40 Emile Durkheim, The Elementary Forms of the Religions Life, çev. J. W.
Swain (New York: Free Press, 1915; ilk baskı 1912), s. 25.
41 Durkheim, Elementary Forms, s. 28. Lukes, (Emile Durkheim, s. 447-448),
Durkheim’ın kategoriler, kavramlar arasındaki ilişkilere ve bilimsel bilginin
mahiyetine dair kavrayışındaki bazı muğlâklıklara işaret eder. Durkheim’a
göre mekân, zaman ve nedensellik kategorileri “evrensellikleri ve zorunlu
oluşlarından dolayı diğer bütün bilgilerden ayrılırlar. Gerçek olan her şeye
uygulanabildiklerinden, onlar varolan en genel kavramlardır; ve herhangi bir
özel nesneye bağlı olmadıkları için her çeşit özneden bağımsızdırlar.” Durk
heim, Elementary Forms, s. 26. Anlaşıldığı kadarıyla (daha sınırlı “kavram-
lar”ın bir alt kümesini oluşturan) kategoriler, duyu izlenimlerini düzenleme
ye yönelik ön-algısal kılavuzlardır; ancak Durkheim, onları da “bilgi” olarak
kabul eder ve bundan dolayı algıların düzenleyiciliğini bilimsel bilginin içe
riğiyle karıştırır. O, kategorilerin duyumlarımızı gerçekliğin farklı algılarına
götürecek tarzda başka türlü biçimlendirebildiğine işaret ederek, meseleye
belli bir açıklık getirir: “Bir duyum ya da imge daima belirlenmiş bir nesneye
dayanır. ...Duyumsamaların, fîilileştikleri vakit, kendilerini gerçekte bize da
yattıkları doğrudur. Fakat onları gerçekte olduklarından başka türlü idrak et
mekte veya onları kendimizde gerçekte üretildikleri yerlerden farklı bir düzen
içinde vuku buluyorlar gibi yansıtmakta özgürüz.” Durkheim, Elementary
Forms, s. 26. Durkheim’da kategorilerin işlevi, Kantçı felsefedeki işlevleriyle
hemen hemen aynıdır; fakat Durkheim ve Kant, kategorilerin kökenlerine
dair açıklamaları bakımından birbirlerinden ayrılırlar. Durkheim psikolojik
anlamda a priori değil de, somut toplumların organizasyonel özellikleriyle be
lirlendiklerini ileri sürmek suretiyle, “Kantçı kategorileri sosyolojikleştirdi.”
(Tiryakian, “Emile Durkheim,” s. 211).
kesin mantığının ortaya çıkmasıyla birlikte son mu bulacaktır? D ürk
heim aksini iddia eder: Bilim, “doğru” kabul edilen konularda değişi
mi oransal olarak arttırır ve hattâ doğrunun çoğalarak çeşitlenmesine
katkıda bulunur. “Bugünün doğrusu, yarının yanlışıdır. Doğruların
zaman içersinde sabitlenme eğilimine girecekleri söylenebilir mi? N e
redeyse tam aksi doğrudur. Bilimin gelişme kaydetmesiyle birliktedir
ki biz, farklılık ve değişimin vuku bulmasına tanık oluyoruz.”42 Bilimin
gelişimi, kısmen araştırmacıların akademik disiplinler içinde uzm an
laşmalarından dolayı, doğrunun çeşitlenmesine katkıda bulunur: “N e
densellik ilkesi farklı zaman ve mekânlarda farklı biçimlerde kavrandı;
tek bir toplumda dahi bu ilke sosyal ortam a ve tatbik edildiği doğa
âlemine göre farklılaşır. Fizik ve biyolojinin, bu nedensel ilişkiyi aynı
tarzda resmedip etmediği bile sorulabilir.”43
Durkheim, rölativizmi, şu izleyen savıyla takip eder: Bu kültürel
varyasyonların temelinde, somut toplumlar arasındaki sosyo-yapısal
farklılıklar ve onların tarihsel bir momentten diğerine başkalaşmala
rı bulunmaktadır. Durkheim, denebilirse Com te’un idealizmine veya
M arx’in ekonomik materyalizmine karşıt bir “yapısal determinist”
kültürel değişim teorisi ortaya koyar. Toplumların kendi kurumsal d ü
zenlemeleri bakımından farklılaşması nispetinde, hukuk, din ve hattâ
dış dünyanın bilgisine dair kültürel kalıplar bakımından da farklılaş
ması zorunlu hale gelir. “Mevcut mantığımızı yönetiyor izlenimi ve
ren kuralların bu tarihsel varyasyonları, bu kuralların insan zihninin
teşekkülünde ezelden beri bulunmuş olamayacağını, aksine tarihsel ve
sonuç itibariyle de sosyal faktörlere dayandıklarını ispat etm ektedir.”44
D oğruluk ve mantıktaki varyasyonların temelinde sosyo-yapısal de
58 A.g.e., s. 113.
59 “Si le facteur personel et affectif joue un rôle si capital, n’en devons-nous
pas conclure que la vérité est essentiellement individuelle et, par conséquent,
incommunicable, intraduisible, puisque la traduire, c’est l’exprimer en con
cepts, donc en quelque chose d’impersonnel?” A.g.e., s. 123. Mannheim’in
rölativizmde içkin reductio ad absurdum (saçma olana indirgeme)’den, yani
rölativizmin kaçınılmaz surette solipsizme kayma eğiliminden uzak durma
gayreti, sosyologlar arasında muhtemelen pek iyi bilinmektedir. Karl Mann
heim, Essays in the Sociology of Knowledge (London: Routledge and Kegan
Paul, 152), bölüm 4.
60 Durkheim, Pragmatisme, s. 124.
...D oğru İnsanî ise eğer, o aynı zamanda İnsanî bir üründür. Sosyo
loji, benzer görüşü akla da tatbik eder. Aklı oluşturan her şey, yani
onun ilkeleri ve kategorileri tarihin akışı içinde meydana getirilir.”61
Pragmatist felsefenin merkezî problemini teşkil eden bir husus, yani
doğrunun mahiyeti, derhâl sosyolojik analizin konusu haline gelir.
Durkheim, pragmatizme yönelik sosyolojik tashihine, rölativizm
hakkındaki şu oldukça sarih sözleriyle başlar:
Sosyoloji, bir yandan fiziksel çevre, öbür yandan insan arasındaki
ilişkiye dayanan bir rölativizmi kendi bünyesinde ihtiva eder. ...
İlk nebulaların devinimlerini yöneten yasalar, bugünün sabit ev
reninde mevcudiyetini korumaya devam ediyor. Aynı şey, insan ve
onun içinde yaşadığı sosyal ortam hakkında da ifade edilemez mi?
...Tek bir din, tek bir ahlâk ve tek bir politik rejim değil, aksine
farklı din, ahlâk ve politik organizasyon tipleri mevcuttur. ...Aynı
durumun teorik düzende, yani bizatihi düşüncede hüküm sürme
mesinin herhangi bir gerekçesi var mıdır? Tikel bir edimin kıymeti
değiştiğinde, doğrunun mahiyeti de değişmiyor mu?62
Durkheim, soruya müspet bir şekilde cevap verir: “Bütün bunlar bizi,
düşüncenin (spéculation), ondaki değerin değişkenliğine ve bundan
dolayı doğrunun da değişken olduğuna inanmaya sevk eder.”63 Doğal
dünya (nebulanın sabit yasalara göre işlediği) ontolojik bir durağan
lıkla karakterize olur; buna karşın gerçekliğin “doğru” temsilleri ta
rihsel ve kültürel koşullara göre değişir.64 Özgün sosyal ya da kültürel
faktörlerin (ki Durkheim onları “medeniyet” terimi başlığı altında sı
nıflar) araya girmesi yüzünden, doğruluk gerçekliğin bir kopyası de
ğildir: “En fait, cette ‘copie’du réel qu’est la vérité, n’est pas simple
redondance, simple pléonasme. Elle ‘ajoute’ bien au réel un monde
nouveau, plus complexe que tous les autres: le m onde humain, le
m onde social. Par elle devient possible un nouvel ordre de choses: rien
de moins que la civilisation.”65 Doğru, gerçekliği ayna gibi yansıtmaz;
meselâ empirik bilgimiz, batı medeniyetinin kendine mahsus kültürel
ve sosyal evrimiyle şekillenmiştir.
“Doğru”nun Değişkeleri
Daha fazla nesnel olmasından dolayı bilim, bilgi hakkındaki herhangi
bir iddianın doğruluk içeriğine karar verirken dogmatik olma hakkı
na sahiptir; bilim, gerçekliğe ilişkin dinsel tasvirlerin eksikliğini bariz
biçimde ortaya koymuştur: “Hangi tarzda açıklanırlarsa açıklansınlar,
dinlerin, nesnelerin gerçek doğası hususunda yanlış oldukları m uhak
77 Durkheim, Rules, s. 23, 36; ayrıca bkz. Durkheim, Montesquieu and Rous
seau, s. 54.
78 Emile Durkheim, Sociology and Philosophy, çev. D. F. Pocock (New York:
Free Press, 1953; ilk baskı 1924), s. 31. Ayrıca bkz. Durkheim, Elementary
Forms, s. 493; Durkheim ve Mauss, Primitive Classifications, s. 32.
79 Durkheim, Elementary Forms, s. 477. Durkheim’ın empirizme yönelik tav
rı, epistemolojisindeki çok daha genel bir problemi yansıtır. Pragmatizm üze
rine derslerde o, “vulger empirizm”i onaylamaz; ancak The Rules’da, bilimde
müstesna olan şeyin, tahrif etmeksizin gerçekliği doğrudan kavrama kabiliye
ti olduğunu imâ eder. Anlaşılan, Durkheim’ın yadsıdığı vulger empirizm, so
lipsizm ile aynıdır: Bir sayıltı veya kabul, bir toplumun pek çok mensubu veya
diyelim ki bir bilim topluluğu tarafından paylaşılıyorsa eğer, sübjektif (yani
önyargılı, çarpıtılmış) değildir. Sübjektif faktörler, özel durumlarla ilgili çar
pıtmalar ve bireylerin ferdî önyargılarıdır. Benzer bir tespit şu makalede yer
alır: Jorgé Larrain, “Durkheim’s Concept of Ideology,” Sociological Review
28 (1980): 129-139.
80 Durkheim, Rules, s. 31.
kaktır: Bilim bunu ispat etm iştir.”81 Bilim, diğer araştırm a tarzların
dan çok daha kesin anlamda, tercihe değer bir bilgi seviyesi ortaya
koyar; kısacası bilim “her türlü öz-eleştirel düşünceye ilham veren bir
ideal”dir.82
Oysa Durkheim, aynı zamanda, bütün dinsel inançların “gerçek”83
olduğu görüşüne de önem verir. Bu apaçık paradokstan kaçınmak için
Durkheim Suicide’da etkili bir şekilde kullandığı bir argüm ana geri
döner: Nasıl kendine mahsus nedenler taşıyan intihar tipleri mevcut
ise, aynı şekilde gerçeklik ile farklı bağlantıları olan doğruluk tipleri de
mevcuttur. Pragmatizm üzerine derslerinde Durkheim, mitolojik doğ
ruyu bilimsel doğrudan şöyle ayırt eder: “Mitik temsiller nesneler söz
konusu olduğunda yanlıştırlar, ancak onları tasavvur eden özneler söz
konusu olduğunda doğrudurlar”84; bilim, dünyayı olduğu haliyle ta
rif ettiği için, bulguları da nesneler söz konusu olduğunda doğrudur.
(“Les vérités scientifiques experiment le monde tel qu’il est.”)85 Mitik
doğrular -belirli prosedürlerin (meselâ hikmetli kehânetlerin) ve belli
tecrübe erbabı kişilerin (kâhinlerin) m eşru doğruluk iddiasını elinde
bulundurduğu- inançlar üzerindeki kültür bağımlı bir m utabakata
dayanarak geçerlilik kazanırlar. Onların kehânetleri, toplumsal b ü
tünleşmeyi sağlamak ve (kaçınılmaz başarısızlıklara dair yorumlarda
bulunmak kadar) pratik kararlara dayanak temin etmek bakımından
da, doğru bir işlev yerine getirirler. Ancak onların gerçekliğe tekabü-
liyetinin, bilimde ispat edilen şekliyle, bire bir olmasına gerek yoktur;
hakiki empirik bilginin köşe taşı, yalnızca bilimsel araştırmadır.
Bu durum , Durkheim ’ın pozitivist kabulleri ihlal etmeden cevap
landırmakta zorlanacağı şu temel sosyolojik soruya yol açar: D oğru
luk meselesinde meşru otorite olarak mit ve dinin yerini bilimin alması
neye yol açacaktır? Bilim öncesi kültürlerin mensupları kendi bilişsel
temsillerinin geçerliliğine sahiden de inandıkları için, bu geçiş bilimin
üstün kesinliğe sahip oluşuyla açıklanamaz. Gerçekliğe tekabüliyet,
bilginin doğru olarak kabul edilmesini açıklamak için yeterli değildir:
Bilimin kurallarına göre inşa edilmiş olsalar dahi, bütün kavramla
rın, otoritelerini yegâne olarak kendi nesnel değerlerinden aldıkları
doğru değildir. Onların doğru olduğuna inanılması yeterli değildir.
