Professional Documents
Culture Documents
Gilles Deleuze - Yaratıcı Eylem Nedir
Gilles Deleuze - Yaratıcı Eylem Nedir
(1987)
Çeviri:
Soruyu bir başka biçimde ifade edebilirim. Sinemada bir fikir sahibi olmak ne
demektir? Sinema yapan veya yapmayı uman birinin bir fikir sahibi olması ne demektir?
"Bir fikrim var!" diyen biri ne demiş olur? Çünkü bir yandan herkes bilir ki bir fikre
sahip olmak nadir bir olaydır, seyrek görülür. Kutlanacak bir şeydir, her gün
gerçekleşmez. Öte yandan, bir fikre sahip olmak genel bir şey değildir. Bir fikre "genel
olarak" sahip değilizdir. Bir fikir, tıpkı o fikre sahip olan kişi gibi şu veya bu ihtisas
alanına adanmıştır. Demek istediğim şu ki bazen resimde, bazen romanda bazen
felsefede, bazen de bilimde bir fikir sahibi olmak kesinlikle aynı anlamlara gelmeyebilir.
Fikirlere şu veya bu ifade biçimine bağlanmış potansiyeller olarak yaklaşmak gerekir. Ve
bu ifade biçiminden ayrılamazlar. Öyle ki, bir fikre genel olarak sahip olduğumu
söyleyemem. Bildiğim bir teknik bağlamında, belirli bir ihtisas alanında bir fikre sahip
olabilirim. Mesela sinemada, başka bir alanda veya felsefede bir fikrim olabilir. "Bir
şeyde" fikir sahibi olmak ne demektir?
Benim felsefe, sizinse sinema yapmanız üzerinden hareket ediyorum. Bir kere
böyle düşünülünce, kolaylıkla "Felsefe bilen biri her konuda düşünmeye hazırdır. O
halde neden sinema üstüne de düşünmesin?" denebilir. Fakat bu, saçma bir fikirdir.
Felsefe her şey üzerine düşünmek için yoktur. Başka şeyler üzerine düşünmek için
değildir. Demek istediğim, felsefeyi "üzerine düşünme" kudreti olarak ele almak ona çok
şey yüklemek gibi görünüyor, ama aslında ondan çok şey almaktır bu. Çünkü kimsenin
düşünmek için felsefeye ihtiyacı yoktur. Demek istediğim, sinema üzerine düşünme
yetisi olan kimseler sadece sinemacılar, sinema eleştirmenleri veya sinemaseverlerdir.
Onların sinema üzerine düşünmesi için kesinlikle felsefeye ihtiyacı yoktur.
Matematikçilerin matematik üzerine düşünmek için felsefeye ihtiyaç duyması fikri
komiktir. Felsefe bir şeyler üzerine düşünmek için var olmuş olsaydı varlık nedeni
ortadan kalkmış olurdu. Felsefe varsa, kendi içeriği var olduğundandır.
Kendimize şunu soralım: Felsefenin içeriği nedir? Cevap gayet basit. Felsefe diğer
disiplinler kadar yaratıcı ve icat edici bir disiplindir. Felsefe, kavramları yaratmayı ve
icat etmeyi içinde barındıran bir disiplindir. Kavramlar kendiliklerinden yoklardır.
Kavramlar gökyüzünde öylece dolaşmaz ve bir filozofun gelip de kendisini havada
kapmasını beklemezler. Kavramların imal edilmesi gerekmektedir. Elbette ki durduk
yere imal edilmezler. Kimse günün birinde "Pekala, bir kavram yapacağım. Bir kavram
icat edeceğim." demez. Tıpkı bir ressamın "Pekala, tam şöyle bir resim yapacağım."
demediği gibi. Bir gereklilik olmalıdır. Başka alanlarda olduğu gibi felsefede de gereklilik
olmalıdır. Tıpkı bir sinemacının "Tam şöyle bir film yapacağım." dememesi gibi. Bir
gereklilik olmalıdır, yoksa ortada bir şey yoktur. Yine de, eğer varsa, çok karmaşık bir
şey olan bu gerekliliğin bir filozofu sinema üzerine düşünmekten sorumlu kılmadığını
biliyorum en azından. Kavramları icat eder veya yaratır.
Felsefe yaptığımı söyledim, yani kavramlar icat etmeye çalışıyorum. Başka şeyler
üzerine düşünmeye çalışmıyorum. Peki, siz sinema yapanlara sorsam, siz ne
yapıyorsunuz? Daha iyi biçimde ifade edilebilecek olsa bile, şu çocukça tanımı ileri
süreceğim: Kavramlar icat etmiyorsunuz, sizin göreviniz bu değil. Hareket-süre bloku
denebilecek bir şey icat ediyorsunuz. Hareket-süre blokları imal eden birinin sinema
yapan biri olduğu söylenebilir.
