You are on page 1of 89

Sayı: 3 / Temmuz/Ağustos 2021

• Toplumsal ve siyasal açıdan


1894 İstanbul depremi
• Anadolu depremlerini anlatan sikkeler
• Yer altı tanrısı Hades’in bitkisi nane
• Dünya mitolojisinde deprem
• Efes Artemis Tapınağı
depremle mi yıkıldı?

Deprem:
Yıkan ve kuran
Kullanıcı Rehberi

Konu devam ediyor. Sayfayı çevirin. Konu bitti. Sonraki içeriğe geçin.

Videoyu izlemek için tıklayın. Müziği dinlemek için tıklayın.

Sesi açın, kapatın. Dergiyi cihazınıza indirin.

Tam ekran boyutuna büyütün. Sayfayı büyütün veya küçültün.

Arkeo Duvar / 2
Kapak görseli: Tripolis antik
kentinde, Roma Dönemi’nde
inşa edilen Latrina’da (umumi
tuvalet) 1500 yıl önceki
depremin hasarını görmemizi
sağlayan sütun ve kemer
kalıntıları.

Yayın Sahibi: AND Gazetecilik ve Yayıncılık, San. ve Tic. A.Ş. adına Vedat Zencir
Genel Yayın Yönetmeni: Ali Duran Topuz
İcra Kurulu Başkanı ve Sorumlu Yazı İşleri Müdürü: Ömer Araz
Yazı İşleri Müdürü: Nuray Pehlivan
Katkıda bulunanlar: Heval Bozbay, Melishan Devrim, Selim Martin, Ali Yıldırım

Grafik Tasarım: Özgür Akkaya

Reklam ve Pazarlama Direktörü: Fırat Özdemir


Reklam Rezervasyon: reklam@gazeteduvar.com.tr

Yönetim Yeri: Maslak Mh. Ahi Evran Cd. Nazmi Akbacı İş Merkezi 233-234 Sarıyer/
İstanbul. Santral: (212) 3463601, Faks: (212) 3463635
e-posta: info@gazeteduvar.com.tr

Arkeo Duvar’da yayımlanan yazı, haber ve fotoğrafların her türlü telif hakkı
AND Gazetecilik ve Yayıncılık Sanayi ve Ticaret A.Ş.’ye aittir. İzin alınmadan, kaynak
gösterilmeden ve link verilmeden iktibas edilemez.

Duvar Medya Vakfı’nın desteğiyle hazırlanmıştır.

Arkeo Duvar / 3
Editörden

Merhaba...

Ülke gündeminin siyasal depremlerle sarsıldığı, gelecekle ilgili korkularımızın bugü-


nümüzü belirlediği bir dönemde Arkeo Duvar’ın üçüncü sayısını yayımlıyoruz. Önce-
likle ilk iki sayıya gösterdiğiniz ilgiden dolayı teşekkürlerimizi sunarız.

İlk sayımızda, “savaş ve barış” ikinci sayımızda, “salgın” konularını ele almıştık. Ba-
sit yalanların büyük mitlere ve kutsal efsanelere dönüştürülmeye çalışıldığı böylesi
zamanlarda, ilk insandan günümüze hep en büyük siyasi yalanlara ve manipülas-
yonlara konu olan “deprem”e bakıyoruz. Çünkü geçmiş uygarlıkları sona erdiren ve
yenilerinin başlamasına vesile olan bu büyük doğa olayının insanlık tarihine yön
veren kıtlık, salgın ve savaş kadar önemli olduğuna inanıyoruz.

Toplumların sosyo-ekonomik ve kültürel yaşamını olumsuz etkileyen, insanların or-


tak hafızasında yer eden doğal afetlerin başında depremler geliyor. Dolayısıyla tari-
he kısa bir yolculuk yaptığımızda, depremlerin, bugün olduğu gibi geçmişte de top-
lumlar üzerinde derin tahribatlar yarattığını ve yerleşim kültürünü şekillendirerek
insanlığın öyküsünde oldukça önemli rol oynadığını görüyoruz.

Uygarlıkların depremlere yön ver(e)mediği her rasyonel insan için çok açıktır. Peki,
depremler uygarlıklara ne kadar yön verdi? İnsanlar kendilerinden çok daha büyük
olduğunu fark ettikleri bu hadiseyi nasıl anlamlandırmayı seçtiler ve seçiyorlar? Ta-
rihte yaşanan yıkıcı depremlerin ardından toplumlar yaşamlarını nasıl sürdürdü?
İlk demokrasilerde depremin rolü neydi? ArkeoDuvar, bu sayısında depremleri irde-
liyor.

Prof. Dr. Altan Çilingiroğlu, “Depremler Urartulu mimarlara neler öğretti?” başlıklı
yazısıyla bu sayımıza katkıda bulunmuştu. Ne yazık ki yazısının yayınından kısa süre
önce, 18 Haziran 2021 tarihinde aramızdan ayrıldı. Dolayısıyla bu sayımızda yer
alan yazısı, onun Urartu arkeolojisine son katkılarından biridir. Altan Çilingiroğlu’nu
saygı ve özlemle anıyoruz. Devri daim olsun…

Arkeo Duvar / 4
KAZI/ANI

Bakır/Çilingiroğlu ekibi –
Kaleköy
Tomris Bakır ve Altan Çilingiroğlu tarafından 1978 yılında keşfedilen Elazığ’a
bağlı, Başlık ilçesinde yer alan Kaleköy’de kazılar, 1979-80 yıllarında gerçek-
leştirildi. Bölgedeki ender Alevi köylerinden birisi olan Kaleköy’de, 1980 yılında
12 Eylül askeri darbesini tepede çalışırken karşılayan kazı heyeti, bir yıl sonra
çalışmalarına son verdi. Yaklaşık 1600 metre uzunluğundaki kalede, Demir
Çağı ve Bizans Dönemi’ne ait birçok eser bulundu, kalenin giriş kısmına ait mi-
mari kalıntılar ortaya çıkarıldı.

Altan Çilingiroğlu (soldan ikinci). Fotoğrafta ayrıca ilk Ege Üniversitesi


mezunları olan Yeşilova Höyüğü Kazı Başkanı Zafer Derin (soldan beşinci),
Klazomenai Kazı Başkanı Yaşar Ersoy (soldan altıncı) ve Taciser Tüfekçi
(soldan yedinci) var.

Arkeo Duvar / 5
BU SAYIDA...

7 48
Toplumsal ve siyasal açıdan 1894 Yukarı Dicle Havzası’nda
İstanbul depremi Tunç Çağı depremleri
Prof. Dr. Mehmet Ö. Alkan Prof. Dr. A. Tuba Ökse

16 55
Depremler Urartulu mimarlara Yer altı tanrısı Hades’in
neler öğretti? bitkisi nane
Prof. Dr. Altan Çilingiroğlu Doç. Dr. Ahmet Uhri
Doç. Dr. Atilla Batmaz

60
26 Büyük Menderes kıyısındaki
Depremler ve hayırseverler Tripolis’te yıkıcı depremler
Doç. Dr. Pınar Özlem Aytaçlar Prof. Dr. Bahadır Duman

31 68
Gregorius Ezgisi Depremin üç mitolojik yüzü
Evin İlyasoğlu Öğr. Gör. Selim Martin

33
Sikkeler Anadolu depremlerini
74
Sarı öküzden kefaretçi tanrıya:
anlatıyor
Deprem mitleri üzerine
Prof. Dr. Oğuz Tekin
Doç. Dr. Çiler Çilingiroğlu

38 79
Eski çağlara ait deprem bilgilerine
Efes’te Artemis Tapınağı’nın
nasıl ulaşıyoruz?
yıkılması
Nuray Pehlivan
Melishan Devrim
Prof. Dr. İlhan Kayan

Arkeo Duvar / 6
Toplumsal ve siyasal açıdan
1894 İstanbul depremi
II. Abdülhamit Dönemi’nin bir özelliği de sansürün yanı sıra
oto-sansürün olmasıdır. Aslında bu, bütün otoriter rejimlerin
özelliğidir. Gazeteler, kısa sürede yönetimin rahatsızlık duyabile-
ceği haberleri anlayacak ve yayınlamayacaklardır.

Prof. Dr. Mehmet Ö. Alkan


İstanbul Üniversitesi, Siyasal Bilgiler Fakültesi,
Siyasi Tarih Anabilim Dalı Başkanı.

Arkeo Duvar / 7
İ stanbul, deprem kuşağında olması nedeniyle binyıllardan beri olduğu
gibi, fethinden sonra da birçok deprem yaşadı. İmparatorluğun 1894 İs-
tanbul depremi öncesi yaşadığı son büyük deprem, Sakız Adası merkezli ve
26 Temmuz 1882 günü, batıdan doğuya atımlı ve yaklaşık 33 saniye süren
sarsıntıdır. Bu depremde 5 binden fazla insan öldü ve neredeyse bütün bi-
nalar yıkıldı. Bunu Kasım 1891’deki İzmir depremi izledi. İstanbul ise en son
Bursa depreminin sıcaklığını üzerinde hissetti ve hayli sallandı.

İstanbul’da 19. yüzyılın son büyük depremi 10 Temmuz 1894 Salı günü ya-
şandı. Deprem günü takvimler Mâlî (Rûmî) tarihle 28 Haziran 1310 gününü
gösterdiği için, sonradan “1310 zelzelesi” veya “1310 Dersaadet Hareket-i
Arzı” olarak anılacaktır. Deprem üç büyük sarsıntıdan meydana geldi. Ha-
vanın berrak ve fakat rüzgarlı olduğu öğle vakti yaşanan deprem eskiden
kullanılan Ezanî saatler 4.45’i, günümüzde kullandığımız Zevalî saatler ise
12.27’yi gösterirken oldu. Tam saati konusunda 5 ilâ 10 dakikaya varan
farklar vardır. Ama müezzinlerin ezan okumaya başladıkları bir sırada oldu-
ğu kesindir. İstanbul’u vuran depremin merkezinin Yeşilköy’den 8 km. uzak-
ta ve güneydoğu istikametinde, Marmara Denizi’nde olduğu tahmin edilir.

1894 depremi.

Arkeo Duvar / 8
Halk sokaklarda...
Depremle birlikte halk sokaklara dökülür, İstanbul’da büyük bir kargaşa ve
korku yaşanmaya başlanır. Yıkılan evlerin çıkardığı dumana, deprem sonra-
sı başlayan yangınların dumanları da eklenince şehrin üzerini yoğun bir sis
tabakası kaplar. Özellikle Kapalıçarşı’nın yıkıntıları arasından gelen çığlık ve
yalvarışlar birçok kişinin kulaklarından yıllarca silinmez.

Depremden telgraf hatları da zarar gördüğü için, diğer yerleşim birimlerin-


den haber alınamamakta, dolayısıyla depremin yalnızca İstanbul’da olduğu
zannedilmektedir. Telgraf ve Posta Nezareti çok büyük hasar görür. Sağ-
lam makinelerin çoğu bahçeye çıkarılarak koruma altına alınır. Bir müddet
sonra kent içi ve dışı haberleşme Nezaret bahçesinden sağlanır. Haberleş-
me kısmen de olsa sağlanıp telgraf hatları çalışmaya başlayınca, depremin
Adapazarı’ndan başlayarak Edirne’ye kadar uzanan bir satıhta yaşandığı da
yavaş yavaş anlaşılır. Adapazarı, İzmit, Gebze, Karamürsel, Bilecik, Bursa ve
Edirne’den hasar haberleri gelmektedir. Balıkesir de depremden ciddi şekil-
de etkilenen yerler arasındadır.

Kent içi ulaşım da felç olmuş, tramvay seferleri durmuştur. Tünel herhangi
bir zarar görmemekle birlikte önlem olarak tramvaylar işletilmemiştir. Geç
vakitlere doğru Sultanahmet ile köprü arasında tramvay seferleri aksamalı
olarak başlamıştır. Şirketi Hayriye ile İdare-i Mahsusa vapurları Boğaz’ın iki
yakasında ücretsiz yolcu taşımışlardır. Şehremaneti ise hemen ekmek temin
ederek halka dağıtmaya başlamıştır. Depremde hasar görmemekle birlikte,
korkudan kapalı tutulan fırın ve bakkallar, hükümet emriyle açtırılmıştır.

Depremde insan halleri


Bu arada Çukurçeşme Kadınlar Hamamı’nın kubbesi çökünce, hamamda
bulunan kadınlar güç bela kendilerini dışarı atmışlardır. Emniyet Sandığı
veznesine para teslim etmek için gelen bir kişi zelzele sırasında kaçmış, geri
döndüğünde ise para bulunamamış ve soruşturma açılmıştır.

Zelzelenin gündüz olması, can kaybının az olmasının başlıca nedenidir. Ka-


palıçarşı çok büyük hasar görmüştür. Kuyumcu esnafı dükkanlarını terk
ettiğinden jandarma ve polis tarafından hemen güvenlik önlemi alınmıştır.
Arkeo Duvar / 9
Ertesi gün de en çok can kaybının Kapalıçarşı’da olduğu anlaşılmıştır. Padi-
şahın emriyle başlatılan enkaz kaldırma çalışmaları esnasında, ilk gün en-
kaz altından 81 ölü ve 112 yaralı çıkartılır. Enkaz altından çıkarılan cesetler
Hapishane-i Umumi’de toplanmakta ve sağlık nedenleriyle, ait olduğu dinin
gereklerine göre gömülme işlemleri yapılmaktadır. Toplam ölü sayısı ilk
gün için 135 ve yaralı sayısı da 144 olarak verilmektedir. İki gün sonra yal-
nızca Heybeliada’da ölenlerin sayısı 10’dan 70’e yükselmiştir.

Kapalıçarşı’daki enkaz altından üç gün sonra 12 yaşında bir çocuk sağ salim
çıkarılmıştır. Depremden beş gün sonra Kapalıçarşı enkazından canlı bir in-
san daha çıkarılır. Polis İdaresi yanındaki dükkânda suculuk yapmakta olan
bir Ermeni, zelzele esnasında büyük bir küpün yanına sinmiş ve üzerine çö-
ken tavanın altında, günlerce küpün içindeki suyu içerek canlı kalmıştır.

Zelzelenin izleri Maltepe’den itibaren başlamakta, Yeşilköy’e kadar uzan-


maktadır. Kısmen veya tamamen yıkılan binalar arasında istasyon, gar,
okul, camii, kilise, hastane ve resmi daireler bulunmaktadır.

Padişahın sağlığına
dua ile başlayan haber
Deprem sonrasında resmi da-
irelerin hasar gördüğü konusu
pek işlenmemiş, işlense de ge-
çiştirilmiştir. Örneğin -şimdi ol-
mayan- Adliye Binası pek hasar
görmemiş gibi anlatılsa da işle-
rin aksamaması için taşındığı da
eklenmiştir. Satır araları okun-
duğunda hasarın oldukça ciddi
olduğu anlaşılmaktadır. Bâbıâli
için kurulan “heyet-i fenniye”
raporunda, yapılan incelemeler
sonucunda masraf çıkarılmış
ve 14.124,50 kuruşluk harcama
belirlenmiştir. Padişahın emriy-
le hemen tamirata başlanmıştır. Aksaray yokuşunda deprem etkisi.

Arkeo Duvar / 10
Depremin ertesi günü yayınlanan Tercüman-ı Hakikat gazetesi, ilk yazısına
ölenlere değil, padişahın sağlığına dua ederek başlamıştır. Gazetede, pa-
dişahın ve onun devletinin halkın yardımına hemen nasıl yetiştiği özenle
anlatılır. Padişah, zelzelenin ardından, kentin çeşitli yerlerine görevliler gön-
dererek inceleme yaptırmıştır. Diğer yandan, Şehremaneti ve Zaptiye Neza-
reti memurlarını da hasarlı binalardan halkı uzaklaştırmak, tehlikeli olanları
yıkarak halkın yaralanmasını önlemek, halkın rahatını sağlamak için önlem
almak ve yaralıları tedavi ettirmek için görevlendirmiştir. Yaralılar padişahın
emriyle hastanelerde tedavi altına alınmıştır. Bunu gören halk, padişaha
dualar eder. Devlet görev başındadır!

Bâbıâli, deprem günü öğleden sonra tatil edilse de bir heyet tarafından
incelenerek hasar olmadığı görülünce, ertesi gün memurlar görev başına
çağrılmışlardır. Hatta Meclis-i Has ve Vükela da aynı gün olağan toplantısını
yapacaktır. Ayrıca padişah, hasarlı devlet dairelerinin yanına hafif barakalar
inşa edilmesi için emir çıkartmıştır.

Depremden birkaç gün sonra, gazeteler hasar ve can kaybı konusundaki


haberleri bir kenara bırakarak, devletin halka yardım etmek konusunda
ne kadar etkin olduğunu anlatan haberleri vermeye başlamıştır. Deprem
sonrasında II. Abdülhamit’in başkanlığında ve Şehremaneti içinde “İane-i
Musâbîn Komisyon-u Âlisi” oluşturulmuştur. İlk yardımı II. Abdülhamit
1.000 lira ile başlatmıştır. Ayrıca “şehzadegân ve selâtin-i azam” için de 500
lira vererek, toplam 1.500 lira yardım yapmıştır. II. Abdülhamit’in yardımları
ilerleyen günlerde de devam etmiştir. Muhtaçların gittikçe artması üzerine
II. Abdülhamit, 5.000 lira daha vermiştir.

Memleketten deprem yardımları


Zelzele sonrasında ülkenin her vilayet ve sancağında bir yardım seferberliği
başlamış, yardım defterleri açılarak, para toplanmıştır. Bu paralar, yardım
komisyonuna ulaştıkça resmî bir ilân şeklinde hangi vilayetten, kurumdan
veya kişiden, ne kadar (kuruş-para) yardım yapıldığına ilişkin alt alta liste-
ler halinde gazetelerde yayınlanmıştır. Devlet görevlileri adeta bir yardım
yarışına girmişlerdir. Yıl sonunda, 28 Aralık 1894’te toplanan para miktarı
8.287.399,11 kuruşu bulmuştur. Bu konudaki özellikle yabancı kişi ve ku-
Arkeo Duvar / 11
rumların yardımları, gazete haberleri haline dönüşmeye başlamıştır. Zelzeleye
ilişkin haberler, toplanan ve dağıtılan yardımların yanı sıra, II. Abdülhamit’in
ne kadar şefkatli olduğunu belirten haberlere dönüşmüştür. Ayrıca yaraların
ne kadar hızlı sarıldığına ilişkin haberler sıkça yer almaya başlamıştır.

1894 depreminden sonra Avrupa’dan getirilen sismograf aletleri.

Mösyö padişah!
Deprem yalnızca devlet işlerini değil, sivil yaşamı da etkilemiştir. Deprem
sırasında bazı gazeteler matbaaları zarar gördüğü, çalışanların yakınları ya-
ralandığı için yayınlarına ara vermek zorunda kalmışlardır. Deprem, halkın
habere olan ihtiyacını, dolayısıyla da gazeteye olan ilgisini olağanüstü artır-
mıştır. Ama bu arada gazeteler karaborsaya düşmüş, fahiş fiyatla satılama-
ya başlamıştır. Örneğin, Sabah gazetesi, gazetenin matbaadan 7.5 paraya
çıktığını, 2.5 paranın müvezzilere verildiğini, dolayısıyla 10 paraya satılması
gerektiğini, halbuki piyasada 20, 30 ve 40 kuruşa kadar satıldığını haber al-
dıklarını yazar.

Depremden yalnızca beş gün önce, yeni bir gazete “İkdam” adıyla yayınlan-
maya başlamıştır. Deprem günü yayınlanacak altıncı sayısı bir gece önce

Arkeo Duvar / 12
sansür memuruna gönderilmiş, oradan emredilen düzeltmeler ve çıkart-
malar yapılmıştır. Ancak bu işlem yapılırken bir dizgi hatası sonucu, bir
başka cümledeki “Mösyö” kelimesi olması gereken yerden kalkıp, padişah-
tan söz edilen cümlenin başına gelmiş ve cümle “Mösyö Cenâb-i Şehriyâri”
olmuştur. Bu tür bir yanlışlık gazetenin süresiz kapatılması için yeterlidir.
Gazetenin yazı kurulu üyeleri de bunu bildiği için, her an bir sansür me-
murunun gelip gazeteyi kapatmasını beklerken zelzele olmuş, İstanbul ka-
rışmıştır. Sevinsinler mi üzülsünler mi onlar da şaşırır. Zira bu kargaşada
“hata fark edilmez, fark edilse bile sansür memuru gelemez, gazete çıkma-
ya devam edebilir” diye düşünürler. Ama o kargaşa arasında, sansür görevi
yapan Matbaa İdaresi’nin görevli memuru gelerek, gazetenin kapandığına
ilişkin yazıyı tebliğ eder. İkdam, süresiz olarak kapatılır. Deprem bile bir ga-
zetenin, bir sözcük yanlışlığı yüzünden kapanmasına engel olamamıştır.
İkdam’ın yaklaşık bir ay sonra “aff-ı şâhâneye mazhar” olarak, 8 Ağustos’ta
yayınlanmasına izin verilmiştir. Gazetenin uzun aradan sonra yayınlandığı
ilk gün, padişaha yazılan övgü dolu özür yazısı, doğrusu okumaya değer!

