You are on page 1of 573

li

PHILOSOPHI/E
N A T U R A L I S
PR I N C I P IA
M A T H E M A T I C A.
A U C T O R E
IS A A C O K E W T O N O , Eq. A orato.
P trpttu iı Ccm tnm tari 'u ıttu fira ta , commnni lim bo
PP, T h o K A L e S E ü B & İ R A N CJSC t JA C Q U (£F .
E v G a&CJn A lin im on u a F aotili* ,
M tü h tftoi P raftjfontm .
T O M VS S E C U N D Ü S .

G E N S V vE.
11IİL0I İt F i t i l Bibfiop. ac Typop.
M D C C X L

Bîlîm Sosyolojisi
İncelemeleri
teme! yaklaşımlar, kavramlar
ve tartışmalar

Editörler:
Bekir Balkız & V efa Saygın Öğütle

DOĞU BATI
Bilim Sosyolojisi
İncelem eleri
Bilim Sosyolojisi
İncelemeleri
Temel Yaklaşımlar, Kavramlar ve Tartışmalar

Editörler:
Bekir Balkız & Vefa Saygın Öğütle

DOĞU BATİ
BİLİM SOSYOLOJİSİ İNCELEMELERİ
Temel Yaklaşımlar, Kavramlar ve Tartışmalar

© Türkçe çevirinin tüm hakları Doğu Batı yayınlarına aittir.

Çevirenler
Barış Yıldırım
Bekir Balkız
Beno Kuryel
Dilek Hattatoğlu
Emrah Göker
Eren Buğlalılar
Erhan Işıklar
Kemal İnal
Ümit Tatlıcan
Vefa Saygın Öğütle

Kapak Tasarım
Mr. Z & Z
Kapak Tasarım Uygulama
Harun Ak
Baskı
Tarcan Matbaacılık
1. Baskı: Kasım 2010
2. Baskı: Kasım 2016
Doğu Batı Yayınları
Yüksel Cad. 36/4 Kızılay/Ankara
Tel: 0312 425 68 64 - 425 68 65
www.dogubati.com
ISBN 978-975-8717-63-7 / Sertifika No: 15036
Doğu Batı Yayınları-58 Sosyoloji-15

Kapak Resimleri (Soldan Sağa):


1. Der Mensch als Industriepalast, Fritz Kahn, 1926
2. Doğa Felsefesinin Matematiksel İlkeleri1nin kitap kapağı,
Sir Isaac Newton, 1740 baskısı.
3. Tatlin at Home, Raoul Hausmann, 1920, Moderna Museet, Stockholm
İÇİNDEKİLER

İkinci Baskıya Önsöz..................................................................................... 7


Önsöz.............................................................................................................. 9

I. BÖLÜM: Alandaki Temel Pozisyonlar


Bilim Sosyolojisi Üzerine Bazı Tespitler ve Gündem Önerileri............... 13
Vefa Saygın Öğütle & Bekir Balkız
Bilimsel Bilgi Sosyolojisi: Çağdaş Bilim Üzerineİncelemeler.................30
H. M. Collins
Rasyonalite ve Bilimsel Bilginin Sosyolojisi...............................................57
Peter Halfpenny

II. BÖLÜM: Klasik Kurucu Metinler


Newton'un Principia'smm Toplumsal ve Ekonomik Kökenleri.................65
Boris Hessen
Bilim ve Toplumsal Düzen..........................................................................142
Robert K. Merton
Bilimin Normatif Yapısı.............................................................................157
Robert K. Merton
Bilimsel İnançlar......................................................................................... 171
Michael Polanyi
Bilimsel Araştırmada Dogmanın İşlevi..................................................... 186
Thomas S. Kuhn

III. BÖLÜM: Empirik Çalışmalardan Örnekler

Bilimde Matta Etkisi................................................................................... 211


Robert K. Merton
Sosyal Sınıf Kökeni ve Akademik Başarı:
İki Tabakalaşma Sisteminin Akademik Kariyer Üzerindeki Etkisi.......235
Diana Crane
Sanat, Bilim ve Dindeki Ödül Sistemleri................................................ 256
Diana Crane
Bilimde Problem Alanları ve Araştırma Şebekeleri................................271
M. J. Mulkay, G. N. Gilbert ve S. Woolgar
Bilimsel Gelişime Dair Üç Model............................................................. 294
M. J. Mulkay

IV. BÖLÜM: Bilim, İdeoloji ve Bilim Sosyolojisi


Bilim ve İdeoloji......................................................................................... 315
Barry Bames
Bilimde Normlar ve İdeoloji...................................................................... 346
Michael Mulkay
Toplumsal Bilim İncelemelerinde Çıkarlar ve Açıklama..........................369
Steve Woolgar
İdeoloji ve Bilimsel Bilginin Sosyolojisi................................................... 398
William T. Lynch

V. BÖLÜM: Klasik Ustalara Köprüler ve Alana Eleştirel Bakışlar

Durkheim'in Bilimsel Bilgi Sosyolojisi..................................................... 433


Thomas F. Gieryn
Normatif Olanı Geri Kazanmak ve Yaymak:
Marx ve Yeni Bilimsel Bilgi Sosyolojisi....................................................471
William T. Lynch & Ellsworth R. Fuhrman
Karl Mannheim ve Bilimsel Bilginin Sosyolojisi:
Yeni Bir Gündeme Doğru.......................................................................... 489
Dick Pels
Bilim İncelemelerinde Feminist Perspektifler.......................................... 523
Evelyn Fox Keller
Eleştirel Bilim Sosyolojisi ve Bilimsel Geçerlilik...................................... 541
Sal Restivo & fulia Loughlin
İKİNCİ BASKIYA Ö N SÖ Z

Türkçe literatür açısından oldukça spesifik ve neredeyse bâkir bir ça­


lışma alanında öncü bir çalışma olan Bilim Sosyolojisi incelemeleri’nin
bu elinizdeki yeni baskıya ulaşması, kendi başına bir başarı sayılsa
gerek. Kitabın ilk baskıda dile getirdiğimiz amaçlarına büyük oran­
da ulaştığını sevinçle gözlemledik bu zaman içinde. Çalışma, bilimsel
üretimin çok değişik alanlarını mercek altına alan makale ve inceleme­
lerde referans alındı, temel kaynak olarak kullanıldı. Ayrıca, bizzat bi­
lim sosyolojisi alanının kendisine dair teorik ilgide ciddi bir canlanma
yaşanmasına da önayak oldu. Tüm bunlar, ilk baskısını tüketmiş olan
çalışmanın yeni baskısına ihtiyaç olduğunu göstermekteydi.
Editörler olarak derlemenin içindeki makalemizde dile getirdiği­
miz araştırma gündemleri hâlen güncelliğini ve geçerliliğini koruyor.
Yoğun teorik ilginin yanı sıra, muhtelif bilim ve teknoloji alanlarına
dönük self-refleksif ilginin ve empirik çalışmaların daha da artması
kuşkusuz yine en önemli temennimiz. Bunun en önemli adım ların­
dan birisi elbette ki bilim-sosyolojik ilginin bilim tarihi ve felsefesiy­
le diyalogunu sorunsal-odaklı bir biçimde arttırm ak olacaktır; çalış­
ma alanının doğası gereği disiplinlerarası bir karaktere sahip olması
bunu zorunlu kılıyor. Türkiye doğa bilimcilerinin hangi varsayımlarla,
yöntemlerle ve alışkanlıklarla çalıştıkları, ne tür bağlamlarda kurum ­
sallaşıp ne tür pratikleri yaşama geçirdikleri ve sosyal bilimleri nasıl
algılayıp kavradıkları hâlâ biz sosyal bilimciler için büyük bir sır; bu
da bilim idesi karşısında sosyal bilimciler olarak muğlâk kanaatlere ve
kendiliğinden felsefelere teslim olmamıza neden oluyor.
Bununla bağlantılı olarak ihtiyaç duyulan bir diğer şey ise, on yıl­
lar boyunca oluşmuş bilim sosyolojisi ve bilim tarihi literatürünün hiç
değilse temel metinlerinin Türkçeye kazandırılmasıdır. Alanın cazi­
besine kapılmış ve kapılacak sosyal bilimcilerin ve araştırmacıların
bunu Türkçe konuşan kamuya karşı bir sorumluluk addedecekleri
ümidindeyiz. Bizzat kendi alanımızın taşlaşmış doxalarından kurtu­
lup self-refleksiviteyi yükseltmemizin en önemli bir diğer adımı da bu
olacak.
Son olarak; çalışmanın kolay kolay bir araya toplanamayacak, ol­
dukça yetkin bir çevirmenler ekibinin ürünü olduğunu ve kendilerine
müteşekkir olduğumuzu bu vesileyle bir kez daha belirtmek isteriz.
Çalışmanın ikinci baskısını bizzat önerme inceliğini gösteren ve eli­
nize ulaşması için şevkle emek veren Doğu Batı Yayınları genel yayın
yönetmeni Taşkın Takış’a da ayrıca çok teşekkür ediyoruz.

Bekir Balkız & Vefa Saygın Öğütle


İzmir-Muğla, 2016
Gerek editörleri gerekse de çevirmenleriyle iki yılı aşkın süreye ya­
yılmış bir emeğin ürünü olan bu derleme çalışması, Türkiye’nin en­
telektüel ve akademik alanında varlığı hissedilen (ya da hissedilmesi
gereken) büyük bir boşluğu, bir nebze de olsa doldurmak amacıyla
hazırlanmıştır. Zira Avrupa’da, bilim tarihindeki kökleriyle birlikte ne­
redeyse bir asrı devirmek üzere olan bilim sosyolojisi alanına ait temel
kurucu metinlerin ve tartışmaların Türkçede yer almamasını önem ­
li bir eksiklik ve hattâ bizzat bilim sosyolojisinin konusu olacak bir
semptom olarak değerlendiriyoruz.
Kuşkusuz, çalışmanın tarafsız bir şekilde hazırlandığı iddiasında
değiliz; aksi durum, alanın ve genel olarak sosyal bilimlerin doğası­
na aykırı olurdu. Ama yine de, makale seçimlerinde, alanda kendini
gösteren ve gelenek yaratmış yaklaşımları (pozitivist, rölativist/ kon-
vansiyonalist ve Marksçı/eleştirel yaklaşımlar) ve bu yaklaşımların
programatik metin ve kavramlarını elden geldiğince iyi bir şekilde ser­
gilediğimize inanmaktayız.
Çalışma beş bölüm halinde planlanmıştır. İlk bölümde, alanın kap­
samını ve alandaki temel konumlanmaları ortaya koyan metinlere yer
verilmiştir. İkinci bölümde ise, kronolojik sırasıyla Marksist, pozitivist
ve konvansiyonalist yaklaşımlara çığır açan kurucu metinler aktarıl­
mıştır.
Üçüncü bölüm, yine temel yaklaşımlar dikkate alınarak, alanda
gerçekleşmiş bazı empirik çalışmalara ayrılmıştır. Bu bölüm, alanın
salt teoriyle iştigal etmediğini ama aynı zamanda ve aslolarak empirik
çalışmalar aracılığıyla biçimlendiğini göstermesi bakımından özel bir
önem arz etmektedir.
Dördüncü bölümde, kadim bir felsefî soru(n) olan bilim-ideoloji
ilişkisine dair tartışmalar, alanın usta kalemleri vasıtasıyla aktarılmış­
tır. Bu bölümün önemli amaçlarından birisi; bilim-ideoloji ilişkisine
dair, felsefî ya da ilkesel düzeyde çıkmaza sürüklenen pek çok tartış­
manın, bilim sosyologlarının elinde nasıl verimli bir zemine oturtul­
duğunu göstermektir. Öte yandan, bizzat bilim sosyolojisi alanı içer­
sinde, ideoloji tartışmalarına ilişkin refleksif bir tavrın varlığına işaret
etmek ve bunun önemini vurgulamak da amaçlanmaktadır.
Beşinci ve son bölüme, alandaki konumlanmamız ve alana dair
dertlerimiz açısından özel bir önem atfetmekteyiz. Zira bu bölümün
temel derdi; yakm zamana kadar alana hâkim olan rölativist/konvan-
siyonalist yaklaşımların, ortaya koydukları önemli sosyolojik içgörüler
ve enerjik empirik incelemeler bir yana, alanı ne türden bir çıkmaza
sürüklediklerini göstermektir. Bu amaçla ilkin, sosyolojinin kurucu
figürlerine uzanan ve uzun zamandır kopmuş olan kökleri günışığı-
na çıkarmayı amaçlamış çalışmalara yer verilecektir. Bunun ardından,
bizzat alanın kendisine eleştiriler yönelten ama yine de kadirşinas olan
çalışmaların işaret ettiği noktalara dikkatimizi yönelteceğiz.
Bu çalışmayı hatırı sayılır bir çevirmen grubunun sabırlı ve m üsam a­
hakâr emeği sayesinde tamamladık. İsimleri geçen tüm çevirmen dost­
larımıza, bu sancılı sürecin ürününü sebatla bekledikleri için m üteşek­
kiriz. Bunun dışında, çevirideki katkısı bir yana, bu derlemedeki tablo
ve şekilleri bizlere kazandıran Em rah Göker’e teşekkür borçluyuz.
Bu çalışmanın, bilim sosyolojisi alanına dair teorik ilgiyi ve daha
önemlisi empirik yönelimi arttırması en büyük tem ennim izdir...

Bekir Balkız & Vefa Saygın Öğütle


İzmir, 2010
Alandaki Temel Pozisyonlar
BİLİM SOSYOLOJİSİ ÜZERİNE BAZI TESPİTLER
v e G ü n d e m Ö n e r il e r i

Vefa Saygın Ö ğ ü tle & Bekir B alkız

Bilim sosyolojisi alanındaki konumlanmaların hem kurucu metinle­


ri hem empirik örnekleri hem de bunlar üzerine ayrıntılı tartışmalar
bu derlemede içerilmektedir. Dolayısıyla bu yazıda, ince ince işlen­
miş tartışmaları tekrarlamak yerine, ilk olarak alandaki genel konum ­
lanmaları belirtmekle yetineceğiz. Bu, bizim, alan içersindeki genel
pozisyonumuzu göstermemizi sağlayacaktır. Bunun ardından, alanın
Türkiye’deki seyrine odaklanarak, tercih ettiğimiz bu pozisyonu pe­
kiştirmeyi ve alana yönelik bazı tespit ve gündem önerilerinde bulun­
mayı amaçlamaktayız.

Alandaki Temel Tutumlar ve Konumlanmalar


Bilimsel bilginin üretim sürecine ilişkin belki de en net pozitivist for-
mülasyonu, 1938 tarihli Experience and Prediction (Deneyleme ve
Öngörü) adlı eserinde, mantıksal pozitivist Hans Reichenbach ver­
miştir. Bilimsel bilginin keşif bağlamı ile gerekçelendirme bağlamını
birbirinden ayıran Reichenbach, böylelikle bilimsel bilginin psikolojik,
sosyal, siyasi ve tarihsel karakterli dış belirleyenlerini keşif bağlamının
içine yerleştirerek, gerekçelendirme bağlamını sosyolojik analizden
azâde kılmıştır. Böylece bilimsel bilginin tutarlılığı mantıkçılara, doğ­
ruluğu da demokratik bilim topluluğuna emanet edilmiştir. Dolayısıy­
la bu formülasyon açısından, bilginin “bilimselliği”nin belirlenmesin­
de keşif bağlamı hiçbir rol üstlenmemektedir. Bilim sosyolojisinin bilgi
sosyolojisinin alt-dalı olarak görece geç gelişmesinin önemli sebeple­
rinden birisi de bu olmuştur.
Bilim sosyolojisinin önemli çıkış noktalarından birisi, bizce, pozi-
tivist bilim modelinin bir yandan Sovyet bilim savunusuna öte yandan
da Nazi bilim politikasına karşı yeterli argümanı sağlayamamasıdır.
Dahası, Sovyet fizikçi Boris Hessen’in 1931’de Londra’da sunduğu
“Nevvton’un Prirıcipia’sının Toplumsal ve Ekonomik Kökenleri” baş­
lıklı tebliği,1 her ne kadar bazı bilim tarihçileri tarafından şematik b u ­
lunsa da, bilimsel bilgi üretiminin toplumsal bağlamına dikkat çeken
yapısıyla büyük etki yaratmış ve başta J. D. Bernal olmak üzere birçok
bilim insanını bilim tarihine yönelik Marksist incelemeler yapmaya
yönlendirmiştir. Dolayısıyla artık, bilimsel bilginin “bilimselliği” iddi­
asında bulunmak için, sadece bilimsel bilginin içeriğiyle yetinmemek
(zira buradan bakıldığında pek çok Sovyet bilim insanının çalışma­
sı oldukça bilimseldir), bilim topluluğunun liberal yapısına, “bilimsel
inançlar”ın aslında liberal inançlar olduğuna vs. vurgu yapmak gerek­
mekteydi. Başka bir deyişle, bilimsel bilginin meşruiyetini epistemo-
lojik ve metodolojik düzlemlerde arayan bir bilim felsefesinin yanına,
bu meşruiyeti bizzat bilimsel bilgiyi üreten bilim topluluğunun özgün
niteliklerinde bulan bir bilim sosyolojisi eklenmeliydi. Bu bilim sos­
yolojisi, tam da keşif bağlamı ile gerekçelendirme bağlamı arasındaki
ayrımı kabul ederek ilkine ait belirleyenlerin İkincisine müdahale et­
mesini (siyasi baskı vb.) engellemeyi amaçladığı için, sözkonusu bilim
felsefesiyle tutarlı ve bu bakımdan pozitivist bir nitelik arz etmiştir.
Nitekim Robert K. M erton’ın “saf bilim norm ları” formülasyonu, bu­
nun en açık ifadesi olmuştur. M erton’ın, özgür müzakere alanı olarak
bilim topluluğu fikrine yaslanan bilim sosyolojisi anlayışı, temel m oti­
vasyonunu buradan alıyor gözükmektedir. Aynı şey, her ne kadar S o­
ğuk Savaş’ın anti-kom ünist tınılarını coşkuyla sergilediği için rahatsız
edici boyutlara varsa da, Michael Polanyi’nin “bilimsel inançlar”ın li­
beral niteliğini deklare ederkenki ısrarı için de geçerlidir. Nitekim aynı
dönemlerde Kari R. Popper’ın bilim ve bilim topluluğu anlayışı da aynı
saiklerden kaynaklanacaktır.2

1 Bu derlemede yer almaktadır.


2 Kuşkusuz Polanyi’nin bu hususta bir parça özgün bir tutum sergilediğini
söylemek gerekir. Zira o, bilim ile inanç arasındaki pozitivist ayrımı kabul
etmeyip “bilimsel inançlar”dan söz ederek bir yandan rölativist bir tavır alıyor
gibidir. Dahası, bilim etkinliğinin “bir ortodoksi tarafından disipline edildi-
Bu liberal söylemli pozitivist anlayış, 1960’larla birlikte önemli eleş­
tirilere m aruz kalmaya başlamıştır. Bu dönemde, pozitivist sosyal bi­
lim tahayyülünün genel eleştirisinde ve sosyologların kendi alanlarına
dönük sosyolojinin sosyolojisi diye de dillendirmiş oldukları self-ref-
leksivite taleplerinde, daha çok Marksçı konumlarla dirsek temasında
olan eleştirel çalışmalar baskındır. Ama gelgelelim, bilim sosyolojisi
alanında temel etki yaratan, bilim topluluğunun kapalı ve katı hiye­
rarşik niteliklerine vurgu yapan rölativist / konvansiyonalist gelenek
olmuştur. Alanın adı hususunda dahi bir uzlaşmazlık sözkonusudur
(“bilim sosyolojisi” yerine “bilimsel bilginin sosyolojisi”) ve bu etkinin
yaratılmasında başrol Thomas S. Kuhn’a aittir.
Bu dönemde M erton’ın bilim sosyolojisine yöneltilen eleştirileri
üç başlık altında toplayabiliriz: 1) M erton’ın bilim sosyolojisi aslen
norm atif karakterlidir. Var olduğunu iddia ettiği bilimsel normların,
bilim insanlarının kendi faaliyetlerini meşrûlaştırmak için kullandık­
ları bir bilim ideolojisine temel teşkil etmekten başka bir işlevi yoktur.
2) Bu bilim sosyolojisi, empirik verilerle desteklenmemektedir. Mer-
ton’ın bilim normlarına ilişkin özgün analizi, az sayıda bilim insanının
meslekleri hakkında ortaya koyduğu ifadelerin sistematik olmayan bir
seçmesine dayanmaktadır; oysaki varsayılan bilim normlarının bilim
insanları tarafından güçlü bir biçimde üstlenildiğine dair herhangi bir
kanıt üretilememektedir. Aksi yönde kanıtlar ise bolca mevcuttur. 3)
Bu durum, varsayılan normların kurumsallaşmamış karakterine işaret
etmektedir. Kurumsallaşmanın varlığı ödül sistemleri üzerinden d ü ­
şünülürse, alanda yapılan pek çok empirik çalışma, ödüllerin varsayı­
lan normlara göre verilmediğini göstermektedir.
Kuhn ise bize, uygulayıcılarının hiç de açık görüşlü olmadığı bir bi­
lim topluluğu portresi çizmiştir. Bu portreye bakıldığında, dogmalara
ya da peşin hükümlere sahip olmanın ve yeni görüşlere direnç göster­
menin bilimin olgun dönem gelişiminde istisna değil kural olduğu ve
bunun bazı bilim insanlarının bireysel özelliklerinden değil bir bütün

ğini” de kabul etmektedir. Ancak öte yandan, kendisiyle çelişir bir biçimde,
Sovyet bilim anlayışıyla bir ayrım gütmek adına, “Batı”daki bilimsel inançla­
rın liberal bir değerler sistemine dayandığını ve “bilimsel inançlarımızın doğ­
ru olduğunu savunmamız gerektiğini” söyleyerek, pozitivist bilim sosyolojisi­
nin demokratik bilim topluluğu argümanını teyit etmiş olmaktadır. Nitekim
Popper da, bu konu özelinde, bilim ile inanç arasında değil iki inanç arasında
tercih yapmamız gerektiğini söylerken, bilim topluluğunun özü gereği liberal
demokratik inançlarla şekillendiğini savunmak suretiyle benzer bir yerden
konuşmaktadır.
olarak bilimsel eğitim sürecinden kaynaklandığı görülmektedir. Baş­
ka bir deyişle, M ertoncı anlayışın normlardan sapma, anomali olarak
kavrayıp marjinalleştirmeye çalıştığı tutumlar, Kuhn tarafından ana­
lizin merkezine çekilmektedir. Buradaki konvansiyonalist yaklaşımın
güçlü yönlerini Michael Mulkay oldukça iyi özetlemektedir:
[Konvansiyonalist yaklaşımlar] ilk olarak, bilimdeki entelektüel
dirençlere dair iyi belgelenmiş olayların farkındadırlar. [Mertoncı
yaklaşımın] böylesi olayları, bilim normlarından geçici sapmalara
yol açan konu dışı etkenler temelinde açıklamaya meyilli olması­
na karşılık, [konvansiyonalist yaklaşım], bunları analizinin odağı­
na yerleştirir ve kökenlerinin de sistematik bir açıklamasını verir.
İkinci olarak; [konvansiyonalist yaklaşım], bilimdeki meslekî ödül­
lerin dağıtımı üzerine yapılan tüm çalışmalar tarafından destekle­
nir. Zira böylesi çalışmalar göstermektedir ki; meslekî tanınmanın
kazanılması, hiçbir biçimde varsayılan bilim normlarına uyum sağ­
lamaya değil, daha ziyâde, mevcut bilişsel ve teknik standartların
ışığında değerli olduğuna hükmedilen bir malûmat tedarik etmeye
bağlıdır. Üçüncü olarak; [konvansiyonalist yaklaşım], geleneksel
olarak entelektüel uyumlanmayı üretme işlevi gören bilimsel eğiti­
min doğası ile daha tutarlı gözükmektedir. İyi yapılandırılmış tüm
disiplinlerdeki katılımcılar, geniş bir alan açısından, doğru prob­
lemlerin konulduğunu ve doğru cevapların bulunduğunu varsayar­
lar. Bir bilim öğrencisi, nihâyetinde, soru sormaya değil, mevcut
bilgi gövdesini edinmeye gereksinim duyar. Son olarak açıktır ki;
bilim topluluğunun içsel yapısı, formel bakımdan, spesifik bilgi,
teknik ve araştırma alanlarına göre örgütlenir. O halde bu, söz­
konusu bilgi gövdelerinin, analizin merkezine konması demektir.5
Konvansiyonalist yaklaşım, bir araştırma programı olarak en olgun
ifadesini 1970’lerde Edinburgh “güçlü program ”ında bulm uştur.4 Te­
mel tez; bilimsel bilgi olarak kabul edilenin, içine gömülü olduğu kül­
türe ya da hayat tarzına görece olduğu fikridir. Dolayısıyla m etodolo­

3 Mulkay’m bu derlemedeki “Bilimsel Gelişime Dair Üç Model” adlı maka­


lesinden alınmıştır.
4 H. M. Collins, bu derlemedeki “Bilimsel Bilgi Sosyolojisi: Çağdaş Bilim
Üzerine İncelemeler” adlı makalesinde, 1970’lerde ortaya çıkan çalışmalar
açısından, anti-normatif (Merton karşıtı) ve anti-rasyonalist tutumlar arasın­
da bir ayrım gütmekte ve İkincilerin açıkça rölativist perspektifi deklare eden
karakterine vurgu yapmaktadır. Bu, kuşkusuz önemli ve dikkate değer olsa
da, buradaki genellik düzeyi açısından paranteze alınabilir bir argümandır.
jik açıdan Güçlü Program ’ın, M erton’ın “norm lar”a verdiği açıklayıcı
gücü “çıkarlar”a aktardığı da söylenebilir. Bu program, bir yanıyla,
Kari M annheim’ın bilgi sosyolojisinin bilimsel bilgiyi de kapsayacak
şekilde genişletilmesi talebidir. Bunun için, M annheim’ın sadece yan­
lışın sosyolojisini yaptığı iddia edilmiş ama sosyolojik analizin yanlışlar
kadar doğruları da mercek altına alması gerektiği savunulmuştur. Bu­
radan türetilen simetri ilkesine göre; hem doğruya hem de yanlışa aynı
şekilde yaklaşılmalı ve sosyolog hem doğrunun hem de yanlışın aynı
şekilde açıklanmasını sağlayacak bir tarafsızlık tesis etmelidir.
‘80’lerle birlikte bilimsel bilgi sosyolojisinin rölativist tezleri, etno-
metodolojiden gelen yazarların elinde daha da radikalleşmiştir. Bu d ö ­
nemde, alana dönük “bilim incelemeleri” (science studies) ya da “top­
lumsal bilim incelemeleri” (social studies o f science) adlarının da öne
çıktığı görülmektedir. Bilim topluluğunun, tıpkı diğer topluluklar gibi,
eldeki, kendisi için erişilebilir kültürel kaynakları kullanarak bilimsel
bilgiyi “inşâ ettiği” vurgusu daha da radikalleştirilerek, Doğa’nın kıs­
men dahi olsa kendisine dair bilgiyi belirlemediği iddia edilmiştir. Bu
yaklaşıma göre bilimin yaptığı şey, düzenli bir sosyal ve nesnel doğal
dünyada yaşam görünüm ü yaratmak ve sürdürm ek için eldeki kültü­
rel kaynakları uygulamaktan ibarettir: Laboratuarlarda bizzat bilimsel
bilgi inşâ edilmektedir.
Bu rölativist ve konvansiyonalist yaklaşımlar, eleştirel gelenekler­
den gelen ciddi eleştirilerle karşılaşmıştır. Bu hususta zikredilebile-
cek eleştirilerden ilki; pozitivist bilim sosyolojisinin resmettiği akılcılık
kuklaları olarak bilim insanları imgesinin karşısına, çıkar kuklaları
olarak bilim insanları imgesinin yerleştirildiği eleştirisidir.5 Bu eleştiri­
nin içerimlerini iki hat üzerinden sürebiliriz: “Çıkarlar”ın metodolojik
statüsü ve “çıkarlar”a atfedilen içerik. Buna göre bir yandan, “çıkar-
lar”ın taşıdığı önemli açıklayıcı gücü kuşkusuz teslim etmekle birlikte,
rölativist yaklaşımlarda “çıkarlar”a atfedilen açıklayıcı gücün bizzat
bilim insanlarının kendi faaliyetleriyle kurdukları self-refleksif ilişki­
yi görmeyi engellediğini söylemek gerekir. Ama öte yandan, rölativist

5 Örneğin Steve Woolgar, bu derlemedeki “Toplumsal Bilim İncelemelerin­


de Çıkarlar ve Açıklama” adlı makalesinde, rölativist tezi etnometodolojiye
dayanarak daha da radikalleştirmek amacıyla buna benzer bir eleştiri dile ge­
tirmektedir. Ancak bu eleştirinin taşıdığı içgörüleri oldukça önemli bulmakla
birlikte, bilim sosyolojisi anlayışımız Woolgar’ınkinden oldukça farklı bir gü­
zergâha işaret etmektedir.
yaklaşımlar tarafından “çıkarlar”a atfedilen sosyal içeriği de sorunsal­
laştırmak gerekir ki bu da bizi daha temel bir başka eleştiriye götürür.
Bağlantı sorusu şudur: M ezkûr “çıkarlar” ne tür bir sosyaliteye
dayanarak bilim insanlarına atfedilmektedir? Bu soruyu cevaplamaya
giriştiğimizde, rölativist yaklaşımların bilim topluluğunu kendi içine
kapama ve yalıtma eğiliminde olduğunu görürüz. Bu eğilimin altında,
bir yandan Sapir ve W horf’un etnolingüistik çalışmalarından hareketle
geliştirip genelleştirdikleri dilbilimsel rölativizm tezine,6 öte yandan da
W ittgenstein’ın “dil oyunları” yaklaşımına dayanan Kuhncu paradig­
maların kıyaslanamazlığı tezinin olduğunu söylemek pekâlâ m üm kün­
dür. Antropoloji ve özelde etnoloji çalışmalarından ve bunların yakla­
şımlarından beslenen çalışmaların sonucu olarak, bilim toplulukları
gitgide sanki “kendi kuralları ve ritüelleri olan egzotik kabilelermişçe­
sine”7 incelenmeye başlanmıştır. Nitekim rölativist geleneğin önemli
temsilcilerinden Barry Barnes bunu açıkça belirtmektedir: “Tıpkı le
prim itifin [ilkel’in] mit yaratmak için kültürünün kırıntı ve parçalarını
seçmesi gibi, bilim insanı da [model yaratmak için] erişilebilir kültürel
kaynaklar repertuarından seçim yapmalıdır”.8
Rölativist anlayışın pozitivizm eleştirisinde, bilim insanının toplu-
luk-içi yaşamında yekpâre bilimsel akıldan mamul olmadığına haklı
olarak vurgu yapılmakta ama gelgelelim, bilim insanının eylemlerinin
altında yattığı düşünülen arzular seti (ki bu, “çıkarlar”la eşitlenmek-
tedir) salt topluluk-içi, yalıtık bir biçimde inşâ edilmekte ve hemen
hiçbir kurumsal, politik ve ekonomik içerik taşımamaktadır. Alternatif
açıklamayı yok sayma ya da ona karşı direnç gösterme, egemenlik a r­
zusu, bilgide inancın belirleyiciliği; bütün bu süreçler, bilim topluluğu
içinde ve topluluklar arası ilişkilerde olup bitmektedir. Rölativist yak­
laşımlar, bilhassa Kuhn’daki ilksel halinde açıkça görüleceği şekliyle,
sosyolojiden ziyâde bir tür sosyal psikoloji pratiği icra etmektedir.9

6 Sapir-Whorf hipotezine göre “algıladığımız ve yorumladığımız dünya, bi-


linçdışı olarak, belirli dil normları üzerine kurulmuştur. Belli bir dilin doğa­
sında var olan (söz birimlerinde somutlaşmış) sınıflandırma kurallarına ve
dilbilgisi yapılarına uygun olarak gerçekliği öğelerine ayırır. İki benzer dil
bulunmadığı için, farklı toplumların farklı dünyalarda var oldukları söylene­
bilir” (Victor Lektorsky, Özne Nesne Biliş, çev. Şükrü Alpagut, Toplumsal
Dönüşüm Yayınları, İstanbul, 1998, s. 230).
7 Ziyauddin Serdar, Thomas Kuhn ve Bilim Savaşları, çev. Ebru Kılıç, Eve­
resi Yayınları, İstanbul, 2001, s. 53.
8 Barnes’ın bu derlemedeki “Bilim ve İdeoloji” başlıklı metninden alınmıştır.
9 “Kuhn, var olan karşıt bilim görüşleri arasındaki seçimin büyük ölçüde sos­
Hatırlanacağı üzere pozitivist bilim yaklaşımları, bilimsel doğru­
luk ve geçerlik kriterlerinin hiçbir tarihsel kökene bağlanamayacağı­
nı ve bu husustaki sosyolojik soruşturm aların meşru olmadığını sa­
vunmakta; ve buna bağlı olarak da, bilim topluluğunun ‘kendine has’
normlara sahip, ‘özgür’ birey araştırmacılardan oluşan ‘özel türden’
bir topluluk olduğunu iddia etmekte idi. Rölativist yaklaşımlar ise, iro-
nik bir biçimde, bilimsel bilginin üretim sürecinin öznesi olarak bilim
topluluğunu koymakla birlikte, hiçbir karşılaştırmaya ve ilişkilendir-
meye olanak vermeyen anlayışları sonucu, “özel türde bir topluluk”10
olarak tanımladıkları bilim topluluğunu her türlü politik ve ekonomik
soruşturmaya kapatmaktadır. Meseleye kurumsal açıdan baktığımız­
da, akademi-içi bir etkinlik olduğunu ve akademik bir statü taşıdığını
göreceğimiz rölativist bilimsel bilgi sosyolojisi anlayışı, aslında akade­
miyi kendi üzerine kapatmaktadır.
Tam da bu noktada, bir diğer eleştiri konusuna, yani konvansiyo-
nalistlerin bilgi sosyolojisi anlayışlarında taşıdıkları, yukarıdaki çıka­
rımlarımızla çelişiyor gibi görünen ama aslında tamamlayıcı olan bir
eğilime değinmek gerekir. Bilhassa Güçlü Program ’m Barry Barnes
gibi kurucu figürlerinde kendini gösteren bu eğilim, “toplum ”dan söz
etmek gerektiğinde sosyolojisi gelenekle kurulan bağa işaret etm ek­
tedir. Nitekim sözünü ettiğimiz konvansiyonalistler, bilim sosyolojisi
anlayışlarını bir bilgi sosyolojisi temeline dayandırmak istediklerinde,
doğrudan doğruya, Durkheim ’ın din sosyolojisinde temellenen bilgi
sosyolojisine gitmektedirler. Dolayısıyla bu anlayış içersinde “top­
lum”, soyut, yekpâre bir entite olarak karşımıza çıkmakta ve bu d u ­
rumda, bilginin sosyal bir inşâ olduğu vurgusu, bu inşâ sürecine hangi
unsurların girdiği sorusuyla karşı karşıya kalmaktadır. Sistematik güç
ve tahakküm uygulayan toplumsal kurumlar m görünmez hale geldi­
ği bu “toplum ” kavrayışının, tam da bilim topluluğunu kendi üzerine
kapatan bilim sosyolojisi yaklaşımının bilgi sosyolojisindeki temeli ol­
duğunu düşünmekteyiz. Başka bir deyişle; bilim topluluğunu kendi
üzerine kapatan konvansiyonalist yaklaşımların önemli bir kaynağı da,

yal-psikolojik bir süreç olduğu... görüşündedir” (Nilüfer Kuyaş, “Çevirme­


nin Sunuşu”; Thomas S. Kuhn, Bilimsel Devrimlerin Yapısı, Alan Yayınları
(6. Baskı), İstanbul, 2003, s. 11).
10 “...bilime konsensüs yaklaşımına göre, birey bilim adamlarının inançları,
özel türde bir topluluğun, yani bilimsel topluluğun inançlarına tabi inançlar­
dır” (Alan Chalmers, Bilim Dedikleri, çev. Hüsamettin Arslan, Vadi Yayınları
(3. baskı), Ankara, 1997, s. 179, italikler eklenmiştir).
bu sözünü ettiğimiz soyut toplum kavramsallaştırması, yani toplum
0Gesellschaft) ile topluluk (Gemeinschaft) arasına derin uçurum ko­
yan klasik-sosyolojik jesttir.
Rölativist yaklaşımlara yönelik ve bu “toplum ” kavrayışıyla doğ­
rudan bağlantılı bir başka önemli eleştiri ise, daha önce sözü geçen
simetri ilkesinin her türlü norm atif düşünüm olanağını ortadan kaldır­
m asıdır.11 Bu durum, Dick Pels’in paradoksal gibi görünen ifadesiyle
“değerden-arınık rölativizm”in12 bir tezahürüdür ve en önemli sem p­
tom u da, kanımızca, rölativist yaklaşımların içersinden gerçek anla­
mıyla bir ideoloji tartışmasına gidilemiyor oluşudur.13 Nitekim “çıkar­
l a r ı n malûm şekilde tanımlanmasının ve genel olarak bilim toplulu­
ğunu kendi içersine kapatan tavrın bunun önemli sebeplerinden birisi
olduğu fark edilecektir. Ortaya çıkan sonuç, özgürleştirici bir pratik
olarak bilim olanağının da tam amen tartışılamaz hale gelmesidir.
1990’lı yılların sonlarında doğru, Social Studies o f Science’m edi­
törü David Edge, bilim incelemelerinde norm atif bir perspektife ve
daha genel toplumsal-felsefî ilgilere doğru açık bir çifte hareket olaca­
ğını vurgulamıştı.14 Doğrusu, bundan sonraki zaman dilimi içersinde,
Edge’in bu öngörüsünü doğrulayan artan sayıda çalışma yapılmış ve
yapılmaktadır. Nitekim biz de, eleştirel ve Marksçı bir tavır içersinde,
bahsimizi buraya yatırmaktayız. Sözkonusu çifte hareket, konvansi-
yonalist incelemelerin ortaya koyduğu önemli sosyolojik içgörüleri de
reddetmeden, birbiriyle ilişkisi hemen fark edilebilecek iki olanaklar
kümesine işaret etmektedir.
İlk olarak; simetri ilkesinin ve sözünü ettiğimiz çıkar kuklası anla­
yışının devre-dışı bıraktığı norm atif düşünümleri alana yeniden davet
etmek gerekmektedir. W. T. Lynch’in “ideoloji” kavramının içeriğini
sınırlandırma talebi, bu hususta atılmış önemli bir adımdır: “ideoloji
kavramı, bireyin, grubun ya da kolektif refahın zararına olacak biçim­

11 Bu eleştiri, elinizdeki derlemede yer alan, W. T. Lynch ve E. R. Fuhrman’ın


“Normatif Olanı Geri Kazanmak ve Yaymak: Marx ve Yeni Bilimsel Bilgi Sos­
yolojisi” başlıklı ve W. T. Lynch’in “İdeoloji ve Bilimsel Bilginin Sosyolojisi”
başlıklı makalelerinde dile getirilmiştir.
12 Dick Pels’in bu derlemedeki “Karl Mannheim ve Bilimsel Bilginin Sosyolo­
jisi: Yeni Bir Gündeme Doğru” başlıklı makalesine bakınız.
13 Barnes’ın bu hususta bir istisna olduğu söylenebilecekse de (bkz. derle­
medeki “Bilim ve İdeoloji” başlıklı metni), W. T. Lynch, bu derlemedeki adı
geçen makalesinde, Barnes’ın geliştirdiği ideoloji kavrayışının nasıl kendi si­
metri tezini ihlâl ettiğini ayrıntılı bir biçimde tartışmaktadır.
14 Bkz. Pels’in bu derlemedeki adı geçen makalesi, 27. dipnot.
de sömürüyü ilerletmekte, iktidar yapılarını gizemlileştirmekte ya da
olası eylem yollarını örtm ekte gayrimeşru bir rol oynayan bilgi biçim ­
lerine uygulanacak şekilde sınırlandırılmalıdır.” 15 Bu talep, bilimsel
bilginin tesis edilme biçiminin (geçerli epistemolojik ölçütlere uyup
uymadığı vs.) yanısıra etkilerine de odaklanmak gerektiğini vurgula­
maktadır; zira yanlış olanlar kadar doğru bilgi iddiaları da, etkileri
bakımından güçten düşürücü olabilir. Dolayısıyla “ ...ideoloji eleşti­
risi bilimin ya da daha geniş kamusal anlamın, yalnızca rahatsız edici
bulguları reddetmekle yetinmeden, belirtilen iktidar etkilerini en aza
indirecek biçimde nasıl değiştirilebileceği üzerine odaklanmalıdır.”16
İkinci olarak; bilimsel bilginin etkileri üzerine yapılan bu vurgu,
bizleri tam da bilimsel etkinliğin toplumsal bağlamdaki yeri meselesine
götürmektedir. Buradaki temel iddiamız şu olacaktır: Üzerinde anlam
kazandığı kurumsal, politik ve ekonomik bağlam göz önüne alındığın­
da, bilim topluluğunun bir Kızılderili kabilesiyle sosyolojik kategorik
olarak aynı türden bir şey olduğunu, yani tamamen özel türde bir top­
luluk olduğunu söylemek mümkün değildir. Bu iddia, bilimsel başarı
ve bilimsel ilerleme gibi nosyonların ilgili literatürde incelenme biçimi­
nin genişletilmesi talebini de ifade eder: “Eleştirel bir bilim sosyolojisi
faydalılık, başarı ve ilerlemeyi, bilimin ‘bilimi ve toplum u’ oluşturan
çeşitli sosyal sınıflar, kurumlar, cemaatler, örgütler ve bireyler tarafın­
dan nasıl algılandığı, ne ölçüde yaratılıp kontrol edildiği ve onları ne
şekilde etkilediği bakımlarından değerlendirmelidir.” 17
Talep edilen norm atif düşünüm ler ve bunun bizi sürükleyeceği ide­
oloji tartışmaları, ancak ve ancak, bilim topluluğu bir kabile gibi değil
de politik (özelde, bilim politikaları) ve ekonomik (özelde, sermaye
gruplarıyla ilişkiler) süreçler içersinde, yani geniş toplumsal bağlamda
görüldüğü durum da gündeme gelebilecektir. Nitekim örneğin femi­
nist araştırmacılar, bilim incelemeleri alanındaki çalışmaları toplumsal
cinsiyet olgusuna kör kalmakla eleştirirlerken,18 bizce yine aynı şekil­
de bilimsel topluluğun sınırlarını aşan bir toplumsal tahakküm m eka­
nizmasına işaret etmiş olmaktadırlar.

15 W. T. Lynch’in bu derlemedeki adı geçen makalesinden alınmıştır.


16A.g.e.
17 Sal Restivo ve Julia Loughlin’in bu derlemedeki “Eleştirel Bilim Sosyolojisi
ve Bilimsel Geçerlilik” adlı makalelerinden alınmıştır.
18 Bunun önemli bir örneği için Evelyn Fox Keller’ın bu derlemedeki “Bilim
İncelemelerinde Feminist Perspektifler” başlıklı makalesine bakınız.
Pek çok bilimsel araştırma alanındaki özerkliğin ekonomik ve poli­
tik çıkarlarca gitgide daha fazla tehdit edildiği şu dönem lerde,19 bilimi
kendi tarihsel koşullarına ya da üretildiği topluluğa indirgemek sure­
tiyle görecelileştirmek yerine, bilimsel pratiği yönlendiren toplumsal
mekanizmaları ve hem doğa hem de toplum hakkındaki bilgimizin
içersinde üretildiği sosyal dünyaların yapılarını anlamaya yönelmek
bize oldukça elzem görünmektedir. Bu yönde bir araştırm a progra­
mı geliştirme çabasında, Marx, Dürkheim ve M annheim gibi kuru­
cu figürlerdeki kökleri yoklamak uğraşmaya değer görünm ektedir.20
Bunun yanısıra, önemli ama daha da ilerletilmesi gereken bir girişim
olarak, Pierre Bourdieu’nün kendi yöntem ve kavramlarım kullana­
rak geliştirdiği “bilimsel sermaye” kavramsallaştırması ve buradan
hareketle vardığı çıkarımlarla self-refleksif bir bilim etkinliğinin ola­
naklarım araması,21 bizlere kışkırtıcı ve izlemeye değer bir güzergâh
sunmaktadır. Bilimsel etkinlik bu toplumsal bağlamlarda incelendi­
ğinde, kanımızca, özgürleştirici bir pratik olarak bilim yapma olanağı
da tartışmaya açılmış olacaktır.

Türkiye’deki Gelişim Seyri ve Sorunlar


Türkiye’de, bilimsel bilginin içeriği ve üretildiği bağlam üzerine düşün­
celerin 1980’lere dek gelişmediği pekâlâ söylenebilir. Bunun en önem ­
li sebeplerinden birisi, kuşkusuz, Cumhuriyet’in kurucu ideolojisinde
bilime ve aslen “fenne” atfedilen pozitivistçe üstün statüdür.22 Devlet
ideolojisinde kurucu rol üstlenen pozitivizm, bir sosyal mühendislik

19 Bilimin gündeminin sermayenin ve askeriyenin gündemleri tarafından sü­


rekli manipüle edilmeye çalışıldığı açık bir toplumsal olgudur. Buna dair sis­
tematik bir döküm ve tartışma için bilhassa bkz. Alexander King, “II. Dün­
ya Savaşı’nın Sonundan Bu Yana Bilim ve Teknoloji”, Bilim ve İktidar (ed.
Federico Mayor ve Augusto Forti) içinde, çev. Mehmet Küçük, TÜBİTAK
Yayınları, Ankara, 1997 (4. Baskı). Nitekim King’e göre; “bilimsel araştırma,
iktidarı zaten elinde tutanları sürekli olarak daha da güçlü kılan iktidar üretici
bir santrale benzer” (a.g.e., s. 105).
20 Bu husustaki arayışlar derlemede yer almaktadır.
21 Bunun için bkz. Pierre Bourdieu, Science of Science and Reflexivity, Polity
Press, Cambridge, 2004.
22 Pozitivizmin Cumhuriyet ideolojisindeki kurucu rolüne dair, literatürde bol
miktarda çalışma mevcuttur. Örneğin bkz. Taha Parla, Ziya Gökalp, Kema­
lizm ve Türkiye’de Korporatizm, İletişim Yayınları, İstanbul, 1989; Levent Kö-
ker, Modernle§me, Kemalizm ve Demokrasi, İletişim Yayınları, İstanbul, 1990.
projesinin aslî parçası olarak siyasî meşruiyet kaynağı işlevi görürken,
bir bilim anlayışı olarak da akademik habitusu biçimlendirmiştir.
Bu biçimlenmenin sonucunda pozitivizmin, doğa bilimlerinde, ka­
tı-kompartımancı karakterinin de etkisiyle, self-refleksif hemen hiçbir
unsur içermeyen, ortakduyusal karakterli (ya da doxa niteliğinde) bir
tür “kendiliğinden felsefe” haline geldiğini söylemek m üm kündür. Bi­
limsel etkinliğin ilk şartının ortakduyudan kopma olduğu göz önüne
alındığında, pek çok doğa bilimcinin, ürettikleri bilginin içeriğinde bu
kopuşu gerçekleştirmelerine karşılık, bizzat üretim sürecinin kendisi
açısından mezkûr ortakduyusal kabule sorgusuz sualsiz yaslanmaları
ise, kanımızca ironi gücü yüksek bir çelişkidir. Bu kendiliğinden-po-
zitivist felsefenin günüm üzde de doğa bilimciler arasında işlerlikte ol­
duğu öngörülebilir; ya da en azından bu bizce empirik araştırmaya
değerdir.23
Öte yandan, genelde sosyal bilimlerin özelde ise sosyolojinin, bu
kendiliğinden-pozitivist felsefenin ideolojik etkisi sonucunda ve tabiî
dört başı mam ur “bilim” payesi edinme ve metaforik anlamda (yoksa
değil mi?) beyaz önlük giyme isteğinin de etkisiyle, bilimin sosyal bağ­
lamını tamamen tartışma dışında tuttuğu görülmektedir. Bu tutum un
günüm üzde epeyce su sızdırdığını elbette eklemek gerekir. Zira sosyal
bilimler alanında bilhassa son otuz yılda görülen ve şimdi değineceği­
miz gelişmeler, bu ideolojiye dönük inancı (özelde, sosyal m ühendis­
lik özlemlerini) oldukça sallantılı (ya da en azından, uyuşturmayacak
denli düşük dozlu) hale getirmiştir.
1980’lerle birlikte, bilim felsefesi üzerinden bir canlanmanın ya­
şandığı görülmektedir. Thomas S. Kuhn’un 1982’de Türkçeleştirilen
Bilimsel Devrimlerin Yapısı adlı eserinin bu hususta bir milat olduğu­
nu söylemek çok da abartılı olmasa gerek (birazdan değineceğimizin

23 Kuşkusuz, başta uzun süredir yayın hayatını sürdüren “Bilim ve Teknik”


olmak üzere popüler bilim dergilerinin üstlendiği önemli rollerden söz edile­
bilir. Gelgelelim bu dergiler, pek çok bilimsel keşif veya icadı popüler bir
dille aktararak ortakduyusal bilgi haznesine bizce önemli katkılar yapmakla
birlikte, bu keşif veya icatların arkasındaki düşünsel ve asıl önemlisi sosyal
bağlamı hemen hiç irdelememektedirler. Dahası, bilim tarihinde adı büyük
harflerle geçen bilim insanlarının bireysel yaşamöykülerinin aktarılması da,
düşünülebileceğinin tam aksine, bilinçli ya da bilinçsiz olarak, sözünü etti­
ğimiz kendiliğinden-pozitivist bilim felsefesinin dayandığı birey bilim insanı
mitinin yeniden üretimine hizmet edebilmektedir. Türkiye’deki popüler bilim
dergilerine dönük empirik bir incelemenin de önemli sonuçlar verebileceğini
öngördüğümüzü geçerken belirtelim.
aksi yönde ama ilginç bir gelişme olarak, eserin, kendisini solda ko­
numlandıran bir yayınevi tarafından yayımlandığını da bu arada not
edelim). Nitekim 1990’lı yıllardaki yayın faaliyetine, Kuhn’un yarat­
tığı düşünsel iklimden de önemli oranda beslenen (ama doğal olarak
eseri Türkçede basan yayınevinin olası niyetlerini beslemeyen), post­
modernist ve rölativist içerikli bilim eleştirileri damgasını vurmuştur.
Ama bu çeviri çalışmalar üzerinden dönen tartışmalar aslolarak bilim
felsefesi alanına dâhildir ve bu tartışmalarda, bazı imâlar içerseler de
tözel anlamıyla, bilim-sosyolojik bir içerik sözkonusu değildir. Bu iki
dönemdeki çalışmaların kaynağında, esasen, muhafazakâr ve/veya
İslâmcı, moda tabirle “rövanşist” bir motivasyon bulunmaktadır. Bu
motivasyonla harekete geçen yazarların, tercih ettikleri bu rölativist
konum dolayısıyla düştükleri teorik ve hattâ kişisel açmazlar, başlı ba­
şına ve incelikle incelenmeyi hak etmektedir. Gelgelelim öte yandan,
bilim sosyolojisi alanından çalışmaların da bu topraklara ilk kez bu
motivasyonla geldiğini iddia etmekteyiz.
Dolayısıyla ‘90’lı yıllar, aynı zamanda, bilim sosyolojisi metinleri­
nin ilk kez Türkçede görünmeye başladığı yıllardır da. Yukarıda ele
aldığımız Batı’daki rölativist-konvansiyonalist gelenekten bazı çalış­
maların belirli yayınevleri tarafından Türkçeleştirilmesi, tam da bu dö­
neme rastlar. Aynı aktarmacı mantıkla kaleme alınmış çok az sayıda
telif eser de sözkonusudur. Yukarıda, konvansiyonalist incelemelerin
ortaya koyduğu önemli sosyolojik içgörüleri reddetmemek gerektiği­
ni söylemiştik. Gelgelelim Türkiye’de, hatırı sayılır bir zaman geçtiği
düşünülürse, bu konvansiyonalist hattan herhangi bir empirik çalışma
üretilememesi bizce mânidardır ve birazdan, bunun sebeplerine ilişkin
bazı öngörülerde bulunacağız.
Ana-akımda varlığını hissettiren bu kapışmanın yarattığı sorunlara
geçmeden önce, periferide ortaya çıkmış iki tutum a değinmek gere­
kebilir. Bu tutum lardan ilkine kısmen olumlu, İkincisini ise tamamen
olumsuz bir mâhiyet atfetmekteyiz.
İlk tutum, 1980’lerde başlayıp ‘90’larda ivme kazanan feminist
bilim eleştirisidir. Bu tutum , toplumsal cinsiyete birey bilim insanını
(pozitivist görüş) ya da bilim insanları topluluğunu (konvansiyona­
list görüş) aşan bir toplumsal mekanizma olarak işaret ettiği ölçüde,
son derece olumlu imkânlar barındırmaktadır. Gelgelelim, pozitivizm
eleştirisi üzerinden Türkiye’de ’80 ve ‘90’lara damgasını vuran (ve
Batı’da daha önce deneyimlenmiş olan) dalga, feminist eleştiriyi bilim
karşıtlığına götürm e potansiyeli taşımaktadır ve feminist teori içer­
sinde bu potansiyeli taşıyan çalışmalar bol miktarda mevcuttur. Bizce
toplumsal cinsiyetin, diğer tahakküm mekanizmalarıyla birlikte işle­
yen ve bireysel ya da grupsal dinamikleri aşan bir toplumsal m eka­
nizma olma özelliği analizin odağına yerleştirildiğinde, feminist bilim
eleştirileri bizlere daha da çok şey öğretecektir. Bilhassa sosyalist-fe-
minist literatür içersinde bu hattı besleme imkânına sahip ciddi içgö-
rüler mevcuttur; bu hat, bizce, ince ince işlenmeye değerdir.
Periferideki diğer tutum, ‘90’larda gelişen postm odernist dalgaya
ve bilim düşmanlığına karşı çıkma saikiyle hareket eden ama gelgele-
lim bunu yaparken yerelcilik batağına saplanan “millî sosyoloji” ara ­
yışlarıdır. Bu anlayış, sözkonusu taarruza karşı bilimi savunma adı­
na “Doğu bilimleri” gibi kıymeti kendinden menkûl bir şey yaratmış
olup, yarattıkları bu şey, gerek kapsam ve atıf kriterleri bakımından,
gerekse de epistemolojik ve metodolojik açılardan bilimsel hiçbir ni­
telik arz etmemektedir. Bilim sosyolojisini sosyologların bilim üzerine
konuşması sanan ve millî sosyoloji arayışları politik terimlere tercüme
edildiğinde açıkça totaliter bir hal alan bu yerelci anlayışa yönelik daha
ayrıntılı bir analizi başka bir yerde yapmıştık.24 Bizce periferide kalma­
yı hak eden bu zayıf düşüncenin Türkiye sosyoloji alanında hatırı sa­
yılır derecede dinleniyor olması ise, alanın kendisine dair (sosyolojinin
sosyolojisi bağlamındaki) analizlerde işe yarayacak bir semptomdur.
Teorik konumlanmalar açısından, bir konu hakkında konuşmak
kadar susmak da mânidardır. Bu bağlamda, soldan ve bilhassa M ark­
sist gelenekler içersinden bu alanda herhangi bir ses gelmemesi, üze­
rinde durmaya değerdir. Bu suskunluğa, birbiriyle bağlantılı iki se­
bebin yol açtığı söylenebilir. İlki; solun, politik ve pratik bakımlardan
önemli adımlar atmasına karşılık teorik bakımdan sözünü ettiğimiz
Cumhuriyet ideolojisiyle köklü bir hesaplaşma içine girememiş olma­
sıdır. İkinci sebep ise, tam da bu türden bir hesaplaşmayı engelleyen
bir şey olarak, geleneksel Marksist solun genel teorik donanımıyla
alâkalıdır. Türkiye’deki sol tahayyüle hâkim olan ve başka bir yer­
de “Pozitivist M arksizm” olarak adlandırdığımız25 anlayış (ki etkisini
Marksist olmayan solda da göstermiştir), sosyalizm fikrini bilimsel­

24 Bkz. Bekir Balkız ve Vefa Saygın Öğütle, “Yerelci-Muhafazakâr Tahayyül­


den Bilime Dair İzdüşümler”, Virgül, sayı 117, 2008. (İnternet erişimi için:
http://istifhane.files.wordpress.com/2010/04/bilimsosyolojisi.pdO
25 Bkz. Vefa Saygın Öğütle, “Pozitivist Marksizm ve Felsefı-Politik İçerimle-
ri”, Praksis, sayı 13, 2005, s. 203-222 (İnternet erişimi için: http://istifhane.
files.wordpress.com/2010/04/pozitivistmarksizm.pdf).
leştirme, sosyalizmi bilimsel bir kesinlik olarak gösterme motivasyonu
dolayısıyla, bilimin sosyal bağlamını tam amen analiz dışı bırakmıştır.26
Öte yandan, Türkiye’deki liberal sol çevrelerin, bu formülasyona haklı
olarak karşı çıkarlarken, eleştirel ve Marksçı temelde işleyen ve bu
hususta oluşmuş önemli birikimlere değil de postmodernizmden m ül­
hem bilim eleştirilerine ilgi göstermeleri ve bu yönde düzenli çeviri
faaliyetinde bulunmaları, “rövanşist” motivasyonla hareket edildiğini
göstermesi bakımından ilginç bir kesişim kümesine işaret etmektedir.
Peki, tüm bu teorik konumlanmalar, akademik alanda nasıl bir
durum yaratmıştır? Yukarıda bahsettiğimiz ana-akımlar arasındaki
kapışmanın akademide yarattığı pratik durum; felsefe ve sosyoloji bil­
meyen fencilerin, öte yandan doğa bilimlerine ilgi duymayan sosyal
bilimcilerin oluşturduğu bir tablodur. Bu tablonun oluşmasında her
iki taraf da pay sahibidir. Zira pozitivizm, bilimler arasında kat’i bir
hiyerarşi tesis edip doğa bilimleri ile sosyal bilimler arasındaki ilişkiyi
hiyerarşik bir ilişkiye, yani aslında ilişkisizliğe mahkûm ederken, rö-
lativist-konvansiyonalist konumlanmanın beslendiği yorumcu gelenek
ise, genel natüralizm-karşıtı teorik tutum undan dolayı, doğa bilim­
leri ile sosyal bilimler arasındaki rabıtayı ontolojik, epistemolojik ve
metodolojik düzlemlerde tamamen keserek bu tablonun oluşmasına
katkıda bulunm uştur.27
Bilim fikri üzerinde bu denli canlı kapışmanın ve buradan doğan
motivasyonların, gerek pozitivist gerekse de rölativist-konvansiyona-
list çizgide bilim sosyolojileri yaratması beklenmez miydi? Bu türden
kapışmalar genelde empirik çalışmaların yaşama geçirilmesinde ve­
rimli imkânlar sunarlar; ama gelgelelim, ana-akımdaki sözünü etti­
ğimiz kapışmanın mâhiyeti, yani tarafların kendilerini üzerinde inşâ
ettikleri konumlar, bu tarz empirik çalışmaların geliştirilmesini ola­
naksız kılmıştır.

26 Boris Hessen’in yukarıda değindiğimiz çalışmaları, Sovyet bilim çevre­


lerinde tasfiye edilmiş bir hatta işaret eder. Bkz. Loren R. Graham, “The
Socio-Political Roots of Boris Hessen: Soviet Marxism and the History of
Science”, Social Studies of Science, cilt 15, sayı 4, 1985, s. 705-722. Sovyet
bilim anlayışına damgasını vuran ve bazı örneklerinin 1970’li yıllarda Türk-
çeleştirilmiş olduğu çalışmalar, bu tasfiyenin ardından ortaya çıkmış vülger-
determinist anlayışın örnekleridirler.
27 Bu arada, son dönemlerde yükselen evrim tartışmalarının, kimi müellifler
saçmalamaya varan konumlar alsalar da, bu bağlantısızlık tablosunu değiştir­
me potansiyeli taşıdığını düşünmekteyiz.
Meseleye ilkin pozitivist anlayış açısından bakarsak; pozitivizmin
Türkiye’de doğrudan devlet ideolojisiyle özdeşleşmesi ve bu ideoloji­
nin yeniden-üretiminde oynadığı başat rol, bilim insanlarına âdeta bir
“devletlû” payesi kazandırmıştır. Bunu görmek için, Cumhuriyet’in
ilk dönemlerinde yurtdışına doktoraya gönderilen bilim insanlarının
doktora çalışmalarının bizzat millî şef tarafından denetlenmesi, askerî
darbe dönemlerinde profesörlerin “göreve çağrılması”, bilim insan­
larından beklenen ve onların da önemli ölçüde yerine getirdikleri,
içeriği önceden oluşmasına karşılık som utta Yüksek Öğretim Kuru-
lu’nda cisimleşmiş İdarî görevlerin mâhiyeti ve tüm bunların sonucu
olarak oluşmuş, Cumhuriyet’in koruyucu güçleri olarak general-hu-
kukçu-profesör imgesi gibi örnekleri hatırlamak yeterlidir. Velhasıl,
Türkiye’de pozitivizm bu bilim insanı imgesine yaslandığı ölçüde, pa-
radigmatik örneğini M erton’da gördüğüm üz ve liberal bir kam u ola­
rak bilim topluluğu fikrine yaslanan pozitivist bilim sosyolojisinin bu
topraklarda boy vermesi m üm kün değildir. Zira M ertoncı pozitivist
paradigmanın, zımnî m uhafazakâr içeriği bir yana, aslen liberal bir
söyleme dayanması, buradan hareketle oluşturduğu norm atif kabul­
ler (“bilim normları”) üzerinden, empirik çalışmaya kapı aralayabil­
mesinin yegâne sebebidir. Dolayısıyla pozitivist bir bilim sosyolojisi,
Türkiye’de, bırakalım pratik olmayı, teorik olarak dahi m üm kün ol­
mamıştır: Türkiye’de pozitivizm, bir bakıma, bilimsel bilginin sosyo­
lojik soruşturm aya tamamen kapalı olduğunu gördüğümüz, 1900’lü
yılların başlarındaki pozitivizmdir. Pozitivizmin yeri göğü sardığı bir
ülkede, pozitivist bir bilim sosyolojisinin ortaya çıkmamasının sebebi
tam da budur.
Öte yandan, 1990’larla birlikte teorik olarak boy vermeye başlayan
konvansiyonalist bilim sosyolojisi anlayışı da, savunulduğu andan iti­
baren sözcüğün dar anlamıyla politize olduğu ve hattâ aslında bu tü r­
den motivasyonlarla gündeme geldiği için, yine pratik olarak mümkün
olmamıştır. Zira bilim topluluklarının aslında tarafsız, değerden-arı-
nık olmadığı argümanı, bu cenah tarafından, o toplulukları etkinliğe
yönelten gerçek motivasyonların araştırılması için değil de, bu taraf­
sızlık söylemine merkezî rol biçen resmî ideolojiyle hesaplaşmak için
kullanılmıştır: Söyleme karşı gerçeğin araştırılması değil, söyleme
karşı söylem sözkonusudur. Bunun, Türkiye’deki konvansiyonalist-
lerin teorik konumlanmalarında da doğrudan kökleri bulunm akta­
dır. Şöyle ki: Konvansiyonalist akım savunucularının Türkiye’de,
pozitivizm eleştirisi temelinde yorumcu ve post-pozitivist anlayışlarla
temasa geçmeleri (ya da bizzat onların içinden çıkmaları), empirik
araştırmaya dönük bir önyargıya teslim olmalarına sebep olmuştur.
Bu cenah, sosyoloji ile felsefe arasındaki bağı koparan pozitivist jeste
haklı olarak karşı çıkarken, sosyolojik pozitivizmle özdeşleştirdikleri
saha araştırmasına karşı öğrenilmiş bir küçümsemeyi yaratarak ve ya­
yarak, “felsefe yapma” kaygısına düşmüş ve kendilerini bir tür sosyal
felsefeci olarak konumlandırmışlardır. Sonuç olarak; Batı’da ‘60’larla
birlikte yeşeren konvansiyonalizm, sosyologları yoğun bir araştırma
gündemine sevk ederken, Türkiye’de tam tersine, yorumcu gelenekte
klasik anlamıyla içkin olan teorik-elitist tavrın da etkisiyle, empirik ça­
lışmaya yönelik bir karşıtlık (ve hattâ kimi örneklerde, bir düşmanlık)
yaratmıştır.
Bu demektir ki bilim sosyolojisi, Türkiye akademileri açısından
varlığıyla değil yokluğuyla bir semptom haline gelmiştir. Nitekim
empirik olarak herhangi bir araştırma yapılmamasının yanısıra, bilim
sosyolojisinin ders olarak birkaç sosyoloji bölümüyle sınırlı kalması ve
belki arandığında ancak birkaç bilimsel tebliğe rastlanabilecek olması,
durum u net bir biçimde gözler önüne sermektedir. Somut bir araştır­
ma gündemi geliştirilmediği noktada, bu dersler ve tebliğler de kadük
kalmaya mahkûm dur.
Şu halde kadim soruyu sormanın vakti gelmiştir: Türkiye’de bir
bilim sosyolojisi pratiğinin yaşama geçirilmesi için, ne yapmalı?
İlk olarak; pozitivizmde, Türkiye’deki mevcut haliyle, alana yönelik
herhangi bir ışık görülmemektedir. Ancak konvansiyonalist yaklaşım­
lar, pozitivizm eleştirisinin zorunlu olarak empirik bilgi karşıtlığına
götürmeyeceğini ve sözüne değer verdikleri bir düşünürün deyişiyle
“empirik bilginin empiristlere bırakılmayacak kadar değerli olduğu­
n u”28 fark etmeli ve buna uygun bir pratiği yaşama geçirmelidirler.
Zira konvansiyonalist bir araştırma gündemi, yaşama geçirildiği d u ­
rumda, Batı’da olduğu gibi burada da, alanın içinden ciddi içgörüler
yaratma potansiyeli taşımaktadır.
Son olarak ve bizce asıl önemlisi; ilk başlıkta bahsimizi yatırdığımız
teorik hat geliştirilmeli ve buradan hareketle yeni araştırma gündem ­
leri yaratılabilmelidir. Batı’da deneyimlenen, normatif bir perspektife
ve daha genel toplumsal-felsefî ilgilere doğru çifte hareket, Türkiye
gerçekleriyle uygun bir biçimde değerlendirildiği noktada, verimli
imkânlar sunmaktadır. Zira bu yönelim, alandaki sorunların kaynağı

28 Bkz. Jürgen Habermas, Sosyal Bilimlerin Mantığı Üzerine, çev. Mustafa


Tüzel, Kabalcı Yayınevi, İstanbul, 1998.
olduğunu gördüğüm üz dar-politik güzergâhlardan bizleri kurtararak,
akademinin gerçek anlamıyla politik bir biçimde, yani salt söylemsel
düzlemde değil ama aynı zamanda diğer sosyal kurum ve yapılarla,
diğer sosyal söm ürü ve tahakküm mekanizmalarıyla ilişkisi içersinde,
kurumsal ve yapısal olarak analiz edilebilmesini sağlayacaktır. Böylesi
bir yaklaşım, self-refleksif bilinci tüm bilim sahalarına yaymaya yöne­
lik adımlara yol açtığı noktada, yerlerde tekmelenen bilim tabelaları­
nın yerli yerine asılmasını sağlayacak ve ülke gerçeğinde önemli roller
oynama potansiyeline sahip özgürleşimci bir bilim pratiğini mümkün
kılacaktır.

İşte Halep, işte arşın!...


BİLİMSEL BİLGİ SOSYOLOJİSİ:
Ç a ğ d a ş Bİ l İm Ü z e r î n e İ n c e l e m e l e r *
H . M. C ollin s

Giriş
Joseph Ben-David ve Teresa Sullivan, 1975 yılında bu dergi için
“Bilim Sosyolojisi”ni kaleme aldıklarında, bilimsel bilgi sosyolojisini
telaffuz etme gereksinimi duymamışlardı. Bundan tam altı yıl sonra
Ben-David (1981), başlığı “Bilimsel Bilgi Sosyolojisi” olan bir makale
yayımladı. Bu iki makale, bu alt disiplinin son yıllardaki gözle görülür
gelişiminin işaretiydi. Ben-David’in de yazdığı gibi (1981: 54), “bilim
sosyolojisindeki son dönem gelişmeler hakkındaki hiçbir yazı, yet­
mişler boyunca bu alana hâkim olan ‘devrimci’ durum u görmezlikten
gelemez.” Alanın gelişim sürecine iştirak etmiş birisi olarak ben de,
bu dönemdeki heyecan ve düş kırıklığına tanıklık edebilirim. Bilimsel
bilgi sosyolojisi, bir tür sosyolojik mükemmellik vaadiyle ortaya çık­
tığı için heyecan vericiydi. O, detaylı empirik araştırmaların oldukça
sağlam teorik sonuçlar ortaya koyacağı bir alan olacaktı. Erişilebilir
ve bağımsız kurumlar kesinliğin temel sırlarını elinde tutmaktaydı ve
bir kavrayış aydınlanması yaratmak için, sadece bu sosyal ‘atom lar’ı
parçalamamız gerekiyordu. Ama aynı zamanda, başlıca sosyolojik p i­
yasada, yani Birleşik Devletler’de hemen hiç kimse bu aydınlanmayı

Çeviren: Bekir Balkız


' Orijinal Eser: “The Sociology of Scientific Knowledge: Studies of Contem­
porary Science”, Annual Review of Sociology, cilt 9. (1983), s. 265-285.
görmediği ve adeta bir uyuşukluk hissine kapılmış olduğu için durum
hayal kırıcıydı da. Sadece potansiyelini ortaya koymaya başlamış olsa
da, sahaya şu sıra özsel katkılardan ziyâde çekişmelerin hâkim olması,
makul bir teorik tartışma standardının istikrarlı bir şekilde artış kay­
detmemesi ve alan araştırması tasarımlarının araştırma stratejisi bakı­
mından çoğunlukla yerel şartlara bağlı kalması yüzünden durum son
zamanlarda da hayal kırıklığı yaratmaya devam ediyor. Tekdüzeleşme
kaygı verici boyutlarda, ancak bunun kaçınılmaz bir sonuç olmayaca­
ğım ümit ediyorum.
Analize yer temin etmek için bu incelemenin içeriği, sade bir şekil­
de üç noktayla sınırlanmıştır. İlkin, tarihsel incelemeler bu alandaki
entelektüel ağın daimî parçaları olsalar da, sadece çağdaş bilim ince­
lemeleri üzerinde duracağım. İkinci olarak, kendimi neredeyse tam a­
men 1969 ve 1981 arasındaki dönemle sınırlandıracağım. Bu yüzden,
istikrarlı bir ilgiye m azhar olabilecek makaleleri seçip ayırmak için he­
nüz çok erken olacağından, bazı son dönem çalışmalar hakkında tar­
tışmaya girişmeyeceğim (en son tartışmalar Knorr-Cetina & Mulkay
1982’den izlenebilir). Üçüncü olarak da, bu dar çizilmiş sınırlar içer­
sinde dahi ayrıntılı ve eksiksiz bir inceleme teşebbüsünde bulunm a­
yacağım. Anılmayı hak eden pek çok yazar, bu şematik analize dâhil
edilmeyecektir. İkinci bölümün başında da vurguladığım gibi, bu sı­
nırlandırmalar, dışarıda tutulan konuları ihtiva eden bütün dergi sayı­
larına rahatlıkla ulaşılabileceği için çok fazla zarar verici olmayacaktır.
Bu incelemenin ilk kısmını, 1970’lerin ortalarına kadar İngilte­
re’deki gelişmelere ayırdım. Alana ilişkin hızla ivme kazanan denizaşırı
diyaloga engel olabilecek bir yanlış anlamaya meydan vermek istemi­
yorum. İkinci kısımda, çağdaş bilimsel bilgi sosyolojisindeki araştırma
temalarını ve stratejilerini tartışacağım. Üçüncü kısımda, bazı ilginç
bulgu ve hipotezleri özetleyecek ve alanın kapsamlı içerimlerine dikkat
çekeceğim.

Bilimsel Bilgi Sosyolojisi ve Bilim Sosyolojisi


Ekseriyetle Amerikan etiketli (sıklıkla Robert Merton ile birlikte anı­
lan) “bilim sosyolojisi” ile ekseriyetle İngiltere etiketli “bilimsel bilgi
sosyolojisi” arasındaki ilişki, takriben bütün katılımcılar tarafından
rakip veya belki de uzlaşmaz bir ilişki olarak telâkki edilmiş gibi görü­
nüyor. Bu durum u “yeniliğe direnç” (Barber 1961) şeklinde kavraya­
biliriz. Bu direnç, hiç kuşkusuz, her iki yaklaşımın (yanlış) algılanan
politik imâlarıyla şiddetlenmiştir. M erton (1942) ve Barber’ın (1952)
bilimin normları hakkındaki düşüncelerini, Avrupa totalitarizminin
yükselişi bağlamında değerlendirmek gerekmektedir. Halbuki, röla-
tivizm “her şey gider”i (Feyerabend 1975) onaylıyor görünür. Ancak
ben, bu tartışmada sadece her iki alan arasındaki bilişsel ilişki üzerin­
de duracağım.
Bilim sosyolojisinin ana temaları Ben-David (1975) tarafından ay­
rıntılı bir şekilde pek iyi anlatılmıştır. Bu başlık altında toplanan ça­
lışmaların tümünün, bilimin etkin bir şekilde varlığını koruması ve rol
ifa etmesine -D o ğ a hakkında soruların sorulması ve cevaplanm asına-
imkân sağlayan norm atif ve diğer kurumsal düzenlemeler toplamını
izah etmeye yönelik olduğu söylenebilir. Sorulara verilen nihaî cevap­
ların Doğa’nın cevapları olduğu, yani insanoğlunun sadece bir aracılık
rolü üstlendiği şeklindeki kabul, bu araştırma programının can alıcı
veçhesini oluşturmaktadır. Buna göre, münasip kurumsal tedbirlerin,
dünyevî anlaşmazlık ve önyargıların etkisini ortadan kaldırması gere­
kir. Sözü edilen cevapların yılmaz takipçiliğini cesaretlendirecek bir
ödül sisteminin mevcut olması da zaruridir.
Bu program, bilimsel cevapların içeriğine dair sosyolojik ilgiye iti­
bar göstermez. Araştırmanın doğrultusu hakkında bir şeyler söylemek
mümkün olabilir, fakat sosyolog için cevaplar, ancak Doğa’mnkin-
den ziyâde tamamıyla insanın verdiği cevaplar ise -yani onlar bilim­
sel bilginin “münasip bir parçası”nı teşkil etmiyorlar ise - ilgiye değer
hale gelirler. Esasında, bilimsel bilgi bu teşebbüste kapalı bir kitap
olarak kalmaya devam eder [programatik bir tartışma için bkz. M er­
ton (1945)]. Öte yandan bilimsel bilgi sosyolojisi, bütünüyle, neyin
bilimsel bilgi olarak -v e nasıl- hesaba katıldığı meselesiyle alâkadar
olur. İnsanî bilimsel etkinlikten bağımsız ve onu aşan bir bilgi iddiası
sözkonusu olamayacağından, buradaki can alıcı ifade “hesaba katm a”
olmaktadır. Bu görüşün en önemli versiyonu -tam am en farklı kültür­
lerden gelen yansız araştırmacı ve düşünürler arasında mutabakatın
oluşmasını zorunlu kılacak ne fiziksel dünyada değişmez durumların
ne de değişmez bir m antık alanının mevcudiyetini varsaymadığı için-
çoğunlukla “rölativizm” olarak adlandırılır. Ne Doğa ne de Rasyona-
lite insan kültürü açısından apaçık birer evren olarak alınmalıdır. Bu
programı temel alan araştırmalar, hakikatin ortaya çıkması için bir
topluluğun nasıl tanzim edilebileceğinden ziyâde, fiziksel ve m atem a­
tiksel dünya hakkındaki belli fikirlerin bir toplumda nasıl doğru olarak
telâkki edildiği meselesiyle alâkadar olur. Rölativist safta yer alan ya­
zarlar, bilimsel bilginin “sosyal inşâsı”ndan sıklıkla bahsederler.
Geleneksel ve oldukça yeni araştırma programları arasındaki fark­
lılıkların temelinde, toplum hakkında sorulan sorular ve bu soruların
hedefleriyle ilgili epistemolojik kabuller bulunmaktadır. Bilimsel bilgi
sosyolojisinin gelişimini, geleneksel bilim sosyolojisine karşı bir tepki
olarak okum ak m üm kündür. Tetkik edildiği vakitlerde, Amerikan sos­
yoloji literatürü, bilimsel bilgi sosyolojisine ya gereken önemi vermedi
ya da eleştiri yöneltti. Standart norm atif şemayı eleştiren birçok m a­
kaleye, İngiliz ve diğer Avrupa menşeli çalışmalar arasında rastlanabi­
lir. Bununla birlikte, bazı ilk makalelerin kökenini açıklarken zorunlu
bir muhalefet duygusuna kapılmanın yanlış olacağını göstereceğim
(keza bkz. Gieryn 1982; Collins 1982a).
Kendimi İngiltere ile sınırlandırıp ve bir sosyologdan ziyâde belki
de bir tarihçi olan Alex Dolby ve şahsımı da dâhil ederek, fikirlerini
birbirlerinden bağımsız olarak geliştirmek suretiyle bilimsel bilgi sos­
yolojisine katkı sağlayan altı şahsiyetin mevcut olduğunu söyleyebili­
rim .1 Temel önemde katkı sağlayan başkaları da, bu alanda ilk eserle­
rini üretm eden önce bu altı kişiden biri ya da daha fazlası ile kurumsal
olarak bağlantı içinde olmuşlardı.
Bu altı kişilik grubu, sade bir şekilde üçer kişiden oluşan iki alt
gruba ayırıyorum. Barnes, Bloor ve ben, 1970’li yıllar boyunca bilgi
sosyolojisinin rölativist bir perspektifle incelenmesine yönelik apaçık
bir ilgiyi muhafaza ettik; buna karşın Mulkay, Whitley ve Dolby’nin bu
konudaki ilgileri çok net görünmüyordu. Bu ilk üçlünün çalışmaları
oldukça şamatacı bir muhalefet için çekici olmuşsa da, bu çalışmala­
rın geleneksel bilim sosyolojisine karşı bir tepkiden değil, fakat aksine
tamamen farklı felsefî ve antropolojik köklerden beslendiği, tezimin
ilk kısmını oluşturmaktadır. İkinci grup içinde yeralan üçlünün ça­
lışmaları -belki de tamamının (ilkindeki hiçbirinin) doktora eğitim­
lerine Kuzey Amerika’da (Mulkay’ın Simon Fraser’da, Whitley’nin
Belver Griffith aracılığıyla Annenberg School o f Communication’da ve
Dolby’nin Columbia’da) devam ederken bilim sosyolojisi ile tanışmış
olmalarından dolayı- muhalif bir ruh halinden yola çıkıldığı izlenimi
veriyor. Bilimsel bilginin içeriğinin analiz edilmesine yönelik yerleşik
sınırlamalara bir tepki olarak ortaya çıkan bu çalışmaların, zemin te­

1 Marksist eserleri bu kısa değerlendirmenin dışında tutuyorum. İlginç bir


tartışma için bkz. MacKenzie (1981a). Edinburgh Bilim Araştırmaları’nın
kuruculuğunu ve Social Studies of Science’m yardımcı editörlüğünü yapmak
suretiyle, bu yeni alanın gelişimine katkı sağlayan David Edge’i de anmam
gerekir (keza bkz. Edge 1979).
mizliğinde etkili olmuşsalar da, esinini felsefe ve antropolojiden alan
rölativist çalışmalar gibi istikrarlı bir araştırma program ına öncülük
etmedikleri, tezimin ikinci kısmını oluşturuyor. Önde gelen aktörler
ile yapılan görüşmeler, bu temalara açıklık getirmeyi m üm kün hale
getirmiştir.2

Bilimsel Bilgi Sosyolojisine Altı Bağımsız Katkı


Bloor ve Mulkay, alana bütünlüklü yaklaşmak sözkonusu olduğunda,
çoğunlukla yanılmaya yol açan aşırı uçları temsil ederler. Mulkay’m
eseri, M erton’ınkine bir tepki olarak ortaya çıktı. [Kitabı (1979a),
bu program ın rölativist/simetrik çehresine katkı sağlamış olsa dahi,
halihazırda mevcut çalışmaların bir sentezini yapar; anılan m aka­
le (1979b), başlangıçta bu kitabın bir bölümü olarak tasarlanmıştı.]
Mulkay’m 1969 tarihli metni, “bilim normları tezi”ne karşı ilk defa
açıkça ilân edilmiş bir tavrı ve Whitley’nin sonradan, bilimsel bilginin
“kara kutu”su olarak işaret ettiği şeyin kapağını açmaya yönelik ilk
çağrıyı temsil eder. Geriye dönüp bakıldığında, bu metin bilimsel bil­
ginin sosyolojisini talep eden ilk metin gibi görünüyor. Aslına bakılırsa
bu doğru değil. Sıkı bir şekilde incelendiğinde, bu metnin bilimsel
bilgi sosyolojisine bir başlangıç olmaktan ziyâde, Mulkay’m da ifade
ettiği üzere, Kuhn’un eseri ışığında M erton’a bir cevap olduğu anla­
şılacaktır.
Bu metinde Mulkay, teknik ve bilişsel normların, M erton’ın (1942)
Komünizm, Evrenselcilik, Çıkardan Azâdelik ve Örgütlü Kuşkuculuk
normlarından çok daha fazla çarpıcı ve çok daha fazla açıklayıcı güce
sahip olduğunu ileri sürer. Metin, bilimsel buluşlar üzerindeki kısıt­
lamaları ve onların bu kısıtlamalara rağmen ortaya çıktığı koşulları
tartışmak suretiyle bilimsel bilgiyi analize açar. Normal bilimde m uta­
bakata yönelten kısıtlama ve baskılar, Velikovsky’nin güneş sisteminin
tarihine dair heterodoks iddialarının ele alındığı bir tartışmada, örnek­
lerle açıklanmıştır. Mulkay, buluşların ya araştırmanın göz ardı edilen
alanlara doğru genişlemesinden - k i Holton’a atfedilen bir görüştür
b u - ya da alanlar arasında fikirlerin birbirine aşılanmasından kaynak­
landığını ileri sürer.
Bizatihi bilimsel fikirlere, Mulkay’ın analizinde demek ki tam bir
özerklik atfedilmiştir. Anomalilerin belirginleşmesi, bir araştırm a tar-

2 Bilgi sosyolojisine katkıda bulunan sözkonusu çalışmanın bu kısmını değer­


lendirmeye almadım. Burada ben, belirli temaları netleştirmek ve onların seçi­
len araştırmacıların eserlerindeki dolaysız kökenlerini açıklamak niyetindeyim.
zının tıkanmaya başlaması, daha evvel keşfedilmemiş sahaların peyda
olması, sosyal düzenlemeler sayesinde bir fikirler öbeğinin diğeriyle
karşılıklı etkileşime girmesinin sonucunda keşif ya ivme kazanır ya
da ketlenir. Mulkay bilimsel fikirlerin ne özsel içeriğini analiz eder ne
de bir analiz tarzına atıfta bulunur. Ortodoks bilim sosyolojisine tepki
gösterirken o, “teknik norm lar”a dayanan alternatif bir çözüm teklif
etmiş olsa da, bütünüyle mevcut disiplinin sunduğu problemler setine
başvurmuştur. ,
Mulkay’ın bilim hakkındaki çalışmasının bütün temalarına, kitabı
(1979a) ve “söylem analizi”ne dair son dönem çalışması (Knorr-Ceti-
na & Mulkay 1982) sayılmazsa, bu ilk metinde de rastlanabilir.3
Öte yandan Bloor’un metni (1973), rölativist yaklaşım içinde apa­
çık bir başlangıcı temsil eder. Bu metin, onun felsefe ve matematik
eğitimi görmesinin ve Lakatos’un çalışmalarıyla tanışmış olmasının
ürünüydü. Bloor (1973, 1976), rölativist görüşe, kendi “güçlü prog­
ra m ın ın iki prensibi kapsamında işlemsel eşdeğerlikler atfetti. O, sos­
yologun, kendi hakikat ve rasyonalite kavrayışını hesaba katmaksızın,
teorileri simetrik ve tarafsız olarak analiz etmesi gerektiğini ileri sür­
mekteydi. Güçlü program, bu yeni alanın hiç kuşkusuz en fazla atıfta
bulunulan sembolüdür. Bloor’un çalışması ne kökenleri ne de özsel
ilgileri bakımından bilim sosyolojisine bir tepkidir; o, Lakatos ve Wit-
tgenstein’ın fikirlerinin bir tür uzantısı ve uygulamasıdır.
Bu iki makale değinilen teze örnek teşkil eder. Bilgi sosyolojisine
-geriye kalan- dört bağımsız katkıya dair kısa bir tartışma, bu tezi çok
daha fazla destekleyecektir.
Whitley’in en önemli ilk makalesi (1972), “Kara Kutuculuk” hak­
kında idi. Mulkay gibi Whitley de, bilimsel bilginin incelemeye açılma­
sını talep etmekteydi. Mevcut bilim sosyolojisinde, bilimsel bilgi üre­
timinin salt girdi ve çıktıların incelenebileceği bir “kara kutu” olarak
kabul edildiğini ileri sürmekteydi. O, bilimsel bilgi sosyolojisinin, en
azından belli ölçüde bu kutuyu açması gerektiğini öne sürmekteydi.
Bu ise farklı epistemolojiler farklı bilgi sosyolojilerini doğuracağı için,
belli bir epistemolojik teorinin geliştirilmesini gerektirmekteydi.
Whitley’in epistemolojiye yönelik ilgisi aşikâr olsa da, bu metin,
bilimsel bilginin içeriğinin tartışmaya açılmasına yönelik ağır kısıt­
lamalara karşı gene de esaslı bir tepkiyi temsil etmektedir. Whitley,

3 1977’ye kadar yayımlanmış bir dergide Mulkay’ın bilimsel bilgi sosyolojisini


önemli bir tartışma alanı olarak ele almadığına, bu bağlamda işaret etmek
gerekiyor.
M ertoncı fikirler bilimle ilgili sosyolojik tartışmalara bugüne kadar
hâkim olduğu için, yeni çalışmaların bu fikirlere tepki göstermek zo­
runda kaldığına dikkat çeker. Bakıldığında, YVhitley’in metnindeki
tepkisel temaların bu kuralı aştığı açıkça görülür. Kendinin farkında
olan (rölativist olmayan) bir epistemoloji talebi dışında, bilimsel bilgi
sosyolojisi için hiçbir taslak veya empirik olarak tatbik edilebilecek bir
program bu metinde sunulmaz.
W hitley’in son yazıları (1976, 1978), doyurucu empirik örnekle­
melerden hâlâ yoksun olsalar da, -örgütsel yapı ile bilimlerin bilişsel
yapısı arasındaki ilişkiyi vurgulayan disiplinler arası karşılaştırmalı
analiz için - değeri haiz yeni bir yönelime işaret eder. Ancak bu fi­
kirler, onun empirik iletişim incelemeleri yaptığı dönemde edindiği
tecrübelerden kaynaklanıyordu. Değişik bilimler, kökten farklı sosyal
sistemler gibi ortaya çıkarlar. O, Kuhn’u yekpâre bir bilim fotoğrafı­
nın takdim edicisi olarak değerlendirdiği için, çalışmasının bu veçhe­
sini “anti-K uhncu” olarak tanımlar.4
Bana gelince, benim ilkyazım (1974), Kuhncu fikirleri bilimsel ile­
tişim incelemelerine uyarlama girişimimden doğdu. Kuhn’un eserini,
W ittgenstein’ın “hayat tarzı” nosyonunun (1953) bilime bir uyarlan­
ması olarak (yanlış bir şekilde) okum uştum . Yorumlayıcı sosyoloji de
bir etkiye sahipti. Müteakip çalışmalarımda (örneğin 1975), iletişime
dair oluşan fikri bilimsel sonuçların yinelenme sürecine ilişkin bir an a­
lize uyarladım (aşağıya bkz.). Bu çalışma bilim sosyolojisine hiçbir şey
borçlu değildi ve bütünüyle rölativist/simetrik bir perspektifi kullan­
maktaydı.
Dolby’nin bilgi iddialarının kalıcılığını devam ettirmesinde ihtilâf
ve mutabakatın karşılıklı etkileşimine dair çalışması, simetrik perspek­
tifi büyük ölçüde onaylıyor gibi görünüyor. Ancak o, gayrı rasyonel
inanç sistemlerinin teşhis edilmesine yönelik bir sınır kriterini -yani,
değişime bağışıklığı- muhafaza eder (Dolby 1974). Onun bu sahada­
ki ilk yayını, Barnes ile birlikte kaleme aldıkları ve başlığını uygun bir
şekilde “Bilimsel Ethos: Sapkın Bir G örüş” olarak formüle ettikleri
anti-M ertoncı bir makaleydi (1970). Bu işbirliği, ikisinin şimdiye ka­
dar birbirlerinden bağımsız olarak hayli benzer yazılar yazmış olduk­
larını fark etmelerinden ve fikirlerini birleştirmeye karar vermelerin -

4 Ne Whitley’in, Weingart ve Mandelsohn ile ilişkisine ve birlikte Sociology of


the Sciences Yearbook’u yayımlamış olmalarına, ne de Whitley ve Weingart’in
paradigma nosyonunun analizine dair diğer iki makalesine (örneğin Whitley
1975; Weingart 1974) değinmeyeceğim.
den dolayı gerçekleşti. Dolby, kendi yazısını Columbia’da karşılaştığı
eğitime bir tepki olarak kaleme aldığını iddia eder. Dolby’nin diğer
çalışmaları da, bilim sosyolojisinden değil de, Kuhn’dan (yoksa onun
yanlış okunm asından mı?) etkilenmiş gibi görünür.
Barnes ise en çetrefil örneği oluşturur. Eğitimini Kuzey Amerika
dışında devam ettirmiş ve bilimsel bilgi sosyolojisine temel bir katkıda
bulunmuş olsa da, o buna rağmen Dolby ile birlikte açıkça anti-M er-
toncı olan bir makale yayımladı.
Barnes’m fikirleri, esas olarak, antropolojiden ve Bernstein ve M a­
cIntyre tarafından (etik hakkında) teşvik edilen fikirlerin rölativistik
işleme tâbi tutulmasından hareketle oluştu. Sınıflandırmanın (katego­
rileştirmenin) rölatifliğine yönelik ilgisi Man 'deki 1969 tarihli makale­
sinden Philosophy o f the Social Sciences’daki son makalesine (1981)
dek uzanır. Kitabı (1974), yeni programın hedeflerinin önemli bir an ­
latımıdır. O halde, niçin Barnes (Dolby ile birlikte) 1970 yılında Euro­
pean Journal o f Sociology’de anti-M ertoncı bir makale yayımladı?
Bu makale, Essex’de bir sosyolog olarak çalışmalar yaptığı sırada
geliştirdiği işlevselcilik eleştirisini, işlevselci açıklamanın paradigma-
tik bir örneğine uyarlıyordu. Barnes’m daha sonra Bilim Araştırmaları
Birimi’nde çalışmaya başladığı tarihten itibaren Merton paradigması,
bilim için kolaylıkla genel bir onay görmüştü. 1970’deki bu makale,
Barnes’ın çalışmaları üzerinde müteakip zamanda daha fazla etkili ol­
madı. Kendisinin de belirttiği gibi, bu makaleyi asla kısmen farklı bir
mesleki kariyer elde etmek için yazmak istememişti. Dolayısıyla Bar-
nes’ın çalışmalarındaki ilk dönem anti-norm atif tema ile son dönem
antropolojik anti-rasyonalist tema arasında hiçbir bilişsel ilişki yoktur.

Sonuç
1960’ların sonu ve 1970’lerin başında Avrupa’da bir dizi makalede
standart bilim sosyolojisine eleştiriler yöneltilmekteydi. Esas olarak
norm atif yaklaşıma karşıt olmasa bile, bu dönemde yazılan makale­
lerin takriben birçoğu en azından birkaç eleştirel giriş cümlesi ihti­
va etmekteydi. Bu durum, bilim sosyolojisi alanında Avrupa menşeli
çalışmalarda hâkim motivasyonun, bu disiplinin geleneksel biçimine
karşı bir tepkiden ibaret olduğu şeklinde bir izlenimin oluşmasına yol
açmış olabilir. Ancak, en ayırt edici ve mevcut delillere dayanırsak,
Avrupa menşeli çalışmalardaki en ısrarlı tema yani en geniş anlamda
rölativist/simetrik bilimsel bilgi sosyolojisi, mevcut analize karşı bir
tepkiden türememiştir. Rölativistlerin geleneği eleştirmelerinin ne­
deni, çerçevesi oluşan kendi sahalarını, yeni fikirler için bir sıçrama
tahtası olmaktan ziyâde, bir muğlaklık tehlikesine yol açabileceğini
düşündükleri bir ortodoksluktan ayrı tutmaya yönelikti.
Yeni bilimsel bilgi sosyolojisinin vücut bulmasında, ana-akım bilim
sosyolojisinin hiçbir pozitif rol oynamadığını ileri sürdüm. İki alan ara ­
sındaki ilişki evrimsel değildir; aksine (ne yazık ki betimlemek zorunda
kaldığım) akademik bir uzlaşmazlığın da eşlik ettiği bilişsel yüzeysel­
liğe sahip bir ilişkidir. Bu uzlaşmazlık bertaraf edildiği takdirde iki
alt-disiplin, aralarındaki bağlantı noktalarından kazanç elde edebilir.
Ancak meseleyi kapamadan önce ve şayet okuyucuda bu ekoller
arasındaki bilişsel ilişkinin zayıf karakterini aşırı abarttığıma dair bir
inanç oluşmuş ise, Social Science Index’deki küçük bir araştırmadan
elde edilen sonuçları aktarm ak isterim. 1971 ve ‘81 arasında rölati-
vist/simetrik İngiliz bilimsel bilgi sosyolojisine ait -incelem e ve tartış­
ma makaleleri şöyle d u rsu n - tek bir bulgu dahi, saygın bir Amerikan
bilim sosyologu tarafından Amerika’da yayımlanan herhangi bir dergi
makalesinde referans olarak kullanılmamıştır. Somut yarar açısından
bakıldığında, bilimsel bilgi sosyolojisinin fikirleri ve bulguları, Ameri­
kan sosyolojik çalışmalarının oluşturduğu ana-akım da güçlü bir dalga
etkisi yaratmamıştır.

Yeni Program
Şimdiye kadar bilimsel bilgi sosyolojisi ile geleneksel bilim sosyolojisi
arasındaki ilişkiyi tartıştım. Yakından ilişkili iki disiplin daha vardır:
Bilim felsefesi ve bilim tarihi. Çalışmaları, rasyonalist bilim felsefesinin
mevzilerini zayıflatmaya yönelik olan Lakatos (Lakatos & Musgrave
1970) ve Feyerabend (1975) gibi filozofların aksine, pek çok filozof
rölativist “tehdit”e karşı bilimde rasyonel ilerleme anlayışını savunma­
ya yönelmişti. Vuku bulan gerilim belli ölçüde canlı ancak pek ilerle­
me kaydetmeyen tartışmalara yol açtı, [örneğin bkz. Laudan (1977),
Progress and Its Problems, Barnes’ın incelemesi (1979) ve Bloor ve
Laudan arasında sürmekte olan tartışma- meselâ Philosophy o f Social
Sciences, Cilt 11 (1981) ve müteakip sayılar.]
Bununla birlikte, bilimsel bilgi sosyolojisi en sâdık kitlesini bilim
tarihçileri arasında -bilim tarihçilerini bir “kitle” olarak düşünmek,
ilişkinin karakterini kavramayı engellese d e - buldu. Pek çok sosyo­
log, tarihsel materyalleri bir kaynak olarak kullandı ve bazı ilk dönem
tarihsel çalışmalar ilham kaynağı haline geldi (bir tartışma için bkz.
Dolby 1971). İfade ettiğim üzere, rölativist tarihçiler ile sosyologla­
rın çalışmaları arasında (üslup ve vurgu farklılıklarına rastlanabilse
de) göze çarpan hiçbir “dikiş” izi mevcut değildir. Bu yüzden bilimsel
bilgi sosyolojisinin gelişimine dair doğru bir tasvir ancak bilim tarihi­
ni bütünlüklü olarak ele alabilecektir. Bereket versin ki, ilgili tarihsel
eserlerin büyük bir kısmı, son zamanlarda Shapin (1982) tarafından
oldukça yetkin bir şekilde yeniden incelendi.
Shapin’inkine ilâve olarak diğer son dönem incelemelerin birçoğu,
burada bana kaba bir analize odaklanma imkânı sağlıyor. Mulkay’ın
metni (1979a), birkaç isabetsiz vurgu ihtiva etse de,5 temel gelişme­
lerin kokusunu çok iyi hisseder. Son dönem literatürün doyurucu bir
şekilde incelendiği makalesinde (1981), 340 adet dipnot kaynakça
mevcuttur. Son olarak Barnes ve Edge de 400 adet kaynakçayı kendi
okum a listelerine (1982) dâhil ederler.
Yukarıda, yeni programın merkezi fikirleri ile bu program üzerin­
deki etkilerden bazılarını en passant (geçerken) ele aldım. Programın
rölativizmi onaylaması, bilimsel bilginin içeriğinin olabildiğince sosyal
koşullar içinde açıklanmaya çalışılması gerektiğini anlatır. Dünyanın
mevcut haliyle nasıl oluştuğu açıklanırken (hangi anlamda olursa ol­
sun) rasyonalite, önemsiz bir rol oynamalıdır. Bu yüzden daha az ras­
yonel görünen inançların, oldukça rasyonel görünen inançlarla aynı
tarzda açıklanması gerekir. Rölativizm böylelikle, Bloor’un terimlerini
(1973,1976) kullanırsak, simetriye ve tarafsızlığa dönüştürülür. Blo­
or’un çalışması, W ittgenstein’in programla ilişkisine açıklık getirdi.
Barnes (1974), antropolojideki tartışmaları bilim incelemelerine ta­
şımak suretiyle, rasyonalite nosyonunun gereksizliği hakkında uzun
boylu yazılar yazdı. Son bir makalede Barnes & Law (1976), Laka-
tos’un çok düzlemlilik teorisine dair analizinin, matematiksel ifade­
lerdeki “indekssel niteliklerin” (Garfinkel 1967) bir ifşası olarak oku­
nabileceğini gösterdi. Şayet matematik etnometodolojik olarak analiz
edilebilseydi, etnometodoloji bilimsel bilgi sosyolojisine alâka göster­
miş olur ve matematik de kendi konusunun uygun bir parçası haline
gelirdi. Law, French (1974) ile müşterek yazdıkları bir makalede yo­
rumlayıcı bir bilim sosyolojisi talebinde de bulunmuştu. Wittgenstein-
cı ve fenomenolojik/etnometodolojik fikirlerden, lazer uzmanı bilim
insanları (Collins 1974) ile çekim kuvvetinden ileri gelen radyasyonun
keşfi (Collins 1975) hakkındaki bir alan araştırması analizimde ben

5 Sözgelimi o, Mitroff’a ait kitabın (1974) rolünü yanlış kavrar. Mükemmel


olarak tasarlanmış ve tatbik edilmiş bir alan araştırması olmasına rağmen,
tikelci analitik vurguları bu kitabı öncü olmaktan alıkoyar.
de istifade ettim. Kapsamlı bir yorumlayıcı yaklaşım, keşif nosyonu
ile ilgili tartışmasında Woolgar (1976) tarafından kullanıldı. Böylelik­
le bütün temel malzemeler, 1970’lerin ortalarına doğru pastaya dâhil
edilmiş oldu.6
Aşağıda, bu güçlü teorik gelişme dönemiyle çakışan veya bu dö­
nemi izleyen önemli bir empirik araştırm a programının rehberliğinde,
açık veya örtük alternatif stratejileri inceleyeceğim.

Alternatif Stratejiler
Çekirdek Grup (Core-Set) İncelemeleri
Bu alanda bir dizi vurgu farklılığı görülebilir. Öncelikle, bilimsel bilgi
üretimindeki genel mekanizmaları açıklayan iki tür inceleme mevcut­
tur.
İlki deneylerin doğru kontrolüne, icra edilmesine ve yinelenme­
sine yönelik yöntemler gibi bilimin formel “işlemler”inin, araştırma
safhalarının vardığı noktaları tamı tamına açıklamadığını ispatlamaya
odaklanır. Bu formel yöntemler bilimsel bilgiye gereken ilâvenin ne ol­
duğuna dair görüş farklılıklarını çözme potansiyeline sahip değildir ve
ihtilâfların “son bulması”nı sağlayamazlar. Halihazırda, bu ilk amaca
uygun sosyolojik yani empirik olarak kabul edilebilecek incelemeler
bilim felsefesinde “D uhem -Q uine-H esse” tezi (Hesse 1974) olarak
bilinegelen tez ile çakışmaktadır.

Bilimsel Yöntemin Analizi


Deneysel fiziğe dair bana ait karşılaştırmalı bir inceleme, bu amaca
uygun akla gelen incelemedir. Bilim insanlarının “TEA lazer” kopyası

6 Kuhn’un (1962) etkisi, alternatif açıklamalarla vurgulanabilir. Bu türden


bir açıklama sosyal tarih ile ilgili bir inceleme için özellikle uygun olacaktır.
Zira sosyal tarihçilerin eserleri burada betimlenen çalışmalardan bazılarına
(örneğin bkz. Farley & Geison 1974) çok benzese ve muhtemelen onların
öncüsü olsa bile, yukarıda tartışılan felsefi ve antropolojik eserlerden etki­
lenmemiş gibi görünür. Kuhn, Avrupa’ya özgü bazı gelişmelerin entelektüel
atmosferini (belki de istemeden —bkz. Pinch 1982) kesinlikle yaratmış olsa
da, onun fikirleri, bir empirik araştırma programı oluşturmak için gerekli ay­
rıntılar gözetilerek geliştirilmedi. Fleck (1935) çok daha münasip bir öncü
olabilir, ancak son zamanlarda tercüme edilinceye kadar, onun çalışmaların­
dan İngiliz ve Amerikan araştırmacılar büyük ölçüde haberdar olmadı. Ayrıca,
hem Polanyi (örneğin 1958) hem de Ravetz (1971), bilim “sanat”ında “zımnî
bilgi”nin önemini tartıştı. Yol açtıkları etkinin hafife alınmaması gerekir.
oluşturma çabalarına ilişkin bir analizde, deneysel bilimlerde hünerin
önemini tartışmıştım (1974). Hünerler nakledilmeleri ve edinilmeleri
bakımından görünmez olduklarından, bir bilim insanı deneme ve ya­
nılma yoluyla bir deneyi lâyıkıyla icra etmek için gereken hünerlere
sahip olduğu takdirde, ancak o zaman onların açığa çıkması mümkün
olabilir. Yalnızca bir deneydeki hata ve başarının içeriği açık bir şekil­
de tanımlandığı durumlarda, bu gerçekleşebilir. İhtilâftan m uaf “no r­
mal” bilimde deneme ve yanılmanın mevcudiyeti yeterlidir; fakat bir
deneydeki doğru sonuçların oranı -ihtilâflı bilimdeki gibi- önceden
bilinmiyorsa, deney ehil bir şekilde icra edilmiş olsa dahi, onu sapta­
manın doğru bir yöntemi mevcut değildir. Örneğin, yerçekimsel rad ­
yasyondaki yüksek akışkanlığın keşfiyle ilgili deneyler (Collins 1975)
sözkonusu olduğunda, kimi bilim insanları yalnızca bu akışkanlığın
kaydedildiği deneylerin ehil bir şekilde gerçekleştirildiğine; buna kar­
şın başkaları ise yalnızca radyasyonun keşfedilmesini başaramayan
deneylerin başarılı olduğuna inanmaktaydı. Deneyin ileriki aşamada
yinelenmesi, haddi zatında meseleyi halletmez. Her yeni deney, ister
başarılı ister başarısız bir şekilde icra edilmiş olsun, araştırmacının
bakış açısına göre yoruma açıktır. Dolayısıyla yineleme yöntemi, yer­
çekimsel radyasyondaki yüksek akışkanlıkların varlığıyla ilgili tartış­
maları aslında kapatmamıştır ve kapatmayacaktır.
Bilimsel yöntemin -m atem atiksel (Pinch 1977) ve deneysel “çü-
rütm eler” (Wynne 1976; Collins 1976) ve deneysel “kontrol”ün an ­
lamı (Travis 1981; Collins & Pinch 1982) gibi- diğer veçheleri bu
tarzda yeniden analiz edildi. Deneysel sonuçların yorumlanabilirliği-
ni sınırlandırma çaresi olarak ölçü (kalibrasyon) kullanılmasına dair
analizler de devam etmektedir.

Tartışmaların Sonlanması
Genel mekanizmalar ile alâkalı ikinci inceleme grubu, gördüğümüz
üzere potansiyel olarak sınırsız bilimsel tartışmaların, pratikte fiilen
nasıl son bulduğu meselesi üzerinde odaklanır. Bilimsel argümanlar,
ihtilâfı kargaşaya dönüşmekten alıkoyan bilimsel bir kültür bağlamı
içinde ortaya çıkarlar. Manyetik monopolün hipotetik keşfiyle ilgili
argüm an ve deneyler hakkındaki bir incelemesinde Pickering (1981),
bilim insanlarının deneysel sonuçların doğru yorumu üzerine haliha­
zırda mevcut mutabakatların azami sayısını muhafaza etmeye çalıştık­
larını ileri sürmekteydi. Bu durum da, mutabık noktaların muhafaza
edilmesi, deneysel ispatın, manyetik monopolün varlığını kanıtladığı
şeklinde yorumlanmamasını gerektirmekteydi. Bu deneyler yeni, yani
bir yorum tarihinden yoksun oldukları için, monopol deneyleri hak-
kındaki önceki mutabakatlar elbette kesin değildi. Pickering mevcut
teorilerin, monopol deneylerinin veçhelerini, bilim kültürüne hali­
hazırda oldukça sağlam bir şekilde yerleşmiş ve standart yorumlara
sahip diğer deneylerle ilişkilendirdiğini öne sürmekteydi. Pickering,
manyetik monopol tartışmasının son bulmasını, bilim insanlarının ol­
dukça az sayıdaki standart yorum lan geçersizleştirmeye yönelik ilgi/
çıkarlarının devreye girmesiyle açıklar.
J/psi atomaltı parçacığına ilişkin “ışınım” (charm) ve “renk” yo­
rumları arasındaki teorik tartışmaya dair başka bir makalesinde Picke­
ring (1980), ışınım yorum unun nihaî zaferinin, teknikleri renk yorumu
için değil de, ancak ışınım için kullanılabilecek bir grup matematikçi
ile ışınım teorisyenleri arasındaki sahte ittifaktan ileri geldiğini açıklar.
Pickering’in analizi bilimsel kültürün muhafazasında ilgi/çıkarla­
rın, bilimsel araştırmanın görünüşte özerk safhalarının sonucunu -
karmaşık ve açıklıktan yoksun teorik bağlantılar vasıtasıyla- dolaylı
bir şekilde etkilediğini ayrıntılarıyla gözler önüne serer. Bilim kültü­
rünün sınırlayıcılığı, hiç şüphesiz doğrudan da hissedilir. Çekim gücü
dalgasıyla ilgili ihtilâf (Collins 1975) hususunda, bilim insanlarının
sadece gizli oturum larda tartıştığı çekim gücü dalga “anten”lerinin
farklı farklı işlediğine dair heterodoks açıklamalar mevcuttu.
Bununla birlikte, bilimsel geleneklerin tamamen katı olmadıkları da
hatırda tutulmalıdır. Standart yorumların büyük çapta geçersizleştiril-
diği durumların mevcut olduğunu bugün biliyoruz. Küçük çapta ise
mevcut pratiğin anlamı, belli bir ölçüde de olsa daima yeniden yoruma
açıktır (Woolgar 1980). Kuantum fiziğinde “konum suzluk” (nonlo-
cality) hakkındaki yorumlara ilişkin incelemesinde Harvey (1981), bir
bilim insanının “akla uygun gelmeyen” bir hipotezi sınama niyetini
salt ifade etmesinin bile, bu hipotezin oldukça akla uygun görülmesine
yol açtığını açıkça ortaya koyar.
Bilimsel tartışmalar üzerindeki diğer sınırlayıcı mekanizmalara,
ortalama bir sosyolog âşinâ olmaktan uzaktır. Bu mekanizmalar, m ü­
nasip şekilde, kuşatıcı bir “kontrol” uygulaması nosyonu dâhilinde bir
araya getirilebilir. Tercih edilen deneysel yorumlar, meslekî dergilerde
seçici sunumlar yapmak (hafıza transferi hakkında Travis 1981; para-
psikoloji hakkında Collins & Pinch 1979), meslekî toplantılar düzen­
lemek ve bilim insanlarının cüz’i hatalarını duyurmak (çekim gücü
radyasyonu hakkında Collins 1981b), popüler inanışları destekleyen
abes deneylerin önemini abartm ak (parapsikoloji hakkında, Collins
1976) ve sıkıntı yaratabilecek sonuçları gizlemek (Barkla’ın “J-Ray
ışınları” hakkında Wynne 1976) ve diğer birçok taktik (Collins & Pin­
ch 1979) yoluyla desteklenmiştir. Bir bütün olarak, bilimsel kesinliğin
oluşması, yerleşmesi ve korunması anlaşılır hale geliyor.
Çağdaş bilim incelemeleri, bizatihi bilim topluluğunun dışını, ihti­
lâfların sonuçlarına dair açıklamalar yapmak maksadıyla nadiren tet­
kik etmiştir. Tartışmaların spesifik sonuçları, yalnızca tarihsel incele­
melerde çok sayıda sosyal ve politik faktöre referansta bulunularak
açıklanmıştır. Barnes & Shapin’in (1979) Natural Order’ı bu özelliğe
sahip örnek bir derleme çalışmasıdır. Bu çalışma, başka bilimlerdeki
safhaların yanısıra, ırk / I.Q. oranı hakkındaki tartışmayı, frenolojiyi
ve istatistik tarihini ihtiva eder. Bugüne ve geçmişe yönelik incele­
meler arasındaki açıklayıcı kaynakların kullanımı hususundaki bu
farklılık, bilim incelemesindeki eski “içselci/dışsalcı” ayrımını yeniden
diriltmez. Bu bağlamda “içselci”, içsel olanın imâlarını bilimin m antı­
ğına taşımaktaydı. Bu yüzden sosyal örgütlenme veya güç dağılımını
temel alan bir açıklama, bilimin içinde hâlâ dışsalcı bir açıklama olarak
kabul edilecektir. Yeni bilimsel bilgi sosyolojisindeki bazı incelemeler
içselci olabilir, ancak bu onların bilim topluluğunun dışında olup biten
hadiselere karşı kayıtsız olduklarına kanıt teşkil etmemelidir. Bu ince­
lemelerin pek çoğu (Collins 1981 a’yı takdim ederken de vurguladığım
gibi), tarihçiler tarafından -politik ve sosyal çıkarlardan hareket edile­
re k - ortaya konan bilgi tarzıyla elbette bağdaştırılabilir. Çağdaş bilime
yönelik benzer bir ele alışın hâlâ bekleniyor olması, muhtemelen ya
bilimin özerkliğinde zamanla meydana gelen mutlak artışla ya da, çok
daha muhtemel olduğuna inandığım üzere, modern bilimin “ağaçlar”ı
bizi çepeçevre kuşattığı için sosyal ve politik “orm an”ı görme güçlü­
ğüyle alâkalıdır.
Şu ana kadar tasvir ettiğim bütün çağdaş araştırmalar benzer bir
metodolojiyi kullanmıştır ve onların tamamı ihtilaflara dair araştırm a­
lardır. Bu alan çalışmaları, öncelikle sözkonusu tartışmaya önemli de­
recede deneysel veya teorik katkılarda bulunmuş, sıklıkla çatışan bilim
topluluğu üyeleriyle gerçekleştirilmiş derinlemesine görüşmeleri kap­
samaktadır. En az üç kişiden oluşan bu gruplar, genellikle küçüktürler
ve “çekirdek gruplar” olarak adlandırılırlar (Collins 1981c).
Bu derinlemesine görüşmelerde, araştırmacıların soruşturulan bi­
lim sahasının teknik ayrıntılarına âşinâ olmaları gerekir. Farklı araş­
tırmacılar ilk eğitimlerini doğa bilimi alanında tamamlamışlardır. Bu
eğitim zorunlu olmasa bile, teknik bir yeterlilik düzeyi, bilimsel bil­
ginin içeriğini -sa lt bilim kurumlarıyla sınırlı kalm adan- sorgulama
amacına uygun düşer. Buradaki yöntemde, önceki bilim sosyolojisi
yaklaşımlarına karşı belirgin bir zıtlık sözkonusudur. Harold Garfın-
kel ile birlikte anılan etnometodolojik okuldan (bkz. Lynch 1982) ge­
len araştırmacılar, değinilen bilimleri öğrenmek için formel eğitimde
yıllarını harcamışlardır. Başka durum larda (meselâ Collins & Pinch’in
parapsikoloji hakkındaki 1982 incelemesi) sosyologlar, analize tâbi
tutulan bilimsel faaliyetlerde katılımcı olarak bulunmuşlardır.

Laboratuar İncelemeleri
“Laboratuar İncelem elerinin üslubu biraz farklıdır. Bunlardan ilki,
Saik Institute at La folla’da iki yılını bir teknisyen olarak çalışarak
geçiren Latour tarafından gerçekleştirildi. Bu çalışmanın sonuçları
Latour & Woolgar (1979)’da sunuldu ve analiz edildi. Yeniden ya­
yımlanan (Knorr-Cetina 1982) son dönem araştırmalarda olduğu gibi
-değerlendirilecek kitleyi oluşturan bilim insanları şebekesi ve diğer
laboratuar kurum lan ayrıntılarıyla araştırılmasa d a - tek bir mekân
derinlemesine incelemeye tâbi tutuldu. Bu şebeke, ancak incelenen
laboratuardaki bilim insanları dış etkileri sezinlemeye başladıklarında
önemli hale gelir.
Laboratuar incelemeleri, bilim insanlarının çalışmalarına ilişkin
teknik âşinalığa veya bu çalışmalara iştirak etmiş olmaya önem atfet­
mez. Bu, antropolojik bir üsluptur. Araştırma sahasına yakın olmaya
özen gösterilir ancak bir “yabancılık” derecesi de korunur. Bilimsel
çalışmaların yalnızca bu şekilde lâyıkıyla incelenebileceği iddia edilir.
Bilim insanlarının faaliyetlerine ilişkin bu yöntem takip edilerek ya­
pılan kısmen “davranışçı” tasvirler, çoğunlukla komiklik derecesinde
ortak duyuya aykırı ve bazen de açıklayıcı olurlar.
Bilimsel bir “olgu”nun, öncelikle laboratuar hayatının gündelik
olumsal faaliyetlerinden nasıl hâsıl olduğuna dair betimlemeleri La­
tour & Woolgar’ın (1979) başlıca katkıları arasında yeralır. Ö lçüm ­
lere ilişkin görünüşte bir dizi bağlantısız faaliyete -onların tüm ünün
aynı olgunun, meselâ yeni bir ilâcın mevcudiyetine delâlet ettiğine ka­
rar verildiğinde- bir bütünlük kazandırılır. Nihayet ilâç kendine ait bir
hayata başlar ve meydana getirilmesi için kurulmuş okuyucu cihazları
“terk eder.” Yabancı bir araştırmacı, sadece okuyucu cihazlarını izle­
meye devam ederken, bilim insanları bu okumaları birbirinden kopuk
veri göstergeleri olarak görmekten vazgeçer ve dışsal bir objenin yani
ilâcın tezahürleri olarak algılar. Aynı zamanda ilaç/olgu hakkında kul­
lanılan dilin dönüşüm e uğradığı da hissedilir. “Üsluplar” değişmeye
başlar. “Johnson, ‘x’in ortaya çıktığını ileri sürüyor” gibi bir üslup,
“ ‘x’in ortaya çıktığı defalarca doğrulandı”ya ve nihayet tam bir ol-
gusallığa varıldığında ise üslup “‘x’ ...olarak kullanılabilire dönüşür.
Ortak duyunun bir parçası gibi görünmeye başladığında ise, araştır­
macılar bu olguya işaret etmeye bile son verebilirler.
Bilimsel hayatın tuhaf veçhelerine yönelik vurgusu, (bana çok da
çekici gelmeyen) davranışçı yaklaşımın başka bir önemli tarafını oluş­
turur. Bilimsel bilgi sosyolojisinin ilk döneme ait bir karakteristiği,
bilimin formel tarafından -bilimsel m akale- bilginin inşâsı ve aktarıl­
masının temelinde yatan süreçlere [Edge’in (1979) “bilimin yumuşak
karnı” olarak tanımladığı bölgeye] doğru bir dikkat kayması idi. Dav­
ranışçı/antropolojik yaklaşım, bilimi şu ya da bu türden dokümanların
üreticisi olarak yeniden keşfetmiş izlenimi veriyor. Latour & Woolgar
laboratuarı “kayıt cihazları”nın, grafik üretiminin, tabloların vb.lerinin
bir koleksiyonu olarak görürler. Bilim insanının görevi, bu gereçler­
den elde edilen çıktıları bilimsel bir makale olarak sonuçlandıracak
şekilde başka doküm anlara ve ardından tekrar başka doküm anlara
dönüştürmektir.
Belki de, bu incelemeler ile çekirdek grup incelemeleri arasındaki
vurgu farklılıkları, takriben bütün laboratuar incelemelerinin biyoloji
bilimine yönelik olarak, buna karşın takriben bütün diğer inceleme­
lerin fiziğe yönelik olarak gerçekleştirilmesinden kaynaklanmaktadır.
Bunun nedeni, muhtemelen, fizik laboratuarlarının aksine biyoloji
laboratuarlarının kayıt cihazlarıyla dolu olmasıdır. Kanaatime göre
diğer bir farklılık, ilkinde özellikle davranışçı yöntemin, İkincisinde
ise (yabancı kalmayı değil, aksine katılımcıların hünerlerindeki usta­
lığı vurgulayan) yorumlayıcı yöntemin kullanılmasından kaynaklanır.
Bana öyle geliyor ki, laboratuar incelemelerindeki en değerli içgörü-
ler, analistlerin tasarlanmış yabancılıklarından değil, bilim insanları­
nın dünyasını derinlikli bir şekilde (tesadüfi mi desek?) kavramaların­
dan ileri gelir. Bütün bunlara karşın, bilim hayatının açıklanan çıktıları
hakkında bazı ilginç çalışmalar hâlâ yürütülmeye devam ediyor.

Safha ve Disiplin
Çekirdek grup incelemelerinin birçoğu, bilimsel ihtilâfların episodları-
nı - “olağan dışı bilim” diye tanımlayabileceğimiz fenom eni- kendisi­
ne konu olarak aldı [ancak karş. Collins (1974) ve Pickering (1981)].
Laboratuar incelemelerinin tamamı rölatif anlam da “norm al” bilimin
episodlarını tetkik etti. Bu fark kesinlikle tesadüfi değildir; zira labo­
ratuar incelemelerinin -te k bir kurumsal alanın dışında vuku bulan
bir durum olarak- ihtilafların çözümüne ışık tutabilmesi mümkün
değildir. Çağdaş gelişmelere dair bir inceleme, potansiyel anlamda
“devrimci” bilim dönemi olduğu iddia edilen dönemi ele aldı (Col­
lins & Pinch 1982). Bilim sahalarının -olağan dışı/devrim ci/norm al
gibi- bilimsel faaliyet “safhaları”na bölünmüş olduğunu göz önünde
bulundurursak, ortalığın dağınık ve plansız bir şekilde de olsa m uh­
telif incelemelerle kaplanmış olmasını anlayabiliriz. Karşılaştırmalı ve
bütünlüklü bir çalışmaya acilen ihtiyaç vardır. Bilim sahaları konuları­
na göre bölünmüş olsaydı aynı durum gene geçerli olacaktı.
Bilimsel bilgi sosyolojisinin yalnızca -sın ır bilim veya açıktan açığa
politik konular gibi esnek (soft)- bilim sahalarında tatbik edilebileceği
tarzındaki itirazlara karşı durm ak amacıyla, takriben bütün ilk dönem
çalışmaların konusu ya fizik ya da matematik olmuştur. Kesin (hard)
bilimlerin gelişiminin, bütünüyle uygulama ve rasyonelliğin “içsel”
kriterleriyle belirlendiği ileri sürülm üştür. Bu yüzden rölativist yakla­
şım için fizik ve matematik “kesin bilim örnekleri”ni oluşturur.
Bloor’un ilk makalesi (1973) ve kitabı (1976), matematiği, röla­
tivist bilgi sosyolojisi açısından bu argümana üzerinde biçim verilen
bir örs olarak kullanır. Bloor, geniş ölçüde W ittgenstein (1956) ve
Lakatos’dan (1963) faydalanır. Keza Barnes & Law (1976), etnome-
todolojik fikirlerin uygulanabilirliğini kanıtlamak için bir matematik
incelemesine başvururlar. Pinch (1977), otuz yılını kuantum teorisi­
nin bazı yorumlarını çürütm ek için harcayan von N eum ann’a ait bir
(yanlış) kanıtlama tarzını ele alarak, fizik tartışmalarının sona erm e­
sinde matematiğin rolünü inceler. MacKenzie (1981b) istatistikteki
gelişmelere odaklanır. [Lakatos’un (1963) antropolojik bir değerlen­
dirmesi için ayrıca bkz. Bloor (1978).] Fizik üzerine yazılar yukarıda
tartışılmıştı.
Son zamanlarda, hayat hakkındaki bilimler üzerine bir dizi ince­
leme ile karşılaştık. Gösterileceği üzere, bulgular m erak uyandıracak
denli farklılık arz etmektedir, ancak bunun farklı yöntemlerden mi
yoksa inceleme nesnesindeki farklılıklardan mı kaynaklandığı bütü­
nüyle açık değildir. İlk işaretler her ikisinden kaynaklandığını gösteri­
yor. Mevcut çalışmaların karşılaştırmalı bir incelemesi dahi, ilginç bir
sonuca götürebilir.
En ilginç karşılaştırmalardan birisi ortodoks ve sınır bilimler arasında
yapılan karşılaştırmadır. Sınır bilimlere dair yapılan çalışmalar (her ne
kadar bu sınır bilimlerde bilgi iddialarının güvenilirliğini tesis etmeye
dönük çabalar beceriksizce gizlenmiş olsa da) en kesin bilim saha­
larındaki ihtilâf türlerine dikkat çekecek ölçüde benzeyen özellikleri
ortaya çıkardı. Sınır bilimlerindeki argümanların aşırı kabalığı, yakla­
şık her “m üzakere” taktiğinin kamusal denetime açık olmasını sağlar.
Sınır bilim incelemeleri bilimsel bilgi sosyolojisinde çifte bir rol oy­
nar. Sınır bilimlerde argüman ve taktiğin şeffaflığı, inceleme için ko­
laylık sağlayan bir durum dur. Gelgelelim teoriler, olgular ve geçerli
deneysel pratiğe ilişkin göreli m utabakat eksikliği, diğer bilim alanları
hakkında sağlam genellemelere imkân vermediğinden, bu bilim aynı
zamanda “esnek” bir örneği oluşturur. Bununla birlikte sınır bilim in­
celemesi bu denli basit olduğu için, araştırmacı açısından iyi bir taktik,
sınır alan ile kesin alan arasında gidip gelmektir. Başlı başına ilginç olan
sınır alan, daha kesin testler için değerli bir fikir kaynağı temin ede­
cektir (söyleşisinde Alex Dolby, bunu “teyelleme” olarak adlandırdı).
Sınır ve sözde bilimler, bazı hususlarda, inceleme için zayıf ve basit
örnekler olabilseler de -rölativist programın işlemsel çekirdeğini mey­
dana getiren- simetri ve tarafsızlık ilkelerini tatbik etmek açısından zor
alanlardır. Sınır bilim insanlarının bu görünüşte “çılgınca” fikirleri,
rekabet halindeki itibarlı yerleşik fikirlerle eşit kıymette değerlendiril­
melidir. Rölativist herüstiğin bu gâyesi, sınır bilim çalışmalarını analiz
etmeye çalışırken uygulayıcıları tarafından oldukça aşikâr bir şekilde
yerine getirildi. Zira etnosentrik analitik kayıtsızlık, tam da bu alan­
larda büyük bir çekicilik elde etmiştir (Collins 1982a; Gieryn 1982).
Son dönemde yapılan üç derleme, sınır bilim ile alâkalı yayınla­
rı ihtiva etmektedir. Wallis’in editörlüğünü yaptığı derleme (1979),
muhtemelen en fazla bilinen ve faydalı olan derlemedir. Diğerleri de
Nowotny & Rose (1980) ve D uerr (1982) tarafından hazırlanmıştır.
Doğu Michigan Üniversitesi Sosyoloji Bölümü’nden Marcello Truzzi
tarafından editörlüğü yapılan ve yayımlanan Zetetic Scholar isimli m ü­
kemmel bir dergide sınır bilim sahasına ilişkin veriler ve hayli yaygın
makaleler mevcuttur. Çok sayıda araştırmacı, sınır bilimin, “m eşru”
bilimin kapı eşiğinden nasıl alıkonulduğunu inceledi. Bu incelemeler­
deki fikirlerden bazıları, haliyle, bilimsel keşfe tepkili ilk dönem ça­
lışmaların çizgisini takip etti. Meselâ Barber’ın makalesi (1961), bu
çalışmalardan bazıları için bir atlama tahtası vazifesi gördü. Dolby
(1980), elektron mikroskobu kullanılarak yapılan gözlemlerin suni do­
ğası, Kammerer’in kurbağalarda miras yoluyla kazanılan özelliklerin
sözümona hatalı gözlemlendiğine dair iddiası ve kinetik gaz teorisinin
ilk dönem tarihi hakkındaki ihtilâflar arasında “teyelleme” işine girişti.
Bitkilerin duygusal tepkileriyle ve kuantum rastgele sayı üreteçleri
tarafından kontrol edilen fiziksel fenomenlerle alâkalı deneylerde yi­
neleme meselesi hakkındaki tartışmam a (1976) zaten daha evvel atıfta
bulunmuştum. Pinch ile birlikte, “kaşık bükm e” üzerine bir yazı yaz­
mış (1982) ve eleştiricileri karşı çıkmaya çabalarken parapsikologların
nasıl meşru bilim insanları olarak tanınmaya çalıştıklarını tartışmıştık
(Collins & Pinch 1979). Bilimsel bilginin nesnelleşmesinin, kısmen
dergiler ve diğer bilim kurumlarındaki mutat faaliyetlerin bir ürünü
olduğunu tespit ettik. Bu platformlardaki -tartışm anın “meşru ze­
m in”! içinde evrensellikten bütünüyle uzak gayrı ciddi tartışmak gibi—
kendine has üslup, bu mevzunun derinlemesine bir değerlendirmeye
lâyık olmadığını ortaya koyuyor.
Sapkın bilim konusunu kapamadan önce, W estrum ’un bir dizi
ilginç makalesine dikkat çekmek istiyorum. O, apaçık bir rölativist
perspektiften hareketle yazmaz, ancak çalışmaları gene de rölativist
incelemeler ile tamamen uzlaştırılabilir. Westrum, sıradan insanlarca
[bilhassa deniz yılanları (1979), meteorlar (1978) ve tanımlanamayan
uçan cisimler, yani U FO ’lar (1977) hakkında] toplanan gözleme da­
yalı malumatların bilim topluluğu tarafından nasıl ele alındığını ince­
ledi. O, en azından bilim kurum lan tarafından mütekabil bilim olarak
kabul edilinceye kadar, bu malumatların “güvenilmez” ve bilimsel açı­
dan değersiz kılınması için nasıl işlemden geçirildiğini gözler önüne
serer. Akabinde, meselâ gökten düşen taşlar hakkındaki “güvenilmez”
raporlar, meteorlara ilişkin gözlemler olarak kabul edilebilir hale gelir.
“Benzer” raporlar, kurumsal bilimsel topluluğun verdiği onayın bir
gereği olarak saçma olmaktan çıkar, doğruya dönüşür.

Özet ve Sonuç
Önceki sayfalarda tasvir edilen yaklaşım, 1970’li yıllar boyunca felsefî
bir eleştirinin hedefi haline geldi. Şayet bilgi iddiaları sosyal olarak
müzakere ediliyor ise, o halde bizatihi bu iddianın salt sosyal m üzake­
renin bir sonucu olduğu ve ciddiye alınmaması gerektiği, kısacası
onun kendi kendini de toptan çürüttüğü ileri sürülüyordu. Bu görüşe
karşılık verilerek muhtelif karşı saldırılar gerçekleştirmek mümkün
olmuşsa da, bizatihi bu doğrultudaki incelemelerin bu tür soyut eleş­
tirileri geçersizleştirecek yeterince zorlayıcı bulgular üretip üreteme-
dikleri asıl sorunu teşkil etmektedir. Bu eleştirilerin sertliği, felsefeci­
ler materyalleri kullanmanın faydalı yollarını bulmaya başladıklarında
azalacakmış gibi görünüyor.
Yakın zamanlarda, içeriden getirilen bazı metodolojik eleştiriler de
ortaya çıktı. Çekirdek grup vak’a incelemelerinden çıkan bilim gö­
rüşünün, yalnızca bilim insanlarına ait beyanların kaydedilmesiyle
meydana getirilmiş bir kurgu olduğu ileri sürüldü. Buna göre, bilim
insanları dahi, benzer olayları betimlerken bütünüyle farklı bir söz da­
ğarcığına sahiptirler. Bu tespit, tamamen kaydedilmiş beyanlara yas­
lanan davranışçı ve teorik olmayan incelemeler için bir problem teşkil
edebilir. Sözkonusu vak’a incelemeleri öyle olmadığından, bu eleşti­
rilerin savunulabilirliği de ortadan kalkar. Bu tartışma Knorr-Cetina
& Mulkay’dan (1982) izlenebilir. Tekrarlarsak, nihaî argüman, yeni
bilim sosyolojisine ait bulguların ilginç ve işe yarar olması nispetinde
oluşacaktır. Makalenin bu son kısmında, tikel örnek olay incelemele­
rinin ayrıntılarına girmeksizin, araştırm a için birkaç sonuç, hipotez ve
öneriyi özetleyerek taslak oluşturmaya çalışacağım.
Bilimin, doğal fenomenlerin mevcudiyetini derhâl ve nihaî olarak
ispatlayabilecek veyahut çürütebilecek bir metodolojik teknikler takı­
mına sahip olmadığı, ilk dönem bilgi sosyolojisi açısından oldukça
kesin, fakat D uhem -Q uine-Hesse felsefî görüşünü de teyit eden bir
sonuçtur. Bilimdeki sonuçların yinelenebilirliğinin teori ve gözlem
arasında sağlam bir ilişki tesis etmediği, bu sonucun daha evvel ön­
görülmemiş bir öğesini oluşturmaktadır. Keza yinelenebilirlik, bilimin
norm atif yapısını kuvvetlendirecek gizli bir polis vazifesi de göremez.
Yinelenebilirliğe biçilen bu rol, “M ertoncı Okul” tarafından kabul edil­
miş görünüyor. Bahsedilen sonuç, şaşırtıcı bir şekilde, “zımnî bilgi”
nosyonuna ait imâların, ihtilaflı alanlardaki deneysel çalışmalara dö­
nük olarak geliştirilmesinden türer. Bilimsel yöntemin diğer öğelerinin
dahi problematik olduğu ortaya çıkar. Daha da ötesi, teknik argüm an­
ların da, “içsel” teknik bilgi veya mantıksal imkândan ziyâde kültürel
kısıtlamalar ve güç dağılımı yüzünden sınırlandığı tespit edilmiştir.
Şaşırtıcı sonuçlar, ayrıca, bilgi inşâsının laboratuar faaliyetleri­
ne ilişkin tanımlamaların tarzına dayandığı görüşünden çıkar. Şayet
“aynı” faaliyet safhasının belli bir tarzda tanımlanması olgusallığın
ortaya çıkmasına, fakat başka bir tarzda tanımlanması olgusallığın
ortadan kalkmasına neden olsaydı (Latour & Woolgar 1979), bilgi
iddiasının zeki bir eleştiricisi, deneysel bulguların bilimsel potansiye­
lini yok etmek için bir deneyi bütün olumsallığı içinde dürüstçe yeni­
den betimlemekten başka hiçbir talepte bulunmazdı (Collins & Pinch
1982). İşin tuhaf yanı şu ki, bu, etkin eleştiriler karşısında olgusallığı
tesis edecek bilimsel çalışma için laboratuarın hayli özel bir ortam ol­
ması gerektiği anlamına gelir. Ancak o zaman, “bilimsel” açıklamala­
rın herhangi bir üstünlük imkânı elde etmesi bertaraf edilebilir.
Bulgulara sert bir şekilde itiraz edilmediği durumlarda, onların
olgusallıklarının, olgunun yaratılması sürecine katılanlar (çekirdek
grup) dışında herkese dokunulmaz gibi görünmesi, çok daha şaşır­
tıcı bir sonuçtur. Deneyin nihaî olarak zorlayıcı/güç doğasına ilişkin
-gösteri amacıyla yapılan görkemli deneyler ve eğitim yoluyla teşvik
edilen- yaygın görüşün aksine, zorluk/güçlük içermeyen deneyler,
çalışmalarının muhtemelen kaydedildiğinin, tartışmanın nihayetlen-
mesinin sosyal olarak dolayımlanmış doğasının ve tartışmaya yeni­
den başlayabilme potansiyelinin farkında olan çekirdek grup m en­
suplarının yol açtığı zorluklardan/güçlüklerden çok daha zorlayıcı/
güçleştirici nitelikte rapor edilmiş sonuçlar ortaya koyuyor. Şaşırtıcı
olmayan şey, özenle yürütülecek bir muhalefetin tartışmaları yeniden
başlatabilmesidir. Bu durum, bir avukatın taraf bilirkişisini, gayet do­
ğal bir biçimde, alt etme yönündeki çabasının, taraf bilirkişisinin ona
karşı bir delil sunma çabasına eşlik etmesine benziyor. Gerekli olan
tek şey, laboratuar hayatının ve laboratuarlar arası tartışmanın zımnî,
genellikle özel ve olduğu gibi kabul edilen özelliklerine dair tartışmayı
yeniden başlatmaktır.
Bilimsel bilgi sosyolojisi program ına yöneltilen pek çok eleştiri ce­
vaplandırılmış olsa da, onun nihaî yazgısının başka araştırmacılara
sağlayacağı faydaya ve problem oluşturma ve çözme kapasitesine bağ­
lı olduğunu ileri sürdüm. Bitirirken, bu çalışma üzerinden, geleceğe
yönelik bazı makul önerilerde bulunmama izin verin.
“Kesin bilim örnekleri” üzerinde durulması, “politik içerikle tat­
landırılmış” ihtilâfların, neden bilgi sosyolojisi örnek-olay incelemele­
rinin konusunu oluşturmadığını açıkça göstermiş olsa da, bu çalışma
bilim tartışmalarının politik bir ortam dâhilinde analiz edilmesi için
mükemmel bir temel sağlamaktadır. Çevre ile ilgili ihtilâfa dair Rob­
bins & Johnston (1976) tarafından yazılan bir makale, tıpkı jeolo­
jik rezervlerin hesaplanmasına ilişkin yakın dönemdeki bir inceleme
(Bowden 1982) gibi, bu durum u çok iyi şekilde ortaya koyar. Gele­
neksel bilim sosyolojisi ile bilgi sosyolojisinin ilgileri burada birbirini
tamamlıyor.
Bilim felsefesini geleneksel olarak muhafaza etmek, bu alandaki
çalışmaların ikinci bir görevidir. Meselâ bilim felsefesi, kendine fizik
bilimlerini örnek alan düşük özgüvene sahip -sosyoloji gibi- disiplin­
lerin metodolojik sorunlarına açıklık getirebilir. Keza o, “uzmanlık”ın
doğasına da ışık tutabilir. Her ne kadar geleneksel bilim felsefesi, esas
olarak, uzmanlığa bel bağlamamızı meşrulaştıracak soyut formüller
oluşturma peşinde ise de, bilimsel bilgi sosyolojisi farklı ve kimi zaman
çatışan uzmanlık bilgisi öbeklerinin yürütülen bir çalışmaya nasıl dâhil
olduğunu ortaya koyar (Wynne 1982).
Gelecekteki araştırmalar açısından takip edilecek üçüncü bir hayatî
yol, karşılaştırmalı bilim incelemeleri yapmaktır. Halihazırda tam am ­
lanmış örnek-olay incelemelerine dair kaba ama işe yarar karşılaştır­
malar, başlıca farklılıkların bilimin farklı safhaları arasında aranması
gerektiğini açıkça gösteriyor. İster kesin ister sınır bilim alanlarında
olsun, bütün ihtilaflı bilimler pek çok hususta birbirine benziyor görü­
nüyor ve dolayısıyla hepsi de normal bilim icra ediyor. Bununla birlik­
te, benzer safhalardaki farklı bilimsel disiplinler arasında, küçük ama
gene de önem arzeden farklılıklar bulunabilir. Disiplinler ve safhalar
arası karşılaştırmalar -bilim politikaları oluşturma sürecinde- bilimin
doğasını ve potansiyel değerini kavramak için hayati derecede zorun­
ludur. Bilimin safhalarına ilişkin doğru bir kavrayış, bilim politikala­
rında kısa vadeli faydacı hesaplar yapmaya karşı bir seçenek oluşturur.
Bu karşılaştırmalar, bilimsel kuram ların doğası ve farklı sahalar­
daki formel yayınların karakteri hakkında empirik verileri gerektirir.
Dolayısıyla, bir metodolojik katılık derecesi kabul edildiğinde, temel
alınan “am entü”deki farklılıklar, geleneksel bilim sosyolojisinin bul­
guları ile bilimsel bilgi sosyolojisinin bulguları arasında eş ölçüde bir
“kıyaslanamazlık”a yol açmaz. Bu potansiyel akademik köprüler,
geleneksel ve yeni olan arasındaki zorunlu karşıtlık görüşü bertaraf
edilebildiği takdirde, gelecekteki bir işbirliğinin temelini oluşturabilir.
Bu makalenin ilk kısmında ileri sürdüğüm gibi, bu karşıtlık izlenimi
tarihsel olarak arızî bir durum dur.7

7 Bu karşıtlığın giderilemez olduğuna dair bir kanıtlama için bkz. Studer &
Chubin (1980).
Bu bağlamda atıfta bulunulan aşağıdaki makaleler Collins (198la)’da bir
arada bulunmaktadır: Travis (1981a), Collins (1981b), Harvey (1981), Pic­
kering (1981), Pinch (1981). Aşağıdakiler Barnes & Edge (1982) ’de yeniden
yayımlanmıştır: Collins (1974), Collins (1975), ve Bloor (1976)’ nın bölü­
mü. Aşağıdakiler Collins (1982b)’de yeniden yayımlanmıştır: Farley & Ge-
Kaynakça
Barber, B. 1952. Science and the Social Order. NY: Free Press
Barber, B. 1961. Resistance by scientists to scientific discovery. Science
134:596-602
Barnes, S. B. 1969. Paradigms— scientific and social. Man 4:94-102
Barnes, S. B. 1974. Scientific Knowledge and Sociological Theory. London:
Routledge & Kegan Paul
Barnes, S. B. 1979. Vicissitudes of belief. Soc. Studies. Sci. 9:247-63
Barnes, S. B. 1981. On the conventional character of knowledge and cogni­
tion. Philos. Soc. Sci. 11:303-33
Barnes, S. B., Dolby, R. G. A. 1970. The scientific ethos: a deviant viewpoint.
Arch. Europ. Sociol. XI: 3-25
Barnes, S. B., Edge, D. O., eds. 1982. Science in Context: Readings in the
Sociology o f Science. Milton Keynes, Bucks: Open Univ. Press; Cambri­
dge, MA: MIT Press
Barnes, S. B., Law, J. 1976. Whatever should be done with indexical expres­
sions? Theo. Soc.3:223-37 (Collins 1982b’de yeniden yayımlandı.)
Barnes, S. B., Shapin, S., eds. 1979. Natural Order: Historical Studies of
Scientific Culture. Beverly Hills and London: Sage
Ben-David, J. 1981. Sociology of scientific knowledge. The State of Socio­
logy: Problems and Prospects içinde, ed. J. F. Short, s. 40-59. Beverly Hills
and London: Sage
Ben-David, J., Sullivan, T. A. 1975. Sociology of science. Ann. Rev. Sociol.
1:203-22
Bloor, D. 1973. Wittgenstein and Mannheim on the sociology of mathema­
tics. Studs. Hist. Philos. Sci. 4:173-91 (Collins 1982b’de yeniden yayım­
landı.)
Bloor, D. 1976. Knowledge and Social Imagery. London: Routledge & Kegan
Paul
Bloor, D. 1978. Polyhedra and the abominations of Leviticus. Brit. J. Hist.
Sci. 11: 245-72

ison (1974), Bloor (1973), Barnes & Law (1976) Woolgar (1976), Shapin
(1979), Collins & Pinch (1979), Westrum (1978), ve Robbins & Johnston
(1976).Aşağıdakiler Latour (1982)’de Fransızca olarak yeniden yayımlan­
mıştır: Farley & Geison (1974), Shapin (1979), Collins (1975), Collins &
Pinch (1979). Mulkay 1979a da, Wynne (1976), Collins (1974, 1975), Col­
lins & Pinch (1979), ve Mitroff (1974) dâhil olmak üzere birçok kaynağı
makul bir uzunlukta ele alıp tartışır.
Bowden, G. 1982. Estimating U.S. crude oil resources. Pac. Sociol. Rev.
25:419-48
Collins, H. M. 1974. TheTEA-set: tacit knowledge and scientific networks.
Sci. Studs. 4:165-86 (Barnes & Edge 1982’de yeniden yayımlandı.)
Collins, H. M. 1975. The seven sexes: a study in the sociology of a pheno­
menon, or the replication of experiments in physics. Sociology 9:205-24 (
Barnes & Edge 1982, Latour 1982’de yeniden yayımlandı.)
Collins, H. M. 1976. Upon the replication of scientific findings: a discussion
illuminated by the experiences of researchers into parapsychology. Proce­
edings of the 4S/ISA Conference, Cornell University, November
Collins, H. M., ed. 1981a. Knowledge and controversy: Studies of modern
natural science. Soc. Studs. Sci. 11:3-158 (özel sayı.)
Collins, H. M. 1981b. Son of seven sexes: the social destruction of a physical
phenomenon. Soc. Studs. Sci. 11:33-62
Collins, H. M. 1981c. The place of the ‘core-set’ in modern science: social
contingency with methodological propriety in science. Hist. Sci. 19:6-19
Collins, H. M. 1982a. Knowledge norms and rules in the sociology of scien­
ce. Soc. Studs. Sci. 12:299-309
Collins, H. M. ed. 1982b. Sociology of Scientific Knowledge: a Sourcebook.
Bath, Avon: Bath Univ. Press
Collins, H. M., Pinch, T. J. 1979. The construction of the paranormal: no­
thing unscientific is happening, bkz. Wallis 1979, s. 237-70. ( Latour
1982, Collins 1982b’de yeniden yayımlandı.)
Collins, H. M., Pinch, T. J. 1982. Frames of Meaning: The Social Constructi­
on of Extraordinary Science. London: Routledge&Kegan Paul
Dolby, R. G. A. 1971. Sociology of knowledge in natural science. Soc. Studs.
Sci. 1:3-21
Dolby, R. G. A. 1974. In defence of a social criterion of scientific objectivity.
Sci. Studs. 4:187-90
Dolby, R. G. A. 1980. Controversy and consensus in the growth of scientific
knowledge. Nature and System 2:199-218
Duerr, H. P., ed. 1981. Der Wissenschaftler und das Irrationale. Frankfurt:
Syndikat
Edge, D. O. 1979. Quantitative measures of communication in science: a
critical review. Hist. Sci. 17:102-34
Farley, J., Geison, G. L. 1974. Science politics and spontaneous generati­
on in nineteenth century France: the Pasteur-Pouchet debate. Bull. Hist.
Med. 48:161-98 (Latour 1982, Collins 1982b’de yeniden yayımlandı.)
Feyerabend, P. K. 1975. Against Method. London: New Left Books
Fleck, L. 1935. Genesis and Development of a Scientific Fact. English edition
1979, ed. T. J. Trenn, R. K. Merton. Chicago: Univ. Chicago Press
Garfinkel, H. 1967. Studies in Ethnomethodology. Englewood Cliffs, NJ:
Prentice-Hall
Gieryn, T. F. 1982. Relativist/constructivist programmes in the sociology of
science: redundance and retreat. Soc. Studs. Sci. 12: 279-98
Harvey, W. 1981. Plausibility and the evaluation of knowledge: a case study
of experimental quantum mechanics, bkz. Collins 1981a, s. 95-130
Hesse, M. 1974. The Structure of Scientific Inference. London: Macmillan
Knorr-Cetina, K. 1982. The ethnographic study of scientific work: toward a
constructivist interpretation of science, bkz. Knorr-Cetina&Mulkay 1982
Knorr-Cetina, K., Mulkay, M. J., eds. 1982. Science Observed. Beverly Hills/
London: Sage
Kuhn, T. S. 1962. The Structure of Scientific Revolutions. Chicago: Univ.
Chicago Press
Lakatos, I. 1963. Proofs and refutations. Brit. /. Philos. Sci. 14:1-25, 120-
39, 221-45, 296-342. (Cambridge: Cambridge Univ. Press tarafından
1976’da yeniden yayımlandı.)
Lakatos, I., Musgrave, A. 1970. Criticism and the Growth of Knowledge.
Cambridge: Cambridge Univ. Press
Latour, B., ed. 1982. La Science Telle Qu’elle se Fait. Paris: Pandore
Latour, B., Woolgar, S. 1979. Laboratory Life: The Social Construction of
Scientific Facts. Beverly Hills and London: Sage
Laudan, L. 1977. Progress and Its Problems. London: Routledge & Kegan
Paul
Law, J., French, D. 1974. Normative and interpretative sociologies of scien­
ce. Soc. Rev. 22:581-95
Lynch, M. 1982. See Knorr-Cetina & Mulkay 1982
MacKenzie, D. 1981a. Notes on the science and social relations debate. Ca­
pital and Class 14:47-60
MacKenzie, D. 1981b. Statistics in Britain, 1865-1930: The Social Constru­
ction of Scientific Knowledge. Edinburgh: Edinburgh Univ. Press
Merton, R. K. 1942. Science and technology in a democratic order. /. Legal
Pol. Sci. 1:115-26 ( Merton 1973’te yeniden yayımlandı.)
Merton, R. K. 1945. Sociology of knowledge. Twentieth Century Sociology
içinde, ed. G. Gurvitch, W. E. Moore. NY: Philos. Lib. (Merton 1973’te
yeniden yayımlandı.)
Merton, R. K. 1973. The Sociology of Science: Theoretical and Empirical
Investigations. Chicago: Chicago Univ. Press
Mitroff, I. 1974. The Subjective Side of Science. Amsterdam: Elsevier
Mulkay, M. J. 1969. Some aspects of cultural growth in the natural sciences.
Soc. Res. 36: 22-52
Mulkay, M. J. 1977. Sociology of the scientific research community. Science,
Technology and Society içinde, ed. I. Spiegel-Rosing, D. de S. Price, s.
93-148. Beverley Hills: Sage
Mulkay, M. J. 1979a. Science and the Sociology of Knowledge. London: Allen
& Unwin
Mulkay, M. J. 1979b. Knowledge and utility: implications for the sociology of
knowledge. Soc. Studs. Sci. 9:63-80
Mulkay, M. J. 1981. The Sociology of science in the West. Curr. Sociol.
28(3): 1-184
Notwotny, H., Rose, H., eds. 1979. Counter-Movements and the Sciences.
Dordrecht: Reidel
Pickering, A. 1980. The role of interests in high-energy physics: the choice
between charm and colour. Sociol. Sci. Yearb. 4: 107-38
Pickering, A. 1981. Constraints on controversy: the case of the magnetic
monopole. See Collins 1981a, s. 63-94
Pinch, T. J. 1977. What does a proof do if it does not prove?: a study of
the social conditions and metaphysical divisions leading to David Bohm
and John Von Neumann failing to communicate in quantum physics. The
Social Production of Scientific Knowledge içinde, ed. E. Mendelsohn, P.
Weingart, R. Whit-ley. Dordrecht: Reidel
Pinch, T. J. 1982. Kuhn— the conservative and radical interpretations: are
some Mertonians ‘Kuhnians’ and some ‘Kuhnians’ Mertonians? 4S
Newslett. 7:10-25
Polanyi, M. 1958. Personal Knowledge. London: Routledge & Kegan Paul
Ravetz, J. R. 1971. Scientific Knowledge and Its Social Problems. Oxford:
Oxford Univ. Press
Robbins, D., Johnston, R. 1976. The role of cognitive and occupational diffe­
rentiation in science. Soc. Studs. Sci. 6:349-68 (Collins 1982b’de yeniden
yayımlandı.)
Shapin, S. 1982. History of science and its sociological reconstructions. Hist.
Sci. 20: 157-211
Studer, K. E., Chubin, D. E. 1980. The Cancer Mission: Social Contexts of
Biomedical Research. Beverly Hills and London: Sage
Travis, G. D. L. 1980. On the construction of creativity: the ‘memory trans­
fer’ phenomenon and the importance of being ear nest. Sociol. Sci. Yearb.
4:165-93
Travis, G. D. L. 1981a. Replicating replication: aspects of the social constru­
ction of learning in planarian worms, bkz. Collins 1981a
Wallis, R., ed. 1979. On the Margins of Science: The Social Construction of
Rejected Knowledge. Sociol. Rev. Monogr. 21
Weingart, R 1974. On a sociological theory of scientific change. Social Pro­
cesses o f Scientific Development içinde, ed. R.
Whitley, s. 45-68. London: Routledge & Kegan Paul
Westrum, R. 1977. Social intelligence about anomalies: the case of UFOs.
Soc. Studs. Sci. 7:271-302
Westrum, R. 1978. Science and social intelligence about anomalies: the case
of meteorites. Soc. Studs. Sci. 8:461-93 (Collins 1982b’de yeniden ya­
yımlandı.)
Westrum, R. 1979. Knowledge about sea-serpents. See Wallis 1979, s. 293-
314
Whitley, R. 1972. Black boxism and the sociology of science: a discussion of
the major developments in the field. Soc. Rev. Monogr. 18:61-92
Whitley, R. 1975. Components of scientific activities, their characteristics
and institu-tionalisation in specialities and research areas. Determinants
and Controls of Scientific Development içinde, ed. K. Knorr, H. Strasser,
H. Zilian, s. 37-73. Dordrecht: Reidel
Whitley, R. 1976. Umbrella and polytheistic disciplines and their elites. Soc.
Studs. Sci. 6:471-98
Whitley, R. 1978. Types of science, organizational strategies and patterns of
work in research laboratories in different scientific fields. Soc. Sci. Inf.
17:427-47
Wittgenstein, L. 1953. Philosophical Investigations. Oxford: Blackwell
Wittgenstein, L. 1956. Remarks on the Foundations of Mathematics. Oxford:
Blackwell
Woolgar, S. 1976. Writing an intellectual history of scientific develop­
ment: the use of discovery accounts. Soc. Studs. Sci. 6:395-422 (Collins
1982b’de yeniden yayımlandı.)
Woolgar, S. 1980. Discovery: logic and sequence in a scientific text. Sociol.
Sci. Yearb. 4:239-68
Wynne, B. 1976. C. G. Barkla and the J phenomenon: a case study in the
treatment of deviance in physics. Soc. Studs. Sci. 6: 307-47
Wynne, B. 1982. Rationality or Ritual?: Nuclear Decision-Making and the
Windscale Inquiry. Chalfont St. Giles, Bucks: Brit. Soc. Hist. Sci. Mo­
nogr.
RASYONALİTE VE BİLİMSEL BİLGİNİN
SOSYOLOJİSİ*

Peter H alfp en n y

Pozitivist gelenek içinde, doğabilimsel bilgi, rasyonalitenin idealidir.


Felsefede bu yaklaşım, mantıksal pozitivist Reichenbach’ın (1938)
keşfin bağlamı ile gerekçelendirmenin bağlamı arasında yaptığı ay­
rımla biçimlendirilmiştir. Bilimsel teoriler -psikolojik, sosyal, siyasi ve
tarihsel- kuşağının tüm dış belirleyicileri, ilkine [keşif bağlamına] ait­
tir. Oysa İkincisine sadece, yansız gözlemler zemininde yapılan rasyo­
nel hesaplar dâhildir. İki bağlam arasındaki ayrım, keşfedilen bilimsel
teoriler her ne olursa olsun, bunların sadece -ideal olarak tümdenge-
limci mantığın kurallarını izleyerek- elde edilebilen kanıtlar hakkında-
ki kesin akıl yürütmelerle gerekçelendirildikleri ya da reddedildikleri
görüşünü teşvik eder.
Sosyolojide bilimsel bilginin bu pozitivist kavramlaştırılması, onu
sosyolojik analize bağışık kılmıştı. Sosyologlar teorilerin kökenini
açıklama ya da bilimin sosyal sonuçlarını inceleme peşinde olabilseler
de, bilimsel bilginin kendisi, kendinden menkul açıklayıcılığa sahipti.1

Çeviren: Dilek Hattatoğlu


‘ Orijinal Eser: “Rationality and the Sociology of Scientific Knowledge”, So­
ciological Theory, Vol. 9, No. 2 (1991), 212-215.
1 “(H)akikat iddiaları, kaynakları ne olursa olsun, önceden oluşturulmuş,
gözlemle uyumlu gayrişahsî ölçütlere tâbi kılınmalıdır” (Merton 1973, s.
270).
En çok, iç mantığı analitik felsefeciler tarafından incelenebilirdi, diğer
yandan teorilerin doğruluğu da, hakikat ve aklın içinde hüküm sürdü­
ğü demokratik bilimciler topluluğuna emanet edilebilirdi.
Pozitivist gelenekte Reichenbach’m analitik ayrımı, disiplinler ara­
sındaki bir işbölümüne dönüştürülür. Doğa bilimciler bilimsel bilgiy­
le ilgilenirler; felsefeciler, mantıksal karışıklıkları sıralamaya yardım
ederek onların hizmetçilerinden farklı davranmazlar; sosyologlar ise
kendilerini sadece idealden sapmalarla -bilim sel hatalar, yanlış inanç­
lar ve teorilere irrasyonel direniş- ilişkilendirirler. Bu sapmaların sos­
yolojik açıklamaları, rahatsızlık veren bilimcilerin münasebetsiz sosyal
mevkilerinde ya da içinde çalıştıkları örgütlerin uygunsuz yapılarında
- k i her iki durum da da kişisel, sosyal ya da diğer etkenler bilginin çar­
pıtılmasına yol a ç a r- bulunacaktır. Sosyologlar, bilimcilere ve bilimsel
kurumlara odaklanmalıdır, yoksa bilimsel bilgiye değil.
Özet olarak pozitivist gelenekte, rasyonalitenin paradigması tüm-
dengelimci mantıktır, bilim modeli olgular zemininde rasyonel he­
saplamadır ve bilimsel bilginin sosyolojisi de kendi içinde çelişen bir
ifadedir.
Pozitivist hegemonyaya -özellikle pozitivist yeniden inşanın doğa-
bilimsel bilginin doğru tanımı olduğu şeklindeki inanca- 1960’larda
giderek daha fazla karşı çıkılmaya başlandı.2 Bilimsel bilginin kanıtlar­
la eksik belirlendiği ve ortadan kaldırılamaz bir m uhafazakâr karakter
taşıdığı nosyonu, yaygın kabul görmeye başladı. Bu görüş, bilimsel
bilgiyi, sosyolojik sorgulamaya açık hale getirdi: Pozitivistlerin koy­
muş oldukları epistemik engel, çiğnenmişti.3 Artık bilimsel bilgi, her­
hangi bir diğer bilgi yapısından, diyelim dinsel ya da siyasi inançlardan
farklı değildi. Bilgi sosyolojisinde bu diğer bilgi yapılarına yöneltilmiş
olan sorular, artık doğa bilimine de yöneltilebilirdi. Doğa hakkındaki
akıl yürütme eğer bilimsel hakikatleri tek başına tesis etmiyorsa, han­
gi ek faktörler, teorilerin bilimsel olarak kabulüne katkı yapar? Bilgi
iddiaları bilimsel diye onaylandığı zaman hangi sosyal uzlaşmalar iş
başındadır? Sosyologlar, bilimin ve bilimcilerin halihazırdaki çalışma
gruplarının tarihindeki epizotların ayrıntılı empirik sorgulanması yo­
luyla, bilimsel bilginin sosyal inşasını ve meşrulaştırılışım incelemeye
başladılar.

2 Thomas Kuhn (1962) özellikle etkiliydi.


3 “Alışılmış [pozitivist] sosyolojik bilim görüşü”nün çöküşünü M. Mulkay
(1979) ayrıntılarıyla gösterdi.
Bilimsel bilginin bu değişmiş kavranışına, revizyondan geçmiş bir
rasyonalite görüşü eşlik eder. Artık rasyonalite, bilimsel ifadelerin ta ­
rafsız gözlemsel kanıtlar zemininde doğru ya da yanlış olup olmadığı
hakkında bir m utabakata nasıl ulaşılacağına ilişkin evrensel bir kural­
lar dizisi olarak görülmez. Daha ziyade, argümanları yürütm ek için
sosyal olarak yerleştirilmiş bir pratikler dizisi, bilgi iddialarının güve­
nilirliklerini yaratan ve bunlarla mücadele eden kültürel olarak spesi­
fik bir normlar dizisi olarak tanımlanır. Evrensel rasyonalitenin yerini,
her biri belirli bir sosyal grup içinde ve bu gruba içsel olarak işleyen
bir dizi rasyonaliteler alır4. Bu görececi yaklaşımda, tümdengelimci
mantığın kendisi, rasyonalitenin özü olmak bir yana, belirli bir hayat
tarzının tarihsel olarak spesifik tortusu durum undadır5. Bu, argüm an­
ların nasıl yürütülmesi gerektiğine dair kültürel olarak biçimlenmiş
bir kavramdır ve bilgi iddialarının doğruluğunu meşrulaştıracak hiçbir
evrensel otorite yoktur.
Konvansiyonalist gelenek, bir kez güç kazanınca ve tam da bilimsel
bilginin sosyolojisi olasılığı onay görünce, 1970’lerde çok hızla büyü­
dü ve çeşitli yeni araştırma programları kuruldu. Bunları birleştiren
ortak damar, bilimsel bilgi olarak kabul edilenin, içine gömülü oldu­
ğu kültüre ya da hayat tarzına görece olduğu görüşüydü. En olgunu,
önde gelen savunucuları Barry Barnes ve David Bloor (her ikisi de
Edinburgh Üniversitesi’nde Bilim İncelemeleri Birimi’nde) olan Edin­
burgh “güçlü program ”ıdır.
Programın kilit özellikleri, ilk kez Bloor tarafından 1976’da (Blo­
or 1976) sunulan dört merkezi ilkeyle özetlenebilir. Bunların ikisi,
yaklaşımın özünü kavrar: Güçlü program, yanlış kadar doğruyu da
açıklayacak şekilde, simetrik olmalıdır; ve hem doğruyu hem yanlışı
aynı yoldan açıklayacak şekilde tarafsız olmalıdır. Bu ilkeleri izleyen
sorgulamanın türü de, bilginin gelişmesinin ve değerlendirilmesinin
paylaşılan amaçlar ve çıkarlarla nasıl koşullandığını sorgulayan ge­
leneksel bilgi sosyolojisininkine benzerdir.6 Harry Collins’in empirik
görececilik programı da buna benzerdir. Bu program, asıl olarak,

4 Bu görüş, bilişsel görececilik diye adlandırılır. Örneğin bkz. Hollis ve Lukes


(1982).
5 “Mantığın ölçütleri doğrudan Tanrı vergisi değildir fakat yaşama biçimleri
ve toplumsal hayat tarzları bağlamında ortaya çıkarlar ve sadece bu bağlamda
anlaşılabilirler” (Winch 1958, s. 100).
6 Güçlü programı izleyen çalışmalardan bir derleme için bkz. Barnes ve
Shapin (1979).
güncel bilimsel ihtilafların çalışılmasına vurgu yapmasıyla farklılaşır,
çünkü bu ihtilaflar, bilimsel bilginin inşa edilmiş ve yorumlanmış ka­
rakterini şeffaf hale getirirler; bilimciler neyin doğru/hakikat olarak
kabul edileceği konusunda bir mutabakatı zorlamak üzere, retoriğe
dayalı, takdime ilişkin ve kurumsal aygıtları kullanırlar.7
Bilimsel bilginin sosyolojisi içersindeki bu araştırm a program la­
rı, kendi sorgulamalarının temel fikrinin sonuçlarına karşı aldıkları
tutum la birbirlerinden farklılaşırlar: Eğer tüm bilim (kısmen) sosyal
olarak inşa ediliyorsa, bilimin sosyalbilimsel incelemesini yürütecek
olan nasıl bir bilimdir? Steve W oolgar’ın ifadesiyle, araştırma prog­
ramları, bilimsel bilginin bilimcilerin genellikle onu sundukları şeklin­
den, gerçekliğin doğrudan yansıması olarak pozitivist yeniden inşa­
sından başkalığını ifşa ederek bilimi ironikleştirirler (Woolgar 1983).
Nitekim sosyologların empirik çalışmaları, bilimsel bilginin, sosyal ve
diğer faktörlerce dolayımlandığını gösterir. O halde paradoks şudur
ki sosyologlar kendi bilgilerini de ad infinitum [sonsuzca] ironikleş-
tirme tehlikesi içindedirler. Zira kişinin kendi sosyolojik bilgisi için
epistemolojik olarak imtiyazlı bir konum iddia etmesi tutarsız görün­
mektedir. Güçlü programın yanıtı - k i üçüncü ilkesinde (düşünüm-
sellik ilkesi) kapsanır-, sosyologların açıklamalarının kendilerine de
yöneltilmesini salık vermektir. Dördüncü ilke, burada bizi ilgilendir­
miyor. Collins tam tersine, insanın kendi eseri hakkındaki ironinin,
metodolojik bir kolaylık olarak askıya alınması gerektiğini savunur.
Woolgar’ın kendisi de, bilginin asla kesin olamayacağının fakat sosyal
olarak sürdürülmesi gerektiğinin farkında kalmak için kişinin sürekli
olarak kendi bilgisini ironikleştirdiği, dinamik bir ironi görüşünü ter­
cih eder.
Sözün kısası, konvansiyonalist gelenekte rasyonaliteler, bilgi iddi­
alarının güvenilirliğini sağlamak ya da altını oymak için kullanılan,
kültüre özgü akıl yürütme kuralları dizisidir. Şimdiki bilim, bileşenleri
güvenilirlik için rekabet eden bir rakip inançlar külliyatıdır; geçmiş
bilim ise, daha önce içine düştükleri ihtilaflar hakkında kolektif bir
unutm anın eşliğinde, resmen kabul görmüş inançların dereceli bir
tortullaşmasıdır. Bilimsel bilginin sosyolojisi, inançlar üzerindeki ikti­
dar mücadelesinin incelenmesidir; o, birinin inançlarının bilimsel bilgi
olarak meşrulaştırılması kavgasında başarı ve yenilginin koşullarını
aydınlatır.

7 Empirik görececilik programını izleyen çalışmaların bir derlemesi için bkz.


Collins (1981).
Etnometodolojiden gelişen üçüncü bir gelenek daha vardır ki bu
gelenek açısından, bilimsel bilgi kısmen dahi olsa Doğa tarafından
belirlenmez. Aksine, bu gelenekte, Doğa ve Doğa hakkındaki bilgi­
miz tamamen sosyal olarak inşa edilir. Bilimde olup biten şeyler, sos­
yal hayatın tüm diğer alanlarında olanlarla özünde aynıdır: Tümüyle
pragmatik ve hayli yerelleşmiş bir tarzda insanlar, düzenli bir sosyal ve
nesnel doğal dünyada yaşam görünüm ü yaratmak ve sürdürm ek için
eldeki kültürel kaynaklar (fikirler ve araçlar) neyse onları uygularlar.
Bilimin farkı şudur: Uygulayıcıları, bir temsil ideolojisi içinde, yani te ­
orilerinin bağımsız bir dünyanın yansıması olduğu inancı içinde hayli
sosyalleştirilmiştir ve gelişmiş temsil teknolojileriyle, kendileri dünyayı
inşa eden eyleyiciler oldukları halde bağımsız bir dünyayı doğrudan
temsil ettiklerine inanılan aygıtlarla donatılırlar.8
Bu yaklaşımda rasyonalite, artık, paylaşılan bir düzen duygusu­
nun pratik icrasından başka bir şey değildir; anlam -oluşturucu bir
pratikler dizisidir. Böylelikle, mesela, bilgi iddialarının doğruluk de­
ğerlerinin belirlenmesinde, akıl yürütme kurallarının kültüre bağlı
yöntemler olduğu ikinci geleneğin tersine, üçüncü gelenekte izlenen
kural nosyonu, örnekleri aynı tipte varlıklar olarak bir araya getirme
kaynağıdır. Dikkatler, belirli bir vesileyle bir argüman geliştirmek için
bir kuralın izlendiği iddiasının kullanılma tarzına çevrilir. H er bir a r­
gümanın özgüllükleri, inşa edilmesinde vesile olan mekanizmaları ifşa
etmek için yapısöküme uğratılır.
Kısacası, üçüncü gelenekte rasyonalite, sosyal ve doğal düzenin
paylaşılan bir anlamının yerelleştirilmiş pratik icrasıdır. Bilim, sosyal
hayatın diğer alanlarından sadece uygulayıcılarının kullanımına sun­
duğu kültürel kaynaklarda ayrılır. Bilimsel bilginin sosyolojisi, her­
hangi bir özgül örnekte başarılan şeyin “bilim yapmak” olduğu anla­
mını sürdürm ek için kültürel kaynakların işe koşulması olgusundan
hareketle, anlam -oluşturucu pratiklerin aydınlatılmasıdır.
Yukarıdaki tartışmada, aralarındaki farklılıkları vurgulamak için,
üç geleneğin kendi içlerindeki farklılaşmaları göz ardı ettim. Her bir
gelenek, karmaşık felsefi ve sosyolojik fikirlerin bir bileşimi olmakla
birlikte, basit terimlerle sunulmuştur. Bu geleneklerin her biri, “bilim”
ve “rasyonalite” terimlerinin anlamının farklı nüanslarını içerir ve ge­
lenekler arasındaki sınırlar, benim burada gösterdiğimden çok daha

8 Bu yaklaşımdan yana bir argüman, Woolgar’in Science: The Very Idea


(1988a) eserinde sunulur. Örnekler, yazarın Knowledge and Reflexivity: New
Frontiers in the Sociology of Knowledge (1988b) eserinde yer alır.
az belirgindir. Ne var ki, bu yazının amacı, bilim sosyolojisi içindeki
üç önemli yönelimi betimlemekti.

Kaynakça
Barnes, Barry ve Steven Shapin. 1979. Natural Order: Historical Studies of
Scientific Culture . London: Sage.
Bloor, David. 1976. Knowledge and Social Imagery. London: Routledge &
Kegan Paul.
Collins, H. (ed.). 1981. Knowledge and Controversy: Studies of Modern Na­
tural Science. Social Studies of Science, Özel Sayı, 11(1).
Hollis, Martic ve Steven Lukes (eds.). 1982. Rationality and Relativism. Ox­
ford: Blackwell.
Kuhn, Thomas. 1962. The Structure of Scientific Revolutions. Chicago: Uni­
versity of Chicago Press.
Merton, Robert. 1973. The Sociology of Science. Chicago: University of Chi­
cago Press.
Mulkay, Michael. 1979. Science and the Sociology of Knowledge. Londra:
George Allen and Unwin.
Reichenbach, Hans. 1938. Experience and Prediction. Chicago: University of
Chicago Press.
Winch, Peter. 1958. The Idea of a Social Science and Its Relation to Philo­
sophy. London: Routledge & Kegan Paul.
Woolgar, Steve. 1983. “Irony in the Social Study o f Science.” 239-266.
Science Observed : Perspectives on the Social Study of Science içinde, ed.
K. D. Knorr-Cetina ve M. Mulkay. Londra: Sage.
Woolgar, Steve. 1988a. Science: The Very Idea. Chichester, Sussex: Ellis
Horwood. London: Tavistock.
Woolgar, Steve, (der.) 1988b. Knowledge and Reflexivity: New Frontiers in
the “Sociology of Knowledge”. London: Sage.
Klasik Kurucu Metinler
N e w t o n ’u n P r i n c i p i a ’s i n i n T o p l u m s a l
v e E k o n o m İk K ö k e n le ri^

B oris H essen

Giriş: Sorunun Ortaya Konuluşu 2


Newton’un hem çalışmaları hem de kişiliği her dönemde bütün ulus­
lardan bilim insanlarının dikkatini çekmiştir. Onun bilimsel keşifle­
rinin muazzam kapsamı, çalışmalarının fizik ve teknoloji alanındaki
daha sonraki tüm gelişmeler açısından anlamı ve yasalarının kayda
değer doğruluğu, haklı olarak, onun dehasına yönelik özel bir saygı
uyandırmıştır.

Çeviren: Eren Buğlalılar


f Orijinal Eser: “The Social and Economic Roots of Newton’s Principia”, The
Social and Economic Roots of the Scientifîc Revolution (ed. G. Freudenthal
ve P. McLaughlin), 2009, Boston: Springer [Hessen’in bu metninin daha
önce İngilizceye çevrilmiş bir versiyonu bulunmaktaysa da, metnin alındığı
kaynağın editörlerinin bizzat kendi koydukları dipnotlar boyunca yaptıkları
uyarıları da göz önüne alarak, metnin Rusça aslıyla titiz bir karşılaştırmanın
ürünü olan bu İngilizce versiyonun çok daha sağlıklı olduğu görülmüştür -
editörün notu].
1 Rusça metinde başlık “Newton Mekaniğinin Sosyo-Ekonomik Kökleri”dir.
İlk İngilizce versiyonun ilk sayfasında şöyle bir dipnot vardır: “Bu makaledeki
alıntılar Rusçadan çevrilmiştir. Bunun başlıca istisnaları 5. bölümde Natu-
re’dan yaptığım alıntılardır”.
2 İlk İngilizce versiyonunda bölüm başlığı: “Marx’in Tarihsel Süreç Teorisi.”
Newton’u bilimin gelişimindeki bir dönüm noktasına yerleştiren
ve kendisinin önümüzdeki yeni yolları işaret etmesine olanak tanıyan
şey nedir?
Newton’un yaratıcı dehasının kaynağı nerededir? Çalışmasının
içeriğini ve yönünü tayin eden ne olmuştur?
Bunlar yalnızca Newton’a ilişkin malzemeleri toparlamayı değil,
onun yaratıcı eserinin tam özüne nüfuz etmeyi hedefleyen araştırm a­
cıların kaçınılmaz olarak karşısına çıkan sorulardır. İyi bilinen bir bey­
tinde Alexander Pope’un da dediği üzere:
Sır olmuştu gecede, doğa ve doğanın yasaları;
Aydınlandı ama her şey, ‘Haydi Newton olsun!” deyiverince Tanrı.
Son zamanlarda yayımlanan Bilim ve Uygarlık adlı kitabında ünlü Bri-
tanyalı matematikçi Profesör W hitehead, yeni kültürüm üz diyor, ge­
lişimini Galileo’nun öldüğü yıl Newton’un doğmasına borçludur. Bu
iki insan dünyaya gelmemiş olsalar insanlık tarihinin seyrinin nasıl
olacağını bir düşünün.3
Bu Uluslararası Kongre’nint yönetim kurulu üyesi olan tanınmış
İngiliz bilim tarihçisi F. S. Marvin, birkaç ay önce Nature dergisinde çı­
kan “ 17. Yüzyılın Anlamı” başlıklı makalesinde bu görüşe katılmıştır.4
Öyleyse, Newton fenomeni İlâhî bir tanrının cömertliğine, onun
çalışmalarının bilim ve teknolojinin gelişmesine sunduğu kudretli itki
de onun kişisel dehasına atfedilmiş olmaktadır.
Bu makalede biz New ton’a ve onun çalışmalarına ilişkin kökten
farklı bir görüş sunacağız.

3 Whitehead’in metninin orijinali şöyledir: “Modern uygarlığımızın varlığı


Galileo’nun öldüğü yıl, Newton’un doğmuş olduğu olgusu sayesindedir. Bu
iki adamın bir ömür verdikleri eserler olmasaydı, tarihin olası seyrinin na­
sıl olacağını bir düşünün.” A.N. Whitehead, “The First Physical Synthesis”,
Science and Civilization içinde, ed. F.S. Marvin, Oxford University Press,
1923, s. 161-178. Whitehead’in bu pasajı F.S. Marvin tarafından 4. dipnot­
taki makalesinde alıntılanmıştır.
t Hessen burada, bizzat bu konuşmayı yaptığı kongreyi kastetmektedir [edi­
törün notu].
4 F.S. Marvin, “The Significance of the 17th Century”, Nature 127, 7 Şu­
bat 1931. Bu yazı G.N. Clark’ın The Seventeenth Century (Oxford: Oxford
University Press), 1929 adlı kitabının (övgü dolu) bir incelemesiydi. Marvin
Londra Kongresi’nin düzenleyicileri arasında önemli bir figürdü; Clark ise
Kongre’nin ilk oturumunun açılış konuşmacısıydı.
Biz burada diyalektik maddecilik yöntemini ve M arx’in tarihsel
süreç algılayışını, Newton’un yaşadığı ve çalıştığı dönemin bağlamı
içinde, çalışmalarının nasıl ortaya çıktığını ve geliştiğini analiz etmekte
kullanacağız.
Marx’m makalemizin kılavuz önermeleri olacak temel varsayımla­
rını kısaca özetleyeceğiz.
Marx kendi tarihsel süreç teorisini Ekonomi Politiğin Eleştirisi’ne
önsözde ve Alman İdeolojisi’nde açıklamıştır. Biz burada, Marx’in
görüşlerinin özünü mümkün olduğu kadar kendi sözleriyle vermeyi
deneyeceğiz.
Toplum organik bir bütün olarak vardır ve gelişmektedir. Toplum,
varlığını ve gelişimini sağlamak için üretimi geliştirmek zorundadır.5
Kendi yaşamlarının toplumsal üretiminde, insanlar iradelerinden ba­
ğımsız olarak belirli ilişkilere girerler. Bu ilişkiler, maddi üretici güçle­
rin gelişiminde belirli bir aşamaya karşılık gelirler.
Bu üretim ilişkilerinin toplamı, toplum un ekonomik yapısını, ger­
çek temelini oluşturur ve bunun üzerinde toplumsal bilincin farklı bi­
çimlerine karşılık gelen hukuki ve siyasi bir üstyapı yükselir.
M addi yaşamın üretim biçimi, toplumun sosyal, siyasi ve entelektü­
el yaşamını koşullar.
İnsanların varlığını belirleyen bilinçleri değildir, aksine onların top­
lumsal varlıkları bilinçlerini belirler. Gelişimlerinin belirli bir aşam a­
sında toplum un maddi üretici güçleri, mevcut üretim ilişkileriyle ya
da -aynı şeyin hukuki bir ifadesiyle- o zamana kadar içinde yer almış
oldukları mülkiyet ilişkileriyle çatışmaya girerler.
Bu ilişkiler üretici güçlerin gelişiminin biçimleriyken, artık bu güç­
lerin önündeki engellere dönüşürler. Artık bir toplumsal devrimler
çağı başlamıştır. Ekonomik temelin değişmesiyle birlikte, tüm devasa
üstyapı da dönüştürülür.
Bu dönemler boyunca hâkim olan bilinç, maddi yaşamın çelişki­
leriyle, üretici güçler ve üretim ilişkileri arasındaki mevcut çatışmayla
açıklanmalıdır.

5 Bunu izleyen paragraflar Lenin’in Collected Works 21, s. 43-91’deki (LW


21, 43-91, burada LW 21, 55-57) “Karl Marx” (1918) içinde bahsettiği
materyalist tarih anlayışı üzerine notlarının başka kelimelerle ifade edilmiş
halidir. Lenin bu eserinde Marx’in Ekonomi Politiğin Eleştirisine Katkı’ya ön­
sözünden geniş alıntılar yapar. Karl Marx/Friedrich Engels Collected Works,
cilt. 29 (Londra: Lawrence & Wishart, 1975): CW 29, s. 262-263; Marx-
Engels Werke, Berlin: Dietz, 1964 (MEW 13, s. 9).
Lenin tarihin bu materyalist algılanışının önceki tarihsel teorilerde­
ki iki temel yetersizliği ortadan kaldırdığına dikkat çekmiştir.
Daha önceki tarihsel teoriler yalnızca insanların tarihsel faaliyet­
lerindeki ideolojik güdüleri ele alıyorlardı. Daha sonra bu güdülerin
gerçek kökenlerini ortaya koyamıyor ve tarihi tek tek insanların ideo­
lojik itkileriyle ilerliyormuş gibi görüyorlardı. Böylece tarihsel sürecin
nesnel yasalarının farkına varılmasına giden yolu kapatıyorlardı. “Fi­
kir dünyaya hükm etti.” Tarihin seyri insanın yeteneklerine ve kişisel
itkilerine bağlıydı. Tarihi birey yaratırdı.
Profesör W hitehead’in Newton’a ilişkin olarak belirttiği ve yukarı­
da alıntılanan görüşü, tarihsel sürece yönelik bu sınırlı anlayışa tipik
bir örnektir.
M arx’in teorisinin geçersiz kıldığı diğer bir yetersizlik de, tarihin
öznesinin halk kitleleri değil, dâhi bireyler olduğu görüşüdür. Bu gö­
rüşün en belirgin temsilcisi, tarihin büyük insanların öyküsü olduğunu
düşünen Carlyle’dır.
Carlyle’a göre tarihin ilerlemeleri yalnızca büyük insanların görüş­
lerinin gerçekleştirilmesinden ibarettir. Kahramanların dehası maddi
koşulların ürünü değildir, bilakis, dâhinin yaratıcı gücü bu koşulla­
rı dönüştürür çünkü onun herhangi bir dışsal maddi faktöre ihtiyacı
yoktur.
Bu görüşün aksine Marx, tarihi yapan kitlelerin hareketini ele aldı,
onların yaşamlarının toplumsal koşulları üzerine ve bu koşullar için­
deki değişimler üzerine çalıştı.
Lenin’in de vurguladığı üzere, Marksizm toplumsal sistemlerin
yükselişi, gelişimi ve çöküşü süreçlerinin kapsayıcı ve etraflı bir çalış­
ması için yol göstermiştir. Marksizm, bu süreci karşıt eğilimlerin b ü ­
tünselliğini inceleyerek, bu eğilimleri doğru bir şekilde tanımlanması
mümkün olan yaşam şartlarına ve çeşitli sınıfların üretimine indirge­
yerek açıklar.6
Marksizm çeşitli “hâkim ” fikirlerin seçilmesinde ya da onların yo­
rumlanmasında benimsenen öznelciliği ve gelişigüzelliği ortadan kal­
dırır ve istisnasız tüm fikirlerin maddi üretici güçlerin koşullarından
doğduğunu ortaya koyar.
Sınıflı toplumlarda egemen sınıf, üretici güçleri kendine tâbi kılar
ve böylece hâkim maddi güç haline gelerek, diğer tüm sınıfları kendi
çıkarlarına boyun eğdirir.7

6 Bu ve sonraki paragraf: LW 21, 57.


7 Bkz. German Ideology, CW 5, s. 59-60 (MEW 3, s. 46-48)
Egemen sınıfın fikirleri, her tarihsel çağda egemen fikirlerdir ve
egemen sınıf, fikirlerinin ebedi ve ezeli doğrular olduğunu söyleye­
rek kendisini seleflerinden ayırır. Sonsuza dek hüküm sürm ek isteyen
egemen sınıf, kendi hâkimiyetinin ihlâl edilemezliğini, fikirlerinin ebe­
di ve ezeli doğasına dayandırır.
Sınıflı bir toplumda hâkim fikirler üretim ilişkilerinden ayrılmıştır
ve maddi temelin fikirler tarafından belirlendiği nosyonu bu şekilde
yaratılmış olur.
Pratik, fikirlerle açıklanmamalıdır, aksine ideolojik yapılar maddi
pratikle açıklanmalıdır.
Sadece sınıfsız bir toplum yaratmayı hedefleyen proletarya tarihsel
sürece ilişkin bu sınırlı anlayıştan azadedir ve yalnızca o hakiki, gerçek
bir doğa ve toplum tarihi üretebilir.
Newton’un faaliyetlerinin doruğunda olduğu dönem, İngiliz İç Sa­
vaşı ve Milletler Topluluğu dönemine denk düşmektedir.
Newton’un faaliyetlerinin bu bahsedilen varsayımlar temelinde ya­
pılacak bir M arksist analizi, en başta Newton’un, onun çalışmalarının
ve dünya görüşünün bu çağın bir ürünü olarak anlaşılmasına dayan­
maktadır.

Newton’un Çağında Ekonomi, Teknoloji ve Fizik8


Dünya tarihinin ortaçağ ve m odern tarih olarak bilinen dilimi, önce­
likle özel mülkiyetin hâkimiyetiyle karakterize edilir.
Bu dönemin tüm toplumsal ve ekonomik oluşumları bu temel ka­
rakteristiği ön plana çıkarır.
Bu yüzden Marx insanlık tarihinin bu dönemini özel mülkiyetin
farklı biçimlerinin gelişim tarihi olarak görmüş ve daha büyük bir çağ
içinde üç alt dönem belirlemiştir.
İlk dönem feodalizm dönemidir. İkinci dönem feodal sistemin çö­
zülmesiyle başlar, ticaret sermayesinin ve m anüfaktür imalâtının orta­
ya çıkışı ve gelişmesiyle karakterize olur.
Özel mülkiyetin gelişim tarihindeki üçüncü dönem sanayi kapita­
lizmidir. Bu dönem, büyük ölçekli sanayiyi, doğanın güçlerinin sana­
yinin amaçları doğrultusunda işe koşulmasını, makineleşmeyi ve en
ayrıntılı işbölümünü yaratmıştır.

8 İlk İngilizce versiyonunda başlıkta farklı bir sıralama vardır: “Ekonomi, Fi­
zik ve Teknoloji.”
16. ve 17. yüzyıllarda doğa bilimlerinin göz kamaştırıcı bir şekild
serpilmesi, feodal ekonominin, ticaret sermayesinin, uluslararası de­
nizcilik ilişkilerinin ve ağır (madencilik ve metalürji) sanayinin geliş­
mesinin sonucudur.
Ortaçağ ekonomisinin ilk yüzyıllarında, yalnızca feodal ekonomi
değil, kent ekonomisinin de kayda değer bir bölümü kişisel tüketime
dayanıyordu.9
Mübadele amacıyla yapılan üretim henüz yeni yeni ortaya çıkmaya
başlıyordu. Mübadelenin ve piyasanın sınırlı yapısı, üretim biçimleri­
nin birbiriyle bağlantısız ve durgun yapısı, farklı farklı bölgelerin dış
dünyadan yalıtılmış olması, üreticiler arasında yalnızca yerel düzeyde
kalan bağlantılar, kırda feodal mülkler ve komün, kentlerde ise lonca­
ların varlığı hep bu yüzdendi.
Kentlerde sermaye aynî idi ve sahibinin emeğine doğrudan bağlı ve
ondan ayrılamazdı. Bu, mülk sermayesiydi.10
Ortaçağ kentlerinde ne farklı loncalar arasında ne de tek tek işçile­
rin zanaatları içersinde keskin bir işbölümü vardı.
İletişim yolduğu, seyrek nüfus ve tüketimin sınırlılığı, işbölümün-
deki herhangi bir gelişmenin önünde engeldi.
İşbölümündeki sonraki adım, üretimin mübadele biçiminden ayrıl­
ması ve özel bir tüccar sınıfın ortaya çıkışıydı.
Ticaretin sınırları genişledi. Kentler birbiriyle ilişki kurdu. Güvenli
kamusal yollara yönelik bir ihtiyaç, iyi iletişim ve taşıma araçlarına
yönelik bir talep ortaya çıktı.
Kentler arasında oluşmaya başlayan bağlantılar, üretim faaliyetinin
bunlar arasında bölüşülmesini de getirdi. Her bir kent, özel bir üretim
dalını geliştirdi.
Böylece feodal ekonominin çözülmesi, özel mülkiyetin gelişimin­
deki ikinci döneme, ticaret sermayesinin ve m anüfaktür imalâtının
hâkimiyetine yol verdi.
M anüfaktürün ortaya çıkışı, farklı kasabalar arasındaki işbölümü­
nün doğrudan bir sonucuydu.
M anüfaktür, işçi ve işveren arasındaki ilişkilerde bir değişime yol
açtı. Kapitalist ve işçi arasında bir para ilişkisi hâsıl oldu.
Nihayetinde, efendi ve ustabaşı arasındaki ataerkil ilişkiler yıkıldı.

9 Bu kısım Alman İdeolojisi’nin Feuerbach üzerine olan bölümünün bir kıs­


mını özetler: CW 5, s. 66-69 (MEW 3, s. 51-56).
10 Marx’m kullandığı terim ‘ständisches Kapital’dir.
Ticaret ve manüfaktür, yüksek burjuvaziyi yarattı. Loncalarda ve
kasabalarda yoğunlaşmış olan küçük-burjuvazi, tüccarların ve m anü­
faktür sahiplerinin hegemonyasına tâbi olmaya mecbur kaldı.
Bu dönem 17. yüzyılın ortasında başladı ve 18. yüzyılın sonuna
kadar sürdü.
Bu, feodalizmden ticaret sermayesine ve manüfaktüre kadarki ge­
lişme çizgisinin şematik bir özetidir.
Newton’un faaliyetleri özel mülkiyetin gelişim tarihinin ikinci dö­
nemine denk düşer.
Dolayısıyla, öncelikle ticaret sermayesinin ortaya çıkışının ve geli­
şiminin ne gibi tarihsel talepler yarattığını inceleyeceğiz.
Daha sonra, yeni gelişen ekonominin ne tür teknik sorunlar yarat­
tığına ve bu teknik sorunları çözmek için temel öneme sahip olan ne
türden karmaşık fizik problemleri ve bilgileri ürettiklerine eğileceğiz.
İncelemekte olduğumuz toplumsal ve ekonomik sistem için belir­
leyici öneme sahip üç önemli alana odaklanacağız: İletişim, sanayi ve
savaş.

İletişim
O rtaçağ’ın başlarında ticaret zaten kayda değer bir gelişme düzeyine
ulaşmıştı. Yine de kara iletişimi perişan bir durumdaydı. Yollar o ka­
dar dardı ki, iki at bile yan yana geçemezdi. İdeal yollar, o zamanlar
(14. yüzyılda) kullanılan bir ifadeyle, “gelinin cenaze arabasına do­
kunm adan gidebileceği”, üç atın yan yana seyâhat edebileceği türden
yollardı.
Malların paketler içinde taşındığı şüphesizdi. Yol inşaatı neredeyse
hiç yoktu. Feodal ekonominin bağlantısız doğasının yol inşaatlarını
geliştirmek gibi bir dürtüsü yoktu. Bilakis, hem feodal baronlar hem
de içinden ticari ulaşım yollarının geçtiği yerlerde oturanlar yolların
koşullarının böyle kötü kalmasından faydalanıyorlardı; çünkü onların
G rundrührrecht’i" [yer hakkı], yani arabadan ya da paketten düşerek
kendi topraklarına yuvarlanan her şeye sahip olma hakları vardı.
14. yüzyılda kara ulaşımının hızı günde beş ilâ yedi mili geçmiyordu.
Doğal olarak, deniz ve suyoluyla taşımacılık hem gemilerin çok
daha büyük olan yük kapasitesi, hem de daha yüksek hızları nedeniyle
önemli bir rol oynadı: O n -o n iki öküzün çektiği en büyük iki teker­
lekli arabalar iki tonluk malı zar zor taşırken, orta büyüklükte bir gemi

11 Rusça orijinalinde Almanca bırakılmıştır; tam tercümesi, ‘yere değdi hak-


kı’dır.
600 tona kadar yük taşıyabiliyordu. 14. yüzyılda Konstantinapol’den
Venedik’e kara yoluyla gitmek deniz yoluyla gitmekten üç kat daha
uzun sürüyordu.
Gelgelelim bu dönemde deniz taşımacılığı da çok yetersizdi: Açık
denizde geminin konum unu belirleyecek güvenilir yöntemler henüz
icat edilmediği için gemiler kıyıya yakın gidiyorlardı ve bu da seyâhati
çok yavaşlatıyordu.
Denizci pusulasının adı ilk kez 1242 yılında, Tüccarın Hâzinesi
adlı bir Arap kitabında geçmişse de, 16. yüzyılın ikinci yarısına kadar
evrensel kullanıma sokulmamıştı. Coğrafi denizcilik haritaları da yine
aynı dönemde ortaya çıkmaya başladı.
Ama pusula ve denizcilik haritalarını mantıklı bir biçimde kullana­
bilmek için, geminin konum unun doğru bir biçimde belirlenmesi, yani
enlem ve boylamın belirlenmesi gerekiyordu.
Ticaret sermayesinin gelişimi ortaçağ kentinin ve köy kom ünü­
nün yalıtılmışlığını parçalarken, coğrafi ufku sınırsızca genişletmiş
ve hayatın tem posunu kayda değer bir şekilde hızlandırmıştı. Tica­
ret sermayesinin rahat ulaşım araçlarına, gelişkin iletişim araçlarına,
özellikle de bu sürekli hızlanan değişim temposunun ışığında zamanın
daha doğru bir şekilde ölçülmesine ve kesin hesap ve ölçüm araçlarına
ihtiyacı vardı.
Suyoluyla taşımacılığa, yani çeşitli ülkeler arasında bir bağlantı
olarak deniz taşımacılığına ve yurt içi bir bağlantı olarak nehir taşım a­
cılığına özel bir dikkat ayrılmıştı.
Antik çağlardan bu yana suyollarının en elverişli ve en çok araştırı­
lan ulaşım aracı olması ve kentlerin doğal gelişiminin bir nehir ulaşım
sistemiyle bağlantılı oluşu, nehir taşımacılığının gelişimine yardımcı
olmuştu. Nehir taşımacılığı kara taşımacılığından üç kat daha ucuzdu.
Kanalların inşâsı ek bir iç taşımacılık aracı olarak ve deniz taşım a­
cılığını iç nehir sistemiyle birleştiren bir araç olarak gelişti.
Böylece su taşımacılığı meselesi ticaret sermayesinin gelişiminin
karşısına şu teknik sorunları çıkardı:

Su Taşımacılığı A lanında 12
1. Gemilerin tonaj kapasitesini ve hızlarını arttırmak.
2. Gemilerin batma ihtimâlini azaltmak: Daha dengeli, denize da­
yanıklı, sallanmaya daha az meyilli, sefer uygunluğu daha yüksek,

12 Rusçasında başlık yoktur.


ve özellikle de savaş gemileri için, manevra kabiliyeti daha güçlü
gemiler yapmak.
3. Denizdeki konumu belirlemek için uygun ve güvenilir araç ihti­
yacı: Enlem ve boylamı, manyetik sapmayı, gelgit zamanlarını be­
lirlemek için araçlar.
4. İç suyollarını iyileştirmek ve onları denize bağlamak; kanallar ve
yükseltme havuzları [lock] inşâ etmek.
Bu teknik sorunları çözmek için fiziğe ilişkin ne tür önkoşulların ge­
rekli olduğuna bir göz atalım.
1. Gemilerin tonaj kapasitesini arttırmak için sıvı içinde yüzen küt­
lelerin tâbi oldukları temel yasaların bilinmesi gerekir; çünkü tonaj
kapasitesini tahmin etmek için, bir geminin ne kadar su ihraç etti­
ğine dair bir tahmin yapmanın yöntemini bilmek gereklidir. Bunlar
hidrostatiğin problemleridir.
2. Bir geminin batma ihtimâlini azaltmak için sıvı içindeki kütle­
lerin hareketinin tâbi olduğu yasaları bilmek gereklidir ki bu da
dirençli bir ortamdaki kütlelerin hareketinin tâbi olduğu yasaların
bir yönüdür ve hidrodinamiğin temel problemlerinden birisidir.
Bir geminin sallanmaya dayanıklılığı problemi, kütle noktası meka­
niğinin temel problemlerinden birisidir.
3. Enlemin belirlenmesi problemi göksel kütlelerin gözlenmesin­
den ibarettir. Bunun çözümü ise optik araçların ve göksel kütleler­
le, bu kütlelerin hareketini gösteren haritaların bilgisinin varlığına,
yani gök mekaniğinin varlığına bağlıdır.
Boylamın belirlenmesi problemi ise en uygun ve en basit olarak bir
kronometrenin yardımıyla çözülebilir. Ama kronometre Huygens’in
çalışmasının ardından ancak 1730’larda keşfedildiği için boylam,
Ay’la sabit yıldızlar arasındaki mesafenin ölçülmesiyle belirleniyordu.
1498’de Amerigo Vespucci tarafından önerilen bu yöntem, Ay’ın
hareketindeki sapmaların kesin bilgisini gerektirir ve gök m ekani­
ğinin en karmaşık problemlerinden birisini teşkil eder. Bulunulan
yere ve ayın konum una göre gelgitlerin zamanının belirlenmesi, yer­
çekiminin bilgisini gerektirir ki, bu da mekaniğin bir problemidir.
Bu problemin önemi, 1590 yılında, daha Newton dünyaya yerçekimi
teorisi temelindeki genel gelgit teorisini açıklamadan çok önce, Ste-
vin’in verili herhangi bir yerdeki gelgitlerin zamanını ayın konumuna
göre gösteren tablolar çizmesinden anlaşılabilir.
4. Kanalların ve yükseltme havuzlarının inşâ edilmesi, hidrostati­
ğin temel yasalarının, yani sıvıların akışının tâbi olduğu yasaların
bilgisini gerektirir; çünkü su basıncını ve onun akış hızını hesap­
lamak lazımdır. Stevin, 1598 yılında su basıncı problemi üzeri­
ne çalışırken, suyun bir geminin tabanına onun ağırlığından çok
daha fazla basınç uygulayabildiğini zaten keşfetmişti. 1642 yılında
Castelli çeşitli kanal bölümlerindeki suyun akışı üzerine özel bir
çalışma yayımlamıştı. 1646’da Torricelli sıvıların genel akış teorisi
üzerinde çalışıyordu.
Gördüğüm üz üzere, kanal ve yükseltme havuzu inşâsı problemleri de
bizi mekaniğin (hidrostatik ve hidrodinamiğin) problemlerine götür­
mektedir.

Sanayi
O rtaçağ’ın sonlarında (14. ve 15. yüzyıllarda) madencilik sanayisi
halihazırda büyük ölçekli sanayiye doğru bir gelişim göstermekteydi.
Para dolaşımının gelişimiyle bağlantılı olarak yapılan altın ve gümüş
madenciliği, mübadelenin artmasıyla hız kazandı. Amerika’nın keşfi,
temelde altına duyulan açlıkla ilintili olsa da -zira 14. ve 15. yüzyıllarda
Avrupa’da gelişen sanayi ve onun oluşturduğu ticaret, mübadele araç­
larına yönelik talebi arttırmıştı- altın talebi, dikkatleri madenlerle bir­
likte diğer altın ve gümüş kaynaklarının da kullanılmasına yöneltmişti.
Ateşli silâhların bulunm asından ve ağır topların kullanılmaya baş­
lanmasından bu yana savaş sanayisinin gösterdiği enerjik gelişim, de­
mir ve bakır madenciliğine kuvvetli bir teşvik sağlamıştı. 1350 yılıyla
birlikte ateşli silâhlar doğu, güney ve orta Avrupa ordularının alışıldık
silâhları haline gelmişti.
15. yüzyılda ağır toplar oldukça yüksek bir gelişim düzeyine eriş
mişti. 16. ve 17. yüzyıllarda savaş sanayisi, metalürji sanayisine m uaz­
zam taleplerle gelmekteydi. 1652 yılının yalnız M art ve Nisan ayların­
da Cromwell 335 topa ihtiyaç duymuş, Aralık ayında ise toplam ağır­
lığı 2230 ton olan 1500 top, 117.000 top mermisi ve 5000 el bombası
daha istemişti.
Madenlerin en etkili şekilde nasıl kullanılabileceği probleminin ne­
den bu kadar önemli hale geldiği artık açık olsa gerektir.
Temel problemi madenlerin derinliği oluşturuyordu. Madenler ne
kadar derinse, içeride çalışmak o kadar zor ve tehlikeli hale gelmek­
teydi.
Suyu dışarı atmak, madenleri havalandırmak ve cevheri yeryüzüne
çıkarmak için çeşitli araçlar gerekmekteydi. Ayrıca, madenlerin doğru
bir şekilde nasıl inşâ edileceğini ve bir cevher yatağının nasıl bulunabi­
leceğini de bilmek gerekliydi.
16. yüzyılın başlarından itibaren madencilik zaten kayda değer bir
gelişme düzeyine erişmişti. Agricola, madencilikte ne kadar teknik ge­
recin kullanılageldiğini gösteren detaylı bir madencilik ansiklopedisi
bırakmıştır bize.
Cevheri ve suyu çekebilmek için pompalar ve yük asansörleri (çık­
rıklar ve uskurlar) inşâ edildi; hayvanların, rüzgârın ve düşen suyun
enerjisi kullanıldı. Havalandırma boruları ve hava üfleme motorları
inşâ edildi.13 D ört başı m am ur bir pompa sistemi vardı; çünkü m a­
denler derinleştikçe, su drenajı en önemli teknik problemlerden birisi
haline gelmişti.
Agricola kitabında üç tür su drenaj aleti, yedi değişik pompa, dol­
dur boşaltla ya da bir tulumba sistemiyle su çekmek için altı tür tesisat,
yani toplamda on altı farklı tipte su drenaj makinesi tanımlar.
Madenciliğin gelişimi cevheri işlemek için çok miktarda ekipmana
ihtiyaç yaratmıştı. Burada eritme ocakları, maden değirmenleri ve m e­
tallerin ayrıştırılması için kullanılan makineler karşımıza çıkar.
16. yüzyılla birlikte madencilik sanayisi, örgütlenişi ve idaresi epey
bilgi gerektiren karmaşık bir organizma haline gelmişti. Nitekim m a­
dencilik sanayisi çabucak büyük ölçekli bir sanayiye dönüştü, lonca
sisteminden kurtuldu ve böylece loncaların durgunluğuna tâbi kalma­
dı. Teknik olarak bu alan en ilerici sanayiydi ve Ortaçağ boyunca işçi
sınıfının en devrimci bileşenlerini, yani madencileri yarattı.
Galerilerin inşâsı hatırı sayılır bir geometri ve trigonometri bilgisi
gerektirmekteydi. Nitekim 15. yüzyılda bilim insanı mühendisler m a­
denlerde çalışıyorlardı.
Böylelikle mübadelenin ve savaş sanayisinin gelişimi, madencilik
sanayisini şu teknik problemlerle karşı karşıya getirdi:
1. Çok derinlerden cevher çıkarılması.
2. Madenlerdeki havalandırma gereçleri.
3. Madenlerde su pompalanması, drenaj aletleri: Pompa problemi.
4. 15. yüzyıla kadar hâkim olan kaba su-püskürtmeli üretim yön­
teminden, yine havalandırma meselesi gibi, hava püskürtme ekip­
manı problemini doğuran yüksek fırınlara dayalı üretime geçmek.

13 Cümle Rusça versiyonda eklenmiştir.


5. Hava akımı ve özel hava üfleme motorları aracılığıyla havalan­
dırma.14
6. Döndürme ve kesme makinelerinin yardımıyla cevherlerin iş­
lenmesi.
Gelin şimdi de bu teknik görevlerin altında yatan fiziksel problemlere
bir bakalım.
1. Cevheri yeryüzüne çıkarma ve yük asansörleri inşâ etme proble­
mi, bir çıkrık ve iskele tasarlama meselesidir ki bunlar, basit meka­
nik makineler adı verilen makinelerin bir çeşididir.
2. Havalandırma ekipmanı hava akımlarının incelenmesini gerek­
tirir, yani bunlar bir kısmı statiğin de problem alanına giren aeros-
tatiğin meselesidir.
3. Suyun madenlerden pompalanması ve pompaların, özellikle de
piston pompaların inşâsı hidrostatik ve aerostatik alanında ciddi
bir araştırma gerektirir.
Tam da bu yüzden Torricelli, Guericke ve Pascal, tüplerde sı­
vıların yükseltilmesi ve atmosfer basıncı problemleri üzerine çalış­
mışlardı.
4. Yüksek fırınlara dayalı üretime geçiş, derhâl yardımcı binalarıy­
la, su çarklarıyla, körükleriyle, çekme makineleri ve ağır çekiçleriy­
le geniş yüksek-fırınlar fenomeninin ortaya çıkmasına sebep oldu.
Bu problemler -su çarklarının inşâ edilmesiyle meydana çı­
kan hidrostatik ve dinamik problemleri, hava körüklerine ilişkin
problemler- havalandırma amaçlı kullanılan hava üfleme motorları
problemi gibi, havanın hareketine ve hava basıncına ilişkin bir araş­
tırma da gerektiriyordu.
5. Diğer gereçlerde olduğu gibi, düşen suyun (ya da hayvanların)
gücüyle çalışan preslerin ve ağır çekiçlerin inşâsı da, karmaşık bir
dişli çark ve şanzıman sistemi tasarımı gerektiriyordu ki bu da esa­
sen mekaniğin alanına giren bir problemdi. Sürtünmenin bilimi
ve dişli şanzıman çarklarının matematiksel düzenlemesi bu değir­
menlerde gelişti.
Bu nedenle eğer söz konusu dönemde madenciliğin ve metalürji sa­
nayisinin kimya bilimine yönelttiği büyük talepleri göz ardı edersek,
tüm bu fiziksel problemleri mekaniğin sınırları içine hapsetmiş oluruz.

14 Cümle Rusça versiyonda eklenmiştir.


Savaş ve Savaş Endüstrisi
Savaşın tarihi, diyordu Marx 1857 yılında Engels’e yazdığı m ektupta,15
bizim üretici güçler ile toplumsal ilişkiler arasındaki bağa dair görüşle­
rimizin doğruluğunu her şeyden çok daha net bir biçimde gösteriyor.
Ordu bütün bileşenleriyle ekonomik gelişim için çok önemlidir.
Zanaatçıların tüzel kişilikleri demek olan lonca sistemi ilk önce savaş
içinde ortaya çıkmıştır. Yine makinenin geniş ölçekteki ilk kullanımı
da burada olmuştur.
Metallerin özel değeri ve para dolaşımının gelişiminin başında para
olarak kullanılmaları dahi, bunların savaş sırasında çok önemli olma­
sına dayanmakta gibi görünüyor.
Benzer bir şekilde sanayinin değişik dalları arasındaki işbölümü ilk
önce orduda pratiğe geçmiştir. Karşımızda tüm bir burjuva sisteminin
yoğunlaştırılmış bir tarihi durmaktadır.
Zamanımızdan çok önce Çin’de kullanılmakta olan barut, Avru­
pa’da bilinir olduğu andan itibaren ateşli silâhlarda hızlı bir büyüme
meydana gelmiştir.
Ağır top ilk kez Cordova’nın Araplar tarafından kuşatıldığı 1280
tarihinde ortaya çıktı. 14. yüzyılda ateşli silâhlar Araplardan İspan-
yollara geçti. 1308 yılında IV. Ferdinand, Cebelitarık’ı top yardımıyla
ele geçirdi.
Top İspanyollardan diğer uluslara yayıldı. 14. yüzyılın ortalarından
itibaren ateşli silâhlar doğu, güney ve orta Avrupa’nın bütün ülkelerin­
de kullanılmaktaydı.16
İlk ağır toplar son derece hantaldı ve yalnızca parçalar halinde taşı­
nabiliyorlardı. Küçük kalibreli silâhlar bile ağırdı; zira atılan mermiyle
silâhın ağırlığı arasında ya da merminin ağırlığı ile patlayıcı madde
miktarı arasında hiçbir oran saptanmamıştı.
Yine de, ateşli silâhlar yalnızca kuşatmalarda değil, savaş gemilerin­
de de kullanılıyordu. 1386 yılında İngilizler topla silâhlanmış iki savaş
gemisi ele geçirdiler.
15. yüzyılda top alanında kayda değer gelişmeler yaşandı. Taş m er­
milerin yerine demirleri geçti. Toplar artık tamamen demirden ya da
bronzdan dökülür oldu. Top arabaları ve taşıma geliştirildi. Ateş gücü
yükseldi. VIII. Charles’m İtalya’daki başarısı bu faktöre bağlanırsa hiç
de yanlış olmaz.
15 Bu dört paragraf Marx’in Engels’e yazdığı bir mektubun üçüncü paragra­
fından alınmıştır (25 Eylül 1857), CW 40, s. 186 (MEW 29, s. 192).
16 İki cümle Rusçasında eklenmiştir.
Fornova savaşında Fransızlar İtalyanların bir günde ateşlediği m er­
miden daha fazlasını bir saatte yaktılar.
Machiavelli, Savaş Sanatı adlı kitabını, özellikle piyadelerin ve sü­
varilerin becerikli bir şekilde yer değiştirmesiyle topun etkilerine nasıl
direnilebileceğini göstermek için yazmıştı.
Ama elbette İtalyanlar bununla yetinmediler ve kendi savaş sana­
yilerini geliştirdiler. Galileo’nun zamanında Venedik’teki Tophane17
kayda değer bir gelişim düzeyine ulaşmıştı.
I. Francis topçularını ayrı bir birlik olarak kurdu ve onun topçuları
o zamana kadar yenilgi yüzü görmemiş olan İsveç mızraklı süvarileri­
ni darmadağın etti.
Balistik ve topçuluk üzerine ilk teorik çalışmalar 16. yüzyıla dek gi­
der. 1537 yılında Tartaglia bir merminin uçuş istikâmetini tespit etmek
için çabaladı ve 45 derecelik açının maksimum uçuş mesafesi sağ­
ladığını ortaya koydu. Tartaglia nişan almak için atış tabloları da çizdi.
Vannoccio Biringuccio demir dökme sürecini inceledi ve 1540 yı­
lında silâh üretimi alanında kayda değer gelişmeler sağladı.
Hartm ann bir kalibre ölçeği icat etti; bunun yardımıyla silâhın
her bölümü yuvasıyla ilişkili olarak ölçülebiliyor ve böylece silâhların
imalâtında özel bir standart belirlenmiş oluyordu. Sağlam inşâ edilmiş
teorik ilkelerin ve empirik atış kurallarının benimsenmesine giden yol
bu şekilde açıldı.
1690 yılında Fransa’da ilk topçuluk okulu açıldı.
1697 yılında Saint-Remy ilk bütünlüklü topçuluk el kitabını yayım­
ladı.
17. yüzyılın sonlarından itibaren topçuluk bütün ülkelerde orta
çağdaki lonca karakterini kaybetmiş ve bir bileşen olarak orduya dâhil
edilmişti.
17. yüzyılın ortasına gelindiğinde kalibrelerin ve modellerin çeşitl
liği, empirik atış kurallarının güvenilmezliği ve sağlamca inşâ edilmiş

17 Rusçasına bakılarak düzeltilmiştir. İlk İngilizce versiyonunda çevirmen ha­


talı olarak bunu “Floransa” diye tercüme etmiştir. Bu hatanın daha sonra
kendine has bir öyküsü olmuştur. Zira R.K Merton (Science, Technology and
Society in Seventeenth—Century England [1938] 2. baskı. New York: Har­
per, 1970, s. 148, 187, 275) bunu Hessen’den “Floransa Tophanesi” olarak
alıntılamıştır. H.F. Cohen ise (.The Scientific Revolution: A Historiographical
Inguiry, University of Chicago Press, 1994, s. 331) bu hatayı Hessen’e karşı
giriştiği uzun tartışmanın merkezine oturtmuştur.
balistik ilkelerden yoksun olmak mutlak surette kabul edilemez hale
gelmişti.18
Sonuç olarak, kalibre ile patlayıcı madde arasındaki korelasyon,
kalibrenin ağırlıkla ve namlunun uzunluğuyla olan ilişkisi ve geri tep­
me fenomeni üzerine pek çok deney yapılmaya başlandı.
Balistik bilimi birçok önde gelen fizikçinin çalışmalarıyla birlikte
ilerledi.
Galileo dünyaya bir merminin izlediği parabolik istikâmete dair bir
teori kazandırdı; Torricelli, Newton, Bernouilli ve Euler merminin ha­
vada uçuşu, hava direnci ve merminin yoldan sapmasının nedenleri
üzerine çalıştılar.'9
Topun gelişimi daha sonra tahkimat ve istihkâmların inşâsında bir
devrime yol açtı ve bu da mühendislik sanatına yönelik muazzam ta­
leplerin gelmesine neden oldu.
Yeni tahkimat biçimleri (siperler, hisarlar) 17. yüzyılın ortasında
topun etkisini neredeyse ortadan kaldırdı. Bu durum topun daha da
geliştirilmesine yönelik güçlü bir itki verdi.
Savaş sanatının gelişimi şu teknik problemleri ortaya çıkardı:

İç Balistik
Ateşlendiği zaman ateşli silâhta işleyen süreçlerin incelenmesi ve
geliştirilmesi.
Minimum ağırlıkla birlikte ateşli silâhın sağlamlığının arttırılması.
Rahat ve doğru bir şekilde nişan alabilmek için bir araç.

Dış Balistik
Merminin bir hava boşluğundan geçerken izlediği yol.
Merminin hava içinde izlediği yol.
Hava direncinin merminin hızına ne kadar bağlı olduğu.
Merminin yolundan sapması.

18 Cümle Rusçasında eklenmiştir.


19 Venedik’teki Tophane’ye verilen dipnot hariç, son on dokuz paragrafta
sıralanan olgular, Friedrich Engels’in Karl Marx/Friedrich Engels, Collected
Works (cilt 18. London: Lawrence & Wishart, 1982, s. 188-210, burada s.
189-196) içindeki New American Cyclopedia, cilt 2, 1858’e yazdığı “Topçu­
luk” maddesinden alınmıştır. Bu baskıya göre bu maddelerin bir toplaması
1933 tarihli Marx ve Engels, Works kitabının Rusça baskısının 11. cildinin 2.
bölümünde bulunmaktadır.
Bu problemlerin fiziğe ait temelleri ise şöyledir:
Ateşli silâhta işleyen süreçleri ve geri tepme fenomenini (etki tepki
yasasını) çalışmak için gazların sıkışmasını ve genleşmesini çalışmak
gereklidir. Bu da temelde mekaniğin alanına ait bir problemdir.
Ateşli silâhların sağlamlığı meselesi, maddelerin direncini incele­
meye ve dayanıklılıklarını test etmeye ilişkin bir problemdir. İnşaat
alanı için de çok önemli olan bu problem, gelişmenin bu belirli aşa­
m asında salt mekanik araçlarla çözülmüştür. Galileo Matematiksel
Kanıtlamalar adlı çalışmasında bu problemle fazlasıyla ilgilenmiştir.
Merminin hava boşluğundan geçerken izlediği yol problemi iki
şeye bağlıdır: Yer çekimi gücünün bir kütlenin serbest düşüşü üze­
rindeki etkisinin ne olduğu probleminin ve merminin ileri hareketiyle
serbest düşüşünün üst üste binmesi probleminin çözülmesine. Gali­
leo’nun serbest düşüş problemiyle çok fazla ilgilenmesi bu nedenle
şaşırtıcı değildir. Galileo’nun çalışmalarının topçuluğun ve balistiğin
çıkarlarıyla ne kadar bağlantılı olduğunu anlamak için, kendisinin
Matematiksel Kanıtlamalar kitabına Venediklilere seslenerek başla­
masına bakmak bile yeterlidir. Venedik’teki tophanenin faaliyetlerini
överek, burasının bilimsel araştırmalar için çok zengin bir malzeme
sağladığına dikkat çeker.
Bir merminin havada uçuşu, kütlelerin dirençli bir ortamdaki ha­
reketinin belirlenmesi ve bu direncin hareketin hızına ne kadar bağlı
olduğunun anlaşılması probleminin bir veçhesidir.
Merminin öngörülen yoldan sapması, onun başlangıç hızındaki
değişimin, atmosferin yoğunluğundaki değişimin ya da yeryüzünün
kendi etrafındaki dönüşünün yarattığı etkinin bir sonucu olabilir.
Bunların tüm ü salt mekanik problemlerdir.
Dış balistik problemi çözülebilirse ve merminin dirençli bir ortam ­
da izlediği yola ilişkin genel bir teori inşâ edilebilirse, hedeflere nişan
almak için doğru tablolar çizilebilir.
Dolayısıyla, metalürjinin alanına giren ateşli silâh ve mermilerin
fiilî üretim sürecini bir kenara bırakırsak, bu dönemde topçuluğun
ortaya attığı temel problemler, mekaniğin problemleriydi.

Çağın Fizik Temaları ve Pritıcipia ’nın İçeriği20


Şimdi taşımanın, sanayinin ve madenciliğin gelişiminin getirdiği fizik
problemlerini sistematik bir biçimde ele alalım.

20 Bu bölüm başlığı metnin Rusçasında vardır. Rusça metinde böyle altı baş­
lık, ilk İngilizce versiyonunda ise beş başlık vardır.
En başta bunların tüm ünün salt m ekanik problemler olduğuna dik­
kat çekmek gerek.
Çok genel hatlarıyla da olsa, ticaret sermayesinin hâkim ekonomik
güç haline gelmekte olduğu, m anüfaktürün yükselmeye başladığı bu
dönem boyunca, yani 16. yüzyılın başından 17. yüzyılın ikinci yarısına
kadarki dönemde fizik alanında var olan başlıca araştırma temalarını
çözümleyeceğiz.
Newton’un fizik üzerine yaptığı çalışmaları buna dâhil etmeyeceğiz
çünkü bunlar ayrıca çözümlenecek. Başlıca fizik temalarını sunarak
Newton’dan hemen önceki dönemde ve onun döneminde fizikle en
yakından ilişkili olan problemleri belirleyebileceğiz.
Basit makinelere, eğimli yüzeylere ilişkin problemleri ve genel sta­
tik problemlerini çalışanlar: Leonardo da Vinci (15. yüzyılın sonu);
Cardano (16. yüzyılın ortaları); Guidobaldo (1577); Stevin (1587);
Galileo (1589-1609).
Kütlelerin serbest düşüşünü ve merminin izlediği yolu çalışanlar:
Tartaglia (1530’lar); Benedetti (1587); Piccolomini (1597); Galileo
(1589-1609); Riccioli (1651); Gassendi (1649); Accademia del Çi­
mento [Deneyler A kadem isi-ç.n.].
Hidrostatik, aerostatik ve atmosferik basınç yasaları. Pompa, d i­
rençli ortamda kütlelerin hareketi: Hollanda’daki kara ve su tesisatla­
rının mühendisi ve denetçisi olan Stevin (16. yüzyıl sonu, 17. yüzyıl
başı); Galileo, Torricelli (17. yüzyılın ilk çeyreği); Pascal (1647-1653);
Gustavus Adolphus’un ordusunda askerî mühendis olan, köprüler ve
kanallar inşâ eden Guericke (1650-1663); Robert Boyle (1670’ler);
Accademia del Çimento (1657-1667).
Gök mekaniğinin problemleri, dalgalar teorisi. Kepler (1609); G a­
lileo (1609-1616); Gassendi (1647); Wren (1660’lar); Hailey, Robert
Hooke (1670’ler).
Yukarıda sayılan problemler o dönemdeki neredeyse tüm fizik konu­
larını kapsar.
Bu temel temaları iletişimin, sanayinin ve savaşın ortaya koyduğu
teknik taleplere ilişkin yaptığımız analizden çıkan fizik problemleriyle
karşılaştırırsak, bu fizik problemlerinin temelde bu talepler tarafından
şekillendirildiği oldukça net bir şekilde görülebilir.
Aslında ilk gruptaki problemler, madencilik ve yapı sanatı için
önemli olan kaldırma araçları ve şanzıman mekanizmalarına ilişkin
fizik problemlerini teşkil eder.
İkinci gruptaki problemler topçuluk için çok önemlidir ve balistiğe
ilişkin temel fizik problemlerini teşkil eder.
Üçüncü gruptaki problemler, madenlerin drenajına, havalandırıl­
masına, cevherin eritilmesine, kanal ve yükseltme havuzu inşâsına, iç
balistiğe ve gemilerin şeklinin tasarlanmasına ilişkin problemler için
önem arz eder.
D ördüncü grup gemicilik için muazzam öneme sahiptir.
Bunların tümü temelde mekanik problemlerdir. Elbette bunlar
m addenin hareketinin diğer yönlerinin bahsettiğimiz dönemde hiç in­
celenmediği anlamına gelmiyor. Bu dönemde optik de gelişmeye baş­
lamış ve statik elektrikle manyetizma üzerine ilk gözlemler yapılmıştı*
Yine de hem doğaları hem de nispi önemleri nedeniyle bu problem ­
ler yalnızca ikinci dereceden bir öneme sahiplerdi ve gerek çalışılma
düzeyleri gerekse de matematiksel gelişmeleri bakımından mekaniğin
oldukça gerisine düştüler (optik aygıtların yapımında hatırı sayılır bir
önem arz eden geometrik optiğin belli yasalarını bunun dışında tu t­
mak gerek).
Aynı şekilde optik de temel itkisini öncelikle denizcilik alanında
büyük önem taşıyan teknik problemlerden aldı."
Çağın ana teknik ve fizik problemlerini, araştırdığımız dönemdeki
önde gelen fizikçilerin çalıştığı konularla karşılaştırdık ve bu başlıkla­
rın her şeyden önce yükselen burjuvazinin gündeme taşıdığı ekono­
mik ve teknik problemlerle belirlendiği sonucuna ulaştık.
Ticaret sermayesi çağında üretici güçlerin gelişimi bilimin karşısı­
na bir takım pratik görevler çıkarmış ve bunların acilen çözülmesini
talep etmişti.
Ortaçağ üniversitelerinde konuşlanmış olan resmî bilim bu sorun­
ları çözmek için hiçbir çaba göstermemekle kalmadı, doğa bilimlerinin
gelişmesine etkin olarak karşı çıktı.
15. yüzyıldan 17. yüzyıla kadar üniversiteler feodalizmin bilimse
merkezleriydi. Yalnızca feodal geleneklerin taşıyıcısı olmakla kalmıyor­
lar, bu geleneklerin koruyuculuğunu da etkin bir şekilde yapıyorlardı.

