Professional Documents
Culture Documents
• Patates yiyenler ve
16 ton vicdan
• Çayönü sakinleri
keşiflerinin silaha
dönüşeceğini hayal
bile edemezdi!
• Tanrıların ve kralların
hizmetinde: Hititlerde
metal endüstrisi
• Osmanlı
İmparatorluğu
madenciliğinden bir
kesit: Kalhane
‘Geçmişten Soma’ya:
Hephaistos’un
yalnız madencileri
Kullanıcı Rehberi
Konu devam ediyor. Sayfayı çevirin. Konu bitti. Sonraki içeriğe geçin.
Arkeo Duvar / 2
Kapak görseli: Yumruk biçimli bu gümüş kap,
çeşitli ritüellerde tanrıların sembolik yansıması
olarak kullanılan ve çoğunlukla ahşap ya da
metalden yapılan litürjik eşyalardan birini temsil
ediyor. Hitit metinlerinde “Tanrı heykeli gümüşten
bir yumruktur” olarak da bahsedilen Fırtına
Tanrısı’yla ilişkilendirilen bu sunu kabı, Boston
Güzel Sanatlar Müzesi’nde sergileniyor.
Yayın Sahibi: AND Gazetecilik ve Yayıncılık, San. ve Tic. A.Ş. adına Vedat Zencir
Genel Yayın Yönetmeni: Barış Avşar
Sorumlu Yazı İşleri Müdürü: Murat İnceoğlu
Yazı İşleri Müdürü: Nuray Pehlivan
Katkıda bulunanlar: Selma Kaya, Seval Konak, Abdullah Deveci
Yönetim Yeri: Harbiye Mahallesi, Cumhuriyet Cad. Seyhan Apartmanı. No 36/5 Şişli/
İstanbul. Santral: (212) 3463601, Faks: (212) 3463635
e-posta: info@gazeteduvar.com.tr
Arkeo Duvar’da yayımlanan yazı, haber ve fotoğrafların her türlü telif hakkı
AND Gazetecilik ve Yayıncılık Sanayi ve Ticaret A.Ş.’ye aittir. İzin alınmadan, kaynak
gösterilmeden ve link verilmeden iktibas edilemez.
Arkeo Duvar / 3
Editörden
Merhaba…
Zeus tarafından Olympos Dağı’ndan aşağıya atıldığı için topal kalan Hepha-
istos, maden işleri ile uğraşan zanaatkârların koruyucu tanrısıdır. Göklerdeki
tanrıların yeraltındaki yalnız madencisi, ekmeğini çalışarak elde etmek zorunda
olan tek tanrıdır. Kendini ne Zeus’un hışmından ne de diğer tanrıların alayların-
dan koruyabilen Hephaistos, maden işçilerinin durumuna baktığımızda ‘koru-
yuculuk’ görevini pek başarabilmiş gibi görünmüyor!
*
Madenciliğin ilk adımları deneme-yanılma yöntemiyle başlar. Çevresinde gör-
düğü değişik renk ve ağırlıktaki taşları keşfeden insan, günümüzden 10 bin yıl
önce Çayönü ve Aşıklı Höyük’te doğada bulduğu saf bakırı toplayarak, olta, iğne
ve boncuk gibi küçük objeler üretti. Böylece insanlığın ilk kullandığı madenler-
den birisi bakır oldu. Doğal saf bakırı döverek şekil vermeye çalışan eski ma-
denciler, ısıtıldığında bakırın daha kolay işlendiğini gözlemledi. Çeşitli döküm
teknikleri kullanılarak istenilen şekli alabilen madenin keşfi ile insan, onu haya-
tının hemen her alanında kullanmaya başladı.
*
Ancak madeni keşfetmek her ne kadar büyük bir devrim gibi görünse de insan-
lığın gücü elinde tutma serüvenindeki yazgısını çok da değiştirmedi. Öyle ki ma-
denciliğin tarihi başlangıcından itibaren güç, para ve iktidarı ele geçirme uğru-
na insanın en acımasızca sömürüldüğü sektörlerin başında yer aldı.
*
Geçmişten günümüze madenciliği incelerken, insanın yaşamını idame ettirmek
gibi temel var oluş nedenlerinin dışında keşfettiği aletlerden tutun da bu aletler-
le madenlere ulaşma konusundaki hırsını görüyoruz. Hiçbir gelişmenin kayıtsız
şartsız ‘masum’ olmadığını, belki de başından itibaren insanın doğaya hükme-
dişi ile kendi türüne hükmedişi arasında sıkı bir bağ veya paralellik olduğunu ve
birçok şeyin aslında günümüze kadar çok da değişmediğini de...
*
301 canı yitirdiğimiz Soma katliamında sekiz yılı geride bıraktık. Soma’dan
sonra da dünyada ve ülkemizde madencilik sektörü başta olmak üzere iş cina-
yetleri yaşandı, yaşanmaya devam ediyor. ArkeoDuvar bu sayısını madencili-
ğe ayırırken 2014 yılının 13 Mayıs günü Soma’da yaşamını yitiren tüm maden
emekçilerini saygıyla anıyor, yakınlarına bir kez daha başsağlığı diliyoruz.
İyi okumalar…
Nuray Pehlivan
Arkeo Duvar / 4
KAZI/ANI
Manfred Korfmann/
Troya Kazısı
Korfmann’ın Türkiye yılları 1972’de İstanbul Alman Arkeoloji Enstitüsü’nde bi-
limsel uzman olarak başlar ve bu görevi 1977 yılına kadar devam eder. Korf-
mann’ın arazi çalışmaları 1975-78 yıllarında kazı başkanlığını yaptığı Eskişe-
hir’deki Demircihüyük ile Anadolu’ya yönelir. Demircihöyük kazısından sonra,
1981 yılından itibaren Troya kıyı şeridinde yoğunlaşır. 50 yıl aradan sonra
1988 yılından itibaren Troya’daki yeni dönem kazılarını başlatır ve 2005 yılın-
da ölümüne kadar devam ettirir.
Arkeo Duvar / 5
BU SAYIDA...
76
7 Tanrıların ve kralların
hizmetinde: Hititlerde metal
Çayönü topluluğu keşiflerinin
endüstrisi
silaha dönüşeceğini hayal bile
H. Levent Keskin
edemezdi!
Aslı Erim Özdoğan
91
16 19 ve 20. yüzyıllarda Osmanlı
İmparatorluğu madenciliğinden
Patates yiyenler ve 16 ton vicdan
Abdullah Deveci bir kesit: Kalhane
Selma Kaya
24 98
Lavrion’un madenci köleleri
Nif Dağı Karamattepe’nin
Pınar Özlem Aytaçlar
antik madencileri
Daniş Baykan
33
Yeraltının Cüce Devleri: Eski 106
madenciliğe emeğin bakış açısıyla Erken Bronz Çağı’nda Anadolu’da
yaklaşmak işletilmiş olan kalay ocaklarının keşfi
Çiler Çilingiroğlu Evren Yazgan
42 114
Işık hep Doğu’da kalsaydı! Kazın ayağı öyle değil…
Selim Martin
Peki, nasıl?
53 Ahmet Uhri
63 122
Antik Çağ’da madenci köleler Çiftçilikten Soma Katliamı’na
M. Baki Demirtaş giden süreç: Çizmelerimi
çıkarayım mı?
Onur Yıldırım
Çayönü topluluğu
keşiflerinin silaha
dönüşeceğini hayal bile
edemezdi!
Çayönü topluluğu bakırı keşfettiklerinde bu keşiflerinin ileride
silaha dönüşeceğini hayal bile edemezlerdi, onlar için -dönemin
ruhuna uygun bir şekilde- silah ancak karın doyurmak için avda
kullanılan bir aletti.
Arkeo Duvar / 7
K onar göçer veya göçer topluluklar, gereksinimlerini karşılayabildikleri
bir yeri kendilerine yurt edindikten sonra çevreyi daha iyi tanıyabilmek
ve daha kapsamlı yararlanabilmek için keşfe çıkarlar. Kayalar, su kaynakları,
parlak taşların olduğu yerler, yabani hayvanların konak alanlarıyla onların
göç yolları ve yenebilir bitki topluluklarının yayılım alanı bu tanıma aşaması-
nın birer parçasıdır. Her biri sürprize açık sonsuz gözlem kaynaklarıdır, do-
ğanın yap-boz parçalarını arayıştır.
Arkeo Duvar / 8
Ova sulaktır ve bereketlidir bereketli olmasına ama akarsuyu ‘hiperaktif bir
birey’ gibi inanılmaz dinamiktir. Yağmura göz kırpar suları kabarır, taşar. Eri-
yen karlara kucak açar ve neredeyse bütün ovayı kaplar. Böyle durumlarda
hayvanlar mecburen yükseklere kaçar, insanlar da onları avlamak için peşle-
rinden yeni alanları keşfetmeye giderler.
Bir başka anlatımla akarsu Çayönü topluluğuna çevreyi daha iyi tanıması
için ‘alan açar’, onları sürekli kışkırtır. Muhtemelen bakır ve malahit ile tanış-
ma da bu vesileyle gerçekleşmiştir. Çayönü’nün kuş uçumu 19-20 km. ku-
zeyindeki bugünkü Maden ilçesinin çevresi oldukça geniş bir alana yayılan
Arkeo Duvar / 9
bakır yataklarıyla kaplıdır. MÖ
4. binlerden beri işletilen ba-
kır madenleri Mezopotamya
kentlerinin de sürekli ilgi odağı
olmuştur. Osmanlı İmparator-
luğu’nun önemli maden rezer-
vidir. Hâlâ tüketilemediğini de
21 Nisan 2022 gazete haberi
doğrular: Cumhuriyet tarihinin
en büyük maden ihalesi Cen-
Hilar kayalıkları Elazığ /Maden bakır yatakları
giz ortaklığına gitti. “Elazığ’da
alanı.
yaklaşık bir yıldır çalışmalarını
sürdüren Maden Tetkik ve Arama Genel Müdürlüğü, (MTA) ‘Cumhuriyet tari-
hinin en büyük maden rezervini Maden ilçesi Sağrılı Köyü Kısabekir ve Seterli
mevkilerinde buldu. Bakır maden rezervi sahasının olduğu bölgede bakırın
yanı sıra altın, çinko, kobalt ve birçok maden de bulunuyor. Rezervin toplam
piyasa değerinin 30 milyar dolar değerinde olduğu tahmin edilirken…”
Çayönü kazı verileri ilk malahit ve bakırın işlendiği Izgara Planlı Yapılar evre-
sinde iklimin çok yağışlı olduğunu, sık sık taşkınların gerçekleştiğine işaret et-
mektedir. Zaten iç mekanları kuru tutma kaygısı ‘ızgaralı yapı planının’ icadını
getirmiş, Çayönü sakinlerini çukur tabanlı barınaklarından zemin seviyesi üze-
rine taşınmaya mecbur etmiştir. Bu yapılarda oturanların avlanmak için daha
uzaklara ve yüksek kesimlere
gitmek zorunda kalmalarıyla
yollarının Ergani Maden çevre-
sine düşmüş olması da pekâlâ
mümkündür. Özellikle Ergani
Maden çevresindeki farklı je-
omorfolojik oluşumların çok
renkli katmanlar içermesi Ça-
yönü topluluğu için farklı cins
ve renkte taşların bulunması
demektir. Kısaca topluluk için
bir ‘hazinedir’. Bugün o çevre- Izgara planlı yapılar.
Arkeo Duvar / 10
deki maden ihalesini alanların gözünde para desteleri dans ederken Çayönü
bireyleri için rengarenk takıları ile kendilerini ne kadar ‘zengin’ hissedecek-
leri hayali vardır. Uzun yağmurlu, rutubetli günlerde ocakta ateşin yandığı
ızgaralı yapıların her türlü faaliyetin sürdürüldüğü uzun mekânlarında yeni
boncuk modelleri yaratmak, olasılıkla yeni dizilim tarzları üretmek demektir.
Keyifli bir iş olsa gerek. Nasılsa kimse ertesi sabah kalkıp bir işe yetişmek zo-
runda değil!
Nabit bakır parçalarının işledikleri diğer taşlardan farklı olarak kolayca eğilip
bükülebildiğini, ateşe tuttuklarında istenilen biçimi rahatça verdiklerini ve
kemikle veya tahtayla vurarak/döverek ince yassı levhalara dönüştürebildik-
lerini, yani kısaca bir taş boncuk yapımından daha hızla sonuca ulaşabildik-
lerini keşfetmelerinin çok uzun bir zaman almadığı düşüncesindeyim. Taş
boncuk kırıldığında başka bir boncuğa dönüştürmek (her tip boncuk için aynı
durum da geçerli değildir, örneğin küçük boncukları atarsınız) daha zahmetli
bir uğraştır. Bakır bir boncuk ise kolay kolay kırılmamaktadır, kırılsa bile ona-
rımı çok daha kolaydır, eğrildiğinde biraz ısıtarak aynı şekil birkaç dakikada
verilebilir. Bunları fark etmeleri de malzemeyi daha kıymetli kılmış olmalı.
Arkeo Duvar / 11
boncuklar elde edilmesidir. Bu tip boncukların Orta Fırat havzasındaki Tell
Halula (Suriye) yerleşimindeki bazı mezarlarda ve Ali Koş’da (İran) bulunması
‘trend’ bir model olduğunu düşündürtmektedir.
Arkeo Duvar / 12
Çayönü’nün ‘pırlanta kolyesi’
Arkeo Duvar / 13
Bakır, Çayönü’yle ilişkisi olan diğer Neolitik toplulukların ya da burayı ziya-
rete gelenlerin de ilgisini çekmiş olmalıdır. Ancak bakır takı ile diğer küçük
aletlerin ne kadarının Çayönü’nde iç tüketime yönelik üretildiği, ne kadarının
değiş-tokuşta kullanıldığı; armağan olarak mı gönderildiği veyahut ısmarla-
ma mı yapıldığıyla ilgili çıkarım yapabileceğimiz hiçbir veri yok. Çayönü ile eş
zamanlı Fırat havzası yerleşmelerinden Cafer Höyük (Malatya), Akarçay ve
Mezraa Teleilat (Birecik) hiç bulunmamasına karşın Nevali Çori’de (Bozova/
Urfa) tek bir boncuk bulunmuştur. Cafer Höyük obsidiyen aletler, mimari
yapı planları gibi özellikler açısından Çayönü ile yakın benzerlik sergilese de
bakır bulguya rastlanmamıştır. Bunu da açılan alanın darlığıyla açıklayabili-
riz. Nevali Çori boncuğunun da hediye olarak gönderildiğini düşünebiliriz.
