You are on page 1of 128

Şehir ve İnsan

İTEF-2010
İstanbul Tanpınar Edebiyat Festivali
Yayına Hazırlayanlar:
Fatma Cihan Akkartal, Sevgi Demir
Kapak Tasarımı:
Mehmet Molla
Şehir ve İnsan; dünyanın dört bir yanından, 2010'da İkincisi yapılan İTEF-İstanbul Tanpınar
Edebiyat Festivali'ne katılan yazarların, Festival için yazdıkları. Şehir ve İnsan'da, Tanpınar'dan
esinlenerek şehir, zaman ve insan konusu işleniyor. Yazarların dil ve coğrafya açısından çeşitliliği,
kitabı oluşturan metinlerin tür ve üslup açısından zenginliğini yansıtıyor. Gezi yazısından edebiyat
eleştirisine, görsel şiirden denemeye, konusunu her yönüyle irdeleyen Şehir ve İnsan, İTEF-İstanbul
Tanpınar Edebiyat Festivali’nin tematik kitaplarının ilki.
Teşekkürler!
Size bu satırları okutabilme hayalimin gerçekleşmesini mümkün kılan, İTEF'e ve Kalem Ajans'a
destek veren herkese çok teşekkür ederim.
2007 yılında Hollanda'nın en değerli yazarlarından Geert Mak'ın, Hollanda Edebiyat Haftası için
yazdığı Galata Köprüsü'nü anlattığı Köprü isimli eseriyle başladı her şey.
Her yılın Mart ayında ülkenin her tarafında 12 Avroluk kitap alışverişi yapan herkese seçilen bir
yazarın kitabının hediye olarak verildiğini öğrendik. İstanbul'dan çok daha az nüfusu olan bu ülkede,
1 milyon kitabın bu şekilde hediye olarak dağıtıldığını izledik. Sadece birkaç ufak hesapla, bunun
ülke yayıncılık sektörüne, kitapçılara, yayınevi çalışanlarına ve tüm yazarlara olan katkısı başımızı
döndürdü Amsterdam Opera Binası'nda Hollanda Kraliçesi'nin de katıldığı görkemli töreni,
Hollandaca tek bir kelime bile anlamadan, güzel bir rüyadaymışız gibi izledik. İzleyen aylar, eli
kitaba değen herkesle bunu konuşarak, uluslar arası bir edebiyat festivalimiz olmalı düşüncesiyle
geçti...
Bir akşam, Karaköy'den Kadıköy'e vapurla geçerken yüzüme kocaman bir gülümseme yayıldı.
Evet, bizim bir edebiyat festivalimiz olmalıydı ve o festivale bir yazarın ismi vermeliydi. Ahmet
Hamdi Tanpınar köprünün iki ucunu birleştiren, kapıları açan, şaşırtan, düşündüren, herkesin
sahiplendiği, Türk edebiyatı gibi "hak ettiği değeri sonradan gören" bir yazar olarak Türkiye'de nefes
alacak bir edebiyat festivaline çok yakışacaktı. Başka daha nice isim vardı, nice büyük yazarımız...
Neredeyse tüm çevirmenlerin söylediği; "Tanpınar çevirmeyi çok isterim,"
oluyordu. Önce biraz tereddüt ettim; ama bu belirsizlik hızla kayboldu. Bu iç rahatlığını ve inancı
sağlayan en önemli kişi hiç kuşkusuz Mehmet Demirtaş'tır. Bu fikri, o vapur yolculuğunun ardından ilk
paylaştığım ve buna ilk inanan, en büyük desteği veren ve aslında tüm organizasyonu düzenleyen kişi
o oldu.
Ertesi sabah Cem Erciyes'i aradım. Bir solukta anlattım. Sessizce dinledi, önerileriyle,
eleştirileriyle desteğimiz oldu Çok mutluydum, ilk defa bir vapur hayalime bu kadar yaklaşmıştım.
Domino taşları düşmeye ve resim oluşmaya başladı. Hayat boyu baş danışmanımız Serhat Baysan,
Enis Batur, Doğan Hızlan ve Türkiye'nin edebiyat, yayıncılık, basın dünyasının en değerli isimleriyle
günlerce, saatlerce süren toplantılar... Hayaller, hayal kırıklıkları, uykusuz geceler, heyecanlar...
Prag'ta, Kafka Edebiyat Festivali'nin yapıldığı o büyülü şehirde, Sınırları Aşan Edebiyat Fonu'nun
müdürü Alexandra Buchler bize destek olabileceğinin müjdesini verdj. Ve İTEF bebeğinin en az
sancıyla doğmasını sağladı.
Beynimizde, kalbimizde ve bilgisayardaki dosyalarda gelişen bu hayalimizi, okuma akşamları
düzenleyerek, edebiyatı destekleyen Çırağan Palace Kempinski ve edebiyatla keyfi birleştiren Hare
Kahve Likörleri olmasaydı gerçeğe dönüştüremezdik.
En kuvvetli alkışlarımızla, bu kitabın binlerce kişiye hediye edilmesi için İTEF'e Şehir ve İnsan
konulu eserlerini veren yazarlarımıza ve bu metinleri birçok dilden Türkçeye çeviren değerli
çevirmenlerimize şükranlarımızı sunuyoruz.
Çok teşekkürler...
Nermin Mollaoğlu
Kent ve İnsan
Adnan Binyazar
Doğum yurdum Diyarbakır, adı, Amida'dan Amid'e, Diyarı Bekr' d e n Diyarbekir'e sonunda
bugünkü adına dönüşen çok eski bir yerleşim yeridir. Kapkara kayalar üstüne oturmuş, her burcu
sanat şaheseri sayılabilecek kalın surlarla çevrili kadim bir kent. Hiçbir kavmin, geniş kapılarının
önünden geçmeye cesaret edemediği bir kale...
Eski dengbej anlatılarının soluk alıp verdiği sırlar ülkesi; benim "yazıp da okuyamadığım şiir",
"kültür anamın sütü bol memesi", ruhumda erimi uzun bir hatıra...
Gözümü dünyaya orada açtım. Tam olanı biteni ayırt ediyordum ki, kendimi Diyarbakır'ın,
1937'lerde bugünün köylerinden de küçük kasabaları olan Kulp'ta, Silvan'da, Çermik'te buldum.
Kasaba, çayırlarda koyun, keçi otarmaktı, bağlarda bahçelerde doğayı sese boğmaktı...
Benden büyük olanlar ağaçlarda sincap taşlardı.
Çocukluğun duyarlık körlüğü yaşlarındaydık; az sonra ölüp gideceklerini hiç akla getirmeden,
tespih tanesi kadar böceklerin arkalarına çalı iğnesi batırıp, onların düzeni bozulmuş vızıltılarla
uçuşlarına gülmekten bayılıyorduk. Arkadaşlarımız arasında biri vardı ki, kedi yavrularını bir köşede
kıstırıp kesermiş. Bu olayı duyduğumda mideme ağrılar saplanmış, onu uzaktan görünce yolumu
değiştirmiştim.
Bakarken gözleri yana kayan bir arkadaşımız vardı. Sapanını yönelttiği kuşu anında dalından
indirirdi. Granit sertliğindeki taşları gövdesine yiyen kuş, daha havadayken çığırtılı seslerle can
verirdi. Sincapların ölüm fermanını hazırlayan da oydu. Onca daim yaprağın arasında sincabı görüp,
göz açıp kapayıncaya kadar taşı fırlatması beni şaşkına çevirirdi. Şınltılı suların aktığı derelerde
dolaşırken rastladığım kuşlara, sincaplara mermi gibi taşlar fırlatmayı becermiyor değildim, ama
hiçbir zaman yere bir kuş düşürememiştim. Sincapların yere düşerkenki acı ciyaklamaları gece
rüyalarıma girerdi. Yine de, içimden, "niye ben onun gibi sincap vuramıyorum" diye üzülürdüm. Çok
istesem de hayatımda ne tek kuş, ne ağaçlarda oradan oraya atlayan bir sincap vurdum. Oysa sapanla
kuş vurup dallardan yere sincap düşürmede kerametin, arkadaşımın yana kayan gözlerinde olduğunu
düşünür, ben de bakışlarımı sağa sola kaydırarak kuşlara nişan alırdım.
Olaylar gözümün önüne geliyor da, bu başarısızlığı, rastlantıların bahşettiği bir mutluluk
sayıyorum.
O arkadaşımızın öncülüğünde kuşlara, sincaplara dünyayı dar etmeye çıktığımız bir gün, üç beş
erik yemek için dalları çekip yere indirdiğimizi gören bir yaşlı, "Nedir bu vahşet, onca yer gördüm,
sizin gibisini görmedim. Ananız babanız size hiç mi medeniyet öğretmedi!" diye çıkışmıştı. Akşama
doğru eve dönüp, o güne değin hiç duymadığım "medeniyet" sözcüğünün ne demek olduğunu babama
sormuştum. Babam, "Medeni, şehir demektir, yakında biz de şehre göçüyoruz. Medeniyet ise, şehirli
olmak, yani görgülü, terbiyeli olmak, kimseye zarar vermemek, onun bunun malında gözü olmamak
demektir," diye yanıtlamıştı sorumu.
Babamdan bunu duyuşumdan iki hafta sonra şehir dedikleri yere gelmiştik. Alabildiğine uzayan
tarlaların, yeşilliklerin yerini, o günün ölçülerine göre, Diyarbakır'da sokaklar, sokakların kenarına
dizilen evler, evlere sık sık girip çıkanlar, camekânları süslü dükkânlar almıştı. Kapının önüne çıkar
çıkmaz orada da arkadaşlar bulmuştum. Onlar ne kuş avlıyorlardı, ne dalların arasından sincap
düşürüyorlardı. Değneklerle çember çeviriyorlar, çevresine ip sarıp yere fırlattıkları konik bir tahta
parçasını (topaç) hızla çeviriyorlardı. Onları yapmıyorlarsa, birini ebe seçiyorlar, öbürleri
görünmeyecek yerlere saklanıyor, ebenin onları bulmasını bekliyorlardı. Arayış-buluş anında da
coşkudan ne yapacaklarını bilemiyorlardı.
Çocuk, kendi yaptıklarını beceremeyenler karşısında kahraman kesilir. Şaşkın bakışlarım yeni
arkadaşlarımı şımartıyor, kimileri, becerilerini hiç yapılamazmış gibi gösterme havasına giriyordu.
İlk günlerde sözcükleri farklı söyleyişimle alay ettiler. Kısa sürede onlar gibi söylemeye başlayınca
beni aralarından biri saydılar, oyunlarına katmaya başladılar. Kısa sürede kırlık yerlerin avlama
vahşetinden kurtulmuş, yaşlı adamın deyimiyle, kırıp dökmekten uzak bir ortama girmiştim.
Kimi günler kapımızın önündeki eşiğe oturup şaşkınlıkla onları izliyordum. Kentte ne yere
çakılırken havada can veren kuşların sesini duyuyordum, ne sincap yavrularının ölüm çığırtılarını.
İçten içe, "Ne güzel yermiş şehir, burada hayvanlar öldürülmüyor, yemyeşil yapraklar dallarından
koparılıp atılmıyor," diyordum.
Kent, çocuğun gözünde şamatalar şenliğidir. Satıcılar, sokakların dil kelebekleridir; ruhu okşayıcı
seslerle incelterek söylerler sözcükleri. Yeni arkadaşlarım beni değişik bir hava içine sokmuş olsalar
da, kentte en çok ilgimi çeken, mallarını şarkıya benzer seslerle satan satıcılardı. Uzun süre
ayrancının ayran, sütçünün süt, pandispanyacının pandispanya, gazyağı satanın gazyağı dediğini
anlayamamıştım. Un, yumurta, şeker karışımı keke benzer pandispanya satıcısının sokaktan geçişini
sesinden değil, kışkırtıcı kokusundan anlardım. O kokuyu alan çocuklar dışarıya fırlar, koşuşarak
pandispanyacmm çevresini sararlardı. Meyan şerbetçilerinin sırtlarına yerleştirdiği pirinç
güğümlerin parlak görünümü bugün de gözümün önündedir. Metalden taslarının birbirine
değmesinden çıkan şıkırtılı sesleri de unutulacak gibi değildi.
*
Dünyanın irili ufaklı nice kentim gördükten sonra kent yaşamının, insanın uygarlaşma sürecinin
mekânı olduğunu düşünüyorum. Toplumsallaşma kentte, ekonomik verimin değerlendirmesi kentte,
düşünsel, sanatsal üretim ve teknik kentte. İnsanı durağanlıktan kurtarıp eylemli kılan mekanizma da
kentte işlevselleşiyor.
Bu bağlamda kent, insanın kültürel dünyaya açılım mekânı, insanın kendini kanıtlama güdüsünün
var oluş nedenidir.
Medine kent demektir. Medeni sıfatı da, ancak "düşünce, sanat ve teknikte gelişme göstermiş, ideal
uygarlık düzeyine uygun yaşam koşullarına kavuşmuş; nezaket kurallarına uymasını bilen, eğitimli,
görgülü, kültürlü, kibar" insanlara yakıştırılabilir. Medeniyet ise, "bir toplumun maddi, sosyal, ahlaki
ve kültürel yaşamına ilişkin niteliklerin bütünü; uygarlık"1 anlamına geliyor.
Burada kentlerin kuruluşuna ilişkin tarihsel sürece de, kente ilişkin kavramsal irdelemelere de
girmeyeceğim. Çevrelerini saran surlara, kanallara, kulelere bakarak, kentlerin, insanın kendini
koruma güdüsünden doğduğu üzerinde de durmayacağım. Durmaya kalksam da nesnel
değerlendirmelerde bulunmaya benim bilgim de gücüm de yetmez. Belli ki, kentle insanı
bağdaştırmak ne denli zor ise, insanı kentle bağdaştırmak da o ölçüde zor görünüyor. Düşüncemi bu
doğrultuda geliştirebilirsem, iç içe olması gereken insanla kent ya da kentle insan arasındaki zıt
kutupluluğu bir ölçüde açıklığa kavuşturabilirim.
Eskiye özlem, insanın doğasında var. Her kuşak kendi zamanına sahip çıkar. Özellikle büyük
kentlerde ekonomik, toplumsal sorunlar, suça yönelik olaylar arttıkça bunu kentleşmeye bağlayan
görüşler yaygınlaşmaktadır. Bu yargıya varırken, Cumhuriyet gazetesinde Işık Kansu'nun "Geçmişi
Silinen Kentler"” başlığı altında dizi yazıları yayımlandı. Dizide izlenimlerini yazan yazarların tümü
özlemlerini dile getiriyorlar. Hemen her kentte kalabalık duyarsızlığının gittikçe yaygınlaşıp, ilkel
davranışların doğal bir üslup kazandığını... Her an ilkelleşen insanları gözlemleyen bir yazar (Ayla
Kutlu), yaşadığı kentin önceki düzenine nasıl özlem duymaz: "1947 yılında geldiğimiz İskenderun
küçük ve tertemiz bir şehirdi. Cumhuriyet meydanında küçük ama eşsiz bitkilerle süslenmiş bir parkı,
çok büyük çoğunluğu Fransızlar döneminde yapılmış güzel, görkemli ve yeterli yapıları vardı. O
tarihte günlük ve bazıları haftada üç kez çıkan toplam yedi gazete, et ve balık hali, geceleri 23.00'e
kadar şıkır şıkır aydınlatılan cadde ve sokaklar, şortlu, bisikletli genç kızlar ve delikanlılar, kapıları
ardına kadar açık evler, birbirleriyle hemen kaynaşıveren komşular, deniz kıyısı ahbaplıkları, komşu
hakkı diye bedelsiz ikram edilen ürünler, üretimler: portakal, limon, koruk, üzüm, pekmez, tahin, nar
ekşisi, hatta tadımlık denilerek sunulan bakraç dolusu zeytinyağı, bahçesiz evlerin çamaşırlarını
istedikleri komşuda kurutma hakkı... Hiçbir kapı kilitli değildi. Öylesine anahtarsız ve kilitsiz
yaşanırdı ki, bir başka şehre gidilecekse, anahtar ancak aranınca bulunan bir nesne olarak görülürdü."
Cemil Kavukçu (yazar) ise, yaşamını geniş ölçüde etkileyen kente duyduğu özlemi şöyle dile
getiriyor: "Çocukluğumun, hatta ilk gençliğimin geçtiği İnegöl'le bugünkü İnegöl arasında en küçük bir
benzerlik yok. Son yıllarda oraya her gittiğimde kendimi yabancı bir kentte hissettim. Birbirine
benzeyen, geçmişini kendi elleriyle silen özelliksiz, kopya bir kent. Kentlerle kasabalar arasında da
benzer bir alışveriş var. Kentler hızla büyük kasabalara dönüşürken kasabalar da çarpık bir
yapılaşmayla özenti büyük kentlerin küçük, kötü birer kopyaları oldular. İşsizlikle atbaşı giden büyük
kentlere içgöç bu süreci hızlandıran etkenlerden biridir. Bugün on kat büyümüş İnegöl. Nüfusu iki yüz
bin. Belediye kültür merkezinde gişe yapan güncel filmlerin gösterildiği küçük bir sinema salonu var
ama kitapçı dükkânı yok. Kentin içinde içki içilebilecek doğru dürüst bir yer de yok. Seksenli yıllara
kadar herkesin istediği yerde oturabildiği parklarda, çay bahçelerinde 'Aileye mahsustur' sınırları
çizildi yıllar önce."
Şükrü Erbaş (şair) da yokluğa karışan değerler üzerinde duruyor: "Geleneksel meyhaneler, çalgıcı
kahvehaneleri yok. Abdalları düğünlerden, 'orkestralarla sürdüler. Simitçi Haşan çoktan öldü.
1974'te bir avuç 'devrimci genç'in kurduğu Halkevi yok. 'Her şey daha çok zaman olsun diye hızlandı.
Zaman ise gittikçe azalmakta,' diyen Canetti'nin acısı, Yozgat'ın da yazgısı. Kentler de insanlar gibi
mizah duygusuyla birlikte kederini de yitiriyor. Geriye, belleksiz sokaklarda yeni zaman politikacısı
ile plastik şarkılar kalıyor. Yozgat bundan ne kadar uzak durabildi ki..."
Lütfiye Aydın (yazar) da geriye doğru değişimin bir başka yönüne değiniyor: "Betonlaşma olgusu
yalnızca kentlerin değil, insanının da dokusunu değiştirdi. Yirmi yaşımda ayrıldığım Gaziantep o
zamanlar Büyükşehir değildi. Hele 'marka şehir' hiç değil. Nüfusu azdı. Sessiz fakat görgülü, zarif,
hem kendine hem de çevresine saygılı, 'sözü senet' olan insanların kentiydi. Kenti çevreleyen zeytin,
fıstık, dut ağaçları, bağlar, kentin içine dek sokulmuştu. Kentin kanavasında en çarpıcı renk olan,
otuzdan fazla üzüm çeşidi yetiştirilen bağlar da yok artık, üzümlerinden üretilen şaraplar da.
Şaraphane diye bir yer adı vardı eskiden, o da sizlere ömür."
Dizi yazıda özleme yönelik izlenimlerimi yazanlardan biri de bendim. Daha çok da, gelişmenin
göstergesi sayılan değişimlerin kötüye yöneldiğini vurguladım. Kentleşme olgusunda, kentin ve orada
yaşayanların sağlam bir kültür tabanına oturması kanımca çok önemlidir. Uzak kaldığım dönemler de
olsa, 1934 yılında doğduğum Diyarbakır'la 1956'ya kadar ilgimi hiç koparmadım. Kültürel kimliğimi
bulmaya başladığım dönemde beni Diyarbakır kültürü beslemiştir. 1950'lerden bu yana değişen
Diyarbakır'a ilişkin izlenimlerim şöyle:
Kültür, zincirleme bir gelişim yolu izler. Filmini izlediğimin ertesi günü, Halkevi, Ulu Cami, Ziya
Gökalp Lisesi kütüphanelerinde Shakespeare'in Romeo ve Juliet adlı eserini aramış, ne yazık ki
oralarda bulamamıştım. Sonunda, o yıl başladığım Dicle Köy Enstitüsü'nde ele geçirdiğim kitabı
yaşamım boyunca yanımdan ayırmadım. Milli Eğitim Bakanlığı yayınlarının da satıldığı bir
kitabevine sahip olan o yılların Diyarbakır'ı müziğiyle, tiyatrosuyla, kitabıyla tam bir kültür
merkeziydi. Bu etkinlikler ise Halkevi çatısı altında toplanmıştı. Öyle bir gençliğin yerini şimdi
sokaklarda taş atan çocukların alması, yıllardır ciddiyetle üzerinde durulmayan eğitim
uygulamalarının yarattığı kültürel boşluktan doğmuştur. 1950 yılında iktidara gelen Demokrat
Parti'nin ilk işi Köy Enstitüleriyle Halkevlerini kapatmak olmuştur."
Her şey yitip gidiyor. Yerine konulan ne? Duyarsızlık, ilkellik, kabalık, barbarlık, terör...
"Cansız" sanılır, oysa şehir soluk alıp veren bir canlıdır, insanda bir uzvun sancısı nasıl bedenin
bütününü etkiliyorsa, kentin herhangi bir eksikliğinden de toplumun tümü zarar görüyor. Trabzon'u
anlatan Ahmet Özer (şair), "Bırakın kentin insanını, martılar da yabancılaşmıştı bildikleri denize.
Onlar artık çatı katlarında sığınacak bir yer arıyor, bir yerlere boca edilen çöplerle yiyecek
gereksinimlerini gideriyorlardı. Deniz doldurulmuş, deniz çok uzaklara kovulmuştu. Bir zamanlar
balıkların yaşadığı alanı artık egzoz gazı kirletiyordu," diyor.
İnsan arttıkça, şehir de büyüyor; daha doğrusu, insan sürekli büyütüyor şehri. Ne denli büyüse, her
yerleşimin bir alabilirliği (kapasitesi) vardır. Bu bağlamda insanın o alabilirliğe katlanma sabrı da
göz önünde bulundurulmalıdır. Kent, insanı; insan, kenti tüketecek darlığa düştüğünde doğal olarak,
kentte de, insanda da değişimler olacaktır. Darlıkların yozlaştırdığı insan, çağımızda, ne yazık ki
terörde, vahşette buluyor çözümü.
Önemli bir sorun da şudur. Gecekondulaşmada bile insanlar arasında bir dayanışma vardı.
Genellikle gökdelen yapılaşmaları, insanın, kendi içinde kendini tüketmesine yol açmıştır. Toplumda
en tehlikeli sosyal olay, insanın insana yabancılaşması, giderek birbirinden kopmasıdır. Tahsin Yücel
Gökdelen adlı romanında, yerleşimsel bozukluğu, insanlar arası duygu-dü-şünce kopuşunu
vurguluyor. Böylece, bir sanatçı, bilimsel verilerle gerçekliği kanıtlanan bu olgunun tehlike çanlarını
çalıyor. En son gecekonduya bile dayanamayan gökdelenci mantıkla, kendilerini gökdelen
dünyasından uzağa düşmüş sayan kesimlerin iç savaşımı nerdeyse kitle çatışmalarına yol açacak
noktaya geliyor Gökdelen'de. Yücel, bu kitlesel devinime geçen insanlara "yılkı adamları" diyor ki,
"yılkı", hayvanların işe yaramazına verilen ad olduğuna göre, bu, dolaylı olarak "insanın
hayvanlaşması" sürecinin nerdeyse başlamakta olduğunun bir belirtkesi sayılamaz mı?..
Müntehir ve Şehir
Ahmet Tulgar
Elbette Süleymaniye'nin karşısına geçebilirim. Geçebilirdim. Erguvan rengi bir akşam inerken
İstanbul'un her dem müntehir topoğrafyasının tepe noktasında köpürür, köpürürdü Süleymaniye kunt
ve durmadan. "Hayat bu," derdim ben de o zaman, "iş içimdeki bu köpürmeyi durdurmak, bu kırılgan
ve durmamaktan yorgun köpükleri." Sonra gözüm Ayasofya'ya kayardı. Bakardım ikisinin diyaloğuna.
Güzellik. Zaman. Zamanın bu bir hacme dönüşmüş görünür hali benim gözü kara kararıma
gülümsetirdi beni. "Ulan," derdim, "daha ne kadar yaşayacaksın ki zaten. Sabret."
Boğaz'a inerdim istesem. Sahiden istesem caymayı. Bu akış. Bu kendini salıverme. Zaten ne kadar
hâkimiyizdir ki hayatımızın, hayatlarımızın, öyle değil mi? Bırak akışa. Mecalsizliğine iyi gelir. Bir
gazete parçasına sarılı şişeden alkol al. Yak bir sigara. Seyre dal. Mehtapları bekle. Tek alacağın
buysa hayattan artık, bu, al, seyre dal. Zaman bir su gibi, su gibi aksın önünde. Dışındaysan eğer,
durdurmana da gerek yok. Seninle ilgili bir şey değil. Bu kıyıya paralarıyla el koymuş burjuva
bozmalarıyla da ilgili değil. Zaman Boğaz'ın, zaman İstanbul'un, zaman suyun. Sen dışındasın, sadece
seyircisin. Hiçbir şey değiştiremedin zaten. Seyret, seyre dal, dal. Bu bankta uyan. Devam.
Sahiden istesem caymayı sokakta yatar kalkardım. Beyoğlu'nda. Bir sinemanın çıkışında.
Hayalleriyle ayaza çıkan seyirciler benim kanlı gerçekliğimi görmezden gelirdi. Ben ise şimdi
annemin elinde defalarca çıktığım bu kapının önündeki sahanlıkta yorgun hayatımı dinlendirirdim
yabancısı olmadığım bir mezarda gibi. Hem ölmüş olurdum bütün sınıfsal sorumluluklarımdan
sıyrılmış hem de hayatta. Hazır olduğumu hissettiğimde akışına karışacağım, yolumu bulacağım, bir
arkadaşın evine misafir olacağım, bana bir şişe şarap açacak, yıkanınca içeceğim, yeniden kaçana
kadar Beyoğlu göğsü bağrı açık bir serseri, beni bekleyecek. Beyoğlu'nda bir sabah, bir umumi
tuvalette yüksek dozda uyuşturucudan ölene kadar. Sahiden. Beyoğlu'nda bir aylak olurdum yani.
Sahiden istesem.
Sahiden istesem Fındıklı Parkı'nda olurdum şimdi. Darbe günlerinin sokağa çıkma yasaklarının
ardından yaptığım gibi, güneşli bir güz sabahında elimde bir kitap uzanırdım çimlere. Bir Romen
gemisi gibi gecenin cemse sesleri ve sirenlerinden edindiği alışkanlıkla habire infilak ederdi hani
taşikardi yüreğim, şimdi tekliyor, elimdeki kitaba konsantre olmaya çalışırdım. Kitaplar bitmedikçe,
hayat da bitmezdi. Her sayfada ertelerdim kararımı, her karakter elimden tutar, bırakmazdı beni.
Sahiden istesem çocukluğumun geçtiği semtte olur, bakkalın önünde otururdum.
Sahiden istesem Esenler Otogarı'nda olur şimdi, eski Topkapı Otobüs Garı'nı düşünürdüm. Savaş
sürdüğü için hâlâ gelenlere bakardım. Otobüslerden inen gençler, daha handiyse başında oldukları
hayatlarıyla vaatlerde bulunurlardı. Bana bir hayat vaadettiklerini hissederdim onların. İndiler, indi
ve bana bir hayat vaadetti.
İstanbul istesem beni caydırır. Hâlâ güzellikte bu denli ısrar ettiğine göre o istiyor da. İstanbul
istiyor benim biraz daha kalmamı onda.
Ama ben neredeyim?
İstanbul'un beni bıraktığı yerlerde. İstanbul'un İstanbul olmayı bıraktığı yerlerde. Ölüme hızla
yaklaştığım endüstriyel hüzün köşklerinde. Uluslararası zincir kafelerde ve alışveriş merkezlerinde.
Nişantaşı mesela. Buralardaki umutsuzluk başka bir şeye benzemez. Hayatta kalma kararını hiçbir yer
daha komik duruma düşüremez. İlahi bir kahkaha bu, halimize bakıp atılan. İstanbul da güler elbette
artık. Halimize.
Karton bardaklardaki kahveler, sentetik çörekler ve şizofren müşteriler. Bu mudur yani? Bundan
sonrası. Çantamda yolculuk azığım, hayat katığım ilaçlar. Evde yastığımın altında ruhsatsız tabanca
fikri zihnimde. Urganı neyle yağlayacağım? Pencerem yerden ne kadar yüksek? Neden tek jilet satan
bir bakkal bulamıyorum?
Hangi alışveriş merkezinin tırabzanı daha alçak, hangisinin merdiven kuyusu daha derin?
Hangisi daha politik olur?
Hangisi daha estetik?
Hangisi daha acısız?
İstanbul'da mı öleceğim?
Kararım bu mu?
"İstanbul kimsenin umurunda değil."2
Ahmet Ümit
Derneğin bulunduğu tepenin manzarası şahaneydi. Ha-liç'in durgun sularından, minareleri ak
bulutlara dokunan Süleymaniye'nin görkemli siluetine uzanan olağanüstü bir görüntü. Heveskâr
yardımcım Ali'yle Unkapanı Köprüsü'nü geride bırakıp kırmızı tuğladan yapılma Bizans duvarlarını
geçerek, eski İstanbul evlerinin arasından çıkmıştık bu küçük tepeye. Meydanda heybetli bir tapınak
karşılamıştı bizi: Bizans'ın Pantokrator Manastır Kilisesi, günümüzün Zeyrek Camii.
Derneğin bulunduğu bina, manastırın karşısındaki apartmanın üçüncü katında yer alıyordu.
Muhtemelen bu betonarme bina da mahallenin eski dokusunu oluşturan ahşap evlerden birinin
yanması, yıkılması ya da bir sabotaja kurban gitmesinin ardından yapılmıştı.
Dik merdivenlerini hiç zorlanmadan keçi gibi tırmanan Ali'nin ardından güç bela çıktığım
apartmanın üçüncü katındaki çelik kapının önüne geldiğimde nefes nefese kalmıştım. Üzerindeki süt
rengi metal levhada lacivert harflerle İSD yazan kapının ziline ardı ardına bastık ama kötü bir sürpriz
bekliyordu bizi, dernekte kimsecikler yoktu. Demek hâlâ dönmemişlerdi toplantıdan. Yapacak bir şey
yoktu. Oflaya puflaya çıktığım basamaklardan gerisin geri inip, hiç değilse aşağıdaki güzel manzaralı
kafede vakit geçirelim derken, merdivenlerden yükselen seslerle duraksadık. Gürültücü bir topluluk
basamaklar-
dan yukanya çıkıyordu. Sekiz kişiydiler, kısa saçlı kızın kucağındaki bebeği de sayarsak dokuz.
Kısa saçlı kız dışındakilerin hepsinin ellerinde dövizler vardı. Dövizlerin üzerinde, az önce önünden
geçtiğimiz, eski Zeyrek evlerinden birinin fotoğrafı görünüyordu. Ev çürümüş, artık yıkılmaya yüz
tutmuştu. Altında, "İstanbul'un Sivil Mimarisini Koruyalım," cümlesi okunuyordu. Bazı afişlerde
alttaki slogan değişiyor, "Bundan Başka İstanbul Yok! Lütfen Koruyalım," yazıları göze çarpıyordu.
Hiç kuşku yoktu ki bunlar beklediğimiz şahıslardı. Giyimleri, davranışları hepsinin de eğitimli kişiler
olduklarını, gösteriyordu. Küçük topluluk içeri girerken aralarından biri bize yöneldi. Uzunca boylu,
kıvırcık saçlı, sarkık bıyıklı, esmer, gözlerinin içi gülen bir adam. Evet, bu Leyla Barkın'ın erkek
arkadaşı Cerrah Namık Karaman'dan başkası değildi.
"Buyurun?" dedi nazik bir tavırla. "Birini mi aramıştınız?" Hiç duraksamadan meramımızı anlattı
Ali.
"Polisiz... Sizi arıyorduk."
Polis lafı, Namık'ın yüzündeki hoş ifadeyi silip attı.
"Haliç'teki eylemle ilgiliyse karakola ifade vermiştim."
Sesi nazik değildi artık.
"Hayır, Namık Bey; Haliç'teki eylemle ilgili değil." İstediğim gibi yumuşak, anlayışlı çıkmıştı
sesim. "Biz cinayet masasmdanız. Ben Başkomiser Nevzat, bu arkadaş da Komiser Ali. Cinayet
soruşturması nedeniyle buradayız."
Aklı karıştı, gözlerindeki anlam değişti.
"Cinayet mi? Ne cinayeti?"
Güçlükle sığdığımız kapının önünü gösterdim.
"Burada konuşmak biraz zor... İçeri geçsek..."
Emin olamadı. Bir yandan cinayeti merak ediyor, öte yandan tıpkı Leyla Hanım gibi bizi içeri
almak istemiyordu. "Değerlendirme toplantısı yapacaktık da..."
"Namık Bey; anlamıyorsunuz galiba," diye sertçe söylendim. "Burada cinayetten söz ediyoruz. Eğer
sorularımızı şimdi yanıtlamazsanız, korkarım sizi karakola götürmek zorunda kalacağız..."
Hiç çekinmedi karışımızda dikilmekte olan adam.
"Bunun benimle ne ilgisi var?"
"Çok ilgisi var. Çünkü öldürülen kişi Leyla Hanım 'm eski eşi..."
Kestane rengi gözleri iri iri açıldı.
"Nasıl? Necdet mi? Necdet öldü mü?"
Şoka mı uğramıştı, yoksa rol mü yapıyordu, belli değildi. "Öldürüldü," diye düzelttim. "Gırtlağı
kesilerek..."
Necdet gözünün önünde öldürülmüş gibi yüzünü buruşturdu.
"İşte bunları konuşacağız." Kapıya dayanan Ali, buyurgan bir sesle tamamlamıştı sözlerimi.
"Toplantınızı ertelemeniz gerekiyor."
Tuhaf şey; Leyla gibi sevgilisi de kolayca atlattı yaşadığı dehşeti.
"Tamam, ama çok sürmez değil mi?"
"Sürmez, sürmez," dedim kapıya doğru hareketlenirken. "Tabii sizin soruları nasıl
yanıtlayacağınıza da bağlı." Sonunda teslim oldu.
"Peki, buyurun."
Derneğe girince, Topkapı Sarayı'nın uçaktan çekilmiş büyükçe bir fotoğrafı karşıladı bizi. Saraya
defalarca gitmiş olmama rağmen bu kadar büyük olmasına şaşırarak bir süre duraksadım fotoğrafın
önünde. Ama benden başka Topkapı Sarayı'yla ilgilenen yoktu; Namık'la Ali'nin sofanın sonuna
ulaştığını görünce fotoğrafı bırakıp onlara yetiştim. Leyla Hanım'ın dairesindeki gibi genişçe bir
salona çıkıyordu sofa. Önce sol taraftaki duvarı boydan boya kaplayan, kaliteli bir ağaçtan yapılma
kütüphane çekti dikkatimi. Tepeleme kitap doluydu. İstanbul hakkında kitaplar; renk, renk, çeşit, çeşit,
Türkçe ve yabancı dillerde yazılmış kitaplar. Kütüphane dışında mütevazı mobilyalarla döşenmişti
salon; tahta iskemleler, küçük sehpalar, orta yerde kocaman formika bir masa. Eylemden gelenler
masanın etrafına çökmüşlerdi; dördü erkek, üçü kadın, yedi kişi. Kızıl saçlı, iriyarı delikanlıyla, kısa
saçlı, esmer kızı saymazsak hepsi orta yaşlıydı. Bizi görünce başlarını çevirerek merakla baktılar.
İçlerinden sadece kızıl saçlı delikanlı tedirgin olmuştu. Kurt köpeklerinin ortasına düşmüş bir sokak
kedisi gibi ürkek, gri gözlerini bizden ayırmıyordu.
"Hayrola Namık Abi?"
Kavgaya hazırlarmışçasına boynunu içeri çekmiş, yumruklarını sıkmıştı. Allah'tan Namık Abisi
onun kadar kolay sinirlenen biri değildi.
"Yok bir şey Kamil," dedi soğukkanlılığını koruyarak. "Polis beylerle biraz konuşmam gerekiyor
da."
Polis beyler lafı, ötekileri de tedirgin etmişti. Anlamak isteyen gözler, birden yadırgayan bakışlara
dönüşüverdi. Kısa saçlı kız, sanki bir şeyi koruyacakmış gibi yandaki divana doğru eğildi. Ne
yapıyor bu diye bakınca, kapıda gördüğümüz bebeği fark ettim. İyi de polis lafını duyunca neden
bebeğini koruma gereği duymuştu? Anlaşılan salondakiler bizden hiç hazzetmiyorlardı. Namık da
farkındaydı bunun.
"Demekle ilgili değil arkadaşlar. Alakasız bir mesele. Fazla sürmez."
Bakışlardaki iğneleyici ifadeler değişmedi. Daha kötülerini gördüğümden umurumda bile olmazdı
ama bir de şu bebek ağlamasaydı. Annesi hemen sarıldı yavrusuna. Neyse ki annesinin kokusunu alan
bebek, neden beni yalnız bıraktın dercesine, bir süre homurdandıktan sonra sustu.
"Pek de önemliymiş toplantıları," dedi Ali alaycı bir ifadeyle. "Baksanıza, bebekler bile
katılıyor..."
Sadece Namık duydu yardımcımın söylediklerini ama aldırmadı, salonun bitişiğindeki aralık kapıyı
gösterdi.
"Gelin şöyle geçelim, daha rahat konuşuruz."
Odaya geçmeden önce salonun duvarlarındaki fotoğraflar dikkatimi çekti. Hayır, sanat fotoğrafları
değildi bunlar; Büyük Bizans Sarayı 'nın üzerine yapılan beş yıldızlı otelin oluşturduğu tahribatı,
Süleymaniye Cami'nin duvarlarını süsleyen eşsiz hat yazılarının bozulmaya yüz tutmuş halini, Bizans
döneminden kalma Bukaleon Sarayı'nın çöplüğe dönmüş görünümünü, Kadırga'da yıkılmaya yüz
tutmuş, eski, ahşap İstanbul evlerini, Beyazıt'ta Roma sütunlarının üzerinde kadın iç çamaşırı
sergileyen seyyar satıcıyı, Marmaray kazısında alelacele kazılan antik limanın içler acısı durumunu,
nakışlı mermerine siyah yağlı boyayla, "En büyük asker bizim asker," yazılmış Osmanlı çeşmesinin
trajikomik halini, Topkapı Sarayı'nda paslanan antika silahları, çürüyen resimleri, giysileri
gösteriyordu. Yani tarihi nasıl katlettiğimizi yüzümüze çarpan fotoğraflardı bunlar. Ve sağ tarafta,
uçuk sarı duvarın üzerinde kırmızı italik harflerle yazılmış kocaman bir pasaj yer alıyordu. "Ey Sinan,
senin marifetin olmadan, ol vechiyle na ehil kimselere mimarlık ettirmeyesin." Altında Kanun-i Sultan
Süleyman'ın oğlu II. Selim yazıyordu.
Odaya geçerken merakla sordum.
"Burada ne yapıyorsunuz Namık Bey? ISD ne demek?" Soruyu yanıtlamak için pek istekli
görünmüyordu.
"ISD, bir sivil toplum örgütü," dedi zoraki bir tavırla. "Kentin tarihine sahip çıkma girişimi."
Ahşap iskemleleri gösterdi.
"Şöyle oturabilirsiniz."
Benim oturacağım iskemleye eylemde kullandıkları afişlerden biri yayılmıştı. Hep aynı fotoğraf;
eski, ahşap İstanbul evlerinden biri. Altında, "Yıkma, yakma, koru!" sloganı yazıyordu. Afişi katlayıp
üzerindeki kaplama hafifçe kabarmış olan sehpaya koyduktan sonra oturdum iskemleye. Yardımcım
da karşımdaki boyaları dökülmüş iskemleye yayılmıştı. Namık küçük masanın gerisindeki, kim bilir
kimin işyerinden getirtilmiş büro koltuğuna yerleşirken, duvarda asılı duran fotoğraf çarptı gözüme.
Tarihi surların içinde genç bir anne piknik tüpünün üstünde yemeğini pişirirken, eşi ucuz bir kilimin
üzerine bağdaş kurmuş, sigarasını sanyor, küçük oğulları ise öndeki eksik dişlerini göstererek bütün
sevimliliğiyle kameraya gülümsüyordu.
"Bu en masumu..." diye belirtti fotoğrafa baktığımı gören Namık. "Başını sokacak yer bulamayan
insanların hayata tutunma çabası. Tarihi sığınacak bir yer olarak görmesi. İronik tabii... Asıl korkunç
olan bu işten para kazananlar..." Öfkesini bastırmak ister gibi derin bir nefes aldı. "İSD'yi
anlatıyordum. Açılımı İstanbul'u Savunma Derneği'dir."
Kibirli bir havası vardı, sanırım bizi küçümsüyordu. Bunu da belli etmekten çekinmiyordu. İşte bu
yüzden Ali hiç hoşlanmadı ondan.
"İstanbul'u Savunma Derneği," diye yineledi alaycı bir sesle. "Peki kime karşı savunuyorsunuz
İstanbul'u?"
"Barbarlara karşı savunuyoruz." Davasının haklılığından emin bir adamın kararlılığı vardı sesinde.
"Neredeyse üç bin yıllık bir tarihi yok etmek isteyen talancılara karşı..."
Kendini kaptırmış, daha sürdürecekti ki, "Kim istedi savunmanızı?" Hasmına posta koyan mahalle
kabadayısı edasıyla konuşmaya başlamıştı Ali. "Bildiğimiz kadarıyla cerrahmışsınız, size ne
şehirden, tarihten. Size bu şehre yardım et diyen mi var?"
Kaş göz işaretiyle susturmaya çalıştım, olmadı; bütün dikkatini cerraha verdiğinden beni fark
etmedi bile. Bu ateşli polisin niyetini anlayan Namık dirseklerini masanın üzerine yasladı.
"Evet var." Küçük pencerenin gerisinde bütün ihtişamıyla yükselen tarihi tapınağı gösterdi. "Bakın,
görüyor musunuz?"
"Molla Zeyrek Camii," diye mırıldandım.
Caminin adını bilmeme şaşırmıştı,
"Yoksa bu semtte mi oturuyorsunuz?"
"Pek uzak sayılmaz... Balat'ta."
"Şimdi anlaşıldı. Yine de bravo Nevzat Bey; çünkü insanlarımız kendi mahallesi dışındaki
camilerin isimlerini bilmez. Tabii Süleymaniye, Fatih, Eyüp gibi camiler hariç. Neyse... Evet, Molla
Zeyrek Camii'nden bahsediyordum, eski ismiyle Pantokrator Kilisesi'nden. Neredeyse bin yıllık bir
mabettir burası. On ikinci yüzyılda tam on iki yılda tamamlanmış." Alaycı bir parıltı geçti
gözlerinden. "On iki havariyle bir ilgisi var mıdır, bilmiyorum. Kilise önce medreseye sonra da
camiye çevrilmiş. Adını da medresede ders veren Molla Zeyrek adındaki âlimden almış."
"İyi de bunları niye anlatıyorsunuz?" diye homurdandı Ali. "Bize ne caminin tarihinden?"
"Sorunuzun yanıtını vermeye çalışıyorum, biraz sabırlı olursanız anlayacaksınız." Hayır,
kızmamıştı, en küçük bir sinirlilik belirtisi bile yoktu hareketlerinde. "Ama gördüğünüz gibi, bu
muhteşem eser hâlâ kırık dökük, hâlâ yeterli bakımdan yoksun. Bazı geceler, geç saatlere kadar
dernekte kaldığım zamanlarda, özellikle de dolunay olduğunda, bu eski tapınağın içinden bir ruhun
gökyüzüne yükseldiğini görürüm. Kiliseyi yaptıran İmparatoriçe Eirene'nin mi ruhudur, yoksa bizim
Molla
Zeyrek Efendi 'nin mi bilinmez ama bu bedensiz varlık bana şöyle seslenir: 'Neden bir şey
yapmıyorsun? Neden bu kutsal hâzinenin çürümesine engel olmuyorsun? Neden bizi savunmuyorsun?'
İşte bu yüzden ben bu mabedi, bu şehirdeki tarihi eserleri savunmaya zorunlu hissederim kendimi.
Eğer o gün, bu şehir için iyi bir şeyler yapmışsam huzur içinde uyurum. Zeyrek Camii'nin ruhu rahat
bırakır beni. Ama bir şey yapmamışsam, işte o zaman, o inatçı ruh bir karabasan gibi çöker üzerime."
Esmer yüzüne yakışan alaycı gülümsemesini takındı yine. "İşte böyle Ali Komiser, benden bu işleri
yapmamı isteyen doğrudan o ruhtur, bu mahallenin, bu semtin, bu şehrin ruhu..."
"Madam Bovary"3
Anil Ramdas
Bir göçmene "Madam Bovary" diye seslenmek kulağa yapmacıklı geliyor ya, işte o ben oluyorum.
Kaldı ki, bu düşünce, kitabı saçma sapan bir çevirisinden, hava sıcaklığının da en az o denli saçma
sapan olduğu Surinam'da okuduğumdan bu tarafa beni bir daha terk etmedi gitti. Kitabın bana neden
öylesine çekici geldiğini de anlamış değilim. Yoksa Flaubert böyle olsun mu istemişti? Hem sonra
beni tutup da okuyucularından biri olarak varsaymış olabilme ihtimali de öylesine uzak ki. Kitabın
yazıldığı dönemde kölelik Surinam'da hâlâ devam etmekte, atalarımsa Uttar Pradesh'deki pirinç
tarlalarında didinip durmaktaydılar. Yeri gelmişken, Flaubert, Üçüncü Dünya hakkında ne biliyordu
ki? Orada Frengi kapılabileceğini. Yirmi dokuzunda Kahire'ye vardığında ayağının tozuyla o
Avrupalı pir-ü paklığını çok geçmeden Mısırlı bir kaldırım yosmasında yitirivermiş bile. Oysa dört
yıl öncesinde, kendi ifadesine göre, tutup Brahmanlığa heves etmişti, isabet olmuş derim ben buna
işte. Gelgelelim, ondan çok değil, kısa bir süre evvelindeyse bir domuz olma iddiasındaymış, ya da
bir katırcı. Flaubert'in ihtiraslarını, demek oluyor ki, o denli ciddiye almaya gerek yok.
Flaubert gerçek anlamda zencilerle ilk kez karşılaştığında otuz iki yaşındaydı. 1853 yılında kaleme
aldığı mektuplardan birinde şöyle der: "İnsanın gidip Grande Rue'de beş metelik gibi bir ücret
karşılığında yakından görüp inceleyebileceği Bantu
yerlileri bunlar. Sırtlarına kaplan postu geçirmiş, ne söyledikleri anlaşılmayan ve homurtu benzeri
sesler çıkartan yabanıl birer hayvan. Akkor olmuş kömür kazanın etrafına maymunlar gibi çöküp
dizilmişlerdi. Dört taneydiler, oraları buraları hamaylılar, dövmelerle kaplıydı, bir deri bir kemik,
iskelet gibiydiler ve öyle de çirkindiler ki. Yanan bir piponun renginde renkleri; dümdüz suratları,
bembeyaz dişleri ve iri iri gözleri vardı; şaşkın bakışları, üzüntülerini, meraklarını ve uyuşukluklarını
ele veren cinstendi; yuvalarındaki tavşanlar gibi akkor olmuş kömürün çevresinde amaçsızca
devinmekteydiler. (...) Öyle ki, yeryüzünün ilk insanlarıyla karşı karşıya gelmiş gibiydim sanki. Daha
yeni doğmuşlardı da timsah ve kaplumbağalarla birlikte yerlerde sürünerek ortalıkta dolanıyorlardı."
Vahşilerden biri, yaklaşık elli yaşlarında bir kadın Flaubert'e oracıkta âşık oluverir: "En uygunsuz
biçimde bana yaklaştı," diye yazar Flaubert, "beni kollarının arasına almaya kalktı, bu sahneye
tanıklık eden diğerleri bayılacak gibi oldular. Orada ancak bir on beş dakika kalmıştım kalmasına ya
o ilkel kadın bana uzun uzadıya aşkını ilan etti."
Flaubert ırkçı mıydı? Üzerinde yeterince düşünülmeden çı-kartılıvermiş bir sonuç olurdu bu, zira
aynı mektupta şu sözlere de yer verir Flaubert: "Zayıflık, çılgınlık, aptallık ve yabanıllık adına içimde
ne varsa, bir anda gözlerimin önünde tutuşup, alevlere karışıverdiler. Yoksa bu zavallı yaratıklar
beni de kendilerinden biri mi sanmışlardı? Onlarla benim aramda şu ya da bu türden bir bağ olduğunu
mu hissetmişlerdi? Öyle olsa gerek."
Flaubert bu etnik sorunsalı derinden derine ele almaya vakfeder kendini. Madam Bovary'de öyle
fazla farkına varmayız bunun, belki eczacıyla Leon arasında geçen konuşma dışında. Leon zencilerle
yatmanın nasıl bir şey olduğunu merak edip durur, bunun üzerine eczacı da: "Boş versene, öyle bir
şey daha çok sanatçılara göre," der.
Öyle olsa bile, Madam Bovary'yi okumanın, daha sonraları göçmen deneyimi olarak adlandırılacak
bir erken alegori olduğu savında diretiyorum ben. Chabrol'un filmim görüp, kitabı da şöyle üstünkörü
okuyuverenler Madam Bovary'nin, konusunu aşktan aldığını düşünmekte gecikmezler. Oysa 1974
yılında
Jonathan Culler, "Hayır efendim/' diye karşı çıkar bu düşünceye: aşk, özlem için kullanılan bir
metafordur ve Madam Bovary konusunu "sıkıntı" ve "düş kırıklığı" İkilisinden alır. Şayet bu gerçeğin
ayrımına daha önceden vardıysanız, her sayfada bu yorumun delilleriyle göz göze gelirsiniz. Genç
Emma'nın hakkında çok şey okuduğu Tanrı'yı bulmak üzere manastıra gidişi sıkıntı yüzündendir.
Dönüp dolaşıp karşımıza yeniden yeniden çıkan temanın avansıdır bu: okumak düşlemdeki
deneyimlerin illete uğramış halidir. Ve değil mi ki, düşsel deneyimlerini yaşamın gerçekliğine
uyarlamak isteyenler yanılgının kollarında bulur kendilerini. Emma da benzer şekilde, düş kırıklığına
uğrar ve yollara düşer. Evin içinde sıkışıp kalmıştır, zira bu, boşluk ya da ataletle hiçbir ilintisi
olmayan, gerçekleşmeyen beklentilerle, özlemlerle edebiyat tarafından diriltilmiş bütünüyle
Flaubertiyan bir sıkıntıdır.
Hakkında kitaplar dolusu okuduğu şeyleri peki kendisi ne zaman yaşamaya başlayacaktır? Köy
doktoru Charles Bovary ile karşılaşmalarının ardından Emma özlemlerinin zincirlerini kıracağını,
artık onları özgürlüğe kavuşturacağını düşünür. Sonunda, o da hep kitaplarda okuduğu, okudukça da
büyüsüne kapıldığı "coşkunluk", "ihtiras", "mest olmak" gibi sözcüklerin anlamlarını yaşayarak
öğrenebilecektir. Ne var ki, bilindiği gibi, daha birkaç gün geçmiştir ki Emma, kocasıyla yaptığı
konuşmaları "ufacık olsun bir his uyandırmaktan, bir kahkaha ya da illüzyon yaratmaktan uzak, bayağı
insanların bayağı kılıkları içerisinde düşünüleriyle gezinip dolaştığı sokaktaki kaldırım taşları kadar
düz," bulur.
Emma'da Charles'a karşı bir nefret oluşmaya başlar, ancak kendi pasif hali ve amaçsızlığından
daha fazla nefret etmektedir. Ölümcül uğraşısının derinliklerinde bulur kendini yeniden: okumanın.
Başka dünyalara, Paris'e, aristokrasiye, kent modasına dair okur durur; stil, müzik ve dansa, şöhretler
ve onların nasıl vakit geçirdiklerine dair kitaplar okur.
Bütün bu okumalar onu yalnız bir noktaya doğru sürükler: paniğe başkalaşan bir özleme. Yakışıklı,
zengin, şık, cesur ve incelikli Rodolphe ile tanışır; sorulması gereken soru şudur: Rodolphe gerçekten
var mıdır, yoksa o salt, Emma'nm yaşamını yutarcasına tüketerek geçirdiği ucuz romanlardan
fırlayıvermiş, bir başkişiden mi ibarettir? Burada, "Yan Etkiler" adlı kitabında Profesör Kugelmass
hakkında bir öykünün de yer aldığı Woody Allen'in yorumunu izliyorum; daha sonraları söz konusu
tema "Kahire'nin Mor Gülü" adlı filmde de işlenmiştir. Emma'nın, gerçekte kitapların dünyasından
çıkıp gelen biriyle zina yaptığını öne sürer Ailen. Dolayısıyla Emma uzun zamandır zina yapmakta,
diğer bir deyişle ne zaman bir kitap okusa, kocasına sadakatsizlik etmiş olmaktadır. Elbette ki Emma
bunu bilemez, edebiyat yoluyla zinanın, kanlı canlı bir adamla çimenlerin üzerinde yapılan zinadan
ölesiye daha zevkli olduğunun ayrımında değildir.
Emma düş ve gerçekliği tersyüz etmiştir, şimdi kendisi de tıpkı Rodolphe gibi bir roman karakteri
olmayı, onunla uzaklara kaçıp, palmiyelerin gölgesinde, çatısı dümdüz, tek katlı bir evde yaşamayı
istemektedir -tropiklerde bir ev mi yoksa? Yo hayır, haddinden fazla ileri gitmiş oluruz. Bir insan,
edebiyatı ne denli severse sevsin, hiçbir zaman edebiyatın parçası olamaz. Düşle gerçekliği
karıştıranların, edebiyat dünyasının derinliklerine kör dalışı yapanların payına düşen esaslı bir
budalalık olur. Ya büsbütün felekleri şaşırır ya da en azıyla, mutsuzluğun pençesine düşerler.
Budalalık Flaubert'in zaaflarından, Emma Bovary aslına bakıldığında, budala şahsiyetin kusursuz bir
yaratısı. Mutluluk, masumiyetten, öz farkındalığın eksikliğinden, cehaletten alır kaynağını. Okumayı
sevenler her bakımdan mutsuz insandırlar. Var olmayan bir gerçekliği deneyimlerler, damaklarında,
ağızlarına bir parmak olsun çalınmamış balın tadı vardır.
Neden şimdi tutup da göçmenlerin mükemmel Emma'lar olduklarını söylüyorum ki? Nedeni gün
gibi ortada: kolonideyken, Hermans, Reve, Wolkers, Arthur van Schendel, Bordewijk, Slauerhoff,
Bomans ve Carmiggelt'in 4 yapıtlarını yutarcasına okurduk. Bizim olmayan bir dünyaydı
deneyimlediğimiz, ancak kütüphanenin kapısından içeri girdiğimiz sıklıkta tadına bakabildiğimiz bir
düş dünyasına ait olanlar. Anavatandan öyküler, o içinde tutsağı olup kaldığımız, bizi afallatan tutum
ve davranış bütününden kaçış biletlerimizdi: kakao yağına bulanmamış bedenlerle sürdürülen bir
yaşamdı düşlediğimiz; bedene tam oturan giysilerin, sardalye yerine bifteğin, mazinin sahte imgelerini
değil de, şimdinin sahici imgelerini yansıtan filmlerin olduğu, şiddetin ve ırkçılığın yaşanmadığı bir
dünyaydı. Lisedeyken bu diğer dünyaya yapacağımız yolculuk adına kelimenin tam anlamıyla
zihinlerimizi tıka basa doldurmuştuk. Anavatanımız Surinam'da, kendi Charles'larımızm dizinin
dibinde kalmak akıllarımızın köşesinden geçmiyordu bile.
Çev. Burak Sengir
İstanbul
Arnon Grunberg
Ramazan Öztürk, savaş fotoğrafçısı ve belgesel yapımcısı Kürt kökenli bir Türk.
Onu ünlü yapan fotoğraf, 1988 ilkbaharında Irak'm Halepçe'ye yaptığı zehirli gaz saldırısı
sonucunda hayatını kaybeden bir anne ile çocuğunu görüntülediği fotoğraf.
Öztürk'ün bürosu İstanbul'un dışında bir apartman dairesi, üstünde büyük harflerle "Yoga
Academy" yazan binanın yakınında.
Kırklı yaşlarının sonlarındaki Öztürk, başında siyah kasketi, üstündeki gri ceketin içine giydiği
beyaz gömleğiyle insana savaş fotoğrafçısından çok moda dünyasında çalışan birisi olduğu izlenimini
veriyor.
Bürosunun duvarları kendi çektiği savaş fotoğrafları ile dolu. Şöminenin üstünde Saddam'ın zehirli
gaz saldırısı sonucu hayatını kaybetmiş olan anne ve çocuğun resmi asılı.
Öztürk'ü görmeye, Irak'ın Kürdistan bölgesinde iyi ilişkileri olduğu ve ayrıca savaş fotoğrafçılığı
hakkında anlatacağı ilginç şeyler de olabileceğini düşündüğüm için gittim.
Derli toplu çalışma masasının üstünde duran laptopun arkasında kendisiyle aynı yaşlarda ama onun
kadar modaya uygun giyinmemiş olan kadın asistanı ile birlikte oturuyordu. Asistanı da yazılı basında
çalışan bir gazeteciymiş. Öztürk İngilizce konuşmayı tercih etmediği için konuşmamızı benimle
birlikte seyahat eden tercümanım Lâle’ aracılığıyla sürdürdük.
Öztürk: "Fotoğraf, bir sözün ya da bir filmin yapamayacağı-
* İlgilinin talebi üzerine gerçek ismi kullanılmamıştır.
nı yapabilir," dedi, "bir bakışta insanların yapabileceği kötülüklerin bilincine varabilirsin."
Tercümanım içini çekerek, "Söylediği inanılmaz bir şey," dedi, "öyle derin ki."
Oztürk'e hafiften âşık olduğunu düşünüyorum.
"Fotoğraflarınızda farklı bir estetik anlayışı seziyorum," dedim, "estetiğin çalışmalarınızdaki rolü
nedir? Savaş fotoğraflarında güzellik ön planda tutulabilir mi?"
Oztürk cevap vermeden önce iç geçirdi.
"Cesetlerin arasında durduğun zaman akima elbette estetik gelmez. Ancak aynı zamanda estetik
öylesine içten gelen bir sezgi ki, ondan kurtulmak mümkün değil. Benim fotoğraflarım doğal olduğu
için estetik. Fotoğrafların üstünde hiç oynamıyorum."
Realizmin arada bir savunulması gerekir.
Oztürk ayağa kalkarak ağlayan üç Sırp askerin fotoğrafını gösterdi. "Savaş fotoğrafçısının kişiliği
fotoğraflarında ifade bulur. Acı her iki tarafta da var."
Her şeyi adil olarak paylaşacağız, özellikle de acıyı.
İkram edilen kahve ile kurabiyelere kimse dokunmadı.
"Film uçar, fotoğraf kalır," dedi Oztürk.
Kibirli haberci, haberinin önüne geçer. Bu özdeyişten kurtulabileceğimi sanmıyorum.
Ankara
İstanbul ile Ankara arasında çok güzel bir otoyol var. İstanbul'dan sonra Ortadoğu'nun başladığı
düşüncesi otoyol anlamında doğru değil.
İstanbul'un banliyölerinden birinde şöför Ümit, karısı ve baldızı ile vedalaştı. Boş zamanlarında
model yapımı ile ilgileniyormuş. Bize bir benzin istasyonunda yaptığı model gemilerin fotoğraflarını
gösterdi.
Ankara'da burnumuza Irak'ın kokusunun geleceği ümidimiz de suya düştü. Her ne kadar kaldığımız
otelin hemen yanında gecekondu mahallesi başlasa da Irak'm sırrı gecekondu
mahallelerinde gizlenmiş olamaz.
Şu anda burada olduğuma göre Anıtkabir'i ziyaret etmemek olmaz, Atatürksüz bir Türkiye
düşünülemez.
Anıtkabir'e doğru giderken Lâle, "Burada duralım Atatürk Bey'e çiçek almak istiyorum," dedi.
"Bey" kelimesinden etkilendim.
Lâle, Amerikan Kongresi'nin "Ermeni Soykırımı" kararını kabul etmiş olmasından dolayı sinirli ve
kırgın. Lâle'ye göre son kararı bilim adamlarının vermesi gerekiyor. "Ayrıca, Ermenileri Kürt
isyancılar öldürdü," diye ekliyor.
Anıtkabir girişinde iki asker nöbet tutuyor. Onlar bana eskiden Doğu Berlin'de Meçhul Asker
Mezarı başında nöbet tutan askerleri hatırlattı.
Anıtkabir, şahısların yüceltilmesinin sadece komünist ve faşist ideolojilerle sınırlı kalmadığının
bir göstergesi. Ancak Anıtkabir'in "etkileyici" olduğunu yadsımamak gerek hatta "güzel" bile
denebilir. Az biraz faşizm, yapının estetik kalitesinden bir şey eksiltmemiş.
Lâle, "Ona çok kötü bir şey yaptılar," dedi, "Atatürk eskiden daha iyi bir yerde yatıyordu."
Atatürk bir süre Etnografya Müzesi'nin karşısındaki sarayda yatmış. Ziyaretçi sayısının artmasıyla
saray küçük gelmeye başlamış.
Anıtkabir'in yanında Atatürk'ün hayatı ile ilgili, içinde pijamasının, süvari pantolonunun,
şapkasının ve doldurulmuş köpeğinin bulunduğu bir müze var.
Öldüğüm zaman ben de yüceltilmek istiyorum.
Akşam, birlikte seyahat ettiğim tercümanımın tanıdığı üç arkeolog ile birlikte Gar Lokantası'nda
yemek yedik. Kilolu bir hanım olan arkeolog İlknur Özgen, "Ordu bizim kurtarıcımız," dedi, "ülkenin
yüz yıl geriye gitmesini istemiyorum, Cumhurbaşkanımızın karısının türbanlı olduğunu görmek beni
üzüyor."
Kimi Türk, ordunun yetkilerinin azaltılmasını, kimi Türk de ordunun kendisini kurtarmasını istiyor.
Yirmi yıldır eşiyle birlikte Türkiye'de yaşayan Amerikalı arkeolog Marie-Henriette Gates son
yirmi yılda ne kadar çok
şeyin değiştiğini anlatıyor:
"Buraya ilk geldiğimiz zaman mesela ampul yoktu, sadece kırmızı ve mavi ampul vardı. Yatmaya
giderken salondaki ampulu yerinden çıkartıp yatak odasına takıyorduk."
Müzisyenler içli bir şarkı çalıyor.
"Ne söylüyorlar?" diye soruyorum
"Aşk şarkısı," diyor Lâle, "Beni mahvettin."
Gerçek aşk mahveder, Türkler bunu iyi anlamışlar.
Geceyarısından sonra neredeyse tamamen boşalmış olan diskotek Arpej'de klavyenin başında bir
adam taburede oturmuş bir şeyler çalıyor. Bir masada oturan yedi adam, içkilerini bitirmeden aniden
diskoteği terk ediyor.
Garson: "Bunlar kaçak Ruslar ve Ukraynalılar, polis baskını olacak diye aniden gittiler," diyor.
On beş dakika daha kaldım ama polis baskınını göremedim.
Adana
Irak'ın Diyala bölgesindeki "Forward Operating Base Warhorse"da bir masaj salonu var.
Salondaki üç masör de Adanalı. Bana anlatıldığı kadarıyla masaj yaptıklarına "mutlu son" vaad
ediyorlarmış, yani orgazma ulaşıldığı anda duran el yardımıyla gerçekleştirilen doyum.
Masaj yaptırdım ama "mutlu son" olmadı. Daha sonra güvenilir kaynaklardan öğrendiğime göre
komutan gerçekten "mutlu son"lar yaşatıldığı için o masaj salonunu kapatmış.
Akdeniz kıyısındaki berbat şehir Adana'da Türkiye'nin erotik merkezini bulmayı ümid ediyorum.
40 yaşlarına yaklaşmış bir adamın hafif kadınların kollarında mutluluk arayışı.
Adana'da bolca hafif kadın var ama mutluluk hiçbir yerde
yok.
Burada Türkiye'nin en büyük camiini gördüm, yepyeni ve bomboş, zengin bir iş adamı kendi adının
verilmesi şartıyla bu caminin yapılmasını finanse etmiş. Kapıcı minarelerden birine küçük bir
asansör ile on lira karşılığında çıkılabileceğini söyledi.
Yukardan görülen manzara çok etkileyici ancak esen kuvvetli rüzgârdan minare sallanıyor ve her
an deprem olacakmış duygusunu veriyor.
Camiden yürüyüş mesafesi uzaklıkta alkol satılmayan bir sanatçılar kahvesi var. Burada
heykeltraşlık kursu veriliyor.
Tercümanımla birlikte greyfurt suyu içiyoruz, "Türkiye'de ayrımcılık yok," diyor, Lâle
"Müslümanlığa göre Allah'ın gözünde bütün insanlar eşittir."
Portakal ağacı altında otururken onun bir fotoğrafını çektim, hatıra olarak.
"Sil o fotoğrafı," dedi hiddetle.
Homurdandım. "Sen aşağılık bir mahluksun. Ankara'daki eşek olayından sonra sana
güvenmiyorum."
Ha, şu eşek olayı. Ankara'da antika oyuncakların da bulunduğu bir endüstri müzesine gitmiştik,
oyuncakların üstüne oturmak serbestti. Tercümanıma, "Haydi bin şu eşeğe ben de fotoğrafını
çekeyim," demiştim.
Belki de oyuncak eşekler Türkiye'de sapıklığın sembolüdür. Turistin bilgisizliği kutsaldır.
Sanatçılar kahvesinde otururken tercümanım, "Sen büyük bir yazarsın, büyük bir yazar gibi
davranmalısın," dedi.
Büyük yazarlar boş zamanlarını nasıl geçirir bilmiyorum.
Yanyana odalarda kaldığımız otele geldiğimizde tercüman bana, "Ben seni aşağıladım. Şimdi senin
de beni aşağılaman gerekiyor. Hadi bana küfür et. Sözcükler konusunda başarılı olan sensin," dedi.
Bu seyahatimde kendimi romanlarımdan birinin içine girmiş gibi hissediyorum. Bunun mutluluğuma
katkısı olup olmadığından emin değilim.
Daha çok sonun yaklaştığının bir işareti.
Çev. Gül Özlen
"İstanbul İstanbul uzakta
İstanbul'a ateş etmeyiniz."*
Ayfer Tunç
Şehir dediğimiz şey, haritalarda işaretlenen bir toprak parçasından, birtakım çatık kaşlı, sinirli
meslek erbabının planlayıp durduğu bir arazi parçasından, iyi kötü bir altyapıyla donanmış bir
yerleşim bölgesinden ya da en basitinden ansiklopedilerde bir kavramdan ibaret değildir. Şehir
dediğimiz şey resmi belgelere, haritalara, nazım planlara, monografi ve ansiklopedilere sığandan,
içinde yaşayanların toplamından çok daha fazla bir şeydir. Şehir dediğimiz şey neredeyse canlı bir
organizmadır.
Şehir, yurt olduğu herkesin hatıra kesesinde kendine büyük bir yer bulan ve ruhumuza doğrudan
nüfuz eden bir "şey"dir. Kendi kişisel tarihimize yataklık eden şehirlerin tarihi ile kendi tarihimizin
kesiştiği zamanların önemi diğer sıradan zamanlardan fazladır.
Birisi İstanbul'da on gün yerden kalkmayan karın başladığı gün evlenmiştir örneğin, bir sürü
aksilik olmuştur o gün, araba çalışmamıştır, nikâha geç kalınmıştır. Bir başkası ilk Boğaz
Köprüsü'nün açıldığı gün doğmuştur. Ya da bir genç önemli bir iş görüşmesinden dönerken
Halaskârgazi Caddesi'nde Hırant Dink'in öldürüldüğünü öğrenmiştir ve işe başlamak sevinci
İstanbul'un tarihine düşen bu kara leke nedeniyle kursağında kalmıştır. Bir başkası sınava İstanbul
Üniversitesi'nde girmiştir,
* Cemal Süreya'nın "Tabanca" adlı şiirinden.
