You are on page 1of 124

Sayı: 8 / Mayıs/Haziran 2022

• Patates yiyenler ve
16 ton vicdan

• Çayönü sakinleri
keşiflerinin silaha
dönüşeceğini hayal
bile edemezdi!

• Antik Çağ’da madenci


köleler

• Tanrıların ve kralların
hizmetinde: Hititlerde
metal endüstrisi

• Osmanlı
İmparatorluğu
madenciliğinden bir
kesit: Kalhane

‘Geçmişten Soma’ya:
Hephaistos’un
yalnız madencileri
Kullanıcı Rehberi

Konu devam ediyor. Sayfayı çevirin. Konu bitti. Sonraki içeriğe geçin.

Videoyu izlemek için tıklayın. Müziği dinlemek için tıklayın.

Sesi açın, kapatın. Dergiyi cihazınıza indirin.

Tam ekran boyutuna büyütün. Sayfayı büyütün veya küçültün.

Arkeo Duvar / 2
Kapak görseli: Yumruk biçimli bu gümüş kap,
çeşitli ritüellerde tanrıların sembolik yansıması
olarak kullanılan ve çoğunlukla ahşap ya da
metalden yapılan litürjik eşyalardan birini temsil
ediyor. Hitit metinlerinde “Tanrı heykeli gümüşten
bir yumruktur” olarak da bahsedilen Fırtına
Tanrısı’yla ilişkilendirilen bu sunu kabı, Boston
Güzel Sanatlar Müzesi’nde sergileniyor.

Yayın Sahibi: AND Gazetecilik ve Yayıncılık, San. ve Tic. A.Ş. adına Vedat Zencir
Genel Yayın Yönetmeni: Barış Avşar
Sorumlu Yazı İşleri Müdürü: Murat İnceoğlu
Yazı İşleri Müdürü: Nuray Pehlivan
Katkıda bulunanlar: Selma Kaya, Seval Konak, Abdullah Deveci

Grafik Tasarım: Özgür Akkaya

Reklam Rezervasyon: reklam@gazeteduvar.com.tr

Yönetim Yeri: Harbiye Mahallesi, Cumhuriyet Cad. Seyhan Apartmanı. No 36/5 Şişli/
İstanbul. Santral: (212) 3463601, Faks: (212) 3463635
e-posta: info@gazeteduvar.com.tr

Arkeo Duvar’da yayımlanan yazı, haber ve fotoğrafların her türlü telif hakkı
AND Gazetecilik ve Yayıncılık Sanayi ve Ticaret A.Ş.’ye aittir. İzin alınmadan, kaynak
gösterilmeden ve link verilmeden iktibas edilemez.

Duvar Medya Vakfı’nın desteğiyle hazırlanmıştır.

Arkeo Duvar / 3
Editörden

Merhaba…

Zeus tarafından Olympos Dağı’ndan aşağıya atıldığı için topal kalan Hepha-
istos, maden işleri ile uğraşan zanaatkârların koruyucu tanrısıdır. Göklerdeki
tanrıların yeraltındaki yalnız madencisi, ekmeğini çalışarak elde etmek zorunda
olan tek tanrıdır. Kendini ne Zeus’un hışmından ne de diğer tanrıların alayların-
dan koruyabilen Hephaistos, maden işçilerinin durumuna baktığımızda ‘koru-
yuculuk’ görevini pek başarabilmiş gibi görünmüyor!

*
Madenciliğin ilk adımları deneme-yanılma yöntemiyle başlar. Çevresinde gör-
düğü değişik renk ve ağırlıktaki taşları keşfeden insan, günümüzden 10 bin yıl
önce Çayönü ve Aşıklı Höyük’te doğada bulduğu saf bakırı toplayarak, olta, iğne
ve boncuk gibi küçük objeler üretti. Böylece insanlığın ilk kullandığı madenler-
den birisi bakır oldu. Doğal saf bakırı döverek şekil vermeye çalışan eski ma-
denciler, ısıtıldığında bakırın daha kolay işlendiğini gözlemledi. Çeşitli döküm
teknikleri kullanılarak istenilen şekli alabilen madenin keşfi ile insan, onu haya-
tının hemen her alanında kullanmaya başladı.
*
Ancak madeni keşfetmek her ne kadar büyük bir devrim gibi görünse de insan-
lığın gücü elinde tutma serüvenindeki yazgısını çok da değiştirmedi. Öyle ki ma-
denciliğin tarihi başlangıcından itibaren güç, para ve iktidarı ele geçirme uğru-
na insanın en acımasızca sömürüldüğü sektörlerin başında yer aldı.
*
Geçmişten günümüze madenciliği incelerken, insanın yaşamını idame ettirmek
gibi temel var oluş nedenlerinin dışında keşfettiği aletlerden tutun da bu aletler-
le madenlere ulaşma konusundaki hırsını görüyoruz. Hiçbir gelişmenin kayıtsız
şartsız ‘masum’ olmadığını, belki de başından itibaren insanın doğaya hükme-
dişi ile kendi türüne hükmedişi arasında sıkı bir bağ veya paralellik olduğunu ve
birçok şeyin aslında günümüze kadar çok da değişmediğini de...
*
301 canı yitirdiğimiz Soma katliamında sekiz yılı geride bıraktık. Soma’dan
sonra da dünyada ve ülkemizde madencilik sektörü başta olmak üzere iş cina-
yetleri yaşandı, yaşanmaya devam ediyor. ArkeoDuvar bu sayısını madencili-
ğe ayırırken 2014 yılının 13 Mayıs günü Soma’da yaşamını yitiren tüm maden
emekçilerini saygıyla anıyor, yakınlarına bir kez daha başsağlığı diliyoruz.
İyi okumalar…

Nuray Pehlivan

Arkeo Duvar / 4
KAZI/ANI

Manfred Korfmann/
Troya Kazısı
Korfmann’ın Türkiye yılları 1972’de İstanbul Alman Arkeoloji Enstitüsü’nde bi-
limsel uzman olarak başlar ve bu görevi 1977 yılına kadar devam eder. Korf-
mann’ın arazi çalışmaları 1975-78 yıllarında kazı başkanlığını yaptığı Eskişe-
hir’deki Demircihüyük ile Anadolu’ya yönelir. Demircihöyük kazısından sonra,
1981 yılından itibaren Troya kıyı şeridinde yoğunlaşır. 50 yıl aradan sonra
1988 yılından itibaren Troya’daki yeni dönem kazılarını başlatır ve 2005 yılın-
da ölümüne kadar devam ettirir.

Anadolu tarihöncesi araştırma ve kazılarının yanısıra, Avrupa’daki Troya ve


Anadolu tarihi ile ilgili sergi ve araştırma projeleriyle tanınan Korfmann, Tür-
kiye arkeolojisinin son 30 yıldaki gelişiminde büyük rol oynamıştır. 1988 yılın-
da küçük bir ekiple başladığı Troya kazıları kısa bir süre içinde 17 farklı ülke-
den gelen uzmanların katıldığı dev bir projeye dönüşür ve Akdeniz Bölgesi’nin
en büyük kazısı olur.

Manfred Koffman, Troya VI kent surları önünde, 2001.

Arkeo Duvar / 5
BU SAYIDA...
76
7 Tanrıların ve kralların
hizmetinde: Hititlerde metal
Çayönü topluluğu keşiflerinin
endüstrisi
silaha dönüşeceğini hayal bile
H. Levent Keskin
edemezdi!
Aslı Erim Özdoğan
91
16 19 ve 20. yüzyıllarda Osmanlı
İmparatorluğu madenciliğinden
Patates yiyenler ve 16 ton vicdan
Abdullah Deveci bir kesit: Kalhane
Selma Kaya

24 98
Lavrion’un madenci köleleri
Nif Dağı Karamattepe’nin
Pınar Özlem Aytaçlar
antik madencileri
Daniş Baykan
33
Yeraltının Cüce Devleri: Eski 106
madenciliğe emeğin bakış açısıyla Erken Bronz Çağı’nda Anadolu’da
yaklaşmak işletilmiş olan kalay ocaklarının keşfi
Çiler Çilingiroğlu Evren Yazgan

42 114
Işık hep Doğu’da kalsaydı! Kazın ayağı öyle değil…
Selim Martin
Peki, nasıl?

53 Ahmet Uhri

Madenci Erol Çatma:


‘Tahir Çetin ve Ali Faik gibi
121
Josquin Desprès: Müziğin
olabilmeliyiz’
Michelangelo’su
Nuray Pehlivan
Evin İlyasoğlu

63 122
Antik Çağ’da madenci köleler Çiftçilikten Soma Katliamı’na
M. Baki Demirtaş giden süreç: Çizmelerimi
çıkarayım mı?
Onur Yıldırım
Çayönü topluluğu
keşiflerinin silaha
dönüşeceğini hayal bile
edemezdi!
Çayönü topluluğu bakırı keşfettiklerinde bu keşiflerinin ileride
silaha dönüşeceğini hayal bile edemezlerdi, onlar için -dönemin
ruhuna uygun bir şekilde- silah ancak karın doyurmak için avda
kullanılan bir aletti.

Prof. Dr. Aslı Erim Özdoğan


Çanakkale Onsekiz Mart Üniversitesi Fen Edebiyat Fakültesi Arkeoloji Bölümü

2019 yılında Çayönü’nün drone ile görüntüsü.

Arkeo Duvar / 7
K onar göçer veya göçer topluluklar, gereksinimlerini karşılayabildikleri
bir yeri kendilerine yurt edindikten sonra çevreyi daha iyi tanıyabilmek
ve daha kapsamlı yararlanabilmek için keşfe çıkarlar. Kayalar, su kaynakları,
parlak taşların olduğu yerler, yabani hayvanların konak alanlarıyla onların
göç yolları ve yenebilir bitki topluluklarının yayılım alanı bu tanıma aşaması-
nın birer parçasıdır. Her biri sürprize açık sonsuz gözlem kaynaklarıdır, do-
ğanın yap-boz parçalarını arayıştır.

Aslında bugün de sergilediğimiz davranışlar çok farklı değil. Değişen sadece


yerleşmelerin ölçeği, mekanlar ve sonsuz taleplerimiz… Bugün semt veya
şehir değiştiren bireylerin önce komşularından, köşedeki bakkal veya mar-
ketten başlayıp giderek daha uzak sokaklara, dükkanlara, parklara kısaca ta-
leplerini karşılayacak yerlere doğru kullanım ağını genişletmesine benzete-
biliriz. Günümüz internet teknolojisi birçok şeyi ayağımıza kadar getirse ve
hatta sorunlara çözüm sunduğunu düşünsek de gündelik hayata dair birçok
konuda bizi cevapsız bırakır. Örneğin yan komşunun çok becerikli bir kadın
olduğunu yazmaz ya da çarşıdaki en iyi terzi için Nezahat hanımın kapısını
çalmamız gerektiğini ya da en lezzetli otları Hatice Hanım’ın tezgahından alı-
nabileceğini bize söylemez. Bunlar çevrenin sonsuz keşfinin küçük ayrıntıla-
rı gibi gelebilir ama bazen dünyanın kaderini de değiştirebilecek boyutlara
uzanabilir.

Her yeni taş yeni


keşif…

Çayönü topluluğunun ilk bi-


reyleri göz alıcı bereketli ova-
nın güney eşiğine, bugün Hi-
lar olarak adlandırılan kireç
kayalıklarının önüne yüzlerini Hilar Kayalıkları.
ovanın diğer tarafındaki kut-
sal dağa dönerek gelip konarlar. Zülküf / Makam dağı olasılıkla o zamanlar
da kutsaldı. Yoksa efsanelere masallara konu olmaz, tek tanrılı üç din tara-
fından da kutsal kabul edilmezdi.

Arkeo Duvar / 8
Ova sulaktır ve bereketlidir bereketli olmasına ama akarsuyu ‘hiperaktif bir
birey’ gibi inanılmaz dinamiktir. Yağmura göz kırpar suları kabarır, taşar. Eri-
yen karlara kucak açar ve neredeyse bütün ovayı kaplar. Böyle durumlarda
hayvanlar mecburen yükseklere kaçar, insanlar da onları avlamak için peşle-
rinden yeni alanları keşfetmeye giderler.

Akarsu, yerleşmeye hem bere-


ket hem de felaket getirir. Su-
lar kütükler, dallar, boğulmuş
hayvanlar ve çeşitli taşlar gibi
sayısız şey taşır. Sular çekildi-
ğinde topluluk, İstanbul’da-
ki ‘lodosçular’ gibi boncuklar
ya da çeşitli süs eşyaları yapı-
mında kullanmak için değişik
renkte taşlar, obsidyen ve çak-
maktaşı yumruları gibi farklı
farklı şeyleri sepetlerine dol-
durur. Yakın çevrede bulun-
mayan taşlara da rastlamak
çok büyük olasılıktır. Her yeni
cins taş onun kaynağına ulaş-
ma hedefini de kamçılar, yeni
keşif alanları hedefe konur.
Çayönü’nün tam bu nedenler-
den takıları, boncukları renga- 1991 yılında Çayönü genel görüntü.
renktir; koyu kırmızıdan mora,
siyahtan griye ve hatta yeşilin
envai tonlarına…

Bir başka anlatımla akarsu Çayönü topluluğuna çevreyi daha iyi tanıması
için ‘alan açar’, onları sürekli kışkırtır. Muhtemelen bakır ve malahit ile tanış-
ma da bu vesileyle gerçekleşmiştir. Çayönü’nün kuş uçumu 19-20 km. ku-
zeyindeki bugünkü Maden ilçesinin çevresi oldukça geniş bir alana yayılan

Arkeo Duvar / 9
bakır yataklarıyla kaplıdır. MÖ
4. binlerden beri işletilen ba-
kır madenleri Mezopotamya
kentlerinin de sürekli ilgi odağı
olmuştur. Osmanlı İmparator-
luğu’nun önemli maden rezer-
vidir. Hâlâ tüketilemediğini de
21 Nisan 2022 gazete haberi
doğrular: Cumhuriyet tarihinin
en büyük maden ihalesi Cen-
Hilar kayalıkları Elazığ /Maden bakır yatakları
giz ortaklığına gitti. “Elazığ’da
alanı.
yaklaşık bir yıldır çalışmalarını
sürdüren Maden Tetkik ve Arama Genel Müdürlüğü, (MTA) ‘Cumhuriyet tari-
hinin en büyük maden rezervini Maden ilçesi Sağrılı Köyü Kısabekir ve Seterli
mevkilerinde buldu. Bakır maden rezervi sahasının olduğu bölgede bakırın
yanı sıra altın, çinko, kobalt ve birçok maden de bulunuyor. Rezervin toplam
piyasa değerinin 30 milyar dolar değerinde olduğu tahmin edilirken…”

Çayönü kazı verileri ilk malahit ve bakırın işlendiği Izgara Planlı Yapılar evre-
sinde iklimin çok yağışlı olduğunu, sık sık taşkınların gerçekleştiğine işaret et-
mektedir. Zaten iç mekanları kuru tutma kaygısı ‘ızgaralı yapı planının’ icadını
getirmiş, Çayönü sakinlerini çukur tabanlı barınaklarından zemin seviyesi üze-
rine taşınmaya mecbur etmiştir. Bu yapılarda oturanların avlanmak için daha
uzaklara ve yüksek kesimlere
gitmek zorunda kalmalarıyla
yollarının Ergani Maden çevre-
sine düşmüş olması da pekâlâ
mümkündür. Özellikle Ergani
Maden çevresindeki farklı je-
omorfolojik oluşumların çok
renkli katmanlar içermesi Ça-
yönü topluluğu için farklı cins
ve renkte taşların bulunması
demektir. Kısaca topluluk için
bir ‘hazinedir’. Bugün o çevre- Izgara planlı yapılar.

Arkeo Duvar / 10
deki maden ihalesini alanların gözünde para desteleri dans ederken Çayönü
bireyleri için rengarenk takıları ile kendilerini ne kadar ‘zengin’ hissedecek-
leri hayali vardır. Uzun yağmurlu, rutubetli günlerde ocakta ateşin yandığı
ızgaralı yapıların her türlü faaliyetin sürdürüldüğü uzun mekânlarında yeni
boncuk modelleri yaratmak, olasılıkla yeni dizilim tarzları üretmek demektir.
Keyifli bir iş olsa gerek. Nasılsa kimse ertesi sabah kalkıp bir işe yetişmek zo-
runda değil!

Bakır boncuk neden değerliydi?

Nabit bakır parçalarının işledikleri diğer taşlardan farklı olarak kolayca eğilip
bükülebildiğini, ateşe tuttuklarında istenilen biçimi rahatça verdiklerini ve
kemikle veya tahtayla vurarak/döverek ince yassı levhalara dönüştürebildik-
lerini, yani kısaca bir taş boncuk yapımından daha hızla sonuca ulaşabildik-
lerini keşfetmelerinin çok uzun bir zaman almadığı düşüncesindeyim. Taş
boncuk kırıldığında başka bir boncuğa dönüştürmek (her tip boncuk için aynı
durum da geçerli değildir, örneğin küçük boncukları atarsınız) daha zahmetli
bir uğraştır. Bakır bir boncuk ise kolay kolay kırılmamaktadır, kırılsa bile ona-
rımı çok daha kolaydır, eğrildiğinde biraz ısıtarak aynı şekil birkaç dakikada
verilebilir. Bunları fark etmeleri de malzemeyi daha kıymetli kılmış olmalı.

Bakır aynı zamanda parlaktır, taş boncuklarınsa parlamaları için açkılanma-


ları gerekir. Bakır ise bu işleme ihtiyaç duymaz. Bakır boncuklar yan yana
dizildiğinde ya da sallantılı asıldığında yürürken birbirine çarparak ses de
çıkartır, dans sırasında doğaçlama müzik öğesidir. Neolitik bir topluluk için
bundan daha cazip bir malzeme düşünülemez! Kısaca elimizdeki verilere da-
yanarak Çayönü için bakır, her ne kadar az sayıda ince biz gibi aletler de
üretilmişse de esasında üzerlerinde gururla taşıdıkları birer süslenme öğe-
sinin hammaddesidir. İnce kıvrılmış birkaç tel parçasının küpe veya başka
bir aksesuar parçası olduğunu düşünebiliriz. Bakır boncukların modelleri taş
olanlarından çok farklı değildir: İnce uzun, silindirik, yassı söbe, askılıklı… An-
cak en yaratıcı üretim ısıtılıp dövülerek 1,5-2 cm. genişliğinde yassı levha ha-
line getirilmiş bakırın ince bir sopa çevresinde döndürülüp silindir şeklinde

Arkeo Duvar / 11
boncuklar elde edilmesidir. Bu tip boncukların Orta Fırat havzasındaki Tell
Halula (Suriye) yerleşimindeki bazı mezarlarda ve Ali Koş’da (İran) bulunması
‘trend’ bir model olduğunu düşündürtmektedir.

Bakır boncuk. Bakır boncuk.

Izgara Planlı Yapılar evresinin ortalarında, yaklaşık günümüzden önce ka-


libre 10.200 yıllarında başlayan bakır işçiliği Kanallı Yapılar ve Taş Döşeme-
li Yapılar evrelerinde ‘daha profesyonel açık alan atölyelerinde’ artarak de-
vam eder. Hücre Planlı Yapılar evresinde, yaklaşık günümüzden önce kalibre
8900’lerde üretim düşer. Bütün Yakındoğu’yu etkileyen iklimsel değişimlerin
yol açtığı taşkınların sıklığı bir süre sonra Ergani ovasını dolayısıyla Çayönü
yerleşmesini yaşanması oldukça zor bir alana çevirmiştir. İnsanların yaşam
kaygısının ağır basması, takı işçiliğinin arka plana atılmasına bu arada bakırın
da gündemden çıkmasına yol açmıştır. Bakır işçiliği Çanak Çömleksiz Neolitik
Dönem’in son evresi olan farklı sosyo-ekonomik bir yaşamın süregeldiği Ge-
niş Odalı Yapılar evresinde ise tamamen ortadan kalkar.

Arkeo Duvar / 12
Çayönü’nün ‘pırlanta kolyesi’

Yaklaşık 6000 m2 alanı açılmış Çayö-


nü Çanak Çömleksiz Neolitik yerleş-
mesinden elde edilen bakır toplam
176 gr’dır. Kafataslı Yapı’da bulunan
bir bakır boncuk dışında mezarlar-
da bakır yoktur, zaten genel olarak
boncuk dizilerinin bulunduğu mezar
sayısı da azdır. Muhtemelen bütün
takılar (ya da ezici çoğunluğu) toplu-
luğun ortak malıydı ve nesilden ne-
sile aktarılıyordu. Çanak Çömleksiz
Neolitik Dönem’de bakır takı olası-
lıkla günümüzün ‘pırlanta kolyesiy-
di’ demek çok abartılı olmasa gerek.
Bakır askılıklı boncuk.
Çanak Çömlekli Neolitik Dönem’in
başlarına, Proto-Hassuna dönemi-
ne tarihlenen Kuzey Mezopotamya’daki bazı yerleşmelerde münferit bakır
buluntulara rastlanmıştır. Örneğin Şengal ovasındaki Tell Sotto’nun 3. ve 4.
evrelerindeki ikisi bir bebek mezarında olmak üzere 3 bakır boncuk ile aynı
ovadaki Yarım Tepe I’in eski tabakalarındaki disk biçimli bakır boncuk ve bü-
külmüş bakır telden halka ‘önemli’ bulgulardır. Ancak bakır eşyaların hem
sayıca çok az olması hem de üretimine dair herhangi bir ize rastlanmama-
sı bunların Çanak Çömleksiz Neolitik Dönem’den elden ele geçerek ‘miras’
yoluyla kaldığını düşündürtmektedir. Beşiri, Sumaki Höyük’teki tek bakır
boncuk da Çayönü’ndekilerden farksızdır ve buraya benzer şekilde ulaşmış
olmalıdır. Dicle Havzası’ndaki Tell es Sawwan (Irak) yerleşmesinin Hassuna
dönemine ait bir yapının altındaki mezar odasının içindeki alabaster heykel-
ciklerin takılarındaki değişik taş boncukların yanı sıra çok sayıda bakır bon-
cuğun varlığı onları “ayrıcalıklı” kılmaktadır.

Arkeo Duvar / 13
Bakır, Çayönü’yle ilişkisi olan diğer Neolitik toplulukların ya da burayı ziya-
rete gelenlerin de ilgisini çekmiş olmalıdır. Ancak bakır takı ile diğer küçük
aletlerin ne kadarının Çayönü’nde iç tüketime yönelik üretildiği, ne kadarının
değiş-tokuşta kullanıldığı; armağan olarak mı gönderildiği veyahut ısmarla-
ma mı yapıldığıyla ilgili çıkarım yapabileceğimiz hiçbir veri yok. Çayönü ile eş
zamanlı Fırat havzası yerleşmelerinden Cafer Höyük (Malatya), Akarçay ve
Mezraa Teleilat (Birecik) hiç bulunmamasına karşın Nevali Çori’de (Bozova/
Urfa) tek bir boncuk bulunmuştur. Cafer Höyük obsidiyen aletler, mimari
yapı planları gibi özellikler açısından Çayönü ile yakın benzerlik sergilese de
bakır bulguya rastlanmamıştır. Bunu da açılan alanın darlığıyla açıklayabili-
riz. Nevali Çori boncuğunun da hediye olarak gönderildiğini düşünebiliriz.
Buna karşın daha güneyde Suriye’de günümüzden önce takriben 8700 yılla-
rına tarihlenen Fırat nehri kıyısındaki Tell Halula’nın taban altı mezarlarında
bulunan bakır takıların analizi Ergani Maden çevresini işaret etmektedir ve
boncuklar da Çayönü’ndekilerden farksızdır. Şengal ovasındaki Çayönü ile eş
zamanlı Tell Magzalia’daki bakır biz ile malahit boncuklar da Ergani kökenli
olabilir. İran Deh Luran vadisindeki Ali Koş yerleşiminde bulunan tek bakır
boncuğun analizi de Çayönü boncuklarının yapım süreci ile birebir benzerli-
ğine işaret eder. Genel çerçeveden baktığımızda Çayönü’nde imal edilen ba-
kır takıların döneminde geniş bir coğrafyada bilindiğini ya da duyulduğunu,
elimizdeki münferit buluntulara dayanarak öngörebiliriz. Bununla birlikte
doğrudan bir ilişki metası olarak kul-
lanıldığını sadece Tell Halula bulun-
tularına dayandırarak söyleyebiliriz.
Yukarıda vurguladığımız gibi, zama-
nında ‘bir yerde bırakılamayacak ka-
dar kıymetli olmaları’ nedeniyle bü-
yük olasılıkla elden ele geçerek geniş
Orta Doğu coğrafyasının bir yerlerin-
de yitip gitmiştir.

Taş askılıklı boncuk.

Arkeo Duvar / 14
Neolitik Dönem’in bu ‘naif’ hammaddesinin bir öldürme aracı üretiminde
kullanılması fikrinin hangi topluluktan çıktığını maalesef şimdilik bilmiyoruz.
Ancak MÖ 5. binlerde bakırın artık ergitilerek kalıplanıp farklı biçimler veril-
diği ve insanların bu hammadde için kıyasıya rekabete tutuştuğu gerçeğin-
den hareketle bunun ‘küresel kapitalizmin ilk adımları’ olduğunu ileri sür-
mek çok yanlış olmasa gerek. Güney Mezopotamya’nın zorlu koşullarında
gelişen Ubeid ile devamı niteliğindeki Uruk kültürlerinin rekabetçi yapısı aynı
zamanda hükmetme kültürünün de kök salmaya başladığı, dolayısıyla savaş
tamtamlarının yavaş yavaş çalmaya başladığı bir sürecin ilk aşamalarıdır. Ba-
kırın silah üretiminin hammaddesine dönüşmesinde bu kültürlerin katkıları
olduğunu ileri sürmek çok da yanlış olmasa gerek.

Çayönü topluluğu bakırı keşfettiklerinde bu keşiflerinin ileride silaha dönü-


şeceğini hayal bile edemezlerdi, onlar için -dönemin ruhuna uygun bir şekil-
de- silah ancak karın doyurmak için avda kullanılan bir aletti. Hele bakır gibi
yumuşak naif bir nesnenin zamanla silah endüstrisinin ilk hammaddesine
dönüşeceğini hayal etmek “post-truth” gibi bir şey.

Arkeo Duvar / 15
BU RESMİN HAKKINDA KONUŞALIM

Patates yiyenler ve
16 ton vicdan
“16 Ton şarkısının sözlerinin çağrıştırdığı işçiler olmalı onlar: “Aziz
Peter beni çağırma çünkü gidemem/ Ruhum şirkete zimmetli.”
“Patates Yiyenler” çok uzak ülkeden değil, Soma’da 301 madenci-
nin öldüğü zamanlarda kömür karası yüzleriyle vicdanımıza baka-
cak kadar bize yakındılar.

Abdullah Deveci
Sanat Tarihçisi, Eskişehir Okulu

Vincent van Gogh, Patates Yiyenler, 1885. Devlet Müzesi, Amsterdam.

Arkeo Duvar / 16
Thomas More, Ütopya adlı eserinde koyunların insanları yediği ülkeden bah-
seder. 16. yüzyıl başlarından itibaren İngiltere’de dokuma endüstrisinin ma-
kineleşmesi ve gelişmesine paralel olarak yoksul köylülerin işlediği arazilere
el konulmuştu. Koyunlara otlak olan bu araziler tabii ki zengin ve büyük top-
rak sahibi çiftçiler ve aristokratlara aitti. Daha çok yün için yoksullar yok sa-
yılabilirdi. Dokuma endüstrisi yoğun insan göçlerine neden oldu ve kentlerin
çeperlerinde yeni konut alanları oluştu. Eğitimsizlik, yetersiz besleme ve veba
yeni kentlilerin yaşamını kökten değiştirdi. Evet, üretim ilişkileri koyunların
yoksul insanları yediği bir ülke yapmıştı İngiltere’yi. T. More’un tespiti yaklaşık
500 yıl önceydi, şimdi ise, yani modern dönemlerde, yani kapitalizmin artık
vahşi olmadığı söylenen şu yaşadığımız çağda madenler, en çok da kömür,
insanları yiyor. Sadece iş kazaları ve meslek hastalıklarıyla değil, çevreye ver-
diği zararlarla da. Kömür madenlerinde 13 Mayıs 2014’te Soma’da 301; 26
Mart 1995’te Yozgat-Sorgun’da 37; 3 Mart 1992’de Zonguldak-Kozlu’da 263;
7 Mart 1983’te Zonguldak-Armutçuk’ta 103 insanımızı kaybettik.

“16 Ton” bir İngiliz madenci şarkısı. Ümit Kıvanç bu şarkıdan esinlenerek
2011’de bir belgesel yapmış. Tanıl Bora da 2021 Mayıs’ında şarkıyı Van
Gogh’un yaşamı ve “Patates Yiyenler” resmiyle bağlantılar kurarak maden-
lerdeki iş kazaları/katliamları konu alan bir yazı yazmış. Kıvanç’ın belgeseli,
kendi deyişiyle “vicdan ve piyasaya dair”, “insanlık tarihine ironik bir yakla-
şım”. “16 Ton”, şarkısı ise madenci hayatının çarpıcı, ironik, kışkırtıcı ve her
şeyiyle sahici, her şeyiyle gerçek anlatısı, tıpkı “Patates Yiyenler” resmi gibi.

Arkeo Duvar / 17
Van Gogh madenlerde. . .

Hollandalı papaz Teodorus van Gogh’un oğlu Vincent van Gogh, 1853’de dün-
yaya geldi, üç kız iki erkek kardeşiyle din ve sanatla harmanlanan bir ortam
içinde büyüdü. Gelgitlerle dolu yaşamı sıkıntı içinde geçti, sanatçı olmaya
karar verdiği zamana kadar hemen her şeyde başarısız oldu. Amcaları sanat
simsarıydı. Çok sevdiği ve sürekli desteğini arkasında bulduğu kardeşi Theo
da öyle. Kendisi de sanat simsarlığını denedi, beceremedi. Din adamlığı, mis-
yonerlik denedi, beceremedi. Güzel Sanatlar Akademisi’ne girdi bitiremedi.
27 yaşlarında depresyona girdi. Âşık oldu, karşılık bulamadı. Sonra büyük
umutlarla sanatçı olmaya karar verdi. Den Haag’da başlayan sanat yaşamı,
1880’lerde Paris’te devam etti. Paris sanatın merkeziydi, büyüleyiciydi, dö-
nemin çoğu ünlü sanatçısı oradaydı. Henri Toulouse-Lautrec, Paul Signac ve
Gauguin’le arkadaş oldu. Monet, Pissarro ve Sisley gibi sanatçıları yakından
tanıdı ve diyalog kurdu. O sıralarda Paris’ve olan iki kadın ressamı, Berthe
Morison ve Mary Cassatt’ı tanıdı. Özellikle de Cassatt’ın Japon gravürlerinden
esinlenen işlerinden etkilendi.