Buna karşın daha güneyde Suriye’de günümüzden önce takriben 8700 yılla-
rına tarihlenen Fırat nehri kıyısındaki Tell Halula’nın taban altı mezarlarında
bulunan bakır takıların analizi Ergani Maden çevresini işaret etmektedir ve
boncuklar da Çayönü’ndekilerden farksızdır. Şengal ovasındaki Çayönü ile eş
zamanlı Tell Magzalia’daki bakır biz ile malahit boncuklar da Ergani kökenli
olabilir. İran Deh Luran vadisindeki Ali Koş yerleşiminde bulunan tek bakır
boncuğun analizi de Çayönü boncuklarının yapım süreci ile birebir benzerli-
ğine işaret eder. Genel çerçeveden baktığımızda Çayönü’nde imal edilen ba-
kır takıların döneminde geniş bir coğrafyada bilindiğini ya da duyulduğunu,
elimizdeki münferit buluntulara dayanarak öngörebiliriz. Bununla birlikte
doğrudan bir ilişki metası olarak kul-
lanıldığını sadece Tell Halula bulun-
tularına dayandırarak söyleyebiliriz.
Yukarıda vurguladığımız gibi, zama-
nında ‘bir yerde bırakılamayacak ka-
dar kıymetli olmaları’ nedeniyle bü-
yük olasılıkla elden ele geçerek geniş
Orta Doğu coğrafyasının bir yerlerin-
de yitip gitmiştir.
Arkeo Duvar / 14
Neolitik Dönem’in bu ‘naif’ hammaddesinin bir öldürme aracı üretiminde
kullanılması fikrinin hangi topluluktan çıktığını maalesef şimdilik bilmiyoruz.
Ancak MÖ 5. binlerde bakırın artık ergitilerek kalıplanıp farklı biçimler veril-
diği ve insanların bu hammadde için kıyasıya rekabete tutuştuğu gerçeğin-
den hareketle bunun ‘küresel kapitalizmin ilk adımları’ olduğunu ileri sür-
mek çok yanlış olmasa gerek. Güney Mezopotamya’nın zorlu koşullarında
gelişen Ubeid ile devamı niteliğindeki Uruk kültürlerinin rekabetçi yapısı aynı
zamanda hükmetme kültürünün de kök salmaya başladığı, dolayısıyla savaş
tamtamlarının yavaş yavaş çalmaya başladığı bir sürecin ilk aşamalarıdır. Ba-
kırın silah üretiminin hammaddesine dönüşmesinde bu kültürlerin katkıları
olduğunu ileri sürmek çok da yanlış olmasa gerek.
Arkeo Duvar / 15
BU RESMİN HAKKINDA KONUŞALIM
Patates yiyenler ve
16 ton vicdan
“16 Ton şarkısının sözlerinin çağrıştırdığı işçiler olmalı onlar: “Aziz
Peter beni çağırma çünkü gidemem/ Ruhum şirkete zimmetli.”
“Patates Yiyenler” çok uzak ülkeden değil, Soma’da 301 madenci-
nin öldüğü zamanlarda kömür karası yüzleriyle vicdanımıza baka-
cak kadar bize yakındılar.
Abdullah Deveci
Sanat Tarihçisi, Eskişehir Okulu
Arkeo Duvar / 16
Thomas More, Ütopya adlı eserinde koyunların insanları yediği ülkeden bah-
seder. 16. yüzyıl başlarından itibaren İngiltere’de dokuma endüstrisinin ma-
kineleşmesi ve gelişmesine paralel olarak yoksul köylülerin işlediği arazilere
el konulmuştu. Koyunlara otlak olan bu araziler tabii ki zengin ve büyük top-
rak sahibi çiftçiler ve aristokratlara aitti. Daha çok yün için yoksullar yok sa-
yılabilirdi. Dokuma endüstrisi yoğun insan göçlerine neden oldu ve kentlerin
çeperlerinde yeni konut alanları oluştu. Eğitimsizlik, yetersiz besleme ve veba
yeni kentlilerin yaşamını kökten değiştirdi. Evet, üretim ilişkileri koyunların
yoksul insanları yediği bir ülke yapmıştı İngiltere’yi. T. More’un tespiti yaklaşık
500 yıl önceydi, şimdi ise, yani modern dönemlerde, yani kapitalizmin artık
vahşi olmadığı söylenen şu yaşadığımız çağda madenler, en çok da kömür,
insanları yiyor. Sadece iş kazaları ve meslek hastalıklarıyla değil, çevreye ver-
diği zararlarla da. Kömür madenlerinde 13 Mayıs 2014’te Soma’da 301; 26
Mart 1995’te Yozgat-Sorgun’da 37; 3 Mart 1992’de Zonguldak-Kozlu’da 263;
7 Mart 1983’te Zonguldak-Armutçuk’ta 103 insanımızı kaybettik.
“16 Ton” bir İngiliz madenci şarkısı. Ümit Kıvanç bu şarkıdan esinlenerek
2011’de bir belgesel yapmış. Tanıl Bora da 2021 Mayıs’ında şarkıyı Van
Gogh’un yaşamı ve “Patates Yiyenler” resmiyle bağlantılar kurarak maden-
lerdeki iş kazaları/katliamları konu alan bir yazı yazmış. Kıvanç’ın belgeseli,
kendi deyişiyle “vicdan ve piyasaya dair”, “insanlık tarihine ironik bir yakla-
şım”. “16 Ton”, şarkısı ise madenci hayatının çarpıcı, ironik, kışkırtıcı ve her
şeyiyle sahici, her şeyiyle gerçek anlatısı, tıpkı “Patates Yiyenler” resmi gibi.
Arkeo Duvar / 17
Van Gogh madenlerde. . .
Hollandalı papaz Teodorus van Gogh’un oğlu Vincent van Gogh, 1853’de dün-
yaya geldi, üç kız iki erkek kardeşiyle din ve sanatla harmanlanan bir ortam
içinde büyüdü. Gelgitlerle dolu yaşamı sıkıntı içinde geçti, sanatçı olmaya
karar verdiği zamana kadar hemen her şeyde başarısız oldu. Amcaları sanat
simsarıydı. Çok sevdiği ve sürekli desteğini arkasında bulduğu kardeşi Theo
da öyle. Kendisi de sanat simsarlığını denedi, beceremedi. Din adamlığı, mis-
yonerlik denedi, beceremedi. Güzel Sanatlar Akademisi’ne girdi bitiremedi.
27 yaşlarında depresyona girdi. Âşık oldu, karşılık bulamadı. Sonra büyük
umutlarla sanatçı olmaya karar verdi. Den Haag’da başlayan sanat yaşamı,
1880’lerde Paris’te devam etti. Paris sanatın merkeziydi, büyüleyiciydi, dö-
nemin çoğu ünlü sanatçısı oradaydı. Henri Toulouse-Lautrec, Paul Signac ve
Gauguin’le arkadaş oldu. Monet, Pissarro ve Sisley gibi sanatçıları yakından
tanıdı ve diyalog kurdu. O sıralarda Paris’ve olan iki kadın ressamı, Berthe
Morison ve Mary Cassatt’ı tanıdı. Özellikle de Cassatt’ın Japon gravürlerinden
esinlenen işlerinden etkilendi.
Arkeo Duvar / 18
yine de ne denli güçlü şekilde
kurulmuş olduğunu gösteriyor.
Buna karşılık köylülerin yaşantısı
ve ölümü ne denli sonsuzca aynı
düzende tomurcuklanır ve solar,
tıpkı kilise mezarlığının çimlenip
çiçeklenmesi gibi. Din öldü, Tanrı
yaşıyor” diye yazmıştı.
Patates yiyenler
Eskiz ve bilinen bir baskı resim dışında biri Amsterdam, öbürü Otterlo Dev-
let Müzesi’nde bulunan “Patates Yiyenler”in iki versiyonu vardır. Amsterdam
Devlet Müzesi’ndeki resim bir kulübe ya da köhne bir evin odasında köy-
lü veya madenci ailenin yemek yemesini konu edinmiştir. Küçük odada bir
masanın etrafında ikisi kadın, ikisi erkek ve arkası dönük kız çocuğundan
oluşan beş figür bulunmaktadır. Erkekler belki de yorgun argın madenden
eve yeni dönmüştür. Kadınlar ise tarla işlerinden sonra bir de ev işleriyle
uğraşmış ve topladıkları patatesleri pişirerek yemek hazırlamışlardır. Ev eş-
yalarını oluşturan çaydanlık, çatal, arka planda raflar, duvarda asılı bir saat
ve resim çerçevesi, tavana asılı gaz lambası ve sepetler yoksul bir evin içinin
betimlendiğini fazlasıyla hissettirmektedir. Oda oldukça loştur. Yetersiz ışık,
odanın bölümlerini net biçimde görmemizi engellemektedir. Tek ışık kayna-
ğı olan yağ lambası asıl vurgulanmak istenen resmin en önemli öğesi olan
patatesleri görünür kılmıştır. Masa üzerindeki tabak ve patateslerse oldukça
aydınlıktır. Kahverengi ve koyu yeşil tonların hâkim olduğu bu kompozisyo-
nun verdiği his, her günü benzer şekilde yaşamanın dayanılmaz ağırlığıdır.
Bu resimdeki her bir öge ve figür basit, hatta pek çok sanat yazarının dediği
Arkeo Duvar / 19
gibi çirkindir. Mekân, eşyalar ve insanlar kirlidir aynı zamanda. Özellikle de
eller dikkat çekecek kadar kirlidir. Torterolo’ya göre, Van Gogh bunu bilinçli
yapmıştır. Van Gogh kardeşi Theo’ya yazdığı 20 Nisan 1885 tarihli mektu-
bunda bu insanları bir lamba ışığı altında patates yerken, topraklı ellerini
tabağa uzatırken gösterdiğini, bu yolla emeği ve dürüstçe ürettikleri yiyeceği
yücelttiğini ifade eder.
Van Gogh kardeşi Theo’ya yazdığı başka bir mektubunda (Nuenen, Temmuz
1885);
Van Gogh müthiş bir gözlem gücü ve sanatçı duyarlılığıyla tanımlamalar yap-
mıştır. Günümüzde tıbbi bir terim olan “Premature Yaşlılık Sendromu” tanı-
mını Van Gogh hasta veya ölmeye yatırılmış maden işçilerinin başında dua
okurken kullanmış. Vaktinden önce yaşlanan bu büyük insanlık için. . . Yani
gerçek olanla bağını koparmamıştır Van Gogh. Önceden kurguladığını tuva-
le geçirmiştir. Kabalık ve çirkinlik gibi sanat konusu olmada sorunlu görülen
Arkeo Duvar / 20
pek çok şey bilinçli olarak bu
resimde yer bulur. Bundan
dolayı da yaşadığı dönemde
ağır eleştiriler almıştır. Arka-
daşı Von Rappard resim için
“Böyle bir çalışmanın ciddi-
ye alınmayacağı konusunda
bana hak verirsin umarım.”
der van Gogh’a. Bu oldukça
ağır yergi van Gogh’u derin-
den yaralamış olmalıdır. Vincent van Gogh, Çuval Taşıyan Madenci Eşleri,
Nisan 1881 (Kâğıt Üzerine kurşun kalem, mürekkep
ve sulu boya).
Arkeo Duvar / 21
G. E. Gürcanlı’nın dediği gibi, “Patates Yiyenler tablosundaki emekçiler büyük
insanlıktı” ama resimde “yanakları dolu dolu, kıpkırmızı sağlıklı yüzler yoktu,
kara kömürün karalığı ve karamsarlığı üzerlerine yansımıştı.” Evet, Soma’da
ölen 301 madenci de büyük insanlıktı. Yeryüzü için yeraltındaydılar. Bora’nın
“Patates Yiyenler” için dediği gibi, “16 Ton” şarkısının sözlerinin çağrıştırdığı
işçiler olmalı onlar: “Aziz Peter beni çağırma çünkü gidemem/ Ruhum şirkete
zimmetli.” “Patates Yiyenler” çok uzak ülkeden değil, Soma’da 301 madenci-
nin öldüğü zamanlarda kömür karası yüzleriyle vicdanımıza bakacak kadar
bize yakındılar.
On Altı Ton
Bazı insanlar der ki insan çamurdan yapılmıştır
Zavallı adamcağız kas ve kandan yapılmıştır
Kas ve kan ve deri ve kemikler
Zayıf bir zihin ve kuvvetli bir sırt
On altı ton yüklersin, eline ne geçer
Daha da yaşlanıp daha da borca batarsın
Aziz Peter beni çağırma çünkü gidemem
Ruhum şirkete zimmetli
Güneşin ışıldamadığı bir sabah doğdum
Küreğimi alıp madene doğru yürüdüm
9 numara kömürden on altı ton yükledim
Ve patron da dedi ki “vay be”
On altı ton yüklersin, eline ne geçer
Daha da yaşlanıp daha da borca batarsın
Aziz Peter beni çağırma çünkü gidemem
Ruhum şirkete zimmetli
Arkeo Duvar / 22
Bir sabah doğmuştum, hafif yağmur yağıyordu
Dövüşmek ve bela benim göbek adımdır
Bambu çalılığında bir anne aslan tarafından yetiştirildim
Hiçbir cırtlak sesli kadın beni hizaya sokamaz
On altı ton yüklersin, eline ne geçer
Daha da yaşlanıp daha da borca batarsın
Aziz Peter beni çağırma çünkü gidemem
Ruhum şirkete zimmetli
Eğer beni karşıdan gelirken görürsen kenara çekil
Birçok adam çekilmedi, birçok adam öldü
Bir yumruğum demirden, öbürü çelikten
Eğer sağdaki halledemezse soldaki halleder
On altı ton yüklersin, eline ne geçer
Daha da yaşlanıp daha da borca batarsın
Aziz Peter beni çağırma çünkü gidemem
Ruhum şirkete zimmetli
Tennessee Ernie Ford
https://lyricstranslate.com/tr/sixteen-tons-onalti-ton.html
(http://gecetreni.net/16ton_root/16ton_ana.html)
Arkeo Duvar / 23
YAZITLARIN DİLİ
Lavrion’un
madenci köleleri
Kölelerden bazıları, madencilik konusunda uzman, kalifiye
kölelerdi ve daha çok organizasyonda çalışıyorlardı. Sıradan
kölelerin ne mezar taşları ne de onları tanıyabileceğimiz
başka herhangi bir belgeleri vardı. Lavrion maden ocakla-
rından günümüze sesini duyurabilenler ise sadece pahalıya
satılan bu kalifiye köleler oldu.