Deprem sonrasında gazeteler sayfa sayılarını düşürmüştür. “Karşı gazete-


leri” olarak anılan ve yabancı dilde basılan Monitor Oriental ve Konstanti-
nopolis yayınlanamamıştır. Yayınlanabilen gazeteler ilk günlerin karmaşası
içinde zelzele haberlerini verebilmişlerdir. Ancak birkaç gün sonra hasar ile
ölü ve yaralı konusunda haberler, önce ikinci ve üçüncü sayfalara düşmüş,
ardından da yazılmaz olmuştur. Bu haberler yerini, padişahın “yardım ve
şefkat” faaliyetlerine bırakacaktır.

İkdam gazetesi zaten bir yazım yanlışının kurbanı olarak, depremin olduğu
gün süresiz kapatılmıştır. Bazı gazeteler ise deprem haberlerini “doğrula-
madan” verdikleri için kapatılmıştır. Bazı kaynaklar Sabah gazetesinin zelze-
le haberleri nedeniyle süresiz kapatıldığını yazarlar. Oysa Sabah gazetesi 14
Temmuz Cumartesi bir günlük kapatma cezası nedeniyle yayınlanmamıştır.

Ama aynı gün birden fazla gazete “yanlış zelzele haberleri” nedeniyle ceza
almıştır. Sabah gazetesinin kapatılma gerekçesi Rumca yayınlanan Kons-
tantinopolis’ten inceleme ve doğrulama yapmadan aktardığı bir haberdir.
Haberin kaynağı Konstantinopolis gazetesi ise bir hafta süreyle kapatılmış-
tır. Rumca yayınlanan Konstantinopolis gazetesinin kapatılmasına ilişkin şu
“Tebligat-ı Resmiye” yayınlanmıştır:

Arkeo Duvar / 13
“Konstantinopolis gazetesinin evvelki günkü nüshasında Mekteb-i Harbiye-i
Şahâne’nin bir kısmı münhedim olarak yirmi iki kişinin sakatlanmış ve üç kişi-
nin dahi enkaz altında kalarak vefat etmiş olduğuna dair münderiç bulunan
fıkra kamilen biasıl ve esas erâcif kabilinden olmasına ve böyle asıl ve esası ol-
mayan bir havadisi bilâ tahkik derç ve neşre cür’et eylemesine mebni mezkûr
gazetenin dünkü günden itibaren bir hafta ve Sabah gazetesinin dahi tetkik ve
tahkik etmeksizin mezkûr fıkrayı dünkü nüshasının ikinci sahifesinin ikinci sütu-
nuna nakil ve derç eylediğinden dolayı bir gün müddetle tatil kılınmış oldukları
ilan olunur.”

Ayrıca zelzele haberleri konusunda bazı yanlış bilgiler verdiği gerekçesiyle


kimi gazeteler de uyarı cezaları almışlardır. Bunlardan biri deprem günü
baskı yapan neredeyse tek gazete olan Nie Pitorisis’dir. Yanlış haberlerin
gazete kapattığı bir ortamda, II. Abdülhamit’in yarı-resmi sözcüsü duru-
mundaki Ahmet Mithat Efendi’nin yönetimindeki Tercüman-ı Hakikat, bu
tür haber yayınlayan gazeteleri, açık bir şekilde “jurnal” edecektir.

II. Abdülhamit Dönemi’nin bir özelliği de sansürün yanı sıra oto-sansürün


olmasıdır. Aslında bu, bütün otoriter rejimlerin özelliğidir. Gazeteler, kısa
sürede yönetimin rahatsızlık duyabileceği haberleri anlayacak ve yayınla-
mayacaklardır.

Bilim dergilerinde ‘Allah’ın büyüklüğü’ var


deprem yok
Dönemin popüler bilim dergilerinde ise birkaç istisna dışında zelzeleye
ilişkin tek satır bile yer almadığı görülür. Bu konudaki ilk istisna, Malumat
Dergisi’nde arkası gelmeyen yazı dizisidir. Amacı bilimsel konuları vülgarize
ederek işlemek olan dergiler, bu görevlerini yerine getirememişlerdir. Ör-
neğin Hazine-i Fünun’da tek satır yazı yoktur. Mektep Dergisi deprem son-
rasında iki hafta gecikmeyle çıkmasına karşın, Allah’ın ve kâinatın büyük-
lüğü konusunda kısacık bir yazı yayınlanmıştır ki içinde zelzelenin adı bile
geçmemektedir. Durum taşra için de farklı değildir. Örneğin depremi ciddi
bir şekilde hisseden Bursa’da yayınlanan Fevaid Dergisi de depremden hiç
söz etmemektedir. Dönemin Hukuk Dergisi bir ay ve yine haftalık yayınla-
nan popüler bilim dergisi Maarif ise yaklaşık bir buçuk aylık gecikmeyle ya-
yınlanmış olduğu halde, yine Allah’ın büyüklüğüne ilişkin bir yazıdan başka
bir şey yer almamıştır.

Arkeo Duvar / 14
Depremin dördüncü günü yayınlanan dönemin göz alıcı dergilerinden Ser-
vet-i Fünun’da ise İstanbul halkı ile alay edercesine şu satırlar yer alacaktır:

“Geçen hafta evvel şiddetlice vuku bulup ondan sonra hafifleyerek devam etmiş
elhamdülillah şimdi külliyen zail olmak derecesine gelmiş olan tezelzülat-ı arziye
ile bir aralık zevk ve neşide-i mutadesini gaib eden şehr-i şehrimizin yine kisve-i
saiyane-i asliyesini ahzeyledi. Hareket-i arziyeden duçar-ı havf olanlar, havf ve
hissiyetlerinin mübalağa derecesine getirilmiş olduğunu anladılar; ehl-i say ve
gayret vezaif-i mutadesine mübaşeret ettiği gibi haftada bir gün olan eyam-ı tati-
liyeden dahi istifade asarı görüldü.”

Bu yazının ardından gezip eğlenen insanlar ve havanın tatlılığı anlatılmakta,


Boğaziçi gezintileri, mehtap, meltem ve balık tutmak konusuna değinilmek-
tedir. Ertesi hafta “İstanbul Postası” köşesinde yer alan yazıda ise, havaların
gölgede otuz beş, güneşte kırk iki derece olduğundan yakınan ve mesire
yerlerinin öneminden söz eden bir yazı bulunmaktadır. Ne yıkıntılar arasın-
dan çıkarılan öğrencilerin cesetleri, ne de geceleri bile sokakta yaşayan İs-
tanbul halkının durumu söz konusu dahi edilmez.

[Bu yazı daha önce yayınlanan “Toplumsal ve Siyasal Açıdan ‘1894 İstanbul
Depremi’ ”Toplumsal Tarih No:70 (Ekim 1999) s.11-17’den kısaltılarak alınmış-
tır.]

Arkeo Duvar / 15
Depremler Urartulu
mimarlara neler öğretti?

Urartulu mimarlar, bir uygulama planı hazırlarken bölgesel sis-


mik davranışlardan edinilen bilgi birikimini kullanmış ve bu sis-
mik davranışları dikkate almışlardır.

Prof. Dr. Altan Çilingiroğlu


Ege Üniversitesi, Edebiyat Fakültesi, Protohistorya ve Önasya Arkeolojisi
Bölümü Emekli Öğretim Üyesi ve Yaşar Üniversitesi, Mütevelli Heyeti Üyesi

Doç. Dr. Atilla Batmaz


Ege Üniversitesi, Edebiyat Fakültesi, Protohistorya ve Önasya
Arkeolojisi Bölümü

Arkeo Duvar / 16
A rkeolojik ve epigrafik kanıtlar bize M.Ö. 7. yüzyılda Mezopotamya ve
Akdeniz dünyasında sismik faaliyetlerin aktif olduğunu gösteriyor. Ba-
tıda, Girit’teki Phaistos kenti de M.Ö. 7. yüzyılın başlarında yıkıcı bir deprem
yaşadı. Olasılıkla aynı depremde Girit’teki Profitis Ilias, deprem sonrası tah-
ribatıyla terk edildi. Doğu’da ise Mezopotamya’ya hükmeden Asur İmpara-
torluğu’nun aynı yüzyılın ilk yarısına yansıyan yazılı kaynaklarında, depreme
ilişkin kayıtlar şaşırtıcı derecede artar. Özellikle Asur Kralı Esarhaddon ve
oğlu Assurbanipal dönemi kayıtları depremden sıklıkla söz ederler. Bu ka-
yıtlar yıkılan, hasar gören, onarılan bina ve yerleşimler hakkında bilgi veri-
yor. Depremler o kadar yıkıcı ve sık olmuş olmalı ki Asur yazıtları bunların
verdiği korku ile deprem felaketine karşı koruyucu ayinler düzenlendiğin-
den söz eder.

Yakındoğu ve Akdeniz’de gözlenen bu tablo Doğu Anadolu açısından da


farklı değil. Doğu Anadolu günümüzde olduğu gibi geçmişte de sismik faali-
yetleri yoğun şekilde yaşayan bir coğrafi bölge. M.Ö. 9. yüzyılda, Doğu Ana-
dolu’nun ilk ve tek krallığını kuran Urartular bu depremlere en fazla maruz
kalan topluluktur.

Urartu yerleşim birimleri genellikle ‘kale’ olarak tanımlanır ve güçlü sur du-
varları, idari binalar, sarnıçlar, saraylar, tapınak ve dinsel alanlar, depolar ve
evsel mekânlar gibi çeşitli yapıları barındırır. Başkent Tuşpa’dan (Van Kalesi)
eyalet merkezlerine ve taşraya ulaşım sağlayan yol şebekesi, Doğu Anadolu
sınırlarını aşarak Kuzeybatı İran ve Güney Kafkasya’ya ulaşır ve kısmen bu-
gün de kullanılır. Urartu merkezi gücünün, egemenlik kurduğu bölgelerde,
günümüzde de kullanılan, “Şamram Kanalı” (Menua Kanalı) adıyla bilinen
sulama tesisleri kuracak kadar gelişmiş mimari bir beceriye sahip oldukla-
rı düşünüldüğünde, depreme karşı etkin önlemler almaları şaşırtıcı değil.
Nitekim arkeolojik kanıtlar Urartu Krallığı’nın tarih sahnesinde kaldıkları 2

Arkeo Duvar / 17
yüzyılı aşkın süre boyunca elde ettikleri deprem tecrübelerini kullanarak 7
ve üzeri büyüklüğe sahip yer kabuğu hareketlerine mukavemet gösterebi-
lecek mimari önlemler geliştirebildiklerini ortaya koyar.

Sur duvarları ile deprem önlemi


Urartu mimarisinin esası; kalenin ovaya hâkim doğal bir tepe üzerinde ku-
rulması ve inşa edilecek yapıların temellerinin ana kayaya oturtulması ilke-
sine dayanır. Kireç taşı ya da bazalttan yapılan sur duvarları doğal tepenin
eteklerindeki en uygun hat üzerine şev verilerek inşa edilir. Sur duvarları
aynı zamanda kendisine yaslanan mekânları ve kalenin diğer yapılarının
ağırlık ve basıncını taşıyan, kendi başına teras duvarları olarak işlev sahibi-
dir. Surları oluşturan taşların doğrudan ana kaya üzerine yataklar ve basa-
maklar oluşturularak konması, Urartu’nun olasılıkla depreme karşı aldıkları
önlemin bir parçasıdır.

Ayanis güney surları. Ana kaya üzerindeki sur yatakları.

Arkeo Duvar / 18
Taş temel üzerine kerpiç mimari
M.Ö. 7. yüzyılda daha güçlü kaleler yapılmaya özen gösterildiği açıktır. Özel-
likle Argişti oğlu II. Rusa döneminde yapılan kalelerde bu durum belirgindir.
Örneğin Van Gölü’nün doğu kıyısına inşa edilmiş olan Ayanis Kalesi güney
sur duvarlarında, ağır bazalt blokların kaymasını engellemek için taş temel-
de belirli aralık ve yüksekliklerde kilit taşları oluşturulur. Bazalt blokların

Ayanis güney sur duvarları. Kilit sistemi.

görünen kısımları, daha dayanıklı olması için, bombeli olarak bırakılır. Bazı
Urartu kalelerinde gözlenen ve ‘rustika’ olarak isimlendirilen bu teknik II.
Rusa’nın Van Havzası’nda inşa ettirdiği ikinci başkenti Toprakkale (Van) ve

Ayanis güney sur duvarları.


Kef Kalesi (Adilcevaz) bazalt sur duvarları.
Rustika tekniği.
Rustika tekniği.

Arkeo Duvar / 19
Kefkalesi’nde (Adilcevaz/Bitlis) gözlenir. Yine özellikle M.Ö. 7. yüzyıl kalele-
rinde görülen, Urartu mimarisine direnç ve hareket kazandıran önemli bir
unsur, rizalit adı verilen köşe payandalarıdır. Rizalit kullanımı Urartu tapı-
nak mimarisinde ve payelerde dikkat çekici bir unsurdur.

Ayanis tapınak alanında rizalitli bir paye. Kef Kalesi (Adilcevaz) payeli salon.
Rizalitli bir paye.

Paye köşelerinde birbirine kenetlenmek suretiyle oluşturulmuş köşe rizalit-


leri, payenin bloklarının birbirinden
ayrılmasını önler. Büyük mekânların
dışına uygulanan destek payandaları
ise taş temel üzerine çeşitli yöntem-
lerle örülen kerpiç mimariye direnç
kazandıran diğer bir mimari unsur-
dur.

Ayanis Kalesi çekirdek tapınak du-


varı önünde açılan bir sondajda taş
temelin ana kayaya kadar 7 taş sırası
devam ettiği görülür. Yumuşak ze-
min tabakalarından geçerken genliği
artan ve salınımı daha fazla hissedi-
len depremin yıkımının azaltılması
Ayanis çekirdek tapınak temeli.

Arkeo Duvar / 20
için sert ve dayanıklı zemin elde edilmesi gerekmektedir. Kalelerin çeşitli
yerlerinde kalınlıkları 6 metreyi bulan istinat duvarları yine deprem gibi bir
risk hesap edilerek tasarlanmış olmalıdır.

Ayanis tapınak alanı. Destek payesi.

Ayanis Tapınağı örneği


Van Bölgesi, doğu-batı yönlü fay hatlarına sahip olmakla beraber yüksek
şiddette deprem üretebilen kuzey-güney yönlü sıkışmalı tektonik rejimin
etkisi altındadır. Büyük yer sarsıntılarında kuzeydoğu-güneybatı ve kuzey-
batı-güneydoğu yönlü hareketler etkili olur. Urartuların bu durumu tecrübe
ederek kale içindeki mekân konumlandırmasını, bazı mimari düzenleme-
leri buna göre yaptıklarını görüyoruz. Buna göre, uzun ekseni doğu-batı
doğrultulu olan her yapının zarar görmesi muhtemel olacağından binaların
yönlendirilmesinde bu durum dikkate alınmıştır. Çarpıcı bir örnek Ayanis
Tapınağı’ndan verilebilir: Ayanis çekirdek tapınağının kuzey ve güney duva-
rına yaslanan yarım payeler, tapınağı kuzeyden ya da güneyden gelecek bir
şoka karşı ayakta tutacaktır. Diğer bir ifade ile bu yarım payelerin, deprem-
lerin kuzey-güney hareketine karşı önlem olarak yapılmış olduğunu göste-
rir.

Arkeo Duvar / 21
Yerleşim birimlerinin depremden hasar görmelerinde depremin odak de-
rinliği, şiddeti, oluşum mekanizması ve fayın türü kadar yerleşim birim-
lerinin seçildiği alan, inşa tekniği, inşa malzemesinin kalitesi ve yapıların
konumlandırılma açılarının da etkisi vardır. Urartu sivil yerleşimlerinin ko-
numlandırılmasında seçilen yerin su kaynağına ve kaleye yakınlık dışında
en belirgin özelliği ana kaya üzerine inşa ediliyor olmasıdır. Van Gölü’nün
özellikle batı kıyısındaki modern yerleşim birimleri, eski göl çökelleri ve ta-
şınmış alüvyonlu toprak üzerine kurulmuş olmaları nedeniyle günümüz
depremlerinden kolayca etkilenir. Ancak Urartuların sivil yerleşimlerinde
hiçbir inşa faaliyetinin bu tür yumuşak zeminli alanlarda yapılmamış olması
rastlantı değildir.

Urartulu mimarların
‘deprem hafızası’ nasıl
oluştu?
Bu örnekler bize göstermektedir
ki inşa faaliyetlerinden sorumlu
Urartulu mimarlar, bir uygulama
planı hazırlarken bölgesel sismik
davranışlardan edinilen bilgi biriki-
mini kullanmış ve bu sismik davra-
nışları dikkate almışlardır. Aslında
deprem hafızası krallık kurulma-
dan çok önceleri, krallığı oluşturan
beyliklerin bölgedeki yaklaşık 400
yıllık geçmişlerine dayanır. M.Ö.
1274’den M.Ö.858 tarihine kadar
birbirinden bağımsız yaşayan yerel
politik unsurlar, uzunca bir süre
deprem ile iç içe yaşamışlardır. Bu
durum, ortak bir hafıza ve bilinç
Ayanis doğu sur duvarları.
geliştirmiş olmalıdır.

Arkeo Duvar / 22
Ayanis Tapınak Alanı’nda kilit yerlerinden Kef Kalesi’nde (Adilcevaz) yıkılan bir paye.
ayrılarak zarar gören payeler.

Arkeolojik yerleşimlerde depremin izlerini sürmek elbette kolay değildir.


Ancak deprem açısından incelendiği zaman bazı cevaplanamayan sorulara
yanıt bulunabilir. Bu açıdan Urartu merkezlerinde yapılan araştırmalar kral-
lık tarafından kurulan kalelerde, depreme bağlı izleri gözler önüne serer.
Urartu Krallığı’nın önemli kaleleri arasında sayılan Van Havzası’ndaki, Aya-
nis, Kef, Yukarı Anzaf ve Çavuştepe kalelerinde, Erzincan’daki Altıntepe Ka-
lesi ve Ermenistan’daki Arinberd Kalesi’nde yapılan arkeolojik kazılar M.Ö.
7. yüzyıl tabakalarında depremi işaret eden önemli bulgular ortaya çıkardı.
Ayanis Kalesi bu anlamda en kapsamlı araştırılan merkez niteliğindedir.
Kalenin doğu sur duvarlarını oluşturan kireç taşlarında Urartu Dönemi’ne
ait çatlak ve kırık gibi deformasyonlar ve güney surun bazalt taşlarındaki
bazı hareketler deprem ile ilişkilendirilir. Kalenin tapınak alanında üst ya-
pıyı taşıyan bazı payelerin kuzeye hareketi ile kilit yerlerinden açılarak da-
ğıldığı anlaşıldı; Kef Kalesi’nde de benzer bir durum söz konusuydu. Ayanis
Tapınak Alanı içindeki bazı payeler, tapınağın güneyindeki mekânlarına
devrilmiş şekilde bulundu. Tapınak alanı içindeki güçlü taş duvarlara sahip
çekirdek tapınak, desteklenmiş olmasına karşın depremin etkisiyle kaymış
ve taban döşemesindeki taşlar yerlerinden çıkmıştı. Kalenin kerpiç duvarla-
rının yıkıntı yönleri, tektonizmanın kabaca kuzey-güney yönünde olduğunu
gösteren önemli bir kanıttır. Yıkılan ve kalınlıkları 4-5 metreye varan duvar-
ların yaklaşık kuzeydoğu-güneybatı ya da genel olarak kuzey-güney doğ-

Arkeo Duvar / 23
Ayanis çekirdek tapınağın deprem ile Ayanis kuzeye yıkılan kerpiç duvar.
yerinden çıkmış zemin döşemesi.

rultusunda ve domino taşı gibi devrildiğini anlıyoruz. Diğer duvarlar ise bu


duvarların çarpmasıyla yıkılmış olmalı. Bu, depremin yönünü ve şiddetini
gösteren önemli bir ipucu. Çavuştepe, Anzaf, Altıntepe, Arinberd kalelerin-
de ise deprem sonrasında alelacele yapılmış tadilat izleri depremin verdiği
tahribatla ilişkilendirilmiştir.

Depremler Urartu’yu nasıl etkiledi?


Deprem, önlenemeyen ve öngörülemeyen bir felakettir. Yarattığı sonuçlar
günümüzde olduğu gibi geçmişte de çok ağır oldu. Günümüzdeki sonuçla-
rından hareketle Urartu Dönemi’nde yaşanmış önemli depremlerin sonuçları
hakkında tahminde bulunmak mümkün olabilir. Erozyonu tetikleyen depre-
min kıyı şeridindeki tarım arazilerini yok etmiş olması muhtemeldir. Deprem
ve artçıları nedeniyle kalelerin yıkılması, kalede başlayan bir yangın ve yerle-
şim birimleri ile irtibatın kesilmesi önemli bir sorun teşkil etmiş olmalıdır. Su
problemi ise uzun vadede yaşamsal bir sorun doğurmuş olmalı. Depremler,
göl ve akarsular üzerinde etkilidir. Deprem sonrası göl ve çevresinde mey-
dana gelen jeolojik ve jeomorfolojik değişimler sonucu göle su veren yer
altı suyu kaynaklarının akış yönünün değişmesi ya da kuruması gibi sonuç-
lar oluşabilir. Yer yarıklarından çıkan zehirli kimyasallar ve radon gibi gazlar
içme sularını, tarımsal arazileri, toprak özelliklerini olumsuz yönde etkiler.