Tabii burada hikayeyi işin içine katıp katmamak mesele değildir. Her şeyin bir
hikayesi vardır. Felsefe de hikayeler anlatır. Kavramlarla hikayeler anlatır. Sinema ise,
sanırım, denebilir ki, hareket-süre bloklarıyla hikayeler anlatır. Resmin ise tamamen
farklı bloklar icat ettiğini söyleyebilirim. Ne kavram bloklarıdır bu ne de hareket-süre
blokları. Çizgi-renk blokları denebilir bunlara. Müzik ise başka türden bloklar icat eder.
Çok çok özel ve güzeldir bunlar. Bilim de tüm bu saydıklarımdan daha az yaratıcı
değildir.
Bilim ile sanat arasında büyük bir karşıtlık görmüyorum. Bilim insanının ne
yaptığını sorarsak, o da icat eder. Keşif yapmaz; keşif diye bir şey vardır, ama bilimsel
eylemi böyle tanımlamayız. Bilim insanı da bir sanatçı kadar yaratır ve icat eder. Biri bir
başkasıyla konuşabiliyorsa, bir sinemacı bir bilim insanıyla konuşabiliyorsa veya bir
bilim insanı ile filozofun birbirine söyleyecek bir şeyi varsa bunu kendi yaratıcı
faaliyetleri kapsamında gerçekleştirebilirler. Yaratım üzerine konuşmalarına gerek
yoktur, yaratım tek başınayken gerçekleşen bir şeydir. Yaratım üzerine konuşmaya
gerek yoktur. Ama yalnızca yaratımım adına başkasına söyleyecek bir şeyim vardır.
Bir yaratıcı, zevk için çalışan bir varlık değildir. Yaratıcı, mutlaka yapmak zorunda
olanı yapandır. Sinemada bir fikir sahibi olmak başka bir şeyde fikir sahibi olmak ile aynı
şey değildir. Yine de sinemada başka disiplinlere uygulanabilecek fikirler vardır.
Sinemada harika roman fikri olabilecek fikirler vardır. Ama tamamen aynı şey
değillerdir. Sinemada yalnızca sinematografik olabilecek fikirler vardır. Sinemada bir
romana uygulanabilecek fikirler olsa bile bu fikirler halihazırda sinematik bir süreçten
geçmişlerdir. Bunlar önceden bu sürece hasredilmişlerdir. Bunları ifade ederek, ilgimi
çeken bir soruyu sormak istiyorum: Bir sinemacı mesela romandan uyarlama yapmayı
neden ister?
Kurosawa neden Shakespeare ile, Dostoyevski ile bir yakınlık kuruyor? Japon bir
sinemacı kendisini neden Shakespeare ve Dostoyevski'ye yakın bulsun? Bana öyle
geliyor ki... Verilebilecek binlerce olası cevaptan birini vereceğim. Aynı zamanda biraz da
felsefe ile ilgili bir cevap bu. Dostoyevski'nin kahramanlarında ufak ayrıntılar vardır.
Dostoyevski'nin kahramanlarının başına sıklıkla garip şeyler gelir. Karakterleri
genellikle tedirginlerdir. Bir karakter hareketlenir, sokağa iner ve şöyle der: "Sevdiğim
kadın Tania, benden yardım istedi.Acele etmeliyim. Yanına gitmezsem ölecek."
Merdivenleri iner, fakat orada bir arkadaşıyla karşılaşır veya ezilmiş bir köpek görür ve
her şeyi tamamen unutur. Ölmek üzere olan Tania'nın onu beklediğini unutur. Konuşur,
bir başka arkadaşıyla karşılaşır, çay içmeye giderler. Sonra aniden şöyle der: "Tania beni
bekliyor, gitmeliyim."