Atina’dan çıkıp Sounion Burnu’na doğru iç kesimden yol alan bir gezgin, be-
reketli Mesogeia bölgesine varmak için Atina ovasını geçer. Bağlar, zeytin-
likler, şirin, beyaz köyleri geçerek güneydoğuya ilerler. Plaka Geçidi’nden
Thorikos’a ve denize doğru ilerlerken birden ülkenin değişen yüzüyle karşı-
laşır. Plaka Geçidi’nde terkedilmiş bir sanayi bölgesinin izlerini görür. Pek de
hoş olmayan bu ilk izlenim, deniz kıyısı seviyesine indikten sonra güçlenir.
Arkeo Duvar / 24
Bu bölgede Attika kıyılarının cazibesi, büyük ve karanlık tümseklere sahip,
çirkin bir köy tarafından tahrip edilmiştir. Terkedilmiş endüstriyel binala-
Arkeo Duvar / 25
Lavrion, gümüş külçeleri. Lavrion madeni, tüneller.
Fotoğraf: Daniel Schwartz.
Arkeo Duvar / 26
‘Çünkü ölmek daha kolaydır…’
Arkeo Duvar / 27
rında yitip gidiyor. Birçoğu ölüyor; acıları çok büyük. Denetçilerinin kırbaçlarıy-
la boyun eğmeye mecbur bırakıldıkları zorluklar öylesine büyük ki, beden gücü
ve ruhunun cesareti sayesinde uzun süre dayanabilen birkaçı dışında çoğu ya-
şamı terk eder. Çünkü ölüm daha kolaydır.”
Arkeo Duvar / 28
Kalifiye köleler: Kimse maharette benimle
aşık atamaz
“Madenci Atotas.
Arkeo Duvar / 29
MÖ 4. yüzyılın ortalarında Atina nüfusu 260 bin kadardı. Bunun 110 bini
vatandaşlar ve ailelerinden oluşuyordu. Vatandaş olmayan ama özgür me-
toikos’lar (yabancılar) 40 bin kadardı. Kölelerin sayısı ise 110 bini buluyor-
du. Yani neredeyse her özgür insana bir köle düşecek kadar… Bu kölelerin
dörtte birinden fazlası ise Lavrion madenlerinde çalışmaktaydı. Atina, di-
ğer şehir devletlerine oranla daha geniş bir nüfusa ve dolayısıyla köle sa-
yısına sahipti. Ancak özgür-köle oranına göre düşünüldüğünde daha çok
kölenin yaşadığı şehirler de vardı: Aigina, Korinthos ve Khios (Sakız Adası)
gibi… En büyük köle kaynağı savaşlardı. Savaşta mağlup olan tarafın halkı,
tüm mülkleriyle birlikte galip tarafın malı olurdu. Bunun dışında tüccarlar
da Yunan dünyasının her yanına, Trakyalı, Kapadokyalı ya da İskit köleler
taşıyordu. Tıpkı modern zamanlarda Afrika’dan Yeni Dünya’ya taşınan kö-
leler gibi… Tüccarlar tarafından getirilen bu köleler bazen halkların kendi
aralarındaki savaşların kurbanı oluyordu. Bazı durumlarda da gönüllü ola-
rak satılıyorlardı. Mesela Herodot, Trakyalıların çocuklarını köle olarak sat-
tıklarından bahseder. Yaşadıkları coğrafya nedeniyle madencilik deneyimi
olan Trakyalı ve Paflagonyalı kölelerin birçoğunun doğrudan gümüş ma-
denlerinde çalışmak üzere satıldığını düşünebiliriz. Ksenophon zamanında
Lavrion’daki Trakyalı kölelerin sayısı bazı küçük Yunan şehirlerinin toplam
nüfusundan fazlaydı.
Sorgulanmayan kölelik
Arkeo Duvar / 30
kuralları eleştirme cesaretini gösterebilenler ise hep düşünürler, filozoflar
olmuştur. Antik Yunan’ın düşün dünyasında entelektüeller tarafından tar-
tışılmamış, meydan okunmamış konu yok gibiydi. Dini inançlar, ahlaki de-
ğerler, politik sistemler, ekonomi, aile, mülkiyet kavramları, akla gelebilecek
her şey Yunan felsefesinin konusu oldu ve cesurca tartışıldı. Tek bir konu
hariç: Kölelik… Topluma en radikal eleştirileri getiren Platon bile köleliğin
devamından yanaydı. İnsanların kardeşliği üzerine kurulu felsefi akımlar,
Kinikler ya da Stoacılar köleliği yadsımadılar. Tanrı huzurunda herkesin eşit
olduğuna inanan Hıristiyanlar da… Kölelik o kadar doğal bir statüydü ki, kö-
leler bile değiştirmeye uğraşmadılar. Antik Yunan ve Roma toplumlarında
köle isyanlarının sayısı toplamda iki elin parmaklarının sayısını geçmedi.
Lavrion’da da MÖ 130 yıllarına kadar bir köle isyanıyla karşılaşılmadı. An-
cak bu tarihte, Sicilya’da başlayan ve dalga dalga ilerleyen köle isyanlarının
etkisiyle olsa gerek, maden ocaklarında da denetçilerini öldürerek isyana
kalkışan maden köleleri oldu. Bu da Lavrion’un tarihindeki yegâne isyan
olarak kaldı.
Arkeo Duvar / 31
yardımıyla, bazen düşük ücretli bir kamu hizmetiyle, bazen de tiyatroya
ücretsiz biletle ağızlarına bir parmak bal çalındı. Tabi bir de Lavrion’daki
gelirlerden paylarına küçük bir miktar düşerse sevindiler.
Arkeo Duvar / 32
İYİ ARKEOLOJİ
Arkeo Duvar / 33
patron Can Gürkan, ‘301 kez olası kastla öldürme’ ve ‘162 kez olası kastla
yaralama’ suçlamasıyla yargılandığı davadan her ölen madenci için sadece
beş gün hapis yatarak tahliye edildi. Yerin 400 metre dibinde insanlık onu-
runa ve iş güvenliğine her türlü aykırılıkla çalıştırılırken öldürülen yüzlerce
madenci ve ailelerinin adalet talebi görmezden gelindi. Somalı madenci aile-
lerin mücadelesi devam ediyor. Onlarla birlikte geçmişten beri madenlerde
canını vermiş yetişkin ve çocuk herkesin adalet arayışı da sürüyor diyebiliriz.
Madencilik, her zaman tehlikeli bir uğraş olmuştu; buna rağmen insanlar
çağlar boyunca değerli saydıkları metalleri, mineralleri, taşları madencilik
faaliyetleriyle elde ettiler, işlediler, takas ettiler, onlardan prestij ve kazanç
elde ettiler. Madenciliğin kâr marjı denebilir ki her dönem yüksekti. 18. yüz-
yılın ortalarına kadar çocuklar ve cüceler, küçük bedenleriyle dar galerilere
girebildikleri için, madencilik tarihinin asli failleri ve kurbanları olmuştur. Pa-
muk Prenses’in madenci yedi cücesini, Yüzüklerin Efendisi’nin cüce Gimli’sini
ve Thor’un madenci dev cücesi Eitri’yi anımsayalım. Bu yönüyle madenler
Arkeo Duvar / 34
kelimenin tam anlamıyla mitlerin devleşmiş cücelerinin mekânı olarak tarif
edilebilir. Bolivya’dan Türkiye’ye emek tarihi de yeryüzüne çıkınca devleşen
madencilerle doludur diyebiliriz.
Arkeo Duvar / 35
Zincifre nedir?
Ben bu yazıda üzerinde çok fazla konuşulmayan bir maden üzerinde durmak
istiyorum: Zincifre. Derekutuğun’dakine benzer olarak ana kaya içine açılan
dar, karanlık galerilerde yapılmış olan bir madencilik faaliyeti bu.
Dilimize Arapça’dan geçen zincifre sözcüğü, zehirli bir element olan cıvanın
(Hg) cevher haline verilen isim. İngilizce’de “cinnabar” veya “vermilion” olarak
biliniyor. Genellikle karbonatlar, şistler ve mermer gibi metamorfik kayaçlar
içinde damarlar veya benekler halinde görülüyor. Zincifre, morumsu par-
lak kırmızı rengiyle geçmiş toplumların boya maddesi olarak kullanıldığı bir
hammaddedir. Zincifre cıvanın temel bileşeni olduğu için toksik bir madde.
Olasılıkla tarih öncesi madenciler zincifreyi işlemlerden geçirirken soluma
nedenli zehirlenmeler, sindirime bağlı sorunlar veya nörolojik bozukluklar
yaşamış olmalı. Bu toksik özellik en azından Antik dönemden bu yana bi-
linmekte. Mesela Roma döneminde İspanya’daki zincifre madenlerinde bu
yüzden sadece tutsaklar çalıştırılıyordu. Zincifrenin zehirli özelliği nedeniyle
bu madenlerde çalışmak bir çeşit ölüm fermanı anlamına geliyordu.
Arkeo Duvar / 36
Neolitik dönemde zincifre madenciliği
Kırmızı rengi üreten mineraller doğada yaygın olarak bulunur. Bunların için-
de demir oksitler başta gelir; ancak zincifrenin de erken dönemlerden beri
parlak, kalıcı, koyu kırmızı rengiyle toplumların ilgisini çektiğini söylemiştik.
Neolitik dönemde en erken zincifre kullanımı, İsrail’deki Kfar HaHoresh yer-
leşmesinde bulunmuş. Burada MÖ 8500-7600 yıllarına tarihlenen tabakalar-
da kireçle modellenmiş bir kafatası üzerinde boya olarak zincifre tercih edil-
miş. Özellikle sönmüş kireç kullanarak modellenen insan kafatasları Levant
bölgesinde Çanak Çömleksiz Neolitik dönemde birçok yerleşmede karşımıza
çıkar. Jericho, Ain Ghazal, Beisamun bu yerleşmelerden bazılarıdır; ancak ya-
pılan analizler sadece Kfar HaHoresh’te zincifreden elde edilmiş boyanın kul-
lanımına işaret eder. Güney Levant bölgesinde bu hammadde bulunmadığı
için, bilim insanları zincifrenin Anadolu kaynaklı olduğu görüşünü paylaşmış-
tır.
Çatalhöyük’te taban altı mezarlarda bazı insan kafatasları üzerinde boya ola-
rak zincifre kullanılmış. Bunun yanında, yumuşakça kabukluları içinde ve ba-
Arkeo Duvar / 37
zen de okrla birlikte duvar boyasına karıştırılıyor.
Arkeo Duvar / 38
İzmir-Karaburun’daki Manastır mevkii ise biz arkeologlar için oldukça ilginç
bulgulara sahip. Buradaki madenin Kalkolitik Dönemde, yani günümüzden
6 bin yıl önce işletildiği arkeolojik kanıtlarla bilinmekte. Her ne kadar günü-
müzde arkeolojik dolgular tamamen yol olmuş olsa da yapılan eski kazıların
bulguları madencilikle ilgili belli bir fikir veriyor.
Karaburun’daki maden kazısı 1949 yılında Hamit Zübeyr Koşay ve Hakkı Gül-
tekin tarafından yapılır. Sadece on gün süren kazılar prehistorik dönem zin-
cifre kullanımıyla ilgili kıymetli bilgiler sağlamıştır. Çalışmalarda taş baltalar,
yontmataş aletler, vurgaçlar ve boynuzdan aletler ile el yapımı kaba görü-
nümlü çanak çömlek parçaları bulunmuş. Koşay’ın da belirttiği gibi, cıva ma-
deninin prehistorik topluluklar tarafından boya maddesi temini için işletilmiş
olması yüksek bir olasılıktır. Çanak çömlekler, mal grubu ve form olarak MÖ
4500-4000 yıllarına ait özellikler göstermekte olup madenin kullanımı Orta
Kalkolitik Çağ’a tarihlenmektedir. Buradan Karaburun gibi ulaşımı zor, dağ-
lık bir bölgenin zincifre yatakları sayesinde prehistorik toplumların dikkatini
çektiğini, yatak çevresinde bir yerleşme alanı kurduklarını ve tüm risklerine
rağmen bu cevheri çıkarıp olasılıkla bazı ön işlemlerden sonra takasını ger-
çekleştirerek geçimlerini sağladıklarını anlıyoruz.
Arkeo Duvar / 39
Zincifrenin başka bir kullanımı Ege Tunç Çağından bilinmekte. Günümüzden
önce 5000-4000 yıl kadar önce Ege ve Batı Anadolu toplumları kültürel etkile-
şim içindeydi. Bu dönemde Ege’nin Kiklad Adalarında gelişen özel bir kültürel
ürün olan mermer figürinler revaçtaydı. Arkeoloji literatüründe “Kiklad figü-
rinleri” olarak bilinen bu figürünler her ne kadar sade ve beyaz renkli gözük-
se de mikroskop altında incelendiğinde, boyalı oldukları anlaşılır. Çoğunlukla
mezarlıklara konulan bu heykelcikleri dini anlam taşıyan törensel nesneler
olarak yorumluyoruz. Yapılan incelemeler bazı figürinlerin üzerinde kırmızı
boya olarak zincifrenin kullanıldığını ortaya koymuş. Kiklad adalarında veya
Yunanistan’da zincifre yatakları bilinmediği için Kiklad figürinleri üzerindeki
boyanın Anadolu menşeli olma ihtimali oldukça yüksektir. Bu noktada Kara-
burun’da yer alan ve Kalkolitik Dönemden beri Anadolulu madenciler tara-
fından işletilen kaynaklar güçlü bir olasılık olarak beliriyor.