Arkeo Duvar / 24
Bunlara ilaveten kuyu, kerhiz ve sarnıç gibi su teminini ve depolanmasını
sağlayan yapıların zarar görmesi suyun kesilmesine yol açarken, bazı yer
altı su toplama düzenekleri kullanılmaz hale gelir. Su şebekelerinin zarar
görmesi su sıkıntısına sebep olur, sağlıksız ve kirli su kullanılması sonucu
salgın hastalık tehlikesinin ortaya çıkmasına zemin hazırlar. Bu durumu
2011 Van depreminde açık bir şekilde yaşadık. Girit’te gerçekleştirilen ar-
keosismik araştırmalarla, Geç Minos (M.Ö. 1600-1450) evresinde yaşanan
depremlerin neden olduğu su teminindeki ciddi problemlerin Minos’un çö-
küşünde etkili olduğu anlaşıldı.

Bir diğer faktör psikolojik çöküştür. Deprem sonrası dönemi hayatta kal-
ma, geçici konut kurma, yemek ve su gibi temel ihtiyaçların karşılanması
gereken bir dönemdir. Bu yeterli oranda karşılanamaz ise öfke, hayal kı-
rıklığı ve gerilim duyguları topluma hâkim olur. Böyle bir felakette zengin,
elit yönetici sınıf ve liderler, su, yiyecek ve geçici barınma gibi ihtiyaçlara,
sıradan halktan çok daha kolay erişme şansına sahip olur. Bu durum ümit-
sizlik yaratarak yağma ve hırsızlık gibi olaylara yol açar. Büyük boyutlu tahıl
bakliyat, su, yağ vs. gibi besin depolama alanları ise yağmacıların birincil
hedefidir. Böylesi bir durum zincirleme bir etki yaratarak büyük bir krallığın
çöküşünü kolaylaştırmış olabilir. Doğu Anadolu’yu vuran yakın zaman dep-
remlerinin yarattığı yıkımın onarılmasının bile aylar ve hatta yıllar sürdüğü
düşünüldüğünde 2500 yıl öncesi koşullarındaki büyük sarsıntıların açtığı ya-
raların derinliği ortaya çıkacaktır.

Arkeo Duvar / 25
Depremler ve
hayırseverler
Opramoas Mozolesi, ülkesindeki depremin yaralarını, şehir şe-
hir, köy köy, hane hane sarmaya çalışan bir hayırseverin hatıra-
sını yaşatmaya devam ediyor.

Doç. Dr. Pınar Özlem Aytaçlar


Ege Üniversitesi, Edebiyat Fakültesi, Eskiçağ Dilleri ve Kültürleri Bölümü

M .S. 17 yılında, gece vakti gerçekleşen büyük bir deprem, Gediz Nehri
yakınındaki 12 kentin yıkımına neden oldu. Deprem, şehirlerin sakin-
lerini uykularında yakaladığından, çok büyük can kaybına da neden olmuş-
tu. Yaşlı Plinius’un, aradan uzun yıllar geçmesine rağmen, “hafızalardaki en
büyük felaket” olarak tanımladığı 17 depremi, tüm Gediz Vadisi’ni neredey-
se baştan şekillendirmişti. Tacitus’un aktardığına göre, tepeler ve dağlar
aniden alçalmış, ovalar ise yükselmişti. Sardes, Magnesia, Philadelpheia,
Tmolos, Kyme, Temnos, Myrina, Apollonis, Hyrkanis, Mostene, Aigai ve Hie-
rokaisareia depremin yıkımını yaşayan 12 şehirdi. Eusebius, bundan 300 yıl
sonra, 13. kent olarak Efes’i de depremin kurbanı olan şehirlere ekler. An-
cak Efes’in 17 depreminden ziyade, bundan 6 yıl sonra gerçekleşen bir baş-
ka büyük depremden etkilenmiş olduğu sanılmaktadır.

Arkeo Duvar / 26
Dönemin imparatoru Tiberius depremi öğrenir öğrenmez, hasarı tespit ve
gerekli yardımları organize etmesi için bölgeye bir senatörünü gönderdi.
İmparator, depremden etkilenen şehirlerde yeniden inşa faaliyetlerinde
kullanılmak üzere çok büyük bir bütçe ayırdı. Bu meblağın bölgenin baş-
kenti konumunda olan Sardes için 25.000 dinar olduğunu biliyoruz. Ayrıca
bölgede yaşayan tüm vatandaşlar beş yıl boyunca vergiden muaf tutuldu.
Bağışın miktarının yanısıra bu kadar uzun bir süre için sağlanan vergi mu-
afiyeti de yaşanan felaketin ne denli büyük olduğunu anlamamıza olanak
sağlıyor. Bundan sonra Sardes kentinde, yıllar sürecek, hatta bir sonraki
İmparator Claudius döneminde de devam edecek bir imar faaliyeti başladı.
Yaklaşık 40 yıl süren bu dönemin sonunda Sardes artık, Roma’nın, egemen-
liği altındaki şehirlere karşı cömert koruyuculuğunun ihtişamlı bir örneği
olarak parlıyordu. Bu örnek, Roma İmparatorluğu idaresi altında yaşayan
Küçük Asya halklarına da güven duygusu sağlamış olmalıydı. Tiberius’un
olağanüstü yardımından ötürü minnettar olan kentlerin çoğu, şehir sikke-
lerinde de gördüğümüz üzere, isimlerinin yanına “Kaisareia” adını da ekle-
yerek imparatoru onurlandırdılar. Ayrıca bu kentler birleşerek, imparatora
şükranlarını sunmak amacıyla bir anıt yaptırdılar ve bu anıtın, Roma’nın kal-
bine, Forum Ilium’a dikilmesini sağladılar.

Tiberius’un anıtsal heykelinin,


depremzede kentleri temsil
eden heykellerle çevrelenmiş
olarak, merkezde yer aldığı bu
heykel grubu ne yazık ki günü-
müze ulaşmadı. Ancak daha
sonra Pozzuoli’de yapılan bir
kopyasına sahibiz. Pozzuo-
li Anıtı, orijinalinde üzerinde
Tiberius’un heykelini taşıyan,
yekpare mermerden oyulmuş
Pozzouli’deki Tiberius Kaidesi. M.S.30.Napoli
ve 14 depremzede kenti temsil
Arkeoloji Müzesi. Sardes ve Magnesia
eden heykel kabartmaları ile şehirlerinin kişileştirilmiş kabartmaları.
bezenmiş bir kaidedir. Kabart-
malarda şehirler, tarihi, dinsel ve geleneksel yönlerini öne çıkaran ama aynı
zamanda ekonomik yönden onları güçlü kılan bereketli topraklara, kutsal
alanlara ya da limanlara sahip olduklarına da vurgu yapan öğelerle zengin-
leştirilmiş bir kompozisyon içinde tasvir edilmişlerdir.

Arkeo Duvar / 27
Bu kentler artık, Augustus ile başlayan Roma Barışı’nın huzurlu ortamında
yaşayan, Roma’nın kanatları altında kendini güvende hisseden, bununla
birlikte Hellen kimliklerini de hala gururla taşıyan insanların kentleridir. Za-
man, Roma ile iyi ilişkiler kurma, bu ilişkilerden olabildiğince fayda sağlama
ve bu faydayı kalıcı hale getirmenin yollarına bakma zamanıdır. Bu da hem
Roma’nın hem de Küçük Asya kentlerinin karşılıklı çıkarına dayalı yeni bir
düzenin oluşmasına bağlıdır. Bu yeni düzende, Yunan kentleri demokratik
yapılarını kaybederek, şehrin elit ve zengin vatandaşları tarafından yöneti-
len merkezler haline geldi. Çünkü Roma, her vatandaşın, seçme, seçilme ve
her makama gelebilme hakkına sahip olduğu bir yapıyı idare etmek yerine,
iletişim kurabileceği, etkisi altında kolaylıkla tutabileceği elitler tarafından
yönetilen şehirlerle muhatap olmayı tercih ediyordu. Yunan şehirleri de im-
parator ile yakın ilişkiler geliştirebilecek asalet, eğitim, zenginlik ve sosyal
statüye sahip kişiler tarafından idare edilerek, kendileri için olabilecek en
büyük faydayı sağlamayı tercih ettiler.

Böylece, M.Ö. 5. yüzyıl Atinası’nda doğan ve Hellenistik döneme gelindiğin-


de, artık Sparta ve Makedonya dışında bütün Yunan dünyasına sirayet et-
miş olan Yunan demokrasisinin de sonu gelmiş oldu. En yüksek meclis olan
ve yasama yetkisi taşıyan Halk Meclisi önemini kaybederek yerini, sadece
serveti belli bir miktarın üzerinde olan seçkin vatandaşların üye olabildiği,
bu üyeliği ölene kadar sürdürebildiği, dahası kendisinden sonra oğullarına
ve torunlarına da devredebildiği bir meclis yapısına bıraktı.

Yunan kültüründe, hiçbir zaman, sadece soya ve kan bağına dayalı bir asiller
sınıfı olmadı. Ancak zengin olan ve servetini halk yararına kullanan “euerge-
tes”in, yani hayırseverlerin oluşturduğu sınıf, her zaman, asil tabaka olarak
toplumda saygı görerek onurlandırıldı. Roma İmparatorluk Çağı’yla birlikte
bu hayırseverler, toplumun saygın bireyleri olmanın ötesinde yöneticileri
de olarak, şehirlerine her yönden hizmet eder hale geldiler. Bunu bazen gö-
nüllü, bazen mecbur kalarak yapsalar da istisnasız her soylu ya servetinden
vererek ya önemli bir memuriyeti üstlenerek ya da eğitimini bilgeliğini yahut
mesleğini halk yararına kullanarak şehrine hizmet etti. Roma Dönemi Yunan
şehirlerinin caddeleri ve meydanları da bu hayırsever kişilerin onurlandırıl-
ması için dikilmiş heykelleri ve onur yazıtları ile dolup taştı.

Roma’nın da baştan akıllıca tasarladığı üzere, artık şehirler kendi yağında


kavrulan, deprem, kıtlık ya da salgın hastalık gibi felaketlerle karşılaştıkla-
rında hemen imparatorun yardımını istemek yerine, kendi zenginleri saye-
sinde zor dönemlerini atlatabilen birer yapı haline gelmiş oldu.

Arkeo Duvar / 28
M.S. 141 yılı, bütün Likya Bölgesi ve Rodos Adası’nı etkileyen ve bölgenin
tüm yerleşimlerinde yıkıma neden olan büyük bir deprem felaketine sahne
oldu. Modern araştırmacıların, en az 8 şiddetinde olduğu sonucuna vardığı
bu depremin ardından gelen tsunami nedeniyle kıyı kentleri de çok büyük
hasar görmüştü. Depremin bölgedeki yaralarını saran kişi ise, Likya’daki
Rhodiapolis şehrinden Opramoas adlı bir hayırsever idi. Opramoas, dep-
remin ardından yıkılan binaların onarılması için şehirlere para yardımında
bulundu. 30’dan fazla yerleşim bu hayırseverin yardımlarından faydalandı.
Kamu yapılarının onarımı ya da şehirlerde düzenlenen yarışmaların finans-
manına verdiği desteklerin yanısıra Opramoas, sivil halkın ihtiyaçlarının
karşılanması için de çalışmıştı. Ksanthos kentindeki kız ve erkek tüm çocuk-
ların ilkokul masraflarını cebinden karşılaması, parası buna yetmeyenler
için cenaze törenleri düzenlemesi ve fakir kızlara çeyiz paralarını (drahoma)
vermesi onun sivil halk için yaptığı hayırlardan bazılarıdır. Birçok şehir ona
olan şükran duygularını heykelini dikerek ve kendisine fahri vatandaşlık ve-
rerek göstermiş, Likya Birliği de tüm Likya Bölgesi’nin yeniden ayağa kalk-
masının baş mimarı olan Opramoas’ı onurlandırmıştı.

Likya’nın küçük bir kenti olan Rhodiapolis’te doğan bu hayırsever, Roma İm-
paratorluk kültü rahipliği gibi birçok önemli yöneticilik görevinde bulunmuş
ve sadece kendi kentinde ya da bölgesinde değil, tüm Yunan kentlerinde ve
hatta Roma’da da tanınan bir kahraman haline gelmişti. Öldüğünde Rhodi-
apolis’te, küçük bir tapınak modelinde inşa edilen mozolesine gömüldü.

Opramoas Mozolesi. Rhodiapolis, Opramoas Mozolesi. Rhodiapolis,


Lykia. M.S. 2. yüzyıl. Lykia. M.S. 2. yüzyıl.

Arkeo Duvar / 29
Opramoas Mozolesi yazıtlarından bir parça. Rhodiapolis, Lykia. M.S. 2. yüzyıl.

Bu mozolenin üç tarafı, imparatorun ve Romalı yöneticilerin mektuplarını


ve Likya Birliği’nin onurlandırma kararlarını içeren 70 yazıt ile donatılmıştı.
Opramoas’ın mezar anıtı, aynı zamanda Anadolu’da bulunan en uzun yazıta
sahip olma ayrıcalığını da taşır. 32 kararname ve 38 adet mektuptan oluşan
yazıtın tümü Grekçe yazılmış ve 100 satırlık 20 sütun halinde düzenlenmiş-
ti. Bu uzun yazıtın çok küçük bir bölümüne burada yer verebiliriz. Görünen
o ki Opramoas’a bahşedilen sayısız onur arasında, Roma dünyasında en
büyük şeref kabul edilen, erguvan rengi toga giymek de bulunmaktaydı.

“Lykia Birliği ve Meclisi, Apollonios oğlu, Kalliades’in torunu, Rhodiapolis ve


Korydallalı, iyi ve erdemli insan, soylu ve cömert Opramoas’ı, hayat boyu
erguvan rengi giymekle ve protokolde oturmakla onurlandırdı...”

Günümüze ne yazık ki çok az bir bölümü kalmış ve kalan kısmı da hatalı ve


çok kötü yapılmış bir restorasyona kurban gitmiş olsa da, Opramoas Mo-
zolesi, ülkesindeki depremin yaralarını, şehir şehir, köy köy, hane hane sar-
maya çalışan bir hayırseverin hatırasını yaşatmaya devam ediyor.

Arkeo Duvar / 30
Gregorius
Ezgisi
Hıristiyan dünyasında tören müziğinin biçimlenmesi ve belli bir
yöntemde birleşip kesinliğe kavuşması, Gregorius ezgilerinde
kendini bulur. 6. yüzyılda Roma’da Papa olan Aziz Gregorius
(540-604), o güne dek yaygınlaşmış tüm ilahileri derleyip halk
ezgilerinden arındırır ve ciddi bir dinsel müzik geleneğinin yer-
leşmesine öncü olur.

Evin İlyasoğlu
İstanbul Üniversitesi, Edebiyat Fakültesi, Hititoloji Anabilim Dalı

Arkeo Duvar / 31
S chola Cantorum adıyla erkeklerin ve erkek çocukların eğitildiği bir müzik
okulu kurar. Neuma adlı alfabe harflerinden oluşan nota imleriyle ilahileri
yazdırtıp kalıcılığı sağlar. Çeşitli Hıristiyan kiliselerine eğitimli şarkıcılar gönde-
rip törenlerde aynı ezgilerin okunmasını sağlayarak müziğe birleşik bir kimlik
kazandırır. 16. yüzyıla dek tüm Batı müziğinin temel esin kaynağı olan bu ez-
giler, yalın ezgi (plain chant /plain song) adını taşır. Orta Çağ’a özgü ses mü-
ziği biçimleri, bu yalın ezgilerin çatısında kurulmuştur. Gregorius ezgilerinin
başlıca teknik özellikleri, tek sesli bir melodi çizgisinde, Latince sözlere dayalı,
eşliksiz erkek korosu için, belli bir ritmik düzeni olmayan, bugünkü majör-mi-
nör gam dizisinden farklı, makamsal bir yapıda oluşlarıdır. Bu ezgiler, ölüm-
den sonrasını düşündüren nesnel bir tavırla ve metnin içeriğindeki kutsallığı
yansıtan bir ağırbaşlılıkla okunmalıdır. Sesin içinde dinginlik ve güven duygu-
su yatmalıdır. İçten, derin duygular vermeli ve huzurlu bir ortam getirmelidir.

İlk nota dizgesi


El yazması olarak korunmuş en eski Gregorius ezgileri 9. yüzyıldan kalmadır.
Önceden, kuşaktan kuşağa, kulaktan kulağa taşınan ezgiler, giderek neu-
ma’ların harften simgeye dönüşmesiyle kalıcı belgelere geçirilmiştir. Tosca-
na’da Arezzo Katedrali’nin rahibi Guido, 1030 yılında koro çocuklarına duaları
ezberletmek için bir yöntem bulur: Her yeni sesin bir öncekinden daha yük-
sek başladığı bir halk ezgisi öğretir. Sonra bunu Latince ve dinsel içerikli bir
metne çevirir. Elinin parmaklarındaki girinti ve çıkıntılara metnin ilk hecele-
rini yazar. Böylece bir gam dizisinin sekiz notasını birden sergilemiş olur: Ut
Queant Laxis (Ut sonradan Do notasına dönüşecektir), Resonare Fibris, Mira
Gestorum, Famuli Tourum, Solve Polluti, Labi Reatum, Sancte lonnes (son-
radan Si olacaktır). Bu yöntem müzik tarihinde Guido d’Arezzo’nun eli olarak
anılır. Ayrıca seslerin birbirine orantısal incelik ve kalınlıklarını göstermek için
her biri ayrı renkte porte çizgileri kullanmıştır. Önceki nota benzeri simgeleri,
neuma’ları derleyip belli bir dizgeye yerleştiren, böylece nota ve porte kavra-
mını müzik tarihine getiren kişi Guido d’Arezzo’dur.

Arkeo Duvar / 32
Sikkeler Anadolu
depremlerini anlatıyor
Eski Çağ’da depremlerin ‘tanrının gazabı’ olduğuna inanılırdı.
Tek tanrılı dinin egemen olduğu Bizans toplumunda da süren
bu inanış bugün bile karşımıza çıkabiliyor.

Prof. Dr. Oğuz Tekin


Koç Üniversitesi, Arkeoloji ve Sanat Tarihi Bölümü

G ün geçmiyor ki dünyanın herhangi bir yerinden deprem haberi gel-


mesin. Kuşkusuz depremler sadece modern dünyanın yaşadığı bir so-
run değil; eski çağlardaki devletlerin, kentlerin, toplumların karşılaştığı en
büyük doğal felaketlerden biri, belki de başlıcasıydı. Bu yazıda, Anadolu’da
meydana gelen iki depremden söz edeceğiz. Dilerseniz ilk olarak Batı Ana-
dolu’daki bir depremi ele alalım. Merkez üssünün Manisa ve civarı olduğu
ancak günümüz İzmir ili sınırları içindeki yerleşmeleri de etkilediği anlaşılan
deprem, M.S. 1. yüzyıl başlarında yani tam da Roma İmparatoru Tiberius’un
iktidarda olduğu M.S. 17 yılında meydana gelmişti.

Depreme ilişkin bilgiler pek çok Antik Çağ yazarının eseriyle günümüze
ulaşmıştır. Örneğin, bu yazarlardan Tacitus, depremde, aralarında Sardes
(Sart), Magnesia (Manisa) ve Philadelphia’nın (Alaşehir) da bulunduğu 12
kentin yıkıldığını yazar. Antik Çağ yazarlarının verdiği bilgilerin dışında Batı
Anadolu depremine ilişkin ikinci bir kanıt ise İtalya’da Napoli yakınında yer

Arkeo Duvar / 33
alan Puteoli’deki arkeolojik kazıda bulunan bir heykel kaidesidir; Roma İm-
paratoru Tiberius’un heykelini taşıdığı anlaşılan bu kaide, depreme ilişkin
çok önemli bir kaynağımızdır. Heykelin kendisi ise ne yazık ki günümüze
ulaşmamıştır. Kaidede 14 kadın figürü tasvir edilmiş olup her bir figürün
altında depremde yıkılan Batı Anadolu kentlerinin adı yazılıdır. Yani, kent-
ler bu figürlerle kişileştirilerek temsili olarak tasvir edilmiştir. Antik Çağ’da
kentler, feminen bir tarzda simgeleştirilirdi. Tacitus bize 12 kentin adını ver-
mişti; oysa burada kadın figürleriyle temsil edilen 14 kent vardır. Tacitus’ta
bahsedilmeyen 2 kent, Ephesos (Selçuk) ve Kibyra’dır (Gölhisar’ın güneyi).