Van Gogh’un hayatı boyunca sanata bakışını ve toplumsal sorunlar karşı-


sında aldığı tavrı büyük ölçüde Borinage’da geçirdiği zamanlarda edindiğini
söylemek yanlış olmayacaktır. Van Gogh’un 1878 sonlarında yardımcı vaiz
olarak geldiği Borinage, Belçika’nın Valon bölgesinde bir maden kasabasıdır.
Borinage’da bulunduğu zamanlarda dünyevi işlerden kendini soyutlamıştı.
Maden ocaklarına inip işçilerle birlikte oluyordu. İşçilerin güvencesiz, ucuz
işgücü, ağır koşullar altında sömürülmesine tanık oldu. Vincent bir Evange-
list olarak Borinage kömür madenlerinde kendini yoksullara adadı. Ancak bu
insanların yaşamları o kadar sıkıntılıydı ki, dini vaazlar anlamsız kalıyordu.
Van Gogh’un yoksulluğu bir ibadet gibi yaşadığı anlaşılıyor. Kötü koşullarda
barınıyor, ekmek ve suyla günü geçiriyor, kötü, yırtık ve yamalı giysiler için-
de maden ocağındaki patlamalardan sonra yaralanan işçileri tedavi ediyor,
her şeyini yoksullarla paylaşıyordu. Tüm bunlar Van Gogh’u elbette bir aziz
yapmadı. Üstelik Protestan Kilisesi dini bir kişiliğe pek yakıştıramadığı Van
Gogh’la sözleşme yenilememişti. Van Gogh’un dinle ilişkisinin kökten değiş-
mesine neden olan gelişmelerdi bunlar. Sonraları yaptığı “Nuenen’de Eski
Kilise Kulesi” resmine atfen Theo’ya yazdığı mektupta (Arles Eylül 1888) “Şim-
di bu harabe bana bir dinin nasıl çürüyüp döküldüğünü ama buna rağmen

Arkeo Duvar / 18
yine de ne denli güçlü şekilde
kurulmuş olduğunu gösteriyor.
Buna karşılık köylülerin yaşantısı
ve ölümü ne denli sonsuzca aynı
düzende tomurcuklanır ve solar,
tıpkı kilise mezarlığının çimlenip
çiçeklenmesi gibi. Din öldü, Tanrı
yaşıyor” diye yazmıştı.

Bu gelişmelerden sonra Van


Gogh, 1880 Ağustos ayında res-
Vincent van Gogh, Theo’ya mektuplarda yer
samlığı meslek edinmeye karar
alan “Patates Yiyenler” eskizi.
vererek, maden işçilerini çizme-
ye başlar. Van Gogh’un madenci
kasabasında yaşadıkları ve gördüklerinin onda derin izler bıraktığı anlaşılı-
yor. 1885 yılında da “Patates Yiyenler” resmini yapar.

Patates yiyenler

Eskiz ve bilinen bir baskı resim dışında biri Amsterdam, öbürü Otterlo Dev-
let Müzesi’nde bulunan “Patates Yiyenler”in iki versiyonu vardır. Amsterdam
Devlet Müzesi’ndeki resim bir kulübe ya da köhne bir evin odasında köy-
lü veya madenci ailenin yemek yemesini konu edinmiştir. Küçük odada bir
masanın etrafında ikisi kadın, ikisi erkek ve arkası dönük kız çocuğundan
oluşan beş figür bulunmaktadır. Erkekler belki de yorgun argın madenden
eve yeni dönmüştür. Kadınlar ise tarla işlerinden sonra bir de ev işleriyle
uğraşmış ve topladıkları patatesleri pişirerek yemek hazırlamışlardır. Ev eş-
yalarını oluşturan çaydanlık, çatal, arka planda raflar, duvarda asılı bir saat
ve resim çerçevesi, tavana asılı gaz lambası ve sepetler yoksul bir evin içinin
betimlendiğini fazlasıyla hissettirmektedir. Oda oldukça loştur. Yetersiz ışık,
odanın bölümlerini net biçimde görmemizi engellemektedir. Tek ışık kayna-
ğı olan yağ lambası asıl vurgulanmak istenen resmin en önemli öğesi olan
patatesleri görünür kılmıştır. Masa üzerindeki tabak ve patateslerse oldukça
aydınlıktır. Kahverengi ve koyu yeşil tonların hâkim olduğu bu kompozisyo-
nun verdiği his, her günü benzer şekilde yaşamanın dayanılmaz ağırlığıdır.
Bu resimdeki her bir öge ve figür basit, hatta pek çok sanat yazarının dediği

Arkeo Duvar / 19
gibi çirkindir. Mekân, eşyalar ve insanlar kirlidir aynı zamanda. Özellikle de
eller dikkat çekecek kadar kirlidir. Torterolo’ya göre, Van Gogh bunu bilinçli
yapmıştır. Van Gogh kardeşi Theo’ya yazdığı 20 Nisan 1885 tarihli mektu-
bunda bu insanları bir lamba ışığı altında patates yerken, topraklı ellerini
tabağa uzatırken gösterdiğini, bu yolla emeği ve dürüstçe ürettikleri yiyeceği
yücelttiğini ifade eder.

Van Gogh kardeşi Theo’ya yazdığı başka bir mektubunda (Nuenen, Temmuz
1885);

“Benim Patates Yiyenler’deki figürlerimde birtakım yanlışlar ko-


nusunda Serret’nin ‘ciddiyet ve inançla’ bir şeyler söylediğini
yazmıştın geçenlerde. Buna verdiğim cevaptan anlamış olman
gerekir ki, o acıdan ben de kendi kendimi eleştiriyorum; ancak,
kulübeyi birçok gece loş lamba ışığında gördükten sonra edi-
nilmiş bir izlenim olduğunu, yağlıboyayla kırk kadar baş etüdü
yaptıktan sonra yapılmış olduğunu da özellikle belirttim; dolayı-
sıyla sizinkinden değişik bir bakış acısından yola çıktığım açık-se-
çik ortada. Bir kazmacıda ‘karakter’ olması gerekir diyeceğime,
başka türlü özetliyorum düşüncemi: Bir köylü resmi köylü ol-
malı, bir kazmacı resimde toprağı gerçekten kazmalı, diyorum;
o zaman bu resimlerin temelinde gerçekten bir çağdaşlık olabi-
lir, diyorum” diye yazmaktadır.

“Ancak şu noktayı unutmamak gerekir ki, köylüler, işçiler çıp-


lak değil ve onları nü figürler olarak düşünmek kesinlikle uy-
gunsuz. Ressamlar ne kadar çok köylü ve işçi figürleri yapmaya
başlarlarsa o kadar memnun olacağım. Kendi adıma, yapılacak
bundan daha iyi bir şey bilmiyorum” diye de ekler.

Van Gogh müthiş bir gözlem gücü ve sanatçı duyarlılığıyla tanımlamalar yap-
mıştır. Günümüzde tıbbi bir terim olan “Premature Yaşlılık Sendromu” tanı-
mını Van Gogh hasta veya ölmeye yatırılmış maden işçilerinin başında dua
okurken kullanmış. Vaktinden önce yaşlanan bu büyük insanlık için. . . Yani
gerçek olanla bağını koparmamıştır Van Gogh. Önceden kurguladığını tuva-
le geçirmiştir. Kabalık ve çirkinlik gibi sanat konusu olmada sorunlu görülen

Arkeo Duvar / 20
pek çok şey bilinçli olarak bu
resimde yer bulur. Bundan
dolayı da yaşadığı dönemde
ağır eleştiriler almıştır. Arka-
daşı Von Rappard resim için
“Böyle bir çalışmanın ciddi-
ye alınmayacağı konusunda
bana hak verirsin umarım.”
der van Gogh’a. Bu oldukça
ağır yergi van Gogh’u derin-
den yaralamış olmalıdır. Vincent van Gogh, Çuval Taşıyan Madenci Eşleri,
Nisan 1881 (Kâğıt Üzerine kurşun kalem, mürekkep
ve sulu boya).

Resimden övgüyle bahsedenler de olmuştur. Camille Pissarro gibi yaşadı-


ğı dönemde ünlenmiş önemli bir sanatçının resmin anlatım gücünden çok
etkilendiğini söylemesi çok önemliydi. Dönemin bir diğer önemli sanatçısı
Emile Bernard, Van Gogh’un Hollanda’da bulunduğu dönemde yaptığı eser-
leri incelemiş, “Patates Yiyenler” resmi için, “Bu karmakarışık resimde, ürkü-
tücü bir kulübenin içindeki zavallı insanların, ölü bir lambanın ışığı altındaki
sofraları beni şaşkına çevirdi. Ona Patates Yiyenler adını vermiş, ama çirkin ve
huzursuz bir yaşamı anlattığı kesin” demişti.

J. Berger on dokuzuncu yüzyılın sonlarında sanatçının resmini yapacağı şeye


karar vermesi için kabaca iki yolu olduğunu söyler. “Sanatçı ya kendini halkla
özdeşleştiriyor, böylece onların yaşamının kendisine bir konu dayatmasına
izin veriyordu; ya da bir ressam olarak kendi içinde bulmak zorunda kalı-
yordu konusunu. Halk dediğimde, burjuvazi dışında kalan herkesi kastediyo-
rum” der. Berger’e göre, “Elbette pek çok ressam, onaylanmış konular liste-
sine bakıp, burjuvaziye buna göre hizmet ediyordu; ama Salon’u ve Kraliyet
Akademisi’ni yıllar yılı dolduran bu ressamların hepsi bugün unutulmuş; aşı-
rı bağlılıkla hizmet ettikleri insanların ikiyüzlülüğünün kurbanı olmuşlardır.”
Kendilerini halkla özdeşleştirenlere örnek olarak da van Gogh ve Güney De-
nizleri’ndeki Gauguin’i örnek verir. Bu sanatçılar yeni konular bulmuşlar ve
gördükleri kişilerin yaşamları ışığında eski konuları yenileştirmişlerdir. “Pata-
tes Yiyenler” resmi de böyle yenilikçi bir resimdir.

Arkeo Duvar / 21
G. E. Gürcanlı’nın dediği gibi, “Patates Yiyenler tablosundaki emekçiler büyük
insanlıktı” ama resimde “yanakları dolu dolu, kıpkırmızı sağlıklı yüzler yoktu,
kara kömürün karalığı ve karamsarlığı üzerlerine yansımıştı.” Evet, Soma’da
ölen 301 madenci de büyük insanlıktı. Yeryüzü için yeraltındaydılar. Bora’nın
“Patates Yiyenler” için dediği gibi, “16 Ton” şarkısının sözlerinin çağrıştırdığı
işçiler olmalı onlar: “Aziz Peter beni çağırma çünkü gidemem/ Ruhum şirkete
zimmetli.” “Patates Yiyenler” çok uzak ülkeden değil, Soma’da 301 madenci-
nin öldüğü zamanlarda kömür karası yüzleriyle vicdanımıza bakacak kadar
bize yakındılar.

On Altı Ton
Bazı insanlar der ki insan çamurdan yapılmıştır
Zavallı adamcağız kas ve kandan yapılmıştır
Kas ve kan ve deri ve kemikler
Zayıf bir zihin ve kuvvetli bir sırt
 
On altı ton yüklersin, eline ne geçer
Daha da yaşlanıp daha da borca batarsın
Aziz Peter beni çağırma çünkü gidemem
Ruhum şirkete zimmetli
 
Güneşin ışıldamadığı bir sabah doğdum
Küreğimi alıp madene doğru yürüdüm
9 numara kömürden on altı ton yükledim
Ve patron da dedi ki “vay be”
 
On altı ton yüklersin, eline ne geçer
Daha da yaşlanıp daha da borca batarsın
Aziz Peter beni çağırma çünkü gidemem
Ruhum şirkete zimmetli

Arkeo Duvar / 22
 Bir sabah doğmuştum, hafif yağmur yağıyordu
Dövüşmek ve bela benim göbek adımdır
Bambu çalılığında bir anne aslan tarafından yetiştirildim
Hiçbir cırtlak sesli kadın beni hizaya sokamaz
 
On altı ton yüklersin, eline ne geçer
Daha da yaşlanıp daha da borca batarsın
Aziz Peter beni çağırma çünkü gidemem
Ruhum şirkete zimmetli
 
Eğer beni karşıdan gelirken görürsen kenara çekil
Birçok adam çekilmedi, birçok adam öldü
Bir yumruğum demirden, öbürü çelikten
Eğer sağdaki halledemezse soldaki halleder
 
On altı ton yüklersin, eline ne geçer
Daha da yaşlanıp daha da borca batarsın
Aziz Peter beni çağırma çünkü gidemem
Ruhum şirkete zimmetli
Tennessee Ernie Ford

https://lyricstranslate.com/tr/sixteen-tons-onalti-ton.html

Ümit Kıvanç, 16 Ton Belgeseli için:

(http://gecetreni.net/16ton_root/16ton_ana.html)

Arkeo Duvar / 23
YAZITLARIN DİLİ

Lavrion’un
madenci köleleri
Kölelerden bazıları, madencilik konusunda uzman, kalifiye
kölelerdi ve daha çok organizasyonda çalışıyorlardı. Sıradan
kölelerin ne mezar taşları ne de onları tanıyabileceğimiz
başka herhangi bir belgeleri vardı. Lavrion maden ocakla-
rından günümüze sesini duyurabilenler ise sadece pahalıya
satılan bu kalifiye köleler oldu.

Doç. Dr. Pınar Özlem Aytaçlar


Ege Üniversitesi, Edebiyat Fakültesi, Eskiçağ Dilleri ve Kültürleri Bölümü

Atina’dan çıkıp Sounion Burnu’na doğru iç kesimden yol alan bir gezgin, be-
reketli Mesogeia bölgesine varmak için Atina ovasını geçer. Bağlar, zeytin-
likler, şirin, beyaz köyleri geçerek güneydoğuya ilerler. Plaka Geçidi’nden
Thorikos’a ve denize doğru ilerlerken birden ülkenin değişen yüzüyle karşı-
laşır. Plaka Geçidi’nde terkedilmiş bir sanayi bölgesinin izlerini görür. Pek de
hoş olmayan bu ilk izlenim, deniz kıyısı seviyesine indikten sonra güçlenir.

Arkeo Duvar / 24
Bu bölgede Attika kıyılarının cazibesi, büyük ve karanlık tümseklere sahip,
çirkin bir köy tarafından tahrip edilmiştir. Terkedilmiş endüstriyel binala-

J. P. Mahaffy, London 1890.

rı ve burada gerçekleştirilen iş-


lemlerden oluşan buharı atmak
için kullanılan, yamaçtan yuka-
rıya doğru uzanan tüneli görür.
Burası Lavrion köyüdür. Diğer
modern adıyla Ergasteri, yani
“işlik”… Sounion’a giden yolda iç
karartıcı, depresif bir uğrak…
Lavrion madenleri.
Fotoğraf: Daniel Schwartz.

Söz konusu bölge, kuzeydeki Thorikos civarından, güneydeki Sounion-Leg-


rena-Anavissos sahil yoluna doğru birkaç mil boyunca uzanan ve alçak
tepelerden oluşan bir alandır. Bölgenin doğal taşları tarafından kamufle
edilmiş olsalar da çok sayıda endüstriyel yapıya ait kalıntı göze çarpar. Çi-
mento kaplı büyük sarnıçlar, düzenli veya düzensiz taş bloklardan oluşan
binaların duvarları, maden kuyularının dikdörtgen ağızları ve cevher yıka-
ma masalarının kanalları hâlâ oradadır. Bölgenin jeolojik yapısını oluşturan
kireçtaşı ve şist katmanları arasında, gümüş içeren kurşun cevherinin birik-
miş damarları vardır.

Arkeo Duvar / 25
Lavrion, gümüş külçeleri. Lavrion madeni, tüneller.
Fotoğraf: Daniel Schwartz.

Antik Çağ’da Laureion, günümüzde ise Lavrion ya da Ergasterion olarak


anılan gümüş madenlerinin ne zaman kullanılmaya başlandığını bilmiyo-
ruz. Ancak kurşun cevherinin en üstteki damarına yüzeyden kolayca eri-
şilebildiği göz önüne alındığında, oldukça erken bir zamanda, belki de Mi-
ken döneminde buradan gümüş çıkarıldığını düşünmek mantıksız olmaz.
İlk kanıtlar ise 6. yüzyılın ortalarında karşımıza çıkar. Atina tiranı Peisistra-
tos’un madencilik bölgesinde mülk sahibi olduğu ve destekçileri arasında
Lavrion’un “özgür madencileri”nin de yer aldığına dair çok da kesin olma-
yan bilgiler vardır. Lavrion gümüş madenlerine ilişkin ilk sağlam kanıtlar
MÖ 5. yüzyıl başlarında gelmeye başlar. 483’de madenlerden kazanılan ve
Atina devletine aktarılan gelirlerin vatandaşlar tarafından paylaşılmasına
ve savaş gemilerinin yapımında kullanılmasına karar verilir. 5. yüzyıl baş-
ları Lavrion için önemli bir zamandır. Bu dönemde muhtemelen, cevherin
en üstteki kolay ulaşılan tabakası tükenmiş, daha derin ve uzmanlık gerek-
tiren madencilik çalışmalarına ihtiyaç duyulmaya başlanmıştır. Bunun için
de başka bölgelerden, mesela Trakya’dan, deneyimli, yüksek madencilik
becerisi olan ustalar getirilmiş olmalı.

Arkeo Duvar / 26
‘Çünkü ölmek daha kolaydır…’

Madenlerin nasıl işlendiği ya da devletin madenler üzerindeki payı gibi


konularda 5. yüzyılın son çeyreğine kadar ne edebi kaynaklardan ne de
yazıtlardan bilgi alabiliyoruz. Peloponessos savaşları sırasında Spartalıla-
rın Attika’nın güneydoğusuna girdikleri biliniyor. Bu dönemde, savaşı fır-
sat bilen ve Sparta ordusuna katılarak kaçan maden kölelerinin sayısının
20 bini bulduğuna ilişkin verilerimiz bulunmakta. MÖ 4. yüzyıl ise, Lavrion
madenleriyle ilgili kamusal belgelerin ve maden alanı kiralama listelerinin
karşımıza çıktığı dönemdir. Toprak altındaki her tür cevher devlete aitti ve
devlet belli dönemlerde bu madenleri açık arttırma yoluyla kiralıyordu. 4.
yüzyıl ortalarında artık madenlerde bir alan kiralamanın Atina vatandaşları
için çok kârlı bir kazanç kapısı haline geldiğini ve bu nedenle de sıklıkla ter-
cih edildiğini görebiliyoruz. Örneğin Nikias adlı bir general, gümüş maden-
lerinde çalıştırmak üzere bin kadar köle kiralamıştı. Maden alanını kirala-
yanlar haricinde, bu alanlarda çalışacak köleleri kiralamak üzere satın alan
yatırımcıların da sayısı artmıştı. 4. yüzyılda Lavrion madenlerinde yaklaşık
30 bin köle çalıştırıldığı düşünülüyor. Maden alanına izinsiz giriş, kaçak ça-
lışma ya da bir başkasının maden alanına tecavüzü gibi suçları engellemek
için bu dönemde çok sıkı yasal düzenlemeler yapıldığını biliyoruz. Elbette
bu düzenlemelerin hepsi mülk sahiplerinin haklarını koruyan, ancak ma-
den çalışanları olarak kölelerin iş koşulları ya da yaşam haklarından asla
bahsetmeyen kurallardan ibaretti. MÖ 4. yüzyıl söz konusu olduğunda ma-
denlerde çalışanların iş koşulları hakkında etraflı bilgiye sahibiz. Buradaki
köleler çok ağır şartlarda çalışmaktaydılar. Atina mahkemelerinde, ölüm
cezasının ardından verilen en ağır cezanın madenlerde çalışmak olduğu
düşünülürse bunu anlamak daha kolay olabilir. Çalışma saatleri çok uzun-
du. Birçok köle hayatını, havasız ve ışıksız dehlizlerde geçirmek zorundaydı.
Yeraltı geçitlerinin boyutlarının da gösterdiği gibi, çömelerek ya da yatarak
çalışmaları gerekiyordu. Geçitlerde çalıştırılmak için çocuklar da kullanıl-
mış olmalıydı. Çıkarılan cevherin yüzeye taşınması da büyük güç isteyen
ağır bir işti ve kaçmamaları için birbirlerine zincirlerle bağlanmış kölelerce
yapılıyordu. Tarihçi Sicilyalı Diodoros, Lavrion’daki kölelerin durumunu şu
şekilde tasvir etmiştir: “Bu madenlerdeki işçiler mülk sahipleri için inanılmaz
kârlar sağlıyorlar. Ancak kendi yaşamları ve bedenleri, yeraltındaki taş ocakla-

Arkeo Duvar / 27
rında yitip gidiyor. Birçoğu ölüyor; acıları çok büyük. Denetçilerinin kırbaçlarıy-
la boyun eğmeye mecbur bırakıldıkları zorluklar öylesine büyük ki, beden gücü
ve ruhunun cesareti sayesinde uzun süre dayanabilen birkaçı dışında çoğu ya-
şamı terk eder. Çünkü ölüm daha kolaydır.”

Lavrion madeni, tüneller.


Penteskouphia’dan maden kölelerini tasvir
eden pinax. Berlin, Altes Museum.

Çalışmak üzere Lavrion’a gönderilen bir kölenin aslında ölüme gönderildiği


düşünülürdü. Burada çalışan bir insanın sağlıklı ve uzun bir hayat yaşaya-
mayacağı gün gibi açıktır. Ancak, acaba durum Diodoros’un anlattığı kadar
korkunç muydu? Yani parayla alınan kölelerin ölmesine bu kadar kolay mı
izin veriliyordu? Öncelikle maden kölesi bir sermaye idi ve ahlaki neden-
lerle olmasa da ekonomik nedenlerle bir ölçüde korunuyor olmalıydı. Bir
kölenin insanlık dışı muameleye uğraması verim kaybına, zamansız ölümü
ise sahibi ve maden işletmecisi için maddi zarara yol açardı. Köle olmayan,
özgür bir madencinin kaybı, işveren için her şekilde daha az masraflı ola-
caktır. Sanki, Lavrion’un köle madencilerinin, mesela 19. yüzyıl Britanya-
sı’nın özgür maden işçilerinden daha kötü şartlarda çalıştığını düşünmemiz
için bir neden yokmuş gibi görünüyor.

Arkeo Duvar / 28
Kalifiye köleler: Kimse maharette benimle
aşık atamaz

Bu kölelerden bazıları, madencilik konusunda uzman, kalifiye kölelerdi ve


daha çok organizasyon işlerinde çalışıyorlardı. Sıradan kölelerin ne mezar
taşları ne de onları tanıyabileceğimiz başka herhangi bir belgeleri vardı.
Lavrion maden ocaklarından günümüze sesini duyurabilenler ise sadece
pahalıya satılan bu kalifiye köleler oldu. Lavrion’da yönetim kademesinde
bulunanlar bile kölelerden oluşuyordu. Örneğin yukarıda sözünü ettiğimiz
Atinalı General Nikias bin maden kölesine yöneticilik yapması için Trakyalı
Sosias’ı satın almıştı. Bu kalifiye kölelerden biri de Paflagonyalı Atotas idi
ve günümüze, 4. yüzyılın 2. yarısına tarihlenen, beyaz mermerden incelikle
yapılmış ve süslemelerle bezeli mezar taşıyla ulaştı:

“Madenci Atotas.

Yüce yürekli Atotas, Eukseinos’dan (Karadeniz) bir Paflagonyalı… Evinden çok


uzakta olan bedeni artık ırgat gibi çalışmaktan kurtuldu. Kimse maharette be-
nimle aşık atamaz. Akhilleus’un eliyle öldürülen Pylaimenes’in soyundan geli-
yorum.”

Atotas, Paflagonyalı bir maden kölesi olarak, becerisi sayesinde yönetici


olmuş ve sonrasında da özgürlüğünü kazanmış olmalıydı. Süslü bir mezar
taşını karşılayabilecek kadar varlıklı ve üzerine Homerik dizeler yazdırabi-
lecek kadar da kültürlüydü. Ömrünün belki de çoğunu Atina madenlerinde
geçirmiş olması nedeniyle Yunan kültürüne asimile olduğunu söyleyebili-
riz. Ancak Atotas’ın gurur duyduğu iki şey vardı: İşindeki hüneri ve Troya
kralı Priamos’un müttefiki olan Pylaimenes’in soyundan gelen bir Paflagon-
yalı olmak…

Arkeo Duvar / 29
MÖ 4. yüzyılın ortalarında Atina nüfusu 260 bin kadardı. Bunun 110 bini
vatandaşlar ve ailelerinden oluşuyordu. Vatandaş olmayan ama özgür me-
toikos’lar (yabancılar) 40 bin kadardı. Kölelerin sayısı ise 110 bini buluyor-
du. Yani neredeyse her özgür insana bir köle düşecek kadar… Bu kölelerin
dörtte birinden fazlası ise Lavrion madenlerinde çalışmaktaydı. Atina, di-
ğer şehir devletlerine oranla daha geniş bir nüfusa ve dolayısıyla köle sa-
yısına sahipti. Ancak özgür-köle oranına göre düşünüldüğünde daha çok
kölenin yaşadığı şehirler de vardı: Aigina, Korinthos ve Khios (Sakız Adası)
gibi… En büyük köle kaynağı savaşlardı. Savaşta mağlup olan tarafın halkı,
tüm mülkleriyle birlikte galip tarafın malı olurdu. Bunun dışında tüccarlar
da Yunan dünyasının her yanına, Trakyalı, Kapadokyalı ya da İskit köleler
taşıyordu. Tıpkı modern zamanlarda Afrika’dan Yeni Dünya’ya taşınan kö-
leler gibi… Tüccarlar tarafından getirilen bu köleler bazen halkların kendi
aralarındaki savaşların kurbanı oluyordu. Bazı durumlarda da gönüllü ola-
rak satılıyorlardı. Mesela Herodot, Trakyalıların çocuklarını köle olarak sat-
tıklarından bahseder. Yaşadıkları coğrafya nedeniyle madencilik deneyimi
olan Trakyalı ve Paflagonyalı kölelerin birçoğunun doğrudan gümüş ma-
denlerinde çalışmak üzere satıldığını düşünebiliriz. Ksenophon zamanında
Lavrion’daki Trakyalı kölelerin sayısı bazı küçük Yunan şehirlerinin toplam
nüfusundan fazlaydı.

Sorgulanmayan kölelik

Atina’da, bir Atinalı da borçları yüzünden ya da işlediği bir suçun cezası


olarak köleleşebilirdi. Ancak bu hem nadir rastlanan hem de geçici bir du-
rumdu. Kölelerin ezici çoğunluğu Atinalı değildi. Madenlerde çalıştırılan
kölelerin de çoğu yabancıydı ve Yunan dünyasının dışında yaşayan ırklar-
dandılar. Hatta Yunanca’da bir dönem barbar (Yunan olmayan, yabancı) ve
köle kelimeleri eş anlamlı olarak kullanılmaya başlanmıştı. Kölelik, hele de
yabancı olanın köleliği Yunan toplumu için kanıksanmış ve asla sorgulan-
mamış bir olguydu. Tarihin tüm dönemlerinde toplumun büyük çoğunluğu,
temel sosyal yapı ve kurumları oldukları gibi kabul ederek ve değiştirmeye
çalışmadan yaşamıştır. Toplumların içinde, mantığa ya da insani değerlere
uymasa da dünya kurulduğundan beri varmış gibi gözüken yazılı olmayan

Arkeo Duvar / 30
kuralları eleştirme cesaretini gösterebilenler ise hep düşünürler, filozoflar
olmuştur. Antik Yunan’ın düşün dünyasında entelektüeller tarafından tar-
tışılmamış, meydan okunmamış konu yok gibiydi. Dini inançlar, ahlaki de-
ğerler, politik sistemler, ekonomi, aile, mülkiyet kavramları, akla gelebilecek
her şey Yunan felsefesinin konusu oldu ve cesurca tartışıldı. Tek bir konu
hariç: Kölelik… Topluma en radikal eleştirileri getiren Platon bile köleliğin
devamından yanaydı. İnsanların kardeşliği üzerine kurulu felsefi akımlar,
Kinikler ya da Stoacılar köleliği yadsımadılar. Tanrı huzurunda herkesin eşit
olduğuna inanan Hıristiyanlar da… Kölelik o kadar doğal bir statüydü ki, kö-
leler bile değiştirmeye uğraşmadılar. Antik Yunan ve Roma toplumlarında
köle isyanlarının sayısı toplamda iki elin parmaklarının sayısını geçmedi.
Lavrion’da da MÖ 130 yıllarına kadar bir köle isyanıyla karşılaşılmadı. An-
cak bu tarihte, Sicilya’da başlayan ve dalga dalga ilerleyen köle isyanlarının
etkisiyle olsa gerek, maden ocaklarında da denetçilerini öldürerek isyana
kalkışan maden köleleri oldu. Bu da Lavrion’un tarihindeki yegâne isyan
olarak kaldı.

En çok köle demokrasinin merkezindeydi

Atina, demokrasinin beşiği, özgür düşüncenin kaynağı ve büyük filozofla-


rın vatanıydı. En çok köle de Atina’da bulunuyordu. Özgür insanlara oranla
en çok kölenin yaşadığı Sakız Adası, MÖ 6. yüzyıl gibi erken bir tarihte halk
meclisini kurmuş, halkının yararına bir anayasa üretmiş bir merkezdi. De-
mokrasinin ve eşitliğin merkezleri en çok köleyi barındıran yerlerdi. Çünkü
aslında bu demokrasi, kendisi yerine çalışabilecek kölesi olduğu için za-
manını siyasetle, sanatla, felsefeyle ilgilenerek harcayabilme lüksüne sahip
olan azınlığın demokrasisiydi. Yunan medeniyetinin üzerinde yükseldiği ze-
minde köleler ve özgür yoksullar vardı. Yani yaşayabilmek için durmadan,
dinlenmeden çalışmak zorunda olanlar. Peki ya emek? Yunanca’da emek
kavramını karşılayan bir sözcük bile yoktu. İşleri, para almadan çalışan kö-
leler tarafından yapıldığı için daha da fakirleşen, gece gündüz çalışmaya
mahkûm yoksullar da emeklerinin karşılığını istemediler. Halk meclisinde
yer almalarına ve karar mekanizmasının bir parçası olmalarına rağmen,
liderlerinden en büyük talepleri borçlarının silinmesi oldu. Bazen işsizlik

Arkeo Duvar / 31
yardımıyla, bazen düşük ücretli bir kamu hizmetiyle, bazen de tiyatroya
ücretsiz biletle ağızlarına bir parmak bal çalındı. Tabi bir de Lavrion’daki
gelirlerden paylarına küçük bir miktar düşerse sevindiler.