çıkınca Beyazıt Kulesi'nin dibine oturup hayal kurmuştur, sonra sınava girdiği bu üniversiteyi
kazanmıştır ve yıllarca anlatır bunu.
Hatıralarımızı şehirlerimizden ayıramayız. Çünkü şehrimizin tarihi ile kendi tarihimizin kesiştiği
yerlerde özgeçmişimize ait büyük parçalar oluşur.
Şehir bütün bunların ötesinde aşktır.
Bazı insanlar şehirlerine iflah olmaz bir âşık gibi bağlıdırlar ve bazı şehirlerin âşıkları eziyet
görmekten hoşlanan, sadist âşıklar gibi çılgınlık çizgisini bile aşarlar. Her şehrin aşığı da kendi
aşkının, kendi şehrinin biricik, tek ve en sevilesi olduğuna inanır, aşkını ölümüne savunur. Ama
şehirlerle aşk tek taraflıdır, biz onun aşkından ölüp biterken, o bizi umursamaz, bizim farkımızda bile
değildir, kendi zamanını yaşar.
İstanbul tam da böyle bir sevgilidir, maşuklarına huzurlu bir aşk vaat etmez. Aksine, inişli çıkışlı,
fırtınalı bir ilişki yaşanır onunla. Yemin billâh terk etmelerle, sonra baş önde kös kös geri dönmelerle
ve bağrına tekrar sokulmalarla ilerler. Çünkü İstanbul maşuklarını horlar. Hem, Ahmet Hamdi
Tanpınar'a göre, İstanbul'dan ya nefret edilir ya da bu şehir uğruna ölünecek bir kadın gibi çılgınca
sevilir.
Ben de kendi aşkımın biricik olduğuna inananlardanım, "rabbin bana bir nimeti varsa o da"
İstanbul'dur; canıma da okusa, iflahımı da kesse İstanbul benim için daima "gül pembe dehen"dir.
İstanbul kadın bir şehirdir bence. Allah vergisi güzelliğinden emin, her an yeni bir kocayı
içgüveysi almaya hazır, yaşlı ama dominant bir kadın.
Dünya yansa bir çuval samanı yanmaz gibi görünür ama içten içe kendini hırpalar. Karmaşıktır,
hem kan kussa kızılcık şerbeti içtim der, hem giden kocanın akıbetini merak eder. Gururundan tek
kelime etmez belki, ama unutmayalım, Bizans'ın güvenilmez torunudur, atalarından dalavere geni
almıştır, yeri gelirse yapacağını yapar.
İstanbul pek çok şeydir, bazen her şeydir.
Başka şehirler "biz" olabilir, ama İstanbul "ben"dir, bencidir, İstanbul bir bütündür.
Edebiyle yaşlanmış anneanne değildir, gözü çöplükte dul babaannedir.
Arızalı çocuklar şehridir, toprağını sıksan arızalı bir hikâye fışkırır. İyi yetişmiş çocuklarının
yoldan çıktığı çok görülmüştür.
Burç olsa balık burcu olur; ruh hali dalgalıdır, bir günü bir gününe uymaz, ama yükseleni aslandır,
bin yıldır ayaktadır.
Bizans'tan beri uğurlu taşı mermerdir, üstelik yeri yedi kat kazsan altından yine bir mermer İstanbul
çıkar.
Ankara'nın uğurlu rakamı 1923'tür, İstanbul'unki 1453. Neredeyse beş asır büyüktür başkentten ve
başkent olma unvanını alçakgönüllülük olduğu sanılan gizli bir kibirle teslim etmiştir Ankara'ya.
İstanbul erkek bir şehir olsa asla evine bağlı bir baba olamaz, meyhaneden alınıp eve getirilen
sarhoş kocalara benzer.
Başkenti ve daha pek çok şehri milli mimari donatmıştır, ama İstanbul'u Mimar Sinan İstanbul
yapmıştır.
Pek çok şehirde gösteri sahnelenirken İstanbul şov yapar, her ne yapacaksa. Akmayan trafiğinin
çığlığı bile stadyumda sahneye konmuş bir şova benzer.
Bir roman olsa İstanbul, Suç ve Ceza olamaz, olsa olsa Anna Karenina olur ya da Aşk-ı Memnu.
Türkiye akreptir, İstanbul yelkovan. İstanbul'da hayat altmış kat hızlı yaşanır.
Mesela Bursa misafir odasıdır, İstanbul kirli mutfak. Ankara oratoryodur, İstanbul en
pespayesinden potpuri. Eskişehir mazbut nişanlıdır, İstanbul ise Allahsız sevgili.
İstanbul Ahmet Hamdi Tanpınar, Yahya Kemal ve Sait Faik'tir; bu üçlünün iflah olmaz İstanbul
aşkı bence henüz aşılamamıştır.
İstanbul daimi bir hafta sonunu yaşar. Hemen herkes 7/24 çalışıyormuş gibi koşturur. Ama aynı
zamanda hemen herkes sanki işsiz ve aylaktır, öylesine doludur parklar ve caddeler. Başka şehirler
karınca gibi didinirken, İstanbul bir ağustosböceği gevşekliği içindedir.
Memurlar İstanbul'a ait olamazlar pek, çünkü İstanbul'un kendisi çekirdekten yetişme tüccardır.
İstanbul deyim-atasözü bilmez, uçuk aforizmaları sever.
Hisarlar ve burçlar şehridir. Hiç olmadık bir yerden bir türbe, bir mezarlık veya eski bir çeşme
çıkıverir ve ne yazık ki hepsi de haraptır. İstanbul'un ihmal edilmiş çeşmeleri ve türbeleri hüzünlü
dilencileri andırır.
İstanbul Edip Cansever'in Oteller Kenti şiirleridir, Cihat Burak'ın tablolarıdır. Nasılım diye soran
Ruhi Bey'in evidir.
Anadolu kırlangıç ve kekliklerin ve daha bin çeşit kuşun ülkesi olabilir, ama İstanbul martıların ve
vapurların yurdudur. Haydarpaşa Garı'nın görkemine, Sirkeci Garı'nın tarihine rağmen İstanbul'da
trenler vapurların gölgesinde kalır.
Ankara mesela siyaset sosyolojisi doktora sınıfıdır, İstanbul her alanda müzmin lisans
öğrencisidir. Ankara'da ağır abiler birbirlerine "hocam" derler, İstanbul'da fırlama gençler
arkadaşlarına "hacım" diye hitap ederler.
İstanbul daima histeriktir. Mental bir hastalık olsa, bipolar bozukluk ona uyar.
Anadolu rustik ve domestiktir, İstanbul yüzsüzce kozmopolit.
Spor olsa engelli koşu, yemek olsa balık, çerez olsa buzlu badem, içki olsa rakı olur. Bir film olsa,
İstanbul'da siyasi polisiye işlemez, ama demode avantürü yemden canlandırabilir. Tiyatro olsa neşeli
bir bulvar tiyatrosudur, Brechtle dostluğu sanıldığı kadar kuvvetli değildir. Moda olsa vintage'dır,
ama aslında ne giyse yakıştırır. Ev olsa yalıdır, araba olsa hala taş gibi bir Chevrolet.
İstanbul'da yürüyüşlere aheste başlanır, ama bir anda telaşlı hızlı koşuya döner.
İstanbul'da üç mevsim çiçeksiz geçer; ama bahar gelince erguvanlar, laleler, mor salkımlar,
mimozalar aynı anda çıldırır.
Renk olsa gri-mavi, rüzgâr olsa lodos, tatlı olsa kazandibi veya sakızlı muhallebidir.
İstanbul aynı anda hem bestseller roman hem Altın Palmiye'lik festival filmi olabilecek kadar
karmaşıktır.
Kaçma isteği uyandıracak kadar hakiki, varlığından şüpheye düşülecek kadar hayalidir. Sanki şehir
değil, şehir efsanesidir; aynı zamanda yedi artı yetmiş tepeli, yetmiş bin problemli, kaskatı bir
gerçektir.
Tanrının bütün güzellikleri İstanbul'a vererek haksızlık yaptığı, sonra bu güzelliğe İstanbulluyu
vererek adaleti sağladığı söylenir.
Anadolu'nun nezaketi yüzyıllardan süzülmüştür, samimidir, herkesedir. İstanbul bunu kendine özel
sanır, şımarır. İstanbul'un nezaketinin kaynağı Avrupa'dır, objektiftir, hesaplıdır. Anadolu bunu
kendine karşı sanır, alınır, kırılır.
İstanbul çatılar ve sular şehridir, pitoresktir, ama aynı zamanda grotesktir.
İstanbul dünyanın silueti en güzel şehridir.
İntihar olsa Rus ruleti olamaz, köprülerden atlayış olur.
Siz İstanbul'u terk edemezsiniz, İstanbul sizi terk eder.
İmparatorluk Güncesi
Ayşegül Çelik
"Şehir, mavi mor çiçeklerin açtığı, insanların gülümsediği yerdir." Bu değerli bilgiyi
imparatorluğumun ilk yıllarında, çok küçükken öğrendim.
Kurduğum ilk şehir, "Nar Ağacı" adıyla anılmıştı. Ama doğru bir isim değil bu, aslında nar ağacı
sadece höyüğün karşısındaki tepenin çocuklar arasındaki adıydı. Her yer bodur nar kütükleriyle
kaplıydı. Korkmak için oraya giderdik, çünkü bazen kayaların arasında yılanlar ve akrepler olurdu.
Fakat bazen de onları arayıp bulmamız gerekirdi. Ne zaman bir şey canımı sıksa, birine küssem
soluğu orada alırdım. Tepenin altında kayıkların sıra sıra dizildiği bir koy vardı. Martıların
bağırışları kayaların arasından döne döne yükselir, höyüğün olduğu tepeyi çın çın çınlatırdı.
Kurduğum o ilk şehir, bir vakitler yıldırımın orta yerinden kırdığı büyük bir ağacın gövdesine
yaslıydı. Tuhaf bir yemiş ağacıydı bu, baharda dallarında yeşil meyveler olur, bunlar yazın bile
kızarıp sararmadan, öyle yemyeşil dururdu. Yiyenin vay haline... Acıydı, ekşiydi ve boya kalemleri
için iddiaya girip beş tanesini tastamam yemeyi başaran çocuğu yataklara düşürür, tam üç gün terden
inim inim inletirdi. Çocuk iddiayı kazanır fakat annesi kendi kendini hasta ettiğini duymasın diye
kalemleri alamaz, suratı iki kat asılır, o yıl okulda bir daha kimseyle iddiaya girmez, nar ağacına
gidildi mi gelmezdi. Çocuklar da giderek uzaklaşırdı ondan, oyuna çağıran olmazdı. Onları uzun bir
zaman bekleyip sonra vazgeçen çocuk, nihayet bir gece vakti, herkes dağılınca kimselere görünmeden
gizlice nar ağacına gitmeye kalkardı. Bütün gün başka çocukların oyunlarını seyredip eğlenen ağaç,
onun yokluğunu hiç farketmemiş olurdu Diğerlerinden önce ağacın gönlünü alması gerektiğini bilen
çocuk, onun karanlık, çarpık gövdesine yaslanıp öylece oturur, beklerdi. Sonraları bunu her gece
yapmaya başladı. Ayın doğmadığı, en karanlık olanlarda bile. Düşünüp duruyordu, bu ağacın
meyvelerinin kötü olduğunu herkes bilirdi, çocuklar kahramanlığını, gözü karalığını kutlayıp o
kalemleri ne kadar çok istediğini anlayacaklarına, nedense kaçmaya devam ediyorlardı. Çocuklar
dediğim kim? Hikmet, Musa, Hasan... Fakat benim asıl arkadaşım Ali'ydi. Bir yıl önce toprakları
satılmasa, babası denkleri yükleyip her şeyle birlikte Ali'yi de köyden götürmüş olmasa, zaten bu
çocuklarla oynamazdım.
Ağacın tek marifeti insanı yatağa seren meyveleri değildi, köyün kadınları onun dilekleri de
tuttuğuna inanırdı. İrili ufaklı, uzunlu kısalı mendillerin, kuşakların, yemenilerin hücumuna uğrayan
ağaç, gecenin ortasında az sonra başlayacak kötü, çok kötü bir şeyin habercisi görünüyordu. Dalları
kuru ve çarpık, gövdesi eğriydi. Dallardan sarkan çiçekli, güllü yemeniler, mendiller çadır ipleri gibi
ağacı toprağa bağlıyordu. Altına girip oturduğunda insan görünmez olurdu. Çok gizli, çok aleni, biraz
korkunç biraz da eğlenceliydi bu durum. Orada kaybolmaya bayılırdım. Başımdan aşağı dökülen
yemenilerin bazılarında iki bazılarında üç düğüm vardı. Çünkü köyün kadınları bazen iki, bazen üç
çocuk istiyordu. Fakat mendillerin çoğu düğümsüzdü. Onların duasını sadece asanlar biliyordu.
Ağacın altına kendim için bir şehir kurmak, yeni aklıma gelmişti. Kumsaldan, kilerden, bakkala
giden ara yoldan gerekli malzemeleri topladıktan sonra sabırsızlıkla geceyi beklemiş, saklanıp
sinerek kendimi karanlık tepeye atmıştım. Ağaç tek kelime etmeden bekliyordu. Her şeyin sus pus
olduğu bir geceydi, ay usulca büyüyordu. Hemen ceplerimdeki hâzineyi boşalttım; kısa kısa kestiğim
ucu püsküllü sazlar, çakıltaşları, bir şişe su, soğanlar, iki de gazoz kapağı... İlk işim, ucu püsküllü,
eğri sazları sıra sıra toprağa saplamak oldu. Şimdi düşününce ne kadar doğru bir başlangıç yaptığımı
anlıyorum. Her şehrin, yolcuları
sevinçle karşılayan giriş kapılarına ihtiyacı vardır. Renkli çakıl-taşları ile yolları, daha
büyükleriyle şehrin dağlarını bir bir sıraladım. Kilerden aşırdığım çiçeksoğanlarını gelişigüzel
toprağa gömdükten sonra üstlerim de bir güzel ıslattım. Şehrimin temelleri atılmıştı, artık kimseye
ihtiyacım olmayacaktı. Hâzinemin son parçası olan iki gazoz kapağını avucumda sıkıyordum. Bunların
biri Ali olacaktı, biri de ben. İkimizi şehrin ortasına, çakıllı yolların arasına yerleştirdim. Kendi
şehrimi kurmuş, ortasına da geçip oturmuştum ki, dışarda bir hışırtı belirdi, dinleyince boğuk bir
hıçkırık duydum. Güllü yemenilerin arkasında komşumuz Ayşe duruyordu. Bir yandan ağlıyor, bir
yandan dua ediyordu. Ama en çok tekrarladığı kelime "Halim" oldu.
Halim Abi, kayığıyla birlikte geçen haftaki fırtınada kaybolmuştu. Hastalığımdan beri onu hiç
düşünmemiştim. Oysa köy kaynıyordu. Jandarmalar, polisler gelip limanı, koyları ince ince
aramışlar, ama hiçbir şey bulamamışlardı. Sonra turuncu yelekli adamlar gelmişti büyük arabalarla.
Derin denize açılan boğaza gitmişlerdi, suyun altına bakmaya. Ben acı yemişler yüzünden evde
yatarken onlar her gün denize çıkıyordu. Babam söylüyordu; çok marifetli adamlardı bunlar. İncecik
iplerle tepelere tırmanıyor, garip elbiselerle denize dalıp gidiyorlardı. Bunca marifete karşın, her gün
elleri boş dönmeleri köylünün umudunu kırıyordu. Giderek köye bir yas havası yerleşti. Halim
Abi'nin annesi gün boyu ağlıyordu, Ayşe'ye de mecburen geceler kalmıştı... Ayşe biraz daha
mırıldandıktan sonra, dizlerinin bağı çözülmüş gibi ağacın yanına çöküp oturdu. Şimdi ayakları tam
karşımdaydı, çamuruna bakılırsa kıyıdan geliyordu Az sonra kalkıp kara gölgesini köye doğru
götürdü. Aniden, bir şehrin kurucusu ve koruyucusu olarak, bu ilk ziyaretçinin derdine derman olmam
gerektiği gibi bir fikre kapıldım. Ayşe'ye ben yardım edecektim ama nasıl?
Ertesi sabah, şelaleye giden yola çıkmış, tarlaların karşısından sola dönmüş, yoldan epey içeri
girip büyük kayalığın önünde durmuş yukarı bakıyordum. Bir yıl önce buraya Ali'yle tırmanmıştık,
ama o zaman iki kişiydik. İki kişiyken her şey daha kolay oluyordu. Şimdi Ali yoktu, yolu
hatırlamıyordum ve her şey bir hayalden ibaretti. Düşündükçe, düşüncelerin beni yapa-
cağım işten vazgeçireceğini anladım. Aklına koyduğu şeyden vazgeçmek, koskoca bir imparatora
yakışmayacağı için düşünmeyi bırakıp kayalara sarıldım ve o ilk adımı attım. Beni, o durgun koya
götüreceğini umduğum ilk adımı...
Kimse bilmez, denizin, fırtınadan kalanları devşirdiği, durgun bir koy vardır, üç adaların
arkasında. Nedense Ayşe'yi şehrimin kıyısında ağlarken görene kadar aklıma bile gelmemişti bu.
Jandarma da polis de, turuncu yelekli adamlar da her yeri aramışlar ama üç adaların arkasına
bakmamışlardı. Çünkü oraları Hülle'den başka kimse bilmezdi. Hülle, delilere mahsus bir içgüdüyle
üç adaların arkasına açılan geçidi bulmuş, onu adım adım takip ettiğimiz gün Ali ve ben de sırra tanık
olmuştuk. Hülle çoktan öldüğüne ve Ali de köyden gittiğine göre o geçidi bilen benden başka kimse
yoktu. Fırtınada kaybolduğuna göre, belki Halim Abi de denizin eteğine binip o koya gitmiş
olabilirdi.
Tırmanış zor ve sıkıcıydı. Günün sıcağı yetmezmiş gibi, yükseldikçe güneşe de yaklaşıyordum. Az
sonra tamamen güneşin altında kaldım. Dişimi sıkıp tırmanmaya devam ettim; şehri düşündüm,
Ayşe'yi, sonra ağacın meyvelerinin tadını... Eğer Halim Abi'yi bulabilirsem, sanki her şey
düzelecekti. Aşağıya hiç bakmadım ve deniz aşağıda mavi bir boncuk gibi kalana kadar tırmandım.
Fakat iş bununla bitmiyordu; yukarı çıkınca bu kör kayalıkta dört dönüp yerini hiç hatırlamadığım o
geçidi uzun uzun aramam gerekti. Yanımda su vardı, fakat daha tepeye çıkar çıkmaz olduğu gibi
kafama diktiğim için, biraz sonra dilim damağım birbirine yapıştı. Geçidi bulamayınca, büyük bir
sıkıntıyla olduğum yere oturdum. Geri dönmekten başka çare yoktu, bu niyetle çıktığım yere yanaşıp
aşağı baktığımda kendimi tutamayıp tiz bir çığlık attığımı hatırlıyorum. Sesim martı çığlığı gibi
kayalara çarpıp parçalandı. Korkudan tabanlarımın altı yanıyordu. O kadar dik, o kadar yüksek bir
yerdeydim ki, aşağıyı görebilmek için bile kayalara yüzüstü yatıp kafamı aşağıya sarkıtmam gerekti.
Niyetlendiğim işin büyüklüğünü ilk orada anladım. Kalbim deli deli atıyordu. Ya şimdi kayaların
kenarına uzanıp avaz avaz bağırarak yardım bekleyecek ya da kalkıp niyetlendiğim işi bitirecektim.
"Ne korkuyorsun oğlum!" dedim kendi kendime. "Sanki daha önce yapmadın!"
Geçidi bulduğumda vakit akşama geliyordu. Kayaların arkasına gizlenmiş, önünde de bodur çalılar
bitmişti, son gayretle dikenli yaprakları araladığımda delik kapkara gülümsedi. Buraya ilk
geldiğimde 10 yaşındaydım. Bütün gün Hülle'yi takip etmiş, ardı sıra kayalığa tırmanmıştık. Hülle,
işte bu delikten geçip kaybolunca biz de aynı karanlığa atmıştık kendimizi. Karnımızın üstünde uzun
uzun süründükten sonra göz alıcı bir ışık görünmüştü. Geçit hiç görmediğimiz bir koya açılıyordu.
Gökte köydekine benzer, turuncu bir güneş asılıydı, tek ses çıkmıyor, deniz kıpırdamıyordu. Adım
atmaya korkuyorduk. Plastik bir çöp kovası, yanında birçok plastik kaşık ve bir pabuç teki usul usul
kıyıya vuruyordu. Hülle, gölgelik kıyıya yangelmiş yatıyordu. O kadar ıvır zıvırı nerden çaldığını
sorduğumuzda gülümsemiş, "Ben çalmadım ki!" demişti, "Fırtınadan kalanı deniz bana getirir." Bütün
bunları aklımda evirip çevirerek küçük deliğin önünde biraz bekledim. O ilk sefere göre daha uzun,
daha şişman, daha büyük ve daha endişeliydim. Yine de yüzükoyun içeri uzandım. Hatırladığımdan
daha dardı. Nemli, küflü bir hava burnuma dolup nefesimi kesti. Üstelik hatırladığım ışıktan da eser
yoktu. Çaresiz, dirseklerimle ilerlemeye başladım. Aklımdan neler geçmedi o arada, neler
düşünmedim... Kümesteki ak tavuktan, kazandığım halde alamadığım boya kalemlerine kadar neler
neler... Anılarım bitmek üzereyken ışık göründü. Hatırladığım kadar parlak değildi çünkü önüne kum
ve taş birikmiş, bu birikinti ışığı kestiği gibi, çıkışı da iyice daraltmıştı. Belki çıkış tamamen
kapanmıştır, diye düşünmeden edemedim. Bu beni o kadar korkuttu ki, büyük bir güçle taşları kumları
dışarı ittim, kafamı çıkarıp bütün köye yetecek bir nefes aldıktan sonra, uğraşa uğraşa delikten
çıkmayı da başardım. Üç adaların arkası ilk gördüğüm günkü kadar sessizdi. Güneş batmıştı ve deniz,
küçük kumsalın ortasında yüzüstü yatan Halim Abi kadar kıpırtısızdı.
Daha önce ölü bir adam görmemiştim. Korktum ama kaçabileceğim bir yer yoktu. Yemden deliğe
girmek aklımın ucundan bile geçmedi. Kayalara yaslanıp oturdum. Az sonra hafif bir rüzgâr başladı
ve giderek şiddetlendi. Deniz hareketlenmişti, o küçük dalgalar, uyandırıp öksürtene kadar inatla
Halim Abi'nin sırtına vurmaya devam ettiler. Hava kararırken Halim Abi'den öksürük benzeri bir ses
geldi, sağ omzunu kaldırıp dönmeye çalıştı. O zaman karnının altındaki siyah lekeyi gördüm. Halim
Abi ölmemişti, kumsalın kıyısında kanıyordu.
Yanına koşup sırtüstü çevirmeye çalıştım. Beni gördüğüne inanamadı önce. Zaten gözlerini zor
açıyordu. Yüzü de vücudu gibi kum ve kanla kaplıydı. "Su..." dedi bana, içimi acıtarak. Onu
kollarından çeke çeke, kıyıya taşıdım. İki adımda bir, kulağımı koyup kalbini dinliyordum. Cılız, çok
cılız bir pıtırtı duyuluyordu geriden. Hiç vakit kalmadığı belliydi. Gece karanlığında çenemi
kilitleyip dişlerimi sıkarak yeniden dehlize girdim. Bu kez ışık mışık olmayacaktı. Elimden geldiği
kadar hızlı süründüm. Hiçbir şey görmüyordum, hızlı ve kesik kesik aldığım soluklarda, ağzıma
burnuma kum taneleri doluyordu. Tepenin öbür yüzüne çıktığımda, çok uzakta köyün ışıklarını
gördüm. Kayalığın iki ucuna korkuyla gidip geldim. Burası masaldaki devlerin evine benziyordu, bin
fersah yüksekteydim. Gündüz gözüyle bile inemediğim tepede, gecenin ortasında kalakalmıştım. Artık
ne yapacağımı düşünecek vakit yoktu, o ana kadar durumu idare eden aklım, yerini alelacele çocuk
ruhuma bıraktı ve kayaların tepesinde avazım çıktığı kadar bağırmaya başladım. Bir yandan da
babama, anneme, aklıma kim gelirse ona seslenip duruyordum. Ne o gece, ne ertesi gün öğleye kadar
beni duyan olmadı.
Açlık, susuzluk beni de vurmuştu. Korkulu gece yerini sıcak sabah güneşine bıraktı. Gün
doğduğunda kayaların tepesine serilmiş, aşağı bakıyordum. Elbet binlerinin yolu buradan geçecekti...
Güneş yükseldiğinde son gücümü de kaybettim, oracıkta gözlerimi kapattığımı hatırlıyorum. Ne kadar
vakit geçti bilmiyorum. Resul Amca'nın sesiyle uyandım, düpedüz bana sesleniyordu fakat ne ağzımı
ne gözlerimi açabildim. Zaten az sonra onun da sesi kesildi. Kendimi yeni bir uykuya düşmekten
alıkoyup zorla gözlerimi açtım. Kayaların altında köylüler birikmişti, annem, köy kadınlarının
arasında ağlıyor, babam bir sağa sağa bir sola gidip geliyordu. Kayalığın onda biri etmeyen uzun bir
merdiven ve kalın kalın ipler yan yana yığılmıştı. Köyün gençlerinden bir ikisi kayalara tırmanmaya
başlamıştı ve az önce tepede olan güneş, artık ayak ucumda duruyordu... O zaman
Resul Amca'yı duyduğumdan beri çok vakit geçtiğini anladım. Ağzım kupkuruydu, sesim de pek
çıkmıyordu ama aşağıdakilere kendimi duyurmayı başardım. El ettiğimi görünce hepsi susup bana
baktı: "Halim Abi'yi buldum ben, yaralı. Turuncu yelekli adamları geri çağırın!" Bunlar son sözlerim
oldu. Çünkü, tam bir imparatora yakışan, tumturaklı laflar ettiğime inanarak nihayet büyük bir iç
huzuruyla bayılıverdim.
Ayağa kalkmam 2 günü buldu. Gözümü şehir hastanesinde açtım. Kolumdan ve burnumdan ince
hortumlar çıkıyordu, büyücek bir odadaydım, gözümü açtığım an başım dönüyordu.
Bir hafta sonra köye döndüm. Önde babamın oturduğu arabanın arkasında, annemle ablamın
arasındaydım. Beni, bir şehir kurucusuna yakışır şekilde, kahraman gibi karşıladılar. Halim Abi'nin
annesi, babası, kardeşleri etrafımda fır dönüyordu. Daha hastaneden çıkmadan, babama iki kuzu, bana
bir gömlek, pantolon ve bir çift güzel ayakkabı hediye etmişlerdi. Gerilerden gelen Ayşe,
kalabalıktan sıyrılıp boynuma sarıldı. Gözleri yine yaş içindeydi. Usulca fısıldadım "Artık dileğini
ağaçtan alman lazım." Ayşe arkada şaşkın şaşkın bakarken, beni eve sürüklediler. Annem ilk gün
dışarı çıkmama izin vermedi. Ama sonraki gün, akşamüstü soluğu nar ağacında aldım. Ayşe'nin
yemenisi gitmişti ama diğerleri şehri korumaya devam ediyordu. Hemen ağacın altına girdim ve
gördüklerim karşısında şaşkınlıkla kala kaldım. Şehrin saz kapılarının püskülleri kurumuş, sapsarı
olmuştu. Fakat ağacın altındaki gölgelik, mavi mor çiçeklerle doluydu. Verdiğim o ilk suya tutunan
soğanlar, ağacın gölgesinde bir güzel büyüyüp serpilmişti ve ağacın altı buhurdan gibi kokuyordu.
İşte bu ilk şehri, "Nar Ağacı"nı hiç unutmadım. Bundan yıllar sonra köyden ayrılıp bir "okul şehri",
sonra "ev şehri" kurdum, sonra da "oğlum şehri"... Ama öğrendiğim ilk şey, hiç değişmedi: Şehir,
mavi mor çiçeklerin açtığı, insanların gülümsediği yerdir...
Adın Ne?
Bahaa Taher
İki yaşındaki torunum Ahmet, Rus Edebiyatı hastası. Ne Arap ne İngiliz ne de herhangi başka bir
dildeki edebiyat mirasıyla pek ilgilenmez.
Sandalyeden kitaplığıma tırmanmayı öğrendiği ve oradan da raflara ulaştığı günden beri ona en
yakın olan Rus Edebiyatı'na odaklanmış durumda. Sandalyeden sarkarak en yakınındaki romanı alır
dikkatli bir şekilde inip rahatça yere oturup bir çırpıda kitabın sayfalarını çevirirdi.
Çok kısa bir zaman içinde ve aşırı bir coşkuyla kitabın kapağındaki ya da geriye ne kaldıysa
oradaki küçük şeritlere saldırırdı.
Hem annesi hem de ben, Rus Edebiyatı'na yönelik bu ilgisini bir türlü anlayamazdık.
Ne kırmızı ne de parlak sarı kapaklar; Ahmet'in dikkatini bir şekilde ince beyaz kâğıtla kaplanmış
kapaklar çekiyordu. Önü tamamıyla ince beyaz kâğıtla kaplı kitap kapakları belli belirsizdi.
Gözümüzü bir dakikalığına ondan ayırdığımızda, onu yerde oturmuş, uzattığı bacaklarında dengede
duran kitabın kapağının parçalara ayrılmış ve her yana dağılmış olduğunu görüyorduk.
Kapağın bazı parçaları ağzının yolunu tuttuğunda, bir anda ve içgüdüsel olarak annesini
başparmağıyla ağzını açma ve çiğnediği kâğıt parçalarının Dostoevsky ya da Tolstoy olup olmadığına
bakmak üzere harekete geçirirdi.
Baskı altında kaldığı böyle anlarda Ahmet ilgisini düzyazıdan şiire çevirirdi. Hırpalanmış ve
yırtılmış büyük Rus
Edebiyatı'nın olduğu bir üst raftan onun ulaşabileceği küçük boy şiir kitaplarının olduğu alt raflara
geçerdik. Şiirler genellikle modern ve postmodern olsa da onun ilgisini çeken küçük boyları ve
yumuşak kâğıtları olurdu.
Şiir kitaplarında yarattığı tahribat düzyazılara kıyasla kesinlikle kontrol dışıydı. Etrafında modern
ve postmodern şiirlerden kalma parçalarla yerde oturuyordu.
Ahmet'in ilgisi sadece edebiyatla sınırlı değildi.
İlgi alanları geniş çeşitlilikteydi.
Bizim tetikte oluşumuza rağmen her nasılsa keşfedilmeyi bekleyen dünyaya hamle atmak için bir
yol bulurdu.
Annesi, babası, ananesi, abisi ve ben onu izlerdik ama o firar etmeyi becerirdi.
Aktiviteleri şunlardı:
Bir gün koca bir şişe kolonyayı yerlere dökerek içmeye çalışırken yakalandı.
Paniklemiş ve korku dolu suratıma melek gibi gülümseyerek "su" dedi.
Doktoru aradığımda, ona bir bardak süt vermemizi ve sonraki birkaç saat boyunca gözlemlememizi
söyledi.
Gördüklerimiz; birbirinden ayırdığı bacaklarıyla düzensiz bir şekilde etrafta dolaştığı, ritmik bir
şekilde sağdan sola sallandığı ve nedensiz yere kıkırdadığıydı.
Başka bir zaman, onu, banyodan öksürerek, ağlayarak, kıpkırmızı yüzle ağzından balonlar çıkarken
gördüm.
Çok miktarda çamaşır deterjanı yutmuştu. Büyükannesi onu kaptığı gibi en yakın hastaneye götürdü
ve orada ilk defa mide yıkama tulumbasını keşfetmiş oldu.
Ne gözyaşları ne öksürmeleri onu büyükannesinin kırmızı arabasından vazgeçirebildi.
Onu ne zaman olay üzerinde yakalasam bana bakar ve ciddi bir ifadeyle "yecch"** derdi.
Ben de ona aynı karşılığı verirdim ve bu da onun çileden çıkmasına, elindeki her şeyi yere,
pencereden dışarıya ya da sokağa atmasına neden olurdu.
Babasına karşı belirgin bir kıskançlık duyduğumu itiraf etmeliyim. Onun yecch deyişi, annesini
dünyaya getirmiş beyaz saçlı bir adamınkinden çok daha fazla etki yapıyordu. Hatta benim ki pek bir
etki yapmıyordu.
Daha öncekilerden deneyimli olarak Ahmet'in en son ziyaretine hazırlıklıydım. Onun ilgisini
çekecek ve risk taşıyacak bütün eşyaları dikkatli bir şekilde kaldırmıştım: elektrik aletleri, ilaçlar,
tıraş bıçağı, diş fırçası, uzaktan kumanda, kıyafet askıları. .. Bu listenin sonu yoktu.
İçine önemli bütün dosyaları yerleştirdiğim bütün çekmeceler kilitlenmişti. Bu Ahmet'in yoluna
hiçbir şeyin çıkmaması için bir teftiş yoluydu.
Şimdi onun ziyaretine hazırlıklı ve onun tüm isteklerini gerçekleştirmeye hazırdım.
Ön kapıdan fırlayışı, kucağıma atlayışı, öpmesi, bacaklarıma dolanışı ve odanın içinde
omuzlarımda sıçrayıp oynaması, kalbimi ısıtan kahkahalara boğuyordu bizi.
Sonrasında, bitkin ve hafif baş dönmesiyle koltuğa yığıldım.
Ahmet "Araba..araba," dedi.
Hemen kalkıp bayıldığı küçük oyuncak arabayı getirdim ve gururla takdim ettim; "Kırmızı araba."
Ahmet, onu elimden alıp bir anlığına dikkatlice inceledi ve yere fırlatıp kapıyı işaret ederek
"Araba... araba," dedi.
Arabayı hevesle yerden aldım ve "Kırmızı araba," dedim. Müthiş bir çığlıkla "Arabaaaa...
arabaaa," diye karşılık verdi.
Odanın içine biraz daha oynatmak için omzuma almaya çalıştım. Hızla omzumdan inerek feryat
etmeye başladı "Aaaa.... aaaa"
Annesi kahkaha atmaya başladı ve "Biz aptal değiliz baba. Onu gerçek bir arabaya bindirmeni
istiyor," dedi.
Ona sarılmaya çalışarak "Ahmet çok tatlı bir çocuk. Ahmet mükemmel bir çocuk. Araba sonra,
önce yemek. Hamm.. .hamm. Sonra araba," dedim.
"Aaa.. .aaaa..aaaaa"
Sonra annesi pedagojik bir erdemle araya girdi. "Bu işe yaramaz baba. Onu başka bir şeyle meşgul
etmelisin."
Annesi onu alıp pencereye götürdü "Gel kediye bak Ahmet/' Ahmet aynen karşılık verdi "Aaaa...
aaaaa..
"Çatıdaki küçük tatlı kediye bak Ahmet, miyav miyav,"
"Aaaa... aaaaa..
"Bak Ahmet bu ne, bir güvercin, gurk gurk gurk,"
"Aaaa... aaaaa."
"Bak burada bir araba var, yok hayır araba değil; bisiklet bak."
Büyük bir hevesle miyavlayan ve gurklayan annesinin arkasında durdum yanaklarını okşamak için
ellerimi uzattım amacım yavaşça onu oradan uzaklaştırmaktı. Sıkıca arkasından sarılırken
ciğerlerinden "Araba... arabaaa" diye bağırmaya başladı.
Annesi döndü ve onu yere bırakarak "Kaybol!" dedi kesin bir ifadeyle.
Çığlıkları doruk noktasına ulaştı, ama annesi onu umursamıyordu artık ve mutfağa kendi annesine
yardım etmeye gitti.
Odanın içinde onu takip ediyordum. Çığlıklarıyla harap olmuş, tamamıyla yardıma muhtaç
haldeydi.
Kalbim kırık bir şekilde tekrar etmeye başladım "Ahmet iyi bir çocuk. Ahmet tatlı bir çocuk..."
Ölümüne attığı çığlıkları sustu ve Ahmet birden durdu. Ağlamaklı sesiyle tek bildiği ve son aylarda
karşılaştığı herkese sorduğu soruyu sordu "Adın ne?"
Halindeki bu ani değişiklik karşısında kendimi toplayıp güvenli bir ses tonuyla "Adım Celal,"
dedim.
"Hayır, adın ne?"
"Adım dede,"
"Hayır adın ne?"
"Gaga," (abisi bana öyle seslenirdi.)
"Hayır adın ne?"
"Hiçbir şey."
"Bişiy?"
"Evet, bişiy. Ben bişiy dede."
O an bir kahkaha patlattı ve aniden bizi ayıran masanın üzerindeki ahizeyi kaptı. Ciddi
Bir ifadeyle "Yechh?" diye sordu.
Tekrar aynı tuzağa düşmedim. Ciddi durup, nazikçe ona baktım. Yanaklarından dökülen yaşlarla o
da benim gözlerimin içine bakıyordu ve tekrar etti "Yechh?"
Öfke küçük yüzünde kendini göstermeye başladı. Tehditkâr bir şekilde ahizeyi sallamaya başladı
ve kendine gerçekten de şu soruyu sormaya başladı: Kırmızı bir arabası olmayan ve inandırıcı bir
ismi bile olmayan yechh'den başka bir kelime bileyen nasıl bir dede bu?
Karşında sağlam durmalıydım ama ne yazık ki onun öfkeli bakışları karşısında yenik düşerek "Evet
Ahmet, yechh," dedim sakince.
Aniden ahize dairenin yerlerine onarılması mümkün olmayacak bir şekilde dağıldı ve akıldan
çıkmayacak vedayla çaldı. Ahmet gözlerimin içine baktı ve son sözü söyledi “Yechhl"
Çev. Eda Çaça
1
7-12 Eylül
2
İstanbul Hatırası'ndan (Everest, 2010) alınmıştır.
3
"Papağan, Boğa ve Tırmanan Begonyalar"dan alınmıştır.
4
HollandalI yazarlar (Ç.N.).
Merkezdeki Banliyö1
Behiç Ak
(...) Bu şehir öyle sevgi doludur ki. İnsanları öyle iyidir ki. Ama onlarla konuşacaksın, hiç bir şey
vermiyorsan "Nerelisin hemşerim?" ya da "Saat kaç?" diye soracaksın. "Hava çok sıcak değil mi?"
diyeceksin, ya da "Çok soğuk değil mi?" Ön yargılı olmadan, bir yere yetişirken yapılan ya da iki cep
telefonu konuşması arasına sıkıştırılan yasak savma türünden konuşma değil, onunla konuşmanın o
sırada hayatın tek amacı olduğunu hissettirerek ve daha da önemlisi hissederek konuşacaksın. Hava
atmadan, küçümsemeden. Zamanı çok bol, parası çok az yoksulların birbirine davrandığı gibi.
Zamanın bolsa İstanbullu olabilirsin, bir yere yetişmeye çalışıyorsan, acelen varsa, geçmiş olsun, bu
şehri yaşayamazsın. Ya bir semtte tıkılıp kalırsın, ya da oradan oraya koşuşturan, dili bir karış
dışarıda, telaş ve endişe bağımlısı, her an kavgaya hazır, yolunun üzerine çıkan canlıları bir an önce
sollamaya koşullanmış bir canavar haline gelirsin. Yeteri kadar vakti olmayan insanın burada milyon
doları bile olsa yeteri kadar parası da yoktur. Yeryüzündeki en mutsuz insan, İstanbullu olup da
"vaktim yok" falan deyip, İstanbul'u yaşayamayandır. O zaman göreceksin ki bu şehri en iyi
yaşayanlar Boğaz'dan gürül gürül gelen bol oksijenli akıntıların kırıldığı Sarayburnu'ndan denize
girmeyi başarabilen yoksullardır. Onlar çocukluktaki gibi bir zaman bolluğuna sahiptirler. Her daim
çocukturlar ve kendi kendilerinden daha tecrübelidirler. Şehrin coğrafyasının kuşaklardan kuşaklara
aktarılan bilgisine sahiptirler bir kere. Onlar şehri olduğu gibi kabul ettiklerinden şehir de onları
oldukları gibi kabul eder, ne surlarının dibindeki tünellerini, ne Belgrat ormanının gizli köşelerini, ne
Sarayburnu'ndaki batık sandallarını, ne Rumelikavağı'nın en etli midyelerinin olduğu kayalarını, ne
kerhanelerinin en güzel orospularını, ne de polisin bile bilmediği, mezenin ve yaprak sarmanın en
kralının yapıldığı tek tekçi meyhanelerini, Süleymaniye'deki PakistanlIlarının esrarlı, Aksaray'daki
Afganlı dericilerinin afyonlu muhabbetlerini, Moldovalı bakıcılarının hafta sonu sevişmelerini, en
faydalı tesadüflerinin geçtiği sokak aralarını, kısacası, hiç bir yerini, hiç bir anını esirgemez. En gizli
şapellerinde dolaştırır, en mahrem sırlarını paylaşır. Bu şehrin fakirleri farklı kültürlerin
kaleydeskopu içinde turlama becerisine sahiptirler. Her yere giren çıkan şifre kırandır onlar. Her bir
halttan haberleri vardır. Onların fakirlikleri sıradan, ga-ribanlıkla eş tutulan bir fakirlik değildir.
Malumatfuruşturlar. Erivan'daki Madam Anna'nın tonoz kapaklı çeyiz sandığının içindeki opsidiyen
İsa heykelinden, Sofya'daki yoğurtçu İsmayil Efendinin salonundaki Thonet takıma kadar çok geniş bir
coğrafyadaki, bütün fakirlerin para yapma ihtimali olan mallarının envanterini çıkarmışlardır. Bunu
da genci yaşlısı, bütün gün konuşarak, diğer fakirlerle paylaşmaktan çekinmezler. Ahırkapı'da denize
giren fukara, zor durumda kaldığında Bulgaristan'daki Thonet sandalyeyi ya da Gabrova'daki mineli
enfiye kutusunu ve abanoz tespihi iyi bir fiyata okutacağını bildiğinden kendini güvencede hisseder.
Bu yüzden kıyıda güneşlenirken ikide bir saatine bakıp durmaz. Zaten saati de yoktur. İyi ki de yoktur.
Saati olmayan insanın can sıkıntısı da olmaz. İnançlarının sınırını bilirler. Derviş bile olsalar bir
felaket anında, zaviyenin duvarında asılı duran baninin tarihi hırkasını kime kaça okutmaları
gerektiğinden haberdardırlar.
Şehir kimsenin onu ele geçirmesine, sokaklarında burnu Kaf dağında dolaşmasına izin vermez.
Liyakatle sulanan sokaklarını ne kadar çok adımlarsan, dükkânlarına ne kadar çok girip alış veriş
edersen, sokakta yürüyen, kahvede oturan, köşe başında ayakta duran insanlarla ne kadar çok
konuşursan, o kadar çok kapı açılır önünde. Hiç ummadığın perdeler aralanır, ketum suratlar
gülücüklerle dolar, fiyatlar düşer, tedavülden kalkmış ya da henüz gelmiş mallara kolayca
ulaşılabilir. Fikirden, etnik kimlikten, dinden, politik görüşlerden çok, aşinalığın önemli olduğu
bölgelere ulaşırsan yabancı da olsan korkma. Bir sokaktan binlerce kere geçersen, kim olursan ol,
sokak köpekleri, pencereden çarşaf silkeleyen kadınlar, futbolcu olmayı kafaya koymuş ilkokuldan
terk veletler, satıcılar, şiir ve şarkı satıcıları ve dilenciler seni kabullenir. İster istemez sen de onları
kabullenirsin. Ama aşinalık bitince hayat ta biter. Kimse gidenin arkasından hiç bir şey hatırlamaz.
Bir ev yıkıldığında, öyle sadece bina olarak değil, tüm geçmişiyle birlikte yıkılır. Yani hemen
unutulur. Ne vardı bunun yerinde? Neydi yahu o bina? Yok, canım, şey binası değil miydi o? soruları
havalarda uçuşur. "Hatırlama" inatçı ihtiyarlara bırakılmış iç sıkıcı bir görevdir. Bu şehir o kadar
güzeldir ki, ütopyacı falan çıkmaz bu yüzden buradan...
(...)
Yalova'da şöyle bir dolaşır. Buraya niye gelmiştir? Belli bir amacı yoktur aslında. Belki de sadece
Fenerbahçe vapuruna binmeyi sevdiği için. Bu vapur nereye giderse oraya gider. Amerika'ya gitse
bile gider. Ama gidemiyordur. O halde Amerika'ya gidilmeyecektir. Ama illa ki bir neden
gerekiyorsa, koyun yoğurdu ve tabii ki domates almak için oradadır. Pazardan pek beğendiği
Boyalıca domatesleri, Bursa şeftalileri, kızılcık, İznik sele zeytinleri ve Mahmudiye çilekleri alır ve
İznik minibüsüne biner. Gece göl kıyısındaki bir pansiyonda konaklayıp, kerevet ve yayın şiş yer. Bu
pansiyonu çintemani desenli çinilerle kaplı banyosundan dolayı sevmektedir. Gece yarısı küvete
yatılırsa bir eşkıya kolu gibi hoyratça suya uzanan Samanyolu'nu, hem de sudaki aksiyle birlikte
görmek ve sürekli havaya sıkılan kurşunların seslerini duymak imkânı vardır. Yaz mevsimi, gölün
çevresine birer gerdanlık gibi sıralanmış köylerde, sürekli düğünler yapılır. Tanrı'ya bir mesaj
göndermek, belki de Tanrı'yı öldürmek için göğe kurşunlar sıkılır. Keşiş dağı dedikleri Uludağ'dan
gelen rüzgârı, zurnanın davula akışını, bahçedeki filbahrinin çıldırışını, gülibrişimin kokusunun göle
yeşil çalışını hissetmeye çalışır. Ne kadar yalnız olduğunu düşünür. Acaba Tanrı'yı öldürmek için
kurşun sıkanlar arasında evlenen kıza âşık bir delikanlı da var mıdır?
Ertesi sabah Yalova'ya geri döner.
Bir gün önce alışveriş yaptığı köylü pazarının, ikinci el oto pazarı haline dönüşmüş olması onu
şaşırtır. Otomobiller arasında, pazar tatilinin oluşturduğu belirsizlik hevesini hissederek boş boş
dolaşır. Hiç otomobili olmamıştır. Neden olsun ki? Bir uzay gemisinin özelliklerini sorar gibi
merakla otomobillerin özelliklerini sorar. Beşinci vites ne işe yarar? İyi hız yapıyor mu? Çok yakıyor
mu? Arka koltukları da rahat mı? Çekişi iyi mi? Yerden yüksekliği kaç santim? Amortisörleri sağlam
mı? Kaportasının içinde, çelik barlar var mı? İçi sigara kokuyor mu?
Bütün sorularına 'Tabii, elbette ki, harikadır. Çok iyidir," diye cevap verişlerini ilgiyle izleyip,
dünyanın en pozitif insanlarının otomobil satıcıları olduğuna karar verir. İki vapurunu yakalar.
Büyükada'da tekrar vapurdan iner. Yorgo'nun pansiyonunda kızılcıklardan marmelat ve çileklerden
reçel yapar, bir kısmını Yorgo'ya bırakır, diğerini cam kavanozlara doldurup, muslin bohçasına
sararak haki sırt çantasının içine itina ile yerleştirir. Ertesi sabah ilk vapurla Sirkeci' ye gider. Onun
için sabah, vapurun güvertesindeki banklar üzerindeki çiğin kurumamış ve salonun üzerindeki sacın
henüz ısınmamış olması, fırından yeni çıkmış sıcak, beyaz bir ekmeğin ağızda dağılışıdır. Ekmek,
zeytin ve beyaz peynir eşliğinde, güvertede çay içerek, zamanın nasıl geçtiğine aldırmadan, bir yere
ulaşma kaygısı taşımadan Sirkeci'ye gelir, Beyoğlu'ndaki evine sırtındaki çantasıyla elindeki ağır
yüklerle yavaş yavaş yürüyerek ulaşmaya çalışır. Arada köprü altında bir çay ocağında mola verir,
zamansız bir meltem rüzgârını yakalayarak veya poyrazın terini kurutmasına izin vererek sert bir Türk
kahvesi içer.
Karaköy'de Mabel çikolatacısına bir kaç likörlü çikolata sardırır. Öğlene doğru, Kumbaracı
Yokuşu'ndaki evine varır. Ta Yalova'ya gidip gelmiştir dile kolay! Akşamüzeri salonun şahnişine
kurulup, Kumbaracı Yokuşu'nun denize doğru akışını seyrederek, kendi elceğizleriyle yaptığı kızılcık
likörünü içer ve üzerine de bir tane de likörlü Mabel çikolatası yiyip kafayı bulur. Hiç bilmediği bir
yerlerden, bir sevişmenin seslerini, bir operacının şan egzersizlerini, bir papağanın her defasında
ayrı bir tonda çıkarmayı becerebildiği ıslığını duyduğunu ancak fark eder. Çok uzun zamandır burada
olmalıdır. Kıpkırmızı bir ışık Süleymaniye Camisi'ne rastık sürmekte, Valens Kemeri'ne sürme
çekmekte, araba camlarına kına yakmakta, ebabil kuşları Galata Kulesi'nin etrafında dolanmakta,
jaluzilerinden kayıp giden dalgın vapurlar akşam ışıklarını yakmaya başlamaktadır. Belli ki ileride
bir yerlerden güneş batmaktadır. Ah bu gün batımları! Dilsiz cellâtları bile konuşturur, geveze
imamları bile susturur. Martılar vakti keraatin geldiğini haber vererek avaz avaz bağırken, cızırtılı
radyosundan Türk sanat musikisi yayını yapan bir kanal yakalamaya çalışırken, zamanın nasıl da
hissettirmeden geçtiğini düşünür. On dokuzuncu yüzyılda Haliç'te demirlemiş Kırım harbinden kalma
köhne firkateynler gibi bir ağırlık çöker üzerine. Bir gün gelecek artık bu şehirde olmayacaktır. Ne bu
şehirde ne de bu dünyada... Zaten bu şehirde yaşamadıktan sonra dünyada yaşamanın da ne anlamı
vardır ki? Şu kısacık ömründe tarihe geçebilecek türden birçoğu çok acı bir sürü olay olup bitmiştir.
O birçoğuna katılmamayı ustalıkla becermiştir. Tarihi sadece bir suikast girişimi olarak gören tarih
yapıcılarından hep uzak durmuştur. Kendi imkânlarının sınırlarını bilerek, mutluluğu gelecekte
aramadan, üretilen her şeye sahip olma isteğinde olmadan yavaş yavaş yavaşlamayı becererek, şehrin
merkezinde kendi banliyösüne çekilerek yaşamıştır işte. Bu şehirde yaşlandığı için çok mutludur. Şu
an ölse üzülmez!
Nerual'ın Çarmıhı, Paris'te
Bir Sokak Lambasıdır...
Berrin Karakaş
Ağustos sıcağında ruhumu serinletmesi dileğiyle yanıma aldığım Albert Camus'nün "Yaz" kitabı
koltuğumun altında, yürüyorum. "Hepimiz tatil için çalışıyoruz" diyen reklam panosunu geçtikten
sonra varıyorum parka... Şehirlerin en çok parklarını seviyorum.
40 derece sıcakta, 96.2 derece etil alkol bidonunu çevrelemiş oturan sokak adamları, biz her zaman
kalacak yeri olanlardan şehrin esirgediği bilgilerle, Benjamin'in "Son Bakış"ını bakıyorlar.
Çevrelerinde dizili büyük komutanların büstleri, şehirlerinin nasıl kurulduğu hikâyeleriyle fazlaca
gürültülü.
Tuvaletlerin önüne üç beş tahta masa atılarak kahveye dönüştürülmüş gölgelikten sızan müzik,
kanlı şanlı tarihin sesini değiştiriyor. Bir zamanlar bülbüllerin aşık olduğu güllere sarılmış plastik
çiçeklerle çevrili kahve, yolcuyu çağırıyor. "Yaz" burada, Hölderlin'le açılıyor; "Ama sen, sen/duru
bir gün için doğdun..."
Parkın ortasındaki süs havuzunda yıkanan çingene çocukların serinlemiş sevinçleri, evlerine
dönmenin telaşına düşmüşlerin kornalarına çarpıyor. Aralarına karışan ambulansın sireni, ölümü
hatırlatıyor alelacele. "Umutsuzluk sessizdir," diyor Camus. Şehir, susmuyor...
Zaman, kıyısına saldıran dalgalar gibi değiştirse de şehirleri, sesler baki. Taşlarından "Tatil için
çalışmalıyız," bilboard'larma, hiç olmadığı kadar sesli şehir... Bitmeyen tadilat sesleri, senelerdir
yalnız yaşayan komşum Şennur Hanım'm korkusunu, yalnızlığını alıyor... Şehir her kulağa, ayrı masal
okuyor...
Kum böceği kuma, çekirge zıpladığı dallara, insan şehrine benziyor... Walter Benjamin ancak
yoksullar ve kötülerin, şehri kendilerine karanlıktan gün ağarana kadar dolaşılacak bir manzaraya
dönüştürdüğünü söylüyor. Şehirler aynaysa, o aynadaki her yüze bakmadan nasıl göreceğiz
yüzümüzü? Yaşayan değil, dikizleyen olmanın utancıyla daha ne kadar dolaşacağız kendimizi?
Talimimiz, manzaranın kendisi olmak olmalı, manzara olup, karşıdan kendimize bakmak...
Şair ruhlara ilham üfleme görevi, uzun zamandır şehirlerin. Şairler peygamber ise, Tanrı'ları
şehirler.. .Rimbaud'nun şehirle şiiri aynı zamanlarda bırakması, tesadüf olmamalı... Nerval, bu
yüzden ruhunu Paris'in bir karanlık sokağında, bir sokak direğinde bırakmış olmalı...
Balzac'ın Rastignac'ı gibi umudunu şehre bağlamışlar haykırıyorlarsa "romanın" sonunda hâlâ;
"Şimdi ikimiz kaldık işte, çık karşıma!" diye, değişime rağmen bir şeyler, yüzyıllardır değişmiyor
olmalı. Rastignac'ın haykırdığı şehrin sokak lambalarından birinde, aynı zaman da Nerval'in intiharı
sallanıyorsa, dinlemeye devam etmeli şehri...
1939'da yazdığı, 1953'te yayımlanan "Yaz"ın ilk anlatısı "Minotauros ya da Oran Molası"nda,
aradan geçen 14 yılı; "Oran mutlu ve gerçekçi bir kent, yazarlara gereksinimi yok artık; turist
bekliyor," finaliyle hatırlatsa da Camus, "bu güzel kentten gelen tutkulu karşı çıkışlara bakarak tüm
kusurlarına çare bulunduğuna (ya da bulunacağına) inanıyorum," umudunu vermekten de geri
kalmıyor.
Şehrin yazarlara gereksinimi olmasa da, yazarların şehirlere gereksinimi oldukça, sürecek
"yürüyüş". Kimilerince kutsalın, kimilerince doğanın, kimilerince cevherin, kimilerince kudretin,
"oluş'ta" insana üflendiğini bilenler, şehri her çağda dinlemeye devam edecekler. Gogol'un paltosu
neyse ki, hala ısıtıyor omuzlarımızı...
Ve "ev" sahibi olmamızdan ötürü bizden esirgenen bilgiyi de edindiğimizde, son sözünü
söyleyecek şehir, evlerimiz yıkıldığında... Kedilere bile evler yapıyoruz oysa... Evlere
alıştıramadığımız hayvanlara, şehirler kuruyoruz insan eliyle. Parkın aşağısı, kedi konutları... Kedi
kulesi, kedi kulübeleri, kedi yemek evi, kedi dinlenme bölgesi... Semtin bütün kedileri yavaş yavaş
burada toplanıyorlar. Az sonra evin yolunu tutacağım ben de. Akşamüstü penceremden, yokuştan inen,
çöp toplayan insanların şiirini yazacağım utançla. Utanç da evle başlamamış mıydı en başından?
Mahremin ilk taşları, evlerin duvarlarına örülmedi mi?
Kar Altında Roma2
Caterina Bonvicini
Caracalla Kaplıcalarını günün her saatinde görmüş olmalıyım. Salonun penceresine yaklaşıp
onlara bakmadan edemiyordum, sanki onları kontrol etmem gerekiyordu. Evet, hâlâ oradalar. Sadece
bunu doğruladıktan sonra huzurlu bir şekilde işlerime dönebiliyordum.
O harabelerle aramda neredeyse aşırıya kaçan bir yakınlık oluştu. O kadar ki, bir oğlun annesinin
bir hareketini kınarken hissettiği samimiyete benzer bir duyguyla benim de bazı kış günlerinin donuk
güneşini sorguladığım bile oldu. Bence o ışık önemlerini azaltıyordu.
Hatta her gün batınımda onlarla tekrar tanışma heyecanının da beni rahatsız etmesine izin verdim.
Kısa süreli de olsa, onlarla beraber yaşlanma ayrıcalığına sahiptim diye düşünüyordum. Ama bazen
ertesi sabah fikir değiştiriyordum.
Onlar ayak altındayken günüme başlamaktan rahatsızlık hissettiğim de olmuştur. Bazen sabahın o
vakur ışığında beni gerçekten rahatsız ediyorlardı. Benim için fazlasıyla ebedi idiler.
O harabelerin arasına tek bir defa girdim. Ama onlara bu kadar yaklaşınca farklı bir şey haline
geldiler, onlarla olan samimiyetimi kaybetmiştim. Çok kocaman duruyorlardı; güzellikleri o kadar
mutlaktı ki iletişimsizlik haline gelmişti. Onlara turistmişim gibi bakıyordum, artık bana ait
değillerdi.
Ama bir gece ortadan kaybolabileceklerini keşfettim. Kaplıcalar karanlıkta kalmıştı, üzerlerinde
ateşböcekleri gibi uçuşan martıları görüyordum sadece; martılar reflektörlerin kontrolünü ellerine
geçirmişlerdi. Şunlara bak, diye düşündüm, asıl anıt kendileriymiş gibi davranıyorlar. Onlarcası
gelip akşamın o ilk saatlerinin maviliğinde bembeyaz hale geliyorlar, sonra gökyüzü karardıkça önce
altın rengine bürünüyorlar, sonra da zifiri karanlıkta yıldızlara veya uçaklara benziyorlardı. O ışığın
içinde belediyenin hesabına mutluluk içinde süzülüyorlardı. Roma'nın hiçbir belediye başkanı onların
açılışını düzenleyemezdi, hiçbir turist onların ışıklandırılmasını finanse edemezdi ve uçuşlarını konu
alan hiçbir festival de düzenlenemezdi. Oranın gerçek efendileri onlardı.
O eve ilk girdiğimde mutlu değildim. Torino'dan yeni ayrılmıştım. Boş dairemin duvarlarını
ağlayarak okşamıştım. Daha önce hiç duvarlarla vedalaştığım olmamıştı.
Ama ben onlara insanmışlar gibi davrandım. Önce bir duvara, sonra bir diğerine, sonra da bir
matkabın açtığı deliğe dokundum. Ve ağlayıp durdum. Dolayısıyla Roma'ya taşınıp pencereden
bakınca ve o devasa harabeleri görünce neredeyse bıkkın bir edayla, "Neyse, Torino'dan çok da
farklı değilmiş," dedim. Erkek arkadaşım gülüyordu: "Salak mısın sen? Önünde Caracalla
Kaplıcaları var. Torino'ymuş, hadi oradan..."
Roma'yı sevmem dört yıl sürdü. Hatta bütün o sahte yola çıkışlar göz önüne alınırsa daha da uzun
sürdü. Belki de bu şehir zihnimde bir çeşit efsane oluşturduğu için böyleydi. Küçükken bile
kompozisyonlarımda "Büyüyünce Roma'da yaşayacağım," diyordum. Orada yaşamanın ne kadar zor
olabileceği konusunda hiçbir fikrim yoktu. Nihai taşınmadan önce sayısız denemem oldu ve hepsi
büyük bir başarısızlığa uğradı. Floransa'da doğdum, Bologna'da büyüdüm, mezun olduktan sonra da
Torino'da yaşadım. Sonra da aniden ilk sahte yola çıkışım gerçekleşti. Yirmi altı yaşındaydım: Roma,
nihayet Roma, bu sefer gerçekten oraya gideceğim. Ama yedi ay sonra kaçtım.
Koşarak Torino'ya döndüm. Piedmont'dan başkente hakaretler yağdırıyordum. Roma'nm bana uygun
olmadığını, kuzeyli ruhumun o sapsarı Tiber nehriyle ve diğer her şeyle bağdaşma-
dığını söylüyordum. Hele de o korkunç gürültü, Tanrı esirgesin! Bu arada Roma'ya gidip gelmeye
devam ediyordum. Hem tam bir rahatlama, hem de bir güvensizlik duygusuyla. Sıklıkla ama hızlı bir
şekilde gerçekleşen karşılaşmalardı bunlar. Ebedi şehir benim acele bir şekilde tükettiğim, kısa
süreli bir mutluluk sağlıyordu. Ama sonra hayat bana bir kazık attı ve bir Romalıya aşık oldum. Fazla
düşünmeden, hemen taşındım. Bazen yeni bir yer bu şekilde seçilir, çünkü hayat sizi aşar. Peyzaj ile
kişi arasındaki uyumluluğun bu işle ilgisi yoktur, önemli olan tesadüftür. İnsan sonradan adapte olur.
Uyumluluk daha da sonra olur ve insan şehirle beraber değişmeye başlar.
En azından benim açımdan böyle oldu. Aslında bir lokanta sayesinde böyle oldu. Erkek
arkadaşımla mutluydum, ama Roma konusunda kendimi katı hissetmeye devam ediyordum.
Seyahatlerden dönüşte Fiumicino havaalanından eve giden yolda içimi endişe kaplardı. Ben burada
ne arıyorum?
Sonra o lokanta beni ehlileştirdi. Orada her gün Romalılarla beraber yemek yedikçe her şey
değişmeye başladı. Yavaş yavaş oldu, farkına bile varmadım. Bir çukuru sevmekle başlamışken
birdenbire bütün bir şehri sever oldum.
Bu durum 12 Şubat 2010 tarihinde teyit oldu. Roma'da kar yağdı, inanılmaz bir şeydi. Sabahın
yedisinde tek gözümü açtım. Kar taneleri biraz tuhaf ve ağırdı. Kardan çok toz yumaklarına
benziyorlardı, biraz kumlu gibiydiler. Sirokko karı mıydı yoksa? Ve tabii ki o kar tutmadı.
Hayal kırıklığına uğramıştım. Roma'nın nutkunun tutulduğunu görmek istemiştim, bu, kardan dolayı
da olabilirdi. Ama bir türlü gerçekleşmiyordu. Derken, saat on buçuk gibi neredeyse ciddi
sayılabilecek bir tipi başladı. Palmiyeler çam ağaçları gibi yassılaşmıştı, sahil çamları da bembeyaz
olmuştu. Aman tanrım, ne kadar harika bir görüntüydü. O anı o kadar uzun bir süredir bekliyordum ki.
Roma ilk defa gerçekten benim olacaktı. Bu sanki kuzeyli ruhum için küçük bir hediyeydi.
Teşekkürler.
Bu arada ısınma sistemimiz bozulmuştu. Tam da bugün mü, lanet olsun, diye düşünüyordum. Ama
Roma böyledir işte, Stockholm imiş gibi davranmaya çalışsa bile böyledir. Bu şehirde asla hiçbir
şeyin kesinliği olamayacak. Ama önemli değildi, seve
seve donmaya hazırdım. Zaten birazdan çıkarım diye düşünüyordum. Kar altında Colosseum'u ve
imparatorluk Forum u'nu, sihirli bir şekilde suskun olan ebedi şehri görmek istiyorum.
Bologna veya Torino karma hiçbir şekilde benzemeyen o ağır ve tuhaf karın altında tek başıma
çıktım. Ve o anda ruhumun iki kutuplu olduğunu, aynı anda hem kuzeyli, hem de Akdenizli olduğunu
anladım. Ne kadar baş döndürücü bir karışım diye düşündüm. Ne yapalım, bu ikilik ile kozlarımı
paylaşacağım. Bu arada, dağlarda bir kar fırtınasından çok çöldeki bir fırtınayı andıran o uysal ve
sulu tipinin içinde duran bembeyaz Colosseum'u hayranlıkla seyrediyordum. Şimdi Roma bana aitti
işte. Turistlerle gazeteciler fotoğraf çekiyorlardı. Roma 1985'den beri kar altında kalmamıştı. Ben
öyle yapmıyordum. Etrafıma bakıyordum, o kadar. Ve yeni duygularımı dinliyordum. Şehir bana
doğru yaklaşmış gibi geliyordu. Hey sen, kuzeyli ruh, diyordu, şimdi seni tamamıyla baştan
çıkaracağım. Bittin sen. Caracalla Kaplıcalarının üzerine kar yağdığını gördün mü hiç? Al sana.
Şimdi nefesin kesilecek işte.
Bir ay sonra Roma'da bir daire aldım. Geçicilik bitti, kira bitti. Caracalla Kaplıcalarının bir
parçasını görebilmek için balkondan biraz sarkmam gerekiyor. Ama oturduğum sokak çok daha
sessiz. Roma nihayet sessizleşti. Lokantama yakınım yine de, oraya ulaşmak için tek bir trafik ışığı
geçmem gerekiyor. Tarallucci kurabiyeleri ile şaraptan kopmamak için birkaç metrelik bir alan
içerisinde ev aradım. Bir lokantaya olan mesafeye göre ev aramış başka kimse yoktur herhalde
dünyada, ama önemli değil. Şehirlere hissedilen aşk tuhaf yollardan geçer. Artık erkek arkadaşıma
burada olmanın Torino'da olmaktan çok da farklı bir şey olmadığını söylemiyorum. Tersine, aksanım
kuzey aksam olmaya devam etse de arada bir ağzımdan Roma lehçesine özgü deyimler çıkıyor.
Fiumicino'ya indiğim zaman da kalbim küt küt atıyor. Nişanlıma sarılıp onu öpüyorum. Şaşkın ve
hüzünlü bir edayla taksinin camına yapışmıyorum. Hayır. Artık gerçekten eve dönüyorum.
Aslında Roma'y ipek tanımıyorum. Bazı bölgeleri benim için tam bir sır oluşturuyor. Bazen şehir
merkezinde bile kaybolduğum oluyor. Ama topografyaya hakim olmanın bir yerle samimiyeti
ilerletmek anlamına geldiğini sanmıyorum. Tam tersine. İnsanın kendi evinde yolunu kaybetmesi çok
güzel bir duygu. İnsanın hayatına tamamıyla rastlantısal bir şekilde giren mahallelerle teker teker
yetinmek. Colosseo'nun önünde kendi kişisel sandalyem var, Navona Meydanı'nda da turist gibiyim.
Böylesi hoşuma gidiyor. San Giovanni, Colosseum ve Caracalla Kaplıcaları arasındaki Roma bana
ait. Buna Nazionale Caddesi'ne kadar olan Monti bölgesini de ekleyebilirim. Gerisi başkalarına ait.
Spagna Meydanı, Tuscolana, Auditorium ve Garbatella gibi küçük, apayrı, ama çok kesin istisnalar
da yok değil gerçi. Arkadaşlarıma bağlı olan bir şey bu. Çünkü onların oturduğu bölgeleri tanıyorum.
O bölgelerin ötesine geçmeyi de pek sevmiyorum. Tembellikten değil, bir çeşit korkudan dolayı
böyle. Roma'yla çok hassas bir ilişkim var. Bir yolcunun tedbirsizliği ile ilişkimizi mahvedemem.