Puteoli’deki Tiberius Kaidesi. Kaidenin etrafında depremden zarar gören kentleri temsil
eden kadın figürleri yer alır. Napoli Arkeoloji Müzesi.

Kaç yerleşim zarar gördü?


Bir görüşe göre bu kentler olasılıkla M.S. 17 depreminden daha sonra mey-
dana gelen ikinci bir dalgada zarar görmüşlerdi; bu nedenle Tacitus’un
anlatımında yer almamış ama heykel kaidesinde yer verilmişti. Ayrıca, Ta-
citus’un M.S. 17 depreminden bir asır sonra yaşadığı ve yazdığı göz önüne
alınırsa, bazı kentlerin adlarını saymamış olması normaldir. Başka Antik Çağ
yazarlarının eserlerine bakıldığında da depremden zarar gören kentlerin ya
da yerleşimlerin sayısının aslında bir düzine ile sınırlı kalmadığı, 25’e kadar
çıktığı görülür. Bu nedenle M.S. 17 depreminin günümüz Manisa veya İzmir
illerinin tümünü kapsayan daha geniş bir coğrafyayı etkilediği açıktır.

Arkeo Duvar / 34
“…Aynı yıl Asya’daki 12 önemli kent bir depremle yerle bir oldu; gece meydana
gelen ve bu nedenle sezilemeyen deprem çok hasara neden oldu. Bu tür afetler-
de alışılagelen çarelerden biri olan çabucak açık alana kaçmak bile fayda etme-
mişti; sağa sola kaçışanlar derin oyuklarca yutulmuştu. Söylendiğine göre koca
dağlar dümdüz olmuş, ovalar kabarıp yükselmiş, yıkıntılar arasından alevler
fışkırmıştı. Deprem en fazla Sardeslileri etkilediğinden, en çok şefkati onlar gör-
dü; imparator 10 milyon sestertius (sikke) vaat etti; ayrıca ulusal ve imparator-
luk hazinesine vermek zorunda oldukları vergiden beş yıl için muaf tuttu. Sipy-
los Dağı yamacındaki Magnesialılar (Manisa) gördükleri hasar ve aldıkları bağış
açısından ikinci sıradadırlar… Durumu yerinde tespit etmek ve yardımı organize
etmek üzere bir senato memuru gönderilmesine karar verildi.” (Tacitus, Anna-
les, II, 47.)

‘Asya Kentleri’nin onarımı


Batı Anadolu depremine ilişkin
üçüncü bir kanıt ise bugün koleksi-
yonlarda az sayıda örneği bulunan
bir sikkede yer almaktadır. İmpara-
tor Tiberius adına Roma’da basılan
bir sikke emisyonunun ön yüzünde
CIVITATIBVS ASIAE RESTITVTIS yazısı
Roma İmparatoru Tiberius
ile resmi nitelikli bir sandalyede otu-
zamanında basılmış bronz sikke.
ran İmparator Tiberius yer alır. Belki Ön yüzünde Asya Kentleri onarıldı
de Puteoli’deki kaidenin üzerinde- yazısı yer alıyor.
ki heykel ile sikke üzerindeki tasvir
birbirine benziyordu. Diğer bir deyişle, kaide üzerinde de oturan bir Tibe-
rius heykeli bulunuyordu. Sikke üzerindeki yazının anlamı ise şudur: “ASYA
KENTLERİ ONARILDI.” Buradaki ASYA sözcüğü Küçük Asya’yı yani Anado-
lu’yu ifade eder. Aslında, sikke tasviri ve yazısı, imparatorun yaptığı hayırlı
bir işi duyurarak sempati toplamak istemesi nedeniyle bir propaganda un-
suru da taşımaktadır. Antik Çağ yazarlarının verdiği bilgiye göre, İmpara-
tor Tiberius, depremden zarar gören kentleri belli bir süre vergiden muaf
tutmuş, kendi servetinden parasal bağışta bulunmuş ve kentlerin yeniden
imarına büyük katkı sağlamıştır.

Arkeo Duvar / 35
Depremle yerle bir olan diğer bir kent günümüzde Hatay il sınırları içindeki
Antiokheia (Antakya) antik kentiydi. 29 Kasım 528 tarihinde meydana ge-
len deprem çevre kentlerde de hissedilmişti. Bu dönemde, Bizans tahtında
İmparator I. Justinianus vardı ve Antakya o dönemde Bizans’ın egemenliği
altındaydı. Justinianus döneminde yaşamış olan Malalas, Antakya depremi-
ni ayrıntılı bir şekilde anlatmaktadır. Malalas’a göre deprem tanrının bir ga-
zabıdır. Yazar, İmparator Justinianus’un depremde zarar gören Antakya ve
çevre kentleri üç yıl vergiden muaf tuttuğunu da bildirmektedir. İmparator
ayrıca bu kentlere para yardımında da bulunmuştur.

“…Bu dönemde Antakya, altıncı kez Tanrı’nın gazabına uğrayarak bir afetle
karşı karşıya kaldı. Deprem bir saat sürdü ve bu esnada korkunç bir uğultu du-
yuldu; öyle ki önceki depremde yıkıldıktan sonra yeniden inşa edilen binaların
yanı sıra surlar ve bazı kiliseler de yıkıldı. Başka kentler bu olayı duyduklarında
ağıt yakarak dua ettiler. Depremde 5 bine yakın insan öldü. Kurtulanlar başka
kentlere göç ettiler; bir kısmı ise dağlarda yaşamaya devam etti… İmparatorluk
başkenti Konstantinopolis’te de dua törenleri düzenlendi.” (Malalas, Khronog-
raphia, 442-43)

Antakya nasıl ‘tanrının kenti’ oldu?


Malalas’ın yanı sıra, daha ileriki bir tarihte yaşayan Theophanes de depre-
me ilişkin bilgi vermekte ve bir anekdotu aktarmaktadır: Buna göre, kış or-
tasında kentte mahsur kalan insanların kendilerini karlara atarak tanrıdan
merhamet dilediklerini ve bunun üzerine tanrının dindar bir vatandaşa gö-
rünerek, ona, hayatta kalanların kapılarının üzerine “İsa bizimledir, merha-
met ey İsa” diye yazmalarını buyurduğunu, bunu yaptıktan sonra tanrının,
gazabını durdurduğunu söylemektedir. Theophanes’in verdiği en önemli
bilgi ise, depremden sonra kentin adının Theoupolis’e (Tanrı’nın Kenti) ola-
rak değiştirilmiş olduğudur. Zira bu bilgi, sikke verileriyle de uyuşmaktadır.
Gerçekten de Antakya’da basılan önceki bakır sikkelerde kentin adı ANT
veya ANTIX şeklinde kısaltılmışken, bu kez THEUP şeklinde kısaltılmıştır.
THEP, Theoupolis isminin kısaltmasıdır. Ancak, resmi bir kararla yapıldığı
anlaşılan bu isim değişikliği uzun süreli olmamış, daha sonra kent tekrar
Antakya ismini kullanmaya başlamıştır ve günümüze kadar da kentin adı
değişmeden bu şekilde gelmiştir.

Arkeo Duvar / 36
Bizans İmparatoru Mauricius Dönemi’nde Antakya’da Theoupolis
(Tanrı’nın Kenti) adıyla basılmış bakır sikke.

Eski Çağ’da depremlerin Tanrı’nın bir gazabı olduğuna inanılırdı. Eski Yu-
nan uygarlığında önemli bir yeri olan Poseidon, hem deniz, hem de deprem
tanrısıydı; hatta “yeryüzünü sarsan” lakabını taşıyordu! Tanrı, öfkesini dep-
remle gösterebiliyordu. Tek tanrılı dinin egemen olduğu Bizans toplumun-
da da depremlerin tanrının gazabı olduğuna inanılıyordu. Nitekim Theop-
hanes’in anlattıkları ve depreme maruz kalan Antakya’nın adının “Tanrı’nın
Kenti”ne çevrilmesi bize bunu gösterir. Ne yazık ki bu inanış –depremin do-
ğal bir afet olduğu gerçeğinin yanında- günümüzde de bazı toplumlarda ya
da toplumların bazı kesimlerinde sürdürülmekte ve çirkin söylemlerin orta-
ya çıkmasına yol açmaktadır.

Arkeo Duvar / 37
Eski çağlara ait
deprem bilgilerine
nasıl ulaşıyoruz?
Dünyadaki önemli bir deprem kuşağının tam üzerinde bulunan
Türkiye’de, özellikle kıyı kesimleri, tarih öncesi çağlardan beri sık
sık büyük depremlerle sarsılıyor.

Nuray Pehlivan

Troya kalıntıları.

Arkeo Duvar / 38
D epremler, hiç kuşkusuz doğal afetlerin en tehlikeli ve yıkıcı olanı. Tür-
kiye’nin bulunduğu coğrafya, tarihi boyunca çok defa şiddetli sarsıntı-
lara uğradı, deyim yerindeyse yerle bir oldu ve yeniden kuruldu.

Deprem nedir? İnsanın depremle imtihanı ilişkisi ne zaman başladı? Eski


çağlara ait deprem bilgilerine nasıl ulaşıyoruz? Ege Denizi çevresinin dep-
rem geçmişi bize neler söylüyor? Ege Üniversitesi emekli öğretim üyesi
Prof. Dr. İlhan Kayan sorularımızı cevapladı.

‘Deprem tanrısı, deprem


korkusunun bir uzantısı’
Deprem nedir, tarih öncesi dönem-
lerde insanlar depremden nasıl et-
kilendi?

Deprem, yer kabuğunun hareketliliği


ile ilgili bir olay. Bu nedenle, yer kabu-
ğunun oluştuğu bir milyar yılı aşan bir
süreden beri olagelmekte. Bir milyon
yılı aşan insanlık geçmişinin ilk dö-
nemlerinde depremin etkisini sadece
korku duygusu vermesi ile sınırlayabi-
liriz. Çünkü insanların başlarına yıkıla-
cak bir evleri bulunmadığı için yıkımla
ilgili uğrayabilecekleri zararlar da sı-
Prof. Dr. İlhan Kayan.
nırlıydı.

Arkeo Duvar / 39
Dolayısıyla insanların evlerini yaparak belli yerlere yerleşmeye başlamala-
rından, yani genel anlamıyla Neolitik Çağ’dan itibaren deprem, insanlar için
daha büyük bir korku ve felaket olmaya başladı. Örneğin, Antik Yunan mi-
tolojisinde bir deprem tanrısı olan Poseidon’un bulunması da olasılıkla dep-
rem korkusunun bir uzantısıdır.

‘İnsanın olmadığı yerde depremle ilgili bilgi söz


konusu değil’
Eski çağlara ait deprem bilgilerine nasıl ulaşıyoruz?

İnsanın var olmadığı yerlerde depremlerle ilgili bilgi de söz konusu değil. Yine
insan nüfusunun, dolayısıyla yerleşim yerlerinin çok az ve seyrek olduğu yer-
lerde de depremin etkilerinin gerçek boyutuyla bilinmesi mümkün değil.

Sağlıklı ve ölçülebilir olmayan


eski çağlardaki deprem bilgile-
rinin yorumu ve bugünkü kri-
terlere göre derecelendirilmesi
dolaylı yöntemlerle yapılabiliyor.
Örneğin arkeolojik kazılardaki
yıkıntı ve yangın tabakaları bu
konudaki önemli veri kaynakla-
rıdır. Kuşkusuz, böyle yıkımların
savaşlar veya başka nedenlerle
de olması mümkün. Ancak, yakın
yerlere ait başka verilerle karşı- Örnek alımı: Kompresör ile çakılan oluklu boru
laştırma yaparak bazı sonuçlara hidrolik motorla çekiliyor.
ulaşabiliyoruz.

Eski çağlardaki depremlerin şiddetini belirlemedeki zorluklardan biri de yer-


leşim yerlerinin coğrafi özelliklerine göre kullanılan yapı malzemeleri ve mi-
mari geleneklerin farklılığı. Taş yığınları ile oluşturulan duvarlarla, kerpiç veya
ahşap çatma ile yapılan evlerin depreme dayanıklılıkları aynı değildir. Bu ne-
denle, farklı yapılardan oluşan yerleşim yerleri arasında yıkıma bakılarak şid-
det karşılaştırması yapılması, depremin şiddet ve büyüklüğü hakkında bilgi
edinilmesi zordur. Tabii bu tür farklılıkların etkileri günümüz için de geçerli.
Arkeo Duvar / 40
‘Büyük depremler yaygın yıkımlara neden olur’
Depremin büyüklüğü ve şiddeti nedir, nasıl ölçülür, neden farklı veri-
ler ortaya çıkar?

Son yüzyılda, hızla gelişen teknoloji ile depremlerin ölçülebilir ve kaydedilebi-


lir bir duruma gelmesi, deprem konusuna bilimsel bir boyut kazandırdı. Dep-
remin oluştuğu yerdeki enerji boşalımı, depremin büyüklüğü (magnitüd) ola-
rak tanımlanır. Sismografla ölçülen bu matematiksel değer Richter ölçeği ile
ifade edilir. Depremin şiddeti ise sarsıntının yeryüzünde, yerleşim yerlerinde
yaptığı etkinin gözlemle değerlendirilmesine dayanır. Şiddet merkezden çev-
reye doğru azalmakla birlikte, bu azalış zemin özelliklerine ve odak derinliği-
ne göre düzenli olmaz, farklılıklar gösterir. Kuşkusuz, büyük depremler daha
geniş alanları değişen şiddetlerle etkiler ve yaygın yıkımlara neden olur.

Oluklu boru içinde çıkarılan örneklerin yüzeyi temizlendikten sonra fotoğrafları alınıp,
ilk değerlendirmesi yapılıyor.

Deprem şiddeti 12 derecelik Mercalli ölçeği ile ifade edilir. Günümüzde bü-
yüklük ve şiddet arasında matematiksel bir ilişki de kuruldu. Buna göre, ör-
neğin, bugüne kadar ölçülmüş maksimum 8,4 büyüklüğündeki bir deprem,
XII şiddet derecesine karşılık gelir. Deprem büyüklüğü, olayın fiziksel boyu-
tunu tanımlayan tek bir matematiksel değer olduğundan daha anlamlıdır
ve depremler daha çok bununla ifade edilir. Ancak çoğu zaman bu değer
yüzeydeki değişken şiddet değeri ile karıştırılır.

Arkeo Duvar / 41
Tarih çağlarından günümüze ulaşan yazılı belgeler sayesinde geçmişteki
depremlerle ilgili değerlendirmeler yapılabiliyor. Ancak, bunlar genellikle
depremlerin merkezleri, büyüklükleri bakımından bugünkü ölçütlere uyan
nitelikte değil. Yazılı bilgilerin de bulunmadığı daha eski çağlara ait deprem
şiddetleri ise arkeolojik kazılarda dikkati çeken bölgesel yıkım bulgularına
dayanılarak yorumlanıyor.

‘Sanatsal mimarinin depremlerden etkilenmesi


kaçınılmaz’
Yeryüzünün önemli bir deprem kuşağı üzerinde bulunan Türkiye’de,
jeolojik özelliklerine göre farklı depremler oluşturan bölgeler bulunu-
yor. Ege Denizi çevresinin deprem geçmişi bize neler söylüyor?

Doğu Anadolu ve Kuzey Anadolu fay zonları yatay doğrultuda hareketler-


le sarsılır. Batı Anadolu, özellikle Ege kıyı bölümü ise düşey atımlı faylarla
oluşan deprem bölgesi. Bu bölge, aynı zamanda, uygun coğrafi özellikleri
nedeniyle tarih öncesi çağlardan beri önemli bir yerleşim alanı oldu. Birçok
prehistorik yerleşim yerinin yanı sıra çağdaş kültürün kaynağı olan antik
çağların en önemli kentleri bu bölgede gelişti. Dolayısıyla tarih öncesi çağ-
lardan beri bu bölgede yaşayan insanların, özellikle antik çağlarda gelişen
sanatsal mimarinin, depremlerden etkilenmesi kaçınılmaz oldu.

Ege Denizi çevresinin deprem geçmişinde; Güney Ege’de, Girit Adası’nın


110 km. kadar kuzeyindeki Santorini Volkanı’nın günümüzden 3 bin 650-3
bin 450 yıl önceki patlamaları ve buna bağlı oluşan deprem ve tsunamiler
bilinen en eski olaylardır. Girit Adası’ndaki Minos uygarlığının çöküşüne ne-
den olan bu olayın, Anadolu kıyı kuşağındaki etkileriyle oluşan deprem ve
tsunamiler hakkında somut bilgiler bulunmamakla birlikte, Santorini külle-
rinin geniş bir bölgeye yayıldığını gösteren bulgular var. Uygun ortamlarda
birikmiş kül kalıntılarına bugün Batı Anadolu’daki birçok arkeolojik kazıda,
göl ve bataklık gibi alanlardaki sedimantolojik sondajlarda rastlıyoruz. Dar
alanlarda da olsa, kalınlığı 10 santime kadar çıkabilen bu kül birikintileri,
bulundukları yüzeyin patlama zamanı ile tarihlendirilmesi bakımından bi-
limsel önem ve değer taşıyor.

Arkeo Duvar / 42
Paleocoğrafya.

‘Troya’nın uğradığı felaketlerden biri de deprem’


Sizin Troya başta olmak üzere çeşitli arkeolojik yerleşim yerlerinde
önemli çalışmalar yaptığınızı biliyoruz. Troya çevresinin paleocoğrafik
gelişimi içinde, meydana gelen değişimlerle ilgili neler söylersiniz?

Batı Anadolu deprem tarihinde, günümüzden 5 bin yıl öncesine kadar uza-
nan geçmişi ile Troya’nın özel bir yeri var. Homeros’un İlyada Destanı’n-
da anlatılan Troya’nın uğradığı felaketler arasında deprem de bulunuyor.
Troya’da çalışan arkeologların çoğu, son Tunç Çağı’nda, Troya VI surlarının
büyük bir depremle yıkıldığını kabul eder. Bundan başka, farklı dönemlere
ait taş yapılardaki onarımların ve uygulanan farklı mimari tekniklerinin dep-
remlerle ilişkilendirilmesi de Troya araştırmalarında üzerinde durulan ko-
nulardandır.

Anadolu’nun en önemli deprem kuşağı olan Kuzey Anadolu fay zonu ile
Ege fay sistemi arasında yer alan Troya’nın büyük depremlerden etkilenmiş
olması çok doğal. Ancak, çeşitli nedenlerle yıkılan duvarların tekrar tekrar
yenilendiği uzun bir geçmişte, eski ve yeni bölümler arasındaki uyumsuz-
lukların her seferinde depremlerle ilişkilendirilmesinin bilimsel olarak ka-
nıtlanması mümkün değil ve varsayımdan öteye gitmez.

Arkeo Duvar / 43
Troya eteklerinde ve sırtı çevreleyen alüvyal ovada yaptığımız, 327 delgi
sondajdan sağlanan sedimantolojik bilgilerle Troya çevresinin fiziki coğ-
rafyasında meydana gelen değişmeler incelenip, paleocoğrafya haritaları
çizildi. Buna göre, son buzul çağını izleyen dönemde yükselen deniz, önce
Karamenderes Vadisi’ne 15 km. kadar sokularak günümüzden 7-6 bin yıl
öncesinde, 3-5 km. genişlikte bir körfez meydana getirdi. Bundan sonraki
süreçte deniz seviyesinin yükselmesinin durmasıyla bu körfez, Karamen-
deres Irmağı’nın alüvyonları ile dolmuş, kuzeye ilerleyen delta kıyısı zaman
içinde bugünkü konumuna, Çanakkale Boğazı’na ulaşmıştır.

‘Troya’da tsunami olduğuna dair bilimsel


bir dayanak yok’
Troya kenti için öne sürülen tsunami konusu son yıllarda çok konuşu-
lur oldu. Siz bu konuyu nasıl değerlendiriyorsunuz?

Troya yıkıntılarında sık rastla-


nan denizel kavkıları, Troya’nın
depremler sırasında oluşan
tsunamiler nedeniyle sularla
kaplandığının bir kanıtı olarak
yorumlayanlar var. Troya, do-
ğu-batı doğrultulu bir sırtın batı
ucunda, 25-30 m. kadar yük-
seltide yer alır ve batıdan Kara-
menderes Irmağı’nın, kuzeyden
Dümrek Çayı’nın 7-8 m. yükselti- Troya VIII-IX döneminin kutsal alanı. Son
deki alüvyal ovaları ile çevrelenir. Tunç Çağı dönemi depremi sonrasında onarı-
lan-sağlamlaştırılan duvarlar (1, 2, 3). Helenis-
Karamenderes Ovası, taşkınlarla
tik-Roma Dönemi duvarı (4). M.S. 6. yüzyılda
oluştu ve geçen yüzyıl ortalarına meydana gelen depremlerle tahrip olduğu
kadar büyük taşkınlarda zaman kabul edilen bölüm (5) Ön solda Troya IX kut-
zaman sular altında kaldı. Ova- sal alanının sunak (6) ve kuyuları (7).
nın tarımsal kullanımını geliş-
tirmek için yapılan setlerle taşkınlar önlendi, daha sonra yapılan baraj ve
regülatörlerle taşkın riski bütünüyle ortadan kaldırıldı. Bu nedenle, ovanın
sular altında kalmasını sadece deprem ve tsunamilerle ilişkilendirmek doğ-
ru değil.