Sonuç olarak, zincifre arkeolojik kayıtlarda daha fazla dikkat etmemiz gere-
ken bir boya maddesi olarak karşımıza çıkmakta. Türkiye’de halen spesifik
olarak bu konuda sistematik bir araştırma gerçekleşmiş değil; belli ki şu anki
bilgilerimiz çok daha fazla genişlemeye açık.
Arkeo Duvar / 40
Avusturya’daki Hallstatt tuz madeninde Tunç Çağında çocuk işçilerin çalıştırıldığına dair
arkeolojik kanıtlar.
Geçmişin çocuk madencisini, tutsak işçisini, ucuz emekçisini veya siyahi kö-
lesini anımsamak bu nedenle çok önemli. Prehistorik maden ocaklarında in-
sanın çocuksu merakı, dünyaya açılan saf ilgisiyle onun geçim mücadelesi,
açgözlülüğü ve onulmaz hırsı bir arada karşımıza çıkıyor. Nasıl ki Soma kat-
liamı sistemik bir emek sömürüsünün belgesiyse, prehistorik madenler de
bizleri bu noktaya getiren tarihi süreçlerin materyal belgeleridir. Böylesi bir
teorik yaklaşımla üretilen arkeolojik bilgi bugünün adalet mücadelesine kat-
kı sunmaya yetkindir. Yeter ki tarihi aşağıdan yukarıya doğru bir kavrayışı
mümkün kılacak emek dostu teorik yaklaşımlara sıcak bakalım.
Arkeo Duvar / 41
SÖYLENCE
Işık hep
Doğu’da kalsaydı!
Maden çağları; küreselleşme kavramının başladığı, insanlığın en hız-
lı gelişim gösterdiği, aynı zamanda en karışık ve düşmanca süreçleri
barındıran, bunlarla birlikte sanat ve zanaat üretiminde çeşitliliğin,
estetiğin ve ihtişamın zirveye çıktığı zaman dilimleridir ve bunların
hepsine ev sahipliğini Yakındoğu coğrafyası yapmıştır.
Hıristiyan kesiş Joannis Cassiani’nin deyimiyle; “Ex Oriente Lux” (Işık Doğu-
dan Yükselir)… Bu sayıdaki söylencemizi anlatmaya; kültürel anlamda “uzun
bir süreci” anlatan bu sözün, gerçekleri nasıl yansıttığına değinerek başlaya-
lım.
Günümüzden yaklaşık 26 bin yıl önce Son Buzul Doruğu ile birlikte havaların
gittikçe ısınması, mağara ve kaya sığınaklarında yaşayan insan topluluklarını
dışarıya itmiş, açık alanda yeni bir yaşam biçiminin gelişmesine olanak tanı-
yan bir iklim değişikliği ortaya çıkmıştı. Yakındoğu coğrafyasında Levant kıyı
şeridi ve Mezopotamya bölgesi, bu iklim değişikliği sürecini en olumlu şe-
Arkeo Duvar / 42
kilde geçirmiş ve yaklaşık 10 bin yıl
boyunca açık alanda edindiği tec-
rübesini nihayetinde Neolitik Dev-
rim olarak adlandırılan tam yerle-
şik köyleri kurarak tamamlamıştı.
İnsanlığın en önemli devrimi olarak
kabul edilen yerleşik yaşam; adap-
tasyon sürecini tersine çevirmiş,
yüzbinlerce yıldır doğaya uyum
sağlamaya çalışan insanların artık
doğayı kendi isteklerine göre şekil-
lendirmelerine olanak vermişti.
Arkeo Duvar / 43
Maden çağları; küreselleşme kavramının başladığı, insanlığın en hızlı gelişim
gösterdiği, aynı zamanda en karışık ve düşmanca süreçleri barındıran, bun-
larla birlikte sanat ve zanaat üretiminde çeşitliliğin, estetiğin ve ihtişamın zir-
veye çıktığı zaman dilimleridir ve bunların hepsine ev sahipliğini Yakındoğu
coğrafyası yapmıştır.
Arkeo Duvar / 44
arasında yer almasını sağlamıştır. Doğada bol miktarda bulunan, tunca göre
yapısı daha sert ancak işlenmesi daha kolay ve daha az maliyetle üretilen
demir, bu üstün özellikleriyle alet ve silah yapımında giderek tuncun yerini
alacak ve maden çağlarının sonuncusuna adını verecektir.
Sümer Mitolojisi’nde ateş, ışık, fırın, kireç ve demir madenlerinin hamisi ka-
bul edilen Gibil, ateşin ve demirhanelerin tanrısı olarak metalürji bilgeliğine
sahip olduğuna inanılan ve aynı zamanda Ea, Marduk ve Šamaš gibi tanrı-
larla birlikte sıkça arınma ritüellerine çağrılan önemli bir karakterdir. Bunlar
elbette ateşin koruyucusu olan demirci bir tanrıdan beklenen özelliklerdir
ancak tanrının asıl önemi onu niteleyen diğer sıfatlarda gizlidir.
Arkeo Duvar / 45
tanlar, bu emeğin sahipleri, o kadar meziyetli olmalılardı ki, geniş zihinleri ile
yerin üstündeki kuralları, düzeni ve adaleti korumalıydılar. Şimdi üzülerek
eklemem lazım, sanırım “madenci emeği” bir daha hiç bu kadar değer gör-
meyecek.
Arkeo Duvar / 46
yeryüzüne, indi inmesine ama bizim nehrin gözü dönmüş artık, tanımıyor
kimseyi. İşte bir dalga, bir dalga daha, anafor üstüne anafor, niyetli bu sefer;
suladığı verimli topraklarda can alan düşmanların hepsini yutacak. İster âde-
moğlu olsun ister Olymposlu:
Arkeo Duvar / 47
işte Ksanthos’un güzel suları da, ateşin altında,
yalım yalım öyle yanıyor, kaynıyordu.
Ksanthos akamaz olmuş, durmuştu,
Gücü yanan ırmak konuştu, diller döktü:
“Seninle, Hephaistos, boy ölçüşecek tanrı yok,
savaşamam senin yalım yalım ateşinle”…
(Homeros, İliada.)
İşte büyük ozan Homeros’un, madenlerin demirci tanrısına biçtiği rol; din-
lemesi ne güzel, düşünmesi ne ürkütücü. Sırf bu öykü kalsaydı Helen kültü-
ründen günümüze, Sümer söylencelerinden bu yana ateşin korkutuculuğu-
nun hiç değişmediğini söyleyebilirdik. Hatta Etna yanardağının patlaması ile
ortaya çıkan o korkunç ateş gücünden adını alan Roma mitlerinin madenci
tanrısı Vulcanos’a kadar aynı hikayeyi çağlar boyu sürdürebilirdik. Ancak He-
lenlerin ünlü ozanları sözü bir alıyor bir diğerine bırakıyor ve anlatmaya de-
vam ediyorlar Hephaistos’un hünerlerini, bir de başına gelenler ile başından
geçenleri.
Arkeo Duvar / 48
Homeros İlyada’da pek çok gü-
zel söz söylemiş, yüzlerce övgü-
ye yer vermiştir. Ancak belki de
bu dizelerin en güzellerini, Hep-
haistos’un Akhilleus için yaptığı
kalkana çizdiği resimlerde yer
alanları anlatırken dile getirmiş-
tir. Ozan; kendi içindekileri mi,
demirci tanrının içindekileri mi
söze döktü bilinmez. Ama işte
size bir yanda barış diğer yanda
savaş.
Çıra ışığında evlerinden alınıp ağır ağır gezdirilen gelinler vardı sokaklarda.
Gitar, flüt sesleri eşliğinde, hasret yüklü kavuşma türküleri geliyordu dört
bir yandan... Delikanlılar el ele tutuşmuş, ayaklarını yerlere vura vura oyun-
lar oynuyor, halaylar çekiyorlardı. Ve meydanın az ötesindeki genç kızlar
da süzgün bakışlı gözleriyle onları izliyor ve ellerini bir uyum içinde birbiri-
ne vura vura şaklatıyorlardı...
Ama ikinci kentin surları önünde, birbirine hasım iki ordu pusuya yatmış,
öylece bekliyordu... Erlerin silahları pırıl pırıl yanıyordu dolunayın altında.
Arkeo Duvar / 49
En büyük hünerlerini silahlarda gösteren Hephaistos’un aslında içinden ba-
rış türküleri söylediğini görmek beni şaşırtmıyor. Tanrıların arasında emeği
ile bir şeyler üretebilen tek karakterin barıştan yana olması medeni dünya-
nın “diyalektik” bizlerin de “eşyanın tabiatı gereği” dediği şey. Üretenler her
zaman savaşın gerçek yüzünü görmekte, üretmeyenlerden daha başarılıdır.
Peki, bu hünerli tanrımıza diğerleri nasıl bakıyorlardı? Asya kıtasında yer alan
hemen her eski kültüre ait söylencelerde, hatta Mısır mitlerinde bile fiziksel
bir engelin söz konusu olması nadirdir. İnsanlar arasında geçen az sayıdaki
öyküde; fiziksel bir engel tam manasıyla bir engel olarak karşımıza çıkar. Me-
sela veliaht savaşta bir kolunu kaybederse engelinden dolayı tahttan düşer.
Fakat o eğer dürüst, ahlaklı, tanrılara iman eden yani “doğru” kişi ise, tahtı
kaptırdığı rakibi de cimri, beceriksiz ve imansız yani “kötü” kişi olursa olay
tanrısal veya büyüsel bir şekilde engelin iyileştirilip yok edilmesiyle sonuçla-
nır. Yani engelin gerçek anlamda ortadan kalkması lazımdır. İş tanrılar dün-
yasına gelince; adı üstünde tanrı ve tanrıçalar, kendilerinden beklendiği gibi,
kusursuz varlıklardır. Herhangi bir engelleri olmaz, olamaz. Bu konudaki na-
dir örnekler de aynı insanların öykülerindeki gibi engelin tılsım/büyü/tanrısal
Hephaistos’un Dönüşü. Siyah Figürlü Hydria, MÖ 530, Viyana Sanat Tarihi Müzesi.
Arkeo Duvar / 50
güç yoluyla ortadan kaldırılmasıyla sonuçlanır. Mısır mitolojisindeki Horus’un
gözü söylencesi bu konuya en güzel örneklerden birisidir. Şimdi bu bilgiler
ışığında Hephaistos’un topal bir tanrı olması ne demek oluyor? Helenler; ha-
yatın her alanında olması gerektiği gibi, tanrıların arasında da engelli birey-
lerin olması gerektiğini savunan, modern, medeni bir toplum muydu? Üzgü-
nüm sevgili okuyucu. Değildi. Başta Hephaistos’un sırf çirkinliğinden dolayı
Olympos’tan aşağı atılması öyküleri, diğer yanda topallığından ötürü onun-
la sürekli dalga geçen tanrılar,
hatta karısı Aphrodite’nin bile
sırf bu yüzden onu çirkin bulup,
savaş tanrısı Ares ile birlikte ol-
ması, Helen kültüründe fiziksel
engelin, gülünç, utanç verici ve
zayıflık sayılan bir durum oldu-
ğunun göstergesidir. İçinden çı-
kılmaz, sadece kendisinin çöze-
bileceği bir durum yaratsa bile,
ona saygıyla yaklaşılıp yeteneği-
ni göstermesi istenmez, sarhoş
edilir, gülünç durumlara soku-
lur sonra sorunu çözmesi sağ-
lanırdı. Düğün ve cenazelere,
hatta savaşlara bile tüm tanrılar
Aphrodite ile Ares’in Yakalanması, Alexandre
eşleri veya aileleri ile katılırken,
Charles Guillemot (1827).
Hephaistos yalnız, karısı Aphro-
dite ise aşığı Ares ile birlikte katılıyordu. Dışlandığını daha iyi ne anlatabilir?
Peki sırf dalga geçmek için mi bu tanrıyı içlerine aldılar derseniz; görüldüğü
üzere, Hephaistos’un yalnız yeteneğini sergilerken veya işe yararken taham-
mül edilen bir karakter olarak pantheonda yer aldığı söylenebilir. Metal us-
tası bu tanrının sakatlığından dolayı sekerek yürüyüşünün, Batı Afrika’dan
İskandinavya’ya uzanan birçok bölgede, ilkel çağlardaki demir ustalarının
kaçarak düşman kabilelerine katılmalarını önlemek amacıyla kasten sakat
bırakılmalarına ne kadar benzediğini söylesem, sanırım durumu daha net
anlatmış olurum.
Arkeo Duvar / 51
Şimdi, kıymetli madenlerin ve onlardan yola çıkarak oluşturulan söylencele-
rin ışığında, günümüzde kendimize, madencilerin öldüğü, yakınlarının tekme
yiyip mahkemelerde dava konusu olduğu, Emile Zola’nın Germinal romanın-
da tarif ettiği gibi “Batı’nın Ahlaksızlığı” öykülerini örnek almayalım derim.
Bu toprakların Demirci Kawa’sı var. Bu toprakların her şeye rağmen içinde
yaşamı savunan Hephaistos’u var.
Arkeo Duvar / 52
Madenci Erol Çatma:
‘Tahir Çetin ve Ali Faik
gibi olabilmeliyiz’
Nuray Pehlivan
Arkeo Duvar / 53
E rol Çatma, maden işçiliğinden emekli olduktan sonra madencileri
anlatan 5 kitap yazdı. Kitap yazmak için Osmanlıca öğrenen Çatma,
çalışmalarını halen evinde sürdürüyor. Yazdığı kitaplarla madencilik tarihine
ışık tutan Erol Çatma ile maden işçiliğinden araştırmacı yazarlığa giden
yolculuğunu konuştuk.
Soma’ya dönüş yolunda geçirdikleri trafik kazasında vefat eden Tahir Çetin
ve Ali Faik'in ölümünü duyduğunda “sanki birlikte madene girmişiz, birlikte
örgütlenmişiz gibi sarsıldım.” diyen Çatma, “Bütün yaşamım ve mücadelem
gözlerimin önünden geçti. Özellikle 1980’ den sonra çoğu sendikacının,
korkudan pustuğu veya kendini ve işçiyi sattığı, işçinin aidatlarını çalıp
milyoner olduğu dönemde kolay yetişmiyor böyle işçi sınıfı önderleri” diyor.