‘Manyetizma konusundaki incelemeler doğruda doğruya pusulanın dünya­


nın manyetik sistemi içinde sapmasına yönelik çalışmalardan etkilenmişti. Bu
sapmalarla ilk önce uzun mesafeli deniz yolculukları sırasında karşılaşılmış
ve Gilbert dünyanın manyetizmasına ilişkin problemlere fazlasıyla dikkat et­
mişti. [Hessen’in notu]
“ Bu dönemde optik, teleskop probleminin çalışılmasıyla gelişti. [Hessen’in
notu]
1655 yılında, usta zanaatçıların ustabaşı dernekleriyle olan çekiş­
mesinde Sorbonne, usta zanaatçıları ve lonca sistemini savunmuş,
onları “bilimden ve kutsal emirlerden aldığı kanıtlarla” desteklemişti.
Ortaçağ üniversitelerindeki tüm pedagoji sistemi kapalı bir skolâs­
tik sistem oluşturmaktaydı. Bu üniversitelerde doğa bilimine yer yok­
tu. 1355 yılında Paris’te Öklid geometrisini öğretmek yalnızca tatil
günleri serbestti.
Ana “doğa bilimi” elkitapları, içlerinden tüm hayati bilgiler ayık­
lanmak kaydıyla, Aristoteles’in kitaplarıydı. Hekimlik bile mantığın
bir dalı olarak öğretiliyordu. Kimsenin üç yıl m antık çalışmadan tıp
çalışmasına izin verilmiyordu. Elbette tıp sınavlarına kabul almak için
mantık-dışı bir yöntem uygulanıyordu (öğrencinin meşru bir çocuk
olduğunu kanıtlaması gerekiyordu), ama bu mantık-dışı soru tıp bilgi­
sini ölçmek için doğrusu pek de yeterli değildi. Ünlü cerrah Montpel-
lier’li Arnold Villeneuve tıp fakültesindeki profesörlerin bile, en sıra­
dan hastalıkları iyileştirmeyi bırakın, daha hacam at etmeyi (sülük vs.
ile pis kanı dışarı almayı) beceremediklerinden yakınıyordu.
Ö m rünü doldurmuş feodal ilişkilerin yeni ilerici üretim biçimlerine
karşı şiddetle mücadele etmesi gibi, feodal üniversiteler de yeni bilime
karşı mücadele ediyorlardı.
Onlara göre Aristoteles’te bulunamayan şey, gerçek hayatta da
yoktu.
17. yüzyılın başında Kircher, taşralı bir Cizvit profesörüne tele
kopla yeni keşfedilen güneş lekelerine bakmasını önerdiğinde profesör
şöyle yanıtlamıştı: “Evladım gereksiz. Aristoteles’i iki kere okudum ve
güneş lekelerine ilişkin hiçbir şeye rastlamadım. Güneşte leke yoktur.
Ya senin teleskopunda bir hata vardır ya da gözlerinde.”21
Galileo teleskopu icat edip Venüs’ün evrelerini ortaya çıkardığın­
da, skolâstik üniversite filozofları bu yeni olgular hakkında bir şey
duymak dahi istemezken, ticaret şirketleri Hollanda’da yapılanlardan
daha üstün olan bu teleskopu almak istemişlerdi.
19 Ağustos 1610’da22 “Sevgili Kepler” diye yazıyordu Galileo a
acı, “sanıyorum çoğunluğun sıra dışı aptallığına gülüp geçmeliyiz. Ç a­
lışmalarımı bu okuldaki önde gelen filozoflara gönüllü olarak göster­
meyi binlerce kez önermeme rağmen, karnı tok bir yılan inatçılığıyla
ne gezegenlere, ne aya, ne de teleskopa bakmak istemeyen bu insanla­

21 Athanasius Kircher (1602-1680); kaynak belirtilmemiş.


22 Galileo’dan Kepler’e. 19 Ağustos 1610. Galileo Galilei, Öpere, cilt 10, ed.
A. Favaro, Floransa: Barbera, 1890-1909, s. 421-423; Latinceden tercüme.
ra ne diyeceksin? Bazılarının kulaklarını kapadığı gibi, bunlar da haki­
katin ışığına gözlerini kapatıyor. Bunlar büyük meseleler ama yine de
şaşırmıyorum. Bu türden insanlar felsefenin bir kitap olduğunu... ve
hakikatleri dünyada ya da doğada değil... metinleri birbirleriyle karşı­
laştırılarak aram ak gerektiğini düşünürler.”
Descartes, Aristotelesçi doğaüstücü güçler fiziğine ve üniversite
skolâstikliğine kararlı bir biçimde karşı çıktığında, Roma ve Sorbon-
ne’dan kendisine yönelmiş öfkeli bir muhalefetle karşılaşmıştı.
1671 yılında Paris Üniversitesi’nin ilâhiyatçıları ve fizikçileri Des-
cartes’ın öğretmenlik yapmasının yasaklanması için hüküm ete bel
bağlamışlardı.
Boileau ağır bir hiciv kaleme alarak bu eğitimli skolâstiklerin ta ­
lepleriyle dalga geçti. Bu belge, Ortaçağ üniversitelerindeki durum un
kusursuz bir tarifini vermektedir.
18. yüzyılın ikinci yarısında bile Fransa’daki Cizvit profesörler
Kopernik’in teorilerini kabul etmeye hazır değillerdi. 1760 yılında
Newton’un Principia’sının Latince bir baskısına Le Seur ve Jacqu­
ier şu notu düşme ihtiyacı hissetmişlerdi: “Üçüncü kitabında New­
ton dünyanın hareketi hipotezini uyguluyor. Yazarın varsayımları bu
hipoteze dayanmadan açıklanamazdı. Dolayısıyla biz de başkasının
adına hareket etmeye m ecbur kaldık. Ama şunu açıkça ve bizzat ifade
ediyoruz ki, bizler Kilise’nin başındakilerin dünyanın hareketine karşı
yayımladığı kararları kabul etmekteyiz.”23
Üniversiteler neredeyse yalnızca rahip ve hukukçu mezun etm ek­
teydi.
Kilise feodalizmin uluslararası merkeziydi ve kendisi de geniş bir
feodal mülk sahibi olarak, Katolik ülkelerdeki toprakların en az üçte
birine sahipti.
Ortaçağ üniversiteleri kilise hegemonyasının güçlü bir silâhıydı.
Ama aynı zamanda, yukarıda özetlediğimiz teknik sorunlar m u­
azzam teknik bilgiye ve buna ek olarak kapsamlı matematik ve fizik
çalışmalarına ihtiyaç yaratmaktaydı.

23 Philosophiae Naturalis Principia Mathematica, ed. Thomas Le Seur ve


François Jacquier, 2. basım, Cologne, 1760 (1. baskı, Cenova, 1739-1742):
“Declarado. Newtonus in hoc tertio Libro telluris motae hypothesim assumit.
Autoris propositiones aliter explicari non poterant, nisi eadem quoque facta
hypothesi. Hine alienam coacti sumus gerere personam. Caeterum latis a
summis Pontificibus contra telluris motum Decretis nos obsequi profitemur.”
(cilt 3, ön bölüm)
O rtaçağ’ın sonları (15. yüzyıl ortası), sanayinin gelişiminde o rta­
çağ kentlilerinin yarattığı önemli ilerlemelerle göze çarpar.
Kitlesel ölçekte yapılmakta olan üretim giderek geliştirilmiş ve çe­
şitlendirilmişti; ticari ilişkiler daha gelişkin hale gelmişti.
O rtaçağ’ın karanlık gecesinden sonra bilim tekrar mucizevî bir
hızla geliştiyse, bunu sanayinin gelişimine borçluyuz (Engels).24
Haçlı seferleri zamanından beri sanayi muazzam bir şekilde büyü­
müştü ve (metalürji, madencilik, savaş sanayisi ve boyacılıkta) kendi
hesabına bir yığın yeni kazanım elde etmişti. Bunlar yalnızca yeni göz­
lem malzemesi kazandırmakla kalmamış, yeni deney araçları sağlaya­
rak yeni gereçlerin yapılmasına da olanak tanımıştı.
Denebilir ki, sistematik deneysel bilim o zamandan itibaren m üm ­
kün hale gelmişti.
Dahası, son tahlilde üretimin çıkarlarıyla belirlenen büyük coğrafi
keşifler, fizik (manyetik sapma), astronomi, meteoroloji ve botanik
alanına muazzam miktarda ve daha önceden erişilemez olan m alze­
meyi sağlamıştı.
Ve son olarak bu dönem, bilginin dağıtımı için çok güçlü bir aracın
ortaya çıkışına tanıklık etti: Matbaa.
Kanalların, yükseltme havuzlarının ve gemilerin inşâsı, madenlerin
ve galerilerin inşâsı, bunların havalandırılması ve drenajı, ateşli silâh­
ların ve istihkâmların tasarımı ve inşâsı, balistik problemleri, gemicilik
için gereken araçların üretimi ve tasarımı, gemilerin konum unu be­
lirlemek için gerekli yöntemlerin keşfedilmesi; tüm bunlar o zamanın
üniversitelerinin yetiştirdiği insan tipinden tamamen farklı tipte bir
insana yönelik ihtiyaç yaratıyordu.
16. yüzyılın üçüncü çeyreğinde Johann Mathesius, bir maden araş
tırmacısının sahip olması gereken minimum bilginin; üçgenleme ve
Öklid geometrisi, galeri inşâsı için hayati önem taşıyan pusula kulla­
nabilme yeteneği, maden yatağını doğru hesaplayabilme yeteneği ve
pompalama ve havalandırma tesisatının döşenmesi bilgisinden oluş­
tuğunu söylüyordu.

24 Dialectics of Nature, CW 24, s. 465 (MEW 20, s. 456-457): “Eğer Orta-


çağ’m karanlık gecesinin sonlanmasının ardından bilimler akla hayale gelmez
bir güçle yeniden doğduysa, olağanüstü bir oranda geliştiyse bunu yine
üretim mucizesine borçluyuz. [Kenar notu:] Şimdiye kadar övünülen hep
üretimin bilime ne kadar borçlu olduğuydu ama bilimin üretime olan borcu
sonsuzdur.”
Galerileri inşâ etmek ve madenleri işletebilmek için teorik eğitimi
olan mühendislere ihtiyaç olduğuna dikkat çekiyordu Mathesius; zira
bu iş sıradan, eğitimsiz bir madencinin güçlerinin çok ötesindeydi.
Besbelli ki, bunların hiçbiri zamanın üniversitelerinde öğrenile-
mezdi. Yeni bilim üniversitelerle mücadele içinde, bir üniversite dışı
bilim olarak doğdu.
Üniversite bilimi ve yükselen burjuvazinin ihtiyaçlarına hizmet
eden üniversite dışı bilim arasındaki mücadele, burjuvazi ile feodalizm
arasındaki sınıf mücadelesinin ideoloji alanındaki yansımasıydı.
Bilim adım adım burjuvaziyle birlikte yeşerdi. Sanayisini geliştir­
mek için burjuvazi maddi kütlelerin özelliklerini ve doğa güçlerinin
göstergelerini araştıracak bir bilime ihtiyaç duyuyordu.
O zamana değin bilim her zaman kilisenin sâdık hizmetkârı olm uş­
tu ve bilimin bu sınırların ötesine geçmesine izin verilmemişti.
Burjuvazinin bilime ihtiyacı vardı ve bilim burjuvaziyle birlikte kili­
seye karşı ayaklandı (Engels).25
Böylece burjuvazi feodal kiliseyle çatışmaya başladı.
Mesleki okullara (maden mühendisleri ve topçu subaylarını eğit­
mek için açılan okullara) ek olarak, üniversitelerin dışındaki bilim
toplulukları yeni bilimin, yeni doğa bilimlerinin merkezi haline geldi.
1650’lerde ünlü Floransa Accademia del Çimento kuruldu. Amacı
deney yoluyla doğa üzerinde çalışmaktı. Üyeleri arasında Borelli ve
Viviani gibi bilim insanları vardı.
Floransa’daki Akademi, Galileo’nun ve Torricelli’nin entelektüel
mirasçısıydı ve onların çalışmalarını devam ettirdi. Parolası, Provare e
riprovare (deney yoluyla tekrar tekrar doğrula!) idi.26
1645 yılında Londra’da bir doğa bilimcileri çevresi kuruldu; bilim­
sel problemleri ve yeni keşifleri tartışmak için her hafta toplanıyorlardı.

25 Son üç paragraf, CW 24, s. 290 (MEW 19, s. 533) içindeki Socialism,


Utopian and Scientific adlı eserin İngilizce baskısına Giriş bölümünden alın­
mıştır: “Dahası, orta-sınıfın gelişmesine paralel olarak bilimin büyük canlan­
ması devam etti; astronomi, mekanik, fizik, anatomi ve fizyoloji yeniden ser­
pildi. Ve burjuvazi, sınaî üretimi geliştirmek için, doğal nesnelerin fiziksel
özelliklerini ve doğa güçlerinin etki tarzlarını saptayan bir bilime ihtiyaç du­
yuyordu. Bilim o zamana kadar kilisenin âciz bir hizmetçisi olmuştu, imanın
koyduğu sınırları aşmasına izin verilmemişti ve bu yüzden asla tam anlamıyla
bilim olmamıştı. Bilim kiliseye karşı ayaklandı; burjuvazi bilimsiz edemezdi ve
bundan ötürü, ayaklanmaya katılmak zorunda kaldı.”
26 Tercüme Rusça metne eklenmiştir.
1661 yılında bu toplantılardan Kraliyet Topluluğu doğdu. Kraliyet
Topluluğu İngiltere’deki en önde gelen, en tanınmış bilim insanlarını
bir araya getirdi ve üniversite skolâstikliğine karşı “Nullius in verba”
(hiçbir şeyi söze dayanarak doğrulama!) sözünü düstur olarak benim ­
sedi.27
Robert Boyle, Brouncker, Brewster,28 Wren, Hailey ve Robert H o­
oke toplulukta etkin bir rol oynadılar.
Bu topluluğun en olağanüstü üyelerinden birisi ise Newton’du.
Yükselen burjuvazinin doğa bilimlerini kendi hizmetine, gelişmek­
te olan üretici güçlerin hizmetine soktuğunu görüyoruz.
O sıralar en ilerici sınıf olan burjuvazi, en ilerici bilimi talep ediyor­
du. İngiliz Devrimi üretici güçlerin gelişimine kuvvetli bir itki vermişti.
Yalnızca belirli problemlerin empirik olarak çözülmesi değil, yeni tek­
nolojinin gelişimiyle ortaya atılan tüm fizik problemlerini genel yön­
temler kullanarak çözmek için sentetik bir özet ve sağlam teorik bir
temel inşâ etmek de zorunlu hale gelmişti.
Ve (halihazırda göstermiş olduğumuz gibi) temel problemler m e­
kanik problemler olduğundan,"* fizik problemlerine ilişkin böyle bir
ansiklopedik inceleme ortaya koymak demek, gök ve yer mekaniğinin
sorunlarını çözmek için genel yöntemleri bize verecek olan tutarlı bir
teorik mekanik yapısı yaratmak demek olacaktı.
Bu işin gerçekleştirilmesi Newton’a düştü. O nun en önemli çalış­
masının tam başlığı da -D oğa Felsefesinin M atematik ilkeleri (1 6 8 7 )-
göstermektedir ki Newton kendisini özellikle bu sentez çalışmasına
vermişti.
Newton Principia’nın giriş bölümünde uygulamalı mekaniğin ve
basit mekaniğe ilişkin öğretilerin zaten değerlendirilmiş olduğunu ve
kendisinin görevinin “yordamlar” ile uğraşmak ya da belirli problem ­
leri çözmek yerine, doğa güçleri hakkında bir öğreti sağlamaktan, fel­
sefenin matematiksel ilkelerini oluşturmaktan ibaret olduğunu belirtir.

27 Horatius (Quintus Horatius Flaccus), Epistles I, i, satır 14. Nullius addic-


tus iurare in verba magistri, “hiçbir efendinin sözünü onaylamak zorunda
değilim.”
28 Olasılıkla bir yazı hatası nedeniyle, 3 ve 4 numaralı eklerde eserinden alın­
tılar yapılan 19. yüzyıl Newton biyograficisi ve Kraliyet Topluluğu tarihçisi
David Brewster’in ismi burada geçiyor.
Optik de bu dönemde gelişmeye başladı fakat optikte ana araştırma de­
nizyolu ulaşımının ve astronominin çıkarlarına tâbiydi. Newton’un da spekt-
rumu teleskoptaki kromatik sapma fenomeni yoluyla çalışmaya başladığını
söylemek gerekir. [Hessen’in notu]
Newton’un Principia’sı soyut matematiksel bir dille açıklanmıştır.
Newton’un ortaya attığı ve çözdüğü problemler ile bu problemleri
doğuran teknik talepler arasındaki bağın yazar tarafından açıklandığı
satırları aram ak nafile bir çaba olacaktır.
Nasıl ki geometrik izah yöntemi, Newton’un keşiflerini yaparken
kullandığı bir yöntem olmamasına rağmen, başka araçlarla bulunmuş
çözümlere giydirilmiş kıymetli bir cüppe vazifesi görebildiyse, aynı şe­
kilde “Doğa Felsefesi”yle uğraşan bir çalışma da, kendisine esin veren
“bayağı” kaynaklarına bir gönderm e içermemeliydi.
Principia’nın “dünyevi çekirdeği”nin bilhassa yukarıda çözümledi­
ğimiz ve bu dönemdeki fizik araştırmalarının temalarını temelden be­
lirlemiş olan teknik problemlerden oluştuğunu göstermeye çalışacağız.
Principia’da yapılan açıklamaların soyut matematiksel bir karakteri
olmasına rağmen, Newton asla hayatla bağı olmayan bir skolâstik bil­
ge olmadı. Aksine, zamanının tekniğe ve fiziğe ilişkin problemlerini ve
ihtiyaçlarını merkeze alan zemine ayaklarını sağlamca basmıştı.
Newton’un Francis Aston’a yazdığı ünlü m ektup onun tekniğe olan
merakının ne kadar geniş olduğuna dair açık bir fikir verir. Mektup
1669 yılında, Newton profesör olduktan sonra, yerçekimi teorisinin
ilk taslağını bitirmek üzereyken yazılmıştı.29
Newton’un genç dostu Aston, Avrupa’daki çeşitli ülkelere doğru
bir yolculuğa çıkmak üzereydi ve Newton’dan kendisine yolculuğunu
en akılcı bir biçimde nasıl değerlendirilebileceğini, Avrupa ülkelerinde
özellikle dikkate ve çalışmaya değer neler olduğunu söylemesini istedi.
Newton’un talimatlarının kısa bir özetini alıntılayacağız.
Düm en mekanizması ve gemileri idare etme yöntemleri derinlemesine
çalışılacak.
Denk gelinen tüm istihkâmlar, bunların inşâ edilme metotları, di­
renç güçleri, savunma avantajları dikkatlice incelenecek, askerî örgüt­
lenmeye genel hatlarıyla âşinâ olunacak.
Ülkenin doğal kaynakları, özellikle de metaller ve mineraller üzeri­
ne çalışılacak, bunların üretim ve arıtma yöntemlerine âşinâ olunacak.
Cevherden metal elde etmenin yöntemleri üzerine çalışılacak.

29 18 Mayıs 1669. The Correspondence o f Isaac Newton, cilt 1, ed. H.W.


Turnbull, Cambridge University Press, 1959, s. 9-11. G.N. Clark’ın da işaret
ettiği üzere (1937, s. 365) bu mektup aslında Newton profesör unvanını ka­
zanmadan birkaç ay önce yazılmıştı. Görünüşe göre bu mektup hiç yollanma­
dı. Bkz. R. Westfall, Never at Rest: A Biography o f Isaac Newton, Cambridge:
Cambridge University Press, 1980, s. 193.
Macaristan, Slovakya ve Bohemya’da, Eila kasabasının yakınında
ya da Silezya’ya çok uzak olmayan Bohemya dağlarında, sularında
altın bulunan nehirlerin varlığının doğru olup olmadığı araştırılıp öğ­
renilecek.
Altın içeren nehirlerden cıvayla karıştırarak altın elde etme yöntemi
hâlâ bir sır mı, yoksa genel olarak biliniyor mu, araştırılıp öğrenilecek.
Hollanda’da son zamanlarda bir cam cilalama fabrikası kuruldu,
gidilip görülecek.
HollandalIların Hindistan’a yaptıkları yolculuklarda gemilerini
kurtların verdiği hasarlardan nasıl korudukları araştırılıp öğrenilecek.
Uzun mesafeli deniz yolculuklarında saatlerin boylamı tespit etmek
için kullanılıp kullanılmadığı araştırılıp öğrenilecek.
Bir metali diğer metale, örneğin demiri bakıra ya da herhangi bir
metali cıvaya dönüştürm e yöntemlerine özellikle eğilmeye ve bunları
incelemeye değer.
Altın ve gümüş madenlerinin bulunduğu Chemnitz’de30 ve M aca­
ristan’da demirin sülfürik asit içinde çözündürülmesi, daha sonra da
solüsyon kaynatılıp soğutulduğunda bakıra dönüşmesi yöntemi bili-
niyormuş.
Bu soy metal özelliğine sahip olan asit yirmi yıl önce İngiltere’ye
ithâl edildi. Ama artık hiçbir yerde bulunamıyor. Asidi satmak yerine
kendilerine saklayıp demiri bakıra çevirmek için kullanmayı tercih et­
miş olabilirler.
Metallerin dönüştürülmesi meselesiyle ilgili olan bu son talimatlar,
bu geniş m ektubun neredeyse yarısını teşkil eder.
Şaşırtıcı değildir bu durum. Newton’un döneminde hâlâ çok sayıda
simya araştırması yapılıyordu. Simyacılar genellikle felsefe taşını ara­
yan büyücüler olarak hayal edilirler. Gerçekte simya, üretimin gerekli­
likleriyle yakından ilişkiliydi ve simyacıların etrafını saran esrar halesi,
onların araştırmasının gerçek doğasını görmemize engel olmamalı.
Metallerin dönüştürülmesi önemli bir teknik problemdi, zira o za­
manlar bakır madenlerinin sayısı azdı ve savaşlar, topların dökülmesi
bol miktarda bakır gerektiriyordu.
Gelişen ticaret paraya yönelik talebi o kadar arttırmıştı ki Avru­
pa’daki altın madenleri bu talebi karşılayamaz olmuştu. Altının pe­
şinde doğuya yönelme güdüsüyle birlikte, sıradan metalleri bakıra ve
altına dönüştüren araçlara yönelik arayış yoğunlaşmıştı.

30 Newton “Schemnitium” yazar. Editörler (1959) bunun Chemnitz’e değil,


Macaristan’daki Schemnitz’e (Selmeczbânya’ya) karşılık geldiğini bildirirler.
Newton gençliğinden beri metalurjik süreçlere ilgi duyuyordu;
daha sonra bilgisini ve yeteneklerini D arphane’deki işinde de başarıy­
la uygulamıştı.
Simyanın klasik eserlerini dikkatli bir biçimde incelemiş ve bu
eserlerden çok sayıda not çıkarmıştı Newton. Bu durum onun her tür
metalurjik sürece yönelik büyük ilgisini gösterir.
D arphane’deki işinden önceki dönemde, 1683 ile 1689 arasında
Agricola’nın metaller üzerine olan çalışmasına dikkatle eğilmişti: M e­
tallerin dönüştürülmesi onun başlıca ilgi alanıydı.
Newton, Böyle ve Locke metallerin dönüştürülmesi sorununa yö­
nelik uzun yazışmalar yaptılar ve cevherin altına dönüştürülmesi for­
m ülünü birbirleriyle paylaştılar.31
1692 yılında Böyle East India Şirketi’nin yöneticilerinden biriyken
Newton’a metali altına çevirme formülünü iletmişti, (bkz. Ek 2)
M ontague, Newton’u D arphane’de çalışması için çağırdığında,
bunu yalnızca arkadaş oldukları için değil, Newton’un metaller ve m e­
talürji konusundaki bilgisine çok değer verdiği için yapmıştı.
İlginç ve vurgulanmaya değer olan şudur ki; New ton’un saf bilim­
sel faaliyetlerine ilişkin oldukça zengin bir malzeme bugüne kalmış
olmasına rağmen, bunların hiçbiri onun teknik alandaki faaliyetlerine
ilişkin değildir.
Newton’un paraların dökülmesi ve basılması sürecini geliştirmek
için pek çok şey yaptığı iyi bilinmesine rağmen, D arphane’deki faali­
yetlerine işaret edecek malzemeler bile bugüne kalmamıştır.
Newton’un doğum unun iki yüzüncü yılıyla bağlantılı olarak, onun
D arphane’deki teknik faaliyetlerine ilişkin özel bir araştırm a yapan
Lyman Newell, Darphane yöneticisi Albay Johnson’a New ton’un para
dökme ve basma gibi teknik süreçlerdeki faaliyetlerine dair malzeme­
lerin olup olmadığını sordu.
Albay Johnson verdiği yanıtta Newton’un çalışmasının bu yönüne
ilişkin hiçbir malzemenin bugüne kalmadığını söyledi.
Bilinen tek şey, bimetalik sisteme ve altınla güm üşün çeşitli ülke­
lerdeki görece değerine ilişkin Maliye Şansölyesi’ne verdiği (1717)
uzun nottur. Bu not New ton’un ilgi alanlarının yalnızca para üretimi­
nin teknik sorunlarıyla sınırlı olmadığını, para dolaşımının iktisadi
problemlerini de içine aldığını göstermektedir.

31 Ek 2.
Newton takvim reformu komisyonunda da etkin bir rol aldı, danış­
manlık yaptı. Makaleleri arasında takvimde radikal bir reform önerdiği
“Rumi Takvim Reformu Üzerine Gözlemler” adlı çalışması da vardır.
Biz tüm bu olguları Newton’u zamanının dünyevi teknik ve ekono­
mik meselelerinin çok üzerinde duran ve yalnızca soyut düşüncenin
azametli krallığında süzülen bir Olimpos tanrısı gibi gösteren gelenek­
sel temsili dengelemek için aktarıyoruz.
Yukarıda da belirtmiş olduğum üzere, Principia Newton’a böyle
yaklaşılmasını meşrulaştırmakta. Ne var ki, gördüğüm üz üzere bunun
gerçekle uzaktan yakından bir ilgisi yok.
Yukarıda kısaca özetlenen ilgi alanlarının kapsamını karşılaştıracak
olursak, bunların dönemin ulaşım, ticaret, sanayi ve savaş ihtiyaçla­
rından doğan karmaşık problemlerin neredeyse tüm ünü kucakladığını
kolaylıkla fark edebiliriz.
Şimdi Newton’un Principia’smm içeriğinin çözümlenmesine d ö ­
nelim ve o dönemde fizik alanında yapılan araştırmaların başlığıyla bu
içeriğin nasıl bir ilişki içinde bulunduğuna bakalım.
Harekete ilişkin tanımlar, aksiyomlar ya da yasalar, mekaniğin te­
orik ve metodolojik temel ilkelerini açıklar.
İlk kitap merkezî güçlerin etkisi altında doğan genel hareket ya­
salarının ayrıntılı bir açıklamasını içerir. Böylece Newton, Galileo ile
başlayan mekaniğin genel ilkelerinin oluşturulması çalışmasına bir ön
sonuç sağlamış olur.
Newton’un yasaları mekanik problemlerin büyük çoğunluluğunun
çözülmesi için genel bir yöntem sağlar.
Kütlelerin hareketi problemine ayrılmış olan ikinci kitap, yukarıda
bahsedilen karmaşık problemlerle yakından ilişkili olan bir dizi prob­
lemi ele alır.
İkinci kitabın ilk üç bölümü, kütlelerin dirençli bir ortamdaki ha­
reketine ve direncin hıza bağlı olduğuna ilişkin çeşitli örneklere ay­
rılmıştır: Hızın birinci ve ikinci güçleriyle orantılı direnç ve kısmen
birinci, kısmen de ikinci güçle orantılı direnç.
Birinci bölüme düştüğü şerhte, Newton doğrusal vakaların fiziğin
alanından çok matematiğin alanına girdiğine dikkat çeker ve kütlele­
rin havadaki gerçek hareketi sırasında gözlenmiş olan vakaların detay­
lı bir incelemesine geçer.32 Yukarıda da göstermiş olduğumuz üzere,
Newton’un ağır topun keşfine bağlı olarak gelişen balistiğin fiziksel

52 Cümle metnin Rusçasında eklenmiştir.


problemlerini çözümlerken ortaya koyduğu ve çözdüğü problemler,
dış balistik için temel önem taşıyan problemlerdir.
İkinci kitabın beşinci bölümü hidrostatiğin temellerine ve yüzen
kütlelere ilişkin problemlere ayrılmıştır. Aynı bölüm gaz basıncı ve ba­
sınç altında gazların ve sıvıların sıkışması meselesine de eğilir.
Gemilerin, kanalların, su boşaltma ve havalandırma ekipmanının
inşâ edilmesinde ortaya çıkan teknik problemleri çözümlerken, bu
problemlerin tüm fiziksel yönleriyle hidrostatiğin ve aerostatiğin te ­
mellerine karşılık geldiğini görmüştük.
Altıncı bölüm sarkaçların hareketi ve direnci problemiyle ilgilenir.
Boşluktaki matematiksel ve fiziksel sarkaçların salmımının tâbi ol­
duğu kurallar 1673 yılında Huygens tarafından keşfedilmiş ve yine
onun tarafından sarkaçlı saatlerin yapımında kullanılmıştı.
Newton’un Aston’a yazdığı m ektupta sarkaçlı saatlerin boylamı
belirlemek için ne kadar önemli olduğunu görmüştük.
Boylamın belirlenmesi için saatlerin kullanılması Huygens’i m er­
kezkaç kuvvetinin ve ivmenin yerçekimi gücüyle nasıl değiştiğinin
keşfine götürm üştü.
1673 yılında Richer tarafından Paris’ten Cayenne’e getirilen sar­
kaçlı saatler yavaşladığında, Huygens bu fenomeni yerçekimi gücü
nedeniyle ivmede meydana gelen değişiklikle derhâl açıklayabilmişti.
Huygens’in saatlere ne kadar önem verdiği onun başlıca çalışmasının
adının Sarkaçlı Saatler Üzerine olmasından bellidir.
Nevvton’un çalışmaları da bu yolu izledi. Nasıl ki gerçek hareketi
incelemek için direncin hıza oranlı olduğu dirençli bir ortamda, kütle­
lerin hareketinin matematiğinden yola çıktıysa, yine matematiksel bir
sarkaçtan yola çıkıp, dirençli bir ortam da gerçek bir sarkacın hareke­
tine ulaştı.
İkinci kitabın yedinci bölümü, sıvıların hareketi ve tahmini bir küt­
lenin yarattığı direnç problemine ayrılmıştı.
Bu bölüm, sıvıların akışı ve suyun tüplerin içinde akışı problemleri
de dâhil olmak üzere, hidrostatik problemlerine eğiliyordu. Yukarı­
da da gösterildiği üzere, tüm bu problemler kanalların ve yükseltme
havuzlarının inşâsında ve drenaj gereçlerinin tasarlanmasında hayati
önem taşıyorlardı.
Aynı bölüm dirençli bir ortam da (su ve havada) kütlelerin düşüşü­
nün tâbi olduğu yasaları da araştırıyordu. Bildiğimiz üzere, bu prob­
lemler fırlatılan ya da ateşlenen mermilerin izleyeceği yolun belirlen­
mesinde bir hayli önemliydiler.
Principia’nın üçüncü kitabı “Dünya Sistemi”ne ayrılmıştır: Bura­
da, gezegenlerin hareketi, ayın hareketi ve sapmaları, yerçekimi gü­
cüyle ivmelenme, bunun deniz yolculukları sırasında kronometrelerin
düzensiz hareketi problemiyle bağlantılı olarak geçirdiği değişiklikler
ve gelgit problemi ele alınmıştır.
Yukarıda da dikkat çektiğimiz üzere, kronometrenin icadına dek
aym hareketi boylamın belirlenmesinde temel öneme sahipti. Newton
bu probleme (1691 yılında) defalarca geri döndü. Aym hareket yasala­
rının çalışılması boylamı belirlemek amacıyla doğru tabloların oluştu­
rulması için büyük önem taşıyordu ve İngiliz Boylam Konseyi aym ha­
reketleri üzerine yapılacak çalışmalar için yüksek bir ödül belirlemişti.
1713 yılında Parlamento, boylamın belirlenmesi için yapılacak
araştırmaları cesaretlendirmek amacıyla özel bir yasa tasarısını kabul
etti. Newton bu parlamento komisyonunun tanınmış üyelerinden bi­
riydi.
Altıncı bölümü çözümlerken de söylediğimiz üzere, Huygens’le
başlayan sarkaç hareketinin incelenmesi, deniz yolculukları için bü­
yük önem taşıyordu. Bu nedenle Newton üçüncü kitabında sarkacın
salmımlarının aralığı problemini çalışır ve bir dizi okyanus yolculu­
ğu sırasında saatlerin hareketini çözümler: 1677 yılında Halley’den
St. Helena’ya yapılan yolculuk, 1682 yılında Varin ve Deshayes’nin
Martinik ve Guadeloupe’a yaptığı yolculuk, 1697 yılında Couplet’nin
Lizbon’a ve diğer yerlere yaptığı yolculuk ve 1700 yılında Amerika’ya
yapılmış bir yolculuk.
Gelgitlerin kökenlerini tartışırken Newton farklı limanlardaki ve
nehir ağızlarındaki gelgitlerin yüksekliğini çözümler; gelgitlerin yük­
sekliği problemini, limanın konumuyla ve yükselen suların biçimiyle
ilişkili bir biçimde tartışır.
Bu kısacık inceleme bile, söz konusu dönemde ekonomik ve tek­
nik ihtiyaçlardan doğan ve fiziğin alanına giren bu başlıkların Princi-
pia’nın ele aldığı konulara nasıl denk düştüğünü gösteriyor. Principia
fiziğin temel problemlerini kelimenin tam anlamıyla özetlemiş ve bun­
lara sistematik bir çözüm sunmuştur. Ve tüm bu problemlerin doğası
mekanik olduğundan, Newton’un başlıca işinin yer ve gök mekaniği­
nin temellerini atmak olduğu açıktır.
İngiliz Devrimi Sırasında Sınıf Mücadelesi ve
Newton’un Dünya Görüşü
Ne var ki, farklı fizikçiler tarafından incelenen tüm problemlerin ve
bunların üstesinden geldikleri tüm görevlerin doğrudan ekonomiden
ve teknolojiden türediğini söylemek muazzam bir indirgeme olacaktır.
Tarihin maddeci algılanışına göre, tarihsel süreç içinde nihai belir­
leyici faktör gerçek yaşamın üretilmesi ve yeniden üretilmesidir.
Ama bu ekonomik faktörün tek belirleyici faktör olduğu anlamına
gelmez. Marx ve Engels tarihsel maddeciliği böyle ilkel bir biçimde
kavradığı için Barth’ı sert bir biçimde eleştirmişlerdir.33
Ekonomik durum temeldir. Ama teorilerin gelişimi ve bir bilim
insanının bireysel çalışması çeşitli üsyapılardan da etkilenir. Bunlar
arasında sınıf mücadelesinin ve sonuçlarının siyasi biçimleri, bu sınıf
savaşlarının tarafların zihnine ve siyasi, yasal, felsefi teorilere, dinsel
inançlara yansıması ve bunların daha sonra dogm atik sistemlere dö­
nüşmesi vardır.
Bu nedenle fiziğin eğildiği meseleleri çözümlerken, bu dönemde
bilim insanlarının dikkatini en fazla çekmiş olan merkezî problem ­
leri ele aldık. Ama dönemin ekonomik problemlerine ilişkin önceki
genel analiz, Newton’un çalışmalarının nasıl ilerlediğini ve geliştiğini
anlamak ve onun fizik ve felsefede yaptığı çalışmaların tüm yönlerini
açıklamak için yeterli değildir. Newton’un çağını, İngiliz Devrimi sı­
rasındaki sınıf mücadelesini ve bu mücadelenin o çağda yaşayan in­
sanların zihnindeki yansımaları olarak siyasi, felsefi ve dinsel teorileri
bütünlüklü bir şekilde çözümlememiz gerekiyor.
Avrupa O rtaçağ’dan çıktığında yükselmekte olan kent burjuvazisi
devrimci bir sınıftı. O nun feodal toplumdaki yeri kendisine dar gelme­
ye başlamış, daha fazla ve özgürce gelişmesi feodal sistemle giderek
uyuşmaz hale gelmişti.34

33 Engels’in Konrad Schmidt’e mektubu, 5 Ağustos 1890, CW 49, s. 6 (MEW


37, s. 435 ve sonrası): “Ve eğer bu adam, varlığın maddi biçiminin primum
agens [birincil neden, öncelikli fail] olmasına karşın, bu durumun ideolojik
alanların da, ikincil bir etkiyle de olsa, yeri geldiğinde tepki vermesini im­
kânsızlaştırmayacağını keşfedemediyse, olasılıkla üzerinde kalem oynattığı
konuyu anlayamamıştır.”
34 Bu paragraf Engels’in CW 24, s. 289 (MEW 19, s. 532-533) içindeki
Socialism: Utopian and Scientific eserinin İngilizce baskısına Giriş bölümün­
den alınmıştır: “Avrupa ortaçağdan çıktığı zaman, yükselen kentli orta sınıf,
Avrupa’nın devrimci öğesini teşkil ediyordu. Orta sınıf, ortaçağ feodal ör­
Avrupa burjuvazisinin feodalizme karşı verdiği büyük mücadele üç
önemli ve belirleyici savaşla zirveye ulaştı:
Almanya’da Reform, hemen ardından Franz von Sickingen’in siya­
si ayaklanması ve Büyük Köylüler Savaşı.
İngiltere’de 1649-1688 Devrimi.
Büyük Fransız Devrimi.
Ne var ki, 1789 Fransız Devrimi ile İngiliz Devrimi arasında büyük
bir fark vardır.
İngiltere’de feodal ilişkilerin altı, Güller Savaşı’ndan beri oyulmuş-
tu. 17. yüzyılın başında İngiliz Aristokrasisinin kökleri çok yeniydi.
1621 yılında Parlamentoda oturan 90 İngiliz asilzâdesinin bizzat 42’si
asilzâdeliğini I. James’ten almıştı. Diğerlerinin unvanı 16. yüzyıldan
daha eski değildi.
Bu, üst aristokrasi ile birinci Stuartlar arasındaki yakın ilişkiyi
açıklamaktadır. Yeni aristokrasinin bu özelliği, onun burjuvazi ile da­
ha kolay bir şekilde uzlaşmasına imkân sağlamıştı.
İngiliz Devrimi’ni başlatan kent burjuvazisiydi ve orta köylülük
(yeomanlar) onu muzaffer bir sona ulaştırdı.
1688 yılında yükselen burjuvazi ile önceki büyük feodal derebeyleri
bir uzlaşmaya vardılar. VII. Henry’den bu yana aristokrasi sanayinin
gelişmesine muhalif olmak bir yana, ondan faydalanmaya çalışmıştı.
Burjuvazi İngiltere’deki egemen sınıfların onay görmüş ama alçak­
gönüllü bir parçası haline geliyordu.35
1648 yılında burjuvazi yeni aristokrasiyle birlikte monarşiye, feo­
dal soyluluğa ve hâkim kiliseye karşı savaştı.
1789 Büyük Fransız Devrimi’nde ise burjuvazi halkla bir ittifak
kurarak monarşiye, soyluluğa ve hâkim kiliseye karşı savaştı.
İki devrimde de burjuvazi, hareketin fiilî önderliğini yapan sınıftı.
Kent nüfusunun burjuva olmayan ve proleter kesimleri ya burjuva-
zininkinden farklı çıkarlara henüz sahip değildi ya da henüz bağımsız
bir biçimde gelişmiş bir sınıf ya da sınıf kesimi teşkil etmiyorlardı.

gütlenmesi içinde hatırı sayılır bir yer işgal ediyordu ama bu konum, onun
genişleyen gücüne çok dar geliyordu. Orta sınıfın, yani burjuvazinin gelişme­
si, feodal sistemin sürdürülmesiyle bağdaşmaz oluyordu; bu yüzden feodal
sistemin yıkılması gerekiyordu.” Sonraki paragraflar bu esere dayalıdır; bkz.
CW 24, s. 290-294 (MEW 19, s. 533-538).
35 Socialism: Utopian and Scientific adlı eserin İngilizce baskısının Giriş bölü­
mü: “Burjuvazi, o zamandan itibaren İngiltere’nin egemen sınıflarının alçak­
gönüllü, ama kabul görmüş bir öğesi oldu.” CW 27, s. 293 (MEW 19, s. 536).
Bu nedenle, burjuvaziye karşı çıktıkları her yerde, örneğin 1793-
9 4’te Fransa’da, burjuvazinin usullerini kullanmasalar da, sadece b u r­
juvazinin çıkarlarının galebe çalması için dövüştüler.
Tüm Fransız terörizmi, devrim düşmanlarının, yani mutlakçılığın
ve feodalizmin avam tarzında bertaraf edilmesinden başka bir şey de­
ğildi. İngiliz Devrimi sırasındaki Levellers [Düzleyiciler -ç.n .] hareke­
ti için de aynı şey söylenebilir.
1648 ve 1789 devrimleri, İngiliz ve Fransız devrimleri değildi.
Bunlar, Avrupa çapında devrimlerdi. Bir sınıfın eski siyasi düzen kar­
şısındaki zaferini temsil etmekle kalmadılar, yeni Avrupa toplum unun
siyasi düzeninin de habercisi oldular.
Burjuvazi bu devrimlerde muzaffer oldu; ama burjuvazinin zaferi, o
sıralar, yeni toplum düzeninin zaferiydi; burjuva mülkiyetinin feodal
mülkiyet karşısındaki, milliyetin bölgecilik karşısındaki, rekabetin
lonca karşısındaki, miras taksiminin büyük evlat hakkı karşısındaki,
toprak sahibi egemenliğinin toprağın kendi sahibi üzerindeki ege­
menliği karşısındaki, aydınlığın hurafe karşısındaki, ailenin aile adı
üzerindeki, sanayinin kahramansı aylaklık karşısındaki, medeni ya­
sanın ortaçağ ayrıcalıkları karşısındaki zaferiydi. (Marx)36

36 Düzleyiciler üzerine yazılan tek bir cümle hariç son 5 paragraf Marx’tan
[“The Bourgeoisie and the Counter-Revolution”, Neue Rheinische Zeitung,
No. 169, 15 Aralık 1848, CW 8, s. 161 (MEW 6, s. 107)] almtılanmıştır:
“Her iki devrimde de, hareketin gerçek öncüsünü oluşturan sınıf burjuvaziydi.
Proletarya ve orta sınıfın burjuvaziye dâhil olmayan katmanları ya henüz bur-
juvazininkinden ayrı çıkarlara sahip değillerdi, ya da henüz bağımsız olarak
gelişmiş sınıflar ya da sınıfların alt-bölümlerini oluşturmuyorlardı. Bundan
ötürü, örneğin Fransa’da, 1793’ten 1794’e kadar olduğu gibi, burjuvaziyle
karşı karşıya geldiklerinde, burjuvaziye özgü bir biçimde olmasa bile, yalnızca
burjuvazinin çıkarlarının gerçekleşmesi için savaşım verdiler. Tüm Fransız te­
rörizmi, burjuvazinin düşmanlarıyla, mutlakiyet ile, feodalizm ile ve darkafalı-
lık ile avamca hesaplaşmaktan başka bir şey değildi.”
“1648 ve 1789 Devrimleri, İngiliz ve Fransız devrimleri değillerdi; bunlar
Avrupa tarzında devrimlerdi. Bunlar toplumun belirli bir sınıfının eski siyasal
düzen karşısındaki zaferi değillerdi; bunlar yeni Avrupa toplumu için siyasal
düzen ilânlarıydılar. Burjuvazi bu devrimlerde muzaffer oldu; ama burjuvazi­
nin zaferi, o sıralar, yeni toplum düzeninin zaferiydi; burjuva mülkiyetinin fe­
odal mülkiyet karşısındaki, milliyetin bölgecilik karşısındaki, rekabetin lonca
karşısındaki, miras taksiminin büyük evlat hakkı karşısındaki, toprak sahibi
egemenliğinin toprağın kendi sahibi üzerindeki egemenliği karşısındaki, ay­
dınlığın hurafe karşısındaki, ailenin aile adı üzerindeki, sanayinin kahramansı
aylaklık karşısındaki, medeni yasanın ortaçağ ayrıcalıkları karşısındaki zafe-
1649-1688 İngiliz Devrimi bir burjuva devrimiydi.
İktidara “kapitalist ve toprak sahibi vurguncuları” getirdi.37 Res­
torasyon feodal sistemin yeniden kurulması demek değildi. Aksine,
Restorasyon’da toprak sahipleri feodal toprak ilişkileri sistemini yok
ettiler. Özünde Cromwell zaten yükselmekte olan burjuvazinin işi­
ni görüyordu. Özgür bir proletaryanın ortaya çıkışının ön şartı olan
nüfusun yoksullaştırılması işi devrimden sonra yoğunlaştırıldı. İşte
devrimin gerçek anlamı egemen sınıftaki bu değişiklikte bulunur. Bil­
hassa Hum e ve Macaulay gibi geleneksel İngiliz tarihçileriyle M arx’in
yorumu arasındaki temel fark buradadır.
Her hakiki Tory gibi Hum e da 1649 devriminin ve Restorasyon’un,
daha sonra da 1688 devriminin önemini, yalnızca düzenin yıkılmasın­
da ve yeniden kurulmasında görmüştü.
Hume, ilk devrimin neden olduğu kalkışmayı kıyasıya eleştirmiş ve
Restorasyon’u düzenin yeniden kurulması olarak görüp selâmlamıştı.
1688 devriminin eski özgürlüğü basitçe yeniden inşâ ettiğini düşün-
müyorduysa da, anayasal bir eylem olarak devrimi desteklemişti.
“Halkçı ilkelere üstünlük” veren yeni bir anayasa çağı başlamıştı.38
Macaulay’a göre 1688 devrimi ilk devrimle yakından ilişkiliydi.
Ama ona göre 1688 devrimi tam da anayasal bir devrim olduğu için
“muzaffer devrim”di.
Macaulay, 1688 devrimi üzerine olan tarih çalışmasını 1848 olay­
larının hemen ardından yazmıştı ve proletaryadan, onun olası zaferin­
den duyduğu korku tüm çalışma boyunca belirgindir. II. James tah­
tından indirilirken Parlamentonun tüm ayrıntılı törenlere uyduğunu ve

riydi. [Bu bölümlerin Türkçeye tercümesinde yer yer, K. Marks, “Burjuvazi


ve Karşı Devrim”, (Marks-Engels: Seçme Yapıtlar, Cilt: I, s: 169-173, Birinci
Baskı, Sol Yayınları, Aralık 1976) metninden yararlandım-ç.n.]
,7 “Die ‘glorious Revolution’. . . brachte mit dem Oranier Wilhelm III. die
grundherrlichen und kapitalistischen Plusmacher zur Herrschaft.” (MEW
23, s. 751; CW 35, s. 713-714): “‘Muzaffer devrim’ iktidara Orange’ll Wil-
liam’la birlikte, artı değere el koyan derebeylerini ve kapitalistleri de getirdi.”
38 Hume: History o f England, Böl. LXXI: “Anayasa, pek çok önemli sorun
konusunda özgürlük lehine karar vererek, dahası bir kralı tahtından edip ve
yeni bir aile kurup büyük bir örnek teşkil ederek halkçı prensiplere böylesi
bir hâkimiyet vermiştir ve İngiliz anayasasının doğası tüm çelişkilerin üzerine
yerleştirilmiştir. Ve herhangi bir abartma tehlikesine düşmeden şunu onayla­
mak gerekir ki, bizler bu adada o zamandan beridir en iyi yönetim sisteminin,
en azından o zamana kadar insanların bildiği en bütünlüklü özgürlük siste­
minin tadını çıkarıyoruz.”
hattâ üyelerin antik holde törende belirtildiği gibi cübbelerle oturdu­
ğunu gururla ve neşeyle anlatır.
Hukuk ve anayasa egemen sınıfla bağı olmayan tarih dışı özler
olarak görülüyordu. Devrimin hakiki özünü anlamayı engelleyen bir
bakıştı bu.
İngiliz Devrimi’nden sonra sınıf güçlerinin dağılımı böyleydi. Şim ­
di de İngiliz Devrimi’nden hemen önce ve sonraki dönemdeki temel
felsefi eğilimlere bakalım:
Başlangıcı Bacon’a kadar götürülebilecek olan maddecilik, New-
ton’un döneminde Hobbes, Toland, Overton ve kısmen Locke tara­
fından temsil ediliyordu.
İdealist duyumculuk Berkeley tarafından temsil ediliyordu (H.
M ore bu görüşe oldukça yakındı).
Ek olarak, oldukça kuvvetli bir ahlâk felsefesi ve deizm eğilimi de
Shaftesbury ve Bolingbroke tarafından temsil ediliyordu.
Tüm bu felsefi eğilimler, temel özelliklerini yukarıda özetlemiş ol­
duğum uz karmaşık sınıf mücadelesi koşullarında var oldu ve gelişti.
Reform döneminden beri kilise Kral’ın iktidarının başlıca istih­
kâmlarından birisi haline gelmişti. Kilise örgütlenmesi devlet sistemi­
nin temel bileşenlerinden biriydi ve Kral, Devlet Kilisesi’nin başıydı. I.
James “Piskopos yoksa Kral da yok” sözünü çok seviyordu.
İngiliz Kralı’nın bütün tebaası Devlet Kilisesi’ne bağlı olmak zo­
rundaydı. Ona bağlı olmayanlar devlete karşı suç işlemiş sayılıyorlardı.
Kralın mutlak gücüne karşı verilen mücadele aynı zamanda hâkim
Devlet Kilisesi’nin merkeziyetçiliğine ve mutlakçılığına karşı bir m ü­
cadeleydi. Bu nedenle yükselen burjuvazinin mutlakçılığa ve feoda­
lizme karşı verdiği siyasi mücadele, dinsel demokrasi ve tolerans için
mücadele sloganları altında sürdürüldü.
Bir topluluk ismi olan “Püritenler”, hâkim kilisenin arındırılmasını
ve demokratikleştirilmesini destekleyen kişiler için kullanılıyordu. An­
cak Püritenler arasında da, daha radikal Bağımsızlar ve daha m uha­
fazakâr Presbiteryenler olmak üzere, bir ayrım yapmak gerekir. Bu iki
eğilim siyasi partilerin temelini oluşturdu.
Presbitery enlerin destekçileri çoğunlukla hali vakti yerinde tüccar­
lar ve kent burjuvazisinden geliyordu. Bağımsızlarsa destekçilerini kır
ve kent demokrasinin saflarındakilerden devşiriyorlardı.
Böylece hem burjuvazinin mutlakçılığa karşı verdiği sınıf m üca­
delesi, hem de burjuvazinin kendi safları içindeki farklı eğilimlerin ve
köylülüğün mücadelesi dinsel sloganlar altında yürütülüyordu.
Burjuvazinin dinsel eğilimleri İngiltere’de maddeci öğretilerin ge­
lişmesiyle daha da güçlendi.
Şimdi de gelin, maddeciliğin bu dönemdeki gelişiminin temel aşa­
malarını ve en önemli temsilcilerini bir gözden geçirelim:
Bacon maddeciliğin babasıydı. O nun maddeciliği ortaçağ skolâs-
tikliğine karşı verilen bir mücadeleden doğdu. O, insanlığı eski gele­
neksel önyargılarından kurtarm ak ve doğanın güçlerini kontrol etmek
için bir yöntem yaratmak istedi. Bacon’ın öğretileri bu doktrinin çok
veçheli gelişiminin tohumlarını taşır. “Madde, bütünlüğü içersinde ve
tüm duyusal ve şiirsel cazibesiyle insana gülümsüyor.” (M arx).39
Hobbes’un elinde maddecilik soyut ve tek veçheli bir hale geldi. Hob-
bes, Bacon’un maddeciliğini geliştirmedi, yalnızca sistematikleştirdi.
Duyarlık parlak renklerini yitirdi ve bir geometricinin soyut duyar­
lığına dönüştü. Hareketin tüm farklı biçimleri, mekanik harekete ku r­
ban edildi. Geometri hâkim bilim ilân edildi (Marx).40
Yaşayan ruhundan arındırılan maddecilik insansevmez olmuştu.
Bu soyut, hesaplamacı, formel halde matematiksel olan maddecilik,
devrimci eylemi başlatacak durum da değildi.
Hobbes’un maddeci teorisi bu nedenle onun monarşi yanlısı görüş­
leriyle ve mutlakçılık savunusuyla uyum içindedir. 1649 Devrimi’nin
zaferinden sonra Hobbes sürgüne gitti.41
Ama Hobbes’un maddeciliğinin yanısıra, Levellers’m gerçek dev­
rimci hareketiyle kopmaz bir bağı olan ve Richard Overton’ın başını
çektiği başka bir maddeci hareket daha vardı.
Richard Overton, Levellers’m önderi, devrimci fikirlerin ateşli bir
savunucusu olan ve kusursuz siyasi broşürler yazan John Lilburne’ün

59 Holy Family, MEW 2, s. 135, Almanca’dan tekrar tercüme edilmiştir; karş.


CW4, s. 128.
40 Holy Family, CW 4, s. 128 (MEW 2, s. 135): “Daha sonraki evriminde,
maddecilik tek yönlü hale geldi. Hobbes, Baconcu maddeciliği sistematikle§ti-
ren kişiydi. Duyulara dayalı bilgi şiirsel baharını yitirdi, bir geometricinin soyut
deneyimine dönüştü. Fiziksel hareket mekanik ya da matematiksel harekete
feda edildi; geometri tüm bilimlerin kraliçesi ilân edildi. Maddecilik insan­
sevmez oldu. Eğer rakibinin, yani insan sevmez, bedensiz tinselciliğin ve bu­
nun temeli olan çorak toprağın üstesinden gelmek istiyorduysa, maddeciliğin
kendi bedenini cezalandırması ve bir çileci haline gelmesi gerekiyordu. Mad­
decilik böylelikle bir zihin varlığına dönüştü; ama bu tam da, sonuçlarından
bağımsız olarak, zihnin bir karakteristiğini, yani tutarlılığı geliştirdi.
41 Hobbes 1640 sonbaharında sürgüne gitti ve 1651 yılında İngiltere’ye döndü.
sadık askerlerinden biriydi. Hobbes’tan farklı olarak pratik bir m ad­
deci ve devrimciydi.
Bu savaşçı filozofun âkıbeti m erak uyandırır. Zira Hobbes’un ismi
iyi bilinmesine ve tüm felsefe kitaplarında kendisine rastlanmasına
karşın, söz konusu olan Overton olduğunda, yalnızca en ayrıntılı b u r­
juva felsefe kitaplarında değil, en bütünlüklü biyografik ansiklopedi­
lerde dahi onun hakkında tek bir kelimeye bile rastlanm az.42 Burjuvazi
siyasi rakiplerinden intikamını böyle alır.43
Richard Overton çok yazmadı. Sıklıkla kılıcı kaleme, siyaseti felse­
feye tercih etti. İnsan Bütünüyle Ölümlüdür44 adlı incelemesi ilk defa
1643 yılında yayımlandı ve ikinci baskısı 1655 yılında çıktı. Deneme,
açıkça maddeci ve ateistti. Yayımlanır yayımlanmaz Presbiteryen Kili­
sesi tarafından lanetlendi ve yasaklandı.
Presbiteryen Meclisi’nin “inançsızlığa ve sapkınlığa karşı” m ani­
festosu, Richard Overton’a bildiği bütün lânetleri yağdırıyordu. “R u­
hun ölümsüzlüğünü inkâr eden korkunç maddecilik öğretisinin baş
temsilcisi” diyordu manifesto, “insanın ölümlülüğü üzerine olan kita­
bın yazarı Richard O verton’dır”.45
Overton’ın öğretisine ve (İngiliz maddeciliğinin en ilginç sayfası
olan bu öğretinin) kaderine ayrıntılarıyla girmeyeceğiz ama adı geçen
yayında Overton’ın kendi maddeci dünya görüşünün temel ilkelerini
çok net bir şekilde ortaya koyduğu bir noktadan bahsedeceğiz.
Hareketsiz bir madde olarak beden ile aktif, yaratıcı bir ilke olarak
ruh arasındaki karşıtlığı eleştirirken şöyle yazar Overton:

42 G.N. Clark (“Social and Economic Aspects of Science”, Economic History


3, 1937, 362, dipnot) Overton’un aslında Ulusal Biyografi Sözlüğü’nde adı­
nın geçtiğine dikkat çekiyor; ama G.N. Clark’ın unuttuğu nokta, ne Encyc-
lopedia Britannica (11. basım) ne de Edinburgh Ansiklopedisi’mn Overton’la
ilgili hiçbir maddesinin olmadığıdır.
43 Cümle metnin Rusçasında eklenmiştir.
44 Richard Overton, Man Wholly Mortal, London, 1655; Hessen’in Overton
hakkında ve doğrudan ondan yaptığı tüm alıntılar Eduard Bernstein, Sozia­
lismus und Demokratie in der großen englischen Revolution. Böl. 8, 4. baskı.
Stuttgart: Dietz, 1922, s. 115-119’dan alıntılanmıştır.
45 Bernstein 1922, s. 117’den alınmıştır: “Der Hauptvertreter der Richter­
lichen Lehre des Materialismus oder der Leugnung der Unsterblichkeit der
Seele ist R.O., der Verfasser des Traktats über des Menschen Sterblichkeit.”
Biçim, Maddenin Biçimidir. Madde de Biçimin Madde sidir. Bun­
lar tek başlarına değil, birbirleri sayesinde ve bir arada bir Varlık
oluştururlar.46
“Yaratılmış olan her şey elementseldir.” (Overton “elementler” te­
rimini antik Yunanlıların kullandığı anlamda, hava, su, toprak an­
lamında kullanıyordu) “Ama yaratılmış olan her şey maddidir; bu
nedenle maddi olmayan şey, hiçbir şeydir.”47
İngiltere’den farklı olarak Fransız topraklarında maddecilik Fran­
sız cumhuriyetçilerinin ve terörcülerinin teorik bayrağıydı ve “İnsan
Haklan Deklarasyonu”nun temelini teşkil ediyordu.
İngiltere’de Overton’ın devrimci maddeciliği yalnızca tek bir aşırı
grubun öğretişiyken, asıl mücadele dinsel sloganlar altında yapılıyordu.
Hobbes’un vaaz ettiği biçimiyle İngiliz maddeciliği, burjuvazinin
de içinde bulunduğu eğitimsiz kitleler için uygun olan dinin aksine,
kendini bilim insanlarının ve eğitimlilerin felsefesi olarak ilân ediyordu.
Hobbes’la birlikte maddecilik asıl devrimci doğasından koparıldı;
kraliyet iktidarının ve mutlakçılığın savunmasına geçerek halkın ezil­
mesini yüreklendirdi.
Bolingbroke ve Shaftesbury’deki maddeciliğin yeni deist biçimi ise
dışa kapalı, aristokratik bir doktrin olarak kalmıştır.
Bu nedenle de Hobbes’un “insansevmez” maddeciliği dinsel sap­
kınlığı ve aristokratik bağlantıları nedeniyle burjuvaziye nefret doludur.
Buna uygun olarak, aristokrasinin maddeciliğine ve deizmine
karşıt bir biçimde, ilerici orta sınıfın ana savaşçı gövdesini oluşturan
Stuartlar’a karşı uğruna savaşılacak bir dava ve savaşçı sağlayanlar
Protestan mezhepleri olmuştur (Engels).48

46 Overton 1655, s. 10.


47 Overton 1655, s. 20-21.
48 Son 5 paragraf Socialism: Utopian and Scientific adlı eserin İngilizce bas­
kısının Giriş bölümü, CW 27, s. 293’den (MEW 19, s. 536) aktarılmıştır:
“Burjuvazinin dinsel eğilimlerini kuvvetlendiren başka bir olgu daha vardı.
Bu, İngiltere’de materyalizmin doğuşuydu. Bu yeni öğreti, yalnız orta-sınıfın
dinsel duygularını sarsmakla kalmadı; burjuvaziyi de içeren eğitilmemiş yığın­
lara yeterince uygun gelen dine karşıt olarak, kendisini, ancak bilginlere ve
dünyanın kültürlü insanlarına yaraşır bir felsefe olarak sundu. Materyalizm,
Hobbes’la birlikte, krallığın ayrıcalığının ve erkliliğinin bir savunucusu olarak
ortaya çıktı; puer robustus sed malidosus’un [güçlü ama kötü niyetli oğlanın]
yani halkın başkaldırmasını önlemek için mutlak monarşiyi yardıma çağırdı.
Materyalizmin yeni yaradancı biçimi, Hobbes’un ardıllarında, Bolingbroke’ta,
Shaftesbury’de vb. aristokratik, içrek [batini, esoteric], ve bu yüzden hem
Ama yine de Overton’un maddeciliği burjuvaziye karşı Hobbes’un
dışa kapalı maddeciliğinden daha öfke doluydu. Militan bir ateizme
dönüşen ve dinin temellerine korkusuzca saldıran bu maddeciliğin
bayrağı altında, burjuvaziye karşı politik mücadele yürütülmüştür.
Newton’un dünya görüşü de işte bu şartlar altında oluşm uştur.49
Newton yükselen burjuvazinin tipik bir temsilcisiydi ve dünya gö­
rüşü bu sınıfın karakteristik özelliklerini yansıtıyordu. Engels’in Loc-
ke için yaptığı tanımlamayı ona da uygularsak yanlış yapmış olmayız.
O da 1688’deki sınıfsal uzlaşmanın tipik bir çocuğuydu.50
Newton küçük bir çiftçinin oğluydu. Darphane M üdürü olarak
atanm asına kadar (1699) üniversitede ve toplumda oldukça mütevazı
bir konum u vardı. Kurduğu ilişkiler nedeniyle orta sınıfa da m ensuptu
ama felsefi bakımdan en yakın olduğu kişiler Locke, Samuel Clarke
ve Bentley idi.
Dinsel inançları bakımından Newton bir Protestan’dı ve onun So-
cinusçular mezhebine mensup olduğunu düşünmemiz için pek çok

dinsel sapkınlığı ve hem de anti-burjuva politik bağlantıları dolayısıyla, orta-


sımf için tiksinç bir öğreti olarak kaldı. Bundan ötürü, Stuart’lara karşı savaş
bayrağını ve savaşçıları sağlamış olan protestan mezhepleri, aristokrasinin
materyalizmine ve yaradancılığına karşı durarak, ilerici orta-sınıfın başlıca
gücünü sağlamayı sürdürdüler ve bugün bile ‘Büyük Liberal Parti’nin belkemi­
ğini oluşturmaktadırlar”. [Bu bölümün Türkçe çevirisi Ütopik Sosyalizm ve Bi­
limsel Sosyalizm. Sol Yayınları (Altıncı baskı: Mart 1990)’dan alınmıştır-ç.n.]
49 Cümle Rusça metinde eklenmiştir.
50 Engels’ten Conrad Schmidt’e, 27 Ekim 1890, CW 49, s. 62 (MEW 37,
s. 492-493): “Örneğin felsefede bu en kolay burjuva dönemiyle ilgili olarak
gösterilir. Hobbes ilk modern maddeciydi (on sekizinci yüzyıldaki anlamıy­
la) ama tüm Avrupa’da mutlak monarşinin altın çağını yaşadığı ve İngilte­
re’de halkla mücadeleye başladığı bir dönemde kendisi bir mutlakıyetçiydi.
Siyasette olduğu gibi dinde de Locke 1688’in sınıf uzlaşmasının bir ürünüy­
dü. İngiliz deistleri ve onların daha mantıklı devamcıları olan Fransız madde­
cileri burjuvazinin hakiki felsefecileriydi; ve hattâ Fransız vakasında burjuva
devriminin de hakiki felsefecileriydiler. Alman kültürsüzlüğü —kâh olumlu
kâh olumsuz anlamda- Kant’tan Hegel’e Alman felsefesinin içine işlemişti.
Ama felsefenin tüm çağları, belirli bir işbölümü alanına denk düştükleri için,
kendi seleflerinden miras kalmış belirli bir fikir sermayesini gerektirir ve kal­
kış noktası olarak bunu alır. Bu nedenle ekonomik olarak geri kalmış ülkeler
mesele felsefe olduğunda asla birinci kemanı çakmazlar: Fransızların tüm
felsefelerini temellendirdikleri İngiltere’yi on sekizinci yüzyıl Fransa’sıyla ve
daha sonra bu ikisini Almanya’yla bir karşılaştırın”.
f Socinusçular, adını aldıkları İtalyan doğumlu teolog Faustus Socinus’un
düşüncelerini kabul eden, 16. yüzyılda kendini göstermiş rasyonalist bir Hı­
neden vardır.51 Nitekim dinsel demokrasi ve toleransın gayretli bir
savunucusuydu. Newton’un dinsel inançlarının dünya görüşünün
önemli bir parçası olduğunu da göreceğiz
Siyasi görüşleri bakımından ise Newton Whig Partisi’nin m ensu­
buydu. İkinci devrim sırasında, 1689’dan 1690’a kadar Cambridge’
den milletvekilliği yaptı. Cambridge’de kimi ayaklanmalara yol açan
“Gayrimeşru hüküm dar” Orangelı William’a bağlılık yemini etme ola­
sılığı üzerine bir çatışma çıktığında, Cambridge Üniversitesi için mil­
letvekilliği yapan New ton’un üniversiteyi bağlılık yeminine ikna etm e­
si gerekti; Orangelı William’a bağlılık yemini etme ve onu Kral olarak
tanıma gerekliliğinde ısrar etti.
Dr. Covel’a yazdığı m ektubunda52 Newton, Orangelı William’a ne­
den bağlılık yemini edilmesi gerektiğine ilişkin üç argüm an öne sürü­
yordu. Bu argümanlar, tahttan indirilmiş olan krala daha önce bağlılık
yemini etmiş Üniversite üyelerinden bu anlamda duyulan şüpheleri
ortadan kaldıracaktı.
Newton’un akıl yürütmesi ve argümanları, Macaulay’ın ve Hu-
me’un yukarıda alıntıladığımız fikirlerini fazlasıyla hatırlatmaktadır.
Kendi sınıfının çocuğu olan Newton’un zihninin bu ideolojik bi­
çimlenişi, Principia’da potansiyel olarak bulunan maddeci tohumların
neden Descartes’ın fiziği gibi büyüyüp tutarlı bir mekanik maddeciliğe
dönüşmek yerine idealist ve teolojik görüşlerle harmanlandığını, hattâ
felsefi meselelerde Newton fiziğinin maddeci öğelerinin bile bu görüş­
lere neden boyun eğdiğini açıklar.

ristiyan topluluğudur. Incil’in rasyonalist bir yorumunu benimseyen ve ilk gü­


nah görüşü ile teslisi reddeden Socinusçuluk, sonradan ortaya çıkan Uniter -
yanizm akımının (Tanrı’nın tekliğini savunan öğretinin) öncüsü olmuştur
[editörün notu].
51 Cümle Rusça metinde eklenmiştir.
52 21 Şubat 1689 (The Correspondence of Isaac Newton, cilt 3, ed. H.W.
Turnbull, Cambridge University Press, 1961, s. 12):
“1. Krala verilen Bağlılık ve Sadakat sözü, Ülkenin yasaları açısından ve
bizzat Kraldan dolayı, aslında bir Bağlılık ve İtaat sözüdür. Yasanın gerektir­
diğinden daha fazla bir Bağlılık ve Sadakat varsa, kendimizin köle Kralınsa
mutlak olduğuna yemin etmemiz gerek: Oysa yasa karşısında bu yeminlere
rağmen yine de Özgür insanlarızdır.
“2. Bu nedenle yasanın Bağlılık ve Sadakat zorunluluğu bittiği zaman, ye­
minin zorunlulukları da biter...
“3. Sadakat ve Bağlılık King William’in yasası sayesindedir, Kral James’inki
sayesinde değil.”
Principia’mn önemi yalnızca teknik meselelerle sınırlı değildir. Z a ­
ten eserin adı da aslında bir sisteme, bir dünya görüşüne işaret eder.
Bu nedenle Principia’nın içeriğinin çözümlemesini yaparken, eseri
yükselen burjuvazinin ihtiyaçlarına hizmet eden dönem ekonomisi ve
teknolojisiyle ilişkilendirip bırakm ak yanlış olacaktır.
M odern doğa bilimi bağımsızlığını ilâhiyattan kurtulmuş olmasına
borçludur. Doğa bilimi yalnızca doğanın nedensel olarak incelenme­
sini tanır.
Rönesans’ın savaş sloganlarından birisi “Gerçek bilgi nedenlerin
bilgisidir” diyordu (vere scireper causas scire)P
Bacon en tehlikeli idolün ilâhiyatçı görüş olduğunun altını çizi­
yordu. Şeylerin gerçek ilişkisi mekanik nedensellikte bulunmaktaydı:
“Doğa yalnızca mekanik nedenselliği bilir ve bizim tüm çabalarımızı
yöneltmemiz gereken araştırm a bunların araştırılmasıdır.”54
Evrenin mekanik algılanışı kaçınılmaz olarak mekanik bir neden­
sellik algısına yol açtı. Descartes nedensellik ilkesini “ezeli ve ebedi
hakikat” olarak belirledi.
Mekanik determinizm, çoğu zaman dinsel dogmayla harm anlan­
mış olmasına karşın (örneğin Priestley’nin mensubu olduğu “Hıris­
tiyan gerekircilik” mezhebi), İngiliz toprağında genel kabul görmeye
başladı. İngiliz tipi düşünürler için çok karakteristik olan bu özel bir­
leşim Newton’da da bulunur.
Mekanik nedenselliğin doğanın bilimsel yoldan araştırılması için
tek ve temel ilke olarak evrensel kabul görmesi, mekanik alanında ger­
çekleşen muazzam gelişmeyle olmuştur. Newton’un Principia’sı bu il­
kenin gezegen sistemimize şatafatlı bir biçimde uygulanmasıdır. “Eski
teleoloji cehennemi boyladı”55 ama şimdilik yalnızca cansız doğanın,
yer ve gök mekaniğinin diyarında...
Principia’nın temel fikri, gezegenlerin hareketinin iki bileşik gücün
sonucu olduğu algılanışından ibarettir: Birincisi güneşe yöneltilmiş
güç, İkincisi de ilk itkinin gücüdür. Newton bu ilk itkiyi Tanrı’ya bı­
rakmış ama “O ’nun Kendi güneş sistemine daha fazla müdahale et­
mesini yasaklam ıştır (Engels).56

53 Francis Bacon, Novum Organum, kitap 2 §2, The Works of Francis Bacon,
cilt 1, ed. J. Spedding, R. Ellis and D.D. Heath, London, 1861.
54 Alıntının yeri belirtilmemiş.
55 Engels, Dialectics o f Nature, CW 25, s. 475 (MEW 20, s. 466).
56 Engels, Dialectics of Nature, CW 25, s. 480 (MEW 20, s. 471): “Newton
O’nun ‘ilk itkiyi’ vermesine izin verdi ama Onun Kendi güneş sistemine daha
Evrenin idaresinde Tanrı ve nedensellik arasında yapılan bu kendi­
ne has “işbölümü”, İngiliz filozofların dinsel dogmayı mekanik ne-
den-sonuç ilkesinin maddeci prensipleriyle harmanlamalarının karak­
teristik bir yöntemidir.
Hareket kipliğinin kabulü ve m addenin hareketinin kendi içinden
geldiğinin reddi Newton’u kaçınılmaz olarak ilk itki fikrine getirecek­
ti. Bu perspektiften bakınca New ton’un sistemindeki tanrısallık fikri
hiçbir şekilde tesadüfi değildir, aksine bu fikir temelde onun madde
ve harekete ilişkin görüşleriyle olduğu kadar, geliştirirken Henry Mo-
re’dan çok fazla etkilendiği uzaya dair görüşleriyle de bağlantılıdır.
Newton’un genel felsefi evren anlayışının tüm zayıflığı bu noktada
belirginleşir. Saf mekanik nedensellik ilkesi, İlâhî itki nosyonuna gö­
türür. Mekanik determinizmin evrensel zincirinin “kötü sonsuzluğu”,
ilk itkiye varır ve böylece teleolojiye kapı aralar.
Öyleyse Principia’nın önemi saf fizik problemleriyle sınırlı değildir;
eser metodolojik olarak da büyük bir ilgiyi hak eder.
Principia’nın üçüncü kitabında Newton bir “evren anlayışı” açık­
lar. Üçüncü kitaba (üçüncü basımına) düşülen genel açıklayıcı not,
evrenin örgütleyici, hareket ettirici ve yönlendirici öğesi olarak İlâhî
bir kuvvetin gerekli olduğunu ortaya koyar.
Bu açıklayıcı notun kimin tarafından yazıldığı meselesine de, Cotes
ve Bentley’in Principia’nın basılmasındaki rolüne de değinmeyeceğiz.
Bu mesele üzerine çok geniş bir literatür halihazırda m evcuttur ama
Newton’un aşağıda alıntılanan mektupları hiçbir soruya yer bırakm a­
yacak biçimde kanıtlamaktadır ki, kendisinin teolojik fikirleri, siste­
mine yapılmış basit bir ekten ibaret değildir ve Cotes ya da Bentley
tarafından Newton’a dayatılmamışlardır.
Robert Böyle 1692 yılında öldüğünde,57 her yıl İngiltere’deki kilise­
lerin birinde Hıristiyanlığın çürütülemezliğini kanıtlayan ve inançsızlı­
ğı kötüleyen sekiz dersin verilebilmesi için toplamda yıllık 50 pounda
karşılık gelen bir miktar bıraktı.
İlk yıl derslerini, Worcester Psikoposunun papazı olan Bentley ve­
recekti. Yedinci ve sekizinci dersleri İlâhî varlığın gerekliliğini kanıt­
lamaya ayırmıştı ve kanıtını da Newton’un Principia’sında bahsettiği
dünyanın yaratımının fiziksel ilkelerine dayanarak temellendirmişti.

fazla müdahale etmesini yasaklamıştır.” Cümlenin ikinci yarısı -ki yanlıştır-


yalnızca Rusçasında almtılanmıştır.
57 Böyle 30 Aralık 1691’de (İngiliz takvimine göre) öldü ama kıta 1692 yılına
zaten girmişti.
Papaz bu dersleri hazırlarken bir dizi fiziksel ve felsefi zorlukla kar­
şılaştı ve Principia’nın yazarından bunları açıklamasını talep etti.
Newton Bentley’in sorularına dört mektupla ayrıntılı bir şekilde
yanıt verdi ve bu mektuplar New ton’un kozmolojik soruna dair görüş­
leri hakkında değerli bir bilgi kaynağı oldu.
Bentley’nin Newton’dan cevap bulmasını beklediği en büyük zor­
luk, halihazırda Lucretius tarafından ortaya atılmış olan maddeci
argüm anın nasıl reddedileceğiydi: Lucretius’a göre eğer maddenin
özünde bir çekim özelliği varsa ve uzayda eşit olarak dağılmışsa, d ü n ­
yanın yaratılışı saf mekanik prensiplerle açıklanabilirdi.
M ektubunda Newton bu maddeci argümanın üstesinden nasıl ge­
linebileceğini ayrıntılı bir şekilde Bentley’e anlatıyordu.
Bu tartışmanın özünün evrenin evrimi teorisine ilişkin olduğunu
görmek o kadar zor değildir, ve bu hususta Newton evrimin maddeci
algılanışına kararlı bir biçimde karşı çıkıyordu.
“Sistemimiz hakkındaki İncelememi yazdığımda” diyordu Newton
Bentley’e “İnsanlar açısından bu türden İlkelerin, bir Tanrı inancı
yaratabileceğini gözlemledim.”58
Eğer madde sonsuz uzayda eşit biçimde dağılmışsa, o zaman kendi
çekim gücü sayesinde tek bir küresel kitle biçiminde toplanacaktır.
Ama madde sonsuz uzayda dağılmışsa, çekim gücüyle uyumlu ola­
rak değişen büyüklüklerde kütleler de oluşturabilir.
Ama hiçbir durumda parlak kütlenin -güneşin- neden sistemin
merkezinde olduğu ve özellikle de bu yerleştirildiği konumda dur­
duğu sorusu doğal nedenlerle açıklanamaz.
Bu nedenle de tek olası açıklama, gezegenleri ihtiyaçları olan ışığı
ve sıcaklığı alabilecekleri şekilde bilgece dağıtmış olan evrenin İlâhî
yaratıcısının kabul edilmesidir.
Gezegenlerin doğal nedenlerin sonucu olarak hareket edip etmedikle­
ri meselesini daha da açan Newton, Bentley’e gezegenlerin doğal bir
neden olan yerçekimi gücü tarafından harekete geçirilmiş olabilecek­
lerini ama kapalı yörüngeler etrafında periyodik bir dönüşe bu şekil­
de ulaşamayacaklarını söyler; zira böyle bir hareket teğetsel bileşene
ihtiyaç duymaktadır. Dolayısıyla, der Newton, gezegenlerin izledikleri
asıl yol ve oluşumları hiçbir şekilde doğal nedenlerle açıklanamaz ve

58 Bentley’e mektup, 10 Aralık 1692, Correspondence III, 233.


bu nedenle evrenin yapısına ilişkin bir araştırma bizi zeki bir İlâhî ilke­
nin varlığına götürür.
Dahası, güneş sisteminin dengesi meselesini tartışırken Newton,
kütlelerin hız ve büyüklüklerinin istikrarlı bir denge kuracak şekilde
seçildiği böyle muhteşemce düzenlenmiş bir sistemin yalnızca İlâhî bir
akıl tarafından yaratılabileceğini söyler.
Bu anlayış ve Newton’un evrenin düzenleyicisi, harekete geçiricisi
ve bir üst nedeni olarak İlâhî akla başvurması, hiçbir şekilde tesadüf
değildir ve onun mekaniğin ilkelerine yönelik anlayışının kaçınılmaz
bir sonucudur.
Newton’un hareketin ilk yasası olarak maddeye atfettiği şey, m ad­
denin içinde bulunduğu durum u sürdürm e özelliğidir.
Newton yalnızca mekanik bir hareket biçimini dikkate aldığından,
onun maddenin durum una ilişkin algısı, bir durağanlık haliyle ya da
mekanik yer değiştirmeyle eş anlamlıdır.
Dışsal güçlerin üzerine etki yapmadığı madde ya durağanlık halin­
de ya da çizgisel, tekbiçimli hareket halinde var olabilir. Eğer bir kütle
durağansa, onu bu durum dan yalnızca dışsal bir güç çıkarabilir.
Bununla birlikte, eğer bir kütle hareket halinde ise, o zaman yalnız­
ca dışsal bir güç bu hareketi değiştirebilir.
Böylelikle hareket bir kütlenin içkin ve içsel bir özelliği değil, m ad­
denin sahip olabileceği ya da olmayabileceği bir kiptir.
Bu anlamda Newton’un maddesi kelimenin tam anlamıyla hareket­
sizdir. Onu harekete geçirmek, hareketini değiştirmek veya durdur­
mak için her zaman dışsal bir itki gereklidir.
Dahası, Newton mutlak, hareketsiz bir uzayın varlığını kabul etti­
ğinden, mutlak durağanlık gibi, atalet de onun için m üm kündür. Bu
sayede, maddenin yalnızca verili bir çerçevede değil, mutlak bir biçim­
de hareketsiz olması da fiziksel olarak m ümkündür.
Hareket kipliğinin bu şekilde algılanması kaçınılmaz olarak dışsal
bir devindirici gücün sisteme dâhil edilmesini getirecekti. New ton’da
bu rolü Tanrı oynar.
Şu noktayı vurgulamak da önemlidir: Prensipte Newton maddeye
belirli özellikler yükleme fikrine karşı değildir ve hattâ Descartes’ın
aksine, yoğunluğun ve ataletin “maddenin içkin özellikleri” olduğunu
ifade eder.
Böylelikle varoluşun bir karakteri olan hareketi maddenin özellik­
leri arasından çıkararak ve onu sadece maddenin bir kipine dönüştü­
rerek, Newton maddeyi en temel özelliğinden bilerek yoksun bırakır.
Bu özellik olmazsa, dünyanın yapısı ve kökeni doğal nedenlerle açık­
lanamaz.
Newton’un bakış açısını Descartes’ın bakış açısıyla karşılaştıracak
olursak, inançlarındaki farklılık derhâl belirginleşir.
Descartes kendi Principia’sında “Şunu özgürce kabul ediyorum
ki,” diyordu “cismani şeylerde geometri uzmanlarının nicelik de­
diği ve ispatlarının nesnesi olarak aldıkları şeyden, yani her tür bö­
lümlemenin, biçim ve hareketin kendisine uygulanabildiği madde­
den başka bir madde tanımıyorum. Dahası benim bu türden mad­
delere yönelik bakışım bu bölümlemeler, şekiller ve hareketlerden
ayrı bir şey kesinlikle içermez; yine bununla ilişkili olarak, yalnızca
bu kesin ortak nosyondan çıkarsanmış şeyin hakiki olduğunu kabul
ederim ki, buna da matematik bir ispat demenin uygun düşeceği
bir o kadar aşikârdır. Tüm doğal fenomenler böyle açıklanabileceği
için, daha da açık hale gelecektir ki, fizikte bundan başka bir ilke
ne kabul edilebilir ne arzu edilebilirdir”.59
Descartes kendi fiziğinde herhangi bir doğaüstü neden tanımaz. Bu
nedenle Marx, mekanik Fransız maddeciliğinin Descartes’ın metafizi­
ğine karşıt ama fiziğine yakın durduğunu söylemiştir.
“Onun fiziğinde madde tek esas, varlığın ve bilginin tek temeli”
olduğu için Descartes’ın fiziği bu rolü üstlenebilmiştir (M arx).60
Principia’sının üçüncü bölüm ünde Descartes da evrenin gelişimi­
nin bir manzarasını sunar. Descartes’ın konumundaki farklılık, onun
yukarıda bahsedilen ilkelerle uyumlu olarak evrenin ve güneş sistemi­
nin tarihsel kökeni üzerinde ayrıntılı bir biçimde durmasındadır.
Descartes’ın da hareketi yalnızca maddenin bir kipi olarak gördü­
ğü doğrudur ama Newton’un aksine, Descartes için en üstün yasa,
hareket miktarının korunum u yasasıdır.
Tekil maddi kütleler hareket kazanabilir ya da kaybedebilir ama
evrendeki genel hareketin miktarı sabittir.
Descartes’ın hareket miktarının korunum u yasası, hareketin yok
edilemez olduğu varsayımını da içerir.

59 Descartes, René, Principia Philosophiae, kısım II, §64, Oeuvres de Descar­


tes, ed. Ch. Adam and P. Tannery, Paris: Vrin, 1964-1974. The Philosophical
Writings of Descartes, 3 cilt (çev: J. (Nottingham, R. Stoothoff, D. Murdoch,
A. Kenny) Cambridge University Press, cilt 1, s. 247.
60 Holy Family, CW4, s. 125 (MEW2, s. 133).
Descartes’ın yok edilmezliği salt niceliksel anlamda anladığı doğ­
rudur. Hareketin korunum u yasasının böyle mekanik bir biçimde o r­
taya konuluşu tesadüfi değildir ve Newton gibi Descartes’ın da tüm
hareket türlerini mekanik yer değiştirmeden ibaret görmesinden kay­
naklanır. Her ikisi de, bir hareket biçiminin başka bir hareket biçimine
dönüşmesi problemini göz önünde bulundurm azlar ve makalemizin
ikinci kısmında da görüleceği üzere, bunun çok derin nedenleri vardır.
Engels’in büyük değeri, m addenin hareketi sürecini, maddi hare­
ketin bir biçimden diğerine sonsuz geçişi olarak görmesinde yatar.
Böylece yalnızca diyalektik maddeciliğin temel tezlerinden birini, yani
hareketin m addeden ayrılmaz olduğunu saptamakla kalmaz, enerjinin
ve hareket miktarının korunum u yasasına dönük anlayışımızı da daha
yüksek bir düzeye taşır.
Bu soruna makalenin ikinci kısmında döneceğiz.61
Newton gibi Descartes da Tanrı fikrini işin içine dâhil eder, ama
onun yalnızca evrendeki hareket miktarının sabit kaldığını kanıtlamak
için Tanrıya ihtiyacı vardır.
Tanrı tarafından maddeye verilen dışsal itki fikrini kabul etm e­
yi reddetmekle birlikte, bunu tam ters bir istikâmete temel yaparak,
değişmezliği tanrısal varlığın temel özelliklerinden biri olarak görür.
Dolayısıyla onun yaratımlarında herhangi bir kararsızlık olduğunu
varsayamayız; zira onun yaratımlarında bir kararsızlık olduğunu var­
sayarsak, onda da bir kararsızlık olduğunu varsaymış oluruz.
Bu nedenle, Descartes’ın Tanrı fikrini soruna dâhil etme sebebi ile
Newton’unki arasında bir fark olmasına karşın, onun anlayışı da bir
tanrısal varlığa ihtiyaç duyar; çünkü Descartes da maddenin öz hare­
ketine ilişkin tamamen tutarlı bir görüşe sahip değildir.
Descartes’ın ve Newton’un kendi madde ve hareket anlayışlarını
detaylandırdıkları dönemde, onlardan biraz sonra olmakla birlikte
(1690’larda), madde ve hareketin ilişkisinin algılanmasına dair çok
daha tutarlı bir maddeci anlayışı John Toland’da buluruz.
Spinoza, Descartes ve Newton’un görüşlerini eleştiren Toland asıl
saldırısını hareketin kipliği kavrayışına yöneltir.
Serena’ya yazdığı dördüncü mektupta Toland “Hareket” der,
“Maddenin temelidir, yani Nüfuz edilemezlik (Impenetrability) ya
da Uzanımlılık (Extension) gibi onun Doğasından ayrılamaz ve
onun Tanımının bir parçası haline getirilmelidir.”

61 Cümle Rusça metinde eklenmiştir.


Toland haklı olarak “Bu Nosyon tek başına” der “Evrendeki Hare­
ketin Miktarı ile aynı şeyden bahseder... Hareket eden Güce ilişkin
tüm Zorlukları çözüme kavuşturur...”62
M addenin öz hareketi doktrini Marx, Engels ve Lenin’in diyalektik
maddeciliğinde tam olarak geliştirildi.
M odern fiziğin geçirdiği tüm süreç bu doktrinin doğruluğunu is­
patlamaktadır. M odern fizik hareketin ve m addenin ayrılmaz olduğu
görüşünü giderek daha fazla onaylamaktadır.
M odern fizik mutlak durağanlığı reddeder.
Enerjinin korunum u ve dönüşüm ü yasasının evrensel önemi, En-
gels’in maddenin hareket biçimleri arasındaki bağıntıya ilişkin görüş­
lerini giderek doğrulamaktadır. Bu anlayış enerjinin dönüşüm ü yasa­
sının gerçekten anlaşılmasını sağlayan tek anlayıştır; çünkü bu yasa­
nın niceliksel yönü ile niteliksel yönünü sentezleyip onu maddenin öz
hareketiyle organik bir biçimde birleştirir.
Atalet yasası ve hareketsiz madde kavrayışının Newton’un mutlak
uzayıyla nasıl bir bağlantı içinde olduğundan yukarda bahsetmiştik.
Bununla birlikte Newton kendisini fiziksel bir uzay anlayışıyla sı­
nırlamamış, felsefi-teolojik bir anlayış da sunmuştur.
Diyalektik maddecilik uzayı maddenin varoluş biçimlerinden biri
olarak görür. Uzay / Uzam ve zaman tüm varlıkların varlığının temel
şartlarıdır ve bu nedenle de uzay / uzam m addeden ayrılamaz. Tüm
m addeler uzay içinde var olur ama uzay da yalnızca madde içinde var
olur. M addeden ayrı, boş bir uzay yalnızca mantıksal ya da m atem a­
tiksel bir soyutlama, düşüncemizin bir meyvesidir ve gerçek bir karşı­
lığı yoktur.
Newton’un tezine göre uzay maddeden ayrılabilir ve mutlak uzay
m utlak özelliklerini yine de koruyabilir çünkü m addeden bağımsız
olarak vardır.
Maddi kütleler uzayda sanki bir kabın içindeymiş gibi var olurlar.
Newton’un uzayı, maddenin varoluşunun bir biçimi değildir, bu k ü t­
lelerden bağımsız bir kaptır ve bağımsız olarak varolur.
Principia’daki uzay anlayışı böyledir. Ne yazık ki, burada bu anla­
yışın ayrıntılı bir çözümlemesine giremeyeceğiz. Böyle bir anlayışın
hareketin ilk yasasıyla yakından ilişkili olduğuna dikkat çekmekle yeti­
neceğiz.

62 John Toland, Letters to Serena, London, 1704, s. 158-160. Bu pasaj Rusça-


sında tırnak içinde değildir.
Uzayı böyle maddeden ayrı bir kap olarak tanımlayan Newton, d o ­
ğal olarak bu kabın özünün ne olduğunu sorar kendine.
Bu sorunun çözümünde Newton, uzayın “Tanrı’nın sinir sistemi”
(sensorium dei) olduğunu savunan H. More ile aynı fikirdedir.
Newton bu konuda uzayın maddi bir gövde olduğu anlayışını geliş­
tiren Descartes’tan da kökten bir biçimde farklılaşır.
D escartes’ın anlayışının tatmin etmeyen doğası, onun maddeyi ge­
ometrik bir nesneyle eş tutm asında yatar.
Newton uzayı m addeden ayırırken, Descartes geometrik şekilleri
maddileştirerek maddenin tek özelliğini boşlukta yer kaplaması haline
getirir. Elbette ki bu da yanlıştır, ama bu anlayış Descartes’ı kendi
fiziğinde Newton’un ulaştığı sonuçların aynısına ulaştırmamıştır.
“M addenin olmadığı uzayda ne var?” diye soruyordu Newton
Optik adlı çalışmasının 28 numaralı Sorusunda. Nasıl oluyordu da
Doğada her şey düzenliydi ve bundan dolayı dünyanın uyumu oluşu­
yordu? Bizzat Doğa fenomenine bakıldığında buradan manevi, zeki
ve her şeye kadir bir varlığın olduğu sonucu çıkmaz mıydı? Öyle bir
varlık ki, uzay O ’nun sinir sistemiydi, uzay sayesinde şeyleri algılıyor
ve onların özünü kavrıyordu.63
Bu sorulardan da Newton’un teolojik idealizm anlayışını sağlam
bir şekilde benimsediği görülmektedir.
Newton’un idealist görüşleri bu nedenle tesadüfi değil, onun evren
anlayışıyla organik biçimde iç içe geçmiş bir durum dadır.
Descartes’ın fiziğinde ve metafiziğinde kesin bir düalizm varken,
Newton, özellikle de ikinci döneminde, fizik anlayışını felsefe anla­
yışından ayırmaya yönelik bir istek göstermediği gibi, aksine kendi
dinsel-teolojik görüşlerini Principia’âa doğrulamaya çalışır.
Principia, çoğunlukla çağın ekonomisinin ve teknolojisinin talep­
lerinden doğduğu ve maddi kütlelerin hareket yasalarının üzerine
eğildiği kadarıyla, sağlıklı bir maddeciliğin unsurlarını şüphesiz içinde
barındırır.

63 Isaac Newton, Opticks (New York: Dover, 1952, s. 369-370): “Maddeden


neredeyse tamamen yoksun yerlerde ne var . .. Doğa hiçbir şeyi boşu boşuna
yapmazken; ve Dünyada gördüğümüz tüm Düzen ve Güzellik buradan do­
ğarken hem de? . . . Bu şeyler doğru yerlerine yerleştirilmiş haldeyken, Feno­
menlerden manevi, canlı, zeki, her yerde ve her zaman bulunan ve [Tanrı’nın]
kendi Sinir sistemiymiş gibi olan Uzayda şeyleri çok yakından gören ve onları
mükemmelen algılayan ve onları mevcut varlıklarıyla bütünüyle kavrayan bir
varlığın olduğu besbelli değil m i. . .”
Ama Newton’un felsefe anlayışının yukarıda özetlenen noksanları
ve dar mekanik determinizmi onun bu unsurları geliştirmesine izin
vermediği gibi, bir de bunları kendi genel dinsel-teolojik evren anlayı­
şının arka planına dâhil etmesine neden olmuştur.
Dolayısıyla tıpkı dinsel ve siyasal görüşlerinde olduğu gibi, felse­
fi görüşlerinde de Newton kendi sınıfının bir çocuğu olarak kalmış;
maddeciliğe ve inançsızlığa ateşli bir şekilde karşı çıkmıştır.
1692 yılında, annesinin ölüm ünün ve el yazmalarını yok eden yan­
gının ardından Newton bir depresyon geçirdi. Bu sırada çeşitli teolojik
meseleler üzerine yazıştığı Locke’a, onun felsefe sistemi hakkında iğ­
neleyici bir mektup yazdı.
16 Eylül 1693 tarihinde yazdığı m ektubunda ise o m ektuptan ö tü ­
rü ve Locke’un sisteminin ahlâkî ilkelere saldırdığını düşünm üş oldu­
ğu için Locke’dan kendisini bağışlamasını istiyordu. Newton özellikle
Locke’u Hobbes’un bir izleyicisi olarak gördüğü için bağışlanmayı di­
liyordu.64 Burada, Hobbes’un maddeciliğinin burjuvaziye nefret dolu
olduğunu söyleyen Engels’in doğrulandığını görüyoruz.
Overton’m maddeciliği ise ağza bile alınamazdı; nihayetinde ken­
disi neredeyse bir Bolşevik’ti.
Leibniz Galler Prensesi’ne yazdığı mektuplarda, New ton’u m ad­
decilikle suçluyordu. Çünkü ona göre Newton uzayı tanrısal varlığın
onun sayesinde şeyleri algıladığı bir sinir sistemi olarak görmüş, b u ­
radan da uzayın tamamen tanrısal varlığa bağlı olmadığı ve onun ta ­
rafından yaratılmadığı sonucuna ulaşmıştı. Newton bu suçlamalara
ateşli bir biçimde karşı çıktı. Clarke’m Leibniz’le yaptığı polemikler
Newton’u bu suçlamadan kurtarmayı hedefliyordu (bkz. Ek 4).
Eğer Newton’un araştırması fizik alanında temelde tek bir tip h a ­
reketin, yani mekanik yer değiştirmenin sınırları içinde kalmışsa ve
bu nedenle bir hareket biçiminden başka birine doğru gelişmeye ve
dönüşmeye ilişkin hiçbir anlayış içermiyorsa, demek ki onun doğaya
dair fikirleri gelişmeye yönelik bir anlayıştan bir bütün olarak tam a­
men yoksundur.
Newton yeni doğa biliminin ilk dönemini inorganik dünya alanında
nihayete erdirir. Bu dönem de eldeki malzeme üzerinde ustalaşılmıştı.
Özellikle Kepler ve Galileo’nun kendisi tarafından tamamlanan çalış­
maları sayesinde, Newton matematik, astronomi ve mekanik alanla­
rında muazzam sonuçlara ulaşmıştı.

64 Bkz. Ek 3.
Ama tarihsel bir doğa görüşü eksikti. Bu, bir sistem olarak New-
ton’da bulunmaz. Temelde devrimci olan doğa bilimi, çağlar boyun­
ca ilk yaratıldığı durum da kalmış olan muhafazakâr bir doğa fikrinin
karşısında duraklamaya uğratılmıştır.
Newton’da tarihsel bir doğa görüşünün bulunmaması bir yana,
onun mekanik sistemi enerjinin korunum una ilişkin bir yasa dahi içer­
mez. Enerjinin korunum u yasası Newton’un göz önünde bulundurdu­
ğu merkezî güçlerin basit bir matematiksel sonucu olduğu için, ilk
bakışta bunu anlamlandırmak daha da zordur.
Dahası, örneğin Huygens salınımların merkezinin ne olduğu soru­
nunu incelerken enerjinin korunum u yasasını dolaylı olarak formüle
ettiği için Newton da salınım vakalarını ele alır.
Besbelli ki Newton’u bu yasayı, yaşayan güçlerin ayrılmaz bir par­
çası olarak bile telaffuz etmekten alıkoyan şey, ne onun matematiksel
bir dehaya sahip olmayışıdır ne de onun fiziğe ilişkin ufkunun sınırlı
oluşudur.65
Bunu açıklamak için meseleyi tarihsel sürece ilişkin Marksist bakış
açımızdan ele almamız gerekir. Böyle bir çözümleme bizim bir hareket
biçiminin başka bir hareket biçimine dönüşmesi problemini -k i çözü­
mü Engels tarafından sağlanm ıştır- bu meseleyle ilişkilendirmemize
imkân tanıyacaktır.

Engels’in Enerji Anlayışı ve


Newton’da Enerjinin Korunumu Yasasının Olmayışı
Newton’da madde ve hareket arasındaki etkileşim problemlerini çö­
zümlerken, Toland’ın hareketin maddeden ayrılamaz olduğu görüşü­
nü benimsediğini görmüştük. Yine de, maddenin hareketten ayrıla­
mayacağını basit bir şekilde tanımak, maddenin hareket biçimlerinin
incelenmesi problemini çözmek anlamına gelmiyor.
Doğada maddenin hareketinin sonsuz biçimini gözlemleriz. M ad­
denin sadece fizik tarafından incelenen hareket biçimlerine baksak
dahi, bir dizi farklı hareket biçiminin var olduğunu görürüz (mekanik,
termal ve elektromanyetik).
Mekanik, kütlelerin uzam da basit yer değiştirmesinden oluşan ha­
reket biçimini inceler.

65 “Yaşayan güç” (vis viva) Leibniz’in korunan büyüklük mv2 için kullandığı
terimdi.
Gene de, bu hareket biçimine ek olarak, maddenin başka bazı h a­
reket biçimleri de vardır ve hareketin kendine has yeni biçimleriyle
karşılaştırıldığında mekanik yer değiştirme burada geri plana düşer.
Elektronların hareket yasaları onların mekanik yer değiştirmesiyle
ilişkili olsa da, mesele onların salt uzamda yer değiştirmesinden ibaret
değildir.
Doğrusu, doğa bilimlerinin temel görevini maddenin tüm hareket
biçimlerinin tek bir mekanik yer değiştirme biçimine indirgenmesin­
den ibaret gören mekanik dünya görüşünden farklı olarak, diyalektik
maddecilik doğa bilimlerinin başlıca görevini, m addenin hareket bi­
çimlerini kendi iç bağlantıları, etkileşimleri ve gelişmeleri içinde ince­
lemek olarak görür.
Diyalektik maddecilik, hareketi genel anlamıyla değişim olarak
kavrar. Mekanik yer değiştirme, hareketin yalnızca tek ve kısmi bir
biçimidir.
Doğada, gerçek maddede, birbirinden m utlak olarak yalıtılmış saf
hareket biçimleri yoktur. Tüm gerçek hareket biçimleri, elbette m e­
kanik yer değiştirme de dâhil, bir hareket biçiminin başka bir hareket
biçimine dönüşmesiyle bağlantılıdır.
Şimdiye dek fizik tek bir hareket biçiminin, mekanik biçimin ince­
lenmesiyle kendini sınırladı ve gördüğümüz üzere Newton döneminde
fiziğin ayırıcı özelliğini bu teşkil ediyordu. Bu ve diğer hareket biçim­
leri arasındaki ilişkiler gerçek anlamıyla ortaya konamıyordu. Böyle
bir problem ortaya konulduğundaysa, her zaman özellikle bu en basit
ve en bütünlüklü olarak incelenmiş hareket biçiminin varlığını kabul
etmeye ve bunu hareketin yegâne ve evrensel yönü olarak sunmaya
yönelik bir eğilim vardı.
Descartes ve Huygens bu konum u benimsediler ve Newton da esa­
sen kendini bu görüşle ilişkilendirdi.
Principia’nın giriş bölümünde Newton şöyle der: “Keşke doğanın
fenomenlerinin geri kalanım da aynı türden bir akıl yürütmeyle m eka­
nik ilkelerden türetebilseydik.” (Newton üçüncü kitabında gezegen­
lerin hareketini bu yasalardan çıkarmıştır.) Ve devam eder: “Zira bir
sürü şey beni, tüm fenomenlerin, kütle parçacıklarını henüz bilinme­
yen nedenlerle ya birbirine itip düzenli şekillerde kaynaştıran ya da
birbirinden ayırarak uzaklaştıran belirli bazı güçlere dayanıyor olabi­
leceğinden şüphelenmeye sevk etti.”66

66 Newton’un Principia’sının Onsöz’ü (Giriş’i değil): The Principia: Mathe­


matical Principles of Natural Philosophy, (çev. I.B. Cohen ve A. Whitman)
Büyük ölçekli sanayinin gelişmesi, maddenin yeni hareket biçimle­
rinin incelenmesini ve bunların üretimin ihtiyaçları için seferber edil­
mesini gerektirdi.
Buhar makinesi hareketin yeni termal biçimine yönelik inceleme­
lerin geliştirilmesi için çok büyük bir itki sağladı. Buhar makinesinin
gelişim tarihi iki bakımdan bizim için önemlidir.
Öncelikle buhar makinesi probleminin neden ticari sermayenin
gelişimi sırasında değil de, sanayi kapitalizminin gelişimi sırasında o r­
taya çıktığı sorununa eğileceğiz. Buna verilecek yanıt, her ne kadar
ilk buhar makinesinin icadı Newton’un dönemine denk düşmüşse de
(1630 yılında Ramsey’nin patenti), neden yalnızca Newton’un hemen
ardından gelen dönemde merkezî öneme sahip bir araştırm a nesnesi­
ne dönüştüğünü açıklayacaktır.
Dolayısıyla, termodinamiğin gelişmesi ile buhar makinesi arasın­
daki bağlantının, Newton’un döneminin teknik problemleriyle onun
mekaniği arasındaki bağlantıya benzediğini görüyoruz.
Ama buhar makinesinin gelişimi başka bir nedenden dolayı da ilgi­
mizi çekiyor.
Bir tür mekanik hareketin aynı mekanik yer değiştirme içersinde
başka bir mekanik hareket türüne dönüştürüldüğü mekanik m akine­
lerden (makara, çıkrık, manivela) farklı olarak, buhar makinesi özü
gereği bir hareket biçiminin (termal) başka bir hareket biçimine (me­
kanik) dönüştürülmesi prensibine dayanır.
Böylelikle buhar makinesinin gelişimi, Newton’da bulamadığımız
ve ayrıca enerji ve enerjinin dönüşüm ü problemiyle de çok yakın­
dan ilişkili olan, hareketin bir biçiminin başka bir biçimine çevrilmesi
problemini de kaçınılmaz bir biçimde gündeme getirmiş olur.
Öncelikle, üretici güçlerin gelişmesiyle bağlantılı olarak, buhar m a­
kinesinin gelişimindeki başlıca aşamaları inceleyeceğiz.
Marx ilk ticaret kasabalarındaki ortaçağ ticaretinin aracı bir karak­
terinin olduğunu söylemiştir. Bu ticaret, söz konusu kasabaların ve
tacirlerin onlar için aracı rolünü oynadığı üretici ulusların barbarlığı
üzerine kurulmuştu.
Ticaret sermayesi, gelişmemiş ülkeler arasındaki ürün m übadele­
sinde aracı rolünü oynadığı için, ticari kâr yalnızca bir pazarlık ya
da bir aldatmaca olarak ortaya çıkmakla kalmadı, bizzat bunlardan
doğdu.

Berkeley, Los Angeles: University of California Press, 1999, s. 382-383.


Daha sonraki ticaret sermayesi farklı ülkeler arasındaki üretim fi­
yatlarının farklı oluşundan yararlandı. Buna ek olarak, Adam Sm ith’in
de vurguladığı üzere, gelişiminin ilk aşamalarında ticaret sermayesi
temel olarak feodal toprak ağalarının ya da doğulu despotların ihti­
yaçlarını karşılayan bir müteahhitti: Kendi elindeki ana artı-ürün hac­
mine dikkatini yoğunlaştırmış olup, metaların fiyatlarıyla görece daha
az ilgilenmekteydi.67
Bu durum , ortaçağ ticaretinin muazzam kârlarını açıklamaktadır.
Portekizliler 1521 yılında yaptıkları yolculukta tanesi iki ya da üç d u ­
kadan karanfil satın almışlar ve bunları Avrupa’da tanesi 336 dukaya
satmışlardı. Yolculuğun toplam maliyeti 22.000 duka tutarken, hâsılat
150.000 duka, kârlar da 130.000 duka tutm uştu. Yani yüzde 600 ci­
varında...
17. yüzyılın başlarında HollandalIlar tanesi 180 guldene ya da 625
pounda karşılık gelen karanfiller satın almışlar ve bunları Hollanda’da
1200 guldene satmışlardı.
En büyük kâr oranlan tam am en Avrupalılara tâbi olan ülkelerden
elde ediliyordu. Ama bağımsızlığını kaybetmemiş olan Çin’le yapılan
ticarette bile kâr oranları yüzde 75 ila 100’ü buluyordu.
Ticaret sermayesi her yerde çok büyük bir hegemonyaya sahip ol­
duğu dönemde bir yağma sistemi de kurmuş oluyordu.
Yüksek kâr oranlan 17. yüzyılda ve 18. yüzyılın başlarında da de­
vam etti.
Bunun nedeni geç O rtaçağ’da ve m odern çağın başlarında yapılan
büyük ticaretin temelde tekelci ticaret olmasıydı. British East India
Şirketi devlet iktidarıyla yakın bağlantılara sahipti. CromweH’in gemi­
cilik yasası Britanya ticaretinin tekelini güçlendirmişti. Hollanda’nın
bir denizcilik gücü olarak kademeli bir biçimde çökmesi o zaman
başlamış, İngiltere’nin denizlerde hegemonyasını sağlayacak sağlam
temeller de yine o dönemde atılmıştı.
Dolayısıyla sermayenin hâkim biçimi ticaret sermayesi olduğu sü ­
rece, dikkatler aslolarak somut mübadele sürecinin geliştirilmesine
değil ama tekelci konum un ve sömürgelerdeki hâkimiyetin pekiştiril­
mesine yöneltiliyordu.
Gelişmekte olan sanayi kapitalizmi dikkatini hemen üretim süreci­
ne yöneltti. Britanya burjuvazisinin 1688 yılında ulaştığı ülke içi ser­
best rekabet, hemen akabinde, üretim maliyetleri meselesini ele almayı
zorunlu kılmıştı.

67 Capital, cilt 3, bölüm 20, CW 37, s. 328-329 (MEW 25, s. 343).


Marx’ın da gözlemlediği üzere, büyük ölçekli sanayi rekabeti ev­
renselleştirmiş ve korumacı güm rük vergileri yalnızca yatıştırıcı etki
yapar olmuştu.
Yalnızca kâfi miktarda yüksek kaliteli meta üretm ek yeterli değildi,
onları olabildiğince ucuza da üretm ek gerekiyordu.
Metaların üretim maliyetinin azaltılması süreci iki hatta ilerliyor­
du: Emek gücünün sürekli olarak artan sömürüsü (mutlak artı değe­
rin üretimi) ve üretim sürecinin kendisinin iyileştirilmesi (göreli artı
değer). Makinelerin icadı iş gününün kısaltılmasını sağlamadığı gibi,
lam tersine sermayenin bir aracı, emek üretkenliğini arttırm ak için
güçlü bir araç olarak iş gününün bir hayli uzatılmasının bir aracı h a­
line geldi.
Bu sürecin izini buhar makinesinde süreceğiz. Ama buhar m aki­
nesinin gelişim tarihine ilişkin bir çözümlemeye dönm eden evvel, m a­
kineden ne anladığımızı ortaya koyalım; çünkü bu konuda M arksist
bakış açısı diğer araştırmacıların bakış açısından kökten bir şekilde
farklıdır.
Aynı zamanda buhar makinesini böyle önemli hale getiren sanayi
devriminin özünü değerlendirebilmek için, buhar makinesinin sanayi
devriminde oynadığı role ilişkin net bir anlayışımızın da olması gerekir.
Genel inanış sanayi devrimini buhar makinesinin yarattığı yönün­
dedir. Böyle bir fikir yanlışlarla doludur. M anüfaktür, el sanatlarından
iki biçimde gelişmiştir. Bir yanda heterojen ve bağımsız el sanatlarının
bağımsızlıklarını yitirerek birleşmesinden, diğer tarafta ise aynı zana­
attan zanaatkârların işbirliğinden doğmuş ve böylece tikel bir sürecin
onu oluşturan parçalara ayrılmasıyla m anüfaktür üretiminde bir işbö­
lümüne yol açmıştır.
M anüfaktürde başlangıç noktası emek gücüdür.
Büyük ölçekli sanayide ise başlangıç noktası alettir. Elbette devin-
dirici güç problemi m anüfaktür üretimi için de önemliydi ama tem el­
leri m anüfaktür içindeki ayrıntılı işbölümüyle atılan tüm üretim sü­
recinin devrimcileştirilmesi meselesi devindirici güçle değil, makineli
alet sayesinde gündeme getirilmiştir.
H er makine üç temel parçadan oluşur: Motor, iletim mekanizması
ve alet.68

68 Karl Marx, Capital, CW 35, s. 376 (MEW 23, s. 393): “Tüm tam gelişmiş
makineler birbirinden tamamen farklı üç parçadan oluşur: Motor mekaniz­
ması, iletim mekanizması ve nihayet alet ya da işleyen makine.” Ayrıca bkz.
Bir makinenin tanımına ilişkin tarihsel görüşün özü, makinenin
farklı dönemlerde farklı amaçlar için kullanılmış olması olgusunda ya­
tar.
Vitrivius’un makine tanımı sanayi devrimine kadar geçerliliğini
sürdürm üştür. Ona göre makine “yükleri en iyi şekilde hareket ettire­
bilen ve marangozluk esasına dayanan tutarlı bir terkip”ti.69
Dolayısıyla bu amaçlara hizmet eden temel gereçler, yani eğimli
yüzey, çıkrık, m akara ve manivela, basit makineler olarak adlandırı­
lıyordu.
Principia’m n girişinde Newton beş basit makineye (manivela, te ­
kerlek, makara, çıkrık, takoz) ilişkin öğretileri, eski zamanlarda geliş­
tirilen uygulamalı mekaniğe atfetti.
İngiliz yazınında gözlemlenen, bir gerecin basit makine olduğu,
makinenin ise karmaşık bir gereç olduğu şeklindeki yaygın görüşün
kaynağı budur.
Ne var ki, mesele yalnızca bir basitlik karmaşıklık meselesi değil­
dir. Meselenin özü, emek nesnesini sıkıca kavraması ve yerini uygun
bir biçimde değiştirmesi için tasarlanmış makineli bir aletin, tüm bir
üretim sürecini devrimcileştirmesidir.
Makinenin diğer iki parçası, aleti harekete geçirmek için vardır.
Dolayısıyla, görevi yalnızca bitirilmiş ürünlerin yerini mekanik bir
biçimde değiştirmekten ibaret olan Vitruvius’un makinesiyle, işlevi
ürünün orijinal malzemesini tümden değiştirmek olan büyük ölçekli
sanayi makineleri arasındaki uçurum aşikâr olsa gerektir.
Eğer literatürdeki makine tanımlarıyla karşılaştırırsak, Marx’m ge­
tirdiği tanımın verimliliği daha iyi anlaşılabilir.
Reuleaux, Teorik Kinematik adlı eserinde70 makineyi “kendisi ara ­
cılığıyla mekanik doğal güçlerin belirli bazı hareketler yapmaya zorla­

Marx’in Engels’e 28 Ocak 1863te yazdığı bir mektuptaki ifadeleri (MEW 30,
s. 320-322; CW41, s. 449-451).
69 Marcus Vitruvius Pollio: De Achitectura 10.1.1.: “Machina est continens e
materia coniunctio maximas ad onerum motus habens virtutes.”
70 Franz Reuleaux, Theoretische Kinematik. Grundzüge einer Theorie des
Maschinenwesens, Braunschweig: Vieweg, 1875, s. 38 (alıntı olarak işaretlen-
memiştir). Almancasından yeniden tercüme edilmiştir. İlk İngilizce versiyo­
nunda bu pasajın anlamı Almancadan Rusçaya, Rusçadan İngilizceye yapılan
tercümede yitmiştir: “Eine Maschine ist eine Verbindung widerstandsfähiger
Körper, welche so eingerichtet ist, dass mittelst ihrer mechanische Naturkräf­
te genöthigt werden können, unter bestimmten Bewegungen zu wirken.”
nabileceği biçimde düzenlenmiş ve direnç uygulayabilen kütlelerin bir
birleşimi” olarak tanımlar.
Bu tanım hem Vitruvius’un makinesine hem de buhar makinesine
eşit olarak uygulanabilirdir. Gelgelelim, bu tanımı buhar makinesine
uyguladığımızda kimi zorluklarla karşılaşırız.
Som bart’ın makine tanımı da benzer bir eksiklikle malûldür. Som ­
bart, makineyi amacı emeğin mekanik rasyonelleştirmesi olan, insanın
hizmet ettiği bir emek aracı ya da karmaşık bir emek aracı olarak ta ­
nımlar. Bir emek aracı olarak makineyi aletten ayıran şey, birincisinin
insanı çalıştırması, İkincisini ise insanın çalıştırmasıdır.71
Bu tanımın yetersiz olmasının en önemli nedeni, birini insanın ça­
lıştırması ve diğerinin de insanı çalıştırması olgusuna dayanarak yapı­
lan alet ve makine ayrımından temellendirilmiş olmasıdır. İlk bakışta
sosyo-ekonomik bir karaktere sahip gibi görünen bu tanım, yalnızca
basit aracın hâkim olduğu dönemle makineli üretim yönteminin hâ­
kim olduğu dönemi ayıramamakla kalmaz, aynı zamanda makinenin
özünün insanı çalıştırmak olduğu gibi son derece saçma bir nosyon
da yaratır.72
Böylece bir insanın sürekli olarak çalışmasını gerektiren hatalı bir
buhar makinesi, bir makine haline gelirken (Newcomen’in ilk m aki­
nelerinde, bir kişinin sürekli olarak bir musluğu açıp kapatması ge­
rekiyordu), şişe ya da ampul üreten karmaşık bir otomat, alet olarak
görülecektir, çünkü hemen hiç çalışmayı gerektirmez.
Marx’in makine tanımı, makinenin tam da üretim sürecinde bir
devrime neden olduğu gerçeğine dikkat çeker.
M otor, sanayi kapitalizminin makinelerinin gerekli ve hayati bir
parçasıdır ama onun temel karakterini belirleyen bu değildir. John
Wyatt ilk eğirme makinesini icat ettiğinde, bu makinenin itici gücü­

71 Werner Sombart’ın meşhur ayrımı şöyledir: “Bir araç insan emeğine hizmet
edecek bir emek aracıdır (dikiş iğnesi). Bir makine ise insan emeğinin yerini
alacak ve böylece insan olmadan insanın işini yapabilecek bir emek aracıdır
(dikiş makinesi)” (Der moderne Kapitalismus, cilt 1, kısım 1, s. 6).
72 Önceki paragrafın son cümlesi Marx’in Kapital’indeki bir paragrafa anış­
tırma yapıyor gibidir: “El sanatları ve manüfaktürde, işçi bir aleti kullanır;
fabrikada ise makine onu kullanır” (CW 35, s. 425; MEW 23, s. 445). Parag­
rafında Hessen bu pasajı makinenin ve aletin bir tanımı olarak değil, işçinin
bu üretim araçlarıyla kurduğu iki farklı ilişkinin niteliği olarak yorumlar.
nün ne olduğundan bahsetmemişti bile. “Parmakların yardımı olma­
dan yün eğirmek için bir makine” diyordu.73
18. yüzyılın sanayi devrimini yaratan şey m otorun gelişimi ve b u
har makinesinin icadı değildi; aksine m anüfaktür üretiminde ortaya
çıkmakta olan işbölümü ve onun artan üretkenliği makineli bir aletin
icadını hem mümkün hem gerekli kıldığı için buhar makinesi bu ka­
dar büyük bir önem kazanmıştı. Madencilik sanayinde doğan buhar
makinesi devindirici gücünü kullanmayı bekleyen bir alanla karşılaştı.
Arkwright’ın pamuk eğirme makinesi başlangıçta suyla çalışıyor­
du. Ancak itici gücün başlıca biçimi olarak su gücünün kullanılması
büyük zorluklar içeriyordu.
Su gücü yapay olarak arttırılamıyordu; eğer su az miktarda ise
tekrar doldurulamıyordu ve su bazen de kuruyordu. Bu nedenle söz
konusu makine sadece yerel düzlemde kaldı.
O dönemde zaten bir hayli gelişmiş olan makineli tekstil sanay
yalnızca Watt’ın makinesinin icadıyla birlikte yeni bir gelişim aşaması
için hayati öneme sahip olan m otoru elde etmiş oldu.
Yani makineli tekstil sanayi hiçbir şekilde buhar makinesinin icadı­
nın sonucu değildi.
Buhar makinesi madencilik sanayinde doğdu. 1630 gibi erken bir
tarihte Ramsay’e “alçak çukurlardan ateşle su çıkarmak için” İngilte­
re’de bir patent verilmişti.
İngiltere’de Newcomen’in m otorunu kullanmak için 1711 yılında
Ateşle Su Çıkarma İcadının Sahipleri kuruldu.
Carnot, Isının Devindirici Gücü Üzerine adlı çalışmasında İngilte­
re’nin termal (buhar) m otorunun getirdiği en büyük hizmet, kömür
madenlerindeki çalışmaya yeniden can vermesidir diye yazıyordu. Zira

73 Capital, CW 35, s. 375 (MEW 23, s. 392): “1735 yılında John Wyatt yün
eğirme makinesini ortaya attığında ve 18. yüzyılın sanayi devrimi başladığın­
da, bu makineyi insan yerine bir eşeğin çalıştıracağı konusunda tek kelime et­
memişti ama işin bu kısmı yine eşeğe düştü. Wyatt, makineyi ‘ipliği parmaksız
eğiren’ bir makine olarak tanımlamıştı.”
Marx’in makinenin tanımına ilişkin tartışması makine ve modern sanayi
üzerine olan bölümdedir (CW 35, s. 374-379; MEW 23, s. 391-396).
Marx’in alet ve makine arasına koyduğu ayrım, İkincisinin “bir zanaatçının
aletlerinin kuşattığı organik sınırlardan kurtarılmış” olmasıydı (CW 35, s.
377): “Sanayi devriminin başlangıç noktası olan makine, bir dizi benzer aletle
işleyen ve gücün biçimi ne olursa olsun tek bir itici güçle harekete geçirilen
mekanizması nedeniyle, tek bir aleti tutan işçinin yerine geçmiştir” (CW 35,
s. 379).
drenajın ve köm ür çıkartmanın giderek zorlaşması sonucu madencilik
faaliyetleri durm a tehdidi altındaydı.74
Buhar makinesi üretimde giderek önemli bir etken haline geldi.
Buhar tüketimini ve nihayet su ve yakıt tüketimini azaltarak bu m aki­
nenin daha ekonomik hale getirilebileceği sonradan dikkatleri çekti.
Hattâ Watt’in çalışmasından önce Smeaton, farklı buhar makinele­
rindeki buhar tüketimini araştırmış ve bu amaçla 1769 yılında özel bir
laboratuar kurmuştu. Smeaton, farklı buhar makinelerindeki buhar
tüketiminin beygirgücü -sa a t başına 176 ile 76 kilogram arasında de­
ğiştiğini ortaya çıkardı. Savery ise, beygirgücü- saat başına 60 kilog­
ram buhar tüketen Newcomen tipi bir m otor yapmayı başardı.
1767 itibariyle yalnızca Newcastle’da toplam gücü 1200 beygir
olan elli yedi buhar makinesi çalışıyordu.
Tasarruflu olma meselesinin Watt’in karşısına çıkan temel mesele­
lerden biri olduğuna şüphe yok.
Watt’m 1769’da alınan patenti şöyle başlıyordu: “Buhar tüketimini
ve nihayet alev makinesindeki yakıt tüketimini azaltma yöntemim şu
iki ilkeden m ürekkeptir.”75
Watt ve Boulton köm ür madeni sahiplerinden biriyle bir anlaşmaya
vardılar. Buna göre azaltılan yakıt maliyeti sayesinde yapılan tasarru­
fun üçte biri onlara ödenecekti.
Bu anlaşma uyarınca yalnızca bu madenden yılda iki bin pound­
dan76 fazla para kazandılar.
Tekstil sanayinin başlıca keşifleri 1735-1780 arasındaki dönemde
yapıldı ve derhâl bir m otor talebi ortaya çıktı.
1784 yılında alınan patentinde Watt buhar makinesini büyük sana­
yinin evrensel m otoru olarak tanımladı.
Asıl sorun buhar makinesinin teknik olarak rasyonelleştirilmesiydi.
Bu görevi pratikte başarm ak için m otorda meydana gelen fiziksel sü ­
reçlerin ayrıntılı bir incelemesini yapmak gerekiyordu.

74 Sadi Carnot, Réflexions sur la puissance motrice du feu: et sur les machines
propres à développer cette puissance, Paris: Bachelier, 1824, s. 3: “Le service
le plus signalé que la machine à feu ait rendu à l’Angleterre est sans contredit
d’avoir ranimé l’exploitation des ses mines de houille, devenue languissante
et qui menaçait de s’eteindre entièrement à cause de la difficulté toujours
croissante des épuisemens et de l’extraction du combustible.”
75 The Origin and Progress ofthe Mechanical Inventions of James Watt, Lon-
don: Murray, 1854, s. 18.
76 Rusçasmda: 45 bin mark.
Newcomen’den farklı olarak Watt, Glasgow Üniversitesi’nin labo­
ratuarlarında buharın term o-dinam ik özelliklerinin ayrıntılı bir incele­
mesini yaptı ve böylece fiziğin bir dalı olacak termodinamiğin temel­
lerini attı.
Watt, buharın genleşmesindeki değişmelerle bağlantılı farklı basınç
değerleri altında, suyun kaynama derecesine ilişkin bir dizi deney ger­
çekleştirdi. Ardından, buhar oluşumu sırasındaki gizil ısıyı inceleye­
rek, Black’in teorisini geliştirdi ve test etti.
Böylelikle termodinamiğin temel problemleri, yani buhar oluşumu
sırasındaki gizil ısı öğretisi, kaynama noktasının basınca bağlı oluşu ve
buhar oluşumunda gizil ısının büyüklüğü meseleleri, Watt tarafından
bilimsel olarak ele alınmaya başlandı.
W att’in Sm eaton’un ötesine geçmesini sağlayan şey, buhar m aki­
nesinde olup biten fiziksel süreçlere ilişkin bu ayrıntılı incelemeleri
oldu. Smeaton, buhar makinesini laboratuarda incelemeyi hedefleme­
sine rağmen, Newcomen’in m otorunda yalnızca deneysel ve yüzeysel
ilerlemeler kaydedebilmişti, çünkü su buharının fiziksel özelliklerine
ilişkin hiçbir bilgisi yoktu.
Termodinamik alanının gelişimi yalnızca buhar makinesinin varlı­
ğından destek almakla kalmadı, işin doğrusu bu makinenin araştırıl­
ması sayesinde gelişti.
Buhar makinesindeki tikel fiziksel süreçleri çalışmak yeterli değil­
di; buhar makinelerinin genel bir teorisine, buhar makinelerinin m ak­
simum verimliliğine ilişkin bir genel teoriye ihtiyaç vardı. Bu çalışma
da Sadi Carnot tarafından gerçekleştirildi.
Buhar makinesinin genel teorisi ve maksimum verimlilik teorisi
Carnot’yu genel termal süreçleri incelemenin gerekli olduğu fikrine ve
termodinamiğin ikinci ilkesinin keşfine götürdü.
Isınırı Devindirici Gücü Üzerine (1824) adlı çalışmasında C ar­
not, buhar makinelerinin incelenmesi menfaatimizedir, zira muazzam
önem arz etmektedirler ve kullanımları da giderek artm aktadır diyor­
du. Besbelli ki bunlar uygar dünyada büyük bir devrim yaratacaklardı.77
Carnot, çeşitli tipte ilerlemelere rağmen, buhar makinesi teorisinin
çok az gelişme kaydettiğine dikkat çekiyordu.

77 Carnot 1824, s. 2. “L’étude de ces machines est du plus haut intérêt, leur
importance est immense, leur emploi s’accroît tous les jours. Elles paraissent
destinées à produire une grande révolution dans le monde civilisé.”
Carnot buhar makinesinin genel teorisini ayrıntılandırma görevini
öyle bir biçimde ortaya koydu ki, genel bir maksimum verimlilik teori­
si keşfetmek için sıraladığı pratik sorunlar berraklık kazandı.
Hep sorulm uştur, diye yazdı, acaba ısının devindirici gücü sınırlı
mı yoksa sonsuz m u? Devindirici güç derken bir m otorun gerçekleş­
tirebileceği işi kastediyoruz.
Olası iyileştirmelerin bir sınırı, hangi araç kullanılırsa kullanılsın
şeylerin doğasının aşılmasına izin vermeyeceği bir sınır var mı? Ya da,
tam tersine, bu iyileştirmeler sonsuza dek sürdürülebilir m i?78
Carnot, hareketlerini ısıdan almayan ama insan gücüyle, hayvan­
larla, şelalelerle ya da hava akımlarıyla işleyen m otorlara sahip m aki­
nelerin teorik mekanik aracılığıyla incelenebileceğini gözlemledi.
Burada tüm olası durum lar öngörülm üştür ve hayal edilebilecek
tüm hareketler, sağlam bir biçimde kurulmuş ve tüm koşullara uyar­
lanabilen (Newton’un mekanik çalışmalarının mümkün kıldığı) genel
ilkelere bağlanabilir.
Isı m otorlarında ise böyle bir teori yoktur.
Carnot bir kütle üzerine belirli bir biçimde uygulanan ısının tüm
etkilerini önceden bilinir kılmak için fiziğin yasalarının yeterince ge­
nişletilmesi ve genelleştirilmesi gerektiğini, aksi takdirde bu türden bir
teorinin olamayacağını iddia etti.79
Teknoloji ile bilim arasındaki, fiziğin genel yasalarının araştırılması
ile ekonomik gelişimin ortaya attığı teknik problemler arasındaki bağ
burada olağanüstü bir açıklıkla tespit edilmiştir.
Ama buhar makinesinin tarihi bizim için başka bir bağlamda daha
önemlidir.
Tarihsel olarak, maddenin fiziksel hareketinin çeşitli biçimlerinin
araştırılması şu sırayla olmuştur: Mekanik, ısı, elektrik.
Sanayi kapitalizminin gelişmesinin, teknolojinin evrensel bir m otor
yaratmasına dönük bir talep doğurduğunu görmüştük.

78 Carnot 1824, s. 6-7: “L’on a souvent agité la question de savoir si la puis­


sance motrice de la chaleur est limitée, ou si elle est sans bornes; si les per­
fectionnement possibles des machines à feu ont un terme assignable, terme
que la nature des choses empêche de dépasser par quelque moyen que ce soit,
ou si au contraire ces perfectionnemens sont susceptibles d’une extension
indéfinie.”
79 Carnot 1824, s. 9-10: “On ne la possédera que lorsque les lois de la phy­
sique seront assez étendues, assez généralisées, pour faire connaître à l’a­
vance tous les effets de la chaleur agissant d’une manière déterminée sur un
corps quelconque.”
Bu talep başlangıçta buhar makinesiyle sağlandı ve elektrik m oto­
runun icadına kadar buhar makinesinin başka rakibi olmadı.
Buhar makinelerinin en yüksek verimliliğine ilişkin bir teori ihtiya­
cı termodinamiğin gelişmesine, yani hareketin termal biçiminin ince­
lenmesine yol açtı.
Demek ki, hareket biçimlerinin incelenmesine ilişkin tarihsel sıra­
lamanın açıklaması budur: Hareketin termal biçiminin incelenmesi -
term odinam ik-, mekaniğin hemen ardından gelişmiştir.
Şimdi de bir hareket biçiminin başka bir hareket biçimine dönüş­
türülmesi perspektifinden bakarak, buhar makinesinin öneminin ne
olduğu konusuna eğileceğiz.
Newton’un enerjinin korunum u ve dönüştürülmesi yasası prob­
lemini asla ele almamasına karşın Carnot, hâlâ belirsiz bir biçimde
olmakla birlikte, bunu yapma mecburiyetinde kaldı.
Bunun nedeni, C arnot’nun buhar makinesi araştırmalarının bil­
hassa termal enerjinin mekanik enerjiye dönüştürülmesine odaklan­
mış olmasıydı.
Fiziğin temel kategorilerinden biri olarak enerji kategorilerinin
doğması, farklı hareket biçimleri arasındaki ilişkinin ne olduğu prob­
lemi ortaya atıldığında gerçekleşti. Ve fiziğin araştırdığı hareket bi­
çimleri çeşitlendikçe, enerji kategorisi her zamankinden daha önemli
hale geldi.
Dolayısıyla, maddenin hareketinin fiziksel biçimlerine yönelik in­
celemelerin tarihsel gelişimini bilmek, fiziğin kategorilerinin kökenini,
önemini ve kendi içlerindeki bağlantılarını anlamak için bize bir anah­
tar sağlamaktadır.
Hareket biçimlerinin tarihsel bir incelemesi iki perspektiften iler­
lemelidir. Hareket biçimlerinin tarihsel sıralamasını incelerken, bunu
söz konusu biçimlerin fizik biliminin toplumdaki gelişiminin hangi
noktasında ortaya çıktıklarını göz önünde bulundurarak yapmak ge­
rekir. Bunların insan toplumundaki tarihsel oluşum unun perspektifin­
den bakarak, hareketin mekanik ve termal biçimleri arasındaki bağ­
lantıyı gösterdik. Bu biçimlerin incelenmesi, insan pratiği içinde ön
plana geçtikleri sırayı izledi.
İkinci perspektif ise “maddenin gelişiminin doğa bilimi”ni incele­
mektir. İnorganik maddenin mikrokozmostaki ve makrokozmostaki
gelişiminin incelenmesi süreci, bu maddenin farklı biçimleri arasında­
ki bağlantıyı ve bunların birinden diğerine karşılıklı olarak dönüşm e­
sini daha iyi anlamamızı sağlayacak, maddenin hareket biçimlerinin
doğal bir sınıflandırması için sağlam bir temel teşkil edecektir. Bu ilke,
bilimlerin Marksist bir sınıflandırması için temel oluşturmalıdır.
Tüm bilimler ya tek bir hareket biçimini ya da maddenin birbiriyle
bağlantılı ve birbirine dönüşen bir dizi farklı hareket biçimini çözüm ­
lerler.
Bilimlerin sınıflandırılması, maddenin hareketinin farklı biçimle­
rinin esasına sâdık kalarak, yani diğer bir deyişle, bunların doğal ge­
lişimlerine ve doğada vukû bulduğu şekliyle bir hareket biçiminden
öbürüne geçişlerine sâdık kalarak, bu hareket biçimlerinin bir hiyerar­
şiye dizilmesinden başka bir şey değildir.
Dolayısıyla bilimlerin M arksist açıdan sınıflandırılmasına ilişkin bu
ilke, maddenin hareketinin bir biçiminin başka bir hareket biçimine
doğru gelişmesi ve dönüşmesi şeklindeki önemli fikre dayanmaktadır.
(Engels)80
Engels’in maddenin hareket biçimlerinin birbiriyle bağlantısına ve
hiyerarşisine ilişkin dikkat çekici kavrayışı burada ortaya çıkar.
Enerji anlayışı, bir biçimin diğerine dönüştürülmesiyle ve bu dö­
nüşüm ün ölçülmesi problemiyle kökten bağlıdır. M odern fizik bu
dönüşüm ün bilhassa niceliksel yönünü vurgular ve bu dönüşümlerde
enerjinin korunduğunu kabul eder.
Hatırlatalım: Önceki bölümde de gösterildiği üzere, hareketin ni­
celiğinin sürekliliği ve değişmezliği zaten Descartes tarafından ifade
edilmişti. Mayer ve Helmholtz’un çalışmalarıyla fiziğe dâhil edilen
yeni öğe, bu dönüşümlerde enerjinin korunmasıyla birlikte hareketin
biçimlerinin de dönüştüğünün keşfidir.
Yeni olan öğe buydu, yoksa sadece sürekliliğin ifade edilmesi değil...
Bu keşfin sonucu olarak, o döneme kadar biyolojideki değişme­
yen türlere benzetilen farklı ve birbirinden yalıtılmış durumdaki fizik
güçleri (ısı, elektrik, mekanik enerji), kimi belli yasalara göre birbirine
dönüşebilen, birbiriyle bağlantılı hareket biçimleri haline geldi.
Astronomi gibi, fizik de nihai sonucun hareket eden maddenin
sonsuz dolaşımı olduğu fikrine kaçınılmaz olarak vardı. Hareketin
yalnızca tek bir biçiminden haberdar olan ve bir biçimin başkasına
dönüşmesiyle değil de, öncelikle tek ve bir hareket biçiminin dönüşü -

80 Engels, Dialectics of Nature, CW 25, s. 528 (MEW 20, s. 514): “Her biri tek
bir hareket biçimini ya da bir arada olan ve birinden diğerine geçen bir dizi ha­
reket biçimini çözümleyen bilimlerin sınıflandırılması, bu nedenle, hareketin
bu biçimlerinin kendi esas sıralarına göre sınıflandırılması, düzenlenmesidir ve
bunun önemi işte burada yatar.” Rusçasmda Engels’e referans yoktur.
mü ve değişimiyle -m ekanik yer değiştirmeyle- (Vitrivius’un makine
tanımını ve Carnot’nun gözlemlerini hatırlayalım) ilgilenen Newton
dönemi fiziği, işte bu nedenle enerji problemlerini ele almadı, alam az­
dı da.
Hareketin termal biçimi sahneye adımını atar atmaz ve aslında tam
da bu biçimin mekanik harekete dönüştürülmesi meselesiyle kopmaz
bir şekilde ilişkilendiği dönemde sahneye adımını attığı için, enerji
problemi ön plana çıktı. Buhar makinesi probleminin ortaya konuş
biçimi (“ateşle su yükseltmek”), onun bir hareket biçiminin başka
bir hareket biçimine dönüştürülmesi problemiyle olan bağlantısını da
açıkça gösteriyor. C arnot’nun klasik çalışmasının başlığının Isının
Devindirici Gücü Üzerine olması tesadüf değildir.
Engels, meseleyi salt niceliksel bir yasaya (dönüşümler sırasında
enerjinin niceliksel sürekliliği yasasına) indirgeyen hâkim çağdaş fizi­
ğin yaklaşımının aksine, enerjinin korunum u ve dönüşüm ü yasasına
yönelik kendi yaklaşımında, enerjinin korunum u yasasının niteliksel
yönünü vurgular. Enerjinin korunumu, hareketin yok edilemezliği ya­
sası yalnızca niceliksel değil, aynı zamanda niteliksel olarak da anla­
şılmalıdır. Bu yasa, doğanın maddeci kavranışının temel ön gerekle­
rinden biri olan enerjinin yok edilemezliğini ya da yaratılamazlığını
kabul etmekle kalmaz, maddenin hareketi problemine diyalektik bir
yaklaşımı da içerir. Diyalektik maddeciliğin perspektifinden bakacak
olursak, hareketin yok edilemezliği sadece maddenin bir hareket bi­
çiminin sınırları içinde hareket ettiği olgusundan ibaret değildir; ama
aynı zamanda maddenin kendisi, gelişen, öz devinime sahip ve sürekli
olarak birinden diğerine dönüşen sonsuz çeşitlilikteki hareket biçim­
lerini bizzat kendi içinde de üretebilir.
M addenin hareket biçimlerinin gelişimi ve incelenmesindeki tarih­
sel ardışıklığı anlamak için gerekli anahtarı, bize sadece Marx, Engels
ve Lenin’in kavrayışı vermektedir.
Eğer Newton enerjinin korunum u problemini ele almadı ya da
çözmediyse, elbette bu onun gerekli dehaya sahip olmadığı anlamına
gelmiyor.
Farklı alanlarda çalışan büyük insanlar, ne kadar büyük dahiler
olurlarsa olsunlar, ancak kendi zamanlarındaki üretim güçleri ve iliş­
kilerinin tarihsel gelişimi tarafından gündeme getirilmiş problemleri
ortaya koyabilir ve çözebilirler.
Newton’un Çağındaki Makine Kırıcılar
ve Üretici Güçlerin Günümüzdeki Kırıcıları
Principia çözümlememizin sonuna geldik. İktidara gelmekte olan sınıf
tarafından o çağda gündeme getirilen görevlerin, Principia’nın içeriği­
ni nasıl belirlediğini gösterdik.
Feodalizmden ticaret sermayesine ve manüfaktüre, manüfaktürden
de sanayi kapitalizmine doğru gerçekleşen kaçınılmaz tarihsel geçiş,
üretici güçlerin akıl almaz bir biçimde gelişmesini teşvik etmiş ve bu
da insan bilgisinin tüm alanlarında bilimsel araştırmanın gelişmesine
güçlü bir itki kazandırmıştır.
Newton tam da toplumsal ilişkilerinin yeni biçimlerinin, yeni üre­
tim biçimlerinin yaratıldığı bir çağda yaşadı.
Mekaniğinde, yükselen burjuvazi tarafından gündeme getirilen
karmaşık fiziksel ve teknik problemleri çözebilmişti Newton.
Ama bir bütün olarak doğanın karşısında çaresiz, duraklamıştı.
Newton kütlelerin mekanik yer değiştirmesine âşinâydı ama doğanın
kesintisiz bir gelişme sürecinde olduğu görüşünü reddediyordu. Onun
çalışmasına ilham veren bir geçiş döneminde yaşamış olmasına rağ­
men, teorisinde bir bütün olarak gelişen toplum görüşünü bulmayı
ummak da pek mümkün değildir.
Tarihsel sürecin hareketi Newton’dan bu yana durm uş mudur
peki? Elbette hayır, tarihin ileri doğru ilerleyişini hiçbir şey kontrol
altına alamaz.
Newton’dan sonra, sonsuz ve çağlar boyu değişmeyen bir doğa
görüşünde ilk kez yarık açmayı başaranlar, Kant ve Laplace oldu. Pek
bütünlüklü bir şekilde olmasa da, Kant ve Laplace güneş sisteminin
tarihsel bir gelişimin ürünü olduğunu gösterdiler.
Daha sonra tüm doğa öğretilerinin temel ve yönlendirici ilkesi ha­
line gelen gelişme nosyonu, doğa bilimleri alanına ilk kez onların ça­
lışmaları aracılığıyla girdi.
Güneş sistemi Tanrı tarafından yaratılmadı ve gezegenlerin hare­
ketleri İlâhî bir itkinin sonucu değildir. Güneş sistemi şimdi bulundu­
ğu durum u sadece doğal nedenlerin bir sonucu olarak korumaktadır
ve üstelik var olması da yine sadece bu nedenlere dayanır. Varlığı m e­
kaniğin yasalarına dayanan bir sistemde Tanrı’nın hiçbir yeri olmadı­
ğı gibi, bu sistemin kaynağının açıklanmasında ona gerek bile yoktur
aslında.
Napoléon Laplace’a Dünya Sistemi adlı kitabında Tanrı’nın rolüne
ilişkin söz söylemekten neden kaçındığını sorunca, o da “Sistemime
bir İlâhî varlık hipotezi yerleştirme ihtiyacı duymadım, Majesteleri”
diye yanıt vermişti.
Üretici güçlerin ilerici gelişmesi, ilerici bir bilim doğurdu.
Ev içi el üretiminden m anüfaktüre, m anüfaktürden de Newton
döneminde henüz başlangıç aşamasında olan büyük ölçekli makine
sanayisine geçiş bir sonraki yüzyılda son derece hızlanmıştı. Bu süreç,
yeni, sosyalist gelişim biçiminin eşiği olan tekelci emperyalist kapita­
lizm aşamasıyla tamamlandı.
Kapitalist üretim biçiminin bir aşaması diğerini izlerken, kapitalist
toplumdaki egemen sınıfların benimsediği teknoloji ve bilim görüşü
de değişti.
Burjuvazi iktidara gelir gelmez eski lonca ve el zanaatı üretim bi­
çimlerine karşı amansız bir mücadele yürüttü. Demirden yumruğuyla
büyük ölçekli makine sanayisini getirdi, miladını doldurm uş olan feo­
dal sınıfı ve henüz yeni doğmuş olan proletaryanın örgütsüz protesto­
sunu param parça etti.
Burjuvazi için bilim ve teknoloji güçlü mücadele araçlarıydı ve bu
silâhların geliştirilmesi ve mükemmelleştirilmesiyle yakından ilgileni­
yordu.
Bu dönemdeki sanayi kapitalizminin ozanı (Ure)81, burjuvazinin
yeni üretim yöntemleri için verdiği mücadeleyi şu sözlerle anlatmıştır:
Sonra kendilerini işbölümünün eski sınırlarına tartışmasız bir bi­
çimde yerleşmiş olarak hayal eden o hoşnutsuzlar kitlesi, kendisini
yeni mekanik taktiklerle etrafı sarılmış ve savunması aşılmış bir
halde buldu ve kayıtsız şartsız bir teslimiyete zorlandı.
Ure, eğirme makinesinin icadının önemini ayrıca incelerken şöy­
le diyordu: “Sanayi sınıfları arasındaki düzeni yeniden sağlamaya
yazgılı bir yaratım... Bu icat halihazırda ileri sürülmüş büyük bir
doktrini kanıtlıyor: Sermaye bilimi kendi hizmetine bir kere alınca,
emeğin itaatsiz eline yumuşak başlı olmayı daima öğretecektir.”82
Ure, “emeğin itaatsiz eli”nin kan ve kemikleri üzerine yeni üretim
yöntemleri inşâ ederken iktidara gelmekte olan burjuvazi adına konu­
şuyordu.

81 Andrew Ure (1778-1857) İngiliz kimyager ve iktisatçı: “Dr. Ure, otomatik


fabrikanın Pindarus’u” (Marx, Capital, CW 35, s. 421; MEW 23, s. 441).
82 Andrew Ure, The Philosophy of Manufactures or an Exposition of the Scien­
tific, Moral and Commercial Economy of the Factory System o f Great Britain,
London, 1835, s. 368-370, alıntı: Capital, CW 35, s. 439 (MEW 23, s. 460)
Burjuvazi iktidara gelir gelmez tüm üretim biçimlerini devrimci-
leştirdi. Tüm eski feodal bağları parça parça etti ve üretici güçlerin
daha fazla gelişmesini engelleyen arkaik toplumsal ilişkileri yıktı. Bu
dönemde burjuvazi devrimciydi çünkü kendisiyle birlikte yeni ve daha
ileri üretim yöntemlerini getirmişti.
Bir yüzyıllık dönemde dünyanın yüzünü değiştirdi ve yeni, güçlü
üretici güçleri var etti. M addenin yeni, o zamana kadar keşfedilmemiş
hareket biçimleri keşfedildi.
Teknolojinin uçsuz bucaksız gelişimi bilimin gelişimi için güçlü bir
itki sağladı ve hızla gelişen bilim daha sonra yeni teknolojinin etkinli­
ğini arttırdı.
Üretici güçlerin bu akıl almaz gelişimi, maddi kültürün bu m uaz­
zam büyümesi, halk kitlelerinin akla hayale sığmaz sefaletini ve işsiz­
likte korkunç bir büyümeyi beraberinde getirdi.
Baskın kapitalist üretim yöntemindeki bu çelişkilerin yalnızca ka­
pitalist ülkelerdeki devlet yetkililerinin değil, bilim insanlarının da ilgi­
sini çekmiş olması şaşırtıcı değildir.
Newton’un zamanında burjuvazi yeni üretim yöntemlerine ihtiyaç
duyuyordu. Kraliyet Topluluğu’nda reform yapılması üzerine verdiği
m em orandumda, Newton doğa incelemelerine ve yeni üretici güçlerin
yaratılmasına fazlasıyla katkıda bulunmuş olan bilimi desteklemeleri
için devlet yetkililerine çağrı yapıyordu.
Durum bugün çok farklıdır.
1930/31 yılında Nature dergisi ele aldığımız meseleyle ilgilenen bir
dizi öncü makale yayımladı. Bu makaleler şu sıralar tüm dünyayı sal­
lamakta olan problemleri ele alıyor. Bu makaleler içinden İngiliz doğa
bilimcilerinin bakış açısını en açık şekilde ortaya koyan iki makaleyi
ele almak istiyoruz. Birincisi “İşsizlik ve U m ut”, diğeri de “Bilim ve
Toplum” başlıklı...
Makalelerin sanayinin görevlerini, hedeflerini ve gelişim çizgilerini
nasıl tasvir ettiğine bir bakalım.
Kapitalist toplumu yırtıp atan işsizlik sorununu tartışırken Nature
dergisi makinelerin rolünü şöyle tanımlıyor:
Mevcut durum da aslında aklımızdan şu fikrin geçmesini m a­
zur gösterecek pek çok şey vardır: Her şeye rağm en belki de
Erewhon halkı, Marx’in da öngördüğü gibi, makinelerin başlan­
gıçtaki ilişkileri tersyüz edeceği ve işçilerin cansız bir mekaniz­
maya bağlı bir âlete, onun bir parçası haline dönüşeceği korku­
suyla makinelerini kırarak bizden daha akıllıca davrandı.83
M odern bilim ve teknoloji kayda değer bir kesinliğe ve üretkenliğe
sahip, son derece karmaşık ve nazik bir yapısı olan makineler yarat­
makta. Ve görünüşe göre Newton döneminin makine kırıcıları, ö n ­
görülmez bir karmaşıklıkta ve güçte makineler yaratan bizden daha
zekiymiş.
Yukarıdaki alıntı M arx’in fikirlerini çarpıtmakla kalmıyor, makine
kırıcıların hareketini de yanlış yorumluyor.
Her şeyden evvel işçileri makineleri kırmaya sevk eden hakiki ta ­
rihsel şartları ve gerçek nedenleri tekrar bir ortaya koyalım.
İşçilerin makineye karşı verdikleri mücadele, ücretli işçilerle kapi­
talistler arasındaki mücadelenin bir yansımasıdır yalnızca. Dönemin
işçi sınıfı sadece makinelere karşı mücadele vermedi, bu gelişen ka­
pitalist düzenin yeni toplumda işçiyi indirdiği düzeye karşı verilen bir
mücadeleydi.
17. yüzyıl boyunca tüm Avrupa, işçilerin yün taram a makinesine
karşı olan nefretini yaşadı. İlk rüzgârlı bıçkıhane 1670’lerin sonunda
Londra’da parçalandı.
19. yüzyılın ilk on yılına Luddistlerin mekanik dokuma tezgâhın
karşı oluşturduğu kitle hareketi damgasını vurdu. Sanayi kapitaliz­
mi geliştikçe emek gücünü bir metaya dönüştürdü. Makine nedeniyle
sanayiden dışlanan emekçi, emeğini satın alacak kimse bulamadı ve
âdeta tedavülden kalkmış bir kâğıt para haline geldi. Büyümekte olan
ama henüz bir sınıf bilinci geliştirmemiş işçi sınıfı, nefretini kapitalist
ilişkilerin dışsal biçimlerine, yani makinelere yöneltti.
Ama protestonun bu gerici biçimi aslında ücretli emek sistemine
ve üretim araçlarının özel mülkiyetine yönelik devrimci bir protestoyu
ifade ediyordu.
İşçi makineler icat edildiği için değil, bu makineler üretim araç­
larının mülkiyetini elinde tutan sınıfın çıkarlarına hizmet ettiği için o
makinelerin bir uzantısı haline geliyordu.
Makinelerin kırılması çağrısı her zaman gerici bir slogan olacaktır.
Erewhon halkının bilgeliği, makineleri parçalamasında değil, ücretli
emeğin köleliğine karşı başkaldırmasındadır.

83 İlerleyen alıntılar “Science and Society”, Nature 126, No. 3179, 4 Ekim
1930, s. 497’ye göre düzeltilmiştir.
“Şu halde azınlığın konforu ve zenginliği” diye devam ediyor bu
makale “işinden edilmiş işçilerin çokluğunu göz önünde bulun­
durursak oldukça pahalıya mâl olan bir şeydir ve belki de kitlesel
üretime, Marx’in da öngördüğü üzere, sıklıkla bireyselliğin bastı­
rılması ve geri bıraktırılmış gelişme eşlik etmektedir.”
Yani, Nature’a göre, üretim araçlarındaki gelişim kaçınılmaz olarak
bireyselliğin bastırılmasına ve halk kitlelerinin m ağdur olmasına yol
açıyor.
Herhalde şunu sormamıza izin vardır: Neden Newton’un zam a­
nında, üretim araçlarında m uazzam bir gelişme varken, bilim çevreleri
bu gelişmenin durdurulması çağrısı yapmak yerine, her türden icadı
ve keşfi cesaretlendirmek için ellerinden geleni yaptılar ve neden New­
ton dönemindeki önde gelen doğa bilimcilerinin yayın organı Felsefe
Kayıtları bu yeni icatların açıklamalarıyla doluydu?
Bu sorulara yanıt vermeden önce, Britanyalı doğa bilimcilerinin
üretici güçlerin aşırı gelişmesinin sonucu olarak gördükleri üretim ve
işsizlik krizini çözmek için nasıl yöntemler önerdiğini göreceğiz.
Yöntemler “İşsizlik ve U m ut” adlı makalede özetlenmiş. İlgili bö­
lümü uzunca alıntılıyoruz:84
Sanayinin...başlıca iki hedefi vardır ya da olmalıdır (1) karakterin
gelişmesi...için alan açmak; ve (2) insanın genellikle maddi türden
olan değişen isteklerini tatmin etmek için mallar üretmek; elbette bu
maddi kategorinin dışında da geniş beklentiler mevcuttur ve bura­
daki ‘maddi’ terimi alçaltıcı bir anlamda kullanılmamıştır. Dikkatler
şimdiye dek hep İkincisine yöneltilmiş ve sanayinin birincil hedefi
görmezden gelinmiştir. Bu türden bir tek yanlı sanayi görüşü, çok
fazla suiistimal edilen “evrim” kelimesinin çok dar anlamda kulla­
nılmasıyla birlikte... niceliğe ve kitlesel üretime aşırı derecede odak-
lamlmasına ve insan öğesinin komik bir şekilde inkâr edilmesine yol
açmıştır. Şüphe yok ki, birincisine biraz kafa yorulmuş olsa, ikinci
hedefe de çok daha bütünlüklü ve tatminkâr bir şekilde ulaşılacak,
işsizlik sorunu diye bir şeyin adı bile duyulmayacaktı...
Buradaki hâkim anlayış,... görünüşe göre, sanayinin sabit bir şek­
le, örneğin büyük ölçekli üretime doğru evrildiği ve buraya evril­

84 Bu alıntılardaki ufak yanlışlar W.G. Linn Cass, “İşsizlik ve Umut”, Nature


125, No. 3146, 15 Şubat 1930, s. 226-227’ye bakılarak düzeltilmiştir. Rus-
çasında ve İngilizcesinde alıntılanan pasajlar çoğu yerde aynıdır ama bütü­
nüyle çakışmamaktadır.
mek zorunda olduğudur... Sanayinin en iyi biçimi ya da tipi pek
çok farklı ve sürekli değişen biçimlerden oluşabilir ve burada her
şeyin üstünde olan uyarlanabilirlik ve esnekliktir, canlı bir organiz­
ma olabilmektir.
Esneklik aynı zamanda, modern büyük ölçekli üretim tarafından
aşılmış ya da geçersiz kılınmış iki sanayi tipinin, modern şartları
karşılamak için yeni ve daha geliştirilmiş biçimler altında yeniden
canlandırılması olanağı demektir, yani: (1) küçük ev sanayisi ya da
zanaatı... (2) manüfaktürün tarım ya da bahçecilik sanayisi ile bir­
leştirilmesi. Sanayinin hâlâ geçmişte sağlam ve derin kökleri vardır
ve bu köklerin büyük kısmını eski ya da gereksiz diyerek aptalca
kesip atmak sanayi ağacını güçten düşürmenin en emin yoludur,
işsizlik belasının kaynağı bir ihtimal burada bulunabilir.
Aslında İngiliz bir karakteri olan eski sanayi düzeyinin bu iki ilkesi,
modern bilimin kazanımları sayesinde iyileştirilmiş biçimler vasıta­
sıyla restore edilerek tekrar mümkün kılınabilir. Özellikle elektrik
enerjisinin dağıtımı her türden insan istihdamı için yeni ve nere­
deyse sonsuz bir alan açarak, mevcut işsizlerin tümünü ya da ço­
ğunu içine alabilir... İşsizler derken öncelikle Büyük Britanya’daki
işsizleri kastediyoruz ama ilgi alanımızı tüm dünyadaki işsizliği
kapsayacak şekilde genişletmek elbette çok daha iyi olacaktır...
Bu iki ilkenin işsizliğe uygulanması elbette bunların kapsamının
yalnızca bir yönüdür, çünkü bu iki ilkenin alanı çok daha geniştir ve
özellikle modern sanayinin en büyük kötülüklerinden birine, yani
aşırı uzmanlaşmaya, monoton çalışmaya ve her yönden yetenek
gelişimine yönelik bir anlayış yokluğuna karşı koymayı da kapsar.
Çeşitlendirilmiş iş, ilgi ve yetenek konusunda daha kucaklayıcı bir
atmosferin yaratılmasıyla, insanlığın yaratıcı yetilerinin muazzam
bir teşvik kazanacağı ve orijinalliğin kışkırtılacağı düşünülebilir.
Yani Nature’a göre kapitalist toplumun yaralarının devası, ücretli em e­
ğe ve üretim araçlarının bireysel mülkiyetine dayalı bir sistemin tüm
çelişkilerini ortadan kaldırmanın yegâne aracı, sanayi kapitalizmi ça­
ğından hemen önceki sanayi biçimlerine dönmektir.
Yukarıda tam da bu biçimlerin Newton’un dönemindeki ilerleme­
leri doğurduğunu kanıtlamıştık; ve her ne kadar feodal üretim yön­
temleriyle, manüfaktürle ve küçük el sanatları sanayisiyle karşılaştırıl­
dıklarında bunlardan bir adım önde olsalar da, şimdiki zamanda “el
zanaatları sanayisine geri dönelim” gibi bir slogan son derece gericidir.
Meta sisteminin fetişizmi, M arx’ın harika bir biçimde ortaya koy­
duğu üzere, insan toplumu tarafından yaratılan m addi şeyler arasın­
daki ilişkinin insan ilişkilerinden yalıtılmış olması ve şeylerin kendisin­
de içkinmiş gibi görülmeye başlanması olgusuna dayanır.
Bu fetişizmi deşifre ve teşhir etmenin yolu, bu türden ilişkileri as­
lında şeylerin yaratmadığına, aksine toplumsal üretim süreci içinde
yaratılan şeyler arasındaki ilişkinin insanlar arasındaki özel bir top­
lumsal ilişkiyi ifade ettiğine ve bunların şeyler arasındaki hayali bir iliş­
ki biçimi olarak tasavvur edildiğine dair bir kavrayışa sahip olmaktır.
Yukarıda alıntılanan görüşler de fetişizmin belli bir biçimdir. Bu
görüşte makineler, üretim araçları ve üretimin büyük ölçekli makine
üretimi altında örgütlenmesi, o verili üretim biçiminin içinde var ol­
duğu ve onu yaratan özel ekonomik sistemin toplumsal ilişkilerinden
yalıtılmış olarak ele alınmıştır.
Deniyor ki, emek araçlarının geliştirilmesi, nüfusun büyük kitlele­
rine talihsizlik getirmiştir. Makine işçiyi kendi uzantısına dönüştür­
müş, bireyselliği öldürm üştür. Hadi o zaman eski güzel günlere geri
dönelim.
Biz de diyoruz ki, hayır. Kitlelerin sefaletinin ve akla hayale sığmaz
acılarının nedeni üretim araçlarındaki ilerlemeler değildir, işçileri m e­
kanizmanın kör bir uzantısına dönüştüren makineler değil, makineyi
işçiyi yalnızca onun bir uzantısına çevirecek şekilde kullanan toplum ­
sal ilişkilerdir.
Çözüm eski, uzun zamandır geçerliliğini yitirmiş üretim biçimle­
rine dönüşte değil, tüm toplumsal ilişkiler sistemini değiştirmektedir.
Feodal ve el zanaatları üretim biçiminden sanayi kapitalizmine geçiş,
zamanında nasıl radikal bir çözüm idiyse, bu da öyledir.
Özel mülkiyet üç gelişim aşamasından geçmiştir: Feodalizm, tica­
ret sermayesi ve manüfaktür, sanayi kapitalizmi.
Gelişimin her aşamasında, yaşamlarının üretilmesi sürecinde in­
sanlar üretici güçlerin mevcut gelişim aşamasına karşılık gelen kimi
belirli üretim ilişkilerine gönülsüz olarak girerler. Üretici güçler, ken­
di gelişimlerinin belirli bir aşamasında, mevcut üretim ilişkileriyle ya
da hukuk terimleriyle konuşacak olursak, içinde geliştikleri mülkiyet
ilişkileriyle çelişkiye düşerler. Önceden bunların gelişme biçimi olan
şeyler, daha sonra engel haline gelir.85

85 Hessen, Marx’in Ekonomi Politiğin Eleştirisine Katkı’ya Önsöz’ünden


Üretici güçlerin gelişimi tüm üretim ilişkilerinin radikal bir biçimde
yeniden inşâ edilmesiyle m üm kündür.
Bir üretim biçiminden diğerine geçiş, öncelikle böyle bir yeniden
inşâ ile karakterize olur.
H er yeni aşamada toplumsal ilişkilerdeki değişim, üretici güçlerin
daha hızlı büyümesini beraberinde getirir.
Tersinden söylersek, üretici güçlerin gelişimindeki bir kriz, bunla­
rın verili toplumsal sistemin çerçevesi içinde gelişmeye devam edeme­
diklerini gösterir.
Yukarıda alıntıladığımız ve eski üretim biçimlerine dönm ek marife­
tiyle mevcut üretici güçlerin engellenmesi demek olan çare, kapitalist
toplumdaki üretici güçler ile üretim araçlarının özel mülkiyetine dayalı
üretim ilişkileri arasında var olan çelişkinin bir ifadesinden başka bir
şey değildir.
Bilim üretimle gelişir ve üretici güçlerin önündeki engel haline ge­
len toplumsal biçimler aynı şekilde bilimin de önündeki bir engel h a­
line gelirler.
Toplumun dönüştürülmesine yönelik samimi yöntemler, ilhamla
ya da “bir düşünelim bakalım” denilerek bulunamayacağı gibi, “eski
güzel günlere” dönelim denilerek de bulunmaz. Bize huzur dolu ve
şiirsel gelen o uzak tarihsel manzara, gerçekte acı bir sınıf mücadelesi
ve bir sınıfın diğer sınıf tarafından bastırılması dönemidir.
Bu her zaman böyleydi. Newton’un yaşadığı ve çalıştığı çağda, yani
üretim biçimlerine geri dönmemizi önerdikleri çağda da bu böyleydi.
Bu dönemde, kendi üniversiteleri aracılığıyla konuşarak, feodal
ideolojinin durağan biçimlerini sarsan ve yeni üretim biçiminin hiz­
metine girmeye başlayan bilimi sınırlandırmaya niyetlenmiş ama niha­
yetinde geçersizleşmiş toplumsal ilişkiler sistemini gördük.
Bugün tanık olduğumuz şey de, Marx’ın çok parlak ve berrak bir
biçimde ortaya koyup açıkladığı, üretici güçlerle üretim ilişkileri ara ­
sındaki yeni temel çelişki zemininde tüm bunların tekrarlanmasıdır.
Yeni yeni palazlanan proletarya derhâl makineleri kırarak ve icatla­
ra, bilime direnerek durum unu protesto etmişti; oysa bugün Marx’ın,
Engels’in ve Lenin’in diyalektik maddeciliğiyle silâhlanmış olan pro­
letarya, insanın insan tarafından sömürüldüğü dünyanın kurtuluşuna
giden yolu net bir biçimde görmektedir.
Proletarya tarihsel sürecin yasalarının hakiki bilimsel bilgisinin, bi­
zi bir toplumsal sistemden başka bir sisteme geçişin -kapitalizm den

aktarmaktadır (CW 29, s. 263-264; MEW 13, s. 9; ve LW 21, s. 55-57).


sosyalizme dönüşüm ün- kaçınılmaz olduğu gerçeğine götürdüğünü
biliyor.86
Proletarya sınıflı toplum un tüm fetişlerini teşhir ediyor ve şeylerin
ilişkisinin arkasında, bu şeyleri yaratan insanlar arası ilişkilerin oldu­
ğunu görüyor.
Tarihsel süreçlerin gerçek doğasını öğrenmiş olan proletarya yal­
nızca bir seyirci olarak kalmıyor. Proletarya süreçlerin yalnızca bir
nesnesi değil, öznesidir de.
Marx tarafından yaratılan yöntemin tarihsel anlamı, bilginin yalnız­
ca gerçeğe yönelik pasif, tefekkür dolu bir algı değil, onu etkin bir bi­
çimde yeniden inşâ etmek için bir araç olduğu gerçeğinde yatmaktadır.
Proletarya için bilim bu yeniden inşânın aracıdır. İşte bu nedenle
bizler bilimin “dünyevi kökenini”, onun maddi varoluşun üretilme bi­
çimiyle olan sıkı bağını teşhir etmekten korkmuyoruz.
Yalnızca böyle bir bilim anlayışı onu burjuva sınıflı toplumun kaçı­
nılmaz olarak kapattığı kafesten gerçekten kurtarabilir.
Proletaryanın üretici güçlerin gelişmesine yönelik hiçbir korkusu
yoktur, dahası bu üretici güçlerin akla hayale sığmaz bir biçimde ge­
lişmesi ve tabii ki bilimin gelişmesi için gereken tüm koşulları yarata­
bilecek olan da yalnızca odur.
Marx ve Lenin’in öğretileri can buldu. Toplumun sosyalist yeniden
inşâsı uzaktaki bir ihtimal, soyut bir teori değil, dünya nüfusunun altı­
da birinin başardığı muazzam işler için kesin bir plandır.
Ve her çağda olduğu gibi, toplumsal ilişkileri yeniden inşâ ederek,
bilimi yeniden inşâ ederiz.
Bacon, Descartes ve New ton’un şahsında skolâstikliğe karşı zafer
kazanan ve yeni bilimin yaratılmasına öncülük eden yeni araştırma
yöntemi, yeni üretim biçiminin feodalizm üzerinde kazandığı zaferin
bir sonucuydu.
Sosyalizmin inşâsı insan düşüncesinin tüm kazanımlarını kendin­
de birleştirmekte kalmaz; bilime yeni ve o zamana kadar bilinmeyen
görevler tayin ederek, onun gelişimi için yeni yollar çizer ve insan bil­
gisinin deposunu yeni hâzinelerle zenginleştirir.
Bilim yalnızca sosyalist bir toplumda gerçekten tüm insanlığa ait
olur. Yeni gelişim yolları açılıyor sosyalizmin önünde ve ne sonsuz
uzayda ne de sonsuz zamanda onun muzaffer yürüyüşünün bir sınırı
vardır.

86 Bu ifade Rusça metinde eklenmiştir.


Ek 1
Galileo Gallilei: İki yeni bilime ilişkin dersler ve matematiksel kanıtla­
malar
Salviati: Venedikli dostlarım, ünlü tophanenizin sık sık ortaya koy­
duğu deneyimler bana kalırsa, özellikle de mekanik denilen alanda
felsefe yapmaya dönük spekülatif düşüncelere geniş bir alan açıyor,
zira her tür gereç ve makine sürekli olarak burada deneniyor. Ve bu­
ranın çok sayıdaki zanaatçıları arasında, hem kendilerinden önce ge­
lenlerden devraldıkları gözlemler hem de kendileri için sürekli olarak
dikkatle yaptıkları gözlemler sayesinde gerçek uzmanlar olan ve akıl
yürütmeleri en uygun durum daki birileri bulunmalıdır.
Sagredo: Çok haklısın. Zaten ben doğam gereği meraklı olduğum ­
dan, oyalanmak için orayı sık sık ziyaret ediyorum ve diğer çalışan
insanlar karşısında sahip oldukları üstünlük nedeniyle “kilit adam lar”
(Proti) dediğimiz kişilerin faaliyetlerini izliyorum. Onlarla konuşmak,
önemli olduğu kadar anlaşılması güç, neredeyse düşünülemez olan
etkilerin incelenmesinde bana çok kere yardımcı olmuştur.
(Galileo Galilei, Two New Sciences (çev. Stillman Drake), M adi­
son, WI: Univ. of W isconsin Press, 1974, s. 11)

Ek 2
David Brewster’dan, Sir Isaac Newton ’un Hatıraları
Newton Locke ile 1692 yılında yazışırken, Boyle’un belirli bir
miktar kırmızı toprakla cıvayı karıştırarak “altını çoğaltma” yöntemi
tartışma konusu oldu. Mr. Boyle’un “Kağıtlarının denetlenmesi işini”
Locke’a, Dr. Dickison ve Dr. Cox’a bırakmasıyla, Mr. Locke yukarı­
da bahsettiğimiz yöntemin özelliklerine âşinâ oldu. Böyle ölümünden
önce bu yöntemi Locke’a ve Newton’a iletmiş ve dostları için bir mik­
tar kırmızı toprak elde etmişti. Bu toprağın birazını Locke’dan alan
Newton, “yöntemi kullanmak için bir hevesim olmamasına” rağmen,
yine de “yapmak aklının bir kenarında” olduğu için (Locke’a) “seve
seve yardımcı olacağını” ancak “yöntemin birinci ve üçüncü aşamala­
rını cebinden düşürerek kaybettiğini” yazar. Ve Locke’a “kendi not­
larından bu konuyla ilgili yeri kendisine ilettiği” için teşekkür eder ve
bir dipnotta “başarı olanaksız görünse de, sıcak havalar geçince baş­
langıcı (yani üç parçalı formülün ilkini) deneyeceğini” yazar. Locke,
26 Temmuz tarihli cevabında, Newton’a Boyle’un makalelerinin iki­
sinin kopyalarını gönderir, çünkü bunları istediğini bilmektedir. Ve
mektuplaşmalarından anlaşılabileceği üzere, ikisi de “altını çoğaltma”
konusunda isteklidir. Newton, Locke’un m ektubuna verdiği ilginç ya­
nıtında, “Locke’u formülü kullanırken acele etmesi durum unda olu­
şacak masrafları üstlenmekten kaçınmaya” çağırıyordu. Newton bu
yöntemi pek çok kimyacının denediğini ve kendisiyle iletişime geçen
Bay Boyle’un da “bu bilginin bir kısmını kendisinden sakladığını ama
kendisinin onun anlattıklarından daha fazla şey bildiğini” yazar. Böyle
tarafından yaratılan bu gizem oldukça dikkat çekicidir. Böyle, New­
ton ve Locke’a “sırrını açarken” onlara bazı şartlar ileri sürmüş ama
en azından Newton özelinde, düzenlemenin kendisine düşen kısmını
gerçekleştirmemiştir. Yine başka bir olayda, bir deney karşılığında iki
deney hakkında bilgi aktardığında, “onları öyle şartlar altında gizledi
ki” der Newton, “irkildim ve başkasını istemeye çekindim”. Bu m ek­
tuptan da belli olduğu üzere, bu formülü kullanarak altın çoğaltmak
için Londra’da bir Şirket kurulmuş olması tuhaftır. Newton zaten bu
formülü “Boyle’un, uğruna altın çoğaltıcılara karşı Parlamentoda çı­
karılan yasanın geri çekilmesini sağladığı” bir formül olarak görür.
M odern zamanlarda frenoloji ve kehânet nasıl desteklendiyse, sim­
ya alanındaki hakikat varsayımları da Böyle tarafından aynı türden
kanıtlara dayanarak kabul ediliyordu. Altın formülü Boyle’un elinde
yirmi yıldır bulunmasına rağmen, Newton onun “kendisinin deneyip
denemediğini, ya da başkalarına başarıyla denetip denetmediğini” bu­
lamamıştı henüz, çünkü diyordu, “ben ne zaman bundan şüpheyle
bahsetsem, kendisi de bunun denendiğini hiç görmediğini itiraf eder
ama şu sıralar bir centilmenin konu üzerinde çalıştığını ve şimdi geli­
nen noktada işlerin iyi gittiğini, tüm işaretlerin belirdiğini ve şüphelen­
mem e gerek olmadığını eklerdi.”
(David Brewster, Memoirs o f the Life, Writings, and Discoveries
o f Sir Isaac Newton, Edinburgh: Constable, 1855, cilt 2, s. 120-122)

Ek 3
Newton: Locke’a M ektup (16 Eylül 1693)
Efendim, -B enim dengemi bozmak için kadınlarla aramı açmaya
uğraştığınız ve başka şeyler yaptığınız fıkrindeydim ve bu beni oldukça
etkilemişti; o yüzden bana hasta olduğunuz ve fazla yaşamayacağınız
söylendiğinde “ölse daha iyi olur” diye yanıtlamıştım. Bu katı yürekli­
lik için beni bağışlamanızı arzu ediyorum; bu konuda size yönelik sert
düşüncelerim olduğu için, sizi fikirler üzerine yazdığınız bir kitapta
ortaya koyduğunuz ve başka bir kitapta sürdürülmesi tasarlanan bir
ilke nedeniyle ahlâkın temeline saldırmışsınız gibi gösterdiğim için ve
sizi bir H obbesçu1 olarak gördüğüm için özür diliyorum. Ayrıca beni
bir görevi kabul etmeye zorlamak ya da benim dengemi bozmak için
bir şeyler tasarlandığını söylediğim ve düşündüğüm için de özür dili­
yorum. Mütevazı ve talihsiz hizmetkârınızım.
Is. Newton.
Bull. Shoreditch, Londra, 16 Eylül 1693.
' Hobbes’un sistemi o zamanlar çok tutuluyordu. Dr. Bentley’e
göre “tavernalar ve kahvehaneler, dahası W estminster-Hail ve pek
çok kilise bununla doluydu” ve o, kişisel gözlemlerinden yola çıkarak,
şuna ikna olmuştu: “Yüz İngiliz kâfirinden ancak biri Hobbesçu de­
ğil”. -Bentley’nin Keşiş Yaşamı: 31.
(David Brewster, Memoirs o f the Life, Writings, and Discoveries
o f Sir Isaac Newton, Edinburgh: Constable, 1855, cilt 2, s. 148-149)

Ek 4
G.W. Leibniz: Clarke’a İlk M ektup
1. Doğal dinin kendisi (İngiltere’de) çok fazla çürüm üşe benziyor.
Çoğu kişi insan ruhunun maddi olduğu fikrinde; diğer bazıları da biz­
zat Tanrının cismani olduğunu düşünüyor.
2. Bay Locke ve takipçileri ruhun maddi olup olmadığı ve ölümlü
bir doğası olup olmadığı hususunda en hafif tabirle kararsızlar.
3. Sir Isaac Newton uzayın Tanrı’nın onun aracılığıyla şeyleri al­
gılamak için kullandığı bir organ olduğunu söylüyor. Ama eğer Tanrı
şeyleri algılamak için bir organa ihtiyaç duyar haldeyse, buradan bu
şeylerin tamamen ona tâbi olmadığı ve onun tarafından yaratılmadığı
sonucu çıkar.
4. Sir Isaac Newton ve takipçileri Tanrı’nın eseri hakkında çok
tuhaf fikirlere de sahipler. Onların doktrinine göre Kadiri Mutlak
Tanrı’nın arada bir saatini kurması gerekiyor: yoksa çalışmayacak.
G örünüşe göre onu sürekli hareket ettirecek kadar ileri görüşlü değil.
Üstelik Tanrı’nın yaptığı makine bu baylara göre mükemmellikten o
kadar uzak ki, zaman zaman olağandışı bir seferberlikle onu temizle­
mesi ve hattâ bir saatçinin kendi eserini onarması gibi onu onarması
gerekiyor. Yani o kadar beceriksiz bir işçi ki, sık sık eserini onarması
ve düzeltmesi gerekiyor. Bana soracak olursanız, aynı güç ve ener­
ji sürekli olarak dünyada kalıyor ve maddenin bir kısmından başka
bir kısmına geçiyor ki bu doğanın yasalarına ve bu güzelce kurulmuş
düzene de uygundur. Ve kanımca Tanrı mucizeler yarattığında, bunu
doğanın ihtiyaçlarını gidermek için değil, inayet için yapar. Aksini d ü ­
şünenin kafasında Tanrı’nın bilgeliğine ve gücüne ilişkin çok kaba bir
anlayış var demektir.
(.Leibniz-Clarke C orrespondent (ed. H.G. Alexander), M anches­
ter: M anchester University Press, 1956, s. 11- 12)

Kaynakça
Agafonov, D.K., Covremennan mehanika. [Modern Teknoloji] cilt. 3(1912),
Itogi nauki v teorii i praktike [Teori ve Pratikte Bilimin Sonuçları] içinde
cilt. 1-12. Editör M.M. Kovalevskij, N.N. Lange ve diğerleri. Moskova:
“Mir” Yayınevi, 1911-1914.
Agricola (Georg Bauer), De re metallica. [1556] (İngilizceye çeviren Herbert
Hoover, New York, NY: Dover, 1950).
Archiv für die Geschichte der Naturwissenschaften und der Technik. Leipzig:
Vögel 1-9 (1908/09-1920/22). [Archiv für Geschichte der Mathematik,
der Naturwissenschaften und der Technik olarak devam ettirilmiştir. Leip­
zig, N.S. 1= 10-4= 13 (1927/28 1930/31)].
Bernstein, Eduard, Demokratie und Sozialismus in der Großen Englischen
Revolution. 4. Basım. Stuttgart: Dietz, 1922.
Brewster, David, Memoirs of the Life, Writings, and Discoveries of Sir Isaac
Newton. 2 eilt, Edinburgh: Constable, 1855.
Bogdanov A.A., & I.I. Stepanov, Kurs nolitiqeskov 3konomii. [Siyasi iktisat
kursu] Leningrad, 1924.
Carnot, Sadi, R 'eflexions sur la puissance motrice du feu et sur les machines
propres à développer cette puissance. Paris: Bachelier, 1824 [Rusça tercü­
me 1923],
Darmstaedter, Ludwig, Handbuch zur Geschichte der Naturwissenschaften
und der Technik. Berlin, 1908.
Delbrück, Hans, Geschichte der Kriegskunst im Rahmen der politischen Ges­
chichte. Berlin: Stilke, 1900 ve sonrası [Rusça].
Encyklopädie der mathematischen Wissenschaften: mit Einschluss ihrer
Anwendungen. Cilt 4. Mechanik. Leipzig: Teubner, 1908.
Einstein, Albert, Newtons Mechanik und ihr Einfluß auf die Gestaltung der
theoretischen Physik. Die Naturwissenschaften 15, No. 12, 273-276 için­
de [Rusça].
Engels, Friedrich, Der deutsche Bauernkrieg. [Rusça].
Engels, Friedrich, Army, Navy, Artillery. (New American Cyclopedia 1858-
1860’dan maddeler)[Rusça].
Engels, Friedrich, Socialism: Utopian and Scientific, (çev. Edward Aveling)
[Rusça].
Galileo, Galilei, Unterredungen und mathematische Demonstrationen über
zwei neue Wissenszweige, die Mechanik und die Fallgesetze betreffend, çev.
A. von Oettingen, Leipzig: Engelmann, 1890-1904 (Ostwald’s Klassiker
der exakten Wissenschaften, eilt 11).
Kaufmann, Georg, Die Geschichte der deutschen Universitäten. Bd. 1: Vor­
geschichte. Stuttgart: Cotta 1888. Bd. 2: Entstehung und Entwicklung
der deutschen Universitäten bis zum Ausgang des Mittelalters. Stuttgart:
Cotta, 1896.
Kautsky, Karl, Vorläufer des neueren Sozialismus (cilt 1: Kommunistische
Bewegungen im Mittelalter. 2. baskı. Berlin, Stuttgart: Dietz, 1909 [Rusça
tercüme, Moskova, 1919],
Kautsky, Karl Thomas More und seine Utopie: mit einer historischen Einlei­
tung. 5. Baskı. Stuttgart: Dietz, 1922 [Rusça tercüme, Moskova 1924].
Kulischer, fosef, Allgemeine Wirtschaftsgeschichte des Mittelalters und der
Neuzeit, (cilt 1: Das Mittelalter, eilt 2: Die Neuzeit) Munich, Berlin: Ol­
denbourg, 1928-1929 [Rusça tercüme],
Lenin, V.l., Kapl Mapks [Karl Marx (1918)] Lenin Institute [Collected Works
21, Moscow: Progress, 1960, 43-49].
Ljubimov, N.A., lstorin fiziki. Opyt izuqenin logiki otkrytiv v ihistorii T. 1-3,
Saint-Peterburg, 1892-1896], [Fizik Tarihi].
Lukin-Antonov, N., 1z istorii revolcionnyh armiv. [Devrimci Ordular Tarihi]
Moskova, 1923.
Mantoux, Paul, La Révolution industrielle au 18e siècle. Paris: Société Nou­
velle de Librairie et d’Edition, 1905 [Rusça tercüme 1925].
Marvin, F.S., The Significance of the Seventeenth Century. Nature. 127, 7
Şubat, 1931, 191-192.
Marx, Karl, Das Kapital. Kritik der politischen Ökonomie, cilt 1, böl. 13:
“Maschinerie und große Industrie” ve böl. 24: “Die sogenannte ursprüng­
liche Akkumulation” [Rusça].
Marx, Karl, Das Kapital, eilt 3, böl. 20: “Geschichtliches über das Kaufman­
nskapital” [Rusça tercüme].
Marx, Karl, Friedrich Engels, Die heilige Familie [Rusça tercüme 1907].
Marx, Karl, Friedrich Engels, Marx und Engels über Feuerbach [Alman İdeo-
lojisi’nin ilk kısmı]. Ed. D. Rjazanov. Marx-Engels—Archiv. Zeitschrift des
Marx-Engels-Instituts in Moskau 1, 1926, 205-306 içinde [Rusça].
Marx, Karl, & Engels, Friedrich, Pisbma, pod red. AdoraTskogo [Seçme
Mektuplar]. Ed. V.V. Adoratskij. Moskova, 3. baskı. 1928, 4. baskı. 1931.
Maxwell, James Clerk, Matter and Motion. London: Society for Promoting
Christian Knowledge, 1876 [Rusça].
Mehring, Franz, Eine Geschichte der Kriegskunst. Stuttgart: Singer, 1908
[Rusça tercüme Moskova 1924]. Nature Nr. 2995, 26 Mart 26 1927
sayısına ek.
Newton, Isaac, Philosophiae naturalis principia mathematica. [Rusça tercü­
me: A.N. Krylov, Saint Petersburg, 1916].
Newton, Isaac, Opticks: or, a Treatise of the Reflections, Refractions, Inflecti-
ons and Colours o f Light. [Rusça tercüme: S.I. Vavilov, Moskova, 1927].
Price, William Hyde, The English Patents of Monopoly. London: Constable
1906.
Rashdall, Hastings, The Universities o f Europe in the Middle Ages. 3 eilt.
Oxford: Clarendon, 1895.
Reuleaux, Franz, Theoretische Kinematik. Grundzüge einer Theorie des Mas­
chinenwesens. Braunschweig: Vieweg, 1875.
Rosenberger, Ferdinand, Die Geschichte der Physik in Grundzügen mit syn­
chronistischen Tabellen der Mathematik, der Chemie und besch- reibenden
Naturwissenschaften sowie der allgemeinen Geschichte. Braunschweig:
Viehweg, 1887-1890 [Rusça tercüme],
Rosenberger, Ferdinand, Isaac Newton und seine physikalischen Principien:
ein Hauptstück aus der Entwicklungsgeschichte der modernen Physik. Le­
ipzig, 1895. Russkix astronomiqeskiß kalendarb za 1927, Nishni-Novgo-
rod, 1927 [Rusça Astronomik Takvim, 1927].
Sombart, Werner, Der moderne Kapitalismus. Historisch-systematische
Darstellung des gesamteuropäischen Wirtschaftslebens von seinen Anfän­
gen bis zur Gegenwart. 2. basım. Munich and Leipzig: Duncker & Humb-
lot, 1916-1927.
Sombart, Werner, Die vorkapitalistische Wirtschaft. Berlin: Duncker &
Humblot, 1928 [Rusça tercüme].
Savin, A.N., Istorin Anglii v XVIII.v. [18. Yüzyıl İngiltere Tarihi] Moskova,
1912.
Savin, A.N., Istorin Anglii v novoe vrem . [Modern İngiltere’nin Tarihi] Mos­
kova, 1924.
Svechin, A.A., Istorin voennogo iskusstva. Moskova, 1920 [Savaş Sanatı Ta­
rihi],
Tseitlin, Z., Nauka i gipoteza. [Bilim ve Hipotez] Moskova, 1926. (Harfler
İngiliz diline uygun olarak değiştirilmiştir).
B İ l İm ve T o plu m sa l D ü z e n *

Robert K. Merton

Yüzyılın başlarında Max Weber “bilimsel hakikatin değerine inancın


doğadan kaynaklanmayıp, aksine belirli kültürlerin bir ürünü oldu-
ğu”n u' söyledi. Biz de bu tespite şunu ekleyebiliriz: Bu inanç kolay­
ca kuşku veya güvensizliğe dönüştü. Bilimin sürekli gelişimi sadece
belirli bir düzen biçimine sahip, özel bir zımnî kabuller ve kurum ­
sal kısıtlamalar kompleksine tâbi toplumlarda m üm kün olur. Bizim
için normal olan, hiçbir açıklama gerektirmeyen ve çoğu açık-seçik
kültürel değeri oluşturan şey, başka zamanlarda ve halen çoğu yerde
normal dışı ve istisnaîdir. Bilimin sürekliliği ilgili ve yetenekli kişilerin
bilimsel uğraşlara aktif katılımlarını gerektirir. Ancak bilimin bu des­
teği sadece uygun kültürel koşullarda sağlanır. Bu yüzden, bilimsel
kariyerleri motive eden, belirli bilimsel disiplinleri öne çıkartıp onlara
prestij sağlarken diğer bazılarını reddeden veya bulanıklaştıran kont­
rolleri ele almak önemlidir. Böylece, kurumsal yapıdaki değişimlerin
bilimsel faaliyetleri azaltabileceği, değişime uğratabileceği veya m uh­
temelen önleyebileceği açık hale gelecektir.2

Çeviren: Ümit Tatlıcan


’Orijinal Eser: “Science and the Social Order”, Philosophy of Science, 5
(1938), 321-337.
1 Max Weber, Gesammelte Aufsätze zur Wissenschafslehre (Tubingen: J.C.B.
Mohr, 1922), s. 213; krş. Pitirim A. Sorokin, Social and Cultural Dynamics,
4 eilt (New York: American Book Company, 1937), özellikle Cilt 2, Bölüm 2.
2 Krş. Robert K. Merton, Science, Technology and Society in Seventeenth
Century England, Bölüm 11.
Bilim düşmanlığı, her ne kadar dayandığı somut değer sistemleri - İ n ­
sanî, ekonomik, siyasal, dinsel değerler- büyük ölçüde değişecekse
de, en azından iki koşullar seti altında ortaya çıkabilir. İlki, mutlaka
empirik açıdan sağlam olmasa bile, mantıksal bir sonucu, yani bili­
min sonuçları veya yöntemlerinin önemli değerlerin karşılanması açı­
sından elverişsiz olduğu durumları içerir. İkincisi ise büyük ölçüde
mantıksal-olmayan unsurlardan oluşur. O, bilimsel ethosta cisimleşen
duygular ile diğer kurumlarda rastlanan duygular arasında uyuşmaz­
lık olduğu hissine dayanır. İtiraz edildiğinde bu duygu rasyonelleşti­
rilir. İki koşullar seti de, farklı derecelerde, bilime karşı bugünkü baş­
kaldırıların temelini oluşturur. Ayrıca, bu mantıksal ve duygusal tep­
kilerin bilimin toplumsal onay görme derecesiyle de bağlantılı olduğu
eklenebilir. Ancak bu örneklerde bilimin onaylanan amaçlara ulaşmayı
kolaylaştırdığı ve temel kültürel değerlerin bilimin değerleriyle -duy-
gusal olarak tutarsızlık içinde olmaktan ziyade- uyum içinde oldukları
düşünülür. O halde, bilimin m odern dünyadaki konumu iki çatışan
güçler setinin, bilimi büyük ölçekli bir toplumsal etkinlik olarak onay­
lama ve reddetmenin sonucu olarak analiz edilebilir.
İncelememizi bilimin toplumsal rolü üzerine birkaç dikkat çekici
düşmanca değerlendirmeyle sınırlandıracağız, ancak bilim-karşıtı ha­
reketin her anlamıyla bunlarla sınırlı kaldığını imâ etmiyoruz. Ayrıca,
burada söylenenlerin çoğu muhtemelen başka zamanlar ve yerlerdeki
örneklere de uygulanabilir.3
1933’den itibaren Nazi Almanya’sındaki durum mantıksal ve man-
tıksal-olmayan süreçlerin bilimsel faaliyeti değiştirme ya da sesini kıs­
ma tarzlarında nasıl birleştiklerinin örneklerini sunar. Bilimin köstek-
lenmesi, kısmen, siyasal yapıdaki ve milliyetçi inançlardaki değişim­
lerin niyetlenilmeyen bir yan-ürünüdür. Irksal saflık inancına uygun
biçimde, ‘A ryan’ soyun siyasal olarak dayatılan kriterlerini taşımayan
ve Nazilerin amaçlarına sempatilerini açıkça ifade etmekten kaçman
bütün insanlar üniversitelerden ve bilimsel kurumlardan atıldı.4 Bu
kurumlardan atılanlar arasında birçok ileri gelen bilim insanı yer al­

3 E.Y. Hartshorne’un zamansız ölümü, bu bölümde söz edilen analiz çerçeve­


sinde modern dünya biliminin araştırılması önerisini engelledi.
4 Üniversitelerde tasfiye üzerine, bkz. E.Y. Hartshorne, The German Univer­
sities and National Socialism, Bölüm 3 (Cambridge, Mass.: Harvard Univer­
sity Press, 1937); yeni doktora koşulları için, krş. Volk und Werden 5 (1937):
320-21.
dığı için, bu ırkçı temizliğin dolaysız bir sonucu Almanya’da bilimin
zayıflaması oldu.
Bu ırkçılıkta örtük olan şey, somut veya sembolik ilişkilerin ırksal
kirlenmeye yol açtığı inancıydı.5 Aryan olmayanlarla işbirliği yapan ve
hattâ onların bilimsel teorilerini kabul eden ‘A ryan’lığından şüphe edi­
lemeyecek kişilerin de bilimsel araştırmaları ya sınırlandırılmıştı ya da
engellenmekteydi. Bir zamanlar echt-arisch* oldukları ilân edilen bu
ıslah edilemez bilim insanlarını ifade etmek için yeni bir ırksal-siyasal
kategori yaratıldı: ‘Beyaz Yahudiler’. Bu yeni ırksal kategorinin önde
gelen bir üyesi, Einstein’ın izâfîyet teorisinin “daha ileri araştırmanın
açık temeli”ni6 oluşturduğunu ısrarla vurgulayan Nobel ödüllü fizikçi
Werner Heisenberg idi.
Bu örneklerde, ulusal ve ırksal saflık duyguları faydacı rasyonalite-
ye baskın durumdaydı. Bu kriterin uygulanması Alman üniversitelerin­
de, E.Y. H artshorne’un tespit ettiği gibi,7 doğa bilimleri ve tıp fakül­
telerinin teoloji ve hukuk fakültelerine kıyasla büyük ölçüde azalması­
na yol açtı. Aksine, bilimsel araştırmada izlenecek yollarla ilgili resmî
politikalar sözkonusu olduğunda faydacı görüşler öne çıktı. Nazi p ar­
tisine veya Üçüncü Reich’a doğrudan pratik fayda vaat eden bilimsel
çalışmalar öncelikle desteklenebilirdi ve araştırm a fonları bu politikaya
uygun olarak yeniden düzenlendi.8 Heidelberg Üniversitesi rektörüne

5 Bu, Almanya’da bir kast sisteminin oluşumunun birçok evresinden ilkidir.


R.M.M. Maclver’ın ifadesiyle, “Kutsalın kirletilmesi fikrine her kast sistemin­
de yaygın olarak rastlanır” (Society [New York: Farrar & Rinehart, 1937], s.
172).
“ hakiki aryan (çev. not)
6 Krş. SS’in resmî organı Schwarze Korps, 15 july 1937, s. 2. Bu yayında,
Physikalisch-Technischen Reichsanstalt başkanı Johannes Stark, halen süren
bu ortak çalışmaların elenmesini ve Aryan olmayanları izleyen üç üniversi­
te profesörünün atanmasının protesto edilmesini teşvik eder. Ayrıca, bkz.
Hartshorne, The German Universities, s. 112-113; Alfred Rosenberg, Wesen,
Grundsätze und Ziele der Nationalsozialistischen Deutschen Arbeiterpartei
(Munich: E. Boepple, 1933), s. 45 ve devamı; J. Stark, ‘Philipp Lenard als
deutscher Naturforscher”, Nationalsozialistische Monatshefte 71 (1936), s.
106-111, burada Heisenberg, Schrödinger, von Laue ve Planck, Einstein’in
içinde yer aldığı ‘Yahudi fizikçiler’den ayrılmadıkları için şiddetle eleştirilmiş­
lerdir.
7 Bu ifadenin esas alındığı veriler E.Y. Hartshorne’un yayınlanmamış çalış­
masından alınmıştır.
8 Krş. Wissenschaft und Vierjahresplan, Reden anlässlich der Kundgebung
des NSD Dozentenbundes, 18 January 1937; Hartshorne, The German Uni-
göre “herhangi bir bilginin bilimsel önemi [Wissenschaftlichkeit] soru­
nu onun faydalılığı sorunu karşısında ikincil konum da” idi.9
Aydın düşmanlığının genel tonu, teorisyenin gözden düşmesi ve
eylem adamının yüceltilmesiyle birlikte,10 Almanya’da bilimin yeri
üzerinde dolaysız olmaktan çok uzun vadeli bir etkiye sahip olabilir­
di. Zira bu tutumların sabitleşmesi gerekiyorsa, nüfusun en yetenekli
unsurlarının adı kötüye çıkmış olan bu entelektüel disiplinlerden uzak
durmaları beklenebilirdi. Otuzların sonlarında, teori-karşıtı bu tu tu ­
mun etkileri Alman üniversitelerinde akademik ilgilerin dağılımında
gözlenmekteydi.11
Nazi yönetiminin bilimi ve aklı tamamen reddettiğini söylemek
yanıltıcı olacaktır. Bilime yönelik resmî tutum lar açıkçası muğlâk ve
istikrarsızdı. (Bu nedenle, Nazi Almanya’sında bilimle ilgili ifadeler
sansüre tâbi idi.) Bir yanda, bilimin itirazcı şüpheciliği, bilineni sorgu­
lamamayı talep eden yeni değerler setinin dayatılmasına engel olmak­
taydı. Ancak yeni diktatörlükler, Devletin ya hep ya hiç olması gerek­

versities, s. 110 ve devamı; E.R. Jaensch, Zur Neugestaltung des deutschen


Studententums und der Hochschule (Leipzig: J.A. Bart, 1937), özellikle s.
57 ve devamı. Tarih alanında, örneğin, “nasyonal sosyalist devrim ruhunun
yarattığı ilk bilimsel Alman organizasyonu” Reichsinstitut für Geschichte des
neuen Deutschlands’ın direktörü Walter Frank, kendisinin, “yabancı halklar
üzerine olduğunda bile” antik tarihin araştırılmasına ilgisini sürdüren son kişi
olduğunu doğrular, ancak ayrıca, Arkeoloji Enstitüsü’nün daha önce tahsis
ettiği fonların “Nasyonal Sosyalist Devrimin tarihini yazma onuruna sahip
olacak” bu yeni tarihsel yapıya yeniden tahsis edilmesi gerektiğini vurgular.
Bkz. Frank, Zukunft und Nation (Hamburg: Hanseatische Verlagsanstalt,
1935), özellikle s. 30 ve devamı.
9 Ernst Krieck, Nationalpolitische Erziehung (Leipzig: Armanen Verlag,
1935), s. 8.
10 Nazi teorisyen Alfred Baeumler şöyle yazar: “Wenn ein Student heute es
ablehnt, sich der politischen Norm zu unterstellen, es z. B ablehnt, an einem
Arbeitsoder Wehrsportlager teilzunehmen, weil er damit Zeit für sein Studi­
um versäume, dann zeigt er damit, dass er nichts von dem begriffen hat, was
um ihn geschieht. Seine Zeit kann er nur bei einem abstrakten, richtungslo­
sen Studium versäumen” (Männerbund und Wissenschaft [Berlin: Junker &
Dünnhaupt, 1934], s. 153.
11 Hartshorne, The German Universities, s. 106 ve devamı; krş. Wissenschaft
und Vierjahresplan, s. 25-26: “bilimsel üretkenlikte soluklanma dönemi” kıs­
men, bilimsel eğitim alabilecek çok sayıda kişinin orduda istihdam edilmesiyle
mümkün olmuştur. Her ne kadar, bu özel bir duruma ilişkin kuşkulu bir
açıklama olsa da, teorik bilime ilgiden uzun süreli uzaklaşma muhtemelen
bilimsel başarılarda bir azalmaya yol açacaktır.
tiğini öne süren Hobbes gibi, bilimin bir ‘güç’ olduğunu kabul etmek
zorundadırlar. Askerî, ekonomik ve siyasal nedenlerle, teorik bilim
-v e onun saygıdeğer bir kardeşinden başka bir şey olmayan teknolo­
j i- öyle kolayca bir kenara itilemez. Tecrübeler, sınırlı bir kesime hitap
eden çoğu araştırmanın önemli uygulamaları olduğunu göstermiştir.
Fayda ve rasyonalite -hatırlam anın ötesinde- göz ardı edilmediği sü­
rece, örneğin Clark Maxwell’in eter konusundaki fikirlerinin H ertz’i
telsizle sonuçlanan keşfe götürdüğünü unutm ak m üm kün değildir. Ve
doğrusu bir Nazi sözcüsü şöyle der: “bugünün pratiği dünün bilimine
dayanırken, benzer şekilde, bugünün araştırması da yarının pratiği­
dir”.12 Faydaya vurgu Devlet ve sanayinin hizmetine koşulabilecek bi­
lime hatırdan çıkartılmaması gereken asgari bir ilgiyi gerektirir.13Ama
aynı zamanda bu vurgu, saf bilimdeki araştırmaları sınırlandırır.

Bilimin Özerkliği Üzerindeki Toplumsal Baskılar


Bilimin Nazi devletindeki rolüne dönük bir analiz, aşağıdaki unsurlar
ve süreçlerin varlığını ortaya çıkartır. Tahakkümün toplumsal yapının
bir kesimi -D e v le t- aracılığıyla yayılması, ona koşulsuz sadâkat gös­
terilmesi talebini beraberinde getirir. Bilim insanlarından, diğer tüm
insanlar gibi, siyasal otoritelerin kanaatlerine uygun olarak, Devlet’in
normlarıyla çatışan tüm kurumsal normları terk etmeleri istenir.14
Siyasal olarak empoze edilen bilimsel geçerlilik veya bilimsel değer
kriterlerine ters düştükleri sürece, onların bilimsel ethosun norm la­
rından vazgeçmeleri gerekir. Siyasal denetimin artışı, böylece, çatışan
bağlılıklar yaratır. Bu bakımdan, siyasal otoritelerin toplumsal yapıyı
yeniden tanımlama ve geleneksel dinsel inançları sürdürmeye dönük
çabaları engelleme girişimlerine direnen Katoliklerin dindarca tepki­
leri, bilim insanının direnişiyle benzer bir yapıya sahiptir. Sosyolojik
bakış açısından, totaliter dünyada bilimin yeri büyük ölçüde, yeni ege­
men devletinki dışında, diğer tüm kurumlarınınkiyle aynıdır. Temel
değişim, bilimi, devlete sadâkatte kusur ettiği görülen yerlerde yeni

12 Profesör Thiessen, Wissenschaft und Vierjahresplan, s. 12.


13 Örneğin, kimya pratik önemi nedeniyle büyük ölçüde ödüllendirilmiştir.
Hitler’in sözleriyle, “sürdüreceğiz, çünkü fanatik olmamız bize yardımcı ola­
cak, çünkü Almanya’da ihtiyaçlarımızı karşılayacak kimyacılara ve mucitlere
sahibiz.” Aktaran: Wissenschaft und Vierjahresplan, s. 6 ve farklı yerlerde.
14 Bu açıkça Reichwissenschaftminister Bernard Rust tarafından ifade edil­
miştir (Das Nationalsozialistische Deutschland und die Wissenschaft (Ham­
burg: Hanseatische Verlangsanstalt, 1936), s. 1-22, özellikle s. 21.
bir toplumsal bağlama yerleştirmekten ibarettir. Nitekim Aryan ol­
mayanlarla işbirliği siyasal sadâkatsizliğin bir sembolü olarak yeniden
tanımlanır. Liberal bir düzende bilime sınırlamalar bu şekilde ortaya
çıkmaz. Zira bu tür yapılarda, siyasal olmayan kurumların yararlan­
dığı -kuşkusuz değişen derecelerde- özsel bir özerklik alanı vardır.
Bu yüzden, totaliter devlet ile bilim insanı arasındaki çatışma, kıs­
men, bilim ethosu ile meslekî inancına bakmaksızın herkese dayatılan
yeni siyasal kod arasındaki uyuşmazlıktan kaynaklanır. Bilim etho-
su 15, teoriler veya genellemelerin mantıksal tutarlılıklarına ve olgularla
uyuşmalarına göre değerlendirildiği işlevsel açıdan gerekli bir talebi
içerir. Siyasal ethos teorisyenin ırksal veya siyasal inancıyla ilgili şim ­
diye dek alâkasız olan kriterleri devreye sokacaktır.16 M odern bilim
kişiselliği potansiyel bir hata kaynağı olarak almış ve bu hataları de­
ğerlendirecek kişisel-olmayan kriterler geliştirmiştir. Oysaki bugün,
belirli bilim insanlarının, bilim dışı yakın ilişkileri yüzünden, düzmece
ve yanlış teorilerden başka bir şey geliştirmeyecekleri apriori olarak
kabul edilmektedir. Bazı örneklerde, bilim insanlarının bilimsel açıdan
yetersiz siyasal liderlerin bilimin sorunları hakkmdaki yargılarını ka­
bul etmeleri gerektiği iddia edilmektedir. Ancak bu tür siyasal açıdan
tavsiye edilebilir taktikler bilimin kurumlaşmış normlarına ters düşer.

15 Bilim ethosu, bilim insanı için bağlayıcı olduğuna inanılan duygusal tonda
kurallar, emirler, töreler, inançlar, değerler ve ön-kabuller bileşimine işaret
eder. Bu bileşimin bazı evreleri metodolojik olarak arzulanır şeylerdir, an­
cak kurallara uyma sadece metodolojik faktörler tarafından dikte edilmez.
Bu ethos, genelde toplumsal kodlar olarak, onu uygulayanların duygularıyla
sürdürülür. İhlâl, içselleştirilen yasaklarla ve bu ethosu benimseyenlerin ser­
giledikleri onaylamaz tepkilerle engellenir. Bu tipte etkili bir ethos bir kez
kazandırıldığında, kızgınlık, hor görme ve diğer antipatik tutumlar neredeyse
otomatik olarak mevcut yapıyı güçlendirecek biçimde işler. Bu gerçek, Al­
manya’daki bazı bilim insanlarının bu ethosun içeriğindeki ciddi değişimlere
mevcut direnişlerinde görülebilir. Bu ethos bilimin ‘medeni’ bileşeninden ayrı
olarak ‘kültürel’ bir faktör olarak düşünülebilir. Krş. R.K. Merton, “Civili-
zation and Culture”, Sociology and Social Research 21 (1936), s. 103-113.
16 Krş. Baeumler, Männerbund und Wissenschaft, s. 145. Ayrıca, Krieck, Na­
tionalpolitische Erziehung: “Nich alles, was den Anspruch auf Wissenschaftli­
chkeit erheben darf, liegt auf der gleichen Rang-und Wertebene; protestantis­
che und katholische, französische und deutsche, germanische end jüdische,
hümanistische oder rassische Wissenschaft sind zunächst nur Möglichkeiten,
noch nicht erfüllte oder gar gleichrangige Werte. Die Entscheidung über den
Wert der Wissenschaft fällt aus ihrer ‘Gegenwärtigkeit’, aus dem Grad ihrer
Fruchtbarkeit, ihrer geschichtsbildenden Kraft.”
Gelgelelim bunlar, sorgulamasız bir siyasal inanç kampanyasıyla ko­
layca bütünleştirilemediği sürece, totaliter devlet tarafından ‘liberal’,
‘kozmopolit’ veya ‘burjuva’ önyargılar olarak reddedilm ektedir.17
Daha genel bir perspektiften, çatışma kurumsal dinamiklerin bir
evresidir. Önemli ölçüde özerklik kazanmış ve bilim insanlarının
bağlılıklarına dayalı kurumsal bir kompleks geliştirmiş olan bilim, a r­
tık, hem geleneksel özerkliğine hem de dışsal bir otoritenin meydan
okuduğu kendi oyun kurallarına -özetle, kendi ethosuna- sahiptir.
Bilim ethosunda cisimleşen ve entelektüel dürüstlük, güvenilirlik, ö r­
gütlenmiş şüphecilik, tarafsızlık, kişisellikten arınmışlık gibi terimlerle
karakterize edilen duygular Devletin bilimsel araştırm a alanına dö­
nük dayatmalarına karşı bir öfke yaratır. Sınırlı güç odaklarının insan
etkinliğinin muhtelif alanlarında yetki sahibi olduğu önceki yapıdan
davranışın bütün evreleri üzerinde etkili merkezileşmiş bir odağın
yer aldığı bir yapıya geçişle birlikte, her bir alanın temsilcileri bu tür
değişimlere direnir ve özgün çoğulcu otorite yapısını korumaya çalı­
şırlar. Alışılageldiği üzere bilim insanını tutkular ve kişisellikten uzak
bir birey olarak düşünm ek yaygın olsa da, bilim insanının, diğer tüm
profesyonel çalışanlarla işbirliği içinde, kendi etkinliğini düzenleyen
kurumsal normlar tarafından tanımlanan kendi yaşam biçimine büyük
bir duygusal yatırım yaptığı hatırlanmalıdır. Bu ethos çerçevesinde,
bilimin toplumsal istikrarı, ancak ve ancak, bilimsel birlik dışından
dayatılan değişimlere karşı uygun savunular geliştirildiği takdirde sağ­
lanabilir.
Bu kurumsal güvenirliği sürdürm e ve bilimin özerkliğini engelle­
yebilecek yeni toplumsal yapı tanımlarına direnme süreci bir başka
yönde ifade kazanır. Bilimsel önermelerin “bireye [ve gruba] göre
değişmemesi” m odern bilimin temel kabulüdür.18 Ancak, bir Nazi
teorisyenin ifadesiyle “siyasalın evrensel anlamının kabul gördüğü”19
tam amen politize olmuş bir toplumda bilimin bu kabulüne dil uzatılır.
Bilimsel bulguların sadece ırk, smıf veya ulusun ifadeleri olduklarına

17 Nitekim Ernst Krieck’in ifadesiyle:, “Hukukta, ekonomide, Devlet’te ve


genel olarak kamusal hayatta olduğu gibi gelecekte bilimde de hiç kimse şu
takâtten düşmüş tarafsızlık kurgusunu benimsemeyecektir. Bilimin yöntemi
gerçekte sadece yönetme yönteminin bir yansımasıdır” (Nationalpolitische
Erziehung, s. 6). Krş. Baeumler, Männerbund und Wissenschaft, s. 152; Wal­
ter Frank, Zukunft und Nation, s 10; ve Max Weber’in “Politik gehört nicht
in den Hörsaal” ‘önyargı’sıyla karşılaştırın.
18 H. Levy, The Universe o f Science (New York: Century Co., 1933), s. 189.
19 Baeumler, Männerbund und Wissenschaft, s. 152.
inanılır.20 Bu tür öğretiler, meslekten olmayanlara sızdırıldığında, bili­
me karşı genel bir güvensizliğe ve -keşifleri keyfî ve dönek olarak gö­
rü le n - bilim insanının prestijinin aşınmasına davetiye çıkartılmış olur.
Bilim insanının kişisel konum unu tehdit eden bu aydın düşmanlığı tü ­
rüne bilim insanı karakteristik olarak yeterli direnci gösterir. İdeolojik
cephede ise, totalitarizm m odern Batı biliminin geleneksel kabulleriyle
çatışma içindedir.

Saf Bilim Normlarının İşlevleri


Bilim insanının eğitiminin başından beri özümsediği bir duygu bilimin
saflığıyla ilgilidir. Bilim teoloji, ekonomi veya devletin hizmetçiliğini
yapmak zorunda bırakılmamalıdır. Bu duygunun işlevi bilimin özerk­
liğini korumaktır. Zira bilimin değeriyle ilgili (sözgelimi dinsel öğre­
tiler, ekonomik fayda veya siyasal görüşlerle muhtemel uyum gibi)
bilimdışı kriterler benimsendiği takdirde, bilim sadece bu kriterleri ye­
rine getirdiği sürece kabul edilebilir bir şey haline gelir. Başka deyişle,
saf bilim duygusu ortadan kalktığında, bilim diğer kurumsal birimle­
rin doğrudan denetimine tâbi hale gelir ve toplumdaki yeri giderek be­
lirsizleşir. Çalışmaları faydacı normlar temelinde değerlendirilen bilim
insanlarının sürekli itirazları -özellikle günüm üzde belirgin olan—bu
tehlikeden kaçınma gibi temel bir işleve sahiptir. Bu işlevin zımnen
kabulü Cambridge’de bilim insanlarının öğle yemeğinde şerefine ka­
deh kaldıracakları bir şeye vesile olabilir: Saf matematiğe içelim; o asla
kimseye faydalı olmayacaktır!
Saf bilim tutkusu, bu yüzden, potansiyel gelişme yönelimlerini sı­
nırlayan ve bilimsel araştırmanın değerli bir toplumsal etkinlik olarak
istikrar ve sürekliliğini tehdit eden normların istilâsına karşı bir sa­
vunu olarak görülür. Kuşkusuz, bilimsel başarının teknolojik kriteri
de bilim için toplumsal bir işleve sahiptir. Teknolojinin ve nihayetinde
bilimin sağladığı konfor ve rahatlıklar bilimsel araştırmaya toplumsal

20 Totaliter teorisyenlerin, ‘liberal’, ‘burjuva’ veya ‘Aryan olmayan’ gibi karala­


malarda bulunmak için, siyasal bir çözüm olarak radikal rölativist Wissensso-
ziologie [Bilgi Sosyolojisi] öğretilerini benimsediklerini görmek oldukça il­
ginçtir. Bu çıkmazdan çıkış bir Arşimet noktası koyutlanarak sağlanmıştır:
Führerm ve Halkının yanılmazlığı. Krş. General Herman Goering, Germany
Reborn (London: Matthews and Marrot, 1934), s. 79. Karl Mannheim’in
‘ilişkiselciliği’nin siyasal açıdan etkili varyasyonları (örneğin, ideoloji ve Ütop­
ya) Walter Frank, Krieck, Rust ve Rosenberg gibi Nazi teorisyenler tarafından
propaganda amacıyla kullanılmıştır.
desteği davet eder. Bunlar ayrıca bilim insanının dürüstlüğünün kanıt­
larıdır, zira bilimsel araştırm a sayesinde uzm an olmayanlar tarafından
anlaşılamayacak ve değerlendir ilemeyecek soyut ve zor teoriler m uh­
temelen herkes tarafından anlaşılabilecek bir biçimde, yani teknolo­
jik uygulamalarıyla ortaya konulur. Bilimin otoritesine gösterilen rıza
önemli ölçüde onun gücünü gündelik hayatta kanıtlamasına bağlıdır.
Bu tür doğrudan kanıtlamalar olmasaydı, kamu için entelektüel b a­
kımdan kavranamaz olan bilime yönelik bu süregelen destek, sadece
inanca dayalı bir biçimde, zorlukla yeşerebilirdi.
Ancak bilimin saflığına dönük bu vurgu bilimin toplumsal itibarı­
nı korumaktan ziyade tehdit eden sonuçlara da sahiptir. Birçok kez,
bilim insanlarının kendi araştırmalarında bilginin ilerlemesiyle ilgili
olmayan tüm faktörleri göz ardı etmeleri gerektiği öne sürülm üştür.21
Dikkatler özellikle, sağlayabileceği pratik kullanımlarla veya genelde
toplumsal yan etkileriyle ilgilenmeden, onların çalışmalarının bilimsel
önemine odaklanır. Kısmen kökleri koşullarda yatan22 ve -g ö rd ü ğ ü ­
m üz gibi- her halükârda belirli toplumsal işlevlere sahip bu ilkeyi alı­
şılagelmiş anlamda doğrulayan şey, bu buyruğa bağlı kalmmamasının
yanlılık ve hata ihtimalini artırarak araştırmaya ayak bağı olacağı inan­
cıdır. Gelgelelim bu metodolojik bakış böylesi bir tutum un toplumsal
sonuçlarını gözden kaçırır. Bu tutum un nesnel sonuçları, bilime karşı
başkaldırının (fiilen bilimin en yüksek gelişme evresine ulaştığı her
toplum da nüve halinde karşımıza çıkan bir başkaldırının) bir başka te ­
melini oluşturur. Bilim insanı, kendi buluşlarının uygulanma biçimini

21 Örneğin Pareto şöyle yazar: “Deneysel tekbiçimlilikler arayışı bizzat bir


hedeftir”. George A. Lundberg’in tipik bir ifadesi şöyledir: “Kendi ürününün
katedraller dikmek veya dağlarda tüneller inşa etmek için kullanılıp kulla­
nılmayacağı gibi konular üzerinde düşünmek, yüksek bir patlayıcı icat eden
bir kimyacının işi değildir. Ne de, kendi sonuçlarının mevcut fikirlerle nasıl
örtüştüğü veya kendi bulgularının toplumsal düzen üzerinde nasıl etki yapa­
cağı, grup davranışının yasalarına ulaşmaya çalışan sosyal bilimcinin işidir”
(Trends in American Sociology, G.A. Lundberg, R. Bain and N. Anderson
[New York: Harper, 1929], s. 404-405). Read Bean’in sözleriyle karşılaştı­
rın, ‘Scientist as Citizen’, Social Forces 11 (1933), s. 412-415.
22 Bu görüşün nörolojik bir kanıtı E.D. Adrian’ın Factors Determining Human
Behavior adlı çalışmasında bulunabilir (Cambridge, Mass.: Harvard Tercen­
tenary Publications, 1937), s. 9. “Ayırt edici davranışa... bir ilgi olmalıdır:
Ancak daha çok davranış büyük ölçüde ayırt edici olmaktan çıkacaktır. Yoğun
duygusal stres altında, davranışın bazı yerleşik kalıplardan birine uyma eğili­
mi olacaktır.”
kontrol etmediği ve edemeyeceği için, bu uygulamalar otorite birim ­
leri veya baskı grupları tarafından onaylanmadıkları ölçüde, kınana­
cak veya daha şiddetli tepkilere m aruz kalacaktır. Teknolojik ürünlere
antipati de bizzat bilime yansıtılabilir. Nitekim yeni keşfedilen gaz­
lar ve patlayıcılar askerî araçlar olarak kullanıldıklarında, bir bütün
olarak kimya, İnsanî duygulan incinenler tarafından sertçe eleştirilir.
Bilimin, uygarlığımızı sonsuz bir karanlığa ve kargaşaya gömebileceği
söylenen İnsanî yıkım makinelerinin üretilmesinden büyük ölçüde so­
rumlu olduğuna inanılır. Bir başka önemli örnek verirsek, bilimin ve
ilgili teknolojinin hızlı gelişimi yerleşik çıkarları ve ekonomik adalet
duygusu zedelenenlerin örtük bir bilim-karşıtı hareketine yol açabilir.
M eşhur Sir Josiah Stamp ve daha az ünlü birçok kişi, insanlığın kendi
toplumsal ve ekonomik yapısını yine kendisinin “teknolojinin utanç
verici üretkenliği”yle yol açtığı sürekli değişen bir ortam a uydurabil­
mesi için, keşif ve icatlara bir solukluk mola verilmesini önerm iştir.23
Bu öneriler basında geniş bir kamu desteği bulmuş ve bilimsel yapılar
ve idari birimler karşısında katı bir ısrarı teşvik etmişlerdir.24 M uhale­

23 Kuşkusuz, bu aslında bilime karşı bir hareket oluşturmaz. Ayrıca, geçmişte


emeğin makineleri kırdığı ve sermayenin icatları engellediği dönemler de ya­
şanmıştır. Krş. R.K. Merton, ‘Fluctuations in the Rate of Industrial Inventi­
ons’, Quarterly Journal of Economics, 49 (1935): 464 ve devamı. Ancak bu
hareket bilimin toplumsal etkilerinin kesin olarak açıklanabileceği inancına
yol açar. Sir Josiah Stamp’in önerisi onun Aberden Ingiliz Bilimsel Gelişme
Derneği’ndeki 6 Eylül 1934 tarihli konuşmasında bulunabilir. Bu türden bir
mola talebi ayrıca M. Caillux tarafından (krş. John Strachey, The Corning
Struggle for Power [New York, 1935] s. 183), Birleşik Devletler Temsilciler
Meclisi’nde H.W. Summers ve diğer birçok kişi tarafından önerilmiştir. Mev­
cut İnsanî, toplumsal ve ekonomik kriterler açısından, bilimin bazı ürünleri
yararlı olmaktan ziyade zararlıdır. Bu değerlendirme bilimsel araştırmanın
temeline zarar verebilir. Bir bilim insanının dokunaklı bir ifadesiyle, “bilim
insanının kendi çalışmaları için özür dilemesi gerekiyorsa, ben ömrümü boşa
harcamışım demektir”. Krş. The Frustration of Science, ed. F. Soddy (New
York: Norton, 1935), s. 42 ve farklı yerlerde.
24 İngiliz bilim insanları “bilimsel çabaların savaş amacıyla kötü yolda kulla-
nılması”na özellikle tepki gösterdiler. İngiliz Bilimsel Gelişme Derneği’nin
yıllık toplantılarındaki başkanlık konuşmalarında ve Nature dergisinin edi­
tör yazıları ve mektuplarında “yeni gelişen bilim çalışanları kuşağı arasında
yeni bir toplumsal sorumluluk bilinci”nden söz edilir. Sir Frederick Gowland
Hopkins, Sir John Orr, Profesör F. Soddy, Sir Daniel Hall, Dr. Julian Huxley,
J.B.S. Haldane ve Profesör L. Hogben bu hareketin liderleri arasındadır. Ör­
neğin bkz. Cambridge Üniversitesi’nden yirmi iki bilim insanının imzaladığı
ve bilimi savaştan uzak tutacak bir program öneren mektupları (Nature, 137
fet özellikle yeni teknolojilerin gelişmesiyle önemini yitiren becerilere
yaptıkları yatırımlarını kaybetmekten korkan emeğin temsilcilerinden
gelir. Bu öneriler, muhtemelen yakın gelecekte eyleme geçirilemeseler
bile, genelde bilime karşı bir isyanın somutluk kazanabileceği m uhte­
mel bir çekirdeği oluştururlar. Bilimi arzulanmayan durumların nihaî
sorumlusu sayan bu kanaatlerin geçerli olup olmadığı büyük ölçüde
önemsizdir. Burada daha ziyade W.I. Thom as’ın sosyolojik teoremi,
yani “İnsanlar durumları gerçek olarak tanımladıklarında, onlar so­
nuçları bakımından da gerçek hale gelirler” görüşü önemlidir.
Özetle, bilimi yeniden değerlendirmenin bu temelinde, bir başka
yerde “ilgi alanının buyurgan doğrudanlığı”25 olarak adlandırdığım
şey yatar. Temel hedefe, yani bilginin ilerletilmesine doğrudan odak­
lanmaya ilgi alanı dışındaki sonuçların dikkate alınmaması gerektiği
düşüncesi eşlik eder, ancak bu toplumsal sonuçlar asıl ilgilere m üda­
hale edecek biçimde ortaya çıkarlar. Bu tür davranış, doğrudan ilginin
karşılanmasına yol açmasının beklenebilmesi anlamında, rasyonel ola­
bilir. Ancak o, halihazırda en önemli olmayan, ancak yine de toplumsal
değerler ölçeğinin tamamlayıcı bir parçası olan diğer değerlere zarar
vermesi anlamında, irrasyoneldir. Bilimsel araştırm a kesinlikle bir boş­
lukta sürdürülmediği için, onun etkileri başka değer ve ilgi alanlarına
uzanır. Bu etkilerin toplumsal açıdan arzulanır olduğu düşünüldüğü
ölçüde bilime sorumluluk yüklenir. Bilimin yararlan artık sınırsız bir
kutsamaya lâyık olarak düşünülmez. Bu perspektiften alındığında, saf
bilim ve tarafsızlık ilkesi kendi mezarını kazmaya yardımcı olmuştur.
Savaş çizgileri şu soru etrafında biçimlenir: İyi bir ağaç kötü meyve
verir mi? Bilgi ağacını kötü meyvesi yüzünden kesecek veya kökünden
sökecek olanlar, kötü meyvenin iyi ağaca devlet ve ekonomik birimler
tarafından aşılandığı iddiasıyla karşılaşırlar. Uygunsuz bir toplumsal
yapının kendi buluşlarının amacından sapmasına yol açtığını düşün­
mek bilim insanının vicdanını rahatlatabilir. Ancak bu, bezdirici bir
muhalefeti zorlukla karşılayacaktır. Tıpkı bilim insanlarının güdüleri­
nin, tutkulu bir bilgileri artırm a arzusundan kişisel ün sağlama gibi
güçlü bir arzuya kadar çeşitlilik sergilemesi ve bilimsel araştırmanın

[1936]: 829). İngiliz bilim insanlarının bu müşterek eylem girişimleri, bilim


insanlarının ülkedeki bu sorunlar karsısındaki duyarsızlığıyla keskin karşıtlık
içindedir. [Bu gözlem atom silâhlarının gelişiminden önceki dönemle uyu­
şur.] Bu karşıtlığın temeli verimli bir biçimde araştırılabilir.
25 R.K. Merton, ‘The Anticipated Consequences of Purposive Social Action’,
American Sociological Review 1 (1936): 894-904.
işlevlerinin, mevcut düzenin prestijli bir biçimde rasyonelleştirilmesin-
den doğa üzerindeki kontrolümüzü artırm a çabalarına kadar farklılık
sergileyebilmesi gibi, bilimin diğer birçok toplumsal etkisi de toplum
için zararlı olarak alınabilir ve bu durum bizzat bilimsel ethosta bir
değişimle sonuçlanabilir. Bilim insanları uzun vadede bilimin toplum ­
sal etkilerinin olumlu olması gerektiğini varsayma eğilimindedirler. Bu
güven ifadesi bilimsel araştırma için bir temel oluşturm a işlevi yük-
lense de, açıkça gerçeğin bir ifadesi değildir. O karakteristik olarak
bilimin mantık-dışı alacakaranlığında karşımıza çıkan, hakikat ile top­
lumsal faydanın birbirine karıştığı yeri gösterir.