Arkeo Duvar / 44
Troya VI surlarının doğu bölümü. Burada son Tunç Çağı depremi ile taşlarda gevşemeler
şeklinde hasar meydana geldiği öne sürülür. Mimarlık tarihi araştırmacıları, duvardaki
dikey çıkıntıların depreme karşı dayanıklılığı artırmak için yapıldığını belirtirler.

Ayrıca geçmişte, gerek akarsu taşkınları, gerekse denizden gelen etkilerle


zaman zaman suların Troya eteklerine kadar yayılması doğal ve olağandır.
Özellikle kıyı çizgisinin Troya’ya daha yakın olduğu Troya VI ve izleyen dö-
nemler için de bu çok normal. Ancak, Troya kentini denizle kaplayacak bir
doğa olayının düşünülmesinin bilimsel bir dayanağı yok. Troya yıkıntıları
arasındaki denizel kavkılar, Troya’nın deniz altında kaldığını gösteren bir
kanıt değil. Bunlar çeşitli amaçlarla çevredeki eski bataklık ve kıyı kumsal-
larından insanlar tarafından getirilmiştir. Kıyı yerleşmelerinin hepsinde bu-
lunan bu tür kavkıların çoğunlukla yiyecek artığı olduğu, bir kısmının kerpiç
malzemesi olarak getirilen çamurlardan kaynaklandığı, bazı türlerin boya
ve süs malzemesi olarak kullanıldığı da biliniyor.

‘Yıkımların izlerini arkeolojik kazılarda


görebiliyoruz’
Klasik çağlara gelindiğinde depremlerin etkisini nasıl görüyoruz?

Arkeo Duvar / 45
Çağdaş kültürlerin gelişimine kaynak oluşturan bu süreçte, bölgede kent
devletleri kuruldu, nüfus arttı. Kentler, görkemli mimari yapılar ve sanat
eserleri ile donatıldı. Anadolu’nun Ege kıyı bölgesinde de kültür ve mima-
ri çok gelişti. Böyle bir ortamda, kuşkusuz, depremlerin verdiği zararların
boyutları da büyük oldu. Smyrna, Efes, Milet ve bunların çevresindeki daha
küçük İyon kentlerinde depremlerin neden olduğu yıkımların izlerini günü-
müzdeki arkeolojik kazılarda kolayca görebiliyor, bunlarla ilgili bulguları ya-
zılı kaynaklarla ilişkilendirebiliyoruz.

Örneğin Efes kenti büyük depremlerle sık sık sarsıldı, büyük yıkımlar oldu.
Roma çağında, 262 yılında meydana gelen depremde kent büyük zarar gör-
dü ve yamaç evleri yıkıldı. Bu tarihte dünyanın yedi harikasından biri olarak
kabul edilen Artemision Tapınağı da yıkılmakla birlikte, bu yıkım, aynı tarih-
te kenti istila eden Got’larla da ilişkilendirilir. 557 yılındaki şiddetli deprem-
de ise St. Jean Kilisesi ve Gimnazyum yıkıldı. Yeniden yapılan kilise 1360-62
yıllarında tekrar büyük bir depremle yıkıldı. Bunun gibi, Smyrna, Milet gibi
İyon kentlerinde meydana gelen büyük depremlerle ilgili yazılı kaynaklarda
pek çok bilgi bulunuyor.

‘Deprem her zaman korku kaynağı oldu’


Depremler tarihimizin önemli bir parçası. Aslında sürekli iç içe yaşadı-
ğımız ama hep unuttuğumuz depremlerin geçmiş kültürlerde bıraktığı
izler bize neler söylüyor?

Bütünüyle yeryüzünün önemli bir deprem kuşağı üzerinde bulunan Türki-


ye’de, Ege Bölgesi ve özellikle kıyı kesimi, jeolojik gelişimine bağlı olarak sık
sık büyük depremlerle sarsılıyor. Bu doğa olayı, tarih öncesi çağlardan beri
bu bölgede yaşayan, yerleşip kentler kuran insanlar için her zaman korku
kaynağı oldu. Özellikle kentsel mimarinin gelişiminden sonra büyük yıkım-
lar, yangınlarla büyüyen felaketler meydana getirdi. Yazılı belgelerin bulun-
madığı eski çağlarda kentsel mimari de henüz gelişmediği için büyük dep-
remlerin tarihleri, etkileri ile ilgili bilgiler dolaylı verilere veya varsayımlara
dayanıyor.

Arkeo Duvar / 46
Yazılı belge bulunan tarih çağlarına ait bilgilerin daha eski olanlarında ise
korku etkisinin büyüklüğü ile açıklanabilecek abartılı tasvirler bulunuyor.
Öte yandan, bu çağlara ait kısıtlı ve abartılı bilgiler tartışmasız kullanılarak
kaynaktan kaynağa aktarılıyor; gerçek olup olmadığı düşünülmeden doğ-
ru gibi kabul ediliyor. Günümüzde bu tür bilgilerin kullanılmasında coğrafi
özellikleri dikkate almalı, neyin nasıl olabileceğini iyi değerlendirmeliyiz.

Depremlerle ilgili daha yakın tarih dönemlerine ait bilgiler ise daha ayrıntılı
ve güvenilir nitelikte. Bunlar, deprem periyotlarının belirlenmesi, gelecek-
le ilgili modellemelerin yapılabilmesi için büyük önem taşıyor. Son yüzyıla
ait bilgiler ise depremlerin büyüklük ve şiddetlerinin ölçülebilir olmasıyla
matematiksel anlam kazandı. Dolayısıyla günümüzde artan kentleşme ne-
deniyle, depremlerin toplumlar üzerindeki etkisi daha büyük boyutlarda.
Özellikle az gelişmiş toplumlarda coğrafi özellikler bilinmeden veya bilin-
mesine rağmen günlük çıkarlara öncelik verildiği için, bilinçsiz genişletilen
kentsel alanlarda depremler büyük yıkımlara, felaketlere neden oluyor. Kır-
sal alanlarda ise yenilenemeyen ilkel yapılar, şiddeti fazla olmayan deprem-
lerde dahi yıkılarak can ve mal kayıplarına neden olmaya devam ediyor.

İlhan Kayan kimdir?

1975 yılından bu yana Türk ve yabancı bilim insanlarıyla ortak araştırma


projeleri yürüten İlhan Kayan, Tübingen Üniversitesi, Prehistorya Enstitü-
sü (Instituts für Ur-und Frühgeschichte und Archäologie des Mittelalters in
Tübingen) tarafından yürütülen Troya araştırma-kazı projesinde coğrafya,
paleocoğrafya rekonstrüksiyonları ve jeoarkeoloji konularında çalıştı. 80’in
üzerinde makalesi bulunan Kayan, kazı projeleri kapsamında çalışmalarını
sürdürüyor.

Arkeo Duvar / 47
Yukarı Dicle Havzası’nda
Tunç Çağı depremleri

Bazı duvarların taş temelleri arasına, bir çanak içerisinde yeni


doğmuş domuz yavrusu bırakılması, yeni yerleşimin kaderinin iyi
olmasını sağlamaya yönelik yapı ritüellerinin kalıntılarıdır.

Prof. Dr. A. Tuba Ökse


Kocaeli Üniversitesi, Fen-Edebiyat Fakültesi, Arkeoloji Bölümü

Salat Tepe’de yanık tabakalar ve deprem izleri.

Arkeo Duvar / 48
D epremler insanların günümüzden 14 bin yıl öncesinden itibaren kendi
konutlarını inşa etmeye başlamalarından beri arkeolojik dolgularda
izler bıraktı. Bu izleri, devrilmiş, çatlamış, eğilmiş ve deforme olmuş duvar-
lardan okuyabiliyoruz. İşte Dicle Nehri’nin sekileri üzerine kurulmuş olan ve
Ilısu Barajı’ndan etkilenen höyüklerde açığa çıkartılan Tunç Çağı yerleşimle-
rinden bazılarında da kerpiçten inşa edilmiş yapılarda meydana gelen yıkıl-
ma ve bozulmalar, binaların deprem geçirdiğini gösteriyor. Bu höyüklerden
biri olan Salat Tepe’de M.Ö. 22. yüzyıldan 17. yüzyıla kadar her 100-150 yıl-
da bir depremler meydana geldiğini anlıyoruz:

M.Ö. 22. yüzyıl depremi


Salat Tepe’de M.Ö. 23. yüzyılda inşa edilmiş taş temelsiz kerpiç duvarları
olan tek odalı konutlar ile dar sokaklarla çevrelenmiş taş temelli, kerpiç du-
varlı, çok odalı bir yapı ve kerpiç teras açığa çıkarıldı. Çok odalı yapının mer-
divenle inilen bodrum depoları, yüksek kil tezgâhları bulunan bir işlik odası,
kireç sıvalı tabanı üzerinde kap yerleştirme yerleri bulunan bir odası, bir
salon ve bir de giriş odası bulunuyor.

Yapıların tamamı yangın geçirmiş, duvarların ayakta kalan bölümlerinde


islenmeler meydana gelmiş ve yangından kaynaklanan kül tabakaları oda
tabanlarını örtmüştür. Tavanın çökmesi sonucu oda tabanları üzerine çok
sayıda kırılmış kap yığılmıştır. Çok odalı yapının depo bölümünü çevreleyen
ikiz duvarlar birbirinden ayrılmış, eğilmiş ve bazı duvarlar çatlamıştır. Bu
yapı ile bağlantılı kerpiç terasın üzerini kaplayan yangın enkazı üzerine de
kerpiç duvarlar devrilmiştir. Duvarların bu durumu, yerleşimin M.Ö. 2150
öncesinde meydana gelen bir yer sarsıntısından etkilendiğini gösterir.

Arkeo Duvar / 49
Kuzeye doğru devrilmiş duvar izleri.

M.Ö. 21. yüzyıl depremi


Önceki yerleşimin enkazı, yıkımın hemen ardından mekânlar doldurularak
düzleştirilmiş ve yeni bir yerleşim inşa edilmiştir. Bu dolgulara açılan kü-
çük çukurlar içerisine pişmiş topraktan biçimlendirilmiş ve özellikle kırılmış
insan ve hayvan figürleri ile boynuz modelleri ve minyatür kaplar yerleşti-
rilmiştir. Yeni inşa edilen kerpiç duvarların temelleri altına, duvar boyunca
yaklaşık 1-1.5 metre aralıklarla açılan küçük çukurlara domuz yavrusu çene-
si, köpek çenesi, kuzu omur parçası ya da yeni doğmuş domuz yavruları bı-
rakılmıştır. Bu uygulama, muhtemelen yeni yerleşimi eski yerleşimin maruz
kaldığı felaketten ve tinsel kirlenmeden korumak için uygulanan ayinlerin
kalıntıları olmalıdır.

Bu yerleşimde birbirinden dar sokaklarla ayrılmış 2-3 odalı, tek katlı ko-
nutlar bulunur. Konutların en geniş odaları ocaklar, tabana gömülmüş su
küpleri, depo çukurları ve pişirme kapları bulunan mutfaklardır. Konutların
duvarlarında ve tabanlarında görülen yoğun islenme, yerleşimin yangın ge-
çirdiğine işaret eder. Odaların tabanları üzerine yığılmış çok sayıda kırılmış
kap, büyük olasılıkla tavanın çökmesiyle tahrip olmuştur. Bazıları 3.5 metre
yükseklikte korunmuş duvarlarda görülen eğilmeler ve çatlamalar ile ker-
piç sıralarında ortaya çıkan yatay ve dikey dalgalanmalara göre bu yerleşim
M.Ö. 2050 yıllarında meydana gelen bir depremle yıkılmıştır.

Arkeo Duvar / 50
Çok odalı yapıda deprem izleri.

M.Ö. 19/18. yüzyıl depremi


Depremle yıkılan yerleşim, vakit geçirilmeden yeniden inşa edilmiştir.
Mekânlar molozla doldurulmuş, yangın enkazı balçıkla kapatılmıştır. Yeni
inşa edilen duvarlar boyunca kazılan çukurlara yerleştirilen domuz, geyik,
köpek, kuzu gibi kurban hayvanı parçaları da eski yerleşimin yaşadığı kötü-
lüklerin, yeni yerleşime bulaşmasını önlemek amacıyla uygulanan ayinlerin
kalıntıları olmalıdır.

Bu yerleşimin konutları da çakıl döşeli dar sokaklarla birbirinden ayrılır. Ön-


ceki yerleşime ait duvarların ayakta kalan bölümleri yontulup dere taşları
ile takviye edilmiş ve kerpiç duvarlar yenilenmiştir. Bazı duvarların taş te-
melleri arasına, bir çanak içerisinde yeni doğmuş domuz yavrusu bırakılma-
sı da yeni yerleşimin kaderinin iyi olmasını sağlamaya yönelik yapı ritüelleri-
nin kalıntılarıdır.

Yapılarda şiddetli yangın izleri belirlenmiş, oda tabanları üzerine çok sayıda
kırılmış pişmiş toprak kap yığılmıştır. Bir yanık tabanı kaplayan küllü dolgu
üzerine devrilmiş kerpiç duvar yaklaşık 4 m. yüksekliktedir. Kuzeye doğru
meyil veren kalın bir duvardaki çatlamalar ile yangın enkazı üzerine devri-
len kerpiç duvarlar, bu yerleşimin de deprem geçirdiğini ve deprem sırasın-
da çıkan yangının tüm yerleşimi etkilediğini gösterir. Bir yapıda açığa çıkan
yanmış iskelet, başına çatıyı oluşturan bir merteğin isabet etmesi sonucu
oda tabanına sırt üstü düşmüş ve yaşamını yitirmiştir.

Arkeo Duvar / 51
Bir başka konutun yıkıntıları üzerine, içinde yeni doğmuş bir domuz yavru-
su bulunan çanağın baş aşağı yerleştirilmesi, yapının geçirdiği felaketin bu
tabakada mühürlenerek sonraki yerleşimi etkilememesi için uygulanan bir
ayinin kalıntısıdır.

M.Ö. 17. yüzyıl depremleri


Bu yapıların yıkıntıları, kerpiç molozu ve taş ile doldurulduktan sonra üzeri
kalın balçık tabakası ile düzleştirilmiştir. İri kireçtaşlarından inşa edilen kalın
temellerin üstüne balçık ve çakıl dolgu yerleştirilmiş, üzeri sazlarla düzgün
hale getirilmiştir. Temellerin üzerine standart boyutlu kerpiçlerle örülen
duvarlara 10-12 sırada bir sazlar yerleştirilmiştir. Yapılarda ahşap karkas
kullanılmamış, yığma yöntemiyle inşa edilmiştir.

Duvarlar farklı yükseklikleri ve farklı kırılmaları nedeniyle zemine farklı açı-


larla devrilmiştir. Yapının yıkılmayan duvarlarında çeşitli deformasyonlar
belirlenmiştir. Güney kanattaki mutfağın batı duvarı doğuya doğru yaklaşık
15 cm. eğim yapmış, bazı duvarlarda hafif şişkinlikler ve çatlamalar meyda-
na gelmiştir. Bazı kerpiç sıraları kayarak duvarlarda düzensiz dalgalanma-
lara yol açmış, bazı kerpiç sıraları ezilerek incelmiştir. Mekânların çoğunda
kapı, mobilya gibi ahşap öğeler yanmış ve duvar sıvaları ısının yükseldiği
bölgelerde kırmızı renk almış, bazı duvarlar onarılmıştır. Bir kapının pervaz
kenarı balçık ile doldurularak
eksik bölüm onarılmış, eğilen
bazı duvarlara kerpiç payan-
dalar inşa edilmiş, bazıları
ince duvarlarla desteklenmiş-
tir. Bazı mekânlarda taban
üstü buluntularına ya da in-
san iskeletlerine rastlanma-
mış olması, yapının onarım Kerpiç yapıdaki deprem izleri.
sırasında boşaltıldığı izlenimi-
ni bırakmıştır.

Küçük çukurlara kırılmış insan ve hayvan figürleri ya da kurban edildiği dü-


şünülen koyun/keçi bırakılmış, büyük baş hayvanlara ait ayaklar ya da boy-
nuzlar yerleştirilmiştir. Bir mekânın enkazı üzerine baş aşağı kapatılan bir

Arkeo Duvar / 52
çanak içerisine hayvan kemikleri ve kırılmış bir insan figürü yerleştirilmiştir.
Yaşanan felaketin kötü yansımaları tinsel olarak bu figürlere yüklendikten
sonra figürlerin kırılarak gömülmesi, bu deprem felaketinin def edilmesi
için uygulanan bir ayindir. Kötülüklerin tinsel olarak üzerine yüklendiği keçi-
nin yerleşimden kovulması ya da öldürülüp gömülmesi şeklinde uygulanan
Günah Keçisi Ayini, bu yerleşimlerde onları taklit eden pişmiş toprak figür-
ler üzerinde uygulanmış, bu çukurlar daha sonra çamur ile sıvanarak kapa-
tılmıştır. Bu ayinlerden sonra M.Ö. 16. yüzyılda tepe üzerine yeniden inşaat
yapılmıştır.

Salat Tepe ile benzeri mimari özellikler gösteren Hirbemerdon IIIA tabaka-
sında, Kenantepe C1 alanında ve Giricano A yapısında da devrilmiş duvarlar
belirlenmiş, Üçtepe 11. tabakanın yanmış yapısı ile Ziyarettepe’deki şiddetli
yanmış yapıların tavanı çok sayıda seramik kabın bulunduğu taban üzerine
çökmüştür. Zagros bindirme kuşağında yer alan Godin Tepe’nin III2 taba-
kası da M.Ö. 1650-1600 yıllarında deprem sonucu yıkılmıştır. Kerkük yakı-
nında yer alan Nuzi Antik Kenti’nde A Tapınağı’na ait bir devrilmiş duvarın
varlığı, Zagros bindirme kuşağında M.Ö. 15. yüzyılda da bir depremin mey-
dana geldiğini gösterir. Burada ele geçen bir çivi yazılı tabletteki “deprem
falı” metni de bölgenin art arda meydana gelen depremlerden etkilendiği-
nin göstergelerindendir.

Tarihi depremler
Yukarı Dicle vadisi, Bitlis bindirme kuşağında bulunan Narlı-Kozluk fay hat-
tının yaklaşık 75 km. güneyinde yer alır ve bu kuşağın güney ucu, Zagros
bindirmesine bağlanır. Arabistan plakasının, Avrasya plakası altına girdiği
bindirme kuşağının ürettiği depremlere tanıklık eder. Bitlis bindirme ku-
şağında Richter ölçeğine göre 6.9-7.1 büyüklüğünde depremler meydana
gelmektedir.1156 yılında meydana gelen 7.6 büyüklüğündeki deprem Ma-
latya’dan Bağdat’a ve Filistin’e kadar uzanan bölgede hissedilmiştir. Bunu
izleyen şiddetli depremler 1866 ve 1878 yıllarında Diyarbakır’da, 1938 yılın-
da Lice ve Kulp’ta ve 1964 yılında Kurtalan’da meydana geldi. 1975 yılında
kerpiç yapıların tümüyle yıkılmasına neden olan Lice depremi 6.7 büyüklü-
ğünde ölçüldü. Bu deprem sırasında Yukarı Salat beldesinde kerpiç evlerde
de çatlamalar meydana geldi.

Arkeo Duvar / 53
Salat Tepe yapısının deprem anındaki
çöküşünün canlandırması.

Sonuç olarak, Salat Tepe’de duvarların devrilmiş olmasının yanı sıra, kerpiç-
lerin aralarının yatay eksende kısmen açılmış olmasının, duvarlarda görü-
len çeşitli deformasyonların ve çatlakların yer sarsıntılarından kaynaklan-
dığını düşünüyoruz. Benzeri deprem hasarları modern kerpiç yapılarda da
meydana gelmektedir. İran’ın batısını, kuzey-güney doğrultusunda kat eden
önemli bir fay hattı olan Zagros bindirme kuşağında 2003 yılında meydana
gelen 6.7 büyüklüğündeki depremin, İran’ın güneydoğusundaki Qir ve Bam
kentlerindeki kerpiç yapılarda neden olduğu hasar, Salat Tepe yapısına
benzerlik gösteriyor. Salat Tepe’de meydana gelen depremlerin en az 6 bü-
yüklüğünde olabileceği değerlendirilmektedir.

Eski çağlarda depremlerin magma üzerinde yüzen plaka hareketlerinden


kaynaklandığı bilinmediği için, bunların tanrıların laneti olduğuna inanılırdı.
Bu nedenle de her depremden sonra bazı ritüeller uygulanarak bu lanetin
ortadan kaldırılması umulurdu. Salat Tepe’nin M.Ö. 2. binde kurulan he-
men her tabakasının deprem nedeniyle yıkılmış olması, bu yıkımın yapıların
dayanıksızlığından kaynaklandığının bilinmediğini gösteriyor. Günümüzde
fay hatlarının konumu bilinmesine rağmen yine aynı yerlerde sağlam yapıl-
mamış binalarda yaşamın devam etmesi, insanların doğa olaylarından hâlâ
ders çıkarmakta zorlandığının bir göstergesidir.