Yunan öncesi dünya, Sümerlerin, Babillilerin, Mısırlıların ve Asurluların dün-


yası, batıdaki anlamıyla özgür insanların olmadığı bir dünya idi. Hükümdar
ve çevresindeki küçük bir azınlık dışında tüm halk köle sayılıyordu. Bu hiye-
rarşik düzenin içinde batıdaki gibi bir vatandaşlık kavramı gelişemedi. Ama
kölelik de batıda yaşandığı gibi yaşanmadı. En azından sonuçları batı top-
lumlarındaki gibi olmadı. Bu bir Yunan keşfi idi: Özgürlük ve köleliğin ancak
el ele ilerlemesiyle oluşabilecek bir medeniyet…

Arkeo Duvar / 32
İYİ ARKEOLOJİ

Yeraltının Cüce Devleri:


Eski madenciliğe emeğin
bakış açısıyla yaklaşmak
Prehistorik maden ocaklarında insanın çocuksu merakı, dün-
yaya açılan saf ilgisiyle onun geçim mücadelesi, açgözlülüğü ve
onulmaz hırsı bir arada karşımıza çıkıyor. Nasıl ki Soma katlia-
mı sistemik bir emek sömürüsünün belgesiyse, prehistorik ma-
denler de bizleri bu noktaya getiren tarihi süreçlerin materyal
belgeleridir.

Doç. Dr. Çiler Çilingiroğlu


Ege Üniversitesi, Edebiyat Fakültesi, Protohistorya ve Ön Asya Arkeolojisi

Soma katliamını anımsarken

13 Mayıs 2014 günü madenciliğin kara günü olarak hafızamızda. Özelleştiril-


dikten sonra taşeronlaşmayla birlikte daha ucuz emeğin ve denetimsizliğin
merkezi haline gelen Soma kömür ocakları bir katliam için zaten geri sayıyor-
du. İşçilerin hayatını bile bile tehlikeye atan ve tek ilkesi daha fazla kâr olan

Arkeo Duvar / 33
patron Can Gürkan, ‘301 kez olası kastla öldürme’ ve ‘162 kez olası kastla
yaralama’ suçlamasıyla yargılandığı davadan her ölen madenci için sadece
beş gün hapis yatarak tahliye edildi. Yerin 400 metre dibinde insanlık onu-
runa ve iş güvenliğine her türlü aykırılıkla çalıştırılırken öldürülen yüzlerce
madenci ve ailelerinin adalet talebi görmezden gelindi. Somalı madenci aile-
lerin mücadelesi devam ediyor. Onlarla birlikte geçmişten beri madenlerde
canını vermiş yetişkin ve çocuk herkesin adalet arayışı da sürüyor diyebiliriz.

1900’lerin başında ABD’de kömür madeninde çalıştırılan çocuklar.

Madencilik, her zaman tehlikeli bir uğraş olmuştu; buna rağmen insanlar
çağlar boyunca değerli saydıkları metalleri, mineralleri, taşları madencilik
faaliyetleriyle elde ettiler, işlediler, takas ettiler, onlardan prestij ve kazanç
elde ettiler. Madenciliğin kâr marjı denebilir ki her dönem yüksekti. 18. yüz-
yılın ortalarına kadar çocuklar ve cüceler, küçük bedenleriyle dar galerilere
girebildikleri için, madencilik tarihinin asli failleri ve kurbanları olmuştur. Pa-
muk Prenses’in madenci yedi cücesini, Yüzüklerin Efendisi’nin cüce Gimli’sini
ve Thor’un madenci dev cücesi Eitri’yi anımsayalım. Bu yönüyle madenler

Arkeo Duvar / 34
kelimenin tam anlamıyla mitlerin devleşmiş cücelerinin mekânı olarak tarif
edilebilir. Bolivya’dan Türkiye’ye emek tarihi de yeryüzüne çıkınca devleşen
madencilerle doludur diyebiliriz.

Devletsiz toplumlarda da madenci-


lik etkinlikleri vardı. Özellikle Ana-
dolu gibi maden yatakları ve çe-
şitliliği yüksek olan coğrafyalarda
toplumsal ve ekonomik organizas-
yonun düzenlenmesinde maden-
lere olan arz ve talebin büyük rol
oynadığını biliyoruz. Günümüzde
olduğu gibi, eski dönemlerde de
ucuz hammadde için savaşlar ya-
pılıyor, ittifaklar kuruluyor, köleler/
tutsaklar/yoksullar/çocuklar çalış-
tırılıyor ve egemenler arasında kı-
yasıya rekabet sürüyordu.

Anadolu’da prehistorik dönem ma-


denciliğiyle ilgili kanıtlarımız maa-
lesef çok yetersiz. Ünsal Yalçın’ın
İskandinavya mitolojisindeki Tanrı Thor’un
Çorum’daki Derekutuğun’da yaptı-
baltasını yapan demirci cüce Eitri’yi tasvir
ğı bakır madeni kazıları bu neden- eden bir resim.
le pek değerli. Bu kazılar sayesinde
prehistorik madenciliğin yöntemleri, riskleri ve çalışma prensipleri konusun-
da bilgi ediniyoruz. Kayaların içine açılan dar girişli ocaklar ve karanlık galeri-
ler içinde çam ağacından çıralar, ahşap kürek, vurgaçlar veya çanak çömlek
parçaları bulunmuş. Bu bulgular bize prehistorik madenciliğin üretim araç-
larının yanında üretim koşullarını da anlatır nitelikte.

Arkeo Duvar / 35
Zincifre nedir?

Ben bu yazıda üzerinde çok fazla konuşulmayan bir maden üzerinde durmak
istiyorum: Zincifre. Derekutuğun’dakine benzer olarak ana kaya içine açılan
dar, karanlık galerilerde yapılmış olan bir madencilik faaliyeti bu.

Dilimize Arapça’dan geçen zincifre sözcüğü, zehirli bir element olan cıvanın
(Hg) cevher haline verilen isim. İngilizce’de “cinnabar” veya “vermilion” olarak
biliniyor. Genellikle karbonatlar, şistler ve mermer gibi metamorfik kayaçlar
içinde damarlar veya benekler halinde görülüyor. Zincifre, morumsu par-
lak kırmızı rengiyle geçmiş toplumların boya maddesi olarak kullanıldığı bir
hammaddedir. Zincifre cıvanın temel bileşeni olduğu için toksik bir madde.
Olasılıkla tarih öncesi madenciler zincifreyi işlemlerden geçirirken soluma
nedenli zehirlenmeler, sindirime bağlı sorunlar veya nörolojik bozukluklar
yaşamış olmalı. Bu toksik özellik en azından Antik dönemden bu yana bi-
linmekte. Mesela Roma döneminde İspanya’daki zincifre madenlerinde bu
yüzden sadece tutsaklar çalıştırılıyordu. Zincifrenin zehirli özelliği nedeniyle
bu madenlerde çalışmak bir çeşit ölüm fermanı anlamına geliyordu.  

Güneybatı Asya’da MÖ 8. binyıldan, Batı Akdeniz’de ise MÖ 5. binyıldan iti-


baren kullanımı yaygın. Daha erken kullanımları şimdilik bilinmemekte. Gü-
neybatı Asya’daki yataklar Türkiye sınırları içinde kalırken, Batı Akdeniz’de
İspanya ön plana çıkıyor. Doğu Akdeniz’de zincifre Neolitik, Kalkolitik ve Er-
ken Tunç Çağında boya maddesi olarak kullanım görüyordu. Yine de zincifre
hiçbir zaman okr veya aşı boyası olarak bilinen demir oksit (Fe3O2) kadar yo-
ğun ve sürekli kullanım gösteren bir boya haline gelmez. Kullanımındaki bu
kısıt, hammaddenin nadir ve zor elde ediliyor olmasıyla ve ayrıca zehirlenme
riskiyle ilgili olabilir; çünkü hammadde yataklarının yakınlarındaki bölgelerde
bile demir oksit kullanımı her zaman daha yoğun. Yani zincifre kırmızı rengi
veren diğer minerallere kıyasla daha emek yoğun ve hayati riski olan çalışma
ortamları anlamına geliyordu.

Arkeo Duvar / 36
Neolitik dönemde zincifre madenciliği

Kırmızı pigmentlerin Üst Paleolitik ve Epipaleolitik dönemlerde, hatta Nean-


dertaller tarafından Orta Paleolitik dönemde boya olarak kullanımı bilinmek-
te. Kırmızı rengin evrensel ve çok gerilere giden kullanımı, insan gözünün bu
rengi ayırt eden reseptörlere sahip olmasına bağlı olduğu gibi, kanın kırmızı
renkte oluşu da kırmızıyla yaşam ve ölüm arasındaki sembolik bağlantının
erken prehistorik dönemlerde kurulmuş olabileceğini gösterir. Bu nedenle
gerek ölü gömme törenlerinde gerekse mimaride ve materyal kültür üzerin-
de kırmızı rengin yaygın kullanımı Güneybatı Asya ve Anadolu Neolitiği’nin
karakteristik bir özelliği olarak karşımıza çıkmakta.

Kırmızı rengi üreten mineraller doğada yaygın olarak bulunur. Bunların için-
de demir oksitler başta gelir; ancak zincifrenin de erken dönemlerden beri
parlak, kalıcı, koyu kırmızı rengiyle toplumların ilgisini çektiğini söylemiştik.
Neolitik dönemde en erken zincifre kullanımı, İsrail’deki Kfar HaHoresh yer-
leşmesinde bulunmuş. Burada MÖ 8500-7600 yıllarına tarihlenen tabakalar-
da kireçle modellenmiş bir kafatası üzerinde boya olarak zincifre tercih edil-
miş. Özellikle sönmüş kireç kullanarak modellenen insan kafatasları Levant
bölgesinde Çanak Çömleksiz Neolitik dönemde birçok yerleşmede karşımıza
çıkar. Jericho, Ain Ghazal, Beisamun bu yerleşmelerden bazılarıdır; ancak ya-
pılan analizler sadece Kfar HaHoresh’te zincifreden elde edilmiş boyanın kul-
lanımına işaret eder. Güney Levant bölgesinde bu hammadde bulunmadığı
için, bilim insanları zincifrenin Anadolu kaynaklı olduğu görüşünü paylaşmış-
tır.

İsrail’deki buluntuya benzer olarak, Suriye’de yer alan Abu Hureyra’da MÖ


7400-7100 arasına tarihlenen 2B tabakasında bir kafatası üzerinde zincifre
kullanıldığı tespit edilmiş. Bu alanda çalışan arkeologlar zincifrenin Anado-
lu’dan gelmiş olabileceği önerisini yinelerler.

Anadolu’da Neolitik Dönemde zincifre kullanımı Konya’daki Çatalhöyük yer-


leşmesinden bilinmektedir. Konya’da Ladik-Sızma yöresinde çok sayıda işle-
tilmiş ve işletilmemiş zincifre yatağı bulunur. Çatalhöyük’teki zincifrenin kay-
nağı bu yörelerdeki cevherler olmalıdır diye düşünüyorum.

Çatalhöyük’te taban altı mezarlarda bazı insan kafatasları üzerinde boya ola-
rak zincifre kullanılmış. Bunun yanında, yumuşakça kabukluları içinde ve ba-

Arkeo Duvar / 37
zen de okrla birlikte duvar boyasına karıştırılıyor.

Schotsmans ve Çatalhöyük ekibi tarafından yazılan 2022 tarihli bir maka-


lede Çatalhöyük’teki iskeletlerin %11’inde boya kullanımına dair izler tespit
edildiği, bunların büyük bir kısmının kafataslarına uygulandığı belirtilir. On
dört iskelette ise zincifreye rastlanmış. Bunlar farklı tabakalardan gelen ör-
nekler olsa da çoğunluğu MÖ 7000-6500 yılları arasına tarihlenen erken ve
orta evrelere ait. Sonuç olarak, Çatalhöyük toplumu için zincifre erişilebilir
ve işlenebilir bir hammaddedir. Zehirli özelliğine rağmen kullanımı yüzyıllar
boyunca devam etmiştir. Ayrıca sadece ölü gömme törenlerinde kullanılan,
rengi nedeniyle sembolik önemi olan, törensel bir özel işleve sahiptir.

Ege prehistoryasında zincifre madenciliği

Ödemiş, Tire, Alaşehir, Germencik gibi yerlerde bu cevherin bulunduğu bi-


linse de miktar olarak Türkiye’de zincifrenin en fazla görüldüğü yerlerden
biri İzmir’in Karaburun ilçesi. Burada birkaç noktada zincifre cevherine rast-
lanmış, madenler 1950’li yıllara kadar işletilmiştir. Bu yüzden günümüzde
özellikle yarımadanın kuzeydoğu kesimlerindeki tatlı sularda halen cıvaya
rastlanır.

Karaburun’daki civa madeninin genel görünümü.

Arkeo Duvar / 38
İzmir-Karaburun’daki Manastır mevkii ise biz arkeologlar için oldukça ilginç
bulgulara sahip. Buradaki madenin Kalkolitik Dönemde, yani günümüzden
6 bin yıl önce işletildiği arkeolojik kanıtlarla bilinmekte. Her ne kadar günü-
müzde arkeolojik dolgular tamamen yol olmuş olsa da yapılan eski kazıların
bulguları madencilikle ilgili belli bir fikir veriyor.

Karaburun’daki maden kazısı 1949 yılında Hamit Zübeyr Koşay ve Hakkı Gül-
tekin tarafından yapılır. Sadece on gün süren kazılar prehistorik dönem zin-
cifre kullanımıyla ilgili kıymetli bilgiler sağlamıştır. Çalışmalarda taş baltalar,
yontmataş aletler, vurgaçlar ve boynuzdan aletler ile el yapımı kaba görü-
nümlü çanak çömlek parçaları bulunmuş. Koşay’ın da belirttiği gibi, cıva ma-
deninin prehistorik topluluklar tarafından boya maddesi temini için işletilmiş
olması yüksek bir olasılıktır. Çanak çömlekler, mal grubu ve form olarak MÖ
4500-4000 yıllarına ait özellikler göstermekte olup madenin kullanımı Orta
Kalkolitik Çağ’a tarihlenmektedir. Buradan Karaburun gibi ulaşımı zor, dağ-
lık bir bölgenin zincifre yatakları sayesinde prehistorik toplumların dikkatini
çektiğini, yatak çevresinde bir yerleşme alanı kurduklarını ve tüm risklerine
rağmen bu cevheri çıkarıp olasılıkla bazı ön işlemlerden sonra takasını ger-
çekleştirerek geçimlerini sağladıklarını anlıyoruz.

Cevher halindeki zincifre. Karaburun, Manastır Mevkii.

Arkeo Duvar / 39
Zincifrenin başka bir kullanımı Ege Tunç Çağından bilinmekte. Günümüzden
önce 5000-4000 yıl kadar önce Ege ve Batı Anadolu toplumları kültürel etkile-
şim içindeydi. Bu dönemde Ege’nin Kiklad Adalarında gelişen özel bir kültürel
ürün olan mermer figürinler revaçtaydı. Arkeoloji literatüründe “Kiklad figü-
rinleri” olarak bilinen bu figürünler her ne kadar sade ve beyaz renkli gözük-
se de mikroskop altında incelendiğinde, boyalı oldukları anlaşılır. Çoğunlukla
mezarlıklara konulan bu heykelcikleri dini anlam taşıyan törensel nesneler
olarak yorumluyoruz. Yapılan incelemeler bazı figürinlerin üzerinde kırmızı
boya olarak zincifrenin kullanıldığını ortaya koymuş. Kiklad adalarında veya
Yunanistan’da zincifre yatakları bilinmediği için Kiklad figürinleri üzerindeki
boyanın Anadolu menşeli olma ihtimali oldukça yüksektir. Bu noktada Kara-
burun’da yer alan ve Kalkolitik Dönemden beri Anadolulu madenciler tara-
fından işletilen kaynaklar güçlü bir olasılık olarak beliriyor.

Emeğin bakış açısıyla madencilik

Sonuç olarak, zincifre arkeolojik kayıtlarda daha fazla dikkat etmemiz gere-
ken bir boya maddesi olarak karşımıza çıkmakta. Türkiye’de halen spesifik
olarak bu konuda sistematik bir araştırma gerçekleşmiş değil; belli ki şu anki
bilgilerimiz çok daha fazla genişlemeye açık.

Dahası emeğin bakış açısından bir madencilik arkeolojisi yapmaya ihtiyacı-


mız var. Bu şekilde yaşama ve eyleme hizmet eden bir arkeoloji pratiğini inşa
edebiliriz. Madenciliğin derin tarihine dair bilgilerimiz bugüne ışık tutacak
nitelikte. Arkeolojide emek bakış açısına sahip çalışmaların çeşitlenmesi ve
artması bize sadece eski toplumların madencilik faaliyetlerini nasıl organize
ettiğiyle ilgili bilgi sağlamakla kalmaz; ayrıca üretim araçları, ilişkileri ve ko-
şulları hakkında bilgi verir. Anadolu’da toplumsal evrimi ve politik örgütlen-
meyi anlamak için bu konuların malûmatçı olmayan, sorun odaklı yöntem-
lerle çalışılması iyi olabilir.

Arkeo Duvar / 40
Avusturya’daki Hallstatt tuz madeninde Tunç Çağında çocuk işçilerin çalıştırıldığına dair
arkeolojik kanıtlar.

Geçmişin çocuk madencisini, tutsak işçisini, ucuz emekçisini veya siyahi kö-
lesini anımsamak bu nedenle çok önemli. Prehistorik maden ocaklarında in-
sanın çocuksu merakı, dünyaya açılan saf ilgisiyle onun geçim mücadelesi,
açgözlülüğü ve onulmaz hırsı bir arada karşımıza çıkıyor. Nasıl ki Soma kat-
liamı sistemik bir emek sömürüsünün belgesiyse, prehistorik madenler de
bizleri bu noktaya getiren tarihi süreçlerin materyal belgeleridir. Böylesi bir
teorik yaklaşımla üretilen arkeolojik bilgi bugünün adalet mücadelesine kat-
kı sunmaya yetkindir. Yeter ki tarihi aşağıdan yukarıya doğru bir kavrayışı
mümkün kılacak emek dostu teorik yaklaşımlara sıcak bakalım.

Arkeo Duvar / 41
SÖYLENCE

Işık hep
Doğu’da kalsaydı!
Maden çağları; küreselleşme kavramının başladığı, insanlığın en hız-
lı gelişim gösterdiği, aynı zamanda en karışık ve düşmanca süreçleri
barındıran, bunlarla birlikte sanat ve zanaat üretiminde çeşitliliğin,
estetiğin ve ihtişamın zirveye çıktığı zaman dilimleridir ve bunların
hepsine ev sahipliğini Yakındoğu coğrafyası yapmıştır.

Öğr. Gör. Selim Martin


Dokuz Eylül Üniversitesi, Edebiyat Fakültesi, Arkeoloji Bölümü

Hıristiyan kesiş Joannis Cassiani’nin deyimiyle; “Ex Oriente Lux” (Işık Doğu-
dan Yükselir)… Bu sayıdaki söylencemizi anlatmaya; kültürel anlamda “uzun
bir süreci” anlatan bu sözün, gerçekleri nasıl yansıttığına değinerek başlaya-
lım.

Günümüzden yaklaşık 26 bin yıl önce Son Buzul Doruğu ile birlikte havaların
gittikçe ısınması, mağara ve kaya sığınaklarında yaşayan insan topluluklarını
dışarıya itmiş, açık alanda yeni bir yaşam biçiminin gelişmesine olanak tanı-
yan bir iklim değişikliği ortaya çıkmıştı. Yakındoğu coğrafyasında Levant kıyı
şeridi ve Mezopotamya bölgesi, bu iklim değişikliği sürecini en olumlu şe-

Arkeo Duvar / 42
kilde geçirmiş ve yaklaşık 10 bin yıl
boyunca açık alanda edindiği tec-
rübesini nihayetinde Neolitik Dev-
rim olarak adlandırılan tam yerle-
şik köyleri kurarak tamamlamıştı.
İnsanlığın en önemli devrimi olarak
kabul edilen yerleşik yaşam; adap-
tasyon sürecini tersine çevirmiş,
yüzbinlerce yıldır doğaya uyum
sağlamaya çalışan insanların artık
doğayı kendi isteklerine göre şekil-
lendirmelerine olanak vermişti.

Levant- Epipaleolitik şaman mezarı.

Taş, kerpiç ve ahşap


konut mimarisi, ka-
musal yapı ve alan-
lar, hiyerarşi, kültüre
alınmış bitki ve besi
hayvanları, düzenli ti-
caret, maden kullanı-
mı, seramiğin icadı ve
savunma yapıları bu
ilk yerleşik topluluk-
Nevali Çori Neolitik dönem kamusal Micah- Levant
ların icat edip geliştir- yapı. Bu yerleşim 1992 yılından beri Neolitik
dikleri, günümüz dün- sular altındadır. dönem heykel.
yasına giden yolun ilk
ve en önemli köşe taşlarını
oluşturuyordu. Bakır bu dö-
nemde, kullanılan hammad-
delerin içerisine katılmış ve
kısa süre sonra maden çağ-
larının başlamasına ön ayak
olmuştu.
Neolitik Çağ’dan bakır boncuk-Çayönü.

Arkeo Duvar / 43
Maden çağları; küreselleşme kavramının başladığı, insanlığın en hızlı gelişim
gösterdiği, aynı zamanda en karışık ve düşmanca süreçleri barındıran, bun-
larla birlikte sanat ve zanaat üretiminde çeşitliliğin, estetiğin ve ihtişamın zir-
veye çıktığı zaman dilimleridir ve bunların hepsine ev sahipliğini Yakındoğu
coğrafyası yapmıştır.

‘Yazı’ ortaya çıkarken…

İlk olarak Bakır Çağ’ında yaşam tü-


müyle değişmiş; şeften krala, köy-
den kente, ritüelden dine, besin-
den artı ürüne her şey yenilenmiş,
nihayetinde insanlığın ikinci önem-
li icadı “yazı” ortaya çıkarken yeni
bir çağın kapısını aralamıştı.
Kalkolitik Çağ şef mühürleri,
Kahramanmaraş Domuztepe Höyüğü.

İşte bu yeni çağda, yumuşak bir


maden olan bakır, gelişen dünya-
nın tüm isteklerini karşılamakta
zorlanınca içine arsenik veya kalay
eklenerek sert ve oldukça parlak
Tunç (Bronz) elde edilmiştir. Çağa
adını verecek, metalürji alanındaki
bu teknik gelişmeler, gümüş ve al-
tın gibi başka madenlerin de işle-
nerek kap-kacaktan silaha, takıdan
sanata birçok alanda kullanımının
da önünü açacaktır.
Meskalamdug’un Altın Miğferi, MÖ 2600,
Irak Müzesi.

Tunç Çağ’ının görkemli imparatorluğu Hititler’in demir-karbon karışımı olan


çeliği icat etmeleri ve demir cevherini arıtmalarıyla dövme demiri elde etme-
leri, MÖ 2. binin ikinci yarısında demirin, Yakındoğu’nun en değerli madenleri

Arkeo Duvar / 44
arasında yer almasını sağlamıştır. Doğada bol miktarda bulunan, tunca göre
yapısı daha sert ancak işlenmesi daha kolay ve daha az maliyetle üretilen
demir, bu üstün özellikleriyle alet ve silah yapımında giderek tuncun yerini
alacak ve maden çağlarının sonuncusuna adını verecektir.

Doğu’dan batıya ilerleyen madencilik faaliyetlerinin, Mezopotamya mitlerin-


de aldığı yerin de en az madenin kendisi kadar önemli olduğunu biliyor mu-
sunuz? Dedik ya Işık Doğu’dan Yükselir diye; Mezopotamyalıların bu kıymetli
gelişmeye, bu zenginliğe biçtiği rol, gerçek bir kültür göstergesi olarak tarih-
te yerini almıştır.

Ateşin ve demirin tanrısı

Sümer Mitolojisi’nde ateş, ışık, fırın, kireç ve demir madenlerinin hamisi ka-
bul edilen Gibil, ateşin ve demirhanelerin tanrısı olarak metalürji bilgeliğine
sahip olduğuna inanılan ve aynı zamanda Ea, Marduk ve Šamaš gibi tanrı-
larla birlikte sıkça arınma ritüellerine çağrılan önemli bir karakterdir. Bunlar
elbette ateşin koruyucusu olan demirci bir tanrıdan beklenen özelliklerdir
ancak tanrının asıl önemi onu niteleyen diğer sıfatlarda gizlidir.

Babil mitlerinde adı Girru’ya dönüşen Gibil, silahların keskinliğinin koruyu-


cusu, sınırsız bilgeliğe sahip ve tanrıların tümünün kavrayamayacağı kadar
geniş zihinlidir. Ateşin yanında, adalet ve muhakeme tanrısıdır. Tanrıların
doğru ile yanlışı ayırt etme, onların arasındaki farkı ortaya koyma yetisini Gi-
bil’e verdiği düşünülmektedir. Bunlarla birlikte, tanrılar panteonunda, insan-
ların kendi aralarında koymuş oldukları ve uyguladıkları hükümleri -tanrılar
adına- araştırmak da Gibil’in görevidir. İşte Mezopotamyalılar açıkça; insanın
hayatını kolaylaştıran aletlerin, takıların süslerin-tüm güzelliklerin yapımın-
da gerekli olan ve insanı zenginleştiren madenlerin kıymetini ve ateşin hüne-
rini, muhakeme yeteneği, kanun ve adalet ile eş tutmuşlar, birini yönetene
diğerini de rahatlıkla emanet etmişlerdir. Yerin altından bu kıymetleri çıkar-

Arkeo Duvar / 45
tanlar, bu emeğin sahipleri, o kadar meziyetli olmalılardı ki, geniş zihinleri ile
yerin üstündeki kuralları, düzeni ve adaleti korumalıydılar. Şimdi üzülerek
eklemem lazım, sanırım “madenci emeği” bir daha hiç bu kadar değer gör-
meyecek.

Sümer Tanrısı olarak ortaya çıkan ve Mezopotamya’da Seleukos dönemine


kadar binlerce yıl boyunca ibadet edilen bu kudretli tanrının, yıkıcı ateş po-
tansiyeli nedeniyle çok korkulan bir karakter olduğunu ve başta tarlaların
yakılması gibi cezalandırıcı öykülerde ve gerektiğinde önüne çıkan her şeyi
hatta nehirleri bile kavurmaya başladığı ürkütücü mitlerde başrolü oynadığı
unutulmamalıdır.

Nehirleri kavurmak derken; demirci/madenci tanrıların en popüler olanına,


tam da bir nehri kavururken merhaba diyelim ister misiniz? O halde buyu-
run Troya savaşına.

Skamendros, yani bizim Çanakkalelilerin Karamenderes nehri, Olymposlula-


rın da Ksanthos dediği ırmak, biraz öfkeli. Akhalar ordugahını kıyılarına kur-
muş, hemşerisi Troyalıları öldürüp duruyor, hele içlerinde bir deli oğlan var,
Akhilleus; aldığı canlara doymak bilmiyor. Bu da yetmezmiş gibi, Skamendros
ne zaman taşıp savaşı durdurmaya yeltense, tanrılardan biri işine karışıyor.
En son öfkeden dalgalanıp köpürmeye başladığında bu sefer sinsi Hera indi

Skamendros İle Akhilleus’un Mücadelesi, Auguste Couder, Louvre, Paris.

Arkeo Duvar / 46
yeryüzüne, indi inmesine ama bizim nehrin gözü dönmüş artık, tanımıyor
kimseyi. İşte bir dalga, bir dalga daha, anafor üstüne anafor, niyetli bu sefer;
suladığı verimli topraklarda can alan düşmanların hepsini yutacak. İster âde-
moğlu olsun ister Olymposlu:

Bir çığlık attı Hera, ödü kopmuştu,


alıp götürecek diye onu derin anaforlu ırmak.
O saat seslendi Hephaistos’a, sevgili oğluna:
“Kalk, topal oğlum benim, kalk,
sana denk bir düşman sayarım anaforlu Ksanthos’u,
hadi yetiş imdada, bir kocaman alev ışıldat.
Git, Ksanthos’un kıyılarında ağaçları yak,
Ksanthos’u da ver ateşe,

Böyle dedi, Hephaistos da şaşılacak bir ateş hazırladı…

Hiçbir ırmak, hele de bizim Karamenderes, korkar mı yahu ateşten? Korkar


ya, o ateş yeraltı madenlerinin alevinden geliyorsa öyle bir korkar ki, ağzın-
dan kendini yüzlerce yıl utandıracak cümleler kolaylıkla çıkar:

… tekmil ova öyle kurudu, ateş, yaktı ölüleri,


sonra da ışıldayan alevini çevirdi ırmağa doğru.
Gürgenler, söğütler, demirhindiler yanıyor,
ırmağın güzel suları boyunca uzanan
nilüferler, kamışlar, mazılar yanıyordu.
Yılanbalıklarıyla öbür balıklar sıkıntıdaydılar,
anaforların, güzelim su akıntılarının içinde
atıldılar bir o yana, bir bu yana,
dayanamadılar çok hünerli Hephaistos’un nefesine.
Kabarcıklar fışkırıyordu güzel sularından,
büyük bir ateşte nasıl kaynarsa bir kazan,

Arkeo Duvar / 47
işte Ksanthos’un güzel suları da, ateşin altında,
yalım yalım öyle yanıyor, kaynıyordu.
Ksanthos akamaz olmuş, durmuştu,
Gücü yanan ırmak konuştu, diller döktü:
“Seninle, Hephaistos, boy ölçüşecek tanrı yok,
savaşamam senin yalım yalım ateşinle”…

(Homeros, İliada.)

İşte büyük ozan Homeros’un, madenlerin demirci tanrısına biçtiği rol; din-
lemesi ne güzel, düşünmesi ne ürkütücü. Sırf bu öykü kalsaydı Helen kültü-
ründen günümüze, Sümer söylencelerinden bu yana ateşin korkutuculuğu-
nun hiç değişmediğini söyleyebilirdik. Hatta Etna yanardağının patlaması ile
ortaya çıkan o korkunç ateş gücünden adını alan Roma mitlerinin madenci
tanrısı Vulcanos’a kadar aynı hikayeyi çağlar boyu sürdürebilirdik. Ancak He-
lenlerin ünlü ozanları sözü bir alıyor bir diğerine bırakıyor ve anlatmaya de-
vam ediyorlar Hephaistos’un hünerlerini, bir de başına gelenler ile başından
geçenleri.

Hephaistos’un hünerli elleri

Hephaistos yeraltının madenlerini çıkarmakla kalmaz, bir de güzelce işler.


Olympos tanrılarının tunçtan ve altından sarayları, ademoğlunun nesilden
nesile aktardığı yönetici asaları, Apollon’un kalkanı, Akhilleus’un zırhı ve silah-
ları gibi Helen söylencelerinde geçen onlarca kıymetli sanat ve zanaat eseri
hep onun elinden çıkmıştır. Hatta hem Homeros hem de bazı geç yazarlar,
kendisine madencilik ve demircilikte yardım eden metalden yapılma kadın
robotlar ile tanrıların şölenlerinde kendi kendine hareket eden altın teker-
lekli ve üç ayaklı masaları icat ettiğinden bile bahsederler. Tanrının elleri hü-
nerli demek, pek güzel. Ama biz bırakalım bu parlak metaller ile bilimkurgu
icatları, önce tanrının içine; içinde yanan ateşe bir bakalım, sonra da dışına;
diğerlerinin ona nasıl baktığına göz atalım.