Ara sokaklardan gitmem, yavaş yavaş ilerlemem lazım. Şehrin tam bir görüntüsünü hiçbir zaman elde
edememe pahasına bile olsa... Ben Roma'ya hakim olmak istemiyorum. Onun da bana hakim olmasını
istemiyorum. Dolayısıyla bu konuda hemfikiriz. Bu şekilde adım adım ilerliyoruz. Acele etmeden.
Çev. Leyla Tonguç Basmacı
Elmanın Suçu
Cem Selcen
Doğrusu kasalarla birkaç gün daha çalışmayı isterdim. Tek dileğim yeni bir sürprizin bizi
beklememesiydi. Son yıllarda hiçbir işte olmadığım kadar heyecanlıydım aslında. Bir o kadar da
tedirgin... Bir yandan her an gözümün önünde duran aşk acısı ve tanımadığım, sevmediğim adamlarla
çalışma tatsızlığı, öte yanda İstanbul Bankalar Caddesi'nde iş tutmuş her tipten arkadaşımın ve
ustamın yıllardır akimdaki fantezi olan Merkez Bankası soygunu...
Bankanın etrafı her zamanki "Perşembe Pazarı" görüntüsündeydi. Sağdaki dar, üst üste park etmiş
arabalardan pek de yürüyecek yolu kalmayan Banka Sokak'ta bir binanın girişindeki çaycı,
nefeslenmek için duranlara kaldırıma sığıştırdığı taburelerinde çay veriyor, onun ilerisindeki demir,
sac ve aspiratör satıcıları kapılarının önünde ya mal yüklüyor ya da birbirlerine laf atıyorlardı.
Sokağın adı, ortasından sonra Banka Sokak'tan Zincirli Han Sokağa dönerken; vitrinleri ve yolu
dolduran o acayip mallardan arayan, soran, alan-satan insan trafiği de hızlanıyordu. Sokağın sonunda
patlayan gün ışığı, trafiğin koyu uğultusu karşılıyordu insanı. Banka bloğunun solundaki, ticarethane
olarak daha az hareketli gözüken Bereketzede Medresesi Sokak'ta ise sokağa adını veren, İstanbul'da
o birden görünüveren cami medreselerden biri, gürültünün ortasında, sessizce kendi vaktinin
gelmesini bekliyordu. Sokağın sonunda, yine aynı uğultulu cadde manzarasının ilerilerinde, ışıltılı gri
suyuyla Haliç'in bir parçası ve Eminönü Camii'nin -daha önce
* "Elmanın Suçu" (Sel Yayıncılık, 2007)'den alınmıştır.
de dediğim gibi- insana hep hafifçe eğri gelen minareleri gözüküyordu.
Sonra yine o meşhur Perşembe Pazarı Caddesi olarak bilinen, aslında Sabahattin Evren Caddesi...
İstanbul'un her türden teknik ıvır zıvırının bulunabileceği yer. Rengârenk hortumlar, boy boy hidrofor
küreleri, kafes telleri, çeşit çeşit çarklar, ne işe yaradıkları belirsiz halkalar, vidalar, penseler,
tornavidalar, aspiratörler, pervaneler, kayışlar, traktör parçaları, çapalar, kazmalar, plastik çitler,
çelik çubuklar, beyaz lavabolar, fayanslar, su arıtma cihazları, sıra sıra, pırıl pırıl musluklar, kapı
kolları ve daha neler neler... dükkânların küçük vitrinlerinden sokağa fırlamış halde müşterilerini
bekliyorlar. Bütün bu malzeme yaygarasının arasında, birkaç adım arayla kaldırıma sokulmuş,
yapraklarının ne renk olduğu bile fark edilmeyen cılız çınar fidancıkları, etraflarına sarılmış küçük
sopalara dayanarak yaşayıp gidiyorlar.
İki sokağın arasında yani Merkez Bankası'nın tam arkasına gelen Hırdavatçılar Çarşısı'nın
girişindeki Kardeşim Sokak'ta durup, bankanın yangın merdivenleri ve başka gecekondu eklemelerle
çirkinleşen arka cephesine baktım bir süre. Etrafında geçirdiğim onca yıldan sonra, onun ön yüzüyle
farklı bir mimaride olduğunu hayretle müşahade ederek...
Oralarda gezinirken, işte kullanmayı düşündüğümüz, çelik telden örgü ağına bakınmak geldi
aklıma. Varsa, daha sonra binlerine aldırırım düşüncesiyle, kapısının önünde çeşit çeşit kafes teli
tomarları dikilen dükkânlardan birine rasgele girdim.
Dışarıdan vuran yoğun ışık, içerisini gölgede bırakıyor, girişte hiçbir şey görünmüyordu Galiba
kimse yoktu. "Selam! Kimse yok mu?" diye bağırınca küçücük dükkânın arkalarında bir tıkırtı oldu ve
ancak bir insanın sığabileceği camlı bölmenin parlayan camının ardından biri çıktı. Gençten bir
oğlan... Gözlerim dükkânın ışığına alışırken isteğimi anlattım genç çocuğa. O da bana gösterecek bir
şeyler bulmak için camlı bölmenin de arkasında karanlık derinlerde kalan bir yerlere gitti. Onun
arkasından gözlerimi kısıp bakarken, kapıdan eğik bir çizgiyle dükkâna dolan ve her şeyi silikleştiren
bembeyaz ışığın bitiminde, tel balyalarının arkasındaki sisli loşluğun içinde, küçük bir masacığın
arkasında kaybolmuş bir adam gördüm. Dikkatimi çekti. Sanki masaya yatmış gibiydi. Kafası eğik
olduğundan öncelikle tepesindeki açıklık seçiliyordu Öyle ne yaptığını merak ederek ona doğru bir
adım attım.
Yaşlı ve cılız bir adamdı. İncecik kollarında, o eski tip iki kenarı lastikli siyah kolluklardan vardı.
Sivri bir kemik çıkıntısı yapan sağ omuzu oynuyordu.
Bir adım daha attım.
Olması gerektiği gibi, beyaz, küçük yakalı bir gömleği, koyu renk bir kravatı vardı. Kravat
gevşetilmemişti. Üzerine eğdiği, kafasının en az dört katı büyüklüğünde bir defteri, inci gibi yazılar
ve rakamlarla dolduruyordu. Sonra biraz durup, kafasını diğer yandaki başka bir büyük defterde
basılı duran parmağının ucuna çeviriyor, sanırım görebilmek için iyice eğiliyor, sonra tekrar ilk
deftere dönüp yazmaya başlıyordu.
Beni ancak bir adım daha atıp masasını gölgelendirdiğimde fark etti. Ürkerek, kafasını kaldırdı.
Gözlerini kıstı. Elleriyle masanın kıyılarında bir şey aradı. Sonunda bulduğu, küçücük bir gözlüğü
gözüne tuttu. Ve, "Kusura bakmayın efendim. Fark edemedim. Ne yapabilirim sizin için?" dedi,
gülümseyerek.
Şaşırmıştım. Kötü bir şey yaparken yakalanmış gibi geri adım attım ve ancak bir süre sonra "Yo
yo, bakıyorlar," dedim. Manzara içime dokunmuştu. O, kırlaşmış ince bıyıklarının altından çekingen
çekingen gülümseyip, "E, peki o zaman, kusura bakmayın, hayırlı günler efendim," deyip, tekrar
defterlerin arasında kaybolduğunda; nedense nerdeyse ağlayacaktım.
Hani birden karşınızdaki insanın, iyi biri olduğunu ve sizi rahatsız etmeden, hiçkimseyi, hiçbir şeyi
rahatsız etmeden hayatını ayakta tutmaya çalıştığını anladığınız anlar vardır. Öyle bir andı. O an, o
adam sanki bin yıldır orada duruyormuş gibi geldi bana. Nedense onun hayatını düşündüm. Akşam
kollukları çıkarıp, yıllardır koyduğu çekmeceye koyuşunu, ceketini giyip o karanlıktan çıkıp, evine
gidişini, varsa karısını çocuğunu... Sabah yine oraya gelişini; sonra o kolluklar ve parmakların bir şey
yakalamış gibi üzerine bastırıldığı o defterler... Orada, giderek çürüyen hayatın o silik siluetinin
ağırlığı içime oturdu. İçimden acayip bir şey yükseldi. Gözüm gerçekten yaşardı. Ona acıdığımdan
mı? Bilmiyorum. Sanki son olan bir şey gördüm. Onun sonsuzca düzgün, hayatın tümünü
alçakgönüllülükle kabul etmiş, ama işte buna rağmen adaletsizce yok olan bir şey...
Ne desem boş. Hayat yorucu...
Büyük Kent Avcısı
Çiler İlhan
Önünden geçtiğim her sabah ütülü takımımdan, üstüme sıktığım, başka dilde gizemli bir isim
verilmiş kokumdan, altımdaki dört tekerlekten ve evle iş arasında nasıl esen kalacağıma dair iç
mızmızlanmamdan utanıyorum. Saçlarını kendi mi kesiyor? Üstünde yazın bile kalın bir şeyler oluyor,
belki de üşüyordur diye düşünüyorum. Belki kışın o kadar çok üşüyor ki, yazın ancak ısınıyor.
Bu haftaya kadar hep, sanki her sabah varacağı bir yer varmış gibi, kararlı bir şekilde yürürken
görmüştüm onu. Bu hafta ilk defa kaldırımda durdu ve hayali biriyle (belki de kendi hayaletiyle)
kavgaya tutuştu. Ne kadar kavga etse haklı; sokaklar insanı uygunsuz kıyafetli ve kavgacı yapar
(sokakta yaşamak, demeye dilim varmıyor).
Her sabah bu kadını -vicdanımda kara bir delik gibi- gördükten sonra şatafatlı işime gidiyorum.
Kafamın arkasında devamlı bir roman taslağı, oldurulmamış bir hikâyeden firar etmiş bir cümle
döküntüsü ve bazen çok sıradan, bazen bir parça daha ahenkli kelime öbekleri uçuşup duruyor.
Uzanıp tutamıyorum çünkü bu yıl benim için zaman, "foton kuşağı" hızında.
Demek ki hayattan her şeyi birden beklememeli. Asmalımescit'te beni sözün, günün ve bilinçaltının
o harikulade karışımına davet eden güz havasında telaşsız, gamsız bir koyu kahve içmek bu yaprak
dökümü bana zor. Çalışma odasından dönme bebek odasında uyuyan, dünyanın tüm mevsimlerine
değişmeyeceğim küçük insan bana yepyeni bir şehir sundu çünkü.
Buyeni kentte her şey daha hızlı. Daha (da) planlı. Gününü, her biri 15 derecelik boylamlara göre
dizilmiş 60 dakikalık dilimlere bölen plancı ruhum artık altmış dakikaları alt dakikalara bölüyor -
ancak bu şekilde sığışabiliyoruz 24 saate; minik bir süt bebeği, iri bir iş, aile fertlerinin geri kalan iki
ve dört ayaklı üyeleri (eşten dosttan sergiden danstan söz bile açmadım henüz), ve içimde
yazmadığım her satıra ait uğursuz bir mücrimlik. Beklemediğim anlarda, köşelerde üstüme çullanmaz
mı. Renklere bürünüp şekiller alıp. İçi muzlu dışı çikolatalı, üstü uzun zamandır tek mumlu doğum
günü pastamı üflerken; köşe başındaki mağazada (bana) hâlâ bir boy büyük bedenime çul çaput
yakıştırmaya uğraşırken; daracık otoparkında arabamın yan tarafını istikrarlı bir biçimde çizdirip
durduğum, azim dolu sırt üstü kulaçlarıma ev sahipliği yapan, tavanı (deniz hissiyatı versin diye,
apaçık) elle maviye boyanmış yüzme havuzunda, mesela. İşte bu büyüklü küçüklü tatmin ya da neşe
dolu mutluluk anlarımda Sultanbeyli'de yaşayıp "İstanbul"a hiç inmemiş, hayatı, felçli annesi,
sigortasız babası, hepsi bir yerlerde iş tutmaya çalışan kardeşleriyle tek göz oda evi ve günde 14 saat
çalıştırıldığı fabrika arasında gidip gelmekten ibaret esmer güzeli bir gencin hayal kırıklığı gelip
üstüme yapışıyor. Sultanbeyli'ye gitmek bile çok; Levent'in göbeğindeki apartmanımızın kapıtutanının
baldızı yıllar sonra ilk Bebek macerasını benimle yaşayıp ne kadar çok "artist" gördüğünden ve
"buraların ne güzel" olduğundan bahsetmemiş miydi. Sonra, diyor iyimser tarafım, belki şu anda
birileri de benim için keder beslemektedir: "Şekerim, Boğaz'da, haydi kıyısında olmasın, Boğaz
görmeyen bir mahallede sürü gibi yaşayan milyonlar... kendilerini İstanbul'da yaşıyor mu
addetmektedir?" Bu sesin sahibi birazdan, paşa dedesinden kalma yalısından çıkıp yeni doğmuş
çocuğunun adını verdiği çiçeği burnunda teknesi üstünde kendine güvenli göğsüyle Boğaz sularını
yara yara ışıltılı işimdeki toplantısına gelecektir.
Fakir tesellisi... Benim Boğaz sularını değil, her yağmurda, kavruk pamuk işçilerinin her yaz
çoğalan güneş yanıkları gibi çatlayan asfaltlan yara yara işe ulaşmamda değil yokluk. Kentin, bir
karabasan gibi üstüme çöken vicdan azabını karşılamaktaki acemilikte. Kirli elmaslar gibi bazen,
gün; parlak ama bir uzvu eksik.
Anneannemin kucağında, uzun bir otobüs yolculuğunun şafağa söktüğü vakit tanışmıştım İstanbul'la.
Anneanne kucağında oturmayacak kadar büyük (ama anneannem cimriydi ve ona verilen koltuk
paramı "kara gün" için saklamıştı muhtemel), şafak henüz sökmemişken bunca insanın bu kadar erken
yollara dökülmesine akıl erdiremeyecek kadar küçüktüm. "Neden?" diye sormuştum güzel, yeşil
gözlü, hokka burunlu, cimri anneanneme. "Niye bu kadar erken kalkıyorlar?" "İşyerleri evlerinden çok
uzak, vaktinde işte olabilmek için bu kadar erken uyanıp otobüslere biniyorlar, otobüsler kalabalık,
yol da çok..." İşte İstanbul'un kalbime otuşuru: Hayranlık, şaşkınlık ve o tanımadığım, para kazanmak
için geceyi bitirmeden yataklarından kalkıp köprüleri tepen onca insan için duyduğum gizli (ve kalıcı)
tasa.
Gözlerimi kapatsam gider mi. Beni iş yerimden evime ulaştıran o iki tarafı bakımlı ağaçlarla sıralı
yeşil yolda ara sıra önüme çıkan, tekerlekli kâğıt çuvalını olur da yolu birkaç saniyeliğine tıkarsa
sabırsız bir biçimde kendisine korna çalan arabaların teröründen adeta kaçırarak bir gayret iten o
incecik kollu, altları ve üstleri patlamış lastik pabuçlu, büyük ihtimal düzenli yıkanacak suyu bile
olmamasına rağmen temiz suratlı genç çocuk. Gözlerimi kapatıyorum, gitmiyor. Bir elim eksik.
Yine de. Kasabaları sevmiyorum. Kasaba kılıklı küçük kentleri, köyleri sevmiyorum. Ben
İstanbul'u seviyorum.
Doğduğum Ege kentinde yaşlanamayacağımı anladığımda ilkokulu bitirmemiştim. Artık tecrübeli
bir yazar sayılırdım ama: On yaşından bu yana (yani koca bir yıldır) şiire ahkâm kesiyordum,
yaratıcılığın o eserekli ve tatminsiz ruh hali içime çoktan yerleşmişti, ya da eserekli ve tatminsiz bir
ruh hali içinde olduğum için yazıyordum. Doğduğum Ege kenti yüzü aydınlık, güneşi cömert,
caddelerinin denize baş eğdiği bir Ege kenti değil, kışları ayaza çalan, yazları insana nefes
aldırmayan bir sıcakla yapış yapış, insan ruhunu sinsi sinsi sıkıştırıp mengenelere sokan bir Anadolu
kenti idi, bana öyle geliyordu. Lise yıllarında, yerleşeceğim o ileriki yılların özlemiyle her
geldiğimde İstanbul'un kirli havasında nefes aldım. Ter ve is kokan havasında kendimi buldum: işte
geniş kentler bunu yapar insana, kendinizi gerçekleştirmeniz için sonsuz fırsatlar sunar. Sunması
ondandır, yakalayıp tutması sizden. İş, konut vergisi, bireysel emeklilik planı, görüşelim denip
görüşülemeyen arkadaşlar ve diğer koşturmalar arasında günler geçer, vizyondaki filmler vizyonu
arka kapıdan terk edip DVD raflarında yerlerini alır, sonbahar film festivali biter ilkbahar müzik
festivali başlar, o genç, yakışıklı Türk aşçının açtığı restoran kentin sosyal hayatında çalım atalı aylar
olmuştur ama o yeni restoran sizin için hâlâ bir isimden ibarettir, bununla birlikte her şey oradadır ve
önemli olan budur; istediğinizde ulaşabilecek olmanız. İşte kendini 10 yaşında şair ilan etmiş bir
insan çocuğuna bu duygudur nefes aldıran kentin onulmaz aurasında.
İstanbul'a hayranlığım yüzünden kalabalık, insanı bol işi kıt, havası tahmin edilmez kendi kaprisli
başka büyük kentler de sevdim. Kent rehber-dergisinde sanat listeleri sonsuz gibi olmalıydı, gece
kulübü isimleri, yanınızda sizi o ağır kapılardan sokacak yerli bir dost olmadan hiçbir şey ifade
etmemeliydi, müzeleri, galerileri bir ay gezsen tükenmek bilmemeliydi, seks ya da eş arayan ilanlar
göğüslerini gere gere arka sayfalarda (sayfalarca) yerini almalıydı -havalimanına indiğim an hiçbiri
birbirine benzemeyen, ama büyük kentlere has o telaşlı kokuyu içime çekmeliydim: Ben, bir büyük
kent avcısıyım. Otuz sekimize bastığım bu yıl bu bağımlılığımı cesaretle itiraf ediyorum artık.
Dedem neşeli biriydi, onun neşesini severdim. Dedemi kaybedince anneannem daha da cimrileşti,
canlı, dolu bedeni (tuhaf bir şekilde, yine de erimeyen yağlarına rağmen) içinden kurudu. Dedem
ablamla beni "velespit"inin önüne ve arkasına oturtur, şarkı söyleye söyleye bizi bağına götürürdü. O,
üzümlerini budar, ablamla ben de gün boyu kaygısızca oynardık. Yaz tatili bitip (kasaba kılıklı)
kentimize dönünce en çok (belki de dedemin neşesiyle, ya da neşe duygusuyla özdeşleştirdiğimden) o
bağı özlerdim. Ama çocukluğun o şaşırtıcı derecede bilge yüreğinde bilirdim kenti seçeceksem bağı
seçmeyecek olduğumu. Bugün, büyüklüğün o gerektiğinden fazla bilmiş dimağında bile, yine de,
İstanbul'da bir üzüm bağım olsun isterdim. Dedeminki gibi içinde küçük bir taştan damı olmalı.
İşte biz böyleyiz. Çocukluğumuz bizi rüya kentimizde bile bırakmaz.
Palto Gibidir Şehirler
Dubravka Ugresic
Palto gibidir şehirler. Bundan 10 yıl önce, ekim ayının sonlarına doğru New York'a gittim. Valizim
ve paltom yoktu. Bu yüzden kendime bir çoban palto aldım. Hatta, o paltoyu hâlâ giyiyorum.
Kenarları saçak saçak oldu ve üstümdeyken 50 yaşında bir ergen gibi gözüküyorum. Fakat paltoyu
atmıyorum, ve asla atmayacağım da, bunun hayatımın en can alıcı kısmını kaldırıp çöpe atmaktan
hiçbir farkı olmazdı. Kaşmir olan bir başka paltoyu yalnızca bir kez giydim, içinde, bir kadının nasıl
gözükmesi gerektiğine oldukça önem veren annem gibi gözüktüğüm, başka bir kaşmir, paltoyu ise
yalnızca bir kez giydim. Ve hiç düşünmeden yaşlı bir kadına verdim. Tabi, bana tam üç maaş çekine
patladı, orası ayrı.
Şehirler palto gibi giyilirler. Bazı şehirler sıkıcı ve sakinleri için doğum sancısı gibidir; haritadaki
boya lekesine ve iri bir gravyer dilimindeki deliğe benzer.
Bir palto ve sahibi arasında özel bir ilişki vardır, tıpkı bir şehir ve o şehirde yaşayan herhangi bir
kimse arasındaki ilişki gibi. Bu yüzden ne zaman birisi çıkıp "Londra'yı seviyorum," ve bir başkası
da "Paris'i seviyorum," derse, en az kız arkadaşıyla evleneceğini ilan etmiş gibi ciddi bir bildirimde
bulunmuş olur. Eğer ki birisi çıkıp "Hem Paris'i hem de Londra'yı çok seviyorum, her şehrin kendine
göre bir güzelliği vardır," derse, bilin ki koca bir yalancıyla yüzyüzesiniz.
Olan biten her şeyine müdahale etmek zorunda hissettiğim şehirler vardır. Bu şehirlerde şeytani bir
ses kulağıma: "Ben ol-
sam bunu şöyle yapardım, şunu onunla değiştirirdim, buraya da bunu koyardım," diye fısıldar
durur. Böyle şehirlerde kendi kendini atamış bir belediye başkanı gibi hissederim kendimi.
Eski güzelliğinin gözlerimi yaşarttığı şehirler vardır. St. Petersburg işte böyle bir şehirdir benim
için. Tüm varlığımı harekete geçiren şehirler vardır, kanımın daha hızlı akmasına sebep olan ve
gördüğüm her şeyi bulanıklaştıran. İşte New York, böyle bir şehirdir.
Parçaları birbirine nehirlerle tutturulmuş şehirler vardır. Nehri ortadan kaldırdığında şehir
kocaman, şekilsiz bir lekeye dönüşüverir. İşte Belgrad, böyle bir şehirdir. Denizin ve kıyısının
armağan ettiği bir güzelliğe sahip şehirler vardır. Denizi ve kıyısını ortadan kaldırdığında geriye
kalan tek şey dev bir çölden başkası değildir. İşte Los Angeles, böyle bir şehirdir. Melankoli ve
hayata karşı dik duruş gibi zıt şeyleri özellikle bir araya getiren şehirler vardır. İşte Berlin böyle bir
şehirdir. Dünyanın en güzel şehirleri listesine girebilmek için makyajdan fazlasına ihtiyacı olmayan
şehirler vardır. İşte Budapeşte böyle bir şehirdir.
Bir şehrin güzelliği görecelidir. Herkes başka görür şehirleri ve güzelliklerini. Bu yüzden ne kadar
göz olursa ona dikkatlice bakan, etraftaki güzelliklerin sayısı da artar bir o kadar.
Gerçek Güzelliğin Tadı
Bir çocuğa ne güzel görünür? Kendi çocukluğuma dair pek bir şey hatrlamıyorum fakat size, aklımı
başımdan alan şeylerin net bir listesini yapabilirim.
Çocuk yuvasında gönüllü olarak çalışan ve üniversitede edebiyat okuyan Tinka Halacığımın
mütevazi ıvır zıvır koleksiyonundan çıkarıp bana verdiği, parıltılı buzlu camdan yapılmış bir çiçek
sepetinin, çocuk avcu büyüklüğündeki karton resmi, gerçek güzelliğin ilk görüntüsü olarak hafızama
kazınmıştır. Sepetteki çiçeklerin yapraklarına, sepetin kıvrımlarına gözlerimi dikip büyülenmişçesine
saatlerce baktığımı ve en ufak ayrıntının bile sonuna kadar tadını çıkarışımı nasıl unutabilirim ki!
Yaklaşık 4 saat o şekilde kalmıştım herhalde.
O zamanlar oyuncakların pek bol olduğu söylenemezdi. Savaştan önce ya da benden birkaç yıl önce
doğan çocuklar o korkunç yokluktan çekmemişlerdi. Benim ilk oyuncak bebeğim biraz geç geldi.
Belki de bu yüzden Viktorya dönemi motifleriyle süslenmiş incecik, çürük kartonun üzerindeki çiçek
sepeti beni bu denli büyülemişti ve bende çok daha güzel dünyaların var olduğu duygusunu
uyandırmıştı.
Yılbaşı ağacımız için, sert, uzun ve ince, yenilmeyen şekerlerden kullanırdık. Şekerlerin iki kat
ambalajı vardı. İlk kat beyaz kâğıttan yapılmıştı ve kıvrık uçları dışarıya pırtlamış minik kuyrukçuklar
gibi dururdu. En dışta olan diğer kat ise folyodan yapılmıştı. Yılbaşı tatilinden sonra folyoları
çıkarıp, parmak uçlarımızla dümdüz olana kadar ütülerdik. İnce, parlak ve rengârenk -genellikle altın
sarısı- folyolar bizim için gerçek birer hâzineydi. Arkadaşlar arasında birbirimizin folyo
koleksiyonlarını inceler, değiş tokuş yapardık. Çabuk bana hâzineni göster! Folyoların takası
anlatılamaz derecede heyecanlı bir işti. Oyuncaklardan mahrum bırakılmış bir çocuklukta, bir deste
folyoya sahip olmak, avuç dolusu kayan yıldıza sahip olmak gibi bir şeydi.
Yedi yaşıma basmadan hemen önce, nefesimi kestiğini hatırladığım bir nesne vardı. Büyükannemin
renkli iplerle üzerine nakış yaptığı yastıktı bu nesne. Bazıları yeşil yaprakların arasında kalmış,
yastığın üzerinden sarkan kocaman çilekler vardı. Hipnotize olmuş gibi izlerdim yastığı, ipten
yaprakları bir kenara çeker, çileklerin dokusunu hissederdim. Ben o zamanlar küçücüktüm, yastık ise
büyük. Şimdi, o yastığın nereye gittiğine dair en ufak bir fikrim bile yok. Belki de bir yere
gitmemiştir, belki hâlâ orada, büyükannemin yatağının üstünde duruyordur. Kim bilir, uzun zamandır
dikkat etmiyorum ki yastığın varlığına...
Bir de bir cam küre vardı. İçindeki minyatür şehir, camın içinde tatlı bir uykuya dalmış gibi
görünürdü. Küreyi salladığında kar tanecikleri uçuşurdu şehrin üzerinde. Uzun bir süre boyunca, cam
küre nefes kesen gerçek güzelliğin öznesi olmuştur benim için.
Taptığım bu güzellik putları -çiçek sepetinin resmi, ipten yapılmış çilekler, folyo desteleri ve cam
küre- çocukluğumun
en değerli hâzineleridir. Nesneleri birer birer hatırlıyorum fakat bende bıraktıkları o büyülenmişlik
duygusu hâlâ, bir karga yuvasının içindekiler kadar gizemlidir benim için.
Amsterdam havaalanına geceleyin iniş yapan bir yolcu, uçak camından karanlığın içindeki altın
kareleri görebilir. Hollanda altın fayanslarla döşenmiş gibidir. Bu altın kareler birer seradır.
HollandalIlar uyurken, çiçekler yapay gün ışığına kanıp tomurcuklarını açar ve gün boyunca
yolcumuz, mor, kırmızı, sarı ve mavi çiçek tarlalarını izleyebilir.
Hollanda'nın gece altın sarısı, gündüz rengârenk olan kare çiçek tarlaları, bana hep folyo
destelerimi, çocukluğumun cazibesini hatırlatır.
Peki Nerede Yaşar Yetişkinler?
Amsterdam'a ilk gittiğimde, (dünyanın bazı şehirlerine çok daha önceden gitmiştim,) gözlerim
kamaşmış, nefesim kesilmişti. Güzel bir şehri daha önce hiç görmemiş hissine kapıldım bir an için.
Daha önce görmemiş diyorum, çünkü, insanların güzel olarak tanımladığı pek çok şehirde bulundum.
Venedik, St Petersburg, Paris, Floransa, Verona, Dubrovnik, New York, San Fransisco, Chicago...
Fakat, Amsterdam beni adeta koşulsuz bir mutluluğun içine sürükledi. Amsterdam'ın bende
uyandırdığı büyülenmişlik duygusunun; cam küreye ve büyükannemin yastığına saatlerce
kıpırdamadan bakarken hissettiğim duygudan hiçbir farkı yoktu.
Bir seferinde, bir Amsterdam parkında, bir banka oturmuştum. Yanımda, pis bir bez torbadan
çıkardığı ekmek kabuğu parçacıklarını hayali ördeklere atan, perjmürde ve yaşlı bir adam oturuyordu.
"Amsterdam'da mı yaşıyorsun?" diye mırıldandı yaşlı adam.
"Evet, burada yaşıyorum," dedim.
"Yetişkinler Amsterdam'da yaşamaz..."
"Peki nerede yaşar yetişkinler?" diye sordum.
"Başka bir yerde..." diye mırıldandı bana soğuk bir bakış atarken. "Rotterdam'da..." diye ekledi ve
pis pis sırıttı.
Bir çocuğun güzellik algısına dair, çok da sağlam olmayan anılarımın mı yoksa parktaki yaşlı
adamla olan tesadüfi minik sohbetimin mi şehir ya da benim hakkımda daha fazla şey söylediğini
merak ettim o an.
Vücut ve Mekân
İnsan vücudunun çevresiyle özdeşleşme biçimi beni her zaman çok etkilemiştir. Caddeler sanki
yalnızca kendilerine aitmiş gibi yürüyen insanlar vardır. Bu insanlar doğal fatihlerdir. Etraflarına
yaydıkları, içten gelen o ikna güçleriyle, diğer insanları kendilerine yol vermek zorunda bırakırlar.
Bu insanlar, metroda ya da tramvayda sanki kendi mallarıymış gibi oturuverirler koltuklara. Ve bunun
verdiği özgürlükçü rahatlıktan hoşlanırlar; yavaş yavaş sandviçlerini yemekten, telefonda yüksek
sesle lak lak etmekten, burunlarını umursamaz bir şekilde gürültüyle çekmekten ya da karşıdaki boş
koltuğa ayaklarını uzatıp şöyle bir gerinmekten... Kocaman sırt çantalarıyla etraflarındaki bütün boş
alanı işgâl eden gençler vardır. Ölümcül çantalarıyla önlerine çıkan her şeye küt diye çarparak
yerlerine kurulur, sonra da hiçbir şey olmamış gibi sakin sakin yarım litrelik su şişelerinden yudum
yudum su içerler. Cüsseli kadınların ise kamusal alanla oldukça kırılgan bir ilişkisi vardır. Bu
kadınların içinde daima bir suçluluk duygusu barınır, çünkü çok fazla yer kapladıklarını düşünmeden
duramazlar. Zayıf ve kısa boylu insanlarda ise fiziksel olarak onlara asla yeterli olmayan halk
haritasının üzerine kendilerini kazıma duygusu vardır.
Mekânsal bakımdan, Amsterdam sıradışı bir yerdir. Daha önce birkaç kez duyduğum,
Amsterdam'ın insana orantılı olarak kurulmuş bir şehir olduğu pek doğru değildir, ama tamamen
yanlış olduğu da söylenemez. Bu tamamen insana ve oranlara dayanır. Mesela ben, sık sık
kaybolurum Amsterdam'da, ki bu başka şehirlerde hiç başıma gelmez. Küçük bir şehir olan
Amsterdam'da yolumu sık sık karıştırır ve kaybederim. Bu da insanın bir bardak suda
boğulabileceğinin bir kanıtıdır bence.
Şehir yapısal olarak bir düşe benzer, merkezi ise çok sık örülmüş bir örümcek ağını andırır insana.
Çok sayıda Amsterdam haritam ve bir adet pusulam var. Fakat haritalar bugüne kadar nerede
olduğumu anlamama hiç yardımcı olmadı. Tamamen kullanışsızlar. Haritalar ve pusulalar bir
hayalperestin rotasını bulmasına yardım eden araçlardan değildir.
Belki de Amsterdam, sis üzerine çöktüğünde kendisi gibi olur en çok. Ve sisle beraber
sokaklardaki yayaların da haritaya ihtiyacı kalmaz. Apartman önlerinde mayışık mayışık sürünen,
pencerelerin önüne kurulmuş yeşil-gri gözleriyle gelen geçeni izleyen, barların devamlı
müşterilerinin ayakları arasında sinsice dolaşan, Amsterdam'ın onlarca kedisi tarafında örülmüş örgü
parçası gibi gözükür sis yayalara. Hava sisliyken, şehir bu kedilere, sessiz ev sahibelerine esir
düşmüş izlenimi uyandırır insanda. Sis şehre bir kedinin patilerini yaladığı şekilde değdiğinde,
Amsterdam hayalperestlerin şehri oluverir. Hayalperest yürürken hayallerinin rotasını takip eder ve
şehir ona bir yardım eli uzatır yolunu bulması için.
Mekâna dair bu kafa karışıklıkları muhtemelen, HollandalIların küçük bir ülkede yaşıyorlar,
kanısından kaynaklanıyor."Biz küçük bir ülkeyiz," cümlesi, yabancıların sık sık duyduğu
cümlelerdendir. Hollanda'dan daha küçük ülkeler de var, fakat, o ülkelerin vatandaşlarında,
HollandalIlarda olduğu kadar, küçük bir ülkede yaşadıkları duygusu yoğun değildir. "Biz küçük bir
ülkeyiz," cümlesi, pek çok şeyin bahanesi olma görevini üstlenmiştir. Eğer markette yumurta alırken,
yumurtaların biraz küçük gözüktüğünü söylerseniz, pekâla cevabınızı alırsınız...
"Biliyorsunuz, biz küçük bir ülkede yaşıyoruz..."
Çev. Aybegüm Konuk
Sesler
Dzevad Karahasan
Modern mobilyalar bir yerden bir yere hareket etmeye o kadar elverişlidir ki, biri rahatlıkla bu
mobilyaların taşınma amacıyla tasarlandığını düşünebilir. Bağlayıcılar ve vidalarla birbirine
tutturulmuş parçalardan oluşur, çaba harcanmadan parçalarına ayrılır, paketlere kaldırılır, başka bir
yere taşınır ve hiçbir şey olmamış gibi yeniden kurulur. Bu sökme ve birleştirme işlemi çok basittir,
sürekli olarak devam eden ve saf mekanik ihtiyaç gerektiren yöntemlerden oluşur, bu da aptal teknik
karmaşayla yüklenmiş insanı başarılı bir şekilde avutmaya yeter. Birinin yükünü modern mobilyaları
söküp yemden birleştirerek yok etmek imkânsızdır: Hepsi iki el, bir tornavida ve dikkat edecek bir
kafa gerektirir. Bu kafanın düşünmeye ihtiyacı yoktur; aslında mobilya sökülürken ya da takılırken
düşünmese daha iyidir, çünkü bu işlem bir yağmur damlasının toprağa doğru yola çıkıp düşmek
zorunda oluşu gibi bir kuralı takip eder. İşlem otomatik olarak ilerler, kişi kendini gururla işi yapan
olarak düşünse de vidayı gören gözden, tornavidayı tutan elden başka bir şey değildir. Bu yüzden
modern mobilya kendini aptal teknik karmaşalar yükleyebilen aptallar için çok yararlıdır. Hatta belki
de hayat kurtarıcıdır.
Modern mobilyaların bir diğer avantajı, üreticilerinin deyimiyle uyumluluktur; modern mobilyalar
aynı şekilde kurulur, aynı şekilde kullanılır ve modern dünyanın herhangi bir kasa-
"Şehriyar'ın Yüzüğü"nden alınmıştır.
basında ya da dairesinde tam anlamıyla her yerde aynı görünür. Eğer ortada bir daire yoksa
herhangi bir caddede ya da bir meydanda bu aynılık devam eder. Modern mobilya mükemmel bir
genellik yaratır, nerede durursa dursun hiçbir fark göstermez. Dahası modern mobilyaların
uyumluluğu, her bütünün bir parçasının herhangi bir bütünün herhangi bir parçasına mükemmel bir
biçimde uyduğu anlamına gelir. Benim masam, Çin'deki herhangi bir dairedeki sandalye,
Amerika'daki herhangi bir evden bir dolap ve Avustralya'daki herhangi bir daireden tabure aynı
yerde toplandığında, görünümü ve fonksiyonlarıyla daha öncesinde sahip olduğum evdeki düzenin
tıpatıp benzerini oluşturur. Bu da demek oluyor ki bahsettiğimiz bütün taşınmaya çok elverişlidir.
Modern mobilyaların bir diğer önemli özelliği sözde kolay bakımıdır. Burada bakımdan kasıt
parlaklığı orta çıkarmak, tozu ve insana dair bütün izleri yok etmektir. Bu mobilyalar bir ayna yüzeyi
ya da donmuş bir su birikintisi gibi birbirinden farksız ışıldamalıymış gibi görünmektedir. Toz ya da
insan dokunuşuyla oluşan bir iz bu mobilyaların üzerinde kirli duracaktır ya da daha açık konuşmak
gerekirse suni duracaktır çünkü onlar geçmişin işaretleridir. Sürecin kanıtları ya da en azından
sürecin ihtimalini ortaya çıkaran bu izler modern mobilyaların doğasına aykırıdır ki bu doğa sadece
birbirinin aynı eş zamanları yansıttığı sürece vardır. Bu mobilyalar üzerinde geçmişin herhangi bir izi
kir olarak görünür çünkü bu mobilyaların doğasına aykırıdır.
Bu, modern mobilyaların üretiminde kullanılan malzemelerle doğrudan arttırılmıştır. Kullanılan
malzemeler değiştirilemez olduklarından farksız anlar yaratarak hatıraları dışarıda tutarlar. Bunlar
cam, cilalı metaller ve suntadır. Cam ve cilalı metal üzerine konuşmaya gerek yok: Onların
değişmezliği, yapılarının en belirleyici özelliği üzerlerinde hiçbir zaman küf barınamamasıdır. Diğer
yandan sunta hakkında, modern çağın bir icadı ve neredeyse mükemmel bir ifadesi oluşu üzerine bir
şeyler söylemek gerekir. Aslında suntanın temel özelliklerini anlayan herkes modern malzemelerin
temel özelliklerini ve hatta modern çağın kendisini de anlayabilir.
Sunta, tahta parçaları ve bir bağlayıcı karışımının sıkılması ve bastırılmasıyla oluşturulan bir
paneldir. Tahta ezilir ve tahta parçaları her yerde aynı gözüksün ve aynı işlevi görsün diye işlenir;
ağacın gövdesi, kökü, ince dalları ya da ağacın ortası. Hiçbir farklılık olmaz çünkü bütün özellikler
bire dönüştürülür; her şey sırf parçacıklara ayrılır. Eğer parçalar mobilya üretiminde kullanılacaksa,
daha sonra cilalanır. Bu ona bir tek özellik kazandırır, farksız bir şekilde parlamak, şimdiki zamanda
olmak.
Üreticilerine göre modern mobilyaların özellikleri pratikliği, hareketliliği, uyumluluğu ve kolay
bakımıdır. Buradalarmış gibi belirli biçimlere somutlaştırıldığında, bu özellikler başka kelimelerin
kullanımına izin verir hatta bunu gerektirir. Bütün bunlar içerisinde pratikliğin anlamı, mobilya
nerede durursa dursun hiçbir farklılık göstermeyeceğidir çünkü işaretleyebileceği bir yer yoktur.
Pratikliğin anlamı, benim dairem ile başka bir daire arasında hiçbir fark olmamasıdır. Bu adsızlık ve
her türlü kişisel özellikten uzak olma durumu bir avukatın ofisi, bir doktorun ofisi ya da benim dairem
hepsi aynı demektir. Belli bir derecede farklılıklar görülse de aslında çeşit olarak hiçbir fark yoktur.
Bu günlerde bir birey ve mobilyası arasında bir temas yok çünkü herhangi bir dokunuşun izi kir
olarak görülüyor ve bu da ikisi arasında hiçbir bağ ve akrabalık şekillendirilemeyeceği gerçeğine
dönüşüyor.
Hareketliliğin anlamı, mobilyamın benim evimi yaratmak, varlığımla bir yeri işaretlemek ve
hayallerimi şekillendirmekten çok sadece hareket etmek, taşınmak için tasarlanmış olmasıdır. Aslında
bu mobilyalar özellikle, belki de yalnızca taşınmak için tasarlanmıştır. Onun farksızlığı anlık bir
boşluğu sınırlar ya da doldurur, orada ne kadar uzun süre yaşadığım fark etmez. Aslında her gün
modern mobilyalarla döşenmiş dairemde hareket halindeyim, orada doğup büyümüş olsam da...
Bu geçiciliği profesyonel metafizikçilerin düşünceleriyle bağdaştırmak biraz yanlış olur. Onlara
göre, bizler geçici varlıklar olduğumuz için dünyadaki yerimiz de geçicidir. Bu iki geçicilik
arasındaki fark, birincinin geçici varlıkların bir geçmişe sahip olmasına olanak sağlamasıdır.
Metafizikçilerin bahsettiği bu geçicilikte bir geçmişe, şimdiki zamana ve olası bir geleceğe sahip
oluyorum. Bu benim sonsuzluk üzerine düşünmeme ve derinliğini anlamama olanak sağlar. Bunun
aksine bahsedilen ikinci geçicilik, diğer bir deyişle anlık olma hali, böyle bir şeye olanak tanımaz.
Anlık, şu an ve bütün zamanlar arasındaki farkı ortadan kaldırarak beni korkunç bir sonsuzluğa sokar.
Geçiş zamanlarını erteleyerek, algımı ve üzerine düşünerek tasarlamama olanak sağlayan zamanı
ortadan kaldırır. Anlık içerisinde bütün zamanlar şimdiki zamandır. An oradadır ve sonsuzluğun
dokunuşu ya da rastlantı. Modern mobilyaların hareketliliği doldurdukları boşluğa geçer. Yani benim
dünyevi meskenim hareket eden bir yere dönüşür ve bu yerin en önemli özelliği hareket halinde
oluşudur.
Uyumluluğun anlamı adsızlık, kişiliksizlik ve en yüksek seviyedeki genelliğin en altında oluşudur.
Benim mobilyamın uyumluluğu demek, yaşam alanımdan bağımsız olarak benim dairem hiçbir zaman
kişisel, bana özel bir şeye sahip olamayacak oluşudur. Çünkü yaratılan bu yer ve özellikleri
sınırlandırılmış, maddeleştirilmiş, basitçe söylemek gerekirse içine bireysel hiçbir şey dâhil
edilemeyecek duruma getirilmiştir. Çok uyumluluk hiçbir şeyle uyum sağlayamamak, ayrı bir varlık
olmaktır. Örneğin, çok uyumlu bir insanı, hoşgörülü ve herkes tarafından sevilen, gerçekten tanıdığı
herkes tarafından sevilen birini düşünelim. Bu kişiyi kendiyle evlenerek en mutlu olan ya da
şımartmak için başkasıyla evlenen biri dışında nasıl tarif edebiliriz? Eğer bir yüzün varsa, o yüzde
hoşlanılmayacak bir şey bulan biri mutlaka bulunur, eğer öyle biri yoksa gerçekten bir yüzün yok
demektir ve seni öpen kişi biçimlenmemiş bir bebek poposu gibidir Çünkü bebek poposu bütün
bebeklerde aynıdır.
Modern mobilyaların kolay bakımı hikâyesi kullanılan malzemelerle olanaklıdır. Bu malzemeler
kokuyu hapseder, hiçbir dokunuştan zarar görmez, leke tutmaz ve hatırlamaz. Bu malzemeler mutlak
bir şimdi içindedir. Modern mobilyalar ilk darbeye kadar yenidir, onlara sahip olduğunda ilk darbe
önce bozulmaya sonra da çöpe dönüşür. Tamir ve eskime diye bir şey yoktur.
Fizyonomisi, kimliği ve ahlaki değerleri olan bir insan, aynı amaca hizmet eden diğer dairelerle
aynı mobilyalardan oluşan bir dairede nasıl yaşayabilir? Çok uyumlu daireler çok uyumlu
mobilyalarla doludur. Bunun içinde biz ne olabiliriz? Sadece çok uyumlu insanlar, bireyler, sabit ve
bebek popoları gibi. Tahta parçaları. Tanıma gerisinde ezilmiş, bir önce insanlığın en küçük
parçaları. Kavak ve meşe, kütük ve ince dallar; tahta parçaları seviyesinde her şey asimile olur.
Sonra hepsini karıştırıp bastırır ve suntayı elde edersin ya da modern dünyayı.
Modern mobilya budur: Sana konfor sunar, ekonomik analizler üzerine çalışma olanağı sağlar,
ekolojik çalışmalar yapmaya teşvik eder; sana bir yuva ve insan gibi yaşayabileceğin bir ev yaratmak
dışında her şeyi yapar.
Çev. Gizem Kayan
Kahhh... Kaaa... Haaa...
Ece Erdoğuş
Sen... Sen bir korkaksın... Tek bir adımınla dahi, ürkek hislerini etrafa saçmaya başlayan birisin.
Kendinden nefret ediyorsun. Senden nefret ediyorlar. İkisi aynı sebepten değil. Senin nefretinle,
onların sana duydukları hiç 'bir' değil. Bir olamaz... Çünkü siz, bozuk dölden iki başlı üremiş garip
bir yaratığın gözleriyle iğrenip kaçınarak birbirinize bakıyorsunuz. Dahası, sizin hakkınızda mitolojik
bir saptama da yapılamaz. Sonradan olmaz bir kandan, candan, etten büyüdünüz. Siz düşmansınız!
Bir labirenttesin. Labirent, İstanbul kadar... Şehir vızır vızır kulaklarından içeri dalıyor.
Arabalar... Korna sesleri... Ağır ve siyah dumanlar... Gökyüzünü boğan vapur düdükleri... O
vapurların is lekeli bacaları... Her yanı kasıp kavuran bir yangının nişaneleri gibi, hepsi damarlarında
dolanıyor. Boğazın iki ucu hepten ayrılsın istiyorsun. Dünya işte tam da buradan koca bir şeftali gibi
ikiye yarılsın.
Gördüğün her şey acıtıyor seni. Her şey gözlerinden fütursuzca daldıktan sonra incecik ipliğin,
iğnenin deliğinden usulca geçişi gibi içinde ilerliyor. Ne kadar da isterdin hiçbir şey düşünemez
olmayı! Yürürken gördüğün ve durmadan yenilenen milyonlarca şey kuşatmışken seni, kendini o
milyonlarca şeyin ortasında hep bir hayalet gibi hissediyorsun. Neyse ki orada olmaya ve orada
kalmaya mecbur değilsin. Kaçabilirsin... Hem de hiç durmadan. Kaçıp duruyorsun zaten.
Boş sokakları tercih ediyorsun çoklukla, biriyle konuşman gerekirse erkekleri. Çünkü -sebebini
belli belirsiz biliyorsun, evet- kadınlardan korkuyorsun. Kadınlardan. Yuvarlakça törpülenmiş
tırnaklarına sedefli oje sürmüş kırklı yaşlarında olanlardan, onların kâküllerinden ve meçlerinden
hep korkuyorsun. İnce dudaklara çekilmiş kırmızı renkte kalemlerden, genç olanlardan ve salma
salma yürüyen fönlülerden, onların milyon tane renge bürünmüş allı pullu dar bluzlarından,
pudralarından, biçilmiş kaşlarından... İmkân olsa, gri asfaltta bir delik açılsa, alaşımın eriyişi gibi
ben de erisem yerin milyon kat dibine, diye düşünüp duruyorsun. Bu yüzden kafan hep vitrinlere
dönük. Vitrinlerde cansız mankenler. Ama bazen satıcılar oluyor, onlardan da çekiniyorsun. Çünkü
kimi zaman seni içeri buyur ediyorlar ellerini önlerinde kavuşturup. Allah'ım onlardan niye nefret
ediyorsun? Yahut niçin için kaldırmıyor diyelim? Sana bir şey yapmadılar, adını dahi bilmiyorlar,
gözlerinin içine bakmıyorlar, dahası umurlarında bile değilsin. Koca caddeye yüzer metre arayla
dikilmiş fidanları ve yanı başlarındaki çöp tenekelerini bile sana oranla çok umursuyorlar.
Tam karşından sana doğru gelen ve uzadıkça daralıyormuş gibi görünen karınca sürüsü kaplı yolun
karo taşındaki iri kusmuk izine gözün takılmış yürürken. Derken başını hafifçe havalandırışınla iki
polis görüyorsun. Televizyonda kol kırarken gördüğün polisler ve o çocuk geliyor akima. Kolunda
bir acı... Birileri dirseğinin hemen aşağısına, kemiğinin içine boylu boyunca bir delik açıyor sanki;
tam iliğinin olduğu yere bir copun kalıbını kazıyor. Polisler yaklaşıyor. Gözlerinin içine bakmak
geliyor içinden, dik dik. Bir kere olsun gözünü kırpmadan... Yanı başından geçmelerinden sonra,
birkaç saniye durup arkalarından şöylece bir süzmek, dönüp bakarlarsa coplarını aşağılayarak yine
dik dik, bakmak... Yanı başından geçiyor polisler, lacivert kıyafetlerine tutturdukları uzun ve kaim en
güvendikleri organları bellerine takılı, geçiyorlar. Gözlerini yerdeki kusmuk lekesinden
ayıramıyorsun.
Bazen bir türlü engelleyemediğin ve gerçekleşmelerinden korktuğun düşünceler doluveriyor akima.
Delireceğinden korkuyorsun ama en çok, hem de deliresiye bir korku. Öyle ki hem sana sığmıyor, hem
de nereye koyacağını şavullayamıyorsun. Mesela, hem de az önce berikinin tabancasına sinsice elini
uzatmak geçti içinden, sonra onun ne yapacağını düşündün, heyecanlanıverdin. Bir de yapsan neler
oluverirdi, bilemedin. Bunu aklında birkaç kez tekrarlasaydın yapardın, biliyorsun, buna eminsin,
ürktün. Kusmuk lekesinin hangi abartıyla yere taştığını düşündün. Renginden belli değildi, izlerin
çoğu kazınmıştı, gri asfalta kuruyarak epeyce karışmıştı. Bunları inceledin.
Sonra adımlarını arka arkaya dizmeye devam ettin. Bir yere varmaya çalışmadan, bir yere
varmaktan kaçınarak, sadece yürüdün. Yanı başından akıp giden filmi birkaç kare daha ilerlettin.
İnsanların, senin dışındaki yüzlerce, hatta binlerce insanın sakinliğine hayret ettin. Ellerindeki
poşetlere, sırt çantalarına, kemirdikleri simitlerle sandviçlere, ama en çok gülümseyişlerine,
nedendir bilinmez içerledin.
Sonra şehrin, ayaklarından ağzına doğru yürüdüğünü fark ettin. Hem de tam yeni bir adımınla
kaldırımı ezmişken gırtlağından yukarı, hani o karınca sürüsünün ilerleyişi gibi kımıl kımıl bir
hareketle. Ansızın diline vardı şehir. Ne yapacağını bilemedin. Bir çöp kutusu aradın can havliyle.
Hani o büyük caddede ardı ardına dizilmiş olanlardan birinin demirini tuttu elin. Daha fazla
dayanamayacaktın. Her yer kupkuru bir tarlaya dönüşsün istedin. Koca bir öğürtüyle, içinde ne varsa
çıkarıverdin ağzından, başını eğdirdiğin yuvarlağa döktün. "Ben de oraya sığar mıyım?" diye
düşündün. Yanı başından geçenler sana bakıyordu çünkü. Kimi de bakmamaya çalışıyordu. Nedendir
bilinmez görmezden gelenlere o çöpü göstermek istedin.
İstemsizce harfler dökülmeye başladı ağzından bir bir. Harfler bir bir kelimelere tutundu sonra.
Anlamlı anlamsız cümleler oluştu o kelimelerden. Duydun da aldırmadın. Sen nasıl ki bir hayaletsen,
sözlerini de duyulmaz sandın. Küçük bir çember açıldı çevrende. Kalabalık, kaçışan küçük kuşlar
gibi etrafa saçıldı. Sonra ağzını silip yoluna devam ettin. Seninkine yol da denemezdi ya... Boncuk
dizer gibi adım dizmekti seninki, kaldırım eskitmek. Toplu bir aşındırmaya katkıdan başka şey değildi
yaptığın.
Her ne kadar istemesen de kulağından içeri onlarca ses dolup taşıyordu yine. Laflar, şarkılar,
satıcıların bağırtısı, çok uzakta bir helikopterin taramalı tüfek gibi sesi, ona bakanların soru soran
cümleleri... Gözlerini kapayınca nasıl kararıyorsa her yer, kulaklarını susturmanın da bir yolu olsa
diye düşündün. Çünkü avuçlarınla kapamak yetmiyordu bu işe. Üstelik o boktan kakofoni durulacağı
yerde paslı bir uğultuya dönüşüyordu. Bunu bir kez daha düşünmemeye karar verdin. Çünkü birkaç
kez daha düşünseydin akimdan çıkmazdı artık hiç, en kuru sessizlik dahi dindiremezdi içindeki
gürültüyü, bunu biliyordun, emindin.
Bir kız geçti yanından. Etine dolgun bir at gibi. İçine sığmaya çalıştığı sarı tişörtlüyle, esmer, benli
bir kız. O boktan güneş gözlüklerinden takmış; metal çerçeveli, geniş ve renkli camlı olanlardan.
Zaten gözlerini görmek umurunda değildi. Akima kendi güneş gözlüklerini getirdi. Çıkarıp taktın.
Kara kara iki kör göz kondu önüne, yüzünün bir kısmı silindi. Şimdi gözsüz daha rahattın. Sen
bakmasan da sana bakıyorlardı çünkü bunu biliyordun. Özellikle o kız gibi, atımsı sarı tişörtlü
gibiler, çoklukla daha çirkinleri, ellerini ağızlarına götürüp kıkırdayan cinsten olanlar. Boyun uzundu.
Evet, belki de bunun en önemli sebebi buydu. Ne aptaldı şu kızlar. Ah ne aptallardı ve rahat rahat,
kıkırdamadan gülmeyi bile bilmiyorlardı. Peki, sen rahat rahat kahkahalarını, nefeslerinle saça saça
kaygısız gülebiliyor muydun? İçinden akıp hiçbir takıntıya uğramadan uçu-verebiliyor muydu gülen
hislerin? Hecelerle... Kahhh... Kaaa... Haaa...
Dile Bu Japon Balığından Ne Dilersen
Etgar Keret
Yonathan'ın belgesel için harika bir fikri vardı. Kapıları çalacaktı. Tek başına. Kamera ekibi yok,
gereksiz insanlar yok, saçmalıklar yok. Kapıları çalacaktı ve tek başına, elinde kamerasıyla insanlara
soracaktı, "Eğer konuşan bir japon balığından 3 dilek hakkınız olsaydı, ne dilerdiniz?"
Ev sakinleri soruya cevap verecekti ve Yoni cevapları düzenleyip, içlerinden şaşırtıcı olanları
seçerek klipler oluşturacaktı. Cevaplar kısmına geçmeden hemen önce, kapının önünde sabit duran
katılımcının bir görüntüsü olacaktı. Yoni bu görüntünün üstüne katılımcının adını, ailevi durumunu,
aylık gelirini ve belki de son seçimlerde hangi partiye oy verdiğini ekleyecekti. Böylece, insanların
tuttuğu dileklerle de beraber, düşlerimiz ve içinde yaşadığımız pek de ümit verici olmayan
gerçeklikler arasındaki o büyük uçurumu gösteren, kanıt niteliğinde bir röportaj hazırlamış olacaktı.
Bu fikrin dâhice olduğuna emindi Yoni. Eğer dâhice değildiyse bile, kesinlikle çok masrafsız bir
fikirdi. İhtiyacı olan tek şey çalabileceği bir kapı ve kapının diğer tarafında atan bir kalpti. Yeterli
uzunluğa ulaştığında da, belgeseli Channel 8'e ya da Discovery'ye satabileceğinden hiç ama hiç
şüphesi yoktu. Bir film ya da skeçler demeti olarak, sinemasal yanları olacaktı belgeselin, her biri
kapının girişinde duran bedenler ve ardından gelen her biri garip, üç ölümcül dilek.
Daha da iyisi, nakit para da kazandırabilirdi kendisine bu fikir. Belgeseli bir bankaya ya da bir cep
telefonu şirketine satabilirdi. Şöyle de bir slogan iyi giderdi, "Farklı hayaller, farklı dilekler, tek bir
banka" ya da, "Hayallerinizi gerçeğe dönüştüren banka".
(...)
Hazırlık ve plan yapmadan olabildiğince doğal bir şekilde, Yoni kamerasını alarak kapıları çalmak
için dışarıya çıktı. Gittiği ilk mahallede, kibar ev sahibi, genel olarak çok klişe şeyler diledi. Sağlık,
para, daha büyük bir ev. Ya birkaç yıl geriye gitmeyi istedi, ya da biraz kilo verebilmeyi. Fakat ciddi
hakikatlerin de bahsinin geçtiği, etkileyici dakikalar da yaşanmadı değil. Bir çocuk isteyen, bitkin,
buruşuk, yaşlı bir kadın vardı. Soykırımdan kurtulmuş, kolunda bir numara olan, yaşlı bir adam da
vardı. Fısıldarcasına, sanki dileğini söylemek için Yoni'nin gelmesini bekliyormuş gibi, sessiz ve
dalgın bir şekilde, bütün Nazilerin yaptıklarının karşılığı olarak bu dünyadan gitmelerinin mümkün
olup olmayacağını sordu, tabi böyle bir dilek japon balığı için sorun değilse. Sigarasını sanki orada
onu çeken bir kamera yokmuşçasına, umursamaz bir şekilde söndüren, kibirli, geniş omuzlu kadın
avcısı bir kız olmayı diledi. Parmağını kameraya doğrultarak, "Sadece bir gece için," diye ekledi.
Bütün bu dilekler Tel Aviv'in uyku mahmuru küçük banliyösündeki siyah bir apartmandan
geliyordu. Yonatan, gelişen şehirlerde, Batı Şeria'daki yerleşim alanlarında, Arap köylerinde, hurda
römorklarla dolu göçmen işleri merkezinde yaşayan ve çöl güneşinde kavrulmaya terk edilmiş bitkin
insanların neler diliyor olabileceğini hayal bile edemiyordu.
Yonatan projesinin tutması için her kapıyı çalması gerektiğini biliyordu, işsizinden aşırı zenginine,
aşın dincisinden Arap'ına, EtiyopyalIsından, bir zamanlar Amerika'da yaşayanına kadar gitmeliydi.
Bir çalışma programı hazırlamaya başladı gelecek günler için: Yaffo, Ashdod, Sderot, Taibe Köyü
ve El Halil. Hatta Hebron'a bile gidebilirdi. Eğer duvarı kimseye çaktırmadan geçerse, El Halil'e
gitmesi harika olurdu. Belki şehrin bir yerlerinde, etrafı çevrilmiş Arap bir adam, kapısının önünde
dikilip boş boş bakarak bir dakikalığına durup, başını sallar ve barışın o taraflara uğramasını dilerdi.
İşte bu, görmeye değer bir şey olurdu.
(...)
Sergei Goralick, yabancıların kapısını çalmasından pek hoşlanmaz. Üstüne üstlük kapıyı çalan
yabancı bir de soru soruyorsa tepesi iyice atar. Sergei küçükken, Rusya'da, kapıları sık sık KGB
tarafından çalınırdı. Babası Siyonist'ti ve bu durum KGB'nin canı sıkıldıkça kapılarında bitmesi için
bir davetti adeta.
Sergei İsrail'e gelip, Yaffo'ya yerleştiğinde ailesinin kafası bunu bir türlü almamıştı. Şöyle
demişlerdi: "Öyle bir yerde ne bulmayı bekliyorsun? Orada keşlerden, Araplardan ve emeklilerden
başka kimse yok." Fakat Araplar ve emeklilerle ilgili en harika şey, gelip Sergei'in kapısını
çalmamalarıydı. Böylece rahatça uykusunu alıp, gün ağarmadan uyanabiliyordu. Küçük teknesini alıp,
bıkana kadar balık tutuyordu denizde. Tek başına, huzur ve sessizlik içinde. Olması gerektiği gibiydi
her şey.
Ta ki kulağı küpeli, birazcık homoseksüel görünümlü bir çocuğun kapısını çaldığı güne kadar.
Kapısı ısrarlı bir şekilde tık tık çalıyordu. Tam da Sergei'in nefret ettiği şekilde. Ve çocuk,
televizyonda yayınlamak üzere bazı sorular sormak istiyordu ona.
Sergei, çok açık bir şekilde cevap vermek istemediğini söyledi. Çocuk hiç takmadı. Durumu
anlaşılır kılmak adına kamerayı ittirdi fakat küpeli çocuk bir hayli inatçıydı. Bir sürü şey söyledi
çocuk, fakat Sergei takip edemedi ne dediğini. Çünkü İbranicesi pek iyi değildi.
Çocuk konuşmasını yavaşlattı, ona güçlü ve hoş bir yüzünün olduğunu, tam olarak da bu yüzden
filminde yer almak zorunda olduğunu söyledi. Sergei de, daha anlaşılır olsun diye konuşmasını
yavaşlattı, ona siktir olup gitmesini söyledi. Fakat tam hayır derken ve bir yandan da kapıyı ittirirken,
çocuk işi iyice kaypaklığa vurup içeri giriverdi. İzin bile almadan kamerayla etrafı çekmeye
başlamıştı. Bir yandan da, kameranın arkasından Sergei'e yüzünün his dolu ve dokunaklı olduğunu
söylüyordu. Birden, çocuk Sergei'in mutfağında, kocaman cam kavanozun içinde çırpınan japon
balığını gördü.
Küpeli çocuk "Japon balığı, japon balığı," diye bağırmaya başladı. Çok heyecanlanmış
gözüküyordu. Çocuğun bu hali, kavanozdakinin sıradan bir japon balığı olduğunu ve kameraya
çekmeyi kesmesini söyleyen Sergei'i gerçekten germişti. Ağın kenarında çırpınırken bulduğu, sıradan
bir japon balığı olduğunu da ekledi. Fakat çocuk hâlâ umursamıyordu. Kameraya çekmeye devam
ediyordu ve konuşmak, bir balık ve sihirli dileklerle ilgili şeylerden bahsediyordu.
Sergei bu durumdan ve çocuğun kavanoza ulaşmak üzere olmasından hiç hoşlanmadı. İşte o anda,
çocuğun televizyon için değil, balık için geldiğini anladı. Amacı, balığı çalıp kaçmaktı. Sergei
bunları düşünürken, vücudunun harekete geçip ne yaptığının farkına vardı. Ocağın gaz memesini
çıkarıp çocuğun kafasına atmıştı anlaşılan. Çocuk kamerasıyla yere yığılmıştı. Kamera kapağı açık,
kırılmış bir şekilde çocuğun kafasının yanında öylece duruyordu. Yerler kan gölüne dönmüştü ve
Sergei gerçekten ne yapacağını bilmiyordu.
Aslında ne yapacağını biliyordu, fakat bildikleri de çok karışık şeyleri. Eğer çocuğu hastaneye
götürürse insanlar ne olduğunu soracaktı ve olaylar Sergei'in istemediği bir yönde gelişecekti.
"Zaten onu hastaneye götürmene gerek yok," dedi balık Rusça. "O çoktan öldü."
"Ölmüş olamaz," dedi Sergei inleyerek, "yavaşça atmıştım. Sadece bir gaz memesi, küçücük bir
şey. Hem o kadar sert bile değil." Dediği gibi olduğunu balığa göstermek için memeyi tık tık kendi
kafasına vurdu.
"Belki gerçekten değil fakat belli ki çocuğun kafasından daha sert," diye devam etti balık.
"Seni benden alıp götürmek istedi ama," dedi Sergei, sesi ağlamak üzereymiş gibi çıkıyordu.
"Saçmalık, televizyon için ufak ve önemsiz bir şey yapmak için buradaydı sadece."
"Fakat, dedi ki..."
"Tam olarak ne yapacağını söyledi?" diyerek Sergei'in lafını kesti balık. "Kabul et artık, İbranicen
berbat."
"Seninki daha mı iyi? Senin ki çok mu harika?"
"Tabii ki. Benim İbranicem süper ötesi" dedi balık ve sabırsızlıkla ekledi, "Ben sihirli bir balığım,
her konuya hâkimimdir."
Bu arada küpeli çocuğun kafasından yayılan kan gölü gittikçe büyüyordu. Sergei mutfak duvarına
karşı, ümitsizce, ayakları kan olmasın diye parmak uçlarında duruyordu.
"Sadece bir dilek hakkın kaldı," diye hatırlattı balık. Sanki Sergei öyle olduğunu bilmiyormuş ya
da ikisinden biri kaç dilek olduğunu unuturmuş gibi basit ve rahat bir şekilde söylemişti bunu.
"Hayır, hayır, hayır," diye kafasını sallıyordu Sergei. "Onu dilemek istemiyorum, istemiyorum.
Başka bir şey için saklıyordum son hakkımı."
"Ne için?" dedi balık.
Fakat Sergei cevap vermeyecekti.
(...)
İlk dilek hakkını kız kardeşinin kanser olduğunu öğrendiklerinde kullanmıştı Sergei. Akciğer
kanseriydi kızcağız, iyileşmeyecek bir türden. Kelimeler daha Sergei'in ağzından çıkarken dileği
yerine getirip, kızı iyileştirmişti japon balığı. İkinci dileğini bundan beş yıl önce, Sveta'nın oğlu için
kullanmıştı. Çocuk o zamanlar küçüktü, üç yaşındaydı. Fakat doktorlar çocuğun kafasının içinde bir
sorun olduğunu anlamışlardı. Çocuk büyüyecekti, fakat beyni hep üç yaşında kalacaktı.
Üçüncü dilek, olabildiğince akıllıca bir şey hakkındaydı. Sveta bütün gece yatakta Sergei'e
ağlamıştı. Güneş doğduğunda Sergei tek başına kumsalda yürüyerek eve gitti. Kapıyı kapar kapamaz,
balıktan çocuğu düzeltmesini istedi. Bu durumdan Sveta'ya asla bahsetmedi. Fakat birkaç ay sonra,
Faslı, parlak bir Honda'sı olan bir polis için Sergei'i terk etti. Kalbi, yaptığı masum iyiliğin Sveta
için değil, çocuk için olduğunu söyleyip duruyordu. Fakat mantığı bundan o kadar emin değildi. O
dilek hakkıyla yapabileceği şeyleri düşünüp kendi kendini yiyor ve çıldıracak gibi oluyordu. Üçüncü
dileğini ise henüz tutmamıştı.
"Onu kurtarabilirim, onu hayata geri döndürebilirim," dedi balık.
"Senden öyle bir şey isteyen olmadı."
"Her şeyi geriye alabilirim. Onu buraya gelmeden hemen öncesindeki ana geri getirebilirim.
Kapının çalmasından hemen öncesine. Onu tam oraya geri getirebilirim. Bunu yapabilirim. Senin
yapman gereken tek şey ise, bunu dilemek."
"Dilemek. Son dilek hakkımı kullanmak."
Balık suyun içinde kuyruğunu bir yukarı bir aşağı sallıyordu. Sergei balığın bunu çok
heyecanlandığında yaptığını biliyordu ve balığın her an özgürlüğüne kavuşabileceğini ona baktığında
görebiliyordu.
Son dileğini tuttuktan sonra başka bir seçeneği kalmayacaktı. Japon balığını özgür bırakmak
zorundaydı, sihirli japon balığını, arkadaşını...
"Aslında halledilebilir, iyi bir bezle kanı sileceğim ve yerler eskisinden bile iyi görünecek," dedi
Sergei.
Balığın kafası sabit dururken, kuyruğu yukarı, aşağı gidip geliyordu. Sergei derin bir nefes aldı.
Mutfağın ortasına doğru, kan gölünün dışına bir adım attı. "Balığa çıktığımda, hava karanlıkken ve
herkes uyuyorken, çocuğu büyük bir taşa bağlayıp denizin içine atacağım. Milyonlarca yıl bile geçse,
kimsenin onu orada bulma ihtimali yok," diye mırıldandı, yarı kendisiyle yan da balıkla konuşur gibi.