IV. Sonuç
Durkheim ’ın bilim hakkmdaki düşüncesinde, temel kültür teorisinde
ki rölativist imâlar ile bilim olarak sosyolojiye dair m eta-teorik tanım
lamasındaki bariz pozitivizmin bir aradalığından kaynaklanan m uh
telif mantıksal tutarsızlıklar göze çarpm aktadır. Bu çelişkiler birkaç
başlıkta ifade edilebilir:
95 A.g.e., s. 31; ayrıca bkz. s. 488; Durkheim, Sociology and Philosophy, s. 97.
de içkin sübjektif temayüllerin aksine, bilimsel kavramlar kendi sosyal
köklerinden bağımsızlaşırlar ve artık yalnızca “olduğu haliyle gerçek
lik’^ uygun bir gelişim gösterirler. Şu iki spesifik sav, bir çelişkiye
işaret ediyor: (a) Bilim, din veya mitolojiden gelen kavramları -şayet
bunlar, m odern mantık ve empirik doğrulamanın testlerinden geçe
mezler ise - tasfiye eder; ancak (b) sosyal formasyonlardan veya sıra
dan insanın ortakduyusal dilinden türememiş saf bilimsel kavramların
sayısı pek azdır. Bu iki önerm e birlikte doğru kabul edildiği takdirde
ortada bilime ait hemen hiç kavram kalmaz.
Batıda septik bir bilinç tarzı olarak bilgi sosyolojisi, Grek düşünce
sinin kökleri kadar geçmişe uzanır (Remmling 1967, 3-6). M odern
bilincin farklı bir tarzı olarak bilgi sosyolojisi, ideolojiler ile sıkı sıkıya
irtibatlıdır ve muhtemelen de hem Marx ve Mannheim hem de D urk
heim ile birlikte anılır (Stark 1985; Larrain 1979). Son zamanlarda
bilgi sosyolojisi, Amerikan sosyal düşüncesi ve gündelik hayat feno-
menolojisi ile ilişkilendirildi (Fuhrman 1980; Berger ve Luckmann
1967). Bilgi sosyolojisini kuşatan meseleler ve ilgiler yoğunluk sergili
yor. Bununla birlikte iki mesele bilgi sosyolojisini uğraştırmayı sürdü
rüyor: (1) düşüncelerin sosyal belirlenmişliği doğa bilimlerine -şayet
v arsa- ne ölçüde uyarlanmaktadır; (2) bilgi sosyolojisi ne ölçüde öteki
bilgi formlarının -şayet v a rsa - meşruluk iddialarına yönelik eleştiride
bulunmalıdır?
Bilgi sosyolojisine geleneksel yaklaşımlar, bazı istisnalara rağmen,
bilimsel bilginin sosyal belirlenmişliğine dair tartışmayı ya hesaba kat
mamaktaydı ya da yasaklamaktaydı. Ancak M arx’in eserlerinde, bu
yasak paradoksal bir şekle bürünür. Çok iyi bilindiği üzere Marx,
Darwin’in eserlerine hayranlık duymaktaydı ve ona Capital’in ilk cil
dinin bir kopyasını bile göndermişti. Marx, kendi çalışmasının Dar-
Ahlâkî Tarafsızlık
Bloor’un güçlü program formülasyonu, bilgi sosyolojisinde hakiki bir
açıklama adına, dört koşuldan oluşur. İlk olarak bu formülasyon, söz
konusu inançların nasıl ortaya çıktığına dair nedensel bir açıklama ol
malıdır. İkincisi, “doğru ve yanlış, rasyonalite ve irrasyonalite, başarı
ve hata hususunda tarafsız” olmalıdır; “bu dikotomilerin her iki kutbu
da açıklanmayı gerektirir” (Bloor 1976, 6). Üçüncüsü o, bu açıklama
ya ilişkin kendi yaklaşımı bakımından da simetrik bir teori olmalıdır.
“Aynı neden tipleri, sözgelimi hem doğru hem de yanlış inançları açık
layacaktır” (1976, 6). Dördüncüsü, bu açıklayıcı yaklaşımı kendine
tatbik edecek ölçüde refleksif olmalıdır. Bloor, bu ölçütleri göz ardı
etmenin gayrı bilimsel olacağını, yalnızca güçlü program yaklaşımının
“bütün diğer bilimlere eşlik ettiğini bildiğimizle aynı türde bir ahlâki
tarafsızlığa sahip olduğu”nu ileri sürer (1976, 10). Bu ifade, güçlü
program ın ve ilintili programların gerçekleştirdiği empirik araştırm a
ların, bilimin değerden bağımsız bir teşebbüs olduğu fikrini ne ölçüde
zayıflattığını hesaba kattığımızda, bilhassa dikkate değerdir.
“Ahlâki tarafsızlık”a dönük bu vurgu, açık seçik bir şekilde, Marx’in
dünyayı salt anlamaktan ziyade onu değiştirmenin önemine ve praksi-
se yaptığı vurguyla belirgin bir karşıtlık içindedir. Marx, mevcut olgu-
sallığı yalnızca anlamaya çalışanları eleştirir.8 Ancak o, materyalist bir
bilgi sosyolojisi tasarlar, salt idealist bir eleştiri değil. İnsan düşüncesi
ni değiştirmek yeterli değildir; eleştirisi yapılan düşüncenin kaynağını
ortadan kaldırmak için fiilî sosyal pratikleri de değiştirmek gerekir.
Marx, düşünceleri insanlığın gerçek bağları olarak gören Genç Hegel -
çiler’in iddialarını - k i onlara göre bilincin değişmesi gerekli olan tek
şeydi- eleştiriyordu. Alm an İdeolojisi’nde Marx, “bilinci bu değiştir
me isteği, mevcut dünyanın farklı bir biçimde yorumlanmasına, yani
onu farklı bir yorumlama yoluyla tanımaya varır” diyordu (Marx ve
Engels [1847] 1976, 30, vurgular ilâve edildi).
Bu düşünce çizgisini izleyerek, m odern bilimin cinsiyetçi yaklaşım
lar ve erkek kategorileri üzerinde inşa edilebildiğini görmek, bilimsel
Bilgi ve Çıkarlar
Engels ile birlikte, Alman filozoflarını kendi “genel felsefi öncüller”i-
ni (Marx ve Engels [1846] 1976, 28) gözden geçirme hususundaki
kusurlarını eleştirirken Marx, refleksivite meselesini hesaba katmak
konusunda uyarıda bulunur. Ancak bu refleksivite, sosyolojinin rolü
ne dair (Latour ve Woolgar’da olduğu gibi) 14 “kurgucu” bir anlayış
doğrultusundaki eğilime katkı oluşturmaz. Bunun nedeni, düşünce
lerin daima somut sosyal etkinlik içinde kökleşmiş olmalarıdır. Marx,
bazı bilgi tarzlarının sosyal sebeplerden kaynaklanan sınırlılıklarına
parm ak basmış ise eğer, bunun nedeni salt bir vukuf parlaklığı değil,
fakat aksine toplumdaki çelişkilerin yol açtığı sosyal değişimin bu yeni
vukufları olanaklı hale getirmesidir: “İnsanlar toplumu devrimcileşti-
ren düşüncelerden söz ettiklerinde, eski toplum içerisinde yeni toplum
öğelerinin yaratılmış olduğundan ve eski düşüncelerdeki çözülmenin
13 Bkz. Marx ([1844] 1975, 291): “Servetin bu dışsal, yani akıldışı nesnelliği,
özel mülkiyetin insanın kendisine katılması ve insanın da onun özü olarak
tanınması sonucu, ortadan kalkmıştır.”
14 Bkz. 5. dipnot.
eski varoluş koşullarındaki çözülmeyle at başı gittiğinden başka bir şey
ifade etmiş olmazlar” (Marx ve Engels [1848] 1948, 29).
Hegel’in ‘H ukuk Felsefesi’nin Eleştirisi adını taşıyan 1843 tarihli
bir el yazmasında Marx, (bu hususta) bir din eleştirisinin, insanlar
tarafından meydana getirilen doğal, m addî süreçlerin nasıl olup da
bu sosyal süreçlerden koparak kendi başına buyruk gibi görünen kimi
kültürel ürünlerin ortaya çıkmasına yol açtığını ispatlaması gerektiğini
ileri sürerek, bilgi sosyolojisinin gâyesini belirler. Şu tespit ile başla
yalım: “Din-dışı eleştirinin temelini şu oluşturuyor: insanı yapan din
değil, dini yapan insandır” (Marx [1843] 1970, 131). Dinin bürün
düğü göksel ve gayrı-sosyal nitelik, bizatihi insanlar tarafından sosyal
temelde üretilmiş olarak anlaşılmalıdır. “Aslında din, henüz kendine
erişememiş ya da kendini tekrar tekrar yitirmiş bulunan insanın sa
hip olduğu kendilik-bilinci ve kendilik-duygusudur. ...Bu devlet, bu
toplum, dünyanın tersine çevrilmiş bilinci olan dini üretiyor, çünkü
kendileri tersyüz olmuş bir dünya oluşturuyor” ([1843] 1970, 131).
Bu durum kültür dünyamızdaki bilimin, yalnızca yapı-çözümsel ola
rak değil, fakat bizatihi sosyal bazda da açıklanması gereken ihtilaflı
sosyal çıkarlar arasındaki kavganın dışındaymış gibi görünmesini akla
getiriyor. Şu halde, bilimin farz edilen “nesnellik” ve “tarafsızlık”ı, bil
gi sosyolojisi tarafından açıklanması gereken, kendinde bir veri olarak
alınmalıdır.
Bu yüzden M arx’in sosyolojisini, ne deterministik yasalara intibak
eden ne de insanlara öz-bilinçle ve başarıyla kendi çıkarlarının pe
şinden koşma olanağı sunan bir sosyoloji olarak görmemek gerekir.
M arx’a göre, “insanlar kendi tarihlerini kendileri yaparlar, ama sadece
kendi keyiflerine göre, kendi seçtikleri koşullar içinde yapmazlar, doğ
rudan yüz yüze geldikleri ve geçmişten kalan koşullar içinde yaparlar.
Bütün ölmüş kuşakların geleneği, bir kâbus gibi, yaşayanların beyinle
ri üzerine çöker” ([1852] 1979, 103). Bu tespit, yeni bilgi sosyolojisi
programlarının bazılarındaki naif aktör görüşüne meydan okur. Bilgi
nin mahalli olarak inşa edilmiş karakteri üzerinde odaklanmış labo
ratuar incelemelerine vurguda bulunan programlar, kültürlerine aktif
anlamda angaje olsalar da, aktörlerin, buna rağmen kendilerini içinde
buldukları tarihsel ve disipliner bağlamlara mukabelede bulunabilme
lerinin derecesini hafife alırlar.15 Bu bağlamlar, aktörlerin yapmaya
“özgürce karar verdikleri” şeyler üzerinde etkili olurlar. Aynı şekil
de “çıkarlar okulu” yaklaşımı da, aktörlerin, o andaki mevcut sosyal
Yabancılaşmış Bilgi
Politik iktisadın bilgisi, kendi inceleme nesnesinin yabancılaşmış özü
nü yansıtan, yabancılaşmış bilgi olarak tanımlanabilir. Kapitalizmde,
“emeğin ürettiği nesne —emek ürünü— onun karşısına yabancı bir
şey, yani üreticiden bağımsız bir güç olarak çıktığı” için, politik iktisat
bu ürünü, emek içindeki temelinden soyutlayarak şeyleştirir (Marx
[1844] 1975, 272). Bunun bir sonucu olarak, sermaye ve servetin ve
onlara hükmeden yasaların, kökleri işbölümünde yatan tarihsel ba
20 Marx ([1844] 1975, 276). Bu türsel varlık, içkin olarak, insanlığın üretimi
ne yöneltilmiş olan çalışma ile ilintilidir: “Pratik etkinliği ile bir nesneler dün
yası yaratırken, inorganik doğayı işlerken, insan bilinçli türsel varlık olarak,
yani tür karşısında kendi özsel varlığı karşısındaymış, ya da kendi özsel varlığı
karşısında türsel varlıkmış gibi davranan bir varlık olarak, kendini ispatlar”
(s. 276).
m üzde evrensel bilinç, gerçek yaşamın bir soyutlamasıdır ve bu nite
likle onun karşısına bir düşm an olarak dikilir. Demek ki, benim ev
rensel bilincimin etkinliği -b ir etkinlik olmak bakımından- sosyal bir
varlık olarak benim teorik varoluşumdur da” ([1844] 1975, 298-99).