Popüler Mistisizm Olarak Ezoterik Bilim


Bilim ve toplumsal düzen arasındaki bağlantılarla ilişkili bir başka
önemli evre çok az bilinir. Bilimsel araştırmanın artan kompleks yapı­
sı dolayısıyla, uzun ve titiz bir öğretim programı yeni bilimsel bulguları
sınamak ve hattâ anlamak için önemlidir. Modern bilim insanı zorun­
lu olarak bir anlaşılmazlık kültünü onaylayabilir. Sonuç, bilim insanı
ile diğer insanlar arasındaki uçurum un büyümesidir. Sokaktaki ada­
mın görelilik veya kuantum ya da diğer ezoterik konular hakkında
kamuya açılmış ifadelere inanmayı sürdürmesi gerekir. O (tekrar tek­
rar yararlandığı teknik başarıların nihayetinde bilimsel araştırmadan
kaynaklandığını varsaydığı sürece) bu inancını kolayca sürdürebilir.
Gene de o bu tuhaf teoriler karşısında belirli bir şüpheyi sürdürür.
Yeni bilimin popülarize edilmiş ve çoğu kez çarpıtılmış versiyonları,
ortakduyuya ters düşer görünen teorilere vurgu yapar. Kamusal akıl
açısından, bilim ile ezoterik terminoloji ayrılmaz biçimde ilişkili hale
gelir. Totaliter sözcülerin ırk, ekonomi veya tarih konusundaki sözde
bilimsel iddiaları, evrenin genişlemesiyle veya dalga mekaniğiyle ilgili
beyanlarla aynı ölçüde, eğitimsiz ve meslekten olmayan insanlara yö­
neliktir. İki örnekte de meslek dışından olanlar bu kavramları anlaya­
cak ve bilimsel geçerliliklerini kontrol edebilecek konum da değillerdir
ve iki örnekte de bu kavramlar ortakduyuyla tutarlı olmayabilir. Hiç
değilse, totaliter teorisyenlerin mitleri mantıklı olarak görünecektir ve
kesinlikle bunlar, genel kamu için, resmen tanınan bilimsel teoriler­
den daha kavranılırdır, zira onlar ortakduyusal tecrübelere ve kültürel
önyargılara daha yakınlardır. Bu yüzden, kısmen bilimsel gelişmenin
bir sonucu olarak, halk bilimsel söylem kisvesine büründürülm üş yeni
mistisizmlere büyük ölçüde yatkındır. Bu eğilim propagandanın başa­
rısını genellikle artırır. Bilimin ödünç alınan otoritesi bilimsel olmayan
öğretiler için güçlü bir prestij simgesi haline gelir.

Örgütlenmiş Şüpheciliğe Yönelik Kamusal Düşmanlık


Bilimsel tutum un bir başka özelliği, çoğu kez put kırıcılık haline gelen
örgütlenmiş şüpheciliktir.26 Bilimin, diğer kuram ların ‘sorgulanma­
yan güç kabulleri’ne, onları basitçe tarafsız bir incelemeye tâbi tutarak
meydan okuduğu söylenebilir.27 Örgütlenmiş şüphecilik yerleşik r u ­
tinlerin, otoritenin, yerleşik prosedürlerin ve genelde ‘kutsal’ alanın
belirli temellerinin alttan alta sorgulanmasını gerektirir. İnançlar ve
değerlerin empirik kökenlerini belirlemenin onların geçerlilikleri­
ni yadsımak anlamına gelmediği, aksine bunun çoğu kez naif zihin
üzerinde psikolojik etkiye sahip olduğu mantıksal olarak doğrudur.
Kurumsallaşmış semboller ve değerler sadâkati, bağlılık ve saygıyı ge­
rektirir. Doğa ve toplum un her evresiyle ilişkili sorular soran bilim bu
aynı verilere karşı diğer kurum lar içinde kristalleşen ve çoğu kez ritü-
elleşen diğer tutumlarla (mantıksal değil ama) psikolojik bir çatışma
içine girer. Çoğu kurum tam inanç talep eder; ancak bilim kurumu
şüpheciliği bir erdem telâkki eder. Her kurum, bu anlamda, bilimsel
gözlem ve m antık aracılığıyla yapılan dünyevî soruşturm aya karşı di­
renç gösterecek, kutsal bir alana gerek duyar. Bizzat bilim kurumu
belirli değerlere duygusal bağlılık gerektirir. Bununla beraber, ister
kutsal siyasal kanaatler alanı, ister dinsel inançlar, isterse ekonomik
haklar olsun, bilimsel araştırmacı emredileni eleştirmeden ve ritüele
uygun bir biçimde davranmaz. O kutsal olan ile dünyevî olan arasın­
da, eleştirmeden saygı gösterilmesi gereken ile nesnel olarak analiz
edilebilecek arasında bir ayrıma gitmez.28
Bilimin diğer alanlara sözüm ona sızmasına karşı başkaldırıların
kökünde yatan bir ölçüde budur. Geçmişte bu direnç çoğunlukla kut­
sal öğretilerin bilimsel olarak incelenmesini sınırlayan Kiliseden gel­

26 Frank H. Knight, ‘Economic Psychology and the Value Problem’, Quarterly


Journal of Economics 39 (1925): 372-409. Şüpheciliğin özünde metodolojik
bir ilke olduğunu unutan sıradan bir bilim insanı kendi şüpheciliğini genellikle
değer alanı içinde ifade eder. Sembollerin toplumsal işlevleri göz ardı edilir ve
‘gerçekdışı’ olarak görülür. Toplumsal yarar ve hakikat bir kez daha karışır.
27 Charles E. Merriam, Political Power (New York: Whittlesey House, 1934),
s. 82-83.
28 Kutsalın bu terimler içinde ele alındığı genel bir tartışma için, bkz. Emile
Durkheim, The Elementary Forms of the Religious Life, s. 37 ve devamı.
mekteydi. Incil’in metinsel eleştirisi bugün bile su götürür. Toplumsal
güç odağı -ayrıca kurumsal istikrarın temellerine itirazın hissedil­
diği genel şüpheciliğe karşı gizlenmeyen bir antagonizm anm kanıtı
o lan - ekonomik ve siyasal kurumlara kayarken örgütlü dinin bu di­
renişi daha az önemli hale gelmiştir. Bu muhalefet Kilise, ekonomi ve
devletin belirli dogmalarını geçersiz kılar görünen bilimsel buluşların
ortaya çıkışından tamamen bağımsız olabilir. O, daha ziyade, şüphe­
ciliğin statükoyu tehdit ettiğinin yaygın ve çoğu kez muğlâk bir biçim­
de kabul edilmesi anlamına gelir. Bilimin alanı içindeki şüphecilik ile
diğer kuram ların talep ettiği duygusal bağlılıklar arasındaki çatışm a­
nın hiçbir mantıksal zorunluluk içermediği yeniden vurgulanmalıdır.
Ancak psikolojik bir türev olarak bu çatışma, bilimin araştırmalarını
kurumsallaşmış tutum ların olduğu yeni alanlara genişlettiği veya diğer
kuram ların kendi denetim alanlarını genişlettikleri her yerde kendisini
gösterir. Totaliter bir toplumda, kurumsal denetimin merkezîleşme­
si bilim karşıtlığının temel kaynağıdır; diğer yapılarda, bilimsel araş­
tırmanın genişlemesi büyük öneme sahiptir. Diktatörlük, liberal bir
yapıda örgütsüz, dağınık ve çok kez örtük halde kalan bilime isyan
kaynaklarını organize eder, merkezileştirir ve böylece yoğunlaştırır.
Liberal bir toplumda, bütünleşmenin kaynağı esasen insanların
etkinliklerini yönlendiren kültürel normlardır. Diktatör bir yapıda,
bütünleşme esasen resmi organizasyonlarla ve sosyal denetimin m er­
kezîleşmesiyle sağlanır. Bu denetimi kabul etmeye hazır hale gelmek,
yeni kültürel değerlerle beden politikasını aşılama sürecini hızlandıra­
rak, daha yavaş bir süreç olan toplumsal standartların yaygın telkini
yerine yoğun baskı propagandası uygulayarak sağlanır. Bütünleşme­
nin tipik olarak etkilendiği mekanizmalardaki farklılıklar, liberal yapı­
da, totaliter yapıya göre, farklı kurumlar için (bilim dâhil) daha büyük
bir bağımsızlık ve özerklik imkânı sağlar. Bu titiz organizasyon vasıta­
sıyla diktatör devlet, siyasal olmayan kurumlar üzerindeki denetimini
farklı türden olduğu kadar farklı derecede de bir durum a yol aça­
cak biçimde yoğunlaştırır. Örneğin, bilime karşı misillemelere Nazi
devletinde (çıkarların bilim üzerinde kısıtlamalar dayatacak biçimde
organize edilmediği, bunların zorunlu addedildiği) Amerika’dakinden
daha kolay rastlanabilir. Eğer toplumsal istikrar olacaksa, zıt duygu­
lar birbirinden yalıtılmalı veya birbiriyle bütünleştirilmelidir. Ancak
bu yalıtma, toplumsal hayatın bir kesiminin kalkanı altında süregelen
varlığının bir koşulu olarak kendi değerleri ve duygularına bağlılık yü­
kümlülüğünü empoze eden ve bunu pekiştirmeye çalışan merkezî bir
denetimin olduğu yerlerde fiilen imkânsız hale gelir. Liberal yapılar­
da, bu merkezîleşmenin yokluğu, her bir alana, onların sınırlı özerklik
haklarını güvence altına almak suretiyle kesin bir kendini yalıtma im ­
kânı verir ve geçici olarak tutarsız unsurların kademeli bütünleşmesini
m üm kün kılar.

Sonuçlar
Bu yazının temel sonuçları kısaca şöyle özetlenebilir. Çoğu toplumda
bilime karşı gizli ve aktif bir düşmanlık vardır, ancak bu antagonizma-
nın derecesi henüz belirlenememiştir. Bilimin son üç yüz yılda kazan­
dığı prestij o kadar büyüktür ki, onun alanını daraltan ve onu redde­
den eylemlere, bir ölçüde, genellikle bilimin tam güvenirliğinin teyidi
veya “gerçek bilimin yeniden doğuşu” eşlik etmiştir. Bilimin lehindeki
duygulara gösterilen bu içten saygı, çoğu kez, ondan yarar sağlayanla­
rın davranışlarına göre değişir. Bilim-karşıtı hareket, bir ölçüde, bilim
ethosu ile diğer kurumların ethosu arasındaki çatışmadan kaynakla­
nır. Bu önermenin doğal sonucu, bilime karşı çağdaş başkaldırıların
biçimsel olarak önceki başkaldırılara benzer olmasıdır, her ne kadar
som ut kaynaklar farklı olsa da. Bilimsel bilginin uygulanmasının top­
lumsal etkileri arzulanmayan ürünler olarak düşünüldüğünde, bilim
insanının şüpheciliği diğer kurumların temel değerlerine yönelik ol­
duğunda, siyasal, dinsel veya ekonomik otoritenin genişlemesi bilim
insanının özerkliğini sınırladığında, aydın karşıtlığı bilimin değerini
ve güvenirliğini sorguladığında ve bilimsel araştırm anın uygunluğuyla
ilgili bilimsel olmayan kriterler devreye girdiğinde çatışmalar ortaya
çıkar.
Bu yazıda bilimin gelişimi ve özerkliğine yönelik tehditleri bertaraf
etmek için neler yapılabileceği konusunda bir eylem programı sunul-
mamıştır. Yine de şöyle bir şey öne sürülebilir: Toplumsal gücün odağı
bilimden ziyade bir başka kurum da olduğu sürece ve bilim insanları
kendi temel bağlılıkları konusunda belirsizlik içinde oldukları m üddet­
çe, konumları da çok zayıf ve muğlâk hale gelir.
B İ l İ m İ n N o r m a t if Y a p i s i *

Robert K. Merton

Bilim, toplumsal işbirliğini içeren diğer herhangi bir etkinlik gibi de­
ğişik yazgılara m aruz kalır. Bilime nesneler düzeni içinde komuta edi­
ci değilse bile önde gelen bir yer verildiği bir kültürde yetişenlere bu
nosyon güç bir şey gibi görünse de bilimin saldırı, kısıtlama ve bas­
kıdan bağışık olmadığı aşikârdır. Veblen, kısa bir süre önce yazarken,
Batı kültürünün bilime olan inancının kısıtlanmamış, sorgulanmamış
ve rakipsiz olduğu gözleminde bulunmuştu. Daha önceleri sadece,
ne kadar uzak olurlarsa olsun tüm olasılıkları ölçüp biçen çıtkırıldım
akademisyeni kaygılandıracak denli ihtimal dışı görünen bilime karşı
isyan, artık bilimci ve benzer sınıftan olan çoğu kişinin dikkatlerini
zorlamaktadır. Entelektüel düşmanlığının yerel sirayetleri salgın hali­
ne gelme tehdidi göstermektedir.

Bilim ve Toplum
Bilimin güvenilirliğine (integrity) yönelik henüz yeni başlayan güncel
saldırılar, bilim insanlarını tikel toplumsal yapı tiplerine olan bağım­
lılıklarını kabul etmeye itti. Bilimcilerin derneklerince kaleme alınan
bildiri ve yapılan beyanlar, bilim ve toplum ilişkilerine hasredilmek-
tedir. Saldırı altında olan bir kurum, temellerini yeniden gözden ge-

Çeviren: Kemal İnal


’ Orijinal Eser: “The Normative Structure of Science”, Journal of Legal and
Political Sociology, No. 1 (1942), 115-126.
çirmeli, hedeflerini yeniden oluşturmalı, mantıklı gerekçesini yeniden
arayıp bulmalıdır. Kriz, öz-değerlendirmeye çağrı çıkarır. Şimdi kendi
yaşam tarzlarına yönelik meydan okumalarla karşı karşıya kalan bilim
insanları, akut bir öz-bilinç durum u içinde sarsılmaktadırlar: Yüküm­
lülük ve çıkarlarla uyumlu toplum un tümleşik bir öğesi olarak benlik
bilinci.1 Bir fildişi kulesi, duvarları uzun süren bir saldırıya m aruz kal­
dığında savunulamaz hale gelir. Uzun bir göreli güvenlik döneminden
sonra, ki bu dönemde bilgiyle meşguliyet ve bilginin yayılması kültü­
rel değerler skalasında ilk sırada olmasa bile önde bir yere yerleşmiş
olur, bilim insanları bilimin insanla olan ilişkilerini temize çıkarmaya
zorlanırlar. Böylece onlar, m odern dünyada bilimin yeniden doğuşu
noktasına doğru tam bir dönüş yaparlar. Üç asır önce bilim kurumu,
sosyal destek adına biraz bağımsız bir yetki (warrant) talep ettiğinde,
doğa filozofları benzer biçimde bilimi, ekonomik yararı kültürel olarak
geçerli kılan amaçların ve Tanrı’nm yüceltilmesinin bir aracı olarak
haklı kılmaya yönelmişlerdi. Bilimin peşinden gidilmesinin o dönemde
apaçık bir değeri yoktu. Ne var ki, bilimin bitmez tükenmez başarısıy­
la birlikte araçsal olan aslî olana, araç amaca dönüştü. Böylece tahkim
edilen bilim insanı, kendisini toplum dan bağımsız olarak görmeye ve
bilimi toplumun içinde fakat toplum için olmayan kendinden geçerli
(self-validating) bir girişim olarak dikkate almaya başladı. Bu iyim­
ser yalıtımcılığı, kültürlerin devrimci çatışmasına gerçekçi bir katılıma
dönüştürm ek için bilimin özerkliğine yönelik cepheden bir saldırı ge­
rekiyordu. Meselenin çözüme bağlanması, m odern bilim ethosunun
aydınlatılmasına ve pekiştirilmesine yol açtı.
Bilim, birbirlerine bağımlı konularına rağmen bir dizi farklılığa işa­
ret eden, aldatıcı biçimde kapsayıcı bir sözcüktür. Genellikle şunları
belirtmede kullanılır: (1) Bilginin belgelenerek onaylandığı bir dizi
karakteristik yöntem; (2) bu yöntemlerin uygulanmasından ortaya çı­
kan birikimli bilgi stoku; (3) bilimsel denilen etkinlikleri yöneten bir
dizi kültürel değer ve gelenekler; ya da (4) sözü edilenlerin herhangi
bir bileşimi. Burada bilimin kültürel yapısıyla, yani bir kurum olarak
bilimin bu sınırlı yönüyle önsel bir tarzda ilgileneceğiz. Nitekim bili­
min yöntemlerini değil, fakat bilimin etrafını kuşatan gelenekleri ele
alacağız. Elbette, yöntembilimsel kanonlar, çoğu zaman hem teknik
çareler hem de ahlâkî zorlayıcılardır, fakat burada sadece İkincisiyle

1 Bu makale 1942’de yazıldığından bu yana, Hiroşima’daki patlamanın birçok


bilim insanını kendi çalışmalarının sosyal sonuçlarına ilişkin bir farkındalık
açısından sarstığı açıktır.
ilgileneceğiz. Bu, yöntembilim alanında bir gezi değil, bilim sosyolojisi
alanında bir denemedir. Benzer biçimde, bilimlerin tözsel bulgularıyla
(hipotezler, benzerlikler, yasalar) ilgilenmeyeceğiz, ne var ki bunlar
bilime yönelik standartlaştırılmış sosyal duygulara uygun düşer. Bu,
allâmeliğe ilişkin bir serüven değildir.

Bilim Ethosu
Bilim ethosu, bilim insanını bağlayan değer ve normların etkili tonda
bir bileşimidir.2 Normlar, buyruklar, yasaklamalar, tercihler ve izinler
biçiminde ifade edilir. Bunlar, kurumsal değerlere göre meşrulaştı­
rılırlar. Düşünm e usulü ve örnek ile iletilen ve yaptırımlarla yeniden
pekiştirilen bu zorunluluklar, bilimci tarafından değişen ölçülerde iç­
selleştirilir; böylece bu da onun bilimsel bilincini ya da günün tercih
edilen deyimiyle ifade edersek, süper egosunu şekillendirir. Bilim et­
hosu kodifıye edilmemiş olsa da bu,3 bilimsel ruha ilişkin çok sayıdaki
yazıda ve ethosun çiğnenmesi çerçevesinde, kullanıldığı ve alışıldığı
biçimiyle ifade edilen bilim insanlarının ahlâkî uzlaşımmdan çıkarsa-
nabilir.
M odern bilimin ethosuna ilişkin bir inceleme, daha geniş bir prob­
leme ancak sınırlı bir giriştir: Bilimin kurumsal yapısına yönelik m u­
kayeseli bir çalışma. Gerekli mukayeseli materyalleri bir araya geti­
ren ayrıntılı monografiler, çok az sayıda ve dağınık olsa da, “bilimin,
bilim ethosuyla bütünleşmiş olan demokratik bir düzende kalkınma
için imkân sağladığı” şeklindeki geçici varsayım için bazı temeller sağ­
lar. Bu, bilimin peşinden gidilmesinin demokrasilerle sınırlı olduğu­
nu söylemek anlamına gelmez.4 Çeşitli sosyal yapılar bilime belli bir

2Ethos kavramı için bkz. William Graham Sumner, Folkways (Boston: Ginn,
1906), s. 36 vd.; Hans Speier, “The Social Determination of Ideas,” Social
Research 5 (1938): 196; Max Scheler, Schriften aus dem Nachlass (Berlin,
1933), 1: 225-62. Albert Bayet, konuya ilişkin kitabında, nutkuna yönelik
betimleme ve analizini hemen terk eder; onun şu kitabına bkz. La morale de
la science (Paris, 1931).
3Bayet’nin belirttiği gibi: “[Bilim] ahlâkının kuramcıları yoktur, fakat zanaat­
çıları vardır. Bu ahlâk idealini ortaya sermedi, fakat ona hizmet etti: bilimin
bizatihi varlığına dâhil edildi” (La morale de la science, s. 43).
4Tocqueville daha da ileri gider: “Gelecek, şimdi bu derece nadir ve üretken
olan [bilime yönelik] bu tutkuların aristokratik toplumlarda olduğu gibi de­
mokratik toplumların ortasında bu derece kolay gerçekleşip gerçekleşmeye­
ceği ve artıp artmayacağını gösterecektir. Kendi açımdan buna inanmadığımı
itiraf etmeliyim” (Democracy in America [New York, 1898], 2: 51). Bir diğer
ölçüde destek sağladı. Sadece şu örnekleri hatırlamamız yeterli: Ac-
cademia del Cimento’nun [Deneyler Akademisi] masrafları Mediciler
tarafından karşılandı; II. Charles, Royal Society o f London’a [Londra
Kraliyet Derneği] bir patent ödeneği çıkarılması ve Greenwich Göz-
lemevi’nin malî masraflarının karşılanması için diretti; Académie des
Sciences [Bilimler Akademisi], Colbert’in tavsiyesiyle XIV. Louis’nin
himayesi altında kuruldu; Leibniz tarafından gönülsüzlüğüne karşı
konulan I. Frederick, Berlin Akademisi’ni sürekli gelire bağladı; ve St.
Petersburg Bilimler Akademisi (Rusların barbar oldukları görüşünün
doğru olmadığını kanıtlamak için) Büyük Pedro tarafından kuruldu.
Fakat bu tür tarihsel olgular, bilim ve toplumsal yapının gelişigüzel bir
ilişkisine işaret etmez. Bilimsel başarının bilimsel potansiyellere ora­
nına yönelik daha ileri düzeyde bir sorun vardır. Bilim muhtelif sosyal
yapılar içinde gelişir elbette, fakat gelişimin tam ölçeği için kurumsal
bağlamı sağlayan nedir?
Bilimin kurumsal amacı, belgeyle onaylanmış bilginin artırılm ası­
dır. Bu amaç için kullanılan teknik yöntemler, bilginin uygun tanımını
sağlar: (doğrusu öndeyiler olan) düzenliliklerin empirik olarak teyit
edilmiş ve mantıksal olarak tutarlı ifadeleri. Kurumsal gelenekler (m o­
res), amaç ve yöntemlerden kaynaklanır. Teknik ve ahlâki normların
tüm yapısı, nihai hedefi uygulamaya koyar. Uygun ve güvenilir em pi­
rik kanıtın teknik normu, sürdürülebilir doğru tahminin önkoşuludur;
mantıksal tutarlılığın teknik norm u, sistematik ve geçerli tahminin bir
önkoşuludur. Bilimin geleneksel kuralları, metodolojik bir mantığa
sahiptir, fakat sınırlıdırlar; çünkü bu kuralların sadece işlemsel / pro-
sedürel olarak etkili olduğuna değil ama aynı zamanda doğru ve iyi
olduğuna da inanılır. Bu geleneksel kurallar, teknik buyruklar olduğu
kadar ahlakidirler de.
Kurumsal zorunlulukların dörtlü seti -evrenselcilik, ortaklaşacalık,
güvenilirlik, örgütlü kuşkuculuk- m odern bilimin ethosunu oluşturur.

kanıtlamaya bakınız: “Demokrasi ve bilim arasında basit bir nedensel ilişki


kurmak ve demokratik toplumun kendi başına bilimin gelişimi için uygun
toprağı oluşturabileceğini ileri sürmek, mümkün değildir. Ne var ki, bilimin
demokratik dönemlerde gerçekten büyüyüp serpilebileceği, basit bir rastlantı
olamaz” (Henry E. Sigerist, “Science and Democracy”, Science and Society
2 [1938]: 291).
Evrenselcilik,5 en yakın ifadesini, kaynaklan her ne olursa olsun ha-
kikat-iddialarının gözlemle ve önceden doğrulanmış bilgiyle uyumlu
olan önceden kurulmuş gayri şahsi ölçüdere tâbi tutuldukları kuralında
bulur. Bilim listelerine giren iddiaların kabulü ya da reddi, destekçi­
lerin kişisel ya da sosyal yükümlülüklerine bağlı değildir; onların ırkı,
milliyeti, dini, sınıfı ya da kişisel nitelikleri bu nedenle konu dışıdır.
Nesnellik, tikelciliğe / tarafgirliğe meydan vermez. Bilimsel olarak
doğrulanmış formülasyonların özgül anlamda nesnel düzenlemelere
ve korelasyonlara işaret ettiği koşullar, geçerliliğin tikelci ölçütlerini
empoze etmeye dönük tüm çabalara karşı koyar. Haber metodu,* bir
Nuremberg fermanıyla geçersiz kılınamaz ne de bir İngiliz düşmanı
yerçekimi yasasını yürürlükten kaldırabilir. Şövenist biri, tarih kitap­
larından yabancı bilim insanlarının isimlerini çıkarabilir, fakat onların
formülasyonları bilim ve teknoloji için vazgeçilmez kalır. Echt-deutsch
[gerçek Almanların] ya da çok sayıdaki Amerikalının fazlalığına rağ­
men yabancılar, her yeni bilimsel gelişmenin yardakçıları olur. Evren-
selciliğin zorunluluğu, bilimin gayri şahsi karakterinde kökleşmiştir.
Yine de bilim kurumu, her zaman bütünleşmiş olmadığı geniş sos­
yal yapının bir parçasıdır. Genel kültür evrenselciliğe karşı koyduğun­
da, bilimin ethosu ciddi bir sınırlamaya m aruz kalır. Etnikmerkezcilik,
evrenselcilikle uyuşmaz. Bilhassa uluslar arası çatışma dönemlerinde,
durum un başat tanımı bazen ulusal bağlılıkları öne çıkardığında, bi­
lim insanı bilimsel evrenselciliğin ve etnikmerkezci tikelciliğin çatışan
buyruklarına maruz kalır.6 Kendisini içinde bulduğu durum un yapısı,

5Sosyal ilişkilerde evrenselciliğin temel bir tanımı için bkz. Talcott Parsons,
The Social System (New York: Free Pres, 1951). “Bilimin ulusal sınırlar, ırk
ve dinsel inançlardan tümden bağımsız olduğu” inancının ifadesi için bkz.
Amerikan Bilimin Geliştirilmesi Birliği Konseyi’nin önergesi, Science 87
(1938): 10; keza bkz. “The Advancement of Science and Society: Proposed
World Association”, Nature 141 (1938): 169.
' “Haber metodu” (Haberprocess), nitrojen ve hidrojenden amonyak üretme­
ye yönelik sınai bir işlemdir (editörün notu).
6Bu, 1942’de yazılmıştır. 1948’e değin Sovyet Rusya’nın siyasal liderleri,
Rus milliyetçiliğinin güçlenmesine önem verdiler ve bilimin “ulusal” karakteri
üzerinde ısrarla durmaya başladılar. Nitekim, bir editöryal yazıda, “Burjuva
Kozmopolitlik ideolojisine karşı”, Voprosy fîlosofi, no. 2 (1948), Current Di­
gest of the Soviet Pres 1, no. 1 (1 February 1949) şöyle yazılmış: “Yalnızca
vatansız, bilimin somut zenginliklerine son derece duyarsız bir kozmopolit,
hakir gören kayıtsızlıkla, bilimin yaşam alanı bulduğu ve geliştiği çok renkli
oynamaya davet edildiği sosyal rolü belirler. Bilim insanı, bir savaş
adam ına dönüştürülebilir ve ona göre edimde bulunabilir. Nitekim,
1914’te 93 Alman bilimci ve âlimin manifestosu -onların arasında
Baeyer, Brentano, Ehrlich, Haber, Eduard Meyer, Ostwald, Planck,
Schmoller ve Wassermann da vard ır- Alman, Fransız ve İngilizlerin
politik kişiliklerini bilimci kisvesi altında kuşandıkları bir polemi­
ği ortaya serdi. Serinkanlı bilimciler, ulusalcı eğilimle, karşılıklı yağ
çekmeyle, entelektüel sahtekârlıkla, yetersizlikle ve yaratıcı kapasite
yoksunluğuyla itham ettikleri “düşm an” katkılara karşı kuşkularını
dile getirdiler.77 Ne var ki, evrenselcilik norm undan olan bu son dere­
ce aşırı sapma, gerçekte norm un meşruiyetini peşinen kabul etmiştir.
Zira ulusal eğilim, ancak evrenselcilik standardına göre yargıda b u ­
lunulduğunda kabadır; bir başka kurumsal bağlam içinde bir erdem,
yani yurtseverlik olarak yeniden tanımlanır. Nitekim onların şiddetini
suçlama sürecinde gelenekler yeniden onaylanır.
Karşı baskı altında bile tüm milliyetlerden bilimciler, kendilerini
daha dolaysız biçimlerde evrenselci standarda adamışlardır. Bilimin

ulusal biçimlerin varlığını inkâr edebilir. Kozmopolit, bilimin somut tarihi ve


gelişiminin somut yollan yerine, güya ulusal renklerin tüm zenginliğinden,
halkların yaratıcı çalışmasının canlı parlaklığı ve özgül karakterinden yoksun
bir tür ulus üstü, sınıfsız bir bilim anlayışından üretilmiş ve bir bakıma cisim-
siz bir ruha dönüştürülmüş kavramları ikame eder... Marksizm-Leninizm,
sınıf üstü, ulusal olmayan, ‘evrensel’ bilim ile ilgili kozmopolit kurguları pa­
ramparça eder ve bilimin, modern toplumdaki kültür gibi, biçim olarak ulu­
sal ve içerik olarak sınıfsal olduğunu kesinlikle kanıtlar.” Bu görüş, iki farklı
konuyu birbirine karıştırır: İlk olarak, verili herhangi bir ulus ya da toplumda
kültürel bağlam, bilimin sınırlarına ilişkin bazı problemlere duyarlı ve bazıla­
rına duyarlı olmayan bilimcilerin, belli problemler üzerinde odaklanmalarını
yatkın hale getirir. Bu çok uzun zaman önce gözlenmiştir. Fakat bu, ikinci
konudan temelden farklıdır: Bilimsel bilgiye ilişkin iddiaların geçerliliğinin
ölçütleri, ulusal beğeni ve kültür meselesi değildir. Er ya da geç, geçerliliğe
ilişkin rekabet eden iddialar, evrenselci ölçütler ile oluşturulur.
7 Bu tür belgelerin öğretici bir derlemesi için bkz. Gabriel Pettit ve Maurice
Leudet, Les allemands et la science (Paris, 1916). Félix de Dantec, örneğin,
hem Ehrlich hem de Weismann’in tipik Alman sahtekârlıklarını bilim dün­
yasının içine işlediklerini ortaya çıkarır. (“Le bluff de la science allemande”)
Pierre Duhem, Alman biliminin “geometrik ruhu”nun “maharet ruhu”nu
boğduğu sonucuna varır: La science allemande (Paris 1915). Hermann Kel­
lermann, Der Krieg der Geister (Weimar, 1915)’de, ateşli bir mevkidaştır.
Çatışma, savaş sonrası dönemde de sürmüştür; bkz. Karl Kherkof, Der Krieg
gegen die Deutsche Wissenschaft (Halle, 1933).
uluslar arası, gayri şahsi ve neredeyse anonim karakteri, yeniden
onaylanmıştır.8 (Pasteur: “Bilim insanının bir vatanı vardır ama bili­
min yoktur.”) N orm un inkârı, inancın ihlali olarak anlaşılmıştır.
Evrenselcilik, daha ileri ifadesini kariyerlerin yeteneklilere açık ol­
ması talebinde bulur. Buradaki mantık, kurumsal hedef vasıtasıyla
sağlanır. Bilimsel kariyerleri ehliyet yokluğundan başka sebeplerle sı­
nırlandırmak, bilginin ileri götürülmesini zarara uğratm ak anlamına
gelir. Bilimsel çalışma alanına girişin serbest olması, işlevsel bir zorun­
luluktur. İşe yararlık ve ahlâkîlik bağdaşır. Bundan dolayı, siyasî arit-
metikçi John G raunt’u sözüm ona ihraç ettikleri için İngiliz Kraliyet
Akademisi’ni kınamak maksadıyla bilim âdetlerine başvurması ve “Bu
tür [kendileri gibi] tüccarlardan daha fazla bulsalardı, eminim onla­
rı da sessiz sedasız kabul edeceklerdi” şeklindeki sözleri, sadece II.
Charles’a has bir olağandışılıktır.
Burada yine bilim ethosu, toplum un ethosuyla uyuşmayabilir. Bi­
lim insanları, kast standartlarını içselleştirebilirler ve kapasite ya da
başarıya bakmaksızın kendi tabakalarını daha aşağı statüden olanla­
ra kapatabilirler. Bu durum da ayrıcalıklı ideolojiler, kast âdetlerinin
bilimin kurumsal amacıyla bağdaşmazlığının üstünü örtmeye davet
edilir. Aşağı kasttan olanlara bilimsel çalışmaya doğuştan yeteneksiz
oldukları gösterilmeli ya da en azından onların katkılarının değeri
sistematik olarak düşürülmelidir. “Fizikte araştırmanın kurucuları­
nın ve Galileo ve Nevvton’dan çağımızın fizik öncülerine değin büyük
mucitlerin hemen hepsinin sadece Aryan, çoğunlukla Nordik ırktan
olduğu bilim tarihinden ortaya çıkarılabilir.” Tanımlayıcı ifade, “he­
men sadece”, tüm bilimsel başarı iddiaları açısından kast dışı olanları
yadsımanın yetersiz bir temeli olarak anlaşılmaktadır. Bundan dolayı
ideoloji, “iyi” ve “kötü” bilim kavrayışı etrafında döner: Gerçekçi ve
pragmatik Aryan bilimi, dogmatik ve formal Aryan-olmayan bilime
karşıttır." Ya da, dışlama zeminleri devlet veya kilisenin düşmanları

8 Bkz. Profesör E. Gley’in inancını açıklaması (Pettit ve Leudet, Les alleman-


ds et la Science, s. 181): “Bilimde Fransızın yanısıra Alman, İngiliz ya da Ja­
pon bir gerçeklik olamaz. Alman, İngiliz ya da Fransız biliminden bahsetmek,
bizatihi bilim fikrinin kendisiyle çelişkili bir önermedir.” Keza bkz. Grasset ve
Richet’nin olumlu ifadeleri.
9 Johannes Stark, Nature 141 (1938): 772; “Philip Lenard als deutscher Na­
turforscher,” Nationalsozialistische Monatshefte 1 (1936): 106-12. Bu, Du-
hem’in “Alman” ve “Fransız” bilimi arasında kurduğu karşıtlıkla kıyaslama
taşımaktadır.
olarak bilim insanlarının bilim üstü kapasitelerinde aranır.10 Nitekim
genel anlamda evrenselci standartlardan vazgeçen bir kültürün yan­
daşları, bilim alanında bu değere sahte bağlılık göstermeye zorlan­
mışlardır. Evrenselcilik, teoride dolambaçlı biçimde teyit edilmekte ve
uygulamada bastırılmaktadır.
Ne var ki, pratiğe yetersiz biçimde aktarılabilse de demokrasi et-
hosu başat bir yol gösterici ilke olarak evrenselciliği içermektedir. D e­
mokratikleşme, sosyal olarak değerli kapasitelerin uygulanması ve ge­
liştirilmesi üzerindeki kısıtlamaların ilerlemeci bir biçimde giderilmesi
demektir. Gayri şahsi başarı ölçütleri ve statünün sabitlenmemesi,
açık demokratik toplumu karakterize eder. Bu tür kısıtlamalar, devam
ettikleri sürece, tam demokratikleşme yolundaki engeller olarak gö­
rülür. Nitekim laissez-faire (bırakınız yapsınlar) demokrasisi nüfusun
bazı kesimleri için farklı avantajların birikimine, kapasite bakımından
gösterilmiş farklılıklara bağlı olmayan ayırt edici niteliklere imkân ver­
diği sürece demokratik süreç, siyasal otorite tarafından yapılan d ü ­
zenlemelerde bir artışa yol açar. Değişen koşullar altında örgütlenme­
nin yeni teknik biçimleri, fırsat eşitliğini korumak ve genişletmek için
devreye sokulmalıdır. Siyasal aygıt, demokratik değerleri uygulamaya
sokmak ve evrenselci standartları sürdürm ek için gerekebilir.

“Komünizm”
“Komünizm”, malların genel sahipliğinin teknik olmayan ve genişle­
tilmiş anlamında, bilimsel ethosun ikinci bütünleştirici öğesidir. Bili­
min tözsel bulgulan, sosyal işbirliğinin bir ürünüdür ve topluluğa /
birlikteliğe hasredilir. Bu bulgular, bireysel üreticinin hak iddiasının
şiddetli biçimde sınırlandığı bir ortak mirası oluşturur. Kâşifinin adıy­
la anılan yasa ya da teori, kâşifin ve onun mirasçılarının özel mülki­
yetine ait değildir; ne de âdetler, özel kullanım ve idare hakkı için bu
kişilere yetki verir. Bilimde mülkiyet hakları, bilimsel etiğin mantığı

10 “Wir haben sie [‘marxistischen Leugner’] nicht entfernt als Vertreter der
Wissenschaft, sondern als Parteigaenger einer politischen Lehre, die den
Umsturz aller Ordnungen auf ihre Fahne geschrieben hatte. Und wir mussten
hier um so entschlossener zugreifen, als ihnen die herrschende Ideologie ei­
ner wertfreien und voraussetzungslosen Wissenschaft ein willkommener Sc­
hutz fuer die Fortfuehrung ihrer Plaene zu sein schien. Nicht wir haben uns
an der Wuerde der freien Wissenschaft vergangen...” Bernhard Rust, Das
nationalsozialistische Deutschland und die Wissenschaft (Hamburg: Hansea­
tische Verlagsanstalt, 1936), s. 13.
tarafından asgariye varana değin yontulabilir. Bilim insanının “kendi”
entelektüel “mülkiyeti” iddiası, eğer kurum bir nebze olsa bile ehliyet­
le işlerse, ortak bilgi stokunda gerçekleşen artışların önemiyle kabaca
uygun olan bir kabul ve saygı iddiasıyla sınırlandırılır. Kâşifinin adıyla
anılan yasalar -örneğin, Kopernik sistemi, Böyle yasası- bu yüzden
sadece ammsatıcı ve anma vesilesi olan birer araçtır.
Bilim insanının buluşlarında mülkiyet hakkına sahip tek kişi olarak
kabul edilmesi ve saygı görmesine karşı böylesi kurumsal vurgu çerçe­
vesinde bilimin önceliğine yapılan vurgu, “normal” bir yanıt halini al­
maktadır. M odern bilim tarihinde sürekli çıkıp duran önceliğe ilişkin
tartışmalar, özgünlüğe dair kurumsal vurguyla üretilm ektedir." Bura­
da ortaya çıkan sonuç, yarışmacı bir işbirliğidir. Yarışmanın ürünleri
kamulaştırılır,12 ve üreticinin payına da bunun itibarı düşer. Uluslar
öncelik iddialarında bulunurlar ve bilim topraklarına yapılan yeni gi­
rişler, ulusal isimlerle etiketlenir: Newton ve Leibniz’in birbirine rakip
iddialarından tutun da diferensiyal hesaplarına dek uzanan çekişmeler
buna tanıklık eder. Fakat tüm bunlar, ortak mülkiyet olarak bilimsel
bilginin statüsüne meydan okumaz.
Bilimin kamusal alanın bir parçası olarak kurumsal kavranışı, bul­
guların paylaşımı buyruğuyla bağlantılıdır. Gizlilik bu norm un antite­
zidir; bilimin temsili için tam ve açık iletişim [gereklidir].13 Sonuçların

11 Newton, “[doğa] felsefesinin terbiyesiz kavgacı bir hanımefendiye benze­


diğini, yani bir erkeğin kadın meselesindeki gibi davalara angaje olduğunda
iyi olduğunu” söylediği zaman zor kazanılan bir deneyimden bahsetmiştir.
Statüsündeki yükselme sadece bilimsel başarılarına dayanan sosyal açıdan
hareketli bir birey olan Robert Hooke, tanınmış bir “kavgacı” idi.
12 Toplumun tüccarlığı ile belirginleştirilse de, tıp gibi bir meslek bilimsel bil­
giyi ortak bir mal olarak kabul eder. Bkz. R.H. Shryock, “Freedom and In-
terference in Medicine,” The Annals 200 (1938): 45 “Tıp mesleği... tıpçılar
tarafından alman patentleri onaylamaz... Kuralları olan meslek... bu açık se­
çik tutumu, on yedinci yüzyılda patentin ortaya çıkmasından bu yana özel te­
kellere karşı koruyup sürdürmüştür.” Burada tıp uygulamasının sosyalleşme­
sinin, bilginin sosyalleşmesine meydan okunmadığı çevrelerde reddedildiği
muğlak bir durum ortaya çıkmaktadır.
13 Bernal’ın şu gözlemiyle karş.: “Modern bilimin gelişmesi, gizlilik idealinin
kesinlikle reddedilmesiyle çakışır.” Bernai, birinin araştırmalarını yayımlama­
ya yönelik ahlâki zorunluluğun bilim ethosunda diğer öğelerle açık biçimde
bağlantılı olduğunu [ileri sürdüğü] Réaumur’den (L’Art de convertir le forgé
en acier) dikkate değer bir pasaj aktarır. Örneğin, “ifşa edilmemesi gereken
sırları yayımlamamı ilginç bulan insanlar vardı... Buluşlarımız bizim için o
kadar sağlam ki Kamunun buna hakkı olmadığına, buluşlarımızın sanki ka­
yayımlanmasına yönelik baskılar, bilginin sınırlarını genişletmeye dö­
nük kurumsal gaye ve elbette yayımlama koşulu olan onaylama teşvi­
kiyle pekiştirilmektedir. Önemli buluşlarını bilimsel çevreye iletmeyen
bir bilim insanı -nitekim bir Henry Cavendish- ikircikli tepkilerin he­
defi olmaktadır. Ona yeteneğinden ve belki mütevazılığından dolayı
saygı duyulur. Fakat kurumsal olarak düşünüldüğünde, onun müteva-
zılığı, bilimin zenginliğini paylaşmaya yönelik ahlâki dürtü göz önüne
alınırsa, ciddi şekilde yanlış yerdedir. Konunun dışında bir kimse olsa
da Aldous Huxley’in Cavendish yorumu bu bağlamda aydınlatıcıdır:
“Onun dehasına olan hayranlığımız, belli bir kınamayla hafiflemekte­
dir; böylesi bir adamın bencil ve anti-sosyal olduğunu hissediyorum.”
Lakaplar, belli bir kurumsal mecburiyetin ihlaline işaret ettiklerinde
bilhassa öğreticidir. Sır olarak gizlenen bir dürtüye hizmet etmese bile
bilimsel keşfin baskılanması kınanır.
Bilimin ortak (comm unal) karakteri, bilim insanlarının, sahip çık­
tıkları kültürel mirasa olan bağımlılıklarını onaylamada daha ileri d ü ­
zeyde yansıtılır. Newton’m belirttiği nokta - “Ötedekini görmüşsem,
bu devlerin omuzları üzerinde yükseldiğimden dolayıdır”- ortak m ira­
sa olan minnettarlık duygusu ve bilimsel başarının esasında işbirliğine
dayalı ve titizlikle gerçekleştirilen birikimsel niteliğinin onaylanmasını
ifade eder.14 Bilimsel dehanın alçak gönüllülüğü, sadece kültürel açı­
dan anlamlı değildir, fakat bilimsel ilerlemenin geçmiş ve günüm üz
kuşaklarının işbirliğini içerdiği gerçeğinden de kaynaklanmaktadır.
Kendini tarihin mitik-şiirsel (mythopoeic) bir kavrayışına kaptıran,
Maxwell değil, Cariyle idi.
Bilimsel ethosun komünizmi, kapitalist bir ekonomide “özel mülki­
yet” olarak teknoloji tanımıyla uyuşmaz. “Bilimin bozulm ası”na yöne­
lik halihazırdaki yazılar bu çatışmayı yansıtır. Patentler, özel kullanım
ve çoğu zaman da kullanmama haklarını ilân eder. İcadın baskı altına

muya ait olmadığına hiç kuşku yok muydu?... Buluşlarımızın kesinlikle tek
Sahibi olduğumuz koşullar sürüp gider miydi?... Öncelikle kendi Vatanımıza
borçlu olmalıyız, fakat dünyanın geri kalanına da borçlu olmalıyız; Bilim ve
Sanatları mükemmelleştirmek için çalışanlar bütün dünyanın yurttaşları ola­
rak da görülmeliler” (J.D. Bernal, The Social Function o f Science [New York:
Macmillan, 1939] s. 150-51).
14Newton’in aforizmasmin en azından on ikinci yüzyıldan bu yana yinelen­
miş bir ifade olarak kabul edilen standartlaştırılmış bir deyim olduğu bellidir.
Keşif ve buluşun mevcut kültürel temele bağımlılığının modern sosyologla­
rın formülasyonlarından çok önce belirtildiği görülmektedir. Bkz Isis 24
(1935):107-9; 25 (1938): 451-52.
alınması, Birleşik Devletler versus American Bell Telephone Co. vaka­
sındaki mahkeme kararından da görülebileceği gibi, bilimsel üretim ve
yayılmanın mantığını yadsır: “Mucit, değerli bir şey icat eden biridir.
İcat, onun kendi malıdır. O, icadına ilişkin bilgiyi kam udan esirgeye­
bilir.”15 Bu çatışmalı durum a yönelik yanıtlar değişkenlik göstermiştir.
Savunmacı bir önlem olarak bazı bilim insanları, kamusal kullanıma
hazır olmasını sağlamak için çalışmalarının patentini alabildiler. Eins-
tein, Millikan, Compton, Lamgmuir patent aldılar.16 Bilim insanların­
dan, yeni ekonomik girişimlerin teşvikçileri olmaları ısrarla istendi.17
Ötekiler, çatışmayı sosyalizmi savunarak çözmeye çalıştılar.18 Bu öne­
riler —hem bilimsel keşiflerin ekonomik getirilerini talep edenler hem
de bilimin iş dünyası ile birlikte yürümesini sağlamak için sosyal sis­
temde bir değişim isteyenler- düşünsel mülkiyet anlayışındaki uyuş­
mazlıkları yansıtmaktadır.

Yansızlık
Bilim, genel olarak diplomalı mesleklerde de sözkonusu olduğu üzere,
temel kurumsal bir öğe olarak yansızlığı içerir. Yansızlık, ne özgeci­
lik ile eşitlenebilir ne de bencilce eylemle ilgilidir. Bu tür eşitlemeler,
çözümlemenin kurumsal ve motivasyonel düzeylerini birbirine karış­
tırır.19 Bilgiye yönelik tutku, yararsız merak, insanlığın faydasına olan
özgeci ilgi ve bir yığın diğer özel güdü, bilim insanına atfedilir. Ayırt
edici güdülerin aranması, yanlış yönlendirilmiş görünür. Bilim insan­
larının davranışını karakterize eden geniş bir güdüler alanının oldukça
ayırt edici kurumsal bir denetim örüntüsü söz konusudur. Kurum bir

15167 U.S. 224 (1897), zikreden BJ. Stern, “Restraints upon the Utilization
of Inventions”, The Annals 200 (1938): 21. Daha geniş bir tartışma için
Stern’in o yazıdaki daha ileri çalışmalarıyla karşılaştırın, keza Walton Hamil­
ton, Patents and Free Enterprise, Temporary National Economic Committee
Monograph, s. 31 (1941).
l6Hamilton, Patents and Free Enterprise, s. 154; J. Robin, L’oeuvre scientifiqu-
e:sa protection-juridique (Paris, 1928).
17Vannevar Bush, “Trends in Engineering Research”, Sigma Xi Quarterly 22
(1934):49.
18Bernal, The Social Function of Science, s.l 55 vd.
l9Talcott Parsons, “The Professions and Social Structure”, Social Forces 17
(1939): 458-59; krş. George Sarton, The History of Science and the New
Humanism (New York, 1931), s. 130 vd. Kurumsal zorlayıcılar ile güdüler
arasındaki ayrım, büyük ölçüde örtük olmasına rağmen, Marksist sosyoloji­
nin anahtar kavramıdır.
kez tarafsız etkinlikte bulunmayı emrettiğinde, yaptırımların acısına
ve bu norm olarak içselleştirildiği sürece psikolojik çatışmanın acısına
kendilerini alıştırmaları, bilim insanlarının faydasına olacaktır.
Bilim yıllıklarında dolandırıcılığın neredeyse yokluğu, ki bu diğer
etkinlik alanlarının kayıtlarıyla karşılaştırıldığında istisnai görünür,
zaman zaman bilim insanlarının kişisel niteliklerine atfedilmiştir. Bi­
limcilerin, olağanüstü bir ahlâkî doğruluk derecesine sahip olanların
arasından seçildiği imâ edilir. Aslında, bunun bir olgu (case) olduğu­
na dair tatmin edici kanıt yoktur; daha makul açıklama, belki bilimin
kendi ayırt edici bazı karakteristiklerinde bulunabilir. Sonuçların doğ­
rulanmasında olduğu gibi bilimsel araştırma uzman kadrolu akade­
misyenlerin titiz incelemesine m aruz kalır. Başkaca ifade edildiğinde
- k i kuşkusuz bu gözlem, saygısızlık olarak yorumlanabilir-, bilimcile­
rin etkinlikleri amansız bir politikaya m aruz kalır; belki de denebilir ki
bilim, bu bakımdan başka hiçbir etkinlik alanına benzemez. Yansızlık
talebinin, bilimin kamusal ve test edilebilir karakterinde katı bir temeli
vardır ve bu durum un bilim insanlarının dürüstlüğüne katkıda b u ­
lunduğu farz edilir. Bilim alanında rekabet vardır, bir başarı ölçütü
olarak önceliğe vurguyla yoğunlaştırılan bir rekabet ve rekabet koşulla­
rında rekabeti örtük araçlarla gölgede bırakan üretilmiş özendiriciler
olabilir. Fakat bu tür itkiler, bilimsel araştırma alanında nadiren ifa­
de fırsatları bulabilir. Kültçülük, informal klikler, çabuk üreyen fakat
ıvır zıvır yayınlar; bunlar ve diğer teknikler, kendini büyük göstermek
(self-aggrandizement) için kullanılabilir.20 Fakat genelde sahte savlar
önemsenmeye değmez ve etkisiz olarak görünür. Tarafsızlık norm u­
nun pratiğe aktarılması, bilimcilerin aynı konum dan meslektaşlarına
olan nihai sorumluluğuyla etkili bir şekilde desteklenir. Sosyalleşmiş
duygu ve yararlılık dikteleri, büyük ölçüde çakışır ki bu, kurumsal
istikrara müsait bir durum dur.
Bu bağlantıda bilim alanı diğer meslekî alanlardan biraz farklılaşır.
Bilimci, örneğin bir doktor ya da avukat örneğinde olduğu gibi m es­
lekten olmayan bir müşteri karşısında bulunmaz. Meslekten olm a­
yanın saflığını, câhilliğini ve bağımlılığını sömürme olasılığı, böylece
önemli ölçüde azalır. Sahtekâr, hileci ve sorumsuz savlar (şarlatanlık),
“hizmete dönük” meslekler arasında olduğundan muhtemelen çok
daha azdır. Bilimci-meslekten olmayan ilişkisinin önemli hale gelmesi
ölçüsünde bilimin kendi geleneklerinden yan çizmesinin özendiricile­

20 Bkz Logan Wilson, The Academic Man (New York: Oxford University
Press, 1941), s. 201 vd.
ri gelişir. Uzman otoritesinin kötüye kullanılması ve sahte bilimlerin
yaratılması, nitelikli meslektaşlar tarafından uygulanan denetim yapısı
başarısız kılındığında rol oynar.21
Bilimin, meslekten olmayanın gözündeki itibarının ve yüce etik sta­
tüsünün teknolojik başarılardan ötürü küçük ölçekli olmadığı kuvvetle
muhtemeldir.22 Her yeni teknoloji, bilimcinin doğruluğuna kanıt ta ­
şır. Bilim, savlarını gerçekleştirir. Ancak bilimin otoritesi, çıkara bağlı
amaçlar için tahsis edilebilir ve edilir de kesinlikle; çünkü meslekten
olmayanlar, böylesi bir otorite için sahte savları hakiki olanlardan
ayırt edecek bir konumda değildir çoğu zaman. Totaliter sözcülerin
ırk, ekonomi ya da tarih üzerine güya bilimsel bildirileri, genişleyen
bir evren ya da dalga mekaniğine ilişkin gazete yazıları yazanlar gibi
aynı şekilde eğitimsiz kişilerin meslek dışı bildirilerine benzer. Her iki
örnekte de onlar sokaktaki adam tarafından kontrol edilemezler ve
her iki örnekte de sağduyuya aykırı düşebilirler. Eğer arada bir fark
aranacaksa, mitler daha makul görünecek ve güvenilir bilimsel teori­
lere göre kamuoyu için elbette daha anlaşılabilir olacaklardır, çünkü
sağduyu yaşantısına ve kültürel eğilimlere daha yakındırlar. O halde,
kısmen bilimsel başarıların bir sonucu olarak halk, genellikle görünüş­
te bilimsel terimlerle ifade edilen yeni mistisizmlere duyarlı hale gelir.
Bilimden ödünç alınmış otorite, bilimsel olmayan öğretiye saygınlık
bahşeder.

Örgütlü Kuşkuculuk
Örgütlü kuşkuculuk, bilimsel ethosun diğer öğeleriyle farklı şekillerde
içsel bir ilişki içindedir. Bu ilişki, hem yöntembilimsel hem de kurum ­
sal vekâlet düzeyindedir. Empirik ve mantıksal ölçütlere göre yargının
geçici olarak askıya alınması ve inançların tarafsız incelenmesi, peri­
yodik olarak bilimin diğer kuram larla çatışmasını içermiştir. Doğa ve
toplumun her yönü ile ilgili, potansiyeller dâhil, olgulara ilişkin sorular
soran bilim, öteki kurumlar tarafından kristalize edilen ve çoğu zaman
ritüelleştirilen bu aynı verilere yönelik diğer tutumlarla çatışma içine

21Krş. R. A. Brady, The Sprit and Structure o f German Fascism (New York:
Viking, 1937), Bölüm 2; Martin Gardner, In the Name o f Science (New
York: Putnam’s, 1953).
22Francis Bacon, bu popüler pragmatizmin ilk ve en veciz ifadelerinden birini
ileri sürdü: “Artık -biri etkin, diğeri tefekküre dayalı olan- bu iki yön bir ve
aynı şeydir; ve işlerlikte olan en kullanışlıdır, bilgide olan ise en doğrudur”
(Novum Organum, 2. Kitap, 4. aforizma).
girebilir. Bilimsel araştırmacı, kutsal olan ile kutsal dışı, eleştirmeksi-
zin kabul edilen ile nesnel olarak analiz edilebilen arasındaki yarılmayı
sahiplenmez.
Bu, bilimin diğer alanlara sözüm ona izinsiz, zorla girmesine karşı
çıkan isyanların kaynağı olarak görünür. Örgütlü din tarafından gelen
böylesi bir direnç, ekonomik ve siyasi gruplarla kıyaslandığında daha
az önemli görünür. Kilise, ekonomi ya da devletin özel dogmalarını
hüküm süz kılıyor görünen özgül bilimsel keşiflerin takdiminden ol­
dukça farklı bir muhalefet de var olabilir. Kuşkuculuğun mevcut ik­
tidar dağılımını tehdit ettiği endişesi, oldukça yaygın ve sıklıkla m üp­
hem bir endişedir. H er ne zaman bilim, araştırmasını kurumsallaşmış
tutum ların olduğu yönlere doğru genişletse ya da her ne zaman diğer
kurum lar denetim alanlarını bilime doğru genişletse, çatışma günde­
me gelir. M odern totaliter toplum da ussalcılık karşıtlığı ve kurumsal
denetimin merkezîleşmesi, bilimsel etkinliğe sağlanan alanı sınırlama­
ya hizmet eder.
BİLİMSEL İNANÇLAR*

M ich ael Polanyi

Bugün, bilim uğraşının hiçbir kuşkulu inanç gerektirmeyen bir zihin­


sel etkinlikler alanını temsil ettiği geniş bir kabul görmektedir. Bilim
doğası gereği pozitif ve tanıtlanabilir olarak görülmekte, bu bakımdan
yalnızca dinsel inançtan değil adalet inancı ya da bağlandığımız her­
hangi bir başka ahlâkî standart gibi etik kanaatlerden de ayrı tutul­
maktadır.
John Locke, tâ o zamanlar, dinsel hakikatle bu türden bir ayrım
gütmüştü. Bunlar [dinsel hakikatler], diyordu Locke, tanıtlanamazlar,
“imanının teminatının kaynaklandığı yerler ne denli sağlam zeminli ve
büyük olurlarsa olsunlar; bunlar yine de imandır, bilgi değil; itikattır,
kesinlik değil.”1 Locke’un imanla tanıtlanabilir bilgiler arasındaki bu
ayrımı yapmasından bu yana geçen iki buçuk yüzyıl içinde gerçekle­
şen bilimsel başarılar belirsiz olmayan, nesnel bilginin somutlaşması
olarak bilimin itibarını büyük ölçüde katladı. Bazı bilim insanlarının
bilimin ne olduğuna dair inançlarının tutkulu bir doğrulaması, geç­
tiğimiz yıllarda seçkin Amerikan psikologu Cari L. Hull tarafından
Principles o f Behavior [Davranış İlkeleri] adlı çalışmasında sunulu­
yordu. Bilimsel nesnelliğin özü, diyordu Hull, ölçülmüş değişkenler

Çeviren: Barış Yıldırım


*Orijinal Eser: “Scientific Beliefs”, Ethics, 61, 1 (1950), 27-37.
1 “A Third Letter for Toleration,” Works of John Locke (10. Basım; Londra,
1801), VI, 144.
arasında titiz matematiksel ilişkiler kurmakta yatmaktadır. Bir de­
ğişkenler kümesinin değerleri verildiği zaman, bilim, diğer kümenin
değerlerini kesin olarak öngörür. Gerçek bir bilimsel teori, bölünen
ve böleni temsil eden tuşlar basılır basılmaz sonucu otomatik olarak
saptayan bir hesap makinesi gibi işlev görmelidir.2
Bugün, bilim insanlarının bilimin kesinliği ve nesnelliği üzerine bu
türden tanıklıkları [bahsedilen] kanaati her yana yayıyor. Aslına ba­
kılırsa, yakınlarda, bilime yönelik bu kavrayışla uzlaşması son derece
zor olan devâsâ bir olay gerçekleşmemiş olsaydı ben de bu kanaatlere
karşı çıkmayı pek göze alamazdım. Öyle oldu ki “büyük bir bilimsel
ulus, bilimsel yöntemin bazı belirli temel unsurlarını reddetti ve böyle
yaparak da bilimin evrensel ve ulusüstü karakterini reddetmiş oldu.”
Sovyet genetiği üzerine 18 Haziran 1949 tarihli Nature’da yazan Ju-
lian Huxley’e ait bu sözler, bence, Batı’da yaşayan bilim insanları ile
komünizm koşullarında yaşayan bilim insanları arasındaki bölünm e­
nin doğru bir tarifini veriyor. Bilimin, dünyanın bir parçasında doğru­
luğu kabul edilen ve bu yüzden de bilim olarak kabul edilen bir takım
önemli kısımlarının bir başka yerde ikna edici olmadığını, bu yüzden
de kibirli bir biçimde reddedildiğini gösteriyorlar. Bu, bilimin titiz ve
kişisellikten uzak olduğu iddiasına ciddi bir biçimde soru işareti koyu­
yor ve bilimi -bizim bilimimizi-geçerli olarak kabul edişimizde kuşku
götürm ez olmayan bir takım inançlar olduğunu gösteriyor gibidir.
Bu kafamızın bir köşesinde kalmak üzere, bilimin titiz bir biçimde
pozitif kavrayışının içerdiği bir takım önemli çatlaklara işaret ederek
ve eğer bilimin resmini doğru çizmek istiyorsak bu çatlakların - “bi­
limsel inançlar” adını vereceğim - ölçütler koyan [fiducial] öğelerle
kapatılması gerektiğini göstererek devam edeceğim.
Mesela yukarıda alıntıladığım pasajda Clark L. Hull tarafından
hayli vurgulu bir biçimde onaylanan şekliyle, ölçülen değişkenler ara­
sında empirik biçimde kurulmuş bir matematiksel ilişkiler kümesi ola­
rak pozitivist bilim modelinin eksik olduğunu, hem de bilimin bir ka­
rikatürü olmaktan ileri gidemeyecek denli eksik olduğunu tanıtlamak
kolaydır. Varsayalım ki bilimsel bir önermenin temel alacağı bir kanıt,
çeşitli gözlem zamanlarında elde edilmiş bir dizi ölçümden oluşsun ya­
hut birtakım başka ölçülebilir param etreler üzerinde yapılmış bir dizi
gözlemle uyum içinde olsun. Bir başka deyişle, elimizde, X ve Y adında
iki ölçülmüş değişken çiftimiz olsun. F y e karşılık olarak çizilmiş bir
dizi .Y’ten hareketle X = f(Y ) şeklinde bir fonksiyon ilişkisinin mev-

2 Clark L. Hull, Principles o f Behavior (New York, 1943), s. 24.


cut olduğuna karar verebilir miyiz, verebilirsek bu ilişki nedir? Açıktır
ki bu türden bir şey yapamayız. Herhangi bir X ve Y çiftleri kümesi,
sonsuz sayıda fonksiyon ilişkisi ile uyum ludur ve bunların arasında
temeldeki veriye yönelik bir bakış açısı seçme konusunda yapabilecek
hiçbir şey yoktur. Sonsuz sayıda olası fonksiyondan herhangi birini
seçme ve buna bilimsel bir önerm enin üstünlüğünü verme noktasında
bu ana kadar herhangi bir gerekçemiz yoktur. Ölçülen veriler x = /(y)
gibi belirli bir fonksiyon kurm ak için yetersizdir, tıpkı bir üçgenin iki
öğesinin belirli bir üçgeni belirlemeye yetmemesi gibi.
Buradan da, eğer bilimsel önermeler, kesin olarak ölçülebilen bir
değişkenin kesin olarak ölçülen bir başka değişkene dayandığı m a­
tematiksel fonksiyonlara eşdeğer olsalardı, söz konusu değişkeni
gözlemleyerek böylesi bir önermeyi keşfetme şansı kesin olarak sıfır
olurdu sonucu çıkar. Bu önermeler atıfta bulundukları kanıttan kesin
olarak çıkartılamaz durum da olacaklardı. Dahası, bununla birlikte,
kavranılamaz bir tarzda sunulacak olsalardı, bu önermeler kesin ola­
rak doğrulanamaz olurlardı. Başarılı tahmin, kendi başına, söz konu­
su önerm enin sonlu bir doğrulama ölçütünü sağlayamazdı. Yalnızca,
önceden verilmiş bir dizi ölçüme bir dizi gözlem, tahmin edilen göz­
lem ekleyebilir ama herhangi bir ölçümler dizisinin ölçülen değişken­
ler arasında bulunan herhangi bir belirli fonksiyonu saptayamayacağı
gerçeğini değiştiremezdi.3
Bazılarınız (yalnızca H um e’un uzun zaman önce söylediği şeyi ye­
niden ifade etmiş bile olsa) bu sonuç karşısında çok şaşırabileceği için
biraz daha izah edeceğim. Varsayalım ki bir rulet oyuncusu yüz ardı­
şık atışta kırmızı ve siyahların sayısını gözlemler. Bunları bir grafik­
te işaretler, bir fonksiyon türetir; bu fonksiyonun ışığında bir tahmin
yapacaktır. Dener ve kazanabilir. Tekrar dener ve tekrar kazanabilir.
Üçüncü kez de kazanabilir. Bu onun genelleştirmesini kanıtlayacak
mıdır? Hayır; bize göre bu sadece bazı rulet oyuncularının çok şanslı
olduklarını kanıtlayacaktır -yani tahminlerinin gerçekleşmesini yal­
nızca tesadüf olarak görürüz.
Birkaç yıl önce, Nature’da, tavşandan ineğe kadar bir dizi hayvanın
gün olarak ölçülen gebelik zamanlarının v sayısının bir çarpanı oldu­
ğunu büyük bir hatasızlıkla kanıtlayan rakamlardan oluşan bir tablo
yayımlandı (bkz. Tablo 1). Yine de bu türden kesin bir ilişki, m odern
bilim insanını etkilemez, bunu doğrulayan başka kanıtlar ne kadar çok

3 Benim Science, Faith and Society çalışmam ile karşılaştırınız (Londra: Ox­
ford University Press, 1946), s. 7 ve 8.
olursa olsun hayvanların gebelik süreleriyle tt sayısının çarpanları ara ­
sında herhangi bir ilişki olduğu konusunda onu ikna etmez.
Yüz yıllık bir sürede insanların bu konuda farklı düşünceler taşımış
olmaları anlaşılmaz bir durum değildir kuşkusuz. Yüz yıl kadar önce
büyük Helmholtz şunu bildirdi: “Ne Kraliyet Cemiyeti’nin* bütün üye­
lerinin şahadeti ne de hattâ kendi duyularımın sunduğu kanıt benim,
düşüncelerin bir insandan diğerine kabul edilen duyum kanalları ol­
maksızın iletilebileceğine inanmamı sağlayamaz.”4 Sanırım artık, ola­
sılıkla çoğu böyle yapsa bile, bilim insanları Helmholtz’un duyuüstü
algılamayı safsata olarak görerek reddetmeye yönelik kararını oybirli­
ğiyle kabul etmeyeceklerdir.
Çok uzun olmayan bir süre önce, İngiltere’de Üçüncü Program
dinleyicileri astroloji üzerine dinledikleri bir yayın üzerine şaşkına
dönmüşlerdi; program da bir astrolog, doğru çıkan astrolojik tahm in­
lerden dikkatle seçilmiş bir dizi sunmuştu. M uhtemelen belki bin yıl
sonra bu kanıtı ciddiye alma eğiliminde olacağız. Bugün değiliz; ve bir
gerçek var ki, o da bütün zamanlarda daha başından saçma görülüp
reddedilen, bu yüzden de geçerli kabul edilmeyen çok sayıda anlaşı­
labilir empirik ilişki varken, benzer genişlikte olup da hatasız olduğu
açık bir kanıt, böylesi bir ön itirazın getirilmediği bir ilişkiyi kanıtla­
maya yeterli olarak kabul edilmiştir.
Bu, pozitivist bilim modelinin mantıksal analizinden hareketle tü ­
rettiğimiz vargıyı, yani gözlemlerden çıkarılan tahminlerin gerçekleş­
mesinin tek başına bilimsel bir önermeyi doğrulayamayacağı vargısını
izah etmekte ve temellendirmektedir. Buna, bunun tersinin de doğru
olduğunu ekleyebiliriz. Şeylerin doğasına ilişkin genel kavrayışımız
deneyle kesin olarak yalanlanmaz, çünkü bunlar her zaman, her dene­
yi kapsayacak şekilde genişletilebilirler. Bu, belirli bilimsel teoriler için
bile sıklıkla doğrudur. Örnek olarak, istenildiği kadar tahmin m iktarı­
nı ve anlaşılabilir her tür gezegensel hareketi kapsayabilen Kopernikçi
siklus ve episiklus teorisini verebiliriz. Yahut Dalton’un basit kimyasal
oranlar yasasını ya da Hauy’un kristaller bilimindeki rasyonel indisle­
rini ele alabiliriz. Dalton yasasını düpedüz yalanlayacak şekilde kim ­
yasal birleşim içine girecek iki bileşik gözlemlenememiştir, çünkü bu

' Kraliyet Cemiyeti (Royal Society): İlk kez 1645’te gayrıresmî olarak Londra
ve Oxford’da toplanan “Görünmez Kolej”in (Invisible College) yine küçük bir
grup seçkin İngiliz akademisyenle birleşmesinden oluşan ve 1660’da resmen
kurulan, İngiltere’nin en eski bilim cemaati (editörün notu).
4Aktaran: fan Ehrenwald, Telepathy and Medical Psychology (1947), s. 23-24.
yasanın tahmini kesin olarak belirli değildir, aynısı kristaller bilimin­
deki rasyonel indisler için de doğrudur.

TABLO 1
O rtalam a G e b e l ik S ü resi ve m r*

Ortalama
Gebelik
N mr Gebelik Süresi Hayvan
sayısı
(Gün)
10... 31.416 31.41 64 İngiliz tavşanı
36... 113.097 113.1 ± 0.12 203 Domuz
48... 150.796 150.8 ± 0.13 195 Karakul koyunu
Kara Orman
150.8 ± 0.19 391
keçisi
49... 153.938 154 ? Saanen keçisi
92... 289.026 288.9 428 Simmental ineği

* J. H. Kenneth, Nature, CXLVI (1940), 620.

Bu, bir teorinin kim i zaman gözlem yoluyla yalanlanamayacağı anla­


mına gelmez. Ancak bir bilim insanının deneyle çeliştiği anda bir hipo­
tezden vazgeçmesi hikâyesi tam bir mitostur. Hiçbir gerçek bilim in­
sanı böylesine beceriksiz davranmaz. Niels Bohr, yalnızca tek bir atom
tipi -hidrojen atom tip i- tarafından doğrulanan ve hemen bir sonraki
adımda, helyuma uygulandığı zaman çöken spektrumlar teorisinden
vazgeçmedi. İki element çifti periyodik sisteme ancak atom ağırlıkla­
rına göre ters sırada yerleştirilebildi diye bu sistemden vazgeçilmedi.
Kimya, Kekule’nin 1859’da önerdiği halkalı benzen formülüne sıkı
sıkıya bağlı kaldı; yıllar geçtikçe ön koşulu olan ikili yer değiştirilen
[ıdi-substitute] iki farklı türevin aslında var olmadığı ortaya çıktıktan
sonra bile. Bilim insanları, teorilerindeki bu türden çelişkilere, sıklıkla,
teorinin zaman içinde ayrıntılı hale getirilmesiyle devreden çıkartıla­
bilecek aykırılıklar olarak göz yumacaklardır. Herhangi bir durum da
bir teoriyi bırakıp bırakmayacakları hiçbir sabit kuralla belirlenemez.
Bilim insanının kararı, gözlemlerini yorumladığı inançlarının gücüne
bağlıdır ve biz, bu inançları paylaşıyorsak onun kararını da onaylarız.
Bilimin yalnızca deney verilerini temel alacağına kani olanlar, bili­
min iddialarını daha ılımlı bir düzeye indirgeyerek bu türden eleştirel
çözümlemelerin ağırlığından sakınmayı denemişlerdir. Onlar, bilimsel
önermelerin kesin olanı değil yalnızca olası olanı iddia ettiklerine; yal­
nızca her zaman gözden geçirmeye tâbi olan geçici ifadelerde bulun­
duklarına dikkat çekmektedirler.
Ne var ki bu çekinceler esasa ilişkin değildir. Birisi iki açı verildiği
zaman bir üçgen kurabileceğini iddia ediyorsa, bu iddiası yalnızca ola­
sı bir üçgenin hakiki bir kuruluşunu yahut yalnızca olası bir kuruluşu­
nu sunabileceği iddiası kadar anlamsızdır. Hepsi problemin saptadığı
koşulları yerine getiren öğelerin sonsuz kümesinden bir öğenin seçil­
mesi, seçimimize atfettiğimiz pozitif nitelik ne olursa olsun yine aynı
şekilde, doğruluğu ispat edilemez olacaktır. Değeri kesinlikle sıfırdır.
Aslında bilim insanları gerek oyunlardaki dizisel kurallara, gerek ast­
rolojik tahminlere gerekse hayvanların gebelik süreleriyle v sayısı ara ­
sındaki ilişkilere, bunlar ister kesin, ister olası, hattâ ister geçici olarak
iddia edilsinler, aynı biçimde itiraz edecekler; tüm bunlara anlamsız
muamelesi yapacaklardır.
Bilimsel keşifleri daha az muammalı kılmak için bilimin iddialarını
bu şekilde indirgemeye yönelik böylesi çabalar, şehit Aziz Denis’in
kendi kellesini koltuğunda taşıyarak M ontm artre’dan ne kadar uzak­
laştığına dair tartışmayı hatırlatmaktadır. Matmazel du Deffand bu
durum u şu haykırışıyla pürüzsüz bir çözüme kavuşturmuştur: “Ama
elbette, böylesi bir durum da, ce n ’est que le premier pas qui coûte!”
(“sadece ilk adım sayılır”).
Bilim insanlarının omuzlarındaki sorumluluk yükünü azaltmaya
yönelik diğer girişimler de bundan daha başarılı çıkmadı. Bilimin ha­
kikati keşfetme değil yalnızca gözlemsel verilerin bir betimini ya da
özetini verme iddiasında olduğu öne sürüldü. Peki, öyleyse neden
astrolojiye ya da gebelik sürelerinin tt sayısıyla betimlenmesine itiraz
edilsin? Elbette bunların doğru ya da akılcı betimlemelerde bulunm a­
malarından başka sebebi yoktur bunun ve bu da sorunu tam da başla­
dığımız noktaya geri getirmekten başka işe yaramaz.
Bilim insanlarının, kendi gözlemlerinin en basit tarifini sundukları
ileri sürülm üştür. Ama bu apaçık bir yanlıştır. Bilim insanları astrolo­
jiyi, büyüyü, gebelik sürelerinin t t sayısının çarpanlarıyla çakışmasını
yahut duyuüstü algılamayı, bunlar yalnızca gözlemlenen olguların b a ­
sit tarifleri değiller diye reddetmezler. Hattâ insan maharetinin, genel
görelilik teorisinin bu teorinin atıfta bulunduğu olgulara dönük tari­
finden daha çapraşık bir tarif tasarlayamayacağını bile söyleyebilirim.
“Basit” sıfatı, zorla “akılcı” anlamına kavuşturulmadıkça ve nihaye­
tinde “doğru” ile çakıştırılmadıkça, böylece de bizi daha önce bulun­
duğum uz noktaya geri getirmedikçe, bilimsel önermelerin ayırt edici
işareti olarak kullanılamaz.
Keskin zekâlı, ciddi ve akıllı insanların bu kadar uzun bir süre bo­
yunca bilimin doğasına ilişkin böylesine abuk sabuk laflara itibar e t­
miş olduğu gerçeği ancak m odern uygarlığımızın temelinde bulunan
derin bir dürtünün ifadesi olarak anlaşılabilir. Bunun nedeni, deneyci
felsefemizin bel bağlayamayacağı daha üst yetilerimizi kabul etmeye
yönelik köklü isteksizliğimizdir. Gözlemlenen değişkenlerin ölçülme-
siyle tanıtlanamayan şeylere inanmanın -aslında bilm enin- ağma düş­
mekten müthiş korkuyoruz. Bu yüzden de her tür bahaneyi, mazereti
uyduruyor, en derin içgörülerimizi yalnızca “tasarruflu betimlemeler”
olarak tanımlıyor, en kesin kanaatlerimize yalnızca “işe yarayan hi­
potezler” diyoruz. Bu, doğa hakkındaki hakikati keşfetmeye yönelik,
felsefi olarak kavranamaz gücümüzü ve böylesine belirsiz bir biçimde
elde ettiğimiz hakikatlere olan kalpten bağlılığımızı ardına gizlediği­
miz sözel bir perde hizmeti görüyor bizim için.
Pozitivist hareket, elbette, bizi kuşkucu bir felsefenin sınavından iyi
notla geçebilmeleri için aşkın yeteneklerimizi ve yükümlülüklerimizi
faydacı renklerle kamufle etmeye kandıran m odern deneyciliğin o r­
taya çıkardığı genel eğilimin bir parçasıdır yalnızca. Kuklaları taklit
eden palyaçolar gibi biz de, mekanikçi bir insan kavrayışına uymak
için, sanki iplerle yukarıya bağlıymışız gibi davranıyoruz. Bu, ense­
mizde duran deneyci polisin korkusuyla, aslında beslediğimiz bilim­
sel inançları beslemekte olduğumuzu itiraf etmeye cesaret ettirmeyen
sözkonusu örüntünün bir parçasıdır. Om zum uzun üstünden arkayı
dikkatle kontrol ediyor, uygun sözcükler seçiyor, bilimin şeylerin d o ­
ğasına yönelik olarak sorgulayacağı ya da açıklamaya çalışacağı ölçü­
de metafizik bir şeyler söylemekten kaçınıyoruz -bilim in katı biçimde
deneyci kökeni hakkında hüküm süren varsayımları çiğneme korkusu
yüzünden.
Yine de bilime, pozitivist model yerine daha yeterli bir başvuru
noktası koyma yolunda izini süreceğimiz ipucu tam da budur. Şeyle­
rin doğasına yönelik olarak beslediğimiz, bilim uğraşımıza kılavuzluk
eden inançları açıkça ilân etmeliyiz. Bu inançların aldığımız eğitim ya
da eğitim sonrası bilim çıraklığımız süresince eleştirmeden edindiği­
miz inançlar olduğunu ve bu temel inançlara yönelik sonradan yapa­
cağımız hiçbir eleştirel incelemenin düşüncemizdeki ölçütler koyan
bütün öğeleri ortadan kaldıramayacağını kabul etmeliyiz. Şimdi yö­
nüm ü bu durum un açıklanmasına döndürm em e izin verin.
Bütün bilimsel düşüncemizin temelinde bulunan en genel inancı­
mız, evrene yönelik olarak bugün bizlerin arasında geçerliliğini sürdü­
ren doğalcı görüştür. Bir bilim insanı horoskoplardan elde edilen tah­
minlerin güvenilirliğine, sihrin etkisine ya da büyücülük güçlerine yö­
nelik herhangi bir empirik kanıtı in limine [daha başından] reddettiği
zaman, aslında önceki yetişme tarzımızın kafamıza soktuğu şeylere
yönelik doğalcı kavrayışın ışığında hareket etmiş olur. Doğaya yönelik
bu aydınlanmış görüşü dışarıdan herhangi bir baskı olmaksızın gayet
tabii olarak ediniyor değiliz. Tersine, görünüşe göre, bizi etkileyen b ü ­
tün olayların kişilerin güçlerinden gelen bir niyet barındırdığı büyüsel
dünya algılayışına yönelik güçlü bir doğal eğilim mevcuttur. Küçük
çocuklar gibi, çevremizdeki nesneleri ayrımsız olarak kişisel faillik-
ler biçiminde karşılarız. Kişilerle kurduğumuz Ben-Sen ilişkisi kişisel
olmayan nesnelerle ilişkimizde de hüküm sürer. Bu nesneleri ancak
vakit geçtikçe B en-0 ilişkisi içinde sınıflandırır ve kişilerle şeyler ara­
sındaki ayrımın farkına varırız. Bütün kurmaca eserler ve en yavan ta ­
rih vakayinameleri dışında bütün eserler önemli ölçüde büyüsel görüş
açısı barındırırlar. Bir epik şiirde ya da bir romanda, karakterin başına
öykü bağlamında anlamlı olmayan hiçbir şey gelmez. Bir romanda bi­
risi kazayla ölüyorsa bu hiçbir zaman gerçekten kazayla olmaz, yani
gerçekten anlamsız değil, yazarın tanıklık ettiği değerler bağlamına
uyan bir şeydir. Büyüsel görüş açısı, m odern insanın açık özne-nesne
ilişkisinden yoksun oluşuyla çocukların görüş açısına benzer ve in­
sanın başına gelen her şeyin anlamlı bir hikâyenin parçası olduğuna
dair varsayımıyla kurm aca dünyasını hatırlatır. M odern eğitim, büyü­
sel görüş açımızı destekleyen doğal yatkınlıklarımızı parçalar ve bize
ilkel insanların sahip olmadığı belirli kavrayışlar aşılar. Böylece açık
bir özne-nesne ilişkisi ve doğal nedenler fikrine ulaşırız ki bu da kaza
kavrayışının doğal sonucudur. Lévy-Bruhl, bu faraziyenin, insanın
kaderini etkileyen olayların bütünüyle rastlantısal, yani bütünüyle an ­
lamsız olabileceğine yönelik doğalcı görüş açısının mantıksal temeli
olduğunu göstermiştir.
İlk önce, eleştirel olmayan bir biçimde büyüklerimizin dilini özüm ­
seyerek konuşmamızı edinirken doğalcı açıklamalar sistemimizi de
ediniriz. Ana dilimizi, yüz kadar yaşayan dilin yanısıra Esperanto, Ido,
eski Etrüskçe ve Principia mathematica’nın dili gibi [yaşamayan ya da
yapay -ç.n.] dillere tercihen, her birinin sözcük dağarcığını ve dilbilgi­
sini inceledikten ve birbirlerine göre uygunluklarını sınadıktan sonra
öğrenmeyiz. Bir dilin içine doğduğum uz gibi şeylerin doğasına ilişkin
bir inançlar kümesinin de içine doğarız. Ve inançlarımızın içinde b ü ­
yüdükten sonra da bunları bir sonraki nesle empoze edecek kadar
benimseriz. Yaşamlarımızı bu inançlara yatırır, bu inançları besleyen
bütün toplum un yaşamını bu inançlar üzerine inşa etmekte pay sahibi
oluruz. Gerçekten de bu toplum, büyük ölçüde bu ortak yükümlülük
üzerine kurulm uştur. Bir teknoloji ve bilim uğraşma, bir yargı hakkı
sistemi ve politik tartışma uğraşm a ve genel olarak bu esas teşkil eden
inançları benimsemiş olmanın derinden etkilediği bir yaşam biçimi
uğraşm a adanmıştır.
Sihir, büyü ve kâhinler sistemi içinde büyümüş insanlar da kendi
inançlarına aynı ölçüde bağlıdırlar. Bizim gözümüze onların kâhinle­
rinin değersiz olduğunu bariz bir biçimde açıklayacak olan kanıtlar,
bu insanları şu kadarcık bile utandırmaz. Bu, Evans-Pritchard’ın O rta
Afrika kabilesi Azande üzerine yazdığı eserde bütünüyle açık bir bi­
çimde gösterilmişti. “Azande,” diyordu “kâhinin hareketlerini bizim
gözlemlediğimiz gibi gözlemler, ancak onların gözlemleri her zaman
inançlarına tâbidir, inançlarının içine dâhildir ve bu inançları açıklar,
gerekçelendirir durum dadır. Okuyucu, Z ande’nin kâhinlerin gücüne
dair bütün iddialarını nihai olarak tahrip edecek herhangi bir argüman
varsaysın. Bu argüman Zande düşünce tarzlarına tercüme edilecek ol­
saydı, onların bütün inanç sistemini destekleyecek hale gelirdi.”5 O n ­
ların körlüğü (biz böyle kabul ederiz) aptallıktan kaynaklanmak şura­
da dursun dikkate değer bir maharetin ürünüdür. “Kendi inançlarının
dili içinde kusursuz bir biçimde akıl yürütürler,” der Evans-Pritchard,
“ancak inançlarının dışında ya da onlara karşı akıl yürütemezler, çü n ­
kü düşüncelerini ifade edecekleri başka dilleri yoktur.”6
Azande kabilesi içinde büyümüş olsaydık sizin ya da benim onların
düşündüğü gibi düşüneceğimize ve onların inançlarının ahmaklığına
bugün bizi ikna eden kanıtlara bağışık olacağımıza kuşku yoktur. Bu
da kaçınılmaz olarak yüzyıllardır dinsel kuşkucular tarafından ileri
sürülen ve daima yedekte tutulan argümanı ortaya çıkarır; yerel bir
yetkenin gücüne bağlı olarak eleştirmeden kabul edilen inançların her
zaman kendi geçerliliklerinin kanıtı olacağını, ancak bu kanıtın d e­
ğersiz, bu yüzden de bu inançların temelsiz olduğunu söyleyen argü­
manı. Yine de bu argümanı Azande’nin ve bizim şeylerin doğasına
ilişkin olarak beslediğimiz farklı inançlar bakımından kabul etmiyo­

5 E. E. Evans-Pritchard, Witchcraft, Oracles, and Magic among the Azande


(Oxford, 1937).
6 a.g.e., s. 338.
ruz. Ben her halükârda kendimi Azande’nin benimsediği türden bir
inançlar sistemi içinde büyümediğim, bu yüzden de hatalı bir biçimde
onların inandığı şeylere inanmadığım için tebrik edebilirim. Bu, her­
kesin kabul edeceği üzere, ıspanağı sevmemekten m emnunum, aksi
halde şimdi nefret ettiğim bu sebzeyi yerdim demek gibi bir şeydir.
Azande’den çok daha aydınlanmış olduğumuz için birbirimizin sırtı­
nı pışpışladığımızda, bu aydınlanma olduğu varsayılan şeyi edinirken
körlemesine teslim olduğumuz aynı yetkeye dayanırız. Bu yetkeye ta ­
nık oluşumuz, eğitimimizin bir parçasıdır. Bu da oldukça münasip bir
durum dur. Bölgesel inanç farklılıkları ve bunların toplumsal kökleri­
nin inançlarımızı sarsması için, bunların üzerinde durdukları zeminin
başka nedenlerle ayaklarının altından kaymış olması gerekir.
Gerçekten de insan zihninin eleştirmeksizin edindiği bütün temel­
lerden kendini yoksun bırakması mantıksal olarak olanaksızdır. Çünkü
zihinlerimizi belirli bir inanç dilini benimsemeden kesinlikle açamayız,
bu dil de kaçınılmaz olarak sonraki ölçütler koyan gelişimimizin b ü ­
tün kapsamını belirleyecektir. Evans-Pritchard’ın gözlemlediği üzere,
Azande içindeki kuşkucular bile ayrılıklarını alternatif Zande inançla­
rı içinde ifade ederler. Bu, inançlarımızın değişmez olduğu anlamına
gelmez. Onlar, yeni nesnelere uygulanırken sürekli olarak yeniden şe­
kil alırlar. Pitagoras ya da Galileo gibi büyük öncülerin onları sonraki
araştırm a dönemlerine taşıyacak olan yeni bilimsel inanç m anzaraları­
na nasıl açıldıklarını biraz sonra izah edeceğim. Ben de bizzat, bizim
yaygın olarak kabul gören doğalcı Ben-O ilişkimizin bile, insanı so­
rumlu bir ahlâki varlık olarak takdirimize zarar vermekten kaçınmak
için gözden geçirilmesi gerektiğine inanırım. Ancak Z enon’un akış ya
da hareket içindeki bir şeyin bu yüzden her an belirli bir yerde olmadı­
ğını varsayma safsatasına düşmemeliyiz. Eleştirel düşünce sürecine
konulmuş hiçbir sınır yoktur ve buna elbette ki insanların başka yer­
lerde ne düşündüğünü ve bizim gelecekte ne düşüneceğimizi hesaba
katışımız da dâhildir. Ancak, tüm bunlardan dolayı, her zaman, belirli
bir anda bağlandığımız bir inançlar kümesi mevcuttur. Ve bu bağlan­
ma, zaruri olarak, büyük ölçüde yaşantımızın ilk döneminde aldığımız
eğitimi eleştirmeden ilk kabul edişimiz tarafından belirlenir. Bizim d u ­
rumum uz, yani m odern insan söz konusu olunca, bütün m odern doğa
biliminin temel çürütülemez öncülü olan doğalcı evren kavrayışına bu
şekilde bağlanırız.
Bilimin ölçütler koyan temellerinin bu şekilde ifşa edilmesi bilimi,
ölçülen verilerden türetilen x = f(y) fonksiyonlarının küm elenme­
si olarak evrensel ve kesin biçimde nesnel görenler için sinir bozucu
olabilir. Bunlar, Clark L. Hull’ın tuşlarına basıldığı zaman kesin bir
biçimde kişisel olmayan tepkiler veren hesap makinesi misali bir bilim
idealinden yoksun oldukları için huzursuzluk duyabilirler. Onların en­
dişelerine bir cevap vermek isterim; bu cevabı verirken Aziz Paul’un
hayaletlerini hatırlatarak öfkelerini bir anlığına kışkırtacak olsam bile.
Bilimin güçlerini dışımızda işleyen bir şeymişçesine çözümlemek yeri­
ne bir bilim insanının zorunlu olarak taşıdığı yükümlülükleri açık hale
getirmeye çalışmayı önerm ek isterim, çünkü bizi ilgilendiren ve aslın­
da yapmamız gereken tek şey budur. Bilim insanının yükümlülüğüne
dair bildiğim en basit ifade, bir Hıristiyan paradoksu aracılığıyla ifade
edilebilir: insandan imkânsızı gerçekleştirmeye çalışması istenir, ama
bunu başarması beklenmez. Bilim insanları olarak belirsiz olmayan,
evrensel bir hakikati aramalıyız, ama aynı zamanda bunun imkânsız
ve gerçekten de, kesin konuşacak olursak, anlamsız olduğunu kabul
etmeliyiz. Jüri heyetinde, seçim sandığında ya da askerlik şubesinde
olduğu gibi bilimde de kendinizi, düşündüğünüz zaman mutlak olarak
kusurlu olduğu ortaya çıkacak zeminlere bağlamalısınız. Başka yerler­
de olduğu gibi bilimde de, doğrulama ya da doğrulam aktan kaçınma
yönündeki ve neyi söyleyeceğimizi ve nasıl söyleyeceğimize dair seçi­
mimizi zamanın ve diğer verili koşuların sınırları içinde yapmalıyız.
Kararımız ne olursa olsun bu karar, eğer durum un koyduğu sınırlar
dâhilinde idealimizin vicdanımızca yorumlanan gerekliliklerini daha
önce tüketmişsek, bütün yükümlülüğümüzü yerine getirmiş olacak­
tır. Bizden istenebilecek tek şey, sahip olduğumuz bu kılavuz fenerin
ışığında evrensel olanı aramaktır. Bizden problemlerimize dair karar­
ları belirli bir yerde, belirli bir zamanda doğmamışçasına, kendi kişisel
yargımıza sahip değilmişçesine vermemiz isteniyor değildir. Yol sor­
duğunuz zaman “ben olsam oradan başlamazdım” diyen şu eski fıkra
kahramanı mantıksal olarak saçmalamaktadır. Bizim görevimiz her
zaman şimdi ve buradadır; bizden merhametle talep edilen tek şey de
budur. Azande içinde doğmuş olsaydık Zande problemlerimiz olurdu;
oysa bizim kendi problemlerimiz var ve bu da Azande’nin problemleri
arasında olmayan bilim uğraşıdır.
Ama belki çözümlememe temel oluşturacak daha geniş bir başvuru
yelpazesine sahip olmak için, ölçütler koyan temelleri sergilemeye de­
vam etsem iyi olacak. Hayvanların periyodik günlerle ölçülen gebelik
sürelerinin v sayısının bir çarpanı olduğunu göstermeye çalışan kanıtı
reddedişimizi ele alalım. Bu reddiye, doğalcı görüş açımızdan kaynak­
lanmamaktadır ve aslında bir dereceye kadar yakın bir bilim inancının
ifadesidir. Diyebilirim ki Kepler gibi bir bilim insanı, burada öneri­
len ilişkiyi hiçbir biçimde saçma olarak görmeyecektir. Bizzat Kepler,
yedi gezegenin varlığım ve yörüngelerinin göreli boyutlarım benzer
türden bir spekülasyonla türetmişti. Kurallara uygun beş katiyı ya da
sık kullanılan adlarıyla beş “kusursuz katı”yı -ü çg en piramit, küp, se­
kizyüzlü vs —ele alalım ve her birinden aynı kenar uzunluğuna sahip
birer num une oluşturalım. Bunlar boyutları artan bir dizi oluştururlar
ve tahmin edilebileceği üzere her çokyüzlü bir sonraki çokyüzlü tara­
fından içerilecektir. Ardından bunların iç ve dış kürelerini çizelim; bu
durum da, Kepler’in teorisine göre, Kepler’in zamanında kabul edilen
altı gezegenin yörüngelerini elde edersiniz. Bugün bu fikir bilim in­
sanlarına saçma gelir; her ne kadar hâlâ aramızda, Pitagoras’a kadar
uzanan ve doğanın geometrik kusursuzluğunu gösteren sayısal kural
ve standartlar tarafından yönetildiğini savunan eski bilimsel inançlara
bağlı olup bilim insanlarınca tuhaf karşılanan pek çok insan bulun­
maktaysa da. Kopernik biliminin dirilişinin Pitagorasçı varsayımları
temel aldığını aklımızda tutmalıyız. Kendisinden yirmi bir yüzyıl önce­
ki Pitagoras gibi Kopernik açısından da astronom inin problemi, gök­
sel olayların dairesel ve eşbiçimli hareket varsayımı temelinde açıklan­
ması olarak tanımlanmıştı.
Matematiksel ilişkilerin yalnızca mekanik kurallar şeklinde ifadele­
re indirgenmesi, ancak şeylerin doğasına ilişkin bilimsel önvarsayımla-
rın antik Demokritos atomculuğu hattında bir değişime tâbi tutulduğu
on yedinci yüzyılın başında, Galileo ve Gassendi ile birlikte geldi. Bu
görüşe göre şeylerin gerçek doğası sayılarda bulunmaz, hareket için­
deki madde tarafından oluşturulur. Evrenin bu şekilde, yani kendinde
renksiz ve tatsız, sıcak da soğuk da olmayan - n e akan ne kokan, tam
da kendi başına gereksiz o la n - maddesel partiküllerin kümelenmesi
olarak kavranması, günüm üzdeki popüler imgeleme de hâlâ büyük
ölçüde hükmeden yeni bir bilimsel program oluşturdu. Bu programın
takip ettiği ideal, on sekizinci yüzyılda, Laplace tarafından Mécha-
nique céleste adlı eserinde tanımlanmıştı; “Zam an içindeki verili bir
anda doğaya hükm eden bütün kuvvetlerin ve bütün şeylerin anlık ko­
numlarını bilen bir idrak... bütün verileri analize tâbi tutmaya yetecek
kadar güçlü olması şartıyla, evrenin en büyük kütlelerinin ve en hafif
atomların hareketlerini tek bir formül içinde kavrayabilecektir; onun
için hiçbir şey belirsiz olmayacak, geçmiş de gelecek de onun huzu­
runa çıkacaktır.”
Laplace’ın burada söylediği şey bugün kulağa hiçbir biçimde Pi-
tagoras’ın öğretileri kadar saçma gelmez; yine de Laplace’ın inancı
artık bilimde kabul görmemektedir. Maddenin birincil özelliklerinin,
kapladığı yer, kütle ve hareket olduğu varsayımı, Faraday’ın elektrik
ve manyetizmayı incelediği zaman kadar eski bir tarihten itibaren bi­
limsel ilerlemeye engel teşkil etmektedir. Elektronun keşfi, elektriksel
özelliklerin esas nitelikler olduğunun, —ısı, gürültü, koku vs. gibi- h a­
reket içindeki kütleye indirgenebilir olmadığının kabulüne yönelik is­
teksizlik yüzünden oldukça gecikti. Galileo ve Laplace’ın varsayımları,
elektromanyetik eterin mekanik özelliklerine dair nafile bir spekülas­
yonlar külliyatının ortaya çıkmasına da neden oldu. Son olarak da
Laplace’ın görüşünde örtük olarak bulunan mutlak bir sükûn içindeki
bir çerçeve olarak Newtoncu uzay kavrayışının saçma olduğu, bu yüz­
den de bir kenara atılması gerektiği ortaya çıktı.
Laplace’ın öğretisinin pervasızlığı bugün bütünüyle eleştirel d ü ­
şünceye açıktır, yine de ikna etme gücü canlılığını korumaktadır.
Az önce soyduğumuz bu deri üzerine tefekkür etmek, bugün bilimi
geçerli olarak kabul etme yönündeki bağlılığımızın doğasının farkı­
na varmamıza yardım edebilir. Bu, bizim fiili bilimsel inançlarımızın
iki boyutunu açığa çıkarır. H er inanç hem rızayla verilmiş bir hediye
hem de bizden zorla kopartılan bir saygı gösterisidir. İnananın kişisel
sorumluluğu temelinde verilmiştir, yine de başka türlü bir yol seçeme­
yeceğine dair açık bir varsayım söz konusudur. Ölçütler koyan bağlı­
lığın iki ucu olan kişisel ve evrensel bağlılık böylece açık hale gelir ve
bunların mantıksal olarak birbirini tamamlayıcı ve ayrılmaz nitelikte
olduklarını görebiliriz.
Böylece pozitivist bilim modelindeki temel safsatanın farkına vara­
biliriz. Bu model evrensel olarak geçerli sonuçlar üretecek bir makine
yapmaya çalışmaktadır. Ancak evrensel geçerlilik, bağlanma durum u­
nun dışına uygulanmayan bir kavrayıştır. O na yapılacak herhangi bir
başvuru nihai bir yükümlülüğe teslim olduğumuzu ifade etmenin bir
tarzı olmaktan öteye gidemeyecek ve yalnızca ölçütler koyan bir beya­
nın bir parçası olarak görünecektir. Herhangi bir inanca dayanmayan
evrensel olarak geçerli bir şey ortaya çıkarma girişimi mantıksal olarak
anlamsızdır.
Bilim asla inandığımız bazı şeylerin doğrulanm asından başka bir
şey olamaz. Bu inançlar sorumlu bir şekilde, kanıtı uygun biçimde ele
alarak ve evrensel geçerlilik görüşüyle benimsenmelidir. Ancak bunlar
en nihayetinde kişisel yargımızın mührüyle yayımlanan temel taahhüt­
lerdir. Bir noktada kendimizi, sorulara “çünkü ben buna inanıyorum”
demekten başka yanıt veremez durum da bulacağızdır. Yalnızca bir kişi
bir şeye inanabilir ve yalnızca ben bizzat kendi inançlarımı besleyebi­
lirim. Bunları beslemek için de nihai sorumluluğu üstlenmeliyim; bu
yükü om zumdan kaldıracak bir takım sistemlerin ya da makinelerin
peşine düşmenin nafile, aynı zamanda bayağı olduğunu düşünüyo­
rum. Ve biz, toplum olarak da, bizim grubum uzu oluşturan bir takım
inançlar besleme yahut bu inançları sonraki kuşağa öğretme ve bu
inancı, onu yok etmeye çalışanlara karşı sürekli olarak dile getirerek
savunma sorumluluğundan kurtaracak herhangi bir zorunlu kurallar
sistemi olmadığı gerçeğiyle yüzleşmeliyiz.
Şimdi başka insanların bu inançları paylaşmadığını ve kendileri­
ni bir şekilde daha farklı bir ölçütler koyan sisteme bağlamaya hazır
olduklarını gözümüzde daha rahat canlandırabiliriz. Örneğin ). B. S.
Haldane, yakınlarda, Sovyet genetiği tartışmasına ilişkin olarak, eğer
genler değişmezlerse, bir M arksist olarak bunlara inanamayacağını
yazdı.7 Dolayısıyla H aldane’in Marksizme yönelik daha önceki kabu­
lü, bilimsel inançlarını bir dereceye kadar belirlemektedir. Lysenko,
Prezent ve bunların çok sayıda takipçisinin, kendi görüşlerine göre
“halkın yararına değişen doğanın devrimci ilkesi”8 adını verdikleri di­
yalektik materyalizmle çeliştiği için Mendel’in kalıtım yasalarının yan­
lış olduğuna tutkuyla inandıklarına pek şüphe yoktur.
Öte yandan Sovyet düşünürleri arasında m odern fiziğe yönelik
1949’un başında alevlenen fakat bu zamana kadar sonucu ortaya çık­
mayan, için için bir düşmanlık da vardır.9 Bu tutum , görelilik ve kuan-
tum mekaniğinin formüle edilmesiyle birlikte terk edilen Galileo-Gas-
sendi-Laplace’ın materyalist inançlarına bir dönüş talep etmektedir.
İnsanların zihnine üç yüzyıl boyunca hükmeden ve Kant çapındaki
eleştirel filozoflarca aşikâr görülen bu materyalist kavrayış elbette
popüler inançlarda hâlâ güçlü köklere sahiptir. Bu m odern bilimde
güçlüklere sebep olacak olsa bile, Sovyet felsefecileri bu inançları be­
nimsemek için gerekli zemini rahat rahat bulabilirler. Her ikisi de No-
bel Ödülü Sahibi iki büyük Alman fizikçisi Philip Lanard ve Johannes

7 Modern Quarterly, cilt IV, No. 3 (1940).


8 Proceedings of the Presidium of the U.S.S.R. Academy of Science, 26 Ağus­
tos 1948, Aktaran: /. Huxley, Heredity East and West (New York: Henry Sc-
human, 1940), s. 39 içinde.
9 Eric Ashby, “The Pattern of Soviet Science,” Listener, XLIII, No. 1105 (30
Mart 1950), 540-50.
Stark’ın on beş yıldan daha az bir süre önce aynı konumu almalarını
hatırlayabiliriz.
Galiba bu yüzden de Rusya’nın hem içinden hem dışından önemli
bir grup Komünist ile Batı’daki neredeyse Komünist olmayan bütün
bilim insanları arasında şeylerin doğasına ilişkin inançları noktasında
gerçek bir ayrılık olduğunu kabul etmeliyiz. Doğaldır ki söz konusu
Komünistler kendi temel öncüllerini okulların ve üniversitelerin m üf­
redatlarına dâhil ederek genel bir kabul kazanmaya çabalıyorlar. Her
yerde, kendi görüşlerine göre saçma sapan şeyler öğreten ve saçma bir
araştırm a hattı izleyen bilim insanlarının yerine kendi temel inançları­
nı paylaşanları koymaya çalışıyorlar.
Bu sürecin nefrete layık terör biçimleriyle hızlandırıldığını biliyo­
ruz. Ancak eğer bütün ilgili kararlar demokratik yöntemlerle alınıyor
olsaydı bu da bilim özgürlüğü açısından aynı ölçüde tahrip edici ola­
caktı.
Vahşiliklerine duyduğumuz nefret bir yana, Sovyet otoritelerinin
bilimsel yaşama yönelik müdahalelerine ilişkin itirazlarımızın kökleri,
bütünüyle onların kabul ettiği yeni bilim öncüllerine yönelik inanç­
sızlığımızda yatmaktadır. Lysenko yaptıklarını bilim kuram larına dal
budak salmış bir takım şarlatanlık biçimlerini bastırm ak için, bunla­
rın yerine doğru bilim yöntemlerinin yolunu açmak amacıyla yapmış
olsaydı ortada affedilmeyecek pek bir şey kalmazdı. Bu yüzden de
protestolarımız, nihai olarak, bizim bilimsel inançlarımızın doğru ol­
duğuna yönelik ilânımıza dayanmalıdır. Bu inançları besleme ve bu
inançların yaygınlaşmasına ve savunulmasına kendimizi adama so­
rumluluğundan kendimizi kurtarm anın yolu yoktur.
BİLİMSEL ARAŞTIRMADA DOGMANIN İŞLEVİ*

T h om as S. K u h n 1

Bu Sempozyum’un her bir üyesi kariyerinin şu ya da bu noktasında,


doğruluğun tarafsız araştırıcısı olarak bilim insanı imgesine maruz
kalmıştır eminim. Doğa kâşifidir o -önyargısını laboratuarının eşiğin­
de bırakan, çıplak ve nesnel olguları toplayıp inceleyen ve yalnızca
ve yalnızca o olgulara sâdık kalan kişidir. Birleşik Devletler’de özel
sektöre ait ürünlerin reklâmı yapılırken bilim insanlarının tanıklığını
bu denli değerli kılan işte bu özelliklerdir. Uluslararası düzeyde bile,
kimse bu konuda başka ayrıntı istemeyecektir. Bilimsel olmak, başka
şeylerin yanısıra, nesnel ve açık görüşlü olmaktır.
Muhtemelen hiçbirimiz gerçek hayattaki bilim insanının pratikte
bu ideali gerçekleştirmeyi pek başardığına inanmıyordur. Kişisel tanı­
şıklıklarımız, Sir Charles Snow’un romanları ya da bilim tarihini şöyle

Çeviren: Barış Yıldırım


' Orijinal Eser: “The Function of Dogma in Scientific Research”, Scientific
Change (ed. C. Crombie) içinde, London: Heinemann, 1963.
1 Bu çalışmada geliştirilen fikirler, son derece yoğunlaştırılmış bir biçimde,
1962’de Chicago Üniversitesi Yayımları’nca yayımlanacak olan monografim
The Structure of Scientific Revolutions’tan (Bilimsel Devrimlerin Yapısı) özet­
lenmiştir. Bu düşüncelerin bazıları, daha önce yazılmış olan “Asal gerilim:
bilimsel araştırmada gelenek ve yenilik” (“The essential tension: tradition and
innovation in scientific research”) başlıklı yazıda geliştirilmişti; bu yazı W.
Taylor (ed.), The Third (1959) University of Utah Research Conference on
the Identification of Creative Scientific Talent’da (Utah Üniversitesi Yaratıcı
Bilimin Tanımlanması Konulu Üçüncü (1959) Utah Üniversitesi Araştırma
Konferansı, Salt Lake City, 1959) yayımlanmıştı.
bir okum ak bile gereğinden fazla karşı kanıt sunacaktır buna. Bilim­
sel uğraş öyle olabilirse de, bu tabiri kullanmak artık her ne anlama
geliyorsa, birey olarak bilim insanı çoğu zaman hiç de açık görüşlü
değildir. Çalışması temelde ister teorik ister deneysel olsun, genelde,
araştırm a projesi henüz tam olarak rayına girmemişken bile, projenin
elde edeceği sonuçların en özel ayrıntıları dışında her şeyi bilir gi­
bidir. Sonuca çabuk ulaşabiliyorsa ne güzel. Ulaşamıyorsa, en başta
öngördüğü türden bir örüntüye uyacak sonuçları elde edinceye kadar
aygıtlarıyla ve denklemleriyle uğraşıp duracaktır, yeter ki bu mümkün
olsun. Doğanın ortaya çıkarabileceği görüngülere ve bunların teoriye
ne şekilde uyabileceğine dair güçlü kanaatlerini sergileyen şey yalnız­
ca kendi araştırmaları da değildir. Bu kanaatler sıklıkla başkalarının
çalışmalarına yönelik tepkisinde daha da aşikâr hale gelir. Galileo’nun
Kepler’in araştırmalarına yönelik kabulünden Nâgeli’nin M endel’in-
kilere yönelik kabulüne, Gul Lussac’ın sonuçlarının Dalton tarafın­
dan reddinden Maxwell’inkilerin Kelvin tarafından reddine kadar,
olgulardaki ve teorideki beklenmedik yeniliklere tipik olarak direnç
gösterilmiştir ve hattâ profesyonel bilim topluluğunun en yaratıcı üye­
lerinin çoğu bunları reddetmiştir. Hiç olmazsa tarihçinin bu konuda
Planck’ın hatırlatmasına ihtiyacı yoktur herhalde: “Yeni bir bilimsel
doğruluk, genelde muhaliflerini ikna edecek bir biçimde sunulm az...;
Daha ziyâde muhalifler giderek ortadan kaybolurlar ve yeni gelen ne­
sil hakikatle en başından tanışır.”2
Bu gibi bildik olgular - k i örnekler kolayca çoğaltılabilir- uygula­
yıcıları bilhassa açık görüşlü olan bir uğraşa işaret etmiyor gibidir.
Bunlar bizdeki üretken bilimsel araştırmaya ilişkin yaygın imgeyle ke­

Bu konunun tümü hakkında ayrıca bkz. I. B. Cohen, “Orthodoxy and


scientific progress”, Proceedings of the American Philosophical Society, XCV1
(1952) 505-12,ve Bernard Barber, “Resistance by scientists to scientific
discovery”, Science, CXXXIV (1961) 596-602. Bu faydalı makalenin bir
kopyasını önceden verdiği için Sayın Barber’a teşekkür borçluyum. Her şey­
den önce, dogmatik benzeri bağlılıkların üretken bilimsel araştırmanın bir
gerekliliği olarak önemi konusuyla ilgilenenler, Michael Polanyi’nin eserleri­
ni, özellikle de Personal Knowledge (Chicago, 1958) and The Logic of Liberty
(London, 1951) çalışmalarına bakmalıdır. Bu yazıda yapacağım tartışma, bilim
insanlarının neye bağlandığı konusunda Polanyi ile aramda bir takım farklılıklar
olduğunu gösterecektir, fakat bu durum, aşağıda açık bir biçimde tartışılmış
meselelerde ne denli engin bir hemfıkirliğe sahip olduğumuz hususunu gözden
ırak tutmaya yol açmamalıdır.
2 Wissenschaftliche Selbstbiographie (Leipzig, 1948) 22, benim çevirim.
sinlikle uzlaşabilecek şeyler midir? Eğer geçmişteki temel problemler­
de böyle bir uzlaşıma ulaşılamamış gibi görünüyorsa, bu muhtemelen
genellikle bilime yabancı görülen bir direnç ve peşin hüküm den d o ­
layıdır. Bunların yalnızca insatım kaçınılmaz sınırlılıklarının sonucu
olduğu söylenip duruldu; doğru dürüst bir bilimsel yöntemde bunlara
yer yoktu ve bu yöntem, nevi insana münhasır herhangi bir şeyce sekte
vurulamayacak kadar güçlüydü. Bu görüşe göre, bilimsel parti pris
(peşin hüküm -ç.n.) örnekleri ancak anekdot olabilecek kadar sınır­
lıydı; bu makale tam da işin önemine dair bu değerlendirmeye karşı
çıkmayı hedefliyor. Tek başına gerçeğe sadâkat [verisimilitude] bile
böylesi bir karşı çıkışı gerekli kılıyor. Peşin hüküm ve direncin, bili­
min olgun dönem gelişiminde istisna değil kural olduğu görülüyor.
Dahası, bunlar, normal koşullar altında, rutin araştırmaların yanısıra
en iyi ve en yaratıcı araştırmaları da karakterize ediyor. Bunların n e­
reden geldiği de pek sır sayılmaz. Bunlar, istisnai bireylerin özellikleri
olmaktan ziyâde, derin kökleri bilim insanlarının meslekî iş eğitimi
aldığı süreçlere uzanan topluluk özellikleri sergiliyorlar. Araştırmadan
önce gelen ve güçlü bir şekilde benimsenen kanaatler, bilimde başarı­
nın önkoşulu gibi duruyor.
Belli ki anlatacağım öykünün ileri noktalarına atladım, ama buraya
gelerek belki temel temayı da belirtmiş oldum. Peşin hüküm ve yeniliğe
karşı direnç bilimsel ilerlemeyi kolayca boğabilirse de bunların her yer­
de hazır ve nazır oluşu yine de araştırmanın canlılığının sürekli olarak
korunmasının bağlı olduğu özelliklerin bir belirtisidir. Bu özelliklerin
tüm üne birden olgun bilimin dogmatizmi diyeceğim ve gelecek sayfa­
larda bunlar hakkında şu hususlara değinmeye çalışacağım. Bilimsel
eğitim, bilim topluluğunun daha önce güçlükle kazandığı şeyi telkin
etmektedir; dünyayı belirli bir biçimde görmeye ve onun içinde bilim
yapmaya yönelik derin bir bağlılık. Bu bağlılığın yerini zaman zaman
başka bir bağlılık alabilir, alıyor da, ama öyle kolaydan vazgeçilecek
bir şey de değildir. Bir yandan profesyonel uygulayıcılar topluluğunu
karakterize etmeyi sürdürürken iki açıdan da üretken araştırmanın
temeli olduğu görülüyor. Bu bağlılık, birey olarak bilim insanına hem
izi sürülecek problemleri hem de bunlara yönelik kabul edilebilir çö­
zümleri tanımlayarak aslında araştırmanın kurucu bir unsuru oluyor.
Normalde, satranç oyuncusu gibi bilim insanı da bir bulmaca çözücü­
südür ve eğitimin aşıladığı bu bağlılık da ona içinde bulunduğu zam an­
da oynanmakta olan oyunun kurallarını koymaktadır. Bu olmazsa kişi
fizikçi de olamaz kimyacı da; ya da eğitimini aldığı her neyse.
Ayrıca, bağlılık araştırm ada ikinci ve büyük ölçüde uygunsuz bir
rol de oynar. Grup olarak profesyonellerin sahip olduğu bu bağlılı­
ğın gücü ve fikir birliğidir ki birey olarak bilim insanına, olgular ve
teori alanında önemli yeniliklerin neredeyse kaçınılmaz olarak ortaya
çıkacağı sorunlu noktaları saptamakta muazzam duyarlı bir detektör
sunar. Bilimlerde [fen bilimlerinde], beklenmedik olgulara dair bü­
tün keşifler ve teorideki bütün temel yenilikler, oyunun daha önce ko­
nulmuş kurallarının bozulmasına yönelik tepkilerdir. Bu yüzden de,
dogmatik diyebileceğimiz bu bağlılık durum u bir taraftan direnç ve
karşıtlıklara kaynak oluştururken, bilimleri insanın en tutarlı biçim­
de devrimci etkinliği haline getirmekte de faydalıdır. Olgun bilimlerin
hiçbirinin onlarsız olmayacağını kabul etmek için direnci de dogmayı
da erdem haline getirmek gerekmez.
Bilimsel dogmanın doğasını ve etkilerini daha derinden inceleme­
den önce, bir nesil uygulayıcıdan diğer nesle aktarılma yolu olan eği­
tim örüntüsünü ele alalım. Eğitimden daha sonra kendi yaratıcı çalış­
malarında işe koşacakları bir küme standart, alet ve teknik edinen tek
profesyonel topluluk bilim insanları değil elbette. Bilimsel pedagojiye
şöyle bir bakmak bile, belki sistematik teoloji hariç diğer tüm alanlar­
da, bunun eğitimden ziyâde profesyonel katılığa sevk etme olasılığının
çok daha yüksek olduğunu gösterecektir. Kabul etmek gerekir ki, aşa­
ğıdaki örnek, benim en iyi bildiğim Amerikan örüntüsüne yöneliktir.
Ne var ki, hedeflediği çelişkiler, Avrupa ve Britanya eğitiminde de gö­
rülüyor olmalıdır, daha alt perdeden olsa bile.
Bilimsel eğitimin belki de en çarpıcı özelliği, özellikle öğrenciler
için yazılmış ders kitapları ve eserler üzerinden gerçekleşmesidir; di­
ğer yaratıcı alanlarda pek olmayan bir durum dur bu. Kendi tezine
başlamaya hazır ya da hazıra yakın oluncaya kadar kimya, fizik, astro­
nomi, jeoloji ya da biyoloji öğrencilerinden deneme araştırm a projele­
rine girişmeleri ya da başkalarının yaptığı araştırmaların ürünlerine
-yani bilim insanlarının kendi emsalleri için yazdıkları profesyonel bil­
dirilere- doğrudan m aruz kalmaları nadiren istenmektedir. ‘Kaynak
okum aları’ derlemeleri bilimsel eğitimde ihmal edilebilir bir rol oy­
nar. Bilim öğrencisinin kendi sahasındaki tarihsel klasikleri okuması
da teşvik edilmez - [oysa] bu eserlerdir ki kendi metninde tartışılmış
problemlere yönelik başka bakış açılarıyla karşılaşmasını sağlar, ayrıca
bunlar yoluyla gelecekteki mesleğinin uzun süre önce bir kenara atıp
yerine yenilerini koyduğu problemler, kavramlar ve çözüm standartla­
rıyla da karşı karşıya gelir.3 W hitehead, bir yerde “Kurucularını unut­
m akta tereddüt eden bir bilim yitik bir bilimdir,” derken bilimlerin bu
oldukça özel niteliğini yakalamıştı.
Bilimsel eğitimin ayırt edici yanı, neredeyse sadece ders kitaplarına
yaslanmak da değildir. Ne de olsa, diğer sahalardaki öğrenciler de
böylesi kitaplara maruz kalırlar, ama kolejin ikinci yılından itibaren bu
nadiren olur, hattâ bu ilk öğrenim yıllarında bile karşılaştıkları kaynak­
lar yalnızca ders kitapları değildir. Ama bilimlerde, farklı ders kitap­
ları, beşeri bilimlerden ve pek çok sosyal bilimden değişik olarak, tek
bir problem alanına yönelik farklı yaklaşımları örneklemekten ziyâde
farklı konuları işlerler. Tek bir bilim dersinde temel eser olmak için
rekabet eden kitaplar bile düzey ve pedagojik ayrıntı noktasında fark­
lılık göstermekle birlikte içerikleri ya da kavramsal yapıları bakımından
aynıdırlar. Bir fizikçinin ya da kimyacının üçüncü sınıftaki eğitimine
ilk ilkelerden başlamak zorunda kaldığını, çünkü o zamana kadar sa­
hayla yalnızca bu disipline yönelik kavrayışını sürekli ihlal eden kitap­
lar yoluyla haşır neşir olduğunu dile getirmesini tasavvur etmek bile
zordur. Bu türden görüşlerse çeşitli sosyal bilimlerde hiç de benzersiz
olaylardan sayılmaz. Belli ki bilim insanları, sahadaki her öğrencinin
bilmesi gerekenin ne olduğu konusunda hemfikirdirler. Meslek öncesi
müfredatı tasarlarken araştırma örneklerini eklektik bir biçimde bir
araya getirmek yerine ders kitaplarını kullanmaları bu yüzdendir.
Ayrıca bilimler dışındaki alanlarda, ders kitaplarının biçiminde kul­
lanılan karakteristik teknik tam amen aynı değildir. Ara sıra konulan
ve öğrencilerin nadiren okuduğu giriş kısımları hariç, bilim metinle­
ri, meslekten kişilerin çözmesi ya da tartışması istenebilecek problem
türlerini tariflemeye ve bunların çözümü için kullanılabilecek teknik
çeşitliliğini tartışmaya yönelik çok az çaba harcar. Bu kitaplar daha
ziyâde, en baştan itibaren, meslekte paradigma olarak kabul edilegelen
somut problem çözümlerini gösterir ve sonra da öğrenciden, ya kâğıt
kalemle ya da laboratuarda, metnin sevk ettiği yöntem ve içeriğe yakın
olarak modellenmiş bir biçimde bu problemleri bizzat çözmesini ister.
‘Parmak egzersizleri’nin bu denli yaygın ya da temel olarak kullanıldığı
bir başka yer varsa, ilkokullardaki dil eğitimi ya da müzik çalgısı eğiti­

3 Tek tek bilimler bu açılardan bazı farklılıklar gösterirler. Daha yeni ve aynı
zamanda daha az teorik bilimlerin -örneğin biyolojinin, jeolojinin ve tıp bili­
minin alt dallarının- öğrencilerinin, söz gelişi astronomi, matematik ya da
fiziğin öğrencilerine kıyasla gerek çağdaş gerek tarihsel kaynak materyalle
karşılaşma olasılığı daha yüksektir.
midir. Ve yalnızca bu sahalarda, eğitim nesnesinin azami hızda güçlü
‘zihinsel setler’ ya da Einstellungen [istihdam] oluşturması beklenir.
Bilimlerde de bu tekniklerin büyük ölçüde aynı etkiler doğurduğunu
düşünüyorum . Bilimsel gelişme, sonuç doğuran yenilikler konusunda
özellikle üretken olsa da, bilimsel eğitim, öğrencinin değerlendirecek
donanım a sahip olmadığı, zaten kimsenin de ondan değerlendirmesini
istemediği, önceden tesis edilmiş bir problem çözme geleneğinin içine
görece dogm atik bir kabul töreni olmaktan öteye gitmez.
Yukarıda tarif edilen sistematik ders kitabı eğitimi örüntüsü, on do­
kuzuncu yüzyıl başına kadar hiçbir yerde ve hiçbir bilim dalında (belki
ilkokul matematiği hariç) mevcut değildi. Ama o tarihten önce, bir
dizi daha gelişmiş bilim dalı, yukarıda bahsedilen özel karakteristik­
leri açık bir biçimde sergilediler, birkaç örnekte ise çok uzun zam an­
dan beridir sergilemekteydiler. Ders kitaplarının olmadığı yerlerde ise
çoğu zaman tek tek bilimlerin uygulaması için genel kabul görmüş
paradigmalar vardı. Bunlar, belirli bir alandaki bütün uygulayıcıların
yakından bildiği ve hayranlık duyduğu kitaplarda bildirilen bilimsel
başarılardı ve onlar da kendi araştırmalarını bu başarılar üzerinden şe­
killendiriyor, kendi yaptıklarını bunlara bakarak ölçüyorlardı. Aristo­
teles’in Fizik’i, Batlamyus’un Almagest’i (Büyük Bileşim), Newton’un
Principia’sı ve Optik’ı, Franklin’in Elektrik’i, Lavoisier’in Kimya’sı ve
Lyell’in Jeoloji’sv. Bu eserler ve başka birçok eser, hepsi bir süreliği­
ne bir sonraki uygulayıcılar kuşağı için bir araştırma sahasının meşru
problemlerini ve yöntemlerini üstü kapalı bir biçimde tanımlama gö­
revi gördüler. Kendi zamanlarında, bu kitapların her biri, onlara ya­
kın olarak şekillendirilmiş başka kitaplarla birlikte, kendi sahaları için,
bugünün ders kitaplarının aynı sahalarda ve diğer sahalarda yaptığı işe
çok benzer bir iş yaptılar.
Yukarıda sayılan eserlerin hepsi, elbette, bilim klasikleridir. Bu
haliyle oynadıkları rollerin diğer yaratıcı alanlardaki temel klasikleri
hatırlattığı düşünülebilir, örneğin Shakespeare’in, Rem brandt’ın ya
da Adam Sm ith’in eserlerini. Fakat bu eserlere yahut onların ardında
bulunan başarıları klasikler değil de paradigmalar diyerek bunlarda
başka bir takım özellikler olduğunu söylemeye çalışıyorum, yani bun­
ları hem diğer bilim klasiklerinden hem de diğer yaratıcı alanlardaki
bütün klasiklerden ayıran bir takım özelliklerden bahsediyorum.
Bu “başka bir takım” şeylere paradigmaların dışlayıcılığı [exclusi­
veness] adını vereceğim. Herhangi bir zamanda belirli bir uzmanlık
dalının uygulayıcıları çok sayıda klasiğe âşinâ olabilirler ki bunların
bazıları birbirleriyle oldukça uyumsuz da olabilir; örneğin Batlamyus
ile Kopernik ya da Newton ile Descartes. Ama tam da bu grup -eğ er
v arsa- sadece tek bir paradigmaya sahip olabilir. Sözgelimi Remb-
randt’ın ve Cezanne’ın eserlerinden aynı anda esinlenebilecek olan bu
yüzden de her ikisini birden inceleyen sanatçı topluluklarından farklı
olarak, astronom topluluğunun Kopernik ya da Batlamyus’un oraya
koyduğu ve birbiriyle rekabet halinde olan bilimsel etkinlik modelleri
arasında bir seçim yapmaktan başka alternatifi yoktu. Dahası astro­
nomlar, bir kez seçimlerini yaptıktan sonra, reddettikleri eseri göz ardı
edebilirlerdi. On altıncı yüzyıldan bu yana Almagest’in sadece iki tam
baskısı yapıldı ve bunların ikisi de on dokuzuncu yüzyılda basılan ve
doğrudan araştırmacıları hedef alan kitaplardı. Olgun bilimlerde sa­
nat müzesine ya da klasikler kütüphanesine karşılık gelen belirgin bir
işlev yoktur. Bilim insanları, geçerlilik süresi dolmuş kitapları, hattâ
dergileri bilirler. Gerçi bunları imha etmezler ama, bilim tarihçilerinin
de tanıklık edebileceği üzere, faal bölüm kütüphanesinden çıkartıp ge­
nel üniversite deposuna aktarırlar ve böylece kullanımdan kaldırırlar.
Onların yerini güncel çalışmalar alır ve bilimin daha da ilerlemesi için
gerekli olanlar yalnızca onlardır.
Paradigmaların bu özelliği, bir başka özelliğiyle yakından ilişkilidir
ve bu özellik benim bu terimi seçmem açısından özel bir öneme sahip.
Bir paradigmayı kabul ederken bilimsel topluluk bilinçli ya da bilinçsiz
olarak aslında oradaki temel sorunların nihai bir çözüme ulaştırıldığı
görüşüne ulaşmış olur. Newton hakkında şunları söylerken Lagrange
tam da bunu kastediyordu: “Tek bir evren var ve dünya tarihinde tek
bir adam bu evrenin yasalarının yorumcusu olabilir.”4 Gerek Aristote­
les gerek Einstein örnekleri Lagrange’ı yanlış çıkarır, ama bu, onun bu
düşünceye bağlanmasının bilimin gelişmesine ilişkin olarak ortaya çı­
kardığı etkileri azaltmaz. Newton’un yaptığı şeyin tekrar yapılmasına
gerek olmadığını düşünen Lagrange, doğaya yönelik temelden yeni­
den yorumlara da pek eğilimli değildi. O bundan ziyâde kendi New-
toncu paradigmasını paylaşan kişilerin bıraktığı yerden alıp hem bu
paradigmanın daha m untazam formülleştirmelerine hem de onu doğa
gözlemleriyle giderek daha yakın bir uyuşmaya götürecek bir ifade

4 Bu biçimiyle alıntılayan, S. F. Mason, Main Currents of Scientific Thought


(New York, 1956) 254. Sözcük sözcük olmasa da özü itibariyle bununla öz­
deş olan orijinali ise Delambre ile aynı çağda yazılmış şu övgü nitelikli eser­
den [éloge] alınmış gibi görünüyor: Mémoires de..., ¡ ’Institut..., année 1812,
2. kısım (Paris, 1816) s. xlvi.
tarzına ulaşmaya çabalar. Bu tür bir şeyi yalnızca seçtikleri modelin
bütünüyle güvenli olduğuna inananlar yapar. Sanatlarda buna pek
benzeyen hiçbir şey yoktur, sosyal bilimlerde ise en fazla kısmen buna
koşut şeyler vardır. Paradigmalar, olgun bilimler için diğer sahalarda
âşinâ olunana benzemeyen bir gelişim örüntüsü saptar.
Paradigma temelli bir bilimin gelişimiyle, söz gelimi felsefe ya da
edebiyatın gelişimi arasındaki bir karşılaştırma bu farkı ortaya koyabi­
lir. Ama aynı sonuca neredeyse bütün bilimlerin erken dönem gelişim
örüntüleriyle aynı sahanın olgunluk dönemindeki örüntü karakteristi­
ğini karşı karşıya koyarak da daha ekonomik bir biçimde ulaşabiliriz.
Bu hususu böyle fazla katı bir biçimde ortaya koymadan edemiyorum,
zira benim düşündüğüm tam olarak bu. Biyokimya gibi mevcut uz­
manlık alanlarının birleşimiyle ortaya çıkan sahalar hariç, paradigm a­
lar, bilimsel gelişimin akışı içinde görece geç edinilmiştir. Bir bilim
dalı, ilk yıllarında paradigmalar olmaksızın ya da en azından yukarıda
anlatılanlar kadar sarih ve bağlayıcı paradigmalar olmaksızın ilerler.
Newton’dan önceki fiziksel optik ya da Black ve Lavoisier’den önceki
ısı çalışmaları, elektrik tarihine ilişkin olarak hemen şimdi inceleye­
ceğim paradigma öncesi gelişim örüntülerinin bir örneğidir. Yoluna
devam ederken, yani ilk paradigmaya ulaşıncaya değin, bir bilimin ge­
lişimi söz gelişi astronominin tâ Antik dönemde ulaştığı ve bütün doğa
bilimlerinin bugün âşinâ olduğu örüntüden ziyâde sanatların ve sosyal
bilimlerin gelişimini andırır.
Paradigma öncesi ve sonrası bilimsel gelişimi anlayabilmek için
tek bir örnek alalım. On sekizinci yüzyıl başlarında, on yedinci yüzyıl
ve daha öncesinde olduğu gibi, elektriğin doğası hakkında neredey­
se önemli elektrik deneycilerinin (Hauksbee, Gray, Desaguliers, Du
Fay, Nollet, Watson ve Franklin gibi kimseler) sayısı kadar farklı görüş
bulunuyordu. Bütün bu farklı elektrik kavrayışlarında ortak bir yan
da vardı: Hepsi kısmen deneyden ve gözlemden, kısmen de o günün
bütün bilimsel araştırmalarına kılavuzluk eden mekanik-parçacık fel­
sefesinin şu ya da bu versiyonundan türüyorlardı. Yine de bu ortak
unsurlar bu çalışmalara bir aile benzerliğinden öte bir şey katmıyordu.
Her biri gücünü parçacık metafiziğinin belirli bir versiyonuyla (Kar­
tezyen ya da Newtoncu) ilişkisinden alan ve her biri kendi teorisinin
en iyi açıklayabildiği elektriksel fenomenler öbeğini vurgulayan birbi-
riyle rekabet halinde birkaç okul ve alt-okulun varlığını kabul etmek
durum unda kalıyoruz. Diğer gözlemler ad hoc ayrıntılarla ilgileniyor
ya da başka araştırmaları bekleyen problemler olarak kalıyorlardı.5
İlk elektrikçi gruplarından biri on yedinci yüzyıl pratiğini takip etti,
böylece de temel elektriksel fenomenler olarak çekimi ve sürtünm enin
oluşumunu kabul etti. İtmeyi tali bir etki olarak görme (on yedinci
yüzyılda itme kuvveti bir tür mekanik geri sekmeye atfediliyordu) ve
Gray’in yeni keşfettiği bir etki olan elektriksel iletim konusundaki ta r­
tışmaları ve sistemli araştırmaları mümkün olduğunca erteleme eğili­
mine girdiler. Yakından ilişkili bir grup itmeyi temel etki olarak kabul
ederken bir başka grup ise çekimi ve itmeyi elektriğin eşit ölçüde te­
mel tezahürleri olarak gördü. Bu grupların her biri teorilerini ve araş­
tırmalarını buna uygun olarak değiştirdiler, ama en basit iletim etkileri
hariç her şeyin izahını vermekte bile ilk grup kadar zorlandılar. Bu
etkiler üçüncü bir grubun daha oluşması için başlangıç noktası teşkil
etti; bu grup, elektrikten iletken olmayanlardan çıkan bir “koku”dan
[effluvium] ziyâde iletkenlerden geçen bir “akışkan” olarak bahset­
meye yöneldi. Bu grup da teorisini bir dizi çekim ve itme etkisiyle
uzlaştırmakta güçlü çekti.6
Çeşitli zamanlarda tüm bu okullar Franklin’in elektrik bilimi için
ilk paradigmayı oluşturduğu kavramlar, fenomenler ve teknikler külli­
yatına önemli katkılar yaptılar. Bu okulların üyelerini dışarıda bırakan
her tür bilim insanı tanımı, onların modern ardıllarım da dışarıda bıra­

5 Elektrikteki gelişimin bu izahatına ilişkin daha fazla belge şu çalışmalardan


elde edilebilir: Duane Roller ve Duane H. D. Roller, The Development of the
Concept of Electric Charge: Electricity from the Greeks to Coulomb (Harvard
Case Histories in Experimental Science, VIII, Cambridge, Mass., 1954) ve I.
B. Cohen, Franklin and Newton: An Inquiry into Speculative Newtonian Ex­
perimental Science and Franklin’s Work in Electricity as an Example Thereof
(Philadelphia, 1956). Analitik ayrıntılar içinse, aynı zamanda aşağıdaki üç
notun da hazırlığı sürecinde bana yardım eden öğrencim John L. Heilbron’un
henüz yayımlanmamış makalesine çok şey borçluyum.
6 Burada yaptığım ekol ekol ayırma işi yine de biraz aşırı basitleştirici nitelik­
tedir. 1720’den sonraki dönemde temel ayrım, teorilerini çekme-itme etki­
lerine dayandıran Fransız ekolü (Du Fay, Nollet vb.) ile iletim etkileri üzerine
yoğunlaşan İngiliz okulu (Desaguliers, Watson b.) arasındaydı. Bu grupların
her biri, diğerinin temel olarak gördüğü fenomenleri açıklamakta muazzam
güçlüklerle karşılaşıyordu. (Örneğin bkz. Lemonier’in araştırmaları konusun­
da Needham’ınPhilosophical Transactions, XLIV, 1746, s. 247’de yazdıkları).
Bu grupların her ikisinin özellikle de İngiliz grubunun içinde, itmenin mi çek­
menin mi daha temel bir elektriksel etki olarak kabul edilmesine göre başka
alt bölünmelerin izi sürülebilir.
kacaktır. Yine de elektriğin Franklin’den önceki gelişimini inceleyen
herkes rahatlıkla şu sonuca varabilir: Bu sahanın uygulayıcıları bilim
insanı olsalar da faaliyetlerinin doğrudan sonucu bilim olmanın geri­
sindeydi. Olduğu gibi kabul edebilecekleri inanç külliyatı çok küçük
olduğu için, elektrik konusunda deneyler yapanların her biri kendini
kendi sahasını temellerinden en baştan oluşturmak zorunda hissetti.
Bunu yaparken de gözlemi mi deneyi mi daha fazla destekleyeceği
konusunda görece özgürdü, çünkü her bir elektrikçinin uygulaması ve
açıklaması gereken standart yöntemler ve fenomenler kümesi olağa­
nüstü küçüktü. Sonuç olarak, yüzyılın ilk yarısı boyunca, elektrik in­
celemeleri tekrar tekrar aynı zemine geri dönüp durm a eğilimi gös­
terdiler. Sürekli olarak yeni etkiler keşfedildi, ama bunların birçoğu
hızla geri kaybedildi. Kaybolanlar arasında bugün endüktif şarj olarak
tanımlamamız gereken şeyden doğan birçok etki ve ayrıca Du Fay’in
meşhur iki tür elektriklenmesi de vardı. Kinnersley on beş yıl kadar
sonra, ovulmuş bir camla itilen yüklü bir topun ovulmuş bir balmumu
ya da kehribar tarafından çekildiğini keşfettiği zaman Franklin de Kin­
nersley de şaşırmıştı.7 İyi ifade edilmiş ve geniş kabul görmüş bir teori
olmadığı için (hiçbir bilimin en baştan sahip olmadığı ve çok azının
eriştiği, hele sosyal bilimlerin hiç erişemediği bir istektir bu) bundan
başka bir şey de pek beklenemezdi. On sekizinci yüzyılın ilk yarısı
boyunca, elektrikçilerin elektriksel etkilerle elektriksel olmayan etkile­
ri, laboratuar kazalarıyla temel yenilikleri yahut da çarpıcı gösterilerle
elektriğin temel doğasını açığa vuran deneyleri tutarlı bir biçimde bir­
birlerinden ayırt edebilecek yolları yoktu.

7 Du Fay’in elektrik üzerine yazdığı meşhur anılarının dördüncüsü, iki tür


elektriksellik olduğunu ve bunların karşıt olanlarının birbirlerini çektikleri,
aynı olanların birbirlerini ittiğini keşfetmesini, alabildiğine yoğun deney ayrın­
tılarıyla birlikte anlatmakta ve belgelemektedir: “De l’Attraction & Répulsion
des Corps Electriques”, Mémoires de.. .I’Academie.. .de l ’année 1733 (Paris,
1735) 457-76. Bu anılar çok iyi biliniyor, geniş kesimlerce alıntılanıyordu,
ancak görünüşe bakılırsa, neredeyse yirmi yıl boyunca, Desaguliers’den baş­
ka hiçbir elektrikçi bazı yüklü cisimlerin birbirini çektiğinden bahsetmemiştir.
(Philosophical Transactions...,XLll, 1741-2, s. 140-3). Franklin ve Kinners-
ley’in “şaşkınlığı” konusunda bkz. I. B. Cohen (ed.), Benjamin Franklin’s
Experiments: A New Edition of Franklin’s Experiments and Observations on
Electricity (Cambridge, Mass., 1941) 250-5. Ayrıca, Kinnersley bu etkiyi
üretmiş olsa da, ne o ne de Franklin, reçineyle yüklenmiş iki cismin birbirle­
rini iteceğini fark etmiş gibi görünmemektedir ki bu, Franklin’in teorisine
doğrudan karşıt bir fenomendir.
Franklin’in değiştirdiği durum işte budur.8 O nun teorisi, kendisin­
den önceki çeşitli okulların kabul ettiği elektriksel etkilerden o kadar
çoğunu -yine de hepsini değil- açıklıyordu ki bir kuşak sonra bütün
elektrikçiler ona çok benzeyen çeşitli görüşleri kabul etmiş durum day­
dılar. Bütün anlaşmazlıkları çözmüş sayılmasa da, Franklin’in teorisi
elektriğin ilk paradigmasıydı ve bu teorinin varlığı, on sekizinci yüz­
yılın son on yıllarındaki elektrik araştırmalarına yeni bir ton ve çeşni
verdi. Okul içi tartışmaların son bulması temellerin sürekli olarak tek­
rarlanmasına da bir son verdi; doğru yolda olduklarına duydukları gü­
ven, elektrikçileri, daha hassas, ezoterik ve tüketici bir çalışma küm e­
sine doğru yönelmeye teşvik etti. Elektriksel fenomenlerin her birine
ve bütününe ilişkin kaygılardan kurtulmuş olan bu yeni oluşmuş grup,
şimdi kendi seçtikleri fenomenlere çok daha ayrıntılı bir şekilde yöne­
lebilir, işleri için çok özel teçhizatlar tasarlayabilir ve bunları elektrik­
çilerin o vakte dek hiç olmadıkları kadar inatçı ve sistemli bir şekilde
kullanabilirlerdi. Cavendish’in, Coulomb’un ya da Volta’nın ellerin­
de, elektriksel olguların toplanması ve elektrik teorisinin dile getirilişi
ilk kez, son derece yönelimli faaliyetler haline geldiler. Sonuç olarak,
elektriksel araştırmanın verimliliği ve etkililiği muazzam bir biçimde
artarak Francis Bacon’un o keskin metodolojik ilkesinin toplumsal bir
versiyonu için kanıt haline dönüştü: “Kafa karışıklığından ziyâde h a­
talardır doğruların anası.”
Aşikâr ki, bir paradigmaya geçiş yolundaki hızı da tamlığı da abar­
tıyorum. Ama bu, bu fenomene gerçekliğinden bir şey kaybettirmiyor.
Elektriğin bir bilim olarak olgunlaşması, sahanın geneliyle eş genişlik­
te gelişmemiştir. On sekizinci yüzyılın ilk kırk yılında elektrik üzerine
yazanlar, on altıncı ve on yedinci yüzyıldaki öncellerine oranla elekt­
riksel fenomenler hakkında çok daha fazla bilgiye sahiptiler. 1745’ten

8 Değişiklik elbette Franklin yüzünden de olmamıştır bir gecede de olmamıştır.


En önemlileri William Watson olmak üzere, diğer elektrikçiler, Franklin’in te­
orisinin kimi kısımlarını öngörüyorlardı. Daha da önemlisi, Franklin’in teorisi
ancak, asıl olarak Aepinus sayesinde, temel bir takım değişikliklere uğradıktan
sonra bir paradigma için gerekli bir koşul olan genel geçerliliğe ulaştı. Ve o
noktaya ulaştıktan sonra bile teorinin iki ayrı formülleştirmesi var olmaya de­
vam etti: Franklin-Aepinus’un tek-akışkanlı biçimi ve asıl olarak Symmer’den
gelen iki-akışkanlı biçim. Elektrikçiler çok geçmeden, hiçbir elektriksel testin
bu iki teori arasında bir ayrım yapamayacağı sonucuna ulaştılar. Pilin keşfedil­
mesine, yani tek-akışkanlı teori ile iki-akışkanlı teori arasında yapılacak seçim
deneylerin tasarımında ve çözümlenmesinde kimi zaman değişiklikler ortaya
çıkarmaya başlayana kadar bu ikisi birbiriyle eşdeğerdeydi.
sonraki yarım yüzyıl boyunca, listelerine çok az sayıda yeni elektrik­
sel fenomen eklenmişti. Yine de, bazı önemli bakımlardan, yüzyılın
son yirmi yılında elektrik üzerine yazılanların Gray, Du Fay ve hattâ
Franklin’den uzaklıkları, bu erken on sekizinci yüzyıl elektrikçilerinin
bir yüzyıl önceki öncellerinden uzaklıklarına kıyasla çok daha büyük
görünüyordu. 1740’la 1780 arasında bir yerlerde, elektrikçiler grup
olarak, Antik dönemde astronomların, O rtaçağ’da hareket öğrenci­
lerinin, on yedinci yüzyıl sonlarında fiziksel optiğin ve on dokuzuncu
yüzyıl başlarında tarihsel jeolojinin elde ettiği şeyi elde ettiler. Yani
bir paradigmaları oldu ve bu paradigmaya sahip olmak onların ken­
di sahalarının temelini verili olarak kabul etmelerini ve daha somut,
daha çapraşık problemlere ilerlemelerini sağladı.9 Geçmişi sonradan
anlamanın avantajı olmaksızın, bir bilim sahasını bu kadar açık bir
biçimde ilân eden bir başka ölçüt bulmak zordur.
Bu söylenenler, benim paradigmadan ne anladığımı açıklamaya
başlamış olmalı. Paradigma, öncelikle temel bir bilimsel başarıdır ve
bu başarının içinde hem bir teori hem de deneyin ve gözlemin sonuç­
larına yönelik bir takım örnek uygulamalar vardır. Daha da önemlisi,
açık uçlu bir başarıdır, zira hâlâ yapılması gereken her türden araştır­
ma mevcuttur. Ve son olarak, kabul görmüş bir başarıdır, yani üye­
lerinin artık onunla rekabet etmeye ya da ona alternatifler yaratmaya
çalışmadığı bir grup tarafından kabul edilmiştir. Bu grubun üyeleri,
bunun yerine, bu başarıyı az sonra ele alacağım bir dizi yoldan geniş­
letmeye ve kullanmaya girişirler. Paradigmaların yapılmak üzere bı­
raktıkları işin tartışılması, onların hem rolünü hem de bu özel tesirle­
rinin nedenini daha da açık hale getirecektir. Ama önce, paradigmalar
hakkında söylenmesi gereken oldukça farklı bir şey daha var. Bir p a ­
radigmanın kabul görmesi en etkili türden bilimsel araştırmalar için
tarihsel bir öngereklilik olarak görünse de, araştırmaların etkililiğini
geliştiren paradigmaların sürekli olması gerekmez ve genelde de öyle
değildirler. Tersine, olgun bilimin gelişim örüntüsü genelde bir para­
digmadan diğer paradigmaya geçiş şeklindedir. Bu örüntüyü paradig­
maların erken döneminden ya da paradigma öncesi dönemin örüntü

9 Bu ilk elektriksel paradigmanın ancak 1800’e dek tam olarak etkin olduğu­
nu unutmayalım, bu tarihte pilin keşfedilmesi ve elektro-kimyasal etkilerin
sayısının artması, elektrik teorisinde bir devrim başlattı. Bu devrimden yeni
bir paradigma çıkana kadar, elektrik literatürü, özellikle de İngiltere’de, pek
çok bakımdan, yeniden on sekizinci yüzyılın ilk yarısına özgü bir tona sahip
olmuştu.
karakteristiğinden ayıran şey, temeller üzerine tartışm anın bütünüyle
ortadan kaldırılması değil, bu tür tartışmanın katı bir biçimde, ara sıra
ortaya çıkan paradigma değişikliği dönemleriyle sınırlandırılmasıdır.
Örneğin Batlamyus’un Almagest’i, ondan miras alınan araştırma
geleneği, yerini en sonunda Kopernik ve Kepler’in çalışmalarından tü ­
retilen ve öncekiyle uyumsuz bir geleneğe bıraktı diye ondan daha az
paradigma değildi. Ya da Newton’un Optik’i, yerini daha sonra Young
ve Fresnel’in eter-dalga teorisine bıraktı diye, daha az paradigmadan
sayılmaz, ki bu ikinci paradigma da daha sonra Maxwell’den gelen
elektromanyetik yer değiştirme teorisi tarafından yerinden edildi.
Kuşkusuz, herhangi bir verili paradigmanın izin verdiği araştırm a işi,
bilimsel bilgi ve tekniğin bütününe yapılmış kalıcı katkılar ortaya çıka­
rır, ama paradigmaların kendisi sıklıkla bir kenara atılır ve onların ye­
rine onlarla oldukça uyumsuz başka paradigmalar gelir. Paradigmala­
rın kabulünün izin verdiği araştırmaların özel tesirini anlama çabası
içinde, paradigmaların “doğruluğu” ya da “geçerliliği” gibi nosyonla­
ra başvuranlayız.
Tersine, tarihçi sık sık, eski bir paradigmayı zamanı geçmiş olarak
ilân edenlerin ya da paradigma öncesi ekollerden herhangi birinin yak­
laşımını reddedenlerin aslında daha sonra geri dönmeye zorlanaca­
ğı önemli bir bilimsel algının embriyosunu reddetmiş olduğunu fark
edebilir. Ama böyle yaparak bilimsel gelişmeyi geciktirip geciktirme­
dikleri meselesi aşikâr olmaktan çok uzaktır. O n dokuzuncu yüzyıl
bilim insanları Newton’un parçacık ışık görüşünün hâlâ doğa hak­
kında öğretecek önemli bir şeyleri olabileceğini kabul etmeye daha
istekli olsalardı, kuantum mekaniği daha önce mi doğardı? Sanatlar­
da, beşeri bilimlerde ve geçmişin klasik başarılarına daha az doktriner
bir görüşle bakılan birçok sosyal bilimde belki, ama burada, sanmı­
yorum. Yahut, bilim insanları Batlamyus ve Kopernik’in yerkürenin
konum unu tarif ederken eşit ölçüde meşru araçlar seçtiklerini kabul
etmiş olsalardı, astronomi ve dinamik daha mı hızlı gelişirdi? Aslında
on yedinci yüzyılda bu görüş öne sürülmüştü ve o zam andan bu yana
da görelilik teorisi tarafından teyit edilmiş durum da. Ama arada, bu
görüş, Batlamyus astronomisiyle birlikte kuvvetle reddedilmişti; an­
cak ilk kez on dokuzuncu yüzyıl sonlarında, görececi olmayan fiziğin
süre giden pratiğinin ortaya çıkardığı çözülmemiş sorunlarla somut
bir ilişkiye sahip olduğu için yeniden ortaya çıkacaktı. O n sekizinci
ve on dokuzuncu yüzyılda gerek Batlamyus’un çalışmalarına gerek
Descartes, Huygens ve Leibniz’in görececi görüşlerine yönelik yakın
bir ilginin fizikte yirminci yüzyılla başlayan devrimi hızlandırmaktan
ziyâde geciktireceği öne sürülebilir ve aslında imâ yollu, ben de bunu
öne süreceğim. Kabul görm üş klasikler arasında sürekli bir rekabetten
ziyâde, bir paradigmadan diğer paradigmaya ilerlemek, olgun bilimsel
gelişimin işlevsel ve de olgusal bir karakteristiği olabilir.
Şimdiye dek söylenenlerin çoğu, olgun bir bilimsel uzmanlık sa­
hasının uygulayıcılarının - b u yazının son kısmında ele alınacak bazı
olağanüstü dönemler bir yana bırakılırsa- doğaya bakarken, onu in­
celerken bir takım paradigma temelli yollarından birine derinden bağlı
olduklarını belirtmeyi amaçlıyordu. Paradigmaları, onlara evrenin ne
türden kendiliklerle dolu olduğunu, bu kendilikler popülasyonunun
üyelerinin ne şekilde davrandıklarını anlatır; ayrıca onlara, doğa hak­
kında sorulması meşru olan soruları ve bu sorulara cevap ararken kul­
lanılabilecek münasip teknikleri bildirir. Aslında, paradigmalar, bilim
insanlarına o kadar çok şey söyler ki, araştırılmak üzere ortada bırak­
tığı sorular, mesleğin dışındakilerin gerçek ilgisini nadiren çekebilecek
türdendir. Eğitimli insanlar, bir grup olarak, temel parçacıklar tayfı ya
da moleküler replikasyon hakkında bir şey duyduklarında büyülenip
kalabilirlerse de, bu sorunları araştırm a sürecinin altında yatmakta
olan inançlar onlara anlatılır anlatılmaz ilgileri hızla tükenir. Bizati­
hi araştırm a projesinin sonuçlarına kayıtsızdırlar ve ilgileri, paritenin
korunmamasında olduğu gibi, bu araştırma [süreci] beklenmedik
bir paradigma değişikliği ya da sonuçta, araştırmaya kılavuzluk eden
inançlarda bir değişim ortaya çıkarmadığı sürece, yeniden uyanacak
gibi değildir. Gerek tarihçilerin gerekse bilimi popüler dile dökenlerin,
dikkatlerini, paradigma değişikliği ortaya çıkaran devrim niteliğindeki
sahnelere bu denli yöneltmelerinin ve en büyük bilim insanlarının bile
zamanlarının büyük kısmını harcadıkları türden işleri göz ardı etmele­
rinin sebebi kuşkusuz budur.
Bir paradigmanın varlığının bilim topluluğuna yapacak ne bıraktığı
sorusunu soracak olursam, derdimi daha açık anlatabilirim. Cevap —
ki yeniliğe karşı gösterilen dirençle bağı aşikârdır ve tıpkı bunun gibi
sıklıkla gözden uzak tutulur—bilim insanlarına bir paradigma verildiği
zaman, bütün kudretleri ve maharetleriyle paradigmayı doğayla gide­
rek daha fazla yakınlaştırmak için çabaladıklarıdır. Çabalarının çoğu,
özellikle de bir paradigmanın gelişiminin erken safhalarında, paradig­
mayı telaffuz etmeye, ilk formülleştirmenin kaçınılmaz olarak muğlâk
bıraktığı alanlarda daha sarih kılmaya yönelir. Örneğin, elektriğin tek
tek parçacıklarının belirli bir mesafede birbirleri üzerinde etki yaratan
bir sıvı olduğu bilgisine sahip olan Franklin sonrası elektrikçiler, elekt­
rik parçacıkları arasındaki nicel kuvvet yasasını belirlemeye girişebi­
liyorlardı. Başkalarıysa kıvılcım uzunluğunun karşılıklı bağımlılığını,
elektroskop sapmayı, elektriğin niceliğini ve iletken yapılandırmasını
arayabiliyordu. Coulomb, Cavendish ve Volta’nm on sekizinci yüzyı­
lın son on yıllarında üzerinde çalıştığı problemler bunlardı, diğer her
bir olgun bilimin gelişiminde de bunlara paralel pek çok örnek bu­
lunuyor. Çağımızda, nükleonların etkileşimine hükm eden kuantum
mekaniği kuvvetlerini belirlemeye yönelik çabalar da tam olarak aynı
kategoriye, paradigmanın-telaffuzu kategorisine giriyor.
Bir paradigmanın onu benimseyen topluluğun karşısına koyduğu
güçlükler sadece bu türden bir sorunla sınırlı değildir. Bir paradig­
m anın iş gördüğü varsayılan ama aslında henüz uygulanmadığı pek
çok alan vardır her zaman. Bu alanlarda paradigmayla doğayı eşleş­
tirme meselesi, her kuşağın en parlak bilimsel yeteneklerinin çoğunu
işe koşar. Bunun önemli bir örneği, on sekizinci yüzyılda, Newtoncu
bir titreşen yaylar teorisi geliştirmeye yönelik çabalarsa, günüm üzde
katilara yönelik bir kuantum mekaniği teorisi üzerine yapılan çalış­
malar da bir diğer örneği teşkil eder. Dahası, her zaman, en azından
sınırlı bir uzlaşmanın kendini gösterdiği bir alanda, bir paradigmayla
doğa arasındaki uyuşumu geliştirmeye yönelik olarak yapılabilecek
pek çok büyüleyici iş vardır. Bu gibi problemler üzerinde yapılan teo­
rik çalışmalara örnek olarak, on sekizinci yüzyılda gezegenlerin Kepler
yörüngelerinden sapmasına neden olan tedirginmeler* üzerinde ya­
pılan araştırmaların yanı sıra yirminci yüzyılda karmaşık atomlar ve
moleküllerin tayflarına ilişkin olarak ayrıntılı teori verilebilir. Ve tüm
bu problemlere ve başka problemlere eşlik eden şey, kendini yineleyip
duran bir araçsal sorunlar dizisidir. Coulomb’un elektriksel kuvvet ya­
sasını belirleyebilmesi için özel aygıtların icat edilip yapılması gerekti.
Yapımları tamamlandığında Newtoncu tedirginme teorisinin geliştiril­
mesine hizmet edecek gözlemleri yapmak üzere yeni teleskop çeşitleri
gerekiyordu. Nükleer kuvvetlere ilişkin daha güçlü teorileri dile geti­
rebilmek için sürekli olarak, daha esnek ve daha güçlü hızlandırıcıların
tasarımı ve yapılması istenir. Hem en hemen bütün bilim insanlarının
zamanlarının neredeyse tüm ünü harcadığı işler bu türden işlerdir.10

’ Tedirginme [perturbation], bir gök cisminin muntazam hareketinde bir baş­


ka gök cisminin etkisiyle meydana gelen düzensizliktir (editörün notu).
10 Bu ve sonraki paragraftaki tartışma, şu makalemde önemli ölçüde ayrın-
tılandırılmıştır: “The function of measurement in modern physical science”,
Normal bilimsel araştırmayı tarif eden bu özeti burada daha fazla
ayrıntılandırmaya gerek yok muhtemelen, ama burada belirtilmesi ge­
reken iki husus daha var. İlki, yukarıda belirtilen problemlerin tümü,
sıklıkla da birkaç bakımdan, paradigma-bağımlı problemlerdi. Bunla­
rın bazıları -örneğin Newtoncu gezegenler teorisine yönelik tedirgin­
ine terimlerinin türetilm esi- uygun bir paradigma yokken dile gelmesi
bile mümkün olmayan şeylerdir. Newtoncu teoriden görelilik teori­
sine geçişle birlikte bunların bazıları farklı problemler haline geldiler
ve hepsi de henüz çözülmüş değil. Bazı başka problemlerse -örneğin
elektrik kuvvetleri yasasını belirleme girişim i- nihayetinde çözülmele­
rini sağlayan paradigmanın ortaya çıkışından önce dile getirilebilecek
ve müphem bir şekilde de olsa dile getirilmiş problemlerdi. Ama eski
biçimleriyle dize getirilemeyecekleri de ortaya çıkmıştı. Elektriksel çe­
kim ve itmeyi kokularla [effluvia] tarif edenler, ortaya çıkan kuvvet­
leri, terazinin bir kefesinin altına ölçülmüş bir mesafede yüklenmiş
bir plaka koyarak ölçmeye çalıştılar. Bu koşullar altında tutarlı ya da
yorumlanabilir sonuçlar elde edilemedi. Başarı için gereken koşulun,
elektriksel eylemi belirli bir mesafedeki nokta parçacıklar [point par­
tid e ] arasında yerçekimi benzeri bir eyleme indirgeyen bir paradigma
olduğu anlaşıldı. Franklin’den sonra, elektrikçiler elektriksel eylemi
bu açılardan düşünmeye başladılar; Coulomb da Cavendish de aygıt­
larını buna göre tasarladılar. Son olarak, bu her iki durum da da, diğer
bütün durum larda da, yeterli motivasyonu elde etmek için bir para­
digmaya bağlanmak yetiyordu. Başarıya ulaştığı takdirde, çabalarının
beklenen meyveyi vereceğine yönelik sağlam bir güvencesi olmadan
kim o özel amaçlı, ayrıntılı aygıtları tasarlardı yahut şu veya bu dife­
ransiyel denklemi çözmek için aylarını harcardı ki?
Bir araştırm a projesinin beklenen sonucu diye bahsettiğim şey, a r­
tık normal ya da paradigma temelli araştırma dediğim şeyin çarpıcı
özelliklerinden İkincisine işaret ediyor. Bu araştırmaları gerçekleştiren
bilim insanları, çarpıcı ve beklenmedik tahminlere yol açacak yepyeni
teorileri keşfeden ya da icat eden yaygın bilim insanı imgesine ke­
sinlikle uymaz. Tersine, yukarıda ele alman bütün problemlerde, elde
edilecek sonuçların ayrıntıları dışında her şey önceden bilinmekteydi.
Franklin’in paradigmasını kabul eden hiçbir bilim insanı küçük elekt­
rik parçacıkları arasında bir çekim yasası olabileceğine ilişkin en ufak
bir kuşku taşıyamazdı ve mantıki olarak da bu yasanın basit bir cebir­
sel biçime sahip olduğunu varsayabilirlerdi. H attâ bazıları, bu yasanın

/sis, LII (1961) 161-93.


bir ters kare yasası olacağını bile tahm in etmiştiler. Bunun için gerekli
olan matematiğin karmaşıklığı m untazam bir hemfıkirliğe ulaşılmasını
bir yüzyıldan fazla bir süreliğine geciktirdiyse de, Newtoncu astro­
nom lar ya da fizikçiler de New ton’un hareket ve çekim [gravitatiorı]
yasasının ay ve gezegenlerin gözlemlenen hareketlerini açıklamak
üzere mevcut olduğundan kuşku duymuyorlardı. Diğer çoğu prob­
lemde olduğu gibi bilim insanlarının ele aldığı tüm bu problemlerde
de zorluk, bilinmeyeni açığa çıkarmak değil, bilineni elde etmektedir.
Onları cazip kılan şey, başarıya ulaşıldığı zaman açığa çıkması bekle­
nebilecek şeylerde değil de başarının kendisine ulaşmanın zorluğun­
dadır. Normal araştırma [süreci], bir keşiften ziyâde, bittiği zaman
neye benzeyeceği en başından bilinen bir Çin küpünün parçalarını
birleştirme çabasına benzer.
Bu yazının başında, normal araştırm a sürecinin içindeki kişiyi sat­
ranç oyuncusu gibi bir bulmaca çözücüsü olarak tarif ederken aklım­
daki şeyler, işte normal araştırm a sürecinin bu karakteristikleriydi.
Önceki eğitimi yoluyla edindiği paradigma ona oyunun kurallarını
sağlar, oynanacak taşları tarif eder ve istenen sonucun doğasını be­
lirtir. O nun görevi, bu taşları, kurallar dâhilinde, istenen sonucu üre­
tecek şekilde oynatmaktır. Birçok bilim insanının en azından verili
bir probleme yönelik ilk saldırılarında olduğu gibi başarısız olursa,
bu başarısızlık sadece onun beceri eksikliğine delâlettir. Paradigması­
nın sağladığı kuralları sorgulama konusu edemez, çünkü bu kural­
lar olmasa, daha boğuşacak bir bulmaca bile olmayacaktır ortalıkta.
Yani, olgun bir bilimin uygulayıcılarının ele aldığı problemlerin (ya da
bulmacaların) paradigmaya derin bir bağlılığı önceden varsaymasına
şaşmamak gerekir. Ve ne talihtir ki, bu bağlılıktan kolay kolay da vaz­
geçilmez. Deneyler göstermektedir ki, birçok durum da, gerek bireyin
gerekse profesyonel grubun üst üste tekrarladığı çabaları sonunda en
inatçı sorunlara bile paradigma dâhilinde bir çözüm üretme başarısına
ulaşılmaktadır. Bilimin ilerleme yollarından biri budur. Bu koşullar
altında, bilim insanlarının paradigma değişikliklerine direnmelerini
şaşkınlıkla karşılayabilir miyiz? Eninde sonunda, onların savundukları
şey, kendi mesleki yaşam yollarının temelinden başka bir şey değildir.
Şu ana dek söylenenlerden, bilimsel dogmatizm adını vererek bu
yazıya başladığım şeyin temel avantajlarından biri ortaya çıkmış olma­
lıdır. Hangi Baconcı doğa tarihine bakılırsa bakılsın ya da hangi bilimin
paradigm a öncesi gelişimi araştırılırsa araştırılsın, doğanın gelişigüzel
keşfedilemeyecek, böyle bir keşfin yanma bile yaklaşamayacak denli
karmaşık olduğu görülecektir. Bilim insanlarına nereye bakacaklarını,
neyi arayacaklarını söyleyecek bir şey olmalıdır ve bu şey, onun k u ­
şağının ötesine geçemeyecek bile olsa, bir bilim insanı olarak edindiği
eğitimin ona sağladığı paradigmadır. Bu paradigma ve ona yönelik d u ­
yulması zorunlu güven verili olunca, bilim insanı artık bir kaşif olmayı,
en azından bilinmeyenin kâşifi olmayı büyük ölçüde bırakır. Bunun ye­
rine, bu görev için en özel amaçlı aygıtları tasarlayarak, teoride pek çok
özel amaçlı uyarlamalar yaparak bilineni ifade edip somutlaştırma m ü­
cadelesine girişir. Hazzını, bu tasarım ve uyarlama bulmacalarından
alır. Olağanüstü şanslı biri değilse, şöhreti bu bulmacalar konusundaki
başarısına bağlıdır. Giriştiği işini karakterini, kaçınılmaz olarak, şu ya
da bu noktada son derece kısıtlı bir vizyon belirler. Ama görüşünün
odaklandığı bölge içinde, paradigmayla doğayı eşleştirmek için sürüp
giden çabaları, o bölgenin ezoterik ayrıntılarına yönelik başka türlü
erişilemeyecek olan bilgi ve anlayışı ortaya çıkarır. Kopernik’ten ve
devinim probleminden Einstein’a ve foto-elektrik etkiye değin, bilimin
ilerlemesi hep böylesi ezoterik sırlara bağlı olmuştur. Paradigmalara
bağlı olmanın verdiği büyük bir üstünlük de bilim insanlarına küçük
küçük bulmacalarla meşgul alma özgürlüğü vermesidir.
Yine de, bilimsel araştırm anın bu bulmaca çözme ya da paradigma
uyuşturm a imgesi en azından bütünü açısından eksiktir. Bilim insanı
bir kâşif olmasa da bilim insanları yeni ve beklenmedik türden feno­
menleri keşfedip durmaktadırlar. Ya da yine, bilim insanları normal
olarak yeni temel teori türleri icat etmek için çabalamasalar da, süre
giden araştırma pratiği tekrar tekrar böylesi teoriler ortaya çıkarm ak­
tadır. Ama benim normal bilim adını verdiğim şey her zaman başarı­
lı olsa bu çeşit yeniliklerin hiçbiri ortaya çıkmazdı. Aslında, bulmaca
çözme işiyle uğraşan insan sıklıkla temel nitelikteki yeniliklere direnç
gösterir ve bunu yapmak için iyi nedenleri vardır. Bilim insanına göre
bunlar, oyunun kuralında değişiklikler anlamına gelir ve kurallardaki
her tür değişim, özünde yıkıcıdır. Bu yıkıcı unsurun en aşikâr olduğu
yerler Kopernik, Lavoisier ya da Einstein gibi isimlerle ilişkilendirilen
önemli teorik yeniliklerdir elbette. Ancak, beklenmedik bir fenomenin
keşfi de (her ne kadar daha küçük bir grup üzerinde ve kısa bir süreli­
ğine etkili olsa da) aynı yıkıcı etkileri doğurabilir. İlk takip deneylerini
gerçekleştirir gerçekleştirmez, Röntgen’in ışıldayan ekranı, önceden
standart olan katot ışını ekipmanının kimsenin hesaba katmadığı bir
davranış sergilediğini gösteriyordu. Kontrol edilmesi gereken beklen­
medik bir değişken vardı; paradigma olma yolunda ilerleyen önceki
araştırmaların yeniden değerlendirilmesi gerekiyordu; eski bulm aca­
lar, bu kez farklı bir kurallar kümesi içinde, tekrar çözülmeliydi. X-ı-
şınları gibi öylesine rahatlıkla sindirilebilecek bir keşif bile daha önce
araştırmaya kılavuzluk eden bir paradigmayı ihlal edebilir. Bundan da
şu çıkar: Eğer normal bulmaca çözme etkinliği bütünüyle başarılı ol­
saydı, bilimin gelişimi hiçbir zaman temel yenilikler ortaya çıkarmazdı.
Ama elbette ki normal bilim her zaman başarılı değildir, bu olguyu
kabul ettiğimiz zaman da benim paradigma temelli araştırm anın ikinci
büyük avantajı olarak gördüğüm şeye gelmiş oluruz. Erken dönem
elektrikçilerinin çoğundan farklı olarak, olgun bilimin araştırmacısı,
araştırmasının ne türden bir sonuç vereceğini oldukça yüksek bir has­
sasiyet derecesinde bilir. Bunun sonucu olarak da özellikle avantajlı
bir konumda bulunur, bir araştırma problemi yoldan çıktığı zaman
bunu anlayabileceği bir konum dur bu. Belki Galvani ya da Röntgen
gibi o da oluşmaması gerektiğini düşündüğü bir etkiyle karşı karşıya
kalabilir. Yahut belki de Kopernik, Planck ya da Einstein gibi, öncelle­
rinin bir paradigmayla doğayı eşleştirmeye yönelik çabalarının tekrar
tekrar başarısız olmasının, uyuşumun arandığı kurallar çerçevesinin
artık değiştirmesi gerektiğinin muhtemel kanıtı olduğu sonucuna va­
rabilir. Yahut da Franklin ya da Lavoisier gibi, arka arkaya bir dizi
girişimden sonra, mevcut teorilerin hiçbirinin yeni keşfedilen bir etki­
nin hesabını verecek şekilde ifade edilemeyeceğine karar verebilir. Bu
şekillerde ve başka şekillerde, bilimin normal bulmaca çözme pratiği,
anomalinin ayırdma varılması ve tanınması sonucuna götürebilir ve
kaçınılmaz olarak da götürür. Galiba bu tanıma, bilimsel teorideki n e­
redeyse bütün yeni türden fenomenlerin ve bütün temel yeniliklerin
keşfi için bir ön gerekliliktir. Bir ilk paradigmaya erişildikten sonra,
önceden kurulmuş bir oyunun kurallarının çökmesi genellikle önemli
bir bilimsel yeniliğin girizgâhı olur.
Önce keşifler meselesini ele alalım. Bunların pek çoğu, Coulomb
yasası ya da periyodik cetveldeki boş bir yeri dolduran yeni bir ele­
ment bulunması durum larında olduğu gibi sorun arz etmez. Bunlar
‘yeni türden fenomenler’ değil, bir paradigma vesilesiyle beklenen ve
uzm an bulmaca çözücüleri tarafından ulaşılan keşiflerdi: Bu türden
keşifler, benim normal bilim dediğim şeyin doğal bir ürünüdür. Ama
bütün keşifler bu türden değildir: Keşiflerin birçoğu bilinenden dışde-
ğerbiçim (ekstrapolasyon) yoluyla tahmin edilebilecek şeyler değildi;
bir anlamda, ‘kazayla’ yapılmaları gerekiyordu. Öte yandan, ortaya
çıktıkları kaza, genellikle, etrafta gezinip sağa sola bakman her ada­
mın karşısına çıkabilecek türden bir şey olamazdı. Olgun bilimlerde
keşif, gerek kavramsal gerek araçsal olarak en özel donanımı gerektirir
ve o donanım her zaman normal araştırma bulmacalarının peşinden
koşmak üzere geliştirilmiş ve konuşlandırılmıştır. Keşif, o donanım
olması gerektiği gibi işlemediği zaman ortaya çıkar. Dahası, en azın­
dan geçici türden bazı başarısızlıklar hemen her araştırma projesinde
olduğu için, keşif, ancak bir başarısızlık özellikle inatçı ve çarpıcıysa
ve kabul görmüş inançlar ve süreçler hakkında soru uyandırır gibiyse
ortaya çıkar. Dolayısıyla kurulu paradigmaların varlığı, keşifler için,
çoğunlukla iki kere ön gerekliliktir. Onlar olmasa, yoldan çıkmış olan
projeye hiç başlanmamış olacaktır. Ve proje yoldan çıktığı zaman bile,
ki projelerin çoğu bir süreliğine yoldan çıkar, paradigma başarısızlığın
peşinden koşmaya değip değmediğini saptamaya yardımcı olur. Bir
bulmaca çözme sürecindeki bir başarısızlığa gösterilecek olağan ve
uygun tepki, kişinin kendi yeteneklerini ya da kendi aletlerini suçla­
yıp bir başka probleme dönmesi olur. Bilim insanı, zaman kaybetmek
istemiyorsa, temel bir anomaliyle salt başarısızlığı ayırt edebilmelidir.
Bu örüntü -k u ru lu teknikleri ve inançları zan altında bırakmaya
davet eden bir anomali yoluyla bir keşfin ortaya çıkm ası- bilimin ge­
lişimi süreci boyunca sürekli olarak tekrarlanmıştır. Newton, ölçü­
len dağılımla Snell’in daha önce keşfettiği kırılma yasasını birbiriyle
uzlaştıramaymca beyaz ışığın bileşimini keşfetti." Mevcut statik yük
detektörleri Franklin’in paradigmasının söylediği gibi davranmayın­
ca, elektrik pili bulunmuş oldu.12 U ranüs’ün yörüngesinde fark edilen
anomaliler açıklanmaya çalışılırken Neptün gezegeni keşfedildi.13Klor
elementi ve karbonm onoksit bileşiği, Lavoisier’in yeni kimyasını labo­
ratuar gözlemleriyle uyuşturm a çabaları sırasında ortaya çıktı.14 Soy-
gaz denen gazlar, atmosferdeki azotun ölçülen yoğunluğunda küçük
ama inatçı bir anomali üzerine başlatılan uzun bir soruşturm a zinci­

11 Bkz. Benim “Newton’s optical papers” başlıklı yazım, I. B. Cohen (ed.),


Isaac Newton’s Papers & Letters on Natural Philosophy (Cambridge, Mass.,
1958) 27-45 içinde.
12 Luigi Galvani, Commentary on the Effects of Electricity on Muscular Motion,
çev.: M. G. Foley, notlar ve giriş: I. B. Cohen (Norwalk, Conn., 1954) 27-9.
13 Angus Armitage, A Century of Astronomy (London, 1950) 111-15.
14 Klor için bkz. Ernst von Meyer, A History of Chemistry from the Ear­
liest Times to the Present Day, çev. G. M>Gowan (London, 1891) 224-7.
Karbonmonoksit için bkz. Hermann Kopp, Geschichte der Chemie (Brauns­
chweig, 1845) III, 294-6.
rinin ürünleriydiler.15 Elektron, elektriğin gazlar yoluyla iletimindeki
bazı aykırı özellikleri açıklamak için ileri sürüldü ve elektronların spi-
ni, atom tayflarında gözlenen başka çeşit anomalileri açıklamak için
önerildi.16 Nötron da nötrino da bunun başka örnekleridir, liste uza­
dıkça uzayabilir.17 Olgun bilimlerde beklenmedik yenilikler ilke olarak
bir şeyler yolunda gitmediği zaman keşfedilirler.
Ne var ki, eğer anomali yeni keşiflere yol açacak denli önemliyse,
yeni teorilerin bulunmasında daha da büyük bir rol oynar. Yaygın olan
ama hiçbir biçimde evrensel olmayan bir inancın aksine, yeni teoriler,
teorinin daha önce hiçbir biçimde öngörmediği gözlemlerin hesabını
vermek üzere yaratılmazlar. Daha ziyâde, herhangi bir ileri bilimin
gelişimi boyunca, neredeyse her zaman, konuyla ilişkili olduğu kabul
edilen bütün olgular ya mevcut teoriye iyi uyuyor ya da uyma süreci
içinde gibidir. Normal bilimin standart problemlerinin bir çoğu bu ol­
guları teoriye uydurma sürecinden ibarettir. Ve kendini buna adamış
bilim insanları, hemen her zaman, bunları çözmeyi başarır. Ama her
zaman da başarılı olmazlar; tekrar tekrar ve giderek daha çok başa­
rısız oldukça, bilim topluluğunun onların dâhil olduğu kısmı benim
başka bir yerde “kriz “ dediğim şeyle karşılaşır. Çalışmalarının dayan­
dığı teoride temelden bir şeylerin yanlış olduğunu fark eden bilim in­
sanları, teoriyi, daha önce kabul edilebilir olan ifadelerden daha temel
bir biçimde ifade etmeye girişecektir. (Karakteristik olarak, kriz za­
manlarında, paradigmatik teorinin pek çok farklı versiyonlarıyla kar­
şılaşılır.18) Aynı zamanda, durum u düzeltmek için bir yol sunabilecek

15 William Ramsay, The Gases of the Atmosphere: the History of their Discovery
(London, 1896) 4.ve 5. Bölümler.
16 J. J. Thomson, Recollections and Reflections (New York, 1937) 325-71; T. W.
Chalmers, Historic Researches: Chapters in the History of Physical and Chemical
Discovery (Londra, 1949) 187-217; ve E K. Richtmeyer, E. H. Kennard ve T.
Lauritsen, Introduction to Modern Physics (5. Baskı., New York, 1955) 212.
17 A.g.e. s. 466-470; ve Rogers D. Rusk, Introduction to Atomic and Nuclear
Physics (New York, 1958) 328-30.
18 Klasik bir örnek (bunun için bkz. bir sonraki notta belirtilen referans) Ko-
pernik’in güneş merkezli reformundan önceki yıllarda yer merkezli astrono­
mik sistemlerin çoğalmasıdır. Bir başka örnek (bkz. J. R. Partington ve D.
McKie, “Historical studies of the phlogiston theory”, Annals of Science, II
(1937) 361-404, III (1938) 1-58, 337-71, ve IV (1939) 113-49) ağırlığın
her zaman yanmayla kazanıldığı fikrinin genel kabul görmesine ve 1760’dan
sonra pek çok yeni gazın deneysel olarak keşfedilmesine tepki olarak ‘flogis-
ton teorileri’ndeki çoğalmadır. Aynı çoğalma, Einstein’ın özel görelilik teo­
risinden önceki yirmi yıl içinde, mekanikte ve elektromanyetizmada kabul
bir takım etkileri keşfetme umuduyla, söz konusu alan içinde, giderek
gelişigüzel olmaya daha çok yaklaşan deneyler yapmaya başlayacak­
lardır. Bilimsel teoride temel bir yeniliğin gerek yaratılmasının gerek
kabul görmesinin ancak bu gibi koşullarda olduğunu öne sürüyorum.
Örneğin, Batlamyus astronomisinin durum unun bir skandal ol­
duğu, Kopernik astronomik teoride temel bir değişiklik önermeden
önce biliniyordu; Kopernik’in, yenilik yapmak için önsözde saydığı
nedenler, kriz durum unun klasik bir tarifini sunar.19 Galileo’nun ha­
reketlerin incelenmesine yaptığı katkılar, çıkış noktasını, ortaçağ teori­
sinin kabul edilen güçlüklerinden alıyordu, Newton ise Galileo’nun
mekaniğini Kopernikçilikle bağdaştıran kişi oldu.20 Lavoisier’in yeni
kimyası, yeni gazların ortaya çıkmasının ve ağırlık ilişkileri üzerine ilk
sistematik incelemelerin gerçekleşmesinin bir arada yarattığı anomali­
lerin ürünüydü.21 Işığın dalga teorisi, kırınım ve kutuplaşma etkilerinin
Newton’un parçacık teorisiyle ilişkisindeki anomaliler hakkında gide­
rek artan endişelerin ortasında gelişm işti.22 Sonraları mevcut bilimler
için bir üstyapı olarak görülmeye başlayacak olan termodinamik, daha
önceden paradigmatik olan ısıl [calorie] teoriyi reddetme pahasına ku­
rulabilmişti ancak.23 Kuantum mekaniği, kara cisim ışınımı, özgül ısı

görmüş teorilerin çeşitli versiyonlarında görüldü. (E. T. Whittaker, History of


the Theories of Aether and Electricity, 2. baskı, 2 cilt, Londra, 1951-53, I, 12.
Bölüm ve II, 2. Bölüm. Bunun görelilik teorisine ilişkin çok önyargılı bir anla­
tım olduğu yolundaki genel fikre katılıyorum, ama tam da burada söz konusu
olan hususu belirtmek için gereken ayrıntıyı içerdiği için alıntılıyorum).
19 T. S. Kuhn, The Copemican Revolution: Planetary Astronomy in the Develop­
ment of Western Thought (Cambridge, Mass., 1957) 133-40.
20 Galileo için bkz. Alexandre Koyre, Etudes Galileennes (3 cilt, Paris, 1939);
Newton için bkz. Kuhn, aynı eser, s. 228-60 ve 289-91.
21 Gazların çoğalması üzerine bkz. Partington, A Short History of Chemistry
(2. Baskı, Londra, 1948) Bölüm 6; ağırlık ilişkilerinin rolü konusunda bkz.
Henry Guerlac, “The origin of Lavoisier’s work on combustion”, Archives
inter- nationales d ’histoire des sciences, XII (1959) 113-35.
22 Whittaker, Aether and Electricity, II, 94-109; William Whewell, History
o f the Inductive Sciences (gözden geçirilmiş baskı, 3 cilt, Londra, 1847) II,
213-71; ve Kuhn, “Function of measurement”, s. 181 n.
23 Termodinamiğin başlangıcı konusunda genel bir anlatım için (konuya ol­
dukça uygun bir bibliyografı de içeriyor) bkz. benim çalışmam “Energy con­
servation as an example of simultaneous discovery,” Marshall Clagett (ed.),
Critical Problems in the History of Science (Madison, Wise., 1959) 321-56
içinde. Enerjinin korunumunun ısıl teorisyenlere getirdiği özel problem­
ler için Carnot’nun makaleleri, burada 2. Notta alıntılandı, ayrıca bkz. S.
ve foto-elektrik etki çevresinde dolaşan bir dizi güçlükten doğm uştu.24
Yine liste uzatılabilir, ama söylenmek istenen anlaşılmış olmalıdır. Yeni
teoriler, eski teoriler dâhilinde yürütülen çalışmalardan ve ancak bir
şeylerin yanlış gittiği gözlemlendiği zaman ortaya çıkarlar. Onlara gi­
rizgâh olan şey, kabul görmüş bir anomalidir ve bu kabul de ancak iş­
leri yoluna sokmanın ne anlama geldiğini bilen bir gruptan gelmelidir.
Yer ve zaman kısıtlamasından dolayı bu noktada durm ak zorunda
olduğum için dogmatizm konusundaki söylediklerim taslak niteliğin­
de kalmak durum unda. Burada, bilimsel gelişimin bütün zamanlarda
sergilediği o ince yapıyı ele almaya girişmeyeceğim bile. Ama tezimin
olumlu bir niteliği daha var ve o konuda son bir yorum yapmak ge­
rekiyor. Başarılı araştırma, statükoya derinden bir bağlılık gerektirse
de, bu işin orta yerinde yenilik duruyor. Bilim insanları, belirlenmiş
kurallardan yola çıkarak bulmaca çözen kişiler gibi iş görmek üzere
eğitilirler, ama aynı zamanda da onlara, kendilerini, doğanın koydu­
ğu kurallar dışında hiçbir kuralı tanımayan kâşifler ve mucitler olarak
görmeleri öğretilir. Sonuçta bir gerilim ortaya çıkar, kısmen bireyin
içinde kısmen de topluluğun içinde, bir yanda mesleki beceriler diğer
yanda mesleki ideoloji arasında. Şurası neredeyse kesindir ki, bu geri­
lim ve o gerilimi sürdürm e yeteneği, bilimin başarısı açısından önem ­
lidir. Araştırmanın yalnızca geleneğe bağlılığı konusunu ele aldığım
için, burada yaptığım tartışm a kaçınılmaz olarak tek taraflı bir tartış­
ma. Tüm bu konuda, söylenecek daha çok söz var.
Ama tek taraflı olmak her zaman hatalı olmak anlamına gelmez,
aslında başarılı bilim hayatının gerekliliklerini daha nüfuz edici bir bi­
çimde incelemek için temel bir başlangıç çalışması da olabilir. N ere­
deyse hiç kimseye, bilimin yaşama gücünün kimi zaman geleneği
param parça eden yeniliklerin sürekliliğine bağlı olduğunu söylemeye
gerek yoktur, neredeyse değil belki de kesinlikle. Ama araştırm a sü­
recinin, görünüşe göre buna karşıt bir biçimde, yerleşik araçlara ve
inançlara derin bir bağlılığa bağımlı olduğu çok az dikkat çeker. Daha
çok çekmesi gerektiği konusunda ısrar ediyorum. Bu olmadığı sürece,
bilimsel eğitimin ve gelişimin en çarpıcı özelliklerinden bazılarını an­
lamak hep olağanüstü güç olacaktır.

P. Thompson, The Life of William Thomson, Baron Kelvin of Largs (2 cilt,


Londra, 1910) Bölüm 6.
24 Richtmeyer vd., Modem Physics, s. 89-94, 124-32 ve 409-14; Gerald
Holton, Introduction to Concepts and Theories in Physical Science (Cambridge,
Mass., 1953) 528-45.
m.
Empirik Çalışmalardan Örnekler
B İ l İm d e M a t t a E t k İ s î *

R obert K. M erton

Bu yazıda, belirli psiko-sosyal süreçlerin ödüllerin bilim insanlarına


dağılımını - k i bu, yeri geldiğinde, bilimsel iletişim şebekeleri aracı­
lığıyla fikirlerin ve bulguların dolaşımını da etkileyen bir dağılım dır-
hangi şekillerde etkilediği konusunda bir yaklaşım geliştirilmektedir.
Bu yaklaşım Harriet Zuckerm an’ın Amerika Birleşik Devletleri’nde1
Nobel ödüllü kişilerle görüşmelerine ve diğer bilim insanlarının gün­
lükleri, mektupları, defterleri, bilimsel yazıları ve biyografilerinden ya­
rarlanılarak oluşturulan karm a bir deneyimler analizine dayanır.

Ödül Sistemi ve “41. Koltuğu İşgal Edenler”


Yazımıza, en iyi şekilde, bilimde ödül sistemi üzerine bazı genel göz­
lemlerle ve bu gözlemleri daha önceki teorik açıklamalar ve empirik
araştırmalarla temellendirerek başlayabiliriz. Bilimsel ödüller, esasen,

Çeviren: Ümit Tatlıcan


* Orijinal Eser: “The Matthew Effect in Science”, Science, 159, no. 3810
(1968) , 56-63.
1 Ses kayıtlarının kullanıldığı bu görüşmeleri gerçekleştirme yöntemleri ve
materyallerin karakteri H.A. Zuckerman tarafından betimlenmiştir (Scienti­
fic Elite: Nobel Laureates in the United States, Chicago: Chicago University
Press, baskıda; ve ‘Interviewing an Ultra-Elite’, Public Opinion Quarterly 36
(1972): 159-175 [Bugün (1973) Zuckerman’ın görüşmesi ve diğer araştır­
ma materyallerinden, gecikerek yararlandığımın açıkça farkındayım; öyle ki
elinizdeki bu yazı, aslında ortak yazarlar olarak yazılmalıydı]).
benzer statüdeki bilim insanlarının ilgili araştırmayı kabullerine göre
dağıtılır. Bu kabuller, farklı bilimsel başarı düzeylerine göre tabaka-
laşmıştır ve bilim insanlarının benzer konumdaki diğer bilim insanları
tarafından değerlendirilmesine dayanır. Bilim insanlarının hem ben-
lik-imgeleri hem kamusal imgeleri, büyük ölçüde, kendi rollerinin ku­
rumsal gereklerini farklı biçimlerde yerine getiren ‘anlamlı ötekiler’in
ortak onaylarıyla biçimlendirilir.
Bazı araştırmacılar bilimsel ödül sisteminin farklı yanlarını empirik
olarak araştırdılar. Glaser,2 örneğin, bilim insanlarının kariyerlerinin
istikrar kazanması için belirli ölçüde kabule gerek olduğunu buldu.
Crane, örnek-olay araştırm asında,3 (niteliğin yanısıra) yayın sayısını
bilimsel üretkenliğin bir ölçüsü olarak kullandı ve tanınmış bir üni­
versitedeki büyük ölçüde üretken bilim insanlarının daha küçük bir
üniversitedeki aynı ölçüde üretken bilim insanlarından çoğu kez daha
fazla kabul gördüklerini buldu. Hagstrom ,4 bilimdeki m addî ödüllerin,
bilimsel katkılara yönelik temel kabul görme ödülünün bilimsel m alû­
matı kullanma izninin yerine geçtiği bir ödül sisteminin işleyişini pe­
kiştirdiği hipotezini geliştirdi ve bunu kısmen sınadı. Storer,5 bilim in­
sanının kabule gösterdiği tepkinin muğlâklığım, “yansızlık norm unun
bilim insanlarının bilimde etki ve otoritenin değerini yadsıyacakları
biçimde işlediği bir durum ” olarak analiz etti. Zuckerm an6 ve Cole &
Cole7, kariyerlerinin başlarında araştırmaları kabul gören bilim insan­
larının aynı durum da olmayanlardan daha üretken olduklarını buldu.
Ve Cole & Cole, ayrıca, en azından çağdaş Amerikan fiziği örneğinde,
bu ödül sisteminin (araştırmanın niteliği salt niceliğe göre daha sık
ve daha çok ödüllendirildiği sürece) büyük ölçüde bilimin kurumsal
değerlerine uygun olarak işlediğini buldu.
Bilimde, diğer kurumsal alanlarda olduğu gibi, ödül sisteminin iş­
leyişiyle ilgili temel bir problem, bireyler veya organizasyonlar ölçme
ve değerlendirme görevini yüklendiklerinde ve yüksek performansı

2 B.G. Glaser, Organizational Scientists: Their Professional Careers (Indiana­


polis: Bobbs-Merrill, 1964).
3 D. Crane, American Sociological Review, 30 (1965), s. 699.
4 W.O. Hagstrom, The Scientific Community (New York: Basic Books, 1965),
Bölüm 1.
5 N.W. Storer, The Social System of Science (New York: Holt, Rinehart and
Winston, 1966), s. 106; ayrıca, a.g.y., s. 20-26, 103-106.
6 H.A. Zuckerman, Scientific Elite.
1 J.R. Cole ve S. Cole, Social Stratification in Science (Chicago: University of
Chicago Press, 1973).
büyük bir topluluğun yararına uygun biçimde ödüllendirdiklerinde
ortaya çıkar. Nitekim yirminci yüzyıl biliminde en büyük övgüyü alan
Nobel Ödülünün, çoğu kez bu ödülü alanları dönemin diğer bütün
bilim insanlarının üstüne yerleştirdiği varsayılır. Ancak bu kabul çok
iyi bilinen bir gerçekle, ödülü almayan ve almayacak birçok bilim in­
sanının bilimin gelişimine ödül alanların bazılarından daha fazla kat­
kıda bulundukları gerçeğiyle çelişir. Bu gerçeğin bir kanıtı ‘41. koltuk’
olgusudur. Bu ismin kökeni yeterince açıktır. Fransız Akademisinin,
baştan, sadece kırk üye seçtiğini ve böylece onların ölümsüzler olarak
ortaya çıktıklarını hatırlayın. Kuşkusuz, bu sayı sınırlaması, kaçınıl­
maz olarak, yüzyıllardır kendi çabalarıyla ölümsüzleşen çoğu yetenek­
li bireyi dışarıda bırakır. 41. koltuğu işgal edenler listesinde Descartes,
Pascal, Molière, Bayie, Rousseau, Saint-Simon, Diderot, Stendhal,
Flaubert, Zola ve Proust gibi tanıdık isimler vardır.8
Fransız Akademisi için geçerli olan şey, yetenekliyi belirlemek ve
ödüllendirmek üzere tasarlanmış diğer bütün kurumlar için de fark­
lı derecelerde geçerlidir. Onların hepsinde 41. koltuğu işgal edenler
vardır; akademi dışındaki insanlar, içindekilerle en azından eşit yete­
neklere sahiplerdir. Bu durum , bir ölçüde, daha az yeteneklilerin daha
yetenekliler pahasına listeye dâhil edilmesine yol açan karar hataların­
dan kaynaklanır. Tarih, çağdaşlık miyopluğundan malûl alt m ahkem e­
lerin kararlarını tersine çevirmeye hazır bir temyiz mahkemesi olarak
hizmet eder. Ancak büyük ölçüde, 41. koltuk uygulaması, kabule de­
ğer görülenler için yerlerin sabit olduğu yapay bir uygulamadır. D aha­
sı, belirli bir kuşakta başarı yüksek düzeyde olduğunda, ödüllerin sabit
tutulması nedeniyle, gerçekte başarıları yüksek olan bazı kişilerin bu
ödülleri alamayacakları söylenebilir. Doğrusu ya, başarıların miktarı
bazen, daha az yaratıcılık döneminde, bu yüksek düzeyde kabul için
yetenekli olduklarını kanıtlayanların miktarını büyük ölçüde aşar.
Nobel ödülü, birinci türden hataların -yani, kuşkulu veya seviyesi
düşük bilimsel çalışmanın hatalı bir biçimde ödüllendirilm esinin- ol­
dukça az olması nedeniyle parlaklığını sürdürm ektedir. Ancak ikinci
türden hataların sınırlamalarından kaçınılamaz. Sınırlı sayıda ödül,
özellikle büyük bilimsel gelişme dönemlerinde, 41. koltuğu işgal ede­
bilecek birçok kişi olacağı (ve burada, ödül almayı düzenleyen koşul­
lar ölümden sonra ödüllendirmeyi onaylamadığı için, bu koltuğun ka­

8 Bu terimi Houssaye’nin Fransız Akademisi üzerine monografik yazısından


aldım [Arşene Houssaye, Histoire du 41me Fauteuil de l ’Académie Française
(Paris, 1886)].
lıcı sahipleri olacağı) anlamına gelir. Nihai ödülün verilmesindeki bu
boşluk başka bilimsel başarı ödülleriyle ancak kısmen telâfi edilir, zira
bu ödüller bilimsel topluluğun içinde veya dışında aynı prestije sahip
değildir. Ayrıca, Nobel ödülü örneğinde 41. koltuğu işgal edenlerin
(sabit) sayısının yapaylığı konusunda vurgulanan husus, ilke olarak,
daha çok para getirebilecek daha az prestij sağlayan diğer ödüller için
de geçerlidir.
Bilim dünyasındaki onur ve itibar tabakalaşması üzerine düşünen
bilim insanları bütün bunları bilir; Nobel almış ünlüler birbirlerini tanır
ve bunu vurgularlar ve İsveç Kraliyet Bilimler Akademisi ve Kraliyet
Caroline Enstitüsü’nün, son tatsız kararları verme göreviyle yüz yüze
olan üyeleri de bunu bilirler. Onlar, ödüllerin kıt olduğu koşullarda,
‘ödül verilebilecek ayardaki’ çalışmalara ödül verilemeyebileceğini imâ
ettiklerinde 41. koltuk fenomenini teyit etmiş olurlar. Ve bu yüzden,
Nobel ödülü örneğinde, 41. koltuğu işgal edenler, örneğin, Willard
Gibbs, Dmitri Mendeleev, W.B. Cannon, H. Quincke, J. Barcroft, F.
d’Hérelle, H. De Vries, Jacques Loeb, W.M. Bayliss, E.H. Starling,
G.N. Lewis, O.T. Avery ve Selig Hecht gibi ünlüleri kapsar, ayrıca
hâlâ yaşayan taçlandırılmamış uzun bir Nobel ünlüleri listesinden söz
etmeye gerek yoktur.9
Bilimde onur tabakalaşması sisteminde, bilim insanlarının kariyer­
lerinde işlerlikte olan bir ‘çark etkisi’10 olabilir; onlar belirli ölçüde
öne çıktıklarında sonradan bu düzeyin altına düşmezler, her ne kadar
yeni gelenler tarafından geçilme ve bu yüzden göreli bir prestij kaybı
yaşama durum u sözkonusu olsa da. Bir Nobel ünlüsü olduğunuzda
her zaman Nobel ünlüsüsünüzdür. Ancak başarılı çalışmaları o nur­
landırmaya dayalı ödül sistemi aralıksız bir çabayı ortaya çıkarma eği­
limindedir ve o hem bilim insanının sıra dışı kapasitelere sahip olduğu
yargısına geçerlilik kazandırmaya hem de bu kapasitelerin süreklilik
sergilediğini doğrulamaya hizmet eder. Aşağıdan zirve olarak görü­
nen şey, ona ulaşanların deneyimleri içinde, sadece bir başka durak

9 “Ödül verilebilecek ayarda” çalışmalar yapan bu insanlarla ilgili sınırlı bir


liste Nobel ödülü değerlendirme akademisi Nobelstiftelsen’in resmî bir yayı­
nından alınmıştır: Nobel: The Man and His Prizes (London: Elsevier, 1962).
10 James S. Duesenberry’nin oldukça farklı bir bağlantı içinde ekonomiye
kazandırdığı bu terimi, bu örüntünün sonraki başarılar için prestij artışını
uygun bir biçimde ifade edebileceğini belirten Marshall Childs’a borçluyum.
Terimin ekonomideki kullanımı için, bkz. Duesenberry, Income, Savings, and
the The Theory o f Consumer Behavior (Cambridge, Mass.: Harvard Univer­
sity Press, 1949), s. 114-116.
haline gelir. Bilim insanının yakm ve diğer çalışma arkadaşları onun
her bilimsel başarısını sadece yeni ve daha büyük başarıların başlan­
gıcı olarak görür. Bu türden toplumsal baskılar çoğu kez bilimsel b a­
şarının engebeli dağlarını tırmananların bulundukları yerden hoşnut
olmalarına izin vermez. Kendi Faustçu özlemleri, önde gelen bilim
insanlarının çalışmalarını mutlaka üstte tutmalarını sağlamaz. O nlar­
dan çok daha fazlası beklenir ve bu beklenti onların motivasyon ve
stres kıstaslarını belirler. Çoğu kez, bilimin doruklarında sanılandan
daha az kalınır.11
Bilim insanlarının meslektaşlarının bilimsel başarısına tanıdıkları
kabul kesinlikle Parsons’ın tespit ettiği anlamda bir ödüldür.12 G öre­
ceğimiz gibi, bu kabul, onurlandırılan bilim insanına daha ileri çalış­
malar için sunulan imkânların genişlemesi anlamında araçsal bir ka­
zanca dönüşebilir. Ödül sistemi böylece, herhangi bir grubun bilinçli
niyeti olmadan, bilim insanları arasında -onların araştırmacılar olarak
rollerini genişleten- tabakalaşmış bir fırsatlar dağılımı sağlayarak, bili­
min ‘sınıfsal yapı’smı etkiler. Bu süreç bilimsel üretim araçlarına farklı
düzeylerde ulaşmayı sağlar. Bilimsel kaynaklara bu farklı düzeylerde
ulaşma, küçük bilimden araştırm a için gereken pahalı ve çoğu kez
merkezileşmiş donanım a sahip büyük bilime doğru mevcut tarihsel
geçişte her şeyden daha önemli hale gelir. Nitekim onur ve saygınlığa
dayalı statü sistemi ile bilim insanlarını bilimin fırsat yapısı içindeki
farklı konumlara yerleştiren farklı kılıcı hayat fırsatlarına dayalı sınıf­
sal sistem arasında sürekli etkileşim vardır.13

Ödül Sisteminde Matta Etkisi


Bilimin toplumsal yapısı, hem ödül sistemini hem de bilimin iletişim
sistemini etkileyen kompleks bir psiko-sosyal sürece yönelik bu araş­
tırmanın bağlamını oluşturur. Konuya Nobel ödüllülerle görüşm eler­
de karşımıza çıkan bir temayla devam edeceğiz. Araştırmacılar, birçok

11 Bu toplumsal olarak pekiştirilen süreç, Durkheim’ın terimiyle, ‘ihtiyaçların


doyurulamazlığı’ndan farklı olarak, R.K. Merton’m Anomie and Deviant Be­
havior’da ele aldığı ‘özlemler’de ortaya çıkar (ed. M. Clinard, New York: Free
Press, 1964, s. 213-242).
12 T. Parsons, The Social System (New York: Free Press, 1951), s. 127.
13 Max Weber, klâsik yazısı ‘Sınıf, Statü ve Parti’de, konumun farklı taba­
kalaşma sistemleri içinde dönüştürülebilirliğine değinir: H.H. Gerth and C.
Wright Mills, eds., Max Weber: Essays in Sociology (New York: Oxford Uni­
versity Press, 1946).
kez, tanınmış bilim insanları bilime katkıları nedeniyle çok büyük bir
itibar kazanırlarken, nispeten az tanınan bilim insanlarının benzer
katkılarda oldukça az saygınlık kazandıklarını gözlediler. Ünlü bir fi­
zikçinin sözleriyle: “Dünya kimi nasıl onurlandıracağı hususunda tu ­
haftır. O [zaten] ünlü olan kişiyi onurlandırm a eğilimindedir.” 14
Ünlü bilim insanlarının deneyimleri incelendiğinde, tanınmış bi­
lim insanı lehine çarpıklaşan bu kabul kalıbının, esasen (1) işbirliğine
dayalı çalışma örneklerinde, (2) özellikle farklı derecelere sahip bilim
insanlarının yaptıkları çoğul bağımsız buluşlarda* kendini gösterdiği
görülür.15
Eşitsiz üne sahip bilim insanlarının ortak yazarlı çalışmalarında,
fizikteki bir başka ünlünün beyan ettiği gibi, “en çok tanınan kişi daha
fazla, oransız bir itibar görür”. Kimya alanındaki bir ünlünün sözle­
riyle: “İnsanlar benim adımı bir makalede gördüklerinde diğer isimleri
değil benimkini hatırlama eğilimindedir.” Fizyoloji ve tıp alanından bir
ünlü, ortak yazarlı makalelere yönelik tepkisini şöyle ifade eder:
Genellikle tanıdığınız isme dikkat edersiniz. Son sırada olduğun­
da bile, onun adı hemen gözünüze çarpacaktır. Bazı örneklerde,
bütün isimler size yabancıdır ve gerçekten de çalışma anonimdir.
Ancak dikkatinizi çeken şey, yazının sonunda kıdemli bir kişinin
‘tavsiyesi ve desteği’ni açıklamasıdır. Bu yüzden şöyle dersiniz:
“Bu Greene’in laboratuarından veya öyle olsa gerek”. Uzun bir ya­
zarlar listesinden ziyade bunu hatırlarsınız.
Sanki bu açıklamayı dinlemiş gibi, tıptan bir başka ünlü ortak bir ça­
lışmanın yayımlanan raporuna niçin çoğu kez kendi adını koymadığım
şöyle açıklar: “İnsanlar az veya çok şunu söyleme eğilimindedirler:

14 Zuckerman, Scientific Elite, Bölüm 8. Önde gelen bilim insanlarının say­


gınlıkta aslan payını alma eğiliminde olduklarını sadece ünlüler belirtmezler:
Benzer tespitler Hagstrom’un örnek olay araştırmasındaki daha tanınmış bi­
lim insanları tarafından da yapılır (Scientific Community, s. 24, 25).
' Merton burada, aynı buluşun farklı bilim insanları tarafından birbirlerinden
habersiz ve bağımsız olarak gerçekleştirildiği durumlardan bahsetmektedir
(editörün notu).
15 Üçüncü bir örnek, bu görüşün ifade edildiği görüşme protokollerinden
elde edilebilir: Fazla tanınmayan bir bilim insanı tarafından yazılan bir yazı
onun yerine tanınmış bir bilim insanı tarafından sunulduğunda, daha fazla
yayımlanma ve daha fazla saygı görme şansına sahip olacaktır. Bu örnekler
hakkında sistematik bilgiler nadiren ayrıntılı olarak araştırılmıştır. Bkz. Zuc­
kerman, Scientific Elite, Bölüm 8.
‘Ha evet, şunlar şunlar C ’nin laboratuarında şu şu konular üzerinde
çalışıyor. Bu C ’nin fikri’. Bu durum u ortadan kaldırmaya çalışıyo­
rum .” Tıptan bir başka ünlü yine bu kalıptan bahis açarak, kıdemsiz
araştırmacının kariyerinin nasıl yıpranabileceğini şöyle ifade eder:
Biri, kendisiyle ilgili deneyimleri olmayan kişiler tarafından bir iş
için düşünüldüğünde, ortak bir çalışma sadece tanınmış isimlerle
yayımlanmışsa, o en iyisinden yıpranacaktır. Doğal olarak insanlar
sorarlar: “Onun katkısı gerçekte ne kadar, [kıdemli yazarınki] ne
kadar? Peki, bu laboratuarın dışına çıktığında nasıl çalışacak?”
Belirli koşullar altında, tanınmış yazarların ismiyle birlikte yayımlanan
ortak yazıların kıdemsiz yazarını tanıma konusundaki bu ters etki, gö­
rünüşe bakılırsa, aksi yönde işleyebilir ve hattâ kazançlı bir şeye bile
dönüşebilir. Daha genç bilim insanının özerkliğini sağlaması ve önemli
bir çalışma yapmasının ardından, bu çalışması, onun daha önceki or­
tak çalışmadaki rolüne ilişkin değerlendirmeleri geçmişe yönelik olarak
etkiler. O rtak yazarlı yayınların kıdemsiz yazarlarının fiili anonimliğin-
den söz eden tıptaki ünlünün sözleriyle: “Bu türden ortak çalışmalar
aracılığıyla tanınan ve böylece daha sonra iyi işler yapabilen insanlar
uygun düzeyde kabul görürler.” Gerçekte, bir başka ünlünün işaret
ettiği gibi, bu geriye yönelik yargı sonraki başarıların kabulünü olumlu
yönde etkileyebilir: “Kıdemsiz kişinin ismi bazen göze çarpmaz; ama
eğer çalışmaya devam ederse sadece geçici olarak... Birçok durum da
onun çalışması, böyle bir ilişkiye sahip olduğunda fiilen kabul görür ve
nihayetinde o da genel kabul kazanır.” Bu geriye dönük kabulün far­
kında olmak, bir başka ünlünün belirttiği gibi, “bir yazıda iyi tanınan
bir ismin yer almasının kendilerine yardımcı olacağını hisseden genç
meslektaşlar”dan bazılarının tercihini bir ölçüde açıklayabilir. Ancak
bu durum , ünlülerin, sözgelimi Fermi, G.N. Lewis, Meyerhof veya
Niels Bohr’la çalıştıklarından söz ederek övünmelerinden de göreceği­
miz gibi, salt araçsal olabileceği kadar anlamlı bir tercihe de işaret eder.
O rtak çalışma örneğindeki bu ödül sisteminde görünen yanlış iti­
bar atfı hususunda bu kadarı kâfidir. Bu yanlış atıf ayrıca bağımsız
çoğul buluş örneğinde de ortaya çıkar. Yaklaşık olarak aynı fikirler
veya bulgular büyük bir üne sahip bir bilim insanı kadar henüz pek
tanınmayan bir bilim insanı tarafından da aktarıldığında, genellikle
temel kabul görenin ilki olduğu söylenir. Bu örüntünün bir benzeri şu
gözlemi yapan bir ünlü tarafından rapor edilmiştir:
İki adamın aynı fikre sahip olması ve birinin daha ünlü olması
mümkündür. Bir fikre sahip olan E, bu konuda bir deney yapmak
için çok uğraşmıştır... Hiç kimse bu deneyi yapmayacak ve bu
yüzden pratikte unutulup gidecektir. Nihayetinde, A, B ve C bu
deneyi yapar, ünlü olur ve Nobel ödülünü alırlar... İşler bir parça
farklı gitseydi, yani E bu fikri öne sürdüğünde deneyi yapmaya
istekli olsaydı, onlar muhtemelen sonucu müşterek olarak yayımla­
yacaklar ve o ünlü olacaktı. Görüldüğü gibi, bu bir dipnot değildir.
Bu sürecin genç bilim insanının aleyhine ve ünlünün lehine işlemesi
kariyerinin farklı dönemlerinde bu ikisini de yaşayan ünlü bir fizikçi­
nin hayat hikâyesinde açık bir dille özetlenir. Onun anımsadığı kada­
rıyla, “Tanınmayan biriyken”.
Birinin, geliştirerek, sizin bulduğunuz şeyi bulması ve herkesin ona
sadece ünlü bir fizikçi veya kendi alanında ünlü bir isim olduğu
için itibar göstermesi bir miktar sinir bozucudur.
Burada o, rapor ettiği vakayı, ünlü olmadan önce yaşadığı bu perspek­
tiften görmektedir. Bu karşılıklı konuşma o kendi konum unun büyük
ölçüde değiştiğini belirtirken yeni bir yön alır. O, bu kalıbın kurbanı
olduğunu hissettiği ilk günlerindeki perspektifinden mevcut yüksek
statüsünün perspektifine geçerken şöyle der:
Bu gerçekte çoğu kez olur ve muhtemelen artık, bizzat gözleme­
sem de, diğer insanların bulduğu şeyler için onurlandırılıyorum.
Çünkü bir şöhretim var ve bunu insanlara söylediğimde şu cevabı
veriyorlar: “Evet, bu onun tasarladığı bir şeydir”. O halde şimdi,
diğer insanların önceden tasarladıkları şeyleri söyleyebilirim.
Böylece, sonunda bu tür kabaca bir yargı, birbirini telâfi eden iki hak­
sızlığın birleşimiyle oluşmuştur. O nun ilk başarıları dikkate alınmaz­
ken, sonrakiler gereğinden fazla dikkate alınmıştır.16

16 Kuşkusuz, bu dengeleyici örüntü nihayetinde ilişkili başka ödüller sayesin­


de kabul gören bilim insanları üzerine araştırmalardan elde edilebilir. Ancak,
farklı kılıcı hayat fırsatları içeren bütün sosyal tabakalaşma sistemlerinde ol­
duğu gibi, yoksun tabakalardaki bireylerin yeteneklerinin derecesi bilinmez
ve bunlar azgelişmiş olarak kalır; ayrıca bu yeteneklerin topluma getirileri de
kayıptır. Daha özel olarak, biz henüz hareketlilik kanallarının farklı kurumsal
alanlardaki yeteneklere aynı ölçüde açık olup olmadığını bulmadık. Çağdaş
bilim, sosyal kökenleri ne olursa olsun yetenekli insanlara, sanattan, politika­
dan, uygulamalı mesleklerden ya da dinden daha az mı yoksa daha çok mu
tanınma sağlar?
Bilimsel çalışmaya dönük itibarın yanlış şekilde dağıtıldığı bu kom p­
leks kalıp, ‘M atta etkisi’ olarak betimlenebilir; çünkü hatırlanacağı
üzere, Aziz M atta Incil’inde şöyle denir:
Zira Kutsal Kitap herkese bolluk sunar ve o da bolluk içinde ola­
caktır; ancak bolluk olmadığında bile bu bolluk ondan esirgenme­
yecektir.
Daha az mütevazı bir dille ifade edilirse, Matta etkisi, oldukça ünlü
bilim insanları belirli bilimsel katkıları nedeniyle daha fazla kabul gö­
rürken henüz tanınmayan bilim insanlarından bunun esirgenmesini
anlatır. Nobel ödüllüler bu etki konusunda tanıklık niteliğinde kanıt­
lar sunarlar; zira onlar bu etkinin oluşum una -tanıklıklarını şüpheli
kılabilecek- kurbanlar olarak değil, aksine bilmeden kazançlı kişiler
olarak tanıklık ederler.
Ünlüler ve diğer ileri gelen bilim insanları M atta etkisinin bu ya­
nının, onu karşı yönde etkileyecek özel girişimlerde bulunacak kadar
farkındadırlar. Daha uç düzeyde, onlar bazen daha az tanınan m es­
lektaşlarının tanınmasını olumsuz yönde etkilememek için, birlikte
sundukları araştırm a raporunda ortak yazar olarak yer almayı red­
dederler. Nitekim Harriet Zuckerm an17 onların ortak yazarlı makale­
lerde çalışma arkadaşlarından birinin adını öne yazma eğiliminde ol­
duklarını bulmuştur. Zuckerman, ayrıca, Nobel ödülü almadan önce
zaten tanınmış ünlülerin, ilk yazarlığı arkadaşlarına daha az ünlüler­
den daha önce bırakmaya başladıklarını ve her iki yazar grubunun da
-d ah a önceden tanınmış ve tanınmamış olanların d a - ödülü aldıktan
sonra bu uygulamaya büyük ölçüde başvurduklarını bulmuştur. An­
cak sonuncu çaba muhtemelen, M atta etkisine yüklenebilecek itibar
dengesizliğini gidermeye çalışmaktan ziyade, ünlülerin iyi niyetlerinin
anlamlı bir ifadesidir. Zuckerm an’ın zikrettiği ünlünün de itiraf ettiği
gibi: “Eğer adımı başta yayımlarsam, herkes diğerlerinin sadece tek­
nisyenler olduğunu düşünecektir... eğer adımı sona koyarsam, insan­
lar bana bir şekilde tüm çalışma için itibar göstereceklerdir, bu yüzden
diğerlerinin bir parça üne sahip olmalarını isterim.”

17 H. Zuckerman, ‘Patterns of name-ordering among authors of scientific


papers: a study of social symbolism and its ambiguity’, American Journal of
Sociology 74 (1968: 276-291). Bu pratiklere önceden belirlediği ismi vererek
Dr. Zuckerman kendini küçültmez, ancak bu ismi ben vereceğim; açıkçası,
bunlar nobelesse oblige (soyluluk yükümlülük getirir -ç.n.) örnekleridir.
Bilimde kamusal bir kimlik kazanma problemi, tanınmamış ortak
yazarların rolünün birlikte yazdıkları göz kamaştırıcı yazarların par­
laklığı tarafından bulanıklaştırdığı birkaç yazarlı çalışmaların sayısın­
daki büyük artışla derinleşebilir. Sadece iki yazarlı bir çalışma yayım­
landığında bile, aynı bulanıklaştırıcı etki bazı ‘düşük’ statülü kıdemsiz
yazarlar ortaya çıkartabilir. Bu şekilde iki veya üç kez damga yemiş
ortak yazara atfedilen rol neredeyse sönecek kadar zayıflayabilir; böy-
lece sonraki temel başarılarla ilgili örneklerde bile, ilk çalışmadaki bu
rolün daha az ölçüde kabulü söz konusu olur. Nitekim kendi alanı­
mızdan yakın bir örnek alırsak, W. I. Thomas çoğu kez Am erika’da
Çocuk adlı bilimsel kitabın tek yazarı olarak betimlenir; ancak başlık­
ta kitabın William I. Thomas ve Dorothy Swaine Thomas tarafından
ortaklaşa yazıldığı apaçık ifade edilmektedir. Bu, ortaya çıkan yanlış
algıyı kitabın yayımlandığı 1928’de ortak-yazarların statüsünü ele
almak için yorumlamama yardımcı olabilir. O zamanlar 65 yaşında
olan W.I. Thomas, çok gecikmeli kabul gören kıdemli bir Amerikalı
sosyolog ve Amerikan Sosyoloji Cemiyeti’nin başkanı iken, (yedi yıl
sonra evleneceği) Dorothy Swaine Thomas sosyoloji biliminde bir ka­
dın olmanın çifte tehlikesine m aruzdu ve yirmilerinde de bu durum
geçerliydi. O, her ne kadar daha sonra ünlü bir bilimsel kariyere sahip
olsa da (bu arada, 1952’de Amerikan Sosyoloji Cemiyeti başkanlığına
seçilmiştir), bu ilk kitap halen genellikle dikkatli bilginler tarafından
bile onun m eşhur ortak yazarının adıyla anılm aktadır.18
Statü artışının ve statünün bastırılmasının M atta etkisi içindeki bi­
leşenlerini ortaya koymak için bir kez daha İncil’e dönebiliriz. Bunlar
açıkça, aynı adı [Matta adını -ed itö rü n notu] taşıyan meşruluğu şüp­
heli kitaptaki meşhur “Ünlü insanlara şükredelim” emrinden hareket­
le, ‘A pokrifa kitabından* inciler’ olarak betimlenebilir.
Ünlülerin M atta etkisini esasen sadece bilimsel başarının değe­
rini belirlemeyle ilgili bir problem olarak algıladıkları kesinlikle be­
lirtilmelidir. Onlar Matta etkisini büyük ölçüde kabulü artırm a veya
engellemedeki rolüne göre değerlendirirler. M atta etkisinin, tanınm a­
yan bilim insanlarının haksız bir biçimde kurban edildikleri ve ünlü

18 Bu kitapla ilgili atıflar için, bkz. Alfred Schutz, Collected Papers, 2 vols. edi­
tör ve giriş yazısı: Maurice Natanson (The Hague: Martinus Nijhoff, 1962),
1: 348, dipnot 71; Peter McHugh, Defîning the Situation (Indianapolis:
Bobbs-Merill Co., 1968), s. 7.
* Apokrifa kitabı (ya da “Ecclesiasticus”), doğruluğu şüpheli bulunan, Eski
Ahit’e ya da daha öncesine ait olabilecek metinleri anlatır (editörün notu).
olanların adaletsiz bir biçimde yararlandıkları niyetlenilmemiş bir çifte
adaletsizliğe yol açtığını düşünürler. Özetle onlar, M atta etkisini bilim
insanlarının bireysel kariyerlerini etkileyen ödül sistemindeki temel bir
eşitsizliğe göre değerlendirirler. Ancak M atta etkisi bilimin gelişimi
açısından başka sonuçlara da sahiptir ve bunları saptam ak için teorik
bakış açımızı bir başka yöne kaydırmamız gerekir.