Arkeo Duvar / 48
Homeros İlyada’da pek çok gü-
zel söz söylemiş, yüzlerce övgü-
ye yer vermiştir. Ancak belki de
bu dizelerin en güzellerini, Hep-
haistos’un Akhilleus için yaptığı
kalkana çizdiği resimlerde yer
alanları anlatırken dile getirmiş-
tir. Ozan; kendi içindekileri mi,
demirci tanrının içindekileri mi
söze döktü bilinmez. Ama işte
size bir yanda barış diğer yanda
savaş.

Hephaistos ve Thetis. Pompeii’den Duvar Resmi.

“... Sonra da hiçbir mızrağın delemeyeceği, kat

kat çelikten bir kalkan dövdü. Onun üstüne de ressamlara bile

parmak ısırtacak renk renk desenler, resimler işlemeye başladı.

Kalkanın sol köşesine de iki güzel kentteki insanların yaşamlarını

betimleyen sahneler resimleyip dövdü...

Bu kentlerden biri; şen şakrak düğünler, şölenler içindeydi...

Çıra ışığında evlerinden alınıp ağır ağır gezdirilen gelinler vardı sokaklarda.

Gitar, flüt sesleri eşliğinde, hasret yüklü kavuşma türküleri geliyordu dört
bir yandan... Delikanlılar el ele tutuşmuş, ayaklarını yerlere vura vura oyun-
lar oynuyor, halaylar çekiyorlardı. Ve meydanın az ötesindeki genç kızlar
da süzgün bakışlı gözleriyle onları izliyor ve ellerini bir uyum içinde birbiri-
ne vura vura şaklatıyorlardı...

Ama ikinci kentin surları önünde, birbirine hasım iki ordu pusuya yatmış,
öylece bekliyordu... Erlerin silahları pırıl pırıl yanıyordu dolunayın altında.

Bu iki hasım ordu; ya kentin varını yoğunu ikiye bölüp barışacaklar

ya da içindeki masum çocuklarla, analarla, yaşlılarla birlikte baştan sona


yıkıp yakacaklardı”...

Arkeo Duvar / 49
En büyük hünerlerini silahlarda gösteren Hephaistos’un aslında içinden ba-
rış türküleri söylediğini görmek beni şaşırtmıyor. Tanrıların arasında emeği
ile bir şeyler üretebilen tek karakterin barıştan yana olması medeni dünya-
nın “diyalektik” bizlerin de “eşyanın tabiatı gereği” dediği şey. Üretenler her
zaman savaşın gerçek yüzünü görmekte, üretmeyenlerden daha başarılıdır.

Neden topal tanrı?

Peki, bu hünerli tanrımıza diğerleri nasıl bakıyorlardı? Asya kıtasında yer alan
hemen her eski kültüre ait söylencelerde, hatta Mısır mitlerinde bile fiziksel
bir engelin söz konusu olması nadirdir. İnsanlar arasında geçen az sayıdaki
öyküde; fiziksel bir engel tam manasıyla bir engel olarak karşımıza çıkar. Me-
sela veliaht savaşta bir kolunu kaybederse engelinden dolayı tahttan düşer.
Fakat o eğer dürüst, ahlaklı, tanrılara iman eden yani “doğru” kişi ise, tahtı
kaptırdığı rakibi de cimri, beceriksiz ve imansız yani “kötü” kişi olursa olay
tanrısal veya büyüsel bir şekilde engelin iyileştirilip yok edilmesiyle sonuçla-
nır. Yani engelin gerçek anlamda ortadan kalkması lazımdır. İş tanrılar dün-
yasına gelince; adı üstünde tanrı ve tanrıçalar, kendilerinden beklendiği gibi,
kusursuz varlıklardır. Herhangi bir engelleri olmaz, olamaz. Bu konudaki na-
dir örnekler de aynı insanların öykülerindeki gibi engelin tılsım/büyü/tanrısal

Hephaistos’un Dönüşü. Siyah Figürlü Hydria, MÖ 530, Viyana Sanat Tarihi Müzesi.

Arkeo Duvar / 50
güç yoluyla ortadan kaldırılmasıyla sonuçlanır. Mısır mitolojisindeki Horus’un
gözü söylencesi bu konuya en güzel örneklerden birisidir. Şimdi bu bilgiler
ışığında Hephaistos’un topal bir tanrı olması ne demek oluyor? Helenler; ha-
yatın her alanında olması gerektiği gibi, tanrıların arasında da engelli birey-
lerin olması gerektiğini savunan, modern, medeni bir toplum muydu? Üzgü-
nüm sevgili okuyucu. Değildi. Başta Hephaistos’un sırf çirkinliğinden dolayı
Olympos’tan aşağı atılması öyküleri, diğer yanda topallığından ötürü onun-
la sürekli dalga geçen tanrılar,
hatta karısı Aphrodite’nin bile
sırf bu yüzden onu çirkin bulup,
savaş tanrısı Ares ile birlikte ol-
ması, Helen kültüründe fiziksel
engelin, gülünç, utanç verici ve
zayıflık sayılan bir durum oldu-
ğunun göstergesidir. İçinden çı-
kılmaz, sadece kendisinin çöze-
bileceği bir durum yaratsa bile,
ona saygıyla yaklaşılıp yeteneği-
ni göstermesi istenmez, sarhoş
edilir, gülünç durumlara soku-
lur sonra sorunu çözmesi sağ-
lanırdı. Düğün ve cenazelere,
hatta savaşlara bile tüm tanrılar
Aphrodite ile Ares’in Yakalanması, Alexandre
eşleri veya aileleri ile katılırken,
Charles Guillemot (1827).
Hephaistos yalnız, karısı Aphro-
dite ise aşığı Ares ile birlikte katılıyordu. Dışlandığını daha iyi ne anlatabilir?
Peki sırf dalga geçmek için mi bu tanrıyı içlerine aldılar derseniz; görüldüğü
üzere, Hephaistos’un yalnız yeteneğini sergilerken veya işe yararken taham-
mül edilen bir karakter olarak pantheonda yer aldığı söylenebilir. Metal us-
tası bu tanrının sakatlığından dolayı sekerek yürüyüşünün, Batı Afrika’dan
İskandinavya’ya uzanan birçok bölgede, ilkel çağlardaki demir ustalarının
kaçarak düşman kabilelerine katılmalarını önlemek amacıyla kasten sakat
bırakılmalarına ne kadar benzediğini söylesem, sanırım durumu daha net
anlatmış olurum.

Arkeo Duvar / 51
Şimdi, kıymetli madenlerin ve onlardan yola çıkarak oluşturulan söylencele-
rin ışığında, günümüzde kendimize, madencilerin öldüğü, yakınlarının tekme
yiyip mahkemelerde dava konusu olduğu, Emile Zola’nın Germinal romanın-
da tarif ettiği gibi “Batı’nın Ahlaksızlığı” öykülerini örnek almayalım derim.
Bu toprakların Demirci Kawa’sı var. Bu toprakların her şeye rağmen içinde
yaşamı savunan Hephaistos’u var.

Manisa kralı Tantalos aynı zamanda tanrıların sofrasında çeşnicibaşı olarak


görev yapıyordu. Onların sofrasına gire çıka kendini tanrılarla eş tutmaya, ye-
meklerinden yemeye, konuştuklarını insanların arasına taşımaya başlamıştı. Gel
zaman git zaman, tanrıları akılsız, kendini de onlardan üstün görmeye başladı.
Bunlar dedi ben ne versem yerler, önlerine gelen yemeği anlayamazlar. Kesti
oğlu Pelops’u, pişirip yemek diye çıkardı tanrıların önüne. Olympos’ta bir akşam
yemeği; tüm tanrılar orada, yemek ortaya kondu, Tantalos kapı arkasından sof-
raya bakıp bıyık altından gülüyor. Bereket tanrıçası Demeter; kızı Persephone yer
altına gelin gitti diye çok üzgün, etrafta olan bitenin farkında değil, uzanıp aldığı
etli bir kemik parçasını ağzında sıyırıyor. Zeus bir anda her şeyi durduruyor. Önce
Tantalos’u sonsuz cezasını çekmek için dünyaya gönderip arkasından sofradaki
parçalanıp pişirilmiş Pelops’u yeniden birleştiriyor. Yaşam nefesini üfleyip can-
landıracak delikanlıyı ama malum bir parçası eksik. Ancak Madenci tanrı Hep-
haistos, eksik olan köprücük kemiğini bir fildişini işleyerek tamamlayınca Pelops
tekrar hayata dönüyor. Hayat boyu omuzunda bir ışıltıyla yaşayacak bundan
sonra…

“Ölüm lambayı üflüyor olsa da madenci yaşatandır.”

Arkeo Duvar / 52
Madenci Erol Çatma:
‘Tahir Çetin ve Ali Faik
gibi olabilmeliyiz’

Maden işçiliğinden araştırmacı yazarlığa giden yolculuğunu an-


latan Erol Çatma , vefat eden madenci önderleri Tahir Çetin ve
Ali Faik’in mücadelesini hatırlatarak, “Onlar gibi kişilikli bir işçi
lideri olabilmeliyiz” dedi.

Nuray Pehlivan

Çatma, son kitabı “Zonguldak Taşkömürü Havzası Tarihi,


Ereğli Maden-i Hümayun” kitabının imza gününde.

Arkeo Duvar / 53
E rol Çatma, maden işçiliğinden emekli olduktan sonra madencileri
anlatan 5 kitap yazdı. Kitap yazmak için Osmanlıca öğrenen Çatma,
çalışmalarını halen evinde sürdürüyor. Yazdığı kitaplarla madencilik tarihine
ışık tutan Erol Çatma ile maden işçiliğinden araştırmacı yazarlığa giden
yolculuğunu konuştuk.

Soma’ya dönüş yolunda geçirdikleri trafik kazasında vefat eden Tahir Çetin
ve Ali Faik'in ölümünü duyduğunda “sanki birlikte madene girmişiz, birlikte
örgütlenmişiz gibi sarsıldım.” diyen Çatma, “Bütün yaşamım ve mücadelem
gözlerimin önünden geçti. Özellikle 1980’ den sonra çoğu sendikacının,
korkudan pustuğu veya kendini ve işçiyi sattığı, işçinin aidatlarını çalıp
milyoner olduğu dönemde kolay yetişmiyor böyle işçi sınıfı önderleri” diyor.

Emekli olduktan sonra yazmaya başladım

Maden işçiliğinden uluslararası makalelerde kaynak olarak gösterilen


kitap yazarlığına uzanan ilginç bir öykünüz var. Hangi koşullarda
yazmaya karar verdiğinizi sizden dinleyelim…

Babam madene ilk defa 1930 yılında gelmiş. Ben de 1951 yılında Dere
Mahallesi’nde dördüncü çocuk olarak doğmuşum. Küçükken elimizde bir
su ibriği, bir de bardak olur, 5 bardağı beş kuruşa su satardık. Büyüklerimiz
derme çatma tahtalardan boya sandığı yapar, 5 kuruşa amele postallarını
boyardık. Bazen de annemle Dilaver taş tumbasına kömür toplamaya
giderdik.

Arkeo Duvar / 54
1963-64 yılları bize ekonomik olarak
ağır gelmeye başladı. İstanbul’da
okuyan ağabeylerim nedeniyle
babamın aylığı yetmiyordu. Annemle
doktor, avukat bürolarını temizliğe
gidiyorduk. Okulda sadece edebiyat
dersim çok başarılıydı. Bu nedenlerle
lise ikinci sınıfta okumayı bıraktım.
1970 yılının ilk ayında tesviyeci olarak
bir atölyede çalışmaya başladım.
Bu dönemde kitap okumayı çok
seviyordum. Cumhuriyet, Milliyet
gazetelerini takip ediyordum.

Bütün bu hikâyenin içinde benim


için dönüm noktası 21 Nisan 1976
tarihidir. O gün bir rastlantı sonucu
DİSK’ e bağlı bir sendikaya gittim.
Türkiye’de ilk defa kutlanacak “1
Mayıs” afişlemesinde görev aldım.
Çatma, 1978 yılında Dilaver
Gece yarısı Kilimli maden bölgesinin Madeni’nde çalışırken.
ortasında önümüzü polisler kesti,
bizi karakola götürdüler. Bu benim için bir başlangıç oldu. Baş komiser
afişin anlamını sorunca, bir arkadaşımız izah etti. “Dünyanın emeğin gücü
sayesinde döndüğünü” ilk defa orada duymuş ve kabullenmiştim. Sabahleyin
atölyeye gidince arkadaşlarımın bana bakışlarının değiştiğini gördüm.
Bütün işçiler afişleri görmüş ve benim de içinde olduğum gurup tarafından
yapıştırıldığını öğrenmişlerdi. Başka bir Erol Çatma olup çıkmıştım, emek
adına iyi bir iş yapmanın ne olduğunu o gün öğrendim. Ölünceye kadar
devam edecek emek kavgası sürecim böylece başlamış oldu.

1976 ile 1984 yılları arası fırtına gibi geçti, faşizmin şiddetinden biz de
nasibimizi aldık. Yöneticilerimiz 12 Eylül faşist darbesini ‘askersel devirme’
darbeyi yapanları da ‘demokrat’ olarak tanımladılar! Sonra topluca
tutuklandık ve hapis yattık. Hapisten çıkınca bir dönem şaşkınlıkla geçtikten
sonra her şeyi açığa vurmayı onurumuza yediremediğimiz için çıkış yolu
aradık. Bu yaklaşım, bizi ruhsal çöküntüye sürüklemekle kalmadı, gelecek

Arkeo Duvar / 55
kuşaklara karşı da ağır bir sorumluluk ve töhmet altına soktu. Bu durum,
bizim gelişmemizi ve değişmemizi de engelliyordu. O bakımdan önüme
koyduğum ilk hedefi gelişme ve yenilenme olarak belirledim. Emekli
olduktan sonra yazmaya başladım. Osmanlıca ağırlıklı belgelerle çalıştım.
Bunun için muazzam bir alt yapı ve bilgi donanımı gerekiyor. Tabii ki
yazdığınız coğrafyanın geçirdiği ekonomik ve sosyal süreci de iyi anlamanız
gerekiyor.

Nizamname ile erkek nüfus zorla madene


sokulmaya başladı

Zonguldak madencilerinin tarihini kaleme alan bir işçi olarak,


işçilerin ve bölgenin tarihini Osmanlıca belgelerden yararlanarak
anlatıyorsunuz. Yeni bilgiler içeren “Asker İşçiler” kitabınızın bir kısmı
da Osmanlıca belgelerden oluşuyor. Bu belgeler ışığında çocuk işçiliğin
Osmanlı’daki tarihçesini bize anlatır mısınız?

Akademisyen Ahmet Makal’ın, havzadaki çocuk işçiliğin tarihi boyutu


konusunda büyük eksiklikler olduğunu söylemesi, bana önemli bir görev
yükledi. Osmanlı’da havzadaki taşkömürü üretiminden önce madenlerde
çocukların çalışma koşullarını araştırmaya başladım.

Osmanlı Hukukuna göre çocuk ve rüşt kavramı söz konusu olduğu zaman
bir köydeki on üç yaşından büyük olan erkeklerin tümü mükellef olarak
madenlerde çalıştırılabiliyor. On üç yaşın asgari sınır olmasına rağmen,
Osmanlı için hayati önem taşıyan madenlerde çocuk işgücünün asgari yaş
altında da geçerli olabileceğini düşünmek hiç de abartı olmaz.

Bahriye Nezareti’nin buharlı gemileri başta olmak üzere, askeri fabrikalar,


gittikçe artan demiryolları, gazhaneler, Osmanlı’nın kömür ihtiyacını
artırıyordu. Dolayısıyla kömür üretiminin bir disiplin altına alınması
gerekiyordu. Bu nedenle Dilaver Paşa Nizamname’sini yürürlüğe koydular.

Arkeo Duvar / 56
Nizamnamenin konumuzla ilgili 21. maddesi şu şekildedir: Maden ocaklarında
çalıştırılacak işçi (Kazmacı-Küfeci- Direkçiler) Ereğli Sancağı’nda bulunan 14
ilçe halkına özgüdür. Bu ilçelerin yeni nüfus kayıtlarına göre 13 yaşından 50
yaşına kadar olan erkeklerden hasta ve sakatların ayrılarak, sağlamları kayda
geçirilip, aşağıdaki yönteme göre işe alınırlar.

Bu nizamnameyle erkek nüfusun zorla madene sokulma dönemi başlamıştır.


Doğal olarak firarlar süreklilik kazanmış, bunu durdurabilmek için bütün
işçileri asker statüsüne sokmuşlar, askeri kanunlarla tutuklamışlar,
prangaya vurmuşlardır. Bunlar da yetmeyince firar edenleri yakalamak için
özel zaptiye birlikleri devreye sokulmuştur. İşin en kötüsü on üç yaşında
ve daha küçük yaşta, amele diye tanımladıkları işçilerin çocuk olduklarını
görmezden gelmişlerdir. Aşar
vergisinin ve diğer vergilerin
zaman zaman artırılmasıyla
kadınların en az madendeki
işçiler kadar sömürüldüğü,
baskı gördüğünü ve zaptiye
baskılarına maruz kaldığını
da belirtmeden geçmeyelim.

Çocuklar havzada 1840-1865


döneminde, son derece
ağır koşullar altında, dar
yerlerde çalışmış ve küfecilik
yapmışlardır. Çalışma
koşullarının son derece
kötü olduğu madenler,
diz boyuna kadar çamurlu
sularla kaplıydı. İşletmeler,
maliyetleri düşürmek
kaygısıyla hiçbir işçi sağlığı, iş
güvenliği önlemi almıyordu.

1908 yılında Üzülmez Madeni önünde


kazmacı maden işçisi ve küfeci çocuk.

Arkeo Duvar / 57
Olayın sosyolojik ve psikolojik boyutları önemli

Peki, çalışmalarınızda çocukların maden ocaklarında çalıştırılmasıyla


ilgili ne tür somut belgelere ulaştınız?

Havza tutanaklarında; iş kazalarında ölenlerin adları, köyleri ve kısmen de


yaşları ulaşabiliyoruz. 16 yaşından küçük olan işçilerle ilgili birkaç tutanak
örneğini size aktarayım:
99 numaralı Abdurrahim ocağında, eylülün üçüncü pazar gecesi, saat 11’de,
Perşembe nahiyesi amelelerinden, Sakaoğlu Nuri ve Veli’nin ellerindeki
kandilden grizunun ateş almasıyla Veli, ocak içinde kalmış, tahminen 20
yaşında olan Nuri Bin Ali, vücudunun açık olan yerleri muhtelif derecelerde
yandığından hayatı tehlikededir.
Aynı divandan Dedeoğlu Recep Bin Hasan tahminen (14) yaşında olup, açık
yerlerinin yanmasıyla yaralı, Bostancıoğlu Hasan Bin Hasan (14) yaşında
olup, çenesinde ve vücudunun sol cihetinde, ikinci ve üçüncü derecelerde
yanık olduğu, Sakaoğlu Durmuş Bin Hasan tahminen (14) yaşında, açık
yerlerinden yaralı olup tedavi için hastaneye alındı.
Mahmut Çelebioğlu İbrahim, tahminen 15 yaşında olup ocaktan dışarıya
çıkarıldığında, muayyen yerlerinde yaraları vardı, ocak içinde karbon
monoksit gazından boğularak vefat ettiği anlaşılmakla, ocak içinde kalmış
olan Veli’yi çıkartmak için, ocağın havasının temizlenmesine çalışılmaktadır.
3 Eylül 1895.
Eylül’ün 16. perşembe gecesi saat 10’da Karamanyan şirketinin 280 numaralı
kuyu ocağında grizu infilakıyla 6 amele muhtelif derecelerde yanarak Mevkii
Hastanesi’ne getirilmiş, muayene ve tedavileri arz kılınmış idi. Bunlardan,
Bartın Kazası Arfunda divanından; Molla Salih oğlu Veli bin Ömer, Zerzene
karyesinden Nizam oğlu Osman, Hamit oğlu Şaban Bin Musa, Karahüseyin
oğlu Ali Bin Osman, Hamidiye kazası, Kumtarla divanından Hatiboğlu
Mustafa bin Durmuş, Bartın Kazası, Uluköy nahiyesinden, Salih Oğlu Yusuf
Bin Salih’in 1–2–3–4 derecede yanık olduğu müşahede olundu.

Arkeo Duvar / 58
Buna sebep ise, gece saat 10’da yanlarındaki, Kandilci Hatipoğlu Mustafa Bin
Durmuş’un, taşıdıkları direkler için “daha ileri getirin” diye talimat vermesi
üzerine, yukarıda isimleri yazılı altı kişi, iki araba direği daha ileriye yani
nefeslik olmayan mahalle götürmüşlerdir. O mahalde nefeslik olmadığı gibi
hava pervanesinin dahi işletilmemekte olduğundan, amelelerin ellerindeki
açık kandilden grizunun ateş almasıyla altı amelenin muhtelif derecelerde
yaralanmasına neden olduğu ifadelerinden anlaşılmıştır.
Bu amelelerden; Uluköy nahiyesinden, tahminen 13 yaşında Salih oğlu
Yusuf Bin Salih, Ekim’in 18’inci cumartesi günü vefat etmiştir. Diğer dört
kişi Merkez Hastanesine gönderilmekle, bunlardan; 16 yaşında Mustafa
Bin Durmuş 24 Kasım 1905’ de, 14 yaşında Ali Bin Osman 3 Aralık 1905
de, 12 yaşında Nizam oğlu Osman, 4 Aralık 1905 de, 12 yaşında Veli Bin
Ömer 18 Aralık 1905 de vefat eyledikleri, diğerleri, Zerzene nahiyesinden
Hüseyin Oğlu Ali Osman Çavuş ile Hamitoğlu Şaban amelelerin hanelerine
gönderildiğine dair rapor tanzim edildi. 25 Ocak 1895
“Ölümlü nakliyat kazası- yaşı küçük amele” başlıklı bir başka kayıtta ise şöyle
denilmektedir:
Cuma günü saat 10’da Şirketi Osmaniye’nin Damağılı ocağında Zonguldak
kazası Kurt Karyesinden amele Hasan Bin Hüseyin’in vefat ettiği arz olunur.
İtalyan Petro Kavanni, varagele başına gelerek 14 yaşında Samsunlu dümenci
Ahmet’e “aşağıda arabalar boş duruyor, niçin çekmiyorsun” diyerek baskı
yapmıştır.
Dümenci şaşırarak, aşağıdaki arabaların durumunu düşünmeden dümeni
açmış, arabayı salıvermiştir. Diğerlerinin ifadesine göre, Dümenci Ahmet,
halatın boş geldiğini görerek, olanca gücüyle arabayı durdurmaya çalıştıysa
da henüz, 13–14 yaşlarında olup gücü yetmediğinden başaramamıştır.
Aşağıda zincir takmakla görevli bulunan Ahmet, süratle gelen arabadan
kurtulamayıp sıkışarak ölmüştür.
Mütalaa; Varagelede dümenci vazifesi 13–14 yaşlarında çocuğa verilmiş.
Bu işi, güçlü ve bilgili amelelere yaptırmak gerekir. 5 Haziran 1900
Tarih sırasına göre iş kazalarında ölen çocuk işçilerden birkaçını yansıttım.
Madenlerde 1893–1907 yılları arasında 222 kaza olmuş, bu kazalar
sonucunda 121 ölüm, 102 yaralanma gerçekleşmiştir. İşçi ölümüne veya
yaralanmasına yol açan kazalar ise, grizu infilakları, göçükler ve kömür
nakliyatından meydana geliyordu.

Arkeo Duvar / 59
Özellikle, 10 Temmuz 1908’ de Meşrutiyetin ilanından sonra yeterli olmasa
da madenlerle ilgili sosyal politikaların kısmen de olsa geliştiğini, özellikle
madende çalışma yaş sınırını 16’ ya çıkartıp, bunun için çaba sarf edildiğini
belgelerden görebiliyoruz. Şüphesiz konuya sadece, madenlerde çalışan
çocukların iş cinayetlerine uğrayıp ölmesi veya sakat kalması açısıyla
bakmak yeterli değildir. Olayın sosyolojik ve psikolojik boyutları da oldukça
önemlidir. Bu konu, ayrıca tartışılması gereken bir konudur.

Hiç kimse işçi sınıfı ayağa kalkacak diye hayal


kurmasın

İşçi sınıfı hareketinin konu edildiği bir toplantıda "bizim işçimizin


oturduğu minder yanacak; yoksa kalkmaz" diyorsunuz. Ama
aynı zamanda yazdığınız kitaplarla işçi sınıfı hareketi konusunda
beslediğiniz umutları da ortaya koyuyorsunuz. Peki, işçi sınıfının
durumunun her geçen gün kötüye gitmesine rağmen sizce oturduğu
minder hiç yanmayacak mı?

"Sınıf mücadelesi" ya da "sınıf savaşımı" kavramını ilk olarak Karl Marx ele
almış ve 1848 yılında Friedrich Engels'le birlikte kaleme aldığı Komünist
Manifesto adlı eserde "Şimdiye kadarki bütün toplumların tarihi, sınıf
savaşımları tarihidir" demiştir. Marx'a göre, kapitalizmde üretici pozisyonda
bulunan ama- bu pozisyonuna karşın- üretim araçlarının burjuvazinin özel
mülkiyetinde olmasından dolayı sömürülen işçi sınıfının, bu sömürüden
kurtulması için, burjuvazinin iktidarına son vermesi ve üretim araçlarını
kamulaştırması gerekmektedir. İşte bütün mücadele bunun için yapılır.

Gelmiş geçmiş işçi sınıfı ayaklanmaları bugünkü sosyal politikaların ve


sair hakların sermaye sınıfı devletinden mücadeleyle alındığının bir
göstergesidir. O nedenle bütün mücadeleler boyunca hapis yatanlara,
ölenlere, zulüm çekenlere saygı duymak, onların bizlere bıraktığı mirasa
sahip çıkıp bu hakları geliştirmek ve nihayetinde burjuva devlet yapısını yok
etmek temel vazifemizdir. Tabii ki sermaye sınıfı da sömürünün sürekliliği
yani kendi sınıfının egemenliği için birçok tedbirler yaratmıştır. Bütün
çekincesi top yekûn bir ayaklanmayla iktidarı kaybedip üretim araçlarının

Arkeo Duvar / 60
elinden alınmasıdır. Özellikle Proletarya Enternasyonalizmi en fazla dikkat
etmemiz gereken bir konudur. Manifestoda bu konu, “Bütün ülkelerin
işçileri birleşin” cümlesiyle yansıtılmıştır.

Bütün bunların yanında sorunuza dönecek olursak; 1990 grevi ve


yürüyüşünün bil fiil içindeydim. 100 binlerle ifade edilen grev ve Ankara
yürüyüşü halen daha anlaşılamadı. Aylar boyunca kent merkezinde her
gün 10 binleri aşan büyük bir kararlılıkla yürüyen işçilerin eylemi olarak
başlayan grev, sayısal olarak işçi dışından insanların katılımıyla güçlendi.
İşçi ve halk hareketi bir görünüm kazandı. Havzada ve hemen hemen
Türkiye’de o dönemde Zonguldak’a gelmeyen solcu tek bir örgüt kalmadı.
Sloganlar zamanla demokratik istemlerden, Özal düşmanlığına dönüştü.
Sonra da Şemsi Denizer ve Turgut Özal’ın karizma yarışına…

Ankara’ya yürüyeceğiz dedi başkan, çünkü Zonguldak’ta kent içinde yürürken


dışardan gelenler gittikçe çoğalıyordu. İnsanlar kalabalıktan güç alarak
daha çok hırslanıyor daha kararlı oluyordu. İşte o zaman Zonguldak’tan
dışarı çıkmamalıydık ama çıktık. Yürüyerek Mengen’e geldiğimizde dozerleri
gördük; Şemsi Denizer’in bir işaretiyle geri döndük. Oysa dönmememiz
gerekirdi.

İşte bugün de hiç kimse


“işçi ayağa kalkacak, biz
de öncülük yaparız” diye
hayal kurmasın. Önce
sosyalist, devrimci, öncü
veya kendini başka
şekilde ifade eden
insanlar kendilerini
değiştirmelidir. Sonra
başkalarının değişimine
faydalı olmalıdır. Bu da bir iki kitap okumakla veya bir iki bildiri dağıtmakla,
üç kişi bir araya gelerek çadır kurar gibi parti kurmakla olacak şeyler değildir.

Arkeo Duvar / 61
Teslim olmak yok diyorlardı

Yoldaşlarınızla birlikte direngen ve ısrarlı bir mücadele


sürdürüyorsunuz. Bu çetin yolculukta Soma’ya dönüş yolunda Ali
Faik ve Tahir Çetin’i kaybettiniz. Bu mücadelenin içinde verdiğiniz
kayıplar size neler hissettirdi? Hayata bakışınızı, direnme arzunuzu
nasıl etkiledi?

Madenlerde birçok akrabam ve arkadaşım öldü. Yaşamınızı sınıfı


mücadelesine vermiş bir arkadaşınızı iş cinayetinde kaybederseniz,
yıkılırsınız, uzun zaman sürer bunun acısı. Başka ölümlere benzemez bu
ölümler, bir başka olur yoldaşların, dava arkadaşlarının ölüm acısı.

Soma grizusunun mahkeme seyrini dâhil oradaki mücadeleyi takip ettiğim


gibi, dört sene önceki anma yıl dönümünde de gitmiştim Somaya. Soma
işçileri Ankara’ya yürüyecek denilince saniye saniye dinledim haberleri.
Başkanın dönüş açıklamasını yaptığı anı hatırlıyorum. İki yiğit işçi sınıfı
önderinin ölüm haberlerini sabaha karşı medya alt yazı ile verdi. Üç-dört
günden beri uykusuz kalmışlar ve yorgundular. Kolay değil 17 kere gidip
gelmişlerdi Ankara’ya. Bir netice alamamışlardı. Ama onlar her defasında
sınıfsal tavırlarını açık açık koyuyorlardı, teslim olmak yok diyorlardı.

Tahir Çetin ve Ali Faik'in ölümünü duyunca sanki birlikte madene girmişiz,
birlikte örgütlenmişiz gibi sarsıldım. Bütün yaşamım ve mücadelem
gözlerimin önünden geçti. Özellikle 1980’ den sonra çoğu sendikacının,
korkudan pustuğu veya kendini ve işçiyi sattığı, işçinin aidatlarını çalıp
milyoner olduğu dönemde kolay yetişmiyor böyle işçi sınıfı önderleri.