Sinemada bir fikir sahibi olmak budur işte. Karşı çıkıp, "Hayır, romana özgü bir
fikirdir bu." diyebilirsiniz. Ama bir kere sinematografik sürece dahil olmuş sinema fikri
böyle olur. Anca o zaman Dostoyevski'den bir fikir almış olsanız bile "Bir fikrim var."
diyebilirsiniz. Aynı şeyi söyleyeceğim. Bence bir fikir çok basittir. Bir kavram değildir,
bir felsefe değildir. Bir fikirden bir kavram çıkarmak mümkün olsa bile kavram farklı bir
şeydir. Minnelli'yi düşünün. Minnelli'nin rüya hakkında bana olağanüstü gelen bir fikri
vardır. Çok basit bir fikir olduğu söylenebilir. Ancak sinematografik sürece dahil
olmuştur bu. Minnelli'nin rüyalarla ilgili o büyük fikri, bence rüya görmeyenlerle ilgili
olmasından ileri geliyor. Rüya görenlerin rüyası rüya görmeyenlerle ilgilidir. Onları
neden ilgilendiriyor peki bu? Çünkü başkaları ile ilgili bir rüya varsa, tehlike de vardır.
İnsanların rüyaları doymak bilmez, bizi de yutma riskini taşır. Başkalarının rüyaları çok
tehlikelidir. Rüya, feci bir güç istencidir. Her birimiz az veya çok başkalarının rüyalarının
kurbanıyızdır. En zarif genç kadınların bile rüyaları son derece yok edici olabilir. Ruhu
değil ama rüyaları öyle olabilir. Başkalarının rüyalarından uzak durun. Çünkü başkasının
rüyasına yakalanırsanız hapı yuttunuz demektir.
Böyle bir fikre sahip olduğunuzda, mesele bunun doğru veya yanlış olması
değildir. Mesele bunun önemli, ilginç veya güzel olup olmamasıdır. Bilimde de durum
aynıdır, felsefede de.
Sinematografik bir fikir ile ilgili bir başka örnek vereyim. Nispeten yakın dönem
sinemasındaki "Görmek" ile "konuşmak" arasındaki ünlü kopuş ile ilgili bir örnek. En
ünlü örnekleri ele alacağım. Syberberg, Straubs ve Marguerite Duras arasındaki ortaklık
nedir? Ortak noktaları nedir? Ses ile görüntünün birbirinden ayrılması fikrini tam olarak
sinematografik yapan nedir? Böyle bir şey neden tiyatroda yapılamaz?
Aslında yapılabilir, ama tiyatroda yapılırsa yani bütünüyle aynısı yapılırsa, tiyatro
bunu yapmanın yolunu bulursa bunu sinemadan ödünç aldığı söylenebilir. Bu illa ki kötü
bir şey değildir ama ses ile görüntü arasındaki bağlantıyı keserek kopuş yaratmak o
denli sinemaya ait bir fikirdir ki sinemada fikir sahibi olmanın örneğidir resmen.
Bunun ne olduğunu hepimiz biliyoruz. Ses bir şey söyler, bir şeyden bahseder
aynı zamanda bize başka bir şey gösterilir ve nihayet bahsedilen şey gösterilenin altına
yerleştirilir. Bu üçüncü nokta çok önemlidir. Tiyatronun bunu yapamayacağını
kestirebilirsiniz. İlk iki önermeyi gerçekleştirebilir tiyatro. Bize bir şey anlatılır, ama
başka bir şey gösterilir. Ama bahsettiğim şey, aynı zamanda anlatılanın görülenin altına
yerleştirilmesidir. Gereklidir bu, yoksa ilk iki önermenin bir anlamı ve faydası kalmaz.
Bir tür dönüşüm yaratır bu. Hava, toprak, su ve ateş. Bu iki elementi de eklemek
gerekiyor tabii, ama bunların rolünü keşfedecek zamanımız yok. Sinemada elementlerin
büyük devridaimidir bu. Elementlerin sinemadaki büyük devridaimidir. Bütün bu
söylediklerimle hikayeyi ortadan kaldırmaya çalışmıyorum. Hikaye daima oradadır. Bizi
asıl ilgilendiren hikayenin neden bu kadar ilgi çekici olduğudur. Hikayenin arkasında
olan ve onu işler kılan şeyler değil yani. Demin tanımladığım devridaimi yani sesin
yükseldiği ve sesin bahsettiği şeyin yerin daha dibine batışını Straubs'un çoğu filminde
işte bu elementlerin büyük devridaimini bulacağınızı fark edebilirsiniz. Yaptığı bu
devridaim çok önemlidir.
Gördüğümüz şeyin ebedi kopuşunu izlemenin güzel bir etkisi vardır. Issız bir
toprak görürüz sadece. Ama bu ıssız toprak altındakiler sebebiyle ağırlaşıyor. Şunu
sorabilirsiniz: Altında ne yattığını nasıl biliyoruz? Sesin bize bahsettiği işte budur.