Doğanın Bilgisi
Marx, bir imkân imâsında bulunsa da, sistematik anlamda doğabil im
sel bilginin bir sosyolojisini ortaya koymaz. Alm an ideolojisi’nde Feu-
erbach’a yönelik eleştiride bulunurken Marx ve Engels, fizik ve kimya
vasıtasıyla idrak ettiğimiz doğanın, kısmî olarak, insanın üretici etkin
likleriyle yaratılmış bir doğa olduğunu ileri sürerler: “Feuerbach, doğa
bilimi algılayışından özellikle söz ediyor; fizikçinin ve kimyacının gö
rebileceği gizlere değiniyor; fakat ticaret ve endüstri olmasaydı doğa
biliminin hali nice olurdu? Hattâ, bu “katıksız” doğa bilimine amacını
gösteren ve ona materyalini sağlayan ticaret ve endüstri, insanların
duyumsal etkinlikleri değil m idir?” ([1846] 1976, 40). Bu kesintisiz
üretici etkinlik durum u olmasaydı -b u âlemi bizim üretken doğamız
dönüştürdüğü için - doğal âlem şu andaki halinde olmayacaktı: “G ü
nüm üzde olduğu biçimiyle bütün duyumsal dünyanın temelini, b ü
yük oranda, bu etkinlik, bu kesintisiz duyumsal emek ve yaratış, tek
sözcükle bu üretim oluşturmaktadır. Eğer bunlar, bir yıl için bile olsa
kesintiye uğratılsaydı, Feuerbach yalnızca bu doğal âlemde muazzam
bir değişiklik bulmakla kalmayacak, bütün insanlık âleminin kaybıy
la olduğu kadar kendi algılama yetisinin kaybıyla, hattâ bizzat kendi
varoluşunun kaybıyla da pek çabuk karşılaşacaktı” (Marx ve Engels
[1846] 1976, 40).
Marx ve Engels, dışsal fizikî bir dünyanın gerçekliğini katîyen ya
dsımıyor. Aksine, insanların, fiziksel dünyanın parçası, yani aslında
bu dünyadaki etkin dönüştürücüler olduklarım ve bu itibarla da bu
dünyanın tarifine ya da inşasına da katkıda bulunduklarını vurgulu
yorlar. Marx ve Engels’in açıkça ifade ettikleri gibi, “bütün bunlardan
dolayı, dış doğanın önceliği geçerliliğinden bir şey yitirmez, ...fakat
bu ayrımın yalnızca, insan doğadan ayrı bir şey olarak telakki edildiği
takdirde anlamı vardır. Dolayısıyla insanların tarihinden önce gelen
bu doğa, hiç de Feuerbach’ın içinde yaşadığı doğa değildir; bu doğa
-belki de yakın zamanda oluşmuş olan birkaç Avustralya mercan ada
sı dışında- günüm üzde artık hiçbir yerde mevcut değildir. Öyleyse,
Feuerbach için de mevcut değildir” ([1846] 1976, 40). Buna benzer
pasajların, doğal dünyanın bilgisi hususunda safdil bir pozitivizmi ya
da realizmi Marx’a atfetmekten bizi alıkoyması gerekir.
Netice olarak Marx, bilgi tarzları arasında ayrımlar yapmaktan
vazgeçmeksizin, bilimsel bilgiyi sosyal bir yapıntı olarak ele alabilecek
tutarlı, kuşatıcı bir bilgi sosyolojisi şeması çıkartır. Bilgi sosyologu,
belirli bir bilgi gövdesinin, incelediği fenomenlerin bütün karmaşıklı
ğına ne ölçüde etkinlikle nüfuz edeceğini tayin edebilir. Ayrıca o, bil
giyi belirli değerler çerçevesinde incelemekle de meşgul olmalıdır. Bilgi
sosyolojisi, işlevini bir güç eleştirisi olarak tesis etmelidir. O, bilgi ve
bilgi üretimi faaliyetlerinin, diğerlerini dışlayarak bazı çıkarlara ne öl
çüde hizmet ettiğini ortaya koymak için, özellikle pek uygundur. Bilgi
sosyolojisi tutucu çıkarlara karşı “taraflı” olmaktan dolayı ne m ahcu
biyet duymalı ne de “bilimsel” statü elde etmek ile fazlasıyla meşgul
olmalıdır.21 H er şeyden önce, simetri tezinden kaynaklanan bayağılık
tan kaçınırken, bilgi sosyolojisi hiçbir ayrıcalıklı sosyal-üstü konuma
da müsaade etmemelidir.
Kaynakça
Barnes, Barry. 1974. Scientific knowledge and sociological theory. London:
Routledge & Kegan Paul.
Barnes, Barry. 1977. Interests and the growth of knowledge. London: Rout
ledge & Kegan Paul.
Barnes, Barry. 1982. T. S. Kuhn and social science. London: Macmillan.
Barnes, Barry. 1983. On the conventional character of knowledge and cog
nition. Science observed: Perspectives on the social study of science içinde,
Ed. Karin D. Knorr-Cetina ve Michael Mulkay, 19-51. Bristol: }. W. Ar-
rowsmith.
Barnes, Barry ve D. MacKenzie. 1977. On the role of interests in scientific
change. Sociological Review Monograph 27:49-66.
Berger, Peter, ve Thomas Luckmann. 1967. The social construction o f reality.
New York: Doubleday.
Bloor, David. 1973. Wittgenstein and Mannheim on the sociology of mathe
matics. Studies in the History and Philosophy o f Science 4:173-91.
Bloor, David. 1976. Knowledge and social imagery. London: Routledge &
Kegan Paul.
Bloor, David. 1981. The strengths of the strong programme. Philosophy of
the Social Sciences 11:199-213.
Collins, H. M. 1981a. Son of seven sexes: The social destruction of gravita
tional radiation. Social Studies of Science 11:33-62.
Collins, H. M. 1981b. What is TRASP? The radical programme as a metho
dological imperative.P/ii/osop/zy o f the Social Sciences 11:215-24.
Collins, H. M. 1982. Special relativism-the natural attitude. Social Studies of
Science 12:139-43.
Collins, H. M. 1983. An empirical relativist programme in the sociology of
scientific knowledge. Science observed: Perspectives on the social study of
science içinde, Ed. Karin D. Knorr-Cetina ve Michael Mulkay, 85-113.
Bristol: J. W Arrowsmith.
Fuhrman, Ellsworth R. 1980. The sociology of knowledge in America, 1883-
1915. Charlottesville: University Press of Virginia.
Fuller, Steve. 1988. Social epistemology. Bloomington: Indiana University
Press.
Hamilton, P. 1974. Knowledge and social structure. London: Routledge &
Kegan Paul.
Knorr-Cetina, Karin D., ve Michael Mulkay. 1983a. Introduction: Emerging
principles in social studies of science. Science observed: Perspectives on
the social study of science içinde, Ed. Karin D. Knorr-Cetina & Michael
Mulkay, 1-17. Bristol: J. W. Arrowsmith.
Knorr-Cetina, Karin D., ve Michael Mulkay, Ed. 1983b. Science observed:
Perspectives on the social study of science. Bristol: J. W. Arrowsmith.
Larrain, Jorge. 1979. The concept of ideology. London: Hutchinson.
Latour, Bruno, ve Steve Woolgar. 1986. Laboratory life: The construction of
scientific facts. Princeton, NJ: Princeton University Press.
Laudan, Larry. 1981. The pseudo-science of science? Philosophy of the So
cial Sciences 11:173-98.
Lichtheim, George. 1967. The concept of ideology and other essays. New
York: Random House.
Lukács, George. 1968. History and class consciousness: Studies in Marxist
dialectics. London: Merlin.
MacKenzie, D. 1978. Statistical theory and social interests: A case study.
Social Studies of Science 8: 35-83.
Mannheim, Karl. 1936. Ideology and Utopia: An introduction to the sociology
o f knowledge. New York: Harcourt, Brace.
Marx, Karl. 1970. Critique of Hegel’s “philosophy of right. ” Oxford: Cambri
dge University Press. (First published 1843)
Marx, Karl. 1975. Economic and philosophic manuscripts of 1844. Vol. 3:
Collected works içinde, 229-346. New York: International Publishers.
(First published 1844)
Marx, Karl. 1976. Theses on Feuerbach. Vol. 5: Collected works içinde, 3-5.
New York: International Publishers, (ilk defal845’de yayımlandı)
Marx, Karl. 1976. The poverty of philosophy. Vol. 6: Collected works içinde,
105-212. New York: International Publishers, (ilk defa 1847’de yayım
landı)
Marx, Karl. 1979. The eighteenth brumaire of Louis Bonaparte. Vol. 11:
Collected works içinde, 99-197. New York: International Publishers, (ilk
defa 1852’de yayımlandı)
Marx, Karl, ve Frederick Engels. 1976. The German ideology. Vol. 5: Colle
cted works içinde, 19-539. New York: International Publishers, (ilk defa
1846’da yayımlandı)
Marx, Karl, and Frederick Engels. 1948. The communist manifesto. New
York: International Publishers, (ilk defa 1848’de yayımlandı)
Merchant, Carolyn. 1980. The death of nature: Women, ecology, and the
scientific revolution, San Francisco: Harper & Row.
Remmling, Gunter W. 1967. Road to suspicion: A study of modem mentality
and the sociology of knowledge. New York: Appleton-Century-Crofts.
Schaefer, Wolf, Ed. 1984. Finalization in science. Dordrecht: D. Reidel.
Stark, Werner. 1958. The sociology of knowledge. London: Routledge & Ke
gan Paul.
Stehr, Nico. 1981. The magic triangle: In defense of a general sociology of
knowledge. Philosophy of the Social Sciences 11:225-29.
Ka r l M a n n h e im v e
BİLİMSEL BİLGİNİN SOSYOLOJİSİ:
Y e n İ B İr G ü n d e m e D o ğ r u *
D ick Pels**
meşruluk sorununu bir kenara iter (örneğin, 1994: 74-76; eleştirel bir pers
pektif için, krş. Pels, 1995b). Kritik önemde sorun, ayrıca, (iyi bir biçimde
ancak istem dışı olarak) Sharrock ve Anderson’ın şu kanaatinde ifade edilir:
Wittgeinstein’ın “betimle ancak açıklama” ve “dikkatle gözle ancak düşün
me” buyrukları “bir empirik araştırma programı yaratma çağrısı değil, aksine
karşımızda duran şeylerin farkına varmamız” çağrısıydı (1984: 386). Ayrıca,
krş. dn 23.
6 Lynch, örneğin Woolgar ve Ashmore’un refleksiviteye vurgusunu “Bloor’un
tarafsızlık postülasmın muhtemelen Bloor’un zihnindekinden daha tutarlı bir
uygulaması olarak” ve “(gerçekte Mannheim’ın ‘değer biçici olmayan’ ideo
loji fikrini kendi nihaî sınırı olarak alan) Mertoncı ‘tarafsızlık’ normuna uy
gun hareket etme yönünde oldukça güçlü bir buyruk” olarak görür (Lynch,
1993: 106-107). Ancak yine de Lynch, mevcut Bilimsel Bilginin Sosyoloji
sinin empirizmini eleştirmesine ve ‘praksiyolojiye dönüş’ü savunmasına rağ
men, etnometodolojik ‘kayıtsızlık’ politikasıyla aynı çizgide, tarafsız ve değer
biçici-olmayan bir gözlem dili arayışından vazgeçmez.
lumsal bağlamı yeniden dâhil etmeye yönelik yeni çabalarına rağmen
(Haraway, 1991; Knorr-Cetina, 1982; Shapin ve Schaffer, 1985;
Cozzens ve Gieryn, 1990; Fuchs, 1992; Latour, 1993), ‘etnografiye
dönüş’ sonrası inşacı incelemeler değer/olgu dikotomisinin olgusal
yanını seçtikleri gibi, m ikro-m akro düalizminin de mikro yanını tercih
etmişlerdir. Asıl mesele, artık “inşacılığın laboratuardan dışarı çıkma
s ı d ı r (Gieryn, 1995: 440).
Daha kapsamlı ve norm atif olarak duyarlı bir Mannheimcı araş
tırma gündemine (kısmî ve temkinli bir) geçişle bu tür programatik
yetersizliklerin belirli ölçüde giderilebileceğine bahse giriyorum. Bu,
her iki terimi de sınırlı bir bilim sosyolojisinden daha genel düzey
de alınan bir sosyal bilgi teorisine veya sosyal epistemolojiye dönü
şü gerektirecektir (Fuller, 1988, 1992, 1993; Harding, 1991; Pels,
1991; Fuchs, 1992; Roth, 1994).7 O, mikro-yönelimli bir laboratuar
hayatı ve bilimsel tartışmalar etnografyasından -klâsik düzeyde Marx,
Dürkheim, Mannheim ve Berger ve Luckmann’ın çalışmalarında ana
hatları ortaya konulan bilim incelemelerini kültür incelemelerinin ve
sosyal teori ve siyaset teorisinin daha genel ilgileri arasına k a ta n - bir
makro-sosyolojik bilgi teorisine kayışı imâ eder. Bilgi ve kültüre d ö
nük bu tür kapsamlı bir sosyo-politik teori (ayrıca, krş. Bourdieu ve
Wacquant, 1992; Beck, 1992; Beck, Giddens ve Lasch, 1994), ana
liz alanını, daha empatik bir yaklaşımla, akademik-bilimsel inançla
rın yanısıra akademik-olmayan (ideolojik, politik, günlük, gündelik)
inançları ve onların çok-biçimli karşılıklı ilişkilerini de kapsayacak
biçimde genişletir. Bu ayrıca, gösterdiğim gibi, ‘simetrik’ bilim incele
meleri tarifesinden (ve daha genelde, post-m odern felsefe ve temelci-
lik-karşıtı sosyal teori tarifesinden) haksız yere çıkartılan, ancak temel
bir geri dönüşe hazırlık olarak görünen ideoloji ve ideoloji eleştirisi
probleminin (Mannheimcı “ideoloji ve ütopya” probleminin) yeniden
gündeme gelmesine işaret eder (krş. Simons ve Billig, 1994; Lynch,
1994; Zizek, 1994). O, ayrıca, sosyal ‘bilgi teorisi’ni bir entelektüeller,
uzmanlar ve profesyoneller sosyal teorisiyle veya daha genelde, ‘bilgi
toplum u’na ve onun oluşum halindeki epistemokratlar veya kültürel
kapitalistler tabakasına dönük bir makro teoriyle ilişkilendirme çaba-
15 Hattâ daha geriye, Alois Rieghl’in 1901’deki bir çalışmasına kadar gide
biliriz (örneğin, Mannheim, [1922] 1982: 127, 233). Wittgeinstein Felsefî
Soruşturmalar’da (1945-1949) ‘dil oyunu’, ‘yaşam biçimi’ ve ‘aile benzerliği’
gibi kavramlar geliştirse de, ‘düşünce tarzı’ kavramına yer vermez.