İletişim Sisteminde Matta Etkisi


Artık benzer toplumsal olgulara bir başka perspektiften -bireysel ka­
riyerler ve ödül sisteminin işleyişi açısından değil, bir iletişim sistemi
olarak bilim açısından- bakabiliriz. Bu perspektif bir başka çıkarımlar
seti üretir. O bizi, yüksek mevkide bir bilim insanı bilimsel topluluğa
girdiğinde, bilimsel katkısının henüz alana damgasını vurmamış birine
göre daha fazla görünür olacağı hipotezini geliştirmeye iter. Başka
deyişle, ödül sistemi açısından sonuçlarına bakıldığında, M atta etkisi,
gelişimlerinin erken evrelerinde kötü durum a düşürülen bilim insan­
larının kariyerleri açısından olumsuz bir işleve sahiptir; ancak iletişim
sistemi açısından sonuçlarına bakıldığında, M atta etkisi, işbirliği ve
çoğul buluşlar örneğinde, yeni bilimsel iletişimlerin görünürlüğünü
artıracak biçimde işleyebilir. Bu, sosyal sistemin belirli yanları için iş­
levselken sistem içindeki bazı bireyler açısından olumsuz işleve sahip
ilk toplumsal örüntü örneği değildir. Bu, doğrusu ya, klâsik tragedya­
nın temel bir tem asıdır.19
Bazı ünlüler Matta etkisinin bu toplumsal işlevini hissetmişlerdir.
Kıdemsiz bir çalışma arkadaşının çalışmasını yöneten ünlü bilim insa­
nı, karşılaştığı bir ikilemden söz ederken şu gözlemi yapar:
Bu durumda, ne yapmanız gerektiği sorusu ortaya çıkar. Siz bir
araştırmacısınız; bu yazıya adınızı koymanız gerekir mi gerekmez
mi? Ona katkıda bulundunuz, ancak çalışmaya adınızı koymanız
daha iyi olacak mı, yoksa olmayacak mı? Meselenin iki yanı vardır.
Adınızı koymadığınızda [burada görünürlük özellikle önemlidir],
yazının tamamen kabul edilmeme ihtimali vardır. Hiç kimse onu

15 Bu ‘toplumsal işlevler’ ve ‘bireysel olumsuz işlevler’ örüntüsü, “kutsal kıla­


vuzluk altında, bireysel eğilimlerinin işleyişiyle insanların refahını artıran
uyumlu bir doğa düzeni”nden bahseden Adam Smith’in güçlü ve saf iyimser­
liğiyle uyuşmaz. Sosyolojik teorinin temel problemlerinden biri, insanların
eğilimleri ve sosyal sistemlerinin gereklerinin hem bireyler hem de sosyal sis­
tem için hangi koşullarda yeterince uygun olduğunu belirlemektir.
okumaz. Diğer türlü yaparsanız kabul görebilir, ancak bu durum ­
da da diğer araştırmacılar yeterli saygınlığı kazanamaz.
Bilim insanlarının okuma pratikleri üzerine araştırmalar, bu ihtima­
lin - “Hiç kimse onu okum az” sö zü n ü n - pek de abartılı olmadığım
gösterir. Örneğin, herhangi bir kimyacının kimya dergilerinde yayım­
lanan makalelerin yüzde birinden daha azını okuduğu tespit edilmiş­
tir.20 Büyük ölçüde benzer bir örüntüye psikolojide de rastlanmıştır:
Mevcut okurluk üzerine (yani, derginin basılmasından sonraki iki
ay içindeki) veriler, ‘merkez’ dergilerde yayımlanan araştırma ra­
porlarından yaklaşık yarısının psikologların % l ’i ya da daha azı
tarafından okunacağını [veya gözden geçirileceğini] göstermiştir.
Mevcut okurluk dağılımının en üst noktasında, hiçbir araştırma ra­
porunun psikologların yaklaşık % 7’sinden daha fazlası tarafından
okunması ihtimali yoktur.21
Cole & Cole’un bulgularından22 bazıları, Matta etkisinin iletişim işle­
vine dair hipoteze teğet geçmektedir. Kanıt, hipotez için merkezî ol­
m aktan ziyade ikincil önemdedir; zira onların bulguları, belirli m aka­
lelerin ulusal fizikçiler topluluğu içindeki görünürlüğünden ziyade,
her fizikçinin bütün çalışmalarının tam görünürlüğü ile ilgilidir. Yine
de, kabaca, onların bulguları en azından hipotezle tutarlıdır. Fizik­
çilerin konumları yükseldikçe (bu bilimsel çalışmaları için aldıkları
ödüllerin prestijiyle ölçülür), onların ulusal fizikçiler topluluğu içinde­
ki görünürlükleri de artar. Nobel ödüllüler 85 görünürlük puanına,23
Ulusal Bilimler Akademisi’nin diğer üyeleri 72 puana sahiptir; daha
az prestijli ödüller alanlar 38 puana sahipken, hiçbir ödül almayan
fizikçiler 17 görünürlük puanına sahiptir. Cole ve Cole, ayrıca, yük­
sek nitelikli çalışmalar üreten fizikçilerin görünürlüklerinin, önceden

20 R.L. Ackoff ve M.H. Halbert, An Opérations Research Study ofthe Scienti-


fic Activity of Chemists (Cleveland: Case Institute of Technology Opérations
Research Group, 1958).
21 Project on Scientifıc Information Exchange in Psychology (Washington
D.C.: American Psychological Association, 1963), 1: 9.
22 S. Cole ve J.R. Cole, ‘Visibility and the Structural Bases of Observability in
Science’, bu yazı Ağustos 1967’de Amerikan Sosyoloji Cemiyeti’nde sunul­
muş ve daha sonra Bilimde Sosyal Tabakalaşma adlı eserlerinde geliştirilmiştir.
23 Cole & Cole’un araştırmasında (bkz. dipnot 22), görünürlük puanları teri­
mi ilgili fizikçilerin ne kadar tanındıklarını gösterir ve bu puanlar 1300’den
fazla Amerikan fizikçinin 120 fizikçiye verdiği oylarla belirlenmiştir. Bu araş­
tırma bu görünürlük skorlarının geçerliliği üzerine karşılaştırmaları içerir.
aldıklarından daha prestijli bir onur ödülü almalarıyla ilişkili olduğunu
bulmuştur. Bu aynı örüntülerin, farklı konumlardaki bilim insanları­
nın yayımladığı yazıların (okunurlukla ölçülen) görünürlüklerindeki
farklılıklar açısından geçerli olup olmadığını bulmak için daha ileri
araştırmalar gerekmektedir.
Matta etkisinin iletişim işlevinin -bilimsel yayınların sayısında üslü
artış içeren - sıklık ve yoğunluğu arttırm ak olduğunu, bilim insanları­
nın kendi alanlarındaki çalışmalarını bundan korum akta giderek zor­
landıklarını öne sürmek mantıklıdır.24 Bentley Glass,25 “muhtemelen
günüm üzde bilim insanının karşılaştığı başka hiçbir problem, onun
kendi dar uzmanlık alanı içinde bile yayımlanmış bilimsel araştırmalar
seliyle başa çıkma çabasındaki kadar yıkıcı değildir” sonucuna varan
pek çok kişiden sadece biridir. Bilim insanlarının iletişim davranışları
üzerine yapılan araştırm alar,26 onların kendi alanlarında giderek a r­
tan yayımlanmış önemli çalışmaları değerlendirme göreviyle yüz yüze
kaldıklarında, ilgilenmeleri gereken şeylerin ipuçlarını aradıklarını
gösterir. Bu ipuçlarından biri, yazarların meslekî ünüdür. Araştırma
literatürünü sürekli konumlandırma problemi ile yazarların, kendi ça­
lışmalarına dikkat edilmesini ve kullanılmasını istemeleri problemi si­
metriktir: Yayınların çok fazla artması, yazılar arasında bu dikkat çek­
me konusundaki rekabeti şiddetlendirir. Amerikan Psikoloji Derneği
araştırm asında,27 psikolog okuyucuların makale tercihlerinin yaklaşık
yüzde 15-23’ünün yazarın kimliğine bağlı olduğu bulunmuştur.

24 Bkz. D.J. de Solla Price, Little Science, Big Science. Price, şöyle yazar:
“Tüm bu kaba ölçümler, bir ilk tahmin olarak, bilimsel çalışmaların yıllık yüz­
de 7 civarında bileşik olarak üslü arttığını, böylece 10-15 yılda büyüklüğün
iki kata çıktığını, her yarım yüzyılda 1/10 çarpan ve 300 yılda bir milyon
çarpan düzeyinde geliştiğini, bunun bizi sürecin başladığı onyedinci yüzyıl
bilimsel yazı üretiminden ayırdığını” gösterir (Nature 206 [1965]: 233-238).
25 B. Glass, Science 121 (1955), s. 583.
26 Örneğin, bkz. H. Menzel, Communication: Concepts and Perspectives, L.
Thayer, ed. (Washington, D.C.: Spartan Books, 1966), s. 279-295; ve Ame­
rican Psychologist 21 (1966), s. 999. Ayrıca, bkz. S. Herner, Science 128
(1958), s. 9. Herner’a göre, “bilgi kullanımını uyarıcı faktörlerden en önemli­
si onun kaynağına âşinalıktır”; S. Herner, Ind. Eng. Chem 46 (1954), s. 228.
27 Project on Scientifıc Information Exchange in Psychology, s. 252, 254. Ge­
lecek araştırmalar, farklı türden ‘okumalar’ ve ‘gözden geçirmeler’ için bi­
limsel yazıların seçilmesiyle ilgili somut süreçler üzerine daha ayrıntılı verileri
gerektirecektir. Ancak şimdilik ulaşılabilen veriler en azından etkileyicidir.
İletişim sisteminde M atta etkisinin işleyişi, bilimin karakteri hak­
kında belirli sonuçlar çıkartmamızı ve bunları vurgulamamızı gerekti­
rir. Bu sonuçlar bize, bazen özellikle buluşla ilgili psikolojik süreçlere
odaklanan araştırmalarda varsayılanın aksine, bilimin çoğu bilim insa­
nının buluşla ilişkili bir dizi özel deneyiminden oluşmadığını hatırlatır.
Bilim özel değil kamusaldır. Doğrusu, bir buluş yapmak kompleks
bir kişisel deneyimdir. Ve buluş yapma zorunlu olarak buluşun kade­
rinden önce geldiği için, deneyin doğası problemi, buluşun zamansal
açıdan toplumsal olarak paylaşılan bir bilim kültürünün bir parçası ol­
mayı başaramadığı mı, yoksa hızla bu kültürün işlevsel açıdan önemli
bir parçası haline mi geldiği problemiyle aynıdır. Bununla beraber,
bilimin gelişebilmesi için, üretken fikirlerin ortaya çıkması, yeni de­
neylerin geliştirilmesi, yeni problemlerin formüle edilmesi veya yeni
yöntemlerin kurumsallaşması yeterli değildir. Yeniliklerin başkalarına
fiilen iletilmesi gerekir. Yani sonuçta, bilime katkı derken kastettiği­
miz şeyin gerçekleşmesi -o rta k bir bilgi hâzinesine bir şey sunulm a­
s ı- gerekir. Nihayetinde bilim sosyal olarak paylaşılan ve sosyal olarak
onaylanan bir bilgi gövdesidir. Bilimin gelişmesi için, çalışmanın diğer
bilim insanları tarafından etkili olarak algılanması ve kullanılması ol­
mazsa olmaz önemdedir.
Bu yüzden, bilimin gelişimini biçimlendiren süreçleri araştırırken
bilimin alanına muhtemel katkıları engelleyecek veya kolaylaştıracak
toplumsal mekanizmaları dikkate almak önemlidir. M atta etkisine bu
perspektiften bakarken, önemli konumdaki bilim insanlarının katkıla­
rının muhtemelen bilimin iletişim şebekelerine ânında ve geniş ölçüde
giren ve böylece onun gelişimini hızlandıran katkılar olduklarına işaret
ettik.

Matta Etkisi ve Araştırma Bolluğunun İşlevleri


Bu tarzda yorumlandığında, Matta etkisi bilimde araştırm a bolluğu­
nun işlevleri üzerine önceki araştırmalarımla ilişkilidir.28 Benzer bu­
luşlar birbirinden bağımsız olarak çalışan iki veya daha fazla bilim in­
sanı tarafından yapıldığında (‘çoğul buluşlar’), onların mevcut bilimsel
bilgi gövdesine hızla dâhil olmaları ihtimali artar. Bir buluş bağımsız
olarak ne kadar sık yapılırsa, onun fark edilme ve kullanılma ihtimali
de o kadar artar. Bilimin iletişim sistemindeki ‘gürültü’, buluşun ya-

28 Bu, bilimsel araştırmada ‘müsrif deneysel tekrarlar’dan ayrı olarak işlevsel


tekrarlar kavramına işaret eder.
yırtılanmış bir versiyonunu bulanıklaştırdığında bir başka versiyonu
görünür hale gelebilir. Bu bizi çözüme kavuşturulmamış bir soruyla
karşı karşıya bırakır: Bilimsel bir problemi çözmeye yönelik bağım ­
sız girişimler ne kadar çok olmalıdır ki, en son katkının artık çözüm
ihtimalini artırmayacağı görülerek daha fazla deneysel tekrara gerek
kalmasın ve çözüm ihtimali maksimum hale gelsin?29
Matta etkisinin bilimdeki iletişim sistemi açısından işlevlerini in­
celerken, bu fikri biraz daha açabiliriz. Bir buluşun görünürlüğünü
etkileyen şey, sadece onun bağımsız olarak ne kadar yapıldığı ve ya­
yımlandığı değil, aynı zamanda, bu buluşu yapan bilim insanlarının
bilimin tabakalaşma sistemi içindeki konumlarıdır. Meseleyi daha ba­
sitleştirerek ifade edersek, tanınmış bir bilim insanının yaptığı tek bir
buluş, hiçbiri ünlü olmayan birkaç bilim insanı tarafından birbirlerin­
den bağımsız olarak yapılan ‘çoğul buluş’tan daha yüksek görünür­
lük fırsatına sahip olabilir. Bu yazımdaki genel fikir sınanmaya açık
olsa da, yine de yaklaşık bir sınamaya yöneltme bakımından o kadar
önemsiz değildir. Belirgin olarak eşitsiz konumdaki bilim insanlarının
çoğul buluşlarında, gerçekte daha yüksek konumdaki bilim insanları­
nın yayımlanmış çalışmalarından çok açık ve kapsamlı alıntılar yapılıp
yapılmadığı alıntı indekslerinden incelenebilir.30 Böyle olduğu ölçüde,
bulgular tabakalaşma sisteminin bilimin gelişmesi açısından niyetle­
nilmemiş sonuçlarına bir ölçüde ışık tutabilir. Bilim insanlarıyla oku­

29 Ünlülerden biri, araştırma bolluğunun zorunlu olarak ‘müsrif deneysel tek­


rar’ anlamına geldiği düşüncesini sorgular: “Kişi çoğu kez, özellikle çok mik­
tarda para söz konusu olduğunda, bu girişimin kopyalanmasından kaçınılma­
sı gerektiğini, bunun şeyleri yapmanın etkili bir biçimi olmadığını işitir. Çoğu
kez, araştırma açısından, girişimin kopyalanmasının iyi bir şey olduğunu
düşünüyorum. Farklı laboratuarlarda aynı şey üzerinde çalışan farklı gruplar
olduğunda, onların yaklaşımlarının [başarılı bir sonuç ihtimalini artırma ba­
kımından] yeterince farklı olacağını düşünüyorum. Neticede, bu iyi bir şeydir
ve etkililik uğruna kaçınılması gereken bir şey değildir”, Zuckerman, Scienti­
fic Elite, Bölüm 8.
30 Bildiğim kadarıyla, henüz bu sorunla ilgili hiçbir araştırma yapılmamıştır.
Bu konuda en etkili bulgu, ödül almadan önce burada aktarılan Nobelli ün­
lülerin yazılarından —aynı dönemde Uluslararası İndekste yazarın ortalama
görünme oranlarına göre- beş yılda yirmi üçten daha fazla alıntı yapıldığı
kanıtıdır. Bkz. I.H. Sher ve E. Garfield, ‘New Tools for Improving the Ef­
fectiveness of Research’, bu yazı Araştırma Programında Etkililik üzerine
2. konferansta sunulmuştur (Washington D.C., July 1965; H. Zuckerman,
Scientific America 217 (1967), s. 25).
ma pratikleri üzerine yapılan görüşmeler de bu hipotezi destekleyen
veriler sunabilir.
M atta etkisi ile çoğul buluşların işlevleri arasındaki bağıntı, bilime
yapılan önemli yeni katkıların imkânı ve hızındaki artış açısından ol­
dukça önemlidir. Matta etkisi, ayrıca, bilimdeki büyük yeteneklerin ti­
pik olarak birçok çoğul buluşla ilgili olduğu bulgusuyla da uyuşur. Bu
önerm e Galileo ve Newton, Faraday ve Maxwell, Hooke, Cavendish
ve Stensen, Gauss ve Laplace, Lavoisier, Priestley ve Scheele açısın­
dan ve birçok Nobel ödüllü açısından geçerlidir. Bu, kısaca, bilim m a­
bedindeki yerleri büyük ölçüde güvende olan, bununla beraber toplam
başarılarının ölçüsü bakımından büyük farklılıklar sergileyen herkes
için geçerlidir.
Bu bilim insanlarının büyüklüğü fikirler, yöntemler ve sonuçlar
gövdesine yaptıkları bireysel katkılara ve çoğul buluşlar örneğinde,
daha az yetenekli insanların büyük toplamının katkıda bulunduğu so­
nuçlar üzerindeki etkilerine dayalıdır. Örneğin, Kelvin’in 32 veya da­
ha fazla çoğul buluş yaptığını ve bizzat Kelvin’in katkıda bulunduğu
şeye 30 başka bilim insanının da katkı yaptığını bulduk.
Ünlülerle görüşmeleri inceleyerek, ünlü bilim insanlarının sunduk­
ları katkıların daha fazla görünürlüğünü sağlayan bazı temel psiko-
sosyal mekanizmaları bulabiliriz. Bu büyük görünürlük sadece, kişisel
prestijlerinin onların bağımsız katkılarını daha parlak gösterdiği bir
hale etkisinin* sonucu değildir. Daha ziyade, sosyalleşmelerinin, de­
ğerler şemalarının ve toplumsal karakterlerinin belirli veçheleri, onla­
rın çalışmalarının görünürlüğünü bir ölçüde açıklar.

Matta Etkisinin Sosyal ve Psikolojik Temelleri


Büyük bir bilim insanının bazı katkıları, bu katkılar diğer bilim in­
sanları topluluğundan bağımsız olarak yapıldığında bile, özel işlevlere
hizmet eder. İster bir fikirler ve bulgular bileşimi belirli bir bilim insa­
nının veya araştırmacılar grubunun çalışmasında yoğunlaşsın, isterse
birçok bilim insanı veya bilimsel organizasyon arasında seyrek olarak
dağılsın, bireysel katkılar bilimin gelişiminde bir fark ve çoğu kez ke­
sin önemde bir fark yaratır. Böyle bir bileşim İkincilerden ziyade birin-

* Kişiye ilişkin genel izlenimin veya kişinin dikkati çeken tek bir kişilik özel­
liğinin, ona ilişkin özel değerlendirmeleri etkileme eğilimi ile tanımlanan bir
tür yargı hatası. Örneğin cana yakın olarak değerlendirilen bir insanın, salt
cana yakınlığından ötürü ayrıca zeki olarak değerlendirilmesi. Hale etkisi, her
psikolojik testte ciddi yargı hatalarına yol açabilmektedir (ç.n.).
çilerde bir yapı kazanma eğilimine girer çok geçmeden. Örneğin çoğu
psikologun dikkatini aynı zamanda büyük ölçüde farklı diğer bilim
insanları tarafından geliştirilen geniş bir fikirler dizisine odaklaması
için, sözgelimi bir Freud’a gerek vardır. Bu odaklanma önde gelen bi­
lim erkek ve kadınlarının ayırt edici bir işlevi olarak ortaya çıkabilir.31
Bir Freud, bir Fermi ve bir Delbrück bilimde karizmatik bir rol oy­
nar. Onlar, kendilerine sıra dışı nitelikler yükleyen diğerleri arasında
entelektüel bir coşku yaratırlar. Onlar, sadece üstünlük sağlamakla
kalmayıp, diğerleri üzerinde bir üstünlük duygusu uyandırma kapasi­
tesine de sahiplerdir. Bir ünlünün ilginç deyimiyle, onlar “parlak bir
hava” sağlarlar. Bu büyük bilim insanları kendileriyle çalışan yeni­
lere sadece teknikleri, yöntemleri, bilgileri ve teorilerini aktarmakla
kalmazlar. Büyük ölçüde bunlara bağlı olarak, çalışma arkadaşlarına
araştırmayı yönlendiren önemli norm ve değerleri aktarırlar. Bu kişi­
sel etki, çoğu kez onların sonraki yıllarında veya ölümlerinden sonra,
Max Weber’in diğer İnsanî etkinlik alanlarıyla ilişkili betimlemesinde
olduğu gibi, rutinleşir. Karizma, düşünce okulları ve araştırm a kuru­
luşları biçiminde kurumsallaşır.
Daha genç çalışma arkadaşlarını etkilemede tanınmış bilim insan­
larının rolü ünlülerle görüşmelerde tekrar tekrar vurgulanmıştır. N e­
redeyse değişmez bir biçimde, onlar sadece problem-çözmenin değil,
problem-bu/manın da önemini vurgularlar. Onlar, ağız birliği etm iş­
çesine, kendi çalışmalarında çoğunlukla sorun teşkil eden şeyin, te­
mel önemde problemler üzerinde çalışırken bir beğeni duygusu, bir
yargı geliştirmek olduğu inancını kuvvetle ifade ederler. Ve tipik ola­
rak, onlar bu ‘önemli problem’ duygusunu eğitim gördükleri yıllarda
kazandıklarını rapor ederler. Üst mevkide bir kimyacının laboratua­
rında henüz bir çırak olarak çalıştığı yıllar üzerinde düşünen bir ünlü,
o “beni, mümkün olduğu ölçüde, sonu gelmeyen ayrıntılar üzerinde
çalışmaktan ziyade önemli şeylere bakmaya veya temel yeni bir katkı
yapmaktan ziyade sadece geçerliliği artırmaya yöneltti” der. Bir baş­
kası bir Avrupa laboratuarındaki sosyalleşmesini, “güçlerinin doruk
noktasındaki birinci sınıf yaratıcı zihinlerle ilk gerçek ilişkim” olarak

31 Bu tartışmada daha sonra büyük bilim insanlarının bu işlevleriyle bağlantılı


olumsuz işlevleri de ele alacağım. Bilimin normları salt otoriteyi sorgulamayı
gerektirdiğinde bile, mağara idolleri çoğu kez etkisini büyük ölçüde sürdürür.
Burada, diğer kurumsal alanlarda olduğu gibi, problem, toplumsal normlar ve
somut davranışlar arasındaki örtüşme ve uyuşmama kalıplarının açıklanması
problemidir.
betimler. Ve sözlerine şöyle devam eder: “Belirli bir beğeni artışı sağ­
ladım. Bu bir beğeni ve tutum meselesi ve bir ölçüde gerçek bir kendi­
ne güven meselesiydi. Önemsiz bir deney yapmanın önemli bir deney
yapmak kadar zor olduğunu, çoğu kez daha zor olduğunu öğrendim .”
Ünlülerin özellikle yaratıcı araştırm a ortam larında öğrenme ve
bu ortam lardan etkilenme dereceleriyle ilgili yaklaşık bir oran vardır:
Daha önceki yıllarda yönetimi altında çalıştıkları ünlülerin sayısı. Ünlü
Amerikalı 84 bilim insanından 44’ü, genç bilim insanları olarak, top­
lam 63 Nobel ödüllü bilim insanının yönetiminde belirli bir kapasiteyle
çalışmıştır.32 Ancak görünüşe bakılırsa, bu ortam larda onların önemli
problemlere odaklanma eğilimlerini açıklayan ve böylece M atta etki­
sinin iletişim işlevini etkileyen sadece ‘ünlülerle deneyimler’i değildir.
Onların karakterlerinin belirli yanları da bir rol oynar. Çok az istisna
dışında, bunlar sıra dışı ego gücüne sahip insanlardır. Onların kendi­
lerine güvenleri bir toplumsal kurum olarak bilim ortam ında farklı ifa­
deler kazanır. Bu kurum , bildiğimiz gibi, kişinin diğerlerinden kendi
çalışmasına ilişkin yargılarında özerk ve eleştirel bir yargı talep etmesi
norm unu içerir. Ünlüler, bu tür normların pekiştirdiği eğilimleriyle,
(uç düzeyde kabaca ‘çekici bir kibirlilik’ olarak betimlenebilecek) özel
bir kendine güven duygusu sergilerler. Onlar, tekrarlanan başarısızlık­
ları açık psikolojik bir hasar oluşmadan telâfi ederek, çalışmalarındaki
hayal kırıklıklarını tolere edebilecek büyük bir kapasite sergilerler. Bir
ünlü, meslektaşlarının psikolojik desteklerinin değerini vurgularken
bu kapasiteye şöyle temas eder:
Araştırma zorlu bir oyundur. Aylarca, hattâ birkaç yıl çalışabilir ve
hattâ hiçbir sonuca ulaşamayabilirsiniz. Araştırma birçok kez koyu
bir karanlık içinde kaybolur. Bu yüzden, âniden her şeyi bırakırsı­
nız. Gerektiğinde kişiye bir parça cesaret vermek iyidir.
Nobel ödüllüler, kendi alanlarında diğerlerinin sağladıkları ipuçları­
na dikkat gösterseler bile, bir önceki araştırmanın yeterince verimli
olduğuna ikna olduklarında yeni araştırm a alanlarına güvenle açılan
bireysel yönelimli araştırmacılardır. Bu etkinliklerde gözüpek bir cesa­
ret sergilerler. Kolay ve güvenilir problemlerden ziyade, zor bile olsa
önemli problemleri ele almaya hazırdırlar. Nitekim bir ünlü, kariyeri­
nin ilk dönemlerinden şu anısını nakleder: “hiçbir risk içermeyen bir
problem. Bütün yaptığım [belirli materyallerin kimyasal bileşimlerini]
analiz etmekti. Yöntem o kadar iyi oluşturulm uştur ki, başarısız ol-

32 H. Zuckerman, Scientific Elite, Bölüm 5.


manız m üm kün değildir. Ancak ben aksine, t-------üzerinde çalışmam
gerektiğini düşünüyordum ve hakkında hiçbir şey bilinmediği için, ya­
pılması gereken şey onu yaratmaktı.” Bu ünlü sonradan, daha riskli
bir araştırm a alanındaki en temel katkılarından birini yapmıştır.33
Bu belirgin ego gücü söz konusu bilim insanlarının önemli prob­
lemleri tercih etmeleriyle en azından iki şekilde ilişkilidir. Önemli bir
problemle karşılaştıklarında bunu fark edeceklerini düşündükleri için,
sabırla uygun fırsatı kollayacaklar ve nispeten önemsiz bir probleme
uzun süre takılmamak için hemen çözüm bulma yoluna gitmeye­
ceklerdir. Kendine güvene eşlik eden doyumu erteleme kapasiteleri,
onları, önemli bir problemin kendi akışı içinde ortaya çıkacağı ve bu
gerçekleştiğinde de, beğeni duygularının problemi tanımalarını ve
çözmelerini sağlayacağı inancına yöneltir. Tanınmış bilim insanlarıyla
bağlantı kurmak, yetenekli çırağa, didaktik eğitimin asla gösteremeye­
ceği bir şeyi gösterir: O, kendi görüşlerini zirvede görebilir ve her şeye
karşın seçili problemin üstesinden gelebilir. Taklit, gözlenen başarılı
ve hattâ çoğu kez ertelenen sonuçlarla pekiştirilir. Aslında, ünlülerin
ifadeleri de bu yönelimi yansıtır. Onlar büyük ve temel problemlerden
bahsetmekten hoşlanırlar; önemli problemler güzel problemlerdir. Bu
çalışmaları sonraki daha büyük problemin gelişini beklerken içinde
yer alınan alelâde çalışmalardan ayıran da işte bu faktörlerdir. Bü­
tün bunların bir sonucu olarak, onların yazıları bilimsel etki yaratacak
önemde çalışmalar olmaya elverişlidir ve diğer bilim insanları onların
yazılarına özel olarak dikkat çekme eğilimindedir.
Bu ileri gelen bilim insanlarının karakter yapıları, M atta etkisinin
iletişimsel yanma ancak bir başka biçimde etkide bulunabilse de, onla­
rın kendi bilimsel çalışmalarını sunum biçimleriyle ilişkilidir. Fark ya­
ratıcı yargı güçlerinden emin olan bu kişiler (bu, önceki çalışmalarına
diğerlerinin tepkileriyle doğrulanan bir güvendir), kendi açıklamala­
rında temel fikirler ve bulguları vurgulama ve geliştirme ve daha önem ­
siz olanları göz ardı etme eğilimindedirler. Bu, onların katkılarının
önemini aydınlatmaya hizmet eder (bu katkılar onları, daha çok rutin
çalışmalarla uğraşan ve sosyal-onay-görm üş öz-saygınlığa daha az
sahip olan bilim insanlarının oluşturduğu yayın selinden çekip çıkarır).

33 Deneysel psikolojideki ilişkili sonuçlar, riskli çalışmalara ve bununla bera­


ber daha önemli sonuçlara yönelik tercihlerin hem yüksek başarı güdüsüyle
hem de doyumu ertelemeyi kabul kapasitesiyle bağlantılı olduğunu gösterir.
Örneğin bkz. Mischel, Journal Abnormal Social Psychology 62 (1961), s. 543.
Son olarak, bu karakter yapısı ve edinilen bir dizi yüksek stan­
dart, bu önde gelen bilim insanlarını, yayımlanmaya değer çalışma ile,
kendi samimi değer yargıları içinde, kolaylıkla basılabilse bile en iyisi
yayımlanmadan bırakılması gereken çalışma arasında ayrım yapmaya
iter çoğu zaman. Ünlüler ve diğer önemli kişiler, çoğu kez, basitçe
kendilerinin ve meslektaşlarının talepkâr standartlarını karşılamayan
karalama türünden araştırm a yazılardan söz ederler.34 Seymour Ben­
zer, örneğin, “biyokimya kanalına düşm ekten” nasıl korunduğunu
anlatır: “Delbrück, bu kadar çok yazı yazmamam gerektiğini bana
anlatsın diye karıma m ektup yazarak beni korumuş oldu. Ben de öyle
yaptım.”35 Ve bir hakem, bir fizik dergisine gönderilen bir yazı bağla­
mında soruna doğrudan eğilen raporunda, bilim insanının çalışması­
nın yayımlanıp yayımlanmaması konusunda kesin bir karara varam a­
masıyla ilgili yorum unu aktarır: “C, ne kadar az yazarsa o kadar çok
okunacaktır.” Önde gelen bilim insanları insanabile scribendi cacoet-
hes (yayımlamaya can atma) konusunda bir bağışıklık geliştirme eği­
limindedirler.36 Yayımlanmış çalışmalarının salt kapsamlı olmaktan
ziyade önemli ve verimli olmasını tercih ettikleri için, onların katkıları
ele alınmaya uygundur. Bu, ayrıca, bilim insanı dostlarının bu önde
gelen bilim insanlarının (en azından en üretken dönemlerinde) yayım­
ladıkları şeylerin yakın ilgiye değer olduğu konusundaki beklentilerini
güçlendirir.37 Bu bir kez daha M atta etkisinin işleyişini mümkün kı­

34 Bu ölçüde onlar Cole & Cole tarafından varlığı istatistiksel olarak belirle­
nen ‘mükemmeliyetçi’ fizikçi tipine atfedilen davranış türü içinde yer alırlar
(bkz. dipnot. 8); zira alıntılardan da görülebileceği gibi, yapabileceklerinden
daha az yayın yapanlar, yine de alanda hatırı sayılır bir etki yaratmaktadır­
lar. Bu fizikçi tipinin, (‘verimli’ ve ‘kitlesel üretici’ tipleri dâhil) diğer tiplere
kıyasla, bilimsel çalışmanın ödüllendirilmesi anlamında daha çok kabul gör­
meleri önemli bir husustur.
35 S. Benzer, Phage and the Origins o f Molecular Biology, ed. J. Cairns, G. S.
Stent, J.D. Watson (Cold Spring Harbor, N.Y.: Cold Spring Harbor Labo­
ratory of Quantitative Biology, 1966), s. 165. Bu Armağan Kitabı açıkça,
Delbrück’ün, genellikle kendi çalışmaları ve meslektaşlarının çalışmaları ko­
nusunda bu tür talepkâr bir yargıda bulunan bilim insanlarından biri olduğunu
açıkça gösterir.
36 Bu hastalıktan korunma konusunda bazı tespitler için, bkz. R.K. Merton,
On the Shoulders o f Giants (New York: Harcourt, Brace and World, 1967),
s. 83-85.
37 Bilim insanlarının kızamık aşısına başlangıçtaki güvenlerinin “inanmayı de­
ğil, kuşkuyu bilimsel olarak ısrarla vurgulayan Enders’a yönelik paradoksal
bir geribildirim olduğu” belirtilmiştir. “Meslektaşları John Enders’e kendisini
lar; zira bilim insanları, bilimdeki önde gelen konumları eski çalışma­
larının ortalama niteliği hakkındaki yargılar çerçevesinde toplumsal
olarak onaylanan bilim insanlarının ürünlerine odaklanırlar. Ve diğer
bilim insanları bu çalışmayla yakından ilgilendikçe, onların bu çalış­
madan daha çok şey öğrenmeleri ve tepkilerinin daha ayırt edici olma
eğilimi yüksektir.38
Bütün bu nedenlerle, tanınmış bir bilim insanının sunduğu bilişsel
materyal daha az tanınan bir bilim insanının sunduğu yaklaşık aynı
türden materyalden daha fazla etkili olabilir: M atta etkisinin iletişim
işlevinin sosyo-psikolojik temelini oluşturan bir ilke. Bu ilke kendini
gerçekleştiren kehanetin özel bir uygulamasını bir ölçüde şöyle temsil
eder: Fermi veya Pauling, yahut G.N. Lewis veya Weisskopt39 çalış­
mayı basılmaya uygun görür ve çalışma bu yüzden önemli olma eğili­
mine girer (çünkü o bilim insanı, tutarlı bir biçimde, geçmişte önemli
katkılar yapmıştır); çünkü muhtemelen önemli olduğu için özel bir
dikkatle okunması gerekir; ve ne denli dikkat görürse o denli yayım­
lanmaya uygun olacaktır. Ö nde gelen bilim insanlarının yayınlarını
büyük ölçüde kolay hatırlanır kılan bu süreç, kendini gerçekleştiren
bir süreç haline gelir (kuşkusuz, onların kendi meslektaşları arasın­
daki imgeleri, eski güzel günlerinde kalan bir önderlik haline gelene
kadar -b u imge, aklıma gelmişken, yeni bilim insanları kuşaklarının
taarruzları sonucu kendilerini yarış dışı bulan bazı ünlülerin benlik
imgesine tekabül eder).
Diğer kendini gerçekleştiren kehânetler gibi, bu da belirli koşullar­
da olumsuz işlevler taşımaya başlar. Zira önde gelen bilim insanları
muhtemelen daha önemli katkılar yapabilseler de, açıkçası bunu ya­
panlar sadece onlar değildir. Her şey bir yana, bilim insanları tanın­

herhangi bir şeye kaptırmadığı konusunda güvenirler” (G. Williams, Virus


Hunters [New York: Knopf, 1959].
38 Bu tartışmalı bir sonuç olarak kalır. Hovland’ın sokaktaki insanlarla deney­
leri, benzer iletişimlerin daha yüksek güvenirlik kaynaklarına atfedildiklerinde
daha az yanlı olarak değerlendirildiklerini göstermiştir (C.I. Hovland, Ame­
rican Psychologists 14 [1959], s. 8). Daha önceki bir araştırmada, Hovland
ve çalışma arkadaşları, fiili iletişimler konusunda, “ilgili kişinin güvenirliğine
bakmaksızın, söylenen şeylerin aynı ölçüde iyi öğrenildiği”ni buldular (C.I.
Hovland, I.L. Janis, H.H. Kelley, Communication and Persuasion [New Ha­
ven, Conn.: Yale University Press, 1953], s. 270.
39 Kendini gerçekleştiren kehânetle ilgili bir analiz için, bkz. R.K. Merton,
Antioch Review (Summer, 1948), s. 596; yeniden basım, R.K. Merton, Social
Theory and Social Structure (New York: Free Press, 1957), s. 421-36.
mış kişiler olarak işe başlamazlar (ancak M össbauer ve Watson gibi
insanların kariyerleri bazen bize yanlış izlenimler sunabilir). Bilim ta ­
rihi sadece yıllarca göz ardı edildikleri için nispeten tanınmayan bilim
insanlarının önemli yazılarıyla doludur. Moleküler hız üzerine klâsik
yazısı “anlamsızlıktan başka bir şey değil” denilerek İngiliz Kraliyet
Akademisi tarafından reddedilen W aterston’i, kalıtım üzerine tarihsel
önemde yazılarına bir cevap verilmediği ve daha sonraki araştırm ası­
nın sonuçlarının yayımlanması reddedildiği için derin hayal kırıklığına
uğrayan M endel’i veya ısı yayılımı üzerine klâsik yazısı nihayetinde
Fransız Akademisi tarafından yayımlanmadan on üç yıl beklemek zo­
runda kalan Fourier’yi hatırlayın.40
Barber,41 belirli bilim insanlarının kırılgan profesyonel konum la­
rında, bazı çalışmalarının, yayımlanması kesinlikle reddedildikten bir
süre sonra, nasıl önemli olarak kabul edildiğine işaret eder. Ve bağlan­
tılı olarak, Lord Rayleigh’in42 özel bir deneyimi, bir yazı hakkındaki
bir değerlendirmenin çalışmanın tanınmış bir yazara ait olduğu anlaşı­
lınca nasıl tersine döndüğüne bir örnek oluşturur. Rayleigh’in adı “ya
[metinden] silinir veya kazara çıkartılır; Britanya Bilimsel Gelişme
Derneği Komitesi onu paradoksçular olarak adlandırılan meraklı kişi­
lerden birinin çalışması haline ‘çevirmiştir’. Gelgelelim, yazar keşfedil­
diğinde yazı bir anda değerli oluverir.”
Dolayısıyla M atta etkisi, bir otorite idolüne dönüştüğünde, bilim
kurum unda cisimleşen evrensellik norm unu ihlâl eder ve bilginin geli­
şimini engeller. Ancak, bu pratiklerin bilimsel dergilerin editörleri ve
hakemleri ve bilimin bekçileri tarafından daha sonraki benimsenme
sıklığı konusunda hiçbir şey bilinmemektedir. Bilim kurumlarınm işle­
yişinin bu yanı büyük ölçüde bir anekdot ve ağırlıklı olarak bilinçli bir
dedikodu olarak kalır.

Matta Etkisi ve Bilimsel Kaynakların Tahsisi


Matta etkisinin kurumsal bir türü, bilimin ödül ve iletişim sistemlerin­
deki rolünden ayrı olarak, en azından kısaca değinilmeyi hak etm ekte­

40 Bkz. R.H. Murray, Science and Scientists in the Nineteenth Century (Lon­
don: Sheldon, 1925), s. 346-348; D.L. Watson, Scientists are Human (Lon­
don: Watts, 1938), s. 58, 80; R.J. Strutt (Baron Rayleigh), John William
Strutt, Third Baron Rayleigh (London: Arnold, 1924), s. 169-171.
41 B. Barber, Science 134 (1961), s. 596; yeniden basım, B. Barber ve W. Hir-
sch, eds., The Sociology o f Science (New York: Free Press, 1962), s. 539-556.
42 R.J Strutt, John William Strutt’tan aktaran: B. Barber (bkz. dipnot 41).
dir. Bu, birçok sosyal tabakalaşma sisteminde aynı sonucu üretecek
biçimde işleyen ‘birikimli avantaj ilkesi’ içinde ifade edilir: Zengin ne
oranda zenginleşirse, yoksul o oranda yoksullaşır.43 Nitekim bilim­
sel üstünlüğünü kanıtlamış merkezlere, araştırmalar için, henüz böyle
bir konuma sahip olmayan merkezlerden daha büyük kaynak tahsisi
yapılır.44 Ayrıca, bu merkezlerin prestijleri gerçekte um ut vaat eden
lisans-üstü öğrencilerinin büyük bir bölümünü kendine çeker.45 Bu
eşitsizliğe özellikle uçlarda rastlanır: Fizik ve biyoloji bilimlerinde
doktorantların % 24’ünü üreten altı üniversite (Harvard, Berkeley,
Columbia, Princeton, Johns Hopkins ve Chicago) daha sonra Nobel
ödülü alan doktoralıların tam % 65’ini üretmiştir. Ayrıca, 12 önde ge­
len üniversite özel yeteneğe sahip bu bilim insanlarını erkenden tespit
etmiş ve onları kendi fakültelerinde tutabilmiştir: Diğer doktoralıların
sadece % 35’i bu okullardan m ezun olmasına rağmen, gelecekteki ü n ­
lülerin % 60’ı bu okullarda tutulm uştur.46
Üst düzey bilimsel yeteneklerin yoğunlaşmasını daha da artıran bu
toplumsal ayıklanma süreçleri, yeni bilimsel üstünlük merkezleri üret­
me yolunda, M atta ilkesinin kurumsal sonuçlarım dengeleme çabala­
rını büyük ölçüde baltalar.

Özet
M atta etkisi üzerine bu açıklama bir toplumsal kurum olarak bilimin
işleyişinin psiko-sosyal analizinin bir başka küçük uygulamasıdır.

43 Derek Price Matta etkisinin bu içerimini fark etmiştir, bkz. Nature 206
(1965), s. 233.
44 D.S. Greenberg, Saturday Review, 4 November 1967, s. 62; R.B. Barber,
The Politics of Research (Washington, D.C.: Public Affairs Press, 1966), s.
63’te şöyle yazar: “1962’de, tüm federal desteğin % 38’i sadece on kuruma
ve % 59’u sadece 25 kuruma gitmiştir”. Ayrıca, bkz. H. Orlans, The Effects
of Federal Programs on Higher Education (Washington, D.C.: Brookings Ins­
titution, 1962).
45 Nitekim, Allan M. Cartter, 1960-63 yılları arasında, National Science
Foundation Fellows’un (düzenli) % 86’sının ve Woodrow Wilson Fellows’un
% 82’sinin kendi araştırma yerlerini seçmekte özgür olduklarını buldu (bu
hesaplama 25 önde gelen üniversitede çalışanlar dâhil edilerek ve fakülteleri­
nin niteliğine göre derecelendirilerek yapıldı); bkz. A.M. Cartter, An Assess-
ment of Quality in Graduate Education (Washington, D.C.: American Coun-
cil on Education, 1966), s. 108.
46 Ünlülerin kariyer örüntüleri üzerine bu ve başka ayrıntılı bilgi için, bkz. H.
Zuckerman (dipnotlar 1 ve 30).
Başlangıçta problem teorik bir perspektif içinde ele alınmıştır. Matta
etkisi, varlığının tesbit edilmesiyle birlikte, ortaklaşa veya bağımsız ça­
lışma örneklerinde orantısız önem verilen tanınmış bilim insanlarının
konum undaki gelişme bağlamında yorumlandı. M atta etkisinin öne­
mi, bu bakımdan, bilimin ödül sistemine dönük sonuçlarıyla sınırlıdır.
Bakış açısını başka noktaya kaydırdığımızda, başka muhtemel sonuç­
ları, yani bu sefer bilimin iletişim sistemine dönük sonuçlarını belirt­
tik. M atta etkisi ileri gelen bilim insanlarının bilime katkılarının görü­
nürlüğünü artırmaya ve daha az bilinenlerin katkılarının görünürlü­
ğünü azaltmaya hizmet edebilir. M atta etkisinin altında yatan temel
psiko-sosyal koşulları ve mekanizmaları ele aldık ve çoğul buluşların
bolluğu ile önde gelen bilim insanlarının odaklaştırıcı işlevi arasında
bir korelasyon bulduk: Bu, bilim insanlarının temel problemlerin belir­
lenmesine büyük önem vermeleriyle ve kendilerine olan güvenleriyle
pekiştirilen bir işlevdir. Kısmen doğal, kısmen yaratıcı bilimsel ortam ­
lardaki deneyim ve ilişkilerin sonucu ve kısmen de konumlarının son­
radan sosyal olarak onaylanmasının bir ürünü olan bu kendine güven,
onları riskli ancak önemli problemleri araştırmaya ve araştırmalarının
sonuçlarını açıklamaya teşvik eder. Matta ilkesinin makro-sosyal bir
türü de, görünüşe bakılırsa, halihazırda bilimsel kaynaklar ve yetenek­
lerin belirli kurumlarda yoğunlaşmasına yol açan toplumsal ayıklanma
süreçleriyle ilgilidir.47

47 Bu makalenin müsveddelerini ele geçiren ve geçici bir tanışıklıktan daha


fazla ilişkimizin olduğu moleküler biyolog Richard L. Russell beni organik
kimyada çok iyi bilinen bir ders kitabı (L.F. Fieser ve M. Fieser, Introduction to
Organic Chemistry [Boston: Health, 1957]) hakkında bilgilendirdi: Bu kitap,
“alkollerin sudan arındırılmasında hidrojenin tercihan hidrojen bakımından
en yoksul olan bitişik karbon atomundan arındırıldığı ve Saytzeff’e (1875)
atfedilen empirik bir kural”dan söz eder. Bu kuralı bu tartışmayla ilişkili kılan
şey şu dipnottur: “MATTA, XXV, 29, “...ancak bolluk olmadığında bile bu
bolluk ondan esirgenmeyecektir”. Açıkçası, Matta etkisi insan davranışları ve
toplumsal süreç dünyasını aşar.
S o s y a l S i n i f k ö k e n İ v e A k a d e m İk B a ş a r l
İ k i T a b a k a l a ş m a S İ s t e m İn İn A k a d e m ik
K a r iy e r Ü z e r İ n d e k İ E t k i s i *

Diana Crane

Farklı sosyal sınıfların üyeleri açısından farklı derecelerde erişilebilir


olan fırsatlar içinde, eğitim, Amerikan toplumundaki cazip konum la­
rın çoğu için bir ön-gereklilik olmasından dolayı, sözkonusu bireylere
dönük sonuçları bakımından en önemli fırsatlardan biridir. Lise m e­
zunlarının koleje" girme oranında kendini gösteren dikkat çekici artı­
şa karşın,1bazı çalışmalar göstermektedir ki, sosyal sınıf kökeni, yük­
sek eğitime girişi etkilemeye devam etmektedir.2 Bazı başka çalışmalar

Çeviren: Vefa Saygın Öğütle


' Orijinal Eser: “Social Class Origin and Academic Success: The Influence of
Two Stratification Systems on Academic Careers”, Sociology o f Education,
42, 1 (1969), 1-17.
" Amerikan eğitim sisteminde “kolej”, Türkiye’deki anlamdan oldukça fark­
lı olarak, lise eğitiminin ardından meslek edinmek için girilen, yani meslek
eğitimi veren yüksek öğrenim kurumlarının adıdır. Üniversiteler ise, bilim
eğitiminin alındığı yerlerdir (ç.n.).
1 Martin Trow, “The Democratization of Higher Education in America,”
European Journal of Sociology, 3 (1962), s. 231.
2 William H. Sewell ve Vimal P. Shah, “Socioeconomic Status, Intelligence,
and the Attainment of Education,” Sociology of Education, 40 (1967), s. 1-23
ve bu sayfalarda alıntılanan kaynaklar. Ayrıca Orville Brim, Sociology and the
Field of Education, New York: Russell Sage Foundation, 1958, s. 36-40.
ise, öğrencilerin koleje girmelerinden sonra dahi, seçtikleri dersler ve
akademik performansları ile sosyal sınıf kökenleri arasında bir bağlan­
tı bulunduğunu gösterm ektedir.5 Kolej mezunu olma olasılığını be­
lirleme hususunda, sosyal sınıfın ve entelektüel yeterliğin birbirlerine
kıyasla taşıdıkları önem, yakın dönemde Sewell ve Shah tarafından
ispatlanmıştır.4 W isconsin’deki bir grup lise m ezununu zaman içinde
inceleyen Sewell ve Shah, koleje gidenler arasında, her ne kadar zekâ
daha önemli bir rol oynamışsa da, sosyal sınıf kökeninin bir bireyin
mezun olma şansını etkilediğini açığa çıkarmışlardır.
Araştırılmayı bekleyen sorular ise şunlardır: Sosyal sınıf kökeninin
a) lisans-üstü eğitim alma ve b) doktor unvanının elde edilmesinin a r­
dından akademik piyasadaki meslekî ödüllerin erişilebilirliği hususla­
rındaki etkisi. Sosyal sınıfın, bireylerin lisans-üstü eğitim veren en iyi
okullardan mezun olma oranı ve bir eğitim sürecinin ardından onlara
açık olan fırsatlar üzerindeki etkisini ayırt etmek, yaklaşık yirmi yıl
süren bir eğitim sürecinin sonunda hâlâ mümkün olabilir mi?
Sosyal sınıfın kolej mezuniyeti üzerindeki etkisi, üniversiteye giriş
üzerindeki etkisine kıyasla daha az olduğu için, sosyal sınıf kökeninin
yüksek kaliteli lisans-üstü eğitim ve bunun ardından da ödüller elde
etme hususundaki etkisinin oldukça küçük olması beklenebilirdi. D i­
ğer yandan, sosyal sınıfın lisans eğitiminin biçimi ve niteliğiyle ilişkili
olduğu bâriz bir biçimde ortadadır. Daha aşağı sınıflardan öğrencile­
rin kolej öğrenimine meslekî eğitim açısından bakmaları ve edebiyat
ve fen bilimlerinden ziyâde meslekî derslere kaydolmaları daha m uh­
tem eldir.5 Dolayısıyla onların, geleneksel akademik disiplinlerde çoğu
zaman en iyi eğitimi veren ve yüksek sosyal sınıflardan öğrencileri
kendine çeken daha küçük özel kolej ve üniversiteler yerine, devasa
devlet ve kent kolejlerinde bulunmaları daha muhtemeldir.6 Sonuçta,
aşağı sınıftan kolej mezunlarının lisans-üstü eğitim veren seçkin okul­
lardaki bölümlere girmek için rekabet etme becerisi zayıftır.
Diğer yandan sosyal sınıfın, lisans-üstü eğitim veren okullardaki
performansı da etkilediği aşikârdır. Hem sanayideki hem de akademik
ortamlardaki araştırmacı bilim insanlarından oluşturulmuş bir örnek-

3 Trow, a.g.e., s. 246.


4 Sewell ve Shah, a.g.e.
5 Trow, a.g.e.
6 Trow, a.g.e. ve Donald J. Treiman, “Social Origins and Choice for Acade­
mic Careers,” Amerikan Sosyoloji Derneği’nin bir toplantısından (Los Ange­
les, California, 1963) önce okunan tebliğ.
lem kullanan West, sosyal sınıf kökeninin, bireylerin doktora unvanı
elde etme şansını etkilediğini göstermiştir. Sosyal sınıf kökeninin et­
kisi, yüksek lisans derecesinin alınmasının ardından daha da dikkat
çekici derecede olmuştur. Aşağı sınıflardan katılımcıların doktorayı
tamamlaması daha az muhtemel gibidir.7
Nihâyetinde, eğitim sisteminde en üst düzeydeki dereceyi elde et­
mek de, akademik ödüllere eşit ölçüde ulaşmayı tek başına garanti
etmemektedir.8 Bireyin doktorasını aldığı üniversitenin prestiji, onun
prestijli bir üniversitede işe başlama, üretken bir bilim insanı olma,
bilimsel tanınma elde etme şansını ve hattâ çalışmalarının prestijli
dergilerde yayımlanmak için kabul edilme olasılığını etkilemektedir.9
Sosyal sınıf kökeni, eğer lisans-üstü öğrencisinin kabul edildiği üni­
versitenin kalitesini etkiliyorsa, o halde bu öğrencinin, sahip olduğu
zekâya ve akademik başarıya karşın, akademik dünyada karşısına çı­
kacak sonraki fırsatları da sırası geldiğinde etkileyebilir. Lazarsfeld ve
Thielens’in yaptığı bir çalışmadaki verileri kullanan Goldblatt, baba­
ları profesyonel* olan lisans-üstü öğrencileri oranının, düşük statülü
üniversitelere kıyasla yüksek statülü üniversitelerde daha fazla oldu­
ğunu gösteren bazı deliller bulm uştur.10 Görünen odur ki; aşağı sı­

7 S. Stewart West, “Class Origin of Scientists,” Sociometry, 24 (1961), s.


251-269.
8 Akademik meslekte başlıca iki ödül tipi vardır. İlk ödül tipi, ders yükünün
az olduğu, maaşların görece yüksek olduğu ve bilimsel araştırma yapma fır­
satlarının bol olduğu büyük üniversitelerde bir konum elde etmektir, ikinci
ödül tipi ise; mükâfatlar, fahrî burslar, dergilerde editörlük, fahrî dernek üye­
likleri ve profesyonel kuruluşların zirvelerindeki konumlar gibi, bir akademi
disiplini tarafından verilen ödüllerden müteşekkildir. Halihazırdaki verilerin
biçiminden dolayı, buradaki analiz, sadece ilk tipteki ödüllerle ilgili olacaktır.
9 Bernand Berelson, Graduate Education in the United States, New York:
McGraw-Hill, 1960, s. 113-115; Theodore Caplow ve Reece McGee, The
Academic Marketplace, New York: Science Editions, 1961, s. 128-129; Di­
ana Crane, “Scientists at Major and Minor Universities: A Study of Produc­
tivity and Recognition, ’’ American Sociological Review, 30 (1965), s. 699-
714; Diana Crane, “The Gatekeepers of Science: Some Factors Affecting the
Evaluation of Articles by Scientific Journals,” American Sociologist, 2 (1967),
s. 195-201.
‘Profesyonel’, buradaki anlamıyla, ‘üniversite mezunu olmayı gerektiren
mesleklerde çalışan’ anlamına gelmektedir. Nitekim yazının içinde de hep bu
anlamda kullanılacaktır (ç.n.).
10 Harold S. Goldblatt, “Controversial Teaching, Teachers, and Graduate
Schools: A Continuity in the Study of The Academic Mind,”, yayımlanmamış
nıftan öğrencilerin doktor unvanı elde etmeleri daha az muhtemeldir
ve bu unvanı elde etseler dahi, bunu üst-düzey üniversitelerden alma
ihtimâlleri daha azdır.
G örünüşe göre bu fenomen, akademisyenlik mesleğiyle de sınırlı
değildir. Amerikalı mühendisler üzerine bir çalışma yapan Gerstl ve
Perrucci, profesyonellerin oğullarının, mühendislik alanında yüksek
prestijli yönetsel ve teknik görevler alma olasılıklarının daha yüksek
olduğunu açığa çıkarmışlardır. Bu bulgu, iş deneyiminin uzunluğu­
na bakılmaksızın geçerlidir. Diğer yandan İngiliz mühendisler, sosyal
kökenleri ne olursa olsun, kendi alanlarında önemli başarı şanslarına
sahiptir." Dolayısıyla açıktır ki; Amerikan eğitiminde, bireyin başarı
şansını elverişli eğitim mecralarına girdikten sonra olumlu yönde etki­
leyen ve desteklenmiş hareketlilik (sponsored mobility)* diye adlandı­
rılan bir olgu sözkonusudur.12
New York’lu avukatlar üzerine yaptığı çalışmada Carlin, bu avukat­
ların mesleklerinde yüksek statülü konumlara ulaşma şansının, din ile
beraber sosyal sınıf ortam ından etkilendiğini açığa çıkarmıştır. Ona
göre bu etkenler, avukat-olma-yolunda gidilen kolejin kalitesini etki­
lemektedir. Tüm bu üç etken de, bireyin kabul edileceği ve hukuk
mesleğindeki başarı şansına yeri geldiğinde tesir edecek olan hukuk
fakültesinin kalitesini etkilemektedir.13
Akademik mesleğin yukarı doğru hareketliliğin bir yolu olduğuna
dönük sık karşılaşılan iddia, bu hipotezle işin başında çelişir gibidir.
Babaların sosyal sınıfı ile akademisyen olan oğulların sosyal sınıfı kar­
şılaştırıldığında, dikkate değer bir hareketlilik ortaya çıkar. 1935 ile
1960 yılları arasındaki beş-yıllık periyotlarda doktora derecelerini al­
mış 10.000 kişiyle görüşen H arm on,14 örneklemdeki kişilerin babala­

doktora tezi, Columbia University, 1964, s. 161.


11 Joel Gerstl ve Robert Perrucci, “Educational Channels and Elite Mobility:
A Comparative Analysis,” Sociology of Education, 38 (1965), s. 224-232.
*“Desteklenmiş hareketlilik” kavramı, fırsat eşitliği fikrine dayanan “rekabete
dayalı hareketlilik” (contest mobility) kavramının aksine, bir bireyin yüksek
statülü konumlara ulaşmasının malî ya da İdarî açıdan garanti altına alındığı,
yani bunun için desteklendiği bir durumu anlatır (ç.n.).
12 Bu kavrama dair ilk tartışma için bkz. Ralph H. Turner, “Sponsored and
Contest Mobility and the School System,” American Sociological Review, 25
(1960), s. 855-867.
13 Jerome E. Carlin, Lawyers’ Ethics: A Survey of the New York City Bar, New
York: Russell Sage Foundation, 1966, s. 29.
14 Lindsey R. Harmon, Profiles o f Ph.D.s in the Sciences, Publication 1293,
rından yaklaşık yarısının (9646) yönetsel ya da profesyonel konum lar­
da olduğunu açığa çıkarmıştır. Bununla birlikte, mesleğin ne ölçüde
yukarı doğru hareketlilik gösteren bir yolu temsil ettiğini değerlendir­
meye yönelik daha uygun bir karşılaştırma için, doktora-sahibi olanla­
rın babalarının meslekleri ile bir bütün olarak erkek nüfustaki meslek
dağılımını karşılaştırmak gerekir. Harm on, bir meslek kategorisinin
doktora-sahibi olanların babaları içindeki göreceli frekansının, aynı
kategorinin genel nüfus içinde bu doktora-sahibi olanların babalarıyla
aynı yaşta olan erkekler içindeki göreceli frekansına oranını hesap­
lam aktadır.15 1935’te, doktora-sahibi olanların ebeveynleri arasında
vasıfsız işçilerin oranı, genel nüfus içinde bulunanlara göre sadece
yirmiye birdir. 1960’da ise, bu orantısızlık l:6 ’ya düşm üştür. Dokto-
ra-sahibi olanların babaları arasında profesyonellerin oranı, aynı dö­
nemin başlangıcında genel nüfusun içindeki orandan sekiz kat fazla­
dır. 1960 civarlarında bu oran 5:1’e gerilemiştir. Her ne kadar her
bir öğrenci kuşağı, bir öncekine göre daha geniş bir sosyal tabandan
geliyor olsa da, akademik mesleğe kabul edilenler, Davis’in de vurgu­
ladığı üzere,16 hâlâ büyük ölçüde sosyal sınıf temelinde seçilmekte­
dir. Burada cevabı araştırılan soru da, mesleğe giren aşağı sınıflardan
insanların, orta sınıflardan insanlarla karşılaştırıldıklarında, mesleğin
sağlaması gereken ödüller açısından eşit başarı şanslarına sahip olup
olmadıklarıdır.
Sosyal sınıf kökenine ve eğitime yönelik çalışmalarda, elde edilen
bulgular değerlendirilirken, genellikle iki teorik yorum biçimi kullanıl­
maktadır: (1) fırsatlara ulaşabilirliğin bir göstergesi olarak sosyal sınıf
kökeni; ki bu yorum, aşağı sınıftan bir bireyin, malî kaynak yokluğu ve
sınıfsal ayrımcılık sonucu, sahip olduğu yetenekleri kullanmaktan men
edildiğini imâ eder; (2) değer ve tutum aktarımının bir aracı olarak
sosyal sınıf kökeni; ki bu yorum da, aşağı sınıftan öğrencilerin, aşağı
sınıflara ait evlerde edindikleri tecrübenin bir sonucu olarak, eğitim
sistemi aracılığıyla başarılı bir biçimde gelişmek için gerekli kültürel
donanımı edinmelerinin düşük bir ihtimâl olduğunu ileri sürer.17 Her
iki yorum da önemlidir ama maalesef, birinin etkisini diğerininkinden

National Academy of Sciences-National Research Council, Washington,


D.C. 1965, Bölüm 4.
15 a.y., s. 38.
16 James A. Davis, Stipends and Spouses, Chicago, Illinois: University of Chi­
cago Press, 1962, s. 25.
17 Treiman, a.g.e., s. 3; West, a.g.e., s. 266-267.
ayırmak zordur. Elinizdeki çalışmada, bu yorumların taşıdığı görece
önemi değerlendirmeye çalışacağız.
Yukarıdaki hipotezleri test etmek için gerekli veriler, Berelson’ın
lisans-üstü eğitime dair 1959’da yaptığı çalışma için toplanan m ater­
yalin talî bir analizinden alınm ıştır.18 Berelson, iki gruba soru kâğıtları
göndermiştir: 92 üniversitedeki lisans-üstü eğitim kadrosunu temsi-
len bir örneklem ve yakın dönemde doktora almış kişileri temsilen
ulusal bir örneklem .19 Çalışma, iki sosyal sınıf ölçütü içermiştir: baba­
nın temel mesleği ve babanın örgün eğitimde ulaştığı en üst düzey.20
Bunların yanısıra Berelson, akademik kuram ların prestijini, katılımcı­
ları dört grupta toplayacak şekilde sınıflandırmıştır; ki burada, Kenis-
ton’m 1957’de yaptığı ve tüm ülkedeki edebiyat ve fen fakültelerinin
bölüm başkanlarından, kendi alanlarındaki en iyi bölümleri değerlen­
dirmelerini istediği anketin sonuçlarından kısmen yararlanılmıştır.21

18 Bu verileri kullanmama izin verdiği için Dr. Berelson’a minnettarım. Berel-


son’ın bu çalışmaya dair raporu için bkz. Berelson, a.g.e.
19 Edebiyat ve fen bilimlerinde ve profesyonel alanlarda lisans-üstü eğitim
kadrolarının isimleri, hukuk ve tıp hâriç, üniversite kataloglarından alınmış­
tır. Her sekizinci isim, toplamı 4440 olup 1821’inin ya da % 41’inin cevap
verdiği örneldemde içerilmiştir. Doktorasını son dönemde alanların isimle­
ri, Ulusal Araştırma Konseyi’nde saklanan kayıtlardan alınmıştır. Örneklem,
edebiyat ve fen bilimlerindeki tüm diğer doktora alanları ve profesyonel alan­
larda bulunan üçüncü kategorideki herkesi (yine hukuk ve tıp hâriç) içermek­
tedir. 2331 soru kâğıdı geri dönmüştür ki bu, örneklemin %61’ine tekabül
etmektedir.
20 Elinizdeki analizde, Berelson’ın oluşturduğu 6 temel ve 10 ikincil meslek
kategorisi, aşağıdaki dört meslek kategorisiyle birleştirilmiştir: (1) Hocalar,
mühendisler, avukatlar, doktorlar, idareciler, üst-düzey yöneticiler ve me­
murların dâhil edildiği temel meslek sahipleri ve idareciler; (2) Ticarî işletme
sahiplerini, küçük işletme sahiplerini, alt-düzey idarecileri ve yanısıra hemşi­
reler, laboratuar teknisyenleri gibi teknik ve benzeri vasıflı işçileri kapsayan
ikincil meslek sahipleri ve küçük ticaretle uğraşanlar; (3) Satış ve hizmete
dayalı meslekleri ve yanısıra sekreterlerin ve beyaz yakalıların yaptığı diğer
işleri içeren sekreterler ve beyaz yakalılar; (4) Vasıflı ve vasıfsız işçiler. Tarıma
dayalı meslekler, dışarıda bırakılmıştır.
21 Hayward Keniston, Graduate Education and Research in the Arts and Scien­
ces at the University of Pennsylvania, Philadelphia: University of Pennsylvania
Press, 1959. Keniston’ın çalışmasındaki 10 seçkin üniversite ve yanısıra Ke­
niston’ın anketinde içerilmeyen üç teknoloji enstitüsü, Berelson’ın en yüksek
kategorisi olan büyük üniversitelerde içerilmiştir. Keniston’ın çalışmasındaki
sonraki 10 üniversite ise, ikinci grupta içerilmiştir. Üçüncü grup, Amerikan
Akademik ödüllerin dağıtımının sosyal sınıfla ilgili olduğuna dair bazı
göstergeler mevcuttur. Aşağı sınıftan katılımcıların seçkin okullarda
konum elde etme ihtimâlleri, orta sınıftan katılımcılara kıyasla olduk­
ça azdır. Bu etki, farklı sosyal sınıf düzeylerindeki kolej öğrencileri­
nin okulu bırakma oranlarındaki farklılıklar kadar güçlü olmasa da,
oldukça belirgin ve istikrarlı bir etkidir. Bir başka deyişle, lisans-üstü
eğitim veren bir okul aracılığıyla eğitim sisteminin içinde kalanlar ara­
sında, sosyal sınıfın yarattığı etkiler, kesinlikle tam amen giderilmemiş­
se de, hafifletilmiş gibidir.
Bu bulgu, hem son dönemde doktor unvanını alan kişilerden olu­
şan örneklemde hem de biraz daha tecrübeli bir grubu temsil eden
lisans-üstü eğitim kadrosu örnekleminde kendini göstermiştir. Her iki
sosyal sınıf ölçütü de, yani hem babanın eğitimi hem de babanın m es­
leği, bu sonuncusu lisans-üstü eğitim kadrosu örnekleminde kullanıl­
mamak üzere, araştırm ada uygulanmıştır. H er iki grupta da sözko­
nusu etki, eğitim sisteminin en üst ve en alt düzeyleri açısından en
büyük derecededir. Lisans-üstü eğitim kadrosu örneklemindeki aşağı
sınıftan katılımcıların üst-düzey üniversitelerde konum elde etme ihti­
mâlleri daha düşük olup, alt-düzey üniversitelerde konum elde etme
ihtimâlleri daha yüksektir. Aynı şekilde, doktorasını son dönemde al­
mış aşağı sınıftan katılımcıların da üst-düzey üniversitelerde konum
elde etme ihtimâlleri daha düşük olup, alt-düzey kolejlerde konum
elde etme ihtimâlleri daha yüksektir.
Evvelce ifade edilen hipotezler açısından, bu etki her iki biçimde
de yorumlanabilir: (1) Aşağı sınıftan katılımcıların eğitim sistemine
alt-düzey üniversite ve kolejlerden girme ihtimâlleri, onlar açısından
erişilebilir olan fırsat biçimlerinin bir sonucu olarak, daha yüksektir ve
bu yüzden, tıpkı bu kurum ların tüm diğer mezunları gibi, üst-düzey
üniversitelerdeki konumlara seçilme ihtimâlleri, daha üretken olsalar
dahi, üst-düzey okulların m ezunlarından daha düşüktür.22 (2) Aşağı
sınıftan katılımcılar, erken dönemlerinde edindikleri kültürel art-ala-

Üniversiteler Birliği’ne ait geri kalan enstitülerden oluşmaktadır. Burada üye­


liği olmayan enstitüler ise, dördüncü kategoride yer almıştır.
22 Alt-düzey bir üniversitede bulunan bir öğrencinin üretkenliğe teşvik edilme
ihtimâli daha düşüktür ve dolayısıyla, üst-düzey üniversitelerin mezunlarıyla
daha az rekabet edebilir. Bununla beraber, doktora alman enstitünün prestiji,
mezunun yüksek prestijli bir enstitüde yer elde etmesini belirleme hususunda,
yüksek üretkenlik kadar önemlidir. Bkz. Lowell L. Hargens ve Warren O.
nın yetersizliklerinden dolayı, akademik değerleri özümseme husu­
sunda daha az hazırlıklıdır ve bu yüzden, daha az sayıda bilimsel ya da
akademi-dışı bilimsel yayın üretmeleri muhtemeldir. Daha az üretken
olmaları da, üst-düzey üniversitelerde orta sınıftan öğrenciler kadar
çok konum elde etme hususunda gösterdikleri başarısızlığın sebebidir.
Lisans-üstü eğitim kadrosu örnekleminde,23 üretkenlik ile sosyal
sınıf arasında hiçbir ilişki çıkmamıştır.24 Diğer yandan aşağı sınıftan
katılımcıların yaptıkları yayınların kalitesinin orta sınıftan katılımcıla-
rınki kadar yüksek olmadığı ve dolayısıyla onların, üst-düzey üniver­
sitelerdeki pozisyonlara lâyık görülme ihtimâllerinin daha az olduğu
öne sürülebilir. Bu çalışmadaki katılımcıların yaptıkları yayınların ka­
litesi ölçülmediği için, bu hipotezi doğrulanmamış olarak bırakmak
gerekir.25
Bununla birlikte açıktır ki; aşağı sınıftan katılımcıların alt-düzey
üniversite ve kolejlerden derece alma ihtimâlleri daha yüksektir. Bu
bulgu, her iki sosyal sınıf ölçütü de kullanılarak lisans mezuniyet
(B.A.) derecelerine uygulanmış ve lisans-üstü eğitim kadrosu örnekle-
m inden çok daha fazla, doktorasını son dönemde alanlar açısından
telaffuz edilmiştir. Her iki grup açısından da, aşağı sınıftan katılımcı­

Hagstrom, “Sponsored and Contest Mobility of American Scientists,” Socio­


logy of Education, 40 (1967), s. 24-28.
23 Üretkenliğe dair malûmat, Berelson’ın çalışmasındaki doktorasını son dö­
nemde alanlar örnekleminden çıkarsanmamıştır. Böylesi bir malûmat, dok­
tora derecelerini, çalışmanın içerdiği zaman süresinin sadece iki yılı içinde
aldıkları için, onlar açısından çok da anlamlı olmayacaktır.
24 Bu bulgu, Berelson’m çalışmasında yerleşik olan üretkenlik anlayışından
dolayı, düzmece olabilir. Katılımcılardan, son 5 yılda yazdıkları makale ve
kitapların sayısını işaretlemeleri istenmiştir. Oysaki, daha az prestijli üniversi­
telerde bulunan katılımcıların bu zaman zarfında yayın yapmalarına yönelik
artan bir baskı altında olmaları muhtemeldir. Bundan dolayı, onların son dö­
nemdeki üretkenlikleri ile, üst-düzey üniversitelerde bulunan katılımcıların
üretkenlikleri arasında hiçbir fark çıkmamıştır. Katılımcının tüm kariyeri bo­
yunca yaşama geçirdiği üretkenliğe dair malûmat elde edildiği zaman, sonuç
farklı çıkabilir. Lazarsfeld ve Thielens, üniversite ve kolejlere dair daha geniş
bir örneklem kullanmak suretiyle, bireyin tüm kariyerine ilişkin bu türden
küçük bir miktar malûmat elde etmişler ve üretkenlik ile sosyal sınıf arasında
bir ilişki bulmuşlardır. Bkz. Lazarsfeld ve Thielens, a.g.e., s. 10.
25 Yayının kalitesini ölçmek oldukça zordur. Buna yönelik yakın dönemdeki
bir teşebbüs için bkz. Stephen Cole ve Jonathan R. Cole, “Scientific Output
and Recognition: A Study in the Operation of the Reward System in Scien­
ce,” American Sociological Review, 32 (1967), s. 377-390.
ların lisans m ezunu unvanını alt-düzey üniversitelerden ve alt-düzey
kolejlerden alma ihtimâlleri daha yüksek olup, aynı unvanı üst-düzey
üniversitelerden alma ihtimâlleri daha düşüktür.26
Sonuç olarak şu beklenebilir: Aşağı sınıftan katılımcılar, lisan-üstü
eğitim veren üst-düzey okullardaki yerler için rekabet etme hususun­
da daha az müsait bir konum da olacaklardır ve bu, Tablo 3’te işaret
edildiği üzere, aslında genel-geçer bir durum dur. Tekrarlarsak; bu
etki, her iki örneklemde ve her iki sosyal sınıf ölçütü açısından kendi­
ni göstermektedir.
Aşağı sınıftan katılımcıların doktora derecelerini alt-düzey üni­
versite ve kolejlerden alma ihtimâllerinin daha yüksek olduğu düşü­
nüldüğünde, bunların üst-düzey üniversitelerde konum elde etme
ihtimâllerinin daha düşük olması şaşırtıcı değildir. Ancak Tablo 4 gös­
termektedir ki; doktorasını son dönemde almış kişiler arasında, ü s t-
düzey üniversitelerden alınmış doktora derecelerine sahip aşağı sınıf­
tan katılımcıların prestijli üniversitelerde konum elde etme ihtimâlleri,
aynı doktora derecelerine sahip orta sınıftan katılımcılara kıyasla daha
düşüktür.27 Doktorasını son dönemde almış aşağı sınıftan kişilerin sa­
hip olduğu eğitimsel donanım, orta sınıftan katılımcılarla aynı oldu­
ğu için, görünen odur ki, ya bunlar orta sınıf öğrencilerden daha az
performans göstermiştir, ki bu durum da uygunsuz değerlerin başarıyı
engellediği sonucu çıkarsanabilir, veyahut da alternatif bir açıklama
olarak, bu kurumlardaki hocalar, belki de farkında olmaksızın, sınıf
kökenlerine bağlı olarak öğrencilere farklı farklı davranmıştır. West’in
yorumu, birinci fikrin bir varyasyonu ile ikinci fikri birleştirm ekte­
dir: Aşağı sınıftan öğrenciler, kendileri ile hocaları arasındaki kültürel
art-alan farklılıklarından dolayı, hocalarıyla yakın bağlar kurma be­

26 İngiltere’de toplanan veriler, Oxford ve Cambridge mezunları ile diğer İn­


giliz üniversitelerinin mezunlan arasında da oldukça benzer sınıf farkları ol­
duğunu göstermektedir. Bkz. A. H. Halsey ve M. Trow, A Study of the British
University Teachers, Ağustos 1967 (Mimeo), Bölüm 7.
27 Üst-düzey üniversitelerden alınmış lisans mezuniyeti derecelerine sahip aşa­
ğı sınıftan katılımcıların yine üst-düzey üniversitelerden doktora derecesi alma
ihtimâlleri, orta sınıftan katılımcılara kıyasla bir parça daha düşüktür; ancak
bu bulgular, babanın mesleği temelinde ölçülen sosyal sınıf hususunda yalnız­
ca doktorasını son dönemde alanlar açısından anlamlı çıkmıştır. Lisans mezu­
niyeti derecesinin daha az prestijli üniversite ve kolejlerden alınması sonucu
ortaya çıkan sosyal sınıfın işaret ettiği benzer farklılıklar, tutarlı çıkmamıştır.
cerisine daha az sahiptir ve bu durum , yeterliklerine bakılmaksızın,
alacakları yardım ve teşvikin miktarını yerine göre etkilemektedir.28
Uygunsuz eğitimsel değerlere sahip olmak eğer önemli bir etkense,
o halde beklenebilir ki; aşağı sınıftan lisans-üstü öğrencileri, lisans-üs-
tü eğitimlerine uygulamalı bilimlere yatkın bir biçimde başlayacak,
dolayısıyla temel araştırmaların önemine vurgu yapan hocaları tara­
fından sosyalleştirilmeye orta sınıftan öğrencilere kıyasla daha kapalı
olacak ve sonuçta da, mezuniyetin ardından akademi-dışı konumlar
edinmeye daha meyilli olacaklardır. Tarımsal araştırm a m erkezlerin­
deki bilim insanları üzerine bir çalışma yapan Storer, aşağı sınıftan
bilim insanlarının uygulamalı araştırm a problemleri üzerine çalışmayı
tercih etme ihtimâllerinin orta sınıftan bilim insanlarına kıyasla daha
yüksek olduğunu açığa çıkarmıştır.29 Aşağı sınıftan katılımcıların pro­
fesyonel alanlarda bulunma oranı,30 lisans-üstü eğitim kadrosu örnek-
leminde yer alan aynı türden katılımcıların edebiyat ve fen bilimlerinde
bulunm a oranından bir parça daha yüksektir. Bununla birlikte, dok­
tora derecelerini edebiyat ve fen bilimlerinden son dönemde alanlar
arasında, aşağı sınıftan öğrencilerin akademik konumlardan daha faz­
la akademi-dışı işler edindiklerine dair hiçbir gösterge çıkmamıştır.
Dolayısıyla şu öne sürülebilir: Bu katılımcılar, bir kez akademik kül­
türden etkilendikten sonra, temel bilimler ve bilgilerle ilgili değerleri,
orta sınıftan katılımcılarla aynı oranda içselleştirmişlerdir. Bu yüzden,
farklı sosyal kökenlerden gelen öğrencilerin hocalarından farklı farklı
muamele gördükleri şeklindeki hipotez, yukarıda sergilenen bulgula­
rı açıklamak açısından daha önemli bir etken olarak görünmektedir.
Doktorasını son dönemde alan aşağı sınıftan katılımcıların, lisans-üs­
tü eğitim kadrosu örnekleminin aşağı sınıftan mensuplarına kıyasla
daha büyük dezavantajlara sahip oldukları olgusu (bkz. Tablo 4), ya

28 West, a.g.e., s. 267.


29 Norman Storer, “Science and Scientists in an Agricultural Research Orga­
nization: A Sociological Study,” yayımlanmamış doktora tezi, Cornell Uni­
versity, 1961, s. 105-106.
30 Berelson’m çalışmasındaki profesyonel alanlar; tarımı, mimarlığı, ticaret ve
fınansı, eğitim ve öğrenimi, mühendisliği, din ve teolojiyi, sosyal hizmetleri ve
sosyal yardım kuruluşlarını kapsamaktadır. Hukuk ve tıp, bu çalışmada içe-
rilmemiştir. Dunham tarafından toplanan veriler göstermektedir ki; bazı pro­
fesyonel alanlardaki eğitim kadrosunun kolej eğitimini tamamlamış babalara
sahip olma oranı, toplam örnekleme kıyasla daha düşüktür. Bkz. Ralph E.
Dunham vd., Teaching Faculty in Universities and Four-Year Colleges, Was­
hington, D.C.: U.S. Office of Education, 1966, s. 22-23.
aşağı sınıftan öğrencilerin taşıdığı dezavantajların gittikçe arttığını ya
da bu dezavantajın ancak zamanla üstesinden gelindiğini gösterm ek­
tedir. Lisans-üstü eğitim kadrosu örnekleminin mensupları, yetenek­
lerini ispatlama hususunda, doktoralarını son dönemde alanlara kı­
yasla daha çok zamana sahiptir.
•• ••

Kamu Üniversitelerinde ya da Özel Üniversitelerde


Bulunma ve Akademik Ödüller
Kamu üniversitelerinin mevcudiyetinin, Amerika’daki yüksek eğitimin
demokratikleşmesini sağlayan temel bir etken olduğu öne sürülebilir.31
Buralarda gözlemlenen sınıf farkının geniş olmadığına dair mevcut
göstergeler, bu tezi desteklemektedir. Diğer yandan, 12 büyük üniver­
siteden 8’i, özel üniversitedir. Dolayısıyla aşağı sınıftan katılımcıların
daha az sıklıkta büyük üniversitelerden derece almalarının bir diğer
sebebi de, masraftan kaynaklanabilir. Davis, orta sınıftan lisans-üstü
öğrencilerinin büyük özel üniversitelerde bulunma oranının, herhangi
bir diğer okul tipine kıyasla daha yüksek olduğunu ortaya koymuş­
tur.32 Ancak son yıllarda gittikçe artan burs sayısı, gereken paraya
sahip olmayanlar açısından da lisans-üstü eğitim veren özel okulları
ulaşılabilir kıldığından dolayı, bir diğer demokratikleştirici etken ola­
rak karşımıza çıkmaktadır.
H er iki örneklemdeki aşağı sınıftan katılımcıların kamu üniversi­
telerinde bulunma ihtimâlleri, orta sınıftan katılımcılara kıyasla daha
yüksektir; her ne kadar bu her iki grupta da, geniş bir özel üniversite­
lerde bulunma oranı varsa da.33
Lisans-üstü eğitim kadrosu örneklemindeki aşağı sınıftan katılım­
cıların büyük özel üniversitelerden doktora derecesi elde etme ihti­
mâlleri, orta sınıftan katılımcılara kıyasla daha düşüktür. Ancak bu
bağıntı, gittikçe artan burs sayısının büyük özel üniversitelerde eğitim
görmeyi aşağı sınıftan öğrenciler için de ulaşılabilir kılmasından dola­
yı, doktorasını son dönemde alanlar açısından o denli güçlü değildir.
Büyük özel üniversitelerde bulunmanın önemi, bir bütün olarak
lisans-üstü eğitim kadrosu örnekleminde açığa çıkmaktadır; zira bü­
yük bir özel üniversitede bulunma, öğrencinin büyük bir üniversitede
konum elde etme olasılığını arttırm aktadır. Daha küçük sınıflar ve do­
layısıyla da daha yakın kurulan öğrenci-hoca ilişkileri, bu farklılıkların

31 Trow, a.g.e., s. 231-262.


32 Davis, a.g.e., s. 26, 162.
53 Bu tip bir bilgi, lisans mezuniyet dereceleri açısından ulaşılabilir değildir.
nedenlerine ilişkin kısmen bir açıklama olabilir. Tekrarlarsak bu bul­
gu, doktorasını son dönem de alanlar açısından geçerli değildir.

Sonuç
Yukarıda sergilenen veriler gösterm ektedir ki; sosyal sınıf kökeni, bir
öğrencinin eğitim sisteminin yüksek aşamalarına doğru ilerlemesini
etkilemeye devam etmektedir. Sosyal sınıf kökeni, lisans-üstü eğitim
veren okullarda ve sonrasında, alınan eğitimin kalitesini ve mezuniye­
tin ardından öğrencilerin erişebileceği fırsatları etkilemektedir.
Bu verilerde tutumsal (attitudinal) değişkenlerin yetersiz olması,
bu bulguların olası muhtelif yorumları arasında bir seçim yapma­
yı zorlaştırmaktadır. Bir bakış açısıyla, orta sınıftan m ezunlar kadar
akademik başarı elde edememelerinden bizzat aşağı sınıftan m ezunla­
rın kendilerinin sorumlu olduğu öne sürülebilir. Onlar, kendi sınıfsal
art-alanlarm dan dolayı, aslında kendilerine açık olan fırsatların çoğu­
nu değerlendirmekten onları alıkoyan tutum ve değerler geliştirmiş­
lerdir. Elinizdeki çalışmada, aşağı sınıftan mezunların temel bilim ve
araştırmaları orta sınıftan m ezunlara kıyasla daha az üstlendiklerine
dair herhangi bir kanıt yoktur. Bununla beraber, sınıfla-bağlantılı baş­
ka kültürel değerler de engelleyici bir rol oynayabilirdi.
Alternatif bir açıklama olarak, West’in de işaret ettiği üzere, aşağı
sınıftan öğrencilerin sergilediği bazı tutum ve davranışlar, üniversite
açısından uygunsuz görünüyor ve bu öğrencilerle üniversite arasında
kurulacak etkili ilişkilerin gelişimini engelliyor olabilir. Üniversitenin
desteği öğrencilerin iş edinmelerinde sıklıkla önemli bir rol oynadığı
için, bu türden ilişkilerin gelişmesi, akademik başarı üzerinde dolaylı
bir etkiye sahip olabilir.
Farklı bir açıklamaya göre ise, ekonomik kaynaklar ya da aşağı
sınıftan öğrencinin taşıdığı kalıtsal zekâ gibi etkenler, akademik başarı
için önemli bir ön-gereklilik olan yüksek prestijli kurum larda bulun­
m aktan bu öğrenciyi alıkoyma hususunda küçük bir etkiye sahiptir.
Lisans-üstü öğrencilerine verilen malî destekte son yıllarda kendini
gösteren artış her ne kadar ekonomik sınırlamaların etkisini zayıflat­
mışsa da, zekânın rolü yine de açık değildir. Sewell ve Shah, lise son
sınıf erkek öğrencileri temsil eden bir örneklemde, sosyoekonomik
statü ile zekâ arasında .29 gibi anlamsız bir karşılıklı-korelasyon kat­
sayısı bulmuşlardır.34 Bayer ve Folger ise, düşük nitelikteki biyokimya

34 Sewell ve Shah, a.g.e., s. 16.


bölümlerinin, yüksek nitelikteki bölümlerden neredeyse üç kat daha
fazla düşük I.Q .’ya sahip öğrenci mezun ettiklerini açığa çıkarmış­
lardır.35 Buradan hareketle şu öne sürülebilirdi: I.Q. ile sosyal sınıf
arasındaki ilişki, aşağı sınıftan katılımcıların doktoralarını küçük
üniversitelerden alma ihtimâllerinin - k i bu sonradan, onların büyük
üniversitelerde konum elde etme şanslarını olumsuz yönde etkiler-
neden daha yüksek olduğunu açıklar. Ancak yine Bayer ve Folger,
örneklemdeki bireyler tarafından yayımlanan çalışmalara yapılan atıf
sayısı ile I.Q. arasında negatif bir korelasyon (r= -.0 5 ) bulmuşlardır.
Genel olarak bakıldığında, yetenek ölçütleri ile sonradan gelen kariyer
başarıları arasındaki ilişki zayıftır.36 Sosyal sınıfı I.Q. ile ilişkilendi-
ren bulgular, aşağı sınıftan öğrencilerin bu tip testlerde daha düşük
performans göstermelerinin pekâlâ basit bir yansıması olabilir. Eğer
öyleyse, bu şekilde ölçülen yetenek, bireyleri hem üretken olmanın
hem de üretkenlikten dolayı tanınma elde etmenin daha zor olduğu
kurumlara kanalize etmek suretiyle başarıyı olumsuz etkileyebilir. Bu­
nunla birlikte, büyük üniversitelerin aşağı sınıftan mezunlarının büyük
üniversitelerde konum elde etme ihtimâllerinin neden daha düşük ol­
duğu da, sınıfla-bağlantılı değer ve tutumlarla ilgili hipotezlerden biri
aracılığıyla açıklanmalıdır.37

35 Alan E. Bayer ve John Folger, “Some Correlates of a Citation Measure of


Productivity in Science,” Sociology of Education, 39 (Güz 1966), s. 381 -390.
36 D. A. Goslin, “Standardized Ability Tests and Testing,” Science, 159 (Şu­
bat 23, 1968), s. 851-855.
37 Yine de, aşağı sınıftan öğrencilerin, tarım, ticaret ve yanısıra üst-düzey üni­
versitelerde ulaşılabilir olan az sayıda konumun var olduğu eğitim gibi pro­
fesyonel alanları seçtiğine dair bir diğer hipotez sözkonusudur. Lisans-üstü
eğitim kadrosu örnekleminde, temel alan ile babanın eğitimi arasında bir ilişki
varsa da, babanın mesleği ile temel alan arasında herhangi bir ilişki çıkma­
mıştır. Aşağı sınıftan öğrencilerin profesyonel alanlarda dereceler alma ihti­
mâlleri daha düşüktür (profesyonel alanların başlıklarının listesi için bkz. dip­
not 30). Bununla birlikte, profesyonel alanlardan mezun olanların üst-düzey
üniversitelerde konum elde etme ihtimâllerinin edebiyat ve fen bilimlerinden
mezun olanlara kıyasla daha düşük olduğunu gösteren hiçbir kanıt çıkmamış­
tır. Babanın eğitimi ile akademiye yakınlık arasındaki ilksel ilişki (Tablo 1),
profesyonel alanlarda olanlar örneklemden çıkarıldığı zaman geçerlidir. Dok­
torasını son dönemde alanlar arasında, profesyonel alanlarda bulunanlar açı­
sından bir dezavantaj olan akademiye yakınlık ile temel alan arasında zayıf bir
ilişki (p=<.10) varsa da, babanın eğitimi ile temel alan arasında herhangi bir
ilişki çıkmamıştır. Profesyonel alanlarda olanlar örneklemden çıkarıldığında,
babanın eğitimi ile akademiye yakınlık arasındaki ilksel ilişki geçerli çıkmak-
Bu çalışma, her ne kadar prestijli bir meslek aşağı sınıftan katılım­
cılara görece açık olabilecekse de, başarının, sınıf kökenine bakılmak­
sızın herkes için eşit ölçüde ulaşılabilir olmadığını iddia etmektedir.
Yukarı doğru hareketliliği başarm a derecesi değerlendirilirken, sadece
tikel bir meslekî statüde bulunmayı değil, alınan eğitimin biçimini ve
bu meslek içinde ulaşılabilecek başarı düzeyini de incelemek gerekir.

(Arka sayfa, tablonun devamı)


a Babalarının eğitim düzeyi bilinmeyen ya da babaları ABD dışında eğitim
almış 122 lisans-üstü eğitim kadrosu ve 103 son dönem katılımcı, bu ve son­
raki tablolara dâhil değildir. Geriye kalan son dönem katılımcılardan 968’i
akademi dışı konumlarda bulunmaktadır.
bBabaları tarımsal mesleklerle uğraşan 297 lisans-üstü eğitim kadrosu ve 229
son dönem katılımcı dışarıda bırakılmıştır; zira bu grubun sosyal düzeyini
belirlemek zordur. 54 lisans-üstü eğitim kadrosunun ve 72 son dönem katı­
lımcının babalarının mesleği bilinmektedir. Geriye kalan son dönem katılım­
cılardan 892’si akademi dışı konumlarda bulunmaktadır.
c ‘Yüksek düzey”, Berelson’ın üniversiteler sıralamasındaki ikinci ve üçüncü
kategorileri içermektedir. Berelson, verilerine dönük kendi analizini sunarken
sıklıkla bu kategorileri birleştirmektedir. “Üst-düzey kolejler”, Berelson’m
kolejler sıralamasındaki birinci ve ikinci kategorileri içermektedir. Berelson,
verilerine dönük kendi analizini sunarken bu kategorileri de birleştirmektedir.
“Sınıflandırılmamış”, gruplandırılmamış ve küçük kolejleri içermektedir.
Tüm bu kategorilerin sıralı bir ölçekte sunulmasına karşın, “üst-düzey ko­
lejler” ve “alt-düzey üniversiteler”in diğerlerine göre konumları bir parça
muğlâktır. Muhtemelen, “üst-düzey kolejler”den alınan dereceler “alt-düzey
üniversiteler”den alman derecelerden daha iyi görülmektedir. “Üst-düzey
kolejler”deki konumların “alt-düzey üniversiteler”deki konumlardan daha iyi
olup olmadığı pek de açık değildir.
dYuvarlama hatası.

tadır (Tablo 1). Doktorasını son dönemde alanlar arasında, babanın mesleği
ile temel alan arasında herhangi bir ilişki çıkmamıştır. Tekrarlarsak, profesyo­
nel alanlarda olanlar örneklemden çıkarıldığında, babanın mesleği ile akade­
miye yakınlık arasındaki ilişki, yerini korumaktadır (Tablo 1).
TABLO 1
SOSYAL SINIF KÖKENİNİN AKADEMİK MEVKİYLE BAĞINTISI
I. Son Dönem Katılımcılar Örneklemi
B abanın E ğitim i:3' B abanın M esle e i:b’

Tem el İkincil
L ised en Vasıflı
A k ad em ik Ü n iv ersite Lise M eslek m e slek Sekreter
Terk ve ve
M evk inin M ezu n u M ezu n u ve Sahibi sahibi ve ve B eyaz
D aha V asıfsız
N iteliğ i:c v e Ü zeri Ü niversiteT erk ve k ü çü k Yakalı
A şa ğ ısı İşçi
İdareci işletm eci

Y ü k sek
32 24 23 29 29 26 26
D üzey

O rta
39 39 36 39 38 39 37
D üzey

D ü şü k
29 37 41 32 33 36 37
D üzey

oo.
TO PLAM 100 100

O
100 100 1 00 100

N (5 7 5 ) (4 7 9 ) (6 4 5 ) (6 0 4 ) (3 7 8 ) (2 8 0 ) (2 0 8 )

TABLO 1 (Devamı)
II. Son Dönem Katılımcılar Örneklemi
B abanın E ğitim i:8* B abanın M esle ğ i:b*

Tem el İkincil
L ise L iseden Vasıflı
Ü n iv ersite M eslek m eslek Sekreter
A kadem ik M ezu n u ve Terk ve ve
M ezu n u Sahibi sahibi ve v e B eyaz
M evk inin N ite liğ i:0 Ü n iv ersited en D aha V asıfsız
ve Ü zeri ve k ü çü k Yakalı
Terk A şa ğ ısı İşçi
İdareci işletm eci

Y ü k sek D ü z e y 21 12 10 20 12 11 11

O rta D ü z e y 18 20 16 17 22 21 14

D ü şü k D ü z e y 26 30 28 27 28 27 28

Ü st-d ü z e y
10 11 11 10 12 12 11
ün iversiteler

D iğ e r ün iversiteler 20 22 30 20 21 25 30

S ın ıflan d ırılm am ış 5 5 5 6 5 4 6

TO PLAM 100 100 100 100 1 00 1 00 100

N (3 5 1 ) (3 8 1 ) (5 2 8 ) (3 6 8 ) (2 6 7 ) (2 3 5 ) (2 6 8 )

'Tablo için belirlenen Ki-kare, 0.01 değerinin üzerinde anlamlıdır.


'Tablolar için belirlenen Ki-kare, 0.05 değerinin üzerinde anlamlıdır.
TABLO 2
SOSYAL SINIF KÖKENİNİN LİSANS MEZUNİYET
DERECESİYLE BAĞINTISI
I. Lisans-Üstü Eğitim Kadrosu Örneklemi
B abanın E ğitim i: B abanın M esle ğ i:’

T em el İkincil
L ise L ised en Vasıflı
L isan s M ezu n iy et Ü n iv ersite M eslek m e slek S ekreter
M ez u n u ve Terk ve ve
D e r e c e sin in M ezu n u Sah ibi sahibi ve ve B eyaz
Ü n iv e r sited en D aha V asıfsız
N iteliği: v e Ü zeri ve k ü çü k Yakalı
Terk A şa ğ ısı İşçi
İdareci işle tm e c i

Y ü k sek 32 25 20 30 28 25 25

O rta 23 27 25 23 27 25 22

D ü şü k 18 28 28 19 23 24 30

U st-d ü z e y
12 8 7 11 10 8 8
ün iversiteler

D iğ e r ün iversiteler 14 12 18 16 10 16 16

Sın ıflan d ırılm am ış 1 1 1 1 2 2 0

TOPLAM 100 101a 99a 100 10 0 1 00 101a

N (5 2 5 ) (4 3 9 ) (6 0 4 ) (5 4 1 ) (3 4 0 ) (2 6 2 ) (1 9 9 )

* Tablolar için belirlenen Ki-kare, 0.02 değerinin üzerinde anlamlıdır.

II.Son Dönem Katılımcılar Örneklemi


B abanın E ğitim i:’ B abanın M e s le e i:’

T em el ik in cil
L ise L ised en Vasıflı
L isan s M ezu n iy et Ü n iv ersite M esle k m eslek S ekreter
M ez u n u ve Terk ve ve
D e r e c e sin in M ez u n u S a h ib i sahibi ve v e B eyaz
Ü n iv e r sited en D aha V asıfsız
N iteliği: v e Ü zeri ve k ü çü k Yakalı
Terk A şa ğ ısı İşçi
İdareci işle tm e c i

Y ü k sek 20 14 12 21 16 11 12

O rta 22 24 18 21 21 24 19

D ü şü k 21 27 28 21 26 28 28

Ü st-d ü z e y
20 12 10 18 15 15 8
ü n iversiteler

D iğ e r ün iversiteler 15 21 29 16 20 19 32

S ın ıflan d ırılm am ış 2 2 2 2 2 3 1

TOPLAM 100 100 99a 99a 100 100 100

N (5 7 6 ) (6 3 9 ) (872 ) (5 8 3 ) (4 4 6 ) (4 4 2 ) (4 3 1 )

*Tablolar için belirlenen Ki-kare, 0.01 değerinin üzerinde anlamlıdır.


aYuvarlama hatası.
TABLO 3
SOSYAL SINIF KÖKENİNİN DOKTORA DERECESİYLE
BAĞINTISI
I. Lisans-Üstü Eğitim Kadrosu Örneklemi
B a b a n ın E ğ itim i:* B a b a n ın M e s le ğ i: '

Tem el İkincil
L ise L ised en Vasıflı
D o k to r a Ü n iv ersite M eslek m e slek Sekreter
M ez u n u ve Terk ve ve
D e re c esin in M ezu n u Sah ibi sa h ib i ve ve B eyaz
Ü n iv ersited en D aha V asıfsız
N iteliği: v e Ü z er i ve kü çü k Yakalı
Terk A şa ğ ısı İşçi
İdareci işletm eci

Y ü k sek 61 47 45 57 51 53 48

O rta 27 35 38 28 32 32 33

D ü şü k 7 15 15 8 13 11 16

D iğ e r “ 5 3 2 6 4 3 3

TO PLAM 100 100 100 99b 100 99b 100

N (5 6 1 ) (4 7 0 ) (6 3 7 ) (5 9 0 ) (3 6 6 ) (2 7 5 ) (2 0 5 )

* Tablolar için belirlenen Ki-kare, 0.05 değerinin üzerinde anlamlıdır.

II.Son Dönem Katılımcılar Örneklemi


B a b a n ın E ğ it im i: ’ B a b a n ın M e s le ğ i:*

T em el ik in c il
L ise L ised en Vasıflı
D o k to r a Ü n iv ersite M eslek m e slek Sek reter
M ez u n u v e Terk ve ve
D e re c esin in M ezu n u Sah ibi sahibi ve v e B eyaz
Ü n iv ersited en D aha V asıfsız
N iteliği: ve Ü z er i ve k ü çü k Yakalı
Terk A şa ğ ısı İşçi
İdareci işle tm e c i

Y ü k sek 42 32 28 42 33 30 30

O rta 36 43 43 38 40 42 42

D ü şü k 20 23 26 18 24 25 26

D iğ e r 2 2 3 2 3 3 2

TO PLAM 100 100 100 100 100 100 100

N (6 1 7 ) (6 7 2 ) (9 2 5 ) (6 3 1 ) (4 7 1 ) (4 6 6 ) (4 5 2 )

*Tablolar için belirlenen Ki-kare, 0.01 değerinin üzerinde anlamlıdır.


“Yurtdışından alman dereceler dâhildir.
bYuvarlama hatası.
TABLO 4
BÜYÜK ÜNİVERSİTELERDEKİ KATILIMCILARDA DOKTORA
DERECESİ İLE SOSYAL SINIF KÖKENİNİN ORANI
I. Lisans-Üstü Eğitim Kadrosu Örneklemi
B abanın E ğitim i: B abanın M esleği:

Tem el İkincil

TO PLAM
Vasıflı

TO PLAM
L ise
D o k to r a Ü n iv ersite L ised en M eslek m e slek Sek reter
M ez u n u ve ve
D e re c esin in M ezu n u | Terk ve Sahibi sahibi ve ve B eyaz
Ü niversited en V asıfsız
N iteliği: v e Ü zeri A şa ğ ısı ve kü çü k Yakalı
Terk İşçi
İdareci işletm eci

36 39 40 46 39 35 41
Y ü k sek 4 2 (3 4 1 ) 3 7 (2 1 9 )
(2 8 6 ) (8 4 6 ) (3 3 9 ) (1 8 6 ) (1 4 7 ) (9 8 ) (7 7 0 )

10 11 11 11 15 11
D ü şü k 10 (1 9 1 ) 13 (2 3 3 ) 9 (1 1 9 )
(3 3 7 ) (7 6 1 ) (217 ) (1 6 4 ) (1 0 0 ) (6 0 0 )

29 26
D iğ e r 8 41 (2 9 ) 1 7 (1 8 ) 14 (1 4 ) 2 8 (6 1 ) 2 5 (1 6 ) 11 (9) 2 9 (7 )
(3 4 ) (6 6 )

22 26 29 29 25 25 28
TO PLAM 3 2 (5 6 1 ) 2 4 (4 7 0 )
(6 3 7 ) (1 6 6 8 )* (5 9 0 ) (3 6 6 ) (2 7 5 ) (2 0 5 ) (1 4 3 6

'
Tablolar için belirlenen Ki-kare, 0.01 değerinin üzerinde anlamlıdır.

II. Son Dönem Katılımcılar Örneklemi


B abanın E ğitim i: B abanın M esleği:

T em el İkincil

TO PLAM
Vasıflı
TO PLAM

L ise
D ok tora Ü n iv ersite L ised en M eslek m e slek Sekreter
M ezu n u ve ve
D e re c esin in M ezu n u T erk ve S ah ibi sahibi ve v e B eyaz
Ü n iv ersited en V asıfsız
N iteliği: ve Ü zeri A şa ğ ısı ve k ü çü k Yakalı
Terk İşçi
İdareci işletm eci

29 36 29
Y üksek 3 5 (1 5 6 ) 2 8 (1 2 9 ) 2 2 (1 4 7 ) 2 3 (9 4 ) 2 5 (6 4 ) 21 (7 8 )
(4 3 2 )’ (1 6 3 ) (399)1

6
D ü şü k 7 (1 8 7 ) 5 (2 4 1 ) 6 (3 5 5 ) 6 (7 8 3 ) 9 (1 6 2 ) 5 (1 6 0 ) 7 (1 8 3 ) 6 (703)
(1 9 8 )

D iğ e r 0 (7 ) 0 (5 ) 0 (1 7 ) 0 (2 9 ) 0 (6 ) 0 (7 ) 0 (6 ) 0 (3 ) 0 (22)
i
14 20 11 11
TO PLAM 2 0 (3 5 0 ) 13 (3 7 5 ) 11 (5 1 9 )
(1 2 4 4 )* (3 6 7 )
12 (2 6 3 )
(2 3 0 ) (2 6 4 )
141
(11241
‘ Tablolar için belirlenen Ki-kare, 0.05 değerinin üzerinde anlamlıdır.
aYurtdışından alınan dereceler dâhildir.
TABLO 5
KAMU VE ÖZEL ÜNİVERSİTELERDEN ALINAN DERECELERİN
SOSYAL SINIF KÖKENİYLE BAĞINTISI
I. Lisans-Ustü Eğitim Kadrosu Örneklemi
B abanın E ğitim i:“ B abanın M esle e i:’

T em el İkincil
D ok tora Lise Vasıflı
Ü n iv ersite L iseden M eslek m e slek Sekreter
A lm an M ez u n u ve ve
M ezu n u Terk ve Sah ibi sahibi ve v e B eyaz
Ü n iversiten in Ü n iv ersited en V asıfsız
v e Ü zeri A şa ğ ısı ve kü çü k Yakalı
Tipi: Terk İşçi
İdareci işletm eci

K am u 41 51 55 40 44 49 53

Ö zel 59 49 45 60 56 51 47

TO PLAM 100 100 100 100 1 00 1 00 100

N (5 4 3 ) (4 5 8 ) (6 3 2 ) (5 6 9 ) (3 5 6 ) (269 ) (2 0 3 )
* Tablolar için belirlenen Ki-kare, 0.05 değerinin üzerinde anlamlıdır.

II. Son Dönem Katılımcılar Örneklemi


B abanın Eğitim i:* B abanın M esleği: *

T em el İkincil
D ok tora L ise Vasıflı
Ü n iv ersite L iseden M eslek m e slek S ekreter
A lınan M ez u n u ve ve
M ezu n u Terk ve Sah ibi sahibi ve v e B eyaz
Ü n iversiten in Ü n iv ersited en V asıfsız
v e Ü zeri A şa ğ ısı ve kü çü k Yakalı
Tipi: Terk İşçi
İdareci işletm eci

K am u 46 49 53 43 47 50 51

Ö zel 54 51 47 57 53 50 49

TOPLAM 100 100 100 100 100 10 0 1 00

N (6 1 7 ) (6 7 2 ) (9 2 6 ) (6 3 1 ) (4 7 2 ) (4 6 6 ) (4 5 2 )
*Tablolar için belirlenen Ki-kare, 0.05 değerinin üzerinde anlamlıdır.
TABLO 6
ÖZEL ÜNİVERSİTELERDEN DOKTORA ALMIŞ
KATILIMCILARDA DOKTORA DERECESİNİN NİTELİĞİ İLE
SOSYAL SINIF KÖKENİNİN ORANI
________ I. Lisans-Üstü Eğitim Kadrosu Orneklemi
B abanın Eğitim i: B abanın M esleği:

İkincil

TO PLAM
T em el Sekreter Vasıflı

TO PLAM
L ise
D o k to r a Ü n iv ersite L iseden m e slek
M ez u n u ve M eslek ve ve
D e re c esin in M ez u n u Terk ve sahibi ve
Ü n iv ersited en Sah ibi ve B eyaz V asıfsız
N iteliği: v e Ü zeri A şa ğ ısı k ü çü k
Terk id a reci Yakalı İşçi
işle tm e c i

40 37 36 44
Y ü k sek 31 ( 3 4 1 ) 4 3 (2 1 9 ) 31 (3 3 9 ) 4 5 (9 8 ) 37 1
(2 8 6 ) (8 4 6 )* (1 8 6 ) (1 4 7 ) (7 7 0 )* ]

68 63 54 55 63 57
D ü şü k 6 0 (1 9 1 ) 58 (2 3 3 ) 5 6 (2 1 7 )
(3 3 7 ) (7 6 1 )* (1 6 4 ) (1 1 9 ) (1 0 0 ) (6 0 0 )

D iğ e r 8 7 (2 9 ) 11 (1 8 ) 7 (1 4 ) 8 (6 1 ) 9 (3 4 ) 0 (1 6 ) 11 (9) 1 4 (7 ) 8 (6 6 )

54 48 43 48 53 44
TO PLAM 39 (5 6 1 ) 5 0 (4 7 0 ) 3 9 (5 9 0 )
(6 3 7 ) (1 6 6 8 )* (3 6 6 ) (2 7 5 ) (2 0 5 ) (1 4 3 6 )*

II. Son Dönem Katılımcılar Orneklemi


B abanın Eğitim i: B abanın M esleği:

Tem el ik in c il
Lise S Vasıflı
D o k to r a Ü n iv ersite
M ez u n u ve
L iseden <

M eslek m e slek Sekreter
D e re c esin in M ez u n u
Ü n iv ersited en
Terk ve o. Sahibi sahibi ve ve eyaz2
/e B eya ,,
V asılsız o.
N iteliği: v e Ü zeri A şa ğ ısı O ve k ü çü k Yakalı O
Terk H İdareci işle tm e c i
İşçi H

42 40 35 41 40 37
Y ü k sek 3 6 (2 5 9 ) 4 2 (2 1 7 ) 3 7 (1 5 6 )
(2 6 3 ) (7 3 9 ) (2 6 6 ) (1 3 8 ) (1 3 5 ) (6 9 5 )

59 56 51 55 55 54
D ü şü k 5 4 (3 4 7 ) 5 3 (4 4 0 ) 5 3 (3 0 3 )
(6 3 3 ) (1 4 2 0 ) (3 5 4 ) (3 1 2 ) (3 0 8 ) (1 2 7 7 )

D iğ e r 18 (1 1 ) 3 3 (1 5 ) 31 (2 9 ) 2 9 (5 5 ) 9 (1 1 ) 2 5 (1 2 ) 2 5 (1 6 ) 5 6 (9) 2 7 (4 8 )

53 50 45 50 51 47
TO PLAM 4 5 (6 1 7 ) 4 9 (6 7 2 ) 4 7 (4 7 1 )
(9 2 5 ) (2 2 1 4 ) * (6 3 1 ) (4 6 6 ) (4 5 2 ) (2020)
' Tablolar için belirlenen Ki-kare, 0.05 değerinin üzerinde anlamlıdır.
aYurtdışından alınan dereceler dâhildir.
TABLO 7
BÜYÜK ÜNİVERSİTELERDEKİ KATILIMCILARDA DOKTORA
DERECESİNİN NİTELİĞİ İLE DERECENİN ALINDIĞI
ÜNİVERSİTE TİPİNİN ORANI
I. Lisans-Ustü Eğitim Kadrosu Örneklemi:
II. S o n D ö n e m
D e r e c e A lın an Ü n iv ersiten in Tipi:
K atılım cılar Ö rneklem i

D o k to r a
D e re c esin in K am u Ö zel TOPLAM K am u Ö zel TOPLAM
N iteliği:

33 42 28 29
Y ü k sek 3 9 (9 0 5 )* 2 9 (4 5 3 )
(3 3 5 ) (5 7 0 ) (1 8 3 ) (270 )

11 11 5 5
D ü şü k 11 (7 9 9 ) 6 (8 2 8 )
(5 0 2 ) (2 9 7 ) (4 7 1 ) (3 5 7 )

13 0 0
D iğ e r ‘ 6 7 (6) 2 3 (3 0 )* 0 (2 9 )
(2 4 ) (1 0 ) (1 9 )

23 31 26 12 15
TO PLAM 14 (1 3 1 0 )
(8 4 3 ) (8 9 1 ) (1 7 3 4 )* (6 6 4 ) (6 4 6 )

*Tablolar için belirlenen Ki-kare, 0.05 değerinin üzerinde anlamlıdır.


“Lisans-üstü eğitim kadrosu örnekleminde, yurtdışmdan alınan dereceler dâ­
hildir.
S a n a t , B İ l İm ve D î n d e k İ Ö d ü l S İ s t e m l e r İ*

Diana Crane

Yeniliklerin düzenli olarak üretildiği sanatlar, bilimler ve din gibi kül­


türel kurumlarda, yeniliklere değer biçmeye dönük sistemler, ödülle­
rin paylaştırılması için zorunludur. Kültürel yenilik süreçlerini anla­
m ak için, belirli bir kültürel alandaki sosyal topluluğun kendi üyelerini
nasıl ödüllendirdiğini incelemek gerekir. Topluluk üyelerinin uymaları
gereken standartları kimler koymaktadır? Topluluk üyeleri tarafından
üretilen yeniliklere değer biçen “eşik bekçileri” kimlerdir?
Daha önce geliştirilmiş bir açıklamaya (Crane, 1972: Bölüm 8)
dayanarak, her ne kadar bu üç kurum da saptanabilecek ve yeniliklerin
üretimi açısından farklı sonuçlar taşıyan çeşitli ödül sistemi biçimleri
olsa da, sanatlardaki, bilimlerdeki ve dindeki ödül sistemleri unsur­
larının benzer olduğunu öne süreceğim. Bilimdeki, sanatlardaki ve
dindeki yeniliklerin, -b azı yazarlar tarafından (örneğin bkz. Meyer,
1974) ortaya atılan sorulara bin aen - aynı türden biçimlere, içerikle­
re ya da niyetlere sahip olduğunu öne sürüyor değilim. Daha ziyâde,
tüm bu üç kurumdaki kültürel yenilik ve değişim süreçlerinin, farklı
durum lar için farklı parametrelere sahip olan aynı modeli kullanarak
betimlenebileceğini ileri sürmekteyim.

Çeviren: Vefa Saygın Öğütle


’ Orijinal Eser: “Reward Systems in Art, Science, and Religion”, American
Behavioral Scientist, 19, 6 (1976), 719-734.
İlerleyen sayfalarda, bir ödül sistemine ilişkin olan bu modelin
farklı parametrelerindeki değişikliklerin, yeniliklerin üretimini ve bu
sistemlerde üretilen yeniliklerin doğasını nasıl etkilediğini sergileyen,
bilimden, sanattan ve dinden örnekler tartışacağım. Bu modelin uygu­
lanabileceği durumların alanı, muazzam büyüklüktedir. Kullandığım
“veriler”, zorunluluk gereği, halihazırda var olan çalışmaların tekrar
gözden geçirilmesine dayanmaktadır; ama ayrıca, yapılması gereken
yeni çalışma biçimlerini de önereceğim.

Ödül Sistemi Tipleri


Ödül sistemlerinin işleyişinde kendini gösteren çeşitlenmenin temel
bir kaynağı, yenilikçilerin sistemi kontrol etme derecesidir. Bu değiş­
keni kullanmak suretiyle, m odern toplumdaki kültürel yeniliklerin
muazzam çeşitliliğini anlamlı bir biçimde düzenlemede kullanılabile­
cek bir ödül sistemleri tipolojisi geliştirilebilir. Ödül sistemi üzerindeki
kontrol, sistemin kilit işlevlerini -bilişsel ve teknik normlar koymayı,
sembolik ve m addî ödüllerin dağıtım ını- kimin kontrol ettiğine delâ­
lettir. Yeniliklerin üretimi için oluşturulan normlar, ödül sistemlerinin
temel bir özelliğidir. Eğer bir yenilikçi, yaptığı yenilikler sonucu tanın­
ma elde etmek istiyorsa (Hagstrom, 1965; Gross, 1973), yenilik yap­
maya uygun problem ya da temalarla ilgili bilişsel normlara uyum sağ­
lamak zorundadır. Bu bilişsel normlar, bulmaca-çözme araçlarında
veya “dünya g ö rü şlerin d e veyahut her ikisinde birden cisimleşebilir
(Kuhn, 1970; M asterman, 1970). Yenilikçi, ayrıca, yenilik üretim in­
de kullanılmaya uygun yöntem ve tekniklerle ilgili teknik normları da
izlemek zorundadır.
Bir yeniliğin, bu türden bir çabaya yönelik mevcut bilişsel ve teknik
normları ne ölçüde karşıladığını değerlendirmek için kullanılan farklı
standart biçimleri sözkonusudur. De Grazia (1963), dört ayrı stan­
dart dizisi tanımlamaktadır: (1) yenilikçi çalışmanın mevcut bilişsel ve
teknik normları karşılayıp karşılamadığını belirlemek için objektif bir
çabanın gösterildiğini îm a eden rasyonel standartlar; (2) yenilikleri,
“yönetici grubun iktidar ve prestijini korur ve yükseltir” olup olmadık­
ları açısından değerlendiren nüfuzlu eşik bekçilerinin koyduğu stan­
dartlar; (3) yeni fikirlerin, hüküm süren teori ve normlara uyum sağ­
ladıkları ölçüde kabul gördüğü dogmatik standartlar; ve (4) yeniliğin
değerlendirilmesinde kalitenin etkili olmaması ihtimalinin sözkonusu
olduğu ve yeniliklere dönük kabul sisteminin anarşik olduğu belirsiz
standartlar.
Yenilikçilerin bilişsel ve teknik normları koyduğu ve sembolik ve
m addî ödülleri dağıttığı ödül sistemleri, bu şeylerin bazılarım yaptık­
ları ya da hiçbirini yapamadıkları sistemlerle tezat gösterir. Yenilikler,
geniş bir sosyal bağlamlar alanında üretilir, sergilenir, yayılır, eleştirilir
ve tüketilirler; bununla birlikte dört tip ödül sistemi tanımlanabilir:
(1) Kültürel yeniliklerin aynı tür yenilikçilerden oluşan bir izler-kit-
le için üretildiği bağımsız ödül sistemleri. Bilişsel ve teknik normları
koyarak sembolik ve m addî ödülleri dağıtanlar, bizzat yenilikçilerin
kendileridir. Böylesi ödül sistemlerinin örnekleri, temel bilimde ve te­
olojide bulunur.
(2) Yenilikçilerin yenilikçi çalışmaya dönük normları koyduğu ve
sembolik ödülleri dağıttığı ama m addî ödüllerin tüketiciler, girişimci­
ler ya da bürokratlar tarafından dağıtıldığı yarı-bağımsız ödül sistem­
leri. Bu ödül sistemi tipine bir örnek, yenilikçilerin normları koydu­
ğu, sembolik ödüller dağıtmayla hemen hemen aynı biçimde işleyen
eleştiriler yaptığı ve tüketicilerin de m addî ödülleri dağıttığı avangard
sanattır. Temel bilimin bazı alanlarındaki m addî ödüller de, gittikçe
artan bir biçimde hüküm et organlarındaki bürokratlar tarafından da­
ğıtılmaktadır.
(3) Kültürel yeniliklerin belirli bir alt-kültürü temsil eden bir izler-
kitle için üretildiği alt-kültürel ödül sistemleri. Bunun ilk tipi, etnik bir
alt-kültürdür; ki bu alt-kültür, onu görece kalıcı, sürekli ve uyumlu
hale getiren çeşitli sosyal karakteristiklere dayanır. Alt-kültürel ödül
sisteminin ikinci bir tipi, belirli bir anlamlar dizisinin ve belirli bir varo­
luş yorum unun bir alt-kültürün üyeleri tarafından belirli bir zamanla
sınırlı olarak paylaşılması sonucu ortaya çıkar. Bu alt-kültürler, belirli
tipteki tutum ve değerlerin ve belirli sosyal gerilimlerin dışa vurulm a­
sını desteklemek için şekillenirler ve sonra da yok olurlar (Luckmann,
1967). Üçüncü tip ise, kuşaklara dayalı alt-kültürdür. Bu alt-kültürler
sıklıkla cemiyetin genç üyeleri arasında ortaya çıkarlar ve bu üyeler
yaşlandıkları ve diğer alt-kültürler içinde eridikleri zaman yok olurlar.
Alt-kültürel ödül sistemlerindeki normları yenilikçiler koyarlar ama
sembolik ve m addî ödülleri dağıtanlar tüketicilerdir. Bu ödül sistemi
tipinin bazı örnekleri, siyah kentli müziğinde (caz), dinî tarikatlarda
ve radikal bilimde bulunur.
(4) Kültürel yeniliklerin farklı alt-kültürlerden gelen heterojen iz-
ler-kitleler için üretildiği hetero-kültürel ödül sistemleri. Bu, yenilikçi
çalışmaya dönük normları girişimcilerin ya da bürokratların koydu­
ğu, sembolik ödülleri tüketicilerin, m addî ödülleri ise girişimcilerin
ya da bürokratların dağıttığı bir durum u ifade eder. Medyaya dönük
sanatsal üretimler, sivil din denen şey ve teknoloji, bu kategoriye gi­
rer. Bu kültürel form tipi, eşik bekçilerinin bu yeniliklerin daha geniş
bir izler-kitle için ilgi çekici olacağını düşündüğü durumlarda, diğer
tiplerden ödünç alman asalak bir tiptir. Yeni yenilik tarzları sıklıkla
diğer tiplerdeki ödül sistemlerinde üretilirler ve eğer başarılı olurlarsa,
hetero-kültürel sistemlerdeki girişimciler tarafından benimsenirler.
Hetero-kültürel ödül sisteminin somut örneği, medya için üretilen
yenilikleri içerir. Hirsch (1972), bu ödül sisteminin, özellikle yayım,
plak kaydı ve sinema filmi endüstrisinin en spekülatif ve girişimci kı­
sımlarındaki işleyişinin ayrıntılı bir resmini sunm uştur. H etero-kültü­
rel ödül sisteminin tipik özelliği, ekonomik ödüllerin sembolik ödüller
üzerindeki hâkimiyeti ve bizzat yenilikçinin görece olarak önemsiz ve
güçsüz bir hale geldiği gerçeğidir. O, çok az irtibat kurduğu ve çok
az değiş-tokuşta bulunduğu diğer yenilikçilerle kolayca yer değiştiri­
lebilirdir. Burada, aslında bir yenilikçiler topluluğu yoktur. Kâr üreten
organizasyonlar, yeniliklerin üretimine, sergilenmesine ve yayılmasına
dönük kaynakları kontrol altında tutarlar.
Bu ödül sisteminde, kitlesel tüketici topluluğu için pazarlanacak
yenilikleri seçenler, kâr üreten bir dizi organizasyonda (film şirketle­
rinde, yayım evlerinde ve plak şirketlerinde) yer alan girişimcilerdir.
Göstermelik olarak eşik bekçisi rolü oynayan bir dizi medya eleştir­
meni varsa da, bunlar genellikle girişimciler tarafından seçilir. Yenilik­
ler, girişimciler tarafından, belirsiz bir modele göre değerlendirilir: Bir
yeniliğin kabul görüp görmeyeceği, bir şans meselesidir. Tüketicinin
rolü, önceden seçilmiş parçaları sıraya koyup düzenlemekten ibarettir.
H irsch’ün dediği (1972: 649) üzere: “Tüketicilerden alman geri-bil-
dirim, taklit edilmesi veya bırakılması gereken tecrübelere dair ipucu
sağlar.”
Bilimde buna benzer bir olgu, yenilikçi topluluklarının genellikle
örgütsel sınırlar içine hapsedildiği ve bilişsel ve teknik normların yö­
netim tarafından konduğu uygulamalı bilimde ve teknolojide kendini
gösterir. Benzer bir biçimde, sivil din olarak bilinen ele-avuca gelmez
olgu da, iyi yapılanmış yenilikçi topluluklarını içermez. Örneğin Bel-
lah (1967), “Amerika’da, kiliselerle yan yana ve onlardan açık biçimde
farklılaşmış olan karmaşık ve iyi kurumsallaşmış bir sivil dinin var ol­
duğunu” öne sürmektedir. Bu sivil din, millî dayanışma sembollerini
içermekte ve millî hedeflere ulaşmak için kişisel motivasyonun bilin­
çaltı düzeylerini seferber etmektedir. Sağladığı cazibe ve destek ise,
ülkeyi oluşturan farklı alt-kültürlerin sınırlarını aşmaktadır. Bu sivil
dinin, politikacılar tarafından, ülke genelinde bir çeşit sözde-konsen-
süs sağlamak için besleniyor olması da m üm kün gözükmektedir.
Ham mond (1968), bu sivil dinin, kamusal eğitim sistemindeki spor ve
diğer aktiviteler aracılığıyla icrâ edilen bir biçiminin Birleşik Devlet-
ler’de var olduğunu öne sürmektedir.
Bunun tam aksine, bağımsız ve yarı-bağımsız ödül sistemlerindeki
yenilikçiler, tipik bir biçimde, tam amen uyumlu toplulukların içinde
çalışırlar. Bilimdeki yenilikçi toplulukları üzerine yapılan birtakım ça­
lışmalar (Crane, 1972), bu toplulukların birbirleriyle iletişim içindeki
birkaç tutarlı alt-grubun etrafında toplandığını, bununla birlikte d a­
ima belirli bir sayıda insanın yalıtıldığını ve gruba bağlılık gösteren
çoğu bireyin görece olarak gelip geçici olduğunu göstermektedir. Bu
alt-gruplar, yenilikçi çalışmaya dönük standartları koyan ve tilmizleri
devşiren liderlere sahiptir. Yenilikler; bilimsel dergiler ve burs veren
organlar için hakemlik yapan, ödüller veren ya da akademideki bö­
lümler için eleman sağlayan komşu alanlardaki yenilikçiler tarafından
değerlendirmeye tâbi tutulur. Bir diğer deyişle ödül sistemleri, tipik
bir biçimde yenilikçi topluluklarının sınırlarını aşar. Yenilikçi toplu­
lukları, aynı genel konuyla ilgili yenilikler üreten diğer topluluklarla
ödül almak için yarışır. Yeniliklerin bağımsız ya da yarı-bağımsız ödül
sistemlerinde ortaya çıktığı söylenebilecek diğer iki alanda, yani avan-
gard sanatta ya da teolojide, yenilikçi topluluklarına ilişkin benzer ça­
lışmalar yapılmamıştır. Bununla birlikte, benzer yenilikçi gruplarının
buralarda da var olduğunu söyleyen niteliksel çalışmalardan edinilmiş
bazı kanıtlar mevcuttur (White ve White, 1965; Carey, 1973).
Bağımsız ödül sistemlerindeki yenilikçiler, yenilikler üretmeye d ö ­
nük kaynakları (örneğin akademik bölümleri ve araştırm a enstitüleri­
ni) ve yenilikleri sergileyip yaymaya dönük kaynakları (örneğin bilim­
sel ya da akademi-dışı bilimsel dergileri) idare ederler. Yarı-bağımsız
sistemlerdeki yenilikçiler ise, ya yenilikler üretmeye dönük kaynakları
ya da onları sergileyip yaymaya dönük kaynakları idare ederler ama
ikisini birden değil.
Tüketiciler, alt-kültürel ödül sistemlerinde son derece önemli bir rol
oynarlar. Bu topluluklar, denebilir ki, yenilikçilerin kilit tutum ve de­
ğerlerini paylaşan bir tüketici kitlesiyle çevrelenmiş, etkileşim içindeki
küçük bir yenilikçiler çekirdeğinden ibarettirler. Topluluk, yenilikçiler
tarafından yönlendirilir. Bu tarzın prototipi, dinî mezhep ya da dinî
tarikattır; bununla birlikte müzikteki bazı folk gelenekleri de benzer
örgütlenme tarzlarına sahiptir. Ayrıca buna, edebiyattan da örnekler
verilebilir. Bradbury (1971: 181), 18. ve 19. yüzyıllarda İngiltere’de,
bir kültürel diyalogu sürdürm ek suretiyle yazarlar ve okurlar arasında
iletişim aracı olarak işlev gören edebiyat dergilerini betimlemektedir:
Bunlar, çalışmaları seçer, zevkleri yönlendirir, eleştirel değerlendir­
mede bulunur, yargılar ve böylece edebî iletişimin her iki tarafını
da etkilerler. İyi bir editör, merkezde duran bir kültürel arabulucu­
dur ve iyi bir dergi de, bir temel meseleler deposu ve bir kanaatler
gövdesidir.
Alt-kültürel ödül sistemleri, bilimde ender görülür ama örnekler bulu­
nabilir. Back (1971), aşama aşama öğretilen bir duyarlılık tekniği ü s­
tünde çalışmaya kendini adamış bir araştırmacı grubunun, bu yönte­
min etkililiğine ilişkin kişisel tanıklıkların kullanımına yönelerek tekni­
ğin bilimsel değerlendirmesinden nasıl uzaklaştığını ve aynı zamanda
bilimsel olarak eğitilmemiş ya da motive edilmemiş olan artan sayıda
yandaşı nasıl kendine çektiğini anlatmaktadır. Benzer bir biçimde ra ­
dikal bilim hareketleri de, temel bilimdeki diğer topluluklardan farklı
olarak, bilim insanı olmayanlar da dâhil olmak üzere, çok çeşitli di­
siplinlerden üye alırlar. Alt-kültürel ödül sistemlerindeki yenilikçiler,
yeniliklerin üretimine dönük kaynakları idare ederler ama bunların
sergilenmesine ya da yayılmasına dönük kaynakları idare etmezler.
Ancak bu ikinci tür kaynaklar, hetero-kültürel ödül sistemlerinde gö­
rüldüğü üzere, “büyük firmalar” tarafından da idare edilmezler.
Özetlersek; ödül sistemleri, yenilikçiler arasındaki ilişkilerin tutar­
lılığına ve yenilikçilerin yenilikleri üretme, sergileme ve yayma kaynak­
ları üzerindeki kontrolüne göre farklılaşırlar. Bu etkenler, sırasıyla,
yenilikçilerin ödül sistemi üzerinde tesis edebilecekleri kontrolün m ik­
tarını etkilerler.

Ödül Sistemlerinin Yenilik Üzerindeki Etkisi


Ödül sistemlerinin farklı tiplerini tanımladıktan sonra, şimdi de bu
sistemlerin içinde üretilen yeniliklerin doğasını etkileyen bazı etkenle­
ri tartışacağım. Spesifik olarak konuşursak, bu ödül sistemleri içinde
üretilen yenilikler hangi koşullar altında çeşitliliğe veya sürekliliğe ve­
yahut her ikisine göre karakterize edilebilirler? “Çeşitlilik”, yeniliklere
dönük farklı birtakım bilişsel ve teknik norm dizileri aracılığıyla ser­
gilenmekle birlikte aynı ödül sistemi içinde kendine yer bulan yenilik
tiplerinin ya da tarzlarının çeşitliliğine atıfta bulunur. “Süreklilik” ise,
aynı bilişsel ve teknik norm lar dizisi içinde bulunuyor olup, sonradan
gelen yeniliklerin ne ölçüde öncekilerin üzerine inşa edildiğine atıfta
bulunur.
Çok az bir çeşitliliğe sahip yüksek derecedeki bir sürekliliğin, eşik
bekçileri tarafından sınırlandırılmış, kabul edilebilir bir yenilik tipleri
alanına işaret ettiği öne sürülebilir. Eğer bu durum , yenilikçilerin biz­
zat eşik bekçisi olduğu bir tarzda gerçekleşmişse, sistemdeki yenilikçi
sayısına kıyasla muhtemelen bir ödül kıtlığını ifade eder.
Görece ödül kıtlığının yenilikleri değerlendirmede kullanılan çeşitli
standartlar üzerindeki etkisine, 19. yüzyıldaki Fransız Akademisi’nden
bir örnek verilebilir (White ve White, 1965; Mulkay ve Turner, 1971).
Fransız Akademisi, sanat nesnelerini değerlendirmeye ve sanatçıları
ödüllendirmeye dönük, eşik kollayıcı işlevlerin Akademi üyeleri tara­
fından yerine getirildiği ve tüketicilerin ihmal edilebilir roller oynadığı
bir ödül sistemi işletti. Sistemin başarısı, Akademi tarafından kabul
gören tanınmaya bağlıydı. Yenilikler, teoride, objektif olarak değerlen­
dirildi; pratikte ise, eşik bekçileri, gittikçe artan ölçüde, kendilerinin
ve tilmizlerinin gücünü korumaya çalışıyorlardı. Sisteme katılmak için
çabalayan sanatçıların sayısı bir yandan artadursun, Akademi üyele­
rinin öğrencileri olan sanatçıların ödül kazanması daha olası bir hal
aldı. Akademi’nin her bir üyesi, yıllar geçtikçe kendi öğrencileri için
sembolik ödüller sağlamaya başladı. Her birinin ödüller için kendi
adaylarını gösterdiği Akademi-içi hizipler arasında, sık sık çatışma­
lar baş göstermekteydi. Sistemdeki içsel gerilimler, zamanla, sanatsal
ödüllerin dağıtımına yönelik alternatif bir sistemin ortaya çıkmasına
neden oldu.
Benzer bir olgu da bilimde ortaya çıkmaktadır. Ben-David ve Col­
lins (1966; ayrıca bkz. Ben-David, 1968), yeni disiplinlerin bir akade­
mik sisteme girişinin, sistemdeki mevcut konumların sayısı açısından
bir genişlemeyi gerekli kıldığını vurgulamaktadırlar. Başka bir deyiş­
le, sistemdeki kaynakların kıtlığı nedeniyle, halihazırda konum sahibi
olanların, yeni uzmanlıkların ya da disiplinlerin girişine daha az rıza
göstermeleri kuvvetle muhtemeldir.
Başka durumlardaki kabul edilebilir yenilik tiplerinin alanı da, ye­
nilikçi olmayan eşik bekçileri tarafından kısıtlanacaktır. Örneğin giri­
şimciler, pazardaki konumlarını korum ak için böyle davranacaklardır.
Peterson ve Berger (1975), plak şirketlerinin popüler müzik endüst­
risindeki yenilikler alanını nasıl sınırladıklarını anlatmakta; ve popüler
müzik endüstrisini 1948’ten 1955’e dek dört büyük plak şirketinin
idare ettiğini göstermektedirler. Bu durum , müziği pazarlayan m ed­
yanın ve plakları yayan kanalların sözkonusu şirketler tarafından idare
edilmesinden dolayı m üm kün olmuştu. Bunlar, aralarındaki rekabet
ne denli şiddetli olursa olsun, tüm ABD pazarındaki en geniş payı
elde etmeyi amaçladıklarından dolayı, yenilik yapmaya yönelik çok az
teşvikte bulunuyorlardı. O dönemin popüler müziği, homojenliği ile
dikkat çekiyordu: “Bu müzik, sınırlı bir duygular alanını geleneksel­
leşmiş yollarla ifade ediyordu.”
Schoof (1970), yerleşik kiliselerdeki kültürel yeniliklerin bir kay­
nağı olan teolojiyi tartışırken, II. Vatikan’dan önce, “Katolik Kilisesi’
nin sahip olduğu hiyerarşik öğretim otoritesinin, Katolik teologların
özgün düşünceleri üzerinde kısıtlayıcı ve hattâ felce uğratıcı bir etki
gösterdiğini” ifade etmektedir. Teolojide yenilik yapmaya dönük tüm
çabalar, m odern dünyanın gerçeklerine kesinlikle dokunmayan ve se-
zküler toplumda gerçekleşen değişimlere duyarsız kalan belirli bir teo­
loji türünü -neo-skolastizm i- desteklemekte olan öğretim otoritesinin
eleştirileri ile karşılaşmıştır. Kilise, bu sisteme yönelik tüm sorgula­
maları sapkınlık olarak addetmiştir. Bu meseleye ödül sistemleri m o­
delimiz açısından bakarsak, yenilikleri değerlendirmede, rasyonel ol­
maktan ziyâde dogmatik standartlar kullanılmıştır. Eşik kollayıcı rol,
otoritelerini pekiştiren örgütlü bir hiyerarşi içindeki bürokratlar tara­
fından icrâ edilmiştir.
Diğer yandan, az bir sürekliliğe (bilişsel ve teknik norm dizilerinde
az miktarda bir gelişime) sahip yüksek derecede bir çeşitlilik (aynı
ödül sistemi içindeki yeniliklere yönelik oldukça farklı bilişsel ve tek­
nik norm dizileri) ise, sembolik ve m addî ödülleri dağıtanların bir ye­
nilik tarzı ile bir diğeri arasında tutarlı bir seçim yapmadığı anomik
bir durum sergiler. Yeniliklerin kabulünü etkileyen şey, bu durum da
kalite değil şans olur. Çağdaş resim ve heykeltıraşlığın bu çeşit bir du­
rum a örnek teşkil ettiğine dair bazı kanıtlar sözkonusudur. Resimleri
elde edebilmek için günüm üzde ödenmesi gereken yüksek fiyatlardan
dolayı, m addî ödüller sembolik ödüllerden daha önemli bir hale gel­
miştir. M addî ödülleri dağıtan tüketiciler, seçimlerini durm adan bir
yenilik tarzından diğerine değiştirme eğilimindedirler. Tüketicinin
gittikçe artan gücü, onların dikkatini çekmek için yapılan zıvanadan
çıkmış yenilikler üretiminde kendini göstermektedir (Kramer, 1974:
5). Bu durum dan m em nun olmayan çok sayıda eleştirmen bulunm ak­
tadır. Kozloff (1967: 170), çağdaş sanattaki ödül yapısının anlamsız­
lığından m ustarip olup şöyle devam etmektedir: “Diğer bir deyişle,
gittikçe artan sayıda kuruluş, kuruluş yokluğu dem ektir.” Kramer, ya­
kın dönemdeki bir sanat hareketini analiz ederken şunları demektedir
(1973: 540).
Avangard sanattaki en son ‘ilerleme’yi temsil etme kisvesi altındaki
Pop sanat, aslında mümkün olan en geniş izler-kitleye hitap etti; bu
izler-kitle, modernist sanatın kamu ile yeni sanatsal vokabülerleri
anlamaya dönük kendi yeteneği arasına ayrım koymak için her fır­
satta vurguladığı şu tüm dillere destan zorluklarla uğraşma zorun­
luluğundan âniden ve minnettâr bırakırcasına kurtarıldı. Karmaşık
fikirlerin, anlaşılması zor imgelerin ve tam anlamıyla deneyimlene-
bilmeleri için öncelikle gramer bakımından belirli bir miktar ince­
lenmeleri gereken formların yerine, Pop, alışıldık bir ikonografi, ve
ciddiyetten uzak, basit bir ironi önerdi. Yeni sanattaki her şey, he­
mencecik fark edilebilir ve hemencecik özümsenebilirdi... yüksek
kültür, sadece bir başka eğlence, bir başka gösteri biçimi olarak
gösterildi; küçümsenen endişeleri ve ayrımları da kolayca ayırdına
varılan bir palavralar silsilesi olarak... Pop sanat asla bir kitle sanatı
olmadı ama yine de sanat kamusunu daha önce hiç olmadığı kadar
genişletti... Bu yeni izler-kitle, sadece ciddi bir estetik deneyimden
yoksun olmakla kalmadı... Kısaca o, popüler kültürün efsaneleri
aracılığıyla adamakıllı sersemletilmiş bir izler-kitleydi.
Bir ödül sisteminde hem çeşitliliğin hem de sürekliliğin sergilenmesi
için, işin içine birkaç koşulun girmesi gerekir: (1) Yenilikçi sayısıyla
bağlantılı olarak m addî kaynakların elde edilebilirliğinde, her bir yeni­
likçinin ödül kazanmak için makûl derecede iyi bir şansa sahip olması
anlamında bir denklik olması gerekir ve (2) Sembolik ödüllerin ödül
sisteminde, m addî ödüller kadar önemli bir yer tutması gerekir. Eğer
ödül sisteminde m addî ödüllerin elde edilebilirliği azalırsa, yeniliklerin
değerlendirilmesi açısından, dogmatik ya da güce dayalı standartla­
rın rasyonel standartların yerine geçmesi olasılık kazanır ki bu, peşi
sıra, çeşitliliğin olmadığı bir sürekliliğe yol açar. Eğer sembolik ödüller
m addî ödüllerden daha önemsiz bir hale gelirse, belirsiz standartların
rasyonel standartların yerine geçmesi olasılık kazanır ki bu da, peşi
sıra, sürekliliğin olmadığı bir çeşitliliğe ve sistemin bütünü açısından
genel anlamda anomik bir durum a yol açar.
Çeşitliliğe ya da sürekliliğe bir diğeri pahasına önem atfeden ödül
sistemleri, muhtemelen istikrarsız bir durumdadırlar. H er iki durum un
da, ayrımcılığa uğradığını hisseden yenilikçilerin sistemden çekilme­
sine neden olması; ve yeni bilişsel ve teknik norm dizilerine, yeni eşik
bekçilerine, yeni tüketicilere ve yeni sergileme ve yayma örgütlenme­
lerine sahip yeni bir ödül sisteminin yaratılmasına yol açması m uhte­
meldir. Örneğin, resimlerinin Fransız Akademisi’nce tanınmasını red­
deden bazı sanatçılar, sonunda yeni bir ödül sistemi geliştirmişlerdir.

Bir Ödül Sistemi Tipinden


Bir Diğerine Gerçekleşen Dönüşümler
Bu noktada, bir ödül sisteminin bir tipten bir diğerine dönüşmesine
yol açan koşullar da ele alınabilir. Örneğin, bağımsız bir ödül sistemi,
hetero-kültürel bir sistem haline gelebilir ve bunun tersi de geçerlidir.
Peki, m odern toplumlarda belirli bir ödül sistemi tipinin hâkim olmaya
başladığına dair herhangi bir kanıt sözkonusu m udur? İki etkenin bu
noktada önem kazandığı görülmektedir: (1) yenilikçilerin, bürokrat
ve girişimcilere kıyasla, yeniliklerin üretim, sergileme ve yayma kay­
nakları üzerindeki görece kontrolü; ve (2) yenilikçilerin sosyal toplu­
luklarının oluşumuna dönük olanaklarda kendini gösteren değişimler.
Bazı kanıtlar göstermektedir ki; m odern toplumlardaki baskın eği­
lim, bağımsız, yarı-bağımsız ve alt-kültürel sistemlerin hetero-kültürel
sistemlere dönüşmesi yönündedir ve dolayısıyla bunun tam tersi ge­
çerli değildir. Bu durum , yenilikleri üretme, yayma ya da sergileme
kaynaklarını denetim altında tutabilecek ve yenilikçi topluluklarının
spontane oluşumunu engelleyebilecek organizasyonların gittikçe a r­
tan gücünü yansıtmaktadır. Sözkonusu eğilim, üç kültürel kurum da
da kendini gösteriyor gibidir. Krohn (1972: 65-66) bunu şöyle yo­
rumlamaktadır:
Sadece hükümet desteğine bağımlı olmanın tehlikeleri, oldukça
aşikâr görünmektedir: Bilim, otonomiye, öz-disipline ve yön duyu­
suna ilişkin eleştirel bir ölçütü nasıl elinde tutabilir? Hükümetlerin
bilimi hâlâ modern ölçüler içinde desteklemediklerini ve ona hâlâ,
yaygın ve entelektüel bakımdan otonom bir biçimde gelişme izni
vermediklerini söylemek, belki de en doğrusudur. Birleşik Devlet­
ler, bilimi hükümetler kanalıyla dar ve doğrudan bir biçimde kul­
lanmaktan kesinlikle vazgeçmiş değildir.
Bradbury (1971: 194), çağdaş yazarların durum unu betimlerken,
şöyle bir ifadede bulunmaktadır:
Yazarlar, dikkat çekmek için, toplumumuzda olagelen diğer her
şeyle aşık atmaktadır... Yazarlar, başvuracakları, karşısında kendi­
lerini sınayacakları ve bir standart duyusu kazanacakları tutarlı bir
edebî topluluktan mahrum kalmışlardır... yazma işi artık, kitle-
kültürünün yarattığı tam anlamıyla şahsiyetsiz çevrenin bizâtihî bir
parçası haline gelme eğilimindedir... Yazarlar, kendi değerlerinin,
izler-kitlelerinin ve hayatta kalma şanslarının ne olduğu hakkında
hiçbir fikre sahip değildir.
Bununla birlikte dinî bürokrasiler de kendi “müşterileri”ne, medya
oligopollerine benzer biçimlerde davranmaktadır. Heirich (1974),
Birleşik Devletler’deki yedi büyük dinî grubu (Katolikler, Baptistler,
Metodistler, Lutherciler, Yahudiler, Presbiteryenler ve Piskoposçular),
tüketiciye dönük endüstrilerdeki büyük şirketler gibi hareket eden
oligopoller olarak tanımlamaktadır. Bunlar, “alana hükmetmekte ve
‘serbest piyasa’nın hükümlerini tam anlamıyla izlemekten ziyâde ken­
di aralarında ‘dostça bir rekabet’ içine girm ektedirler.” Seküler piyasa
içinde olmanın sonucu olarak ortaya çıkan şey, görece homojen, dinî
bir piyasa ürünüdür.
Bazı kültürel yenilik çeşitleri, örneğin yenilikleri üretmek, sergi­
lemek ya da yaymak için sağlam kaynaklara ihtiyaç duyulan ya da
yeniliklerin piyasada satışından kâr sağlanan biçimler, sözkonusu
ticarî eğilimlere diğerlerinden daha yatkındırlar. Asgarî kaynaklarla
üretilebilecek olan, yani “ticarî” olmayan yenilikler, hâlâ diğer ödül
sistemi tipleri içinde üretilmektedir. Siyah kentli müziği (caz) vakâ-
sı, sözkonusu eğilimin ilginç bir karşıt-örneğidir. Thom son (1974),
sahip olduğu dinleyici kitlesinin birkaç bölgede -esasen Chicago ve
Kansas City’nin kenar m ahallelerinde- yoğunlaşması, tamamiyle canlı
performanslara ulaşmanın kolay olması ve kayıtların küçük şirketler
tarafından yayımlanması sebebiyle, bu müzik türünün ticarîleşmekten
kurtulduğunu ileri sürmektedir. Thomson şöyle demektedir:
Kendinden başka her şeye karşı duyduğu tahammülsüzlük, pislik­
leri reddetme yönündeki doğuştan gelen gücü, onu büyük ticaret
açısından fiilen kullanışsız bir hale getirmektedir... Cazın gerek
tarzında gerekse de dışavurumsal içeriğinde kendini gösteren ra­
dikal değişimlerde, dışarıdan yapılan müdahalenin etkisi çok çok
azdır.
Sözkonusu yönelimin bir diğer karşıt-örneği de, dinî “oligopoller”e
kıyasla marjinal kalan ve böylece de onlardan “korunmuş olan” teolo­
jidir (Berger, 1972). Katolik teolojisi, geçtiğimiz on yılda, çağdaş dinî
durum a yönelik farklı yorum tarzlarını savunan hareket ve okulların
bolluk mekânı haline gelmiştir. II. Vatikan’dan sonra, otoriter ve bü­
rokratik eşik bekçilerinin etkisi, büsbütün ortadan kalkmadıysa da za­
yıflamıştır. Bir dogma formülasyonu olarak teoloji anlayışından din
üzerine bir düşünseme olarak teoloji anlayışına doğru kendini göste­
ren dönüşüm, dikkate değer bir yenilik dönemine yol açmıştır. Carey
(1973), 1960’ların sonlarında Katolik teolojisinin içinde kendini gös­
teren ve radikalden m uhafazakâra doğru sıralanan en az dört hareket
tipi tanımlamıştır.
Bazı durum larda sözkonusu eğilim, muhtemelen sadece geçici ola­
rak tersine çevrilmiştir. Petersonve Berger (1971: 1975), popüler m ü­
zikteki plak şirketleri oligopolünün, bu plak şirketlerinin ürünlerinden
hoşnut kalmayan tüketiciler tarafından oluşturulm uş piyasaların varlı­
ğından faydalanmak suretiyle bağımsız üreticiler ve dağıtımcılar tara­
fından zaman zaman nasıl kırıldığını göstermektedirler. Bağımsızlar,
popüler müzik için yeni bilişsel ve teknik normlar tesis etmektedir.
Bu değişimler, büyük plak şirketlerinin yeniliklerin dağıtım kaynakla­
rı üzerindeki denetimlerini kaybetmeleri bakımından, hetero-kültürel
ödül sistemlerinden alt-kültürel ödül sistemlerine doğru kendini gös­
teren geçişler olarak görülebilir.
Çeşitliliğin süreklilik pahasına öne çıkarıldığı çağdaş sanattaki
anomik koşullar, bazı yenilikçi gruplarının sistemden çekilmelerine
yol açmaktadır. Örneğin, minimal sanat olarak adlandırılan şeyi yara­
tan sanatçılar, var olan sanat kurumlaşmasından tam amen kopmayı ve
sanat ile sanat-olmayan arasındaki sınırda yer alan resimler yapmayı
tercih etmektedirler (Battcock, 1968). Hetero-kültürel bir ödül siste­
minden tekrar yarı-bağımsız bir ödül sistemine doğru gerçekleşen bu
geçiş, belki de kısmen, sanatçıların sosyal topluluklarının oluşumunu
etkileyen koşullardaki değişimlerin bir sonucu olarak yorumlanabilir.
Muhaliflerin sayısı arttıkça, kuruluşunkilere karşıt değerleri dışa vu­
ran yenilikçi grupların oluşma olasılığı da artm aktadır.

Sonuç
Bu yazıda, sanatlarda, bilimlerde ve dinde, dört ödül sistemi tipinin
işlediği öne sürülm üştür. Bu ödül sistemleri, yenilikçilerin sistem üze­
rinde, yeniliklere dönük bilişsel ve teknik normların konması ve sem­
bolik ve m addî ödüllerin dağıtılması hususlarında uyguladıkları kont­
rolün miktarına göre farklılaşmaktadır. Hem yenilikçi grupları hem de
bunların ait oldukları ödül sistemleri, sürekli değişmekte, gelişmekte
ya da empirik çalışmaların tasarlanmasını zorlaştıracak muhtelif bi­
çimlerde kendilerini dönüştürm ektedirler.
Ödül sistemlerinin bu tipolojisi, daha ileri araştırmalar için birta­
kım alanlar sunmaktadır. İhtiyaç duyulan şey, önceden ayrı ayrı in­
celenmiş olan kültürel yenilikler üzerinde, aynı kavramsal çerçeveyi
kullanarak yapılacak karşılaştırmalı çalışmalardır. Spesifik olarak
konuşursak, aynı tip ödül sistemi içinde iş gören ama farklı kültürel
kurumlarda konumlanmış olan yenilikçi gruplarının ya da aynı kül­
türel kurum içinde olup farklı ödül sistemi tiplerinde iş gören yeni­
likçi gruplarının karşılaştırılması arzu edilebilir. Ayrıca, dışarıdaki bir
değişimin farklı ödül sistemi tipleri üzerinde yarattığı etkilerin kar­
şılaştırılması da işe yarayabilir. Örneğin birtakım kültürel alanlarda
oligopoller ortaya çıkmaktadır. Bu oligopoller, bu alanlarda üretilen
yeniliklerin doğasını nasıl etkilemektedir?
Nihâyetinde, her üç kültürel kurum da da ortaya çıkan benzer sü­
reçleri tartıştığımızdan dolayı, bir kurum un diğeri üzerindeki etkisini
incelemek de pekâlâ ilginç olabilir. Fikirlerin bir kültürel sistemden
diğerine yayılmasının, benzer ödül sistemi tiplerinden kaynaklı ola­
rak vukû bulduğu düşüncesi, oldukça makûl gözükmektedir. Bunun
sebebi; farklı kuram ların içinde olup da benzer ödül sistemi tiplerinin
üyeleri olanların, muhtemelen, bir sosyal şebekeden diğerine bağ ku­
rulmasına yol açacak belirli tipteki değerleri, tutumları ve davranışları
paylaşmalarıdır.

Kaynakça
Albrecht, M. C. (1973) “The arts in market systems.” Presented at the annual
meeting of the American Sociological Association, New York.
Back, K. (1971) Beyond Words. New York: Russell Sage.
Battcock, G. [ed.] (1968) Minimal Art: A Critical Anthology. New York: E.
P. Dutton.
Bellah, R. N. (1967) “Civil religion in America.” Daedalus 96 (Kış): 1-21.
Ben-David, J. (1968) Fundamental Research and the Universities. Paris:Or-
ganisation for Economic Development and Cooperation.
Ben-David, J.& Collins, R. (1966) “Social factors in the origin of a new dis­
cipline: the case of psychology.” Amer. Soc. Rev. 31 (Ağustos): 451-465.
Berger, P. (1972) “Religious establishment and theological education.’’Theo­
logy Today 19 (Temmuz): 178-191.
Bradbury, M. (1971) The Social Context of Modern English Literature.New
York: Schocken.
Carey, J. P. (1973) “An overview of Catholic theology.” Theology Today
30(Nisan): 25-41.
Crane, D. (1972) Invisible Colleges: Diffusion of Knowledge in Scientific
Communities. Chicago: Univ. Of Chicago Press.
Corwin R. G., (ed.) The Social Context of Research. New York:John Wiley.
De Grazia, A. (1963) “The politics of science and Dr. Velikovsky.” Amer.
Behav. Scientist 1 (Eylül): 33-37, 42-56.
Gross, L. (1973) “Art as the communication of competence.” Social Sci.
Information, 12 (Ekim): 115-141.
Hagstrom, W. (1965) The Scientific Community. New York: Basic Books.
Hammond, P. E. (1968) “Further thoughts on civil religion in American’s.
318-338 içinde: D. R. Cutler (ed.) The Religious Situation: 1968.Boston:
Beacon.
Heinrich, M. (1974) “The sacred as a market economy.” A.S.A.’nın yıllık
toplantısında sunulan tebliğ, Montreal.
Hirsch, P. M. (1972) “Processing fads and fashions: an organization-set
anaysis of cultural industry systems.” Amer. J. of Sociology 77 (Ocak):
639-659.
Kozloff, M. (1967) “Art criticism confidential,” s. 164-176 içinde: J. E. Mil­
ler ve P. D. Herring (ed.) The Arts and the Public. Chicago: Univ. Of
Chicago Press.
Kramer, H. (1973) The Age of the Avant-Garde. New York: Farrar, Straus &
Giroux. Krohn, R. G. (1972) “Patterns of institutionalization of resear­
ch,” s. 29-66 içinde: S. Z. Nagi ve
Kuhn, T. (1970) The Structure of Scientific Revolutions. Chicago:
Lakatos I. ve A. E. Musgrave (ed.) Criticism and the Growth of Knowledge.
Cambridge: Cambridge Univ. Press. Univ. of Chicago Press, 2. edition.
Luckmann, T. (1967) The Invisible Religion. New York: Macmillan.
Masterman, M. (1970) “The nature of a paradigm,” s. 59-89 içinde:
Merton, R. K. (1973) “The normative structure of science,” s. 267-278 için­
de R. K. Merton, The Sociology of Science. Chicago: Univ. of Chicago
Press.
Meyer, L. B. (1974) “Concerning the sciences, the arts-and the humanities.”
Critical Inquiry 1 (Eylül): 163-217.
Mulkay, M. J. ve B. S. Turner (1971) “Overproduction of personel and inno­
vation in three social settings.” Sociology 5 (Ocak): 47-61.
Peterson, R. ve D. G. Berger (1975) “Cycles in symbol production:the case
of popular music.”Amer. Soc. Rev. 40,2:158
Peterson, R. ve D. G. Berger (1971) “Entrepreneurship in organizations:
evidence from the popular music industry.” Admin. Sci. Q. 16 (Mart):
97-106.
Schoof, M. (1970) A Survey of Catholic Theology (§ev. N. D. Smith) Para-
mus, N.J.: Panelist Newman Press.
Thomson, V. (1974) “Making black music.” New York Rev. O f Books 21(17
Ekim): 14-15.
White, H. ve C. White (1965) Canvases and Careers. New York: John Wiley.
B İ l İm d e P r o b l e m A l a n l a r i ve
ARAŞTIRMA ŞEBEKELERİ*

M. J. Mulkay, G. N. Gilbert ve S. Woolgar

Giriş
M odern bilimdeki toplam büyüme, hemen hemen üslü bir biçimde
gösterilir.1 Bu büyüme modeli, ilke olarak, sadece birikimsel gelişimin
başlangıcında var olan araştırm a alanlarının kesintisiz genişlemesi ara­
cılığıyla üretilebilirdi; böylece bu genişleme, muhtemelen, araştırma
fırsatlarının yeniden üretilmesindeki azalma sürecinde ortaya çıkan ve
tekrar tekrar nükseden zihinsel kriz ve devrim dönemleri tarafından
noktalanmış olur.2 Oysaki gerçekte, farklı bir biçimde, yani tamamen
yeni araştırma yollarının yaratılması ve yeni araştırm a şebekelerinin
oluşturulması biçiminde meydana gelen çok sayıda bilimsel gelişme
sözkonusudur.3 Dolayısıyla şurası açıktır ki; yeni araştırma alanlarının

Çeviren: Vefa Saygın Öğütle


' Orijinal Eser: “Problem Areas and Research Networks in Science”, Socio­
logy, 9 (1975), 187-203.
1 Hızlı ve üslü büyüme, Price’a göre, bilimsel gelişimin birkaç yüzyıllık bir
özelliğidir. Bkz. Derek J. de Solla Price, Little Science, Big Science. New
York: Columbia University Press, 1963. Ancak bu yazı, sadece 20. yüzyılın
yüksek düzeyde kurumsallaşmış bilimi ile ilgilidir.
2 Thomas S. Kuhn, The Structure o f Scientific Revolutions. Chicago Univer­
sity Press, 1970 (2. Baskı).
3 Bu büyüme örüntüsünün versiyonları şu çalışmalarda tanımlanmıştır: D.
J. de Solla Price, ‘Networks of Scientific Papers’, Science, 149, 30 Temmuz
nasıl meydana geldiğini anlamak, bilimsel gelişme üzerine yapılacak
sosyolojik çalışmanın merkezidir.4
Bu yazıdaki amacımız; araştırm a alanlarının ortaya çıkışı ve büyü­
mesiyle ilgili bazı sosyal ve zihinsel süreçler hakkında, başlangıç aşa­
masında olmakla birlikte tutarlı bir teorik anlatım sunmaktır. Bu anla­
tım, muhtelif kaynaklar üzerinden inşâ edilecektir. Örneğin, çeşitli bi­
lim alanlarındaki belirli gelişmeler üzerine son yıllarda yapılan gittikçe
artan sayıda çalışma sözkonusudur.5 Analizimizi, m üm kün olduğun­
ca, böylesi vakâ çalışmalarının sağladığı kanıtlara dayandırdık. Aynı
zamanda, örneğin bilimdeki sosyal kontrol ve ödül sistemi ile oldukça
genel bir biçimde ilgilenen çalışmalar benzeri daha analitik çalışmala­
rı kullandık.6 Bunlara ek olarak, daha yakın dönemlerde yapılmış ve
daha iyi belgelenmiş teorik analizlerde geliştirilen kavramları devral­
makla birlikte, bilimsel büyümenin sosyal dinamiklerine ilişkin görece
erken dönemlerde yapılan araştırm alarda öne sürülen bazı spekülatif
mefhumları da benimsedik.7 Bir diğer düşünce ve veri kaynağı da,
bizim hem empirik hem de teorik olan kendi araştırmalarımızdır.8 Bu

1965, s. 510-5; A. Koestler, The Act of Creation, London: Hutchinson 1969,


Bölüm 10; ve M. J. Mulkay, ‘Conformity and Innovation in Science’, Socio­
logical Review Monograph 18, 1972, s. 5-24.
4 Bu ayrıca Nicholas C. Mullins tarafından da tartışılmıştır. Örneğin bkz.
‘The Development of Specialties in Social Sicience: The Case of Ethnomet-
hodology’, Science Studies, 3, 1973, s. 246 vd.
5 Örneğin Nicholas C. Mullins, ‘The Development of a Scientific Specialty:
The Phage Group and the Origins of Molecular Biology’, Minerva, 10, Ocak
1972, s. 51-82; David L. Krantz, ‘The Seperate Worlds of Operant and Non
Operant Psychology’, Journal of Applied Behaviourial Analysis, 4, 1971, s.
61 - 70; C. S. Fisher, ‘The Last Invariant Theorists’, European Journal of So­
ciology, 8, 1967, s. 216-44; John Law, ‘The Development of Specialties in
Science: The Case of X-ray Crystallography’, Science Studies, 3, 1973, s.
275-303.
6 Örneğin R. K. Merton, ‘Priorities in Scientific Discovery’, American Socio­
logical Review, 22, 1957, s. 635-59.
7 Özellikle iki çalışma zikredilmeyi hak etmektedir: G. Holton, ‘Models for
Understanding the Growth and Excellence of Scientific Research’, içinde: S.
R. Graubard ve G. Holton (ed.), Excellence and Leadership in a Democracy,
New York: Columbia University Press, 1962; ve Diana Crane, Invisible Col­
leges, University of Chicago Press, 1972.
8 Bunların bazılarına ilişkin açıklamalar şuralardadır: M. J. Mulkay, a.g.e.;
M. J. Mulkay ve D. O. Edge, ‘Cognitive, Technical and Social Factors in the
growth of Radio Astronomy’, Information Sur Les Sciences Sociales, 12 (6),
1973, s. 25-61; G. Nigel Gilbert, ‘The Development of Science and Scientific
farklı kaynakları kullanmak suretiyle, bilimdeki yeni araştırm a alan­
larının ortaya çıkışına dair genelleştirilmiş bir açıklama;* yani zihinsel
gelişim ile sosyal süreçler arasındaki bazı bağlantıları gösteren ve bi­
limsel gelişimin niceliksel karakteristikleri hakkında bilinen şeylerle9
tutarlı olan bir açıklama inşâ ettik.

Problem Alanları ve Araştırma Şebekeleri


Araştırma topluluğunun her bir aktif üyesi, diğer benzeri program lar­
dan bazı hususlarda daima farklı olan kendi araştırm a programına a n ­
gaje olm uştur.10 Bununla birlikte tüm araştırmacılar, topluluğun diğer
üyelerinin sağladığı malûmatı kullanır ve kendi buldukları sonuçlar
hakkında, az-çok düzenli bir biçimde, diğer ilgili bilim insanlarıyla ile­
tişim kurmaya çalışır. Araştırma programlarının gelişimini etkilemesi
muhtemel olan bu malûmat, bilimsel dergilerdeki formel yayınlar ara­
cılığıyla, informel olarak ise ön-basımların değiş-tokuşu, konferans­
lardaki özel tartışmalar ve laboratuardaki işbirliğine dayalı araştırma
vb. aracılığıyla bilim insanları arasında dolaşır." Diğer yandan, hem ­
cins bilim insanlarının araştırma-dışı bağlamlar içinde,12 sözgelimi öğ­
retim ya da eğlence esnasında kurduğu bağlar da, meslekten olmayan
insanlarla kurulan bağlarla birlikte,13 araştırmanın gidişatını etkiler.

Knowledge: The Case of radar meteor research’, Parex Proje Konferansı’nda


sunulan bildiri, 19 Aralık 1973, Konferans Tebliğleri’nde basılacak.
’ Aşağıdaki açıklamada, temel argümanı mümkün olduğunca açık ve özlü bir
biçimde ifade edebilmek için, az sayıda örnek tartışılmıştır. Bu yüzdendir ki
referanslarda, fevkalâde ayrıntılandırılmış bir dokümantasyon sunduk.
9 Özetle aktarıldığı yer: G. Nigel Gilbert ve Steve Woolgar, ‘The Quantitative
Study of Science: An examination of the literature’, Science Studies, 4, 1974,
s. 279-294.
10 N. Storer, The Social System of Science, New York: Holt, Rinehart and
Winston, 1966.
11 Bilimsel topluluğun iletişim sistemleri, şu çalışmalarda tanımlanmaktadır:
William D. Garvey, Nan Lin, ve Carnot E. Nelson, ‘Communication in Phy­
sical and Social Sciences’, Science, 170, 11 December 1970, s. 1166-73;
psikoloji açısından ayrıntılı bir çalışma için bkz. William D. Garvey ve Belver
C. Griffith, ‘Communications in a Science: The System and its Modificati­
ons’, içinde: A. de Rueck ve J. Knight (ed.) Ciba Foundation symposium on
communication in science: Documentation and automation, London: Chur­
chill, 1967.
12 H. Menzel, ‘Planning the Consequences of Unplanned Action in Scientific
communications’, içinde: A. de Rueck ve J. Knight, a.g.e.
13 Örneğin bkz. H. ve S. Rose, Science and Society, Penguin Books, 1969.
Bundan dolayı, bilimsel bilginin yaratımıyla bağlantılı, hem araştırma
topluluğunun içinde yer alan hem de topluluk sınırlarının ötesine u za­
nan oldukça karmaşık bir sosyal ilişkiler ağı sözkonusudur. Madem
ki bilgi sosyolojisinin bir parçası olarak kavranmaktadır, o halde bilim
sosyolojisinin merkezî problemlerinden biri, sözkonusu sosyal ilişkile­
rin zihinsel gelişim süreçleriyle nasıl bağlantılı olduğunu göstermektir.
Eğer kendimizi bir araştırm a topluluğu içinde vukû bulan ilişkiler
momentiyle sınırlandırırsak, bu tikel kolektivitenin nasıl kavramsal-
laştırılacağı sorusuyla karşı karşıya kalırız. Bu probleme yaklaşmanın
bir yolu, topluluğun disiplinler ve uzmanlıklar gibi resmî alt-bölümleri
üzerine yoğunlaşmak olabilir.14Ancak bilimin resmî örgütlenmesi, yeni
bilginin oluşmasını sağlayan fiilî sosyal ilişkilerle yalnızca zayıf bir bi­
çimde bağlantılıdır. Zira resm î bilimsel sınırların ötesine geçildiğinde,
bir yığın informel araştırmacı şebekesi kendini gösterir; ve bu şebeke­
lerden her biri, bir ilgili ‘problemler’ dizisinin araştırılması etrafında
küm elenmiştir.15 Bugün için araştırm a şebekelerinin varlığını ispatla­
yan dikkate değer sayıda kanıt varsa d a,16 bunların sadece küçük bir
kısmı ayrıntılı bir biçimde çalışılmıştır. Aşağıdaki analizden izleneceği
üzere bunlar, herhangi bir zaman içinde, boyutları açısından büyük
oranda çeşitleneceklerdir. Ancak Price’ın tahminine göre, yüz civarı
üyeyi geçmeleri olası değildir.17 Bilimdeki böylesi görece küçük sosyal
gruplaşmaların önemi, birkaç sebepten ileri gelmektedir. İlk elde; çok

14 Bu yaklaşım, ‘Görünmez Kolej’ (Invisible College) hipoteziyle ilgili olanla­


rın bazılarınca benimsenmiştir. Bkz: Derek J. de Solla Price, Little Science,
Big Science, a.g.e., s. 62-91; Diana Crane, ‘Social Structure in a Group of
Scientists: A Test of the Invisible College Hypothesis’, American Sociologi­
cal Review 34, 1969, s. 335-52; Susan Crawford, ‘Informal communicati­
on among scientists in Sleep Research’, Journal of the American Society of
Information Science, 22, 1971, s. 301-10; J. Gaston, ‘Communication and
the Reward System of Science: A Study of a National “Invisible College” ’,
Sociological Review Monograph, 18, 1972, s. 25-42.
15 Nicholas C. Mullins, ‘The Distribution of Social and Cultural Properties in
Informal Communication Networks among Biological Scientists’, American
Sociological Review, 33, 1968, s. 786-797; Communication among Biologi­
cal Scientists. Doktora Tezi, Harvard University, 1967.
16 Örneğin Diana Crane, Invisible Colleges, a.g.e.; Susan Crawford, a.g.e.;
Derek J. de Solla Price ve Donald deB. Beaver, ‘Collaboration in an Invisible
College’, American Psychologist 21, 1966, s. 1011-8.
17 Derek J. de Solla Price, Little Science, Big Science, a.g.e., s. 83. W. D.
Garvey ve B. C. Griffith, psikoloji literatürü üzerine yaptıkları bir çalışma­
dan hareketle, çoğu makalenin dolaysız okuyucu kitlesinin çoğu zaman 200
sayıda alanda gereksinim duyulan yoğun bir araştırma, herhangi bir
bilim insanının yaşama geçirdiği araştırma faaliyetinin epeyce bir u z­
manlaşmaya yönelmesi anlamına gelir, ikinci olarak; araştırmacıların,
teknik malûmatı sınırlı sayıda kaynaktan alabildikleri görülmektedir.
Price’a göre, şebekelerin boyutunu yüz üyelik bir çevreyle sınırlandı­
ran şey, işte bu etkendir. Üçüncü olarak; görünen odur ki araştırm a­
cılar, genellikle, kendilerinkiyle bir biçimde benzer problemlere ilgi
gösterenlerle iletişim kurmayı tercih etmektedirler. D ördüncü olarak;
araştırmacılar, yürüttükleri projelerin pahalı ve olmazsa olmaz bir ci­
hazı paylaşmayı gerektirdiği durumlarda, bir arada çalışmaya ihtiyaç
duyabilmektedirler.18 Bu etkenler, hep birlikte, iletişim seçimlerinin
kümeleşmesine yol açmaktadır. Bir zaman diliminden ayrı olarak, her
bir araştırmacı, çalışmalarını bilhassa önemli bulduğu birtakım başka
kişileri tanır durum dadır. O, sözkonusu kişilerin adlarını, onlardan
edindiği malûmatın resmî tanınmasında zikredecek19 ve çoğu zaman
onlarla informel bir irtibat kuracaktır. Sözkonusu araştırmacının ken­
di araştırma programı ve ‘meslektaşları’nın araştırm a program lan ge­
liştikçe, bu özel ve emsalsiz iletişim şebekesinin bileşimi değişecektir.
Şebekesindeki üyelerden her biri, yeri geldiğinde, aynı ilgiye sahip
diğer birtakım bilim insanlarının çalışmalarını keşfedecektir.20 Bu
seçimler, katılımcıların ortak ya da bağlantılı araştırma ilgilerini id­
rak etmeleri temelinde yapıldığı için, çoğu bağın karşılıklı olması ve
bunun yanısıra, doğrudan irtibat içinde olmayanların çoğunun da az
sayıdaki arabulucular aracılığıyla ‘bağlantılı’ hale getirilmesi kuvvetle
muhtemeldir. Şebeke her ne kadar ille de doğal bir sınıra sahip olm a­
yacaksa da -zira bağların bazıları ve belki de çoğu karşılıklı değildir-,'
bir araştırma şebekesi şeklindeki görece şiddetli bir ilgi bağı yoğun­
laşmasından21 söz edebiliriz. Kısaca ilgi bağları, ve tabiî ki şebeke,

okuyucudan fazla olmadığı tahmininde bulunurlar. (‘Scientific information


Exchange in psychology’, Science, 146, 1966, s. 1955-9.)
18 Bu durum, oldukça sık bir biçimde, ‘Büyük Bilim’de, örneğin Yüksek Enerji
Fiziği’nde (bkz. Gerald M. Swatez, ‘The Social Organization of a University
Laboratory’, Minerva, 8, 1970 s. 36-58) ortaya çıkıyor görünmektedir.
19 N. Kaplan, ‘The norm of citation behaviour’, American Documentation,
16, 1965, s. 179-84.
20 Diğer bilim insanlarının yaptığı çalışmaların yararlı olduğunu saptamak
için bilim insanları tarafından kullanılan yöntemler, henüz araştırılmamış
olup dikkatli bir incelemeyi hak etmektedir.
' Bir araştırma şebekesi, ilgi bağlarının yoğunlaşması açısından tanımlandığı
için, doğallığında herhangi bir sınıra sahip değildir. Bunun önemli içerimle-
katılımcıların, diğerlerinin yaptığı araştırmaların kendi çalışmalarıyla
alâkalı olduğunu idrak etmesiyle ortaya çıkar.
Bu durum , bir diğerinin bulduğu sonuçları değerlendirmeye yetkili
olan araştırmacılar arasında düzenli bir malûmat değiş-tokuşunun var
olduğu bir araştırma şebekesi düzeyinde kendini gösterir; bu düzey,
bilimsel bilginin var olduğunu söyleyebilmenin henüz zor olması bir
yana,22 bilimsel konsensüsün ilk kez tesis edildiği düzeydir. Diğer yan­
dan bilimsel araştırmanın yeni alanları, ancak böylesi sosyal şebeke­
lerin oluşumu aracılığıyla meydana gelir. Örneğin, moleküler biyoloji­
nin23 ya da radyoastronom inin24 kökenlerini izlediğimizde, dişe doku­
nur anlamda ne tam bir araştırm a topluluğunun ne tikel disiplinlerin
ne de uzmanlıkların sözkonusu olduğunu görürüz. Bu her iki alan
da, var olan araştırm a alanlarında marjinal kalmış birkaç kişinin ger­
çekleştirdiği araştırma faaliyetleri sayesinde gelişmiştir.25 Bu iki alan­
daki entelektüel kapsam ve katılımcı sayısı, yıllar geçtikçe disipliner

rinden biri şudur: Bir şebekenin çoğu üyesi son derece kolay bir biçimde
teşhis edilebilirse de, üyeliği şüpheli olan belli bir miktar kişi daima olacaktır.
Bir araştırma şebekesinin üyeleri, pratikte, spesifik bir bilimsel içeriğe sahip
yazıların yazarlığı, meslekî irtibat örüntüleri ya da araştırma gruplaşmalarına
ilişkin katılımcıların kendi görüşleri gibi seçme kriterlerine göre tanımlanır­
lar. Burada, böylesi kriterlerin kullanımında kendini gösteren güçlükleri tar­
tışmayacağız. Bunun yerine, farklı seçme kriterlerinin kullanıldığı tarzların,
hem geniş ölçüde farklılaşmış araştırma üyeliklerini tanımlamaya yol açma­
yacağını hem de gözlemlediğimiz gelişim örüntüsünü önemli ölçüde etkile­
meyeceğini varsayacağız. Bundan başka, bulgularımız ile araştırma prosedür­
lerimiz arasında bir biçimde bağlantı olacağının; ve teorik yorumun daima
fiilen kullanılagelen operasyonel prosedürlerin ışığında yapılması gerektiğinin
farkındayız.
21 karş. J. A. Barnes, ‘Class and Communities in a Norwegian Island Parish’,
Human Relations, 8, 1954, s. 39-58.
22 J. Ziman, Public Knowledge, London: Cambridge University Press, 1968,
bölüm 4; M. Polanyi, Personal Knowledge, London: Routledge and Kegan
Paul, 1958.
23 Nicholas C. Mullins, ‘The Phage Group and the Origins of Molecular Bi­
ology’, a.g.e.
24 M. }. Mulkay ve D. O. Edge, a.g.e.
25 Bir biçimde marjinal kalan bilim insanlarının önemi, psikolojinin (J. Ben-
David ve Randall Collins, ‘Social Factors in the Origins of a New Science’,
American Sociological Review, 31, 1966, s. 415-465), bakteriyoloji ve psika­
nalizin (Joseph Ben-David, ‘Roles and Innovaitons in Medicine’, American
Journal of Sociology, 65, 1960, s. 557-60) ve fiziksel kimyanın (R. G. A.
Dolby, ‘Social Factors in the Origin of a New Science: the Case of Physical
boyutlarda büyümüştür elbette. Ancak bu büyüme, her biri belirli bir
araştırma şebekesiyle bağlantılı olan görece farklı problem alanlarının
tedricen çoğalmasıyla gerçekleşmiştir.* Bu durum , aşağıdaki diyag­
ram da yer alan radyoastronomi örneğinde sergilenmiştir (EK 1). Bu
yüzden aşağıda, araştırm a şebekelerinin büyüme modellerine dair bir
inceleme yapmak suretiyle bilimsel gelişimin dinamiklerini açıklamaya
çalışacağız.

Araştırma Şebekelerinin Gelişimi


Araştırma şebekelerini, açık sınırları olmayan ilgi yoğunlaşmaları ola­
rak tanımladık. Bu am orf sosyal gruplaşmalar, kısmen personelin üst
üste binmesinden kısmen de göçten dolayı, sürekli bir akış halindedir­
ler.26 Herhangi bir zaman dilimindeki bir araştırma topluluğu, bir bü­
tün olarak ve tikel disiplinler ya da uzmanlıklarla birlikte, farklı oluşum,
büyüme ya da gerileme aşamalarındaki çok sayıda şebekeden oluşmuş
bir şey olarak düşünülebilir. Tikel bir şebekedeki evrimi tam manasıyla
anlayabilmek için, bu tikel şebekenin kendi üyelerini, problemlerini
ve yöntemlerini içinden çekip çıkardığı diğer ilgili şebekelerde hangi
süreçlerin vukû bulduğunu; ve ayrıca, bu tikel şebekenin sonraki geli­
şiminin komşu alanlardan ne şekillerde etkilendiğini bilmemiz gerekir.
Bununla birlikte, yeni bir araştırma alanı bir kez belirginleşmeye, yani
yeni bir şebeke bir kez biçimlenmeye görsün, bu alanın gelişimi çoğu
zaman oldukça tipik bir aşamalar dizisini takip eder. Her bir aşamada,
kısmen diğer şebekelerle kurulan ilişkilere bağlı olarak, dikkate değer
bir çeşitliliğin ortaya çıkması m ümkündür. Özellikle hızlı gelişim du­
rumlarında, aşağıda verilen açıklamadan önemli bir sapma olabilir.
Yine de, zaman zaman alternatif olasılıklara dikkat çekecek olsak da,
bu yazıda, tek ve yaklaşık bir büyüme modelinin ana hatlarını çizmeye
yoğunlaşacağız.

Chemistry’, yayımlanmamış yazı, Department of Philosophy, University of


Leeds) oluşumuna dair vakâ çalışmalarında da vurgulanmıştır.
* Bir şebekenin üyelerince paylaşılan yerleşik bilgiye ve yaygın problemlere
atıfta bulunurken ‘problem alanı’, ‘araştırma alanı’ ya da ‘alan’ terimlerini
kullanacağız.
26 Bilim insanlarının hareketliliğine dair bazı malûmatlar, şu çalışmalarda bil­
dirilmiştir: William D. Garvey ve Kazuo Tomita, ‘Continuity of productivity
by scientists in the years 1969-71’, Science Studies, 2, 1972, 379-83; ve V. P.
Singh, ‘Mobility Patterns in Three Scientific Disciplines’, A.S.A.’nm bir top­
lantısında (New Orleans, Louisiana, 28-31 Ağustos, 1972) sunulan tebliğ.
Bir araştırm a alanının büyümesinde üç temel aşamanın var oldu­
ğu görülmektedir. Bu aşamalar, idealize edilmiş bir büyüme eğrisinin
sergilendiği EK 2’de gösterilmektedir.27 EK 2’de büyüme, yayınlanan
yazı sayısıyla ya da alana faâl olarak angaje olmuş araştırmacı sayısıyla
ölçülmektedir.28 Her bir aşama, bir arada bulunan belirli zihinsel ve
sosyal gelişmelerle karakterize olmaktadır. Birinci aşama boyunca, ka­
tılımcıların, katkıda bulundukları araştırma alanına dair açık bir kav­
rayışa sahip olmaları olası değildir. Böylesi bir kavrayış ancak, dikkate
değer bir zihinsel konsensüs derecesine ulaşıldıktan sonra, yani hangi
bilim insanlarının alanın gelişimine fiilen katkıda bulunduğu hakkında
makûl derecede açık bir kanaate varmanın katılımcılar ya da dışarı­
dakiler açısından m üm kün hale geldiği ikinci aşam ada ortaya çıkar.
Dolayısıyla birinci aşamadaki büyümenin ana hatlarını çizmek, çoğu
zaman yalnızca geriye dönük bir bakışla (retrospectively) m üm kündür.
Araştırma topluluğuna yeni katılanlar, bir ya da daha fazla usta
araştırmacıya çıraklık etmek suretiyle ehliyet kazanırlar.29 Böylece on­
lar, ya kurulu bir araştırm a şebekesine girerler ya da oluşum sürecin­
deki bir şebekenin bir dizi yeni problemine ilgi duymaya başlamış
olan olgun bir bilim insanı tarafından yönlendirilirler.30 Araştırmaya
yeni katılanlar, bundan dolayı, yeni bir alanın oluşum unda asla tek
başlarına sorumluluk almazlar. O halde birinci aşam anın en önemli
özelliği, çözülmemiş problemlere, beklenmedik gözlemlere ya da ola­
ğandışı teknik gelişmelere ve alanın dışına uzanan arayışlara ilişkin
olup, var olan bir alanda halihazırda iş başında olan bilim insanlarınca
oluşturulm uş bir kavrayışa sahip olmasıdır. Bu kavrayış çeşidi, bilim­
de sürekli nükseder ve çeşitli biçimler alabilir. Örneğin, bir araştırma
program ının parçası olarak gerçekleştirilen bir deney, sadece arzu
edilen verileri sağlamakla kalmaz, ama aynı zamanda, beklenmedik
bir biçimde, evvelce şüphelenilmeyen başka fenomenlere dair göz­

27 Bu grafik, Diana Crane’in bir grafiğinden türetilmiştir: Invisible Colleges,


a.g.e., s. 172.
28 Bilim insanlarının üretkenliği, bir ortalama olarak alındığında, oldukça kü­
çük bir alanın ötesinde çeşitlendiği için, büyüme ya yazarları ya da yazıları
sayarak ölçülebilir. Bkz. D. ]. de Solla Price, ‘Networks of Scientific Papers’,
a.g.e.
29 Karş. Warren O. Hagstrom, The Scientific Community, New York: Basic
Books 1965, s. 105-152; J. R. Ravetz, Scientific Knowledge and its Social
Problems, Oxford University Press, 1971, Bölüm 3; Thomas S. Kuhn, a.g.e.
30 H. A. Zuckerman, ‘The Sociology of the Nobel Prizes’, Scientific Ameri­
can, 217, 1967, s. 25-33.
lemler de sağlar. Bazı durum larda bu beklenmedik gözlemlerin, işin
başında elde edilmeye çalışılan verilerden daha önemli olduğu fark
edilir.31 ikinci olarak; araştırmacılar, kendi ilgi alanlarındaki problem­
ler ile bir diğer alandaki problemler arasında benzerlikler görebilirler.
Bu durum da, belirli bir alandaki teknikleri, teorileri ya da problem
çözümlerini, sıklıkla bir parça değiştirilmiş bir biçimde, bir diğerine
taşımaya çalışabilirler.32 Üçüncü olarak; bir alanda geliştirilen teorile­
rin ya da problem çözümlerinin başka alanlardaki araştırmalara dönük
sonuçlar taşıması gerektiğini söyleyen öngörülere, araştırmacıların,
bu türden bir öngörünün doğru olup olmadığını tetkik edecek yeni bir
şebeke oluşturmak suretiyle karşılık verdiği örnekler sözkonusudur.33
Son olarak ise;* araştırmacıların, bir diğer inceleme alanında güçlü bir
biçimde kurulmuş bir perspektife dayanarak, mevcut bir alanın etraf­
lıca yeniden tanımlanması gerektiğini düşünmeye başladığı durumlar
sözkonusudur.34
Araştırmacıların neden yeni bir araştırma yoluna girdiklerini her
şey olup bittikten sonra anlamaya çalıştığımızda, daima bir problem
baş gösterir. Eğer bir alan sonradan başarılı hale gelirse, ki normal
olarak sosyologların inceleyebileceği alanlar böylesi alanlardır, baştan
beri bu alanda bulunanlar, bilimsel önemde sonuçlar üretmenin m üm ­
kün olduğunu düşündükleri için yeni bir alana girdiklerini söylemeye
meyledeceklerdir. Ancak bu tarz ifadeler, katılımcıların sadece bilim­
sel bilgiyi genişletmekle ilgili oldukları anlamına gelmez. Zira yeni
oluşan bir alana girme kararı, bir bilim insanının kariyerine dönük

31 Örneğin bkz. D. O. Edge ve M. J. Mulkay, A Preliminary Report on the


Emergence of Radio Astronomy in Britain, Cambridge University Engineering
Department, CUED/A—Mgt. Stud/T R8, 1972, Bölüm 8. Pulsarların keşfine
dair.
32 Örneğin Protein X-ray kristalografisinin ortaya çıkışına dair bkz. J. Law,
Specialties in Science: A sociological study o f X-ray crystallography, Doktora
Tezi, University of Edinburgh, 1972.
33 Ziraî kimya, buna bir örnek sağlayabilir: bkz. W. Krohn ve W. Schafer,
‘Origins, Structure and Institutionalization of Agricultural chemistry’, Parex
Project konferansında sunulan tebliğ, 18-19 Aralık 1973; bir diğer açık ör­
nek, 21 cm. çizgi’deki araştırmadır: D. O. Edge ve M. J. Mulkay, a.g.e.
* Bu listeyi tamamlamak mümkün değildir. Üstüne üstlük bu maddeler, ana­
litik anlamda belirgin olmayabilecek bir listeye aittir.
34 Bu durum, görünen odur ki, deneysel psikoloji örneğinde de ortaya çık­
maktadır (J. Ben-David ve R. Collins, a.g.e.).
önemli içerimler taşıyabilir.35 Bir bilim insanının araştırm a kariyerin­
deki başarısı büyük ölçüde bulgularının niteliği ve niceliği tarafından
belirlendiği için,36 o bilim insanının verimsiz bir konuyu seçmesi, ka­
riyerini ciddi bir biçimde tehlikeye sokabilir. Sonuç olarak, yeni bir
alan kurmaya girişenler, kendi meslekî itibarlarını iyileştirmekle ilgili
oldukları kadar bilimin ilerlemesini sağlamakla da ilgili olabileceklerse
de, yine de verdikleri bu karar, yeni alanın bilimsel potansiyeline iliş­
kin yaptıkları değerlendirmelerden geniş ölçüde etkilenecektir.’ Ancak
yeni bir alana girmek, bu alanın taşıdığı potansiyeli, genel ve sarih
bilimsel önem kriterlerine göre değerlendirmeyi içermez. Daha ziyâ­
de bu, içine girilecek alandaki muhtemel sonuçların önemini, ilk ve
yerleşik alanın geleceğinde ortaya çıkabilecek sonuçlarla kıyaslayarak
tartmaya; erişilebilir ve potansiyel olarak daha verimli olan başka araş­
tırma yollarının olup olmadığını kestirmeye; araştırmanın malî destek
sağlayıp sağlamayacağını muhakeme etmeye;37 ve yeni problemlere
çözümler bulma olasılığını değerlendirmeye dönük karmaşık ve geniş
ölçüde zımnî bir süreçtir. Bu demektir ki, yeni alanlar kuranlar, şu
tarz şebekelerden gelme eğiliminde olacaklardır: üyelerinin, mevcut
sonuçların öneminde belirgin bir azalma algıladığı şebekeler;38 üye­
lerinin, daha geniş çapta uygulanabilir olduklarına dair belirtiler gös­

35 Fred Reif ve Anselm Strauss, ‘The impact of rapid discovery upon the
scientist’s career’, Social Problems, 12, 1964, s. 297-31 1. Ayrıca bkz. Gérard
Lemaine ve Benjamin Matalon, ‘La lutte pour la vie dans la cité scientifique’,
Revue Française de Sociologie, 10, 1969, s. 139-165.
36 Stephen Cole ve Jonathan Cole (‘Scientific Output and Recognition: A
study of the reward system in science’, American Sociological Review, 32,
1967, s. 377-390), yayımlanan yazıların niteliği ve niceliği ile yazarların ka­
zandığı şeref pâyesi arasında korelasyonlar bulmaktadır.
' Yeni bir alana bağlılık, bütünsel bir bağlılık olmak zorunda değildir; zira bazı
durumlarda araştırmacılar, açıkça diğer alanlardaki yeni araştırma yollarının
peşine düştükleri halde, belirli bir alana katkıda bulunmayı sürdürebilirler.
57 Yeni bir alanın büyümesinde fonların varlığının etkisine dair bir örnek için
bkz. W. I. Jenkins ve I. Velody, ‘Behavioural science models for the growth of
inter-disciplinary fields: the cases of biophysics and oceanography’ O.E.C.D.
için hazırlanmış ve yayımlanmamış çalışma, Department of Social Sciences
and Economics, Loughborough, 1969.
38 Örneğin; “1933-34’te, birkaç fizikçi, temel fiziğin geleceğini tartışırken,
fiziğin belirli bir zaman zarfında (yeni makineler, geniş ölçekli araştırmaları
belirli bir oranda mümkün kılana dek) ilgi çekici hiçbir araştırma sağlama­
yacağı sonucuna varmış” ve bu yüzden de, dikkatlerini biyolojik problemlere
yöneltmeye (ve netice olarak Bakteriyofaj Çalışması’na başlamaya) karar ver-
teren bilgi ya da tekniklerde özel bir uzmanlığa sahip olduğu şebeke­
ler;39 üyelerinin hali hazırda, başkaca araştırma alternatiflerine sahip
olmadığı ya da çok az sahip olduğu şebekeler; ve muhtemelen dışsal
olaylar tarafından kesintiye uğratılmış olan ve bu yüzden üyelerinin,
yerleşik bir araştırm a alanına dönük uzun süreli bir bağlılık taşım a­
dıkları şebekeler.40
Birinci aşamanın başında, başlangıç halinde olan şebeke, asgarî bir
sosyal örgütlenmeye sahiptir. Farklı bölgelerdeki ve farklı ülkelerde­
ki araştırmacılar, sıklıkla benzer çalışmaların başka yerlerde de yü­
rütüldüğünü fark etmeksizin, aynı problemlerle meşgûl olabilirler.41
Problemler henüz eğreti tanımlanmış ve araştırma teknikleri de henüz
tam gelişmemiş olduğu için, bazı basit keşif gezilerine girişilir. Çoğu
zaman bu keşif gezileri, (sonradan ortaya çıkacağı üzere) kullanılan
teknik ve teoriler uygunsuz ya da yanlış anlaşılmış olduğu için, ba­
şarısızlığa uğrar. Bununla birlikte, bu başlangıçtaki keşif gezilerinin
bir araştırma programı içinde nasıl geliştiği o esnada açık olmadığı
için, görünüşte başarılı bazı teşebbüsler bile bilimsel topluluk tarafın­
dan tamamen göz ardı edilir.42 Alan, yerleşik bir araştırm a alanı haline
gelene dek, başarısız keşif gezileri yapanların çoğu, ya kendi orijinal

inişlerdir. Nicholas C. Mullins, ‘The Phage Group and the Origins of Mole­
cular Biology’, a.g.e.
39 Örneğin II. Dünya Savaşı’nın sonunda meteorları araştırmak için radar
tekniklerini kullanmaya başlayan radar bilimcileri: G. Nigel Gilbert, a.g.e.
40 Örneğin M. J. Mulkay ve D. O. Edge, a.g.e.
41 Bu durum, çoklu keşiflere dair bazı örnekleri izah edebilir. Bkz. R. K. Mer­
ton, ‘Singletons and Multiples in Scientific Discovery’, Proceedings o f the
American Philosophical Society, 105, 1961, s. 470-86. Şebekelerin gelişi­
mindeki erken aşamalarda diğer araştırmacıların faaliyetlerine dair kendini
gösteren bilgisizlik, Diana Crane (Invisible College, a.g.e., s. 110) tarafından
vurgulanmıştır.
42 E. L. Hess (‘The Origins of Molecular Biology’, Science, 168, May 1970,
s. 664-9), “moleküler biyoloji yaklaşımının, takdir görmesinden önce gelen
daha derin bir geçmişe kök saldığını” iddia etmekte ve moleküler biyolojinin
ortaya çıkışının, zamanında önemi takdir edilmeyen bir kimyasal ve biyolo­
jik deneyler alanının önsel başarısına bağlı olduğunu göstermektedir. Ayrıca
bkz. E. A. Carlson, ‘An unacknowledged founding of Molecular Biology-H.
1. Muller’s contribution to Gene Theory’, 1910-1930, Journal of the History
o f Biology, 4, 1971, s. 149-70; ve Gunther Stent, ‘The Premature and the
Unique in Scientific Discovery’, Proceedings of the Conference on the His­
tory of Biochemistry and Molecular Biology, 21-23 Mayıs 1970, Brookline,
Massachusetts: The American Academy of Arts and Sciences, s. 29-45.
problem alanlarına dönecekler ya da diğer alanlarda keşif gezileri yap­
maya başlayacaklardır.
Keşif safhasında seçilen değişkenlerin ve kullanılan tekniklerin ba­
sit olmaya eğilim göstermesinden ve ilgililer arasında çok az bir ile­
tişim olmasından dolayı, bu aşamada, belirli bir keşif çokluğu ve so­
nuçlara dönük çok sayıda öngörü olasılığı sözkonusudur. Bu durum
sıklıkla, düpedüz öncelik için rekabete neden olur.43 Sonuçlara dönük
rekabette kazanılan erken bir öncülük, çoğu zaman kaynaklara en ça­
buk ulaşanlar tarafından elde edilir.44 Bu kaynakların en önemlileri;
elverişli teknikler, lisans-üstü öğrencileri,45 araştırm a fonları, yayın
yolları46 ve komşu alanlarda bulunm akta olup yeni araştırma girişimi­
ne bilimsel meşruiyet pâyesi vermede katkısı olabilecek olan kişilerin
onayıdır. Bu kaynakların erişilebilirliği, pek çok durum da, kendileri
yeni alanın kıyısında dursalar da, himâye ettikleri gençlerin bu yeni
alana girişini faâl bir biçimde destekleyen saygın bilim insanlarının
varlığı ya da yokluğuyla geniş ölçüde belirlenir.
Birinci aşama, farklı farklı araştırmacıların ya da araştırma grupla­
rının yeni problemleri fark etmeye ve araştırma için hazırlık çalışmala­
rına girişmeye başladığı bir keşif gezisi safhasıdır. Bu aşamadaki malî
kaynaklar, sonradan elde edilenlerle kıyaslandığında, çoğu zaman az­
dır. Bu sebepten dolayı ve yanı sıra keşfe dönük araştırm a çoğunlukla
özel olarak tasarlanmış cihazlara bağlı olduğu için, sözkonusu aşa­
ma, deneysel ustalığın son derece önemli olduğu bir dönemdir. (Daha
sonra, cihazların tasarım ilkeleri kabul edildiği zaman, pek çok araş­
tırmacı, belirli bir amaç için özel olarak yapılmış, ticarî olarak tasar­
lanmış bir donanımı kullanmaya başlayacaktır.) Bu ilk adımlar, çeşitli
disipliner dergiler arasında ve genel-amaçlı dergiler içinde dağılmaya

45 Karş. R. K. Merton, ‘Priorities in Scientific Discovery’, American Socio­


logical Review, 22, 1957, s. 635-59. Öncelik uğruna girişilen böylesi bir re­
kabete ilişkin örnekler, şurada da tartışılmıştır: D. O. Edge ve M. J. Mulkay,
a.g.e.
44 Nicholas C. Mullins, kişisel konuşma.
45 Araştırma şebekesinin büyümesi açısından öğrencilerin önemi, N. C. Mul­
lins tarafından iki vakâ çalışmasında vurgulanmıştır: ‘The Development of a
Scientific Speciality: The Phage Group’ (a.g.e.) ve ‘The Case of Ethnomet-
hodology’ (a.g.e.).
46 Yayın yollarının, yani bulguya dönük güçlüklerin önemi için bkz. Nicho­
las C. Mullins, ‘The Case of Ethnomethodology’, a.g.e., s. 269; ve David L.
Krantz, ‘Schools and Systems’, Journal for the History of the Behavioural
Sciences, 8, 1972, s. 91-95.
meyilli ilksel sonuçlara yol açar.* Bu ilk yayınların bir sonucu olarak,
yeni problemler üzerine birbirinden bağımsız olarak çalışanların ba­
zıları, ortak ilgilerinin farkına varırlar ve informel bir irtibat kurmaya
başlarlar. Meydana gelen bir dizi karşılıklı malûmat değiş-tokuşu, bul­
gu ve fikirlerin hızlı yayılımını kolaylaştırarak, araştırmacılara birkaç
biçimde yardımcı olur. İlk olarak, çalışmalarının kalitesini geliştirme­
lerine katkıda bulunur. İkinci olarak, halihazırda tamamlanmış ya da
başka yerlerde zâten devam etmekte olan projelere girişmekten kaçın­
malarını sağlar. Üçüncü olarak da, bilimsel bir konsensüsün aşama
aşama yaratılmasına olanak verir.
Bir alana ilk girenler arasında, başlangıçta kendini gösteren m alû­
mat değiş-tokuşu, birkaç spesifik mesele üzerinde yoğunlaşır. Bir ya­
zının yayımlanması (ya da sonuçların başka bir biçimde iletilmesi),
yazıda tanımlanan teori ve yöntemlerin, yazar tarafından, sadece ken­
di araştırması için değil, ama aynı zamanda ele aldığı probleme dair
herhangi bir çalışma için de uygun görüldüğünün bir ifadesi olarak
görülebilir.” Benzer problemler üzerine çalışan bilimsel okur, bu ‘tek­
life, ya yazarın açıklamasını kabul edip bu açıklamanın içerimlerini
kendi program ında takip ederek ya da alternatif bir perspektif önere­
rek cevap verecektir. Her iki durum da da dikkatler, ortak ilgiyi hâiz
meseleler üzerine yoğunlaşacak ve bu meseleler, tüm ilgili taraflarca
kabul edilebilir biçimlerde çözülmeye ya da geliştirilmeye çalışılacak­
tır. Bu süreç, ortak ilgiye dayalı bir problem alanına uygun teoriler,
yöntemler ve problemler hakkında, başlangıçta farklı görüşlere sahip
araştırmacılar arasında yürütülen bir ‘müzakere’ olarak görülebilir.47
Bu müzakerenin bir sonucu, muhtemelen, bir uzlaşma zemininde an ­

’ İstisnaî bir biçimde hızlı büyüyen alanlar, araştırmacıların, önce geldiklerini


kanıtlamak için, yalnızca çabucak yayın yapan birkaç dergiye yazı yollama
eğiliminde olmalarından dolayı, olağandışı olabilir. Bundan başka, gelişimin
hızı üç yıllık lisans-üstü projelerine izin vermeyeceği için, böylesi alanlar
açısından lisans-üstü öğrencilerinin varlığı daha az önem taşıyacaktır.
“ Bu durum, katılımcıların, ortak problemlere dönük biricik çözümler olduğu­
nu varsaydıkları ölçüde geçerlidir. Ancak bazı alanlardaki araştırmacılar, as-
lolarak, beklendik hiçbir biricik çözümün olmadığı çözümlemesi sonucu,
karmaşık bir fenomenin sürekli izlenmesiyle ilgilidirler. Bu örneğin, Güneş’in
bozduğu radyo yayınlarına dair bir çalışma açısından geçerlidir. Böylesi alan­
larda, ne müzakere, ne rekabet ne de konsensüs sağlamaya dönük bir hareket
(yukarıya bakınız) bilhassa sözkonusudur.
47 Bilim insanları arasındaki müzakere mefhumu, benzer bir biçimde şurada
da kullanılır: H. M. Collins, ‘The Seven Sexes: The Sociology of Phenomena
laşmaktır. Bununla birlikte, ortaya konan perspektifler eğer oldukça
farklıysa, müzakereler kesintiye uğrayabilir ve iletişim sona erebilir.
Böylesi iletişim başarısızlıkları, ekseriyetle, bir ya da daha çok alandan
gelen araştırmacıların var olan bir şebekeye taşındıkları ve bu şebeke­
nin yerleşik problemlerini kendi yeni perspektifleriyle yeniden tanım ­
lamaya çalıştıkları durum larda ortaya çıkma eğilimi gösterir.48 Yine
de pek çok durumda, müzakerenin bir sonucu olarak, araştırılması
gereken problemlere, bilhassa önemli olan değişkenlere, üzerine ça­
lışmaya değer olup da özel bir önem taşımayan şeylere49 ve ayrıca en
elverişli tekniklere dair bir anlaşmaya ulaşılır. Bu anlaşmanın doğası,
tüm müzakere biçimlerinde olduğu gibi, sadece müzakere eden ta ­
rafların başlangıçtaki konum larına değil, ama aynı zam anda itibar ve
gücün kademeli dağılımına ve katılımcılar açısından m alûm attan fay­
dalanm a hususunda kendini gösteren farklılıklara da bağlı olacaktır.
Dolayısıyla daha saygın bilim insanları, sahip oldukları üstünlükler,
kaynaklar üzerindeki denetimleri ve diğer bilim insanlarına göre daha
fazla göz önünde olmaları sayesinde, gelişen konsensüsün biçimlen­
mesinde, daha az donanımlı meslektaşlarına kıyasla daha büyük bir
etkiye sahip olacaklardır.
Bu son noktayı aydınlığa kavuşturmak için, bilimsel topluluktaki
tabakalaşma sistemi hakkında kısa bir açıklama yapmak gerekir. Top­
luluk, görünen odur ki, iyi tanımlanmış bir seçkinler yapısına sahiptir.
Bu yapı, karşılıklı olarak birbirini pekiştiren ve dikkate değer derecede
eşitsiz bir ödül dağıtımına neden olan bir dizi süreç tarafından üre­
tilir.50 Araştırma topluluğu üyelerini kontrol altında tutan aslî ödül,
meslekî tanınm adır.51 Bir araştırmacının bilime yaptığı katkının tanın­
ması, her şeyden önce, bilim insanının onaylanmış bilgiyi genişletme­
ye dair meslekî amacını ne ölçüde gerçekleştirdiğinin en açık göster­

with examples from Science’, yayımlanmamış yazı, University of Bath, 1973,


s. 15 ve başka yerlerde.
48 Örneğin; Bakteriyofaj Çalışması (Nicholas C. Mullins, a.g.e.), etnometo-
doloji (Nicholas C. Mullins, a.g.e.), kendiliğinden davranışı koşullandırma
(David L. Krantz, a.g.e.).
49 Bkz. John Law, ‘The Development of Specialties in Science: The Case of
X-ray Protein Crystallography’, a.g.e.
50 Harriet Zuckerman, ‘Stratification in American Science’, Sociological
Enquiry, 40, 1970, s. 235-57.
51 Robert K. Merton, ‘ “Recognition” and “Excellence”: Instructive Ambigui­
ties’, içinde: Edgar Stern (ed.), Recognition of Excellence, Glencoe: Free
Press, 1960, s. 297-328.
gesi olduğu için, son derece değerlidir. Bundan başka; terfi, araştırma
fonlarından faydalanma, araştırm a kaynakları üzerinde denetim, etkili
konumların ele geçirilmesi vb. gibi diğer hedeflere ulaşmak, meslekî
tanınmanın önceden elde edilip edilmediğine büyük ölçüde bağlıdır.52
Neticede tanınma, görünen odur ki, bilimsel katkıların değerine
yönelik uzman meslektaşların yaptıkları değerlendirmelere binaen ve­
rilir.53 Bu değerlendirmeler, bir alanda çalışan bilim insanlarının sa­
dece küçük bir kısmının bol miktarda tanınma elde ettiği bir biçimde
yapılır. Çalışmalarının yüksek kalitede olduğuna hükmedilenler, araş­
tırma topluluğunun her tarafında, geniş ölçüde tanınmaya başlarlar.54
Onlar, son derece görünür hale gelirler. Bu görünürlük, yeri geldiğin­
de, Matta Etkisi denen şeye neden olur;55 bu demektir ki onlar, eşit
değerde katkılar yaptıkları halde daha az görünür olan bilim insanla­
rına kıyasla daha büyük bir itibar elde ederler ve ayrıca, çalışmanın
tanınmasında ünlü kişinin aldığı aslan payı da, diğer bilim insanlarıyla
yapılan işbirliğinin bir sonucudur.56
Yüksek düzeylerde tanınm a elde edenler, ya tanınmış ‘bilimsel m ü­
kemmeliyet merkezleri’ne dâhil olurlar ve böylesi merkezlere yöne­
lirler ya da bu türden merkezleri bizzat kendileri yaratırlar. Böylesi
merkezler, her bir alandaki en görünür ve en m uteber araştırmacıları
bünyelerinde taşıdıkları için, iyi öğrencilerin, yüksek kalitede bilim in­
sanlarının ve araştırma fonlarının sürekli desteğini alırlar. Dolayısıyla,
çoğu zaman görece geniş bir problem alanları menzilini kaplayan ve
daha da üretkenleşme eğiliminde olan saygın bilim insanları, gitgide

52 Warren O. Hagstrom, The Scientific Community, a.g.e., Bölüm I ve farklı


yerlerde.
53 Buna ilişkin kanıtlar şu çalışmalarda verilmiştir: Kenneth E. Clark, Ameri­
ca’s Psychologists-A Survey of a Growing Profession. Washington D.C., Ame­
rican Psychological Association, 1957; Stephen Cole ve Jonathan Cole, a.g.e.;
ve S. S. Blume ve Ruth Sinclair, ‘Chemists in British Universities: A Study
of the Reward System in Science’, American Sociological Review, 38, 1973,
s. 126-135.
54 Stephen Cole ve Jonathan R. Cole, ‘Visibility and the Structural Bases of
Awareness of Scientific Research’, American Sociological Review, 33, 1968,
s. 397-413.
55 R. K. Merton, ‘The Matthew Effect in Science’, Science, 159, 1968, s.
56-63 [Bu makalenin Türkçe çevirisi, elinizdeki derlemede bulunmaktadır
-editörün notu].
56 Örneğin; H. A. Zuckerman, ‘Nobel Laureates in Science’, American Socio­
logical Review, 32, 1967, s. 401.
görünür olurlar ve hüküm etten ve diğer fon acentelerinden daha faz­
la bağış elde etmek için gitgide kendi üstünlüklerini kullanabilirler.57
Ayrıca onlar, kapsamlı iletişim şebekelerinin merkezinde olmalarından
dolayı,58 yeni araştırma olanaklarından görece hızlı bir biçimde haber­
dâr olur ve böylece de, kendi araştırmalarını ve yanısıra öğrencileri­
nin ve himâye ettikleri diğer kişilerin araştırmalarını, geleceği bilhassa
parlak telâkki edilen bu uç vermiş alanlara yöneltebilirler. Saygın bilim
insanları ve mükemmeliyet merkezleri, muhtemeldir ki, sadece faâl
bilim insanları açısından değil, ama aynı zamanda araştırm a toplulu­
ğunun dışındaki insanlar açısından da en görünür haldedirler. Dolayı­
sıyla dışarıdakiler, bilimsel araştırm anın yönünü etkilemeye teşebbüs
ettiklerinde, bunu normal olarak, seçkin bilim insanlarının ve çalışma
arkadaşlarının işbirliğini kazanm ak suretiyle yapmaya çalışacaklardır.
Bu teşebbüsler, başarılı oldukları ve önemli yeni gelişmelere yol açtık­
ları ölçüde, bilimsel seçkinlerin konum unu daha da pekiştirirler. Tüm
bu karşılıklı pekiştirme süreçlerinin bir sonucu olarak, araştırm a top­
luluğu, dikkate değer derecede kendini koruyan, belirgin bir seçkinler
yapısı geliştirir.
Seçkinlere mensup olanlar, bilimsel gelişim modelini belirmede te­
mel bir rol oynarlar. Her şeyden önce, yüksek üretkenlikleri ve m alû­
mat değiş-tokuşundaki merkezî rolleri, alanlarındaki araştırmanın
daima en önünde olmalarını sağlar. İkinci olarak bu seçkinler, yeni
gelişmelerden çabucak haberdâr olabildikleri için, yeni alanlardaki
araştırmalar açısından merkezî olan başat problemleri tesis edecek
sözkonusu erken katkıları bizzat kendileri yapmaya ya da tilmizlerine
yaptırmaya çoğu zaman m uktedirdirler.59 Bunlara ek olarak, saygın
insanların yeni bir alana girişi ya da böylesi bir alana verdikleri destek,
bu alana dolaysız bir entelektüel meşruiyet sağlar ve bu münasebetle
alanın hızla büyümesini kolaylaştırır. Bu erken gelenlerin yeni bir ala­
na yaptıkları temel katkıların diğer katılımcılarca tanınması, yukarıda
ana hatlarını çizdiğimiz diğer etkenlerle birleşerek, yeni gelenlerin ni­
haî konsensüsü belirlemede önemli bir rol oynayabilmelerini sağlar.
Bir şebekedeki konsensüsün büyümesine, zihinsel ve sosyal süreç­
lerdeki muhtelif değişimler eşlik eder. Yayınlar, gittikçe daha az sayı­

57 Buna bir örnek, Britanya’daki radyoastronomidir. Bkz. M. J. Mulkay ve D.


O.Edge, a.g.e.
58 Diana Crane, Invisible Colleges, a.g.e. s. 57-8.
59 Diana Crane, Invisible Colleges, a.g.e. s. 57.
daki bilimsel dergide görünür hale gelir.60 Yeni alana temelden angaje
olmamış yazarların yazdığı yazılara yapılan referansların oranı, dikka­
te değer derecede azalır.61 Az sayıda katkı, şebeke içinde merkezî öne­
mi hâiz (ya da ‘paradigmatik’)62 addedilmeye ve olağanüstü sıklıkla
alıntılanmaya başlar. Aynı zamanda, tikel araştırm a grupları ve/veya
bireysel bilim insanları, araştırmaların üst üste binmesini azaltmak ve
böylece potansiyel rekabeti asgarî düzeye çekmek için, gittikçe artan
derecede kendi uzmanlaşmış araştırma yollarını (spesifik problemle­
ri veya belirli fenomenleri veyahut özel teknikleri) geliştirirler.63 Aynı
yerde çalışan işbirlikçi kümelerinin ya da araştırmacı takımlarının olu­
şumu, ki bu oluşum çoğu zaman bu safhada vukû bulur, yeni alana
yönelik beslenen kanaatin yanısıra ortak bilimsel amaç ve standartla­
rın da benimsenmesini ilerlettiği için, oldukça önemli bir sosyal geliş­
meye tekabül eder.64 Bu gruplaşmalar, dikkat çektiğimiz üzere, zihin­
sel gelişimin yönünde kayda değer bir etkiye sahip oldukça üretken
bilim insanları tarafından yönlendirilmeye, sadece onların olağanüstü
üretken ve belirli grupların başındaki kişiler olmalarından dolayı değil
ama aynı zamanda şebekedeki malûmatın informel yayılımında temel
bir rol oynamalarından dolayı65 da yatkındırlar.
Şebekenin boyutunda ve yeni alandaki araştırma faaliyetinin m ik­
tarında, bu gelişmelere eşlik eden birikimsel bir büyüme sözkonusu -
dur. Başlangıçtaki keşif gezisinden hızla üslü büyümeye geçiş süre­
sinin uzunluğu, bir alandan diğerine farklılık gösterir. Bu büyümeyi
hızlandıracak etkenlerden biri, yeni sonuçları değerli bulan dıştaki
bir bilim insanları topluluğudur.66 Eğer böylesi bir izleyici topluluğu

60 Örneğin iyonosfer fiziğinde: C. S. Gilmour ve C. J. Terman, ‘Communica­


tion modes of Geophysics: The case of ionospheric physics’, EOS, 54, 1973,
s. 901.
61 Diana Crane, Invisible Colleges, a.g.e. s. 68 ve 165.
62 Thomas S. Kuhn, a.g.e.
63 Jerry Gaston, ‘Secretiveness and Competition for Priority of Discovery in
Physics’, Minerva, 9, 1971, s. 479; G. Nigel Gilbert, a.g.e.
64 Diana Crane, Invisible Colleges, a.g.e. s. 57; David L. Krantz, ‘Schools and
Systems’, a.g.e., s. 97; Nicholas C. Mullins, Theories and Theory Groups in
Contemporary American Sociology, New York: Harper and Row, 1973.
65 Önderlik rollerine dair tartışma için bkz. Belver C. Griffiths ve Nicholas
C. Mullins, ‘Coherent Social Groups in Scientific Change’, Science, 177, 15
Eylül 1972, s. 961.
66 John Law, ‘The Development of Specialties in Science: the Case of X-ray
Protein Crystallography’, a.g.e.
yoksa, yeni şebeke çoğu zaman erken aşamalarda büyüme zorluğuyla
karşılaşacaktır; özellikle de üyelerin yaklaşımı, ilgili alanlardaki yer­
leşik prosedürlere karşıt yönde ilerliyorsa.67 Ancak bir izleyici toplu­
luğunun yokluğu, büyüme açısından aşılamaz bir engel değildir. Zira
alana gelen her bir yeni katılımcı, lisans-üstü öğrencilerinin ve diğer
yeni gelenlerin potansiyel desteğiyle birlikte, şebekenin diğer üyeleri­
nin çalışmaları için oluşmuş izleyici topluluğuna eklenir. Bir bilimsel
araştırm a şebekesinin kendi izleyici kitlesini tesis etme yeteneği, içsel
olarak üretilmiş şeyleri geliştirmede, birikimsel büyümede ve zihinsel
bir konsensüs yaratmak için gerekli olan şeyleri sağlamada can alıcı bir
etkendir. Bununla birlikte, eğer bir izleyici topluluğu, yeni gelenlerin
yaklaşımına her iki taraf açısından da açık olan çözülmemiş problem­
lerle bir arada bulunuyorsa, muhtemelen büyüme daha da hızlı olur.
Bu durum, araştırma alanlarındaki büyümenin, faâl araştırma per­
soneli ve üretilen yazılar açısından ‘üslü’ bir hale geldiği ikinci aşam a­
da sözkonusu olur. Ancak boyuttaki bu büyüme, yeniliklerdeki ya da
önemli bulgulardaki eşdeğer bir artışla nadiren at başı gider. Araştır­
ma alanları, tipik bir biçimde, büyüme dizisinin erken dönemlerinde
ortaya çıkan yeniliklere cevâben gelişir. Bu yenilikler, erken gelenler
tarafından; yani başkaları işbirlikçi gruplarının oldukça üretken ö n ­
derleri olarak kalmaya devam ededursun, çabucak diğer alanlara gö­
çen bazı araştırmacılar tarafından gerçekleştirilir. Sonraki çalışmalar,
esasen, keşif gezisinden ve bu merkezî katkıların detaylandırılmasın-
dan ibarettir. Bilimsel bir konsensüs yaratmanın, masraflı ve oldukça
uzmanlaşmış araştırma tekniklerine yapılan büyük ‘yatırımlar’la at
başı gittiği yerlerde, bu durum özellikle böyledir.
Dolayısıyla erken gelenler, dikkate değer bir ün kazandıkları, ça­
bucak araştırm a gruplarının önderleri haline geldikleri ve sıklıkla da
çok geçmeden bilimsel topluluğun kıdemli üyeleri oldukları halde,
sonradan gelenlerin bilime önemli bir katkı yapma ya da hızlı kariyer
geliştirme şansları, ikinci aşamanın seyri boyunca daima azalır. Bu
durum , katılımcılar ve gitgide potansiyel gelecekler açısından aşikâr
hale geldiğinde, büyüme yavaşlar. Bunun yanı sıra, emek harcamaya
değer katkılar yapma şansı azaldığı için, alanın kapsamını genişlet­
meye dönük, sözgelimi halihazırda araştırılmakta olan bir fenomenin
yeni veçhelerini aram a şeklinde ortaya çıkan ısrarlı çabalar gösterilir.68

67 Örneğin, Bakteriyofaj çalışmasıyla ortaya çıkıyor görünen şekliyle: Nicho-


las C. Mullins, ‘The Phage Group’, (a.g.e.).
68 G. Nigel Gilbert, a.g.e.
Ancak, ikinci aşamanın sona ermesiyle birlikte, araştırma topluluğu­
nun şu karakteristikleri sergilemesi muhtemeldir: Sağlam biçimde ku­
rulmuş entelektüel bir çerçeve; kabul edilebilir yenilikleri iyi tanımlan­
mış sınırlar içine hapseden bilişsel ve teknik standartlar; kurumsallaş­
mış devşirme ve fon sağlama mekanizmaları; sabit bir devşirme oranı;
onaylanmış özel uzmanlık ve ilgi alanlarına sahip, iyi kurulmuş araş­
tırma takımları ya da işbirlikçi gruplaşmaları; yayımlanmış yazılarda
adları epeyce zikredilen ve informel iletişim sisteminde merkezî bir
konum işgâl eden, oldukça üretken ve etkili bilimsel önderler; önemli
bulgular sağlamaya dönük fırsatlarda görülen azalma; ve meslekî ta ­
nınma ve ilerleme elde etme şansında görülen azalma.
Bazı durum larda ikinci aşamayı, boyut ve üretim açıkça sabit kal­
sa da, şebekenin karşılıklı-bağlantılı bir dizi zihinsel ve sosyal değiş­
me geçirdiği bir aşama izleyebilir. Bu üçüncü aşama, muhtemelen,
bir araştırma alanından diğerine dikkate değer derecede farklılıklar
gösterir ve pek çok örnek açısından hiçbir surette var olmayabilir. Bu
yüzden şimdi burada, bu olası gelişim aşamasının bazı karakteristikle­
ri hakkında oldukça özet bir anlatım sunacağız. İlkin rutin araştırma,
ikinci aşama boyunca başat hale geldiği biçimiyle devam eder. An­
cak mevcut araştırma yolları gitgide verimsizleştikçe, saçma ve ayrıca
kuraldışı sonuçlar galebe çalmaya başlar. Kuraldışı bulguların sıklı­
ğındaki artış, bilişsel belirsizliğe, işbirlikçi grupları arasında daha da
belirgin bir uzmanlaşmaya ve nihayetinde karşıt okulların oluşmasına
neden olur. Şebeke içindeki malûmat değiş-tokuşu azalır ve bununla
birlikte rekabet ve tartışmalar gittikçe göze çarpar hale gelir. Pek çok
katılımcı, bu duruma, alanı terk ederek ya da Kuhncu bir devrime
girişip, alanın amaç, problem ve yöntemlerini radikal bir biçimde ye­
niden tanımlamaya teşebbüs ederek karşılık verir.69 Bununla birlikte,

69 Kuhn, bilimdeki sosyal örgütlenmenin tüm düzeylerinde dikkate değer bir


sıklıkla, buna benzer bir ardışıklığın ortaya çıktığını iddia etmektedir. Bu yüz­
den, ortaya koyduğu tezin uyandırdığı büyük ilgiye karşın, Kuhn’un bizzat
kendi eserinde tanımladığı örneklere, son on yıl boyunca herhangi bir şek­
liyle çok az sayıda örneğin eklenmesi, oldukça şaşırtıcıdır. David S. Palermo
(‘Is a Scientific Revolution Taking Place in Psychology?’, Science Studies,
1, 1971, s. 135-55), böylesi bir devrimin psikolojide meydana geldiğini öne
sürmüştür. Ancak bu görüş, özellikle Neil Warren (‘Is a scientific revolution
taking place in psychology?-Doubts and Reservations’, Science Studies, 1,
1971, s. 407-13) ve L. B. Briskman (Ts a Kuhnian analysis applicable to ps­
ychology?’, Science Studies, 2, 1972, s. 87-97) tarafından enerjik bir itirazla
karşılanmıştır.
devrimci bir durum da dahi, alanın içine ve dışına doğru dikkate de­
ğer bir araştırmacı akını sözkonusu olabilir. Eğer yeniden tanımla­
m a teşebbüsleri başarılı olursa, eski alan ismen olmasa bile öz olarak
kaybolacak ve yeni çerçeveye önayak olan katkı sağlayıcılar, yeniden
tanımlanmış problemleri araştırm ak için yeni bir şebeke oluşturmaya
başlayacaklardır.70
Böylesi bir devrimci safhanın vukû bulup bulmaması, büyük oran­
da komşu alanlardaki eşzamanlı gelişmelere bağlıdır. Eğer bu alanlar
az sayıda ilgi çekici problem sunuyorlarsa ve/veya düşüşteki alanın
yöntem, kavram ve teorilerini uygulamaya istekli görünmüyorlarsa,
bu durum da göç olasılığı azalır ve devrim daha m üm kün hale gelir.
Ne var ki örneklerin çoğunluğunda, oldukça farklı, devrimci-olmayan
bir ardışıklık meydana gelmektedir. Bu devrimci-olmayan ardışıklık,
EK 2’de gösterilmekte olup, bu yazıdaki temel ilgimize işaret etm ek­
tedir. Bu ardışıklıkta olan şey, ileri gelişmeleri engelleyen anomalilerin
ortaya çıkışı değildir. Sözkonusu olan şey, alanın yöntem ve teori­
lerine açık olan ama alanın temel gelişim çizgisine teğet geçen daha
kolay izlenebilir başka problemlerin keşfedilmesiyle birlikte, çözüle­
bilir problemlerin mevcûdiyetinde kendini gösteren nihaî artıştır. Bu
problemler sıklıkla, ilk kez, orijinal alanda yürütülen deneylerden bek­
lenmedik bulgular elde edilmesinin bir sonucu olarak fark edilirler.
Bazı durum larda yeni problemler, zâten bir diğer komşu şebekenin
ilgi alanındadır ve üyeler, dikkatlerini bu problemlere yönelttikleri za­
man, sözkonusu şebekeyle ilişkilenmiş olurlar. Eğer komşu şebekede
halihazırda kullanılan teori ve teknikler, yeni gelenlerin getirdikleriyle
uyumlu görünüyorsa, bu durum da orijinal şebeke, yenilerle, sonunda
ayırt edilemeyecekleri kadar birleşir. Buna alternatif olarak, eğer kom ­
şu alandaki çalışmalar, potansiyel katılımcıların çalışmalarıyla uyumlu
değilse ya da eğer yeni problemler üzerine halihazırda yapılmış hiçbir
araştırm a yoksa, bu durum da bazı şebeke üyeleri, birinci aşamanın
ana hatlarını çizerken tanımladığımız biçimde, yeni bir şebeke kur­
maya girişeceklerdir. Bununla birlikte, iyi yapılanmış araştırm a şebe­
kelerinin tam amen ortadan kalkması, uzun bir zaman alır. Buralarda
hemen her zaman, henüz yapılmamış bazı gözlemler, hâlâ inceltilecek
bazı ölçümler ya da henüz tam amen tüketilmemiş bazı teknik geliş­
meler vardır. Bu yüzdendir ki pek çok alanda, esasen şebeke önderleri
tarafından eğitilmiş kişilerden oluşan ve temel ilgi odağının başka bir

70 M. ]. Mulkay, The Social Process of Innovation, London: Macmillan, 1972.


yere kaymasından uzun zaman sonra dahi araştırm a geleneğini sürdü­
ren küçük bir artçı grubun kalması çoğu zaman m uhtem eldir.71
Buradaki izahat, bu durum da tam bir daireyi dönm üş olmaktadır.
Araştırmacıların, ilgi çekici ve yeni bir araştırma yolunun peşinden gi­
derek, düşüşteki bir alanın dışına hareketlenmeleri ile başladık. Ardın­
dan da yeni alanın gelişimini, keşif gezisi aşaması boyunca, konsensüs
oluşumu aşaması boyunca ve nihaî düşüş ve çeşitlenme içinde izledik.
Her bir aşamada, sadece araştırm a şebekesinin bazı temel özelliklerini
tanımlamaya değil ama aynı zamanda, işbaşında olan bazı dinamik
süreçlere işaret etmeye ve sosyal ve zihinsel gelişimin nasıl iç içe geçti­
ğini göstermeye de çalıştık. Bununla birlikte, buradaki açıklamamız
kesinlikle tamamlanmış değildir. Örneğin, araştırm a şebekelerinin
ortaya çıkışının üniversite sisteminden etkilenebileceği biçimleri72 ele
almadık ve ayrıca, toplum dan gelen baskıların, bilimsel gelişimin yö­
nünü ve oranını etkileme biçimine de yalnızca özet bir biçimde de­
ğindik. Yine de, oldukça geniş bir materyal alanını, tutarlı bir analiz
şeması içinde, bir arada sunmuş durumdayız. Um udum uz odur ki; bu
çabamız, empirik araştırmayla uğraşanlar için elverişli bir rehberlik
sağlayacak ve m odern bilimdeki büyümenin altında yatan bazı süreç­
lere yeni bir ışık tutacaktır.