Arkeo Duvar / 54
Yer altı tanrısı Hades’in
bitkisi nane
Hades, kendi yüzünden yaşamını yitiren Menthe’ye acır ve onu
yani ıstırap ve acının nehrinde yıkanan bu periyi nane halinde yer-
yüzüne gönderir. İşte ondandır nanedeki hafif acılık ve burukluk.

Doç. Dr. Ahmet Uhri


Dokuz Eylül Üniversitesi, Fen-Edebiyat Fakültesi, Arkeoloji Bölümü

İ nsanoğlunun kendindeki kötü yanları bitki ve hayvanlar üzerinden yan-


sıtmasının hayvanlar dünyasından örneği eşek ise, bitkiler dünyasından
da nanedir. Deyimlere ve atasözlerine konu olan bu bitkiyi, nane molla,
naneyi yemek, ne nane, nane ruhu gibi deyimlerden tanımanın yanı sıra,
“Nane, limon kabuğu” vb. şarkılardan da biliyoruz. Bir de şu yıllar öncesinin
kerameti kendinden menkul popstar türü yarışmalarda boy gösteren Aj-
dar’ın korkunç şarkısından!

Oysa baharatlar içinde en özel yere sahip bir bitkiyle karşı karşıya olduğunu
pek bilmez insanlar. Adını Yunan mitolojisindeki acıklı bir öyküden alan bu
bitkiye övgüyü antik dönemin mitolojilerle süslü dünyasına geçiş yaparak
sürdürelim.

Arkeo Duvar / 55
Lorenzo Bernini, Hades ve Persephone,
1621-1622, Galleria Borghese, Roma.

Hades’in ruhlar ordusu


Öykü Anadolu’da geçer. Bugün Bursa, İzmit, Kocaeli çevrelerini kaplayan
antik dönemin Bithynia bölgesindeki Triphyle (Yonca) dağında. Dünya, Tan-
rı Kronos’un üç oğlu olan Zeus, Poseidon ve Hades arasında paylaşılmış,
Zeus, mavi göklerin tanrısı ve baş tanrı olmuş, Poseidon denizlere hükmet-
mekte, Hades’in payına ise yer altı ve dolayısıyla ölüler dünyası düşmüştür.
Daima zifiri karanlık bir gecenin içinde, anlaşılmayan kederli bir âlemde,

Arkeo Duvar / 56
kendisini görünmez yapan bir miğfer taşıyarak bir başına yaşardı Hades yer
altında. Çünkü onunla olmak demek “ölmek” demekti. Cehennem sarayına
sonsuza dek kapanmış ve diğer tanrıların yaptığı yolculukları bilmeden bu-
rada yaşar, yer altında bulunan sayısız ruhlardan oluşmuş ordusunu yöne-
tirdi.

Naneye giderken...
Hades sadece bir kez yeryü-
züne çıkar, o da sonradan
karısı olacak Kore’yi kaçırmak
için. Demeter’in kızı olan Kore
ya da diğer adıyla Persepho-
ne bu kaçırma eyleminden
sonra yaşantısının üçte ikisini
yeryüzünde, geri kalanını da
yer altında geçirmeye başladı.
Zira bereketin, doğanın üreti- Yabani nane.
ciliğinin tanrıçası olan annesi
Demeter, kızının üzüntüsün-
den görevlerini yerine getiremez ve doğa her zaman kış mevsimini yaşar.
Buna engel olmak isteyen baş tanrı Zeus kardeşi Hades ile konuşarak onu
Persephone’nin yılın üçte ikisinde yeryüzünde olması için ikna eder. Bu sa-
yede de mevsimler oluşur. Burada öykünün arasına girip, aynı mitolojinin
Mezopotamya’da daha önce İştar’ın yer altına inişi ve geri dönüşü şeklinde
anlatıldığını da belirterek, naneye geri dönelim. Dikkat edilirse daha nane-
ye kavuşamadık. Ama işte, Yunan mitolojisi ya da genelde mitoloji böyle bir
şey, Eski Çağ insanının dünyayı algılama/anlamlandırma biçimlerinden biri
mitoloji ve bütün öyküler birbiriyle ilintili ve simgesel.

Hades, Persephone ile evlendikten sonra, sadece iki kez çok sevdiği karısı-
na ihanet eder. Kim bilir belki aldatma da insanın doğasında var ve mitoloji-
ler bunu da simgesel olaylarla açıklıyor. Bunlardan biri Okeanos’un kızların-
dan Leukeile olur ama adı ‘beyaz’ ya da ‘gümüşi beyaz’ anlamına gelen bu
kız, yer altının karanlığında yaşayamaz ve ölür. Hades de onu gümüşi renkli
yapraklarıyla kavak ağacına çevirir.

Arkeo Duvar / 57
Hades’in ikinci ihaneti ise cehennemde akan ıstırap nehri Kokytos’un perisi
Menthe ile olur. Yer altında yaşayabildiği için olasılıkla uzun süreli olan bu
ilişki elbette bir süre sonra Persephone’nin kulağına gider ve bu duruma
çok kızar. İntikam almaya niyetlenen Persephone, Menthe’yi ayaklarının
altında çiğneyerek öldürür. Aldatılan kadından kaçınmak gerektiğini bu şe-
kilde öğrenen Hades, kendi yüzünden yaşamını yitiren Menthe’ye acır ve
onu yani ıstırap ve acının nehrinde yıkanan bu periyi nane halinde yeryüzü-
ne gönderir. İşte ondandır nanedeki hafif acılık ve burukluk. İşte ondandır
naneye verilen ‘menta’ adı ve mentol. En bilinen nane çeşidi olan Mentha
piperita’nın adının kökeni de yine bu öyküde yatmakta. Yunan mitolojisi na-
nenin ortaya çıkışını böyle anlatsa da bitkinin Yunanca adının kökeni daha
eskiye dayanır ve Lineer-B tabletlerinde mi-ta olarak geçmektedir.

Nanenin ‘ruhu’...
Yeryüzünün ışığında yeşeren ve yeraltının bilgeliğini taşıyan bu bitki, için-
deki acıyla zaman zaman insanları iyileştirmek gibi bir niteliğe de sahiptir.
Mitolojilerin gizemli ve simgesel dünyasından gerçeklere dönecek olursak;
öyküde anlatılanların gerçekliğini aynen adaçayı gibi nanenin de içindeki
uçucu yağ asitleri ve diğer maddelerle nasıl bir sağaltıcı gücünün olduğunu
insan, en eski çağlardan beri fark etmiştir. Örneğin Mısır’da nezleye karşı
kullanılmış, Mezopotamya’da ise nane, tarçın, mersin ağacı ve söğüt, kök-
nar, incir gibi bitkiler Kuşumma şarabı içinde eritilerek ya da toz haline geti-
rilerek kullanılmışlardır. Ayrıca Hitit eczacılık ve tıbbında da yeri olan naneyi
Hititler Akkadcadan geçen adıyla urnû olarak adlandırmış ve hem tohumu
hem de diğer kısımlarından ilaç yapmışlardır. Türkçe adı ise Arapça üzerin-
den Aramice’ye kadar uzanmakta ve nan’a sözcüğünden gelmekteyse de
bu sözcüğün de yine Semitik Mezopotamya dillerindeki ninû sözcüğünden
türemiş olabileceğini Jean Bottéro’ya dayanarak belirtmek olasıdır. Nanenin
sağaltıcı kullanımı sadece kullanımlarından biridir. Oysa adaçayı, kekik ve
diğer Lamiaceae familyası üyesi bitkiler gibi nane de keskin kokusu nede-
niyle hem yemeklerde hem de güzel koku vermesi nedeniyle kötü kokuları
gidermek için çok değişik yerlerde kullanılmıştır.

Arkeo Duvar / 58
Nanenin içindeki uçucu maddeler ki işte esas bunların bir kısmı tedavi edici
ve naneye o kendine özgü kokusunu ve tadını veren maddeler olup, yüzde
1-3 oranında bulunan mentol, menton, flavonoidler, fenoller, tripertin ve
tanendir. Bir başka deyişle “nane ruhu” denilen şey işte bu maddelerden
oluşur.

Hemen her yerde ve nere-


deyse her iklimde yetişmesi
nedeniyle dünyanın çok de-
ğişik yerlerinde bilinen nane,
genellikle çeşni verici olarak
yemeklere katılmış ve sağal-
tıcı nitelikleri nedeniyle tıp ve
eczacılıkta kullanılmıştır. Ro-
ma’nın Akdeniz dünyasındaki
yayılımı nanenin yayılımını da
sağlamış ve Avrupa’nın kalan
kısmı naneyi Roma İmpara- Nane.
torluğu sayesinde öğrenmiş-
tir. Romalı gurme Apicius’tan
günümüze kalan tariflerde de içinde nane olan birçok yemek bulunmakta.
Zaten aslında Apicius gibi biri olmasaydı Antik Dönem mutfağı hakkında
neredeyse hiçbir şey bilemeyecektik. Belki bir dereceye kadar, Apicius’un
çağdaşı sayılabilecek yaşlı Plinius’un yazdığı Historia Naturalis’te geçen bazı
tarifleri ve sağaltım amaçlı kullanılan bitkileri bilme dışında bu dönemin
mutfak kültürüyle ilgili bilgilerin çoğunluğunu Apicius’a borçluyuz.

Arkeo Duvar / 59
Büyük Menderes
kıyısındaki Tripolis’te
yıkıcı depremler
Tripolis tarihinde birçok kez meydana gelen yıkıcı depremler, bu-
rada yaşayan toplumun kimi zaman imparatorluk yönetiminin
desteğiyle ama çoğu zaman da kendi öz kaynakları ve organize
toplum yapısıyla hızla kurtularak yaşamlarına devam ettiklerini
gösteriyor.
Prof. Dr. Bahadır Duman
Pamukkale Üniversitesi, Fen-Edebiyat Fakültesi, Arkeoloji Bölümü.

Tripolis ad Maeandrum.

Arkeo Duvar / 60
Kent Planı.

Arkeo Duvar / 61
D enizli’nin Buldan İlçesi sınırları içinde yer alan Tripolis, antik dönemde
Lidya, Frigya ve Karya bölgelerinin kesişim noktasında önemli ticari yol-
ların geçiş güzergahında konumlanmıştı. Yaklaşık 2 kilometrekarelik bir alana
yayılan kent, Çürüksu Vadisi’nin kuzeybatı ucunda, vadiye hâkim Aydın dağla-
rının uzantısı olan bir tepenin güney yamacında yer alır.

Antik coğrafyanın en önemli nehirlerinden birisi olan Büyük Menderes’in


beslediği sulak araziler, ılıman iklim ve korunaklı yaşam alanları nedeniyle
Çürüksu Vadisi’nde toplu yaşam, yaklaşık yedi bin yıl öncesine dayanır. Tri-
polis’in doğu ve güneydoğusunda yer alan Hamambükü ve Yenice Höyük’te
elde edilen arkeolojik materyal bunun en önemli kanıtıdır. Bu tarihten iti-
baren insanlığın sürekli yerleşim alanlarından birisi olan Denizli civarındaki
kentleşme süreciyse yine günümüzden yaklaşık iki bin beş yüz yıl öncesine
dayanır. İrili ufaklı 10 antik kent, Çürüksu Vadisi’nin her iki yakasında konum-
lanmıştır. Bu kentlerin bir kısmında arkeolojik çalışmalar devam ederken, bir
kısmında ise henüz bir çalışma başlamadı.

‘Tufandan bu yana ele geçirilemeyen’ yeri yıkan


deprem
Kazı çalışmaları yapılan kentlerde en dikkat çekici unsur; bu kentlerin ortak
bir deprem geçmişine sahip olduklarıdır. Jeomorfolojik yapısı nedeniyle Ri-
chter ölçeğine göre 6-7 şiddetinde deprem üretebilecek kapasiteye sahip
hareketli jeolojik yapı, geçmişte bölgenin metropol niteliğindeki kentleri
olan Hierapolis, Laodikya ve Tripolis’te, defalarca büyük tahribata yol açtı.
Bu yıkıcı depremlerin belki de en dramatiği İmparator Justinianus Döne-
mi’nde, M.S. 494’de gerçekleşti. Marcellinus Comes tarafından kaleme alı-
nan kronografide bu depremle ilgili olarak; “Laodikeia, Hierapolis ve Tripo-
lis tek bir depremle aynı anda yıkılmıştır” ifadesi kullanılır. M.S. 13. yüzyılda
yaşayan tarihçi Pachmeres’e göre, “Tufandan beri ele geçirilemeyen bu güç-
lü yer” yani Tripolis, büyük bir depremle yerle bir olmuştur. Ancak her şeyin
bitişi gibi görünen bu deprem, yüzyıllar önce başlayan deprem silsilesinin
sonuncusu olmakla kalmaz.

Arkeo Duvar / 62
Tripolis antik kentinin havadan görünümü.

Bir kent ya da yerleşim alanındaki deprem, tarihi kaynakların verdiği bilgi-


ler, kazı çalışmalarında tespit edilen kitlesel yıkıntılar ve en kesin olarak da
yazıtlarla tespit edilebilir. İşte Tripolis’te bu üç etkene dair önemli buluntu-
lar, Çürüksu Vadisi’nin tozlu arkeoloji kütüphanesinde saklı kalmış bilgiler,
2012 yılından itibaren kimi zaman kazı, kimi zaman yüzey araştırması, kimi
zaman da gelişmiş teknolojik aletler sayesinde yavaş yavaş ortaya çıkmaya
başladı.

Dahası şehir dokusu içerisinde depremden etkilenen geniş alanlar ve yı-


kımın ardından tekrar harekete geçen inşa faaliyetleri zaman dizim anla-
mında önemli tespitler yapılabilmesine olanak sağladı. Böylece kentin ana
caddelerinden, ara sokaklarına, anıtsal nitelikteki çeşme ve agoradan sivil
mimariye kadar birçok mekânda depremlerin izlerini takip edebiliyoruz.

Antik kaynaklarda, Tripolis’in komşu kentleri Hierapolis, Laodikya ve Kolos-


sai’nin Roma İmparatoru Nero Claudius Drusus Germanicus Caesar Döne-
mi’nde meydana gelen büyük bir depremle yıkıldığı yazar. Romalı Tarihçi
Tacitus, Çürüksu Ovası’nın birçok kentini etkileyen bu depremle ilgili olarak
“Bu yıl, Asya’nın ünlü şehirlerinden biri olan Laodikeia bir depremle yıkıldı ve
Roma İmparatorluğu’ndan yardım almadan kendi kaynaklarıyla yeniden inşa
edildi” ifadesini kullanır.

Arkeo Duvar / 63
Propylon (Giriş Kapısı).

Tripolis’te ise M.S. 60 civarında meydana gelen bu depremle ilgili veri nere-
deyse yok denecek kadar azdır. Kentte kazı çalışması yapılan alanlarda bu
depremin izlerini gösterecek buluntu ya da kalıntılara henüz ulaşamamış
olabiliriz. Ancak M.S. 60-70 yılları arasına tarihlenen bir tapınağa ait altar
bloğunun üzerindeki bezeme ve yazıtlar Tripolis’i etkileyen deprem sonrası
yeniden yapılanmanın bir izi olarak yorumlanabilir. Tripolis’in konumlandı-
ğı bölgedeki hemen her kentte etkisi görülen bu depremden sonra, şehrin
yeni mimari projelerle tekrar ayağa kaldırılması için gereken maddi kaynak
imparator vasıtasıyla mı aktarıldı, yoksa tıpkı komşu kent Laodikya’da oldu-
ğu gibi şehir öz kaynakları ya da kentli hayırseverlerin yardımlarıyla mı bu
badireyi atlattı? Henüz bu konuda net cevaplara sahip değiliz.

1750 yıl sonra ortaya çıkan lokanta


Oracula Sibyllina olarak bilinen ve çeşitli bölge ve şehirlerle ilgili kehanetleri
içeren antik metinlerden oluşan koleksiyonun V. kitabında, Tripolis’in ismi
bir depremle ilk kez yan yana anılır. Roma İmparatoru Antonius Pius Döne-
mi depremiyle ilgili olması gereken bu metindeki bilgilere göre; “Kayalara
tutunan Menderes kıyısındaki Tripolis, yer altından yayılan dalgalarla, tanrının
gazabı ve öngörüsüyle tamamen yerle bir edilecektir”. Söz konusu metinleri
spekülatif olarak değerlendiren araştırmacıların varlığını da göz ardı etme-
den, Tripolis’te M.S. 2. yüzyılda tüm mimari yapılarda görülen yeniden yapı-
lanma süreci bu büyük depremle ilişkilendirilebilir.

Arkeo Duvar / 64
Tripolis’in ana arterlerinden birisi olan Sütunlu Cadde ve bitişiğindeki dük-
kanlar da M.S. 3. yüzyılda meydana gelen bir depremin tespit edilmesine
olanak sağladı. Benzer durum Laodikya’da da karşımıza çıkar. Bu deprem
tüm Çürüksu Vadisi’ni etkiledi mi bunu tam olarak bilemiyoruz. Ancak, Tri-
polis’te söz konusu depremin ardından bazı mekanların yaklaşık 1750 yıl
boyunca arkeologlar tarafından gerçekleştirilen çalışmalara kadar toprak
altında kaldığını söyleyebiliriz. Depremin etkilerinin görüldüğü mekânda
bulunan küçükbaş ve büyükbaş hayvanların yanı sıra domuz, balık, tavuk
ve tavşan kemikleriyle dolu kaseler mekânın olasılıkla lokanta olarak kulla-
nıldığına işaret eder. Buluntular, sarsıntının meydana geldiği anda müşteri
ve dükkân sahiplerinin aceleyle bu alanı terk ettiklerini göstermektedir.

Sözü edilen depremlerin varlığı şüphe götürmez ama depremlerin kentte


meydana getirdiği yapısal hasarlar dışında kaç kişi yaşamını kaybetti ya da
yaralı sayısı kaçtı, evsiz kalanlar oldu mu gibi sorular karşısında belki de hiç-
bir zaman bilgi sahibi olamayacağız. Ancak söz konusu sorulara az da olsa
yanıt bulabildiğimiz bir başka deprem M.S. 4. yüzyılın ikinci yarısında ger-
çekleşti.

Depremler yerleşimin tarihini şekillendirdi


Bu kez depremin etkisiyle
ilgili en net verileri tespit
edebildiğimiz alan, kentin
bir diğer ana arteri olan
ana cadde. Mevcut arkeo-
lojik veriler doğrultusunda
Erken Roma İmparatorluk
Dönemi’nden beri varlığı-
nı bildiğimiz cadde, tam da
kentin kalbi diyebileceğimiz
merkezi bir noktada; sosyal Kutsal Alan sütunları.
ve ekonomik canlılığın ger-
çekleştiği kent merkezinde
yer alıyor. Etrafındaki agora, anıtsal çeşme, kutsal alan ve latrina (umumi
tuvalet) gibi yapıların yanından geçerek yürüyen insanların, at arabalarının

Arkeo Duvar / 65
tıkırtılarıyla dolduğu bir cadde. İmparator Augustus Dönemi’nden itibaren
Tripolisli hayırseverlerin, eyalet ve bölge valilerinin heykelleriyle hareket-
lendirilen ana caddede bulunan yirminin üzerindeki heykel, M.S. 4. yüzyılda
kenti etkileyen depremle ilgili oldukça önemli verilere de ulaşmamızı sağ-
ladı. Yıkıcı depremin ardından caddeye dikilen heykellerin büyük bir kısmı,
çoğunluğu kamu görevlisi olduğu için bazı imparatorların yıllıklarında da
adı geçen kişilere ait. Dolayısıyla heykellerle onurlandırılan kişilerin görev
yaptığı yıllar, söz konusu depremin tarihlenmesinde önemli bir rol oyna-
makta.

Latrina (umumi tuvalet).

Aynı depremin etkisinin görüldüğü bir başka yapı ana caddenin bitişiğinde
yer alan “Kemerli Yapı” olarak isimlendirdiğimiz bir binadır. Kazı çalışmaları
esnasında binanın yıkıntıları arasında 7-8 yaşlarında bir çocuk, yetişkin bir
kadın ve 15-19 yaşlarında genç bireyler olmak üzere yedi kişinin yaşamı-
nı kaybettiği tespit edildi. Yine aynı depremden etkilenen ve kentin konut
alanı içerisinde yer alan bir evde gerçekleştirilen kazılarda yıkıntıların altın-
da dört bireyin yaşamını kaybettiği anlaşıldı. Tripolis’te M.S. 350-400 yılları
arasında gerçekleşen bu dramatik olayda arkeolojik kazılar sayesinde öğ-

Arkeo Duvar / 66
rendiğimiz kadarıyla bilinen kayıp sayısı en az on bir. Tripolis’i sosyal, siyasi,
ekonomik ve yerleşim planı olarak oldukça etkileyen bu deprem sonrasın-
da yerel unsurların yanı sıra İmparatorluk memurlarının da devreye girerek
hızlı bir toparlanma süreci yaşandığını, antik kentte bulunan Kallistos ve
Arrianus’a ait iki heykel ile bunların yazıtlı kaidelerinden anlayabiliyoruz. İki
yöneticinin “tüm şehri restore ettirdiklerini”, dolayısıyla söz konusu tarihler-
de meydana gelen depremin büyük bir yıkıcı etkiye sahip olduğunu söyle-
memiz mümkün.