Yeryüzü sanki zamanı gelince toprağın altındaki yerini alan sesin bize söyledikleriyle
çöker. Ses bize cesetlerden toprağın altındaki yerini almış cesetlerin soylarından
bahsettiği anda ıssız toprağın üstünde, gözlerimizin önündeki bu boş mekanda esen hafif
bir rüzgar veya küçücük bir oyuk veya buna benzer şeyler bir anlama bürünür.
Ama... Diyorum ki fikir sahibi olmak, iletişime dair bir şey değildir. Ben de tam bu
noktaya gelmek istiyordum çünkü bana nazikçe sorulan sorularla ilgili bir nokta burası.
Şunu demek istiyorum: Hakkında söz ettiğimiz her şey, iletişime indirgenebilir değildir.
Ve bu da sorun değil. Peki bu ne demek?
Bana öyle geliyor ki... İlk anlamıyla, iletişimin bir bilginin aktarımı ve yayılması
anlamına geldiğini söyleyebiliriz. Oysa bilgi nedir? Pek karmaşık değil, herkes bilir ki
bilgi, talimatlar bütünüdür. Size bilgi verildiğinde size aslında neye inanmanız gerektiği
söylenir. Diğer bir deyişle; bilgilendirmek, bir talimatı yaymaktır. Polisin açıklamalarına
-haklı olarak- "bildiri" denir. Bize bilgi "bildirilir", yani hangi durumda olmamız ve neye
inanmamız gerektiği, neye inanma mecburiyetimizin bulunduğu bize bildirilir. Hatta
inanmak zorunda bile değilizdir, inanıyor gibi yapmamız istenir. Yani bizden inanmamız
değil, inanıyormuşuz gibi davranmamız istenir.
Biliyorsunuz düşünür Michel Foucault, bize çok yakın iki toplum biçimini analiz
etmişti. Bir tarafta hükümranlık toplumu diye adlandırdığı toplumlar diğer tarafta
disiplin toplumu diye adlandırdıkları. Disiplin toplumu diye adlandırdığı toplumu da
geride bırakmaya başladığımızı söylüyordu net olarak. Mesela Napolyon dönemi.
Hükümranlık toplumundan disiplin toplumuna tipik bir geçiştir. Disiplin toplumu da,
Foucault'nun meşhur, ve şöhreti hak eden, analizlerine göre kapatma merkezlerinin
oluşturulması ile tanımlanır. Hapis, okul, atölye, hastane. Disiplin toplumunun bunlara
ihtiyacı vardı. Foucault okurlarında bu durum, bir tür kafa karışıklığına neden oldu.
Çünkü bunun Foucault'nun vardığı son nokta olduğuna inandılar. Halbuki durum böyle
değildi.
Foucault şunu çok açık bir şekilde söyledi: "Disiplin toplumları ebediyete kadar
sürmeyecek." Dahası, bizim yeni bir toplum biçimine geçmekte olduğumuzu
düşünüyordu. Tabii çok uzun yıllardır disiplin toplumunun her tür tortusuyla
karşılaşıyoruz hâlâ. Ama biliyoruz ki içinde olduğumuz başka tür bir toplum. Bunu da şu
şekilde adlandırmak gerek, Burroughs bunu şu şekilde adlandırıyordu Foucault da
Burroughs'a büyük bir hayranlık duyardı, Burroughs'un isim önerisi basitti: "kontrol
toplumu". İçine girmekte olduğumuz toplum tipinin adı "kontrol toplumu". Tanımı da
disiplin toplumundan çok farklı.
Peki tüm bunları neden anlatıyorum? Şöyle diyelim: Bilgi... Bilgi, talimatların
kontrollü sistemidir. Belirli bir toplumda tedavülde olan talimatların. Sanatın tüm
bunlarla ne ilgisi olabilir? Sanat eserinin... Bana şöyle diyeceksiniz: "Tüm bunların hiçbir
anlamı yok!" Haydi sanat eserinden bahsetmeyelim de en azından karşı-bilginin
varlığından söz edelim. Örneğin özellikle çetin ve acımasız şartlara sahip ülkeler var.
Karşı-bilginin var olduğu diktatörlükler bunlar. Hitler döneminde Almanya'dan gelen
Yahudiler Almanya'da toplama kamplarının mevcudiyetini bize ilk bildiren onlardı.
Yaptıkları, karşı-bilgiydi. Ancak şunu da görmek gerek ki karşı-bilgi herhangi bir şey
yapmak için yeterli değildir. Hiçbir karşı-bilgi Hitler'i rahatsız etmedi. Yalnızca bir olay
hariç. Peki bu olay neydi
Burası önemli. Buna tek cevabım şu: Karşı-bilginin etkili olması, ancak ve ancak -
tabii doğası itibariyle- bir direnme eylemi olması ya da ona dönüşmesiyle mümkün.