Babam madene ilk defa 1930 yılında gelmiş. Ben de 1951 yılında Dere
Mahallesi’nde dördüncü çocuk olarak doğmuşum. Küçükken elimizde bir
su ibriği, bir de bardak olur, 5 bardağı beş kuruşa su satardık. Büyüklerimiz
derme çatma tahtalardan boya sandığı yapar, 5 kuruşa amele postallarını
boyardık. Bazen de annemle Dilaver taş tumbasına kömür toplamaya
giderdik.
Arkeo Duvar / 54
1963-64 yılları bize ekonomik olarak
ağır gelmeye başladı. İstanbul’da
okuyan ağabeylerim nedeniyle
babamın aylığı yetmiyordu. Annemle
doktor, avukat bürolarını temizliğe
gidiyorduk. Okulda sadece edebiyat
dersim çok başarılıydı. Bu nedenlerle
lise ikinci sınıfta okumayı bıraktım.
1970 yılının ilk ayında tesviyeci olarak
bir atölyede çalışmaya başladım.
Bu dönemde kitap okumayı çok
seviyordum. Cumhuriyet, Milliyet
gazetelerini takip ediyordum.
1976 ile 1984 yılları arası fırtına gibi geçti, faşizmin şiddetinden biz de
nasibimizi aldık. Yöneticilerimiz 12 Eylül faşist darbesini ‘askersel devirme’
darbeyi yapanları da ‘demokrat’ olarak tanımladılar! Sonra topluca
tutuklandık ve hapis yattık. Hapisten çıkınca bir dönem şaşkınlıkla geçtikten
sonra her şeyi açığa vurmayı onurumuza yediremediğimiz için çıkış yolu
aradık. Bu yaklaşım, bizi ruhsal çöküntüye sürüklemekle kalmadı, gelecek
Arkeo Duvar / 55
kuşaklara karşı da ağır bir sorumluluk ve töhmet altına soktu. Bu durum,
bizim gelişmemizi ve değişmemizi de engelliyordu. O bakımdan önüme
koyduğum ilk hedefi gelişme ve yenilenme olarak belirledim. Emekli
olduktan sonra yazmaya başladım. Osmanlıca ağırlıklı belgelerle çalıştım.
Bunun için muazzam bir alt yapı ve bilgi donanımı gerekiyor. Tabii ki
yazdığınız coğrafyanın geçirdiği ekonomik ve sosyal süreci de iyi anlamanız
gerekiyor.
Osmanlı Hukukuna göre çocuk ve rüşt kavramı söz konusu olduğu zaman
bir köydeki on üç yaşından büyük olan erkeklerin tümü mükellef olarak
madenlerde çalıştırılabiliyor. On üç yaşın asgari sınır olmasına rağmen,
Osmanlı için hayati önem taşıyan madenlerde çocuk işgücünün asgari yaş
altında da geçerli olabileceğini düşünmek hiç de abartı olmaz.
Arkeo Duvar / 56
Nizamnamenin konumuzla ilgili 21. maddesi şu şekildedir: Maden ocaklarında
çalıştırılacak işçi (Kazmacı-Küfeci- Direkçiler) Ereğli Sancağı’nda bulunan 14
ilçe halkına özgüdür. Bu ilçelerin yeni nüfus kayıtlarına göre 13 yaşından 50
yaşına kadar olan erkeklerden hasta ve sakatların ayrılarak, sağlamları kayda
geçirilip, aşağıdaki yönteme göre işe alınırlar.
Arkeo Duvar / 57
Olayın sosyolojik ve psikolojik boyutları önemli
Arkeo Duvar / 58
Buna sebep ise, gece saat 10’da yanlarındaki, Kandilci Hatipoğlu Mustafa Bin
Durmuş’un, taşıdıkları direkler için “daha ileri getirin” diye talimat vermesi
üzerine, yukarıda isimleri yazılı altı kişi, iki araba direği daha ileriye yani
nefeslik olmayan mahalle götürmüşlerdir. O mahalde nefeslik olmadığı gibi
hava pervanesinin dahi işletilmemekte olduğundan, amelelerin ellerindeki
açık kandilden grizunun ateş almasıyla altı amelenin muhtelif derecelerde
yaralanmasına neden olduğu ifadelerinden anlaşılmıştır.
Bu amelelerden; Uluköy nahiyesinden, tahminen 13 yaşında Salih oğlu
Yusuf Bin Salih, Ekim’in 18’inci cumartesi günü vefat etmiştir. Diğer dört
kişi Merkez Hastanesine gönderilmekle, bunlardan; 16 yaşında Mustafa
Bin Durmuş 24 Kasım 1905’ de, 14 yaşında Ali Bin Osman 3 Aralık 1905
de, 12 yaşında Nizam oğlu Osman, 4 Aralık 1905 de, 12 yaşında Veli Bin
Ömer 18 Aralık 1905 de vefat eyledikleri, diğerleri, Zerzene nahiyesinden
Hüseyin Oğlu Ali Osman Çavuş ile Hamitoğlu Şaban amelelerin hanelerine
gönderildiğine dair rapor tanzim edildi. 25 Ocak 1895
“Ölümlü nakliyat kazası- yaşı küçük amele” başlıklı bir başka kayıtta ise şöyle
denilmektedir:
Cuma günü saat 10’da Şirketi Osmaniye’nin Damağılı ocağında Zonguldak
kazası Kurt Karyesinden amele Hasan Bin Hüseyin’in vefat ettiği arz olunur.
İtalyan Petro Kavanni, varagele başına gelerek 14 yaşında Samsunlu dümenci
Ahmet’e “aşağıda arabalar boş duruyor, niçin çekmiyorsun” diyerek baskı
yapmıştır.
Dümenci şaşırarak, aşağıdaki arabaların durumunu düşünmeden dümeni
açmış, arabayı salıvermiştir. Diğerlerinin ifadesine göre, Dümenci Ahmet,
halatın boş geldiğini görerek, olanca gücüyle arabayı durdurmaya çalıştıysa
da henüz, 13–14 yaşlarında olup gücü yetmediğinden başaramamıştır.
Aşağıda zincir takmakla görevli bulunan Ahmet, süratle gelen arabadan
kurtulamayıp sıkışarak ölmüştür.
Mütalaa; Varagelede dümenci vazifesi 13–14 yaşlarında çocuğa verilmiş.
Bu işi, güçlü ve bilgili amelelere yaptırmak gerekir. 5 Haziran 1900
Tarih sırasına göre iş kazalarında ölen çocuk işçilerden birkaçını yansıttım.
Madenlerde 1893–1907 yılları arasında 222 kaza olmuş, bu kazalar
sonucunda 121 ölüm, 102 yaralanma gerçekleşmiştir. İşçi ölümüne veya
yaralanmasına yol açan kazalar ise, grizu infilakları, göçükler ve kömür
nakliyatından meydana geliyordu.
Arkeo Duvar / 59
Özellikle, 10 Temmuz 1908’ de Meşrutiyetin ilanından sonra yeterli olmasa
da madenlerle ilgili sosyal politikaların kısmen de olsa geliştiğini, özellikle
madende çalışma yaş sınırını 16’ ya çıkartıp, bunun için çaba sarf edildiğini
belgelerden görebiliyoruz. Şüphesiz konuya sadece, madenlerde çalışan
çocukların iş cinayetlerine uğrayıp ölmesi veya sakat kalması açısıyla
bakmak yeterli değildir. Olayın sosyolojik ve psikolojik boyutları da oldukça
önemlidir. Bu konu, ayrıca tartışılması gereken bir konudur.
"Sınıf mücadelesi" ya da "sınıf savaşımı" kavramını ilk olarak Karl Marx ele
almış ve 1848 yılında Friedrich Engels'le birlikte kaleme aldığı Komünist
Manifesto adlı eserde "Şimdiye kadarki bütün toplumların tarihi, sınıf
savaşımları tarihidir" demiştir. Marx'a göre, kapitalizmde üretici pozisyonda
bulunan ama- bu pozisyonuna karşın- üretim araçlarının burjuvazinin özel
mülkiyetinde olmasından dolayı sömürülen işçi sınıfının, bu sömürüden
kurtulması için, burjuvazinin iktidarına son vermesi ve üretim araçlarını
kamulaştırması gerekmektedir. İşte bütün mücadele bunun için yapılır.
Arkeo Duvar / 60
elinden alınmasıdır. Özellikle Proletarya Enternasyonalizmi en fazla dikkat
etmemiz gereken bir konudur. Manifestoda bu konu, “Bütün ülkelerin
işçileri birleşin” cümlesiyle yansıtılmıştır.
Arkeo Duvar / 61
Teslim olmak yok diyorlardı
Tahir Çetin ve Ali Faik'in ölümünü duyunca sanki birlikte madene girmişiz,
birlikte örgütlenmişiz gibi sarsıldım. Bütün yaşamım ve mücadelem
gözlerimin önünden geçti. Özellikle 1980’ den sonra çoğu sendikacının,
korkudan pustuğu veya kendini ve işçiyi sattığı, işçinin aidatlarını çalıp
milyoner olduğu dönemde kolay yetişmiyor böyle işçi sınıfı önderleri.
Arkeo Duvar / 62
Antik Çağ’da
madenci köleler
Maden işçiliği için özel bir yetenek gerekmediğinden, bu işte daha
çok savaş esirleri kullanılmakta; bunun yanı sıra mahkemeler de
özgür veya köle olsun, suç işleyen kişileri madenlerde çalışmaya
mahkûm edebilmekteydiler. Ayrıca, bu tür köleliğin zorluğunu
gösteren bir başka unsur da maden ocakları gibi ağır işlerde çalı-
şan kölelerin büyük bir kısmının azat edilmelerinin çok mümkün
olmamasıydı.
Antik Mısır’da zincire vurulmuş köleleri gösteren bir kabartma (MÖ 2000 cc).
Arkeo Duvar / 63
«Lesis’den annesine ve Ksenokles’e: Bu dökümhanede ölmek üzereyim. Lütfen
birşeyler yapın! Efendilerime gelin ve bana (çalışacak) daha iyi bir yer bulun. Beni
tam anlamıyla iğrenç birinin emrine verdiler. Kırbaç yemekten ölmek üzereyim.
Hapsolmuş durumdayım. Bir pislikmişim gibi muamele görüyorum. Durum kö-
tüye gidiyor, daha kötüye!».
1972 yılında Atina agorasında, bir kuyudaki kazı çalışmaları sırasında ele ge-
çen 13.4 x 5cm. boyutlarındaki ince bir kurşun levhadaki Yunanca yazıtta;
Khalkeion isimli bir bronz döküm atölyesinde çalıştırılan, Lesis adındaki kö-
lenin, annesi ile Ksenokles adındaki birine yazdığı mektupta yer alıyordu bu
yardım çağrısı. Ancak öyle anlaşılıyor ki, mektup adresine gönderilmek ye-
rine bu kuyuya atılmış ve büyük ihtimalle, Lesis’in yardım çağrıları da karşı-
lıksız kalmıştı. Lesis, bir bronz döküm atölyesinde ağır koşullarda çalıştırılan
genç bir köleydi (doulos) ve efendileri (despotos) onu atölyedeki acımasız
birinin emrine vermişlerdi. Umutları tükenmek üzere olduğu anlaşılan Lesis,
bir yolunu bulup bu mektubu bir kurşun levha üzerine yaz(dır)mış ve anne-
sine göndermişti; ama diğer taraftan onu adresine ulaştırmayı vaat eden
kişinin fikrini değiştirip mektubu, içinde ele geçtiği bu kuyuya atmış olması
büyük bir olasılıktır. Her ne kadar Lesis’in bu mektubu amacına ulaşamasa
da kölelere karşı işlenen insanlık suçlarına dair bir feryadı 2400 yıl sonraya
ulaştırması açısından çok önemli.
Arkeo Duvar / 64
Zincire vurulup Roma’ya getirilmiş Kuzey Afrikalı köleler (MS 200).
Arkeo Duvar / 65
Mahkeme kararı ile kölelik: Özellikle Roma İmparatorluk döneminde,
ağır suç işlemiş olan özgür Romalılar mahkemelerde ağır işlerde çalışmaya
mahkûm edilebiliyor ve bu cezayı alan kişilere ceza kölesi adı veriliyordu.
Özünde Antik Çağ’da kölelik, efendi konumunda olan daha güçlünün, zayıf
olan üzerinde tahakküm kurmasına dayanıyordu ve ‘güçlü’ olana despot de-
niyordu. Çünkü güce sahip olanın, ona sahip olmayan üzerinde hakimiyet
kurması kaçınılmaz bir sonuçtur. Özellikle iş gücüne sahip olmanın rahat bir
yaşamın ön koşulu olduğu dönemlerde.
Ölen kişiyi ve ailesini tasvir eden Roma dönemi Dini bir ritüelde Romalı aileye yardım
bir mezar steli üzerindeki ev işlerine yardım eden eden köle. Diğer aile üyelerinden çok daha
köle (MÖ 150-100). Köleler tasvirlerde her zaman küçük tasvir edilmiştir (MS 1. yy). Afrikalı
‘özgür’ kişilerden çok daha küçük gösterilirlerdi. köleler (MS. 200).