16 Flick sosyoloji hakkındaki bilgisini esasen Jarusalem’in Scheler’in derleme
sine yazdığı kapsamlı katkıdan oluşturmuş görünmektedir (Versuche zu einer
Soziologie des Wissens, 1924; krş. Meja ve Stehr, 1982: 27 ve devamı), fa-
rusalem makalesinde ne Mannheim’a ne de Densktil kavramına referansta
bulunur.
Rekabet’ üzerine verdiği büyük övgüler alan ve tartışılan dersi (“bilgi
teorileri gerçekte sadece düşünce tarzları arasındaki mücadele içinde
konumlar geliştirirler” sözünün de kanıtladığı gibi [1952: 228, 210])
M annheim’a büyük bir itibar kazandırır. M annheim’ın dersini izleyen
tartışmaların seyri içinde, bu kavram, Alfred Weber tarafından sanki
önceden dolaşımdaymış gibi kullanılır (Meja ve Stehr, 1982: 374-75).
İdeoloji ve Ütopya’da (1929) düşünce tarzı kavramı bir kez daha sü
rekli olarak karşımıza çıkar.
Bu kavramın Fleck yorumu tıbbî ve doğa-bilimsel olguların inşası
nın analizi bağlamında karşımıza çıkar. M annheim’ın ‘düşünce tarzı’
kavramı ise, kesinlikle, kültürel veya beşeri araştırmalar ile doğa bilim
leri arasında ortaya konulduğu söylenilen özel farkı yakalar ve birinci
lerin İkinciler üzerindeki yorumlayıcı üstünlüğünü vurgular. Bu kapa
sitede, ‘düşünce tarzı’ kavramı, sözgelimi Weltanschauung ve Gestalt
veya ‘totalité’ gibi kavramlara yakın düşer ve benzer betimsel bir niye
te sahiptir (örneğin [1992] 1968: 111). Bir düşünce tarzı, daha açık
bilişsel içeriklerin altında yatan ve onları yapısal olarak düzenleyen
temel bir iradî dürtü veya ‘dünya postülası’nı (Weltwollen) ifade eder.
Nihayetinde, köklerinde ön-teorik, irrasyonel güdüler yatan bir dü
şünce tarzı söylemsel içerikler ile ön-söylemsel somut grup m ücadele
leri ve gruplar arası rekabetler arasındaki bağlantı noktasıdır. Aslında,
o sadece bizzat düşünmenin ‘varoluşsal bağlantı’sının bir başka adıdır
(krş. 1952: 210). Bu yüzden, Denkstil kavramı, Weltanschauung gibi,
entelektüel içerikler ve sınıfsal çıkarlar arasındaki -ço ğ u kez yanlış
biçimde doğrudan ilişkilendirilen- dolaylı bağlantılara ışık tutan in-
dirgemecilik-karşıtı bir ara terim sunar: “Entelektüel bir bakış açısını
doğrudan sosyal sınıfla ilişkilendiremeyiz; yapabileceğimiz şey belirli
bir bakış açısına temel oluşturan ‘düşünce tarzı’ ile belirli bir toplum
sal grubun ‘entelektüel güdüsü’ arasındaki bağlantıyı yakalamaktır”
(1952: 184; 1953: 74-84).17
Mannheim’ın ‘Cesaretsizliği’
Önceden belirtildiği gibi, Güçlü Program ’ın ilk örnekleri yine de M an
nheim’a ilişkin farklı eleştirel tartışmalar içerse de, sonraki bilim sos
22 Bu ayrım ayrıca Collins’in çalışmasında giderek daha açık hale gelir (krş.
Collins (1991): Scott, Richards ve Martin’e [1990] cevap yazısı).
23 Mannheim bir başka yerde, bilgi sosyolojisinin “hiçbir ahlâkî veya mahkûm
edici niyet”i olmadığını vurgular ve ahlâkî çağrışımları nedeniyle ideoloji teri
minden uzak durmaya çalışır. Bununla beraber, bundan birkaç sayfa sonra,
“spesifikleştirici” bir bilgi sosyolojisinin, kaçınılmaz olarak sosyolojik betim
lemeden fazlasına dönüştüğü bir noktaya ulaştığını ve “belirli iddialar içinde
örtük halde yer alan bu perspektifin kapsamı ve sınırlarını yeniden tanımla
yarak” bir eleştiriye dönüştüğünü itiraf eder (Mannheim [1936] 1968: 237,
256). Ayrıca, Wittgeinstein ve Foucault üzerine 5 nolu dipnotla karşılaştırınız.
onun çağdaş bir uzantısının eleştirisidir (Lynch, 1993: 42). Tüm bilgi
artık “siyasetin başka araçlarla sürdürülm esi” olarak veya taraflı re
kabetin mantığına tâbi bir şey olarak görülüyorsa, kültür bilimleri ve
sosyal bilimler için bu fikri ilk “serbest bırakan” kişinin Kari M annhe-
im olduğu kabul edilmelidir.
Üretken Tereddütler
Tartışmama bilgi ve bilim incelemelerinde bir Mannheimcı ve bir Witt-
geinsteincı gelenek arasındaki fikrî uçurum a dikkat çekerek başladım
ve bazı W ittgeinsteincı içsel güçlüklerin çözümüne yardımcı olmak
için Mannheimcı makro-sosyolojik, epistemolojik ve norm atif ilgile
re belirli ölçüde m üracaat ettim. Bu sentez amaçlı sosyal epistemolo
ji hareketinin, ilân edildiği gibi, bazı yorumcuların (genel sosyolojik
çalışmayla teması yitirdiği ve şimdiye kadar gerçek bir genel bilgi ve
bilim sosyolojisi üretemediği söylenen) radikal bilim incelemelerinin
“soyutlanmışlığı” olarak nitelendirdiği durum u düzeltmesi beklenir
(örneğin, Fuchs, 1992). Ancak bu hareket, ayrıca Elias ve Bourdieu
gibi bazı önde gelen teorisyenlerin daha yeni makro bilgi sosyolojileri
ni yeniden konumlandırarak, bu bölünmenin, mikro-yönelimli inşacı
bilim incelemelerinin merkezî ilgileri ve kavrayışlarıyla daha yakından
ilişkili olan karşı tarafıyla da köprüler kurar. Latour (1991) ve Wool-
gar (1994) gibi aktör-ağ teorisyenleri tarafından daha tek yanlı olarak
ilân edilen bu tarz bir sosyal teori ve siyaset teorisinin yeniden canlan
ması, bizzat bilim incelemeleri gündeminin sosyolojik ve siyasal olarak
genişlemesiyle karşılık bulabilir.
Mevcut incelememi iki gelenek arasındaki bazı farklılıklar ve ben
zerliklerin yeniden tartışılabileceği bir sosyal epistemolojinin bazı te
malarını belirleyerek bitireceğim. Paradoksal olsa da, buradaki ilham
kaynağı, M annheim’ın, bazı çözüme kavuşturulmamış belirsizlikleri
yeniden gündeme getiren m irasıdır.24 işaret edildiği gibi, Mannheim
birçok kez epistemolojinin temel konularında kesinlikten yoksunlukla,
eski ve yeni arasında kalmakla, inançlarını cesaretle savunamamakla
Normatif Komplekslik
İndirgemecilik karşıtı eğilim, ayrıca, M annheim’a ünlü ‘partizanlık’ ve
‘değerden arınıklık’ tartışmasında ilginç ara konum unu belirlemesinde
yardımcı olur -b u ikili konum kuşkusuz iki tehlikeye, M arksist doğru
dan siyasallaştırıcı ve propagandacı düşünce ve Weberei bağlantısız,
tarafsız aydın fikrine karşı geliştirilir. Düşünme, M annheim’a göre,
zorunlu olarak konumlar tarafından belirlense ve bu yüzden belirli bir
bağlılık içerse de, bir anlamda doğrudan siyasal olarak belirlenmiş ve
ya değer biçici değildir. Onun liberal veya modernist “olgu/değer ay-
rımı”na eleştirisi (örneğin, 1952: 216-17; krş. Proctor, 1991; Root,
1993) ve karşı yöndeki eğilim “düşüncenin kaçınılmaz değer-temelli-
liği” iddiası, siyasal tarafsızlık idealinden tamamen vazgeçmekten zi
yade, bu idealin asıl itici gücünü yeniden ortaya çıkarma girişimidir
(Mannheim, akt. Meja ve Stehr, 1982: 401). Düşünce kendi değer
biçici ve pratik yönelimini tam amen sınırlayarak değil, aksine siya
sal canlılığını korurken, refleksif entelektüel kontrolü altında ilerler
([1922] 1968: 42, 89n).26 Yüzeysel bir olgular ve değerler, bilim ve
politika karışımının bu şekilde reddi, olgular ve değerler karışımının
kaçınılmazlığını ve teorik tanım ve empirik analizin derin yapısı içinde
bir bilgi politikasının varlığını kabul sayesinde dengelenir (krş. Pels,
1993).
O lgu/değer veya normativizm /natüralizm karşıtlığı problemi bura
da önerilen sosyal epistemoloji açısından stratejik öneme sahip oldu
ğu için, tartışmamı biraz daha açarak tamamlayacağım. Daha önce
BBS’nin, miras kalan farklı felsefi dikotomileri entelektüel döküntüler
yığınına dönüştürm e girişiminin, şimdiye kadar, bu özel düalizmi ya-
pı-bozum una uğratmayı sofuca engellediğini belirtmiştim.27 M annhe
im bir kez daha ilginçtir, zira onun program ı halinden m emnun bir
sosyolojik natüralizmin yerine doğrudan norm atif araştırm anın geçi
rilmesinin ötesine geçer. Onun amacı, hem epistemolojik hem de nor
matif inançların tarihselliği ve konumsallığının içerimleri aracılığıyla
ortaya çıkarmaya çalıştığı “noolojik” (bilimsel) rasyonalite kavramını
reddetmek değil, aksine yeniden formüle etmektir ([1936] 1968:
265-66). Gerçek ve doğruyla ilintili problemler, metodolojik am aç
larla birbirlerinden geçici olarak ayrılabilse de, değer biçici bir bilgi
sosyolojisi anlayışına ve sosyolojik düşüncede ütopik unsurun açık
savunusuna gerekli geçişi yapmak için karşılıklı olarak ilişkilendirilir
([1936] 1968: 78 ve devamı, 235-36).
Lynch’e göre, BBS’nin merkezî postülaları olan simetri ve tarafsız
lık, gerçekte M annheim’ın program ından ziyade onun daha radikal
bir uzantısına saldırıdır. Ona göre, Bloor, Barnes, Collins ve hattâ
refleksivite fikrini savunanlar, örneğin Woolgar M annheim’ın “değer
biçici olmayan genel total ideoloji anlayışı” olarak adlandırdığı şeyi ra
dikalleştirir; bu anlayış analiz edilen fikirlerin doğruluğu konusundaki
Kaypakça
Barnes, Barry. 1974. Scientific Knowledge and Sociological Theory. London:
Routledge and Kegan Paul. Barnes,
Barry 1976. “Natural Rationality: A Neglected Concept in the Social Scien
ces”. Philosophy of the Social Sciences 6: 115-126.
Barnes, Barry. 1977. Interests and the Growth of Knowledge. London: Rout
ledge and Kegan Paul.
Barnes, Barry. 1982. T. S. Kuhn and Social Science. London: MacMillan.
Barnes, Barry. 1988. The Nature of Power. Urbana: Unv. of Illinois Press.
Bauman, Zygmunt. 1987. Legislators and Interpreters. Cambridge: Polity
Press.
Bauman, Zygmunt. 1992. Intimations of Postmodernity. London:Routledge
Bauman, Zygmunt. 1993. Postmodern Ethics. Cambridge: Polity Press.
Beck, Ulrich. 1992. Risk Society. London: Sage.
Beck, Ulrich, Anthony Giddens and Scott Lash. 1994. Reflexive Moderniza
tion. Cambridge: Polity Press.
Bloor, David. 1973. “Wittgenstein and Mannheim on the Sociology of Mat
hematics”. Studies in the History and Philosophy of Science 4\ 173-91.
Bloor, David. [1976] 1991. Knowledge and Social Imagery. Chicago: Uni
versity of Chicago Press.
Bloor, David. 1983. Wittgenstein: A Social Theory of Knowledge. New York:
Columbia University Press.