Direnme eylemi ise ne bilgidir ne de karşı-bilgidir. Karşı-bilgi ancak direnme eylemine
dönüşebildiği sürece etkili olabilir.
Bir sanat eserinin iletişimle ilgisi nedir? Hiçbir ilişkisi yoktur. Sanat eseri, bir
iletişim aracı değildir. Sanat eserinin iletişimle hiçbir ilgisi yoktur. Sanat eseri, en ufak
bir bilgi kırıntısı içermez. Buna karşılık sanat eseri ile direnme eylemi arasında çok
temel bir yakınlık vardır. Evet, burada bilgi ve iletişimle bir ilişkisi mevcut bir direnme
eylemi olarak.
Bir sanat eseri ile direnme eylemi arasındaki esrarengiz ilişki nedir, direnen
insanlar sanatla en ufak bir bağa sahip olmak için gerekli olan ne zamana ne de bazen
kültüre sahipken? Bilmiyorum. Malraux hoş bir felsefi kavram geliştirdi. Malraux sanat
üzerine çok basit bir şey söylüyor: "Sanat, ölüme direnen tek şeydir."
İşte sanatın, sanat eserinin direnme eylemiyle sıkı fıkı ilişkisi de buradan gelir.
Tüm direnme eylemleri, sanat eseri değildir, aslında bir anlamda öyledir de. Tüm sanat
eserleri, direnme eylemi değildir, halbuki bir anlamda öyledir de.
Bize esrarengiz bir yöntem mi gerek acaba? Belki başka bir tefekkür biçimi, uzun
bir tefekkür süreci... Demek istediğim, şu soruya geri dönmeme izin verirseniz:
"Sinemada bir fikre sahip olmak nedir?" veya "Sinematografik bir fikre sahip olmak
nedir?" Örneğin diğer örneklerin yanında Straublar örneğini ele alalım demiştim.
Onların ses ve görüntü arasında ayrışma yaratmaları örneği. Hangi şartlar altında
yaptılar, hangi fikirle... Diğer büyük sinemacılar bunu başka bir biçimde ele aldılar.
Straublar'ın ayrıştırma tekniği ise şöyle gerçekleşir: Ses yükselir, yükselir, yükselir,
yükselir ve bahsettiği şey çorak, çöle dönmüş toprağın altına girer. Görüntüde bunu
görürsünüz.
Yani ses imgesi ile görsel imge arasında hiçbir bağ yok. Ya da doğrudan bir bağ
yok diyelim. Peki nesnesi toprağa gömülürken yukarıya yükselen söz eylemi nedir?
Direnme. Direnme eylemi. Straublar'ın tüm eserlerinde söz eylemi, bir direnme
eylemidir.
Musa'dan Kafka'ya kadar, ikisi arasında, sırayla söylemiyorum, Mutabık Değil
filminden Bach'a kadar. Hatırlayın. Bach'ın söz eylemi nedir? Müziğidir. Müziği de
direnme eylemidir. Peki neye karşı direnme eylemi? Bu soyut bir direnme değildir.
Direnme eylemi, aktif mücadelesi; dünyevi ile kutsal arasındaki ayrıma karşıdır.
Müzikteki bu direnme eylemi bir çığlığa varır. Wozzeck'in çığlığı gibi Bach'ın da bir
çığlığı vardır. "Dışarı! "Dışarı! "Kaybolun, gözüm görmesin sizi!" Bu, bir direnme
eylemidir. Straublar bu çığlığı öne çıkardığında, Bach'ın çığlığını ya da yaşlı şizofren
kadının çığlığını öne çıkardıklarında Mutabık Değil filmindeki şizofren, tüm bunlar, ikili
yapıyı açıklar.
Direnme eyleminin bana kalırsa iki yüzü vardır. İnsanidir, bunun yanında sanat
eylemidir. Yalnızca direnme eylemi ölüme direnir. Sanat eseri biçimine ya da insanların
mücadelesi biçimine bürünebilir.
O halde insanların mücadelesi ile sanat eseri arasında nasıl bir ilişki vardır? Bana
göre en yakın ve en esrarengiz ilişki bu. Paul Klee'nin şunu söylerken kastettiği gibi:
"Biliyor musunuz, halk kayıp." Halk kayıp ama diğer taraftan da kayıp değil. Halk kayıp
derken kastedilen halkın asla net olmadığı ve olmayacağı. Sanat eseri ve henüz var
olmayan ve hiçbir zaman da net olmayacak halk arasındaki temel yakınlık.