Arkeo Duvar / 66
‘Doulos’ ve Türkçe’deki ‘dul’
Diğer taraftan, Türkçe ‘köle’ anlamına gelen Yunanca ‘doulos’ kelimesi, her ne
kadar Yunanca gibi görünse de kelime aslında kök kaynağı ve tanım olarak
Türkçe’dir. Yunanca kelimede -os, Yunancanın eril takısıdır ve kelime kök ola-
rak ‘doul (dul)’dan oluşmaktadır. Türk lehçelerinde aslen ‘tu:l ~ tol’ biçiminde
karşımıza çıkan ‘dul’ sözcüğünün Oğuz grubu lehçelerinde baştaki ünsüzü ‘t-
,d-’ ye dönüşmüş; kelimenin uzun ünlüsü de bazı Türk lehçeleri dışında (Türk-
men Türkçesi gibi) kısalmıştır. Kelimenin sözlük anlamı da genellikle ‘eşini kay-
betmiş kadın veya erkek’ şeklindedir. Bu genel anlamın dışında mecazi olarak
‘yas, matem’ ve ‘sahipsiz, kimsesiz’ anlamları da karşımıza çıkmaktadır ki bun-
lar da sözlük anlamıyla ilintilidir. ‘Dul’ (tul) kelimesinin yaygın olmayan, hatta
belki pek çok Türk lehçesinde karşımıza çıkmayan dikkat çekici anlamı, Kırgız
Türkçesinde görülmektedir: “Ölen kocasının tasviri (resmi) olup, karı-koca ya-
tağının üzerinde asılırdı (ki bu tasvirin altına oturup, kocası için sağu sağardı”.
Benzer bir anlamı Kazaklarda da görmekteyiz; tul: Ölen adamın suretini (bi-
çimini, maskesini) yapıp, ona elbise giydirip ev içinde oturtmaktır. Bu cansız
surete bakan eşi, kırk gün boyunca saçlarını açıp yüksek sesle ağlayarak yas
tutar. Sahipsiz, başıboş kalmanın belirtisi olarak ölen adamın eşyaları “tul”la-
nırdı, yani ölen kişinin eşyaları, yaşadığı yer vb. mateme dâhil edilirdi (mesela
ölen kişinin atının kuyruğunu kesip elbiselerini atın üzerindeki eyere sermek).
Dolayısıyla ölen erkeğin eşi de, kocasının ölümünden sonra yas tuttuğu için
tul/dul olurdu. Yunanca’daki köle anlamına gelen ‘doulos’un eril bir kelime ol-
ması da eski Türkler’deki ‘tul/dul’un sadece erkeğin ölümüyle ilgili bir işlemi ta-
nımlıyor olmasından kaynaklanıyor olmalıdır. Diğer taraftan birçok antik yazar
köle(ler) (doulos) ile Türklerdeki bir cenaze uygulaması olan tul/dul arasında
bir benzerlik kurar; ama, elbette bu benzerlik kavramsal anlamdadır.
Arkeo Duvar / 67
‘Birçok araçlar
değerinde bir araç…’
Aristoteles Politika adlı eserinde
“Köle, başka herhangi bir uşak gibi
canlı bir yaratık olduğu için, birçok
araçlar değerinde bir araçtır. Çün-
kü, her aracımız, Daidalos’un yap-
tığı heykeller ya da ozanın “kendi-
liklerinden tanrıların toplantısına
girerler” dediği Hephaistos’un te-
kerlekli sehpaları gibi, biz söyleyin- Bir mezar yapısına ait kabartmada hanımın
ce ya da gerektiğini kendisi görerek mücevher kutusunu tutan bir kadın köle (MÖ
işlerini yerine getirebilseydi — diye- 100).
lim, dokuma tezgâhının mekiği ken-
diliğinden gidip gelse, lirin mızrabı
kendiliğinden çalsaydı, o zaman ne
yapımcıların işçiye gereksinmesi
olurdu ne de efendilerin köleye.”
Arkeo Duvar / 68
Yine İlyada’nın ilerleyen bölümlerinde Homeros, bu sefer tanrıların demircisi
Hephaistos’un iki yardımcısından bahseder bize:
Şüphesiz köle grupları arasında en zoru madenci bir köle olmak veya ma-
denlerde kölelik yapanlardı. Bu zorluğu girişte bahsettiğimiz madenci köle
Lesis’in mektubu zaten göstermekte, ancak antik yazarlardan olan ve eserini
MÖ 60-30 yılları arasında yazmış olan Diodoros Siculus’un şu satırları da bu
açıdan zikredilmeye değerdir:
Arkeo Duvar / 69
“Maden köleleri efendilerine büyük kazançlar sağlamaktadır; ama bunlar geceli
gündüzlü yeraltında çalışarak vücutlarını çürütürler. Çoğu, oradaki berbat ko-
şullar yüzünden ölmektedir. Onların işinde paydosa ve dinlenmeye yer yoktur.
Onlar, şeflerinin düdüğü ile kaderlerine katlanmaya zorlanmakta ve bu sefalet
içinde ömürlerini tüketmektedirler. Ama yine de bazıları bu eziyetten kurtulma
umudunu yitirmezler ve uzun süre direnirler. Katlandıkları eziyetlere bakılırsa,
ölüm onlar için daha makbuldür.”
Maden işçiliği için özel bir yetenek gerekmediğinden, bu işte daha çok sa-
vaş esirleri kullanılmakta; bunun yanı sıra mahkemeler de özgür veya köle
olsun, suç işleyen kişileri madenlerde çalışmaya mahkûm edebilmekteydi-
ler. Ayrıca, bu tür köleliğin zorluğunu gösteren bir başka unsur da maden
ocakları gibi ağır işlerde çalışan kölelerin büyük bir kısmının azat edilmeleri-
nin çok mümkün olmamasıydı. Diğer taraftan madenci köleler arasında işin
teknik bölünüşü de gözlemlenebilir. Metalürji atölyelerinde bazıları demiri
döverken, kimileri işliyor, kimileri de su veriyordu. Yapımevlerinde hem köle
hem de özgür işçi kullanılırken, maden çıkarma işlerinde yalnızca köle kol
gücü kullanılıyordu. Yunanistan’ın Attika bölgesindeki ünlü Lavrion maden-
leri ve burada çalıştırılan köleler, antik çağdaki madenci köleler ve şartları
konusunda en güzel örneklerden biridir. Buradaki köleler 40 metre derinli-
ğe kadar iniyorlar ve kuyulardan, kayalara oyulmuş yatay galerilerle gümüş
madenlerine gidiliyordu. Her galeriyi on iki saatte bir değiştirilen madenciler
kazmayla açıyorlardı; böylece 24 saat çalışarak ayda ancak 10 metre ilerle-
nebiliyordu. Bel ve kürekle çıkartılan maden bir sepete konup, galerilerden
kuyu ağzına sürükleniyordu; galerilerin yüksekliği bir metreyi geçmediği için
bu işi daha çok çocuklar ve yeniyetmeler yapıyorlardı. Sepetlerdeki maden,
kölelerin çalıştırdığı vinçler yardımıyla yukarı çıkartıldıktan sonra değirmen-
taşları ve dibeklerde ufalanıyordu. Kadın ve çocuklar, gümüşü kurşundan
Arkeo Duvar / 70
ayırmak için, içinden suyun aktığı mermer havuzlarda madeni yıkıyorlardı.
Maden büyük fırınlarda eritiliyor, ince uzun külçeler halinde dökülüyor, ço-
cuk ve yaşlı köleler tarafından demet halinde bağlanan külçeler katır sırtında
Atina’ya gönderiyorlardı. Preslenerek levha haline getirilen kurşuna köle sa-
hibinin damgası vuruluyordu. Kömür ve ısınma odununu Lavrion madenine
göndermek için yol döşenmişti. Grup halinde çalışan köleler, özellikle Lavri-
on gümüş madeninde çalışanlar, berbat koşullar altında yaşarlardı.
Madencilik tarihin her aşamasında, her zaman oldukça kârlı bir faaliyet ol-
muştur ve antik Yunanistan da bu konuda bir istisna değildi. Madencilikten
elde edilen kârlar, madenler-
de çalışmanın riskleri kadar
büyüktü ve bu nedenle de Ati-
nalıların bu kadar tehlikeli bir
iş için köle çalıştırmaları şa-
şırtıcı değildir. Sadece gerçek
madencilik faaliyetinden değil,
aynı zamanda köle emeği sağ-
layabilenler, yani köle satıcıla-
rı tarafından da büyük kârlar
elde edilmişti. MÖ 5. yüzyılda
politikacı ve general Nicias’ın
madenlerde çalışması için bin
kadar köle sağladığını, yılda 10
talent, yani sermayesinin yüz-
Siyah figür tekniğinde yapılmış bir kylix
de 33’üne denk bir gelir elde
(şarap kadehi) üzerinde, çıkardığı madeni
ettiği antik kaynaklarda belir- sepete dolduran bir madenci köle (MÖ 490).
tilmektedir.
Arkeo Duvar / 71
Misafirleri karşılama töreninde, iki misafire şarap servisi yapan köleleri tasvir eden bir
mozaik, Tunus’tan (MÖ 3. yy. ortası). Tasvirlerde köleler giyim kuşamları (kısa bir tunik) ve
kısa saç kesimleriyle de diğer figürlerden ayrılırlardı.
Arkeo Duvar / 72
Günümüzde ise emeğiyle yaşamını sürdürmek için üretim sürecinin bir parça-
sı haline gelen insan, başka türde bir köleliğin konusu olmaya başlamaktadır.
Davranışsal olarak her iki anlamıyla da bir robottan farkı olmayan günümüz
insanı, yaşamını devam ettirebilmek için vaktini, emeğini ve hatta bedenini
işverenine/sermayeye (sahip) para karşılığı rehin bırakmakta, bireysel borç-
lanmalar ile de bu kaçınılmaz hale gelmekte veya getirilmektedir. Bunun en
net örneğini, bugün ülkemizdeki neoliberal iktidar politikaları sonucu toprak-
larından kopartılan milyonlarca üreticinin, şehirlerde düşük ücretli, güvence-
siz ve tehlikeli iş koşullarında çalışmaya başlaması oluşturmaktadır. İşinden
edilen yoksul çiftçiler şehirlerde ya işsizler ordusuna katıldı ya da ucuz işgücü
haline getirildi. Kırsal alanlarda tarım arazileri maden ve taş ocaklarıyla doldu.
Tarımdan kopartılan çiftçilere dayatılan tek çalışma alanı da bu güvencesiz iş
alanları oldu. 13 Mayıs 2014’teki maden faciasıyla gündeme gelen Soma kö-
mür madenleri de topraklarından koparılmış bu çiftçilerin, neredeyse antik
dönemdeki kadar zor ve ilkel şartlarda, aç kalmamak için çalıştığı, hatta çalış-
mak zorunda bırakıldıkları güvencesiz alanlardan birisiydi. Somalı maden işçi-
leri 13 Mayıs öncesinde de 100’er lira karşılığında sendikaya üye yapılmışlar ve
sendika seçimlerinde ellerine tutuşturulan kapalı zarflarla zorla oy kullanmış-
lardı. Başka bir ifadeyle Somalılar, toplu sözleşmedeki haklarını bile bilmeyen
maden işçileri veya başka bir tabirle köleleriydi.
Arkeo Duvar / 73
Makineleşmeyle birlikte, insanın ve emeğin de makineye dahil edildiği ve
hatta makineleştirildiği bir dönemde, insanın durumu, Aristoteles’in kölelik
şartlarından biri olarak yaptığı “İnsan da olsa, mülkün bir parçası olan kişi baş-
kasına aittir.” tanımı içerisinde yer alır. Bugünün insanı teknolojik veya top-
lumsal her türlü makinenin yani mülkün içinde yer almaktadır. Karşılığında
bir ücret veya maaş alması onun köle niteliğini değiştirmemekte, çünkü ya-
şam ve çalışma şartları iyiye doğru değişmediği gibi, aldığı ücret/maaş ver-
gi, borç gibi yöntemlerle dönüştürülmektedir. Unutmamak gerekir ki, Antik
Çağ’da da özellikle madenci köleler başkalarına kiralanıyor veya ücret karşı-
lığı çalışmalarına izin veriliyordu; ama aldığı ücret kölenin değil, onun sahibi-
nin oluyordu.
Arkeo Duvar / 74
SPARTAKUS
Spartakus‘tu adım!
ve kara Afrika‘dan zenci köleler taşıyan
Amerikan gemilerinde forsaydım.
Çin Duvarı‘nın çamurunu,
Mısır piramitlerinin hamurunu ellerimle kardım.
ve her yıkılışında Babil kentini ben onardım.
Hanibal “Ahırlarımı iyi temizle” dedi bana.
Bendim,
Ortaçağ Derebeyleri‘nin tarlasını süren,
sığırlarını güden
ve ellerimle ördüğüm kale duvarlarının üstünde,
Barbunya Şövalyesi‘nin oklarıyla ölen,
satın alınan,
öldürülen bir köleydim ilkin;
sonra adım ‘serf’ oldu.
ve sonra canımı bağışlayan yasalar kondu.
Atını tımarladım Sezar‘ın,
ve aslan yürekli Rişar‘ın,
uğruna öldüm Kral Septim Sever‘in;
Arkeo Duvar / 75
Tanrıların ve kralların
hizmetinde:
Hititlerde metal endüstrisi
Hititler Anadolu’nun maden kaynakları açısından sahip olduğu
zengin potansiyeli ve kendilerinden önceki teknolojik birikimi olum-
lu anlamda kullanarak metal endüstrisi alanında da önemli ve geliş-
kin bir düzeye ulaşmış ve bu düzeyi ürettikleri eserlerle yansıtmışlar-
dır. Hititler açısından hem günlük hayatta hem de inanç dünyasında
karşılığını farklı şekillerde bulan metaller, devlet ekonomisi açısından
da önemli bir yere sahipti.
… Ne zaman ki yeni bir tapınak veya yeni evler el değmemiş bir yerde inşa edi-
lirse, temeller atıldığı zaman temel taşlarının altına şunlar yerleştirilir: 1 mina
dannuuant bakırı, 4 bronz çivi/kazık ve demirden küçük bir çekiç. Ortada ağaç
direğin yerinde toprağı kazar(lar) ve içerisine bakır koyar(lar) ve sonra etrafına
çiviler/kazıklar çakılır ve sonra demir çekiçle vurulur ve orada içeriye doğru şöyle
söylenir.
Arkeo Duvar / 76
Bak! Bakır dayanıklı ve de ölümsüz olduğu gibi bu tapınak da öyle dayanıklı ol-
sun ve orada kara topraklar üzerinde ölümsüz olsun.
… Bak! Temellerin dibine, altını temele koydular ve altın gibi ölümsüz başkaca
saf, dayanıklı ve bizzat Tanrılara da ölümsüz olduğu gibi ve o (…) Tanrılara ve
insanlara iyi (olsun)! Ve bu tapınak, aynı şekilde Tanrı’ya ölümsüz (ve) iyi olsun!