Bloor, David. 1992. “Left and Right Wittgensteinians”, s. 266-82, Science
and Practice as Culture, edited by Andrew Pickering. Chicago: University
of Chicago Press.
Bourdieu, Pierre. [1975] 1981. “The Specificity of the Scientific Field and
the Social Conditions of the Progress of Reason”, s. 257-92, French So-
1 Bununla birlikte başka bir giriş, bilgisayarda yok oldu. Şubat 1987’de Social
Studies of Science Sara Delamont’un bir yorumunu yayımladı; “Three Blind
Spots? A Comment on the Sociology of Science by a Puzzled Outsider” adlı
bu yazıda yazar, bu ve diğer üç (Britanya) dergisinde yaptığı araştırmaya da
yanan benzer bir gözlem yapar. Bu dergilerde feminist araştırmacılığın bariz
yok sayılmasına karşı ISIS dergisi hoş bir karşıtlık sergiler. Benim bu dergi
nin 12 yılı boyunca aynı anahtar kelimelerden yaptığım paralel araştırma 30
girişle sonuçlandı.
ğanüstü kayıt düşünüldüğünde, Sal Restivo’nun çağrısını almaktan
-v e kabul etm ekten- duyduğum hoşnutluğu anlayacaksınız; bu daveti
başarısızlığımızı incelemek için bir fırsat olarak yorumlamayı seçmek
le, umarım, düzenleyicilerin çağrılarından ötürü pişmanlık duymala
rına sebep olmam. Başka bir deyişle, bu fırsatı, bilim hakkında çeşitli
feministlerin perspektiflerini özetlemeye kalkışmaktansa, kendisini
doğa bilimlerinin sosyal dinamikleriyle -yani toplumsal bilim incele
m eleriyle- ilgili gören disiplinin, toplumsal cinsiyeti önemli bir analiz
kategorisi olarak kabul etmekte sergilediği daha genel gönülsüzlüğü
incelemekte kullanmak istiyorum.
M uhakkak ki insanların feminist eleştirinin iddialarıyla yaşadıkları
güçlüğün bir bölümü, basitçe (ya da bazen olduğu gibi hiç de basitçe
değil) bir anlayış meselesidir: Feminist akademisyenler toplumsal cin
siyetle ne kastetmektedirler? Concise Oxford Dictionary, isim olarak
kullanıldığında, “toplumsal cinsiyet”in bir gram er sınıflaması anlam ı
na geldiğini söyler, ayrıca “cins/seks/sex” şeklinde şakacı hınzır bir
anlam da taşıdığını ekler. G ram er sınıflamasıyla daha az ilgili olan
(ve belki daha az hınzır da olan) biyologlar, normalde kelimeyi “cins/
seks/sex” ile birbirinin yerine kullanırlar.2 Fakat m odern feministler
için, kendileri açısından kesinlikle kilit bir terim olduğundan “top
lumsal cinsiyet”, gramer sınıflaması ya da cinsiyet değil, toplumsal bir
sınıflamadır.
Gerçekten de feministler ilk kullanmaya başladıklarında (1970’le-
rin ortalarında), terimi cins (sex) ile açık bir çelişki içinde kullanmışlar
dı. Niyetleri, yetişkin erkek ve kadınların gelişiminin biçimlenmesinde
biyolojik olmayan (yani toplumsal ve kültürel) faktörlerin önemini öne
çıkarmaktı. D onna Haraway’in (yayımlanacak üzere olan) ifadesiyle,
“Toplumsal cinsiyet, cinsel farkın doğallaştırılmasına karşı durmak
için geliştirilmiş bir kavramdır.” Fakat Haraway’in de vurguladığı
gibi, feminist kullanımda bile çabucak çeşitli anlamlar (ya da odaklar)
alabilen bir kavramdır. Mesele, sadece biyolojik cins(iyet)e toplumsal
cinsiyet kategorisi (ya da kategorileri)3 üzerinde ne kadar kısıtlayıcı
6 Bir dizi yazar bu güçlükten açıkça söz etmiştir. Mesela Genevieve Lloyd
(1984, s. 104) şöyle yazar: “Ve dışlamanın bir türünün reddinde, (bu) cevap
tarzı diğerinin pekişmesine yardım edebilir. Çünkü bu şimdi, zımnen, gele
neksel olarak kadınlıkla ilişkilendirilen dışlanmış karakter özelliklerinin alçal-
tılmasını kabul etmek, ve ciddiye alınmaya lâyık tek insani mükemmelliğin
ve değerlerin erkeklikle ilişkilendirilmekte olan faaliyetler ve ilgiler dizisinde
örneklenenler olduğu varsayımını onaylamak gibi görünür.” Gerçekten de,
geleneksel olarak kadınlara tahsis edilmiş olan tüm alanın artık yok olma teh
didi altında bulunduğu, hiç kimsenin bakım ve yetiştirme işini yapmayacağı
bir kültüre -mekanizasyonun hayat-verme alanına bile yayıldığı- hızla yak
laştığımız ileri sürülebilir (Bkz. Mesela Jordan 1981).
7 Mesela, sosyo-ekonomik alandan çarpıcı kanıtlarımız, eşit haklar retoriğinin
son yirmi yılının, bazı kadınların (beyaz ve siyah) ve bazı siyah erkeklerin sta
tüsünde bir yükselmeyi nasıl kolaylaştırdığını, fakat çok daha keskin biçimde,
kadınların ve siyah erkeklerin çoğunluğundan oluşan yeni ezilen sınıf dışıların
(underclasses) ortaya çıkışını önlemekte başarısız olduğunu gösteriyor. (Bkz
mesela Ehrenreich ve Piven 1984; Piven 1984; ve şimdi Wilson 1987).
kalıp fakat önemlidir: Eşitlik dili, kendi başına eşitlikçiliği güvence-
lemeye yetmez. Ve hâlâ (tarihçiler ve bilim sosyologları gibi) pek çok
bilimcinin erkek ve bakım emeği sorumluluğunu üstlenenlerin çoğu
nun da hâlâ kadınlar olması, tesadüf değildir; kendimizi -kelimeleri
kaybetmiş olmamıza rağm en- zımni toplumsal cinsiyet normlarının
işbölümünün devam ettirilmesinde oynamayı sürdürdükleri rolle öz
deşleştiremez halde bulabiliriz.
Umuyorum ki alenen cinsiyetçi bir dile geri dönüşü savunmadığım
açıktır. Gerçekten de, açıkça cinsiyetlendirilmiş bilimsel söylemden
feragâtin, daha insani (yani “toplumsal cinsiyetten azade/arınm ış”)
-v e o halde belki de daha m üşfik- bir bilimin yolunu açacağını um
muştum, aslında. Fakat toplumsal cinsiyetsiz bir dünya tahayyül et
menin birden fazla yolu var ve fiili değişimin akışı, başlangıç noktası
yaptığımız politikaya kritik biçimde bağlı. Özelde de, birkaç kadını ve
kelimeyi entegre etmenin, farklı bir değerler dizisinin, yani bu kadın
ların ve kelimelerin mecburen arkada bırakmak zorunda kaldıkları
kültürün değerlerinin dayattığı meydan okumayı karşılamaktan çok
daha kolay olduğu gayet açık hale gelmiştir. Ayrıca retorik ve göster
melik entegrasyonun, ıskartaya çıkarılmış bu önceliklerin algılanması
nı bloke etmekte kullanılabildiği ve hattâ karşıt değerlerin çıkarlarının
emrine koşulabildikleri de aşikâr hale gelmiştir.
Bir kez toplumsal cinsiyetin (hem tanımsal hem işlevsel anlamıyla)
temel sosyal niteliği tanındığında, dünya değişirken, toplumsal cinsi
yet normlarının rolünün ve içeriğinin de değişeceği açık hale gelir.
Böylelikle, m odern bilimin (ve m odern dünyanın) oluşum unda eski
den rol oynamış olan belirli toplumsal cinsiyet ideallerinin (ki artık
onların geleneksel olduklarını düşünüyoruz, oysa bir zamanlar yeni
idiler) rolü de, bu şekilde geliştirdiği bilimin açıktan başarısıyla ken
disi de dönüşmüş bir dünyada aynı anlamı taşımayacaktır. Kadınlar
azaltılamayan (hattâ tehditkâr/habis) bir tür gücün sahibi olarak al
gılandıkları zaman -eğ e r bu sadece hayatı taşımaları/hayat vermeleri
yüzünden ise - o zaman bu, başka bir alanın, eril gücün alanının sınır
larını çizmekte stratejik olarak etkin olmuş olabilir. Fakat kadınların
artık özgül türden güçlere sahip görülmedikleri, artık hayatı taşım a
nın/hayat vermenin bile zorunlu olmadığı bir dünyada, bilimsel gücü
eril terimlerle tanımlamak da artık zorunlu olmayabilir. Başka bir de
yişle, alanların açıkça işaretlenmiş ayrımının, bilimin büyüyen özerkli
ğini ve otoritesini desteklemekte zorunlu görüldüğü (ve karşılığında
bilimin özerkliği ve otoritesiyle desteklendiği) bir dünya; bu dünya a r
tık yok. Bugün bilimin kudretine (hizmetindeki tüm değerleriyle bir
likte) tartışılmaz bir kılavuzluk atfedilmektedir. Böylesine dönüşmüş
bir dünyada, eski dönemin aleni cinsel sınırlamalarına da artık gerek
olmayabilir. Belirli bir bakış açısından -fem inizm le alâkası olmayan ve
hattâ geleneksel olarak kadınlarla ilişkilendirilen değerlerle daha bile
az alâkası olan bir bakış açısından-, işlevsiz hale gelmiş bile olabilirler.
Şurası kesindir ki, bu stratejileri-optimize-etme dünyasında, kimileri
alanlar arasındaki ayrımın belirtilmemesinin (en azından bunların cin
siyetle belirtilmemesinin), insan kaynaklarının daha etkin söm ürüsü
nü kolaylaştıracağını savunmaya başlayacaklardır.
Bu bağlamda, son yıllarda bilimde kadınlar için fırsat artışının baş
langıçta feministlerin talepleriyle ya da kadınların daha barışçıl de
ğerleri bilime tanıtacağı umuduyla tetiklenmediğini, daha ziyade doğ
rudan doğruya soğuk savaştan büyüyen artan bilimsel “insan-gücü”
ihtiyacıyla tetiklendiğini hatırlamak, uyarıcı olacaktır. Günüm üzün
kadın bilimcilerinin çoğunu dâhil etmek için duyulan âcil itki -m esela
benim dâhil oluşum - uzay yarışından gelmişti. Elbette ki, böyle bir
tarih, bu şekilde dâhil edilmiş kadınların fiilî olarak kendi hedeflenmiş
görevlerini yerine getirmelerini garantilemez (bazıları yaptı, bazıları
da yapmadı); bununla birlikte aşk/sevgi ile savaş arasındaki ve bunun
la koşut olarak işbirliği ile rekabet arasındaki cinsiyetlendirilmiş (ve
toplumsal cinsiyete dayalı) uzun dönemli geleneği kaçınılmaz olarak
istikrarsızlaştırır. Bunun gibi, toplumsal cinsiyet normları hakkmdaki
sorularımızı kadınlar hakkındaki sorularımızla ilişkisizleştirir.8
Mücadele ve rekabet gibi bir zamanlar cinsiyetlendirilmiş bu tü r
den değerlerin evrensel değerler olarak genişletilmesi, öteki alanlarda
da görülebilir. Mesela, sadece birkaç dakika önce, ben kendim, bi
limde kadınlar öznesinin tarihsel çalışmalardaki kabulünü betimlerken
tarihçiler ve doğa bilimciler arasındaki kavgacı çekişmenin terimleriy
le konuştum. Böylesi çekişmeler -m eslekî, ulusal ya da hattâ bireysel
hesaplar nedeniyle- inkâr edilemez biçimde gerçektir. Ve kadınlar
kendileri de, kısmen altta yatan sosyal, ekonomik ve siyasi dinam ik
lerin aynı şekilde reddedilemezliği yüzünden, kendilerini bu çekişme
lere katılmaya tamamıyla yeterli görmektedirler (Bkz, mesela Latour
1987; Latour ve Woolgar [1979] 1985). Fakat ayrıca bu türden mü-
10 Burada bilimin özneleri ve bilim incelemeleri arasında açık bir ayrım kendi
ni gösterir: Gerçekten de, bilim incelemelerinin biliminin öznelerinden “daha
yumuşak” olduğu söylenebilir -özellikle işlenmeye daha müsait olma özgül
anlamında bir “daha yumuşak” oluş. İnsanlar ne söylediğimize, onlar hakkın-
daki temsillerimize, onlara dayattığımız normlara seve seve karşılık verirler
-bunlar tarafından biçimlendirilirler. Buna kıyasla, elektronlar, genler ve di
ğerleri, değişime daha dirençli olmaları anlamında, “daha sert”tirler -fakat
bu ölçüte göre kesinlikle daha gerçek değildirler (bkz. dipnot 6).
11 Mesela bkz. Latour’un (1987) hakikat ve gerçeklik tartışmaları: “Kendisini
eğip bükmeye ya da bozmaya yönelik tüm girişimlere direnen bir ibare hakiki
dir. Herkes bunun üzerinde mutabık kalır.” Ve sonra “direnen, gerçekliktir”.