"Birini öldürdün Sergei," dedi japon balığı ve devam etti, "birini öldürdün ama sen bir katil
değilsin." Artık kuyruğunu sallamıyordu. "Eğer dilek hakkını böyle bir durumda kullanmayacaksan,
neye yarayacak dileğin söyle bana."
(...)
Yonatan, aradığı barış dileyen Arap'ı Beytüllahim'de buldu. Adı Münir'di ve yakışıklı bir adamdı.
Şişmandı ve kocaman, beyaz bir bıyığı vardı. Süper fotojenik. Söylediği şekilde gelişiyordu her şey.
Münir'in dileğini tutuş tarzı mükemmeldi. Görüntüleri kameraya çekerken, Yoni, bu adamın,
kesinlikle onun tanıtım yüzü olacağını biliyordu.
Ya Münir ya da o Rus olacaktı. Yoni'nin Yafa'da tanıştığı soluk dövmeli olan. Doğrudan kameraya
bakıp, eğer konuşan bir japon balığı bulursa tek bir şey bile dilemeyeceğini söyledi. Balığı büyük
cam bir kavanoza koyup, bir rafın üzerine yerleştirecek ve bütün gün onunla konuşacaktı. Ne hakkında
konuşacaklarının hiçbir önemi yoktu. Belki bazen spor, bazen politika hakkında, ya da bir japon
balığının ilgisini ne çekiyorsa ondan konuşurlardı. Her şeyden konuşabilirlerdi, yeter ki yalnız
kalmasın.
Çev. Aybegüm Konuk
1
"UykuŞehir"den(İletişim Yayınları, 2008)alınmıştır.
2
© Caterina Bonvicini 2010. Tüm hakları saklıdır. PNLA/Piergiorgio Ni-colazzini edebiyat ajansı
aracılığıyla yazarın izniyle yayınlanmıştır.
Londra'yı Yabancılara Satan Yabancılar1
Evald Flisar
Ertesi gün, "Bir yazar ve ressam Londra'nın sanat dolu semtlerinde, kültürel objelere ilgi duyan
turistlere rehberlik edecektir: ucuz, çarpıcı, eğlenceli ve unutulmaz bir deneyim" ilanlarını beş gazete
bayisine bıraktık. Tuhaf bir şekilde ilk gün yirmi kadar insan, Trafalgar Meydanı'ndaki Nelson
heykelinin altındaki buluşma noktasında toplanmıştı bile. Çoğunluğu Amerikalıydı. Emekli çiftler,
birkaç genç Japon turist ve Avrupa'nın çeşitli ülkelerinden gelmiş bir avuç hippi. Solouhin'in
rasputinvari görüntüsü o denli etkileyiciydi ki, turistler onun o gaddar aksanını bile affetmiş
görünüyorlardı. Özellikle de kendisini Sibirya'daki Sovyet çalışma kampından kaçmış ve özgür
dünyada yaşayan bir hayatı kazıyıp atmak gibi aptalca bir tutkuya köle olan -ki tüm bunlar o şahane
üçlemesi basılana ve kendi evi de Londra'nın en dikkat çeken hanelerinden biri haline gelene
kadardı- bir Rus yazarı olarak tanıttıktan sonra.
"Bana Dostoyevski diyebilirsiniz," dedi gelişi güzel bir şekilde topluluğa.
Bir dakika sonra da beni, Tito'nun Yugoslavya'dan sürdüğü bir ressam olarak tanıttı. Sürgüne
gönderilmiştim çünkü Tito'nun karısını resmi bir portrede olduğundan daha zayıf resmetmeyi
reddetmiştim. Bahsi geçen hanımefendinin kütlesini benden beklenen yirmi kilodan ziyade beş kilo
azaltarak hazırlandığım vatanseverliğin gayet alçakgönüllüce bir önlemini içtima etmiştim. Ondan
hoşlanmamın nedeni de buydu.
Özgürlüğün artık bu denli mutlak olduğu cesur dünyamızda, moda odaklı galeri sahipleri
yaratıcılığımı keşfettiği zaman gelecek ve akabinde beni dünyanın en son harikası konumuna
yükseltecek beş dakikalık şan şöhret için mücadele ederken, kendi arzumuzla açlıktan kıvransak bile,
otoritelerin daha fazla umurunda olmayacaktık.
Şu Rus'un benim çıkarıma yapılan anekdotları abartılıydı ancak karşı çıkmadım. Özellikle de
birlikte topluluğumuza her gün daha fazla insan çeken bir manyetizma oluşturduğumuzu fark ettikten
sonra.
Ve böylece kafa başı üç pound fiyatına, Dostoyevski'nin hızlı ve nevi şahsına münhasır
"Avrupa'nın en ilginç şehrinin en önemli mihenk taşları" diye tanımladığı Londra'nın belirli
semtlerinde günlük turlarımıza başladık. Kalabalık kaldırımlarda birbirlerinden pek de uzak olmayan
mekânlarımıza yürüdük. Günden güne büyüyen grubumuzdan kimseyi kaybetmemek için,
katılımcılardan biri "Kültürel ve Edebi Londra Turu" pankartı taşıyordu Bu onur genellikle bana ait
oluyordu. Metroyu kullanarak muhteşem mesafeler kat ettik. Tur sabah onda başlayıp, öğlenleyin
Soho'nun ortasında, Dostoyevski'nin getirdiğimiz her müşteri için yüzde on pay almak üzere anlaştığı
bir İtalyan restoranında bitiyordu. Bu yüzde ona ek olarak genellikle, çok daha cömert
müşterilerimizden biri de öğle yemeğimizin parasını ödüyordu Ustaca planlanmış bir alçak
gönüllükle, turistlerimizin aldıklarından daha az bir şeyler yiyorduk. Elbette merhametli Amerikan
destekçimiz bize kötü zamanlar için de yememiz gerektiği konusunda ısrar etmediği sürece. Bazı
günler risk alıp üç porsiyon canneloni ya da spagetti bolognese söylüyor ve üçer tane de bira
yuvarlıyorduk. Müşterilerimizin çoğu Demir Perde'nin ardından gelen oldukça gülünç mülteciler için
olumlu bir şeyler yapma fırsatını gerçek bir deneyim olarak görüyordu. Neredeyse hepsi, bir gün
gerçekten ünlü olursak diye komşularına, akrabalarına veya torunlarına göstermek için bizimle resim
çektirmek istiyorlardı.
Her halükarda Dostoyevski rollerimizi "muhalif sanatçılar" diye abartıyordu ve bazen, grup
üyelerinin alaycı yorumlarını duyabiliyordunuz. Onu pek ilgilendirmese de ben umursuyordum. Ara
sıra ona, bir takım Rus sirklerinden kaçan palyaçolar yerine hayatlarını kazanmaya çalışan ciddi genç
adamlar olduğumuzu hatırlatmam gerekiyordu. Böylece günümüzün birkaç saatçiğini sanatımıza
adayabiliyorduk. Bu yüzden saygınlığımızı tehlikeye atmamamız çok önemliydi.
Sanata bir kılıf uyduramazdınız. Bu Dostoyevski'nin tahmin edebileceğiniz tepkisiydi. Sanat,
yaptığımız her şey, attığımız her adım, her mimiğimiz ve her bir kelimemizdi ve öyle olmalıydı.
Yaşamlarımız bir roman yazacakmışız gibi yaratılmıştı. Muhayyel şematik öykülerin kaydedilmesi
gibi değil de açıkça, tüm ihtimalleri tarayarak bizleri içsel dinamiğimizin kurallarına götürecek
olaylar dizisinin merkezini bulabilmekti. Ve eğer bu dinamikler yazı yazmamızı ve resim yapmamızı
istemiyorsa, öyle de olmalıydı. Sanatı hayata adamak -bizim de hedefimiz buydu- ve bunu başka bir
şekilde yapmamak. Çünkü hepsinden öte, yıllar önce o kocaman ilkokul didaktiklerinden biz de
edinmiştik ve zaman inanılmaz bir hızla doğaçlamanın ta kendisine dönüşüyordu.
Günler geçtikçe, Dostoyevski'nin cümleleri bende gittikçe artan bir ilgi uyandırmaya başladı.
Özellikle Solouhin şimdiye kadar tanıştığım olaylar dizisi merkezi olmayan adamlara en iyi örnek
olduğu için. Sanki dişlerini fırçalıyormuş gibi her gün aynı huzurla doğaçlama yapabilen bir adam.
Aslında tanıdığım Solouhin bu değildi. Ona dair aklımda kalan şey yalnızca, kendince benden
hoşlandığını ve bir ağabeyin uçsuz bucaksız dünyaya ilk defa adımını atan erkek kardeşine yaptığı
gibi kendisini bana karşı sorumlu hissettiğini açıkça belli eden bir dizi doğaçlamaydı. Asıl problem
bu sorumluluğu benim iznim olmadan yüklenmiş olmasıydı. Çünkü yalnızca kendisinden daha az
deneyimli arkadaşının, "kötü büyük şehir"deki gizemlere dalmasına önayak olan cömert adamı
oynamak istiyordu. Benim hatamsa bu ilişkinin başladığı an buna karşı çıkmamış olmaktı, fakat her
geçen gün daha çok ihtiyaç duyduğum ve benim için çok değerli olan arkadaşlığımız oluşmaya
başladığında bunu nasıl reddedebilirdim.
Solouhin'in ilk başta tüm kartlarını göstermediği doğruydu ve bizi birbirimize bağlayacak noktaları
arayarak kendi ortak bağlılığımıza bilinçsizce kapıldık. Gerçi yazamayacağını düşündüğüm romanına
materyal olayım diye hayatımı, Solouhin'in kendine
mal ettiğini daha önceleri hissetmiştim. Fikirlerimi ve planlarımı şekillendirmek için sarf ettiği
günlük çaba onu mutlu ediyordu ve kendisinin de açıkça kabul ettiği gibi, benim kesinlikle onun
olduğundan daha az dediğim dedik olmam onda bir başarı hissi uyandırıyordu. Gittikçe daha fazla,
hayatımın yalnızca Solouhin'in doğaçlamalarından biri olmaması ve yakın bir zamanda, belki de
yarın, bu konu hakkında konuşmamız gerektiğine inanıyordum.
Dahası tek başına da kolayca halledebilecekken neden beni de turlarda yanında sürüklediğini
anlayamıyordum. Dürüst olmak gerekirse bana, o kişi başı aldığı üç poundlar ve birileriyle
ilgileneyim, hatta dahasını söylemek gerekirse kalabalıkta birini kaybetmeyelim diye ihtiyacı vardı.
Yeri geldiğinde Canaletto ya da Constable gibi bir takım "eğitici kelimeler" de kullanmam
gerekiyordu. Bazı günler, kaçınılmaz şekilde araya bir önceki gün hazırlamış olduğu esprili
bilgilerden sokuşturuyordu. Onları nereden bulduğunu Tanrı bilirdi ve bana söylemeye bile gerek
duymazdı. Tabii dürüstçe söyleyebilirim ki beni gelişmelerden haberdar ediyordu ve her gün
Amalfi'de yiyebileceğim kadar yediğimden de emin olmak istiyordu. Bu fikir de ona ait olduğu için
şükretmem gerektiğini de hatırlatıyordu.
Elbette bu Sibiryalı kamp göçmeninin kendisini adadığı Londra'yı cahil turistlere tanıtması, seçkin
tabakaya dâhil olmak için sarf ettiği çabaları engelleyen bu ilgisiz şehirden intikamını almak isteyen
bir yazarın icatlarından başka bir şey değildi. Başka bir deyişle, bu adam, bir birey, Aleksey
Ivanovich Solouhin, Conrad ve Nabokov'dan önce daha çok okunabilir ve değer görebilirdi ve
turistleri Londra'ya çeken en önemli nedenlerden biri de buydu. Bariz şekilde olmasa da, benim de
aynam olan Solouhin'in acısı samimi ve tanıdıktı. Sık sık bana turistlerin de hissettiğinden daha zeki
gelirdi.
Yine de bu doğal icracı Dostoyevski asla çaktırmadan alay etmeden, kin duymaya doğru kaymazdı.
Keskin duyuları ona, bir Londra turunda negatif bir ton kullanmanın, bir yazarın okuyucularını
kaybedeceği hızda müşteri kaybettireceğini söylerdi. Bu yüzden de (her gün rol yapmaktan gittikçe
bıkmasına karşın) keyifli, nazik ve bilgili kalıyordu.
Çev. Sevgi Demir
Kentimde Yirmi Dört Saat (ve Kentteki Yaşamım)
Fanny Joly
00:00. Paris 13. Mahalle, Tolbiac Yolu. Yirmi dokuz yaşındaki keçi sakallı Patrick ve otuz iki
yaşındaki, bohem-burjuva tarzı çiçekli mantosuyla acı yüklü Virginie, akşam yemeği için bir
arkadaşlarına gidiyorlar. Patrick ne içti... hııım... tam olarak kaç tane içtiğini söyleyemese de,
kesinlikle birden çok kadeh Chablis içti. Bakışları (düz gidebilmek için) kaldırımın kenarına
sabitlenmiş yürürken, eşinin söylenmeye başlayıp başlamayacağını merak ediyor. Virginie'ye gelince,
ayakları dün aldığı iskarpinlerde berbat bir şekilde sıkışmış durumda ve hiç keyfi yok.
"Evleri gerçekten çok güzeldi... Bizim kulübede yaşamaktan bıktım..." diye homurdanıyor. Patrick
hiç sesini çıkarmıyor En azından bu akşamlık tartışmanın orada sona ermesi için Chablis tanrısına
dua ederek, geçmekte olan taksiyi durduruyor.
01:01. Paris 1. Mahalle, Pont Neuf (köprünün altı). Başı, kabarcıklı plastik folyodan bir yastık
üzerinde, vücudu frigo ambalajının kartonundan bir örtüye sarılmış, 17 yaşındaki Sergei,
babuşkasının köpeğine garip bir şekilde benzeyen, gözünde kahverengi leke olan gri bir melez köpek
gördüğünü sanıyor. Bu o olabilir mi? Alyoşa onu ta Volgograd'dan buraya kadar takip etmiş olabilir
mi?. Köpeğin hayaleti olmasın? Soru: Alyoşa'nın hayaleti Alyoşa adıyla çağrılınca üzerine alınır mı?
Yeniden uykuya dalmadan önce, genç irisi Sergei, "Al-yo-şa... Al-yo-şa..." diye mırıldanıyor.
02:02. Paris 9. Mahalle, La Fayette Yolu. L'Avenir kafesinin garsonu, tek bir esspressonun
üzerinde ebediyetten beri el ele tutuşan sarışın çifte kötü kötü bakıyor. Bu ikisi vantuz gibi
birbirlerine yapışmışlar, hiç ayrılmazlar mı sanki, keyif katilleri! Bu arada patron da yazarkasaya
yapışmış, ikilinin muhakkak birazdan büyük bir şişe şampanya sipariş edeceğini umuyor. Rüyasında
görür! Meteliksizler, yapılacak tek şey onları ısrarlı bakışlarla rahatsız etmek. Patronun hiçbir şeyden
anladığı yok. Gözünü avrolar bürümüş.
Garson, elektriği kesip, servis kapısından kaçıp, tüy yatağına ve Paulette'ine doğru bulvardan
dörtnala geçmeyi hayal ediyor ve kıkır kıkır gülüyor.
Patron, "Niye gülüyorsunuz?"diye şüpheyle soruyor.
"Hiç hiç..." diye yalan söylüyor garson.
03:03. Paris 5. Mahalle, Lhomond Yolu. Damların altındaki bir odada, Hırvat bir matematikçi ve
Brezilyalı bir estetisyen, üç saat içinde üçüncü kez sevişmekteyken hâlâ, İngilizce olarak (aşağı
yukarı), nasıl olup da birbirlerini bulabilmiş olduklarını konuşuyorlar. Karşılaşmaları, dünden önceki
gün Moufettard Yolu'ndaki Yunan bistrosunda gerçekleşmişti. Bu konuyu bir gün kapatabilecekler
mi?
04:04. Paris 15. Mahalle, Grenelle Bulvarı. 53 yaşındaki Madam C. uyumuyor. Oğlu gelmemiş.
Cep telefonundan onu arıyor. Yine telesekreter. Ya kocasını ar asaydı? Kocasını ve onun sarışınını
aşk yuvalarında sıçratma hadisesi! Üstelik onların da kutlamaya katılmaları, birazcık... yararsız. Daha
kötüsü: kârlı değil. Ona hiçbir yardımları yok, zaten kendilerini onun birlikte yaşanması imkânsız,
ekşimiş bir hiç olduğu fikriyle rahatlatıyorlar. Madam C. hayatını; üzerine çökerek onu gömen ve
öldüren dağlar zinciri gibi görmekte. Köpek olmak, ölüme uluyarak kafa tutmak istiyor. Eyvah! Kapı
açılıyor. Martin parmak uçlarında içeri giriyor. Madam C. uyuyormuş numarası yaparken kalbi
patlayacak gibi çarpıyor.
05:05. Paris 19. Mahalle, Corentin-Cariou Yolu. Mehdi soğutucu kamyonunu çevre yolunun
çıkışına sokmakta: Rungis Halleri. Kafasında çalışması gereken daha kaç sömestr olduğunu
hesaplıyor, eğer emekliliğini 61 yaşında alırsa, 62 yaşında...
63... 64... Pano'da Doree Kapısı yazıyor Bu kadar çabuk mu? Zihinsel hesap, zaman geçirtiyor, hiç
yoktan...
06:06. Paris 10. Mahalle, Kuzey Garı. 23 yaşındaki, türkuaz üstlü ve simli, turuncu ojeli Sandrine,
günlük temizliğini yaptığı büroya yönelmek üzere RER hattından çıkıyor. Kulaklıklarında: radyo
kanalı "Rire et Chansons". Sunucunun bir şakasına oldukça gülüyor, sonra Jean Jacques Goldman ile
mırıldanıyor.
07:07. Paris 16. Mahalle, Erlanger Yolu. 43 yaşındaki başarılı iletişim müdürü Thomas, egzotik
ahşaptan ve paslanmaz çelikten banyosunda traş oluyor. Eğer ki o sersem fin-müd (yani finansman
müdürü) stratejik planlama toplantısı sırasında ukalalık ederse, onu yakar, bunu ona ödetir, tüm
çalışanlar önünde burnunu kendi kakasına sokar; o zaman salağın teki olduğunu herkes öğrenir, o da
haddini bilir... Koridorda kayan adım sesleri duyuluyor. Kapı açılıyor. 5 yaşındaki Oceane oyuncak
tavşanını hafifçe ısırarak ilgi istediğini belirtiyor. Thomas traş sonrası yanaklarına enerjik bir şekilde
su serpip Oceane'ı annesinin yanına gönderiyor.
08:08. Paris 13. Mahalle, Haudriettes ile Temples Sokaklarının köşesi. 9 yaşındaki Lea ve
çaprazında 10 yaşındaki Teo. Birlikte okula yürüyorlar. Lea endişeli: fiil çekimi yazılısından
kaygılanmakta. Vay be! Teo fiil çekimlerini sallamıyor. Fiil çekimi hiç bi' işe yaramaz, bunu ona
söyleyen erkek kardeşi ve o neden bahsettiğini biliyor olmalı: ne de olsa ilkokul dörde gidiyor...
09:09. Paris 10. Mahalle, Magenta Bulvarı. Peugeot 205'inin içinde Vanessa öfkeden kuduruyor.
Her zaman tıkalı olduğunu bilerek neden o lanet olası caddeye girmişti ki? Geç kalacak. Joel yine
bilerek geç kaldığını ima edecek, uvertürü tek başına yapabilmek için kendini paraladığından
bahsedecek. Bayan Marechal hafiften kıkırdayarak, "Paris'te araba kullanmak konusundaki inadını
anlayamıyorum küçük Vanessa'm." diyecek. Vanessa direksiyonuna vuruyor. Kızgın. Şehre karşı,
arabalara, kamyonlara, aralardan sıvışan bisikletçilere, yanındaki Smart'ın gözlerini üzerinden bir
türlü ayırmayan sersem şoförüne, her şeye kızıyor. Hatta kendine bile. Eğer daha erken yatsaydı, daha
erken kalkabilseydi, duşta daha az zaman harcasaydı... Eğer, eğer, eğer... öf f f... Bütün bu
"eğer"lerle, Paris'in trafik sorununa çare bulunabilir.
10:10. Batignolles Sokağı, Paris 17. Mahalle.
"Bayım?" diye kibirli bir ses tonunda çekingen, emekli Edmond'a sesleniyor makyajını fazla
kaçırmış tezgâhtar.
Edmond yanındaki müşterinin geçmesine izin veriyor. Bir sonrakinin de. Ardından endişeli
bakışlarla en sevdiği tezgâhtar kızı arıyor. Sarışın, güzel ve her sabah, kendisine yardımcı olmak
isteyen bir gülüşle selam veren, Edmond ağzını açmadan, eline az pişmiş yağlı yarım baget sandviçini
tutuşturuveren görevliyi. .. "Siz ne istiyordunuz?" Tezgâhtar sanki adam sağırmışçasına bağırıyor.
Edmond hiçbir şey söylemeden arkasını dönüyor. Neyse, bu sabah peksimetle doyacak.
11:11. Oberkampf Sokağı, Paris 11. Mahalle, "pirrzolalar..." Chez Patrick restoranının sahibi
Patrick, dükkânın önündeki karatahtaya beyaz tebeşirle "pirrzolalar..." yazıyor.
"Affedersiniz fakat ;pirzolalar' tek r ile yazılır," diyor yoldan geçen, deri çantalı, küçük gözlüklü
bir kadın.
"Ne olmuş yani... İştahını mı kapıyor yoksa?" diye tersliyor alman adam.
Kadın, ağzını yakan sözlerini, restoran sahibinin doğru yerde kullanılmış senli benli hitabı üzerine
yutuverip, o pis lokantaya bir daha hiç uğramamaya karar veriyor.
12:12. Fetes Meydanı, Paris 19. Mahalle. 39 yaşındaki iştahlı trafik memuru Roselyne, parkmetre
fişini kestirmemek suçundan bir trafik cezası yazıyor, bu arada tabii akimda birkaç dakika sonra
kantinde gittiğinde morina balığı mı yoksa paella mı alacağını düşünüyor. Haftanın menüsünün
asansöre her pazartesi asıldığını hatırlıyor da menüleri hiç akimda tutamıyor. Ne salaklık...
13:13. Concorde Meydanı, Paris 1. Mahalle. Edouarde, -yeniden- Rolex'ine bakıyor. Acaba şimdi
ne yapıyor? Onu hiç haber vermeden terk etmiş midir? İmkânsız! Birlikte geçirdikleri o hafta
sonundan sonra... Allah vere de o aptal kocası sorun çıkarmış olmasa...
14:14. Belechasse Sokağı, Paris 7. Mahalle 67 yaşındaki Amerikalı turist Nancy, ayağında Nike
ayakkabılar, saçları Dallas dizisindeki kadınlar gibi taranmış, Orsay Müzesi'nde başlangıçta pek
charming görünen genç bir İngiliz rehberi dinlerken, bir yandan da güneşle mücadele ediyor.
15:15. Guy-Lassac Sokağı, Paris 6. Mahalle.
"Bana yardım edebilir misiniz Bey'fendi?"
53 yaşında, başörtülü Safiye, gideceği yere geç kalmış olan 37 yaşındaki avukat Luc'den yardım
istiyor. Önüne dikildiği interkomun üzerinde yazan uzun isimleri okumasını ve hangisinin doktorun
zili olduğunu anlaması lazım.
2 saat erken gelmiş, geç kalmaktan o kadar korkuyor. Val de Marne'dan taksi ile gelmiş. Elinde bir
kâğıdı sallıyor. Kelimeleri birbirine karışıyor: mahkeme, çağrı, ekspertiz...
Avukat ismi arıyor, buluyor ve zili çalıyor:
İncecik bir ses "Kim o?" diye soruyor.
"17:15'deki randevunuz."
Ses çıkmayınca siyah tuşa yeniden basılıyor.
"Alo? Doktor? Kapıyı açacak mısınız?" diye rica ediyor avukat.
"Hayır, vaktinde gelsin."
Luc, artık fazlaca geç kaldığından uzaklaşırken sesleniyor:
"Biraz yürüyüşe gidin, Lüksemburg Bahçesi var ileride, hava gayet güzel!"
16:16. Champs-Elysees, Paris 8. Mahalle. 31 yaşındaki eski kurye, eski marangoz çırağı, eski
benzinci, eski animatör, şimdilerde işsiz. Yarı dağınık saçları, sırtına çaprazlama astığı gitarı ile
sinemaları sayarak dünyanın en güzel meydanını kat ediyor iniyor. On üçüncü sinemaya girecek. Peki
neden? Neden olmasın? Arthur güzel rastlantılara olan inancını kaybetmemiş...
17:17. Reuilly Yolu, Paris 12. Mahalle, yerin on metre altında. Metro Reuilly-Diderot ve
Montgallet durakları arasında duruyor. Işıklar sönüyor. 74 yaşındaki Simone, ensede sıkı bir topuz ve
dizlerinin üzerinde ağzı kapalı el çantası ile oturuyor, kendi kendine deminden beri şarkı söyleyen
Çingene'nin susup susmayacağını düşünüyor. Çingene susmuyor. Simone kendi kendine diyor ki; eğer
metro yeniden harekete geçerse, ona bozuk para vereceğim.
18:18. Reaumur Yolu, Paris 2. Mahalle. Âşık eşcinsel, Jacques, bürodan çıkarken 4 tane mangoyu
4 avro'ya satın alıyor ve bir yerlere mangolu ördek tarifini yazdığını anımsıyor. Bir yerlere... Ama
nereye?
19:19. Montparnasse Bulvarı, Paris 14. Mahalle. 14 yaşındaki Pauline, 14,5 yaşındaki hayatının
erkeği Benjamin'e mesaj atıyor. "NRDSN?" Klink! Yaşasın; hemen yanıt geliyor: "SN VE BN
BİTTK." Pauline en yakındaki banka çöküyor ve gözyaşlarına boğuluyor.
20:20. Pyrenees Yolu, Paris 20. Mahalle, B. ailesi, hep beraber TFl'i izliyorlar. Anneleri 49
yaşındaki Karin, adalet bakanını ikiyüzlü bulduğunu söylüyor. 16 yaşındaki çocukları Kevin bize ne
bundan diye soruyor. 51 yaşındaki baba Jean-Claude oğluna daha kibar olması gerektiğini emrediyor.
22:22. Charles Dullin Meydanı, Paris 18. Mahalle. L'Atelier Tiyatrosu'nda antrakt. 65 yaşındaki
Bernard, eve dönüp uyumaya hazır. İskandinav'a benzeyen lanet olası oyuncuların bir buçuk saat
süren ailevi psiko-draması ona fazla geldi... Ertesi gün erken kalkacağını ve muhtemel bir prostat
ameliyatı için hastaneye gideceğini saymıyoruz bile. Problem şu, karısı Brigitte, oyun bitmeden
hayatta salondan ayrılmaz. Brigitte, perde inmeden alkışlamak için ayağa kalkıyor. Bu de ne demek...
23:23. Charlemagne Yolu, Paris 4. Mahalle, 3 aylık Paul, beşiğinde kalsiyum dolu sıcak
biberonları ve gelecekte yaşayacağı şehir maceralarını düşlüyor...
Bana göre şehir, öncelikle başkalarıdır.
Sartre "Cehennem başkalarıdır,” derken haklıydı haklı olmasına,
Bana kalırsa, naçizane ve öylesine, tam emin olamadan söylüyorum; başkaları daha çok, bir
selam, büyü, açılma, keşif, farklılık, kısaca cennettir.
Kentim, sana hayranım çünkü başkalarıyla dolusun.
Yine de, bazen beni boğuyorsun, tuzağa düşürüyorsun, köşeye sıkıştırıyorsun. Ama bir yandan
da bana iyi geliyorsun. Işıklarınla, hiç durmayan hareketinle beni rahatlatıyorsun. Her an
canlısın sanki. Anonimliğinin geniş kucağında koruyorsun beni. Kaldırımlarının köşelerinde bana
hazineler sunuyorsun.
Kentim, beni hayrete düşürüyorsun. Beni kızdırıyorsun.
Kentim, beni sarhoş ediyorsun. Beni mahvediyorsun.
Kentim beni büyülüyorsun. Beni Besliyorsun.
Kentim, senden uzaklaştığımda, kendini özletiyorsun.
Çev. Beste Sezen Ateşpare
İnsanların Cilveli bir Kahkaha uğruna bir Mil kat ettikleri yer
George Blecher
Ne w York şehirlerin en güzeli değil. Paris'in kıvrımlarının ya da Stockholm veya Hong Kong'un
doğal güzelliklerinin yanında New York gösterişsiz, basit bir teyzeyi andırıyor. Manhattan
gökdelenleri birbirlerini kovalamak eğilimdeler ve şehrin en güzel görüntüsü omuzlarınızın üstünde
kalıyor. Şehrin imzası sayılan gökdelenler yaklaşık 80 yıl kadar önce yapılmış ve yeni yapılanlarda
ise orijinaliteden çok paranın sözü geçmiş.
İnsanlar Paris ve Amsterdam'da olduğu gibi aynı heyecan ve özlemle yeniden şehrin sokaklarına
dökülüyor. Bu özlemin bir kısmı, New York'un birçok kez filmlerle ve fotoğraflarla insanların
hafızalarına kazınmış olmasıdır. New York'a gelmek, eve dönmek gibi bir duygudur. Fakat bir
taraftan da, gelecekle alakalı bir yanı vardır. New York'da biri kendini kaybedebilir ve sonra yeniden
olmak istediği şekilde bulabilir. Londra, Paris ya da Berlin'in aksine, New York bir sınıfa ya da bir
ırka hatta Birleşmiş Milletlere bile ait değildir. Şehir kendi geçmişiyle bile pek ilgilenmez. Özgürlük
Anıtı dışında, New Yorkluların tanımlayabileceği başka bir heykel yoktur.
Bu belki de New York'un bir Balzac ya da bir Dickens yaratamamış olmasının sebebidir. Eğer
birileri New York'un resmini kelimelerle çizmek isterse, Joseph Mitchell (Up in the Hotel, 1992)
gibi New Yorker's muhabirleri bu konuda yazarlardan daha başarılı olur. Bazı kurgu yazarları da
epey dikkat çekici eserler vermişlerdir: Edith Wharton'un (House of Mirth), Henry James
(Washington
Square), John Cheever'in kısa hikâyeleri, Salinger'm Catcher in the Rye, Henry Roth'un Cali It
Sleep, Philip Roth'un Portnoy's Complaint... Fakat hepsi de, bana öyle geliyor ki, New Yorklu
oldukları konusuna dikkat çekmek için bayağı vakit harcadılar.
New York aynı zamanda, konuşmayı içeriyor. New Yorklular konuşur. Ve konuşurlar. Birbirlerini
etkilemek için, birbirlerini övmek için, birbirlerini denk olduklarına inandırmak için. Belki de henüz
ölü olmadıklarını kanıtlamak için. Şairlerin en gevezesinin yani Walt Whitman'ın yerel olması ise hiç
de tesadüf değildir.
Bu durum ışığında, kronolojik olarak tersten üç örnek vermek istiyorum: bir film, bir kitap ve bir
kısa hikâye. Bunlar, kimsenin edebi New York listesinde olmayan, tuhaf örnekler fakat benim
listemde varlar. Bunların ilk ikisi konuşmakla ilgili, diğeri ise sessizlikle...
Sweet Smell Of Success
Sweet Smell Of Success (Başarının Tatlı Kokusu, 1957) bile yeterince edebi olmasa da yapılan
filmler arasında en yazılı olanıydı. Filmin geneli Times Meydanı ve onun etrafındaki yerlerde
geçiyor. Filmin müzikleri ise biraz acımasızca; araba kornaları, gıcırdayan tekerlekler, sirenler...
yani dış mekanda bulunabilecek ve insanın sinirlerini bozabilecek tüm seslerin bir karışımı. Kadro
ise muhteşem: iki New York doğumlu oyuncu, Burt Lancaster ve Tony Curtis. Lancaster, dedikoducu
köşe yazarı J.J Hunsecker olarak; Curtis ise yazarın köşelerinde yazdığı isimleri tavlamak için
görevli olan işbirlikçi halkla ilişkiler uzmanı Sidney Falco olarak karşımıza çıkar. İşte ikisi arasında
geçen bir konuşma:
"Yalan söylüyorsun Sidney. Ama önemli değil. Zaten yalan söylemeseydin seni işe almazdım."
"Dünyadaki birçok insan gibi ben de sıkıldım. Birazcık gülümseme için çok uzaklara gidebilirim."
"Senden bir lokma ısırık almayı istemezdim Sidney. İçinde arsenik olan bir kurabiye gibisin."
Ve bu diyalog da, iki ana karakter arasında geçer:
"İskeleyi oynatma Sidney gemiye tekrar binmek isteyebilirsin."
"JJ, ilişkilerimde köpek tasması takmayı değil, özgür olmayı tercih ederim."
"Tutsak bir adam her zaman özgür olmayı arzular." "Kusuruma bakma ama JJ, ben tutsak değilim."
"Tutsaksın Sidney. Kendi hırsının, korkularının ve açgözlülüğünün tutsağısın. Sen bir esirsin."
Böyle bir diyalog, bize kara dedektif filmlerini anımsatıyor. Dolandırıcıları, fahişeleri, yoldan
çıkmış polisleri ile Sweet Smell Of Success içinde şiddet olmayan bir kara filmi andırıyor. Fakat
kelimeleri kanla yazılmış. Clifford Odets, filmin senaristi, 1930'lu yıllarda New Yorklu yazarlar ve
oyuncular arasında en popüleriydi. Çok güçlü birkaç oyun yazdıktan sonra, Odets'in kariyeri iyice
parladı ve Hollywood'a yöneldi. Savaştan sonra, meclis yazarların komünizm bağlantılarını
incelemeye başladı, Odets'de değişenler arasındaydı ve Sweet Smell'de adeta bu değişikliği satırlara
püskürttü.
Açgözlülük, korku ve hırsla ilgili olan cümle, tamamen Odets'in kendi içinden gelenlerdir. Aslına
bakılacak olursa, bütün bir film, kendi kendine yapılan göndermelerden ibarettir. Film, Seks, Para ve
Güç'ün çekiciliğini ve onlara olan takıntıları kabul etmeyi hatta onlardan zevk alabilmeyi konu
ediniyor. Bir New York sokağına bakarken "Bu kirli şehri seviyorum," der Hunsecker, ve onun (aynı
zamanda Odets'in de) sevmekten kastettiği duygu, filmi, Holywood'un tornasından çıkmış binlerce
kötü filmden ayıran şeydir.
Uzun bir gece boyunca, (genç bir Dionisos kadar yakışıklı) Curtis/Falco'yu, senatörlerden şef
garsonlara kadar herkesin ayakkabılarının altını öpmeyi beklediği Lancaster/ Hunsecker'i New
York'un gece klüpleri ve restoranlarına girip çıkarak takip ederken izleriz. (Lancaster karakteri,
1950'lerde nüfuzu büyük ölçüde artmış olan komünist düşmanı köşe yazarı Walter Winchell'den
ilham alınarak yaratılmıştır.) Bu sekansta neredeyse tüm çekimler, yan masadaki müşterinin
dirseğinin çorbaya girecek gibi olduğu, adamın kız arkadaşının parfümünün ızgara ton balığımdan
gelir gibi olduğu New York barları kadar klostrofobik bir his yaratan yakın çekimlerdir.
Hunsecker, kız kardeşi ile yetenekli oluşuyla diğerlerinden ayrılan (ve bu yüzden filmdeki en sıkıcı
karakter olan) bir jaz gitaristi arasındaki duygusal ilişkiyi bitirmek ister. Falco bir rakibinin köşe
yazısında, gitariste iftira attırmayı başarır. Hunsecker kız kardeşiyle olan ilişkisini bitirmesi
karşılığında gitaristin adını temizlemeyi teklif edip reddedilince savaş başlayacaktır; Hunsecker onu
yok etmelidir. İnsanların tırnaklarıyla daha yükseklere tırmanmaya çalıştığı ve yukarıdakilerin
mevzilerini korumak için kudurmuş köpekler gibi mücadele ettiği bu savaşı, bir dizi yanlış anlaşılma,
senaryo cilveleri ve tepetaklak oluşlar üzerinden izleriz.
Bütün o kayganlıklarına rağmen, Sweet Smell Of Succes'deki karakterleri sevmeden edemezsiniz.
İstedikleri şeyi kalpleriyle, akıllarıyla, beyinleri ile isterler. Falco, "havanın yumuşak olduğu bir
yerde iyi oyuncularla iyi bir oyunun içinde olmak" ister. Hunsecker, kendisini işe yaramaz bir herif
olmaktan kurtaracak tek kişiye, kız kardeşine tamamen sahip olmak ister. Falco'nun fahişe-kız
arkadaşı ise, oğlunu okula göndermek için yeterli olan parayı ister... Falco'nun ona ayarladığı yabancı
ise "cilveli bir gülüş" duymak ister, yani, ona kim olduğunu unutturacak, şehvani bir mutluluk anı.
İstedikleri şeyleri asla elde edemeyeceklerini bildikleri için kısa ve öz konuşurlar, ufak hicivlere
başvururlar. Kullandıkları dil, onları hayatlarının çirkinliğinden uzak tutar.
Sweet Smell'de hiç kimse öldürülmez. Tek kurban ahlaktır. Gitarist haricinde, herkes kötü
adamdır. Kötü ama ilginç adamlar. İnsani kötü adamlar, her daim arzularının, isteklerinin ve
zaaflarının arasında sendeleyip dururlar!
Sexus
Henry Miller'ın Sexus (1949) adlı eseri otobiyografik bir üçlemenin ilk parçasıdır. Üçleme, "The
Rosy Crucifixion" , Sweet Smell Of Success'den uzun yıllar önce yazılmamıştır; fakat hikâye 1920'li
yılların New York'unda geçer. New York'un daha tembel ve daha hoşgörülü olduğu zamanlar...
Aslında görünüşte, Sexus, Sweet Smell of Success'in antitezi olarak karşımıza çıkıyor.
Statü peşinde çılgınca bir koşturma yerine, burada zaman esner ve kendini bırakır. Miller'ın çizdiği
karakterler çok fazla çalışmazlar bu da onlara bir araya gelip vakit geçirmeleri, içmeleri, sahile
gitmeleri ve eğlenmeleri için çok fazla boş zaman bırakır. Karakterler, Para ve Güç yerine Aşk ve
Yaratıcılık üzerine hayaller kurar. Ayrıca Sweet Smell'deki o karanlık hava yerine, Sexus'da daha
aydınlık bir hava hâkimdir.
Henry Miller'm bugünlerde modası geçiyor. Miller, eğer bugün yaşıyor olsaydı seks konusundaki
tuhaflıkları ve Song Of Myself yüzünden büyük bir ihtimal ile toplum tarafından linç edilirdi.
"Creative Writing School" standartlarına göre O yaşamış olan en kötü "Büyük Yazar". O hiçbir
zaman "göstermez" her zaman "anlatır". Sahneler yaratmaz, karakterleri betimlemez ve onları
konuşturmaz. Sahnede tek bir karakter vardır her zaman; Henry Miller ve onun yazar olma hayali
aslında hiç de orijinal ve ilgi çekici bir tutku değildi. Üstelik bazı zamanlar anlatımı çok berbat
olabiliyor: kendisi hep ven eleştirmenlerin bile dayanamadığı ağır ve süslü bir dil ve kötü bir
sürrealizm...
Yine de Sexus, şakır, damlar, dolaysız ve cesurdur, öyle ki, onunla karşılaştırılınca diğer kitaplar
cama yazılmış gibidir. Miller'm en yakın edebi kuzenleri Rabelais ve Celine olmasına karşın,
yarattığı keskin zekâlı, New Yorklu kabadayı halk adamı tamamen ona aittir. İşte aşağıda Miller'm
mideyi, ağzı, aklı ve seks organlarını bir araya getirip, adeta insan vücuduna adanmış gülünç bir ilahi
olarak tasarladığı bir pasaj.
Kahve mükemmeldi. Barsaklarımda bir hareketlenme hissettiğim sırada ikinci fincanımı
bitirmiştim. İzin isteyip tuvalete gittim. Orada, mükemmel bir boşalmanın keyfini çıkardım. Sifonu
çektim, biraz hayalci, biraz şehvet düşkünü bir vaziyette otururken, oturduğum yerin ıslanmaya
başladığını fark ettim. Sifonu ikinci kez çekmemle birlikte su bacaklarımın arasından yükselip yerlere
taştı. Anında sıçradım, kıçımı bir havluyla kuruladım, pantolonumun düğmelerini ilikleyip delirmiş
gibi rezervuara bakakaldım. Aklıma gelen her yolu denedim ama su yükselip taşmaya devam etti,
beraberinde bir iki sağlıklı bok parçasıyla, tuvalet kâğıdı yığınları yerlere saçıldı.
Miller'm kitaplarındaki bu ve bunun gibi bazı paragraflar, Amerikan edebiyatını derin bir şekilde
sarsmış, bazılarını küçümseyici bir biçimde burunlarını tıkamalarına yo açmıştr.
Peki, Sexus ne hakkında? Bunu açıklaması biraz zor. Sıveet Smell'deki bazı konuları aynen işliyor;
arzular ve şehvet birbiriyle nasıl çarpışır; Aşk ve Seks birbirinden nasıl ayrılır... Vücudun
gerektirdikleri nasıl her şeyin önüne geçer. Fakat Odets ve onun destekçilerinin yerdiği şeyi, Miller
göklere çıkarıyor.
Sexi(s'un birinci sayfasında Henry Miller "kiralık dansçı" Mona'ya âşık olur. Mona Times
Meydanı'ndaki kulüplerde dans ederek para kazanan biridir. Birkaç sayfa sonrasında, Henry karısına
evliliğinin bittiğini söyler ve bundan sonraki 600 sayfayı bu kararın sonuçlarını anlatarak geçirir. Bu
arada bizleri şehrin arka sokaklarında sanal bir tura çıkarır. "Henry", Mona'yla beraber bir
arkadaşlarının Brooklyn'deki "hamamböceği holü" adını verdiği dairesine taşınır; karısı ve
çocuklarını Brooklyn'de ziyaret eder, bu arada eski karısıyla uzun, nostaljik sevişmeler vukuu bulur,
hata bazen üst kat komşusuyla da. Manhattan'da barlarda ve ucuz restoranlarda tanıdıklarıyla ve
yazarın Western Union'a verdiği isim olan "Cosmodemonic Telegraph Co"daki eski iş arkadaşlarıyla
takılır. En eğlenceli paragraflardan biri de, bu erkek erkeğe muhabbetlerin olduğu yerlerdir. Grup
yalnızca mekânda değil zamanda da ileri geri yolculuk eder ve yol boyunca Miller kişilerin neredeyse
kendilerine rağmen Mutlak Şimdi'de yaşadıkları kaya gibi sağlam bir New York gerçekliği yaratır.
Miller karşısına çıkan herkesi sever, sevmese bile onları oldukları gibi kabul eder. Onları hiçbir
zaman yargılamaz, küçük düşürmez; sadece ikiyüzlülük onu çileden çıkartır. Böylelikle, arsız bir
egoist olarak Miller, kitap boyunca, içinde canlı yan karakterlerin bulunduğu bir serseri müzesi
yaratır; nevrotik aşırı duyarlı tıp stajyeri Kronski, Henry'den bile daha hırslı olan başarısız sanatçı
Ulric, yumuşak başlı, peygamber gibi bir adam olan telgraf memuru Ghompal, Henry'nin evindeki
Japonya sınırı vazifesini gören, pahalı fahişelere karşı zaafı olan Tori Takekuchi ve daha birçokları.
Miller'ın dostlarından ve sevgililerinden bahsetmesini dinlemek geveze bir arkadaşla sohbet
etmeye benzer. Zaman zaman duymazdan gelseniz bile, sizi umursamaz çünkü sözcüklerin akışı her
şeyden değerlidir. Örneğin aşağıdaki paragrafta barda birinci evlilik yıldönümünü anlatan birinin
betimlemesi var. Aslında burada kendini tarif ediyor da diyebiliriz:
Herkesin sevincini paylaştığı düşüncesine kendisini öyle kaptırmıştı ki, yirmi dakikadan uzun bir
süre durmadan, piyano başında doğaçlama takılıyormuş gibi bir konudan diğerine atlayarak konuştu.
Hepimizin onun dostu olduğundan söyleyeceklerini bitirene kadar onu sessizce dinleyeceğimizden hiç
şüphesi yoktu. Sözleri duygu dolu olmasına karşın söyledikleri kulağa gülünç gelmiyordu. Son derece
içten ve samimiydi, mutlu olmanın dünyadaki en büyük nimet olduğunu anlamanın sarhoşluğu
içindeydi. Ayaklanıp bize hitap edebilmesi cesur olmasından ileri gelmiyordu, belli ki, ayağa kalkıp
böyle hazırlıksız bir söylev veriyor olması bize olduğu kadar kendi kendisine de sürpriz olmuştu. Bu
anda, tabii ki farkında olmadan, bir Evanjelist'e dönüşmekteydi, henüz pek fazla anlaşılamamış olan o
tuhaf Amerikan fenomenine.
Henry Miller bilinemezci, kelimelerle kafayı bulmuş, o alaycı şehir kurnazı: belki de şüpheci New
York kalabalıklarının hoş görebileceği tek evangelistti.
Kâtip Bartleby
Ve şimdi de Herman Melville'in "Kâtip Bartleby: Bir Wall Street Hikâyesi" (1853) adlı
novellasındaki anti-kahraman Bartleby'nin tuhaf durumuna geliyoruz.
Aslında Melville daha çok Moby Dick ve açık denizde geçen macera serisi Typee and Omoo'nun
yazarı olarak tanınıyor. Melville, Bronx'da kökleri HollandalIlara uzanan bir ailede dünyaya geldi.
Dört yıl boyunca denizlerde yaşadıktan sonra, ailesiyle birlikte Massachusetts'e yerleşti ama sonunda
yine New York'a geri döndü. On dokuz sene boyunca New York'ta ailesinin adını taşıyan bir sokakta
gümrük denetleyicisi olarak çalıştı, anlaşılan o ki, New York'ta doğanlar bu şehirden kolay kolay
ayrılamıyorlar.
Melville'in yaşadığı dönemin New York'u tezatlıkların barındığı bir yerdir. Burası, insanların
dilediklerince acayip hareketlerde bulunabilecekleri kadar özgür olduğu fakat bu özgürlüğün
yalnızlığa ve terk edilmişliğe sebep olabileceği bir şehirdir. Öykünün dekoru, "Wall Street" yani
Duvar Sokağı isminin tüm absürd çağrışımlarını istismar edecek şekilde, şehrin bu özelliğini akla
getirir. Melville'in isimsiz anlatıcısı, orta yaşlı, konuşkan avukatın bürosu, bir yanda "eskilikten
kararmış, yüksek bir tuğla duvarın sonsuz gölgesi" ile diğer yanda "ışıklı gökyüzü gibi beyaz bir
alanın içindeki beyaz duvar" arasında sıkışmış, dolap gibi klostrofobik bir alandır. Doğadan tamamen
kopmuş şehir farelerinin yaşam mücadelesi verdiği bir yer.
Ama Melville'in anlatıcısı, (anlaşılan o ki bir şehir insanıdır) bu durumun iyi yönlerini görmeye
çalışır. "Ben, gençliğimden bu yana, en kolay hayatın en iyisi olduğuna derin bir inanç besleyen bir
adamım." Hukuk firmasında, Dickens romanlarından fırlamış üç kopyalama memuru çalışır; biri
sabahleyin, İkincisi akşamüstleri keyifsizdir, üçüncüsü, "hukukun asil prensipleri fındık kabuğunu
dolduracak kadardır," diye düşünür. Bu kişiler arasındaki gülünç denge ve patronları, herkesin
olaysız bir uyum içinde geçinip gitmesine olanak verir. Ta ki, anlatıcı, dördüncü bir memuru, masası
"hiçbir manzarası olmayan" bir odaya yerleştirilen, "sessiz hareketsiz bir adam" olan Bartleby'yi
tanıtana dek. Birkaç gün sonra, bir takım dokümanları kontrol etmede iş arkadaşlarına yardım etmesi
istendiğinde hikâyenin üzerine inşa edileceği cümleyi sarfeder Bartleby; "Yapmamayı tercih ederim."
"Yapmamayı tercih ederim." Tam olarak bir ret ya da net bir başkaldırı değil, basitçe kişisel
iradenin bir ifadesidir. Bu cümle, hikâyenin seyrinde birçok farklı anlam taşıyan bir nakarat haline
gelir. İlk olarak, Bartleby başkalarıyla çalışmamayı tercih ediyor, fakat sonraları kendi işini bile
yapmamayı tercih ediyor. Daha sonra ise çalıştığı ofisten hatta binadan dışarı çıkmamayı tercih
ediyor. Hikâyede anlatıcı Bartleby'i tatlı sözlerle ikna etmeye çalışıyor, ona emir veriyor, makul
olmaya çalışıyor, Bartelby'yi kandırmayı deniyor. Rahatsızlığı acıma duygusuna, acıma kızgınlığa,
kızgınlık mide bulantısına dönüşüyor ve sonunda Tanrı işe karışıyor. "Bütün bu dertlerimin
ebediyetten beri alnıma yazılı olduğuna, Bartleby'nin, her şeyi bilenlerin mekânından, meçhul bir
amaç için bana musallat edildiğine ve benim gibi zavallı bir ölümlünün başa çıkamayacağı bir
musibet olduğuna kanaat getirmiştim." Yine de bu kabulleniş ve vazgeçiş de işe yaramıyor; Bartleby
gitmiyor, Bartleby gitmeli.
Bir anlamda, Bartleby son derece edilgen biri -Melville ona "hayalet" diyor- diğer yandan iradesi
çok kuvvetli. Bunalımlı ya da başkaldıran bir karakter midir, peki, ondan bahsederken bu kavramları
kullanabilir miyiz? Her durumda, onun varlığı, bir insanın kendisi ile bir başkası arasındaki farkları
kabul etmede ne kadar ileri gidebileceği sorusunu dile getiriyor. Anlatıcı, Bartleby'ın tüm bu
acayipliklerine göz yumup, onları şehrin insanlarının birbirlerini hoş gördükleri gibi hoş görmeli
midir? Ya da haklarını savunup polisi arasa ve Bartleby'ı hayatından tamamen silip atmalı mıdır?
İnsanlığını sınamak için her zaman köşe başında bekleyen başka bir Bartleby yok mudur ki? Polisler
Bartleby'ı alıp isabetli biçimde "mezar" diye adlandırılan New York hapishanesine götürürler.
Bartleby orada yemek yememeyi "tercih eder"; neticede "avluların en sessizinde, bir başına, yüzü
yüksek bir duvara dönük" durumda yok olup gider. Gardiyan, eski patronuna onu işaret ederek
"Arkadaşın mıydı?" diye sorduğunda; beklenmedik bir şekilde "Evet," yanıtını alır.
Sweet Smell Of Success ve Sexus'un yazarları gibi; Melville insanlar arasındaki ilişkileri
duygusallaştırmaz. Birbirimize karşı hissettiğimiz sorumluluklar (tabii eğer hissediyorsak) faydasız
ve sinir bozucu olabilir. Tüm bu anlatılarda, insanların doğal eğilimleri bencillik hatta kibir yönünde.
Fakat her bir hikâyede, bazı karakterler nasılsa zaman zaman bencilliklerinden kurtulabiliyorlar. Bunu
isteksizce ve şikâyet ederek yapıyorlar fakat bu gönülsüzlük, onların nihai teslimiyetlerini daha
inandırıcı kılıyor. New York gibi her güngöç dalgalarıyla gelen insanların demografik dengeleri alt
üst ettiği bir şehirde, yabancılar arasındaki iletişim zayıf ve iğretidir. Fakat ne zamanki insanlar
birbirleriyle tanışır, işte o zaman aralarındaki bağlantı, bu karmaşık ve kusurlu hayatta ne kadar
olabiliyorsa, o kadar güçlenir.n'da
Çev. Beste Sezen Ateşpare
Carla'yı Aramak
(Bir Fado Hikâyesi)
Georgi Gospodinov
Carla, romanımın üç sayfa ötesinde yaşıyordu. (Tek bir romanınız varsa, onu nasıl
tanımlayacağınızı bilemezsiniz; ilk mi, yoksa son mu?) 75'nci sayfada aniden ortaya çıkıp, aynı hızla
77'nci sayfada ortadan yok olmuştu. Tüm özellikleri yok olmalarıyla ortadan kalkan kadınlar vardır.
İlk göründüğünde 17 yaşındaydı, yine aynı yaşta yok oldu. Aslında 17'sinde henüz kadın sayılmazdı,
ama artık kız da değildi. Birinci vasıf ona çok büyük ve estetikten yoksun, diğeri ise dar geliyordu...
Yıllar geçtikçe benim için Carla giderek hayali biri olmaya başlamıştı. Ve bir hayalet olarak
rüyalara girme, melodilerden, sigara küllerinden doğma yetisine sahip oluyordu, bazen de
bilgisayarın ekran koruması olarak tuttuğum cinsiyetsiz orkideler yerine orada durup bana bakıyordu.
Evet, tüm bu yetileri umarsızca kullanıyordu. Hayaletlerle nasıl baş edileceğini bilirim. Tek yol
yanlarına gitmek ve göz göze gelmektir. Ancak Portekiz ulaşılmazdı, bu kıtanın en sonunda
bulunuyordu (başı da olabilir - nereden baktığınıza bağlı). Avrupa'nın mantar tıpası, hem oranın
mantar meşesi ağaçlarıyla dolu olduğunu okumuştum. Bu ülke hakkında her şeyi okuyordum. Ülkenin
yıllık brüt gelirini, Avrupa Birliği'nde en düşüklerinden olan ortalama maaşı biliyordum. Uzun süren
Salazar rejimini affetmiştim, her yıl 25 Nisan'da kendimce Karanfil Devrimi'nin yıldönümünü
kutluyordum, Lizbon'daki hava durumunu takip etmek için akşamları CNN'i açıyor ve ağustos ayında
aşırı sıcaklar ve yağmur yağmayışından olduğu gibi kasım ayındaki sağanak yağmurlardan dolayı
içtenlikle heyecanlanıyordum. Carla'yı Lizbon yüzünden mi seviyordum, yoksa Carla yüzünden mi
Lizbon'u özlüyordum, bunu hiç anlamayacaktım. Kim bilir, belki ikisi de aynı hayaletti.
Carla'da farklı olan neydi? Beraber geçirdiğimiz tek bir öğleüstü vardı. O 17, ben 20 yaşında,
İtalya'nın Adriyatik kıyısında kalabalık bir gençlik toplantısında tesadüfen bir araya gelmiştik. Şunu
vurgulamak istiyorum ki, Carla tamamen gerçek birisi, en azından başında öyleydi, birilerinin hayal
dünyasında uydurulmuş biri değil. O zaman tuttuğum notlarımdaki tarife göre "okyanus yeşili
gözleriyle, hafif esmer, gerçek bir Portekizli kadındı" (sanki Portekizlilerin özellikleriyle ilgili
katalog tutuyormuşum gibi). Şu an o kadar da emin değilim. Aslında onunla ilgili tek bir fiziki hatıram
yok, tek bir resim bile. Biten günün fonunda çektiğim tek resim de, nasıl desem, başarısızdı. Bu resim
onun hayaletimsi varlığına ilk ispattı. Kısacası resimde yoktu. Eksikti. Geri kalan her şey kâğıdın
üzerinde duruyordu - dar kumsal şeridi, kırmızı bir şemsiye, gün batımının ışıltıları, kadraja girmiş
birkaç meraklı martı. Bir tek Carla eksikti. O zamanlar bunu az olan gündüz ışığına ve eski fotoğraf
makineme yormuştum.
Ve işte, bu ilk ve son buluşmadan 20 yıl sonra, edebi türden bazı ilginç koşullar sebebiyle kendimi
Portekiz'de bulmuştum. Carla'nın doğduğu şehir olan Lizbon. Her kim bir şehir ve bir kadın
düşüncesiyle yirmi yıl yaşadıysa, gecelerce ayakta kaldıysa, yüzlerini, sokaklarını, hareketlerini,
gece gürültüsünü kafasında kurguladıysa, o göz göze gelmeden önce ağır ağır hükmeden korkuyu
anlayacaktır. Bir şehirle ve içinde bir kadınla.
Bir dakika konudan ayrılmama müsaade edin. Şehirle kadın arasında ortak noktalar vardır. Şehir,
erkekten çok kadındır. Yanına alır, sığınak olur, sırlarla doludur, içinde kaybolursunuz, hepsi de
kadın özelliği. Şehir hikâyelerle kaynar, hikâyelerin ise başta hep kadınla bağlantılı olduğuna
inanırım. Yeryüzünün en büyük hikâye anlatıcısının bir kadın; Şehrazat olması tesadüf değildir tabii
ki. Homeros'un kim olduğuna dair sayısız varsayıma benimkini de ekleyin. Homeros, erkek kılığında,
kör, hikâye anlatan bir kadındır. Efsaneye göre Lizbon, Odysseus tarafın-dan kuruldu ve o yüzden
onun ismini aldı, Ulyssippo, ardından da bir zamanlar yazıldığı gibi Olisipona. Bana kalırsa
Odysseus Lizbon'u Penelope'ye olan kederinden kurmuştur. O zamandan beri Lizbon Penelope'dir.
Dev suların kıyısında oturan ve onun emin kollarını terk etmeyi göze almış bir erkeğin geri dönmesini
bekleyen bir kadın. Bu erkeğin adı bazen Odysseus, bazen Vasco de Gama. Bazen de adı "hiç kimse",
tıpkı Fernando Pesoa'nın isminin karşılığı gibi. Araya son veriyorum.
Ve işte, ilk defa Lizbon'dayım. Edebiyat seminerinin sonunda, geri dönüş uçuşundan önce iki
kocaman, boş günüm vardı. Organizatörlerin bana eşlik etme teklifini nazikçe reddediyorum. Ertesi
sabah erkenden Lizbon'da Carla'yı aramak için tamamen hazırım. Uzun süredir beklediğim, gizli
görevim bu. Buradaki çoğu kaygısız turistten bir farkım yok - sırt çantasında iki şişe soda, gözlük ve
şapka, fotoğraf makinesi, ön cepte şehir haritası, not tutmak için yeşil bir defter; asla sadece fotoğraf
makinesine güvenmem.
Mayıs sonu. Erken bir saat olmasına rağmen Atlantik güneşi sokaklardaki beyaz taşları kavuruyor.
Her yerde açan hayret edici mavilikte ağaçlar var. Jakaranda; Brezilya'dan getirilen bir koloni bitkisi.
Yokuşlu minik sokaklarda eski turuncu tramvayların sesi çınlıyor, dönemeçlerde gıcırdıyor ve ani
duruşlarda zil çalıyorlar. Başka hiçbir yerde bu kadar neşeli bir gürültü duymamıştım. İlk gelene
atlıyorum, 28 numara olduğunu ve beni götürdüğü yerin bir önemi olmadığını fark ediyorum. Dışarıya
asılmış çamaşırlarıyla dar sokaklardan gürültüyle geçiyoruz, kırmızı kiremitli çatılarıyla dökülen
pembe evler, balık ve sebze tezgâhları, kaldırımlarda kafeler. Daha gürültülü bir sokak seçip,
iniyorum. Yolum, haritaya göre şehrin merkezinde bulunan Santa Augusta'ya düşüyor. Sokak Teju
Nehri'nin kıyısına çıkıyor, ya da okyanus kıyısına mı desem, çünkü nehirle okyanus tek, dev bir
yatakta birleşiyor. Tam da orada, en ucunda Arco do Triunfo yükseliyor ve Pombal anıtıyla Praca de
Comercio yayılıyor. Şehrin her dönemeç ve dakikasına sahip, buraya tesadüfen düşmüş bir
yabancının keyfiyle, ağır adımlarla aşağıya iniyorum. Tanınmıyor olmamın, uydurulmuş gizliliğimin
tadını çıkartıyorum. İşte Lizbon öğleninde hiç kimsenin şüphelenmediği, gizli görev sahibi bir adam.
İki koca günüm var ve her ne kadar biri yarılanmış olsa da, bu beni pek telaşlandırmıyor. İlk günde
ilk planım Carla'yı sadece tesadüflere güvenerek, plansız aramak. Sokaklarda dolaşacağım, terbiye
çerçevesi içinde karşımdan gelen kadınları göz hapsine alacağım, komşu masalarda sohbet edenlere
kulak kabartıp, dillerinden tek bir kelime anlamayarak, ama sesini tanıyacağımdan emin olarak
kafelerde oturacağım, kitapçılara gireceğim (Carla kitapları severdi), satıcı kızlara bakacağım ya da
çiçek açmış bir jakarandanın altına duracağım. Mavi renklerin ayaklarımın altında yeni çıkmış otların
üzerine yumuşakça dökülmesini ve onun da ağaçların altında durmaktan hoşlanıyor olmasını
umacağım. Tesadüfleri yeniden kışkırtmak kadar emin bir yöntem yoktur, eğer ki ilkinde de aynı
tesadüf sizi buluşturduysa.
Boş gezmemin amaçsızlığını vurgulamak ister gibi sigara yakıyorum ve arkamdan birinin
seslendiğini duyuyorum: Marihuana, marihuana? Dönüyorum. Kulağımın dibinde itina-sız kesilmiş
sakalları ile iki düşkün tip görüyorum. -"No, no..." -kesin ve sakin olmaya çalışıyorum, o esnada
sıkıca sırt çantamı tutuyorum,- "No marihuana..." Ancak bu, ikisini pek rahatsız etmiyor, anlayış
gösterircesine başlarını sallıyorlar, sanki bana ot önererek beni aşağıladıklarını söylemek
istiyorlarmış gibi. "OK, OK, hasheesh..." ve kaliteleri konusunda yeminler ederek, ustalıkla
ceplerinden küçük levhalar çıkarıyorlar.
Santa Augusta'da bir girişin önünde duruyoruz. Dışardan bakınca, en hızlı metroya nasıl
ulaşacağını soran, yolunu kaybetmiş turiste benziyor olmalıyım. O esnada bana iyice yaklaşıyorlar.
İçimi korku sarmaya başlıyor. O zaman aklıma bir şey geliyor. Hafifçe ve güya umarsızca adamın
elini itiyorum ve ekliyorum: "I seek Carla." İşe yarıyor. İkisi aradığım malın jargonunu çözemedikleri
için gururları kırılmışçasma birbirine bakıyor. Bu karmaşadan yararlanarak elimi sallıyor ve hızlı
adımlarla aralarından kendime yol açıyorum. Biri anında bana yetişiyor ve son bir deneme yapıyor:
"Maybe Coca..." Sertçe sözünü kesiyorum: "No Coca, Carla, C-a-r-l-a," neredeyse heceliyorum ve
ikisinin yeni uyuşturucu üretimine ve ortak uygulama eksikliğine küfrettiklerini hayal ederek, arkamı
dönmeden gidiyorum.
Böylece Carla daha ortaya çıkmamışken beni kolluyor ve bana yardımcı oluyor.
Bir şehre âşık olmak için içinde kadın aramaktan daha iyi bir yöntem yoktur. En son yirmi yıl önce
gördüğün, yüzünü unuttuğun, adresi ve telefonunu bilmediğin, hakkında hiçbir şey bilmediğin bir
kadın. Bir tek (fazlasıyla yaygın olan) ismi dışında, ikinci günün sonunda Chiado'da küçük bir cafede
oturuyorum, ağır ağır porto içiyorum. Masadaki kâğıt bardak altlıklarına yazacağım mektubu ve onu
okyanus yeşili gözleri olan Carla ismindeki kadına vermesi için sevimli garson kızı nasıl ikna
edeceğimi düşünüyorum. Mektup şöyle başlayacak: Sevgili Carla, seninle yirmi yıl önce bir öğleden
sonra karşılaştık, hatırlıyor musunuz? Lizbon'dayım, iki gündür izinizi sürüyorum. Sizi mümkün
olan tek yöntemle arıyorum...
Ve birden arkamda onun ismini duyuyorum. Bunu telaffuz eden erkek sesi arkamdaki masadan
geliyor, ardından gelen kelimelerin hiç birini anlamıyorum. Carla, Carla, diye tekrarlıyor yumuşak bir
sitemle, ardından sessiz bir kahkaha geliyor. Carla cevap vermiyor. Hareket etmekten korkuyorum.
Tanrım, Carla isminde o kadar çok kadın var ki. Kıpırdamadan duruyorum ve burada olduğum süre
boyunca ilk defa içimde güç kazanan korkunun açıkça farkına varıyorum. Carla'yı gizliden gizliye
bulamama isteğiyle arıyordum. O dakikada arkama bakma arzusuyla, Carla'yı görme korkusu
birbiriyle boğuşuyor. Ya gerçekten oysa, neyle karşılaşacaktım acaba? Yirmi yıl farkla, başka bir
erkekle yemek yiyen, mutlu bir kadın. Kanlı canlı, ama benim varlığımdan yoksun bir kadın. Aslında
hayalet olan bendim, Carla ise yirmi yıl boyunca hep vardı. Carla, kanlı canlı.
Bardak altlıklarını cebime tıkıp, parayı masaya bırakıyor, Pesoa şerefine aldığım borsalino
şapkasını başıma geçirip, etrafıma bakmadan çıkışa yöneliyorum. Çıkmadan dayanamayıp arkama
dönmeye karar veriyorum. Tuz buz olacak olsam bile, bu kadar sene sonra tek bir bakış. Aniden
dönüyorum. Carla'nın ismini duyduğum masada bir baba dizlerinde küçük kızını sallıyor. Kızın
üzerinde turuncu kelebeklerin olduğu, komik mavi elbise var.
P.S.
O akşam yazmaya devam etmediğim kâğıt bardak altlıkları üstündeki mektup şöyle devam
ediyordu:
...size yakışabilecek yerleri seçiyorum. Bu bazen sokakların yokuşundan sonra aniden karşıma
çıkan minik meydan olabiliyor. Ya da kapısında ilginç bir şeylerin olduğu bir ev girişi. Veya
herkesin buluşmak için randevulaştığı bir yer, örneğin Santa Augusta kemerinin altı.
Bazen o yer daha çok zamandan ibaret oluyor, dahası, bu onun geçici yapısını oluşturuyor.
Birkaç dakika için sokağın ışıklı kesişme noktası olabiliyor. Sanki sahne özellikle sizin oradan
geçmeniz için hazırlanmış gibi. Gün batımının son projektörleri sönüyor, giderek külleniyor.
Böyle bir sahneyi kaçıramazsınız. Asırlardır üzerinde çalışılmış: sokağın eğimi, 1755'deki büyük
deprem, Markiz Pombal'ın yeni şehir planı, evler, birkaç dakikalığına gün batımının sızmasına
müsaade eden çatı aralıkları. Tüm bunlar, bugün akşamüstü saat 18.27'de bir güneş ışığının şu
aralıktan geçip, sizin ortaya çıkacağınız köşeyi aydınlatmak için gerekliymiş gibi. Şehirde daha
yüzlerce böyle sahne olmalı, ya da sonsuz düzeyde şansımı azaltan, sizin için hazırlanan tuzak mı
demeliydim? Size yakışacak yerleri seçmeye devam ediyorum. Er ya da geç birine geleceğinizi
biliyorum.
Çev. Ayser Ali
Balık
György Dragomân
Brenner, vadi barajının korkuluğunda oturmayı severdi, saatler boyunca suyu seyreder, oraya
gömülen kenti düşünürdü. Oltayla da pek ilgilenmezdi, aylardan beri misinaya iğne bile takmamış,
gergin dursun diye ucuna bir ağırlık bağlamıştı, aslında oltayı turistler yüzünden taşıyordu, olta
yanındayken onu rahatsız etmiyor, sorularıyla bunaltmıyorlardı, sahiden baraja intihar etmek için
gelen oluyor mu, santral neden çalışmıyor, barajın duvarlarındaki bu çatlaklar ne olacak, bu kadar
suya bu uyduruk beton daha ne kadar dayanır, nehrin sularını baraja verdikleri zaman bile kenti terk
etmeyenler olduğu doğru mu?