Kemerli Yapı.

Denizli ve Büyük Menderes grabenlerinin etki alanı içerisinde kalan Tripolis


ve civarı tarih boyunca birçok depremle yıkılıp tekrar ayağa kaldırıldı. Geçti-
ğimiz sekiz yılda gerçekleşen araştırmalarla hem arkeolojik kanıtlar hem de
yazınsal kaynaklar vasıtasıyla Antik Çağ’da meydana gelen depremlerin yer-
leşim tarihini şekillendirdiğine dair önemli kanıtlara ulaşıldı. Tripolis tarihin-
de birçok kez meydana gelen yıkıcı depremler, burada yaşayan toplumun
bu durumdan kimi zaman imparatorluk yönetiminin desteğiyle, ama çoğu
zaman da kendi öz kaynakları ve organize toplum yapısıyla hızla kurtularak
yaşamlarına devam ettiklerini gösteriyor.

Arkeo Duvar / 67
Depremin üç mitolojik
yüzü
Sürekli depreme maruz kalan, hareketli fay hatlarına ya da aktif
volkanlara sahip ülkelerin mitolojilerinde ilk akla gelen, savaş te-
malı ancak depremin yıkıcı etkisini de içeren öykülerdir. Mağlubi-
yeti veya zaferi depreme bağlamak, efsane olduğu kadar tarihsel
bir gerçek olarak da yüzümüze çarpar.

Öğr. Gör. Selim Martin


Dokuz Eylül Üniversitesi, Edebiyat Fakültesi, Arkeoloji Bölümü

Birinci kısım: Depremler neden/nasıl olur?

H emen her eski kültürde depremler ya bizzat tanrıların işi ya da onlar


yüzünden ortaya çıkan felaketler olarak adlandırılır. Depremin sebe-
bi çoğu zaman bir tanrının bilerek ya da bilmeyerek yaptığı şeylerdir. Kimi
zaman ise tanrıların/ilahların aralarındaki gümbürtülü savaşlar veya büyük
bir mücadelenin ardından bir tanrının yer altına hapsettiği yaratıklar depre-
me sebep olabilir.

Depremi tanrısal bir varlığa atfetmek; nerede, ne zaman olacağı bilinmeyen


bu doğal afete bir kılıf uydurmak, depremle ve sonuçlarıyla bir nebze olsun
baş edebilme gücü bulmaya çalışmaktır.

Arkeo Duvar / 68
Mitolojide, deprem deyince yerleri/denizleri titreten Poseidon, ilk akla ge-
len tanrısal karakterdir. Peki, onun kadar meşhur olmayan, hatta başlan-
gıçta depreme istemsizce neden olup sonra gücünün farkına varınca, onu
kullanmayı öğrenip de bilinen dünyanın sonunu getiren Loki’yi tanır mısınız
diye sorsam?

Bizim ihtiyar Yunanlı, elindeki Trident’i (üç çatallı yaba) yere vurdukça dep-
remleri meydana getirir ki Poseidon’un bu marifeti tamamen canının iste-
mesiyle alakalıdır. Kafası mı bozuldu? Hop Trident’i vurur toprağa. Öfke-
lendi mi? Trident ardı ardına saplanır yere. Hatta insanlara yardım edip de
karşılığını alamadı mı? Acımadan depremler salar nice kentlerin üstüne.
Buna karşın İskandinav tanrısı Loki ise içinde kötülük baki olmakla beraber,
depremi başına gelenlerden, kendi acılarından üretmiştir.

Loki, Odin ve Frigg’in oğlu, tan-


rıların gözbebeği Balder’in öteki
dünyayı boylamasına vesile olur.
Şimdi intikam sırası tanrılarda-
dır. Merhametsiz bir kararlılıkla
öçlerini almak için sessizce yola
çıkarlar. Loki, canını kurtarmak
için kaçıp, denizin üzerinde, yük-
sek bir dağın yamacında küçük,
gözden ırak bir ev inşa eder.
Kah tanrıların gelişini görmeyi
umarak evin dört yöne açılan
kapılarından sürekli bakar, kah
somon balığı şekline girerek ya-
kınlardaki şelalenin sularında
saklanır. Fakat tanrılar Loki’nin
izini bulur, onu şelaleye kadar
takip edip, balık kılığına girince
de bir ağ ile yakalarlar. Hızlarını
hiç kesmeden, öfkeden kızarmış
gözleriyle, Loki’yi dağdaki derin İllüstrasyon: İhsan Alakuş.
ve karanlık bir mağaraya götü-
rüp zincire bağlar, üstüne de
ağzından zehirler akan kocaman
bir yılan asarlar.

Arkeo Duvar / 69
Yüzüne sürekli zehir damlayan Loki, hissettiği acının büyüklüğüyle, her kı-
pırdadığında dünyayı sarsan korkutucu depremlere neden olur. Oğlu ve
eşi, sarsıntıları takip ederek Loki’yi bulur ve kurtarmaya çalışırlar. Ancak
tanrısal zincirleri ne yapsalar da koparamazlar. Eşi, Loki’nin kafasının üs-
tüne bir tas tutarak tutsaklığını daha dayanılır kılmaya çalışır, bu sayede
Loki’yi sakinleştirmeyi ve haliyle depremleri bir nebze olsun azaltmayı başa-
rır. Ancak, tas her dolduğunda ve karısı boşaltmak için gittiğinde, yılandan
damlayan zehir derisini öyle bir yakar ki, Loki tüm dünyayı sarsacak şekilde
acıyla kıvranır.

Efendim bu kadar depreme zincir mi dayanır? Şiddetli bir sarsıntının arka-


sından, bağlı olduğu kayalar ufalanınca serbest kalan Loki; intikam duygu-
suyla, hem yeryüzünün hem de yer altının ifritlerini, canavarlarını, devlerini
kızıştırır. Tanrıların arasındaki anlaşmazlıkları köpürtür, ölüleri yukarı, canlı-
ları aşağıya gönderir; velhasıl tüm alemi birbirine sokar. İfritler, canavarlar,
tanrılar, devler, savaş, yıkım derken Kıyamet (Ragnarøkkr) kopar. Bilinen
dünya yok olur; öfkeli alevler, depremlerden arta kalan her şeyi yok eder,
yeryüzü çöle dönüşür.

İkinci kısım: Batı’da yıkım!


Sürekli depreme maruz kalan, hareketli fay hatlarına ya da aktif volkanlara
sahip ülkelerin mitolojilerinde ilk akla gelen, savaş temalı ancak depremin
yıkıcı etkisini de içeren öykülerdir. Mağlubiyeti veya zaferi depreme bağla-
mak, efsane olduğu kadar tarihsel bir gerçek olarak da yüzümüze çarpar.

Minos’un İntikam Duası, ileride Batı mitlerinde sıklıkla tekrar edecek böyle bir
motifin erken örneklerinden bir tanesi sayılabilir. Giritliler ile Atinalılar arasın-
da asırlardır süren mücadelede, denizin altında meydana gelen bir deprem
sonucunda, Giritlilerin Atinalılar tarafından bozguna uğratıldığı anlatılır. An-
cak öyküdeki asıl çarpıcı deprem motifi; Girit Kralı Minos’un, düşmanlarının
hepsini dize getiremeyeceğini anladığında, suçsuz yere öldürülen oğlunun
intikamı için Poseidon’a dualar edip, adaklar adamasıdır. Çok geçmeden bü-
tün Kıta Yunanistan, depremlerle sarsılmaya başlayıp, yangından kıtlığa bir
çok felaketle karşı karşıya kalınca, Atinalılar, kahinlerin de önerisiyle Minos’un
isteklerini kabul ederek bu felaketleri sonlandırmaya çalıştılar: Girit’e; Mino-
tauros’a kurban edilmek üzere her dokuz yılda, yedi genç erkek ve yedi genç
kız vereceklerdi.

Arkeo Duvar / 70
Savaş-deprem ilişkisini içe-
ren öykülerin belki de en
bilineni, Poseidon ve Apol-
lon’un insan kılığına girip,
meşhur savaştan en az 2-3
nesil önce, Troya kentinin
surlarını, çeşitli vaatler karşı-
lığında inşa etmeleriyle baş-
layan söylencedir. İki tanrı
işi bitirmelerine rağmen üc-
retlerini alamamıştır. Bunun
devamında düşmanlık öyle
bir noktaya taşınmıştır ki yıl-
lar sonra iki dünyayı karşı
karşıya getiren Troya Savaşı
yine bir Poseidon atribütü
olan tahtadan at ile sonuçla- Poseidon.
nacaktır. Kimi araştırmacılar;
bölgede sürekli deprem ol-
masının görkemli kentlerin
sonunu getirdiğini, Posei-
don’a atfedilen depremin,
öykülerde böyle bir yansı-
mayla karşılık bulabileceğini
belirtirler.

Birden kabardı, sular bastı aç gözlü Troya kıyılarını

Bütün tarlalar, bağlar, ekinler kalmış taşan sular altında,

Gitmiş köylünün varı yoğu, deniz olmuş karalar.

Başarıya verilecek ödül yadsınınca ikinci kez,

Sular altında bıraktı sözünü tutmayan Troya’nın hisarlarını...

(Publius Ovidius Naso, Dönüşümler/Metamorfozlar 11. Kitap)

Arkeo Duvar / 71
Üçüncü kısım: Doğu’da fırsat!
Deprem bölgesinde yaşayan insanlar, bu afetin sonuçlarıyla baş etmenin
yollarını bazen de başka kurgularda ararlar. Depremin sonucu hep yıkım
olacak değil ya, bu toprakta açılan yarıklar, insanlar için biraz da fırsata dö-
nüşse fena mı olur?

Eski Çin mitolojisinde; ölümsüzlüğü elde etmenin veya uzun yıllar hatta
asırlar boyu yaşamanın konu edildiği, başrolünde bitkiler ve meyveler olan
birçok efsane vardır. Bu öykülerin birinde, kahramanı yüzyıllar boyunca
hayatta tutan bitki, şans eseri de olsa bir depremin sonucu gün yüzüne çık-
mıştır.

Sousse Arkeoloji Müzesi’nden Neptün (Poseidon) mozaiği. M.S. 3.yüzyıl ortası.

Kahramanımız; bir dağdan geçerken, derin bir yarıktan dağın içine düşen
ve sadece vücudundaki yaralar nedeniyle değil, kayaların birer cam kadar
pürüzsüz olması nedeniyle de oradan çıkmayı başaramayan biridir. Söy-

Arkeo Duvar / 72
lence bu ya; kahramanımız orada yiyebileceği bir şeyler arar ve sadece
-sonradan hucbu ismi verilen- bitkiyi görür. Otu, ince topraktan kopararak,
kökünü çiğner, açlık ve susuzluğu kaybolur, vücut ısısı hiç üşümeyeceği bir
şekilde kalır. Zaman çabuk ve hoş bir biçimde geçer. Mutlu olur, iyi bir uyku
çeker ve hiç bitkinlik hissetmez.

Bir gün yer, büyük bir depremle sarsılır


ve bir çıkış yolu açılır. Dağ hapsinden
kurtulan kahramanımız eve dönmek
için yola koyulur. Eve vardığında, büyük
bir şaşkınlıkla, içeride yabancıların otur-
duğunu görür. Onlarla konuşur, neden
burada olduklarını, karısı ve çocukları-
nın nerede olduğunu sorar. Yabancılar
onunla sadece alay ederler. Kahrama-
nımız, daha sonra eski arkadaşlarını
bulmak için şehirde dolaşır, fakat biri-
ne bile rastlamaz. Bu durum, yaşlı bir
bilgenin ilgisini çeker. Aile yıllıklarında
bir inceleme yapılır ve verdiği ismin, üç
yüz yıl önce, esrarengiz şekilde ortadan
kaybolan bir ailenin ismi olduğu anla-
şılır. Kahramanımız dağın içine düştük-
ten 300 yıl sonra ünlü olup da hikaye-
sini herkese anlatmaya başlayınca, bu
otun “hayatı uzattığı, kelliği tedavi ettiği, Hindistan deprem efsanesi.
gri saçları tekrar siyaha döndürdüğü ve
gençliği tazelediği” anlaşılmış olur.

Denemek isteyenleriniz için tarif vereyim: Çin geleneklerine göre, arzu edi-
len sonuçların tamamıyla elde edilebilmesi için, başka hiçbir besin olma-
dan, büyük miktarda hucbu çayının, yeterli derecede uzun bir süre içilmesi
gerekmektedir. Sözü edilen yerlerde fırsat buldukça gezmekte fayda var;
neme lazım, bakarsınız bir gün şans bize de güler.

Şimdi tüm bu söylencelerden bir “kıssadan hisse” çıkartalım: Deprem böl-


gesindeki yapıları Poseidon ile Apollon’a inşa ettirip karşılığını da eksiksiz
ödemek gerektiği aşikar. Böylece depreme rağmen uzun, sağlıklı yıllar ya-
şar, daha nice büyük krallıklar kurarız.

Arkeo Duvar / 73
Sarı öküzden kefaretçi
tanrıya: Deprem mitleri
üzerine
Tanrısal iradenin doğa olayları yoluyla insan yaşamını etkilemesi
veya sona erdirmesi fikri evrensel değildir. İçinde yaşadığımız coğ-
rafyanın kadim kültürlerinin ahlaki bir öğretisidir.

Doç. Dr. Çiler Çilingiroğlu


Ege Üniversitesi, Edebiyat Fakültesi, Protohistorya ve Önasya Arkeolojisi

Arkeo Duvar / 74
E ge halkları 30 Ekim 2020’de dünyada yılın en ölümcül deprem felaketini
yaşadı. Kandilli Rasathanesi’ne göre, 6.9 şiddetindeki sarsıntı, bizim için
bitmek bilmeyen bir 16 saniye boyunca sürdü. İzmir ve Samos’ta 100’den
fazla insan ne yazık ki yaşamını kaybetti. Felaket, 3 bin 550 artçısıyla kendi-
ni hatırlatmaya haftalarca devam etti.

Yaşamın alışılagelmiş ritmini ve sürekliliğini bir anda kesintiye uğratan bir


doğa olayı olarak deprem, insanın kendini pek küçük, güçsüz ve savunma-
sız hissettiği anları yaratma kudretine sahip. Yeryüzünün diplerinden çatır-
tıyla, uğultuyla, kimi zaman bir volkan patlamasına eşlik ederek gelen bu
hareketin kaynağı elbette eski toplumları da meşgul etmiş. Dünyanın dört
bir yanında mitler, söylenceler veya kutsal metinler depreme ilişkin açıkla-
malar getirerek onu hayatın içinde rasyonalize etmeye çalışmış. Tarih önce-
si toplumlarda depreme ilişkin inanışları ne yazık ki bilemiyoruz. Ancak eski
yazılı toplumlardan ve yeryüzünün “ilkel” olarak nitelenen geleneksel toplu-
luklarından edindiğimiz antropolojik bilgiler bize tarih öncesi insanın depre-
me ilişkin fikirlerinin ne olabileceği yönünde bir görü sağlıyor.

Modern insana kadar uzanan ‘aşkın’ duygular


Depreme dair mitler ve söylencelerde dünya genelinde bazı ortak temalar
bulmak, modern öncesi toplumların kozmik tasarımına ilişkin benzerlikleri
göstermesi açısından dikkate değer. Dahası, bilimsel açıklamasını ne kadar
içselleştirmiş olsak da deprem gibi yıkıcı bir doğa olayını içimizde tuhaf bir
alçakgönüllülük uyandıran aşkın bir korkuyla anmamak güçtür. Ünlü dinler
tarihçisi Mircea Eliade “Kutsal ve Kutsal-Dışı” kitabında, laik, rasyonel ve bi-
lime tabi modern insanda bile kökleri tarih öncesine uzanan aşkın nitelikli
bir duygunun varlığını şöyle vurgular:
Arkeo Duvar / 75
“Dinsizliğinin derecesi ne olursa olsun, doğanın ‘büyüleri’ne duyarlı olmayan bir
modern insan çıkmaz. Sadece doğaya atfedilen estetik, sportif veya hijyenik de-
ğerler değil, aynı zamanda karmaşık ve tanımlanması güç bir duygu söz konu-
sudur; bu duyguda zamanla bozulmuş bir dinsel deneyimin anısı hâlâ sezilmek-
tedir.”

Sarı öküze musallat olan sinek


Eski toplumlara ait birçok deprem mitinde dünyanın bir hayvanın üzerinde
olduğu ve hayvanın hareketiyle yeryüzünün sallandığı inancı yaygındır. Eski
Türk mitolojileri buna bir örnektir. Dünyanın sarı bir öküz üzerinde olduğu
inancı, öküzün bir sineği kovmak için yaptığı silkinme hareketiyle açıklanır.
Aşık Ruhsatî, bir şiirinde bu inanca atıf yapar:

Yer altında sarı öküz

Yüz on dört bin yaşındadır.

Mevlâm anı hoş yaratmış

Bütün dünya başındadır.

Kendi sarı alnı sakar

Dünü günü Hak’ka bakar

Silkince âlemi yıkar

Bir büğelek (sinek) peşindedir.

Dünyadaki sismik hareketlerin en sık gerçekleştiği Japonya’da depremler-


le ilişkili özel mitler vardır.16. yüzyıldan itibaren popüler olan bir inanışa
göre, depreme neden olan şey yerin altında yaşayan dev bir kedi balığıdır.
‘Namazu’ olarak adlandırılan bu dev kedi balığı bazen kendisini zapt eden
‘Takemikazuçi’ isimli tanrının elinden kurtulur. Namazu’nun bu hareketiyle
güçlü depremler meydana gelir.

Yeni Zelanda yerli halkları Maoriler, depremlerin ‘Ruaumoko’ isimli bir tan-
rı yüzünden olduğuna inanır. Yeryüzü ve gökyüzü tanrılarının çocuğu olan

Arkeo Duvar / 76
Ruaumoko, annesinin rahminde kalmıştır ve bazen hareket eder. Bu hare-
ketler depremleri, volkan patlamalarını ve mevsimleri oluşturur.

Sibirya yerli halklarına göre, dünya Tuli isimli bir tanrının sürdüğü bir kıza-
ğın üzerindedir. Kızaktaki köpekleri, pireler rahatsız edip de köpekler bu
yüzden silkelendiğinde depremler meydana gelir.

Görüldüğü gibi, dünya üzerindeki birçok farklı coğrafyada dünyanın yaşa-


yan bir varlık olduğu veya bir hayvanın üzerinde durduğu fikri yaygındır.
Depremlerin varlığı insanların ahlakıyla veya yaşam şekliyle bağdaştırılmaz.
Depremler, tanrıların bir uyarısı veya cezalandırma yöntemi değildir. Dep-
remler olmaktadır, çünkü dünya bu şekilde yaratılmıştır. İnsanların bu ko-
nuda yapabileceği bir şey yoktur. Beşeri hayat, doğa olaylarıyla birlikte, an-
cak ondan bağımsız bir patikada devam eder.

Dini ideolojide ‘kefaret’ duygusu


Tek tanrılı dinlerde ise farklı bir yorumla karşılaşırız. Tanrısal iradenin bir
tecellisi olarak doğa olayları insanın ahlaki yaşamıyla yakın ilişki içindedir.
Kimi İslam bilginlerine göre, zina artınca deprem olur. Kötü ahlak artınca
sel, tufan, kasırga olur. Musevi, Hıristiyan ve İslam ideolojilerinde bu neden-
le depremle ilişkili olarak “kefaret” vurgusu ağır basar. Doğal felaketler, in-
sanları uyarmak, kötü ahlaki yoldan döndürmek ve cezalandırmak için tanrı
iradesiyle yeryüzüne gönderilmektedir. Kutsal kitaplarda anlatıldığı gibi,
Mısır’a gönderilen veba salgınları veya “Büyük Tufan” tanrının düşük insan
ahlakı karşısında aldığı uyarıcı önlemlerdir.

Anımsamakta fayda var ki “cezalandırıcı tanrı ve tanrıça” imgeleri Eski Yakın


Doğu’nun İslam öncesi inançlarında kökenlerini bulur. Tanrılara atfedilen
cezalandırıcı niteliklerin binyıllar boyunca bizim coğrafyamızda sürekliliğini
koruduğunu söyleyebiliriz. Sümer, Akkad, Assur ve Babil mitolojilerinde bu
temalar ufak değişikliklerle tekrar tekrar işlenir. Nippur’da bulunan M.Ö.
1600’lere ait bir tablet Büyük Tufan hikayesinin en eski anlatımına sahip-
tir. Bu anlatıda, tanrılar insan soyunu ortadan kaldırmaya karar verirler ve
yedi gün yedi gece sürecek bir tufanı yeryüzüne gönderirler. Büyük Tufan
hikayesi binyıllar boyunca yeniden ve yeniden sözlü ve yazılı aktarılarak gü-
nümüze kadar gelir. Görüldüğü gibi, tanrısal iradenin doğa olayları yoluyla
insan yaşamını etkilemesi veya sona erdirmesi fikri evrensel değildir. İçinde
yaşadığımız coğrafyanın kadim kültürlerinin ahlaki bir öğretisidir.