Onların mücadelesi ve ölümü bana; yıllarca sınıf mücadelesi yaptığımızı


söylesek de bu işin sandığımızdan ne kadar ciddi bir mücadele olduğunu
hatırlattı. Daha iyi örgütlenmeliyiz, hiç tartışmasız işçi sınıfını birleştirmek
için olağan üstü çalışmalar yapmalıyız. Tabii ki bunu becerebilmek için Tahir
Çetin ve Ali Faik gibi kişilikli bir işçi lideri olabilmeliyiz.

Arkeo Duvar / 62
Antik Çağ’da
madenci köleler
Maden işçiliği için özel bir yetenek gerekmediğinden, bu işte daha
çok savaş esirleri kullanılmakta; bunun yanı sıra mahkemeler de
özgür veya köle olsun, suç işleyen kişileri madenlerde çalışmaya
mahkûm edebilmekteydiler. Ayrıca, bu tür köleliğin zorluğunu
gösteren bir başka unsur da maden ocakları gibi ağır işlerde çalı-
şan kölelerin büyük bir kısmının azat edilmelerinin çok mümkün
olmamasıydı.

Öğr. Gör. Dr. M. Baki Demirtaş


Trakya Üniversitesi Edebiyat Fakültesi Arkeoloji Bölümü

Antik Mısır’da zincire vurulmuş köleleri gösteren bir kabartma (MÖ 2000 cc).

Arkeo Duvar / 63
«Lesis’den annesine ve Ksenokles’e: Bu dökümhanede ölmek üzereyim. Lütfen
birşeyler yapın! Efendilerime gelin ve bana (çalışacak) daha iyi bir yer bulun. Beni
tam anlamıyla iğrenç birinin emrine verdiler. Kırbaç yemekten ölmek üzereyim.
Hapsolmuş durumdayım. Bir pislikmişim gibi muamele görüyorum. Durum kö-
tüye gidiyor, daha kötüye!».

1972 yılında Atina agorasında, bir kuyudaki kazı çalışmaları sırasında ele ge-
çen 13.4 x 5cm. boyutlarındaki ince bir kurşun levhadaki Yunanca yazıtta;
Khalkeion isimli bir bronz döküm atölyesinde çalıştırılan, Lesis adındaki kö-
lenin, annesi ile Ksenokles adındaki birine yazdığı mektupta yer alıyordu bu
yardım çağrısı. Ancak öyle anlaşılıyor ki, mektup adresine gönderilmek ye-
rine bu kuyuya atılmış ve büyük ihtimalle, Lesis’in yardım çağrıları da karşı-
lıksız kalmıştı. Lesis, bir bronz döküm atölyesinde ağır koşullarda çalıştırılan
genç bir köleydi (doulos) ve efendileri (despotos) onu atölyedeki acımasız
birinin emrine vermişlerdi. Umutları tükenmek üzere olduğu anlaşılan Lesis,
bir yolunu bulup bu mektubu bir kurşun levha üzerine yaz(dır)mış ve anne-
sine göndermişti; ama diğer taraftan onu adresine ulaştırmayı vaat eden
kişinin fikrini değiştirip mektubu, içinde ele geçtiği bu kuyuya atmış olması
büyük bir olasılıktır. Her ne kadar Lesis’in bu mektubu amacına ulaşamasa
da kölelere karşı işlenen insanlık suçlarına dair bir feryadı 2400 yıl sonraya
ulaştırması açısından çok önemli.

Arkeo Duvar / 64
Zincire vurulup Roma’ya getirilmiş Kuzey Afrikalı köleler (MS 200).

Aslında bu noktada, köle ve efendiyi tanımlayan iki Yunanca kelime ‘doulos’


(köle) ve ‘despotos’a (efendi) daha yakından bakmak kölelik konusunu anla-
mak için önemli olacaktır. Bugün Türkçe’de de kullandığımız ve TDK sözlü-
ğüne göre “1. Bir ülkeyi zora ve baskıya dayanarak yöneten kimse., 2. (mecaz)
Her istediğini ve dilediğini yaptırmak isteyen kimse, Tiran.” anlamlarına gelen
‘despot’ kelimesi Yunanca ‘despotos’ kelimesinin dilimize Fransızca üzerin-
den geçmiş halidir. Dolayısıyla bir efendinin yani despotun olduğu yerde, hiç
şüphesiz köleliğin de olması kaçınılmazdır. Özellikle antik dönemdeki köle
kaynaklarına baktığımızda bu açıkça görülmektedir:

Savaşlar: Yunanlar ve Romalılar tüm barbar kavimlerin köle olmak üzere


yaratıldıklarına inanırlardı. Bu nedenle savaşlarda ele geçirdikleri esirler köle
olarak alınıp satılabilirdi.

Korsanlık ve haydutluk: Roma döneminde özellikle doğu Akdeniz kıyıların-


da yuvalanan korsanlar, ellerine geçirdikleri gemilerin mallarına el koyarlar
ve gemide bulunan tüm yolcu ve tayfaları köle pazarlarında satarlardı. Ben-
zer şekilde, haydutlar da yetişkin insanları, çocukları, bebekleri ve hatta baş-
kalarına ait köleleri bile kaçırıp köle pazarlarında satarlardı.

Arkeo Duvar / 65
Mahkeme kararı ile kölelik: Özellikle Roma İmparatorluk döneminde,
ağır suç işlemiş olan özgür Romalılar mahkemelerde ağır işlerde çalışmaya
mahkûm edilebiliyor ve bu cezayı alan kişilere ceza kölesi adı veriliyordu.

Terkedilen ya da köle olarak satılan çocuklar: Roma yasaları, bir sebeple


istenmeyen çocukların satılmasına ya da terkedilmesine izin vermekteydi.
Bu çocuklardan birini alan kişi onu istediği şekilde eğitir ve büyüdüğünde
köle olarak kullanabilirdi.

Borç yüzünden köleleşme: Özellikle kötü mevsimleri izleyen kısıtlı ürün,


küçük toprak sahiplerini veya yarıcıları gün geçtikçe yoksullaştırıyor ve borç-
larını ödeyemez duruma getiriyordu. Bu borçlar karşılığında da vücutlarını
rehin gösteriyorlardı.

Efendilerin evinde doğan köleler: Gerek kölelerin birbirinden gerekse efen-


dilerin köle kadınlarla olan ilişkileri veya efendilerin köle kadınlara tecavüzü
sonucunda dünyaya gelen çocuklardı.

Özünde Antik Çağ’da kölelik, efendi konumunda olan daha güçlünün, zayıf
olan üzerinde tahakküm kurmasına dayanıyordu ve ‘güçlü’ olana despot de-
niyordu. Çünkü güce sahip olanın, ona sahip olmayan üzerinde hakimiyet
kurması kaçınılmaz bir sonuçtur. Özellikle iş gücüne sahip olmanın rahat bir
yaşamın ön koşulu olduğu dönemlerde.

Ölen kişiyi ve ailesini tasvir eden Roma dönemi Dini bir ritüelde Romalı aileye yardım
bir mezar steli üzerindeki ev işlerine yardım eden eden köle. Diğer aile üyelerinden çok daha
köle (MÖ 150-100). Köleler tasvirlerde her zaman küçük tasvir edilmiştir (MS 1. yy). Afrikalı
‘özgür’ kişilerden çok daha küçük gösterilirlerdi. köleler (MS. 200).

Arkeo Duvar / 66
‘Doulos’ ve Türkçe’deki ‘dul’

Diğer taraftan, Türkçe ‘köle’ anlamına gelen Yunanca ‘doulos’ kelimesi, her ne
kadar Yunanca gibi görünse de kelime aslında kök kaynağı ve tanım olarak
Türkçe’dir. Yunanca kelimede -os, Yunancanın eril takısıdır ve kelime kök ola-
rak ‘doul (dul)’dan oluşmaktadır. Türk lehçelerinde aslen ‘tu:l ~ tol’ biçiminde
karşımıza çıkan ‘dul’ sözcüğünün Oğuz grubu lehçelerinde baştaki ünsüzü ‘t-
,d-’ ye dönüşmüş; kelimenin uzun ünlüsü de bazı Türk lehçeleri dışında (Türk-
men Türkçesi gibi) kısalmıştır. Kelimenin sözlük anlamı da genellikle ‘eşini kay-
betmiş kadın veya erkek’ şeklindedir. Bu genel anlamın dışında mecazi olarak
‘yas, matem’ ve ‘sahipsiz, kimsesiz’ anlamları da karşımıza çıkmaktadır ki bun-
lar da sözlük anlamıyla ilintilidir. ‘Dul’ (tul) kelimesinin yaygın olmayan, hatta
belki pek çok Türk lehçesinde karşımıza çıkmayan dikkat çekici anlamı, Kırgız
Türkçesinde görülmektedir: “Ölen kocasının tasviri (resmi) olup, karı-koca ya-
tağının üzerinde asılırdı (ki bu tasvirin altına oturup, kocası için sağu sağardı”.

Benzer bir anlamı Kazaklarda da görmekteyiz; tul: Ölen adamın suretini (bi-
çimini, maskesini) yapıp, ona elbise giydirip ev içinde oturtmaktır. Bu cansız
surete bakan eşi, kırk gün boyunca saçlarını açıp yüksek sesle ağlayarak yas
tutar. Sahipsiz, başıboş kalmanın belirtisi olarak ölen adamın eşyaları “tul”la-
nırdı, yani ölen kişinin eşyaları, yaşadığı yer vb. mateme dâhil edilirdi (mesela
ölen kişinin atının kuyruğunu kesip elbiselerini atın üzerindeki eyere sermek).
Dolayısıyla ölen erkeğin eşi de, kocasının ölümünden sonra yas tuttuğu için
tul/dul olurdu. Yunanca’daki köle anlamına gelen ‘doulos’un eril bir kelime ol-
ması da eski Türkler’deki ‘tul/dul’un sadece erkeğin ölümüyle ilgili bir işlemi ta-
nımlıyor olmasından kaynaklanıyor olmalıdır. Diğer taraftan birçok antik yazar
köle(ler) (doulos) ile Türklerdeki bir cenaze uygulaması olan tul/dul arasında
bir benzerlik kurar; ama, elbette bu benzerlik kavramsal anlamdadır.

Arkeo Duvar / 67
‘Birçok araçlar
değerinde bir araç…’
Aristoteles Politika adlı eserinde
“Köle, başka herhangi bir uşak gibi
canlı bir yaratık olduğu için, birçok
araçlar değerinde bir araçtır. Çün-
kü, her aracımız, Daidalos’un yap-
tığı heykeller ya da ozanın “kendi-
liklerinden tanrıların toplantısına
girerler” dediği Hephaistos’un te-
kerlekli sehpaları gibi, biz söyleyin- Bir mezar yapısına ait kabartmada hanımın
ce ya da gerektiğini kendisi görerek mücevher kutusunu tutan bir kadın köle (MÖ
işlerini yerine getirebilseydi — diye- 100).
lim, dokuma tezgâhının mekiği ken-
diliğinden gidip gelse, lirin mızrabı
kendiliğinden çalsaydı, o zaman ne
yapımcıların işçiye gereksinmesi
olurdu ne de efendilerin köleye.”

Homeros, Troya Savaşı’nı anlattığı destansı eseri İlyada’da yenilmek üzere


olan Troyalı Aeneas’ı savaş alanından çekip alan Apollon’un onun yerine koy-
duğu, Aeneas’ın tıpkısı bir yapma adamdan bahseder:

“Gümüş yaylı Apollon yaptı Aineias’ın tıpkısını,

Yaptı aynı silahları kuşanmış bir adam.

Troialılarla tanrısal Akhalar bu yapma adamın çevresinde

Sığır derisinden güzel çemberli kalkanlarını

Paraladılar birbirlerinin göğüsleri üzerinde.”

Homeros, İlyada 5:449-453

Arkeo Duvar / 68
Yine İlyada’nın ilerleyen bölümlerinde Homeros, bu sefer tanrıların demircisi
Hephaistos’un iki yardımcısından bahseder bize:

“Efendilerine yardım ediyordu altından iki uşak,

Bunlar benziyordu canlı kızlara.

Akıl vardır onların içinde,

Sesleri vardır onların, güçleri,

Ölümsüz tanrılar vermiştir onlara iş görme gücü.

Efendilerinin iki yanında gidiyordular seke seke.”

Homeros, İlyada 18: 416-421

‘Geceli gündüzlü çalışarak


vücutlarını çürütürler’

Bu satırlarda anlatılan ‘adamlar ve kadınlarla’, yaşayan kişilerden çok, yaşa-


yanların yerine geçen kuklalarından (!) bahsedilmektedir. Şüphesiz bu kuk-
lalar sahiplerinin evinde, onların yerine geçip, onların yapması gereken işleri
yapan köleler olarak karşımıza çıkar. Diğer taraftan, kölelerin antik uygarlığa
yaptıkları katkılar, günümüzdeki makinaların yaşamımıza yaptıkları katkılar-
la karşılaştırılabilir; çünkü antik dönemde köle demek, istenildiğinde alınıp
satılabilen, ömrünü tüketinceye kadar hizmet eden ve işlevini tamamlayınca
bir kenara atılabilen bir mal demekti.

Şüphesiz köle grupları arasında en zoru madenci bir köle olmak veya ma-
denlerde kölelik yapanlardı. Bu zorluğu girişte bahsettiğimiz madenci köle
Lesis’in mektubu zaten göstermekte, ancak antik yazarlardan olan ve eserini
MÖ 60-30 yılları arasında yazmış olan Diodoros Siculus’un şu satırları da bu
açıdan zikredilmeye değerdir:

Arkeo Duvar / 69
“Maden köleleri efendilerine büyük kazançlar sağlamaktadır; ama bunlar geceli
gündüzlü yeraltında çalışarak vücutlarını çürütürler. Çoğu, oradaki berbat ko-
şullar yüzünden ölmektedir. Onların işinde paydosa ve dinlenmeye yer yoktur.
Onlar, şeflerinin düdüğü ile kaderlerine katlanmaya zorlanmakta ve bu sefalet
içinde ömürlerini tüketmektedirler. Ama yine de bazıları bu eziyetten kurtulma
umudunu yitirmezler ve uzun süre direnirler. Katlandıkları eziyetlere bakılırsa,
ölüm onlar için daha makbuldür.”

Diğer taraftan madenlerde çalışan kölelerin kaderi de belirsizdi. Birçoğu ye-


raltında prangalar içinde, güneş ışığından ve temiz havadan yoksun olarak
çalışıyordu. MÖ 413’te Sicilya’ya yapılan ve bir felaketle sonuçlanan sefer sı-
rasında, bir Atina ordusu Romalılar tarafından ele geçirilmiş ve Atinalı 7 bin
savaş mahkumunun tümü Sirakuza taş ocaklarında çalışmaya zorlanmıştı.
Ne var ki şartların zorluğundan ve kötülüğünden, zamanla onlardan biri bile
hayatta kalamadı.

Maden işçiliği için özel bir yetenek gerekmediğinden, bu işte daha çok sa-
vaş esirleri kullanılmakta; bunun yanı sıra mahkemeler de özgür veya köle
olsun, suç işleyen kişileri madenlerde çalışmaya mahkûm edebilmekteydi-
ler. Ayrıca, bu tür köleliğin zorluğunu gösteren bir başka unsur da maden
ocakları gibi ağır işlerde çalışan kölelerin büyük bir kısmının azat edilmeleri-
nin çok mümkün olmamasıydı. Diğer taraftan madenci köleler arasında işin
teknik bölünüşü de gözlemlenebilir. Metalürji atölyelerinde bazıları demiri
döverken, kimileri işliyor, kimileri de su veriyordu. Yapımevlerinde hem köle
hem de özgür işçi kullanılırken, maden çıkarma işlerinde yalnızca köle kol
gücü kullanılıyordu. Yunanistan’ın Attika bölgesindeki ünlü Lavrion maden-
leri ve burada çalıştırılan köleler, antik çağdaki madenci köleler ve şartları
konusunda en güzel örneklerden biridir. Buradaki köleler 40 metre derinli-
ğe kadar iniyorlar ve kuyulardan, kayalara oyulmuş yatay galerilerle gümüş
madenlerine gidiliyordu. Her galeriyi on iki saatte bir değiştirilen madenciler
kazmayla açıyorlardı; böylece 24 saat çalışarak ayda ancak 10 metre ilerle-
nebiliyordu. Bel ve kürekle çıkartılan maden bir sepete konup, galerilerden
kuyu ağzına sürükleniyordu; galerilerin yüksekliği bir metreyi geçmediği için
bu işi daha çok çocuklar ve yeniyetmeler yapıyorlardı. Sepetlerdeki maden,
kölelerin çalıştırdığı vinçler yardımıyla yukarı çıkartıldıktan sonra değirmen-
taşları ve dibeklerde ufalanıyordu. Kadın ve çocuklar, gümüşü kurşundan

Arkeo Duvar / 70
ayırmak için, içinden suyun aktığı mermer havuzlarda madeni yıkıyorlardı.
Maden büyük fırınlarda eritiliyor, ince uzun külçeler halinde dökülüyor, ço-
cuk ve yaşlı köleler tarafından demet halinde bağlanan külçeler katır sırtında
Atina’ya gönderiyorlardı. Preslenerek levha haline getirilen kurşuna köle sa-
hibinin damgası vuruluyordu. Kömür ve ısınma odununu Lavrion madenine
göndermek için yol döşenmişti. Grup halinde çalışan köleler, özellikle Lavri-
on gümüş madeninde çalışanlar, berbat koşullar altında yaşarlardı.

Madencilik tarihin her aşamasında, her zaman oldukça kârlı bir faaliyet ol-
muştur ve antik Yunanistan da bu konuda bir istisna değildi. Madencilikten
elde edilen kârlar, madenler-
de çalışmanın riskleri kadar
büyüktü ve bu nedenle de Ati-
nalıların bu kadar tehlikeli bir
iş için köle çalıştırmaları şa-
şırtıcı değildir. Sadece gerçek
madencilik faaliyetinden değil,
aynı zamanda köle emeği sağ-
layabilenler, yani köle satıcıla-
rı tarafından da büyük kârlar
elde edilmişti. MÖ 5. yüzyılda
politikacı ve general Nicias’ın
madenlerde çalışması için bin
kadar köle sağladığını, yılda 10
talent, yani sermayesinin yüz-
Siyah figür tekniğinde yapılmış bir kylix
de 33’üne denk bir gelir elde
(şarap kadehi) üzerinde, çıkardığı madeni
ettiği antik kaynaklarda belir- sepete dolduran bir madenci köle (MÖ 490).
tilmektedir.

Arkeo Duvar / 71
Misafirleri karşılama töreninde, iki misafire şarap servisi yapan köleleri tasvir eden bir
mozaik, Tunus’tan (MÖ 3. yy. ortası). Tasvirlerde köleler giyim kuşamları (kısa bir tunik) ve
kısa saç kesimleriyle de diğer figürlerden ayrılırlardı.

Başka türde bir kölelik

Antik Yunan’da MÖ 7. yüzyılda köle sayısında artış meydana gelmiştir. Bu-


nun en önemli sebebi gelişen Yunan sanayisidir. Makineleşmenin olmadığı
bu sistemde kol gücüne ihtiyaç vardır ve işte bu gibi sebeplerden dolayı da
köle Eski Yunan’da göz ardı edilemeyecek bir olgu olarak ortaya çıkmıştır. Ni-
tekim yukarıda, kölelerin antik uygarlığa yaptıkları katkıların, günümüzdeki
makinaların yaşamımıza yaptıkları katkılarla karşılaştırılabileceğini belirtmiş-
tik. Ancak antik dönemde köle makinenin kendisi iken (hatırlayın sahibinin
yerine geçen bir kukla/makine-tul/dul idi), günümüzde ve gelecekte bu, ro-
botlara karşılık gelmektedir. Bu noktada robot kelimesinin TDK sözlüğünde-
ki anlamına baktığımızda; “1. isim Belirli bir işi yerine getirmek için manyetizma
ile kendisine çeşitli işler yaptırılabilen otomatik araç. 2. isim, mecaz Başkasının
buyruğu ile iş yapan, kendi akıl ve iradesini kullanmayan kimse” anlamlarına
geldiğini görmekteyiz. Aslında her iki anlam da antik dönemdeki köleleri ta-
nımlamaktadır adeta, yani douloi’u.

Arkeo Duvar / 72
Günümüzde ise emeğiyle yaşamını sürdürmek için üretim sürecinin bir parça-
sı haline gelen insan, başka türde bir köleliğin konusu olmaya başlamaktadır.
Davranışsal olarak her iki anlamıyla da bir robottan farkı olmayan günümüz
insanı, yaşamını devam ettirebilmek için vaktini, emeğini ve hatta bedenini
işverenine/sermayeye (sahip) para karşılığı rehin bırakmakta, bireysel borç-
lanmalar ile de bu kaçınılmaz hale gelmekte veya getirilmektedir. Bunun en
net örneğini, bugün ülkemizdeki neoliberal iktidar politikaları sonucu toprak-
larından kopartılan milyonlarca üreticinin, şehirlerde düşük ücretli, güvence-
siz ve tehlikeli iş koşullarında çalışmaya başlaması oluşturmaktadır. İşinden
edilen yoksul çiftçiler şehirlerde ya işsizler ordusuna katıldı ya da ucuz işgücü
haline getirildi. Kırsal alanlarda tarım arazileri maden ve taş ocaklarıyla doldu.
Tarımdan kopartılan çiftçilere dayatılan tek çalışma alanı da bu güvencesiz iş
alanları oldu. 13 Mayıs 2014’teki maden faciasıyla gündeme gelen Soma kö-
mür madenleri de topraklarından koparılmış bu çiftçilerin, neredeyse antik
dönemdeki kadar zor ve ilkel şartlarda, aç kalmamak için çalıştığı, hatta çalış-
mak zorunda bırakıldıkları güvencesiz alanlardan birisiydi. Somalı maden işçi-
leri 13 Mayıs öncesinde de 100’er lira karşılığında sendikaya üye yapılmışlar ve
sendika seçimlerinde ellerine tutuşturulan kapalı zarflarla zorla oy kullanmış-
lardı. Başka bir ifadeyle Somalılar, toplu sözleşmedeki haklarını bile bilmeyen
maden işçileri veya başka bir tabirle köleleriydi.

“Soma’da Can” 2020. Seramik, ahşap, taş. Sanatçı: Ceren Baykan.

Arkeo Duvar / 73
Makineleşmeyle birlikte, insanın ve emeğin de makineye dahil edildiği ve
hatta makineleştirildiği bir dönemde, insanın durumu, Aristoteles’in kölelik
şartlarından biri olarak yaptığı “İnsan da olsa, mülkün bir parçası olan kişi baş-
kasına aittir.” tanımı içerisinde yer alır. Bugünün insanı teknolojik veya top-
lumsal her türlü makinenin yani mülkün içinde yer almaktadır. Karşılığında
bir ücret veya maaş alması onun köle niteliğini değiştirmemekte, çünkü ya-
şam ve çalışma şartları iyiye doğru değişmediği gibi, aldığı ücret/maaş ver-
gi, borç gibi yöntemlerle dönüştürülmektedir. Unutmamak gerekir ki, Antik
Çağ’da da özellikle madenci köleler başkalarına kiralanıyor veya ücret karşı-
lığı çalışmalarına izin veriliyordu; ama aldığı ücret kölenin değil, onun sahibi-
nin oluyordu.

Yunanistan’ın Korint şehrinde bir madende Günümüz maden işçileri.


çalışan madenci köleler (MÖ 5. yy.).

Bitirirken, belki de insanlığın kölelik tarihini özetleyen İhsan Ünlüer’in ünlü


Spartaküs isimli şiirini burada anmak yerinde olacaktır. Köleden serfe, serf-
ten işçiye aslında medeniyetin, zamanla adı değişse de kölelerin omzu üze-
rinde nasıl yükseldiğini anlatır bize bu şiir:

Arkeo Duvar / 74
SPARTAKUS

Spartakus‘tu adım!
ve kara Afrika‘dan zenci köleler taşıyan
Amerikan gemilerinde forsaydım.
Çin Duvarı‘nın çamurunu,
Mısır piramitlerinin hamurunu ellerimle kardım.
ve her yıkılışında Babil kentini ben onardım.
Hanibal “Ahırlarımı iyi temizle” dedi bana.
Bendim,
Ortaçağ Derebeyleri‘nin tarlasını süren,
sığırlarını güden
ve ellerimle ördüğüm kale duvarlarının üstünde,
Barbunya Şövalyesi‘nin oklarıyla ölen,
satın alınan,
öldürülen bir köleydim ilkin;
sonra adım ‘serf’ oldu.
ve sonra canımı bağışlayan yasalar kondu.
Atını tımarladım Sezar‘ın,
ve aslan yürekli Rişar‘ın,
uğruna öldüm Kral Septim Sever‘in;

Septim Sever‘se beni hiç sevmedi hiç.

Arkeo Duvar / 75
Tanrıların ve kralların
hizmetinde:
Hititlerde metal endüstrisi
Hititler Anadolu’nun maden kaynakları açısından sahip olduğu
zengin potansiyeli ve kendilerinden önceki teknolojik birikimi olum-
lu anlamda kullanarak metal endüstrisi alanında da önemli ve geliş-
kin bir düzeye ulaşmış ve bu düzeyi ürettikleri eserlerle yansıtmışlar-
dır. Hititler açısından hem günlük hayatta hem de inanç dünyasında
karşılığını farklı şekillerde bulan metaller, devlet ekonomisi açısından
da önemli bir yere sahipti.

Doç. Dr. H. Levent Keskin


Ankara Üniversitesi, Dil ve Tarih-Coğrafya Fakültesi, Arkeoloji Bölümü,
Protohistorya ve Önasya Arkeolojisi Anabilim Dalı

… Ne zaman ki yeni bir tapınak veya yeni evler el değmemiş bir yerde inşa edi-
lirse, temeller atıldığı zaman temel taşlarının altına şunlar yerleştirilir: 1 mina
dannuuant bakırı, 4 bronz çivi/kazık ve demirden küçük bir çekiç. Ortada ağaç
direğin yerinde toprağı kazar(lar) ve içerisine bakır koyar(lar) ve sonra etrafına
çiviler/kazıklar çakılır ve sonra demir çekiçle vurulur ve orada içeriye doğru şöyle
söylenir.

Arkeo Duvar / 76
Bak! Bakır dayanıklı ve de ölümsüz olduğu gibi bu tapınak da öyle dayanıklı ol-
sun ve orada kara topraklar üzerinde ölümsüz olsun.

… Bak! Temellerin dibine, altını temele koydular ve altın gibi ölümsüz başkaca
saf, dayanıklı ve bizzat Tanrılara da ölümsüz olduğu gibi ve o (…) Tanrılara ve
insanlara iyi (olsun)! Ve bu tapınak, aynı şekilde Tanrı’ya ölümsüz (ve) iyi olsun!
(Sonsuza dek yaşasın!) … (Çeviri: S. Ö. Savaş: Çiviyazılı Belgeler Işığında Anado-
lu’da {İ.Ö. 2. Binyılda} Madencilik ve Maden Kullanımı.)

Bir yapı inşa ritüeline ait bu bö-


lümden de anlaşılacağı gibi Hitit-
ler açısından metaller, fonksiyonel
kullanımlarının yanında, çok farklı
anlamlara da sahipti. Yazılı metin-
ler ışığında Hititler metalleri evre-
nin temel yapı taşları arasında gör-
mekte ve bu yüzden onlara ayrı bir
önem atfetmekteydiler. Bu doğrul-
tuda özellikle yukarıdakine benzer
bazı ritüellerde ve majik uygulama-
larda durumun niteliğine ve öne-
mine göre farklı metallerden üre-
tilmiş sembolik tasarımlar yaygın
bir şekilde kullanılmaktaydı. Metal-
lerin sahip olduğu fiziksel özellikler
de gerek günlük yaşam gerekse ri-
tüeller kapsamında karşılığını bul-
maktaydı. Bu doğrultuda altın, ko-
rozyon direnci, parlaklığı, saflığı ve
uzun ömürlü olmasıyla hem tanrı- Alaca Höyük bronz plaka. Kanatlı güneş
lar hem de insanlar için son dere- kursu taşıyan karışık varlıklar: Darga 1992.
ce önemli bir konumdaydı. Gümüş
de bir yandan saflığı yansıtırken di-
ğer yandan arınmayla bağlantılı bir
kullanıma sahipti.

Arkeo Duvar / 77
Gümüşün özel durumu

Benzer bir şekilde kurşunun da şifa amacıyla kullanıldığı metinlerde geç-


mektedir. Hitit döneminin başlarından itibaren sağlamlığın ve dayanıklılığın
bir sembolü olarak geçen demir de özellikle tanrılar ve krallar bağlamında
uzun ömürlülüğün, ün ve meşruiyetin simgesi olarak kullanılmıştır. MÖ 2.
binyıl başlarından itibaren demirin diğer metaller arasında oldukça önemli
bir yere sahip olduğunu, altın-gümüş gibi metallerden birkaç kat daha fazla
değere sahip olmasının yanında taht, asa ve krallık sembolü gibi güç simgesi
bazı eserlerin üretiminde kullanılmasından anlıyoruz. Metinlerde meteorit
demir kavramına oldukça nadir rastlanır; buna karşın normal demirle kul-
lanım farkı açısından ya da belirli tip eserlerin üretimine yönelik olarak bi-
linçli bir tercihten söz etmemizi sağlayacak bir veri yoktur. Benzer bir durum
bakır ve bronz için de geçerlidir. Bazı özel silahların ya da gereçlerin yapımı
dışında genel bir kullanım söz konusudur. Bu durum metinleri kaleme alan
katiplerin konuyla ilgili bilgi eksikliğinden ya da kimi filologların belirttiği şe-
kilde, metinlerin ana içeriği nedeniyle bu ayrımın çok önemsenmemiş olma-
sından kaynaklanıyor olabilir. Buna karşın altın, gümüş ve bazen demir için
farklı kalitelerde ürünlerin metinlerde ayrı terimlerle ifade edildiklerini gö-
rebiliriz. Bu farklılıklar, özellikle değerli metaller açısından düşünüldüğünde,
saflık derecelerini, hammadde kaynaklarını ya da farklı metallerle yapılmış
alaşımları belirtmek amacıyla da kullanılmış olabilir. Özellikle gümüşün, eser
yapımı haricinde, para ya da değiş-tokuş birimi olarak külçe formunda kulla-
nıldığını anlıyoruz. Bu yönü açısından gümüşün, özellikle hammadde olarak
üretimi ve dağıtımı üzerinde sıkı bir merkezi devlet kontrolü olduğu da yazılı
metinlerden anlaşılmakta ve Hitit yasaları kapsamında bu duruma yönelik
bazı düzenlemeler de bulunmaktadır. Gümüşün bu istisnai durumuna kar-
şın bakır/bronz ve demir üretiminin hem merkezi kontrole bağlı olarak hem
de yaygın bir şekilde gerçekleştirildiği söylenebilir.