O gün hava soğuktu, bulutluydu, turistler gelmemişti. Brenner oltayı suya atmadı bile, korkuluğun
yanma uzunlamasına yatırdı, sigarasını yakıp suyu seyretmeye daldı, binalar, sokaklar geldi aklına,
kentte dolaştığını hayal etti, her kapı girişini, her pencereyi tastamam anımsıyordu, ana meydandaki
lokantanın emaye kiremitlerinin bu bulutlu öğle üzeri bile nasıl pırıl pırıl parladığını, gözlerini
yummaya gerek kalmadan gördü. Bazen suyun altından yukarısının nasıl görülebileceğini hayal
etmeye çalışırdı, bu görüntünün bir anlığına gözleri önünde belirdiği de olurdu, evlerin damlarından
otuz metre yüksekte dalgalanan kurşuni göğü, eğri elektrik direkleri arasından kıvrılarak geçen balık
sürülerini görür ama bu görüntü hemen kaybolurdu, buna pek üzülmezdi çünkü manzarayla birlikte
ciğerlerinde suyun ağırlığını hisseder, uzun uzun, göğsü acıyarak öksürürdü.
Dördüncü ya da beşinci sigarasını içmişti, sigarayı korkuluğa bastırıp izmariti bir fiskeyle suya
fırlattığı sıra kadının sesini duyarak irkildi, o kadar şaşırmıştı ki az daha sigara tabakasını suya
düşürecekti, şaşkınlığından tabakayı kadına doğru uzatarak: "Affedersiniz," dedi, "ne sormuştunuz?
Dikkat etmemişim, aslında burada olduğunuzu bile fark etmedim."
Kadın, sigara istemediğini gösteren bir el işaretinden sonra sorusunu tekrarladı: "Siz de mi
oralısınız?" Arada suya doğru bakmıştı, Brenner, kadın başını oynatınca saçlarının ıslak ıslak başına
yapıştığını gördü, yarı-uzun kesik siyah saçlarının uçlarından su damlıyordu, Brenner yutkundu,
ağzının kuruduğunu duyumsadı, sigara tabakasından bir sigara aldı, tabakayı tıklatarak kapatıp cebine
soktu. "Evet," dedi, "orada doğdum." Baştan aşağıya süzdü kadını, giysisinin de ıslak olduğunu gördü,
beline doğru daraltılmış gri tayyörün dikişlerinin kenarından ince ince yollar halinde sızan sular,
çoraplarından süzülerek alçak topuklu yeşilimsi gri iskarpinlerine kadar iniyor, kadının ayakları
etrafında oluşan su birikintisine karışıyordu, Brenner sigarayı dudakları arasına yerleştirdi ama
yakmadı, başını kaldırıp kadının yüzüne, boynuna baktı, krem renkli ıslak ipek bluzu tenine
yapışmıştı, dekoltesinin açığından sol memesinin yuvarlaklığını gördü, su birikintisinin, çatlak asfalta
giderek yayılacağını, ona doğru yürüyecek siyah akışkan yollar oluşacağını, sonra ilerleyen suyun
sandallarına girip çoraplarını ıslatacağını düşündü, ıslak soğukluğun bacağına doğru yükseldiğini
duyar gibi oldu. "Orada doğdum," diye tekrarladı, sigaranın ucunu, sigara kâğıdına sarılı acı tütünü
yaladı.
Kadın başını salladı "Tahmin etmiştim," dedi, elini uzatıp ıslak bir tutam saçı kulağının arkasına
itti. "Tahmin etmiştim, yoksa neden gözlerinizi böylesine dikip bakasınız ki suya"
Brenner kadının ağzına baktı, açık pembe ruju hiçbir kenar çizgisi olmadan kadının yüzünün
kırışıksız, sedef gibi tenine karışıyordu, kadın konuşurken nefesinin yosun ve su koktuğunu duyumsadı.
"Ne istiyorsunuz benden," diye sordu, bir adım geriledi, sırtının korkuluğa çarptığını hissetti.
Kadın gülümsedi, başını hafifçe sallayarak: "Korkmayın," dedi, "Sadece size bir şey getirdim."
Yeşilimsi gri uzunca çantasını açınca içinden bir buçuk bardak kadar su döküldü, kadın elini
çantasına soktu, bir şey çıkararak Brennere uzattı: "Buyrun," dedi. "Alın."
Brenner uzandı, tuttuğu şey, kayağandı, soğuktu, eline baktı, bir mendile sarılı ufak bir turna
balığıydı, istemeden avucunu sıkınca balığın omurgası gerildi, birden kıvrandı, az kalsın elinden
kayıp düşecekti, yarısı mendilden dışarı çıkan balığı sıkıca kavradı, yapışkan derisini avucunda
hissetti. Kadının yüzüne baktı, kadın hafifçe başını sallayıp gülümsedi: "Aşağıdan gönderdiler," dedi.
"Buradan gitmenizi istiyorlar. Suya gözlerinizi dikip durmayın artık. Bakışlarınız çok sinir bozucu."
Çev. Gün Benderli
Silahlı Kuvvet*
Hakan Bıçakçı
I.
Köpek gibi açtım. Açlıktan kudurmuş durumdaydım. Midem büzülüp sırtıma yapışmıştı. Çaresizce
etrafıma bakındım. Kimsenin umurunda değildi içimde büyüyen boşluk. Dayanacak gücüm
kalmamıştı. Sonunda sessizliği bozdum: "Beyler yemeye çıkmıyor muyuz ya saat on ikiyi yirmi üç
geçmiş; açlıktan gebermek üzereyim."
Ömer otomatik bir hareketle saatine bakarak imdadıma yetişti: "O kadar olmuş mu ya, hadi çıkıp
yiyelim bir şeyler."
Diğerlerinin biraz daha işi olduğundan ikimiz çıktık. Dokuzdan beri masada oturup dosyalara sıra
numarası vermekten her yerim tutulmuştu. Tozlu sokaklarda neredeyse hiç konuşmadan hızlı hızlı
yürüdük. Aybaşı olduğundan kebapçıya gitmeye karar verdik. Tıka basa yedik. Çayların dibini kafaya
dikip kalktık. Yeni sıra numaraları verilecek yeni dosyalar bizi bekliyordu.
Yol üstündeki küçük dükkânın önünden geçerken Ömer bir anda durdu. "Şuradan bir şey almam
lazım ya gelsene iki dakika." İçeri girdik. Ömer önceden gözüne kestirmiş olduğu çakılara
yöneldiğinden ben de etrafa bakınmaya başladım. Ne işe yaradığını anlamadığım bir aletin başında
durdum.
Çakılar, çakmaklar, pipolar, purolar, sigara tabakaları, ağızlıklar, Rambo bıçakları, sustalılar,
muştalar, anahtarlıklar, biber
* Bu öykünün daha kısa bir versiyonu, KarakalemDergisi'nin Eylül 2008 sayısında yayımlanmıştır.
gazı spreylerinden sonra karşıma çıkan plastik kutu görünümlü ürüne bir anlam vermeye
çalışıyordum.
"Köpekler için..."
Dükkân sahibinin sesi... Boş bakışlarımı fark etmiş olmalıydı.
"Nasıl? Ne işe yarıyor ki?"
"Abi şimdi bu cihaz bizim algılayamadığımız, ancak köpeklerin algılayabileceği bir sinyal yayıyor.
Sinyalden rahatsız olan hayvan da anında uzuyor."
"Ölüyor mu?"
"Yok be abi, tırsıp kaçıyor işte."
"iyiymiş ha, bizim evin yolunda çok fazla başıboş köpek oluyor. Geç saatte özellikle..."
"Abi tam sana göre o zaman bu cihaz. Üstüne gelen, rahatsız eden olursa şuraya basıyorsun;
tertemiz..."
"Çok pahalıymış ama ya."
Ömer'in de arkamda olduğunun farkında değildim. "Al gitsin oğlum, canından değerli mi?"
demesiyle irkildim. "Maaşlar da yatmış zaten."
Tekrar dükkân sahibine döndüm.
"Nasıl çalışıyor bu alet pille mi?"
"Yok abicim şarjlıdır bu cihazlar. Bak şuna basıyorsun..."
Düğmeye bastığı an, "bizim algılayamadığımız, ancak köpeklerin algılayabileceği bir sinyal" içeri
yayıldı. Biçim değiştiren sessizliğin içinde kasılıp kaldım. Bu yeni ve gergin sessizlik dükkân
sahibinin açıklamaya devam etmesiyle kesildi.
"...yeşil yanıyor ya şimdi, şarjı tamam demektir. Şarjı azaldıkça bu yeşil soluklaşır. Kırmızı
yanarsa anla ki şarjı bitmek üzeredir, fişe takman lazım. Şarjı tamamen bittiğinde de kırmızı ışık
yanıp sönüyor uyarmak için. Adaptörü de kutunun içinde bak. Sürekli kullanılmadığından şarjı çok
uzun gidiyor bu cihazın. Çok pratik... Zaten bugüne kadar hiç şikâyet almadık.."
"Köpeklerden şikâyet aldınız mı?" Ömer'in sevimsiz esprisine ayıp olmasın diye gülerken dükkân
sahibiyle göz göze geldik. Ömer'in algılayamadığı, ancak bizim algılayabileceğimiz bir sinyal...
Boğazı yırtılırcasma havlayanı, sinsice hırlayanı, uzaklardan uluyanı, topallayanı, pirelisi,
kuyruğunu dikmişi, kıstırmışı... Hiçbiri tehdit değildi artık benim için. Çünkü o günden sonra
ceketimin iç cebinden eksik etmiyordum bu aleti. Sabah işe giderken, akşam işten dönerken, öğle
yemeklerine çıktığımda, hafta sonu ailece gezinirken...
Issız sokaklarda sinsi sinsi dolaşan, köşelerden habersizce fırlayan, tam karşıdan gözlerini dikip
bakan sokak köpekleri ve onların uzaktan duyulan tehditkâr havlamaları huzurumu kaçırmıyordu artık.
Ceket cebimden içime yayılan güven duygusu, ısırılma korkusunu bastırıyordu her seferinde.
Aradan aylar geçmişti. Aletin düğmesine dokunmama bile gerek olmamıştı. Dünyanın parasını
saymama rağmen bir kez olsun kullanamamıştım. Çalışıp çalışmadığını bile bilmiyordum. Her gece
şarjını kontrol ediyordum. Bittikçe dolduruyordum. Her sabah cebime koyduğumdan emin oluyordum.
Ceket değiştirdikçe onu da cepten cebe taşıyordum. Boşuna... Bu alete bu kadar para vermeme neden
olan Ömer'e ve onu dinleyen kafama türlü küfürler ediyordum. Yazıklar olsun. Geri de verilmezdi ki
aylar sonra.
Bir gece eve dönerken dayanamadım. Yıllardır her akşam önünden geçtiğim orta boy, kahverengi
köpeğe yaklaştım. Her zamanki gibi uyukluyordu Elimi ceketimin cebine attım. Alet her zamanki
yerindeydi. Çıkarıp köpeğe doğru uzattım. Ve düğmeye bastım. Yeşil ışık yandı. Karanlık uykusundan
uyanan köpek yattığı yerden kalkarak hırlamaya ve tehditkâr adımlarla üzerime gelmeye başladı.
Gözleri çapaklarla doluydu. Burun derisi aşınmıştı. Bir kulağında belediyenin taktığı plastik bir küpe
vardı, diğeri yırtıktı. Üst dudağını titreterek salyalı dişlerini sarı sarı gösteriyordu. İçimi müthiş bir
korku kapladı. Aletin düğmesine bir daha bastım. Basıp gitsin diye. Hayvan iyice kudurdu. Kısa
şokların işe yaramadığını anlayınca düğmeyi basılı tutarak üzerine doğrulttum. Şarjı bir anda
azalmıştı. Epeydir eskisi gibi kontrol etmiyordum tabii. Zayıflayan sinyal köpeği kaçırmaya yetmiyor,
çıldırtmaya yarıyordu Hayvan kudurdukça düğmeye basılı tuttum. Düğme basılı durdukça hayvan
kudurdu. Aletin ışığı iyice soluklaşmıştı.
Nasıl olduğunu anlayamadan köpeğin ıslak ve keskin dişlerini boynumda hissettim. Gırtlağımda
sıcak bir uyuşma oldu. Bir an için kendimden geçmişim. Başımı sert bir biçimde kaldırıma çarpınca
ayıldım. Fakat bu son derece zayıf bir ayılmaydı. Boynumdan boşalan kanın kaldırıma yayılmasını
izledim istemeye istemeye. Sonra köpeğin gittikçe bulanıklaşan bakış açımdan çıkıp gittiğini gördüm.
Zar zor. Asfalta dökülen kanımla uzaklaşan köpeğin arasında elimden fırlamış olan alet ters dönmüş
yatıyordu. Kenarında kırmızı ışık yanıp sönüyordu Enerjimin süratle tükendiğini hissettim.
Düşüncelerimi tek bir noktada toplayamıyordum. içimde müthiş bir öfke vardı. Ömer'e mi, aleti satan
adama mı, kendime mi, köpeğe mi kızacağımı bilemedim. İyice sersemledim. Son bir çabayla kalan
gücümü toplayıp kalkayım istedim, kımıldayamadım.
Yıldızlara Bakmayan Şehir
Hande Altaylı
Geceleri yıldız görünmeyen tüm diğer kentler gibidir, İstanbul. Bir gezegende yaşadığını unutan
insanlarla doludur tıka basa. Tüm o kentler gibi kendinden ibarettir. Bir şehir değil bir ülke, başlı
başına bir dünya, hatta evrenin ta kendisidir. Ne ölü yıldızların ışığı değer ona, ne de uzayın dibinde
yeni doğmuşların karanlığı... Nuru da, zifiri de kendindendir bu şehrin. Ay bile çoktan heybetini
yitirmiş, boktan bir sokak lambasına dönmüştür. Yağmurun işi trafiği tıkamak; kara düşen, yolları
kapatmaktır. Doğa olayları doğa için hiçbir şey ifade etmez İstanbul'da. Asya'yla Avrupa'yı birbirine
bağladığını söylerler, inanmayın; çünkü tek bir kıtadır İstanbul. Tek kıtalık bir şiirdir aynı zamanda;
en güzel kelimelerin, en galiz küfürlerle yan yana kullanıldığı ve anlamın bir gün aşikar, diğer gün
müphem olduğu... Tüm yıldızsız şehirler gibi sonsuz bütünden kurtarılmış bölgedir.
Zenginler vardır İstanbul'da ve elbette fakirler... İyiler, kötüler, hırlılar, hırsızlar, yavşaklar,
dönekler, ibneler, saflar, puştlar, orospular, âlimler, zalimler, fırsatçılar, umutsuzlar, kanadı kırıklar,
bezginler ve hayalperestler beraber yaşayıp gider bu beş bin yedi yüz on iki kilometrekarede. Kimin
ne olduğu da pek belli değildir aslında. Birinin puşt dediği, öbürünün zahiridir.
Paran varsa güzeldir İstanbul, paran yoksa daha güzeldir. Otobüslerin camından asla
oynayamayacağın bir filmin kareleri gibi izlersin onu hayranlıkla. Kendi yaşadığın izbeyi, evdeki
acuzeyi unutur hayallere dalarsın. Adama hayal kurdurmaya bayılır bu şehir. Yedi kızla grup seks
yapanların yanından hayatında tek kızı öpmemiş olarak geçer; en namlı orospuların yirmi metre
ötesinde elin erkek eline değmeden ölürsün. Tabuta da günahsız vücudun ve günahkar hayallerinle
girersin. Anan bellenir hayatın gerçekleriyle zihnininkiler arasında koşturup dururken ama gidemezsin
bir yere. Ne geldiğin köye, ne hanımın memleketine... Tüm yıldızsız kentler gibi görünmeyen
zincirleri vardır İstanbul'un. Beline mi, boynuna mı kalbine mi? Nerene atılmış, nerene dolanmış
bilemezsin, Çünkü, her şeyin mümkün olduğu bu kentte, görünmeyen zincirlerin öteki ucu parlak bir
ihtimale bağlanmıştır sıkı sıkı. Tüm varlığın o ihtimale bağlıdır zaten: Bir gün yırtabilirim!
Tepende yıldız olsa, durup düşünürdün belki. "Koskoca Samanyolu, milyarlarca yıldız, nerede
başlar, nerede biter, ben ne kadarım, İstanbul bile ne kadar, koskoca İstanbul ne kadar ulan?"
Tepende yıldız yoksa, şehrin ışıkları gözünü aldıysa, hayat gözünde büyür, sığdıramazsm bir yere.
Hayat ağzında büyür, çiğner çiğner yutamazsm, Yanağının içinde koca bir lokmayla bekler durursun
yırtacağın günü. Hayatı tükürmeyi bilmezsin ve istesen de öğrenemezsin yıldızsın şehirlerde.
İstanbul'un sokaklarında yüzyıllar yanyana durur. Birbirine çarpar, birbirini iter, birbirine girer.
Kimse sıraya dizmez onları, hizaya sokmaz. Zaman, istediği yerden uzatır kafasını; kimse de çıkıp
"Senin ne işin var burada?" demez, çünkü İstanbul'da sadece tek bir zaman vardır. Binlerce yıldır
söylenen sözler, yalanlar, dökülen gözyaşları, edilen dualar, lanetler... Hepsi İstanbul zamanının
içinde hapsolmuştur. O yüzden, ağır gelir bazen bu şehirde yaşamak. Öyle bir abanır ki üzerine tüm
varlığıyla; omuzların kaldıramaz, o tek bir zamanın sonsuz ağırlığını.
Çok güzel şeyler söylenmiştir İstanbul için. Büyük yazarlar, şairler sonu gelmez methiyeler
düzmüş; ressamlar çize çize, fotoğrafçılar çeke çeke bitirememiştir bu şehri. Neredeyse eli kalem
tutan herkes, iki satır yazmıştır İstanbul hakkında. Kötü şeyler de söylenmiştir. Trafiğine,
keşmekeşine, pisliğine, pahalılığına saydıran çok olmuştur. Kim ne söylediyse, hilafsız, hepsi
doğrudur. Tıpkı Londra, Paris, New York, Bombay, Tokyo ve nicesi gibi o da, hakkında söylenenleri
sonuna kadar hak etmiştir. Arkalarından bu kadar çok konuşulan tüm bu parlak kentler gibi o da,
üzerinde yaşayanların kafalarını kurcalamış, huzurlarını ve vakitlerini çalmış, mutluluk ve
mutsuzluklarında pay sahibi olmuştur. Işıklarıyla gözlerimizi kör eden bütün bu yıldızsız kentler,
görünmez zincirlerle bağlı olduğumuz ve zaman zaman hayatımızı allak bullak eden fiyakalı orospu
çocuklarıdır; İstanbul ise orospu çocuğunun önde gidenidir.
Gariplerin Şehirleri: Savaş Yıllarında
Yazılanlardan Bazı Bölümler
Haşan Daoud
Vaktinin çoğunu babam, balkonda oturup, aşağıdaki geniş boşluktan gelen serin havayı içine
çekerek geçirir oldu. Uzun zamandır yaşlı gözleri artık uzakları seçemez olmuştu. Uzaklarda yer alan
eski şehirden kendisine artık hiçbir şey görünmüyor; şehir, gözlerinin seçemediği geniş kara
bulutların ardında. Sadece yakın şeyleri görebiliyor; öyle ki, ayrıntılarıyla görmek istediği şeyleri,
gözlerine yapışacak denli yaklaştırmaya ihtiyaç duyuyor. Gözlerinin içi, anlaşılması güç bir şekilde,
kırışmış ve kalın bir naylon örtüyle kaplı gibi. Bana baktığı zaman da, beni, tıpkı gözlerindekine
benzer kaim ve dalgalı bulutlarla kaplı bir karartı şeklinde gördüğünü zannediyorum.
Oturduğu yeri yükseltmek için annemin bir minder ve sırtlık diktiği sandalyeye kurulup,
dirseklerini korkuluklara dayıyor. Art arda gelen serin hava dalgalarından başka artık hiçbir şeyden
hoşlanmıyordu. Buraya taşındığımız ilk zamanlarda eski şehirdeki dükkânını bize parmağıyla işaret
gösterebiliyordu, şimdilerde dükkândan, ya da dükkândan arta kalanlardan söz etmiyor.
Eski şehir tümüyle terk edildi. Babam, bir zamanlar bana, "Nereye kadar ulaştılar?" diye sorardı;
anladığım kadarıyla maksadı, şehri tümüyle yıkıp yıkmadıklarını öğrenmekti. Kendisine pek bir şey
kalmadı, diye cevap verdiğimde malları ve mobilyalarıyla birlikte, sahiplerinin alabilecekken
bıraktığı
çok eşyanın geride kaldığını söylerdi. İnsanlar, yıkım sırasında evlerin başında durup, molozların
arasında bulabildikleri her şeyi almalıydılar; bir zamanlar evlere özel üretilen kasalar, saat
ustalarının metal mahfazaları, duvarlara gizlenen mücevherat kutuları gibi şeyleri...
Büyük alışveriş merkezlerinde rastlanacak nesnelerin ismini sayıklardı. Daha küçük işyerlerinin
sahipleri, çalışanlarıyla birlikte yıkım alanına gelip dükkânlarındaki eşyaları alabiliyordu ama
alışveriş merkezlerindeki öteberiye kimse sahip çıkmıyordu. Mermer sütunları muhakkak geride
bırakmışlardı, sinema salonlarının yere sabitlenmiş koltuklarını da. Öte yandan, dikiminde çok
miktarda kumaş kullanılmış olan ve sahiplerinin ancak kapının önündeki bulvara taşıyıp
katlayabildiği, ekranları kaplayan perdeler de, asılı oldukları gibi terk edilmiş olmalıydılar.
Balkonda oturduğu sürece, oradan muhakkak alınması lazım olan şeyleri sayıp durdu. Akima yeni
bir isim geldiğinde, sanki tam zamanında hatırlamış gibi, hemen söyleyiveriyordu. Sigorta kutuları!
Kafasını yoran bir bilmeceyi çözmüş gibi sevinçle haykırıyordu. Kapı zilleri, hepsi kesin evlerin
girişlerinde bırakılmıştır! Bu artık onun yeni eğlencesi, oyunu olmuştu. Hatırladığı her yeni eşya, artık
onun tesellisi, onun oyunu oluyordu. Orada terk edilen her şey için hakikaten üzülüyordu; hem onlara
harcanan para için üzülüyordu, - zira, dediği kadarıyla, hiçbir şey bedava gelmiyordu - hem de terk
edilen şeylerin ihtiyaç duyulan şeyler olmasına üzülüyordu. Kendi ihtiyaçları da sebep oluyordu
üzüntüsüne, orada bırakılan her şey, burada yeniden satın alınmalıydı.
Aslında bu durum, kendisinde arta kalan paranın tükenmesine dair endişesini ifadesiydi. Ya da
ifade yollarından biri. Küçük sandıkta bulunan parayı, her akşam, saymanın ve onları, tutarlarına
göre, deste deste istiflemeyi adet edinmişti. Annem de, açık kapının arkasından bakıp, onu, etrafına
saçılmış paralarla yatakta otururken görünce, "Parayı hiç harcamadığımız halde, niçin bugün de
sayıyor?" diye kendi kendine söyleniyordu. Bazen babamın da duyacağı şekilde, hatta başkalarının da
kulaklarına çalınacak şekilde yüksek sesle söylerdi bunu. Ancak paralar, kutunun dışında olduğu
sürece, hiçbir şekilde karşılık vermezdi babam. Parayı istifleyip yerine koyana kadar bekler, sonra da
kutuyu, kasasına yerleştirirken, anneme dönüp, bunun kendisi için, zamanını aynanın önünde
harcamaktan daha iyi olduğunu söylerdi.
Savaşın yarattığı boşluklardan
1980 ya da 1981 yılında bir gün, Galib ve ben, Beyrut'un tahrip edilmiş çarşılarına, daha iyi bir
kelime bulamadığım için, "avlanmaya" gittik. Galip, yazacağı romanda kullanmak üzere, fikirler ve
sahneler avlamak için yanıp tutuşuyordu. Birçok Arap başkentini gören Galip, Beyrut'u başından
sonuna kadar görmek istiyordu çünkü hareket halindeki her şey ona ilham veriyordu. Olayları, kişileri
ve kentleri kaderleri olan anlatılar olarak gören bir romancıydı o.
Avlanmaya gittik. Aslında evlerde ve yollarda, boyumuzdan uzun otların bittiği o günlerde,
"avlanmaya gittik" sözleri pek de mecazi sayılmazdı. Antoin Kitabeviyle Hacı Davud'un kahvesi
arasındaki mıntıkada, adeta küçük bir orman oluştuğunu görmüştük. Orada rüzgâr, köylerdeki gibi
ıslık çalıyordu. Yolda ikimizden başka kimse yoktu, çatıları ve duvarları nedendir bilinmez
kaldırılmış olan binalar bomboştu. Hiç kimseyi görmedik. Sadece, o güneşli ama soğuk günde, ateş
yakmakta olan bir grup silahlı adam. Onlardan biri bize doğru ilerleyip birkaç soru sordu. Bu adamın
ve parçası olduğu grubun, kendi yöneticileriyle bu kadar uzaklıktan nasıl haberleştiklerini merak
ediyordum.
içeriyle bağlantıyı sağlayan dış merdiveni yıkılmış kadim taş otelin önünde uzun süre neden
beklediğimi anlamayan Galib, beni oradan çekip uzaklaştırmaya gayret ediyordu. Bana şaka yollu, üst
katlardaki insanların içeride mahsur kaldığından mı endişelendiğimi sordu. Oysa doğal olarak,
senelerdir otele artık müşteri gelmiyordu. Taşla ilgili saplantıma anlam veremeyen Galip, başka
yerlere, binalarında eski sahipleri kadar korkak olmayan insanların yaşadığı açık alanlara gidelim
istiyordu.
Savaştan önce meskûn olan bu mekânların, savaştan sonra, öncekinden çok daha geniş
göründüklerini fark ettim. Daha
önce gördüğümü hatırlamadığım olağanüstü geniş odalar, büyük meydanlar gördüm. Harabe
halindeki o mekânlarda renkler, yıkıntıların ürkütücü görüntüsüne rağmen, hâlâ canlıydı. Tavanları
yıkılmış binalardan nasıl yankılanacağını duyabilmek için, ses çıkarmayı düşündüm. Ancak buradan
gitmek için durmadan ısrar eden Galib, dikkatimi dağıttı. Oysa ben de insan arıyordum; ama farklı tür
insanları, daha önce görmediğim, varlığından bile bihaber olduğum, bu mekânların tarihini dolduran
insanları... Bir zamanlar buralarda yaşamış olan insanları hatırlamıyor olmam tuhaftı.
Kendisine, "Galib, daha önce burada, bu mekânda bizzat tanıdığım insanları nasıl hatırlamıyorum,
çok garip," dedim. Binanın yüksek katındaki pencerede, Doğu'ya dair araştırma yapmak ve yerleşmek
amacıyla, bu yüzyılın başında Beyrut'a gelmiş doğu-bilimci Rus'tan başka kimseyi göremedim. Otelin
ihtişamlı salonunda, benim doğumumdan yirmi ya da otuz sene önce gelip de, akşam toplantılarını
geçirenlerden başka kimseyi hayal edemiyorum; kadim insanlar görüyorum: Başka ülkelerden gelmiş
tüccarlar, işçiler, askerler, doğu bilimcileri ve şarkıcı kadınlar... Gezimizden az bir zaman sonra,
mekânları, bu mekânlara münasip insanlarla doldurduğumu fark ettim; hatta bu insanların elbiseleri
bile mekânlara uygun idi. Ben de, Galib'le aynı maksadı taşıyordum; yani ikimiz de şehri hakiki
haline döndürme hayalindeydik. Dedim ki, "İkimiz de, şehrin aslını ya da özünü bilmiyoruz." Ama bu
şehri bir tek Galib yazabilirdi.
1980 ya da 1981 yılında o gün, avlanmaya gittik. Ancak şimdi anlıyorum ki, o zamanlar, bu şehrin
tarihine giriş yapabileceğim bir başlangıç arıyordum, ecdadımızda bulamadığım bir başlangıç...
Mülteciler Caddesi
Savaş, insanların sığınması için şehrin caddelerinden sadece birini seçer. Bu şehirdeki hayali
"savaş caddesi" denize yakın olan kuzey uçtan başlayıp şehri boylu boyunca kesiyor. O cadde, şehrin
deposu ya da bekleme durağıdır. Bomboş kalan mahalleler, insanlar içlerinden şırıngayla çekilip
çıkarılmış izlenimi verir. Her zaman boş yer olacaktır, burada da kapasiteyi aşmak söz konusu
değildi.
Herkes oradaydı. Kimse birbirini itelemiyor, başkasını gitmeye zorlamıyordu. Piyango satıcısı
tezgâhını eczanenin önüne kurdu. Yolda duran iki dilenci kadın da, lüks ayakkabı dükkânına girenlere
yolu açmak için her biri bir yana çekildi. Çok değişik yerlerden çok insan geldi buraya. Bu cadde,
şehrin deposu veya bekleme durağı ya da içinde her şeyden bir örneğin bulunması gereken bir vitrin
gibiydi. Orada sadece insanlar, hayvanlar ya da kuşlar değil, şehirde bulunan her şey mevcuttu;
sinemalar, kahvehaneler, kaldırımlar, galeriler, kırtasiyeciler, kütüphaneler, fast-food lokantaları,
zücaciyeciler, sahte ancak eski tespihler, fotoğraflar, eski büyüteçler, çalışan ya da çalışmayan
fotoğraf makineleri, eski paralar, bozuk ütüler, parlatılmış eski ayakkabılar, modası geçmiş elbiseler
ve yerinden edilmiş insanların evlerinden alınmış birçok eşya vardı burada.
Şırınga, İnci mahallesinde tam kapasiteyle çalışmamıştı, yine de içine çektiği insanları değişik
yerlere azar azar dağıtıyordu. Ancak birbirlerine uzak yerlere yerleştirilen iki insan, üçüncü bir
mekânda karşılaştığında, bu durum, onlara hiç de garip gelmiyordu. Birbirlerine "Günaydın," deyip
yollarına devam ediyor, altı adım sonra da, birbirlerini gördüklerini unutuyorlardı.
Yabancılar
Yabancı şehirlere yerleşen insanlar, şehre ilk geldikleri gün edindikleri alışkanlıkları sonradan
kolay kolay değiştiremezler. Oturma izinlerinin sadece uzatılmış olduğunu hissederek tüm kurallara
ve talimatlara uyarlar. Trafik ışıklarına en fazla bu insanlar dikkat eder; öyle ki, yeşil ışığın
yanmasını beklerler ve ancak geçiş hakkı tam kendilerinin olunca karşıya geçerler. Ya da sigara ve
gazete satan ufak büfelerde, satıcıyla çok kısa, öz ve anlaşılır konuşurlar. Hatta "günaydın" ya da
"lütfen" dediklerinde dahi, bu kelimeleri, sanki şehir rehberinden alınmış gibi söylerler. Bu basit
yaşam tarzını benimseyenler, ne fazla çaba harcaması ne de belli bir yeteneğe sahip olması gerekir.
Az ama isabetli olan bilgilerimiz sayesinde, bankalarda işlemlerimizi, bu şehrin asıl sakinlerinden
daha kısa bir sürede bitirebildiğimizi anladık. Ahşap bölmenin arkasında oturan memura "Günaydın,"
diyoruz, o da bize gülümsüyor, ardından, "Mümkünse, şu numaralı hesaba, şu kadar para yatırmak
istiyoruz," diyoruz. Bize, yine gülümseyerek, hesap kaydını gösteren kâğıdı uzattığında "Teşekkürler"
diyoruz. Sanki talimatlara ya da basitleştirilmiş şehir rehberine uyar gibi yaşıyoruz. Bina kapıcısına
"iyi akşamlar" diyoruz, o da bizim selamımıza, ayağa kalkarak cevap veriyor; Mervan, "Bahşiş
verelim mi?" diye soruyor, "Bilmem," diyorum. On dakika sonra binadan çıkarken, ona gene "İyi
akşamlar" diyoruz, o da, az önce binaya girdiğimizde yaptığı gibi, tekrar ayağa kalkıyor. "Birazdan
gider," diyorum Mervan'a; içinde yalnızca ofislerin bulunduğu binada, devamlı kalan sadece ikimiz
varız.
Bir tek ikimizin alenen yürüdüğü bu sahil şehrinde, bizi gözetlediği vehmine kapıldığımız yüksek
kuledeki o adam, aslında bizi gözetlemiyordu. Günler akıp gidiyordu ve bizler, aylarca süren
yürüyüşümüzün ardından, aradığımız şeyi bulamamıştık. Kapıcının önünden geçiyoruz; kendiliğinden
sola yönelen ayaklarımıza itaat ediyor ve bize yakın olan sahile doğru yöneliyoruz. Birbirimize,
"sahile gidelim" demeden, sahile doğru yöneliyoruz; zira sahili yürümek için yapmışlardı. Ara sıra
Mervan, yanı başımızda uzanan ve bizi kumsaldan ayıran geniş duvarın üstüne çıkıyor ve benden bir
metre yükseklikte benimle konuşuyordu. Ancak kendisi duvarın üstünde yürümeye devam etmiyor,
karşımızdan gelen iki adama yaklaştığımızda, onların meraklı bakışlarına meydan vermemek için,
duvardan iniyordu.
1
"Tea with the Queen" romanından alınmıştır.
Ayrılış
Bu eski ama sevimli evlerde yaşayan kadınların hepsi burayı terk ettiler. Onlar, kapıya yakın
bekletilen büyük bavulları alıp gittiklerinde, kendilerine karşı yabancıydılar; göründükleri şekil,
aslında kendilerine benzeyen şekil değildi. Yeni elbiseler giyiyorlardı, bu elbiseler, kendilerini zayıf
ve zarif gösteriyordu. Otomobillere binmeden önce, sanki hizmetçi onlarmış gibi çok yorgun
görünüyorlardı. Ancak, dağınık duran ve de sadece son anda ancak hatırlanabilen eşyalarını
toparladıkları için değil, kendilerini, giyindikleri elbiselere göre davranmaları gerektiği kanaatinde
hissettiklerinden dolayı yorgun görünüyorlardı. Beyaz ve uzun ayaklarını gizleyen ayakkabıları, birer
sandala benziyordu. Kendilerinin iç dünyalarını yansıtan renkleri ihtiva eden elbiseleri de, vücudu,
en çok el ve ayakların ifade ettiğini gösteriyordu. Ancak bu sefer de kendileri, tıpkı, karanlık ve
soğuk evlerinden zorla çıkarılan kadınlar gibi, yine de güzeldiler.
Çev. Adnan Yılmaz
Son deniz kabukları...
İpek Çalışlar
Çocukluğum Kalamış'ta geçti. Kalamış sahilinin kumsal olduğu yıllardı. Kumda saatler geçirir
deniz kabukları toplardım. Pembe kabuklar en narin olanlardı. Dalgayla sahile vurduktan kısa bir süre
sonra parçalanırlardı. Kimse üstlerinden yürümeden sabah erkenden, sahile iner bu kabukların peşine
düşerdim. İstiridyeyi andıran, kapaklı şeffaf kabuklardı bunlar. .. Bir kibrit kutusuna 6-7 tanesi birden
sığardı. Sahile vurmadan ev sahipliği yaptığı canlı göze görünmezdi. Kapakları açınca içteki pembe
dıştakinden daha koyu olurdu. Kumsal çok geniş değildi. Dalga gelince ıslanırdı. Ama uzundu.
Üzerinde yürümek keyifliydi. İçinde bin bir çeşit deniz kabuğu barındırdığı için biz çocukların en
sahici eğlencesiydi. Oyuncağın kıt bulunduğu yıllardı. Ne barbi bebek ne de lego bilirdik. Bayramdan
bayrama Beyoğlu'ndaki Japon mağazasından oyuncak almaya gidilirdi. Bugünkü çocukların pek de
dönüp bakmayacakları türden oyuncaklar süslerdi vitrinleri. Ama sazlıklar vardı, kumsallar vardı.
Oynayacak, koşacak, saklanacak, yüzecek geniş alanlar vardı. Çocuklar bugünlerdeki gibi evde
oynamazlardı; hepimiz şehrin sokaklarını, arsalarını, derelerini karış karış bilirdik. Kumsalımızın
üzerinden beton bir yol geçirileceğini, mütevazı evlerin kat kat apartmanlara dönüşeceğini hesap
etmeden yaşardık. Bir gün iş makineleri geldi. Sahil doldurulacaktı. Binlerce yıllık kumsalın üzerine
çirkin betonlar çekileceğine bir türlü inanmamıştık. Ben deniz kabuklarına veda zamanının geldiğini
farketmiştim. Dev iş
makinaları onları unufak etmeden once, son deniz kabuklarını toplamak için, elimde büyücek bir
kutuyla sahili bir uçtan bir uca katedişimi hatırlıyorum. Kumsalın yokedildiği günlerde kumdan çok
deniz kabuklarına üzülmüştüm. Kalamış'tan beton kokuları yükseldiğinde, yanılmıyorsam
üniversitedeydim
Hayatımın ikinci şehri ile Ankara ile tanışmıştım. Albenisi ve denizi olmayan garip bir şehirdi.
İstanbul'a gelmeyi iple çekerdim. Her gelişimde yanımda arkadaşlarım olurdu. Yaz günleri sandal
kiralayıp maviliğe açılmaya bayılırdık. Kalamış'taki sandal iskelesi de kumsalın doldurulmasıyla
birlikte yok olmuştu. Bu yüzden sandalı komşu koydan, yani Dalyan'dan kiralıyorduk. Deniz hala çok
güzeldi. Ama artık kumsalında oynayan çocuklardan yoksundu.
Üniversite yıllarımın ardından 12 Mart geldi çattı. Bir süre sonra da ben Ankara'da Yıldırım Bölge
Kadınlar Koğuşu'nda yaşamaya başladım. Darbe'ye karşı eylemcilik ruhum kabarınca tutuklular
kervanına katılmıştım. Denizi de kumsalı da artık rüyalarımda görüyordum. 1974 yılının Temmuz
ayında özgürlüğüme kavuştuğumda bambaşka bir İstanbul'la karşılaştım.
Kalamış yüksek apartmanlarla kaplanmış, sahilde oturmaya bayıldığım salaş kahveler tamamen
yokolmuştu. Boğaz'ın bir ucundan diğer yanma geçişi için bir Köprü yapılmıştı...
Şehir çok değişmişti. Ben başka birisiydim. Doğup büyüdüğüm şehir de, başka bir şehirdi; içinde
yüzdüğüm deniz de bir başka denizdi.
Güneşli bir havada arkadaşlarımdan gelen "haydi yüzmeye" teklifine şaşkın şaşkın baktığımı
anımsıyorum. Hapisten çıkan bir insan herhalde denizde yüzemez diye düşünüyordum. Bu garip
düşüncemin geri planında yatanları şu anda düşünmek bile istemiyorum. Denize girmek için beni
binlerinin dürtmesi gerekmişti. O gün bir sandalla denize çıktık ve Moda iskelesinin yakınında
yüzdük. Şehir iki buçuk sene içinde öylesine değişmişti ki, duygusu eksilmişti; yarım inşaatlar ve
denize uzanan kayalar her yanı istila etmişti. Artık sanki şehrin dilini de eskisi gibi anlamıyordum.
Gürültüsünü, hışırtısını, tıkırtısını, kokusunu, rengini her şeyini yadırgıyordum.
Evet, ben serbesttim ama doğduğum şehir artık benim şehrim değildi.
Gözüme dev bir hapishane gibi görünen bu şehre alışmam, saklı güzelliklerini yeniden keşfetmem
yıllarımı aldı. Pembe deniz kabukları ise gittiğim hiçbir kumsalda karşıma bir daha çıkmadılar.
Büyük Bir Kentleşmeciye Dair Öykü
Jacek Dehnel
I.
Ünlü Prens Atti-Bus'Dinah'ın, El Ri olarak da tanınan tarihçisi Gabe'li Quarm anlatıyor:
Egemenliğinin dördüncü, kentin kuruluşunun 658. yılında o sırada on sekiz yaşında olan ünlü Prens
Atti-Bus'Dinah Yunan mimar Naxos'lu Eleucos'u saraya çağırıp onu Griffon Avlusu'ndan Hermithes
Bahçelerine dek uzanan bir güney kanadı yapmakla görevlendirmiş. Bu iki bölge ve burada bulunan
bir cami, bir sinagog ve küçük bir Mitra tapmağı yerle bir edilmiş, Aziz George tepeleri düzleştirilip
buraya Paris mermerinden muhteşem güzellikte bir dizi sütun, dört fıskiye, iki avlu ve prensin bir yıl
önce doğum yaparken ölen karısı için bir anıt mezar dikilmiş. Ama tüm bunlar ünlü prense yetmemiş,
bu yüzden, yardım etmesi için yanma usta İbrahim bin Mukap'ı verdiği Eleucos'u çağırıp sarayı
Hermithes Bahçelerini de içine alacak şekilde, tepenin altından deniz kıyısına dek genişletmekle
görevlendirmiş. Üst üste teraslar üzerine bir dizi sütun, iş yerleri, saraylar bunlar arasına da renkli
çini kakmalı küçük çardaklarla, portakal ağaçlarıyla, üstü asmalarla kaplı kameriyelerle ve tavus
kuşu kafesleriyle dolu avlular ve bahçeler yapılmış. Ama tüm bu işler daha bitirilmeden, prens
Ermenilerin yaşadığı bölgenin yıkılıp buranın büyük saray ambarlarına çevrilmesini istemiş: orada
yaşayan insanlar sürülmüş, sokakların etrafına duvarlar örülmüş, evler tahıl ambarlarına
dönüştürülmüş. Prens o bölgeden sürülen Ermenileri yerleştirmek için Tatarların yaşadığı bölge
Beh'e, doğu insanları için geleneksel olan, çok sayıda ahşap dehliz ve geçitle bağlantılı geniş evlerle
dolu yüksek bir kent inşa edilmesini emretmiş, öyle ki yeni Beh'te hem Ermeniler hem Tatarlar ve
nihayetinde Makedonlar için bile yer varmış. Bu insanların o güne kadar yaşadıkları yerde ise büyük
bir meydan ve pazaryerinin yanı sıra saray hamamları ve ahırlar inşa edilmiş. Ve böylece bir
zamanlar kentin bulunduğu yerde saray, kenar mahallelerin bulunduğu yerde de ileriye, gittikçe daha
öteye şehir uzanır olmuş.
Prens Atti-Bus' Dinah yeni yükselmiş her yapıyı teftişe gidiyormuş önceleri, sonrasında yeni
yapılan mahallelerin açılışına gider olmuş sadece, sonunda, yeni yapıların inşa edildiği mahallelere
ulaşmak dar sokaklarda yapılan yorucu bir yolculukla bir hafta, sonra iki hafta, derken nihayetinde bir
ay gibi bir süre almaya başlayınca, bu alışkanlığından tümüyle vazgeçmiş. Ermenilerin, Tatarların ve
Makedonların mimar, marangoz ve taş ustalarından oluşan ekiplerin artık ulaşmış olduğu, kentin
kuzey ucuna, Orhan Dağları civarında bir yere sürüldüğü, yerlerinden edildikleri o eski Beh'in
bulunduğu yerde yükselen büyük kütüphanede toplanan çizimlere, planlara, haritalara ve gravürlere
bakar olmuş sadece. Bir sarayın, bir hisarın, evlerin ön cephelerinin hatta tezgâhları olan sıradan bir
pazarın yapımı biter bitmez, prensin sanatkârları bunu derhal resmedip kendilerine her geçen gün
biraz daha az gerçek gelen saraya gönderiyorlarmış ulakla. Ulak kaplıcalarda yaşayan vahşi köpek ya
da duvarların yarıklarına yuvalanmış eşekarısı sürülerinden kaçarak, birbiri ardınca uzanan,
çoğunlukla henüz meskûn hale getirilmemiş mahallelerden koşturuyor, boş forumlardan ve henüz
tamamlanmamış tahkimatlardan geçiyormuş. Sarayın en ücra köşelerine üç ayda, sonrasında bir hatta
iki yılda, prensin en sık bulunduğu taht salonuna ya da Büyük Kütüphane'ye ise iki misli daha geç bir
sürede ulaşıyormuş. Ulak saraya geri dönmek üzere her yola çıktığında, saray çok daha uzakta kalmış
oluyormuş; yeni yapılan evlerde yaşamaya zorlanmış göçebeler saray civarındaki mahallelerde oturan
halkın konuştuğundan tümüyle farklı, gırtlaktan gelen bir lehçeyle konuşur olmuşlar. Önceki mimarlar
ve ressamlar artık hayatta değillermiş, bu yüzden artık onların oğulları ulağı çağırıp eline çizimleri,
tabloları ve gravürleri tutuşturuyor ve bir gün dinlenmesine müsaade edip onu her geçen gün biraz
daha yaşlanıp saçı başı ağaran prense gönderiyorlarmış tekrar. Ulak prensin yanına her vardığında,
prens ancak onların torunlarının ulaşabileceği yeni yapılacak mahallelerin yerini belirliyormuş.
II.
Prens Atti-Bus'Dinah anlatıyor:
Tanrı uzun bir ömür ve hükümdarlığım boyunca Porphyreum kıyılarından Orhan Dağları'na,
Mikrokephalos Çölü'nden Gehr Nehri kıyılarına dek uzanan bu kenti inşa edebilmem için pek çok yıl
bahşetti bana. Başlangıçta, kent daha güzel, saray daha geniş ve daha görkemli olsun, bahçeler
cennete daha çok benzesin, tapmaklar Doğu'nun ve Batı'nın Tanrıları için çok daha büyük bir hürmet
göstergesi olsun diye girişmiştim bu işe. Sonrasında insanlar daha mutlu olsunlar diye devam ettim:
hastaneler, temiz dağ suyuyla dolu su kemerleri, kanalizasyonlar, park ve bahçeler, keşişler için
büyük manastırlar, çapkınlara uygun tasarlanmış, kırmızı fenerler bulunan mahalleler yaptırdım.
Sonunda Aziz George'un mektuplarında, yaşamı boyunca, devasa bir bez üzerine dünyayı: kıtaları,
denizleri, kentleri, hayvanları, dağları, ormanları, çölleri, olağanüstü güzel ve aşikâr olan her şeyi
resmeden devasa bir resim yapan birine dair bir mesel okudum. Bu adam nihayetinde yıllar sonra
yaşlanınca, bütün bu resme bakıp kırışıklarla dolu yüzünün devasa görüntüsünü görmüş.
Ölümümün yaklaştığını hissettiğimde, kentin bir ucuna gidip eserimin görkemli boyutlarına ilk ve
son kez bakmaya karar verdim. Başlangıçta, zengin muhitlerden geçiyor, tuhafiyeciler, boyacılar,
dokuma ve baharat tüccarları, keçe imalatçıları, fıçı imalatçıları tarafından karşılanıyorduk;
atlarımızın ayakları altına çiçekler atılıyor, hoş kokulu yağlar dökülüyordu. Ama uzak mahallelerin
içlerine daldıkça bize kuşkuyla bakılır oldu. Nodoso deresi kıyısında birkaç yeni yetme bize taş attı;
bir keresinde henüz gün ağarmadan uyandığımda, çadırın bezini delip geçerek, yastığımın üzerindeki,
altın iplikle işlenmiş güneş motifinin ortasına bir okun saplanmış olduğunu gördüm. Beled
yakınlarında Nubiya'lı haydutlar generallerimden birini çok kötü yaraladılar; Beled'in ötesi daha da
kötüydü, çünkü hâlâ kent sınırları içinde olsak da, dilimizi kimse anlamıyordu, hâlbuki aynı kentin
sokaklarında yürüyorduk sürekli. Çıkıp da kentin tümünü görmek istediğim Orhan Dağları'nm en
yüksek zirveleri bile binaların çatıları yüzünden artık görünmez olmuştu.
Seyahatim kalbimin bana itaat etmeyi reddettiği, Psigvovların yaşadığı Kirig mahallesinde son
bulmak zorunda kaldı. Beni gösterişli bir çadıra yatırdılar, biraz kanımı boşalttılar, şifalı otlar
kaynattılar, ama kenti yeterince uygun bir mesafeden göremeyeceğimi, bu devasa yapının hatlarında
kendi yüz hatlarımı bulamayacağımı yavaş yavaş idrak etmeye başlamıştım.
İşte o zaman Şeytan, Dhery Prensi'ne giden iki gezgin Arap bilginini gönderdi bana. Bu bilginler
maiyetimden bu seyahate hangi maksatla çıktığımı duymuşlar ve bana kenti görmemi
sağlayabileceklerini vaat etmişlerdi. İstedikleri ücret çok fazla değildi, aslında ölüm yaklaştığında
her şey değerinden çok şey yitirir. Heybelerinden, yapıştırılmış Cipangong ipeğinden ve işli devasa
bir kese çıkardılar, orta yere yaydılar, pek çok kurdeleyle yatağımın dört bacağına sıkıca bağladılar,
sonra bu devasa keseyi doldurup beni yukarı kaldıracak olan havayı ısıtması için büyük bir ateş
yakılmasını istediler. Gerçekten de, birkaç dakika sonra üzerinde bulunduğum yatak sarsıldı ve hafif
hafif yükselmeye başladım, önce yanımdakilerin elleri, sonra dirsekleri hizasına yükseldim, hemen
sonrasında saray çalışanlarının yüzlerini gördüm, ardından başlarının tepelerini, ilk kattaki odaların
bomboş pencerelerini, sonra ikinci katların yine boş pencerelerini ve harap haldeki çatı katlarını,
nihayetinde de çatıların geriye kalan kısımlarını ve evlerin tepelerini gördüm, gittikçe fazlasını, daha
fazlasını, iç içe odalar dizisi, geçitler, bal peteklerini andıran bir dizi odacık ve duvar, sokak ve
patikalardan oluşan bir deniz görüyordum. Sürekli yukarıya, daha yukarıya yükseliyordum, hemen
hemen tüm mahalleleri görür olmuştum artık, ama daha fazlasını görmek istiyordum; keseye dolan
hava sonunda beni o kadar yükseltti ki, denizden dağlara, çölden Gehr Nehri'ne dek tüm kenti görür
olmuştum. Ama kentin resmi hiçbir şeye benzemiyordu, bir biçimsiz hatlar yumağı, hiçbir önemi,
hiçbir anlamı, hiçbir nedeni ve amacı olmayan sonu gelmez bir mozaikti bu.
Bulutların ilk katmanını geçmiştim, hava gittikçe serinliyordu.
III.
Arkeolog Prof. Albrecht Rosendorfer anlatıyor:
Başlangıçta, 3502-F no.'lu mevkinin, şayet Milanolu Aecjus'a inanacak olursak, aşağı yukarı bu
bölgede olması gereken Roma Tuginium kolonisinin kalıntıları olduğunu düşündük. Ama Persimond
Prensliği'nin başkenti olan ve en büyük gelişimini Atti-Bus'Dinah döneminde yaşayan Buz kentine
rastladık. Bu hükümdarın ölümünden sonra kent bilinmeyen nedenlerle tümüyle harap olmuş.
Diğer bölgelerine nazaran en iyi korunan yer kent merkeziydi; Alman ve İngiliz üyeleriyle ekip
mozaiklerden, bronz sanat eserlerinden ve birkaç heykelden oluşan, geç Roma dönemine ait pek çok
kıymetli antik kalıntının bulunduğu, büyük bir saray ve kütüphanenin, birkaç tapmak, kaplıca ve
forumun yıkıntılarına ulaştı. Araştırmalarımızın devamında bazılarının kanalizasyon sistemi ve çakıl
taşından yollarla donatılmış olduğu, fırınlanmış tuğladan yapılmış konutlardan oluşan mahallelere
ulaştık; ama kent merkezinden uzaklaştıkça, şaşkınlığımız arttı; kentin aslında ucu bucağı yoktu.
Saraydan uzaklaştıkça, duvarların yapımında kullanılmış malzemenin kalitesi düşüyordu. Çöl kumu
hem taşları hem tuğlaları hem ahşapları hem de papirüsleri mükemmel biçimde korumuştu. Orhan
Dağları'nın eteklerinde hafif paravanlardan ve boyalı kumaşlardan yapılmış, çimenle kaplanmış bütün
halde bir mahalle bulundu. On cephelerine bal petekleri, çıtalar ve uçucu kumlarla şekil verilmiş
yapıların bulunduğu birbiri ardına sıralanmış geniş sokaklarla bağlantılı avlulara açılan, küçük
odacıklardan oluşmuş, ucu bucağı olmayan bir iç içe odalar dizişiydi bu; bu sokaklar yakıcı çöl
havasıyla korunmuş ipek kozalarından yapılan büyük bir meydana çıkıyordu, bu kozalar bir birleriyle
öyle ustalıkla birleştirilmiş ki yapıldıkları günkü biçimlerini bu güne dek korumuşlar.
Bu hayalet kentin ne için yapıldığını bilmiyoruz; küçük İngiliz gazetelerinden biri bunun Buz
kentinin kalıntıları olmadığı, her ne kadar neden bu bölgede bulunduğunu ve set tasarımcılarının
neden örümcek ağlarından ve kumlardan bir set oluşturmak zorunda kaldıklarını açıklamıyorsa da, D.
W. Griffith'in "Hoşgörüsüzlük" filmi ya da "Ben Hur" için hazırlanmış Holly wood setlerinin
kalıntıları olduğu yönünde spekülasyon yapıyor. Atti-Bus'Dinah'ın saray kütüphanesindeki belgeler
bu kentin öyküsünü öğrenmek için değerli bir ipucu olurdu; ne yazık ki dağın eteklerinde uzanan
evlerin o zayıf duvarlarının aksine, papirüsler toprak altından çıkarıldıkları sırada, arkalarında
sadece bir avuç kırmızı bir toz ve kederli, keskin bir koku bırakarak neredeyse tümüyle dağılıyor.
Çev. Seda Köycü
Gece ve Gündüz1
Leonard Durso
Nick artık iyiden iyiye alıştığı, bir çeşit alarm olarak kabul ettiği mahalle camisinden yükselen
sabah ezanıyla uyanıyor. Yerdeki kedi de sesle irkilip gerinmeye başlıyor, kafasını kaldırıp ona
bakıyor. Nick'in gözlerini açmamış olmasının kendisini kandırmaya yönelik nafile bir numara
olduğunu bilerek daha fazla beklemeden yatağa sıçrıyor, sinsice sahibine sokulup gözlerini yüzüne
dikiyor. Nick uykulu bir sesle, "Tamam," diye iç geçirince sağ koluyla gövdesi arasındaki kıvrıma
yerleşiyor, Nick'in açıkta kalan kolunun alt kısmına hafifçe patisini bastırıyor, kafasını yana yatırıp
gözlerini kapatıyor ve tekrar uyumaya başlıyor. Nick bu sabah da rutini bozmayarak ona katılıyor.
Yarım saat sürecek bir uykuya dalıyorlar.
Gabriella beline sarılmış kocasının nefes alıp verişlerini boynunda hissederek uyanıyor. Bu o
kadar güzel, o kadar güven verici bir duygu ki gözlerini hep kapalı tutmak, onu daima yanında
hissetmek istiyor. Bu yanılsamayı ne kadar devam ettirebilirse o kadar iyi. Çünkü Hasan'a
dokunduğunu, yarım dakika, bir dakika, bir ömür boyu en sevdikleri kaşık pozisyonunda uzandıklarını
hissetmek güne başlamak için ihtiyaç duyduğu tek şey. Doğan güneşin, öten kuşların, okula koşan
çocukların canı cehenneme! O çocuklar ona ait değil, o kuşlar seslerini duyarak büyüdüğü kuşlar
değil, bu güneş kendi bildiği güneş değil. Haşan...
Ve bu sabah da başkasına ait sandığı hıçkırıklarla uyandığı ilk sabah değil.
Deniz'in rüyası: ormanın ortasında, kim olduğunu çıkaramadığı ama çok yakından tanıdığını
hissettiği bir adama doğru yürüyor. İlerledikçe yukarıdan gelen yaprak hışırtılarını duyuyor, kafasını
kaldırıp sesin geldiği yere bakıyor, dikkat kesilmiş kendisini seyreden sürü halindeki serçeleri
görüyor. Gülümsüyor, bir insan ağaçtaki serçelere başka nasıl bir tepki verebilir ki? Ama ortada ters
giden bir şey var; kuşlar bir anda havalanıp çember oluşturuyor ve üzerinde dönmeye başlıyorlar,
gagalarını kocaman açmış, kulakları sağır edercesine ötüyorlar. Yine de rahatsız olmuyor bundan,
gözlerini yüzünde bir gülümsemeyle açtığında annesini, Fatih'teki falcıları, para, talih ve rüyadaki
kuşlar ile ilgili kehanetleri hatırlıyor.
Doug nefes nefese uyanıyor, zihni bulanık, nerede olduğunu kestiremiyor. Sakin ol, diye geçiriyor
aklından. Sakin ol. Kalbi, göğüs kafesini delip dışarı çıkmak istercesine hızla çarpıyor. Acı içinde
ağzını aralıyor, çarşafı sıkıca kavrıyor, kendisini sakinleşmeye zorluyor. Yaklaşık yarım dakika sonra
kalp atışları yavaşlıyor, panikten çıkıyor. Ve böyle uyanmaya aşina olduğu için anlıyor ki gün onun
için yeni başlıyor.
Onun yatağından kalkıp mutfağa doğru sendeleyerek yürümesini seyrederken bu sefer öksürmesini,
hayatına devam edebilmek için ihtiyaç duyduğu o hamleyi yapmasını, beklemiyoruz. Biliyoruz ki
yaşamına devam edecek. Henüz yenilmedi.
Mustafa tıraş olur, duş alır, daha sonra üzerini giyinirken karısı Özge kahvaltıyı hazırlıyor. Zengin
bir Türk kahvaltısı: siyah zeytin, üç çeşit peynir, sucuk, haşlanmış yumurta, bal, reçel, ekmek, ince
dilimlenmiş domates ve salatalık. Mustafa sessizce kahvaltısına başlıyor ve üniversitede okuyan
çocuklarının gece attığı son e-postalardan bahseden Özge'yi dinliyor. Aslında bu son havadisleri can
kulağıyla dinleyemiyor; ilgisini çekmediği için değil, aklı okulda olduğu için. Okuldaki ikinci yılına
başlayacak olması, ders verecek hocalar, diğer çalışanlar, aylarca süren hazırlıklar, bu hazırlıklarla
yakından ilgili insanlarla yapacağı ilk toplantı, bu okulun çalışmayı kabul ettiği dördüncü okul
olması... Tüm bunlar kafasını meşgul ediyor. Hiçbir şeye odaklanamıyor, her şeyi son bir kez daha
gözden geçirme isteğini engelleyemiyor, iki hafta sürecek yeni kayıtlar, iki-üç saat sonraki toplantıda
yapması gereken açılış konuşması... Bu kişilerin çoğuyla aslında farklı okullarda beraber çalışmıştı,
yani buradaki kadrosunu kendi eliyle seçmişti, ama onların arasında daha önce aynı okulda
çalışanların sayısı azdı, ayrıca bu sene birçok yeni katılım olacaktı. Durum karışıktı yani, zordu; tam
da onun sevdiği şekilde. Her zaman kendisine meydan okuyan zorlukları, yeni yolları arar bulurdu.
Şimdi de tiyatro ve film ağırlıklı sanat okulu vardı sırada.
Mustafa atıştırmaya devam ederken gülümsüyor, Özge bunu oğullarının eğlenceli hikâyesinden
kaynaklandığını düşünüyor. İşin aslı başka tabii; o kendisini bir kez daha sınayabileceği yeni bir
yolculuğa gülümsüyor.
Brenda'nın yolculuğu asansörde başlıyor, beş kat aşağı indikten sonra apartman kapısından çıkıp
karşı binadaki fırından gelen taze ekmek kokusunu içine çekmesiyle devam ediyor. Daha sonra
fırıncıya her sabah olduğu gibi "merhaba" diyor, simitini alıyor, dükkânlarını henüz açan iş
sahiplerini geride bırakarak kendisini trafiğin keşmekeşinden kurtarıp Kadıköy'deki Eminönü
İskelesi'ne götürecek bir dolmuş bulana kadar Bağdat Caddesi üzerinde hızlı adımlarla beş dakika
kadar yürüyor. İskelenin bekleme salonunda diğer yolcularla beraber beklemeye koyuluyor; Nick de
orada, ama henüz birbirlerini tanımıyorlar. Derken vapur iskeleye yanaşıyor, yolcuları boşaltıyor,
Nick ve Brenda açılan kapılardan akan insan sürüsüne karışıyor, gözleri boş pencere kenarı arıyor.
Brende ilk katta, Nick ikinci katın güvertesinde boş yer bulabiliyor.
Vapur iskeleden ayrılıp Avrupa yakasına doğru yol alırken Brenda, Evelyn Waugh'nun Bir Avuç
Toz adlı romanına gömülüyor. Kendisini diğer yolculardan soyutluyor, romanın dünyasında
kayboluyor. Kitapta anlatılan evlilik tıpkı Londra'daki kendi evliliği gibi kötüye gidiyor; romanların
gerçek hayata kıyasla içinde daha çok mizah barındırması gibi, kitaptaki olaylar ile kendi başına
gelenler arasındaki tek fark hayatındaki bu mizah eksikliği.
Bu arada Nick her zamanki gibi kendisini yine vapur yolculuğunun o eşsiz keyfine kaptırıyor. İlerde
belirsizleşen kıyıyı, Boğaz'daki şilepleri ve nokta nokta dağılmış küçük balıkçı sandallarını
seyrederken içinde büyük bir hafiflik hissediyor. Derken vapur Eminönü Iskelesi'ne yanaşıyor,
halatlar atılıyor, kaim demirlere bağlanıyor. Yolculardan kimisi sürme iskeleyi kullanıyor kimisi de
vapurdan dev adımlar atarak iskeleye çıkıyor.
Nick otobüs duraklarına yürüyüp Balat'a giden otobüse biniyor. Haliç'in, ya da onun tercih ettiği
şekliyle Altın Boynuz'un, kıyısındaki kısa yolculuğu boyunca ayakta duruyor. Kıyıda bebek
arabalarını sürerek sonbahar sabahının keyfini çıkaran annelere bakıp hayatın yeni başlangıçlarına
tanık oluyor. Kadınlardan bazılarının başı örtülü bazılarının ise açık ama hepsi de ağır adımlarla
kaygısızca yürüyor. Banklarda oturan büyükanneler torunlarını izliyor; onlardan biraz ötedeki bir
diğer yaşlı kadın dikkatini çekiyor. Başını tülbentle örtmüş, uzun kollu elbisesi ve şalvarımsı bol
pantolonuyla spor aletlerinden bir tanesinin üzerine çıkmış bacaklarını çalıştıran bu kadının azmini
ve konsantrasyonunu takdir ediyor. Spora tekrar başlamalıyım, diye geçiriyor akimdan.
Brenda ise taksiye biniyor ve şoföre üzerinde okulun adresi bulunan bir kartvizit uzatıyor.
Anlatmak istediğini adamın anladığından emin olmak için, "Okay?" diye soruyor. Şoför kartı
inceliyor, arkaya dönüp onun solgun ve zayıf yüzüne, uzun ve kömür karası saçlarına bir süre
bakakalıp "Okey" diye karşılık veriyor. Araba hareket etmeye başladığında Brenda taksi metreye bir
göz attıktan sonra pencereden dışarı bakarak Nick'in seyrettiği aynı manzaraya bakıyor; ama daha
kayıtsız ve dalgın gözlerle.
Murat mutfak masasında oturmuş bebeklerini emziren eşi Sönmez'i izliyor. Sönmez o kadar mutlu,
kendisini bebeğine o kadar kaptırmış ki odadaki hiçbir şeyin, Murat'ın varlığının bile farkında değil.
Bunu anlayan Murat'ın içini hüzün kaplıyor. Üç yaşındaki kızı dikkatle önündeki kâseye bakıyor,
sanki içindeki süt ve tahılın kendiliğinden midesine inmesini bekliyor. Murat içine düştüğü duruma
hayret ediyor: evli, çocuklu ve karısı her geçen gün kendisinden uzaklaşıyor. Karısıyla birbirlerine
dokunmadan duramadıkları, bir dakika bile ayrı kalmaya tahammül edemedikleri o eski günler
geliyor aklına. Şimdiyse, banyo suyunu hazırlamak için bebeği ona teslim ederken ellerinin hafifçe
birbirine değdiği ya da karısının bir nevi koruma amaçlı giydiği o uzun geceliğiyle yatakta kazara
Murat'a sürtündüğü zamanlar dışında aralarında hiçbir fiziksel temas yok. Ne zaman bu kadar
uzaklaştılar anlamıyor. Bir an önce evden çıkmak yerine biraz daha evde kalmak isteyeceği zamanlar
gelecek mi, bilmiyor.
Çev. Meriç Sobutay
Kader Kapısı
(Türk babaannem Hasbiye Hanum'un anısına)
Luan Starova
Nehir kıyısındaki şehirde sakin akşam vakti parlayan ve hareket eden binlerce ışığı ortaya
çıkartmıştı. Bunlar adeta dünyaya düşmüş ve gökyüzüne nafile geri uçmaya çalışan yıldızlardı.
Sabahtan itibaren güneş, çarpıcı günbatımına kadar parlardı. Sonsuza kadar yitirilmiş olana geri
gitmek imkânsızdır...
Arnavutluk ve Yugoslavya arasındaki sınırı çizen Ohrid Nehri üzerinde uçan kuş sürülerini izleyen
Türk asıllı babaannem Hasbiye Hanum'un akimdan bu düşünceler geçiyordu. Birinci Dünya
Savaşı'nın sonunda, gölün kıyısında dururken, kaderini kâh gökten düşmüş yıldızlara, kâh uzaklaşan
kuş sürülerine benzetiyordu.
Bunu yapmak için haklı sebepleri vardı. Annesi, babası ve kardeşleri, Balkan Savaşı başlamadan
Makedonya'dan Türkiye'ye göç etmişti. Genç Hasbiye o zamanlar dedem Ahmet Bey'le evliydi. Eski
Bitola valisi İbrahim Bey, kızını, kendi ailesiyle damadının ailesini tekrar bir araya getirecek yaşayan
bir köprü olması için geride bırakmak istiyordu. Ancak, genlerimizde geleceğin anahtarını
taşımıyoruz...
Hasbiye Hanum Osmanlı İmparatorluğu'nun düşüşünden sonra, Balkanlarda birbiri ardına gelen
farklı dönemlerin çok katmanlı bir simgesi oldu. Ancak, Balkan Savaşı'ndan sonraki yıllarda, zaman,
Hasbiye Hanum'un babasının vicdanında "kurban edilmiş" evlat olduğunu gösterecekti. Binlerce Türk
ailesi ne dönüş yoluna koyuldu ne de gidiş. Ama Hasbiye Nine büyüklüğü ve cesaretiyle dünya
savaşlarının bu trajik döneminde, bir aile kurarak kendine bir yer bulmayı başardı. İki oğlu Arif ve
Sami'yi ve üç kızı Nermin, Fatmire ve Servet'i dünyaya getirdi.
Ben bunları uzun zaman önce kapanan bir kapıyı açmak için yazıyorum. Bir sınırı geçmek için
açılacak olan bir kapıyı... Son altmış yıldır, bu kapıyı açıp o sınırı geçiyorum. Kapının ardında hâlâ
Türk, Rumeli, Balkan asıllı babaannemin sesini duyuyorum:
"Aç kapi!"
Bunlar, unutulmuş Türkçemden aklımda kalan son kelimeler. Hayattaki şuursuzluktan eşiği geçip
sonsuzlukta daimi bir boşluğa açılacak kapı hangisiydi acaba?
Babaannem erişkin bir yetim gibiydi ve adeta göl kıyısındaki evimizin duvarlarıyla birleşmişti. Bu
durum, genç annelerin yalnız ya da çocuklarıyla, evleri yıkılmaktan korumak için evin temeline canlı,
canlı gömüldükleri Balkan efsanelerinin daha kabul edilebilir bir türevi gibiydi.