Bir kez böylesi izler -ve işaret ettikleri tıkanma noktaları- teşhis edilin
ce, yeniden inşa çalışması başlayabilir: Görev, o zaman, perdelenmiş/
karanlıkta bırakılmış alternatif yapıların inşası için yer açmak görevi
haline gelir: Rekabetçi bir girişimden ziyade kolektif bir girişim olarak
görülebilecek, aslında böyle görülmesi gereken bir yeniden inşa. Bu
yeniden inşa projesi yalnızca rekabetçi açıdan görüldükçe, hepimizin
fazlasıyla âşinâ olduğu yerleşik egemenlerden gelen karşılığı çağrıştır
mayı sürdürecektir; yani örtük direnişi ve dışlamayı.
Toplumsal cinsiyet, toplumsal cinsiyet normları, algı, temsiller ve
deneyim -bilim de, bilim incelemelerinde ve norm atif toplumsal hayat
t a - arasındaki karmaşık ilişkiler dizisini örneklemek için, rekabet ve
çatışma dilini kullanıyorum. Derdimi örneklemek için bu dilin bana
neden özellikle iyi bir örnek sağladığını düşünmemin nedenleri açıktır
ve belki de bu nedenlerin bir gözden geçirilmesi, argümanımın kilit
noktalarının altını çizmeye yardımcı olacaktır.
Biz, buradaki toplumsal cinsiyet kodlamasını kolaylıkla tanıyabilir
ken, Darwin’in dediği gibi bu kodlamanın insanm /erkeğin “doğal
doğuştan hakkı” olduğunu varsaymamız mümkün değildir. (Darwin
1934, 873-874’te şöyle yazmıştı: “Kadın, zihinsel tabiatı, esas ola
rak da daha iyi huylu ve daha az bencil oluşu bakımından erkekten
farklı görünüyor”; çünkü, diye devam eder, “Erkek öteki erkeklerin
rakibidir, rekabetten hoşlanır ve bu kolaylıkla bencilliğe dönüşen bir
hırsa yol açar. Bu sonuncu özellikler, erkeğin doğal ve talihsiz doğuş
tan kazanılmış hakkı gibi görünm ektedir.”) Ne de burada kodlanmış
olanın sadece toplumsal cinsiyet olduğunu ileri sürmemiz m üm kün
dür. Darwin pek çok kere, toplumsal cinsiyet normlarının bizim Batılı
kapitalist mirasımızın organizasyonunda oynadığı rolü düşünmekten
asla vazgeçmemiş olan eleştirmenlerce, toplumsal bir etiği doğallaştır-
dığı için eleştirilmiştir. Fakat Engels, Kropotkin ve pek çok başkasının
güle oynaya göz ardı ettiğini biz artık göz ardı edemeyiz (Bu günde ve
bu çağda rekabet dilindeki toplumsal cinsiyet kodlamasını görmezden
gelmek, sapkınlığa varmaktır.)
Başka bir deyişle, rekabet dilinin analizi, fazlasıyla aşina olduğu
muz içkin olarak rekabetçi nedensellik modeline bir alternatif talep
eder. Eğer belirleyici sebepler olarak toplumsal cinsiyet, sınıf, göreli
“kudret” ve “sadece çıplak gerçek” arasında bir seçim yapmak zorun
da kalırsak, ya da hattâ eğer çoklu nedensellik nosyonuna başvur
m ak zorunda kalırsak, dil, ideoloji ve bilimsel teori arasındaki ilişkiyi
kavrayamayız, çünkü bunlar bağımsız kategoriler değildir. Toplumsal
cinsiyet, sınıf, göreli “kudret” ve “gerçek/hakikat”in karşılıklı bağım
lılığı, çoklu, diyalektik ya da etkileşimli/interaktif nedensellik modeli
kullanmamızı gerektirir; ve bu model de karşılığında, kısaca, konvan-
siyonel modellerden çıkmış olması yüzünden, bazı insanların toplum
sal cinsiyet odaklı analizlerle yaşadığı ikinci tür bir zorluk kaynağına
işaret eder. Doğa bilimlerinde hâkim basit nedensel açıklama m ode
line alışkın olan pek çok sosyal bilimci, feministler toplumsal cinsi
yeti analitik bir kategori olarak ayrıcalıklandırdıklarmda, toplumsal
formasyonlarda toplumsal cinsiyetin nedensel önceliğini de zorunlu
olarak iddia ettiklerini varsayar. Bununla birlikte pek çok örnekte, bu
nun, feminist araştırmacıların aklındakiyle alâkası yoktur. Gerçekten
de, etkileşimli açıklama modellerinin üstün hasletini (hiç değilse kar
maşık sistemlerin kavranmasında) savunmak suretiyle, nedensel üs
tünlüğün açıklama modeli olarak alışılagelmiş önceliklendirilmesine
meydan okumaya çoğumuzu yöneltmiş olan, toplumsal cinsiyet anali
zidir; tekli (ya da birincil) neden modellerinin verimli bir biçimde an
cak “baskın molekül” (master-molecule) teorilerinin başka bir örneği
olarak görülebileceğini fakat hâlâ epistemolojik alanda iş gördüklerini
dahi önererek (Keller 1985). Toplumsal formasyonda toplumsal cin
siyet ideolojisinin işlevini kavrama uğraşında, “tutkal” (glue), “rabıta”
(nexus) ya da “kilit yeri” (linchpin) gibi nosyonlar, “neden” (cause)
nosyonundan çok daha uygun metaforlar gibi görünmüşlerdir bana;
çünkü karmaşık etkileşim sistemlerinde istikrar nosyonu için kesin
likle merkezî olan olumsal karşılıklı bağımlılık anlamını çağrıştırırlar.
Son 15 yılın feminist araştırmacıları, toplumsal cinsiyet normlarının,
toplumsal yapıların hem oluşturucuları hem de ürünleri olarak Batı
tarihi boyunca nasıl iş görmüş olduklarını tekrar tekrar göstermişler
dir: Bunlar, diğer oluşturuculardan ve ürünlerden nedensel öncelikli-
likleriyle değil fakat, bireysel öznelliklerin çatlak ve gediklerine nüfuz
etmeleriyle toplumsal yapıları desteklemedeki özgül (belki eşsiz) yete
nekleri sayesinde ayırt edilirler (“zamk” m etaforunun nedeni budur).
Açıktır ki, (bilişsel ya da toplumsal olsun) bilimsel yapılar da kar
maşık etkileşimli sistemlerdir ve (faydaya, kavgacı alışverişlere, mobi-
lizasyonlara, askerî ya da ekonomik çıkarlara, duygusal ihtiyaç ya da
hakikate dayanan) basit açıklama yaklaşımları asla yeterli olamaz. Ö r
tük toplumsal cinsiyet normlarının, bu yapıların gelişiminde ve sürdü
rülmesindeki işlevini açığa çıkarma yönündeki her türlü gerçekçi uğ
raş, örtük normların, beklentilerin ve çıkarların hiçbir zaman bilimsel
yapıların basit nedenleri (ya da belirleyicileri) olarak iş görmediklerini
fakat bunların daima diğer çıkarların -fayda ya da öngörme değeri gibi
açık çıkarlar d âhil- dolayımıyla ve diğer çıkarlara dolayım oluşturarak
iş gördüklerinin kavranmasıyla başlamak zorundadır. Mesela, gele
neksel beyaz, orta sınıf eril benlik idealleri ile, zorunlu olarak (hattâ
tanım gereği) özerk ve rekabetçi olan (post-Darwinci olduğu kadar)
Darwinci üniter biyolojik “birey” betimlemeleri arasındaki benzeşimi
göstermek görece kolaydır. Biyolojik gerçekçilikte sonuç olarak orta
ya çıkan maliyetleri izlemek de güç değildir: Özelde, bu türden betim
lemelerin altını oyan organizmalar arasındaki (ya da organizmalar ile
çevre arasındaki) tüm etkileşimlerin göz ardı edilmesi (mesela form
tutm a/fıtness tartışmalarında cinsel üremenin, matematiksel ekoloji
tartışmalarında karşılıklılığın, ya da kıtlık tartışmalarında etkileşim
li kaynak yaratımının göz ardı edilmesi) (Mesela bkz. Keller 1987,
1988). Fakat hiç kimse, çağdaş evrim teorisinin şeceresinin, “Hob-
besçu insan/erkek” tarafından temsil edilen belirli bir türden siyasi
ve ekonomik aktörle ailesel benzeşimini de ortaya çıkartmaksızın ta
mamlanacağını ileri sürmüyor. Kaldı ki, toplumsal mirasın bu farklı
hatlarının (mesela toplumsal cinsiyet ya da sınıf) göreli ağırlığı üzerin
de tartışm ak sadece abesle iştigal olmakla kalmaz, -bunların arasın
daki (ya da içlerindeki) yoğun karşılıklı bağımlılık ve iç içe geçmişlik
düşünüldüğünde- sonuçta, konu dışıdır da.
Asıl nokta (bilimin tüm sosyal eleştirmenlerinin çıkarlarının birleş
tiği söylenebilecek olan nokta) şudur: Farklı bir evrim teorisi -k ıy as
lanabilir açıklama gücüne sahip fakat farklı türden çıkarları yansıtan
gözlemlere dayanan bir te o ri- neye benzerdi? Mesela doğa bilimlerin
deki toplumsal ve bilişsel yapıların evrimine ilişkin betimlemelerimizi
bilimcilerin biyolojik evrim hakkmdaki betimlemesinden ödünç almak
yerine, belki de, şeylerin düzenini tersine çevirebilir ve bilimsel bilgi
nin gelişimine ilişkin kendi gözlemlerimizden hareketle yeni bir tür
evrim modeli eklemleyebiliriz. Açıktır ki, çıkardan azade bir betimle
me -biliyoruz ki, im kânsızdır- umamayız fakat daha geniş bir çıkarlar
bileşimini yansıtan yaklaşımlarla zenginleştirilmiş bir betimleme um a
biliriz. Böylesi bir farklı betimleme de, karşılığında bizzat biyologların
doğa betimlemeleri için kullanışlı bir model bile sağlayabilir.
Bu, bilimin yerine siyaseti ya da hakikatin yerine çıkarları geçirme
önerisi değildir. Daha ziyade, hakikat hakkındaki düşünüşüm üzde
arzunun ve çıkarın rolünü, ve tersine de çıkarlarımız hakkmdaki dü
şünüşüm üzde hakikatin (benzeri olan bir şeyin) önemini - h e r şeyden
önce de, temsiller ile bizim bu temsilleri çıkarlarımız adına etkili bir
şekilde iş görmesini sağlayacak şekilde kullanmamızı m üm kün kılan
ön-temsilli nesneler arasındaki ilişki her ne ise onun önem ini- teslim
etme önerisidir. Biz (yani m odern Batı kültürü), dünyayı neye dönüş
türm ek istediğimizi sorm aktan vazgeçmeksizin ve öncelikle kimin adı
na eylediğimizi (yani “biz”in kimi temsil ettiğini) sormaksızın, dünya
yı değiştirmek için bilimin yöntemlerini ve tekniklerini geliştirdik. Bi
limciler olarak, ister istemez seçimler yaptığımızı hiçbir zaman kabul
etmedik; her şeyden önce de, seçimlerimizin nasıl sonuçları olduğunu
-dünyayı ne kadar değiştirebildiğimizi- anlamakta başarısız olduk. Bi
zim -sadece bilimciler ya da sosyal bilimciler olarak bizim değil, fakat
hepim izin- seçimlerimizi seçmeye başlamamızın zamanının geldiğini
hatırlatıyorum; içinde yaşamak istediğimiz türden bir dünyanın öngö
rüsünü ve kontrolünü kolaylaştıracak olan doğa bilimlerinin bu güç
lerini bağrımıza basmanın kesinlikle zamanıdır. Tarihin ve toplumsal
bilim incelemelerinin bize bol bol öğretmiş olduğu gibi, temsiller asla
sadece betimleme meselesi değildir; en azından üç anlamda politikayla
doludurlar. Bizim söze dökülmemiş beklenti ve arzularımızı yansıtır
lar; kavgacı ve diğer türden kişilerarası etkileşimler amacıyla birbi
rimize anlattığımız hikâyelerdir; ve nihayet eğer (simgesel nesneler
kadar simgesel olmayanlara da ilişkin) “iş görüyorlarsa” (toplumsal
olduğu kadar doğal) dünyaya müdahalemizi kolaylaştırırlar. Başka bir
deyişle, değişim yaratacak araçları verirler bize. Yeni temsiller, eğer
etkili olacak özneleri bulacak kadar talihli iseler, bize yeni eylem m o
delleri sağlayabilirler; farklı türden çıkarları yansıttıkları ölçüde, bizi
farklı türden seçimler yapmaya m uktedir kılabilirler. O halde bu, he
pimizin -erkekler ve kadınların, feministler ve bilimcilerin, hem bilim
sosyologlarının hem doğa bilimcilerin- kolektif olarak angaje olduğu
nu görmek istediğim bir tür yeniden inşadır: Bizim içinde yaşamayı
istediğimize ya da yaşayabileceğimize dair m utabakata varabildiğimiz
bir dünyanın ne türden bir dünya olacağı sorusunu sormakla başlayan
bir yeniden inşa.