71 C. S. Fisher, a.g.e.
12 Warren O. Hagstrom, a.g.e.; Abraham Zloczower, Career Opportunities
and the Growth of Scientific Discovery in 19lh Century Germany, with Special
Reference to Physiology (The Eliezer Kaplan School of Economics and Social
Sciences, Hebrew University of Jerusalem, 1966).
EKİ
Radyo astronomisinde problem alanların gelişimi. Alındığı yer: M.J. Mulkay ve D.O. Edge, "Cognitive, Technical and
Social Factors in the Growth of Radio Astronomy", Social Science Information, 12 (6), 1973, 25-61.
EK2
Bir araştırma alanının gelişimindeki aşamalar

1 2 3
BİLİMSEL GELİŞİME DAİR U Ç MODEL*

M . ). M ulkay

Bu yazıda, bilimin gelişme süreçlerine dair genelleştirilmiş üç açıkla­


mayı, ya da modeli tartışacağım .1 Bunları, ‘açıklık modeli’ (model o f
openness), ‘kapanma modeli’ (model o f closure) ve ‘dallara ayrılma
modeli’ (model o f branching) olarak adlandıracağım. H er üçünün de
merkezî ilgisi, bilimsel bilginin gelişimine katkıda bulunan saf araştır­
ma topluluğunda2 sosyal etkenlerin nasıl işlediğini göstermektir. Ben
burada, bu probleme bir çözüm sağlama hususunda, üçüncü modelin
diğer ikisinden daha tatmin edici olduğunu öne süreceğim.

Açıklık Modeli
Açıklık modelinin, hangi versiyonu olursa olsun, bilimsel araştırma
topluluğunun temel özelliklerinin tam bir tanımlamasını verdiği büyük

Çeviren: Vefa Saygın Öğütle


* Orijinal Eser: “Three Models of Scientific Development”, Sociological Re­
view, 23, 3 (1975), 509-526.
1 Buradaki temel ilgim, günümüz biliminin oldukça kurumsallaşmış koşulları
altındaki fizik ve biyoloji bilimlerine dönük olsa da, bu analizin parçaları, di­
ğer akademik disiplinlere ve daha erken tarihsel dönemlere de uygulanabilir.
2 Burada, pür ve uygulamalı araştırma arasında var olduğu imâ edilen ayrım,
farklı entelektüel faaliyet çeşitleri arasındaki bir ayrım değil, faaliyetin yerine
getirildiği farklı sosyal bağlam biçimleri arasındaki bir ayrımdır. Bkz. H. A.
Shepard: ‘Basic Research and the Social System of Pure Science’, Philosophy
of Science, Cilt 23, s. 48-57.
ölçüde kabul edilir. Bu model, topluluğa mensup olmayan pek çok
insanın da taşıyor olduğu ortakduyusal bilim anlayışına çok büyük
ölçüde tekabül ediyor gibidir; ki ayrıca bu, bilimsel topluluğu dışarı -
dakilerden ayırt eden özellikleri tanımlarken bilim insanlarının da kul­
lanma eğiliminde olduğu bir modeldir.3 Bu modelin sosyolojik olarak
ilk sistematik izahatı, M erton’a aittir;4 ki onun yaptığı analiz, yakın
zamana kadar, ardından gelen birkaç sosyolog kuşağı tarafından k ü ­
çük değişikliklerle tekrarlanm ıştır.3 İzin verirseniz, açıklık modelinin
bu sosyolojik varyantının özet bir açıklamasını yapacağım.
Pür araştırmaya angaje olmuş insanlardan oluşan bir topluluk, sa­
nayi toplumlarında, ayrı ve kısmen otonom bir sosyal birim olarak
kendini gösterir. Bu topluluk, aynı toplumdaki diğer gruplaşmalar­
dan, üyelerinin aslolarak gittikçe gelişen güvenilir ve doğrulanmış
bilgiye ilgi göstermeleri suretiyle ayrılır. Bir anlamda, doğrulanmış
bilginin gelişimini bu topluluğun bir amacı olarak görebiliriz; her ne
kadar, tüm üyelerinin başat amacı bu olmayabilecekse de. Bilim in­
sanları, bireysel olarak, terfi etmeye, uluslararası bir ün kazanmaya
ya da güçlü ve etkili bir konum elde etmeye daha çok ilgi götserebilir-
ler. Ancak, araştırm a topluluğunun üyeleri olarak, bu kişisel amaçlara
çoğu zaman sadece bilime anlamlı bir katkı yaparak ve bilimin sosyal
normlarına uyum sağlayarak ulaşabilirler. Bu yüzden, bilim insanları
farklı farklı bireysel motivlere sahip olsalar da, ortak birtakım sosyal
beklentilere tâbi olduklarından dolayı, yaşama geçirdikleri meslekî fa­
aliyetler belirli bir noktaya yönelmiştir. Burada, bilimin bir ucundan
diğer ucuna dek uzanan özsel bir davranış benzerliği sözkonusudur;
zira bilimsel roller, bilim insanlarının meslekî faaliyetleri sırasında ge­
nellikle onayladıkları belirli kültürel değer ya da normlar açısından ta ­
nımlanmıştır. Bireyler, bilimsel topluluğa sadece kabul edilirler ve söz-
konusu değerlere uygun hareket ettikleri ölçüde de ödüllendirilirler.
Bundan dolayı, açıklık modelini savunan her türden izahatın temel
bir kısmı, bilimsel topluluğu karakterize eden temel değerleri tanımla­

3 Örneğin, J. R. Oppenheimer: The Open Mind, Simon and Schuster, New


York, 1955; ya da J. Bronowski: Science and Human Values, Julian Messner,
New York, 1958.
4 R. K. Merton: ‘Science and Democratic Social Structure’, yeniden basımı
için Social Theory and Social Structure, Free Press, New York, 1957, ve The
Sociology of Science, University of Chicago Press, Chicago ve London, 1973.
5 Örneğin, B. Barber: Science and the Social Order, Collier Books, New York,
1962; ve N. W. Storer: The Social System of Science, Holt, Rinehart and
Winston, New York, 1966.
maya dönüktür. Ancak, halihazırda mevcut bu türden pek çok tanım ­
lama vardır.6 Bu yüzden, bu normları listelemek ve bir bir açıklamak
yerine, izin verirseniz, bu normların birbirlerine nasıl bağlandıklarını
göstereceğim; bu normların isimlerini de ayrıca, onlara atıfta bulun­
duğum yerlerde parantez içinde vereceğim. İlk elde, araştırm a toplu­
luğunun tüm üyelerinin doğal dünyanın yeni veçhelerini keşfetmeye
ve açıklamaya çabaladığına dair temel bir beklenti sözkonusudur (öz­
günlük norm u). Bununla birlikte bu üyelerin elde ettikleri malûmat,
ancak diğer bilim insanlarının eleştirel denetimi açısından ulaşılabilir
durumdaysa bilimsel bilgi haline gelebilir. Bu yüzden araştırmacıla­
rın, buldukları sonuçları kendi meslektaşları için saklamaksızın pay­
laşmaları gerekir (ortaklaşalık). Bilimsel malûmat, birey uygulayıcıya
değil araştırma topluluğuna aittir. Bilim insanları diğer araştırmacılara
değerlendirilebilir malûmat sağladıklarında, meslekî tanınm a ile ödül­
lendirilirler. Ancak bilim insanları, tanınma için, ya da daha doğrusu
doğrulanmış bilgiye katkıda bulunmanın vereceği tatm inden başka
herhangi bir ödül için aktif olarak çabalamamalıdırlar (ilgi/çıkardan
bağımsızlık). Benzer bir biçimde, diğer bilim insanlarının buldukları
sonuçların yerindeliğini muhakeme ederken de, katî bir biçimde taraf­
sız kalmak zorundadırlar. Yargılarını, malûmatın kaynağına ait her­
hangi bir kişisel özellikten bağımsız olarak vermek durum undadırlar
(evrensellik). Aynı zamanda, her bir bilim insanı, kendinin ve diğer­
lerinin çalışmalarına karşı son derece eleştirel olmalıdır (örgütlenmiş
şüphecilik). Bilim insanları, meslekî faaliyetleri esnasında hiçbir şeye
güvenmemelidirler. Kendi entelektüel kanaatlerini ve bunun yanısıra
kendi meslektaşları tarafından öne sürülen tüm bilgi-iddialarım7 sü­
rekli olarak yeniden sınamak zorundadırlar.
Bu çeşit bir analizin temel iddiası; bilimin, uygulayıcılarının açık
fikirli olmasına bağlı bir faaliyet olduğudur. Açıklık modeli, ilke ola­
rak, bilimsel malûmatı sosyal anlam da nötr kabul eder; ve bilim norm ­
larının da, bilim insanlarını bu nötrlüğün bozulmasından koruduğu
varsayılır. Bilim insanlarının bu normlara yaygın bir biçimde uyum
gösterdiği varsayımının iddiası şudur: Entelektüel önyargının az, yeni
fikirlere direnmenin de asgarî düzeyde olmasından dolayı, bilim hızla

6 Bkz. Merton: a.g.e.; Barber: a.g.e.; ve Storer: a.g.e. Eleştirel bir değerlendir­
me için bkz. M. J. Mulkay: ‘Some Aspects of Cultural Growth in the Natural
Sciences’, Social Research, Cilt 36, 1969, s. 22-52.
7 ‘Bilgi-iddiaları’na dair bir tartışma için bkz. B. Barnes: Sociology of Science,
Penguin Books, Harmondsworth, 1972.
gelişecek;8 ve fiziksel dünyanın nesnel bileşimleri çarpıtma olmaksızın
açıklanacağı için, bilimsel bilgi bilhassa pratik açıdan etkili olacaktır.
Bütün argüm anın altında yatan temel varsayım ise şudur: Güvenilir
bilgideki hızlı gelişim ancak ‘açık’ toplumlarda ortaya çıkabilir; bilim,
diğer entelektüel hareketlerden kuşkusuz daha hızlı geliştiği ve daha
aşikâr pratik başarılara sahip olduğu için, bilimsel topluluk da diğer
sosyal gruplaşmalardan daha açık olsa gerektir. Bu akıl yürütme biçi­
mi, başka bir önemli özelliğe de sahiptir: Şöyle ki; burada imâ edilen
şey, bilimsel topluluğa dışarıdan yapılacak herhangi bir müdahalenin
bilimsel ilerlemeyi engelleme olasılığı taşıdığıdır. Dışarıdakiler bilimsel
ilerlemenin yönünü etkilemeye çalıştıkları zaman, taraflılık, öz-çıkar,
entelektüel önyargı ve gizlilik ortaya çıkar. Dolayısıyla açıklık modelini
savunanlar, bilimin çok büyük oranda demokratik toplumlarda serpi­
leceğini öne sürme eğilimindedirler;9 kısmen bizzat bilim değerlerinin
demokratik olması ve kısmen de demokrasilerin araştırma topluluğu
üzerinde baskı uygulamasının daha az olası olması sebebiyle.
Hangi biçimiyle olursa olsun, açıklık modeli, yaygın bir biçimde be­
nimsenmiş durum dadır. Bu yüzden, onun oldukça yetersiz bir kanıt­
lamaya dayandığını fark etmek oldukça şaşırtıcıdır. Örneğin, Mer-
ton’ın bilim normlarına ilişkin özgün analizi, az sayıda bilim insanının
meslekleri hakkında ortaya koyduğu ifadelerin sistematik olmayan bir
seçmesine dayanmaktadır. Oysaki, temsil edici ifadeleri elde etmede
sistematik prosedürler benimsenmedikçe ve bu ifadelerin anlamı, yö­
neldikleri dinleyicilerle ilişkisi içinde incelenmedikçe, bu türden ve­
riler bilimsel ethosu tanımlamada meşrû bir biçimde kullanılamaz.
Bu gerekleri asla yerine getirmemiş olmalarına rağmen, sözkonusu
bilim insanı örneklerinin bilimsel değerler denen şeylerin sözel formü-
lasyonlarıyla ne derece uyumlu ifadelerde bulunduklarını keşfetmeye
kalkışan bazı teşebbüsler sözkonusudur. Ancak bu çalışmaların hiç­
biri, varsayılan bilim normlarının bilim insanları tarafından güçlü bir
biçimde üstlenildiğine dair herhangi bir kanıt üretem em ektedir.10 D a­

8 Modern bilimin gelişimine dair bir inceleme için bkz. D. J. de Solla Price:
Little Science, Big Science, Columbia University Press, New York ve London,
1963.
9 Bkz. Merton: a.g.e. Ancak benzer görüşler, kapanma modelinin bileşenleri
tarafından da savunulmaktadır; örneğin M. Polanyi: ‘The Republic of Scien­
ce’, Minerva, Cilt 7, 1962, s. 54-73.
10 S. West: ‘The Ideology of Academic Scientists’, IRE Transactions on Engi­
neering Management, Haziran 1960, s. 54-62; ve M. Blissett: Politics in
Science, Little, Brown & Co., Boston, 1972.
hası, bilim insanlarının sözkonusu değerleri sözel düzeyde onayladık­
ları durum larda dahi, ille de bunlara uygun olarak hareket etmedikle­
rini gösteren bazı göstergeler mevcuttur. Bu yüzdendir ki, tamamen
katı-hal fizikçilerinden oluşan bir üniversite bölümü üzerinde yapılan
bir çalışmada şunlar bulunmuştur: Bölümün tüm üyeleri, sözel ola­
rak, dergilerde yayımlanan zayıf çalışmalara karşı bilim insanlarının
eleştirel olması gerektiğini kabul etmiştir; bunların çoğu, alanlarında
yayımlanan çok sayıda kötü çalışma olduğunu da vurgulamıştır; ama
hiçbiri, ne bir diğer bilim insanının yayınlanmış çalışmasına eleştirel
bir değerlendirme yazısı yazmış ne de böylesi bir değerlendirme yazısı
yazan bir bilim insanının adını verebilmiştir.11
O halde, bilim insanlarının entelektüel ‘açıklık’ değerlerini genellik­
le onayladıklarına ya da pratikte büyük ölçüde bunlardan etkilendik­
lerine dair az sayıda doğrudan kanıt mevcuttur. Oysaki, katılımcılar
tarafından dile getirilen ve bilimi açık olmaktan çok uzak bir biçimde
tanımlayan çok sayıda ifade sözkonusudur. Örneğin, Max Planck’ın
şöyle ünlü bir ifadesi vardır: ‘Yeni bir bilimsel gerçeklik, karşıtlarını
ikna etme ve onların ışığı görmesini sağlama aracılığıyla zafer kazan­
maz; bu ancak, fiilen karşıtlarının ölmesi ve yeni bir kuşağın bu yeni
bilimsel gerçekliğe âşinâ bir biçimde yetişmesi ile m üm kün olur.’12
Belirli yazarlar, ki bunların bazıları eski bilim insanlarıdır, böylesi bir
düşünce biçimi geliştirmişler ve bilim insanlarının en çok, yerleşik
bilimsel prosedürlere, bilimsel bilgi gövdelerine ve belirli entelektüel
perspektiflere karşı yükümlülük taşıdıklarını iddia etmişlerdir. Ö rne­
ğin Polanyi, bilim insanlarının sıklıkla açık fikirli ve bağımsız bilme-
ce-çözücüler olmadıklarını, tam aksine, bağlı oldukları grup tarafın­
dan katî bir biçimde tanımlanmış sınırlı bir problemler alanını çözme­
ye vâkıf olduklarını gösteren birtakım örnekler ortaya koym uştur.13
Bu argümanın temel meselesi şudur: Bilimdeki entelektüel gelişim,
pürüzsüz bir süreç olmak bir yana, yenilikçilerin kendileri gibi bilim
insanı olanların yerleşik fikirlerine karşı savaşmaya zorlandıkları bir

11 M. J. Mulkay ve A. T. Williams: ‘A Sociological Study of a Physics Depart­


ment’, British Journal o f Sociology, Cilt 22, 1971, s. 68-82.
12 M. Planck: Scientific Autobiography, Williams and Norgate, London, 1950,
s. 33-34. Bu düşünme biçiminin geliştirilmiş hali için bkz. I. B. Cohen: ‘Ort­
hodoxy and Scientific Progress’, Proceedings o f the American Philosophical
Society, Cilt 96, 1952, s. 505-512.
13 M. Polanyi: Personal Knowledge, Routledge and Kegan Paul, London,
1958. Ayrıca bkz. J. Ziman: Public Knowledge, Cambridge University Press,
London, 1968.
dizi büyük uğraş sonucu ortaya çıkabilmektedir. Bu yüzden Polanyi,
‘bilimsel yöntemin, yalnızca sınırlı bir fikir ayrılığı derecesine izin ve­
rebilen bir ortodoksi tarafından disipline edildiği, ve edilmek zorunda
olduğu, bunun yanısıra böylesi bir fikir ayrılığının da muhalifler açı­
sından ciddi risklerle dolu olduğu gerçeğinin kabul edilmesinde’ ısrar
etm ektedir.14

Kapanma Modeli
Bilimin açıklığına değil de bilimsel ortodoksilerin varlığına vurgu yapan
bu çeşit görüşleri, kapanma modelleri olarak adlandıracağım. Böylesi
modeller, açıklık modelinin sahip olmadığı bazı belirgin avantajlara
sahiptir. İlk elde, bilimdeki entelektüel dirençlere dair iyi belgelen­
miş olayların farkındadırlar.15 Açıklık modelinin böylesi olayları, bilim
normlarından geçici sapmalara yol açan konu dışı etkenler temelinde
açıklamaya meyilli olmasına karşılık, kapanma modeli, bunları anali­
zinin odağına yerleştirir ve kökenlerinin de sistematik bir açıklaması­
nı verir. İkinci olarak; kapanma modeli, bilimdeki meslekî ödüllerin
dağıtımı üzerine yapılan tüm çalışmalar tarafından desteklenir. Zira
böylesi çalışmalar göstermektedir ki; meslekî tanınmanın kazanılma­
sı, hiçbir biçimde varsayılan bilim normlarına uyum sağlamaya değil,
daha ziyâde, mevcut bilişsel ve teknik standartların ışığında değerli
olduğuna hükmedilen bir malûmat tedarik etmeye bağlıdır.16 Üçüncü
olarak; kapanma modeli, geleneksel olarak entelektüel uyumlanmayı
üretme işlevi gören bilimsel eğitimin doğası ile daha tutarlı gözük­
m ektedir.17 İyi yapılandırılmış tüm disiplinlerdeki katılımcılar, geniş

14 M. Polanyi: ‘The Potential Theory of Absorption’, Knowing and Being,


Routledge, London, 1963, s. 94.
15 R. Taton: Reason and Chance in Scientific Discovery, Science Editions
Inc., New York, 1962.
16 Bkz. S. ve J. Cole: ‘Scientific Output and Recognition: A Study of the Re­
ward System in Science’, American Sociological Review, Cilt 32, 1967, s.
377-390; S. Blume ve R. Sinclair: ‘Chemists in British Universities’, A.S.R.,
Cilt 38, 1973, s. 126-135; G. Lemaine ve B. Matalon: ‘La Lutte pour la vie
dans la cité scientifique’, Revue Française de Sociologie, Cilt 10, 1969, s.
139-165; ve M. J. Mulkay: ‘Conformity and Innovation in Science’, Sociolo­
gical Review Monograph, No. 18, 1972, s. 5-24.
17 F. R. Jevons: The Teaching o f Science, Allen and Unwin, London, 1969;
ve T. S. Kuhn: ‘The Essential Tension: Tradition and Innovation in Scientific
Research’, içinde: C. W. Taylor ve F. Barron (ed.) : Scientific Creativity, Wiley,
New York, 1963.
bir alan açısından, doğru problemlerin konulduğunu ve doğru cevap­
ların bulunduğunu varsayarlar. Bir bilim öğrencisi, nihâyetinde, soru
sormaya değil, mevcut bilgi gövdesini edinmeye gereksinim duyar.
Son olarak açıktır ki; bilimsel topluluğun içsel yapısı, formel bakım ­
dan, spesifik bilgi, teknik ve araştırm a alanlarına göre örgütlenir. O
halde bu, sözkonusu bilgi gövdelerinin, analizin merkezine konması
dem ektir.18 Örneğin, genel sosyal değerlere bağlılık üzerine yapılan
bir çalışmanın, farklı uzmanlıkların büyüme oranındaki varyasyonla­
rı açıklamada bize yardımcı olması imkânsızdır. Ama bunun yerine,
uzmanlıkların sahip olduğu bilgi, problem ve tekniklerin karakterinde
kendini gösteren farklılıklar üzerine yoğunlaşırsak, ayrı ayrı büyüme
oranlarıyla pekâlâ ilgili olabilecek önemli farklılıkları kavramamız
kuvvetle m uhtem eldir.19
O halde bunlar, kapanma modelinin sahip olduğu avantajlardan
bazılarıdır. Bununla birlikte, can alıcı bir dezavantaj var gibidir: Böyle­
si bir model, m odern bilimde kendini gösteren dikkate değer derecede
hızlı ve yenilikçi entelektüel gelişme ile nasıl uyumlu hale getirilebilir?
Açıklık modeli, bilimsel bilgiye özgün katkıların var olduğunu öne sürer
ve sonra da, açıklık değerlerine dönük bir uyumu varsaymak suretiyle
entelektüel direnme olasılığını fiilen ortadan kaldırır. Bu cevap, belirli
bakımlardan yetersiz olabilir; ama en azından, birikimsel entelektüel
yeniliğin ortaya çıkışı ile tutarlıdır. Kapanma modeli ise, ortodoksilerin
hâkimiyetine vurgu yapmak suretiyle, bilimsel yeniliği oldukça proble-
matik bir hale getiriyor gibidir. Yine de, bu problemin oldukça makûl
bir çözümü vardır. Zira bilimsel ortodoksiler, baskıcı politik sistemlere
benzer bir biçimde, bir devrimle alaşağı edilebilirler.20
‘Bilimsel ortodoksi’ nosyonunu ‘bilimsel devrim’ kavramsallaştır-
masıyla dengelemek gerektiğini, bilhassa Kuhn fark etmiştir. Bu yüz­
den burada, kapanma modelinin Kuhncu versiyonu üzerine yoğunla­
şacağım. Kuhn’un temel tezi şudur: Bilimsel bilginin birikimsel iler­
lemesi, uygulayıcılarının entelektüel açıklığından değil, paradoksal
bir biçimde, onların entelektüel açıdan kapanmalarından ileri gelir.
Kuhn’a göre normal bilimsel araştırma, paradigmalar2' tarafından, bu

18 Bkz. W. O. Hagstrom: The Scientific Community, Basic Books, New York,


1965.
19 D. Crane: Invisible Colleges, University of Chicago Press, Chicago, 1972.
20 T. S. Kuhn: The Structure of Scientific Revolutions, Chicago University
Press, Chicago, 1970 (düzeltilmiş ve genişletilmiş basım).
21 Kuhn’un, özgün bir biçimde ‘paradigmalar’ olarak adlandırdığı şeyin bile­
demektir ki, belirli bir alanda çalışanların genel olarak kabul ettiği -
teorik, metodolojik ve em pirik- bir dizi bağlantılı varsayım tarafından
yönlendirilir. Pek çok bilimsel araştırma, temel varsayımlarını bizzat
bir soru şeklinde ortaya koymaksızın, paradigma tarafından oluştu­
rulmuş problemleri çözme çabasından ibarettir. Bu araştırmalar, te­
melde yatan bilişsel çerçevelerini katı bir biçimde kurması anlamında
sadece bir paradigmaya bağlandıklarından dolayı, çoğu zaman araş­
tırma toplulukları içinde problematik olarak görülen konular alanının
ayrıntılı bir çözümlemesi üzerine yoğunlaşabilirler.22 Bu yüzdendir ki
bilimsel topluluklar, hangi problemlerin, hangi tekniklerin ve hangi
çözümlerin meşrû olduğuna dair sağlam bir içsel anlaşma tesis et­
tikleri ve ayrıca, geçerli çerçeveyi benimsemede başarısız olan kişileri
katılımın dışında bıraktıkları sürece birikimsel entelektüel ilerlemeyi
başarabilirler.
Bu perspektiften bakıldığında, bilimsel yeniliklerin çoğu, mevcut
paradigmalara yapılmış öngörülebilir katkılar olarak ya da bu para­
digmaların görece küçük derecelerde değiştirilmesi olarak görünür.
Fakat Kuhn, bir paradigmanın bir diğeri tarafından yerinden edildiği
durumlarda, ikinci ve çok daha radikal bir yenilik biçiminin ortaya çık­
tığını öne sürer. Bilimsel paradigmaların kendi alanlarını oldukça katı
bir biçimde tanımlaması ve verimli oldukları kanıtlanmış paradigmala­
ra bilim insanlarının oldukça sağlam bir biçimde bağlanması sebebiyle,
bu türden bir entelektüel geçiş, ancak entelektüel ortodoksinin mevcut
düzenine karşı girişilecek açık bir isyan aracılığıyla gerçekleştirilebilir.
Böylesi devrimler, çoğunlukla, anomalilerin paradigma içinde bir gü­
ven kaybına yol açacak derecede yoğunlaşması sonucu tetiklenir. Tüm
paradigmalar, normal bilime yol gösteren kesin bilişsel öngörülerle
tutarlı bir biçimde bir arada bulunamayacak olan anomalileri sürekli
bir biçimde üretirler. Ancak sıklıkla bu türden başarısızlıklar, geçmiş
başarıların ve halen ilerlemekte olan diğer çalışmaların ışığı altında
önemsiz görünürler. Ne var ki, paradigmanın sevk ettiği araştırmanın
tam anlamıyla etkinlik sağlaması, er ya da geç, mevcut kurallar içinde
basitçe cevaplanamayacak gittikçe artan sayıda bilmeceyi açığa çıka­

şenleri arasında en son yaptığı ayrımlar, analizinin temel mantığını etkileme­


miştir. Bu yüzden, Kuhn’un oldukça iyi bilinen argümanının bu açıklamasını
mümkün olduğunca özet ve basit bir biçimde vermek amacıyla ‘paradigma’
terimini kullanmaya devam edeceğim.
22 Bu görüş şu çalışmalarda da öne sürülür; Cohen: a.g.e., ve Polanyi: a.g.e.
1963.
rır. Sözkonusu kurallardaki yaygın başarısızlık, bilhassa eski düşünme
biçimine daha az bağlı olan gençlerin yeni kurallar aramasına neden
olur. Çok sayıda alternatif şema öne sürülür ve genel olarak kabul
görmüş bilimsel önem kriterlerinin geçerliğini yitirdiği bir kriz duru­
m una yol açmak suretiyle, normal bilimin öngörü yeteneği baltalanır.
Bu tarzın pek çok örneğinde, rakip teorilerin taraftarları arasında ken­
dini gösteren rekabet sonucu, aşama aşama yeni bir paradigm a kabul
edilir ve sözkonusu alanda yeni bir ortodoksi kurulur.
Kuhn’un bilimsel gelişim açıklaması, sosyal süreçlere ve bu m üna­
sebetle araştırm a topluluğu içinde onaylanan entelektüel uyumlanma-
ya dair çok az şey söyler.23 Bununla birlikte, bilimdeki sosyal kontro­
lün doğasına dair halihazırda bilinen şeyler, bu analizi dikkate değer
derecede güçlendirir. Bilimdeki sosyal kontrolün, bilim insanlarının
meslekî tanınm a elde etm ek için değerli malûmatı değiş-tokuş etm e­
si sayesinde sürdürüldüğünü gösteren hatırı sayılır bir kanıt kitlesi,
bugün için sözkonusudur.24 Bir bilim insanının bulduğu sonuçların
değerinin yeterince takdir edilmesi, en büyük ödüldür ve araştırma
topluluğunun üyeleri tarafından kontrol edilmektedir.25 Böylesi bir
tanınma, bilim insanları açısından oldukça değerlidir; kısmen onay­
lanmış bilgiyi geliştirme temel yükümlülüğünün yerine getirildiğinin
en açık göstergesi olması, kısmen de terfi, otorite pozisyonlarını işgal
etme, araştırma fonları elde etme vb. gibi diğer hedefleri gerçekleş­
tirmenin ilkin tanınmanın elde edilmesine bağlı olması sebebiyle. Bir
bilim insanının elde ettiği tanınm a miktarının, aslolarak çalışmasının
fark edilme özelliği tarafından belirlendiğini gösteren çok sayıda ka­
nıt mevcuttur. Bununla birlikte, bir bilim insanının yaptığı çalışmanın
kalitesi ya da öneminin, mevcut birtakım bilimsel varsayım ve bek­
lentilerle ilişkisi içinde değerlendirildiği de aşikârdır. Bu yüzden, iyi
tanımlanmış bir entelektüel çerçeveden radikal derecede kopuşların
normal koşullar altında kolayca tanınma elde etmesi pek de mümkün
değilken, yerleşik peşin hükümlere uyum sağlayan özgün katkılar ça­
bucak ödüllendirilecektir.26

23 Bilimsel eğitime ilişkin yaptığı tartışma hâriç. Yukarıdaki dipnot 17’ye bkz.
24 Hagstrom: a.g.e.; ve Storer: a.g.e.
25 R. K. Merton: ‘Priorities in Scientific Discovery’, A.S.R., Cilt 22, 1957, s.
635-659, yeniden basımı için Merton: a.g.e., 1973.
26 Yukarıda dipnot 16’daki referanslara bakınız. Ayrıca K. E. Clark: America’s
Psychologists—A Survey of a Growing Profession, American Psychological As­
sociation, Washington D.C., 1957.
O halde görünen odur ki; genel olarak sistem, tanınmanın dağıtı
ması aracılığıyla, normal bilimi destekler şekilde işlemektedir.27 Yine
de, bilimin ödül sistemi, belirli koşullar altında, devrimci ayaklanma­
yı besleyebilir. Bu durum , izleyen satırlarda ele alacağımız biçimde
gerçekleşecektir. Bir paradigma ya da bir araştırm a çerçevesi genel
olarak kabul gördüğü an, geniş bir önemli ve çözülmemiş problemler
alanıyla özdeşleşecektir. Bu problemler, sözkonusu alanda çalışanlar
açısından, meslekî tanınm a elde etmeye, kariyerde ilerlemeye, ente­
lektüel tatmine vs. yönelik çok sayıda fırsat sağlayacaktır. Bu koşullar
altında, paradigmanın sınırları içinde kalan araştırm a topluluğunun
en azından yeterli, ve sıklıkla da cömert bir ödül alacağını söyleyen
malûmat sebebiyle, sosyal kontrol etkili bir biçimde sürdürülecektir.
Ancak Kuhn’un analizi, açıkça, normal bilim tarafından üretilen so­
nuçların öneminin zaman geçtikçe azaldığını imâ eder. Bütün temel
meseleler, tedrici olarak çözülür ve hâlâ cevaplanmamış olan sorular
da gittikçe önemsiz hale gelir. Aynı zamanda, araştırm a daha az öngö­
rülebilir hale gelir ve araştırmacılar da harcadıkları emeğe uygun ödül
alacaklarından daha az emin olmaya başlarlar. Diğer bir deyişle, pa­
radigma ne denli öm rünü doldurursa, meslekî ödül düzeyi ve bu ödü­
lün kesinliği de o denli azalır. Dolayısıyla, mevcut ortodoksiye uyum
sağlamak, gittikçe daha az rastlanır bir durum haline gelir. Bu yüzden,
meslekî ödüllerin elde edilebilirliğindeki bu azalma süreklileşmişse,
zamanı geldiğinde sosyal kontrolün tam bir çöküşü gündeme gelir.28
Son birkaç paragrafta, Kuhn’un bilimsel gelişim açıklamasının, bi­
limdeki sosyal kontrolün analiziyle sadece tutarlı olmakla kalmadığım,
ama aynı zamanda böylesi bir analizden belli ölçüde destek de aldığını
göstermeye çalıştım. Görünen odur ki; çok sayıda öngörülebilir araş­
tırma yolunun yanı sıra katı bir bilimsel konsensüsün de var olduğu
durumlarda, değiş-tokuş süreçleri, entelektüel uyumlanmayı destekler
yönde çalışır; ama buna mukabil, paradigma tarafından oluşturulmuş
temel bulmacaların çözülür hale gelmesiyle birlikte, sosyal kontrol za­
yıflayacak, böylece entelektüel krizin ve devrimci ayaklanmanın vukû
bulması kuvvetle muhtemel bir hale gelecektir. Ne var ki, bilimsel
gelişimi normal bilim ile devrimci bilim arasındaki salınım açısından
değerlendiren bu analiz, birkaç tartışmalı varsayıma dayanır. Bu ana­

27 Bu durumun bu kadar kolay olmadığı, dallara ayrılma modelini tartıştığı­


mız zaman açıklığa kavuşacaktır.
28 M. |. Mulkay: The Social Process of Innovation: A Study in the Sociology of
Science, Macmillan, London ve Basingstoke, 1972b.
lizde, özellikle, bilimsel ortodoksilerin katı, kesin ve yamsıra tedricî
değişmelerden etkilenmez olduğu; keşiflerin mevcut bilimsel anlayış­
larla ya tutarlı ya da tam amen uyuşmaz olduğu; üyeleri belirli paradig­
malara bağlı olan gruplaşmaların nispeten birbirlerinden ayrı durduğu
ve sabit üyelere sahip olduğu; ve her bir üyenin tanınma fırsatının tek
bir araştırm a topluluğu ile sınırlı olduğu varsayılır. Bu varsayımlar bir
kez ortaya konulmaya görsün, bilimsel devrimlere bu modelde m er­
kezî bir yer atfetmek zorunlu hale gelir. Ancak ben, bu varsayımların
geçersiz olduğunu ve doğru bir biçimde düzeltilirlerse bizi bir dallara
ayrılma modeline doğru yönelteceklerini göstermek istiyorum.
Kuhn’un analizinin bir sorunu da, yanlış ve dar bir keşif kavram-
sallaştırmasına dayanmasıdır. Kuhn, bilimsel keşfin iki temel biçimini
ayırt etmektedir. Bir yanda, ‘araştırm a sonucunun en ezoterik detay­
ları hâriç her şeyin önceden bilinebilir [olduğu]’29 normal bilimdeki
küçük-ölçekli yenilikler vardır. Diğer yanda ise, mevcut bir çalışma
alanının zorla yeniden-kavramsallaştırılmasını tipik bir biçimde ge­
rektiren büyük yenilikler sözkonusudur. Bu noktada, Kuhn’un, son
derece öngörülebilir sonuçların bilimde düzenli olarak üretildiğini
ve radikal perspektif değişikliklerinin vukû bulduğunu öne sürerken
haklı olduğuna eminim. Ancak buradaki önemli mesele, ‘norm al’ ve
‘devrimci’ bilimin ortaya çıkıp çıkmadığı değil; bunların tipik olup ol­
madığı ve bilimsel gelişmeye anlamlı katkılarda bulunan başka keşif
türlerinin sözkonusu olup olmadığıdır. Ortaya konan gözlemlerin ya
da teorik çıkarımların beklenmedik olduğu ama yine de mevcut bilim­
sel varsayımlarla uyuşmaz olmadığı durum da kendini gösteren bir ke­
şif türü vardır ki bu, Kuhn’un analizine dâhil değildir. Böylesi keşifler,
pek çok durum da, yerleşik kavramsal ve teknik araçların gelişimi ve
tedricî değişimi vasıtasıyla keşfedilecek olan ‘yeni bilgisizlik alanları’nı
açığa çıkarır. Bu keşif biçimi, Kuhn’un şemasında önemsiz bulunarak
göz ardı edilir. Oysaki büyük bilimsel ilerlemelerin böylesi bir biçim
aldığı çok sayıda örnek m evcuttur.30 Bu örneklerin en iyi belgelenmiş
olanlarından biri, radyo astronomide ortaya çıkmıştır.31

29 Kuhn: a.g.e., s. 35.


30 G. Holton: ‘Models for Understanding the Growth and Excellence of
Scientific Research’, içinde: S. R. Graubard ve G. Holton (ed.): Excellen­
ce and Leadership in a Democracy, Columbia University Press, New York,
1962; ve H. H. Turner: Astronomical Discovery, University of California
Press, Berkley, 1963.
31 M. J. Mulkay ve D. O. Edge: ‘Cognitive, Technical and Social Factors in
Göksel cisimlerden kaynaklanan ışın yayılımına yönelik sistematik
çalışmalar, birkaç akademik fizikçinin endüstriyel ve askerî araştırm a­
lar esnasında yapılmış bazı tesadüfi gözlemlerin peşine düşmesi sonu­
cu, 1940’larda başladı. Başlangıçtaki bu gözlemler, oldukça beklen­
medik olmakla birlikte, kuraldışı değillerdi; yani yerleşik bilimsel ö n ­
görüleri çiğnemiyorlardı.32 Bu gözlemler, mevcut meselelerin yeniden
kavramsallaştırılmasını da gerektirmiyorlardı. Daha ziyâde bunlar,
kendileri de dâhil önceden bilinmeyen bir araştırm a alanını tanımla­
yan soruların formüle edilmesine yol açtılar. Bu sorular, bir bilgisizlik
alanını belirginleştirme ve hakkında çok az şey bilinen bir dünyada
ihtiyaç duyulacak bir malûmat biçimini tanımlama çabasındaydılar.
İlk kez sorulan sorulara dönük kabul edilebilir cevaplar, zaman içinde
geliştirildi belki. Ama bu problemleri çözmeyi üstlenen araştırm acı­
lar, tekrar tekrar, yeni ve sıklıkla da tamamen beklenmedik araştırma
alanları oluşturdular. Bu alanların her birinde, kabaca söylersek, muğ-
lakça-kavranmış problemler ve kesin olmayan tekniklerden başlayıp
kesin araç kullanımlarına, açıkça anlaşılmış problem ve çözümlere,
ve gittikçe pekişen bir entelektüel konsensüse doğru yönelen bir h a ­
reket sözkonusu idi. Bununla birlikte, bir alandaki temel problemlerin
çôzülmési ile eşzamanlı olarak, katılımcılar, başka problemleri tanım ­
lama, çözme ve açığa çıkarma süreçlerinin tekrarlandığı yeni alanlar
üzerine dikkatlerini yoğunlaştırma eğilimi gösterdiler. Radyo astrono­
minin dallara ayrılması sonucu kendini gösteren bu türden bir büyü­
me, EK l ’de sergilenmiştir. Tüm bu yeni araştırm a yollarının ortaya
çıkışı, geleneksel optik astronominin karakterini kökten değiştirmişse
de, optik astronomlar açısından dikkate değer bir entelektüel direniş
olmadı: Zira optik astronomlar, radyo astronomlarının yol açtığı if­
şaatları, asla optik evrenin yerleşik bilgisiyle uyuşmaz addetmediler.33
Bu bilimsel gelişme modeli, radyo astronomi ile sınırlı değildir. Ö r­
neğin benzer bir sıra, tıbbî bilimlerin geçen yüzyıl boyunca gösterdiği
gelişmede de gözlemlenebilir.34 Üstelik, dallara ayrılma sonucu büyü­

the Emergence of Radio Astronomy’, Information sur les sciences sociales,


Cilt 12, No. 6, 1973, s. 25-61.
32 Küçük bir istisna dışında. Bkz. D. O. Edge ve M. J. Mulkay: A Prelimimary
Report on the Emergence of Radio Astronomy, Cambridge University Engine­
ering Department Technical Report, 1972, Bölüm 2, s. 6 ve Bölüm 5, s. 7.
33 A.g.e.; ayrıca Mulkay ve Edge: a.g.e.
34 A. Zloczower: Career Opportunities and the Growth of Scientific Discovery
in 19lh Century Germany, with Special Reference to Physiology, The Eliezer
Kaplan School of Economics and Social Sciences, Hebrew University of
me ile ilgili her ne kadar çok az sayıda ayrıntılı vakâ çalışması bulun­
maktaysa da, bilimin bütünsel gelişimine ilişkin istatistikler, dallara
ayrılma sonucu büyümenin sık sık vukû bulmasının zorunlu olduğunu
kanıtlamaktadır. Bilim insanlarındaki ya da bilimsel yazılardaki artı­
şı uzun vadede incelersek, büyümenin, yaklaşık on beş yıllık kısa bir
periyotta ikiye katlanan neredeyse üslü bir ifade olduğunu buluruz.35
Bilimsel faaliyetteki bu birikimsel büyüme, bu şekliyle pekâlâ belirli
bir sayıda araştırma alanında yoğunlaşmış olabilir. Bununla birlikte,
araştırm a topluluğunun boyutlarındaki çarpıcı artışa yeni araştırma
alanlarının sürekli yaratımıyla ulaşılmış olması çok daha m üm kün gö­
zükmektedir. Bu meseleyle ilgili kanıtlar ortaya koymanın yollarından
biri de, yeni alanlarda çalışanlar arasındaki iletişimi kolaylaştırmak
için kurulan bilimsel dergilerin sayısındaki artışı incelemektir. Açıktır
ki, dergilerin sayısında dikkate değer derecede hızlı bir artış sözkonu-
sudur;36 ki bu, yeni araştırm a yollarının oluşması sonucu bilimin hatırı
sayılır ölçüde geliştiğinin iyi bir göstergesidir. Bu yüzdendir ki bilimin,
sabit birtakım araştırm a alanlarının sürekli genişlemesi ve tekrar tek­
rar yeniden-tanımlanması vasıtasıyla değil, yeni araştırm a yollarının
birikimsel büyümesi vasıtasıyla geliştiğini söylemek daha mümkün
gözükmektedir.
Bilimsel araştırma topluluğu gelişir ve boyutları da hızla büyür
ancak, tikel problemlerle bağlantılı olan sosyal şebekeler aynı oran­
da büyümez. Araştırma şebekelerinin küçük gruplaşmalara ayrılma
eğiliminde olmaları bir yana, bunlar için yüz ilâ iki yüz üye arasında
değişen bir üst sınır var gibidir.37 Dolayısıyla araştırm a topluluğu, bili­
mi disiplinlere ve uzmanlıklara bölerek formel sınırların ötesine geçen
ve sayıları gittikçe artan nispî küçük-ölçekli şebekelerden oluşur. Bu
şebekelerin üyelerinin dikkate değer derecede üst üste bindiğine;38 ka­

Jerusalem, 1966. Zloczower, burada, bilimsel gelişim hususunda üniversite


sisteminde kendini gösteren değişimlerin etkisine çok daha fazla dikkat çek­
mektedir.
35 Price: a.g.e.; L. J. Anthony vd.: ‘The Growth of the Literature of Physi­
cs’, Reports on the Progress of Physics, Cilt 32, 1969, s. 713; ve K. O. May:
‘Growth and Quality of Mathematical Literature’, Isis., Cilt 59, 1969, s. 363-
371.
36 Price: a.g.e.
37 a.y.; ayrıca W. D. Garvey ve B. C. Griffiths: ‘Scientific Information Exc­
hange in Psychology’, Science, Cilt 146, 1966, s. 1955-1959.
38 N. C. Mullins: ‘The Distribution of Social and Cultural Properties in Infor­
mal Communication Networks among Biological Scientists’, A.S.R., Cilt 33,
tılımcıların bir problem alanı ve bununla bağlantılı şebekeden sürekli
olarak bir diğerine yöneldiğine;39 ve araştırma şebekelerinin sürekli bir
büyüme, gerileme ve çözülme sürecinden geçtiğine40 dair açık kanıtlar
mevcuttur. Araştırma topluluğunun akışkan ve am orf bir sosyal iliş­
kiler ağı vasıtasıyla bu şekilde tanımlanması, Kuhn’un önerdiğinden
oldukça farklıdır ve bilimdeki entelektüel gelişimi kavramsallaştırma
yolumuz açısından önemli içerimlere sahiptir.

Dallara Ayrılma Modeli


Bu üçüncü modelin temel varsayımlarından biri şudur: Bilimde d ü ­
zenli olarak yeni problem alanları yaratılmakta ve bunlar, önceden
oluşturulmuş sosyal şebekelerle bağlantılandırılmaktadır. Bu modelde
ayrıca, herhangi bir şebekedeki evrimin dikkate değer derecede kom­
şu alanlardaki gelişmelere bağlı olduğu da varsayılmaktadır. Yeni bir
alanda bir büyümenin başlaması, tipik bir biçimde, çözülmemiş sorun­
ların, beklenmedik gözlemlerin ya da olağandışı teknik ilerlemelerin,
mevcut bir ya da daha çok alanda çalışan bilim insanları tarafından
idrak edilmesiyle, yani sözkonusu bilim insanlarının kendi alanlarının
dışına uzanan bir arayış içine girmesiyle vukû bulur. Bu yüzden yeni
bir alanın keşfi, sıklıkla bir bilimsel göç süreci sonucu ortaya çıkar.
Bilimsel göçmenler, belirli karakteristiklere sahip şöylesi araştırma şe­
bekelerinden gelme eğilimi taşırlar: Son zamanlarda araştırm a sonuç­
larının öneminde telaffuz edilir bir azalma yaşayan şebekelerden; üye­
lerinin kolayca ulaşılabilir çok az araştırma yoluna sahip olduğu ya da
hiçbir yola sahip olmadığı şebekelerden; üyelerinin bilgi ya da teknik­
te, daha yaygın olarak uygulanabilir durum da olduğu izlenimi veren
özel bir beceriye sahip olduğu şebekelerden; ve çoğu zaman araştırma
topluluğunun dışında gelişen savaş gibi olaylar sonucu dağılmış olup,
üyelerinin bu nedenle yerleşik bir problem alanına dönük sağlam bir
bağlılık taşımadığı şebekelerden... Yeni alanlara dönük hareketi geliş­
tiren bu karakteristiklerin tüm ü birden bir arada bulunmaz.

1968, s. 786-797; ve Crane: a.g.e.


39 W. D. Garvey ve K. Tomita: ‘Continuity of Productivity by Scientists in the
Years 1968-71’, Science Studies, Cilt 2, 1972, s. 379-382; R. McGinnis ve
U. P. Singh: ‘Mobility Patterns in Three Scientific Disciplines’, A.S.A.’mn
toplantısında sunulan tebliğ, New Orleans, Ağustos 1972.
40 Crane: a.g.e.; Mulkay: a.g.e., 1972b; ve C. Fisher: ‘The Death of a Mat­
hematical Theory’, Archives for History of Exact Sciences, Cilt III, 1966, s.
137-159.
Gelişimin ilk evresinde, farklı bölgelerdeki ve farklı ülkelerdeki
araştırmacılar, aynı ya da yakından bağlantılı problemlerle ilgilenme
eğiliminde olup, başka yerlerde gelişen benzer çalışmalardan haber­
sizdirler.41 Gerek çalışma için seçilen değişkenlerin ve bu keşif evre­
sinde kullanılan tekniklerin son derece aşikâr olması gerekse de ilgili
kişiler arasındaki iletişimin az olması sebebiyle, çok yönlü keşfe, so­
nuçların tahminine ve öncelik için girişilen açık rekabete dair yüksek
bir olasılık sözkonusudur.42 Sonuçlar için girişilen rekabette ilk ini­
siyatif, sıklıkla, lisansüstü eğitim gören öğrenciler, araştırm a fonla­
rı, elverişli teknikler, yayın araçları ve saygın bilim insanlarınca ihsan
edilen meşrûiyet gibi kaynakları en iyi kullanma hakkına sahip olanlar
tarafından üstlenilir.43
Yeni bir alanın ilk sonuçları, çeşitli disipliner dergiler arasında ve
genel amaçlı dergiler içinde dağılma eğilimi taşır.44 Bu ilk yayınların
bir sonucu olarak, benzer problemler üzerine birbirlerinden ayrı bir
biçimde çalışanlardan bazıları, ortak ilgilerin farkına vararak informel
bir irtibat kurarlar. Böylesi bir irtibat, mevcut ‘görünm ez kolejler’in
üyeleri arasındaki bağlar aracılığıyla da geliştirilebilir; ki bu ‘görün­
mez kolejler’in çoğu, bu aşamada, özellikle gelişecek gibi görünüyor­
sa, merkezlerinde olmasalar dahi bu yeni alanı vesayetleri altına alm a­
ya çalışacaklardır. Gelişmiş iletişimin bir sonucu olarak, problemlerin
görece önemi, değişkenlerin uygun tanımı ve tekniklerin doğru kulla­
nımı gibi konularda tedricen ortaya çıkan genel anlaşmanın yanısıra,
giderek etkisini arttıran bir bilimsel tartışma kendini gösterir.45 K on­
sensüsün tesisi, ille de pürüzsüz ve birikimsel bir süreç olmak zorunda
değildir. Böylesi bir girişim, pek çok durum da, muhtelif perspektif
değişimlerini, merkezî problemlerin yeniden tanımlanmasını ve katı­
lımcılar arasında ortaya çıkan güçlü anlaşmazlıkları da içerir. Ancak
bu yine de, alaşağı edilecek genel kabul görmüş bir ortodoksi sözko­
nusu olmadığı için, çoğunlukla entelektüel bir devrim gerektirmez.

41 Crane: a.g.e.
42 Mulkay ve Edge: a.g.e.
43 N. C. Mullins: ‘The Development of a Scientifıc Specialty: The Phage
Group and the Origins of Molecular Biology’, Minerva, Cilt 10, 1972, s. 51-
82; N. C. Mullins: ‘The Development of Specialties in Social Sciences: The
Case of Ethnomethodology’, Science Studies, Cilt 3, 1973, s. 245-273; ve D.
L. Krantz: ‘Schools and Systems’, Journal for the History of the Behavioural
Sciences, Cilt 8, 1973, s. 91-95.
44 Crane: a.g.e.
45 Mulkay ve Edge: a.g.e.
Konsensüs, daha ziyâde, araştırmacıların yeni alanın problemlerine
cevap olarak önceden kazandıkları perspektifleri, farklı bilimsel arta-
lanlardan gelen katılımcıların etkili bir biçimde kullandıkları alternatif
perspektifler ışığında küçük değişikliklere uğrattıkları bir dizi m üza­
kere aracılığıyla tesis edilir.46
Konsensüsteki büyümeye, şebeke içindeki zihinsel ve sosyal sü ­
reçlerde kendini gösteren bağlantılı değişimler eşlik eder. Yayınlar,
gittikçe daha dar bir dergiler alanında ortaya çıkmaya başlar. Alana
temelden angaje olmamış yazarların çalışmalarına yapılan referans­
ların oram, dikkate değer derecede azalır. Erken dönemde yapılan az
sayıdaki katkı, bilhassa önemli addedilir ve düzenli bir biçimde alıntı­
lanır.47 Bu temel katkılar gittikçe daha bilindik hale gelirken, alanda­
ki aktif araştırmacıların ve yazıların sayısı da üslü bir biçimde artar.
Alana yeni meslektaş adayları devşiren ve onları gitgide pekişen bir
konsensüsün perspektifiyle eğiten araştırma takımları ve işbirlikçi k ü ­
meleri oluşur. Problemler daha açık bir biçimde tanımlandıkça, bu
araştırm a grupları, ve yanısıra birey bilim insanları, üst üste binmeyi
en aza indirgeyecek ve dolayısıyla rekabet olasılığını azaltacak şekilde
seçilmiş uzman araştırm a yolları geliştirirler. Bu süreç, görece geniş
bir meseleler alanının keşfedilmesini sağlar.48
Araştırma şebekeleri, tipik bir biçimde, büyüme sırasının erken dö­
nemlerinde ortaya çıkan temel katkılara bir cevap olarak gelişirler.49
Sonraki çalışmalar, esasen bu katkıların üzerine ayrıntılı bir biçimde
çalışılmasından ibarettir. Dolayısıyla yenilikçi çalışmaların büyük bir
kısmı, alan nihaî üyelerinin önemli bir kısmını elde etmeye başlama­
dan önce tamamlanmış durum dadır. Bu demektir ki; hatırı sayılır bir
bilimsel ilerleme gerçekleştirme fırsatları ve olağanüstü boyutlarda bir
meslekî tanınma elde etme olanakları, ilk dönemin ardından hızla aza­
lır.50 Bu durum , hem katılımcılar hem de gitgide potansiyel üyeler için
açık bir hale geldiğinde, büyüme üslü olmak yerine çizgisel bir hal alır.

46 Bu nedenle devrimci bir duruma en yakın yaklaşım, göçmenler yerleşik


bir alana girdikleri ve bu alanın temel varsayımlarını değiştirmeye çalıştıkları
zaman ortaya çıkar. Bkz. J. Ben-David ve R. Collins: ‘Social Factors in the
Origins of a New Science: The Case of Psychology’, A.S.R., Cilt 31, 1966,
s. 451-466.
47 Crane: a.g.e.
48 Hagstrom: a.g.e.
49 Holton: a.g.e.
50 G. N. Gilbert: ‘The Development of Science and Scientific Knowledge:
The Case of Radar Meteor Research’, yazının okunduğu yer: Parex Proje-
İlgi çekici ve/veya çözülebilir problemlerdeki azalmanın devam etmesi
sonucu, meslekî tanınma ve kariyer fırsatlarındaki kıtlığın büyüm e­
siyle de paralel olarak, yeni üye katılımı gittikçe azalır ve şebekenin
yerleşik üyeleri başka yerlerde oluşum sürecinde olan problem alanla­
rına doğru harekete geçerler.51 Bu göçmenler, bugün düşüşte olan
problem alanının dışında ve beklenmedik bir biçimde ortaya çıkmış
araştırm a yollarını kovalamaya özellikle meyledeceklerdir. Bununla
birlikte, iyi kurulmuş araştırm a alanlarının tümüyle ortadan kalkması
genellikle uzun bir zaman alır. Buralarda hemen her zaman, henüz
yapılacak olan bazı gözlemler, hâlâ inceltilmemiş bazı ölçümler ya da
henüz tamamen tüketilmemiş bazı teknik gelişmeler sözkonusudur.
Bu yüzden pek çok alanda, ilgi odağının başka yerlere kaymasından
uzun zaman sonra dahi araştırm a geleneğini sürdüren, bilimsel an ­
lamda aktif küçük bir grubun direnişi devam ettirmesi m uhtemeldir.52
Dallara ayrılma modelinin yukarıda serimlenen açıklaması, bilimsel
bilginin ilk üreticileri ve onaylayıcıları olan sözkonusu küçük-ölçekli
araştırm a şebekelerinin yükselişi ve düşüşü açısından ifade edilmiştir.
Bununla birlikte yeni uzmanlıkların ve yeni disipliner alanların ortaya
çıkışında da oldukça benzer süreçler işler. Temel fark, sonraki örnek­
lerde, ilk keşif döneminin birbirine gevşekçe bağlı araştırm a yollarında
hızlı bir serpilme yaratmasıdır. Bu durum , Şekil I’de görülebilir. Böy­
lesi durumlarda, ilkin hazırlık araştırmaları, sonra üslü bir biçimde
büyüme ve sonra da sabitlenme olarak kendini gösteren sıra, açık bir
biçimde uzmanlık ya da disiplin düzeyinde gözlenebilir.
Bu dallara ayrılma aracılığıyla büyüme modeli, hem açıklık m ode­
linden hem de kapanma modelinden önemli ölçülerde farklıdır. Yine
de bazı açılardan İkincisini andırır. İlk olarak, her iki model de [ka­
panm a ve dallara ayrılma modelleri -ç .n .] araştırm a topluluğundaki
bilişsel ve sosyal ayrımlaşma arasındaki bağlantılar üzerine yoğunlaşır.
Buna ek olarak, her iki model de bilimdeki eğitim sistemi hakkında
aynı kanıyı paylaşır ve her ikisi de entelektüel uyumlanma yönünde
baskıların var olduğuna vurgu yapar. Bunun yanısıra, katılımcıların
mevcut çerçeveyle uyuşamadıklarmı fark etmeleri ve bunun ardın­
dan gerek içeride gerekse de dışarıda kararlı bir şebeke oluşturmaları
sonucu ortaya çıkan radikal yenilik durumlarında, her iki model de

et Conference, December, 1973 (Maison des Sciences de l’Homme, Paris).


Konferans tebliğlerinde basılmıştır.
51 Mulkay: a.g.e., 1972b.
52 Holton: a.g.e.
devrimci ayaklanma öngörür. Ancak bu devrim örüntüsü, kapanma
modelinin perspektifi açısından tipik olarak görülürken, dallara ay­
rılma modeli açısından ise sadece özel bir durum olarak kabul edilir.
Bu yüzdendir ki dallara ayrılma modeli, son derece kurumsallaşmış
bir bilim içinde devrime gebe olabilecek koşulları aydınlatmaya bizi
m uktedir kılar. Devrimler, anlamlı problemlerin ve meslekî tanınm a­
nın gitgide azalmakta olduğu şebekelerde; araştırmacıların, örneğin
ezoterik teknik beceriye duyulan ihtiyaçtan dolayı, ileri-geri hareket
etmelerinin zor olduğu şebekelerde; ve bilişlerin oldukça kesin oldu­
ğu, dolayısıyla da tedricî entelektüel yeniden-tanımlama olasılığının
sınırlı olduğu şebekelerde ortaya çıkma eğilimi gösterir.
Tüm bu nedenlerden dolayı, dallara ayrılma ve kapanma modelle­
rini birbiriyle tamamen uyuşmaz olarak görmenin gereği yoktur. Ü s­
telik bir ideoloji olarak gördüğüm üz durum da, açıklık modeli de be­
lirli bir değere sahip olabilir.53 Bu açıdan bakıldığında, açıklık modeli,
bilim insanlarının spesifik sosyal bağlamlarda -kanaatim ce, bilhassa
pür araştırmayı dışarıdakilere tanıtmaya ya da onların gözünde meş-
rûlaştırmaya uğraştıkları z am an - kullandıkları bir dizi sözel formülas-
yon ya da bir vokabüler olarak görülebilir. Bu yüzden görünen odur
ki dallara ayrılma modeli, üç model arasında en tatmin edici olanıdır;
sadece kendinden öncekilerin hatalarından korunduğu için ve sadece
geniş bir empirik bulgular alanı ile tutarlı olduğu için değil, ama aynı
zamanda, bilimsel gelişime dair diğer iki modelde var olan değerli şey­
leri kapsayabildiği için de.

53 J. R. Ravertz: Scientific Knowledge and its Social Problems, Clarendon


Press, Oxford, 1971.
w\
Güneşten Gelen L _ fc | Galaksiden Geien
Radyo Emisyonları I Radyo Emisyonları
EKİ
Radyo Astronomisinde Problem Alanlarının Gelişimi Alındığı yer: M J. Mulkay ve D.O. Edge, "Cognitive, Technical and
Social Factors in the Growth of Radio Astronomy", Social Science Information, Vol. 12, no. 6, 1973, pp. 35-61.
Bilim, İdeoloji ve Bilim Sosyolojisi
BİLİM VE İDEOLOJİ*

Barry Barnes

I
‘İdeoloji’, kabul görmüş bir kullanıma sahip olmanın henüz uzağında,
belirsizliğiyle kötü şöhretli bir terimdir. Bununla birlikte, somut sos­
yolojik ve tarihsel çalışmalarda bu terimi kullanmanın ve ideoloji ile
bilim arasında temel bir ayırımı benimsemenin veya içermenin yararlı
olduğu da sıklıkla kanıtlanmıştır. Örneğin ırk kavramının tarihi üzeri­
ne literatürde bu karşıtlık güçlü ve iyi işlenmiş bir şekilde kullanılır. Bu
durum da, önceki bölümlerdeki usavurmaların bu ayırımın üzerinde
yükseldiği alışılmış temelleri aşındırdığını söylediğimizde, gerçek bir
sorun ortaya çıkmaktadır. İdeoloji ve onun bilim ile ilişkisi sorununun
nasıl ele alınacağını ayrıntılarıyla tartışmak zorunlu hale gelmekte;
mevcut bakış açılarına gerçek bir almaşığın olup olmadığını sormamız
gerekmektedir. Bu son bölüm ün ilgileneceği konular bunlar olacak.1
Mevcut kullanımda, hem betimlemelerin hem de değerlendirme­
lerin, anlam her iki durum da bir ölçüde farklıysa da, ideolojik olduk­
larına işaret edilebilir. Kısaca özetlersek, değerler ideolojik olarak be­

Çeviren: Erhan Işıklar


* Orijinal Eser: “Science and Ideology”, Scientific Knowledge and Sociolog­
ical Theory içinde, London: Routledge & Kegan Paul, 1974. Bu metin, adı
geçen kitaptan alınmış bir bölümdür.
1 Tartışmanın bütününün sadece yüksek derecede farklılaşmış bir toplumun
inançlarıyla ilgili olduğu göz önünde bulundurulmalıdır.
timlenir, buna karşılık betimlemelere veya empirik iddialara ideolojik
olarak değer biçilir. Herhangi bir meslek sahası ile bağlantılı değerler
kümesi veya açıkça ilân edilmiş ethik kod, belki meslek grubunun ko-
m ünal olarak tanımladığı amaç ve maksatlarıyla bağlantısı nedeniyle,
ideoloji olarak adlandırılabilir. Bu durum , değerlerin yetersiz, yapay
veya yanlış oldukları anlamına gelmez. Bununla birlikte, empirik id­
diaların ideolojik oldukları belirtildiğinde, bununla, genellikle, onların
hatalı veya en azından iyi temellendirilmemiş oldukları kastedilir.
Tartışmamızın merkezinde doğa bilimi yer aldığına göre, bizi bura­
da en fazla ilgilendirecek olan, terimin ikinci kullanımıdır. Fakat yine
de, bilimsel bilginin değer biçici olmaktan tam amen arınmış olma­
dığına işaret etmek önemlidir. Dahası, sahip olduğu bilginin içeriği­
ne değerleri dâhil ettiğini veya onları açıkça övdüğünü fark ettiğimiz
ölçüde, bilim eleştiriye açıktır. Bilimden betimleyici olması beklendi­
ğinden, onun içindeki değer biçmeler, olgular veya nötr bildirimler
şeklinde maskelenmiş olabilir. Bilim insanlarının yararlandığı ve çıkar
gütmedikleri hakkında pratikte evrensel olarak duyulan ve tümüyle
hak edilmemiş de sayılamayacak saygı, onların bilgi iddialarının içi­
ne katıştırılmış değerlere sahte bir meşruiyet kazandırabilir. Yine de,
büyük ölçüde, bu etki anlamlı olsa da fazla bir öneme sahip değildir.2
Uygulama çoğu akademik çalışmada artık kaşların çatılması ile
karşılanma eğiliminde olmasına rağmen, hakiki [bona fid e ] bilimin
büyük bölümünde, aleni reçeteler betimlemelere karıştırılır. Çoğu za­
m an yeterince zararsızdır, maske altında gizlenme sorunu yoktur ve
değer biçmeleri seçip ayırmakta herhangi bir güçlük çekilmez. Bu­
nunla beraber, akademik bağlamlarda bile, tıp, metalürji ve başka pek
çok sahadaki eserler, yazarın belirtik değer biçmelerinden bağımsız
söylemi seçip ayırma girişimlerini nafile kılacak şekilde yazılmaktadır.
Böyle bile olsa, değer biçmelerin algılanması yeterince kolay olacak

2 Burada bilimsel girişimin temelinde yer aldığı düşünülen değerlere değil, sa­
dece bilim kültürüne, denebilir ki, somut olarak karıştırılmış değer biçmelere
işaret ediyorum. Elinizdeki monografinin usavurmaları birincilerin çevresinde
cereyan eden münakaşaya pek az şey eklediğinden, onların eleştirileri burada
tartışılmayacak. Olgu-değer ayrımını merkezine koyduğu gerekçesiyle bilimi
ideolojik olmakla suçlayan Marcuse’ü ele alalım. Marcuse, özünde, ayırımın
gereksiz olduğunu (ki bu noktayı kabul etmek kolaydır), ve insan doğasının
esaslarına antipatik olan ve insan onurunu ve özgürlüğünü aşındırıcı bir top­
lumsal düzeni meşrulaştırdığını ifade etmek ister; dolayısıyla, yeni bir bilim
çeşidine gerek duyarız. İddia yeterince açık sözlüdür ve burada söylediğim
hiçbir şeyin onun kıymetini etkilemesi söz konusu değildir.
ve okuyucu bunları kolaylıkla göz önünde tutabilecektir. Neticede bu
durum , aleni değer biçmelerin bile sinsi olabildiği yarı-popüler yazı­
larda ve bilimin kenarındaki alanlarda görülmektedir. ‘Pop’ etoloji ve
çevrebilim ile psikiyatri ve kriminoloji gibi sahalar burada hemen akla
gelenleridir.
Bilimsel çalışma, ayrıca terminolojisinin bir sonucu olarak da de­
ğer biçici olabilir. Önemli kavramlar, betimleme ile değer biçme birbi­
rinden farklılaştırılmadan kalacak şekilde kullanılabilir; gözlem dilleri
nötr ve antiseptik olmanın çok uzağında kalabilir. Patoloji, kapsamlı
bir bilimsel disiplinin etiketi ve önemli bir sınıflandırıcı terimdir. Açık­
çası bu, fizyolojik fenomenleri, ‘saf bilimsel’ fonksiyonunun aşikâr ol­
madığı bir tarzda birbirinden ayıran değer biçici bir kavramdır. D aha­
sı, temsil ettiği değer biçme çeşidi, insan fizyolojisi ve anatomisindeki
ve hatta biyofizik ve biyokimyanın ilgili alanlarındaki gözlem bildi­
rimlerine kadar nüfuz eder. Fakat bu nokta çok fazla ileri götürülme-
melidir. Değer biçici gözlem dilleri, her şeye rağmen yine de gözlem
dilleridir. Fizyoloji ve patoloji ders kitaplarındaki bildirimlerin olgusal
veya hakikaten betimsel oldukları meşruen savunulabilir. Kapsadıkları
değerler, kitle medyasının ‘özgür dünya’, ‘ekstremist’ veya diğer favori
terimleriyle yakından bağlantılı değerlerin taşıdığı anlamdan yoksun­
dur. İnsanların kalp sağlığına veya içe doğru büyüyen ayak parmağı
tırnaklarına göre ciddi bir ayrımcılık, sömürü veya mertebe düzenle­
mesi yapmayız, ne de artık biyoloji biliminin terminolojisi toplumsal
kara çalma süreçlerine suç ortaklığı etmektedir. Yerleşik bilimsel di­
siplinlerdeki değer biçici öğelerin çoğu, benzer şekilde zararsızdırlar
ve sosyal bir fonksiyon icra etmezler; yinelersek, farklılaşmamış term i­
nolojiden en fazla kuşkulanmamızı hak eden alanlar, kibarca bilimin
kenarında yer aldığı söylenebilecek disiplinlerdir.
Ayrıca, gündelik veya ortakduyusal sözcük dağarcığından yetersiz
bir şekilde farklılaştırılmış olduğunda da terminolojiden kuşku duyu­
labilir. Kendine özgü bir jargonun ve içrek söylem kiplerinin en habis
kullanımı en azından doğa bilimini toplumsal etkiden bağışık tutar.
Aynı terimler hem bilimde hem de ortak kültürde kullanıldığında, her
iki kullanım bağlamı bir diğerini etkiler, ama yine de bir ölçüde fark­
lı olma eğilimindedir. ‘N ötr’ bilimsel bildirimler, meslekten olmayan
kişiye değer biçici olarak görünebilir; ortakduyunun değer biçici çağ­
rışımları bilim insanının düşünce ve pratiğini fark edilmesi zor bir şe­
kilde etkileyebilir. Akıllı/deli, canlı/ölü, sağlıklı/hasta, erkek/dişi, nev­
roz, uyuşturucu ve tiryakilik gibi terimler, bu noktayı örneklemeye, ve
belki de bir ölçüde uzmanların Grekçe sözlükler yardımıyla grotesk ve
telaffuzu zor ifadeler inşa etmelerini mazur göstermeye hizmet eder.
Şüphesiz bazı uzmanlık alanlarında harici çıkarlar teknik terminoloji­
nin özerk statüsünü korumayı güçleştirebilir.
Diğer taraftan, geleneksel katı bilimlerde terimlerin farklılaştırıl­
ması dikkate değer oranda gerçekleşti; kavramlar pratikte değer b i­
çici çağrışımlardan yoksun olarak doğdu ve tümüyle tek bir disiplin
veya uzmanlık alanı bağlamında kullanıldılar. Fiziğin ve m atem ati­
ğin dili öylesine farklılaşmıştır ki tamamen gündelik terimlere, bu dil
içersinde hiçbir tehlikeye yol açmaksızın, uzmanlaşmış bir kullanım
atfedilebilir; sonuç bazen ‘tuhaflık’ [‘strangeness’] ve ‘katastrof ku-
ram ı’ndaki gibi azıcık mizahi olabilir. Böylece, bu alanlarda, gizli bir
değer biçmenin var oluşuna bir örnek göstermek veya değerlerin usta­
lıkla meşrulaştırılmış olduğunu kanıtlamak çok güçtür. Özellikle kişi
‘yukarı’ ve ‘aşağı’ gibi terimlerin kullanımının bile derin bir düzeyde
meşrulaştırılmış olduğunu ve hiyerarşik bir toplumsal düzeni destek­
lediğini iddia etmeye hazırsa, böylesi konumlar tümüyle savunulamaz
değildir, fakat böyle bir yaklaşım burada ciddiye alınmayacaktır. Bu­
rada bilimdeki değer biçici bileşen, anlamlı fakat büyük öneme sahip
olmayan ve elenebilir bir şey olarak incelenecektir. Bu çözümleme,
bilim insanlarının kendilerinin, üzerinde düşündükleri takdirde kabul
edebilecekleri şeye yaklaşır; olgu-değer ayrımını bilim insanlarının ve
onları çevreleyen kültürün kullandığı şekilde kullanmaktan hoşnuttur;
ayırımı, aktörlere ait bir kategori olarak ele almaktadır.

II
Şu halde, ana soru, doğa biliminde değerlere rastlanması hakkında
değil, doğa biliminin değer biçici olmayan bilgi iddiaları ile ideolo­
ji arasındaki ilişki hakkındadır. Günüm üzde bilgi iddiaları ideolojik
olarak tanımlandığında ne kastedildiğini, suçlamanın niçin yapıldığı­
nı -veya ondan ne sağlanabileceğini, ve mevcut ideoloji kavrayışının
hangi yönlerinin burada savunulan perspektifin içinde yararlı şekilde
m uhafaza edilebileceğini sormalıyız. (Söylemek bile gereksiz ki, inanç
sistemlerinin sosyolojik eşdeğerliği üzerindeki önceki vurguya paralel
şekilde, burada muhafaza edilecek yönler, diğerleri yanı sıra, bilimsel
inançlarla da ilgili olacaktır.)
Günüm üzde, bilgi iddialarının ideolojik olarak tanımlanması için,
normal olarak onların üç koşula uyması beklenir. İlkin, onlar toplumsal
bir fonksiyon icra etmeli veya toplumsal bir grubun çıkarlarına uygun
olmalıdır. İkinci olarak, iddialar yanlış, eksik, yetersiz temellendirilmiş
veya bir başka şekilde, akıl veya gerçeklikle bağdaşmaz olmalıdır. Son
olarak - k i bu ilk iki koşulu tutarlı bir örüntü içersinde birleştiren ve
kapsayıcı ideoloji teriminin kullanımını haklı çıkaran noktadır-, iddia­
larla bağlantılı toplumsal fonksiyon veya çıkar, bu iddiaların doyurucu
olmayan doğasının nedenini oluşturur; ideoloji, toplumsal faktörler
tarafından çarpıtılmış veya ters bir şekilde etkilenmiş düşüncedir.
Burada benimsenen yaklaşım ilk noktayı dokunm adan bırakır.
İnançlar toplumsal fonksiyonlara sahiptir, ve pek çok örnekte onları
ortaya atan grupların çıkarları ve toplumsal konumlarıyla bağlantılı
görünürler. Bu yüzden, burada bütün yapılması gereken, inançların
fonksiyonları ile ilgili önemli fakat ihmal edilmiş bir noktayı hatırla­
maktır. Aşikâr olanı vurgulama riskini göze alarak, bir inanç kendi
fonksiyonunu icra ediş tarzı nedeniyle ideolojik olduğu için, onun
özünde ideolojik veya kendinde ideolojik olduğundan bahsetmenin
anlam taşımadığını açıkça ifade etmeye değer. Bu nokta pratikte bazen
unutulur; inançlar veya inanç tipleri, tikel pratikleri veya olgu durum ­
larını mantıken veya otomatik olarak meşrulaştırdıkları varsayılarak,
doğaları gereği ideolojik olarak tanımlanırlar. Sosyolojide, örneğin
‘fonksiyonalizm’ sık sık ideolojik ve doğası gereği m uhafazakâr ol­
makla eleştirilir. İmdi, fonksiyonel açıklamanın pek çok taraftarının,
çalışmalarında, var olan kurum lan meşrulaştırmakla ilgilendiğini ileri
sürm ek kesinlikle akla yatkındır. Fakat bundan daha fazlasını iddia et­
mek yanlıştır; bir inançlar sınıfının güvenilirliği, kulanıcılarının güdü­
lerine işaret ederek sorgulanamaz. Bunu derken bilgiçlik taslıyor deği­
liz; unutmayalım ki Marx fonksiyonel açıklamanın büyük bir ustasıydı!
Eğer bir inanç, verili, önceden var olan inançlara sahip aktörleri
belli değerlendirmeleri veya eylem istikametlerini benimsemeye doğal
olarak sevk ederse tikel bağlamlarda toplumsal fonksiyonlar üstlene­
bilir. Aynı inanç, başka durum larda veya farklı aktörlerle, tamamen
farklı bir fonksiyon icra edebilir. Bir inanç veya bilgi iddiası, farklı
durum larda bir fonksiyonlar çeşitliliğine uyarlanabilen bir âlet olarak
görülmelidir; kökeni ve tasarımı belki tikel bir özel görev çeşidiyle
bağlantılı olmuşsa da, bir somun anahtarı belli vesilelerle iyi bir kısa
sopa yerine geçebilir.
Teferruata girme pahasına, belki sadece doğalcı hatayı işlemeye
karşı bir uyarı olsa da, bilimle daha ilgili başka bir örnek vereceğim.
Bütün bireylerin yetenek ve kabiliyetlere eşit olarak malik doğdukları
inancını düşünelim. Bu inancın, yüksek derecede hiyerarşik ve söm ü­
rücü bir toplumsal düzeni haklı çıkarmakta kullanıldığını tasarlamak
kolaydır. Bu, baskıcı bir meritokrasi için kusursuz bir âlettir. Sistemin
dibindekiler başkalarıyla aynı yeteneklere veya potansiyel yetenekle­
re sahiptir. Başarılı olmaları, sorumlu tutulamayacakları doğuştan bir
kapasite yokluğu tarafından engellenmemiştir. Tembellik, kayıtsızlık,
hırs yokluğu ve benzeri bir nedenle başaramamış olmalıdırlar. Başarı­
sızlıkları kendi kusurları olduğundan, sistemin dibindeki kötü durum ­
ları kendi eserleridir ve orada hafif ateşte kızarmaya terk edilebilirler.
Şüphesiz söz konusu inanç pratikte eşitlikçilik ile bağdaştırılmış-
tı ve en yaygın şekilde liberaller ile onların solunda yer alanlar tara­
fından savunulmuştu. Var olan kurum lan eleştirmekte kullanılan bir
inançtı. Farklı bireylerin ve grupların farklılaşan başarı miktarı, farklı
doğuştan kapasitelerle ilişkilendirilemez, ‘o halde’ toplumsal sistemde
kurumlaşmış ayırımcılık ve haksız seçilim ile ilişkilendirilmelidir. Bu­
rada önem taşıyan nokta, bu gibi ‘o haldeler’in sadece tikel inançlar
ve norm lar bağlamında herhangi bir güce sahip olmalarıdır. İnançla­
rın toplumsal fonksiyonlarının incelenmesi, sosyolojik soruşturm anın
önemli bir dalıdır, fakat inançların kendilerinin biçim veya statüsü
hakkında hiçbir şey ifşa etmez. Herhangi bir inanç çıkarlara hizmet
ettirilebilir; uygun bir kapsamlı kültürel örüntü verildiğinde, herhangi
bir tikel inanç herhangi bir tikel çıkara hizmet ettirilebilir. (Bu noktayı
güzel bir şekilde göz önüne seren ve yukarıdaki ile bağlantılı bir başka
örnek için karş. Rosenberg, 1966.)
İdeoloji incelemesi, arada sırada, basitçe inançların fonksiyonları­
nın incelenmesi olarak sunulur. Bir inancın tikel fonksiyonlara sahip
olması sebebiyle ideolojik olduğu savunulur; inancın yeterliliği bu ko­
nuyla ilgisiz sayılır. Bu görüşün doğruluk payı az görünüyor. İnanç­
ların toplumsal fonksiyonlarını incelemek ve özellikle algılanmamış
veya kabul edilmemiş fonksiyonları ifşa etmek ilginçtir, fakat bunu
ideoloji incelemesi olarak adlandırm ak yararsızdır. Babalığın biyolojik
doğası hakkındaki inançlarımız toplumsal fonksiyonlar icra eder. Aynı
şekilde birliklerin ve nümayiş kontrol ekiplerinin silahlarının ölümcül
potansiyellerine dair inanç da bunu yapabilir. İnançlarının doğru ol­
duğunun kabul edilmesi, kamuoyunda, özellikle öğrenciler arasında
sağladığı itibar sayesinde fizikçilerin çıkarınadır. Bunların ideolojik
fonksiyonlar olduğunu söylemekle bir şey kazanılmaz.
Böylece, geleneksel ideoloji tanımındaki ikinci öğenin tamamen
sebepsiz olmadığı kanıtlanmaktadır. İdeoloji terimi ancak akla aykı­
rılık veya gerçeklik ile bir çatışma içerirse, herhangi bir sahici işe ya­
rar. O zaman, doyurucu olmayan doğalarına rağmen, içersinde icra
ettikleri toplumsal fonksiyonlar nedeniyle tikel bağlamlarda kalıcılığını
sürdüren inançları tanımlamakta kullanılabilir. Toplumsal fonksiyon­
lar, bu inançların kalıcılığını anlama girişiminde zikredilirler; önceki
örneklerdeki gibi, bu inançlara göre ilineksel oldukları düşünülemez.
Yine de, bu koşulun burada yadsınması gerekir; çünkü böyle yeter­
siz inançları teşhis edeceğimiz dışsal standartlan bulma olanağı red­
dedilmiş durum dadır. Böylece, toplumsal faktörlerin inançları nasıl
etkilediği sorunu doğmaktadır; zira böyle bir etkinin varlığı lehine ilk
bakışta ezici güçte kanıtlar sözkonusudur. Eğer toplumsal faktörler,
doğruluk veya ussallıktan sapmaya neden olacak tarzda işlemiyorlar­
sa, o zaman nasıl işlemektedirler?

III
Soruna odaklanmanın ilk aşaması olarak, önceki bölümlerde neden­
sel açıklamaya doğruluk veya ussallıktan ziyade normallikten sapmayı
açıklamak için başvurulduğunu hatırlamalıyız. Bilimsel topluluklar da
dâhil olmak üzere bütün topluluklarda, inançların, kültürel olarak yer­
leşmiş teamüllere uygunluğuna göre geçerli veya iyi temellendirilmiş
olduğu yargısına varılır. Bunlar zaman içinde veya topluluktan top­
luluğa değişebilir, fakat verili bir toplulukta verili bir dönem boyunca
genellikle toplumsal kontrol mekanizmaları tarafından korunurlar ve
yeni üyelere başarıyla aktarılırlar. Normal pratik, bu teamüllere uygun
olan pratiktir ve bir anlamda, sorunsal oluşturmadığı varsayımıyla ele
alınabilir. Özellikle izah edilmeyi gerektiren, normal pratikten sapm a­
dır, ve toplumsal etkiler ve koşullar, sapmanın nedenleri olarak başvu­
rulabilecek faktörler arasında yer alır. Toplumsal faktörlerin doğruluk
veya ussallıktan sapmaları nasıl ürettiğini, yani inancı nasıl çarpıttıkla­
rını sorm ak yerine, toplumsal pratikten sapmaları nasıl ürettikleri so­
rulabilir. Toplumsal faktörler, bu tarz değişmeleri üretebilen belirleyici
bir etki çeşididir.
İnançların toplumsal belirlenimine dair bu görüş ile önceki arasın­
daki fark, toplumsal nedenleme atfıyla zorunlu olarak bağlantılı hiçbir
eleştirel fonksiyonun artık söz konusu olmamasıdır. Elbette ki, kabul
edilmeyen, gizlenmiş veya gayrimeşru belirleyicilerin inançları etkile­
diği gösterildiğinde, bu bir eleştiri veya söz konusu inançların güve­
nilirliğini azaltan bir sebep olarak ele alınabilir. Burada, bilinçdışı ve
gayrimeşru güdülenmelerden kaynaklanan inançlar şeklindeki sınırlı
veya tikel ideoloji kavramı ile bir paralellik vardır (Mannheim (1936).
Fakat bu değişik durum da ideoloji terimini kullanmanın gerekip ge­
rekmediği konusu sorgulamaya açıktır, çünkü bu kavram, gayrimeşru
tarzda belirlenmiş inançların zorunlu olarak yetersiz inançlar olduk­
ları varsayımını içerir. Burada, nedensel açıklama bulmaya yönelik
sosyolojik görevin, epistemolojik ve değer biçici ilgilerden ayrı tutul­
masını savunuyorum.
Bu yaklaşımın bir sonucu, bilim kültürü üzerindeki gizlenmiş top­
lumsal etkilerin tıpkı diğer herhangi bir kültür üzerindeki etkiler gibi
araştırılıp incelenebileceğidir. Eğer böyle etkiler bulunursa, bu, ilgili
inançların hatalı veya bağlamdan-bağımsız bir anlam da ‘bilimdışı’ ol­
dukları anlamına gelmez. Gayrimeşru etkiler ne denli bariz veya kaba
olursa olsun bu durum değişmez. Normal inanç ve eylemden sapm a­
ları ürettikleri ölçüde, bu gibi etkiler bilimde kültürel değişimin nasıl
meydana geldiğini anlamamıza yardımcı olurlar; kendi başlarına daha
fazla bir şey yapmazlar.
Yukarıdaki noktalar somut bir örneklemeye ihtiyaç gösterirler ve
tikel bir vakayı ayrıntılı şekilde ele almak zaman harcamaya değecektir.
Arthur Jensen’in insan popülasyonlarında zekânın değişkenliği üzerine
çalışmasının doğurduğu güncel tartışma, amacımıza fazlasıyla hizmet
edecektir. Hitap edilen topluluğun dâhil olduğu çağdaş sorunları kul­
lanmanın tehlikeli yanları varsa da, bu sorunların büyük olasılıkla iyi bi­
linmeleri gibi paralel bir avantaj da vardır. Bu, tartışmanın kendisinin,
söz konusu noktaların aydınlatılmasını sağlamaktan daha fazlasına gi­
rişmeden, kısaca ele alınabileceği anlamına gelir. Bu, kaçınılmaz şekil­
de kesinlikten taviz verilmesini ve tartışmanın taraflarının temel iddia­
larına veya hipotezlerine ekledikleri ince fakat önemli nitelemelerin bir
ölçüde ihmal edilmesini gerektirecektir, fakat bunu göze alma yönünde
belli bir isteklilik olmaksızın, herhangi bir önemli bilimsel tartışmanın
irdelenmesi başlı başına bir kitap gerektirirdi. Bizim durum um uzda,
kısalığın kaçınılmaz tehlikeleri, ilgili literatürün kolay erişilebilirliği
ve sosyoloji eğitimi almış okuyucu için makul ölçüde anlaşılır olması
ile dengelenir. Bu yüzden de Jensen tartışması burada irdelenmeye
özellikle elverişlidir. Bu tartışmayı kullanmanın içerdiği geriye kalan
yegâne dezavantaj, yaşayan bireylerin eserlerine karşı belirlenimci bir
tavır takınmanın nezakete uymamasıdır, fakat söz konusu bireylerin
mesleki amaçları ve yaklaşımlarında bizzat kendileri de özünde aynı
tutum u sergiledikleri için, bu husus bir kenara bırakılabilir.
Jensen’in kötü şöhretli (1969) yazısı, hem popülasyonlar içersin­
deki hem de farklı toplumsal ve etnik gruplar arasındaki IQ değişken­
liğine ilişkin çevreci kuram lara karşı akıl yürütür. Yazı, bu değişkenli­
ğin büyük ölçüde bir soyaçekim hipotezi yardımıyla en iyi şekilde izah
edildiği önerisinde bulundu ve iddiayı geniş bir literatür taraması ile
destekledi. Doğallıkla, Jensen’in iddiaları ve bulguları yoğun bir m u­
halefet doğurdu ve diğer şeylerin yanı sıra, alelacele ideolojik olduğu
şeklinde yaftalandı; bununla, Jensen’in bilimsel yargı yetisinin, onun
toplumsal görüşleri, bağlanımları veya farkına varılmamış önyargıları­
nın etkisinde kaldığı imâ ediliyordu.
Jensen’in (1969) yazısının bilimsel bir hipotezin tutkusuz sunu­
m undan daha fazla bir şey olması olgusu, iddiasının değerlendirilmesi­
ni daha da güçleştirdi. Yazı, eğitimciler için açıkça reçete kabilinden
malzeme ve pratik öneriler içerir. Gerçekten de, pek çok güncel İngiliz
eğitim politikası belgesine biçim olarak epey yakındır: Eğitimin genel
hedefleri üzerine pek az şeyle beraber, tikel reçetelerin özet halinde
bir doğrulamasını ve onlarla ilgisi açık olmayan sayfalar dolusu ‘veri’yi
içerir.3 Bununla beraber, olasılıkla, yazarın kavrayışına en yakın tu ­
tum, yazıyı, politik bir belgeden ziyade bilime reçete kabilinden öğeler
de içeren bir katkı olarak ele almaktır. Hem bilim insanları hem de
meslekten olmayanlar arasında tartışmaya neden olan şey, reçetele­
rinden ziyade Jensen’in bilimsel konum udur. Ve Jensen’in savunup
gcliçtirrliği şey de bu bilimsel konum udur. Gerçekten de, yazısının çı­
kar gözetmeyen bilimin bir parçası olsaydı bile fazlasıyla kirlenmiş bir
parçası olduğunu unutm a eğilimindeki Jensen, eserini giderek artan
şekilde saf bilime dair geleneksel (değer) ideolojisinin terimleriyle sa­
vundu (karş. Jensen (1972)).
Bu yüzden, dikkatimizi akla uygun bir şekilde Jensen’in bulguları
ve hipotezleri üzerine odaklayabiliriz. İlkin, onların var olan bir nor­
mal pratik örüntü içersine konup konamayacağı sorulmalıdır. Koşullu
olarak, yanıtın ‘evet’ olacağı görülüyor. Eseri, bir taraftan zekâ testi ve
genelde psikolojik test geleneği, diğer taraftan da popülasyon genetiği
olmak üzere iki çeşit kültürel kaynağı birleştiriyor. Söz konusu bileşim
yeni değildir; İngiltere’de Burt’ün ve başkalarının çalışmasında bulu­
nabilir; ayrıca bu bileşim, diğer çalışmaların arasında ikizlerin zekâ ve

3 Bu münasebetle, güvenilirliğin açıkça kâğıt ağırlığı ile üzerindeki bilimsel


cilânın çarpımının bir fonksiyonu olarak alındığı Robbins Raporu özellikle
akla geliyor. Belki güvenilirlik en iyi bu şekilde değişen bir şey olarak ele
alınabilir; her halükârda Robbins, İngiltere’de üretilen sonraki pek çok eğitim
politikası raporu için bir model sağladı.
becerileri üstüne iyi bilinen bir esere rehberlik ettiği ABD’de de çok
kullanıldı.
Jensen’in arka planının psikolojik test sorunlarına ve tekniklerine
hakiki bir başlangıcı kapsadığı görülüyor. Test değişikliklerinin açık­
lanmasında genetik yaklaşımlara olan ilgisi kolayca izah edilebilir; Jen-
sen’e (1972) göre, bu ilgi, genetik modelleri ve teknikleri etkin şekilde
kullanmasından birkaç yıl önce, Burt’ün İngiltere’deki bir konferan­
sına katılmasıyla ortaya çıkmıştır. Jensen’in ilgisinin ABD bağlamında
biraz kendine özgü olduğu ve bundan dolayı bir çeşit yaşamöyküsel
açıklama gerektirdiği savunulabilir, fakat bu genetik teknikler, göz
ardı edilmiş olmalarına rağmen, kamuoyunun önemli bölümü tarafın­
dan başlı başına eleştirilmemişlerdir, araştırılmasında kullanıldıkları
herhangi bir tikel popülasyon özelliğindeki değişikliğe ilişkin kendi
başına genetik bir hipotez içermezler ve Jensen’in iştirak ettiği psiko­
loji geleneği içerisinde zımnen kabul edilmiş olanlara yakın çok genel
sayıltılar barındırırlar. Bu yüzden, bütün olarak alındığında, Jensen’in
içrek eğitimi ve entelektüel arka planı, onun 1969 tarihli yazısında yer
alan yaklaşımı kullanmayı niçin doğal bulduğunu açıklamaya yeter;
ve ırkçılığın bu konuda belirleyici bir rol oynamış olması gerektiğini
varsaymak için kesinlikle hiçbir temel yoktur.
Geriye, yaklaşımın nasıl uygulandığını sormak kalıyor Jönsen
normal bir pratiğin örüntüsü içersinde konuuılandırıldığında, çalış­
ması bu pratiğin standartlan ile değerlendirilebilir. Bu terimlerle yar­
gılanırsa, e s e r bilimsel yazılardan beklendiği kadar ‘iyi’ midir, yoksa
çarpıtmalar ve önemli kendine özgülükler ifşa etmekte m idir?4 Ya­
nıt, Jensen’in makalesinin (1969) hiç şüphesiz ‘iyi’ bir yazı olduğu ve
önemli bir kendine özgülük içermediğidir. Bu uzunluktaki bir yazı için
sözü edilmeye değer pek az bariz hata içerir. Dikkatle usavurulmuş ve
özenle işlenmiştir. ‘Çevresel’ ve ‘kalıtımsallık’ gibi terimlerin kullanı­
mında düşülen pek çok tuzaktan sakınır (böyle terimler zaman zaman
gevşek veya pek fazla şeyi varsayacak şekilde kullanılsa d a). Yazarının
birincil olarak psikolojideki ve ikincil olarak da genetikteki yeterliği
sayesinde, teknik yönüyle aklauygun ölçüde güvenlidir. Bu yüzden,
incelenen konunun kapsamı ve kararsız doğası dikkate alındığında,
yazının yok sayılamazlığı aşikârdır.

4 Aşağıdakiler şüphesiz benim kendi değerlendirmemdir. Özellikle arzu du­


yan herkes bunu bizzat kontrol edebileceği için, yüz sayfadan fazla tutan bir
yazı hakkında burada uzun teknik bir yorum sunmanın kazandıracağı bir şey
yoktur.
Şüphesiz, ısrarla sürdürülen bir soyaçekim vurgusu barındırm ak­
tadır. Bütün kuramların dışında durarak onları serinkanlılıkla karşı­
laştıran birinin çalışması değildir. Jensen soyaçekim hipotezi lehine
sorunu usavurur. Hipotezin elindeki belgelerle bağdaşabilirliği üze­
rinde durur; ilâve hipotezlerin bu bağdaşımı nasıl artırabileceğini
gösterir; olanaklı bir yorumlar kümesi mevcut olduğu takdirde, so-
yaçekimsel olanların lâyıkıyla irdelenip meziyetlerinin anlaşılacağına
garanti verir; aykırı malzeme ile karşılaşıldığı takdirde, zayıflıklarının
aydınlığa çıkarılabileceğini ve ona cevap bulma ihtiyacının farkına va­
racağımızı temin eder.
Bunda hiçbir kendine özgülük yoktur. Bilim insanlarından, kullan­
dıkları kuramların ve yaklaşımların meziyetlerini savunmaları bekle­
nir; normal prosedür budur. Modeller ne yapabildikleri ile yargılanır;
savunucularından onların ne yapabileceğini göstermeleri beklenir.
Uygun olan normlar ve teamüller çerçevesi dâhilinde, bilimsel yazılar
davalarını delillendirir; tikel yorumların olanağını, olasılığını veya ezici
olabilirliğini savunurlar. Jensen’in yaptığı budur; hattâ onun çalışma­
sı, bilim topluluğu nezdinde etkileyici üslup mahareti olarak fazlasıyla
hayranlık duyulan, şatafatsız anlatım ve belli belirsiz tevazu eğilimini
de yansıtır.
Bu yüzden, Jensen’in (1969) yazısı normal pratikten bir sapm a­
yı temsil etmez; tikel tekniklere ve kültürel kaynaklara sahip birisinin
belli bir alandaki çalışmasının doğal ürünü olarak görülebilir. Dola­
yısıyla, hipotezlerini önerdiği ve bulgularını takdim ettiği zaman tikel
çıkarların veya toplumsal kanaatlerin onun yargı yetisini etkilediği id­
diası lehine hiçbir dayanak sunmaz; bu anlamda, toplumsal nedenle-
me için hiçbir kanıt yoktur. Belki aynı şey ayrıca Jensen’in bazı eleştir­
menleri hakkında da söylenebilir, fakat bunlardan bir veya iki tanesi,
Jensen’inki ile ilginç karşıtlıklar sunan katkılar yapmıştı.
W. F. Bodmer’in çalışmaları (Bodmer (1972), Bodmer ve Cavalli-
Sforza (1970)) özellikle ilginç bir karşıtlık ortaya koyar; çünkü usa-
vurması, bütün olarak, Jensen’inkiyle aynı kavramlar ve ideal örnekler
kümesini kabul edip kullanır.5 İkisi arasındaki büyük fark, vurgu far­
kıdır. Jensen’in önerilebilir bulduğunu Bodmer sonuçlayıcılıktan uzak

5 Burada Bodmer’in çalışması Jensen’inkiyle karşıtlık içerdiği ölçüde irdelene­


cek. Ama çoğu zaman bunu yapmaz. Bodmer’in dikkat çektiği noktaların
çoğu, Jensen’in çalışması tarafından ‘içerildiği’ veya ‘ondan çıktığı’ gerekçe­
sine dayanarak sahte bir meşruiyet iddiasında bulunan usavurmalar ve değer­
lendirmelere karşı kamuoyunu aşılama girişimleri olarak görülebilir.
bulur. Jensen’in geleceğe dönük araştırma ihtiyacı gördüğü yerde,
Bodmer böyle bir araştırm anın değerini oldukça azaltan neredeyse aşı­
lamaz güçlükler algılar. Jensen’in dürüstçe soyaçekim görüşünün ‘akla
aykırı olmadığı’ önerisinde bulunm adan önce belge sunm ak için sayfa­
lar harcadığı yerde, Bodmer ‘olanağı dışlamadığını’ eşit bir dürüstlükle
ifade etmeden önce onun sınırlamalarına işaret eden sayfalar harcar.
Bodmer’in çalışması Jensen’inkiyle aynı standartlara yerinde bir
şekilde bağlıdır. Bu standartlara göre hiçbir şekilde çürük veya yeter­
siz değildir. Buna rağmen, sadece bilimin bir parçası olarak yargılan­
dığında, alışılmadıktır. Eğer konulan buğday veya fareler olsaydı, Jen­
sen’in aksine, Bodmer’in yine aynı şekilde yazacağını hayal edebilmek
zordur. Bodmer, ırksal IQ farklılıklarının kökeni üzerinde çalışmanın,
pek az başarıya ulaşma şansı bulunduğu için değersiz olduğu öneri­
siyle özellikle ilgilidir. Tikel bir alandaki olanaklarına ilişkin ısrarla kö­
tüm ser bir görüşü benimseyerek, bizzat kullandığı bir modelin kapsa­
mını sınırlamaya çalışır. Diğer taraftan, bilimsel uzmanlık alanlarının
normları, modellerin ve ideal örneklerin yayılımını ve yeni alanlardaki
kullanımını genellikle özendirir; teknik güçlükleri meydan okumalar
olarak ele almaları yönünde soruşturmacıları genellikle teşvik ederler.
Bu yüzden, Bodmer’in çalışmasını normal pratikten bir sapma olarak
görmek ve dışsal toplumsal durum un doğasının onun yorumlama ve
vurgu üslubunun kısmi nedeni olduğunu düşünm ek aksi ispatlanınca-
ya kadar doğrudur.6
Bu yüzden, (sadece çok daha ayrıntılı bir çözümleme öneriye her­
hangi bir gerçek ağırlık kazandıracak olsa da) eserinin kendisinden
ziyade, Jensen’in çalışmasına yöneltilen bazı tepkiler açısından, dışsal
toplumsal etkilerin daha fazla açıklayıcı değere sahip olması m uhte­
mel görünüyor. Bu, bir çalışma kümesinin diğerinden daha güvenilir
veya gerçek olgu durum una daha yakın olduğunu söylemek değildir.
Nedensel çözümleme (soyaçekim hipotezinin rakiplerine, bireysel bir
yaşamöyküsünde cephane aram ak yerine, psikolojik test geleneklerin­

6 Bodmer’in usavurma tarzı şüphesiz herhangi bir bilimsel hipoteze karşı da


kullanılabilir. Ne kadar ciddiye alınacağı, çoğunlukla, eleştirmenin hipotezin
hangi ispat veya aklayatkınlık standartlarını doyurmasını beklediği üzerine
dayanacaktır.
Pratikte, hipotezlerin tamamen bu negatif düşünme tarzına dayanan eleş­
tirileri, uzun vadede bilimsel tartışmadan kaybolmadı. Sigara içme ve akciğer
kanseri arasındaki nedensel bağlantı hipotezine benzer bir şekilde muhalefet
edildi ve kişi bu konuda hâlâ hemfikir ise yine edebilir. Ayrıca Müller-Helm-
holtz tartışması da akla geliyor.
de veya poligenetik kalıtım modellerinde rastlanan sayıltıları araştıra­
rak eleştirmelerini telkin edebilse de) bu gibi değer biçici çağrışımlara
sahip değildir. Bizzat tartışmanın değerlendirilmesinin önceki izahtan
etkilenmesi gerekmez.
Ne de burada bizzat Profesör Jensen’in güdülenme veya çıkarları
hakkında bir şey imâ edilmektedir. 1969 tarihli yazısındaki hiçbir şey
onun bir ‘ırkçı’ olduğunu imâ etmediği için, bundan onun gerçekten
öyle olmadığı sonucu çıkmaz. Aynı içrek arka plana sahip olarak aynı
sahada çalışan ve genel toplumsal bağlamı bilmeksizin veya ona tam
bir kayıtsızlıkla ilerleyen herhangi birisi, Jensen’in bulgularına ve hi­
potezlerine çok benzer bir şey üretebilirdi. Eğer bunlar ona gayet uy­
gun meydana geldiyse, o halde teşhis edilemez bir üst-belirleme vuku
bulmuştur.
Böylelikle, herhangi bir bireysel irdelemeden tam amen ayrı olarak,
Jensen’in bulguları kendilerini saf bilim (değer) ideolojisine dayanarak
savunulur halde buldular. Bağlamından çıkarılarak ve uygun şekilde
saflaştırılarak alındığında, bu bulgular, bir anlamda, çıkar gözetmeyen
(veya kayıtsız) ‘doğruluk araştırm ası’nın ürünleri olarak temsil edile­
bilirler. Bundan dolayı, bir dizi ünlü bilim insanının onun çalışmasına
yöneltilen toplumsal tepkiyi, Galileo’nun kuramlarına uygun görülen
tepkiyle karşılaştırması yakışıksız değildir.7

7 Galileo miti, bir zamanlar tadını çıkardığı güç ve iktidara şüphesiz artık sa­
hip değildir, fakat paralellikten çok fazla şey okuma tehlikesinde olanlar için
aşağıdaki noktalar yararlı olabilir. İlkin, mevcut bilimsel ortodoksinin stan­
dartlarına göre, Galileo yanılmıştı -ve yanlışı hiç de basit değildi. İkinci ola­
rak, mit açık, engellenmemiş araştırma ve iletişimin erdemlerini kutsamasına
rağmen, bugün bilim insanları elverişli olduğunu düşündükleri her seferinde
kolaylıkla etkili bir oto-sansür uygularlar ve bir meslek grubu olarak, başka
grup veya bireylerin özgür düşünme ve iletişim hakkından yararlanıp yarar­
lanmadığı konusunda kayıtsız kalma eğilimindedirler. Bununla yeterince tu­
tarlı bir şekilde, işaret edilen bilim insanları genel bir ahlâkî duruş almadılar,
fakat meslekî bir ayrıcalığı savunmaya çalıştılar (karş. Page et al. (1972)).
Daha yakın tarihlerde, Profesör Jensen, kendisinin de hayret uyandırıcı
şekilde özetlenmiş katkı sağladığı bir çalışmada, Kopernicus ve Pasteur ile
kıyaslandı (Haskell (1972), s. 108). Tam Daire: Birleşik Bilimin Ahlâkî Gücü
gerçekten dikkate değer bir cilttir. Eğer bir şey Marcuse’ün bir izleyicisine bir
olgu-değer ayrımını uygulamanın önemini kabul ettirecekse, o bu olurdu! Ve
okuduğunuz yazara bilimin toplumsal belirleyicileri hakkındaki onun oldukça
muhafazakâr çözümlemesine bir kayıt ekleme gereğini hatırlatan buydu. Tar­
tışmanın, gelecekte bilim olarak kabul edilebilecek şeyle değil, günümüzdeki
yerleşik bilim ile ilgili olduğu vurgulanmalıdır; günümüzdeki sonuçlar bilimin
Normallikten sapma nedenleri olarak toplumsal faktörlerin rolünü,
Jensen tartışması bağlamında basit bir örnekle açıkladık. Bununla be­
raber, açıklanan çözümleme kipi, basit ve önemsiz olmaktan uzaktır.
Bu çözümleme kipi, elimizdeki tikel tartışma ile ilgili literatürün bü­
yük bir oranını aydınlatır, ve toplumsal bakımdan duyarlı bir alan ne
zaman içrek tartışm a konusu olursa, genellikle büyük öneme sahiptir.
Böyle bağlamlarda, aktörlerin normal ispat ve aklayatkınlık kavrayış­
larını modifiye ettiğini veya bir kenara attığını, gerçekçilerin pozitivist,
teknisyenlerin filozof olduğunu bekleyebilir ve görebiliriz; spekülas­
yonun kabul edilir sınırları onaylanamayacak ölçüde genişletilebilir,
iktibas edilebilir onaylanmış otoriteler spektrumu yaygınlaştırılabilir,
sayıltılar ile bulgular arasındaki yerleşik sınır çizgileri bulanıklaşabi­
lir. Aynı zamanda, saygıdeğer çalışmalar ve belirli bakış açılarına ters
düşen bulgular, göz ardı edilebilir veya önemleri karartılacak şekilde
sunulabilirler.
Burada, normallikten sapmanın kanıtlanmasının, geçerlilik iddiala­
rını pratikte tahrip edebileceği açıktır. Bunun olması şüphesiz zorunlu
değildir; yukarıdaki örnek, başka şeylerin yanısıra, burada zorunlu bir
bağlantının bulunmadığını ortaya koyacak şekilde tasarlandı. Fakat
çoğu norm ve standartlar, genellikle, bir bilgi iddiasının güvenilirliği­
nin, eğer onun bu standartların ihlalinden kaynaklandığı gösterilirse
daima etkili şekilde baltalanmış sayılacağı varsayımı ile kabul edilir. Ve
eğer toplumsal nedenleme bu ihlali açıklamakta başarıyla kullanılırsa,
bilgi kaynağının genel, süre giden güvenilirliği ciddi şekilde zayıflatı-
labilir veya hattâ tahrip edilebilir.
Örneğin, anketler, yazılı kayıtlar ve istatistik malzemelere dayana­
rak hastalıkların ve diğer patolojilerin nedensel açıklamalarını araştı­
ran kişilerin paylaştığı açık ve güçlü prosedür ve değerlendirme norm ­
ları vardır. Burada, sonuçlayıcı veya hattâ güçlü olması için, kanıtın,
istatistik tekniklerle uygun olarak kontrol edilen ve yerinde bir şekilde
ele alınan, sağınlıkla kesinleştirilmiş vakalardan türetilmesi gerekir. Bir
m addenin etkileri değerlendirmeye alındığı zaman, çifte-kör nezaret*
ve sonuçların tekrarı savunulur. Deneye öznel müdahale tehlikeli sayı-

günümüzde ne olduğu tarafından koşullanmıştır. ‘Birleşik bilim’, farklı tür­


lerden ‘sistemler’, ‘genel sistemler kuramı’ ve bağlantılı malzemeye yönelik
şevk ve ilgi eğiliminin yükselişi dikkate alınırsa, gelecek bir zamanda hangi
farklı sonuçların çıkarılamayacağını kim bilir!
’ Ne araştırmaya veya deneye katılanların ne de araştırmayı ya da deneyi sür­
düren kişilerin araştırmanın asıl amacından veya kimin kontrol, kimin deney
lir ve ex post facto [olgunun ardından yapılan] yorumlama aşırı kuşku
uyandırır. Bu yüzden, bu alandaki bilgi iddiaları, genel kabul gören
ve doğaları gereği asla meydan okunmayan açık ve ayrıntılı değerlen­
dirme normlarına tâbidir; bazen onların yetersiz kaldıkları ve ilâve­
ler yapılmasına m uhtaç oldukları önerisi ortaya atılır, fakat onlardan
vazgeçilebileceği düşünülmez. Bu değerlendirme normları, sunulan
somut tıbbi ve bilimsel bulgular ile alanda yerleşmiş ve bilindiği kabul
edilen şeyler arasındaki bağlantıyı sınırlandırırlar. Fakat bizzat somut
bulguların yayımlanmasını güçlü bir şekilde sınırlamazlar. Herhangi
bir sonuç çıkarmak için kendi başlarına hiçbir temel sağlamayan alışıl­
mamış ve imâli vakalar kadar, kontrol edilmemiş bulgular ve hattâ
deneyler de alanda sık sık yayımlanır. Böyle malzemelerin bastırılma­
sı, fiili araştırm a sürecini engeller. (Talidomid olayının irdelenmesi,
sadece imâli bulgular üzerine hiçbir kısıtlama koymamanın önemini
belirtmeye yetecektir.) Ne zaman somut malzeme temeli üzerinde bir
bilgi iddiası ortaya atılırsa, orada değerlendirme normları işleyiş ha­
lindedir. Bildiklerimizin formüle edilmesinde bireylere ve gruplara kı­
lavuzluk ederler. Bu tikel alanda, açık, ayrıntılı ve mutabık kalınmış
rehberlik sağlarlar.
Bilgi iddialarını eleştirmek veya ‘teşhir etmek’ bu normlara referans­
la olanaklıdır. Örneğin kanabis [kendirden elde edilen bir uyuşturucu]
üzerine sayısız popüler ve ‘eğitici’ yazının önemli bir oranı, bu m ad­
denin zehirli ve ‘zararlı’ etkilerine ilişkin bilgimizi normlar tarafından
haklı kılınamayacak bir tarzda temsil eder. Böyle iddiaların bilimsel
açıdan temellendirilmemiş oldukları savunulabilir ve meslekten olma­
yan halk, bu alandaki kabul görmüş bilimsel ve tıbbi pratiğe güven
duyduğu için, iddialar bu pratiğe dayanılarak etkin şekilde gözden
düşürülebilir. Ayrıca, alanda almaşık bir yorumlama sistemi olmadığı
ve söz konusu popüler literatür bilimsel ve tıbbi standartlara saygısını
ikrar ettiği için, bu literatürdeki bilgi iddialarının normallikten sapm a­
lar olarak ele alınması anlamlıdır ve sapma aklayatkın şekilde toplum ­
sal nedenlemeye atfedilebilir. Kanabis kullanımına yönelik düşmanlığı
üreten toplumsal faktörlerin, bu maddenin zehirli ve ‘zararlı’ özellikle­
ri hakkmdaki bilgimizin popüler sunum unu önyargılı olarak etkilediği
önerisinde bulunmakta ilk bakışta güçlü bir haklılık payı vardır.
Bu faktörlerin, ciddi bilimsel ve tıbbi literatürdeki bazı eleştiri ve
raporları da önyargılı kılması eşit ölçüde muhtemeldir; buradaki etki,

grubunda bulunduğundan haberi olmadığı bir tür kontrollü araştırma/deney


tekniği (editörün notu).
başka yerlerde, özellikle Amerikan kökenli eğitici broşürlerde bulu­
nabilecek komik önerm e savurganlığından yoksun olsa da. Bununla
beraber, fark sadece bir derece farkıdır ve literatürün kendisinin ‘po­
püler’ ile bilimsel arasında açık bir sınır çizgisi sergilemediği akılda tu ­
tulmalıdır; geniş ve indirgenemez bir sınır alanı vardır. Bizzat bilimsel
çalışma, ait olduğu normal pratiğe başvurularak eleştirilebilir ve eğer
böyle dile getirmekte ısrar edilirse, ideolojik olarak belirlenmiş olduğu
ifşa edilebilir. Kanabis zehir bilimi üzerine bir kısım literatür ile m ad­
de üzerindeki çok daha geniş kapsamlı farmakolojik ve psiko-fizyolo-
jik malzemenin bir kısmı hakkında bu kesinlikle yapılabilir.
Bazen, toplumsal bakım dan duyarlı alanlar hakkında bilimsel bir
konum a özgü açık seçik bildirimlerin beklenemeyeceği, bilim insanla­
rının bu gibi durum larda çalışmalarından ‘ideolojik’ öğeyi asla ayıra-
mayacakları belirtilir. Alışılmış yorumuyla alındığında, bu iddia kaba
bir aşırı genellemedir ki hakikaten öyledir de. İddia, çoğunlukla, günü­
m üzde bilime duyulan ritüelistik ve geniş kapsamlı güveni zayıflatma
yönündeki iyi niyetli girişimin bir parçası olarak yapılsa da, malzemeyi
yorumlayışlarına bilinçdışı arzularını doyurmak için dalmış olanlara
veya baştan savma değerlendirmeye kuşatıcı bir mazeret sağlayabilir.
Alanın günüm üzde benimsenmiş normlarına dayanarak, kanabisin e t­
kileri hakkındaki bilimsel bilgi durum unun çokanlamlılıktan aklauy-
gun ölçüde uzak bir bildiriminin üretilmesi mükemmelen olanaklıdır.
Konunun ciddi bir ilgi uyandırm asından sonraki herhangi bir zam an­
da bu olanaklıydı. Şüphesiz böyle bir bildirimin neyi bilmediğimizin
bilgisini içermesi ve pek çok hipotezin geçici doğasını göstermesi ge­
rekirdi. Fakat bu nokta konunun dışındadır. Alanın normları, mevcut
bilgi durum unun en iyi temsilinin gerçekleşmesini sağlamaya yetecek
kadar güçlüdür. Ne kadar eski moda görünse de, kanabis araştırma
sahasını indirgenemez şekilde ‘ideolojik’ olarak nitelemek en iyi irde­
leme değildir; burası, m utabık kalınmış bilimsel normların var olduğu
ve sonuç olarak kötü imanın ve gizlenmiş belirleyicilerin teşhis edile­
bileceği bir alandır. (Kanabis üzerine olan literatürün bibliyografyaları
için bakınız: M adde Bağımlılığı üzerine Tavsiye Komitesi (1968), Ka-
lant (1968), Waller ve Denny (1971), Palmer (1972)).
Sapkın gruplara ve onların yaşam tarzlarına yönelik bu düşmanlı­
ğın yukarıdaki örnekteki en önemli toplumsal faktör olduğu düşünü­
lürse, toplumsal kabul görm üş ilaç kullanımının sağlığa zararlı etki­
leriyle ilgilenen çok daha fazla miktardaki bilimsel araştırmaya işaret
etm ek belki de önemlidir; özellikle tütün tiryakiliği ile akciğer kanseri
arasındaki bağlantı, bazı parlak bilimsel çalışma örneklerinin konusu
oldu. (Kanabis kullanımına karşı günümüzdeki (1973) bilim-taban-
lı en güçlü usavurmanın, onun çoğunlukla tehlikeli bir kanserojen
madde ile birlikte alınması olduğu belirtilebilir.) Yine burada, konu
üzerindeki geçmiş bütün tartışmalara rağmen, sahanın önemli değer­
lendirici normlarının, var olan bilgi durum una ilişkin aklauygun bir
konsensüse ulaşılmasına daima yetecek kadar açık ve güçlü olduğu
hâlâ iddia edilebilir. Yine burada, bir tarafta iyi çalışma ile diğer tarafta
kötü iman veya gizlenmiş belirleyiciler içeren çalışmadan aklauygun
şekilde bahsedilebilir (ayrıca, söz konusu bilim insanı bir tütün şirketi
hesabına çalışsaydı İkinciden sakınmanın çok daha güç olacağı not
edilebilir!). Dahası, böyle bir ideal konsensüs, 1950’lerin sonlarında
bile, pek çok pratik amaç için yeterli olurdu. Sigara içmenin akciğer
kanserine neden olduğu iddiasının doğruluğunun ortaya konmadığı
yönünde o zamanda ortaya atılan usavurmaların, izin verilen bilimsel
kanaat ranjı dâhilinde kaldığı belki savunulabilir; buna rağmen, ‘siga­
ra içmenin akciğer kanserinin görülme sıklığı ile bağlantısı olduğunu’
belirten bir efsane, bütün sigara paketleri üzerine basılabilirdi. Bunun,
o dönemde doğruluğu ortaya konmuş bilgi olarak kesinlikle hesaba
katılması gerekirdi ve bir uyarı olarak, tütün ticaretini düzenleme baş
yetkilisinin emriyle İngiltere’de şimdilerde sergilenen örtbas etme tak­
tiğinden hiç de daha az etkili olmazdı.8

IV
Normal pratiğin var olduğu yerde, bu pratikten sapmalara veya bu
pratikten çıktığını tahmin ettiğimiz doğal ‘ve bunun gibi’ patikalara
neden olan toplumsal etkiler teşhis edilebilir. Zam an zaman, bu çeşit
nedensel açıklama, eleştirilerde de kolaylıkla kullanılabilir. Bu amaçla,
inançların kötü imanla savunulduğu veya kabul edilmemiş ve gayri­
m eşru bir faktörün bilimsel çalışmayı kısmen belirlediği ifade edilebilir.
Bu nedensel çözümleme çeşidi, toplumsal faktörlerin bilimsel bilgi­
nin içeriğini nasıl etkileyebildiğini açıklamakta bir noktaya kadar ba­

8 Resmi onaylı kuşku satın almanın, nasıl olup da endüstri firmalarının men­
faatine geliştiğini not etmek ilginçtir. Bilimsel bilginin doğası verili kabul edil­
diğinde, böyle bir kuşku şüphesiz daima elde edilebilir, fakat bununla beraber
yüksek kalite kuşku yüksek fiyatları hak eder ve hattâ kalitesiz ikinci el bir
ürün bile, eğer kazançlar yeterince büyükse, geçici kullanım için, para eder.
Yapay tatlandırıcıların olanaklı zehirli etkileri üzerine araştırma, burada, siga­
ra/kanser ilişkisi kadar iyi bir örnek sağlar.
şarıyla gider, fakat onun uygulanamayacağı pek çok durum da vardır.
Normal pratik sistemleri ilk yaratıldığında veya benzersiz çizgiler bo­
yunca genişletildiğinde ya da bir dizi izin verilen hareket içerisinden bi­
risi diğerlerine tercihen seçildiğinde, farklı açıklama türleri gereklidir.
Bu durumlarda, üzerlerine nedensel açıklamaları inşa edeceğimiz
hiçbir temel güzergâh; sapkınlık ve anormalliği tanımlayabileceğimiz
hiçbir standart mevcut değildir. Yine de, onun yaratılması ve sürdü­
rülmesinde, normal pratikten sapmaları üretenlerle aynı çeşitten fak­
törlerin rol oynadığını varsaymak için her neden vardır. Kabul edilme­
miş toplumsal belirleyicilerin, ilki kadar ikinci süreçleri de etkilemesi
gerektiğini varsaymak aklauygundur. Bir topluluk içersinde sorgu­
lanmadan benimsenen inançlar, bazı yönlerden özel muameleyi hak
ederler, fakat onların yaratılması ve kurumsallaştırılması keyfi olarak
nedensel açıklamanın kapsamı dışına atılamaz.9
Gerçekte, çözümlemeyi bu alana genişletmenin içerdiği asıl güçlük
teknik bir güçlüktür. Ne zaman normallikten bir sapmanın meyda­
na geldiği ve bir çalışma örneğinin hangi bakımlardan normal bek­
lentiden farklılaştığı konusunda soruşturmacıların anlaşması genelde
kolaydır. Elbette, neyin normal pratikten sapma sayılacağını anlamak
için soruşturmacıların kendilerinin normal pratik sistemi içersinde
ustalık kazanmaları gerekir, fakat bu ustalık verildiği takdirde görev
nadiren pratik zorluklar sergiler. Dolayısıyla, gayrimeşru veya kabul
edilmemiş nedenler bu bağlamda zikredildiği zaman, açıkça ve so­
runsal oluşturmayacak şekilde teşhis edilmiş etkiler -so m u t kültürel
ürünler ile onların ‘ideal olarak’ alması gereken biçim arasındaki fark-
lar-, bu sayede açıklanacaktır. Fakat daha temel, ‘yaratıcı’ yenilik tip­
leri için bu söz konusu değildir. Burada soruşturm acılardan çok daha
büyük empati becerisi talep edilir ve üretebilecekleri sonuçlar ciddi ve
ortadan kaldırılamaz kesinsizliklere tâbidir.
Bu gibi yeniliklerin inşası, kabulü ve değerlendirilmesi, açık bir
öncelden yoksun çizgiler üzerinde seyredecektir. Aktörlerin kendile­
ri, bu süreçlerin sadece meşru öğeleri kapsayan izahlarını verecek­
lerdir. Yenilikler, kabul edilmiş sorunlara ve bulmacalara getirilen ve
aklayatkınlıklarının hiçbir kısmını müsaade edilmeyen irdelemelerden

9 Buna taban tabana karşıt bir görüş, W. Stark’ın (1958) çalışmasında buluna­
bilir. Stark, normal pratikten sapan düşünce ile onun bir parçasını oluşturan
düşünce arasında, buradaki bölmeye çok benzer bir ayırım kullanır. Fakat o
sadece ilkine yönelik olarak belirlenimci bir yaklaşım benimser, İkincisini lirik
idealizme dayanarak tartışır.
çıkarmayan yanıtlar olarak temsil edilecektir. Eğer kabul edilmemiş,
gayrimeşru nedenlerin bu süreçlere suç ortağı olarak karıştığı ileri sü­
rülecekse, her şeyden önce bizzat aktörlerin izahlarının yetersizliğini
kanıtlamak zorunludur. Soruşturm acı bunu kendini memnun edecek
ölçüde sadece empati ile yapmayı umabilir. Kendini yenilikçinin yerine
koyarak, onun kültürel kaynaklarını ve başlangıçta onadığı veya ona­
dığını iddia ettiği bilgiyi zihninde canlandırmalı; sonra aktörün izahı
doğrultusunda, üstesinden gelinmeye çalışıldığı söylenilen sorunu ve
ona bir çözüm inşa etme veya seçme sürecini incelemeli; konunun
bağlamı ile aktörlerin arka plan kaynakları ve sayıltıları verildiğinde,
çözüm ün anlam taşıyıp taşımadığını ve en cazip veya aklayatkın çö­
züm olarak görünüp görünmediğini sormalıdır. Eğer soruşturmacı
aktörlerin izahının anlam taşımadığını hissederse, yenilikçi süreç an­
lam taşımaya başlayana veya ‘aklayatkın’ görünene kadar, empati ku r­
duğu durum u hayal gücüyle uyarlamaya çalışabilir. Kabul edilmemiş
nedenler bu yolla aydınlığa kavuşturulabilir. Desteklediğini iddia ettiği
olgulara uyma girişimi olarak keyfi ve itici görünen bir soyaçekim ku­
ramı, bir hiyerarşiyi veya ayırımcılık kipini haklı çıkarma sorununa
yanıt olarak irdelendiği zaman, iyi tasarlanmış ve estetik açıdan ca­
zip görünebilir. İnsanın özniteliklerinin yeni bir sınıflaması, aktörlerin
kendilerinin sunduğu perspektiften bakıldığında eğilip bükülmüş ve
ad hoc [şeye özel] görünebilir, fakat yeniliği çevreleyen kısıtlamalar
kümesine ‘beyaz adam daima önce gelmelidir’ gibi ilâve bir kural ek­
lenirse, iyi örgütlenmiş ve hattâ kaçınılmaz görünebilir.
Bu gibi soruşturm aların güçlüğünü ve güvenilmezliğini vurgulama­
ya gerek yoktur. Kültürün ve bilginin uygun arka planının kesinlikle
bilindiğinden emin olmak olanaksızdır ve bir yeniliğin çekiciliğini yar­
gılarken soruşturm acının kendi bilgisinin ilgisiz yönlerini bir kenara
bırakabildiğinden emin olmak da olanaksızdır. Dahası, bütün süreç
giderilemeyecek derecede özneldir. Bir yeniliğin göreli cazibesinin de­
ğeri, sezgisel olarak tayin edilmelidir. Bu, kurallar veya ilkelere, hattâ
aktörlerin kendileri tarafından itiraf edilenlere, dayanarak yapılamaz.
Öncelsiz, kökten yenilikler söz konusu olduğunda, haklılaştırmada
ileri sürülen ilkeler ve standartlar, anlaşılmaya ihtiyaç duyulan şeyin
bir parçasıdır; kişi onların söz konusu aktörler üzerinde hangi ölçüye
kadar doğal bir etkisi olduğunu sormalıdır. Empati kullanımı, verili bir
arka plana sahip bir aktörün zikrettiği faktörlerin onda öncelsiz bir ye­
niliği kabul veya inşa etmek için doğal bir eğilim üretmeye gerçekten
yetip yetmediğini soruşturm ak konusunda bugün sahip olduğumuz
yegâne yoldur.
Som ut bir örnek için, Paul Forman’ın (1971) çalışmasına baka­
biliriz. O, farazî olarak, Weimar dönemi esnasında fizikçilerin politik
tutum ları ile fiziksel değişmede nedenselliğin rolü hakkındaki görüş­
leri arasında bir korelasyon postüle eder. Nedenselliğin yadsınmasının
genel entelektüel çevreye bir uyarlanmayı temsil ettiği bu dönemde,
görece daha ‘ilerici’ olanların nedensizliği [acausality] benimsemeleri
çok daha olasıyken, muhafazakâr ve reaksiyoner fizikçiler bu eğilime
karşı direnme eğilimindeydiler. Nedenselliğin fizikteki yerine ilişkin
görüşlerin gerçek, pratik öneme sahip olduğu savunulabilir, çünkü
bu görüşler yeni kuantum kuram ının değerlendirilmesinde ve onun
yorumu ve anlamı hakkındaki tartışmalarda büyük rol oynadılar. Ne
söz konusu kuramın inşasının öncelikle nedensel-olmayan sayıltılar
içerdiği ne de hattâ onun bazı yollardan fiziğin imajını onarm a soru­
nuna bir yanıt olduğu şeklindeki olanak, otomatik olarak bir tarafa
bırakılabilir. Dolayısıyla karşımızdaki, temel, yüksek ölçüde yaratıcı
fizik örneklerinin üretimi ve değerlendirilmesinde kabul edilmemiş bir
faktörün içerilmiş olabileceği bir vakadır. Ve en azından çoğu aktör
için, kabul edilmemiş faktör gayrimeşru bir faktör olmalıydı. (For-
m an’ın büyüleyici alıntıları, aksi takdirde güvenle yapabileceğim daha
güçlü bir genellemeyi engelliyor!)
Bu faktörün gerçekten içerilip içerilmediğini ve ne tarzda içerildi-
ğini kontrol etmek için daha fazla araştırma gerekirdi. Fiziğin içersin­
den doğan, fakat sadece belirlenimcilik inançları dışsal olarak destek­
lenen birkaç reaksiyoner in dikkatinden kaçmış olan, meşru neden-
sizlik belirtileri var mıydı? Veya gayrimeşru toplumsal etkiler, sahip
olduğu belirlenimci karakteriyle birlikte kabul edilmiş fiziksel bilginin,
yeni fiziği geliştiren kişiler tarafından bir kenara atılması sonucunu
mu doğurdu? Yoksa Alman fiziğinin kültürel kaynaklarına ve kabul
edilmiş bilgisine kendini kaptırmış, fakat toplumsal-politik bağlama
ilişkin öğrenilmiş bir cehâlet içinde kalmış bir soruşturm acı kendisi­
ni ilgili tartışmalarda taraf seçemez halde mi bulurdu? Kabul edilmiş
faktörler durum u belirsizleştiriyor muydu?
Açıkçası, bu sorulara bir yanıt, çağdaş fizik hakkında derin bir anla­
yış aracılığıyla üretilmelidir ki bu, ilgili konuda m odern eğitim almış
bir kişi için bile olağanüstü talepkâr bir koşuldur. Dahası, o dönemde
bilinmekte olan şeyleri irdeledikten sonra rakip usavurmalara bakıp,
bir kurallar kümesine göre hangisinin ‘en iyi’ olduğunu görerek bir
yanıta ulaşılamaz. Bizzat aktörler bunu yapıyordu; bu, fiili tartışm a­
nın bir parçasıydı, fakat onu karara bağlayamadı. Aynı usavurmalara
tartışmadaki farklı tarafların gösterdiği farklı tutum lar, usavurmaların
kendilerinden başka bir şey ile açıklanmalıdır. Ne de bu ‘daha derine’,
çok daha temel yargı düzeylerine gitme sorunudur;10 insan bu tartış­
mada ‘daha derin’in neresi olduğunu m erak edebilir. Aktörlerin yar­
gılarının belirleyicileri hakkında farklı hipotezler verildiğinde, karara
bağlanması gereken, farklı konumların doğal çekiciliğinin sezgisel bir
biçimde değerlendirilmesidir.
Bu yüzden, öncelsiz bilimsel değişmenin kabul edilmemiş, gizlen­
miş veya gayrimeşru belirleyicilerini, bu gibi faktörlerin ‘doğruluk’tan
sapmaya veya zorunlu olarak, elde edilen bilgideki başka yetersizlik­
lere neden olduğunu varsaymaksızın, araştırm ak olanaklıdır. Kabul
edilmemiş toplumsal faktörler, normal pratikten sapmaları kısmen be­
lirleyebildikleri kadar, bu gibi değişimleri de kısmen belirleyebilir; an­
cak, öncelsiz değişmeler durum unda belirlemeyi tespit etmek çok daha
güçtür. Her iki vakada da, anlatılan nedensel öykü, çarpıtılmış düşün­
ce olarak ideolojinin var olan kavrayışlarından (tikel ideoloji kavramı)
kaynaklanan öykü ile tam am en aynı olabilir. Bilinçdışı toplumsal ve
politik niyet ve sayıltılara benzer bir tarzda başvurulabilir. Fark, şimdi­
ki yaklaşımın, ‘gerçeklik’ veya ‘ussallık’ hakkında kapsamlı sayıltılara
olan ihtiyaçtan sakınması ve açıklama ile değer biçmeyi birleştirme
üzerinde ısrar etmemesidir. Basitçe inançların nedensel açıklamasına
bir yaklaşım olarak bu, Engels’in (1893) görüşlerine çok yakındır:
İdeoloji, sözde düşünür tarafından gerçekten bilinçli olarak fakat
yanlış bir bilinç ile gerçekleştirilen bir süreçtir. Düşünürü sevk
eden gerçek güdüler onun tarafından bilinmeden kalır, aksi takdir­
de bu hiçbir suretle ideolojik bir süreç olmazdı. Bu yüzden, yanlış
veya görünüşte güdüler hayal eder. Bu bir düşünce süreci olduğu
için, onun içeriği kadar biçimini de saf düşünceden, ya kendisinin
veya öncellerinin saf düşüncesinden, türetir. Düşünceden bağım­
sız çok daha uzak bir kaynağa sahip olup olmadığını sorgulamadığı
ve incelemeksizin düşüncenin ürünü olarak kabul ettiği saf düşün­
ce malzemesi ile çalışır; gerçekte bu onun için eşyanın tabiatı gere-

10 Bu örneğin büyük erdemlerinden birisi, parlak bilim insanlarının, sorunları


çözmeksizin onların içine gidebildikleri kadar ‘derinlemesine’ gidebilmeleri­
dir. Dışsal yargılar yapmaya karşı kuramsal usavurmalardan etkilenmeyenler
bile bu vakada onlara başvurma konusunda yine de ürpertiler geçirebilir.
ğidir, çünkü tüm eylem düşünce tarafından dolayımlandığı için, bu
ona nihai olarak düşünce üzerine dayanıyor görünür.
Şimdiki tartışma, esasen ideolojik-olmayan düşüncenin doğasıyla il­
gili olan Engels’inkinden farklıdır. Küçük bir nokta şudur ki; Engels
ideoloji üretimine bilinçdışı bir süreç olarak bakıyordu, oysaki bura­
da, kabul edilmemiş belirleyiciler ve güdülenmeler, bilinç tarafından
fark edilmiş olup olmadıklarından bağımsız olarak bir arada grup­
landırıldılar. Bana göre, ince bir şekilde izleyicilerden gizlenmiş e t­
kiler ve amaçlar ile bizzat katılımcı aktörler tarafından bile farkına
varılmayanlar arasında elbette bir süreklilik vardır. Sürekliliğin karşıt
uçlarını gayet kolaylıkla teşhis edebiliriz: Bir uçta, inançlar gizlenmiş
maksatlara hizmet etmek için tam bir özbilinç ile geliştirilebilir veya
diğer uçta, yüz ifadeleri gibi, fonksiyonel koşullara verilen tepkileri
hala belirliyor olmakla birlikte tümüyle özdüşünüm süz üretilebilirler.
Ara durumların, kötü kavramsallaştırılmış olsa da, buna rağmen var
oldukları açıktır ve onları betimlemek üzere, ikiyüzlülük, kendini al­
datma, yarı farkındalık vb. terimlerden oluşan geniş bir terimler reper­
tuarı mevcuttur.
Gizlenmiş toplumsal belirleyicilerin doğa bilgisi üretiminden büyük
oranda ayıklandığına inanmak için hiçbir sebep yoktur. Gerçekte, en
geniş anlamda insan doğası ile ilgili kuramlar ve yorum modellerinde
bu etkilerden haklı olarak daima kuşkulanılır (tıpkı onların ideolojik
oldukları iddiaları gibi!). Bilimsel oldukları iddia edilse veya o şekil­
de itibar görseler de, bu kuramların doğruluğunu dikkatle inceleme­
ye her zaman değer. Yakın geçmişte ileri sürülen fakat buna rağmen
perspektiflerin değişmiş olması avantajıyla tekrar araştırılabilecek olan
kuramlar, böyle bir belirlemeyi açıkça ifşa ederler ve insan bugün nite­
likçe farklı bir durum da bulunduğum uzdan emin olamaz.
Buradaki somut örneklerin, ikna edici olmak için, yer aylam ayaca­
ğımız uzunlukta geliştirilmesi gerektiğini göstermeye yetecek kadar şey
zaten söylendi. Bununla birlikte, benzer iki örneğe daha değineceğiz.
Eğer İngiltere’de Galton’un zam anından diyelim 1914 ’e kadar gelişti­
rilen, insanın soyaçekimi, evrimi ve öjeniği ile ilgili kuramlar irdelenir­
se, onları sadece fenomenleri betimleme ve öndeyileme ya da biyolojik
bir kuramı yeni bir alanda uygulama girişimleri olarak kabul etmek
güçtür. ‘Bilimsel’ etkinlikleri hakkında aktörlerin kendi izahları bazı
bakımlardan ikna edici olmayı başaramaz. Çalışmaya rehberlik eden ve
sorgulanmadan benimsenmiş sayıltılar, kabul edilmiş bilgi veya meşru
estetik düşüncelerin ışığında doğal görünmeyebilir; farklı toplumsal sı-
rufların karşılaştırılmaları, durum un sergilediği işaretler tarafından ne
denli belirsizleştirilmiş oldukları düşünüldüğünde, hayret uyandıracak
derecede kendinden emin ve eşbiçimlidir. Kabul edilmemiş fonksi­
yonlara bir önem atfederek, aynı kuramlar daha anlaşılır, doğal olarak
çekici ve hattâ gevşek bir anlamda ifade edilirse, mantıksal olurlar.
Örneğin, kuramların kısmen, gerileyen bir toplumsal sınıfın üyeleri
için güven tazeleyici fabl’lar olarak geliştirildiği ileri sürülürse, durum
böyledir.11 Benzer şekilde, ilk öjenik hesaplamalar ve reçeteler, pek çok
durumda, Londra yoksulları sıkıntısını veya ‘tehdit’ini ortadan kaldır­
ma pratik sorununa verilmiş yanıtlar olarak ele alındıklarında daha
anlaşılır hale gelirler.12 Bu kabul edilmemiş fonksiyonlar, kuramsal ye­
nilikleri anlamlı kılmanın yanısıra, onların güvenilirliğinin toplumsal
dağılımını izah etmeye yaradığı ve öjenistlerin ve sosyal Darwincilerin
gündelik (belki formel olarak ilgisiz) zihin meşguliyetlerini yansıttığı
için, onların nedensel rolü lehine iyi kanıtlar vardır.
Irksal farklılıkların ‘bilimsel’ sınıflaması ve açıklaması, konumuzla
bağlantılı ikinci örneği sağlar. Eğer örneğin ABD’de on dokuzuncu yüz­
yılın gidişatı boyunca bu irdelenirse (Stanton (1960), Haller (1971)),
kabul edilmemiş faktörlere başvurulması gerektiği yine aşikârdır. Bazı
yazarların, soluk benizliliği akla gelen her bakımdan üstünlük ile iliş -
kilendirme girişimleri, çağdaş çevrenin düşünce kipleri içersinde bile
çok fazla sıkıntı üretir; oysaki bu ‘bilimsel’ usavurmaların kölelik, em ­
peryalizm ve vatandaşlık haklarından yoksun bırakma politikasından
kaynaklanan sorularla sürekli şekilde ilişkilendirilme tarzı, gizlenmiş
belirleyicilerin teşhisini zorlu bir görev olmaktan çıkarır.
Diğer taraftan, bu belirleyicilerin yokluğunda, ırk kuramlarının te­
melden farklı olacağı hiçbir şekilde açık değildir. Dönemlerin kültürel
kaynakları ve kabul edilmiş bilgisi verildiğinde, aktörlerin savladığı
bilimsel çalışma standartları ile titiz bir uygunluk içersinde yürütülen
soruşturm alar, ırksal farklılıklara yine işaret eder ve onların soyaçe-
kimsel açıklamalarını en aklayatkın hipotez olarak doğrulardı. Aslında

" İnsan, haklarında öjenik reçete hazırlanmasının bir sınıfın üyelerinin iste­
ğine gerçekten mevcut olandan daha uygun bir durumu üretebileceğini ileri
sürmeyi bir an için bile olsa arzu etmez. İdeolojik güdülü reçetelerin, eğer
yapılırlarsa, her zaman katılımcıların ‘gerçek’ çıkarlarına hizmet edeceği nos­
yonu burada savunulmamaktadır!
12 Edinburg’da Bilim Araştırmaları Birimi’nden Donald MacKenzie’ye, bu
son noktayı önerdiği, onun aklayatkınlığına beni ikna ettiği ve en az bu kadar
da, genel olarak örneğe ilişkin bilgime büyük katkı yaptığı için fazlasıyla mü­
teşekkirim.
bu tarz küçük miktarda hakiki çalışmanın var olduğu söylenebilir. Her
halükârda, gerçek ırksal farklılıkların sadece yapay oldukları veya ırk
kavramının dokunulur hiçbir şeye tekabül etmeyen sahte bir yapıntı
olduğu iddiaları, bu dönemlerdeki herhangi birisinin kültürel ufkunun
tam am en dışında kalır. Dönemin yazılarını basitçe ‘ırkçı’ olarak ‘ifşa
etm ek’ yersizdir, çünkü bu kavrayış kümesi, zamanın sorgulanmadan
benimsenen dünyasına doğallığında ve sımsıkı uyarlanmıştı.13

V
Bu, önceki tartışmanın çok sınırlı olup olmadığı sorusunu doğurm ak­
tadır. O rada sadece gayrimeşru veya kabul edilmemiş belirlemeden
bahsedildi, fakat kartlar ‘masanın üstünde’ açık olduğuna göre, bili­
min toplumsal faktörler tarafından etkilenmediğini iddia etmek istiyor
muyuz? Elbette, yukarıdaki tartışm a bilimin bir bütün olarak Wel­
tanschauung [dünya görüşü] tarafından etkilendiğini içermektedir;
bu durum da tartışmamız, M annheim ’ın tanımladığı anlam da bir ‘b ü ­
tünsel ideoloji’ kuramı içersine dâhil edilemez mi? Aşağıda sunulacak
yanıt, ‘bütünsel ideoloji’den bahsetmekle hiçbir şey kazanılmayacağını
önerse de, yukarıdaki ilk öncülü kabul eder. Buna karşın, İdeoloji ve
Ütopya’da (1936) vurgulanan esaslı noktaların çoğu ile anlaşma dere­
cesi, kısmen terminolojik olan bu fark nedeniyle ihmal edilmemelidir.
Bilimsel soruşturm anın tâbi olduğu toplumsal-kültürel belirleme
çeşitlerini şematik olarak gözden geçirerek ve durum u onların öne­
mi lehine m üm kün olduğunca güçlendirerek başlayalım. Yerleşik bir
araştırm a geleneğinin kaynakları olmaksızın, bulmacamsı bir deneyim
alanını açıklamaya çalışan bir bilimci veya bilimciler grubu tasarlaya­
lım. Alana duyulan ilgi dolaysız toplumsal faktörlerce açıklanabilir, fa­
kat bu konum uzun dışındadır. Asıl sorun, âşinâ olunmayan alanın bir
açıklamasının aranması ve bu açıklamanın belli bir metaforik yeniden
betimleme biçimiyle sağlanması gerektiğidir. Buna başlayabilmek için,
belli bir âşinâ kaynaklar kümesi üzerinde karara varılmalı ve bu kay­
naklar bir model oluşturacak şekilde örgütlenmelidir. Açıktır ki, tikel
bir modelin benimsenmesinin temelleri, bu aşam ada büyük olasılıkla

13 Bu noktayı açıkça gören Haller’in (1971), günümüzün sorgulanmadan


benimsenmiş önvarsayımlarında ve moda ahlâkında temellenen bir üstünlük
imâsıyla, zamanın ‘önyargılar’ı hakkında yorum yapmaktan hâlâ hoşnut oldu­
ğunu not etmek ilginçtir. Başkalarının emniyetsiz bir zemin üzerinde nasıl
kendinden emin duruşlar aldığını not ederken, kişinin kendi ayaklarına göz
atmaktan kaçınması daima yerindedir.
belirgin olmayacaktır; buna rağmen, ne denli geçici olarak savunulur­
sa savunulsun, belli bir model veya metafor çeşidinin benimsenmesi
ve kullanılması gerekir, aksi halde açıklama girişimi hiçbir şekilde ileri
gidemez.
Model yaratımı brikolaja [eldeki mevcut malzemeleri bir araya ge­
tirerek yapılan eser] benzer. Tıpkı le prim itifin [ilkel’in] mit yaratmak
için kültürünün kırıntı ve parçalarını seçmesi gibi, bilim insanı da, eri­
şilebilir kültürel kaynaklar repertuarından seçim yapmalıdır. Bununla
birlikte, farklılaşmış m odern toplumlarda seçim, Levi-Strauss’a göre
ilkel brikolajcının karakteristik olarak kullandığı kültürel çökelti ile sı­
nırlı değildir. Örgütlü, fonksiyonunu sürdüren kültür sistemleri bilim
insanına çok daha cazip gelir. Aslında, onun pratik düşünüşünün dik­
kate aldığı olanaklar repertuarı hiçbir âtıl veya fonksiyondan yoksun
öğe barındırmayabilir. Seçimin, toplumsal yaşamın merkezî yönleriyle
halihazırda sımsıkı bağlı kaynaklardan yapılması gerekebilir. Ve her­
hangi bir tikel seçim, kaçınılmaz olarak, var olan toplumsal fonksiyon­
ların performansına tesir etme eğilimi taşıyan bir geri besleme etkisi
üretebilir. Bir modelin itibarlı bilim insanları tarafından kullanılması,
onun gerçekliğin bir temsili olarak aklayatkınlığını artırabilir; âşinâ
inançlar, bu sayede güvenilirliklerini ve tikel toplumsal örgütlenme
veya tabakalaşma kiplerinin meşrulaştırımları olarak iktidarlarını tak­
viye edilmiş bulabilirler. (Bilim insanları modelin sadece deneme sü­
recindeki bir ‘mış gibi’ kuram ı olduğunu ne denli güçlü bir şekilde
vurgulasalar da, bu durum vuku bulabilir.) Buna karşın, genelde, bir
model inşa edilir veya seçilirken, bu ikincil toplumsal irdelemeleri he­
saba katmak bir tabu olacaktır.14
Tipik olarak, olanaklı modellerin a priori [önsel] aklayatkınlığına
ilişkin yargılar, estetik standartlara, onların pratik olanakları hakkın-
daki öznel değerlendirmelere ve bilim insanları tarafından önceden
genel olarak kabul edilmiş bilgi külliyatına göndermeler üzerine m eş­
ru bir şekilde dayanabilir. Bu yüzden, bir modelin başlangıçtaki seçi­

14 Teknik açıdan, seçimin toplumsal sonuçlarını göz önünde tutarak bir mo­
delin tercih edilmesinin, başka standartlara göre iyi pratik ile tutarsız olması
gerekmez. Bu, örneğin, aksi halde rasgele yapılması gerekecek bir işleyen
model seçimini kolaylaştırabilir. Bu yüzden, ikincil toplumsal irdelemeler, ha­
kiki bilimde bir rol oynayabilir ve bilim insanları tarafından dürüstçe kabul
edilebilirler. Ne var ki, bilim, apaçık sebeplerle, ikincil irdelemeleri ‘herhangi’
bir ölçüde dikkate almaya karşı bir yasaklamayı bünyesine dâhil eder. Bu
yasak, zaman zaman baskı altında kalmasına, özellikle son on yılda ona güçlü
saldırılar yöneltilmesine rağmen varlığını sürdürmektedir.
mi veya inşası ile kurumsallaşmasının toplumsal bağlamla iki tarzda
ilişkisi kurulabilir. İlkin, erişilebilir kültürel kaynaklar stoku, çevrenin
ve aktörlerin bu çevre içersindeki deneyim ranjınm bir fonksiyonudur,
ikinci olarak, neyin kabul edilmiş bilginin bir parçası veya kabul edil­
miş bir yargı standardı sayıldığı, yine çevreye dayandığı kadar, ayrıca
aktörlerin toplumsal rollerine ve mensubu oldukları grupların ilgi ve
çıkarlarına da dayanabilir. Bu ikinci özgül faktörlerin önemini ne ka­
dar vurgulasak azdır; etkileri ilgili tikel bağlamların pek çok özelliği
tarafından dolayımlanır; bu etki, örneğin, bilimsel sahaya üye yazma
örüntüsüne ve bu örüntünün tikel grup veya tabakaları ne derece sı­
nırlandığına göre değişir.
Bir araştırm a geleneği m om entum kazanırken, bu belirleme kay­
nakları önem taşımayı sürdürebilir. Modellerin metaforik yayılımı,
bir modelin başlangıçtaki üretimi ile büyük ölçüde aynı terimlerle
tartışılabilir; keza modellerin değiştirilmesi de aynı şekilde tartışılabi­
lir -şüphesiz burada, araştırm a geleneğinin içsel olarak geliştirilmiş
standart ve teamülleri durum u sınırlayacak, aklayatkm yeni kültürel
kaynaklar alanını daraltacak ve önceki kabul edilmiş ‘gündelik’ bilgi­
yi tamamlayıp yerini alacaktır. Son olarak, rutin çalışmada, kültürün
genel örüntüsü, ‘ve bunun gibi’ etkisinin akışını belirleyecektir. Bu
yüzden, gelişimiyle ilgisi olmuş tüm o içsel standart ve prosedürlere
rağmen, bilimsel bilgi, içersinde doğduğu kültürün etkilerinden silki­
nip kendini asla tümüyle özgürleştiremeyecektir.15
Usavurmalar istisna kabul etmezler; nihayetinde, önceki bölümler­
de tartışılan temaları özetlemekten fazla bir şey yapmazlar. Özellikle,
bilimin daima var olan bir kültürel kaynaklar çerçevesi içersinde iş
gördüğü ve bu anlamda olumsal bilgi olduğu kabul edilmelidir. Fakat
bu olumsallık, kendinde, bilimin ideolojik olarak belirlendiği ve bir
‘bütünsel ideoloji’nin parçasını teşkil ettiği iddiasını haklı çıkarmaz.
İnanç veya bilginin belirlenme kipini onun doğası ile sımsıkı bağla­
yan ve kaçınılmaz küçültücü içerimler taşıyan bu son kavram, Mann-

15 Kültürümüz tarafından ‘kapana sıkıştırıldığımız’ı ve onu asla temelden


eleştirip yeniden inşa edemeyeceğimizi söylemek durumu fazla abartmak
olur. Doğru, kültürümüzü asla tamamen bir kenara atamayız veya bütününü
süzgeçten geçirerek sadece kesin formel koşullara uygun olan kısmım alıko­
yamayız. Böyle bir radikal, Kartezyen işlem, pratik bir olanaksızlıktır. Fakat
yapılabilecek olan (ve Descartes’ın gerçekten yaptığı) şey, farklılaşmış bir
inanç ve eylem sektörü içersinde iş görmek ve sorgulanmadan benimsen­
miş bu zeminden hareketle bilgimizin kalanını değerlendirmektir. Bu oldukça
önemli bir özgürlüktür.
heim ’ın sosyolojisindeki (1936) gerilimleri üretti. Savunduğu bütün­
sel ideoloji kavramının içerimlerini aklın iktidarına duyduğu iman ile
tümüyle uzlaştıramadığı için, ‘ilişkiselcilik’ ile eksiksizce geçerli bilgi­
nin olanağına inanç arasında ikircimleşen bir dil kullandı. Yapabildi­
ği en iyi şey, bazı inançların, onları tutanların toplumsal konumuna
bağlı olarak, diğerlerinden daha az ideolojik olduğunu ileri sürmekti.
Böylece, freischwebende Intelligenz’in [serbestçe süzülen entelijansi-
ya] gözde toplumsal koşullarının ortaya konmasından hareket ederek
kendisinin gerçekten geçerli bilgiye erişimi olduğunu varsayma nokta­
sına kadar ilerleyebildi -n ü fu z edici ve cesaretli bir kitap için doyuru­
cu olmayan bir final. Tüm bunlarda, şüphesiz, M annheim sosyolojik
açıklama sorunlarından uzaklaşmıştı. M annheim’ın bütünsel ideoloji
kavramı, epistem olojim in bir âleti idi.
Sosyologun bu kavramı kullanması için, sosyolojik açıklamayı epis-
temolojik yargılarla birleştirmeye hazır olması gerekir. M annheim’ın
epistemolojisini bütün olarak tartışmaksızm, sosyolojik ve epistemo-
lojik irdelemelerin birbirinden ayrılmasının, en azından başlangıçta,
yararlı açıklaştırmalar ürettiği yine de ileri sürülebilir. Benzer şekilde,
bütün bilginin ideolojik olarak belirlendiğinden bahsetmenin yanıltıcı
olabileceği ileri sürülebilir. Bu formülasyonun yegâne kullanımı, bize
bilgi ile toplum arasındaki içten ve zorunlu bağlantıyı anımsatmasıdır,
ama bu, değer biçici veya epistemolojik imâlar taşımayan başka şekil­
lerde de kolayca yapılabilir. İnancın toplumsal belirlemesinin tikel bir
çeşidini (gayrimeşru belirleme) ayıran bu tikel ideolojik belirleme kav­
rayışından farklı olarak, genel kavram, bütün inançlara özdeş olarak
uygulandığı için, sosyologun işine yaramaz. M annheim’ın matematiği
ve bilimi bu kavramın çevresinden istisna tutması da, yanıltıcıydı, (ay­
rıca karş. D. Bloor, 1973).
Bunu, hakiki bilime yönelik eleştirel değerlendirmenin cesaretini
kırmak veya hattâ eleştirileri sadece kişisel kanaat dışavurumları ola­
rak görünmelerini sağlayarak zayıflatmak için söylemiyorum. Bilimin
gelişimindeki bugün artık meşru saymayacağımız kabul edilmiş etki­
lere işaret ederek, şimdiki doğa bilgimizin çeşitli yönlerini sorgulamak
pratikte olanaklıdır. Ne de olsa, günümüzdeki kabul edilmiş bir bilgi
bütününün öncellerini kapsayan somut bir kültürel değişimler dizisi,
gerçekleştirildikleri zamanlarda bile gayrimeşru olan hareketler ba-
rındırabilir. Bu yüzden, bugünün meşru yeniliği, geçmişteki kısmen
gayrimeşru nedenlemenin ürünü olan kabul edilmiş bilgi temelinde
gerçekleştirilmiş olabilir. Ya da bilim insanları, başlangıçta zihinlerin­
de gayrimeşru toplumsal maksatlar taşıyanlar tarafından geliştirilmiş
modelleri kullanarak, eksiksiz iyi iman ile çıkar gözetmeyen bir çalış­
ma yapıyor olabilirler.
Bununla birlikte, tikel toplumsal etkilerin bir bilgi bütünü üzerin­
deki sonuçları zaman geçtikçe büyük olasılıkla zayıflar. Bilim insan­
larım özel bir entelektüel âletler setinin sahipleri olarak düşünürsek,
bunun niçin böyle olması gerektiğini görmek kolaydır. Bu âletler, bi­
lim insanlarının taşıdığından başka maksatları hesaba katan koşullara
göre tasarlanıp inşa edilmiş olabilirler. Buna rağmen, onlar bu âletleri
kendi maksatları için kullanırlar ve bu maksatlara daha iyi hizmet ede­
cek şekilde pekâlâ ayarlayıp uyarlamaya yönelirler. Bu yeniden tasa­
rımlanmış âletleri de başkalarına aktarırlar.
Bilim insanları bir araştırm a geleneğine iştirak ettiklerinde, çalış­
malarının içinde zımnen taşıyabilecekleri ikincil, toplumsal maksatlar,
özellikle uzun vadede değişiklikler gösterecektir. Farklılaşmış bir top­
lumda, zaman geçtikçe, bir geleneğe katılanların m eşru amaçları bağ­
daşık bir kültürel değişim üretmeye yönelir, oysa gayrimeşru kendine
özgü amaçlar birbirini iptal etmeye veya karşılıklı çatışmaya yönelir.
Tikel gayrimeşru faktörlerin etkileri uzun vadede ortadan kalkma eği­
limine girecektir;16 her ne kadar bu belirleyiciler sınıfının toplam etki­
sinin mecburen düşeceği varsayılamazsa da. Yeni gayrimeşru belirle­
yiciler, bir araştırma geleneğini etkilemeye başlayabilir. Ve bir bütün
olarak Batı toplum unun eleştirmenlerinin kuşkusuz işaret etmek iste­
dikleri gibi, bazı gayrimeşru toplumsal etkiler, sonuçları dengeleyici
eğilimlerle hafıfletilmeksizin, uzun dönemler boyunca sürebilir.
Bu gibi belirleyicilerin önemi konusundaki kanılar farklı olabilir.
Belki de bu belirleyiciler, âletlerinin nasıl yaratıldığım bilmesi gerek­
meyen ve bu âletlerin kendisi için kusurlu olan yönlerini sadece ça­
lışmasını elinden geldiğince iyi yaparak otomatik olarak azaltan bilim
insanını kaygılandırmamalıdır. Diğer taraftan, daha geniş bir bakış
açısına yerleşilirse, bunların önemli oldukları düşünülebilir. Özellikle,
eğer bilgi toplumsal değişmenin (veya onun gerçekleşmesindeki başa­
rısızlığın) özerk ve doğrudan bir belirleyicisi sayılırsa, o zaman, bilgi­
nin gelişimindeki gayrimeşru etkilerin, bilginin pratik güvenilirliği ile
yakın bağlantılı olmaları nedeniyle, büyük olasılıkla fazlasıyla önemli
oldukları ve acilen araştırılmaları gerektiği düşünülebilir.

16 Elias (1971) bu etki çeşidine büyük önem atfeder. Bu etkilerin ortadan


kalkışını, bilginin çağlar boyunca aktarılması ve modifıye edilmesi sonucu
edinilen daha büyük bir ‘nesne uygunluğu’ ile eşitler.
Bilimsel fikirlerin dolaysız gücüne inancın, sol kanatta giderek yay­
gınlaşması tuhaftır. Bu çeyrek yüzyılda bilim giderek artan ölçüde ide­
olojik olmakla kınandı ve kurumlarıyla sömürü kalıplarını m eşrulaş­
tırmak yoluyla kapitalizmin yapısını payanda ile desteklemekle itham
edildi. Dahası, var olan doğa bilgisinin soyut eleştirisinin ve almaşık
fikirlerin geliştirilmesinin kendi başına toplumsal değişmeye sebep
olabileceği ileri sürüldü.
Benim görüşüm e göre, bu konum un yandaşları, geleneksel m ater­
yalizmlerinin akidelerinden ayrılıp bu kadar uzağa sapacak kadar akıl­
sızdılar. Bilime başvursun veya başvurmasın, kurumsal düzenlemele­
rin tikel soyut meşrulaştırma ve ussallaştırmaları, bu düzenlemelerin
kalıcılığına büyük bir katkı yapmazlar; bu kalıcılık, farklı toplumsal
grupların amaçlarını, sınırlarını ve iktidarın onlar arasındaki dağılı­
mını yansıtır. Eğer bilimsel değişme, temel bir kurum un meşruiyetini
tesadüfen sarsarsa, yeni bir tanesi her zaman inşa edilebilir. Eğer do­
ğanın bir yönü sözkonusu kurum u zorunlu kılmıyorsa, bunu yapan
bir başkasına m üracaat edilir; eğer doğanın davaya en küçük bir dost­
luk dahi göstermediği ortaya çıkarsa, Mary Douglas’ın söylediği gibi
(1970), yerine başvurulacak Tanrı, zaman veya para daima vardır.
(İçme suyuna fluorid katılmasına karşı birkaç bin farklı pratik itirazı
çürütm üş olan ABD’deki dişçilerin şimdiye kadar anlamış olabilecek­
leri gibi, ne de olsa, doğa asla tamamen düşman değildir.)
Benzer şekilde, sözde bilimsel bilgi entelektüeller tarafından ha­
rekete geçirilir ve baltalamaya çalıştıkları kurumların meşruiyetine
saldırmakta kullanılırsa, bu karşı tepkiler üretecektir. Akabinde onla­
rın kendi mitolojisine de saldırılacak ve rakiplerinin mitolojisi ayrıntılı
olarak işlenecek, ilaveler yapılacak ve daha güçlü şekilde savunula­
caktır. Böyle bir entelektüel mızrak dövüşü, desteklenen fikirlerin ve
savunulan konumların ‘içkin değeri’ tarafından veya ‘gerçekte bilimin
dediği’ şey ile belirlenen hiçbir ‘gerçek’ netice ile asla sonuçlanamaz.
Fikir savaşının kendi başına en fazla üretilebileceği şey, belli bir mik­
tar dilbilimsel farklılaşma ve anlam değişimidir. ‘Eşitlik’ ile ‘aynılık’
arasındaki ayırımı güçlendirmek için, eşitlikçiliklerinin meşruiyetini
desteklemek üzere liberal üstatlar çağrılabilir; insan saldırganlığının
evrenselliğinden hoşnutluk duyan bilimsel muhafazakârlar, saldır­
ganlık ile kastettikleri şeyin başka herkesin anladığı ile tamamen aynı
olmadığını kabul etmeleri için sıkıştırılabilirler. Bu gibi süreçlerin ola­
nakları sonsuzdur. (Artık hepimizin bildiği gibi, yalanlar, hatalar ve
hüküm süz bildirimler vardır!)
Şüphesiz, pratikte, tikel meşrulaştırmaların güvenilirliği zayıflatıla-
bilir. Ve entelektüel mızrak dövüşü, bir tarafın katılmaktan vazgeçme­
si halinde diğer tarafın fazla ileri gidebileceği iddiası ile haklı gösterile­
bilir. Fakat sorunun püf noktası da budur; toplumsal çatışmaya iştirak
eden gruplar, pratikte daima sahip oldukları güç oranına göre entelek­
tüel tartışmada temsil edilirler. Genel olarak, bilimsel bilginin, kurum ­
sal düzenlemelerimizde, onları normal olarak yansıttıkları toplumsal
koşullara tekabül etmeyecek şekilde eğip bükmek suretiyle, doğrudan
değişimler üretebileceğinin hiçbir kanıtı yoktur. İçrek, bilimsel bağ­
lamlar neyi ihtiva ederse etsin, temel kurumlarımızm doğasının, diğer,
denebilir ki çok daha temel, faktörler tarafından belirlenmeyi sürdüre­
ceğini bekleyebiliriz. Ve burada değinilen süreçler nedeniyle, aynı şey
bizim gündelik ortakduyusal bilgimiz için de geçerli olacaktır.

Kaynakça
Bloor, D., (1973) “Wittgenstein and Mannheim on the sociology of mathe­
matics”, Stud. Hist. Phil. Sci., cilt 4, sayı 2, s. 173-91.
Bodmer, W.F., (1972) “Race and IQ: the Genetic Background”, içinde:K.
Richardson ve D. Spears (ed.), Race, Culture and Intelligence,Penguin,
Harmondsworth.
Bodmer, W.F., ve Cavalli-Sforza, L.L. (1970) “Intelligence and Race”,Scien­
tific American, cilt 223, sayı 4, s. 19-29.
Douglas, Mary (1970) “Environments at risk”, Times Lit. Supp., 30 Ekim,s.
1273-5.
Elias, N., (1971) “Sociology of knowledge-new perspectives”, Sociology,ci\t
5, sayı 2, s. 149 vd.; cilt 5, sayı 3, s. 368 vd.
Engels, E, (1893) Letter to Mehring of 14th July, bkz. Selected Works(1962),
cilt 2, s. 497, Moscow.
Forman, P. (1971) “Weimar Culture, causality and quantum theory, 1918-
1927”, Historical Studies in the Physical Sciences, cilt 3, s. 1-115.
Haller, J.B., (1971) Outcasts from Evolution, University of Illinois Press,Ur­
bana.
Haskell, E., (ed.) (1972) Full Circle: the Moral Force of Unified Science,Gor­
don & Breach, New York.
(ensen, A.R., (1969) “How Much Can We Boost I.Q. and Scholastic Achie­
vement?”, aşağıdaki A.R. Jensen (1972)’de yeniden basıldı.
Jensen, A.R., (1972) Genetics and Education, Methuen, London.
Kalant, O.J., (1968) An Interim Guide to the Cannabis Literature, Addiction
Research Foundation Bibliographic Series sayı 2, Universityof Toronto
Press. Madde Bağımlılığı Üzerine Tavsiye Komitesi (1968) Cannabis
(Wootton Report), HMSO, London.
Mannheim, K., (1936) Ideology and Utopia (çeviri ve önsöz: L. Wirthve E.,
Shils (1972), Routledge & Kegan Paul, London.
Page, E.B., vd. Letter to Am. Psychologist, cilt 27, Temmuz, s. 660-1.
Palmer, A., (1972) “The Development of Scientific Interest in Cannabis”,-
Department of Liberal Studies in Science, Manchester University (yayım­
lanmamıştır).
Rosenberg, C.E., (1966) “Science and American Social Thought”, içinde:D.
Van Tassel ve M.G. Hall (ed.), Science and Society in the UnitedStates,
Dorsey, New York.
Stanton, W., (1960) The Leopard’s Spots, University of Chicago Press.
Stark, W. (1958) The Sociology of Knowledge, Routledge & Kegan Paul,-
London.
Waller, C.W., ve Denny, J.J., (1971) Bibliography of Marijuana, University of
Missisippi Press.
B İ l İm d e N o r m l a r ve İ d e o l o j İ*

Michael Mulkay

Bilim sosyolojisinin artık işlevsel çözümlemenin yalnızca bir dalı ol­


mamasına rağmen, bilim topluluğuyla ilgili sosyoloji yazınının çoğu
kendi işlevselci aslına sadıktır. Bu bağlılık, bilimin norm atif yapısının
önemi vurgulanırken ve ideolojiye az önem verilirken görülmektedir.
Aşağıdaki tartışmada bu iki temanın, yararlı bir biçimde birleştirile­
bileceğini göstermeye çalışacağım. Öncelikle, bilimin norm atif yapısı
olarak kabul edilen şeyin, bir ideoloji olarak daha iyi bir şekilde göz
önüne alınabileceğini tartışacağım. Sonra, bilim insanlarının bu ideo­
lojiyi, elde hazır diğer seçenekler varken neden geliştirip kullandıkla­
rını göstermeye çalışacağım.

Bilimin Varsayılan Normları


Uzun yıllardır, Batı akademik yapılanması içindeki bilimsel araştırma
topluluğu, sosyologlar tarafından, ağırlıkla açık düşünceli, tarafsız ve
nesnel olarak betimlenmiştir. Bu öne çıkan özellikler, iddia edildiği
şekliyle, bilimsel topluluk için biricik olmamasına rağmen, diğer alan­
lardaki entelektüel etkinliklerde gerçekleşmediği kadar yer almaktay­
dı. Bu varsayımsal olgu, bireyler olarak bilim insanlarının özel karak­
teristiklerinden hareketle açıklanamazdı. Çünkü birey olarak bilim

Çeviren: Beno Kuryel


* Orijinal Eser: “Norms and Ideology in Science”, Social Science Informa­
tion, 15, 4 (1976), 637-656.
insanlarının güdüleri, ilgileri ve kalitelerinin oldukça farklı olduğu
görülmekteydi ve bunlar, tartışmasız, kendi meslekî topluluklarının
özgül nitelikleriyle uyum içindeydi. Böylece, bu niteliklerin, topluluğa
özgü karakteristikler olarak görülmesi tercih edilir gibiydi. Başka bir
deyişle, bunlar, bilim insanlarının kendi meslekî etkinliklerinde genel
olarak itaat etmek zorunda oldukları toplumsal beklentileri tanımla­
yan normlardı.
Bu akıl yürütmenin ışığında sonuç olarak, kabul görmüş norm lar­
dan ya da norm atif ilkelerden oluşan uzun bir liste gelişmişti. Bun­
lar arasında en önemlileri; akılcılık, duygusal yansızlık, evrenselcilik,
bireyselcilik, tarafsızlık, çıkarsızlık, toplumculuk, alçakgönüllülük ve
örgütlü kuşkuculuktur. Bu normlar, herhangi bir ek aydınlatma için
birçok kez yorumlanmış ve tartışılmıştır. Bununla birlikte, önemle be­
lirtilmelidir ki, bu normların bilim topluluğunun içinde var olduğunu
öne süren bu basit iddiadan çok daha fazlası öne sürülebilir. Ç ün­
kü normlara yaygın uyumun etkin bir toplumsal kontrol dizgesiyle
sürdürüldüğü de iddia edilmiştir. Bu durum , tartışmada, söz konusu
normların bilim için işlevsel olduğu sonucuna varmak için gerekli bir
adımdır. Başka bir ifadeyle, onaylanmış, geçerli bilimsel bilginin, bilim
insanlarının etkinliklerine ancak bu normlar -başkaları değil- yol gös­
terdiği ölçüde üretilebileceği öne sürülm üştür. Bu kabul, M erton’ın
(1938) normlara ait başlangıç tartışmasında can alıcı bir yer tutar.
Buradaki tartışmaya göre, bilimsel bilgi demokratik toplumlarda
daha etkince gelişir, çünkü böylesi toplumlar, bilimde bir dizi norm un
kurumsallaşmasına izin verir ve bu normlar politik dizgede yürürlükte
olan normlarla koşutluk içindedir.
Bu normlara uyumun, m odern bilimin başlıca bir özelliği olduğu­
nu göstermek için, bu savı temsil edenler, bunlardan sapan edimlerin
olumsuz sonuçlarını betimleme eğilimi gösterirler. Norm lara karşı ge­
len eylemlerin, herhangi bir bilgi-iddiasını açıkça çarpıtacağı öne sü ­
rülm üştür. Örneğin, eğer bilim insanları kendi düşüncelerine oldukça
adanmışlarsa, yani, eğer duygusal yansızlık norm una itaat etmekte
başarısız olurlarsa, onlar düşüncelerinin ne zaman tutarsız olacağını
geçerli bir açıklıkla kavrayamayacaklardır. Benzer biçimde, eğer bilim
insanları bireysellik içinde olurlarsa, yani evrensellik dışında kalırlar­
sa, bilgi-iddialarını değerlendirme ölçütleri, yargıları, fiziksel dünya­
nın nesnel gerçekliklerinden uzaklaşma eğiliminde olacaktır. Aynı
zamanda, eğer bilimde bir dereceye kadar, ketumluk ve entelektüel
hırsızlık var olsaydı ve topluluğa aidiyet normu, toplumsal eylem için
etkin bir norm olmayı sürdüremeseydi, onaylanmış bilginin düzgün
ve tarafsız dağılımının altüst olacağı muhtemeldi. Yukarıda listelenen
norm atif ilkelerden uzaklaşmanın, empirik dünyaya ilişkin geçerli bil­
ginin yaratılmasını neden engelleyebileceği hakkında nedenler bulmak
zor değildir. Böylece, bu bakış açısından, norm atif yapı, bilim toplulu­
ğunun can alıcı özelliğidir. Bilimin normları, bilim insanlarının, doğal
dünyayla ilgili nesnel kanıtlar toplama ve yorumlama girişimlerinde
tarafsız, taahhüt altına girmemiş, bireysellik dışı, özeleştirel ve açık
düşünceli olmaları gerektiğine ilişkin emredici norm lar olarak görü­
lür. Bu normlara büyük oranda uyum göstermeye devam edildiği ka­
bul edilir ve bu normların kurumsallaştırılması, geçerli bilginin hızlı
birikimi için açıklayıcı görülür; bu da, çağdaş bilim topluluğunun biri­
cik başarısı olagelmiştir.
Son yıllarda, bilimin bu türdeki işlevsel çözümlemesi fazlaca eleşti­
rilmiştir. Bu eleştirilerin bir nedeni tarihçi ve sosyologların ayrıntılı
çalışmalarıdır. Bu çalışmalar göstermiştir ki, pratikte, bilim insanları
en azından bu zorlayıcı normların bazılarından göze batan bir sıklıkta
saparlar. Bu sıklık, özellikle normların sağlam bir biçimde kurum sal­
laşmasıyla göze batar hale gelir. Diğer bir neden, tanımlı bilim insanı
örneklemleri üzerinde yapılan deneysel çalışmalardır. Bu çalışmalar,
bilim insanlarının normların sözel biçimlenmeleriyle ne denli uyum
içinde olduklarını keşfetmek için tasarlanan deneysel çalışmalardır.
Gözlemlerin hiçbiri, herhangi bir kuvvetli genel taahhüdün kanıtını
üretmemiştir. Bu gibi bulgulara verilen yanıtlardan bir tanesi, bilim­
de merkezî norm atif elemanın, toplumsal normlar kümesi ile değil,
aksine araştırm a topluluğunun içten farklılaştığı bilimsel çerçeve ve
teknik yordamlar temelinde kurulduğudur. Bu bakış açısı, araştırma
ağlarının gelişmesinin ve toplumsal süreçlerin, bilgi-savlarının hangi
bilimsel yeterlilik ve değer standartlarıyla tartıldığına ve onlara hangi­
lerinin uygulandığına dayanarak tahlil edilmesine yol açmıştır. Fakat
bu, olası tek yanıt değildir. Çünkü toplumsal normların başlangıç kü­
mesinin eksik olsa da fazlaca yanlış olmadığını tartışabiliriz. Örneğin,
yukarıda tasarlanan normların biçimlendirilmesine belli başlı katkılar­
da bulunmakla kalmayıp genelde bilim sosyolojisine de şekil veren
M erton, ‘karşıt-norm ’ m efhum unu ortaya atarak, bu normlardan ol­
dukça kayda değer sapmayı açıklamak için çaba göstermiştir. M erton
devamla, toplumsal kurumların, çelişen norm çiftlerinin etrafında ya­
pılandığını ve bilimin bu örüntüden bağımsız olmadığını belirtmiştir.
Bu yanıtı M itroff (1974) ele alarak, ayla ilgili araştırmalara katılmış
çeşitli disiplinlerden bilim insanlarının ayrıntılı bir şekilde incelenme­
sinde kullanmıştır.

Bilimde Karşıt Normlar


M itroff’un çalışmasının meziyetlerinden birincisi, ilk elden oldukça
fazla deneysel malzeme sağlamasıdır. Özelde, çalışmakta olan bilim
insanlarından çok sayıda alıntı içerir. Bunun anlamı, yalnızca ken­
di tartışmasının fevkalade iyi belgelenmiş olması değil, aynı zamanda
okuyucuya, verilerine ilişkin alışılmadık derecede almaşık yorumlar
sunma olanağını vermesidir. M itroff öncelikle, kendi örneklemindeki
bilim insanlarının bazen yukarıda betimlenmiş normların değişik bi­
çimlerini, çalışma arkadaşlarını yargılamak üzere standartlar olarak
ve araştırmacıların nasıl davranmaları gerektiğine ilişkin buyruklar
olarak kullandıklarını gösterir. Buna ilâveten, kanıtının sağladığı kap­
sayıcı anlam, bilimde tamamen karşıt biçimlendirme kümelerinin ol­
duğu ve almaşık biçimlendirmelere uyumun, işin içinde olanlar veya
gözlemciler tarafından, bilimin ilerlemesinde esas olarak yorum lana­
b ile c e ğ id ir . Birkaç örnek vermeme izin verin.
M itroff’un öne sürdüğüne göre, duygusal yansızlık norm u, duygu­
sal bağımlılık ile karşılanır. Kendisi tarafından incelenmiş bilim insan­
larının çoğu, bilimde birilerinin düşüncelerine kuvvetli, hattâ ‘makul
olmayan’ bir bağlılık göstermenin gerekli olduğunu söylemişlerdir.
Çünkü bu olmadan araştırmacılar uzun süreli ve emek isteyen pro­
jeleri gerçekleştiremeyecekler veya inatçı deneysel dünyanın keşfin­
de kaçınılmaz olarak yer alan anlaşmazlıklarla baş edemeyeceklerdir.
Benzer şekilde, evrensellik norm u, tikelcilik (particularism) normu
ile dengelenmiş gibi görünür. Bilim insanları, bu normu, sıklıkla bil­
gi-savlarını kişisel ölçütler temelinde yargılamak için mükemmelce
kabul edilebilir görür. Konu alanlarına ilişkin tüm araştırm a raporla­
rını, kişisel olmayan keskin incelemelere bağımlı kılmak yerine, bilim
insanları, literatürden düzenli bir şekilde, şu ya da bu nedenle, geçer­
li olarak göregeldikleri meslektaşlarına ait buluşları seçip çıkarırlar.
Başka bir deyişle, bilim insanları bilgi-savı yerine insanı sorgulamayı
daha uygun görürler. Bu eğilim, bilimde göze çarpan bir elitin varlığı
ile ilişkilendirilebilir. Bu elit, bilimsel araştırmanın baştan sona aldı­
ğı yönü kayda değer biçimde etkileyen üyelerdir. Bir kez daha, kar-
şıt-norm, araştırmacıların zaman ve girişimlerinin tasarruf edildiği,
araştırmanın hız kazandığı zeminde işlevsel olarak görülebilir. Aynı
zamanda, meslektaşları tarafından ‘daha ehil’ veya ‘daha deneyimli’
olarak görülen bilim insanlarına genel olarak daha fazla ağırlık veril­
diğini garanti eder.
İzninizle bir örnek daha vereyim. Mitroff, topluluğa aidiyet nor­
m unun, gizlilik yanlılığı norm u ile dengelendiğini göstermek için
kanıt üretir. İddia ettiğine göre, gizlilik, bilimsel bilginin gelişmesini
engellemekten öte, gerçekten bu amaca çeşitli yollardan katkıda b u ­
lunur. Birincisi, araştırmacılar sonuçlarını gizli tutarak, yıkıcı öncelik
anlaşmazlıklarından kaçınabilirler. İkinci olarak, bir bilim insanına ait
çalışmanın başkaları tarafından çalınma veya sahiplenilme girişimleri,
bu çalışmanın öneminin teyid edilmesine ve çabalarını sürdürmesi için
motive edilmesine hizmet eder. Üçüncüsü, kendi bulgularını başkala­
rından kaçırarak, bilim insanları, kendi önceliklerini tehlikeye atm a­
dan ve böylece, daha ileri araştırm a için coşkularını zayıflatmadan,
sonuçlarının geçerli olduğuna emin olabilirler.
Buna göre, M itroff’un merkezî argümanı açısından, bilimde bir
tane norm kümesi yoktur, aksine en azından iki tane vardır. Birinci
küme, R o b o r t Mprtnn (1973) ve işlevselci gelenekte çalışan diğerleri
tarafından az ya da çok duyarlılıkla bolirlonmlgtir. Fakat bilimin etho-
sunu, yalnızca bu birinci kümeye göre betimlemek, bilimle ilgili, ba
yük oranda yanıltıcı bir açıklama üretm ek demektir. Başlangıç norm
kümesinin her birine, eylemi tam zıt olarak doğrulayan ve dikte eden
karşıt bir norm eşlik eder. Dahası, eğer bilim gelişecekse, her iki norm
kümesiyle uzlaşım içinde bir eylem gerekir. Böylece gizlilik, bilimde
mutlak serbest bir ideal değildir; fakat bilginin topluluğa aitliği de böy­
le değildir. Entelektüel tarafsızlık, bilim insanları için çoklukla önemli
görülür; fakat aynı zam anda bu, kuvvetli bir bağlılıktır da. Akılcı ifa­
deler esas olarak görülür; fakat akıldışı olmak ve serbestçe dallanan
imgelem de aynen esastır. Ve böyle gider. M itroff’un görüşüne göre,
kendi ürettiği deneysel kanıtlar, bilim topluluğunun bu iki norm kü­
mesi tarafından yönlendirildiğini düşünmemizi ve bu topluluğun de­
vinimini, bu iki norm atif yapı arasındaki karmaşık etkileşim temelinde
yorumlamamızı gerektirir.

Bilimdeki Toplumsal Normların


Kurumsallaşma Eksikliği
M itroff tarafından sunulan kanıtlar, başlangıç norm kümesini, bilimin
norm atif yapısı olarak kabul etmemizi önler. Ancak, öne sürmek is­
terim ki, her iki biçimlendirme kümesinin ya da iki kümenin, ‘bilimin
işleyiş kuralları’ olarak birleşmiş olduğunu görmemizi zorlayacak ne­
denler yoktur. Bu durum , ileri sürülen kanıt türüne daha yakından
baktığımız zaman açıkça görülür. Mitroff haklı olarak, M erton’ın,
‘ender, büyük bilim insanlarının ziyadesiyle seçkin yazılarından’ bili­
min normlarını çıkarmasını eleştirir (1974: 15). Önerisine göre, ‘bili­
min kurumsal norm ları’, yalnızca büyük bilim insanlarının idealize
edilmiş tavırları üzerine değil, aynı zamanda, geniş anlamıyla bilim
topluluğu boyunca bulunan yoğun davranış ve karmaşık tavırlar üze­
rine temellendirilmelidir (1974: 16). M itroff sonra, katılımcılar tara­
fından yapılan belirli betimleyici ve kuralsal beyanları seçip çıkartarak,
başlangıçtaki norm kümesiyle çatıştığı görülen kendi karşıt-normları-
nı biçimlendirmeye yönelir. Böylece, kuşku yoktur ki, bilim insanları,
kendilerinin ve meslektaşlarının eylemlerini betimlemek ve yargılamak
ve de doğru meslekî davranışa hükmetmek için her iki biçimlendirme
kümesini de kullanırlar. Fakat, katılımcılar tarafından bu tür sözel bi­
çimlendirmelerin katıksız kullanımı, onların, bilimin ‘kurumsal norm ­
ları’ olduğunu göstermez. Gerçekte, M erton da M itroff da, her iki
değerlendirici biçimlendirmenin ne dereceye kadar kurumsallaşmış
olduğunu göstermek için kanıt oluşturmuş değillerdir.
Toplumsal normlar, ödül dağıtımına pozitifçe bağlandıkları zaman
kurumsallaşmış sayılmalıdırlar. Mevcut bir grup kurumsal norma
uyum, açık bir genellikle özel bir toplumsal gruplaşmanın içinde koru­
nur, çünkü sürekli olarak ödüllendirilir ve/veya uyumsuzluk cezalan­
dırılır. Şimdiye kadar izlediğimiz çözümleme türünün varsaydığı üze­
re, normlar ve/veya karşıt normlar, bu anlamda kurumsallaştırılmıştır;
çünkü, aksi takdirde onları, onaylanmış bilginin gelişmesi ve bilimin
ilerlemesine temel bir katkı olarak görmek zor olacaktır. Oysaki, m es­
lekî ödüllerin paylaşımına ve bilim üzerinde toplumsal denetimin devi­
nimine ilişkin hatır sayılır literatürü incelediğimizde, bu gibi ödüllerin
alınmasında bilim insanlarının araştırma süreçleri boyunca, varsayılan
normlara veya farz edilen karşıt normlara uyum göstermelerine göre
koşullanmış olduğu hakkında pek az kanıt bulunmuştur.
Bilimde kurumsal ödüllerin paylaşımı, resmî iletişimle yakından
bağlantılıdır. Bilim insanları, meslektaşlarına, meslekî dergiler aracılı­
ğıyla ilginç ve geçerli olduğuna inandıkları bilgileri aktarırlar. Bilginin
dikkate değer derecede gayrıresmî değiş-tokuşu söz konusu olsa da,
bilim insanları sonuçlandırılmış bir savı, özel bir katkı ile tanınmak
üzere yalnızca kendi adlarıyla yayımlamak suretiyle resmîleştirebilir-
ler. Hangisine değer biçildiği hakkındaki malûmata gelince, bilim
insanları çeşitli kurumsal biçimlerde meslekî tanınmışlık kazanır ve
böylelikle kişisel itibarlarını inşa edebilirler. Bu itibar süreç içinde, öğ­
renciler, araştırma fonları ve akademik terfi gibi kıt kaynaklar için kul­
lanılabilir. Mevcut bağlamda, bu sistemin belki de en önemli çehresi,
resmî iletişimin temel aracı olan araştırma makalesidir. Makale, teknik
konulara yoğun dikkat gerektiren sıkı bir geleneksel usul ile yazılır.
Bu yüzden, yazarın görüşleri, ilgileri ve karakterine ilişkin referanslar
kesinlikle dışarıda bırakılır. Rapor tipik olarak eylemsiz (pasif) yazılır,
böylece, yazarın edimleri ve kararları üzerine imâlar gerçekleşmez. Bu
tür araçların etkisi, bir anonim izlenim üretmektir; böylelikle, araştır­
ma ‘herhangi birine’ ait olmuş olur (Gilbert, 1976).
Sonuç olarak, bilimde resmî iletişim tarzı için iyi kurulm uş yönlen­
dirici normlar vardır. Fakat, M edawar’ın belirttiği gibi, araştırm a m a­
kalesinin şahsi olmayan gelenekleri, bilimsel bulguların üretiminde
içerilen karm aşık ve farklı süreçleri ‘gizlemekle kalmaz aynı zamanda,
etkin olarak saptırır da’ (1969: 169). Resmî iletişim yordamları ile bi­
limsel araştırmanın toplumsal gerçeklikleri arasında kısmî olarak ay­
rılma, uzaklaşma vardır; çünkü araştırma raporlarının biçimlendiril-
meşine hükmeden kurallar, yalnızca yayımlanmış bulgular temelinde,
bilim insanlarının, raporun yazarı hakkında ahlâkî yargılarda bulun­
masını neredeyse imkânsız kılar. Bu nedenle, onların yayımlanmış bir
rapora, yazar hakkında başka bilginin yokluğunda verdikleri yanıtlar
ve ona atfettikleri takdir, yazarın, araştırmasını sürdürdüğü sırada,
herhangi bir toplumsal norm kümesine uyum undan etkilenemez. El­
bette, M itroff’un gösterdiği gibi, resmî olmayan temasta bulunan bilim
insanları, meslektaşları ile ilgili düzenli olarak iki temel boyutta ahlâkî
yargılarda bulunurlar. Bu resmî olmayan yargı ya da hükümler, bilim
insanlarının diğerlerine ilişkin sonuçlara verdikleri yanıtları oldukça
etkiler ve koşut olarak da, ödüllerin paylaşımına etkisi olur. Bununla
birlikte, M itroff’un resmî olmayan bir şekilde işlediğini gösterdiği bir­
birine zıt iki ilke kümesi birbirlerini iptal etme eğiliminde olur. Dola­
yısıyla, bu resmî olmayan süreçlerin norm atif düzenlerin her ikisine
genel bir uyum üreteceğini beklemek için bir neden yoktur. Dahası,
kişisel çıkar, bilim insanlarının, üretenlerin meslekî etiklerine bak­
maksızın teknik olarak tatmin edici bilgi lehinde yanıt vermelerine
yol açacaktır. Bunun tersini yapanlar, kullanılmaya uygun sonuçla­
rı kendi çalışmalarına temel olarak kullanmamakla kendilerine zarar
vereceklerdir. Bu nedenle, bilimsel ödüller üzerine yapılan sosyolojik
araştırm a külliyatının vardığı temel sonucun; ödüller, ezici bir şekilde,
sunulan bilimsel bulguların bahsedilen niteliğine göre dağıtılmıştır so­
nucu olması şaşırtıcı değildir.
Diğer bilim insanları tarafından fark edildiği biçimiyle çalışma kali­
tesinin, ödüllerin paylaşımında belirleyici değişken olduğuna nere­
deyse kuşku yoktur. Aynı zamanda, bir kişinin çalışmasına yüksek
bir değerin atfedilmesi için bu çalışmanın diğer bilim insanları ta­
rafından yararlı bulunacak şekilde üretilmesi, yani çalışmada faz­
laca referans gösterilmesi, isim anılması gerektiği konusunda da
neredeyse kuşku yoktur (Cole ve Cole, 1973: 19).
İyi belgelenmiş sonuçlara göre, meslekî ödüllerin dağıtımı söz konusu
ise, kurumsal süreçlerde bilimin varsayılan norm ve karşıt normlarının
çoğuna uyum, oldukça önemsizdir. Araştırmacılar, basitçe, meslek­
taşlarının kendi çalışmaları sürecinde yararlı saydıkları bilgi iletişimini
gerçekleştirdikleri için ödüllendirilirler. Her iki toplumsal norm kü­
mesine uyumu ödüllendirmek için hiçbir kurumsal düzenek olma­
dığı gibi, kabul edilebilir malûmatın sağlanmasının, her iki kümeye
uyarlanmayı varsaydığını göstermek de mümkün değildir. Dolayısıyla,
Mitroff’un gösterdiği gibi, her iki çelişen küme de varsayılmış oldu­
ğu biçimde yorumlanabilir. Bununla birlikte, tartışılabilir ki, bilimde
ödüllerin dağılımı hakkında bildiğimiz şeyler, en azından evrenselci-
liğin önemini kuvvetle vurgular; çünkü bilim topluluğunun itibarlı
üyeleri tarafından donatılmış bilgi kalitesinin, toplumsal sınıf, öğretim
arka planı ve benzerleri gibi özel etkenlerden oldukça bağımsız ölçüt­
lerle muhakeme edildiği göze çarpar. Fakat bu mütevazı tartışma bile,
kayda değer bir kısıtlanmaya m aruzdur. Öncelikle, itibar dağılımı, ça­
lışmalarının kalitesine aldırmadan elit üniversitelerdekiler lehine göze
batar biçimde yönlendirilir. İkinci olarak, bilimde evrenselcilik başlan­
gıçta, bilimsel kariyerlerin genellikle yetenekli kişilere açık olacağını
imâ eder görünse de, izleyen araştırmalar göstermiştir ki, araştırma
topluluğuna katılmak, bilim normlarının en çok kurumsallaştığı yer
olan Amerika da dâhil, cinsiyet, ırk ve sınıf gibi atfedilen niteliklerce
belirgin bir biçimde kısıtlanmıştır. Üçüncüsü, vasıflı fizikçi ve kim­
yacıların bulgularının büyük ölçüde evrensel ölçütlerle yargılandığını
söylemek, yalnızca bu disiplinlerdeki araştırmacıların başkalarına ait
sonuçları, temelde kendi araştırm a ağlarında geçerli bilişsel ve teknik
standartlara koşut olarak değerlendirdiklerini dile getirmektir. Başka
bir deyişle, ‘evrensel ölçütler’ kanısı, özgül bilimsel bilgi, pratik ve tek­
nik yapılar temelinde formüle edilmedikçe içeriksizdir. Ancak, bunu
bir kez yaptık mı, bir daha ‘evrenselcilik, evrensellik’ kavramına gerek­
sinmemiz kalmaz. Biz, en azından bilim insanlarının asıl entelektüel
bağlılıkları ve bu bağlılıkların, bilgi-savlarının kabul edilme tarzlarını
hangi yollarla etkilediği ve de ödüllerin paylaşımı üzerinde yeterli in­
celemeler yaparak bilimdeki toplumsal yaşamın somut gerçeklikleriyle
uğraşabileceğiz. Bu entelektüel bağlılıkların önemi, bilim topluluğu­
nun içsel olarak, toplumsal norm yapılarındaki farklılıklardan ziyade,
bilgi alanları arasındaki farkları esas alan ayırımlar temelinde farklılaş­
tığı gerçeğine dayanarak gösterilmiştir.

Değerlendirici Repertuarlar Olarak ‘Normlar’ ve


"Karşı Normlar’
Eğer, sosyoloji literatüründe betimlenen ‘norm lar’ ve ‘karşı norm lar’,
kurumsallaşmış bir norm atif yapının bileşenleri değilse, M erton, Mit-
roff ve diğerleri tarafından sunulan kanıtları, emareleri nasıl yorum ­
layabiliriz? Bu soruya şöyle bir yanıt önerilmiştir: Bunlar kuşkusuz,
katılımcıların bilim insanlarının edimlerini betimlemek, bu edimlere
değer biçmek, değerlendirmek ve kabul edilebilir veya izin verilebilir
toplumsal eylem türlerini hazırlamak için kullandıkları göreli olarak
standartlaştırılmış sözel formülasyonlardır. Fakat standartlaştırılmış
değerlendirici bir türe ait formülasyonlar, herhangi bir doğrudan tarz­
da hiçbir zaman toplumsal etkileşime hükmedemez.
Bu noktanın altı Gouldner tarafından kuvvetlice çizilmiştir:
... ahlâki kurallar kendiliğinden ve mekanik olarak oluşmaz, çünkü
onlar basitçe, bir anlamıyla ‘vardır’ ... (onlara) uyum göstermek,
çoğu kez müzakere ile oluşmaz... Böylece kural, içinde... gerilimin
ifade edildiği... bir araç olarak hizmet eder... ahlâki bir kodda, bir
karara uygun olduğu iddia edilebilen ve içinde meşruiyet kaza-
nabilen, çoğunlukla birden fazla kural vardır. Birinin, bir karara
hükmedecek özgül bir kural seçimini etkileyen merkezî bir etmen,
tarafın işlevsel özerkliği için beklenen akıbetlerdir... birinin ahlâk­
tan anladığı, onun çıkarları ile değişme eğilimi gösterir. (1971:
217-18)
Bu alıntıda özetlenen genel argüm anın bilime olan anlamsal katkısı,
düzenli elektromanyetik dalgalar yayan gökcisimlerinin (pulsarların
/ atarcaların) keşfine ilişkin bilim insanlarının tepkilerini belirli bir
ayrıntıyla inceleyen yeni bir çalışmaya referansla örneklendirilebilir
(Edge ve Mulkay 1976; ayrıca bkz. Woolgar 1976). 1968’de atarca-
lar üzerine, Cambridge’deki radyo astronomi grubu tarafından ilk
makale yayımlandığı zaman, Cambridge’deki astronomlarla rekabet
içinde olan grupların üyeleri tarafından gizlilikle ilgili pek çok itham ­
da bulunulmuştu. Cambridge grubunun, makalenin yayımlanmasını
boş yere geciktirdikleri; diğer grupların ek araştırmalara sarılmaları
için eksik veri yayımladıkları; yayın yapmadan önce, kendi sonuçlarını
komşu laboratuarlardaki yakın meslektaşlarına fısıldadıkları; gizlik-
leri nedeniyle başkalarından değerli öğütler almalarının engellendiği
ve tutum larının bilimin gelişmesini engelleme eğiliminde olduğu dile
getirilmişti. Bununla birlikte, Cambridge grubunun üyeleri, kendi ey­
lemlerini doğrulayan bazı ilkeleri sağlayabilmişlerdi. Öncelikle, başka­
larının zamanından önce bir şeyler söylemelerine yol açabilecek bilgiyi
iletmekten kaçınmanın tam am en meşru olduğunu öne sürmüşlerdir.
İkinci olarak, araştırmacılara sonuçlarını gözden geçirmek, denetle­
mek ve yüksek kalitede bir çalışmayı yayımlamak için zaman verece­
ğinden, gizliliğin haklı bir tarafı olmaktaydı. Böylece, bilimsel bilginin
pürüzsüz gelişmesini güvence altına almaktaydı. Üçüncüsü, önemli
sonuçların, bir grubun itibar kazanmasının yolunu açtığı ve araştırma
fonları bulma yeteneğini geliştirdiği konusunda emin bulunmanın akla
yatkın bir şey olduğu dile getirilmiştir. Dördüncü olarak, bilim insan­
larının, genç bir araştırm a öğrencisinin ilk başarısını koruma hakkına
sahip oldukları veya gözlemcilerin kendi bulgularını ilk yorumlama
hakkına sahip bulundukları da öne sürülm üştür. Beşincisi, atarcaların
(pulsarların) konum lan özelinde, bu göz alıcı keşfin basın tarafından
yanlış yorumlanmasını önlemek için önlem alınması gerektiği söylen­
miştir. Son olarak, bu dağınık ve çakışan kuralların şaşkınlık yaratan
çeşitliliğine bakarak beklendiği üzere, bazı katılımcılar (bilim insanla­
rı), atarcalara ilişkin ilk gözlemlerin kamuya açılmasında herhangi bir
uygunsuz gecikmenin yaşandığını yadsımışlardır.
Bununla birlikte, bu ilkelere ilişkin genel bir yükümlülüğün olduğu
görülmediği gibi, iletişim sonuçlarını yönlendiren açık yordamsal
kurallar (procedural rules) da yoktur. Sonuç olarak, yanlış anlama­
lar ve gücenmeler bazen, bilimsel bilginin dolaşımına ilişkin gizlilik
veya onun üzerinde yasal, meşru denetim olarak neyin nasıl görü-
legeldiğine bağlı olarak üretilmiştir (Edge ve Mulkay, 1976: 250).
Belki de, yukarıdaki tartışmaya bağlı olarak, toplumsal normlara uyu­
m un, ödüllerin alınmasıyla ilgisiz olduğunu vurgulamakta yarar var­
dır. Öyle ki, atarcaların keşfi sırasında, Cambridge grubunun eylemle­
rinin uygunluğu hakkında kızışan görüş farklılıklarına rağmen, altı yıl
sonra üyelerinden ikisi, kısmen bu keşfe dayanarak Nobel Ö dülü’nü
almışlardır.
O halde, bilimde, yinelenen temalar ve konular üzerinde odak
landığı görülen karmaşık bir ahlâki dilimiz vardır. Örneğin, iletişim
yordamları, akılcılığın yeri, tarafsızlık ve yükümlülüğün önemi gibi;
bu konular tarafından ortaya çıkarılan özel çözümlerden hiçbirisi pe­
kişmiş olarak kurumsallaşmamıştır. Onun yerine, bilim topluluğun­
da bulunan standart sözel formülasyonlar, meslekî eylemleri, çeşitli
toplumsal bağlamlarda ve muhtemelen değişik toplumsal çıkarlarda,
farklı olarak ve esnekçe kategorize etmek için kullanılabilecek bir re­
pertuar sağlamıştır. Bana öyle geliyor ki, sözel biçimlendirmelerin bu
dağınık repertuarına, bilimin norm atif yapısı olarak imâda bulunmak
veya bilimsel bilginin ilerlemesinde herhangi bir gözle görülür yoldan
katkıda bulunduğunu iddia etmek yanıltıcı olacaktır.

Çıkarlar ve Sözcük Dağarcıklarının Seçimi


Öyle görünüyor ki, bilimde doğrulama ve değerlendirmenin sözcük
dağarcığı, iki ve belki daha fazla kutup temelinde betimlenebilir. Bi­
lim insanlarına, şu ya da bu kutbun seçiminde etki eden etmenlerden
biri muhtemelen çıkarları ve amaçlarıdır. Kabul edilebilir ki, verili bir
bilim insanı veya bir grup bilim insanı için bu çıkarlar bir toplumsal
bağlamdan diğerine değişecektir. Böylece, yukarıda verilen örnekte,
araştırmacılar, başkalarının önemli bulguları kendi kullanımlarına arz
etmekte belirgin gönülsüzlük göstermesinden hüsrana uğradıkların­
da, onların davranışlarını m ahkûm etmelerini doğrulayan, topluluk
aidiyeti lehinde ilkeler seçme eğilimi göstermişlerdir ve kendi ısrarlı
teşvik ve uyarılarına ağırlık vermişlerdir. Tersine, keşfi yapan bilim
insanları, sonuçların kişisel mülkiyeti lehinde ilkeler bulabilmişlerdir.
Bu durumda, fiilen yerine getirilen ilkelerin daha güçlü olanların, yani
değerli bilgiye erişmiş ve denetlemekte olan bilim insanlarının öner­
dikleri ilkeler olduğunu vurgulamak yerinde olacaktır.
Bilim insanlarının, bilim içinde bu yolla, yani bilimsel toplumsal
dünyanın ilk elden deneyimine sahip olan kişilerle temas içinde olduk­
larında, kuralları seçebilecekleri gerçeği, bilim insanı olmayanlarla
etkileşimleri esnasında kendi doğrulamalar ve betimlemeler repertu­
arlarını seçici bir biçimde kullanabilmeyi um ut edecekleri bir zemin
sağlar; çünkü bilim insanı olmayanlar, onların görüşlerine meydan
okumanın özellikle zor olduğunu göreceklerdir. Gerçekten de, bu tür
bir sürecin, en azından ara sıra, özellikle böyle işlediğine ilişkin bazı
kanıtlar vardır. Aşağıdaki ifade, bir sosyologun, bilim insanlarından
eksiksiz bilgi elde etme çabalarını etkileyen bazı toplumsal süreçlerle
ilgili betimlemesinden bir parçadır.
Araştırma gruplarının toplumsal ve bilimsel gelişmeleriyle ilgili en
geniş bilgiye sahip olanların, grup önderleri ve grupların daha yaş­
lı diğer üyeleri olma eğilimi vardır. Dolayısıyla bu insanlar, özellikle
önemli bilgi kaynaklarıdırlar ve katılımcıların açıklamaları tutarsız ol­
duğunda, onların görüşlerini daha yetkin görme eğiliminde olunur.
Bununla birlikte onların, en çok grubun itibarını korumakla ve sonuç­
ta, grup üzerinde zıt yansıma yapacak bilgilerin geçişini önlemekle il­
gili olduklarını kabul etme eğilimi de vardır. Dahası, araştırmacılardan
daha fazla akademik konum a sahip olan grup önderleri, disiplinlerin
seçkin üyeleridir. Bundan dolayı, grubun etkinliklerinin elverişli bir
görüntüsünü temsil etme yönündeki eğilimlerinden dolayı, grup ö n ­
derlerini destekleyen toplumsal engelleri yıkmak çok zordur.
Bu ifade, şu anki tartışmamız bağlamında, birkaç nedenden dolayı
önemlidir. Birincisi, daha temelde, bilimsel topluluğu geniş toplumda
temsil etmekle ve uzm an olmayanlara bilimin özel karakteristiklerini
iletmekle sorumlu olagelen göreli seçkin bilim insanlarıyla ilgili olm a­
sıdır. İkinci olarak ifadede, bu insanlar tarafından sunulan görüşlerde
sistematik bir taraf tutm anın olduğunun öne sürülmesidir. Ve üçün-
cüsü, ‘Bilimle ilgili tutkulu ifadeler kaleme almak için psikolojik ola­
rak yeterince motive olmuş ender, büyük bilim insanlarının oldukça
seçkin yazılarına’ fazlaca bel bağlamamamızı tavsiye eden M itroff’u
aklımıza getirmesidir (1974: 15). M itroff’un görüşüne yalnızca bir
ek yapmak isterim. Şöyle ki, bilimin önderleri, kendi topluluklarının
özel görüntüsünü temsil etmişlerdir. Bu görüntünün yaygınca kabul
edilmiş olması, basitçe onların sadece bilime olan kuvvetli psikolo­
jik ilgilerinden/bağlılıklarından dolayı değildir. Çünkü birbirine zıt
iki sözcük dağarcığı verildiğinde bu bağlılık/ilgi, ayrıca bütünüyle zıt
bir nitelendirme üretmiş olabilir. Bu temsil, aynı zamanda, belirli top­
lumsal amaçlarla m utabakat içinde olmakla da ilgilidir. Böylece öne
sürmek isterim ki, bilim insanları kendi muhakeme repertuarlarından,
başlangıçta işlevselci yorumcular tarafından bilimin merkezî normları
olarak alman formülasyonları seçme eğiliminde olmuşlardır ve bu dav­
ranış tarzının seçilmesinin nedeni bunun bilim insanlarının toplumsal
çıkarlarına hizmet etmiş olmasıdır. Buradan denebilir ki, başlangıçta­
ki işlevselci çözümleme, özgün bir toplumsal gerçekliği saptamıştır;
ancak bunun, bir norm atif yapı yerine bir ideoloji olarak anlaşılması
daha iyi olacaktır.
Başlangıçtaki işlevselci norm kümesinin bir ideoloji içerdiğini iddia
ederken, birkaç ilişkili savda bulunmaktayım. One sürmekteyim ki,
bilim insanları kendi eylemlerini uzm an olmayan izleyicilere betimler
ve meşrulaştırırken, karşıt sözcük dağarcığı yerine bu sözcük dağar­
cığını kullanma eğilimi gösterirler; bu sözcük dağarcığı, bilime dair,
yanıltacak derecede eksik bir bakış açısı sağlar ve bu sözcük dağarcığı,
bilim insanlarının çıkarlarını desteklemek için kullanılır. Bu görüşle­
rin İkincisini, yukarıda onaylanmış olarak görmekteyim. Diğer iki savı
örneklendirmek için, konuyla ilgili birkaç çalışmayı incelemek isti­
yorum. Önce, bilim insanlarının toplumsal görüntülerine ilişkin bazı
çalışmalara ve bilim ideolojilerinin biçimlenmesi ve kullanımıyla ilgili
birkaç çalışmaya bakacağım.

Bilim İnsanının Toplumsal İmgesi


Mitroff, bilimin sözde normları içinde örtük bulunan toplumsal imge­
ye, ‘masalsı bilim imgesi’ olarak atıfta bulunur. Ona göre, toplumsal
imge, en katıksız biçimiyle ders kitaplarında ve bilimin toplumsal söy­
lemlerinde bulunur ve içinde, düşünceleri değiştirmeye isteklilik, al­
çak gönüllülük, hakikate bağlılık, nesnellik, yargılamanın askıya alın­
ması ve duygusal tarafsızlık biçimindeki tutumların, özellikle bilim ve
bilim insanlarına özgüymüşçesine sunulduğu bu türden birkaç kaynak
zikreder. Bu, elbette, çok seçici bir kanıttır. Mitroff, bilimsel ders ki­
taplarında içerilen toplumsal imgenin sistematik bir incelemesini es
geçmez. Bununla birlikte, Amerikalı yeniyetmeler ile bilim insanları
arasında bağ kuran toplumsal imge çalışmaları, bu tür niteliklerin bi­
lim insanlarına yaygınca atfedildiğine ilâve onay sağlar.
Mead ve M etraux (1962), ellerindeki lise öğrencileri örnekleminin,
bu yaklaşım çizgisi boyunca, ‘bilim insanı’na dair lehte ve oldukça tek-
biçimli bir fikir taşıdığını keşfetmişlerdir. Öğrencilerden herhangi bir
kişisel görüş belirtmeleri istenmedikçe, bilim insanlarını, yüksek d ü ­
zeyde zeki ve araştırmalarına adanmış; sabırlı ve açık fikirli; sonuçlara
sıçramamakta dikkatli, fakat aynı zamanda gerektikçe düşüncelerini
savunabilen; para veya ün için değil hakikat, insan türünün çıkarları
ve ülkelerinin refahı için çalışan adanmış insanlar olarak betimlemiş­
lerdir. Amerikan yüksekokul öğrencilerinin incelendiği bir çalışmada,
Beardslee ve 0 ’Dowd (1962), benzer sonuçlara varırlar. Bulgularının,
Mead ve M etraux’un sonuçlarını desteklediğini, erkek ve kadın öğren-
çilerden oluşan çeşitli katm anlar arasında bilim insanlarına ilişkin tek-
biçimli bir imgenin korunduğunu belirtirler. Saptadıkları bu imgenin
temel öğeleri; zekâ, bireycilik/bireysellik, toplum dan geri/uzak d u r­
ma, kendine yeterlik, azim, akılcılık, bilgiye adanmışlık, paraya göreli
bir aldırmazlık, bencil olmama ve ‘soğuk entelektüalizm’dir.
Buna göre, bilim insanlarının, bilimin norm atif yapısına dair baş­
langıçtaki çözümlemeyi kaba çizgilerle andıran toplumsal bir beylik
örnek edindiklerini kabul etmek için bazı dayanaklar bulunmaktadır.
Dahası, bilim insanlarının kendilerini bu imgenin yaratılmasından so­
rumlu tutm ak için henüz doğrudan bir kanıt önerilmemiş olmasına
rağmen, daha önce altını çizdiğimiz gibi, başlangıçtaki toplumsal çö­
zümlemenin kendisi, önde gelen bilim insanlarının kamusal söylem­
lerine sıkı sıkıya dayanmaktaydı. Uzak gelecekte, değişen toplumsal
bağlamlarda bilim insanlarından uzm an olmayan çeşitli izleyicilere
kadar, bilimle ilgili açıklam a/görüş türlerinin ayrıntılı tarihsel ince­
lemelerine açıkça gereksinmemiz olacaktır. Şimdi, bilim insanlarının,
hükümetle özel bir ilişki taleplerini temize çıkarma girişimleri sürecin­
de bilimi nasıl betimledikleriyle ilgili üç çalışmayı kısaca incelememe
izin verin.

Bilim için Bilim: İdeoloji ve Bilimsel Özerklik


Birinci çalışma Daniels’e aittir ve Amerika’da ondokuzuncu yüzyıl bi­
limine ilişkindir. Merkezî tezi aşağıda özetlenmiştir:
İç Savaş sonrası Amerika’sında, bilim topluluğu içindeki en kayda
değer gelişmeler bilim insanının değişen imgesi ve onun toplum
içindeki rolüne dairdi. Daha önceleri, bilim, önemli Amerikan de­
ğerlerine -yararcıl, eşitlikçi, dindar- olan katkısı temelinde, ya da
sözcüsünün, izleyenlerine/dinleyenlerine biçtiği en iyi değere göre,
toplumsal denetim aracı olarak bile kamuya ‘satılmıştı’. Ancak,
1870’lerde ilk olarak, çok sayıda bilim sözcüsü bilimin dışında ka­
lan, ona yabancı olan bu değerlere bağlılığa sesli olarak içerlemeye
başlamışlardı. Tek kelimeyle bu onyılda, bilim için bilim mefhu­
munun, genel olarak paylaşılan bir ideoloji olarak gelişimine tanık
olunmuştur. Bilim artık, somut bir problemi çözme veya İncil’den
bir pasajı aydınlatma aracı olarak izlenme durumunda değildi; bi­
lim, açıkça hakikatin -yani bilimin hakkında olması gereken biricik
şeyin- kendi başına güzel olması nedeniyle, ve kişinin gelişen bilgi
katedraline her daim yapabileceği katkının övgüye değer olmasın­
dan dolayı izlenmeliydi. (1967: 1699)
Daniels, ondokuzuncu yüzyılın sonlarında katıksız bilim ideolojisi­
nin ortaya çıkışını, bilimin toplumsal bağlamındaki çeşitli değişimlere
bağlar. Örneğin, bilim topluluğu artarak profesyonelleştikçe, bilim in­
sanları giderek daha içe dönük, tamamen bilimsel meselelere yoğun­
laştılar. Aynı zamanda, yüzyıl ilerledikçe, saf bilimin pratik uygulama­
ları giderek daha aşikâr oldu. Sonuç olarak Daniels, akademik bilim
insanları için artık kendi çalışmalarının son kertedeki kullanılabilirli­
ğinin vurgulanmasına gerek kalmadığım tartışır. Bunun böyle olduğu
kabul edilerek, bilimsel bilginin uzun dönemde gerçekten sıkça pratik
yararlar ürettiğini öne sürmek olağan olmasına rağmen, bilimsel bilgi­
nin kendi özünde değerli olduğunun altı çizilmeye başlandı.
Bilimin bu yeni resmî, bilim insanlarının hükümetle olan pazarlık­
ları sürecinde en açık şekilde biçimlenmişti. Normal olarak, hükümet
fonlarından yararlanmak, takdir edilebilirlik ilkelerinin kabulünü ge­
rektirir; şöyle ki, hükümet, fonların dağıtımını denetler ve bu fonla­
rın ne ölçüde uygun bir biçimde kullanıldığına karar verir. Bununla
birlikte, bilim insanları, bu ilkelerin kendilerine uygulanmasına gay­
retle direnç göstermişlerdir. Özellikle Almanya’da gelişmiş entelektü­
el bağımsızlık ve akademik özgürlük kavramlarını benimseyen bilim
insanları, bilimin biricik bir vaka olduğunu ve bundan dolayı özel bir
muamele gerektirdiğini savunmuşlardır. Bilim insanları özelde, dışar­
dan yapılacak düzenlemelerin bilim topluluğunu kargaşaya sürükleye­
ceğini ve yalnızca bilim insanlarına kendi değerleri ve yargılarına bağlı
olarak ilerleme izni verilirse bilginin m uteber kılınacağını ve böylelikle
etkin pratik uygulamaların elde edileceğini öne sürmüşlerdir.
Daniels’in betimlediği gibi, bu saf bilim ideolojisi, benim yukarıda,
bilimin başlangıçtaki işlevselci betimi olarak dile getirdiğim şeyin belirli
yönlerini çekip çıkarmakta ve altlarını çizmektedir. Geç ondokuzuncu
yüzyıl ideolojisinde, hakikat arayışı, nihaî bir değer olarak önerilmiş;
bilim topluluğunun ve bu topluluğun birey üyelerinin bağımsızlığı da,
bu değere ulaşmanın önkoşulu olarak yorumlanmıştır. Aynı zamanda,
toplumsal işbölümünü gerektirir bir tarzda olsa da, nesnellik ve evren­
sellik mefhumları da kullanılmıştır. Bilimsel bilginin, kişisel olmayan
ve evrensel yeterlilik ölçütleriyle uyum içinde yerleşik hale geldiği id­
dia edilmiştir. Fakat bu ölçütleri ancak nitelikli bilim insanlarının anla­
yabildiği de savlanmıştır. Bilim insanı olmayanların, bilimin gelişimine
ilişkin karar vermekten dışlanmaları biçimindeki sonucun izlenmesi
gerekli görülm üştür. Böylece, bu ideoloji kapsamında, evrenselcilik ve
bağımsızlık, bilim insanlarının onaylanmış bilgiyi, kamu fonları yar­
dımıyla, ancak dışsal ‘m üdahale’ olmadan, genişletme hakkını talep
etme girişimlerini destekleyecek yönde yorumlanır.
Greenberg (1969), saf bilim siyaseti konusundaki çalışmasında,
İkinci Dünya Savaşı’nı izleyen dönemde, bilim ile hüküm et arasındaki
ilişkileri inceler. Daniels gibi o da, bu ilişkinin merkezî veçhesi ola­
rak, bilim insanlarının, özerkliklerinden vazgeçmeden giderek artan
ölçekte parasal destek elde etme girişimlerini görür. Benzer biçimde,
Greenberg, bilim insanlarını bir ideolojiyi geliştirenler olarak görür:
Toplum, bilimi desteklemelidir ancak yönetmemelidir; şöyle ki, tüm
olgun bilim insanları tam bir bağımsızlığa sahip olmalıdırlar, bilim, di­
ğer etkinliklere benzemez, bilimin içsel değer sistemi, dışsal gözetimi
gerektirmeyen etik bir standardı garanti eder. Bu varsayımsal değer
sistemi, beklenebileceği üzere, nesnelliği, esnekliği ve açık fikirliliği,
bireyciliği, karşılık beklemezliği ve tarafsızlığı vurgular gibi görünür.
Tabii ki, gerçeklik, çoğu kez bu ideallerle tutarsız görünür ve G reen­
berg, bu ilkelere itaat edilmesinde birçok başarısızlığı ayrıntılı olarak
betimler. Buna rağmen, Greenberg’in öne sürdüğüne göre, bu ideoloji
bir dereceye kadar siyasetçiler tarafından kabul görünce, bilim insan­
ları, olağan hesap verebilirlik kurallarına tâbi olmadan, hükümetten
büyük parasal destek alacakları eşsiz konuma ulaşmayı bildiler.
Dizginler ve kısıtlar olmasına ve (bilim insanlarının nefret ettiği)
hesap verebilirlik kuralının asla tam olarak yok olmamasına rağ­
men, asıl nokta şuydu: Pratikte bilim insanları, federal araştırma
parasını kullanmak için gerekli kuralların çoğunu yazdılar; bilim
insanları, parayı harcayan dairelerde görev aldılar ve üniversite
topluluğundan bilim insanları, bizzat bu görevli bilim insanlarına
paranın dağıtılması için akıl verdiler (Greenberg 1969: 330).
Daniels ve Greenberg’in bu çalışmaları, Amerikan bilim insanlarıyla
hüküm et arasındaki uzun süreli diyalogun tutarlı bir resmini sunar.
Onlar, çap olarak hızla büyüyen, uzmanlaşması ve profesyonelleşmesi
giderek artan ve ancak merkezî hüküm et tarafından sağlanabilen öl­
çekte parasal destek gerektirecek durum a gelen bir bilim topluluğunu
betimlediler. Aynı zamanda, bilim insanlarının, akademik veya ‘saf’ bi­
limin hüküm etçe denetimine direnmekte kararlı olduklarını da göster­
diler. Bilim insanları, G ouldner’in söylediği gibi, ‘işlevsel özerklikleri’
için gayretli bir uğraş vermişlerdir. Ve bunu yapmak için, kendi doğ­
rulama ve betimlemeler repertuarlarına seçicilik atfetmişlerdir. Bilim
insanları, bilimsel bilginin özü itibarıyla değerli olduğunu öne sürm üş­
lerdir; buna ilâveten, bu iddialarını takviye etmek üzere, bilimsel bil­
ginin, geçerli bilgi olduğuna göre, ister istemez pratik yararın yolunu
göstereceğini de savlamışlardır. Ek olarak, geçerli bilgiye erişmenin,
tarafsızlık, bireycilik, açık fikirlilik ve bunun gibi toplumsal değerle­
rin uygulanmasına bağlı olduğunu ve bu tipik bilimsel değerlerin, an ­
cak bilim insanlarının dış düzenlemelerden bağımsız bırakılmalarıyla
sürdürülebileceğini iddia etmişlerdir. Bu iki çalışma ayrıca, akademik
bilim insanlarının, hükümetle olan ilişkilerinin toplumsal bağlamında
özel bir ideolojiyi kullandıklarını göstermiştir. Kısaca söz etmek iste­
diğim diğer çalışma, Tobey’in (1971), Amerikan Ulusal Bilim İdeolo­
jisi adlı çalışmasıdır. Burada, bilim insanlarının yalnızca hükümetle
olan alışverişleriyle değil, aynı zamanda, bilim insanlarının, daha geniş
topluma özgü meslekî bir imgeyi iletme girişimleriyle ilgili ayrıntılı ka­
nıtlar da sağlanmıştır.