Hasbiye Nine sık, sık göl kıyısına gidip günbatımını bekler, uzaklıkları hisseder, doğuya, İstanbul'a
doğru uçtuklarını düşündüğü kuş sürülerini izler ve ilk yıldızların çıkmasını beklerdi. Burada,
İstanbul'a dönmek için gizli, hatta bilinçaltı stratejisini oluşturdu. Önce oğullarının bunu yapmasını
istedi; ardından da, ailenin başka üyelerinin. Düşler, umudun yollarında nafile bekledi.
Kader, büyük oğlu Arif'in Fransız işgâli sırasında İstanbul'a doğru yola çıkmasını sağladı. Amcası
Fethi Okyar Bey sayesinde hukuk okudu, Türkiye'deki tarihi olaylara karıştı ve bir keresinde Mustafa
Kemal Atatürk'le bile tanıştı. Bu deneyim onu sonsuza kadar etkiledi ve doğum yerine döndükten
sonra bu deneyimi kalbinin derinliklerinde tuttu.
Hasbiye Nine, kanadının kırılarak ailesinin yanma uçmasını engellediğini hissetmişti. Bütün
ümidini diğer oğlu Sami'ye, kaderinin diğer kanadına bağladı. Ama o İstanbul'a değil, Londra'ya
doğru yola çıktı ve orada mühendislik okudu ama yine o dönem genç Türkiye'nin Londra elçisi olan
Fethi Okyar Bey'den destek görüyordu.
Dedem için için Sami'nin dönüşüne seviniyordu. Kaderinin sayfasının en güçlü rüyalarla bile
çevrilemeyeceğine dair düşüncesi gerçek oluyordu. Ahmet Dede'nin kardeşleri uzun zaman evvel
Türkiye'ye dönmüş ve hayatta başarılı olmuşlardı; ancak, o gölün kıyısındaki evde kalmaya kararlıydı
ve evlatlarına da hep, doğdukları yeri asla terk etmemeleri için yalvarırdı. Hasbiye Nine ile Ahmet
Dede'nin evlatları içsel savaşı çok açık bir biçimde hissediyordu: kalmak ya da gitmek, ama barış
zamanında asla taraf tutmazlardı.
Ama daha tekinsiz ve kötü zamanlar da gelecekti. Jön Türk isyanının ve asi subay Resneli Niyazi
Bey'in Avrupai bir çözüme dair umutları suya düştükten sonra, Balkan Savaşı ve Dünya savaşları
başladı. Bu dönemler Türk babaannem ve Arnavut dedemin ruhlarındaki savaşı alevlendiriyordu; geç
kalmadan İstanbul'a doğru yola çıkmak, ya da sonsuza kadar gölün kıyısındaki evde kalıp sınırın iki
yakasına farklı orduların gelmesini beklemek ve kaderin hazırladıklarını sükûnetle beklemek.
Başta, babaannemin gitme sebepleri dedemin göl kıyısında korunağı gibi gördüğü evinde kalma
sebeplerinden daha güçlü gibi görünüyordu. "Her evin yerde mi gökte mi olduğunu bilmek lazım!"
derdi. Bazı açık kapılardan geçemeyiz. Bazı kapılar sonsuza kadar açık kalır. Ve tabii kilitli kalan,
anahtarı ya da anahtar deliği olmayan kapılar da var...
Babaannem, dedemin doğduğu yerde kalma felsefesini anlayamıyordu ama imalar çok açıktı.
Dedem insanın doğduğu şehirde yaşlanıp ölmesinin büyük bir şans olduğunu bile söylerdi. Kutsal
kitaplardan da alıntı yapmaktan geri durmazdı; Musa, İsa ve Muhammed insanın doğduğu yerden
ayrılmasının en büyük acı olduğunu söylemişti.
Ancak, babaannemin ayrılmak konusundaki argümanları da hiç zayıf değildi. Sonu gelmeyen
savaşlarda bu kadar kötülüğün insanlara neden hâkim olduğunu anlayamıyordu. Neden eskiden barış
ve uyum içinde yaşayan farklı din ve ırktan milletlerde kötülük üstün çıkmıştı? Çocukları için
korkardı. Hayatın kendisine çocuklarını kurtarmak için kutsal bir görev yüklediğine yürekten
inanıyordu. Kısa süre sonra, nehrin kıyısındaki şehirde evlatlarıyla yalnız kaldı. Hiç beklemediği bir
anda, 30'lu yıllarda Türkiye'nin Londra büyükelçisi olan kardeşi Fethi Okyar Bey'den bir haber geldi.
Bu, babası İsmail'in yıllar önce kızına ettiği yeminin gerçekleştirilmesiydi. Böylece, Hasbiye 1938'de
İstanbul'a gitti. Annesiyle babası uzun yıllar önce ölmüştü. Kardeşleri onu tanımakta zorlandı. Tuhaf
kıyafetlerine garip garip baktılar ve egzotik Osmanlıcasını duyunca şaşırdılar. Zavallı kadının
kaderini anlatacak kimsesi kalmamıştı.
Kalbi kırılmış ve ümitlerini yitirmiş bir şekilde göl kıyısındaki eve geri döndü. Ebeveynleri
olmadan İstanbul garip bir şehirdi ve orasıyla ilgili hayallerini muhafaza edebilse daha mutlu
olacaktı. Yaklaşan dünya savaşının belirsizliği içinde Pogradec'e geri döndü. Ev "direğini"
kaybetmişti. En büyük oğluna babasının endişeleri miras kalmıştı ama aynı zamanda çözülemeyen aile
stratejisini de çözmeliydi: kalmak ya da gitmek! Onun artık bir ailesi vardı, erkek kardeşinin de öyle.
Göl kıyısındaki iki evde yaşıyorlardı. Babaannem iki evde de yaşardı. 1940'ta İtalya-Yunanistan
savaşı ateş ve şiddeti getirdi. Aile, savaşın bitimini beklemek için Korca'ya gitti. Ama savaş
bitmiyor, aksine daha şiddetleniyordu.
Babam faşist İtalyan hükümetinin baskısı altına girmişti: ya bizimlesindir, ya bize karşı. Eğer bize
karşıysan, bütün ailenle beraber bir kampa gönderileceksin! Bir gece, ailesiyle eski bir tekneye bindi
ve annesinin duasıyla görünmez sınırı geçip ümit kıyılarına vardı.
Hasbiye Ana kıyıda durarak onlara veda etti ve onları ruhuna aksi bir istikamete, İstanbul'a uzun
zaman önce ayrılmış ailesinin yanma uğurladı. Ama bu, bu büyük Türk anasının eziyetlerinin
hikâyesinde bir son değil, bu sadece yeni bir bölümün başlangıcı: büyük oğulları Arif ve Sami'ye,
bekâr kızlarına ve torunlarına neler olacak?
İkinci Dünya Savaşı sona erer. Arnavutluk ve Yugoslavya'da Stalin dönemi başlar. Ailelerimiz için
ızdırap her yerdedir. Atalarının mezarları açılıyor, torunlarına eziyet çektiriliyordu. Hasbiye Ana
hayattaydı, büyük bir acı ve üzüntüyle Korca'da kızlarından biriyle yaşıyordu. Kısa süre sonra, 1948
yılında, bir gece, gizli polis Sami'nin Tiran'daki evini basarak ailenin Yeni
Yıl neşesini böldü. Sami Amca mahkemeye bile çıkmadan idam edildi, sözde sebebi "Amerikan ve
İngiliz" bağlantıları. Mezarı bile işaretlenmemişti.
*
İşte Türk babaannemden hiç unutulmayan ve duyan herkesin diline takılan "aç kapi" kelimeleri
bana böyle miras kaldı. Ama aynı zamanda onun ve babamın rüyaları da bana miras kaldı, İstanbul'a
dönmenin ve hayatta kalma ümitleri besleyerek bu şehirden ayrılan insan akınına ulaşmanın hayalleri.
Varoluşu öyküsünden geçen binlerce kişi. Evet, uzun süre önce kapanan bir kapıyı açmak için
yazıyorum...
Çev. Sedef Hekimgil
Tyddewi
Mari Strachan
Ekleziastik kökleri yüzyıllar öncesine dayanan Tyddewi (St. Davids) şehir statüsüne 1995
yılında majesteleri Kraliçenin fermanı ile kavuşmuştur.
Tyddewi'deki katedralin Türk tarihi ile bir bağı var - Demre'li Aziz Nikolaya adanmış bir şapel.
Düşün Yolcu, nüfusu iki bin'den az bir şehir.
"Bir şehir?" der Gezgin şaşkınlıkla. "Benim büyük atlasımdaki o küçük ülkenin ucundaki o küçük
nokta mı?"
Benimle o şehre yolculuk yap, bu topraklardaki en küçük şehre, Galler'in en doğusundaki çıkıntıda,
azgın İrlanda Denizi'nin her mevsim dövdüğü granit falezlerden birkaç tarla mesafedeki şehre. Bazen
şehir sis veya yağmur ile örtünür, bazen güneşin altında kırların yeşili ve altını, plajların beyazı ile
çevrelenmiş olarak keyif yapar. En zor koşulların içinde olan bilinmeyen, ender bulunan bir
cevherdir. Taze bir şehir, bu alandaki her şehir kraliyet tarafından yakın zamanda şehir statüsü
bahşedilmiş. Tarihi bir şehir, ruhu Galler halkının geçmişinin bir parçası.
Gezgin ve ben Abergwaun'daki limandan çıkıp yüksek çalılar ve daha yüksek ağaçların eşlik ettiği
kıvrımlı, inişli çıkışlı yollardan, otlayan ineklerin, yeni toplanmış samanların yanından geçiyoruz, ta
ki büyük bir göğün altında, telgraf direklerinin boyunca sıralandığı daralan yollara sahip daha düz
daha boş bir bölgeye gelene dek. Mathri, Y Sgwar, Croescoch, Carnhedryn, yerleşim alanlarının
sayısı az. Garip isimler diyor Yolcu. Eski bir dil diye yanıtlıyorum, şehirde konuşulduğunu
duyacaksın. Başka diller arasından onu dinlemen gerekecek. Şehir her zaman birçok dile sahip
olmuştur - ama eskiden bu yol ve oraya varan diğerleri amacı senden farklı olan birçok gezgin ile
doluydu. Daha açıklardım ama köşeyi dönünce Tyddewi karşımıza çıkıyor - bir kutsama gibi güneşin
içinden çıkarak.
Ve şimdi günümüz Tyddewi'si, çatlaklarından çiçekler, otlar çıkan duvarların yer aldığı dar yollar,
çiçeklerin pencere kenarlarındaki saksılardan sarktığı sokaklar, mütevazi belediye sarayı, toprak
çatıya sahip bir danışma merkezi, sade taştan yapılma evler, rengarenk boyanmış evler, şehrin
sakinleri için evler, misafirler için evler, düzenli bahçeler, kafeler, şemsiyeli bahçeli hanlar,
lokantalar, sade ve dindar şapeller, resim galerileri, yemek, içecek, kıyafet, hediyelik eşya, kitap ve
kartpostal, sörf tahtası, mum, saksı satan dükkanlar, hayal satan dükkanlar, seni çağıran hayaller
Gezgin, seni karada ve denizde macera ve keşiflere davet eden hayaller. Şehrin şu anki en büyük
sanayii sen ve senin gibiler. Yazın kısa aylarında yağmur olsun güneş olsun şehir senin türünden
binlercesini sokaklarında, sahillerinde yürür, dalgarlarıyla boğuşur, kır ve ormanlarının gizeminde
kaybolur, kutsal havasını solur, geçmişini deşer buluyor. Şehrin nüfusunu on katma çıkarıp sonra da
kayboluyorsunuz, ardınızda şehir sakinlerini yaklaşan kışı memnun etmek için adak gibi bırakarak.
Bak ve gör Gezgin, nasıl da bu şehir meydanındaki yüksek Kelt Haçı gözlerini şuradaki saklı
kulenin duvarlarına yönlendiriyor. Gel benimle bu eski sokaklardan geç ve bu şehrin varolma sebebi
olan kuvvetli kare kulesine - Katedraline bakalım. Alun Nehri'nin ağaçlık vadisinin derinlerinde,
denizden ve Porthclais antik limanından yukarı çıkan nehirden gelebilecek çapulculardan gizleniyor.
Kutsal toprak üstüne kurulmuş manastır üzerine yapılmış bir katedralin yıkıntıları üzerine inşa
edilmiş bir katedral, yağma ve depremlerin, kraliyet ve parlamentonun ve de zamanın tahriplerine
karşı koyarken, kutladığı dini aşan bir ruhaniyeti parfüm gibi salgılıyor. Sonra Galler'in koruyucu
azizi haline gelen Dewi Sant olan Dewi tarafından kurulmuş. Aynı zamanda bu yer onun altıncı yüzyıl
sonlarındaki ölümünün vuku bulduğu yer. Dewi Sant festivali her yıl Mart ayının ilk gününde şarkı,
şiir ve tiyatro ile kutlanır. Tüm bölge onun simgesi, baharın habercisi, yeni bir hayatın umudu sarı
fulyalarla kaplı olur.
Senin Aziz'in burada mı yatıyor diye sorar Gezgin.
Evet diye cevaplıyorum. Bu geniş basamaklardan aşağı beni takip et, seni onun mabedine
götüreyim. Yürürken çimenin içinde eğik duran mezar taşlarının yanından geçiyoruz, çocuklar
çevrelerinde koşuşturuyor, çiftler yanlarında güneşin altına uzanmış. Eskiden denirdi ki Dewi'nin
kilise bahçesine gömülenler cehennem görmezmiş. Gezgin fotoğraf çekmeye başlıyor. Burası bir hac
yeriydi, çok kutsal sayılırdı, Dewi'nin mabedine iki hac yolculuğu bir Roma haccına eşitti. O eski
zamanlardaki hacıların yolculuklarını bir hayal et gözünde, denizleri ve dağları aşarak bu ücra yere
gelmelerini. Yolcunun makinesi işini yapmaya devam ediyor.
Katedrale girdiğimizde Gezgine fotoğraf çekimi için izin istenmesi gerektiğini belirten uyarıyı
gösteriyorum. Katedralin orgunun önüne bir piyano çekilmiş ve başında piyanist sesi taş duvarlar ve
meşe çatıyla bir olan bir kadının şarkı söylemesine eşlik ediyor. Katedral resital ve konserlerindeki
müziğin kendine ait hacıları bile var. Dewi'nin mabedi karşısında Ave maria'nın yükselen notaları
eşliğinde duruyoruz. Bu mu? diye soruyor Gezgin kamerasıyla oynayaraktan. Başkaları yanımızdan
geçiyor, bakarak, fısıldayarak, sabırlı, sabırsız. Aralarında hacı var mı? inanabilmek, diyorum,
verdiği huzur ve hazzı düşün. Gezgin omuzlarını silkip kapıya doğru ilerliyor.
Her yeni gün şehrin geçmişi uzarken geleceği yaklaşıyor. Neler getirecek bu gelecek? Deniz
binicileri mi? Hayatını durgun olduğunu düşünen macera arayıcıları mı? Hayatları fazla hareketli olan
huzur meraklıları mı? Ruhlarını beslemek isteyen müzik aşıkları mı? Huzur, onay, kurtuluşlarına dair
garanti arayan hacılar mı? Yaşamlarının dayandığı insanları uzaklaştırma korkusu olmadan kendi
dillerini konuşabilen Galliler mi? Ya da gözüne belki çarpmıştır, Tyddewi'yi dünyadaki ilk karbon-
nötr şehir yapma hırsı ile dolu, gelişmekte olan eko-şehir mi? Bunların bazıları? Hepsi? Hiçbiri?
Bu cuma akşamında katedralin on kutsal çanının sesleri eşliğinde şehri terkederken şehrin
geleceğini hayal edebiliriz ama asla bilemeyiz.
Çev. James Önder
Bardacık
Mehmet Coral
Çeşme'nin sarı sıcağında zaman Akdağ'ın doruklarında eriyor, Çakır Ali'nin üzerine sarı
damlacıklar halinde dökülüyordu sanki. 82 yaşındaydı. Yaşamın özsuyu bedeninden çekileli çok
olmuş, büyük göçe hazırlık vakti gelmişti. Hayatı bu kıyılarda geçmiş, güneşin ona anlattığı bin farklı
öyküyle teni yanıp, kararmıştı. Bu sahillerin belleğine işlemiş kokularıyla birlikte sürükleniyordu
şimdi anı yelpazelerinin esintileri arasında.
Yamandır Ege'nin sarı sıcağı. Yalaza vurur insanı. Hele öğle üzeri ortalıklarda öyle havaleli,
sıpa kertmesi gibi dolaşmaya gelmez.. Çarpıverir adama, Osmanlı tokadı gibi... Düştüğün yeri
bilmez, dünyandan geçiverirsin!
Anlıyon mu beni evlat? Yine ne dikmiş bakınıyon etrafına, çarkıfelek gibi fır dönen o çipil mavi
gözlerinle... Şuncacık sab-i-sübyan iken, öyle her şeyi birden hemencik öğrenemen.. Adam olmak
için daha bi kaç fırın ekmek yemen gerek, biliyon mu!
Hemen kap şu incir küfesini de, Hacı Bayramların oraya bir yol uza-nıve... "İzmir'e mostralık
götüreceğin incirler bunlarmış, ağam...” de. Tüccarın dolduruşuna gelmesin. Malının hakkını
alsın. Şu koca alemde en iyi yeşil incir bi buradan, Alaçatı'dan, bi de ildirı'dan,Urla'dan çıkar.
Derisi ince, boynu kıvrık olur, etinden ballar akar bardacık'ın. Aksini söyleyenin alnını
karışlarım. "Karasını istiyonsan da Kasaba'ya, veya yeni ismiyle Turgutlu'ya gideceğimişin!" dedi
dersin.
Malı teslim ettiğinde, tez canlı olup hemen gerisin geri dönmeye kalkma sakın. Dedik ya güneş
çarpar. Maazallah, sebeb-i mevt'in olur! Az soluklan onların kuyu başındaki kocamış söğütün
altında. Yalaktan biraz su çal yüzüne, bağrına. Satı kadın sana bi maşrapa haşlama ayran verir. Bi
dikişte içme sakın. Boğazların iner ha!
Hadi gari, gidive!
Yolda taşa, toprağa ayran budalası gibi bakıp, hayallenme!..
Bötü börcüye buleşme..
Dünyayı yeniden kurmak kulun harcı değildir evlat!
Gün olur, devran döner..."
Babasını, çocukluğunun anılarını düşünürken Ildırıdaki eski sarnıcı çepeçevre kuşatan anıtsal
bardacık ağacının altında duruyordu. Güneş ışığı ağacın geniş yaprakları arasından yeşilin farklı
tonlarında süzülüyor, yüzünde asimetrik gölgeler yaratarak geziniyordu. Gözleri dalgındı.
"Zaman her şeyi ezip geçiyor ve sen bildiklerini artık bilemiyor oluşunu anladığın bir çağa
geliyorsun. İşte hayat denen büyük yanılgının derinlere işleyen bir acıyla canını yaktığı an bu oluyor,"
diye mırıldandı. Sonra rüzgarda uçuşan bir kurdela gibi gözlerinin önünde dalgalanmaya devam etti
anıları.
"Onu seviyordum..."
Yanaklarından süzülen gözyaşlarının tuzu dudaklarını yakıyordu. Aşkın bir tutkunun ılık pınarı gibi
doluyordu içine. Sevdiğinin kristalleşmiş gözlerini kendi gözyaşlarının oluşturduğu tuzlu bir örtünün
ardından görüyordu şimdi.
"Onu kollarımda tutarken hızla eriyen bir mum gibi yanıp tükeniyordum. Zifaf gecemizde..."
Bir an duraksadı.
"Yatağa girdiğimizde bana o denli sıkı sarılmıştı ki, sanki altında derin bir uçurum vardı da,
düşeceğim diye korkuyordu. Gençliğin saflığıyla yumuşak, istekli, giderek coşkulu okşamalarla
sevdiydik birbirimizi. Sürdüğü hafif parfümün cildine yaydığı olgun meyva kokusunu doya doya
içime çektiydim. Sonra da vücutlarımız bütünleşmiş, sonsuza dek birbirimizin olmuştuk.
Işık gibi saftı.
Benimdi...
Karımdı...
Hayatımın çiçeği idi, lepiska saçlı Elifim..
Göçmendi... Priştinalı...
Pek bilmezdi bizim buraların doğasını, rüzgarını, toprağını..
Niye beni böle bi başıma bırakıp, erkenden çekip gitti ki?"
Elini buğulanmış gözlerine siper edip, ışığın puslandırdığı enginlere baktı. Kendi kendine
konuşuyor, yitmiş hayatının konturlarında dolaşıyordu.
"Antik Çağ bilgeleri boşuna 'Işığın Ülkesi' dememişler buralara. Her şeyi saptayan, gerçeği eritip,
kendince kurgulayarak yaptığı yeni kalıplara döken hep Işık olmuş buralarda. O belirlemiş her şeyi.
Hayatlar yaşanmış geçmiş ama o yitip, bitmemiş hiç. 3000 yıl önce buradan bakan insanlar, çevreyi
kuşatan doğayı, denizi yine benim şimdi yaptığım gibi, karımın hayalini geçmişin pusları arasında
görüşüme benzer bir güzellikte izliyorlardı herhalde."
Gözlerine iri damlacıklar dolmuştu. Belleği yine uçtu ötelere; artık geçmiş olan hayatının
derinliklerine:
"Hey gidi günler hey..."
Çayı demlemiş, kahvaltı sofrasını kurmuştu. Mutfağa girip, buzdolabından büyük bir kayık tabağın
içine dizelenmiş bardacıkları çıkardıydım. Bu meyve doğanın en büyük gastronomik şöleniydi.
Bahçemizdeki aşmalı çardağın altına kurulmuş masaya oturduğumuzda bardacık'm özelliklerini
anlatmaya başladıydım ona. Ondan önce de defalarca yaptığım gibi:
"Antik Çağ'da tanrıların meyvesi denirmiş ona. Zeus, ne zaman Hera'yı ekip bir çapkınlık yapmayı
kafasına koysa Olimpostaki sarayında bol bardacık sunulurmuş kendisine. Afrodizyak özellikleri ve
güç kaynağı olması nedeniyle Afrodit de aşıkları için bu kutlu meyveyi bolca bulundururmuş aşk
evinde. Sana onu nasıl tarif edeyim, bilmem ki. Tamam işte önümüzde ve yiyoruz. Ama bu tüm yıl
boyunca gelmesini beklediğimiz ağustos sonunda oluyor işte. Batı'da hep bir arada, kabaca tek isim
altında toplandığı gibi bilinen bir fig-incir değildir o. Ege'ye tanrıların bir lütfudur. Çocukluk ve ilk
gençlik yıllarımın lezzet pınarlarının önde gelen tutkulu sevgilisidir diyebilirim onun için.
"Yaz başlarında anneannemin 'yalancı incir' dediği patlıcan moru, oldukça iri Kasaba incirleri
gelirdi pazar yerlerine. Hani metalürjide Batılıların 'Fool's Gold' dedikleri parlak sarı pirit vardır
ya, onun gibi bir şey işte. Bizim evde pek rağbet görmezdi. 'Soğukluk' niyetine bir kilo falan alınır,
konurdu buzdolabına. Temmuz sıcaklarında genelde Aydın taraflarından, Söke'den, Tepeköy'den,
cinsi de, lezzeti de Kasaba incirine göre iyice gelişmiş Sarıloplar gelirdi. Onlara da incir değil,
kısaca 'yemiş' derdik.
"Hepimizin iple çektiği dünyalar güzeli bardacık ise ağustosun on beşinden sonra çıkmaya başlardı
piyasaya. Köylüler bahçelerinde at veya katırlarının iki yanma bağladıkları geniş hasır sepetlerin
içini asma yapraklarıyla özenle kaplar, üzerlerine de dalından sabahın erken saatlerinde kopardıkları
bardacıkları birbirlerine en az baskı yapacak biçimde dairesel olarak dizerlerdi. Mahallemize
geldiklerinde gür sesleriyle coşkulu bir ezgiyi seslendirirmiş gibi başlarlardı çığırmaya. O sesi
duyduğumuzda yaşadığımız sevinci anlatamam sana:
'Buzzz gibi, ballar akıyor, baardaacıııkkk...'
'Yetişen alıııyooorrrr...'
'Bi dostluk kaldı...'
'Çiğli çiğli bardaccııkk bunlar...'
"Kadınlar büyücek tepsilerle sokağa çıkar, kısa bir pazarlıktan sonra en az iki üç kilo alıp eve
dönerlerdi. Daha sonra mutfakta beyaz porselen tabaklara, aynen köylünün sepetine yerleştirdiği ve
senin şu anda masanın üzerinde gördüğün gibi, dairesel planla dizilirdi bardacıklar. Sofraya
getirildiğinde artık kimin ne kadar yediği belli bile olmazdı. Ben en çok sabah kahvaltısından önce aç
karnına yediğim bardacıkların tadını unutamam. Kabukları su yeşilinin envai çeşit tonlarında gezinir
Bardacığın. Üzerlerinde lezzetinin doruklarına tırmandığını belirten ince uzun çatlaklar vardır.
Aralarından meyvasının pembe beyaz göğüslerini görürsün. Sapı hafifçe öne doğru kıvrıktır. Ucu
sivri bir bıçakla sapı aşağıdan yukarıya doğru iki taraftan kesilir ve her bir yanı özenle soyularak
kabuklar dibinde topla-
nır. İşte o anda lezzetin şehvetine kapılır ilkini bir lokmada, ağzına sıvaştıra sıvaştıra yersin. Sonra
gelsin diğerleri... Bardacığın gerçek gizemi, ne denli yersen ye içini baymaz oluşundadır. Damağında
hoş bir lezzet adacığı hep geride kalır. Eğer bir alegori gerekirse ben bunu ozanın, baki kalan
kubbede bir hoş sada gibi kalabilme özlemine benzetirim. Ne yazık ki bu lezzet şöleni yalnızca iki
hafta sürerdi. Eylülden itibaren bir sonraki yıla kadar elveda."
Porselen tabaktan bir tane balı çatlamış kabuklarının arasından akan bardacık soyup, verdiydim
ona. Cennet meyvasının eğri boynunda toplanmış ince süt tabakası kabuklarını soymayı
güçleştiriyordu. Ağzına sıvaştırarak yediydi.
Güneş damlıyordu üzerine, Çakır Ali'nin.
Altın rengine bulanmıştı yüzü.
Bardacık ağacına uzanıp dalların arasından özenle en olgun meyvesini kopardı. Kabuğunu soyarken
gözlerinde iyice büyüyen yaşlardan bir tanesi çığ olup döküldü yanaklarından aşağıya. Elleri
titreyerek soydu cennet meyvasını. Sonra da büyük bir şehvetle ağzının kenarlarına taşırarak yedi
bitirdi. İnce yeşil kabukları kalmıştı şimdi elinde.
Geri döndü; tekrar denizin mavi enginliklerine dikti bakışlarını. Ballı yüzeyi parmaklarına
bulaşmış bardacığa bakarken içini çekerek ağlıyordu.
"Yedim bitti işte...
He böyle..
Hayat ta bitivedi..
Ha şu bardacığın elceğizime yapışan kabukları gibi...
Üzerime sıvaşan anıları kaldı gari.."
Yaşlı adam dizlerini kırarak olduğu yere çömeşti. Yerden bir parça toprak alarak ellerini
ovuşturdu. Sonra güçlükle dikildi tekrar.
Ufukta güneş batıyordu.
Gün menziline ulaşmış, gitme vakti gelmişti...
Frankfurt'un Greyfurtları
Melida Tüzünoğlu
Pelerinin üstündeki ellerin Küçük, gri adımlarla Kuzeyden gelenlerin
Prens Jozef
Prens sözcüğü BÜYÜK P ile yazıldığında önemli bir varlık intibası uyandırıyor. Bir intiba, sabah
yedide uyanıyor. Kahvaltısını ediyor ve kırmızı peleriniyle işe çıkıyor.
Şu şekilde: Pe Pe Pe Pe Pe Pe.
Şatosundan bir gemi gibi uzaklaşıyor.
Prens Jozef, bir gün şatosunun dev penceresinden yoğun kar yağışı altında tek sıra halinde yürüyen
askerleri izliyor.
Rap rap rap rap sesleri şu şekilde yok oluyor: Rap Rap Rap
Rap Rap Rap.
Cama çarpan kar taneleri ise büyüyor: Kar Kar Kar Kar Kar Kar Kar
Sepetler ve Tepsiler
Prens, yuvarlak, hasır bir piknik sepetinde duran eşkenar üçgen peynir dilimleri gibi, dişlerini
diziyor tepsiye. "Seç birini!" diyor kadına. Bir bir bir bir bir bir bir kadın bu parçayı alıp ağzına
atıyor bir bir. Prensin bembeyaz peynirli teninde diş izleri.
Kadının başı dönüyor, tansiyonu birkaç rakam düşüyor, dilinin üstündeki peynir, prensin ağzında
ekşi bir tat bırakıyor.
Bunu nasıl mı anlıyoruz? Refleks yasası bunu şöyle açıklıyor;
Refleks Yasası
Platonik ideal bir dünyada, kulun hakkı kula teslim edilirken ve eşzamanda değişik kavramlardan
değişik varlıklara paylar atfedilirken düşen basınç, bu işlemi yapan kişilerin başını, başının içindeki
aklını ve aklının içindeki fikrini mutlak surette tersine döndürür. Kulun hakkı kula, mesela bir çölde
teslim edilirse, kumla yazılmış bir metindeki hayalleri ve karakterleri canlandırabilir, serapta ışık
hızındaki yansımayı aksi yöne çevirebilirsiniz. Böylece aksin aksi, yine kendine döner. Kendi olan
kendi, kendisinin tersinin tersidir. Yani, güneş ışınlan parlamakta, kum gibi parçalanan aynalar
yanılmaktadır.
Bu durumda yangınlar ve ateşler içinde, çölde aksinizin aksini aniden görebilirsiniz. Bir
halüsinasyon ya da karşılaştığınız un ufak şey karşısında güneş gibi tutulabilirsiniz.
Aynadaki görüntü şu şekilde derinleşmekteydi: Kadın Kadın Kadın Kadın Kadın Kadın.
Yangınlar ise büyümekteydi: Ateş Ateş Ateş Ateş Ateş Ateş
Ateş
Buna ise "refleks yasası" denilmekteydi.
Kadın Hakları
Şatoların hakkı şatolara, kadınların hakkı kadınlara verilir.
Bir bir kadının başı durmadan dönüyor, bir eşkenar üçgen peyniri ağızdan ağza dolaşıyor. Kadının
ağzındaki peynir prensin ağzında ne iş yapıyor?
Bu şöyle bir şey demek oluyor:
Prens ne yemesi gerektiğini bilmemektedir. Bu yüzden hak yemektedir. Kulun hakkı kula öldükten
sonra, teslim edilecektir. Bu dünya. Jump cut. öbür dünyaya bir pelerinle geçecektir.
O an bir karmaşanın iki yumurta ikizi dünyaya geliyor.
Soru i: Dört tane ikiz aynı anda bu dünyaya gelirse bir sekiz eder mi?
Soru il Bu kadınların hakkı, kulların hakkına benzer mi?
Sekiz
Kırmızı pelerinimi giyip, akşamüstleri, oturma odasında duran karşılıklı iki koltuktan birini seçip,
birinin üzerine çıkıp, öbürüne atlamaya çalışıyordum.
Şu şekilde: Kol hoo ooP tuk.
Dünya
İki koltuğun arasında şeffaf bir cetvel, bir de iletki olurdu. Bunlar pergelle bir set oluştururdu. Bu
dünyayı yöneten işte bu set'ti. Cetvel, iletki, pergel. Ve insanoğlunun uçuş denemeleri. Dünyayı
yöneten temel şeyler.
Cetvelle boyumun ölçüsünü ise şöyle alıyordum:
Bu koltuktan şu koltuğa kırmızı pelerinimle atlarken, iletkilerin, rakamların, formüllerin,
şeffafların, peynirlerin, sepetlerin, parkelerin, yerlerin ve birlerin üzerine düşen, bu dünyadaki ilk
ikizin biri de benim. Sekizle sekizi sekiz kez çarpan da yumurtaları çırpan da benim Kadınım bir bir
ve yer yer. Bir mikser gibi, çırpılan süte iki yumurtayı kıran ve bir karışım elde eden benim.
Ejderhanın ağzını açtıran, saçılan ateşte karışımı pişiren en yetenekli türk aşçı da benim. Aşçının eril
bir kelime, aşçılığın erkek işi olduğunu bulan da, prensin ağzında eşkenar üçgen peynir bulan da,
bulduğu peyniri ağzına hap diye atan da benim. Anlıyor musun?
Bu sütlü ve yumurtalı karışımı yiyip içip yeterince büyüyen, kışın ortasında Frankfurt'a gidecek
kıvama gelen de benim.
Kararımı alıp veren de.
İki koltuk arasında uçmaya çalışarak, hayal dünyasından bu dünyaya, tam da o iki koltuk arasına
düşer gibi düşen de benim. Boyumun ölçüsünü milim milim tek başına alan da. Sekizlerle çarpılıp
ikizlere bölünen de benim.
Dünyadan alacağı da dünyaya vereceği de olan benim.
Kışın kıyameti nasıl olur?
Frankfurt Üniversitesi, felsefe, fizik, tarih, teoloji ve gastronomi bölümlerinde aynı anda doktora
öğrencisi olan disiplinler arası Pers Jozef'in katıldığı, birinci bilim kongresindeki, araştırma konusu
"Kışın Kıyameti Nasıl 01ur?"du.
Prens Jozef'in adı yanlışlıkla nüfus kâğıdına Pers Jozef olarak yazılmıştı. Yazanlar yakalanacak ve
gereği yerine getirilecekti. Fakat gerekli olan şeyler nelerdi?
Greyfurt
Greyfurt'un adı Frankfurt'a benzemiyor mu? Bir gün Prens Jozef, canı yağan karı izlemekten
sıkıldığı için, Almanya'nın greyfurtlarıyla ünlü Frankfurt kentine greyfurt yemeğe gitmişti. Furt furt
sesleri dilinin altından gelmekte, ağzının kenarından akan sapsarı C vitaminleri ise pelerinini
lekelemeye devam etmekteydi.
Görüntü ise şuna benzemekteydi:
Greyf
u
u
u
r
r
t
Bir bir Kadın ise, yerel fakat büyük paralar kazanan bir manav tarafından Frankfurt'a yollanmıştı.
Kadın greyfurtla ve Pers Jozef'le hayatında ilk kez karşılaşmış ve bu içi pembe acı meyveyi ve Pers'i
aynı anda çok sevmişti.
O kadar sevmişti ki onunla eşkenar üçgen peynir kanepeleri yiyip, bir kanepeden diğerine atlamak
istiyordu. O kışlık pelerini giyip uçabileceğini sanıyordu.
Manav ise egzotik ve tropik meyveleri, sonradan görme eksantrik meyve meraklılarına çok yüksek
rakamlara satan ünlü bir manavdı. Öbür dünyada yanmamak için bu dünyada bir öğrenciye burs
vermeye karar vermişti. Bu talihli öğrenci işte bu Bir bir Kadının genç haliydi. Bir manav tarafından
yenmiş haklar, bir mükâfat gibi bu talihli öğrenciye bir hak olarak verilecekti: başarı bursu.
Frankfurt'ta Gördüklerim
Ben her şeyin bir üstü, bir de altı olduğuna inanıyordum. Mesela denizler. Tuzlu suyun altında
kırmızı balıklar, balıkların altında beyaz çamurlar, çamurların altında da dünyanın sımsı-cak bir
çekirdeği olduğunu biliyordum. Frankfurt'ta gördüklerim genelde bu tip, derinlere indikçe alt üst eden
şeylerdi.
Bazen sırf gastronomi okuduğum için dünyanın manyetik çekirdeğine ay çekirdeği diyordum ve yine
uzayla besin maddelerini karıştıran bir ucubeye benziyordum. Kendimi suçlamalıyım. Sırf manavdan
burs alabildiğim için gastronomi okumamalıydım.
Suçlu halim ise şöyle görünüyordu:
Ha ta BÜ yük Ha ta.
İniş çıkış 1ar yaşıyordum.
Yolculuk ve kuduz köpekler
Kırmızı suratının komikliğini gizlemek için, konferans esnasında, düşen tansiyonlarımızı yükselten
eşkenar üçgen peynir kanepeleri dağıtıyordu Pers Jozef. Bense bir kanepeden diğerine kırmızı
pelerinimle atlıyordum. Devamlı bir şekilde refleks yasasına uygun, sekizlerle çarpıyordum.
Aynadaki uçuş denemeleri ve altımızda kayan kum taneleri.
Dikkatler üçgen peynirler tarafından dağıtılıyordu, peynirler askerler gibi hücum ediyordu
dikkatlerimize. O kırmızı surat ise fark edilmiyordu. Aklımda o an takılmış bir plak gibi zır zır zır zır
zır dönen şeyler ise şunlardı:
Frankfurt'a ulaşabilmek için, önce trene, sonra otobüse, sonra uçağa, sonra dolmuşa, sonra taksiye
sonra da küplere binmiştim. Frankfurt'a ulaşabilmek için, önce trene, sonra otobüse, sonra uçağa,
sonra dolmuşa, sonra taksiye sonra da küplere binmiştim. Frankfurt'a ulaşabilmek için, önce trene,
sonra otobüse, sonra uçağa, sonra dolmuşa, sonra taksiye sonra da küplere binmiştim.
Evet, metrelerce küplere binmiştim şu şekilde:
Düz olan saçım kıvırcık, düz olan mantığım ise karman çorman olmuştu. Kendimi şurup diye
içecek, için için kuduracak, hasta olmadığım halde kaşık kaşık antibiyotik alacaktım. Sabırsızlığımın
doruklarını tırmanmakta ve tepemin attığı noktaları tırmalamaktaydım. Bir kuyruğum olsa, tıpkı kuduz
köpeklerin yaptığı gibi sallayacaktım. Buna halk arasında mendil sallama denilmekteydi. Mendillere
saldıracaktım. Saldırıda yaralanırsam ikizimi görevime atayacaktım.
Işık hızı bölü sinir uçları
Trenimiz saatte 70 km hızla, otobüsümüz saatte 50 km hızla deniz seviyesinde, uçağımız atmosfer
basıncının en yüksek katmanlarında saatte 800 km hızla, dolmuşumuz karayolunda saatte 110 km hızla
(acelesi var şoförün), taksi ise ortalama 60 km hızla bizi küplerin küplere düşman olduğu Frankfurt
şehrinin kış mevsimine götürmüştü. Kış öyle bir kıyamet vaat ediyordu ki, bir manavın bursuyla, ılık
iklimi yüzümde tatlı bir tebessüm yaratan küçük Akdeniz kasabamdan çıkıp bu mahşerlerin kentine ne
vesile ile geldiğimi bilmiyordum. Hakkın hakkına sığmıyordum, Frankfurt'a giderken hakkımdan
gelineceğini tahmin edemiyordum. Konferans devam ediyordu:
Kışın kıyameti nasıl olur?
Kışın kıyameti, o kıyamete gitmek için can atan, canını ne pahasına olduğunu bilmediği halde
yollara, makinelerin insafına bırakan, yolda ahret memurlarıyla pazarlık ederek bir eşkenar üçgen
peyniri kazanan, sırf pelerini olduğu için uçabileceğini düşünen güzel ve saf insanlara, büyük ve
korkunç kar fırtınalarıyla gelir. Geceleri musibetlerden musibet beğenirken, yeni yatak odalarında
kendini uykuya teslim edemeyen, üfleyerek sağa püfleyerek sola dönen, sırf güzelliğinden kakasını
yapamayan, sırf saflığından sancılar içinde kıvranan iyi kalpli ve naif insanlara büyük sarsıntılarla
gelir. Bu insanlar, iletkilerle
başka şehirlere, pergellere başka dünyalara giderler. Etraflarına çizdikleri çemberlerden taşan
dümdüz çizgilerle insanlara bağlanırlar. Dünyayı bu şekilde yönetirler.
Bazen opera bazen yumuşak caz müziği dinlerler. Manavları ve süper kahramanları severler.
Greyfurtun koyu pembesine ve acımtrak kabuğuna bakıp Allahlarına şükrederler. Sınıflara
doluşurken, içerideki havasızlığı ve insanların arkalarında bıraktığı sıcak karbondioksiti fark eden ilk
onlar olur. Konferansı veren hocanın (ben) kırmızı yanaklarını, yuvarlak yüzünü, buraya gelmeden
önce giyip sandalyenin üzerine çıkardığı koyu kırmızı pelerinin feci şekilde buruşacağını ve yarı
çerçeveli gözlüğünün iğretiliğini görüp susan ve anlatılan sıkıcı konuyu en çok dinleyen yine onlar
olurlar, ikizleri vardır. Rakamları severler. Hak talep ederler. Başları döner. Bu dünya ile alıp
veremedikleri vardır. Kış gelince kıyamet, yaz gelince düğün dernek olur. Haklarından gelinir.
Kapısını çalarlar haklarının. Kapı dışarı edilirler. Kapı yerine bir ayna ve bir çöl görürler.
Gördükleri çöl, bir seraptır. Bu altımızdaki kum ise aynadan bir dünyadır.
Eşkenar üçgen peyniri
Prensin ağzındaki eşkenar üçgen peyniri, pelerinin altındaki elleri ve kızarmış greyfurttu suratı. Bir
bir kadının başı dönüyordu. Dilinin altına beyaz bir hap yerleştirip, tansiyonunu birkaç rakam
yükseltmeye çalışıyorlardı. Havada konferans sesleri vardı. Telaşlı suratlardan dağılan kırmızı
ışınlar koltuklara çarpıyordu. Gözler ve kirpikler aynı anda açılıp kapanıyordu. Gastronomik
gürültüler kulaklarda yankılanıyordu, dağıtılan peynirler kana karışıyor, dikkatler dağılıyordu. Kadın
bir çarpım tablosuna dönüşüyordu, her gelen bu tabloya bakıp çok beğeniyordu. Kadın Pers'in
pelerinini alıp ılık iklimlere uçuyordu. Pers'i de pelerini de aynı anda istiyordu. Hakkını arıyordu.
Havada asılı duran sımsıcak karlara, seslerdeki harflere ve mermer duvarlara bakıyordu. Hakkını
arıyordu.
Pelerin
Pelerinin altındaki ellerin
Küçük, gri adımlarla
Kuzeye gidenlerin
İki Kent Bir Yalnızlık
Mine G. Kırıkkanat
Atlantik Okyanusu'na karşı bir sabah. Yalnızlığımı, bir köpek yavrusu gibi dolaştırıyorum Bilbao
sokaklarında. Las Cortes. Bu eski liman kentinin "sıcak" sokağı.
Birkaç saat sonra, gün bitip aydınlıklar solarken, karanlık kapı ağızlarından eciş bücüş insanlar
doğacak geceye. Loş bar gecelerinde beyaz, küçük paketler elden ele geçecek.
Kadınlar, yer yer çürümüş kalçalarını gösterecekler, yeni gelen Panama gemisinin tayfalarına.
İspanya Kralı'nın temiz yüzü basılı, buruşuk kâğıt parçaları alınıp verilecek köşe başlarında. Buranın
yasası fuhuş, uyuşturucu ve hırsızlık. Üçünün de imanı para.
Geçenlerde, ünlü bir aktör, "Hiç takmıyorum parayı," dedi. "Yitirmişim, kazanmışım önemli değil
benim için." Çok iyi anlıyorum kendisini. Yalnız şiir okuyor, kent dışında yaşıyormuş. Ama parayı
takmamak için, önce çok doymuş olmak gerekiyor galiba. Buradaki insanlar ise, paradan başka hiçbir
şey düşünemiyorlar henüz.
Peki, ben ne arıyorum burada? Belamı desem, bela saati değil. Günah, sımsıkı kepenklerin ardında
uyuyor daha. Diyelim ki ölçülü bir heyecan, tehlike geçtikten sonra ya da gelmeden önce duyumsanan
hafif bir ürperti peşindeyim. Belki de bilinmedik bir kendimin.
Bir mahzen meyhanesinin önünde yarı uykulu bir cüce, yüzlerce kez kullanılmış kızartma yağlarının
biraya bulanık kokusunu sokağa doğru süpürmekte. Cücenin cüceliğine hiç şaşırmadım.
Bilbao'nun bu sokağı, yüz okkalık hatunları, cüceleri, kör eroin satıcıları ve travestileriyle İspanya
ölçüsünde ilginç bir tekil.
Çok geçmeden yeni bir yüzünü daha keşfedeceğim. Kaldırımda bir kedi yalanıyor. Benim
yalnızlığım nasıl bir yavru köpekse, bu kedi de öylesine bu sokağın kedisi. Bıçkın, iri bir tekir.
Görmüş geçirmiş, bıyıklarını bu yollarda ağartmış, belli. Kuyruğunun yarısı yok, kulağın biri delik
deşik. Kendisini kışlayan cücenin süpürgesine acımtırak bir bakışla uzaklaşıyor. İspanya, sokak
kedilerinin henüz özgür ve var oldukları ender Avrupa ülkelerinden biri.
Komşularına tutunarak ayakta duran iki katlı, yorgun bir evin önünde sabahın erken saatine karşın
sekiz-on kişi toplanmış. Yağlı göbeğini pantolon askısıyla taşıyan bir adamın çevresini almış, kıkır
kıkır gülüyorlar. Evin üst penceresinde heybetli bir kadın. Memelerini beline dayamış; "Bir daha
buralara gelirsen, ayaklarını kırarım ulan senin!" diye bağırıyor, aşağıdaki adama. Üç buçuk ak saçı
diken diken uçuşan göbekli ihtiyar, tehlikenin altında ve seyircilerin önünde olmaktan aldığı
cesaretle, cevabı yapıştırıyor:
"Senin gibisine muhtaç olmaktansa, eşcinsel olurum daha iyi, ŞILLIK!"
Türkçesi "tilki" olan "zorra" sözcüğü, şıllık anlamında da kullanılıyor İspanyolcada. Zavallı tilki
kime ne yaptı, nedendir bilinmez.
Biri omzuma vuruyor. Bask televizyonundan tanıdık. Ne arıyorsun burada? Ya sen? Manastırdaki
rahibelerle röportaj yapmaya geldik. Hangi manastır? Şu köşedeki.
O köşedeki yüksek duvarın arkasında ne olduğunu hiç merak etmedim ben. Yıllarca dayandığım
yatılı okul duvarı gibiydi. Duvar renginde, çocukluk yasaklarıma öyle çok benziyordu ki,
bilinçaltımın sıradan resimlerine binip gitti.
Kırmızı bereli Bask polisinin gece saat ondan sonra giremediği bu sokakta, bir de manastır var
demek. Hem de kuruluşunun üç yüzüncü yılını kutluyormuş, San Fransisco'nun Karmelitas rahibeleri.
San Fransisco, Amerika'da bir kent olarak üne kavuşmadan önce, Peder Fransisco diye anılan
kendi halinde bir azizdi.
Ispanya'da hâlâ öyle. Aziz Fransisco'nun rahibe güvercinleri, Karmelitas rahibeleri üç yüz yıldır
bu günah sokağında; kadın eti alıp satan kasap dükkânları, meyhaneci cüceler, sarhoş gemiciler,
kadınmış gibi yapan erkekler ve erkeklik taslayan pezevenklerle aynı küçük dünyayı paylaşıyorlarmış
meğer. Küçük namussuzlukların sokağını. O yüksek duvarların ardında kocaman bir de bahçe var.
Karmelitas rahibeleri, Las Cortes'in günah topraklarında lahana, pırasa, havuç ve salata
yetiştiriyorlar. Manastırın yaşı belli. Ama Las Cortes'in ne zaman ünlendiği bilinmiyor. Kesin olan,
rahibelerin bundan elli yıl önce, manastırın kapılarını sokağın çaresizliğine açtığı. Sarhoş gemicinin
dövdüğü orospunun yaraları burada sarılıyor. Dikiş öğrenmek isteyen dikiş, anasının memesinden
marihuana emen öksüzlere okuma yazma öğretiliyor burada. Umudunu yitirene Tanrı veriliyor, aç
doyuruluyor, çıplak giydiriliyor. Karmelitas rahibeleri, uzun süredir yargılamayı bırakmışlar, öğüdü
kesmişler. Toplumun kustuğu bu zavallı insanların kellesini, safranın üstünde tutmaya çalışıyorlar
yalnızca.
Las Cortes sokağında Karmelitas Manastırı'na karşı oturmuşum; bir köpek yavrusu gibi ayaklarımın
dibine uzanan yalnızlığımın başını okşuyorum.
Oysa...
Cihangirdeki en güzel sabahlarım, adını bilmediğim bir kahvede başlar benim. Kahvenin, "aşmalı"
ya da "asma altı" gibi bir adı var. Ancak ben asmadan çok cami altındaki konumuna bakarak kararsız
kalmışım, (eğer varsa) adını bir türlü aklımda tutamıyorum. Ben kahveninkini bilmiyorum, ama
kahvenin adını bilenlerin de, altında oturdukları ya da içinde namaz kıldıkları caminin adını
bilmediklerini keşfettim. Kimi Cihangir diyor, kimi Sıraselviler. Oysa aslı, Firuzağa Camii.
Yaban ellerde ne zaman, "Türkiye'yi anlat biraz..." denilse, gözümün önüne işte bu cami ve
altındaki kahve, sonra öteki kahve, kebapçı, bakkal, nalbur ve su tesisatçısı gelir. Anlatamam.
Firuzağa Camii, Tanrı'ya tapınılan bir mabet olması gerekirken, mabetten çok, orta çaplı bir
alışveriş merkezidir. Su tesisatçısına henüz işim düşmedi, ama nalburundan nalburiye, bakkalından
bakkaliye alır, kebapçısında köfte yer, kahvelerinde çay içerim.
Bu kahvelerin tiryakileri ve kebapçının müşterileri (ki aralarında, bir önceki gece laylada reynada
ya da biberli "moon" modunda asgari ücretin brütünü net olarak masaya bırakmışlar vardır),
oturtuldukları iskemlelerin kırık dökük ve üstünde yedikleri masa örtülerinin sigara izmaritleriyle
delik deşik olmasına aldırmaz. Ben de aldırmam. Tıpkı masaların önünde kocaman, pislik içinde bir
çöp kargosunun durmasına ve zaten çöp kargosunun yanında da musalla taşının uzanmasına
aldırmadığımız gibi.
Bazen öğle saatlerine denk gelir keyfimiz, bizler iştahla dişlerken hayatı, bir acılı kalabalık peydah
olur, musalla taşma bir tabut konur ve duası okunur. Belki Arapça anlamadığımızdan ya da "sıra
henüz bizim değil" umursamazlığıyla, şöyle bir bakar, gazetelerimize yumuluruz sonra.
Zaten gazeteler de maddi manevi ölüm haberleriyle doludur. Ama bizim kurban gittiğimiz cinayet
(henüz) değildir nasılsa ve başkalarının nerede, niçin öldürüldüğünü ya da toplumca nasıl soyulup
soğana çevrildiğimizi okuruz merakla.
İşte elin yabanı, "Türkiye'yi anlat biraz..." dediğinde bütün bunları ve bütün bunların hiç de kötü
olmadığını, tam tersine hayata hoşluk kattığını ve benim de böylesini sevdiğimi anlatmak isterim.
Gözümün önüne çöp kargosunun yanındaki musalla taşı, hemen arkasındaki kebapçı, bitişiğindeki
salaş kahve, kulağıma tepemizden yükselen "Allaaahüekber!" sesleri gelir... Bakarım melül melül
karşımdaki yabana, onun küçük mabetleri, örneğin Las Cortesteki manastır gelir aklıma, susarım.
Hz. İsa, "Mabetteki tüccarları kovun!" dediğinden beri ektiği sebzeleri yoksullara dağıtan
Karmelitas rahibelerine, ben nasıl "öteki" mabedi sevdiğimi, hem de bazen tabutlara karşı tattığım
çayın, kahvenin, köftenin lezzetini, nalburun hoşsohbetini, bakkalın veresiyeciliğini anlatabilirim ki?
Nasıl anlatabilirim ki, Sıraselviler ile Akarsu caddelerinin birleştiği kavşakta trafik tıkanır; çünkü
Firuzağa Camii altındaki sigara yanıklı, topal bacaklı masalarda, kirli iskemlelerde oturabilmek için
gelen beyzadeler Cherokeelerini, Jeeplerini, Mercedeslerini yol ortasına bırakı bırakıverirler...
Nasıl anlatabilirim ki dört kişilik bir ailenin aylık giderini bir gecede harcayan bu cipçiler, aslında
salaş kahvelerin, mangalda etin, sucuk ekmeğin ve ekmek arası balığın çocuklarıdır...
Bu sabah kocaman bir kedi geldi oturdu, kahvedeki masamın yanına. Ben diyeyim 10 kilo, siz deyin
15; tam Egelilerin "katoz" dediklerinden, Deniz Kavukçuoğlu'nun kulakları çınlasın, "Kedi Görüşü"
sahibi, siyah-beyaz kürkü bakımlı, gözlerinden bilgelik akan muhteşem bir hayvan. Gelin görün ki, üç
ayaklı. Dördüncü ayağını kime, nereye, hangi bıçkına ya da araba tekerleğine kaptırmıştı, bilinmez.
Nasıl böyle sürdürüyor hükmünü, diye düşündüm. Çünkü hükümdar bir katozdu, belli. Kuşkusuz iri
gövdesiyle caydırıcılığa oynuyordu. Hâlâ dövüşebilirmiş "gibi" yapıyor, dizinden kopuk bacağını
saklıyor, tehlike geçtiğinde seke seke devam ediyordu yoluna. Türkiye'ye benziyordu, inanın. Acaba
bu kediyi anlatsam, anlar mı AB'nin yabanı, kabullenir mi bu devasa ülkenin kırılgan ve topal
ihtişamını?
Denize Yürümek
Mine Soysal
İstanbul Masalı adlı anlatı kitabımı yazdığımda, başıma bunların geleceğini, aradan geçen yıllarda
binlerce çocuk ve gençle "bir kentte büyümek" kavramı üzerine tartışacağımı, her seferinde çok farklı
gerçekliklerle sarmalanıp allak bullak olacağımı tahmin etmemiştim. Benim amacım, farklı yaş
gruplarından okurları İstanbul'un kültür tarihine tanıklık edecek ortak bir okuma keyfinde
buluşturmaktı. Olmadı mı, oldu; ama bu arada kulaklarım neler duydu, gözlerim neler gördü!..
Bunların sadece ikisini paylaşmadan önce, küçük birkaç ayrıntı vermeliyim. Kitabımı okuyanların
yaşı dördüncü sınıftan başlıyor; annemin seksenli yaşlardaki arkadaşlarına kadar genişliyor. Kitabımı
öğrencilerine öneren, okutan okullar beni davet ettiğinde, zamanım elverdiğince kabul ediyor ve
çocuklarla, gençlerle birlikte tartışma programım "İstanbul Sohbetleri"ni gerçekleştiriyorum.
Böylelikle, bugüne dek tanımadığım binlerce insanla İstanbul, kent yaşamı ve İstanbul'da genç olmak
kavramları üzerine tartışma şansı yakalıyorum. Bu öyle acayip bir şans ki, bazı programlardan sonra
kanatlanıp uçacağımı, İstanbul'un gelecekte yeniden şahane bir kent olabileceğini sanırken, bazı
programlardan çıktığımda ortadan toz olmak, kentin gölgelerine sinmek, yağmur oluklarına saklanmak
istiyorum.
O gün, on bir, on iki yaşlarında öğrencilerle tartışıyorum. Avrupa yakasında, varsıl ailelerin
çocuklarını yollamayı tercih ettikleri ünlü bir okul. Çocuklar ailelerinden çok İstanbul gibiler.
Karmakarışık, çok güzel, kıpır kıpır, çok renkli, tamamlanmamış, şımarık ve sabırsızlar. Onlara
sorular soruyorum. Soruları oturdukları yerden yanıtlıyorlar. Söz istememelerinde, hep bir ağızdan
konuşmalarında bence hiç sakınca yok.
Sorular onları bu koca kente ilişkin düşünmedikleri konulara, uğraşmadıkları alanlara,
yürümedikleri sokaklara davet ediyor. Korkusuzca düşüyorlar peşine cevapların. Bir meseleye hep
birlikte kafa yormanın baş döndürücü sihri, yüz yirmi koltuğu dolu salonu avucuna alıveriyor. Birlikte
kendimizi ve bizi çevreleyen bu dev kenti düşünmeye teslim oluyoruz.
Bir öğrenci, "Her şeyin sorumlusu onlar!" diyor bir ara; sesi kararlı.
"Kimler? Kimler, neyin sorumlusu?"
"Gecekondularda yaşayanlar, yoksullar! Cinayetler, soygunlar; kentteki bütün fenalıkların nedeni
onlar!.."
Sözcükler, kutupların buzlu karanlık denizi gibi dolduruyor kulaklarımı, beynimi. Donakalıyorum.
Çocuklarımızı bu hale getirişimizdeki elbirliğimize lanet ediyorum. Ama, kimsenin sözünü kesmek
yok. Sözcüklere de, içimizden geçenlere de yasak yok. Duymayı, dinlemeyi adamakıllı öğrenmenin
yaşı, sonu yok.
Bazı çocuklar onu destekliyor, bazıları karşı çıkıyor. Salondaki tartışma alıp başını gidiyor.
Her ne olursa olsun, çocukların bu hallerine bayılıyorum. İlgili ilgisiz lafa girmeleri, ciddi ya da
alaycı ifadeleri, en ağır konunun ucunu umudun kıvılcımlarıyla bezemeleri, dünyanın bir gün daha
döneceğine inandırıyor insanı.
Yine de tartışmanın bir yerinde kendimi sert cümleler kurarken yakalıyorum. Eminim, kaşlarımdan
biri de yukarı kalkık, sesim soğuk, sitemkâr. Çocuklarımız için bu eski kentin bulvarlarında, kişiliksiz
kıldığımız meydanlarında nasıl koca koca yanılsama çukurları kazdığımızı, onları bu dipsiz
derinliklere nasıl sorumsuzca itiverdiğimizi unutma lüksümü kullanıyorum bir an. Yoksulluğun,
işçinin, emekçinin giderek daha çok kifayetsiz kalan alın terinin, taptaze ergen beyinlerde uğradığı
tarifsiz haksızlığa karşı çıkıyorum aklımca.
Arkalardan ince bir ses karışıyor sesime. "İstanbul'da iyi insanlar yaşıyor... Yoksul da olsalar...
Sanıyorum..."
Kendini göstermiyor. Narin sesi, arkadaşlarının kıkırdaşma-ları, "İyiler, kötüler, hepsi seni ham
yapar!" ve "İstanbul'da 'kötü' sayımı yapsınlar!" takılmaları arasında duyulmaz oluyor.
Zihnimin aşınmış kaldırım taşlarının arasında sırça otlar filizleniyor yeniden. Patikalar beliriyor
belleğimde yarma çıkan, İstanbul'a karışan, çocukluğa kaçan, hoşgörüye tırmanan. Seviniyorum
yeniden.
Program bittiğinde, kitabını imzalatmak isteyenler yanıma geliyor. Adlar, imzalar, gülümsemeler
arasında yine o ilk ses, "Ben öyle demek istemedim aslında..." diyor. Ona bakıyorum. Yoksulluğu her
kötülüğün müsebbipi sayan o çocuk gözlerle buluşuyor gözlerim yeniden.
"Ne üzülmüştüm ben de böyle düşünmene," diyorum.
"Yok, ben aslında, tam öyle düşünmüyorum; ama hep öyle duyuyorum... İnsanlar yoksul olmasa,
onların da bizim gibi her şeyi olsa, o zaman fena şeyler yapmak zorunda da kalmazlar..."
Düzenli imza sırası karışıyor, çocuklar çevremizde çember oluyor. İzleyenlerin takılmaları,
şakaları giderek duruluyor, bir kez daha birlikte düşünmeye başlıyoruz. Sosyoloji, antropoloji,
siyaset bilimi, ekonomi-politik ve daha nice disiplinin araştırmakta ve açıklamakta yüz yılını
harcadığı bu ağır, bu derin konunun kıyısında köşesinde çocuk masumiyetiyle dolaşıyoruz.
Sandıklarının, duyduklarının dışında bambaşka gerçeklerin, kabullerin ve yaklaşımların da
olabildiğine belki de ilk kez tanıklık ediyorlar. Yoksulların kötülüklerin kaynağı, korkulacak, yok
edilecek ne idüğü belirsiz bir güç olmadığını duyuyorlar. Tam tersine, insanları yoksullaştıran,
yoksulluğa mahkûm eden siyasi, ekonomik, sosyal, dini seçimleri alaşağı etmek üzere çalışmamız
gerektiğini duyuyorlar. Parçası olarak büyüdükleri bu dev kentin hiç gitmedikleri, hiç görmedikleri
nice semtinde dolaşmalarının, onlara karşılacakları yeni yüzlerde yaşama ilişkin çok farklı
yansımalar keşfedeceklerini ve bunun büyülü bir etkisi olabileceğini duyuyorlar.
Oysa, öğretmenlerin canı sıkkın. Konuşulanlardan değil, saatlerin şaşmasından, imzaya ayrılan
süreyi epeyce aştık, çocuklar sonraki derslerine ya da sürüyle programlarından birine daha geciktiler.
Bu ayaküstü "korsan" tartışmayı kesiyoruz çaresiz.
Çocuklarla istemeye istemeye, birbirimizi anlayarak, birbirimize bağlanarak ayrılıyoruz. Birgün
tekrar bir araya gelsek bile, ne onlar bu yaşlarında, bugünkü gibi olacaklar, ne de ben. O anın
büyüsünü yakalamak bir daha asla mümkün olamayacak. Bu, konuşulanların yaşamlarımızda bıraktığı
iz kadar gerçek.
*
Bir başka okuldayım. Boğaziçi'ne bakan eski koruluğunun içinde, entellektüel gelişimi önemseyen
güçlü eğitimiyle benzerlerinden çok ayrı bir yer edinmiş, saygın bir lise. Anıtsal kütüphanesinde lise
üçüncü sınıf öğrencileriyle söyleşiyoruz. Programın teması "İstanbul'da genç yaşamak".
İstanbul Masalı kitabımla ilgili kısa bir girişten sonra sorular soruyor ve gençleri, kent üzerine
kendi düşünceleri ve seçimleriyle tartışmaya yönlendiriyorum. Okulun eğitim sistemi, düşünce
paylaşımını önemsediği ve sağlayabildiği için, öğrenciler birbirlerini dinleyebiliyor, birbirlerinin
söyledikleriyle dalga geçip gülüşmüyorlar. Ne tatlı kaçamaklara vesile olabilecek aşk hikâyeleri, ne
akranla takılman popüler eğlence âlemleri, ne de aileler girip çıkıyor tartışmaya. Varsa yoksa, mega
kent İstanbul'da kıyı bucak edinilmiş endişeler, çekinceler, korkular...
Duru, naif yüzü, uzun, ince parmaklarıyla sakin yaradılışlı izlenimi uyandıran bir delikanlı,
dumanlı bir sesle söze giriyor: "Ben akşamüstleri Yüksekkaldırım'a gidemem bir daha... Oysa
sevmiştim... Galata Kulesi'nin çevresi ilgimi çekerdi. Yüksekkaldırım'dan Karaköy'e doğru inmek,
bir filmin içinde yürümek gibiydi... Çok sevmiştim. Ama gitmem bir daha..."
On yedi, on sekiz yaşlarında bir delikanlı, yaşadığı kentin keşfettiği ve etkilendiği bir bölgesine bir
daha gidemeyeceğini düşünecek kadar can yakıcı, acıtıcı ne yaşamış olabilir?.. Kentin acımasız
karanlıklarının, bir gencin keşif ruhuna nasıl pervasızca saldırabileceğini, onu hiç hak etmediği
biçimlere nasıl savurabileceğim, onu soluksuz bırakıncaya kadar nasıl kıstırabileceğini
düşündüğümde başım dönüyor.
Duru yüzlü, bu minval üzere bir süre daha konuşuyor. Yaşadığı her ne uğursuzluksa, daha taze
besbelli. Bir kere başlayınca paylaşmaya, çekip alamıyor, sıyıramıyor kendini. Kimi sözcükleri
yutarak kimi anlamlarını karıştırarak konuşuyor, söyleniyor...
Arkadaşlarının sesleri de duyuluyor arada bir:
"Sadece sana olmuyor ki bunlar," diyor sarı fönlü saçlarına balyaj attırmış alımlı bir genç kız.
"O hooo, böyle elersek, kentte turlayacağımız cadde kalır mı, bilmem," diyor, omuz tiki nedeniyle
sürekli kasılan gözlüklü bir delikanlı.
"Sana madik atana, daha beterini yapmayı öğreneceksin bu kentte," diyor bıçkın havalı bir
delikanlı, sesine şiddetle ürperten bir tını katmayı ihmal etmeden.
"Korkularımızın üstüne gitmek gerek diyorlar, ama bunu nasıl becereceğimizi söylemiyorlar," diye
sızlanıyor bir genç kız eteğinin plisini biteviye düzelterek.
"Bizimkilerin hiç haberi olmaz, benim takıldığım yerlerden. Bilseler gittiğim yerleri, şoka girer
onlar. Bazen çok daralıyorum hepsinden," diyor bukleleri kulaklarını kapayan romantik suratlı bir
delikanlı.
O gün ayrılmadan önce onları, İstanbul'un ürkütücü ve sinsi gerçeklerine kendilerini kapatmamaya,
kentin hâlâ büsbütün yok etmeyi başaramadığımız şifalı büyülerini denemeye; kentte yeni kareler,
yeni kimlikler keşfettikçe, ne ailelerinin ne de eğitimlerinin onlara sunabileceği yeni yaşama
nedenleri ve uğraşlar edinebileceklerine güvenmeye davet ediyorum. İstanbul gibi her kentin, her
yerleşimin bugününü yaratan kimi çok eski, kimi daha yeni, ama hepsi birbirinden değerli öyküleri
bulunduğunu; bu öykülerin izini sürdükçe, aslında geriye doğru değil, tam tersine geleceğe çıkan nice
görünmez izlekte yolcu olabileceklerini ve bu yolculuklar sayesinde yaşamlarını belirleyecek temel
seçimleri yaparken daha güçlü, daha emin, daha olgun davranabileceklerine inandığımı söylüyorum.
Tek tek el sıkışıp vedalaşırken, avuçlarımızda umutlarımız birbirine karışıyor, büyüyor. Şimdi
çoğu bir yerlerde üniversite öğrencisi olmalı. Biri öldü belki trafik kazasında, biri amansız hasta, biri
de evlenip koptu gitti gençlik ateşlerinden. Nerede olurlarsa olsunlar, geçmişte bir günden kalan belli
belirsiz bir kent izi var yaşamlarında. Bendeyse, İstanbul'a, İstanbul'la birlikte büyüyen gençler onlar.
Unutulmazlar...
*
Gençlerimizi, çocuklarımızı kent yaşamının doğal bir parçası haline getirmeyi bilmeyen, çocukla,
çocuklukla yaşamayı çabuk unutan "yetişkin" bir ülke Türkiye. Çocuklarımıza standart bir yaşam
biçiyoruz daha ilk günden; salt "mürüvvetlerini" görmek amacıyla dünyaya getiriyoruz sanki onları.
Uyusun da büyüsün, evlenip çoluk çocuğa karışsın, zengin olsun, evi barkı, arabası, işi, her şeyi
tamam olsun... Hem de bütün bunları, ne estetikle ne felsefeyle ne bilimle uzaktan yakından
ilişkilenmeyeceği sözde bir kent yaşamı sahnesinde becersin. Peki öyleyse, bizim çocuklarımız "kim"
olsunlar?
Kıyıdan çok uzaklaştığınız halde hâlâ bileğinize gelen, bulaşık suyu kadar sıcak bir denizde
yürümek duygusudur bu. Bulunduğu yeri fark ettiğinde, ne geri ne ileri gitmek isteği uyanır insanda;
kalakalır. Böyle bir sahilde denize yürümek, insanın bir türlü "tamam" hissetmediği, bir türlü sonu
gelmeyen bir kâbusa bile dönüşebilir. Her buluşmamda bir başka nedenle anlıyorum ki,
çocuklarımızın yaşama yürüyüşlerini işte bu sığ sahillere çevirdik gitti epeydir. En büyük üzüntüm
budur.