Arkeo Duvar / 78
Metalürjik aktivitelerin gelişimini belirleyen etkenler

MÖ 17. yüzyıl ortalarında Anadolu’daki ilk merkezi devlet yapılanmasını kuran


Hititler yaklaşık 500 yıl boyunca hüküm sürmüş ve eski dünyanın en güçlü
devletlerinden biri olarak geride önemli izler bırakmışlardır. Hitit kentlerinde
açığa çıkarılan mimari kalıntılar ve arkeolojik buluntular yanında bu döneme
ilişkin önemli bilgileri, büyük bir kısmı başkent Hattuşa’da (günümüzde Boğaz-
kale İlçesi/Çorum) açığa çıkarılan, binlerce çivi yazılı tabletten edinmekteyiz.
Diğer birçok alanda olduğu gibi metalurjik aktiviteler açısından da Hititlerin
gelişkin bir düzeye sahip oldukları söylenebilir. Bu durum çok da şaşırtıcı de-
ğildir, zira Anadolu bu kapsamda binlerce yıllık bir birikime sahip olmasının
yanında metalurjik aktivitelerin başladığı ve geliştiği en önemli bölgelerden
biri olma özelliğindedir.

Hititler dönemi metal endüstrisini


tanımlamadan önce bu geçmiş bi-
rikime ve tarihsel gelişimine değin-
mek yararlı olacaktır. Tüm dünyada
olduğu gibi insanların metallerle ilk
tanışması özellikle renkleriyle ön
plana çıkan ve dikkat çeken bazı mi-
nerallerin (malakit, azurit ve hematit
gibi) keşfedilmesi ve boya amacıyla
kullanılması şeklinde olmuştur. Pa-
leolitik dönemde başlayan bu süreç
yerleşik hayata geçişi temsil eden
Neolitik dönemde de devam etmiş
ve bu dönemde doğada bulunan
nabit bakırın keşfedilmesi ve işlen-
mesi insanlarla metaller arasındaki
ilişkiye yeni bir boyut kazandırmış- Hitit dönemine ait çeşitli tipte metal eserler:
tır. İlk başlarda bız/delici, olta kan- Bilgi 2004.
cası gibi basit aletler yanında çeşitli
formda boncukların oluşturduğu

Arkeo Duvar / 79
süs eşyaları soğuk işleme tekniğinde üretilmişken, oldukça erken bir tarihte,
piro-teknolojinin diğer bir deyişle ısıl işlemin devreye girmesiyle eserler sıcak
dövme (tavlama) tekniğinde şekillendirilmeye başlanmış ve bu sayede nispe-
ten daha dayanıklı eserler üretilebilmiştir. Metal üretiminde piro-teknolojinin
bu kadar erken bir tarihte ve çanak-çömleklerin pişirilmesinden çok daha önce
kullanılmaya başlanması teknolojik anlamda önemli bir gelişimi simgeler ve
büyük olasılıkla metal endüstrisinin ileride, diğer endüstrilere oranla, izleyece-
ği farklı gelişim çizgisinin ardında yatan temel nedenlerden biri olmalıdır.

Anadolu’daki metal atölyeleri

Ancak bu alandaki en önemli kırılma noktası ekstraktif metalurjinin başlan-


gıcı olarak değerlendirilebilir. Ergitme yoluyla maden cevherlerinden meta-
lik madenin elde edilmesi şeklinde tanımlanabilecek bu süreç birçok açıdan
önemli yenilikler getirmiş ve gelişmeleri tetiklemiştir. Her şeyden önemli-
si, ergitme işleminin başarısına bağlı olarak, nispeten homojen yapıda elde
edilen metallerle, bu dönemin getirilerinden biri olan döküm teknolojisinin
de kullanılmasıyla, çok farklı tipte eserler daha sağlam ve kolay bir şekilde
üretilmeye başlanır. Aynı şekilde farklı metaller ve alaşımlar da bu dönemle
birlikte kullanılmaya başlar. Bugünkü bilgilerimiz ışığında Anadolu’da eks-
traktif metalurjinin MÖ 5000’li yıllar civarında başladığını söyleyebiliriz; özel-
likle MÖ 4. binyıl içinde Anadolu’nun farklı bölgelerinde açığa çıkarılan metal
işleme atölyeleri ile üretime yönelik çok sayıda buluntu bu işkolunun yaygın
ve gelişmiş bir düzeyde faaliyet gösterdiğini kanıtlamaktadır.

Toplumsal düzeyde birçok yeniliğin ve dönüşümün yaşandığı Erken Tunç Çağı


metal endüstrisi açısından da insanlık tarihindeki önemli kırılma noktaların-
dan birini temsil eder. Anadolu’da yaklaşık olarak MÖ 3. binyıla karşılık gelen
bu dönemde madencilik ve metal işçiliği alanlarında önemli bir sıçrama gö-
rülür. Özellikle dönemin ortalarına doğru ulaşılan düzey; malzeme, teknik ve
form açısından günümüze yakın bir ustalık düzeyini yansıtmaktadır. Fonk-
siyonel kullanımlarının yanında değerli metaller de kullanılarak üretilmiş ve
sembolik anlama sahip silahlar ile süs eşyaları ve çeşitli formlardaki kap-ka-

Arkeo Duvar / 80
cak çoğunlukla bu dönem yönetici sınıflarının prestij ve güçlerini yansıtan
toplu buluntular olarak değerlendirilmektedir. Bu dönemde Anadolu’nun
geneline yayılmış bir şekilde çok sayıda merkezde ele geçen zengin buluntu-
lar ve üretime yönelik bulgular bölgenin bu alandaki öncü ve gelişmiş rolünü
de göz önüne sermektedir. Sahip olduğu zengin maden yatakları yanında bu
kaynakların çeşitliliği ve tüm ülke geneline yayılması, metal endüstrisi açısın-
dan, Anadolu’nun bu düzeye ulaşmasında önemli bir rol oynamıştır. Hititler
de Anadolu’ya geldiklerinde bu geçmiş ve birikim üzerine kendi katkılarını
koyarak özgün bir karakter yaratmışlardır; ancak birçok önemli bilim insa-
nının da dile getirdiği şekilde, bugün mimariden sanata farklı alanlarda Hitit
damgasını vurduğumuz birçok özelliğin altında bir önceki dönem olan ve
MÖ 2. binyılın ilk çeyreğine karşılık gelen Asur Ticaret Kolonileri Çağı’nda ge-
lişen, hatta kökleri Erken Tunç Çağına, diğer bir deyişle Hattilere kadar inen
bir gelenek söz konusudur. MÖ 3. binyılın sonlarında gelişkin ve ayırt edici
bir karakter kazanan bu gelenek, takip eden dönemlerde evrilerek Hitit üslu-
buyla birlikte en üst noktasına taşınmıştır. Metal endüstrisi ve bunu yansıtan
buluntular açısından da benzer bir durum söz konusudur.

Hitit dünyasında metal kullanımının önemi

Hititler döneminde metallerin kullanımına yönelik bilgiyi yazılı metinlerden ve


arkeolojik buluntulardan elde ederiz. Anadolu, yazıyla MÖ 2. binyılın hemen
başlarında tanışır. Kuzey Mezopotamya’daki Asur ülkesinden gelen ve bura-
da Karum adı verilen bir tür ticaret kolonilerine yerleşen tüccarlar beraberle-
rinde yazıyı da getirmiş ve Anadolu için de tarihi çağlar başlamıştır. İki bölge
arasında kurulan ticaret ilişkisine ithafen Asur Ticaret Kolonileri Çağı olarak
adlandırılan bu dönem, büyük çoğunluğu Anadolu’daki Karumların merke-
zi olan Kaneş-Karum’unda (Kültepe Höyüğü/Kayseri) açığa çıkarılan binlerce
çivi yazılı tabletle ön plana çıkmaktadır. Büyük bir kısmı ekonomik içerikli
bu tabletlerden iki bölge arasındaki ticaretin organizasyonundan alım-satımı
yapılan mallara kadar önemli bilgiler elde edilmektedir. Birçok farklı meta-
lin kullanımı ve değerlerine ilişkin bilgiler yanında Anadolu’dan ihraç (bakır
ve bir ölçüde gümüş) ve ithal (kalay) edilen metallerle ilgili de önemli bilgi-
ler metinlerde geçmektedir. Önceki dönemin aksine Hitit belgelerinde metal

Arkeo Duvar / 81
endüstrisine yönelik kapsamlı bilgiler mevcut değildir. Bunun temel nedeni
Hitit metinlerinin karakterinde yatmaktadır. Ele geçen tabletlerin büyük ço-
ğunluğu idari/siyasi metinler ile dini karakterde olan metinlerden oluşmak-
tadır. Buna karşın bu tür metinlerden ve özellikle saray/tapınak envanter
listelerinden metal kullanımına ve Hitit dünyasında metallerin yerine yönelik
önemli çıkarımlar yapılabilmektedir.

Hitit metinlerinde farklı tipte eserlerin üretiminin yapıldığı metaller arasında


altın, gümüş, demir, bakır, kalay ve bronz geçer. “Siyah Demir” olarak ad-
landırılan ve metinlerde kaynağı “Gökyüzü” olarak belirtilen metal birçok
araştırmacı tarafından “Meteorit Demir” olarak yorumlanır. “Siyah Demir” ve
kurşun kelime olarak ilk kez MÖ 15. yüzyılda Orta Hitit Dönemi’ne tarihle-
nen metinlerde geçmeye başlar, ancak arkeolojik buluntular her ikisinin de
Erken Tunç Çağı’ndan itibaren Anadolu’da bilindiğini ve kullanıldığını ortaya
koymaktadır.

Hattuşili’nin ganimeti

Hitit metinleri ışığında gerek hammadde gerekse son ürün olarak metallerin
dönemin ekonomisi içinde önemli bir yere sahip olduğunu anlıyoruz. Vergi
olarak toplanan malların dağılımında metaller ön sıralarda olmasa da özel-
likle savaş ganimetlerini listeleyen metinlerde sıkça bahsi geçer. Hitit devle-
tinin ilk kralı olan I. Hattuşili’nin Güneydoğuya yaptığı sefer sonrasında elde
edilen ganimet şu şekilde sıralanır:

“İki yük arabası altın, gümüşten iki mayaltum-arabası, altından bir masa, Hah-
hu’nun tanrıları, gümüşten güçlü bir boğa, ön kısmı gümüşten bir gemi. (Bunları)
Büyük Kral Tabarna Hahhu kentinden aldı ve Güneş Tanrıçasına yukarı getirdi.”
(Çeviri: M. Alparslan: Hititler, Bir Anadolu İmparatorluğu)

Özellikle tapınak / saray envanter listelerinde sıralanan malzemeler arasın-


da metallerin ilk sırada bulunduğu görülür. Bu durum devlet içindeki metal
üretiminin yaygınlığına dair dolaylı bir kanıt olarak da değerlendirilebilir. Söz

Arkeo Duvar / 82
konusu listelerde ilk sırayı altından üretilmiş eserler alır. Bu dağılım hem
tanrı/tanrıça heykellerinin ve sunulan adakların hem de kralî zenginliğin bir
göstergesi olarak yorumlanmalıdır. İmparatorluk dönemine ait envanter lis-
telerinde demir malzemelerin hem adak eşyaları arasında hem de resmi de-
polarda bulunan malzemeler arasında sayılması dikkat çekicidir. Bu durum,
çok yaygın olmasa da demirin imparatorluk döneminde tüm ülke sınırları
içerisinde erişilen ve üretilen bir malzeme olduğunu gösterir. Buna paralel
bir şekilde erken dönem metinlerinde demirden üretilmiş eserler kralî özel-
likte az sayıda örnekle sınırlıyken Orta Hitit dönemi metinlerinde zikredilen
eserler çeşitlenmeye başlar ve İmparatorluk Dönemi metinlerinde önemli
ölçüde zenginleştiği görülür. Ağırlıklı olarak yine kült ve ritüellerle bağlantılı
ya da kralî simgeler olarak kullanılan eserler söz konusu olmakla birlikte geç
dönem metinlerinde bazı silahların da demirden üretildiği belirtilmektedir.
Bu doğrultuda özellikle imparatorluk dönemi ile demir metalurjisinin yaygın-
laştığı ve silah üretiminde önemli bir yer edinmeye başladığı da söylenebilir.

Metinlerden neler öğreniyoruz?

Hitit metinlerinde metal endüstrisinin işleyişine yönelik, bu işkolunun na-


sıl organize olduğu ve yürütüldüğü hakkında detaylı bilgi bulunmamaktadır.
Bunun nedeni, metinlerin ana içeriğinden kaynaklanmakta. Yine de özellikle
envanter listeleri ve bazı kült metinleri doğrultusunda bu konuya yönelik çı-
karımlar yapılabilir. Metinlerde üretim alanında çalışan ustalara yönelik bir
ayrım her zaman için söz konusu değildir. Bu bağlamda en sık karşılaşılan
terim LÚ.ME.E.DÉ.A olarak geçen ve genel anlamda metal ustası ya da metal
işçisi olarak tanımlanan bir meslek grubudur. Bu kapsamda daha çok bronz
üretimiyle uğraşan ustalar kastedilmiş olmalıdır. Genel kullanıma sahip di-
ğer iki terim LÚSIMUG/.A/ ya da LÚTIBIRA olarak geçmektedir. Diğer yandan
özellikle Orta Hitit döneminden itibaren bakır üzerinde uzmanlaşmış ustalar
LÚ URU-DU.DÍM.DÍM Sumerogramı ile tanımlanmaktadır. Bazı metinlerde
altın ve gümüş üstüne uzmanlaşmış, diğer bir deyişle kuyumculuk zanaatını
icra eden ustalardan bahsedilmekte, kimi zaman bu ustalar isimleriyle de
belirtilmektedir. Bu durumu özelikle bayram metinlerinde ve mabet perso-
nelinin sayıldığı listelerde görebiliriz. Metal ustalarının zaman zaman kale ve

Arkeo Duvar / 83
sur yapımı gibi inşaat işlerinde de görevlendirildiklerini anlıyoruz. Bu durum
büyük olasılıkla metal aletlerin kullanımında uzmanlaşmış ustaları yansıtıyor
olmalıdır. LÚSIMUG olarak tanımlanan metal ustalarının köleler arasında da
yer aldığını ve diğer birçok iş kolunda olduğu gibi satın alınıp çalıştırıldığını
da metinlerden öğreniyoruz.

Yazılı metinler ışığında metallerin fonksiyonel anlamda çeşitli tipte eserlerin


üretiminin yanında farklı bağlamlarda da kullanıldığı, hatta bu yönlerinin, en
azından metinler kapsamında, ön plana çıktığı söylenebilir. Kült metinlerin-
de, özellikle yapı ritüellerinde bakırın sembolik ve majik özelliğine vurgu ya-
pılarak yeni inşa edilen tapınakların ve kamusal yapıların temellerine bakır-
dan üretilmiş çeşitli eserlerin adak olarak bırakıldığı söylenmektedir. Benzer
bir durum altın ve gümüş gibi metaller ve bazı taş cinsleri için de geçerlidir.

Saray ve tapınak envanter listelerinden hangi metalin hangi tip eserlerin üre-
timinde kullanıldığına yönelik bilgiler de elde edilmektedir. Metinlerin içeriği
nedeniyle ilk sırayı dini ve/veya sembolik anlamdaki eserler almaktadır. Bu
doğrultuda tanrı/tanrıça heykel(cik)leri ile bunlarla bağlantılı sembollerin ve

Bronz tanrı heykelcikleri, Doğantepe-


Amasya Müzesi (sol), Boğazköy-Berlin Doğu
Eserleri Müzesi (orta), Lazkiye- Louvre
Müzesi (sağ): Darga 1992.
Tahtta oturan altın tanrıça, buluntu yeri
belli değil, N. Schimmel Koleksiyonu,
Metropolitan Museum of Art: Darga 1992.
Arkeo Duvar / 84
kült eşyalarının çoğunlukla altından üretildiği ya da altınla kaplandığı belir-
tilmektedir. Aynı kapsamda gümüş ya da gümüş kaplamalı eserler de söz
konusudur. Tüm Hitit tarihi boyunca özellikle kralî sembollerin ve belirli kült
eşyalarının demirden üretildiği de görülür. Kült törenlerinde önemli bir yere
sahip olan ve riton olarak da tanımlanan zoomorfik / hayvan biçimli kapla-
rın (Hititçe BIBRU) başta değerli metaller olmak üzere bakır/bronz ya da de-
mirden de üretildiklerinden bahsedilir. Yazılı metinlerde değerli metallerden

Gümüş geyik ritonu, buluntu yeri Gümüş boğa ritonu, buluntu yeri belli değil,
belli değil, N. Schimmel Koleksiyonu, N. Schimmel Koleksiyonu, Metropolitan
Metropolitan Museum of Art: Bilgi 2004. Museum of Art: Bilgi 2004.

üretilmiş ikinci önemli grubu süs eşyaları oluşturur. Bu kapsamda özellik-


le altından yapılmış diademler (alın bantları), saç süslemeleri, küpeler, ger-
danlıklar, kolye taneleri, süs iğneleri ile bilezikler ve halhallar gibi takılardan
envanter listelerinde ya da çeşitli törenler kapsamında özellikle kralî çiftin
giyim-kuşam tasvirlerinde bahsedilir.

Metinlerde geçen metal eserler arasında bir diğer grup silahlardır. Hititlerin
yayılmacı politikasının en önemli unsuru olan ordunun temel donanımı ola-
rak sayabileceğimiz çeşitli tipte silahlar yanında metinlerde daha çok çeşitli
ritüeller ve törenler kapsamında sembolik anlamlara sahip olarak kullanılan
altından ya da demirden üretilmiş olanlarından bahsedilir. Bu türdeki silah-
lar kimi zaman tanrıların birer sembolü olarak kullanılırken, kimi zaman adak
eşyaları olarak bahsedilmekte, bazen de kralın, kralî muhafızların ya da üst

Arkeo Duvar / 85
düzey görevlilerin törenler bağlamında taşıdığı unsurlar olarak geçmektedir.
Adak olarak tapınaklara ya da kutsal mekânlara bırakılan silahların da ço-
ğunlukla altın ya da demirden bazı durumlarda bakır/bronzdan üretildiğini
anlıyoruz. Bu kapsamdaki silah formları arasında başta çeşitli formlarda bal-
talar olmak üzere, kılıç ve mızrak ucu gibi tipler başı çeker. Başkent Hattuşa
sınırları içerisindeki bir yol çalışması sırasında bulunan, üzerinde Akadca çivi
yazılı bir kitabe bulunan kılıç bu kapsamdaki ünik buluntulardan birini temsil
eder. Hitit kralı II. Tudhalya’nın batıdaki Assuwa ülkesine yaptığı ve zaferle
sonuçlanan sefer sonrasında Fırtına Tanrısı’na adadığı bir grup kılıçtan biri
olduğu üzerindeki yazıttan anlaşılmaktadır:

“Büyük kral Duthaliya Assuwa ülkesini yerle bir ettiği zaman bu kılıçları efendisi
Fırtına Tanrısına adak olarak sundu.” (Çeviri: A. Ünal ve diğ., Müze-Museum, 4)

Bronz Akadca yazıtlı kılıç, Boğazköy,


Bronz tören baltası, Şarkışla,
Çorum Müzesi: Bilgi 2004.
Berlin Devlet Müzesi: Bilgi 2004.

Arkeo Duvar / 86
Önemli bir dini merkez olarak bir dönem kralî rezidans olarak da kullanılmış
Şapinuva kentinde de benzer kapsamda bir buluntu grubu dikkat çekicidir.
Burada dini karakterli olarak tanımlanan ve girişinde olasılıkla Fırtına Tanrı-
sı’nı tasvir eden kabartmalı ortostatın yer aldığı D binasında bir odanın kö-
şesinde üzerlerinde çivi yazısıyla “Büyük Kral” ifadesi yazılı bir grup kolcuklu
balta ile mızrak uçları ele geçmiştir. Aynı alanda ele geçen bronz bir miğ-
fer ile zırh pulları ve kralî
mühürler panteonun ba-
şındaki Fırtına Tanrısı Te-
şup’a kral tarafından adak
olarak sunulmuş olmalıdır
ve ünik bir buluntu gru-
bunu yansıtır. Burada ele
geçen ve taştan üretilmiş
ışınlı bir tören baltasının
çok yakın bir tasviri Hat-
tuşa’da Kral Kapısı olarak
Şapinuva Kenti D yapısında ele geçen silahlar,
adlandırılan kapı girişin-
Çorum Müzesi: Süel 2015.
deki tanrı kabartmasında
karşımıza çıkar.

Bunlar haricinde çoğu silahın, demir kullanımı yaygınlaşana kadar, bronz-


dan üretildiği, alaşımsız bakırın genellikle tek kullanımlık olarak düşünülen
ok uçlarında ekonomik nedenle tercih edildiği söylenebilir. Günlük işlerde
kullanılan çoğu aletin de bakır/bronzdan üretildiğini söyleyebiliriz. Bu kate-
goride özellikle tarımsal alanda kullanılan orak ve benzeri kesici aletler, olta
kancaları ile taş ve ahşap işçiliğinde kullanılan keski, murç gibi aletler sayıla-
bilir. Bunun yanında birçok eser grubunda fonksiyonel ve estetik açıdan etki-
si olacak bilinçli alaşım stratejilerinin Hititli metal işçileri tarafından ustalıkla
kullanıldığı eserler üzerinde yürütülen analizlerden anlaşılmaktadır.

Arkeo Duvar / 87
Arkeolojinin gösterdikleri

Dönemin metal endüstrisine yönelik kapsamlı bilgiler yazılı metinler dışın-


da arkeolojik buluntulardan elde edilmektedir. Metal eserleri tek başına ele
aldığımızda, tüm arkeolojik malzemeler içinde, sayısal anlamda en küçük
gruplardan birini oluşturduğunu söyleyebiliriz. Bunun ardında yatan neden
son derece basittir; metalden üretilmiş herhangi bir nesne işlevini yitirse bile
hammaddesi açısından değerli olmaya devam eder. Bu nedenle diğer malze-
meler gibi kırıldığında ya da işlevini yitirdiğinde bir kenara atılmaz, yeniden
eritilmek üzere biriktirilir ve tekrar kullanıma sokulur. Bu nedenle yerleşim
alanlarında yürütülen arkeolojik kazılarda çok az sayıda metal eser ele geçer
ve bunların büyük bir kısmı tam bir formu yansıtmayan parçalardan oluşur.

İstisna olarak ele geçen eserler bir köşede unutulmuş, zamanında gözden
kaybolmuş ya da ani gelişen bir durumda geride bırakılmış eserler şeklinde-
dir. Buna karşın tahrip edilmemiş mezarlarda ve belirli bir amaç için biriktiril-
miş toplu buluntu grupları halinde ele geçen metal eserler önemli birer veri
kaynağı olabilmektedir. Farklı bölgelerde tüm dönemler boyunca görülen bu
durumun Hitit dönemi açısından da geçerli olduğu söylenebilir. Ancak bu
dönem için iki dezavantaj söz konusudur. Birincisi, nicelik ve nitelik açısın-
dan zengin mezar hediyeleri barındıracak potansiyele sahip ve Hitit kraliyet
mensuplarına ya da üst düzey görevlilere ait mezarların henüz bulunama-
mış olmasıdır. Hitit dönemine ait ve kazısı yapılmış az sayıdaki mezarlık sı-
radan halka ait olup mezar hediyeleri açısından, özellikle metal eserler kap-
samında, oldukça sınırlıdır. İkinci husus Hititler dönemine ait toplu buluntu
gruplarının büyük çoğunluğunun kaçak kazılar sonucu ele geçmiş eserlerden
oluşmasıdır. Bazıları ülkemizdeki müzelerde korunan, bazıları da dünyanın
farklı ülkelerindeki müze ve koleksiyonlara dağılmış bu eserler tipolojik ve
ikonografik özellikleri doğrultusunda kesin bir şekilde Hitit döneminin farklı
evrelerine tarihlenebilmektedir. Tekil açıdan ele alındığında her biri üretim
teknikleri ve üslup açısından dönemlerinin birer başyapıtı sayılabilecek bu
eserler maalesef buluntu durumlarıyla ilgili herhangi bir bilgi olmadığı için
bağlamlarından kopuk birer obje olarak sınırlı ölçüde bilgi sunmaktadır. Yine
de kimi eserlerde bulunan tasvirler ve yazıtlar aracılığıyla ve genel form itiba-

Arkeo Duvar / 88
rıyla bu eserlerden de be-
lirli bilgiler edinildiği söy-
lenebilir. Özellikle yazılı
metinlerde bahsi geçen
ve çeşitli ritüeller kapsa-
mında kullanıldığı belirti-
len bazı kap formlarının
ve yine benzer kapsamda-
ki tanrı/tanrıça heykel(cik)
lerinin karşılıklarını bu tip
eserlerde görebilmekte-
yiz. Öyküsel anlatıma sa-
Yumruk biçimli riton ve üzerindeki müzikli sahne,
hip tasvir bantlarında da
buluntu yeri belli değil, Boston Güzel Sanatlar Müzesi:
genellikle metinlerde söz Dinçol 2019.
edilen bayram kutlamaları
ve ritüellerle ilgili sahneler
canlandırılmıştır. Bu da hem yazılı belgelerin canlandırılması hem de kazılar-
da ele geçen diğer buluntuların yorumlanması anlamında katkı sağlar.

Metal objelerin halk üzerindeki etkisi

Metal eserler yanında üretime yönelik bulgular da bu işkolunun niteliği ve


organizasyonu hakkında önemli veriler sağlar. Yazılı metinler bu konuda çok
az bilgi vermektedir, ancak bu endüstri kapsamında cevherlerin ergitildiği,
külçe formundaki metallerin eritilerek çeşitli tipte kalıplarda döküm tekni-
ği vasıtasıyla eserlerin üretildiğini anlıyoruz. Birçok Hitit merkezinde buna
yönelik atölyeler ya da üretim aktivitelerini işaret eden buluntular açığa çı-
karılmıştır. Bu kategorideki buluntular arasında maden cevherleri, külçeler,
potalar, körükler, üfleçler, kalıplar, çeşitli formlarda çekiç, keski ve murç gibi
aletler ile yarı mamul ürünler ve üretim artıkları sayılabilir. Atölyelerin ve
üretime yönelik buluntuların ele geçtiği alanların/mekânların yerleşimler
içindeki konumlarına bakıldığında bunların daha çok merkezi idarenin kont-
rolünde ve denetiminde yürütülen aktiviteler kapsamında olduğu söylenebi-
lir; ancak mutlaka sıradan halkın kullanımına yönelik, özellikle günlük işlerde

Arkeo Duvar / 89
kullanılacak alet ve gereçleri üreten ticari atölyeler de mevcut olmalıydı. Ka-
zılarda genellikle anıtsal ve kamusal özellikte alanlar üzerinde yoğunlaşıldığı
için bu tip atölyelere ve çalışmasına dair bilgi mevcut değildir.

Hititler Anadolu’nun maden kaynakları açısından sahip olduğu zengin po-


tansiyeli ve kendilerinden önceki teknolojik birikimi olumlu anlamda kulla-
narak metal endüstrisi alanında da önemli ve gelişkin bir düzeye ulaşmış ve
bu düzeyi ürettikleri eserlerle yansıtmışlardır. Hititler açısından hem günlük
hayatta hem de inanç dünyasında karşılığını farklı şekillerde bulan metaller,
devlet ekonomisi açısından da önemli bir yere sahipti. Gerek yazılı metinler-
den gerekse arkeolojik buluntulardan elde edilen veriler bu durumu net bir
şekilde ortaya koyar. Ancak şunu belirtmek gerekir ki, söz konusu verilerin
tamamı merkezi otoritenin perspektifinden bir bakışı yansıtır. Gerek metin-
lerde bahsedilen zenginlik ve çeşitlilik gerekse arkeolojik buluntularda ken-
dini gösteren ihtişam tamamen saray ve tapınağın, diğer bir deyişle yönetici
erkin kontrolündeki gücün bir yansıması olarak karşımıza çıkar. Buna kar-
şın sıradan halkın yaşamında metallerin nasıl bir rol oynadığı veya ne kadar
önemli olduğuna dair elimizde yeterli veri bulunmamaktadır.

Bunun en temel sebeplerinden birisi arkeolojik araştırmalarda kamusal alan


ve yapılara öncelik verilmesi, sıradan halkın yaşamının, büyük olasılıkla bu-
luntuların az gösterişli olacağı düşüncesinden dolayı, gereken ilgiyi görme-
mesidir. Oysa Erken Tunç Çağı’nın başlamasıyla birlikte metal endüstrisinin
bu anlamda önemli bir etkisinin olduğu söylenebilir. Özellikle tarımsal üre-
timde kullanılan aletler yanında taş ve ahşap işçiliği başta olmak üzere bir-
çok iş kolunda metal aletlerin kullanımının işgücü ve harcanan birim zaman
açısından önemli avantajları olduğu söylenebilir. Bu doğrultuda metal en-
düstrisinin halk toplulukları üzerinde önemli ve toplumsal düzeyde karşılığı-
nı bulan bir etkisinin olduğunu söylemek çok da yanlış olmaz. Sahip olduğu
kültürel çeşitlilik ve zengin buluntu envanteri değerlendirildiğinde Anadolu,
metalurjik aktiviteler açısından, sadece Hitit dönemi için değil tüm devirler
için adeta bir açık hava laboratuvarı konumundadır. Henüz yeterli seviyede
olmamakla birlikte ülkemizde sayısı her gün artan kazı ve araştırmalar kap-
samında bu yöndeki çalışmaların artması, Hititler devri özelinde madencilik
ve metal işçiliği aktivitelerinin hem bir işkolu olarak organizasyonu ve gelişi-
minin hem de toplumsal düzeydeki katkısı ve karşılığının bütüncül bir pers-
pektiften ele alınmasını ve tüm boyutlarıyla incelenmesini sağlayacaktır.

Arkeo Duvar / 90
19 ve 20. yüzyıllarda
Osmanlı İmparatorluğu
madenciliğinden bir kesit:
Kalhane
1834 yılına ait bir Hatt-ı Hümâyun, Ergani Madeni’nin senelik
üretiminin Tokat kalhanesine gönderilip saflaştırıldıktan sonra
içinden tophane, tersane ve diğer mahaller için üç yüz bin okka
bakır ayırılıp kalanının satılmasını buyurmuştur. Özellikle Avru-
pa’da merkantilizmin uygulandığı dönemlerde, Osmanlı Devleti
de gümrüklerde cevher ya da mamul durumdaki madenlerin ülke
dışına çıkarılmasını yasaklamıştır.