Demokrasi Modeli Olarak Bilim


Tobey, bu yüzyılın başlarında Amerikan biliminin büyüyen profesyo­
nelleşmesini betimlemekle başlar. Vurguladığına göre, bilim topluluğu
ile daha geniş toplum arasındaki boşluk artmaktaydı. Bilim insanları
giderek daha fazla uzmanlaşmaktaydılar; ürettikleri bilgi gittikçe daha
ezoterik olmaktaydı ve ulusal hedeflere herhangi bir dolaysız yoldan
katkıda bulunmaları hususunda nispeten az bir baskı altındaydılar. Bi­
lim insanları, gitgide yalıtık hale geldiklerinin az çok farkındaydılar.
Aralarından sadece birkaçı, temel bilimin toplumsal örgütlenmesinde
herhangi bir temel değişime girişme yanlısıydı. Ondokuzuncu yüzyılın
popüler bilim geleneğini de sürdürm ek istemediler; öyle ki, Birinci
Dünya Savaşı zamanından başlayarak ABD’de popülerleştirme nere­
deyse bitmişti. Bununla birlikte, savaş sırasındaki deneyimler, bilim
topluluğunun en azından bazı önderlerinin bakış açılarını değiştire­
cekti ve akabinde bilim adına, insanları bilime bağlama uğraşını son
derece etkin bir biçimde üstlenmelerine yol açacaktı.
Birçok Amerikalı bilim insanı, en azından kısmen vatanseverlik sa-
ikiyle savaş zamanı araştırm alarına katılmışlardı. Bununla birlikte To­
bey, bilimin uzun vadeli yararıyla ilgilenmenin de önemli bir düşünce
olduğunu göstermiştir. Savaştan önce, bilim için hüküm et desteğine
erişmek mümkün olmasa da, sözü geçen birkaç bilim insanı, savaşın,
bu amaçlarına ulaşmada yardımcı olabileceğine inanmışlardı. Böylece,
onların savaş zamanı amaçlarından birisi, bu fırsattan yararlanarak
hükümeti, bilimsel araştırmaya destek olma görevi konusunda ikna
etmekti. Aralarında M ount Wilson Gözlemevi m üdürü George Ellery
Hale’in de bulunduğu az sayıda önde gelen bilim insanı için, savaş
sırasında hükümetle işbirliği yapmış olmak, sadece bilim ile hüküm et
arasında kuvvetli, kalıcı bağların kurulacağı inancını güçlendirmeye
hizmet etmiştir. Diğerleri için, fizikçi Robert Millikan gibi, savaş, bi­
limin, hüküm et ve daha geniş toplum kesimleriyle daha kuvvetli bir
şekilde bütünleşebilmesi görüşünde bir dönüşüm gerçekleştirmiştir.
Tobey, Birinci Dünya Savaşı deneyimlerinin, bilim insanlarına ait
tutumları muhtelif yollardan değiştirdiğini öne sürm üştür. Birincisi,
her ne kadar bilim insanlarının büyük çoğunluğu temel araştırmanın
merkezileşmiş yönünü reddetmeye devam etse de, onların araştır­
manın merkezileşmiş teşvikine yönelik karşı çıkışlarını azaltmıştır.
İkincisi, bilim insanlarının, hüküm et ve sanayinin temel araştırmayı
destekleme olasılığının ne anlama geldiğini ve değerini daha açık algı­
lamalarına yol açmıştır. Üçüncüsü, onlardan birçoğunu, bilim insan­
larının yüksek oranda uzmanlaşmış ve toplumdan yalıtılmış bir to p ­
luluk içinde kalmaları gerektiği fikrini sorgulamaya yöneltmiştir. Son
olarak, eğer bilim insanları Amerikan toplum unda belirleyici bir rol
oynayacaklarsa, bilimin değerlerinin, toplum un geniş kesimlerinkiler-
le uyum içinde görülmesi gerekirdi. Buna göre, savaşın bitiminden bir
onyıl ya da daha fazla zaman içinde, tanınmış ve sözü geçen birkaç
bilim insanı, bilimi, yalnızca hüküm ete değil, aynı zamanda Amerikan
halkına ‘satm ak’ için bir araya gelmişlerdi. Onlar, bilimsel bir popüler­
leştirme kampanyası yürüterek ve temel ilkesi, ‘A merikan demokrasisi,
bilimsel yöntemin siyasi uyarlamasıdır’ olan bir ideolojiyi biçimlen­
direrek ABD’de bilim için yeni bir temel yaratmaya çalıştılar (Tobey,
1971: 13).
Savaşın bitmesi, barış anlaşması üzerindeki siyasi mücadele ve sa­
vaşın resmi idealleri konusunda artan düş kırıklığı, her nasılsa, bilim
insanlarının ulusal hedeflerle olan belirgin ilişkisine bir son getirmiş­
tir. Artık, hükümet tarafından yönetilen, hükümetle ilgisi olmayan
bilim insanlarının da bir rol oynadığı ve bilimin yeni örgütlenmesini
savunacak olan, savaş teşebbüsü gibi büyük bir girişim yoktu. Ken­
di değerleriyle, geniş kültürel değerler arasındaki kaybolmuş iletişi­
mi tamir etme ve yeni parasal destek kaynakları bulma beklentisiyle,
önde gelen bilim insanları, kamuoyunu, savaş öncesi ilerlemeciliğe ait
değerlerin -bireycilik, siyasi ve ekonomik demokrasi ve ilerlem e- n i­
haî teminatının bilimsel yöntem olduğuna ikna etme çabasmdaydılar
(Tobey 1971: xiii).
Amerikan kültürüne bilimin önemini gösterme çabası içersinde, bi­
limin değerleri oldukları iddia edilen şeylere büyük vurgu yapılmıştır.
Bu değerlerin, çok daha fazlasıyla bilim topluluğunda gerçekleştirilmiş
olmasına rağmen, bilimsel bilginin doğasından türetildiği söylenmiştir.
Bunların, Amerikan toplum un temel değerleri olduğu resmedilmiştir.
Sokaktaki insana bilimi açıklarken güdülen temel amaç, bilimin ulusal
ilerlemenin kaynağı olduğu fikrinin tesis edilmesi olmuştur. Bu, bilim­
de kaçınılmaz ilerleme kavramını gerektirmiştir. Buna koşut olarak,
bilim, öncelikle, olguların birikerek edinilmesiyle ilgiliymiş gibi betim-
lenmiştir ve spekülatif düşünce ve bilimsel imgelem önemsenmemiştir.
Sağlam, güvenilir olgusal malzemenin elde edilmesinin, doğayı incele­
yen bilim insanlarının, insanın sapmaya, önyargıya ve akıldışılığa doğ­
ru eğilimlerini şiddetle engelleyen değerler eşliğindeki yaklaşımlarına
bağlı olduğu düşünülm üştür. Böylece, bu harekete katılan bilim insan­
ları, kitaplar, makaleler, kamuya açık konuşmalar ve kendilerine ait
popüler bilim dergileri aracılığıyla, özellikle erdemli bir kişilik olarak
bilim insanı imgesini açıkça ilan etmiş oldular. Ulusal bilim insanları
açısından bu imge, ‘eğer bir insan bilimsel ise o zaman iyidir’ ölçüsüne
vardırılmıştır (Tobey, 1971: 178-9). Bu insanlar tarafından bilim in­
sanlarına atfedilen bu erdemler, yukarıda yapılan tartışma ışığında, ta ­
nıdık bir tınıya sahiptir. Tobey’in, ‘1920’lerde, bilim ideolojisinin geli­
şimindeki başlıca güç’ olarak betimlediği Millikan’m sözleriyle (1971:
41), bu erdemler, ‘alçakgönüllülük, sadelik, açık sözlülük, nesnellik,
gayretlilik, dürüstlük, insan şefkati/anlayışlılık, fedakârlık, saygı... ’
idi (1971: 179). Genelde bilim insanları, aynı zamanda, gösterişsiz,
sabırlı, kuşkucu, bağımsız ve duygularını dizginlemiş kişiler olarak
da itibar görmüşlerdi. Böylesi erdemlerin, doğru bilimsel yargılarda
bulunma gereksinimlerinden ortaya çıktığı söylenmişti; bu tutumların
yokluğu, bilim insanlarının, ‘olgular arasındaki ilişkileri doğruca anla­
m a’ yetisini kazanmalarını önleyebilirdi (1971: 179).

Britanya’da Bilim İdeolojisi


Şimdiye kadar, öncelikle ABD’de cereyan eden gelişmelere yoğunlaş­
tım; çünkü bilimin ilk işlevselci çözümlemesi, bu Amerikan geleneğin­
den çıkıp büyümüştür. ABD’ye olan bu odaklanm anın ek nedenleri
de vardır. Birincisi, açıkçası diğer ülkelere kıyasla Amerika’da, bilim
topluluğuna ait daha çok tarihsel sosyolojik çalışmalar vardır. İkincisi,
bilim siyaseti, diğer ülkelerde çok daha kapalı olma eğilimindedir. D o­
layısıyla, Greenberg’in kitabının Britanya baskısına yazdığı Önsöz’de,
Robin Clarke’ın belirttiği gibi:
Gerçekten, şimdiye kadar SCR’den [1965’ten beri akademik araş­
tırma için temel fon kaynağı] çıktığı bilinen ne varsa, bunlar, bi­
limsel araştırmayı desteklemek için belirli bir para miktarı, bir dizi
basma ait yayınlar ve alınan belli başlı kararların duyurularıdır.
SCR’nin bir kamusal imgesi yoktur [ ... ] eğer Britanya, kartlarını,
‘siyasal’ siyasalar alanında Birleşik Devletler’den daha gizli oynar­
sa, bilim siyasetinde elini oynarken kartlarına neredeyse hiç nefes
aldırmaz (1969: 12-13).
İngiliz bilimi hakkında ve onun çözümlenmesiyle ilgili bilgi yetersizliği­
ne rağmen, Britanya ve Amerika’daki gelişmelerde belirli koşutlukları
belirten bazı kanıtlar vardır. Bu koşutluklar, çeşitli belirgin farklılıklar
gibi, yukarıda tartışılan Amerikan kaynaklarını, M.D. King’in (1968)
‘Bilim ve Mesleki İkilem’ başlıklı makalesiyle karşılaştırarak gösterile­
bilir. Örneğin King, İngiliz bilim insanlarının, ABD’deki meslektaşları
gibi, iki savaş arası dönem sırasında hükümetle olan geleneksel ilişki­
lerini ciddi bir şekilde yeniden gözden geçirmeye başladıklarını gös­
terir. Bilimsel düşünce, mesleki topluluğun üyeleri tarafından gerçek­
leştirildiği sürece, daha büyük araştırma eşgüdümü ve toplumun daha
geniş kesimlerine karşı geleneksel tutumların değişimi lehinde gelişti.
Sonuç olarak, 1915 ile 1939 arasında, ‘sıradan insanların (ve daha
özelde sıradan siyasetçi ve yöneticilerin) zihinlerinde... bilimsel eğitim
ve bilimsel araştırma disipliniyle telkin edilmiş zihnin nitelikleri ve ka­
rakteri hakkında taşıdıkları anlayışın eksiksiz bir gözden geçirmesini
sağlama almak için Nature’m sayfalarından, ortak bir çaba içinde ve
belâgatlı bir kampanya yürütülm üştür’ (King 1968: 54-5).
İngiliz bilim insanları, Amerikalı benzerleri gibi, belirli değer ve tu ­
tumların, bilimin özsel bir parçası olduğunu öne sürmüşlerdir. Karşılık
beklemezlik, tarafsızlık, yargıdan uzak durmak, akılcılık ve nesnellik
gibi değerlerin varlığının, bilimsel bilginin doğasından geldiği söylen­
miştir. Bununla birlikte, bilim savunucuları arasında, bilimsel yaşamın,
ayırdedici değer, erdem ve tutum ların biricik kaynağı olduğuna dair
oldukça genel bir fikir birliği olduğu görülegelse de, siyasi eyleme göre
oldukça farklı çıkarsamalar yapılmıştır. Diğer yandan, özellikle Ber-
nal gibi bazı bilim insanları, Marksist bir bakış açısı benimsemişler ve
bilim insanlarının, yalnızca bilimi değil, aynı zamanda, tüm toplumu
değiştirmeye uğraşmaları gerektiğini savunmuşlardır.
Bernal okuyucularını, bilim insanlarının emrindeki toplumsal ve
doğal bilginin ve kendi disiplinlerinin talep ettiği özgün zihin tu­
tumlarının, bakış açıları ve ahlaki erdemlerin... hem sanayide hem
de yönetim içinde siyaset yapmada başlıca, belki de egemen bir
rolü kesinlikle güvence altına alması gerektiğine ikna etmeye çalışı­
yordu (King: 1968: 63).
Diğer taraftan Polanyi ve onu destekleyenler, bilimin temel değerleri­
nin, ancak bilimi ‘saf’ tutabilmekle ve siyasal alanın kısmî çıkarların­
dan, önyargılardan, akıldışılıklardan ayrı tutulmasının sağlanmasıyla
sürdürülebileceği biçimindeki daha geleneksel bakış açısını seçmişler­
di. Polanyi’nin görüşüne göre bilim insanlarının, geçerli bilgi üretm ele­
rine ek olarak, ‘iyi toplum un’ ilkeleri olarak yararlı olabilecek değerleri
canlı ve lekelenmemiş tutacak can alıcı bir sorumlulukları da vardı.
Kısa olmalarına rağm en bu birkaç açıklama, iki dünya savaşı ara ­
sında İngiltere’de yer alan gelişmelerin, aynı dönemde Amerika’da ce­
reyan edenleri andırdığını görmemizi mümkün kılar. H er iki ülkedeki
bilim insanları, bilimin hüküm et tarafından yeterlilikle finanse edilme­
sini garanti etmeye giderek daha çok ilgi gösterdiler. Aynı zamanda,
hükümeti ve toplum un geniş kesimini, bilimin, pratik olduğu kadar
ahlâki önemi hakkında da ikna etmeye çabaladılar ve bizim kendisine
âşinâ olduğumuz bir bilimsel değerler anlayışını sağladılar.
İngiltere’de, fakat görünüşe göre Amerika’da değil, bilimin m o­
dern toplumdaki yerine ilişkin çatışan iki görüş vardı; birisi, bilim
insanlarının, siyaseti daha akılcı ve bilimsel yapmak için belirtik bir
eylem içinde olmaları gerektiğini savunurken, diğeri, bilim insanları­
nın, sıradan insana en iyi biçimde kendi ahlâki örnekleriyle yardımcı
olabileceğini müdafaa etmiştir. Bununla birlikte, bilime atfedilen ve
bilimin özel bir fenomen olarak ele alınmasını doğrulam ak üzere kul­
lanılan etik karakteristiklerin, her iki toplumda da oldukça benzer ol­
duğu görülebilir.

Sonuç Açıklamaları
Yukarıdaki tartışmanın bazı temel noktalarım yinelememe izin verin.
İlk olarak, önceden, bilimin egemen norm atif yapısının bileşenleri ola­
rak görmüş olduğumuz şeylerin, bilim insanlarının mesleki eylemleri­
ni değerlendirmek, doğrulam ak ve betimlemek için kullanılan, ancak
bilim topluluğu içersinde, genel uyumun sürdürülmesi biçiminde ku­
rumsallaşmamış olan doğrulam a sözcük dağarcıkları olarak daha iyi
anlaşılabileceğini öne sürm üştüm . İkincisi, göstermeye çalıştığım gibi,
Britanya’da ve daha açıkça Birleşik Devletler’de akademik bilimin
önderleri, bilimi, özel bir siyasi konum taleplerini onaylatma/ doğ­
rulatma yolunda betimlemek için bu sözcük dağarcıklarına seçicilik
giydirmişlerdi. Ayrıca, gösterdiğim gibi, bilim insanlarının, gayretle
beyan ettikleri peşin hükümlü bilim imgesi, yalnızca kamunun geniş
kesimlerinde değil, aynı zamanda, en azından kısmen de olsa resmi
çevrelerde de yaygın şekilde kabul görmüşe benziyordu. Üçüncü ola­
rak, bilim insanlarının kendi ortak çıkarlarını destekleyen bir bilim
görüşünü sistematik olarak temsil etmelerinin, meslekî bir ideolojinin
kullanımına eşdeğer olduğunu öne sürmüştüm.
Bilimde normlar ve ideolojiye dair bu çözümleme, bizi, sosyologla­
rın dikkatini az çeken konuların göz önüne alınmasına doğru yönlen­
dirir. Çünkü özünde, biz kendimiz, ideolojiyi bilimin ön değeri olarak
kabul etme eğiliminde bulunduk. Bilimin içsel devinimlerine bağlı ola­
rak şu sorulan sorabiliriz: Bilim insanları, kendi meslekî toplulukların­
da, doğrulamaya dönük sözcük dağarcıklarını nasıl kullanırlar? Farklı
toplumsal bağlamlarda, örneğin, özel iletişim medyasına muhalif olan
bir toplumda, farklı sözcük dağarcıkları kullanılır mı? Daha güçlü
grup ve bireyler, bu sözcük dağarcıklarını, kendi çıkarlarına hizmet
etmek üzere daha iyi kullanabilirler mi? Bilimin dışsal ilişkilerine bağlı
olarak şunları sorabiliriz: Eğer gerçekte durum bu ise, bilim insanları,
kendi ideolojilerinin yaygın kabul kazanmasını nasıl başarmışlardır?
Bilim insanlarına hangi siyasi çıkar menzili atfedilebilir ve böylesi çı­
karlar ideolojileri tam olarak nasıl etkiler? Bilim insanları, ‘dem okra­
tik olmayan’ toplumlarda farklı ideolojiler kullanmışlar mıdır?
Bunlar, sosyolojik bir bakış açısı edinmeye başladıkça hemen aklı­
mıza gelen daha birçok apaçık sorudan birkaçıdır. Bu sorular, bilimi,
yalnızca özel meslekî kaygıları ve bu kaygılara uygun norm atif bile­
şenleri olan bir topluluk olarak değil, aynı zamanda, egemen bir eliti
ve meşrulaştırıcı bir ideolojisi olan bir çıkar grubu olarak anlamamızı
sağlar.

Kaynakça
Beardslee, D.C. ve D.D. O’Dowd (1962) ‘The College-student Image of the
Scientist’, içinde: B. Barber ve W. Hirsch (ed.), The Sociology of Science.
New York, The Free Press.
Cole, J.R. ve S. Cole (1973) Social Stratification in Science. Chicago, The
University of Chicago Press.
Daniels, G.H. (1967) ‘The Pure—science Ideal and Democratic Culture’.
Science 156: 1699-1705.
Edge D.O. ve M.J. Mulkay (1976) Astronomy Transformed: The Emergence
o f Radio Astronomy in Britain. New York, Wiley.
Gilbert, G.N. (1976) ‘The Transformation of Research Findings into Scienti­
fic Knowledge’. Social Studies of Science 6(3/4): 282-306.
Gouldner, A.W. (1971) The Coming Crisis of Western Sociology. London,
Heinemann.
Greenberg, D.S.(1969) The Politics of American Science. Harmondsworth,
Penguin Books.
King,M.D. (1968)‘Science and the Professional Dilemma’, içinde: J. Goul-
d(ed.), Penguin Social Science Survey. Harmondsworth, Penguin Books.
Mead M. ve R. Metraux (1962) ‘The Image of the Scientist among Highs-
chool Students’, içinde: B. Barber ve W. Hirsch (ed.), The Sociology of
Science. New York, The Free Press.
Medawar, P. (1969) The Art of the Soluble. Harmondsworth, Penguin Books.
Merton, R.K. (1938) ‘Science and the Social Order’. Philosophy of Science
5: 321-37.
Merton, R.K. (1973) The Sociology of Science: Theoretical and Empirical
Investigations. Chicago, The University of Chicago Press.
Mitroff, 1.1. (1974) The Subjective Side of Science. Amsterdam, Elsevier.
Tobey, R.C. (1971) The American Ideology of National Science. Pittsburgh,
University of Pittsburgh Press.
Woolgar, S. (1976) ‘Writing an Intellectual History of Science: The Use of
Discovery Accounts’. Social Studies of Science 6(3/4): 395-422.
T o p l u m s a l B İ l İm İ n c e l e m e l e r İn d e
ÇIKARLAR VE AÇIKLAMA*

Steve Woolgar

Yakın zamandaki bilim sosyolojisinin ilginç özelliklerinden biri bilim­


sel bilginin sosyolojisi alanında ‘güçlü program ’ın ortaya çıkması ol­
d u .1 Güçlü programın bir temel iddiası bilimin içeriği olan her şeyin
toplumsal araştırmaya tâbi olmasıydı. Beklendik bir biçimde bu tarz
bir iddiaya en sert tepki, meşru soruşturm a odağı hakkındaki sağ­
lam temellendirilmiş tanımları ihlal ettiği yerlerden geldi. Böylece,
soruşturm alarının kapsamı hakkında geleneksel çizgilere bağlı kalan
filozoflar, sosyologların alanlarına potansiyel müdahalesi yüzünden
rahatsız oldular. Aynı zamanda, sosyolojik alanın cüretkârca genişle­
tilmesi önerisi karşısında M ertoncu gelenek içinde yer alan sosyolog­
ların da kafaları karıştı. Ama akademik yeterliliğin kurulu sınırlarının
ihlal edilmesine karşı direnişten hayli farklı olarak, güçlü programın
iddiaları hakkındaki eleştirel şerhlerin bir ana gerekçesi, programı ye-
terlice uygulayabilecek türden belirgin bir empirik çalışma biçimi hak-

Çeviren: Emrah Göker


* Orijinal Eser: “Interests and Explanation in the Social Study of Science”,
Social Studies of Science 11, 3 (1981), 365-394.
1 Özellikle bkz. S.B. Barnes, Scientific Knowledge and Sociological Theory
(SKST) (Londra: Routledge and Kegan Paul, 1974); D. Bloor, ‘Wittgens­
tein and Mannheim on the Sociology of Mathematics’, Social Studies in the
History and Philosophy of Science, 4 (1973), 173-91; Bloor, Knowledge and
Social Imagery (KSİ) (Londra: Routledge and Kegan Paul, 1976).
kındaki belirsizlikti. Bilimin içeriğine dönük toplumsal araştırma tam
olarak neye benzemektedir?
Barnes’m Scientific Knowledge and Sociological Theory’s'me
(SK ST)2 ve Bloor’un Knowledge and Social Imagery’sine (KSI)1 âşi­
nâ olanlar güçlü program a dâhil edilen temel argümanları hatırlaya­
caklardır. Bilimsel bilginin içeriğinin sosyolojik analize tâbi tutulması
anlayışına ek olarak, bu tür bir analizin nedensel bir açıklama m o­
delini benimsemesi gerektiği tartışılmıştı; bu analiz, çalışılan bilginin
algılanan statüsü (doğru veya yanlış, rasyonel veya irrasyonel, vs.)
hakkında tarafsız olmalıydı; bu analiz, aynı tür nedenlerin (algılandığı
şekliyle) hem yanlış hem de doğru bilgiyi açıklayabilmesi bakımından
simetrik olmalıydı; ve bu tür bir analiz ilkesel olarak aynen sosyolojik
bilginin kendisine de uygulanabilmeliydi.4 Barnes’ın daha yakın bir ta ­
rihte yayımlanan Interests and the Growth o f Knowledge’ında (IGK)5
sunulduğu gibi, bu argüm anların ana temalarından biri şu önerme ile
özetlenebilir: Bilgi üretiminin karakteri hakkındaki pasif, felsefi de­
ğerlendirmelerin yerine, bilgi üreticisi ve gerçeklik arasındaki ilişkinin
daha aktif, sosyolojik bir kavrayışı ikame edilmelidir.6 Ancak hiç kuş­
kusuz, toplumsalın bilgi (hattâ bilimsel bilgi) üretiminde bir şekilde

2 Barnes, yukarıdaki 1. dipnot.


3 Bloor, yukarıdaki 1. dipnot.
4 Bloor güçlü programın bu son kısmını ‘düşünümse!’ kavramı ile tanımlıyor
(KSI, 5). Ben terimi Garfinkel’in önerdiği şekliyle kullanıyorum: bkz. H. Gar-
fînkel, Studies in Ethnomethodology (Englewood Cliffs, NJ: Prentice-Hall,
1967), s.7’den itibaren. Ayrıca buradaki 61 ve 62 no’lu dipnotlara da bakınız.
Düşünümsellik hakkında Bloor’un çizgisinde bir tartışma için bkz. B. Gruen-
berg, ‘The Problem of Reflexivity in the Sociology of Science’, Philosophy of
the Social Sciences, 8 (1978), 321-43.
5 Barry Barnes, Interests and the Growth o f Knowledge (IGK) (Londra: Rout-
ledge and Kegan Paul, 1978).
6 Şimdilik ‘gerçeklik’ ve onun sosyolojik argümanlar için geçerliliği meselesi­
ni bir kenara bırakıyorum, sadece Barnes’m basit bir sosyolojik görelilikçiliği
savunmadığını not edeyim: Ona göre toplumsal bağlam bilginin gerçeklikten
nasıl türetildiği açıklamalarının ek bir özelliğidir. Bkz. IGK, 2 ve 10. SKST’de
sunulduğu şekliyle bu argümana verilen cevaplar için bkz. H. Collins ve G.
Cox, ‘Recovering Relativity: Did Prophecy Fail?’, Social Studies of Science, 6
(1976), 423-44; J. Law, ‘Prophecy Failed (for the Actors)!: A Note on Reco­
vering Relativity’, Social Studies of Science 1 (1977), 367-72; Collins ve Cox,
‘Relativity Revisited: Mrs. Keach - A Suitable Case for Special Treatment?’,
aynı yer, 372-80.
her zaman rol oynadığı iddiası kendi başına artık ilgi çekici bir iddia
değil. Shapin’in tespit ettiği gibi:
Bilimsel bilginin toplumsal düzenle ‘ilişkisi olduğu’ veya ‘özerk
olmadığı’ artık ilginç bir önerme değildir. Şimdi bilimsel kültüre
tam tamma nasıl bir toplumsal ürün olarak yaklaşacağımızı tespit
etmemiz gerekmektedir.7
Güçlü program ın dile getirdikleri karşısında geriye kalan önemli soru
şudur: Sosyologlar toplumsalın etkisini inşa etme uğraşında nasıl iler­
lemelidirler? Ya da, savlarımı erkenden ele vermemek için şöyle ifade
edeyim, toplumsalın hangi özgül özellikleri çalışılmalıdır ve bunlar bil­
gi üretimi mekanizmaları hakkındaki kavrayışımızla nasıl birleştiril-
melidir?
Bu yakınlarda bu tür sorulara cevaplar bulunmaya başlandı. SK ST
ve K SI’nin yayımlanmasından sonraki birkaç yıl içinde baştaki prog­
ram kurucu ilkeleri genişletme ve uygulama çabasında olduğu söyle­
nebilecek bir dizi çalışma yayımlandı. Bu sayede şimdi genel bir tren­
di ayrıştırabilir ve ilk değerlendirmelere başlayabiliriz. Bahsettiğimiz
çalışmaların merkezî özelliği çıkarları bir açıklama kaynağı olarak
önerm ek ve kullanmak: Buna göre, bilimsel bilginin içeriğindeki (ya
da onunla bağlantılı olan) değişmeler, toplumsal olan ile bilgi ü rün­
leri arasındaki ilişki, katılımcıların ‘toplumsal ve/veya bilişsel çıkar­
ları’ ile açıklanacak veya anlaşılacaktır. Bu kullanıma, ‘çıkar modeli’
bağlamında açıklama diyeceğim. Çıkar modeli açıklamalarında kulla­
nılan açıklama tarzının yakından incelenmesi için zamanın geldiğini
düşünüyorum . Özellikle, güçlü programın genel mesajının bu özel
yorum undan çıkan sistematik zayıflıkları olup olmadığını sormamız
gerekiyor.
Güçlü program etiketi altında özetlediğim argümanların bu m a­
kalenin temel odağı olmayacağını belirtmeliyim; isteyen bu konuda
bir dizi inceleme ve eleştiri bulabilir.8 Bunun yerine, çıkar modelinin

7 S. Shapin, ‘Homo Phrenologicus: Anthropological Perspectives on an His­


torical Problem’, B. Barnes ve S. Shapin (der), Natural Order: Historical
Studies of Scientific Culture içinde (Londra ve Beverly Hills, Calif.: Sage,
1979), 42.
8 Mesela S. Lukes’un SKST’yi değerlendirdiği tanıtım yazısı için bkz. Social
Studies of Science, 5 (1975), 501-05; ayrıca bkz. H. Meynell, ‘On the Limits
of the Sociology of Knowledge’, Social Studies of Science, 7 (1977), 489-
500; E. Millstone, ‘A Framework for the Sociology of Knowledge’, Social
Studies of Science, 8 (1978), 111-25; ve G. Freudenthal, ‘How Strong is
içerdiği, yakın zamanda önerilen genişletme ve uygulamalara odakla­
nacağım. Çıkarlar üzerinden açıklamalar önerenlerin yazılarında top­
lumsal bilim incelemelerine ‘doğalcı’ bir yaklaşıma ihtiyaç olduğu sık
sık tekrarlanır. Gerçekten de, doğalcı soruşturm a yaklaşımı bilimsel
eylemi çıkarlar temelinde açıklama fikri ile iç içe geçmiştir. Bu da bize,
‘doğalcılık’ kavramının kullanımını ele almanın çıkar açıklamalarında­
ki bazı zayıflıkları incelemenin ön şartı olduğunu gösterir. ‘Doğalcılık’
ve ‘çıkar’ fikirlerinin ikisini de içeren en erişilebilir ifadeyi Barnes’ın
IG K ’sında bulduğumuz için, bu kavramları ele almaya Barnes’ın bu
kitaptaki kullanımlarına gönderm e yaparak başlayacağım. Devamın­
da, makalenin ikinci yarısında çıkar açıklamalarını kullanan empirik
örnek çalışmalara dönerek Barnes’ın genel tartışması üzerinde dile
getirilen bazı noktaları açacağım.

‘Doğalcılık’ Çağrısı
Natural Order’m 9 (NO) girişinde ‘doğalcılık’, toplumsal bilim ince­
lemelerinin analitik bakış açısındaki yakın zamanlı bir değişikliği ta ­
nımlamak için kullanılmıştı: ‘Geçtiğimiz onyılda bilimin tarihindeki,
aslında bilimin çalışılmasındaki en önemli değişim, bu uğraşın daha
esnekleşmesi ve doğalcılaşmasıdır.’10 Maalesef bu perspektifin günü­
müzdeki bilim incelemeleri literatüründe işe koşulmasının en önemli
özelliği, ‘doğalcılık’ kavramının asla açımlanmaması veya açıkça ta-
nımlanm amasıdır." Sonuç olarak, kastedilen şeyin çok çeşitli ifadeleri
çıkıyor karşımıza. Barnes’ın /G/C’sından alman şu örnekleri düşüne­
lim. Bir noktada, ‘doğalcı’ terimi bilimsel yönteme bir tür benzerliğe
tekabül eder gibi gözükür (‘... tartışma ve açıklama biçimleri... açık­
ça doğalcıdır, doğa bilimlerine doğalcı denildiği şekliyle’) ,12 bununla
birlikte çalışmanın temel nesnelerinden biri olması gereken fenomeni
(yani, bilimsel yöntemi) verili almanın bariz zorluğu da gözümüzden
kaçmamalıdır.13 ‘Doğalcı’ aynı zamanda, filozofların ve epistemolog-

Dr. Bloor’s Strong Programme?’, Studies in the History and Philosophy of


Science, 10 (1979), 67-83.
9 Barnes ve Shapin (der), yukarıdaki 7. dipnot.
10 Barnes ve Shapin, ‘Introduction’, a.g.e. içinde, s. 9.
11 Bu durum bilim incelemelerine özgü değildir: mesela bkz. N. Denzin, ‘The
Logic of Naturalistic Inquiry’, Social Forces 50 (1971), 166-82.
12 Barnes, IGK, viii.
13 Bloor’un KSI hakkındaki incelemesinde Johnston benzer bir konumun ‘or­
tak inançtaki sapmanın şiddetini örten bir müthiş basitlikle ifade edildiğini’
ların kaygılarına tezat olabilecek türden, değerlendirici olmayan bir
bakış açısına da işaret ediyor, yol gösterici değil de betimleyici bir
yaklaşıma (‘Sosyolog insanların bilgi olarak kabul ettiği şeyin doğalcı
bir kavrayışı ile ilgilenir, neyin bilgi olarak kabul edilmeyi hak ettiği
hakkmdaki yargısal değerlendirme ile değil’) .14 Kavram bir de ‘ereksel
olmayan’15 anlamında kullanılıyor ve Habermas gibi yazarların büyük
spekülatif felsefi ilgilerine tezat olarak, düşük düzeyli teorik dertlerle
uğraşmaya tekabül ediyor.16 Metinde başka yerlerde ‘doğalcılık’ tu ­
tarlılık, doğrudanlık (doğalcı analizlerin değerlendirici sorularla il­
gilenmemesi gerektiği anlamında) ve dokunulmamışlık veya önyargı
yokluğu (Smith ve Ricardo gibi yazarların yönelimlerinin ve vardıkları
sonuçların, ideolojik belirlenim ile düzeltilmeseler, doğalcı görülebi-
I leceği söylendiğinde olduğu gibi17) anlamlarına geliyor. Doğalcılığın
tanımlanmamış, çok yüzlü kullanımı hangi özelliğinin benimsendiğini
anlamayı zorlaştırıyor. Daha da önemlisi, öngörülen açıklayıcı değe­
rin tam olarak neye tekabül ettiği açık değil. Örneğin, ‘Tarihsel m a­
teryalizm burada, insan eylemi ve bunun tarihsel gelişimi hakkında
tamamen doğalcı bir incelemenin önünü açtığı kadarıyla kabul edil­
m ektedir’18 demek, alkışlanan tarihsel materyalist incelemelerin tikel
özelliklerini muğlâk bırakm aktır.19
Barnes’ın ‘doğalcılık’ kullanımını değerlendirirken, M atza’nın sap­
kınlığın sosyolojik bir araştırmasını yaparken geliştirmeye çalıştırdığı
‘doğalcı’ bakış açısını kullanarak yaptığı ayrımlara bakmak öğretici
olacaktır.20 Matza doğalcılığın doğa bilimlerinin yöntem ve bulgula­
rını temel alan bir felsefe olarak kullanılmasının yaygınlığına dikkat
çeker.21 Bu ilk anlamıyla doğalcılık, öznelciliğe, idealizme ve fenome-

not eder: R. Johnston, British journal for the History o f Science, 11 (1978),
65-66.
14 Barnes, IGK, 1.
15 a.g.e., 12 ve 66.
16 a.g.e., 13.
17 a.g.e., 32.
18 a.g.e., 86.
19 Michael Neve de Natural Order hakkında benzer bir noktaya işaret edi­
yor, ‘“doğalcılık” bu kitabın amacı için ne anlama geliyor... bu açık değildir’:
Neve, ‘The Naturalization of Science’, Social Studies of Science 10 (1980),
375-91, 386.
20 D. Matza, Becoming Deviant (Englewood Cliffs, NJ: Prenctice-Hall, 1969),
Bölüm 1.
21 Elbette, burada ‘temel alan’ kullanımımın altında bilimsel yöntemin bir çe-
nolojiye karşıdır ve büyük ölçüde bilimsel felsefeye, deneysel yönte­
me ve nesnel, dışsal ve gözlemlenebilir görüngülere yapılan vurguya
denktir.22 Ama ikinci bir anlamda, doğalcılık anlama işine tamamen
farklı bir yaklaşıma da tekabül edebilir. Buna göre doğalcılık, çalışılan
olguların doğasına sâdık kalmaya gayret eden bir felsefedir (G ünü­
müzdeki yorumsamacıların sloganlarından birini hatırlatırsak: ‘Veriye
şiddet uygulamayın’). Tüm felsefi genelleştirme biçimlerine karşıdır
ve bu anlamda özünde felsefe karşıtı bir felsefe olarak kayda geçer.
Olgulara müdahil olmak ve onları incelemek için tek bir tercih edilen
yönteme bağlı kalınmaz: Gözlemsel çalışma deneyimin, içebakışın ve
genellikle öznelcilikle özdeşleştirilen diğer yöntemlerin içerilmesinden
istifade edecektir. M atza kendini doğalcılığın bu ikinci versiyonu ile
bağdaştırır.23
M atza’mn ikili ayrımı Barnes’ın kullanımındaki bir karışıklık kay­
nağını ayrıştırmayı sağlıyor. Pek çok bakımdan Barnes’ın doğalcılığı
M atza’nmkine yakın. Felsefi ve epistemolojik dertlerden uzak durma
arzusu açısından hayli felsefe karşıtı bir doğalcılık bu. Ama aynı za­
m anda kendi açıklama modelinde de bilimsel yöntemin izah edilmemiş
bir versiyonunu benimsiyor. Ek olarak, olguların doğasını kavramak
ve açıklamak için tek bir tikel yönteme çok belirgin bir yatırım yapıyor.

gidinin felsefi söylem amacı için bilimsel pratikten soyutlandığı, karmaşık ve


daha tam anlaşılamamış bir süreç yatıyor.
22 Doğalcılığın bir sözlük tanımı, ‘psikolojiye ve sosyal bilime, insanların özsel
olarak fiziko-kimyasal sistemler olduklarını ve fiziksel dünyanın geri kala­
nıyla tam olarak aynı şekilde incelenebileceklerini varsayan bir yaklaşım’: A.
Bullock ve O. Stallybrass (der) The Fontana Dictionary of Modern Thought
(Londra: Fontana, 1977), 411. Bhaskar da benzer biçimde doğalcılığın ‘do­
ğal ve sosyal bilimler arasında özsel bir yöntem birliği olduğunu (veya olabile­
ceğini) savlayan bir tez’ olduğunu yazar: R. Bhaskar, ‘On the Possibility of
Social Scientific Knowledge and the Limits of Naturalism’, Journal for the
Theory of Social Behaviour, 8 (1978), 2.
23 İlgi çekici bir ifadesinde Matza şöyle yazar: ‘Benim kavradığım şekilde
doğalcılığın yatırımı olgulara ve onların doğasınadır, Bilim’e veya başka bir
standartlar sistemine değil’ (yukarıdaki 20. dipnot, s.3). İlk bakışta bu for­
mül, bilimin çalışılmasına uyarladığımızda hayli çetrefilli bir sorun yaratıyor
gözükür. Eğer olgunun kendisi bilim ise ne olacak? Ama aslında eğer karak­
teri katılımcılar tarafından yönetilen ve onların kullanımına sunulan bir olgu
olarak bilim ile bazı (pozitivist?) araştırmacıların çalışmalarında temel yeter­
lilik kriteri olarak kullanmak isteyecekleri, verili bir standartlar sistemi olarak
Bilim arasındaki ayrımı korursak sorun kalmıyor.
‘Doğalcılık’ ve Çıkarlar
Barnes’ın ‘doğalcılık’ kullanımındaki karışıklık ana açıklama kaynağı
olarak çıkarların önerilmesine de yansır. Her tür çıkar, varlığı sorgu­
lanmadan kabul edilecek bir açıklama kaynağı olarak ele alınır. Bunu
takiben, çıkarlar araştırmacı tarafından istenildiğinde ortaya çıkarıla­
cak sorunsuz bir varlığa sahip olmakla kalmazlar, aynı zamanda bu
varlıkları, açıkladıkları kabul edilen bilimsel içerikten özsel olarak ayrı
ve farklıdır. Olguların ve açıklama kaynağının özsel bağımsızlığı var­
sayımı ışığında nedensel tipte bir açıklama şemasının kullanımı için
ortam hazırlanmış olur. Çıkarlar bilgi üretimini açıklam ak için kulla­
nılabilirler. Bu, oyunun kapsamı basit nedensel belirlenimle sınırlıdır
anlamına gelmez, zaten bu yüzden şemanın nedensel tipte olduğunu
söyledim. Bu, çıkarların bilgi üretimini belirlemekten ziyade etkiledi­
ğinin gösterilebileceği, veya belirli bilimsel örneklerin müdahil tarafla­
rın tikel çıkarları ışığında daha iyi anlaşılabileceği, vb. anlamına gelir.
Buradaki genel strateji, çıkarları ilgili koşulların bir tür zemini olarak
ifşa etmek ve bu ifşaatın çalışılan bilgi iddiasını veya olayı daha iyi
bir perspektife oturttuğunu vurgulamaktır. En zayıf biçiminde bu iş,
işler durum da olan kesin nedensel mekanizmalar hakkında kehânette
bulunma zorluğuyla ilgili tercihan öne sürülebilecek temkinli şerhler
eşliğinde, bilgi olayını ve ortaya çıkarılan koşulları aynı rapor içersinde
basitçe çakıştırarak yapılabilir. (Ancak bir mekanizmanın doğasını be­
lirleme zorluğunun bu mekanizmanın varlığını tespit etmek için ciddi
bir retorik iş yaptığını da gözden kaçırmayın.)
Önceki yorumlarım çerçevesinde, güncel bir m etaforu da kullana­
rak, Barnes’ın doğalcılık versiyonunun özünde iki sesli olduğunu d ü ­
şünüyorum. Açıklanacak olgular için Barnes haklı olarak M atza’mn
kullandığı ikinci anlamdaki bir doğalcılığı benimseyen bir bakış açısını
destekliyor. Ama açıklama modeline gelince Barnes nedensel açıkla­
manın yeni-Durkheimcı bir biçimini benimsiyor ki bu da M atza’nm ilk
doğalcılık kullanımına tekabül ediyor. Bunun anlamı şudur: Açıklama
kaynağı (çıkarlar) empatik açıdan bir toplumsal kaynak olarak d ü ­
şünülmemektedir. Çıkarlara ‘bir faaliyetteki rolleri açısından anlaşılıp
değerlendirilecek, aktif olarak inşa edilmiş, ortak kabullerden veya
kültürel kaynaklardan oluşan montajlar’ olarak yaklaşılmayacaktır, bu
tam olarak Barnes’ın ‘grafik veya sözlü, gerçekçi veya soyut olsun,
bütün temsillere’ uygulanmasını önerdiği formül olsa da.24 Barnes’a

24 Barnes, IGK, 9.
göre her türden bilgi ürünleri ve bilimsel olaylar toplumsal olarak inşa
edilmiş temsillere dâhildir, ama çıkarlar değildir.
Bütün bunları özetlemek gerekirse, Mannheim ile bağlantılı stan­
dart şikâyetin şikâyetçiye iade edilebileceğini söyleyebiliriz. Böylelikle
Barnes’ın, kendi M annheim eleştirisini benimsersek, ‘mütefekkirâne
açıklamaya karşı ve açıkça savunduğu alternatifin lehinde pek çok iyi
argüman bildiğini ve geliştirdiğini, ama bunun pratik yaklaşımına yön
vermeye yetmediğini’ söyleyebiliriz.23 M annheim’a karşı telaffuz edi­
len şikâyete göre o, doğa bilimlerini ve matematiği sosyolojik araştır­
manın nesnesi yapmaktan imtina etmişti. Barnes’m burada bahsettiği
‘pratik yaklaşım’ M annheim’ın odak tercihi ile ilgiliydi. Barnes böylece
M annheim’ı program kurucu argümanlarının içerimlerini göremediği
için eleştiriyordu; Mannheim (bazı tür) bilimsel bilginin düşünsel ola­
rak erişilebilir olduğunu varsayan bir bilgi sosyolojisi tatbik ederken
tutarsızdı buna göre. Ama Barnes’m kendi argüm anında da benzer bir
tutarsızlık belirgindir. O nun kendi pratik yaklaşımı da soruşturulm a­
mış bir dizi olguyu (çıkarlar) ‘aktif olarak inşa edilmiş’ özelliklerine
rağmen açıklama kaynakları olarak işe koşar. Önüne koyduğu pratik
amaçlar dâhilinde çıkarlar açıklamaya tâbi tutulmaz; onlar sosyolog
açısından düşünsel olarak erişilebilir durumdadır.
Bariz bir muhtemel itiraza cevap olarak, açıklamanın her zaman
bir kısmının açıklanmadan kalmak zorunda olduğu teslim edilebilir.
Gerçekten de, şu ya da bu entitenin verili statüsünü varsaymadan bu
tarz bir açıklamaya devam edilemeyeceği söylenebilir. Buna daha son­
ra döneceğim, şimdilik şunu kabul ediyorum: Açıklamada en az bir
faktör açıklanmadan kalmak zorundadır. Ama durum bu olsa bile,
çıkarları tercih etmenin, geleneksel bilgi sosyolojisi literatüründe bu
kavramın ağırlığı olması dışında, ciddi bir meşruluğu olduğunu söy­
lemek zordur. Kuşkusuz IG K ’da sunulduğu şekliyle Barnes’m argü­
manları Marx, Lukacs ve Habermas gibi yazarların sosyolojik d ert­
lerine gönderme yapmış, bu dertlerden etkilenmiştir.26 Maalesef bu

25 a.g.e., 4.
26 IGK bilim sosyolojisinde yakın zamanda yayımlanmış empirik çalışmalarla
bilgi sosyolojisindeki daha teorik tartışma arasında bağlar kurmaya çalışır.
Özellikle Barnes’ın amacı bilgi sosyolojisinin bazı geleneksel ilgilerinin bi­
limsel bilginin içeriğini analiz etmek için yararlı olabileceğini göstermektir.
Bu bağlamda IGK’da bilgi sosyolojisi geleneklerinin ele alınması, alıştığımız­
dan çok daha spesifik bir biçimdedir. Bilgi sosyolojisi meselelerini bilimsel
içeriğin çalışılma olasılığı ile ilişkilendiren ve bazı güncel empirik bilim sosyo­
lojisi katkılarının ayrıntılı bir olumlamasını içeren bir başka tartışma için: M.
yönelim, çıkarlar gibi kavramların önemine tam amen farklı bir açıdan
yaklaşılabileceği ile ilgili kanıtları tamamen göz ardı ediyor.27 Bilimsel
pratik toplumsal özelliklere olmazsa olmaz bir atıf içerir.28 Başka bir
deyişle, bilim insanlarının sürekli olarak başkalarının ve kendilerinin
çalışmalarında ve faaliyetlerinde çıkarların varlığını veya yokluğunu
izleme, değerlendirme, eylemlerine çıkar atfetme (kısaca, çıkarların
‘hesabını verme’) uğraşm a angaje oldukları gözlenebilir. Çıkarların
işleyişi böylece bilimsel pratiğin kurucusu olur. Ama bu işleyişin bilim
insanları tarafından nasıl gerçekleştirildiği hakkında henüz yetersiz bir
kavrayışımız olduğunu söylemek hiç de isabetsiz değildir. Bu yüzden
çıkarları nasıl gerçekleştirildiklerini sorgulamadan bir kaynak olarak
kullanmak, en iyi ihtimalle, uygunsuz olacaktır. Çıkarların inşası ve
kullanımı, bilimsel faaliyetin kendi başına bir olgu olarak ele alınması
gereken bir unsurudur.
Açıklamanın bazı unsurlarının açıklanmadan kalması nosyonu her
halükârda ancak nedensel tipte bir açıklama benimsendiği zaman bir
çözüm olarak sunulabilir. Eğer, örneğin, bilimsel faaliyetin çalışılma­
sına etnografık bir yaklaşımımız varsa, bu yaklaşımın izah edilmemiş
kaynakların kullanımını içereceği doğrudur. Bilim insanının dünyası­
nın bütün özelliklerini aynı anda araştırmamızın konusu yapamayız.
Ama nedensel bir açıklama zorunlu olmadığı için, bu soruşturulm a­
mış özelliklerin oynadığı role daha az önem atfedebiliriz. Bu özellikler

J. Mulkay, Science and the Sociology of Knowledge (Londra: George Allen


and Unwin, 1979).
27 Burada basitçe ‘makro’ bakış açısına karşı ‘mikro’ olanım önermediğimi
not etmeliyim. Argümanımı bu karşıtlık temelinde kurmak yanıltıcı olur,
çünkü temel tartışmam çıkar modeli açıklamalarında analiz düzeyi tercihine
karşı değil, daha çok kullanılan açıklama biçiminin düşünümsel olmamasına
yöneliktir. Bilim insanları arasındaki özel etkileşimlerin ayrıntılarını açıkla­
maya çalışan çıkar açıklamaları bile ortaya koymayı denediğim türden açıkla­
ma formu yetersizliklerinden mustariptirler, umuyorum bu nokta makalenin
geri kalan kısmında daha da açık olacak.
28 B. Latour ve S. Woolgar, Laboratory Life: The Social Construction of Sci­
entific Facts (Beverly Hills, Calif.: Sage, 1979), Bölüm 4; Woolgar, ‘Disco­
very: Logic and Sequence in a Scientific Text’, K. Knorr, R. Krohn ve R. D.
Whitley (der), Sociology of the Sciences Yearbook, cilt 4: The Social Process
of Scientific Investigation içinde (Dordrecht: Reidel, 1980), 239-68. Benzer
başka kanıtlar bilim insanları ile laboratuar koşulları arasındaki etkileşim üze­
rine yapılmış bazı yeni etnografık çalışmalarda da bulunabilir: Social Studies
of Science’in bir Özel Sayısı olarak ileriki bir tarihte yayımlanmak üzere bu
tür çalışmalardan oluşan bir derlemenin editörlüğünü yapıyorum.
daha ileri ve genişletilmiş etnografık çalışmaların konusu olabilirler ve
tartışmamız bu özelliklerin, analizcinin açıklama işini yapması amacıy­
la inşa edildiği şüphesiyle gölgelenmek zorunda değildir. Daha sonra
göreceğimiz gibi, çıkar açıklamasının bir örneğinde içerilen açıklama
işinin daha yakından incelenmesi, analizcinin bu tür bir şüpheden sa­
kınmak için kullanabileceği bir dizi retorik ve iddiacı stratejiyi ortaya
çıkarıyor. Ancak çıkarlar temelinde yapılan bir açıklama örneğine geç­
meden önce Barnes’ın genel tartışmasının son bir özelliğine değinmek
önemli olacak.
IG K ’dan şu iki alıntıyı ele alalım:
... bilgi, aktörlerin karar verdiği çeşitli çıkarların gerçekleştirilmesi
için kolektif olarak sömürülen bir kaynak özelliği taşır.29
Doğa bilimi, tarih, sosyoloji, farklı bağlamlarda öngörü ve kontrol
sağlayan kaynaklar olarak iş gören bilgi gövdeleridir (veya potan­
siyel olarak böyledirler) .30
H er iki önerme de benzer kalıplar taşıyor: Önermenin ilk kısmı açıkla­
nacak olguyu (bilgi) inşacı perspektifle tutarlı bir çizgide tanımlıyor -
yani, bilgi sadece verili bir şey değildir, toplumsal olarak biçimlendiri-
lebilir (‘müzakere edilebilir’ de diyebiliriz). Başka bir deyişle, bilgi bir
kaynak olarak anlaşılmalıdır. Ancak bu önermenin ikinci kısmı aktör­
lerin bu kaynağa yaklaşımlarının bir amaç için bir kaynağa yaklaşım
olarak anlaşılması gerektiğine işaret ediyor. Bu önermelerin ilk kısmı
aktörlerin bilgiyle ilişki kurmalarının nasılı ile hemhal olmaya çalışma­
mızı salık verir gibidir; ikinci kısmı ise bunun sadece bir amacın aracı
olduğu hususuna açıklık getirir - ikinci ve daha baskın analitik amaç
aktörlerin bilgiyle neden ilişki kurduklarını anlamaktır. Bir kez daha
bu kurgudaki temel asimetri belirginleşiyor. ‘Nasıl’ ile ilgilenilen ala­
nın nesneleri (temsiller, argümanlar, bilgi) doğalcı bir biçimde, hepsi
aktif olarak inşa edilmiş görülerek, ele alınmalıdır; buna tezatla ‘ne­
den’ ile ilgilenilen alanın nesneleri ise verili olarak alınmalıdır, bir tür
nedensel açıklama kaynağı olarak kullanılmak üzere, ve inşa edilmiş
karakterlerini sorgulamadan devreye sokularak.
Az önce kaydettiğim üzere, ‘nasıl’ ve ‘neden’ soruları arasındaki
bu ayrım, çıkarların nasıl inşa edildiğini, devreye sokulduğunu, kulla­
nıldığını incelemeden bırakıyor. Ek olarak, çıkarların sorunlaştırılma-

29 Barnes, IGK, 16.


30 a.y.
dan kabul edilen varlığı, yapılan açıklamanın yapısında önemli bir et­
ki yaratıyor. Eğer bilgi her zaman, ilkesel olarak müdahil aktörlerin
çıkarlarına gönderm e yapılarak açıklanabilseydi bu çıkarların doğası
ve kapsamını belirlerken karşılaşılabilecek her sorun basitçe teknik so­
runlar olurdu. Başka bir deyişle, eylemlerin belirleyicilerini tanımla­
maya çalışırken karşılaşılan sorunlar çok çetin olabilirler ama asla
açıklama girişimini tehlikeye sokmak için yeterince önemli değildirler:
Çıkarların kabul edilen varlığı onların nihayetinde keşfedilmelerini
veya onlara yakınlaşmayı garantiler, gereken ağır sosyolojik emek ne
olursa olsun. Tabii, Barnes da bu zorlukların farkındadır. ‘Gizlenmiş
çıkarların’ belirlenmesi işinin hayli uğraştırıcı olduğunu yazar. ‘Giz­
lenmiş çıkarların rolünü belirlemekteki büyük teknik zorluk’tan bah­
seder31 ve ‘bu işin zorluğu, sosyologların ve polemikçilerin işe giri­
şirken sahip oldukları özgüvenle zıtlık içindedir’ diye sonuca varır.32
Yine de Barnes için sorun, çıkarları belirleme işinin doğasının derinle­
mesine yeniden ele alınması için bir temel olmaktan ziyade teknik bir
sorun olarak kalır. Çıkarların etkisini ortaya çıkarma amacına kıyas­
la çıkarları tanımlama ve birilerine atfetme sorunu zorunlu bir külfet
olarak resmedilir: ‘Bu teknik zorluklar, yaklaşımın azımsanmayacak
sayıda örnekte başarılı biçimde uygulanabileceği gerçeğinin üzerini
örtmemelidir’.33
Buraya kadar Barnes’ın ‘doğalcılık’ kullanımından ve çıkarları bir
açıklama kaynağı olarak seçmesinden kaynaklanan sonuçları tespit
ettim. Nedensel tipte bir açıklama kalıbına başvurmak ve çıkarları bi­
limsel eylemin açıklayıcısı olarak resmetme denemesi, bilimsel uğraş­
ta içerilen inşacı faaliyeti ihmal etmektedir. Soruşturm anın önerilen
odağı hayranlık verici olmayı sürdürür: Bilimsel bilginin en gizemli
ayrıntıları bile analiz edilebilmektedir. Ama önerilen araştırmanın spe­
sifik biçimi hiç tatmin edici değildir. Odak hakkmdaki argümanlar
bizi bilimsel pratiğin kalbine taşır, ama bunun ardından olgunun sos­
yolojik bir balyozla ezildiğini görürüz. Burada sadece açıklayıcı olarak
kullanılan (çıkarlar) ile ilgili tercih hatalı değildir: Çıkarları başka bir
açıklayıcı faktör ile basitçe ikame etmeyi önermiyorum. Bunun yerine,
çıkar açıklamalarının açıklayıcı kalıbına daha fazla düşünümsel ilgi
göstermek gerektiğini savunuyorum. Bu açıklayıcı kalıbın karakteri­
ni daha fazla araştırmak amacıyla şimdi IG K ’da önerilene benzer bir

31 a.g.e., 37.
32 a.y.
33 a.g.e., 35.
yaklaşımı benimseyen bazı empirik örnek çalışmaların değerlendirme­
sine geçeceğim.

Çıkarlar Hakkında Örnek Çalışmalar


Bu tür örnek çalışmaların sayısı artmış durum dadır. Böylece örneğin,
istatistikçi Yule ile Pearson arasında geçen, nominal bağlantı ölçütle­
riyle ilgili tartışmanın tarafların bilişsel ve toplumsal çıkarları tarafın­
dan yönlendirildiği;34 biyometrikçiler ve M endekiler arasındaki tartış­
maların tarafların farklı ‘yönlendirme amaçları’ çerçevesinde anlaşıl­
ması gerektiği;35 erken ondokuzuncu asır frenologlarının toplumsal
çıkarlarının, insanın kafatası şeklinden ve bizzat beyin anatomisinden
karakter özelliklerine varmanın m üm kün olduğunu söyleyen görüşle­
rine etki ettiği;36 bilimsel cemaatin işlevsel çıkarlarının, bir bütün ola­
rak, Barkla’nın J fenomeni ile ilgili hatalı keşfi hakkında açık tartışma
yapma imkânını azaltma işlevi gördüğü;37 kalıtımcılar ve çevrecilerin
farklılaşan meslekî çıkarlarının ırk zekâsı tartışmasının içeriğini şe­
killendirdiği;38 kuramsal yüksek enerji fiziğindeki parçacık özellikleri
tartışmasında ‘cazibe’ yorumlarının ‘renk’ yorumları karşısında bas­
kın çıkmasına çıkarların sebep olduğu;39 botanik sınıflandırmaların
toplumsal çıkarlar ışığında m uhafaza edildiği, sürdürüldüğü ve de­

34 D. MacKenzie, ‘Statistical Theory and Social Interests: A Case Study’, So­


cial Studies o f Science, cilt 8 (1978), 35-83; B. Barnes ve MacKenzie, ‘On
the Role of Interests in Scientific Change’, R. Wallis (der), On the Margins of
Science: The Social Construction o f Rejected Knowledge içinde (Keele, Staffs. :
University of Keele, Sociological Review Monograph No. 27, 1979), 49-66.
35 Barnes, IGK, 59-63; D. MacKenzie ve B. Barnes, ‘Scientific Judgement:
The Biometry-Mendelism Controversy’, içinde: Barnes and Shapin (der), yu­
karıdaki 7. dipnot, s. 191-210.
36 S. Shapin, ‘Phrenological Knowledge and the Social Structure of Early
Nineteenth-Century Edinburgh’, Annals of Science, 32 (1975), 219-43; Sha­
pin, ‘The Politics of Observation: Cerebral Anatomy and Social Interests in
the Edinburgh Phrenology Disputes’, Wallis (der), yukarıdaki 34. dipnot, s.
139-78; Shapin, ‘Homo Phrenologicus’, yukarıdaki 7. dipnot, s. 41-71.
37 B. Wynne, ‘C.G. Barkla and the J Phenomenon: A Case Study in the Tre­
atment of Deviance in Physics’, Social Studies of Science, 6 (1976), 307-47.
38 J. Harwood, ‘The Race-Intelligence Controversy: A Sociological Appro­
ach. I - Professional Factors’, Social Studies of Science, 6 (1976), 369-94.
39 A. Pickering, ‘The Role of Interests in High-Energy Physics: The Choice
between Charm and Colour’, içinde: Knorr vd. (der), yukarıdaki 28. dipnot,
s. 107-38.
ğiştirildiği;40 ve benzeri türünden argümanlar bulabiliyoruz. Benzer
şekilde bazı yazarlar, çıkarları ortaya çıkarmak, onların kullanımı ile
ilgilenmek gibi açık bir meseleleri olmasa da, ‘bağlam’ın (toplumsal,
tarihî, kültürel olsun) bilimsel çalışma üzerinde bariz bir etkisi oldu­
ğunu savunuyorlar.41 Elbette çıkarların açıklayıcı kullanımının gün­
cel eleştirisini ‘bağlam’ kavramının kullanılmasına doğru genişletmek
mümkün: Burada tekrar, bilim insanlarının savlarında kurucu bir kay­
nak olması özelliği yeterince çalışılmadan tarihçiler ve sosyologlar ta ­
rafından kullanılan bir nosyonla karşılaşıyoruz; kavram (inşa edilmiş
olmaktan çok) sorunsuzca sabitlenmiş olarak işe koşuluyor ve kullanı­
mına ilişkin hemen hiç düşünümsellik yok. Yine de burada, yerim dar
olduğu için yorumlarımı çıkarların kullanımı ile sınırlayacağım.
Yakın zamanda çıkarlar temel alınarak açıklama yapmanın yaygın­
laşması bizi bir süre sonra, Deniş W rong’un meşhur makalesinin baş­
lığından (‘O n the Oversocialized Conception of Man in M odern Soci-
ology’) ödünç alacak olursam, ‘m odern bilim sosyolojisinde fazlasıyla
çıkarcı bir bilim insanı kavrayışı’na42 sahip olduğumuz bir noktaya
getirebilir. W rong’un temel şikâyeti, sosyologların insanların geçirdiği
süreçlerde (toplumsallaşma) pasif olarak normları içselleştirdiklerini
ve eylemlerinde neredeyse otomatik olarak bu içselleştirmelere cevap
verdiklerini çok kolay varsaymalarıydı. Çıkar modeli yaklaşımında da
çıkarları doğrultusunda eyleyen (yani, bilgi üreten) bilim insanları
karşımıza çıkarılıyor. M ertoncu modelin kesin biçimde tasfiye edildi­
ğini düşünenler için bu resim hayli etkileyicidir. Elbette ki, sosyolojik
analiz odağının tam da bilimsel bilginin içeriği olabileceği savı ile pek
çok şey değişmiştir. Ama analizin biçimi özsel olarak aynı kalmıştır:
Normlar yerine şimdi çıkarlar var.
Garfinkel sosyal bilimlerin aktörlerden kültürel veya yargılayıcı
‘kuklalar’ yaratmak gibi garip bir huy edindiğini savlamıştı:43 yani, bi­
reylerin davranışları, verili kültür tarafından sağlanan, önceden kuru­
lu eylem alternatiflerine uyan ve bu alternatiflerden doğan bir şekilde

40 J. Dean, ‘Controversy over Classification: A Case Study from the History


of Botany’, Barnes ve Shapin (der), yukarıdaki 7. dipnot, s. 211 -30.
41 Örneğin bkz.: B. Harvey, ‘The Effects of Social Context on the Process of
Scientific Investigation: Experimental Tests of Quantum Mechanics’, Knorr
vd. (der), yukarıdaki 28. dipnot, s. 139-63.
42 D. Wrong, ‘On the Oversocialized Conception of Man in Modern Socio­
logy’, American Sociological Review, cilt 26 (1961), 183-93.
43 Garfinkel, yukarıdaki 4. dipnot, Bölüm 2, 67 ve sonrası.
resmedilerek çabucak ‘açıklanıyor’ idi. Garkinfel’in altını çizdiği gibi,
bu tür bir çerçeve bireylerin davranışının önemli kısımlarını ihmal et­
mekteydi -örneğin, insanların muhtemel kural ihlalleriyle ilgili bek­
lentileri, alternatif eylem yollarının uygunluğunu belirlemeleri, eyle­
min muhtemel koşulları ve sonuçları hakkındaki değerlendirmeleri ve
benzeri durumları. Kısaca, bireyin yargılayıcı bir ahm ak olarak resme-
dilmesi bireyin kendi dil oyununun analizini ihmal etmektedir.
Bunu mevcut soruna uygularsak, iki tür kukla ile uğraştığımızı
görebiliriz. Bir tarafta bilimin felsefi ‘idealleştirilmeleri’ hakkındaki
şikâyetlere âşinâyız. Bilim insanları sık sık kendilerini tek bir bilimsel
yöntem olmadığı, filozofların araştırm anın formel ürünlerine gereksiz
önem atfettikleri, filozofların başarılı bilim örnekleri üzerinde seçici
biçimde durdukları, vs. görüşünü yazmaya adamışlardır. Yakın za­
manda toplumsal bilim incelemeleri alanındaki yazarlar bu eleştirileri
istekli biçimde tekrar ettiler, bahsi geçen felsefi yaklaşımların yetersiz­
liğinin daha sosyolojik olarak işlenmiş analiz ihtiyacını h a k la ştırd ığ ı­
nı kabul ettiler. Gerçekten de, aşağıda göreceğimiz gibi, bilimin felsefi
tanımlamasına karşı bir başlangıç reddiyesi düzmek neredeyse tüm
çıkar modeli çalışmalarının olmazsa olmazıdır. Kısacası, sosyologla­
rın eleştirisinin temelinde bilim insanlarının felsefi biçimde ‘akılcılık
kuklaları’ olarak resmedilmeleri yatar. Buna göre filozofların bilimsel
eylemi, aktörün varolan bilgiye yanıtı ve ‘akılcı’ bir satıhta çıkarım
yapması olarak anladıkları düşünülür. Diğer taraftan, filozofların bi­
lim insanlarını akılcı kuklalar olarak resmetmelerine benzer şekilde,
artan sayıda yazar bilim insanlarını ‘çıkar kuklaları’ olarak resm etm e­
ye meyilli bu günlerde. Tekrarlamak gerekirse bunun önemi şurada
yatıyor: Çıkar modeli açıklamalarında örneklendiği üzere toplumsal
bilim incelemeleri, bilim insanlarının çıkarları bizzat yönettikleri ve
başkalarına atfettikleri inşa süreçlerini görmezden geliyor.
Bu çoğunlukla özenle hazırlanmış örnek çalışmaların yanlış olduk­
larını iddia etmediğimi vurgulamak isterim: Kendi içlerinde hayran­
lık verici bir tutarlılık sergilemektedirler.44 N O ile ilgili incelemesinde
Neve de, tarihsel bir bakış açısından hareketle genel yaklaşımı üretken
buluyordu, ancak modelin kitaptaki özgül uygulamaları hakkında bazı
çekinceleri vardı; ‘çıkarlar’ analizinin bazı versiyonlarına eşlik eden

44 Bu tutarlılık, bahsi geçen çalışmalarda Mannheim’ın bilgi sosyolojisinin ye­


tersizlikleri hakkında program kurucu iddialar yapıldığında sona eriyor. Bu­
nunla ilgili olarak makalenin ilk kısmına bakılabilir.
huzursuzluğa’,45 dikkat çekiyor ve ‘çıkarı’ bir metodoloji olarak indir­
gemeci şekilde kullanmanın’46 zorluğuna işaret ediyordu. Şimdi, Bar-
nes’ın argümanıyla ilişkili olarak ortaya konan sorunların ışığında, çı­
karlar modelinin empirik bir uygulama örneğine ayrıntısıyla bakalım.
Empirik bir örneğe bakmak, çıkar açıklamalarıyla ilgili yukarıda ileri
sürülenleri örneklemekten başka, genel olarak açıklamaların toplum ­
sal karakterini incelemek için de bir fırsat sunacak. Başka bir deyişle,
empirik çıkar açıklamalarının eleştirel analizini, açıklama teknikleri
ve stratejilerinin doğası hakkında anahtar sorular üretmeye başlamak
için bir vesile olarak kullanacağım.

Yule-Pearson Tartışması Örneği


Aşağıda, MacKenzie’nin istatistikçi olan Yule ve Pearson arasında yir­
minci yüzyılın ilk yıllarında geçen tartışm a hakkındaki analizine gön­
derme yapacağım.47 MacKenzie’nin çalışmasını, sorunları daha kolay
tespit etme fırsatı verdiği için seçmedim; zaten amacım da bu değil.
Tersine, onun çalışması tür içindeki en dikkatli ve ilgi uyandırıcı çalış­
malardan biri. Burada bu çalışmayı seçmemin nedeni, sunumdaki ay­
rıntı ve özenin uygulanan yöntemin araştırılması için özellikle faydalı
bir temel sağlamasıydı.
MacKenzie, Yule ve Pearson’ın farklılaşan görüşlerinin bir m uha­
sebesini yaparak başlıyor. 1900’deki yayınlarında görüldüğü gibi, Yule
ve Pearson iki nominal değişken arasındaki istatistiksel bağıntıya dair
birbirine alternatif ve rakip ölçütler önermişlerdi. Yule’un akıl yürüt­
mesi, kısmen, incelenen iki değişkenin bağımsız olması (Q = 0 ), ta ­
mamen pozitif olarak bağıntılı olması (Q = + l) ve tamamen negatif
olarak bağıntılı olması (Q = —1) hallerinde ölçümün alacağı değerler
üzerine kuruluydu. Önerdiği ölçek, yani Yule’un Q ’su, 2 çarpı 2’lik bir
çapraz tablodaki dört hücrenin gözlemlenen frekanslarını içeren bir
formül ile hesaplanıyordu. Pearson ise gözlemlenen frekansların daha
kesin olarak onları normal dağılımların kesişmesiyle oluşuyor kabul
ederek anlaşılması gerektiğini savundu. Bu kurucu dağılımı yansıtan

45 Neve, yukarıdaki 19. dipnot, s. 387.


46 a.g.e., 390.
47 MacKenzie, ‘Statistical Theory and Social Interests’, yukarıdaki 34. dip­
not. Bu makale bitirildikten sonra MacKenzie’nin çalışmaları bir kitap haline
getirildi. Analizin bu tam versiyonunu henüz inceleme fırsatı bulamadım: Do­
nald A. MacKenzie, Statistics in Britain 1865-1930 (Edinburgh: Edinburgh
University Press, 1981).
bir ölçek (rt) önerdi ve 2x2’den daha büyük tablolarda nominal değiş­
kenler arasındaki bağıntıyı ölçmek için de başka bir ölçek (Pearson’ın
C ’si) geliştirdi. Kısaca, iki istatistikçi arasındaki husumet, Yule’un Pe-
arson’ın kurucu dağılımın doğası hakkındaki varsayımlarına saldırısı
ve Pearson’ın Yule’un eleştirisinin temelsiz olduğu, Q ölçeğinin m e­
seleyi çok basite indirgediği yönündeki karşı saldırısıyla şekillenmişti.
MacKenzie bu husumeti sadece tartışmacıların birbirlerine yönelt­
tikleri itirazlara bakarak ele almanın yetersiz olduğunu söyler. Bu­
nun yerine, tarafların ‘bilişsel çıkarlarına’ bakmanın tercih edilmesi­
ni önerir. Pearson’ın istatistiksel tahminin yararına derin bir inancı
olduğu söylenebilirdi; ve korelasyon ve regresyondaki mevcut aralık
düzeyi teorisi onun bu ilgisini tatmin edecek nitelikteydi, M acKen­
zie de buna bağlı olarak, mevcut teoriye paralel biçimde nominal öl­
çekler geliştirmenin Pearson’m çıkarına olduğunu iddia ediyor. Öte
yandan Yule’un mevcut istatistiksel teori ile analojiyi ençoklaştırmak
yerine, verinin kendisine çok daha pragmatik bir ilgisi vardı. ‘Yule’un
yöntemleri, kendi içinde olgu olarak kabul ettiği nominal verileri
kullanarak tahminde bulunmaya dönük bir bilişsel çıkar tarafından
yapılandırılmıştır.’48 MacKenzie daha sonra iki istatistikçinin bilişsel
çıkarlarının ‘istatistiksel teorinin gelişimindeki farklılaşan amaçları ve
muhtemelen son tahlilde taşıdıkları farklı toplumsal çıkarlar ile ilişki-
lendirilebileceği’ni tartışır.49 Böylece Pearson’ın bir başka derin yatı­
rımı da ortaya çıkarılır: Çalışmalarının baskın amacı, birbirini izleyen
nesiller arasındaki kalıtsal ilişkilere dair ölçütler geliştirmek ve özel
olarak da, zihinsel özellikler ile birey tipi gibi ölçülemez (nominal)
değişkenler arasındaki bağıntıları test etme yolları aram aktır aslında.
Yule’un önerdiği ölçüt, mevcut aralıksal bağıntı ölçütleriyle doğrudan
karşılaştırma yapmayı sağlamamakta ve dolayısıyla da Pearson’ın öje-
nik [ırk ıslahına yönelik] ilgilerine hizmet etmemektedir. Yule, öjenik
alanı ile özel olarak ilgilenmemiştir. MacKenzie onu ‘daha genel içe­
rikli bilişsel çıkarları cisimleştiren daha esnek ve empirik bir yaklaşıma
sevk olmuş’ ve ‘daha dağınık bir amaç yönelimi’ne sahip birisi olarak
tanım lar.50 MacKenzie, husumeti dönemin istatistikçiler topluluğu
bağlamına yerleştirerek, argümanını ilerletir: Pearson’m çalışmaları,
ve tartışmadaki tarafı açısından aldığı destek, biyometri alanında ça­
lışan küçük ve tutarlı bir istatistikçiler okulu ile ilişkilidir; buna karşın

48 MacKenzie, ‘Statistical Theory...’, yukarıdaki 34. dipnot, s. 52.


49 a.g.e., 53.
50 a.g.e., 60.
Yule’un bağlantıları çok daha az özelleşmiştir. MacKenzie son olarak
Pearson’ın ve Yule’un farklı tutum larının dönemin iki ayrık toplumsal
çıkar grubu içinde anlaşılabileceğini öne sürer: Pearson, ‘kol işçile­
rinden farkını ve onlara üstünlüğünü vurgulayan... ve basit sermaye
veya toprak mülkiyetine tezatla meslekî bilgi ve hüner sahibi olmanın
toplumsal değerini savunan’31 ideolojileri benimsediği için önemi a r­
tıyor görünen yükselen profesyonel sınıfın tipik bir üyesiydi; Yule ise,
büna zıt olarak, aşağı doğru hareketli, genellikle tutucu beğenileri olan
ve ırk ıslahı çalışmalarından hazzetmeyen geleneksel seçkinlerin bir
parçası idi.
MacKenzie’nin argümanının merkezî unsurları açıktır: Birinci ola­
rak, analizinin odağı Yule ve Pearson tarafından önerilen alternatif
matematiksel ölçütlerin doğasıdır; ikinci olarak, bu ölçütler arasındaki
farklar çeşitli baskın çıkar setleri tarafından açıklanmaktadır. Burada­
ki amacımız çerçevesinde ‘bilişsel’ ve ‘toplumsal’ çıkarlar arasındaki
varsayılan ayrım çok önemli değildir. Ayrımın, üzerinde daha genişçe
durulması gereken sorular ortaya attığını söylemek yeterlidir. İlk ola­
rak, başka bir yerde daha ayrıntılı tartışıldığı gibi, neyin ‘toplumsal’
değil de ‘bilişsel’ olarak (ya da tam tersi) anlaşılacağı ile ilgili ayrım,
katılımcıların kendi söylemlerinin önemli bir parçasıdır; ayrımın aktif
olarak gerçekleştirilmesi ve yönetilmesi bilimsel tartışmada merkezî
bir olgudur.52 Çıkar açıklamalarının destekçileri tedavülde olan çıkar
tiplerinin kararlı tanımlarını vermeye çalışırlarken, toplumsal/bilişsel
ayrımının bilim insanları açısından taşıdığı önemi atlamaktadırlar.
İkinci olarak, ‘bilişsel’ ve ‘toplumsal’ çıkarlar arasında var olduğu id­
dia edilen tikel ayrım, bazıları için bu söz konusu değilken bazı bilim­
sel eylem türlerinin mevcut bilimsel bilgi bütününden çıkarsandığına
işaret ediyor olarak okunabilir. O zaman, en azından bazı biçimleriyle,
‘bilişsel’ ve ‘toplumsal’ çıkarlar arasında var olduğu iddia edilen ayrım
(garip biçimde hayli eskitilmiş içselci/dışsalcı dikotomisini hatırlatır -
casına) klasik bilim felsefesini yeniden devreye sokma çağrısı olarak
algılanma tehlikesi içerir.
M acKenzie’nin argüm anının kısa bir özetinden bile görüldüğü gi­
bi, onun ilgili çıkarlar hakkındaki ‘ifşaatı’nda bir hayli inşa faaliyeti
vardır. Şimdi bu çalışmayı açımlayalım (veya ‘yapısını sökelim’) ve ça­
lışmanın yukarıda listelenen örnek çalışmalara aşağı yukarı benzediği
varsayımını aklımızda tutarak, ana açıklayıcı unsurlarını belirleyelim.

51 a.g.e., 67.
52 Latour ve Woolgar, yukarıdaki 28. dipnot, özellikle Bölüm 1.
Çıkar Açıklamasının Açıklayıcı Unsurları
1. ‘A kılcı olarak görünen aslında toplumsaldır’
Bilim sosyolojisindeki çıkar modelli açıklamalarda sıkça kullanılan bir
strateji, tartışmaya, sonradan karşı çıkılarak ivme kazandırabilecek bir
sıçrama tahtası kurarak başlamaktır. Böylece MacKenzie değerlendir­
mesini şunları söyleyerek açar:
Matematiksel bilimlerde bulunan gizemli bilginin çoğunlukla top­
lumsal etkiye bağışıklı biçimde, kendi yasalarına uyarak geliştiği ka­
bul edilir. Bu makalenin amacı bu varsayıma gölge düşürmektir.33
Bunun etkisi okuyucuya mevcut durum u sunm ak (matematiksel p ra­
tiğin felsefi bir tanımlaması) ve bu durum un bir şekilde doğru olma­
dığını, yanlış olduğunu veya yeniden incelenmesi gerektiğini öner­
mektir. Doğru olmadığı iddia edilen bir hali sonrasında gelecek argü­
manlarla karşılaştırmak, haklılaştırma için çok sağlam bir zemin iddia
etm ektir.54 Böylece çıkar modeli argümanı, arızalı felsefi modelin bir
alternatifi olarak sunulabilir; veya, önceki tartışmamız ışığında, bilim
insanlarının akılcılık kuklaları olarak resmedilmesinin yerine, çıkar
kuklaları olarak resmedilmeleri geçirilir. Buradaki amacımız açısın­
dan önemli olan nokta bu ikisinin de alternatif inşalar olmasıdır. Biri­
ni diğerinin yerine geçirmek en azından iki mühim soruyu atlamamıza
sebep olur: Pratik tartışm ada ne m eşru inşa olarak kabul edilebilir; ve
bir inşanın yerine diğerini tercih etmenin yeterli zemini ne olabilir? Bu
başlangıç doğrulamasının temel önemi, çıkarıldığında argüm ana nasıl
etki edeceği belirlenerek ölçülebilir. Karşısına konulacak felsefı-akılcı
alternatif olmadan bilimin toplumsal karakteri iddiası hayli yavanla­
şır. Bu nokta, MacKenzie’nin kendi samimi sonuç yorumlarında da
belirgindir:
Bu konuda daha fazla ileri araştırmanın, özellikle de önceki bölüm­
de önerilen hipotetik çıkar öbekleri üzerine yapılacak olanların,
yokluğunda vardığımız sonuç geçici olmak durumundadır. Ancak

53 MacKenzie, ‘Statistical Theory...’, yukarıdaki 34. dipnot, s. 35.


54 Bu stratejinin sosyolojik tartışmada çok yaygın bir kullanımı vardır, özellik­
le sapkınlık ve medya incelemeleri alanlarında. Tipik olarak, popüler bir ste-
rotip, mesela ‘eşcinseller şuna benzer’ hedef tahtası olarak kullanılarak bunun
ne kadar yanlış ya da isabetsiz olduğu gösterilir. Daha sonra, işlerin ‘gerçek’
halinin yanlış veya isabetsiz versiyonlarının, toplumsal faktörlerin işin içine
karışması ile ortaya çıktığı söylenir.
umuyorum ki bu makale, matematiksel istatistik teorisi gibi ‘sert
bilimlerin’ toplumsal çıkarlar bağlamında analiz edilmekten önsel
olarak dışlanmaması gerektiğini göstermiştir.55
Burada işletilen karşıtlığın belirli bir biçimini başka bir yerde ‘rasyona­
listler’ ile ‘güçlü program ’ arasındaki tartışma bağlamında ele almış­
tım ve pozisyonların herhangi birini benimsemenin, bilim insanlarının
faaliyetinin verimli bir kavranışı açısından çok az önem taşıdığı so­
nucuna varmıştım.56 Bunun yerine, rasyonalist ve güçlü program ko­
numlarının sıradan biçimlerini inşa etmenin veya benimsemenin bilim
insanları arasındaki etkileşimin devamlı bir özelliği olduğunu görm e­
miz gerekiyor. Çözümleyiciler olarak ilgimize m azhar olması gereken,
bu (çoğu kez anlık ve belirgin pratik sonuçları olan) konumların yerel­
leşmiş yönetimidir.
2. ‘Bilimsel eylem, ilişkili çıkarların ifadesidir’
Bu da çıkar modeli için olmazsa olmaz ikinci bir stratejidir. Burada
açıklanacak bilimsel eylemin ardındaki çıkarların gösterilmesi veya
ortaya konulması söz konusudur. Bu stratejiyi, bana kalırsa açıklayıcı
biçimini fazlaca basitleştirmeden, şematik olarak bir algoritma şeklin­
de sunabiliriz:57
a. Bir bilimsel eylem örneği belirle.
b. Eylemin, aktör açısından, altta yatan bir arzunun göstergesi ol­
duğunu varsay.
c. Bir arzular seti oluşturmak için a ve b adımlarını yinele.
d. Bu arzular setini aktörün ilişkili çıkarları ile eşitle.
e. Açıklanacak eylemin ilişkili çıkarlarla tutarlı olduğunu savun.
Bu genel şemada ‘bilimsel eylem’ bir dizi farklı kaynak türüne tekabül
eden geniş çaplı faaliyetleri işaret eder. Mesela, ‘eylem’ bir tartışmanın
tamamına, bilim insanları arasındaki iletişim momentlerinden birine,
veya laboratuarda söylenmiş bir söze karşılık gelebilir. Her halükârda
bu unsur, ‘dışsal’ ya da ‘altta yatan’ bir arzunun ‘göstergesi’ olarak

55 MacKenzie, ‘Statistical Theory . . .’, yukarıdaki 34. dipnot, s. 71 .


56 Woolgar, ‘Discovery . . .’, yukarıdaki 28. dipnot.
57 Bu algoritmanın von Wright tarafından tartışılan pratik tasımın bir türevi
olduğuna işaret ettikleri için Herminio Martins ve Peter Halfpenny’e teşekkür
borçluyum: bkz. G.H. von Wright, Explanation and Understanding (Londra:
Routledge ve Kegan Paul, 1971); ayrıca (. Mannien ve R. Tuomela (der),
Essays on Explanation and Understanding (Dordrecht: Reidel, 1976).
kabul edilir.58 Örneğin MacKenzie’de, Yule’un Q ölçeği formülasyo-
nu, bu ölçeğin bazı koşullar altında bazı değerlere ulaşması gerektiği
arzusunun bir göstergesi olarak kabul edilmişti. Başka bir eylem, yani
Pearson’ın Yule’a yönelttiği eleştiri de, Pearson’ın mevcut istatistik te­
orisiyle tutarlı bir ölçek yaratma arzusuna işaret eder. Burada şuna da
dikkat edin: Aynı eylem örneği birden çok arzunun göstergesi olarak
okunabilmektedir, bunun tersi olarak da, farklı eylemler aynı arzu­
nun göstergesi olarak yorumlanabilmektedir. Böylece M acKenzie’nin
değerlendirmesinde Pearson’ın C ölçeğini geliştirmesi, aynen Yule’a
yönelttiği eleştiri gibi, aralık düzeyi teorisi ile kurulabilecek analojileri
ençoklaştırma derdine işaret etmektedir.
Açıktır ki bu şekilde üretilen arzular sadece gözlemlenen eylemden
türemezler. Çıkar modelinin savunucuları açık bir şekilde, ‘belirleye­
cekleri’ arzuların doğası ve çeşitliliği hakkında bir nosyon sahibi olarak
analize başlarlar. Daha da önemlisi, çeşitli arzuların üretimi güdüle­
rin, kasıtların, altta yatan dertlerin vs. daha önce ‘ifşa edilmiş’ arzular
ışığında tespit edilmesini de içerir. Böylece, herhangi bir belirli arzu­
nun tanımlanması başka eylemlerin önceki yorumlarından etkilenmek
durum undadır. Ama benim dikkat çekmek istediğim, basitçe analizci­
nin kurucu arzu tercihinin ‘önyargılı’ olduğu değildir (‘önyargısız’ bir
tercihin neye benzeyeceğini hayal etmek kolay olmasa gerek). Daha
ziyade, büyük sayıda (sonsuz olmasa bile) alternatif arzunun ilkesel
olarak ayrıştırılabileceği açıktır; bu yüzden potansiyel olarak mevcut
olanlar arasından bir arzular seti seçmek ve inşa etmek, karmaşık bir
uslamlama uğraşısı gerektirir.
Eğer çok sayıda alternatif arzu ayrıştırılabiliyorsa, pratikte tek bir
arzunun gözlemlenen eyleme kuşkusuzca tekabül ettiğini nasıl tespit
edebiliriz? Bunun cevabı, analizcinin baskın koşullar altında aktörün
neyi arzulamasının ‘rasyonel’ olacağını tanımlaması gerektiği olma­
lıdır: Başka bir deyişle, analizcinin eylemle arzu arasında bir miktar
‘rasyonel’ bağlantı yaratması gerekir. Bu, nasıl yapılırsa yapılsın, neye
rasyonel deneceği hakkında bir yargı içerecektir. MacKenzie’nin de­
ğerlendirmesi üzerinden verilen örnekte, Pearson’ın Yule’un ölçeği­
ne yönelttiği eleştiri, diğer istatistiksel ölçeklerle kurulacak analojileri
ençoklaştırma niyetinin bir göstergesi olarak alınmaktadır, çünkü bu
niyet çerçevesinde ‘eleştirmek’, akılcı bir eylem yolu olarak kabul edil­
miştir. Tabii ki, diğer alternatif eylemlerin de bu aynı niyetten ‘rasyo­

58 ‘Arzu’ burada ‘güdü’, ‘kasıt’, ‘amaç’, ‘ilgi’, ‘sebep’ gibi terimlerle aynı an­
lamda kullanılmaktadır. Tüm bu terimler çıkar setlerinin kurucusudur.
nel’ olarak türediğini hatırlatmaya gerek yok: Başka bir deyişle, belirli
bir özgül dert ile belirli bir eylem arasında zorunlu bir mütekabiliyet
yoktur. Dahası, başka alternatif arzuların aynı eylemin ‘rasyonel’ ön­
cülü olabileceği de açıktır. Pearson’ın Yule eleştirisinin kendi dik kafa­
lılığından çıktığı da ‘rasyonel’ olarak söylenebilir.59 Bu tür bir alternatif
ya gözden geçirilip reddedilir veya, daha ziyade, eylemin gerçekleştiği
‘baskın koşulların’ analizci tarafından yorum unun analizci üzerinde­
ki etkisi sebebiyle, hesaba bile katılmaz. Benzer şekilde, bir arzular
setinin inşa edilmesi (yukarıdaki c adımı) o setin ‘rasyonel’ tutarlılığı
hakkında yargılar içeriyor gözükür. Eylemler ve arzular, sadece setin
diğer unsurlarıyla çatışmıyorlarsa sete dâhil edileceklerdir. Genel ola­
rak analizci eylem ve arzu arasında iki yönlü bir bağlantı inşa edecek­
tir: Arzunun doğasıyla ilgili başlangıç çıkarsamasının temeli budur;
aynı zamanda, arzu eylemin gerçekleşmesini ‘açıklamakta’ kullanılır.
Bir bakış açısından bu işleyiş biçimi (modus operandi) tipik biçimde
döngüsel görülebilir. Açıklanacak olgunun kendisi, inşa edilen açıkla­
manın temelidir. Ama bu tür bir açıklama ‘gerçekten’ döngüsel midir
değil midir burada çok da önemli değildir. Belki de toplumsal-tarihsel
koşulları ‘ortaya çıkarma’ amaçlı her girişim kaçınılmaz olarak bu şe­
manın bir benzerini izlemektedir. Yine de döngüsellik suçlamasının
yapılabilir olması, önüm üze bazı merak uyandırıcı sorunlar çıkarır.
Pratik tartışmanın çoğu örneğinde, argümanın döngüsellik yüzünden
reddedilebilmesine nasıl olur da hiç değer verilmez? Bir tartışmanın
taraflarının döngüselliğin ‘varlığını’ ifşa etme veya yoksayma m eka­
nizmaları nelerdir? Tabii ki, bu ve benzeri sorular, bilimi kavrayışımı­
zın gelişmesi bağlamında ciddiye alınması gereken sorulardır. Bu tür
sorular, bilimsel pratiğe dönük ısrarlı çalışmalarda tartışma retoriğinin
ayrıntılarına çok daha yakın ilgi gösterilmesi gerektiğine işaret ederler.
Ancak şimdilik yorumlarımı, çıkar modelinin sosyolojik kullanımında
döngüsellik suçlamalarından nasıl kaçınıldığı ile sınırlayacağım.
3. ‘Tespit edilen çıkarlar, açıkladıkları eylemlerden bağımsızdır’
Garfinkel, kurucu kalıpların ‘gözlemlenen görünüm ler’ temelinde
‘keşfedildiği’ süreci tanımlamak niyetiyle ‘belgeleme yöntemi’nden

59 Böyle bir olasılığın ‘saçma’ olduğunu düşünenler bilim insanlarının başka­


larının, özellikle husumet durumlarında rakiplerinin, eylemlerini değerlendir­
me girişimleri sırasında sıklıkla benzer yorumlar ürettiklerini hesaba katmalı­
dırlar.
bahseder.60 Ne görünümlerin ne de temellerini oluşturan kalıbın sabit
ve diğerinden bağımsız olduğunu gösterir. G örünüm ün (buradaki ö r­
nekte, bilimsel eylem) algısı ve karakteri, temelini kuran kalıp (bura­
daki örnekte, aktörün arzuları) ile ‘ilişkisi’ inşa edildiği için değiştiril­
miş olur. Temel kurucu bir kalıbın tespit edilmesi bu sebeple ne gö­
rünüm ün ne de kalıbın birbirinden bağımsız olabildiği, iki yönlü bir
süreci içerir. ‘Düşünümsellik’ nosyonu da söylemin genel bir özelliği­
ne atfen kullanılmıştır: Bu söylemde görünürde ‘temel kurucu’ olan
bir kalıbın ortaya çıkarılması, kalıbın ‘açıklamaya’ çalıştığı m anzara­
nın ayrılmaz bir parçasıdır; m anzaranın anlamı temel kurucu kalıbın
ortaya çıkarılmasına dayanır ve bununla sıkı sıkıya bağlıdır.
Düşünümselliğin en iyi örneklerinden biri W ieder’in ‘m ahkûm ku­
ralları’ çalışmasında bulunabilir.61 Gerçekten de, buradaki argümanla
W ieder’in geliştirdiği arasında önemli paralellikler var. W ieder ‘m ah­
kum rehabilitasyon merkezi’ sâkinlerinin eylemlerinin (bizim örneği­
mizde, bilim insanlarının eylemlerinin) sosyolojik olarak bir kurallar
(çıkarlar) setinin varlığına başvurarak açıklanabileceğini savunur.
Ancak herhangi bir belirli eylemle bu eylemin uyduğu söylenen kural
(çıkarlar) arasındaki mütekabiliyeti tanımlamanın ilkesel olarak red­
dedilebilir olduğunu da gösterir. Dahası, kurallar (çıkarlar) sıklıkla
birbiriyle çatışan eylem yollarına gönderm e yaparlar; yani, belirli bir
eylem bir kuralı ihlal etse de, başka bir kural tarafından yönlendiri­
liyor olarak ‘açıklanabilir’. Eylemin ‘kural tarafından yönlendirilen
karakteri’ düşünümseldir, çünkü aynı anda, eylemin doğasını ve uy­
duğu söylenen kuralın yorumlanmasını değiştirmektedir.62 Mulkay da
benzer şekilde bilimsel eylemin temel kurucu kurallar (özel olarak,
bilim normları) çizgisinde anlaşılmasının yorum ve çelişki zorlukları­
na yol açtığını vurgulamıştı.63 Daha önemlisi, W ieder de, Mulkay da

60 Garfinkel, yukarıdaki 4. dipnot, Bölüm 3, özellikle 94 ve sonrası.


61 D.L. Wieder, ‘Telling the Code’, içinde: R. Turner ( e d , Ethnomethodology
(Harmondsworth, Middx.: Penguin, 1974), 144-72.
62 Wieder’in çalışması hakkındaki yakın zamanlı incelemesinde Leiter de ku­
ralların sosyologlar tarafından nedensel unsurlar olarak kullanılması açısın­
dan düşünümselliğin empirik sonuçlarına dikkat çekmektedir: bkz. K. Leiter,
A Primer on Ethnomethodology (Oxford: Oxford University Press, 1980),
özellikle 198-200.
63 M.J. Mulkay, ‘Interpretation and the Use of Rules: The Case of the Norms
of Science’, T.F. Gieryn (der), Science and Social Structure: A Festschrift for
Robert K. Merton, Transactions of the New York Academy of Sciences, Series
II, Cilt 39 (1980), 111-25.
eylem ile temel kurucu kalıp (kurallar, normlar, veya örneğimizdeki
gibi, çıkarlar) arasındaki mütekabiliyet sorununun, katılımcıları ciddi
biçimde ilgilendiren bir mesele olduğunu kaydetmişlerdir. Buradaki
program kurucu içerim şudur: Sadece bu tür mütekabiliyetlerin düşü-
nümsel olmayan bir şekilde önerilmesine girişmekten ziyade, eylemler
ile temellerinde yatan kalıplar arasındaki mütekabiliyetin pratik idare­
si hakkındaki kavrayışımızı geliştirmeliyiz.
Garfmkel, değerlendirmeler hakkmdaki özsel düşünümselliğin
bunları geliştirenler için ‘ilginç olmadığını’ söyler.64 Ben bundan şu­
nu anlıyorum: Değerlendirme pratiği, başarıya ulaşmak için, ‘temel
kurucu kalıp’ ile muhasebesi yapılacak m anzara arasındaki içsel karşı­
lıklı bağımlılığın sürekli olarak inkârına ihtiyaç duyar. Şu anki tar­
tışmamıza bunu tercüme edecek olursak, başarılı bir argüm an için
açıklanacak şey ile açıklayan şey arasındaki kurucu karşılıklı-ilişkiyi
‘ötelemek’65 gerektiğini söyleyebiliriz. Başka bir deyişle, bir sav ile­
ri sürmenin hayatî olmasa bile önemli bir özelliği (ki özelde bilimsel
savlama için haydi haydi geçerlidir), açıklanan ve açıklayan arasında
bir bağımsızlık elde etmek gerektiğidir; elimizdeki örnekte, aktörlerin
arzuları, kendilerini yaratan eylemlerden bağımsızlarmış gibi gösteril­
melidir. Ancak o zaman arzuların önsel varlığı savlanabilir ve böylelikle
eylemlerin bu önceden varolan arzulardan kaynaklandığı söylenebilir.
Çıkarların bağımsızlığı nasıl gerçekleştirilebilir? Çıkar modelli
açıklamaların bu özelliğine, nöroendokrinoloji alanında olguların inşa
edilme süreciyle ilgili taze bir tartışmayı hatırlatarak ışık tutabiliriz.66
Tipik olarak olgu inşaatı üç safhadan geçer. İlk olarak bilim insan­
ları farklı spekülasyon dereceleri olan önermeleri ele alırlar. Bununla
birlikte ikinci olarak, belirli bir önerm enin istikrarlı bir biçimi aşama
aşama tesis edilirken, önermeyi artık sadece bir önerm e değil, bir şey
hakkında bir önerme haline getiren bir dönüşüm gerçekleşir. Keli­
melerin bir araya getirilmesi, gerçek dünyada bir gösterilen yaratarak
söylem içinde değer kazanır. Gerçek dünyaya ait nesne böylece öner­
me sayesinde vücuda getirilmiş olur: Bir ayrıştırma süreci üzerinden
önerme, ‘hakkında’ olduğu ‘nesne’den hem ayrık hem de bağımsız
hale gelir. Üçüncü safhada bu ilişkinin tersine çevrilmesi söz konusu­
dur: ‘Nesne’ her zaman var olagelmiş bir entiteye dönüşür ve daha da

64 Garfınkel, yukarıdaki 4. dipnot, s. 7.


65 ‘Ötelemek’ terimini bu tartışmanın geri kalanı boyunca pek hantal olan
‘arka plana atmak’ terimi yerine kullanıyorum.
66 Latour ve Woolgar, yukarıdaki 28. dipnot, s. 174 ve sonrası.
önemlisi, nesnenin önsel varlığının nesne ‘hakkındaki’ önermeyi orta­
ya çıkardığı kabul edilir. Ö nerm e nesnenin inşasının temeli olmaktan
çıkar, artık nesnenin ‘gerçek’ bir karakterini yansıtmaya çalışan bir
‘rapor’ olarak görülür.
MacKenzie’nin değerlendirmesinde karşımıza ilk olarak Yule ve
Pearson’ın yayımlanmış çalışmaları çıkarılır. Değerlendirme ilerledik­
çe bu çalışmaların MacKenzie’nin temel kurucu çıkarları çıkarsadığı
zemin olduğunu görürüz; bu istatistik yayınlarının Yule ve Pearson’m
çıkarlarının ‘varlığı’na ışık tutması sağlanır. Böylece bu yayınlardaki
savlar sadece savlar olarak sunulmaz, bir amaç için üretilmiş savlar
olurlar. Bu da, savlarla amaçların (çıkarların) analitik olarak ayrı iki
şey halinde görünmesini sağlar. Son olarak, Yule ve Pearson’m eylem­
lerinden (yayımlanmış savlarından) inşa edilen çıkarların, bu eylem­
lerin öncülleri olduğu söylenir: ‘Pearson ve Yule’un farklılaşan bilişsel
çıkarları konumlarının bağdaşamaz olmasına sebep oldu.’61
Bu retorik dönüşüm, çıkar modeli açıklamasının başarısı için ol­
mazsa olmaz gözükmektedir. Bir ayrıştırma olmadan bilimsel eylemle
onun ardındaki arzu, Garfinkel’in gösterdiği üzere, birbirine ayrıl­
maz biçimde bağlıdır. Bu ise yeterli bir nedensel açıklama için zemin
oluşturm aktan çok uzaktır. Ek olarak, açıklayanın (temel oluşturan
arzular) basitçe açıklanan (bilimsel eylem) tarafından yaratıldığı suç­
lamasından sakınmak için tersine çevirme zorunludur: Bu da, m ate­
matiksel bir ispatta cevabı varsaymak gibi bir şeydir.68 Tersine çevir­
me olmadan, eylemlerin temel kurucu arzuların göstergesi olduğunu
kabul etmek ve devamında bu arzuların bilimsel eylemlerin ardındaki
rehber olduğunu bildirmek mümkün olmayacaktır.
Elbette yukarıda önerilen algoritmanın uygulanması, karşımıza
çok seyrek olarak burada önerdiğim kadar dolaysız çıkar. MacKen-
zie’ninki gibi uzmanlaşmış uygulamalarda döngüsellik kuşkusu, ya da
daha açık ifade edersek, kuşkunun başarılı bir biçimde defedilmesi,
çok daha az dolaysızca belirgindir. Burada çıkar modeli açıklaması­

67 MacKenzie, ‘Statistical Theory...’, yukarıdaki 34. dipnot, s. 52 (vurgu ba­


na ait).
68 Tabii ki, bu benzetme tam isabetli değildir, zira cevabı varsaymayan mate­
matiksel ispatlarda açıklayan ve açıklanan arasında düşünümsel bir karşılıklı
bağlantı olmadığını imâ etmektedir. Benim söylemek istediğim bu tür karşılıklı
bağların, neticede hatalı oldukları söylense bile, tüm açıklamalarda bulundu­
ğudur. Steven Yearley’e bu noktaya dikkat çektiği için teşekkür borçluyum.
nın, döngüsellik olasılığının belirginliğini öteleyen veya asgariye indi­
ren üç özelliğinden daha kısaca bahsetmek istiyorum.
4. ‘Eylemin çoklu tezahürleri, çıkarların bağımsız varlığını olumlar’
Yukarıda eylemle arzu arasındaki, inşa edilmiş her tür ‘rasyonel’ bağ­
lantının ilkesel olarak reddedilebilir olduğunu tartıştım; yani, belirli
bir eylem örneğinin temeli olarak her zaman alternatif bir arzu öne­
rilebilir. Pearson’ın Yule’a yönelttiği eleştiri örneğinde dik kafalı olma
arzusu, mevcut istatistik teorisi ile âzamî analoji kurma arzusuna bir
alternatif olarak önerilebilir. Belirli bir arzu tercihini savunmak için
kullanılabilecek bir strateji, temel kurucu arzuyla ilgili başlangıçta
yapılan yorumu ‘desteklediği’ söylenen başka eylem örnekleri ver­
m ektir.69 Böylece MacKenzie’nin değerlendirmesi, Pearson’ın çalış­
malarında ‘istatistik teorisindeki mevcut ilerlemelere, yani korelasyon
ve regresyonun aralık düzeyi teorisine yaptığı göndermelerin baskın
olduğunu’ anlatır bize.70 Okuyucudan, Pearson tarafından üretilen di­
ğer birkaç belgenin yorum undan bu sonucu çıkarması beklenir. Bu
‘yardımcı’ yorumların üretiminde ek birtakım inşa faaliyetinin zorunlu
olarak içerildiği gerçeği çeşitli yollarla hasıraltı edilir. İlk olarak, oku­
yucuya başka kaç tane bilimsel eylem örneğinin (burada, Pearson’ın
diğer yayınlarının) incelendiği söylenmez. Bunun yerine, bu diğer ö r­
nekler tek bir kategori ile tanımlanır, ‘Pearson’ın çalışmaları’ etiketi
ile ve genel yorumla uyuşması açısından bu kategorinin tutarlı olduğu
varsayılır. İkinci olarak, yapılmış olması gereken yorumların inşasına
doğrudan referans verilmez. Yorumların ‘olgusallığı’, yorumlayıcının
aktif iştirakinin asgarileştirilmesi veya ötelenmesi ile güçlendirilir.71

69 Bu tabii ki, bir yorumu tek bir gösterge yerine birkaç farklı gösterge teme­
linde desteklemeyi salık veren sağduyu ilkesini yardıma çağırıyor. Bu fik­
rin sosyologlar tarafından kullanılan versiyonu bazı yöntem metinlerinde
‘çevreleme’ye davet olarak geçer: örneğin bkz., N.K. Denzin, The Research
Act (Chicago: Aidine, 1970), Bölüm 12; H.W. Smith, Strategies o f Social
Research (Englewood Cliffs, NJ: Prentice-Hall, 1975), Bölüm 12. Araştırma­
cılara ‘çevreleme’ nasihati verilirken bu metinler ortaya çıkabilecek yorum
farklılıklarını çözüme kavuşturmak konusunda sessiz kalırlar. Bilim sosyolo­
jisinde çok yöntemli perspektifin pratik sorunları ile ilgili bir başlangıç tartış­
ması için bakınız M). Mulkay, ‘Methodology in the Sociology of Science:
Some Reflections on the Study of Radio Astronomy’, Social Science Infor­
mation, 13 (1974), 107-19.
70 MacKenzie, ‘Statistical Theory...’, yukarıdaki 34. dipnot, s. 49.
71 Bu tema bilimsel literatürde sürekli karşımıza çıkıyor. Örneğin bir Nobel
Ödüllü kişinin kendi keşfi hakkında anlattığı öykünün tarafımdan yapılmış
Bazen yazarlar yukarıda anlatılan tersine çevirme stratejisinin başka
bir çeşidini, yani meselenin olgularının bakmaya tenezzül eden herke­
se açık bir şekilde sunulduğu bir çeşidini kullanırlar (burada aldığımız
örnekte bunu görmüyoruz). Örneğin makalesinin ileriki bir bölüm ün­
de MacKenzie ‘bence [Yule’un] m ektuplarından çıkan...’ şeklinde bir
ifade kullanır.72 Dikkat edilirse MacKenzie, Yule’un mektuplarının
yorumlandığı süreçle çok tâli, tesadüfi bir ilişki kurmuş gözüküyor
burada. Neredeyse bariz biçimde bu etki, kısmen ‘Yule’un m ektupla­
rından çıkarıp inşa ettiğim ...’ gibi bir ifadeden kaçınmasıyla yaratılır.
Üçüncü olarak, farklı eylem örneklerinin çoklu yorumlarının birbirin­
den ayrı olarak yapıldıkları imâ edilir. Başka bir deyişle, her yorumun
bir diğerinden bağımsız olduğu ve bu sebeple bir diğerinden etkilen­
mediği varsayılır. Yukarıda da belirtildiği gibi, yorumları diğer mevcut
yorumlardan, olması gerekene dair beklentilerden vs. tam amen yalıta­
rak üretm ek imkânsızdır: Yorumlama empatik olarak, gözlemler bağ­
lamında tarafsız değildir. Yine de, bu ilkesel zorluk üzerindeki dikkat,
örneğin çoklu yorumlamaların üzerine kurulduğu kaynak türleri ara­
sındaki farklara vurgu yaparak dağıtılabilir. Böylece elimizdeki çalış­
m ada Yule’un altta yatan kişiliği sadece mektuplarından ‘çıkm amak­
tadır’, aynı zamanda ‘onu iyi bilen kişilerin hakkındaki yorumlarından
ve kendi yazılarındaki bazı pasajlardan’ da yararlanılır.73 Dördüncü
olarak, sadece sonuç yorumları seti ‘bağımsız olarak’ yaratılmış ol­
maz, aynı zamanda bu yorumların aynı oldukları da ortaya çıkar. Yani,
her ne kadar kullanılan benzerlik veya farklılık belirleyici kriterlerin
sözü bile edilmese de, her bireysel eylem yorumu aynı temellendirici
kalıbı ortaya çıkarıyor gibi sunulur.
Çoklu yorumlama stratejisinin özel bir örneği, eylemlerle onları
temellendirdiği varsayılan arzular arasındaki zamansal mesafeye özel
bir vurgu yapıldığında ortaya çıkar. Eylemlerle arzuların zaman içinde
ayrılmış olarak sunulması ikisi arasındaki bağımsızlığı güçlendiricidir,
bağımsızlığın gösterilmesi de aralarındaki nedensel ilişkinin yeterliliği
için zemin hazırlar. Böylece Pearson’ın Yule’a yaptığı eleştirinin ardın­
daki sözde arzu ‘hep orada olmuş’ bir arzudur. Bu arzu (yani mevcut
istatistik teorisiyle kurulacak analojileri azamileştirme arzusu) onu
önceleyen eylem baz alınarak önerilir - örneğimizde bu eylem Pear-
son’ın diğer çalışmalarıdır. Açıktır ki Pearson’ın önceki çalışmalarıyla

analizine bakılabilir: Woolgar, ‘Discovery...’, yukarıdaki 28. dipnot.


72 MacKenzie, ‘Statistical Theory . . . ’, yukarıdaki 34. dipnot, s. 69.
73 a.y.
bunların yansıttığı düşünülen arzu arasında bir bağlantı önerm ek aynı
ilkesel zorluğa işaret ediyor. Ama burada muhtemel döngüsellik suçla­
maları ötelenmiştir, çünkü açıklamanın odağı daha yakın zamanlı olan
Yule’u eleştirme eylemidir. Açıklanacak eylem (eleştiri), çıkarsanan
arzunun doğrudan temeli değildir.
5. ‘Eylem ve çıkarlar arasındaki ili§ki aslında nedensel değildir’
Daha önce vurgulandığı gibi, önerilen açıklamada nedensellik yöne­
liminin gücünün çoklukla azaltıldığı görülmektedir. Bunun nedeni;
açıklanan ve açıklayanın birbirinden bağımsızlığı kriterinin önem i­
nin, aradaki ilişkinin nedensel karakteri hakkında güçlü iddialarda
bulunulmadığı zaman azalmasıdır. Örneğin çıkarlar hakkmdaki bir
tartışmanın belirli bilimsel eylem dizilerine ‘ışık tutmaya yardımcı ol-
duğu’nu söylemek, bu eylemlerin çıkarların ‘sonucu olarak ortaya çık­
tığını’ veya eylemlere çıkarların ‘sebep olduğunu’ söylemekten belirgin
derecede farklıdır. Bu meyanda MacKenzie’nin şu yorumları ilginç
biçimde temkinlidir:
Öjenik alanıyla ilgili araştırmalar ile toplumsal çıkarlar arasındaki
muhtemel bağlantılar incelendiğinde... bu soruşturma umarız ki
tercihlere [Pearson ve Yule gibi bireylerin tercihlerine] ışık tuta­
caktır, bize onların nedensel bir değerlendirmesini veremese de.74
Buna rağmen açıklama işinin formatı özünde aynı kalır, ifşa edilen
ilişki hakkmdaki iddialar sonuçta ne kadar temkinli olursa olsun: Bi­
limsel eylemlerin baskın çıkarlar çerçevesinde sergilenmesi, bu açıkla­
ma stilinin tanımlayıcısıdır.
6. ‘Belirlenen çıkarlar bir kolektifin çıkarlarıdır, bir bireyin değil’
Yukarıda önerdiğim algoritmanın uzmanlaşmış kullanımlarının bir
başka özelliği, c ve d adımlarına dayanmasıdır ve bu yalnızca sosyolo­
jik açıklamaya aittir. Eylem ve arzu arasında inşa edilen ilişkinin de­
ğeri, (inşa edilmiş) arzular setinin belirli bir bireysel örneğe gerçekten
uygulanmasının zorunlu olmadığı iddiasıyla azaltılır. Arzular, (genel­
likle bireyler tarafında) gözlemlenmiş çeşitli eylemler temelinde işlenir
ve onların bir arzular seti olarak içsel tutarlılıkları, inşada içerilmiş
olur. Daha sonra bu set, bütün olarak tikel bir kolektife atfedilir. Çı­
karlar zorunlu olarak bireyin çıkarları değildir; açıklanacak eylemin
içinde gerçekleştiği bir toplumsal grubun çıkarları haline dönüşürler.

74 a.g.e., 66.
Her ne kadar bu çıkarların inşası bireysel eylemlerin yorumlanmasına
dayalı ise de, varsayılan nedeni bireysel eylem sahnesinden mümkün
olduğunca uzaklaştırmak ama buna rağmen baskın etkisini vurgula­
mak retorik olarak zorunludur.
Böylece öjenik araştırmalarının ihtiyaçları ile biyometri okulu tara­
fından bağıntı teorisinin geliştirilmesinde tezahür eden bilişsel çı­
karlar arasında bir ilişkinin varlığını kabul etmek akla yakındır,
okulun bireysel üyelerinin tikel güdüleri ne olursa olsun.75
Yule ve Pearson arasındaki tartışmaya dair bir çalışmayı sonuçlandı­
rırken Norton, bu tür bir sosyolojik stratejinin benimsenmesiyle ilgili
çekincelerini şöyle dile getirir:
Kısaca, Pearson’m fikirlerinden çoğunun, kendisini özdeşleştirdiği
grubun itibarını güçlendirdiğini görebiliyoruz. Bu tür bir uyumun
bu fikirleri savunmasını açıklıyor olarak görülüp görülemeyeceği
sorusu bizi, bana kalırsa, bir bireyin düşüncesini onun kendisini
dâhil ettiği grubun çıkarları bağlamında açıklamanın felsefi zorluk­
larıyla karşı karşıya bırakmaktadır.76

Sonuç
Her ne kadar bilgi sosyolojisindeki ‘güçlü program ’ın başlangıç öne­
rileri sosyologların benimsemesi gereken kesin açıklayıcı analiz biçi­
mi hakkında açık olmasa da, daha güncel katkıların çoğunun çıkar
modelli açıklamaları takip ettiğini söyleyerek başlamıştım. Buna göre,
bilimsel bilginin içeriğinin toplumsal karakterini ifşa etme amacı, bi­
lim insanlarının eylemlerini ‘doğuran’ çıkarları ‘belirleme’ programı
olarak anlaşıldı. Özel olarak IG K ’da (a) bilgi içeriğine odaklanma ih­
tiyacı ile (b) bu içeriği çıkarlar çerçevesinde ‘açıklamak’ için, tanım ­
lanmamış bir nedensel tipte formatın benimsenmesi, birbirine karıştı­
rılmıştır.
Bana kalırsa İkincisi ilkinden sonra hayal kırıklığına uğratıcı ve en
iyimser tabirle prem atür bir gelişme. Bilimsel içeriğin analiz edilmesi
gerektiğine hayranlık uyandırıcı bir şekilde dikkatimizi çektikten sonra
bazı sosyologlar ve tarihçiler, çıkarların kullanılmasına çok aceleci bir
şekilde, bu kullanımın nasıl gerçekleştirileceğini, yönetileceğini ve sü r­

75 a.g.e., 62.
76 B. J. Norton, ‘Kari Pearson and Statistics: The Social Origins of Scientific
Innovation’, Social Studies of Science, 8 (1978), 30 (vurgu orijinal).
dürüleceğini anlayamadan, giriştiler. Bu, savlamanın pratik karakterini
temel analitik mesele kılması gereken bilim sosyolojisi alanında özellik­
le önemlidir. En azından, açıklamada içerilen pek çok ‘felsefi zorluk’
türünün pratik idaresini kavramanın ilk adımı olarak, yüksek seviyeli
bir metodolojik düşünme mesaisine kendimizi adamamız gerekir.
Bu makalenin ikinci kısmında empirik bir çıkar açıklaması örneği­
ni inceledim. Çıkarların eylemlerin temeli olarak inşa edilmeleri ve de­
vamında eylemleri açıklamakta kullanılmalarının, ilkece metodolojik
zorluklarla dolu bir açıklama modelini zorunlu kıldığını gösterdim.
Bu zorluklar çeşitli retorik ve savlayıcı stratejilerin kullanılmasıyla
öteleniyor, asgarileştiriliyor veya sonuçsuzmuş gibi gösteriliyor. Be­
nim önerim şudur: Desteklediğim ve çıkar açıklamalarını inceleyerek
deneysel biçimde gösterdiğim türden bir metodolojik kavrayış, top­
lumsal bilim incelemelerinde olumlu katkılar sağlayabilir. Her ne ka­
dar buradaki analizimin özel odağı toplumsal bilim incelemelerindeki
yakın zamanlı örneklerde işe koşulan açıklama şeması olmuşsa da,
aynı analiz stilini doğa bilimlerine de uygulamak açıkça arzu edilir
bir şey olacaktır. Merkezî soru şudur: Bilimsel savlamada içerilen in­
şa işinin karakteri nedir? Daha özel olarak, aşılmaz görülen felsefi
zorluklardan sakınmanın meşru yolları neler olabilir? Diğerlerinin
eleştirel müdahale olasılığını azaltmak amacıyla, sunum araçları nasıl
kullanılır? ‘Daha iyi’ alternatif yorumların her daim olası olması karşı­
sında, bilim insanlarının kendi yorumlarının ‘rasyonelliğini’ düzenli
olarak sağlayıp sürdürmelerini sağlayan hangi tartışma stratejileridir?
Bu tür sorulara ayrıntısıyla eğilmek, hiç değilse, toplumsal bilim ince­
lemelerindeki fazlasıyla istekli sosyolojikleştirme eğilimi yüzünden
ortaya çıkmış mevcut dengesizliği tamir edebilir. Daha da önemlisi,
dikkatimizi bizzat bilimsel bilginin içeriğine yönelten bir programın
potansiyeli, en verimli şekilde bu tür bir yaklaşımla geliştirilebilecektir.
İDEOLOJİ VE BİLİMSEL BİLGİNİN SOSYOLOJİSİ*

W illiam T. Lynch

1970’lerden başlayarak dört başı m am ur bir bilimsel bilgi sosyolojisi­


nin (BBS) gelişmesi, bilimin nesnelliğine ilişkin önceki anlayışların
altını oyarken, aynı zamanda ideoloji eleştirisinin geleneksel zeminini
de kaydırdı. Çağdaş BBS yaklaşımlarının çoğu, güçlü program ın si­
metri tezinin bazı versiyonlarını kabul eder; buna göre doğru/yanlış,
akılcı/akıl dışı ve başarı/başarısızlık gibi geleneksel dikotomilerin iki
yanı da sosyolojik açıklama gerektirm ektedir.1 Bilgi sosyolojisinin
faaliyet alanı tüm bilgi biçimlerini kapsayacak biçimde alındığından,
yalnızca toplumsal neden-sonuç ilişkilerinin ispatlanmasının olumsuz
yargı bildirmek için bir zemin oluşturmadığı, BBS pratisyenleri ara ­
sında genel kabul görm üştür.2 En eleştirel ideoloji görüşlerinin, top­
lumsal nüfuzun doğruluk iddiaları üzerindeki kirletici etkisine kafa
yorduğu ve genellikle ideolojiyi bilimin karşısına yerleştirdiği göz
önünde bulundurulursa, BBS’nin simetri ilkesinin ideoloji suçlamala­

Çeviren: Eren Buğlalılar


’ Orijinal Eser: “Ideology and the Sociology of Scientific Knowledge”, Social
Studies of Science, 24, 2 (1994), 197-227.
1 Bu türden perspektiflerin geniş bir yelpazesinin incelemesi için bkz: K. D.
Knorr-Cetina ve M. Mulkay” (ed.), Science Observed: Perspectives on the
Social Study of Science (London: Sage, 1983). Güçlü programın bir formü-
lasyonu için bkz: D. Bloor, “The Strengths of the Strong Programme,” Philo­
sophy of the Social Sciences, 11. cilt (1981), 199-213.
2 a.g.e.
rını haklı çıkarmak için kullanılan geleneksel yöntemlerin altını oydu­
ğu anlaşılır.3 Barry Barnes, değer biçici bir ideoloji fikrinin BBS ana
akımı içindeki tek anlamlı tartışmasını sunm uştur.4 Bu yazı Barnes’ın
girişiminin iki noktada başarısızlığa uğradığını gösterecektir: G erçek­
ten eleştirel olan bir ideoloji görüşü sürdürülmüş değildir ve görüşleri
daha önce savunduğu simetrik yaklaşımın altını oyma eğilimindedir.
Bu tanıtlamanın ardından, BBS içindeki simetrik yaklaşımlarla uyum ­
lu gerçekten eleştirel bir ideoloji kavrayışı ana hatlarıyla anlatılmış ve
bu kavrayışın empirik ve norm atif analizler bakımından verimliliği tar­
tışılmıştır.
Bizim bilgi anlayışımız ya da onun farz edilen nesnelliği üzerinde
ne kadar özgürleştirici bir etki yaparsa yapsın, BBS’nin bilimin top­
lumsal olarak inşa edildiğini tanıtlamasının, bu bilginin eleştirisi için
bir zemin sağlamakta kullanılmadığını vurgulamak önemlidir. Simet­
ri ilkesinin bilimin sosyolojik açıklamasına imkân tanımasının ortaya
çıkardığı yarılma, onu eleştiri yaparken kullanmayı zorlaştırır, zira
doğru inançlar da yanlış inançlar da sosyolojik açıdan aynı biçimde
açıklanabilirler.5 Aslında, Bloor bu yaklaşımın “ahlâkî tarafsızlığı”nı
vurgulayarak, onun değer biçici olmayan karakterini erdemlerinden
biri olarak gösterir.6 Akılcılığa ilişkin norm atif mefhumların, olası de­
ğerlendirme zeminleri oldukları reddedilir; çünkü bu, sosyologu “hata
sosyolojisi” ile sınırlamak için tutulan bir yoldur.7 Benzer biçimde,
Harry Collins de BBS’nin değer biçici olmayan rolünü vurgulamıştır,

3 D. Bloor, “Wittgenstein and Mannheim on the Sociology of Mathematics”,


Studies in History and Philosophy o f Science, 4. Cilt (1973), 173-91. İdeolo­
jiye yönelik geleneksel yaklaşımların bir incelemesi için, bkz: J. Larrain, The
Concept of Ideology (Londra: Hutchinson, 1979).
4 B. Barnes, Interests and the Growth of Knowledge (Londra: Routledge &
Kegan Paul, 1977). BBS tartışmalarında ideoloji kavramının diğer kullanımı
öncelikle kendi başına çalışmanın içeriğinin herhangi bir veçhesine yönelik
değil, bu çalışmanın hatalı öz kavrayışına yöneliktir. Örneğin bkz: M. Mul­
kay, “Norms and Ideology in Science”, Social Science Information, 15. Cilt
(1975), 637-56.
5 BBS içindeki “simetri” içerimi taşıyan anormatif yaklaşımların bir eleşti­
risi için, bkz: W. T. Lynch ve E. Fuhrman, “Recovering and Expanding the
Normative: Marx and the New Sociology of Scientific Knowledge”, Science
Technology, & Human Values, 16. Cilt (1991), 233-48.
6 D. Bloor, Knowledge and Social Imagery (Londra: Routledge & Kegan
Paul, 1976), 10.
7 Laudan tartışmasına bakınız: L. Laudan, “The Pseudo-Science of Scien­
ce?”, Philosophy of the Social Sciences, 11. Cilt (1981), 173-98; Bloor, yuka-
çünkü bu rol, “saf bilimi neredeyse olduğu gibi bırakır, çoğunlukla
onu yeniden tanımlamakla yetinir.”8 Öteki yaklaşımlar, BBS’nin di­
ğer ilgili tarafların anlatımlarından üstün kabul edilemeyecek, yalnızca
farklı bir anlatım sağladığını vurgulayacak kadar ileri giderler.9 Kısa­
cası burada, BBS’yle uyumlu, değerlendirmeci bir ideoloji kavramına
varmaya dönük Barnes’ın teşebbüsünü ele alacağız. Ama önce, ideo­
loji eleştirisine dönük geleneksel zeminlerin yetersiz olduğunu göster­
mek için, kısmen de BBS araştırması bunların altını oyduğundan do­
layı, ideoloji literatürü incelenecektir.
İlgi alanım, özgürleştirici hedeflere katkıda bulunan bir ideoloji
kavramı tesis etmek olacak. BBS’nin tüm bilginin toplumsal olarak
belirlendiği iddiası doğru kabul edildiğinde, ideoloji kavramı, bireyin,
grubun ya da kolektif refahın zararına olacak biçimde sömürüyü iler­
letmekte, iktidar yapılarını gizemlileştirmekte ya da olası eylem yolları­
nı örtm ekte gayrimeşru bir rol oynayan bilgi biçimlerine uygulanacak
şekilde sınırlandırılmalıdır. Daha yalın ifade edecek olursak, ideoloji
kavramı iktidarla ilişkilendirilmelidir. Bununla birlikte benim m eşru­
luk konularına yaptığım göndermeler, doğruluk ölçütüne yönelik kimi
göndermeleri de geleneksel anlamda içeren ek mülahazalar gerekti­
riyor. Aşağıda göreceğimiz gibi bu mülahazalar, (güvenilir) bilginin
gerçekten kötüye kullanılmaması için dikkat harcamanın gerektiği
yerlerde (BBS’nin yaptığı akıl yürütmelerin ışığında) yararlı değildir
ve hattâ eleştiriyi engelleyebilir. Sözgelimi sosyobiyolojinin ideolojik
öğeler içerip içermediği tartışmasını düşünün.10 Epistemolojik kavra­

rıdaki 1. dipnot; ). R. Brown (ed.), Scientific Rationality: The Sociological


Turn (Dordrecht: D. Reidel, 1984).
8 H. M. Collins, “An Empirical Relativist Programme in the Sociology of
Scientific Knowledge”, Knorr-Cetina & Mulkay (ed.) yukarıdaki 1. dipnot,
85-113, 98 içinde.
9 M. Mulkay, The Word and the World: Explorations in the From of Sociologi­
cal Analysis (Londra: George Allen & Unwin, 1985); S. Woolgar, “Interests
an Explanation in the Social Study of Science”, Social Studies of Science, 11.
cilt (1981), 365-94.
10 Sosyobiyoloji üzerine yapılan tartışma şurada patlak verdi: E. O. Wil­
son, Sociobiology: The New Synthesis (Cambridge, MA: Harvard University
Press’e ait The Belknap Press, 1975). Bu geniş erimli tartışmanın ilgili kay­
nakları arasında bkz: W. R. Albury, “Politics and Rhetoric in the Sociobiology
Debate”, Social Studies of Science, 10. cilt (1980), 519-36; P. Kitcher, Va­
ulting Ambition: Sociobiology and the Quest for Human Nature (Cambridge,
MA: MIT Press, 1985); B. Schwartz, The Battle for Human Nature: Science,
Morality and Modern Life (New York: W. W. Norton, 1986); T. Duster ve
yışlar keşfedilmeye değerdir;11bununla birlikte sorgulanan doktrinlerin
en iyi epistemik ölçütlerimize uyduğunu tespit edebilseydik bile, bu
durum söz konusu bilginin etkileri açısından ideolojik olabileceği ih­
timalini ortadan kaldırmamalıdır. Argümanımızı vaktinden önce söy­
lersek; olası failliğe dair sorular, bizi ilgilendiren meşruluk anlayışına,
kendi başına doğruluk meselelerinden daha uygun düşebilir. İster
doğru olsun ister yanlış, bilgi iddiaları güçten düşürücü olabilir ve bu
da gösterir ki; ideoloji eleştirisi bilimin ya da daha geniş kamusal anla­
mın, yalnızca rahatsız edici bulguları reddetmekle yetinmeden, belir­
tilen iktidar etkilerini en aza indirecek biçimde nasıl değiştirilebileceği
üzerine odaklanmalıdır.12

İdeoloji Kavrayışları
İdeolojiye yönelik iki genel yaklaşım tanımlanabilir: İdeolojik olan ve
ideolojik olmayan biçimler arasında ayrım yapan eleştirel bir kavram
ve ideoloji tanımlamasının herhangi bir eleştiri içermediği tarafsız kav­

K. Garrett (ed.), Cultural Perspectives on Biological Knowledge (Norwood,


NJ: Ablex, 1984); T.C. Wiegele (ed.), Biology and the Social Sciences: An
Emerging Revolution (Boulder, CO: Westview Press, 1982); M.S. Gregory,
A. Silvers ve D. Sutch (ed), Sociobiology and Human Nature (San Francis­
co, CA: (ossey-Bass, 1978); A. Montagu (ed.), Sociobiology Examined (New
York: Oxford University Press, 1980); V. Sapiro (ed.), Women, Biology, and
Public Policy (Beverly Hills, CA: Sage, 1985); A. Leeds ve V. Dusek (ed.), So­
ciobiology: The Debate Evolves, Special Issue, The Philosophical Forum, 13.
Cilt (1981-82), No 2-3; The Rhetoric of Sociobiology, Special Issue, Social
Epistemology, 6. cilt, No. 2 (1992).
" Özellikle bkz: Kitcher, yukarıdaki 10. dipnot.
12 BBS’nin bize öğrettiklerinin ışığında gözden geçirilen epistemolojik husus­
lar hâlâ gündemde kalmaya devam edecektir; eğer bizim pragmatik ölçütü­
müze en iyi biçimde denk düşen bir bilgi biçimi oluşturabilirsek, neden be­
lirli siyasi vargıların bu bilgilerden yararlandığı ve buna ilgi duyan taraflara
daha uygun düşen bilgi biçimlerinin belirsizleştirildiği meselesine enerjimizi
odaklayabiliriz. Bu nedenle, ideolojiyi katı bir biçimde epistemik hususlar
açısından çözümleyen literatürü burada ele almıyorum (bkz. Analytic Social
Epistemology II, Özel Sayı, Social Epistemology, 5. Cilt, No. 3 [1991]), zira
bu bizim neden bazı bilgi biçimlerini ideolojik saymak istediğimiz mesele­
sinde önemli bir yer tutmuyor olabilir. Epistemolojinin rolü konusunda BBS
ışığında yapılmış bir tartışma için bkz: S. Fuller, Social Epistemology (Bloo­
mington, IN: Indiana University Press, 1988); D. K. Henderson, “On the
Sociology of Science and the Continuing Importance of Epistemologically
Couched Accounts’, Social Studies of Science, 20. Cilt (1990), 113-48.
ram .13 Eleştirel kavramda, ideoloji genellikle bilimin (ki tipik olarak
BBS’nin sonradan altını oyduğu bir bilim anlayışına dayanır) karşısına
yerleştirilir ve/veya çarpık sınıf bilinci olarak anlaşılır (“doğru” bilinci
tayin edecek bir ölçütün var olduğunu imâ eder). Tarafsız kavramda
tek başına ideolojinin tanımlanması bir eleştiriye işaret etmez: Doğru
ve yanlış, ilerici ve gerici ideolojiler olabilir. İdeoloji yine de toplumsal
ve siyasal alanla sınırlandırılarak bilimden ayrılmış olabilir. Buna alter­
natif olarak bilimsel olan ve bilimsel olmayan ideolojiler var olabilir.14
BBS ideoloji kavramını işin içine sokmadan tüm bilgi biçimlerinin
toplumsal belirlenimini incelemek için gereken araçlara halihazırda
sahiptir. Bundan dolayı tarafsız kavram BBS araştırmasına pek az şey
katacaktır. Biz eleştiriyi kolaylaştıran bir kavrayışla ilgileniyoruz. Bu­
nunla birlikte ideolojiye ilişkin pek çok eleştirel kavrayış ideolojiyle bi­
limi birbirinin karşısına yerleştirir, ideolojinin bilimin içinde sayılması
engellenir ve bilimde bir sınır ölçütü olduğu imâ edilir. İki seçenek de
BBS araştırmasının en başarılı içgörüleriyle uyumlu değildir.
İdeolojiye ilişkin eleştirel kavrayışın vaat ettikleri de zaafları da
M arx’in paradigmatik anlayışında görülebilir. Fransız Aydınlanma
düşüncesinin ve Alman idealizminin din eleştirilerinden yararlanan
Marx, ideoloji eleştirisinin, idealist bir eleştiriyle uğraşm aktan ziyade
toplumsal dünyada var olan gerçek çelişkileri tanımlaması gerektiğini
vurgulayarak bir yenilik getirmiştir. Larrain bunu şöyle açıklar:

13 Tarafsız bir kavram kullanıyor denilen pek çok kişinin normatif bir teoriden
yoksun olmadığına dikkat çekmek gerekir; ideolojinin normatif yargılamala­
rın yapılmasıyla sonuçlanan ayırıcı bir karakteristik vazifesi görmeyişi bizim
amaçlarımız için yeterlidir. Bu bakımdan özellikle aşağıdaki Althusser tartış­
masına bakınız.
14 Bu V. Lenin’in görüşüdür (bkz: “What is to Be Done?: Burning Questions
of Our Movement’, R. C. Tucker (ed.) The Lenin Anthology [New York: W.
W. Norton, 1975], 12-114): “ideoloji” tarafsız bir terimdir, proleter ideolojisi
ise bilimsel ve ilerici özelliğiyle diğerlerinden ayrılır. G. Lukács, History and
Class Consciousness: Studies in Marxist Dialectics adlı kitabında benzer bir
bakışı sahiplenir, tek farkla ki onun için bütünlük kavramı bilimde olduğun­
dan daha meşrulaştırıcı bir rol oynamıştır (burada Lukács doğa bilimlerini
indirgemeci ve sınırlayıcı bulan Romantik gelenekten esinlenmiştir.) Ayrıca
bkz: A. Gramsci, Selections from the Prison Notebooks (New York: Internati­
onal Publishers, 1971), görünüşe göre burada da tarafsız bir ideoloji kavramı
onaylanır ancak tüm toplumsal bilinç biçimlerini kapsayan ideolojik üstyapıyı
kavramak için çatışan siyasi çıkarların ötesine taşınmıştır ve bkz: D. McLellan,
Ideology (Minneapolis, MN: University of Minnesota Press, 1986), 24-26.
...Marx nihayet içinde yalnızca dini değil, çarpık bilincin tüm bi­
çimlerini barındıran genel bir ideoloji kavramıyla ortaya çıktığında,
sadece olumsuz bir yan anlama vurgu yapmakla kalmıyor, [ideo­
lojinin] tanımına yeni ve can alıcı bir öğe -toplumdaki tarihsel çe­
lişkilere bir gönderme- sokarak onun eleştirel gücünü arttırmış
oluyordu.15
Erken dönem eserlerinde Marx, ideolojiden, çelişkili bir gerçekliğe te­
kabül edecek biçimde, tepetaklak duran düşünce olarak bahsediyor­
d u .16 Marx, daha sonraki eserlerinde, üretim alanında tepetaklak ol­
muş gerçeklik ile ideoloji diyarı arasındaki dolayımı piyasa işleyişinin
sağladığını kanıtlayarak, bilinç ile toplumsal çelişkiler arasındaki bu
ilişkiyi genişletti.17
Marx’in sistemi bir bilim olmayı tasarlıyordu ve ideolojik biçimler
alan gerçek çelişkileri bizzat açığa çıkardığı için, ideolojiye karşı çıkı­
yordu. Bununla birlikte M arx’in bilim anlayışı “tarafsız” bir gözlem
kavrayışına dayanmıyordu, çünkü bilimsel içgörülerde bulunma imkâ­
nını kesinkes proletaryanın çıkarları sağlıyordu. Proletaryanın aldatıcı
görünüşlerin ötesini görmesi için gereken bilgiyi sağlayan bu sistem,
ortaya çıkarken proletaryanın söm ürüsüne neden olan çelişkilerden
yararlandığı için, özünde proletaryaya bağlıydı.18 Marx, ideolojiyi, hem
proletaryanın gerçek çıkarlarının tanınması üzerine inşa edilen hakiki
proleter bilincin hem de bizzat bilimin karşısına koymuştur. Böylelikle
bir taraftan ideoloji, bilimin ya da kanıtlanmış bilginin karşısına yer­
leştirilmiş; diğer taraftan da mevzubahis entelektüel ürünün hizmet
ettiği toplumsal çıkarlarla ilişkilendirilmiştir.19

15 Larrain, yukarıdaki 3. dipnot, 33.


16 K. Marx ve F. Engels, The German Ideology, D. McLellan (ed.), Karl Marx:
Selected Writings (New York: Oxford University Press, 1977), 159-91, 164
içinde. Ayrıca bkz: a.g.e., 195-215 içinde Marx’in Proudhon eleştirisi, The
Poverty of Philosophy ve J. Larrain, Marxism and Ideology (Atlantic Highlan­
ds, NJ: Humanities Press, 1983), Bölüm 1.
17 K. Marx, Grundrisse, McLellan (ed.) yukarıdaki 16. dipnot, 345-87; K.
Marx, Capital (1. Cilt), yukarıdaki, 415-88.
18 Marx, The Poverty of Philosophy, yukarıdaki 16. dipnot, 212.
19 İdeolojinin bu iki boyutuna literatür boyunca rastlanır ve her zaman dikkat­
li bir biçimde ayrıştırılmazlar. A. Giddens, New Rules of Sociological Method:
A Positive Critique of Interpretive Sociologies (New York: Basic Books, 1979)
adlı kitabında, 168. sayfada Engels’in “yanlış bilinç” ifadesinin, “yanlış” keli­
mesinin doğru önermelerin mi yoksa kişinin “doğru” çıkarlarının mı karşısı­
na konduğuna bağlı olarak, ideolojinin iki veçhesi arasındaki bir kaçamağı
Marx’in eleştirel ideoloji kavramı M arksizm’in tarihinin erken
dönemlerinde tarafsız bir kavrama dönüştü, bunun sebebi kısmen
M arx’m ilk dönemdeki el yazmalarına ulaşmanın o sıralar mümkün
olmayışıdır.20 Sözgelimi Lenin, M arx’m kavramının ikinci bileşenine
(toplumsal çıkarlarla olan bağa) odaklandı. Dolayısıyla, burjuva ideo­
lojisinin tam karşısına, ancak hakiki tarih biliminin temelleri üzerine
yerleştirerek M arksizm’in kendisini ideolojik olarak tanımlamaya yö­
neldi.21 M odern Marksistler ve neo-M arksistler ise Marx’in ideoloji
kavramının ya bir yönünü ya da iki yönünü birden tipik bir biçimde
terk ederler ve M arx’in kendi ideoloji eleştirisi için sunduğu temelle­
ri de ipso facto [doğal olarak] terk etmiş olurlar. Habermas gibileri
eleştirel bir ideoloji kavramını muhafaza ederken ideoloji eleştirisi­
nin temeli olarak bilimi terk ederler.22 Onun [Haberm as’m] kavrayışı
(doğa) bilimleri (ni) nesnel manipülasyon ve denetim yetisine sahip
araçsal bir bilim olarak görür; BBS alanında yapılan son çalışmalar
bu konseptin altım oymuştur; araçsalcılığın Bilgiyi O luşturan Çıkar’ı-
nın [Knowledge Constitutive Interest] ötesindeki çıkarlar, artık bilim
alanında düşünülm emektedir.23 Diğerleri ise Lenin’in tarafsız ideolo­
ji kavramının versiyonlarını desteklemeye devam ettiler. Althusser’in
yaklaşımı dikkat çekicidir: İdeoloji tüm toplumsal sınıflarda ve top-
lumlarda bulunuyorken, toplumsal tarihin dışında kalan bilimle keskin

ortaya çıkardığına dikkat çeker. Entelektüel ürünlerin (bilim de buna dâhil­


dir) bir teorisi olarak Marksizm ile, kendisi de bir bilim olan Marksizm’in
konumu arasındaki ilişki konusunda bkz: J. O’Neill, “Marxism and the Two
Sciences”, Philosophy of the Social Sciences, 11. Cilt (1981), 281-302.
20 Larrain (yukarıdaki 16. Dipnot, Bölüm 2, özellikle 54-55), bu dönüşümün
izini sürer.
21 Bkz: Lenin, yukarıdaki 14. Dipnot.
22 f. Habermas, Communication and the Evolution of Society (Boston, MA:
Beacon, 1979).
23 J.Habermas, Knowledge and Human Interests (Boston,MA: Beacon, 1971).
Birazdan göreceğimiz üzere, Barnes’m eleştirel ideoloji kavramını BBS ile
uzlaştırma çabasının izi, bilimde araçsal öngörü ve kontrolün önceliğini kabul
etmesine dek sürülebilir. BBS’nin iletişimsel yeterliliğe dayalı, sınırlanmamış
hakikat arayan anlaşmasının insanların ikna edilme süreçlerini kavramsal­
laştırmak için ulaşılabilir ya da uygun bir usul olmadığını ileri sürdüğünü
göz önünde bulundurursak, Habermas’ın ideoloji eleştirisinin temelinin de
sorunlu olduğu ortaya çıkar. Bu ikinci meseleyle ilgili olarak bilimin retorik
çözümlemesine ilişkin literatüre bakınız: H. W. Simons (ed.), The Rhetorical
Turn: Invention and Persuasion in the Conduct of Inquiry (Chicago, IL: The
University of Chicago Press, 1990).
bir karşıtlık taşımaktadır.24 Burada savunulması m üm kün olmayan bir
bilim görüşüyle -h em bilimin toplumsal bir teşebbüs olduğu anlayışı
hem de hakiki bir ideoloji eleştirisi terk edilmiştir—birleşen tarafsız bir
ideoloji kavramı elde ederiz.25
M arksist geleneğin dışında hem eleştirel hem de tarafsız ideolo­
ji kavramlarına rastlanır ve bunlar yine savunulması m üm kün olma­
yan toplumsal neden sonuç ilişkisi ve bilim anlayışlarına sahiplerdir.
M arksist gelenekten etkilenen M annheim, bilime karşıt ve toplumsal
konum un sınırlamalarının neden olduğu çarpıtmalarla ilişkili olan bir
eleştirel ideoloji kavrayışına ulaşmaya çalışır. Doğa bilimleri ve m ate­
matik hariç tüm fikirlerin toplumsal köklerinin olduğu düşünülür ve
“ütopya” hiç var olmamış düzenlemeleri öncelerken, ideoloji de m o­
dası geçmiş toplum kavrayışlarının savunulması olarak nitelendirilir.26
Toplumsal alandaki tüm fikirlerin, onları üreten tarihsel koşullarla iliş­
kili olarak değerlendirilmeleri gerektiği için “ilişkisel” olarak anlaşıl­
maları gerekir ki böyle olunca matematiğin ve doğa bilimlerinin telkin
ettiği evrensel kabul iddiasından söz etmek mümkün olmaz. İdeoloji
burada kendi zamanında geçerli olsa da artık uygulanabilir olmayan
bir norm un ya da inancın yaşamaya devam etmesi demektir.27 Kendi
şartlarına uygun olan fikirler bile, Mannheim tarafından ideoloji ola­
rak tanımlanmasalar da, toplumsal konumlarının sonucu olarak kendi
alanlarıyla sınırlıdırlar. Bu, M annheim ’ın özel bir toplumsal konum ya
da ideoloji tarafından lekelenmemiş olan nesnel bir toplumsal bilgiye
ulaşmaya kâdir yüzer-gezer bir entelijansiya çağrısı için gerekli olan
arka planı sağlar. Bundan dolayı, M annheim’ın ideolojiyi (meşru ve
“ilişkisel” konumların da bu nesnel toplumsal bilgiye karşıt olduğunun

24 Marksist kampın dışında olmakla birlikte, ideoloji bilimin çekirdeğine ken­


di başına nüfuz edemese de ona daima eşlik eder diyen paralel bir yaklaşım
için bkz: R. Boudon, The Analysis of Ideology (Chicago, IL: The University
of Chicago Press, 1986). İdeolojiler, insan akılcılığına karşı değil onun vası­
tasıyla benimsenirler.
25 L. Althusser, Lenin and Philosophy and Other Essays (Londra: NLB,
1971). Bir tartışma ve eleştiri için bkz: N. Geras, “Althusser’s Marxism: An
Account and Assessment’, New Left Review, 71. Cilt (1972), 57-86.
26 K. Mannheim, Ideology and Utopia: An Introduction to the Sociology of
Knowledge (New York: Harcourt Brace, 1936), Bölüm 2.
27 Ödünç verilen para üzerinden kâr elde etmenin yasaklanması konusunda
Mannheim’ın yaptığı tartışmanın iyi bir çözümlemesi için bkz: Boudon, yu­
karıdaki 24. Dipnot, 43-52.
bilinciyle) toplumsal sınırlamalardan kaçarak, hem toplum un hem de
bilimin karşısına koyduğunu ileri sürm ek yanlış olmaz.28
BBS’nin sonuçları, bilime atfedilen ilişkisel olmayan niteliğin altı­
nı yine oym uştur.29 İdeolojinin yürürlükteki toplumsal düzenlemeler
karşısında bir “geri kalma” olarak tanımlanması fikrî zorluklarla dolu­
dur ve önceki toplumsal düzenlemelere başvuran bir norm atif yakla­
şımın m eşru olabileceği olasılığını dolaylı olarak reddeder. Dahası
nesnel bilgiye ulaşmak için tüm hâkim çıkarlardan vazgeçen bir sınıfın
m üm kün olabileceği olasılığı tehlikeli değilse bile, aldatıcı görünm ek­
tedir. İlginçtir ki; “ilişkisel yaklaşım”ına karşın, M annheim’m bilgi
sosyolojisinin kendi yetersiz “simetrik” doğasını gözler önüne seren
şey yine onun sınıfsız entelektüel çağrısıdır. M annheim başka çıkar
yol kalmayınca, bilimin ve “asosyal” toplumsal bilginin meşru olabil­
mek için topluma bulaşm aktan kaçmasını gerektiren bir “hata sosyo-
lojisi”ne başvurur.30

28 Marjinalliğin ve siyasi bağımsızlığın ideolojinin üstesinden gelmeye yardım


edebileceğini kabul ederken, entelektüel elitlerin ideolojiden bağımsız bilgi
sağlamak konusunda güvenilmez olduğu, çünkü bilimsel tartışmaların ideo­
lojik tartışmaları da içerdiği uyarısını yapan, ideoloji üzerine bir tartışma için
bkz: J. Gabel, “Is Nonideological Thought Possible?”, N. Stehr ve V. Meja
(ed.), Society and Knowledge: Contemporary Perspectives in the Sociology
of Knowledge (New Brunswick, NJ: Transaction Books, 1984), 25-33. A.
Gouldner, The Dialectic of Ideology and Technology: The Origins, Grammar
and Future of Ideology (New York: Seabury Press, 1976) özellikle bu konuya
ilişkindir. “Is All Social Knowledge Ideological?” başlıklı yazısında [Stehr &
Meja (ed.), yukarıdaki, 35-49] P. Ansart, toplumsal düşüncenin çeşitli ideo­
loji düzeylerinin üstesinden gelmek konusunda oynayabileceği rolü vurgular­
ken, ideolojiden kaçınılabileceği konusunda şüphelidir.
29 Bloor’un matematiksel bilginin toplumsal kökenleri hakkındaki tartışması­
na bkz. yukarıdaki, 3. dipnot.
30 Mannheim (yukarıdaki 26. dipnot, 310), “bir tarafta maske düşürücü ide­
olojiler sorunu ile diğer tarafta bilgi sosyolojisi” arasında ayrım yapmakta ba­
şarısız olduğu için Lukacs’ı eleştirmesine rağmen bu böyledir. Pek çok benzer
soruna, eleştirel bir ideoloji kavramı ileri süren diğerlerinde, Parsons’da ve
Bell’de rastlanabilir; bkz: T. Parsons, “An Approach to the Sociology of
Knowledge”, Transactions of the Fourth Congress of Sociology (Milan, 1959),
25-49; D. Bell, The Coming o f Post-Industrial Society (New York: Basic Bo­
oks, 1973). Tarafsız bir ideoloji kavramının Marksist olmayan savunucuları
da sorunlu ayrımları yeniden üretirler. Örneğin, D.C. Apter (ed.), Ideology
and Discontent (New York: The Free Press, 1964), 25-49 içindeki “Ideology
as a Cultural System” adlı yazısında C. Geertz, tüm toplumsal inanç sistem­
lerini “sembolik eylemi” geliştirmek konusundaki rollerine göre ayırır, bu ne
Demek ki mevcut durum , ideolojinin aynı biçimde hem norm atif
hem anorm atif kavrayışlarının altını oyarken, büyük ölçüde anorm atif
olan bir araştırm a programını BBS’ye dâhil eder. Buradaki ironi şudur
ki; BBS içindeki çoğu yazının kendi kendinin bilincindeki radikalliği,
BBS araştırmacılarının norm atif düşünüşün sağladığı motivasyondan
hiç de yoksun olmadıklarını imâ etmektedir. Görünen odur ki BBS
kısmen, bilimi dahi eleştirel incelemeye tâbi kılabilme kaygısıyla gü­
dülenmiştir. Simetri, bu noktanın akılda tutulmasını zorlaştırmıştır.
Bir bilim eleştirisi yerine, bilimsel bir öz-anlayışın (Collins), bilime
yönelik felsefi yaklaşımların (sözgelimi Bloor) veyahut da bilim öğren­
cisinin (Mulkay, Woolgar) eleştirisini elde ederiz. Bu arada, ideolojiye
yönelik teorik çalışmalar da BBS araştırmasına az, ilke olarak sim et­
riye ise daha da az önem vermektedir. Barnes, BBS’yle uyumlu dört
ideoloji kavramı ileri sürer. Bununla birlikte, yapılacak bir sorgulama
bunun üç aslî hatadan m ustarip olduğunu ortaya koyar: Statükoyu
(eleştirmekten ziyade) güçlendirme eğilimi; simetri prensibinin (özel­
likle araçsalcılığa yaptığı vurgu aracılığıyla) altının oyulması; ve (eleş­
tirinin alanını ciddi olarak kısıtlayan bir biçimde) kötü niyetli davra­
nışa yapılan vurgu.

Barnes’ın İdeoloji Kavrayışı


Barnes; M annheim, Lukács ve Habermas eleştirisi üzerinden sim et­
riyle uyumlu bir ideoloji kavrayışı ileri sürmeyi tasarlamıştır. Barnes,
Mannheim’m etkin olmaktan çok tefekkür niteliğinde olan ve m ate­
matikle bilimi toplumsal neden sonuç etkilerinin dışında bırakmakla
kalmayıp aynı zamanda çekişme halindeki bilgi iddialarını hakikate
kısmen ulaşmak olarak yorumlayan bilgi anlatımını eleştirir. Buna gö­
re çıkarlar, yalnızca çıkardan-bağımsız bir entelektüeller sınıfının ü s­
tesinden gelebileceği sınırlı bir geçerliliğe neden olurlar.31 Barnes’a
göre Lukács doğru bir biçimde bilginin elde edilmesinde pratiğin ro­
lünü vurgulamış ama gerçekliğin bütünselliğinin ancak pratiğin sı­

hakikat ölçütüne uyar ne de değerlendirmeci bir bakıştır. Eleştirel olmayışının


ötesinde, ideolojiyi sorunlu bir zemin üzerinde bilimin karşısına yerleştirir; bi­
limin kendisi yorumbilimsel bir girişim niteliği taşıyormuş gibi gösterilir, bkz:
P. Heelan, Space-Perception and the Philosophy of Science (Berkeley, CA:
University of California Press, 1983). Geertz’in genelde ideolojiyi kültürle
bir tutmasına ilişkin bir eleştiri için bkz: D. LaCapra, Soundings in Critical
Theory (Ithaca, NY: Cornell University Press), Bölüm 5.
31 Barnes, yukarıdaki 4. dipnot, 1-2, 2-10, 3.
nırlanmadığı bir toplumda bilinebilir olduğunu ileri sürerek simetrik
yaklaşımın gerisine düşm üştür.32 Yine Barnes’a göre Habermas, bi­
limsel bilginin araçsal öngörü ve denetime yönelik Bilgiyi Oluşturan
Çıkar’a (BOÇ) bağlı olduğunu vurgulayarak M annheim ve Lukacs’ın
yaklaşımını düzeltmiştir; bilim elbette bu çıkarın bir sonucu olarak
doğa hakkında en yüksek bilgi biçimine erişir. Haberm as’ın yanılgı­
sı, der Barnes, farklı bilgi tiplerine götüren yorumbilimsel ve eleştirel
BOÇ’ları aynı kefeye koymasıdır. Bunlar gerçekten (tarih için göster­
meye çalıştığı üzere) araçsalcı yaklaşımlara indirgenebilir, böylece di­
ğer tikel çıkarların kurucusu olmaktan ziyade yardımcısı olarak işin
içine dâhil edilebilirler. Barnes, yorumbilimin bağımsız bir gerçekliğin
akılcı bir değerlendirmesini ihtiva ediyormuş gibi görülemeyeceğini
ileri sürer; bu göz önünde tutulduğunda, gerçekten “sınırsız” bir oy­
birliği makul değildir.33 Dahası, post-pozitivist bilim felsefesi, doğa
bilimlerinin kendisinin kesin olmayan, karşılıklı anlaşmaya dayanan
ve yorumbilimsel bir doğaya sahip olduğunu ileri sürer.34 Bu nedenle
Barnes’a göre,
[b]undan da anlaşıldığı üzere, bilginin “çıkardan bağımsızca değer-
lendirilmesi”ne yapılan gönderme çoğu bağlamda, “öngörü ve de­
netime temel olan sahici bir çıkar açısından yapılan değerlendirme­
nin” pratikte eşdeğeri olarak alınabilecek kâfi derecede zararsız bir
formülasyondur.35
Barnes, bu formülasyon göz önünde tutulduğunda, aynı zamanda do­
ğalcı olan bir eleştirel ideoloji kavramının ne ölçüde mümkün olduğu­
nu incelemeyi amaçlar. İlk olarak, M arx’ın ekonomi politik eleştirisi­
nin, “piyasa” soyutlamasına yapılan bir vurgunun araçsal etkililikten
yoksun oluşu nedeniyle ortaya atılmış bir sav olarak anlaşılıp anlaşı­
lm ayacağını gözden geçirir. Bununla birlikte Barnes, tüm soyutla­
maların (anatomistin ‘kol’ anlayışı gibi) belirli ilgilere dayanan sınırlı
değişkenleri alıp kullandığını, dolayısıyla bunun ideoloji eleştirisi için
bir zemin olamayacağına dikkat çeker.36
Barnes sosyolojik olarak anlamlı bir ideoloji kavramının sağlanabi­
leceğini, sağlanması gerektiğini ama bu kavramın, olumsallığına yapı­

32 a.g.e., 11.
33 a.g.e., 13, 13-19, 17.
34 a.g.e., 18-19.
35 a.g.e., 91, dipnot 21.
36 a.g.e., 30.
lan vurgu vasıtasıyla tüm bilgilere uygulanmaması gerektiğini, daha
çok iki bilgi türü arasında ayrım yapması gerektiğini savunur. M arx’ın
“Artı Değer Teorileri”nden yararlanan Barnes ideolojik belirlenimin,
haklı çıkarma ihtiyacı ile doğal çıkarın yolu kesiştiği zaman işin içine
dâhil olduğunu ileri sürer.37 Doğal, araçsal çıkarlar diğer kaygılarla
çakışınca, örneğin bilginin ilerletilmesi konusunda hissedilen kaygı,
diğer insanları kendi çıkarlarından ziyade bunu önerenin çıkarıyla
aynı doğrultuda davranmaya yönelttiğinde, ortaya ideoloji çıkar.38 Bu
açıklamalar yalnızca yeteri kadar güvenilirlik varsa, araçsal hedeflerin
olduğu varsayılıyorsa toplumsal çıkarlara hizmet edebilir:
Bundan dolayı, bilginin ideolojik olarak belirlendiği her yerde, onu
üreten ya da besleyen bir çıkarın, ya da, başka bir şekilde ifade
edecek olursak, söz konusu bilginin aslında çözüm sunacağı bir
sorunun başka bir kılığa büründürülmesi ya da hasıraltı edilmesi
vardır... Bilgi ya da kültür hasıraltı edilmiş, onaylanmamış, gayri­
meşru çıkarlar tarafından ne ölçüde yaratılmış, kabul edilmiş ya da
beslenmişse o ölçüde ideolojik olarak belirlenmiştir.39
Barnes doğalcı ve münasip bir şekilde alçaltıcı olduğu için, öte yandan
da kavramı kullananlar açısından ayrıcalıklı bir erişim iddiasına sahip
olmadığı için bu ideoloji kavramını onaylar. Bireysel inanca ilişkin hiç­
bir şey ideolojinin damgasını taşımaz, bununla birlikte:
Kişi bir inancın kendisini inceleyerek ya da onu sözde tanımladığı
gerçeklikle karşılaştırarak ideolojik belirlenimin hissedilir bir etki­
sini keşfedemez. Hangi ideolojik işlevi yerine getirmek için yaratıl­
mış olursa olsun, bir inanç gerçekçi bir perspektiften araçsalcı bir
perspektife geçerek de kendi hakiki doğasını yansıtamaz, böylelikle
diğer tüm şeyler için de kullanışsız bir kaynak haline gelir.40
G örünüşe göre Barnes, bu türden çarpıtıcı çıkarların bilinçli olarak
ortaya konulmasını beklemektedir: Asıl mesele görünüşe göre, araçsal
öngörülere yönelik “iyi niyetli” girişimlerdir. Bundan dolayı, Barnes bir
ideoloji testi olarak eşbiçimliliği reddeder çünkü önceden kestirmeye
ve kontrol altına almaya yönelik iyi niyetli çabalar, farkında olmadan

37 a.g.e., 31-32.
38 a.g.e., 33.
39 a.y.
40 a.y.
hâkim m etaforlardan ya da analojilerden yararlanıyor olabilir.41 Belki
de (BOÇ’daki çarpıtmaların olası olduğunu imâ eden) araçsalcılığın
BOÇ mefhumuyla ilişkili olarak Barnes’ın kendi ideoloji kriterinin işe
yaraması için bilinçli çıkarları varsayması gerektiğini görebiliriz: “Bu
eşbiçimliliklerin ne dereceye kadar araçsal ya da hasıraltı edilmiş top­
lumsal çıkarların ürünleri olduğu meselesi daha fazla araştırm a gerek­
tiren bir konudur; eşbiçimliliğin yalnızca var olması kendi içinde bir
şeyi açıklamaz.42 Hakiki araçsal çıkar hâlâ mevcut m etaforlardan ve
analojilerden yararlanabildiği için (Barnes’ın BBS’sinin asıl mesele­
si!), “hasıraltı edilmiş toplumsal çıkarlar” yalnızca bilinçli olarak for­
müle edilmiş çıkarlara hizmet eden eşbiçimlilikler inşa etmeye yönelik
bilinçli girişimlere atıfta bulunabilir. Barnes ideolojiyi tanımlamak için
W eber’in “erklärendes Verstehen” [açıklayıcı anlama] önerisine benze­
yen ve öznelerarası denetleme ve tekrarlanabilirliğe m uktedir olan bir
“öznel, deneysel yaklaşım”ın kullanılmasını savunur.43
Bu yaklaşımın içerimleri, sağlam bir normatif yaklaşıma göre olum ­
suzdur; çünkü Barnes, ideolojik matematiğin uygun bir denetlenmesi
bakımından, sözgelimi, “normal matematik pratiğine” güvenir.44 Oy­
birliği [konsensüs] arayışının standartlaştırılması meşrulaştırma ola­
rak telâkki edilir, oybirliği sürecinin kendisine yönelik bir eleştiriye
hiçbir rol verilmez. Barnes bu yaklaşımı benimseyebilmektedir çünkü
ilgili art-alan bilgisinin temelde sınırlanmamış olacağını varsaym akta­
dır. Bu nedenle:
Görev basit ve oybirliği yaratıcı bir görev olacaktır; bu alandaki
matematiksel yordamlar kayda değer derecede standartlaştırılmış
ve matematikteki sosyalizasyon tarafından standart biçimler içer­
sinde etkin şekilde korunmuşlardır... Ve güçlü bir biçimde tanım­
lanmış yordamları ve yanısıra modern bilimsel disiplinlerin sınırları
açık bir biçimde çizilmiş kültürel kaynaklarını göz önünde bulun­
durursak, böyle inançların nerede normal bilimsel pratikten ayrıl -

41 a.g.e., 35.
42 a.y.
43 a.g.e. Güçlü programda çıkarların muğlâk kullanımının çözümlemesi ve
Barnes’ın araçsalcılığının bir eleştirisi için, bkz: S. Yearley, “The Relationship
Between Epistemological and Sociological Cognitive Interests: Some Ambi­
guities Underlying the Use of Interest Theory in the Study of Scientific
Knowledge”, Studies in History and Philosophy of Science, Vol. 13 (1982),
353-88.
44 Barnes, yukarıdaki 4. dipnot, 36.
dıklarını ve dolayısıyla, nerede bilimsel sonuç kılığına girmiş saklı
çıkarların ürünü olabileceklerini anlamak genelde pratik olarak
mümkündür.45
Bu testin, sözgelimi gerçekten feminist bir epistemolojinin etkisini
ideolojik bir etki olarak tanımlayacağını görmek kolaydır. Barnes, ye­
nilik getiren birinin ideolojisini tanımlamanın zor bir sorun olduğu­
nu kabul etmez -görünüşe göre burada ayrım, yine yeniliği öneren
kişinin bu konuda öz-bilinçli olup olmadığına dayanmaktadır. İde­
olojinin eyleyicinin [aktör] anlatımından doğduğunun vurgulanması,
Barnes’m simetriyi ideolojiyle uzlaştırmasına izin verir. Manipülasyon
ve kontrolün asimetrisinin karşısına “akılcılaştırma ve iknadan elde
edilecek gizli bir çıkar”m konulması, simetrik yaklaşım içinde kabul
edilebilirdir çünkü bu yaklaşım (Barnes’m belli ki doğalcı olmak için
işin içine dâhil etmesi gerektiğini düşündüğü) eyleyicinin yaklaşımını
takip eder.46
Özetlemek gerekirse Barnes, üretilen bilginin sınırlı alanına ya da
çıkarların salt varlığına dayanan bir ideoloji kavrayışını reddeder, çün­
kü her türlü bilgi çıkarlara dayanır ve alanı da, soyutlama süreci saye­
sinde sınırlanır. Daha doğrusu doğal, araçsal çıkarlara, örneğin bilgi­
nin ilerletilmesi kaygısı gibi, diğerlerinin kendi çıkarlarından çok bunu

45 a.y.
46 a.g.e., 38. Barnes kurumsal düzeyi ideolojinin bireysel düzeydeki suçlanma­
larından farklı bir tarzda ele alır; burada önceden yapılmış ayrımlarla olan
bağlantı net değildir: “Koyulan teşhisi haklı çıkarmak için akımın içindeki
tüm bireysel bileşenleri incelememiz gerekmez; çünkü bilginin hasıraltı edil­
miş çıkarları yansıtma derecesi, çıkarların yaratılması ve sürdürülmesine katı­
lan ve kendileri de doğrudan doğruya çıkarlar tarafından belirlenmiş olan
bireysel bilişsel eylemlerin oranına bağlı değildir” (40). Bilginin araçsalcılığın
ötesindeki diğer çıkarlara işaret ettiğini aklımızda tutarsak ([bilinçsiz] meta­
for kullanımı ile öz bilinçli çıkar savunması arasındaki ayrımı hatırlayalım), bu
iddia bilgi ile ideoloji arasındaki ayrımı ortadan kaldırıyor gibi görünmekte­
dir. Burada gereken tek şey çıkar -yüklü bilgi geleneğinin gösterilmesidir-
ama Barnes tüm bilginin bu şekilde yüklü olduğunu vurgulamamış mıdır?
Bu şemaya göre ideolojik bir gelenek içinde çalışan meşru, araçsal olarak
güdülenmiş bir araştırmacı önceden yapılan tüm ayrımlara karşın ideolojiye
bulaşmış olabilir: Dolayısıyla çalışması, her ne kadar takdire şayan ve “çıkar­
sız” olsa da, ideolojik belirlenimden bağımsızdır diye bir tarafa konulamaz.
Yine de hasıraltı edilmiş çıkarların işleyişini yansıtan tüm bir düşünce akışının
bir parçası olarak görülmelidir. Bu kurumsal ayrımı göz önünde bulundurur­
sak, bir simetrik BBS’nin hangi bilgi biçimlerini ideolojik olarak tanımlama­
yacağını görmek zordur.
öneren kişinin çıkarlarıyla aynı doğrultuda hareket etmesini sağlayan
diğer kaygılar müdahale ettiğinde, ortaya ideoloji çıkar. M eşru araçsal
kaygılara bir çözüm sunuyormuş gibi görünme ihtiyacı, gerçek güdü-
lenmelerin hasıraltı edilmesi sonucunu doğurur. Bu güdülenmeler,
söz konusu bilginin diğerleri tarafından ideolojik olmayan bir şekilde
kullanılmasını hüküm süz kılmaz; burada asıl mesele meşru olmayan
çıkarların görünüşte bilinçli olarak var olmasıdır. Önceden kestirmeye
ve kontrol etmeye yönelik iyi niyetli çabalar farkında olmaksızın hâkim
metaforlardan ve analojilerden yararlanıyor olabilir ama bu ideoloji
demek değildir. İdeolojinin tanımlanması “öznel, deneysel bir yakla­
şım” izlemek demektir; burada çözümlemeci, verili bir bağlamdaki bir
inancın benimsenmesinin hangi dereceye kadar hakikaten araçsal bir
çıkarın sonucuymuş gibi görünüp hangi dereceye kadar görünm eye­
ceğini inceleyerek ilerler; böylelikle “ideolojik m atematik” “normal
m atematik pratiği” ile karşılaştırmalı olarak tanımlanmış olacaktır.
Bu çözümlemede başlıca üç aksaklık dikkat çeker: (1) Kavrayış
normal bilimsel pratiğin eleştirisi için zemin sağlamak yerine onu des­
tekler hale geliyor; (2) çözümlemeci, meşru olmayan çıkarlar karşısın­
da sorunlu “araçsal akılcılık” mefhumuna güvenerek, işin içine gizlice
asimetrik bir yaklaşım dâhil etmiş oluyor ve (3) m eşru olmayan çıkar­
ların bilinçli varlığına yapılan vurgu, kavramın etkililiğini ciddi olarak
sınırlıyor. Örneğin, erkek bilim adamlarının el altındaki metaforları
yalnızca sahici bir araçsal araştırma ruhuyla kullanabilme olasılıkları
ölçüsünde, feminist eleştiriyi temel alan eleştirileri reddetmek m üm ­
kün gibidir.47 Barnes simetrik bir BBS için ideoloji kavramını, ancak
onu aynı zamanda “psikolojikleştirerek” ve bilimsel statükonun (eleş­
tirilmesinden çok) savunulması için bir araç haline getirerek koruya­
bilir. Aynı zamanda ideolojinin teşhisini, güdülenmelerin tekrarlanan
öznel yeniden canlandırılmalarına [re-enactmerıt] bağımlı kılar ki bu,
sadece psikolojik zeminlere oturtulduğu zaman inandırıcı olmayan bir
yaklaşımdır.48

47 Buradaki aksaklık (1), bilimin ideolojik olarak tanımlandığı hakiki bir femi­
nist müdahaleye yol açacak gibi görünmektedir. Dahası, pek çok feminist
araçsal öngörü ve denetimin bilimsel pratik için uygun bir amaç olduğuna
karşı çıkacaktır. C. Merchant, The Death of Nature: Women, Ecology, and the
Scientific Revolution (New York: Harper & Row, 1980); E.F. Keller, Reflec­
tions on Gender and Science (New Haven, CT: Yale University Press, 1985).
48 R.E. Nisbett and T.D. Wilson, “Telling More Than We Can Know: Verbal
Reports on Mental Processes”, Psychological Review, 84. Cilt (1977), 231 -59.
Bu yazıda önerilen ideoloji yaklaşımı, güdülenmenin meşru olup ol­
madığını belirleme ya da doğruluk ölçütüne başvurma gibi BBS’nin
sorunlu olduğunu gösterdiği ölçütlerden vazgeçecektir. İdeoloji; bir
ürün ya da süreç olarak anlaşılan ve bilimsel bilgiden gündelik bilgi­
ye kadar uzanan, toplum içinde iktidar eşitsizliklerini sürdürm ek ya
da yaratmakta nedensel bir rol oynayan herhangi bir bilgi türü olarak
tanımlanabilir.49 İdeoloji kavramı kültür, bilim ve siyasetteki anlamlı
uygulamalardan doğabilecek belirli bir takım etkilere işaret eder; bu
etkilerin mutlaka herhangi bir biçimsel söylem analizi aracılığıyla gö­
rünür kılınması mevzubahis değildir.
Böylelikle ideoloji, postyapısalcı “mit” ya da “metafizik” anlatımla­
rından (onlarla örtüşse de) farklılaşır. Sözgelimi, son incelemeler bi­
limsel yöntemi Barthes’in “m it” yaklaşımı açısından çözümlemişlerdir:
Bilimsel yöntem araştırmanın sonucunu, onun üretimiyle bağlantılı
gündelik anlamlardan uzaklaştırır ve böylece aslında tarihsel bakım ­
dan olumsal olan vargıları “doğallaştırır”.50 Eğer bu vargıyı kabul
edersek, tüm ü zorunlu olarak ideolojik olmasa da, bilimsel yönteme
yapılan tüm başvurular mitik demektir. Bilimsel yöntem ideolojik etki­
ye kolaylıkla uyarlanabilen bir retorik biçim olarak göze çarpar; örne­
ğin ırkçı politikanın vargılarını sosyobiyolojinin bilimsel statüsüne ya
da IQ araştırmasına başvurarak belgelendirmek m üm kündür. Yine de
bilimsel yönteme yapılan başvuruların tüm ü bu türden bir etkiye sa­
hip olacak diye bir şey yoktur.51 Bu nedenle, gerçekten ideolojik olan
etkilerin düzeltilmesi için öncelikle bilimsel iddiaların ifade edildiği
dille mi ilgilenmek gerektiği yoksa çok daha sistematik kurumsal deği­
şikliklerin mi gerektiği, ucu açık bir soru olarak kalır. Bu sorunun
cevaplanması, böyle bir ideolojik etkinin aslında nasıl sağlandığının

49 “Toplumdaki iktidar eşitsizlikleri” ifadesiyle kişinin dar bir disipliner bağ­


lamdaki bilişsel otoritesinin güçlendirilmesi ya da zayıflatılmasının ötesine
geçen etkilere gönderme yapıyorum.
50 J.A. Schuster ve R.R. Yeo (ed.), The Politics and Rhetoric of Scientific
Method (Dordrecht: D. Reidel, 1986) içindeki makalelere özellikle de Sc-
huster’in makalesine bakınız; B. Latour ve S. Woolgar, Laboratory Life: The
Construction of Scientific Facts (Princeton, NJ: Princeton University Press,
1986), 54.
51 Roland Barthes’ın mit tartışması ve bunun ideoloji eleştirisiyle olan ilişkisi
için Mythologies (Londra: Jonathan Cape, 1972) içindeki “Myth Today” yazı­
sına bakınız, özellikle 112, 142.
ve bu çıktının engellenmesi için hangi müdahale mevzilerinin etkili
olacağının değerlendirilmesine bağlıdır.
İdeoloji geniş bir -bilim sel, dinsel, estetik ya da ortakduyusal- kay­
nak yelpazesine başvurarak meşruiyet arayan iddiaları da içerebilir.
Bir ideolojinin yalnızca resmî olarak açıklanmış olması dışında açık bir
mantık aramıyor olması bile m üm kündür; etnik azınlıkların doğuştan
aşağı insanlar oldukları iddiası buna bir örnektir. Böyle bir önermenin
oynadığı nedensel rol -savunm asız kaldığı durum larda- çoğu zaman
oldukça sınırlıdır. [Bu ideoloji] G rup önyargısını güçlendirebilir ama
eşitsizlikleri korumak ve güçlendirmek için başka mekanizmalara da
ihtiyaç duyulacaktır -örneğin, esaret, ırk ayrımcılığı [apartheid], fikir
aşılama, ekonomik şiddet ve siyasi baskı. Dolayısıyla tipik bir biçimde,
etkili ideolojiler (iktidarın çıplak olarak uygulanmasına karşıt olarak)
olan biteni belirsizleştirir ya da akılalaştırır, öyle ki, var olan koşullara
prensipte nasıl karşı konulabileceğini ya da bunun nasıl meydana gel­
miş olabileceğini görmek zorlaşır.52 Dahası, eğer ırkçılık, açık ırkçı­
ların inançlarıyla pek az alışverişi olan kurumsal araçlarla muhafaza
edilmekteyse, hele ki bu inançlar bizzat ırkçıların bile baskı altına alın­
m asında rol oynayan bir kurumsal ırkçılığın kapsamını belirsizleşti­
riyorsa, bireylerin ya da grupların yalın önyargıları iktidar ilişkilerini
karartan bir bilgi iddiası olarak kalabilir.
Bu çok uç bir örnektir. Bilim alanında bile olsa, bilgi iddialarının in­
celemeye değer, niyet edilmemiş ve hattâ paradoksal etkileri olduğunu
vurgulamak için sunulm uştur. Üretilen bilginin toptan reddedilmesini
gerektirmeksizin ideolojik öğeleri en aza indiren kurumsal değişiklikler
yapılmasını önerm ek konusunda BBS’nin konum u çok iyidir, çünkü
bilimsel bilgi tüm yönleriyle birden bu türden toplumsal ilişkileri gizle-
yemez. Bu türden bir “tamamlanmış ideoloji” neredeyse imkânsızdır
ve bütünsel bir ideolojik bilgi üretm ek için sınırsız kaynaklara sahip,
bu bilginin çeşitli kullanıcılar tarafından nasıl alımlanacağını tahmin
eden, oldukça akılcı bilişsel aktörlerin içinde yer aldığı bir komployu
gerektirir. Daha doğrusu, bu eyleyiciler, hem malûmatı işleme konu­

52 Akılcılaştırmayla ya da gizemlileştirmeyle kol kola giden açık baskı üzerine


kafa yorulabileceğini reddetmek değil amacım. Bununla birlikte benim öne­
rim ideoloji üzerine araştırma yapılmasıdır, zira keyfi iktidarın zâlim uygula­
malarının dışarıdan bakanlar için bariz ve aşikâr olduğu durumlarda bile bir
eylem planının haklı gösterilmesi ya da akılcılaştırılması baskının kolaylaştı­
rılmasında önemli rol oynar. Örneğin bkz: R. Proctor, Racial Hygiene: Me-
dicine Underthe Nazis (Cambridge, MA: Harvard University Press, 1988).
sunda hem de kendi ifadelerinin gelecekte ne anlama geleceğini kont­
rol ve tahmin etme konusunda karşılaşacakları sınırlılıklar nedeniyle
sıkıntı çekeceklerinden, egemen fikirler basitçe ve tek biçimli olarak
“egemen sınıfın” fikirleri olamazlar, çünkü bilginin kullanılabileceği
alanlar oldukça çeşitlidir.53 Burada taslağı verilen ve bilginin ideolojik
bileşenlerinin bilinçli farkındalığım içermeyen sınırlı ideoloji kavra­
mını kullanarak, bilgi teşebbüslerinin eşitsiz toplumsal ilişkileri tam
olarak nasıl yeniden ürettiği empirik olarak incelenebilir. Farklı bir
toplumsal örgütlenmenin ve farklı gidimli [discursive] pratiklerin, top­
lumsal kaynakların böylesine farklı bir biçimde dağıtılmasını en aza
indirebilecek meşru bilgiler sağlayabileceği olasılığına ulaşılabilir.
iktidar ilişkilerini karartan ideolojik etkilerden “bilginin” tam ola­
rak hangi yönünün sorumlu olduğuna ilişkin bir empirik inceleme
yapılabilir ve bu, bizim ideoloji kavramını bilime uygularken karşılaşa­
cağımız potansiyel paradokstan kaçınmamıza olanak verir. Filozoflar
bilgiyi, geleneksel olarak, herhangi bir bilgi türüne dâhil olan farklı
pratiklerin somut önermelere ve delile dayanan ölçütlere indirgene­
bileceğim imâ eden, doğrulanmış, hakiki inanç olarak düşünm üşler­
dir.54 Bu bakışa göre, sosyobiyolojideki “formda olma haline” [fıtness]
ya da psikolojideki “zekâya” ilişkin bir iddia eğer ideolojikse, bilimin
bu türden iddialara katkıda bulunan tüm yönleri ideolojik bir statüye
işaret ediyormuş gibi görünecektir; çünkü “bilgi” kavramı, bu türden
pratiklerden çıkarılmış ve bir bütün olarak bilimin “yerini almış” olan
bu (haklılaştırılmış, doğru) iddialarla sınırlı hale gelmiştir. Eğer doğ­
ruluk değerleri vasıtasıyla gerekçelendirmeye dayanan bir bilim-ide-
oloji ayrımının yeniden işin içine dâhil edilmesine direniş gösterilirse
(sınırlandırma ölçütünü yeniden işin içine dâhil edecek ve bilim için­

53 N. Abercrombie, S. Hill and B.S. Turner, The Dominant Ideology Thesis


(Londra: Allen & Unwin, 1980). Aktörlerin sınırlanması meselesinin tartış­
ması için bkz: D. Faust, The Limits of Scientific Reasoning (Minneapolis,
MN: University of Minnesota Press, 1984); D. Kahneman, P. Slovic ve H.
Tversky (ed.), judgment Under Uncertainty: Heuristics and Biases (Camb­
ridge: Cambridge University Press, 1982); and A.V. Cicourel, Method and
Measurement in Sociology (Londra: The Free Press of Glencoe, 1964).
54 Bkz: R.M. Chisholm, Theory of Knowledge (Englewood Cliffs, NJ: Prentice-
Hall, 1966). Eğer doğruluğu onaylanmışsa doğru bilginin bilgi için yeter­
li şartları sağlayıp sağlamadığı da bir tartışma konusudur ama bu tartışma
bilgi adayları olarak seçilen şeyleri önemli bir değişikliğe uğratmaz. Bkz: E.
L. Gettier, “Is Justified True Belief Knowledge?”, Analysis, 23. Cilt (1963),
121-123.
deki ideoloji analizini ciddi bir biçimde etkisizleştirmeye meyil edecek
bir bakış açısıdır bu), bu bilgi görüşünün tek alternatifi, bilimin büyük
kısmını baştan aşağı ideolojik olarak sınıflandırmak olacaktır.
Aslında neredeyse tüm bilimsel bilgi türleri ideolojik bir etkisi ola­
bilen daha geniş kapsamlı toplumsal amaçlar için seferber edilebilece­
ği ve genellikle de edildiği için (örneğin mistisizm ve m odern fizik
konusundaki popüler kitaplara bakınız), bilime ilişkin hemen hemen
tüm inançları ideolojiyle bir tutmaya yönelebiliriz. İdeoloji kavramını
eleştirel bir rol oynayabilecek bir biçimde sınırlandırmayı istediğimiz ve
ideolojiyi genel olarak toplumsal belirlenimle eşitlemeyi istemediğimiz
göz önünde bulundurulursa, sonuçta bütün bilimi ideolojiyle eş tutm ak
çok verimli olmayacaktır. Kuşkusuz, bilimde ideolojik etkilere rastla­
mak m üm kündür ancak burada eleştiri [ideolojinin] nerede işe dâhil
olduğunun (en azından geçici olarak) belirlenebileceğini imâ eder.
Çözüm; şeyleştirilmiş, felsefi bilgi kavramını doğalcı ve inşacı bir
bilgi kavramıyla değiştirmektir. Bu durum da “bilgi”, karmaşık bir
pratikten yola çıkılıp, doğruluk değerleri bağlamında hiçbir sorunsal­
la karşılaşmadan çözümlenebilecek bir dizi önermeye düzdeğişmeceli
[metonimik] bir biçimde indirgenmeyecek, bunun yerine, “olguları”
stabilize eden ve laboratuarları genişleten (toplumsal ve maddi) kay­
nak şebekeleriyle ilişkilendirilecektir.35 Bu, bizim hakikat iddialarını
çözümlemekten bir yarar sağlayabileceğimizi reddetm ek değil, bilgiyi
metinsel temsiliyle eşitlemeyi reddetmektir. Kısacası, BBS’yle uyumlu
bir ideoloji kavramının önündeki tarihsel engellere rağmen, inşacılık
ve aktör-şebeke teorisi, ideolojiyi bir şebekenin bütünüyle değil, tikel
öğeleriyle tanımlamamıza imkân tanıyan araçları bize sağlayacaktır.56

55 B. Latour, Science in Action: How to Follow Scientists and Engineers Th­


rough Society (Cambridge, MA: Harvard University Press, 1987), özellikle
219-23.
56 Bu, şebekelere yönelik bütünselci ve teorik-olmayan kavrayışın biraz dü­
zenlenmesini gerektirir. A. Clarke and J. Fujimura (eds), The Right Tools for
the fob: At Work in Twentieth-Century Life Sciences (Princeton, NJ: Princeton
University Press, 1992), 115-48 içindeki P. Taylor, “Re/constructing Socio­
ecologies: System Dynamics Modeling of Nomadic Pastoralists in Sub-Sa­
haran Africa’, böyle bir model sağlar. Ayrıca, Stephan Fuchs, The Professional
Quest for Truth: A Social Theory of Science and Knowledge (Albany, NY:
State University of New York Press, 1992), 14’te Latour’un çözümlemesinin
“teoriye ve açıklamaya yönelik tüm şüphelerine karşın, diğer inşacı gündem­
lere muhalif. ..kendini karşılaştırmalı teoriye vermiş” bir çözümleme olduğuna
dikkat çekilir.
Böylece, doğrudan şebekenin tüm diğer veçhelerini değiştirmeksizin
bu türden öğeleri değiştirmek m üm kün hale gelir. Sonuç olarak ide­
olojiyi bilim şebekesinin tüm veçhelerine eşit biçimde bulaşmış bir şey
olarak görmek gerekmez; ideolojiye m aruz kalan ve kalmayan bilgi
disiplinleri arasında bir sınır ölçütü belirlemeye de ihtiyaç kalmaz. D a­
hası, farklı alımlayıcılar bilimin ürünlerini farklı biçimlerde okuyabil­
diklerinden, bilimin bir parçası, bir grup için ideolojik role sahip ola­
bilirken diğer bir grup için böyle bir rol oynamayabilir. Bilimsel bilgiye
ilişkin şebeke temelli bir bakış bizim şu ikili işlevsellikle baş etmemize
imkân tanır: İlgili şebekenin farklı kullanıcılara farklı şekillerde yayıl­
ma biçimi, belirli bir ideolojik etkiye nasıl ulaşıldığını incelememize
olanak sağlayabilir.

iktidar ve Karşı-Olgusallıklar
Şimdi “bilgi”nin farklı veçhelerinin toplumdaki iktidar uygulamala­
rına yaptığı görece katkının tanımlanmasını sağlamak için iktidarın
kavramsallaştırılmasına yöneliyoruz. Kanımca ideoloji kavramı iktidar
sonucunu doğuran bilgi ürünleri ve süreçlerine gönderm ede bulun­
mak için kullanılmalıdır; bu kullanım, siyaset biliminin siyasi arenada­
ki sarih çatışmalar konusundaki odağının darlığına yöneltilen bir eleş­
tiri yoluyla ortaya çıkmış olan Steven Lukes’a ait “üç boyutlu bakış”
fikrinin değiştirilmiş bir versiyonu bağlamında düşünülm ektedir.57
Bu yaklaşımı ele almaya başlamadan önce, yaklaşımın iktidarın
doğasına ilişkin dört başı m am ur bir anlatım olarak sahip olduğu sı­
nırlılıklara dair birkaç söz söylemek gerekir. Burada ideoloji ve iktidar
arasındaki ilişkiyle ilgileniyoruz ve üç boyutlu yaklaşımın bir versiyo­
nu bu amaç için en uygunu. Son dönemde, özellikle de Foucault’nun
son çalışmalarından esinlenen yaklaşımlar iktidarın yalnızca olumsuz
tarafını vurgulamaktan çok üretken tarafını vurguladılar. Bu türden

57 S. Lukes, Power: A Radical View (Londra: Macmillan, 1974). Üç boyutlu


görüş, çıkar suçlamasına karşı çıkıldığını ve, BBS’ciler gibi dışarlıklıların, işin
içindeki eyleyicilerin aslında güttüklerinin farkında olmayabileceği “çıkarla­
rı” belirleme için bazı zeminlere sahip olabileceğini reddetmeden, [bu suçla­
manın] yorumsal bir esnekliğe tâbi olduğu olgusunu içine alabilecek daha
sağlam bir çıkarlar kavrayışına olanak sağlar. Bu, çözümlemeciye ayrıcalıklı
bir erişim iddiasında bulunması için verilmiş bir izin belgesi değildir; daha
ziyade, aktörlerin kendi çıkarlarına şaşmaz bir erişimleri olduğunu reddet­
mek ve çözümleyicinin, eyleyicilerin, bunlar kafa karıştırıcı ideolojik etkenler
olmasaydı, elde mevcut hangi çıkarlara sahip olabileceği konusunda bir öneri
getirmekte payı olabileceğini ileri sürmektir.
bir odak, iktidarın bizim çıkarlarımıza (bu çıkarlar belirlenmiş de
olsalar) nasıl engel olduğuna ya da, öznelliğin kendisinin tamamen
iktidar tarafından kurulduğunu varsaymak için, önceden var olmuş
bir benliğe nasıl karşı geldiğine ilişkin bir kaygının ötesine geçer. Bu
durum da, sanki hakiki ve “doğal” bir cinsellik varmış da tamamen
olumsuz ve baskıcı bir güç tarafından sonradan deforme edilmiş gibi,
yalnızca cinselliği bastıran bir iktidardan söz edemeyiz. Foucault’ya
göre iktidar, cinselliği ve aslında genel olarak da öznelliği kurar.58
Bu, iktidarı bireylerin ya da grupların mustarip olduğu bir etki ola­
rak anlayanlar için bir m uammadır; zira onlar, iktidarın ortadan kal­
dırılmasının ondan kurtulmaya ve dolayısıyla, muhtemelen, öznelliğin
gelişmesine yol açacağını imâ ediyor gibidirler. Öznellik yalnızca ik­
tidar tarafından kurulabildiğine göre ve iktidarın varlığından önce ki­
şinin kendi çıkarından bahsetmek anlamsız olduğuna göre, [Foucault’
nun anlayışı], kişiyi iktidar rejimleri arasında az-çok keyfi bir seçim
yapmaya terk etmek suretiyle, iktidarı aşmaya yönelik tüm zeminleri
ortadan kaldırır görünmektedir. Ama bu sorun, Charles Taylor’ın işa­
ret ettiği üzere, gerçekte çok daha belirgindir. Foucault’nun tarihsel
içgörülerinin çoğu, Aydınlanma taraftarı hareketlerin kendi sorunları­
na sahip yeni iktidar biçimlerini nasıl sunduğuna ve bu nedenle tam a­
men ilerici bir öykünün anlatılamayacağına odaklanmıştır. Eğer suçla
mücadele için kullanılan kimi m odern “insaniyetli” taktikler işkenceyi
ortadan kaldırmışsa, bunlar aynı zamanda dışsal gözetleme ve m odern
özneyi kendi kendinin polisi yapma biçimini alarak gözetleme ve kont­
rol derecesini arttırm ıştır.59 iktidar asla ortadan kayboluvermez; ne
“ilerleme” kayıp vermeksizin gerçekleşen bir şeydir ne de farklı iktidar
rejimleri tam olarak karşılaştırılabilir.60
Öznelliğin iktidar tarafından kuruluşunu incelemenin taşıdığı de­
ğeri tam amen yok sayıp, bunun yerine, ortadan kaldırılması ilgili kişi­
ler tarafından faydalı olarak görülecek iktidar biçimlerinin insanlara
acılar çektirdiğini kabul etmeyi koymak gerekmez. Taylor’ın da belirt­
tiği üzere,

58 M. Foucault, The History of Sexuality: Volume I: An Introduction (New


York: Vintage Books, 1978).
59 M. Foucault, Discipline and Punish: The Birth of the Prison (New York:
Vintage Books, 1979).
60 D. Hoy (ed.), Foucault: A Critical Reader (Oxford: Blackwell, 1986), 152-
83, 97-98’deki C. Taylor, “Foucault on Freedom and Truth’.
...iktidar ya da tahakküm mefhumları, insan failliğiyle bir şekilde
ilişkili bir süreç aracılığıyla kişiye dayatılan sınırlamalara dair kimi
kavrayışlar gerektirir. Aksi takdirde terim tüm anlamını kaybeder.
Foucault’nun kabul ettiği şekliyle “iktidar”, sınırları açıkça belir­
lenmiş bir suç faili [perpetrator] değil bir kurban gerektiren “ta-
hakküm”le yakından ilişkilidir.61
İktidarın üç boyutu öncelikle iktidarın genellikle “mütehakkim ol­
m ak” [power over] denilen bu yönüne odaklanır ve üretici, kurucu
olan “m uktedir olmak” [power to] ile daha az ilgilenir; bununla birlik­
te ne ikisinin de var olduğundan şüphe duyulmalı ve ne de bunlar ara ­
sındaki ilişki olduğu gibi kabul edilmelidir.62
İktidarın üç boyutu, iktidarın ideoloji eleştirisiyle en ilişkili veçhe­
lerine başvurur, zira kimi mevcut belirli iktidar biçimlerinin ortadan
kaldırılması akılda tutularak, mümkün olan karşı-olgusal [counterfa-
ctual] olasılıkları netleştirmek m ümkündür. Bu, iktidarın hepten kal­
dırılabileceğini ya da tam tersine iktidarın tüm bireylerin ve grupların
kuruluşunda bir rol aldığını imâ etmek değildir. Aslında ideoloji eleş­
tirisi, iktidara ve bilgiye ilişkin bizi ilgilendirebilecek siyasi konuları
tüketmez.63 Dahası, iktidar biçimlerindeki değişikliklerin, daima, ka­
zançlar kadar (ve genellikle farkında olunmayan) kayıplardan oluş­
tuğu yönündeki Foucaultcu şüphe akılda tutulmalıdır. Son olarak,
iktidara basitçe bireylerin ya da grupların “mâlik olduğunu” asla var-
saymamalıyız. Bir diktatörün görünüşte “mâlik olduğu” iktidar, doğ­
rudan kendi idaresi altında olmayan pratiklerdeki, örneğin ordunun
fikirlerindeki değişimler gibi değişikliklerle oluşacak erozyonlara karşı
hassastır. Benzer şekilde, iktidar iktidarda olanla olmayan arasındaki
ikili [dyadic] bir ilişkiden daha ziyade ilişkisel ve taksim edilmiş bir
ilişkidir.64 İdeoloji eleştirisinin odağı, bireylerin ya da grupların niyetli

61 a.g.e., 90-91. Buradan ideolojiyi savunan kişilerin her zaman hâkim sınıfın
üyeleri olması gerekmediği, kendilerinin de iktidar kurbanları olabileceği so­
nucu çıkar. Örneğin popüler kültürün “dışarlıklıları” ve “istisnaları” günah
keçisine dönüştürmek konusundaki rolü için, bkz: LaCapra, yukarıdaki 30.
Dipnot. Bölüm 3.
62 iktidara yönelik son dönemdeki yaklaşımlar için bkz: T. E. Wartenburg (ed.)
Rethinking Power (Albany, NY: State University of New York Press, 1992).
63 Bkz: J. Rouse, Knowledge and Power: Toward a Political Philosophy of
Science (Ithaca, NY: Cornell University Press, 1987); B. Barnes, The Nature
o f Power (Urbana, IL: University of Illinois Press, 1988); S. Turner, “Depoli-
ticizing Power’, Social Studies of Science, 19. Cilt (1989), 533-60.
64 T.E. Wartenburg, The Forms of Power: From Domination to Transformation
edimlerinin sonucu olsun olmasın, iktidar orantısızlıklarına katkıda
bulunan her türlü toplumsal sürecin üzerinde olmalıdır.
Üç boyut, iktidarın her zaman herhangi bir belirli toplumsal anta-
gonizmadan önce üretici bir öğe içerdiğini ve tuttuğunu reddetmeden,
dikkatimizi insanların mevcut iktidar eşitsizliklerinden mustarip ol­
dukları farklı şekillere ve belirli iktidar biçimlerinin ortadan kaldırıldı­
ğı ya da azaltıldığı akla uygun karşı-olgusal senaryolara yoğunlaştırır.
İlk boyut, fark edilen ve buna göre davranılan şikâyetlere dayalı siyaset
arenalarında vuku bulan çatışmaları içerir. Ancak bunun kullanışlılığı
sınırlıdır, zira katılımın olmaması ya da eylemsizlik, siyasi bir problem
olarak görülmez. İkinci boyut belirli konuların ve aktörlerin nasıl si­
yasi arenanın dışında bırakıldığını ele almayı içerir. Bununla birlikte
bu bakış yalnızca bilinçli şikâyetlere itibar ettiği için sınırlıdır ve şikâ­
yet yokluğunun aslında iktidarın bir sonucu olabileceğini görmezden
gelir. Böyle bir yaklaşım manipüle edilmiş bir oybirliğinin olabileceği
ihtimalini tartışma dışı bırakır. Öyleyse Lukes’un iktidarın üçüncü bo­
yutu fikri, ortada
iktidarı uygulayanların çıkarlarıyla dışarıda bırakılanların gerçek
çıkarları arasında...
gizil bir çatışma olabileceğini de göz önünde bulundurur.
Bu çatışma; iktidarı uygulayanlarla ona maruz kalanlar arasında,
bu İkinciler kendi çıkarlarının farkına varacak olurlarsa, istekler ya
da tercihler çatışması olacağının varsayılması anlamında, örtük bir
çatışmadır.65
Bu pasaj Lukes’un pozisyonunun, genişletilmiş iktidar kavrayışı için
hayati önem arz eden ama aynı zamanda bu kavrayışın altını oyma
tehlikesi taşıyan iki veçhesini belirgin kılar. Lukes “gerçek çıkarlar”ın
en azından bir biçimine ve karşı-olgusallıklardan açıkça yararlanan
bir iktidar görüşüne bağlıdır.66 “Yanlış bilince” karşı “gerçek çıkarlar”
kavramı, yanlışlanamaz M arksist bir otoriteryanizmi, yani iyi belgelen­
miş tarihsel tehlikelerin hayaletini canlandırmaya ek olarak ciddi m e­

(Philadelphia, PA: Temple University Press, 1990).


65 Lukes, yukarıdaki 57. Dipnot, 25, n. 5.
66 Ancak bkz: J. Elster, Logic and Society: Contradictions and Possible Worlds
(Chichester, Hants: Wiley, 1978). Burada yazar açıklamadan kaçınan tüm
nedensel iddiaların zorunlu olarak karşı olgusal iddialara bağımlı olduğunu
vurgular.
todolojik sorunlar da ortaya çıkarır. Buna ek olarak Lukes, bireyler
ya da gruplar kendi gerçek çıkarlarının farkında olsalar çatışmanın
meydana gelebileceği durum lardan hangi anlamda bahsedilebileceğini
daha da açmalıdır. Lukes’un bu konularla ilgilenmeye yönelik girişim­
leri, bunlar önceden var olan öznenin gerçek çıkarlarına başvurduğu
ölçüde, tatmin edici olmaktan çıkar. Bununla birlikte Elster’ın sosyal
bilimdeki karşı-olgusallıklar ve nedensel iddialar arasındaki bağ ko­
nusunda yürüttüğü tartışma, gerçek çıkarların tanımlanmasını gerek­
tirmeksizin, sağlam bir ideoloji eleştirisine imkân tanıyacak biçimde
Lukes’un “üç boyutlu” bakışının daha net bir formülasyonunu sağla­
mak için seferber edilebilir.67 (Bu noktada bilgi müzakeresinin olum ­
sallığına ve/veya farklılaşmış olabilecek çıkarlara bağlı oluşuna yapılan
vurgunun, BBS’yi halihazırda karşı-olgusal iddialara bağladığına dik­
kat çekilmelidir.)68
Burada ileri sürülen ideoloji ve iktidar bağlantısı taslağı, bilgi süreç­
lerinin ve ürünlerinin bireylerin ve grupların göreceli iktidarına yaptığı
nedensel etkiyi tanımlamakla başlar, iktidara yönelik “üç boyutlu” bir
görüşe, iktidarın varlığını tayin etmek için belirli karşı-olgusallıklarm
kullanılabileceğini gösteren nedensel ilişkiler kurulabildiği ölçüde baş­
vurulabilir. Dolayısıyla, şirketlerin izlediği belirli birlik bozucu strateji­
lerin sendika faaliyetlerinde bir çürümeye yol açtığı yönündeki neden­
sel iddia, bu türden birlik bozuculuk olmasa, sendikaların gelişeceğini
imâ eder. Bu karşı-olgusallık, saf hayal gücünün dünyasında kalmaz,
sendikaların çürümesine ilişkin sendikalar-içi çekişmeler ya da dünya
ekonomisindeki değişmeler gibi diğer etkenlere bakılarak savunulabilir
ya da kanıtlarla çürütülebilir. Daha kati bir dizi neden telaffuz edildik­
çe, ilâve soruşturm alar yapmaya götürebilecek bir grup karşı-olgusal
iddia daha ortaya çıkar. Bu soruşturm alar böyle bir çürümenin, eski
sendika üyelerinden tutun da pek çok sendikadan dışlanan azınlıklara

67 Elster’ın daha ziyade “iki boyutlu” bakış açısına bağlandığı gerçeğine rağ­
men yine de yazıları bu amaç için seferber edilebilir. Bu bağlanmanın nedeni,
hem Elster’ın hem de Lukes’un yalnızca toplumsal yapıyla değil, faillerle de
bağlantılı bir iktidar kavramsallaştırmasına bağlı olmalarına rağmen, Els-
ter’ın, failliği, Lukes (yukarıdaki 57. Dipnot)’un tersine, bireylerden başka
hiçbir şeye teslim etmek istememesidir. Bkz: S. Lukes, “Methodological Indi­
vidualism Reconsidered’, in D. Emmet and A. Macintyre (ed.), Sociological
Theory and Philosophical Analysis (Glasgow: The University Press, 1970),
76-88.
68 W.T. Lynch, “Arguments for a Non-Whiggish Hindsight: Counterfactuals
and the Sociology of Knowledge’, Social Epistemology, Vol. 4 (1989), 355-59.
varıncaya dek çeşitli gruplar içindeki görece etkisinin incelenmesine
dek genişletilebilir. Çözümleyiciler arasında oybirliği oluşturm a so­
runu, deneysel BBS araştırmasının diğer alanlarından daha az ya da
daha çok akut bir sorun değildir. Bilginin iktidara ilişkin etkilerinin
gözden geçirilmesine girişmeyi öneriyorum; BBS topluluğu ve ötesin­
deki yerel ve olumsal müzakereler, ideoloji suçlamasının belirli kara
kutularını açıp kapatabilir. Buna ek olarak, atfedilen nedensel ilişki­
lerin manipülasyonu, bu türden bir manipülasyonun aslında beklenen
değişikliği yapıp yapmadığını belirleyerek bir dereceye kadar, iktidarın
olup olmadığını ve sözü edildiği gibi korunup korunmadığını pratikte
kontrol edebilir.69 Elster’ın, nedensel iddiaların nasıl olup da şimdide
durup belirli olası bir geleceğe işaret eden kimi karşı-olgusal iddia­
ları imâ ettiğine cevap arayan analizi, ideoloji eleştirisi için önerilen
yaklaşım aracılığıyla, bilgi sosyolojisinin farazi nedensel iddiaları ile
bilginin ideolojik etkisinden kurtulm anın olası çareleri arasında bağ
kuracaktır.70
Nedensel iddialar, güçlü program ın kayda değer bir biçimde bunun
dışında durması hariç, BBS içindeki pek çok kişi tarafından genellikle
şüpheli görülür. Bununla birlikte bu muhalefet, genellikle geçmişteki,
ekonomik temelin önceliği ya da kültürel değerlerin bilime yansıması
gibi benim de reddettiğim makro düzeydeki basit nedensel iddiaların
reddedilmesinden ileri gelir. Ancak nedensel iddialar, yorumsal çö­
zümlemelerle aynı ayrıntı düzeyine yerleştirilebilir ve bir araştırmacı

69 Nedenlerin tanımlanması için gereken ölçütlerin neler olduğuna ilişkin kap­


samlı bir tartışma için bkz: G.H. von Wright, Explanation and Understanding
(Ithaca, NY: Cornell University Press, 1971). Nedenlerin suçlanmasında el­
bette yorumsal bir esneklik mevcuttur ancak bu, suçlama sürecinde hiçbir ge­
rilim olmadığı (ya da olmayabileceği) anlamına gelmez. Bu türden suçlamalar
siyasi müdahalelerde çok ya da az başarılı olabilirler.
70 Elster’ın da vurguladığı gibi sosyal bilimlere uygun düşen karşı-olgusallık
anlayışı ontolojik olmaktan çok üstdilseldir. Yani nedensel şebekenin bir yö­
nünün değiştirilmesinin diğer tüm öğeleri nasıl etkileyeceğinden bahsetmek
yerine, yalnızca kullanılan teorinin açıkça ilgilendiği değişkenleri düzenlemek
yeterlidir. Karşı-olgusal alternatifin durumun teorileştirilmemiş öğeleri tara­
fından karmaşıklaştırılmadan uygulanıp uygulanamayacağı meselesi ancak
o zaman daha önemli bir mesele halini alır. Dolayısıyla karşı-olgusallıklarm
tarihsel değişme anlayışımızı geliştirmek konusunda sezgisel bir değeri vardır
ve bu türden karşı-olgusallıldarın gerçekte olabileceğine ilişkin tam bir güven
duymamız gerektiğini imâ etmezler.
topluluğu tarafından evrilmekte olan faydacı bir değerlendirme ölçü­
tüne tâbi kılınabilir.
Dahası, lokal laboratuar müzakerelerine yönelik bir çok çözümle­
me, lokal olayların lokal belirlenimine ilişkin, mevcut istikrarlı toplum ­
sal yapıların karşı-olgusal anlam da konu dişiliğini imâ etse de, çok
güçlü nedensel iddialarda zımnen de olsa bulunabilir. Ne yazık ki,
empirik soruşturm a yalnızca lokal müzakerelerin “görünürdeki” öğe­
lerine odaklandığından beri lokal olmayan etkenlerin konu dışı olduğu
varsayılırken, nedensel olmayan bir dilin kullanılması, bu “nedensel”
varsayımın hasıraltı edilmesine yol açmıştır. Buna ek olarak, düşünüm-
selliğe doğru yönelim ve radikal yerelliğe yapılan vurgu, kendinden
emin sosyal bilim müdahaleleri için önerilen temelli zeminlerin, yani
BBS’nin ulaşılamaz olduğunu gösterdiği zeminlerin gerekliliğine ya­
pılan açık başvuruyla ilişkilendirilmiştir.71 Sonuç olarak, ya eyleyicinin
sürekli değişen yerel kavrayışlarında toplumsal yapının fazlasıyla oy­
nadığı rol görmezden gelinmiş72 ya da temelli gerekçeye ulaşmadaki
bu başarısızlığı dram atik hale getiren düşünümsel egzersizler uygu­
lanmıştır.73 Bununla birlikte, araştırm a pratiklerinin araştırm a toplu­
lukları tarafından geliştirilmesinin, radikal bir şüphe tarafından etkisiz
kılınmaksızın işleyebildiğini ve işlediğini en baştan itibaren varsayarak
bu türden seçimlerin önüne geçilebilir. Spesifik açıklamalara ya da
topluluk uygulamalarına yönelik meydan okumalar yeni uygulamala­
rın benimsenmesini sağlayabilir.74
İdeoloji eleştirisiyle birlikte, entelektüel bir topluluğun uygulamala­
rının topluma yönelik daha geniş müdahaleleri yetkilendirmek için
kullanılabileceği olgusundan dolayı, işe kimi ek kaygılar dâhil olur.
Bu noktada, elitlerin yapabileceği olası bir manipülasyondan duyulan
kaygı, araştırmacılar arasındaki müzakere edilmiş bir kifâyetin ötesin­
de kimi ek değerlendirmeler gerektirir. Dolayısıyla, manipülasyonu
engellemek isteyen tüm ideoloji eleştirileri, ideolojiyi açığa çıkarmak
için, iddiaların kifâyetine ilişkin ek kısıtlamalar getirmelidir. Özellikle,

71 Bir eleştiri için bkz: Hans Radder, “Normative Reflexions on Constructivist


Approaches to Science and Technology’, Social Studies of Science, 22. Cilt
(1992), 141-73.
72 M. Lynch, “Going Full Circle in the Sociology of Knowledge: Comment on
Lynch and Fuhrman’, Science, Technology, & Human Values, 17. Cilt (1992),
228-33.
73 M. Ashmore, The Reflexive Thesis: Wrighting Sociology of Scientific Know­
ledge (Chicago, IL: The University of Chicago Press, 1989).
74 Fuchs, yukarıdaki 56. Dipnot, Bölüm 2.
müdahaleleri ideolojinin olumsuz etkisinin kifâyetine yönelik ileri ni­
telikli sınamalar şeklinde kavramsallaştırmalı ve düşünümsel bir ideo­
loji eleştirisini cesaretlendirmeliyiz.

İdeoloji ve Düşünümsellik
İktidarı üç boyutlu olarak kavramsallaştırmak bizi, olguda her zaman
olmasa bile prensipte doğrulanabilir olan bir iddiaya, yani eğer sö­
m ürülen taraf “asıl durum ”unun farkına varırsa örtük çatışmaların
gözlemlenebilir çatışmalara dönüşeceği iddiasına bağlar. Lukes’un ve
diğer Marksistlerin yaptığı gibi “asıl durum ”u özselleştirmektense,
etki altındaki tarafın, (1) bilgi ürünü ya da bilgi sürecinin içersinde
farklı toplumsal bedellere yol açtığı söylenen ilgili tutum un; (2) bu et­
kinin gereksizliğinin; ve (3) bu etkinin iyileştirilmesini sağlayabilecek
ilgili araçların farkına varması üzerine durum u değiştirmek amacıyla
harekete geçtiği örneklerden bahsetm ek için, “asıl durum ” ifadesini
göreceleştirebiliriz. Etki altındaki tarafların ilgili durum içersinde hak­
kıyla motive edilememesi ya da arzu edilen hedefe ulaşma yolunda
gelişme kaydedilememesi, teorimizin bizi dünyada eylemde bulunmak
konusunda etkili bir biçimde yönlendirmek için düzenlemeler ya da
değişiklikler gerektirdiğinin bir işareti olacaktır.
Elbette burada, baskı ya da söm ürü iddiasını doğrulayacak ya da
doğrulamayacak otomatik bir kontrol yoktur; doğa biliminde olmadığı
gibi. Bir taraftan, müdahale, diğer tarafların etkili bir şekilde m oti­
ve edilmesine ve/veya harekete geçmesine yol açabilecek doğru bir
iktidar tanımlamasından yoksun bir biçimde meydana gelebilir. Di­
ğer taraftan, baskı ya da söm ürü o kadar ciddi bir boyutta olabilir ki,
gelişmeye ilişkin uygun stratejiler ortaya çıkmaz. Yine de ideolojinin
kurbanı olduğu iddia edilenlerin motive edildiği ve gelişme kaydettiği
derecenin göz önünde bulundurulması kontrol açısından gereklidir,
böylece elit araştırmacılar iktidar kurbanlarının kayıtsızlığı konusunda
iktidarın uzlaşmazlığını suçlamakta diretmezler; bu, kapsamlı uzman
manipülasyonlarına yetki veren bir “yanlış bilinç”tir. Kısacası, direnç
gösteren “yanlış bilinç”, bunu istemeyen insanlar adına otoriteryen si­
yaseti destekleyen bir şey olarak değil de, bizim iktidara ilişkin çözüm ­
lememizin yetersiz olduğunun bir işareti olarak alınmalıdır.
Nihayetinde, kendinden emin siyasi gündemlerin, ideolojinin ken­
di eleştirel soruşturm a geleneği dışında olduğu kadar içinde de açık
seçik bir halde var olduğunu daha baştan kabul eden yaklaşımlara yol
açması gibi, daha demokratik bir bilgi üretim sürecine geçiş de böyle
konularda daha fazla düşünümselliğe yol açabilir. İdeolojinin düşü-
nümsel eleştirisi o zaman dışsal eleştiri kadar önemli hale gelir. Lac-
lau ve Mouffe “post-M arksist” yaklaşım lehinde konuşurken böyle bir
yaklaşımı benimserler. Sınıf özcülüğünün stratejik olarak işçi sınıfım
ne dereceye kadar yalıttığının ve “hakiki” proleter bilinç adına konu­
şan otoriteryen bir siyaseti ne dereceye kadar şiddetlendirdiğinin izini
sürerler. Feminizm, çevrecilik, sömürge karşıtlığı ve ırkçılık karşıtlığı
gibi “yeni toplumsal hareketler” de dâhil olmak üzere çeşitli gruplar
arasında karmaşık bir mübadeleyi içeren “radikal demokrasi” strateji­
sine doğru bir değişimi savunurlar.75 Benzer bir “düşünüm sel” çö­
zümleme toplumsal cinsiyet kategorisine ilişkin olarak da yapıldı. Fe­
minizmin öncelikle Birinci Dünyada yaşayan orta sınıf beyaz kadınlar
adına konuşuyor olması, toplumsal cinsiyetin iktidarın sömürgecilik,
sınıf, ırkçılık ve cinsel yönelim gibi diğer boyutlarıyla ilişkili olarak
yeniden değerlendirilmesine yol açtı.76 Böyle bir “düşünümsellik” asla
tamamlanmış ya da gerilimlerden yoksun değildir ancak hem daha
etkili bir siyasi strateji oluşturulmasına hem de özgürleştirici m üca­
delelerde önceden sesi çıkmayan ama kendi adlarına konuşabilecek
olanlar için daha az incitici olacak dikkatli müdahalelere katkıda bulu­
nabilir.
Lukes’un aksine, “asıl durum ” (ya da “çıkarlar”) adına konuşmak
burada toplumsal müdahaleye rehberlik etme niyetinde olan bir teori­
nin retorik süsleri olarak anlaşılmaktadır. Yine de, bu süslerin tam a­
men gayrimeşru olduğunun varsayılması gerekmez çünkü bu, retoriği
prensipte önlemenin kimi yolları olduğunu varsaymak olacaktır. Dola­
yısıyla, Latour’un, bu tür faaliyetlere bizzat angaje olmaksızın şebeke
inşası ve “açıklama” işini gösteren bir çözümleme sağlama iddiası bu
açıdan çok makul değildir.77 Önerilen ideoloji eleştirisi toplumsal çö­

75 E. Laclau and C. Mouffe, Hegemony and Socialist Strategy (Londra: Verso,


1985). Ayrıca bkz. CJ. Robinson, Black Marxism: The Making of the Bla­
ck Radical Tradition (Londra: Zed Books, 1983), ve S. Amin, Eurocentrism
(New York: Monthly Review Press, 1989).
76 S. Harding, Whose Science? Whose Knowledge?: Thinking from Women’s
Lives (Ithaca, NY: Cornell University Press, 1991); J. Butler, Gender Trouble:
Feminism and the Subversion of Identity (New York: Routledge, 1990).
77 S. Woolgar (ed.), Knowledge and Reflexivity (Newbury Park, CA: Sage,
1988), 155-76 içinde, Latour, “The Politics of Explanation: An Alternative’.
Bu hatta ilerleyen ayrıntılı bir eleştiri için bkz: O. Amsterdamska, “Surely You
Are Joking, Monsieur Latour!’, Science, Technology, & Human Values, Vol.
15 (1990), 495-504.
zümleme ve müdahalenin yönlendirilmesine pragm atik olarak katkı
sunduğu oranda, bu söylem de verimli olacaktır. Neticede BBS’nin
önemli bulgularından biri, teorinin, eyleyenleri çevreleriyle çok ya da
az üretken tarzlarda etkileşmeye yönlendirmek için yalnızca bir araç
olduğunu göstermesidir.78 Retorik bir aracın (ya da kurumsal bir kay­
nağın) kullanılmış olması olgusu, diğer gruplar ya da çıkarlar üzerine
eşit miktarda iktidar uygulandığı anlamına gelmez.
H aberm as’ın aksine, ideolojiden kaçınmanın garantili bir süreci
yoktur; bu sürecin kendisi sürekli analize tâbi tutulmalıdır. Haber-
m as’m sınırlandırılmamış konsensüsü, çoğu zaman hâkim fikirlere en
iyi denk düşen belirli bilgi biçimlerine ayrıcalık veriyor olabilir; zira
hakiki bir meydan okumanın inşa edilebilmesi için “akılcı” bir ikna-
dan ziyade bir karşı ideoloji gereklidir (tıpkı Feyerabend’ın eldeki en
iyi akılcı yordamlar tarafından güçlendirilmiş muhalefetin üstesinden
gelmek için Galileo’nun da aynı şeye ihtiyaç duyduğunu iddia etm e­
si gibi). Burada önerilen yaklaşım, pragmatik kriterin bizi doğrudan
tanımına götürdüğü ideolojinin teşhirine ve müdahale mekanizmala­
rının sağlanmasına adanmıştır. Sosyalist, feminist ve diğer pratiklerin
kurtuluşçu niyetlerinde ideolojik öğelerin olabileceği olgusu, eğer böy-
lesi pratiklerin zarardan çok yarar getirmesi isteniyorsa, düşünümsel
eleştirinin hayati önem taşıdığını gösterir. Böylesi pratiklerin devamlı
bir gözden geçirmeye ihtiyaç duyabileceğine ilişkin bir kabul vardır,
zira ideolojiden azade bir ideoloji eleştirisi m üm kün değildir. Bura­
da aranan şey yalnızca, faydalı oldukları kanıtlanan tüm retorik ve
kurumsal araçları kullanarak, ideolojiyi ortaya çıkarma ve değiştirme
yeteneğimizde pragmatik bir gelişme sağlamaktır.
Bu çözümlemeyle ulaşılan nedensel mekanizma tipleri, her bir du­
rum un talep ettiği gerekli düzenlemeler yapılmak kaydıyla, yeni du­
rumları incelemek için kullanılabilir.79 Eğer durum tedavüldeki bir d u ­
rum sa ve bilgi gelişimine öncülük eden nedensel mekanizma tiplerini
ve onun geniş bir durum yelpazesine yaptığı etkileri tanımladığımıza
inanm ak için iyi sebeplerimiz varsa, ya genelde topluma, yani bilim
siyasası alanına ya da bilimsel çalışma alanının kendisine uyarlanabi­
lecek süreçlere bir göz atarak tedavüldeki durumları inceleyebiliriz ve
bunlar da epistemik açıdan m eşru bir biçimde iktidarın sonuçta orta­
ya çıkabilecek etkilerinin en aza indirilmesini sağlayabilir. İzah etmek

78 Rouse, yukarıdaki 63. Dipnot.


79 R.K. Yin, Case Study Research: Design and Methods (Beverly Hills, CA:
Sage, 1984).
için iki vakayı ele alabiliriz; biri genel anlamda süreçle ve diğeri de
ürünle ilgilidir:80 Randall Collins’in “tavsiye mektupları toplum u” ve
bunun (aslında var olan eşitsizlikleri destekliyorken) eşitliği güçlendi­
ren bir şeymiş gibi ideolojik açıdan onaylanışı konusundaki çalışma­
ları, ve mevcut ayrımcı uygulamaları (en azından potansiyel olarak)
desteklediği ölçüde ideolojik olduğu kabul edilen sosyobiyoloji konu­
sundaki çekişmeler.81
Collins, mevcut eğitim sisteminin eşitsizliği gidermekten çok des­
teklediğini iddia eder; bu “tavsiye m ektubu enflasyonu”nda evvelden
daha fazla kaynağa sahip olanlar görünüşe göre daha yüksek bir itimat
düzeyine çıkacak ve, işe alımlar ya da terfiler sırasında tavsiye m ektup­
larının göz önünde bulundurulması nedeniyle, bu kişilerin daha fazla
maaş alması ya da daha büyük toplumsal kaynakları yönetmesi söz
konusu olacaktır. Collins’e göre eğitim sistemi bir filtre sistemi vazifesi
görmekte ve Collins’in eğitimin çoğu durum da işin icra edilmesi için
gereken bilgiyi sağlamadığını iddia ettiği göz önünde bulundurulur­
sa, tavsiye mektupları yazma pratiği, refah ve statüdeki özünde keyfi
olan eşitsizlikleri meşrulaştırmaktadır. Eğer Collins haklıysa, eğitimin
eşitliği güçlendirdiğine ilişkin yaygın inanç (ki bu inanç, bazen açıkça
eğitimsel ya da sosyolojik bir bilgi olarak ifade edilir), aslında tam tersi
doğru olan bir durum un üzerini örterek iktidarı güçlendirdiği için bir
ideoloji olacaktır.82 Collins’in önerdiği çözüm, yani “tavsiye mektubu
köleliğinden kurtulm a”, buna neden olan ilgili nedensel değişkenleri
elden geçirerek durum u iyileştirecek, bu demektir ki tavsiye m ektup­
larına dayanarak yapılan ayrımcılığın meşru kabul görmüş bir faaliyet
olmasının önüne geçecektir.83 Bilginin eşitliği güçlendirdiği inancı,
“üç boyutlu” anlamda iktidara katkı yapan bir şey olarak anlaşılabilir.