1
Devam eden bir çalışmadan alıntıdır.
Kalenin Bedenleri1
Müge İplikçi
Topkapı surlarına varmıştık. Bizi surların tepesindeki bir bayrak karşılamıştı. Rengi bir iki ton
atmış olan o bayrak yanılgımızın sembolü olarak narin narin dalgalanıyordu o günkü nemli mi nemli
temmuz güneşinde. Sen her zamanki gibi dalgındın, ama bir o kadar da kendinden emin! Bu şehri
yıllardan beri tanıdığını söyleyen biri olarak Eminönü'ndeki dolmuşlardan birine beni tıkmış ve "Abi
iki tane Topkapı alsana," demiştin şoföre. O kendinden emin havan Topkapı surlarının tepesindeki
bayrağı gördüğünde de devam etmiş sonrasında mekanik bir sesle "Ha Topkapı Sarayı ha Topkapı
surları!" demiştin. El arabalarından yükselen Müslüm Baba nidaları arasından temiz aile çocuklarına
yaraşır bir çalımla ilerlemiştik başta. Şendeki burnundan kıl aldırmaz havayı saymazsak toptan şapa
oturduğumuz ayan beyan ortadaydı. Ancak sonradan dağıldığımızı rahatlıkla söyleyebilirim. Muzır
tanımına girecek bilumum neşriyat ve alet edevatı bana göstermiş, "Bak, her işte bir hayır var," demiş
ve eski tarihli birkaç Playboy dergisi almıştın. Bir arkadaşın Playboy'un eski sayılarını biriktiriyordu,
bir araştırma yapacakmış, bu dergiler aslında siyasi yanı olan dergilermiş, ciddi makaleler varmış
içersinde, okumaya değermiş. "Demek bu yüzden çok satıyorlar," dedim yarı saf yarı dalgacı.
"Bilmiyorsun konuşma bari," diye azarlamıştın beni. O sırada arkamızdaki surların tepesinde
dalgalanan bayrak... asıl o bizimle dalga geçmeye devam etmekteydi. Sen baş belasıydın. İşin aslı
buydu.
Şehrin turistik alanları diye hayal ettiğim karşımıza dikilmiş bu derme çatma kroki değildi elbette.
O hayal korunaksız ve her türlü tehlikeye açıktı, dahası büyük sorunumuz devam ediyordu. Topkapı
Sarayı'na nasıl gidecektik?
Sana kalsa o iş çok ama çok kolaydı. Çocuk oyuncağıydı, kısacası. Asıl konu, hazır yolumuz
buralara düşmüşken şuracıktaki Rus pazarına uğrayıp uğrayamayacağımız, oradan ucuz çatal-kaşık,
dürbün, tuzluk ve hatta matruşka alıp alamayacağımızdı. Peki Topkapı Sarayı ne olacak demeye
çalışırken sen bizi dürbünlerin ve hatta bir teleskopun olduğu tezgaha götürmüş, seçmeli Rusça
dersinden kalan on kelimelik dağarcığınla karşındaki adamı terletmeyi başarmıştın bile.
Sonuçta boyunlarımızda birer dürbün, hatta oradaki teleskopa da birer defa bakmış, teleskopun
ucundan yansıyanlarla boş, renksiz bir rüya görmüş halde yine yollara düşmüştük. Senin akim fikrin
teleskopun ucundaki gökyüzündeydi hâlâ.
"Ah gece olacaktı ki görecektik içinden ayı, şuyu buyu... Bir kere Taksim Meydanı'na adamın biri,
tam dolunay vakti böyle bir teleskopu oturtmuş, ne böylesi, belki bunun beş katı, on katı, gelene
geçene, iyi paraya dolunay seyrettiriyor, uyanık ya, fona da koymuş Biz Heybelide'yi, Allah, hem
rakısını yudumluyor hem gecenin keyfini çıkarıyor. Hah o zaman işte ben de durmuşum teleskopun
karşısında, şöyle bakmışım içinden derin derin, ne ayı, şöyle Venüs mü desem, Mars mı, tuhaf çekici
yumruların üzerinde kol gezdiği toparlar görmüşüm, döndüm adama bunlar ne yav diyorum, adamın
zerre aldırdığı yok, sadece kafayı sallıyor, bir yandan Heybeli'de mehtaba çıkıyoruz, bir yandan da
anasonu kokla da kokla, kuyruktakilerin hadi kardeşim amma baktın sesi de cabası. Gerçi ben bu
mırın kırmlara hiç aldırmadım, isteyerek değil ha, gördüklerim karşısında sus pus olduğum için. Ulan
durun bir şey keşfettim be Allahsızlar, diyorum, kimse tınmıyor. Ne o kıytırık bir Ay görecekler.
Sanki otobüs kuyruğundayız! Oysa benim hissettiklerim... Başka bir zaman olsa dönüp ağızlarının
payını vereceğim ama nutkum tutulmuş. Her şey bir yana içimde bir burukluk hasıl oldu, dedim ki
kendi kendime, oğlum hiçbir zaman bu kadar uzağa gidemeyeceksin sen. Hiçbir zaman şu anki
bakışınla oradaki o anı yakalayamayacaksın. Bunu bilir, bunu söylerim arkadaş. İçim bir tuhaf oldu
anlayacağın... Sonra ne oldu biliyor musun? Sonra inanmayacağın, kimsenin de kolay kolay kolay
inanamayacağı bir şey oldu. O Heybeli, o hadi kardeşim sesleri, araba kornaları arasında, Venüs mü
desem Mars mı, hadi peki Ay olsun, belki de başka bir gezegendi, gözüm mü kararmıştı, ruhum
uzaklık fikrine çok mu bulanmış, bembeyaz kıyafetiyle dans eden bir kadın gördüm. Ayakları çıplak,
saçları dalgalanan, hayatımda şimdiye kadar hiç görmediğim gramofona benzeyen bir aletin önünde
dans ediyor, resmen dans ediyor yahu! Ölçüsüz bir dans bu ama. Güzel bir dans. Bir fırlatıyor eteğini
sonra topluyor, uzak bir gezegende, karanlığın içinde üstüne ışık düşmüş bir kadın, sanki gebe.
"Şu otobüs geçer mi oradan, bak üzerinde Beyazıt yazıyor..."
"O kolay, o kolay Ergun'cuğum," diyordu. Ardından teleskopla ilgili maceralarına devam ediyordu
tüm hızıyla.
Teleskopun ucunda o kadını gördükten sonra tuhaflıklar devam etmiş. O gece eve
gittiğinde...Üçüncü kattaki bekar evine çıktığında evin kapısını açık bulmuş, hemen oradan
uzaklaşmak yerine odalara dalmış, o sırada elektrikler kesilmiş, her zamanki gibi, diye söylenmiş,
korkusu iyiden iyiye artmış, hep yanında taşıdığı el fenerini çıkartıp, kendi evinde bir hırsız gibi
dolanmaya başlamış. El fenerinin ışığı altında oturma odasının talan edildiğini, yatak odasının
dolaplarındaki çekmecelerin hemen hepsinin karıştırıldığını görmüş. Yatak odasından tam
çıkacakken... Pencereden içeri doğru sızan dolunay ışığı altında karşı evin camının önünde delici
gözlerle ona bakan... Dolunay ışığı çok kuvvetliymiş. Elektriksiz bir ortamda ise çok daha etkileyici
ve güçlüymüş. O sırada oturma odasının baktığı sokaktan birkaç köpek havlaması işitmiş. Belki de
köpek tekmiş. Emin olamamış. Ama öyle bir havlamaymış ki işiten, mahallenin bütün köpekleri ayağa
kalktı sanırmış. Hemen koridora atmış kendini, biraz soluklanmış orada. Daha doğrusu yığılıp kalmış.
Bir süre sonra kendini toparlamış biraz. Tekrar yatak odasına girmiş, bir güç onu oraya çekiyormuş
sanki. Bir yandan da tutulup kalmış, hiç değilse elektrik gelsin diye dua etmeye başlamış. Ve göz göze
gelmiş onunla. Siyahlaşan göz çeperleri ve olduğundan biraz daha beyazlaşmış yüzüyle karşı
apartmanın üçüncü katındaki yatak odasından, üzerinde, evet bunu bile seçebiliyormuş, deli
gömleğine benzeyen bir gecelik... O sırada elektrikler gelmiş. Yatak odasının ucundaki abajurun ışığı
yanmış. Sonra elektrik bir daha gitmiş. Derken bir daha gelmiş. Sanki birisi bir oyun oynuyormuş
onunla. Ebe sürekli değişiyormuş. Bir karşısındaki oluyormuş ebe, bir o. O ışığın gelgiti arasında
karşısındakinin bir sarkaç gibi salınmaya başladığını fark etmiş. Bir sağa bir sola.
"Çok korktum. Ödüm patladı lafı hafif kalır. Elektrik sürekli gidip geliyor, karşımdaki bir sağa bir
sola sallanıyor, gözleri sanki kalbimin üzerinde geziniyor. Onun apartmanıyla benimki arasında koca
bir arsa vardı, gündüzleri nereden baksan boydan 8-9 araba park ederdi oraya, öyle bir mesafe,
düşün artık. Bu kadar bir mesafeden bile gözlerinin altını çevreleyen morluklar seçiliyordu.
Gözlerinin boş bakması beklenilecekken bu kadar mana dolu bir biçimde beni ablukaya almış olması
inanılacak gibi değildi.
"Işığın kırıldığı bir nokta vardı aramızda, bunu biliyorum. Neden böyle bir düşünce içimi sardı o
anda bilmiyorum. Aramızdaki bu ışık kırılmasını sağlayan perdeydi, inancım bu yönde. Bana öyle
geldi yani. Aklıma ışığın kırılması ile ilgili bir sürü şey geldi sonra. Camera obscura bunlardan en
basit olanı elbet. Ama işin temelini veriyor. Bilirsin. Bir mum vardır, mumun izdüşümü ters mumdur.
Ama sonuçta aynı mumdur Ergun'cuğum.
Mum.
İşin sırrı ışıkta değil mumdaydı. Yani bende. Yani karşımdakiyle bende. Bunu biraz daha açmam
gerekebilir.
Mumu aklında tutuyorsun değil mi?
Mum, önemli.
"Kendi görüntümün tersinden okunuşunu görmüş gibi oldum. Sanki kendi görüntümü değil gelecek
zamanı da okuyordum. Bunun için dakikalar harcadığımı falan düşünme. Anlıktır bu. Soyulmuş
olmam, o gece Taksim Meydanı'nda teleskoptan uzaya bakmış olmamla bir ilgisi var mı bu işin, bu
görüntü aldanışının, bilemiyorum, hiç bilemiyorum. Ama duygularım o anda iflas etmişti. O karşımda
duran insanı şimdiye kadar hiç fark etmemiş olmam mümkün müydü? Derbeder bir hayatım vardı.
Bunu kabul ediyorum. Yine de kendi hayatlarımızın eli kulağındaki mesajlarını aldığımız zamanlar
vardır -bu bana ilk kez olmuyordu üstelik. Yalnızca şunu düşünmek fikri kötüydü elbet: Neden hepsi
bir arada? Böyle bir mesajı almış olmak, kendi kendime böyle bir mesajın ev sahipliğini yapmak.
Tüm bu arka arkaya gelen tesadüfler için rastlantı demek ya da hiçbir şey olmamış gibi hayata devam
etmek...
"Bunların hiçbirini sabaha karşı gittiğim karakolda anlatmadım. Karşımdaki adam ifademi alırken
metalik saçlarıma bakıp şöyle demişti: 'Siz yabancı bir film artistine benziyorsunuz ama kim, bir türlü
çıkaramıyorum. Şu filmin adı neydi?'
'Metro olmasın?'
Tok, yok o değil,' dedi.
'Emin misiniz? Oradaki artistin saçları da böyleydi.'
'Yok, yok o değil,' dedi karşımdaki inatla. 'Gerçek adınız neydi?'
'Servet Gerede,' dedim."
O ara bir taksiye bindik. Boynumda Rus malı Zenith marka dürbünlerimiz. Topkapı Sarayı'na
gitmek istiyoruz, dedi taksiciye Servet.
"Tamam abi," dedi taksici. "Yani Sultanahmet'e. "
'Tabii, tabii, " dedi Servet. Metro filminin müziğini mırıldanmaya başladı.
Taksinin camlarından sıcaktan bunalmış bir şehir geçti, üç beş çınar ağacı, esmer yüzlü erkekler,
bezgin kadınlar, birazdan sarayı gezerken 4.8 şiddetinde, merkez üssü Adalar olan depremin silüeti,
Servet'i on yıl sonra ivmesi iyiden iyiye artmış bir biçimde bulacak olan çılgınlığı, benim taksinin
camında kendi aksimi, tersten bile olsa göremeyişim, bir de Metro filminin şarkısı: Hayat bir
ırmaktır.
Mekânlar ve İnsanlar
Oya Baydar
Şehrin, binlerce yıldır üzerinden akıp geçen insanlara karşı kendi ruhunu koruma gücünü,
Kariye'nin bitişiğindeki türbenin yemyeşil avlusunda dua eden siyah ipek çarşaflara bürünmüş dört
genç kadını seyrederken fark etmiştim. Siyah çarşaflı kadınlar, dal gibi uzun boylu, incecik ve çok
zariftiler. Tasvirlerdeki örtülü azizelere, Rönesans tablolarındaki kadınlara, Bizans mozaiklerindeki
Bakire Meryem'e benziyorlardı. Ellerinde küçük dua kitapları, belki de Kuranlar vardı. Sadece
dudaklarını kıpırdatarak, türbe-mezarın etrafında tam bir sessizlik içinde ağır ağır dönüyorlardı.
Kendilerini seyrettiğimi epeyce zaman sonra fark ettiler. Önce duraksadılar, kararsız kaldılar, sonra
bir Eski Yunan trajedisinin final sahnesinde, yerlere kadar siyahlar giymiş balerinlerin kayar gibi
hafif adımlarıyla, aynı zarafetle mekânı terk ettiler.
Türbenin etrafında dönerek huşu içinde dua eden kadınlar, yedinci yüzyılda şehri kuşatan ve şimdi
Kariye diye bildiğimiz Hora Manastırı bölgesinde şehit düşen sahabeden Ebu Said-ül Hudri'nin
ruhunu şad ettiklerine inanıyorlardı. Oysa Konştantinopolis'in fethine kadar, türbenin bulunduğu
manastır bölgesi Bizans'ın en kutsal mekânlarındandı ve tam da bu türbenin yerinde Hıristiyan
azizlerinin mezarları vardı. Ebu Said-ül Hudri'nin türbesi ise on dokuzuncu yüzyıl başlarında,
Fetih'ten dört yüz yıl sonra yapılmıştı. Belki de aslında, Hıristiyan azizle sahabe şehit kucak kucağa
yatıyorlardı toprağın altında. Belki bin yıl önce de burada, Bizanslı rahibeler yine böyle siyahlar
içinde, kendi azizleri için dua etmişlerdi.
Mekânların işlevsel kalıcılığı, insanların ve inançların geçiciliğine galebe çalar çoğunlukla.
İstanbul, mekânın sürekliliğiyle insanın değişkenliğinin yarattığı dramatik çelişkinin dev aynasıdır.
Şehirler vardır; ruhunu, havasını orada yaşayanlardan alır. Şehirler vardır İstanbul gibi; bağrında
yaşayanlara kendi ruhunun damgasını vurur, onları kendi resminin bir kenarına eklemler ve kendi
aynasında yansıtır. İnsanlar gelip geçer, şehrin bin yılların külleri altına saklanmış ruhu hep aynı kalır
ve gelip geçenlere hükmeder.
Bu şehirde iktidarın ve inancın görkemli merkezleri; keyfi, sefası, eğlencesi, ticareti, çarşısı
pazarıyla yaşam mekânları ve yedi iklim dört bucaktan bu dayanılmaz çekim merkezine akan insan
sellerinin konup kümelendikleri çeperler binlerce yıl boyunca inanılmaz bir süreklilikle, aynı
işlevleri aynı yerlerde sürdürüp dururlar. Saraylar sarayların üstüne, tapmaklar tapınakların üstüne,
çarşılar çarşıların, limanlar limanların üstüne kurulmuştur. Bir süre kaybolup giden mekân, bakarsınız
birkaç yüzyıl sonra aynı işlevle şehrin hayatına dönmüş, küllerinden yeniden doğmuş. Egemenler,
hükümdarlar, halklar, insanlar, inançlar, kutsallar değişmiş; yeni insanlar gelmiş, eskileri yerinden
etmiş ya da eskilere karışmış, ama şehrin ruhu, binlerce yıldır üzerinden akıp geçenleri sarıp
sarmalayarak, hiçleştirerek ya da çoğaltarak, dışlayarak ya da bağrına basarak, insana üstünlüğünü,
kendi kalıcılığını çağlar boyunca kanıtlamış.
İstanbul binlerce yıldır hep "ötekiler"in şehridir. Bütün İstanbullular, kendini yerli sanıp da
sonradan gelenlere kem gözlerle bakanlar dâhil, bu şehirde herkes yabancı, herkes ötekidir. Şehir
insanı alır, kendi potasında eritir, birkaç kuşak sonra da kendi boy aynasında yansıtır. Binlerce yıl
boyunca her kuşak, yeni gelenlere bakıp "İstanbul'da İstanbullu kalmadı," diye şikâyet eder kendi
yabancılığını unutup. Oysa hepsi, bütün yabancılar ve ötekiler İstanbulludur artık.
İstanbullu, şehir Megaralılar tarafından ilk kurulduğundan beri her daim, uzaklardan gelen göç
insanıdır. Seferlerle, savaşlarla, fetihle, iskânla, göçle, ticaret amacıyla, macera tutkusuyla gelendir.
Batı'dan Doğu'dan kopup gelen insan selleri, yerleşik kumların üstünden aşıp şehrin surlarını yıkarak,
sınırlarını durmaksızın genişleterek Istanbullulaşır. Yeni İstanbullulardır onlar. Ve ta ki daha yeniler
gelene kadar eskilerin ötekileridirler.
Herkesin bir bakıma öteki olduğu, bu yüzden de ötekiliğin, yabancılığın anlamının kalmadığı
şehirdir İstanbul. Tam da bu yüzden, sanıldığının aksine, "İstanbullu" tanımsızdır, ya da bin bir yüzlü,
bin bir huyludur. Türkiye'nin ve dünyanın bütün yaşam biçimleri, bütün kültürleri, birbirleriyle
çelişerek ve çatışarak da olsa, bu şehirde bir arada yaşar. Bütün Türkiye resmi-geçit yapar
sokaklarında, semtlerinde, mahallelerinde. Kaosun da çekiciliği, uyumu, ahengi olabileceğini;
tiryakilik yaratıcı bir yaşam biçimine dönüşebileceğini İstanbul'da yaşamadan, İstanbullu olmadan
kolay kolay anlayamaz insan.
Bu şehirde mekânlar çağlar boyunca işlevlerini korusalar da, o mekânlarda ne ibadet ne inanç, ne
musiki ne raks, ne taam ne lezzet, ne insan ne zevk aynı kalır. Levanten tüccarların, Beyoğlu
pasajlarındaki küçük mucize dükkânların, ısmarlama ayakkabıcıların ve terzilerin yerini; yine aynı
semtlerde, aynı yerlerde dünya markalarının butikleri, tezgâhlara dökülmüş ihracat fazlası tekstil
ürünleri, tüm şehre dağılmış dev alışveriş merkezleri almıştır. Beyoğlu'nun arka sokaklarında, eski
Pera'da, Anadolu yakasının mesire yerleri köşk bahçeleri ve bağlarında; Kumkapı'nın, Boğaziçi'nin,
Balıkpazarı'nın, Ada'nın Rum ve Ermeni meyhanelerinin yerinde fast-food'cular, kebapçılar, ko-
koreçci ve lahmacuncular vardır artık. Ya da kapılarında siyah giysili, beli tabancalı korumaların
beklediği pahalı restoranlar, şık gece kulüpleri, kafe-barlar, türkü-barlar, caz kulüpleri, disco'lar;
hızlı, anlık, gürültücü, şımarık bir eğlence hayatının göz kamaştırıcı neon ışıklarını tutarlar şehrin
üstüne.
Çocukluğumuzun piknik yerleri olan koruluklar, Arnavutköy-Bebek tepelerinin çilek ve karanfil
tarlaları, bentler ve Belgrad ormanları, en iyi içme suyunun peşinde, elde su kaplarıyla gidilen
Sarıyer pınarları, Hamidiye, Taşdelen, Kayışdağı suları, sonra altın kumlu Florya, Menekşe,
Fenerbahçe plajları; ve lüks mevkilerinde mavi boyalı ahşap koltukları olan tıklım tıklım Ada
vapurları şimdi uzak anılardır. Yıllar sonra bir gün yeniden eskiye dönmeyi bekleyerek değişip
dururlar. Sonra, yıllar sonra bir gün nostaljik bir moda olarak yeniden çıkarlar karşımıza. İstanbul
ebedi nostaljinin şehridir. Burada insanlar, çağlar boyunca, hep bilmedikleri bir geçmişe özlem
duyarak yaşarlar.
Son göç dalgalarıyla gelenlerin şehri çepeçevre kuşatan yoksul, öfkeli ve isyankâr varoşlarda,
görünmez duvarların ardında, şehrin yanı başında şehirden uzak yaşadıkları; varoş çocuklarının
tepelerin ardındaki denizi hiç görmedikleri; eski yabancılarla Doğulu, Güneydoğulu, Anadolulu,
Afganlı, Acem, Uzakdoğulu yeni yabancıların birbirlerini televizyon ekranlarından seyrettikleri bir
şehirdir şimdi burası.
İstanbul çok dillidir, sokaklarında her dili duyarsınız. En çok duyulan diller değişir çağlar, yıllar
boyunca, tıpkı halkların, insanların değiştiği gibi... Saray Osmanlıcasının yerini İstanbul Türkçesi,
onun yerini de televizyon dizilerinin ya da göçle gelenlerin yerel Türkçeleri alırken, şehrin kadim ve
yaygın dili Rumcanın yerini Kürtçe, Zazaca almıştır. Yine de anlaşırlar ve dövüşür çatışırlar insanlar
birbirleriyle, İstanbul'un iç sesinin diliyle.
İstanbul, binlerce yıldır hiç durmayan değişimin ortasında değişerek, dönüşerek aynı kalmanın,
ruhunu korumanın sırrına sahiptir. Burada değişim ebrunun renklerinin suda sürekli devinim halinde
değişmesine, her devinimde yeni bir kaotik ahenk yaratmasına benzer. Ana mekânların işlevsel
sürekliliği gibi şehrin ruhu da aynı kalır ve insanları sarıp sarmalamayı sürdürür. O ruh, farklı
dillerden, inançlardan, farklı etnik kimliklerden, farklı ülkelerden bölgelerden, yabancı kökenlerden,
farklı tarih ve kültürlerden gelmiş milyonlarca, on milyonlarca insanı İstanbulluluk paydasında
toplayan bilinmeyen güçtür işte. Çağlar boyunca "İstanbul mucizesi" denen de budur belki.
Şehrin Merkezine Uzak Semtler
Ömer Özgüner
Amlarına koyayım hepsinin...
Doğru oldu mu bu cümle şimdi? Üçe böl; aml/arı/nak/oya/ yım.
Tuttu.
Yine de yanlış. Vücutta o organdan birden fazla bulunamaz. "Üreme organıdır ve en azından insan
türünde herkeste tektir." Öyleyse çoğul olarak kullanılamazlar.
Nasıl çıktı bu küfür birden ağzımdan. Otuz beş yıl sonra. Kendimi bildiğimi yedi yaş sayarsak.
Otuz beş yıldır, dilimin uçundaydı...
Kendimden korktum.
Kendimden çok korkuyorum bu aralar. Aklıma hep olmayacak şeyler geliyor. Bugün bir tane almam
gereken kâğıdın çıkışından, yirmi beş tane aldım. Emin olamadım. Almalı mıyım, bırakmalı mı?
Aldım.
Yirmi iki, yirmi üç, yirmi dört ve yirmi beş. Niye durduğum da belli değil. Akşamı düşünüyordum.
İş erken bitecek uzun zamandır ilk defa. Çok vaktim olacak. Ne yapayım? Hiç sıkılmadığım zamanlar
var mıydı diye düşünmeme engel olamıyor, beynim. Kaç kez hem de. On dokuz, yirmi, yirmi bir,
yirmi iki. Çıkış sayısına kadar yolu var. Sonuç negatif. Hep sıkılmışım. Berbat bir durum. "Berbat bir
insanın karşılaşacağı en kötü durumdur." Doğru kullanışı neydi? Berbat herif. Hah oldu! Şu bizim
bilgi işlem müdürü berbat bir herif mesela. Uzun boylu. Saçları hep taralı. Gözleri mavi. Sinekkaydı
tıraş. Üzerine dar gelen giysiler giyiyor. Çok yakışıklı. Kızlar bayılıyor. Tam Orhan'ın façasını
bozmaya can atacağı tip.
Neden berbat peki?
Ağzını yayıyor bir kere. Sonra hiç samimi değil. Plastik bir çiçek. Plastik çiçek erkekler için denir
mi, denmez mi? Denmez. "Plastik çiçek, yapmacıklığı hatırlatır." Bu herif, bu herif, bu herif: Berbat.
Yanımdan geçiyor. Böceğe bakar gibi bakıyor Burnumdaki sargıdan nefret ediyor sanki. Kızların
onun sütun gibi burnuna baktıklarından emin. Sütun gibi burun. Değil. Sütun gibi bacak olur, içimden
bir çelme takmak geçiyor bacağına. Yok ayağına. Hokka burun. Sık bakalım dişini biraz, seninkinden
daha okkalı bir burun yolda...
Çantamı alıp dışarı çıkıyorum. Sıcak hava, klima cennetinden çıkan yüzümü yalıyor. Metroya
doğru yürümeye başlıyorum. Havanın iç kabartan güzel bir sıcaklığı var. Böyle bir günde çok mutlu
olmuştum bir kez.
Neydi?
Bir otoyol kenarındaydım. Orhan ormanın asfalta yakın bir ağacının dibinde hınzırca
gülümsüyordu...
Kenarda olmak. Ayıp mı? Kaldırımın kenarında değil ama hayatın kenarında. Uçuruma yakın.
Aşağıya doğru bakamazdım kesin. Yükseklik korkumdan. Çocuk ve balkon... Düşünmek bile yeter.
Akbilimi çıkarıyorum. Merdivenlerden aşağıya doğru iniyorum Gözümde büyüyor merdivenler.
Aşağıdan çıkanların yüzlerine bakıyorum. Bir daha karşılaşmadan, eğer aynı saatte aynı metroda yine
olmayacaksak, bir gün gelip alakasız bir yerde tanımayacaksak, ölene kadar birbirimizi bir daha
görmeyeceğiz. Neler yaptık şimdiye kadar? Hayatımız boyunca birbirimizle kurduğumuz tek bağ,
metronun merdivenlerinden inip çıkarken, yüzlerimize kuşkulu, soğuk, kırıcı ve nefret dolu bakmak
olacak. O da bir kez. Yüzlerimizi hatırlamayacağız. Daha bu akşam silinecek yüzlerimiz
gözlerimizden. Şu kızla oğlanı hatırlarım belki. Büyük bir saadet içinde çıkıyorlar merdiveni.
Bakmıyorlar etraflarına. On yıl sonra aynı merdiveni aynı aşkla çıkacaklar mı acaba?
Ağır ağır...
Onların hafızalarına kazınacak bir tipim yok. Sarılı burnum sayılmazsa. Karıncalar gibi inip
çıkıyoruz, inip çıkıyoruz...
Kurtuluş'a geliyorum. Metro çıkışında, evime beş yüz metre kala, ne yapacağımdan, ne yapmak
istediğimden habersiz duruyorum. Gelene geçene bakıyorum. Bahçelievler günlerime dönüyorum
sanki. Bir caddenin başında aylak aylak durduğum saatlere... Öyle sarsak ve tuhaf bir durumdayım ki,
sanki biri gelecekmiş de gecikmiş gibi saatime bakıyorum.
Bekliyorum, bekliyorum, bekliyorum.
Gelmiyor tabii.
O gün, o en mutlu olduğum gün neden otoyol kenarındaydım ki?
Kimi bekliyordum...
İstanbul'a küçük bir yerden ilk girdiğimizde korku, heyecan ve özentiyi aynı anda ve aynı şiddette
hissetmeyi başarmıştım. "Özenti birinin sahip olamayacağı ve asla yerini alamayacağı şeylere ve
kişilere duyulan özlemdir." Fenerbahçeliler, şimdi adının önüne bir inşaat firmasının konduğu
İnönü'den kendi mabetleri olan karşı yakaya geçiyorlardı. Otobüsün arkasında sarı lacivert bayraklar.
Nasıl ama nasıl bir özenti bende. Altımdan geçen denize bakmayı bile aklıma getirmeden...
Boğazı geçip Unkapanı'na gelince bu kez de ellerinde sarı kırmızı bayraklarıyla, can güvenlikleri
nedeniyle "kortej" halinde yürüyen devrimciler. Onlara da özenmiştim. Kızlı erkekli birbirlerinin
kolunda. O gün o pankartı taşıyan çocuk ne yapıyor şimdi? Zor ve sancılı günleri, kimsenin sokağa
bile çıkamadığı o geceleri sağ salim atlattı mı acaba?
İnsan geleceği bilemez ki. Babam emekli olup, bizi de peşinden sürüklediği bu şehrin, bizi
yutacağını bilmiş miydi? Bütün bu cümle dizini anneme aitti. Ve bu şehir gerçekten ilk annemi
yutmuştu. Ama annem ölmeden, başımızı sokacak küçük bir ev için çırpınırken, babamın emekli
maaşının üzerine bir miktarda Ziraat Bankası'na borçlanarak bu rüyaya kavuşurken, koca bir hayatın,
üstelik üzeri taksitlenerek ancak bir eve yettiğinin hazinliğini hiç umursamadan, Bahçelievler'in
evleri bahçeliyken, hayatımın en garip on yılını geçireceğimiz Çamlık
Caddesi'ndeki Urfa kebapçısında, en acılı en ucuz en lezzetli yemekle ev sahibi olmayı kutlarken,
babamın son görevimi de yaptığım mutluluğuyla rakıyı fazla kaçırıp kustuğu o caddenin dört kişilik
çekirdek ailemizle ilk tanışması çok eğlenceliydi.
Caddeyle benim tanışmam ise bizim evin sokağıyla onu kesen Karanfil sokağın başındaki çocuk
sayesinde oldu. "Ne bakıyorsun lan," dedi. Ona bakmıyordum. Bakıyordum da kötü bir niyetle değil.
Betonun üzerinde oturan birine bakar gibi bakıyordum işte. "Sana bakmıyorum," dedim. Ve hangi
istikamete gideceğimi unutup, geri, evimize doğru yöneldim. Önce hızlı adımlarla, sonra koşarak ve o
zayıf ama bakışlarında hafif bir delilik olan çocukla bir daha karşılaşmamayı umarak uzaklaştım.
Ummak bir temennidir ve ne kadar dibe doğru gidersen o kadar çok şeyi umarsın. Dibe gidiyordum
demek ki, okulun ilk günü, sınıfa son giren yine o çocuktu, aradan iki ay geçmişti bir daha cadde hiç
karşılaşmamıştık, belki de hatırlamayacaktı, en arkaya doğru ilerlerken yanımda durdu; Ne bakıyon
lan, dedi...
O zamanlar Mehmet Efendi Camii'ndeki Cuma namazlarını kaçırmıyordum ve imamın sık sık
hatırlattığı gibi kaderden kaçılmaz sanıyordum. Kaderden kaçılmıyordu ve Orhan'la çok derinden
bağlı bir arkadaşlığın fitilini hızla yakmıştık. Yalnız bir sorun vardı. Ben memurluktan emekli bir
babanın, iyi bir yüksek tahsil için bütün fedakârlıkları yaptığı bir çocuktum. Orhan'ın babası
Rize'deki çay bahçelerini bir hasmını vurarak bırakmış, uzun bir hapisten sonra da yine hasımlarının
adamı tarafından vurularak öldürülmüştü. Orhan'daki inanılmaz, korkutucu ve çoğu insanın saygı
duyduğu şiddetin kaynağında bu mu vardı hala emin olamıyorum. Ama nefes kesecek kadar iyi kavga
ediyordu. Bana, "Ne bakıyorsun lan," dediği köşede aynı soruyu sorduklarını dövüyordu. Kavgaya
başlarken, "amlarına koyayım hepsinin" narasını, bazen sert bir kafa darbesi bazen de inanılmaz bir
sol yumruk izliyordu.
Elli kiloluk birinin bu kadar iyi dövüşmesinin sırrını da anlatmıştı. Rize'de hafif sıklet boks
şampiyonuydu. Ben o kavgalarda ne mi yapıyordum. Aslında hiç. Bir tür erketelik. "Erkete büyük
suçu işleyenin gözüdür, heyecanı çok riski az iştir." Riskim azdı. Kavga edecek cesaretim yoktu. Ama
yapışkanla tutturulmuş gibi, şiddetin her türünü seven birinden ayrılamıyordum. Onunla kendimi hem
büyük heyecanda hem de büyük bir tehlikenin ortasında buluyordum.
Kahvede üç top bilardo, okey ve akşamları caddenin sonundaki birahanede kapanana kadar içilen
birayla yıllar akıp gidiyordu. Bazı geceler hayatta sigara içmemiş ve bir kez olsun kendi kedine küfür
etmemiş beni yoldan ikna etmeye çalışırdı Orhan. Bir keresinde uzattığı esrarlı sigarayı içmiş, dediği
gibi kendime yukarıdan bakmıştım. Ayaklarım baş, başım ayaktı. Ve ruhum gerçekten uçuyordu.
Giderek ona benzemeye başlamıştım. Ondan tek farkım artık sadece yatmaya gittiğim evdeki
kütüphaneydi. Okuyordum sürekli. Kelimeler hayattan daha harikaydı. Hâlâ da öyle benim için.
Yoksa bu yaşımda bir yandan bilgisayar şirketinde çalışıp, geceleri kaç kişinin okuduğunu
bilmediğim bulvar gazetesinde Türkçe yanlışları arar mıydım? Orhan'ın da kelimelerden bana
bulaştırdığı, onları üçer eşit harfe bölmekti. O sıkıcı upuzun günleri hatta bazen kafamız iyiyken
geceleri yapığımız tek şey harfleri üçe bölmekti. Bunları yazarken bile kendime mani olamıyorum.
Ola/mıy/oru/m...
O günlerden birinde, havada birazdan burada korkunç şeyler asılı tabelasını sadece benim
gördüğüm, bunun için Orhan'a şöyle bir bakmanın yettiği o gün ikimizin de hayatı yeniden kuruldu.
Camiyi de imamı da bırakmıştım ama bu yedi tepeli yerde kutsallığın da ötesinde bir kader ağı vardı.
Ve mutlaka gerçek oluyordu. Yoldan geçen iki giyimli gençten hazzetmedi Orhan. Bizim şirketteki
müdür ne kadar şanslı bir bilse! Çocuklar tam yanımızdan geçerken, "Ne bakıyorsunuz lan," dedi.
Çocuklar durdu. Orhan, oturduğumuz yüksek yerden atladı. Kavgaya giderken ki o umursamaz,
sürprizlere gebe yürüyüşüyle çocuklardan birine sağlam bir sol çaktı. Tam diğerine de kafa atacaktı
ki, beklemediği bir darbe aldı. İri olanı Orhan'ın küçük suratına öyle bir vurdu ki, kırık sesi duydum.
Orhan vukuat işliyor diye kendisini kahveden dışarı atanların şaşkınlığıyla benim şaşkınlığım aynıydı.
Bunun altında kalmazdı, kalamazdı. "Selim, emaneti kap getir," diye bağırdı. Orhan'ın biraz önce
atladığı yüksek yerin arkasında, zulada, gazete kâğıdına sarılı bıçağı kapıp yetiştirdim. Orhan,
kâğıttan sıyrılan bıçağı önce kendisini yere yıkan çocuğa ardından da az önce yere yıktığı çocuğa
salladı. Bir tanesi bıçak darbesini almadan burnumun ortasına bir yumruk geçirdi. Gözümden yaş
geldi. Bağırışlar çağırışlar, araya girenlerin uyarılarıyla yerlere biriken kan midemi bulandırdı. O
kanın bir kısmı da burnumdan akıyordu. Babamın kustuğu caddeye şimdi ben kusuyordum. Büyük bir
korkuyla. Annem bu halimi görse, işte şimdi öldüm derdi.
Akşam sirenler bizi elleriyle koymuş gibi buldu. Orhan ve cürümü. "Cürüm suç işleyenin
yardımcısıdır." O bendim. Orhan ne ağır dayaklar yediği karakolda ne de mahkemede benim
aleyhimde tek bir söz etti. Sadece, "O, bu işte yok," dedi. Bıçak salladığı çocuklardan birinin babası
emniyette müdür diğerinin ki savcıydı. Orhan normalin de üzerinde ceza aldı. Çocukların yaraları
ölümcül değildi. Orhan önce Bayrampaşa'da yattı. Gardiyanlarla girdiği bir kavgada bütün dişleri
kırılmıştı. Hapis sonrası askere aldılar. Firarlar, komutan dövmeler derken hiç haber alamaz oldum.
Ara verdiğim liseyi bitirdim. Ağabeyim İngiltere'ye yerleşti. Babam da ölünce semtten taşındım.
Bilgisayar programcılığını bitirip, bir şirkette işe başladım. Orhan'ın da bütün cezalarını çekip semte
geri döndüğünü öğrenmem, bana ulaşmasıyla oldu. Ona göre, okumuş, sınıf değiştirmiştim.
Cümlelerimizde soğuklukla anlatılmayacak bir yabancılık vardı. Buluşalım, dedim. Bul/uşa/lım diye
heceledi. Hiçbir şey değişmemişti. Güldük. Ona kırılan burnumu ameliyat ettireceğimi söylemedim.
İki gün sonra yol ortasında eski hasımlarından biri tarafından vuruldu. Eski dostlardan biri arayıp,
detaylarını anlattı. Herkesin akimın bir yerinde Orhan'ın da zamanı gelince cezasını çekmesi isteği
vardı. Eski dostta, "su testisi su yolunda kırıldı" dedi.
İstanbul'da hayat yüzlerce ayrı kanaldan akıyordu. Bu kanalların birinin içine giren bir daha ordan
çıkması mucizelere bağlıydı. Ben çıkmıştım Orhan kalmıştı. Biliyorum İstanbul'da hâlâ birileri
yoksulluktan, öfkeden, mutsuzluktan gazete kâğıdına sarılı emanetler taşıyor. Birilerinin onlardan hiç
haberi yok. Zaman değişip caddeler markalara, renklere, ışığa boyansa da üzerinde yaşayanlar için
hiçbir şey değişmiyor.
Metrodan çıktığım yerde çakılıp kalmışım. İstiklale doğru giden bu yol aklımı karıştırıyor. Zaman
ve mekân, zaman ve mekân nasıl bu kadar hızla değişiyor? İlk geldiğimde bacaklarımı titreten
şehirden artık hiç korkmuyorum. Birlikte büyüdüğüm için belki.
Ama hâlâ anlamıyorum, Orhan'ı otuz beşine gelmeden öldüren bu şehirde, ben kimi beklerken öyle
mutluydum?
Vahşetle Aşkın Öpüştüğü Kent
Özlem Kumrular
Mexico City, yani Ciudad Mexico, ya da MeksikalIların kısaca dedikleri gibi D.F. (distrito
Federal): Federal bölge... Bin bir renk içinde yaşadığı halde siyah ve beyazın keskin tezadı içinde
devinen şehir. Fakirin çok fakir, zenginin çok zengin olduğu, farklılıkları cilalayan, uçları birbirinden
uzaklaştıran uçsuz bucaksız bir düzlük... Ama her şeye rağmen samimiyetin ve sevginin her zaman
yükselen değer olduğu memleketin otuz milyonu barındıran başkenti.
Uçağınız alçalmaya başladığında altınızda akıp giden kentin sonsuza kadar uzayacağınızı
sanırsınız. Devasa bir dikdörtgenler ordusudur sanki. Ya da kibrit kutularından ibaret sonu olmayan
bir düzlem. Her şey geometrik bir düzen içindedir. Bıçakla kesilmiş, eşit parçalara ayrılmış büyük
bir pasta gibidir şehir tepeden.
Daha havaalanında başlar kentin o kendine özgü kargaşası. Bürokrasi gırtlağa dayanır. Yere ayak
basmanızla şehre çıkmanız arasından en az iki saat geçer. Çıkar çıkmaz kendini gösterir Mexico City.
Ta içinize işleyen yoğun bir koku gelir burnunuza: yüzlerce defa kızartma yapılmış mısır özü yağı.
Kenti terk edene kadar da hiç peşinizi bırakmayacaktır bu koku. Kısa bir süre sonra alışmakla
kalmayacak, onu sevmeye başlayacaksınız. Ne de olsa bu kokunun beraberinde çıtır çıtır nacholar,
ince ince açılmış taco'lar", avokado, domates,
* Doritos türü kızarmış baharatlı...
** Ezilmiş mısırdan yapılan bir tür küçük ve kalın yufka.
şeritleri ve nefis peynirin dayanılmaz birlikteliği olan Aztek çorbası ve Meksika mutfağının hiçbir
dünya mutfağının karşısına çıkmaya cesaret edemeyeceği diğer tatları olduğunu bilirsiniz. Acının
kaçınılmaz olduğu bu enfes mutfakta, acısız bir şey bulabilmek imkânsızı başarmaktır. Acı hiç
beklemediğiniz bir yerde karşınıza çıkmak için fırsat kollar. Mesela masum bir peynirli tostun
arasında...
Mexico City şehir efsaneleriyle yaşayan kentlerin başında gelir. Her ne kadar Rio'yla aşık atamasa
da suç oranı sıralamasında pek çok şehre tepeden bakar. Vizenizi almaya gittiğinizde şu öğüdü verir
size fahri konsolos: "Karanlık köşelerde neler olduğunu bilemezsiniz. Aklıseliminizi kullanın."
"Gece" bu kentte de bütün kötülüklerin anasıdır. Ama yine de acı gerçek size aslında suç servisinin
24 saat açık olduğunu göstermekte gecikmez. Suç karanlığı beklemez. Açlığın beklemediği gibi.
Şehrin profilini çıkaran matizlerin başında devasa kasisler gelir. Bunların yeryüzünün en büyük
kasisleri olduğunu iddia etmek hiç de mübalağalı olmaz. Ne de olsa burası bir suç kenti. Kasisler de
sadece hız âşıklarına değil, suçlulara set çekme misyonunu üstlenmiş. Öte yandan, trafiği de sosyal
portresini çıkarır şehrin. Trafikte cirit atan arabalar ya dudak ısırtan cipler, ya da dokunsan
dökülecek araba müsveddeleridir. Dünyanın bu bölgesinde hâlâ üretilmekte olan Vosvoslar ise
şehrin en tanıdık simasını sunarlar. Her iki arabadan biri o eski dostumuz Vosvos'tur. Meksikalılar
onu "Bicho", yani "böcek" olarak vaftiz ederler. Ayrıca şehrin tüm taksileri bu markayı taşır
üzerinde. Sarıları normal, yeşilleri ise çevreci taksilerdir.
Mexico City insana renklerin sonsuz olduğunu düşündürür. Bu kadar rengi hiç bir arada
görmediğinizi anlarsınız. Sokak satıcılarının beraberinde dolaştırdıkları renkler bile insanın başını
döndürmeye yeter. Her köşe başında bir sürpriz bekler. Süt reçelli krep ve egzotik meyve suyu
satıcıları, sokak müzisyenleri, eskiciler, güneş altında çoktan bozulmuş elektronik eşyaları, gönül
çelen renklerde halılar, şapkalar, hayatınızda ilk kez gördüğünüz kuru yemişler ve daha neler neler.
Sonra bir kaset-CD arabası geçer önünüzden, kolondan çıkan çatlak sesleriyle. Bu sahneyi bir
yerlerden hatırlarsınız.
Mexico City'nin nüfusu da bir bilinmezden ibarettir. 15 ilâ 22 milyon arası sayılar telaffuz edilir.
Ama gezgin doğru rakamın 30 milyona vurduğunu bilir. Metro ise 30 milyonluk bir şehirde
yaşadığınızı hatırlatmak için en ideal ulaşım aracıdır. Şöyle demişti bir keresinde bir Meksikalı
dostum: "Mexico City'de metroda bir tanıdığına rastlarsan onunla evlenmen gerekir. Ya da en iyi
ihtimalle iner bir kahve içersin." Olasılığın uzaklığı açısından son derece doğrudur. Füzyonların
ortasında sıkışıp kalmış bir megapolistir söz konusu olan ne de olsa. Metro sadece bir ulaşım aracı
değildir Mexico City'de. Pek çok manzaraya ve gösteriye şahit olan hareket eden bir sahnedir.
Sabahtan akşama kadar göstericisi eksik olmaz: eline müzik aletini kapan tüm sokak müzisyenleri,
hünerbazlar, satıcılar ve ellerinin çabukluğunu gösteren diğer suç sanatçıları...
Şehir en cafcaflısından bir müze enflasyonu yaşar. Neredeyse her köşe başına bir tane düşer. Her
kültürel rengin müzeye kapatıldığı bu kentte size hitap eden bir müze bulmakta gecikmezsiniz. 16.
yüzyıldan kalma freskler görmek için Culhuacan Manastırı'na, Meksika resmine âşıksanız Diego
Rivera'nın resim atelyesi olarak kullanmak üzere Meksika stili ve motiflerini kullanarak dizayn ettiği
Anahuacalli'ye gidebilirsiniz. Âşık değilseniz, âşık olmadan dönmeyeceksinizdir zaten. Şehrin nirengi
noktası olan Chapultepec Kalesi içindeki milli tarih müzesi Meksika'nın en derin yaşantısına sokar
sizi kapıdan içeri süzülür süzülmez. Bahçelerle birbirinden ayrılmış toplam 26 salondan ibaret Milli
Antrolopoloji Müzesi yerlilerin son üç yüzyıl yaşantısını sunar size binlerce objeyle. Tüm lokal
kültürleri ayağınıza serer. El Papalote'deki çocuk müzesi, ayakkabı müzesi, mumya müzesi, para
müzesi, posta müzesi, popüler kültür müzesi ve Diego Rivera'nın "Alemada Parkı'nda Bir Pazar
Akşamı" adlı resmini görebileceğiniz Alameda Müzesi... Ama sizi en çok aslında çok yakından
tanıdığınız ama yine de çok uzağınızda olan bir hayatın ortasına düşürecek olan nefes kesen bir mekân
etkileyecektir şüphesiz: Frida Kahlo'nun orijinal mobilyaları, mektupları, eşyaları ve elbiselerinin
olduğu gibi korunduğu evi Mavi Ev. Meksika'nın yaşamı gibi resminin de keskin ve tezat renklerle
örülü olduğuna bir kez daha şahit olmak için en kaçırılmaz fırsattır bu.
Şehre ille de bir yerden başlamak gerekirse, bu, kuşkusuz eskiden Moctezuma'nın sarayının
yükseldiği yerde bugün şehrin kalbinin attığı Zöcalo Meydanı olmalıdır. Yani Aztek imparatorluğunun
en gerçek merkezi. Latin Amerika'nın en büyük meydanı olma payesini tüm hak ve meritleriyle taşıyan
Zöcalo, Moskova'daki Kızıl Meydan'dan sonra dünyanın en büyük ikinci meydanıdır. Bu meydanda
da, pek çok diğer bölgede olduğu gibi binaların büyük bir kısmı Ispanyollar tarafından yıkılan Aztek
tapınaklarının taşlarıyla yapılmıştır.
Her yıl 15 Eylül'de Meksikalılar bağımsızlıklarını burada kutlar, bayrakları gibi
kırmızı, beyaz ve yeşil renkli yünlerden yapılan saç örgüleri ellerinde meydana gelirler.
Meydan en çok akşamları ve hafta sonları can bulur. Şehrin tüm renkleri buraya dolar bu
vakitlerde. Bu civardaki 1500'den fazla binanın "tarihi" ilan edilmesi ise teneffüs edeceğiniz havanın
kokusunu anlatmaya yeter.
Zöcalo yakınlarındaki Alemada Parkı ise 1541'den beri aynı işlevi gören, şehrin en eski parkıdır.
İspanyol kolonizasyonu zamanında toplu katliamlar, yakılmalar gören bu Aztek pazarı, bugün sayısız
çeşmesi, yürüyüş alanı ve banklarıyla şehir gezisinden yorulduğunuz bir anda pilleri şarj
edebileceğiniz enfes bir yerdir. Chapultepec ise, dünyanın en büyük şehir parkı unvanını taşır. Üç
müzesi, akla hayale gelmedik canlıları görebileceğiniz devasa hayvanat bahçesi, dünyanın en
alengirli renklerinin cirit attığı çadır dükkanları, sokakta yenilebilecek her türlü yiyeceği size en
gösterişlisinden sunan sokak satıcıları, cambazlar, sokak tiyarocuları ve diğer sokak sanatçılarıyla
Capultepec elinizin altındaki cennetten başka bir şey değildir. Sıcak peynirler servis edilen
nacho'lardan koca bir kesekağıdı alır, mango suyunuzla yol boyu keyifle yiyebilirsiniz. Xochimilco
yüzen bahçelerinde ise 700 yıldır dimdik ayakta duran bir faunanın renklerini keşfedebilir, küçük
renkli bir kayık kiralayıp suyun tadını çıkarabilirsiniz.
Dünyada futbolun kalbinin attığı en fiyakalı şehirlerdendir Mexico City... Burada futbol bir spor
değil, bir nefes alma şeklidir, tüm Latin Amerika'da olduğu gibi. Haftasonu heyecan ibresinin tepeye
vurduğu saatleri Azteca ya da Olımpico Stadyumu'nda kitleye karışıp yüksek dozaj çığlıklar arasında
geçirmenin ayrıcalığını yaşayın, ibreyi daha da yukarı çıkartmak istiyorsanız, pazar günü Mexico
Meydanı'nda yapılan boğa güreşlerine katılın.
Siyahla beyaz, eskiyle yeninin birbirine sarmaşık gibi sarıldığı bu kentte, kolonyel yapıların
ardında yükselen gökdelenler bu tezatı törpüler. Paseo de la Reforma, neden bu bölgeye "Latin
Amerika'nın Manhattan'ı" dendiğini fısıldayıverir kulağınıza. Tarih aramaya geldiyseniz, Mexico
City'nin gayri resmi nirengi noktası sayılan Bağımsızlık Anıtı'ndan başka bir şey görmeyi ummayın.
Çünkü burası lüks oteller, büyükelçilikler ve göğe meydan okuyan binaların egemenliği altındadır.
Şehrin hem içinde, hem dışında sayılan San Angel ve Coyoacân kasabalarını görmeden buradan
ayrılmamalısınız. Akşamları gölge düşen meydanları, daracık, kıvrak yolları, begonviller tarafından
sarıp sarmalanan ev duvarları ile koloniyal zamanlardan kopup gelmiş renkli bir cennet parçasıdır
San Angel. Seramik ve diğer el işi hediyelik eşyaların satıldığı cumartesi pazarı ise bin bir rengin bir
araya geldiği gürültülü, hayat dolu bir mekandır.
Mexico'nun en ince damak zevkine hitap eden San Angel restoranında içi sürprizlerle doldurulmuş
ve özenle kızartılmış taco yemeden geçmeyin. Ayrıca Diego Rivera'nm bugün müze olan resim
atelyesini görmek için de doğru yerdesiniz.
Coyoacân ise Mexico'nun en eski caddesi Francisco Sosa'yı barındırır. Gemiler dolusu Ispanyolun
kıtaya çıkıp, ülkenin zenginlikleriyle kendi zevklerine göre kurdukları kasabaların en gönül
çelenlerinden biridir bu. Yuvarlak ve geniş hatlarıyla baş döndüren binaların altında konuşlanmış
kitapçılar, barlar, kafeler ve gün batımında limonlu Coronitanızı içip serinleyebilirsiniz.
Mexico City bitmek bilmez. Ama siz yine de yakınlarda sizi bekleyen sürpriz dolu şehirlerden
birini ziyaret etmek isterseniz şehrin göbeğindeki otobüs garına kendinizi atmanız yeterli. İspanya'da
olduğu gibi "autocar" ya da "autobus" kelimeleriyle Meksikalılara derdinizi anlatamayacağınızı
unutmamanız gerekir. Çünkü bu enlemlerde otobüse "camiön" denir. "Estaciön de camiones"den San
Luis de Potosi'ye giden otobüslerden birine atlayıp, kuzeye doğru savrulun. Tek kişilik yatak olabilen
koltuklarıyla dünyanın en rahat otobüsleriyle kaktüs imparatorluklarını geride bırakıp, kolonyel
şehirlerin en romantiğine gelin ve gece çökünce 16. yüzyıldan kalma bembeyaz devasa evler arasında
müziğe bırakın kendinizi. Üç koca şapkalı, bıyıklı mariachi'nin en romantik boleroları çaldığı, yere
kadar inen pencereleri bin bir çiçekle donatılmış, yüksek tavanlı, en bitirim yemeklerin tepsilerle
gidip geldiği tipik bir restorana çıkar yolunuz. Ya da Zacatecas'a uzanıp yüzyıllardır yerlilerin yaptığı
maskelerin sergilendiği müzeyi gezebilir, kaskınızı takıp trene binerek dünyanın en büyük maden
diskosuna gidip bayılana kadar dans edebilir, ya da teleferiğe binip İspanyolların kökünü kuruttukları
madenlerin ve baş döndürücü güzellikteki bir mimari yapı topluluğunun üzerinden süzülebilirsiniz.
Şehirle insan arasındaki ilişki ya ilk bakışta aşktır ya nefret. Mexico City'ye ilk bakışta âşık
olmaktan başka şansınız ise söz konusu değildir. Göz göze geldiğinizde sarmalar sizi sıcaklığı ve
samimiyeti. Çünkü bu enlemlerde karşılıksız vermek sosyal bir normdur. Sevmek için sevilmek, iyilik
yapmak için iyilik görmek beklenmez.
Siz Mexico City'yi sevmeseniz de o sizi sevecektir. Hem de en derininden, en içteninden.
Köprü
Pirjo Hassinen
Anna hâlâ gözleri kapalı olarak yatağında doğruldu. Ninesini ve ninesininküçük bahçe kulübesini
rüyasında görmüştü. Rüyasında kulübe gerçekte olduğu gibi küçüktü ama bundan birazcık farklı, daha
karanlık görünmüştü. Nine ve Anna kremalı kahve içerken duvar saatinin sesini dinlemiştiler. Rüyada
ninenin ağzı, dişleri ve dudakları arasında arasında şeker eritiyor gibi ritmik, süt sağma hareketiyle
çalışmıştı... Küçükken Anna aynı hareketi taklit etmeye çalıştığında yalnızca dili acımıştı ve şeker
dikkatsiz bir atın ağzından aktığı gibi çenesine akmıştı.
Rüyada kulübenin kapısı çalınmıştı.
Anna yatağından jaluzileri açmak için kalktı. Erken mayıs sabahı rüyasındaki görüntüleri silip
süpürdü. Anna balkon kapısını açtı ve çıplak ayaklarıyla serin tahta zemine bastı. Balkon camlarının
kenarları buğulanmıştı; babası alet edavatı ile müdahale etmeden, bir an önce bunu yöneticiye haber
vermek gerekecekti.
Önceki gün gölün buzları eriyip dağılmıştı. Yaz dönümünden birkaç gün önce, yavaşça hareket
eden sulu buz tabakası gölü kıyıdan kıyıya kaplamıştı. Akşamları, balkon kapısı aralık iken, sulu buz
tabakanın ses çıkardığı duyuluyordu; buz tanelerin erimesinden çıkan toplu bir çığlık.
Saat henüz beş buçuk bile değildi. Anna derin bir soluk aldı ve yavaşça jimnastik yaptı.
Televizyondaki bir talkshow'da bazı insanların ışıkla yaşadığını söylediklerini anımsadı. Sırf ışıkla
besleniyorlarmış, yemeğe hiç ihtiyaçları yokmuş. Anna geçen
gece buzdolabına bir tabağa koyduğu soyulmuş narenciyeleri ve işe yürüyerek gittiğinde yemesi
gereken o yirmi narenciye parçasını düşünüyordu.
İş gününe başlamadan önce, Anna'nın her gün, günde iki defa yapması gereken bir şey vardı.
Köprüden ve kent içinden koşarak geçti, oradan parkın granit merdiveninden çıkıp tiyatro binasının
beyaz duvarına dokundu. Anne ve babası köprü bitişiğindeki kendi evlerinde yedide uyanıyorlardı.
Anna, babasının ona telefon edip annesinin yine ağladığını söylemesini istemiyordu. Köprü
bitişiğindeki yüksek binalar, köprüyü ve oradan geçenleri gözetler gibi dikizliyordu.
Anna dişlerini ovaladı ve klozetin üzerine oturdu. Derisindeki tüyler diken dikendi ve
bacaklarındaki tüyleri kesmemiş olsaydı, denizin altındaymış gibi dikili duracaklardı. Çocukken
kapalı yüzme havuzunda babasının göğüs kılları dalgalanan deniz yosunu gibi görünürdü ve Anna
göğsüne doğru yüzüp babasını bir angora tavşanı gibi severdi. Bunu anımsamak Anna'yı gülümsetti.
Pijama üstünü çıkardı ve basküle bastı. Camla kaplanmış ve ancak un, margarin ve şeker tartabilecek
gibi gözüken baskül çatlamadan onun 45,5 kilosunu tartabildi. Anna ayna önünde saçını topladı,
giyindi, antrede ayağına spor papucunu geçirdi ve merdiven boşluğuna çıktı.
Kar eridiği için koşmak harika bir his uyandırıyordu. Anna gemi iskelelerini koşarak geçti ve
dolambaçlı patikada köprünün beton ayağına doğru çıkmaya başladı. 1 Mayıs kutlamalarından kalma
serpentin parçaları, zamanından önce açmış çiçekler gibi çalılara takılmıştı.
Sabah güneşinde ancak şimdi düşünmeye cesaret ettiği rüyada kulübenin penceresinden elma
ağaçları gözükmüştü. Nine ağaçların zeki olduklarını söylüyordu, çünkü köklerine dedenin külleri
serpiştirilmişti. Dede akıllı bir adamdı, üniversitede görev yapmıştı. Nine bunun harika olduğunu
düşünüyordu. Anna üniversiteye girdiğinde, nine onun nasıl bir aileden geldiğini anlayıp
anlamadığını sormuştu. Aile fakir ama yetenekliydi, kuşaklar boyunca seminerdeki sobayı
yakanlardan ta üniversite profesörlüğüne gelinmişti. Ölümünden önce, nine Anna'nın yüksek lisans
yapmasını dilemiş, Anna da ona söz vermişti.
Yürüyüş parkurunu bu havada 37 dakikada dolaşacaktı. Köprüden bakıldığında sahildeki manzara
henüz çıplaktı, çünkü soğuk geçen ilkbahardan dolayı her şey gecikmişti.
Rüyada yaz çok gerçekti. Ve nine...
Karabasanları sınıflandırılsaydı, en kötüleri nine hakkındakiler olurdu. Anna, rüyasındaki ninesine
özlem dolu bakarken, aynı zamanda ondan ölesiye korkuyordu. Saatin acelesiz sesinden ve bilhassa
ninenin sakin bir işaretiyle kimin kapıyı tıklattığını bilmesinden.
Köprüden ne zaman geçse, Anna inşaat sırasında neye benzediğini anımsardı. Bir an için yine,
kazık varyosun milyon defa gölün çamuru altındaki kayaya çakmasının nasıl duyulduğunu ve dünyanın,
köprünün iki yanının birleşmesinden önce nasıl olduğunu hatırladı.
Sisli bir akşam, Anna köprü inşaatına bisikletini sürmüştü, çeşitli engelleri, naylon brandaları ve
"girmek yasak" levhalarını geçerek gölün kıyısına gitmişti. Koyu, sisli boşluk içinden karşıyı, kent
merkezinin puslu ışıklarını seyretmişti. Karanlıktan ona doğru beton bir kapak uzanmıştı ve sanki
bütün kentin ona kolunu uzattığını hissetmişti. Ama birisi, köprünün nihai birleşmesini beklemeden,
gerçek bir ilk olmak için oradan aşağı atlamıştı bile.
O zaman Anna'ya bu hareket haksızlık gibi gelmişti. Cebinden tırnak makasını çıkarmıştı ve naylon
brandadan hatıra olarak bir parça kesmişti. Sonraları köprü açılışında ulaşım bakanına ipekli
kurdeleden bir parça verilmişti, fakat naylon brandadan kesilen parça ilk sırayı almıştı.
Köprünün en yüksek yerinde koştuğunda ebeveynlerinin oturduğu yüsek apartmana bakıyordu.
Yatak odasının jaluzisi henüz yukarıya çekilmemişti. Mart ayında Anna, annesine günde bir kereden
fazla, o da işten sonra, koşmayacağına söz vermişti. Otuz yaşında olduğuna göre kaç kilo olması
gerektiği yalnızca onun bileceği iş olmasına rağmen, sözünde durmayışı Anna'ya tuhaf geliyordu.
Babası Anna'yı aradığında: "Yağmurda yine bir iskeletin koştuğunu gördüm," diyebiliyordu.
Midesi kasılmaya başlamıştı, biraz hızını kesmesi gerekecekti. Önceki ve ondan önceki hafta
koştuğu kadar hızlı koşamıyor olmasının bir önemi yoktu aslında, mühim olan koşabilmesiydi.
Köprüyü yarıladıktan sonra Anna kent yönünden gelen bir sarhoş gördü. Arabalar henüz trafiğe
çıkmamıştı, uzaktaki kavşaklar da bomboştu.
Çocukken Anna sarhoşlardan korkardı. Kent merkezinde kutlanılan yılbaşı, dona kalarak seyredilen
bir görüntüydü. Havai fişekler atıldığında, babası ve annesi gülmüşlerdi, ışıklardan mavi, kırmızı ve
yeşil renklere bürünen tanıdıklarını selamlamışlardı ve Anna'yı kalabalığın arasında, sanki her an onu
unutacaklarmış gibi elinden çekiştirerek yürütmüşlerdi. El elinden kurtulacaktı ve itişip kakışan, içki
kokan duvar onu bir kurt sürüsü gibi çevreleyecekti.
Anna adama doğru koşarken, o zaman duyduğu korkunun bir kısmı boğazını sıkıyordu. Bir
yabancının, refleks olarak bir topu yakalar gibi onu yakalamasından, o kör, dürtüsel andan kortuğunu
farketti.
Fakat köprüyü geçmeye başlayan adam ona bakmıyordu.
Adamın bakışı, bir anafordan geçercesine öne doğru dikilmişti. Anna'nın bütün vücudu
karbonhidrat ve yağ yakmaya odaklanmasına rağmen, içindeki bir ses ona: "Bak o adama," dedi.
Adam dağınık ve perişan gözüküyordu. Teni mantar renginde, çenesi ve üst dudağı kuğu gibi
bembeyazdı. Yine de alkolün etkisine rağmen gidişinde, rüzgâra karşı direnen birinin kararlılığı
vardı. Adam birisinden öc almaya, geceyi, planlarını ve hayatını bozan birisini dövme kararına
odaklanmış gibiydi.
Anna'nın gece rüyası tam olarak ve sonuna kadar akima geldi. Anna, ninesinin isteği üzerine kapıya
gitmişti. Kapının arkasında bir ağaç dalı duruyordu. Kalın ve kabartılıydı ve büyük bir hızla odayı
geçip kulübenin karşı duvarındaki camı kırdı. Çiçek açmış güzel elma ağacı dalı nineyi havaya
kaldırdı. Ve bu parlak dal Anna'yı nineye yaklaştırarak en sonunda ikisini de kucak kucağa sıkıştırdı.
"Şu adam atlayacak." Anna anladı. Tek başına kaldığında, adam korkuluğa çıkacaktı ve kendisini
sonuna kadar harcanmış
hayatıyla birlikte oradan aşağıya bırakacaktı. Anna'nın spor papuçları hala asfaltı dövüyordu,
köprü bir kaç adım sonra ardında kalacaktı.
Henüz kavşağa ve sarı ışıldayan ışıklara gelmeden, diğer düşünceleri bir an için varolmayan
gerçeğin kehanet belirtisi olarak yanılgıyla algılandığı gibi bu düşünce de kuruyup kaybolacaktı.
Çev. Tulan Yanardağ
Ramsey Nasr
amentü
bana kaçık direşken koşucunun kellesini verin kalple sarpı serviyle şarabiyi maktulle sümbülü
uyak düşürenin
dökülüp saçılan imanını eğilip yere sıyırıp kazıyanın
çiğnenmiş patikalarda tökezlediği gezintiler düzenler yürüdükçe muz uyakları saçar geniş
yüreklidir yarım ve aksak büyülü koçan der durur onlara işte bak
şairin ağzından dökülen kötü bir espridir feryat figan
hiç nedensiz sıçrayıp havaya bazen yakalar boşluğu avuç dolusu öyle olsa da bazen değil ama hep
onu seçmişimdir bin bir kere yeğdir demirhindi hollanda kralından çivili masasının ardında modern
tirizli sesiyle tekerlekli sandalyesi ve el freni bir yolunu bulacağım ya da ziyan olacağım
bir de iğrendiğim çikolata sıçanlar tarikatının kahinleri kendi şaşmaz sanrılarından emin
kahverengi nülerini boşaltan
def-i hacetleri bir kutu halis likörlü vatikan bonbonu inancım benim
kadifemsi taç yapraklarına akşam güneşinin harap olmuş kızılına
quetzal'm görkeme mecbur ters uçuşuna
uzun zümrüt yeşili kuyruğu hantalca ışıltılı kendine
kıyaslanınca liberyalı zorbalara toplu tecavüz de şiirdir köpüğe bağlanmışım olanca kibirliliğimle
taşırım gecemi bir torba gibi
annemi dönüştür
annemi şık bir bahçeye dönüştür kar beyazı yaseminler ve güller yetişsin bembeyaz olsun sesler
gelsin derinliklerinden çekirdekteki meyve gibi
annemi iki bukalemuna dönüştür gözleri olmasın yeşile oynadı kumarı sıvazladı göğsünü ona doğru
kıvrılıverdi, en koyusundan kızıl böylesine güzel bir şey beden buluversin
annemi ışık katedraline dönüştür bir kutuda olsun her sabah kaldır ahşap kutunun kapağını ve dinle
başlayan çok sesli ayini yitip gidişin kutlamasını
annemi aynı kıza dönüştür ama demirden olsun onu bu kez güçlü yumruklarla kaldır biraz avutuver
onu ya da öğret akıllı birkaç sihir çünkü ölüyor o bu bedende
Sevdiğim ver cezamı benim ama hiddetlenmeden.
Çekip sürükle beni ama öyle öfkeyle değil.
mezmur 38
Okların içime saplanmış.
Elin benimkinin üzerinde.
Etim illetli ve kırmızı ve bön.
Kemiklerim kusurlarla dolu duruyor. Başımın üstünde yumrular çıkmış.
Bir külfetin yükü var üzerimde.
Göz göz kılıç yaraları iltihaplanmış, akılsızlığımın pencereleri gibiler.
Sefiller sefili olmuşum ve sürünmekteyim sona doğru.
Bütün günü karanlıklar içinde geçiriyorum bedenim yara bere.
Etim illetli
fırlatılıp atılmış ve alçakça hırpalanmış. Yüreğimin çatırdayışı beni feryat ettiren. Sevdiğim
bütün özlemim sana.
Yakındığımı gizlemedim ki ben senden. Bendeki yürek tortulu.
Mucizevî işler bana sırt çevirdi.
Göz pencerem kapalı.
Dostlarım öylece durur durur uzakta yakınlarım.
Onlardan biri aradı ya ruhumu kaba kuvvetle kusurlar araştırıldı
ve satın alındı tutarsızlık büyülü bir ot gibi zorlu bir bağlantı.