Kaynakça
Darwin, Charles. 1934. The Origin of Species by Means of Natural Selection
and The Descent of Man in Relation to Sex. New York Modern Library.
Delamont, Sara. 1987. “Three Blind Spots? A Comment on the Sociology of
Science by a Puzzled Outsider”. Social Studies of Science 17: 163-170.
Di Stephano, Christine. 1987. “Postmodernism/Postfeminism? The Case of
the Incredible Shrinking Woman.” American Political Science Associati-
on’ın yıllık toplantısında sunulmuştur. Eylül.
Ehrenreich, Barbara ve Frances Fox Piven. 1984. “The Femininization of
Poverty Dissent (Bahar): 162-170.
Haraway, Donna. Baskıda. “Gender for a Marxist Dictionary: The Sexual
Politics of a Word.” Das Argument.
Harding, Sandra. 1986. The Science Question in Feminism. Ithaca, New
York: Cornell University Press.
Hartsock, Nancy. 1984. Money, Sex and Power. Boston: Northeastern Uni
versity Press.
Jordan, June. 1981. “Declaration of the Independence I Would Just as Soon
Not Have.” Civil Wars içinde. Boston: Beacon Press.
Keller, Evelyn Fox. 1985. Reflections on Gender and Science. New Haven,
Connetticut: Yale University Press.
Keller, Evelyn Fox. 1987. “Reproduction and the Central Project of Evoluti
onary Theory.” Biology and Philosophy 2:73-86.
Keller, Evelyn Fox. 1988. “Demarcating Public from Private Values in Evo
lutionary Discourse.” Journal of the History of Biology 21 (2): 195-211.
Latour, Bruno 1987a. “Clothing the Naked Truth...” Yayınlanmamış elyaz
ması.
Latour, Bruno 1987b. Science in Action. Cambridge, Massachussets: Har
vard University Press.
Latour, Bruno ve Steve Woolgar. [1979] 1985. Laboratory Life. Princeton,
New Jersey: Princeton University Press.
Lloyd, Genevieve. 1984. The Man of Reason: “Male” and “Female” in Wes
tern Philosophy. Minneapolis: University of Minnesota Press.
MacKinnon, Catherine. 1982. “Feminism, Marxism, Method, and the State:
An Agenda for Theory.” Signs 7: 515-544.
Piven, Frances Fox. 1984. “Women and the State: Ideology, Power and the
Welfare State.” Gender and the Life Course içinde, ed. A. Rossi. New
York: Aidine.
Rubin, Gayle. 1975. “The Traffic in Women”. Toward an Anthropology of
Women içinde, ed. R. Reiter, s. 157-210. New York: Monthly Review
Press.
Wilson, W.J. 1987. The Truly Disadvantaged. Chicago: University of Chicago
Press.
ELEŞTİREL BİLİM SOSYOLOJİSİ VE
BİLİMSEL GEÇERLİLİK*
Özgürleştirici Epistemoloji
Donald Campbell’in (1974, 1984, 1985) evrimsel epistemoloji ve bi
limsel geçerlilik sosyolojisi programı muhafazakâr bir programdır:
İnançlarımızın bir alt-kümesini gözden geçir ama inançlarımızdan
oluşan devasa yığının geçerliliğine güven; biyolojik kopyalama süreç
lerinin katılığına yönelik toplumsal mesajı vurgula; yerleşik çıkarlar
açısından fiilî ya da potansiyel değerlerini kabul ederek -fak at bu çı
karlara bir alternatif oluşturma potansiyellerini göz ardı ederek- ra
dikal eleştirileri benimse. CampbeH’in (1984: 8) 1/99 çeşitlenme/
korunm a formülü, normal ve devrimci döngülerden geçen K uhncu-
vari bir bilim için biyolojik bir reçetedir. David Bohm’un (1981) tam
anlamıyla özümseyici bir bilim kavrayışı, sürekli devrim içindeki bilim
modelinde ve özgürleştirici bir bilimde bir mantık [rationale] bulundu
ğu olgusunun örneklerinden yalnızca biridir. Campbell, biyolojik ka
tılıkların “doğallığından” temellenen bir toplumsal örgütlenme modeli
geliştirir. Ama bu biyolojik katılıkların olumlu bir evrimsel ya da ge
lişimsel işleve sahip toplumsal ya da kültürel düzeyde belirli bir “gev
şekliğe” temel oluşturabilme olasılığını göz ardı eder. “Doğal ayık
lanm a” denilen şeyde, insanlık durum u için herhangi bir duygu ya da
kaygı olamaz; bu tür argüm anlarda kimi zaman doğal ayıklanmanın
eş anlamlısı olarak kullanılan “Tanrı”da da bu söz konusu olamaz. Bu
yüzden de hiçbir insani -y a da p ratik - epistemoloji doğal ayıklanmayı
bir başlangıç noktası ya da ilkesi olarak kabul edemez. Özgürleştirici
bir epistemolog, değer atfeden, yaratan, seçen bir epistemik faildir.
Özgürleştirici bir epistemolog, az çok serkeş olan gerçekliklerle karşı
laşmaya duyarlıdır. Ama hiçbir zaman bu karşılaşmalardan çıkartılan
“derslere” katı bir biçimde bağlı ya da sâdık kalma zorunluluğu yoktur
ve elbette doğal ayıklanmanın otoritesine bağlı ya da sâdık kalma zo
runluluğu da yoktur. Burada Umberto Eco’nun (1980: 491) on dör
düncü yüzyıl Sherlock Holm es’u olan Baskerville’li William hakkın-
daki sözlerini göz önünde tutm ak yararlı olabilir:
Belki de insansoyunu sevenlerin görevi onların doğrulara gülme
sini sağlamak, doğruluğu kahkaha haline getirmektir; çünkü tek
hakikat, kendimizi hakikat için duyulan çılgınca tutkulardan kur
tarmayı öğrenmektir.
Bu mesaj çok farklı biçimlerde yayımlandı. Kafka’nın D ava’daki
“M antık kuşkusuz sarsılmaz bir şey, ama yaşamaya devam etmek is
teyen bir insana tahammülü yok,” tezi, Dostoyevski, Nietzsche ve di
ğerleri tarafından rahatlıkla onaylanabilirdi. Bu toplumsal düşünürler
bu görüşleri “relativist” oldukları için değil, toplumsal yapıların diya
lektik karmaşıklıklarının hakkını verdikleri için savunuyorlardı. Bloor
ve Barnes gibi m odern bilim öğrencileriyle birlikte onlar da “Bilim
Kültü”nü ve o Kült’ün yoğun “bilim imanını” eleştiriyordu. En azın
dan biçimlerinden biri itibariyle relativizm, “iyi” bir soruşturm a ya da
bilimi oluşturan yapıtaşlarından biridir. Barnes ve Bloor (1982: 47)
şöyle yazıyor:
İnandırıcı hipotezlerden birisi şudur: Rölativizm sevilmez çünkü
birçok akademisyen onu kendi ahlâkîleştirmelerinde bir sulandı
rıcı olarak görür. Sınırlandırmaları, çelişkileri, derecelendirmeleri
ve değerlendirmeleriyle düalist bir dil, siyasi propagandanın ya da
kendi kendini göklere çıkaran polemiğin önünde duran görevlere
kolayca uyarlanabilir. Bir tehlike varsa o da, bu işe bilimin değil rö-
lativistlerin girişebilecek olmasıdır...Eğer rölativizmin buna bir iti
razı varsa, bu itirazı çıkardan-bağımsız araştırma denen şu eksant
rik etkinliğe dalmayı dileyenlere karşı dile getirmesi gerekecektir.
Kafka, Dostoyevski, Nietzsche ve Eco’ya hakkını verebilmek için, bi
limden, doğruluktan, m antıktan ve ilgili fikirlerden her bahsedişimiz
de, toplumsal ilişkilerden bahsediyor olduğumuzu kabul etmeliyiz.
Şeyleri bu şekilde “görmek”, bizi derhâl sözcüklerin, kavramların ve
terimlerin ilerlemeci ve gerilemeci veçhelerine karşı hassas kılar; çün
kü toplumsal ilişkiler, eşitsizlikleri ete kemiğe büründürebilir, çevreyi
tahrip edebilir, bireysel büyüme ve gelişime ket vurabilir ve soruştur
manın altını oyabilir.
Epistemik failler olarak, “bilgi için bilgi” nin toplumsal, kişisel ya
da ekolojik bedellerini kabul edilemez bulduğumuz için, soruşturm a
yı kendi kendimize koyduğumuz sınırlar dâhilinde gerçekleştirmeyi
tercih edebilir ve ederiz. Campbell, “uygunluğu artıran süreçler” [fit-
increasing processes] hakkında bir şeyler yazdığı zaman, özgürleşti
rici epistemolog “neye uygunluk?” sorusunun cevabını bilmek ister.
Eğer cevap “fiziksel dünyaya uygunluk”sa, şeyleri (isteyerek ya da
istemeden) gerçekliğin fenomenal düzeyinde daima değiştirmekte ol
duğum uzu unutm am ak gerekir. Fenomenler dünyasını değiştirerek,
incelediğimiz dünyayı inşa ederek ve yeniden inşa ederek, nesneler
dünyasını da ve böylece erişimimizdeki “doğa yasalarını” da etkileriz.
En sonunda, toplum yaşamının yalnızca doğa kavramlarının ve bilim
sel teorilerin kaynağı olmadığını, aslında incelemekte olduğumuz “bir
bütün olarak gerçekliğin” bizzat parçası olduğunu fark ettiğimiz za
man, Campbellci programın neden karaya oturduğunu anlarız; karaya
oturur, çünkü disiplinlerarası yaklaşımları geliştirirken bile, toplumsal
ve fiziksel dünyaları, sosyal bilimleri ve fizik bilimlerini birbirinden
ayırmakta ısrar eder.
Campbell bize bilim sosyolojisinde bir “güçlü program ” verir; yani,
Bloor (1976) ve diğerleriyle birlikte bilim incelemesinin en iyi yolunun
“başarılı” bilimlerin yöntemlerini kullanmak olduğunu varsayar. Bu bir
sorundur, çünkü onun program ında sosyoloji “olgunlaşmamış” bir bi
lim olarak kabul edilmesine rağmen, “olgunlaşmış” doğa ve fizik bilim
lerini kapsayan bilim hakkında izahat versin, aynı anda da -herhalde
bilim sosyolojisi de dâhil olmak ü ze re - sosyal bilimlerin olgunluğunu
geliştirmek için bir temel görevi görsün diye yine sosyolojiye başvuru
lur. Bunun içinde barındırdığı bütün çelişkiler bir yana, bu yaklaşım
sosyolojiyi (egemen örgütsel ve ideolojik biçimi içinde) bilimin sancağı
altına yerleştirir ve bilim sosyolojisini de epistemolojinin yanma sınır-
landırmacı bir küçük ortak olarak koyar. Bu, bilim gündeminin mer
kezî bir özelliği olarak bilimdeki otorite ve yeterlik sorunlarına dikkat
çeken bir yaklaşımla karşı karşıya konulabilir (Phillips, 1974).
Bilim, toplumsal bir kurum dur ve bilimsel etkinlikler, tasarımlar ve
ürünler bu kurumla sıkı sıkıya özdeşleştirilmiştir. Bu yüzden de her
tür bilim değerlendirmesi ya da eleştirisi toplumsal ilişkilerin, toplum
sal iktidarın ve toplumsal denetimin, tutucu ve dönüştürücü toplumsal
kuvvetler ve değerler arasındaki dengenin bir değerlendirmesi ya da
eleştirisidir. H er tür alternatif bilim çağrısı, bilim üretimi hakkında
alternatif bir örgütlenme ve düşünm e yolu ve yanısıra bilgi üretimini
sürdürmek, bilgiyi dağıtmak ve kullanmak için alternatif yollar ve ne
denler bulmak için yapılan bir çağrıdır.
Campbell (1984: 30) bilimin temeli olarak görsel tanıtlamayı vur
gular: “Paradigma örneğinde, ‘olgular’ [bilimsel] topluluğun paylaştı
ğı inançlar tarafından görsel olarak desteklenir ve görsel tanıtlamalar
ikna edici bir süreç içinde sunulur.” Burada vizyona toplumsal bir bo
yut verse de, -örneğin Heelan’ın (1983: 75) vurguladığı gibi- “vizyo
nun her zaman son derece bağlamsal [olduğunu], her bağlamda da ön
plan-arka plan ilişkisinin farklı” olduğunu vurgulamaz. Shapin (1984)
gibi, görsel tanıtlamadan geçerlilik yaratan toplumsal inşa süreçlerini
de tartışmaz. Bu toplumsal inşa-toplumsal bağlam perspektifi, her tür
eleştirel bilim sosyolojisi için bir başlangıç noktası olmak zorundadır.
Özgürleştirici epistemoloji (1) özellikle bilim teorisi ve pratiğindeki
bilişler, tasarımlar ve bilgiler fetişizmini; (2) nesnellik, gerçeklik, akıl-
sallık, doğruluk ve bilim gibi fikirlerin fetişizmini; ve (3) (bilim işçileri
de dâhil olmak üzere) bilgi uzmanlarının ve genel olarak halkın so
ruşturm a ya da bilgi üretimi süreç ve ürünlerinden yabancılaşmasını
açığa çıkarma ve bunlara karşı durmaya yönelik bir kaygıyı gündeme
getirir. Özgürleştirici epistemolojide -y a da daha iyisi, özgürleştirici
soruşturm a teorilerinde- özgür bir toplum ve kişisel özgürlük progra
mı ile özgür soruşturm a program ı eşzamanlıdır ve asla ilki İkincisine
tâbi kılınmamıştır (Restivo, 1983b).