80 Bu ayrımın herhangi bir ontolojik geçerliliği olduğunu iddia etmiyorum;


ideoloji eleştirisi söz konusu olduğunda incelemeye değer sorunların menzi­
lini göstermek için kullandım.
81 R. Collins, The Credential Society: An Historical Sociology of Education
and Stratification (New York: Academic Press, 1979) ve sosyobiyolojiye iliş­
kin kaynaklar, yukarıdaki 10. Dipnot.
82 Tekrar belirtelim ki bu, iktidarın etkisi olduğu ve bunlar düzenlemeye ma­
ruz kaldığı oranda doğru ve yine de ideolojik olacaktır. İdeolojilerin hakikate
nasıl yol gösterdiği ucu açık bir sorudur: Bununla birlikte, kişi hakikat ve
ezici iktidar karşısında bir seçim yapmaya zorlanmaz; böyle bir hakikatin ikti­
dar etkisine dönüştürülmesinde yapılacak değişiklikler de olası seçeneklerdir.
Aşağıdaki sosyobiyoloji tartışmasına bakınız.
83 Collins, yukarıdaki 81. Dipnot, 197.
Hiçbir gözlemlenebilir tercih ya da şikâyet tanımlanamamış olsa bile,
bu inanç, belirli eylemlerin yapılmamasıyla ya da daha fazla tavsiye
m ektubu sahibi olan grupların diğerleri üzerinde iktidar sahibi olduğu
sonucunun dikkate alınmamasıyla sonuçlanacaktır. Burada iktidarın
failliğe bağlanması gerektiğine dikkat çekilmelidir; çünkü eğer hiçbir
olası bireysel ya da kolektif eylem (ler) bir zaman süresi içinde durum un
iyileştirilmesine önderlik edemezse, o zaman durum u bir iktidar uygu­
laması olarak saymak yerine, insan eylemlerinin kontrolünün dışındaki
yapısal etkenlerin bir sonucu olarak görmek daha uygun olacaktır.84
Önemli bir başka nokta ikinci örnek tarafından ileri sürülür: Verili
bir bilgi ürününün ideolojik etkilerinin (yani, ilgili nedensel çarelerin
adresinin) “günahı” her durum da bilgi üreticilerine atfedilemeyebilir
ve bu, sözkonusu bilginin daha yaygın bir kamusal anlama “tercüme
edilmesi” sırasında gerçekleşmiş olabilir. Eğer sosyobiyoloji ideolojik
etkide bulunmak için kurulduysa, inceleme, karşı-olgusal ve olabilirci
[possibilist] yaklaşımımızın nedensel zemini ile uyum içinde kalarak,
böyle bir bilginin nasıl ideolojik bileşenlere sahip olabileceği noktasın­
dan başlamalıdır. Bu durum u iyileştirme olanakları, söz konusu va­
kada şunlar olabilir: Diğer disiplinlerden alınan konuya ilişkin uzman
raporlarını işin içine katmak, değişimlere parasal destek sağlamak;
(dışarıdan gelen uzmanları ve meslekten olmayanların temsilcilerini
de içeren) bilim mahkemeleri; ideolojik boyutları destekleyen (dergi
uygulamaları, danışmanlık uygulamaları, bir grubun ya da üniversi­
tenin hâkimiyeti vb. gibi) kurumsal uygulamaların yeniden düzenlen­
mesi; ya da son olarak, “epistemik olarak m eşru” bilimsel sonuçlar
olduğuna karar verdiğimiz şeylerin daha geniş kamusal anlamlara ter­
cüme ediliş usulünü değiştirmek. Bu son seçenek, pragmatik olarak
bilimin kendisine “dışsal”mış gibi değerlendirilebilir ve rahatsız edici

84 Lukes’un iktidar kavrayışının Althusser’in yapısalcılığından nasıl farklılaş­


tığı konusunda yukarıdaki 55. Dipnot, 52-54. Elster’ı kullanarak Lukes’un
soruna getirdiği çözümden kaçınmamız ve bunun yerine, durumu oluşturan
nedenler anlaşıldığında onu iyileştirmek için karşı-olgusal ya da olabilirci bir
biçimde bilinçli eylem yapılabilir mi ya da geçmişte yapılabilir miydi sorusunu
ele almamız mümkün olabilir. Elster’ın tam tersine ve Lukes’un üç boyutlu
iktidar algısıyla uyum içinde kalarak bireylerin olduğu kadar insan grupları­
nın da toplumsal grup sıfatıyla faillik uygulayabileceğini söylemenin pekâlâ
anlamlı olabileceğini iddia ediyorum. “Çoklu özne” fenomeninin kolektiflik-
leri anlamak konusunda taşıdığı merkezî önemin ayrıntılı bir savunusu için
bkz: M. Gilbert, On Social Facts (Londra: Routledge, 1989).
bulguların baskılanmamasına imkan tanıyacaktır.85 Sosyobiyoloji bul­
gularının toplum a yaptığı ideolojik etkilerin ortadan kaldırılması, bu
alanda işe almaları ve alana yönelik ilgiyi azaltabilir ya da bu iddiaları
desteklemek üzere geri beslenen ideolojik etkileri artık kullanmayan
iddiaların yeniden gözden geçirilmesine bile sebep olabilir.

Sonuç
İdeoloji kavramı, doğru ve yanlış, başarılı ve başarısız, akılcı ve akıldı­
şı bilgi biçimlerinin güç ilişkileri yaratmak ve sürdürm ek konusunda

85 Her ne kadar sosyobiyolojide kimi zaman, feminizm ve diğer eşitlikçi prog­


ramlar için olumsuz içerimler taşıyan normatif vargılara ulaşılsa da (bkz: D.
Barash, The Whisperings Within [New York: Harper & Row, 1979]; bir eleş­
tiri için, bkz: V. Sapiro, “Biology and Women’s Policy: A View from the Social
Sciences’, in Sapiro [ed.], yukarıdaki 10. Dipnot, 41 -64), Ruse (M. Ruse, So­
ciobiology: Sense or Nonsense? [Dordrecht: D. Reidel, 1979] içinde; ve Ruse,
Is Science Sexist? And Other Problems in the Biomedical Sciences [Dordre­
cht: D. Reidel, 1981]) bu türden ideolojik iddiaların doğru bir sosyobiyoloji
anlayışına dayanmadığını kabul ettirmeye çalışır (yine de Ruse’un “radikal
feminizm” eleştirileri ideolojik bir karakterin siyasi içerimlerinin baki kala­
bileceğini ileri sürer: bkz: M. Ruse, ‘Sociobiology Moves Along’, Philosophy
of the Social Sciences, cilt 16 [1986], 141-49 ve diğer tartışmalar için bkz:
10. Dipnotta alıntılanan kaynaklar). Ayrıca sosyobiyolojinin etik içerimlerinin
zararlı olması gerekmediğine ilişkin argümanı (ahlaki yasaklamalarımızın uy­
gulanabilir olması için değişmesi gerekebilirse de, biyolojik temelli öz çıkara
başvurulması bireysel sorumluluğu ortadan kaldırmaz -örneğin inanması güç
bir evrensel fedakârlıktan ziyade akraba fedakârlığıyla çalışmak) için bkz: P.
Singer, The Expanding Circle: Ethics and Sociobiology (New York: Farrar,
Straus & Giroux, 1981). D. J. Greenwood, The Taming o f Evolution: The
Persistence of Nonevolutionary Views in the Study of Humans (Ithaca, NY:
Cornell University Press, 1984) adlı kitabında insan sosyobiyolojisinin ev­
rimci veçhelerini görmezden geldiği için Wilson’u (ve eleştirmenlerini) eleş­
tirir ve Wilson’un durağan bir insan doğasına yönelik argümanlarının or­
taçağdaki “kan ve toplumsal düzen arasındaki ilişkinin teorileştirilmesine”
benzediğini imâ eder (170). P. Heyer, Nature, Human Nature, and Society:
Marx, Darwin, Biology, and the Human Sciences (Westport, CT: Greenwood
Press, 1982) adlı eserinde, sosyobiyoloji ile Marksçı düşünce arasında verim­
li bir etkileşimin arzu edilir bir şey olduğunu söyleyerek, Marx, Kropotkin
ve Chomsky’nin fikirlerinin de örneklediği üzere, insan doğasının biyolojik
sınırlamalarının incelenmesinin eşitlikçilikle uyumsuz olmadığını iddia eder.
Bunların tüm ideoloji eleştirilerinin göz önünde bulundurması gereken man­
tıksal olasılıklar olarak sunulduğunu vurgulamak gerekir; burada amacım bu
argümanları onaylamak ya da reddetmek değildir.
bir rol oynayabileceği araçların soruşturulması için verimli bir alan
olarak kalmaya devam ediyor. Bilgi ürünleri ve süreçlerinin toplum ­
sal iktidar içinde nasıl içerildiğini inceleyebiliriz. BBS’nin kendisi de,
kısmen ideolojik olarak kalabilmekle birlikte, ideolojinin ne dereceye
kadar sınırlanabileceğini incelemekte faydalı olabilir. BBS’deki “siyasi
düşünümsellik”, bu durum da, BBS’nin mevcut iktidar eşitsizliklerini
arttırm ak ya da sürdürm ekten çok azaltmaya niyetlendiğini temin et­
meye yardım etmek için BBS içindeki ideolojiyi izlemekle ilgilenecek­
tir. Toplumun (olabildiğince) özgürleştirici bir dönüşüm geçirmesine
kendini böylesine adamak, kişinin böyle bir tutum u paylaşmayanları
ideolojik olarak ikna etmeye adanmasına da neden olabilir. Mamafih,
eğer bu türden bir ikna iktidar eşitsizliklerini azaltırsa, o zaman böyle
eleştirel bir BBS’nin kendi açısından başarılı olma ihtimalini de o rta­
dan kaldırır.
Klasik Ustalara Köprüler ve Alana Eleştirel Bakışlar
DURKHEİM’IN BİLİMSEL BİLGİ SOSYOLOJİSİ*

T h om as F. G ieryn

Sosyal fenomenleri, zihinde onlar hakkında bilinçli bir şekilde


oluşturulmuş temsillerden bağımsız olarak, kendi başlarına
ele almalıyız; onları nesnel olarak incelemeliyiz.
(Emile Durkheim1)

Her uygarlık, kendi düşüncesinin nesnel yönelimini aşırı abartma


eğilimindedir ve bu eğilim katîyen ortadan kalkmayacaktır.
(Claude Lévi-Strauss2)

Bilim sosyologları, derinlere uzanan kendi entelektüel köklerini keş­


fetmeye başlamış dürümdalar. Sosyal teorinin ilk dönem ustalarına ait
klasik eserlerin empirik ve teorik analizlere hayat vermeye devam ettiği
bir disiplinde, bilim sosyolojisi tuhaf biçimde m odern bir konumda
bulunuyor. Toplumsal bilim incelemelerinin teorik bağlamları Auguste
Comte, Karl Marx, Durkheim veya Max Weber’den ziyade, çoğunluk­
la son dönem bilim tarihçileri ve felsefecileri (meselâ, Thomas Kuhn
veya Karl Popper) tarafından hazırlanmıştır. Din sosyolojisinde son
dönemde yazılan bir makalede, bu alandaki araştırmaların klasiklerin
ötesine geçip geçmediği soruluyor; bilim sosyolojisine ilişkin en isabet­
li soru ise, klasiklere şimdiye dek m üracaat edilip edilmediği olurdu.3

Çeviren: Bekir Balkız


’ Orijinal Eser: “Durkheim’s Sociology of Scientific Knowledge”, Journal of
the History of the Behavioral Sciences, 18 (1982), 107-129.
1Emile Durkheim, The Rules of Sociological Method, çev. S.A. Solvay ve ).H.
Mueller (New York: Free Press, 1938), s. 28. Orijinal olarak 1895 yılında
yayımlandı.
2 Claude Lévi-Strauss, The Savage Mind (London: Weidenfield and Nichol­
son, 1962), s. 3.
3 Bu türden kaba bir genellemenin kendi istisnaları olduğu muhakkaktır. Ro­
bert K. Merton’m Science, Technology and Society in Seventeenth Century
Bu durum değişebilir. Bilimdeki bilişsel yapılara dair incelemelerin
gelişme kaydetmesi, bazılarını, bilimsel bilginin mahiyetini, kültürün
(dinsel inanç, ideoloji, ahlâk, hukuk, hattâ sanat gibi) diğer veçhele­
riyle analitik olarak tek bir kategori içinde değerlendirmeye sevk etti.4
Diğer birçoğu arasında kültürel bir sistem olarak kabul edildiğinde bi­
limsel bilgi, dinsel inançlar ve ahlâk hususunda başarı göstermiş sos­
yolojik analiz tarzına elverişli hale gelir ve zengin bir teorik geleneğin
kapısı aralanır. Bilhassa Durkheim 5 -k i onun din ve diğer norm atif
sistemlere dair incelemeleri üzerinde, Batı kültürünün farklı bir par­

England (Atlantic Highlands, N.J.: Humanities, 1978; ilk baskı 1938)’inin


kalkış noktasını, Max Weber’in Protestan ahlâkı ve modern bilimin ortaya
çıkışı arasındaki bağlantıyı incelemenin potansiyel yararına ilişkin imâsı oluş­
turmaktaydı. Çok daha yakın bir zamanda John Law, Durkeim’ın mekanik
ve organik dayanışma arasında yaptığı ayrımı, bilim uzmanlıkları arasındaki
sosyo-yapısal farklılıkları tarif etmek için kullandı. Bkz. Law, “The Develop­
ment of Specialities in Science: The Case of X-Ray Protein Crystallography,”
Science Studies 3 (1973) : 275-303.
4 Bkz. Barry Barnes, Interests and Growth o f Knowledge (London: Routledge
and Kegan Paul, 1977); H.M. Collins, “The Seven Sexes: A Study in the
Sociology of a Phenomenon, or the Replication of Experiments in Physics,”
Sociology 9 (1975: 205-224; David Bloor, Knowledge and Social Imagery
(London: Routledge and Kegan Paul 1976); Bruno Latour ve Steve Woolgar,
Laboratory Life (Beverly Hills, Calif.: Sage, 1979); Michael Mulkay, Science
and the Sociology of Knowledge (London: George Allen and Unwin, 1979).
5 Bu inceleme, Durkheim’ın bilimsel bilgi sosyolojisi ile sınırlanmıştır ve
Comte ve Marx’dan Max Scheler ve Kari Mannheim’a uzanan bir güzergâh
üzerinden bilimin bilgi sosyolojisindeki yerine dair kapsamlı bir değerlendir­
me yapmak için tasarlanmamıştır. Bu süreci ele alan en isabetli araştırmalar
şunlardır: Robert K. Merton, “Paradigm for the Sociology of Knowledge,”
Merton, The Sociology o f Science içinde (Chicago: University of Chicago
Press, 1973), Bölüm 1; Peter Hamilton, Knowledge and Social Structure
(London: Routledge and Kegan Paul, 1974); Mulkay, Science; Werner Stark,
The Sociology of Knowledge (London: Routledge and Kegan Paul, 1958). Bu
makalede, Durkheim’ın çalışmalarının tamamına dair teferruatlı bir inceleme
de yapılmamaktadır. Nihayet, bu makalede Durkheimcı kamp içinde yer alan
diğer bilgi sosyologlarından —Lucien Levy-Bruhl’e dair bir analiz önemli bir
ilâve olacak olsaydı dahi- pek fazla bahsedilmemiştir. Bkz. Robin Horton,
“Levy-Bruhl, Durkheim and The Scientific Revolution,” Modes o f Thought
içinde, ed. Horton ve Ruth Finnegan (London Faber and Faber, 1973), s.
294-305; Gerard Namer, “La Sociologie de la Connaissance chez Durkheim
et chez les Durkheimiens,” L’Annee Sociologique 28 (1977): 41-77; W. Paul
Vogt, “Early French Contributions to the Sociology of Knowledge,” Research
in Sociology of Knowledge, Sciences and Art 2 (1979): 101-121.
çası olarak bilimsel bilgiyi anlamak için potansiyel anlamda istifade
edilebilecek vukuflar açısından çalışmalar y ap an - cüzi sayıda sosyo­
logun dikkatini çekti. Bu tür araştırmalar bir hayli artmış durumda,
zira Durkheim ’ın dinsel inançlar ve ilkel zihniyet hakkındaki incele­
melerinde, m odern bilimin ürettiği bilgi teorisi de dâhil olmak üzere,
sosyal bir bilgi teorisine dair imâlar dağınık bir şekilde yer almaktadır.
Durkheim ’ın eserleri üzerinde yapılacak dikkatli bir inceleme, âtıl
soruları yeniden canlandırmak suretiyle, bilim sosyolojisi alanındaki
güncel çalışmalara derinlik kazandırabilir; ancak bunun, Durkheim ’ın
bilim ve onun sosyolojik analizi hakkında “gerçekten” söylediği şey­
lere rağmen ortaya çıkma imkânı da mevcuttur. Durkheim ’ın izleyici­
leri, yarım yüzyıldan bu yana, artlarında önemli ölçüde birbiriyle çatı­
şan değerlendirmeler bıraktılar: Bazıları Durkheim ’ı pozitivist olarak
tanımlarken, başkaları onun yeterince pozitivist olmadığını iddia etti;
bazıları Durkheim ’ı total bir bilişsel rölativizmin cazibesine kapılmak­
la itham ederken, başkaları onu mukavemet gösterdiği için takdir
etti; bazıları Durkheim ’ın m odern bilimsel bilgiyi, ziyadesiyle genel
bilgi sosyolojisinin dışında tuttuğunu iddia ederken, başkaları onun,
dikkatini dinsel inançlar veya ilkel sınıflamalar ile sınırlandırma niye­
tinde olmadığında ısrar etti. Bu apaçık muğlâklığın önemli bir kısmı,
kuşku yok ki, pozitivizme, rölativizme ve hattâ bilime atfedilen farklı
anlamlardan kaynaklanmaktadır. Dolayısıyla bu makalenin üç kısmın­
dan ilkinde, Durkheim ’ın bilimsel bilgi sosyolojisine tatbik edilecek
terimlere açıklık getirmek maksadıyla eleştirel incelemeler üzerinde
durulacaktır.
Ne var ki, bu muğlâklığın temelinde, önemli ölçüde Durkheim ’ın
kendi kusuru bulunmaktadır. Bu makalenin en önemli gayesi, Durk-
heim ’ın bilimsel bilgi hakkındaki düşüncesinde yer alan bir çelişkiyi
gözler önüne sermektir. Bu çelişki Durkheim ’ın teorileştirmesindeki
iki analitik düzlem -o n u n temel toplum teorisi ile bir bilgi üretim yön­
temi olarak bilim hakkındaki metateorik (veya epistemolojik) fikirleri—
karşılaştırılarak gösterilebilir. Temel düzlemde bilim -B atı toplumunun
tıpkı din veya işbölümünün incelenmesi gibi incelenebilecek bir öğesi
olmak anlam ında- analiz nesnesidir; m etateorik düzlemde ise bilim
-d o ğ a bilimlerinin yöntem ve amaçlarını sosyolojik analiz için kural­
lar setine tercüme etmeye yönelik teşebbüsünde Durkheim tarafından
refleksif olarak yapılan irdelemelerde olduğu gibi- analizin temelini
oluşturur. Temel toplum teorisinde Durkheim, herhangi bir doğruluk
iddiasının geçerliliğinin, evrensel değil fakat belirlenmiş tarihsel bağ­
lamlara bağımlı olduğunu ileri sürer. Bu yüzden, sosyo-yapısal sü ­
reçler ile dünyanın doğru temsilindeki çeşitlilikler arasındaki ilişkiler
sosyoloji kapsamında incelenir. Durkheim’ın temel toplum teorisi, bir
“bilişsel rölativizm” istikametine işaret eder. Bu konum, Durkheim ’ın
m odern bilimin gerçekliğe dair nesnel ve evrensel olarak geçerli tarifle­
rini ortaya koyduğunu varsaydığı metateorik eserlerinde yadsınır. Bilgi
üretimi hususunda birbiriyle çatışan sistemlerden hareketle, doğruluk
iddialarının uygunluğuna karar verilirken, bilime m üstesna yani bağ­
lamdan bağımsız bir statü atfedilir. Durkheim ’ın metateorisi, tepeden
tırnağa pozitivistiktir. O nun temel bilişsel rölativizminde yer alan bazı
önemli imâların da birbiriyle çeliştiği ayrıca gösterilecektir.
Durkheim ’ın bu iki yönü sırayla ele alınacaktır: Rölativist kisvesi
-ekseriyetle din ve ilkel sınıflamalara ilişkin temel analizlerinden dev-
şirilen materyallerden hareketle- bu makalenin ikinci kısmında ortaya
konacaktır. Üçüncü kısımda Durkheim ’ın -ekseriyetle The Rules o f
Sociological Method ile diğer metateorik fikirlerinden elde edilen m a­
teryallerden hareketle- pozitivist kisvesi takdim edilecektir. Makale,
mantıksal tutarsızlıklar ile ilgili bir irdelemeyle ve bilimsel bilgi sosyo­
lojisindeki güncel araştırm alar açısından Durkheim ’ın bilim üzerine
düşüncelerine dair birkaç imâyla son bulacaktır.

1. Durkheim’a Dair Tek Gözlü Okumalar


Bilimsel bilginin doğası meselesine özel ilgi gösteren bilim sosyologla­
rı, çoğunlukla kültür antropologu Mary Douglas6 tarafından geliştiri­
len bir Durkheim yorum una yaslanırlar. Durkheim ’ın m odern bilimsel
bilgiyi, inançlar ve düşünce kalıplarının sosyo-yapısal kökenlerine iliş­
kin genel teorisine dâhil edip etmediği, Douglas’ın can alıcı sorusunu
oluşturur. Bilimin ürünlerini bilgi sosyolojisinin kapsam alanı içerisine
dâhil etmek, sosyal yapıya ait özelliklerin, gerçeklik ve onun temsilleri
arasında bir bakıma arabulucu bir rol üstlendiği ve bu yüzden gerçek­
liğe ilişkin “doğru” tasvirlerin sosyal ve kültürel bağlamlara göre bir
ölçüde farklılaştığı tarzındaki görüşe Durkheim ’ın onay verdiği izle­
nimini doğuracaktır. Bilimsel bilgiyi dışarıda tutm ak ise, bilimsel ol­
guların inşasında sosyolojik faktörlerin pek az öneme sahip olduğu ve
m odern bilime ait doğruların dışsal gerçekliği yansıttığı ve bu yüzden
onların geçerliliğinin kültürel farklılıkları aşacağı şeklindeki görüşe

6 Mary Douglas, Implicit Meanings (London: Routledge and Kegan Paul,


1975).
onun onay verdiği izlenimi yaratacaktır. Douglas’a göre Durkheim,
bilimsel bilgiyi enformatif amaçlı sosyolojik analizin dışında tutar:
Durkheim, düşüncenin sosyal faktörler tarafından kontrol edildi­
ğini ispatladı. O, bu tespitin, insanlığın sadece bir kısmı, yani
mensuplarının mekanik dayanışma vasıtasıyla birlik oluşturduğu
kabileler açısından geçerli olduğunu ortaya koydu. Analizini, en­
düstriyel toplumdaki insana veya bilimin bulgularına tatbik etme­
diği hususunda, bir ölçüde tatmin edici olmayı da başardı. ...
Durkheim, bilginin sosyal belirlenimine dair düşüncelerini tam ve
nihaî sonucuna vardıramamış ise eğer, onu bundan alıkoyan engel,
pekâlâ nesnel bilimsel doğruluğa... “olduğu haliyle dünya”ya yö­
nelik inancı olmuş olabilir...7
Durkheim, dünya hakkındaki ilkel inançları -onların topluluğun sos­
yal organizasyonundan türediklerini göstermek suretiyle- analiz ede­
bilecek; ancak bilimsel bilginin sosyolojisi, m odern bilimin olguları ve
teorileri belli bir uygarlığın suni nitelikteki sosyal yapı örüntülerinden
ziyade doğa gerçekliğini yansıttığı için, bilime dair pek fazla bir şey
söyleyemeyecektir.
Bu Durkheim okuması, Douglas tarafından, tıpkı kendisi gibi, bi­
limsel bilginin içeriğine dair doğru bir sosyolojik analiz yapabilmek
için Durkheim ’ı “radikalleştirmek” amacı güden muhtelif bilim sosyo­
loglarına aktarıldı. Meselâ Mulkay, Durkheim’ın düşünce ve mantığın
kökenlerine ilişkin sosyolojik bir açıklama ortaya koyduğunu, ancak
genel teorisinin ayrıntılarını “bilimsel bilgiyi analitik bir değerlendir­
menin dışında tutacak şekilde” dönüşüme uğrattığını savunur. D urk­
heim “tamamıyla rölativist bir konum dan kaçınacak adımlar atar. ...
Astronomi, fizik ve biyoloji gibi geçerli bilimler, fiziksel dünya hakkın­
da gözlemlenebilir olgulara dayanırlar. ... Bilim, fenomenleri kültürel
olarak arızî fikirlerden hareketle değil, aksine ‘sahip oldukları içkin
özelliklerden’ hareketle tarif eder.” Durkheim, bilimsel bir olgunun
sosyolojik açıklamasını yapamazdı, “zira gerçekten bilimsel olması
ölçüsünde bilimsel olgu, kendi sosyal bağlamından bağımsızdır.”8 Ye-
huda Elkana da Douglas’ı izleyerek aynı sonuca ulaşır: “[Durkheim],
seküler bilginin ‘kutsal’lığına, yani bilimsel doğruluğa ilişkin kültürel
saplantıda içkin hezeyanı teşhir etmeye dahi çalışmadı. Bilimsel doğ­

7 A.g.e., s. xi-xii.
8 Mulkay, Science, s. 3-5.
ruluk, Durkheim için, aslî olarak indirgenemez kalmaya devam etti.”9
Elkana indirgenemezlik derken, bilimsel bir olgunun ortaya çıktığı
sosyal bağlama ilişkin bilginin, bu olgunun mahiyeti hakkında hiçbir
şey söyleyemeyeceğini imâ eder.10
Bu yorum, dikkatlerini bilim ile sınırlandırmayan diğer Durkheim
incelemelerini de karakterize eder. Steven Lukes’e göre,
Durkheim, İzafî ve bağlamdan bağımsız olmayan mantık ilkeleri
kadar doğru ve “nesnel” bir açıklama ölçütünün mevcudiyetinin
açıkça farkındaydı ve üstelik o, bu mantık ilkelerinin bütün kültür­
lerde temel ve evrensel olduğunu düşünüyordu. Sağlam bir rasyo­
nalist olarak o, rölativizmin cazibesine kapılmadı.11
Raymond Aron da benzer bir görüş ileri sürer: “Durkheim, bilimsel
düşüncenin mutlaklığını sabitler: Bilimsel düşünce, çağımızda geçerli
tek düşünce form udur. ...Bu görüş, pozitivist öğretinin de kaynağı­
nı oluşturur.”12 Durkheim ’ın pozitivist bilimsel bilgi anlayışı, pek çok
eleştiricinin bahsettiği (sözgelimi “artık bilimi m üm kün tek bilgi for­
mu olarak kavrayamayız, aksine bilgi bilim ile özdeşleştirilmelidir” 13)
9 Yehuda Elkana, “Of Cunning Reason”, Science and Social structure: A Fest­
schrift for Robert K. Merton içinde, ed. Thomas E Gieryn (New York: New
York Academy of Sciences, 1980) s. 37.
10 Bilim sosyologları Ludwik Fleck’in Genesis and Development o f a Scientific
Fact, çev. F. Bradley ve T. J. Trenn (Chicago: University of Chicago Press,
1979; ilk baskı 1935)’ini okumuş olsalardı, bu türden bir Durkheim okuması
için oldukça erken bir kaynağa başvurmuş olacaklardı. Fleck, “bilimsel olgu­
lara, sofuca yüceltmeye varan aşırı bir saygı” (s. 47) gösterdiği için, Durk­
heim’m, frengiyle alâkalı olguların sosyal gelişimini açıklamaya dönük kendi
çabasını anlayamayacağını ileri sürer.
11 Steven Lukes, Emile Durkheim (New York: Harper and Row, 1973), s. 440.
12 Raymond Aron, Main Currents of Sociological Thought, 2 cilt, çev. R.
Howard ve H. Weaver (New York: Doubleday, 1967), 2: 82.
13 Jürgen Habermas, Knowledge and Human Interests, çev. J. J. Shapiro
(Boston: Beacon, 1971) s. 4. “Pozitivizm”, sosyolojik lügatta en kaypak te­
rimler arasında yer alır. Habermas’ın tanımlaması, pozitivizmin sadece bir yü­
zünü ortaya koyuyor ve bu kullanımın tarihsel evrimine dair hiçbir açıklamada
bulunmuyor. Pozitivizm, sosyolojiye bir bilgi teorisi, yani aşağıdaki üç kabulü
tipik tarzda bir araya getiren bir metateorik yönelim olarak dâhil oldu: (1)
doğa bilimlerinin amaç ve yöntemleri sosyal fenomenlerin incelenmesine ak­
tarılabilir; (2) sosyolojik analizin nomotetik bilgi ortaya koyması amaçlanır;
(3) bilimsel bilgi teknik ve araçsaldır, yani ekseriyetle tetkik edilmeden kalan
hedeflere ulaşmak bakımından faydalıdır. Durkheim’m pozitivizmi hakkında-
ki tartışmaların birçoğu aşağıda verilmektedir. Sosyolojide pozitivizm üzerine
bir mevzu haline geldi.14 H arry Alpert ve yakın dönem de Paul Hirst,
Durkheim ’ın pozitivizminin, onu, temel kavramların veya olguların
tanımlanmasında bilim insanının kültüre bağımlı ve tarihsel olarak öz­
gül rolünü görmekten alıkoyduğunu ileri sürdüler. Bu durum , bilimin
inceleme nesnesine ilişkin asal tanımlamaların kaynağını bilim insan­
larının ilgileri/çıkarları veya sayıltılarının değil de, dışsal gerçekliğin
oluşturduğu şeklinde bir önvarsayıma yol açtı. Alpert’in yazdığı gibi,
“Durkheim ’ın tanımlama teorisi, tanımlayıcının hayatî rolünü göz
ardı eder. ...ve şu ya da bu şekilde nesnelerin kendi kendilerini ta ­
nımladıklarını imâ ediyor izlenimi verir.”15 Hirst, “tutarlı rölativist bir
konum un, tam aksi bir görüşe, yani algıda verilmiş olan şeylerin tek
bir fenomene dair sonsuz çeşitlilik gösterdiği şeklindeki bir görüşe
bağlı kaldığı” tespitinde bulunur.16 Durkheim ’ın rölativist bilgi teori­
lerine yönelik karşıtlığına, M erton da işaret eder: “Durkheim, içinde
sadece rakip geçerlilik kriterlerinin mevcut olduğu bir rölativizm tipini
onaylamaz. [Mantık ve düşünce] kategorilerinin sosyal kökene sahip
olması, onları, doğaya uygulanabilirlikleri açısından büsbütün keyfî
kılmaz.”17
Yalnızca mütevazı bir ilginin ürünü olan bütün bu görüşler, Durk-
heim ’ı başka bir gözle okudukları anlaşılan ikinci bir grup araştırmacı
için geçerli değildir. Onlara göre, Durkheim’m bilginin sosyal yapı
tarafından belirlendiği şeklindeki görüşü, sadece ilkel sınıflamalar için
değil, fakat bilimsel bilgi için de geçerlidir. Durkheim ve M auss’un
ilkel toplumların sosyal organizasyonu ile bu toplumlara ait açıklama

bkz. Anthony Giddens, ed., Positivism and Sociology (London: Heinemann,


1974); Leszak Kolakowski, The Alienation of Reason: A History of Positivist
Thought, çev. Norbert Guterman (New York: Doubleday, 1968); T.W. Ador­
no vd., The Positivist Dispute in German Sociology, çev. G. Adey ve D. Frisby
(New York: Harper and Row, 1976).
14 E.E. Evans-Pritchard, Theories of Primitive Religion (Oxford: Oxford Uni­
versity Press, 1965), s. 90; Whitney Pope, “Classic on Classic: Parsons’ In­
terpretation of Durkheim,” American Sociological Review 38 (1973): s. 414;
Gunter Remmling, The Sociology of Karl Manheim (London: Routledge and
Kegan Paul, 1975), s. 39; Lukes, Emile Durkheim, s. 72, 363.
15 Harry Alpert, Emile Durkheim and His Sociology (New York: Columbia
University Press, 1939), s. 114.
16 Paul Hirst, Durkheim, Bernard and Epistemology (London: Routledge and
Kegan Paul, 1975), s. 140.
17 Merton, The Sociology of Science, s. 25. Ayrıca bkz. Hamilton, Knowledge
and Social Structure, s. 117.
şemalarının mantıksal yapısı arasındaki eşbiçimliliği kanıtlama teşeb­
büsü, m odern bilime de tatbik edilebilir. Durkheim, bu yüzden, sosyal
ve tarihsel bağlama bakılmaksızın geçerliliğini koruyan evrensel olarak
doğru standartların olabilirliğini reddeden tam bir bilişsel rölativist-
tir.18 Bir doğruluk iddiasının geçerliliğinin temelinde, onun dışsal ger­
çekliğe tekabül etmesi değil, fakat doğru temsilleri belirlemeye yönelik
ölçüte dair tarihsel olarak değişebilen konsensüsler bulunmaktadır.
Werner Stark, Durkheim ’ı “pan-rölativistler” listesine dâhil eder. Ona
göre:
“doğru”, verili bir toplumda doğru olarak rol ifâ eden şeydir ve
bu sınırlı geçerlilik anlayışını aşan kapsayıcı bir üst nokta mevcut
değildir. .. .Bütün test ve teknikleriyle bilimsel doğruluğun dahi ge­
çerliliği, Durkheim’a göre kolektif temsiller ile ahenk içinde olma­
sına bağlıdır.... (ve) her toplumun, katı bir mantık temelinde, ma­
teryal olarak farklı bir doğruluk konseptine sahip olması kaçınıl­
mazdır.'9
Primitive Classifıcations hakkındaki analizinde Peter Worsley,
“Durkheim’a göre, doğa ve kolektif temsiller arasında geçerlilikle­
rini sürdüren tekabüliyetlerin; temsillerin kökeni, niteliği ve sürek­

18 Rölativizm meselesi, sosyal bilimlerin iki sahasında boy verdi. İlkin felsefe­
ciler ve bilhassa antropologlar -rasyonel düşünce standartlarının bir kültürel
ortamdan diğerine her yerde aynı olup olmadığı veya bu standartların modern
Batı toplumunun söylemine özgü olup olmadığı sorusunda odaklanan- “ras-
yonalite” tartışması diye tarif edilen mesele ile alâkadar oldular. Bkz. Bryan
Wilson, ed., Rationality (New York: Harper and Row, 1970); Horton ve Fin­
negan, Modes of Thought. İkinci olarak, farklı bir rölativizm türü, bilimsel
olguların inşasında, bilim içindeki teorik veya paradigmatik önkabullerin rolü
etrafında cereyan eden tartışmalara dâhil olur. Larry Laudan, Progress and
Its Problems: Toward a Theory of Scientific Growth (Berkeley: University of
California Press, 1977), bu tartışmaya dair en isabetli incelemelerden biridir.
Bilişsel rölativizmin genel anlamda değerden yoksun olduğuyla ilgili birçok
görüşten ikisi, sosyal araştırmayla ilgili imâları derli toplu sunması bakımın­
dan bilhassa faydalıdır: Ernest Gellner, “The New Idealism: Cause and Me­
aning in the Social Sciences,” Positivism and Sociology içinde, ed. Giddens,
s. 129-156; I. C. Jarvie, “Cultural Relativism Again,” Philosophy of Social
Science 5 (1975): 343-353.
19 Stark, Sociology of Knowledge, s. 324-325, 335.
liliğine ilişkin herhangi bir değerlendirme ile büyük ölçüde alakası
yoktur”20
tespitinde bulunur. Durkheim ’m bilgi teorisindeki özsel rölativizme,
yakın zamanda, bilim felsefecisi Larry Laudan tarafından da işaret
edildi: “Belirli bir kültürde ya da belirli bir zamanda hâsıl olan herhangi
bir inancın, sosyal olarak üretildiğinin zorunluluğunu varsayma husu­
sunda, Durkheim ’la benzer bir eğilim sergileyen başka hiçbir düşünür
yoktur.”21 Edwin Schaub da, Durkheim ’ın bilimsel bilginin nesnel ge­
çerliliğine inanıp inanmadığını sorguladı: “Bütün kavram ve katego­
riler, bizatihi sürekli değişen tecrübelerden doğm uştur ve bu yüzden
onlar izafîliğin izlerini taşırlar...D urkheim ’a göre hiçbir kategori veya
kavramlar sistemi, kendi nesnel anlamı hususunda, takribî olmaktan
öte bir iddiada bulunam az.”22 Edward Tiryakian, pozitivistik Durk-
heim ’m bir hayal ürünü olabileceği fikrini savunuyor izlenimi verir:
“Durkheim, bilginin köken itibariyle toplumsal olan a priori yapıların
bir işlevi olduğunu tasdik eder. ...Bu yüzden Durkheim, ‘nesnel’ ger­
çekliği izah etmek için naif bir şekilde resmî istatistiklere dayandırılan
İntihar’m ‘pozitivist’liğinden hareketle kendisi hakkında karikatürize
edilerek oluşturulmuş imajın bir hayli uzağında durur.”23 Son olarak
Robin Harton, Durkheim ’ın bilgi teorisinin meziyetlerinin, bütünüyle
onun “anti-pozitivist eğilimleri”nden24 kaynaklandığını ileri sürer.
Özet olarak, eleştiriciler, Durkheim ’ın bilimsel bilgi sosyolojisine
ilişkin bulmacayı andıran değerlendirmeler ortaya koyuyorlar. M uh­
telif önemli sorular hakkında, Durkheim ’ın birbirine karşıt cevapları
onayladığı görülmektedir: Bilimsel bilgi, onun kültürün sosyo-yapı-
sal belirleyiciliğine dair aslî teorisine dâhil midir yoksa değil midir?
Durkheim, bilimin doğruluk iddialarının toplumsal ve tarihsel olarak
özgüllüğünü vurgulayan saf bilişsel rölativizmi onaylıyor mu yoksa

20 Peter Worsley, “Emile Durkheim’s Theory of Knowledge,” Sociological


Review 5 (1956): s. 50.
21 Laudan, Progress and Its Problems, s. 212.
22 Edwin Schaub, “A Sociological Theory of Knowledge,” Towards a Soci­
ology of Knowledge içinde, ed. Gunter Remmling, (London: Routledge and
Kegan Paul, 1973; ilk baskı 1920), s. 167-183. Ayrıca bkz. Gerard DeGré,
Society and Ideology: An Inquiry into Sociology of Knowledge (New York:
Columbia University Press, 1943).
23 Edward Tiryakian, “Emile Durkheim,” A History of Sociological Analysis
içinde, ed. Tom Bottomore ve Robert Nisbet (New York: Basic Books, 1978),
s. 212.
24 Horton, “The Scientific Revolution,” s. 297.
red mi ediyor? Durkheim, “gerçekliğin kendisi”nden türetilen nesnel
doğruluk imkânını onaylıyor mu yoksa yadsıyor m u? O, bir pozitivist
midir yoksa değil midir?

Durkheim’ın Eleştiricileri Arasındaki


Farklılıkları Gidermek
Bu karşıt yorumlar, Durkheim ’ın metinlerinde değil de, eleştiricilerin
kendi İlmî gayeleri ve önkabullerinde temellenmiş yanlış okumaların
birinden kaynaklanıyor olabilir. Ayrı kamplar içinde yer alan eleştiri­
ciler dönem, milliyet ve İlmî disiplin bakımından büyük ölçüde fark­
lılık sergiledikleri için, bu tespit pek olası görünmüyor. Ayrıca benzer
yorumlara açıkça atıfta bulunmadaki yaygın eksiklik, her iki tarafın
eleştiricileri arasında belli ölçüde bir zihnî irtibatsızlık olduğunu akla
getiriyor.
Durkheim ’ın bilim hakkındaki düşüncelerinin, hayatı boyunca
m addî olarak değiştiği ve belli bir okumanın erken dönem eserlerinden,
başka türlü bir okum anın ise geç dönem eserlerinden kaynaklandı­
ğı tarzındaki tespit, sorunun diğer bir olası çözüm üdür. Paul Vogt,
kökleri Talcott Parsons’ın The Structure o f Social Action başlıklı ese­
rine kadar uzansa da, yakın dönemde bu görüşü benimsedi. Vogt’a
göre, dönüm noktası bu yüzyılın ilk on yılında oluşur: 1900’den önce
“Durkheimcılar, bilimi sosyolojik analizden m uaf tutm ak istiyorlar­
d ı...”, fakat “takriben 1910’da dışarıda tutulan zihinsel fenomenle­
rin pek çoğu analize yeniden dâhil edilmişti ve önde gelen muhtelif
Durkheimcılar, sosyolojik analize konu teşkil etmeyecek hemen he­
men hiçbir temsilin olmadığına inanmaya başlamışlardı.”25 Sosyalist
ideolojinin analizinde, ilk dönem Durkheim, örnek olarak gösterilir.
Sosyalizm bilim değil de bir ideoloji olduğu için ve yalnızca bu yüzden
-kurucularının ilgileri ve önkabulleri ifşa edilerek ve üstlendiği sosyal
işlevler gösterilerek- sosyolojik düzlemde analiz edilebilirdi. Sosyalist
düşünce gerçekten bilimsel olsaydı, hakkında ancak şu soru sorula­
bilirdi: “Onun olgulara tekabül ettiği doğru m udur, yoksa yanlış m ı­
dır?”26 Vogt, ilk dönem Durkheimcıların, epistemolojik bakımdan katı
bir biçimde pozitivist olduklarını ileri sürer: “Belli bir dönem itibariyle
onlar, bilimi diğer düşünce yapılarıyla aynı tarzda irdeleme hususun­
da -h a ttâ ilke olarak- pek istekli görünmüyorlardı. (Belki bilim de

25 Vogt, “Early French Contributions,” s. 111-112.


26 A.g.e., s. 117.
sosyaldi ve bu yüzden kutsal ve dokunulm azdı.)”27 Bununla birlikte,
Durkheim ve meslektaşlarının son dönem çalışmalarında, “‘m odern’
düşüncenin doğasını aydınlatma ve onu incelemenin kurallarını belir­
leme amacına mütemadiyen bağlı kalındı.”28 Bilim de pekâlâ, “ilke
olarak sosyolojik bir analize m üsaitti.”29
Vogt’un yorumu Durkheim için cömertçe görülebilir, zira bu yo­
rum -hayat boyu süren çalışmalarında böylesine verimli bir zihinden
beklenebilecek salt bir perspektif değişimi dışında- hiçbir çelişki veya
mantıksal tutarsızlık ortaya koymaz. Bu yorum, Durkheim ’ın kariyeri­
nin uzunca bir döneminde her iki konumu bir arada muhafaza ettiğini
ve bilim hakkmdaki düşüncesinin bir çelişki ile imlendiğini söyleyen
ve bu yazıda takdim edilen yorumdan farklıdır. Vogt’un yorumu şu üç
tespit karşısında zayıf kalır. İlkin, Durkheim ’ın kültür sosyolojisinde
bilimin dışarıda tutulmasından dâhil edilmesine doğru farz edilen de­
ğişikliğin zamanını saptam ak m üm kün olmayabilir. Durkheim ’ın aynı
çalışma içersinde (hem The Elementary Forms hem de Pragmatisme
et Sociologie’de) her iki görüşü birden savunduğuna dair çok sayı­
da doküman, makalenin son iki kısmında takdim edilecektir. İkincisi,
son dönem çalışmalarında Durkheim, The Rules’daki temel m etodo­
lojik pozitivizmi savunmaktan vazgeçmedi. D urkheim ’ın entelektüel
kariyeri boyunca hangi tür değişimler yaşanmış olursa olsun, meselâ
bilimsel doğruluğun “bağlamsallığı”na dair son dönem düşüncelerin­
den hiçbiri, onun zihninde, daha önce oluşmuş düşüncelerle mantıksal
bakımdan bir tutarsızlık içinde değildi. Son olarak, yukarıda analiz
edilen eleştiricilerden hiçbiri, kendi yorumlarının salt -y a bütünüyle
genç ya da bütünüyle yaşlı olması anlam ında- yarım bir Durkheim ’a
dayandığını beyan etmediler.
Parsons, Durkheim ’ın bilim hakkmdaki düşüncesinin evrimine dair
daha incelikli bir değerlendirme ortaya koyar, ancak bu değerlendir­
me elinizdeki makalenin can alıcı odağını oluşturan çelişki meselesine
kısa bir değinmeyle son bulur. “Durkheim ’da keskin bir şekilde for­
müle edilmiş bir fikirler öbeğinden diğerine doğru”30, yani daha spe­
sifik olarak, istikrarlı bir pozitivizmden pek az pozitivistin “bilimsel”

27 A.g.e.; ayrıca bkz. Douglas, Implicit Meanings, s. xvi.


28 Vogt, “Early French Contributions,” s. 118; ayrıca bkz. H. Stuart Hughes,
Consciousness and Society (New York: Random House, 1958), s. 278.
29 Vogt, “Early French Contributions,” s. 104.
30 Talcott Parsons, The Structure of Social Action (New York: Free Press,
1937), s. 304.
diye onaylayacağı bir geç idealizme ve iradeci eylem teorisine doğru
temel bir değişim mevcuttur. Parsons’ın Durkheim ’a dair kapsamlı
yorum unun yetkinliğini değerlendirmek bu makalenin sınırlarını aşa­
cak olsa da, bir noktanın bilhassa vurgulanması gerekir: Durkheim ’ın
pozitivizmden farz edilen kopuşu tam bir kopuş değildir ve pozitivistik
bilim anlayışının özü -D urkheim , bilimin doğruluk iddialarının tıpkı
büyü veya sihir gibi sosyo-yapısal bağlamlara tâbi olabileceğini eşza­
manlı olarak ileri sürm üş olsa d a h i- yerli yerinde muhafaza edilir.
Parsons, Durkheim ’ın düşüncesinde, onu pozitivizmden uzaklaş­
tırdığını gösteren iki yön değişikliği tespit eder. İlkin, ilk dönem D urk­
heim, naif bir empirist yani “genel eğilimi empirist epistemoloji doğ­
rultusunda olan. ...olgu tanımında içkin güçlükleri değil de, empirik
olgunun merkezî rolünü vurgulayan pozitivist bir bilim insanı”31 ola­
rak görülür. Bir toplum bilimi, açıklamalarını doğrudan gözleme tâbi
dışsal nesneler ile sınırlandırmalıdır. Durkheim ’ın -P arsons’a göre
katı çizgideki pozitivistlerin potansiyel anlamda gözlemlenebilir bul­
m ayacakları- “toplum ” ve “kolektif temsil” kavramlarına gittikçe a r­
tan biçimde bel bağlaması, pozitivizmden bir sonraki kopuştu. Bu son
iddianın doğruluğu, D urkheim ’ın kendisini ilk baştaki empirizminden
asla uzaklaşmış olarak görmediğini fark etmeye kıyasla, bizim için
daha az önemlidir. Bilâkis o, bilimsel yöntem ilkelerinin kapsamını,
yeni gerçeklik sahalarını içerecek şekilde genişletmeye çalıştı. Toplum
ve kolektif temsillerin, kalıplaşmış davranışsal ve yapısal sonuçların­
dan hareketle gözlemlenebildiklerini varsaydı. Bir neden, yarattığı etki
sonucu bilinir; cisimlerin düşme nedeni yerçekimi ise, aynı şekilde
hukukî kuralların nedeni de sosyal dayanışmadır.
İkinci yön değişikliği -pozitivizm den kopuşa dair Parsons’ın imâ
ettiğinden daha dar ölçekli olsa d a h i- Durkheim ’ın değişen eylem
teorisini ihtiva eder. Durkheim ’ın ilk dönem bakış açısında aktörler
“bilim insanı analojisine göre”, yani norm atif sınırlandırmalara tıpkı
bilim insanlarının dış dünyadaki verili olgulara pasif halde tepki ver­
meleri gibi pasif bir halde tepki veren aktörler olarak ele alınmışlar­
dır.32 Parsons aynı analojiyi, pasif bilim insanı ile Durkheim ’ın -artık
kendi norm atif yapılarını etkin biçimde yarattıkları varsayılan- yeni
iradeci aktörler anlayışı arasındaki farklılıkları ortaya koymak için
kullanır. Son dönem D urkheim ’daki iradeci eylem teorisinin, sosyal

31 A.g.e., s. 441.
32 A.g.e., s. 438.
yaşama dair geleneksel pozitivist yönelimler açısından daha az ölçüde
benimsenebilir olduğu ifade edilir.33
Whitney Pope, bütün bunların ekseriyetle Parsons’ın kendi tashihi
olduğunu ileri sürer. O na göre Durkheim aslında ne iradecidir ne de
pozitivist. Bununla birlikte Pope, kendine özgü bir pozitivizm tanımı
yaparak bu sonuca varır: “Durkheim, toplum içindeki insana, asla,
bilimsel tutum un hesabını kitabını yapma anlamında bir rasyonellik
atfetmedi; sonuç olarak o, bir pozitivist değildi.” Pope pozitivizmi,
daha ziyade yaygın biçimde benimsenen anlamıyla, yani bilgi ve bilim­
sel yönteme ilişkin m eta-teorik bir yönelim olarak değerlendirirken,
Durkheim ’m “pozitif (doğa) bilimlerinin başvurduğu bilimsel analiz
tarzına uygun düşen salt nesnel değişkenleri kullanma zorunluluğuna
vurguda bulunma anlam ında”34 pozitivist olduğu sonucuna varır.
Benzer bir m eta-teorik pozitivizm tarifini tasdik ederken, Parsons
da, Durkheim ’ın “pozitivizmden kopmadığı”35 tespitini yapmak zo­
runda kalır. Pozitivizm,
pozitif bilimin, insanın dışsal gerçeklik ile yegâne anlamlı bilişsel
ilişkisi olduğunu vurgulayan öğretidir. Mevcut halde, Durkheim
pozitivistik görüşe sâdık kalmaya devam ediyor. ...zira o, son bö­
lümde [ve önceki paragraflarda] izi sürülen farklılaşmaya karşın,
açıkça veya herhangi bir şekilde bile bile pozitivist konumunu kati­
yen terk etmemiştir.36
Bu, önemli bir itiraftır: Zira Durkheim ’m bilim hakkında bu pozitivis­
tik görüşü yadsıyan bir konum u eşzamanlı olarak benimsediği göste­
rilebildiği takdirde, çelişki tespiti kuvvetlenir.
Aslında Parsons, Durkheim ’a ilişkin yetkin bir incelemenin, epis­
temolojisindeki mantıksal tutarsızlıkları ifşa edebileceğini imâ eder.
Meselâ Parsons, Durkheim ’ın şayet kendi sosyal tipler teorisini bil­
gi sosyolojisine taşımış olsaydı, müdafaası imkânsız bir konumla baş
başa kalacağını vurgular. Zira Durkheim açısından, pek tabii, farklı
(organik ve mekanik) toplum tiplerinin, paralellik arz eden (baskı­
cı veya onarıcı hukukun hüküm sürdüğü) farklı kültürel sistemlere
sahip olması beklenecektir. Şayet bu kültür tasavvuru, hukuktan bili­
me nakledilseydi, Durkheim kendini, şu bilişsel rölativizm konumuna

33 A.g.e., s. 396.
34 Her iki alıntı, Pope, “Classic on Classic,” s. 414’den alınmıştır.
35 Parsons, Structure of Social Action, s.444.
36 A.g.e., s. 421-426.
yaklaşmış görecekti: “Bu durum da, epistemolojisi -sosyal tiplere dair
rölativizm, yalnızca tikel bir sosyal tip için geçerlilik taşıyan bir kate­
goriler sisteminin ürünü olduğu için, bizatihi baştaki rölativizmi rö-
latif kılacak şekilde- insan aklının temellerini aynı rölativist döngüye
sokacaktı.”37 Parsons, buradaki imâları açımlamaz, fakat en azından
bir ikilem ihtimaline dikkat çeker ve bu makalenin geri kalan kısmı
için bir basamak inşa eder: “Zira farklı dinsel tasarım sistemleri salt
farklı sembol sistemleri olarak görüldüğü takdirde, bir anlamda bu
sembol sistemlerine bütünsel bir atfın mevcut olduğu fikri yadsınamaz
hale gelir. Fakat onların, nihaî gerçekliğin harfiyen bilimsel temsilleri
oldukları kabul edilirse, bu durum Durkheim’ın sosyal tiplere dair rö ­
lativizmi ile yan yana geldiğinde, onu bir ikileme sürükler.”38
Şu halde geriye, bütün bu anlatılanların ne kadarının Durkheim
olduğunu, onun temel bilgi teorisi ile bilimsel sosyolojinin yöntemine
ilişkin m eta-teorik önvarsayımlarım yeniden inceleyerek ortaya koy­
m ak kalıyor.

II. Durkheim’ın Rölativist Kisvesi


Pek az sosyolog, gerçekliğin doğası hakkındaki estetik normlar, ahlâki
buyruklar ve inançların zaman içinde ve toplumlara göre farklılaştığı
savına itiraz edecektir. Bu türden kültürel farklılıklara ilişkin empirik
olgular, bütün rölativist epistemolojilerin kalkış noktasını oluşturur.
Buna, sıklıkla tartışılan bir vargı daha ilâve edilir: Hiçbir sanat, din
veya bilim sistemi, güzelliğin, ahlâkın veya doğrunun evrensel, “nihaî”
veya hattâ tercih edilebilir standartlarını kendinde taşıdığını iddia ede­
rek rakiplerinin üstesinden gelemez. Bilişsel rölativist için doğruluk
iddiasının geçerliliği, yalnızca belli bir gerçeklik kriterinin normatif
olarak muhafaza edildiği toplum un tarihsel ve kültürel sınırları kadar­
dır. Hiçbir kriter seti -bilim sel yöntem kuralları d a h i- nesnel anlamda
doğruyu hilekârlardan çekip alacak bir Arşimet noktası vazifesi göre­
mez. Rölativist bir bilim sosyologu, bilginin varsayılan doğruluğundan
ziyade, kökeni ve alımlanması ile alâkadar olur.
Durkheim, kendini katîyen bilişsel rölativist olarak adlandırmaz,
fakat eserleri sıklıkla bu konuma işaret eder. O, bir rölativistin var­
saymak mecburiyetinde olduğu görüşü bir olgu olarak alır: Üzerinde
doğru diye m utabakat sağlanan kuralların tarihsel ve kültürel olarak

37 A.g.e., s. 447.
38 A.g.e., s. 429.
farklılık arz etmesi. Education and Society’de Durkheim açıkça şunu
ileri sürer: “İnsanı, doğayı, hattâ mekânı O rta Çağlarda tasavvur
edildiği şekliyle tasavvur etmiyoruz.”39 Tecrübeyi veriye dönüştüren
mantıksal kategorilerde dahi bu farklılıklara rastlanabilir. Meselâ The
Elementary Forms’da Durkheim şu tespitte bulunur: “Günüm üzde
bilimsel düşünceye özdeşlik ilkesi hâkimdir; fakat fikirler tarihinde
hatırı sayılır ölçüde rol ifâ eden -v e çoğunlukla bir kenara bırakıl­
m ış- sonsuz sayıda temsil sistemleri m evcuttur.”40 Genellikle Kant
ile birlikte anılan -m ekân, zaman ve nedensellik gibi- temel düşünce
kategorileri, “herhangi bir kesin formda asla sabitlenmiş değillerdir;
onlar, ardı arkası kesilmeden oluşturulur, feshedilir ve yeniden oluştu­
rulurlar; mekân ve zamanla birlikte değişirler.”41
Düşünce kalıpları ve gerçeklik kavrayışlarındaki bu değişimler, bi­
limin ve onun varsayılan yöntem birliğinin, sistematik teknikleri ve

39 Emile Durkheim, Education and Society, çev. S. D. Fox (New York: Free
Press 1956; ilk baskı 1922), s. 76-77.
40 Emile Durkheim, The Elementary Forms of the Religions Life, çev. J. W.
Swain (New York: Free Press, 1915; ilk baskı 1912), s. 25.
41 Durkheim, Elementary Forms, s. 28. Lukes, (Emile Durkheim, s. 447-448),
Durkheim’ın kategoriler, kavramlar arasındaki ilişkilere ve bilimsel bilginin
mahiyetine dair kavrayışındaki bazı muğlâklıklara işaret eder. Durkheim’a
göre mekân, zaman ve nedensellik kategorileri “evrensellikleri ve zorunlu
oluşlarından dolayı diğer bütün bilgilerden ayrılırlar. Gerçek olan her şeye
uygulanabildiklerinden, onlar varolan en genel kavramlardır; ve herhangi bir
özel nesneye bağlı olmadıkları için her çeşit özneden bağımsızdırlar.” Durk­
heim, Elementary Forms, s. 26. Anlaşıldığı kadarıyla (daha sınırlı “kavram-
lar”ın bir alt kümesini oluşturan) kategoriler, duyu izlenimlerini düzenleme­
ye yönelik ön-algısal kılavuzlardır; ancak Durkheim, onları da “bilgi” olarak
kabul eder ve bundan dolayı algıların düzenleyiciliğini bilimsel bilginin içe­
riğiyle karıştırır. O, kategorilerin duyumlarımızı gerçekliğin farklı algılarına
götürecek tarzda başka türlü biçimlendirebildiğine işaret ederek, meseleye
belli bir açıklık getirir: “Bir duyum ya da imge daima belirlenmiş bir nesneye
dayanır. ...Duyumsamaların, fîilileştikleri vakit, kendilerini gerçekte bize da­
yattıkları doğrudur. Fakat onları gerçekte olduklarından başka türlü idrak et­
mekte veya onları kendimizde gerçekte üretildikleri yerlerden farklı bir düzen
içinde vuku buluyorlar gibi yansıtmakta özgürüz.” Durkheim, Elementary
Forms, s. 26. Durkheim’da kategorilerin işlevi, Kantçı felsefedeki işlevleriyle
hemen hemen aynıdır; fakat Durkheim ve Kant, kategorilerin kökenlerine
dair açıklamaları bakımından birbirlerinden ayrılırlar. Durkheim psikolojik
anlamda a priori değil de, somut toplumların organizasyonel özellikleriyle be­
lirlendiklerini ileri sürmek suretiyle, “Kantçı kategorileri sosyolojikleştirdi.”
(Tiryakian, “Emile Durkheim,” s. 211).
kesin mantığının ortaya çıkmasıyla birlikte son mu bulacaktır? D ürk­
heim aksini iddia eder: Bilim, “doğru” kabul edilen konularda değişi­
mi oransal olarak arttırır ve hattâ doğrunun çoğalarak çeşitlenmesine
katkıda bulunur. “Bugünün doğrusu, yarının yanlışıdır. Doğruların
zaman içersinde sabitlenme eğilimine girecekleri söylenebilir mi? N e­
redeyse tam aksi doğrudur. Bilimin gelişme kaydetmesiyle birliktedir
ki biz, farklılık ve değişimin vuku bulmasına tanık oluyoruz.”42 Bilimin
gelişimi, kısmen araştırmacıların akademik disiplinler içinde uzm an­
laşmalarından dolayı, doğrunun çeşitlenmesine katkıda bulunur: “N e­
densellik ilkesi farklı zaman ve mekânlarda farklı biçimlerde kavrandı;
tek bir toplumda dahi bu ilke sosyal ortam a ve tatbik edildiği doğa
âlemine göre farklılaşır. Fizik ve biyolojinin, bu nedensel ilişkiyi aynı
tarzda resmedip etmediği bile sorulabilir.”43
Durkheim, rölativizmi, şu izleyen savıyla takip eder: Bu kültürel
varyasyonların temelinde, somut toplumlar arasındaki sosyo-yapısal
farklılıklar ve onların tarihsel bir momentten diğerine başkalaşmala­
rı bulunmaktadır. Durkheim, denebilirse Com te’un idealizmine veya
M arx’in ekonomik materyalizmine karşıt bir “yapısal determinist”
kültürel değişim teorisi ortaya koyar. Toplumların kendi kurumsal d ü ­
zenlemeleri bakımından farklılaşması nispetinde, hukuk, din ve hattâ
dış dünyanın bilgisine dair kültürel kalıplar bakımından da farklılaş­
ması zorunlu hale gelir. “Mevcut mantığımızı yönetiyor izlenimi ve­
ren kuralların bu tarihsel varyasyonları, bu kuralların insan zihninin
teşekkülünde ezelden beri bulunmuş olamayacağını, aksine tarihsel ve
sonuç itibariyle de sosyal faktörlere dayandıklarını ispat etm ektedir.”44
D oğruluk ve mantıktaki varyasyonların temelinde sosyo-yapısal de­

42 Emile Durkheim, “Pragmatism and Sociology,” Essays in Sociology and


Philosophy içinde, ed. Kurt Wolff (New York: Harper and Row), 1960, s.
409. Bu makale, Emile Durkheim’ın Pragmatisme et Sociologie (Paris: Vrin,
1955) eserinin kısmî bir çevirisidir.
43 Durkheim, Elementary Forms, s. 412 ve dipnot 30. Durkheim’ın bir anti-po-
zitivist olarak örnek oluşturmasında bu ifade özel bir önem arz etmektedir.
Pozitivizmin ana prensibini, bilimsel yöntemin birliği, yani modern bilimin
teknik ve amaçlarının, kalıplaşmış bir fenomenin veya sürecin anlamlı açıkla­
masını ortaya koymaya ilke olarak aktarılabileceği inancı oluşturur. The Ru­
les’da Durkheim, nedensel mantığı sosyal hayatın incelemesine dâhil edişini
meşrulaştırmak için bu meta-teorik önvarsayıma başvurur. Fakat Elementary
Forms’da Durkheim, bilimsel yöntem ve mantığın temel ilkelerinin, incelenen
ontolojik alana bağlı olarak değişebileceğini, en azından imâ eder.
44 Durkheim, Elementary Forms, s. 25.
ğişimin bulunduğuna dair argümanını desteklemek için Durkheim,
tasdik edilen bilgi üzerinde toplum içindeki hâkim m utabakat örün-
tüsüne işaret eder: “Aynı medeniyete mensup insanların hepsi mekânı
aynı tarzda tasvir ettikleri için, bu ortak değerler ile onlara dayanan
ayrımların eşit ölçüde evrensel olması zorunludur ve bu evrensellik
hemen hemen zorunlu bir şekilde, onların sosyal kökenli olduklarını
imâ eder.”45

Sosyal Organizasyon ile Mantıksal Organizasyon


Arasındaki Eşbiçimlilik
Bu tespit, toplum un sosyal tanzimi ile toplum un doğa dünyasına iliş­
kin sınıflaması arasındaki eşbiçimliliğe dair Durkheim ’m teorisinin
kalkış noktasını oluşturur. Durkheim ve M auss’un Avusturalya’lıla-
rın, Siyu, Zuni ve Çinlilerin doğa tasvirlerine dair - b u bilim öncesi
sınıflamaların her bir toplum un morfolojisini yansıttığını ortaya ko­
y a n - araştırmalarındaki46 empirik ve kavramsal noksanlıklar üzerinde
durmayacağım. Teorinin noksanlıkları, bu teorinin rölativist bilgi an­
layışı ile ahenk içinde olmasına kıyasla, bizim için daha az önemlidir.
Epistemolojik önvarsayımlar, Pirimitive Classifıcations’m başında kısa
ve öz olarak ifade edilir:
Her sınıflama, ne somut dünyanın ne de zihnimizin bize kalıp ola­
rak sunduğu bir hiyerarşik düzeni ihtiva eder. ...Bu düzeni karak-
terize etmek için kullandığımız terimler bile, bütün bu mantıksal
nosyonların mantık harici bir kökene sahip olduklarını varsayma­
mıza müsaade ediyor. Aynı cinse bağlı türlerin, akrabalık ilişkisi ile

45 A.g.e., s. 24. Tasdik edilmiş bilgi, toplumdaki bireyler üzerinde normatif


bir baskı tesis eder: “Kategorilerin bize zorunlu gibi gelmesi öyle azıcık bir
çabayla silkip atabileceğimiz sade alışkanlıkların sonucu değildir. Aynı şekil­
de fiziki veya metafizik bir zorunluluk da değildir, çünkü kategoriler farklı
zaman ve mekânlarda değişirler; bu bir nevi özel bir zorunluluktur; ahlâkî
yükümlülük irade için ne ise, bu da entelektüel hayat için öyle bir şeydir.”
Durkheim, Elementary Forms, s. 30.
46 Emile Durkheim ve Marcel Mauss, Primitive Classifications, çev. R. Need­
ham (Chicago: University of Chicago Press, 1963; ilk baskı 1903). Eleştiriler
için bkz. Worsley, “Durkheim’s Theory of Knowledge”; Rodney Needham,
“Introduction” to Primitive Classifications, s. vii-xlviii; Jack Goody, “Intro­
duction,” Literacy in Traditional Society içinde (Cambridge: Cambridge Uni­
versity Press, 1975), s. 1-26.
birbirlerine bağlı olduklarını söylüyoruz; belirli birtakım sınıfları
“aileler” olarak tanımlıyoruz.47
Durkheim ve Mauss, kategorilerin kökeni ve onların hiyerarşik biçim­
leri konusunda pek şüpheye yer bırakmazlar: “Toplum, sınıflayıcı
düşüncenin takip ettiği basit bir model değildi; toplumun, sınıflama
sistemindeki taksimlerin vazifesini gören kendi taksimleri mevcuttu.
İlk mantıksal kategoriler sosyal kategorilerdi, ilk nesne sınıfları insan
sınıflarıydı.”48
Düşünce sistemlerinin ve sınıflamaların kökenine dair iki rakip
açıklama, Durkheim ve Mauss kendi sosyo-yapısal determinist teorile­
rini takdim ederken, reddedilir. Birinci olarak onlar, Kantçı apriorizmi
veya duyu izlenimlerini özdeş şekillerde kategorize etmek için dona­
tıldığımız görüşünü yadsırlar, ikinci olarak onlar, ilkel sınıflamaların
m addi (muhtemelen fiziksel) dünyada verili ontolojik hiyerarşilere da­
yandırıldığı realist görüşü yadsırlar. The Rules’a ve onun bilimin temel
tanım ve kavramlarını dış dünyanın sağladığı şeklindeki öncülüne âşi­
nâ olanlara, bu yadsıyıcı tavırlar şaşırtıcı gelebilir. Durkheim ’ın maddi
dünya ile sosyal dünya arasında yaptığı analitik ayrımın hafife alınarak
geçiştirilmemesi gerekir. Ontolojik yapılar ve süreçler fiziksel dünyada
mevcut olsun ya da olmasın, onlara ilişkin tasvir ve açıklamalarımız,
araştırıcı grubun sosyo-yapısal tanzimleriyle yönlendirilir. Durkheim,
sosyal ve doğal sınıflamaların salt analoji ile değil fakat özsel neden
ve sonuç ile de bağlantılı olduğunu vurgulama hususunda dikkatlidir:
Doğal taksimlerin kaynağı sosyal taksimlerdir. Bu demektir ki, farklı
sosyo-yapısal tanzimlere sahip toplumlar, doğal dünyaya ilişkin farklı
sınıflamalar oluştururlar; doğru, sosyal morfolojiye göre değişir.
• •

Dinsel inançlar ve Bilimsel Bilgi Arasındaki ilişkiler


Tam bir rölativist için, bu meseleler ilkel sınıflamalar kadar m odern
bilimsel bilgiyle de alâkalıdır. Rölativistlerin hiçbiri, Durkheim ’ın sos­
yal tanzimler ile mantıksal kategoriler arasında varsaydığı eşbiçimliliği
tasdik etmeyecektir. Rölativistler bütün bilginin bağlamsal olduğunu,
yani doğruluk, geçerlilik ve nesnelliğin ancak bilginin ortaya çıktığı
toplumdaki geçerlilik kriterine uygun olarak değerlendirilebileceğini
ileri sürerler. Bilgide veya doğruluktaki kültürler arası farklılıklar, sos­

47 Durkheim ve Mauss, Primitive Classifications, s. 8; ayrica bkz. Durkheim,


Elementary Forms, s. 25, 169, 173.
48 Durkheim ve Mauss, Primitive Classifications, s. 82.
yal organizasyonun mantıksal organizasyon üzerinde yarattığı doğru­
dan etkiden kaynaklana£u7i>, fakat kuvvetle muhtemel bu farklılıklar,
bilgi ve doğrunun, kültürün diğer -dil, ideoloji veya dinsel inançlar
gibi- daimî veçheleriyle norm atif anlamda uyumlu olma temayülün­
den kaynaklanıyor. M odern bilimin, muhtelif bilgi üretim sistemlerin­
den bir tanesi olduğu görüşü, rölativizmdeki ortak bağı oluşturur ve
rölativizm, rakiplerine kıyasla ne eksik ne de fazla “doğru sözlü” bir
konuma sahiptir. Durkheim ’ın bu rölativist temel prensiple uzlaşma­
sının kanıtları çeşitli şekillerde ortaya çıkar.
Durkheim dinsel inançlar, ilkel sınıflamalar ve m odern bilimsel
bilgi arasındaki bu apaçık bağlantılar üzerinde sıklıkla durur. Başlı­
ca bilimsel kavramların kökeninin doğa hakkmdaki dinsel imajlarda
bulunduğu ve her iki bilişsel sistemin toplumun yapısından türediği
vurgulanır: “İlkel dinsel inançların [sosyo-yapısal kökenlerine dek] izi
sürüldüğünde, doğal olarak ilkel kategoriler ile karşılaşılır. Onlar din
içinde ve din ile birlikte ortaya çıkarlar. ...Dolayısıyla, kategoriler din­
sel bir kökene dayanıyor ise, onların da sosyal etkinliklerin ve kolektif
düşüncenin ürünleri olmaları gerekir.”49 Durkheim, dinsel ve bilim­
sel tanımlamalar arasındaki örtüşmeye dair bir örnek takdim eder ve
Com te’un aynı mesele hakkmdaki analizinden kendini uzak tutar:
Güç ideası dinsel kökene sahip olan bir ideadır. Dinden çıkmakla
birlikte o, ilk önce felsefe, ardından bilim tarafından ödünç alındı.
Bu tespit, daha önce Comte tarafından da öngörülmüştü. Ancak
o, bundan, güç ideasının bilimle birlikte ortadan kalkmaya yazgılı
olduğu sonucunu çıkarıyordu; mistik bir kökene sahip olduğu için,
onu bütünüyle nesnel bir değer olarak kabul etmiyordu. Fakat biz,
tam aksine, dinsel güçlerin gerçek olduğunu göstermeye çalışıyo­
ruz.50
İlkel toplumların bilim öncesi doğa sınıflamalarından m odern bilim­
sel sınıflamalara varılır. “İlkel sınıflamalar, çok daha uygar halklar
tarafından kullanılan sınıflamalara hiç benzemiyorlar diye, tekil veya
m üstesna değillerdir; aksine onlar, süreklilikte hiçbir kopuş olma­
dan ilk bilimsel sınıflamalarla bağlantılı gibi görünüyorlar.”51 Aslında
Durkheim ’ın dinsel inançları ve bilimsel bilgiyi aynı analitik kategori

49 Durkheim, Elementary Forms, s. 22.


50 A.g.e., s. 234.
51 Durkheim ve Mauss, Primitive Classifications, s. 81; ayrica bkz. Durkheim,
Elementary Forms, s. 271.
içersinde -h e r ikisinin de “kolektif temsiller” olduğu anlam ında- bir
araya getirme kararı, bu iki sistemin ortak bir kökenden geldiklerini
tasdik ettiğini gösteriyor. “Eğer kategoriler esas olarak kolektif tem ­
siller ise (ki öyle olduklarına inanıyoruz), onların her şeyden önce
grubun zihin halini yansıtmaları; bu grubun inşa ve organize edildiği
tarza, onun morfolojisine, onun dinî, ahlâkî ve ekonomik kuram larına
dayanmaları gerekir.”52
Durkheim, dengeleyici bir tavrı benimser: O, ilkel sınıflamalar ile
m odern bilimsel bilginin daimî ve ortak kökenleri üzerinde durur. Bu
bağlantılardan dolayı, diye ifade eder Durkheim, m odern bilimsel bil­
ginin özgül sosyal ve tarihsel kökenlerden bağımsızlığı, bilim öncesi
kültürlerin bilgisinin bağımsızlığından daha fazla olamaz. Fakat aynı
zamanda o, kültürel formların sosyo-yapısal belirlenimine dair ken­
di teorisiyle tutarlılık içinde olacaksa eğer, bilim ve ilkel sınıflamalar
arasındaki belirgin farklılıkları da hesaba katmak mecburiyetindedir.
Arunta’lar veya Siyu’ların sosyal yapısı m odern Fransa’nınkiyle nere­
deyse hiç özdeş değildir ve bundan dolayı onların gerçeklik sınıflama­
larının da farklı olması gerekir. Problemin kolaylıkla üstesinden geli­
nir: M odern bilim, bilim öncesi köklerinden bazı kavram ve sınıflama­
ları miras olarak alır, ancak kendinden bazılarını da onlara ilâve eder.
Durkheim samimi bir rölativist ise eğer, buradaki can alıcı soru,
bilimsel bilginin ilâve ettiği vasıfların, endüstriyel toplum un kurum ­
sal çerçevesinden bağımsız olup olmadığı ve bağlamdan bu muafiyet
yüzünden m odern bilimin, önceki bilişsel sistemlerden daha fazla bir
kesinlik ve evrensellik elde edip etmediğidir. Durkheim ve Mauss, bi­
limsel bilginin sosyo-yapısal etkilerden m uaf olmadığını savunurlar:
Nitekim, bilimsel sınıflamanın tarihi, fertlerin refleksif düşüncesi­
nin gittikçe daha fazla devreye girmesi sonucunda, bu sosyal duy­
gulanım öğesinin tedricen zayıflama gösterdiği safhaların tarihi­
dir... Ancak bu tespit, halihazırda incelediğimiz bu uzak etkilerin
günümüzde artık hissedilemeyeceğine kanıt teşkil etmez. Onlar,
artlarında sürüp giden ve daima kalacak bir etki bırakırlar. ...Z a­
man ve mekân gibi çok soyut idealar dahi, kendi tarihlerinin her
bir noktasında, mütekabil bir sosyal organizasyon ile sıkı sıkıya
bağlantılıdırlar.53

52 Durkheim, Elementary Forms, s. 28; ayrıca bkz. Emile Durkheim, Mon­


tesquieu and Rousseau, çev. R. Manheim (Ann Arbor: University of Michigan
Press, 1960), s. 338.
53 Durkheim ve Mauss, Primitive Classifications, s. 88.
“Sosyal duygulanım”la şekillenmemiş bilimsel kavram ve katego­
ri göstermek güçtür: “Bugün bile kullandığımız kavramların büyük
çoğunluğu, yöntemsel olarak inşa edilmemişlerdir; biz onları dilden,
yani herhangi bir eleştiriye tâbi tutmaksızın ortak tecrübeden alırız.
Bilimsel olarak işlenmiş ve eleştiriye tâbi tutulmuş kavramlar her za­
m an çok azdır.”54 Aksine, bilime ait pek çok kavramın kökeninde (ilkel
sınıflamalar ve dinsel inançlarda olduğu gibi) somut toplumların sos­
yal organizasyonu veya kültürel matrisi bulunmaktadır.

Pragmatizm Üzerine Dersler:


Rölativist Bir Doğruluk Teorisi mi?
Pragmatizm üzerine bir dizi derste Durkheim, kendi sosyolojik doğru­
luk anlayışını geliştirir ve en passant (geçerken) şu çok zorlu rölativist
savı değerlendirir: O rtada bizzat (bilim veya büyü gibi) sistemlerden
birine mahsus olmayan doğruluk iddialarını değerlendirecek hiçbir
üst ölçüt mevcut olmadığı için, dünyanın doğru temsilleri arasında
da hiçbir hiyerarşi mevcut değildir. Bu dersler 1913-14 yılları arasın­
da Sorbonne’da verildi, ölümünden sonra yayımlandı ve yalnızca bir
kısmı İngilizceye tercüme edildi. Durkheim ’a göre, “le problème de la
vérité est la problème central du Pragmatisme,”55 ve günüm üzde bili­
min empirik doğruyu sağladığına inanıldığı için, bu dersler Durkhe-
im’m bilim sosyolojisini anlamak bakımından hayli önemlidir. Steven
Lukes ilginç bir şekilde, Pragmatisme et Sociologie’nin, kendi açısın­
dan önem taşıyan yalnızca üç tartışmasına atıfta bulunuyor ve yalnız­
ca Gerard Nam er’a ait kısa bir özeti56 takip ediyor. Dersler boyunca
Durkheim, pragmatistlerin -sab it değil, aksine canlı ve değişken bir
İnsanî ürün olduğunu göstermek suretiyle- “doğruyu esnetm e” ça­
balarını onaylar. Bu dersler, Elementary Forms ve Primitive Classifi­
cations’daki rölativist atakların sınırına yaklaşsa da, devreye hemen
pozitivistik kabuller girer: M odern bilimin, dünyayı nesnel bir şekilde
“olduğu haliyle” tasvir ettiği, ve ona ait kavram ve kategorilerin sos­
yal teorinin sunî yapıntıları olmadığı ifade edilir. Pragmatizm üzerine
dersler, bundan dolayı, Durkheim ’ın bilgi hakkmdaki rölativist ve po-
zitivist yönelimleri arasındaki çelişkileri ortaya sermek için müstesna
bir imkân sunar.

54 Durkheim, Elementary Forms, s. 486.


55 Durkheim, Pragmatisme, s. 88.
56 Lukes, Emile Durkheim, s. 24; Namer, “La Sociologie de la Connaissance.”
Durkheim ’ın pragmatistlere dair değerlendirmesi, belli bir muğlâk-
lığı gözler önüne serer: O, pragmatistlere ait soruların kıymetini tes­
lim eder, ancak cevaplarından nadiren tatmin olur. Meselâ Durkheim,
pragmatistlerin, “dogmatik rasyonalistler” ve “dogm atik empiristler”-
ce ilân edilen “doğruluk kültü”ne yönelik saldırılarını onaylıyor gi­
bi görünür. Bu iki yönelim arasındaki kapsamlı farklılıklara rağmen
pragmatistler, onların m üştereken paylaştıkları -değişm ez ve kişile-
rü s tü - doğru anlayışını şu şekilde tarif ederler: Dogmatik rasyona­
listler doğruyu mutlak düşünce ve akıl olarak; dogmatik empiristler
doğruyu, duyu izlenimlerinde verilmiş olarak kabul ederler. Her ikisi
için de doğru, kontrolümüzün dışındaki güçler (zihnimizin veya ger­
çekliğin yapısı) tarafından bize empoze edilen bir zorunluluktur. Wil­
liam James ve diğer pragmatistler, Durkheim ’ın aşağıda üç tez halin­
de özetlediği “aşırı esnek” doğruluk görüşüyle yüz yüze gelirler: (1)
Doğru insanidir; (2) Doğru farklı ve değişkendir; (3) Doğru, gerçek­
liğin basit bir kopyası değildir. Durkheim, bu üç önermeyi onaylıyor
görünse de, pragmatistlerin doğru’nun çeşitliliğine dair açıklamasını
hatalı bulur.
Burada, bilhassa iki husus zihni meşgul ediyor. Bir kere Durkheim,
gerçekliğin, bireysel düşünceler ile pratik ihtiyaçlara göre rahatça eği­
lip bükülmesi anlamında esnek olduğu şeklindeki pragm atist görüşü
onaylayamaz. Pragmatistlerin öne sürdüğü gibi, eğer doğru inançlar
bireysel ihtiyaçları karşılayan inançlar ise, o vakit fiilî dünyaya teka-
büliyet olarak doğrunun yeri nedir? James’a göre doğru ve gerçeklik
arasındaki uyuma pratikte varılır: Eğer inançlar bireysel ihtiyaçları
tatm in etmeyen etkinliklere yol açıyor ise, tecrübe kişiyi inançların
kesinliğini sorgulamaya ve belki de onları elden geçirmeye sevk eder.
Durkheim ’a göre deneme ve yanılma, dünyaya dair doğru tasvirlerin
nihaî kaynağı olamaz: “â moins de supposer qu’un tel accord est le
résultat d’un hasard inexplicable ou bien l’ouevre mystérieuse d’une
Providence transcendante, il faut bien, pour que le réel soit capable
de satisfaire nos besoins, que ce réel soit plastique, de façon à pou­
voir s’y adapter.”57 Pragmatistler, doğruya giden sadece üç yolu açık
tutar: Talih, Tanrılar, ya da beklentileri karşılayacak derecede biçim-
lendirilebilir esnek bir dünya. Durkheim ’ın pozitivizmindeki kalıntılar
-m eselâ, doğrunun tekabüliyet yoluyla kendisinden türediği bir sabit
dünyanın zorunlu olarak “orada” olduğu ilkesi— onun bu hüküm ile
başının dertte olduğuna kanıt teşkil etmektedir. Nitekim o, pragm a­

57 Durkheim, Pragmatisme, s. 115.


tistlerin -doğal dünyanın bireysel inanç ve bireysel ihtiyaçların yalnız­
ca bir işlevi olduğu şeklindeki- ontolojisini reddeder. Ancak göreceği­
miz gibi Durkheim, onların, doğrunun değişken yani bir İnsanî ürün
olduğu ve gerçekliğin bir kopyası olmadığı tarzındaki epistemolojik
önvarsayımlarını onaylar.
Akabinde o, doğrunun sadece bireysel ihtiyaçları karşılayan bir
inanç olup olmadığını sorgular. Bilhassa James’a göre doğru, gerçek­
liğin asla bir “soğuk kopyası” değildir; o, tasarlanmış amaçların pe­
şinden giden bireyler tarafından inşâ edilir.58 Durkheim, şu örtük
solipsizme karşı çıkar: Şayet bir inanç benim sorunum u çözüyor ise
doğru, şayet sizin sorununuzu çözmekte başarısız kalıyorsa sizin için
yanlıştır. Bu öncüllerden, doğru hakkında kolektif bir uzlaşma nasıl tü­
retilebilir?59 Durkheim, pragmatistlerin bu soruyu cevaplarken sosyo­
lojik bir güzergâha sapmalarını görmekten memnuniyet duyar. James,
kanaat birliğinin, kendi üyelerine bilişsel m utabakat dayatan bir top­
lumda geliştiğini (“le stade du sens com m un”) ileri sürer. Ne var ki, bu
müşterek ve kişilerüstü doğruluğa, bireylerin ihtiyaçlarını karşılayan
pratik etkinliklerden çıkan akışkan, yani kişisel doğrulardan (“attribut
d’ailleurs secondaire, selon lui”) daha az önem atfedilir.60 Pragmatist­
ler, der Durkheim, yeterince sosyolojik değillerdir ve onlar, bundan
dolayı, doğrunun otoritesinin kaynağında bireysel ihtiyaçların değil de,
toplum un bulunduğunu kavramakta başarısız kalırlar. İnançları doğru
kabul ettiğimizde, dünyanın doğasını belirleme hususunda toplumun
her birimiz üzerinde tesis ettiği gücü teyit etmiş oluruz. Bu tespit,
pek tabii Durkheim ’ın dinsel inançların kökenine dair açıklamasının
bir tekrarıdır. Doğrunun kaynağında toplum olduğunu ileri sürerek
Durkheim, “pragmatizm ve sosyoloji arasında bir paralellik kurmaya”
çalışır. “Tarihsel bakış açısını İnsanî nesneler düzenine tatbik etmek
suretiyle sosyoloji, aynı problem ile tekrar karşılaşmamıza sebep olur.

58 A.g.e., s. 113.
59 “Si le facteur personel et affectif joue un rôle si capital, n’en devons-nous
pas conclure que la vérité est essentiellement individuelle et, par conséquent,
incommunicable, intraduisible, puisque la traduire, c’est l’exprimer en con­
cepts, donc en quelque chose d’impersonnel?” A.g.e., s. 123. Mannheim’in
rölativizmde içkin reductio ad absurdum (saçma olana indirgeme)’den, yani
rölativizmin kaçınılmaz surette solipsizme kayma eğiliminden uzak durma
gayreti, sosyologlar arasında muhtemelen pek iyi bilinmektedir. Karl Mann­
heim, Essays in the Sociology of Knowledge (London: Routledge and Kegan
Paul, 152), bölüm 4.
60 Durkheim, Pragmatisme, s. 124.
...D oğru İnsanî ise eğer, o aynı zamanda İnsanî bir üründür. Sosyo­
loji, benzer görüşü akla da tatbik eder. Aklı oluşturan her şey, yani
onun ilkeleri ve kategorileri tarihin akışı içinde meydana getirilir.”61
Pragmatist felsefenin merkezî problemini teşkil eden bir husus, yani
doğrunun mahiyeti, derhâl sosyolojik analizin konusu haline gelir.
Durkheim, pragmatizme yönelik sosyolojik tashihine, rölativizm
hakkındaki şu oldukça sarih sözleriyle başlar:
Sosyoloji, bir yandan fiziksel çevre, öbür yandan insan arasındaki
ilişkiye dayanan bir rölativizmi kendi bünyesinde ihtiva eder. ...
İlk nebulaların devinimlerini yöneten yasalar, bugünün sabit ev­
reninde mevcudiyetini korumaya devam ediyor. Aynı şey, insan ve
onun içinde yaşadığı sosyal ortam hakkında da ifade edilemez mi?
...Tek bir din, tek bir ahlâk ve tek bir politik rejim değil, aksine
farklı din, ahlâk ve politik organizasyon tipleri mevcuttur. ...Aynı
durumun teorik düzende, yani bizatihi düşüncede hüküm sürme­
mesinin herhangi bir gerekçesi var mıdır? Tikel bir edimin kıymeti
değiştiğinde, doğrunun mahiyeti de değişmiyor mu?62
Durkheim, soruya müspet bir şekilde cevap verir: “Bütün bunlar bizi,
düşüncenin (spéculation), ondaki değerin değişkenliğine ve bundan
dolayı doğrunun da değişken olduğuna inanmaya sevk eder.”63 Doğal
dünya (nebulanın sabit yasalara göre işlediği) ontolojik bir durağan­
lıkla karakterize olur; buna karşın gerçekliğin “doğru” temsilleri ta ­
rihsel ve kültürel koşullara göre değişir.64 Özgün sosyal ya da kültürel
faktörlerin (ki Durkheim onları “medeniyet” terimi başlığı altında sı­
nıflar) araya girmesi yüzünden, doğruluk gerçekliğin bir kopyası de­
ğildir: “En fait, cette ‘copie’du réel qu’est la vérité, n’est pas simple
redondance, simple pléonasme. Elle ‘ajoute’ bien au réel un monde
nouveau, plus complexe que tous les autres: le m onde humain, le
m onde social. Par elle devient possible un nouvel ordre de choses: rien
de moins que la civilisation.”65 Doğru, gerçekliği ayna gibi yansıtmaz;
meselâ empirik bilgimiz, batı medeniyetinin kendine mahsus kültürel
ve sosyal evrimiyle şekillenmiştir.

61 Durkheim, “Pragmatisme,” s. 429.


62 A.g.e., s. 432-433.
63 A.g.e., s. 434.
64 A.g.e., s. 414.
65 Durkheim, Pragmatistti, s. 187. Bu sözler kendi kendini örneklemektedir.
Zira lafı uzatmak gereksiz olacaktır ve bu yüzden de onların her ikisini kul­
lanmaya lüzum yoktur.
Üstelik doğrunun bütün varyasyonları, sosyolojik bir doğrultudan
bakıldığında, eşit derecede ilgi ve değere sahiptirler. M odern bilimin,
geçerli anlamda doğru hakkında, ayrıcalıklı bir iddiası yoktur:
Başkalarının doğrularına saygı gösteriyoruz. ...Doğrunun komp­
leks bir şey olduğunu bilen ve doğruyu bütün veçheleriyle göre-
meyişimizin mükemmel bir şans olduğunu kavrayan entelektüelin,
yani bilim insanının hoşgörüsüdür bu. Böylesi bir hoşgörü orto-
doksiye engel olur; ancak bu, araştırmacıyı hissettiği doğruyu ifade
etmekten alıkoyamaz.66
Ortodoksiye yönelik bu meydan okuma, hiçbir bilgi üretim sisteminin,
bilimin dahi, dünyaya dair başka kültürel bağlamlarda üretilen temsil­
lerin doğruluğuna ilişkin dogmatik olma hakkını elinde bulundurm a­
dığını imâ eder.
Durkheim, en sıkı rölativistlerin bile memnuniyet duyacağı belli
bir doğru tanımlamasını esas alır: “Bir temsil, gerçekliği ifade ettiği
farz edildiği zaman doğru kabul edilir.”67 O, sosyologların, doğruluk
iddialarının ontolojik temelleriyle ilgilenmeye ihtiyaçları olmadığını
ve doğrunun gerçekliğe tekabüliyeti meselesinin pek de ilgiye değ­
meyeceğini ifade eder: “je ne discute pas la question de savoir si l’on
a raison de penser ainsi. ...D isons simplement que, lorsqu’on croit
qu’une idée est vraie, c’est qu’on la considère adéquate au réel.”68
Doğrunun sosyologu açısından, gerçekliğe daha fazla tekabül ettiği
için zirvede yer alan bilim vasıtasıyla bir doğruluk iddiaları hiyerarşisi
varsaymak zorunlu değildir. Aksine Durkheim, bir inancın doğru ka­
bul edilmesine yol açan sosyal süreçleri hesaba kattığımızı ileri sürer:
“Ce qui nous importe, c’est de connaître les causes qui ont déterminé

66 Durkheim, Pragmatism, s. 434.


67 Durkheim, Pragmatisme, s. 172’den çevrildi.
68 A.g.e. Pragmatizm dersleri hakkında başka bir katî açıklamasında Lu-
kes, yanlış bir şekilde (muhtemelen de Worsley’in “Durkheim’s Theory of
Knowledge”ını izleyerek), Durkheim’ın “bir inancın doğruluğu ile bir inancı
doğru diye onaylamak arasında ayrım yapmadığı”nı ileri sürer. Lukes, Emi­
le Durkheim, s. 495. (Gerçekliğe tekabüliyet olarak) bir inancın doğrulu­
ğu ile salt konsensüse dayalı doğru arasındaki ayrım aşağıdaki sözlerde asal
bir öge olarak yer almaktadır: “Il ne suffit donc pas que l’idée nouvelle soit
en ‘accord’ avec les chose: il faut encore qu’elle s’harmonise avec les autres
représentations préexistantes qui font partie de Notre vie mentale. ...L’accord
avec les choses extérieures n’est donc pas la seule condition de la vérité.”
Durkheim, Pragmatisme, s. 112-113.
les hommes à croire qu’une représentation est conforme à la réalité,
les représentations qui ont été reconnues commes vraies au cours de
l’historie présentent pour nous un égal intérêt: il n’en est point de
priviligiées.”69 Durkheim, öyle görünüyor ki, rölativistler ile arasında­
ki mesafeyi kapatmaktadır: Tarafsız bir hakemin bilim, din, mit veya
büyü tarafından öne sürülen doğru çeşitlerinden hareketle, “gerçek
anlamda doğru”nun ne olduğuna karar verebileceği hiçbir “ayrıcalıklı
nokta” yoktur.
Bu rölativist imâlara karşın Durkheim -tedavüldeki bilginin m ahi­
yeti veya mantıksal yapısının bilim insanlarının sosyal organizasyonu­
nu veya bağlamını yansıttığını ispatlayan- bilimsel bilgiye dair hakikî
anlamda sosyolojik bir incelemeyi tamamlamadan bıraktı. Lukes’in
ifade ettiği üzere, belki de bu talep Fransa’da I. Dünya Savaşı’na denk
gelen politik olaylar yüzünden cevapsız bırakıldı. Bu kesinti, Durkhe-
im’ın, pragmatizm üzerine son dönem derslerdeki kadar bariz röla­
tivist eğilimlerinin yer aldığı Primitive Classifications’m ardından,
1904’de modern bilimsel bilgi üzerine neden empirik bir monografi
kaleme almayı tercih etmediğini açıklayamaz.
Akabinde Elementary Forms’da sergilenen şu baştanbaşa Durk-
heimcı üslûba dayanılarak, Durkheim ’ın “bilim” ve düşünceye dair
empirik bir inceleme ortaya koyduğu ileri sürülebilirdi: “İnsanî bir şeyi
- b u şey ister dinî bir inanç, ahlâkî bir kural, hukukî bir prensip, estetik
bir üslûp ya da isterse ekonomik bir sistem o lsu n - açıklamaya başla­
dığımız her zaman, onun en basit ve en ilkel şekline kadar geri gitm e­
miz gerekir.”70 Durkheim ve Mauss, Primitive Classfıcations’da dinsel
inançlar için değil de, düşünce ve bilgi için tam da bunu yapıyorlardı.
Yalın toplumlarda karşılaşılan ilkel sınıflamalar, sosyal ve kültürel fak­
törlerin doğrunun inşası üzerindeki etkilerini incelemek bakımından
m odern bilimsel sınıflamalara kıyasla daha münasip araştırm a saha­
larıdır: “Soruyu cevaplamanın yegâne yolu, insanlık tarafından oluş­
turulan bu en iptidaî sınıflamaları tetkik etm ektir.”71 Bu metodolojik
tercihten -b u kitabın izâh etmeye çalıştığı üzere- özellikle de bilimsel
bilginin inşasında sosyal ve kültürel faktörlerin yer almadığı sonucu
çıkmaz.
Bu kesintiye dair gene de başka bir açıklama yapılabilir. Bilimsel
sınıflamalara ilişkin paralel bir incelemeden, D urkheim ’ın daha ev­

69 Durkheim, Pragmatism, s. 172.


70 Durkheim, Elementary Forms, s. 15.
71 Durkheim ve Mauss, Primitive Classifications, s. 9.
vel The Rules’da bilimsel sosyolojiyi tanımlarken ortaya koyduğu bi­
lime ilişkin değerlendirmelere mantıksal bakımdan tezat oluşturacak
sonuçlara yol açabileceği için kaçınılmış olabilir.72 Bilişsel rölativizm
Durkheim ’ın zımnî yorumuysa eğer, pozitivist bir m eta-teori de onun
kamusal, yani “resmî” bilim görüşüydü ve bu görüş, çelişki meselesin­
de ön plâna geçmiş olabilir.

III. Durkheim’ın Pozitivist Kisvesi


Raymond Williams, pozitivizm artık “hiç kimsenin kullanmadığı bir
küfür sözcüğü”dür73 derken, muhtemelen haklıdır. Pozitivizmin ön-
varsayımlarmdan hareketle çalışan sosyologlar dahi, kendilerini po­
zitivist olarak adlandırmayı nadiren tercih etmişlerdir. Pozitivizm te­
rimini, elbette Comte buldu, ancak anlamını da (onu seküler bir dine
dönüştürm ek suretiyle) kötüye çıkardı. Akabinde bu terim, Com te’un
-iro n ik bir biçimde 20. yüzyıldaki pek çok empirik sosyal araştırmaya
kılavuzluk e d e n - epistemolojik öncüllerinden dolayı kaçınılacak bir
etiket haline geldi. Com te’un ardından çoğu sosyolog gibi Durkheim
da, kendi bilimsel sosyolojisini -b ü tü n mitolojik, ideolojik ve dinsel
bağlılıkların bilimsel doğruluk karşısında yok olup gideceğini varsay­
ma gibi- Comteçu aşırılıklardan ayırmak için pozitivizm terimini kul­
lanmaktan kaçındı. Durkheim ’ın düşüncesi, nasıl rölativizmin doğrul­
tusuna işaret ediyorsa, bilim hakkındaki m eta-teorik eserleri de pozi­
tivizmin aşağıdaki temel ilkeleriyle tutarlılık sergiliyor: (1) Layıkıyla
yürütülen bilimsel bir araştırma, gerçekliğe dair doğru tasvirler ve
açıklamalar ortaya koyar; (2) bilimin kurumsallaşmış sosyal normları
-m itoloji, din veya büyü gibi rakip bilgi üretim sistemlerinde olduğun­
dan çok daha fazla- bu tasvirlerdeki kesinliğin garantisini oluşturur;
(3) bilimsel araştırmanın kolektif doğası, araştırmacılar üzerinde psi­
kolojik, örgütsel veya tarihsel sınırlandırmalarının yol açtığı sübjektif

72 The Rules gibi meta-teorik eserler ile Durkheim’m temel incelemelerini


karşılaştırmaya dönük herhangi bir teşebbüste, Kuhn’dan bir metaforu ödünç
alırsak, program direktiflerinin güncel faaliyetlere her zaman kesin bir rehber
oluşturmayacağı hesaba katılmalıdır. Thomas S. Kuhn, The Essential Ten­
sion (Chicago: University of Chicago Press, 1977), s. 133. Wallwork, The
Rules’m metodolojik idealinin “Durkheim’ın asıl yöntemini sadece silik bir
şekilde yansıttığı”nı ileri sürer. Ernest Wallwork, Durkheim: Morality and
Milieu (Cambridge: Harward University Press, 1972), s. 6. Aslında bunlar
çelişkili olabilir.
73 Raymond Williams, Keywords (Oxford: Oxford University Press, 1976),
s. 201.
önyargıları asgariye indirger; ve (4) doğal ve sosyal dünyayı kavramak
için bilimin yöntemleri elverişlidir (karş. dipnot 13). İster pozitivistik
anlam da oluşturulmuş olsun ister olmasın, bu önvarsayımlar Durkhe-
im ’a aittir ve onlar ancak akrobatik yorum jimnastiklerine başvurula­
rak Durkheim ’ın rölativist eğilimleriyle mantıksal bakım dan uzlaştırı-
labilir.

Durkheim’ın Empirist Bilim Anlayışı


Pozitivist olarak Durkheim, doğal ve sosyal gerçekliğe ilişkin doğru,
nesnel ve faydalı açıklamalar ortaya koymaya bilimin eşsiz ölçüde
amade olduğunu düşünür. Bilimsel yargıların geçerliliği, kültürel ve
tarihsel sınırları aşar; öyle ki, bilimin kurumsallaşmadığı toplumlarda-
ki insanlara ait doğruluk iddialarının geçerliliğine karar verme kapa­
sitesinde olanlar da bilim insanlarıdır. The Evolution o f Educational
Thought’da Durkheim, romantik bir bilim görüşü ortaya koyar:
Filozoflar, insani kavrayışın sınırlarını aşan -ferdî zihinlerin mistik
vasıtalarla iştirak etmeye çalıştığı- evrensel ve ki§ilerüstü bir kav­
rayış tarzının mevcudiyetini sıklıkla kurguladılar. Pekâlâ, bu tür
bir kavrayış, herhangi bir aşkın dünyada değil, aksine bizatihi bu
dünyada mevcuttur. O, bilim dünyasında mevcuttur... [ vurgular
bana ait]74
“Sübjektif” önyargıların bir müdahalesi olmaksızın gerçekliği kavra­
ma potansiyeline yalnızca bilimsel araştırma sahiptir; zira tek başına
bilim “nesnelerle doğrudan ilişki”75 kurmayı başarabilir. Oldukça sık
tekrarlanan bu sözler, Durkheim ’daki pozitivizmin temel taşını oluştu­
ran naif bir empirizme işaret ediyor; Anthony Giddens, bu empirizmi
“bilimsel yöntemin Baconcu versiyonu”76 olarak tarif eder. Gerçekliğe
dair bilim öncesi tasvirler, kimi zaman sınamadan geçmemiş önkabul-
ler, pratik istekler veya yanlış bir mantıkla yönlendirilmişlerdir. Bilim,
araştırmacılar ile “olduğu haliyle” dünya arasına giren sübjektif veya
ideolojik bulanıklığa son verir.
Durkheim ’ın sosyal olguların nesneler gibi incelenmesine dair ta­
limatı, bilimin tanım ve mantıksal formlarının ab ovo (başlangıçta)

74 Emile Durkheim, Evolution o f Educational Thought, çev. P. Collins (Lon-


don: Routledge and Kegan Paul, 1977), s. 340-341.
75 Durkheim, Rules, s. 143; ayrıca bkz. Durkheim, Elementary Forms, s. 270.
76 Anthony Giddens, “Positivism and its Critics,” A History of Sociological
Analysis içinde, ed. Bottomore ve Nisbet, s. 244.
yaratılmadığım, aksine dış dünyada verilmiş olduğunu imâ eder: “Fi­
ziksel nesneler hakkındaki tasarımlarımız (représentations), bu nes­
nelerden türer ve onları aşağı yukarı tam olarak yansıtırlar. ...Bu tür
bir sınıflamanın yapısı, bireysel zihnin tertibine değil, aksine nesnele­
rin doğasına tâbidir.”77 Bilimsel bilgi, “nesneler” dünyasında “verili”
olduğu için, sahip olduğu içerik araştırmacıların içinde bulunduğu
sosyal, kültürel veya örgütsel şartlardan pek az etkilenir. Toplumun
örgütlenme tarzı, ilkel sınıflamalara kaynak teşkil etmiş olabilir, ancak
bilimin sınıflamaları “kendi hayat tarzlarına sahip özerk gerçeklikler” -
dir ve “toplum un şu ya da özelliğinin belirlenimi altında değillerdir.”78
İlkel sınıflamalara olan tarihsel borcuna rağmen, bilim “tutkuların,
önyargıların ve tüm sübjektif tesirlerin” kökünü kazımak suretiyle,
“bütün rastlantısal öğeleri tasfiye eder.”79 Bilimsel olma gayesi taşıyan
bir sosyolog “bilim dışından gelen kavramları kullanmaktan kararlılık­
la kaçınma”lı ve “kendini sıradan insanın zihnine egemen olan yanlış
fikirlerden kurtarm alı”dır.80

“Doğru”nun Değişkeleri
Daha fazla nesnel olmasından dolayı bilim, bilgi hakkındaki herhangi
bir iddianın doğruluk içeriğine karar verirken dogmatik olma hakkı­
na sahiptir; bilim, gerçekliğe ilişkin dinsel tasvirlerin eksikliğini bariz
biçimde ortaya koymuştur: “Hangi tarzda açıklanırlarsa açıklansınlar,
dinlerin, nesnelerin gerçek doğası hususunda yanlış oldukları m uhak­

77 Durkheim, Rules, s. 23, 36; ayrıca bkz. Durkheim, Montesquieu and Rous­
seau, s. 54.
78 Emile Durkheim, Sociology and Philosophy, çev. D. F. Pocock (New York:
Free Press, 1953; ilk baskı 1924), s. 31. Ayrıca bkz. Durkheim, Elementary
Forms, s. 493; Durkheim ve Mauss, Primitive Classifications, s. 32.
79 Durkheim, Elementary Forms, s. 477. Durkheim’ın empirizme yönelik tav­
rı, epistemolojisindeki çok daha genel bir problemi yansıtır. Pragmatizm üze­
rine derslerde o, “vulger empirizm”i onaylamaz; ancak The Rules’da, bilimde
müstesna olan şeyin, tahrif etmeksizin gerçekliği doğrudan kavrama kabiliye­
ti olduğunu imâ eder. Anlaşılan, Durkheim’ın yadsıdığı vulger empirizm, so­
lipsizm ile aynıdır: Bir sayıltı veya kabul, bir toplumun pek çok mensubu veya
diyelim ki bir bilim topluluğu tarafından paylaşılıyorsa eğer, sübjektif (yani
önyargılı, çarpıtılmış) değildir. Sübjektif faktörler, özel durumlarla ilgili çar­
pıtmalar ve bireylerin ferdî önyargılarıdır. Benzer bir tespit şu makalede yer
alır: Jorgé Larrain, “Durkheim’s Concept of Ideology,” Sociological Review
28 (1980): 129-139.
80 Durkheim, Rules, s. 31.
kaktır: Bilim bunu ispat etm iştir.”81 Bilim, diğer araştırm a tarzların­
dan çok daha kesin anlamda, tercihe değer bir bilgi seviyesi ortaya
koyar; kısacası bilim “her türlü öz-eleştirel düşünceye ilham veren bir
ideal”dir.82
Oysa Durkheim, aynı zamanda, bütün dinsel inançların “gerçek”83
olduğu görüşüne de önem verir. Bu apaçık paradokstan kaçınmak için
Durkheim Suicide’da etkili bir şekilde kullandığı bir argüm ana geri
döner: Nasıl kendine mahsus nedenler taşıyan intihar tipleri mevcut
ise, aynı şekilde gerçeklik ile farklı bağlantıları olan doğruluk tipleri de
mevcuttur. Pragmatizm üzerine derslerinde Durkheim, mitolojik doğ­
ruyu bilimsel doğrudan şöyle ayırt eder: “Mitik temsiller nesneler söz
konusu olduğunda yanlıştırlar, ancak onları tasavvur eden özneler söz
konusu olduğunda doğrudurlar”84; bilim, dünyayı olduğu haliyle ta ­
rif ettiği için, bulguları da nesneler söz konusu olduğunda doğrudur.
(“Les vérités scientifiques experiment le monde tel qu’il est.”)85 Mitik
doğrular -belirli prosedürlerin (meselâ hikmetli kehânetlerin) ve belli
tecrübe erbabı kişilerin (kâhinlerin) m eşru doğruluk iddiasını elinde
bulundurduğu- inançlar üzerindeki kültür bağımlı bir m utabakata
dayanarak geçerlilik kazanırlar. Onların kehânetleri, toplumsal b ü ­
tünleşmeyi sağlamak ve (kaçınılmaz başarısızlıklara dair yorumlarda
bulunmak kadar) pratik kararlara dayanak temin etmek bakımından
da, doğru bir işlev yerine getirirler. Ancak onların gerçekliğe tekabü-
liyetinin, bilimde ispat edilen şekliyle, bire bir olmasına gerek yoktur;
hakiki empirik bilginin köşe taşı, yalnızca bilimsel araştırmadır.
Bu durum , Durkheim ’ın pozitivist kabulleri ihlal etmeden cevap­
landırmakta zorlanacağı şu temel sosyolojik soruya yol açar: D oğru­
luk meselesinde meşru otorite olarak mit ve dinin yerini bilimin alması
neye yol açacaktır? Bilim öncesi kültürlerin mensupları kendi bilişsel
temsillerinin geçerliliğine sahiden de inandıkları için, bu geçiş bilimin
üstün kesinliğe sahip oluşuyla açıklanamaz. Gerçekliğe tekabüliyet,
bilginin doğru olarak kabul edilmesini açıklamak için yeterli değildir:
Bilimin kurallarına göre inşa edilmiş olsalar dahi, bütün kavramla­
rın, otoritelerini yegâne olarak kendi nesnel değerlerinden aldıkları
doğru değildir. Onların doğru olduğuna inanılması yeterli değildir.

81 Durkheim, Elementary Forms, s. 102.


82 Durkheim, Rules, s. 146.
83 Durkheim, Elementary Forms, s. 3.
84 Lukes, Emile Durkheim, s. 493’den çeviri.
85 Durkheim, Pragmatisme, s. 178.
...Günümüzde onların, ayrıcalıklı bir tür itibar elde etmek için bi­
lim etiketi taşımaları genellikle yeterli oluyor. ...Bilime atfettiğimiz
bu değer, onun hayat içindeki mahiyeti ve rolünün, bizim tarafı­
mızdan kolektif olarak oluşturulduğu görüşüne dayanır.86
Durkheim, bilimin üstün bilişsel otorite olarak konum unu sürdürm e­
sine dair şu klasik işlevsel açıklamada bulunur: “Bilimin ortaya çıkmış
olması, toplum un ona ihtiyaç duyduğunu gösterir.”87 M odern sosyal
hayatın kompleksliği ve çeşitliliği, bilimin refleksif, eleştirel bakışını
gerektirir; en basit toplumlardaki bütünleşmenin geleneksel temelleri­
ni, ancak bu türden bir sorgulama hürriyeti tehdit edebilirdi.88 Bilim­
sel bilginin geçerliliği veya nesnelliği, “olduğu haliyle” gerçekliğe olan
tekabüliyetinden kaynaklanır; fakat onun doğru olarak kabul edilme­
si, m odern toplumların sosyo-yapısal “ihtiyaçlar”ıyla örtüşüyor oluşu
göz önüne alınarak sosyolojik bakım dan açıklanmalıdır. Durkheim ’ın
düşüncesindeki bu güçlü “evrimci” unsur, m odern bilimin tedarik et­
tiği evrensel ve nesnel bilgi türünün ortaya çıkmasına m odern top­
lumlardaki farklılaşma ve kompleksliğin temel oluşturduğu şeklindeki
kabulünde de göze çarpmaktadır.
Bu işlevsel açıklama, Durkheim ’ın naif empirizminden kaynakla­
nan şu ikinci bir problemi de açığa çıkarır: Bilimsel kavram ve bul­
gular dış dünyada verili ise eğer, bilimsel bilgi haznesindeki bu bariz
büyüme ve farklı dönemler itibariyle bilim insanları arasında dünyanın
mahiyetine dair sıklıkla karşılaşılan anlaşmazlıklar nasıl açıklanabilir?
Durkheim bu soruya, bilimsel doğruların evrenselliğine dair pozitivist
kabulünü reddetmeksizin cevap verebilir mi? Durkheim ’ın vereceği
karşılık, Comte ve günüm üzdeki haleflerini tatmin edecektir: G erçek­
lik son derece komplekstir ve ona dair bilimsel kavrayışlar da daima
nihaî olmaktan uzaktır ve tamamlanmamıştır. Eksiksiz doğru, bilimin
kendisine doğru ağır ağır yol aldığı, ancak asla ulaşamayacağı bir sı­
nırdır; araştırmacıların sosyal ya da teorik olarak koşullanmış ilgileri/
çıkarlarının yönlendirmesiyle, bilim kendi objektifini gerçekliğin fark­
lı bölgelerine çevirir.89 Bilimsel analiz nesnelerinin seçimi, görünüşe

86 Durkheim, Elementary forms, s. 486. Ayrıca bkz. Durkheim, Montesquieu


and Rousseau, s. 6.
87 Emile Durkheim, Moral Education, çev. E. K. Wilson ve H. Schnurer
(New York: Free Press, 1961; ilk baskı 1925), s. 73.
88 Durkheim, Education and Sociology, s. 74-75; ayrıca bkz. Durkheim, Ele­
mentary forms, s. 493.
89 Durkheim, Evolution, s. 150 ve 348; ayrıca bkz. Durkheim, Elementary
göre, dış dünyada verili değildir. Durkheim, şu sözleri sarf ederken
pragm atist Schiller ile uzlaştığını belli eder: “Zihindeki bir gâye, doğ­
ruyu arayışımıza daima eşlik eder. Doğru, ancak seçme ve tercihte
bulunma vasıtasıyla oluşturulabilir ve bu tercihi belirleyen ise İnsanî
ilgi/çıkarlardır.”90

Sosyal Bir İfa Olarak Nesnellik


Sosyal ve tarihsel faktörler bilimsel olguların doğuşu ve tasdikine dair
açıklamaya dâhil edilirken rölativizm hayaleti derhâl devreye girer.
Makuliyeti, belli ihtiyaçlarını karşıladığı kompleks toplumlar ile sınır­
lıysa eğer, bilimsel bilgi doğrunun evrensel hakemi olarak nasıl rol ifa
edebilir? Gözlemleri “olduğu haliyle” dünya tarafından değil de, kül-
tür-bağımlı İnsanî ilgiler/çıkarlarla yönlendiriliyor ise, bilimsel doğru
nasıl gerçekliğin aynası olabilir?
Durkheim, bilime yönelik bu rölativist hamle karşısında pek iyi teç-
hizatlanmıştır. Bilimsel bilginin mahiyetindeki tarihsel değişime dair
tartışmasında, olguların seçimi ile olguların inşası arasında zımnî bir
ayrım mevcuttur. Gayrıbilimsel ilgiler/çıkarlar, bir konuyu araştırm a­
ya dönük tercihi yönlendirebilir; ancak bu karar bir kez verildikten
sonra, bilimsel araştırm anın kurumsallaşmış prosedürleri, sonuçların
zorunlu olarak araştırmacıların arzularına değil de, olduğu haliyle
gerçekliğe tekabül etmesini garanti altına alır. Durkheim, hem bilim­
sel bilgideki değişimin kesinliğine hem de gerçekliğe eksiksiz tekabüli-
yette temellenen evrensel doğruluk imkânına eş ölçüde bağlı kaldığını
şöyle gösterir:
Pragmatistler, bize doğrunun nasıl zenginleştiğini ve daha komp­
leks hale geldiğini gösterirken pek muteberdirler. Ancak bundan,
layıkıyla ifade etmek gerekirse, doğrunun değiştiği sonucu zorunlu
olarak çıkar mı? Meselâ, yeni türler geliştiğinde, bundan dolayı
hayatın kanunları da değişir mi? ...Doğrunun (veya gerçekliğin)
zenginleşmesini, doğrunun yararsız oluşuyla karıştırmamamız ge­
rekir.91

Forms, s. 493; Durkheim, Moral Education, s. 78; Emile Durkheim, “The


Dualism of Human Nature and Its Social Conditions,” Essays on Sociology
and Philosophy içinde, ed. Wolff, s. 329.
90 Durkheim, “Pragmatism,” s. 408.
91 A.g.e., s. 416.
Pozitivistler, bilimsel bilginin mahiyetinin zamanla değiştiği şeklindeki
zayıf rölativist savı rahatlıkla onaylayabilirler. Bu onay, günüm üzde
bilimsel bilginin bir kısmının gerçekliğe fiilen tekabül ettiği kabulünü
geçersiz kılmaz.
Durkheim, bilimin kavramları ve mantığının, oluşumlarını ve tas­
dik edilişlerini kuşatan sosyo-yapısal düzenlemelerle şekillendirildiği
tarzındaki güçlü rölativist sava karşı, pozitivist bir cevabı da elinde ha­
zır tutar. Bilimsel bilginin nesnelliği, bu bilginin köklerinin sosyal ha­
yatın organizasyonunda bulunduğu kabulüyle uzlaştırılamaz: “M an­
tıksal düşünceye toplumsal kökenler atfetmek, onu alçaltmak veya
değerini azaltmak veyahut da onu yalnızca sunî bir kombinasyonlar
sistemine indirgemek değildir.”92 Bu görüşü savunmanın Durkheim ’ı
sıkıntıya sokmasının nedeni bulmacayı andırmasıdır ve bu durum te­
mel bir çelişkinin işareti olabilir. Bir kere o, bilim kurumsallaştığında,
onun mantıksal ve kavramsal yapılarının da sosyo-yapısal kökenlerin­
den koparak bağımsızlaşacağmı iddia eder.93 Bu durum da Durkheim,
sosyal düzenlemeler m odern bilimin mantıksal veya kavramsal form ­
larını belirlemeye devam etse dahi, onun nesnelliğinin ve kesinliğinin
bâki kalacağını ileri sürmek suretiyle her iki dayanağı da muhafaza
ediyor gibi görünür:
Zaman, mekân, neden veya şahsiyetin toplumsal unsurlardan inşa
edilmiş oldukları gerçeği onların bütün nesnel değerlerden arî ol­
dukları sonucunu çıkarmamıza katîyen yol açmamalıdır. Aksine,
onların sosyal kökeni, eşyanın tabiatında bir temelleri olduğunun
farz edilmesine götürür.94
Durkheim ’m bu hususu ayrıntılandırması, bizi tam da onun pozitiviz­
minin kalbine götürür. O, sosyal dünya ile doğal dünyanın temel yapı­
larının esasında eşbiçimli olduğunu ve toplumun düzeninden türeyen
kavramların, “verili” karakteristiklerini çarpıtmaksızın fiziksel dünya­
nın düzenini tasvir etmek için de kullanılabileceğini varsayar. Söz­
gelimi, neden kavramı insanlar arasındaki neden-etki ilişkilerinden
türetilmiş ise eğer -ontolojik olarak nedensellik her iki dünyada da
aynı olduğu için - bu durum , fiziksel neden-etki ilişkisine dair modern
bilimsel izahlar için de geçerli olacaktır. “Sosyal şeyler modeline da­
yanılarak oluşturulmuş kavramlar, doğanın başka bir bölümünü d ü ­

92 Durkheim, Elementary Forms, s. 493.


93 Durkheim, Sociology and Philosophy, s. 31.
94 Durkheim, Elementary Forms, s. 31-32; aynca bkz. s. 255, 493.
şünürken bize yardımcı olabilirler. ...Eğer inşa edilmiş kavramlar ol­
dukları basit gerçeğinden dolayı, onlara bir çeşit sunîlik sızmışsa, bu,
doğayı çok yakından takip eden ve ona halen daha yakından sebatla
yaklaşmaya çalışan bir sunîliktir.”95
The Rules’daki pozitivizm ile Primitive Classifications’dakı örtük
rölativizmi, Durkheim ’ın kendi zihninde bağdaştırmış olduğu şüphesi
çıkıyor ortaya. Bilimsel yöntemin ilkeleri, “verili” haliyle gerçekliğe
ilişkin nesnel tasvirleri garanti eder. Yalnızca bilim, bütün mahaller­
den, hattâ din ve mitolojiden gelen doğruluk iddialarının geçerliliğine
karar verebilir. Tarihsel değişimler açığa çıkarılan olguların seçimini
etkilese dahi, bu tespit aynen geçerlidir. Somut toplumların örgüt­
lenme tarzı, içinde doğrunun kalıba sokulduğu kavramsal ve m an­
tıksal formları belirlese dahi, bilimsel bilgi nesnel olarak doğrudur.
Sosyal ve doğal dünyalar aynı temel yasalara riayet ettiklerinden ve
ortak yapıları paylaştıklarından, toplum un organizasyonundan türe­
yen kavramlara, doğal fenomenleri çarpıtmaksızın tanımlamak için
başvurulabilir. Durkheim ’ın görüşünü günüm üz diliyle yeniden ifade
edersek: Bilimsel kavramlar “bağlamsal”dırlar (tarihsel olarak özgül
sosyal örgütlenmelerden türerler ve onlar tarafından şekillendirilirler),
ancak bu kavramlar “bağlam-bağımlı” değillerdir (gerçekliği kesin bi­
çimde tanımlamadaki geçerlilikleri, tarihsel ve kültürel sınırları aşar).

IV. Sonuç
Durkheim ’ın bilim hakkmdaki düşüncesinde, temel kültür teorisinde­
ki rölativist imâlar ile bilim olarak sosyolojiye dair m eta-teorik tanım ­
lamasındaki bariz pozitivizmin bir aradalığından kaynaklanan m uh­
telif mantıksal tutarsızlıklar göze çarpm aktadır. Bu çelişkiler birkaç
başlıkta ifade edilebilir:

D inî İnançlar ile Bilimsel Bilgi Arasındaki Süreklilikler


Durkheim, bazen, gerçekliğin dinî temsilleri ile m odern bilimin temsil­
leri arasındaki sıkı bağlantıları vurgular. Her ikisi de kolektif temsiller­
dir: Otoritelerini, toplum un bireyler üzerinde tesis ettiği denetimden
alırlar; doğrulukları bir inanç sorunu olarak kabul edilir; içerikleri,
belli ölçüde, ortaya çıktıkları toplum un örgütlenişini yansıtır. Başka
bir yerde Durkheim, bilimsel bilgi ile bu ilkel sınıflamalar arasında
kesin bir farklılık olduğunu ileri sürer. Dinsel veya mitolojik temsiller­

95 A.g.e., s. 31; ayrıca bkz. s. 488; Durkheim, Sociology and Philosophy, s. 97.
de içkin sübjektif temayüllerin aksine, bilimsel kavramlar kendi sosyal
köklerinden bağımsızlaşırlar ve artık yalnızca “olduğu haliyle gerçek­
lik’^ uygun bir gelişim gösterirler. Şu iki spesifik sav, bir çelişkiye
işaret ediyor: (a) Bilim, din veya mitolojiden gelen kavramları -şayet
bunlar, m odern mantık ve empirik doğrulamanın testlerinden geçe­
mezler ise - tasfiye eder; ancak (b) sosyal formasyonlardan veya sıra­
dan insanın ortakduyusal dilinden türememiş saf bilimsel kavramların
sayısı pek azdır. Bu iki önerm e birlikte doğru kabul edildiği takdirde
ortada bilime ait hemen hiç kavram kalmaz.

Bilgi ve Gerçeklik Arasındaki İlişki


Kimi zaman Durkheim, bilimsel araştırmanın kurumsallaşmış prose­
dürlerinin, bilimsel bilgi ile onun tetkik ettiği gerçekliğin sınırlanmış
kısmı arasındaki sıkı tekabüliyeti ortaya koyduğunu ileri sürer. Bilimin
kavramları ve mantıksal formları, olduğu haliyle dünyada verilidir.
Onlar, araştırmacılar tarafından gerçekliğe giydirilmezler ve dünya
hakkındaki bilimsel tasvirleri çarpıtacak biçimde, herhangi bir sos­
yolojik faktörün tesiri altında kalmazlar. Başka bir yerde Durkheim,
doğrunun İnsanî bir ürün, “verilmiş” yani gerçekliğin bir “kopyası”
değil de, bilâkis İnsanî ilgi/çıkarların filtresinden geçen ve özgül sosyal
düzenlemelerde temellenmiş kavramlarla ifade edilen bir bakış oldu­
ğunu vurgular. Tarihsel faktörler, dünyanın doğrudan kavranışında
derhâl devreye girerler. Meselâ, Batı toplum unun sosyo-yapısal evrimi
farklı bir yönde gerçekleşmiş olsaydı, onun gerçekliğe dair doğru tas­
virleri de farklı formlara bürünecekti. Ne m addî dünya ne de zihnimi­
zin yapısı bilginin organizasyonuna temel oluşturabilir; bunu sağlayan
toplum un örgütlenme biçimidir.
Durkheim, hem “realizm”in lehinde ve aleyhinde hem de “naif
empirizm”in lehinde ve aleyhinde itirazlarda bulunmak arzusunda­
dır. Doğal dünyanın doğru temsilleri gerçeklikte verilidir veya onlar
araştırmacıların sosyal bağlamından maddi olarak etkilenen bir süreç
içinde inşa edilirler, ancak bunların her ikisi de doğru olamaz. Elbette,
sosyal yapıdan gelen etkiler, gerçekliğe dair imajları tahrif etm edik­
çe... Toplumun yapısı, ontolojik olarak doğanın yapısı ile eşbiçimli
olduğu için, Durkheim ’a göre bu, imkân dâhilindedir.
Ne var ki, bu durum da Durkheim, aşağıda sıralanan kendine ait
üç savı birbiriyle uzlaştırmak gibi zor bir görevle karşı karşıya kalır:
(a) doğal dünyayı yöneten temel yasalar, insan tarihi boyunca aynı
kalmaya devam edecektir; (b) hem ilkel sınıflamalar hem de bilimin
sınıflamaları, toplum un organizasyonuna göre kalıplaşmıştır, ancak
bu, bilimsel bilginin nesnel değerine gölge düşürmez; (c) mekân, za­
m an ve nedensellik ilkeleri, ilkel ve bilimsel kültürlerde farklı şekillerde
kavranır; fakat m odern bilim, (meselâ) nedenselliği çok daha kesin bir
biçimde, “gerçekten” olduğu haliyle yansıtır. Bu üç savın hepsi doğ­
ru ise, o zaman bilimsel açıklamaların sahip olduğu gücün, modern
toplumlardaki nedensel ilişkilerin —ilkel kültürdeki nedensel ilişkiler­
den ziyade- doğal dünyadaki nedenselliğe fazlasıyla benziyor olma­
sı gerçeğinden kaynaklanması gerekir. Sosyal dünyanın yapısındaki
modernizasyon ile doğal dünyanın durağan yapısı arasında örtük bir
yakınsamanın varlığını, pek çok kişi kabul etmekte zorlanacaktır.

Bilimsel Doğrunun Evrenselliği


Gerçeklik hakkında -büyü, din ve mitolojiden gelenler de dâhil olmak
ü zere- herhangi bir savın nihaî doğruluk içeriğini belirleme ehliyeti
sadece bilime mi aittir? Burada da Durkheim ’ın zihni gene ikiye bö­
lünmüştür. M odern bilime mahsus sistematik yöntemler ve usa vur­
malar gerçekliğin dolaysız kavranışına imkân sağlar ve bundan dolayı,
bilimin doğa hakkındaki açıklamaları kültürel olarak İzafî değil aksine
gerçekliğe tekabül etme bakımından doğrudurlar. Bilimsel araştırma,
bazı dinsel ve mitolojik inançların “nesneler bakım ından” yanlış ol­
duğunu göstermiştir. Mitoloji ya da dine ait doğruların kaynağında,
sadece ve sadece, doğruyu dile getirmeleri için kâhinlere veya Şaman-
lara bahşedilen otorite vardır. Onların empirik iddialarından bazıları,
gerçekliğin hakikaten de “kesin” temsilleri olabilirler, fakat bu konu­
daki nihaî değerlendirmeyi bilim yapabilir.
Başka bir yerde Durkheim, bilimin evrensel geçerliliği hususunda
şüpheler uyandırır. Doğru olduğuna (yani gerçekliğe tekabül ettiği­
ne) inanılmasının, bilimsel bir savın doğruluğu için yeterli olmadığı­
nı; bilimin doğruyu belirleme meşruiyetinin, belli toplumlara mensup
olanların ona bahşettiği otoriteye dayandığını ileri sürer. M odern top­
lumlardaki insanlar, bilimin doğruluğuna, bu toplumların ihtiyaçlarını
giderme hususunda diğer bilişsel sistemlere kıyasla çok daha fazla fay­
da sağladığı için bir inanç beslerler. Bu güce sahip olmasaydı, bilimin
savları -d ış gerçekliğe ister tekabül etsinler ister etm esinler- doğru
olmayacaktı. Bu yüzden bilimin doğruları, tıpkı mitoloji veya dinin
doğruları gibi kendine mahsus sosyal ve kültürel bağlamlarla sınırlan­
mıştır. M odern bilimdeki hoşgörünün “ortodoksiye engel teşkil etti-
ği”ni, fakat bunun, araştırmacıyı, doğruyu “idrak ettiği şekliyle” ifade
etmekten alıkoymadığını ileri sürerken, belki de Durkheim ’ın zihnin­
den geçmiş olan şey buydu. Bilime doğruyu üretm e ehliyeti veren bu
tarihsel bakımdan özgül bağlamın dışına çıkılır çıkılmaz, doğrunun
gerçekliğe “nihaî” tekabüliyeti meselesi mecburen tartışmalı hale ge­
lecektir.

Pozitivizm ve Rölativizmdeki Meslekî İmâlar


Bu mantıksal tutarsızlıklar, nasıl olur da Durkheim ’ınki gibi böylesi-
ne sistematik olan bir zihinden çıkmıştır? Noksansız bir cevap, kendi
başına bir yazıyı gerektirecektir ve bu konuda yapılacak tartışmanın
bir kısmı, muhtemelen, Durkheim ’ın İlmî ve meslekî gündeminden
dolayı bilim hakkında ortaya koyduğu değerlendirmelerdeki imâlar
üzerine odaklanacaktır. D urkheim ’m rölativizmi, doğrudan doğru­
ya, kültürün (sözgelimi hukuk veya dinin) sosyo-yapısal tanzimlerle
birlikte değiştiğini kısmen ileri süren temel sosyal tipler teorisinden
kaynaklanır. Année Sociologique’nin program atik yapısı, yalnızca her
şeyin sosyal olduğuna dair kapsamlı bir dizi özel inceleme yapılmasını
amaçlamaktaydı. Bu ise, sosyal tipler teorisinin (ve kültürün yapısal
belirleniminin), eninde sonunda, bilim ile öyle kolayca göz ardı edile­
meyecek bir kültürel form olarak ilgilenmek zorunda olduğu anlamına
gelmekteydi.
Durkheim ’ın pozitivizmi, bilimsel yöntemleri toplum un incelen­
mesine transfer etmesinin bir yan ürünü olarak, ekseriyetle meta-teo-
rik düzleme dâhildir. Bu durum , elbette, Comte’dan kalan bir mirasın
ya da Henri Bergson’un sezgiciliğine karşı Durkheim ’ın rasyonalist
saldırılarında somutlaşan çok daha genel anti-rom antik tepkinin bir
parçası olarak izah edilebilir.96 Bir bilgi teorisi olarak pozitivizm, Durk-
heim’ın meslekî amaçlarına, bilhassa sosyolojinin Fransız üniversite­
lerinde kurumsallaşması ve politik kararlar için norm atif bir dayanak
olarak görev üstlenmesi yönündeki isteğine uygun düşmekteydi. Doğ­
rudaki rölativizm, yani bilimin sınırlı nesnelliği üzerinde derinleme­
sine durmak, Durkheim ’m “değerden bağımsız sosyoloji”nin mezi­
yetlerine, başka bir ifadeyle sosyolojinin gerçek bilim Panteonundaki
meşru yerini hak ettiğine dair onun başkalarını inandırmaya yönelik
çabalarına gölge düşürm üş olabilir. Durkheim ’ın -T h e Rules’daki
pozitivizmin önemli bir kısmını oluşturan- bilimin nesnelliğine olan

96 Bkz. Hughes, Consciousness and Society; Tiryakiyan, “Emile Durkheim,” s.


209; Terry Clark, Prophets and Patrons: The French University and the Emer­
gence of the Social Sciences (Cambridge: Harvard University Press, 1973).
inancı, bazılarını sosyolojiyi yalnızca başka türden bir ideoloji olarak
görm ekten alıkoymuş olabilir.

Bilimsel Bilgi Sosyolojisi İçin Yönergeler


D urkheim ’m bilime ilişkin farklı değerlendirmeleri, bilim sosyolojisi
açısından özgün problem kümeleri ortaya koyuyor. Tarihsel veya yapı­
sal faktörlerin, doğal dünya hakkında üzerinde m utabakata varılmış
bilimsel doğruların içeriğiyle pek az ilişkili olduğu yolundaki pozitivist
görüş kabullenilse dahi, mühim sosyolojik sorular/sorunlar varlığı­
nı koruyacaktır. Meselâ, bilimsel araştırma için problemlerin seçimi,
doğa tarafından buyrulmaz; bilâkis bu seçim, enform atif sosyolojik
incelemeye uygun teorik kabuller, teknik hünerler ve gayrı-bilimsel
pragm atik etkilerle şekillenir.97
Rölativist görüş ise, farklı sorulara kapı aralar. Durkheim ve Ma-
uss’un sosyal ve doğal sınıflamalar arasındaki benzeşimleri ispat etme
yönündeki teşebbüsleri çoğu zaman bir çıkmaza saplansa da, sosyolo­
jide pek az soru, pragmatizm üzerine derslerde ortaya atılan şu soru
kadar önem taşır: Bir temsilin gerçeğe uyduğuna inanmaya insanları
sevk eden sosyal sebepler nelerdir? Dahası, bilişsel rölativizmin kısmî
kabulü, bilimin Durkheim tarafından bütünüyle göz ardı edilen - m e ­
selâ, bilimsel olguların, laboratuardaki etkileşim ağları ve bilimsel m a­
kalelerde kullanılan retorik sayesinde ifşa olan “müzakere”ye dayalı
karakteri gibi- veçhelerine yönelik sosyolojik ilginin artm asına imkân
sağlamıştır.98
Rölativizm ve pozitivizmin -sadece bu iki görüş bulanıklaştığında
artış gösteren - kendine mahsus kusurları mevcuttur. Bununla birlik­
te bu kusurlar, bilimsel bilgiyi kendi inceleme sahasına dâhil etmek
isteyen bilimsel bir sosyolojinin uzak duramayacağı sorunlara da yo-
laçarlar. Durkheim ’m “çelişkili” düşünceleri, bir itham olmaktan çok,
onun eleştirel zekâsının bir nişanesi olabilir.

97 Bkz. Harriet Zuckerman, “Theory Choice and Problem Choice in Scien­


ce,” Sociological Inquiry 48 (1978): 65-95; Thomas F. Gieryn, “Problem
Retention and Problem Change in Science,” Sociological Inquiry 48 (1978):
s. 96-115.
98 Bkz. Latour ve Woolgar, Laboratory Life; Karin Knorr, Roger Krohn, ve
Richard Whitley, ed., The Social Process o f Scientific Investigation (Dord­
recht, Boston, and London: D. Reidel, 1981).
N o r m a t if O l a n i G e r i K a z a n m a k v e Y a y m a k :
M a r x v e Y e n İ B i l i m s e l Bİ l g İ S o s y o l o j İ s İ*

William T. Lynch & Ellsworth R. Fuhrman

Batıda septik bir bilinç tarzı olarak bilgi sosyolojisi, Grek düşünce­
sinin kökleri kadar geçmişe uzanır (Remmling 1967, 3-6). M odern
bilincin farklı bir tarzı olarak bilgi sosyolojisi, ideolojiler ile sıkı sıkıya
irtibatlıdır ve muhtemelen de hem Marx ve Mannheim hem de D urk­
heim ile birlikte anılır (Stark 1985; Larrain 1979). Son zamanlarda
bilgi sosyolojisi, Amerikan sosyal düşüncesi ve gündelik hayat feno-
menolojisi ile ilişkilendirildi (Fuhrman 1980; Berger ve Luckmann
1967). Bilgi sosyolojisini kuşatan meseleler ve ilgiler yoğunluk sergili­
yor. Bununla birlikte iki mesele bilgi sosyolojisini uğraştırmayı sürdü­
rüyor: (1) düşüncelerin sosyal belirlenmişliği doğa bilimlerine -şayet
v arsa- ne ölçüde uyarlanmaktadır; (2) bilgi sosyolojisi ne ölçüde öteki
bilgi formlarının -şayet v a rsa - meşruluk iddialarına yönelik eleştiride
bulunmalıdır?
Bilgi sosyolojisine geleneksel yaklaşımlar, bazı istisnalara rağmen,
bilimsel bilginin sosyal belirlenmişliğine dair tartışmayı ya hesaba kat­
mamaktaydı ya da yasaklamaktaydı. Ancak M arx’in eserlerinde, bu
yasak paradoksal bir şekle bürünür. Çok iyi bilindiği üzere Marx,
Darwin’in eserlerine hayranlık duymaktaydı ve ona Capital’in ilk cil­
dinin bir kopyasını bile göndermişti. Marx, kendi çalışmasının Dar-

Çeviren: Bekir Balkız


'Orijinal Eser: “Recovering and Expanding the Normative: Marx and the
New Sociology of Scientific Knowledge”, Science, Technolohy, & Human
Values, cilt 16, sayı 2, 1991, s. 233-248.
win’inkiyle aynı anlamda bilimsel olduğunu düşünm ekten m em nuni­
yet duymaktaydı. O, kendi çalışmasının bilimsel ve bundan dolayı da
ideolojik çarpıtmadan m uaf olduğunu düşünmekteydi. Eş zamanlı
olarak o, başkalarının kısmî ve tek yanlı görüşlerine eleştiriler yönelt­
mekteydi. “‘Nesnel’ ve ‘ideolojik’ düşünme arasındaki yegâne farklı­
lık, İnsanî etkinliğin her bir safhasını koşullandıran tikel belirlenimleri
idrak edecek eleştirel bir zihin kapasitesinde yatıyor gibi görünm ek­
tedir” (Lichtheim 1967, 20). Kimi zaman “burjuva M arx” olarak da
anılan Mannheim, doğa bilimsel bilginin üretiminde içkin olan sos­
yal faktörlerin incelenebileceği nosyonunu açıkça paranteze alır. Bil­
gi sosyolojisindeki klasik geleneğin -tam am ı olmasa d a - önemli bir
kısmı bilimsel bilginin analizinden uzak durmaya meyilli olduğu için,
bilgi sosyolojisi yakın zamana kadar, sistematik bir şekilde doğa bilim­
lerinin incelenmesine tatbik edilmedi.
Bilgi sosyolojisi kapsamındaki son dönem çalışmaların önemli bir
kısmının norm atif değerlendirmeleri paranteze alma eğiliminde olma­
sı ayrıca bir vakadır. Bu konuda oluşturulmuş argüm an şudur: Bilgi
sosyolojisinin, her ne kadar sosyal organizasyon ve bilgi tipleri arasın­
daki ilişkileri inceleyebilirse de, bizatihi epistemoloji ile, yani geçerlilik
elde etmiş doğru inançlar ile meşgul olmaması gerekir. Şüphesiz Ber-
ger’in bilgi sosyolojisinin epistemolojik problemleri göz ardı etmesi
gerektiği yolundaki argümanı, diğer inanç sistemlerinin temellerine
dokunulmamasına dair kaygısına dayanır. Bilgi, herhangi verili bir
toplum da “bilgi” diye geçen şeydir. Bilgi iddialarını yargılamak sos­
yologun işi değildir.
Bilimsel bilgi sosyolojisindeki son dönem açılımlar, hem doğa bi­
limlerinin incelenmesinden, fakat hem de eş zamanlı olarak, mânâsız
bir norm atif bağlılıktan da yana oldu. Bilhassa bilgi sosyolojisinde­
ki güçlü program, şu ilkeleri savunur: Nedensellik, doğru ve yanlış
hususunda tarafsızlık, simetri ve refleksivite. Bu ilkeler Mannheim,
Durkheim ve Znaniecki’den türetilir (Bloor 1976, 5). Güçlü program
belirli değer türlerine yaslanır:
Kendine özgü bir tür genelleme ve ahlâken içi boş ve nötr bir doğal
dünya görüşü arzusu. Dolayısıyla o, negatif bir biçimde de olsa,
ahlâkilik hususunda doğaya belirli bir rol yüklenmesinde de ısrar
eder (Bloor 1976, 9-10).
Tartışmanın, sosyologun doğa hakkındaki inançları ve bu inanç­
ların değişkenliğini anlama ve açıklamaya yönelik ilgisi üzerinde
yoğunlaştığı vurgulanmalıdır. O, tartışılan inançları ne müdafaa
etmeye ne de eleştirmeye çalışır, ne de onların meşrulaştırmasıyla
meşgul olur (Bloor 1976, ix).
İdeolojinin, geleneksel olarak, üç bileşene sahip olduğu düşünülür:
Bilgi iddiaları belirli bir sosyal işlevi yerine getirmeli veya bir grubun
çıkarlarına denk düşmelidir; bu iddialar yanlış ya da noksan olmalıdır;
ve yetersiz ölçüde temellendirilmiş olmalıdır. İdeoloji, çarpıtılmış veya
sosyal faktörlerden olumsuz anlamda etkilenmiş bir düşünce biçimi­
dir. Barnes, ilk tespiti onaylar, ancak hiçbir özsel ideolojinin mevcut
olmadığını görmenin de önem arz ettiğini ileri sürer: İnançlar farklı
bağlamlar içinde farklı şekillerde işlev yerine getirirler. Bu tanımla­
manın ikinci unsuru Barnes tarafından onaylanmaz: “Nitekim, bu tür
yetersiz inançları teşhis etmeye dönük dışsal standartlar bulma imkânı
yadsındı” (Barnes 1974, 130). Bilgi sosyolojisi, bilgiyi, “kendi bütün­
lüğünü koruyacak ise eğer, bulgularının imâlarıyla alâkadar olmaksı­
zın” incelemelidir (Barnes 1982, xi).
Norm atif değerlendirmelerden bu kaçış, simetri ilkesinde de karşı­
mıza çıkar. Bilimsel bilgi sosyolojisindeki son dönem açılımların ço­
ğunluğu, simetrik yaklaşımın bilimsel inançları açıklamaya uyarlan­
masının önemini vurguladı: “D oğru” ve “yanlış” inançlar, benzer sos­
yal neden tiplerinden hareketle tarafsız olarak izah edilmelidir. Bilgi
sosyolojisindeki güçlü program bu tarafsız ve simetrik açıklamanın
refleksif olarak uygulanması, yani analizin araştırmacının inançlarına
da tatbik edilmesi gerektiğini ısrarla belirtti.1 Bu durum , araştırm acı­
nın yaptığı izahatı, aktörlerin yaptığı izahatlardan daha çok ya da daha
az münasip olmayan bir “kurgu” olarak değerlendirmekten tutun da,
refleksivite ihtiyacını bütünüyle yadsımaya kadar varan bir dizi kafa
karışıklığının ortaya çıkmasına yol açtı.2
Elinizdeki makalede, bu yeni yaklaşımların, bilgi sosyolojisini bi­
limsel inançlara tatbik etmeye çalışırken bilgi sosyolojisinin amacın -

1 Bloor (1973, 173). Ayrıca bkz. Barnes (1974, 1977,1983); Barnes ve


MacKenzie (1977); Bloor (1976, 1981); MacKenzie (1978).
2 Sırasıyla, Latour ve Woolgar (1986, 257) ve Collins (1981a, 1981b, 1982,
1983). Collins, refleksif değerlendirmelerin yadsınmasına dair değişen meş­
rulaştırmalar takdim eder. Collins (1981a), sosyal bilimcinin, doğa bilimcinin
aksine, realist bir tutum takınmasının meşrulaştırıldığını ileri sürer. Collins
(1982), bu görüşe, yalnızca sosyal bilimcinin takınacağı “doğal bir tutum”
olarak önem verir; ve Collins (1983), “radikal belirsizlik”e, metodolojik bir
araç olarak başvurur. Öyle görünüyor ki Collins, kendi koyduğu yasağa rağ­
men, refleksif değerlendirmelere başvurmaktadır.
dan uzaklaştıklarını ve onu verimsiz bir rölativizm doğrultusunda
yozlaştırdıklarını ileri sürüyoruz. Ne var ki çözüm, bilimsel bilgiyi do­
kunulmaz kabul etmek değildir. Aksine biz Marx’ın bilgi sosyolojisi­
ne yaklaşımını irdeleyerek sağlam ve eleştirel bir bilgi sosyolojisinin
geliştirilmesine olanak sağlayan bir meta-sosyolojik kriterler seti inşa
ediyoruz.3 Böylesi bir yeniden inşa, bilgi sosyolojisinin gâyesi son bul­
mayacaksa eğer, zorunludur.
Bilimsel bilgi sosyolojisindeki son dönem gelişmeler, kısmen, ge­
leneksel “pozitivist” bilim felsefesinin güç kaybına uğramasıyla alev­
lendi. Bilhassa, teorinin gözlem tarafından alt-belirlendiği (underde-
term ination) tezi (Duhem -Quine tezi) ile gözlemin teori-yüklülüğü
tezinin yeniden canlanması, sosyal faktörlerin bilimsel bilginin üretimi
üzerindeki etkisine dair mekanizmaları akla getirdi.4 Bununla birlik­
te, bilgi sosyolojisinin ortaya çıkan türleri, m odern meşrulaşmış bilim
paradigması -yani bilim - artık bütünüyle sosyal nedenler temelinde
kavranabilir kabul edildiği için, hiçbir ayrıcalıklı bilgiye m üsaade etm i­
yor. Yeni bilgi sosyolojisinin refleksif olması amaçlandığı için, sosyal
bilimcinin analizinin kendisi de, tam am en sosyal açıklamaya tâbidir.
Bu ise, bilgi sosyolojisini, iddialarının kendi kendini çürüttüğü itiraz­
larına açık hale getirir.
Bu hücum a cevap vermek maksadıyla Knorr-Cetina ve Mulkay,
bu simetrik yani refleksif yaklaşımla imâ edildiği şekliyle onayladık­
ları epistemik rölativizm ile bu yaklaşımla imâ edilmediğini ve aslın­
da m üspet iddialara engel olacağını düşündükleri yargısal rölativizm
arasında ayrım yaparlar. Epistemik rölativizm, “bilgi belirli bir zaman
ve kültür içinde temellenmiştir” savını ileri sürer, buna karşın yargı­
sal rölativizm daha ileri bir savı, bütün bilgi biçimlerinin eşit ölçüde

3 Güçlü programın “meta-sosyolojik manifestosu”na yönelik eleştirisi için


bkz. Laudan (1981,174-75). Laudan, makuliyetin, meta-sosyolojik me­
selelere dair değerlendirmeler için münasip bir ölçüt olduğunu ileri sürer.
Elinizdeki makale, bu ölçütü, kullanışlılık ölçütüyle takviye ediyor. Stehr’i
(1981) takiben, genel bir bilgi sosyolojisi temellendirmek; ahlâki, sosyolojik
ve metodolojik ölçütlerin karşılıklı bağımlı bir şekilde bir araya getirilmesi
olarak anlaşılacaktır. Bu yaklaşım, Marx’in bilgi sosyolojisi anlayışında temel-
lendirilmiştir ve o, bilgi sosyolojisinde Fuhrman (1980) ile anılan eleştirel-öz-
gürleşimci geleneğin bir parçası olarak görülebilir.
4 Knorr-Cetina ve Mulkay (1983a, 3-4). Ancak, Laudan’m da işaret ettiği
üzere, bu, eğer bilimsel faktörler mevcut değilse, yalnızca ve esas olarak sos­
yal faktörlerin zorunlu olarak işbaşında olduğu anlamına gelmez. Başka biliş
tarzlarının devreye girmesi pek muhtemeldir.
geçerli olduğu savını ortaya atar.5 Bu ayrım, bilimsel düşünceyi de
kapsayacak genel bir bilgi sosyolojisine imkân tamsa da, bütünüyle
doyurucu değildir. Epistemik ölçütün yokluğunda, yargısal iddiaların
nasıl oluşturulacağını açıklayacak hiçbir mekanizma gösterilmemekte­
dir. M uhtemelen yargısal ölçütler bilgi sosyolojisine dı§arıdan geliyor
olsa gerektir. Bu durum, bilgi sosyolojisini -izler kitleye kendilerine
ait yargısal ölçütlere başvurma olanağı tanıyarak- bilginin sosyal kö­
kenlerinin ayrıntılarını ortay serme gibi oldukça sınırlandırılmış bir rol
ile baş başa bırakacaktır.
Bu meseleyi ele almak için, Marx’in bilgi sosyolojisine dair yakla­
şımına dayanılarak, güçlü program ın ilkelerine yönelik bir eleştiri ger­
çekleştirilecektir. Burada biz, M arx’in -eleştirisini m odern bir bilgi
sosyolojisi kavrayışı tedarik eden daha geniş bir çerçeve içine oturtm ak
suretiyle- salt bir ideoloji eleştirisini aştığını ileri sürüyoruz.6 Ancak
Marx’in sosyolojisindeki özgül ayrıntıların savunulmayacağım açıkça
vurgulamak gerekir. Marx’in bu bilgi sosyolojisi için tahayyül ettiği
rol, bilimsel bilgi sosyolojisi açısından münasip bir rol olarak savunu­
lacaktır. Meselâ bilgi sosyolojisi, statükoyu salt bir veri olarak almayan
bir güç eleştirisi olarak anlaşılmalıdır. Refleksif değerlendirmeler ile
örtüşen simetri yaklaşımı -aralarında inşacıların, söylem analizcileri­
nin ve hattâ Bath-rölativistlerinin* yer aldığı- yeni yaklaşımların pek

5 Knorr-Cetina ve Mulkay (1983a, 5). Bu ayrımı yapma hatasından, muhte­


melen, Latour ve Woolgar’in (1986, 257), kendi açıklamalarının bir “kurgu”
olarak kabul edilmesi gerektiği şeklindeki iddiaları sorumludur.
6 Bu yüzden, Mannheim’in, “bilgi sosyolojisi” terimini -kökeninin Marx’ta
bulunduğunu kabul etse dahi- Marxist ideoloji eleştirisiyle doğrudan bir kar­
şıtlık içinde kullandığını teyit ediyoruz: “Bilgi sosyolojisi, meselenin kalbine
inen son derece imâli sezgileriyle (apercus) [vurgular ona ait], Marx ile birlik­
te ortaya çıktı. Ancak, Marx’in eserlerinde bilgi sosyolojisi -ona göre sosyal
tabaka ve sınıflar ideolojilerin taşıyıcısı oldukları için- ideolojilerin maskesi­
ni indirmekten hâlâ ayırtedilebilir değildir. ...Lukács, bir yanda ideolojilerin
maskesini indirme problemi ve öte yanda bilgi sosyolojisi arasında ayrım yap­
makta başarısız kaldığı için Marx’m ötesine gidememiştir” (Mannheim 1936,
309-10). Ne var ki, Mannheim’in Marksist analizde eksik bulduğu modern
bilgi sosyolojisine has öğeler, kanıtladığımız üzere, aslında Marx’m eserlerin­
den hareketle oluşturulabilir. Bilhassa, içinde bilimsel bilginin de yer aldığı
bütün etkinliklerin sosyal bir temele dayandığı, ideoloji eleştirisi daha geniş
bir çerçeve içine oturtulurken, tasdik edilir.
*Burada, Bath Üniversitesi bünyesinde gerçekleştirilen bilim sosyolojisi çalış­
maları kastedilmektedir (ç.n.).
çoğunu karakterize ettiği için, biz güçlü programı bilim sosyolojisine
bu yeni yaklaşımın temsilcisi olarak görüyoruz.7

Ahlâkî Tarafsızlık
Bloor’un güçlü program formülasyonu, bilgi sosyolojisinde hakiki bir
açıklama adına, dört koşuldan oluşur. İlk olarak bu formülasyon, söz
konusu inançların nasıl ortaya çıktığına dair nedensel bir açıklama ol­
malıdır. İkincisi, “doğru ve yanlış, rasyonalite ve irrasyonalite, başarı
ve hata hususunda tarafsız” olmalıdır; “bu dikotomilerin her iki kutbu
da açıklanmayı gerektirir” (Bloor 1976, 6). Üçüncüsü o, bu açıklama­
ya ilişkin kendi yaklaşımı bakımından da simetrik bir teori olmalıdır.
“Aynı neden tipleri, sözgelimi hem doğru hem de yanlış inançları açık­
layacaktır” (1976, 6). Dördüncüsü, bu açıklayıcı yaklaşımı kendine
tatbik edecek ölçüde refleksif olmalıdır. Bloor, bu ölçütleri göz ardı
etmenin gayrı bilimsel olacağını, yalnızca güçlü program yaklaşımının
“bütün diğer bilimlere eşlik ettiğini bildiğimizle aynı türde bir ahlâki
tarafsızlığa sahip olduğu”nu ileri sürer (1976, 10). Bu ifade, güçlü
program ın ve ilintili programların gerçekleştirdiği empirik araştırm a­
ların, bilimin değerden bağımsız bir teşebbüs olduğu fikrini ne ölçüde
zayıflattığını hesaba kattığımızda, bilhassa dikkate değerdir.
“Ahlâki tarafsızlık”a dönük bu vurgu, açık seçik bir şekilde, Marx’in
dünyayı salt anlamaktan ziyade onu değiştirmenin önemine ve praksi-
se yaptığı vurguyla belirgin bir karşıtlık içindedir. Marx, mevcut olgu-
sallığı yalnızca anlamaya çalışanları eleştirir.8 Ancak o, materyalist bir
bilgi sosyolojisi tasarlar, salt idealist bir eleştiri değil. İnsan düşüncesi­
ni değiştirmek yeterli değildir; eleştirisi yapılan düşüncenin kaynağını
ortadan kaldırmak için fiilî sosyal pratikleri de değiştirmek gerekir.
Marx, düşünceleri insanlığın gerçek bağları olarak gören Genç Hegel -
çiler’in iddialarını - k i onlara göre bilincin değişmesi gerekli olan tek
şeydi- eleştiriyordu. Alm an İdeolojisi’nde Marx, “bilinci bu değiştir­
me isteği, mevcut dünyanın farklı bir biçimde yorumlanmasına, yani
onu farklı bir yorumlama yoluyla tanımaya varır” diyordu (Marx ve
Engels [1847] 1976, 30, vurgular ilâve edildi).
Bu düşünce çizgisini izleyerek, m odern bilimin cinsiyetçi yaklaşım­
lar ve erkek kategorileri üzerinde inşa edilebildiğini görmek, bilimsel

7 Bkz. 2. dipnot. Bu ve diğer ilintili yaklaşımlar Knorr-Cetina ve Mulkay


(1983b)’de özetlenmektedir.
8 Marx ([1845] 11976, 5): “Filozoflar dünyayı yalnızca değişik biçimlerde
yorumladılar; sorun onu değiştirmektir.”
bilgi sosyolojisi açısından yeterli değildir.9 Aksine bilgi sosyolojisi, bu
cinsiyetçi bilimin, daha eşitlikçi bir doğa anlayışı geliştirmek için na­
sıl cfeğ/şiınlebileceğini belirlemeye çalışmalıdır.10 Bu, aynı zamanda,
doğa bilimlerini İnsanî bilimlerin bir parçası olarak görme imkânını,
Almanya’da yakın zamanda “Bilimde Sonculuk” akımının ortaya çı­
kardığına benzer bir imkânı da ihtiva etm ektedir." İnsanlığın özsel
güçlerinin özgürleşmesiyle birlikte bu durum, belirgin bir imkân ha­
line gelir: “Doğa bilimleri soyut olarak maddi -y a da daha doğrusu
idealist- yönelimlerini yitirecek ve İnsanî bilimin temeli olacaklardır.
Daha şimdiden -yabancılaşmış bir biçim altında da o lsa - İnsanî ha­
yatın temeli durum una gelmiş bulundukları gibi; hayat için bir temel
ve bilim için bir başka temel vardır demek, gayet tabii bir yalandır”
(Marx [1844] 1975, 303).
Hamilton, bu argümana, Marx’ta “bariz pozitivist eğilim”in ifşası
olarak atıfta bulunur (Hamilton 1974, 23). Açıkçası, pozitivizme yö­
nelik bir eğilim Marx’ta mevcuttu; ancak Marx’in bu argüman ile -b il­
ginin sosyal mahiyetini “iptal edecek”- naif, pozitivist bir özgürleşmiş
doğa ve İnsanî bilim görüşü ortaya koymaya niyetlendiği açık değildir.
Kısacası bu pasajdan önce Marx, toplumun komünizm evresindeki
karakterini özetleyerek, bilimsel etkinliği, gene de komünizmde sosyal
olarak kökleşmiş bir etkinlik olarak ele alır:
Benim etkinliğim bilimsel vb. ise -ben bu etkinliğe başkaları ile do­
laysız ortaklık biçiminde çok seyrek girişebilsem bile- şu halde be­
nim etkinliğim, onu bir insan olarak icra ettiğim için sosyaldir. Sa­
dece etkinliğimin gereci -düşünürün etkinliğindeki dil gibi- bana
sosyal ürün olarak verilmekle kalmamıştır. Ama benim kendi öz
varoluşum da sosyal etkinliktir; ve sonuç olarak, kendimi oluştur­
mam, yani kendimi toplumsal varlık olarak oluşturmam da sosyal
etkinliktir (Marx [1844] 1975, 298).
Bu pasaj, M arx’in bilimin komünist toplumda sosyal karakterinden
sıyrıldığını düşünmediğini bariz şekilde gösterm ektedir.12 Mannhe-

9 Bu etkiye dair tarihsel bir argüman için bkz. Merchant (1980).


10 Bu, bilgi sosyolojisinin cinsiyetçi düşünce ve pratiklerden ziyade eşitlikçi
düşünce ve pratiklere değer vermesi gerektiği anlamına gelir. Biz bunu, bilgi
sosyolojisinin kültürümüzdeki isabetli rolü olarak görüyoruz (Bkz. 3. dipnot).
11 Bilimde Sonculuk (sosyal olarak değer atfedilen kısıtlamalar doğa bilimleri­
ne dâhil edilmek suretiyle) Schäfer (1984)’de tartışılmaktadır.
12 Ayrıca, pozitivizmin Marx’ta varlığını koruyup korumadığı meselesi, bizi
-gerekli düzeltmelerle birlikte- onun görüşlerine sahip çıkmaktan alıkoyma-
m a lıd ır.
im ’ın aksine Marx, kendi genel bilgi sosyolojisinden hiçbir uzaklaşma
tavrı sergilemez (Bloor 1973). ^
Buna rağmen Marx, simetri tezini onaylamaz: Komünist toplum ­
daki bilgi, önceki sınıf temelli toplumlardaki ekonomik/politik çeliş­
kilerden ötürü varlığını sürdüren kimi sınırlamalara son verecektir.13
Üstelik Marx, sınıflı ve sınıfsız toplumdaki bilgi arasında, özellikle ya­
bancılaşma hususunda, bir asimetri dünyası görür. Başka bir söyleyiş­
le, sınıfsız toplumdaki bilgi, sınıflı toplumdaki bilginin yabancılaşmış
niteliğinden arınır (Marx [1844] 1975, 279). İşbölüm ünden dolayı
kendi üretici etkinliklerinden yabancılaşanlar sadece işçiler değildir;
sınıflı toplumdaki bireyler de bu toplumun ürettiği bilgiden yabancılaş­
mışlardır ve bu bilginin kendisi yabancılaşmış bilgi olarak görülebilir.
İnsanın kendinden ve doğadan her öz-yabancılaşması, kendisin­
den ayrı öteki insanlar ile kurduğu, kendini ve doğayı içine koydu­
ğu ilişkide görünür. Bu nedenle dinsel öz-yabancılaşma, zorunlu
olarak sıradan insanın rahip ile ya da burada entelektüel dünya
söz konusu olduğuna göre bir aracı vb. ile ilişkisi içinde görünür
(Marx [1844] 1975, 279).

Bilgi ve Çıkarlar
Engels ile birlikte, Alman filozoflarını kendi “genel felsefi öncüller”i-
ni (Marx ve Engels [1846] 1976, 28) gözden geçirme hususundaki
kusurlarını eleştirirken Marx, refleksivite meselesini hesaba katmak
konusunda uyarıda bulunur. Ancak bu refleksivite, sosyolojinin rolü­
ne dair (Latour ve Woolgar’da olduğu gibi) 14 “kurgucu” bir anlayış
doğrultusundaki eğilime katkı oluşturmaz. Bunun nedeni, düşünce­
lerin daima somut sosyal etkinlik içinde kökleşmiş olmalarıdır. Marx,
bazı bilgi tarzlarının sosyal sebeplerden kaynaklanan sınırlılıklarına
parm ak basmış ise eğer, bunun nedeni salt bir vukuf parlaklığı değil,
fakat aksine toplumdaki çelişkilerin yol açtığı sosyal değişimin bu yeni
vukufları olanaklı hale getirmesidir: “İnsanlar toplumu devrimcileşti-
ren düşüncelerden söz ettiklerinde, eski toplum içerisinde yeni toplum
öğelerinin yaratılmış olduğundan ve eski düşüncelerdeki çözülmenin

13 Bkz. Marx ([1844] 1975, 291): “Servetin bu dışsal, yani akıldışı nesnelliği,
özel mülkiyetin insanın kendisine katılması ve insanın da onun özü olarak
tanınması sonucu, ortadan kalkmıştır.”
14 Bkz. 5. dipnot.
eski varoluş koşullarındaki çözülmeyle at başı gittiğinden başka bir şey
ifade etmiş olmazlar” (Marx ve Engels [1848] 1948, 29).
Hegel’in ‘H ukuk Felsefesi’nin Eleştirisi adını taşıyan 1843 tarihli
bir el yazmasında Marx, (bu hususta) bir din eleştirisinin, insanlar
tarafından meydana getirilen doğal, m addî süreçlerin nasıl olup da
bu sosyal süreçlerden koparak kendi başına buyruk gibi görünen kimi
kültürel ürünlerin ortaya çıkmasına yol açtığını ispatlaması gerektiğini
ileri sürerek, bilgi sosyolojisinin gâyesini belirler. Şu tespit ile başla­
yalım: “Din-dışı eleştirinin temelini şu oluşturuyor: insanı yapan din
değil, dini yapan insandır” (Marx [1843] 1970, 131). Dinin bürün­
düğü göksel ve gayrı-sosyal nitelik, bizatihi insanlar tarafından sosyal
temelde üretilmiş olarak anlaşılmalıdır. “Aslında din, henüz kendine
erişememiş ya da kendini tekrar tekrar yitirmiş bulunan insanın sa­
hip olduğu kendilik-bilinci ve kendilik-duygusudur. ...Bu devlet, bu
toplum, dünyanın tersine çevrilmiş bilinci olan dini üretiyor, çünkü
kendileri tersyüz olmuş bir dünya oluşturuyor” ([1843] 1970, 131).
Bu durum kültür dünyamızdaki bilimin, yalnızca yapı-çözümsel ola­
rak değil, fakat bizatihi sosyal bazda da açıklanması gereken ihtilaflı
sosyal çıkarlar arasındaki kavganın dışındaymış gibi görünmesini akla
getiriyor. Şu halde, bilimin farz edilen “nesnellik” ve “tarafsızlık”ı, bil­
gi sosyolojisi tarafından açıklanması gereken, kendinde bir veri olarak
alınmalıdır.
Bu yüzden M arx’in sosyolojisini, ne deterministik yasalara intibak
eden ne de insanlara öz-bilinçle ve başarıyla kendi çıkarlarının pe­
şinden koşma olanağı sunan bir sosyoloji olarak görmemek gerekir.
M arx’a göre, “insanlar kendi tarihlerini kendileri yaparlar, ama sadece
kendi keyiflerine göre, kendi seçtikleri koşullar içinde yapmazlar, doğ­
rudan yüz yüze geldikleri ve geçmişten kalan koşullar içinde yaparlar.
Bütün ölmüş kuşakların geleneği, bir kâbus gibi, yaşayanların beyinle­
ri üzerine çöker” ([1852] 1979, 103). Bu tespit, yeni bilgi sosyolojisi
programlarının bazılarındaki naif aktör görüşüne meydan okur. Bilgi­
nin mahalli olarak inşa edilmiş karakteri üzerinde odaklanmış labo­
ratuar incelemelerine vurguda bulunan programlar, kültürlerine aktif
anlamda angaje olsalar da, aktörlerin, buna rağmen kendilerini içinde
buldukları tarihsel ve disipliner bağlamlara mukabelede bulunabilme­
lerinin derecesini hafife alırlar.15 Bu bağlamlar, aktörlerin yapmaya
“özgürce karar verdikleri” şeyler üzerinde etkili olurlar. Aynı şekil­
de “çıkarlar okulu” yaklaşımı da, aktörlerin, o andaki mevcut sosyal

15 Örneğin bkz. Latour ve Woolgar (1986).


ve tarihsel çelişkiler onların “gerçek çıkarlar”ını gizleyebildiğinde ve/
veya bilinçli niyetlerini bozguna uğrattığında bile, kendi çıkarlarının
ne olduğuna rahatlıkla karar verebileceklerini ve bu çıkarların başarıy­
la peşinden koşabileceklerini var sayma eğilimindedir.16 Öte yandan
M arx’in kendisi de, toplum tarafından üretilen düşüncelerin, yekpâre
olarak yönetici sınıfı destekleme eğiliminin derecesini bir hayli abart­
tı.17 Fuller’in de işaret ettiği gibi (1988, 57), bunun nedeni m uhtem e­
len, bir çıkarlar setini desteklemek için üretilen düşüncelerin, başka
türden -h a ttâ k arşıt- çıkarlar setini desteklemek için de kullanılabile­
ceğini kavramadaki başarısızlıktır.
1844 Elyazmaları’nda Marx, kendi bilgi sosyolojisini politik ikti­
sat bilgisinin sosyal kökenlerini ve buradan kaynaklanan sınırlılıklarını
kavramaya tatbik etti. Marx’in yaklaşımı, yalnızca politik iktisat bilgi­
sinin nasıl oluştuğunu kavramayı amaçlamaz. Bu kavrayış, analiz yo­
luyla ifşa edilen sınırlılıkların hakkından gelen bir politik iktisat eleş­
tirisi için kullanılacaktır (Marx [1844] 1975, 231). Bu analiz, sosyal
çıkarlardan bağımsız değildir; aksine o, insan çıkarlarıyla olanaklı hale
gelir. Bilhassa, politik iktisadın bilişsel sınırlılıklarının sınıf tahakkümü
ile ilintili olduğunu ortaya koyarken Marx şu sözleri sarf eder: “Politik
iktisat, işçi (emek) ile üretim arasındaki dolaysız ilişkiyi göz önünde
tutm am ası sonucu, emeğin özündeki yabancılaşmayı gizler” (Marx
[1844] 1975, 273). Bilgi sosyolojisinin bu tarzda inşa edilmesi, bilim­
sel bilgiye dair analizin, bu bilginin mahiyeti veya prosedürlerindeki
değişimlere katkı sağlayabilmesini mümkün hale getirir.18

Yabancılaşmış Bilgi
Politik iktisadın bilgisi, kendi inceleme nesnesinin yabancılaşmış özü­
nü yansıtan, yabancılaşmış bilgi olarak tanımlanabilir. Kapitalizmde,
“emeğin ürettiği nesne —emek ürünü— onun karşısına yabancı bir
şey, yani üreticiden bağımsız bir güç olarak çıktığı” için, politik iktisat
bu ürünü, emek içindeki temelinden soyutlayarak şeyleştirir (Marx
[1844] 1975, 272). Bunun bir sonucu olarak, sermaye ve servetin ve
onlara hükmeden yasaların, kökleri işbölümünde yatan tarihsel ba­

16 Örnekler için bkz. Barnes (1977) ve Barnes ve MacKenzie (1977).


17 Bkz. Marx ve Engels ([1846] 1976, 59-62). “Egemen sınıfın düşünceleri,
her çağda egemen düşüncelerdir: başka bir deyişle toplumun egemen maddi
gücü olan sınıf, aynı zamanda egemen zihinsel güçtür de” (s. 59).
18 Bilgi sosyolojisinin “bilgi üretiminin idaresi”yle (s. 270) meşgul olması ge­
rektiği argümanı için bkz. Fuller (1988, 263-75).
kımdan özgül ilişkiler olmaktan ziyade, nesnel oldukları düşünülür
(Marx [1844] 1975, 273). Özel mülkiyet emekten bağımsız nesnel
bir kavram değil, fakat aksine işbölümünden kaynaklanan bir sonuç­
tur. “Özel mülkiyet, demek ki yabancılaşmış emeğin, işçinin doğa ve
kendi kendisi ile dışsal ilişkisinin ürünü, sonucu ve zorunlu vargısıdır”
(Marx [1844] 1975,279).
Politik iktisattaki çelişkiler, öyleyse, sosyal dünyadaki fiili çelişki­
leri yansıtırlar (Marx [1844] 1975, 292). Bilgi, bununla birlikte, bütü­
nüyle iptal olmuyor, fakat aksine evrensel olmayan bir sınıf sistemi
içinde kökleşmiş olmasından ve sınırlı bir çıkarlar setini destekleme­
sinden dolayı kapsam bakımından daralıyor.19 Özel mülkiyet, bu şey-
leşmiş haliyle ele alınarak, bu dünyaya uyum sağlanıyor; yalnızca ege­
men sınıfın çıkarlarıyla sınırlanmış veya tersyüz edilmiş bir uyum. Bu
nedenle, özel mülkiyetin geçici ve İnsanî olarak meydana getirilmiş
doğası göz ardı ediliyor. Marx şöyle diyordu: “Endüstrinin parçalan­
mış gerçekliği, onların [politik iktisatçıların -ç .n .] benliklerinde par­
çalanmış ilkelerini doğrular” (Marx [1844] 1975, 272). Zira “özel
mülkiyet her ne kadar yabancılaşmış emeğin kanıtı, nedeni olarak
görünürse de, daha çok onun bir sonucudur” (Marx [1844] 1975,
279). Yani bu durum da politik iktisat, yeterli derecede refleksif ola­
m am aktan mustariptir. Gerekli refleksivite düzeyine, ancak, çıkarları
bu bilgiye karşılık gelmeyenler, yani proletarya tarafından erişilebilir.
M arx’in geliştirdiği politik iktisadın temel bileşenini oluşturan ya­
bancılaşma ya da yoksunlaşma kavramı, onun bilgi sosyolojisini kav­
ram ak için can alıcı bir önemdedir. Emeğin, gereksinimlerin bilinçli
bir karşılanması olmaktan ziyade, dışsal bir amacın aracına dönüştüğü
kapitalizmdeki iş bölümü, dört yabancılaşma ya da yoksunlaşma dü­
zeyi ihtiva eder (Marx [1844] 1975, 274). İlki, insanın üretilen ürüne
ve bundan dolayı doğaya yabancılaşmasıdır. İkincisi, insanın kendine
yabancılaşmasıdır; insanın emeği, doğal bir gereksinimin karşılanması
değil, dışsal bir şey haline gelir ([1844] 1975, 275). Üçüncüsü, insa­
nın, kendi “türsel varlığı”na yabancılaşmasıdır: “Türsel yaşamı, onun

19 Bu nedenle, bilgi somut tezahürleri içinde kavranmalı ve salt yanlış olarak


“takdim edilme”melidir. Lukacs (1968, 50), bu noktaya parmak basar: “Ne
var ki, diyalektik yöntem, basitçe bu bilincin ‘yanlışlığını’ ilân etmemize ve
doğru ile yanlışın katı bir şekilde karşı karşıya getirilmesinde ısrar etmemize
izin vermiyor. Tam tersine o, bizi, bu ‘yanlış bilinci’ tarihsel bütünlüğün bir
veçhesi ve tarihsel sürecin bir evresi olarak, somut biçimde araştırmaya mec­
bur kılıyor”.
için, bireysel bir yaşam aracı durum una gelir.”20 Dördüncü, ve diğer
üçünün bir sonucu olarak insanlar, diğer insanlara yabancılaşırlar (
[1844] 1975, 277).
Yabancılaşmanın sonucu olarak, insanlar tarafından meydana ge­
tirilmiş ürünler ve sosyal ilişkiler, bağımsız bir varoluş kazanmış gibi
görünürler. Bu demektir ki, bahsedilen yabancılaşma koşullarını yan­
sıtan bilgi, toplum un ötesinde ya da insan iradesi veya kontrolünden
bağımsız gibi görünebilir. Ne var ki bu, katî bir algı değildir; ve eleş­
tirel bir bilgi sosyolojisinin temel gayesi, bu yanılsamayı gidermek ve
m üspet bir değişimi olanaklı hale getirmektir:
Emeğin ve emek ürününün kendine ait olduğu, emeğin kendi hiz­
metinde bulunduğu ve emek ürününün kendi kullanımına yaradığı
yabancı varlık, insanın kendisinden başkası olamaz.
Eğer emek ürünü işçiye ait değilse, eğer bu ürün işçinin karşısına
yabancı bir güç olarak dikiliyorsa, bu, ancak o ürün işçi dışında
bir başka insana ait olduğu için olanaklıdır. Eğer işçinin etkinliği
onun için bir işkence ise, bu etkinlik bir başkası için tatmin ve zevk
sağlamış olmalıdır. İnsan üzerindeki bu yabancı güç, ne tanrılar
olabilir ne de doğa; yalnızca insanın kendisidir bu (Marx [1844]
1975, 278).
Bilgi sosyolojisi, toplumdaki her türlü bilgi ve diğer kültürel ürünlerin
altında yatan nedenleri bulup çıkarmaya hizmet eder.
Yabancılaşmış emek üzerine kurulmuş bir toplum, bu yabancı­
laşmayı kendi kültürel ürünlerinde de yansıtır: “Dinde, insan imge­
leminin, insan kafasının ve insan yüreğinin öz etkinliği, nasıl birey
üzerinde ondan bağımsız, yani İlahî ya da şeytanî bir yabancı etkinlik
oluyorsa, işçinin etkinliği de, tıpkı öyle kendi öz etkinliği değildir”
(Marx [1844] 1975, 274). Marx, kuşatıcı bir bilgi sosyolojisi tasarlar;
bilinç, daima mevcut sosyal ilişkiler içinde temellenmiştir. Bilginin bir
etkinlik olduğunu vurgulayan Marx, şu sonuca varır: “Benim evrensel
bilincim, gerçek ortaklığın, toplumsal örgütün yaşayan biçimi olduğu
şeyin yalnızca teorik biçiminden başka bir şey değildir; oysa günü­

20 Marx ([1844] 1975, 276). Bu türsel varlık, içkin olarak, insanlığın üretimi­
ne yöneltilmiş olan çalışma ile ilintilidir: “Pratik etkinliği ile bir nesneler dün­
yası yaratırken, inorganik doğayı işlerken, insan bilinçli türsel varlık olarak,
yani tür karşısında kendi özsel varlığı karşısındaymış, ya da kendi özsel varlığı
karşısında türsel varlıkmış gibi davranan bir varlık olarak, kendini ispatlar”
(s. 276).
m üzde evrensel bilinç, gerçek yaşamın bir soyutlamasıdır ve bu nite­
likle onun karşısına bir düşm an olarak dikilir. Demek ki, benim ev­
rensel bilincimin etkinliği -b ir etkinlik olmak bakımından- sosyal bir
varlık olarak benim teorik varoluşumdur da” ([1844] 1975, 298-99).

Doğanın Bilgisi
Marx, bir imkân imâsında bulunsa da, sistematik anlamda doğabil im ­
sel bilginin bir sosyolojisini ortaya koymaz. Alm an ideolojisi’nde Feu-
erbach’a yönelik eleştiride bulunurken Marx ve Engels, fizik ve kimya
vasıtasıyla idrak ettiğimiz doğanın, kısmî olarak, insanın üretici etkin­
likleriyle yaratılmış bir doğa olduğunu ileri sürerler: “Feuerbach, doğa
bilimi algılayışından özellikle söz ediyor; fizikçinin ve kimyacının gö­
rebileceği gizlere değiniyor; fakat ticaret ve endüstri olmasaydı doğa
biliminin hali nice olurdu? Hattâ, bu “katıksız” doğa bilimine amacını
gösteren ve ona materyalini sağlayan ticaret ve endüstri, insanların
duyumsal etkinlikleri değil m idir?” ([1846] 1976, 40). Bu kesintisiz
üretici etkinlik durum u olmasaydı -b u âlemi bizim üretken doğamız
dönüştürdüğü için - doğal âlem şu andaki halinde olmayacaktı: “G ü­
nüm üzde olduğu biçimiyle bütün duyumsal dünyanın temelini, b ü ­
yük oranda, bu etkinlik, bu kesintisiz duyumsal emek ve yaratış, tek
sözcükle bu üretim oluşturmaktadır. Eğer bunlar, bir yıl için bile olsa
kesintiye uğratılsaydı, Feuerbach yalnızca bu doğal âlemde muazzam
bir değişiklik bulmakla kalmayacak, bütün insanlık âleminin kaybıy­
la olduğu kadar kendi algılama yetisinin kaybıyla, hattâ bizzat kendi
varoluşunun kaybıyla da pek çabuk karşılaşacaktı” (Marx ve Engels
[1846] 1976, 40).
Marx ve Engels, dışsal fizikî bir dünyanın gerçekliğini katîyen ya­
dsımıyor. Aksine, insanların, fiziksel dünyanın parçası, yani aslında
bu dünyadaki etkin dönüştürücüler olduklarım ve bu itibarla da bu
dünyanın tarifine ya da inşasına da katkıda bulunduklarını vurgulu­
yorlar. Marx ve Engels’in açıkça ifade ettikleri gibi, “bütün bunlardan
dolayı, dış doğanın önceliği geçerliliğinden bir şey yitirmez, ...fakat
bu ayrımın yalnızca, insan doğadan ayrı bir şey olarak telakki edildiği
takdirde anlamı vardır. Dolayısıyla insanların tarihinden önce gelen
bu doğa, hiç de Feuerbach’ın içinde yaşadığı doğa değildir; bu doğa
-belki de yakın zamanda oluşmuş olan birkaç Avustralya mercan ada­
sı dışında- günüm üzde artık hiçbir yerde mevcut değildir. Öyleyse,
Feuerbach için de mevcut değildir” ([1846] 1976, 40). Buna benzer
pasajların, doğal dünyanın bilgisi hususunda safdil bir pozitivizmi ya
da realizmi Marx’a atfetmekten bizi alıkoyması gerekir.
Netice olarak Marx, bilgi tarzları arasında ayrımlar yapmaktan
vazgeçmeksizin, bilimsel bilgiyi sosyal bir yapıntı olarak ele alabilecek
tutarlı, kuşatıcı bir bilgi sosyolojisi şeması çıkartır. Bilgi sosyologu,
belirli bir bilgi gövdesinin, incelediği fenomenlerin bütün karmaşıklı­
ğına ne ölçüde etkinlikle nüfuz edeceğini tayin edebilir. Ayrıca o, bil­
giyi belirli değerler çerçevesinde incelemekle de meşgul olmalıdır. Bilgi
sosyolojisi, işlevini bir güç eleştirisi olarak tesis etmelidir. O, bilgi ve
bilgi üretimi faaliyetlerinin, diğerlerini dışlayarak bazı çıkarlara ne öl­
çüde hizmet ettiğini ortaya koymak için, özellikle pek uygundur. Bilgi
sosyolojisi tutucu çıkarlara karşı “taraflı” olmaktan dolayı ne m ahcu­
biyet duymalı ne de “bilimsel” statü elde etmek ile fazlasıyla meşgul
olmalıdır.21 H er şeyden önce, simetri tezinden kaynaklanan bayağılık­
tan kaçınırken, bilgi sosyolojisi hiçbir ayrıcalıklı sosyal-üstü konuma
da müsaade etmemelidir.

Sonuç: Bilgi İddialarının Değerlendirilmesi


Başkalarının bilgi iddialarını değerlendirmenin, tarihsel olarak bilgi
sosyolojisine ait görevin bir parçası olduğunu ileri sürdük. Marx’in
açıklamasında, elbette onunkine doğrudan rakip olan fikirler dışın­
da, bütün diğer iddialar ele alınmamaktaydı. Bu iddialardan bazıları
ideolojik olarak değerlendirildi; başka bir anlatımla, kısmî veya çarpık
iddialar şüpheliydi. Ayrıca açıklamasında Marx, yalnızca bazı bilgi id­
dialarının ideolojik anlamda nasıl işlev ifâ ettiklerini değil, fakat aynı
zam anda bu iddiaları ideolojik kılan kökeni de çoğu kez göstermeye
çalışır. Sonuç olarak, M arx’m farklı bilim iddialarını değerlendirmek
için ütopik ölçütlerden faydalandığı vurgulanmalıdır. M arx’m, diğer
bilgi iddialarını hangi sosyal temelden hareketle değerlendirdiği, m uğ­
lak bıraktığı bir husustur ve Marx, proletaryayı önceleri, sosyal ilişki­
lerin hakikatine ulaşacak tek doğru sınıf olarak düşünüyor görünmez.
Burada, bilgi eleştirisinin sosyal temellerine dair M arx’m argü­
manlarını açımladık ve kullanılan muhtelif değerlendirme ölçütlerini
ele aldık. Marx’m analizinde proletarya, belli bir üstün bilişsel konum
işgal etmekteydi. Tarihsel olarak yabancılaşmış konum undan dolayı,
proletarya, başkalarının bilgi iddialarını değerlendirecek en elverişli

21 Bu kaygı, muhtemelen, güçlü programın çelişkilerini izah etmektedir: İn­


dirgeyici bir bilim görüşüne, bu görüşü çürüten bir programın desteğinde
sahip çıkılmaktadır.
konum da bulunmaktaydı. Bu konum ve M arksist teorinin “pratikte”
sınanması gerektiği nosyonu, bugün artık gerçek dışı gibi görünüyor.
Buna rağmen, Marx’in tarihsel olarak üstün sınıf fikrinden hareket­
le, geliştirilmeye lâyık birçok fikir mevcuttur. Bir kere, hiçbir grubun,
kendi bilgi iddialarını tek başına değerlendirme hakkına sahip olma­
ması gerektiği, bütünüyle doğru görünüyor. Bu demektir ki, hem bil­
ginin ürünleri hem de meydana getirildiği süreçler değerlendirmeye
tâbidir. Kimin bu değerlendirmeyi yapacağı açık olmayabilir, fakat
yakın disiplinler fikri, sezgisel bir his doğurur.22 Ayrıca, bazı grupla­
rın, bilgi iddialarının farklı veçhelerini (köken, işlev ve gelecekteki rol)
daha iyi değerlendirebileceğini öne sürmek, bu meseleyi ele almanın
akla uygun bir yolu olabilir.
Tasdik edilmiş bilginin, kendisine nasıl ulaşıldığını irdelememesi
gerektiğini ileri sürmek, pek de doğru değildir. M utabakatın şiddet
ya da şiddet tehdidi yoluyla oluşması pek olasıdır. İşi (akademik?)
kaybetme tehdidinin, şiddete nazaran daha az önemli olduğu fikri de
anlaşılır değildir. Ayrıca, bazı bilgi iddialarının oluşum unun, içtenlikle
sarıldığımız başka ilkeleri ihlâl etmesi (meselâ, insan öznelerin genetik
uzmanlarının müsaadesi alınmadan kullanılması) muhtemeldir. Böy­
lesi bir durum da, bilginin ürünleri, içinde üretildikleri süreçler tara­
fından yozlaştırılacaktır. Ve böylesi bir bilginin -taşıdığı tek değer, söz
konusu deneylerin İnsanî hasarlarını durdurm ak olduğu için - kıymete
sahip olduğuna inanmak için de ilk bakışta hiçbir neden yoktur.
Bilgi sosyologu, bazı bilgi iddialarının işlevlerini değerlendirmeye
teşebbüs ettiği takdirde, kesinlikle çok sayıda güçlük ortaya çıkacak­
tır. Bununla birlikte, tarihsel olarak sosyologlar tam da bunu yapmış­
lardır. O rtada işlevselliği hesaplayacak hiçbir şey yokken, bilgi sosyo­
logunun ve başkalarının bazı bilgi iddialarının işlevlerini değerlendir­
mesi makul görülür. Bilim grupları bilgi iddialarını değerlendirmeye
yönelik araçlarından vazgeçerler ise, onların çoğu durum da kendileri­
ni onaylayacaklarından emin olabiliriz. Bu yüzden bilgi sosyologunun

22 Rakip yaklaşımlar arasındaki çatışmalardan kaçınmak için disipliner sınır


çalışmalarına girişilmiş olduğu göz önünde tutulursa, bu münakaşaların red-
dolunmak yerine dikkat çekmesini talep etmek dışarıdakiler açısından uygun
olabilir. İnsan aktörlere dair değişik imajları kabalaştıran sosyal bilimler ara­
sındaki (bu disiplinlerin, bu örtük ontolojilerin meşrulaştırılmasıyla sistematik
olarak uğraşmaktan kaçınmalarına yol açan) disipliner bölünme, buna iyi bir
örnek oluşturur. Bilimsel bilgi sosyolojisi, genellikle etkileşimden kaçınılan
durumlarda, sosyal bilimler arasında (ya da kanser araştırmalarındaki rakip
yaklaşımlar arasında) etkileşime yardımcı olabilir.
bir görevi de, mevcut durum daki meseleler göz önünde tutulursa, bazı
yeni bilgi iddialarının bugünkü ortam da nasıl işlev icra edeceğini tah­
min etmek olmalıdır.
Nasıl Marx, geleceği tartışmanın mümkün olduğunu düşünmüş
ise, bilgi sosyologu da öyle düşünmelidir. Bilginin üretimi ve dağılımı­
na dair alternatif stratejiler ve teknikler teklif etmek oldukça makul­
dür. Bu, bahsedilen görevi yalnızca bilgi sosyologunun ifâ etmesi
gerektiği anlamına gelmez. Bilgi iddiaları, bir çıkara sahip ve yakın
disiplinlerdeki kimseler tarafından değerlendirilmelidir. Fakat ayrıca,
demokratik bir toplumdaki herhangi bir yurttaşın, bilgi üretim süreç­
lerini ve üretilen ürünleri sorgulayabilmesi gerektiği de bir gerçektir.
Toplumumuzda, bilgili uzmanların artan önemiyle birlikte, dem okra­
tik sorumluluğa dair dışsal kısıtlamaların mevcudiyeti hiç de mantıksız
değildir. Bilginin halihazırda oldukça sosyal olduğu kabul edildiğinde,
onu sosyal kılacak uygun tarzı tartışm ak zorunludur.
Bu husus, bizi içkin eleştiri nosyonuna sevk eder. İçkin eleştiri,
şimdinin ve onun muhtelif emarelerinin, kendi bünyelerinde alternatif
bir geleceği saklı tuttuğu fikrine dayanır. Marx, kapitalist toplumun,
kendi burjuva ideallerine erişememesinin birçok sebebini tez elden
göstermişti. Uzmanlar, uzmanlık özelliklerinin, kendilerine, dışarıda -
kilerin sahip olmadığı özel bir vukuf kazandırdığını sıklıkla vurgula­
m ak isterler. Buna rağmen, dışarıdakiler bir teşebbüsün icra edilme­
ye değer olup olmadığına karar verebilecek mükemmel bir konumda
bulunabilirler. Dışarıdakinin bilgi iddialarını değerlendirmedeki rolü,
hem epistemik olarak yararlıdır hem de politik olarak zorunludur. Z i­
ra bilgi sosyologunun değerlendirme yapmaktan imtina etmesi, statü­
koyu zımnen onayladığı anlamına gelir ve bu, teşebbüsün yararını cid­
di şekilde tartışmalı hale getirir.

Kaynakça
Barnes, Barry. 1974. Scientific knowledge and sociological theory. London:
Routledge & Kegan Paul.
Barnes, Barry. 1977. Interests and the growth of knowledge. London: Rout­
ledge & Kegan Paul.
Barnes, Barry. 1982. T. S. Kuhn and social science. London: Macmillan.
Barnes, Barry. 1983. On the conventional character of knowledge and cog­
nition. Science observed: Perspectives on the social study of science içinde,
Ed. Karin D. Knorr-Cetina ve Michael Mulkay, 19-51. Bristol: }. W. Ar-
rowsmith.
Barnes, Barry ve D. MacKenzie. 1977. On the role of interests in scientific
change. Sociological Review Monograph 27:49-66.
Berger, Peter, ve Thomas Luckmann. 1967. The social construction o f reality.
New York: Doubleday.
Bloor, David. 1973. Wittgenstein and Mannheim on the sociology of mathe­
matics. Studies in the History and Philosophy o f Science 4:173-91.
Bloor, David. 1976. Knowledge and social imagery. London: Routledge &
Kegan Paul.
Bloor, David. 1981. The strengths of the strong programme. Philosophy of
the Social Sciences 11:199-213.
Collins, H. M. 1981a. Son of seven sexes: The social destruction of gravita­
tional radiation. Social Studies of Science 11:33-62.
Collins, H. M. 1981b. What is TRASP? The radical programme as a metho­
dological imperative.P/ii/osop/zy o f the Social Sciences 11:215-24.
Collins, H. M. 1982. Special relativism-the natural attitude. Social Studies of
Science 12:139-43.
Collins, H. M. 1983. An empirical relativist programme in the sociology of
scientific knowledge. Science observed: Perspectives on the social study of
science içinde, Ed. Karin D. Knorr-Cetina ve Michael Mulkay, 85-113.
Bristol: J. W Arrowsmith.
Fuhrman, Ellsworth R. 1980. The sociology of knowledge in America, 1883-
1915. Charlottesville: University Press of Virginia.
Fuller, Steve. 1988. Social epistemology. Bloomington: Indiana University
Press.
Hamilton, P. 1974. Knowledge and social structure. London: Routledge &
Kegan Paul.
Knorr-Cetina, Karin D., ve Michael Mulkay. 1983a. Introduction: Emerging
principles in social studies of science. Science observed: Perspectives on
the social study of science içinde, Ed. Karin D. Knorr-Cetina & Michael
Mulkay, 1-17. Bristol: J. W. Arrowsmith.
Knorr-Cetina, Karin D., ve Michael Mulkay, Ed. 1983b. Science observed:
Perspectives on the social study of science. Bristol: J. W. Arrowsmith.
Larrain, Jorge. 1979. The concept of ideology. London: Hutchinson.
Latour, Bruno, ve Steve Woolgar. 1986. Laboratory life: The construction of
scientific facts. Princeton, NJ: Princeton University Press.
Laudan, Larry. 1981. The pseudo-science of science? Philosophy of the So­
cial Sciences 11:173-98.
Lichtheim, George. 1967. The concept of ideology and other essays. New
York: Random House.
Lukács, George. 1968. History and class consciousness: Studies in Marxist
dialectics. London: Merlin.
MacKenzie, D. 1978. Statistical theory and social interests: A case study.
Social Studies of Science 8: 35-83.
Mannheim, Karl. 1936. Ideology and Utopia: An introduction to the sociology
o f knowledge. New York: Harcourt, Brace.
Marx, Karl. 1970. Critique of Hegel’s “philosophy of right. ” Oxford: Cambri­
dge University Press. (First published 1843)
Marx, Karl. 1975. Economic and philosophic manuscripts of 1844. Vol. 3:
Collected works içinde, 229-346. New York: International Publishers.
(First published 1844)
Marx, Karl. 1976. Theses on Feuerbach. Vol. 5: Collected works içinde, 3-5.
New York: International Publishers, (ilk defal845’de yayımlandı)
Marx, Karl. 1976. The poverty of philosophy. Vol. 6: Collected works içinde,
105-212. New York: International Publishers, (ilk defa 1847’de yayım­
landı)
Marx, Karl. 1979. The eighteenth brumaire of Louis Bonaparte. Vol. 11:
Collected works içinde, 99-197. New York: International Publishers, (ilk
defa 1852’de yayımlandı)
Marx, Karl, ve Frederick Engels. 1976. The German ideology. Vol. 5: Colle­
cted works içinde, 19-539. New York: International Publishers, (ilk defa
1846’da yayımlandı)
Marx, Karl, and Frederick Engels. 1948. The communist manifesto. New
York: International Publishers, (ilk defa 1848’de yayımlandı)
Merchant, Carolyn. 1980. The death of nature: Women, ecology, and the
scientific revolution, San Francisco: Harper & Row.
Remmling, Gunter W. 1967. Road to suspicion: A study of modem mentality
and the sociology of knowledge. New York: Appleton-Century-Crofts.
Schaefer, Wolf, Ed. 1984. Finalization in science. Dordrecht: D. Reidel.
Stark, Werner. 1958. The sociology of knowledge. London: Routledge & Ke­
gan Paul.
Stehr, Nico. 1981. The magic triangle: In defense of a general sociology of
knowledge. Philosophy of the Social Sciences 11:225-29.
Ka r l M a n n h e im v e
BİLİMSEL BİLGİNİN SOSYOLOJİSİ:
Y e n İ B İr G ü n d e m e D o ğ r u *

D ick Pels**

Sosyal ‘Bilgi Teorisi’nde İki Gelenek


Üzücü bir gerçeğe dikkat çekmek ve uygun bir çözüm geliştirmek
döngüsel tarzda birbirini gerektiren ve belirleyen entelektüel işlemler­
dir. Söz konusu üzücü gerçek, bilgi ve bilim konusundaki iki çağdaş
teori ve araştırma akımının, benim ifademle ‘M annheimcı’ ve ‘Wittge-
insteincı’ geleneklerin birbirlerinden nispeten kopmaları ve karşılıklı
kayıtsız kalmalarıdır. Bu nitelemeleri, bir ölçüde muğlâk bir biçimde,
Edinburg Okulu Güçlü Program ’m ilk cümlelerinden birinde, her iki
düşünürü mantık, matematik ve doğa biliminin sosyolojik bir açık­

Çeviren: Ümit Tatlıcan


*Orijinal Eser: “Karl Mannheim and Sociology of Scientific Knowledge: To­
wards a New Agenda”, Sociological Theory, cilt 14, no. 1 (1996), s. 30-48.
" Amsterdam School for Social Science Research, University of Amsterdam,
Oude Hoogstraat 24, 1012 CE Netherland, Hollanda. Bu yazının daha ön­
ceki farklı biçimleri Uluslararası Sosyoloji Enstitüsü’nün Temmuz 1993’te
Sorbonne Üniversitesi’nde düzenlediği kongrede ve Haziran 1994’te Bie-
lefeld’deki XIII. Dünya Sosyoloji Kongresinde sunuldu. Werner Callebaut,
David Ketler, Volker Meja, Alan Sica, Irving Velody, Anna Wessely, Rein de
Wilde ve faydalı yorumlarda bulunan diğer bütün eleştirmenlere teşekkür
borçluyum.
lamasının stratejik imkânı bakımından karşılaştıran David Bloor’a
hürm eten kullanıyorum (Bloor, 1973). Mannheimcı bilgi sosyolojisi
programı, kültür ve doğa bilimlerini simetrik etkinlikler olarak açıkla­
mayı ve bu yüzden, nedensel sosyolojik analizi ‘kesin’ doğa bilimlerini
de içerecek biçimde genişletmeyi reddettiği (ayrıca, bunun doğru ve
yanlış inançların sosyolojik açıklamaları arasında aynı ölçüde köklü
bir simetri gerektirmediği ve böylece bilgi sosyolojisini sadece ‘yan­
lışın sosyolojisi’yle sınırlandırdığı) için, kesinlikle ‘zayıf’ bir program
olarak görülmüştür. Wittgeinstein, her iki açıdan da daha cazip bir
başlama noktası sunduğu için övülmüştür: “M annheim’ın problemini
W ittgeinstein çözer” (Bloor, 1973: 173; krş. Bloor, 1983).'
Bundan dolayı, 1970’lerin başlarında bilgi sosyolojisini radikal yeni
toplumsal bilim incelemeleriyle derin uykusundan uyandıran ente­
lektüel hamle Mannheimcılar tarafından başlatılmamış, çalışmasına
bilinçli bir muhalefet edilmeksizin büyük ölçüde M annheim ’sız geliş­
tirilmiştir. 1960’lar ve 1970’lerin söylemler karmaşası içinde Mann-
heimcı miras Mills, Gouldner, Coser, Shils ve Wolff gibi bilgi sosyo­
logları tarafından sürdürülse de, onların çabaları 1980’lerde özellikle
M annheimcı bir araştırma geleneğini harekete geçirmemiştir -b u n u n
önemli bir istisnası editörlüğünü Kettler, Meja ve Stehr’in yürüttüğü
kapsamlı bir projedir (krş. Goldman, 1994; Kettler and Meja, 1994).
İlginç olan bir diğer şey ise Elias, Bourdieu, Foucault, Habermas ve
Giddens gibi çağdaş sosyal teorisyenlerin M annheim’ı, farklı neden­
lerle, sadece sınırlı ölçüde kullanmalarıdır. Onlar kendi farklı bilgi
sosyolojilerini gerçekte radikal Wittgeinsteinci bilim incelemelerinden
soyut bir biçimde geliştirmişlerdir.
Öte yandan, bilgi sosyolojisindeki gerçek eylem ve heyecanın kay­
nağında ana-akım sosyoloji değil, yeni (doğa) bilim felsefesi ve tarih-
yazımı yatar. Kuhn’un etkili çalışması, felsefi kaynaklar dâhil edildiği
durumlarda, ilham kaynağını bilgi sosyolojisi geleneğinden değil W it­
tgeinstein ve Fleck’ten almış ve başlangıçta ‘zayıf’ (soft) sosyolojik,
siyasal veya tarihsel düşünceye değil, ‘kesin’ doğa bilimine ve tıbba
odaklanmıştır.2 Güçlü Programın öncüleri Bloor ve Barnes kadar Col-

1 Bloor’un Wittgeinstein ve Durkheim arasındaki uyuşmazlık konusundaki


yaklaşımıyla karşılaştırınız. Durkheim hâlâ Batılı bilimsel kültürün ilkel sınıf­
lama sistemlerine uyguladığı toplumsal açıklamaları tercih ederken, Witt-
geinstein “bu yolda cesaretini kaybetmez veya kendine ters düşmez” (Bloor,
1983: 3).
2 Barnes’a (1982: 9, 34, 65) göre, Kuhn’un temel ve kadim entelektüel kay­
lins, Mulkay ve Lynch de, Knorr-Cetina, Woolgar ve Latour gibi inşa-
cılara benzer biçimde, daha ziyade Mannheimcı değil Wittgeinsteinci
bir yol izlemişlerdir.3 Açıkçası, Bloor’un M annheim’ın doğru bilgi ve
doğa bilgisini simetrik olarak alma ‘cesaretsizliği’ üzerine değerlen­
dirmesi M annheim’ın sosyolojik projesini bir ölüye dönüştürm esine
ciddi katkıda bulunmuştur. Bundan böyle M annheim sadece bir sim­
ge öncü olarak alınmaya başlamıştır (krş. Knorr-Cetina, 1983: 115;
Law, 1986: l ) .4

nakları Fleck, Piaget ve geç dönem Wittgeinstein’dir. Bloor (1983), benzer


şekilde, Kuhncu natüralizm ile Wittgeinstein’in görünüşte natüralist ‘sosyal
bilgi teorisi’ arasında güçlü paralellikler olduğunu düşünür.
3 Örneğin, Collins, 1985: 12 ve devamı, 24n, 152n; 1986: 3 ,8n; 1990: 17,20-
21, 225n; Woolgar, 1988: 45-50. Wittgeinstein’in merkezî öneminin bir ör­
neği Lynch ve Bloor arasındaki daha yeni tartışmadır; Lynch etnometodolojik
ve karşı-epistemolojik bir Wittgeinstein okuması yaparken, Bloor natüralist
bir yorum geliştirir (Bloor, 1992; Lynch, 1992a, 1992b, 1993). Ayrılık nok­
talarının habercisi Lynch’in Philip’e yönelttiği, daha Bloorcu bir bilim sosyo­
lojisi için Wittgeinstein’in felsefesini benimsemesini sorguladığı önceki iti­
razlarıdır (Lynch, 1985: 179 ve devamı). Paralel bir eleştirel girişim, Bloor
ve Collins’in daha radikal ‘antropolojik’ bir Wittgeinstein kılığına sokulmuş,
Latourcu aktör-ağ teorisine daha yakın duran ‘yeni-Kantçı’ ve ‘epistemolojik’
bir Wittgeinstein tasvirine karşı çıkan Vries’de (1993) yer alır. Lynch (1993)
‘güçlü’ Bilimsel Bilginin Sosyolojisi’nin ve onun birçok kardeş rakibinin geli­
şimi hakkında kapsamlı bir açıklama sunar.
4 Gelenekler arasındaki ayrılığın genişliği ve derinliği araştırma ilgilerinin
ve araştırmacıların kurumsal ve meslekî dağılımlarına bakılarak kavranabi­
lir. ISA Sosyoloji Tarihi Araştırma Komitesi ve (bazı sürekli teorisyenler ve
Mannheimcı bilim adamları içeren) ASA Teori Bölümü, şimdiye kadar Top­
lumsal Bilim İncelemeleri Derneği (SSSS) ve Avrupa Toplumsal Bilim ve
Teknoloji İncelemeleri Birliği (EASST) gibi rakip kurumlarda sürdürülen
yeni toplumsal bilim ve teknoloji incelemeleriyle fazla ilgilenmedi. Tanınmış
sosyoloji dergileri, Theory and Society veya Theory, Culture and Society gibi
nispeten yeni ve cesur olanlar dâhil, Social Studies of Science, Philosophy of
the Social Sciences veya Science, Technology and Human Values’de ortaya
çıkma eğiliminde olan bilim ve teknoloji incelemelerine katkıları her zaman
zorlukla bastılar. Hollanda’da, başka yerlerde olduğu gibi, bilim ve teknoloji
incelemeleri esasen yerleşik sosyal bilim bölümlerinin dışında ve çoğu kez
muhalefet içinde, yeni, çoğu kez teknik yönelimli üniversitelerde gelişti. Yeni
toplumsal bilim incelemeleri, Mannheim’ın ön-şartına itaatsizlik içinde, doğa
ve tıp bilimleri ve teknolojisini büyük ölçüde istilâ ederken, öte yandan bizzat
sosyal bilime dair toplumsal ve tarihsel incelemeler bir ölçüde yerleşik sosyo­
lojinin tasarrufunda kaldı (krş. Wagner, 1990; Heilbron, 1995). Ayrıca krş.
dipnot 8.
Gerçekte oldukça farklı teoriler ve araştırma geleneklerini büyük
ölçüde homojenleştirme riskine düşmemek için (krş. Callebaut, 1993),
vakit geçirmeden bilim incelemelerinde ‘W ittgeinstein’a dönüş’ konu­
sundaki iddiamla ilgili bazı açıklamalar sunacağım. Bu ön açıklama­
larda, aynı anda, Bloor’un sosyal bilgi teorisindeki ‘zayıf’ Mannheimcı
programın karşısına güçlü bir W ittgensteincı program koyma çabası
hakkındaki bazı önemli çekincelerimi ayrıntılandıracağım; gerçekte,
hem M annheim ’ın hem de W ittgeinstein’ın mirası bu tür kapsayıcı
kategorik hareketlerde öne sürülenden çok daha fazla yoruma imkân
tanır. Bloor’un eleştirel M annheim okuması, gerçekte, mantıken, klâ­
sik bilgi sosyolojisine cepheden fiilen bir saldırıdan ziyade, onu dü­
zeltme ve genişletme girişimi olarak betimlenebilse de (Lynch, 1993:
42 ve devamı; Kim, 1994: 391), W ittgeinstein’ı bu tür güçlendirilmiş
bir natüralist sosyolojinin desteğine sunması aynı ölçüde şiddetli eleş­
tirilerle karşılanmıştır (krş. Sharrock ve Anderson, 1984; Hacking,
1984; Coulter, 1989; Lynch, 1992a, 1993). M annheim’a sahiplenme­
ler geç dönem W ittgeinstein’mkiler gibi keskin farklılıklar sergiler.
Örneğin W ittgeinstein’ın nedenselcilik-karşıtı, epistemoloji-karşıtı ve
‘praksiyolojik” bir yorumunu savunan Lynch, yine de Bloor’un sorgu­
lamadan benimsediği natüralist M annheim okumasını eleştirmeden
kullanır. Fakat bu, Güçlü Programa diğer eleştirilerde, örneğin Susan
H ekm an’da (1986) “ciddi bir yanlış okum a” olarak nitelendirilir ve
ona M annheim ’ın projesini G adam er’in hermeneutik projesine yakın­
laştıran epistemoloji-karşıtı, temelcilik-karşıtı bir projeyle karşı çıkılır.
(Burada tuhaf olan, Hekm an’ın, paralel bir biçimde, W ittgeinstein’ı
halen kendini Aydınlanmacı düşüncenin hâkimiyetindeki epistemolo-
jik ilgilerden kurtaram amış ve epistemolojiden [Gadamerci] ontoloji­
ye temel geçişi başaramamış biri olarak yorumlamasıdır).
Gerek Mannheim gerekse de W ittgeinstein istikrarlı bir entelektüel
iddialar seti belirleyemiyor ve diğerinin epistemolojik rolünü kolayca
benimseyemiyorsa, bu yerleşik gelenekler arasındaki gerilim ve anlaş­
mazlık her iki düşünürün natüralizm-karşıtı ve natüralist-olmayan yo­
rumları arasındaki uyuşmazlıklardan daha az katı görünebilir. Yine de,

‘ “Praksiyoloji” (praxeology), insan eyleminin a priori kavranabilecek veçhele­


rinin incelenmesidir; başka bir deyişle tercih, seçim, araç-amaç şemaları gibi
unsurların kavramsal analizi ve mantıksal içerimleriyle ilgilidir. Aslen Menger
ve von Mises gibi Avusturya marjinalist iktisat okulu teorisyenlerinin geliştir­
diği bu bilgi alanına, bunlardan bağımsız olarak ve bu kavramı kullanmaksı-
zın Wittgenstein’ın da katkıda bulunduğu bilinmektedir (editörlerin notu).
halen “W ittgeinstein’a dönüş” girişiminin, nispeten tutarlı bir resim
ortaya koyabilmek için bilim incelemeleri hareketindeki birçok fark­
lı akımdan yararlanabileceğini varsayıyorum. Ayrıca, M annheim’m
projesini aşan üretken tereddütler ve kompleksliklerin varlığını daha
kesin olarak kabul eden daha dikkatli bir Mannheim okumasının, bu
Wittgeinsteincı proje içinde halihazırda ortaya çıkan bazı eksiklikleri
giderebilecek entelektüel bir konum oluşturmaya yardımcı olabilece­
ğini varsayıyorum. Dolayısıyla, bu yazının amacı, muhtemelen Witt-
geinstein M annheim’m problemini bir ölçüde çözmüşse de, tersinin
de geçerli olup olamayacağını, yani toplumsal bilim incelemelerindeki
- s o n yirmi yıldır bilim ve teknoloji incelemelerini bu kadar başarıyla
besleyen—Wittgeinsteincı programın halihazırda (daha genel ve daha
geleneksel Mannheimcı araştırm a gündemini bir ölçüde tersine çevi­
rerek çözülebilecek) güçlüklere düşüp düşmediğini araştırmaktır. Bu
rakip perspektifler arasında gelişen uçurum , muhtemelen Mannheim-
cı görüşün göreli senteziyle kapatılabilir ve kapatılmalıdır. Bu sentez
öncelikle bazı temel çalışmaları gözden geçirmeyi gerektirir. Mannhe-
im’ı unutan sadece W ittgeinsteincı bilim incelemeleri geleneği değil­
dir; m odern sosyolojik gelenek de benzer biçimde kendini Mannhe-
im ’ı yeniden icat eder konum da bulmuştur. Dolayısıyla, bu yazı hem
m odern toplumsal bilim incelemeleri hem de m odern bilgi sosyolojisi
üzerine genel bir tasvirden hareketle orijinal bir Mannheimcı görüşü
ortaya çıkarma girişimi olarak görülebilir.

Değerden-Arınık Rölativizm ve Yarattığı Huzursuzluklar


İki gelenek arasında bu tür göreli bir sentez için özet bir taslak programı
ana hatlarıyla sunmadan önce, ilk olarak Wittgeinsteincı projenin gö­
reli iç-bütünlüğünü göstermeye ve mevcut çıkmazını konumlandırma-
ya çalışacağım. Wittgeinsteincı proje sözünü açıkça ‘değerden-arınık
rölativizm’ olarak nitelendirilebilecek bir temel düşünm e ve araştırma
tarzını ifade etmek için kullanıyorum (krş. Pels, 1991). Bu proje güçlü
karşı-epistemolojik ve karşı-norm atif bir bileşimi radikal bağlamsalcı
ve betimlemeci bir metodolojiyle bir araya getirir. Tüm felsefi genel­
lemelere ve norm atif ‘yasalar oluşturm a’ girişimlerine kuşkuyla bakan
bu projede, gündelik ve bilimsel dil kullanımı ve pratiklerden somut
örneklerin yakın betimsel analizi (etnografisi), yani vaka-incelemesi
yöntemi savunulur. Burada, referans, mütekabiliyet ve tam temsili vur­
gulayan geleneksel görüşlere itiraz edilerek, dil eylem (konuşma eyle­
mi) olarak alınır ve bu yüzden kullanımdaki-dilin icracı (performatif)
doğası vurgulanır. Sözcükler aynı zam anda eylemlerdir. Sözcüklerin
anlamları pratik kullanımlarında yatar ve pratik kullanıma sokulduk­
ları ‘dil oyunları’ veya ‘hayat tarzları’yla sınırlı olarak kalır (krş. Pitkin,
1972: 39, 289; Phillips, 1977: 27-30). Nitekim bilimsel doğruluk-id-
dialarmın göreliliği fikri pratik etkinliğin kurala-bağlı karakteri konu­
sundaki daha yaygın şüpheciliğin sadece özel bir örneğidir. Doğruluk,
akıl ve mantık, belirli eylem yollarına zorlamak şöyle dursun, düzenli
pratikler ve paylaşılmış uzlaşımlar için olay sonrası (post hoc) rasyo-
nelleştirmeler oluştururlar (Woolgar, 1988: 46-47, 50; Collins, 1985:
12 ve devamı; Lynch, 1993: 71 ve devamı, 162 ve devamı).
Bu yüzden, Wittgeinsteincı değerden-arınık rölativizm fikri, ısrar­
la, norm atif rasyonalite anlayışının yerine -inançlardaki ayrılıkların
“basitçe bir kültürel farklılık meselesi olduğu, böylece sosyolog için
tüm kültürlerdeki bütün inançların denk şeyler haline geldiği”- natü-
ralist bir rasyonalite anlayışının geçirilmesini vurgular (Barnes, 1976:
125; Bloor [1976] 1991). Bu yüzden, bilgi teorisinde natüralizm ve
rölativizm, açıklama konusunda doğru ve yanlış simetrisini ve doğa ve
toplum karşısında tarafsızlık veya ahlâkî kayıtsızlık fikrini imâ eder -
bunlar, Güçlü Programın daha sonraki inşacı bilim incelemeleri akım ­
ları içinde giderek genişletilen ve radikalleştirilen iki çekirdek ilkesidir
(krş. Pels, 1996). İnşacı natüralizm, bilimsel söylemler ve pratikle­
rin etnografik yeniden betimlemelerim savunarak (krş. Knorr-Cetina,
1983), bilginin meşruluğu veya gayrı-meşruluğu sorununu bir kenara
iter -W ittgeinstein’m gündelik dil kullanımı analizleriyle aynı çizgide,
hemen hemen “her şeyi olduğu gibi bırakır” (krş. Sharrock ve Ander-
son, 1984: 377; Collins ve Yearly, 1992: 308-309). Hem en hemen,
zira W ittgeinstein’ın Marslı bakış açısı fikrinden hareketle sürdürülen
bu tarafsız incelemelerin eleştirel üstünlüğü, yanlış yerli inançlar veya
irrasyonel yerli eylemlere yöneltilen ‘suçlamalar’ın hasadını toplamaya
değil, aksine bilimsel pratikler ve iddiaların tarihselliği ve pragmatik
olumsallığını “sergilemeye” çalışmalarıdır (krş. Latour, 1993: 43-
4 6 ).5 Bu yorumda, ‘değerden-arınık rölativizm’ nitelemesi (bu konuda

5 Bu Wittgeinsteincı metodolojinin Foucault’nun ideoloji eleştirisi konusun­


daki şüphelerine ve gerçeğin içerikleri ile güç etkileri arasındaki empirik bağ­
lantıların araştırılmasını vurgulayan alternatif ilkesine ne kadar yakın düş­
tüğüne dikkat edin. Foucault da, benzer şekilde, yerine bilgi-iddialarının
“‘pozitifliklerinin’ yeniden inşası” temelinde kabul edilebilirliği üzerine somut
araştırmaların geçirilmesi “-eşanlı olarak, özünde keyfilikleri, olumsallıkla­
rı, ‘şiddetleri’nin sergilenmesi—” gerektiğini vurgulayarak, meşruluk/ gayrı
W ittgeinstein’ı izlemekte daha tereddütlü olan) Bloor’un nedenselci
‘açıklama politikasından, daha yakınlarda Knorr-Cetina, Callon veya
Latour’un konumlandırdığı ‘betimleme politikası’na doğru kaymayı
içerecek kadar kapsamlı görünür; o, ayrıca, son zamanlarda örneğin
Collins ve Latour, Bloor ve Lynch arasında süregelen, hepsinin de az
veya çok radikal tarafsız analiz metodolojisini kullandığı kardeş reka­
betlerini de kapsar.6
Bu W ittgeinsteincı gündemin -tahm in edilebileceği gibi temel güç­
lü yanlarının yansıması o lan - iki esas zayıf noktası vardır (krş. Ful­
ler, 1988; Fuchs, 1992; Lynch, 1993). İlk olarak, bu yaklaşım kendi
bilgi-iddialarının norm atif ve siyasal olarak inşa edildiğini göz ardı
ettiği için, onun etnografık betimlemeciliği kolayca kendi refleksivite
ilkesiyle çelişen bir empirizm veya pozitivizm tipine dönüşür. Değer -
den-arınık rölativizm, derinlere kök salmış bazı epistemolojik İkilileri
(bilişsel açıklama/toplumsal açıklama, bilim/politika, kültür/ doğa
ikiliklerini) büyük ölçüde zayıflatırken, olgu/değer düalizmine batar
ve eleştiri problemini başarıyla ele alamaz (Pels, 1990, 1991; Proctor,
1991: 244 ve devamı; Radder, 1992). İkinci olarak, bu yaklaşımın
laboratuar ortamları ve bilimsel tartışmaların mikro-dinamiklerine
yönelik baskın ilgisi, onu bir aktör-merkezli yanlılık lehine/önyargılı
kılar, yani o, bilimsel üretimin ekonomik, toplumsal ve siyasal koşul­
larını sınırlayan daha genel m akro-kurum sal ortamları ikinci plâna
itme eğilimindedir. Güçlü Programın sürekli makro-sosyolojik du­
yarlılığına ve lokal bilimsel araştırma incelemelerine daha genel top-

meşruluk sorununu bir kenara iter (örneğin, 1994: 74-76; eleştirel bir pers­
pektif için, krş. Pels, 1995b). Kritik önemde sorun, ayrıca, (iyi bir biçimde
ancak istem dışı olarak) Sharrock ve Anderson’ın şu kanaatinde ifade edilir:
Wittgeinstein’ın “betimle ancak açıklama” ve “dikkatle gözle ancak düşün­
me” buyrukları “bir empirik araştırma programı yaratma çağrısı değil, aksine
karşımızda duran şeylerin farkına varmamız” çağrısıydı (1984: 386). Ayrıca,
krş. dn 23.
6 Lynch, örneğin Woolgar ve Ashmore’un refleksiviteye vurgusunu “Bloor’un
tarafsızlık postülasmın muhtemelen Bloor’un zihnindekinden daha tutarlı bir
uygulaması olarak” ve “(gerçekte Mannheim’ın ‘değer biçici olmayan’ ideo­
loji fikrini kendi nihaî sınırı olarak alan) Mertoncı ‘tarafsızlık’ normuna uy­
gun hareket etme yönünde oldukça güçlü bir buyruk” olarak görür (Lynch,
1993: 106-107). Ancak yine de Lynch, mevcut Bilimsel Bilginin Sosyoloji­
sinin empirizmini eleştirmesine ve ‘praksiyolojiye dönüş’ü savunmasına rağ­
men, etnometodolojik ‘kayıtsızlık’ politikasıyla aynı çizgide, tarafsız ve değer
biçici-olmayan bir gözlem dili arayışından vazgeçmez.
lumsal bağlamı yeniden dâhil etmeye yönelik yeni çabalarına rağmen
(Haraway, 1991; Knorr-Cetina, 1982; Shapin ve Schaffer, 1985;
Cozzens ve Gieryn, 1990; Fuchs, 1992; Latour, 1993), ‘etnografiye
dönüş’ sonrası inşacı incelemeler değer/olgu dikotomisinin olgusal
yanını seçtikleri gibi, m ikro-m akro düalizminin de mikro yanını tercih
etmişlerdir. Asıl mesele, artık “inşacılığın laboratuardan dışarı çıkma­
s ı d ı r (Gieryn, 1995: 440).
Daha kapsamlı ve norm atif olarak duyarlı bir Mannheimcı araş­
tırma gündemine (kısmî ve temkinli bir) geçişle bu tür programatik
yetersizliklerin belirli ölçüde giderilebileceğine bahse giriyorum. Bu,
her iki terimi de sınırlı bir bilim sosyolojisinden daha genel düzey­
de alınan bir sosyal bilgi teorisine veya sosyal epistemolojiye dönü­
şü gerektirecektir (Fuller, 1988, 1992, 1993; Harding, 1991; Pels,
1991; Fuchs, 1992; Roth, 1994).7 O, mikro-yönelimli bir laboratuar
hayatı ve bilimsel tartışmalar etnografyasından -klâsik düzeyde Marx,
Dürkheim, Mannheim ve Berger ve Luckmann’ın çalışmalarında ana
hatları ortaya konulan bilim incelemelerini kültür incelemelerinin ve
sosyal teori ve siyaset teorisinin daha genel ilgileri arasına k a ta n - bir
makro-sosyolojik bilgi teorisine kayışı imâ eder. Bilgi ve kültüre d ö ­
nük bu tür kapsamlı bir sosyo-politik teori (ayrıca, krş. Bourdieu ve
Wacquant, 1992; Beck, 1992; Beck, Giddens ve Lasch, 1994), ana­
liz alanını, daha empatik bir yaklaşımla, akademik-bilimsel inançla­
rın yanısıra akademik-olmayan (ideolojik, politik, günlük, gündelik)
inançları ve onların çok-biçimli karşılıklı ilişkilerini de kapsayacak
biçimde genişletir. Bu ayrıca, gösterdiğim gibi, ‘simetrik’ bilim incele­
meleri tarifesinden (ve daha genelde, post-m odern felsefe ve temelci-
lik-karşıtı sosyal teori tarifesinden) haksız yere çıkartılan, ancak temel
bir geri dönüşe hazırlık olarak görünen ideoloji ve ideoloji eleştirisi
probleminin (Mannheimcı “ideoloji ve ütopya” probleminin) yeniden
gündeme gelmesine işaret eder (krş. Simons ve Billig, 1994; Lynch,
1994; Zizek, 1994). O, ayrıca, sosyal ‘bilgi teorisi’ni bir entelektüeller,
uzmanlar ve profesyoneller sosyal teorisiyle veya daha genelde, ‘bilgi
toplum u’na ve onun oluşum halindeki epistemokratlar veya kültürel
kapitalistler tabakasına dönük bir makro teoriyle ilişkilendirme çaba-

7 Sosyal epistemoloji terimi zaten Merton’ın yazılarında karşımıza çıkar (Mer-


ton, 1937: 107, 113, 123) ve terimin siciline bakıldığında 1941’den beri
kullanıldığı görülür. Bununla beraber, kelimenin tam anlamı 1972’ye kadar
oluşmaz. Terim, ayrıca, Fuller (1988) tarafından popülerleştirilmesinden ön­
ce, sosyal inşacı Gergen (örneğin, 1988) tarafından kullanılmıştır.
sim içerir (Bauman, 1987, 1992; Eyerman ve Jamison, 1991, Stehr,
1994).8 Son fakat aynı derecede önemli bir husus, onun Mannheimcı-
ların (örneğin Stehr, 1981; Stehr ve Meja, 1982) ‘büyülü üçlü’ episte­
moloji, sosyoloji ve etik arasındaki simetrik karşılıklı bağımlılık olarak
adlandırdıkları şeyin genişliği ve derinliğini yeniden sağlama girişimi­
ni, böylece emperyalist bir sosyolojinin (ve genelde post-m odernist
felsefenin) epistemoloji ve etiği tamamen ortadan kaldırma eğilimine
karşı çıkmayı içermesidir (krş. Radder, 1992; W inner, 1993; Squires,
1993; Bauman, 1993).
Bununla beraber, bütün bunlar radikal mikro ‘bilimsel bilgi incele-
meleri’nde yirmi yıldır araştırmalar ve düşüncelerde sağlanan temel
epistemolojik kazançlar korunarak gerçekleştirilmelidir: Etnografık
hassasiyetleri; doğal, pratik ve teknolojik bilginin incelemelere analiz
nesneleri olarak simetrik bir biçimde dâhil edilmesi; temsil sorunları
konusunda karşı-realist ve karşı-evrenselci yaklaşımları; radikal ref-
leksiviteleri; ayrıca, Foucault’nun pouvoir/savoir (bilgi/güç) sloganın­
da da yankısını bulan (krş. Pels, 1995b), bilginin oluşum unda bilişsel
ve toplumsal boyutların özünde ayrılamazlığı tezi. Bu sentez girişi­
minin bizi nereye götüreceğini şimdiden kestirmek zordur.9 Yine de,
burada önerildiği şekliyle bir sosyal epistemolojinin temel görevi, bağ-
lamsalcılık, inşacılık ve refleksivitenin kazançlarını yeniden ifade ede­
rek, klâsik geleneğin bazı fikirlerini yeniden tasarlamak veya yeniden
icat etmek ve böylece, bilim ve teknoloji incelemelerinin kritik önemde
sonuçlarını sosyal teoriye ve siyaset teorisine yeniden uygulamaktır
(krş. Barnes, 1988; Latour, 1991, 1993; Law, 1991).