Gayri meşru çocuklara ad vermeyi düzenli olarak düşünenler vardır.
Ama ben bir bakıma sağırım
Ve bir dilsiz gibi açılmayan bir ağzım var.
İşitmeyen bir insanım, cevap vermeyen bir ağız.
Umudum sende çünkü Sevdiğim.
Sen beni duyacaksın sevdiğim tanrım.
Düşmanım benimkinden daha büyük bir şölen kutlamayacak çünkü.
Ayaklarım hareket ettikçe konuşulacak benden.
Talimim kırbaçlarla benim çünkü.
Gördüğüm hep ıstırap.
Sana yumrularımı anlatmaya geldim hatalarımı da düşüneceğim.
Düşmanlar yukarımda yaşıyor,
Çoğaldıkça çoğalıyorlar nefretleriyse sınır tanımıyor.
Güzel olanı çirkinleştiren bana göre hırsızdır
tatlılıktır benim peşinden gittiğim zira.
Beni burada bırakma sevdiğim tanrım.
Benden şimdi vazgeçmiş olamazsın.
Uzan ve yardım et bana.
Sevdiğim Tanrım kurtar beni.
hakiki âşık
gül zambak güvercin güneş maymun satürn hidrojen bombası âşkın saadeti sarıp sarmalar çok şeyi
okkalı ve somut uyarlar saat akrebine rahatça un ufak oluveren âşıkların
onlar için hep: aşna-fişneciğim cicilim-bicilim nonoşum-tontonum
merhaba canikocuğum- merhaba ciğerpareciğim
âşıklar unsurları önemsizleştirirler az biraz
biniverirler zırh kuşanmış çocuklar gibi birlikte araçlarından içeri
oturup baş aşağı olmuş trenciklerinde bu hafta ikinci kez durma noktasına gelen aşağıdaki tozutmuş
küçük beyin yüzünden
aşkla dolu o da dili tutup elleriyle istemişti onlar gibi tıpkı paramparça etmeyi ama kendi
bildiğince
duruma el koyarak uçurdu kendini unsurdan gecikmeli muazzam kaosa apansız çözülen ve donan
aynı anda
insan saadeti tutunup kalır yıldızlara polenlere
yoktur büyüğü küçüğü mucizenin azmeden kör için
maymun güldür güvercindir güneştir
hakiki aşk fark kabul etmez zambakla hidrojen bombası arasında
Çev. Burak Sengir
Ronelda Kamfer
1.
iyi geceler
karanlık sana iyi davransın
sessizlik huzur getirsin
karanlıktaki sesler ve gölgeler seni
kutsal bir uykuya yatırsın
ve rüyalar görüp uyumakla kalmayasın
2.
uslu kızlar
uslu kızlar çetelere üye olmazlar on üç yaşında hamile kalmazlar gangster dövmeleri yaptırmaz ot
içmezler meth kullanmazlar öğretmenleriyle yatmazlar taksi şoförleriyle de Shoprite'larda çalışmazlar
temizlikçi olmazlar
uslu kızlar Cape Town'daki evlerde yaşamazlar
3.
Klein Cardo
Alfonso Cloete ve Velencia Farmer için
"Korkmam gerekenin beyaz adam olduğunu söylüyorlar ama buradaki katliamı yapan benim kendi
ırkım."
Tupac Shakur
Cardo doğmuştu işte
ama beklenmiyordu
annesi on altısmdaydı
ve babası yılın yardım gönüllüsü seçilmişti
büyükannesi bir kasiyerdi
ve büyükbabası da acıyı dindirmek için içerdi
Cardo koyu teni ve açık renk gözleriyle güzel bir çocuktu
sokakta drie stokkies ve vrottie eier oynamayı severdi
gezgin Bedevi'lerden Tietie Gawa
Cardo'yu Allah gönderdi diyordu
Cardo'nun ilk okul gününün arifesinde
öğrenciler sokakta maytaplarla oynuyordu
Cardo pencereden baktı
kurşun boğazına takıldı kaldı
annesi ağlamadı
devlet adamları gelip bir ağaç diktiler Cape'in doktoru gelip ağacı yerinden söktü ve Cape
Townlılarm hayallerini süsleyen Cape apartmanlarına doğru üfürdü
4.
bipolarhoney
"Ben bir sürüngenim, bir ucubeyim. Burada ne bok yiyorum? Buraya ait değilim."
Radiohead, Creep
dünkü gibi uyanmak isterdim
yüzümü yıkamak, elbiselerimi giymek, dünkü gibi işe gitmek
ama bugün farklı bir gün
bugün, bildiğim her şey kayıp ve kaybolan her şey de; benim
belki yarın daha güzel olur bugünü atlatabilirsem
5.
ev kadını
Doris teyze tipik bir ev kadınıydı benim mahallemde yaşardı her sabah çocuklarını okula
gönderirdi baştan aşağı pembe ekoseli kıyafetleri kafasında kocaman yeşil bigudileriyle yemek
pişirirdi ve temizlik yapardı ve çamaşırlarını yıkardı
o bir ev kadınıydı
yağmurlu bir Haziran günü Doris teyze günlük işlerini yaptı
çamaşırları yıkadı, camları sildi ve çiçekleri suladı
o sabah sonraları bir polis
ve iki Tygerberg morg aracı
Doris teyzenin evinin önüne park ettiler
üç ceset torbası göründü
bir büyük iki küçük
yıllardan beri ilk defa
Doris teyze çiçekli bir elbise giyiyordu ve pek tatlı bukleleri sırtına dökülüyordu
elleri kelepçeliydi ve polis aracına bindirildi yüzünü bize dönüp
nereye bakarsak bakalım, evinin temiz olduğunu söyledi
6.
isimsiz
insanların affetmesi ve unutması gereken şeyler var fakat hep hatırlanıp nefret edilecek şeyler de
vardır annemi içimde taşıyabilirim beni seçmeyen oydu
ve evlat sizseniz ve anneniz sizi doğurmak istemediyse
yüce Tanrı yeryüzüne inse
başınıza altından bir taç yerleştirse
hiçbir anlamı olmaz bunun
çünkü evlat sizsinizdir
ve
anneniz sizi seçmemiştir
Çev. Sevgi Demir
İstanbul'un Orta Yeri
Sadık Yalsızuçanlar
Şair, "İstanbul'un orta yeri sinema" diyor(du). Madem İstanbul, dünyanın orta yeridir, o halde
dünyanın da orta yeri sinemadır. Dünya sinemadır, sinemayla daha kolay yaşanır ve çekilir bir hale
gelebilir. Dünyayı anlamanın en kullanışlı ve kolay yollarından biridir. Bir bilge, "dünyanın geçen
kısmı hayal, kalan kısmı hülyadır" der. Madem sinema bir rüya sanatıdır ve dünya yaşamı bir rüyadır,
o halde sinema hayati bir sanattır. Varoluşsal bir dildir, varlığa ilişkin sorulacak sorular için
elverişli bir alandır.
Sinema tabii ki biraz eğlencedir, kısmen demokrattır (para yatırılacak, seyirci beğenecek ve yeni
filmler için para verecek) üstelik eşitlikçi demokrasinin bir sanatıdır -herkes bakmasını (görmesini
miydi yoksa?) bilir-, ama sinema daha çok bir rüya içinde rüyadır, bu gerçeğin dilidir. Dünya
yaşamının bir oyun, bir oyalanma olarak nitelenmesi daima beni büyülemiştir. Bunu bize en dürüst
biçimde anlatan, iki saat bir salona ve karanlığa hapsolarak, beyazperdede seyrettiğimiz hikâyelerdir.
Bizim ilkel sinemamız olan Karagöz bu hakikatten doğmuştur. Zıll-ı hayal (gölge oyunu), yaşamın bir
"oyun" oluşundan gelir.
Bu, hem hayatın fazla ciddiye alınmayacak kadar kararsız (devamsız) oluşundan kinayedir, hem de,
varlığımızın O'na bağlı oluşundan bir nişanedir.
Sinema, dünyanın imgesidir.
Shakespeare, haklıdır: Dünya bir oyun sahnesidir. İnsanlar oyunculardır. Yönetmen, "tanrısal
oynatıcı"dır. Metin, kaderdir. Replikler, sözlerimiz ve eylemlerimizdir.
Tiyatro ve sinema, Aristoteles'in o prometheci dram anlayışını çoktan çöplüğe atmıştır.
Her şeyin bizim elimizde olduğu yanılgısı, hiçbir şeyin elimizde olmadığı kadar sahtedir.
Bizler yaşam içinde çoğu zaman güçsüz, ölüm karşısında çaresiziz. Bundandır ki, yaşamı daha
kolay kılmak ve ölüme karşı da hazır hale gelmez üzere öykü yazar film çekeriz. Bu çaresizliğin
ağırlığından kaçmak/kurtulmak için yaşamı daha eğlenceli ve bir perdeden iki saatte izlenebilir,
tümüyle görünebilir kılmaya çalışırız. Dünya alabildiğine sıkıcı ve boğucudur. Bu, hem, ruhbilimiyle
uğraşanların "yaşama hastalığı" dediği, Baudelaire'in "spleen" diye adlandırdığı, İbn Arabi'nin,
kesintisiz mutluluk anlamında "huzur" diye bambaşka bir yerden, farklı bir ifadeye sardığı ruh
durumunu, hem de, dünyanın tekdüze ve yaşamın tekrarlanan niteliğini dile getirir. Bizim öykümüz
sadece şikayet değil, o şikayetin diğer fanilere hikâye edilmesidir aynı zamanda. Nesimi, "cümle
mana bir nokta/peki bu tekrar neden?" diye sorarken, şikayetin formu olan hikayet'ten de usanmış
gözüküyor.
Bu "'hikayet'in merkezi olarak İstanbul"u, ilk kez, Yeşilçam filmlerinin o unutulmaz sahnesine
benzer bir an'ı yaşadığım, 1978 yılının buz kesen bir kış günü, Haydarpaşa Garı'nın kapısından
çıktığımda görmüştüm. Bir adımda İstanbul. Kapıdan çıkıp kaotikmiş gibi görünen bir okyanusa
düştüm. Yıllar sonra, Mehmet Ali Kılıçbay'ın ironik belirlemesini okuduğumda, bu kaosun, daha o
günlerden hissedilmeye başlandığını düşünmüştüm. Kılıçbay ne diyordu: "İstanbul'u, Osmanlılar
1453'te fethetti. 1950'de Türkler, 1970'te Lazlar (Karadenizliler demek istiyor), 1980'de Kürtler işgal
etti." İşgal'i, tırnağa almıyorum, zira, yolu İstanbul'a düşen herkes, bir biçimde, bu gerçekçi belirleme
ile ansızın yüzyüze gelebiliyor.
Bugünlerde, İstanbul'a her gelişimde, Yahya Kemal'in, Kocamustafapaşa şiirindeki o dize
karşılıyor beni: "Derler ki, insanda derin bir yaradır köksüzlük..." Tanpınar'ı "eşik"te bırakan o
gelenekten köktenci kopuş halini, daha çok Octavio Paz'ın "ayrılık"ı tanımındaki nitelemesi dile
indirebiliyor: "Ayrılık, ruhsal bilinci parçalar..." Bilinç parçalanınca, tıpkı
Kocamustafapaşa şiirindeki gibi bir zihniyet ayrışmasının, bir "yaralı bilincin" geride bıraktığı
kaosla yüzyüze geliniyor:
"Kopmuşuz bizler o öz varlık olan manzaradan.
Bahseder gerçi duyanlar bir onulmaz yaradan;
Derler: insanda derin bir yaradır köksüzlük;
Budur âlemde hudutsuz ve hazîn öksüzlük.
Sızlatır bâzı saatler dayanılmaz bir acı,
Kökü toprakta kalıp kendi kesilmiş ağacı.
Rûh arar başka tesellî her esen rüzgârda. Ne yazık!
Doğmuyoruz şimdi o topraklarda!"
Sınırsız ve acıtıcı öksüzlük... Şimdilerde İstanbul sokaklarında dolaşırken duyduğum bu. Bir
girdaba düşercesine, müthiş bir coşkunun içine daldığım İstanbul sokakları, az sonra yetişmem
gereken bir randevunun gergin telaşı içinde koşuştururken de gelip yakalıyor beni. Kanser olduğunu
öğrenen bir hastanın hastane koridorunda yürürkenki çaresizliğine benzer bir hal, bir melal içinde
adımlarım yerçekimine dayanamıyor bir süre sonra. Taksiye binsen bir türlü, yürüsen bir türlü. Aynı
tıkanmanın içindesin. Sıkışmışlık hali. Yahya Kemal'in "hazin" dediği şey, artık tümüyle bir
çaresizliğe terk ediyor yerini.
İstanbul için, Bursalı bilge İsmail Hakkı, "Tanrı'nın toplayan, birleştiren, birleyen anlamındaki
isminin (el-Cami) baskın olduğu"nu söyler. İstanbul, Doğu'nun en Batısı, Batı'nın en Doğusu(nda)dır.
Doğu ile Batı'yı birleştirir. İki kltayı birleştirir. Sularla karaları, karalarla ormanları, ormanlarla
suları toplar. Yetmiş iki milleti, onlarca etnisiteyi bir araya getirir. Dinleri derler, bir arada tutar. Bu
yönüyle, dünden bugüne, bugünden yarına, gökten yere, yerden göğe, Doğu'dan Batı'ya, kuzeyden
güneye, denizden karaya, ormandan denize, Türk'ten Arab'a, Rum'dan Ermeni'ye, farklılıkları
toplayan, birleştiren, onları bir arada nasıl var olunabileceği konusunda sürekli besleyen ve uyaran
bir kenttir. Bu dünya kentinin, 1950'li yıllarda ivmelenen iç göçünün ürünü taşralı sakinleri, O'nun
nasıl, yüzyıllar geçmesine karşın, bugün bile, hâlâ, örneğin Sırpların dahi kolektif bilinçaltında bir
kültürel merkez olabildiğine akıl erdiremezler. Bir kezinde Murat Belge, örneğin bir minibüs
şoförünün zihnindeki İstanbul algısının, güzergâhından ve trafik sıkışıklığında o güzergâhtaki
engelleri nasıl aşabileceğinden ibaret olduğunu söylemişti. Bu bağlamda İstanbul, kişiler kadrosunu
sürekli genişleyen, entrik öğeleri artan, mekanları büyüyen, dış sesleri ve müziği giderek bir uğultuya
dönüşen ve hiç bitmeyecekmiş izlenimi veren bir filme benziyor. Orta yeri sinema iken, kendisi o
sinemada gösterilen bir filmi andırıyor. Geç dönem, çarpık kapitalizminin kusursuz biçimde kendisini
gerçekleştirdiği bu muazzam sirk yerinde gündelik yaşamın içinde devinen, sokaklarda koşuşturan,
caddelerde akrobasi yapar gibi dolaşan insanların, şehrin asli sakinleri olmayı bir türlü hak
edemedikleri, bir göçmen kentinin, tıpkı bir yaratık gibi büyüdüğünü fark edemiyoruz bile. Yahya
Kemal'in o derin yarasını ise ancak Üsküdar'ın sokaklarında, her nasılsa modernleşmeden az
nasiplenmiş kimi semtlerin izbelerinde, kuytularında duyabiliyoruz. O halde İstanbul'un orta yeri artık
bizatihi bir sinemaya, bir filme dönüşmüştür. Bu film, Freddy Krueger kadar değilse de, bir kıyamet
habercisi gibi korkulu, karmaşık. Artık, Yahya Kemal'in dediği gibi, "Serviliklerde sükûn, yolda
sükûn, evde sükûn" yok burada. "Bu taraf" da olsa, "sanki bu halkıyla ezelden meskûn" değil burası.
Bir "afif aile sessizliği" yok evlerde. Yoksulluğu örten o soylu perde de yok oldu. Yine pek çok sokak
kaldırımsız, eğri ve/veya doğru, ne ki, kaldırımı da olsa, onlarda "kuru ekmekle bayat peyniri lezzetle
yiyen" ve çeşmeden her su içişinde "şükür Allah'a" diyen pek kalmadı. Haksızlık etmeyeyim ama,
Yahya Kemal'in, ruh esen kuytu mezarlarını da bu dev anası örttü. Bilge Karasu'nun Beyoğlu'nda
gördüğü o lağımlaranası devasa yaratık gün geçtikçe büyüdü, Fatih'i, Üsküdar'ı, Eyüb'ü istilaya
başladı. Türk'ün asude mizacı ile Bizans'ın kaderinin karıştığı o "mağfiret iklimi"nin esintileri hala
hissedilebiliyor... Lâkin, o da böyle giderse bir vakit sonra çekilecek gibi görünüyor. Heidegger'in,
"bizler yerde yaşıyoruz, arzlıyız ama göklerle çevriliyiz" uyarısını en çok hak edenlerin yaşadığı bir
kent haline gelecek İstanbul. O zaman, "Ankara'dan dönüşü" değil, korkarım "Ankara'ya dönüşü"
güzel olmuş olacak... Bu ise, benim gibi bozkır sıkıntısında kavrulanlar için köksüzlük denilen o
"derin yara"yı kanatan kötücül bir haber.
Büyükdere'de Bir Sokak
Sevinç Çokum
Tarih boyunca şehir ve insan ilişkisi, yapma ve yıkma eylemiyle yan yana yürümüştür. Belki de
yapmaktan çok yıkmayı sevmiştir insanoğlu. Çünkü çoğu zaman yarışı ancak yıkarak kazanacağını
düşünmüştür. Savaşlarla ya da doğa dengelerini altüst ederek, bazen de ihtiyaçlara göre daha
gereklisini ve iyisini yapmak için... Bir uygarlığın diğerine tahammülü olamamış kimi yerde; ya
değiştirmiş, ya yok etmiş ya da gelip üzerine kendi varlığını koymuş simgeleriyle. Kendi hükmedici,
ezici mağrur gücünü.
Toprağın işlenişine ve yerleşikliğe geçişte ihtiyaçların karşılanması kadar korunma içgüdüsünün
de payı bulunuyor, insanoğlu bu noktada kendini anlamağa, sürü olmadığını fark etmeğe, özel bir
dünyası olabileceğini kavramağa başlamıştır. Belki mülkiyet duygusunun ağır basması, belki
burjuvazinin ilk harcıdır yapılaşma. Belki yeni bir sürüleşme modeli doğmaktadır ama ona sürü
demeyeceğiz, toplum diyeceğiz. Çünkü kuralları, görgüleri, yasaları olacaktır.
Şehirleşme veya kentleşme demek daha doğru, sınıflaşmayı, tabakalaşmayı beraberinde
getirecektir, İlk Çağ sitelerinde, Atina'da olduğu gibi... Demek oluyor ki insanla taş-toprak-ağaç
arasındaki ilişkidir işin başlangıcı. Ve bu yapı malzemeleri insanları doğal afetlerden, sıcaktan,
soğuktan tehlikeli hayvanlardan, kendilerine zarar verebilecek başka insanlardan korumak için
doğada hazırdı. Yapılar böylece yaşama, korunma, tapınma, topluluklara hitap etme alanları olarak
ortaya çıkmaya başlar-
ken, insanların iç dünyalarını toplumsal hayatlarının gereği inanç ve sanatlarını da yansıtmağa
imkân verdi.
Yaşamayı bir bakıma güvenlik altına alan taş, toprak, ağaç, su gibi unsurlar aynı zamanda hayatın
bittiği noktada iş gördü Mezar biçimlerine, ölünün yanma konan eşyaya, yapılış felsefesine göre
gelmiş geçmiş medeniyetlerden de bizi haberdar eden, aynı zamanda bizi onlar konusunda
bilgilendiren işaretler oldu. Şunu da belirtelim ki, estetik ve sanat duygusu şehirleri oluşturmak adına
korunma içgüdüsünden daha sonra gelen bir gereksinim ve eğilim. Önce bir defteriniz olacak, kenar
süslerini daha sonra yapacaksınız, işte bunun gibi. Fakat İlk Çağ şehirlerine baktığınızda ölünün
neredeyse canlı kadar önemsendiği malumdur. Karakteristik mezar stillerinin var oluşu, mezarın
içersine ölüyle birlikte konan eşya veya inancın bütün hayatı yönettiği de bilgilerimiz arasındadır.
İnsanın ilk mahallesi, ilk kenti veya korunağı ana rahmidir. Sonra, çocuğun dünya oyunlarında
taşları üst üste koyması, şehirleşmeye ilk adımıdır. Bir şehir arar kendine, bir kent kurar. Orada
kendisi ve sevdikleri olacaktır, oyuncakları, sevdiği hayvanlar... Hatta düşmanları. Onlarla savaşacak
ve onları yenecektir elbette.
Orada özgürdür. Bazıları iskambil kâğıtlarıyla yapar rüya kentini, bazısı resim defterlerine çizer
ve boyar onları. Bu da kendi rüya şehrinin dört bir yanının duvarlarını örmek anlamını taşır. İnsanın
bilinçaltında hep bir şehir durur. Bütün bunlar kenti görmüş kişiler için söylenebilse de, yaşanacak
yer, birinci planda etrafı çevrili bir alandır. Demek oluyor ki insan hem özgürlüğüne düşkün, hem de
sınırsız yaşayamayan bir varlıktır. Bu sınır, korunacağı duvarlardan, yine aynı doğrultuda örf ve
adetlere, kural ve yasalara kadar sıralanabilir.
Değişim, insanlar ve toplumlar için kaçınılmazdır; içinde kayıplar ve unutmalar taşısa da... Tarih
boyunca olagelmiş savaşlar yıkımdır, yerine acıyı bırakır. Bir şehri içten içe kemirerek onu bir başka
hale dönüştürmek, içersinde yıkım olgusunu taşısa da zamanla doğallığa bürünür ve geride belki
biraz özlem bırakır. Bazen de insan kitlelerinin ihtiyaçları sanat duygusunu aşarak estetik değerlere
kıyabilir, ya da yeni oluşumlar kendi
üstünlükleriyle geçmişi bir bakıma mağlup edebilir. Teknolojik tırmanışın kendini kabul ettirmesi
şeklinde yorumlayabiliriz bunu. Fakat zaman içersisinde tek kültür, tek medeniyet doğrultusunda bir
biçimlenmenin gözler önüne serilişi, estetik kaygıların yerini ihtiyaç ve teknolojinin alması
kaçınılmaz bir noktaya geldi. Buna göre modern bir şehri bir başka ülkedeki modern şehirden
ayırmak kolay olmayacaktır.
50'li yıllardı ve ben ilkokula gidiyordum. Bu gelip gidişlerde bir gün yaşadığımız semtin büyük bir
bölümünde yıkımlar başladı. Birdenbire kısa zaman içinde tanıdık dükkânlar, yaz günleri esnafın ve
ev sakinlerinin kapı önlerinde serinleyip hoş beşe daldıkları, çay, kahve, limonata içtikleri,
çocukların düş dünyasını kaplayan iç sokaklar yok oldu.
İstimlâk edilen toz duman alanda günlerce boşluk duygusuyla bir şeyler aranıp durduk. Neydi
onlar? Yıkımlardan arta kalanlar mı, bir bebek, bir oyuncak parçası, bir masal kalıntısı mı? Kuşkusuz
bu kadar değil. Yaşanmış hayatların büyük boşluğu. .. Demek ki doğup büyüdüğümüz, yaşadığımız
yerler bir taraftan konuşulan dille, bir taraftan görsel unsurlarıyla zihnimize bir öğreti bırakıyor. Biz
bunlarla kendi masalımızı biçimlendirmeye koyuluyoruz. Oralardan ayrıldığımızda veya oraların
değişmesi, belleğimizde bulunan ve hayatı tanıdığımız kavramların karşılıklarının bir bir ortadan
kalkışıyla o büyük boşluk dediğim şey ortaya çıkıyor.
Yeni bir yol açılacaktı, bugünkü Bulvar... Yerine neyi koyarsanız koyun bir semtin sokaklarının
yalnız biçimini değil, ruhunu da birlikte alıyorsunuz. Özlem dediğim şey budur. Fakat ihtiyaçlar,
hayatın beklenti ve zorlamaları zamanı geldiğinde şehirlere kendine göre bir şekil vermeye
başlayacaktı elbette. O karambolde insanın ulaşılmaz yerlere doğru uzayan merakı, keşfetme duygusu,
yeni yollarla Boğaz sırtlarını, kolay ulaşılır hale getirecekti. Ardından gecekondulaşmalar,
siteleşmeler gelecekti tabii. Bir otuz yıl sonrası ise, bina kalabalığı, gökdelenler ve trafik
keşmekeşi...
Büyükdere'deki o sokağı ve insanlarını hatırlıyorum şimdi. O zamanlar genellikle İstanbul
kültüründe bir cicianne kavramı vardı, cicianne asla üvey anne demek değildi; annenin en yakın
arkadaşı olarak sizin doğumunuzda bulunmuş, çoğu doğumlar evlerde yapıldığından ebeye yardım
etmiş kişi bu adla anılırdı. Artık o tarihten sonra cicianne o çocuğun adeta koruyucu annesi gibiydi,
sık sık eve gelir gider, ailenin ve çocuğun sorunlarıyla yakından ilgilenir, yapılacak bir işi anneyle
paylaşır, diyelim ki çocuğu hava aldırmaya yahut hastaysa doktora götürür, evdeki işlere yardım
ederdi.
Bu yardımlaşma cicianne ölünceye kadar devam ederdi. Böylece çocuğun yetişip büyümesinde,
ilerde tahsili sırasında, evleninceye kadar o, asıl annenin yanında, sağında solunda ferahlatıcı bir
gölge halinde mutlaka bulunur, varlığı toplum hayatının, dirlik düzenliğin bir işareti olurdu.
İstanbul'un bugünkü kadar yayılmamış derli toplu çizgileri arasında Büyükdere'nin en canlı
zamanlarıydı o yıllar. 1950'lerden söz ediyorum; semtlerin kendi özellikleriyle bilindiği ve şehrin
içerisinde kaybolup gitmediği dönem... Bunu neden söylüyorum, çünkü ister Rumeli, ister Anadolu
yakası olsun, İstanbul'un, adlarıyla andığımız her parçası farklı renk ve tatlar taşırdı. Bugün
gördüğümüz şekilde her şeyin birbirine benzerliklerle iç içe girdiği hatta adlarıyla beraber ortadan
kalkarak tarihe karıştığı söylenemezdi o zamanlar.
Büyükdere denince çeşitli balık lokantaları ve tabii Beyaz Park Gazinosu akla gelirdi,
modernleşme çizgisindeki ülkenin hem ailelere hem de gençlere seslenen ayrıcalıklarını taşıyan bu
gazino orada balıkçısından, subayına, öğretmeninden, ev kadınına herkesin gönlüne hitap ederdi.
Beyaz Park Gazinosu'ndaki düğünler, çay ve balolar, konserler, müzikli matineler, gençlerin dans
etmelerini hoş gören anlayış Büyükdere'yi Boğaz'ın parıltılı ve cezbedici bir mekânı haline getirmişti.
Akşam üzerleri özenli giysileri, ince şalları ile piyasaya çıkan (sahilde yürüyüş) hanımların, iş
sonrası birkaç dostuyla yorgunluk gideren erkeklerin, keten pantolonlu genç erkek ve kızların
toplandığı Vortik çay bahçesinde ise Avrupa şehirlerindeki gibi akşam üstleri ev dışı hayata
karışmanın sergilendiğini görürdük. Oraya daha çok semt insanları dinlenmeğe, çay, gazoz, kahve
içmeye, kısa ayaklı parlak ve yuvarlacık metal kâselerle dondurma yemeğe, eşi dostu görmeğe
gelirlerdi.
Aşağı yukarı birbirine benzeyen ve yukarı tepelerin erguvanlarına, fıstık çamlarına karışan dar
sokaklar, işte bu kıyı caddesine bağlanırdı. Ve ciciannem kız kardeşiyle birlikte yazı o evde geçirirdi,
oraya ara sıra biz de gider kalırdık. Boyalı boyasız, çıkmalı ahşap evler, şehrin kendine has
mimarisini yansıtıyordu. Bir sokak bazen yukarıya tırmanılırken ayrı ve onu dik olarak kesen bir
başka sokağa kavuşuyordu. Adalar da böyle değil midir? Burası biraz daha bilmece gibi, bol ağaçlı
taşkın bahçelerin gizemli, sakin duruşuyla ressam Ali Rıza Hoca'nın resimlerine benzerdi.
Ciciannemin, mahallede Ermeni, Rum komşularıyla da içli dışlı olması, uzun süren hatta ölene
kadar süren dostluklara önektir. Birbirlerini sık sık ziyaret ederler, pencereden pencereye
konuşurlardı. Bir yere giderken, anahtarlarını birbirlerine bırakışlarına, hastalıklarda canciğer
uğramalarına tanığım...
Ciciannem gözlükleri burnunda sökükleri dikerken bir yerlerde horozlar öter, bahçelerden leylak
kokuları gelir, aşağıdan satıcıların seslenişleri ve komşuluklara açılan kapıların gıcırtıları duyulurdu.
Kız kardeşi İffet Teyze ince biberlerden yaz turşusu kurar, sonra o da dantellerini örmeğe koyulurdu.
Bu ahşap evler, şahnişinleri, kenarlıklı pencereleri, süslü balkonlarıyla yan yana, birbirine yaslanmış
olarak daha uzun yaşayabilmek için dayanmağa çalışırlardı.
Seneler sonra artık Ciciannem hayatta olmasa da yolum Büyükdere'ye düştü ve o sokağı merak
ettim. Yine her evin bir kedisi vardı, yine seyrek de olsa satıcılara rastlanabiliyordu; pencere
önlerinde çiçek saksıları, çevresi kırmalı tülle kapatılmış kanarya, muhabbet kafesleri, hatta gelen
geçene seslenen bir papağan... Yokuşun üstlerinden yine deniz görünüyor, yol alan gemiler, tekneler...
Zamanın sisleri içersinde sokağı buldumsa da evi hemen çıkaramadım. Dış yüzleri değişik renklere
boyanmış, bazı balkonlar içeriye alınmış... Açık pencerelerden sesleri geliyor insanların; biraz küf,
belki yosun kokusu hissediliyor.
Fakat yavaş yavaş, zamana uymak için geçirdikleri değişimleri fark edebiliyordum. Kombileri,
geniş ekranlı televizyonları, soğutucuları, ısıtıcıları, duşakabinleri, güneşlikleri, ocaklı fırın-ları,
müzikli kapı zilleri ile... Çini sobalar, mangallar, maltızlar, ispirto ve gaz ocakları, iri düğmeli
radyolar, su küpleri, sedirler kapı çıngırakları tarihe karışmış. Storlu, delik işi perdelerin birkaç
yerde taklitleri asılı. Geçmişte sakaların atlarıyla teneke teneke taşıdıkları iyi içme sularının yerini
pet şişeler almış. O geçmiş zaman küplerini hatırlıyorum tabii. Her zaman serin bir yerde dururdu,
taşlıklarda, alt katlarda. Bir tahta kapak ve dantelli örtüsüyle, maşrapası üzerinde.
Aslında dekor hemen hemen aynıydı, fakat bana derme çatma bir tiyatro dekoru gibi geliyordu
şimdi. Bende eskiyi arama özlemini uyandırmamıştı üstelik, bunun sebeplerini düşündüm ve galiba
buldum. Artık o eski insanlarım yoktular; hayatta değillerdi ve ben çocukluğumu, genç kızlığımı çok
gerilerde bırakmıştım. Demek ki semt, mahalle ve insan ilişkileri de eskiyor, değişiyor. Bir daha
yaşanamadığı için tekrar aynı dekoru kursanız da, onlar bu kez size aynı tadı, aynı hevesi, yaşama
isteğini hatta hatırlama arzusunu vermiyor; aksine hatırlamak içinize bir keder duygusu ekliyor.
Öyleyse şehirler kendi devirleriyle doğar, yaşar, sonunda yalnızlıklara ve kayboluşlara karışırlar,
insanlar gibi...
Yolda Üç Kişi2
Tuna Kiremitçi
Dört kitabın bir ağızdan ve hep görkemli imgelerle söz ettiği kıyamet o güne dek kopmazsa altı ay
sonra yirmi beşini dolduracak olan Yakup, yurttaşlarının çoğu gibi, ülke dışına hiç çıkmamıştı.
Pilotun artık Bulgaristan üzerinde olduklarını söyleyen anonsunu duyunca (genizden gelip insanın
içine işleyen, puslu bir sesi vardı adamın) yabancı ve yoğunluğuyla midesini yakan bir duyguya
kapıldı. Alnını cama yaslayıp aşağıdaki Bulgar toprağını, yani insanların başka dilden konuşup başka
dine inandığı yerleri, Airbus'un büyük kanadının izin verdiği ölçüde görmeye çalıştı. Onu engelleyen
kanat ve yükseklik değildi yalnızca: gecenin batıdan gelen ışıklarla iplik iplik aydınlanmış örtüsü de
Yakup'a kendi solgun yansımasından fazlasını göstermiyordu. Karanlıkla bir güzel sırlanıp aynaya
dönüşmüş camdan ona ilgiyle bakan gözlüklü, sivri burunlu ve siyah kıvırcık saçının birkaç teli
şimdiden ağarmış öğrenciye gülümsedi Yakup.
İleride daha iyi anlaşılacağını umduğum nedenlerle, çocukluğundan beri yurtdışıyla ilgili düşler
görürdü. Uyurken kimi zaman yabancı, insanların uzak sözcüklerle konuştuğu bir ülkede bulurdu
kendini. Geniş kaldırımlarda büyülenmiş gibi durur, sarışın insanlara ve yolun karşısındaki çan
kulelerine hayranlıkla bakardı. Hangi ülkede olduğunu hiçbir zaman tam olarak anlayamasa da,
mimaride belli belirsiz bir Alman etkisi sezilir-di. Gotik bir katedral göğe yükselir, Weimar tarzı
binalar geniş caddeleri süslerdi. Belleğinin bu görüntüleri nasıl depoladığını da biliyorum aslında:
otuz yıldır Almanya'da yaşayan dayısı ona güzel kartpostallar gönderiyordu. Gördüğü düşlerin en
tuhaf yanı, Yakup'u her defasında kandırabilmeleriydi. Ne zaman o çan kulelerine ve küçük pencereli
evlere baksa bu kez düş görmediğini, Yurtdışına çıkmayı sonunda başardığını sanırdı. Sonra yabancı
sokaklarda hayran hayran, sevinçten boğularak dolaşırken uyanır, aynı düşe nasıl olup da yeniden
inanabildiğini sorardı kendine.
Aslında Yakup'u anlatmaya odasından da başlayabilirdim: Üsküdar'daki eski bir apartmanın giriş
katındaki sobalı evin küçük, sokağa bakan odalarından biriydi. Duvarları genellikle nemliydi evin,
sıvası yer yer dökülmüştü. Sokağın karşı kıyısına bir Acem resmi gibi sıralanmış iki katlı ahşap
yapıların arasından sıyrılıp gelen gün ışığı her sabah önce buraya uğrar, mutfakta pişen yemeğin
insana nedense hüzün veren kokusuyla birlikte odayı doldururdu. Odada küçük bir kitaplığı, ciltleri
eprimiş atlasları vardı Yakup'un. Çalışma masasında Cezayir'den Falkland Adaları'na uzanan kısmı
hafifçe ezilmiş bir yerküre dururdu. Kendisini bildi bileli ona bakmayı, başkentleri ve dönenceleri
aklında tutmayı severdi. Altmışlı yaşlarda, çok az gülümseyen ve dikkat çekecek kadar sessiz bir
adam olan babası, bahçeye açılan odadaki küçük muayenehanesinde asla gelmeyecek bir hastayı
beklerken ona para kazandırmayan mesleğinden biraz daha soğur ve çıkamadığı yolculukların
düşleriyle yaşardı.
"Hayatla pazarlık etmek zorunda kaldım," derdi, içlendiği zamanlarda: "O tüm gücüyle beni babam
gibi işçi olmaya zorladı, bense bir kaptan olmak istedim hep. Kabına sığmayan bir denizci, bir
serüvenci... Ama sonunda hekimlikte uzlaştık, ikimizin de istediği olmadı böylece. Bu kutsal, bu
garip, bu benimle en ufak bir ilgisi olmayan mesleğe verdim yıllarımı. Böylece hayat da ben de
kaybetmiş olduk. Gizemli bir güç ailenin ülke dışına çıkmasını yasaklamıştı sanki. Bir türlü gerekli
zaman, para ve mecal bir araya getirilemiyordu; gerçi Yakup'un kimi haftasonları hemşire okulundan
arkadaşlarıyla sinemaya gitmekten hoşlanan annesi (birkaç yıl önce başhemşire olmuş, ama yönetici
özellikleri yeterli bulunmadığı için yerini daha genç bir meslektaşına bırakması gerekmişti), bir
keresinde çok yaklaşmıştı yurtdışına çıkmaya. Okul sıralarından beri iyi anlaştığı Necla'yla,
filmlerine bayıldıkları Marcello Mastroianni'nin ülkesine küçük bir gezi yapmak istemişler ve
birikmiş paralarıyla soluğu oldukça sıcak bir ağustos günü İtalyan elçiliğinde almışlardı. İki
arkadaşın Aşk Çeşmesi'ni görme arzusu ne kadar güçlü olsa da, bu arzu uzun ve yorucu vize işlemleri
sırasmda Necla'nın baygınlık geçirmesine engel olamamıştı. Buna elçilik görevlilerinin durumu
güvenlik sorunu olarak gören tutumu da eklenince hem kendilerini biraz aşağılanmış hissetmiş hem de
yarı baygın bir hemşireye ters ters bakan bu yakışıklı insanların ülkesine gitmeyi o kadar da
istemediklerine karar vermişlerdi.
"Hiç önemi yok..." demişti Yakup'un annesi, mutfak masasında akşam yemeği için fasulye
ayıklarken. "Bizim ülkemizde de gidecek bir sürü yer var. Şimdi o parayı Kızılcahamam'daki
kaplıcalara saklamayı düşünüyorum. Zaten şu omzum her gün biraz daha fazla ağrıyor.
Yankılan aile içinde hâlâ süren bir başka girişim de, Yakup'un dört yaş küçük kardeşi Yusuf'un
yaptığıydı (masadaki yerküreyi gizlice basket topu olarak kullanıp ezen de oydu). Yıllar önce, çocuk
bayramı için İstanbul'a gelip evlerinde konuk olan sevimli İngiliz öğrenci Kathy ile Yusuf'un mektup
arkadaşlığı sonraki yıllarda da sürmüştü. Sonunda Kathy harçlığını biriktirip dört yıldır mektuplaştığı
genci ziyaret etmişti. Çilleri epey çoğalmış, biraz da kilo almıştı gerçi; ama bunlar Yusuf'un içten içe
büyümüş aşkını söndürmeye yetmedi. Bir masal kuşu gibiydi Kathy; canlilere, medreselere ve
müzelere uğrayarak, Boğaz kıyısında gizli gizli öpüşerek geçirilen haftanın sonunda ülkesine
döndüğünde, Yusuf da Türkiye'de bir dakika daha kalmak istemediğine emindi artık. Büyük Britanya
elçiliğinin formalitelerine uydu, ciddi bakışlı görevlilere gülümsemeyi bir an bile ihmal etmedi, ama
yine de kaçamadı yazgısından: babası ülkeyi düzensiz aralıklarla sarsan ekonomik çalkantılardan
birinin yolda olduğunu, bu yüzden kendisine söz verdiği parayı ayıramayacağmı söyleyiverdi. Sonra
da bu yurtdışı meselesi aile için bir tabuya dönüştü ve dile getirilmez oldu. Arada içlerinde beliren
arzu kırıntıları da Yunanistan sınırı yakınlarındaki Selimiye Camii'nin minareleri gibi, ufukta yitip
gitti.
Bu yüzden, Yakup'un sonunda sınırı geçecek olması (tahmin edilebileceği gibi, ülkenin sınırları
aile için çoktan birer metafora dönüşmüştü) tatlı bir kıskançlık ve dokunaklı bir sevinç yarattı evde.
Babası omzuna vurdu ve onun, soylarında okyanusu görecek ilk erkek olacağını söyledi. Annesi, hava
durumu programlarında televizyonun sesini açıp Avrupa'daki sıcaklıkları izlemeye başladı. Hatta
ezilen yerküre yüzünden birkaç haftadır konuşmadığı kardeşi bile sürpriz yapıp ona Fransızca-Türkçe
sözlük armağan etti.
Yakup, Fransa'ya gidiyordu. Görünüşe göre, her şey üniversitedeki sinema topluluğunun
formundaki yabancı dil bölümünde Fransızca'nın yanındaki kutucuğu işaretlediği için olmuştu. Fransız
konsolosluğu okula bir yazı yollamış, yazıyı ciddiye alan iyi niyetli bir doçent de formları
karıştırırken Fransızca bilen bir Yakup'la karşılaşmıştı. Yurtdışıyla ilgili en küçük bir beklentisi
olmayan delikanlıyı önce şaşırtmış, sonra da korkutmuştu bu. Türkçe'yi bile tam öğretemeyen bir
devlet lisesinden mezundu; ödemelerini yapamadıkları için yarım bırakmak zorunda kaldığı kursta
edindiği Fransızca'ya ne kadar güvenebileceğini de kesinlikle bilmiyordu. Elçilikteki küçük burunlu
sekreterin anlattığına göre farklı ülkelerden gelecek öğrenciler önce Paris'te buluşacak, oradan da hep
birlikte okyanus kıyısındaki La Rochelle denen kente gideceklerdi. Yakup'tan üç hafta sürecek bir
film festivaline katılması, sonra da izlenimlerini kâğıda dökmesi bekleniyordu. Uçak bileti dışındaki
tüm harcamaları bursu veren kurum karşılayacaktı. Ayrıca, birkaç yıldır yaz aylarında çalışarak biraz
para biriktirmişti Yakup; geri kalan küçük harcamalar için belki onu kullanabilirdi.
Üniversite kütüphanesine gidip bir Fransa haritası buldu Ve önce Paris'e, sonra da kıyı şeridinde
silik bir noktacık olarak görünen La Rochelle kentine uzun uzun baktı. Gördükleri ona pek bir şey
söylemedi.
İskenderiye, Muhteşem Bir
Medeniyetler Karışımı
Youssef Ziedan
İskenderiye, birbirini takip eden dönemler boyunca o kadar değişmiştir ki, kurulduğu günkü
İskenderiye ile bugünkü İskenderiye arasındaki fark dünyanın başka hiçbir şehrinde görülmez. Ve
hiçbir şehirde birbirinden çok farklı medeniyetlerin uyum içinde varoluşunun İskenderiye'deki kadar
açık seçik ve şaşaalı bir örneğine rastlanmaz. Bu şehir, mükemmel bir medeniyetler karışımıdır.
İskenderiye'de birbirini takip etmiş ve şehre dünya tarihinde kendine özgü bir yer kazandırmış
düşünce ekollerine, doktrinlere, dinlere ve felsefelere değinerek bu istisnai medeniyetler
birlikteliğinin dinamiklerinin panaromik bir resmini çizmeye çalışacağım.(...)
Birinci Bölüm: Dini İnanışlar Barış Yanlısı Yahudilik
72 haham ve Yahudi din adamının, Kudüs'ten İskenderiye'ye gelip, Tevrat'ı, azınlığın konuştuğu
İbranice'den, bilginin, düşüncenin ve ticaretin evrensel dili olan Grekçe'ye çevirmek üzere çalışmaya
başlamasıyla, unutuluşun eşiğindeki Yahudilik, Ptoleme saltanatı sırasında yeniden yürürlüğe
girmiştir.
Böylece, İskenderiye'de yapılan bu çeviri, "Yetmişlerin Tevrat'ı" olarak biline gelmiştir, niçin
"İskenderiye çevirisi,
Ptoleme çevirisi ya da Mısır Tevrat'ı" olarak akılda kalmadığı konusu tartışmaya açıktır.
Yahudilik, İskenderiye'de, geleneğin yontulmamış yönleri renklerini yitirip, unutuluncaya dek (ki bu
fenomeni detayıyla tartışmak bu makalenin sınırlarını aşacaktır) huzur içinde yaşamıştır.
Üstelik, Yahudiliğin en parlak dönemi, birinci yüzyılın ilk yarısının meşhur filozofu İskenderiyeli
Filo sayesinde açılmıştır. Filo, Tevrat'ı Yetmişler'in Grekçe çevirisinden okuyup, zamanın hakim
felsefesine uyarak, Platoncu bir anlayışla alegorik olarak yorumlamıştır.
Tevrat bu şekilde, fazlaca kısaltılmış ve sadeleştirilmiş olsa da dönemin atmosferi böyle bir
çalışmayı kabul edebilmiştir. Tevrat'ın bu yeni yorumu, Yahudiliğe yeni bir devinim sağlamış ve bu
dinin İskenderiye'ye hakim olan eşsiz birlikteliğe yeni bir unsur olarak katılmasını sağlamıştır.
Filo, İlahi Gerçek'e ancak din ve felsefeyi birbirinden ayırmadan ulaşılabileceğine inanıyordu.
Birbirlerinden ayrılamazlar çünkü, dini yorumlayabilecek olan ancak felsefedir. Kutsal metin, doğası
gereği semboliktir ve sembolleri ancak felsefeyle deşifre edilebilir. Aslında Filo'nun düşüncesi,
diğer İskenderiyeli düşünürlerin söylediklerinden farklı veya yeni değil, dönemin felsefe akımları ve
dini doktrinleri arasında oldukça güçlü bir görüştü. "Felsefe, bize Tanrı korkusunu öğretir, erdemler,
Tanrı'ya adanmış fedakarlıklardır." Bu minvalde, Filo, Yunan ve Doğu felsefesini benimsemiştir.
İşaret ettiği tapınma anlayışı, Antik Mısır'daki dini anlayışın temelini oluşturan "Ölüler Kitabı"nın
uzak bir mirasçısı olarak görülebilir.
1
"Transit Yolcular"dan (Everest Yayınları, 2009) alınmıştır.
2
"Yolda Üç Kişi"den (Doğan Kitap, 2005) alınmıştır.
Gnostisizm ve Kilise Babaları
Gnostik sektler, insan algının gereksinimlerinden serbest kalırsa, ruhunun özgürleşip geldiği yer
olan tanrısal ufka yükselebileceğini ve ancak bu şekilde, gerçek bilgiye erişebileceğini
düşünüyorlardı. Tabii, bu şartlı bir bilgidir, insanın öncelikle erdemli olması gerekir, kötülükten uzak
durmalı, zevklere kendini kaptırmamak, hislere teslim olup, ruhun ilahi ufuklara uçmasını
engelleyecek ağırlıkların altında bırakmamalıdır.
Gnostik eğilimler, antik dünyanın diğer yerlerinde olduğu gibi İskenderiye'de de 2. yüzyılda
yayıldı. Bu düşüncelerin yaygınlaşabilmesi, siyasi çatışmalara, sonu gelmeyen savaşlara, insanların
kurtuluş umudunu yitirmelerine ve kişisel güvenliklerini sağlamakta gittikçe daha da zorlandıkları
antik dünyanın karanlık atmosferine bağlanabilir.
2. yüzyılda, 161 yılındaki ölümüne dek İskenderiye'de ders veren Basilides, Gnostikler arasında
popülerlik kazandı. Çalışmaları arasında, 24 ciltlik bir İncil yorumlaması ve dua-ilahi derlemesi
bulunuyor.
Gnostizm'le Kilise arasındaki en büyük fark, gnostiklerle Kilise babaları arasındaki teorik
ayrılıktır. Bu ayrılık, tarihsel olarak, Kilise babaları tarafından mağlup edilip yeraltına inmeye
zorlanan gnostiklerin yenilgisi ile biçimlenmiştir. Kilise Babaları (Kilise'nin en bilgili üyelerini
anlatan bir terim) bu zaferden sonra, "doğru inanç" dedikleri ortodoks bir anlayışı savunmaya
başladılar. Babalar, Kapadokya, Roma, Antakya gibi şehirlere dağılmışlardı. Ama İskenderiye'de
yaşayanlar, kendi başlarına en önemli kurucu babalar değilseler bile, her zaman en önemliler
arasında sayılmışlardır.
İskenderiyeli kurucu babalardan en önemlilerinden biri, Origenes'tir. 185 yılı civarında, Hristiyan
bir ailenin çocuğu olarak dünyaya geldi. Öncelikle 202 yılındaki Hristiyan katliamları sırasında
babasını kaybettiğinde, sonra zamanın piskoposu Demetrios'la aralarındaki bir anlaşmazlık yüzünden
çok çile çekti. Origenes, daha sonra Yeni-Platoncular olarak bilinecek olan öğrencilerle ve Amonias
Sakas ile Platoncu bir okulda felsefe okudu. Geniş felsefe ve sanat bilgisi ve yeteneği dolayısıyla
kendini dini yaymaya adadı ve öğretmenliği bırakıp İskenderiye'nin bilim merkezi "Museion"a katıldı.
(...)
Roma İmparatoru'nun annesi Mamia, kendisine Hristiyan inancının temellerini ve Yahudilikten
farkını anlatmasını is-
tedi, Origenes imparatorun annesini öyle etkiledi ki, Roma İmparatorluğu'nda Hristiyanların
imajının düzeltilmesine katkıda bulunmuş oldu.
İkinci Bölüm: Felsefe Ekolleri Pisagorculuk ve Matematiğin Yükselişi
Pisagorculuk, İsa'dan önce 6. yüzyılda, günümüzün Güney İtalya'sındaki Samos'ta yaşamış olan
Grek filozof Pisagor'un düşünceleri üzerine kurulmuş, hem felsefi hem de matematiksel boyutları
olan, bir ruhani ekoldür. Kaynaklara göre, Pisagor'un okulu, Grek yarımadasında, Opheus adlı bir
rahibin çalışamaları sonucu yaygınlaşmış olan ve Orpheusçu kültler olarak bilinen Doğulu dini
sektlerden etkilenmiştir. Bu kültler, yeniden reen-karnasyon olarak da bilinen, ruhun ölümden sonra
bir bedenden diğerine göç etmesine olan inançlarıyla tanınıyordu.
Tarihçiler ve araştırmacılar arasında, Pisagor'un gerçek mi yoksa Hermes-Thor ile ilişkilendirilen
efsanevi bir figür mü olduğu konusunda anlaşmaya varılmamıştır. Pisagor'la ilgili hikâyeler anlatılır,
kendisine bazı özlü sözler atfedilir, ama aslında Pisagor diye biri hiç var olmamıştır. Öte yandan, bir
dönem Yunanistan'da varlığını sürdürmüş, sonra yok olup, İskenderiye civarında ve bugünkü Filistin
çevresindeki kentlerde yeniden canlanmış gizli bir Pisagorcu okulun varlığı kuşku götürmez.
İskenderiye'ye Pisagorculuğun ne zaman geldiğini kesin olan bilmek imkânsızdır. Kesin olan, bu
okulun şehirde yeniden ortaya çıktığı, ve başka yerlerdeki gibi İskenderiye'de de Yeni-Pisagorculuk
adı altında faaliyet gösterdiğidir. Yandaşları arasında, Rahip Hyronimus tarafından Pisagorcu
Sihirbaz olarak adlandırılan Negidios Figolos, İskenderiyeli Iodoros ve Mısırlı Trasylos gibi kişiler
bulunuyordu. Hepsi de, Platon'un felsefesine ilgi duyuyor, Verimli Ay gibi Doğu mitolojilerine
inanıyor, ve gizil bilgiyi araştırıyorlardı.
İskenderiye, tüm bu entellektüel damarları kabul etti, yanyana ve iletişim halinde hayatlarını
sürdüren diğer sektlerle birlikte Yeni-Pisagorculara da kucak açtı. Öte yandan, İskenderiye'de yeni
olan şey, Pisagorcu tinselliğin en karanlık yönlerinin, bilimsel matematik çalışmalarından ayrı
tutulmasıydı. Matematiğe ağırlık veren İskenderiye ekolü, Pisagorculuğu geçmiş yüzyılların büyü
kalıntılarından arındırmıştır.
Araştırmacılar, her zaman, Yeni-Pisagorculuğun gizemli, karanlık yönlerini öne çıkarmaya ve
uzaktan yaptıkları atıflarla tatmin olmaya yatkın olmuşlardır. Bahaneleri de bana kalırsa,
pisagorcuların geçmişte İskenderiye'de ve başka yerlerde başlarına gelen kıyımlardan ders aldıkları
ve şehirlerde özellikle Batı'dan gelen Hristiyanlık gibi dinlerin yarattığı karmaşadan sonra tinsel
öğretileri ifade etmekten kaçındıkları yolundadır. Böylece, pisagorcu, sekti hakkında ne yazabiliyor
ne de konuşabiliyordu, bu yüzden araştırmacıların elinde bu konuyla ilgili çok az malzeme kalmıştır
ve onlar da yeni pisagorculuğun gizemli, sırlarını açık etmekten hoşlanmayan bir yönü olduğunda
ısrar etmekte beis görmezler.
Çev. Nicola Verderame, Fatma Cihan Akkartal
Biyografiler
Adnan Binyazar, Diyarbakır'da doğdu. Ankara'da üniversite eğitimi aldı. Berlin ve İstanbul'da
yaşıyor. Kanarya Adaları'nda tatil yapıyor.
Adnan Yılmaz , çeşitli şehirlerde uluslar arası çeviri atölyelerine katılıyor, Arapçadan çeviriler
yapıyor.
Ahmet Tulgar, Viyana Üniversitesi'nde Siyaset Bilimi, Boğaziçi Üniversitesi'nde İngiliz Dili ve
Edebiyatı okudu. Diyarbakır ve Viyana'da olmak istiyor, İstanbul'da kalıyor.
Ahmet Ümit, Gaziantep'e doğdu. Gaziantep dışına sürgün edildiği için liseyi Diyarbakır'ın Ergani
ilçesinde tamamladı. Komünistlik eğitimi almak için Rusya'ya gönderildi. İstanbul'da yaşıyor.
Anil Ramdas, Surinam Paramaribo'da doğdu. Sosyal Coğrafya okumak için Hollanda'ya gitti.
Curaçao Adasındaki bekar annelerin yaşamı üzerine kitap yazdı.
Arnon Grunberg, Amsterdam'da doğdu. New York'ta yaşıyor. İstanbul'dan Bağdat'a araba
yolculuğu yaptı.
Aybegüm Konuk, Balıkesir'de doğdu. İstanbul'da üniversite okuyor. Rusça öğreniyor. İngilizceden
çeviri yapıyor.
Ayfer Tunç, Adapazarı'nda doğdu. İstanbul'da yaşadı. 2011 yılında Londra'da yaşayacak.
Ayser Ali, Bulgaristan'ın Tuna nehrine yakın Razgrat'ta doğdu. Sadece bir yıl Ankara'da yaşadı.
İstanbul'da İngilizce, Rusça ve Bulgarcadan çeviriler yapıyor.
Ayşegül Çelik, yanlışlıkla Ankara'da doğmuş bir İzmirli. Ankara'da yaşıyor. Kalbi Ege'de.
Bahaa Taher, Giza'da doğdu. Kitapları Mısır'da yasaklanınca Afrika ve Asya ülkelerinde yaşadı.
İsviçre'de Birleşik Milletler için çalıştı. Kahire'ye geri döndü ve orda yaşamaya devam ediyor.
Behiç Ak, Samsun'da doğdu. Karikatürleri Türkiye'nin birçok şehrinin yanı sıra Hollanda,
Almanya ve İsviçre'de sergilendi. Büyükada'da yaşıyor.
Berrin Karakaş, Konya'da doğdu, çocukluğu babasının memuriyeti sebebiyle Anadolu yollarında
geçti. İstanbul'da üniversite okudu. Londra'da iki yıl geçirdi. İstanbul'da yaşıyor.
Beste Sezen Ateşpare, İstanbul'da yaşıyor, Fransızca ve İngilizceden çeviriler yapıyor.
Burak Sengir, Burdur'da doğdu. Çocukluğu İstanbul'da geçti. Sonra da Ankara; hep Ankara, ta ki
geçen sene Dalyan'a taşmana kadar.
Caterina Bonvicini, Floransa'da doğdu. Bologna Üniversitesi'nde Çağdaş Edebiyat öğrenimi
gördü.
Cem Selcen, İstanbul'da doğdu. İlk ve orta öğrenimini Bursa'da tamamladı. Üniversiteyi
İstanbul'da okudu. İstanbul, Alaçatı, Barselona üçgeninde yaşıyor.
Çiler İlhan, Denizli'de doğdu. İzmir, İstanbul ve İsviçre'de öğrenim gördü. Hollanda ve Viyana'da
yaşadı. İstanbul'un en güzel yerinde yaşıyor ve çalışıyor.
Dubravka Ugresic, Eskiden Yugoslavya olarak bilinen, Hırvatistan'da doğdu. Amsterdam'da
yaşıyor ve çalışıyor.
Dzevad Karahasan, Bosna şehri olan Duvno’da doğdu. Saraybosna ve Zagreb’de öğrenim gördü.
Ülkesindeki savaş nedeniyle Salzburg, Innsbruck ve Berlin’de üniversitelerde çalıştı. 2010’da Graz
Edebiyat Evi’nde kalyor.
Ece Erdoğuş, Bursa'da doğan bir İstanbullu. Kadıköy'ün en güzel manzaralı, en güzel binasında
yaşıyor.
Eda Çaça, Zonguldak'ta doğdu. Bartın'da büyüdü. Liseyi Denizli'de, üniversiteyi Ankara'da okudu.
İstanbul'da okumaya, çalışmaya ve yaşamaya devam ediyor.
Etgar Keret, Tel Aviv'de doğdu. Gazze şehri özelinde, dünya genelinde Samir El Youssef ile
birlikte Gazze Blues isimli bir öykü kitabı yazdı.
Evald Flisar, Ljubljana'da öğrenim gördü. 8o'den fazla ülke gezdi. Ljubljana'da yaşıyor.
Fatma Cihan Akkartal, İstanbul'da doğdu, sinema ve edebiyat üzerine çalışmalarını sürdürürken
aynı şehirde büyüyor. İngilizce ve Fransızcadan çeviriler yapıyor.
Fanny Joly, Paris'te eşi ve üç çocuğuyla birlikte yaşıyor.
George Blecher, New York'ta profesörlük yapmış olan Blecher zamanının yarısını New York'ta
yarısını ise Danimarka'nın küçük bir yerleşiminde geçiriyor.
Georgi Gospodinov, Jambol'da doğdu. Berlin'de bir yıl edebiyat evinde kaldı. Sofya'da tiyatro,
sinema ve edebiyatla yaşıyor.
Gizem Kayan, İstanbul'da doğdu, Boğaziçi Üniversitesi'nde felsefe okuyor. İngilizceden çeviriler
yapıyor.
Gül Özlen, İstanbul'da doğdu, hayatının yarısını orda geçirdi. Hollanda, Utrecht'de eğitim aldı ve
çalışmaya başladı. Bodrum'da yaşıyor, Hollandacadan çeviriler yapıyor.
Gün Benderli, İstanbul'da doğdu. Üniversiteyi İstanbul'da, Paris'te, Cenevre'de bitirmeye çalıştı.
Tek kelime Almanca örenme-mekte inat ederek 6 yıl Almanya'da yasadıktan sonra hayatını
Macaristan'da geçirmeye karar verdi. Macarcadan çeviriler yapıyor.
György Dragomân, Romanya'da doğdu. On beş yaşındayken ailesiyle birlikte Macaristan'a göç
etti. Budapeşte'de yaşıyor.
Hakan Bıçakçı, İstanbul'da doğdu. Ankara'da üniversite okudu. İstanbul'da yaşıyor.
Hande Altaylı, Edremit'te doğdu. İstanbul'da gece ve gündüz yaşıyor.
Hassan Daoud, Lübnan'da doğdu. Romanlarındaki kahramanların çoğu gibi Beyrut'ta yaşıyor.
İpek Çalışlar, İstanbul'da doğdu. Hamburg'da eşcinsellik, kadın ve İslam konularını araştırdı.
İstanbul'da yaşıyor.
Jacek Dehnel, Polonya'da doğdu. Polonya'yı yazarak yaşamaya devam ediyor.
James Önder, İstanbul'da doğdu. Fransızca ve İspanyolca eğitimi aldı. Türkçeden İngilizceye,
İngilizceden Türkçeye çeviriler yapıyor.
Leonard Durso, New York'ta doğdu. Los Angeles'ta yaşadı. Santa Monica'da sadece edebi
kitaplar satan bir kitabevi açtı. İstanbul'da yaşamayı tercih etti.
Leyla Tonguç Basmacı, İstanbul'da doğdu. Pennsylvania'da İngiliz ve İtalyan edebiyatları okudu.
İstanbul'da İngilizce ve İtalyancadan çeviriler yapıyor.
Luan Starova, Pogradec'te doğdu. Arnavutluk'tan ayrılıp Üsküp'e yerleşti. Zagreb'de eğitim gördü.
Fransa, İspanya, Portekiz, Tunus ve Filistin'de çalıştı. Makedonya'da yaşıyor.
Mari Strachan, Galler'in Harlech bölgesinde doğdu. Ceredigion'da yaşıyor. Her zaman uçak
yerine trenle ulaşımı tercih ediyor.
Mehmet Coral, İzmir'de doğdu. Hollanda'da üniversite eğitimi aldı. Dünyanın değişik şehirlerinde
kendi kullandığı tek motorlu, pervaneli uçaklarla uçuşlar yaptı.
Melida Tüzünoğlu, İstanbul'da doğdu. Budapeşte'de birinci, Hollanda Maastrich'ta ikinci yüksek
lisansını yaptı. İstanbul'da doktora yapıyor.
Meriç Sobutay, İstanbul'da yaşıyor. İngilizceden çeviriler yapıyor.
Mine G. Kırıkkanat, Ankara doğumlu bir İstanbulludur. İspanya'da 6 yıl yaşadı. Hayatını İstanbul
ve Paris arasında paylaştırıyor.
Mine Soysal, İstanbul'da doğdu. Arkeolog-araştırmacı olarak bir çok şehirde bulundu. İstanbul'da
yaşıyor.
Müge İplikçi, İstanbul'da doğdu. Amerika Ohio'da yüksek lisans eğitimi aldı. İstanbul'da yaşıyor.
Nicola Verderame , Napoli, Kahire ve İstanbul'da eğitim aldı. Hollanda'da yüksek lisans yapıyor.
İtalyan çevirmen ve şair, Arapça ve Türkçeden çeviriler yapıyor.
Oya Baydar, İstanbul'da doğdu. Ankara'da üniversitede çalıştı. 12 yılını Almanya'da sürgünde
geçirdi. Marmara Adası'nda ve İstanbul'un erguvan kokulu semtinde yaşıyor.
Ömer Özgüner, Ordu'da doğdu Bir süre Edirneli oldu. İstanbul'da gerçek ve takma adıyla
yaşıyor.
Özlem Kumrular, İstanbul'da doğdu. İspanya'da üniversitede okudu. Bütün Balkan ülkelerini
dolaştı. İstanbul'un en güzel manzaralı üniversitesinde çalışıyor.
Pirjo Hassinen, Kızı ve eşi ile birlikte Finlandiya'nın orta kesiminde yaşıyor.
Ramsey Nasr, Anvers şehir şairi olarak biliniyor.
Ronelda Kamfer, Cape Town, Blackheath'te doğdu. Üç yaşından on yaşından kadar Grabouw'da
meyve bahçelerinde büyüdü. Çete kültürüyle yaşadı.
Sadık Yalsızucanlar , Malatya'da doğdu. Ankara'da okudu. İstanbul ve Sivas'ta çalıştı. Televizyon
dünyasına İzmir'den girdi. Ankara'da yaşıyor.
Seda Köycü, Ankara'da yaşıyor. Lehçeden çeviriler yapıyor.
Sedef Hekimgil, İstanbul'da doğdu. Yarı Türk, yarı İngiliz. İngilizce, Fransızca ve İspanyolcadan
çeviriler yapıyor.
Sevgi Demir, İstanbul'da doğdu, büyüdü ve yaşıyor. Çeviribilim öğrencisi. Rusça öğreniyor ve
İngilizceden çeviri yapıyor.
Sevinç Çokum, İstanbul'da doğdu. Galatasaray'da yaşadı. Büyükçekmece'de yaşıyor ve
eserlerinde İstanbul'un gelenekçi semtlerinin sosyal yapısından kesitler vermeye devam ediyor.
Tulan Yanardağ , İstanbul'da yaşıyor. Finlandiya ve Fransa'ya sık sık gidiyor. Finceden çeviriler
yapıyor.
Tuna Kiremitçi, Eskişehir'de doğdu. İlköğrenimini Ankara'da bitirdi. Galatasaray Lisesi için
İstanbul'a geldi. Hayatını Sofya ve İstanbul arasında paylaştırıyor.
Youssef Ziedan, Mısır'ın kuzeyinde doğdu. Dedesiyle birlikte İskenderiye'de taşındı ve hala bu
büyülü Akdeniz metropolünde yaşıyor.
İSTANBUL
TANPINAR
EDEBİYAT
FESTİVALİ
**
İÇİNDEKİLER
Teşekkürler • 7
Adnan Binyazar / Kent ve İnsan • 9
Ahmet Tulgar / Müntehir ve Şehir • 17
Ahmet Ümit / "İstanbul Kimsenin Umurunda Değil." • 21
Anil Ramdas / "Madam Bovary" • 29
Arnon Grunberg / İstanbul • 35
Ayfer Tunç / "İstanbul İstanbul Uzakta, İstanbul'a Ateş Etmeyiniz." • 41
Ayşegül Çelik / İmparatorluk Güncesi • 47
Bahaa Taher/ Adın Ne? • 55
Behiç Ak / Merkezdeki Banliyö • 61
Berrin Karakaş / Nerval'in Çarmıhı Paris'te Bir Sokak Lambasıdır • 67
Caterina Bonvicini / Kar Altında Roma • 71
Cem Selcen / Elmanın Suçu • 77
Çiler İlhan / Büyük Kent Avcısı • 81
Dubravka Ugresic / Palto Gibidir Şehirler • 85
Dzevad Karahasan / Sesler • 91
Ece Erdoğuş / Kahhh... Kaaa... Haaa... • 97
Etgar Keret / Dile Bu Japon Balığından ne Dilersen • 101
Evald Flisar / Londra'yı Yabancılara Satan Yabancılar • 109
Fanny Joly / Kentimde Yirmi Dört Saat (Ve Kentteki Yaşamım) • 113
George Blecher / İnsanların Cilveli Bir Kahkaha Uğruna • 119 Bir Mil Kat Ettikleri Yer
Georgi Gospodinov / Lizbon'da Carla'yı Aramak (Bir Fado Hikâyesi) • 129
György Dragomân / Balık • 135
Hakan Bıçakçı / Silahlı Kuvvet • 139
Hande Altaylı / Yıldızlara Bakmayan Şehir • 143
Hassan Daoud / Gariplerin Şehirleri • 147
İpek Çalışlar / Son Deniz Kabukları • 155
Jacek Dehnel / Büyük Bir Kentleşmeciye Dair Öykü • 159
Leonard Durso / Gündüz ve Gece • 165
Luan Starova / Kader Kapısı • 171
Mari Strachan / Tyddewi • 177
Mehmet Coral / Bardacık • 181
Melida Tüzünoğlu / Frankfurt'un Greyfurtları • 187
Mine G. Kırıkkanat / İki Kent Bir Yalnızlık • 195
Mine Soysal / Denize Yürümek • 201
Müge İplikçi / Kalenin Bedenleri • 207
Oya Baydar / Mekânlar ve İnsanlar • 213
Ömer Özgüner / Şehrin Merkezine Uzak Semtler • 217
Özlem Kumrular / Vahşetle Aşkın Öpüştüğü Kent • 225
Pirjo Hassinen / Köprü • 231
Ramsey Nasr / Şiirler • 237
Ronelda Kamfer / Şiirler • 243
Sadık Yalsızuçanlar / İstanbul'un Orta Yeri • 247
Sevinç Çokum / Büyükdere'de Bir Sokak • 251
Tuna Kiremitçi / Yolda Üç Kişi • 257
Youssef Ziedan / İskenderiye Muhteşem Bir Medeniyetler Karışımı • 261
Biyografiler • 267

You might also like