(Sonsuza dek yaşasın!) … (Çeviri: S. Ö. Savaş: Çiviyazılı Belgeler Işığında Anado-
lu’da {İ.Ö. 2. Binyılda} Madencilik ve Maden Kullanımı.)
Arkeo Duvar / 77
Gümüşün özel durumu
Arkeo Duvar / 78
Metalürjik aktivitelerin gelişimini belirleyen etkenler
Arkeo Duvar / 79
süs eşyaları soğuk işleme tekniğinde üretilmişken, oldukça erken bir tarihte,
piro-teknolojinin diğer bir deyişle ısıl işlemin devreye girmesiyle eserler sıcak
dövme (tavlama) tekniğinde şekillendirilmeye başlanmış ve bu sayede nispe-
ten daha dayanıklı eserler üretilebilmiştir. Metal üretiminde piro-teknolojinin
bu kadar erken bir tarihte ve çanak-çömleklerin pişirilmesinden çok daha önce
kullanılmaya başlanması teknolojik anlamda önemli bir gelişimi simgeler ve
büyük olasılıkla metal endüstrisinin ileride, diğer endüstrilere oranla, izleyece-
ği farklı gelişim çizgisinin ardında yatan temel nedenlerden biri olmalıdır.
Arkeo Duvar / 80
cak çoğunlukla bu dönem yönetici sınıflarının prestij ve güçlerini yansıtan
toplu buluntular olarak değerlendirilmektedir. Bu dönemde Anadolu’nun
geneline yayılmış bir şekilde çok sayıda merkezde ele geçen zengin buluntu-
lar ve üretime yönelik bulgular bölgenin bu alandaki öncü ve gelişmiş rolünü
de göz önüne sermektedir. Sahip olduğu zengin maden yatakları yanında bu
kaynakların çeşitliliği ve tüm ülke geneline yayılması, metal endüstrisi açısın-
dan, Anadolu’nun bu düzeye ulaşmasında önemli bir rol oynamıştır. Hititler
de Anadolu’ya geldiklerinde bu geçmiş ve birikim üzerine kendi katkılarını
koyarak özgün bir karakter yaratmışlardır; ancak birçok önemli bilim insa-
nının da dile getirdiği şekilde, bugün mimariden sanata farklı alanlarda Hitit
damgasını vurduğumuz birçok özelliğin altında bir önceki dönem olan ve
MÖ 2. binyılın ilk çeyreğine karşılık gelen Asur Ticaret Kolonileri Çağı’nda ge-
lişen, hatta kökleri Erken Tunç Çağına, diğer bir deyişle Hattilere kadar inen
bir gelenek söz konusudur. MÖ 3. binyılın sonlarında gelişkin ve ayırt edici
bir karakter kazanan bu gelenek, takip eden dönemlerde evrilerek Hitit üslu-
buyla birlikte en üst noktasına taşınmıştır. Metal endüstrisi ve bunu yansıtan
buluntular açısından da benzer bir durum söz konusudur.
Arkeo Duvar / 81
endüstrisine yönelik kapsamlı bilgiler mevcut değildir. Bunun temel nedeni
Hitit metinlerinin karakterinde yatmaktadır. Ele geçen tabletlerin büyük ço-
ğunluğu idari/siyasi metinler ile dini karakterde olan metinlerden oluşmak-
tadır. Buna karşın bu tür metinlerden ve özellikle saray/tapınak envanter
listelerinden metal kullanımına ve Hitit dünyasında metallerin yerine yönelik
önemli çıkarımlar yapılabilmektedir.
Hattuşili’nin ganimeti
Hitit metinleri ışığında gerek hammadde gerekse son ürün olarak metallerin
dönemin ekonomisi içinde önemli bir yere sahip olduğunu anlıyoruz. Vergi
olarak toplanan malların dağılımında metaller ön sıralarda olmasa da özel-
likle savaş ganimetlerini listeleyen metinlerde sıkça bahsi geçer. Hitit devle-
tinin ilk kralı olan I. Hattuşili’nin Güneydoğuya yaptığı sefer sonrasında elde
edilen ganimet şu şekilde sıralanır:
“İki yük arabası altın, gümüşten iki mayaltum-arabası, altından bir masa, Hah-
hu’nun tanrıları, gümüşten güçlü bir boğa, ön kısmı gümüşten bir gemi. (Bunları)
Büyük Kral Tabarna Hahhu kentinden aldı ve Güneş Tanrıçasına yukarı getirdi.”
(Çeviri: M. Alparslan: Hititler, Bir Anadolu İmparatorluğu)
Arkeo Duvar / 82
konusu listelerde ilk sırayı altından üretilmiş eserler alır. Bu dağılım hem
tanrı/tanrıça heykellerinin ve sunulan adakların hem de kralî zenginliğin bir
göstergesi olarak yorumlanmalıdır. İmparatorluk dönemine ait envanter lis-
telerinde demir malzemelerin hem adak eşyaları arasında hem de resmi de-
polarda bulunan malzemeler arasında sayılması dikkat çekicidir. Bu durum,
çok yaygın olmasa da demirin imparatorluk döneminde tüm ülke sınırları
içerisinde erişilen ve üretilen bir malzeme olduğunu gösterir. Buna paralel
bir şekilde erken dönem metinlerinde demirden üretilmiş eserler kralî özel-
likte az sayıda örnekle sınırlıyken Orta Hitit dönemi metinlerinde zikredilen
eserler çeşitlenmeye başlar ve İmparatorluk Dönemi metinlerinde önemli
ölçüde zenginleştiği görülür. Ağırlıklı olarak yine kült ve ritüellerle bağlantılı
ya da kralî simgeler olarak kullanılan eserler söz konusu olmakla birlikte geç
dönem metinlerinde bazı silahların da demirden üretildiği belirtilmektedir.
Bu doğrultuda özellikle imparatorluk dönemi ile demir metalurjisinin yaygın-
laştığı ve silah üretiminde önemli bir yer edinmeye başladığı da söylenebilir.
Arkeo Duvar / 83
sur yapımı gibi inşaat işlerinde de görevlendirildiklerini anlıyoruz. Bu durum
büyük olasılıkla metal aletlerin kullanımında uzmanlaşmış ustaları yansıtıyor
olmalıdır. LÚSIMUG olarak tanımlanan metal ustalarının köleler arasında da
yer aldığını ve diğer birçok iş kolunda olduğu gibi satın alınıp çalıştırıldığını
da metinlerden öğreniyoruz.
Saray ve tapınak envanter listelerinden hangi metalin hangi tip eserlerin üre-
timinde kullanıldığına yönelik bilgiler de elde edilmektedir. Metinlerin içeriği
nedeniyle ilk sırayı dini ve/veya sembolik anlamdaki eserler almaktadır. Bu
doğrultuda tanrı/tanrıça heykel(cik)leri ile bunlarla bağlantılı sembollerin ve
Gümüş geyik ritonu, buluntu yeri Gümüş boğa ritonu, buluntu yeri belli değil,
belli değil, N. Schimmel Koleksiyonu, N. Schimmel Koleksiyonu, Metropolitan
Metropolitan Museum of Art: Bilgi 2004. Museum of Art: Bilgi 2004.
Metinlerde geçen metal eserler arasında bir diğer grup silahlardır. Hititlerin
yayılmacı politikasının en önemli unsuru olan ordunun temel donanımı ola-
rak sayabileceğimiz çeşitli tipte silahlar yanında metinlerde daha çok çeşitli
ritüeller ve törenler kapsamında sembolik anlamlara sahip olarak kullanılan
altından ya da demirden üretilmiş olanlarından bahsedilir. Bu türdeki silah-
lar kimi zaman tanrıların birer sembolü olarak kullanılırken, kimi zaman adak
eşyaları olarak bahsedilmekte, bazen de kralın, kralî muhafızların ya da üst
Arkeo Duvar / 85
düzey görevlilerin törenler bağlamında taşıdığı unsurlar olarak geçmektedir.
Adak olarak tapınaklara ya da kutsal mekânlara bırakılan silahların da ço-
ğunlukla altın ya da demirden bazı durumlarda bakır/bronzdan üretildiğini
anlıyoruz. Bu kapsamdaki silah formları arasında başta çeşitli formlarda bal-
talar olmak üzere, kılıç ve mızrak ucu gibi tipler başı çeker. Başkent Hattuşa
sınırları içerisindeki bir yol çalışması sırasında bulunan, üzerinde Akadca çivi
yazılı bir kitabe bulunan kılıç bu kapsamdaki ünik buluntulardan birini temsil
eder. Hitit kralı II. Tudhalya’nın batıdaki Assuwa ülkesine yaptığı ve zaferle
sonuçlanan sefer sonrasında Fırtına Tanrısı’na adadığı bir grup kılıçtan biri
olduğu üzerindeki yazıttan anlaşılmaktadır:
“Büyük kral Duthaliya Assuwa ülkesini yerle bir ettiği zaman bu kılıçları efendisi
Fırtına Tanrısına adak olarak sundu.” (Çeviri: A. Ünal ve diğ., Müze-Museum, 4)
Arkeo Duvar / 86
Önemli bir dini merkez olarak bir dönem kralî rezidans olarak da kullanılmış
Şapinuva kentinde de benzer kapsamda bir buluntu grubu dikkat çekicidir.
Burada dini karakterli olarak tanımlanan ve girişinde olasılıkla Fırtına Tanrı-
sı’nı tasvir eden kabartmalı ortostatın yer aldığı D binasında bir odanın kö-
şesinde üzerlerinde çivi yazısıyla “Büyük Kral” ifadesi yazılı bir grup kolcuklu
balta ile mızrak uçları ele geçmiştir. Aynı alanda ele geçen bronz bir miğ-
fer ile zırh pulları ve kralî
mühürler panteonun ba-
şındaki Fırtına Tanrısı Te-
şup’a kral tarafından adak
olarak sunulmuş olmalıdır
ve ünik bir buluntu gru-
bunu yansıtır. Burada ele
geçen ve taştan üretilmiş
ışınlı bir tören baltasının
çok yakın bir tasviri Hat-
tuşa’da Kral Kapısı olarak
Şapinuva Kenti D yapısında ele geçen silahlar,
adlandırılan kapı girişin-
Çorum Müzesi: Süel 2015.
deki tanrı kabartmasında
karşımıza çıkar.
Arkeo Duvar / 87
Arkeolojinin gösterdikleri
İstisna olarak ele geçen eserler bir köşede unutulmuş, zamanında gözden
kaybolmuş ya da ani gelişen bir durumda geride bırakılmış eserler şeklinde-
dir. Buna karşın tahrip edilmemiş mezarlarda ve belirli bir amaç için biriktiril-
miş toplu buluntu grupları halinde ele geçen metal eserler önemli birer veri
kaynağı olabilmektedir. Farklı bölgelerde tüm dönemler boyunca görülen bu
durumun Hitit dönemi açısından da geçerli olduğu söylenebilir. Ancak bu
dönem için iki dezavantaj söz konusudur. Birincisi, nicelik ve nitelik açısın-
dan zengin mezar hediyeleri barındıracak potansiyele sahip ve Hitit kraliyet
mensuplarına ya da üst düzey görevlilere ait mezarların henüz bulunama-
mış olmasıdır. Hitit dönemine ait ve kazısı yapılmış az sayıdaki mezarlık sı-
radan halka ait olup mezar hediyeleri açısından, özellikle metal eserler kap-
samında, oldukça sınırlıdır. İkinci husus Hititler dönemine ait toplu buluntu
gruplarının büyük çoğunluğunun kaçak kazılar sonucu ele geçmiş eserlerden
oluşmasıdır. Bazıları ülkemizdeki müzelerde korunan, bazıları da dünyanın
farklı ülkelerindeki müze ve koleksiyonlara dağılmış bu eserler tipolojik ve
ikonografik özellikleri doğrultusunda kesin bir şekilde Hitit döneminin farklı
evrelerine tarihlenebilmektedir. Tekil açıdan ele alındığında her biri üretim
teknikleri ve üslup açısından dönemlerinin birer başyapıtı sayılabilecek bu
eserler maalesef buluntu durumlarıyla ilgili herhangi bir bilgi olmadığı için
bağlamlarından kopuk birer obje olarak sınırlı ölçüde bilgi sunmaktadır. Yine
de kimi eserlerde bulunan tasvirler ve yazıtlar aracılığıyla ve genel form itiba-
Arkeo Duvar / 88
rıyla bu eserlerden de be-
lirli bilgiler edinildiği söy-
lenebilir. Özellikle yazılı
metinlerde bahsi geçen
ve çeşitli ritüeller kapsa-
mında kullanıldığı belirti-
len bazı kap formlarının
ve yine benzer kapsamda-
ki tanrı/tanrıça heykel(cik)
lerinin karşılıklarını bu tip
eserlerde görebilmekte-
yiz. Öyküsel anlatıma sa-
Yumruk biçimli riton ve üzerindeki müzikli sahne,
hip tasvir bantlarında da
buluntu yeri belli değil, Boston Güzel Sanatlar Müzesi:
genellikle metinlerde söz Dinçol 2019.
edilen bayram kutlamaları
ve ritüellerle ilgili sahneler
canlandırılmıştır. Bu da hem yazılı belgelerin canlandırılması hem de kazılar-
da ele geçen diğer buluntuların yorumlanması anlamında katkı sağlar.
Arkeo Duvar / 89
kullanılacak alet ve gereçleri üreten ticari atölyeler de mevcut olmalıydı. Ka-
zılarda genellikle anıtsal ve kamusal özellikte alanlar üzerinde yoğunlaşıldığı
için bu tip atölyelere ve çalışmasına dair bilgi mevcut değildir.
Arkeo Duvar / 90
19 ve 20. yüzyıllarda
Osmanlı İmparatorluğu
madenciliğinden bir kesit:
Kalhane
1834 yılına ait bir Hatt-ı Hümâyun, Ergani Madeni’nin senelik
üretiminin Tokat kalhanesine gönderilip saflaştırıldıktan sonra
içinden tophane, tersane ve diğer mahaller için üç yüz bin okka
bakır ayırılıp kalanının satılmasını buyurmuştur. Özellikle Avru-
pa’da merkantilizmin uygulandığı dönemlerde, Osmanlı Devleti
de gümrüklerde cevher ya da mamul durumdaki madenlerin ülke
dışına çıkarılmasını yasaklamıştır.