8 Stehr’in yeni kitabı bilgi sosyolojisinin daha geleneksel ilgileriyle radikal


inşacı bilim incelemeleri arasındaki uçurumu gösteren en keskin örneklerden
biridir. Radikal inşacı bilim incelemeleri Stehr’in makro-sosyolojik anlatısın­
da fiilen yer almaz. Benzer biçimde Bauman’ın, üstelik postmodernist kaygı­
lardan çoğunu paylaşmasına rağmen, entelektüeller ve devlet üzerine üretken
yazılarından inşacı bilim incelemelerinin haberi yoktur. Aynanın öteki yüzün­
de, büyük bir otorite eser Bilim ve Teknoloji incelemeleri Elkitabı’nda (Jasa-
noff et al., 1995) sosyolojik ana-akımdan katkılar (Restivo, 1995 ve Gieryn,
1995 hariç) şaşırtıcı ölçüde sınırlıdır. Örneğin, Bourdieu’nün çalışması eksik
ve yetersiz bir biçimde tartışılırken (krş. Callon, 1995: 37-41), ne Mannhe-
im’dan ne de Elias’tan yeterince söz edilir.
9 Örneğin o, çözümü zor bir probleme, karşı-realist ve karşı-temelci bir ideo­
loji eleştirisinin hangi koşullarda mümkün olacağı sorununa yol açar (daha
yeni bazı çalışmalarla karşılaştırınız: Simons ve Bili 1994; Lynch, 1994; Zi-
zek, 1994).
Tekerleği Yeniden İcat Etmek
Başta şu tuhaf gerçekten, 1970’lerin başlarından itibaren ana-akım
sosyolojik geleneğin, Wittgeinstein, Fleck ve Kuhn’un ilham kaynağı
oluşturduğu alternatif gelenek kadar Mannheim konusunda da sessiz
kaldığından söz etmiştim. M annheim ’ı M erton, Mills, Coser, Shils,
Berger, Gouldner gibi Amerikan bilgi sosyologlarına bağlayan bilinçli
soy çizgilerini görebilmek m üm kün olsa da, Elias ve Bourdieu gibi
-kendilerini hem coğrafi hem de entelektüel açıdan bilgi sosyoloji­
si geleneğinin kaynaklarına daha yakın b ulan- önde gelen Avrupalı
toplum felsefecileri, M annheim ’m üzerinden atlamayı ama her nasıl
oluyorsa, farkında olmadan veya açıkça itiraf etmeden, onun temel
kavrayışlarından çoğunu yeniden icat etmeyi başarmışlardır. Norbert
Elias’ın sosyo-genetik ve süreçsel bilgi teorisi, önceki temel çalışması
konusundaki bazen küçümseyici tavrına rağmen, özünde Mannhe-
im ’ın erken dönem çalışmasından itiraf edilmeksizin alman terimler
ve temel fikirlerle biçimlendirilmiştir (örneğin, krş. M annheim [1922]
1982; farklı görüşler için, krş. Mennell, 1989; Kilminster, 1993).
Pierre Bourdieu’nün -yakın zamanlara kadar hem Alman hem de
Anglo-Sakson sosyolojik soy çizgilerinden büyük ölçüde yalıtık bir bi­
çimde geliştirdiği- entelektüel, bilimsel ve kültürel alanlar üzerine in­
celemelerine, benzer şekilde, M annheim ’ın çalışmasına referansların
yokluğu damgasını vursa da, ‘bilimsel alan teorisi’nin çekirdek fikirleri
bu çalışmada önceden açıkça yer almıştır. M annheim’ın Elias’m bir
zamanlar şevkle ‘manevi devrim’ olarak övdüğü, ancak daha sonradan
ihmal edilen kültürel rekabet üzerine ünlü 1928 dersi,10 aynı zamanda
Bourdieu’nün yarı-iktisadî bilim modelinin ayırt edici temel özellikle­
rinin habercisidir; bu özelliklere onun muhtemelen taraflı entelektüel
rekabetin yol açtığı çapraz eleştirilerin ürünü olarak ‘doğru’nun se­
çimi (Auslese) fikri de dâhildir (Bourdieu [1975] 1981; Mannheim,
1952: 196-197; Meja and Stehr, 1982: 326).11

10 Elias’ın 1990 tarihli çalışmasındaki Mannheim eleştirisi büyük ölçüde den­


gelidir (s. 138 ve devamı). Bununla beraber, Züricher Soziologentag’taki
açıklamasında kendi entelektüel bağımsızlığını abartır ve Mannheim’ın Alfred
Weber’le girdiği tartışmada kendisinin Mannheim’m tarafım tuttuğunu ustaca
göz ardı eder. Goudsblom (1987: 69), Elias’ın Alfred Weber’in ‘idealizmi’ ve
‘bireyciliği’ karşısında desteklediği ‘manevi devrim’in gerçekte Mannheim’a
ait olduğundan söz etmez (krş. Meja ve Stehr’de Elias, 1982: 388-89; ayrıca
Mannheim [1922] 1982: 62).
11 Onun problemleri de dâhil. Bourdieu’nün rasyonel ilerleme kavramın­
Tarihsel bilinç üzerine bu özet bilgi, ayrıca, Karin-Knorr Cetina’nın,
erken dönem çalışmasında (1977, 1981), Bourdieu’nün yarı-iktisadî
bilimsel rekabet teorisi üzerine inşa edilse de, ana hatları zaten Mann-
heim ’da bulunabilecek bir model için neden Bourdieu’ye itibar ettiğini
açıklayabilir. Benzer bir durum Latour’un (örneğin, Latour ve Fabbri,
1977; Latour, 1994) erken dönem ‘ekonomist’ bazı makalelerinde ve
Latour ve Woolgar’ın referans çalışması Laboratuar H ayatında (1979)
da aşikârdır.12 Knorr-Cetina’nm İktisadî bilim modeli üzerine sonra­
ki daha eleştirel çalışmasında, M erton tekrar tekrar bu modelin ilk
başlatıcılarından biri olarak tanımlanırken, bir kez daha M annheim’ın
kurucu rolünden söz edilmez (Knorr-Cetina, 1982: 104; 1983: 129).
Benzer şekilde, Bourdieu M erton ve M annheim’ı birbirine karıştırır,
ilkine eleştirel bir saygı içinde, radikal bilim incelemelerinin ‘düzleyici’
ve ‘nihilist’ eğilimi karşısında M ertoncı yaklaşımın önemli özelliklerini
savunurken M erton’dan olumlayıcı ve onaylayıcı alıntılar yapar:
Diğer alanlarda olduğu gibi, bilişsel alanda da, gruplar veya ko-
lektiviteler arasında, Heidegger’in ‘gerçekliğin kamusal yorumu’
olarak adlandırdığı şeyi ele geçirme konusunda bir rekabet vardır.
Farklı niyetlerle de olsa, çatışma içindeki gruplar şeylerin nasıl ol­
dukları ve olacakları konusundaki yorumlarını egemen yorum kıl­
mak isterler.
Devamla, Bourdieu’ya göre, bilimin sosyolojik olarak tepeden tırna­
ğa analiz edilmesi gerektiğini ortaya koyan kişi M erton olduğu için,
Güçlü Program geniş bir açık pencereyi kırmaktan başka bir şey
yapmamıştır (1990: 297-98). Oysaki bu M ertoncu kavrayış Mannhe-
im’ın 1928 tarihli yazısındaki (1952: 196-197) temel bir açıklamanın
başka sözcüklerle ifadesidir. M erton bir dipnotta, açıkça Heidegger’in
Varlık ve Z am an’ım zikrederek, 1928’de “Kari M annheim’m bundan
söz ettiğini ve tartıştığım” belirtir (Merton, 1973: 100-101).13

da tortulan devam eden, evrenselcilik ve bütüncü yaklaşımla karşılaştırınız


(Mannheim [1922] 1982: 170; Pels, 1995a).
12 Daha doğrusu, bu araştırmalarda, örneğin Bourdieu’nün çalışmasında
(1975) ekonomik bir metafor olan kredi ile siyasal bir metafor olan otori­
te rahatça karışık halde kullanılırken, önceki terminolojiye biraz ayrıcalıklı
davranılır. Ayrıca, Latour’un (1994) görünüşe bakılırsa çok daha önce yazı­
lan ancak ilk kez 1984’de basılan çalışmasıyla karşılaştırınız (krş. Knorr-Ce­
tina, 1928: 127).
13 Merton Mannheim’ın çalışmalarını en azından ilk makalesini yazdığı dö­
nemde (1941) tanımaktadır.
Nitekim Bourdieu ve M annheim arasındaki dolaylı ilişki bazı so­
runlar ortaya çıkarsa da, Bourdieu ve radikal inşacı bilim incelemeleri
arasındaki yatay ilişki karşılıklı sıkıntılıdır. Paris’teki kürsülerinde bir­
birlerinden bir mil uzakta (Collège de France ve Ecoles de Mines’ta)
dersler veren Bourdieu ve Latour -gerçek Parisli bir ta rz d a - aralarında
büyük bir entelektüel uçurum yaratmayı başarmışlardır (krş. Calleba-
ut, 1993: 107, 473). Bourdieu özetle (Latour’un aktör-ağ teorisinden
ya da bir başka bilim incelemeleri türünden farklı görülmeyen) Güçlü
Programı, refleksif antropolojideki ve edebi yapı-bozumundaki m o­
dern akımlarla birlikte, gerçek refleksif bir sosyal bilime tam amen ters
düşen, zorlukla gizlenen bir ‘nihilist rölativizm’e kapıyı açmakla suçlar
(Bourdieu ve Wacquant, 1992; Bourdieu, 1993). Bilim ve toplumu
birbirine bağlayan inşacı ‘yekpare ağ’ fikrinin, birci indirgemeciliği,
ciddi olarak M erton’un gerisine düşen ‘kısırdöngü’ açıklamaları dev­
reye soktuğu söylenir. Bourdieu’ya göre, Güçlü Program kendi reflek-
sivite ilkesini ciddiye alırsa, şatafatlı ve kendinden emin önermelerinin
sadece fark yaratan bir mesafe olarak iş gördüğünü, bir ilkel bilimsel
sermaye birikiminden pek de fazla bir şey sağlamadığını görecektir.14
Latour kendi yolunu çizerken Bourdieu’nün bilimsel ‘alan’ teorisi
karşısındaki ilk coşkusunu giderek yitirirken, Bourdieu de açıkça fi­
kirlerinin çalındığını düşünmeye başlar. Hem Knorr-Cetina hem La­
tour, halen büyük ölçüde yarı-iktisadî modelin etkisi altındaki ilk ça­
lışmalarından itibaren, bilim konusunda giderek yarı-siyasal modele
veya iktidar modeline yönelmiş ve Bourdieucü kredi, kâr ve kültürel
sermaye metaforlarmı zamanla daha fazla eleştirmeye başlamışlardır
(Latour, 1986). Ayrıca Latour, kendi kapsamlı (Kantçı kültür ve doğa
ayrımına takılıp kalan ve yarı-nesneleri ve laboratuarlarda yaratılan
yeni melez güçleri açıklayamayan) ‘sosyolojinin sefaleti’ eleştirisine
Bourdieu’yü de dâhil etmiştir (1993: 5-6, 51, 54). Bourdieu, bu yüz­
den, Latour’un “M odern Anayasa” olarak adlandırdığı şeyin (doğa­
daki olguların temsilini toplumsal dünyadaki yurttaşların temsilinden

14 “Bilimsel aklın evrensel geçerliliğini sağlamaya çalışan tüm girişimlerin


(hattâ sosyolojik çalışmaların) gözden düşürülmeye çalışıldığı bilimin kutsal
karakterine ağır eleştiride sergilenen aşırı radikal tutum, doğal olarak, bir tür
nihilist sübjektivizme götürür. Nitekim Steve Woolgar ve Bruno Latour’un
ilham kaynağı olan radikal amaç, onları analiz türlerinin, daha doğrusu örne­
ğin, on yıldan fazla bir süre önce önerilen, rölativizm ve mutlakçılık (yanlış)
antinomisini aşmaya çalışan analiz türlerinin sınırlarını, daha doğrusu uç
noktalarını zorlamaya sevk eder...” (Bourdieu, 1990: 229).
ayırmayı sürdüren ve bunu yapmaya, ‘ağlar’, ‘melezler’, ‘yarı-nesne-
ler’in halihazırda bu ayrışmayı her yönüyle büyük ölçüde zayıflatacak
biçimde artmalarına rağm en devam eden yaklaşımın) tipik bir kurbanı
olarak sunulur (1993: 5). Knorr-Cetina ise kendi payına, Bourdieu’
nün “nesneyi unutm ası’n a dönük bu eleştiriyi nedense göz ardı et­
mekle birlikte, Latour gibi küçümseyici bir tarzda, Bourdieu’nün bilim
sosyolojisinin “yakın dönem bilim sosyolojisindeki en ilginç gelişme­
lere ters düştüğünü ve devre dışı kaldığını” düşünür (Callebaut, 1993:
473-474).
Ancak her halükarda, ‘mücadeleci’ bilim modelinin yaratıcısı ola­
rak almamız gereken kişi, mevcut popüler yarı-iktisadî veya yarı-si-
yasal açıklamaları geliştiren Bourdieu veya Latour değil, “agonistik”
bilim modelinin Urheber’i (Mimarı) olarak kabul görmesi gereken
M annheim’dır: Bu model entelektüel rekabet ve kazanç arayışı ve “po­
litikanın diğer araçlarla devamı” olarak uyumlu bilim fikrine karşı ge­
liştirilir. Bilimin dinamikleri terimi muhtemelen gerçekte Starnberger
Okulu’na ait olsa bile, en azından entelektüel akımların dinamiklerin­
den, “iç ritimleri” veya “gelişme ritimleri”nden söz ettiğinde (1952:
329-330, 326) bu anlayışa yakın düşen M annheim’dır. Refleksif
slogan “sosyolojinin sosyolojisi” ve hattâ “M arksizm’in M arksizm’i”
Gouldner ve Friedrich tarafından icat edilmemiş, ilk kez 1922 başla­
rında M annheim tarafından kullanılmıştır (Mannheim [1922] 1982;
[1936] 1968: 111). Foucault’nun epistemesi, Althusser’in sorunsak ve
Kuhn’un paradigma kavramı, hepsi M annheim’ın dünya görüşü (Wel­
tanschauung) üzerine erken dönem çalışmasında yer alır (1952: 33
ve devamı). M odern toplumsal bilim incelemelerinin başarı hikâyesini
başlatan ‘Kuhncu dönüş’e ait pek çok fikir M annheim ’ın bilgi sos­
yolojisinde zaten yer almaktaydı; onun sosyolojisinde apriori rasyo­
nalizmin eleştirisi, olgular, teoriler ve değerler arasındaki ayrımın bu­
lanıklığı, bir Gestalt-değişimi olarak bilimsel devrim fikri (örneğin,
Mannheim [1922] 1982: 127-128), bilimsel bakış açılarının temel
dünya görüşleri içindeki kökleri ve bilimsel toplulukların kurucu rolü
fikri yer alır. Tuhaf olan, onların, Wittgeinsteinci bir yol izlerken, sos­
yal bilimleri yeniden uyandırmak için kendi Mannheimcı miraslarının
çoğunda put kırıcı bir bilim tarihçisini esas almalarıdır (krş. Philipps,
1977: 72-76).
Düşünce Tarzları
Bir başka örneği, iki gelenek arasındaki, 1960’larda zaten açık olan
etkileşim yokluğunu ustaca resmettiği için biraz daha açacağım. Bu
örnek, toplumsal bilim incelemesi yapanların Ludwik Fleck’in 1935
tarihli inşacı klâsik çalışması Entstehung und Entwicklung einer wis­
senschaftlichen Tatsache’ye rutin olarak atfettikleri, ancak 1921
başlarında M annheim’da karşımıza çıkan ‘düşünce tarzı’ (Denkstil)
kavramıyla ilişkilidir. Fleck’in çalışması, onun kendi fikirlerinden ço­
ğunun habercisi olduğunu ifade eden Kuhn sayesinde yeniden keşfe­
dilmiştir (1962: vi-vii; 1979). Denkstil kavramı Kurt Zeigler’in 1928
tarihli makalesine 1929’da Fleck’in cevabi yazısında karşımıza çık­
sa da (Schäfer ve Schnelle, 1980: xxii; 1983: 16), M annheim terimi
açıkça Lukâcs’m 1910 tarihli M acarca bir makalesine kadar götürür
(Frisby [1983] 1991: 124).15 Bununla beraber, bizzat Fleck ve daha
sonra onun m odern editörleri ısrarla M annheim’a atıfta bulunmazlar.
Bu durum , Fleck’in, örneğin Durkheim, Levy-Bruhl, Gumplowicz,
Jarusalem, Scheler ve Simmel gibi bilgi sosyologlarından söz ettiği ve
dolayısıyla M annheim’m aynı dönemdeki çalışmalarının yanı başın­
da dolaştığı göz önüne alındığında, oldukça dikkat çekicidir (Fleck
[1935] 1980: 62-70, 145). Aslında onun M annheim’ın katkılarını
gözden kaçırabileceği düşünülem ez.16
M annheim, gösterildiği gibi, sosyolojik kavram Denkstil’i (düşünce
tarzını), en azından 1921’den itibaren, Weltanschauung (dünya görü­
şü) üzerine makalesinde cömertçe kullanır (1952: 34-35; ayrıca, bkz.
[1922] 1982: 86-88, 124-128). Kavramı “Tarihselcilik” (1924) adlı
incelemesinde ve bilgi sosyolojisi üzerine ilk program atik m akalesin­
de (1925) yeniden uygular. O nun doçentlik tezi “M uhafazakâr D ü ­
şünce” (1927) düşünce tarzı kavramının daha sistematik bir açıkla­
masıyla başlar; o bir bütün olarak M annheim’ın bilgi sosyolojisinin
stratejik açıdan merkezî kavramıdır (1953: 74-84). Ertesi yıl ‘Kültürel

15 Hattâ daha geriye, Alois Rieghl’in 1901’deki bir çalışmasına kadar gide­
biliriz (örneğin, Mannheim, [1922] 1982: 127, 233). Wittgeinstein Felsefî
Soruşturmalar’da (1945-1949) ‘dil oyunu’, ‘yaşam biçimi’ ve ‘aile benzerliği’
gibi kavramlar geliştirse de, ‘düşünce tarzı’ kavramına yer vermez.
16 Flick sosyoloji hakkındaki bilgisini esasen Jarusalem’in Scheler’in derleme­
sine yazdığı kapsamlı katkıdan oluşturmuş görünmektedir (Versuche zu einer
Soziologie des Wissens, 1924; krş. Meja ve Stehr, 1982: 27 ve devamı), fa-
rusalem makalesinde ne Mannheim’a ne de Densktil kavramına referansta
bulunur.
Rekabet’ üzerine verdiği büyük övgüler alan ve tartışılan dersi (“bilgi
teorileri gerçekte sadece düşünce tarzları arasındaki mücadele içinde
konumlar geliştirirler” sözünün de kanıtladığı gibi [1952: 228, 210])
M annheim’a büyük bir itibar kazandırır. M annheim’ın dersini izleyen
tartışmaların seyri içinde, bu kavram, Alfred Weber tarafından sanki
önceden dolaşımdaymış gibi kullanılır (Meja ve Stehr, 1982: 374-75).
İdeoloji ve Ütopya’da (1929) düşünce tarzı kavramı bir kez daha sü­
rekli olarak karşımıza çıkar.
Bu kavramın Fleck yorumu tıbbî ve doğa-bilimsel olguların inşası­
nın analizi bağlamında karşımıza çıkar. M annheim’ın ‘düşünce tarzı’
kavramı ise, kesinlikle, kültürel veya beşeri araştırmalar ile doğa bilim­
leri arasında ortaya konulduğu söylenilen özel farkı yakalar ve birinci­
lerin İkinciler üzerindeki yorumlayıcı üstünlüğünü vurgular. Bu kapa­
sitede, ‘düşünce tarzı’ kavramı, sözgelimi Weltanschauung ve Gestalt
veya ‘totalité’ gibi kavramlara yakın düşer ve benzer betimsel bir niye­
te sahiptir (örneğin [1992] 1968: 111). Bir düşünce tarzı, daha açık
bilişsel içeriklerin altında yatan ve onları yapısal olarak düzenleyen
temel bir iradî dürtü veya ‘dünya postülası’nı (Weltwollen) ifade eder.
Nihayetinde, köklerinde ön-teorik, irrasyonel güdüler yatan bir dü­
şünce tarzı söylemsel içerikler ile ön-söylemsel somut grup m ücadele­
leri ve gruplar arası rekabetler arasındaki bağlantı noktasıdır. Aslında,
o sadece bizzat düşünmenin ‘varoluşsal bağlantı’sının bir başka adıdır
(krş. 1952: 210). Bu yüzden, Denkstil kavramı, Weltanschauung gibi,
entelektüel içerikler ve sınıfsal çıkarlar arasındaki -ço ğ u kez yanlış
biçimde doğrudan ilişkilendirilen- dolaylı bağlantılara ışık tutan in-
dirgemecilik-karşıtı bir ara terim sunar: “Entelektüel bir bakış açısını
doğrudan sosyal sınıfla ilişkilendiremeyiz; yapabileceğimiz şey belirli
bir bakış açısına temel oluşturan ‘düşünce tarzı’ ile belirli bir toplum ­
sal grubun ‘entelektüel güdüsü’ arasındaki bağlantıyı yakalamaktır”
(1952: 184; 1953: 74-84).17

Mannheim’ın ‘Cesaretsizliği’
Önceden belirtildiği gibi, Güçlü Program ’ın ilk örnekleri yine de M an­
nheim’a ilişkin farklı eleştirel tartışmalar içerse de, sonraki bilim sos­

17 Bourdieu entelektüel alanın yasalarının dışsal toplumsal çıkarlarda kaçınıl­


maz olarak yarattığı ‘kırılma’ya dikkat çekmeyi başaramayan ‘kısır’ açıklama­
lar konusunda tekrar tekrar uyarılarda bulunur (örneğin, 1990, 1993). Bu
suçlama Güçlü Program ve onun radikal uzantılarına, ancak yanlış bir biçim­
de yöneltilir (1990: 298).
yologları kuşakları M annheim’ı büyük ölçüde artık güncelliğini yitiren
bir öncü olarak görmüşlerdir. Salt bu nedenle bile olsa, Bloor ([1976]
1991), Barnes (1977) ve W oolgar’da (1988: 23, 48) oldukça sert ve
polemikli bir biçimde, Bloor (1973), Barnes (1974) ve Mulkay’da
(1979: 10-17, 60-62) ise daha sofistike ve ılımlı bir biçimde karşı­
mıza çıkan ‘cesaretsizlik’ eleştirisini yeniden ele almak önemlidir.18
Önceden gösterildiği gibi, bu kritik argüm ana göre, M annheim kendi
bilgi sosyolojisi programının aktivist, rölativist ve simetrik güdüleri­
ne bağlı kalmaz ve daha çok salt düşünsel bir realist ve rasyonalist
epistemoloji modelini benimser. Bu durum M annheim’ın matematik,
m antık ve doğa bilimlerinin kapsamlı bir bağlamsal ve sosyal analizini
yapmasını engellemiştir. Bloor, 1973’te M annheim’ın bilgi sosyolojisi
anlayışının Güçlü Program a ‘yakın’ olduğunu açıkça kabul etse de,
merkezî önemdeki simetri-ilkesi konusunda ‘tereddütlü’ydü (1973:
175). Bununla beraber, Bloor, nedense daha sonra, doğa-bilimsel bil­
giye istisnai bir örnek olarak ayrıcalık tanımayı sürdüren Mannheim
gibi sosyologları, kendi özünde natüralist disipliner bakış açılarına
ihanetle ve gerekli “cesaret ve irade”den yoksun olmakla suçlar: “O,
açıklamanın temel nedensel ve simetrik ilkelerini belirleme kararına
rağmen, matematik ve doğa bilimi gibi görünüşte özerk nesnelere gel­
diğinde aynı cesareti gösterememiştir” ([1976] 1991:4-5, 11, 157).19
Artık bu eleştiri tipinin çürütülmesiyle veya metinsel temelden
yoksunluğunu göstermeyle ilgili herhangi bir sorun yoktur. Kültürel
veya beşeri araştırmalar ile doğa bilimleri arasındaki metodolojik sınır
çizgisi M annheim’da ilk yazılarından itibaren çok iyi ifade edilmiş­
tir (örneğin [1922] 1982: 75-76, 98-99; 1952: 35-36, 44, 101-102,

18 Simetri ilkesinin radikalleştirilmesi konusundaki ‘Epistemolojik Korkak’


tartışması çerçevesinde, örneğin Collins ve Yearley, Callon ve Latour tarafın­
dan sürdürülen tartışmalarda (krş. Pickering, 1992: 301 ve devamı; Pels,
1996), Mannheim kuşkusuz ilk ‘korkak’ örneği olarak alınır. Woolgar’a göre,
‘Mannheim’m Hatası’ özel bilgi türlerinin (matematiksel, doğa bilimsel, sos­
yolojik bilgilerin, bizzat Bilimsel Bilginin Sosyolojisi’nin) sosyolojik analizin
dışında tutulması eğiliminin genel göstergesidir (1988: 23, 48).
19 Barnes Mannheim’ın sosyolojisinde ‘ilişkiselcilik’ ile aklın gücüne ‘episte­
molojik’ inanç arasında özel bir gerilimin varlığını belirler. Gerçekte geçerli
bilgiye ulaşılabileceği varsayılan serbestçe süzülen aydınlar (freischwebende
Intelligenz) fikri “kavrayışlı ve cesur bir çalışma için tatminkâr olmayan bir fi­
nal” olarak değerlendirilir (1974: 147-48). Benzer şekilde, İdeoloji ve Ütopya
aktivist bir eylem anlayışına bağlılığı savunarak başlasa da, onun tezinin bü­
yük bir kısmı ‘salt düşünsel’ bir modele dayanır (Barnes, 1977: 3-4).
130, 135). Bunun tam bir örneği entelektüel rekabet üzerine 1928
tarihli derste karşımıza çıkar; M annheim burada Seinsrelativitat*veya
düşüncenin konum ve perspektif tarafından belirlendiği postülasının
kesin doğa bilimleriyle ilişkili olmadığını, tarihsel, siyasal, kültürel,
toplumsal ve gündelik düşüncelerle sınırlı kaldığını vurgular. Bu son
türden, “varoluşsal olarak belirlenmiş” bilgi tipinde, düşünm e süreç­
lerinin sonuçları bir ölçüde düşünen öznenin doğası tarafından be­
lirlenir. Halbuki, doğa bilimlerinde düşünme soyut bir ‘kendi başına
bilinç’ tarafından gerçekleştirilirken, varoluşsal olarak belirlenmiş d ü ­
şünmede düşünen “tüm insan”dır (1952: 193-194).
Fakat, bu sınır çizgisini psikolojik ‘cesaretsizlik’ kategorisi altında
değerlendirme çabası M annheim’ın eleştirel epistemolojik niyetlerinin
gözden kaçırılmasına ve yanlış sunulmasına yol açar görünür. M ann­
heim, hareket noktası olarak benimsediği yeni-Kantçı kültür ve doğa,
kültür bilimleri ve doğa bilimleri ayrımıyla, esasen kültür ve toplum bi­
limlerini doğa-bilimsel yöntemin epistemolojik üstünlüğünden kurtar­
mayı veya özgürleştirmeyi ve böylece doğa-bilimsel rasyonalitenin ö r­
nek konum unu zayıflatmayı ve m eşruluğunu yıkmayı amaçlar (Frisby
[1983] 1991: 194; Mannheim, 1952: 37, 67, 70-71). M annheim’ın
açık amacı, kültürel ve toplumsal bilginin -d o ğ a bilimleri metodoloji­
sinin haksız bir biçimde genişletilmesiyle gözden d ü şen - özerk m antı­
ğına itibarını yeniden kazandırm aktır (1952: 76, 82). Hem pozitivist
hem Kantçı bilim anlayışı, hatalı bir biçimde, deneysel doğa bilimini
tüm bilimlerin sahip olması gereken tek ideal prototip olarak görür.
Fakat her gerçeklik alanı kendi ‘verililiğine’ sahip olduğu için, her d ü ­
şünme tipi “kendi iç doğası” içinde anlaşılmalıdır (1952: 70, 126,
194). Doğa-bilimsel bilgi insan ruhunun sahip olduğu bilgi yaratma
kapasitelerinden sadece birine başvurur ama bu bilgi biçimini başlı
başına bilgi olarak varsayma eğilimindedir ([1922] 1982: 76, 185,
195). Bu oldukça dar bilgi anlayışından hareketle genelde bilginin va­
roluşsal belirlenimini yadsımak veya bu koşulu giderilmesi gereken bir
kusur olarak almak tam amen yanlış olacaktır (s. 186).20
Neticede, M annheim’ın doğa bilimleri ve kültür bilimleri ayrımı­
nın altında yatan bilgi-siyasal güdü, Güçlü Programın daha sonraki
bu ayrımı silme girişimini biçimlendiren güdüyle büyük ölçüde aynı­

*varlığın göreliliği (ç.n.)


20 En iyi bilimsel başarılarımızın toplumsal-kurumsal karakterini “bir kusur
olarak değil mükemmelliklerinin bir parçası” olarak alan Bloor’la karşılaştırın
([1976] 1991: 164).
dır. Gerçekte Mannheim cesaretsiz değildir, aksine cesaretle (daha
sonra daha radikal W ittgeinsteincıların saldırı hedefini oluşturan aynı
“statik Akıl felsefesi”ne karşı çıkarak) egemen epistemolojik doğru
ve rasyonalite anlayışlarından kopmaya çalışır. M annheim ’ın açık he­
defi, dünyanın ve bilimlerin yarısını boğucu kollarından kurtarm ak
suretiyle bilimciliği yıkmaktır. Doğa biliminin gelişimi konusunda yeni
ve saygısız bir yorum sunarak tek bilimsel metodolojinin gücünü kır­
maya çalışan “Kuhncu etki”yi yaratan şey de kesinlikle bu epistem o­
lojik rasyonalizmden özgürleşmedir. Barnes (1977: 3), bu yüzden,
M annheim ’ın doğa bilimlerinin tarafsız bilgisini sosyoloji, tarih veya
siyasal düşünceye tercih edilebilir olarak aldığı sonucuna ulaştığında
onu yanlış yorumlamış olur. Aksine, Mannheim düzenli olarak kültü­
rel, tarihsel ve sosyal bilimlerin doğa bilimleri karşısındaki ayırt edici
üstünlüğünü vurgular; zira birinciler varoluşsal bakımdan sınırlıdır ve
bu yüzden “kendi nesnelerine kesin bilimlerde m üm kün olandan daha
derinlemesine nüfuz” ederek ([1922] 1982: 252; [1936] 1968: 150-
52; krş. Hekm an 1986: 74) özel bilişsel kazançlar elde ederler.21
Başka bazı ironik durum lar vardır. Önceden belirtildiği gibi, Blo-
or’un nedensel sosyolojik yöntemi simetrik olarak mantık, matematik
ve doğa bilimlerine genişletmesi, M annheim’ın özellikle araya mesafe
koymaya çalıştığı nesnelci bilimciliğin özelliklerini taklit eden bir sos­
yolojik natüralizmi devreye sokar (krş. Hekman 1986; 39 ve devamı;
Lynch 1993: 50-52, 71). Bloor’a göre, Güçlü Program basitçe (aynı
zam anda “sosyal bilimlerin temel bakış açısı olan”) natüralist, değer-
den-arınık sosyoloji anlayışını genişletir ve geliştirir. Nitekim Bloor
kendi natüralist bakış açısını sadece genelde sosyal bilimle değil, aynı
zamanda (esasen “nedensel, teorik, değerden-arınık, çoğu kez in­
dirgemeci, bir ölçüde empirist ve nihayetinde materyalist”) “en çağ­
daş bilim”in bakış açısıyla kolayca özdeşleştirir ([1976] 1991: 157).
Böylece, M annheim ’ın değerlere-bağlı ‘yorum ’ ve ‘anlam a’yı empirist
nedensel açıklamadan koruma niyeti (örneğin, 1952: 81-82) basit­

21 Ayrıca, Mannheim doğa bilimleri ve tarihsel-kültürel-sosyal bilimler arasın­


daki düalizmin nihai metodolojik durum olmadığını farklı yazılarında hisset­
tirmeye çalışır. ‘Statik’ metodoloji nihayetinde daha kapsamlı bir dinamik
bilim anlayışı içinde konumlandırılmalıdır ve tarihsel yöntem düalizmin aşıla­
bileceği bir ‘birlik noktası’ sunabilir (örneğin, 1952: 130-133). Onun gele­
neksel epistemolojinin -özellikle doğa bilimleri epistemolojisinin- ‘kısmi’
doğası hakkındaki paralel sözleriyle karşılaştırınız (1968: 261 ve devamı).
Ayrıca, bkz. Hekman (1986: 78).
çe tersine çevrilir. Ayrıca, M annheim ’ın olgular ve değerler arasında
epistemolojik ayrılık konusundaki üretken tereddütlerine açık bir We­
berei değerlendirme ve açıklama ayrımıyla karşı çıkılır.22 Bloor, Güçlü
Programın bizzat değer-temelli olduğunu kabul etse de, onun çekir­
dek temel değerinin “ahlâken boş ve tarafsız” bir doğa dünyası fikrini
içerdiğini söylediğinde, diğer tüm bilimlerle ilişkili olduğunu öğrendi­
ğimiz ahlâkî tarafsızlık fikrini onaylar ([1976] 1991: 13). Mannheim,
öte yandan, kendi “değer biçici olmayan genel total” ideoloji fikrini
ele alırken ([1936] 1968. 71-72), sadece daha değer biçici bir bakış
açısına kaçınılmaz geçiş düşüncesini savunmak için Bloorcu simetriye
yakın bir şeyi tartışır (aşağıya bkz.).23
Bu yanlış yorumlar ve problemli açıklamalar yüzünden, doğa bi­
liminin özel örnek olarak alınması ve sosyolojik incelemeden geçici
olarak m uaf tutulması M annheim’ın programının başarısızlığı ve za­
yıflığı olarak görülmemelidir. Kendi tarihsel bağlamında M annheim-
cı asimetri Bloorcu simetrinin 1970’lerin başlarındaki durum u kadar
güçlü konum dadır ve M annheim’ı perspektivist ve ilişkiselci yöntem i­
ni doğa bilimleri üzerinde işletmemekle suçlamak bir nebze bağlam -
sal haksızlıktır. Mannheim yine de doğa biliminin gelişimini ‘şeylerin
içkin mantığı’ yönlendirirken, sosyal bilimlerin her evresinin “hem
içerik hem de yöntem bakımından total süreçle” bağlantılı olduğunu
yazabiliyorsa ([1922] 1982: 277), doğa biliminin tarihyazımındaki
ve sosyolojisindeki Kuhncu dönüş başka bakımlardan ikna edici bir
biçimde kanıtlanmış demektir. Burada, M annheim’m hayal gücünü
aşan ve kesin bilimlerin etkisinin yumuşadığı bir toplumsal ve kültürel
m antığın işleyişi sergilenir; M annheim ’m “kesin bilimler içeriğine bi­
len öznenin tarihsel ve yerel ortamının ve değer yöneliminin girmediği
önermeler oluştururlar” (1952: 101) iddiası kesinlikle onaylanmaz.
Gelgelelim, bugün artık tüm bilimler bir anlamda ‘varoluşsal belirlen-
mişlik’ sergiliyorsa, güçlü simetri Mannheimcı program dan ziyade

22 Bu ayrım ayrıca Collins’in çalışmasında giderek daha açık hale gelir (krş.
Collins (1991): Scott, Richards ve Martin’e [1990] cevap yazısı).
23 Mannheim bir başka yerde, bilgi sosyolojisinin “hiçbir ahlâkî veya mahkûm
edici niyet”i olmadığını vurgular ve ahlâkî çağrışımları nedeniyle ideoloji teri­
minden uzak durmaya çalışır. Bununla beraber, bundan birkaç sayfa sonra,
“spesifikleştirici” bir bilgi sosyolojisinin, kaçınılmaz olarak sosyolojik betim­
lemeden fazlasına dönüştüğü bir noktaya ulaştığını ve “belirli iddialar içinde
örtük halde yer alan bu perspektifin kapsamı ve sınırlarını yeniden tanımla­
yarak” bir eleştiriye dönüştüğünü itiraf eder (Mannheim [1936] 1968: 237,
256). Ayrıca, Wittgeinstein ve Foucault üzerine 5 nolu dipnotla karşılaştırınız.
onun çağdaş bir uzantısının eleştirisidir (Lynch, 1993: 42). Tüm bilgi
artık “siyasetin başka araçlarla sürdürülm esi” olarak veya taraflı re­
kabetin mantığına tâbi bir şey olarak görülüyorsa, kültür bilimleri ve
sosyal bilimler için bu fikri ilk “serbest bırakan” kişinin Kari M annhe-
im olduğu kabul edilmelidir.

Üretken Tereddütler
Tartışmama bilgi ve bilim incelemelerinde bir Mannheimcı ve bir Witt-
geinsteincı gelenek arasındaki fikrî uçurum a dikkat çekerek başladım
ve bazı W ittgeinsteincı içsel güçlüklerin çözümüne yardımcı olmak
için Mannheimcı makro-sosyolojik, epistemolojik ve norm atif ilgile­
re belirli ölçüde m üracaat ettim. Bu sentez amaçlı sosyal epistemolo­
ji hareketinin, ilân edildiği gibi, bazı yorumcuların (genel sosyolojik
çalışmayla teması yitirdiği ve şimdiye kadar gerçek bir genel bilgi ve
bilim sosyolojisi üretemediği söylenen) radikal bilim incelemelerinin
“soyutlanmışlığı” olarak nitelendirdiği durum u düzeltmesi beklenir
(örneğin, Fuchs, 1992). Ancak bu hareket, ayrıca Elias ve Bourdieu
gibi bazı önde gelen teorisyenlerin daha yeni makro bilgi sosyolojileri­
ni yeniden konumlandırarak, bu bölünmenin, mikro-yönelimli inşacı
bilim incelemelerinin merkezî ilgileri ve kavrayışlarıyla daha yakından
ilişkili olan karşı tarafıyla da köprüler kurar. Latour (1991) ve Wool-
gar (1994) gibi aktör-ağ teorisyenleri tarafından daha tek yanlı olarak
ilân edilen bu tarz bir sosyal teori ve siyaset teorisinin yeniden canlan­
ması, bizzat bilim incelemeleri gündeminin sosyolojik ve siyasal olarak
genişlemesiyle karşılık bulabilir.
Mevcut incelememi iki gelenek arasındaki bazı farklılıklar ve ben­
zerliklerin yeniden tartışılabileceği bir sosyal epistemolojinin bazı te ­
malarını belirleyerek bitireceğim. Paradoksal olsa da, buradaki ilham
kaynağı, M annheim’ın, bazı çözüme kavuşturulmamış belirsizlikleri
yeniden gündeme getiren m irasıdır.24 işaret edildiği gibi, Mannheim
birçok kez epistemolojinin temel konularında kesinlikten yoksunlukla,
eski ve yeni arasında kalmakla, inançlarını cesaretle savunamamakla

24 Mannheim çalışmasında, 1946 tarihli Wolff’a ünlü mektubunda olduğu


gibi, tutarsızlıkları gizlemez (“yaraların üzerini örtmez”), aksine “mevcut ev­
rede insan düşüncesindeki yaralı noktaları göstermeyi” amaçlar. Bu tür çe­
lişkiler hatalar değil, aksine “baştan halletmek zorunda olduğumuz güçlük­
lerdir”; onlar basiretsizlikten değil, aksine “eski epistemolojiden kopmak
istememize rağmen, bunu tam anlamıyla başaramamamızdan” kaynaklanırlar
(akt. Wollf, 1959: 571-572).
eleştirilmiştir. Söz konusu tereddütler, bana göre, belirli Wittgeinste-
incı abartm alara faydalı düzeltmeler sağladıkları ve böylece, analitik
farklılıkların artmayıp aşıldıkları daha birleştirici bir hareket noktası
sundukları sürece belirli ölçüde üretkendir. Daha özelde, onlar, halen
radikal bilim incelemelerini polemik bir biçimde reddetmeye çalıştık­
ları geleneksel epistemolojinin a priorilerine yapısal olarak bağlayan
terse-dönm e mantığından kaçınmamıza yardımcı olur (krş. Darmon,
1986). Bu anlamda, Kettler, Meja ve Stehr’in şu tespitini genelleye­
biliriz: M annheim’ın “özel, çözüme kavuşturulmamış üretken” (onla­
ra göre, Hegelci Marksizm ve Weberei sosyoloji arasındaki) konumu
onun çalışmasını “daha yeni araştırm alar için uygun, faydalı, değerli
bir başlama noktası kılar” (1990: 1470).
Aşağıda söylenenler, sosyal epistemolojideki daha büyük ‘sosyal’e
-yani, (Mannheimcı bir programın ifade edilmeyen güçlü yanları te­
melinde) entellektüelleştirme, bilimleştirme veya profesyonelleşmenin
sosyolojik m akro-süreçlerine- odaklanmaktan ziyade, ‘sosyalleştiril­
miş’ epistemolojinin bazı görüşlerini düzeltir ve açıklığa kavuşturur.
Bir sosyal epistemoloji projesi için temel önemde olan, gördüğümüz
gibi, öncelikle (bilimde “gerçekte neler olduğu”nu kesin olarak empi-
rik açıdan araştırma lehine) norm atif epistemolojiyi sürekli göz ardı
eden natüralist bilim incelemelerindeki mevcut ‘ayıklamacı’ eğilime
karşı kararlı bir direniştir. M annheim ’ın ilk “üretken tereddüdü” ke­
sinlikle bu klâsik disipliner çekişmenin kavşak noktasında yer alır.
Onun başlangıçtaki polemik “norm atif epistemoloji ve empirik sos­
yoloji ayrımı”, m odern bilim incelemelerinin ayıklamacı mizacının
habercisi olarak görünse de, sonradan doğru, rasyonalite, nesnellik
ve değer problemlerinin sosyolojik yeniden inşası lehine bu ayrım o r­
tadan kaldırılır (krş. 1952: 192, 226-27; [1936] 1968; 1 ve devamı,
256 ve devamı). G örünüşe bakılırsa, M annheim’ın amacı “daha ziya­
de, kendi projesini kurtarm ak için güncelliğini yitirmiş görünen ta ­
rihsel gelişmeler ışığında epistemolojiyi eleştirmek” (Scott, 1987: 42)
değildi. Aksine, meşrulaştırıcı ve temelci ilgilerle bağlantısını sürdüren
akademik epistemolojinin ve statik, bireyselci özne-nesne karşıtlığının
yerine, “bilgi sosyolojisinin ortaya çıkardığı olguları -özellikle de ‘in­
san bilgisinin özsel perspektivizmi’ (akt. Wolff, 1959: 571) olgusunu-
etkin bir biçimde hesaba katacak” (Mannheim ] 1936] 1968: 70-71,
264) yeni, ilişkisel ve konumsal bir epistemolojiyi geçirmekti. Nitekim
bu girişim, doğru ve nesnellik problemini tamamen göz ardı etmek
değil, aksine bu problemi “bir kademe daha aşağıya, somut araştırma
düzeyinin daha yakınına” (1952: 103) getirmekti.25
M annheim’m yakından ilişkili bir başka tereddüdü, bilginin gelişi­
mi konusunda uzunca süredir devam eden bilişsel açıklamalara karşı
toplumsal açıklamalar tartışmasıyla ilintilidir; M annheim’ın görüşleri
burada hem bilişsel hem de sosyolojik indirgemeciliğin kalıntılarına
karşı kullanılabilir. Hattâ Bilimsel Bilginin Sosyolojisi (BBS) tarafın­
dan açıkça onaylanan toplumsal belirlenim fikri (Bourdieu kusura
bakmasın; 1990: 298) asla tek-yönlü bir tür ‘kısır döngü’ olmasa bile,
terse-dönm e mantığı BBS teorisyenlerini bu ayıklamacı yönde sürekli
cezbetmiştir; bunun bir örneği, Latour’un başlarda -kısaca miadını
doldurduğu için - on yıllığına, bilim ve teknolojiye ilişkin bilişsel açık­
lamalar hakkında durdurm a kararı alınmasını önerdiği “Yöntemin
Yedinci Kuralı”dır (1987: 247, 258). M annheim’m ufuk açıcı “kültü­
rel ve entelektüel hayatta rekabetin rolü” analizi, ‘dışsal’ toplumsal
faktörün “her kültürel ürün veya hareketin biçimi ve içeriğinde esas
teşkil ettiği” şeklindeki radikal iddiadan ayrılırken, hem bilişsel içselci-
lik hem de kontrolsüz sosyolojizm karşısında sınırları dikkatle belirler
(1952: 191-192). Bu içsel toplumsal-bilişsel bağlantıyı alternatif bi­
çimde ifade edebilen, ancak aynı zam anda bazen çağdaş bilim sosyo­
lojisi okulları (örneğin, Bourdieu’nün ‘ekonomik’ alan teorisine karşı
Latour’un ‘siyasal’ aktör-ağ teorisi) arasındaki entelektüel rekabetin
araçları olarak hizmet gören bilgi ‘siyaseti’ ve bilgi ‘ekonomisi’ me-
taforlarına, yine M annheim’ın 1928 tarihli yazısının en merkezî bazı
metinleri içinde karışık halde bol m iktarda rastlanır (1952: 196-198,
210-214).
Bourdieu’nün ekonomizm karşıtı pratikler ekonomisinin habercisi
olan M annheim, kendini “ekonomiye özgü kategorileri zihinsel alana
yansıtma” eleştirisi karşısında savunur. Fizyokratlar ve Adam Sm ith’in
rekabetin rolü buluşu sadece genel bir toplumsal ili§kinm ekonomik
sistemin tikel bağlamındaki etkisini kanıtlamıştır. Asıl hedef, toplumsal

25 Lynch (1992: 215n), temelci epistemoloji, simetrikçi ve bilinemezci sosyo­


lojinin bu geleneksel günahı ile inşacı empirik ilgilerle uyumlu bir “küçük e ile”
epistemoloji arasında kullanışlı bir ayrım önerir. Bu küçük e ile epistemoloji
savunusu, Mannheimcı doğrultuda genişletildiğinde, Bloor’un postülası olan
doğru ve yanlışın simetrik nedensel tarzda ele alınması fikrini -muhteme­
len daha zayıf bir asimetri postülası yönünde- zayıflatacak veya en azından
yumuşatacaktır (Pels, 1996). Bu yüzden, ve sanırım Lynch’den farklı olarak,
benim küçük e ile epistemolojim -olgular ve değerler arasındaki ‘doğal yakın­
lığı’ kabul etmesini müteakiben- bir ‘asgarî’ normatiflikle uyumlu olacaktır.
olguları sui generis (indirgenemez bir biçimde) kavramak için katego­
rik aygıtımızı ekonomiye özgü olan her şeyden kurtarm ak olmalıdır
(Mannheim, 1952: 195). Yakın bir benzerlik içinde, Mannheim, en­
telektüel hareketleri siyasal temellerde açıklarken “niyetinin, bir bütün
olarak zihinsel hayatın salt siyasal bir mesele olmadığını, daha önce,
onun, ekonomik hayatın sadece bir kısmından daha fazlası olduğu iz­
lenimi yaratmak istediğini” vurgulayarak, alternatif siyasal indirgeme-
cilik tehlikesinden de uzak durmaya çalışır; basitçe, düşünce içindeki
“hayati ve iradî unsur” “siyasal alanda kavranması en kolay olanıdır”
(1952: 212). İster İktisadî ister siyasal bir metafor içinde ifade edil­
sin, düşüncenin aktivist, ‘iradi’ ve ‘taraflı’ belirlenimi farklı toplumsal
konumların basit bir ‘yansıması’ olarak alınmamalı, aksine entelektü­
el alanın özel bir ‘özgürlük’ gerektirdiği varsayılmalıdır (1952: 1995,
228-29). Mannheim, buna bağlı olarak, maddi çıkar gözetme ile d ü ­
şünce tarzlarına ya da entelektüel usullere bağlılık gösterme arasın­
da, ayrıca sosyal ve entelektüel tabakalaşma arasında ayrımlar yapar
(1952: 183-87). Çoğu kez bunların Bourdieu’nün bir ‘alan’ olarak
bilim teorisi gibi tezlerin habercisi olduğu söylense de, aslında onlar
hem bilim ve toplumu birbirine bağlayan “yekpare ağ” hem de m oder­
nist “bilimsel ve siyasal temsiller” ayrımının zorunlu yıkılışı gibi aşırı
iddiaları yumuşatmaya hizmet ederler (krş. Latour, 1993).

Normatif Komplekslik
İndirgemecilik karşıtı eğilim, ayrıca, M annheim’a ünlü ‘partizanlık’ ve
‘değerden arınıklık’ tartışmasında ilginç ara konum unu belirlemesinde
yardımcı olur -b u ikili konum kuşkusuz iki tehlikeye, M arksist doğru­
dan siyasallaştırıcı ve propagandacı düşünce ve Weberei bağlantısız,
tarafsız aydın fikrine karşı geliştirilir. Düşünme, M annheim’a göre,
zorunlu olarak konumlar tarafından belirlense ve bu yüzden belirli bir
bağlılık içerse de, bir anlamda doğrudan siyasal olarak belirlenmiş ve­
ya değer biçici değildir. Onun liberal veya modernist “olgu/değer ay-
rımı”na eleştirisi (örneğin, 1952: 216-17; krş. Proctor, 1991; Root,
1993) ve karşı yöndeki eğilim “düşüncenin kaçınılmaz değer-temelli-
liği” iddiası, siyasal tarafsızlık idealinden tamamen vazgeçmekten zi­
yade, bu idealin asıl itici gücünü yeniden ortaya çıkarma girişimidir
(Mannheim, akt. Meja ve Stehr, 1982: 401). Düşünce kendi değer
biçici ve pratik yönelimini tam amen sınırlayarak değil, aksine siya­
sal canlılığını korurken, refleksif entelektüel kontrolü altında ilerler
([1922] 1968: 42, 89n).26 Yüzeysel bir olgular ve değerler, bilim ve
politika karışımının bu şekilde reddi, olgular ve değerler karışımının
kaçınılmazlığını ve teorik tanım ve empirik analizin derin yapısı içinde
bir bilgi politikasının varlığını kabul sayesinde dengelenir (krş. Pels,
1993).
O lgu/değer veya normativizm /natüralizm karşıtlığı problemi bura­
da önerilen sosyal epistemoloji açısından stratejik öneme sahip oldu­
ğu için, tartışmamı biraz daha açarak tamamlayacağım. Daha önce
BBS’nin, miras kalan farklı felsefi dikotomileri entelektüel döküntüler
yığınına dönüştürm e girişiminin, şimdiye kadar, bu özel düalizmi ya-
pı-bozum una uğratmayı sofuca engellediğini belirtmiştim.27 M annhe­
im bir kez daha ilginçtir, zira onun program ı halinden m emnun bir
sosyolojik natüralizmin yerine doğrudan norm atif araştırm anın geçi­
rilmesinin ötesine geçer. Onun amacı, hem epistemolojik hem de nor­
matif inançların tarihselliği ve konumsallığının içerimleri aracılığıyla
ortaya çıkarmaya çalıştığı “noolojik” (bilimsel) rasyonalite kavramını
reddetmek değil, aksine yeniden formüle etmektir ([1936] 1968:
265-66). Gerçek ve doğruyla ilintili problemler, metodolojik am aç­
larla birbirlerinden geçici olarak ayrılabilse de, değer biçici bir bilgi
sosyolojisi anlayışına ve sosyolojik düşüncede ütopik unsurun açık
savunusuna gerekli geçişi yapmak için karşılıklı olarak ilişkilendirilir
([1936] 1968: 78 ve devamı, 235-36).
Lynch’e göre, BBS’nin merkezî postülaları olan simetri ve tarafsız­
lık, gerçekte M annheim’ın program ından ziyade onun daha radikal
bir uzantısına saldırıdır. Ona göre, Bloor, Barnes, Collins ve hattâ
refleksivite fikrini savunanlar, örneğin Woolgar M annheim’ın “değer
biçici olmayan genel total ideoloji anlayışı” olarak adlandırdığı şeyi ra ­
dikalleştirir; bu anlayış analiz edilen fikirlerin doğruluğu konusundaki

26 Mannheim’a göre, ‘değerden-arınıklık’, daha sonra birçok kez gündeme


gelecek bu terimle uygunluk içinde, sosyolojide ve toplumsal bilgide -bir de­
ğer biçmeden kaçınılması gerekliliği anlamında- mümkündür. Ancak değer­
leme, çok daha derin bir düzeyde, yani kavramların oluşumunda devreye gi­
ren perspektifler düzeyinde dışarıda bırakılamaz ([1924] 1982: 247).
27 Social Studies of Science’ın editörü David Edge, Bilim ve Teknoloji incele­
meleri Elkitabı’nm ‘Giriş’ yazısında, bilim incelemelerinde normatif bir pers­
pektife ve daha genel toplumsal-felsefi ilgilere doğru açık bir çifte hareket
olacağını özellikle vurgular. Ona göre, Bilim ve Teknoloji İncelemelerinde
“olgular ve değerlerin özünde ayrılamazlığı” fikriyle doğrudan yüzleşmek ge­
rekir ve bunun, “Bilim ve Teknoloji İncelemeleri tartışmasının verimli bir odağı
olması ihtimali yaklaşık bir gelecekte oldukça yüksektir” (Edge, 1995:16-18).
tüm yargıları paranteze almayı savunur ve bu yüzden, geç dönem Wit-
tgeinstein’ın natüralist ve bilinemezci bir okumasıyla kolayca uyumlu
bir hale getirilebilir (Lynch, 1993: 42 ve devamı). Bununla beraber,
Lynch’in analizinde M annheim’ın, açıkça, ideolojik araştırm a konu­
sunda genel-total ideoloji anlayışı düzeyinde ortaya çıkan iki yaklaşım
biçimi ayırt ettiği göz ardı edilir: (i) değer yargılarından arınıklığm
karakterize ettiği bir yaklaşım (“değer biçici olmayan ilişkiselcilik”) ve
(ii) ‘dinamik ilişkiselcilik’ olarak adlandırılan epistemolojik ve metafi­
zik yönelimli bir norm atif yaklaşım ([1936] 1968: 71, 76, 88). Mann-
heim ’a göre, başlangıçta basitçe metodolojik bir teknik olan şey ni­
hayetinde -önceden farkında olmadığımız metafizik-ontolojik değer
yargıları içeren- bir dünya görüşü haline gelir. Ontolojik, metafizik ve
etik ön-kabullerden tamamen kurtulma ihtimali bir “pozitivist önyar­
gı” olarak görülür ([1936] 1968: 78-79). Değer biçici olmadan başla-
yabilsek de, “nihayetinde” empirik bilginin temelini oluşturan ve onu
m üm kün kılan örtük metafizik ön-kabulleri açıkça itiraf eden “değer
biçici bir konumu benimsemek zorunda kalırız”. Bu norm atif kayma,
“çağdaş düşüncenin tüm gelişiminin tipik bir özelliğidir” (s. 80-86).
Lynch’ın refleksif praksiyolojisi, Bloorcu BBS’ye ve onun geç dö­
nem Wittgeinsteinci ‘bilimcilleştirilmesine’ bütün haklı itirazlarıyla,
(her tür norm atif epistemolojiye m üracaatı reddederek) bu pozitivist
önyargıyı büyük ölçüde paylaşmayı sürdürür (krş. Lynch ve Fuhrman,
1991; Lynch, 1992c; Lynch ve Fuhrman, 1992). Gerçekte, ontolo­
jik ilgiler BBS’nin daha radikal biçimlerini, örneğin aktör-ağ teorisi­
ni bugün halihazırda şekillendirmeye başladığı ölçüde açık norm atif
yargılar içermeyecektir; kurucu postülalar simetri ve bilinemezcilik
(“aktantları* izlemek”) kuvvetle buna karşı işlemeyi sürdürecektir.
Örneğin, De Vries’nin anti-Kantçı ve ontolojik (daha kesin olarak
Latourcu) bir W ittgeinstein inşası, (yaşam biçimlerinin sözcüklerden,
eylemlerden ve şeylerden oluşmuş heterojen toplamlar olarak nasıl “fi­
ilen işlediğini” sadece “sergilememizi” tavsiye ederek) kendini norm a­
tif ilgilerden uzak tutar (1992: 30-31). Farklı bir bakış açısından ve
gelenekten Hekman, yeni-Kantçı bir epistemolojiden ontolojiye nasıl
geçtiğini aydınlatarak M annheim’ı Bloorcu bir bilimcilikten kurtar­
mak için övgüye değer bir çaba sergilese de (Wittgeinstein’in başa­

’ “Actant”, Latour tarafından “aktör”ün yerine önerilmiş bir terimdir ve ak­


törlerin sadece insanlar olmadığını, cansız nesnelerin de eylem iradesine sa­
hip olduğunu anlatmayı amaçlar. Yukarıda Latour’dan aktarılan, ‘melezler’e
ve ‘yarı-nesneler’e dönük vurguyu hatırlayınız (editörlerin notu).
ramadığını düşündüğü bir hamle), bu tür bir karşı-temelci ve herme-
neutik ontolojinin hangi anlamda bir değer perspektifi oluşturacağını
belirleyemez (Hekman, 1986).
Bir sosyal epistemoloji, varsayım gereği, (daha önceden norm atif
epistemoloji ve empirik sosyoloji arasında zorunlu bir seçim yapılması
gerekliliği fikrinin reddedilmesi gibi) epistemoloji ve ontoloji arasında
kesin bir ayrımı reddetse bile, burada amacım epistemoloji ve ontoloji
arasındaki genel ilişki hakkında fikir yürütm ek olamaz. Bu açıdan,
BBS’nin (temel postülaları simetri ve tarafsızlığın farklı praksiyolo-
jik, ontolojik veya antropolojik radikalleştirmeleri dâhil) epistemolojik
‘kayıtsızlık’ fikrine karşı çıkıyorum. Bu yaklaşım, gerçekte, sosyolojik
açıklama ve ontolojik betimleme tartışmasını dost Wittgeinsteincilar
arasında kardeşçe bir rekabet olarak almayı ve onu (nedenselci ve be-
timlemeci) natüralizm ile normativizm arasındaki daha genel karşıt­
lıktan daha az önemli olarak görmeyi tercih edecektir. Bu yaklaşım,
söz konusu tartışma kapsamında -v e ayrıca muhtemelen M annheim ’
ın bizzat zihninde olanın ötesine geçerek- (tıpkı böylece, BBS’nin
içinde ve dışındaki, Barnes, Bloor ve değerden-arm ık rölativizmin di­
ğer taraftarlarınca bu kadar sertçe yasaklanan) olgular ve değerlerin
bilinçli karı§ıklığı ihtimalini araştırm a eğiliminde olacaktır. Bu yakla­
şım, M annheim ’ın değer biçici ve ontolojik yargılar arasında yakınlık
iddiasını onaylayarak, epistemoloji, ontoloji ve etiğin ilgileri arasında
daha yakın bir uyum olduğu fikrini benimseyecektir.
G ünüm üzde Wittgeinsteinci etnografinin simetriciliği ve bilinemez­
ciliğine karşı etkili bir muhalefet yapabilecek olan bu M annheim ’dır.
M annheim ’ın yaklaşımının norm atif kompleksliğinin aydınlatılması
en azından normativizm /natüralizm tartışmasının halen sürdüğünü
gösterir. Bu yüzden, M annheim’ın karar veremediği başka çekişmeler
de vardır.28 Onlar sadece, Mannheimcı ve Wittgeinsteinci gelenekler

28 Halen açıklığa kavuşturulmayan (önceki örneklerde olduğu gibi burada


da oldukça provokatif bir biçimde ifade edeceğim) bir husus, Mannheim’ın
mikro/makro alternatifi konusunda bir çözümünün bulunmadığıdır. Radikal
inşacı bilim incelemeleri farklı mikro-yönelimli ve aktör-merkezli yaklaşımla­
ra ayrıcalık tanıma eğilimindeyken, ana-akım sosyologlar, örneğin Elias ve
Bourdieu kurumsal makro-yapıların ağırlığını vurgulamayı ve toplumsal etki­
leşimin yapısal belirlenimini açıklamaya çalışan metodolojileri benimsemeyi
sürdürürler. Yapısalcılar ve inşacıların yazıları (örneğin, Elias’m ‘figürasyonel
sosyoloji’si, Bourdieu’nün ‘inşacı yapısalcılığı’ veya Latour’un ‘asosyoloji’si)
bu düalizmin ‘ilişkisel’ bir yönde aşılmasıyla ilgili iddialarla dolu olsa da, ak­
tör veya yapı yönelimli yaklaşımların nihai tercihi bölünmenin devamından
olarak adlandırdığım şeyler arasındaki derinlere kök salmış kutuplaş­
manın her iki taraf açısından da oldukça problemli olduğu kabul edil­
diğinde ve her iki taraf da bir sosyal bilgi teorisinin geliştirilmesinde
“sonraki adımı” atm ak için diğerine ihtiyaç duyduğunu kabul ettiğin­
de bir araya getirilebilir.

Kaypakça
Barnes, Barry. 1974. Scientific Knowledge and Sociological Theory. London:
Routledge and Kegan Paul. Barnes,
Barry 1976. “Natural Rationality: A Neglected Concept in the Social Scien­
ces”. Philosophy of the Social Sciences 6: 115-126.
Barnes, Barry. 1977. Interests and the Growth of Knowledge. London: Rout­
ledge and Kegan Paul.
Barnes, Barry. 1982. T. S. Kuhn and Social Science. London: MacMillan.
Barnes, Barry. 1988. The Nature of Power. Urbana: Unv. of Illinois Press.
Bauman, Zygmunt. 1987. Legislators and Interpreters. Cambridge: Polity
Press.
Bauman, Zygmunt. 1992. Intimations of Postmodernity. London:Routledge
Bauman, Zygmunt. 1993. Postmodern Ethics. Cambridge: Polity Press.
Beck, Ulrich. 1992. Risk Society. London: Sage.
Beck, Ulrich, Anthony Giddens and Scott Lash. 1994. Reflexive Moderniza­
tion. Cambridge: Polity Press.
Bloor, David. 1973. “Wittgenstein and Mannheim on the Sociology of Mat­
hematics”. Studies in the History and Philosophy of Science 4\ 173-91.
Bloor, David. [1976] 1991. Knowledge and Social Imagery. Chicago: Uni­
versity of Chicago Press.
Bloor, David. 1983. Wittgenstein: A Social Theory of Knowledge. New York:
Columbia University Press.
Bloor, David. 1992. “Left and Right Wittgensteinians”, s. 266-82, Science
and Practice as Culture, edited by Andrew Pickering. Chicago: University
of Chicago Press.
Bourdieu, Pierre. [1975] 1981. “The Specificity of the Scientific Field and
the Social Conditions of the Progress of Reason”, s. 257-92, French So-

yana kalır ve analitik kapanma sağlanamaz. Mannheim’ın ‘konfigürasyoneF


bir epistemolojik problemler ve bilgi biçimleri metodolojisi ve ‘tarihsel ya­
pısal analiz’e vurgusu (1952: 87, 181), çözüm olarak alınamasa da, bilim
incelemelerinin gündeme çıkardığı daha radikal nominalizm ve etkileşimcilik
biçimlerine karşı koymakta yardımcı olabilir.
ciology: Rupture and Renewal Since 1968. Edited by Charles C. Lemert.
New York: Columbia University Press.
Bourdieu, Pierre. 1990. “Animadversiones in Mertonem”, s. 297-301, Robert
K. Merton: Consensus and Controversy. Edited by Jon Clark, Celia Modgil
and Shohan Modgil. London: Falmer Press.
Bourdieu, Pierre. 1993. “Narzisstische Reflexivitât und wissenschaftliche
Reflexivitât”, s. 365-47, Kultur. Soziale Praxis. Text, edited by Eberhard
Berg and Martin Fuchs. Frankfurt a.M.: Suhrkamp.
Bourdieu, Pierre and Loïc J.D. Wacquant. 1992. An Invitation to Reflexive
Sociology. Chicago: University of Chicago Press.
Callebaut, W. 1993. Taking the Naturalistic Turn. Chicago: University of Chi­
cago Press.
Callon, Michel. 1995. “Four Models for the Dynamics of Science”, s. 29-63,
Handbook of Science and Technology Studies. Edited by Sheila Jasanoff,
Gerald E. Markle. James C. Peterson, and Trevor Pinch. London:Sage.
Collins, H.M. 1985. Changing Order. London: Sage.
Collins, H.M. 1986. “Stages in the Empirical Programme of Relativism”.
Social Studies o f Science, s. 3-10.
Collins, H.M. 1990. Artificial Experts: Social Knowledge and Intelligent Ma­
chines. Cambridge MA: MIT Press.
Collins, H.M. 1991. “Captives and Victims: Comment on Scott, Richards
and Martin”. Science. Technology and Human Values 16: 249-51.
Collins, H.M. and Steven Yearley. 1992. “Epistemological Chicken”, s. 301 -
26, Science as Practice and Culture, edited by Andrew Pickering. Chica­
go: University of Chicago Press.
Coulter, Jeff. 1989. Mind in Action. Cambridge: Polity Press.
Cozzens, Susan and Thomas Gieryn (eds.). 1990. Theories of Science in
Society. Bloomington: Indiana University Press.
Darmon, Gerard. 1986. “The Asymmetry of Symmetry”. Social Science In­
formation 25 : 743-52.
De Vries, Gerard. 1992. “Consequences of Wittgenstems Farewell to Episte-
mology”, s. 15-33, L’étude sociale des sciences. Communications de la
journée d ’étude du 14 mai 1992. Paris: CRHST.
Edge, David. 1995. “Reinventing the Wheel”, s. 3-23, Handbook of Science
and Technology Studies. Edited by Sheila Jasanoff, Gerald E. Markle, Ja­
mes C. Peterson, and Trevor Pinch. London: Sage.
Elias, Norbert. 1990: Norbert Elias uber sich selbst. Frankfurt a.M.: Suhr­
kamp.
Eyerman, Ron and Andrew Jamison. 1991. Social Movements. A Cognitive
Approach. Cambridge: Polity Press.
Fleck, Ludwik. [1935] 1980. Entstehung und Entwicklung einer wissensc­
haftlichen Tatsache. Frankfurt a.M.: Suhrkamp.
Fleck, Ludwik. 1983. Erfahrung und Tatsache. Gesammelte Aufsätze. Frank­
furt a.M.: Suhrkamp.
Foucault, Michel. 1994. “Kritiek en Verlichting”. Krisis. Tijdschrift voorfilo-
sofie. 56: 64-79.
Frisby, David. [1983] 1991. The Alienated Mind. The Sociology of Knowled­
ge in Germany 1918-1933. London: Routledge.
Fuller, Steve. 1988. Social Epistemology. Bloomington: Indiana University
Press.
Fuller, Steve. 1992. “Social Epistemology and the Research Agenda of Scien­
ce Studies”, s. 390-428, Science as Practice and Culture, edited by And­
rew Pickering. Chicago: University of Chicago Press.
Fuller, Steve. 1993. Philosophy, Rhetoric, and the End o f Knowledge. Madi­
son: University of Wisconsin Press.
Fuchs, Stephan. 1992. The Professional Quest for Truth: A Social Theory of
Science and Knowledge. Albany: SUNY Press.
Gergen, Kenneth J. 1988. “Feminist Critique of Science and the Challenge
of Social Epistemology”, s. 27-48, Feminist Thought and the Structure
of Knowledge. Edited by Mary McCanney Gergen. New York: New York
University Press.
Gieryn, Thomas. 1995. “Boundaries of Science”, s. 393-443, Handbook
of Science and Technology Studies. Edited by Sheila Jasanoff, Gerald E.
Marlde, James C. Peterson, and Trevor Pinch. London: Sage.
Goldman, Harvey. 1994. “From Social Theory to Sociology of Knowledge
and Back: Karl Mannheim and The Sociology of Intellectual Knowledge
Production”. Sociological Theory. 12: 266-78.
Goudsblom, Johan. 1987. De sociologie van Norbert Elias. Amsterdam: Meu-
lenhoff.
Hacking, lan. 1984. “Wittgenstein Rules”. Social Studies of Science. 14:469-
76.
Haraway, Donna. 1991. Simians, Cyborgs and Women. London: Free Asso­
ciation Books.
Harding, Sandra. 1991. Whose Science? Whose Knowledge? Milton Keynes:
Open University Press.
Heilbron, Johan. 1995. The Rise of Social Theory. Cambridge: Polity Press.
Hekman, Susan. 1986. Hermeneutics and the Sociology o f Knowledge.
Cambridge: Polity Press.
Jasanoff, Sheila, Gerald E. Markle. James C. Petersen and Trevor Pinch (eds.).
1995. Handbook of Science and Technology Studies. London: Sage.
Kettler, David and Volker Meja. 1994. “That typically German kind of soci­
ology which verges towards philosophy: The Dispute about Ideology and
Utopia in the United States”. Sociological Theory, 12: 279-303.
Kettler, David, Volker Meja, and Nico Stehr. 1990. “Rationalizing the Irra­
tional: Karl Mannheim and the Besetting Sin of German Intellectuals”.
American Journal of Sociology 95: 1441-1473.
Kilminster, Richard. 1993. “Norbert Elias and Karl Mannheim: Closeness
and Distance”. Theory. Culture, and Society 10: 81-114.
Kim. Kyung-Man. 1994. “Natural versus Normative Rationality: Reassessing
the Strong Programme in the Sociology of Knowledge”. Social Studies of
Science 24: 391-403.
Knorr-Cetina, Karin. 1977. “Producing and Reproducing Knowledge: Desc­
riptive or Constructive?” Social Science Information 16: 669-96.
Knorr-Cetina, Karin. 1981. The Manufacture o f Knowledge. New York: Per-
gamon Press.
Knorr-Cetina, Karin. 1982. “Scientific Communities or Transepistemic Are­
nas of Research? A Critique of Quasi-Economic Models of Science”. So­
cial Studies o f Science 12: 101-130.
Knorr-Cetina, Karin. 1983. “The Ethnographic Study of Scientific Work:
Towards a Constructivist Interpretation of Science”, s. 115-140, Science
Observed. Edited by Karin D. Knorr and Michael Mulkay. London: Sage.
Kuhn, Thomas. 1962. The Structure o f Scientific Revolutions. Chicago: Uni­
versity of Chicago Press.
Kuhn, Thomas. 1979. “Foreword”, s. vii-xi, Ludwik Fleck, The Genesis and
Development of a Scientific Fact. Edited by T. J. Trenn and R. K. Merton.
Chicago: University of Chicago Press.
Latour, Bruno. 1986. “The powers of association”, s. 264-80 in Power. Acti­
on, and Belief A New Sociology of Knowledge”, edited by John Law. Lon­
don: Routledge.
Latour, Bruno. 1987. Science in Action. Milton Keynes: Open University
Press.
Latour, Bruno. 1991. “The Impact of Science Studies on Political Philo­
sophy”. Science, Technology and Human Values 16: 3-19.
Latour, Bruno. 1993. We Have Never Been Modem. Cambridge MA: Harvard
University Press.
Latour, Bruno. 1994. “Portrait d’un biologiste en capitaliste sauvage”, s.
100-129, La clef de Berlin. Paris: La Découverte.
Latour, Bruno and P. Fabbri. 1977. “La rhétorique du discours scientifique”.
Actes de la recherche en sciences sociales 13: 81-95.
Latour, Bruno and Steve Woolgar. 1979. Laboratory Life. The Social Const­
ruction of Scientific Facts. London: Sage.
Law, John. 1986. “Editor’s Introduction: Power/Knowledge and the Disso­
lution of the Sociology of Knowledge”, s. 1-19, Power. Action and Belief
A New Sociology of Knowledge? Edited by John Law, London: Routledge.
Law, John. 1991. “Introduction: Monsters, Machines, and Sociotechnical
Relations”, s. 1-23, A Sociology of Monsters: Essays on Power. Technology,
and Domination. Edited by John Law. London: Routledge.
Lynch, Michael. 1985. Art and Artefact in Laboratory Science. London:
Routledge and Kegan Paul.
Lynch, Michael. 1992a. “Extending Wittgenstein: The Pivotal Move from
Epistemology to the Sociology of Science”, s. 215-265, Science as Pra­
ctice and Culture. Edited by Andrew Pickering. Chicago: University of
Chicago Press.
Lynch, Michael. 1992b. “From the ‘Will to Theory’ to the Discursive Collage:
A Reply to Bloors ‘Left and Right Wittgensteinians”’,-s. 283-300, Science
as Practice and Culture. Edited by Andrew Pickering. Chicago: University
of Chicago Press.
Lynch, Michael. 1992c. “Going Full Circle in the Sociology of Knowledge:
Comment on Lynch and Fuhrman”. Science, Technology and Human Va­
lues 17: 228-33.
Lynch, Michael. 1993. Scientific Practice and Ordinary Action. Cambridge:
Cambridge University Press.
Lynch, William T. 1994. “Ideology and the Sociology of Scientific Knowled­
ge”. Social Studies of Science 24:197-227.
Lynch, William T. and Ellsworth Fuhrman. 1991. “Recovering and Expan­
ding the Normative: Marx and the New Sociology of Scientific Knowled­
ge”. Science, Technology, and Human Values 16: 233-48.
Lynch, William T. and Ellsworth Fuhrman. 1992. “Ethnomethodology as Te­
chnocratic Ideology: Policing Epistemic Boundaries”. Science, Techno­
logy, and Human Values 17: 234-36.
Mannheim, Karl. 1952. Essays in the Sociology of Knowledge. London: Rout­
ledge and Kegan Paul.
Mannheim, Karl. 1953. Essays on Sociology and Social Psychology. London:
Routledge and Kegan Paul.
Mannheim, Karl. [1936] 1968. Ideology and Utopia. London: Routledge &
Kegan Paul.
Mannheim, Karl. [1922] 1982. Structures of Thinking. London: Routledge
& Kegan Paul.
Meja, Volker & Nico Stehr (eds.) 1982. Der Streit um die Wissenssoziologie 2
Vols. Frankfurt a.M.: Suhrkamp. Mennell, Stephen. 1989. Norbert Elias:
Civilization and the Human Self-Image. Oxford: Blackwell.
Merton, Robert. 1941. “Karl Mannheim and the Sociology of Knowledge”.
The Journal of Liberal Religion 2: 125-47.
Merton, Robert. 1973. The Sociology of Science. Chicago: University of Chi­
cago Press.
Mulkay, Michael. 1979. Science and the Sociology of Knowledge. London:
George Allen and Unwin.
Pels, Dick. 1990. “De natuurlijke saamhorigheid van feiten en waarden”.
Kennis en Methode 14: 14-43.
Pels, Dick. 1991. “Values, Facts, and the Social Theory of Knowledge”. Ken­
nis en Methode 15: 274-284.
Pels, Dick. 1993. “Missionary Sociology Between Left and Right: A Critical
Introduction to Mannheim”. Theory„ Culture, and Society 10: 45-68.
Pels, Dick. 1995a .“Knowledge Politics and Anti-Politics. Toward a Critical
Appraisal of Bourdieu’s Concept of Intellectual Autonomy”. Theory and
Society 24: 79-104.
Pels, Dick. 1995b. “The Politics of Critical Description. Recovering the Nor­
mative Complexity of Foucault’s pouvoir/savoir”. American Behavioral
Scientist 38: 1018-1041.
Pels, Dick. 1996 “The Politics of Symmetry”Soda/ Studies of Science 26: 2
Phillips, Derek. 1977. Wittgenstein and Scientific Knowledge. A Sociological
Perspective. London: MacMillan. Pickering, Andrew (ed.). 1992. Science
as Practice and Culture. Chicago: University of Chicago Press.
Pitkin, Hannah F. 1972. Wittgeinstein and Justice. Berkeley: University of Ca­
lifornia Press.
Proctor, Robert N. 1991. Value free Science? Purity and Power in Modern
Knowledge. Cambridge MA: Harvard University Press.
Radder, Hans. 1992. “Normative Reflexions on Constructivist Approaches to
Science and Technology”. Social Studies of Science 22: 141-73.
Restivo, Sal. 1995. “The Theory Landscape in Science Studies”, s. 95-110,
Handbook of Science and Technology Studies. Edited by Sheila Jasanoff,
Gerald E. Markle, James C. Peterson, and Trevor Pinch. London: Sage.
Root, Michael. 1993. Philosophy of Social Science. Oxford: Blackwell.
Roth, Paul A. 1994. “What Does the Sociology of Scientific Knowledge Exp­
lain? Or, When Epistemological Chickens Come Home to Roost”. His­
tory of the Human Sciences 7: 95-108.
Schäfer, Lothar and Thomas Schnelle. 1980. “Einleitung”, s. vii-xlix, Lud-
wik Fleck, Entstehung und Entwicklung einer wissenschaftlichen Tatsache,
Frankfurt a.M.: Suhrkamp.
Schäfer, Lothar and Thomas Schnelle. 1983. “Die Aktualität Ludwik Flecks
in Wissenschaftssoziologie und Erkenntnistheorie”, s. 9-34, Ludwik
Fleck, Erfahrung und Tatsache. Gesammelte Aufsätze. Frankfurt a.M.: Suhr­
kamp.
Scott, Alan. 1987. “Politics and Method in Mannheim’s Ideology and Uto­
pia ”, Sociology 21:41 -54.
Scott, Pam, Evelleen Richards, and Brian Martin. 1990. “Captives of Contro­
versy: The Myth of the Neutral Social Researcher in Contemporary Scien­
tific Controversies”. Science, Technology, and Human Values 15: 474-94.
Shapin, Steven and Simon Schaffer. 1985. Leviathan and the Air-Pump.
Princeton: Princeton University Press.
Sharrock, W. W. and R. ). Anderson. 1984. “The Wittgenstein Connection”.
Human Studies. 7: 375-86.
Simons, Herbert W. and Michael Billig (eds.). 1994. After Postmodernism. Re­
constructing Ideology Critique. London: Sage.
Squires, Judith (ed.). 1993. Principled Positions. Postmodernism and the Re­
discovery of Value. London: Lawrence and Wishart.
Stehr, Nico. 1981. “The Magic Triangle: In Defense of a General Sociology
of Knowledge”. Philosophy of the Social Sciences 11: 225-229.
Stehr, Nico. 1994. Knowledge Societies. London: Sage.
Stehr, Nico and Volker Meja. 1982. “Zur gegenwärtigen Lage wissenssozi-o-
logischer Konzeptionen”,s. 893-946, Der Streit um die Wissenssoziologie
Edited by Volker Meja and Nico Stehr. Frankfurt a.M.: Suhrkamp.
Wagner, Peter. 1990. Sozialwissenschaften und Staat: Frankreich, Italien,
Deutschland 1870-1980. Frankfurt: Campus Verlag.
Winner, Langdon. 1993. “Upon Opening the Black Box and Finding it Emp­
ty: Social Constructivism and the Philosophy of Technology”. Science,
Technology, and Human Values 18: 362-78.
Wolff, Kurt. 1959. “The Sociology of Knowledge and Sociological The­
ory”, s. 567-602, Symposium on Sociological Theory. Edited by Llewellyn
Gross, Evanston IL: Row Peterson and Co.
Woolgar, Steve. 1988. Science: the Very Idea. London: Tavistock.
Woolgar, Steve. Forthcoming. “Science and Technology Studies and the Re­
newal of Social Theory”. Social Theory at the End of the Century. Edited
by Stephen R Turner. Oxford: Blackwell.
Zizek, Slavoj (ed.). 1994. Mapping Ideology. London: Verso.
BİLİM İNCELEMELERİNDE
FEMİNİST PERSPEKTİFLER*

Evelyn Fox Keller"

Çağdaş feminist bilim eleştirisinin farkının, bilim incelemesinde top­


lumsal cinsiyetin analitik bir araç olarak tanımlanmasıyla başladığına
işaret etmek isterim. Aşağı yukarı on yıl önce, başlı başına kadın ya
da cinsel fark çalışmaları, toplumsal cinsiyet yaftalarının daha genel
simgesel ve yapısal sonuçlarına dair (feminist sorgulamanın başka
alanlarda da sergilenmiş olan amansız türden mantığının eşlik etti­
ği) incelemelerde artış sağladı. Bu hamledeki amacımız, açıkça öyle
olsa bile toplumsal cinsiyeti bir toplumsal damga olarak imtiyazlan-
dırm ak değil, daha ziyade, toplumsal cinsiyetin halihazırda bariz olan
ve gerçekten de bilimsel söylem tarihi boyunca aşikâr olmuş olan fiilî
imtiyazlılığmın altını çizmek ve buna cevap vermektir. Biz, hiç değil­
se m odern bilimin kökenlerinden beri, bilimsel gelişmenin bilişsel ve
sosyal politikasında kesinlikle en merkezî yeri tutan ayrımların kalıcı
ve imtiyazlı işareti olarak toplumsal cinsiyet dilinin kullanılmış oldu­
ğunu ileri sürüyoruz. Onyedinci yüzyıldan bu yana, zihin ve doğa, akıl
ve duygu, nesnellik ve öznellik alanlarını betimlemek ve düzenlemek

Çeviren: Dilek Hattatoğlu


* Orijinal Eser: “Feminist Perspectives on Science Studies”, Science, Techno­
logy & Human Values, Vol. 13, No. 3/4 (1 9 9 8 ), 2 3 5 -2 4 9 .
"Yazarın Notu: Bu makale ilk kez S ocietyfor the Social Studies o f Science’m
Yıllık Toplantısında (21 Kasım 1987) açış konuşması olarak sunulmuştur.
için özgül “eril” ve “dişil” ideallere tekrar tekrar başvurulmuştur. Yal­
nızca, dişiliğin/kadınlığın tüm izlerinden uygun biçimde temizlenmiş
“erkek” bir zihin, Bacon’ın “Zihin ve Doğa arasında iffetli ve yasal ev­
lilik” - “tüm çocuklarıyla Doğayı, (insanın/erkeğin) hizmetine girm e­
ye yönelten ve onun (erkeğin) kölesi yapan” kutsal sözleşm e- idealini
lâyıkıyla tamama erdirebilirdi. Bilimsel retorikte toplumsal cinsiyetin
rolüne işaret etmekteki niyetimiz, bu retoriğin gücünü pekiştirmek
değil, etkisizleştirmekti. Bu amaç için, öncelikle toplumsal cinsiyetin
bilimde halihazırda var olan kullanımlarını ortaya çıkarmak, öylesi­
ne âşinâ olduğundan neredeyse görünm ez hale gelmiş olan toplumsal
cinsiyet teşbih ve tasvirlerinin varlığını (ve gücünü) ifşa etmek gerek­
liydi. Başka bir deyişle, niyetimiz, toplumsal cinsiyeti bilimsel söyleme
sokmaktan ziyade, onu bilim incelemelerinin söylemine dâhil etm ek­
ti. İddiamız şuydu ki, bilimsel söylemdeki toplumsal cinsiyet dilinin
kolayca gösterilebilen ve yaygın kullanımı düşünüldüğünde, bu, bizi
tarihçiler olarak bu kullanımın kökenlerini araştırmaya, ve bilimsel
bilgi sosyologları olarak da, bunun bilimin bilişsel ve toplumsal yapı­
larındaki sonuçlarını araştırmaya mecbur kılar. - H e r iki toplumsal
cinsiyetten d e - bilim tarihçilerini ve sosyologlarını bu çabamızda bize
katılmaya davet ettik.
Çalışmamız tüm disiplinlerden feminist araştırmacılar arasında
dikkate değer ölçüde ilgi çekmesine rağmen, otomatik olarak femi­
nizmle özdeşleşmeyen bilim tarihçilerine ve sosyologlarına yaptığı­
mız çağrı, en azından bugüne kadar, büyük ölçüde kabul görmedi,
genellikle kaâle alınmadı bile. Özgül niyetimiz, toplumsal cinsiyetin
sosyal işlevini toplumsal bilim incelemelerine dâhil etmek olduğu öl­
çüde, bilhassa başarısız olduğumuz ortaya çıktı. Sadece vahametin bir
göstergesi olarak, “kadınlar”, “feminist/feminizm” ya da “toplumsal
cinsiyet” anahtar kelimelerinin her biri için, Social Studies o f Science
dergisinin 12 yıllık sayılarını taradım . Tek bir giriş vardı; adı şuydu:
“Doğa Bilimlerinde Kadın Üniversite Hocaları, 1971-72”.' Bu ola­

1 Bununla birlikte başka bir giriş, bilgisayarda yok oldu. Şubat 1987’de Social
Studies of Science Sara Delamont’un bir yorumunu yayımladı; “Three Blind
Spots? A Comment on the Sociology of Science by a Puzzled Outsider” adlı
bu yazıda yazar, bu ve diğer üç (Britanya) dergisinde yaptığı araştırmaya da­
yanan benzer bir gözlem yapar. Bu dergilerde feminist araştırmacılığın bariz
yok sayılmasına karşı ISIS dergisi hoş bir karşıtlık sergiler. Benim bu dergi­
nin 12 yılı boyunca aynı anahtar kelimelerden yaptığım paralel araştırma 30
girişle sonuçlandı.
ğanüstü kayıt düşünüldüğünde, Sal Restivo’nun çağrısını almaktan
-v e kabul etm ekten- duyduğum hoşnutluğu anlayacaksınız; bu daveti
başarısızlığımızı incelemek için bir fırsat olarak yorumlamayı seçmek­
le, umarım, düzenleyicilerin çağrılarından ötürü pişmanlık duymala­
rına sebep olmam. Başka bir deyişle, bu fırsatı, bilim hakkında çeşitli
feministlerin perspektiflerini özetlemeye kalkışmaktansa, kendisini
doğa bilimlerinin sosyal dinamikleriyle -yani toplumsal bilim incele­
m eleriyle- ilgili gören disiplinin, toplumsal cinsiyeti önemli bir analiz
kategorisi olarak kabul etmekte sergilediği daha genel gönülsüzlüğü
incelemekte kullanmak istiyorum.
M uhakkak ki insanların feminist eleştirinin iddialarıyla yaşadıkları
güçlüğün bir bölümü, basitçe (ya da bazen olduğu gibi hiç de basitçe
değil) bir anlayış meselesidir: Feminist akademisyenler toplumsal cin­
siyetle ne kastetmektedirler? Concise Oxford Dictionary, isim olarak
kullanıldığında, “toplumsal cinsiyet”in bir gram er sınıflaması anlam ı­
na geldiğini söyler, ayrıca “cins/seks/sex” şeklinde şakacı hınzır bir
anlam da taşıdığını ekler. G ram er sınıflamasıyla daha az ilgili olan
(ve belki daha az hınzır da olan) biyologlar, normalde kelimeyi “cins/
seks/sex” ile birbirinin yerine kullanırlar.2 Fakat m odern feministler
için, kendileri açısından kesinlikle kilit bir terim olduğundan “top­
lumsal cinsiyet”, gramer sınıflaması ya da cinsiyet değil, toplumsal bir
sınıflamadır.
Gerçekten de feministler ilk kullanmaya başladıklarında (1970’le-
rin ortalarında), terimi cins (sex) ile açık bir çelişki içinde kullanmışlar­
dı. Niyetleri, yetişkin erkek ve kadınların gelişiminin biçimlenmesinde
biyolojik olmayan (yani toplumsal ve kültürel) faktörlerin önemini öne
çıkarmaktı. D onna Haraway’in (yayımlanacak üzere olan) ifadesiyle,
“Toplumsal cinsiyet, cinsel farkın doğallaştırılmasına karşı durmak
için geliştirilmiş bir kavramdır.” Fakat Haraway’in de vurguladığı
gibi, feminist kullanımda bile çabucak çeşitli anlamlar (ya da odaklar)
alabilen bir kavramdır. Mesele, sadece biyolojik cins(iyet)e toplumsal
cinsiyet kategorisi (ya da kategorileri)3 üzerinde ne kadar kısıtlayıcı

2 Başka dillerde mesela Fransızca ya da İspanyolca konuşanlar için toplumsal


cinsiyet getire ya da genero diye çevrilir, bu da safı formel ya da gramer anla­
mına atıf yapmaktır.
3 Toplumsal cinsiyetin feminist yorumları, biyolojik farka dayanan katego­
rilerle toplumsal ya da söylemsel fark pratiğine dayanan kategoriler arasın­
da bocalama eğilimindedir. Modern feministler toplumsal cinsiyetin cins ile
eşitlenmesinin reddinde epey tutarlı olmalarına rağmen, toplumsal cinsiyet
güç verildiği konusundaki ihtilaflarla kalmamış, ayrıca, ve çok daha
önemlisi, farklı feministler, bu çoklu-etkiye sahip kategorinin hizmet
ettiği farklı toplumsal işlevlere odaklanmaya başlamışlardır.
Başlangıçta, erkek ve kadın bireylerin psiko-sosyal gelişimini yön­
lendiren bir kültürel norm olarak toplumsal cinsiyete odaklanılırken,
feministlerin dikkati, kısa süre içinde erkekler ve kadınlar arasındaki
toplumsal (ve cinsel) ilişkileri organize eden kültürel bir yapı olarak
toplumsal cinsiyete (mesela Rubin 1975; MacKinnon 1982) ve so­
nunda da kadınları, işlerini ve işleriyle ilişkili değerleri, kültürel olarak
norm atif nesnellik, ahlâk, yurttaşlık ve hattâ insan doğası tanım ların­
dan koparan bilişsel ve duygusal emeğin cinsiyetçi işbölüm ünün te­
meli olarak toplumsal cinsiyete çevrildi.4 Bu şekilde toplumsal cinsiyet
ve toplumsal cinsiyet normları, aynı anda hem içinde yaşadığımız hem
de inşa ettiğimiz toplumsal ve doğal dünyaların zihinsel ve söylemsel
haritalarının -h a ttâ kadınların asla girmedikleri bu dünyaların bile-
sessiz organizatörleri olarak görülmeye başlandı.5
Toplumsal cinsiyetin bu son anlamıdır ki, çağdaş feminist bilim
eleştirilerinin (ya da hiç değilse, benim kendi çalışmamı özdeşleştir­
diğim eleştirinin) başlangıç noktasını oluşturur ve “bilim-toplumsal
cinsiyet sistemi’ (diye adlandırdığım) sistemi birlikte oluşturan bağ­
lantıların ve ayrıklıkların oluşturduğu etkileşimli ağm köklerini, dina­
miklerini ve sonuçlarını inceleme görevi”nin (Keller 1985, s. 8) çerçe­
vesini çizer. Gerçekten de, feminist teorinin hakiki radikal potansiyeli,
toplumsal cinsiyetin bu son anlamının teşhis edilmesinde bulunmalı­

kategorisinin tanımlanmasında biyolojik cinsin nasıl önemli bir rol oynadığı


konusunda aralarında bir mutabakat olmaması, belki de feminist çevrelerin
ötesinde, “cins” ve “toplumsal cinsiyet”in birbirinin yerine kullanılarak oku­
manın sürdürülmesi şeklindeki yaygın eğilime katkıda bulunmaktadır.
4 Feminist araştırmacılar/akademisyenler, kültürel olarak homojen belirli sis­
temler içindeki toplumsal cinsiyet normlarının birleştirici gücünden uzaklaşıp,
görünüşte üniter kültürler içinde sınıf ve ırkın homojen olmayışlarıyla olduğu
kadar kültürel farkla da ortaya çıkan çok önemli değişkenliğe odaklarım kay­
dırmaya başlayınca, toplumsal cinsiyet tartışmaları daha da karmaşık bir hal
almıştır. Fakat kültürel olarak homojen olduğu söylenebilecek az sayıdaki
dünyanın -modern bilimin hemen hemen tamamen beyaz, orta sınıf ağırlıklı
Avrupa merkezli dünyasının—sınırları içinde de toplumsal cinsiyetin ve top­
lumsal cinsiyet normlarının gücüne dair analiz sadece yapılabilir değil ayrıca
görece basittir de.
5 “Toplumsal cinsiyet” teriminin bu çoklu fakat etkileşimli anlamlarının yarar­
lı bir özeti için, mesela bkz. Harding (1986).
dır; toplumsal cinsiyetin, “alternatif siyasi söylem ve eylem için kritik
bir ilk adım” (Di Stephano 1987) -özel olarak da, tam da o sessizlik­
leriyle, alternatif bilimsel söylem ve pratiğin eklemlenmesini önleyerek
işleyen bilimin toplumsal inşasının sessiz boyutlarını ortaya serecek
bir ilk ad ım - olarak kullanımını mümkün kılan budur.
Ancak, yine toplumsal cinsiyetin bu son anlamıdır ki, en kısa öm ür­
lü görünürlüğe sahiptir: Gerçekten de, en etkili olduğu yerde, kendi
massedilişi sonucunu yaratacak şekilde işler. Toplumsal cinsiyetin
bu simgesel eserinin, bilim tarihçileri ve sosyologları arasında bile bu
derece yaygın olan, “toplumsal cinsiyet”in aslında “kadınlar” demek
olduğunu (yani “toplumsal cinsiyet ve bilim”in tekrar tekrar ve yanlış
olarak “kadınlar ve bilim” e çevrilmesindeki gibi) zımnen varsayan o
gayet kendine özgü eğilimden sorumlu olduğunu bile savunacağım.
İzin verin açıklayayım.
Durum karşısında böylesi bir çeviri; bir hataya çanak tutmaktan
ibaret gibi görünür, ama bu, alttaki hakikati yansıtan bir hatadır.
“Toplumsal cinsiyet” teriminin kendisinin prensipte toplumsal cinsi­
yetsiz -yani simetrik olarak erkeklere ve kadınlara, eril ve dişil alanlara
uygulanabilir- bir terim olmasına rağm en ve birçok erkek akadem is­
yenin toplumsal cinsiyetin ve toplumsal cinsiyet normlarının, sosyal,
siyasi ve doğal kozmolojilerimizin yapılandırılışındaki rolünün sorgu­
lamasına girişmiş olabilecek olmasına rağmen, toplumsal cinsiyetin bu
yönünün tanınması, pratikte tam da kadınlara -özellikle de feministle­
r e - düştü ve bunun gayet basit bir nedeni vardı. Böyleydi, çünkü sade­
ce feministler şu soruyu soruyorlardı: Kadınları ve kadınların işini ka­
musal (akademik, yasal, ahlâki, siyasi, bilimsel) söylemde görünmez
kılan fark nedir? Yani, sadece bu alanlarda yerleşik olmayan kadınlar
için değil, fakat oralardaki erkekler için de bunu ortaya çıkaran fark
nedir? Gerçekten de, kısa sürede apaçık hale geldi ki, toplumsal cin­
siyetin rolünün sessiz hale gelmesi, erkek kültürüyle ilişkili normların
evrensel olarak alınmaya başlanması ve fark hakkındaki sorunun nor­
mal olarak ortaya çıkmaması (çıkamaması), kesinlikle kadınların ve
kadınların işinin bu söylem alanlarındaki görünmezliğinden ötürüy­
dü. Toplumsal, siyasi ve bilişsel anlamda şimdi sorm akta olduğumuz
toplumsal cinsiyet sorusu, -konvansiyonel olarak eril dünyalardaki
toplumsal cinsiyet yapılarının geçerliliği so ru su - başka dünyalar da
olduğunu, yani aslında iki toplumsal cinsiyet bulunduğunu görebildi­
ğimiz zaman, -başka bir deyişle, sadece geleneksel olarak kadınlara ve
kadınların eserine ait olan dünyalar, norm atif söyleme dâhil edildikten
sonra-, sadece o zaman ortaya çıkar ve sadece o zaman anlam taşır. O
zamana kadar toplumsal cinsiyet sorusu, ancak kadınların fiilî varlığı
ya da yokluğu hakkında bir soru olarak anlaşılabilir.
Dolayısıyla, ne kadınların işiyle ne de kadınların işiyle ilişkili değer­
lerle kendini ilişkilendiren ama geleneksel olarak hemen hemen tam a­
men erkek işi olarak görülenle -yani bilim le- ilişkilenen bir söylemde
bu anlamda bir toplumsal cinsiyet sorusunun kolayca köklenmemesi
şaşırtıcı değildir; böyle bir soru gerçekten de anlaşılmaz; ve anlaşılmak
şöyle dursun kadınlar ve bilim hakkında bir soruya çevrilir. Fakat bi­
zim çeviride neyin kaybolduğunu anlamamız ve üzerinde durmamız
gerek. Bilim, erkek (insan) işinin özel bir türü olarak düşünmeye baş­
lamış olmamız marifetiyle, geleneksel olarak bir erkekler dünyasıdır:
insanlarla değil nesnelerle çalışan, sosyal olarak değil özerk olarak
çalışan, duyguyla değil akılla çalışan, başka bir deyişle, kendileri de
toplumsal cinsiyet kutupluluğunun temelleri üzerine inşa edilmiş iki­
li karşıtlıklarla sâdık bir uyum içindeki erkekler olan bilimciler, bize
“erkek gibi düşünm ek” olarak görmemiz öğretilmiş şu malum tarzda
düşünürler; yani, onlar, erkekliğin özünü bedenlerinden ziyade zihin­
lerinde (kaslarından ziyade beyinlerinde) bulma eğiliminde olan er­
keklerdir.
Geçmişte, kadın bedeni taşıyan insanların kadın zihni de taşıdığı
genellikle varsaydırdı ve böylece kadınlar bilimsel mesleklerde pek hoş
karşılanmadılar. Fakat son yıllarda Platon’un uzun süre önce önerdiği
ve Descartes’ın doğruladığı şeyi keşfettik; yani “tıpkı erkek gibi” d ü ­
şünmeye m uktedir kadınlar da vardır ve dahası, böyle kadınların dış­
lanması, açıkça ayrımcı pratiğe çanak tutar. Ve bu zihinsel kapasite­
lere sahip kadınların ancak şimdi, yirminci yüzyıl sonunda varolmaya
başlaması muhtemel olmadığı için de, bu ayrımcı pratiğin geçmişte
fiilen hüküm sürdüğü varsayılmalıdır.
Bugün bile, böylesi bir imâ pek çok bilimciyi sinirlendiriyor -m e s ­
leklerinin dürüstlüğüne atılmış bir iftira gibi görünüyor. Ve bilim ta ­
rihinin daha ziyade bağımlı (kimileri asalakça bile diyebilirdi) bir di­
siplin olduğu günlerde, böylesi imâlar bilim tarihçilerini de neredeyse
aynı ölçüde sinirlendirirdi; o halde bilimde kadınların tarihi, m eşru bir
“tarihsel” sorgulama olarak değerlendirilmemiştir. Fakat şu günlerde,
her şey değişmiştir. Bilim tarihçilerinin doğa bilimlerinden bağımsız­
laşması, disiplinlerinin yeni ortaya çıkan toplumsal bilim incelemeleri
alanıyla bağ kurmasıyla birlikte hatırı sayılır ölçüde artmıştır. Bu, top­
lumsal bilim incelemelerinin, akademide statüsünün yüksek olmasın­
dan değildir, daha ziyade bilimsel anlatının otoritesine -epistem olojik
hegem onyasına- büyük bir meydan okuma üretmiş olmasındandır. O,
(daha geleneksel sosyologlara ve bilim felsefecilerine olduğu kadar)
bilim tarihçilerine de kendilerinin doğa bilimciler değil, sosyal bilim­
ciler olduklarını, dolayısıyla kendilerine uygun konunun doğal dünya
değil, sosyal bir dünya -özgül inançları ve pratikleri olan insanların,
bilimcilerin bir dünyası (bkz. Harding 1986, s. 3 4 ) - olduğunu hatır­
latan alternatif bir epistemolojik duruşun eklemlenmesini gerçekleş­
tirmiştir. Bu, tarihçiler ve sosyologlar için iyidir çünkü onlara bilimci­
lerin erişemediği bir uzmanlık alanı verir. Bu bakış açısından, bilimde
kadınların tarihi, yeni bir yön kazanır: Şimdi, bilimsel aktörlerin “top­
lumsal” yerinin bir diğer göstergesi daha, içeriye buyur edilmiştir.
Fakat bu aydınlanmış duruş, beraberinde ilginç bir tür silmeyi de
getirir. Bilimin artık, sadece bir erkekler dünyası olarak görülmediği,
gerçekten de bunun giderek daha az ileri sürülebileceği doğrudur; bu,
belirli türden - “erkek gibi düşünm ek” diye adlandırmaya alıştığımız
ama günümüzde, bu retoriğin kendisi ayrımcı olarak tanınmaya baş­
ladığı için artık böyle söyleyemediğimiz- bilişsel özelliklere sahip er­
keklerin ve kadınların (ama yine de büyük ölçüde erkeklerin ve belirli
erkek kesimlerinin) dünyasıdır. Ve bilimde kadınlar konusunun bilim
tarihinde artık tabu olmadığı da doğrudur. Fakat tabu olmak yerine
marjinalliğini etkinlikle garantileyen bir şekilde yeniden biçimlendiril­
miştir. Bu denkliğe yönelik (artık çifte) harekette silinmiş olan şey, çağ­
daş feministlerin sormak istedikleri sorulardır, yani şu sorular: Sadece
kadınların değil fakat kadın işiyle ilişkili tüm değerlerin tarihsel olarak
dışlanmasıyla bilimin gelişimini halihazırda oluşturmuş olan fark ne­
dir? Bilimsel algının “erkek gibi düşünm ek” olarak yaftalanmasının,
(300 yılı aşkın süredir böyle konuştuk) bilimsel düşüncenin tanımı ve
pratiği için sonuçları nelerdir? Kültürel olarak kadınlar katına indiri­
len ve geleneksel işlerinin bir parçası olarak kadınların mecburiyet­
ten yaşama geçirmek zorunda kaldıkları düşünmenin (ya da ifadenin
paranteze almaya niyetlendiği zihinsel faaliyet her ne ise onun) türü
nedir? En azından retorik olarak eşitlikçilik çağında, “erkek gibi dü­
şünm ek” gibilerden ifadeleri (şimdi sadece düşünm ek diyoruz buna)
kullanmanın kabul edilmez olduğu bir zamanda, (eski deyimle) “kadın
gibi düşünm e” olarak adlandırılmış olan ama günüm üzde (yeni de­
yimle) düşünm e diye bile adlandırılamayan şey hakkındaki sessizliğin
ya da dışlamanın sonuçları hakkında soru sorm ak imkânsız hale ge­
lir: Gerçekten de tortusal anıların dayanıklılığı yüzünden değil midir,
sorum uzu oluşturmaya bile m uktedir olmayışımız?6 D oğrusu olup
bitenler, hiç değilse ironiktir: Cinsel eşitlik retoriğinin -başlangıçta
kadınların bilimde yer alma davasını (ve muhtemelen, bilim tarihinde
“bilimde kadınlar” konusunun işlenmesini de) teşvik etmekte öylesine
etkili olmuş o lan - bizzat kendisi, tam da bazı kadınların günüm üzde
kabul edilmeye başlandığı alandaki toplumsal cinsiyet normlarının ta ­
rihsel olarak sosyal, siyasi ve bilişsel işlevini susturm akta kullanılmış­
tır. Pozitif eylem adına, bu üstün konum dan -eskiden sadece evrensel
olduğu söylenen normların, yani “insan/erkek” terimini evrensel gö­
rürken alıştığımız gibi evrensel görülen normların evrenselliğine mey­
dan okumayı (güçbelâ) m üm kün kılan konum dan- olgunlaşmadan
yani tam amlanmadan vazgeçildi. Kesinlikle analitik bir araç olarak
toplumsal cinsiyet, iki düzeyde kazıyı kolaylaştırır: İlkin kadınlarla öz-
deşleştirildiği için (yani erkeklerle değil de) evrensellik normlarından
dışlanmış olan değerleri görmemizi sağlar; ve İkincisi, dünyanın ikili
karşıtlıklara, yani eril ve dişil karşıtlıklara bölünmesi sürecinde dışlan­
mış olan değerleri görmemizi sağlar.
Fakat burada, toplumsal cinsiyet probleminin bu (klasik) çözü­
m ünde, belirtilmesi gereken başka bir zorluk daha var. Ben cinsel eşit­
likten yanayım, özellikle de tüm kadınları kapsayacak şekilde genişle-
tilirse. Fakat son birkaç yıldır, eşitlikçi retoriğin (cinsel ya da ırksal)7,
bazıları için fırsatların artm asında kesinlikle etkili olurken, nasıl olup
da diğerleri için süregiden ve hattâ zaman zaman artan adaletsizlikleri
kararttığını giderek daha çok fark etmeye başladık. Şu nokta, basm a­

6 Bir dizi yazar bu güçlükten açıkça söz etmiştir. Mesela Genevieve Lloyd
(1984, s. 104) şöyle yazar: “Ve dışlamanın bir türünün reddinde, (bu) cevap
tarzı diğerinin pekişmesine yardım edebilir. Çünkü bu şimdi, zımnen, gele­
neksel olarak kadınlıkla ilişkilendirilen dışlanmış karakter özelliklerinin alçal-
tılmasını kabul etmek, ve ciddiye alınmaya lâyık tek insani mükemmelliğin
ve değerlerin erkeklikle ilişkilendirilmekte olan faaliyetler ve ilgiler dizisinde
örneklenenler olduğu varsayımını onaylamak gibi görünür.” Gerçekten de,
geleneksel olarak kadınlara tahsis edilmiş olan tüm alanın artık yok olma teh­
didi altında bulunduğu, hiç kimsenin bakım ve yetiştirme işini yapmayacağı
bir kültüre -mekanizasyonun hayat-verme alanına bile yayıldığı- hızla yak­
laştığımız ileri sürülebilir (Bkz. Mesela Jordan 1981).
7 Mesela, sosyo-ekonomik alandan çarpıcı kanıtlarımız, eşit haklar retoriğinin
son yirmi yılının, bazı kadınların (beyaz ve siyah) ve bazı siyah erkeklerin sta­
tüsünde bir yükselmeyi nasıl kolaylaştırdığını, fakat çok daha keskin biçimde,
kadınların ve siyah erkeklerin çoğunluğundan oluşan yeni ezilen sınıf dışıların
(underclasses) ortaya çıkışını önlemekte başarısız olduğunu gösteriyor. (Bkz
mesela Ehrenreich ve Piven 1984; Piven 1984; ve şimdi Wilson 1987).
kalıp fakat önemlidir: Eşitlik dili, kendi başına eşitlikçiliği güvence-
lemeye yetmez. Ve hâlâ (tarihçiler ve bilim sosyologları gibi) pek çok
bilimcinin erkek ve bakım emeği sorumluluğunu üstlenenlerin çoğu­
nun da hâlâ kadınlar olması, tesadüf değildir; kendimizi -kelimeleri
kaybetmiş olmamıza rağm en- zımni toplumsal cinsiyet normlarının
işbölümünün devam ettirilmesinde oynamayı sürdürdükleri rolle öz­
deşleştiremez halde bulabiliriz.
Umuyorum ki alenen cinsiyetçi bir dile geri dönüşü savunmadığım
açıktır. Gerçekten de, açıkça cinsiyetlendirilmiş bilimsel söylemden
feragâtin, daha insani (yani “toplumsal cinsiyetten azade/arınm ış”)
-v e o halde belki de daha m üşfik- bir bilimin yolunu açacağını um ­
muştum, aslında. Fakat toplumsal cinsiyetsiz bir dünya tahayyül et­
menin birden fazla yolu var ve fiili değişimin akışı, başlangıç noktası
yaptığımız politikaya kritik biçimde bağlı. Özelde de, birkaç kadını ve
kelimeyi entegre etmenin, farklı bir değerler dizisinin, yani bu kadın­
ların ve kelimelerin mecburen arkada bırakmak zorunda kaldıkları
kültürün değerlerinin dayattığı meydan okumayı karşılamaktan çok
daha kolay olduğu gayet açık hale gelmiştir. Ayrıca retorik ve göster­
melik entegrasyonun, ıskartaya çıkarılmış bu önceliklerin algılanması­
nı bloke etmekte kullanılabildiği ve hattâ karşıt değerlerin çıkarlarının
emrine koşulabildikleri de aşikâr hale gelmiştir.
Bir kez toplumsal cinsiyetin (hem tanımsal hem işlevsel anlamıyla)
temel sosyal niteliği tanındığında, dünya değişirken, toplumsal cinsi­
yet normlarının rolünün ve içeriğinin de değişeceği açık hale gelir.
Böylelikle, m odern bilimin (ve m odern dünyanın) oluşum unda eski­
den rol oynamış olan belirli toplumsal cinsiyet ideallerinin (ki artık
onların geleneksel olduklarını düşünüyoruz, oysa bir zamanlar yeni
idiler) rolü de, bu şekilde geliştirdiği bilimin açıktan başarısıyla ken­
disi de dönüşmüş bir dünyada aynı anlamı taşımayacaktır. Kadınlar
azaltılamayan (hattâ tehditkâr/habis) bir tür gücün sahibi olarak al­
gılandıkları zaman -eğ e r bu sadece hayatı taşımaları/hayat vermeleri
yüzünden ise - o zaman bu, başka bir alanın, eril gücün alanının sınır­
larını çizmekte stratejik olarak etkin olmuş olabilir. Fakat kadınların
artık özgül türden güçlere sahip görülmedikleri, artık hayatı taşım a­
nın/hayat vermenin bile zorunlu olmadığı bir dünyada, bilimsel gücü
eril terimlerle tanımlamak da artık zorunlu olmayabilir. Başka bir de­
yişle, alanların açıkça işaretlenmiş ayrımının, bilimin büyüyen özerkli­
ğini ve otoritesini desteklemekte zorunlu görüldüğü (ve karşılığında
bilimin özerkliği ve otoritesiyle desteklendiği) bir dünya; bu dünya a r­
tık yok. Bugün bilimin kudretine (hizmetindeki tüm değerleriyle bir­
likte) tartışılmaz bir kılavuzluk atfedilmektedir. Böylesine dönüşmüş
bir dünyada, eski dönemin aleni cinsel sınırlamalarına da artık gerek
olmayabilir. Belirli bir bakış açısından -fem inizm le alâkası olmayan ve
hattâ geleneksel olarak kadınlarla ilişkilendirilen değerlerle daha bile
az alâkası olan bir bakış açısından-, işlevsiz hale gelmiş bile olabilirler.
Şurası kesindir ki, bu stratejileri-optimize-etme dünyasında, kimileri
alanlar arasındaki ayrımın belirtilmemesinin (en azından bunların cin­
siyetle belirtilmemesinin), insan kaynaklarının daha etkin söm ürüsü­
nü kolaylaştıracağını savunmaya başlayacaklardır.
Bu bağlamda, son yıllarda bilimde kadınlar için fırsat artışının baş­
langıçta feministlerin talepleriyle ya da kadınların daha barışçıl de­
ğerleri bilime tanıtacağı umuduyla tetiklenmediğini, daha ziyade doğ­
rudan doğruya soğuk savaştan büyüyen artan bilimsel “insan-gücü”
ihtiyacıyla tetiklendiğini hatırlamak, uyarıcı olacaktır. Günüm üzün
kadın bilimcilerinin çoğunu dâhil etmek için duyulan âcil itki -m esela
benim dâhil oluşum - uzay yarışından gelmişti. Elbette ki, böyle bir
tarih, bu şekilde dâhil edilmiş kadınların fiilî olarak kendi hedeflenmiş
görevlerini yerine getirmelerini garantilemez (bazıları yaptı, bazıları
da yapmadı); bununla birlikte aşk/sevgi ile savaş arasındaki ve bunun­
la koşut olarak işbirliği ile rekabet arasındaki cinsiyetlendirilmiş (ve
toplumsal cinsiyete dayalı) uzun dönemli geleneği kaçınılmaz olarak
istikrarsızlaştırır. Bunun gibi, toplumsal cinsiyet normları hakkmdaki
sorularımızı kadınlar hakkındaki sorularımızla ilişkisizleştirir.8
Mücadele ve rekabet gibi bir zamanlar cinsiyetlendirilmiş bu tü r­
den değerlerin evrensel değerler olarak genişletilmesi, öteki alanlarda
da görülebilir. Mesela, sadece birkaç dakika önce, ben kendim, bi­
limde kadınlar öznesinin tarihsel çalışmalardaki kabulünü betimlerken
tarihçiler ve doğa bilimciler arasındaki kavgacı çekişmenin terimleriy­
le konuştum. Böylesi çekişmeler -m eslekî, ulusal ya da hattâ bireysel
hesaplar nedeniyle- inkâr edilemez biçimde gerçektir. Ve kadınlar
kendileri de, kısmen altta yatan sosyal, ekonomik ve siyasi dinam ik­
lerin aynı şekilde reddedilemezliği yüzünden, kendilerini bu çekişme­
lere katılmaya tamamıyla yeterli görmektedirler (Bkz, mesela Latour
1987; Latour ve Woolgar [1979] 1985). Fakat ayrıca bu türden mü-

8 Kadınlar ve askeriye arasındaki ilişki hakkındaki sorularla, dikkate değer ya­


kınlıkta bir paralellik görülebilir. Orada, basitleştirici soru olarak mesele şöyle
ifade edilebilir: Kadınlar mı orduyu “insanileştirir” yoksa ordu mu kadınları
“insandışılaştırır”?
caddelerin âşinâ gerçekliğinin onları, “şehirdeki tek oyun” haline ge­
tirmediği de, kendilerini destekleyen disiplinler (ister doğa bilimi ister
bilim incelemeleri olsun) için özsel ya da hattâ üretken olduklarını
bile göstermediği de vurgulanmalıdır. Böyle olduklarını ileri sürmek,
doğalcı hatanın bir versiyonunu tamama erdirmektir; geçmişte erkek­
ler dünyasına özgü olarak işaretlenmiş olanı evrensel olarak kabul e t­
mektir, toplumsal deneyimin belirli bir türünü doğallaştırmaktır. Ve
feministlerin bilimde toplumsal cinsiyetin tarihsel gücü olarak ortaya
koydukları, tam da bu eğilimdir.
Başka bir deyişle, feminist teorinin ortaya attığı sorular -a rtık hem
bilim hem de bilim incelemeleri hakkındaki düşünüşüm üz açısından-
bilimde kadınların bulunuşu ya da yokluğu hakkındaki soruların, yani
kadınların bilimciler haline geldikçe beraberlerinde geleneksel olarak
ilişkilendirildikleri değerleri de getirecekleri naif beklentisinin (çoğun­
lukla getirmeyeceklerdir) ötesine geçerek, (doğanın ve bilimin) yo­
rumlayıcı yapıların (ın), yani bilgi (si) nin, belirli kültürel değerlerin (ya
da normların) evrensel, doğal ve kaçınılmaz olarak kayıtsız şartsız ka­
bulüyle nasıl biçimlendirildiği hakkındaki sorulara dönüşür. Önce eril
olarak ve ancak ondan sonra evrensel olarak kodlanan rekabet dili bize
bu noktada başlı başına bir örnektir. Bu, bize, (Nancy H artsock’un
ifadesiyle) “soyut erkeklik”in (abstract masculinity) işgören bir ö r­
neğini sunar; aynı zamanda da toplumsal cinsiyetin kullanımlarına
yöneltilmiş belirgin analitik dikkatin nasıl sessizliğin zımnen tamama
erdirdiği işi bozmaya -yani alternatif bir söylem için alan yaratm aya-
yarayabileceğini örneklemeye de hizmet eder. Örneği somutlaştırmak
üzere, rekabetin hem norm atif hem de evrensel olarak kabul edilişi­
ni (ve buna koşut olarak alternatiflerin dışlanışını) vurgulayacağım,
ki bu, iki alanın hâkim yorumlayıcı yapılarında -ilkin doğanın belirli
evrimci betimlenmelerinde ve İkincisi bilimcilerin belirli sosyolojik be­
timlenmelerinde—görülebilir.
Eğer bilimciler geleneksel olarak, belirli bir değerler dizisini (mesela
rekabet) imtiyazlandırarak yetiştirilmiş erkeklerse, (en azından canlı)
doğanın bilimsel temsillerinin, alternatif olanın (işbirlikçi, karşılıklılığı
esas alan ya da birlikte yaşayan/simbiyotik) sadece yeterince incelen­
mediği ve eksik temsil edildiği değil, ayrıca, belirli standart âdetler
gereği asla temsil edilemez sayıldığı noktaya dek rekabetçi etkileşim­
leri imtiyazlandırma eğiliminde olduğunu bulmak, belki de şaşırtıcı
değildir. Bilimsel araştırmanın hayli rekabetçi ortamlarda yürütülmesi
ise daha da az şaşırtıcıdır. İlk durum da bilimcilerin kendi doğa tem ­
sillerine kendi kültürel (ve ideolojik) damgalarını nakşettikleri (benim
doğalcı hata dediğim budur) söylenebilirdi; ikinci durum da ise kendi
toplumsal etkileşimlerine damgasını vuran şeyi kurallaştırıyorlar sade­
ce, denebilirdi. Ve sosyologlar ve antropologlar, laboratuarların için­
de “gerçekte ne olduğu”ndan bizi haberdar etmek suretiyle bu etki­
leşimleri betimledikleri zaman, (doğa bilimcilerin aksine) sadece iyi
bilimciler (“daha iyi” diye okuyun) olurlar. Ancak yorumlayıcı yapıla­
rın çarpıklığının, doğa bilimciler için olduğu kadar sosyal bilimciler
için de bir risk olduğu kesindir ve Latourcu bilim betimlemelerindeki9
kavgacı etkileşimlerin birincilliği (ya da hattâ her yerde hazır ve nâzır
oluşu) ile doğanın evrimci betimlemelerindeki rekabetçi etkileşimlerin
birincilliği arasındaki belirgin bir koşutluk bulunduğunu önereceğim.
Gözlemciler, ister bilimin epistemolojik başarılarının, bir araya ge­
lip bu kavgacı çekişmelerde etki oluşturabilen göreli “kudret”inden
geldiğini önersinler, ister (farklı türden bir örnek verilirse) kadınları
daha rekabetçi olmak üzere yeniden eğitmek suretiyle başarılı kadın
bilimcilerin eksik temsilinin telafisini önersinler, her iki durum da da,
zımnen, kavgacı davranış örüntüsünü norm atif ve bilimsel üretkenlik
için zorunlu saymış olurlar. Böyle yaparak, bu sosyal bilimciler de do­
ğalcı hataya düşmüş olurlar. Kendi kültürel normlarını, kendi bilim
temsillerine nakşederler.
Eğer temsil seçimimiz, yalnızca her bir temsilin arkasında duran
göreli iktidara bağlı olsaydı, değişim imkânsızlaşırdı. Kudret basitçe
daha fazla kudret yaratırdı. Bence, neyse ki, iktidar, temsiller ve “ger­
çek olan”a dönük sorular arasındaki ilişkiler daha karmaşıktır. İzin
verin hatırlatma riskine gireyim; bilim eleştirmenleri de tıpkı bilimciler
gibi ikili odağa sahiptir: Birbirleri (ya da kapsamlı olarak, daha geniş
sosyal ve siyasi dünya) ve kendi görünürdeki konulan (bir örnekte
bilimin dünyası ve diğerinde doğal dünya). “İş görecek” bir araştırma
programı için etkili bir yorum (ya da açıklama) yapmak için, hem
bilimciler hem de bilim eleştirmenleri gerçekten de kendilerinin iyi
retorikçiler ve etkili ikna ediciler olduklarını göstermek zorundadırlar.
Araştırma programlarını meslektaşlarına ve elbette ki bir de ilgili fon
kurumlarına “satabilmek” zorundadırlar. Fakat bunu yaparken ba­
şarıları kısmen, programlarının etkililiğinin diğer (retorik olmayan)
göstergelerine bağlıdır. Başka bir deyişle, bu özneler ister canlı ister
cansız olsun, “sosyal” ya da “doğal” nesneler olsun, araştırmalarının
öznelerine uygunluk göstermenin ve onlarca tamamlanmanın peşine

9 Mesela bkz. Latour ve Woolgar (1979) ve Latour (1987).


düşmek zorundadırlar. Bunda da, eğer ne söylediklerini özneler işite-
mezse ya da dinlemiyorlarsa, hiçbir retorik etkili olmayacaktır.10 Ö z­
nelerle ilişkisi kopuk bir retorik, değişimi tetiklemekte kesinlikle etkili
olamaz.
Yer edinmekle ilgili faaliyetin büyük bölüm ünün -yaban hayatta,
bilimde ya da bilim incelem elerinde- kavgacı olduğu tartışmasızdır.
Fakat yaban hayattaki nihai sınama hayatta kalma ve yeniden üretim /
üremedir; yani, organizmaların, öteki organizmalarla (hem olumlu
hem olumsuz) etkileşimde kendileri ve dölleri için destekleyici ve ha-
yatı-sürdüren bir ortam inşa etme yeteneğidir. Bu, “iş görecek” bir
araştırm a programı için de böyledir; öznesiyle etkileşimi etkin olmalı
ve hem yatay hem de dikey olarak (ya da hem yandan hem de cep­
heden), gerek meslektaşlara ve gerek çok önemli bir anlamda onların
öznelerine -sadece direniş yoluyla değil" fakat ayrıca direniş dışında­
ki tepki tarzları yoluyla da gerçekliğini öne süren tam da bu özneye-
gösterilebilir şekilde yürürlükte olmalıdır.
Kaldı ki, farklı eleştirel bakışların değeri sorununun, “kudret” ya
da safça bir “hakikati söyleme” rekabetine indirgenmesi gerekmez ve
ben kesinlikle, feminist eleştirmenlerin, kendi özgül bakışları sayesin­
de daha iyi bilimciler olduklarını iddia etmek istemiyorum. Feminist
perspektif, sadece, öteki perspektiflerden görünür olmayanı görünür
kılar. Bu anlamda feminist bir perspektifin başlıca görevi, eleştirel bir
görevdir: Her nerede oluşuyorlarsa orada (yani her yerde) toplumsal
cinsiyetle kodlanmış norm atif değerlerin izini teşhis etmek:
-doğa bilimlerinin sosyal yapılarında
-doğa bilimlerinin yorumlayıcı yapılarında
—bilim incelemelerinin sosyal yapılarında
-bilim incelemelerinin yorumlayıcı yapılarında.

10 Burada bilimin özneleri ve bilim incelemeleri arasında açık bir ayrım kendi­
ni gösterir: Gerçekten de, bilim incelemelerinin biliminin öznelerinden “daha
yumuşak” olduğu söylenebilir -özellikle işlenmeye daha müsait olma özgül
anlamında bir “daha yumuşak” oluş. İnsanlar ne söylediğimize, onlar hakkın-
daki temsillerimize, onlara dayattığımız normlara seve seve karşılık verirler
-bunlar tarafından biçimlendirilirler. Buna kıyasla, elektronlar, genler ve di­
ğerleri, değişime daha dirençli olmaları anlamında, “daha sert”tirler -fakat
bu ölçüte göre kesinlikle daha gerçek değildirler (bkz. dipnot 6).
11 Mesela bkz. Latour’un (1987) hakikat ve gerçeklik tartışmaları: “Kendisini
eğip bükmeye ya da bozmaya yönelik tüm girişimlere direnen bir ibare hakiki­
dir. Herkes bunun üzerinde mutabık kalır.” Ve sonra “direnen, gerçekliktir”.
Bir kez böylesi izler -ve işaret ettikleri tıkanma noktaları- teşhis edilin­
ce, yeniden inşa çalışması başlayabilir: Görev, o zaman, perdelenmiş/
karanlıkta bırakılmış alternatif yapıların inşası için yer açmak görevi
haline gelir: Rekabetçi bir girişimden ziyade kolektif bir girişim olarak
görülebilecek, aslında böyle görülmesi gereken bir yeniden inşa. Bu
yeniden inşa projesi yalnızca rekabetçi açıdan görüldükçe, hepimizin
fazlasıyla âşinâ olduğu yerleşik egemenlerden gelen karşılığı çağrıştır­
mayı sürdürecektir; yani örtük direnişi ve dışlamayı.
Toplumsal cinsiyet, toplumsal cinsiyet normları, algı, temsiller ve
deneyim -bilim de, bilim incelemelerinde ve norm atif toplumsal hayat­
t a - arasındaki karmaşık ilişkiler dizisini örneklemek için, rekabet ve
çatışma dilini kullanıyorum. Derdimi örneklemek için bu dilin bana
neden özellikle iyi bir örnek sağladığını düşünmemin nedenleri açıktır
ve belki de bu nedenlerin bir gözden geçirilmesi, argümanımın kilit
noktalarının altını çizmeye yardımcı olacaktır.
Biz, buradaki toplumsal cinsiyet kodlamasını kolaylıkla tanıyabilir­
ken, Darwin’in dediği gibi bu kodlamanın insanm /erkeğin “doğal
doğuştan hakkı” olduğunu varsaymamız mümkün değildir. (Darwin
1934, 873-874’te şöyle yazmıştı: “Kadın, zihinsel tabiatı, esas ola­
rak da daha iyi huylu ve daha az bencil oluşu bakımından erkekten
farklı görünüyor”; çünkü, diye devam eder, “Erkek öteki erkeklerin
rakibidir, rekabetten hoşlanır ve bu kolaylıkla bencilliğe dönüşen bir
hırsa yol açar. Bu sonuncu özellikler, erkeğin doğal ve talihsiz doğuş­
tan kazanılmış hakkı gibi görünm ektedir.”) Ne de burada kodlanmış
olanın sadece toplumsal cinsiyet olduğunu ileri sürmemiz m üm kün­
dür. Darwin pek çok kere, toplumsal cinsiyet normlarının bizim Batılı
kapitalist mirasımızın organizasyonunda oynadığı rolü düşünmekten
asla vazgeçmemiş olan eleştirmenlerce, toplumsal bir etiği doğallaştır-
dığı için eleştirilmiştir. Fakat Engels, Kropotkin ve pek çok başkasının
güle oynaya göz ardı ettiğini biz artık göz ardı edemeyiz (Bu günde ve
bu çağda rekabet dilindeki toplumsal cinsiyet kodlamasını görmezden
gelmek, sapkınlığa varmaktır.)
Başka bir deyişle, rekabet dilinin analizi, fazlasıyla aşina olduğu­
muz içkin olarak rekabetçi nedensellik modeline bir alternatif talep
eder. Eğer belirleyici sebepler olarak toplumsal cinsiyet, sınıf, göreli
“kudret” ve “sadece çıplak gerçek” arasında bir seçim yapmak zorun­
da kalırsak, ya da hattâ eğer çoklu nedensellik nosyonuna başvur­
m ak zorunda kalırsak, dil, ideoloji ve bilimsel teori arasındaki ilişkiyi
kavrayamayız, çünkü bunlar bağımsız kategoriler değildir. Toplumsal
cinsiyet, sınıf, göreli “kudret” ve “gerçek/hakikat”in karşılıklı bağım ­
lılığı, çoklu, diyalektik ya da etkileşimli/interaktif nedensellik modeli
kullanmamızı gerektirir; ve bu model de karşılığında, kısaca, konvan-
siyonel modellerden çıkmış olması yüzünden, bazı insanların toplum ­
sal cinsiyet odaklı analizlerle yaşadığı ikinci tür bir zorluk kaynağına
işaret eder. Doğa bilimlerinde hâkim basit nedensel açıklama m ode­
line alışkın olan pek çok sosyal bilimci, feministler toplumsal cinsi­
yeti analitik bir kategori olarak ayrıcalıklandırdıklarmda, toplumsal
formasyonlarda toplumsal cinsiyetin nedensel önceliğini de zorunlu
olarak iddia ettiklerini varsayar. Bununla birlikte pek çok örnekte, bu­
nun, feminist araştırmacıların aklındakiyle alâkası yoktur. Gerçekten
de, etkileşimli açıklama modellerinin üstün hasletini (hiç değilse kar­
maşık sistemlerin kavranmasında) savunmak suretiyle, nedensel üs­
tünlüğün açıklama modeli olarak alışılagelmiş önceliklendirilmesine
meydan okumaya çoğumuzu yöneltmiş olan, toplumsal cinsiyet anali­
zidir; tekli (ya da birincil) neden modellerinin verimli bir biçimde an ­
cak “baskın molekül” (master-molecule) teorilerinin başka bir örneği
olarak görülebileceğini fakat hâlâ epistemolojik alanda iş gördüklerini
dahi önererek (Keller 1985). Toplumsal formasyonda toplumsal cin­
siyet ideolojisinin işlevini kavrama uğraşında, “tutkal” (glue), “rabıta”
(nexus) ya da “kilit yeri” (linchpin) gibi nosyonlar, “neden” (cause)
nosyonundan çok daha uygun metaforlar gibi görünmüşlerdir bana;
çünkü karmaşık etkileşim sistemlerinde istikrar nosyonu için kesin­
likle merkezî olan olumsal karşılıklı bağımlılık anlamını çağrıştırırlar.
Son 15 yılın feminist araştırmacıları, toplumsal cinsiyet normlarının,
toplumsal yapıların hem oluşturucuları hem de ürünleri olarak Batı
tarihi boyunca nasıl iş görmüş olduklarını tekrar tekrar göstermişler­
dir: Bunlar, diğer oluşturuculardan ve ürünlerden nedensel öncelikli-
likleriyle değil fakat, bireysel öznelliklerin çatlak ve gediklerine nüfuz
etmeleriyle toplumsal yapıları desteklemedeki özgül (belki eşsiz) yete­
nekleri sayesinde ayırt edilirler (“zamk” m etaforunun nedeni budur).
Açıktır ki, (bilişsel ya da toplumsal olsun) bilimsel yapılar da kar­
maşık etkileşimli sistemlerdir ve (faydaya, kavgacı alışverişlere, mobi-
lizasyonlara, askerî ya da ekonomik çıkarlara, duygusal ihtiyaç ya da
hakikate dayanan) basit açıklama yaklaşımları asla yeterli olamaz. Ö r­
tük toplumsal cinsiyet normlarının, bu yapıların gelişiminde ve sürdü­
rülmesindeki işlevini açığa çıkarma yönündeki her türlü gerçekçi uğ­
raş, örtük normların, beklentilerin ve çıkarların hiçbir zaman bilimsel
yapıların basit nedenleri (ya da belirleyicileri) olarak iş görmediklerini
fakat bunların daima diğer çıkarların -fayda ya da öngörme değeri gibi
açık çıkarlar d âhil- dolayımıyla ve diğer çıkarlara dolayım oluşturarak
iş gördüklerinin kavranmasıyla başlamak zorundadır. Mesela, gele­
neksel beyaz, orta sınıf eril benlik idealleri ile, zorunlu olarak (hattâ
tanım gereği) özerk ve rekabetçi olan (post-Darwinci olduğu kadar)
Darwinci üniter biyolojik “birey” betimlemeleri arasındaki benzeşimi
göstermek görece kolaydır. Biyolojik gerçekçilikte sonuç olarak orta­
ya çıkan maliyetleri izlemek de güç değildir: Özelde, bu türden betim ­
lemelerin altını oyan organizmalar arasındaki (ya da organizmalar ile
çevre arasındaki) tüm etkileşimlerin göz ardı edilmesi (mesela form
tutm a/fıtness tartışmalarında cinsel üremenin, matematiksel ekoloji
tartışmalarında karşılıklılığın, ya da kıtlık tartışmalarında etkileşim­
li kaynak yaratımının göz ardı edilmesi) (Mesela bkz. Keller 1987,
1988). Fakat hiç kimse, çağdaş evrim teorisinin şeceresinin, “Hob-
besçu insan/erkek” tarafından temsil edilen belirli bir türden siyasi
ve ekonomik aktörle ailesel benzeşimini de ortaya çıkartmaksızın ta ­
mamlanacağını ileri sürmüyor. Kaldı ki, toplumsal mirasın bu farklı
hatlarının (mesela toplumsal cinsiyet ya da sınıf) göreli ağırlığı üzerin­
de tartışm ak sadece abesle iştigal olmakla kalmaz, -bunların arasın­
daki (ya da içlerindeki) yoğun karşılıklı bağımlılık ve iç içe geçmişlik
düşünüldüğünde- sonuçta, konu dışıdır da.
Asıl nokta (bilimin tüm sosyal eleştirmenlerinin çıkarlarının birleş­
tiği söylenebilecek olan nokta) şudur: Farklı bir evrim teorisi -k ıy as­
lanabilir açıklama gücüne sahip fakat farklı türden çıkarları yansıtan
gözlemlere dayanan bir te o ri- neye benzerdi? Mesela doğa bilimlerin­
deki toplumsal ve bilişsel yapıların evrimine ilişkin betimlemelerimizi
bilimcilerin biyolojik evrim hakkmdaki betimlemesinden ödünç almak
yerine, belki de, şeylerin düzenini tersine çevirebilir ve bilimsel bilgi­
nin gelişimine ilişkin kendi gözlemlerimizden hareketle yeni bir tür
evrim modeli eklemleyebiliriz. Açıktır ki, çıkardan azade bir betimle­
me -biliyoruz ki, im kânsızdır- umamayız fakat daha geniş bir çıkarlar
bileşimini yansıtan yaklaşımlarla zenginleştirilmiş bir betimleme um a­
biliriz. Böylesi bir farklı betimleme de, karşılığında bizzat biyologların
doğa betimlemeleri için kullanışlı bir model bile sağlayabilir.
Bu, bilimin yerine siyaseti ya da hakikatin yerine çıkarları geçirme
önerisi değildir. Daha ziyade, hakikat hakkındaki düşünüşüm üzde
arzunun ve çıkarın rolünü, ve tersine de çıkarlarımız hakkmdaki dü­
şünüşüm üzde hakikatin (benzeri olan bir şeyin) önemini - h e r şeyden
önce de, temsiller ile bizim bu temsilleri çıkarlarımız adına etkili bir
şekilde iş görmesini sağlayacak şekilde kullanmamızı m üm kün kılan
ön-temsilli nesneler arasındaki ilişki her ne ise onun önem ini- teslim
etme önerisidir. Biz (yani m odern Batı kültürü), dünyayı neye dönüş­
türm ek istediğimizi sorm aktan vazgeçmeksizin ve öncelikle kimin adı­
na eylediğimizi (yani “biz”in kimi temsil ettiğini) sormaksızın, dünya­
yı değiştirmek için bilimin yöntemlerini ve tekniklerini geliştirdik. Bi­
limciler olarak, ister istemez seçimler yaptığımızı hiçbir zaman kabul
etmedik; her şeyden önce de, seçimlerimizin nasıl sonuçları olduğunu
-dünyayı ne kadar değiştirebildiğimizi- anlamakta başarısız olduk. Bi­
zim -sadece bilimciler ya da sosyal bilimciler olarak bizim değil, fakat
hepim izin- seçimlerimizi seçmeye başlamamızın zamanının geldiğini
hatırlatıyorum; içinde yaşamak istediğimiz türden bir dünyanın öngö­
rüsünü ve kontrolünü kolaylaştıracak olan doğa bilimlerinin bu güç­
lerini bağrımıza basmanın kesinlikle zamanıdır. Tarihin ve toplumsal
bilim incelemelerinin bize bol bol öğretmiş olduğu gibi, temsiller asla
sadece betimleme meselesi değildir; en azından üç anlamda politikayla
doludurlar. Bizim söze dökülmemiş beklenti ve arzularımızı yansıtır­
lar; kavgacı ve diğer türden kişilerarası etkileşimler amacıyla birbi­
rimize anlattığımız hikâyelerdir; ve nihayet eğer (simgesel nesneler
kadar simgesel olmayanlara da ilişkin) “iş görüyorlarsa” (toplumsal
olduğu kadar doğal) dünyaya müdahalemizi kolaylaştırırlar. Başka bir
deyişle, değişim yaratacak araçları verirler bize. Yeni temsiller, eğer
etkili olacak özneleri bulacak kadar talihli iseler, bize yeni eylem m o­
delleri sağlayabilirler; farklı türden çıkarları yansıttıkları ölçüde, bizi
farklı türden seçimler yapmaya m uktedir kılabilirler. O halde bu, he­
pimizin -erkekler ve kadınların, feministler ve bilimcilerin, hem bilim
sosyologlarının hem doğa bilimcilerin- kolektif olarak angaje olduğu­
nu görmek istediğim bir tür yeniden inşadır: Bizim içinde yaşamayı
istediğimize ya da yaşayabileceğimize dair m utabakata varabildiğimiz
bir dünyanın ne türden bir dünya olacağı sorusunu sormakla başlayan
bir yeniden inşa.

Kaynakça
Darwin, Charles. 1934. The Origin of Species by Means of Natural Selection
and The Descent of Man in Relation to Sex. New York Modern Library.
Delamont, Sara. 1987. “Three Blind Spots? A Comment on the Sociology of
Science by a Puzzled Outsider”. Social Studies of Science 17: 163-170.
Di Stephano, Christine. 1987. “Postmodernism/Postfeminism? The Case of
the Incredible Shrinking Woman.” American Political Science Associati-
on’ın yıllık toplantısında sunulmuştur. Eylül.
Ehrenreich, Barbara ve Frances Fox Piven. 1984. “The Femininization of
Poverty Dissent (Bahar): 162-170.
Haraway, Donna. Baskıda. “Gender for a Marxist Dictionary: The Sexual
Politics of a Word.” Das Argument.
Harding, Sandra. 1986. The Science Question in Feminism. Ithaca, New
York: Cornell University Press.
Hartsock, Nancy. 1984. Money, Sex and Power. Boston: Northeastern Uni­
versity Press.
Jordan, June. 1981. “Declaration of the Independence I Would Just as Soon
Not Have.” Civil Wars içinde. Boston: Beacon Press.
Keller, Evelyn Fox. 1985. Reflections on Gender and Science. New Haven,
Connetticut: Yale University Press.
Keller, Evelyn Fox. 1987. “Reproduction and the Central Project of Evoluti­
onary Theory.” Biology and Philosophy 2:73-86.
Keller, Evelyn Fox. 1988. “Demarcating Public from Private Values in Evo­
lutionary Discourse.” Journal of the History of Biology 21 (2): 195-211.
Latour, Bruno 1987a. “Clothing the Naked Truth...” Yayınlanmamış elyaz­
ması.
Latour, Bruno 1987b. Science in Action. Cambridge, Massachussets: Har­
vard University Press.
Latour, Bruno ve Steve Woolgar. [1979] 1985. Laboratory Life. Princeton,
New Jersey: Princeton University Press.
Lloyd, Genevieve. 1984. The Man of Reason: “Male” and “Female” in Wes­
tern Philosophy. Minneapolis: University of Minnesota Press.
MacKinnon, Catherine. 1982. “Feminism, Marxism, Method, and the State:
An Agenda for Theory.” Signs 7: 515-544.
Piven, Frances Fox. 1984. “Women and the State: Ideology, Power and the
Welfare State.” Gender and the Life Course içinde, ed. A. Rossi. New
York: Aidine.
Rubin, Gayle. 1975. “The Traffic in Women”. Toward an Anthropology of
Women içinde, ed. R. Reiter, s. 157-210. New York: Monthly Review
Press.
Wilson, W.J. 1987. The Truly Disadvantaged. Chicago: University of Chicago
Press.
ELEŞTİREL BİLİM SOSYOLOJİSİ VE
BİLİMSEL GEÇERLİLİK*

Sal Restivo & Julia Loughlin

Bu yazı, Donald T. Campbell’in (1985) “bilimsel geçerlilik sosyoloji­


si” program ına ve uygulamalı sosyal bilim araştırmasında geçerliliği
optimize etmeye yönelik önerilerine hem bir cevap hem de bir alterna­
tiftir. Bir bilimsel geçerlilik sosyolojisine ihtiyaç duyulduğu ve sosyo­
lojik bilim araştırmasının sonuçlarının uygulamalı sosyal bilim araştır­
masına uygulanmasının önemi noktasında Campbell’le hemfikiriz. İki
temel hususta ise Campbell’den ayrılıyoruz. Birincisi, hem ne olduğu
hem de bize bilime dair ne öğrettiği konusunda farklı bir bilim sos­
yolojisi kavrayışımız var. İkincisi, ortada farklı bir bilim sosyolojisi
kavrayışı olunca, uygulamalı sosyal bilim araştırmalarının doğası ve
örgütlenmesi konusunda da farklı sonuçlara ulaşıyoruz. Genel olarak,
CampbeH’in geçerlilik kavrayışının aşırı dar olduğunu ve geçerliliğin
inşasındaki toplumsal etkenlerin farkındalığı açısından, yalnızca teri­
min zayıf anlamıyla sosyolojik olduğunu düşünüyoruz. Daha güçlü bir
sosyolojik yaklaşımı ve uygulamalı sosyal bilim araştırmasının insani
boyutlarına ve toplumsal bağlamlarına dair daha karmaşık bir kavra­
yışı savunuyoruz. Campbell’in geçerliliği geliştirmek için araştırmanın
örgütlenmesi hakkındaki özgül tavsiyelerinin bazılarına katılırken, ya­

Çeviren: Barış Yıldırım


* Orijinal Eser: “Critical Sociology of Science and Scientifıc Validity”, Scien­
ce Communication, 8 (1987), 486-508.
sadışı uyuşturucuların kullanımı konusundaki araştırm a örneğinden
yola çıkarak, onun araştırma sorunlarının dar bir biçimde tanım lan­
ması ve nitel yöntemlerin asıl olarak nicel yöntemlerin tamamlayıcısı
olarak ele alınması yönündeki önerilerinin geliştirilmiş değil, daha zi­
yade indirgenmiş bir geçerlilik kavrayışına ve bilimin yanısıra toplum
için de olumsuz sonuçlara yol açabileceğini savunuyoruz.
Bir tarafta bilim sosyolojisinin, diğer tarafta ise bilimin ve bilim
politikasının bulunduğu ilişki dört temel biçimde geliştirilebilir: Bi­
lim sosyolojisi, (1) fizik ve doğa bilimlerinin ideolojik bir eklentisi ve
hâkim toplumsal, iktisadi ve siyasi çıkarlara hizmet eden bir bilim po­
litikası aracı olarak uygulanabilir; (2) bilimi anlayıp değerlendirmeye
dönük eleştirel bir yaklaşım olarak ve bilim politikası sürecinde bir
bilgi ve eleştiri kaynağı olarak uygulanabilir; (3) “halk bilimi” [peoples
Science] ve “bilim mağazaları”ndan [Science shops] tutun da daha ge­
niş reformcu ve devrimci toplumsal ve siyasi hareketlere dek uzanan
bir yelpazeye dağılmış alternatif bilim ve bilim politikası gündemleriy­
le ilişkilendirilebilir; ve (4) M arx’ın (1956:110-111; 1973: 699 vd.)
yabancılaşmayı aşmış “insan bilimi” ne dair görüşlerinde tasarladığı
güzergâha uygun olarak, bilimi ve toplumu dönüştürmeye yönelik ça­
balar için bir kaynak olabilir. 3 ve 4. seçenekler, epistemik etkinliğin
yaratıcı ve yenilikçi potansiyellerini insani ve ekolojik açıdan sağlam
bir biçimde gerçekleştirme kapasitemizi en üst düzeye çıkarma [ama­
cına] en uygun seçenekler. İkinci seçenek, mevcut bilim yapıları d â ­
hilinde ilerici toplumsal değişiklik potansiyellerini kullanmak açısın­
dan önemli. İlk seçenekse açıklamayı ve anlamayı geliştirmek üzere
tasarlanmış her türden bilim sosyolojisi için hayati önemdeki eleştirel
soruşturm a standartlarının altını oymaktadır.
Bilim sosyolojisinin genelde bilim politikasıyla, özelde uygulama­
lı sosyal bilim araştırmasıyla ilişkisini kurma konusuyla ilgileniyoruz.
Bu yazının ilk kısmında bilim sosyolojisinin doğasını ve onun bilimi
açıklama ve anlamayla ve bilim politikası oluşturmayla ilişkisini ele alı­
yoruz. İkinci kısım, uygulamalı sosyal bilim araştırmasının sorunları­
na yönelik bir bilim sosyolojisi yaklaşımının ve bilim, bilim politikası
ve bilim sosyolojisi arasında bağlantı kurmaya ilişkin etik meselelerin
ana hatlarını çiziyor.

Eleştirel Bilim Sosyolojisi


Kendi bilim sosyolojisi yaklaşımımızı, “ortakduyu” ya da “halk” [folk]
sosyolojilerini temel alan yaklaşımlardan, toplumsal referanslarla sos­
yolojik çözümlemeleri birbirine karıştıran yaklaşımlardan, bilhassa da
bilimin, özelde fizik bilimlerinin ideolojilerine ve mitlerine bir destek
kaynağı olarak kavranan bilim sosyolojilerinden ayırmak için, “eleşti­
rel” olarak tanımlıyoruz. Böylelikle, eleştirel bir bilim sosyolojisi, bili­
min toplumsal örgütlenmesini, bilimsel değişimi ve bilim içindeki ileti­
şim ve iktidar örüntülerini verili durumlar olarak değil, sorunlar olarak
ele alır. Bilime ve bilim insanlarına yönelik bir “huşu”yu ya da nesnel­
liğe, akılcılığa, titizliğe ve bilimsel soruşturm anın diğer “iyi” yanlarına
tapman, ritüelvari bir yönelimi temel almaz. İnsanlar ve çevreleri için
olumsuz ve olumlu sonuçlar doğuran bir insan etkinliği olarak bilimin
gelişiminin ille de ilerici olduğunu da varsaymaz. Ve son olarak, “öz-
nelerarasılığı”, bireysel algının, bilişin, motivasyonun ve seçimin yanıl­
gıya açıklığı ve patolojileri için her derde deva bir şey olarak da kabul
etmez. Öznelerarasılık toplumsal bir süreçtir, bu yüzden de yanılgıya
ve patolojilere bireyler kadar açıktır. Toplumsal örgütlenme, başka yer­
lerde olduğu gibi bilimde de geçici ya da daimi patolojik dönüşümler
potansiyeli taşıyan dinamik bir kendiliktir (bu dönüşümlere, örneğin,
amacın yer değiştirmesi ve “oligarşinin demir yasası”nın profesyonel­
leşme ve bürokratikleşme içindeki tezahürleri de dâhildir).
Eleştirel olmayan bilim sosyolojisinin ortak göstergelerinden biri
bilimde “faydalılık” [efficacy], “başarı” ve “ilerleme”nin varsayılma-
sıdır. Eleştirel bir bilim sosyolojisi faydalılık, başarı ve ilerlemeyi, bi­
limin “bilimi ve toplum u” oluşturan çeşitli sosyal sınıflar, kurumlar,
cemaatler, örgütler ve bireyler tarafından nasıl algılandığı, ne ölçüde
yaratılıp kontrol edildiği ve onları ne şekilde etkilediği bakımlarından
değerlendirmelidir. Şurası bir gerçektir ki, m odern bilim; epistemik
inceleme, keşif ve icadın genel toplumsal sürecinin bir parçası olma­
sının yanısıra, insanlarla onların toplumsal, fiziksel ve maddi çevreleri
arasındaki saldırgan, hükmedici [domineering], sömürücü ilişkilere
dayanır (Merchant, 1980; Easlea, 1983). Bu “başarılar”ın olumsuz
kişisel, toplumsal ve çevresel sonuçlarını göz önüne almadan bilimin
“başarıları”na yoğunlaşmak, mal ve hizmetlerin ulusal üretim, dağıtım
ve tüketim süreçlerinin (atık, kirlilik ve yabancılaşma gibi) olumsuz
sonuçlarını göz önüne almadan GSM H üzerine yoğunlaşmaya ben­
zer. Gerçekten de, ilgisini ölçüm sorunlarıyla kısıtlayacak ve genel
doğruluk ve nesnellik sorunlarını göz ardı edecek bir biçimde bilimsel
geçerliliğe yoğunlaşmanın her türü bu benzeşimle tutarlılık arz eder.
Geçerliliğin optimize edilmesi, dar bir örgütsel ve idari amaç haline
gelebilir ve bu, araştırmamızın iyi kalitede sonuçlar ortaya çıkarmasını
sağlamanın en iyi yolu değildir. Geçerliliğin (içsel ve dışsal geçerlili­
ğin) kökleri, nicel, ölçüm-yönelimli bir bilim kavrayışında bulunur.
Bu anlamıyla [geçerlilik], araştırm a bulgularını hükümetlerin ya da
diğer yönetim ve toplumsal denetim faillerinin ve kuruluşlarının bakış
açısından meşrulaştırmak için özellikle cazip bir kıstas olabilir. Bu dar
anlamıyla geçerliliğe odaklanmak, araştırmacılar topluluğunu kendi
muhataplarından, müşterilerinden ve öznelerinden ayırır, “harici”
toplumsal kuvvetler ve değerlerden m uaf bir sosyal bilim sistemi nos­
yonunu kuvvetlendirir. Ancak, ikinci kısımda ileri süreceğimiz üzere,
hem araştırmacılarda hem de kullanıcılarda geçerli bilginin toplumsal
bir doğaya ve değere sahip olduğu duygusunu yaratma sorununa ve
bilimin toplumsal ilişkilerine odaklanmak, hüm anist ve ekolojik açıdan
“yararlı” bilgi üreten bir araştırmacılar topluluğunu kurma, sürdürm e
ve kuvvetlendirme kaygısına daha çok hizmet eder. Bu açıdan, geçer­
liliğin (ya da daha genelde, nesnelliğin) toplumsal bir süreç olduğunu
ve [çeşitli] geçerlilik derecelerinin mevcut olduğunu anlamak, önemli­
dir. Şu ya da bu [bilimsel] topluluk tarafından üretilen geçerliliğin ni­
teliği, topluluğun toplumsal çıkarlarının özgül ve odaklanmış değil de
genel ve dağınık olma düzeyinin bir fonksiyonudur (Restivo, 1983a:
147-154).
Fikir birliği [konsensüs] oluşturmanın gayrıresmî biçimleri, istik­
rarlı hale geldikçe ve kurumsallaştıkça, toplumsal kuvvetlerden bağım ­
sız gibi görünen “doğruluk sınam alan”na dönüşürler. Ardından bu
sınamalar araştırma sonuçlarının geçerliliğinin resmî kefilleri olarak
kullanılabilirler (Holzner ve Marx, 1979: 102). Daha özelde, profes­
yonelleşme ve bürokratikleşme, yaratıcı ve yenilikçi fikir ve eylemle­
rin değerinin düşmesi sonucunu doğurur (Holzner ve Marx, 1979:
112, 129; Restivo, 1983a: 153-154). Böylesi fikirler ve eylemler bilim
mesleğinin iç istikran açısından bir tehdit oluştururlar. Bunlar, kurulu
toplumsal düzeni ve bilimin o toplumsal düzen içindeki konum unu
da tehdit ederler. Campbell’in “sosyal bilim sistemi” yaklaşımı işte bu
yüzden çok sorunludur. Bu, yalnızca bilimin bulgularını temel alm ak­
la kalmayan, bilim ideolojisinin tutucu gereklilikleriyle de (tesadüfi
olmayan bir biçimde) çakışan bir bilim teorisidir. Eleştirel bir bilim
sosyolojisi, epistemik toplulukların “kendi kendini geçerli kılan bilgi-
kullanım sistemleri” geliştirdikleri gerçeğini ve yanı sıra, itibarlı bir
epistemik topluluğun öne sürdüğü, uyarı olarak alınabilecek iddiala­
rın, tahminlerin, tavsiyelerin ve teorilerin kendi kendini gerçekleştiren
kehanetler haline geldikleri ve toplum un denetimini kolaylaştırdıkları
gerçeğini asla göz ardı edemez (Holzner ve Marx, 1979: 272). Bu
toplumsal gerçeklikleri göz ardı etmek, sosyal bilim bilgisinin hem et­
kin hem de insani bir biçimde uygulanması çabalarının altını oymak­
tan başka sonuç doğurmayacaktır.
Toplumsal bir etkinlikteki yapısal ve işlevsel farklılaşma ve özerklik,
bu etkinliği parçası olduğu daha geniş bir sosyo-kültürel sistemden
tecrit etmez. Farklılaşma ve özerkliğin uç düzeydeki aşamalarında bile
toplumsal bir etkinlik bir “kapalı sistem” olarak ele alınamaz. Ortak-
duyu ya da halk sosyolojilerinde sıklıkla gözden kaçırılan iki husus
şunlardır: (1) Bilimin sosyal sisteminin doğayı ve üretilen bilginin
türünü etkileyen bir iç toplumsal yapısı vardır; ve (2) bilimin kapalı
bir sosyal bir sisteme gerçekte ne ölçüde yaklaştığı -yani ne ölçüde
farklılaşmış ve özerk o lduğu- kültürler içinde ve kültürler boyunca
olduğu kadar bir bilimsel disiplin ya da uzmanlık alanından diğerine
değişiklik gösterir. Herhangi bir toplumsal etkinlik, -kurum sal olarak
ne kadar özerk olursa o lsu n - hiçbir durum da “dışsal” ve “içsel” top­
lumsal kuvvetlerden bağımsız olarak işleyemez.
On yıldan daha uzun bir süredir bilim sosyologları bilimi süreği-
den bir toplumsal etkinlik olarak incelemekteler; özellikle de, bilimsel
bilginin toplumsal inşasını hem çağdaş (yerinde incelemeler de dâhil)
hem de tarihsel ortam larda ayrıntılarıyla incelediler (Barnes ve Sha-
pin, 1979; Knorr-Cetina ve Mulkay, 1984). Bu araştırmalar, bilimin
doğasına yönelik çoğu geleneksel görüşün altını boşalttı. Bu araştır­
maların mevcut kaygılarımız açısından en önemli sonuçları şunlardır:
(1) Bilimsel pratikte kullanılan akılsallıkta, günlük toplumsal pratiğin
akılsallığıyla kıyaslandığında, hiçbir yeganelik yoktur; (2) (Özgül bir
insan örgütlenmesi olarak) bilimde, güvenilirlik, geçerlilik, doğruluk
ve nesnelliğe, herhangi bir örgütlenme ya da toplumdaki genel epis-
temik etkinlikle aynı biçimlerde ulaşılmaktadır; ve (3) titizlik bilimin
zorunlu koşulu değildir; soruşturm a döngüsünün bir parçasıdır ve
aynı araştırm a alanı içinde -v e hattâ aynı proje içinde- titiz olmayan
yöntem ve kavramlarla birlikte varolabilir. Daha da önemlisi, titizlik ve
geçerlilik standartlarının tarihsel ve kültürel olarak konumlandırıldığı
da açık bir biçimde saptanmıştır. Dahası, titizlik kanonlarının gevşe­
tilmesi, çoğu zaman, çözümü zor sorunları çözmenin, engellerin e t­
rafından dolaşmak için yeni yaklaşımlar geliştirmenin ve genel olarak
“işleri halletmenin” bir koşuludur. Titizlik, akılcılık, geçerlilik ve ilgili
nosyonlara dair standartlar, genel olarak ortodoksi ve otorite tarafın­
dan saptanır ya da onlarla bağlantılıdır. Ve, bilim insanlarının sınırlan­
dırıcı [demarcationist] stratejilerde profesyoneller olarak -yani işçiler
o larak - sahip oldukları payı da unutmamalıyız (Gieryn, 1983). Bilim
insanlarının ideolojik ve meslekî çıkar ve hedeflere sahip olduklarını
kabul etmek, fakat bu faktörleri bir takım norm atif soruşturm a m odel­
leri lehine göz ardı etmek, keşif ve geçerliliğin statü, iktidar ve saygın­
lık meseleleriyle bağlantısını kuran, bilişsel “doğruluğu” [correctness]
bağlama bağımlı kılan, teorileri, yöntemleri ve toplumsal örgütlenmeyi
bağlantılandıran karmaşık toplumsal gerçeklikleri gizlemekten başka
bir işe yaramaz (Knorr-Cetina, 1984; Mulkay, 1984; Bunge, 1967).
Bilim sosyolojisi araştırmalarının sonuçları, bazı bilim sosyologla­
rının, bilim tarihçilerinin ve bilim felsefecilerinin (yanısıra bazı bilim
insanları ve bilim gözlemcilerinin) fiziği paradigm a-kurucu (ve bazıla­
rı için tek “doğru”) bilim sayma ve fizik ve sosyal bilimlerin yöntemle­
ri, kavramları ve bulguları arasında katı ayrımlar yapma eğilimlerinin
altını boşaltmaya doğru gidiyor. Fiziğin, yasalar düzeyinde, teoriye
karşıt olarak pratikle alakalı olduğu -fenom enolojik ve temel yasalar
arasındaki ayrım - da, tıpkı boyutsal çözümleme, simetri hususları ve
pertürbasyon teorisi gibi nitel yöntemlerin merkezîliği hususunda gö­
rüldüğü üzere, büyük ölçüde görmezlikten gelinmiştir (Cartwright,
1983; Gitterman ve Halpern, 1981; ayrıca bkz. Traweek, 1984).
Bilim, nasıl insanların genel problem çözme etkinlikleri için ve
epistemik çalışmanın bir dizi kültürel, örgütsel ve kurumsal tezahürü
için bir etiketse, geçerliliğin yükseltilmesi ya da optimize edilmesi de,
kendi kendini ayakta tutan ve bir anlamda “büyüyen” ya da “ilerleyen”
bir kültürün standart özellikleri olan argüman, tanıtlama ve kanıt ala­
nındaki rutin işleyişlerin etiketi olarak görülebilir. Bilimi yukarıdaki
anlam da analitik ve sosyal olarak yalıtabileceğimiz ve toplumsal örgüt­
lenmeyi inceleyerek ve yorumlayarak insanların epistemik potansiyeli­
ni geliştirebileceğimiz fikrine karşı çıkmıyoruz. Ve her ne kadar geçer­
liliğin yükseltilmesi ya da optimize edilmesi üzerindeki odağı çok dar
bulsak da, insanın nesnel bilgi üretm e kapasitesinin ilerletilebileceği
ya da optimize edilebileceği yönündeki genel fikre de karşı çıkmıyo­
ruz. Nesnellik sosyolojisinin hedefi budur. Ama öte yandan hümanist
değerleri ete kemiğe büründüren bilim ve geçerlilik biçimlerindeki ge­
lişimin desteklenmesi konusuyla da ilgileniyoruz.
Bilimsel “ilerleme”ye eşlik eden toplumsal bedeller çoğu zaman
gözden kaçırılır. Bu yüzden de bilimsel çalışmanın -araştırm a sonuç­
larının yabancılaşması ve şeyleşmesi gibi- toplumsal bedellerini de­
ğerlendirme ve en aza indirme araçlarını açık bir biçimde bünyesinde
barındıran, geçerliliğin yükseltilmesi ve nesnelliğin geliştirilmesine
yönelik bir yaklaşım geliştirilmesi önemlidir. Özgürleştirici epistemo­
lojinin hedefi budur.

Özgürleştirici Epistemoloji
Donald Campbell’in (1974, 1984, 1985) evrimsel epistemoloji ve bi­
limsel geçerlilik sosyolojisi programı muhafazakâr bir programdır:
İnançlarımızın bir alt-kümesini gözden geçir ama inançlarımızdan
oluşan devasa yığının geçerliliğine güven; biyolojik kopyalama süreç­
lerinin katılığına yönelik toplumsal mesajı vurgula; yerleşik çıkarlar
açısından fiilî ya da potansiyel değerlerini kabul ederek -fak at bu çı­
karlara bir alternatif oluşturma potansiyellerini göz ardı ederek- ra ­
dikal eleştirileri benimse. CampbeH’in (1984: 8) 1/99 çeşitlenme/
korunm a formülü, normal ve devrimci döngülerden geçen K uhncu-
vari bir bilim için biyolojik bir reçetedir. David Bohm’un (1981) tam
anlamıyla özümseyici bir bilim kavrayışı, sürekli devrim içindeki bilim
modelinde ve özgürleştirici bir bilimde bir mantık [rationale] bulundu­
ğu olgusunun örneklerinden yalnızca biridir. Campbell, biyolojik ka­
tılıkların “doğallığından” temellenen bir toplumsal örgütlenme modeli
geliştirir. Ama bu biyolojik katılıkların olumlu bir evrimsel ya da ge­
lişimsel işleve sahip toplumsal ya da kültürel düzeyde belirli bir “gev­
şekliğe” temel oluşturabilme olasılığını göz ardı eder. “Doğal ayık­
lanm a” denilen şeyde, insanlık durum u için herhangi bir duygu ya da
kaygı olamaz; bu tür argüm anlarda kimi zaman doğal ayıklanmanın
eş anlamlısı olarak kullanılan “Tanrı”da da bu söz konusu olamaz. Bu
yüzden de hiçbir insani -y a da p ratik - epistemoloji doğal ayıklanmayı
bir başlangıç noktası ya da ilkesi olarak kabul edemez. Özgürleştirici
bir epistemolog, değer atfeden, yaratan, seçen bir epistemik faildir.
Özgürleştirici bir epistemolog, az çok serkeş olan gerçekliklerle karşı­
laşmaya duyarlıdır. Ama hiçbir zaman bu karşılaşmalardan çıkartılan
“derslere” katı bir biçimde bağlı ya da sâdık kalma zorunluluğu yoktur
ve elbette doğal ayıklanmanın otoritesine bağlı ya da sâdık kalma zo­
runluluğu da yoktur. Burada Umberto Eco’nun (1980: 491) on dör­
düncü yüzyıl Sherlock Holm es’u olan Baskerville’li William hakkın-
daki sözlerini göz önünde tutm ak yararlı olabilir:
Belki de insansoyunu sevenlerin görevi onların doğrulara gülme­
sini sağlamak, doğruluğu kahkaha haline getirmektir; çünkü tek
hakikat, kendimizi hakikat için duyulan çılgınca tutkulardan kur­
tarmayı öğrenmektir.
Bu mesaj çok farklı biçimlerde yayımlandı. Kafka’nın D ava’daki
“M antık kuşkusuz sarsılmaz bir şey, ama yaşamaya devam etmek is­
teyen bir insana tahammülü yok,” tezi, Dostoyevski, Nietzsche ve di­
ğerleri tarafından rahatlıkla onaylanabilirdi. Bu toplumsal düşünürler
bu görüşleri “relativist” oldukları için değil, toplumsal yapıların diya­
lektik karmaşıklıklarının hakkını verdikleri için savunuyorlardı. Bloor
ve Barnes gibi m odern bilim öğrencileriyle birlikte onlar da “Bilim
Kültü”nü ve o Kült’ün yoğun “bilim imanını” eleştiriyordu. En azın­
dan biçimlerinden biri itibariyle relativizm, “iyi” bir soruşturm a ya da
bilimi oluşturan yapıtaşlarından biridir. Barnes ve Bloor (1982: 47)
şöyle yazıyor:
İnandırıcı hipotezlerden birisi şudur: Rölativizm sevilmez çünkü
birçok akademisyen onu kendi ahlâkîleştirmelerinde bir sulandı­
rıcı olarak görür. Sınırlandırmaları, çelişkileri, derecelendirmeleri
ve değerlendirmeleriyle düalist bir dil, siyasi propagandanın ya da
kendi kendini göklere çıkaran polemiğin önünde duran görevlere
kolayca uyarlanabilir. Bir tehlike varsa o da, bu işe bilimin değil rö-
lativistlerin girişebilecek olmasıdır...Eğer rölativizmin buna bir iti­
razı varsa, bu itirazı çıkardan-bağımsız araştırma denen şu eksant­
rik etkinliğe dalmayı dileyenlere karşı dile getirmesi gerekecektir.
Kafka, Dostoyevski, Nietzsche ve Eco’ya hakkını verebilmek için, bi­
limden, doğruluktan, m antıktan ve ilgili fikirlerden her bahsedişimiz­
de, toplumsal ilişkilerden bahsediyor olduğumuzu kabul etmeliyiz.
Şeyleri bu şekilde “görmek”, bizi derhâl sözcüklerin, kavramların ve
terimlerin ilerlemeci ve gerilemeci veçhelerine karşı hassas kılar; çün­
kü toplumsal ilişkiler, eşitsizlikleri ete kemiğe büründürebilir, çevreyi
tahrip edebilir, bireysel büyüme ve gelişime ket vurabilir ve soruştur­
manın altını oyabilir.
Epistemik failler olarak, “bilgi için bilgi” nin toplumsal, kişisel ya
da ekolojik bedellerini kabul edilemez bulduğumuz için, soruşturm a­
yı kendi kendimize koyduğumuz sınırlar dâhilinde gerçekleştirmeyi
tercih edebilir ve ederiz. Campbell, “uygunluğu artıran süreçler” [fit-
increasing processes] hakkında bir şeyler yazdığı zaman, özgürleşti­
rici epistemolog “neye uygunluk?” sorusunun cevabını bilmek ister.
Eğer cevap “fiziksel dünyaya uygunluk”sa, şeyleri (isteyerek ya da
istemeden) gerçekliğin fenomenal düzeyinde daima değiştirmekte ol­
duğum uzu unutm am ak gerekir. Fenomenler dünyasını değiştirerek,
incelediğimiz dünyayı inşa ederek ve yeniden inşa ederek, nesneler
dünyasını da ve böylece erişimimizdeki “doğa yasalarını” da etkileriz.
En sonunda, toplum yaşamının yalnızca doğa kavramlarının ve bilim­
sel teorilerin kaynağı olmadığını, aslında incelemekte olduğumuz “bir
bütün olarak gerçekliğin” bizzat parçası olduğunu fark ettiğimiz za­
man, Campbellci programın neden karaya oturduğunu anlarız; karaya
oturur, çünkü disiplinlerarası yaklaşımları geliştirirken bile, toplumsal
ve fiziksel dünyaları, sosyal bilimleri ve fizik bilimlerini birbirinden
ayırmakta ısrar eder.
Campbell bize bilim sosyolojisinde bir “güçlü program ” verir; yani,
Bloor (1976) ve diğerleriyle birlikte bilim incelemesinin en iyi yolunun
“başarılı” bilimlerin yöntemlerini kullanmak olduğunu varsayar. Bu bir
sorundur, çünkü onun program ında sosyoloji “olgunlaşmamış” bir bi­
lim olarak kabul edilmesine rağmen, “olgunlaşmış” doğa ve fizik bilim­
lerini kapsayan bilim hakkında izahat versin, aynı anda da -herhalde
bilim sosyolojisi de dâhil olmak ü ze re - sosyal bilimlerin olgunluğunu
geliştirmek için bir temel görevi görsün diye yine sosyolojiye başvuru­
lur. Bunun içinde barındırdığı bütün çelişkiler bir yana, bu yaklaşım
sosyolojiyi (egemen örgütsel ve ideolojik biçimi içinde) bilimin sancağı
altına yerleştirir ve bilim sosyolojisini de epistemolojinin yanma sınır-
landırmacı bir küçük ortak olarak koyar. Bu, bilim gündeminin mer­
kezî bir özelliği olarak bilimdeki otorite ve yeterlik sorunlarına dikkat
çeken bir yaklaşımla karşı karşıya konulabilir (Phillips, 1974).
Bilim, toplumsal bir kurum dur ve bilimsel etkinlikler, tasarımlar ve
ürünler bu kurumla sıkı sıkıya özdeşleştirilmiştir. Bu yüzden de her
tür bilim değerlendirmesi ya da eleştirisi toplumsal ilişkilerin, toplum ­
sal iktidarın ve toplumsal denetimin, tutucu ve dönüştürücü toplumsal
kuvvetler ve değerler arasındaki dengenin bir değerlendirmesi ya da
eleştirisidir. H er tür alternatif bilim çağrısı, bilim üretimi hakkında
alternatif bir örgütlenme ve düşünm e yolu ve yanısıra bilgi üretimini
sürdürmek, bilgiyi dağıtmak ve kullanmak için alternatif yollar ve ne­
denler bulmak için yapılan bir çağrıdır.
Campbell (1984: 30) bilimin temeli olarak görsel tanıtlamayı vur­
gular: “Paradigma örneğinde, ‘olgular’ [bilimsel] topluluğun paylaştı­
ğı inançlar tarafından görsel olarak desteklenir ve görsel tanıtlamalar
ikna edici bir süreç içinde sunulur.” Burada vizyona toplumsal bir bo­
yut verse de, -örneğin Heelan’ın (1983: 75) vurguladığı gibi- “vizyo­
nun her zaman son derece bağlamsal [olduğunu], her bağlamda da ön
plan-arka plan ilişkisinin farklı” olduğunu vurgulamaz. Shapin (1984)
gibi, görsel tanıtlamadan geçerlilik yaratan toplumsal inşa süreçlerini
de tartışmaz. Bu toplumsal inşa-toplumsal bağlam perspektifi, her tür
eleştirel bilim sosyolojisi için bir başlangıç noktası olmak zorundadır.
Özgürleştirici epistemoloji (1) özellikle bilim teorisi ve pratiğindeki
bilişler, tasarımlar ve bilgiler fetişizmini; (2) nesnellik, gerçeklik, akıl-
sallık, doğruluk ve bilim gibi fikirlerin fetişizmini; ve (3) (bilim işçileri
de dâhil olmak üzere) bilgi uzmanlarının ve genel olarak halkın so­
ruşturm a ya da bilgi üretimi süreç ve ürünlerinden yabancılaşmasını
açığa çıkarma ve bunlara karşı durmaya yönelik bir kaygıyı gündeme
getirir. Özgürleştirici epistemolojide -y a da daha iyisi, özgürleştirici
soruşturm a teorilerinde- özgür bir toplum ve kişisel özgürlük progra­
mı ile özgür soruşturm a program ı eşzamanlıdır ve asla ilki İkincisine
tâbi kılınmamıştır (Restivo, 1983b).

Geçerlilik Ve Uygulamalı Sosyal Bilim Araştırması


Geçerlilik sorunu, geçerli bulguların ikna edici olması anlamında
önemlidir. Bu bulgular kabule, en azından geçici kabule zorlarlar ve
en iyi tasarlanmış ve en iyi biçimde uygulanmış araştırm a program la­
rının bile, eğer bunların doğru ve yararlı bilgi ürettiği anlaşılmazsa,
bir etkisi olmayacaktır (bkz. Bowden, 1985). Ne var ki, farklı bilim
insanları, m uhatap kişiler, müşteriler ve özneler tarafından kullanılan
geçerlilik tanımları farklılık gösterir; bu, bilimde sıra dışı bir fenomen
değilse de, uygulamalı sosyal bilim araştırmasının her köşesine nüfuz
eden bir şeydir. Dahası, her geçerlilik cemaati karmaşıktır ve geçerli­
lik konusundaki rakip görüşlerin bir arenasıdır. Politika yapıcıların ve
halkın farklı konumları, özünde ve açıkça politik olarak yahut henüz
bilim insanlarının açıkça dile getirmediği bir olgunun sonucu olarak
görülebilir. Bilim insanlarının, bunun tersine, bir geçerlilik politika­
sından m uaf oldukları varsayılır. Ama bilim insanları geçerlilik konu­
sunda her zaman ve otomatikman hemfikir olmazlar, görüşleri de “bi­
lim” dışındaki toplumsal gruplara üyeliklerinin kısmen etkisi altında
kalır. Araştırma kararları, bulguların yorumları ve diğer araştırm acı­
ların ulaştığı sonuçları kabul etmeye gösterilen isteklilik de, örneğin,
fizik bilimcilerinin metodolojik uzlaşımlarmdan, halihazırda “bilinen”
şeylere bağlılıktan ve toplumu ya da halkı uygun bir biçimde kullana­
mayacağı bilgilerle donatm anın algılanan sonuçlarından koruma is­
tekliliğinden etkilenir.
Geçerlilik terimi, kamu politikası araştırmalarına dönük tartışm a­
da en azından üç biçimde kullanılır. İdeal olarak, geçerliliğin bu üç
boyutu örtüşecek, geçerliliğin gelişmesi de daha büyük örtüşm e sağla­
yacaktır. Birincisi, geçerlilik çoğu zaman bir metodolojik uzlaşımlar
kümesine uygunluk anlamında anlaşılır. İkincisi, geçerlilik bilimsel
doğruluk, şu veya bu açıdan yeni olarak kabul edilecek bir bilgi ve
daha öte çalışmalar için bir temel anlamında kullanılır. Campbell, ge­
çerlilik terimini bu anlamda kullanma eğilimindedir.1 Üçüncüsü, po­
litika araştırmasında, veriler, çözümleme sonucunda yararlı, doğru
ve aşikâr oldukları anlaşılınca geçerli kabul edilirler. Bu iç geçerliliğe
araştırma kararlarının verilmesi yolunda sıklıkla başvurulur ve böy-
lece de [iç geçerlilik], kaçınılmaz bir biçimde, varılan sonuçların bir
parçası olarak inşa edilmiş olabilir. Örneğin, “Uyuşturucular ve Ço­
cuk Suçları: Nedensel Bağlantılara Yönelik Bir Araştırma” başlıklı bir
incelemede, yazarlar verilerin geçerliliğini gözden geçirirler ve “uyuş­
turucu kullanımıyla bir yandan çocuk suçu kalemleri arasında diğer
yandan da tutumları ve davranışları ele alan diğer değişkenler arasın­
da tutarlı ve makul bir ilişki vardır” (Johnston vd., 1978: 141) sonu­
cuna varırlar. Fizik bilimlerinin araştırm a yapısını taklit etme duru­
m una yaslanan her tür geçerlilik tartışmasında, ödül yapısının dikte
ettirdiği problemlerin seçimine ve teorinin gelişimi açısından önemli
sorunlara yoğunlaşmaya yönelik geniş uzlaşımlar da bunun içine dâhil
olmak üzere, belirli metodoloji kanonlarına uymanın bilimsel toplulu­
ğu kolayca ikna edebilecek bulgular elde etme sonucunu doğuracağı
ve bunların da, gerek mantıkla gerek tanıtlama yoluyla, kamu da dâhil
olmak üzere müşterileri ikna edecek sonuçlara tercüme edilebileceği
varsayımı örtük olarak yer alır.
CampbelFin önerileri asıl olarak fizik bilimlerinin saygınlığını te­
mel alır. Ne var ki sosyal bilimcilerin, onların sosyal örgütlenmelerine
ya da yöntemlerine uyarak fizik bilimlerinin statüsüne ulaşıp ulaşm a­
yacağı net değildir. Ek olarak, dar bir biçimde tasarlanmış metodoloji­
lere naif bir bağlılıkla kendi araştırmalarını boşu boşuna sınırlandırmış
da olabilirler. Sosyal bilimcilerin metodolojiler hiyerarşisini tersine çe­
virmeleri tam da toplumsal dünyaların karmaşıklığına yönelik anlayış­
ları yüzündendir. Aşağıda, uyuşturucu kullanımı konusundaki sosyal,
tıbbi ve epidemiyolojik incelemelerin görece geçerliliğine dair tartışma
bu noktayı açıklığa kavuşturacak. Etkin bir siyasi yönelime sahip sos­

1 Geçerliliğin doğruluktan farklı olduğunu söyleyen bir argüman için, bkz.


Goodman (1978: 125-140).
yal bilim araştırması ortaya koymak için sosyolojik hayal gücüne bir
geri dönüş, bireysel ve tarihsel deneyimin kesişme noktasına yönelik
bir açıklama yeteneği gereklidir (Mills, 1961).
Sosyolojik teoriyi geçerliliği geliştirme ya da nesnel bilgi üretme
sorununa uygulayamayacağımızı varsaymak için hiçbir neden yok.
Ancak geçerlilik ve nesnelliğin topluluğun ürünü -toplum sal in şa - ol­
duğu fikri, geçerli bilginin nitel bir veçheye sahip olduğu anlamına
gelir. Eleştirel bilim sosyolojisi, burada, geçerli bilginin niteliğine hitap
etmeyen bilim sosyolojileriyle yolunu ayırır. Bu yalnızca, çeşitli ve ke­
sişmiş geçerlilik standartlarının bilgi iddialarına yönelik değerlendir­
memizi etkileme biçimleriyle ilgilenmemiz gerektiği anlamına gelmez.
Kendisiyle birlikte kültürel içeriğini de taşımayan hiçbir geçerli bil­
gi biçimi olmadığı anlamına da gelir. Öyleyse bilim sosyologlarının
sorunu, bu baştan sona toplumsal olan geçerlilik kavrayışını açıklığa
kavuşturmaya ve bilgi iddialarını değerlendirme amacındaki yeni stan­
dartların gelişimine katkı sunmaktır.

Dar Sorun ve Nitel Yöntemler


Campbell, geçerliliği geliştirmek için, görünüşe göre yönünü geçer­
li araştırm adan ziyade yararlı araştırmaya çevirmiş iki öneri sunar.
Bunlar: (1) dar biçimde tanımlanmış araştırma sorunlarına yapılan
vurgu (ve araştırmacıların bu tanımlardan sapmasına izin verilmemesi
noktasında ısrar) ve (2) nitel araştırmanın teşviki. Campbell (1985:
2) aynı vargılara doğru yöneltilmiş nitel araştırmanın genellikle nicel
araştırmaya eşlik etmesi gerektiğinde ısrar ederken, klinik, hümanis-
tik, etnografik ve nitel yaklaşımlar her zaman ana araştırma işinin ta ­
mamlayıcılarıdır: “Buna, sosyal bilimler diğer bilimlerin aradığından
farklı türde bir geçerlilik aradığı için ihtiyaç duymuyoruz; biz, bir yan­
dan araştırmamızın geçerliliğini geliştirirken bir yandan da, bununla
birlikte, nedensel müdahaleye yönelik, laboratuar kontrolü altında dar
bir biçimde saptanmış değişkenlere geri çekilmekten daha az bir netlik
sunacak teknikler kullanmalıyız.” (Campbell, 1985: 24).
Campbell’in araştırmacıların “sorun”a bağlı kalmasını sağlama
kaygısı, bilimi tam da sorunun formülleştirmesinde bulduğumuz ol­
gusunu göz ardı eder. Konunun tam da bir sosyal politika meselesi
olarak saptanması, araştırma sorununun tanımını sınırlandırır. Politi­
ka taraftarlarının perspektifinden bakıldığı zaman, daha “bilimsel”
araştırmaların sorunun formülleştirmesine yönelik eleştirel olma ola­
sılığının daha az ve değişkenleri saptam a ve işevuruklaştırma [operati-
onalizing] olasılığının daha fazla olma avantajına sahip olacağını söy­
lemek makul gibi görünüyor. Ne var ki, geçerlilik sosyolojisi perspek­
tifinden bakıldığı zaman, geçerlilik ancak yanlış soru (verilerin yanlış
anlaşılmasını ya da önyargılı varsayımları temel alan bir soru) sorul­
duğu zaman hipotetik ilgiye değer. Belirtilen sosyal politika, araştır­
m anın arzu edilen neticesi olduğu zaman sosyal bilimin zaruri olması,
tam da sorunun formülleştirilme biçiminden kaynaklanır.

Yasadışı Uyuşturucular Araştırması


Yasadışı uyuşturucuların kullanımına yönelik araştırm anın uzun bir
tarihi vardır ve bir dizi geleneği içinde barındırır: Davranışsal, sosyal,
epidemiyolojik ve biyomedikal. Bu tarih, Campbell’in uygulamalı sos­
yal bilim araştırmasının geçerliliğini geliştirmeye yönelik önerilerini
izah etmek için kullandığı önleyici-müdahale programlarının bir ta­
mamlayıcısı olarak yararlıdır. Sosyal politika araştırması alanında bir-
biriyle rekabet halinde pek çok mesleki ilgi vardır ve geçerliliğin top­
lumsal dinamiklerini anlamak için bu ilgilerin dikkate alınması gere­
kir. Tarihsel nedenlerle, sapkınlık / sapma [deviance] konusundaki
araştırma ve sosyal politika konusunda otorite olmak için yarışan iki
meslek, tıp ve hukuki yaptırımdır; siyasi ideolojiler de, sosyal bilimlerle
hüküm et hizmeti meslekleri arasında sürekli gidip gelse de, ekonomi
ve dış politika alanlarında, açık olarak konunun bir parçasıdır. Burada
sorun şu hale gelir: Geçerliliği, muhataplar sadece fizik bilimleri ya da
rakip meslekler değil de halk olacak şekilde tasarlayabilir miyiz?
Değişen sosyal politikalar bağlamında, uyuşturucu kullanımına
dair birbirine rakip açıklamalar geliştirildi, ama bunların hepsi de ka­
çınılmaz olarak uyuşturucu dağıtımının kriminal durum unun ve uyuş­
turucu mevzuatını meşrulaştıran ideolojinin etkisi altında kaldı. Uyuş­
turucunun satışı ve bulundurulması yasadışı olduğu için, uyuşturucu
kullanımı tanımı gereği “sapkın davranış”tır. Uyuşturucular fiziksel ve
psikolojik bakımdan zararlı olarak tanımlandığı için yasadışı olduğun­
dan, uyuşturucu kullanan kişiler de kolayca “hasta” olarak tanımlanır.
Böylece, mantıksal olarak sosyal politikayla uyumlu olan uyuşturucu
kullanımı konusundaki araştırmalar, kamu sağlığı modelini temel alan
epidemiyolojik araştırmalar olmuştur. Uyuşturucu konusundaki sos­
yal politikaya karşı eleştirel yaklaşan araştırmalarsa uyuşturucu mev­
zuatının ve uygulanmasının siyasi doğasını vurgulamış, bu politika­
nın, en azından kısmen, kültürel azınlıkları kontrol etmeye yönelik
bir girişim olduğunu ileri sürm üştür. Uyuşturucu kullanım örüntüleri
konusundaki üçüncü bir araştırm a tipi ise uyuşturucu almayı “normal
davranış”, yani ancak aktörleri özgül toplumsal bağlamlarda gözlem­
leyerek ve onların bizzat kendi etki-tepki [motive and response] tanım ­
larına dikkat göstererek anlaşılabilecek davranış olarak incelemiştir.
Bu üç araştırma geleneği yalnızca varsayımları bakımından değil, kul­
lanılan veri tipleri ve uyuşturucu kullanımının nedenleri ve sonuçları
konusunda ulaştıkları vargılar bakımından da farklı olmuştur.
Uyuşturucu istismarı [abuse] kavramının icadını genel bir örnek
olarak alabiliriz. O güçlü iptila [addiction] teriminin m arihuana ve
LSD gibi pek çok türdeki yasadışı uyuşturucu için artık kullanılama­
yacağı genel olarak açık hale gelince, kulağa iptila gibi gelen ama daha
az kolay üstesinden gelinebilecek iddialar ortaya koyabilen istismar te ­
rimi geliştirildi ve otoriteler tarafından desteklendi. G oode’un (1984:
20, 23) belirttiği gibi,
Yeni bağımlılık [dependence] terminolojisini yaratan bilim insanları
ve hekimler, meslekten olmayanları iptila yaratmayan [nonaddic-
ting] maddelerin de kendileri için diğerleri kadar “kötü” olduğuna,
gerçekten “iptila yaratan” uyuşturucular kadar onlara da “bağımlı”
olabileceklerine ve her ikisinin de sürekli kullanımının dayanılmaz
bir istek ortaya çıkardığına ikna etmek için propagandacı olarak
kullanıldılar... ne var ki, istismar, bağlam içinde kullanıldığı za­
man, oldukça ölçülebilir bir şeyden, hastalığa, tıbbi bir patolojiye,
tedavi gerektiren bir rahatsızlığa çok benzeyen bir şeyden bahse­
dildiği izlenimini belirgin bir biçimde verir. Böylece de terim aynı
anda iki işlevi yerine getirdi: Klinik nesnellik iddiasında bulundu ve
kategorize ettiği fenomeni kötülemiş oldu.
Uyuşturucu kullanıcılarının toplumsal statüsüne yönelik algı değişik­
likleri, peşi sıra, uyuşturucu kullanımının ciddiyeti, kapsamı ve uygun
kontrolünün tanımında temel önemdeki değişiklikleri de beraberinde
getirdi. Bu değişikliklerden en yakın tarihte gerçekleşeni tabii ki de
1970’lerde m arihuana kullanıcılarının toplumsal özelliklerindeki deği­
şikliklere gösterilen tepkiydi. Bonnie ve W hitebread’in (1974: 225)
belirttiği gibi, “marihuanaya karşı olan m utabakat sosyolojik desteğini
yitirirken peşi sıra bilimsel desteğini de yitirdi” (bkz. Himmelstein,
1983; Goode, 1984; Helmer, 1975).
Belki de buradaki kritik soru geçerlilik ile ikna edicilik arasında
bir farklılık olup olmadığıdır. M uhatapların açıkça farklı [bilimsel]
topluluklardan oluştuğu uyuşturucu araştırması söz konusu olursa,
görünüşe göre, Campbell’in yorumlamak üzere seçtiği şey başlı başı­
na araştırmanın yürütülme biçimi değil, hattâ finansman boyutları da
değil, sorun tanımlarının çoğulluğu ve yanısıra hem araştırmayı hem
de araştırma bulgularının etkisini sınırlayan rakip değer yargılarıdır.
Bu uygulamalı araştırma geleneği içinde incelenmesi yararlı olacak en
az dört özellik vardır.

Uyuşturuculara Dair Mitler


Öncelikle, açıkça ve tekrar tekrar yanlış oldukları belirtilmesine rağ­
men varlıklarını idame ettiren bir dizi mitle karşı karşıyayız. Bu mitle­
rin arasında şunlar vardır: Uyuşturucu satıcılarının uyuşturucu kulla­
nımını başlatmadaki merkezî rolleri, uyuşturucu (özellikle de eroin)
kullanımının sonucu olarak müptelalığın kaçınılmazlığı, uyuşturucu
kullanımının kriminojenik etkilerinin ve uyuşturucunun yarattığı et­
kilerin açıklanmasında asli rolün farmakolojiye verilmesi.2 Buna,
sponsorlu çoğu politika araştırmasının kapsamının ötesinde olsa da
uyuşturuculara yönelik tekrar tekrar kabaran bir toplumsal kaygı ve
eylem dalgasını meşrulaştırmak açısından önemli bir miti de ekleyebi­
liriz; açgözlü ya da kötü niyetli dış güçlerin Amerikan toplum unu bile
bile zehirlemekte olduğu miti (M usto,1973; Bonnie ve Whitebread,
1974; Helmer, 1975). Bunlar, politikayı meşrulaştıran mitlerdir, bu
yüzden de resmî açıklamalarda ve eğitim materyallerinde saygın bir
yere sahiptirler (Goode, 1984). Bu mitleri tehdit etmek, hüküm et ku­
ruluşlarını, terapistleri, tedavi programlarını, müfredatları ve gönüllü
hizmet örgütlenmelerini tehdit etmek demektir. Metadon* kullanımı
konusundaki tartışma bu konuda belki de en çarpıcı örneği sunm ak­
tadır; metadon kullanımına yönelik değerlendirmeler, yukarıda ele
alınan mitlerin varlıklarını inatçı bir şekilde sürdürmelerinin yanısıra,
belirli tedavi türlerine sadakatle bazı başka tedavi türlerine, özellikle
de “şeytanla eş tutulan” her tür uyuşturucunun verilmesini içeren te­
davilere karşı olma tutumlarının gadrine uğradı (Trebach, 1982).

2 Bu mitler Barber (1967) tarafından sonraki araştırmalara yönelik sofistike


nitelikli fakat ihmal edilmiş bir gündem bağlamında sıralanıp ele alınır. Yakın
tarihli bir değerlendirmede G oode (1984) Barber’m neredeyse 2 0 yıl önce
belirttiği hususları belirtmeyi gerekli görür. Bu inatçı sorunların kapsamlı bir
tartışması Feldman vd. (1979), Trebach (1982), Zinberg (1984) ve Glassner
ve Loughlin’de (1986) bulunabilir.
* methadon: eroin tedavisinde de kullanılan, morfin yerine geçen sentetik bir
narkotik madde (-ç .n .)
Sapkınlığın / Sapmanın Tıbbileştirilmesi
İkincisi, kamu politikası araştırmasının diğer alanlarında olduğu gibi
uyuşturucu araştırmasında da tıp mesleğinin özel konum unu ele alm a­
ya ihtiyacımız var. Sapkın davranışa alabildiğine geniş bir biçimde
uygulanmış olan hastalık modeli (Conrad ve Schneider, 1983) hem
bir uzman meslek -yani hekim ler- hem de hâkim bir yöntem -epi-
demiyoloji- öneriyordu. Tıp profesyonelleri biyolojik bilim insanları
olarak tanınma konusunda başarılı olmanın yanı sıra de facto [fiilen]
sosyal bilimciler olarak da kabul görmeyi başardılar. Sosyal sorunlar
ve sosyal politikalar konusundaki açıklamaları, ideolojik önyargıları
açısından, diğer sosyal bilim insanlarının sahip olduğu önyargılar ka­
dar dikkatle incelenmemiştir; bunun sebebi kısmen doğal bilimciler
olarak saygınlıkları, kısmen de bilimsel eğitimlerinin onlara toplum la-
rina yönelik eleştirel bir anlayış temeli sağlamamasıdır. Böylece hem
açıkça yetersiz bir araştırmanın, bir tıp dergisinde yayımlandığı vakit
kolayca dikkat çektiğini görürüz hem de epidemiyolojinin “bilimsel”
modelinin oldukça kısır ve betimleyici kalmasına rağmen araştırmada
egemen olduğunu. Politikadaki, uyuşturucu kullanıcılarının toplum ­
sal sınıflarındaki değişimleri takip eden çarpıcı değişiklikler yüzün­
den, marihuana üzerindeki tartışma en iyi gözden geçirilip belgelenen
tartışm a oldu. Buna göre, tıp dergilerinde yayımlanan açıkça yetersiz
bir araştırmayı ele aldığımız pek çok durumda, bu araştırmanın hem
kamuoyu hem de politika yapıcılar tarafından geçerli kabul edildiğini
görürüz. Örneğin, 1971 Aralık’mda marihuana kullanıcılarındaki se-
rebral atrofı üzerine yayımlanmış bir yazı hâlâ etkinliğini sürdürüyor:
“Lancet [dergisi] editörlerinin aynı konuda uzun bir ihtar yayımlama­
larına ve yazarların hastalığın nedeni konusundaki atıfları sorgulan­
mış, tartışılmış ve neredeyse Amerika’daki her otoritenin alay konusu
olmuş olmasına rağmen, bu çalışmanın tanıtımı yaygın bir şekilde ya­
pıldı ve çalışma, m arihuana karşıtı retoriğin ön cephesinde yer almaya
devam etti” (Bonnie ve Whitebread, 1974: 289).
Tıp dergilerinde kamuoyunun böylesine dikkatini çeken yazılar
öncelikle klinik incelemeler olurken, araştırma için benimsenen kamu
sağlığı modeli çoğunlukla disiplinlerarası ekipler tarafından benim sen­
miş ve hüküm et kuruluşları tarafından güçlü bir biçimde desteklenmiş
bir modeldi. Epidemiyolojik model, (ille de semptomları göstermek
zorunda olmayan) taşıyıcıları, gerek maruziyet gerek hassasiyet bakı­
m ından taşınan risk faktörlerini ve tedavi ya da önlemeye dönük bir
yönelimi ihtiva eder. Ball ve Cham bers’ın (1970: 20) kendi çalışmala­
rını klasik tüberküloz, çiçek, frengi, yüksek tansiyon ve lösemi incele­
meleriyle karşılaştırırken belirttiği gibi, bu tür bir araştırmada “iptila-
nın etiyolojisi, oluş sıklığı ve yaygınlığı” vurgulanır. Özel incelemelerin
odağı, orta sınıf ergenler arasında uyuşturucu kullanımının artm ası­
nın desteğiyle, Porto Rikolular, Zenciler, Meksikalı Amerikalılar ve fe­
deral hastanelerde yatan hastalardan (Ball ve Chambers, 1970) “no r­
mal” popülasyona kayşa da, patolojiye yapılan vurgu devam etmiştir;
“yetersiz kişilik”, “uygunsuz” [inept], “ergen hazcılığı” ve “kötü ıs­
lah edilmiş” gibi terimlerle literatürde rutin olarak karşılaşılmaktadır
(Glassner ve Loughlin, 1986; Goode, 1984). Uyuşturucu kullanımı,
cinsel deneyim ve eylemci protestosu gibi farklı “problem” fenom en­
leri öngörecek bir davranış modeli bulma girişimleri de söz konusudur
(Jessor ve Jessor, 1978).
Böylesi bireyci yaklaşımlar toplumsal örüntü ve etkileşimin hayati
önemdeki rolünü gözden kaçırır. Sosyal şebekeler maruziyet oranla­
rı bakımından tanımlanır ve hastalığın ilerlemesini saptamaya yöne­
lik girişimler, istatistiksel olarak normal vakalar araştırılırken önemli
alternatif davranış örüntülerinin ihmal edilmesi sonucunu doğurur.
Uyuşturucu kullanımı öncelikle toplumsal bir etkinliktir, bireysel pa­
tolojinin bir dışavurumu değil.
Trebach (1982: 25), uyuşturucu kullanımına yönelik sosyal teori­
lerin tıbbi pratikler üzerindeki karşılıklı etkisi üzerine ilginç bir göz­
lemde bulunur. İptilaya yol açma endişesi ve bunun yanı sıra iptila
ile diğer ahlaki sonuçlar arasında varsayılan bağlantılar, reçete yazma
uygulamalarını etkileyebilir; narkotiklerin dozajını, acıyı yeterli biçim­
de azaltmak için gereken seviyenin altına düşürebilir:
Tıbbi arenadaki başarısızlıklar belirli uyuşturucuların seçiminin ya
da yasallığının ötesine geçerek mevcut uyuşturucuların uygunsuz
kullanımına dek uzanıyor. [Sacher ve Marks] “acının, hastalarda
yaygın ve önemli bir rahatsızlık ortaya çıkaracak şekilde, narkotik
analjeziklerle yetersiz tedavisine yönelik genel bir örüntü” [buldu­
lar],
Trebach ayrıca, tıp araştırması profesyonellerinin önde gelen sözcüle­
rinden Louis Lasagna’ın New England Journal o f Medicine’daki bir
başyazısından alıntı yapar (1982: 77): “Şu ya da bu hasta morfinden-
se eroinle daha iyi bir durum a gelebilir ya da bunun tersi olabilir, yine
de yasal olarak morfin yerine geçen o kadar çok ilaç varken ve depola­
ma, hırsızlık ve saptırma gibi potansiyel sorunlar göz önüne alındığı
zaman, eroinin tıbbi kullanım için yasallaştırılması toplumsal sorum ­
luluk sergileyen bir tavır gibi görünm üyor.”

Nitel Araştırmanın Statüsü


Üçüncüsü, görüyoruz ki nitel çalışmalar, bütünleyici ya da tam am la­
yıcı olarak görülmüş ve görülmeye devam edilmekte, yöntemi ya da
bulgulan açısından değil politikayla uyuşması bakımından değerlen­
dirilmektedir. Bu kısmen epidemiyolojik yöntemlerin sosyal bilimciler
tarafından başarılı bir biçimde benimsenmesiyle ve onların bulgula­
rının görece bir noktada birleşmesiyle ilişkili olmuştur; bunlar, genel
olarak sosyal bilimlerin bulgularına göre daha geniş bir biçimde kabul
görüyordu. Tıbbi ve davranışsal araştırma, m arihuana kullanımı gibi
özel bir vaka yeniden incelemeye tabi tutulduktan ve sosyal bilimin
bulguları politika için temel olarak kabul edildikten sonra bile diğer
tür uyuşturucu kullanımı için egemen olmaya devam etti. Ne var ki,
nitel bulguların göz ardı edildiği ya da bunlara yalnızca daha nicel
yaklaşımlarla teyit edildikleri zaman dikkat edildiği gerçeği, iki ge­
lenekten çıkan uyuşturucu kullanımı anlayışları arasındaki sıklıkla
çarpıcı farklılıklarla ilişkilendirilebilir. Örneğin, eroin kulanımmdaki
önemli etnografyaları gözden geçiren Beschner ve Feldman (1979:
2), “müptelaya kendi kültürü bağlamında bakıldığı zaman keskin bir
farklılık gözlemledikleri”ni belirtirler. “Müptela, psikiyatri literatü­
ründe alabildiğine sık dile getirilen psikopat kişilikten ziyade, olağan
kınanası özelliklerin yanısıra olumlu özelliklerle de nitelendiriliyordu.
Sokak kültüründe, müptela becerikli ve akıllı, yaşamına anlam ve m a­
cera veren uğraşların peşinde biri olarak görülebilir.” Tıbbi modelin
kullanımının içinde bireyci bir yaklaşım, kendine özgü bir sapkınlık
/ sapma, tedavi, sirayet varsayımı ve negatif bulguları ihmal etm e­
ye yönelik klinik gelenek bulunur. Geçerliliği, destek veren [bilimsel]
topluluğun yargısından ayrı olarak nasıl değerlendirebiliriz?
Aslında, uyuşturucu kullanımı ve istismarına yönelik anlayıştaki
önemli ilerlemelerin, özellikle de sorunları şekillendirmede bizzat po­
litikanın rolünün, çoğu zaman araştırmacıların kendileri, üniversiteler
ya da vakıflar -a m a nadiren hüküm etler- tarafından desteklenen nitel
araştırmanın sunduğu katkılar sayesinde gerçekleştiği öne sürülebilir.
Ne var ki bu katkılar “tamamlayıcı” ya da “bütünleyici” nicel incele­
meler tamamlanmadan kabul edilmeyebilirler.
Program Değerlendirmesi
Sosyal politika araştırm asından genel olarak değerlendirme araştır­
masına geçecek olursak, geçerliliği geliştirmeye yönelik öneriler, kula­
ğa, daha ziyade etkin problem çözümü için öneriler gibi gelmeye baş­
lar. Bu bağlamda, uygun bilimsel yapılar olarak gördüğü şeyleri aynen
yeniden üretme çabasında olan Campbell (1985: 5), yeniliğin teşvik
edilmesinden ziyade desteklenecek fikirlerin seçiminden yanadır:
Daha yeni fikirlere mi ihtiyacımız var? Yoksa en geçerli durumdaki
zekice ve yaratıcı fikirler yığını içinden en iyisini ayıklamaya mı
ihtiyacımız var? Gerek saf gerek uygulamalı başarısız sosyal bilim­
leri başarılı fizik bilimlerin karşısına koyan bu makale bunlardan
İkincisini destekleme sonucunu doğurur... daha az sayıda başlığı
daha yoğun biçimde finanse etmeliyiz.
Ne var ki, politika araştırmasının, özellikle de değerlendirme araştır­
masının bulguları, bütün metodolojik geçerlilik kanonlarını yerine
getirdiği zaman bile, değerlendirilen programlar, ilintisel [korelasyo-
nal] araştırmanın ulaşamayacağı sonuçlara ulaşabilir. Sosyal bilimleri
verimlilik kıstasına hapsetmek istemiyorsak, iyi niyetli programların
sunî ilişkilerine ya da beklenmedik sonuçlarına bakmayı başaram a­
yan dar tasarımların farkında olmalıyız. Örneğin, verimli programlar,
sapkınlık / sapma “nedenlerinin” giderilmesinden ziyade sapkınların
etkin kontrolü temelinde, yani gerçek alternatiflere izin vermek üzere
koşulları değiştirmekten ziyade insafsız koşullara yönelik makul tepki­
leri cezalandırarak başarılı olabilirler. M etadon-idame programlarının
gelişimi ve değerlendirmesi bu durum a iyi bir örnektir. Bu programlar
tıbbi ve cezai-adalet modellerinin etkin bir ittifakını yansıtan yenilik­
lerdir ve iptilayı “tedavi etm ek” için “yeni” ve yasal bir biçimde reçete
edilen bir uyuşturucuya/ilaca yaslanırlar. M etadonun etkileri bakım ın­
dan aslında eroinden farklı olup olmadığı sorusu, bu programa bir teh­
dit oluşturmadan neredeyse yöneltilemez. Bu arada metadon, sokak
uyuşturucuları repertuarına eklenmiş durum dadır (Trebach, 1982).
Resmî kontrole yoğunlaşmak, programlanmamış gruplardaki des­
tek ve kontrol için önem ihtiva eden kaynakların göz ardı edilmesi
sonucunu da doğurur. Uyuşturucu kullanıcılarına yönelik olarak ger­
çekleştirilen katılımlı gözlemin en çarpıcı bulgularından biri, otorite
altında mahrumiyet [structured abstinence], kontrollü dozaj ve plan­
lanmış tesirin [ordered effect] doğası ve kapsamıdır. Bu fenomenler
ihmal edilme eğilimindedir çünkü uyuşturucu kullanıcılarının bilgi ve
yaptırım kaynakları resmî ve haricî ölçütler tarafından meşrulaştırıl­
mış değildir (Glassner ve Loughlin, 1986; Zinberg, 1984). Örneğin,
PCP [fensiklidin] kullanımı örüntülerine yönelik önemli bir karşılaş­
tırmalı inceleme, uyuşturucunun kullanımı ve etkisi açısından grup­
lar arasında çarpıcı farklılıklar bulur. Cleckner (1979: 209) “pek çok
bireyin kendi çevrelerinde onlara uyuşturucunun olumsuz etkilerini
denetleme ve sınırlandırma olanağı sağlayan kaynaklara sahip olduk­
larını [belirtir]... Geçmişte sorunlu olan diğer uyuşturucularda olduğu
gibi burada da çözüm olanağı, alınan madde ne olursa olsun istismar
edici davranışı teşvik eden toplumsal ortamların incelenmesinde yatı­
yor olabilir.”

Sonuç
Geçerliliği geliştirmek için ne yapılabilir? Uzmanlık alanları için­
de m utabakata ve zindeliğe ulaşma anlamında CampbeH’in araştır­
ma gruplarını örgütleme, ikincil çözümlemenin teşvik edilmesi ve bir
dizi yöntemin desteklenmesi önerileri meydan okuyucu ve önemlidir.
Topluma dair yanlışsız ve nesnel bilgi üretmeyi -g erçek sosyal bili­
m i- geliştirme anlamında, darlığa değil genişliğe ihtiyaç var. Sürecin
sonunda güçlü bilimler olarak ortaya çıkabilecek [bilimsel] topluluk­
ların ana çizgileri açık değil. Resmî politika araştırması kaçınılmaz
olarak ideolojiktir; araştırma desteğinin temelini genişletmek suretiyle
özgürlüğün tesis edilmesine ihtiyaç vardır. Kamu ve sapkınların ken­
dileri de dâhil olmak üzere müşterilere yalnızca kontrol ajanları, ahlâki
girişimciler ya da toplumsal bir hastalığın potansiyel denekleri olarak
danışılmamalı, onlara araştırm a sponsorları olma salâhiyeti de tanın­
malıdır. Son olarak, politika oluşturm a konusundaki araştırmalar ve
bunların sonuçları, nesnel araştırmaya desteği kısıtlayan, dar soruları
teşvik eden ve ideolojik olarak tutarlı bulguları kabul etmeye aşırı ha­
zır olmaya götüren süreçleri izah etmek zorundadır (bkz. Holzner ve
Marx, 1979: 167).
“Bilimsel” topluluk nedir? Uyuşturucu araştırması söz konusu ol­
duğunda her biri farklı sorular soran birkaç “bilimsel” topluluk bulu­
nuyor. Bu toplulukların daha bütünleşmiş olmalarını engelleyen iki
etken var. Bunlardan ilki daha nicel geleneğin dar sorun tanımları,
İkincisi de nitel geleneğin bulgularının daha eleştirel içerimleridir. Bu,
sosyal bilim araştırması işletilerek, fizik bilimlerde direnç, sahtekârlık
ve başarısızlığın deneylenebileceği koşullar hakkında ilginç bir şeyler
öğrenebileceğimizi gösterir.
Yöntemlerin seçiminde gerçekten de bir açmaz vardır. Nicel yön­
temler, kısmen sordukları soruların spesifikliği kısmen de fizik bi­
limlerinin yöntemlerini kopya eder gibi göründükleri için daha ikna
edicidir. Ne var ki, tam da darlıkları yüzünden, hatalı sonuçlara gö­
türm e olasılıkları daha yüksektir; sınanmamış, fakat siyasi bakımdan
sevimli varsayımlar kullanılmadığı sürece, bu sonuçların bir toplumsal
ortam dan genelleştirilmeleri zordur. Araştırma denekleriyle etkileşim
yoluyla gözden geçirilmeye daha az açıktırlar; nicel yöntemler, bizzat
deneklerin perspektifiyle temas sağladığı ölçüde, incelenen fenomene
yönelik alternatif deneylerle temas açısından önemli potansiyel düzelt­
meler gerektirirler. Sosyal bilim araştırması toplumsal gelişim ve de­
ğişim potansiyeline ve görece güçsüz bireyler ve grupların kapasiteleri
ve çıkarlarına dair geniş ve yanlışsız bilgiyi temel aldığı ölçüde, geçerli
bilginin araştırılması gelişecektir. Bu, eğitim fırsatlarının geliştirilme­
sini ve genel nüfusun tüm insani bilgi alanlarında okuryazarlığının
yükseltilmesini gerektirir.
Bütün yurttaşlar ne denli bilgili ve ilgiliyse toplum da o denli de­
mokratiktir. Eğer demokratikleşme süreci katılımcı [bir demokrasi]
olma noktasına dek hayata geçirilirse, toplum un sosyal yapısı (örne­
ğin ABD’de bildiğimiz üzere) çarpıcı bir biçimde yeniden şekillen-
dirilecektir. Bilim o zaman yeni bir kurum olacaktır. Yalnızca bütün
olarak toplum un çıkarlarıyla daha yakından bütünleşmiş olmakla kal­
mayacak eşitlik, işbirliği ve katılımcı demokrasi değerlerinin rehberli­
ğinde yürüyen yeni bir soruşturm a tarzı haline gelecektir. Geliştirilmiş
geçerlilik (ve nesnellik), böylesi bir yapısal değişimin esasına ait bir
sonuç olacaktır. Bu, en azından, çeşitli “halk için bilim” hareketlerinin
temel hedeflerinden bazılarını gerçekleştirecektir. Daha radikal bir so­
nuç da, günlük toplumsal yaşamla tamamen bütünleşmiş halka ait ve
o halk için bir “insan bilimi”nin gerçekleştirilmesi olacaktır. Eleştirel
bir bilim sosyolojisi, “başarılı bilim” ve “toplumsal ilerleme” hakkında
olduğu gibi kabul edilen fikirlere meydan okuyarak bu alternatifi oda­
ğa taşımaya yardımcı olabilir. Daha da önemlisi, eleştirel bilim sosyo­
lojisi bir insan bilimi program ının altında yatan örgütsel ve kültürel
fikirleri geçerli kılmaya yardımcı olabilir.

Kaynakça
Ball, J. ve c. Chambers [ed.] (1970) The Epidemiology o f Opiate Addiction in
the United States. Illinois: Charles C. Thomas.
Barber, B. (1967) Drugs and Society. New York: Russell Sage.
Barnes, B. ve D. BLOOR (1982) “Relativism, rationalism and the sociology
of knowledge”, s. 21-47, içinde: M. Hollis ve S. Lukes (ed.) Rationality
and Relativism. Oxford: Blackwell.
Barnes, B. ve S. Shapm [ed.] (1979) Natural Order: Historical Studies of
Scientific Culture. Beverly Hills, CA: Sage.
Beschner, G. ve H. Feldman (1979) “Introduction”, s. 1-17, içinde: H. Feld­
man, M. Agar ve G. Beschner (ed.) Angel Dust: An Ethnographic Study of
PCP Users. Lexington, MA: Lexington Books.
Bloor, D. (1976) Knowledge and Social Imagery. London: Routledge & Ke-
gan Paul.
Bohm, D. (1981) Wholeness and the Implicate Order. London: Routledge &
Kegan Paul.
Bonnie, R. ve C. Whitebread III (1974) The Marihuana (sic) Conviction:
History o f Marihuana Prohibition in the United States. Charlottsville:
Univ. of Virginia Press.
Bowden, G. (1985) “The construction of validity in estimates of U.S. crude
oil reserves”, Social Studies o f Science 16: 207-240.
Bunge, M. (1967) “Technology as applied science”, Technology and Culture
8: 329-347.
Campbell, D. (1974) “Evolutionary epistemology”, s. 413-463, içinde: P.A.
Schilpp (ed.) The Philosophy of Karl Popper. Lasalle, IL: Open Court.
Campbell, D. (1984) “Science’s social system of validity- enhancing collec­
tive belief change”, NIMH Konferansı’na dayanan taslak kitap, “Potenti­
alities for Knowledge in Social Science”, September 11-14, 1983, Uni­
versity of Chicago.
Campbell, D. (1985) Final Report on Contract Number SSN 552-12-4531.
Center for Prevention Research, Rockville, MD.
Cartwright, N. (1983) How the Laws of Physics Lie. New York: Clarendon.
Cleckner, P. (1979) “Freaks and cognoscenti: PCP use in Miami”, s. 183-
210, içinde: H. Feldman, M. Agar ve G. Beschner (ed.) Angel Dust: An
Ethnographic Study of PCP Users. Lexington, MA: Lexington Books.
Conrad, P. ve J. Schneider (1983) Deviance and Medicalization: From Bad­
ness to Sickness. St. Louis: Mosby.
Easlea, B. (1983) Fathering the Unthinkible. London: Pluto.
Eco, U. (1980) The Name of the Rose. New York: Harcourt, Brace and Jo-
vanovich.
Feldman, H., M. Agar ve G. Beschner [ed.] (1979) Angel Dust: An Ethnog­
raphic Study of PCP Users. Lexington, MA: Lexington Books.
Gieryn, T. (1983) “Boundary-work and the demarcation of science from
non-science: strains and interests in professional ideologies of scientists”,
Amer. Soc. Rev. 48: 781-795.
Gitterman, M. ve V. Halpern (1981) Qualitative Analysis of Physical Prob­
lems. New York: Academic.
Glassner, B. ve J. Loughlm (1986) Drugs in the Worlds o f Adolescents: Bur­
nouts to Straights. London: Macmillan.
Goode, E. (1984) Drugs in American Society. New York: Knopf.
Goodman, N. (1978) Ways ofWorldmaking. Indianapolis, IN: Hackett.
Heelan, P. (1983) Space-Perception and the Philosophy of Science. Berkeley:
Univ. of California Press.
Helmer, J. (1975) Drugs and Minority Oppression. New York: Seabury.
Himmelstein, J. (1983) The Strange Career of Marijuana: The Politics and
Ideology of Drug Control in America. Westport, CT: Greenwood.
Holzner, B. ve J. Marx (1979) Knowledge Application. Boston: Allyn and
Bacon.
Jessor, R. ve S. Jessor (1978) “Theory testing in longitudinal research on
marijuana use”, s. 41-71, içinde: D. Kandel (ed.) Longitudinal Research
on Drug Use. Washington, DC: Wiley.
Johnston, L., P. O’malley ve L. Eveland (1978) “Drugs and delinquency: a
search for causal connections”, s. 137-156, içinde: D. Kandel (ed.) Lon­
gitudinal Research on Drug Use. Washington, DC: Wiley.
Kafka, F. (1964) The Trial. New York: Vintage.
Knorr-Cetina, K. ve M. Mulkay [ed.] (1983) Science Observed. Beverly Hills,
CA: Sage.
Knorr-Cetina, K. (1984) “The fabrication of facts: toward a microsociology
of scientific knowledge”, s. 223-244, içinde: N. Stehr ve V. Meja (ed.)
Society and Knowledge. New Brunswick, NJ: Transaction.
Marx, K. (1956) Economic and Philosophic Manuscripts of 1844. Moscow:
Foreign Languages Publishing House.
Marx, K. (1973) Grundrisse. New York: Vintage.
Merchant, C. (1980) The Death of Nature. New York: Harper and Row.
Mills, C. (1961) The Sociological Imagination. New York: Grove.
Mulkay, M. (1984) “Knowledge and utility: implications for the sociology
of knowledge”, s. 77-96, içinde: N. Stehr ve V. Meja (ed.) Society and
Knowledge. New Brunswick, NJ: Transaction.
Musto, D. (1973) The American Disease: Origins o f Narcotics Control. New
Haven, CT: Yale Univ. Press.
Phillips, D. (1974) “Epistemology and the sociology of knowledge: the cont­
ributions of Mannheim, Mills and Merton”, Theory and Society 1: 59-88.
Restivo, S. (1983a) The Social Relations o f Physics, Mysticism, and Mathe­
matics. Dordrecht: D.Reidel.
Restivo, S. (1983b) “The end of epistemology”, Society for Social Studies of
Science’in Yıllık Toplantısındaki “Natüralist Bir Bilim Felsefesine Doğru”
oturumunda sunulan tebliğ, Blacksburg, VA, November 4.
Shapin, S. (1984) “Pump and circumstance: Robert Boyle’s literary techno­
logy”, Social Studies o f Science 14 (November): 481-520.
Traweek, S. (1984) “Nature in the age of its mechanical reproduction: the
reproduction of nature and physicists in the high energy physics commu­
nity”, s. 94-112, içinde: C. Belisle ve B. Schiele (ed.) Les Savoirs Dans
Les Pratiques Quotidiennes. Paris: Editions Du Centre National De La
Recherche Scientifique.
Trebach, A. (1982) The Heroin Solution. New Haven, CT: Yale Univ.Press.
Zinberg, N. (1984) Drug, Set and Setting: The Basis for Controlled Intoxicant
Use. New Haven, CT: Yale Univ. Press.
Genel olarak bilim sosyolojisi literatüründe üç gelenekten
söz edilebilir. İlki: bilimsel doğruluk ve geçerlik kriterleri­
nin hiçbir tarihsel-sosyal kökene bağlanamayacağını sa­
vunan: ve dolayısıyla, bilim topluluğunun ‘kendine has'
normlara sahip, ’özgür' birey araştırmacılardan oluşan
'özel türden' bir topluluk olduğunu iddia eden pozitivist
bilim sosyolojisi yaklaşımlarıdır. Bunun tam karşısında,
bilim topluluğunun ve bilimsel eğitimin katı hiyerarşik
yapısına, bilimsel bilginin konvansiyonel karakterine
odaklanarak bilim topluluğunu egzotik bir kabileye çevi­
ren konvansiyonalist / rölativist gelenekler yer alır.

Rölativist geleneğin ülkemizdeki temsilcileri açısından


ise. pozitivizm eleştirisi temelinde yorumcu ve post-pozi-
tivist anlayışlarla temasa geçme ve empirik araştırmaya
dönük bir önyargıya teslim olma durumu sözkonusudur.
Ülkemizdeki rölativistler, sosyolojik pozitivizmle özdeş­
leştirdikleri saha araştırmasına karşı öğrenilmiş bir kü­
çümsemeyi yaratarak ve yayarak, "felsefe vapma" kaygısı­
na düşmüş ve kendilerini bir tür sosyal felsefeci olarak ko-
numlandırmışlardır.

Oysa ki Batı'da deneyimlenen, normatif bir perspektife ve


daha genel toplumsal-felsefî ilgilere doğra çifte hareket.
Türkiye gerçekleriyle uygun bir biçimde değerlendirildiği
noktada, verimli imkânlar sunar. Zira bu yönelim, alanda­
ki sorunların kaynağı olduğunu gördüğümüz dar-politik
güzergâhlardan bizleri kurtararak, akademinin gerçek an­
lamıyla politik bir biçimde, yani salt söylemsel düzlemde
değil ama aynı zamanda diğer sosyal kurum ve yapılarla,
diğer sosyal sömürü ve tahakküm mekanizmalarıyla ilişki­
si içersinde, kurumsal ve yapısal olarak analiz edilebilme­
sini sağlayacaktır. Bövlesi bir yaklaşım, self-refleksif bilin­
ci tüm bilim sahalarına yaymaya yönelik adımlara vol aç­
tığı noktada, yerlerde tekmelenen bilim tabelalarının yerli
yerine asılmasını sağlayacak ve ülke gerçeğinde önemli
roller oynama potansiyeline sahip özgürleşimci bir bilim
pratiğini mümkün kılacaktır.
f l H I ISBN: 978-975-8717-63-7

SOSYOLOJİ

You might also like