Sonuç
Geçerliliği geliştirmek için ne yapılabilir? Uzmanlık alanları için
de m utabakata ve zindeliğe ulaşma anlamında CampbeH’in araştır
ma gruplarını örgütleme, ikincil çözümlemenin teşvik edilmesi ve bir
dizi yöntemin desteklenmesi önerileri meydan okuyucu ve önemlidir.
Topluma dair yanlışsız ve nesnel bilgi üretmeyi -g erçek sosyal bili
m i- geliştirme anlamında, darlığa değil genişliğe ihtiyaç var. Sürecin
sonunda güçlü bilimler olarak ortaya çıkabilecek [bilimsel] topluluk
ların ana çizgileri açık değil. Resmî politika araştırması kaçınılmaz
olarak ideolojiktir; araştırma desteğinin temelini genişletmek suretiyle
özgürlüğün tesis edilmesine ihtiyaç vardır. Kamu ve sapkınların ken
dileri de dâhil olmak üzere müşterilere yalnızca kontrol ajanları, ahlâki
girişimciler ya da toplumsal bir hastalığın potansiyel denekleri olarak
danışılmamalı, onlara araştırm a sponsorları olma salâhiyeti de tanın
malıdır. Son olarak, politika oluşturm a konusundaki araştırmalar ve
bunların sonuçları, nesnel araştırmaya desteği kısıtlayan, dar soruları
teşvik eden ve ideolojik olarak tutarlı bulguları kabul etmeye aşırı ha
zır olmaya götüren süreçleri izah etmek zorundadır (bkz. Holzner ve
Marx, 1979: 167).
“Bilimsel” topluluk nedir? Uyuşturucu araştırması söz konusu ol
duğunda her biri farklı sorular soran birkaç “bilimsel” topluluk bulu
nuyor. Bu toplulukların daha bütünleşmiş olmalarını engelleyen iki
etken var. Bunlardan ilki daha nicel geleneğin dar sorun tanımları,
İkincisi de nitel geleneğin bulgularının daha eleştirel içerimleridir. Bu,
sosyal bilim araştırması işletilerek, fizik bilimlerde direnç, sahtekârlık
ve başarısızlığın deneylenebileceği koşullar hakkında ilginç bir şeyler
öğrenebileceğimizi gösterir.
Yöntemlerin seçiminde gerçekten de bir açmaz vardır. Nicel yön
temler, kısmen sordukları soruların spesifikliği kısmen de fizik bi
limlerinin yöntemlerini kopya eder gibi göründükleri için daha ikna
edicidir. Ne var ki, tam da darlıkları yüzünden, hatalı sonuçlara gö
türm e olasılıkları daha yüksektir; sınanmamış, fakat siyasi bakımdan
sevimli varsayımlar kullanılmadığı sürece, bu sonuçların bir toplumsal
ortam dan genelleştirilmeleri zordur. Araştırma denekleriyle etkileşim
yoluyla gözden geçirilmeye daha az açıktırlar; nicel yöntemler, bizzat
deneklerin perspektifiyle temas sağladığı ölçüde, incelenen fenomene
yönelik alternatif deneylerle temas açısından önemli potansiyel düzelt
meler gerektirirler. Sosyal bilim araştırması toplumsal gelişim ve de
ğişim potansiyeline ve görece güçsüz bireyler ve grupların kapasiteleri
ve çıkarlarına dair geniş ve yanlışsız bilgiyi temel aldığı ölçüde, geçerli
bilginin araştırılması gelişecektir. Bu, eğitim fırsatlarının geliştirilme
sini ve genel nüfusun tüm insani bilgi alanlarında okuryazarlığının
yükseltilmesini gerektirir.
Bütün yurttaşlar ne denli bilgili ve ilgiliyse toplum da o denli de
mokratiktir. Eğer demokratikleşme süreci katılımcı [bir demokrasi]
olma noktasına dek hayata geçirilirse, toplum un sosyal yapısı (örne
ğin ABD’de bildiğimiz üzere) çarpıcı bir biçimde yeniden şekillen-
dirilecektir. Bilim o zaman yeni bir kurum olacaktır. Yalnızca bütün
olarak toplum un çıkarlarıyla daha yakından bütünleşmiş olmakla kal
mayacak eşitlik, işbirliği ve katılımcı demokrasi değerlerinin rehberli
ğinde yürüyen yeni bir soruşturm a tarzı haline gelecektir. Geliştirilmiş
geçerlilik (ve nesnellik), böylesi bir yapısal değişimin esasına ait bir
sonuç olacaktır. Bu, en azından, çeşitli “halk için bilim” hareketlerinin
temel hedeflerinden bazılarını gerçekleştirecektir. Daha radikal bir so
nuç da, günlük toplumsal yaşamla tamamen bütünleşmiş halka ait ve
o halk için bir “insan bilimi”nin gerçekleştirilmesi olacaktır. Eleştirel
bir bilim sosyolojisi, “başarılı bilim” ve “toplumsal ilerleme” hakkında
olduğu gibi kabul edilen fikirlere meydan okuyarak bu alternatifi oda
ğa taşımaya yardımcı olabilir. Daha da önemlisi, eleştirel bilim sosyo
lojisi bir insan bilimi program ının altında yatan örgütsel ve kültürel
fikirleri geçerli kılmaya yardımcı olabilir.
Kaynakça
Ball, J. ve c. Chambers [ed.] (1970) The Epidemiology o f Opiate Addiction in
the United States. Illinois: Charles C. Thomas.
Barber, B. (1967) Drugs and Society. New York: Russell Sage.
Barnes, B. ve D. BLOOR (1982) “Relativism, rationalism and the sociology
of knowledge”, s. 21-47, içinde: M. Hollis ve S. Lukes (ed.) Rationality
and Relativism. Oxford: Blackwell.
Barnes, B. ve S. Shapm [ed.] (1979) Natural Order: Historical Studies of
Scientific Culture. Beverly Hills, CA: Sage.
Beschner, G. ve H. Feldman (1979) “Introduction”, s. 1-17, içinde: H. Feld
man, M. Agar ve G. Beschner (ed.) Angel Dust: An Ethnographic Study of
PCP Users. Lexington, MA: Lexington Books.
Bloor, D. (1976) Knowledge and Social Imagery. London: Routledge & Ke-
gan Paul.
Bohm, D. (1981) Wholeness and the Implicate Order. London: Routledge &
Kegan Paul.
Bonnie, R. ve C. Whitebread III (1974) The Marihuana (sic) Conviction:
History o f Marihuana Prohibition in the United States. Charlottsville:
Univ. of Virginia Press.
Bowden, G. (1985) “The construction of validity in estimates of U.S. crude
oil reserves”, Social Studies o f Science 16: 207-240.
Bunge, M. (1967) “Technology as applied science”, Technology and Culture
8: 329-347.
Campbell, D. (1974) “Evolutionary epistemology”, s. 413-463, içinde: P.A.
Schilpp (ed.) The Philosophy of Karl Popper. Lasalle, IL: Open Court.
Campbell, D. (1984) “Science’s social system of validity- enhancing collec
tive belief change”, NIMH Konferansı’na dayanan taslak kitap, “Potenti
alities for Knowledge in Social Science”, September 11-14, 1983, Uni
versity of Chicago.
Campbell, D. (1985) Final Report on Contract Number SSN 552-12-4531.
Center for Prevention Research, Rockville, MD.
Cartwright, N. (1983) How the Laws of Physics Lie. New York: Clarendon.
Cleckner, P. (1979) “Freaks and cognoscenti: PCP use in Miami”, s. 183-
210, içinde: H. Feldman, M. Agar ve G. Beschner (ed.) Angel Dust: An
Ethnographic Study of PCP Users. Lexington, MA: Lexington Books.
Conrad, P. ve J. Schneider (1983) Deviance and Medicalization: From Bad
ness to Sickness. St. Louis: Mosby.
Easlea, B. (1983) Fathering the Unthinkible. London: Pluto.
Eco, U. (1980) The Name of the Rose. New York: Harcourt, Brace and Jo-
vanovich.
Feldman, H., M. Agar ve G. Beschner [ed.] (1979) Angel Dust: An Ethnog
raphic Study of PCP Users. Lexington, MA: Lexington Books.
Gieryn, T. (1983) “Boundary-work and the demarcation of science from
non-science: strains and interests in professional ideologies of scientists”,
Amer. Soc. Rev. 48: 781-795.
Gitterman, M. ve V. Halpern (1981) Qualitative Analysis of Physical Prob
lems. New York: Academic.
Glassner, B. ve J. Loughlm (1986) Drugs in the Worlds o f Adolescents: Bur
nouts to Straights. London: Macmillan.
Goode, E. (1984) Drugs in American Society. New York: Knopf.
Goodman, N. (1978) Ways ofWorldmaking. Indianapolis, IN: Hackett.
Heelan, P. (1983) Space-Perception and the Philosophy of Science. Berkeley:
Univ. of California Press.
Helmer, J. (1975) Drugs and Minority Oppression. New York: Seabury.
Himmelstein, J. (1983) The Strange Career of Marijuana: The Politics and
Ideology of Drug Control in America. Westport, CT: Greenwood.
Holzner, B. ve J. Marx (1979) Knowledge Application. Boston: Allyn and
Bacon.
Jessor, R. ve S. Jessor (1978) “Theory testing in longitudinal research on
marijuana use”, s. 41-71, içinde: D. Kandel (ed.) Longitudinal Research
on Drug Use. Washington, DC: Wiley.
Johnston, L., P. O’malley ve L. Eveland (1978) “Drugs and delinquency: a
search for causal connections”, s. 137-156, içinde: D. Kandel (ed.) Lon
gitudinal Research on Drug Use. Washington, DC: Wiley.
Kafka, F. (1964) The Trial. New York: Vintage.
Knorr-Cetina, K. ve M. Mulkay [ed.] (1983) Science Observed. Beverly Hills,
CA: Sage.
Knorr-Cetina, K. (1984) “The fabrication of facts: toward a microsociology
of scientific knowledge”, s. 223-244, içinde: N. Stehr ve V. Meja (ed.)
Society and Knowledge. New Brunswick, NJ: Transaction.
Marx, K. (1956) Economic and Philosophic Manuscripts of 1844. Moscow:
Foreign Languages Publishing House.
Marx, K. (1973) Grundrisse. New York: Vintage.
Merchant, C. (1980) The Death of Nature. New York: Harper and Row.
Mills, C. (1961) The Sociological Imagination. New York: Grove.
Mulkay, M. (1984) “Knowledge and utility: implications for the sociology
of knowledge”, s. 77-96, içinde: N. Stehr ve V. Meja (ed.) Society and
Knowledge. New Brunswick, NJ: Transaction.
Musto, D. (1973) The American Disease: Origins o f Narcotics Control. New
Haven, CT: Yale Univ. Press.
Phillips, D. (1974) “Epistemology and the sociology of knowledge: the cont
ributions of Mannheim, Mills and Merton”, Theory and Society 1: 59-88.
Restivo, S. (1983a) The Social Relations o f Physics, Mysticism, and Mathe
matics. Dordrecht: D.Reidel.
Restivo, S. (1983b) “The end of epistemology”, Society for Social Studies of
Science’in Yıllık Toplantısındaki “Natüralist Bir Bilim Felsefesine Doğru”
oturumunda sunulan tebliğ, Blacksburg, VA, November 4.
Shapin, S. (1984) “Pump and circumstance: Robert Boyle’s literary techno
logy”, Social Studies o f Science 14 (November): 481-520.
Traweek, S. (1984) “Nature in the age of its mechanical reproduction: the
reproduction of nature and physicists in the high energy physics commu
nity”, s. 94-112, içinde: C. Belisle ve B. Schiele (ed.) Les Savoirs Dans
Les Pratiques Quotidiennes. Paris: Editions Du Centre National De La
Recherche Scientifique.
Trebach, A. (1982) The Heroin Solution. New Haven, CT: Yale Univ.Press.
Zinberg, N. (1984) Drug, Set and Setting: The Basis for Controlled Intoxicant
Use. New Haven, CT: Yale Univ. Press.
Genel olarak bilim sosyolojisi literatüründe üç gelenekten
söz edilebilir. İlki: bilimsel doğruluk ve geçerlik kriterleri
nin hiçbir tarihsel-sosyal kökene bağlanamayacağını sa
vunan: ve dolayısıyla, bilim topluluğunun ‘kendine has'
normlara sahip, ’özgür' birey araştırmacılardan oluşan
'özel türden' bir topluluk olduğunu iddia eden pozitivist
bilim sosyolojisi yaklaşımlarıdır. Bunun tam karşısında,
bilim topluluğunun ve bilimsel eğitimin katı hiyerarşik
yapısına, bilimsel bilginin konvansiyonel karakterine
odaklanarak bilim topluluğunu egzotik bir kabileye çevi
ren konvansiyonalist / rölativist gelenekler yer alır.
SOSYOLOJİ