Selma Kaya
Arkeolog, Madencilik Tarihi Uzmanı
Arkeo Duvar / 93
lanmaya başlamıştır. Maden-i Hümâyun başmühendisliğine kadar yüksele-
bilen bu mühendisler uzun yıllar Osmanlı Devleti için çalışmıştır.
Arkeo Duvar / 94
Maden işletmeciliğinde çevresel hassasiyetin
tarihi yüzü
“Şebinkarahisar Sancağına
bağlı Lice mevkiindeki simli
kurşun madeni sahiplerinden Giresun’da bulunan ve boyu sekiz metreyi aşan
kalhane bacası
Abraham Todor, madenden
çıkaracağı cevherin işlenmesi
için Giresun dahilinde Uzundere köyündeki bir araziyi uygun görmüş ve ara-
zi sahibi olan Osmanlı vatandaşı Toroğlu Vasil’e müracaat etmiştir. Vasil’in
isteği üzerine Maden İdaresi tarafından tanzim olunan ruhsatnâme, Maden
Nizamnâmesinin kâlhâne ve fabrikalara ait kısmına uygun görüldüğünden,
Surâ-yı Devlet’te kabul edilmiştir. Bu ruhsatnameye göre, ferman harcı ola-
rak bir kereye mahsus 30 adet 100’lük altınla, kalhanenin yapılacağı arazi için
senelik 40 kuruş kira vermesi kararlaştırılmıştır.”
Arkeo Duvar / 95
Hava kirliliği: Kalhaneye ait binalar taş, tuğla, kireç ve kum ile kâgir olarak
yapılacaktır. Şu anda ve ileride inşa edilecek olan binalardan çıkan gaz ve
diğer maddelerin çevreye zarar vermemesi için ocak ve bacalar 8,5 m. yük-
sekliğinde olacaktır.
Arkeo Duvar / 96
Tarih boyunca madencilik faaliyetlerinin çevresel etkileri uluslararası bir-
çok platformda konu edinilmiştir. Bunun en güncel örneklerinden biri de
2012’de düzenlenen Birleşmiş Milletler Sürdürülebilir Kalkınma Konferansı
(Rio+20 Zirvesi) kapsamında kabul edilen temiz madencilik çağrısıdır. Bu
çağrı, madencilikte ekonomik ve sosyal fayda yaratılırken biyolojik çeşitlili-
ği ve ekosistemi koruyan, üçlü ve etkin yasal düzenlemelerin, politikaların
ve uygulamaların önemini vurgular. Ayrıca devletlere ve iş dünyasına bu
alanda sorumluluk yükler. Bu bağlamda 19. yüzyılın sonları Osmanlı ma-
denciliğinde, çevresel etmenlerin devlet düzeyinde tartışılıyor ve düzenle-
niyor olması oldukça dikkat çekicidir.
Tarih her daim toplumların bugününe ışık tutar, onları bilgilendirir ve yol
gösterir. Bugün, madencilik faaliyetlerinin yapılmak istendiği yerlerde çev-
recilerin ve yöre halkının haklı tepkilerini ortaya koymaları belki de bu ta-
rihsel kapsamda okunabilir. Madencilik gibi çevresel etkileri belirgin eko-
nomik faaliyetlerin sürdürülebilir olabilmesi için tarihten payımıza düşeni
alıp, gerekli dersleri çıkarırsak belki birşeyleri değiştirebiliriz. Kimbilir?
Arkeo Duvar / 97
Nif Dağı Karamattepe’nin
antik madencileri
Cevherin madenden çıkışından ürün haline gelişine kadar olan
sürecin mimarları demirci zanaatkârlar Persler tarafından,
“teknolojinin temini” anlamını taşıdığı için önemsenmiştir.
Perslerin demirci zanaatkârlara verdiği değerin günümüz
madenci ve zanaatkârlarına verilmediği de ne yazık ki açıktır.
Arkeo Duvar / 98
den elde ediliyordu. Metal cevherlerinin ufak parçalara ayrılması, bazen yı-
kanması bazen de kavrulması cevherin hazırlık aşamalarındandır. Fırın ısı-
sından tasarruf etmek ve daha saf ürün elde edilmesinde kullanılan cevher
zenginleştirme taşlarının örneklerini Karamattepe’nin antik madencileri de
kullandı. Ufalama sonrasında, cevher parçalarının boyutlarına ve üretim
yerinin suya yakınlığına bağlı olarak bazen yıkama işlemi gerçekleştirilirdi.
Arkeo Duvar / 99
Madenciler cevhere değil ormana yakındı
dır. Demir izabe ısısının sağlanması için mutlaka kömüre ihtiyaç vardır. De-
mir cevheri fırında ancak ısının 1200oC civarına çıkartılmasıyla izabe edi-
lebilmektedir. Ancak bu ısının odun ateşiyle sağlanması mümkün değildir.
Antik Çağ koşulları ve teknolojisi düşünüldüğünde sadece odun kömürü
kullanımı vardır. Diğer kömürlerin kullanımı daha geçtir. Kaliteli ve yüksek
kalorili odun kömürü, odunların kuru otların altında alevsiz ve uzun süre-
de kontrollü bir şekilde yakılmasıyla elde edilir. Yüzlerce yıldır devam eden
bu işleme günümüzde Anadolu’da ‘torak’ denilmektedir. Torak için yığılan
odun ağırlığının beşte biri oranında odun kömürü elde edilmiş olur.
Demirci işlikleri
Demirden ne üretiliyordu?
Hisarcık Kalay Ocakları’nın keşfine kadar Anadolu’da işletilmiş olan bir ka-
lay ocağı bilinmemekteydi. Kültepe kazılarında bulunan tabletlerde, kalay
metalinin Asur Ticaret Kolonileri tarafından Orta Asya’dan getirildiği kay-
dedildiği için Türkiyeli arkeologlar tarafından “Anadolu’da kalay cevherinin
bulunmadığı” kabul gören bir varsayım olarak benimsenmekteydi. Ancak
kalayın Orta Asya’dan getirildiğini ifade eden bu tabletler, MÖ 3200 yılların-
da Anadolu’da başlayan Bronz Çağı’nda üretilen kalayın nereden geldiğini
açıklayamamaktaydı. 2000’li yılların başında Hisarcık yerleşim yeri yakınla-
rında Erken Bronz Çağı’nda işletilmiş olduğu anlaşılan kalay cevheri ocak-
larının keşfedilmesi ve Bronz Çağı’nı başlatan kalayın Anadolu’da bulunan
ocaklardan temin edildiği varsayımını güçlendirdi.
Afrika kıtasından ayrılarak Asya kıtasına doğru hareket eden Hindistan kı-
tasının Asya kıtasıyla çarpışması sonucunda Himalaya sıradağları oluşmuş-
tur. Günümüzde de Kızıldeniz boyunca Arabistan Yarımadası, Afrika kıtasın-
dan ayrılmakta olup bu kıtanın Anadolu’da Doğu Toroslar’a, İran’da Zagros
Dağları’na çarpması devam etmektedir. Doğu Afrika’da ise başka bir kıtasal
ayrılma, Etiyopya’da Kızıldeniz kıyısından başlayıp Kenya ve Tanzanya ülke-
lerini katederek gerçekleşmektedir. Tanzanya’nın kuzeyinde bulunan, Afri-
ka’nın en yüksek volkanik dağı Kilimanjaro, bu kıtasal ayrılma sonucunda
gelişmiştir.
Benzer volkanik faaliyetlere 1000 km.’ye varan bu kıtasal ayrılma zonu bo-
yunca rastlayabiliriz. Volkanik kayaçların içerisinde bulunan feldispat mi-
nerallerinin alterasyonu sonucunda oluşan kil mineralleri, Doğu Afrika’da
onlarca km. genişliğinde olan kıtasal ayrılma vadisinde yağışların tutulma-
sını ve bunun sonucu olarak göller ve nehirlerin oluşmasını sağlamıştır.
Böylece bu vadiler, Doğu Afrika’da en bereketli ve sulak arazilerin gelişme-
sini, fauna ve florasının zenginleşmesini sağlamıştır ve bu oluşum devam
etmektedir.
Arsenik içeren yazganit mineralinin, bir kalay minerali olan kasiterit ile bir-
likte bulunuşu Bronz Çağı’nın başlangıcı için çok önemlidir. Çünkü Kültepe
kazılarında gün ışığına çıkarılan bronz bileşimindeki objeler, kalay, bakır ve
arsenik elementlerini çeşitli oranlarda ihtiva etmektedir. Kültepe’ye yaklaşık
26 km. kuş uçuşu mesafede bulunan Hisarcık Kalay Ocakları’ndan çıkarılan
cevher; bakır ile birlikte ergitilerek bakır, kalay ve arsenik içeren üçlü bronz
alaşımlarının üretilmesinde kullanılmış olmalıdır.
Mısır Krallığı, Erken Bronz Çağı’nın başından beri hüküm süren bir medeni-
yet olmuştu. Aynı tarihlerde Hisarcık’tan çıkarılan kalay cevherinin işlendiği
Kültepe’de bir şehir devleti bulunmaktaydı. Hitit Krallığı ise daha sonraki yıl-
larda Anadolu topraklarında kurulan ilk devlet olarak bilinmektedir. Hititler
MÖ 1650–1200 yılları arasında varlık göstermiş ve bronz alaşımını en yoğun
şekilde kullanmış olan büyük bir uygarlıktır. Mısır Krallığı ise MÖ 3100 yılın-
dan MS 343 yılına kadar hüküm sürmüş olan ve Bronz Çağı’nı en yaygın şe-
kilde yaşamış olan bir medeniyettir.
Ahmet Uhri
Dokuz Eylül Üniversitesi Fen-Edebiyat Fakültesi Arkeoloji Bölümü
Ispanak.
İçinde ıspanağın da yer aldığı bir bitki ailesi var botanik literatüründe. Bu aile-
nin adı Türkçede zaman zaman Ispanakgiller olarak adlandırılsa da esasında
Chenopodiaceae denmesi daha doğrudur. Bu aileye ait iri yapraklı bitkilerin
yapraklarının şeklinden gelen bu adın kökeni Yunanca kaz anlamına gelen
‘chen’ ve ayak anlamına gelen ‘podos/podion’ sözcüklerinden oluşmakta ve
tam Türkçesiyle bu aileye Kazayağıgiller denmesi gerek. Bu nedenle şu “kazın
ayağı” üzerinde kısaca durmakta yarar var.
Görüldüğü gibi durum çok karışık, kazayağı hem bir aileye ad olmakta hem
de özel isim olarak kullanılmakta ve kazayağı ile hangi bitkinin ifade edildiği
anlaşılmamaktadır. Bu nedenle önce kazayaklarını Latince isimleriyle sırala-
mak yerinde olur.
Evet, gördüğünüz gibi kazın ayağı hiç de göründüğü gibi değilmiş. Şimdi şu
“kazın ayağı” deyimini de yeri gelmişken açıklayayım. Bir kere deyim “kazın
ayağı” değil. Doğrusu, mealen söyleyecek olursak “o iş öyle değil” ya da “de-
diğinden bu sonuç çıkmaz” anlamındaki “kaziye-i anha öyle değil’ deyimidir.
Bugüne kaz olarak gelmesinin sebebi ise Türkçede karşılığı olmayan telaffuz
biçiminden dolayıdır. Gelelim demirsiz ıspanağa…
Sözcüğün Türkçe ve diğer dillerdeki etimolojisi ise belki bizi başka yerlere ve
yollara yöneltebilir. Bu nedenle her zaman yazdığım gibi etimolojinin teh-
likeli sularında yol alalım biraz. Bu sular tehlikeli sular. Zira Türk dili konu-
sunda uzman sayılabilecek insanlar bile konu etimoloji olduğunda hata ya-
pabiliyor. Bu hatalara verilebilecek örneklerden biri de ıspanak sözcüğünün
İsmet Zeki Eyüboğlu tarafından yapılan etimolojik açıklaması. Üstat gerçek-
ten büyük emek harcayarak yazdığı Türk Dilinin Etimoloji Sözlüğü adlı eserin-
de ıspanak konusunda yanlış yaparak sözcüğün İspanya’nın adıyla benzer-
lik taşıdığını ve İspanya bitkisi olarak adlandırıldığını dolayısıyla kökeninin
de İspanya sözcüğünden geldiğini belirtiyor. Ancak, elimizde Kazayağıgillerin
Madencilik, metal gibi bir dosya konusu için çağrışımla seçtiğim ıspanak ko-
nusunu Osmanlı mutfağından ıspanak ile ilgili en eski tarifle kapatayım. Tarif,
Fatih Sultan Mehmet için yapılan bir yemeğe ait. Menlene denilen bu yemek
peynir, kaymak ve ıspanakla yapılmakta. Bu yemekle ilgili daha ayrıntılı bilgi
için Osmanlı Mutfağı üzerine çalışan Mary Işın’ın yayınlarına bakmak gerek.
Gördüğünüz gibi kazın ayağı hiç de düşünüldüğü gibi değilmiş.
Nota basımı ilk kez 1501’de Venedik’te Giovanni Petrucci tarafından yapılır.
Petrucci yirmi beş yıl içinde elli ciltlik çalgı ve ses müziğinin notasını basar.
Londra, Paris ve Almanya’da gelişen nota basımıyla değişik yörelerde beste-
lenen müzik yapıtları geniş kitlelere ulaşma olanağı bulur.
Çiftçilikten Soma
Katliamı’na giden süreç:
Çizmelerimi çıkarayım mı?
Onur Yıldırım
“Çizmelerimi Çıkarayım mı? / Soma… 13 Mayıs 2014” ile Soma’da yaşanan maden-
ci katliamı üzerine çok boyutlu bir araştırma metni ortaya çıkarmak için çaba sarf
ettik. Soma insanının acılı serüveninin her aşamasını, tanıklıklara dayanarak bütün
gerçekliğiyle anlatıp, katliamın politik arka planının daha iyi görülebilmesini sağla-
maya çalıştık.