Selma Kaya
Arkeolog, Madencilik Tarihi Uzmanı

Ülkelerin yer altı kaynakları kaderleri gibidir. Ekonomisinden, sınırlarının gü-


venliğinden, insanların sağlıklı veya sağlıksız, mutlu ya da mutsuz olmasına
kadar etkileyen bir kader…
Madenler, Paleolitik dönemden itibaren parlak renkleriyle dikkat çekmiş, in-
sanlar tarafından fark edilmiş, bazen boya malzemesi, bazen de süs eşyası
olarak kullanılmıştır. Deneme yanılma yöntemiyle tarihsel gelişim içerisin-
de bakır ve diğer madenlerle tanışmıştır insan. Örneğin cevherin ergitilme-
si, elde edilen külçelerin döküm yoluyla işlenmesi çeşitli alaşımlar yapılarak
Arkeo Duvar / 91
üretimde kullanılmış olmaları binlerce yıl öncesine uzanır.
19 ve 20. yüzyıla geldiğimizde ise madenlerin işlenip kullanılır hâle getiril-
mesinde “kalhane”lerin rolü büyüktür. Kalhaneler, metallerin ergitilerek cü-
ruflarından ayrıldığı ve saflaştırıldığı tesislerdir. Gerek kendi bünyesinde ça-
lıştırdığı memurlar ve işçiler gerekse saf bakır sağlayarak işlemesine imkân
verdiği bakırcı esnafı için kalhaneler, sosyal yaşamda vazgeçilmez bir yere
sahiptir.
Günümüzde dökümhane olarak bilinen kalhaneler, özellikle sanayide kulla-
nılacak maden cevherlerinin ergitilerek saf metal elde etme işleminin yürü-
tüldüğü alanlardır.

Kalhaneler neden önemliydi?

Kalhanelerde üretilen ürünler nihai ürün olmamakla birlikte aslında cevhe-


rin sanayide kullanımına öncülük eder. Bu tesislerde madenler birden fazla
kez eritilerek işlem görebilmektedir. Kalhanelerde altın, gümüş ve bakır cev-
herlerinin saflaştırılma işlemleri de yapılır. Saflaştırılmış cevherlerin sanayi-
de kullanımının artmasıyla kalhanelerin önemi artmış ve bu cevherlere olan
talep, üretilen tüm ürünlerin İstanbul’a gönderilmesini sağlamıştır. Öyle ki
yerelde yaşayan bakırcı esnafı ürün bulmakta güçlük çekmiş ve zor durumda
kalmıştır.
Kalhaneler hem devletin hem de esnafın metal kullanarak üretim yaptığı
tüm sanayi kolları için önemliydi. Osmanlı Devleti’nin kalhanelere en çok ih-
tiyaç duyduğu alanları askeri ve mali olmak üzere iki ana başlığa ayırmak
mümkün. Kalhaneler, devletin askeri ihtiyaçlarından doğan güherçile (tarım-
da gübre, hekimlikte ilaç olarak kullanılan, barut gibi patlayıcı maddeler ya-
pımına yarayan bileşik madde) imalatını karşılamakla yükümlü baruthaneler
ve sikke basımından sorumlu darphaneler için önemli birer kaynak olmuştu.
Bu yüzden kalhaneler çoğunlukla İstanbul’daki baruthane ve darphaneler
çevresinde bulunurdu. Ancak, Anadolu’da da birçok kalhane örneği vardır.
Örneğin, Amasya’da altın ve gümüş saflaştıran Kuyumciyan Kalhanesi, Kon-
ya Baruthanesi için güherçile imalatı yapan Konya Kalhanesi, Gelibolu Barut-
hanesi’ne ait Gelibolu Bakır Kalhanesi. Ayrıca Trabzon, Giresun, Diyarbakır
ve Tokat’ta da kalhanelere rastlamak mümkündü.
Arkeo Duvar / 92
Kalhanelerin saflaştırdıkları madenler açısından sınıflandırıldıklarını söyle-
yebiliriz. Bu sınıflandırma güherçile saflaştıran kalhaneler ile altın, gümüş
ve bakır saflaştıran kalhaneler olarak yapılabilir. Başbakanlık Osmanlı Arşi-
vi’ne ait belgeleri incelediğimizde kalhaneler tarafından yapılan saflaştırma
işlemlerinin genellikle güherçile ve bakır üzerine yoğunlaştığı görülür. Bakır
cevheri, tersanelerde gemi yapımından, darphanelerde sikke basımına, gün-
lük yaşamda kullanılan aletlerden tophanenin top dökümüne kadar birçok
alanda kullanılıyordu.
Kalhanelerin önemi hem askeri hem de iktisadi konularda kendini gösterir.
Örneğin, tophanelerde imal edilen silah ve mühimmat için gerekli olan bakır,
kalhanelerde saflaştırılır.
1834 yılına ait bir Hatt-ı Hümâyun, Ergani Madeni’nin senelik üretiminin To-
kat kalhanesine gönderilip saflaştırıldıktan sonra içinden tophane, tersane
ve diğer mahaller için üç yüz bin okka bakır ayırılıp kalanının satılmasını bu-
yurmuştur. Özellikle Avrupa’da merkantilizmin uygulandığı dönemlerde, Os-
manlı Devleti de gümrüklerde cevher ya da mamul durumdaki madenlerin
ülke dışına çıkarılmasını yasaklamıştır. Osmanlı Devleti özellikle 18. yüzyılda
madenlerine daha fazla önem vermeye başlamış gerek yönetimsel olarak
gerek hukuki açıdan değişimlerle madenlerinden en üst düzeyde verim al-
maya çalışmıştır.
Kalhanelerin ıslahı ve veriminin
artırılmasına yönelik çalışma-
lar, Avrupa’da makineleşmenin
getirdiği verim artışına ayak
uyduramamış ve üretimde-
ki yüksek maliyetler nedeniyle
rekabet gücünü kaybetmiştir.
18. yüzyıl öncesinde iki asır bo-
yunca Avrupa madenciliğiyle
rekabet edebilecek düzeyde
olan Osmanlı madenciliği, Av-
rupa’da hızla gelişen teknoloji-
ye ayak uyduramaması sonu-
cu madenlerinden kâr edemez
hale geldiğinden yabancı mü- Trabzon salnamelerinde bulunan maden
hendislerden daha fazla fayda- galerileri haritası ve açıklaması.

Arkeo Duvar / 93
lanmaya başlamıştır. Maden-i Hümâyun başmühendisliğine kadar yüksele-
bilen bu mühendisler uzun yıllar Osmanlı Devleti için çalışmıştır.

Bu mühendislerden bir tanesi Keban ve Ergani madenlerinde ıslahat çalış-


maları yapmış olan ve Tokat kalhanesinde de ‘ıslahat yapmakla’ görevlendi-
rilen Fransız mühendis Mösyö Şösot’tur. Mühendisin aldığı maaş ise ‘aylık
9000 guruş’ olarak kayıtlarda yer alır. 1840 yılında Viyana’dan gelen bir diğer
mühendis ise Tokat kalhanesinin mevcut durumunu teftiş etmek ve eksikleri
raporlamak için görevlendirilmiştir.

Yabancılara madencilik imtiyazı verilişi

19. yüzyılın sonuna gelindiğinde Sultan İkinci Abdülhamid, madencilik çalış-


malarında etkili olmak için Orman, Maadin ve Ziraat Nezaretini kurmuştur.
Bu nezaretin çalışmalarından birisi de yabancılara yeni madenler arayıp bul-
mak ve işletmek için imtiyazlar verilmesidir. Bu imtiyazın süresi 99 yıla kadar
çıkarılmış ve vergi yerine çıkarılan madenin yüzde 25’i devlete bırakılmıştır.
19 ve 20. yüzyılda Giresun madenlerinin büyük kısmı yabancı uyruklu kişi-
lere ya da Osmanlı Devleti’nin Hıristiyan ve Yahudi vatandaşlarına imtiyaz
olarak verilmiştir.
Trabzon Vilayeti Salnameleri, Giresun ve çevresindeki maden ocakları ile ilgili
bilgiler verirken yabancılara verilen imtiyazlar hakkında bazı detayları -ihale
tarihi, bu imtiyazın yıllık vergisi, imtiyaz verilen kişinin kimliği- gösterir. Örne-
ğin Giresun’un Piraziz ilçesinin Nefs-i Piraziz köyündeki manganez madeni;
11 Ocak 1880 yılında Corci Pracivani’ye, yine Giresun’un Tirebolu ilçesindeki
bakır ve simli kurşun, Sebuh David ve Thomas’a 11 Mayıs 1888’de imtiyaz
olarak verilmiştir.
Sonuç olarak Giresun, maden rezervi açısından tarih boyunca önemli bir
kent olmuştur. Ancak Osmanlı İmparatorluğu’nun sanayi ile birlikte maden
işleme konusunda da dışa bağımlı olması sebebiyle bu zengin rezervler, im-
paratorluk ekonomisine istenen düzeyde katkı sağlayamamıştır.

Arkeo Duvar / 94
Maden işletmeciliğinde çevresel hassasiyetin
tarihi yüzü

Giresun, madencilik açısından


tarih boyunca önemli bir kent
olmuştur. Öyle ki Orta Çağ’dan
itibaren maden ihracıyla dikkat
çekmiştir. Eski çağlarda kıyı-
larda oturanlar geçimini balık-
çılıkla sağlarken iç kesimlerde
oturanlar ise genelde madenci-
likle hayatlarını kazanmışlardır.
Trabzon Vilayeti Salnamelerin-
de de Giresun madenlerinin
önemi vurgulanarak işletilmesi
durumunda büyük bir kazanç
sağlanacağı belirtilmektedir.

“Şebinkarahisar Sancağına
bağlı Lice mevkiindeki simli
kurşun madeni sahiplerinden Giresun’da bulunan ve boyu sekiz metreyi aşan
kalhane bacası
Abraham Todor, madenden
çıkaracağı cevherin işlenmesi
için Giresun dahilinde Uzundere köyündeki bir araziyi uygun görmüş ve ara-
zi sahibi olan Osmanlı vatandaşı Toroğlu Vasil’e müracaat etmiştir. Vasil’in
isteği üzerine Maden İdaresi tarafından tanzim olunan ruhsatnâme, Maden
Nizamnâmesinin kâlhâne ve fabrikalara ait kısmına uygun görüldüğünden,
Surâ-yı Devlet’te kabul edilmiştir. Bu ruhsatnameye göre, ferman harcı ola-
rak bir kereye mahsus 30 adet 100’lük altınla, kalhanenin yapılacağı arazi için
senelik 40 kuruş kira vermesi kararlaştırılmıştır.”

Kalhane ruhsatnamesinin çevresel hassasiyetleri vurgulayan üç maddesi şu


şekildedir:

Arkeo Duvar / 95
Hava kirliliği: Kalhaneye ait binalar taş, tuğla, kireç ve kum ile kâgir olarak
yapılacaktır. Şu anda ve ileride inşa edilecek olan binalardan çıkan gaz ve
diğer maddelerin çevreye zarar vermemesi için ocak ve bacalar 8,5 m. yük-
sekliğinde olacaktır.

Sürdürülebilir su kullanımı: Kalhanenin imalâtına ait olup su ile işleyecek


olan makineler kimseye zarar vermeyecek ve değirmenlerin çalışmasına
engel olmayacaktır. Cevheri yıkamak için suya ihtiyaç duyulduğunda bu su-
yun başka sular ile karışmaması için su yolu yapılacaktır.

Yerel toplumun desteklenmesi: Kalhanenin ihtiyacı olan odun ve kömür,


Uzundere, Tamdere ve Karınca köyleri sınırı içinde bulunan Şabanözü or-
manından getirilecek ve orman nizamnâmesine uygun hareket edilecektir.

Arkeo Duvar / 96
Tarih boyunca madencilik faaliyetlerinin çevresel etkileri uluslararası bir-
çok platformda konu edinilmiştir. Bunun en güncel örneklerinden biri de
2012’de düzenlenen Birleşmiş Milletler Sürdürülebilir Kalkınma Konferansı
(Rio+20 Zirvesi) kapsamında kabul edilen temiz madencilik çağrısıdır. Bu
çağrı, madencilikte ekonomik ve sosyal fayda yaratılırken biyolojik çeşitlili-
ği ve ekosistemi koruyan, üçlü ve etkin yasal düzenlemelerin, politikaların
ve uygulamaların önemini vurgular. Ayrıca devletlere ve iş dünyasına bu
alanda sorumluluk yükler. Bu bağlamda 19. yüzyılın sonları Osmanlı ma-
denciliğinde, çevresel etmenlerin devlet düzeyinde tartışılıyor ve düzenle-
niyor olması oldukça dikkat çekicidir.

Tarih her daim toplumların bugününe ışık tutar, onları bilgilendirir ve yol
gösterir. Bugün, madencilik faaliyetlerinin yapılmak istendiği yerlerde çev-
recilerin ve yöre halkının haklı tepkilerini ortaya koymaları belki de bu ta-
rihsel kapsamda okunabilir. Madencilik gibi çevresel etkileri belirgin eko-
nomik faaliyetlerin sürdürülebilir olabilmesi için tarihten payımıza düşeni
alıp, gerekli dersleri çıkarırsak belki birşeyleri değiştirebiliriz. Kimbilir?

Arkeo Duvar / 97
Nif Dağı Karamattepe’nin
antik madencileri
Cevherin madenden çıkışından ürün haline gelişine kadar olan
sürecin mimarları demirci zanaatkârlar Persler tarafından,
“teknolojinin temini” anlamını taşıdığı için önemsenmiştir.
Perslerin demirci zanaatkârlara verdiği değerin günümüz
madenci ve zanaatkârlarına verilmediği de ne yazık ki açıktır.

Prof. Dr. Daniş Baykan


Trakya Üniversitesi, Edebiyat Fakültesi, Arkeoloji Bölümü

Nif Dağı, batısındaki İzmir, kuzeyindeki Spil Dağı ve doğusundaki Bozdağ-


lar arasında yer alır. Nif Dağı Karamattepe’de ele geçen metal buluntu ve
arkeometalürji verileri, burada kapsamlı bir metal üretimini kanıtladı. Ka-
ramattepe’nin antik madencilerin bronz dökümü, gümüş ayrıştırma, demir
izabesi ve demir dövme işlemleri yaptıkları kesinlik kazandı.

Bir Antik Çağ madencisinin metali cevherden nesneye dönüştürme aşa-


malarını şöyle sıralayabiliriz: Hammaddeyi elde etme, cevheri hazırlama,
izabe ve şekillendirme. Antik Çağ’da cevher, açılan galerilerden veya yüzey-

Arkeo Duvar / 98
den elde ediliyordu. Metal cevherlerinin ufak parçalara ayrılması, bazen yı-
kanması bazen de kavrulması cevherin hazırlık aşamalarındandır. Fırın ısı-
sından tasarruf etmek ve daha saf ürün elde edilmesinde kullanılan cevher
zenginleştirme taşlarının örneklerini Karamattepe’nin antik madencileri de
kullandı. Ufalama sonrasında, cevher parçalarının boyutlarına ve üretim
yerinin suya yakınlığına bağlı olarak bazen yıkama işlemi gerçekleştirilirdi.

Cevher zenginleştirme havanlarında cevher hazırlayanlar.

Karamattepe’nin güney doğusunda tespit edilen, bazı ana kaya çukurla-


rı ve aralarındaki su kanallarının cevher yıkamayla ilişkili olduğu düşünül-
mektedir. Cevheri daha saf hale getirmek için yapılan kavurma işlemi de
Antik Çağ’da tercih edilen yöntemler arasındadır. Bu aşamada bir miktar
cevher üzerine yığılan odun ve çalılar yakılır. Kavurma işleminde amaç hem
tane boyutunu küçültmek hem de saflaştırarak fırın ısısından tasarruf sağ-
lamaktır. Kavurulan cevher içerisindeki kireç gibi ısıya duyarlı gözeneklerin
genleşmesiyle ufalanma ve de saflaşma gerçekleşir. Karamattepe kazı ala-
nının güneyindeki yanarak kireçleşmiş taşların bulunduğu alan, antik ma-
denciliğin kavurma aşamasına işaret eder.

Arkeo Duvar / 99
Madenciler cevhere değil ormana yakındı

Karamattepe’deki demir izabe fırınları, demir işlikleri, tamamlanmamış de-


mir ürünler ve süngerimsi dokulu tam işlenmemiş üretimler antik demir-
cilerden günümüze kalanlardır. Burada en çok üretim verisini barındıran
metal, demirdir. Bölgede ve yakın çevrede demir cevherleri bulunmakta-

Karamattepe Metal İşliği genel canlandırma.

dır. Demir izabe ısısının sağlanması için mutlaka kömüre ihtiyaç vardır. De-
mir cevheri fırında ancak ısının 1200oC civarına çıkartılmasıyla izabe edi-
lebilmektedir. Ancak bu ısının odun ateşiyle sağlanması mümkün değildir.
Antik Çağ koşulları ve teknolojisi düşünüldüğünde sadece odun kömürü
kullanımı vardır. Diğer kömürlerin kullanımı daha geçtir. Kaliteli ve yüksek
kalorili odun kömürü, odunların kuru otların altında alevsiz ve uzun süre-
de kontrollü bir şekilde yakılmasıyla elde edilir. Yüzlerce yıldır devam eden
bu işleme günümüzde Anadolu’da ‘torak’ denilmektedir. Torak için yığılan
odun ağırlığının beşte biri oranında odun kömürü elde edilmiş olur.

Arkeo Duvar / 100


Günümüzde kullanılan oranlarla Antik Çağ üretimlerini karşılaştırarak bazı
hesaplar ve oranlar oluşturmamız mümkün olabilmektedir: 40 ton odun-
dan 8 ton odun kömürü elde edilir. 8 ton odun kömürü 1 ton demir cevhe-
rinin izabesinde kullanılır. 1 ton cevher bu bölgenin maden yatağı özellik-
leri ve Antik Çağ teknolojisi düşünüldüğünde yaklaşık 350 kg. demir yapar.
Bunun fireler sonrası ve obje haline getirilmesi ancak 200 kg. olabilir. Do-
layısıyla bir antik demir işliğinde 200 kilo demir nesne elde etmek için bir
ton cevheri yaklaşık 300 yetişkin çam ağacıyla izabe etmek gerekliydi. Bu
yüzden antik demirciler cevher yerine ormana daha yakın olmayı tercih et-
mişlerdir. Karamattepe’nin yakın çevresindeki iğne yapraklı doğal ormanın
günümüzdeki varlığına dayanarak eskiden de bu şekilde olduğunu söyle-
mek yanlış olmayacaktır.

Odun kömürü / torak yapımı.

Arkeo Duvar / 101


Yakın zamana kadar MÖ 3.-1. yüzyıla tarihlenen, İtalya Populonia Baratti
demir fırını Antik Çağ’ın yerinde saptanmış en erken demir izabe fırınıydı.
Yine yakın zamana kadar MÖ 1. binyıl için demir üretimi ve fırın verilerinin
son derece sınırlı olduğu genel bir kabuldü. Buna karşın Nif Dağı Kazısı’nda
Karamattepe metal işliğindeki fırınların saptanmasıyla artık Batı Anadolu’da
MÖ 6. yüzyıldan itibaren demir izabe fırınlarının kullanıldığını biliyoruz.

Demirci işlikleri

Yüksek ısıya ulaşma yöntemlerin-


den biri de üfleçlerin kullanıldığı
körüklemedir. Saz, ahşap gibi ısı-
ya dayanıksız malzemeden yapılan
üfleme çubuklarının közle temas
eden ucuna -bazen üflemenin ya-
pıldığı uca da- pişmiş toprak, taş
gibi üfleçler eklenmiştir. Geleneksel
üretimin devamlılığını ve etnoarke-
olojinin metalürji işlikleri için geçer-
liliğini göstermesi açısından Tunç
Çağ ve Osmanlı üfleçleri ile iki adet
Karamattepe pişmiş toprak üfleç Metalürji fırın ve ocakları, körükleme.
parçasının benzerlikleri önemlidir.
Antik demir izabe fırınlarında iç ısı-
nın yüksek tutulması için vazo resimlerinden öğrendiğimize göre fırının üst
açıklığını tamamen kapatacak kaplar yerleştirilmiştir. Bunda amaç içeride
körüklemeyle artırılan közlenmenin havayla temasının kesilerek küllenme
süresini uzatmak, dolayısıyla ısıyı yüksek tutmaktır.

Fırın ağzına yerleştirilecek kabın pişmiş topraktan olacağı düşünüldüğün-


de yüksek ısıda devamlı kalması sebebiyle deforme olabileceği için bugün
Hindistan, Afrika gibi geleneksel üretime devam eden yerlerden bildiğimiz
kadarıyla içerisinde su dolu olarak kullanıldığını düşünmeliyiz. Antik vazo
resimlerinde fırının üzerinde betimlenen kapların kapaklı olmasının nede-
ni de içinin su dolu olmasıdır; kapak buharlaşmayla su kaybını en aza indi-

Arkeo Duvar / 102


rerek, kap içindeki suyu daha uzun tutmasını sağlamaktadır. Karamattepe
demir izabe fırınlarından birinin hemen yakınında tespit edilen disk şeklin-
deki bir taş, betimlenen izabe fırınlarının üzerinde duran bir pişmiş toprak
kabın kapağı olmalıdır.

Fırın ağzı bir kapla kapatılmış betimler ve Karamettepe fırını canlandırması.

Fırın izabesi sonrasında artık demir


dövme aşamasına geçilir. Demir
üretiminde izabe sonrasında sün-
gerimsi fırın çıktısı cüruf ve kömür
parçacıklarından arındırılmak üzere
dövülmelidir. Süngerimsi kütlenin
fırından çıkartılışı sırasında özellikle
üste doğru daralan fırınların, kısmen
veya tamamen yıkılması gerekebili-
yordu. Dövme sırasında doğrudan
bir nesnenin şekillendirmesi yapıla-
Karamattepe’deki demir dövme, ok ucu
bileceği gibi sonrası için külçeye dö- yapan Pers demirciler.
nüştürmek de mümkün.

Arkeo Duvar / 103


Karamattepe’de henüz dövülme aşamasına geçmemiş, süngerimsi dokuyla
kalmış kütlelerin olduğunu kesitte görülen hava boşluklarından anlıyoruz.
Fırın çıktısı kütlenin yabancı parçalardan arınması ve yapısının bütünleşip
gözeneksiz hale gelmesi için birçok kez ısıtılıp dövülmesi gerekir. Karamat-
tepe demir buluntularının büyük çoğunluğu dövme sürecinden kalanlardır.
Dövme aşamasına geçildiğinde kütlenin yeniden ısıtılması için artık bir fırın
yerine bir ocak yeterli olduğundan dövme işleminin yapıldığı mekanların
tanımlanmasında bu ayrıntıya dikkat edilmelidir. Fırın tespit edilen alanlar
demir izabesi yapılan üretim yerleridir, sadece ocak ve etrafında gerekli
örs, su çukuru, kömür çukuru gibi izlerin bulunduğu alanlar ise demir işlik-
leridir. Sert çay taşlarından örsler üzerinde dövüldüğü için içbükey daire-
sel görünüm alan demir kütlelerden Karamattepe’de saptanmıştır. Burada
demirci işliği olarak adlandırabileceğimiz, içerisinde ocakların bulunduğu
mekânlar da bulunmaktadır.

Demirden ne üretiliyordu?

Karamattepe antik madencilerinin üzerinde imalat yaptıkları çukurların,


bulundukları yerler ve üretim süreçleri göz önüne alındığında su, kül, cev-
her, kömür barındırmaya yönelik oldukları, bazı ufak çukurların ısıl işlem
uygulanmış ocak işlevli oldukları söylenebilir. Bunun haricinde, yine olası-
lıkla su amaçlı kullanıma yönelik büyük küplerin alt kısmının oturtulması
için düzenlenmiş ana kaya oyukları bulunmaktadır.

Karamattepe’de demirden ne üretildiğinin tanımlanabilmesi için öncelikle


demir nesnelerin tipolojik tasnifi yapıldı. Tasnif sonrasında Karamattepe
demir işliklerinde hem külçe hem de nesne üretiminin varlığı açık şekilde
tespit edildi. MÖ 1. binyıldan MS 2. binyıla kadar genel biçimini koruyan
geleneksel dörtgen kesitli demir külçelerden Karamattepe’de de örnekler
bulunmuştur. Dört ana tipe ait beş yüzü geçkin demir ok ucu, buluntular
arasında öne çıkar. Burada dönem için alışılmış demir külçelerin çokça bu-
lunmasının başlıca nedenlerinden biri de bu alanda üretilen bazı ok uçla-
rıdır. Bu ok uçlarından üç yüzden çok örnek bulunmuştur. Bu ok uçlarının
imalatında dönemin geleneksel demir külçeleri ikiye bölünerek sap ilave
edilmektedir. Bu nedenle Karamattepe’de çok sayıda demir ok ucunun

Arkeo Duvar / 104


yanı sıra demir külçe parçalarının bulunması da mühimmat imalatına işaret
eder. Burada içerisinde ocak bulunan ve ısıl işlem uygulama izleri taşıyan
dört mekânın demir dövme atölyesi olarak kullanılmış olması mümkündür.

İlk Pers mühimmat imalathanesi

Tüm bu veriler ve saptanan üretiminin yoğunluğu Karamattepe’nin Pers-


lerin batı ilerleyişinde kullanılan bir işlik olduğunu kesinleştirmektedir. İz-
mir’de Karamattepe, Klazomenai ve Phokaia veya Van Pürneşe gibi MÖ
1. binyıl Anadolu demir işliklerine bakıldığında Karamattepe’nin kapsamlı
üretimi ortadadır. Burada en az dört demir dövme işliği, açık alanda üç
demir izabe fırını ve üretimin her aşamasından çok sayıda buluntu tespit
edilmiştir. Karamattepe ilk metal işlik evresi MÖ 625-546, ikinci metal işlik
evresi MÖ 546-510 aralıklarına tarihlenmiştir. Ayrıca Karamattepe’nin sap-
tanan ilk Pers mühimmat imalathanesi olduğunu ve en erken tarihli demir
metalürji fırınlarından üçünü barındırdığını vurgulayalım. Pers ordusu Kıta
Yunanistan’daki Marathon, Thermopylon ve Plataea gibi büyük çarpışma-
ları gerçekleştirmeden Batı ilerleyişlerine başlamış MÖ 512’de Abdera’yı
kontrollerine geçirmişlerdi. Bu nedenle Karamattepe 2. Metal İşliği evresi
Sardes’in alınışından sonra kullanılmaya başlanarak aralıksız olarak Pers
ordusunun batıya doğru ilerleyişi başlayana dek kullanılmış olmalıdır. Pers
ordusu mühimmat imal eden zanaatkârlarla birlikte hareket ettiğinden
muhtemelen Karamattepe demir işliği ilk batı ilerleyişi başladıktan sonra
Persler tarafından terk edilmiş ve işlik işlevini yitirmiş olmalıdır.

Pers ordusuyla hareket eden ordu zanaatkârları özellikle de demirciler


önemli bir konumda ve önemdeydi. Ordu mühimmatını yapan bu zana-
atkârlar bazen komutanlar kadar ayrıcalığa sahip olabiliyorlardı. Cevherin
madenden çıkışından ürün haline gelişine kadar olan sürecin mimarları
demirci zanaatkârlar Persler tarafından, “teknolojinin temini” anlamını ta-
şıdığı için önemsenmiştir. Perslerin demirci zanaatkârlara verdiği değerin
günümüz madenci ve zanaatkârlarına verilmediği de ne yazık ki açıktır.

Arkeo Duvar / 105


Erken Bronz Çağı’nda
Anadolu’da işletilmiş olan
kalay ocaklarının keşfi
Hisarcık cevheri içinde bulunan yazganit minerali, cevherin
ergitme aşamasında içerdiği arsenik gazlarının salınımı sonucu
muhtemelen çalışanları zehirlemekteydi. Bu nedenle belki de
lanetlenmiş bir cevher olarak bu malzeme artan ihtiyaçları da
karşılayamadığından önemini kaybetmiş olmalıdır.

Dr. Evren Yazgan


Jeoloji Mühendisi

Orta Anadolu Erciyes volkanik kayaçları.

Arkeo Duvar / 106


Altın, gümüş ve bakır gibi kolayca şekil verilebilen yumuşak metallerin ilk
insanlar tarafından genellikle süs eşyaları olarak kullanılması sonrasında,
önce arsenikli bakır, daha sonra kalay, arsenik, bakır ve nihayetinde ka-
lay ve bakırdan oluşan alaşımların keşfedilmesi, insanlık tarihinde yaklaşık
2000 yıl sürecek olan Bronz Çağı’nın başlamasını sağladı. Çok daha sert ve
dayanıklı olan bronz alaşımı savaş arabaları aksesuarlarında, günlük ihti-
yaçları karşılayan kazma, kürek, balta, mızrak, ok ve birçok alet ve edevatın
yapımında kullanıldı. Bronz alaşımını yapabilen ve alet yapımında kullana-
bilen Hitit ve Mısır medeniyetleri, bu sayede güçlü devletler oluşturarak
varlıklarını sürdürebildi.

Hisarcık Kalay Ocakları’nın keşfine kadar Anadolu’da işletilmiş olan bir ka-
lay ocağı bilinmemekteydi. Kültepe kazılarında bulunan tabletlerde, kalay
metalinin Asur Ticaret Kolonileri tarafından Orta Asya’dan getirildiği kay-
dedildiği için Türkiyeli arkeologlar tarafından “Anadolu’da kalay cevherinin
bulunmadığı” kabul gören bir varsayım olarak benimsenmekteydi. Ancak
kalayın Orta Asya’dan getirildiğini ifade eden bu tabletler, MÖ 3200 yılların-
da Anadolu’da başlayan Bronz Çağı’nda üretilen kalayın nereden geldiğini
açıklayamamaktaydı. 2000’li yılların başında Hisarcık yerleşim yeri yakınla-
rında Erken Bronz Çağı’nda işletilmiş olduğu anlaşılan kalay cevheri ocak-
larının keşfedilmesi ve Bronz Çağı’nı başlatan kalayın Anadolu’da bulunan
ocaklardan temin edildiği varsayımını güçlendirdi.

Arkeo Duvar / 107


Bronz Çağı’na doğru yol alan insanlık tarihçesi

Afrika kıtasından ayrılarak Asya kıtasına doğru hareket eden Hindistan kı-
tasının Asya kıtasıyla çarpışması sonucunda Himalaya sıradağları oluşmuş-
tur. Günümüzde de Kızıldeniz boyunca Arabistan Yarımadası, Afrika kıtasın-
dan ayrılmakta olup bu kıtanın Anadolu’da Doğu Toroslar’a, İran’da Zagros
Dağları’na çarpması devam etmektedir. Doğu Afrika’da ise başka bir kıtasal
ayrılma, Etiyopya’da Kızıldeniz kıyısından başlayıp Kenya ve Tanzanya ülke-
lerini katederek gerçekleşmektedir. Tanzanya’nın kuzeyinde bulunan, Afri-
ka’nın en yüksek volkanik dağı Kilimanjaro, bu kıtasal ayrılma sonucunda
gelişmiştir.