Arkeo Duvar / 77
Türkiye’de, depremleri, Al-
lah’ın yozlaşan ahlaka karşı
bir çeşit uyarı ve cezalan-
dırma mekanizması olarak
gönderdiğini savunan görüş-
leri her deprem sonrasında
ibretle okuyoruz. “Gâvur
İzmir” de bu konuda hep pa-
yına düşeni almıştır. Tarihi
insanın yaptığına bir türlü
inanamayan halkların coğ-
rafyasında, tektonik hareket-
lerle bozulan ahlakın düzele-
ceğine inanmak daha kolay
sanırım. Kadercilikle örtüşen
ve -elbette- siyaseten daha
elverişli olan bu tutumun
tasfiyesi için daha kaç bin yıl
geçecek? Merak etmeden
duramıyor insan.

Arkeolojinin bence en fay-


Eski Japon kültüründe depremleri oluşturduğuna
dalı yönlerinden birisi, ta-
inanılan kedi balığı Namazu. 19.yüzyıl, ahşap baskı.
rihselliğimizin derin bilin-
cine varmamızı sağlaması.
Benimsediğimiz kimliğin, inanışın veya yaşam tarzının geçmişin belirli bir
uzamına ve zamanına ait olduğunu göstermesi. Evrensel, tarih üstü zannet-
tiğimiz bazı duygu ve düşüncelerin aslında binlerce yıl önce üretilmiş ide-
olojilerin tortuları olduğunu bize bir ayna tutarak göstermesi. Arkeolojinin
sunduğu bu derin tarihsel bilinci nasıl, hangi amaçla kullanacağımız bizim
elimizde. Bazen ideolojik kopuş için böylesi bir tarih bilinci gereklidir. Tek-
tonizma üzerinden ahlakçılık yapmaya gerek olmadan, iyi ahlakın mümkün
olduğunu artık biliyoruz ne de olsa.

Arkeo Duvar / 78
Efes’te Artemis
Tapınağı’nın yıkılması
Bugün Rimini’de Sant’Agostino Kilisesi’nde bulunan ve İncil yazarı
Aziz John’un (Yuhanna) yaşamından bir mucizeyi anlatan 14. yüz-
yıldan kalma bir freskin, Rimini Okulu ressamlarının 1303’de şahit
olduğu gerçek bir depremi görselleştirdiği tahmin edilmektedir.

Melishan Devrim

Freskin sol kısmında Efes Artemis Tapınağı’nın yıkılması görülüyor, 14. yüzyıl.

Arkeo Duvar / 79
K atolik Kilisesi’ne bağlı dilenci tarikatlardan Aziz Augustine Yoldaşlığı’na
ait kilisedeki bu fresk, yine bir deprem sonucunda keşfedilir. 1916 ya-
zındaki depremden sonra, kilisenin onarımı esnasında çatlayan sıvalardan
birinin altında bir fresk olduğu fark edilir. Bu keşfin ardından 13. yüzyılın
sonunda inşa edilen kilisenin tüm eski freskleri açığa çıkarılır; 1935’te ve
1995’te özel sergiler açılır.

Aziz John’un hayatından mucizeleri içeren freskteki tapınağın yıkılışı öyküsü,


Kutsal Kitap’ta yer almaz. Riminili ressamların, 13. yüzyılda Cenova Başpsi-
koposu Jacopo De Fazio’nun bir araya getirdiği el yazmalarından oluşan ve
azizlerin yaşam öykülerinin anlatıldığı Altın Efsane (Legenda Aurea, Golden
Legend) adlı derlemedeki anlatıyı esas aldığı kabul edilir.

Tapınaktaki heykel
gökten mi geldi?
Kutsal Kitap’ta Aziz John’un Efes’e gel-
mesinden önce, Efeslilerin Aziz Paulus’a
gösterdikleri tepkiden bahsedilir. Re-
sullerin İşleri kitabında Efesli kuyum-
cular, elle yapılan idolleri yasaklayan
Hıristiyanlığın yayılmasının, onları işsiz
bırakacağını iddia ederek azize karşı çı-
karlar ve tiyatroda toplanıp “Efesoslu-
ların Artemis’i büyüktür” diye bağırırlar.
Kentin katibi, Artemis Tapınağı’nda bu-
lunan heykelin ‘gökten geldiğini’ söyle-
yerek halkı sakinleştirir, Aziz Paulus ise Artemis heykelinin yıkıldığını gören
kenti terk etmek zorunda kalır. Kutsal Efesliler, 14. yüzyıl.

Arkeo Duvar / 80
Kitap’taki bu ifade yüzünden, Artemis tapınağındaki tanrıça heykelinin bir
meteor parçası olabileceği düşünülmektedir.

Altın Efsane’deki anlatıma göre, Aziz John ikinci defa kente geldiğinde Efes-
liler ondan tanrıçaya adakta bulunmasını isterler ancak aziz bunu kabul
etmeyip Efeslilere bir öneride bulunur: İsa’ya dua edip Artemis’in tapınağı-
nın yıkılmasını isteyecektir. Eğer bu gerçekleşirse o zaman Efeslilerin İsa’nın
daha güçlü olduğunu kabul ederek Artemis’e tapmayı bırakmalarını talep
eder. Efesliler bu teklifi kabul eder. Aziz John’un duasının ardından tapınak
yıkılır, içindeki Artemis heykeli toza dönüşür ve bu mucizeyi gören Efesliler
Hıristiyan olurlar. Rimini’de işte bu mucizeyi anlatan freskte, antik bir tapı-
nak yerine, bir Ortaçağ kentinin binalarının yıkılması görüntüsüyle karşılaşı-
rız.

Rimini resminde Giotto etkisi


Efes antik kentinde milattan sonra 17-47 arasında ve 262’de büyük dep-
remler gerçekleştiği bilinir. Rimini’de ise 1303’de büyük bir deprem yaşanır.
Bologna Üniversitesi, bu yüzden freskleri Maestro del Coro’ya atfederek
1308-1318 arasına tarihlendirir, yani Rimini depremi sonrasına. İtalyan Pro-
fesör Giovanni Rimondini, 2020’de yayınlanan bir yazısında, 1348 veba sal-
gınından önce, tıpkı Floransa Okulu gibi bir Rimini Okulu’ndan söz edilebile-
ceğini savunur. Rönesans resminin kurucusu sayılan Floransalı Giotto, 1300
civarında Fransisken rahiplerin konuğu olarak Rimini’ye gelip Aziz Frances-
co Kilisesi’ndeki ünlü çarmıha geriliş sahnesini yapmıştır. Profesör Rimondi-
ni’ye göre, bu tarihlerde Rimini’de ve Adriyatik’e kıyısı olan diğer kentlerde,
Kariye’deki fresklerde gördüğümüz, geç Bizans üslubu sürdürülmektedir ve
Giotto ile Riminili sanatçılar arasında bir etkileşim mevcuttur.

Efes Artemis Tapınağı’nın Aziz John’un duasıyla yıkılması kompozisyonu,


14. yüzyıldan kalma, Francesco Ghissi’ye atfedilen bir başka eserde daha
karşımıza çıkar. Bugün Metropolitan Müzesi’nde bulunan bu örnekte, sade-
ce duvarları çatlamış bir bina parçası yer alır. Rimini’deki freskte ise bina-
lar devrilmekte, sütunlar kırılmakta, tanrıçanın heykeli parçalanmakta, ön
plandaki figürler ise korku ve dehşet içinde bunları izlemektedir.

Antik dönemde Efes Artemis Tapınağı, tanrıçadan dilekte bulunmak için


kente gelenlerin getirdiği hediyelerle dolup taşan, kente gelir sağlayan bir
yerdir. Pagan tapınakları sayesinde geçimini sağlayan zanaatkarların, başka

Arkeo Duvar / 81
F.Ghissi, İncil yazarı Aziz John’un duasıyla yıkılan Pagan Tapınağı, yaklaşık 1370,
Metropolitan Müzesi, altın yaldızlı ahşap üzerine tempera, 35.9 x 38.7 cm.

bir dine geçildiğinde gelirlerini kaybedeceklerinden endişe etmeleri, Kutsal


Kitap’ta Paulus ile ilgili bölümlerde anlatılır. Aziz John’un Artemis tapınağı-
nın yıkılmasına yol açması mucizesini anlatan resimlerde ise deprem, Hıris-
tiyanlığın zaferini sembolize eden bir metafor haline gelir. Bu sahnelerde,
kentsel gelirlerin el değiştirmesiyle yaşanan büyük değişim ve eski düzenin
yıkılması depremle görselleştirilir. Rimini’deki freskte, Metropolitan Müze-
si’ndeki örneğin aksine, depremin bu kadar gerçekçi anlatılmış olması dik-
kat çekicidir.

Arkeo Duvar / 82
ARKEOLOJİ HABERLERİ

Sasani kentleri savaş yüzünden mi iklim


değişikliği yüzünden mi terk edildi?

7 .yüzyılın ortasından iti-


baren İslam dininin ya-
yılması döneminde yaşanan
savaşların, Kafkaslar ve Yakın
Doğu’da kentleşmeyi etkile-
yen en büyük etken olduğu
kabul ediliyor. Son dönem-
de ise araştırmacılar, antik
kentlerin terk edilişinde iklim
değişikliğinin etkisini anla-
mak üzere disiplinler arası
çalışmalar yürütüyorlar. Mu-
ghan hakkında yapılan gün-
cel analizler, bölgedeki kentlerin terk edilmesinin başlıca sebebinin aslında
iklim değişikliği olduğunu gösterdi. 2021’de yayınlanan yeni bir makalede,
Ultan Qalası’nda kazı yapan ve güncel görüntüleme tekniklerinden faydala-
nan araştırmacılar, bu bölgenin seller yüzünden terk edildiğini savunuyor.
Bölgede bulunan sulama sistemleri çok uzun süre kullanıldıktan sonra ani-
den kullanılmaz hale gelmiş. Araştırmacılar, bunun sebebinin Aras’ın nehir
yatağının yer değiştirmesiyle yaşanan çok büyük seller olduğu sonucuna
vardılar. Ultan Qalası’nda antik kanal kalıntılarının bulunduğu alanlar, Aras
Nehri’nin bugünkü yatağından daha uzakta bulunuyor.

Karim Alizadeh, M. Rouhollah Mohammadi, Sepideh Maziar & Mohmmad Feizk-


hah (2021) The Islamic Conquest or Flooding? Sasanian Settlements and Irriga-
tion Systems Collapse in Mughan, Iranian Azerbaijan, Journal of Field Archaeo-
logy, 46:5, sf. 316-332. DOI:10.1080/00934690.2021.1913314

Arkeo Duvar / 83
Geç Kalkolitik dönemde Kuzey Anadolu
ormanlarla kaplıydı

B oston ve Edinburgh üniver-


sitesinden araştırmacılar,
Çamlıbel Tarlası’ndaki odun kö-
mürü kalıntıları üzerinden yap-
tıkları analizde, Geç Kalkolitik
dönemde Kuzey Anadolu’nun
bu bölgesinin yoğun şekilde
ağaçlarla kaplı olduğunu ve
bu bölgede başlıca geçim kay-
nağının ormancılık ve madencilik olduğunu tespit ettiler. Çamlıbel Tarlası,
Hititlerin başkenti Hattuşa’nın 2,5 km batısında bulunuyor. Bugün bu böl-
ge oldukça çorak bir arazi olmasına rağmen 2007-2009 arasında Alman Ar-
keoloji Enstitüsü’yle birlikte yürütülen kazılarda ilginç bulgular elde edildi.
Zooarkeolojik araştırmalar bu alanda büyük baş ve küçük baş hayvancılık
yapıldığını gösteriyor. Halkın başlıca et kaynaklarının yüzde 60 sığır, yüzde
28 domuz, geri kalan oranda ise koyunlar olduğu daha önce tespit edilmiş-
ti. Keçi kemiklerinin azlığı, bölgenin eskiden ormanlarla kaplı olduğu savını
destekliyor. Odun kömürü kalıntıları ise madencilik için hayvan gübresinin
değil, odunun kullanıldığını gösteriyor. Araştırmacılar Çamlıbel Tarlası’nın
yerleşimcilerinin en çok meşe ağacından faydalandığı sonucuna vardılar.

John M. Marston, Peter Kováčik, Ulf-Dietrich Schoop (2021). Environmental


reconstruction and wood use at Late Chalcolithic Çamlıbel Tarlası, Turkey.
Quaternary International, Volumes 593–594, 2021, sf. 178-194. https://doi.or-
g/10.1016/j.quaint.2020.08.055.

Arkeo Duvar / 84
Arkeolojik raporlamada interaktif sistemler
artıyor

S on 10 yılda Berkeley Üni-


versitesi’nin Çatalhöyük için
kullandığı online raporlama
sisteminin yanı sıra Harvard’ın
Giza Arşivi Projesi arkeolojik
bulguların 3D etkileşimli hale
getirilmesinde kullanılan sis-
temler arasında. İsveç’ten Lund
Üniversitesi ise 3D görselleş-
tirme ve modelleme için yeni bir sistemi test etti. Kämpinge’de yapılan kazılar-
da elde edilen bulgular İnteraktif Raporlama Sistemi adlı programa aktarıldı ve
bu programla oluşturulan görseller, üniversitedeki derslerde kullanıldı. İsveç’in
denemesini yaptığı bu yeni raporlama sistemi hakkında 2021’de yayınlanan ma-
kalede, arkeolojik bulguların dinamik bir hikaye anlatısı oluşturacak şekilde kul-
lanılmasının önemine değinilerek, 3D temelli raporların başka akademisyenlerin
de aynı bulgular üzerine yorum üretebilmesine imkan sağlayacağına dikkat çeki-
liyor. Stockholm Üniversitesi Arkeoloji Bölümü’nün de kullandığı interaktif rapor-
lama sistemi henüz prototip aşamasında.

Paola Derudas, Nicolò Dell’Unto, Marco Callieri & Jan Apel (2021). Sharing Archae-
ological Knowledge: The Interactive Reporting System. Journal of Field Archaeology,
46:5, 303-315, DOI: 10.1080/00934690.2021.1911132

Arkeo Duvar / 85
ARKEO-KITAP

Naci Görür
‘gerçeği’ söylüyor...
Aslı Güneş

“D eprem Türkiye’nin kaderi.” Naci Gö-


rür’ün “Türkiye’de Deprem-Az Gittik
Uz Gittik” adlı kitabına yazdığı önsözün ilk
cümlesi bu. Ve herhalde, Yunan mitolojisinin
lanetli Kassandra’sı gibi, doğruları söyleyip
kimseyi inandıramamak da bilim insanları-
nın, özellikle de yerbilimcilerin kaderi. Her
depremde reytingleri ve tıklanma oranlarını
yükseltecek kehanetlerin peşindeki medya;
Kızılay çadırlarının önünde “işimizin başın-
dayız” fotoğrafları veren politikacılar; “Bu
yıl deprem olur mu” endişesindeki yığınlar,
yıkıntıların tozu dumanı ortadan kalkınca
şehri saran çekiç ve vinç seslerinden bir şey
duymaz oluyorlar. Rezidansların, gökdelen-
lerin, çılgın projelerin sarhoşluğu sarıyor
her yanı. “Unutursak kalbimiz kurusun” denilen ne varsa unutuluyor. Bir sonraki
trend topic depreme kadar, her şey bildik görüntüsüne kavuşuyor. Ölüler, yok
edilen mekânlar, doğa, canlılar… Hemen her şey baş döndürücü bir hızın hatırla-
mamıza izin verdiği o çok kısacık anda görünüp yok oluyorlar.

Türkiye’nin en önemli, en saygın bilim insanlarından biri olan Naci Görür, işte
böyle bir kakofoni içerisinde her gün her saat, bıkmadan usanmadan “gerçeği
söylüyor.” Ne mi gerçek? Hayır, tabii medyanın ve kitlelerin o çok sevdiği “nokta
atışları” değil. Gerçek, depremle yaşamayı öğrenmesi gereken bir toplumun buna
hazır olmadığı… Naci Görür’ün kitapta çizdiği tablo, neden hazır olunamadığını
da bütün açıklığıyla gösteriyor:

Arkeo Duvar / 86
“Geçen asırdan bu yana gerçekleşen onlarca depremde, binlerce insanımız ölürken,
sayısız genel ve yerel seçim gerçekleşti. Ben son zamanlarda cılız bir sesin dışında si-
yasi partilerin bu konuda bir şey söylediklerini, seçim bildirgelerine depremi önemli
bir sorun olarak koyduklarını duymadım, görmedim. Seçim meydanlarında pek çok
gereksiz konuda tartışmalar ve atışmalar sürdürülürken ülke çapında deprem kuşak-
larımızda insan hayatının nasıl korunacağına dair herhangi bir gündem oluşmadı ve
maalesef o meydanları dolduran ahalinin de böyle bir talebi olmadı.”

Depremle mücadeleyi Kızılay çadırı sananlar için...


Naci Görür kitabında depremle ilgili teknik bilgiler, tarihte kaydedilmiş önemli
depremlerden sonra, depreme hazırlık ve afet çalışmaları için bir bölüm ayırıyor
ki, depremle mücadeleyi Kızılay çadırı kurmaktan ibaret gören bir devlet anlayışı
için oldukça ufuk açıcı bir bölüm bu.

İstanbul’un depreme nasıl hazırlanacağı ise her Türkiye vatandaşına “zorunlu”


olarak okutulacak nitelikte. Görür, depreme hazırlanmak için elbette ki “deprem
çantası hazırlama” gibi yöntemler önermiyor. Gerçek bir bilim insanı titizliğiyle ve
sorumluluğuyla, yerel yönetimlerden hükümetlere, STK’lardan yurttaşlara, toplu-
mun her alanında gerçekleşecek bir dönüşümden -kentsel olanı değil- bir kent ve
doğa bilincinden söz ediyor.
Kanal İstanbul’u tartıştığı bölüm ise, uzman
olsun olmasın televizyon stüdyolarında bu
çılgın proje hakkında fikir üretenlerin aksine,
partizanca bir tutumla değil, aklın ve vicdanın
yol göstericiliğinde yazılmış. Görür bu bölüm-
de, Kanal İstanbul’un deprem açısından doğu-
racağı riskleri bütün açıklığıyla, madde madde
anlatıyor ki bu bile tek başına nasıl bir akıl tu-
tulması içerisinde olduğumuzu gösteriyor.

Bilimi ölümlüler için anlaşılır kılma çabası,


beraberinde yozlaşma, medyatikleşme vb.
tehlikeleri de getirir. Medyanın ve piyasanın
tuzaklarından kurtulmak zordur. Ama bunu
başaran insanlar da var. Medyada, sosyal
medyada, her gün dilinin döndüğünce, sabırlı
bir derviş edasıyla, bilgisini insanlarla gerçek
anlamda paylaşan bir Naci Görür var örneğin.
Ve onun, Türkiye’de her evde ve her kurumda Türkiye’de Deprem: Az Gittik Uz Gittik
başucu kitabı olması gereken kitabı… Belki ka- Editör: Aslı Güneş
derimizi değiştirecek de budur… Doğan Kitap / 136 sf.

Arkeo Duvar / 87
Arkeo Duvar / 88
Yeri sarsan tanrı...

B ugün daha çok ‘deniz tanrısı’ olarak hatırlanan Poseidon, Antik Yu-
nan dünyasında aynı zamanda fırtınaların, atların ve depremlerin de
ilgili ilahıydı...

Sinirlendiğinde veya ihmal edildiğinde üç dişli yabasını yere vurarak dep-


remler yarattığına inanılırdı. Bu özelliğinden dolayı lakaplarından biri de
‘ennosigaeus’ yani ‘yeri sarsan tanrı’ idi. Antik Yunan topraklarında sık sık
depremler meydana geldiğinden, halk arasında kendisine karşı korkuyla
karışık bir saygı duyuluyordu.

Poseidon, sikkeler üzerindeki tasvirlerinde genellikle tahtta otururken veya


ayakta, bir ayağını bir kaya parçasının üzerine basar pozisyonda gösteril-
miştir. Bir elinde sembolü olan üç dişli yabasını tutarken, çoğu örnekte di-
ğer elinde denizler tanrısı olduğunu gösteren bir balık tutar.

Yunanistan’daki Antik Amphipolis kentinde ortaya çıkarılan bu gümüş sikke,


MÖ 292-288 arasına tarihlenir. Sikke bugün, Portekiz’in başkenti Lizbon’daki
Calouste Gulbenkian Müzesi koleksiyonunda yer alır.

Arkeo Duvar / 89

You might also like