Benzer volkanik faaliyetlere 1000 km.’ye varan bu kıtasal ayrılma zonu bo-
yunca rastlayabiliriz. Volkanik kayaçların içerisinde bulunan feldispat mi-
nerallerinin alterasyonu sonucunda oluşan kil mineralleri, Doğu Afrika’da
onlarca km. genişliğinde olan kıtasal ayrılma vadisinde yağışların tutulma-
sını ve bunun sonucu olarak göller ve nehirlerin oluşmasını sağlamıştır.
Böylece bu vadiler, Doğu Afrika’da en bereketli ve sulak arazilerin gelişme-
sini, fauna ve florasının zenginleşmesini sağlamıştır ve bu oluşum devam
etmektedir.

Dik yürüyebilen (homoerektus) ilk insanımsı Australopithecus türüne ait


3,6 milyon yıllık ayak izlerinin bulunması ile paleoantropologlar, milyonlar-
ca yıldır devam edegelen bu iklimsel ortamda iki ayaklı yürüyüşün 4 ila 5
milyon yıl önce gerçekleşmiş olabileceğini savundular. Araştırmacılar, 2015
yılında Kenya’nın Turkana Gölü kıyısında kuru dere yatağında yaptıkları ka-
zılarda 3,3 milyon yıllık olarak tarihlenen ilkel taş aletlerini buldular. Böyle-
ce bu insanımsı topluluklar, bu tarihlerden sonra yabani hayvanları avlayan
ve yabani hububat toplayan avcı ve toplayıcı topluluklar olarak yeryüzüne,
öncelikle de nehir boylarınca yayılmaya başladılar. Etiyopya’da Kızıldeniz
kıyısında Afar Bölgesi’ne ulaşan bu topluluklar buradan Arabistan Yarıma-
dası’na geçerek Dicle ve Fırat nehirlerine kavuşmuş oldular. Güney Mezo-
potamya’dan başlayarak nehirler boyunca yürüyüşlerine devam eden bu
topluluklar tamamen çökel kayaçlardan oluşan Arabistan Yarımadası’ndan

Arkeo Duvar / 108


çıkarak Hatay’dan Hakkâri’ye bir yay çizerek devam eden Doğu Toros dağ
oluşum kuşağına ulaşmış oldular.

Volkanik ve magmatik kayaçların, dolayısıyla cevherleşmenin yaygın bir şe-


kilde bulunduğu Doğu Toroslar’da bu insan toplulukları derelerin sürükle-
diği renkli mineralleri ve altın, gümüş, kurşun ve bakır türü yumuşak metal-
leri bularak süs eşyası olarak kullandılar. Neolitik Çağ’ın tamamlanmasını
ve Kalkolitik Çağ’ın başlangıcını temsil eden bu evre; yontma taş, obsidiyen
ve bakırın kullanıldığı bir zaman dilimi olarak bilinir.

Bölge jeolojisi ve kalay ocaklarının keşfi

Orta Anadolu volkanik kayaçları,


yaklaşık 300 km. uzunluğunda ge-
niş bir alanı örtmektedir. Erciyes
volkanik kayaçları içerisinde, Hisar-
cık ilçesi, Kıranardı beldesi batısın-
da ve güneybatısında Üst Pliosen
Koçdağ volkanitleri içerisinde ya-
pısal çatlakların duvarları üzerinde
sıvama şeklinde hematit-kasiterit Erciyes volkanik kayaçları içerisinde
–yazganit-tridimit mineral toplulu- Hisarcık ve Zincidere kalay cevherlerinin
bulunduğu yerler.

Zincidere volkanik tüfleri içerisinde Cevherli seviyelerin ayrıntısı.


tabakalanma boşluklarına yerleşen
hematit ve kasiterit cevherleşmesi.
ğu ilk olarak araştırma ekibimiz tarafın-
dan tanımlandı. Bu mineral topluluğu
yanında, Alt-Pleistosen Başakpınar pi-
roklastitleri içerisinde az çok tabakalan-
maya paralel olarak gelişen hematit –
kasiterit mineral topluluğuna rastlandı.
Bu bölgede tarihi devirlerde öncelikle
volkanik tüfler içerisinde onlarca metre
uzunluğunda işletme galerilerinin açıl-
Zincidere volkanik tüfleri içerisinde
dığını görebiliriz.
açılan işletme galerisi.

Hisarcık kalay ocaklarının keşfi

2000’li yılların başlarında, Erciyes volkanik kayaçları içerisinden alınan ve me-


talik mineraller içeren örneklerin bize ulaşması ile bu bölgede antik çağlarda
işletilmiş olan kalay ocaklarının bulunduğunu keşfettik. İşlik olarak tanımla-
nan cevher hazırlama ve zenginleştirme çalışmalarının yapıldığı bölgelerde
yapılan arkeolojik kazılarda Geç Kalkolitik–Erken Bronz Çağı’nı işaret eden cev-
her ergitme potalarının bulunması ile araştırmalarımız hız kazandı. Yazganit
minerali olarak adlandırılan, daha önce tanımlanmamış ve arsenik içeren yeni
bir mineralin keşfedilmesi ise Bronz Çağı başlangıcı için çok önemliydi.

Yazganit ve tridimit minerallerinin


binoküler mikroskop altında görüntüsü. Polarizan mikroskop altında yazganit,
kasiterit ve hematit minerallerinin
görünümü.

Arkeo Duvar / 110


İki yılı aşkın laboratuvar çalışmaları sonunda bu yeni mineralin tüm minera-
lojik, kristallografik, optik gibi özellikleri tanımlanarak hazırlanan rapor Ulus-
lararası Mineraloji Birliği’ne gönderildi. Bu birlik tarafından yeni bir mineral
olarak onaylanan yazganit, böylece dünya mineraloji kataloglarında yerini
almış oldu.

Arsenik içeren yazganit mineralinin, bir kalay minerali olan kasiterit ile bir-
likte bulunuşu Bronz Çağı’nın başlangıcı için çok önemlidir. Çünkü Kültepe
kazılarında gün ışığına çıkarılan bronz bileşimindeki objeler, kalay, bakır ve
arsenik elementlerini çeşitli oranlarda ihtiva etmektedir. Kültepe’ye yaklaşık
26 km. kuş uçuşu mesafede bulunan Hisarcık Kalay Ocakları’ndan çıkarılan
cevher; bakır ile birlikte ergitilerek bakır, kalay ve arsenik içeren üçlü bronz
alaşımlarının üretilmesinde kullanılmış olmalıdır.

Hisarcık ve Zincidere kalay ocaklarının


Kültepe’ye kuş uçuşu uzaklıkları.
Kültepe kazılarından çıkarılan bronz objelerin
bakır, arsenik ve kalay bileşimleri.

Hisarcık Kalay Ocakları günümüz koşullarında işletilebilecek ekonomik bir


rezerve sahip değildir. Fakat Erken Bronz Çağı’nda bu ocaklardan üretilen
kalay, nispeten sınırlı sayıda ve küçük boyutlardaki objelerin yapımında kul-
lanılmıştır. Ayrıca Hisarcık cevheri içinde bulunan yazganit minerali, cevherin
ergitilme aşamasında içerdiği arsenik gazlarının salınımı sonucu muhteme-
len çalışanları zehirlemekteydi. Bu nedenle belki de lanetlenmiş bir cevher
olarak bu malzeme artan ihtiyaçları da karşılayamadığından önemini kaybet-

Arkeo Duvar / 111


miş olmalıdır. Kültepe tabletlerinde yazıldığı gibi MÖ 2000 yıllarından itiba-
ren Asur ticaret kolonileri, arsenik içermeyen ve daha bol miktarda üretilen
kalayı Anadolu ve Mezopotamya medeniyetlerine taşımaya başlamışlardır.

Bronz Çağı’nda Hitit ve Mısır ilişkileri

Mısır Krallığı, Erken Bronz Çağı’nın başından beri hüküm süren bir medeni-
yet olmuştu. Aynı tarihlerde Hisarcık’tan çıkarılan kalay cevherinin işlendiği
Kültepe’de bir şehir devleti bulunmaktaydı. Hitit Krallığı ise daha sonraki yıl-
larda Anadolu topraklarında kurulan ilk devlet olarak bilinmektedir. Hititler
MÖ 1650–1200 yılları arasında varlık göstermiş ve bronz alaşımını en yoğun
şekilde kullanmış olan büyük bir uygarlıktır. Mısır Krallığı ise MÖ 3100 yılın-
dan MS 343 yılına kadar hüküm sürmüş olan ve Bronz Çağı’nı en yaygın şe-
kilde yaşamış olan bir medeniyettir.

Arkeo Duvar / 112


MÖ 3100 yıllarında Anadolu’dan Mısır’a giden insanlar, bu tarihlerde Anado-
lu’da başlamış olan bronz alaşımı yapma beceri ve bilgisini beraberlerinde
götürmüş olmalıdırlar. Anadolu’da ise Bronz Çağı’nı en iyi şekilde yaşamış
olan Hitit Medeniyeti, MÖ 1650 yılları sonrası Asurlu tüccarların Orta Asya’dan
getirdiği kalayı kullanmaktaydı. Bu tarihlerde Mısır ve Hitit krallıklarının kala-
ya olan ihtiyaçları ve Asurluların kullandığı ticaret yollarını kontrol ve güven-
lik altına alma istekleri, MÖ 1300 yıllarında Suriye’de bulunan Kadeş Bölge-
si’nde bu iki krallığın savaşa tutuşmalarının asıl nedenidir. Kadeş Savaşı’na
neden olan bu topraklar, o tarihte Hitit Krallığı’na bağlıydı. MÖ 1280 yılında
savaşı sonlandıran Mısır Firavunu II. Ramses ile Hitit Kralı Hattuşili arasında
Kadeş Antlaşması imzalanmıştır. Bu antlaşma, Asur Ticaret Kolonileri’nin bu
bölgeye taşıdığı başta kalay olmak üzere tekstil ürünleri ve baharatın kullanı-
mı amacıyla Suriye topraklarının paylaşımını öngörmekteydi. Kadeş Antlaş-
ması, çivi yazısı ile gümüş plakalar üzerine Akatça olarak yazılmıştır. Ticaret
yollarını koruma ve muhtemelen paylaşma konusunda yapılan bu antlaşma
dünya tarihinde eşitlik ilkesine göre imzalanan ilk antlaşma niteliğini taşır.
2000 yıl boyunca devam eden Bronz Çağı, insanlık tarihinde sosyoekonomik
ilişkilerin çok yoğun yaşandığı, bronz üretiminin ve ticaretin ülkeleri zengin-
leştirdiği ve ilk metalürjik sanayii devriminin başladığı bir dönem olarak tari-
he geçmiştir.

Arkeo Duvar / 113


BESLENMENİN ARKEOLOJİSİ

Kazın ayağı öyle değil…


Peki, nasıl?
Ispanak, Latince adıyla Spinacia oleraceae’nın anavatanı Gü-
neybatı Asya, hatta belki de doğrudan doğruya Anadolu. Ancak
tarihöncesi dönemlere ait özellikle Güneydoğu Anadolu’daki ka-
zılarda şimdilik bu yönde bir veri yok. Bununla birlikte ıspanakla
ilgili arkeobotanik veriler Kuzey Suriye, Orta ve Batı Anadolu’daki
kazılarda karşımıza çıkabiliyor.

Ahmet Uhri
Dokuz Eylül Üniversitesi Fen-Edebiyat Fakültesi Arkeoloji Bölümü

Ispanak.

Arkeo Duvar / 114


Arkeo Duvar’ın bu sayısı madenciliği dosya konusu olarak seçince açıkçası
aklıma sadece bir bitki geldi. O da bir yanlış anlaşılma sonucu demir zengini
olduğu sanılan ıspanak. Konu ıspanak olunca dünyanın hemen her yerinde
akla hemen iki olgu gelmekte. Biri ıspanaktaki zengin demir mineralleri, ikin-
cisi bu demirle güçlenen Temel Reis ya da özgün adıyla “Popeye the Sailor
Man” yani denizci Popeye. Maalesef her ikisi de yanlış bilgiler içeriyor. Ne ıs-
panakta söylenildiği kadar demir var ne de 1929 yılında yayımlanmaya baş-
lanan o çizgi film doğru mesajlar veriyor. Ancak konumuz ıspanaktaki demir
oranı ya da bir çizgi filmin yanlış cinsiyet rolleri öğretmesi veya bu filmde ka-
dınların güce tapar biçimde betimlenmesi değil. Bunlar kimyacıların ve gös-
terge bilimciler ile sosyolog ve sosyal antropologların işi. Şimdi esas konuya
yani ıspanak konusuna gelmeden önce başlıktaki “kazın ayağı öyle değil” de-
yiminin neden bu yazıda yer aldığını açıklayıp sonra konuya döneceğim.

İçinde ıspanağın da yer aldığı bir bitki ailesi var botanik literatüründe. Bu aile-
nin adı Türkçede zaman zaman Ispanakgiller olarak adlandırılsa da esasında
Chenopodiaceae denmesi daha doğrudur. Bu aileye ait iri yapraklı bitkilerin
yapraklarının şeklinden gelen bu adın kökeni Yunanca kaz anlamına gelen
‘chen’ ve ayak anlamına gelen ‘podos/podion’ sözcüklerinden oluşmakta ve
tam Türkçesiyle bu aileye Kazayağıgiller denmesi gerek. Bu nedenle şu “kazın
ayağı” üzerinde kısaca durmakta yarar var.

Arkeo Duvar / 115


Anadolu’daki kazayakları

Anadolu’da kazayağı adıyla anılan en az


dört beş tane farklı ot bulunur. Bunun
yanı sıra başta ıspanak olmak üzere, şe-
ker pancarı, pancar, pazı, deniz börül-
cesi ve sirgen bu ailenin üyelerindendir.
Ayrıca deli maydanoz, su kazayağı, yer
kazayağı, beyaz kazayağı gibi bitkilerin
tamamı yine kısaca kazayağı olarak ad-
landırılır. Kazayağı otu.

Görüldüğü gibi durum çok karışık, kazayağı hem bir aileye ad olmakta hem
de özel isim olarak kullanılmakta ve kazayağı ile hangi bitkinin ifade edildiği
anlaşılmamaktadır. Bu nedenle önce kazayaklarını Latince isimleriyle sırala-
mak yerinde olur.

- Deli maydanoz Oenanthe pimpinelloides

- Su kazayağı/Yabani şeker havucu Sium sisarum

- Yer kazayağı Falcaria vulgaris

- Sirgen Chenopodium polyspermum

- Beyaz kazayağı/Ak pazı Chenopodium albüm

Evet, gördüğünüz gibi kazın ayağı hiç de göründüğü gibi değilmiş. Şimdi şu
“kazın ayağı” deyimini de yeri gelmişken açıklayayım. Bir kere deyim “kazın
ayağı” değil. Doğrusu, mealen söyleyecek olursak “o iş öyle değil” ya da “de-
diğinden bu sonuç çıkmaz” anlamındaki “kaziye-i anha öyle değil’ deyimidir.
Bugüne kaz olarak gelmesinin sebebi ise Türkçede karşılığı olmayan telaffuz
biçiminden dolayıdır. Gelelim demirsiz ıspanağa…

Arkeo Duvar / 116


Ispanağın anavatanı

Ispanak, Latince adıyla Spinacia oleraceae’nın anavatanı Güneybatı Asya, hat-


ta belki de doğrudan doğruya Anadolu. Ancak tarihöncesi dönemlere ait
özellikle Güneydoğu Anadolu’daki kazılarda şimdilik bu yönde bir veri yok.
Bununla birlikte ıspanakla ilgili arkeobotanik veriler Kuzey Suriye, Orta ve
Batı Anadolu’daki kazılarda karşımıza çıkabiliyor. Elbette doğrudan doğruya
ıspanak değil karşımıza çıkan. Bu ailenin diğer adı olan Kazayağıgiller’den ol-
duğu düşünülen bazı yabani bitkilerin kömürleşmiş kalıntılarına Çatalhöyük
kazısında rastlanıldığı arkeobotanistler tarafından rapor edilmekte. Bir di-
ğer deyişle Neolitik Dönemin Orta Anadolu’daki en önemli temsilcilerinden
olan bu höyükte Ispanakgillerin izine rastlanılmış. O dönem için uygun iklim
koşullarına sahip, sulak ve bitki örtüsü açısından bugünkünden daha zengin
olan Konya Ovası gibi bir yerde Ispanakgillerle ilgili en eski verilere rastlan-
ması bitkinin Güneybatı Asya orijinli olabileceği olasılığını yükseltiyor. Ayrı-
ca Anadolu’nun güney kıyılarından Neolitik Dönem hakkında değerli bilgiler
veren Mersin/Yumuktepe höyüğünün en erken tabakası olan Erken Neolitik
Çağ’a (MÖ 7000-6100) tarihlenen tabakada Kazayağıgillere ait izlere rastlanıl-
mıştır. Bununla birlikte hemen tekrar etmek gerekir ki bu veriler sadece ve
sadece Kazayağıgiller ya da Ispanakgiller denilen bu ailenin olasılıkla yabani
bireylerine ait. Aynı şekilde Kuzey Suriye’nin Çanak Çömleksiz Neolitik yer-
leşimlerinden, Troya’nın Bronz Çağı ve sonrası tabakalarına kadar olan çok
geniş bir alanda ve zaman aralığında Kazayağıgillere rastlanıyor oluşu sadece
ıspanağın değil bu ailenin birçok bireyinin Güneybatı Asya’da bulunduğunun
kanıtı olarak kabul edilebilir. Bu nedenle tarihöncesi Güneybatı Asya halkla-
rının, özellikle Bereketli Hilal’de yaşayanların bu bitkileri tanıyıp tükettiklerini
söylemek yanlış sayılmaz. Dolayısıyla Ispanakgillerin anavatanını Güneybatı
Asya gibi oldukça geniş bir tanımlamayla açıklayarak günümüz ıspanağının
anavatanı için de açık bir kapı bırakılabilir. Zira birçok araştırmacı ıspana-
ğın anavatanını halen İran civarı olarak kabul etmekte. Ayrıca Mezopotamya
yazılı belgelerinde adının geçiyor olması da bu konuda gösterilebilecek bir
diğer kanıt. Akkadca metinlerde geçen sahlû(m)’un tere ya da ıspanak için
kullanıldığını öneren dilbilimciler Sümerce metinlerde geçen za-hi-li’nin de
yine aynı bitkileri tanımladığını hatta Hititçesinin zahheli ve Asurcasının da
sahlânu olduğunu düşünmekte. Dolayısıyla ıspanak veya diğer Kazayağıgil-

Arkeo Duvar / 117


ler Güneybatı Asya’da erken dönemlerden beri tanınıyor olabilir. Ancak yazılı
belgelerde olası yanlış okumalar ya da yorumların da olabileceği akılda tutul-
malıdır. Zira hem tere hem de ıspanak için aynı sözcüklerin kullanılıyor oluşu
dikkat çekici bir durumdur.

Ispanağın İspanya ile ilişkisi var mı?

Sözcüğün Türkçe ve diğer dillerdeki etimolojisi ise belki bizi başka yerlere ve
yollara yöneltebilir. Bu nedenle her zaman yazdığım gibi etimolojinin teh-
likeli sularında yol alalım biraz. Bu sular tehlikeli sular. Zira Türk dili konu-
sunda uzman sayılabilecek insanlar bile konu etimoloji olduğunda hata ya-
pabiliyor. Bu hatalara verilebilecek örneklerden biri de ıspanak sözcüğünün
İsmet Zeki Eyüboğlu tarafından yapılan etimolojik açıklaması. Üstat gerçek-
ten büyük emek harcayarak yazdığı Türk Dilinin Etimoloji Sözlüğü adlı eserin-
de ıspanak konusunda yanlış yaparak sözcüğün İspanya’nın adıyla benzer-
lik taşıdığını ve İspanya bitkisi olarak adlandırıldığını dolayısıyla kökeninin
de İspanya sözcüğünden geldiğini belirtiyor. Ancak, elimizde Kazayağıgillerin

Arkeo Duvar / 118


orijini olarak kabul edilebilecek bir coğrafya var. Burası, içinde Anadolu ve
İran’ın da bulunduğu ve yukarıda arkeobotanik verilerde söz edilen Güney-
batı Asya. Peki, o zaman ıspanak ile İspanya arasında bir ilişki var mı? Bence
yok. Bunu sadece bir ses benzerliği ile açıklamak olası. Malum, bitki olasılıkla
Önasya kökenli ve buralarda var olan Semitik veya Hint-Avrupa dil konuşan
halklar bu bitkiyi çok eski dönemlerden beri tanımakta ya da en azından ta-
nıdıklarını tahmin etmek İspanya adıyla arada köken ilişkisi kurmaktan daha
mantıklı. Zaten başka etimoloji sözlüklerine baktığınızda başka bir kökene
dayandığı yolunda bir bilgiyle de karşılaşabilirsiniz. Örneğin Sevan Nişan-
yan’ın sözlüğüne bakacak olursak, bu kez bir Hint-Avrupa dili olan Farsçada
ispanax sözcüğünün köken olarak gösterildiğini ve bu sözcüğün Yunanca yo-
luyla ki Yunancada ıspanak için kullanılan sözcük spanaki’dir, batı dillerine
geçtiğini görebiliriz. Ancak burada da bence küçük bir hata yapılmış. Bitkinin
köken olarak Anadolu ya da daha geniş anlamda söyleyecek olursak Güney-
batı Asya kökenli olması ve yayılımında bu bölge halklarının etkisinin bu-
lunabileceği varsayımı üzerinden hareketle batı dillerine geçiş yolu Arapça
üzerinden olmuş olmalı. Endülüs Emevileri yoluyla İber Yarımadası’na ya da
Avrupalıların Orta Çağ’da Arap ve Müslümanlara verdikleri daha genel adla
Sarazenler tarafından getirildiğini düşünebileceğimiz ıspanağın adı buradan
diğer batı dillerine geçmiş olabilir. Ancak burada sadece İspanya’ya gelen En-
dülüs Emevileri‘ni değil ondan öncesinde de sonrasında da Doğu Akdeniz’de
gelişmiş olan ticareti unutmamak gerek. Elbette bu ticaret tek taraflı değildi.
Araplar ile Bizans arasındaki ticareti de burada anmak gerek. Doğu Akde-
niz’deki gelişkin ticaret beraberinde muazzam bir kültürel değiş tokuşu da
getirmiş olmalı. Bu durumda gerçekleşen kültürel değiş tokuş içinde Arapça
ada sahip ya da Arapça üzerinden diğer dillere geçmiş, örneğin patlıcan ve
narenciye türleri gibi ıspanak da aynı yolu izlemiş olabilir. Ayrıca ıspanağın
Arapçası da zaten bu geçişi gösterecek biçimde ‘ısfânâh’tır.

Kısacası Avrupa’nın ıspanakla tanışıklığı Orta Çağ’dan öteye pek gitmemiş


gibi görünüyor. Orta Çağ Avrupası’nda taze ya da pişmiş, kıyılmış toplar ha-
linde preslenmiş olarak ‘espinoche’ adıyla satılıyor oluşu belki de İspanya çağ-
rışımına neden olmuş olsa da esas köken Güneybatı Asya. Hatta buradan
sadece batıya değil, doğuya gitmiş ve 618-907 yılları arasına tarihlenen Tang
hanedanlığının ilk dönemlerinde Nepal üzerinden Çin’e ulaşmıştır. Yukarıda
dilsel verilerle ortaya konan çıkarsamaları doğrulayan bir diğer bilgiye başka

Arkeo Duvar / 119


kaynaklarda da ulaşmak mümkün. Sarazenler tarafından 827 yılında Sicil-
ya’ya getirilen bitkinin sonraki tarihlerde Endülüs’te ortaya çıktığı ve yavaş
yavaş Avrupa mutfaklarına ulaştığı, Avrupa’da 16. yüzyılda bile tuhaf bir bitki
olarak tanımlanmasından anlaşılmaktadır.

Madencilik, metal gibi bir dosya konusu için çağrışımla seçtiğim ıspanak ko-
nusunu Osmanlı mutfağından ıspanak ile ilgili en eski tarifle kapatayım. Tarif,
Fatih Sultan Mehmet için yapılan bir yemeğe ait. Menlene denilen bu yemek
peynir, kaymak ve ıspanakla yapılmakta. Bu yemekle ilgili daha ayrıntılı bilgi
için Osmanlı Mutfağı üzerine çalışan Mary Işın’ın yayınlarına bakmak gerek.
Gördüğünüz gibi kazın ayağı hiç de düşünüldüğü gibi değilmiş.

Arkeo Duvar / 120


Zaman İçinde Müzik:
Josquin Desprès:
Müziğin Michelangelo’su
Rönesans’la gelen bir büyük yenilik, 15. yüzyılın ortasında Al-
manya’da matbaanın icat edilmesidir.
Evin İlyasoğlu

Nota basımı ilk kez 1501’de Venedik’te Giovanni Petrucci tarafından yapılır.
Petrucci yirmi beş yıl içinde elli ciltlik çalgı ve ses müziğinin notasını basar.
Londra, Paris ve Almanya’da gelişen nota basımıyla değişik yörelerde beste-
lenen müzik yapıtları geniş kitlelere ulaşma olanağı bulur.

Josquin Desprès ve Johannes Ockeghem, musica reservata yöntemine özen


göstermiş iki önemli bestecidir. Desprès Fransa’da doğmuş, 12. Louis’in sa-
rayında koro çalıştırmıştır. Geleneksel saf şarkı yapısıyla yeni bağımsız deyişi
bir arada kullanır. Zamanında müziğin Michelangelo’su olarak tanınmıştır.

Arkeo Duvar / 121


ARKEO-KITAP

Çiftçilikten Soma
Katliamı’na giden süreç:
Çizmelerimi çıkarayım mı?
Onur Yıldırım

13 Mayıs 2014, yakın tarihimizin


kara günlerinden biri olarak ta-
rih sayfalarındaki yerini aldı. Soma’da
Türkiye tarihinin en büyük iş cinayeti
yaşandı, 301 insan hayatını kaybetti.
Yaş ortalaması 10 olan 432 çocuk ba-
basız kaldı. 255 kadın eşini kaybetti.
Yüzlerce ana-baba evlatsız kaldı.

Türkiye 13 Mayıs 2014 günü Soma’da


Eynez maden ocağında aşırı kâr hırsı,
üretim baskısı, özelleştirme, taşeronlaştırma ile dayıbaşılık adıyla yürütülen kural-
sızlık ve denetimsizlik sonucunda ülkenin en büyük iş cinayeti ile yüzleşti. 13 Mayıs
2014 günü Eynez maden ocağına giden gazetecilerden birisi olarak, orada gördük-
lerim toplumun geniş bir kesiminde olduğu gibi bende de ciddi bir travma yarattı.
Madencilerin ve ailelerin anlattıkları, yaşadıkları köle düzenini deşifre ediyordu.
Ailelerin yaşadıkları acıları, anaların feryatlarını, madencilerin çalışma koşullarını,
uğradıkları hak gasplarını belgelemek, tarihe not düşmek gerekiyordu.

Türkiye’nin en büyük iş cinayetini bir şekilde belgelemeli ve gelecek kuşaklara ak-


tarmalıydık. Yoksa Soma katliamı da toplumsal belleği zayıf ve geçmişi ile yüzle-
şemeyen Türkiye’de yaşanmış olan diğer katliamlar gibi hafızalardan silinip gide-
cekti. Türkiye’nin en büyük iş cinayetinin unutulmaması için, toplumsal bir hafıza

Arkeo Duvar / 122


oluşturmanın gerekliliği, bizim toplumsal ve vicdani sorumluluğumuzdu. Soma
Katliamı’nı belgelemek ve gelecek kuşaklara aktarmak için; en önemlisi “unutul-
masınlar” diye yazıldı bu kitap.

Kitapta, madenci aileleri, madenciler, maden mühendisleri, çiftçiler, coğrafyacılar,


psikologlar, sendikacılar ve hukukçular ile konuşarak, tanıklıklar üzerinden top-
lumsal bir bellek oluşturmaya çalıştık. Bu katliamın sebeplerinin teknik değil, po-
litik olduğunu düşündüğümüz için teknik ayrıntılardan olabildiğince uzak durduk.
Yöre halkının Soma ve çevresinde maden ocakları dışında başka bir iş imkânı bu-
lamıyor olmalarını, tarımın tasfiye edilmesini, bölgede artan işsizlik ve yoksulluğun
insanları maden ocaklarında çalışmaya nasıl mecbur bıraktığını gözlemledik. So-
ma’ya farklı kentlerden gelip maden ocaklarında çalışan işçilerin, tarımın tasfiyesi
ile topraklarından koparılmış küçük üretici çiftçilerin çaresizliğini gördük. Uygula-
nan neoliberal tarım politikaları ile toprağından koparılan çiftçilerin, özelleştirilen
maden ocaklarında nasıl ucuz iş gücü oluşturduklarını gözler önüne sermeye ça-
lıştık.

“Çizmelerimi Çıkarayım mı? / Soma… 13 Mayıs 2014” ile Soma’da yaşanan maden-
ci katliamı üzerine çok boyutlu bir araştırma metni ortaya çıkarmak için çaba sarf
ettik. Soma insanının acılı serüveninin her aşamasını, tanıklıklara dayanarak bütün
gerçekliğiyle anlatıp, katliamın politik arka planının daha iyi görülebilmesini sağla-
maya çalıştık.

Az da olsa başarabilmiş olmayı umut ediyoruz...

Çizmelerimi Çıkarayım Mı?


Yazar: Onur Yıldırım , Uğur Şahin Umman
Ayrıntı Yayınları

Arkeo Duvar / 123


Madenci/demirci tanrı
Hephaistos

A ntik Yunan mitolojisinin renkli karakterlerinden biri de madenci/


demirci tanrı Hephaistos, Roma’daki ismiyle Vulkan’dır. Farklı kay-
naklara göre henüz çocukken annesi Hera veya babası Zeus tarafından
Olympos Dağı’ndan aşağı atıldığı için topal kalmıştır. Bunun yanında çok
çirkindir. Ne var ki on parmağında on marifet olan Hephaistos, tanrıla-
ra armağanları ve becerileri sayesinde tekrar Olympos’a kabul edilir. Bu
arada da güzellik tanrıçası Afrodit ile evlenmeyi başarır. Olympos Dağı’n-
daki atölyesinde tanrılara tahtlar ve silahlar yapan Hephaistos’un icatları
arasında haberci tanrı Hermes’in başlığı ve kanatlı sandaletleri, aşk tanrısı
Eros’un ok ve yayı gibi birçok icat bulunur. Tanrıların insanları cezalan-
dırmak için yaratmaya karar verdikleri Pandora’yı ve onun meşhur kutu-
sunu da Hephaistos yapmıştır.

Roma İmparatorluk Dönemi’ne tarihlenen,


kaybolan mum tekniğiyle bronzdan yapılan bu
Hephaistos heykeli, günümüzde Harvard Art
Museums’un koleksiyonunda yer almaktadır. Sağ
elinde tanrının simgelerinden biri olan çekiç, sol
elinde ise yine simgelerinden biri olan bir maşa
vardır. Ancak her ikisi de kırılmıştır. Heykelin
“anormal” sol ayağı da tanrının topallığına işaret
eder.

Hazırlayan: Heval Bozbay

Arkeo Duvar / 124

You might also like